2- ALLAH’I TANIMAK
“Onlar Allah'ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun tasarrufundadır. Gökler O'nun kudret eliyle dürülmüş olacaktır. O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir.” [1]
Cenab-ı Hak yarattığı varlıkların en şereflisi olan insa-nın, kainat alemine gelip, yüce sıfatlarıyla süslediği mükemmel e-serlerini görüp, o güzel sıfatların sahibi olan Zatı tanıması ve Onu tanıyarak eşsiz bir sevgiyle ona bağlanması için yaratmaya sıfırdan başladığında kainatı ilim, kudret, hikmet ve rahmet sı-fatlarıyla donatmıştır.
“Allah O’dur ki, sizin için yeri bir karargah, göğü de bir bina yaptı, size şekil verdi, sonra da şekillerinizi güzelleştirdi ve hoş nimetlerden size rızkı verdi. İşte O Allah’tır Rabbiniz! Ne yücedir O alemlerin Rabbi olan Allah!” [2]
Bu sebeple dünyaya gönderilen her insanın bu alemde yerine getirmesi gereken ilk ve tek vazife sadece Rabbini tanı-masıdır. Dünyada asıl görevmiş gibi peşinden koşulan diğer işler ise geçici, sönük menfaatler için boş ve faydasız bir şekilde ça-balamadan başka bir şey değildir. İşte bütün bunlardan dolayı her şeyden önce Rabbimizi tanımak zorunda olduğumuzun bilincinde olmamız gerekir.
Bu alemde bize Rabbimizi anlatan üç büyük tanıtıcı var-dır. Bunlardan birincisi, içinde yaşadığımız şu büyük kainat kitabı; ikincisi kainatın yaratılmasının sebebi, varlıkların efendisi ve son Peygamber Hz. Muhammed Aleyhisselam; üçüncüsü ise kainat ki-tabının yazılmış şekli ve Hz. Muhammed (a.s.m.)’in yaşam tarzı o-lan Kuran-ı Kerim’dir.
Biz burada bize Rabbimizi tarif eden ve bazı Kuran ayetlerinin bir nevi tefsiri durumunda olan KAİNATA bakarak Rabbimizi tanımaya çalışacağız.
Kuran-ı Kerim insanlara Allah’ın Zatını, mukaddes sı-fatlarını ve güzel isimlerini bildirmek; yani kainat kitabının mana-sını anlatıp, onu yoktan var eden yaratıcıyı tanıtmak için bir çok ayetinde kainattan bahsetmektedir. Örneğin;
“Gerçekte Rabbiniz gökleri ve yeri altı gün içinde ya-ratan sonra arş üzerinde hükümran olan Allah’tır, geceyi gündüze bürür; o onu kışkırtarak takip eder. Güneş ay ve yıldızlar O’nun emrine baş eğmiştir. İyi bilin ki, yaratmak da emretmek de yal-nızca O’na aittir. Ne ulu, o alemlerin Rabbi olan Allah!” [3]
ayetinde olduğu gibi. Bunun sebebi insanları, yaratıcıyı yarattığı eserlerinden tanımaya yöneltmek içindir. Mesela, içinde elmas, zümrüt gibi her çeşit mücevherlerin bulunduğu haddi hesabı olma-yan sınırsız bir servete sahip olan, bunun yanında bir çok gizli defineleri de bulunan; ayrıca güzel sanatlar yönünde ressamlık, nakkaşlık, hattatlık, mühendislik, mimarlık gibi bir çok maharetleri bulunan ve ayrıca görünen ve görünmeyen her şeyin bilgisi yanında olan çok güçlü bir hükümdar farz edelim.
Hem güzel, hem de mükemmel olan herkesin, sahip ol-duğu güzelliğini ve mükemmelliğini sık sık aynaya bakarak görmek ve başkalarına da göstermek istemesi sırrınca, o yüce hükümdar da saltanatının ihtişamını, servetinin parlaklığını, harika sanatlarını ve sınırsız ilmiyle meydana getirdiği ilginç eserlerini göstermek için bir sergi açarak orada, sanatkarlığına yakışır bir şekilde ustalıkla meydana getirdiği eserlerini sergilemeye karar veriyor. Ta ki güzelliğini ve mükemmelliğini iki yönden gözlemlesin: Birinci yönü, bir aynaya bakıyormuş gibi yarattığı eserlerine bakarak on-lara yansıyan ilim, kudret, hikmet, rahmet gibi sıfatlarını görüp, güzelliğini bizzat kendi bakmasıyla görsün. Diğeri ise, o eserlere başkalarının bakışlarıyla baksın.
