Hz. Peygamber'in, elinden tutup
da: "Her ümmetin bir emini vardır; bu ümmetin emini de Ebû Ubeyde b.
Cerrâh'dır." dediği bu zat kimdir?
Nebî (s.a.v.)'in şiddetli bir
savaşta, "Zati's-selâsil" savaşında Amr b. Âs'a yardım için gönderdiği
ve içerisinde Ebû Bekir ve Ömer'in de bulunduğu askerlere emir tayin ettiği bu
adam kimdir?
İlk defa "Emirü'l-umerâ"
(Emirlerin Emiri) diye lakaplandırılan bu sahâbî kimdir?
Boyu uzun, bedeni ince, yüzü bir
deri bir kemik, hafif sakallı, dişleri seyrek (kesici dişleri düşmüş) olan bu
adam kimdir?
Evet... Hz. Ömer'in son nefesinde
hakkında: "Ebû Ubeyde hayatta olsaydı onu halife tayin ederdim. Rabbim
sorarsa da Allah ve Resûlü'nün emini olan kişiyi halife tayin ettim,
derdim." dediği bu güçlü, güvenilir adam kimdir?
Bu zat Ebû Ubeyde... Âmir b. Abdullah
b. Cerrâh'tan başkası değildir.
Resûlullah, Erkam'ın evine yerleşmeden
önce Ebû Bekir'in irşadıyla İslâm'ın ilk günlerinde müslüman olmuş… Habeş
hicretine katılmış, Allah Resûlü ile birlikte Bedir, Uhud ve diğer büyük
gazvelerde bulunmuş… Resûlullah'ın vefatından sonra da sırasıyla Hz. Ebû Bekir
ve Ömer'in yanından ve sohbetlerinden ayrılmamış… dünyayı boş vermiş, zühd ve
takvaya sarılmış, kutlu ve yüce insan...
Ebû Ubeyde
Resûlullah'a "Hayatını Allah yolunda feda edeceğine dair" biat
ederken, onun "Allah yolunda" sözüyle neyi kastettiğini gayet iyi
biliyordu. Ve o, bu yolda yapılması gereken fedakârlık ve mücadeleyi en mükemmel
şekliyle yürütebilecek kabiliyette ve istidattaydı.
Allah Resûlü'ne biat ettiği günden
itibaren tek düşüncesi ve arzusu, Allah'ın kendisine tevdi etmiş olduğu emaneti
hakkıyla ifa etmek ve bu uğurda gece gündüz çalışarak, Allah'ın rızasını kazanmak
olmuştu. Kendisini bu yoldan alıkoyacak hiçbir güce de meydan vermemişti.
Ashab-ı kirâmın yerine getirdiği
bu "ahdi" en mükemmel şekliyle yerine getirdiği için Allah Resûlü,
kendisine bu şerefli lakabı vererek onun hakkında: "Bu ümmetin emini de
Ebû Ubeyde b. Cerrâh'tır." buyurmuştur.
Ebû Ubeyde'nin en büyük özelliği,
mesuliyet (sorumluluk) hakkındaki titizliğiydi. Uhud gazvesinde, savaşın seyrinde
müşriklerin özellikle Resûlullah'ı ortadan kaldırmaya çalıştıklarını fark etmiş
ve savaş boyunca Allah düşmanlarını elinden geldiğince Resûlullah'a yaklaştırmamaya
gayret etmişti.
Savaşın kızıştığı bir esnadaydı.
Ebû Ubeyde'nin etrafı düşman askerleriyle çevrilmişti; fakat o bu hâlde bile
Resûlullah'ı gözetliyor, gözleriyle onu arıyordu. Tam bu sırada bir müşrikin
Resûlullah'a doğru ok attığını gördü, oldukça zor bir durumda olmasına rağmen uçarcasına
önüne atıldı. Allah Resûlü'ne ulaştı. Fakat yetişememişti. Resûlullah'ın
mübarek yüzünden kan damlamaktaydı... Allah Resûlü bir yandan eliyle kanını
silerken, bir yandan da: "Kendilerini Allah'a davet eden nebîlerinin
yüzünü kana boyayan bir kavim nasıl iflah olur?" diyordu.
