KIRK AYET
***
KIRK HADİS
Hazırlayan
SALİH
KISALTMALAR
a.g.e
Adı geçen eser.
a.g.y. Adı geçen yayın
(a.s) Aleyhisselâm
(Bütün peygamberler ve peyamberimiz için kullanılır).
bsm.
Basımı yapılmıştır.
b. bin,
ibn (oğlu anlamında).
bint kızı.
bkz. Bakınız.
çev.
Çeviren
Doç.
Doçent
H. Hicri
c. Cilt,
cüz.
(c.c) Celle
Celâlühû (Allah'ın ism-i celâli işitildiği zaman ta'zim niyetiyle söylenir).
Hz. Hazret
(Hürmet için kullanılır).
Nşr: Neşreden
Ktb.
Kütüphanesi
M.
Milâdî
Mad.
Maddesi,Madde
M.Ö. Milattan
Önce
M.S.
Milattan Sonra
ö.
Ölüm tarihi
Prof. Profesör
(r.a) Radıyallahû anh (Sahabe için,"Allah [cc] ondan râzı olsun" mânâsında
söylenilen duadır).
(ranha) Radıyallahû anha (Rasûlullah'ın pâk zevceleıi
[annelerimiz) ve bütün Sahabi
kadınlar için kullanılır}.
(rha) Rahmetullahi aleyh (Vefat etmiş bir mü'minin ismi işitildiğinde "Allah [cc]'ın
rahmeti onun üzerine olsun" mânâsına duadır.)
s. Sayfa
(sav) Sallallahû aleyhi ve sellem (Peygamber
Efendimizin ism-i şerifi işitildiği zaman "Allah (c.c) ona
salât etsin, şânını
yüceltsin, selâm ve selâmet versin" mealinde edilen duadır).
Trc. Tercüme
v. Vefatı,Vefat tarihi
vr. Varak
vs. ve saire
y.y. Yüzyıl
vd. ve
devamı.
Yay. Yayınevi.
yz. Yazma.
ty.
Tarih yok
TAKDİM
"Kim ümmetime, sünnetimden kırk
tanesini koruyup ulaştırırsa ben kıyamet günü onun imânına şâhid ve şefaatçi
olurum."[1]
Hadisini esas alarak ve kırk tane de ayet ilave ederek acizane bin beş
yüz yıllık inşa edilen İslam hazinesinin kalesine bir habbe de olsa
katkıda bulunmak istedim.[2]
Ayet ve hadislerin birbirleriyle uyumlarını bulmaya ve izahatını yapmaya
gayret ettim.
Ayetleri nüzûlüne göre, hadisleri de vürud esasına göre inceleyip siz
değerli okuyucuların istifadesine sundum.
Kitapta esas aldığım hadisleri ana kaynaklardan
bulmaya çalıştım. Tevatür, Sahih ve vürudlarını dipnotlarla açıklamaya
çalıştım.
Esas mesele geçmişte hadis üzerine çalışma
yapmış olanların çalışmalarına eleştiri yapmak değil, bilakis bu konuda çaba
sarf etmiş olanların hizmerinden dolayı saygı duyuyor, acizane olarak az da
olsa o azizlerin kaldığı yerden hizmetlerini devam etmek için böyle bir yolu
tutmayı arzuladım.
Yüce Allah tarafından garanti altına alınmış bir yüce dinin müntesipleri
olarak, İslama ne çalışmalarımızla katkıda bulunabiliriz ne de
yanlışlıklarımızla onun yüceliğine gölge düşürebiliriz. Çünkü yüce İslam dini
için kim iyilik namına ne yaparsa mükafatını alır. Kötülük namına ne yaparsa
Allah katında cezasını buluacaktır. Acizane olarak niyetimiz yüce İslam
dinininin şerefinden bir habbe de olsa nasipdar olmaktır.
Günümüz şartlarından insanların ihtiyaç duyduğu dini mevzu, meseleleri
derleyip takdim etmektir. Yoksa yüce İslam dininden bir şeyler eksiltmek veya
bir şeyler ilave etmek değildir.
Dünya var oldukça bu ve benzeri dini hizmetler devam edecektir. İyi
niyetle hizmetlerini sürdürenler sevaba nail olurlar art niyetle yaklaşanlar
ise cezalarnı çekeceklerdir. Yüce Mevla cümlemizi rahmetiyle kuşattığı
kullarından eylesin.
Bu girişten sonra "Kırk
Ayet ve Kırk Hadis" çalışması, "Sebeb-i nüzul", "Sebeb-i vürud" ve "Kutub-i Sitte" müellifleriyle ilgili az ve öz olarak değerlendirmeyi, "Kur'an ve Sünnet" hakkında kısa nüktelerle kitaba girişi takdim ediyorum. Çalışma bizden tevfik
ve inayet yüce Rabbimizdedir.
Kırk Hadis Çalışması
Türkçemize "Kırk
Hadîs" diye geçen ve belli bir konuya giren veya değişik konularda
kırk hadîsi derleyen kitaplar vardır. Bunlar da cüzler sınıfına girer, ancak
kırklı'lar mânasına erbaûniyyât denmiştir.
Bu çeşit te'lifat menşeini
Resûlullah (a.s)'ın şu sözlerinden alır:
"Kim
ümmetime, sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben kıyamet günü onun
imânına şâhid ve şefaatçi olurum."[3]
Bu hadîsin müjdesine mazhar olmak
ümidiyle ilk defa
1. Abdullah İbnu'l-Mubârek
el-Hanzalî (v. 181/797)'nin "Erba'un"u olmak üzere pek çok
âlim kırk hadis cüzleri tanzim etmişlerdir.
2. Muhyiddin b.Eslem et-Tusi'nin "Erba'un"u.
3.El Hasan b.Süfyan en-Nesai'nin "Erba'un"u.
4.Ebu Bekr el-Acurri'nin "Erba'un"u.
5. Ebu Bekr Muhyiddin b.İbrahim
el-İsbahani, İbnü'l-Mukri'nin "Erba'un"u.
6. Ebu Bekr Muhyiddin b. Abdillah
el-Cevzeki'nin "Erba'un"u.
7. Ebu Nu'aym el-İsbahani'nin "Erba'un"u.
8. Ebu Abdurrahman es-Sülemi'nin "Erba'un"u.
9. Ebu Bekr el-Beyhaki'nin "Erba'un"u.
10. Ebu'l Hasan ed-Darekutni'nin "Erba'un"u.
11. Ebu Abdillah el-Hakim'in "Erba'un"u.
12. Ebu Tahir es-Silefi'nin "Erba'un"u.
13. Dârakutnî'nin "Erbaûn"u.
14. Radıyyu'd-Dîn el-Kazvîni'nin "Erbaûn
lil-Fadli Aliyyin.
15. Hâfız İbni Hacer'in "Erba'un"u.
16. Ebu'l Kasım b.Asakir'in birkaç "Erba'un"u.
17.Ebu Sa'd el-Mali'nin "Erba'un"u.
18.Kelebazi'nin Erba'un'u.
19.Ebu Osman es-Sabuni'nin "Erba'un"u.
20.İbni
ebi's-Sayf'ın "Erba'un"u.
21.Ebu'l Kasım Hamza b.Yusuf es-Sehmi'nin "Erba'un fi Fadli'l Abbas"ı.
Erba'un kitapları daha pek
çoktur. Bunlar için Keşfu'z-zunun ile Sılatu'l-Halef'e müracaat edebilirsiniz.
Sebeb-i Nüzul ve Sebeb-i Vürud
Sebeb-i nüzul, bazen ayetin bir kısmı için
gelmiştir. Bazen de hadisin bir kısmı için gelmiştir.
Bunun misali, Ahmed bin Hanbel ve Buhari'nin Ebu Said el-Hudri(r.a)'dan
rivayet ettikleri şu hadistir. O, Resulullah (a.s)'ın şöyle dediğini
işitmiştir: "Sizden
biriniz sevdiği bir rüya görürse, o Allah'tandır. Dolayısıyla Allah'a hamdetsin
ve o rüyayı anlatsın. Fakat hoşlanmadığı bir rüya görürse o şeytandandır. Onun
şerrinden Allah'a sığınsın ve rüyasını kimseye anlatmasın. O zaman ona zararı
dokunmaz."[4]
Suyuti, yukarıdaki hadisin sebeb-i Vürûdu hakkında Ahmed b. Hanbel ve
Müslüm'in, Cabir b. Abdullah'tan rivayet ettikleri şu hadisi zikreder: "Adamın biri, Hz.Peygamber (a.s)'a gelerek şöyle dedi:
"Rüyamda başım kesilmiş yerde yuvarlanıyor ve ben de onu arkasından takip
ediyordum. Bunun üzerine Hz.Peygamber (a.s) buyurdu ki: "Bu şeytandandır.
Sizden biriniz hoşlanmadığı bir rüya gördüğünde kimseye anlatmasın ve şeytandan
Allah'a sığınsın."[5]
Dış görünüşü her ne kadar iki mevzu arasında bir yakınlığı olduğunu teyid
etse de aslında nuzül ile vurud arasında sebepler cihetiyle bir ihtilaf vardır.
Çünkü sebeb-i nuzül bazen müfessirin görüşü olmasına rağmen vurud doğrudan
hadisin meynine dayanır.
Sebeb-i Nüzul hakkında müfessirin görüşüne misal olarak Vahidi'nin
Ali-İmran Suresi hakkında zikrettiği şu hususu ele alabiliriz.
Vahidi şöyle demiştir: "Tefsirciler dediler ki: "Altmış kişilik
bir necran süvari kafilesi Hz.Peygamber (a.s)'a geldiler. on dördün içinde üçü de en büyükleri idiler.
Bunların:
Birisi El'âkıb dedikleri emîrleri ve rey sahibi
Abdülmesih idi.
İkincisi seyyid diye tabir ettikleri vezir ve müşavirleri «الايهم » idi.
Üçüncüsü de âlimleri ve üskuf yani
piskosposları ve tedrisat reisleri idi.
Bu heyet Hz.Peygamber (a.s) ile İsa (a.s) hakkında karşılıklı konuştular.
Sonra Hz.Peygamber (a.s), onlara "İsa'yı annesinin, bir kadının taşıdığı
gibi taşıdığını, sonra kadının kendi
çocuğıunu doğurduğu gibi onu doğurduğunu, sonra da çocuğun beslendiği gibi,
İsa'nın da beslendiğini ve daha sonra yiyip içtiğini ve abdest bozduğunu
bilmiyormuydunuz?" buyudu.
Onlar da "evet" dediler. Hz.Peygamber (a.s)'ın: "Öyleyse İsa sizin iddia ettiğiniz gibi nasıl Allah'ın
oğlu olabilir?" buyurması üzerine suküt ettiler.
Yüce Allah onlar hakkında Ali-İmran Suresi'nin evvelinden itibaren seksen ayeti
indirdi."[6]
Kutub-i Sitte ve Müellifleri
1-Buhârî
ve el-Câmiu's-Sahîh'i: Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail el-Buhârî (H.
194-256/M.810-870) 40 yıl süren ilmî seyahatler esnasında toplamış olduğu engin
hadis malzemesini 16 yılda tasnif ederek, "el-Câmiu's
Sahîhu'l-Müsnedü'l-Muhtasar min Umûri Rasûlillahi (a.s) ve Sünenihi ve
Eyyâmih" adlı eserini yazmıştır. Hocası İshak b. Rahuye'nin, "Rasûlüllah'ın
sahih hadislerini muhtasar bir kitapta toplasanız" tavsiyesiyle
hareket eden Buhârî, 600.000 hadis arasında seçtiği 7275 hadisi, 97 kitap ve
3400 den fazla bab'a (alt bölüm) yerleştirmiş, konuları geldikçe aynı hadisi
bir kaç yerde daha tekrar etmiştir. Bu nedenle, mükerrerler dışındaki toplam
hadis sayısı 3-4 bin civarına inmektedir. Buhârî, tercüme denilen bab
başlıklarında konuyla ilgili âyet ve hadislerden iktibaslar yapar, âlimlerin ve
bazan kendisinin görüşlerine yer verir, direkt veya endirekt yollarla
tercihlerini ihsas ettirir. Tercemelerde verdiği hadis ve haberlerin çoğu
muallak (senedsiz veya eksik senedli)tır. Daha önceki hadis mecmualarında pek
görülmeyen bu usul Buhâri'ye hastır. Bu nedenle, "Buhârî'nin fıkhı
tercemelerindedir" sözü yaygınlaşmıştır. (Yekünü 1341 olan bu tür) muallak
hadisler, Buhârî'nin kitabına verdiği isimden de anlaşılacağı gibi, sahih
hadislerin dışındadır. Tercümelerde Buhârî'nin verdiği bilgiler, hadislerin
ihtiva ettiği fıkhı malumatı kavramada çok faydalıdır. Bütün âlimlerin
ittifakıyla hadis mecmualarının ensahihi kabul edilen el-Câmiu's-Sahîh,
türkçeye de tercüme edilmiş, mükerrerlerinin çıkarıldığı Tecrid'i de tercüme ve
şerhiyle, Diyanet İşleri Başkanlığınca basılmıştır.
2-Müslim'in
el-Câmiu's-Sahîh'i: Ebu'l-Hüseyn Müslim b. Haccâc (H.202-261), 300.000 hadis
arasından seçerek tasnif ettiği kitabına,
"el-Camiu'l-Müsnedü's-Sahîh" ismini vermiş, mukaddimede tasnif
metodunu açıklamıştır. Buhârî'nin yaptığı gibi bab başlıklarında bilgi
vermemiş, hatta, bab başlığı dahi tanzim etmemiş, sadece "bab"
demekle yetinmiştir. Bugün eldeki Müslim nüshalarında bulunan bab başlıkları,
eseri şerheden İmam Nevevî'ye aittir. Müslim kitabına, mevkuf ve maktu
hadisleri almamış, muallaklara ise çok az yer vermiş, hadisleri konularına göre
bölmemiş, hadisi en çok ilgili olduğu yerde nakletmiş, metin ve sened olarak
benzerlerini bir arada ve kısaltarak tekrar etmiştir. Bu yönüyle Müslim
Buhârî'den daha derli topludur. Bu ve benzeri özelliklerinden dolayı bazı
âlimler (mesela Mağribliler) Müslim'i Buhâri'ye tercih etmişlerdir. Müslim'in
Câmi'i, 54 kitap, 1322 bab, mükerrerler dışında 3033 hadis ihtiva etmektedir.
Kadı İyaz ve İmam Nevevî başta olmak üzere pek çok âlim Müslim'i şerhetmiştir.
Müslim, sade, metin ve şerhli olarak türkçeye tercüme edilmiştir.
3-Tirmizi'nin
Câmi'i: Ebu İsa Muhammed b. İsa et-Tirmizi'nin (H: 209-279) Cami'i, es sünen
ismiyle de maruftur. Devrin âlimlerinin tetkikine sunuları ve takdir edilen
Sünen-i Tirmizi, 46 kitap, 2496 bab ve 4000 hadis ihtiva etmektedir. Hadisçilik
açısından Müslim'e, fıkhu'l-hadis (hadislerde bulunan çeşitli hükümler)
yönünden de Buhârî'ye ait özellikleri, onlara yakın ölçüde kitabında toplayan
Tirmizi, bab başlığı altında hadisleri sıraladıktan sonra şu işlemleri yapar;
hadisin sıhhat durumunu (sahih, hasen, zayıf, hasen-sahih, garib...), ravilerin
durumunu, varsa seneddeki illetleri, hadisin diğer tariklerini, sahabilerin o
konudaki başka rivayetlerini, bu hadislerle ulemânın nasıl amel ettiğini,
ittifak ve ihtilaflarını... açıklar. Hadislerden istifade için çok faydalı olan
bu açıklamalar onları, amel edilebilir hale getirir. Tirmizi üzerine de pek çok
şerh yazılmış ve eser türkçeye tercüme edilmiştir.
4-Ebu
Davud'un Sünen'i: Ebu Davud Süleyman b. Eş'as es-Sicistânî'nin (H: 202-275)
kitabı, ahkâmla ilgili hadislerin tasnif edildiği Sünen türünün en güzel
örneğidir. Kitabına, 400.000 hadis arasından seçtiği 4000 hadisi aldığını,
bunların da dört hadiste özetlenebileceğini belirten Ebu Davud; sahih, hasen,
leyyin ve amel edilebilir derecedeki zayıf hadisleri Sünen'ine aldığını söyler.
Kitabında zayıf hadislerin mevcudiyetini kabul eden Ebu Davud, muhaddislerin
ittifakla terkettikleri herhangi bir hadisi Sünen'ine almamıştır. 40 kitaptan
oluşan Sünen'e pek çok şerh yazılmış, eser türkçeye de tercüme edilmiştir.
5-Nesâî'nin
Sünen'i: Ebu Abdurrahman Ahmed b. Şuayb en-Nesâî (H: 215-303), sahih ve zayıf
hadislerden derlediği es-Sünenü'l-Kübrâ'sını istek üzerine, sadece sahih
hadisleri almak üzere ihtisar etti ve bu yeni eserine el-Müctebâ adını verdi.
Kütüb-i Sitte içinde Nesâî denince, işte bu Müctebâ kasdedilir. Sünenler içinde
en az zayıf hadis ve cerhedilmiş ravisi olan mücteba, Sahihayn'dan sonra üçüncü
kitap olarak kabul edilir. Nesâî, hadisler arasındaki çok küçük rivayet
farklarını dahi göstermiş ve rical tenkidinde büyük bir hassasiyet
göstermiştir. 51 kitap ve yaklaşık 2400 babtan oluşan Müctebâ,
türkçeye çevrilmiştir.
6-İbn Mâce'nin Sunen Ebu Abdullah Muhammed b. Yezıd
el-Kazvînî'nin (H: 209-273) Sünen'i, 37 kitap, 1515 bab ve 4341 hadis ihtiva
eder. Bu hadislerin büyük bir çoğunluğu, diğer beş kitapta (usûli hamse)
mevcuttur veya sahih ve hasen durumundadır. ibn Mâce'deki hadislerin 613 ünün
isnadı zayıf, 99 unun isnadı ise, yok hükmünde veya münker ya da
yalanlanmıştır. Bilhassa, şahıs, kabile ve şehirlerin faziletleriyle ilgili
hadislerin çoğunun uydurma olduğu söylenmiştir. Ancak, VI. asırdan sonra
Kütüb-i Sitte'nin altıncı kitabı olarak kabul edilen İbn Mâce, tertibi,
tekrardan uzak ve kısa olusu ile oldukça değerlidir. Muhammed Fuad Abdülbâkı
tahkikiyle yapılan baskı, pek çok ilmî kolaylıklar sağlamış, eserdeki zayıf
yönlere işaret edilmiştir. Bu baskı esas alınarak Sünen, şerhi de yapılmak
suretiyle türkçeye çevrilmiştir.
Kur'an ve
Sünnet
Her hadis sözdür. Fakat her söz hadis değildir.
Söz söylemek sanattır. Fakat hadis söylemek ibadettir.
Tulu kelam sui edeptir. Fakat tulu hadis sevaptır.
Konuşmak gümüştür. Sukut etmek altındır. Fakat hadis söylemek cevahirdir.
Resûlullah
(a.s): "Kim ümmetime,
sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben kıyamet günü onun imânına
şâhid ve şefaatçi olurum"[7]
Sünneti anlamak için
Peygamberi tanımak, Peygamberi tanımak için KUR’AN-I KERİM’e bakmak, bunun için
de KUR’AN-I KERİM’in dilini bilmek şarttır.
KUR’AN-I KERİM’de,
Peygamberin değerini ve yerini Allah tayin etmiştir. Hz.Muhammed (a.s)’ın
Peygamberliğini Allah seçmiştir. Yüce Allah'ın verdiği bir kararı inkar etmek
küfür, ihmal etmek ise cürümdür.
قُلْ
اِنْ
كُنْتُمْ
تُحِبُّونَ
اللّهَ فَاتَّبِعُونى
يُحْبِبْكُمُ
اللّهُ
وَيَغْفِرْ
لَكُمْ
ذُنُوبَكُمْ
وَاللّهُ
غَفُورٌ رَحيمٌ
“(Resûlüm!) De ki: Eğer
Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir"[8]
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اَطيعُوا اللّهَ
وَاَطيعُوا
الرَّسُولَ
وَلَا تُبْطِلُوا
اَعْمَالَكُمْ
"Ey
İman edenler! Allah ve resulüne itaat edin ki, amelleriniz boşa
gitmesini." [9]
Yüce Allah'a olan sevginin
ifası, Hz.Muhammed (a.s)’e saygı ile mümkündür.
Yüce Allah (cc)'ın katında,
KUR’AN-I KERİM’de değeri olan bir Peygambere hayatında yer ve değer vermeyen
birilerin durumu biraz durup düşünmek lazım.
Sünnetsiz KUR’AN-I KERİM’i
anlamaya çalışanların niyetlerini biraz durup düşünmek lazım.
KUR’AN-I KERİM’in muhafazası
Allah'a aittir. Sünnetin muhafazası ve tespiti ise alimlere aittir.
KUR’AN-I KERİM ilahidir.
Sünnet ise nebevidir.
KUR’AN-I KERİM sünnetsiz
anlaşılmaz. Sünnet ise KUR’AN’sız olamaz.
KUR’AN-I KERİM İlahi
menşelidir. Sünnet ise Peygamber menşelidir. Hz. Peygamber, Yüce Allah'ın
emirlerinin nasıl yapılması ve ne şekilde anlaşılması gerektiğini sağlardı.
Hz.Peygamber, bir beşerdi.
Fakat vahyin kontrolü altındaydı. Hz.Peygamber, KUR’AN-I KERİM’in dışında söz
ve hareket etmezdi. Çünkü o, KUR’AN-I KERİM’in canlı ve yaşayan örneğiydi.
Hz.Peygamberin ahlakı,
Kur'an ahlakıydı. Bunun için ona yürüyen iki ayaklı Kur'an diyorlardı.
Hz.Peygamberin her şahsi
tavrı Nebevi idi. Fakat her şahsi tavrı uyulacak sünnet değildir.
Sünnet: Yol, yöntem ve
tavırdır. Her sünnet yoldur. Fakat her yol sünnet değildir. Hz. Peygamberin
şahsi ve evrensel olmak üzere iki türlü hali vardı. Şahsi olanı kendisini ve
yöresini bağlar, evrensel olanı ise kıyamete kadar Müslümanları bağlayıcıdır.
Hz. Peygamberin şahsi ve yöresel olan yönü adettir. KUR’AN’ın anlaşılması,
yaşanılması ile ilgili yönü ise ibadettir.
Her sünnet ibadettir, her
sünnetin terki ise bid'attır. Her sünnet bir bid'atı giderir, her bidat ise bir
sünneti yok eder ki, bu da günahtır. Her sünnet bireysel ve toplumsal bir
adettir. Fakat her bireysel, toplumsal adet sünnet değildir. Adetler, Kur'an ve
sünnete zıt ise merduttur, Kur'an ve sünnete zıt değil ise mubahtır.
Her sünnet hadistir, ama her
hadis sünnet değildir. Çünkü söylenip de daha yaşanmamış, yaşanıp da sözle
ifadesi yetersiz olan birçok sünnetler vardır.
Her hadis kelamdır, ama her
kelam hadis değildir. Sözün kendisi değil, Onu söyleyen önemlidir. Bunun için
her sözden ibret alınabilinir.
Hadissiz sünnet, sünnetsiz
Kur'an, KUR’AN’ sız din, dinsiz iman, imansız İlah olamaz.
Her sünnetsiz ibadet eksik,
her ibadetin eksikliği ise adetlerin ibadetleşmesidir. İbadetleşen her adet,
bidatlerin çıkmasıdır.
Her bid’atın dinin içten yara almasıdır. Dini yara almış olanların dünyası rezillik, ahiretleri ise rüsvalıktır.
***
Sonuç olarak: İslama Hizmetleriyle
nam bulmuş bizden önceki geçmişleri hayırla yad ediyor, geride kalan ve İslama
hizmeti şiar edinen bütün ehli hizmet olanların hizmetlerinden başarılar diler,
bu acizane çalışmayı yayına hazırlamada emeği geçen bütün dostlarıma teşekkür
ediyorum.
Unutmamalıyız ki, sebep ve sonuçları tayin ve takdir eden yüce Allah
(cc)'dır. Gayret bizden takdir yüce Allah'tandır.
Hatalarım için yüce Allah'tan affımı siz değerli okuyuclardan da
hakkınızı helal etmenizi diliyor, eleştirilerinizi bekler ve bir dahaki İslam
hazinesinin kalesindeki habbede buluşmak dileğiyle.
Bu acizane hizmeti, hain akraba ve dostlarının
ihanetine maruz kalan ve çatlayarak ölen rahmetli babama ve çocuklarını okutmak
için ayakkabısını satan anneme ithaf ediyorum.
Muhammed Salih
Adıyaman\Besni Ocak 2005
NİYET
Birinci Ayet
لَايَتَّخِذِ
الْمُؤْمِنُونَ
الْكَافِرينَ
اَوْلِيَاءَ
مِنْ دُونِ
الْمُؤْمِنينَ
وَمَنْ
يَفْعَلْ
ذلِكَ
فَلَيْسَ
مِنَ اللّهِ
فى شَىْءٍ
اِلَّا اَنْ
تَتَّقُوا
مِنْهُمْ
تُقيةً
وَيُحَذِّرُكُمُ
اللّهُ
نَفْسَهُ
وَاِلَى
اللّهِ
الْمَصيرُ
"Müminler
müminleri bırakıp da, kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa,
ona Allah'tan hiçbir şey (=yardım) yoktur. Eğer ki,
onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız. Allah
size, asıl kendinden
korkmanızı emrediyor. Nihayet gidiş de ancak onadır." [10]
Ayetin Nüzûlü[11] ve Açıklaması
"Mü'minler
mü'minleri bırakıb da kâfirleri evliya' ittihaz etmesin." [12] Mü'minler, iman hasletini küfür hasletine karıştıracak ve müminlere şimdi
veya gelecekte zararı dokunacak, İslam'ın
faydasına aykırı olabilecek bir şekilde kâfirlerle sırdaş olmasın, sevgisini, buğzunu hep Allah için yapsın.
-Bu hadisin sebebi nüzulünde dört rivayet nakletmişlerdir.
1-Yehudîlerden Haccac ibni Amir, Kehmes ibni Abdülhakık, Kays ibni
Zeyd, Ensardan bazılarına gizlice gelirler, kafalarına kötü şey sokup dinlerini bozmak istiyorlardı. Rifaa ibni Münzir ve Abdurrahman ibni
Cübeyr ve Said ibni Hayseme radıyallahu anhüm, bu müslümanlara o Yehudîlerden
sakınmalarını tavsıye ettiler, dinlemediler. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.
2- Müslimanlardan Hatıb ibni ebi beltea gibi bazı kişiler Mekke kâfirlerine gizlice görüşüyorlardı, Allah Tealâ bunu yasak etti.
3-Münafıkların reisi Abdullah ibni Übeyy ve taifesi Yehudîlerle ve müşriklerle dost olup,
onlara bilgi veriyorlar, Resulullah (a.s) aleyhine dedikodu ediyorlardı,
mü'minler bundan men edildiler.[13]
Bu ayetteki; "meğer ki onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız"[14] hükmünün tefsîrini İbn
Abbas şöyle yapar. "Bu, kalbi iman ile dopdolu olduğu halde, diliyle küfür kelimesini söyleyip, işkence ve ölümden kurtulmuş olmasıdır. Böyle yapan kimse hem hayatını
kurtarır, hem de o anda günahı kaldırıldığı
için, sorumlu olmaz."[15]
İbn Kesîr, bu konudaki ruhsatı şöyle açıklar: "Bazı yer ve zamanlarda inkârcıların şerrinden korkanlar, niyyet ve kalblerinden değil de, dış
görünüş bakımından kendilerini koruyacak şekilde davranabilirler." [16]
Ayette anlatılmak istenen aşağıdaki hadisin beyanı
üzere müminin niyeti amelinden daha efdaldir. Çünkü yapılan işin ibadete tekabulü
ancak niyetle olur. Kimin ne niyet taşıdığını da ancak Allah bilir.
Burada mumine düşen ibadetten ziyade niyetini halis
tutmasıdır.
Birinci Hadis
إنَّمَا
اْلاَ
عْمَالُ بِالنِّيَّاتِ
وَإنَّمَا لِكُلِّ
امْرِئٍ مَا نَوَى،
-Resûlullah (aleyissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ameller
niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır."[17]
Hadisin Vürûdu[18]
ve Açıklaması
1-Vürudu: Hz. Ömer (r.a)
anlatıyor: [19]
Resûlullah (aleyissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ameller niyetlere
göredir. Herkese niyet ettiği
şey vardır. Öyleyse kimin hicreti Allah'a ve
Resûlüne ise, onun hicreti Allah ve Resûlünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikâhlanacağı bir kadına
ise, onun hicreti de o hicret ettiği
şeyedir."[20]
Bu hadisin vürud
sebebiyle ilgili olarak, bazı kaynaklarda şu açıklamaya rastlanır: Resulullah'ın Medine'ye hicret etmesi üzerine
Müslümanlar Mekke'yi terkederler. Resûlullah'ın emrine uyarak
hicret edenlerden biri de Ümmü Kays adında bir kadındır. Bununla evlenmek düşüncesinde olan bir erkek, kadının: "Hicret etmezsen seninle evlenmem" demesi üzerine,
onunla evlenmek için hicret eder ve Medine'de evlenirler. Herkes Allah ve
Resulü'nün rızası için hicret ederken, sırf Ümmü Kays'la evlenmek için hicret
eden bu şahısın niyeti herkesçe bilindiği için adama Ümmü Kays'ın muhâciri
manasında "Muhâciru Ümmü Kays" lakabı
takılmıştır.
Gerçi rivâyette
sarîh olarak "Resûlullah bu hâdise üzerine niyet
hadisini îrad buyurmuştur" denmez ise de, geçen ibare, zihinlerde
bir irtibata sebep olmuştur.[21]
Bu girişten
sonra niyetin önemini ve İslam dindeki yerini açıklamaya çalışalım.
2-Niyet: Azim, kasıt, kesin irade;
kalbin bir şeyi bilmesi; kalbin bir şeye karar verip, o işin niçin yapıldığını
bilmesi anlamında bir fıkıh terimi. Çoğulu "niyyât"dır.
Niyet-İbadet İlişkisi:
Hanefilere ve bir rivayette İmam Mâlik'e göre abdest ve
gusülde niyet farz değil sünnettir. Delil; abdest ayetinde; "Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman
yüzlerinizi ve dirseklerinizle birlikte ellerinizi yıkayın. Başınıza meshedin.
Her iki topuğunuzla
birlikte ayaklarınızı da (yıkayın)"[22] buyurularak abdestin dört
farzı belirlenmiş, niyetten söz edilmemiştir. Hadislerde de niyetten
söz edilmemiştir. Diğer yandan necâsetten taharet ve setr-i avret gibi namazın diğer şartlarında da, niyetin şart olmayışına kıyas yapılmıştır.
İmam Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve başka görüşünde İmam Mâlik'e göre ise
abdestte niyet farzdır. Delil; "Ameller niyetlere göredir" hadisi ile namaz ve
teyemmümde niyetin farz oluşuna kıyastır. Ayrıca ibadette ihlâsın gerçekleşmesi ve abdestin namaz için
emredilmiş olması onların dayandığı delillerdendir.[23]
Teyemmüm abdestinde niyet farzdır. Abdestin yerini alan yeni
bir temizlik türü olduğu için niyetsiz olarak geçerli olmaz. İmam Züfer'e göre, teyemmümde
niyet farz değildir.[24]
Namaz konusunda niyet namazın şartlarından olup, Allah rızası için ihlâsla namaz kılmayı dilemek ve hangi namazın kılınacağını bilmekten ibarettir. İbâdetin âdetten ayrılması ve ihlâsın gerçekleşmesi için niyet bir farzdır. Bu da ibadeti yalnız Allah'a tahsis etmeyi
gerektirir. Ayette şöyle buyurulur:
وَمَا
اُمِرُوا
اِلَّا
لِيَعْبُدُوا
اللّهَ
مُخْلِصينَ
لَهُ الدّينَ
حُنَفَاءَ
وَيُقيمُوا
الصَّلوةَ
وَيُؤْتُوا
الزَّكوةَ وَذلِكَ
دينُ
الْقَيِّمَةِ
"Oysa
onlar, yalnız dini
kendisine tahsis ederek... Allah'a ibadet etmekle emrolundular."[25]
“Ameller niyetlere göredir" hadisi de başka bir delildir. Niyet kalbe
ait olmakla birlikte dil ile de söylenmesi daha uygundur. Bu müstehaptır. Çünkü burada dil kalbe
yardımcı olur. "Niyet ettim bu günkü öğle namazının farzını kılmaya" demek gibi. Farz namazın veya vitir, tilâvet
secdesi, adak ve bayram namazları gibi vacib bir namazın niyetinde bu namaz
cinsinin belirtilmesi gerekir. Nitekim kaza namazlarında da hem vaktin hem de "ilk
veya son kazaya kalan" şeklinde günün belirlenmesi gerekir.
Meselâ; "Bugünkü Cuma namazının farzına veya kurban bayramı namazına niyet ettim" demek gibi. Genel olarak "farz
namaza"
diye niyet etmek yeterli değildir. Nâfile namazlarda; "Niyet
ettim şu vaktin ilk veya son sünnetini kılmaya" diye niyet edilir. Bununla birlikte nafilelerde
mutlak niyet de yeterlidir. Müekked veya gayri müekked sünnet olduğunu veya rekat sayısını tayin etmek gerekmez. Yalnız teravih namazı için, "Teravih
namazını veya vaktin
sünnetini kılmaya niyet
ettim"
denilmesi ihtiyata daha uygundur. Diğer yandan namazlarda niyet
ile tekbir arasına, namaza aykırı bir fasıla girmeksizin, niyetin
namaza bitişik olması gerekir. Bu fasıla namazda yapılması uygun olmayan yeme, içme,
konuşma gibi işlerdir. Fakat arada abdest almak, ön safa namaz için yürümek gibi namaza
ait bir fasıla olursa bunun zararı bulunmaz.[26]
Oruç ister farz, ister kaza veya nafile olsun bütün çeşitlerinde niyet şarttır. İbâdeti âdetten ayırmak için namazda olduğu gibi oruçta da niyet
gerekir. Oruç zimmette borç olan bir oruç ise buna geceden niyet edilmesi ve
belirlenmesi gerekir. Ramazan orucunun kazası, bozulan nafile orucun
kazası ve keffâret oruçları gibi. Bu çeşit oruçlara niyetin
geceleyin veya en geç ikinci fecrin başlangıcında yapılması şarttır. Çünkü bu oruçlar için İslâm'ın belirlediği bir gün yoktur. Bu yüzden
bunu oruç yükümlüsünün niyetiyle belirlemesi gerekir.
Diğer yandan akşamdan böyle bir oruca karar verilmiş veya bunun için sahura kalkılmış olması da niyet yerine geçer. Bazı oruçlara ise geceden
niyetlenmek şart değildir. Ramazan orucu, zamanı belli adak orucu, bütün
nâfile oruçlar bu niteliktedir. Bu gibi oruçlara akşam güneşin batışından, ertesi gün, gündüzün
yarısından öncesine kadar niyet
edilebilir. Fakat güneşin batmasından önce veya tam istivâ
zamanında yahut öğleden sonra akşama kadar hiçbir oruca niyet
edilemez. Bu konuda mukîm ile yolcu veya hasta ile sağlam kimse arasında bir fark yoktur.[27]
Hz. Peygamber (a.s) bir gün Hz. Âişe'ye şöyle buyurmuştur: "Yanınızda öğle yemeği var mıdır?" Hz. Âişe; "Hayır" diye cevap verince,
Allah Elçisi: "O halde ben oruç tutuyorum" buyurdu.[28]
Mâlikîlere göre her çeşit oruca, geçerli olması için güneşin batması ile fecrin doğuşu arasında niyetlenmiş olmak şarttır. Şâfiîler'e göre ise yalnız nafile oruçlara zevalden
önceye kadar niyet edilebilir. Diğer oruçlara ise geceden
niyet etmek şarttır.[29]
Niyetin hac ibadetine etkisi haccın çeşidini belirlemede görülür. İfrad, Temettu' veya Kıran haccı yapacak kimse mikatta
ihrama girerken buna uygun olarak niyet eder. İhrama girerken mücerred hac
için niyet edilmişse, umre yapılmaksızın yalnız hac ibadetini ifa etmekle
yetinilir. İhramda kalış Akabe cemresini yapıncaya kadar devam eder. Akabe cemresinden sonra
isterse nafile olarak kurban keser, sonra traş olur ve ihramdan çıkar. Temettü haccı ise; hac aylarında, önce umre niyetiyle
ihrama girip umreden sonra ihramdan çıkılması, sonra yeniden hac için
ihrama girilmesi suretiyle yapılan hac türüdür. Aynı hac mevsimi içinde umre
yaptıktan sonra ihramdan çıkmadan yapılan hacca da "Kıran haccı" denir. Temettu ve Kıran haccı yapanlara şükür kurbanı kesmek vacib olur.[30]
Kurban ibadetinde de niyetin önemi büyüktür. Çünkü bayram günü sırf fakirlere dağıtmak amacıyla bazı hayvanlar kesilip dağıtılsa, kurban niyeti olmadıkça sadece sadaka ecri alınabilir. "Besmele" kasten terkedilerek hayvanın kesilmesi halinde, etini
yemek veya fakirlere yedirmek haramdır. Kurbanda, Yüce Allah'a
ulaşan et
veya deriler değil; niyet, ihlâs ve takvâdır. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
لَنْ
يَنَالَ
اللّهَ
لُحُومُهَا
وَلَا
دِمَاؤُهَا
وَلكِنْ
يَنَالُهُ
التَّقْوى
مِنْكُمْ
"Onların ne etleri, ne kanları hiç bir zaman Allah'a ulaşmaz. Fakat sizden O'na yalnız takva ulaşır."[31] Kurban'da niyetin şart olması, onu âdet gereği hayvan kesmekten ayırmak içindir. Bu konuda
delil yine Ameller niyetlere göredir" hadisidir.[32]
İtikâf yapacak olan kimsenin buna niyet etmesi
gerekir. Niyetsiz yapılacak bir itikaf geçerli olmaz. Adanan bir itikâfta,
ayrıca bunun
dil ile de ifade edilmesi gerekir.[33]
Zekâtta da, diğer ibadetlerde olduğu gibi niyet şarttır. "Ameller
niyetlere göredir" hadisi burada da delildir. Nafile sadakadan zekâtı ayıran, niyettir. Zekatı yoksula verirken veya bu
amaçla ayırırken zekât olduğuna kalben niyet edilmesi yeterlidir. Dil ile
söyleme şart değildir. Bir kimse bir malı yoksula niyetsiz olarak verse, sonradan zekâta
niyetlense, eğer bu mal henüz yoksulun elinde mevcutsa niyet geçerli olur. Zekâtta
vekilin değil, mal sahibinin niyeti geçerlidir. Mal sahibinin, malını yoksula verirken "bunu niçin
veriyorsun?" gibi bir soruya düşünmeksizin "zekât olarak veriyorum" diyebilecek bir halde
bulunması niyet yerine geçer. Zekâta niyet etmeksizin malının tamamını tasadduk eden kimseden
zekât borcu düşer.[34]
Niyet, cenaze namazının şartıdır: Bu niyette ölünün erkek
veya kadın, küçük erkek veya kız çocuğu olduğu belirtilir. İmam olan kimse, Allah
Teâlâ'nın rızası için hazır olan cenaze namazını kılmaya ve o cenaze için dua etmeye niyet ederek
namaza başlar. Ayrıca imamlığa niyet etmesi gerekmez. Cemaatten her biri de Allah rızası için o cenaze namazını kılmaya ve onun için duaya ve
imama uymaya niyet eder. Ölü erkek ise: "Şu hazır erkek cenaze için", "Şu hazır kadın cenaze için" diye
niyet edilir. Çocuklar için de bu şekilde niyet edilir.
Cemaatten biri sağırlığı veya sonradan yetişmesi gibi başka bir sebepten ötürü
cenazenin erkek mi kadın mı olduğunu anlayamasa; "Üzerine
imamın namaz kılacağı ölüye, imam ile birlikte namaz kılmaya ve dua etmeye" diye niyet eder.[35]
Niyetin
Muâmelâta Etkisi:
Nikâh akdinin rükün ve şartları bulunup, "evlenmek", "zevce olarak kabul etmek", "nikâhlamak" gibi açık anlam ifade eden
sözcüklerle yapılması halinde niyet önemini kaybeder. Hattâ bu konuda şaka iddiası bile dikkate alınmaz. Çünkü Allah elçisi:
"Üç şey vardır ki, ciddisi de ciddi şakası da ciddidir. Nikâh, talâk ve ric'î talakla boşanılan kadına yeniden dönmek."[36]
Ancak Hanefi ve Mâlikîlere göre, temlik ifade eden hibe, atiyye, sadaka,
ödül gibi terimlerle akdedilecek bir nikâh; "tarafların o anda nikâhlanma niyetinin bulunması ve şahitlerin de
konuyu evlilik olarak anlamaları şartıyla" sahih olarak meydana gelir.
"Kendimi
sana hibe ettim", "sadaka
olarak verdim", "ödül
olarak kabul ettim" gibi. Çünkü evlilik akdi diğer akitlerde olduğu gibi tarafların karşılıklı rızasına dayanır, onların rıza ve iradelerine delâlet
eden her lâfızla meydana gelir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de "hibe" lafzı nikâh için kullanılmış.[37] Hz. Peygamber (a.s) de "temlik" sözcüğünü kullanarak iki sahabeyi
evlendirmiştir.[38]
Burada evlenme niyeti ve merasimin bu amaçla düzenlenmiş olması, onu diğer akitlerden ayırmaktadır.[39]
Boşanma konusunda, eşin boşamaya delâlet eden açık sözlerle boşanması hâlinde niyete bakılmaksızın boşama meydana gelir. "Seni
bir talakla boşadım"; "Seni bir bain talakla boşadım" demek gibi... Bu açık sözlerin şaka niyetiyle söylenmesi de
sonucu değiştirmez.[40]
Ancak boşama "kinayeli sözcük"le olmuşsa niyetin bulunması gerekir. Kinâyeli sözcük,
boşama
anlamında da başka anlamda da kullanılabilen sözcüklerdir. "Çık git",
"İddet bekle", "Üçten dokuza şart olsun" gibi. Diğer yandan Hanefi ve
Hanbelîlere göre kinâyeli sözcükle boşamada; öfke hali, boşama işini müzakere hali veya rıza hali söz konusu olursa
niyete bakılmaksızın hâkimin boşamaya hükmetme imkânı vardır.
Meselâ; şiddetli geçimsizlik ve münakaşa sırasında eşine; "iddet
bekle”, "rahmini temizle" gibi sözlerin kullanılması kazâen boşama sayılır. Niyet edip etmemesi
sonucu değiştirmez. Bu durumda koca "talaka niyet etmedim" derse, diyâneten tasdik
olunur, yani vicdanı ile başbaşa bırakılır. Yine eşler boşanma işini müzakere ederken, kadının boşanma istemesi üzerine, kocanın ona, "iddet
bekle"
demesi halin delâletinden boşama anlamına gelir ve kazâen boşama meydana gelir. Boşama işi müzakere edilmediği ve öfke hali de bulunmadığı bir sırada koca hem boşamaya hem de başka anlama gelebilen bir
sözle boşaması hafinde niyet olmaksızın talak meydana gelmez.
Koca; "Ben bu sözümle boşamayı kasdetmedim" derse yeminiyle tasdik edilir. Şafii ve Mâlikî'lere göre ise
bütün kinâî lafızlarla boşamada niyet şarttır. Burada müzakere veya öfke hafi gibi "lafzın kullanıldığı sırada karı-kocanın özel
durumu karinesi"ne itibar edilmez. Koca, "talak kasdetmediğini" söylerse yeminiyle tasdik
olunur. Ancak yeminden kaçınırsa boşamaya hükmedilir.[41]
Alış-verişlerde niyet icap ve kabul iradesinin açıklanmasıyla ortaya konur. İcâp ve kabulde söze değil anlama itibar edilir.
Temlik veya temellûk ifade eden sözcüğün taraflarca hangi anlamda
kullanıldığı araştırılır ve ona göre sonuca varılır.
Meselâ; bir kimse diğerine "bunu sana yüz bin lira karşılığında hibe
ettim"
dese, alıcı da kabul edince "hibe" değil, "satış" meydana gelir. Ancak, önce sözcük ve anlamı birlikte alınır, sözcükle anlam uyuşmazsa anlamı esas alınır. Hz. Peygamber, "Ameller
niyetlere göredir" buyurmuştur.
Mecelledeki; "Bir işten maksat
ne ise hüküm ona göredir."[42]
"Ukûd'da itibar makâsıd ve meânîyedir, elfâz ve mebâniye değildir"[43] kaideleri bu prensibin
kanun metni halini almış ifadeleridir.
Kişinin zor karşısında niyetinden farklı irade beyanında bulunması halinde Hanefilere göre satım akdinde ihtiyarın olup, rızanın bulunmaması, akdi fasit kılar. Eksik kalan bu rıza ikrah kalktıktan sonra tamamlanırsa, akit sıhhat kazanır. İmam Züfer'e (ö. 158/775)
göre ise böyle bir satım akdi, zorlananın korkutma kalktıktan sonra vereceği icâzete bağlı olarak sahihtir. Yani "mevkûf
satım akdi" sayılır.[44]
Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise, ikrah halinde hür
iradeler teşekkül etmediği için akit geçersizdir. Çünkü Allah elçisi: "Ümmetimden
hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeyin hükmü
kaldırılmıştır."[45]
Bazan alış-verişte irade ve beyan arasındaki uyumsuzluk tarafların rızası ile bilerek meydana
getirilir. Buna "muvazaalı akit" denir. Böyle bir akit,
üçüncü kişileri yanıltmak için yapılır. Başkasına kefil olan kimse, icra
memurlarından kurtulmak için, otomobilini bir arkadaşına "âriyet" olarak bırakıp, resmî yolla "satış akdi" yapmış olsa; Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî'ye göre, dışa karşı açıkça yapılan satım akdi geçerli olur. Çünkü
temyiz gücü bulunan ehliyetli kişinin yapacağı akit, sahihe hamledilir.
Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise, gerçek irade ve niyetlerine uygun olan gizli "hibe
sözleşmesi" geçerli kabul edilir.[46]
İslâm Ceza
Hukukunda Niyetin Yeri
Ceza hukukunda suça verilecek ceza veya suçun niteliğini belirlemede kasıt ve niyet, önemli unsurlardır. Câninin suçu işlemeyi kastederek silâh, bıçak, kasatura gibi öldürücü
alet kullanması hâlinde suç kasden-amden işlenmiş olur. Yine suçun kasıt olmakla birlikte her zaman
öldürücü olmayan baston, sopa ve vurma gibi bir yolla işlenmesi halinde şibh-i amd yoluyla işlenmiş sayılır. Kasıt olmaksızın ava atış yapıp, yanlışlıkla bir insanın ölümüne sebep olmada ise "hata
yoluyla" suç işleme söz konusu olur. Burada âkileye diyet, suçu işleyene de keffâret cezası uygulanır.[47]
Bir suçun zorlanarak işlenmesi halinde suç işleme kastının bulunmaması sebebiyle, bazı durumlarda ceza zorlayana
uygulanır. Meselâ; zorla ırzına geçilen kadına zina cezası uygulanmaz. Yanlışlıkla başkasının malını telef eden bunu tazminle
yükümlüdür Hata ile yaralamalarda kısas değil tazminat cezası uygulanır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve yapmaya
zorlandıkları şeyin hükmünü
kaldırmıştır."[48]
"Üç kişiden kalem kaldırılmıştır, erginlik çağına
kadar çocuktan, iyileşinceye kadar
akıl hastasından
ve uyanıncaya kadar
uyuyandan."[49]
4-
İnsanın elde ettikleri, üç şeyledir:
a)
Kalp
b)
Dil
c)
Uzuv
İMAN ve ŞİRK
İkinci Ayet
اِنَّ
اللّهَ لَا
يَغْفِرُ
اَنْ
يُشْرَكَ بِه
وَيَغْفِرُ
مَا دُونَ
ذلِكَ لِمَنْ
يَشَاءُ
وَمَنْ
يُشْرِكْ
بِاللّهِ فَقَدْ
ضَلَّ
ضَلَالًا
بَعيدًا
"Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka
günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa büsbütün
sapıtmıştır. " [50]
Ayetin
Nüzulü ve Açıklaması
(اِنَّ
اللّهَ لَا
يَغْفِرُ
اَنْ
يُشْرَكَ بِه
وَيَغْفِرُ
مَا دُونَ
ذلِكَ لِمَنْ
يَشَاءُ) "Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka
günahları dilediği kimse için bağışlar."[51] Tu'me b. Übeyrik hırsızlık edip
de Resulullah (a.s)'ın, elinin kesilmesine hükmedince Mekkeye kaçarak İslam'dan
döndü. Bunun üzerine yukarıdaki ayet nazil oldu. Bunabinaen
şirk hem hakka bir iftira ve büyük günah, hem de bir uzak dalalettir. Ve her
iki surette de büyük zulümdür.[52]
"Allah kendisine ortak koşma suçunu kesinlikle
bağışlamaz. Bunun dışındaki suçları dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak
koşarsa gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüş olur."[53]
Bu cüzde daha önce geçen benzeri ayetin açıklamasında
söylediğimiz gibi Allah'a ortak koşma; Arap cahiliyesinde ve diğer eski
cahiliyelerde görülen; açıkça Allah'la beraber başka ilahlar edinmek şeklinde
gerçekleşebildiği gibi, yüce Allah'ı ilahlığın özelliklerinde birlememek ve bu
özellikleri bazı insanlara tanımak şeklinde de gerçekleşebilir. Kur'an-ı
Kerim'in "Hahamlarını ve papazların Allah'tan başka rabler
edindiler"[54]
dediği yahudi ve hıristiyanların şirki bu tür bir şirktir. Onlar, hahamlarına
ve papazlarına Allah'la birlikte ibadet emiyorlardı. Sadece Allah'ın dışında
onlara kanun koyma hakkını tanıyorlar, kendilerine haramlar ve helaller
belirliyorlardı. İlahlığın başta gelen özelliklerinden birini onlara
vermişlerdi. Böylece şirk sıfatını hakketmişlerdi. Bu yüzden onlar hakkında,
emredildikleri tevhide muhalefet ettiler denmişti. "Oysa bir tek ilaha
kulluk etmekten başka bir şeyle emr olunmamışlardı."[55]
Allah diledikçe, tüm diğer günahlar için bağışlanma
kapısının açık olmasına rağmen, -kişi bu inanç üzere ölürse- şirk suçu için
bağışlanma söz konusu değildir. Şirk suçunun bu denli büyütülmesinin,
bağışlanma dairesinden çıkarılmasının nedeni; Allah'a ortak koşanın, bütünüyle
iyilik ve doğruluğun sınırlarından çıkması, fıtratının hiç bir zaman
düzeltilmeyecek şekilde bozulmuş olmasıdır:
"Kim Allah'a ortak koşarsa gerçekten koyu bir
sapıklığa düşmüş olur."
Şayet fıtratta bozulmamış bir tek ip kalmış olsaydı,
ölümden bir saat önce de olsa onu, Rabbinin birliğini kavramaya zorlardı. Ancak
can boğaza dayandığı halde, hâlâ şirkte ısrar ediyorsa, işi bitmiştir ve artık
azabı hakketmiş demektir.
"Sonra da cehenneme atarız. Orası ne kötü bir
dönüş yeridir." [56]
Allah'a ortak koşmak, hiç af olunmayacak büyük bir günahtır. Çünkü
Allah kendisine ortak koşmasını asla affetmeyeceği bir cürüm olarak yukarıdaki
ayette beyan buyurmuştur.
Aşağıdaki hadisi şerif ise
yukarıdaki ayeti pekiştirme sadedinde güzel bir açıklama gelmiştir.
Ayet ve hadisin bu noktada paralel arzettiğini müşahade ediyoruz.
Yüce Allah cümlemiz şirkin
kötü cürmünden koruyup muhafaza eylesin.
İkinci Hadis
مَنْ
مَاتَ مِنْ
أُمَّتِكَ لَا
يُشْرِكُ
باللّهِ شيئاً
دخلَ
الجَنَّةَ.
"Ümmetinden kim Allah'a herhangi bir şeyi ortak kılmadan
(şirk koşmadan) ölürse cennete girer."[57]
Hadisin Vürûdu
ve Açıklaması
1-Vürûdu: Buhari, Ebû Zerr-i
Gifârî[58] radiya'llâhu anh'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
Ben (bir seferde) Nebî salla'llâhu aleyhi
ve sellem ile berâber bulundum. (Avdetde) Resûlullâh onu yâni Uhud dağını görünce:
- Benim için Uhud'un altın olmasını, ondan
(meselâ) bir dînârın üç günden fazla yanımda beklemesini arzu etmem. (O) bir
dînârı (da) ben, yalnız borç (ödemek) için hazırla (mak iste) rim, buyurdu.
Sonra Resûlullâh (devâmla):
- (Malca) çok (zengin) ler vardır ki,
onlar, (sevabca) çok azdırlar. Meğer ki, onlar mallarını şöyle böyle sarf etmiş
olalar. Bu insanlarsa her halde azdır, buyurdu. Sonra Resûlullâh bana:
- (Ben yanına gelinceye kadar) yerinde
dur! buyurup uzak değil (şöyle yakın) gitti. Bu sırada ben bir ses işittim de
Resûlullâh'ın yanına gelmek istedim. Sonra Resûlullâh'ın: ben gelinceye kadar
yerinde bekle! buyurduğunu hatırladım (da vaz geçtim). Resûlullâh gelince:
-Yâ Resûla'llâh! O işittiğim (ne idi?);
yâhud o işittiğim ses (ne idi?) diye sordum. Resûlullâh:
-Sen de (böyle bir ses) işittin mi?
buyurdu. Ben de:
-Evet, dedim. Resûlullâh:
-Yanıma Cebrâil Aleyhi's-selâm gelmişti de
bana o:
-Ümmetinden her kim Allâh'a hiç bir şey'i
şerîk koşmayarak (tevhîd akîdesiyle), ölürse, Cennet'e dâhil olur, dediğini
hikâye buyurdu. Ben:
-(Yâ Resûla'llâh!) şöyle (zinâ gibi),
şöyle (hırsızlık gibi) bir günâh işlerse de mi? diye sordum.
Resûlullâh:
- Evet! diye tasdîk buyurdu.[59]
Şirk:
"Şe-ri-ke"
fiilinin masdarı, ortak olma demektir. Dinî anlamda şirk,
Allah'a eş ve ortak koşma
manasına gelir.
Bu fiilin dört harfli "if'âl"
babındaki şekli
"eşrake"dir
ve ortak tanıma, ortak koşma
demektir. Bu babın ismi faili olan "müşrik"
de, ortak koşandır.[60]
Şirk,
aynı kökten gelen kelimelerle birlikte, Kur'an'da
yüzelliyi aşkın
yerde geçmektedir.
Kur'an-ı
Kerim'i incelediğimiz zaman, şirke
düşen insanların
nefislerine tabi olarak tevhide karşı
çıkmalarının
neticesinde bu duruma düştüklerini görüyoruz.
Bütün müşrik toplumlarda, genellikle ahlaksızlık,
nefis duyguları, zulüm, hırs,
azgınlık, taşkınlık
ve menfaatperestlik hakimdir. Şirkin temeli, insanların
Allah'a tam manasıyle inanmamaları,
O'nun emir ve yasaklarına gerektiği
gibi uymamaları ve ondan sonra yukarıda
arzedilen süfli bir duruma düşmelerine dayanır.
Bu husus birçok âyette dile getirilmiştir.[61]
Kur'an âyetlerinden başka,
çeşitli hadislerde ve ilmî eserlerde de şirk
konusuna geniş yer verilmiştir.
Allah'ın birliğine
ortak kabul etmek şirk olduğu
gibi, kudret ve tasarrufunda O'na ortak kabul etmek de şirktir.
Şirk'in diğer
bir çeşidi de, yalnız
Allah'tan beklenmesi gereken sonuçları,
Allah'tan başka güç ve kişilerden
beklemektir.
Şirk'in
zıddı tevhiddir. O da, Allah'ın
varlığını
ve birliğini kabul etmekle beraber, O'nun tasarruflarında
tek kudret sahibi olduğunu, hüküm ve irâdesinin
her şeyin üstünde bulunduğunu
kabul etmektir. İslâm dininde tevhid esastır.
Hemen hemen bütün ibâdetlerin ana gayesi çeşitli
konularda müslümanların arasında
birliği sağlamaktır.
Dünyanın her yerindeki müslümanların
aynı ezanı
okumaları, ibadetlerinde aynı
kıbleye dönmeleri, tevhidin birer göstergesidir. Şirk
bunun tam zıddıdır.
Tevhid'in ana gayesi ve esas hedefi olan Allah'ın
birliği hususundaki inancı
zedelemek, O'na ortak kabul etmek, büyük şirk
kabul edilmiştir.
Nitekim şirke
düşen insan, bu hareketiyle kendi nefsine zulmetmiş
olur.[62]
Ve yine şirk göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların,
maddenin ve hayatın zorunlu olarak teslim
olduğu küllî bir kanuna, yani Allah'ın
tek ilah ve Rab olduğu gerçeğine
karşı gelinmekle Allah'ın
hakkını
O'na teslim etmemek bakımından
da bir zulümdür. Şirk'e düşen
insanın kendi şahsına
zulmettiğini destekler mahiyetteki diğer
bir âyet şöyledir:
حُنَفَاءَ
لِلّهِ
غَيْرَ
مُشْرِكينَ
بِه وَمَنْ
يُشْرِكْ
بِاللّهِ
فَكَاَنَّمَا
خَرَّ مِنَ
السَّمَاءِ
فَتَخْطَفُهُ
الطَّيْرُ
اَوْ تَهْوى
بِهِ الرّيحُ
فى مَكَانٍ سَحيقٍ
"Allah'a ortak koşmadan, halis olarak Allah'ı birleyenler olun. Kim
Allah'a ortak koşarsa, o sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgâr onu uzak
bir yere sürüklüyor gibidir."[63]
Şirk'e
düşen insan o kadar perişan
olur ki, Yüce Allah ile bağları
kopar; istikametini şaşırır;
iyi ile kötüyü ayırd edemez hale gelir ve kendi
öz çocuğunu öldürecek kadar şaşkın
bir duruma düşer.
Yüce Allah'ın
şirke bakışını
ve şirkin Kur'an'daki tanımını
sergileyen diğer bazı
âyetleri şöyledir:
اِنَّ
الَّذينَ
كَفَرُوا
مِنْ اَهْلِ
الْكِتَابِ
وَالْمُشْرِكينَ
فى نَارِ
جَهَنَّمَ
خَالِدينَ فيهَا
اُولئِكَ
هُمْ شَرُّ
الْبَرِيَّةِ
"Kitâb ehlinden ve (Allah'a) şirk koşanlardan kâfir olanlar,
Cehennem ateşindedirler. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar, halkın en şerlileridir."[64]
Tevhide aykırı
olan, Allah'ın ve Peygamber (s.a.s)'in emirlerine ters düşen
şirke, kimden gelirse gelsin, itâat etmemek gerekir.
İslâm dini annebabaya son derece itâat etmeyi,
onlara saygıda bulunmayı
emrettiği halde, şirk
olan hususlarda, onların sözünü dinlememeyi ve
onlara tabi olmamayı istemektedir. Konu ile
ilgili âyet şöyledir:
وَوَصَّيْنَا
الْاِنْسَانَ
بِوَالِدَيْهِ
حُسْنًا
وَاِنْ
جَاهَدَاكَ
لِتُشْرِكَ بى
مَا لَيْسَ
لَكَ بِه
عِلْمٌ فَلَا
تُطِعْهُمَا
اِلَىَّ
مَرْجِعُكُمْ
فَاُنَبِّئُكُمْ
بِمَا
كُنْتُمْ
تَعْمَلُونَ
"Biz insana anne-babasına iyilik etmeyi tavsiye
ettik. Eğer onlar seni, (gerçekliği) hakkında hiçbir bilgin olmayan
bir şeyi, bana ortak koşmanı için zorlarlarsa, (bu
hususta) onlara itâat etme. Dönüşünüz banadır. O zaman size yaptıklarınızı haber veririm."[65]
Allah'ın
Rasûlü Hz. Muhammed (a.s) de, şirki helâk edici büyük
günahların başında
saymıştır:
Bu hususu belirten bir hadiste şöyle buyurmuştur:
Helak edici yedi şeyden
sakının:
1- Allah'a şirk
(ortak) koşmak;
2- Sihir (ve büyücülük
gibi göz boyayan, aldatıp oyalayan şeyler)le
meşgul olmak;
3- Allah'ın
haram kıldığı
cana haksız yere kıymak;
4- Yetim malı
yemek;
5- Savaş
alanından kaçmak;
6- Faiz yemek;
7- İffetli,
namuslu, suçtan beri, mü'mine kadınlara
zina isnâd etmek."[66]
Şirkin
dışındaki günahların
affedileceği, imân sahibi olan bir insanın
bu gibi günahları işlediği
takdirde, cezasını
çektikten sonra mutlaka cennete gideceği,
ancak şirke giren insanların,
tevbe etmeden öldüğü takdirde,
affedilmeyeceği Rasûlüllah (a.s) tarafından
haber verilmiştir.
Bir de küçük şirk
diye bir çeşit şirk
daha vardır. O da, ibâdetlere riya ve gösterişi
karıştırmak, Allah'ın
rızasından sapmaktır.
Kur'an'da bu hususta şöyle buyurulmuştur:
فَمَنْ
كَانَ
يَرْجُوا
لِقَاءَ
رَبِّه فَلْيَعْمَلْ
عَمَلًا
صَالِحًا
وَلَا يُشْرِكْ
بِعِبَادَةِ
رَبِّه
اَحَدًا
"Kim Rabb'ine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun
ve Rabb'ine ibâdette hiç kimseyi şerik kılmasın (ortak tutmasın)."[67]
Bu âyette geçen,
ibâdette Allah'a şirk koşmaktan
gaye, ibâdette ihlaslı ve samimi olmamak,
Allah'ın rızasının
dışındaki riya, gösteriş
ve benzeri menfaat duygularını
taşımak demektir.[68]
Ebu Hureyre (r.a) dedi
ki, ben Rasûlüllah (a.s)'ı şöyle
söylerken işittim:
"Kıyamet
günü aleyhine hükm olunacak halkın
birincisi şehid edilen bu adam
olacaktır. O kimse, (Allah'ın
huzuruna) getirilir; Allah ona verdiği
nimetlerini bir bir anlatır.
O da bunları bilir ve hatırlar.
Yüce Allah:
-”Bu nimetlerin arasında
ne yaptın?" diye sorar. O
kişi:
-"Senin rızan
için savaştım
ve nihâyet şehid oldum " diye
cevap verir. Yüce Allah:
-"Yalan
söylüyorsun. Fakat sen, hakkında
kahraman denilsin diye savaştın.
Bir rivâyete göre, Allah'ın emri üzerine o kişi
yüz üstü sürüklenerek Cehennem'e atılır.
(İkinci
olarak) İlim öğrenmiş,
başkalarına
da öğretmiş
ve Kur'an okumuş biri huzur'u ilâhiye getirilir. Yüce Allah
ona da verdiği nimetlerini tek tek anlatır.
O da bunları anlar. Allah ona:
-"Bu nimetlerin
arasında bulunurken, ne yaptın"
diye sorar. O şu cevabı
verir:
-"Senin rızan
için Kur'an'ı, ilmi öğrendim
ve başkasına
öğrettim." Yüce Allah ona da şöyle
der:
-”Sen yalan söylüyorsun.
Fakat sen Kur'an'ı, ilmi riya ve gösteriş
için, sana alim, güzel okuyor, densin diye okudun, öğrendin.
Nitekim senin için bu övgüler yapıldı."
Allah'ın emri üzerine o da sürüklenerek Cehennem ateşine
atılır.
(Üçüncü olarak) Allah'ın
kendisine geniş çapta zenginlik ve çeşitli
maldan verdiği biri getirilir. Allah, buna da verdiği
nimetleri ayrı ayrı
anlatır. O da, bu nimetleri kabul eder, hatırlar.
Yüce Allah ona da şunu sorar:
-"Bu nimetlerin
arasında bulunurken, ne gibi hayırlı
işler yaptın
? O da şöyle cevap verir:
-"Senin rızan
için, sevdiğin her türlü yola para harcadım.
Maddi yönden, yardımda bulunmadığım
hiç bir şeyi bırakmadım."
Yüce Allah ona da aynı şekilde
cevap verir:
-"Sen yalan
söylüyorsun. Aslında sen bunları,
sana cömert denilsin diye yaptın.
Riya ve gösterişte bulundun. Beklendiğin
medih ve övgülere de kavuştun."
O da Allah'ın emri üzerine yüzüstü
sürüklenerek Cehennem ateşine
atılır."[69]
Bu hadiste ifâde edildiği
gibi, şehid olmak, alim olmak ve hayır
yollarına maddi yardımda
bulunmak, son derece güzel şeylerdir. Ancak bunlar
Allah rızası
için değil, riya, gösteriş
veya başka herhangi bir menfaat duygusu ile olunca,
hiç bir kıymeti ve değeri
yoktur.
* Şirk:
mutlak küfür değil, Allah'a ait olan vasıfları Allah'tan başkasına vermektir.
Şirkin, şirket ve ortaklık anlamına gelmesinin sebebi bunun içindir.
* Bir
kalpte iki mabut olmaz. Aynı zamanda iki sevgide olmaz. Ya Allah sevilecek, ya
da Allah'la beraber başka şeyler sevilerek, şirk akidesi taşınacak.
* En
büyük şirk, insanın Allah'tan başkasına ibadet edip, kendisiyle Allah arasına
engeller koymasıdır.
* Lokman
(as)'ın oğluna nasihatinde:
وَاِذْ
قَالَ
لُقْمنُ
لِابْنِه
وَهُوَ يَعِظُهُ
يَا بُنَىَّ
لَاتُشْرِكْ
بِاللّهِ اِنَّ
الشِّرْكَ
لَظُلْمٌ
عَظيمٌ
“Lokman, oğluna öğüt vererek: Yavrucuğum!
Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti.”[70] Çünkü şirkte Allah'ın hakkı
ve hukuku çiğnenmiş olur, Allah'a ait hakkı başkasına vermektir ki, bu da büyük
günahtır.
NİFAK\MÜNAFIK
Üçüncü Ayet
اِذَا
جَاءَكَ
الْمُنَافِقُونَ
قَالُوا نَشْهَدُ
اِنَّكَ
لَرَسُولُ
اللّهِ
وَاللّهُ
يَعْلَمُ
اِنَّكَ
لَرَسُولُهُ
وَاللّهُ
يَشْهَدُ
اِنَّ
الْمُنَافِقينَ
لَكَاذِبُونَ
"Münafıklar sana geldiklerinde "şahitlik ederiz
ki, sen Allah'ın
peygamberisin" derler. Allah ta bilir ki sen elbette, kendisinin
peygamberisin. Bununla birlikte Allah münafıkların yalancı olduklarını da bilir."[71]
Ayetin
Nuzûlü ve Açıklaması
Bu sure Hz.
Peygamber, Benu Mustalık Gazvesi'nden dönüşte
yolda veya döndükten sonra Medine'de nazil olmuştur. Biz, Nur
Suresi'nin giriş bölümünde, Beni Mustalık Gazvesi'nin H. 6.
yılın Şaban ayında
vuku bulduğunu incelemelerimiz sonucunda beyan etmiştik.
Dolayısıyla bu surenin nüzul zamanı
kesin surette bilinmiş olmaktadır.
Hz. Peygamber (a.s)
Medine'ye gelmezden önce, Evs ve Hazrec kabileleri, aralarında
yaptıkları savaşlar dolayısıyla
oldukça yıpranmış ve liderliği
altında toplanmak üzere bir şahıs
hakkında görüş birliğine varmışlardı. Bu liderin tacı dahi hazırlandı.
Bu şahıs Hazrec Kabilesi'nin reisi,
Abdullah İbn Übey İbn Selûl'dür. İbn
İshak'ın açıklamasına
göre, Hazrec Kabilesi'nin ileri gelenleri O'nun liderliğinde ittifak
halindeydiler ve ilk kez Evs ve Hazrec kabileleri, bir kimsenin liderliğinde
birleşmişlerdi.
"Nifak, kalbte olursa
küfür, amelde olursa suçtur."[72]
Münafıklar bir taraftan da maddî
kazanç sağlamak için ahlâk dışı davranışlara başvururlar. Nitekim münafıkların başı Abdullah İbn Ubeyy b. Selûl, kazanç
sağlamak amacıyla câriyelerini zinaya
zorluyordu. Bu maksatla bir nevi genelev de kurmuştu. Zina yoluyla câriyelerinden gelir sağlama çabası üzerine, olayı yasaklayan âyet nazil olmuştur.[73]
Münafıklar Peygamber Efendimizin yanına
gelip huzurunda O'nun Allah'ın peygamberi olduğuna şahitlik ediyorlardı. Ne var
ki bu şahitlik sözden öteye geçmiyordu. Bununla gerçeği ifade etmek amacında
değillerdi. Sadece asıl niyetlerini gizlemek, Müslümanlara karşı gerçek
kimliklerini saklamak için bu sözü söylüyorlardı. Hz. Peygamberin Allah'ın
elçisi olduğuna şahitlik etmek için geldiklerine ilişkin iddiaları yalandı.
Oysa bununla güttükleri asıl amaç Müslümanları aldatmak ve bu sözle gerçek
kimliklerini gizlemekti. Bu yüzden yüce Allah, Hz. Peygamberin kendi elçisi
olduğuna ilişkin gerçeği vurguladıktan sonra münafıkların şahitliklerinin yalan
olduğunu belirtiyor' "Allah da bilir ki sen elbette, kendisinin
peygamberisin:' "Bununla birlikte Allah münafıkların alaycı olduklarını da bilir"
Ayet, dikkat çekici bir inceliğe ve
özenle seçilmiş bir ifade biçimine sahiptir. Çünkü ayet-i kerime münafıkların
sözlerini yalanlamadan önce Hz. Peygamberin Allah'ın elçisi olduğu gerçeğini
dile getiriyor. Şayet bu vurgulama olmasaydı, ayetin zahiri açısından
münafıkların yalanlanlamalarının şahitliklerinin konusu ile yani Hz.
Peygamberin Allah'ın elçisi olduğu gerçeği ile ilgili olduğu düşüncesi
zihinlerde uyanacaktı. Oysa bu ifade ile güdülen amaç münafıkların şahitlik
ettikleri konuyu yalanlamak değildir. Asıl amaç onların sözlerini
yalanlamaktır. Çünkü onlar gerçekten Hz. Peygamberin Allah'ın elçisi olduğu
gerçeğini onaylamıyorlardı ve içtenlikle şahitlik etmiyorlardı.
İtikâdî nifak: Kur'an-ı Kerim'de
karakterize edilen, dünyada iken müslüman muamelesi görüp, âhirette inançsızlığı ortaya çıkınca kâfirlerden
daha kötü muâmeleye tâbî tutulmasına sebeb olacak olan nifak hali.[74]
"Akîdenin hilafına îmanda mürâîliktir."[75]
Asr-ı Saadetteki münâfıklara; "Hz.
Peygamber'in yanına gelmeden önce sadaka verin de öyle gelin" denildiğinde bunların, menfaatlarına dokunduğu için, kaçtıkları tesbit edilmiştir. Münafıklar bir
taraftan da maddî kazanç sağlamak için ahlâk dışı davranışlara başvururlar.[76]
Yukarıdaki ayet münafıkların
tanımını verirken aşağıdaki hadisi şerif ise münafıkların özelliklerinden
bahsetmektedir.
Münafık yani iki yüzlülük her zaman
kendisini insanların topluluk halinde bulunduğu devir ve yerde göstermiştir.
Çok çirkin bir alamet olan iki yüzlülük, insanın hem dünyasını hem
de ahretini karartır.
Aynı zaman iki yüzlülük
sosyal dayanışmanın ve yardımlaşmanın en tehlikeli yıkım gücüdür.
Yine aynı şekilde insanın kalbindeki
imanın en büyük düşmanı ikiyüzlülüktür. Zaten ayet ve hadis bize ikiyüzlülüğün
barındığı kalpte imanın olmayacağını beyan buyurmaktadır.
Yüce Allah cümlemizi
ikiyüzlülükten koruyup muhafaza etsin.
Üçüncü Hadis
ايَةُ
الْمُنَافِقِ
ثَلاَثٌ اِذَا حَدَّثَ
كَذَبَ وَ
اِذَا
خَاصَمَ
فَجَرَ وَ
اِذَا
اؤْتُمِنَ
خَانَ
"Münafıkın âlameti üçtür.
Söz söylediği zaman yalan söyler, husumet ettiği zaman edebsizlik eder. Bir şey
emanet edildiği zaman da hıyanet eder."[77]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
1-Vürûdu: Buhari, Ebu Hureyre (r.a)'dan, farklı bir lafızla Müslim, İman bahsinde;
Hz.Peygamber (a.s) münafıkların alametleri hakkında sorulduğunda?; Efendimiz
(a.s): "Sarih
bir şekilde bizzat işaret ederek şu alametler münafıkların alametleridir" diye yukarıdaki hadisi beyan buyurmuş.[78]
Bir diğer rivayette:
İbnu Amr İbni'l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Dört
haslet vardır; kimde bu hasletler bulunursa o kimse halis münafıktır. Kimde de
bunlardan biri bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendinde nifaktan bir haslet
var demektir: Emanet edilince hıyanet eder, konuşunca yalan söyler, söz verince
sözünde durmaz, husumet edince haddi aşar."[79]
Nifak, bâtının zâhire muhalefetidir. Eğer bu, imanî itikadda olursa
buna nifaku'lküfr denir, eğer inanç esaslarına müteallik olmazsa buna
nifaku'l-amel denir, buna bizzat yapmak da girer, terk de girer. Nifakın pek
çok mertebeleri, dereceleri vardır. Esasen Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
burada nifaka giren bütün vasıfları saymış değildir. Başlıcalarına dikkat
çekmiştir.
Kur'an-ı
Kerim insanları mü'min, kâfir, münâfık olmak üzere üç grupta toplar[80]
ve insanların en kötüsü ve iki yüzlü olanı şeklinde tarif edilen münafıkların
şu özelliklerinden sözeder:
İslâm toplumu
içinde fesatçıdırlar: "Yeryüzünde
fesat çıkarmayın, denildiğinde; "biz ıslah edicileriz" derler."[81] "Müslümanların
inandıkları gibi inanın, diye örnek verilince; "biz de o beyinsizlerin
inandığı gibi mi inanacağız?" diye itiraz ederler. İnananlarla yanyana
gelince de; "sizinle beraberiz" derler. Fakat reisleri ve
şeytanlarıyla başbaşa kalınca; "biz onları aldattık" diye alay
ederler."[82]
İman ile
küfür arasında bocalayan münafıklar, bazan Allah'ı hatırlar gibi davranırlar.
Fakat, Allah'a oyun etmeye çalışırlar ve gösterişte bulunurlar. Namaza da üşene
üşene kalkarlar[83]
İnsanları Allah yolundan döndürmek için yalan yere yemin ederler.[84]
Münafıkların
kalbi verimsiz toprak gibidir,[85]
menfaatlerine göre şekil alırlar, dönektirler.[86]
Asr-ı Saadetteki münâfıklara; "Hz. Peygamber'in yanına gelmeden önce
sadaka verin de öyle gelin" denildiğinde bunların, menfaatlarına dokunduğu
için, kaçtıkları tesbit edilmiştir.[87]
Münafıklar bir taraftan da maddî kazanç sağlamak için ahlâk dışı davranışlara
başvururlar. Nitekim, münafıkların başı Abdullah İbn Ubeyy b. Selûl, kazanç
sağlamak amacıyla câriyelerini zinaya zorluyordu. Bu maksatla bir nevi genelev
de kurmuştu. Zina yoluyla câriyelerinden gelir sağlama çabası üzerine, olayı
yasaklayan âyet nazil olmuştur.[88]
Münafıklar
Allah'ı unutup cimrilik yaparak ellerini yumarlar,[89]
bir belâya uğrayıp sıkışınca hemen fitneye düşerler,[90]
felâketin dönüp kendilerine çarpmasından korktuklarını, kendi aralarında
fısıldaşırlar;[91]
olayların akışı münafıkların lehine gibi ise, itaatla koşa koşa Peygamber'in
yanına gelirler;[92]
bunlar zâhiren îman edip kalpleriyle kâfir olanlardır.[93]
"Allah'a,
Peygamber'e inandık, itaat ettik" diyen münafıklar;[94]
diğer taraftan Hz. Peygamber'e isyanı, düşmanlığı fısıldaşırlar.[95]
Onlar aynen şeytanlara benzerler;[96]
tabiatları gereği Allah'a ve Peygamber'e muhalefet üzeredirler;[97]
fakat kalblerindeki gizlediklerini ortaya çıkaran âyetlerin inmesinden de çok
korkarlar.[98]
Allah'a kötü
zanda bulunan erkek ve kadın münafıklar,[99]
biribirlerinin tamamlayıcı parçası olup, insanları kötülüğe çağırır, iyilikten
vazgeçirmeye çalışırlar. Onlar ebedî Cehennemliktirler.[100]
Kötü sözlerin müslümanlar arasında yayılmasını isterler;[101]
kötülük yapınca sevinirler; yapmadıkları şeylerle övünmekten hoşlanırlar;[102]
Kur'an-ı Kerim âyetleriyle alay ederler;[103]
İslâm toplumu içinde yalan-yanlış uydurma haber yayarlar;[104]
cihada çıkacaklarını yemin ile ifade ettikleri halde iş fiiliyata dökülünce
kaçarlar;[105]
düşman korkusundan ölüm baygınlığına düşer;[106]
böyle bir ortamda kaçacak delik ararlar.[107]
Mü'minler zafer kazanınca, başarıya ortak olmak, ganîmetten faydalanmak için;
"sizinle beraber değil miydik?" derler. Kâfirler gâlip gelince;
"size mü'minlerden gelecek ziyanı biz önlemedik mi?" derler.[108]
Savaşta çok şehid düşen olursa; "Allah lutfetti de iyi ki savaşta
bulunmadım" diyen münafıklar, eğer ganîmet bölüşülecekse, "ah keşke
ben de şu ganîmete erseydim" derler.[109]
Kur'an-ı
Kerim'de özelliklerini tanıtıp haber verdiği münafıklar için Yüce Allah,
peygamberini şöyle uyarmaktadır: "O münafıkların dış görünüşlerine
aldanma. Onların liderlerini gördüğün zaman, yakışıklıdır, gövdeleri hoşuna
gider. Konuşurlarsa güzel konuşurlar, dinlersin. İşte onlar sıra sıra dizili
kereste gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar."[110]
Hak söz tanımayan, âhirette topluca kâfirlerle bir araya gelecek olan,[111]
münafıklara istiğfar etsen de etmesen de birdir. Çünkü Allah bu fâsıkları
affetmeyecektir.[112]
Münafıkların
İslâm toplumu içinde bulunmalarından dolayı elde ettikleri menfaatların, âhiret
hayatında da devamını isteyeceklerini, fakat bunun mümkün olmayacağını Kur'an-ı
Kerim şöyle haber verir: "Âhirette münafık erkek ve kadınlar îman etmiş
olanlara; "bizi bekleyin, nûrunuzdan bir parça ışık alalım"
diyecekler. O gün onlara; alayla "dönün arkanızda bir nur arayın"
denilecek de, neticede îman edenlerle aralarında bir duvar olduğunu görecekler.
O zaman münâfıklar, mü'minlere şöyle seslenirler: "Biz sizinle beraber
değil miydik? ". "Evet", diyecekler; fakat kendinizi siz
kendiniz yaktınız, kuruntunuz sizi aldattı."[113]
Böylece münafıklar ve kâfirler Cehennemde bir araya gelmiş olacaklardır.[114]
Medine
döneminde, Yahudilerle dostluk kuran münafıklarla mü'minlerin dost olmamaları
hatırlatılmakta[115]
ve Hz. Peygamber'e; asıl düşmanın münafıklar olduğu, onlarla savaş yapması,
hattâ sert davranması vahiy yoluyla bildirilmektedir. Hz. Peygamber'in de
münafıklara karşı gayet ihtiyatlı, temkinli bir siyaset uyguladığı, gayr-i
müslimlere yapılan muameleye tâbi tutmadığı; bilakis onları İslâm toplumu
içerisinden ayırmayıp, üzerlerinde kurduğu kuvvetti bir otorite ile tesirsiz
hale getirdiği müşahede edilmektedir.
Amelî
Nifak: Bazı tutum
ve davranışlarıyla itikadî nifaka kısmî bir benzeyiş içinde bulunmakla beraber,
inançlarında açık bir nifakın söz konusu olmadığı müslüman kişilerin durumu.
Hadislerde geçen münafık türü amelî (ahlâkî) yönden olan nifakı
vurgulamaktadır. Meselâ: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman
yalan söyler, vadettiğinde vaadinden döner, kendisine birşey emanet edildiğinde
emanete hıyanet eder"[116] hadisi benzerî hadisler
îtikâdî nifaka yaklaşılmaması için alınan tedbirler ve tenbihler mahiyetindeki
emirlerdir. Zîra, amelî nifak çoğalınca ileride müslümanın îtikâdî nifaka
yaklaşma tehlikesi doğabilir.
Hz. Huzeyfe (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Nifak Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde vardı. Şimdi
ise, imandan sonra küfür vardır."[117]
Burada Huzeyfe
İbnu'l-Yeman (radıyallahu anh) ne demek istemiştir? Bunun izahında farklı
yorumlar ileri sürülmüştür.
* Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) devrinde münafıklar, dilleriyle inanıyorlar,
kalpleriyle inanmıyorlardı. Fakat Aleyhissalâtu vesselâm'dan sonra gelenler
İslam içinde ve İslam fıtratı üzere doğdular. Öyleyse onlardan kim küfre
düşerse mürteddir. Bu sebepledir ki, münafıkların tabi olduğu ahkâmla,
mürtedlerin tabi olduğu ahkam farklı olmuştur."
* Huzeyfe (radıyallahu anh)'nın, nifaka
düşmeyi nefyetmediği açık, her halukârda o, önceki münafıklarla sonraki
münafıkların hükümlerinin aynı olmadığını söylemektedir. Çünkü nifak, küfrü
gizleyip iman izhar etmektir. Bunun her asırda olması mümkündür. Hüküm
farklılık kazanmıştır. Çünkü Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), onlarla iyi
geçiniyor, onların İslam diye izhar ettiklerini onlardan kabul ediyordu, hatta
onlardan İslam'a muhaliflik ihtimali zuhur etse bile. Amma Aleyhissalâtu
vesselâm'dan sonra, İslam'a muhalif bir şey izhar eden kimse, izhar ettiği bu
şeyden dolayı derhal muaheze edilir, kendileriyle iyi geçinmeye ihtiyaç
kalmadığı için iyi geçinme hatırına bu hatalar gözardı edilip
terkedilemez."
* Hz. Huzeyfe'nin maksadı, İmama itaati terketmenin cahiliye işi
olduğunu söylemektir. İslam'da ise cahiliye yoktur veya cemaate tefrika sokmak
Cenab-ı Hakk'ın وََ
تَفَرََّقُوا
"Tefrikaya düşmeyin..." emrine aykırıdır. Bütün bunlar artık
gizlikapaklı değildir. Öyleyse bu, imandan sonra küfür gibidir."
MÜ'MİN VE MÜSLİM
Dördüncü
Ayet
قَدْ
اَفْلَحَ
الْمُؤْمِنُونَ
"Muhakkak ki, mü'minler felâha ermişlerdir."[118]
Ayetin Nüzülü
ve Açıklaması
Tirmizî, Nesaî ve daha
bir çoklarının rivayet ettikleri
şekliyle Ömer İbn Hattab radıyallahü anh demiştir ki:
Resulüllah sallallahü aleyhi vesellem Hazretlerine vahiy nâzil olduğu zaman biz
yanında arı vızıltısı gibi bir şey işidirdik, bir gün üzerine vahiy nâzil oldu,
bir saat bekledik, derken açıldı ve hemen kıbleye dönüp ellerini kaldırdı, duâ
etti sonra da: "Bana on âyet indirildi bunları yerine getiren cennete
girecektir" dedi.
« قَدْ
اَفْلَحَ
الْمُؤْمِنُونَ »"Muhakkak ki, mü'minler felâha ermişlerdir..." [119]
diye başlayan on âyet okudu buyurdu.[120]
İslâm çok geniş bir
kavramdır ve kısaca "İhlâs, itiat ve teslimiyet" demektir. Teslimiyet ise üç türlü olur: Ya kalben olur
ki; bu kat'î inanç demektir. Veya dil ile olur ki; bu da ikrardır. Ya da organlarla olur. Bunlar da ibadetlerdir. Bu
üç şeklin en üstünü kalb ile olanıdır. İşte İslâm'ın üç şeklinden biri olan kalbin
teslimiyet ve bağlılığına
iman denilir. Matüridîler bu anlayıştan
hareketle, imanla İslâm'ı bir telakki etmişlerdir.[121]
İslâm inançları açısından da iman ile İslâm bir kabul edilmiştir.
Zira İslâm, şer'î hükümleri kabul etmek manâsında boyun eğmektir. Bu
da tasdikin hakikatıdır.
Aynı şekilde İslâm'ın bir zâhirî, bir de bâtınî yönü vardır. Bâtınî yönden inkıyad ve
boyun eğmek tasdikın
kendisidir. Zâhirî yönden boyun eğmekse ikrar
etmektir. Şu halde bir kimse hakkında "mü'mindir,
fakat müslüman değildir"; yahut "müslümandır,
fakat mü'min değildir" şeklinde bir
hüküm doğru olmaz. Çünkü insanlar Hz. Peygamber zamanında üç fırka
üzerinde toplanmaktaydı: "Mü'min, münafık, kâfir. Bunlar arasında bir dördüncüsü yoktur."[122]
Müminlerin kurtuluşunu anlatan
bu ayeti kerime ve akabinde gelen surenin ilk on ayetleri aşağıdaki hadisi şerif ile
ne kadar paralellik arz ettiğini sizde okuduğunuzda farkına varacaksınız.
Mesele kurtuluşa sebep olacak olan
özellikleri üzerimizde taşıyabilmemizdir.
Yüce Allah cümlemize
aşağıdaki hadisi şerifin özellikleriyle ve yukarıdaki sadedinde
olduğumuz ayeti keriminin muştusuna mazhar etsin inşallah..
Dördüncü
Hadis
المُسْلِمُ
مَنْ سَلِمَ
الْمُسْلِمُونَ
مِنْ
لِسَانِهِ
وَيدِهِ،
"Müslüman,
diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmedikleri kimsedir."[123]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
1-Vürûdu:
"Câmiu'l Kebir"de, Ebu Zerr el-Gifari (r.a) Hz. Peygamber
(a.s)'a "Müslüman kimdir?" diye sorduğunda; Hz. Peygamber (a.s): "Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmedikleri
kimsedir" diye buyurmuş.
Peki en
faziletli hicret hangisidir?
Hz.Peygamber
(a.s): "Muhâcir de Allah'ın
yasakladığı şeyi terkedendir."[124]
وَمَنْ
يَبْتَغِ
غَيْرَ
الْاِسْلَامِ
دينًا فَلَنْ
يُقْبَلَ
مِنْهُ
وَهُوَ فِى
الْاخِرَةِ
مِنَ الْخَاسِرينَ
"Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, o kimseden (böyle bir
din) asla kabul edilmeyecek"[125] ayeti "Muhammed'in getirdiğin dinden başka bir din arayandan,
aradığı din kabul edilmeyecektir" şeklinde açıklanır. "Muhammed'in
dinine İslâm ismi verilir, Dînu'l-İslâm (=İslâm dini) denilir"
ifadesiyle İslâm dininden maksadın, Hz. Muhammed (a.s)'ın tebliği ettiği din olduğu anlaşılır.[126]
Kâdî İyâz ise bu hadisi kasdederek; "Şeriat
ilimlerinin tamamı bu hadise bağlıdır ve bundan şube şube olmuş
yayılmıştır", demektir.[127]
Bize Ubeydullâh b. Mûsâ şöyle dedi: Bize
Hanzalatu'bnu Ebî Süfyân, İkrime b. Halid'den, o da İbn Ömer'den haber verdi.
İbn Ömer (r.a) şöyle demiştir: Resulullah şöyle buyurdu: "İslâm, beş
şey üzerinde kurulmuştur: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in
Allâh'ın Resulu olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek hacc
etmek, ramazan orucunu tutmak."[128]
Şer'î bir tarif olarak, İslâm'ın beş rükün üzerine
bina edildiğini belirtmektedir. Hadis şârihleri, bu hadisi izah ederken madem
binanın direkleri ve sütunları var, öyleyse temeli, duvar ve çatısı olmalıdır
derler. Temeli iman esasları rükünleri yukarıda zikredilen beş husus, duvar ve
çatıyı yani koruyucu unsurları ise müeyyidât ve yaşama nizâmları olmaktadır.
Sonuç olarak müslüman; özü, sözü
ve işleriyle en
doğru hareket eden, haksızlık yapmayan, daima her işin
iyi yanını görmeye ve almaya çalışan, dünyada her davranışının yazıcı melekler tarafından tespit edildiğine inanan kimsedir.
* Kamil müslüman, diline ve eline sahip olan kimsedir. Diline ve ellerine
sahip olmayan kişi kamil manada müslüman olamaz.
* Müslüman’ın diliyle başkasının hak ve hukukuna zarar getirecek
sözlerden sakınması ve başkalarının şahsi, kişisel problemlerine karışmamaya
dikkat etmesi gerekir.
* Müslüman kimsenin, elleriyle tutacağı nesnelere dikkat etmesi
gerekiyor. Zira ellerin tutup boğaza aktardığı yemek ve içecek gibi şeylerin
helalinden olması lazım. Eğer kızgınlık esnasında eller başkalarına zarar
verme, dövme vs. gibi şeylerle meşgul ettirilirse işte o zaman haksızlık olur.
* Müslüman kişinin, diliyle nasihat edip, elleriyle de başkalarına yardım
etmesi gerekiyor. "Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır", "Veren el, alan elden daha
üstündür" prensipleri temel özellikleri olmalıdır.
İMAN, İSLAM, İHLAS ve İHSAN…
Beşinci Ayet
وَمَنْ
اَحْسَنُ
قَوْلًا
مِمَّنْ
دَعَا اِلَى
اللّهِ
وَعَمِلَ
صَالِحًا
وَقَالَ اِنَّنى
مِنَ
الْمُسْلِمينَ
"(İnsanları) Allah'a
çağıran, iyi iş yapan ve "Ben Müslümanlardanım" diyenden kimin sözü
daha güzeldir?" [129]
Ayetin Nüzûlü
ve Açıklaması
Allah'a davet Peygamberlerin
ve onların varisi olan ermişlerin
meslekidir. "(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş
yapan ve "Ben Müslümanlardanım" diyenden kimin sözü daha
güzeldir?" [130] buyurulduğu
üzere bu âyet de başta Peygamber olmak üzere onun izinde giden ve basiret ile
Allah'a davet eden erenlerin hepsine şamildir. Bunun içindir ki, İbni Abbas'tan
bir rivayette, bunun Resulullah hakkında, bir rivayette de ashabı hakkında
nâzil olduğu nakledilmiş, Hz. Aişe'den de müezzinler hakkında nâzil olduğu
rivayet olunmuştur.[131]
Ayet, mü'minlere
cesaret verildikten ve cennet müjdelendikten sonra İslâm üzerinde sebat göstermeleri için teşvik ve tavsiyede de bulunulmuştur.
