EBÛ ZER el-GIFÂRÎ

Muhalefetin Başı,
 Servetin Düşmanı

Yeni çıkan haberi araştırmak üzere Mek­ke'ye yöneldi. Şu bir gerçekti ki, sarp yol, ka­vurucu çöl sıcaklığı, onu bitkin düşürmüş, ağ­rılar içinde bırakmıştı. Fakat peşine düştüğü amaç, onun yaralarını unutturmuş, ruhunu güzel bir duygu bürümüştü.

Kureyş'in arasına kendisini belli etmeksizin girdi. Sanki putları tavaf et­mek isteyen, ken­dilerinden biri imiş gibiydi. Yahut yolunu şa­şırmış veya çok uzun yoldan gelmiş, dinlen­mek ve yiyecek almak için sığınmış birinin görünümünü andırıyordu. Eğer Kureyş, onun Mu­hammed'i (s.a.v.) ara­dığını ve onu dinle­mek üzere geldiği bilseydi, öldürürlerdi.

Kureyş'in kendisini öldürmesi hiç önemli değildi. Ancak bu, kendi­sini gör­mek için uzun çöller kat ettiği kimseyle görüştükten sonra olma­lıydı. Yani iman ettikten sonra… Şayet doğruluğuna kanaat getirir, dave­tini benim­serse...

Uzaktan Kureyş'in konuşmalarını dinliyor. Nerede Muhammed'den (s.a.v.) bahseden bir topluluk görse, hemen onlara yaklaşıyordu. So­nunda şurada burada dinlediği konuşmalar­dan Muhammed'in (s.a.v.) yerini öğrendi.

Aydınlık bir günde oraya gitti. Allah Resû­lü'nü tek başına oturuyor­ken buldu. Yaklaştı ve: "Sabahın hayırlı olsun ey Arap kardeş!" dedi.

Allah Resûlü (s.a.v.): "Selâm üzerine olsun ey kardeş!" diye cevap verdi. Ebû Zer: "Söyle­diklerinden bir iki şiir oku" dedi. Allah Resûlü (s.a.v.): "O şiir değil ki sana teren­nüm edeyim. O Kur'ân-ı Kerîm'dir." buyurdu.

Ebû Zer: "O hâlde oku bana." dedi.

Resûlullah (s.a.v.) okudu, Ebû Zer dinledi. Çok geçmedi ki, Ebû Zer haykırdı:

"Şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilah yok! Ve yine şehâdet ede­rim ki, Muhammed onun kulu ve elçisidir!" dedi.

Resûlullah (s.a.v.) sordu: "Ey Arap kardeş kimlerdensin?"

Ebû Zer: "Gıfar'danım." diye cevap verdi.

Bunun üzerine Allah Resûlü'nün (s.a.v.) du­daklarını acı bir gülüm­seme, yüzünü dehşet ve hayret kaplamıştı. Ebû Zer de aynı şekilde güldü. Çünkü kendisi Gıfar kabilesindendi. Gı­far kabilesi ki, yol kesicilikte onlara yetişe­bi­le­cek kabile yoktu. Kabile halkı gayri meşru işler­de örnek olmuştu. Gece karanlığının hü­küm­­ranıy­dılar. Bir kimse gece yola çık­maya görsün, gece, onu Gıfar kabilesinden bi­rine teslim ederdi.

Onlardan birinin gelip de müslüman olabi­leceği düşünülebilir miydi?

Ebû Zer, kendi hikâyesini şöyle nakleder:

"Resûlullah (s.a.v.) gözlerini kaldırdı ve Gıfar kabilesinden olmam­dan dolayı hayretle baktı. Sonra şöyle dedi: "Allah dile­diğini hidâ­yete erdirir." Evet, Allah dilediğini doğru yola iletir."

İşte Ebû Zer, Allah'ın kendisi için hidâyet dilediği ve hayır murat et­tiği kimselerdendi. Çünkü o, Hakk'ı görebilen basiret sahibiydi. Ondan rivayet edilir ki, kendisi putlara ibadet edenlerden biriydi. Sonra yaratıcı, yüce İlâh'a imana yöneldi.

Putları ve onlara ibadet edenleri kınayan, bir olan Allah'a ibadete ça­ğıran bir Peygam­ber'in ortaya çıktığını duyar duymaz, ona gel­mek üzere yola koyuldu.

 

 


Ebû Zer vakit geçirmeden müslüman oldu.

Onun müslüman olmadaki sırası beşinci ya da altıncıydı. Yani onun müslüman olması ilk günlerdeydi. En erken müslüman olanlardandı.

O sırada Allah Resûlü (s.a.v.) daveti gizli yapıyordu. Ebû Zer'le bir­likte ina­nanların sa­yısı beşe ulaşmıştı. Artık Ebû Zer için göğ­sünde taşı­dığı imandan daha önemlisi yoktu. Kimseye durumu fark ettirmeden Mekke'den ayrılıp, kav­mine döndü.

Ebû Zer -yani Cündüb b. Cünade- aceleci bir tabiata sahipti. Nerede olursa olsun batıla meydan okusun diye yaratılmıştı. Şimdi o ba­tıl, birer dikilmiş taş olarak önündeydi. Halbuki putlara ibadet edenlerin doğumu, putlarınkin­den daha önce idi. Buna rağmen kavmin ulu­ları ve akıllı geçi­nenleri, onların önünde iki kat eğiliyorlardı. İnsanlar da o putlara "Lebbeyk! Lebbeyk! (Emrinizdeyiz! Emrinizdeyiz!)" diye­rek yalvarmalı sesleniyorlardı.