Resûlullah'ın korunmak için başına giydiği miğferin iki halkası, isabet
eden ok sebebiyle yanaklarına girmiş ve mübarek yüzünü kanatmıştı... Bu durum
karşısında Ebû Ubeyde'nin sabrı taştı... Resûlullah'a yaklaştı... Kesici dişleriyle
halkanın birini çıkardı, bu arada bir dişi düştü; sonra diğer halkayı çıkardı,
bu arada ikinci kesici dişi de düştü…
Bu olayı Ebû Bekir (r.a.) şöyle anlatmaktadır:
"Uhud günü, Resûlullah'a ok
isabet edip, miğferinin iki halkası yanağına girdiğinde Allah Resûlü'ne doğru
koşmaya başladım... Bu arada bir adamın uçarcasına Resûlullah'a yöneldiğini gördüm,
içimden bu adamın dost olması için dua ettim... Resûlullah'ın yanına geldiğimde
bu kişinin Ebû Ubeyde b. Cerrâh olduğunu gördüm... Benden önce davranmıştı...
Bana: "Ey Ebû Bekir, Allah hakkı için müsaade et, halkaları Resûlullah'ın
yüzünden ben çıkarayım." dedi... Ebû Ubeyde kesici dişiyle halkayı
çıkardı, halkayla birlikte dişi de yere düştü... Sonra diğer halkayı da aynı şekilde
çıkardı, ikinci kesici dişini de böylece kaybetti... Ebû Ubeyde seyrek dişli
bir zat idi..."
Mesuliyet ve mücadelenin arttığı
ve olayların kızıştığı dönemlerde dahi Ebû Ubeyde azim ve kararlılığından ayrılmamış,
doğruluk ve emaneti muhafaza etmeye devam etmişti...
Resûlullah, kendisini yaklaşık üç
yüz on kişiye emir tayin ederek Habad gazvesine göndermişti... Yanlarında bir
torba hurmadan başka yiyecek yoktu... Vazife ağır, yol uzundu... Ebû Ubeyde,
büyük bir azim ve kararlılıkla vazifesine yöneldi... Oldukça uzun bir yol katlettiler...
Yiyecek olarak her birine günde
bir avuç hurma düşüyordu... Zamanla hurma tükenmeye yüz tuttu ve neredeyse her
birine günlük bir adet hurma düşmeye başladı... Sonra hurma tamamen bitti... Bu
defa ağaç yaprakları ve suyla açlıklarını gidermeye başladılar. Bu nedenle bu
gazveye "Habad" yani "ağaç yaprağı" gazvesi denilmiştir.
Ne açlığa, ne de yokluğa
aldırmadan yollarına devam ettiler. Tek düşünceleri vardı; Resûlullah'ın
kendilerine tevdi ettiği bu kutlu vazifeyi güçlü komutanlarıyla birlikte en iyi
şekilde yerine getirmek.
Allah Resûlü "ümmetin
emini" Ebû Ubeyde'yi çok severdi... Bunun delilleri oldukça fazladır:
Bir gün Necran'dan bir gurup
müslüman gelmiş, Resûlullah'tan kendilerine Kur'ân öğretecek birini istemişlerdi.
Allah Resûlü de: "Sizinle birlikte emin, gerçekten emin, gerçekten emin, gerçekten
emin bir kişiyi göndereceğim." buyurmuştu.
Ashabtan herkes bu övgüye kendisinin
erişmesini temenni ederken, bu şerefe Ebû Ubeyde b. Cerrâh nail olmuştu..
Ömer b. Hattab (r.a.) şöyle buyuruyor:
"Emir olmayı hiç sevmedim;
ancak bir gün hariç. O gün gerçekten emir olmayı arzu ettim... Öğle namazını kılmak
için mescide gitmiştim. Resûlullah bize öğleyi kıldırdı, selâm verdi... Sonra
sağına ve soluna baktı, gözleriyle birini arıyordu... Beni görmesi için şöyle
ileri doğru uzandım... O aramasına devam etti... Sonra Ebû Ubeyde'yi gördü ve
ona: "Onlarla birlikte git; ihtilafa düştükleri konularda aralarında adaletle
hükmet!" dedi ve görevi böylece Ebû Ubeyde aldı..."
Bu olay ashab içerisinde sadece
Ebû Ubeyde'nin Resûlullah'ın takdirini kazandığı, diğerlerinin ise, bu şerefe
nail olmadıkları anlamına gelmez şüphesiz...
Ancak Ebû Ubeyde'nin Allah Resûlü'nün
takdirini kazanan ashabtan biri olma şerefini elde ettiğini gösterir. Sonra bu
durum, onun, Medine ve diğer beldelerde üzerine aldığı vazifeyi hakkıyla eda
edebilecek meziyetlere sahip olduğunun en açık delilidir.
Ebû Ubeyde,
Resûlullah'ın döneminde "emin" olduğu gibi onun vefatından sonra da
"emin" biri olarak yaşamıştır... Sorumluluklarını güvenle yerine
getirmiştir... Öyle ki bu güven (emanet, emniyet) yeryüzü halkına taksim
edilseydi, hepsine kâfi gelirdi...