Onlara bir
önceki ayette, İslâm'ı kabul ettikten sonra sebat
göstermenin başlı başına salih bir amel olduğu ve
bu yüzden meleklerin dostluğuna ve cennete hak kazandıkları bildirilmişti. Burada ise, bundan daha üst bir derece olduğu buyuruluyor. O derece, salih amel işleyen bir kimsenin, başkalarına tebliğ yapması, şiddetli tehlikeler karşısında bile, müslüman olduğunu açıklamaktan çekinmemesi ve
musibetlerin gelip gelmediğine bakmadan, İslâm üzerine sebat göstermesidir.
Bu ilahi
tavsiyeyi yeterince kavrayabilmek için, ayetin nazil olduğu zamanı gözönüne
getirmek gerekir. O dönemlerde bir şahıs müslüman olduğunu ilan
ettiğinde, adeta kendisini her an parçalayabilecek vahşi hayvanlarla dolu bir ormanda gibi hissediyordu. Hele
bu şahıs daha da ileri giderek İslâm'ı tebliğ etmeye kalkıştığı takdirde "Gelin vahşiliğinizi
ispat edin" dercesine bu
hayvanlara davetiye çıkarmış olurdu. İşte böyle
bir durum muvacehesinde, "Bir kimsenin bu şartlar altında İslâm'ı
kabul etmesinin ve sebat göstermesinin salih amel olduğu"
buyuruldu. Ayrıca bir şahıs, müslüman olduğunu ilan
ettikten sonra, başkalarını da İslâm'a çağırır, Allah'a tevekkül ve ibadet eder ve başkaları, yaşadığı hayat hakkında birşey
söylemesin, dolayısıyla
da İslâm'a bir leke gelmesin diye amellerine titizlikle
önem verirse, bu, o müslümanın vardığı en üst derecedir. [132]
İslam güzeldir, onu
öğrenen, öğreten ve davet eden kimseler de; simaları belki güzel olmayabilir
ama hareketleri ve sözlerinin mutlaka güzel olması gerekiyor. Tıpkı sadedinde
olduğumuz ayet ile aşağıdaki Cibril hadisinin güzel sorması ve anlamlı şeyler
sorması, dini bir davet ve yebliğde kulanılacak metodu bize öğretmektedir.
Yüce Allah cümlemize
içimizi ve dışımızı, hareketlerimizi ve sözlerimizi güzeleştirmeyi nasip etsin…
Beşinci Hadis
وعن
عبدُاللّهِ
ابْنِ عُمرَ:
لو أنّ ‘حدِهم
مثلَ أحُدٍ
ذهباً
فأنفقَهُ ما
قَبلَ اللّهُ
منه حتى
يُؤمِنَ
بالْقَدَرِ.ثُمّ
قال:
حَدَّثَنِى
أبى عُمَرُ
بنُ الخطابِ رضى
اللّه عنه
قال:
بَيْنَمَا
نَحْنُ جُلوسٌ
عِنْدَ
رسُولِ
اللّهِ
إذْ طَلَعَ
عَلينَا رجلٌ
شَديدُ
بيَاضِ
الثِيابِ شَديدُ
سوادِ الشّعرِ يُرَى
عليهِ أثرُ
السفرِ، وَ
يعرفُهُ
مِنَّا أحَدٌ
حتى جلَسَ إلى
النبىِّ فأسندَ
ركبَتَيْهِ
إلى
رُكْبَتَيْهِ،
ووَضَعَ
كَفّيْهِ
عَلى
فَخِذَيْهِ.
وَقالَ:
يامحمّدُ
أخْبِرْنِى
عنِ اسْمِ.
فقال: ا“سْمُ
أنْ تَشْهَدَ
أن َ إلَهَ إّ
اللّهُ، وأنّ محمّداً
عَبْدُهُ ورسُولهُ،
وتقِيمَ
الصّةَ،
وتُؤتِى
الزّكَاةَ،
وَتَصُومَ
رَمَضَانَ،
وَتَحُجَّ
البَيْتَ إنِ
اسْتَطَعْتَ
إليهِ سَبِيً.
قال: صَدقتَ.
فَعَجِبْنَا
لَه يَسأَلهُ
ويُصَدِّقُهُ.
قال:
فأخْبِرْنِى
عنِ ايمَانِ.
قال: أنْ تُؤْمِنَ
بِاللّهِ
وَمََئِكَتِهِ
وَكُتُبِهِ
وَرُسُلهِ
وَاليَوْمِ
اخِرِ،
وَتُؤمنَ
بالْقَدَرِ خيْرِهِ
وَشَرِّه.
قال: صدقتَ.
قال:
فأخْبِرْنِى
عَنِ
ا“حْسانِ. قال:
أنْ تَعْبُدَ
اللّهَ كَأنّكَ
تَراَهُ، فإن
لمْ تَكُنْ
تَراهُ فإنّهُ
يَراكَ. قال:
فَأخْبِرْنِى
عنِ السّاعةِ.
قال: ما
الْمَسْؤُلُ
عَنْهَا
بأعْلَمَ منَ
السائلِ. قال:
فأخْبِرْنِى
عَن
أمَاراتِهَا؟
قال: أن
تَلِدَ ا‘مّةُ
رَبّتهَا،
وأنْ تَرَى الحُفَاةَ
العُراةَ
العالَةَ
»وليسَ عندَ
مسلم
العالَةََ«
رعاء الشّاءِ
يتطاوَلُونَ
في البنيَانِ.
قال: ثم
انطلقَ
فَلَبِثْتُ
ملِيّاً. هذا
لفظ مسلمٍ،
وعندهم:
فَلَبِثْتُ
ثثاً ثم قال:
يا عُمَرُ
أتَدْرِى
مَنِ
السّائلُ؟
قُلتُ: اللّهُ
ورَسُولُهُ
أعْلمُ. قال:
فَإنّّهُ جِبْريلُ
عليهِ السّمِ
أتاكمْ
يُعَلِّمُكُمْ
دِينكُمْ؛
أخرجه الخمسة
إّ البخارى.
وزاد أبو
داودََ في
أخرى بعد صوم
رمضان:
واغتسالَ من
الجنابةِ.ولهُ
في أخرى:
وَسألهُ رجلٌ
من مُزينَةَ
أوجُهينةَ
فقال:
يارسُولَ
اللّهِ فيمَ
نَعْمَلُ، في
شئ خَ
وَمَضَى، أو
في شئ يُسْتَأنَفُ
ان؟ قال: في شئ
خََ وَمَضى،
فقال الرجلُ،
أو بعضُ
القومِ: ففيمَ
العمَلُ؟ قال:
إنّ أهلَ
الْجَنّةِ
يُيَسَّرُونَ
لِعَمَلِ أهلِ
الْجَنّةِ،
وإنّ أهلَ
النّارِ
يُيَسَّرُونَ
لِعَمَلِ
أهلِ
النّارِ.وأخرجَ
البخارى رحمه
اللّهُ تعالى
نحْوَهُ عن
أبى هريرة،
وهى روايةٌ
لهُمْ إّ
الترمذى رحمه
اللّه تعالى،
وفيه: أن
تعبدَ
اللّهَ
تُشْرِكُ
بِهِ شيئاً:
مكانَ أن
تشْهَدَ.وفيه:
فإذا كَانَ
الحُفاةُ
العُراةُ
رؤسَ
الناسِ.وزادَ
في خمس
يعْلمها إّ
اللّهُ تعالى
وَتََ إنّ
اللّهَ
عِنْدَهُ عِلْمُ
السَّاعَةِ
اية.وفي أخرى
بعد العُراة:
الصمّ
البُكْمَ
ملوكَ
ا‘رْضِ.وَعند
النسائى رحمه
اللّهُ تعالى
قال:
والَّذِى
بعَثَ
محمّداً
بِالْحَقِّ
هادياً
وبشيراً مَا كُنْتُ
بأعْلمَ بهِِ
من
رجلٍ
مِنْكُمْ،
وإنّه
لجبريلُ عليه
السّمُ نزل في
صورةِ دِحيةَ
الكلبِىِّ.وَمَعْنى
»يَتَقفَّرونَ«
يتتبعون،
وقوله »أُنُفٌ«
بضم الهمزة
والنون: أى
مُحْدَثٌ لم
يسبق علم
اللّه تعالى
به. وكذَبَ
أعداء اللّه
تعالى، بل
علمُ اللّه
تعالى سابقٌ
للمعلوماتِ
كلِّها.
Abdullah bin Ömer
(r.a)'dan: Şöyle demiştir: Babam Ömer İbnu'l-Hattâb (r.a) bana şunu anlattı: "Bir gün Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem
açıkta oturuyordu. (yanına) biri gelip: "Îmân nedir?" diye sordu.[133]
"Îmân; Allâha, Meleklerine, Allâh'a mülâkî olmağa
(yâni Rü'yetu'llâh'a), Peygamberlerine inanmak, kezâlik (öldükten sonra)
dirilmeğe inanmaktır." cevâbını verdi. "Ya İslâm nedir?" dedi.
"İslâm; Allâh'a ibâdet edip (hiçbir şeyi) O'na
şerîk ittihâz etmemek, namazı ikâme ve farz edilmiş zekâtı edâ etmek, Ramazanda
da oruç tutmaktır." buyurdu. (Ondan sonra) "Ya ihsân nedir?"
diye sordu.
"Allâh'a sanki görüyormuş gibi ibâdet etmendir.
Eğer sen, Allâh'ı görmüyorsan şüphesiz O, seni görür." buyurdu.
"Kıyâmet ne zaman?" dedi. (Bunun üzerine) buyurdu ki: "Bu
meselede sorulan, sorandan daha âlim değildir. (Şu kadar var ki, Kıyâmetten
evvel zuhûr edecek) alâmetlerini sana haber vereyim: Ne zaman (satılmış)
câriye, sâhibini (yâni efendisini) doğurur, kim oldukları belirsiz deve
çobanları (yüksek) binâ kurmakta birbiriyle yarışa çıkarlarsa (Kıyâmetten
evvelki alâmetler görünmüş olur. Kıyâmetin vakti) Allâh'tan başka kimsenin
bilmediği beş şeyden biridir." Ondan sonra Nebiyy-i Muhterem salla'llâhu
aleyhi ve selem:
"Kıyamet saatini bilmek ancak Allah'a mahsustur.
Yağmuru O indirir. Rahimlerde bulunanı o bilir. Kimse yarın ne kazanacağını
bilmez. Ve hiç kimse nerede öleceğini bilmez..."
Âyet-i Kerîme'sini tilâvet buyurdu. Sonra (gelen adam)
arkasını döndü (gitti). Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem "Onu
çevirin." diye emrettiyse de izini bulamadılar. Bunun üzerine buyurdu ki
işte bu, Cibrîl (a.s)’dır. Halka dinlerini öğretmek için geldi.
Diğer
kitaplarda "Ben üç gece sonra Hz. Peygamber (a.s)'la karşılaştım"
şeklindedir- Hz. Peygamber (a.s) Ey Ömer, sual soran bu zatın kim olduğunu
biliyor musun? dedi. Ben: "Allah ve Resûlü daha iyi bilir" deyince şu
açıklamayı yaptı: "Bu Cebrail aleyhisselâmdı. Size dininizi öğretmeye
geldi."
Ebu Dâvud,
bir başka rivayette "Ramazan orucu"ndan sonra "cünüplükten
yıkanmak" maddesini de ilâve eder.
Yine Ebu Dâvud'un
bir başka rivayetinde şu ziyâde vardır: "Müzeyne veya Cüheyne kabilesinden
bir adam sordu: "Ey Allah'ın Resûlü, hangi işi yapıyoruz, olup bitmiş
(levh-i mahfuza kaydı geçmiş) bir işi mi, yoksa (henüz levh-i mahfuza geçmemiş)
şu anda yeni başlanacak olan bir işi mi?" Resûlullah (a.s): "Olup
biten bir işi" dedi.
Adamcağız
-veya cemaatten biri- yine sordu: Öyleyse niye çalışılsın ki? Hz. Peygamber
(a.s) şu açıklamada bulundu: "Cennet ehli olanlara cennetliklerin ameli
müyesser kılınır, ateş ehli olanlara da cehennemliklerin ameli müyesser
kılınır."
Benzer bir hadisi, Buhârî (rahimehullah) Ebu Hüreyre
(r.a)'den kaydeder.
Bu hadise
Tirmizî hâriç diğerlerinde de rastlanır. Mevzubahis rivayette, "şehâdette
bulunman" yerine "Allah'a ibadet edip hiçbir şeyi ortak
koşmaman" ifadesi de yer alır. Bu hadiste ayrıca "Yalın ayak, üstü
çıplak kimseler halkın reisleri olduğu zaman" ziyadesi de mevcuttur.
Şu ziyade de
mevcuttur: (Kıyametin ne zaman kopacağı), Allah'tan başka hiç kimse tarafından
bilinmeyen beş gayıptan (mugayyebât-ı hamse) biridir buyurdu ve şu ayeti okudu:
"Kıyamet
saatini bilmek ancak Allah'a mahsustur. Yağmuru O indirir. Rahimlerde bulunanı
o bilir. Kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Ve hiç kimse nerede öleceğini
bilmez..."[134]
Bir başka
rivayette "üstü çıplaklar" tâbirinden sonra "sağır ve dilsizler
arzın melikleri (kralları) oldukları zaman" ziyadesi vardır.
Nesâî'nin Sünen'inde şu ziyade mevcuttur: "Dedi
ki: Hayır, Muhammed'i hakikatle birlikte irşat ve hidayet edici olarak gönderen
zâta yemin olsun, ben o hususta (kıyametin ne zaman kopacağı hususunda) sizden
birinden daha bilgili değilim. O gelen de Cibril aleyhisselamdı.
Dıhyetu'l-Kelbî suretinde inmiştir."
Hadisin Vürûdu
ve Açıklaması
1-Vürûdu: İmamı Suyuti, derki:
"Bu hadisin sebebi vürûdu kendi içindedir."[135]
Şimdi bu
girişten sonra İslam-İman nedir açıklamaya çalışalım.
İslâm-İman: Cibrîl hadisi
olarak bilinen yukarıdaki hadiste Hz. peygamber (aleyhissalâtu veselâm) dinin
kalbe ve inanmaya taalluk eden esaslarını "iman" olarak, amele
taalluk eden esaslarını da "İslâm" olarak
açıklamasına rağmen başka hadislerde de iman açıklanırken amele giren
meselelere yer verildiği görülür. Aynı durum âyetler için de söz konusudur.
Nitekim Zührî, "İslâm
kelimedir, iman ameldir" diye hükmetmiş, delil olarak
da:
قَالَتِ
الْاَعْرَابُ
امَنَّا قُلْ
لَمْ تُؤْمِنُوا
وَلكِنْ
قُولُوا
اَسْلَمْنَا
وَلَمَّا
يَدْخُلِ
الْايمَانُ
فى قُلُوبِكُمْ
وَاِنْ
تُطيعُوا
اللّهَ
وَرَسُولَهُ
لَا
يَلِتْكُمْ
مِنْ
اَعْمَالِكُمْ
شَيًْا اِنَّ
اللّهَ
غَفُورٌ
رَحيمٌ
“Bedeviler dedi ki: "Biz
imân ettik". De ki: "Siz imân etmediniz; velâkin deyiniz ki, biz
İslâma girdik. Ve henüz imân sizin kalplerinizin içine girmiş değildir ve eğer
Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz sizin amellerinizden hiçbirşeyi sizin için
noksan kılmaz. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ gafûrdur, rahîmdir." [136]
âyetini göstermiştir.
Bazı âlimler İslâm ve imanın aynı şey
olduğunu söylemişler, delil olarak da:
فَمَا
وَجَدْنَا
فيهَا غَيْرَ
بَيْتٍ مِنَ الْمُسْلِمينَ
"Bunun üzerine,
suçlu milletin arasında bulunan mü'-minleri çıkardık. Zâten orada Müslümanların
kaldığı tek ev vardı" [137]
âyetini göstermişlerdir. Mevzuya temas eden, ilk hadis şârihlerinden Hattabî şu
açıklamayı yapar: "Doğru olanı, mutlak hükme gitmeyip
kayıtlı ve sınırlı konuşmaktır. Müslüman kişi, bâzı ahvâlde mü'mindir, bazı
ahvâlde gayr-i mü'mindir. Fakat mü'min kişi, her durumda Müslümandır. Öyle ise
her mü'min mutlaka Müslümandır, ama her Müslüman mutlaka mü'min değildir.
Meseleye bu pencerden bakınca ayetlerin tevili düzelir, konunun münâkaşası orta
bir yol alır.
Naslar arasında ihtilaf da ortadan kalkar. İmanın aslı tasdîk, İslâm'ın aslı
itaat etmek ve boyun eğmektir. Kişi zâhirde itaat eder de içinden boyun eğmez,
bazan da içinden boyun eğdiği hâlde dışta
görünmeye bilinir."
Keza Hattâbî, Resûlullah (a.s)'ın: "İman
yetmiş küsur şubedir" hadisi ile alakalı olarak şunu söyler: "Bu hadise
göre, şer'î iman, şubeleri ve yüksek-alçak cüzleri bulunan bir mânaya isimdir.
Bu durumda iman ismi, bu cüzlerin hepsi için kullanıldığı gibi, bazıları için
de kullanılmaktadır. Hakikat, bütün şubelerin mevcudiyetini gerektirir ve
hepsine şâmil olur, tıpkı şerî namaz gibi. Nitekim onun da şubeleri ve cüzleri
vardır. Bu cüzlerden bir kısmı için de "namaz" ismi
kullanıldığı halde hakikat bütün cüzlerin mevcudiyetini gerektirir ve hepsini
içine alır.
Bu duruma Hz. Peygamber (a.s)'ın şu sözü
delalet eder: "Haya imandan bir şûbedir." Bu hadis, iman
noktasında mü'minlerin kimisi üstün, kimisi geri olmak üzere çok farklı
mertebelerde bulunduklarını da ifâde etmektedir. İmam Bağavî hazretleri de şunu
söyler: "Cebrail'in İman ile İslâm'-dan sorup Hz. Peygamber (a.s)'ın cevap
verdiği hadiste, Resûlullah (a.s), "İslâm" kelimesini
amelden görünenlere isim yapmıştır. İman kelimesini de itikada giren bâtınî
şeylere isim yapmıştır.
Böyle bir taksîm amellerin imandan bir
kısım olmayışından, kalp ile tasdikin de İslâm'dan olmayışından, ileri
gelmez. Aksine bu, hepsi tek birşey olan bir bütün hakkında yapılmış bulunan
bir tafsil, bir ayırımdır. Bunların toplamı dîni teşkil eder. Bu sebeptendir ki,
Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: "Size Cebrail gelerek
dininizi öğretti."
"İman" ve "İslâm" isimleri tasdik
ve amel her ikisini de kuşatırlar. Bu hususa da şu ayet delîl olur:
اِنَّ
الدّينَ
عِنْدَ
اللّهِ
الْاِسْلَامُ
"Allah nezdinde
mûteber din islâm'-dır." [138]
وَرَضيتُ
لَكُمُ
الْاِسْلَامَ
"Size din olarak
İslâm'ı uygun gördüm." [139]
وَمَنْ
يَبْتَغِ
غَيْرَ
الْاِسْلَامِ
دينًا فَلَنْ
يُقْبَلَ
مِنْهُ
"Kim din olarak İslâm'dan başkasına
yönelirse bu ondan kabul edilmeyecektir." [140]
2- İhsan: Hadiste
"Allah'ı görüyor gibi ibadet etmendir" diye târifi yapılan ihsan,
mâneviyatta yüce bir mertebeye alem olmaktadır. İslâm dini, müntesiplerini, bu
hedefe ulaşmak için gayret göstermeye teşvik eder. Dinin kemali, sadece
farzların ifası ile gerçekleşmiyor. Kul, daha ileri mânevî mertebelerin
varlığını bilecek ve onları elde etmek için gayret gösterecektir. Bu hadis,
iman ve İslâm'ın ötesinde, tefekkürî bir mertebeye dikkat çekmektedir; İhsan
mertebesi...
Nefsi, manevî kirlerden tezkiye ve
tathir ile ruhu yücelterek ilahî kurbiyeti elde etmeyi kendine gâye edinen
İslâm tasavvufunda geniş tahlîl ve izahlara tabi tutulan ihsan için şu kadarını
söyleyebiliriz: Kişi bilhassa ruhî ve fikrî idmanlarla, ilahî murâkabe ve
müşâhede altında olduğunu idrak etmeyi zihninde her an canlı ve sâbit kalacak
bir alışkanlık hâline getirebilir. Mükerrer âyet ve hadisler söz ve fiil olarak
her ne yapmakta isek, an be an kayda geçtiğini, hatta zihnimizden geçip fiile
dökülmeyen duygu, düşünce ve niyetlerimizin bile yazıldığını, âhirette
ömrümüzün her ânından bu yazılanlara göre hesap vereceğimizi beyan ederler.
Hiçbir mü'min bu gerçeği inkâr edemez.
Ancak hareketlerini her an bu düşüncenin tesiriyle yönlendiren mü'min çok
azdır. Öyle ise ihsan mertebesi'ne ulaşmak bu ilâhî murâkabeyi her an
hissedecek bir idman ve gayrete bağlıdır.
İhsan, kolay görünse de kazanılması
oldukça zor bir mertebedir. Ancak zorluğu nispetinde kıymetli ve yücedir. Bunu
elde etmek için gösterilecek her gayret, atılacak her adım kişiyi yüceltecek,
dünyevî ve uhrevî kazancını artıracaktır. Mü'min kişi, herşeye ümitle bakmakla
emrolunmuştur. Hz. Peygamber (a.s)'ın gösterdiği her hedef beşerî
gücün hâricinde değildir. Binaen-aleyh ihsan mentebesini kazanmak ümit ve
gayreti hepimizin hem hakkı hem de vazifesidir. Cılız ayaklarıyla hac yoluna düşen karıncaya "Senin bacakların küçük,
ulaşamazsın" denilince "Belki varamam bu doğru, ama o yolda ölemez
miyim?" demiştir. Bu temsil, gücümüzün dışında görsek bile ihsan
mertebesine talib olmanın gereğini anlamada yeterlidir. Peygamberimiz (a.s) yüz
kişiyi öldürdükten sonra Allah'a tevbe etmek üzere yola çıkan kâtilin daha
tevbe mahalline varmadan yarı yolda ölüş hikâyesini tasvir eden ve attığı her
adımın boşa gitmeyip, işine yaradığını ifade eden bir üslubla hâdiseyi anlattıktan
sonra, hikâyeyi, tevbe azimlisi azılı kâtilin kurtuluşu ve rahmet-i Rahmân'a
mazhar oluşuyla noktalar.
3-Kıyamet Alâmetleri: Yukarıdaki
hadisin anlaşılmasında bir kaç noktanın daha açıklanması gerekmekterdir. Hz.
Peygamber (a.s) "Kıyametin ne zaman kopacağı?" gibi normalde herkesi
meşgul eden ama pratikte hiçbir faydası olmayan meseleyi kesin bir dille
Allah'tan başka hiç kimsenin bilemeyeceğini ifade ettikten sonra
alâmetlerine geçiyor:
Köle kadınların efendilerini doğurması:
Bundan çıkarılan muhtelif mânalardan, İbnu Hacer tarafından tercîh edilen
birine göre kıyamete yakın, ukuk artacak yani evlatlar annelerine, efendinin
kölesine yaptığı tarzda, kötü muamele yapacaktır. Bir diğer yoruma göre de köle
kadınlardan doğan çocuklar en yüksek makamlara çıkarak, komutan, vâli,
sultan... olacaklar. İslâm tarihi böylesi büyüklerin örnekleriyle doludur. İbnu
Hacer, kıyamete yakın sosyal hayatın iyice bozularak gidişatının tersine döneceğini, cemiyetteki ayak takımının itibarlı makamları ele
geçirerek hâkim mevkiye geçeceklerini anlar ve bu mânânın hadisten
çıkarılabilecek mânâların en doğrusu olduğunu, zira hadisin devamında beyan
edilen, çobanların zenginleşip bina yarışına girmesi vaziyetinin de sosyal
hayatın bozulmaya delil
olarak bunu teyîd ettiğini söyler.
Davar çobanlarının bina yarıştırması: Bu
husus da bizzat hadislerle teyid edilen gelecek ile ilgili bir ikazdır, bir mucizedir. Hadisin Kütüb-i Sitte dışında kalan diğer hadis
mecmualarında rivayet edilen farklı şekillerinde yer alan başka açıklamaları da
dikkate alan âlimler fakir köylülerin zenginleşip, zorla idareyi ele
geçireceğini anlar.
"Nebat (=köylü Araplar)
ahalisinin kibarlaşıp şehirlerde
köşkler edinmelerini dinin yani İslâm'ın getirdiği değerler sisteminin altüst
olması demektir" hadis-i şerifini dikkate alan Kurtubî,
hadis üzerine şu açıklamayı yapar: "Burada sosyal hayatın değişeceğini haber verilmektedir. Bu bilhassa köylülerin, göçebelerin devlet
işlerini istila edip, zorla memlekete hâkim olmalarıyla gerçekleşir. Bunlar,
kurdukları hâkimiyet sonucu zenginleşirler ve bütün güçlerini binalar dikmeye
ve bununla övünmeye sarf ederler. Bu duruma içinde bulunduğumuz şu zamanda
şâhid olduk."
*
Bu hadisi şerif, dini öğrenmenin gerekliliği ve öğrenirken nasıl
davranılacağını, nasıl soru sorulacağının edebini öğretmektedir.
* Gerçeği öğrenmek
maksadıyla soru sormak, her yiğidin karı değildir. Çünkü kaliteli bir soru beraberinde on tane
cevap getirir.
AHKAM\HELAL ve HARAM
Altıncı Ayet
وَلَا
تَقُولُوا
لِمَا تَصِفُ
اَلْسِنَتُكُمُ
الْكَذِبَ
هذَا حَلَالٌ
وَهذَا
حَرَامٌ لِتَفْتَرُوا
عَلَى اللّهِ
الْكَذِبَ
اِنَّ الَّذينَ
يَفْتَرُونَ
عَلَى اللّهِ
الْكَذِبَ
لَايُفْلِحُونَ
"Lisanlarınızın yalan yere vasıflandırdığı şeyler hakkında "Şu
helâldir ve şu haramdır" demeyiniz ki, Allah'a karşı yalan iftirada
bulunmuş olursunuz. Şüphe yok ki, Allah'a karşı yalan yere iftirada bulunanlar
felâha eremezler."[141]
Ayetin Nüzulü
ve Açıklaması
İbni Kesir, ayetin nüzul
sebebi ile ilgili olarak; müşrikler cahiliye dönemlerinde uydurmuş oldukları ve
kendilerine meşru gördükleri beş kere doğuran ve beşinci dişi olan deveyi
putlara adanan ve serbest bırakılan develeri, erekekli dişili olmak üzere ikiz
doğuran koyun veya develeri, on nesli dölleyen erekek deveyi bu şekilde haram
sayarlardı. Bunun üzerine yüce Allah bu ayeti indirerek; Allah hakkında yalan
alışmış olan dilinizi; "şu helal bu haram
demeyiniz" ayeti kerimesi naziş oldu. Çünkü böyle söyleyenler Allah'a karşı yalan
uydurmuş olurlar. Şer'i bir dayanağı olmayan her bir uydurma felahı mümkün
olmayan bir uçurumdur.[142]
Mevdudi, bu ayet hakkında şöyle der:
"Bu ayet açıkça, haram ve helâli belirleme
hakkının sadece Allah'a ait olduğunu gösterir. Veya başka bir deyişle, kurallar
koyma yetkisi sadece Allah'ındır. Bu nedenle helâl ve haramı belirlemeye yeltenen
herkes O'nun haklarına tecavüz etmiş olur. Elbette ilâhî emri nihai otorite
olarak kabul eden bir kimse, belirli bir şeyin veya hareketin haram mı yoksa
helal mi olduğunu bundan çıkarabilir.
Haramı ve helâli belirleme yetkisini haksız yere
üstlenmek iki nedenden ötürü Allah'a karşı yalan uydurmak olur:
1) Böyle bir kimse, Kitab'ı gözönüne almaksızın,
kendisinin helâl ve haram dediklerinin Allah tarafından helâl ve haram
kılındığını söyler veya:
2) Allah'ın helâli ve haramı belirleme yetkisinden
vazgeçtiğini ve insanları hayatlarıyla ilgili hükümler koymada serbest
bıraktığını söylemek ister. Tabii ki bu iddiaların her biri Allah'a karşı
uydurulmuş bir "yalan" ve bir iftiradır.[143]
Geçmişteki insanların dinlerinden sapmalarını yüce Allah (cc) Kur'an-ı Kerim de şöyle
beyan buyurur:
اِتَّخَذُوا
اَحْبَارَهُمْ
وَرُهْبَانَهُمْ
اَرْبَابًا
مِنْ دُونِ
اللّهِ
وَالْمَسيحَ
ابْنَ
مَرْيَمَ
وَمَا
اُمِرُوا
اِلَّا
لِيَعْبُدُوا
اِلهًا
وَاحِدًا لَا
اِلهَ اِلَّا
هُوَ
سُبْحَانَهُ
عَمَّا
يُشْرِكُونَ
"Onlar, hahamlarını, papazlarını ve Meryemoğlu İsa Mesih'i,
Allah'tan başka Rabler edindiler. Halbu ki, onlar, ancak bir olan ve
kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'â ibadet etmekle emrolunmuşlardı.
Allah, onların koştukları ortaklardan münezzehtir."[144]
Bu âyet nâzil olduktan
sonra, daha önce Hıristiyan olarak Şam'a gitmiş bulunan Adıy b. Hatim et-Tâi
Medine'ye geldi ve Hz. Peygamber'e âyeti okuyarak; Hıristiyanların rahip ve
hahamlarına ibadet etmediklerini, dolayısıyla burada ne anlatılmak istendiğini
sordu. Nebî (a.s.) şöyle buyurdu: "Onlar helalı haram, haramı helal
yaptılar. Hıristiyanlar da onlara uydular. İşte bu, onlara ibadet
etmeleridir."[145]
Sonuç olarak; ahkâmu'ş-şer'iyye: İslâm'ın
ortaya koyduğu bütün şer'i hükümler. İslâmî hükümlerin bütününü içine alan
hükümler manzumesi olarak kabul edilen şer'î hükümler; itikâdî, amelî ve ahlâkî
olmak üzere üç kısma ayrılır: Bunlardan itikâda dair olan hükümler genellikle
Allah'ın birliği ve varlığına dayalı olan aklî ve mantıkî hükümlerdir. Akîdeye
dair olup ayet ve hadislerle ispat edilen şer'î hükümler ise, ahiret hayatı ve
meleklerin varlığı gibi gaybe dayalı hususlardır.
Amelî hükümlere gelince
genellikle insanın ruhunu, akıl ve nefsini eğiten emirlerdir. Bu türlü emir ve
hükümler insanı Cenâb-ı Hakk'a daha iyi bir kul yapma hedefini güderler. Ayrıca
insanlar arasındaki sosyal ekonomik, siyasî, mâlî ilişkilerin düzenlenmesinde
de etkili bir rol oynayan, yine şer'î hükümlerdir.
Ahlâkî hükümler ise;
insanın bütün mahlûkât ile olan ilişkilerinde Allah'ın emirlerine itaat ederek,
şefkât ve merhamet duygularının gelişmesinde etkili olan emir ve yasaklar
manzumesidir. Şer'î hükümler gerek dünya ve gerekse ahiret hayatı ile ilgili
olarak çeşitli usûllerle insanı eğiten ve daha mutlu bir toplumun oluşmasını
sağlayan ilâhî emirlerdir. Mümin bir insan her ne olursa olsun bunlara uymak
zorundadır.
Yukarıda da izah edildiği üzere Allah'a karşı iftira iflahı mümkün olmayan
bir uçurumdur. Çünkü aşağıda da açıklanacağı üzere Allah ve peygamber üzerine
yalan uydurmak affedilemeyecek bir suçtur.
Bunun sebebi ise söylenen
yalanın dinmiş gibi insanlara aksetmesidir. Geçmişteki Yahudi ve
Hiristiyanların sapmasının sebebi işte buradaki inceliği anlamamalarından
kaynaklanmıştır. Çünkü onları Allah ve peygamberlerinin söylemediği bir şeyi
malederek insanlara takdim ettiler. Buna uyan insanlarda haktan mahrum
kaldılar.
Helal ve haram hududnun
tespitini yapan yüce dinimiz aşağıdaki hadiste de geçeceği üzere artık helal ve
haramın sınırı çizilmiştir. Bundan sonrası kendi insiyatifinizi kullanın manasından
anlaşılması gerekir.
Yüce Allah bu mazlum
ümmeti böyle bir uçumdan koryup muhafaza etsin inşaallah…
Altıncı
Hadis
اَلْحَلاَلُ
مَا أحَلَّ
اللّهُ في
كِتَابِهِ،
وَالْحَرَامُ
مَا حَرَّمَ
اللّهُ في
كِتَابِهِ، ومَا
سَكَتَ
عَنْهُ
فَهُوَ
عَفْوٌ، فَلاَ
تَتَكَلَّفُوا
السُّؤَالَ
عَنْهُ.
Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Helal, Allah Teala hazretlerinin kitabında helal
kıldığı şeydir. Haram da Allah Tealanın kitabında
haram kıldığı şeydir. Hakkında sükut ettiği şey ise affedilmiştir. Onun
hakkında sual külfetine girmeyiniz."[146]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
1-Vürûdu: Buharî, Nu'man İbnu Beşir (radıyallahu anhümâ)'dan naklediyor:
Hz.Peygamber (a.s) neyin helal ve neyin haram olduğunu sordular. Bunun üzerine: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Şurası muhakkak ki, haramlar
apaçık bellidir, helaller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya
helal olduğu) şüpheli olanlar vardır.
İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa,
dinini de, ırzını da tebrie etmiş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama
düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an
koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu
vardır, Allah'ın koruluğu da haramlarıdır. Haberiniz olsun, cesette bir et
parçası var ki, eğer o sağlıklı olursa cesedin tamamı sağlıklı olur, eğer o bozulursa, cesedin tamamı bozulur.
Haberiniz olsun bu et parçası kalptir."[147]
2- Hadis,
dinimizde eşya hakkında üç hükmün mevcudiyetini haber veriyor:
1) Eğer bir
şeyin yapılmasına hükmedilmiş, terkine vaid beyan edilmiş ise bu açık helaldir.
2) Bir şeyin
terkine hükmedilmiş yapılmasına da vaid beyan edilmiş ise bu da açık haramdır.
3) Bir şey
hakkında bunlardan birine hükmedilmemişse o da şüphelidir. "Helal olan,
apaçık bellidir" sözü "açıklanmasına ihtiyaç yoktur, herkes onu
aynıyla, vasfıyla, zahir delillerle bilmede müşterektir" demektir. Üçüncü kısım,
hakkındaki kapalılık sebebiyle şüphelidir, haram mı, helal mi olduğu bilinemez.
Hadis-i şerifin beyanına göre durumu böyle şüpheli olandan kaçınmak
gerekmektedir. Çünkü nefsülemirde haram idiyse ondan kaçınmakla ona bulaşmaktan
beri olmuş olur". Helal idiyse, (ittika) kasıdla onu terketmiş olmaktadır
(ki helalin terki zarar vermez). Zira, eşyada aslolan, haramlık ve mübahlık
yönüyle muhtalit olmasıdır. Eşya hakkında "helal" veya "haram" hükümleri bazan
beraberce reddedilir. Bunlardan biri öncelik kazanamazsa, o şey hakkındaki
hüküm, üçüncü kısma girer.
Hadiste
gelen "insanların çoğu bunları bilmez" ibaresi, "şüpheli
şeylerin haram mı helal mi olduğunu bazı kimseler bilir" manasını
ifade eder. Ancak bunlar sayıca azdır ki müçtehid dediğimiz alimleri kasteder.
Öyle ise bunların şüphelilik hali, müçtehid olmayanlaradır. Ancak iki delilden
birini tercih edememe durumunda onlara da şüphe arız olur.
Hadis,
şüpheli şeylerden kaçınanların dinlerini noksanlıktan, ırzlarını tandan berî kılacaklarını haber
vermektedir. Hadis, kazanç ve yaşayışında şüpheli şeylerden kaçınmayan kimsenin
kendini birkısım ta'nlara maruz kılacağını haber vermektedir. Böylece, dinî
emirlere ve mürüvvetin gereklerine uymak gerektiği ifade edilmiş olmaktadır.
Hadis,
haramların ve helallerin miktarını, neler olduğunu sadece Kur'an-ı Kerim'in
beyanlarına bağlamaktadır. Bu husus Kur'an-ı Kerim'de ya açık bir surette ya da
mücmel olarak gelmiştir. Ayette: وَمَا
آتَاكُمُ
الرَّسُولُ
فَخُذوهُ
وَمَا
نَهَاكُمْ
عَنْهُ
فَانْتَهُوا
"Allah'ın Resulü size her ne
getirdi ise onu alın, her neden de yasakladı ise onu terkedin"[148] buyrulmuştur. Bu ayette Kur'an'da sarih olarak zikri geçmediği halde
Resulullah tarafından beyan edilen haramlar da mücmel olarak ifade
edilmektedir. Şevkânî "Neylü'l-Evtar"'da der ki: "Haram
ve helali Kur'an'la tahdid eden bu ve
benzeri ibarelerden murad, Kur'an-ı Kerim'in bütün hükümlere şamil olmasını
ifadedir. Ancak bu şümûl, her meselede sarih olmaz. Ya bir âmm ifadeyle, ya bir
işaretle, ya da galib durumu zikir suretiyle olur.
Nitekim bir
hadiste إذْ
اُوتِيتُ
الْقُرآنَ
وَمِثْلَهُ مَعَهُ
"Bana Kur'an ve onun misli kadar da başka şey verildi" buyrulmuştur. Bu hadise göre hakkında sükut edilen şeyler yani
Allah'ın, helal veya haram olduğunu beyan etmediği şeyler vardır. Bunları
unuttuğu için değil, kullara rahmet olsun diye meskut geçmiştir. Bu sükut
edilenlerin "affedilen şeylerden olması" mübahlıklarını ifade
eder, yenmesi mübah, kullanılması da
mübahtır. Hadis, eşyada aslolanın ibahe olduğunu da ifade etmektedir. Bu hususu
şu ayet de te'yid etmektedir: هُو
الّذِى
خَلَقَ
لَكُمْ مَا في
اَرْضِ
جَمِيعاً
"Allah, arzda olan her şeyi sizin
için yaratandır"[149]
Ahkâm:
Hükümler, yargılar, kanunlar, kararlar.
Ahkâm hüküm kelimesinin çoğulu olup "hükümler"
demektir. Hüküm, sözlükte men etmek, önlemek anlamlarına gelir. Hâkimin davayı
neticeye bağlamasına hüküm denmesi, taraflar arasındaki düşmanlığı önlediği
içindir. Hüküm, bir şeyi diğerine dayandırma, emir ve irade manasında da
kullanılmıştır.[150]
Terim olarak 'hüküm'ü fıkıh usulü bilginleri şöyle tarif etmişlerdir: "Mükellef
(yükümlü) kimselerin işleriyle ilgili Allah ve Resulü'nün hitaplarıdır."
Meselâ; Allah'ın "namaz kılınız", "adam
öldürmeyiniz" hitapları birer hükümdür.
Fâkîhlere göre ise hüküm, bu hitâbın eser ve neticesidir.[151] "Namaz
kılınız" hitâbının eser ve neticesi farz, "adam
öldürmeyiniz" hitâbının ise haramdır. Buna göre namaz kılmanın hükmü farz,
adam öldürmenin hükmü ise haramdır.
Fıkıh usulü bilginlerine göre dinî hükümler iki kısma ayrılır:
Birincisi teklifi hükümlerdir: Bir işin
yapılmasını ya da yapılmamasını gerektiren veya ikisi arasında tercih etmekte
serbest bırakan hükümlerdir. Bir işin yapılmasını gerektiren hükümlere farz ve
mendup, yapılmamasını gerektirene haram ve mekruh, muhayyer bırakılan hükme de
mübah denir.[152]
İkincisi ise vaz'î hükümlerdir: Bunlar,
ibadet ve muamelelerin sıhhati için gerekli olan şartları gösteren hükümlerdir.
Bir fiil işlenirken dinî kurallara uygun olup olmadığı bu tür hükümlerle
anlaşılır. Meselâ alışverişin sahîh olmasıyla ilgili hükümler bu kabildendir.
İman-amel ve
ahlâk açısından hükümlere gelince;
Bu açıdan İslâm'daki hükümler üç kısma ayrılır:
1- İtikâdî Hükümler: Allah'ın
varlığı, birliği, sıfatları, peygamberler, melekler ve ahiret hayatı gibi
inançla ilgili olan hükümlere itikâdî hükümler denir.
2- Amelî Hükümler: Bu da üç kısma ayrılır:
a- Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerle ilgili hükümler.
b- Alışveriş, evlenme-boşanma gibi muamelelerle ilgili hükümler.
c- Çeşitli suçlara dünyada verilecek cezalarla ilgili hükümler.
3- Ahlâkî esaslarla ilgili hükümler.[153]
HAYA ve İMAN
Yedinci
Ayet
وَلِمَنْ
خَافَ
مَقَامَ
رَبِّه
جَنَّتَانِ
"Rabbinin huzurunda durmaktan utanan kimselere
iki cennet vardır."[154]
Ayetin Nüzûlu ve Açıklaması
İbni Ebi Hatim'in ve Ebü'ş-Şeyh'ın,
Atâdan rivayetlerinde Ebu Bekr es-Sıddık radıyallahü anh bir gün düşünmüş;
kıyamet, mîzan, cennet ve cehennem, meleklerin safları, göklerin tayyi,
dağların serpilip dağılışı, güneşin dürülüşü, yıldızların dağılışı hakkında
fikir yürütmüş de «arzu ederdim ki ben şu yeşilliklerden bir yeşillik
olaydım, hayvanlar gelip beni yiyeydiler ve ben yaradılmamış olaydım»
demişti. Bunun üzerine « وَلِمَنْ
خَافَ
مَقَامَ
رَبِّه
جَنَّتَانِ » "Rabbinin huzurunda durmaktan utanan kimselere iki
cennet vardır" ayeti nâzil oldu.
Beyhakî,
"Şuabu'l-İman"da
konuyla ilgili olarak Hasen'den şöyle rivayet
eder: Hz. Ömer (r.a) zamanında bir genç mescide ve ibadete devam ederdi, derken
bir kız ona âşık o da ona âşık olmuştu. Bir tenhada kız yanına geldi, söyledi
konuştu derken gönlü çekti, bunun üzerine genç bir şehka ile hıçkırdı ve
bayıldı, bir amcası vardı, geldi yüklenip evine götürdü, sonra ayıldığı vakit
ya ammi! dedi: Ömere git benden kendisine selâm söyle ve sor ona ki: Rabbının
makamından korkan kimseye ne var? Bunun üzerine amcası gitti Ömere haber verdi
arkasından delikanlı bir şehika ile daha hıçkırıp vefat etti, Hz. Ömer
radıyallâhü anh bu duruma vakıf olunca dedi ki: « لَكَ
جَنَّتَانِ0
لَكَ
جَنَّتَانِ », Sana iki Cennet var sana iki Cennet.[155]
(وَلِمَنْ
خَافَ
مَقَامَ
رَبِّه) "Rabbının makamından korkan kimse için
ise" [156]
Yani hesap gününe iman eden bir kimse, bu dünyada
sorumsuz yaşamaz ve nefsini kontrol altına alır. Hak-batıl, zulm-adalet, temiz-necis, haram-helal arasındaki farkı temyiz
eder ve bile bile Allah'ın emirlerinden yüz çevirmez.
Dolayısıyla ileride zikredilen
mükafatlar bu kimseler içindir.
"Cennet", bahçe anlamına gelir. Kur'an'da, salih
kimselerin barınacağı yer, Cennet olarak adlandırılmıştır. Nitekim bazı yerlerde, "onlar
için altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır"
ifadesi kullanılmıştır.
Yani, büyük bahçeler içinde küçük bağlar vardır. Burada da her Cennet ehline iki Cennet verileceği ve onların içinde-ki
ileride zikredilecektir -saraylar, hizmetçiler ve diğer nimetlerin bulunacağı
beyan edilmiştir. [157]
Rahmanın rahmetini umarak korkmak muminin şiarındandır. Aşğıdaki hadisi şerif
de bunu pekiştirmektedir. Burada ki anlatılmak istenen zalimden korkulan bir
korku türü değil, sevgi ile imanın beraberinde getrdiği bir ar duygusudur.
Yüce Allah cümlemize ar
duygusuyla dinimizi ve imanımızı ayakta tutmayı nasip etsin…
Yedinci
Hadis
الْحَيَاءُ
مِنَ لآَيْمَانِ.
"Haya
imandandır."[158]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Abdu'llâh
b. Ömer[159]
radiya'llâhu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre o
şöyle demiştir: Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve
sellem (bir gün) Ensâr'dan bir kimsenin yanından geçiyordu. Ensârî, kardeşini
hayâdan menediyordu. Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem: "Ona
ilişme. Hayâ îmândandır." buyurdu.[160]
Bu rivayet, pekçok yönden
rivayet edilen hadislerden biridir. Buhârî ve Müslim'in ittifak ettiği hadisler
arasında yer alması da hadisin kıymetini artırmıştır. Kısmen de belirtileceği
üzere, İslâm uleması bu hadisin üzerinde ziyadesiyle durmuş, hadiste ifade
edilen iman şubelerini Kur'ân ve hadise dayanarak, birer birer göstermeye
çalışmıştır. İmam Beyhakî'nin henüz basıldığını işitmediğimiz muazzam bir
tel'lifi bu hadisten mülhemdir. Şu'abu'l-İman. İmam Beyhakî (rahimehullah)
hazretleri, bu muazzam eserini imanın şubesi adedince bölüme ayırır, her
bölümde o şubeye giren rivayetleri toplar. Yine İbnu Hibban'ın
"Vasfu'l-İmân ve Şu'abuh", Ebu Abdillah Hüseyn el-Halîmî'nin "Fevâidu'l-Minhâc",
eş-Şeyh Abdü'l-Celîl'in "Şu'abu'l-İman", İshak İbnu'l-Kurtubî'nin
"Kitâbu'n-Nesâîh"i yazmıştır. Aynî, bu kitaplardan hiçbirini
imanın şubelerini tesbitte tatminkâr bulmadığını belirtir.