Allah Resûlü (s.a.v.) o günlerde gizli tebliği tercih ediyordu. Ancak böylesi bir dava adamı Mekke'den ayrılmadan, açıktan tebliğ işini yap­­ma­lıydı. Nitekim Ebû Zerr'in aceleciliği, Re­sû­lullah'a (s.a.v.) yönelttiği şu soruda gö­rül­mek­tedir:

"Ya Resûlullah! Ne emredersiniz?!"

Allah Resûlü (s.a.v.): "Şimdilik kavmine dön, bilahare emrim sana ulaşır." buyurdu.

Ebû Zer: "Nefsim kudret elinde olana ye­min ederim ki, Mescid-i Harâm'da müslüman ol­duğumu açıklamadıkça kavmime dönmem!" dedi.

Ben size demedim mi, bu, aceleci ve tez canlı bir insandır diye? Ona deniyor ki, kim­seye fark ettirmeden, ağzını açmadan kav­mine dön. Ama bu istek, onun tabia­tını zorlu­yor, güç yetirebileceği bir şey değil.

Ve Mescid-i Harâm'a dalıyor var gücüyle: "Şehâdet ederim ki, Al­lah'tan başka ilah yok ve şehâdet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Resûlü'dür." diye haykırıyor. Bu haykırış, İs­lâm'ın ilk haykırışıdır. Müşriklerin kulağına ilk değen sestir. Bu hay­kırışı, bu çağrıyı, Mek­ke'de, aile ve akrabası ve koruyucusu bulun­mayan yabancı bir adam yapıyor. Bunu duyan müşrikler koşup, etrafını sarıyorlar ve onu ba­yıltın­caya kadar dövüyorlar.

Ebû Zerr'in dövüldüğü haberi Resûlullah'ın amcası Abbas'a ulaşınca hemen koşuyor; ama müşriklerin ellerinden kurtarmaya gücü yet­miyor. Bunun üzerine zekice bir çare düşünü­yor ve şöyle sesleniyor:

"Ey Kureyşliler! Sizler tüccarsınız. Yolunuz Gıfar yurdundan geçiyor. Bu adam da onlar­dandır. Eğer Gıfar oğulları bu durumu duyar­larsa, ker­vanlarınızın yollarını keserler."

Bunu duyunca, haklı buldular ve Ebû Zerr'i bırak­tılar.

Ama Ebû Zer, Allah yolunda eza ve cefa gör­menin tadını almıştı. Bundan dolayı Mek­ke'den ayrılmak istemiyordu. Hatta bu ezanın artma­sını istiyordu. İkinci gün -belki aynı gün- Ebû Zer, Kâbe'de Usaf ve Nâile adındaki put­lara ibadet eden iki kadına rastladı. Onların kar­şılarına diki­lip, putlarını kötülemeye baş­la­dı. Kadınlar çığlığı basınca, etraftaki er­kekler Ebû Zerr'in üzerine yürüdüler ve onu ba­yıltın­caya kadar dövdüler.

Bu olayı üçüncü kez tekrar edince, Allah Resûlü (s.a.v.) bu yeni öğ­rencisinin tabia­tını ve bâtıla karşı koymadaki direncini anladı Bu­nun üze­rine emrini yineledi ve dinin açıktan tebliği haberi kendisine ulaşıncaya kadar kav­mine geri dönüp beklemesini söyledi.

 

 


Ebû Zer, ailesine ve kavmine döndü. On­la­ra Allah Resûlü'nün (s.a.v.), Bir Al­lah'a iba­de­te çağırdığını ve güzel ahlâka davet ettiğin­den bahsetti. Kavmi peş peşe müslüman ol­maya başl­adı. Gıfar kabilesiyle yetinmedi. Es­lem kabile­sine geçti. Işıkları orada yaktı ve onları da aydın­lattı.

Günler günleri kovaladı… Allah Resûlü (s.a.v.) Medine'ye hicret etti, oraya yerleşti. Bütün müs­lümanlar da Onunla birlikteydi.

Bir gün Medine'nin yüksek yerlerinde uzun saflar hâlinde binekli ve yaya­lardan oluşan bir kalabalık görüldü. Eğer yüksek sesli tekbirleri olmasa, gören bun­ları müşrik ordusu sanırdı. Kalabalık yaklaştı, Medine'ye girdi. Yönlerini Allah Resûlü'nün (s.a.v.) mescidine çevirdiler. Bu kalabalık Gıfar ve Eslem kabileleriydi. Ebû Zer hepsini çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç toplamış, getirmişti. Hepsi inanmış mü'­min kimselerdi.

Resûlullah'ın (s.a.v.) hakkıydı hayret ve deh­şet içinde kalmak. Dün, Gıfar kabile­sinden biri geliyor, müslüman oluyor ve Allah Resû­lü'­nü şa­şırtıyordu. Ve Allah Resûlü (s.a.v.): "Allah dilediğini hidâyete erdirir." diyordu.