İslâm sancağı altında gerek asker
-ama fazilet ve cesaretiyle emir gibi-, gerekse emir -ama ihlâs ve tevazu ile
sanki bir asker gibi- olarak mücadele etmiştir.
İslâm ordusu
Hâlid b. Velîd komutasında büyük bir savaşta iken, Halife Hz. Ömer (r.a.)'ın,
Hâlid b. Velîd'i komutanlıktan alarak, yerine Ebû Ubeyde'yi atadığı haberi geldi...
Ebû Ubeyde bu durumu, savaş sona
erip fetih tamamlanıncaya kadar Hâlid b. Velîd'e haber vermeyip gizledi...
Fetih tamamlandıktan sonra da edepli
bir şekilde durumu Hâlid b. Velîd'e bildirdi...
Hâlid (r.a.):
"Allah iyiliğini versin, ey
Ebû Ubeyde! Bunu neden daha önce vermedin?" diye sorduğunda ümmetin
emini:
"Senin savaşını yarıda
kesmeyi kerih gördüm. Biz dünya saltanatı istemiyoruz, dünya için de
çalışmıyoruz. Allah için de dost ve kardeşiz..." diye cevap verdi.
Ebû Ubeyde Şam'da "Emirü'l-umerâ"
yani emirlerin emiri olmuştu... Komutasında sayı ve teçhizat bakımından en
büyük İslâm ordusu vardı. Onu uzaktan görenler ise kendisini normal bir
vatandaş zannederlerdi..
Şamlıların kendisi hakkındaki
şaşaalı sözleri kulağına geldiğinde, onları bir araya toplamış ve şu veciz
konuşmayı yapmıştı:
"Ben Kureyş'ten bir
müslümanım... İçinizde kırmızı veya siyah, takva yönünden benden daha faziletli
olanınız varsa, onun emrine girmeye hazırım."
Allah'ın
selâmı üzerinize olsun, ey Ebû Ubeyde!..
Sana bu şerefi kazandıran dini
Allah korusun..
Bunları sana öğreten Resûle de selâm
olsun...
Kureyş'ten bir müslüman… Ne fazla
ne eksik…
Din: İslâm…
Kabile: Kureyş...
Hepsi bu kadar...
Sanki, Emirü'l-umerâ olan, sayı ve
teçhizat bakımından en büyük İslâm ordusunun komutanı olan kendisi değildi...
Sanki Şam diyarının hâkimi, hükmü
geçeni kendisi değildi... Bütün bunlar onun gözünde basit şeylerdi... Sayılmaya
değmezdi...
Onun tek iftihar kaynağı,
Kureyş'ten bir müslüman olmasıydı... O kadar…
Ömer b. Hattab, Şam'ı ziyareti sırasında
kendisini karşılayanlara:
"Kardeşim nerede?" diye sordu.
"Kardeşin kim?"
dedikleri vakit:
"Ebû
Ubeyde b. Cerrâh" dedi. Sonra Ebû Ubeyde geldi, kucaklaştılar... Birlikte
Ebû Ubeyde'nin evine gittiler... Evinde eşya olarak sadece bir kılıç, bir
kalkan ve bir de rahle vardı. Buna gören Hz. Ömer:
"Diğer insanlar gibi sen de
eşyalar alsaydın?" diye konuştu. Ebû Ubeyde cevap olarak:
"Ey Mü'minlerin Emiri, bunlar
beni ebedî istirahatgâhıma ulaştırır, bana bunlar kâfidir." dedi.
Bir gün
Emirü'l-ümerâ Ebû Ubeyde'nin öldüğü haberi yayıldı. Hz. Ömer bir an sarsıldı,
gözleri yaşlarla doldu... Sonra yavaş yavaş kendini toparladı ve Ebû Ubeyde ile
ilgili olarak şu sözü söyledi:
"Eğer
kabul olunacak bir dileğim olsaydı, hiçbir şey dilemez, sadece bir ev dolusu
Ebû Ubeyde b. Cerrâh gibi insanlar olmasını temenni ederdim."
Ümmetin emini
vefat etmişti... Hem de putlardan temizleyip arındırdığı yeryüzünde...
Şerefli
bedeni bugün Ürdün topraklarında yatmaktadır... Ruhu şerifi ve nefsi mutmainnesi
orada karar kılmıştır…
Kabrinin bilinmesi veya
bilinmemesi o kadar önemli değildir...
Ona erişmek istediğinde, seni ona
ulaştıracak bir rehbere ihtiyaç olmayacaktır…
Zira cismi pâkinin güzel kokusu
seni ona ulaştıracaktır..!!