İSLÂM ÜMMETİ

 

 

Müslümanlar, dünyanın değişik bölgele­rinde birbirinden uzak ülkelerde farklı farklı renklerde ve değişik ırklara mensup olup çok değişik dilleri konuşsalar da hepsi birden tek bir ümmeti, İslâm ümmetini oluşturmakta­dırlar ve Kur'an'da da vugulandığı üzere hepsi kardeştirler.[1] Irkların, kabilelerin ve coğrafi bölgelerin birbirinden üstünlüğü söz konusu değildir. Allah katında en değerli olanlar, O'ndan en çok korkan ve O'na karşı sorum­luluğunun bilincinde olanlardır.[2]

HZ. Muhammed (s.a.v) de veda hutbe­sinde şöyle buyurmuşlardır: Ey insanlar! He­piniz Adem'in evlatlarısınız, Adem de toprak­tan yaratılmıştır. Allah katında en değerliniz O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Arap'ın Aceme beyazın siyaha hiç bir üstün­lüğü yoktur. Üstünlük sadece takva iledir. Tebliğ ettim değil mi? Ey Allah'ım şahit ol!

İslâm ümmetinin kendi içinde bölünüp her bir ırkın kendisinin diğerlerinden üstün olduğunu savunması İslâm düşmanlarının sonraki yüz yıllarda Müslümanları parçalayıp zayıflatmak ve müslüman ülkeleri tahakküm altına alarak onların her türlü ekonomik ge­lirlerini sömürmek için kurdukları gizli planla­rın sonucunda ortaya çıkmıştır. Nitekim yahudi ve hristiyanların en baş düşmanları müslümanlardır. Irkçılık propagandası ya­panlar da hedeflerine ulaşmışlar ve ümmeti bölme hususunda yahudi ve hristiyanların emellerini gerçekleştirmişlerdir.

Toplumsal Hayat: Müslümanların, sos­yal hayatta birbirlerine yardımcı olmaları ve birlik beraberlik içinde olmaları gerekir. Ab­dullah bin Ömer'in naklettiği bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona haksızlık etmez ve onu yardımsız bırak­maz. Kim bir müslüman kardeşinin ihtiya­cını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Kim bir müslümanın sıkıntısını gi­derirse Allah da kıyamet gününün verdiği sıkıntılardan bir sıkıntıyı ondan giderir. Kim bir müslümanın her hangi bir ayıbını giz­lerse Allah da kıyamet gününde onun bir kusurunu gizler.[3]

İslâm kardeşliğinin topluma sağladığı ya­rarlar:

1- Barış Ortamı: İki müslüman arasında her hangi bir anlaşmazlık çıktığında diğer Müslümanların, onların arasını düzeltmeleri gerekir. Nitekim bu hususta Allah (cc) Kur'an'da şöyle buyurmuştur: "Eğer mümin­lerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldı­rırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, adil davrananları sever."[4]

2- Karşılıklı saygı ve hürmet: Bir müslüman diğerinin kardeşi olduğuna göre artık kardeşine saygılı olur ve onunla alay et­mez, ona sevmediği bir lakap takmaz, onun hakkında kötü zanda bulunmaz, onun gizli sırlarını araştırmaz ve onun gıybetini yapmaz. Nitekim Allah (cc) Kur'an'da Müslümanları böyle davranışlardan sakındırmış ve bu dav­ranışların çirkinliğini vurgulamıştır:

"Ey müminler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendi­nizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir.! Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir. Ey iman edenler! zannın ço­ğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırma­sın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştir­mesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini ye­mekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindi­niz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esir­geyicidir."[5]

Müslüman, din kardeşi hakkında kendi­sine aktarılan haberlerin doğruluğunu araş­tırmadan inanmamalıdır. Çünkü haberi akta­ran kişi dürüst ve adil birisi olmayabilir, eğer müslüman böyle birinin söylediği her söze inanıp o doğrultuda hareket edecek olursa sonunda haberin yanlışlığını anlayınca piş­man olabilir.[6]

Abdullah bin Amr'ın rivayet ettiği bir ha­dis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle bu­yurmuştur: "Müslüman, diğer Müslümanla­rın elinden ve dilinden emin olduğu kimse­dir. Muhacir de Allah'ın yasakladığı şeyler­den uzaklaşan kişidir".[7]