Bu nedenle o hükümdar, büyük, geniş ve muhteşem bir saray yapmaya başlar. Onu şahane bir biçimde dairelere ve oda-lara ayırarak hazinelerinin türlü türlü mücevherleriyle süsleyip, sanatkarlığının en hoş, en güzel eserleriyle donatıp, ilim ve hik-metinin incelikleriyle düzenleyerek tamamladıktan sonra, o saray-da her bir yiyecek ve nimetlerinin bütün çeşitlerinin en lezzetli-lerinden oluşan sofralar kurar. Her bir gruba lâyık bir sofra ta-yin eder. Öyle cömertçe eksiksiz bir sofra hazırlar ki, sanki her bir sofra yüz çeşit ince sanat eserlerinden meydana gelmiş gi-bi, sınırsız değerli nimetlerden oluşmaktadır. Bundan sonra, mem-leketinin her köşesindeki halkını o sarayı gezmek, oradaki eserle-ri görmek ve beğeni ve hayretle o eserleri incelemek için ziya-fete davet eder.
Evet işte o hükümdarın insanları saraya davet etme-sinin sebebi vücuda getirdiği eserlerini onlara gösterip o eser-lerde görünen ilim, kudret, hikmet, rahmet, kerem, cömertlik gibi kutsi sıfatlarını düşündürerek, zatını tanıtmak istemesidir.
Evet aynen bu örnekteki gibi (En yüce vasıflar Allah içindir.)[4] Cenab-ı Hak da sınırsız ilmi, kudreti, hikmeti, rahmeti ve bunlar gibi sayısız sıfatları ve Rahman, Rahim, Kerim, Hakim, Latif gibi bin bir ismiyle kainatı mükemmel bir biçimde yaratıp, en güzel nimetlerle donatılmış bir sofra gibi süsledikten sonra hem o geniş sofradaki yiyecekleri tattırmak hem de her biri bi-rer ayna durumunda olan varlıklara yansıyan isimlerini ve sıfatla-rını göstererek Zatını tanıtmak için insanoğlunu kainat alemine davet etmiştir. Allah (c.c.) Kuran’da Zatından şöyle bahseder:
“Allah, yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratan-dır Ferman bunlar arasından inip durmaktadır ki, böylece Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.” [5]
“Allah, O'ndan başka ilah yoktur O, Hayy’dır, Kayyûm-dur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerde-kilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat e-debilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun il-minden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.”[6]
Evet yukarıdaki Kuran ayetlerinin ve daha Kuranda yer alan birçok ayetin izah ettiği gibi Allah (c.c.) öyle bir İlah’-tır ki, gözlerimizle gördüğümüz şu kainat alemindeki canlı-cansız, şuurlu-şuursuz, her an değişen ve tazelenen, düzenli bir ordu gi-bi mükemmel bir ahenkle çalışan ve Rahmanın rahmetini kainatın her köşesine müthiş bir ölçüyle dağıtan atomdan maddeye, mad-deden her bir cisme, Güneş’e, Ay’a, Yıldızlara kadar her şeyi yaratan, düzenleyen ve yöneten sadece O’dur.
Mesela; çok güzel, manalı bir kitap açık bir şekilde yazma fiilini gösterdiği gibi çok düzgün, ustaca yapılmış bir ev de yapma fiilini gösterir. Bu güzel yazma ve düzenli yapma fiilleri ise yazar ve usta namlarını… yazar ve usta unvanları ise sahip olduğu güzel sıfatlarını kullanarak yazı yazmayı ve bina yapmayı; meydana getirilen eserler ise hünerli bir zatın varlı-ğını gerektirir ki zaten sanatkarı olmayan bir sanatın olması da mümkün değildir.
İşte bu hakikate dayanarak diyebiliriz ki bu kainat, i-çinde bulunan bütün varlıklarla beraber, kader kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış sınırsız manalı kitaplar, mektuplar, mükemmel binalar ve saraylar gibi Allah’ın Rabbani ve Rahmani fiillerini ve o fiillerin kaynağı olan bin bir ismini ve o güzel isim-lerin kaynağı olan yedi subûtî sıfatının sınırsız tecellileriyle o sıfatların kaynağı olan mukaddes Zâtını göstermektedir.