Bugün ise, bütün bir Gıfar kabilesi, bütün bir Eslem kabilesi Ebû Zerr'in elinde imana ermiş olarak geliyordu.

Bir zamanların bozguncu erleri, şeytanın halifeleri şimdi iyilik erleri ve Hakk'ın halifeleri oluyorlardı.

Allah dilediğini hidâyete erdirir sözü hak değil de nedir? Allah Resûlü onları, gıpta, şef­kat ve sevgi ile seyrediyor. Gıfar kabilesine ba­kıyor ve şöyle di­yor: "Gıfar! Allah sizi mağfi­ret etsin, bağışlasın!"

Eslem'e dönüyor: "Eslem! Allah sizi sâlim, kurtulmuş yapsın!"

Ebû Zer… Allah Resûlü, bu eşsiz dava ada­mını, bu bükülmez bileği, bu yılmaz ira­deyi özel olarak selâmlıyor.

Evet, onun mükâfatı bağışlanmışlık, selâmı berekettir. Artık o, en onurlu, en yüce, en iz­zet sahibi mü'mindir.

Asırlar geçecek, nesiller değişecek; ama in­sanlar arasında Allah Re­sûlü'nün onun hak­kın­da söylediği şu söz hep taze hep canlı kala­cak:

"Yeryüzü, Ebû Zer'den daha doğru sözlü bir kimseyi barındırmamış, gölgelendirmemiştir."

 

 


Ebû Zer'den daha doğru sözlü??...

Allah Resûlü (s.a.v.) onun geleceğini oku­muş ve âdeta bütün haya­tını bu sözlerle özet­lemişti. Cesaret ve doğruluk, Ebû Zerr'in ma­yasıydı, özüydü, cevheriydi…

Özü doğru, sözü doğru… Kalbi doğru, dili doğru…

Bundan sonra da doğruluk, dürüstlük içinde yaşayacaktı. Ne kendi­sini ne de başka­sını aldatacaktı. Aldatılmaya da asla izin ver­meyecekti.

Konuşmayan kimse için dürüstlük bir fazi­let olamazdı. Ebû Zerr'e göre su­san dürüst kimse dürüst değildir. Dürüstlük, hakkı açık­lamayı ve ilân etmeyi gerektirir.

Allah Resûlü (s.a.v.), öteleri gören basireti sayesinde Ebû Zer'deki dürüstlük, doğ­ruluk ve ce­saretin Allah vergisi olduğunu görmüştü. Bunu bilen Allah Resûlü (s.a.v.), sürekli olarak Ebû Zerr'e sabırlı ve yavaş dav­ranmasını em­re­diyordu.

Bir gün Resûlullah (s.a.v.) ona şu soruyu sordu:

"Ebû Zer, kendilerine ganimetten pay ayıran birtakım valilerle karşıla­şırsan ne yaparsın?"

Ebû Zer: "Seni Hak olarak gönderene ye­min olsun ki, o zaman kılı­cımla onları öldürü­rüm." dedi.

Resûlullah (s.a.v.): "Sana bundan daha ha­yırlısını söyleyeyim mi? Benimle buluşuncaya (ölünceye) kadar sabret!" buyurdu.

Düşünün! Allah Resûlü (s.a.v.) niçin özel­likle valiler ve mal ile ilgili düşüncesini sordu? Çünkü Ebû Zerr'in daha sonra ve geçmişte karşıla­şacağı yegâne sorun bu ikisinden ola­caktı. Bunu bildiği için Hz. Pey­gamber (s.a.v.) Ebû Zerr'e sabır tavsiye ediyordu. "Benimle buluşuncaya (ölünceye) kadar sabret!" buyu­ru­yordu.

Ebû Zer, vasiyeti tutacaktı. Nitekim asla kı­lıca sarılmadı. Ama üm­metin malını çarçur eden yöneticilere karşı bir an susmadı, hep on­­­ları eleştirdi.

Allah Resûlü (s.a.v.), böylesi yöneticilere karşı kılıç kullanmasını ya­saklamıştı; ama, di­liyle eleştirmesini yasaklamamıştı.

Resûlullah (s.a.v.)'in ve ondan sonra gelen Ebû Bekir ve Ömer (r.a.)'nın devirleri, yaşam değişikliklerine ve fitneyi körükleyici etkilere fır­sat vermeyecek şekilde geçti. Hatta meyilli olanlar bile, bu türden deği­şikli­ğe bir yol ve çı­kış bulamadılar. Bugünlerde Ebû Zerr'in, ne se­sini yükselt­mesini, ne de eleştirmesini ge­rektirecek sapmalar olmadı.

Hz. Ömer'in uzun yönetimi devrinde, müs­lü­manlar, yöneticiler ve zenginler üzerine uygu­lanan tutumluluk ve adaletle yönlendirici uy­gu­lama âdeta beşer takatinin üstündeydi.

Irak valisi, Şam valisi, Sana valisi veya herhangi bir yerin valisi, halkın bulamadığı ya da yiyemediği tatlı bir şeyi yiyemiyordu. Ak­sine bir haber Ömer'e (r.a.) ulaştığında, derhal vali Medine'ye çağrılı­yor ve hesabı so­rulu­yordu.

Bundan dolayı Ebû Zer, Hz. Ömer'in yöne­timinden son derece mem­nundu.