Hadisle ilgili
açıklamaya rivayetler arasındaki ihtilafa parmak basarak başlamak istiyoruz:
"Buhârî'nin hadisinde olduğu üzere bazı rivayetler imanın altmış küsur
şube olduğunu beyan ederken, bâzıları yetmiş küsur olduğunu, diğer bazıları
altmış dört, otuz üç, üçyüz dokuz, üçyüz onbeş olduğunu belirtmiştir.
Yine bazılarında "şube"
denirken, bazılarında ona bedel "hisâl" (hasletler), "bâb",
"şerîat" (yol), "sehm" (pay) gibi yakın
mânada başka kelimeler kullanılmıştır: "İmanın en üstün hasleti, Lâilâhe
illallah sözüdür", "İman yetmiş küsür babtır", "İslâm
otuz üç şarttır. Kim bunlardan birini
Allah için yerine getirirse cennete girer."
Aziz ve Celîl olan Rahmân'ın önünde bir levha vardır. Üzerinde üç yüz on dokuz
şeriat vardır. Cenâb-ı Hak: "Kullarımdan, bana ortak koşmayan her kim
bunlardan bir tânesini yerine getirse mutlaka cennete koyarım" der." "İslâm
seksen paydır. Namaz bir paydır,
zekât bir paydır, Ramazan orucu bir paydır,
hac bir paydır... Hiç payı
olmayan zarar etmiştir."
Hadiste, küsur diye
tercüme ettiğimiz kelimenin aslı "bid'un"dur. Bunun Arapça'da
neye delalet ettiği ihtilaflıdır. Bazıları "3-10 arası bir miktara
delalet eder" demiş ise de diğer bazıları "3-9 arası"
bir miktar, "2-10 arası" "12-20 arası," "3-7
arası", "5-7 arası" gibi miktarlara delalet ettiğini
söylemişlerdir. Ahmed İbnu Hanbel de "7'ye delalet eder" demiştir. Aynî, en doğru görüşün bid'un
kelimesinin 1-10 arası bir miktara delalet ettiğini söylemek olduğuna dikkat
çeker.
Hadislerde gelen 60, 70
rakamları hususunda değişik yorumlar yapılmıştır. Umumiyetle bunlarla muayyen
bir miktar değil, "çokluk" kastedildiği söylenmiştir. Bu
rakamlara "küsur" kelimesinin ilâvesi "imanın şubeleri
sınıra, sayıya gelmez, çoktur" mânasını taşır, zira tahdid
kastedilseydi mübhem bırakılmazdı denmiştir. Arapların 70 rakamını mübâlağa
için kullandığı da söylenmiştir. Ancak, bazıları da: "Zikredilen bu
miktar imanın şûbeleridir, bundan murad bu şubeleri saymaktır" şeklinde
iddiada bulunmuştur.
İbnu Hibban, söz konusu
şubeleri sayma hususunda "Vasfu'l-İman ve Şu'abuhu" adlı
eserinde şunları söyler: "Bu hadisin mânasını bir müddet araştırdım. Bu
maksadla ibâdetleri saydım. Bunlar hadiste gelen miktarı çok aşıyordu. Sonra
Sünen'lere yöneldim, onlarda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın imandan
addettiği ibâdetleri saydım, bunlar da yetmiş küsurdan eksik çıktı. Bu sefer
Kitabullah'a yöneldim. Orada, Cenâb-ı Hakk'ın imandan addettiği herbir ibadeti
saydım. Bu da yetmiş küsura ulaşıyordu. Kitap ve sünnete gelenleri birbirine
ilâve ettim, tekrarları saydım. Gördüm ki, Allah ve Resûlü (aleyhissalâtu
vesselâm)'nün imandan saydıkları şeylerin toplamı yetmiş küsura ulaşıyordu, ne
fazla ne de eksik. O zaman anladım ki, Resûlullah (a.s)'ın kasdı, Kitap ve
sünnette gelmiş olanların miktarıydı. "Bu miktarı içtihad yoluyla tesbite
birçokları gayret sarfetmiştir ama tatminkar neticeye ulaşamamışlardır. Kadı
İyaz şöyle der: "Bu hususun tafsilatlı olarak bilinmemesi imana bir
eksiklik getirmez. Çünkü imanın usul ve fürû'u malûm ve muhakkaktır. İmanın bu
kadar şubesi olduğuna kabaca inanmak, vâcibtir. İman esaslarını ve mezkûr
şûbeleri tâyin ve tafsil mevzu üzerine tesbit edilecek hususa
bağlıdır..."Kadı İyaz devamla derki: "Bu, ilm-i İlahîde ve ilm-i
Nebevîdedir, başkası bilemez. Şeriat bunların hepsini ihtiva eder. Ancak şeriat
bunu bize bildirmemiştir. Bundaki cehaletimizden dolayı bir zarar görecek
değiliz. Mükellef olduğumuz şeyleri teferruatıyla bilmekteyiz. Bilmekle
emrolunduğumuz şeyi biliyor, yasaklandığımız şeyden de kaçınıyoruz."Aynî,
bu çeşit iktibaslardan sonra imanın en yüksek şubesi ile en aşağı şubesini Hz.
Peygamber (a.s)'ın şu hadiste belirttiğini kaydeder:
"...İmanın
en âlâ şubesi lâilâhe illallah demektir, en aşağısı da yoldan rahatsız edici
bir şeyi uzaklaştırmaktır.".... Gerisi bu ikisi
arasında yer alır. Biz bunları teker teker bilmesek de toptan inanırız. Nitekim
meleklerden pek azını ismen bildiğimiz halde hepsine inanıyoruz ve bu bizim
melek inancımıza bir noksanlık getirmez. Öyle de imanın şubelerine toptan
inanmamız inancımıza bir nâkise getirmez...
7-
İmanın Şubeleri:
Aynî
bu açıklamalardan sonra, mezkur şubeleri teker teker sayma denemesi yapar. İlgi
çekici bulduğumuz için kaydedeceğiz. Der ki: "Allah'ın avn ve yardımıyla
diyoruz ki, imanın aslı kalb ile tasdik, dil ile ikrar'dır. Fakat, kâmil ve tam
bir iman tasdik-ikrâr ve amel'dir. Yani üç kısımdır.
8-Birinci
Kısım: Tasdikle İlgili İtikadiyat'tır
30
Şubedir.
1-
Allah'a iman, Allah'ın zatına, sıfatlarına, birliğine ve benzeri olmadığına
inanmak da buraya girer.
2-
Allah'dan başka herşeyin hudûsuna (sonradan yaratıldığına) inanmak.
3-
Meleklere inanmak.
4-
Kitaplara inanmak.
5-
Peygamberlere inanmak.
6-
Kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmak.
7-
Ahirete inanmak, kabir sualine, kabir azabına, tekrar dirilmeye, mahşerde
toplanmaya, hesaba, mîzana, sırat köprüsüne... İnanmak
da buna dahildir.
8- Cennete ve oradaki ebedî hayata inanmak.
9-
Cehenneme, cehennem azabına, kâfirlerin ebediyyen orada kalacağına inanmak.
10-
Allah'ı sevmek.
11-
Allah için sevmek, Allah için buğzetmek. Muhacir ve Ensar sahâbeyi, Âl-i Resûl
(aleyhissalâtu vesselâm)'ü sevmek de buraya dâhildir.
12-
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i sevmek. Buna Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e salat ve selam okumak, sünnetine uymak da girer.
13-
İhlaslı olmak ve riya ve nifakı terketmek de buraya girer.
14-
Tevbe ve nedâmet etmek.
15-
Allah'tan korkmak.
16-
Allah'ın rahmetinden ümid etmek.
17-
Ümidsizlik ve ye'si terketmek.
18-
Şükretmek.
19-
Ahde vefa göstermek.
20-
Sabırlı olmak.
21-
Tevâzu, büyüklere saygı da buraya girer.
22-
Şefkatli ve merhametli olmak, küçüklere şefkat de buraya girer.
23-
Allah'ın kazasına râzı olmak.
24-
Allah'a tevekkül etmek.
25-
Amele güvenmemek, kendini övmeyi ve kusursuz görmeyi terketmek de buraya girer.
26-
Hasedi, çekememezliği terketmek.
27-
Kin ve intikâmı terketmek.
28-
Gadabı terketmek.
29-
Aldatmamak, su-i zan sâhibi olmamak, hilekâr olmamak da buraya dahildir.
30-
Dünya sevgisini terketmek. Mal ve makam sevgisini terk de buraya girer.Kalbe
müteallik güzel veya kötü amellerden herhangi biri aklına gelir de burada
zikredilmemiş bulursan, o esas itibariyle bu saydıklarımızın dışında kalmaz,
bunlardan birine dahil olduğunu azıcık bir tefekkürle görürsün.
9-İkinci
Kısım: Dille Alakalı Ameller
Bunlar
da yedi şubeye ayrılır:
1-
Kelime-i tevhidi diliyle söylemek,
2-
Kur'an'ı tilâvet etmek,
3- İlim öğrenmek,
4- İlim öğretmek,
5- Allah'a dua etmek,
6- Allah'ı zikretmek,
istiğfar da buraya dâhildir,
7- Boş laflardan
kaçınmak.
Üçüncü Kısım: Bedenî
Ameller
Bu da kırk şubeye ayrılır.
Bunlar da kendi aralarında üç çeşittir:
1. Çeşit: Muayyen
Şeylere Ait Olanlar
Bunlar on altı şubeye
ayrılırlar:
1) Temizlik. Buna beden,
elbise ve mekân temizlikleri de girer. Bedeni hadesten temizlemek için abdest
almak, cenabetten, hayızdan, nifastan temizlemek için yıkanmak da girer.
2) Namaz kılmak; buna
farz, nâfile ve kaza namazları da girer.
3) Zekat vermek; buna
sadaka vermek, sadaka-ı fıtr ödemek, cömertlik, fukara ve misafirlere yedirip
ikram etmek de girer.
4- Farz ve nâfile
oruçlar.
5- Haccetmek, umre de
buraya girer.
6- İ'tikafa girmek.
Kadir gecesini aramak da buna dahildir.
7- Dînin yaşanabileceği
yere gitmek, şirk diyarından hicret de buna girer.
8- Nezirlerini ödemek.
9- Yeminleri yerine
getirmek.
10- Keffaretlerini
ödemek.
11- Namaz içinde ve
dışında setrü'l-avret (ayıp yerlerini örtmek, tesettüre riayet etmek).
12- Kurbanları kesmek,
nezir kurbanı varsa onu da kesmek.
13- Cenâze işlerine
bakmak.
14- Borcu ödemek.
15- Muâmelelerde doğru
olmak, ribadan kaçınmak.
16-
Doğrulukla şâhidlik etmek, hakkı gizlememek.
2.
Çeşit: Kendisine Tabi Olanlarla İlgili Şeyler
Bunlar
altı şubedir:
1)
Meşru nikahla evlenip iffeti korumak.
2)
Aileye karşı vazifelerini yerine getirmek. Hizmetçilere iyi muâmele de buraya
girer.
3)
Annebabaya iyi muâmele etmek. Onlara karşı ukuk (haksızlık)tan kaçınmak da
buraya girer.
4) Çocukların terbiyesi.
5) Sıla-i rahm.
6) Büyüklere itaat.
3.
Çeşit: Âmmeye Müteallik Şeyler
Bunlar
da onsekiz şubedir:
1)
İdâreciliği adaletle yürütmek,
2)
Cemaate uymak,
3)
Ulu'l-emre itaat etmek,
4)
İnsanları barıştırmak. Hâricilere ve âsilere karşı mücadele de buraya girer.
5)
İyilikte yardımlaşma.
6)
Emr-i bi'lma'ruf nehy-i ani'lmünkerde bulunmak (yani insanlara iyiliği
emretmek, kötülükten menetmek).
7)
Hududu (ağır cezaları) tatbik etmek.
8)
Cihad etmek. Kışlalarda asker bulundurmak buna dâhildir.
9)
Emaneti edâ etmek. Ganimetten beşte biri (hums) ödemek de buraya dâhildir.
10)
Ödemek şartıyla borç vermek.
11)
Komşuya iyi muâmele etmek.
12)
Geçimli olmak. Helâlinden mal toplamak da buraya dahildir.
13)
Malı yerinde harcamak. İsrâftan kaçınmak da buraya girer.
14)
Selam'ı almak.
15)
Hapşırana "yerhamukâllah" demek.
16)
İnsanlara zarar vermekten kaçınma.
17)
Eğlenceden kaçınmak.
18)
Yoldan rahatsızlık veren bir cismi kaldırmak. Bütün bunlar, toplam 77 şube
yapar.
Dikkat:
Bu hadis, yoldan rahatsızlık veren birşeyi (ezâ) kaldırmayı imanın bir şubesi
saymakla imar hizmetlerinin ehemmiyetine dikkat çekmiş, hayır sahiplerinin yol
hizmetlerine eğilmelerine sebep olmuştur. İnsanların gelip geçtiği yerlerden
çalı, çırpı, diken, taş, pislik gibi rahatsızlık veren birşeyi temizlemek
imanın bir şubesi olursa yol inşa etmek, yol emniyetini sağlamak, yolcuların
konaklayacağı yerler, köprüler yapmak ne kadar büyük ehemmiyet taşır. Allah
nazarında makbul bir amel olur! Bu yüzdendir ki, İslâm âleminde daha ilk
asırlardan itibaren yol ve posta hizmetleri gelişmiştir. Öyle ki, Emevîler
devrinde ana yollara bugünkü gibi kilometre taşları dikerek merkeze olan
uzaklık mil cinsinden sıkca gösterilmiştir.
Hayâ: Ar, utanma duygusu. Edep, mahcubiyet, utanmak; ar
ve namus; nefsin çirkin şeylerden sıkılması ve bunun için kötü şeylerdi terk
etmesi. Hoş ve güzel olmayan bir olayın ortaya çıkmasından kalpte meydana gelen
bir incelik ve ızdıraptır. Haya herkese nasip olmayacak kadar değerlidir.
Ahmet
Rıfat da "Tasvir-i Ahlâk" adlı sözlüğünde şunları söyler: "Bu güzel
duygu, biri fıtrî, diğeri dinî olmâk üzere iki türü kapsamaktadır. Fıtri olan,
halk yanında açılması haram olan yerleri açmamak gibi şeyler olup, dinîsi, halk
ve Halık huzurunda edep ve hürmet müntehi olur. Fahri âlem efendimiz, "Haya
imandan bir şubedir" buyurdular. "Utanmıyorsan dilediğini yap" nebevi hadisi de varit
olmuştur ki, hikmetle damgalanmış bu hadis dünya ve içindekileri değer icazla
düzenlenmiş bir kelâmdır. İmam Ali -Allah onun yüzünü keremli kılsın ve ondan
razı olsun-, "Bir kimse haya elbisesini giyinse, yani hayayı kendisine
prensip edinse halk o kimsenin ayıbını göremez" buyurdular.
Gerçekten
de haya öyle onur ve şeref verici bir elbisedir ki, onu giyinenler ayıp ve
eksikliklerini örtmekle birlikte herkes tarafından saygı ve ikram görürler.
Haya elbisesini giyinmeyen kimseler ise ne kadar haysiyetli ve itibarlı olursa
olsunlar kendilerinden aşağı kimselerden bile hakaret görürler. Haya özellikle
kadınlar için çok gereklidir. Çünkü sahip oldukları yüz güzelliği bir kat daha
artırır.
Hatta
Aristotales, "Kadınlarda en çok sevilecek şey nedir?" sorusuna
"Yüzlerinde hayadan dolayı ortaya çıkan kırmızılık" cevabını
vermişti. [161]
Hz.
Ebu Bekir (ra)'dan: Hz. Peygamber (as) şöyle buyurmuş:
"Haya İmandandır. İman ise
cennettedir. Hayâsızlık cefadan bir parçadır. Cefa ise cehennemdedir."[162]
* Haya
duygusu ar perdesidir. İnsan ar perdesini yırtarsa artık ondan haya namına bir
şey kalmaz. Haya imandan olduğuna göre, hayası olmayan bir insanın imanından
bahsedilemez.
* Hayasızlık,
pervasızlıktır. Günah işleyen bir insanın o esnada yüzü kızarmıyorsa, o kişinin
imandan nasibi kalmamış demektir.
* İman çıplaktır, örtüsü
hayadır, ziyneti ise takvadır.
SU ve TEMİZLİK
Sekizinci Ayet
يَااَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اِذَا قُمْتُمْ
اِلَى
الصَّلوةِ
فَاغْسِلُوا
وُجُوهَكُمْ
وَاَيْدِيَكُمْ
اِلَى
الْمَرَافِقِ
وَامْسَحُوا
بِرُؤُسِكُمْ
وَاَرْجُلَكُمْ
اِلَى
الْكَعْبَيْنِ
وَاِنْ
كُنْتُمْ جُنُبًا
فَاطَّهَّرُوا
وَاِنْ
كُنْتُمْ
مَرْضى اَوْ
عَلى سَفَرٍ
اَوْجَاءَ
اَحَدٌ
مِنْكُمْ
مِنَ
الْغَائِطِ
اَوْ لمَسْتُمُ
النِّسَاءَ
فَلَمْ
تَجِدُوا مَاءً
فَتَيَمَّمُوا
صَعيدًا
طَيِّبًا
فَامْسَحُوا
بِوُجُوهِكُمْ
وَاَيْديكُمْ
مِنْهُ مَا
يُريدُ
اللّهُ
لِيَجْعَلَ
عَلَيْكُمْ
مِنْ حَرَجٍ
وَلكِنْ
يُريدُ
لِيُطَهِّرَكُمْ
وَلِيُتِمَّ
نِعْمَتَهُ
عَلَيْكُمْ
لَعَلَّكُمْ
تَشْكُرُونَ
"Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman
yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başlarınızı meshedin ve her
iki topuğa kadar ayaklarınızı da (yıkayın.) Eğer cünüpseniz temizlenin (gusül
edin); eğer hasta veya yolculukta iseniz ya da biriniz ayakyolundan (hacet
yerinden) gelmişse yahut kadınlara dokunmuşsanız da su bulamamışsanız, bu
durumda, temiz bir toprakla teyemmüm edin (hafifçe) yüzlerinize ve ellerinize
ondan sürün. Allah size güçlük çıkarmak istemez, ama sizi temizlemek ve
üzerinizdeki nimeti tamamlamak ister. Umulur ki, şükredersiniz." [163]
Ayetin Nuzulü
ve Açıklaması
Bu ayeti kerimeye "Teyemmüm
ayeti" denilmiştir. Buhari ve Müslim, Hz.Aişe (r.a) rivayet ettiğine
göre, gerdanlığını kaybettiği seferde geceleyin susuz bir mevkide
konaklamışlar, abdest almak mümkün olmamış, bunun üzerine bu ayet nazil
olmuştur.[164]
(يَااَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا) "Ey iman edenler
-malûm imandan sonra ilk vazife namazdır- siz (اِذَا
قُمْتُمْ
اِلَى
الصَّلوةِ) namaza
kalkdığınız, yani namaza kalkmak istediğiniz vakit (فَاغْسِلُوا
وُجُوهَكُمْ
وَاَيْدِيَكُمْ
اِلَى
الْمَرَافِقِ) yüzlerinizi
ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız
(وَامْسَحُوا
بِرُؤُسِكُمْ) ve
başlarınızı mesh ediniz (وَاَرْجُلَكُمْ
اِلَى
الْكَعْبَيْنِ) iki
topuğa kadar ayaklarınızı da»- yani ayaklarınızı da
yıkayınız, yâhut mesli ise mesh ediniz, bu temizlikler yapılmadan namaz, namaz
olmaz. « لَا
يَقْبَلُ
اللّهُ
صَلَاةً
بِغَيْرِ طُهُورٍ = Çünkü Allah, taharetsiz
hiç bir namazı kabul etmez».[165]
Temizlik:
Bedenin ve ruhun maddî manevî pisliklerden uzak tutulması. İslâm Müslümanları
bazı görevleri yerine getirmekle mükellef tutmuştur. Bu görevlerden bir kısmı
Müslümanın ruhi yönünü bir kısmı da maddî yönünü ilgilendirir. Dinin kesinlikle
yerine getirilmesini istediği bedenî görevlerin aksatılması vücudun çeşitli
rahatsızlıklara yakalanması ve dinî-ahlakî görevlerin yapılabilme güçlüğünü
ortaya çıkarır. Bunun için bedenî görevleri titizlikle yerine getirmek, sağlıklı
ve her an her türlü görevleri eksiksiz yapabilecek bir beden yapısına sahip
olmak, ahlakî bir yükümlülüktür.
Bedenî görevlerin
başında temizlik gelir. Nitekim bir ayet-i kerimede Allah Teâla şöyle
buyurmaktadır:
لَا تَقُمْ
فيهِ اَبَدًا
لَمَسْجِدٌ
اُسِّسَ
عَلَى
التَّقْوى
مِنْ اَوَّلِ
يَوْمٍ
اَحَقُّ اَنْ
تَقُومَ فيهِ
فيهِ رِجَالٌ
يُحِبُّونَ
اَنْ
يَتَطَهَّرُوا
وَاللّهُ
يُحِبُّ
الْمُطَّهِّرينَ
"Orada (Mescid-i Kuba'da) günahlardan
ve pisliklerden temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da böyle çok
temizlenenleri sever."[166]
Ayetten de anlaşılacağı
gibi, sadece gözle görülen maddî kirler değil günah ve kötülükler gibi manevî
kötülükler de pis sayılmış ve müslümanların bunlardan arınmaları istenmiştir.
Peygamber (a.s)'ın "Temizlik imanın yarısıdır"[167]
buyurması da temizliğin önemini gösterir.
Peygamber (a.s)'ın
de hiç olmazsa haftada bir kere vücudun tamamen yıkanmasını ve her türlü kirden
ve pis kokulardan arındırılmasını tavsiye ettiğini bilinmektedir. "Ona tertemiz
olanlardan başkası el sürmesin"[168]
ayeti de Kur'an'ın ancak abdestli olarak ele alınabileceğini göstermektedir.
Namaz kılmak, Kur'an okumak için abdest alınması, belli zaman ve durumlarda boy
abdestinin alınması mecburiyetinin olması, Müslümanların, ister istemez her an
temiz olmaları sonucunu ortaya çıkaracaktır. Kaldı ki, bir Müslümanın bedenini
temizlemesi sadece abdest ve boy abdesti ile sınırlı kalmaz; gerekli gördüğü
her yerde yıkanmak, yemeklerden önce ve sonra kesinlikle elleri yıkamak,
özellikle ağız ve diş temizliğine dikkat etmek icab eder. Peygamber efendimiz:
"Misvak kullanın, çünkü misvak ağzı
temizler."[169]
"Eğer müminlere güçlük verecek
olmasaydım, onlara her namaz için misvak kullanmayı emrederdim."[170]
"Yemekten önce ve sonra el yıkamak
yemeğe bereket getirir"[171]
buyurmakla el, ağız ve diş temizliğine verdiği önemi göstermiştir. Bu sebeple
misvak veya fırça kullanarak dişleri temizlemenin önemli bir sağlık kuralı
olduğu unutulmamalıdır.
Fazla uzadıkları zaman
ve bakımsız, pis bırakıldıkları zaman birer mikrop yuvası olan tırnaklarla,
vücudun belli yerlerindeki kılların kesilip temizlenmesine de dikkat edilmeli,
saç, sakal, bıyık her zaman taranıp düzeltilmeli ve temiz tutulmalıdır.
İbadetlerle elde etmek istediğimiz gönül temizliğine giden yolun, beden
temizliğinden geçtiği unutulmamalıdır.
Sadedinde
olduğumuz
ayeti kerime abdestin tarifini verirken aşağıdaki hadisi şerif ise abdest
suyunun durumunu nasıl olması gerektiğini ifade buyurmaktadır.
Abdest bedeni temizlerken madden kişi Allah ile buluşmaya hazırlar.
Hadisi şerif ise bedeni hangi tür sularla temizlenmesi gerektiğinden
bahseder.
Yüce Allah cümlemize gerçek temizliğe ulaşan kullarından eylesin.
Yedinci Hadis
الْبَحْرَ
الطَّهُورُ
مَاؤُهُ
الحِلُّ مَيْتَتُهُ.
"Denizin
suyu temizdir, ölüsü de helâldir."[172]
Hadisin
Vürûdu ve Açıklaması
1-Vürûdu: Muvatta'da denir ki: Hz.Peygamber (a.s) deniz suyu hakkında soruldu: Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a bu soruyu soran sahâbînin adı hususunda farklı rivayetler vardır.
Bizce isim ehemmiyet taşımaz. Mühim olan hadisteki fıkıhtır. Ahmed, Hâkim ve
Beyhakî tarafından tahric edilen bir rivayet, bu sorunun balıkçılar tarafından
sorulduğunu ifade eder.
Arabistan
kıyılarında, o devirlerde icrâ edilen balıkçılık hakkında açıklayıcı bazı
teferruatı da ihtiva etmesi yönüyle ehemmiyetli olan rivayeti aktarıyoruz:
"Biz, bir gün Resûlullah'ın yanında idik. Bir balık avcısı gelerek
sordu:"Ey Allah'ın Resûlü! Biz balık avı için denize açılırız.
Beraberimize bazı kapkacak alırız. Gemiye binerken karaya yakın bir yerde
avlanıp dönmeyi düşünürüz. Bazan böyle yakında balık buluruz, bazan da
bulamayız. Öyle olur ki, başlangıçta aklımızda olmayan uzaklıklara açılmış
oluruz. Bu uzaklıkta ihtilam olan veya abdest alan oluyor. Beraberimizdeki su
ile yıkanacak veya abdest alacak olsak bizi susuzluk helâk edebilir. Bu
endişeyle deniz suyunu yıkanma veya abdest almada kullanmamıza ne
dersiniz?" Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu soru karşısında deniz
suyu için tahûr tabirini kullanır. Tahûr, hem temiz hem temizleyici manâsına
gelen mastar-isimdir. Kendisiyle temizlik yapılan şey demektir.[173]
لِنُحْيِىَ
بِه بَلْدَةً
مَيْتًا
وَنُسْقِيَهُ
مِمَّا
خَلَقْنَا
اَنْعَامًا
وَاَنَاسِىَّ
كَثيرًا
"Ölü bir yeri diriltmek ve
yarattığımız nice hayvan ve insanları sulamak için gökten tertemiz su
indirmişizdir."[174]
Şu halde
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Su temizdir; onu hiçbir şey
kirletmez" ifadesi, ancak vahy-i ilahî ile konuşabilen, eşyanın sırrı
kendisine açılmış, eşyanın hakikatını olduğu gibi gören, bilen, makam-ı
nübüvvete mazhar bir zatın mu'ciznümâ bir sözüdür. Böyle bir hakikatı, böyle
bir kesinlikle, Aleyhissalâtu vesselâm'ın içinde bulunduğu içtimâî şartlarda
bir başka kimsenin söylemesi mümkün değildir. Zamanımızın gelişen tekniği bu
sözün doğruluğunu ispatlamıştır: Su, içerisine karışan pis maddeler sebebiyle
kirlenir, ama aslî tabiatı bozulmaz. O tabiat daima temizdir. İçerisine
sonradan giren maddeler tasfiye edilip suyun içerisinden ayıklandı mı geriye "pislik
tutmayan temiz su" kalır. Esasen tabiatta bu yapılmaktadır. Kirlenen
suyun kirliliği tabiatta temizlenmemiş olsaydı, yeryüzünde, dünya kurulalıdan
beri kirlenen sular sebebiyle bugün temiz su kalır mıydı?
Günümüzün
tekniği suyun faydalı ve zararlı olma vasıflarını tesbitte bir kısım ölçme
aletleri geliştirmiştir. Bütün bu teknik gelişmelere rağmen dinin koyduğu
ölçüler değerini kaybetmez, zira insanoğlu beraberinde ölçüm âletleri
taşıyamaz. Dağda, kırda, gezinti mahallerinde, yolculuk sırasında her an su
problemiyle değişik şekillerde karşılaşabiliriz. Temiz ve pis su hakkında
dinimizin koyduğu esasları bilmek bir kısım yanlışlıkları ve riskleri asgariye
düşürür.
Unutmayalım
ki, bugün tekniğin hâlâ girmediği nice köy ve hattâ kasabalarımız var.
Buralarda temiz ve pis su mevzuunda dinimizin ölçülerinin bilinmesi gereklidir.
Şu hususu da kaydedelim ki, temizliği hususunda hiçbir şüphe olmayan su varken,
şeriatın aradığı zevâhire göre temiz sayılması gerekmesine rağmen içimizde
kuşku duyduğumuz suyu kullanmamız gerekmez. Aksi takdirde şeriatın aradığı
şartlar yeterlidir. Bu şartları haiz olmayan sulardan kaçınılmalıdır. İçmede
de, temizlikte de kullanılamaz. Su ile ilgili bir kısım ilâve açıklamalar
müteakip hadislerde gelecek.
Yiyecek
ve giyecek temizliği:
İnsan yaşayabilmek için yer ve içer.
Yiyecek ve içecekleri temiz ve helâl olanlardan seçmek İslam'ın emirlerindendir.
Besin maddelerinde iki türlü
temizlik aranması gerektiğini yukarıdaki ayetler ortaya koymaktadır. Bunlar maddî ve manevî
temizliktir. Maddî temizlikten maksat, yenilen şeylerin kirli olmamasıdır. Kirli olanlar
temizlendikten sonra yenilebilir. İçeçeklein de pis olmamasına özen gösterilir. Kirli ve
mikroplu besinlerin vücud için ne büyük tehlike teşkil ettiğini, pek çok hastalığın bu yolla vücuda girdiği bilinmektedir.
Yiyecek ve içeceklerde
aranan ikinci temizlik, manevi temizliktir. Allah Teâlâ, helal olan şeyleri temiz, haram olan şeyleri pis saymıştır. Öyleyse, nasıl yıkamak, kaynatmak, pişirmek yolu ile yiyecek ve
içeceklerde maddî yönden temizlenmeye çalışılıyorsa, helal olanlarını seçmek suretiyle, de
onlardaki manevî temizliğe dikkat edilmesi gerekmektedir. İslâm içki ve domuz etini
haram oldukları için pis saydığı gibi aynı şekilde, hırsızlıkla veya haksız kazanç yoluyla elde edilen
yiyecek ve içecekleri de pis kabul etmiştir.
Yiyeceklerde olduğu kadar giyeceklerde de temizliğe dikkat edilmelidir. Vücud
ne kadar temiz tutulursa tutulsun, elbiseler temiz olmazsa, bu temizliğin bir kıymeti kalmaz. Allah Teâlâ'nın Peygamber (a.s)'e ilk
emirlerinden biri وَثِيَابَكَ
فَطَهِّرْ "Elbiseni de daima temiz tut"[175] emridir.
Şu halde Müslüman, giyiminde
temiz ve derli toplu olmaya çalışmalıdır. Pis ve pejmürde bir kıyafet yalnız giyinen için değil, çevresindekileri de
rahatsız eder. Peygamber (a.s)'ın her konuda olduğu gibi, üst-baş ve giyim kuşam konusunda da, temizliği ve derli toplu olmasıyla, Müslümanlara örnektir.
Çevre temizliği
Müslüman, yediği, içtiği ve giyindikleri kadar
içinde yaşadığı çevrenin de temiz olmasına dikkat eder. Bu önemli bir ahlakî sorumluluktur.
Başta evler
olmak üzere, sokaklar, mahalleler, köy ve kasabalar mutlaka temiz tutulmalıdır. Eğitim kurumları, fabrikalar, dükkanlar,
camiler temiz tutulmalıdır .
Çevre temizliği sadece kişileri ilgilendirmez,
toplumsal bir konudur. Burada fertlerin karşılıklı hak ve görevleri söz
konusudur. Meselâ; yola çöp atan veya çekinmeden tükürüp geçen; dinlenmek için
gittiği gezinti yerlerinde yeyip içtiklerinin artıklarını çevreye saçan; işyerinin etrafını artık maddelerle kirleten bir kişi, yalnız çevresini kirletmiş olmakla kalmaz, kirlettiği yerlerde yaşayan veya o yerlerden
yararlanan insanlara karşı da haksızlık yapmış, terbiyesizlikte bulunmuş olur. Bunun için çevre
temizliğini aynı zamanda toplumsal bir görev olarak değerlendirmek ve bu konuda çok
titiz davranmak Müslümanlar için bir yükümlülüktür.
Resulullah (a.s): "İnsanların çoğunun
aldandığı (yani değerini bilmediği)
iki nimet vardır: Sağlık ve boş vakit"[176] buyurmuştur. Gerçekten de çoğu zaman insan ancak
hastalandığında sağlığın kıymetini anlar. Buna meydan vermemek, sonunda pişman olmamak için hastalık gelmeden tedbirinin alınması gerekir. Sağlığın ilk şartı hastalıklara karşı en önemli tedbir olan
temizliğe riayet etmektir.
Özetle Müslüman; üstü-başı, çevresi, yiyeceği ve giyeceği ile temiz, derli-toplu,
intizamlı olmaya ve böylece Allah Teâla'nın rızasını kazanarak O'nun sevgili
kulları arasına girmeye çalışır. Bu onun en önemli ahlakî görevidir. Bu görevini
kesinlikle aksatmamalı ve dikkatli bir şekilde yerine getirmeye çalışmalıdır.
*
Temizlik, üç çeşittir:
a)
Necasetten taharet.
b)
Hadesten taharet.
c)
Kalp temizliği.
* Namaz temizlikle başlar.
Temizliği olmayan namazın herhangi bir faydası yoktur. Bunun adı önce
necasetten temizlenmek olan boy abdesti almak. Sonrada hadesten temizlenmek
taharet ve normal el ve yüz yıkanması olan abdesti almaktır.
* Namazın tekbiri "Allah’u
Ekber"dir.
Tekbirden önce niyet gelir. Selamdan önce dua ve niyaz gelir.
* Tahareti olmayan temizlik
makbul değildir. niyeti olmayan tekbir, sevap değildir. Dua ve niyazı olmayan namaz faydalı değildir.
* Cennetin anahtarı "KELİME-İ
ŞAHADET'TİR"
* Kelime-i Şahadetin
anahtarı "NAMAZ" dır.
* Namazın anahtarı “ABDEST’TİR.”
* Abdest tin anahtarı "TAHARET"tir.
* Taharetin anahtarı ise su
ile "TEMİZLİK" tir.
* Taharetsiz din olmaz.
* Su olmadan da taharet
olmaz.
* Görünür bütün kir ve
pislikleri gideren tek şey sudur.
* Görünmeyen bütün günah ve
kötü şeyleri gideren tek şey şahadet kanıdır.
NAMAZ
Dokuzuncu Ayet
اَلَّذينَ
هُمْ فى
صَلَاتِهِمْ
خَاشِعُونَ
"Onlar ki, huşu içinde namaz kılarlar."[177]
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Hz. Ömer (r.a) naklediyor: Hz.Peygamber
(a.s)'a vahy nazil olduğu zaman onun yüzünün
çevresinde arı vızıltısı gibi bir ses işitiliyordu. Bir süre sonra kıbleye döndü, ellerini kaldırdı ve: Ey Allahım, bize
artır, eksiltme ikram et, hor kılma. Ver, mahrum etme. Bizi tercih et, başkalarını bize tercih
etme. Bizden hoşnut ol ve bizi hoşnut eyle, buyurdu, sonra: bana on ayet
nazil oldu ki, kim onları yerine
getirirse; cennete girer, buyurdu.[178]
(اَلَّذينَ
هُمْ فى
صَلَاتِهِمْ
خَاشِعُونَ)
"Ki, onlar namazlarında haşi'dirler." [179]
Huşû: Allah'a karşı korku ve sevgi ile boyun eğme ve bu duygu ile alçak gönüllülük ve
tevazu gösterme.
Nerede
olunursa olunsun, Allah Teâlâ'nın her şeye muttali olduğunu azametini ve kişilerin kusurlarını bilmeyi gerekli kılar. Asıl huşû, bu bilgilerden doğar. Bunun için huşû yalnız namaza bağlı değildir. Namazda, namaz dışında, yalnızken de huşû
uygulanır.
Huşû, Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli âyetlerde geçmekte ve Peygamber efendimizin hadislerinde
çokça zikredilmektedir. Sadedinde olduğumuz ayette geçen ve bu kelimeden gelen "el-hâşin ve'l-haşiât" kelimeleri "Allah'a boyun eğen erkekler ve Allah'a boyun eğen kadınlar" diye tercüme edilmiştir. Yani "Onlar kibir, gurur ve
kendini beğenmişlikten uzaktırlar; O kul olduklarının ve ibadet ve
taat etmekten başka bir konumda
ohnayacaklarının farkındadırlar. Bu
nedenle vücutları ile birlikte
kalpleri de, Allah'tan korkarak onun önünde secde eder. Onlar Allah'dan
korkmayan ve kibir içinde yaşayanlar
gibi davranmazlar" Bu niteliklerin dizilişinden huşû ile,
genelde Allah korkusunun yanında,
özellikle namazın kastedildiği anlaşılmaktadır. Çünkü
sadaka vermek ve oruç tutmak hemen bunun ardında yer almaktadır.[180]
Huşû ve huzur-ı kalb namazda şarttır. "Zikrim
için beni hatırlamak
için namaz kıl"[181] âyeti buna bir örnektir. Bilindiği üzere emrin zahiri vücuptur. Gaflet
zikre münafidir (manidir). Bütün namazı gaflet ile geçen bir insan, namazda Allah'ı nasıl hatırlamış olabilir? Allah Teâlâ "Gafillerden
olma"[182] buyurarak gafleti yasaklıyor. Namazda huşû'un büyük bir önemi vardır. Mü'minûn sûresinin ilk âyetlerinde,
mutlaka kurulacak olan kâmil mü'minlerin sıfatları sayılır. Birinci sıfatlar
olarak şöyle
denmektedir:
"(Öyle mü'minler) ki onlar namazlarında huşûa riâyet ederler." İslâm âlimlerinden bir kısmı huşûu korku gibi yalnız kâlb fiilinden olduğunu söylemiştir. Bazıları ise; namazda sükûn ve sağa sola bakmayı terk etmek gibi, aza ve organlarla ilgili
fiillerden kabul etmişlerdir.
Ashâb-kirâmdan
Abdullah bin Abbas (ö. 68/687) bu âyetteki "hâşiûn'"u, "Onlar namazlarında korku ve sükûnet içindedirler" şeklinde tefsir ederken, Hz. Ali'den (ö. 40/660) "Huşû'dan maksat kalbin huşûudur" dediği nakledilir.[183]
Muhammed
b. Şirin'den (ö. 110/728) şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasûlüllah (a.s)'ın ashabı, namazda gözlerini gökyüzüne kaydırıyorlardı. Mü'minûn sûresinin huşû'dan söz eden ilk âyetleri nâzil olunca,
gözlerini secde edilecek yere bakacak şekilde indirdiler."[184]
Namazda
huşû kalbin tam olarak dış ilgilerden boşaltılıp, Allah'a bağlanması ile meydana gelir. O zaman gönül huzuru duyulur. Nebi (a.s) bir
hadisinde şöyle buyurmuştur: "Bana güzel koku, kadın sevdirildi. Namaz da gözümün nuru kılındı."[185]
Kişinin iç dünyası ile ilgili olan huşû hali dıştaki davranışlarına yansır.
Psikolojik bakımdan da bunun
böyle olması gerekir. Çünkü
beden, ruhi olayların aynasıdır. Meselâ; ruhunda üzüntü veya sevinç olan kişinin bu ruhi halini, yâni üzüntü veya
sevincini mimiklerinden, yüz hatlarından ve davranışlarından anlarız. Bundan dolayıdır ki âlimler
namazdaki huşû'u şöyle izah etmişlerdir: "Namazda huşû; bütün himmetini namaz için toplamak,
namazın dışındaki her şeyden yüz çevirmek, gözlerini secde yerinden ayırmamak, sağa sola bakmamak, elbisesiyle oynamamak ve parmaklarını çıtlatmamaktır.[186]
Dikkat
edilirse bu izahda kalb ile beden, yani kalb ile aza organlar birlikte dikkate
alınmıştır.
Bazı müçtehitler huşûu namazın şartlarından kabul etmişlerdir. Fakat sahih olan görüşe göre; huşû namazın şartlarından değildir,
kemâlindendir. Yani makbul ve olgun bir namazın mutlaka huşû ile kılınması lâzımdır. Namaz sırasında kalb
kıbleye yönelmiştir. Kalb ve zihin başka şeylerle meşgulse
namaz gafletle kılınmış demektir. Böyle namaz, Hakkı hatırlatmaz.
Halbuki namaz, Hakkı hatırlatmak içindir. Cenâb-ı Hak bu konuda şöyle buyurur: "Beni hatırlamak ve anmak için dosdoğru namaz kıl"[187] bu da ancak namaz ile olur.
Namazın huşusu dize derman, namazın hakkını
vermek ise hem gönle hem de bedene şifadır.
Aslında
günümüz sporun sağlıklı olduğunu söyleyenlere çok ama çok güzel bir ilahi ve
Nebevi çağrı vardır. Keşke bu çağrıya canu gönülden iştirak edebilsek.
Yüce Allah cümlemizi kendi ve Resulü
yolundaki şifa deryasından nasiplenen kullarından eylesin.
Dokuzuncu Hadis
فَصَلِّ
فإنَّ فِي
الصّلآََةِ
شِفَاءً.
"Namaz kıl! Çünkü namazda
şifa var!" buyurdular."[188]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: İbn Mâce, Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh'tan
naklediyor: "(Bir keresinde) Resûlullah Aleyhissalâtu vesselâm erken
namaza kalktı. Ben de erken kalktım ve biraz namaz kıldıktan sonra oturdum.
"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bana dönüp baktı ve (Farsça):
"Karnın mı ağrıyor?" buyurdu. Ben: "Evet! Ey Allah'ın
Resûlü!" dedim. "Öyleyse kalk! Namaz kıl! Çünkü namazda şifa
var!" buyurdular."[189]
Namazda şifa
olması hususunda yapılan bazı açıklamalar şöyledir:
1) Namaz
bedenen birçok hareketleri ihtiva etmektedir: Bunların sağlığa tesiri
herkesçe bilinen bir husustur.
2) Namaz
mukaddes bir ibadettir, feyzle doludur: Kişinin onun feyzinden
feyizlenmesi, maddî-manevî hastalıklarına şifa bulması rahmet-i ilahiyeden
beklenir.
3) Namaz bir meşguliyettir: Zihnin, fikrin, hayalin, dikkatin
dünyevî umurdan koparılıp meâliyâta, ruhâniyata, maneviyâta çekilmesidir. Hele
huşû, hudû ve huzur ile kılınan namaz, insanı, dünyevi olan ihsaslardan
fevkalade uzaklaştıracak, acılarını, ızdıraplarını duymaz hale getirecek, en
azından onları asgari seviyede algılar, hisseder durumda tutacaktır. Bu çeşit,
ruhî tahavvül ve tegayyürlerin bir kısım hastalıkların gelişme seyrini tâdil
edeceği söylenebilir. Nitekim tababette, tedavinin çeşitli usulleri vardır:
Hastaya telkin, dua, ümit, sevinç ve heyecan vermek; unutturmak, ferahlatmak,
efkâr ve üzüntüsünü gidermek; mahcup etmek vs... Namazda bunların bir kısmı
vardır. Daha önce örnekler geçtiği üzere Ashabın namaz esnasında gürültü
duymadıkları, yaralarındaki acıyı hissetmedikleri vs. rivayetlerle sabittir.
Dolayısıyla namazın, hadiste kaydedilen örnekte olduğu üzere, karın ağrısı
gibi, gelip-geçici bir kısım rahatsızlıklârın giderilmesinde ilaca, doktora
gidinceye kadar hemen tevessül edilecek bir çare olarak düşünülmesi gerekir.
Namazda Ta'dil-i Erkan:
Namazda rükû, rükûdan sonra ayakta durma, secde ve iki secde arasındaki oturmanın hakkını vererek, tam bir sukûnet içinde
ve yerli yerinde mutmain olarak yapmak.
Ta'dîl, düzeltmek, kuvvetlendirmek demektir.[190]
Erkân ise "rükn"ün çoğuludur.
Kelime anlamlarıyla ta'dîl-i erkân, rükünlerin yerli yerinde yapılmasını
ifade etmektedir.
Allah Teâlâ Kur'an'da, Hz. Peygamber (a.s) de
hadislerinde namazların gerektiği gibi kılınmasını
özellikle belirtmiştir. Kur'an, namaz kılmayı ifade için "namaz kılmak"
anlamına gelen "sallâ" fiili yerine "ekame"
fiilini tercih etmiştir ki, bu kelime "hakkını
vererek yapmak" anlamına gelmektedir. Hz. Paygamber de pek çok hadisinde bu
konuyu işlemiştir.
Ebû Hureyre (r.a)'ın
rivâyetine göre bir gün Hz. Peygamber (a.s) mescide girdi. O arada bir adam
daha mescide girdi ve namaz kıldı.
Sonra Hz. Peygambere gelerek selâm verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Dön
ve namazını kıl; çünkü sen namaz kılmadın" buyurdu.[191]
Bir başka hadisinde Hz. Peygamber: "Rükû ve secdeleri
tamamlayın” buyurmuştur.[192]
Diğer bir rivâyette de "Rükû ve secdelerinizi
güzel yapın"[193] buyurulmuştur.