Allah (c.c.)’ın, her bir varlığı ilim ve hikmetle yaratması, çok ince ölçülerle düzenlemesi ve yönetmesi, külli bir iradeyle onları tamamlaması ve değiştirmesi ayrıca tüm varlıklara şefkat ve rahmetle nimet vermesi, ikram ve ihsan etmesi gibi bir çok fiilleri, sahip olduğu güzel isimleriyle birlikte yedi subûtî sıfatı olan “hayat, ilim, kudret, irade, semi, basar ve kelam” sıfatlarının tecellileriyle kendini gösterir ve Zatını tanıttırır. Meselâ;
Kelam yani konuşma sıfatıyla; peygamberlere gönderdiği vahiyler ve o vahiylerden oluşan semavi kitaplar, aynı şekilde peygamberler gibi bazı kullarının kalplerine indirdiği ilhamlar ile Allah (c.c.), görünmeyen a-lemden insanları yönlendirerek Zatını tanıtmaktadır. Ve kainatı baştan başa süsleyen her bir varlık, ustalıkla yaratılan her bir eser kudret sıfatının sahibi olan Al-lah’ı tanıtmaktadır. Ve kainattaki hikmetle ve çok ince ölçüler-le dengeli ve düzenli bir biçimde yerli yerinde yaratılan ve mü-kemmel bir şekilde idare edilen varlıklar, varlıklar sayısınca ilim sıfatıyla Allah’ın Zatını bildirmektedir. Ve yine kudret sıfatını gösteren bütün varlıklar, ilim sıfatını bildiren hikmetli ve düzen-li bütün sanatlar ve diğer sıfatları bildiren bütün deliller ve ka-inattaki canlılık ve o canlılarda yansıyan hayat, hayat sıfatının olduğuna delalet ettiği gibi Hayy olan Allah’ın Zatını tanıtmakta ve kainatı baştan başa her an yeni tecellilerle değişen ve yenile-nen büyük bir ayna şekline çevirmektedir. Ve buna göre Semi yani işitme, basar yani görme ve irade yani isteme sıfatları da her biri birer kainat kadar Allah (c.c.)’ın yüce Zatını tanıtmak-tadır. Ve bütün bu sıfatlar Allah’ın varlığını yani vücud sıfatını bildirdiği gibi, O Zatın canlı ve diri olduğunu yani hayat sıfatını da bildirmektedir. Çünkü, ilimli olmak yani her şeyi bilmek ha-yatın işareti, işitmek, görmek canlılara mahsus, istemek hayat ile mümkün ve konuşmak da yine hayat sahibi varlıklara has iş-lerdir.
İşte bu noktalardan anlaşılıyor ki bu yedi subuti sıfat ve bu sıfatlardan özellikle hayat sıfatı yedi, belki yedi yüz defa Allah’ı tanıtmakla birlikte kainattaki bütün varlıkların ve o varlık-larda tecelli eden bütün İlahi isimlerin de kaynağıdır. Yani her şey ve her şeyde yansıyan güzel isimler Onun iradesinin, ilminin, kudretinin ve bunlar gibi diğer kutsî sıfatlarının neticesidir. Öy-leyse eğer biz Allah’ı tanımak istiyorsak doğrudan Onun Zatını tanımamız oldukça zordur. Bu yüzden öncelikle Onun güzel isim-lerini bilmemiz yani bir ölçüde Onu isimleriyle tanımamız, daha sonra o güzel isimlerinde kutsî sıfatlarını görmemiz neticede de Zatına ulaşmamız gerekmektedir. Bu da ancak kainatta yarattığı mucize varlıklarını okumak ve incelemekle olabilir. Hz. Peygamber Aleyhisselama inen ilk vahiyde ‘OKU’ emrinin gelmesinin sebebi de bu olsa gerek. Ve yine “Allah’in Zatı üzerinde değil, eserleri üzerinde düşünün” mealinde bize ulaşan bir hadiste efendimiz biz müslümanları Allah’ın zatını düşünmekten nehyederken yaratı-lanları okumaya teşvik etmiştir. Yoksa doğrudan Allah’ın Zatını araştırmak Onu bizzat Zatıyla tanımaya çalışmak zor olduğu kadar da yanlıştır. Çok küçük ve fani olan insan ve insanın aklı sınırsız derecede büyük ve sınırsız derecede baki olan bir Zatı tanımaya güç yetiremez. Bu nedenle Allah’ın arşı, kürsîsi üzerin-de fikirler yürütüp, Allah’ı bir cisim gibi tasvir eden bazı batıl mezheplere mensup olan bir çok insan gibi çok büyük imânî zararlara maruz kalınabilir. Çünkü ‘Rahman arşa istiva etti’ ayeti konusunda; “Ey imam Allah arşa nasıl istiva eder” diye soru so-ran birine İmam Malik’in; “Nasıllığına akıl erdirilemez. Buna böy-lece inanmak gerekir. Seni de bid’at sahibi olarak görüyorum.” Diye cevap vermesi gösteriyor ki, Allah’ın zatı konusunda düşün-mek, soru sormak hem yanlış, hem de bid’attır.
Evet sağlam bir iman ve sağlam bir kulluk için her şeyden önce Allah’ı tanımamız gerekir. Bahsinde olduğumuz bu tanıma işine de biraz önce söylediğimiz gibi öncelikle isimlerini tanımakla başlamamız, sonra o isimlerin kaynağı olan sıfatları tanıyarak Zatına ulaşmamız gerekir. Bu da ancak kainatı baş gö-züyle değil, kalp gözüyle yani basiretle incelemekle olacaktır. Yü-ce Rabbimiz Kuranda Şöyle buyurmuştur:
“Yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı ki kendileri için on-larla akıl erdirecekleri kalpler ve onlarla işitecekleri kulaklar olsun! Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler (basiretler) kör olur.”[7]
Evet biz de burada Allah’ın yardımıyla eğer körelme-mişse basiretimizi harekete geçirerek O’nu isimleriyle tanımaya çalışacağız.