Ebû Zer, mal biriktirilerek insanlar üzerine baskı kurulmasından son derece rahatsız olu­yordu. Ömer b. Hattâb'ın servet dağılımında gözettiği adaleti çok yerinde buluyor ve hoş­nut oluyordu.

Aynı şekilde ibadet ve cihadı ihmal etmenin de karşısındaydı.

İnsanların en takvalıları, en adaletlileri ve uluları arkalarında bir sürü varlık bırakarak git­mişlerdi. Fakat fetihler son haddine ulaşmış, mala mülke karşı rağbet artmıştı. Çünkü İslâm dünyası fetihlerle bir hayli zen­ginlemişti.

Ebû Zer tehlikeyi gördü…

Şahsî şöhret elde etmek, görevleri Allah'ın ismini yüceltmek olan kimseleri bu amaçtan saptırabilirdi.

Baş döndürücü cazibe ve saptırıcı hoşluğu, dünyanın âhiretin tar­lası olması anlayışını mü­cahitlere unutturabilirdi.

Kime rağmen veya kim olsalar bile?..

Muhammed'in (s.a.v.) ashâbı bile olsalar... O Muhammed (s.a.v.) ki, bütün kavimlerin ganimetleri ayakları altında olmasına rağmen öldü­ğün­de zırhı rehin durumdaydı.

Allah bu dünya servetini bütün insanlar için yaratmış ve onların bu servetteki haklarını da yeterli olacak şekilde belirlemiştir.

Mesuliyet sahibi kimseler, bu malları ko­ruma hususunda Allah ka­tında ve­recekleri he­saptan çekinerek, davranmaktadırlar.

Ebû Zer el-Gıfârî, tüm bu servet toplayan­ları, biriktirenleri görüyor, göre­vinin ne oldu­ğuna veya sorumluluğuna bakmaksızın hep­sine karşı kılıcına sarılıyordu. Ancak Hz. Pey­gamber'in (s.a.v.) vasiyetini hatırlayınca kılı­cını tekrar kınına yerleştiriyordu. Çünkü bir müslümana karşı kılıç çekmek doğru değildi.

"Mü'min, mü'mini ancak yanlışlıkla öldüre­bilir."

Onun üstlendiği rol öldürmek değil, itiraz etmekti.

Kılıç hiçbir zaman toplumsal değişmeyi veya bir olgunun toplumda yerleş­mesini sağ­la­yamaz. Bunu ancak doğru, güvenilir ve tu­tarlı söz sağlayabilir.

Doğru söz; ne kimseyi saptırır, ne de gele­ceği bulandırır.

Allah Resûlü (s.a.v.) ashabından bir toplu­luğa bir gün şöyle demişti: "Gökte ve yerde Ebû Zer'den daha doğru sözlüsü yoktur."

Böylesine ikna edici, dosdoğru ve keskin bir söze sahip olan birinin kılıca ne ihti­yacı olabilirdi? Onun söyleyeceği bir tek söz dünya dolusu kılıçtan daha etkilidir.

Bu etkili sözüyle yöneticilere, zenginlere ve dini bırakıp dünyaya meyle­denlere karşı çık­malıydı. O din ki; hidâyete erdiricidir, hidâ­yet­ten uzaklaştırıcı değil; pey­gamberliktir, krallık değil; rahmettir, azap değil; tevazudur, gurur değil; yetin­mektir, toplamak değil; ka­naattir, kanaatsiz­lik değil; dünyada kardeşlik ve sevgi yaymaktır, fitne ve bozgunculuk de­ğil...

İşte bütün bunlara karşı çıkmalıydı. Ta ki, Allah onunla, onlar ara­sında hükmünü versin. Çünkü O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.

Ebû Zer, baskı ve servet kalelerine karşı çıktı. Onlara tek tek sert eleştiriler yöneltti. Sonunda etrafında savunduğu görüşlere ilgi duyanlar çoğalmaya, görüş­leri onu henüz hiç görmemiş uzak ülkelerde bile taraf­tar bulmaya başladı.

Eğer bu mübarek öfkeli insan, kendisi ve hareketi için bir amblem yapmak istese bu, ateşten kızarmış bir demir parçası olurdu. Ni­tekim onun her zaman her mekânda söylediği şu sözler âdeta bir marş gibi insanlarca söyle­nir olmuş­tur:

"Altın ve gümüş biriktirenleri, ateşte kızdı­rılmış bir demirle müjdele­yin! Kı­yamet günü onunla yüzleri ve böğürleri dağlanacaktır."

Dağa tırmanırken, ovaya inerken, şehre girerken bir yönetici ile kar­şılaşır­ken hep bu marş dilindeydi.

İnsanlar ne zaman Ebû Zerr'in kendilerine doğru geldiğini görseler:

"Altın ve gümüş biriktirenleri, ateşte kızdı­rılmış bir demirle müjdele­yin!" sözlerini du­yarlardı.

Ne zaman bir stoklanmış mal, baskıcı bir idare veya dünya sevgisine yö­nelme görse, bu sözlerini bayrak gibi açıyor, onlarla mücadele edi­yordu.