Teberanî'nin "el-Kebir"indeki bir
hadise göre; Hz. Peygamber (a.s) namaz kılarken
rükûyu tam yapmayan, secdeye de yatıp kalkan
bir adamı görünce: "Şu adam bu hali üzere ölse Muhammed milleti dışında ölmüş
olurdu" buyurdu. Huzeyfe (r.a)
rükû ve secdelerini tam yapmayan bir adamı gördü ve
adam namazı bitirince, namazının olmadığını, eğer ölmüş olsa, sünnet üzere ölmeyeceğini; bir başka
rivâyette de, Hz. Muhammed (s.a.s)'in yaratıldığı fıtratın dışında bir fıtrat üzere ölmüş olacağını hatırlattı.[194] Ayrıca Hz. Peygamber ahirette kişinin ilk sorguya çekileceği ibadetin namaz olduğunu
haber vermektedir. Eğer namazı düzgün ise felah bulmuş,
kurtulmuştur. Eğer namaz konusunda başarısız
olmuş ise, hüsrana uğramıştır.[195]
Delâleti zannî olsa da, bu hadîslerin bütünü ele alındığında, neredeyse delâleti kat'î
gibi görünmektedir. Bu nasslardan yola çıkan İmam Mâlik, İmam Şâfiî, Ahmed b. Hanbel, İmam
Ebû Yûsuf gibi fukahanın çoğunluğu ta'dîl-i erkanın farz olduğu görüşündedirler. İmam Ebû
Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre ise, ta'dl-i erkân vâciptir.
Muhakkîk fukaha da bu görüşü tercih etmiştir. Bir gruba göre de ta'dîl-i erkan vacibe yakın sünnet-i müekkededir.[196]
Ancak İbnü'l-Hümâm'ın naklettiğine göre, İmam Muhammed ve Ebû Hanîfe'nin bu konudaki görüşlerinin Ebû Yusuf'un görüşüne benzediğini
bildiren bir rivâyeti vardır. Nitekim İmam Muhammed'e rükû ve sücûdda i'tidâlin terki sorulduğunda "namazın câiz
olmadığından korkarım"
diye cevap vermiştir.[197]
Tercih edilen ve muteber olan görüş, İmam Azam ile İmam
Muhammed'e göre ta'dîl-i erkânın vacip olduğu olduğudur.[198]
Ta'dil-i erkân'ın farz olduğunu söyleyen fukahaya göre, bunun terki halinde namaz
bâtıl olur ve ta'dîl-i erkâna riayet ederek yeniden kılmak gerekir.[199]
Vacip olduğunu söyleyenlere göre ise sehv secdesi gerekmektedir.
Ta'dil-i erkân'a riayet'in ölçüsü rüknler arasında Sübhânallah diyecek kadar durmaktan ibarettir.[200]
Buna göre, meselâ rükûdan doğrulduktan sonra dimdik ayakta
durup, en az sübhânallah diyecek kadar beklemek ve daha sonra secdeye gitmek,
secdeler arasında da en az sübhânallah diyecek kadar oturmak
gerekmektedir.[201]
Hanefilerden bazıları rükû ve secdelerde i'tidâle riayet etmeyenin namazını iade etmesi gerektiği görüşündedir. Diğer bazısı da
ta'dîl-i erkânın sehven terki halinde sehiv secdesi, kasden terki
halinde ise namazın iadesi gerektiği görüşündedir.[202]
Ta'dîl-i erkâna riayet etmeksizin kılınan namaz, sıfatındaki noksanlık sebebiyle kâsır (eksik)
edâdır. Kasır eda ile ödenmiş yükümlülükteki eksiklik, misli varsa misliyle telâfi
edilir. Eğer yoksa noksan olanın
hükmü sâkıt olur ve noksanlıktan dolayı günah terettüp eder. Ta'dil-i erkânın misli olmadığından
misli ile telâfisi mümkün değildir.[203]
Namazda, özellikle rükûdan sonra ayakta durma ve
secdeden sonra oturma konusunda dikkatli olmak gerekmektedir. Çünkü bunlar
hafif olarak hemen geçiştiriverilen yerlerdir. Buralarda
hiçbir şey okunmasa dahi, bir tesbîha miktarı susarak durulmalıdır. Bu kadar durulmaz ise, namazı bozulmamakla beraber kişi
günahkâr olur.[204]
ORUÇ
Onuncu Ayet
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنوُا
كُتِبَ عَلَيْكُمُ
الصِّيَامُ
كَمَا كُتِبَ
عَلَى
الَّذينَ
مِنْ
قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ
تَتَّقُونَ
"Ey iman edenler! Oruç
sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.
Umulur ki korunursunuz." [205]
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Hz.Peygamber
(a.s) Medine'ye geldiğinde her ayın üç günü ve aşura günlerini
oruçla geçirirdi. Sonra Yüce Allah orucu farz kılarak bu ayeti kerimeyi inzal
buyurdu.[206]
H.Yazır
söz konusu ayeti kerime ile ilgili olarak şöyle der:
(يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنوُا) "Ey iman ile mükellef
bulunub da iman etmiş olanlar (ey ehli iman) (كُتِبَ
عَلَيْكُمُ
الصِّيَامُ
كَمَا كُتِبَ
عَلَى
الَّذينَ
مِنْ
قَبْلِكُمْ) sizden
evvelki Peygamberlerin ümmetlerine yazıldığı gibi sizin üzerinize de oruç yazıldı,
yani farz kılındı. Bunabinaen oruç külfeti sadece size mahsus yük olarak zannedib
de kocunmayınız.[207]
Oruç:
İslâmın dört temel ibadetinden ve beş esasından biri. Farsça'dan Türkçe'ye
geçmiş bir isimdir. Kelimenin aslı "Ruze"dir. Önceleri "Oruze"
(günlük) olarak kullanılmış; daha sonra "Oruç" şeklinde
telaffuz edilmeye başlanmış ve bu şekliyle yaygınlaşmıştır. Arapça karşılığı "savm"
veya "sıyam"dır. Savm kelimesinin lügat manası; yeyip-içmekten
kendini tutmak, imsak, hareketsiz kalmak ve herşeyden el, etek çekmektir.
Oruç,
ibadet kastıyla sahurdan akşama kadar yemeyi, içmeyi, yeme-içme sayılan şeyleri
ve cinsel ilişkiyi terketmekle tutulmuş olur.
- "Orucun sevabı
Allah'tan başka kimsenin takdir edemeyeceği kadar büyüktür."[208]
- "Oruçlunun,
acıkmaktan doğan ağız kokusu Allah için miskten daha güzeldir."[209]
- "Oruç, ateşten
koruyan bir kalkandır."[210]
- "Oruçlu, duâsı geri
çevrilmeyen üç gruptan biridir."[211]
- "Ramazan orucunu,
-dünya ile ilgili faydalardan ötürü değil de- sadece Allah için tutanın geçmiş
günahları bağışlanır."[212]
-"Özürsüz olarak
tutulmayan bir günlük Ramazan orucunun kaçırılan sevabı bütün zaman süresini
oruçlu geçirmekle dahi karşılanamaz."[213]
Oruç
insanın meleklik yönünü güçlendirir ve insanı meleklerden yüce yapar. Hayvanî
duygularını köreltir. Nefsinin taşkınlığını önler. İnsanı
başıboş olmaktan kurtarır, ona Rabbini hatırlatır. Acıktıkça O'nun verdiği ‚
nimetlerin kadrini öğretir. Aç ve muhtaçların halini hatırlatır.
Oruç
insana sabrı öğretir. Onu ilâhlaşmaktan ve zorbalıktan kurtarır. Vücudunu
dinlendirir, sıhhatini artırır, psikolojisini ve sinirlerini düzeltir. İnsana
sırf midesi için yaratılmadığını hatırlatır.
Allah:
"Oruç benim içindir, onun mükâfatını da ben veririm"[214]
buyurur. Demek ki, diğer yararların hepsi bir yana, oruç, Allah'ın rızasını
sağlar. Kur'ân-ı Kerîm'de de orucun farzediliş hikmeti olarak onun insanı
takvaya götürdügü zikredilir.[215]
Farz Oluşu
Ancak
sınırlı bir akılla sınırsız bir varlığın tanınması zor, hattâ hakkıyla
tanınması imkânsız olduğundan nasıl tanıyacağımızı ve nasıl kulluk edeceğimizi
de biz yine O öğretmiş ve kullukla ilgili bazı fiilleri zorunlu (farz)
kılmıştir.
Yani
Allah'ı (c.c.) tanımanın ve O'na kulluğun asgari şartı bu zorunlu ibadetlerdir.
Oruç da bu ibadetlerden biridir. Allah Resulü (a.s), bir mübarek sözlerinde, bu
temel ibadetleri bir arada anar ve buyurur ki: "İslam beş şey üzere
kuruludur: Allah'ı birlemek (tevhid), namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek,
Ramazan orucunu tutmak ve hac yapmak."[216]
Tek
başına bu hadis bile, orucun farz olduğunu bildirmeye yeter. Daha önceki semavî
dinlerde de oruç bulunduğu için, Allah Resulü Efendimiz orucu biliyordu ve
Medine-i Münevvere'ye hicret etmezden önce, Aşûre orucuna da devam ediyordu.
Hicretten sonra, ikinci yıl Muharrem'in onunda, çocuklara varıncaya kadar bütün
müslümanlara oruç tutturmuş ve aynı yıl Ramazan orucu farz kılınınca: "Aşûre
günü dileyen oruç tutsun, dileyen terketsin." buyurmuşlardır. Yani
Ramazan orucu ilk defa Hicretin ikinci yılı içerisinde farz kılınmıştır. Farz
kılınışı büyük Bedir Harbinden bir ay ve birkaç gün önceye rastlar. Bedir Harbi
ise, aynı yıl Ramazan'ın onyedinci Cuma günü vuku bulmuştur. Buna göre Ramazan
orucunun farz kılınışı, Şaban ayı içerisinde olmuş olur.[217]
Allah Resûlü dokuz sene Ramazan ayı orucunu tuttuktan sonra vefat etmiştir. [218]Bu,
farz olan Ramazan orucudur. Bunun dışında vâcip, sünnet, müstehap, nâfile,
mekruh ve haram olan oruçlar da vardır.[219]
Farz olduğu, Kitap ve sünnetin kesin delilleriyle sâbit olduğu için, orucu
inkâr küfürdür, insanı dinden çıkarır. Hafife ve alaya almanın da aynı olduğunu
söylemişlerdir. Hatta, inanmakla beraber; ibadetleri yapmamak insanı dinden
çıkarmasa bile, herkesin göreceği yerlerde açıkça oruç yemenin, orucu hafife
alma anlamına geleceğinden, küfür olduğunu söyleyenler de vardır. Özürsüz
olarak bozulan bir günlük Ramazan orucunun kaçırılan sevabı, bütün zaman
sürecini oruçla geçirmekle dahi karşılanamaz.[220]
Diğer
yönden, tutulması halinde, "Orucun sevabı; Allah'tan başka kimsenin
takdir edemeyeceği kadar büyüktür." "Her iyiligin karşılığı on
ilâ yediyüz katıyla verileceği halde, orucun karşılığını ancak Allah
bilir." "Oruçlunun acıkmaktan doğan ağız kokusu, Allah için
miskten daha güzeldir.", "Oruç, ateşten koruyan bir kalkandır.
tutana Kıyamet günü şefaatçidir.", "Oruçlu, duası geri
çevrilmeyen üç gruptan biridir.", "Ramazan orucunu dünya ile
ilgili faydalardan ötürü değil de, sadece Allah için tutanın geçmiş günahları
bağışlanır.", "Ramazanda yapılan nâfile bir ibadet, sevap
bakımından diğer günlerdeki farzlara denktir. Farz ise, diğer günlerdeki yetmiş
farza denktir."[221]
Hikmeti ve Faydaları
Orucun
hikmetleri, aynı zamanda faydası sayılacağından, bu ikisini birlikte ele alıp,
bazan fayda, bazan da hikmet diye açıklayacağız. Ancak anlaşılmasını
kolaştırmak için, konuyu bir başka açıdan ikiye ayırarak isleyecegiz:
a)
Orucun keyfiyeti ile ilgili hikmetler,
b)
Dünya ve Ahirete yönelik faydaları.
Ancak
burada çok önemli bir noktaya deginmek zorundayız: Orucun esas hikmeti -diğer
ibadetlerde olduğu gibi- herşeyden önce "HAKİM" bir zat
tarafından emredilmiş olmasıdır. Ya da onu emreden "Hakîm"dir,
yani her yaptığı yerli yerindedir; bir hikmete dayalıdır, işlerin en yerinde
olanıdır. Öyle ise oruç da böyledir. Bu yüzden oruç aklımızın kavrayacağı falan
ya da filan faydalardan ötürü farz kılınmıştır demek çok hatalı olur. "Onlar
ki, görmeden inanırlar."[222]
"Görmedikleri halde RAHMAN'dan ve Rablerinden korkarlar."[223]
Kaldı ki, ibadetler hikmetlere değil, illetlerine binaen farz olunurlar.
Hikmetler çoğu zaman akılla kavranılsa bile, illetler, farz kılan (Şâri)
açıklamadıkça kesin olarak kavranılamaz.
Bu
yüzden orucun illeti, ya da en büyük hikmeti, farz olduğunu bildiren ayette
gösterilen hedef olmalıdır." "Allah'tan sakınasınız, yani takvâ
sahibi olasınız diye:.."[224]
Aynı ayetin "Ey iman edenler..." hitabı ile başlaması da,
orucun maddî fayda ve hikmetlerinden ötürü değil, ancak imandan ötürü
tutulabileceğini gösterir. Nitekim modern tıp, orucun bazı faydalarını tesbit
etmiş olmakla beraber, inanmayanların hiçbirisi müslümanlar gibi oruç tutuyor
değillerdir. Allah Resûlü de makbul olan orucu, iman ve ihtisab (sadece Allah
için yapma) şartına bağlamıştır. Ancak aslolan bu olmakla beraber, orucun
akılla kavranan birçok hikmetleri de yok değildir.
Orucun
farziyetiyle başlayan ayeti kerime, aşağıdaki hadisi şerif ile de
orucun başlangıcını belirtmektedir.
Yüce
Allah cümlemize kendisinin ve Aziz Peygamber (a.s)'ın önem verdiklerine karşı
hassasiyet göstermeyi bizlere nasip etsin.
Onuncu Hadis
لآَ
تَصُومُوا
حَتَّى
تَرَوُا
الهـَِللآ،
وََ
تُفْطَروا
حَتّى
تَرَوْهُ،
فَإِنْ غُمَّ
عَلَيْكُمْ
فَاقْدُرُوا
لَهُ
"Hilâli
görünceye kadar oruç tutmayın, yine (müteakip) hilâli görünceye kadar da
yemeyin. Bulut araya girerse ayı takdir edin."[225]
Hadisin Vürûdu
ve Açıklaması
Vürûdu: Buhari, Enes (a.s)'dan şunu rivayet ediyor:
Hz.Peygamber (a.s), bir ay müddetle hanımlarının yanına uğramayacağına yemin
etti. Sonra
kendisine ait yüksek bir yerde kaldı. 29. günde aşağı indi. Denildi ki; "Ey
Allah'ın Resulü! Sen bir ay yemin etmiştin." O da buyurdu ki: "Ay
29 gündür."[226]
Hadisin
zâhiri, ramazan hilâli gündüz veya gece her ne zaman görülürse oruca başlamayı
âmirdir. Ancak âlimler, gece görülmesi halinde ertesi gündüz oruca başlanması
gereğine hamlederler. Bazı âlimler zevâlden önce görülmesi ile sonra görülmesi
arasını tefrik ederler.
Hadis, Ramazan
orucunu başlatmada da, sona erdirmede de hilâlin görülmesinin vâcib olduğuna
hükmetmektedir. Hilâlin şu veya bu sebeple görülememesi halinde takip edilecek
yol hakkında bazı farklı görüşler ileri sürülmüştür: Hilâlin görülmesi
beklendiği halde, görülmemesi durumunda tereddüd ortaya çıkar. Şâban ayından mı
Ramazan ayından mı olduğu tam kestirilemeyen bugüne yevm-i şekk denir.
Resûlullah oruca başlamak için "hilâli görme" yi şart koştuğu
için yevm-i şekk'te oruç tutulması mekruh addedilmiştir. Bununla birlikte
Ashab'tan bazılarının yevm-i şekk'te oruç tuttuğu da rivayet edilmiştir, Hz.
Aişe, kızkardeşi Esmâ, Hz. Ebu Hüreyre, Hz. Amr İbnu'l-As, Hz. Muâviye
(radıyallahu anhüm) bunlardandır.
Hava bulutlu
olur da hilâl görülmezse Kûfe ulemâsı, İmam Mâlik, Şâfi'î, Evzâî ve Sevrî ve
bir kavlinde Ahmed İbnu Hambel'e göre o gün oruç tutmak vacib olmaz. Ashab'tan
İbnu Ömer, bir kavlinde Ahmed İbnu Hanbel ve başka bir kısım âlimlere göre
yevm-i şekk'te hava açık olursa -hilâl görülmediği için- oruç tutulmaz, bulutlu
olursa tutmak vâcib olur. Hasan Basri, İbnu Sîrîn, bir rivayette Şa'bî ve bir
kavlinde Ahmad İbnu Hanbel ve diğer bazı alimlere göre yevm-i şekk'te oruç
tutup tutmamak, imamın kararına bağlıdır: İmam oruç tutarsa halk da tutar,
tutmazsa halk da tutmaz. İmam Şâfi'î, yevm-i şekk'te oruca niyet etmeden
sabahlamayı, ancak öğleye kadar yememeyi tavsiye eder: "Zevalden önce
ramazan olduğu tebeyyün ederse, kişi oruca niyet eder ve devam ettirir,
tebeyyün etmezse yer."
Yevm-i
şekk'te nâfile niyetiyle tutulacak oruç hususunda câiz mi, değil mi ihtilaf
edilmiştir. Bazıları kişinin âdeti olan orucu, o güne rastlarsa oruç tutmasında
bir beis yoktur demiş, aksi halde nafile bile olsa tutmaması efdaldir demiştir.
Bu hüküm ramazandan önceki ilk iki gün hakkında mûteberdir. Ancak ramazandan üç
ve daha fazla gün önceden nâfile oruca niyet etmede kerâhet görülmemiştir.
Ancak Şâfi'î hazretleri, bu babta yasaklayıcı bir hadise dayanarak
"Şâbanın yarısından sonra oruç tutmayı mekruh addetmiştir. Şâfiî
hazretlerine göre ramazan üç yolla sübut bulur:
1- Bizzat
hilâli görmek,
2- Adil
şehâdet (bir kişi de olabilir),
3- Şâbân ayını otuz güne tamamlamak... Ebu Hanife, İmam Mâlik, Evzâî,
Sevrî gibi cumhuru teşkil eden pek çok âlimin görüşü bu noktada birleşir.
Oruç sıkıntılı Mekke döneminde değil, imkânların oldukça bollaştığı Medine döneminde farz kılınmıştır,
tâ ki, oruç[227] iktisadî şartların zorlaması ile
konulan bir farzdır, denmesin. Bundan, imkânları bollaşıp, karnı doyan insanın, gayesini
unutabileceği anlamı da çıkarılabilir. Farz olan oruç ise panzehirdir.
İlacın fazlası zararlı, azı faydasızdır.[228]
Orucun bir
ay oluşunda İslamın her şeyde orta yolu tuttuğunun işareti de vardır. Çünkü daha önceki dinlerde de oruç vardı, ancak bazısında çok uzun, bazında da çok
kısa idi.
Oruç günün
beli bir zamanı ile sınırlandırılabileceği gibi, yemeyi içmeyi azaltmakla da olabilirdi. Islam
birinciyi seçti. Çünkü ikinciyi tayin ve uygulama zor olduğu gibi, insanların vücud yapıları ve ihtiyaçları değişik
olduğundan, bunda adaletsizlik de söz konusu olurdu.[229]
Oruç herkesin
kendisi için seçecegi bir ayda, ya da güneş yılına göre bir ayda değil de, senenin her mevsimini dolaşan Ramazan ayında farz kılındı.
Böylece hem cemaat şuuru sağlandı. Çünkü bazı zor işler, topluca yapıldığında, zorluğu hissedilmeden kolaylıkla
yapılır. -hem de dünyanın değişik
bölgelerindeki insanların bir kısmının
devamlı uzun ve sıcak
günlerde, diğer kısmının da devamlı kısa ve serin günlerde oruç tutmaları gibi bir adeletsizlik önlendi.
Ayrıca; insana misyonunu öğreten,
doğruyu yanlıştan ayıran Kur'an-ı Kerim,
Ramazanda inmiş ve onu şereflendirmiştir. Oruç için bir ay seçilecekse, elbette ondan daha
uygunu bulunamayacaktır.
Dünya ve Ahirete Yönelik Faydaları
İnsan diğer varlıklara göre
çok daha değişiktir ve o merkez durumundadır. Hayvanlarda sadece istiha (arzu, şehvet) vardır, akıl yoktur. Melekler ise sırf
nurdan yaratılmışlardır, çeşitli arzulara (şehvetlere) sahip olmayan yüce varlıklardır. Insan bu iki konumdan da
nasibi olan varlıktır. Akla, ruha ve şehvetlere birlikte sahiptir. Onun için melek, yüceliği; hayvan da aşağılıgı
temsil eder. Ama meleklerinkini aşan
yücelikler bulunduğu gibi, hayvanları çok yücelerde bırakan aşağılıklar
da vardır. İşte insan, bu uçsuz bucaksız arenada, kendi yerini seçme hürriyetine sahip tek
varlıktır. Arzularını aklının ve ruhunun emrine vermekle,
yükseldikçe yükselecek, belki de melekleri bile aşacaktır. Zıddı ile
aklını ve ruhunu arzularının eline vermekle de "hayvanlardan
da aşağı" olacaktır.
Yaratıcısının istediği; onun,
münker adına üzerinde bulunan ağırlıklarını
atarak, olabildiğince yükselmesi ve Rabbini "Yakîn" ile
bilmesidir. Bu vasıf meleklerin vasfıdır. İşte
oruç, insanın meleklik yönünü güçlendiren ibadetlerin başında gelir. Çünkü onlar da yemezler ve içmezler. Yine
çünkü aşırı yeme içme ve nefsî arzuları tatmin ile aşırı meşgul olma, hayvani nitelikleri
geliştirir, nefsi besler ve güçlendirir. Nefis ise Allah'ın düşmanıdır ve "İşi gücü kötülükleri emretmektir."[230] Öyle ise ona yenilmemek ve başını ezmek gerekir. Bunun en
kestirme yolu da açlıktır.
Nitekim bir hadis-i şerifte, Allah'ın nefse: "Ben kimim, sen kimsin?"
diye sorduğu, nefsin de: "Sen sensin, ben de benim"
dediği, buna karşılık Allah'ın onu
Cehenneme atmak gibi bir sürü eziyetlerle cezâlandırmasına rağmen onun, her seferinde sorulan bu soruya aynı cevabı verdiği, nihayet onu açlıkla
deneyince, "Sen benim merhametli Rabbimsin, ben ise Senin âciz bir
kulunum" dediği nakledilir.[231]
Oruç insanın gafletten uyanmasını, başıboş olmadığını anlamasını, ve Rabbini tanımasını sağlar.
Oruç, Allah'ın nimetlerini hatırlayarak
O'na olan teşekkür borcunu ödemektir. Çünkü her zaman her istediğini yiyebilen insan, oruç tutmakla: "Bu
nimetler benim mülküm değil, ben bunları yiyip içmekte hür değilim, başkasının
malıdırlar,
yemek için O'nun emrini bekliyorum"
demiş ve manevî bir şükür yapmış olur.
Oruç
zenginlere fakirlerin durumunu hatırlatmak;
böylece sosyal dayanışmayı, yardımlaşmayı, sevişmeyi ve toplum düzenini kolaylaştırmak demektir. Zira başka yolla "zengin fakirin halinden
bilmez." Bu yüzden Mısır'in
kıtlık yıllarında, Hz. Yusuf un bütün zahire
ve erzak ambarları elinde olduğu halde, üç günde bir yemek yediği ve sebebini soranlara; "Benim karnım tok olursa, zahire almaya gelen zavallılara acıyabilir
miyim?" dediği nakledilir.[232]
Oruç,
gücüne, kuvvetine, varlığına güvenip ululuk taslayanları, firavunlaşma ve
karunlaşma istidadında olanları, açlığın kırbacıyla acıtıp onlara âciz olduklarını ve bir Kadîre muhtaç
bulunduklarını hatırlatır. Zira: "Dünyada açlık kadar müessir ma'şeri bir vicdan oluşturan başka
bir motif yoktur."[233] Yine "bu yolla insanın mayasında
bulunan kibir, gururu, enaniyet ve üstünlük gibi şeytânî tekebbürü de mahviyet, tevazu ve teslimeyete
dönüştürür."[234]
Oruç, maddî
ve manevî bir perhiz ve bu itibarla önemli bir, ilaçtır. Nitekim Allah Resulü "Sıhhat bulmak için oruç tutun" buyurmuştur.
(Orucun sindirim, dolaşım ve sinir sistemlerine ve
özellikle karacığere, damar sertliğine,
böbreklere, kan yapısına,
strese olan olumlu tesirleri için.[235]
Oruç zor zamanlarda ve olağanüstü durumlarda, uzun süre açlığa tahammülü sağlayacak iyi
bir eğitim ve cihad hazırlığıdır.
Oruç,
vücutta bir fabrika durumunda olan mideye hizmetçi pozisyonundaki bir sürü
organın, fabrika sanki yıllık bakıma alındığı için, onunla irtibatlarının kesilmesi, onların sırf mideye hizmet için yaratılmadığını, melekleşme yolunda
da görevlerinin bulunduğunu hatırlatmaktır.
Ramazan,
özellikle Kur'an ayıdır ve
Kur'an'la tam bir ilişkisi vardır; Kur'an-ı Kerim onda
inmiştir. Kur'an bütün hayırları kendisinde toplar. Ramazan da öyledir. Kadir Gecesi
ise Ramazan'ın özü ve lübbüdür.[236]
Ramazan,
Ahiret yurdu için kârlı bir pazar, hasat için münbit
bir zemin, amellerin gelişip yeşermesi için bahardaki nisan yağmuru, Mevlânın saltanatına karşı beşer kulluğunun resm-i
geçiş yapması için en
parlak ve kudsî bir bayram hikmetindedir.[237]
Bu ayda sâlih amellere muvaffak olanlar, bütün sene muvaffak olurlar. Bu ayda
manevî hayırları kaçıranlar, bütün sene kaçırırlar.[238]
Her iyiliğin karşılığı
10 ilâ 700 katı ve fazlasıyla
verileceği halde, Allah Teâlâ orucu diğerlerinden ayırmış ve "O benim içindir" buyurmuştur. Çünkü oruç bir şeyi
yapmak değil, yapmamak şeklinde bir
ibadet olduğu için, görünen bir ibadet değildir.
Bu yüzden sırf riya için yapılamayacak,
belki de tek ibadettir. Sonra oruç Allah'ın düşmanları olan şeytanı, nefsi, dolayısıyla şehvetleri kahretmektedir. Bu yüzden ona nisbet
edilmesi uygundur.[239]
Yeme, içme ve cinsî ilişki gibi dünyevî ihtiyaçları terketmekle, insanda Allah'ın bu vasıf larının tecelli etmesiyle de Oruç
O'nun olmaya lâyıktır. Allah'dan başkasına yapılmayan tek ibadet oruç olduğundan, böyle buyurulmuştur
da denmiştir. Ya da oruçta, oruçlunun nefsinin hiçbir payı olmadığı için böyle denmiştir denilebilir.[240]
Ancak bilmek
gerekir ki, oruç için sayılan bu menfaatların çoğuna, iftar ve sahurda yemeği fazla kaçırıp letâif'i (rahmet alıcılarını)
öldürmemekle ulaşılabilir. Yoksa normal öğün
adedi zaten iki olduğundan, orucun sair zamanlardan
bir farkı kalmayabilir. Nitekim nafaka ve fidyeler iki öğün hesabıyle
verilir.[241]
HAC ve UMRE
On Birinci Ayet
فيهِ
ايَاتٌ
بَيِّنَاتٌ
مَقَامُ
اِبْرهيمَ
وَمَنْ
دَخَلَهُ
كَانَ امِنًا
وَلِلّهِ عَلَى
النَّاسِ
حِجُّ
الْبَيْتِ
مَنِ اسْتَطَاعَ
اِلَيْهِ
سَبيلًا
وَمَنْ
كَفَرَ فَاِنَّ
اللّهَ
غَنِىٌّ عَنِ
الْعَالَمينَ
"Oraya gitmeye gücü yeten
herkese, Allah için Kâbe'yi ziyaret edip haccetmek farzdır."[242]
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Haccın, hicretin altıncı yılında Âl-i İmrân Suresinin nüzulü sırasında farz kılındığında şüphe yoktur.[243]
Hac: İslâm'ın temel ibadetlerinden biri. Arafat'ta belirli vakitte bir süre
durmaktan, daha sonra Kâbe-i Muazzama'yı usûlüne göre ziyaret etmekten ibaret
olan ve İslâm'ın şartlarından birisini teşkil eden ibadet.
Hac, HCC
kökünden bir mastar olup; müslümanlara göre, bir farzın edası, hristiyanlara
göre ise ibadet ve teberrük amacıyla mukaddes toprakları ziyaret etmek,
demektir. Kur'an-ı Kerîm'in 22. suresinin adı da "Hac Suresi"dir.
Hac ibadeti
maksadıyla ziyaret edilecek olan yerler; Kâbe, Arafat ve çevresidir. Zamanı ise
hac ayları diye isimlendirilen; Şevval, Zilkâde ve Zilhicce aylarıdır. Hac'da
her fiil için özel zamanlar vardır. Ziyaret tavafının, kurban bayramı
sabahından, ömrün sonuna; Arafat'ta vakfenin ise, arefe günü zevalden, kurban
bayramı sabahı şafak sökünceye kadar yapılabilmesi gibi. Diğer yandan bu büyük
ziyarete hac niyetiyle ve ihramlı olarak yönelmek de gereklidir.
Ebû
Hureyre'den (ö. 58/677) şöyle dediği nakledilmiştir: "Allah elçisine
hangi amelin daha faziletli olduğu sorulunca şöyle buyurdu: Allaha ve Resullüne
iman'. Sonra hangisi? denildi. Allah yolunda cihad', buyurdu. Sonra hangisi
sorusuna ise; "mebrûr hac", cevabını verdi."[244]
"Umre,
ikinci bir umreye kadar olan günâhlara keffârettir. Mebrûr haccın karşılığı ise
ancak cennettir."[245] Mebrûr hac; kendisine hiçbir günâh karışmayan, eksiksiz olarak ifa
edilen makbul hac, anlamına gelir.
Şevkânî (ö.
1255/1839) amellerin fazileti ile ilgili birbirinden farklı olan hadisleri, Hz.
Peygamber'e soru soran muhatabın durumuna göre verilmiş cevaplar olarak
değerlendirir.[246] İmam Mâlik (ö.179/795)'e göre, farz hatta
nafile hac düşman korkusu olmadıkça cihaddan daha üstündür. Ancak düşman
korkusu olursa, cihad, nafile hactan önde gelir.[247]
Hac ve umre
ile her yıl Kabe'nin ihyâsı gerçekleşir. Umre'yi bir yılın veya ömrün herhangi
bir gününde ifa imkânı vardır. Umre, belirli günlerde yapılabilen hac
ibadetinden daha kolaydır. Hac küçük günâhlara keffâret olur ve ruhu ma'siyet
kirlerinden temizler. Hatta bazı Hanefi bilginlerine göre, büyük günâhları da
örter. Mebrûr hac yapanın cennete gireceğini bildiren hadisle, yine Hz.
Peygamber'in şu hadisleri bu konuda önemli delil teşkil eder. "Kim hac
yapar, bu esnada cinsî temastan korunur, çirkin söz ve davranışlardan uzak
durursa, annesinden doğduğu gündeki gibi günâhlarından kurtulur."[248]
"Hac ve
Umre yapanlar Allah'ın misafirleridir. O'ndan birşey isterlerse, onlara cevap
verir. Af isterlerse, onları affeder."[249]
"Allah'ım,
hac yapanı ve hacının kendisine dua ettiği kimseleri mağfiret et."[250]
Kâdî İyâz (ö. 544/1149) şöyle demiştir: Ehli
sünnet, haccın büyük günâhlara, ancak tövbe edilirse keffâret olacağı konusunda
görüş birliği içindedir. Namaz ve zekât gibi Allah'a ait veya para borcu gibi
kula ait bir borcun düştüğünü söyleyen bilgin yoktur. Kul hakları zimmette
devam eder. Allahu Teâlâ kıyamet günü hak sahiplerini, haklarını almak üzere
toplar. Ancak yüce yaratıcının bu alacaklılara vereceği birtakım nimetlerle
onları razı etmesi ve bir ikram olmak üzere borçlulara müsamaha göstermesi de
mümkündür.[251]
Hac ibadeti,
dünyanın çeşitli yörelerinden, renk, dil ve ülke ayırımı gözetilmeksizin,
milyonlarca müslümanı bir araya getirir. Tanışıp, görüşmelerine, ekonomik
bakımdan bütünleşmelerine, düşmanları karşısında tek saf hâlinde
yardımlaşmalarına zemin hazırlar. Böylece, şu ayetlerdeki mana tecelli eder:
وَاَذِّنْ
فِى النَّاسِ
بِالْحَجِّ
يَاْتُوكَ
رِجَالًا
وَعَلى كُلِّ
ضَامِرٍ
يَاْتينَ مِنْ
كُلِّ فَجٍّ
عَميقٍ ()
لِيَشْهَدُوا
مَنَافِعَ
لَهُمْ
وَيَذْكُرُوا
اسْمَ اللّهِ
فى اَيَّامٍ
مَعْلُومَاتٍ
عَلى مَا
رَزَقَهُمْ
مِنْ
بَهيمَةِ
الْاَنْعَامِ
فَكُلُوا مِنْهَا
وَاَطْعِمُوا
الْبَائِسَ
الْفَقيرَ
"İnsanları hacca davet et
ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vasıtalarla sana
varsınlar. Böylece onlar dünyevî ve uhrevî menfaatlerini görsünler ve belli
günlerde, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları kurban ederken,
Allah'ın adını ansınlar. Siz de onlardan yeyin, yoksula ve fakire yedirin.
"[252]
Hac,
dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan müminler arasındaki kardeşlik bağlarını
güçlendirir. İnsanlar, gerçekten eşit olduklarını birlikte yaşayarak
gösterirler. Arap olanla olmayanın, beyazla siyahın takva dışında bir
üstünlüğünün bulunmadığı inancı vicdanlara yerleşir.
Haccın Hükmü ve Delilleri:
İslâm
âlimleri haccın ömürde bir defa farz olduğu konusunda görüş birliği içindedir.
Delilleri; Kitap ve Sünnettir. Kur'an'da şöyle buyurulur:
وَلِلّهِ
عَلَى
النَّاسِ
حِجُّ
الْبَيْتِ مَنِ
اسْتَطَاعَ
اِلَيْهِ
سَبيلًا
"Oraya gitmeye gücü yeten
herkese, Allah için Kâbe'yi ziyaret edip haccetmek farzdır."[253]
Hadislerde
şöyle buyurulur: "Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı, haccı ifa ediniz."[254] "İslâm beş şey
üzerine bina edilmiştir: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (a.s)'ın,
Allah'ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât' vermek,
Beytüllah'ı haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak."[255]
Hz.
Peygamber haccın farz kılındığını ashab-ı kirâma duyurunca, içlerinden birisi; "Her
yıl mı?" demiş, Resulullah (a.s.) susmuştur. Bu soru üç defa tekrar
edilince; "Eğer evet deseydim, hac üzerinize her yıl farz olurdu, buna
da güç yetiremezdiniz" buyurmuştur.[256] İbn Abbas (r.a)'dan
yapılan rivayette, soru soranın el-Akra' b. Hâbis olduğu belirtilir ve şu ilave
yeralır: "Kim birden fazla hac yaparsa bu nafile hac olur."[257] Bu hadis, haccın farz
olarak tekrarının gerekmediğini gösterir. İslâm hukukçuları, haccın bir defadan
fazla farz olmadığı ve fazla haccın nafile sayılacağı konusunda görüş birliği
içindedir.[258]
Hadiste
şöyle buyurulur: "Hac ve umreyi peşi peşine yapınız. Bu ikisi, körüğün;
demir, altın ve gümüşün pasını yok ettigi gibi, fakirliği ve günâhları yok
eder. Mebrûr haccın sevabı ancak cennettir."[259] Bazı durumlarda birden
fazla hac yapmak gerekebilir. Adak harcı ve bozulan bir nafile haccı kaza etmek
gibi. Bazen hac haram olur. Haram para ile haccetmek gibi. Bazen de mekruh
olur. Hizmete muhtaç olan ana-babanın iznini almadan haccetmek gibi. Ebeveyn
bulunmayınca dede ve ninelerden, borcunu ödeyecek başka malı bulunmayan borçlu
ve kefilin alacaklılardan izin almaksızın, hac yapması da mekruhtur. Hanefilere
göre bu kerâhet, tahrîmendir.
Hanefî,
Şâfiî ve Mâlikîlere göre, haram para ile yapılan hac, gasbedilen arazide
kılınan namazda olduğu gibi farz veya ikinci defa hac yapılıyorsa nafile olarak
sahih olur. Bu kimsenin üzerinden farz veya nâfile düşer. Hanbeliler ise, haram
malla yapılacak hacca icazet vermezler. Çünkü bu mezhep, gasbedilen arazide
kılınacak namazı da sahih kabul etmez.[260]
Haccın Fevri veya Ömrî Oluşu:
Ebû Hanife,
Ebû Yûsuf, iki görüşten tercih edilende Mâlikîler ve Hanbelîlere göre, hac
fevrîdir. Yani yükümlünün, gerekli şartları taşıdığı ilk yılda haccetmesi
gereklidir. Haccı, yıllar boyunca geciktirirse fâsık olur ve şahitliği
reddedilir. Çünkü haccı geri bırakmak küçük ma'siyettir. Bunda ısrar etmek
kişiyi fıska götürür. Böyle bir kimse hac yapmadan malı telef olsa, borç para
alıp haccetmesi hâlinde, ilâhî mağfirete nail olacagı umulur. Haccın
geciktirilmeden ifasına, hacla ilgili âyetler delâlet ettiği gibi, şu hadisler
de bunu destekler: "Hac yapmakta acele ediniz. Çünkü sizden biriniz
ölümün kendisine ne zaman geleceğini bilmez."[261] "Bir kimseyi
hastalık, açık bir ihtiyaç, bir sıkıntı veya zalim bir sultan alıkoymaksızın
hac yapmazsa; ister yahudi, isterse hrıstiyan olarak ölsün."[262]
Şâfîlere ve
imam Muhammed'e göre, hac ömrî (terâh)dir; Yani, hac için gerekli şartları
taşıyan yükümlü, bunu ilk yılda yapmak zorunda değildir. Ancak bu kimsenin hac
veya umreyi, geciktirmeksizin yapması sünnettir. Çünkü tâat sayılan amelleri
çabuk yapmak, hayırlı işlerde acele etmek İslâm'ın tavsiye ettiği
hususlardandır. Ayette; "Ey müminler, hayır işlerine koşunuz,
birbirinizle yarış ediniz"[263] buyurulur. Hac kendisine
farz olan kimse, mesken yapma, çocuğunu evlendirme gibi sebeplerle, hatta
sebepsiz olarak haccı başka bir yıla geciktirebilir. Çünkü hac farîzası
hicretin altıncı yılında geldiği halde, Hz. Peygamber bunu, bir özür olmaksızın
onuncu yıla tehir etmiştir. Eğer geciktirmek caiz olmasaydı, bunu onun da
yapmaması gerekirdi. Bu görüş, müslümanlara kolaylık sağlayacağı için daha
uygundur. Çünkü çoğunluk İslâm hukukçularının dayandığı hadisler zayıf olduğu
gibi, haccın, hicretin altıncı yılında Âl-i İmrân Suresinin nüzulü sırasında
farz kılındığında şüphe yoktur.[264]
Haccın Şartları:
Haccın
Şartları erkekleri ve kadınları içine alan genel veya yalnız kadınlarla ilgili
özel şartlar olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar tam olarak bulununca hac ve
edası farz olur. Aksi halde farz olmaz.
Genel
Şartlar: Bunlar; farz oluşunun, sıhhatinin veya
edasının şartları kabilinden olur. Müslüman, akıllı, ergin, hür ve haccetmeye
gücünün yeter olması gibi.
1. Müslüman
Olmak! Kâfire hac farz olmaz. İbadeti eda
ehliyeti bulunmadığı için, onun yapacağı hac geçerli değildir. Münkir hac
yapsa, sonra İslâm'a girse, ona İslâm'ın haccı farz olur. Hanefilere göre,
kâfir, şeriatın furûu ile muhatap olmadığı için haccı terkten dolayı hesaba
çekilmez. Çoğunluk hukukçulara göre ise o, furû (İslâmî emir ve yasaklar)a
muhataptır ve ahirette bunlardan hesaba çekilir.
2. Ergin ve
akıllı olmak: Çocuk ve akıl hastaları hacla
yükümlü değildir. Çünkü bunlar şer'î hükümlerle yükümlü tutulmamışlardır. Akıl
hastasının yapacağı hac veya umre, ibadet ehliyeti bulunmadığı için sahih
olmaz. Bu ikisi hac yapsa, sonra çocuk büluğ çağına ulaşsa, akıl hastası
iyileşse, bunlara hac farz olur. Çocuğun bülûğdan önce yaptığı hac nafile
sayılır. Hadiste şöyle buyurulur: "Üç kişiden kalem kaldırılmıştır:
Uyanıncaya kadar uyuyandan, gençlik çağına girinceye kadar çocuktan, şifa
buluncaya kadar akıl hastasından."[265] Akıl hastalığı, bayılma,
sarhoşluk ve uyku ihramı ortadan kaldırmaz.[266]
3. Hür
olmak: Köle, esir ve mahkûma hac farz
değildir. Çünkü hac, süresi uzun, belli bir yolculuğu gerekli kılan ve
yolculuğa güç yetirilmesi şart kılınan bir ibadettir: Hürriyetten yoksun olan
kimsenin bunu ifa etmesi mümkün olmaz.
4. Vakit: Arafat'ta vakfe ve ziyaret tavafı için belirli vakitlere yetişmedikçe
hac farz olmaz. Şu ayetler haccın vakitli bir ibadet olduğunu gösterir: "
Sana yeni doğan aylan (hilaller) sorarlar. De ki: "O, insanların faydası
için vakit ölçüleridir."[267]
"Hac
ayları bilinen aylardır."[268] Hanefi ve Hanbelîlere göre, hac ayları; Şevvâl, Zilkâde ve
Zilhicce'nin ilk on günüdür. Buna Abadile adıyla anılan (İbn Mes'ud İbn Abbâs,
İbn Ömer ve İbnü Zübeyr)'den nakledilendir. "En büyük hac (hacc-ı
ekber) günü, kurban bayramı günleridir" hadîsi delil olarak gösterilir.[269]
Bu sürenin
dışındaki vakitler, farz hac için ihrama girmeyi ve haccın rükünlerini ifaya
elverişli değildir. Ancak hac niyetiyle ihrama, bu aylardan önce girilse, ihram
geçerli ve yapılacak hac sahih olur. Delili: "Hac ve umreyi Allah için
tamamlayınız" ayetidir.[270] Bu durumda hac ayları
girmedikçe hac fiillerinden birşey yapmak caiz olmaz. Hanefilere göre ihram bir
şart olup, bunun öne alınması, abdestin namaz vaktinden öne alınması gibidir.
Çünkü ihram, hac yapacak kişinin kendisine bazı şeyleri yasaklaması ve bazı
şeyleri de gerekli kılmasıdır. Yine bu, ihramı, Mîkat'tan önce başlatmak gibi
olur. Bununla birlikte hac aylarından önce ihrama girmek mekruhtur.
Mâlikîlere
göre, hac ayları tam üç aydır. İhramın vakti, Şevvâl'in başından, yani Ramazarı
bayramının ilk gecesinden itibaren başlar, Kurban bayramı sabahı şafak
sökünceye kadar devam eder. Bir kimse bayram sabahı şafak sökmezden önce, bir
an, ihramlı olarak Arafat'ta dursa hacca yetişmiş olur. Geride ziyaret tavafı
ve sa'y gibi ibadetler kalır.[271]
5. Haccı
ifaya gücünün yetmesi (istitâa). Bu; beden, mal veya yol emniyeti ile ilgili
olabilir. Ayette, "Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe yi
ziyaret edip haccetmek farzdır"[272] buyurulur. Ayetteki "hacca
yol bulabilen, hacca gitmeye gücü yeten" ifadesi Hanefîlere göre "bedenî,
mâlî ve emniyet" unsurlarını kapsamına alır. Bunlar haccın edasının
şartlarını oluşturur.
a. Beden
sağlığı ve sağlamlığı. Buna göre; yatalak, hasta, kör, felçli, iki ayağı kesik,
binit üzerinde kendi başına duramayan yaşlı kimse, tutuklu bulunan ile zalim
yöneticilerin hac için vize vermediği kimseler üzerine hac farz olmaz. Çünkü
Allahu Teâlâ, haccın farz olması için "gücün yetmesi"ni şart
koşmuştur. İbn Abbâs "istitâa"yı yol azığı (zâd) ve binit
(râhile) olarak tefsir etmiştir. Ayette, "Allah hiçbir kimseye gücünün
yeteceğinden fazlasını yüklemez"[273] buyurulur.
b. Gerekli
maddî güce sahip olmak. Bu yolda tüketeceği yiyecek ve oraya varabilmek için
bineceği vasıtadan ibarettir. Buna göre, bir kimseye haccın farz olabilmesi
için, hac süresince hem kendisinin, hem de bakmakla yükümlü olduğu kimselerin
nafakalarını ve nakil vasıtasını temin gücüne sahip olmalıdır. Mekkeliler ve
Mekke çevresinde oturanlar için nakil aracına sahip olmak şart değildir; yaya
yürüyecek durumda bulunmaları yeterlidir.
c. Yol
emniyeti. Haccın farz olması için yol güvenliğinin bulunması şarttır. Bu, Ebû
Hanife'ye göre, vücûbunun, bazılarına göre ise edasının şartlarındandır.