O’NU İSİMLERİYLE TANIMAK
“ O Allah ki Ondan başka ilah yoktur! En güzel isimler Onundur!” [8]
Bir padişahın, yönettiği ülkedeki her bir daire ve her bir tabakada ayrı ayrı ünvanları ve farklı farklı isimleri vardır. Bu yüzden halk onu farklı isimleriyle farklı şekillerde tanır. Mese-la; Adliye dairesinde hakim, yönetim dairesinde sultan, askeriyede komutan, ilmiye dairesinde halife ve bunlara diğer isim ve unvan-larını da kıyaslarsak anlıyoruz ki, bir tek padişah, saltanatının dairelerinde ve hükümetinin tabakalarında bin isim ve unvana sa-hip olabilir. Ve her bir dairede, o dairenin hükümlerine göre biz-zat olmasa da manevi şahsiyetiyle bulunur, böylece o daireyi ida-re eder. Yani, adliye dairesinde adil hükümler vererek kanunlarıy-la, askeriye dairesinde orduyu yöneterek direktifleriyle, yönetimde halkı idare ederek idareciliğiyle ve bunlar gibi saltanatının bütün dairelerinde hüküm sahibidir.
İşte bu misaldeki gibi Ezel ve Ebed Sultanı olan Al-lah (c.c.)’ın bütün Rablık dairelerinde farklı farklı fiilleri ve un-vanları olduğu gibi bütün İlahlık dairelerinde de ayrı ayrı isim-leri vardır. İşte bu sebepten dolayı kainatın her bir aleminde, her bir varlık türünde Esma-i Hüsnadan bir isim tecelli eder. O dairede o isim hakimdir. Bundan anlıyoruz ki, varlıkların her bir tabakasında az veya çok, küçük veya büyük, özel veya genel özel-liklerine göre bir ismin tecellisi vardır. Ve orada o ismin yanında başka isimler de tecelli edebilir. Bu yüzden her hangi bir varlıkta hakim olarak tecelli eden bir ismin tecellisinde diğer isimleri görmek ve o isimden onlara geçmek gerekir. Mesela; Açık bir şe-kilde Rahman isminin tecellisinin görüldüğü bir nimette Latif, Kerim, Rezzak gibi isimlerin tecellisi de vardır ki, bir insan Rah-man isminin arkasındaki bu isimleri görmezse zarar eder. İşte bu nedenle Kuran-ı Kerim’de “ O Allah ki Ondan başka ilah yoktur! En güzel isimler Onundur!” buyrulmuştur.
Evet bütün bunlardan anlıyoruz ki her varlığın özü ve hakikati Allah’ın güzel isimlerinden birini veya birkaçını göste-ren bir ayna gibidir. Bu konuda Bediüzzaman Said Nursi’nin göz-lemlerinden biri şöyledir:
“Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati, es-mâ-i İlâhiyeye istinad eder.”
Evet varlıkların hakikati ve hatta bütün kainatın ha-kikati Allah’ın isimlerine dayanmakta ve o isimlere bir nevi ayna-lık yapmakla o isimleri göstermektedir. Bu yüzden eğer Allah’ı ta-nımaya çalışıyorsak öncelikle varlıkları tanımaya çalışmalıyız ki, o varlıkları yaratan, şekillendiren, çeşit çeşit zinetlerle süsleyen, onları rızıklandıran, ecelleri geldiğinde öldürmeye kadir olan kısa-cası Halik, Bari, Musavvir, Müzeyyin, Rahman, Rezzak ve bunlar gibi bin bir ismiyle varlıkları ayakta tutan Zatın Allah olduğunu bilelim ve o güzel isimlerden Ona bir yol bulalım.
Bu yüksek hakikatleri varlıkları yakından inceleyerek daha iyi anlayabiliriz. Mesela; fırtınalı bir deniz, depremle sarsılan yeryüzü daima Allah’ın Celil, Aziz ve Cebbar gibi isimlerini göstermekle birlikte o isimleri zikretmektedirler.
Sonra karada ve denizde kısacası yeryüzünde şefkat ve merhametle idare edilen her bir canlı özellikle küçük yavrular Allah’ın Cemil, Rahman, Rahim gibi isimlerini göstermektedirler.
Yeryüzündeki her bir canlı Rahman, Rezzak gibi isim-lerini; bahar mevsimi Hannan, Rahman, Rahim, Kerim, Latif, Atuf, Musavvir, Münevvir, Muhsin, Müzeyyin gibi isimlerini göstermek-tedirler. İşte bütün bu varlıkların cephesinde bütün Esma-i Hüsna yazılmıştır ve dikkatle bakan herkes de o isimleri okuyabilir.