Müslüman diğer Müslümanları kendisinin kardeşi olarak gördüğü için kendisi için neyi sevip arzularsa onlar için o şeyi sevip arzular. Çünkü o, Hz. Peygamber'in şu ikazını bilen insandır: "sizden hiç biriniz kendisi için se­vip arzu ettiği bir şeyi mümin kardeşi için de arzulamadıkça imanı kemale ermez" [8]

Gerçek müminin içinde yaşadığı topluma karşı takınması gereken tavırlar bunlardır. Fakat bazı müslümanları zamanla dünyanın geçici menfaatleri meşgul eder ve tamamen dünyaya odaklanarak kendi menfaatleri için çalışırlar, şehevi arzularının peşine takılıp mal biriktirme hevesine kapılırlar.[9]

Gayri Müslim Toplumda Müslüman:

Müslüman hangi toplumda bulunursa bulunsun, hangi cemiyette yaşarsa yaşasın benliğini muhafaza eder ve hayat tarzını de­ğiştirmez. Allah Rasûlü (s.a.v) Müslümanlar için kıyamete kadar devam edecek en ideal örnektir. Onun şerefli ashabı da Müslümanla­rın hayatlarında örnek alacakları numune in­sanlardır.

Hz. Muhammed (s.a.v)'e Mekke'de put­perest bir toplum içerisinden seçilerek pey­gamberlik vazifesi verilmiştir. Hz. Peygamber (S.A.V) insanları hak din olan İs­lâm'a çağırmaya başladığında bir grup onun davetini kabul ederek iman etmişler ve peygamberlerinin metoduna göre hayatlarını tanzim etmişlerdir. Fakat Kureyş'in ileri ge­lenleri ve büyük çoğunluğu kendi menfaatle­rinin ve makamlarının zarar görmesinden en­dişe ederek Hz. Peygamber (S.A.V)'in davetini reddetmişler, kibir ve inatçılıkları sebebiyle Hz. Peygamber (S.A.V)'in davetinin karşısında yer almışlardır.

İlk müslümanlar kureyşliler'in zulümlerine maruz kalmışlar, belli sayıda müslüman sırf iman ettikleri için öldürülmüşler ve bir çokları da onların eziyetlerine göğüs germişlerdir. Fakat bütün bunlara rağmen başta Hz. Pey­gamber (S.A.V) olmak üzere Müslümanların yaşantıları ve topluma karşı sergiledikleri dav­ranışlar hususunda kureyşliler'in ellerine en ufak bir koz geçmemiştir. Bilakis, kureyşliler Hz. Peygamber (S.A.V)'in doğru sözlü, güve­nilir ve emin biri olduğunu kabul ediyorlardı. Aynı şekilde ilk Müslümanlar çeşitli kötülükle­rin yaygın olduğu bir toplumda olmalarına rağmen en ufak bir ithama maruz kalma­mışlardır. Halbuki onlar toplumdan uzak bir yerde uzlete çekilmiş de değillerdi. Bilakis toplumun içinde yaşıyorlar ve inanmayanları imana davet ediyorlardı. Onların davet ettik­leri dinin doğruluğunun delili, onların güzel ahlakları, hikmetli sözleri ve fiiliyatlarının düz­gün oluşudur.

İslâm coğrafyası geniş bir alana yayılmış ve Müslümanlar İslâm coğrafyasının birbirin­den uzak bölgelerinde yaşıyor olmalarına rağmen, fert fert her müslüman, kendine has özellikleri bulunan İslâm toplumu oluştur­duklarını bilir ve her biri topluma karşı yap­makla yükümlü olduğu bir görevi yerine ge­tirdiğinin şuurundadır. Nitekim toplumsal yapı da içindeki fertlerin o topluma karşı gö­revlerini yerine getirmeleri ile olgunlaşır ve gitgide mükemmelliği yakalar.