Kadın için
yol emniyeti; beraberinde neseb veya sihrî (evlilikle doğan hısımlık)
hısımlardan fâsık olmayan akıllı, ergin veya murâhık (12 yaşla buluğ arası
erkek çocuğu) mahrem birisinin veya kocasının bulunmasıyla gerçekleşir. Kadının
yanında kocası veya mahrem bir hısımı olmaksızın, Mekke'ye üç gün üç gece
(sefer mesafesi) ve daha uzak yerden gelerek hac yapması tahrîmen mekruhtur. O,
mahremsiz hac yaparsa kerâhetle birlikte caiz olur. Mahremin bulunması vücûb
şartıdır. Eda şartı diyenler de vardır. Günümüzde yaygın fesat sebebiyle, kadın
süt erkek kardeşiyle yolculuk yapamaz. Çünkü genç sıhrî hısımlarda olduğu gibi,
süt hısmıyla başbaşa kalmak (halvet) mekruhtur. Şâfiîler buna "kadının,
kafilede güvenilir diğer kadınlarla birlikte hac yapabileceği" esasını
ilave ederler.[274]
Haccın Yalnız Kadınlarla İlgili
Özel Şartları:
1. Hacda yol arkadaşının
bulunması:
Hac yapacak
kadının yanında kocası veya mahrem bir hısımının bulunması gereklidir. Aksi
halde kendisine hac farı olmaz. "Kadın, yanında mahrem hısımı
bulunmadıkça üç günden fazla yolculuk yapamaz."[275] "Bir kadın,
yanında kocası bulunmadıkça hac yapmasın,"[276] hadis-i şerifleri buna
delildir. Şâfiîler ise, kadına, güvenilir kadınlarla birlikte olunca, haccı
gerekli görürler. Yol arkadaşı olarak tek kadın yeterli değildir. Mâlikilere
göre ise, kadın, yalnız kendilerine emanet edilmiş kadın arkadaşları veya
yalnız erkekler yahut da erkek-kadın karışık bir toplulukla birlikte hac
yapabilir. Bu iki mezhebin dayandığı delil; "Oraya gitmeye gücü yeten
herkese, Allah için Kâbe yi ziyaret edip haccetmek farzdır"[277] ayetinin genel
anlamıdır. Bu yüzden, kadın kendisi aleyhine kötülükten güvende olunca, ona hac
gerekli olur.
Mahrem hısım
ifadesi, nesep, süt veya sıhrî hısımlık yüzünden kendisiyle evlenmek ebediyyen
haram olan kimseleri içine alır. Oğul, torun, baba, dede, süt oğul, süt kardeş,
damat, kayınpeder gibi. Kızkardeşin, hala veya teyzenin kocası olmak geçici
evlenme engeli doğurduğundan, eniştelerle hac yolculuğu caiz olmaz.
Şâfiî ve
Mâlikîlerle diğer fakihler arasındaki bu görüş ayrılığı, bir farzı ifa için
yapılacak yolculuğa mahsustur. Hac yolculuğu böyledir. İhtiyârî yolculuklar
icmâ' ile buna kıyas edilmez. Resulullah (a.s) şöyle buyurmuştur: "Bir
erkek, bir kadınla yanlarında mahrem bir hısımı bulunmadıkça yalnız kalmasın.
Kadın, yanında mahrem hısımı bulunmadıkça yolculuk yapamaz." Bir adam
kalktı.
"Ey Allah'ın elçisi, karım
hac yolculuğuna çıktı. Ben ise falanca gazveye yazıldım. Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: "Git ve karınla birlikte haccet."[278]
2. İddetli Olmaması
Hac yapacak
kadının boşanma veya vefattan dolayı iddetli olmaması gereklidir. Çünkü yüce
Allah şu ayetle iddetli kadınların evden çıkışını yasaklamıştır: "Boşadığınız
kadınları evlerinden çıkarmayın. Kendileri de çıkmasınlar."[279] Haccın başka bir vakitte edası mümkündür. İddet ise ancak özel bir
vakitte sözkonusu olur.[280]
İslâm'da
haccın bazı engelleri vardır, bu engeller İslâm âlimleri tarafından şöyle
tesbit edilmiştir.
1. Ebeveyn: Ana veya baba Mekkeli olmayan çocuğunu nafile hac veya umre için ihrama
girmekten alıkoyabilir. Ancak bu ikisi farz hacca engel olamaz. Çünkü ebeveyne
hizmet, bir cihaddır. Farz hacda ana babadan izin almak sünnettir.
2. Evlilik: İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, koca, karısının farz haccına
engel olamaz. Çünkü bu, ilk yükümlülük yılında (fevrî') farz olmuştur.
Şâfiîlere göre ise, koca, karısını farz veya sünnet hacdan alıkoyabilir. Çünkü
kocanın hakkı önceliklidir. Hac ibadeti ise ömür boyu ifa edilebilir.
3. Kölelik: Efendinin kölesini farz ve sünnet hacdan alıkoyma hakkı vardır. Ancak
köle onun izniyle ihrama girmişse, artık hac veya umreyi tamamlamasına engel
olamaz.
4. Hapis: Haksız olarak veya maddî sıkıntı içinde olduğu halde bir borçtan dolayı
hapiste bulunmak hac engelidir.
5.
Borçluluk: Vâdesi gelen borcunu ödemek için başka
bir malı olmayan borçlunun hac yapmasına, alacaklı engel olabilir. Vâdesi
gelmeyen borçlar hac engeli teşkil etmez.
6. Hacr
altında bulunmak: Sefîh olan kimse veli veya
vasînin izni olmadıkça hac yapamaz.
7. İhsâr: Hac veya umre için ihrama girmiş olan kimsenin, düşmanın engel olması
veya hastalık gibi bir sebeple hac veya umreyi tamamlayamadan ihramdan çıkmak
zorunda kalmasıdır. Böyle bir engelle karşılaşan kimseye de "muhsar"
denir. Ölüm veya malını 'verme dışında engeli aşmaya gücü yetmeyen, hacı,
engelin kalkması umulan bir süre bekledikten sonra ihramdan çıkabilir. Ancak bu
durumda kurban kesmesi gerekir.
8. Hastalık: Bir kimse ihrama girdikten sonra hastalansa, Ebû Hanife'ye göre,
muhsar sayılır ve ihramdan çıkabilir. Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre
ise; ihramda iken hastalanan kimse, uzun sürse bile, iyileşinceye kadar ihramlı
olarak kalır.[281]
Haccın Sıhhatinin Şartları
Yapılacak
haccın geçerli olması için dört şartın bulunması gereklidir:
1. İslâm: Haccın, hem farz olma ve hem de sıhhat şartıdır.
2. Özel
yerler: Arafat ve Kâbe.
3. Özel
vakit: Arafatta vakfe, arafe günü zevalden
itibaren, Kurban bayramı sabahı şafak sökünceye; ziyaret tavafı ise, bayram
sabahından, ömür sonuna kadar yapılabilir. Ancak ziyaret tavafını bayramın ilk
üç gününde yapmak vacib olduğu için, ziyaret tavafını bundan sonraya bırakana,
vacibi terkettiği için, kurban kesmek gerekli olur.
4. İhram: Hac veya umre niyetiyle, diğer zamanlarda helâl olan bir kısım, fiil
ve davranışları, kişinin kendisine hac veya umre süresince haram kılması
demektir. Halk arasında ihramlı erkeğin örtündüğü iki parça örtüye de "ihram"
denilmektedir.
İhrama Girme Yerleri (Mikatlar)
Mîkat,
ihrama girme yeri ve zamanı demektir. Çoğulu mevâkît'tir. Bir terim olarak,
Mekke çevresinde, çeşitli bölge ve ülkelerden hacca gelenlerin ihrama
girecekleri özel yerleri ifade eder. Bir kimsenin, hac veya umre için,
mikatları ihramsız geçmesi caiz olmaz. Aksi halde kurban veya mikat yerine
dönmek gerekir. Ancak mikat yerinden önce ihrâma girmek ittifakla caizdir.
Hatta Hanefilere göre, bir sakınca doğmayacaksa, ihramı öne almak daha
faziletlidir. "Hac ve umreyi Allah için tamamlayınız"[282] ayetinde buna delâlet
vardır. Mikatları beklemeksizin, ailesinin bulunduğu yerden ihrama girmek hac
ve umreyi eksiksiz tamamlamak demektir. Hz. Ali (ö. 40/660) ve Abdullah b.
Mes'ud'un (ö. 32/652) görüşü budur. Çünkü bunda daha çok meşakkat ve daha büyük
tazîm vardır.
İhrama girme
yerleri, Mekke'de, Mekke (Harem) ile mikatlar arasında (hıl bölgesi) veya
mikatların dışında kalan bölgelerde (âfâkî) oturanlara göre değişiklik gösterir.[283]
1. Mekke'de
oturanlar: Bunların hac için ihrama girme yeri
yine Mekke'dir. Hz. Peygamber ashab-ı kirâma hac için ihrama, Mekke'nin içinde
girmelerini emir buyurmuştur.[284] Mekke dışında, harem
dâhilinde evi olanlar da böyledir. Mekkelilerin umre için mikat yeri ise,
dilediği herhangi bir yerden, hıll'in harem bölgesine en yakın olan yeridir.
Ancak umrede ihrama girmek için hıll'in en fazîletli yeri Hanefi ve Hanbelîlere
göre "Ten'îm", sonrâ "Ci'râne", sonra "Hudeybiye"dir.
Resulullah (a.s) Abdurrahman b. Ebî Bekr'e Hz. Âişe'ye Ten'îm'de ihrama girerek
umre yaptırmasını emir buyurmuştur.[285]
2. Hıll'de
oturanlar: Harem bölgesiyle, beş mikat yerinin
çevrelediği alan arasındaki bölgeye "hıll" denir. Hıll'de
oturanların hac veya umre için ihrama girme yeri (mikat), ailelerinin bulunduğu
yer veya bu yerle. harem arasında kalan, hıll'den dilediği herhangi bir yerdir.
Hac ve umreyi tamamlamayı emreden ayetle[286] Hz. Ali ve İbn Mes'ud'un
görüşü buna delildir. Hanefîler bu görüşü benimsemiştir. İmam Mâlik'e göre,
bunların mikat yeri, kendi evleridir.
3.
Mikatların çevrelediği alan dışında oturanlar (âfâki): Arabistan'da mikatlar dışında oturanlarla, dış ülkelerden hac veya
umre niyetiyle Hicaz'a gidenler için geldiği bölge veya ülkeye göre ihrama
girme yerleri (mikat) belirlenmiştir. İbn Abbâs (r.a)'tan şöyle dediği
nakledilmiştir: "Nebî (a.s), Medineliler için Zülhuleyfe'yi, Şamlılar
için el-Cuhfe'yi, Necidliler için Karnü'l-Menâzil'i ve Yemenliler için
Yelemlem'i mikat olarak belirledi. Bunlar, belirtilen bölge veya ülke
tarafından gelen diğer belde yolcuları için de mikat yeridir."[287] Câbir (r.a)'den merfû
olarak rivayet edilen Müslim hadisinde bunlara, Iraklılar için Zat-ı ırk ilâve
edilmiştir.[288]
Gelinen ülkelere göre mikatlar
şöyledir:
a. Türkiye,
Suriye, Mısır, Mağrib ve Avrupa tarafından deniz yoluyla gelenlerin mikatı
Cuhfe (Râbiğ)'dir. Cuhfe ile Mekke aiası yaklaşık 187 km. dir.
b.
Medine'den gelenlerin mikatı Zülhuleyfe (Âbâr-ı Ali) olup, Mekke'ye yaklaşık
464 km.dir. En uzak mikat yeri burasıdır.
c. Irak,
İran ve diğer doğu ülkelerinden gelenlerin mikatı Zât-ı Irk'tır. Bu yer
Mekke'ye yaklaşık 94 km.dir.
d. Kuveyt ve
Necid yönünden gelenlerin mikatı bugün es-Seyl denilen Karnü'l-Menâzil'dir.
e.Yemen'den
gelenlerin mikatı Mekke'nin güneyinde bulunan Yelemlem olup, Mekke'ye 54
km.dir.
İhrama girme
yerlerini Hz. Peygamber tayin ettiği için hac, umre, ticaret veya başka bir
amaçla gelen her müslümanın buralarda veya daha önce ihrâma girmiş olması
lâzımdır. Eğer yol, bu noktalardan geçmiyorsa buraların hizalarından ihrâma
girilir. Medine'ye gelenler, hac için Mekke'ye doğru yola çıkınca Zülhuleyfe'de
bugün Âbâr-ı Alî denilen yerde ihrama girerler.
Mikatlardan
içeride bulunan kimseler, ihramsız Mekke'ye girebilirler. Fakat hac veya umre
için, bulundukları yerden ihrama girerler. Mikat içinde, fakat Mekke dışında
bulunan, bulunduğu yerde; Mekke'nin içinde oturanlar ise, kaldığı evde ihrama
girerler.
Dışarıdan
hac veya umre için gelen kimse mikatı ihramsız geçerse ya bir kurban keser veya
geri dönüp mikat yerinde ihrama girer. Mekke'ye girme niyeti olmaksızın mikatı
ihramsız geçene birşey lâzım gelmez.
İhram:
Hac dışında
yapılması mübah olan bazı şeyleri kendisine haram kılmak demektir. Hanefilere
göre, ihram haccın rüknü değil şartıdır. Bu da niyet ve telbiye ile gerçekleşir.
Hac veya umreye yahut her ikisine niyet etmek ve Allah için telbiye getirerek
ihrama girmekle hac ibadeti başlamış olur.
İhrama
girerken yapılması sünnet veya müstehap olan fiillerin başlıcaları şunlardır:
1. Abdest
veya boy abdesti almak. Temizlenmek için abdest veya boy abdesti alınır. Hz.
Peygamber ihram için boy abdesti almıştır.[289] Bu, temizlenmek için
olup, taharet (abdestlilik) için değildir. Bu yüzden, hayızlı ve nifaslı
kadınlar da bunu yaparlar. İbn Abbâs'ın merfû olarak naklettiği bir hadiste
şöyle buyurulur: "Nifaslı ve hayızlı kadınlar boy abdesti alır, ihrama
girer, Beytullah'ı tavaf dışında, haccın bütün menâsikini ifa ederler."[290] Diğer yandan Hz.
Peygamber (a.s), Esmâ binti Umeys'e nifaslı (lohusa) iken boy abdesti almasını
emir buyurmuştur.[291]
İhrama
girecek kimsenin tırnaklarını kesmesi, tıraş olup, bıyıklarını kısaltması,
koltuk altlarını ve edep yerini tıraş etmesi müstehaptır..
2. Erkekler,
dikişli elbiselerini çıkarır ve birisi göbekten aşağısını örtmek, diğerini
omuzuna almak üzere iki temiz ve yeni peştemela bürünür. Başı açık, ayakları
çıplak olup, terlik veya nalın giyebilir. Hadiste şöyle buyurulur: "Sizden
biriniz, bir izâr (alt peştemal), bir ridâ (üst peştemal) ve iki nalınla ihrama
girsin. Nalın bulamazsa, mest giysin, mestlerin topuklarından aşağısını ayırsın."[292] İbn Abbâs rivayetinde "topuklardan
aşağısını ayırma" ifadesi yoktur.[293]
İhrama giren
kadınlar, elbiselerini çıkarmazlar başlarını ve ayaklarını açık bulundurmazlar.
Yalnız yüzleri açık bulunur, telbiye ederken seslerini yükseltmezler.
3. Çoğunluğa
göre, ihramdan önce bedenini kokulamak caizdir. Hanefî ve Hanbelîlere göre,
elbiseyi kokulamak caiz değildir. Şâfiîler elbise konusunda da aksi görüştedir.
Delil, Hz. Âişe'den nakledilen şu hadistir: "Ben Nebî (a.s)'ı, ihrama girerken bulabildiğim en güzel
koku ile kokuluyordum."[294] Buna göre, kokunun eserinin ihramdan sonra devam etmesinde bir sakınca
yoktur. Ancak artık ihram süresince yeniden kokulanmak, hatta kokulu sabun
kullanmak caiz görülmemiştir.
4. İhram
namazı. Boy abdesti veya abdest alındıktan ve ihramdan önce; ittifakla iki
rekat ihram namazı kılınır. Delil şu hadistir: "Nebî (a.s)
Zülhuleyfe'de iki rekât namaz kıldı, sonra ihrama girdi."[295] Bu namazın birinci
rekâtında Kâfirûn, ikinci rekâtında ise İhlâs suresini okumak sünnettir. Mâlikî
ve Hanbelîlere göre, ihrama farz namazın arkasından girilir. Çünkü İbn Abbâs
(r.a)'tan, Resulullah'ın böyle yaptığı nakledilmiştir.
5. Telbiye.
Hanefîlere göre, ihram namazından sonra telbiye getirilir. Çünkü Hz. Peygamber
böyle yapmıştır. Efdal olan da budur. Vasıtaya bindikten sonra telbiye getirip,
sonra niyet edilebilir.[296] Telbiye şudur:
"Lebbeyke Allahumme
Lebbeyk, Lebbeyke Lâ şerîke Leke Lebbeyk. Inne'l-hamde ve'n-ni'mete leke
ve'l-mülke, Lâ şerîke leke."[297]
Hanefilere
göre bir kimse mikatta niyet ederek telbiye getirince ihrama girmiş olur.
Telbiye, yolda, iniş çıkışlarda, yol arkadaşlarıyla karşılaşmalarda namazların
ardından tekrarlanır ve zaman zaman ses yükseltilir. Telbiye, Mâlikîler dışında
çoğunluğa göre, Kurban bayramı günü Akabe cemresine ilk taşın atılmasıyla
kesilir. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır.[298] Ancak taşlamadan önce
tıraş olunursa, telbiye kesilir. Umre yapan ise tavafa başlamakla telbiyeyi
keser.
Hac,
İsalam dininin sosyal bir dayanışma merkezidir. Bu anlayışla ifa edilmesi
gereken dinimiz farz kıldığı bir ibadettir.
Yüce
Allah cümlemize bu anlayışla hac ibadetimizi ifa etmeyi nasip etsin.
On Birinci Hadis
خَطَبَنَا
رسول اللّه
فَقَالَ: يَا
أيُّهَا
النَّاسُ
قَدْ فُرِضَ
عَلَيْكُمْ الحجُّ
فحُجُّوا.
"Ey insanlar, size hacc farz
kılınmıştır. Şu halde haccı edâ edin!"[299]
Hadisin
Vürûdu ve Açıklaması
1-Vürûdu:
Buhârî; Müslim; Nesâî,[300] Ebu Hüreyre hazretleri (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir gün
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize şöyle hitab etti: "Ey insanlar,
size hacc farz kılınmıştır. Şu halde haccı edâ edin!" Cemaatte bulunan
bir adam: "Her sene mi, Ey Allah'ın Resûlü?" diye sordu.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cevap vermedi. Adam sorusunu üç kere tekrar
etti. Bunun üzerine: "Ben sizi bıraktıkça siz de beni bırakın. (Madem
ki, sükût ettim, niye sormada ısrar ediyorsunuz?) Şayet (sorunuza)
"Evet!" deseydim, her yıl haccetmek vacib oluverirdi ve buna güç
yetiremezdiniz. Şunu bilin ki, sizden
öncekileri helak eden şey, çok sual sormaları ve peygamberleri hakkında
ihtilâflarıdır. Size bir iş emrettiğim zaman, bunu gücünüz yettiğince îfa edin,
bir yasaklamada bulunduğum vakit de ondan kaçının (bu emir ve yasakla ilgili
olarak aklınıza gelen her şeyi sormaya kalkmayın!)"[301]
Hadisin sebebi Vürûdunun tespitinden sonra yukarıdaki ayetten haccın
izahını yaptık. Şimdide umre ile ilgili izahata geçelim.
Umre: Hac gibi belirli bir zamana bağlı
olmaksızın yapılan Kâbe ziyareti anlamında bir terim. Umre, Hanefî ve Malikî
mezheplerine göre sünnet-i müekkede, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre
farzdır.
Hac sadece hac mevsiminde yapıldığı halde, umre her zaman yapılabilir.
Ancak kurban bayramının arefe günü ile, bu bayramın dört gününde yapılması
mekruhtur. Ramazanda yapılması ise daha çok sevaba vesîledir.[302]
Umre esas itibariyle, Kâbe'yi tavaf (etrafında yedi defa dönmek) ve
Safa ile Merve tepeleri arasında yedi defa sa'y (koşmak) dır. Hacda olduğu
gibi; Müzdelife'ye gitmek, Arafat'ta vakfe yapmak, Mina'da şeytan taşlamak
umrede yoktur.
Tavafın dört şavtı (Kabe'nin etrafında dört kere dönmek) umrenin
rüknüdür. Vakit müstesna, hac için şart olan her şey, umre için de şarttır.
Tavafın geri kalan üç şavtı, Safa ile Merve arasındaki sa'y ve bunun bitiminde
tıraş olmak ya da saçları kısaltmak da umrenin vacipleridir. Haccın
sünnetlerinden Safa ile Merve arasındaki sa'ye kadar olanların tümü umre için
de sünnettir. Sa'y bitince umre ibadeti sona erdiği için, hacdaki; Müzdelife,
Arafat ve Mina ile ilgili sünnetler umrede söz konusu değildir.
Umrenin yapılışı: Mekke dışından olup da umre
yapmak isteyen bir Müslüman mikat yerinde, Mekkeli ise Harem dışında ihrama
girer. "Allahım! Ben umre yapmak istiyorum, onu bana kolaylaştır ve
benden kabul et" diyerek dua ve niyet eder, telbiye de bulunur.
Harem-i Şerif'e gelince Kâbe'nin etrafına yedi defa dolaşarak tavaf eder. İlk
üç dolanışta biraz çalımlı yürür. Her dolanışta Hacerü'l-Esved adındaki kutsal
taşı selamlar. Tavaf bittikten sonra iki rek'at namaz kılar ve Safa tepesine
gider. Oradan başlayarak, Safa ile Merve arasında yedi kere gider gelir. Buna;
sa'y denilir. Daha sonra tıraş olarak veya saçlarını kısaltarak ihramdan çıkar.
Böylece sona ermiş olur.[303]
Hac için ihrama giren kişinin, ihramda iken yapması yasak olan şeyler,
umre için ihrama giren kişi için de yasaktır. İhramda iken bu yasaklardan
birisini yapan kimseye, hac için ihramda iken aynı yasağı işleyen kimse için
gerekli olan ceza gerekir.
Umrenin tek rüknü olan tavafın ilk dört şavtını tamamlamadan karısıyla
cinsî temasta bulunan kişinin umresi fasit olmuştur. Ancak bu duruma düşen
kimse umreyi bırakmaz devam eder. Ceza olarak bir koyun kurban eder ve tekrar
umre yapar. Tavâfın dört şavtını tamamladıktan sonra aynı yasağı işleyenin
umresi ise fasit değildir, fakat onun da bir koyun kurban etmesi gerekir.[304]
İNFAK VE SADAKA
On İkinci
Ayet
لَنْ
تَنَالُوا
الْبِرَّ
حَتّى
تُنْفِقُوا
مِمَّا
تُحِبُّونَ
وَمَا
تُنْفِقُوا
مِنْ شَىْءٍ
فَاِنَّ
اللّهَ بِه
عَليمٌ
"Sevdiğiniz şeylerden
Allah yolunda harcayıncaya kadar
Cennete ve iyiliğin en
güzeline (birr) eremezsiniz."[305]
Ayetin Nüzulü
ve Açıklaması
"Sevdiğiniz şeylerden
Allah yolunda harcayıncaya kadar
Cennete ve iyiliğin en
güzeline (birr) eremezsiniz."[306]
Bu ayetin nüzûlü şöyledir: Ebû
Talha (r.a) en çok sevdiği malı olan "Bırhâ" bahçesini Allah yolunda tasadduk etmek istemiş, Hz. Peygamber'in; "yakın hısımlarına ve amcasının oğullarına vermesi" tavsiyesine uyarak böyle yapmıştır.[307]
Hz. Ömer Hayber'den hissesine düşen değerli ganimet toprağını vakfetmiştir.[308]
"Sevdiğiniz şeylerden
infak etmedikçe iyilik mertebesine eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, hiç şüphesiz Allah onu bilir."
Bu ayetle muhatap olan o zamanki müslümanlar bu ilahi
direktifin anlamım gerçekten kavradılar.
Sevdiklerinden fedakârlık ederek, mallarının en değerli olanlarını Allah yolunda dağıtarak
iyiliğe ulaşma çabasına girdiler. Zira iyilik bütün güzel şeylerin bütünüdür. Daha büyük ve daha üstünlerini elde
etmek umuduyla cömertlik örnekleri verdiler:
İmam-ı Ahmed bin Hanbel rivayet
ediyor. Abdullah b. Ebu Talha'nın oğlu Ebu İshak'tan, O
da Enes b. Malik'ten işittiğini kaydeder. Enes der ki: "Ebu Talha Medine'li
müslümanların en zenginiydi. En çok sevdiği malı da Beyraha bahçesi idi. Bu
bahçe Mescidi Nebevi'nin karşısındaydı. Hz. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) oraya
girer, orada bulunan tatlı bir kaynaktan içerdi. Enes der
ki: `Sevdiğinizden dağıtmadıkça iyiliğe ulaşamazsınız'
ayeti inince, Ebu Talha dedi ki: "Allah `Sevdiğinizden dağıtmadıkça iyiliğe
ulaşamazsınız'
buyuruyor. Benim en sevdiğim malım ise Beyraha bahçesidir. Onu Allah yoluna bağışlıyorum. Onun iyiliğini umuyor ve yüce Allah katında bana azık almasını ümit ediyorum; Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın sana
gösterdiği şekilde onu kullan."
Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) `Çok güzel! Çok güzel! Bu kârlı, verimli bir arazi bu kârlı bir arazi... Ben işittim... Ben, onu, akrabalarına dağıtmanı uygun görüyorum' buyurdu Ebu Talha da; `Öyle yaparım ey Allah'ın Elçisi!' dedi ve onu akrabaları ile amca oğulları arasında paylaştırdı."[309]
Buhari ve Müslim'de; Hz. Ömer'in şöyle dediği
kaydediliyor: "Ey Allah'ın Resulü, Hayber'de payıma düşen arazi kadar benim yanımda değerli hiçbir malım olmadı. Onu ne
yapmamı önerirsin?" dedim. Resulullah (salât ve selâm
üzerine olsun) "Aslını bırak,
ürününü Allah yolunda vakfet."
buyurdu.
Sahabilerin çoğu bu şekilde davrandı.
Kendilerini İslâm'a kavuşturduğu günde iyiliğin tümüne
kavuşturan Rablerinin direktiflerine sarıldılar. Bu yönelişleri onları malın köleliğinden,
nefsin cimriliğinden ve egoistlik sevdasından özgürlüğe kavuşturdu. Bu aydınlık ufuklara özgürce, serbestçe ve rahatça
yükseliverdiler.
Bu girişten sonra şimdi de infak nedir, nasıl verilir ve
kime verilir açıklamaya çalışalım.
İnfâk: Nafaka
verip geçindirme, besleme, Allah yolunda harcama. Bir terim olarak; gerek hısımlardan ve gerekse diğer insanlardan yoksul ve muhtaç olanlara para veya maişet yardımı yaparak, onların geçimini
sağlama, demektir. Zarûrî ihtiyaç ve maişet için sarfolunacak paraya ve azık çeşidine "nafaka"
denir. Bir kimsenin kanunen geçindirmek zorunda bulunduğu kimselere mahkeme kararıyla bağlanan aylık da bu adı alır.
İslâm hukukunda infakın
kapsamı geniştir. Aile reisinin bakmakla
yükümlü olduğu kimselere harcama yapmasını kapsadığı gibi; diğer yoksul
ve muhtaçlara yapılan zekât, sadaka ve benzeri
yardımları da anlamı içine alır. Zekât
gibi miktarı belirli yardımlaşma hükümleri gelmeden önce, Ashâb-ı kiram yoksullar için ne kadar harcayacaklarını bilmiyorlardı.
Muaz b. Cebel ile Sa'lebe Hz. Peygamber'e "Kölelerimiz
ve hısımlarımız
var. Bunlara malımızdan ne şekilde
ve ne miktarda harcayalım" diye, şu ayet inmişti:
وَيَسَْلُونَكَ
مَاذَا
يُنْفِقُونَ
قُلِ الْعَفْوَ
كَذلِكَ
يُبَيِّنُ
اللّهُ لَكُمُ
الْايَاتِ
لَعَلَّكُمْ
تَتَفَكَّرُونَ
"Ey
Muhammed! Sana, hangi şeyi nafaka
vereceklerini sorarlar. De ki: "İhtiyacınızdan artanı verin."[310] Zekât farz kılınmadan önce, kazanç sahipleri, bu ayete göre, her
günkü kazançlarından kendilerine yetecek kadarını alır, gerisini tasadduk ederlerdi. Altın, gümüş gibi nakit
sahipleri de, bir yıllık
geçimini ayırır, geri kalanını Allah yolunda harcarlardı.[311]
Kur'an-ı Kerîm'in
pek çok âyetinde, varlıklı
müminlere "Allah yolunda infak" emir ve tavsiyesinde bulunulmuş, Allah yolunda harcayanlar övülmüştür.
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اَنْفِقُوا
مِنْ
طَيِّبَاتِ
مَا
كَسَبْتُمْ
وَمِمَّا
اَخْرَجْنَا
لَكُمْ مِنَ
الْاَرْضِ
وَلَا
تَيَمَّمُوا
الْخَبيثَ
مِنْهُ
تُنْفِقُونَ
وَلَسْتُمْ
بِاخِذيهِ
اِلَّا اَنْ
تُغْمِضُوا
فيهِ وَاعْلَمُوا
اَنَّ اللّهَ
غَنِىٌّ
حَميدٌ
"Ey iman
edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin en helâl ve iyisinden Allah yolunda harcayın (zekât ve sadaka verin)."[312]
Bakara Suresi'nin ilk ayetlerinde takvâ sahiplerinin
vasıfları sayılırken, "Allah yolunda
harcayanlar"; gayba inanan ve namaz kılandan
sonra üçüncü sırada zikredilir.[313]
Allah yolunda yapılan
harcamanın, malın sevilen çeşidinden yapılması, kişiyi "birr" derecesine
ulaştırır.
Zeyd b. Hârise (r.a) "Seyl" adındaki ünlü atını tasadduk etmesini Hz. Peygamber'den istemiş, O da atı Usâme b.
Zeyd (r.a)'e vermiştir. Hasan el-Basrî şöyle der: "Bir kimse sevdiği bir tek hurmayı
bile Allah rızası için sadaka olarak verirse bu ayetteki
"birr"e mazhar olmuş
olur". Ömer b. Abdülaziz,
yoksullara bol miktarda şeker dağıtır ve sebebini soranlara da şu cevabı verirdi:
Çünkü ben en çok şekeri severim. Hadiste
zikredilen aile fertlerine (ehl); karısı, çocukları, nafakası kendisine gerekli olan erkek ve kız kardeşleri ile
amcası ve amcasının çocukları, evinde
beslediği yabancı yoksul
çocuklar dahildir. Bir kimsenin bakmakla yükümlü olduğu kimseleri geçindirmesi, onun üzerine vaciptir. Eğer bu masrafları yaparken
Allah rızasını
kazanmayı kastederse, sürekli sadaka ecri alır. Ancak bu konuda Allah rızasını
kasdetmezse, üzerinden borç düşer, fakat ayrıca bir ecir alamaz.[314]
Buna, Sa'd b. Ebî Vakkas'ın naklettiği şu hadis de delâlet eder:
Veda Haccı yılı Mekke'de hastalanan Sa'd b. Ebî
Vakkas tek varisi olan kızına
çok servet kalacağını düşünerek servetinin üçte ikisini vasiyet yoluyla başkasına bırakmak ister. Hz. Peygamber razı olmaz. Yarısını bırakmak
ister. Resulullah (a.s), "üçte birini vasiyet etmesi" ne
müsaade eder ve şöyle buyurur:
"Ey Sa'd! Senin mirasçılarını zengin bırakman,
onları yoksul ve başkalarına avuç açar bir halde bırakmandan daha hayırlıdır. Sen, Allah rızası için harcadığın
nafakadan dolayı ecir alırsın.
Hatta, yemek yerken eşinin ağzına
verdiğin lokmadan ötürü de ecir alırsın."[315] Ancak Sa'd, bu hastalığından
iyileşip uzun bir müddet daha yaşamış ve bu kızından başka çocukları olmuştur.
Buna göre, bir kimse, malının üçte birine kadar olan kısmını
vasiyet yoluyla Allah yolunda harcayabilir. Servetin üçte ikisi mirasçıların korunmuş hissesidir. Ancak, mirasçılara vasiyetle mal bırakılması hadisle yasaklanmıştır. Çünkü mirasçılara Allahu Teâlâ belirli miras hisseleri tahsis etmiştir.[316]
Zorunlu
nafaka ikiye ayrılır
1. Kişinin gücü yettiği zaman kendisi için gerekli olan nafaka. Bu, başkalarına yapılacak yardım ve Allah
yolunda harcamadan önde gelir. Çünkü kişinin yaşamını
sürdürmesi ve başkalarına olan infak görevini yerine
getirebilmesi buna bağlıdır. Hz. Peygamber; "İnfaka önce kendinden, sonra nafakası senin üzerine vacip olan kimselerden başla!"[317] buyurur.
2. Müminin başkalarına olan infakı. Başkasına infakın farz olmasının üç sebebi vardır: Evlilik,
hısımlık ve
mülk.
Evlilikte, koca eşinin yeme,
içme, giyim ve mesken ihtiyacını karşılamak zorundadır.
Emsalinin evinde hizmetçi bulunuyorsa o da nafaka kapsamına girer.[318]
Eşler dışında, biri diğerine
evlenme engeli teşkil edecek kadar yakın hısım
(mahrem) olunca, bunlar arasında nafaka cereyan eder. Anne,
baba, dede, nine, çocuk ve torunlar, kardeşler, hala,
amca, dayı ve teyze bunlar arasında
sayılabilir. Ayette şöyle
buyurulur:
وَبِالْوَالِدَيْنِ
اِحْسَانًا
وَبِذِى الْقُرْبى
وَالْيَتَامى
وَالْمَسَاكينِ
وَالْجَارِ
ذِى
الْقُرْبى وَالْجَارِ
الْجُنُبِ
وَالصَّاحِبِ
بِالْجَنْبِ
وَابْنِ
السَّبيلِ
وَمَا
مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ
اِنَّ اللّهَ
لَا يُحِبُّ
مَنْ كَانَ
مُخْتَالًا
فَخُورًا
"Anaya,
babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, yakın komşulara, yanında bulunan
arkadaşa, yolda
kalanlara, sahip olduğunuz kölelere
iyilik edin."[319]
فَاتِ
ذَاالْقُرْبى
حَقَّهُ
وَالْمِسْكينَ
وَابْنَ
السَّبيلِ
ذلِكَ خَيْرٌ
لِلَّذينَ
يُريدُونَ
وَجْهَ
اللّهِ
وَاُولئِكَ هُمُ
الْمُفْلِحُونَ
"O
halde, akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver."[320]
Hz. Peygamber, iyilik yapmaya en lâyık kimin olduğunu soran
bir sahabeye şöyle cevap vermiştir: "Annen,
sonra, yine annen, sonra yine annen. Sonra, baban. Sonra en yakınından
başlayarak uzağa doğru diğer hısımların."[321]
Hanefîler bu ayet ve hadislerdeki "hısımlar"ı, "mahrem hısımlar" şeklinde sınırladılar. Çünkü; "Babanın yükümlülükleri aynen mirasçıya da geçer"[322] ayeti, Abdullah b. Mes'ûd (ö. 32/652) kırâatinde "Babanın yükümlülükleri aynen mahrem hısımlardan
olan mirasçıya geçer" şeklinde rivayet edilmiştir.
İslâm hukukçuları eş ve diğer hısımların nafakasının; yiyecek, katık ve giyeceğin belde örfüne göre ve yükümlünün durumu dikkate alınarak "yetecek ölçüde" olması gerektiği konusunda
görüş birliği hâlindedir.
Çünkü nafaka ihtiyaç sebebiyle vacip olmuştur. İhtiyaçlar da yeterli ölçüdeki
(kifaye miktarı) şeylerle giderilebilir. Hz.
Peygamber (a.s) Ebû Sufyan'ın karısı Hind'e; "Kocanın malından, örfe göre sana ve çocuklarına yetecek kadar al"[323]
buyurmuştur. Burada onun ve çocuklarının nafakası kifaye miktarında
belirlenmiştir. Diğer hısımların da buna kıyas yapılarak aynı ölçüde
olması gerekir. Eş veya diğer hısım
hizmetçiye muhtaçsa, nafaka kapsamına o da
girer. Felçli durumdaki yoksul anne veya babanın
bir hizmetçiye baktırılması gibi.
İnsanın mala karşı olan
zaafı fıtrattandır. Bu zaafı telafi etmenin tek yolu infak etmeyi prensip etmek
lazım.
İnfak, ayetin akışından da
anlaşılacağı üzere zekattan önce Müslümanlara şart koşulmuş bir dini emirdir.
Bunun sebebi ise ileride gelecek olan dini hükümlere karşı hazırlanmaktır.
Örneğin malını Allah yolunda infak etme cömertliğini göstermeyenler, yarın
nasıl Allah yolunda can verip şehit olacaklar.
İşte bunabinaen İslam
dini, önce fıtratın zaafı olan malın infakını öne almış ondan sonra diğer
hükümleri emretmiştir.
Yüce Allah cümlemize kendi
yolunda cömertlik edip ihsanda bulunan kullarından eylesin.
On İkinci Hadis
فَاتَّقُوا
النَّارَ
وَلَوْ
بِشِقِّ تَمْرَةٍ،
"Bir hurmanın yarısı da olsa onu sadaka
olarak vererek ateşten korunun![324]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
1-Vürûdu: Buharî, Adiy
b. Hatem (r.a)'dan, Hz.Peygamber (a.s): "Ateşten Allah'a
sığının velevki bir hurmanın üçte biriyle de olsa."
Sonra "Bir
hurmanın yarısı da olsa onu sadaka olarak vererek ateşten korunun!
hadisi buyurdular.[325]
Sadedinde
olduğumuz hadisin daha iyi nalaşılması için
Buhariye ait lafızla takdim ediyorum.
Adiyy İbnu
Hâtim (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yanında iken bir adam geldi ve fakirlikten şikayet etti. Derken
biri daha gelip, o da yol kesilmesinden şikayet etti. Aleyhissalâtu vesselâm: "Ey
Adiyy dedi, sen Hire şehrini gördün
mü?" "Hayır görmedim, ancak işittim!" dedim. Bunun üzerine: "Eğer
ömrün biraz uzarsa, devesine binen bir kadının Hire'den (tek başına) kalkıp
Ka'be'yi tavaf edeceğini mutlaka göreceksin. O bu seyahatini yaparken Allah'tan
başka hiçbir şeyden korkmayacak!"
Adiyy der
ki: "İçimden, kendi kendime, "memlekete dehşet saçan Tayy eşkiyaları
nereye gidecek?" dedim. Resulullah
sözlerine devam etti: "Eğer ömrün olursa Kisra'nın hazinelerinin de
fethedildiğini göreceksin!" Kisra İbnu Hürmüz mü?" diye araya
girdim."Evet İbnu Hürmüz olan Kisra!" buyurdu ve devam etti: "Eğer
hayatın uzarsa mutlaka göreceksin: Kişi eli altın veya gümüş parayla dolu
olduğu halde bunu tasadduk etmek üzere fakir arayacak fakat kendinden onu kabul
edecek bir tek adam bulamayacak. Her biriniz, mutlaka bir gün gelecek aranızda
herhangi bir perde, bir tercüman olmaksızın Allah'la karşılaşacaksınız. O zaman
Allah Teala hazretleri: "Sana tebliğ getiren bir peygamber göndermedim
mi?" diye soracak. Muhatabı: "Evet gönderdin!" diyecek.
Rabb Teala:"Ben sana mal vermedim mi, ikram etmedim mi?" diye
soracak, kul: "Evet! Ey Rabbim verdin" deyip sağına bakacak,
cehennemden başka bir şey görmeyecek, soluna bakacak cehennemden başka bir şey
görmeyecek."
Adiyy der
ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim: "Bir
hurmanın yarısı da olsa onu sadaka olarak vererek ateşten korunun! Kim yarım
hurma bulamazsa güzel bir sözle korunsun!"
Yine Adiyy
(radıyallahu anh) dedi ki: "Ben Hire'den kalkıp, Beytullah'ı tavaf eden ve
Allah'tan başka kimseden korkmayan yaşlı kadını gördüm. Kisra İbnu Hürmüz'ün
hazinelerini fethedenler arasında ben bizzat bulundum. Eğer sizlerin ömrü uzun
olursa mutlaka, Ebu'l-Kasım (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu söylediğini de
göreceksiniz: "Kişi, eli altın veya gümüşle dolu olarak çıkacak, onu
kendinden (sadaka olarak) kabul edecek adam bulamayacak."[326]
Şimdi bu
girişten sonra sadaka nedir ve kimlere verilir ve nasıl verilir açıklamaya
çalışalım.
Sadaka: Zekât,
Allah rızası için yapılan iyilik veya verilen şey, sadaka insanın malından sırf
Allah rızası için muhtaç olanlara temlik edilmek üzere çıkardığı bir vergi türü
anlamında bir fıkıh terimi. Zekâta, mü'minlerin Allah'ın emirlerine uymadaki
sadakatlarini gösterdiği için "sadaka" da denilmiştir. Çoğulu
sadakât'tır. Sadaka kavramında üç temel özelliğin bulunması gerekir: İhtiyaç,
mülkiyetin nakli ve temlîkin Allah için olması.
Bu âyetlerde de zekâtın farz olan bu çeşidi yer
alır:
وَاَقيمُواالصَّلوةَ
وَاتُواالزَّكوةَ
"Namazı kılın, zekâtı
verin."[327]
خُذْ
مِنْ
اَمْوَالِهِمْ
صَدَقَةً
تُطَهِّرُهُمْ
وَتُزَكّيهِمْ
بِهَا
"Mü'minlerin mallarından zekât al ki, onları temizleyip
mallarını çoğaltasın."[328]
اِذَا
اَثْمَرَ
وَاتُوا
حَقَّهُ
يَوْمَ
حَصَادِه
"Hasat günü ürünün hakkını ödeyin."[329]
Hz. Peygamber'in çeşitli hadislerinde farz olan
zekât emredilmiştir: "İslâm beş temel üzerine kurulmuştur. Bunlardan
birisi de zekât vermektir."[330]
Diğer yandan Hz. Muhammed (a.s), Muaz b. Cebel (r.a)'i
Yemen'e vali olarak gönderirken kendisine şöyle buyurmuştur:
"Onlara bildir ki, Allah Teâlâ kendilerine
zekâtı farz kılmıştır. Zekatı oranın zenginlerinden al, yoksullarına ver."[331]
Diğer yandan zekâtın farz oluşu üzerinde bütün
müctehitler görüş birliği içindedir. Ashab-ı Kirâm zekât vermeyenlerle
savaşılması gerektiği konusunda ittifak etmiştir. Zekâtın farz olduğunu inkâr
eden kimse dinden çıkar.[332]
Fıtır sadakası vacib hükmünde bir sadaka türüdür.
Bu, Ramazan ayının sonuna yetişen ve aslî ihtiyaçlarının dışında en az nisap
miktarı bir mala mâlik bulunan her hür müslümanın yoksullara vermesi gereken
bir sadakadır. Buna kısaca, "fitre" denir ki, fıtrat sadakası, yani
sevap için verilen yaratılış atıyyesi anlamına gelir. Abdullah b. Abbas (r.anhümâ)'dan
rivâyete göre şöyle demiştir: "Rasûlüllah (a.s) oruçluları gereksiz ve
çirkin sözlerden arındırmak ve yoksullara yiyecek sağlamak için fitreyi farz
kılmıştır. Fitreyi kim bayram namazından önce öderse, bu makbul bir zekât, kim
de namazdan sonra öderse, herhangi bir sadaka olur."[333]
Ebu Said el-Hudrî (r.a)'den rivayet edilen bir
hadiste fitre verilebilecek maddeler ve miktarları şöyle belirlenir: "Biz
fitre zekâtını, Allah'ın Rasûlü aramızda iken, yiyecek maddelerinden bir sa',
hurmadan bir sa', kuru üzümden bir sa', keşden yine bir sa' olmak üzere
bunlardan birisini esas alarak veriyorduk. Ben yaşadığım sürece vermeye devam
edeceğim."[334] Sa' bir ağırlık birimi
olup, şer'î ölçüye göre 2912, örfi ölçüye göre ise 3328 gramdır. Bazı fakihlere
göre buğday cinsinde fitre miktarı yarım sa'dır. Burada yoksulların yararına
olan ve daha ağır olan örfî ölçeği tercih etmek daha faziletlidir.
Farz olan zekâtla, vacib olan fitre miktarları
belirli bulunan sadakalardır. Birincisinde nisab'a mâlik olduktan sonra bir yıl
geçmesi, ikincisinde ise, sadece nisaba malik olmak şarttır. Bunların dışında
sıkıntı ve zarûret içinde bulunan müslümana ihtiyacını giderecek ölçüde yardım
etmeyi bildiren bir sadaka daha vardır ki; bunun miktarı, sıkıntıyı giderecek
ölçüye göre ortaya çıkar.