Ayrıca bu varlıklar gibi insanda da bütün isimler gö-rünür. Fakat insanlarda bütün isimlerin yanında bir veya bir kaç ismin ön planda olmasından ve tecellisinin daha açık görülmesinden dolayı insanlar farklı mizaçlara sahiptirler. Peygamberlerin ayrı ayrı şeriatları, evliyanın takip ettikleri farklı farklı yolları bu sırdan kaynaklanmıştır. Mesela, Hz. İsa’da diğer isimlerle birlikte Kadir ismi daha açık görünür. Bunun gibi tarikat ehlinde –aşk eh-li oldukları için- Vedud ismi, tefekkür ehlinde Hakim ismi daha a-çık görünür. İşte bütün bunlardan anlıyoruz ki, her şeyi yaratan, şekillendiren, rızıklandıran ve idare eden Allah, varlıklarda isim-lerini tecelli ettirip onların dizginlerini de eline almıştır. Bu sebep-le varlıklara varlık nazarıyla değil, Allah’ın Esma-i Hünsasını göste-ren nurlu aynalar nazarıyla bakmak gerekir. Mesela, elmaya sa-dece elma nazarıyla değil, renginde, tadında, kokusunda hissedi-len rahmetin, şefkatin, lütfun ve ikramın göstergesi olan Rah-man, Rahim, Latif ve Kerim gibi güzel isimlerin aynası nazarıyla bakmak gerekir ki, elmaya gerçek manasını kazandırıp, maddeye saplanmadan, nazarımızı hakka çevirmiş olabilelim. Bediüzzaman Said Nursi’nin yine bu konudaki şu anlamlı ifadeleri Esma-i Hüs-nayı anlamada ve maddenin manasını kavramada bize yol göstere-cektir:
“ Nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır ve lafız manaya bakar, ona göre nurlanır ve suret hakikate istinada eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de, bu maddi ve cismani o-lan alem-i şehadet dahi bir cesettir, bir lafızdır, bir surettir; alem-i gaybın perdesi arkasındaki Esma-i ilahiyeye dayanır, ha-yatlanır, istinad eder, can alır, ona bakar, güzelleşir. Bütün mad-di güzellikler kendi hakikatlerinin ve manalarının manevi güzellik-lerinden ileri geliyor. Ve hakikatleri ise, Esma-i İlahiyeden feyz alıyorlar ve onların bir nevi gölgeleridir.”[9]
Evet, maddenin hakikatinin -daha sonraki konularda ge-niş bir şekilde inceleyeceğimiz gibi- Esma-i Hüsnaya dayanması konusundaki bu nurlu ifadeler gerçekten konumuzun yönünü belir-lemektedir. İşte bu izahlardan anlıyoruz ki, ruh olmazsa cesedin görmeyen, konuşamayan, işitemeyen, duyu ve duyguları hareket edemeyen sadece cansız ve şuursuz bir madde yığını olması, bir-kaç harfin birleştirilerek hiçbir şey ifade etmeyen anlamsız bir kelime oluşturulması ve o kelimenin sadece bir harf yığınından ibaret olması gibi şu gördüğümüz kainat alemi de bir madde ve harf yığınıdır ki bu maddi cesedi canlandıran ve ayakta tutan, ayrıca bu manasız harf yığınına anlam veren hakikat şüphesiz ki Allah’ın Esma-i Hüsna dediğimiz güzel isimlerine dayanması ve o isimleri gösteriyor olmasıdır. Gördüğümüz maddi güzelliklerin kaynağı da yine o güzel isimlerin güzelliğinin yansımasıdır. Her bir varlık, Allah’ın üzerine isimlerini yazdığı bir kitap gibi o güzel isimleri göstermekte ve okutturmaktadır. Mesela, basit bir çiçek, yaratılışıyla Allah’ın Halik, Bari gibi isimlerini, şeklinin güzelliğiyle Musavvir, Cemil gibi isimlerini gayet hoş renk ve desenleriyle Müzeyyin, Bedi gibi isimlerini, her an muhtaç olduğu rızkının ona verilmesiyle Rahman, Rezzak gibi isimlerini, çok ince ilim ve hik-metle meydana gelmesinde Alim, Hakim gibi isimlerini, hikmetli vazifelerde çalıştırılmasında Kadir, Aziz, Rab, Melik gibi isimlerini göstermekte ve okutmaktadır.