Müslüman topluma yol gösterici bir ör­nekleme olarak Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Müminler birbirlerini sevme, birbirlerine acıma ve karşılıklı muhabbet besleme hususunda her hangi bir uzvu ra­hatsız olduğunda, diğer uzuvları da uyku­suz kalarak ve ateşlenerek aynı acıyı his­seden tek bir ceset gibidirler"[10]

Bir müminin içinde yaşadığı toplum eğer İslâm kültürünün hakim olduğu bir toplum ol­mazsa mümin o topluma uyum sağlaya­maz ve kültür çatışmasından dolayı orayı terk ederek kendinden uzakta da olsa İslâm kültü­rünün hakim olduğu toplumda yaşamayı ar­zular. Gayri Müslim ülkelerde yaşayan Müs­lü­manlarda bunun örneklerini görmekteyiz. Ni-te­kim buralarda yaşayan Müslümanlar İs­lâm'ın dünyaya yayıldığı yer olan Mekke ile, içinde yaşadıkları ülkeden daha çok irtibatlı­dırlar.

Tarihte, müminler arası yardımlaşma, sa­dece bir takım işlerinde yardımcı olmakla sınırlı kalmamış, maddi olarak da zenginler du­rumu zayıf olanlara destek olmuşlardır. Mesela;

Hz. Hatice (radıyallahu anha) malının bir çoğunu İslâm daveti için harcamıştır. Yine Ebu Bekir Sıddîk (radıyallahu anh) müslüman olan köleleri, efendilerinin eziyetlerinden kurtarmak için satın alarak azat etmiştir. Hatta İslâm'ın insana verdiği değeri bilmediği için babası Ebu Osman Ebu Kuhafe O'nu kınayarak şöyle demiştir: Ey oğlum! Görüyo­rum ki zayıf köleleri azat ediyorsun. Şayet sen bunu yapmaya devam edersen Kureyş'in ileri gelenleri seni bundan men ederler ve sana karşı çıkarlar. Ebu Bekir ise şu cevabı ver­miştir: Ey babacığım! Ben bunları Allah'ın rızasını kazanmak için azat ediyorum

Gerçekten ilk müslümanlardan zengin olanlar, inananların ekonomik sıkıntı içinde olduğu ambargo yıllarında mallarını Hz. Pey­gamber (S.A.V)'in huzuruna getirerek onun emrine tahsis ettiler. Ayrıca tebliğ ve benzeri faaliyetler için ihtiyaç duyuldukça ellerinden gelen en üstün gayreti göstererek her şeyle­rini Allah Rasûlü (S.A.V)'e veriyorlardı. Bir defasında Hz. Ebu Bekir yüklü miktarda bir destek ile Hz. Peygamber (S.A.V)'e geldi ve Hz peygamber (S.A.V) O'na; ailen için ne bı­raktın deyince O da Allah ve Rasûlünü bırak­tım diyerek malının tümünü getirdiğini be­lirtti.

Mümin rızkın Allah'tan olduğuna ve Al­lah'ın, kullarından dilediğine verdiğine, so­nunda da kazanaların müttakiler olacağına inanır.

İslâm daveti başlayıp insanların İslâm'a yönelmesiyle gün geçtikçe müslümanların sayısı arttı. Daha sonra İslâm devleti kuruldu ve devlet yüce daveti uzak diyarlara ulaştırma gayesiyle cihat bayrağını yükseltti ve bir çok yerler fethedilerek İslâm diyarı genişledi. İs­lâm devleti diğer milletleri korkutan ve hay­rete düşüren güç, kuvvet ve konum elde etti. Bu durum müslümanların dünyanın geçici menfaatlerine yönelip mal biriktirme hırsına kapılmalarına kadar devam etti. Artık dünya ve onun geçici zevkleri müslümanların en önemli gayeleri ve bilgilerinin son noktası olmuştu ki, insanları Allah'ın dinine çağırma ve Allah yolunda cihat gibi en önemli görevle­rini unutan ümmeti zayıflatan da budur.

Müslümanlar zayıfladıktan sonra düş­manları adeta üzerlerine üşüştü. Haçlı zihni­yetinin ürünü olan bu saldırılar bir takım ba­şarılar da elde ettiler. Örneğin hicrî 492 yı­lında Kudüs'ü işgal ettiler. Fakat bu gidişe bir son verilmeliydi. Nitekim Müslümanlar gay­rete geldiler, cihat ruhu yeniden canlandı ve Müslümanlar haçlılara karşı savaş için saf tuttular ve Selahattin Eyyûbî kumandasında hicrî 27 Recep 583'te Kudüs'ü haçlılardan geri aldılar.