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
لَيْسَ
الْبِرَّ
اَنْ
تُوَلُّوا
وُجُوهَكُمْ
قِبَلَ
الْمَشْرِقِ
وَالْمَغْرِبِ
وَلكِنَّ
الْبِرَّ
مَنْ امَنَ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
الْاخِرِ
وَالْمَلئِكَةِ
وَالْكِتَابِ
وَالنَّبِيّنَ
وَاتَى
الْمَالَ عَلى
حُبِّه ذَوِى
الْقُرْبى
وَالْيَتَامى
وَالْمَسَاكينَ
وَابْنَ
السَّبيلِ
وَالسَّائِلينَ
وَفِى الرِّقَابِ
وَاَقَامَ
الصَّلوةَ
وَاتَى
الزَّكوةَ
وَالْمُوفُونَ
بِعَهْدِهِمْ
اِذَا عَاهَدُوا
وَالصَّابِرينَ
فِى
الْبَاْسَاءِ
وَالضَّرَّاءِ
وَحينَ
الْبَاْسِ
اُولئِكَ
الَّذينَ
صَدَقُوا
وَاُولئِكَ
هُمُ
الْمُتَّقُونَ
"Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyi olmak demek
değildir. Fakat iyi olan, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve
peygamberlere iman eden, malını sevmesine rağmen hısımlara, yetimlere,
yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere ve köle azadına veren, namaz kılan ve
zekât verendir."[335]
Burada Cenab-ı Hak, miktarı belli olan zekâtla
birlikte yakınlara, yetim ve düşkünlere yapılacak malî bir yardımdan da söz
etmiştir ki; bunun şart ve miktarını sıkıntıda olan yoksulun hali belirler.
Sadaka geniş anlamıyla nafile olarak yapılan hayır
ve hasenâtı, insan ve hayvanlara yapılan iyilik, lütuf ve ihsanları, hatta
insanların gönlünü hoş eden güzel söz ve davranışları kapsamına alır. Sadaka-i
câriye, vakfedilmiş sadaka ile diğer hayır ve hasenât bu niteliktedir.
Sadaka-i câriye, sürekli ecir getiren sadaka
anlamına gelir. Bir hadiste sürekli ecir kaynağı olan ameller şöyle belirlenir:
"İnsan öldüğü zaman amel işlemesi kesilir. Ancak üç şey bundan
müstesnadır. Sadaka-i cariye, kendisinden yararlanılan ilim veya kendisine
hayır dua eden salih çocuk."[336] Bu hadiste zikredilen
sadaka-i câriye; yol, köprü, çeşme, mescid, yoksullar için aş evi, hastahane ve
okul gibi hayır yerlerini kapsamına alır. İnsanlar bu gibi yerlerden
yararlandığı sürece, bunları yaptıranlar, yapılmasına sebep olanlar, yol
gösterenler ve destek olanlar, gerek sağlıklarında ve gerekse vefatlarından
sonra ecir almaya devam ederler.
Yararlı bir ilim bırakan da, bu ilimden, kitaptan,
keşif ve icattan toplum yararlandıkça, mü'min olmak şartıyla, sürekli olarak
ecir alır. Nitekim ilim, irfan ve irşatlarıyla toplumda iyi bir çığır açanın
büyük mükafatına kötü çığır açanın da günahına hadiste şöyle yer verilir: "Kim
iyi bir çığır açarsa, bununla amel edenlerin ecri kadar ecri bu çığırı açan
alır. Kötü bir çığır açan da, bununla amel edenlerin günahı kadar günahı
yüklenir."[337] Dine ve topluma yararlı
bir çocuk yetiştirmek de, toplum bu çocuktan yararlandıkça, onun yetişmesinde
katkısı bulunan anne, baba, hoca gibi kimselerin sürekli ecir almalarına bir
sebeptir.
Vakfedilen gayri menkuller de sadaka-i cariye
niteliğindedir. Vakıfnâmedeki esaslara göre, hayır yönü işletildiği sürece,
vakfedene ecir gelmeye devam eder. Önceki asırlarda büyük han, hamam, medrese,
dükkân ve çarşıların vakıf olarak topluma kazandırılması, mâliklerinin sürekli
bir ecre nail olma istekleri yüzündendir.
Nâfile Olan Sadakalar
İslâm'da farz ve vacib olan sadakalardan başka,
kapsamı çok geniş bir sadaka anlayışı vardır. Mal veya parayı tasadduk etme
yanında, mü'min kardeşine aracına binerken veya inerken yardımcı olmak, güler
yüz veya tatlı dille onun gönlünü hoşnut etmek gibi pek çok fiil ve davranışlar
sadaka olarak nitelendirilmiştir.
Hz. Peygamber (a.s), Ebû Zer (r.a)'i tasaddukta
bulunmaya teşvik ederek şöyle buyurmuştur: "Şu Uhud dağı altın olarak
elime geçse üçüncü geceyi ondan bende bir dinar bulunduğu halde geçirmek
istemem. Yalnız borç ödemek için ayırdığım dinar bunun dışında olur, -Önüne,
sağına ve soluna saçma işareti yaparak- Onu Allah'ın kullarına bu şekilde
dağıtmak isterim. Şüphesiz malı çok olanlar, kıyamet günü sevabı en az
olanlardır. Yine yoksullara tasaddukta bulunma işareti yaparak, bu durumda
olanlar müstesnadır."[338]
Farz ve vacib sadaka dışındaki sadaka kapsamının
genişliğini şu hadiste görmek mümkündür: "İçinde güneş doğan her gün,
insanların her bir mafsalı için kendilerine bir sadaka gerekir. Meselâ; İki
kişinin arasında adaletle hükmetmen bir sadakadır. Hayvanına binmek isteyen bir
kimseye yardım ederek, hayvana bindirmen veya eşyasını hayvana yüklemen bir
sadakadır. Güzel söz bir sadakadır. Namaza giderken attığın her adım sadakadır.
Gelip geçene sıkıntı veren şeyleri yoldan kaldırman bir sadakadır."[339] Bu hadiste,
"sülâmâ" parmak kemikleri demektir. Ancak burada vucuttaki tüm kemik
ve mafsallar kastedilmiş, kemiklerin insanın oturup kalkması ve hareket etmesi
için ne kadar gerekli olduğuna dikkat çekilmiştir. İşte böyle bir nimete
karşılık farz olan sadaka yerine, günlük bir takım hayra yönelik hareket ve
davranışların bu nimetin sadakası olduğu belirtilmiştir. Burada nimetin şükür
borcunun hafifletildiği görülür. Namaza giderken her adımın sadaka sayılması,
her adım karşılığında bir derece yükseltme ve bir günah affetme anlamındadır.[340]
Diğer yandan başka hadislerde, insanlara iyiliği emretmenin,[341] Allah'a hamdetmenin ve
O'nu tesbih etmenin bir sadaka olduğu belirtilmiştir.[342] Bir kimseye yol veya
adres tarif etmek sadaka sayıldığı gibi,[343] gönül alıcı yumuşak söz,[344] bir ağaç dikenin bu
ağacından insan veya hayvanların yemesi ya da yararlanması da sadaka
sayılmıştır.[345]
Sadakanın En Faziletlisi:
Çeşitli ameller arasında fazilet bakımından farklar
bulunduğu gibi, ihtiyaç sahiplerine yapılan yardım ve tasadduklarda da bir sıra
gözetilmiş; öncelikli tasadduk alanları belirlenmiştir. Gerçekten kişinin çok
yakınında, belki aile fertleri arasında büyük sıkıntı içinde olanlar varken,
uzakta olanlara yardım etmeye kalkışması maslahata uygun düşmez. Bu yüzden
yardım ve infaka en yakınından başlamak prensibi getirilmiştir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Bir kimsenin sarfedeceği en faziletli dinar, kendi aile
fertlerine infak ettiği dinarla, Allah yolunda hayvanına ve yine Allah yolunda
cihad edecek olan arkadaşlarına harcadığı dinardır."[346]
Yine Rasûlüllah (a.s), Allah yolunda harcanan, bir
köle azadı için sarfedilen, bir yoksula verilen veya ailenin geçimi için
yapılan harcamaları zikrettikten sonra, bunların sevap bakımından en üstününün
aile fertlerine yapılan harcamanın olduğunu belirtmiştir.[347] Bu hadislerde zikredilen
aile fertlerinden maksat (iyâl); bir kimsenin nafakası kendisine ait olan
çocukları, eşi, annesi, babası ve hizmetçisidir.
Sadakanın en sevilen maldan verilmesi daha
faziletlidir. Kur'ân-ı Kerim'de; "Siz sevdiğiniz mallardan infâk
etmedikçe iyilik ve taate nail olamazsınız"[348] buyurulur. Bu âyet inince Ebû Talha (r.a), Rasûlüllah (a.s)'e gelerek
şöyle dedi: "Benim en çok sevdiğim malım Beyrahâ adındaki
bahçemdir. Bu malım Allah için sadakadır. Onun Allah nezdinde sevabını ve
âhiret azığı olmasını dilerim. Ey Allah'ın elçisi; onu istediğin yere sarfet!
"
Bunun üzerine Hz. Peygamber, bu kararının çok kârlı
bir yatırım olduğunu belirttikten sonra, bahçesini hısımlarına vakfetmesini
bildirdi. Bunun üzerine Ebû Talha (r.a) onu hısımları ve amcasının oğulları
arasında taksim etti. Başka bir rivayette, bahçenin verildiği kimselerin Hassân
b. Sâbit ile Übey b. Ka'b (r.anhumâ) olduğu belirtilir.[349]
Kadının yoksul olan kocasına tasaddukta bulunması
teşvik edilmiştir. Hz. Peygamber bir gün kadınlara hitab ederek; “Ey
kadınlar topluluğu zinetlerinizden de olsa sadaka verin" buyurmuştu.
Bunun üzerine Abdullah'ın karısı Zeyneb ile Ensardan bir kadın Allah'ın
elçisine gelerek kocalarının yoksul olduğunu, onlara sadaka vererek destek olup
olamayacaklarını sordular. Bunun üzerine Hz. Peygamber bu iki kadın için şöyle
buyurmuştur: "Onların ikisine de ikişer ecir vardır. Akrabalık ecri ve
sadaka ecri."[350]
Ebû Hanife ile Hanbelîlerde tercih edilen görüşe
göre, bir kadın zekâtını yoksul bulunan kocasına veremez. Çünkü bu takdirde
zekât nafaka yolu ile kadına geri döner.[351] Onlara göre, bazı
hadislerde zengin olan sahabe hanımlarının kocasına destek olması nafile sadaka
niteliğindedir. Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Şâfiî ve Mâlik'e göre ise, kadının
yoksul bulunan kocasına zekât vermesi caizdir. Dayandıkları delil, Hz. Peygamber'in,
Abdullah b. Mesud'un karısı Zeyneb (r.anhâ)'e verdiği şu cevaptır:
"Kocan ve çocuğun tasadduk etmeye en lâyık olan
kimselerdir."[352]
Bir mü'minin tasaddukunu sevdiği mal cinsinden
yapması, Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmaya sebep olur. Halife Ömer b. Abdülaziz
çuvallarla şeker alır, tasadduk ederdi. Bunun yerine niçin para dağıtmadığı
sorulunca, şu cevabı vermiştir: "Ben şekeri çok severim. Bu yüzden
sevdiğim şeyi tasadduk etmek istedim."[353]
Anne babaya müşrik bile olsalar yardımda bulunmak
gerekir. Nitekim Esmâ binti Ebi Bekir (r.anhâ) şöyle demiştir: "Annem
yanıma geldi, kendisi Kureyş devrinde Rasûlüllah (a.s) onlarla anlaşma yaptığı
zaman henüz müşrik idi. Ben Hz. Peygamber'e gelerek, "Annem bana rağbet
göstererek yanıma geldi. Kendisine yardımda bulunayım mı?" dedim. Hz.
Peygamber; "Evet annene yardımda bulun" buyurdular.[354] Rivayete göre Hz. Ebû
Bekir, Esma'nın annesi Kuteyle'yi cahiliye devrinde boşamıştı. Kuteyle
Hicretten sonra Medine'ye kızı Esmâ'nın yanına gelmişti. Kendisine kuru üzüm ve
yağ gibi hediyeler getirdi. Fakat Esmâ bu hediyeleri almaktan ve onu evine
kabul etmekten kaçındı. Hz. Peygamber'in izin vermesi üzerine de onu evine aldı.[355]
Ölen Kimse Adına Sadaka Vermek Caiz midir?
Bazı ibadet ve taatların ölen bir kimse adına
yapılması mümkün ve caizdir. Bunların sevabı ölüye ulaşır. Ölü nâmına verilen
sadakalar başta gelir. Hz. Peygamber'e bir adam gelerek şöyle demiştir: "Ey
Allah'ın elçisi! Annem ansızın öldü, vasiyet de etmedi. Öyle sanıyorum ki,
konuşmuş olsa sadaka verilmesini vasiyet ederdi. Acaba onun adına ben sadaka
versem, anneme sevap olur mu?" demiş. Hz. Peygamber; "Evet"
cevabını vermiştir."[356]
Hz. Enes (r.a), Rasûlüllah (a.s)'e; "Biz
ölülerimize dua ediyor, onlar adına sadaka veriyor ve haccediyoruz. Acaba
bunların sevabı onlara ulaşıyor mu?" diye sormuş, Allah elçisi şöyle
cevap vermiştir: "Şüphesiz, onlara ulaşır ve onlar sizden birinizin
hediyeye sevindiği gibi ona sevinirler."[357]
Hanefilere göre, bağışlanan her çeşit ibadetin
sevabı ölülere ulaşır. Ancak ölen kimse namına zekât, adak, hac gibi mali yönü
olan ibadetleri ifa etmek mümkün ise de; namaz, oruç gibi ibadetleri onun
namına ifa yeterli değildir. Bunların bizzat hayatta iken ifası gerekir. Çünkü
bu ibadetler, ferdi, beden ve ruh bakımından olgunlaştırır, olumlu etkileri
bizzat bunları yapanların kendilerinde görülür. Başkalarının bunları yapmasıyla
asıl yükümlü üzerindeki fayda sağlanmış olmaz.
ZEKAT ve FITIR SADAKASI
On Üçüncü Ayet
قَوْلٌ
مَعْرُوفٌ
وَمَغْفِرَةٌ
خَيْرٌ مِنْ
صَدَقَةٍ
يَتْبَعُهَا
اَذًى وَاللّهُ
غَنِىٌّ
حَليمٌ
"Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme
gelen sadakadan daha iyidir. Allah'ın hiçbir şeye
ihtiyacı yoktur. O
Halimdir." [358]
Ayetin Nuzulü ve Açıklaması
Tebük Gazvesi için hazırlanan ve (Ceyş-i usret) denilen ordunun
techizi için Hz.Osman (r.a) bin deve, Abdurrahman bin Avf da dört bin dirhem
infak etmişlerdir. Ayeti kerime bunları taltifen nazil olduğu rivayet edilir.[359]
Ayetin sebebi Nuzûlünün tespitinden sonra, izahı için çağın hala
anlaşılmayan keskin zeka sahibi merhum S.Kutup efendiye bırakıyorum.
Böylece, arkasından eziyet
gelen sadakanın geçerli olmadığı güzel
bir sözün, hoşgörülü bir duygunun çok daha iyi olduğu gerçeği yerleştirilmiş oluyor.
Güzel bir söz, kalplerin yaralarını sarar, onları hoşnutluk ve güler yüzlülük duygularıyla doldurur. Bağışlama,
ruhların kinlerini temizler, yerine kardeşlik ve doğruluğu yerleştirir. Bu
durumda güzel bir söz ve bağışlama sadakanın birinci görevini; ruhların arındırılması ve kalplerin yakınlaştırılması görevini yerine getirmiş olmaktadır.
Sadakanın, verenin
alana karşı bir üstünlük aracı olmadığını, yalnızca Allah'a verilen bir borç olduğunu belirtmek için hemen arkasından şu ayet geliyor:
"Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O Halimdir." [360]
Onun eziyet veren sadakaya ihtiyacı yoktur. Hakimdir. Şükretmedikleri
halde kullarına rızık
verir. Üstelik onları cezalandırmakta ve herşeyi veren
kendisi olduğu halde eziyet etmekte acele etmez. Herşeyden önce varlıklarını bahşeden O'dur. O halde kulları O'nun hilmini bilerek Allah'ın kendilerine verdiği şeylerden infak ettiklerinde karşılık alamadıkları ya da kendilerine teşekkür edilmediği zaman
eziyet ve kızmakta acele etmemelidirler.
Kur'an-ı Kerim
insanlara yapabildikleri oranda kendilerini O'na göre eğitmeleri için sürekli Allah'ın sıfatlarını hatırlatmaktadır. Kuşkusuz müslüman, Rabbinin sıfatlarını
bilmek ve tabiatının gücü oranında payına düşen kısmını almak için eğitimle o
yüce basamaklara çıkmaya çalışır.
Vicdani etkiler ulaşması gereken en son noktaya varınca mallarını Allah yolunda infak edip arkasından başa kakma. Eziyet
etmeyenlere örnek olarak gelişmekte olan ve cömert hayattan
bir sahne sunulduktan sonra, yüce Allah'ın bu tür
eziyet verici sadakadan müstağni olduğu açıklanıp, O'nun gazap ve eziyet için acele etmeksizin rızıkları verdiği belirtilmektedir. Evet,
vicdani etki bunlarla hedefine varınca hitap,
sadakalarını başa kakma ve eziyet etme ile boşa çıkarmamaları için iman edenlere yönelmekte. Onlara önceki sahneye
uygun anlamı tablolaştıran, etkiye hareket kazandıran ve durumu hayallerde somutlaşan sahneye dönüştüren,
bunların edebi tasvir yöntemi gereğince, içinde içtenlikle Allah için yapılan infak ile başa kakma ve
eziyetle kirlenen infakın tabiatının tasvir edildiği bir, daha doğrusu iki
harika ekim ve gelişme sahnesi sunmaktadır.[361]
Her sadaka kişinin cehennem azabından
azatuzaklaşmasına sebeptir.
Bir bozukluk vermek, bir parça ekmek vermek
nasıl sadaka ise güzel bir söz ve tatlı tebesüümde sadakadır.
Sadedinde olduğumuz ayet güzel bir sözün
sadaka olduğunu bize bildirirken, aşağıdaki hadisi şerif de her gönül fetheden
ve insanların morel kaynağı olan şeylerin sadaka hükmüne geçeceğini bize
bildirmektedir.
Yüce Allah cümlemize alarak, başkasından
bekleyerek değil de, vererek erenlerden eylesin.
On Üçüncü Hadis
خَيْرُ
الصَّدَقَةِ
مَا كَانَ
عَنْ ظَهْرِ غَنِيٍّ.
"Sadakanın
en hayırlısı zenginlik halinde verilendir."[362]
Hadisin Vürûdu
ve Açıklaması
1-Vürûdu:
Nesai,[363]
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir gün sadaka (nafaka) vermeyi emretmişti. Bir adam:"Ey
Allah'ın Resûlü, dedi yanımda bir dinarım var!" "Onu kendine
tasadduk et (kendi nafakan için harca)!" buyurdu. Adam: "Yanımda
bir dinar daha var(sa)?" dedi. Aleyhissalatu vesselam: "Onu da
çocuklarına tasadduk et" buyurdular. Adam tekrar: "Bir başka
dinarım daha var(sa)?" deyince: "Onu da zevcene tasadduk et"
emrettiler. Adam bu sefer: "Başka bir dinarım daha var(sa)?" dedi.
Aleyhissalatu vesselam: "Onu da hizmetçine tasadduk et!"
deyince, adam tekrar atıldı: "Bir başka dinarım daha var(sa)?"
Aleyhissalatu vesselam: "Onun nereye verileceğini sen daha iyi bilirsin" cevabını
verdi."[364]
Bu girişten sonar zekatı verecek kimselerin durumu
ve zekatlarını kime vereceklerini beyan edelim.
Zekât: Temizlik, artma, bereket. Bir malın belli bir
miktarını, Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de saydığı sekiz sınıftan birisine veya bir
kaçına Allah rızası için vermek. Terim olarak zekât; İslâm'ın beş şartından
birisi olan malî ibadetin adıdır.
Fakirin hakkı çıkarılarak
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de:
خُذْ مِنْ
اَمْوَالِهِمْ
صَدَقَةً
تُطَهِّرُهُمْ
وَتُزَكّيهِمْ
بِهَا
"(Ey Muhammed!) Mallarının
bir kısmını kendilerini temizleyip arıtacak sadaka olarak al"[366] buyurulur.
Zekâta
sadaka da denilir. Bu ismin verilmesinin sebebi zekâtın malı temizleyip sıhhat
ve kemaline sebep olması, zekât verenin de imânındaki sadakat ve olgunluğuna
delalet etmesidir. Ancak
sadaka; hem farz hem de nafile olan malî ibadetler için kullanıldığı halde
zekât sadece farz olanına mahsustur.[367]
Zekât'ın Hükmü
Zekât'ın farz oluşu esah olan görüşe göre
fevrîdir. Yani kendisine zekât vermesi gerekli olan kişi hiç geciktirmeden
hemen zekâtını vermelidir. Aksi halde günahkâr olur.[368]
Bir kimseye zekâtın farz olması için bazı
şartların tahakkuk etmesi gerekir. Bu şartlar biraz ileride ele alınacaktır.
Zekâtın Önemi ve Hikmeti
Bir şeyin önemi, insanlığın ona olan ihtiyacı
ve temin ettiği fayda ile ölçülür. Zekâtın; zekât veren, zekât alan ve zekât
alınıp verilen toplumda sağladığı faydalar göz önüne alındığında, onun ne
derece büyük bir önem ifade ettiği ortaya çıkar.
Zekât, her şeyden önce kulun Allah'ın emrine
itaat edip, kulluğunu göstermesinin en güzel nişanesidir. Çünkü, zekât vermeyi
Allah emretmiştir. Kulun vazifesi; öncelikle neden ve niçinini araştırmadan
Rabbi tarafından emrolunduğu şeyi yapmaktır. Müslüman; sevdiği, inandığı
Rabbinden aldığı emri, canının yongası olan malın hiç bir maddî karşılık
beklemeden vererek, kulluk borcunu en güzel şekilde ödemiş olur. Bunun yanı
sıra zekât kişiyi, günah ve cimrilik kirlerinden temizler. İnsandaki, mal
sevgisini kırıp, Allah sevgisinin ön plana geçmesine sebep olur.
يَا اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
لَاتُلْهِكُمْ
اَمْوَالُكُمْ
وَلَا
اَوْلَادُكُمْ
عَنْ ذِكْرِاللّهِ
وَمَنْ
يَفْعَلْ
ذلِكَ
فَاُولئِكَ هُمُ
الْخَاسِرُونَ
"Ey mü'minler! Sizi
mallarınız ve çocuklarınız Allah'ı anmaktan alıkoymasın, böyle olanlar hüsrana
uğrayanlardır,"[369] âyet-i kerîmesinin işaret ettiği manayı gerçekleştirir.
Zekât fakirler açısından da son derece
önemlidir ve onlar için en büyük garantidir. Çünkü, o sadece fakirin hakkıdır
ve mutlaka fakire verilecektir. İnsanların koyduk(arı vergilerin toplanma ve
sarfedilme yerleri devirlere ve devletlere göre değişebilir. Devlet
gelirlerinin sarfında fakirlerden çok zenginlerin gözetildiği de olabilir.
Kaynak ve sarf yerini Allah ve Rasûlünün tesbit ettiği zekât ise böyle
değildir. Bunun kimden alınıp kime verileceği Kur'ân'ı-a belirtilmiştir. Bunu
hiç bir kimsenin değiştirmesi mümkün değildir. Yani bu fon sadece fakirler için
kullanılır.
Zekâtın, toplum açısından önemi de; zekâtı
veren ve alan açısından öneminden daha aşağı değildir. Allah insanların tümünü
aynı kabiliyet ve güçte yaratmamıştır. İnsanların fizikî yapılarında olduğu
gibi malî güçlerinde de farklılıklar vardır. İnsanlar; ya zengin, ya fakir ya
da orta hallidirler.
Dünyanın çeşitli yörelerinde zenginlerin
alabildiğine lüks ve israfa dalmaları, sayelerinde kazanç sağladıkları
fakirleri düşünmemeleri, onlara yardım ellerini uzatmamaları, fakirlerin
kendilerine kıskançlık ve kin duymalarına sebep olmuştur. Bunun neticesi olarak
da toplumlarda sosyal patlamalar, huzursuzluklar ve isyanlar görülmüştür. İşte
zekât, bütün bu olumsuz hadislerin önünde en güzel seddir. Toplum içerisindeki
fertlerin düşecekleri dar durumlarda onları koruyan sosyal bir düzendir.
İnsanlar arasındaki dayanışmanın sağlanmasına yardımcı olur. Zenginlere
fakirler arasındaki mesafeyi daraltır. Fakirlerin gönüllerinde zenginlere karşı
doğabilecek kıskançlık ve kinleri söndürür. İnsanlar arasında sevgi ve
kardeşliği yayar. Böylece; hem fakirin aç, susuz ve çıplak kalmasını önler hem
de cemiyetin düzen ve huzurunun bozulmasına engel olur.
Zekâtın Rüknü ve Sebebi
Zekâtın rüknü, temliktir. Yani, bir malın
menfaatına her yönden kendisinden kesip, zekât verilebilecek kişilerden birine
veya bir kaçına vermektir. Temlik olmayan yollarla yapılan bağışlar zekât
sayılmaz. Buna göre; bir zenginin fakirden olan alacağını zekâtına sayması,
Zekât niyetiyle okul, cami vs. gibi bir hayır kurumu yaptırması Zekât sayılmaz.
Zekâtın sebebi; Zekât verecek olan kişinin
belirli bir miktarda mala sahip olmasıdır. Zekât verilecek malın cinsine göre
farklılık gösteren bu miktara, nisap denilir. Çeşitli malların nisapları,
Zekâta konu olan mallar başlığında ele alınacaktır.
Zekâtın Farz Olmasının Şartları
a- Mükellef açısından gerekli olan şartlar:
Zekât verecek olan kişi akıllı, hür, erginlik
çağına ermiş, dinen zengin ve Müslüman olmalıdır.
Buna göre; Müslüman olmayanlara, delilere,
çocuklara ve hürriyetini kaybetmiş olan köle ve esirlere zengin de olsalar
zekat farz değildir.
Zekâtın farz olmasına engel olan akıl
hastalığında (delilik) iki hal düşünülebilir:
1- Çocukluktan itibaren deli olanlar:
Bunların hastalığı devam ettiği müddetçe mallarına zekât gerekmez. Erginlik
çağına geldikten sonra sıhhate kavuşacak olurlarsa, o tarihten itibaren
kendilerine zekât farz olur.
2- Erginlik çağına geldikleri zaman akıllı oldukları
halde sonradan akıl hastalığına tutulanlar. Bu durumda olanların hastalıkları
bir sene aralıksız devam ederse, o sene kendilerine zekât gerekmez. Fakat, sene
içerisinde bir iki gün gibi az bir zaman için de olsa sıhhat bulana o senenin
zekâtı farz olur. Bu söylenilenler İmam Muhammed'in görüşüdür. İmam Ebû Yusuf'a
göre; senenin çoğunu sıhhatli geçirmeyen akıl hastalarına o sene için zekât
gerekmez. Bunaklık da; delilik hükmündedir.
Zengin olan çocukların; erginlik çağına
geldikleri andan, küçükken akıl hastası olup da erginlik çağına geldikten sonra
sıhhat bulanların da sıhhat buldukları andan itibaren bir sene geçince zekât
vermeleri gerekir.
Toprak mahsullerinde, hem çocuklara hem de
delilere zekât gerekir. Buna; öşür denilir.
Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezheplerine göre;
hiç bir ayırım yapılmadan çocukların ve akıl hastalarının tüm mallarından zekât
gerekir.[370]
b- Mal açısından gerekli olan şartlar:
1- Mal, mal sahibinin aslî ihtiyaçlarından ve
borçlarından fazla olarak, nisab miktarı veya daha fazla olmalıdır.
Aslî ihtiyaç; kişinin ve ailesinin
ihtiyaçları olan mal, eşya ve aletlerdir.
2- Mal, hakîkaten veya hükmen artıcı
olmalıdır.
Hakîkaten artıcı olmasından maksat; malın,
ticaret veya üreme yoluyla çoğalıcı olmasıdır. Buna göre; her türlü ticaret
Malın hükmen artıcı olması; sahibinin veya
sahibinin vekili elinde bulunması suretiyle artırılmaya elverişli olmasıdır.
Altın, gümüş ve paralar bu kabildendir.
3- Malın üzerinden bir yıl geçmiş olmalıdır.
Buna; Havelân-ı Havl veya Havl-i Havelân denilir.
Nisâb miktarı mala sahip olan bir kimseye; o
mala sahip olduktan itibaren bir sene geçtikten sonra zekât vermesi farı olur.
Nisâbın, hem senenin başında hem de sonunda mevcut olması gerekir. Arada azalıp
çoğalmasına itibar edilmez. Zekât verirken malın, sene başındaki veya sene
ortasındaki değil, sene sonundaki değerine itibar edilir. Mesela; sene başında 500.000
lirası olan bir kimsenin sene ortasında 300.000 liraya düşse fakat sene sonunda
600.000 olsa bu şahıs zekâtını 600.000 lira üzerinden verecektir.
Şafiî mezhebine göre; nisâbda muteber olan
zaman senenin sonudur. Sene sonunda nisâb miktarı olan bir mal, sene başında
nisabtan az bile olsa o mala zekât gerekir.
Zekât verilmesi gereken bir mal; üzerinden
bir sene geçtikten sonra artacak olsa, artan miktar için üzerinden bir sene
geçmedikçe zekât icab etmez. Toprak mahsûllerinin zekâtında; mahsûlün üzerinden
bir sene geçmesi şart değildir. Hasadı yapıldıktan sonra zekâtlarının verilmesi
gerekir.
4- Sahibi, mala tam olarak malik olmalıdır.
Bundan maksat; malın, sahibinin elinde olması ve onda bir başkasının hakkının
bulunmamasıdır. Buna göre; kadının henüz eline geçmeyen mehrine ve insanın
elinde bulunmakla beraber, buna karşılık borcu olan malına zekât gerekmez.
Ancak, borcuna mukabil olanı çıktıktan sonra geriye kalan miktar nisâba
ulaşırsa o fazlalık için zekât gerekir. Buradâki borçtan maksat; kul borcudur.
Keffaret, nezir, hacc, gibi dinî borçlar zekâtın gereğine manî değildir.
Eskiden kalma zekât borcu da nisâba manidir. Buna göre; elinde nisâb miktarı
Satın alınıp henüz teslim alınmayan mal,
borçlu tarafından inkâr edilmeyen, edilse bile isbatı mümkün olan alacaklar ve
yolcuların memleketlerinde olan mallarına zekât gerekir.
Bir kimsenin, sahibi olmakla beraber elinden
çıkan ve faydalanması ya da bir daha kendisine dönme umudu olmayan (denize
düşen, kaybolan mallar; borçlu tarafından inkâr edilip isbatı mümkün olmayan
alacaklar) mallardan dolayı zekât icabetmez.
Haram yolla kazanılan malın zekâtı verilmez.
Bu malın, varsa sahibine verilmesi, bilinmiyorsa fakirlere dağıtılması gerekir.
Zekât Verilirken Bulunması Gereken Şart
Zekât verecek olan bir kimsenin, verdiği
zekâtın sahih olması için niyet etmesi gerekir.
Niyet, ya bizzat zekât veren tarafından
fakire verilirken veya zekâtını verilmesi için bir başkasına teslim ederken ya
da zekât olarak verilmek üzere ayırırken olmalıdır.
Niyet edilmeden fakire verilen bir mal, henüz
fakirin elinde iken zekâta niyet edilecek olursa, zekât olarak sahih olur. Mal
fakirin elinden çıktıktan sonra niyet edilirse bu zekât yerine geçmez.
Zekât verilirken, onun zekât olduğunun fakire
bildirilmesi şart değildir. Hattâ, içten zekâta niyet edildiği halde, verirken
hibe veya borç demek onun geçerliliğine engel olmaz.
Zekâta Konu Olan Mallar ve Bunların Nisapları
Mallar; açık (zâhire) ve gizli (bâtıne) olmak
üzere iki kısma ayrılır.
Yılın altı ayından fazlası kırlarda otlayarak
beslenen ve ticaret için değil de, eti, sütü, yünü vs. için tutulan (Sâime)
hayvanlar, bazı toprak mahsulleri, madenleri, yer altından çıkartılan defineler
ve gümrüklerden geçen ticaret malları açık (zâhir) mallardır. Nakit paralar,
altın, gümüş ve depolarda ya da mağazalarda bulunan ticaret malları da gizli
(bâtın) mallardandırlar. Bu mallardan her biri belirli ölçülerde zekâta
tabîdirler.
Hayvanların Zekatı
Senenin yarıdan çoğunu kırlarda otlayarak
geçiren sâime hayvanlar; eti, sütü ve yünü için beslendikleri takdirde özel
nisaplarla zekâta tabi olurlar. Bu hayvanlar; koyun, keçi, sığır ve develerdir.
Koyun ve keçiler aynı sınıf olarak mütalaa edilirler.
a- Koyunlar ve keçilerin zekatları:
Koyun ve keçilerin nisâbı kırktır. Daha
aşağısına zekât gerekmez. Bunlar biribirlerine ilâve edilirler. Erkek ve
dişileri arasında fark yoktur.
Sayıları kırktan fazla olan koyun ve
keçilerin zekâtları şöyledir: Bundan sonraki her yüzde bir koyun veya keçi
verilir. Bu rakamların arası zekâttan muaftır. Yani 40 koyun için bir koyun
verileceği gibi,120 koyun için de bir tek koyun zekât verilir.
b- Sığır ve mandaların zekâtı:
Sığır ve mandalarda zekât otuzdan başla.
Bundan sonrası için zekât şu şekilde verilir:
Altmış sığırdan itibaren hesap; ilk nisâb
olan otuz üzerine otuz veya kırk ilâvesiyle yapılır. Otuzdan sonraki her kırk
için üç yaşına giren bir dana, her otuz için de iki yaşına giren bir buzağı
verilir. Meselâ; altmış sığır için iki tane iki yaşına girmiş buzağı, yetmiş
sığır için de bir tane iki yaşına girmiş buzağı ve bir tane de üç yaşına girmiş
dana verilir. Seksen sığırın zekâtı da; iki tane üç yaşında danadır.
Zekât olarak verilecek hayvanın erkek veya
dişi olması arasında fark yoktur.
c- Develerin Zekâtı:
Develerin nisâbı beştir. Deve sayısı beşten
yirmi beşe varıncaya kadar her beş için bir koyun zekât verilir. Yirmi beşten
sonra zekât; devenin kendi cinsinden verilir. Ancak, sayı arttıkça verilecek
devenin yaşı ve sayısı değişir.
Develerin erkekleri ve dişileri zekâta konu
olma yönünden aynıdırlar. Ancak, zekâtın dişi develerden verilmesi icab eder.
Yukarıya aldığımız nisâplar; sâime olan hayvanlara
aittir. Senenin yarıdan çoğunu kırlarda otlamayıp, ahırlarda veya paralı
otlaklarda beslenen hayvanlara; alûfe denilir. Alûfeler ticaret için
tutulmadıkları takdirde kendilerine zekât gerekmez. Ticaret için beslenen besi
hayvanları, ticaret
Atlar, eşekler ve katırlar sâime de olsalar
bile, ticaret için bulundurulmadıkları takdirde sayıları ne olursa olsun zekâta
tabi değildirler.
Çalıştırılan ve yük taşımak için bulundurulan
sığır ve develer de zekâta tabi değildirler. Ticaret için tutulup, altı aydan
daha fazla kırlarda otlayarak beslenen hayvanlar da ticaret
Saime hayvanlar arasında bulunan kör, zayıf
ve yaşını doldurmamış hayvanlar da nisaba dahildirler. Ancak bunların kendileri
zekât olarak verilemezler. Küçük hayvanlar, aralarında kendi cinslerinden bir
tane de olsa büyük hayvan bulunmazsa sayıları ne olursa olsun zekâta tabi
değildirler.
Altın, Gümüş ve Nakit Paranın Zekâtı
Altın ve gümüş, ister külçe ister mamul
olsun, nisâb miktarında olup da üzerinden bir sene geçince %2.5 oranında
zekâtlarının verilmesi gerekir.
Hanefîlere göre; ister zinet olarak, ister
bir ihtiyaca sarfedilmek üzere bulundurulsun, elde bulunan bütün altın ve
gümüşlere zekât gerekir. Şafiîlere göre ise; kadınların ziynetlerine ve
erkeklerin gümüş yüzüklerine zekât icabetmez.
Altının nisabı, 20 miskal, gümüşün nisabı da,
200 dirhemdir. Dirhemin, örfî ve şer'î olmak üzere iki ayrı ölçüsü vardır.
Ancak, memleketimizde bu gün için bu ölçüler kullanılmadığına göre, nisâbda
şer'î dirheme itibar edilmelidir. Buna göre, 20 miskal altının karşılığı; 80.18
gr., 200 dirhem gümüşün karşılığı da; 561.2 gr.dır.
Altın ve gümüşün zekâtlarında kıymetlerine
değil, ağırlıklarına itibar edilir.
20 miskal (80.18 gr)'dan fazla olan altın 4
miskal (16.03) gr.'a, 200 dirhem (561, 2 gr)'den fazla olan gümüş de; 40 dirhem
(112.22 gr'a) varmadıkça bu fazlalıktan dolayı zekât gerekmez. Ancak bu
fazlalık, varsa paraya veya ticaret malına eklenir.
Her birisi nisâba ulaşmayan altın ve gümüş,
İmam Azam'a göre kıymetleri, İmameyn'e göre ise miktarları itibariyle
biribirlerine eklenirler. Bunlar, paralara veya ticaret mallarının kıymetlerine
de eklenirler. Çünkü ticaret malları ve paraların nisâbının aynı cinsten olması
şart değildir. Dolayısıyla, bir kimsenin her biri nisâba ulaşmayan altın,
gümüş, para ve ticaret
Elde bulunan nakit paralar veya her an paraya
çevrilebilen tahviller, aynen altın ve gümüş gibi zekâta tabidir. Bunların ve
ticaret mallarının nisâbı, hem altına hem de gümüşe göre değerlendirilebilir.
Bu konuda fakir için daha faydalı olanı esas alınmalıdır. Ancak, günümüzün ekonomik
şartları gözönüne alındığında, bu malların nisâbının tayininde altının esas
alınmasının daha uygun olduğunu görürüz.[371]
a- Kuvvetli alacakla: Satılan ticaret malının
bedeli ve borç olarak verilen paranın karşılığı olan alacaklardır. Bu
alacaklar, borçlular tarafından inkâr edilmedikçe, borçlunun zimmetinde
kaldıkları sürenin zekâtı alacaklar tahsil edilince ödenir.
b- Orta alacaklar: Ticaret için olmayan bir
malın satılması karşılığında olan alacak ve kira bedelleridir. Bu tür alacaklar
da zekâta tabi olma yönünden birinci maddedekiler gibidir. Fakat tam nisâb
miktarı kadarı tahsil edilmedikçe zekâtlarının hemen verilmesi gerekmez.
c-Zayıf alacaklar: Kadının kocasından
alacağı, mehir, vârisin elinde kalan vasiyet bedeli gibi, bir mal karşılığı
olmayan alacaklardır. Bu türden olan alacaklarda geçmiş seneler için zekât
gerekmez. Tahsil edilip, üzerlerinden bir sene geçtikten sonra zekâtlarının
verilmesi gerekir.
Borçlu olan kişi önce borcunu inkâr eder, bir
kaç sene sonraki borcunu
Ticaret Mallarının Zekatı
Cinsi ne olursa olsun, ticaret maksadı ile
alınıp satılan tüm mallar nisâba ulaştıkları takdirde % 2.5 oranında zekâta
tabidirler. Bu malların nisâbı, kıymetlerinin altın ve gümüş nisâbına ulaşması
ile sabit olur.
Ticaret mallarında zekât, elde edilen kâra
göre değil, sermaye ve kârın toplamına göredir. Bu durumda, sene başında nisâb
miktarına ulaşmış olan ticaret mallarının sene sonundaki kıymetleri esas
alınarak zekâtları verilir.
Ticaret malları kendi aralarında birbirlerine
eklendikleri gibi, ticaret için olmayan altın, gümüş ve paraya da ilave
edilirler. Sene içerisinde bir başka mal ile değiştirilmeleri, malın üzerinden
bir sene geçmesi şartını engellemez.
Bir malın, ticaret
Ticaret maksadıyla kırlarda veya ahırlarda
beslenen hayvanların zekâtı, kıymetlerine göre % 2.5 nisbetinde verilir.
Toprak Mahsullerinin Zekâtı
Öşüre tabi arazilerden elde edilen mahsul,
İmam Ebû Hanîfe'ye göre; miktar ve cinsine bakılmaksızın belirli oranda zekâta
tabidir. Bu
Toprak mahsullerinden alınan bu zekâta; öşür
denilir.
Çocukların ve delilerin arazilerinden elde
edilen mahsûle de zekât gerekir.
Maden ve Definelerin Zekatı
Zekâta konu olmaları yönünden madenler üç
çeşittir:
a-Ateşte eriyenler (demir, bakır vb): Bu madenlerin % 20'si
zekât olarak devlete aittir. Kalanı madenin bulunduğu arazi sahibinindir.
Devlet arazisinde bulunan madenler tamamıyla devlete aittir.
b-Ateşte erimeyenler (mermer, alçı vb): Bu madenlerin aynına zekât
gerekmez. Maden, bulunduğu arazinin sahibi varsa ona, yoksa bulana aittir.
c-Sıvı halinde olanlar (petrol vb): Bunlar da, ikinci
maddedeki madenler gibidirler.
Ancak, bu madenleri işletenler, madenden
ellerine geçen paranın zekâtını verirler.
Define: Önceden toprak altına gömülüp, sonradan
başkaları tarafından bulunan mal ve paradır. Bunların zektları da definenin
durumuna göre farklılık gösterir.
Define islâmî ise yani bulunan malın
üzerinde; Allah, şehadet kelimesi gibi, onun müslümanlara ait olduğuna delalet
Fabrika, Kiralık Bina ve Ticarî Maksatla Kullanılan Taşıt Araçlarının
Zekâtı
Müctehid alimlerin yaşadıkları devirlerde,
büyük çapta atölye ve fabrikalar, kira elde etmek için yaptırılıp kiraya
verilen binalar ve büyük taşıt araçları yoktu. Onun için bu tür malların
zekâtları konusunda büyük imamlardan fazla bir şey nakledilmiş değildir. Sadece
Ahmed b. Hanbel'den, evini kiraya veren bir kimsenin, kirayı alınca onun
zekâtım vermesi gerektiğine dair bir görüş nakledilmiştir.[372]
Asrımızda fıkıhla uğraşan tanınmış
âlimlerinden Muhammed Ebû Zehra, Abdü'l-Vehhab Hallâf ve Abdurrahman Hasen'in
1952'in senesinde Şam'da yaptıkları bir toplantı neticesinde vardıkları sonuca
göre: Bu tür malların zekâtları menkul ve gayri menkul oluşlarına göre değişir.
Kiraya verilen bina, mağaza ve fabrika gibi gayri menkul (taşınmaz) olanlar
araziye benzerler. Yani bunların aynılarından zekât alınmaz. Gelirlerinden
toprak mahsûllerinde olduğu gibi % 5 veya % 10 oranında zekât alınır.
Otobüs, kamyon ve gemi gibi taşınır nakliye
vasıtalarının zekâtları ise; kendi kıymetlerinin % 2.5 dır.[373] Ancak,
Yusuf el-Kardavî, bu tür malların taşınır ve taşınmaz diye bir ayırma tabi
tutulmadan birlikte mütalâa edilmesi gerektiğini söyler.[374]
Zekâtın Ödenmesi
Esas itibariyle açık (zahir) malların
zekâtını almak devlete aittir. Gizli (batın) malların zekâtlarını ise sahipleri
kendileri istediklerine verirler. Ancak, zamanımızda bu görevi yerine getirecek
bir islâm devleti bulunmadığı için bütün malların zekâtlarının sahipleri
tarafından hak sahiplerine verilmesi gerekir. Zekât; malın üzerinden bir sene
geçtikten sonra verilebileceği gibi, daha önce de verilebilir. Zekât malın
aynından da kıymetinden de verilebilir. Kıymet takdir edilirken, zekâtın farz
olduğu günkü değeri esas alınır.
Zekâtın, fakire mülkü olması üzere verilmesi
gerekir. Dolayısıyla, zekât niyetiyle fakire yemek yedirmek, cami, okul-gibi bir
hayır kurumu yaptırmakla zekât verilmiş sayılmaz.
Zekâtın verileceği yerler, Kur'ân-ı Kerîm'in
Tevbe sûresinde belirtilmiştir.[375] Bu
âyette belirtilen sınıflar şunlardır:
a- Fakirler.
b- Miskinler.
c- Âmiller.
d- Müellefe-i Kulûb.
e- Mükâteb Köle.
f- Borçlular: Borçlu olup, bunun
karşılığından fazla olarak nisap miktarı
g- Allah yolunda cihad edenler: Bunlar, Allah
için savaşa katılmak istediği halde maddî imkânsızlıktan dolayı silah ve
nafakasını temin edemeyenlerdir.
h- Yolcular: Memleketlerinde malları olsa
bile, gittikleri yerde parasız kalanlardır.
Zektın tespitinden sonra şimdi de "Fıtır Sadaka"sı ile ilgili
konuyu izah edelim.
Sadaka-i Fıtır
Ramazan bayramı sadakası.
Buna zekatul-fıtır veya yalnız fıtır da denir. Yaratılış şükranesi olmak üzere
sevap kazanmak kasdiyle verilir. Fıtır sadakası Hicret'in ikinci senesinde
zekat farz olmadan önce vacib olmuştur. Hür müslüman ve asıl ihtiyacından fazla
nisap miktarı bir mala sahip olan kişilerin vermesi gerekir.
Akıl ve büluğ şart
değildir. Akıl hastalarının ve delilerin velileri onların mallarından fıtır
sadakası verirler. Ramazanda oruç tutmamış olanlar da fıtır sadakası verirler.