Bunlardan en korkunç olanı Şam'da Mua­viye b. Ebû Süfyân'la olan mücadelesi idi. Muaviye, birçok İslâm beldesine hükmediyor, insanlara hesapsız derecede mal dağıtıyor, bununla saltanatının geleceğini garanti altına almış oluyordu. Şam'da birçok konut, saray ve servet bulunu­yordu. Bu davranış, böyle mal mülke sahip olma­yanları fitneye sürüklüyordu. Bunu en önce fark edenlerden biri de Ebû Zer idi.

Âdeta muhalefetin lideri olan Ebû Zer mü­tevazı nidasına sarıldı. Şam yolunu tuttu. Halk, onun gelişini duyunca bir sevinçle karşı­ladı ve nereye gitse etrafından ayrılmadılar.

"Bize hadis naklet ey Ebû Zer!

Bize hadis söyle ey Allah Resûlü'nün dostu!" diyorlardı.

Ebû Zer, bir etrafında toplanan fakir ve muhtaç insanlara baktı, bir de dev gibi yükse­len saray ve konutlara. Sonra şöyle dedi:

"Evinde yaşamasına yetecek kadar gıdası olmayan şu insanlara şaşı­yorum! Nasıl oluyor da kılıçlarını çekip şu insanlara isyan etmiyor­lar?" diye haykırdı. Ama birden Allah Resûlü'­nün (s.a.v.) vasiyetini hatırladı. Devrim yerine sabrı, kılıç ye­rine şecaati koymalıydı. Harp ke­limesini bıra­kıp, mantık ve ikna kelimelerini almalıydı. İnsanlara, tarağın dişleri gibi eşit olduklarını, rızıkta ortak oldukla­rını, birinin di­ğerine üstünlüğünün ancak takva ile oldu­ğunu, kavmin yönetici veya valisinin ilk acıkan ve son doyan olması gerektiğini öğretmeliydi.

Bütün İslâm dünyasında sözlerinin ve şe­ca­atinin umumî bir görüş olmasına karar verdi. Böylelikle yönetici ve zenginlere karşı bir muhalefet ve caydırıcı güç oluşturulmuş olacaktı.

Şam, âdeta patlamaya hazır bir bomba hâ­line gelmişti. Şayet Ebû Zer bir işaret yapsa, korkunç bir ayaklanma olur, her tarafı ateş sarardı. Ama o, sükûnet ve sabrı tercih etmiş, mescit, cadde ve toplantılardaki sözleriyle ye­tinmişti.

Şam'daki yöneticileri rahatsız etti, Ebû Zerr'in varlığı. Sözleri, birin­den öte­kine derken sonunda Muaviye'ye ulaştı.

Ebû Zer, Muaviye'nin karşısında tıpkı Resûlullah'ın (s.a.v.) vasfettiği gibi sözünden sakınmayan biri olarak durdu. Cesurca ve eği­lip bükülme­den Muaviye'ye, vali ol­madan ön­ceki serveti ile şimdiki servetinin duru­munu, Mekke'deki evi ile Şam'daki sarayının arasın­daki farkı sordu.


Sonra Muaviye'nin etrafında bulunanlardan servet, villa ve saray edinmiş olanlara sordu.

Sonra topuna birden şöyle haykırdı:

"Allah Resûlü'ne inen Kur'ân'ın muhatapları sizler değil misiniz?"

Ve onlar adına cevap verdi:

"Evet, Kur'ân size hitaben indi. Ve siz onu Allah Resûlü (s.a.v.) ile be­raber müşahede et­ti­niz!.."

Döndü ve tekrar sordu: "Kur'ân'daki şu âye­ti görmediniz mi? Bilmiyor mu­sunuz?

"Altın ve gümüş biriktirenleri ve onları Allah yo­lunda infak etmeyenleri elim bir azapla müj­dele...

Kıyamet günü o biriktirilen altın ve gümüş­lerin üzerleri cehen­nem ateşinde kızdırılacak da, bu mal toplayanların alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlana­cak ve onlara şöyle de­necektir: "İşte bu, ne­fisleriniz için kasalara tı­kıp sakladıkla­rınız. Artık topladıklarınızın acı­sını tadın bakalım." (Tevbe, 3435)

Muaviye: "Bu âyet ehl-i kitap hakkında na­zil olmuştur." diyerek karşı çı­kınca Ebû Zer haykırdı: "Hayır, bizler ve onlar (müslümanlar ve ehl-i kitab) hakkında indirildi." dedi.

Ebû Zer, Muaviye ve yanındakilere elle­rin­de bulunan malları, saray ve konakları, ihti­yaçları miktarı hariç bir an evvel ellerinden çıkarmaları için nasihatte bulundu.

Toplantı yerleri ve topluluklar, bu dehşetli tartışma ve Ebû Zerr'in haberiyle çalkaladı.

Ebû Zerr'in marşı evlerde ve sokaklarda yükseldi: "Biriktirenleri kı­yamet günü kızdırıl­mış demirle müjdele."

Muaviye, tehlikeyi hissetti ve bu öfkeli ses karşısında korktu. Ama Ebû Zerr'in toplum içindeki yerini bildiği içinde dokunamadı. Bu­nun üzerine Halife Osman'a (r.a.) alelâcele mektup yazıp, "Ebû Zer Şam'da insanları ifsat ediyor." diye bildirdi.

Hz. Osman da Ebû Zerr'i Medine'ye çağıran bir mektup yazdı.