Selahattin Eyyûbî hicrî 589'da vefat edince hilafet yeniden sultanlığa dönüştü, toprak kavgaları çoğalarak Müslümanlar ye­niden zayıfladı. Gitgide cihat ruhu kayboldu ve İslâm düşmanları kibirlenerek Müslüman­lara yan gözle bakar oldular. Artık onları müslü­manların cihat ruhu gibi bir şey kor­kutmu­yordu. Fakat buna rağmen onlar, müslü­man­ların yeniden uyanmalarından korktukları için hemen saldırmaya cesaret edemiyorlar, müs­lümanları alt etmeye uygun bir fırsatı kollayarak ilerlemeye ve hedeflerini gerçekleştirmeye çalışıyorlardı.

Daha sonraları İslâm coğrafyasının do­ğusunda Cengiz Han önderliğinde Moğol saldırıları patlak verdi. Bunlar, şehirleri zorla ele geçirmeye, oralara girerek alışık oldukları tabiatları gereği bozgunculuk çıkarıp insan­lara saldırmaya ve yağmalamaya meraklı in­sanlardı.

Derken, müslümanların yoğun olduğu şehirlere son derece acımasız ve korkutucu bie şekilde Moğol istilaları başladı ve ilerle­yişleri de karşı konulmaz bir hal aldı. Çünkü halk iyice korkmuş ve müslümanların karşı koyma güçleri iyice zayıflamıştı. Tabi müslü­man­ların başına gelen bu felaket bir yandan haçlı avrupasını da sevindiriyordu. Nitekim onlar; artık müslümanlar geriliyorlar, dolayısıyla bir daha asla cihada falan kalkı­şamazlar diyorlardı. Hatta şu fikre kapıldılar: Moğollar doğudan Müslümanlara büyük bir azimle saldırıyorlar, biz de batıdan saldıralım, böylece müslümanları kıskaca alırız ve onları çetin bir şekilde cezalandırırız, bundan sonra artık zafer nedir bilemezler ve ebediyyen onla­rın cihat azim ve istekleri de yok olur gider diyorlardı.

Bu arada haçlılar, Moğolların bu saldır­gan tutumlarını kendi lehlerine dönüştürmek için sinsice bir plan kurdular ve Moğolların Müslümanlar üzerindeki baskı ve hegemon­yalarının kalıcılığını sağlamak için Moğollar'a destek olmak ve onları cesaretlendirmenin gerekli olduğu kanaatine vardılar. Moğolların Müslümanlara uyguladıkları baskı ve zulümle­rin kalıcı olmasını sağlayacak etken olarak onlara güzel kadınlar gönderdiler. Bu kadınlar Moğolların ileri gelenlerinin yanlarında kalıp hem onları eğlendiren birer dost oldular hem de onları Müslümanlara karşı kışkırttılar; müslümanların yurtlarını ele geçirdiklerinde değerli su kaynakları, verimli tarım arazileri ve bol miktarda hazineleri de ellerine geçirecek­lerini ifade etmek suretiyle Moğolları devamlı müslümanların yaşadığı bölgelere saldırmala­rını teşvik ettiler. Halbuki Moğolların yaşadık­ları bölgeler verimsiz ve kendileri ihtiyaç sa­hibi insanlardı, kendilerine tasvir edilen bu tür imkânları rüyalarında bile görmemişlerdi.

Moğolların ileri gelenlerine bu kadınların yaptığı kışkırtmalar neticesini gösterdi ve Mo­ğollar duydukları yeryüzü zenginliklerini elde etme arzusuna yoğunlaştılar ve nihayet 6 Safer 656'da hilâfet merkezi Bağdat'a girerek orayı ele geçirdiler. Böylece hilafet ortadan kalktı. Tabi bu arada haçlılar sevinçlerinden neredeyse uçacak gibi idiler. Çünkü müslü­manları tek çatı altında toplayan kurum hilafet kurumu idi.

Moğollar ilerleyişlerini batı tarafına çevir­diler ve hicri 658 yılının Safer ayında Halep içlerine kadar ilerlediler, aynı yıl Dımeşk'e sal­dırdılar. Dımeşk'in sağlam kalelerle çevrili ol­ma­sı Moğolları saldırıdan vazgeçiremedi ve nihayetinde orayı da ele geçirdiler.