Evet aynen bu misaldeki çiçek gibi her bir varlık da Allah’ın isimlerini gösteren bir çiçektir, mesela, cennet bir çiçek-tir, yeryüzü bir çiçektir, bahar mevsimi bir çiçektir, gökyüzü bir çiçektir ve yıldızlar o çiçeğin süslü nakışlarıdır, güneş de bir çiçektir, ışığındaki yedi rengi ise o çiçeğin nakışlı boyalarıdır ve örneğini verdiğimiz çiçek gibi bu büyük çiçekler de Esma-i Hüsna-yı gösterir ve okuttururlar.
Ve bu yüzden eğer bir insan Allah’ın isimlerini bir çi-çekte göremiyor ve okuyamıyorsa, onun Cennete bakması, bahara dikkat etmesi, yer yüzünü seyretmesi gerekir ki ancak bu şekilde rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet, bahar ve yeryüzünde yazılan isimleri açıkça okuyabilsin ve tecellilerini görebilsin.
İşte Allah (c.c.) varlıklara isimlerini böyle tecelli ettir-miştir. Allah’ı isimleriyle tanıyabilmek varlıkları okuyabilmek ve manalarını çözebilmekle mümkündür. Bu sebeptendir ki, Hz. Mu-hammed’e inen ilk vahiyde Onun şahsında bütün insanlara hitap eden “Yaratan Rabbinin adıyla oku!”[10] emrinin verilmesi ve bir çok Kuran ayetinde özellikle Nebe suresinde yeryüzü, gökyüzü, cen-net, cehennem ve daha bir çok varlıktan ve o varlıkların yara-tılış gayelerinden bahsedilmesi gösteriyor ki Allah (c.c.), Kuran’da verdiği örneklere dayanarak insanların varlıkları dikkat ve iman nazarıyla okumalarını ve “Ben gizli bir hazineydim bilinmeyi dile-dim.” Sözü sırrınca varlıklardaki gizli hazine olan Esma-i Hüsnayı görmelerini ve anlamalarını bu yolla da kendisini tanımalarını is-temektedir. Çünkü, ibadetin de, itaatin de, duanın da sağlam ol-ması ancak Allah’ı bilerek ve tanıyarak yapmaya bağlıdır. Bu yüz-den Kuran’da, “Kulları içinde Allah’tan ancak alimler korkar. Mu-hakkak ki Allah Azizdir, Hakimdir.”[11] buyrulması gösteriyor ki Allah’ı tanıyan ve bilen kullar alim olan kullar olduğu için O’ndan hakkıyla korkan kullar da yine o kullardır. Yani, “Ey iman eden-ler! Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkun!..” ayetinde emredilen korkmanın ve sakınmanın nasıl olacağını ve O’ndan nasıl korkulması ve sakınılması gerektiğini bilen kullar, Allah’ın Kadir, Kahhar, Cebbar, Mütekebbir, Seriul-hisab, Şedidul-ikab gibi isim-leriyle Allah’ı tanıdıkları için alim kullardır. Bu yüzden de Allah’-tan en çok onlar korkar ve haramlardan da en fazla onlar sa-kınırlar. Bundan dolayı bir hadiste Efendimiz Aleyhisselam, “Al-lah'a yemin olsun ki Allah'tan en çok korkanınız ve yasaklarından en ziyade kaçınanınız benim.” buyurmuştur ki Allah’ı en iyi tanı-yan ve bilen Zat O (a.s.m.) olduğu için Allah’tan en çok korkan ve haramlardan en çok sakınanın da kendisi olması gayet doğal-dır.
Evet bütün bunlardan anlıyoruz ki bir müslümanın her şeyden önce yapması gereken ibadet, öğrenmesi gereken ilim, ka-zanması gereken fazilet ve olgunluk Allah’ı isimleriyle tanımasıdır. Bunun için de ne gerekiyorsa yapması ve Onu tanımak yolunda nefsinden bazı fedakarlıklarda bulunması samimiyetinin göstergesidir. Bu yüzden bizler başımızı gaflet bataklığından çıkararak, aleme basiret nazarıyla bakıp ibadetlerimize samimiyet, kulluğumuza ruh ve renksiz olan yeryüzünü Güneş’in ışığındaki yedi renginin renklendirmesi gibi siyah-beyaz olan hayatımıza Allah’ın güzel isimlerinin renkleriyle renk kazandırmalıyız…
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
VE ALLAH’IN İSİMLERİNİN KISIMLARI
Cenab-ı Hakk’ın güzel isimleri ifade ettiği manalara gö-re iki kısma ayrılır. Bunlardan bir kısmına ‘Zati İsimler’ denir ki bu isimler her yönden Allah’ın Zatını bildirir ve sadece Zatına ait isimlerdir, başka varlıklarda bu isimlerin ifade ettiği özellik-ler asla görülmez. “Allah, Ehad, Samed, Vacib’ul-Vücud gibi bir çok isim Cenab-ı Hakk’ın Zati isimlerindendir. Zati isimlere Ku-ran-ı Kerimden en güzel örnek İhlas suresidir. Bu sure Zati i-simleriyle Allah’ın Zatından bahseder.