Ebû Zer ridâsının iki ucunu omzuna atıp, Şam'ı terk ederek Medi­ne'ye yöneldi. Dımaşk böylesine hüzünlü bir ayrılığa daha önce sahne olmamıştı.

 

 


 "Sizin dünyanızdan bir şey istemem!"

İşte böyle demişti Ebû Zer. Medine'ye var­dıktan sonra Halife Os­man'la (r.a.) aralarında uzun bir konuşma geçti. Halife, bu ko­nuşma­dan ve şehirlerden Ebû Zerr'in görüşlerinin tehlikesine dair aldığı ha­berlerin ardından Ebû Zerr'in Medine'den uzakta tutulmasına karar verdi. Bu ka­rarını yumuşak bir üslup ile ona şöyle aktardı:

"Burada, yanımda kal. Sabah gider, akşam gelirsin."

Ebû Zer: "Sizin dünyanızdan bir şey iste­mem!" cevabını verdi.

Evet, insanların dünyasından hiçbir şeye ihtiyaç yoktu. O, gönlü bol, ha­yatı alıp ver­mekle geçiren insanların dünyasındandı.

Hz. Osman'dan Rebeze denen mevkiye git­mek için izin istedi, o da verdi.

O, ateşli muhalefetini sürdürürken, ruhu­nun derinliklerinde Allah Resûlü'nün (s.a.v.) kılıca sarılmayacağına dair vasiyetini hep ko­rudu. Sanki Allah Resûlü (s.a.v.) bütün gaybı görmüş ve bu güzel nasihatini ona hediye et­mişti.

Bundan dolayı Ebû Zer, kendi davetini ve sözlerini heva ve hevesle­rini tat­min için kulla­narak, fitne çıkarmaya meyledenleri görünce rahatsız olmuş, endi­şesini de gizlememiştir.

Rebeze'de iken bir gün Kûfe'den bir heyet gelmiş ve Halife'ye karşı isyan bayrağı açma­sını teklif etmişti. Onları azarlayarak şöyle demiştir:

"Allah'a yemin olsun ki, şayet Osman beni en yüksek bir ağaca veya dağa asmak istese, gene onun sözünü dinler, ona itaat eder, sabreder ve hüsnüniyet besler ve bütün bun­ların benim için en hayırlı olduğunu dü­şünü­rüm!

Beni dağ, taş süründürse, yine onu dinler, itaat eder, sabreder, hüsnüniyet besler ve bütün bunların benim için hayırlı olduğunu dü­şü­nürüm!

Beni evime kapatsa, yine onu dinler, itaat ve sabreder, hüsnüniyet besler ve bütün bun­ların benim için en hayırlı olduğunu düşünü­rüm."

İşte bu adamın, dünyaya ait hiçbir şeyde gözü yoktu. Bundan ötürü de Allah ona basîret nurunu nasip etmişti. Bu basîretiyle, ortalığı fitnenin saracağını kavra­dığı anda, ondan uzak durmuş, bunun aksine etrafı şaş­kınlık ve hak­sızlıklara karşı bir teslimiyet havası kapladı­ğında bundan da uzak durmuş, kılıcını değil ama sesini yükseltmiş, hak bildiğini, doğru gör­dü­ğünü var gücüyle haykırmıştır.

Ebû Zer, bütün zamanlarını âdeta muhale­fet etmeye ayırmış ve gör­düğü yanlışlıkları tenkit etmiştir.

Bütün bir ömrünü, hüküm vermek ve mal edinme hususundaki hataları düzeltmekle ge­çirmişti. Ebû Zer makam ve mal sevgisinin, All­­ah Resûlü'nün sahâbesi olan insanları fitne ve belânın içine sürüklemesin­den endişe edi­yordu.

Çünkü o, dünya ve mala aldanmanın so­nuç­­larını biliyordu. Hz. Ebû Bekir ve Ömer'in bir daha gelmeyeceklerini biliyordu. Uzun süre Allah Resûlü'nden (s.a.v.), ashabını dünya ma­­lından sakındıran şu sözlerini dinledi: "...Dün­ya malı bir emanettir. Kıyamet günü bir utançtır, pişmanlıktır. Ancak on­dan hakkı olanı alan ve verilmesi ge­rekeni veren kurtulur."

Ebû Zer, böylelikle bütün dostlarından ay­rıldı. Çünkü onlar yönetici ol­maya heves edi­yorlardı, bunu da çok normal bir hâl olarak kabul eder olmuşlardı.

Bir gün Ebû Musa el-Eş'arî ile karşılaştı. Cüb­besini açmasa onu gö­remeye­cekti. Ebû Mu­sa neşe içinde ona: "Ebû Zer, merhaba kar­deşim!" dedi. Ebû Zer onu iterek: "Ben se­nin kardeşin değilim. Sen vali ve yöne­tici ol­madan önce kardeşindim." dedi.

Aynı şekilde Ebû Hüreyre ile karşılaştı, on­dan uzaklaşarak, şöyle dedi. "Benden uzak dur. Sen değil misin valilik alan, bina yapmada yarı­şan, hayvanlar ve arazi edinen?"

Ebû Hüreyre kendisini müdafaa etmeye ve bu söylentilerden temiz­lemeye çalıştıysa da olmadı. Çünkü Ebû Zer onun bulunduğu ma­kamı ve serveti çok aşırı buluyordu.