Bundan sonra da ilerleyişlerini, Hülâ­gu'­nun vekili Ketbuğan öncülüğünde Mısır tarafına çevirdiler. Fakat Mısır Moğollar için yu­tulması kolay bir lokma değildi. Müs­lü­man­ların kalplerindeki imandan beslenen cihat ruhu yeniden alevlendi ve Mısır'dan ha­reket eden Memlük orduları hicri 15 Rama­zan 658'de Ayn-Calut mevkiinde Moğollarla karşı karşıya geldiler. Müslümanlar Moğol ordusunu feci bir şekilde bozguna uğrattılar, Ket­buğan savaş meydanında öldürüldü, oğlu da esir alındı. Müslümanlar elde ettikleri bu zaferin verdiği güç ile Dımeşk'e kadar ilerle­diler ve hicri 27 Ramazan 658'de Dımeşk'e girdiler.

Memlüklüler'in, Ayn-calut savaşından elde ettikleri zafer neticesinde düşmanlarına karş iyice güçlendiler ve devletin toprakları genişledi. Bunun üzerine Abbasi halifesinin oğlu Ahmed Ebu'l-Kâsım Kahire'ye geldi ve halife olarak O'na biat edildi ve kendisine Mustansır billah lakabı verildi. Ahmed Ebu'l-Kâsım Bağdattaki son Abbasi halifesinin am­casının oğludur.

Böylece Kâhire hilafet merkezi oldu ve memlük devleti önceki durumuna göre daha da güçlendi.

Fakat şu hususlar gözden kaçırılmamalı­dır.

1- Kâhire'deki bu halifelik bölgesel idi, Mısır dışındaki İslâm coğrafyasını kapsamı­yordu.

2- Halifeliğin yönetimde her hangi bir rolü bulunmuyordu. Çünkü liderlik ve sulta Memlük hanedanının elinde idi, halifeliğin sadece ismi mevcut idi.

Bütün bunlarla birlikte, her ne kadar ha­nedan kırallığı söz konusu olsa da Memlük devleti mevcudiyetini muhafaza etti ve ilerle­yişini sürdürdü. Hatta haçlılar bu devleti yık­mak için bazı hamlelerde bulunsalar da başa­rılı olamadılar ve bu devlet bazı önemli tarihi görevleri de yerine getirdi.

Miladi 1299 ylında Osmanlı devleti ku­ruldu ve Anadolu'da Selçuklu devleti ile Bi­zans İmparatorluğunun sınır boylarında gün be gün genişledi ve gücüne güç kattı. Daha sonra Sultan Fatih Bizans'ın başkenti olan Kostantıniyye'yi (İstanbul) 1453'te kuşatma altına aldı. Uzun süren kuşatmadan sonra Kostantıniyye fethedilerek Osmanlı'nın baş­kenti haline getirildi ve eski ismi değiştirilerek İstanbul adını aldı. Böylece Bizans impara­torluğu da ortadan kaldırılmış oldu.

Bundan sonra Osmanlı ordularının Av­rupa içlerindeki ilerlemesi devam etti. Gittik­leri yerlerdeki halkı İslâm'!ın tebliğ ruhuna uygun bir şekilde tevhid inancına davet edi­yorlardı. Osmanlılar'ın batıdaki bu ilerleyişi Avrupa ortalarına kadar ulaştı, Avusturya'nın başkenti Viyana'yı kuşatma altına aldılar ve 20 Safer 973 yılında teslim aldılar.

Osmanlılar batıda olduğu gibi doğuda da Portekiz sömürgecileriyle iş birliği yapan Safeviler'e karşı da savaşmışlar, hatta Bağ­dat'ı ele geçirdikleri gibi Tebriz içlerine kadar ilerleyerek Safeviler'e karşı zafer elde etmiş­lerdir. Daha sonraları Osmanlılar Şam bölge­sini de topraklarına katmışlar ve ilerleyişlerini Mısır'a çevirmişlerdir. Neticede hicri 8 Muhar­rem 923'te Kahire'ye girerek halifeliği teslim almışlar, böylece halifeliğin merkezi İstanbul olmuştur. Osmanlı devletinin nüfuzu Arap dünyasının sadece batı tarafıyla sınırlı kal­mamış, Yemen topraklarına kadar ilerlemiş­lerdir.