“De ki O Allah Ehad (tek)’tir. Allah Samed’dir. Doğurma-mış ve doğurulmamıştır. O’na bir küfüv (denk) de yoktur.”
Allah’in güzel isimlerinin bir kısmına da ‘Fiilî İsimler’ de-nir ki bu fiili isimlerin “Gaffar, Rezzak, Muhyî, Mumît, Mün’im, Muhsin gibi çok çeşitleri vardır.Varlıkların oluşumunda, düzenlen-mesinde, değiştirilmesinde ve çeşitli türlerin meydana gelmesinde Cenab-ı Hakkın bu fiili isimlerinin tecellileri görülür.
“ O Allah ki, Halik’tır, Bari’dir, Musavvir’dir. En güzel isimler O’nundur…” [12]
“ALLAH” lafza-i celali ise bütün mükemmel sıfatları i-çine alan bir kabuk gibidir. Çünkü “ALLAH” lafzı Cenab-ı Hakkın Zatına ait bir isimdir ve zaten Cenab-ı Hakkın Zatı da bütün mü-kemmel sıfatların kaynağıdır. Bu yüzden “ALLAH ” ismi bütün mu-kaddes sıfatların ve o sıfatları gösteren bütün Zati ve fiili isim-lerin de kaynağıdır ve o sıfatları ve isimleri de içine alır, kaplar.
Bu yüzden besmelede önce “ALLAH ” lafza-i celali kulla-nılmıştır. “ALLAH” lafzından sonra “RAHMAN ve RAHİM ” isimle-rinin zikredilmesinin sebebi ise kısaca şudur:
“ ALLAH” lafza-i celalinden Celal silsilesi tecelli ettiği gibi, “RAHMAN ve RAHİM ” isimlerinden de Cemal silsilesi tecelli etmektedir. Bu da gösteriyor ki, Cenab-ı Hakkın Zati ve Fiili i-simleri olduğu gibi bunlardan kaynaklanan bir de Celali ve Cema-li isimleri vardır. Bu isimlerin, hükümlerini farklı farklı tecelliler-le göstermesi gerektiğinden Allah (c.c.), kainatta zıtları birbiriyle karşılaştırıp, birini saldıran diğerini savunan durumuna getirip varlıklara hikmetli ve faydalı bir tür çarpışma vaziyeti vererek zıtları birbirinin sınırına geçirmekle varlıkların değişmesi, ilerle-mesi ve mükemmelleşmesini sağlamıştır. Mesela; Allah, Celali isim-lerinden “MUDİL” ismiyle dalaleti yaratarak, onu insanlar için hep bir zarar unsuru kılmıştır. Ona el uzatan herkes maddi ma-nevi her yönden zarar eder, alçalır. Fakat bununla beraber Cema-li isimlerinden “HADİ” ismiyle de dalaletin tam zıddı olan hidayeti yaratarak dalalete karşı insanların siper almasını sağlayarak, zararı bertaraf edip, insanlara mükemmelleşmelerinin yollarını göstermiştir. Bu da gösteriyor ki dalaleti de hidayeti de yaratan Allah’tır ve dalalet de hidayet de Allah’ın Celali ve Cemali isimlerinin tecellilerindendir. Bunun gibi sevap-azab, müjdeleme-korkutma, hayır-şer, korku-ümit, gibi birçok zıt kavram da yine bu Celali ve Cemali isimlerin tecellilerinden kaynaklanmıştır. Aynı şekilde hayat ve ölüm de yine bu isimlerin tecellilerindendir.
Hayat Cemali isimlerden “HAYY” isminin tecellisidir. Ö-lüm ise Celali isimlerden “MUMİT” isminin tecellisidir. Evet, gece-gündüz, kış ve yaz asırların ve devirlerin değişmesiyle her an ölen ve kaybolanların yerine gelen ve yenilenen her güzel var-lıkta hayatın ve ölümün izleri görünür ki bu da Allah’in Cemali ve Celali isimlerinden olan “Hayy ve Mumit” isimlerinin tecellilerin-den kaynaklanmaktadır.
Evet Cenab-ı Hak kainattaki her varlıkta zıt kutuplar var etmiştir. Kainattaki itme ve çekme kuvveti, varlıklardaki katılık ve sıvılık özellikleri, atomdaki negatif yüklü elektronlar ve pozitif yüklü protonlar, en basit pillerdeki artı-eksi kutuplar ve bu alemdeki bizim bilmediğimiz nice zıtlıklar ve bu zıtların ve zıtlıkların birbirini tamamlaması ve biri olmasa diğerinin hiçbir işe yaramaması gösteriyor ki Allah varlıkları tamamlamak ve mü-kemmelleştirmek için onlarda Celali ve Cemali isimlerini tecelli et-tirmiştir. İşte bu sebepten dolayı Besmelede Celali isimlerinin simgesi olan “Allah” ismi ve Cemali isimlerinin simgesi olan “Rah-manurrahim” isimleri zikredilmiştir.