Ebû Zerr'in mantığı, iman ve doğruluk ile şekillenen bir mantıktı. Allah Resûlü ve iki ha­lifesi Ebû Bekir ve Ömer'in (r.anhuma) bırak­tıkları bir dünyada, kendi düşünce, amel ve tavırlarıyla yaşıyordu. Bazı insanlar eşitlik hu­susunu idealist bir görüş olarak ele alırlar; ama onun amacını kavrayamazlar. Ebû Zer ise, bu eşitliği; hayatı ve hayat tarzını belirle­yici bir asıl olarak görür. Bu özellikle Allah Re­sûlü (s.a.v.) ile beraber yaşamış, arkasında namaz kılmış, birlikte cihad etmiş, sözünü dinleyip itaat ede­ceğine dair biat etmiş kim­selerin hayatları için belirleyici bir unsur olma­lıydı. Nitekim daha önce belirttiğimiz gibi, mevki ve mal düşkünlü­ğünde insanların gele­ceği için bir tehlike seziyor, bundan dolayı da mevkiinin ko­runmasında ve mal adaletinde meydana gelecek çarpıklık, ileride ciddi tehli­kelerin doğma­sına sebebiyet verebilirdi.

 

 


Hayatı boyunca Ebû Zer, Allah Resûlü'nün ve ilk iki halifesinin san­cağını taşıdı. Nitekim o, mevki ve servet düşkünlüğünün doğuracağı sonuçları çok iyi biliyordu.

Kendisine Irak valiliği teklif edildiğinde: "Dün­yanızı üzerime asla sal­mayın." demişti.

Arkadaşı bir gün onu üzerinde eski bir el­bise ile gördü ve: "Bundan başka elbisen yok mu? Birkaç gün önce yanında iki yeni elbise görmüş­tüm." deyince, Ebû Zer: "Ey kardeşim oğlu! O iki elbiseyi benden daha muhtaç birine verdim." diye cevap verdi. Arkadaşı: "Vallahi sen o iki elbi­seye daha muhtaçsın." dedi. Ebû Zer bunun üzerine: "Allah'ım, bağışla! Arkada­şım, sen dünyayı gözünde büyütüyorsun. Görmüyor musun üze­rimde bir gömlek var. Ayrıca cuma namazı için başka bir tane daha var. Sütünü sağdığım bir keçim, binebileceğim bir eşeğim var. Şu içinde bulun­duğumuz hâl­den daha üstünü var mı?" diye cevap verdi.

Bir gün oturmuş, hadis rivayet ediyor ve şöyle diyordu: "Dostum bana yedi şey emre­derek, onları vasiyet etti:

1.  Miskinleri ve onlardan düşkün olanları sevmemi,

2.  Kendimden daha düşüklere bakıp, daha iyi durumda olan­lara imrenmememi,

3.  Kimseden bir şey istemememi (dilenci olmamamı),

4.  Akraba ile ilişkimi sürdürmemi,

5.  Acı da olsa hakikati söylememi,

6.  Allah yolunda, kınayıcının kınamasından çekinmememi,

7.  "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" sö­zünü çokça söylememi.

O, bu vasi­yeti yaşadı. Hayatını ona uygun yaptı. Öyle ki, kavmi ve ümmeti içinde bir vic­dan oldu. İmam Ali şöyle der:

"Bugün Ebû Zer'den başka, kınayıcının kı­namasından çekinmeyen kimse kalmadı."

Otoritenin sömürü aracı olarak kullanılma­sına ve servet stoklamaya karşı çıkarak ya­şadı. Hatayı yı­kıp, doğruyu ikame etmek için yaşadı. İyiliği emir, kötülükten nehiy etmenin mesuliyeti ile yaşadı.

Onu fetva vermekten alıkoymak istediler. Bunun üzerine o, sesini daha da yükselterek, en­gel olana şöyle dedi: "Nefsim, kudret elinde olana yemin olsun ki, kılıcı boğa­zıma dayasa­nız ve ben bilsem ki, Allah Resûlü'nden bir ke­lime olsun, boynum kesilme­den önce aktara­bilece­ğim, onu söylerim."

Keşke müslümanlar o gün onun söz ve na­sihatlerini dinleselerdi. Daha başlangıcında iş­lerin karışmasıyla ortaya çıkan fitne yok olur, tehli­kenin hedefi hâline gelen devlet, toplum ve din tehlikelere maruz kalmazdı.

Şu an Ebû Zer ölüm döşeğinde… Şimdiki bulunduğu yeri, Halife Osman'la (r.a) arala­rında anlaşmazlık çıktıktan sonra tercih et­mişti. Gelin hep birlikte onu son yolculuğuna uğurlayalım ve son nefesindeki hâlini görelim…

 Zevcesi Sema yanına oturmuş ağlıyor. O zevcesine soruyor:

"Niçin ağlıyorsun?  Ölüm haktır."

Kadıncağız gözyaşları içinde ona cevap veriyor:

"Sen ölüyorsun. Yanımda sana ke­fen ola­cak kadar bir bez parçası bile yok."