Osmanlı devletinin Avrupa içlerindeki iler­leyişine haçlı zihniyeti savaş ve müdafaa yoluyla engel olamamıştır, çünkü Osmanlı orduları imanlarının verdiği güç ve cihat ruhu ile savaşıyorlardı. Hal böyle olunca Avrupalılar Osmanlı'nın gücünü kırmak için başka bir yola başvurdular: iki taraf arasında ateşkes ilan edildiğinde veya her hangi bir anlaşma yapıldığında karşı tarafın devlet başkanı ileri atılarak şu kızımı sultana veya halifeye eş ola­rak veriyorum derdi. Kızlarını sultana takdim etmelerinin asıl amacı, bu kızın, Müslümanlar içinde kendi inancını temsil etmesi ve doğur­duğu çocuğun da ileride hilafet makamına çıkarak annesinin dininden olanlara müsa­mahalı davranmasını ve onlarla gerektiğinde karşılıklı olarak yardımlaşmasını sağlamaktı. Fakat Osmanlı sultanlarının bu tip ehli kitap olan hanımları birden fazla olduğunda bun­lardan doğan çocuklar arsında anlaşmazlıklar çıkıyor, yönetimi elinde tutan Osmanlı hane­danının fertleri arasında sürtüşme ve çekişme zuhur ediyordu. Ayrıca sarayda böyle yabancı eşler bulunsa da bunlar fazla etkili olamıyor­lardı çünkü asıl etken İslâm idi. Sultan öldü­ğünde tahtı ele geçirme hususunda sultanın oğulları arasında anlaşmazlık çıktığında ço­ğunlukla tahtı ele geçiren kişi diğer kardeşle­rinin düşmanlığından emin olmak için onları öldürürdü.

Haçlı zihniyeti kızlarını sultanlara vererek Osmanlı'yı zayıflatma arzularında ideallerine ulaşamayınca bu defa Osmanlı toprakları içinde yaşayan değişik ırklara ait Müslüman­ları eski cahiliye milliyetçiliğini kö­rüklemek suretiyle parçalama yoluna gittiler. Bunun için çeşitli projeler ürettiler, milliyetçi­lik, ümmetçilik gibi mülahazalarla müslüman­lar arasında tefrika çıkardılar. Tabi bu arada müs­lüman olmayan vatandaşlara da iş düşüyordu. Örneğin Şam bölgesindeki hristiyanlar arap milliyetçiliği propagandasına kalkıştılar ve bu hareketler haçlı zihniyeti ta­rafından desteklendi. Neticede bölge halkları kendilerine verilen bu dış teşviklerle harekete geçtiler, İslâm ümmetinin birliği yara aldı, cihat ruhu eski canlılığını kaybetti artık yapı­lan savaşlar cihat için ve iman gücüyle değil de dünyevi hedefler ve milliyetçilik mülaha­za­larıyla oluyordu ki, işte bütün bunlar üm­meti zayıflatan unsurlardır. Çünkü cahiliye milliyetçiliği ve bölgesel ve kabilevî üstünlük yarışının olduğu yerde ümmet bilincinin gü­cünü koruması mümkün değildir.

Daha sonra 4 Ağustos 1914'te birinci dünya savaşı patlak verdi ve Osmanlı devleti de bu savaşın içine sürüklendi. Uzun süren bu savaştan Osmanlı devletinin de içinde bulunduğu devletler topluluğu yenilgi ile çık­tılar. İlerleyen zaman içinde devletler arası antlaşmalar süreci başladı, nihayet 1922'de İsviçre'de Lozan konferansı yapıldı. Bu konfe­ransta Türkiye'nin bağımsızlığının kabul edil­mesi karşılığında bir takım şartlar ileri sürüldü ve nihayet Türkiye bağımsız ve müstakil bir devlet oldu. Daha önce Osmanlı halifeliğine bağlı olan Suriye, Irak, Mısır, Kuzey Afrika di­ğer yerler ayrılarak buraları İngiltere ve Fransa kendi sömürgeleri haline getirdi.

 

C

   


 

 

 

 



[1] "Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allahtan korkun ki esirgenesiniz." (Hu­curat,10).

[2] "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır." (Hucurat, 13).

[3]  Buharî, 2442.

[4]  K.Kerim, Hucurat, 9.

[5]    K. Kerim, Hucurat, 11-12.

[6] "Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz." (Hucurat, 6).

[7]    Buharî, 10; Müslim, 41.

[8]    Buharî, 13; Müslim, 43.

[9]­    "Nefsanî arzulara (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer Allah'ın katındadır." (Âl-i İmran, 14).

[10]  Müslim, 2586.