İSİM ve MÜSEMMA
Müsemma; ismin ifade ettiği manadır. Yani, Rahim ismi şefkat ve merhamet eden anlamlarına gelir ki, merhametli olmak Rahimiyettir ve bu da Rahim isminin müsemmasıdır. Rahman ismi, rahmet eden anlamına gelir ki, rahmet etmek Rahmaniyettir ve bu da Rahman isminin müsemmasıdır. Bunun yanında her bir isim bütün isimleri de kendi müsemmasına dayandırır ve onun unvanları olduğunu isbat eder. Mesela, Rahman ismi rahmet etmek olduğundan müsemması Rahmaniyettir ve Rahmaniyet; rızık vermek, lütuf, ikram ve ihsan etmek gibi manaları da içerir ve bundan dolayı bu manaların unvanları olan Rezzak, Latif, Kerim, Gani gibi isimler de Rahmaniyete dayanır. Evet buna dayanarak kainatta tecelli eden isimler iç içe girmiş daireler ve Güneş’in ışığındaki yedi renk gibi birbiri içine girmiş, birbirine yardım etmekte, birbirinin manasını tamamlamakta ve süslemektedir. Yine mesela, Muhyi (hayat veren) ismi bir şeye tecelli ettiği zaman, o şeye hayat verdiği anda Hakim ismi de tecelli eder. O canlının yu-vası olan cesedini o ismin manası olan hikmetle düzenler. Aynı şekilde Kerim ismi de tecelli eder, o cesedi çeşitli ikram ve ihsanlarla süsler. Aynı anda Rahim isminin de tecellisi görünür, o cesedin ihtiyaçlarını şefkatle tedarik eder. Aynı zamanda Rezzak isminin tecellisi de görünür, o canlının yaşamını devam ettirebil-mesi için gerekli olan maddi ve manevi rızkını ummadığı şekilde ona verir vs… Demek Muhyi kimin ismi ise, kainatta görünen Ha-kim ismi de O’nundur ve bütün varlıkları şefkatle terbiye eden Rahim ismi de O’nundur ve bütün canlıları keremiyle besleyen Rezzak ismi de O’nun ismidir.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki Esma-i Hüsnadan her bir isim ışığın yedi rengi içerdiği gibi kısaca diğer isimleri de içe-rir. Demek ki Esma-i Hüsna bir ayna gibi birbirini göstermekte-dir. Mesela, bir damla su, bir deniz suyuyla eşittir. Çünkü ikisi de sudur. Nehir suyuyla da eşittir. Çünkü ikisinin kaynakları da gökyüzüdür. Bunun gibi küçük bir balık da, balina balığı ile eşittir. Çünkü ikisi de balıktır. Ve bunlar gibi Allah’ın isimlerinden bir hücreye veya bir mikroba tecelli eden bir isim kainatı kuşatan isim ile eşittir. Çünkü, müsemmaları birdir. Mesela; bütün kainata tecelli eden “Alim” ismiyle bir zerreye tecelli eden “Musavvir” ismi ve neticesine tecelli eden “Münşi” ismi, müsemmada eşit-tirler. Zaten Cenab-ı Hakkın en büyük şeye tecelli eden ismiyle en küçük şeye de tecelli etmemesi mümkün değildir.
Bütün bunlara dayanarak diyebiliriz ki, rızık içinde rı-zıklandırma görünür, o rızık kendiliğinden gelmediği için onda Rahmanın lütfu hissedilir. Bir insan kendine ihsan edilen rızıktan, rızıklandırıldığını yani o rızkın biri tarafından verildiğini anlasa o zaman Rezzakı yani rızkı veren Zatı bulur ki bu isim de bir pusula gibi o Zatın “Rahman, Kerim, Mün’im” gibi diğer bütün isimlerini gösterir… Bu yüzden eğer bizler kainatta görünen var-lıklardaki mucize nakışlardan, o nakışların ifade ettiği manaları görebilsek ve anlayabilsek, her asırda yeni bir safsatayla insanla-rın karşısına çıkıp maddeyi tanrı olarak tanıtan ve tabiatı ilah-laştıran sapkın filozoflar ve onlara uyan kıt akıllı insanlar gibi saplantıya düşmeden ve maddede boğulmadan o varlıklarda tecelli eden isimleri görerek bu isimler yoluyla Müsemmayı bulmuş olu-ruz. Ve böylece hem varlıkların, hem de o varlıklarda tecelli e-den isimlerin ve müsemmanın sahibi olan Allah’a vasıl olmuş (ulaş-mış) oluruz.
“Hamd gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. Sonra inkar edenler, Rablerine denk tutuyorlar.” [13]
L