Ebû Zer tebessüm ederek şöyle diyor: "Sa­kin ol, ağlama. Bir gün bir toplulukla beraber Resûlullah'ın yanındayken ondan şöyle işittim: "İçi­nizden biri bir çölde vefat edecek, mü'min­lerden bir topluluk da hazır bulunacak." O mecliste benimle birlikte bulunanların hepsi bir köyde veya cemaat içinde vefat etti. Ben­den başkası kalmadı. Ben işte bir çöl ortasında ölüyorum. Yola bak, mü'minlerden bir topluluk gö­rüyor mu­sun? Vallahi, ne ben yalan söyle­rim ne de bana yalan söylendi."

Ve Allah'a ruhunu teslim ediyor… Sözü doğ­ru çıkıyor. İşte başla­rında sahâbeden Ab­dullah b. Mes'ûd bulunduğu hâlde çölde sey­reden bir kafile...

Daha ulaşmadan önce Abdullah b. Mes'ûd manzarayı görmüştü. Bir ceset ve yanında ağlayan bir kadınla bir çocuk…

İyice yaklaştıklarında manzara daha bir açıklıkla görülebiliyordu. İbn Mes'ûd bakar bakmaz, gözü arkadaşı ve İslâm kardeşi Ebû Zerr'in yüzüne ilişti. Gözleri yaşla doldu. Ter­temiz cesedin yanında oturdu ve şöyle dedi: "Allah Resûlü (s.a.v.) ne kadar doğru söyle­miş... Tek başına yürür, tek başına ölür ve tek başına dirilirsin."

İbn Mes'ûd oturdu ve "Tek başına yürür… Tek başına ölür… Tek başına dirilirsin…" söz­den ne kastedildiğini anlattı.

Bu olay Tebük Gazvesi'nde geçiyor. Hicre­tin 9. senesi... Resûlullah (s.a.v.) Rumlarla sa­vaş­mak için hazırlanılmasını emretti. Çünkü Rumlar, İslâm'a tuzak kurup, yok etmek isti­yorlardı. Bunaltıcı sıcakların olduğu meşakkatli günlerde bu çağrı yapıldı. Yol uzak, düşman korkunçtu.

Müslümanlardan bir grup, çeşitli mazeretler ileri sürerek, sefere çıkmadılar.

Allah Resûlü ve sahâbesi sefere çıktı. Yol­culuk ilerledikçe, zorluk ve meşakkat daha bir artıyordu. Bazıları geride kaldı: "Ey Allah'ın Resûlü falan geride kaldı." dediler. Allah Re­sûlü (s.a.v.): "Onu bırakın. Eğer onda bir hayır varsa, Allah Teâlâ onu size katacaktır. Eğer ha­yırdan başka bir şey varsa da Allah sizi ondan kurtarmıştır."

Bir ara sahâbe Ebû Zerr'i aradı. Allah Re­sûlü'ne Ebû Zerr'in geride kaldığını ve devesi­nin kendisini geciktirdiğini söylediler. Allah Re­sûlü onlara aynı sözü tekrar etti.

Ebû Zerr'in devesi, açlık ve susuzluktan zayıflamış, adım atamayacak derecede bitkin düşmüştü. Ebû Zer ne kadar çabaladı, hangi çareye başvurduysa kâr etmedi. Bitkinlik, hayvanı iyice çökertiyordu.

Ebû Zer baktı; hayvanla uğraşmaktan geç kalacak ve orduyu kaybe­decek. Devenin sır­tından indi, yük ve yiyeceklerini sırtına vurdu, yaya olarak hızla yola koyuldu. Bütün çabası, kızgın çöl ortasında Allah Re­sûlü'ne (s.a.v.) ve sahâbeye yetişmek içindi.

Öğle vakti müslümanlar dinlenmek için ko­nakladılar. İçlerinden biri ufukta, bir toz bulutu gördü. Bir adamın karartısı görülüyordu. Gö­ren adam: "Ey Allah'ın Resûlü! Şu adam yola tek başına çıkmış." dedi.

Allah Resûlü (s.a.v.): "Ebû Zer'dir o." bu­yurd­u.

Gelen adam hakkında konuşmaya başladı­lar. Adımlar mesafeyi da­ralttı, gelen yaklaştı. İşte o zaman tanıdılar. Mübarek yolcu yavaş yavaş yaklaştı. Ayakları kumdan parçalanmış, yükü sırtında ağırlaşmıştı. Ama o kutlu kafi­leye yetiştiği için bütün bunlara rağmen mut­luydu. Allah Resû­lü'nden ve mücahit kardeşle­rinden geri kalmamıştı.

Kafilenin başına ulaştığında içlerinden biri bağırdı:

"Ya Resûlullah! Vallahi bu Ebû Zer!"

Ebû Zer Allah Resûlü'ne (s.a.v.) doğru yü­rüdü.

Onu görür görmez Resûlullah'ın yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi ve şöyle buyurdu:

"Ebû Zerr'e Allah rahmet etsin…

Tek başına yürür...

Tek başına ölür...

Tek başına diriltilir..."

Bugünden, yirmi yıl ve daha fazla bir za­man sonra Ebû Zer tek ba­şına Rebeze'de vefat etmişti.

Hayatı, ondan başkasının ulaşamayacağı bir yolda geçti. Kahraman­lığı ve zühdü tarihte tek başına anılacaktır. Aynı şekilde Allah in­dinde de tek başına diriltilecektir. Çünkü onun erdem ve üstünlükleri o kadar çoktur ki, ya­nında başka biri için yer bırakmaz!!..