Sadaka-i fıtrın edasının
vakti, bayram sabahıdır. O günden önce ölen ve zengin iken fakir düşen
kimselere sadaka-i fıtır vacib olmaz. Bayram gecesi güneş doğmadan önce doğan
çocuğun fitresini vermek vacibtir. Fitre bayram sabahından önce ve sonra her ne
zaman verilse sahihtir ve eda olur; onun kazası yoktur. Fakat müstehap olan
sabah namazı ile bayram namazı arasında veya birkaç gün önce vermektir. Fitreyi
bayramdan sonra vermek caiz ise de, bir vacib geciktirilmiş olacağından iyi
değildir.
Sadaka-i fıtır, zekat gibi
malın değil, başın zekâtıdır. Bunun için asıl ihtiyaçlardan fazla olan malın
büyüyücü olması, üzerinden bir yılın geçmesi ve ticaret malı olması şart
değildir. Bayram sabahı nisaba malik olan kişiye bile sadaka-i fıtır vacibtir.
Nisap, gümüşe göre ikiyüz dirhem (561.2) gr. değerindeki bir maldır. Nisap
miktarı mal, sadaka-i fıtır vacib olduktan sonra telef olsa yine fitre vermek
lazımdır. Bu miktar bir mala sahip olan bir kimse kendisi için, baliğ olmayan
malsız çocukları için, hizmetinde bulunanlar için, sadaka-i fıtır vermesi
vacibtir. Hanımı ve büyük çocuğunun fitrelerini vermesi üzerine vacib değildir.
Fakat yanında bulunan büyük çocuğunun ve hanımının fitrelerini kendilerine
sormadan verebilir. Malı olan küçük çocuğun fitresi kendi malından verilir.
Sadaka-i fıtır, buğday,
arpa, kuru hurma, kuru üzümden verilir. Buğday veya buğday unundan yarım sa',
(520 dirhem 1459 gr.), ötekilerden ise bir sa' (1040 dirhem 2918 gr.) verilir.
Bu dört maddenin herhangi birine göre vermek caizdir. Bu miktar aynen
verilebileceği gibi, kıymet olarak da verilebilir. Fakirin menfaatine uygun
olanı vermek daha faziletlidir. Sadaka-i fıtrın rüknü, onu ehline vermektir.
Zekat kimlere verilirse sadaka-i fıtırda onlara verilir. Fitre yalnız bir
fakire verilmeli, onu bir kaç fakire vermek için parçalamamalıdır. Sadaka-i
fıtır verirken niyet etmek gerekir. Ancak fakire Sadaka-i fıtr olduğunu
söylemeye gerek yoktur. Sadaka-i fıtr öncelikle mükellefin bulunduğu yerdeki
fakirlere verilmelidir. Başka yerlere göndermek mekruhtur. Gönderilecek olan
kişiler akraba veya daha muhtaç kişilerse mekruh olmaz.[376]
İÇKİ
On Dördüncü Ayet
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اِنَّمَا الْخَمْرُ
وَالْمَيْسِرُ
وَالْاَنْصَابُ
وَالْاَزْلَامُ
رِجْسٌ مِنْ
عَمَلِ الشَّيْطَانِ
فَاجْتَنِبُوهُ
لَعَلَّكُمْ
تُفْلِحُونَ
"Ey iman edenler! Şarap, kumar,
dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir;
bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz." [377]
Ayetin Nuzulü ve Açıklaması
Bu ayetin sebebi Nuzûlü
aşağıdaki izah edilecek konu içinde serdilmiştir.
Sadedinde olduğumuz ayetin
izahını merhum S.Kutub'un kana batırarak yazdığı kaleminin keskin tefsir
anlayışına bırakıyorum.
Hz.Enes b. Malik (r.a)
şöyle dediği rivayet olunur: Şarap haram kılındığı (ayet nazil oluğu) gün, ben
Ebu Talha'nın evinde bir işret meclisinde sakilik yapıyrdum. Onların içkileri
sadece üzüm ve hurma çeşitlerinden yapılan içkilerdi. Birde baktık ki, birisi. "Şarap
haram kılındı," diye sesleniyor… Bunun üzerine Ebu Talha bana: Git şu
şarabı dök" dedi. Enes diyor ki: Şaraplar Medine sokaklarına döküldü.[378]
Gerçekten de içki, kumar,
anıt taşları ve fal okları cahiliye hayatının en önemli özellikleriydi ve
cahili toplumun en köklü gelenekleri arasında yer alıyorlardı. Pratik
uygulamaları ve bu toplumun en önemli geleneklerini, alışkanlıklarını
oluşturmaları açısından; birbiri ile köklü bağları bulunan bir demeti
oluşturuyorlardı. Cahiliye Arapları alabildiğine aşırı şekilde içki
tüketiyorlardı. Toplantılarında fazla içki tüketmeleri ile övünüyor ve bunu bir
övünç kaynağı olarak görüyorlardı. Şiirlerinde ve övgülerinde; içkiyle iftihar
etmek, önemli bir odağı oluşturuyordu! İçki meclislerinde hayvanlar kesiliyor,
içki içenlere, içki dağıtanlara, bu mecliste kahramanlık gösterileri yapanlara,
bu toplantıya katılanlara ve etrafında toplananlara sunulmak üzere etler
kızartılırdı! Bu hayvanlar, anıt taşları üzerinde kesilirdi. Anıt taşları
Arapların, hayvanlarını üzerinde kestikleri ve kanlarını kendilerine sürdükleri
putlardı.
(Tanrılara yani tanrıların
papazlarına kurban olarak sunulacak olan hayvanlar da bu taşlar üzerinde
kesilirdi). İçki meclisleri ve benzeri sosyal nitelikli kesimlerde fal okları
yolu ile kumar da oynanıyordu. Fal okları, Arapların, hayvanları aralarında
paylaşırken başvurdukları bir oran ölçeğiydi. Herkes kendi okuna düşen orana
bağlı olarak, hayvandan bir pay alıyordu. Okunda "üstün" yazılı
olan, hayvanın en büyük payını alırdı. Bu sıralama okuna hiçbir pay düşmeyene
kadar, aşağıya inerdi. Payına hiçbir şey düşmeyen adam, hayvanın sahibi de
olabiliyordu. Bu durumda hayvanı tümden kaybetmiş olurdu! ..
Böyle sosyal içerikli
gelenek ve alışkanlıkların birbiri ile kenetlendiği ortaya çıkmakta; bunların,
cahiliyenin pratiği ve itikadi düşüncelerine paralel bir biçimde seyrettiği
gözlemlenebilmektedir.
İslam nizamı ilk etapta,
bu gelenekleri ortadan kaldırmaya kalkmadı. Çünkü İslâm, bu geleneklerin bir
takım yanlış inançlardan kaynaklandığını biliyordu. Bu problemin temeline
inmeden meseleyi yüzeysel olarak halletmeye kalkmak, boşuna bir çabadan başka
bir anlam ifade edemezdi. İlahî nizam, böyle bir metoda başvurmaktan uzaktı!
İslâm ise, her şeyden önce, insanın gönlündeki düğümden, inanç sistemi
düğümünden başlamıştır. Cahili inançların ve düşüncelerin hepsini kökünden
söküp atmak, bunun yerine sağlam İslâm düşüncesini yerleştirmekle işe
başlamıştır. İslâm'ın sarsılmaz düşüncesi, fıtrata dayalı olan kaidenin
derinliklere yerleştirmekle yola koyulmuştur.
İnsanlara, ilahlara
ilişkin düşüncelerinin bozukluğunu açıklamış ve onları gerçek ilaha iletmiştir.
Bu gerçek ilahı tanıdıktan sonra, bu gerçek ilahın sevdiği ve hoşlanmadığı
şeylere kulak vermeye başlamışlardır. Ondan önce bu direktiflere kulak
veremezlerdi! Bir emre, bir yasağa bağlılık gösteremezlerdi. Bu yasak ne kadar
kendilerine hatırlatılırsa, ne kadar nasihat edilse de, onlar kendilerini
cahiliye alışkanlıklarından koparamazdı. İnsan fıtratının ilk bağı, akide
bağıdır. Herşeyden önce, bu akide bağı oluşturulmadıktan sonra, insanın
fıtratında bir ahlâka, bir eğitime, sosyal bir inkılâba yol açmak mümkün
olamaz. İşte insan fıtratının anahtarı buradadır. Bu fıtrat, kendi özel
anahtarı ile açılmadığı sürece, hazineleri kapalı kalacak, yolları
doğrulmayacaktır. Ne zaman bir pencere açılsa, bir başka pencereler kapanacak,
bir taraf aydınlansa, öbür taraflar karanlıkta kalacak, bir düğüm çözülse, pek
çok düğümler kapalı kalacaktır. Ne zaman bir geçit açılsa, birçok geçitler ve
yollar kapanacaktır... Ve bu hal sonsuza kadar devam edip gidecektir...
Bu nedenle İslâm nizamı,
cahiliyenin bir sürü rezilliklerinden ve sapıklıklarından sadece bir bölümünü
oluşturan bu rezilliklerinden ve sapıklıklarından tedaviye başlamamıştır. Bunun
yerine akideden işe başlamıştır. Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet
etmekle işe başlamıştır. "Allah'tan başka ilah yoktur" ilkesinin
yerleştirilmesi zaman olarak öyle uzun bir dönem kapsadı ki, bu zaman dilimi
onüç seneyi buldu. Bu esnada, bu gayeden başka hiç bir gaye yoktu! İnsanlara
geçek ilahlarını tanıtma, onları bu ilaha kul yapma, insanları onun otoritesine
bağlama gayesi... Neticede insanlar kendilerini Allah'a adadılar. Artık
insanlar, Allah'ın kendileri için seçtiğinden başka hiçbir seçenek olmadığını
idrak etmişlerdi. İşte tam bu sırada, ibadet nitelikli semboller de dahil olmak
üzere yükümlülükler gelmeye başladı. Bu esnada, cahiliyenin sosyal, ekonomik,
psikolojik, ahlâkî ve günlük hayata ilişkin kalıntılarının temizlik işlemi
başladı... Bu yükümlülükler, Allah'ın emrettiğinde, kulların tartışmasız itaat
edeceği bir zaman dilimine denk getirilmişti. Çünkü onlar, artık her ne olursa
olsun Allah'ın bir emri veya yasağı karşısında hiçbir seçenekleri olmadığını kavramışlardı!
Başka bir ifade ile:
Emirler ve yasaklar "İslâm"dan sonra, teslim oluştan sonra...
Müslümanın içinde tereddüt kalmadıktan sonra... Allah'ın emrine rağmen
kendisinin herhangi bir görüşü ve seçeneğinin olabileceğini düşünmez duruma
geldikten sonra başlamıştı. Veya üstad Ebu'l Hasan en-Nedvi'nin "Müslümanların
Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti" adlı eserinde, "Büyük
Düğüm Çözüldü" başlığı altında değindiği gibi:
"... En büyük düğüm.
Şirk ve küfür düğümü... Çözüldü... Ardından bütün düğüm(er çözüldü. Peygamber
(salât ve selâm üzerine olsun) onlara karşı ilk cihadını yaptı. Fakat her emir
ve yasağın beraberinde yinelenen bir cihada ihtiyaç duymadı. İslâm, ilk savaşta
cahiliyeye karşı bir zafer elde etti. Artık her savaşta zafer onların oluyordu.
Onlar kalpleriyle, gönülleriyle, ruhlarıyla ve bütün varlıklarıyla toptan
İslâm'a girmişlerdi.
Doğru olan kendilerine
açıkladıktan sonra, peygambere zorluk çıkarmıyorlardı. O'nun verdiği hükme
karşı gönüllerinde herhangi bir burukluk duymuyorlardı. Emrettikten veya
yasakladıktan sonra kendilerine seçenek yoktu. Nefislerinin kendilerini
aldattığı şeyleri Peygambere anlatıyorlar ve cezayı gerektiren bir suç
işlediklerinde vücutlarını korkunç azaba teslim ediyorlardı. İçkinin yasaklama
emri geldiğinde, içkiyle dolup taşan kadehler onların elindeydi. Allah'ın emri,
onların ıslak dudakları ile yanık yürekleri arasına girdi. Şarap fıçıları
kırıldı ve Medine sokaklarına döküldü"
Bununla beraber içkinin ve
buna bağlı olarak kumarın yasaklanışı, aniden meydana gelen bir olay değildi.
Psikolojik, gelenek ve alışkanlıklar birtakım ekonomik yönleri de bulunan bu
köklü sosyal hastalığın tedavisinde, bu kesin yasaktan önce birkaç adım
atılmış, bir kaç aşama kat edilmişti.
İslâm nizamında içki
probleminin tedavisinde bu ayetler, üçüncü ya da dördüncü merhaleydi.
Birinci merhale, hedefe
atılan ilk oku oluşturuyordu. Allah, Mekke'de indirilen Nahl sûresinde
buyuruyor bize, "Hurmaların ve
üzümlerin meyvelerinden sarhoşluk veren bir nesneyi ve güzel bir rızkı elde
ediyorsunuz." [379]Bu müslümanların
duygularını harekete geçiren ilk uyarıydı ve burada şeker (sarhoş veren madde),
güzel rızkın karşıtı olarak zikrediliyordu. Sanki bu bir şey, güzel rızık başka
bir şeydi.
İkinci merhale,
müslümanların gönlünde, yasama uzandığı yolu ile dini duyarlılığı harekete
geçirmeye yöneliktir. Bakara sûresinde yeralan bir ayetti bu: "Sana içki ve kumar hakkında soru soruyorlar. De ki; onların
ikisinde de büyük günahlar vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları
yararlarından büyüktür." [380]Burada onlar! terk etmenin
daha iyi olacağına işaret ediliyor. Zira günahının yararından büyük olduğu
belirtiliyor. Yoksa hiçbir yararı olmayan şeyler çok azdır. Bir şeyin helal
oluşu veya haram oluşu zararının veya yararının ağır basmasına bağlıdır.
Üçüncü merhale, içki
alışkanlığını kırıyor ve bununla namaz farizası arasında bir bağdaşmazlığı
gündeme getiriyordu. Nisa sûresindeki bu ayette şöyle deniyordu. "Ey
müminler, sarhoş iken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın". Beş
vakit namaz çoğunlukla bir birbirine yakındır. Bu vakitler arasında sarhoş olup
ayılmaya yeterli bir zaman yoktur. Bu uygulama pratik olarak içki alışkanlığını
sürdürmenin alanını daraltmaktaydı. Özellikle "Subuh" adı verilen
sabalı içkisi ile, "Gabuk" adı verilen ikindi veya akşam içkisi gibi
cahiliye gelenekleri kaldırılıyordu. Ayrıca bu, belli seanslarla içki almayı
gerektiren tiryakilik ve alışkanlık halini sürdürmeyi engelliyordu. Öte yandan
müslümanların gönüllerinde özel bir ağırlığı bulunan bu emir, namaz farizasını
zamanında yerine getirme ile, içki alışkanlığını zamanında karşılamak arasında,
bir çelişki ortaya çıkarıyordu!
Sonra dördüncü merhale
olan, son ve kesin noktaya gelindi. Artık gönüller buna tam anlamı ile
hazırlanmış bulunuyordu. Bundan sonra yasağın gelişinden, insanların anında
itaati ve boyun eğişinden başka bir şey kalmamıştı.
Ömer b. Hattab (Allah
ondan razı olsun) dedi ki; "Allah'ım içki konusunda içimizi
rahatlatacak bir açıklama yap" (Herhalde Hz. Ömer'in (r.a), insanın
içini rahatlatacak bir açıklama arzusunu kamçılayan Nahl suresinin ayetidir.
Kendisinin de belirttiği gibi Ömer, cahiliye döneminde içki içen bir adamdı. Bu
da içki kullanma alışkanlığının cahili toplumda, köklü bir alışkanlık, olduğunu
göstermektedir.) Bunun üzerine Bakara sûresinin şu ayeti gönderildi: "Sana
içki ve kumar hakkında soru soruyorlar. De ki, onların ikisinin de büyük günahı
vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından
büyüktür." Ömer çağırıldı ve kendisine bu ayet okundu. Ömer yine:
"Allah'ım içki konusunda içimizi rahatlatacak bir açıklama yap".
dedi. Ardından Nisa sûresindeki şu ayet gönderildi: "Ey müminler,
sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın." Ömer yine çağırıldı ve
kendisine bu ayet de okundu. Bu sefer de Ömer: "Allah'ım içki konusunda
içimizi rahatlatacak bir açıklama yap" dedi. Arkasından Maide sûresindeki
şu ayet indi. "Şeytan, içki ve kumar yolu ile aranıza kin ve düşmanlık
tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık
bunlara son veriyorsunuz değil mi?" Bunun üzerine Ömer: "Son
verdik, son verdik" diye, bu ilahi çağrıya içtenlikle katıldığını dile
getirdi.
Hicretin üçüncü senesinde,
Uhud savaşından sonra indirilen içkiyi yasaklayıcı ayetlerden sonra, Medine
sokaklarında dolaşıp: "Ey ahali, artık içki haram kılınmıştır" diye,
bağırılmasından başka bir şeye ihtiyaç kalmamıştı... Bunun üzerine, elinde
bardağı olan onu kırdı, ağzında bir yudum içki olan onu geri tükürdü. Şarap
fıçıları kırıldı, içki şişeleri kırıldı. Böylece sarhoşluk ve içki kullanımı
yokmuş gibi halledildi![381]
Sarhoşluk muminin
şiarından değildir. Çünkü sarhoşlukl aklı giderir. Müslümanların günümüz modern
çağda akla çok ama çokm ihtiyaçları vardır.
Sadedinde olduğumuz ayeti
kerime içkinin haramlığını vurgularken, aşağıdaki hadisi nebevi ise her türlü
sarhoşluğun doğru olmadığını ifade buyurmaktadır.
Her insanın akla ihtiyacı
vardır. Akıl olmazsa insanın ne din ne de dünya hayatı müteber olur. Çünkü din
de dünya da akılla elde edilir. Aklı olmayanın ne dininden ne de dünyasından
hiçbir hayır gelmez.
Yüce Allah cümlemize
Aklımıza mukayit olmayı nasip etsin.
On dördüncü Hadis
كُلُّ
مُسْكرٍ
حَرَامٌ،
[382]"Her sarhoş edici şey
haramdır."[383]
Hadisi Vürûdu ve Açıklaması
1-Vürûdu: Ebu Musa (r.a)'dan: "Resûlullah'a
"Ey Allah'ın Resûlü, dedim, Yemen'de yapmakta olduğumuz şu iki şarap
hakkında bize fetva ver: Bit'; bu baldandır, şiddetleninceye kadar nebiz
yapılır. İkincisi mizr'dir, bu mısırdan ve arpadan yapılır, bu da
şiddetleninceye kadar nebiz yapılır." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Bütün sarholuk veren şeyler haramdır."buyurdular." [384]
Hadisin
sebebi Vürûdunu tespit ettikten sonra şimdide gerek ayeti kerimenin ve gerekse
hadisi şerifin parelelinde içkinin zararlarını
izahını yapmaya çalışalım.
İçki:
Aklın sıhhatli düşünme ve muhakeme yeteneğini gideren, sarhoşluk denilen hale
sebep olan içecekler.
Kur'an-ı
Kerîm içkiyi yasaklamış ve haram olduğunu bildirmiştir:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اِنَّمَا الْخَمْرُ
وَالْمَيْسِرُ
وَالْاَنْصَابُ
وَالْاَزْلَامُ
رِجْسٌ مِنْ
عَمَلِ الشَّيْطَانِ
فَاجْتَنِبُوهُ
لَعَلَّكُمْ
تُفْلِحُونَ
"Ey İman edenler! içki
(hamr), kumar, dikili taşlar ve fal okları Şevtanın işlerinden bir
pisliktir."[385]
Ayette geçen hamr kelimesini fakihlerin çoğu aklı gideren bütün içkileri
kapsamına aldığını söylemişlerdir. Hanefiler hamrı şöyle izah etmişlerdir:
Köpüklenip kuvvetlenen yaş üzüm suyu, yalnızca bu tür içkilerin ismi hamr'dır
Bunun dışındaki sarhoşluk veren içkiler hamr kelimesinin şumûlüne girmez. Bu
tür içkiler sarhoşluk verdiği için hamr'a kıyasla haramdır Fakihlerin
çoğunluğu, sarhoşluk veren bütün içeceklerin azının da çoğunun da haram
olduğunu ve hamr kelimesinin kapsamına dahil olduğunu söylemişlerdir.[386]
İçki
içmek İslâm'da yasak olduğu gibi, önceki semavî dinlerde de bu konuda bazı
yasaklar getirilmiştir. Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat'ta şu cümleler dikkati
çeker: "Ve Rab Hârun söyleyip dedi: Sen ve seninle beraber oğulların,
toplanma çadırına girdiğiniz zaman, ölmeyesiniz diye şarap ve içki içmeyin,
nesillerinizce ebedî kanun olarak, tâ ki, kutsalla, bayağı şeyi ve murdarla
temiz olanı birbirinden ayırt edesiniz."[387]
İncil'de
bu konuda şöyle denir: "Onlar yemek yerlerken, İsa ekmek aldı, şükran
duası edip parçaladı ve tâbilerine verdi ve dedi ki: Alın, yiyin, bu benim
bedenimdir. Ve bir kâse şarap alıp şükretti ve onlara vererek dedi ki, bundan
içiniz. Çünkü bu benim kanım, günahların bağışlanması için birçokları uğrunda
dökülen ahdin kanıdır. Fakat ben size derim: Babamın melekûtunda sizinle taze
olarak onu içeceğim o güne kadar, ben asmanın bu ürününden artık içmeyeceğim."[388]
Eski
Türklerin İslâm'dan önce Şamanizm'e bağlı oldukları bilinmektedir. Bu dinde
genellikle sevinçli zamanlarda ve kutsama törenlerinde Kımız vb. çeşitli
içkilerin içildiği bilinmektedir.[389]
İslâm'dan
önce ve İslâm'ın ilk devirlerinde, câhiliye Arapları içki içer ve bunu hayatın
bir parçası gibi görürlerdi. İslâm beş şeyin korunmasına büyük önem vermiştir.
Bunlar: Akil, sağlık, mal, ırz ve dindir. İçki içen kimse bu beş unsuru da
koruyamaz duruma düşer. Amerika'da içki aleyhtarlarının kurduğu bir teşkilat
yeryüzünde ilk defa içkiyi kimin yasakladığını araştırır. İlk yasağın Hz.
Muhammed tarafından ortaya konulduğu anlaşılınca O'nun hatırasına New York'ta "Muhammed
Çeşmesi adını verdikleri bir âbide yaptırırlar.”[390]
Kur'anı
Kerimin içki ile ilgili tedricen haram edilmesi kınusunu yukarıdaki ayeti
kerimeden izah etmiştik. Sadedinde olduğumuz hadisi şerifte ise Hz. Peygamber
(a.s)'ın çeşitli hadisleri bu konuda uygulama esaslarını gösterir:
"Her sarhoşluk veren
şey şaraptır ve her sarhoşluk veren şey haramdır. Bir kimse şarabı dünyada içer
de ona devam üzere iken Tövbe etmeden ölürse âhirette kevser şarabını içemez."[391]
Hz.
Peygamber'e ilaç için şarap yapmanın hükmü sorulunca; "Şüphesiz şarap deva
(ilâç) değil aksine derttir."[392]
"Ümmetimden bir takım
kimseler, çeşitli adlar koyarak içki içeceklerdir."[393]
İçkinin
yasak oluşu icma-ı üm sâbittir. İslâm fakihleri bu konuda görüş birliği
içindedirler. Ancak müctehidler arasında bazı içki çeşitleri üzerinde ihtilaf
vardı. Hz. Ömer bu konudaki şüpheleri kaldırmak için, Allah elçisinin
minberinden "aklı perdeleyen her şey içkidir" sözüyle özlü bir
tarif yapmıştır. Buna göre insana aklını kaybettiren ve onu iyi ile kötüyü,
hayırla şerri ayıramaz duruma getiren herşey içki sayılır. Sıvı veya katı
olması sonucu değiştirmez.
Afyon,
eroin ve benzeri bütün uyuşturucular aynı niteliktedir. Çünkü bunları kullanan
kişilerde aklın fonksiyonları değişir; uzağı yakın, yakını uzak görür; olağan
şeylerden ayrılarak, olmayan ve olmayacak şeyleri hayal etmeye ve rüyalar denizinde
yüzmeye başlar. Bazı uyuşturucular da vücûdu durgunlaştırır, sinirleri
uyuşturur, ruhsal çöküntülere yol açar, ahlâkı düşürür, iradeyi zayıflatır ve
ferdi topluma faydasız hâle getirir. İşte İslâm dini, fert ve toplum için
faydalı olan şeyleri emrederken, zararlı olanları da yasaklamıştır. İslâm'ın
yasakları tıb tarafından incelendiğinde, bunların fert ve toplum yararına
olduğu görülür. Nitekim, içki ve domuz eti gibi yasaklar ilmin ve tıbbın
süzgecinden geçirilmiş, nice maddî ve mânevi zararları uzmanlarca açıklanmıştır.[394]
İslâm,
içkinin içilmesini yasakladığı gibi, müslümanlar arasında ticaretini de
yasaklamıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İçki konusunda on kişiyi
lanetlemiştir: Sıkan, kendisi için sıkılan, içen, taşıyan, kendisi için taşınan,
içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için satın alınan..."[395]
Mâide
suresindeki kesin içki yasağı bildiren ayet geldikten sonra Allah Resulu
uygulama ile ilgili olmak üzere şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah içkiyi
haram kılmıştır. Bu ayeti haber alıp da yanında içki bulunan kimse, ondan
içmesin ve satmasın..."[396]
* "Çoğu sarhoşluk
veren şeyin azı da haramdır."[397]
* Hz. Peygamber'e ilaç
için şarap yapmanın hükmü sorulunca; "Şüphesiz şarap deva (ilâç) değil
aksine derttir."[398]
* "Ümmetimden bir
takım kimseler, çeşitli adlar koyarak içki içeceklerdir."[399]
* Rabbimiz! İnsanlığı, cani
olan şu Modernizmin kara katillerinin elinde kurtarsın inşa-Allah.
KİTAL VE ŞEHİTLİK
On Üçüncü Ayet
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اصْبِرُوا
وَصَابِرُوا
وَرَابِطُوا
وَاتَّقُوا
اللّهَ
لَعَلَّكُمْ
تُفْلِحُونَ
“Ey iman edenler!
Sabredin; (düşman karşısında) sebat gösterin; (cihad için) hazırlıklı ve uyanık
bulunun ve Allah'tan korkun ki başarıya erişebilesiniz.” [400]
Ayetin
Nuzulü ve Açıklaması
Rivayete göre ayeti kerime kitap ehlinden bütün iman
edenler hakkında
nazil olmuştur ki, Mücahid'in kanaati de budur.[401]
Bu iman edenlere yönelik yüce bir çağrıdır.
Kendilerine bu ağır yükü yükleyen, davet ve sorumluluk için eğiten, yerde
onurlandırdığı gibi gökte de onurlandıran kaynağa bağlayan sıfatlarıyla yapılan
bir çağrı...
"Ey
müminler..."
Sabretmeleri, sabırda yarışmaları, hazırlıklı olmaları
ve Allah'tan korkmaları için, onlara çağrı yapılmaktadır.
"Musabere" -sabırda yarışma- "Sabır"
kelimesinin kökünün "mufaele" -işdeş- kipidir. Bütün bu
duygularını sabırda yarışması, müminlerin sabrını kırmaya çalışan düşmanların
sabırda yarışması... Evet onların ve bunların sabırda yarışması, sürüp giden
cihadda müminlerin sabrını tüketemez, aksine onları düşmanlarından daha sabırlı
ve daha güçlü kılar. Kalplerinin gizliliklerindeki düşmanlarından -şeytan- ve
insanların en kötüsü olan düşmanlarından olsun o, fark etmez. Sanki bu bir
yarıştır.
Düşmanlarıyla kendileri
arasında... Sabra karşı sabır, savunmaya karşı savunma, çalışmaya karşı
çalışma, ısrara karşı ısrara çağırıyor sanki. Yarışmanın gayesi de
düşmanlarından daha dirençli, daha sabırlı olmalarıdır. Batıl ısrar ediyorsa,
sabredip yoluna devam ediyorsa, hakk, daha ısrarlı ve yolunu sürdürmede daha
sabırlı olmaya layıktır. "Murabata" -hazarlıklı olma cihad
için mevzilere yerleşmek, düşmanın saldırısına açık noktalarda direnmek.
Müslüman kitle, dava yükünü omuzlamaya ve onu insanlara sunmaya çağrıldığı
andan itibaren, bir an bile gafil olmamış, uyuşukluk göstermemiş ve hiçbir
zaman düşmanları onları korkutamamıştır. Kıyamete kadar cihada hazırlanmaktan
vazgeçmediği sürece hiçbir zaman veya mekandaki düşmanları da asla onları
korkutamaz.[402]
Bu girişten sonra kitalin yani
Allah yolunda vurşmanın dini boyutunu izah etmeye çalışalım.
Cihâd: Çalışmak, uğraşmak,
çabalamak, gayret sarfetmek.
İslâm'ın yükselmesi,
korunması ve yayılması için her türlü çalışmada bulunmak, uğraşmak, gayret
sarfetmek ve bu yolda sıcak ve soğuk savaşa girmektir. Daha açık bir ifade ile
Allah (c.c.) tarafından kullarına verilmiş olan bedenî, malî ve zihnî
kuvvetleri Allah yolunda kullanmak, o yolda feda etmektir. İnsanın maddî-manevî
bütün varlığını Allah yolunda ortaya koyarak Hakk'ın düşmanlarını ortadan kaldırmak
için savaşması "cihad"dır.
İslâm'da cihad farzdır.
Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
كُتِبَ
عَلَيْكُمُ
الْقِتَالُ
وَهُوَ كُرْهٌ
لَكُمْ ِ
"Hoşunuza gitmese de düşmanla savaşmak üzerinize farz
kılındı."[403]
وَقَاتِلُوهُمْ
حَتّى لَا
تَكُونَ فِتْنَةٌ
وَيَكُونَ
الدّينُ
لِلّهِ
"Herhangi bir fitne kalmayıncaya ve din yalnız
Allah'ın oluncaya kadar onlarla çarpışın."[404]
قَاتِلُوا
الَّذينَ لَا
يُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ
وَلَا
بِالْيَوْمِ
الْاخِرِ
"Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kişilerle
savaşınız."[405]
وَقَاتِلُوا
الْمُشْرِكينَ
كَافَّةً كَمَا
يُقَاتِلُونَكُمْ
كَافَّةً
وَاعْلَمُوا
اَنَّ اللّهَ
مَعَ
الْمُتَّقينَ
"Sizinle toptan savaştıkları gibi siz de müşriklerle
savaşınız."[406]
Hz. Peygamber
(a.s.)'de "Cihad
kıyamete kadar devam edecek bir farzdır"[407] buyurmuştur.
Yalnız, bu
farz bazı hallerde farz-ı ayın; bazı hallerde ise farz-ı kifayedir. Müslümanlar
içinden sadece bir grup cihadın gayesini gerçekleştirebiliyor, müslümanların
yurt, mal, ırz, namus ve haysiyetlerini düşmanlara karşı koruyabiliyorsa o taktirde
cihad farz-ı kifaye olmuş olur ve diğer müslümanların üzerinden sorumluluk
kalkar. Şayet fert fert gücü yeten her müslümanın düşmana karşı koyma gereği
varsa o zaman farz-ı ayın olur; herkesin bizzat cihâd etmesi icab eder.
Cihâdın gayesi, yeryüzünden
fitneyi kaldırmak ve hakkı yüceltmektir. İslâm'da savaş, intikam, öldürme
yağma, baskı ve zulüm yapmak için değil: bunları ortadan kaldırmak için
yapılır. Müslüman olmayanları zorla İslâm'a sokmak yoktur. Cihad'dan maksat,
insanları baskılardan kurtarmak, İslâm'ın yüce gerçeklerini onlara duyurmak ve
kendi rızalarıyla müslüman olabilecekleri onamları hazırlamaktır.
İslâm'ın gayesi toprak ele
geçirmek değildir. O yalnız bir bölge ve kıta ile yetinmez. İslâm bütün
dünyanın saadet ve refahını düşünür. Bütün insanlığa, kendisinin beşeri
sistemlerden ve diğer dinlerden daha üstün âlemşumül bir din olduğunu göstermek
ister. Bu yüce maksadı gerçekleştirmek için müslümanların bütün güçlerini
seferber eder. İşte bu bitmeyen cehd ve uğraşmaya, büyük bir enerji ile çalışma
işine ve meşrû bütün yollara başvurma gayretine cihad denir.
Yeryüzünde zorbalar,
batılın ve fitnenin devamını isteyenler, şirk ve müşrikler ile küfür sistemleri
var oldukça, onların yeryüzünde yayacakları kötülüklerine karşı bir emniyet olan
cihad da devam edecektir. Bu bakımdan cihadın İslâm'da önemli bir yeri vardır.
Hz. Peygamber'e, hangi amelin daha faziletli olduğu sorulduğunda, "İman
ve Allah yolunda cihad'dır"[408]
buyurarak cihadın imandan hemen sonra geldiğine, imanın cihadla varlığını sürdüreceğine
işaret etmişlerdir. Ayrıca Allah yolunda savaşanları, gazilik ve şehitlik
rütbesine erenleri öven ve onlar için büyük nimetler ve dereceler bulunduğunu
haber veren birçok ayet ve hadis vardır.
Müslümanlar savaşı
istemezler. Ama savaş vukû bulunca sabır ve metanetle savaşırlar. Zira Hz.
Peygamber (a.s.): "Düşmanla
karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Fakat düşmanla karşı karşıya gelirseniz
sabrediniz, direniniz."[409] buyurmuştur. Müslümanlar
savaş anında Allah'a güvenir ve Allah'ın kendileriyle beraber olduğunu
bilirler. Onun şu buyruğunu hiç akıllarından çıkarmazlar.
جَميعًا
مَا
اَلَّفْتَ
بَيْنَ
قُلُوبِهِمْ
وَلكِنَّ
اللّهَ
اَلَّفَ
بَيْنَهُمْ
اِنَّهُ
عَزيزٌ
حَكيمٌ
"Ey peygamber; sana da sana tâbi olan müminlere de Allah
yeter."[410]
İslâmiyet'e göre cihad,
bize harp açanlara[411]
verdikleri sözü tutmayıp tekrar dinimize saldıranlara,[412]
Allah'a ve ahiret gününe inanmayarak, Allah ve Peygamberin haram kıldığı
şeyleri haram kabul etmeyenlere karşı,[413]
yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah'ın dinini hâkim kılmak[414]
gayesi ile meşrû kılınmıştır.
Müslümanlar savaş için
düşman memleketine girip bir şehri veya bir kaleyi muhasara ettikleri zaman,
önce onları İslâm'a davet ederler. Kabul ederlerse kendileriyle savaşmazlar.
Şayet İslâm'ı kabul etmezlerse İslâm devletine cizye vergisi vermesini
isterler. Verirlerse mal ve can güvenliğini elde ederler. Bunu da kabul
etmezlerse geriye savaşmak kalır.
Bu durumda cihad için şu şartlar gerekir:
a- Düşman, İslam'a
girmeleri için yapılan çağrıyı yahut cizye vermeyi reddetmiş olmalıdır.
b- Müslümanlarla düşman
arasında herhangi bir anlaşma sözkonusu olmamaktır.
c- Müslümanlarda cihad
için gerekli askerî güç siyasî otorite bulunmalıdır.
Bütün bu hususlar bir
araya geldiğinde cihadın farziyeti gerçekleşir. O zaman düşmanla yapılacak
savaşta şehirler yakılabilir, insanlar öldürülebilir ve düşmanın savaş gücü her
şekilde zayıflatılmaya çalışılır. Yalnız kadın, çocuk, kötürüm, yaşlı ve körler
öldürülmez. Barış, İslam devleti için uygun olduğu zaman yapılabilir. Düşmana
hiç bir şekilde silâh vb. savunma vasıtası satılamaz. Bir müslüman topluluğu
kâfirlere emân verirse, bunlarla, yeryüzünde fesat çıkarma ve İslâm'a saldırma
durumu hariç, savaşılmaz. Cihad, bizzat sıcak bir savaş olacağı gibi normal
şartlarda mal, dil ve kalple de yapılabilir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
اِنَّمَا
الْمُؤْمِنُونَ
الَّذينَ
امَنُوا
بِاللّهِ
وَرَسُولِه
ثُمَّ لَمْ
يَرْتَابُوا
وَجَاهَدُوا
بِاَمْوَالِهِمْ
وَاَنْفُسِهِمْ
فى سَبيلِ
اللّهِ
اُولئِكَ هُمُ
الصَّادِقُونَ
"Müminler Allah ve Rasûlüne iman ederler, sonra da şüpheye
düşmezler. Hak yolunda malları ve canları ile cihad ederler. İşte sadakat
sahibi kimseler bunlardır."[415]
Hz. Peygamber (a.s.) ise: "Müşriklerle mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad
ediniz" Allah benden evvel hiç bir ümmete bir nebi göndermemiştir ki,
ümmet içinde kendisine yardımcı olan havârîlere, yerleştirdiği geleneklere göre
hareket eden arkadaşlara ve emirlerine itaat eden dostlara sahip olmamış olsun.
Sonra bunları bir nesil takip eder. Onlar yapmadıklarını söyler, emredilmeyen
işleri yaparlar. Bunlarla eli ile fiilen mücadele eden mümindir, dili ile
mücadele eden mümindir kalbi ile mücahede eden mümindir. Bunun dışında
kalanların hardal tanesi kadar da olsa imanları yoktur."[416]
"Şüphesiz ki mümin kılıcı ve dili ile cihad eder,"[417] buyurmuşlardır.
İslâmiyet'in ilk
devrelerinde müminlere İslâm düşmanlarına karşı yumuşak davranmaları,
eziyetlerine katlanmaları müdafaa kasdıyla da olsa karşılık vermemeleri; sadece
öğüt vererek İslâm'a davet yolunu takip etmeleri emredilmiştir. Bir ayet-i
kerimede:
فَاعْفُوا
وَاصْفَحُوا
حَتّى
يَاْتِىَ اللّهُ
بِاَمْرِه
اِنَّ اللّهَ
عَلى كُلِّ شَىْءٍ
قَديرٌ
"Siz, şimdilik, Allah onlar
hakkındaki emrini getirinceye kadar affedin, hoş görün. Şüphesiz ki Allah her
şeye kâdirdir,"[418] buyurulmuştur.
Çünkü o zaman müslümanlar sayı ve imkân bakımından son derece zayıftı. Düşmana
karşı koyacak güçleri yoktu. Müslümanların adedi ve kuvveti biraz daha
çoğalınca kendilerine ve akidelerine karşı direnenlerle savaşmalarına izin
verildi. Müslümanlar büsbütün güçlenip düşmanları mağlup edecek seviyeye
gelince de cihad müsaadesi verildi. "Artık saldırıya uğrayan müminlere
zulme uğratıldıkları için cihad etme izni verildi... "[419] Bu
izin Medine döneminde olmuştur.
Ayrıca Allah Teâlâ'nın "Allah uğrunda gereği gibi cihad edin,"[420] buyruğuyla, müslümanların
nasıl davranması gerektiği belirlenmiştir. "Müminler
ancak Allah'a ve Peygamberine iman eden, sonra şüpheye düşmeyen; Allah uğrunda
mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır"[421] ayetinden de cihadın mal
ve canla yapılacağını öğreniyoruz. Cihad konusundaki diğer ayet ve hadisler de
göz önüne alındığında, cihadın başlıca şu çeşitlere ayrıldığını görürüz:
1- Nefs'e Karşı Cihad:
Şüphesiz en güç cihad, insanın nefsiyle ve
nefsinin arzularına karşı yaptığı cihaddır. Müslüman, gerçek cihadı nefsine
karşı verir. Nefsine karşı cihadı kazanamayan, düşmanın karşısına çıkmak için
kendisinde güç ve cesaret bulamaz. Hz. Peygamber Tebük seferinden dönüşte
ashabına şöyle buyurmuştu: "Küçük cihaddan büyük
cihada dönüyoruz."[422] Bu hadisinde Hz.
Peygamber, en kalabalık bir ordu ile katıldığı Tebük seferini "küçük
cihad" olarak vasıflandırırken; nefse karşı verilecek mücadeleyi
"büyük cihad" olarak nitelendirmektedir. "Hakiki mücahid nefsine karşı cihad açan kimsedir,"[423] hadîsi de aynı manayı
ifade etmektedir.
Aynı meâlde başka hadis-i
şerifler de vardır. Bütün bunlar bize, insanın nefsi ile, nefsinin boş ve
mânâsız, hatta gayr-ı meşrû istekleri ile mücadele etmesinin cihad olarak
değerlendirildiğini göstermektedir.
2- İlim İle Cihad
Cihad'ın başka bir çeşidi
de ilim ile yapılan cihaddır. Dünyadaki bütün kötülüklerin sebebi cehalettir.
Hakk'a ulaşmak isteyen herkesin cehaletten kurtulması, ondan uzaklaşması
gerekir.
Bilginin ortaya koyduğu
delillerin gönüller üzerinde icra ettiği tesiri silâh gücü ile temin etmek
mümkün değildir. Onun için şöyle buyurulmuştur:
اُدْعُ
اِلى سَبيلِ
رَبِّكَ
بِالْحِكْمَةِ
وَالْمَوْعِظَةِ
الْحَسَنَةِ
وَجَادِلْهُمْ
بِالَّتى
هِىَ
اَحْسَنُ
اِنَّ رَبَّكَ
هُوَ
اَعْلَمُ
بِمَنْ ضَلَّ
عَنْ سَبيلِه
وَهُوَ
اَعْلَمُ
بِالْمُهْتَدينَ
"Ey Muhammed! İnsanları Rabbi'nin yoluna, hikmetle, güzel öğütle
çağır; onlarla en güzel şekilde tartış. Doğrusu Rabbin, kendi yolundan
sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir."[424]
Temeli ilim yoluyla tebliğ
ve davete dayanan İslâmiyette, bu tebliğ faaliyetinin adı "ilim ile
cihad"dır. Bu usûle "Kur'an ile cihad" da denilir. En güzel
mücadele şekli Kur'an'ın mücadele şeklidir. Bunun için Cenâb-ı Hak:
فَلَا
تُطِعِ
الْكَافِرينَ
وَجَاهِدْهُمْ
بِه جِهَادًا كَبيرًا
"Sen kâfirlere uyma, uyanlara karşı Kur'an ile büyük bir cihadla
cihad et"[425] buyurmuştur. Ayet-i
kerimede Kur'an ile cihadın "büyük cihad" olarak belirtilmesi,
Kur'an'ın ilim ile cihad konusuna ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Hak
ve hakikatı, en tehlikeli zamanda bile, hiç bir şeyden korkmadan ve çekinmeden
olduğu gibi söylemek de bir çeşit cihaddır. Rasûlullah (a.s.) bu konuda şöyle
buyurmuştur:
"Zalim bir hükümdar karşısında hak ve adaleti açıkça söylemek,
büyük bir cihaddır."[426]
3- Mal İle Cihad
Mal ile cihad, Allah
Teâla'nın insana ihsan etmiş bulunduğu mal ve servetin yine Allah (c.c.)
yolunda harcanması demektir.
Bilindiği gibi dünyada her
iş para ile yapılmaktadır. Hakkın korunması ve zafere ulaşılması da yine paraya
bağlıdır. Bunun için mal ile cihadın önemi büyüktür. Müslümanların, İslâm'ın
yücelmesi hakkın muzaffer olması için her türlü mal, servet ve paralarını bu
yolda fedâ etmeleri mal ile cihaddır.
Hz. Peygamber'in, mal ile
cihad hususundaki teşvik edici sözleri ashabı kiramı harekete geçirmiş ve
kendileri yoksulluk içinde sıkıntılı bir hayat geçirirken, mal ile cihad
farizasını edâ edebilmek için elde avuçta ne varsa getirip Rasûlullah'a
vermişlerdir. Bu konuda Kur'an-ı Kerîm'de de pek çok ayeti kerîme vardır.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
اِنَّ
الَّذينَ
امَنُوا
وَهَاجَرُوا
وَجَاهَدُوا
بِاَمْوَالِهِمْ
وَاَنْفُسِهِمْ
فى سَبيلِ
اللّهِ
وَالَّذينَ
اوَوْا وَنَصَرُوا
اُولئِكَ
بَعْضُهُمْ
اَوْلِيَاءُ
بَعْضٍ
"İman edip hicret eden, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad
eden, (mücâhidlere) yer veren ve yardım edenlerin hepsi birbirinin
vekilidir."[427]
فَضَّلَ
اللّهُ
الْمُجَاهِدينَ
بِاَمْوَالِهِمْ
وَاَنْفُسِهِمْ
عَلَى
الْقَاعِدينَ
دَرَجَةً
وَكُلًّا
وَعَدَ
اللّهُ الْحُسْنى
"Allah, mallarıyla, canlarıyla mücadele edenleri derece bakımından
oturanlardan üstün kılmıştır."[428]
4- Savaşarak Cihad Yapmak
Cihad, müslümanlara
farıdır. Her müslümanın nefsi ile, ilim ve malı ile sürekli cihad yapması,
böylece dinin korunması, Hakk'ın galip kılınması için çalışması gerekir. Bazen "İ'lây-ı
kelimetullah" yani Allah adının yüceltilmesi dinin korunup yayılması
içinde elde silâh düşmanla savaşmak icab edebilir. Bu en büyük cihaddır ve
müslümanlara farzdır. Hattâ cihad denildiği zaman ilk akla gelen husus,
düşmanla sıcak savaşa girmektir.
Cenâb-ı Hak şöyle
buyurmuştur:
وَقَاتِلُوا
فى سَبيلِ
اللّهِ
الَّذينَ يُقَاتِلُونَكُمْ
وَلَاتَعْتَدُوا
اِنَّ اللّهَ
لَا يُحِبُّ
الْمُعْتَدينَ
"Sizinle savaşanlarla; Allah yolunda siz de savaşın. Fakat haksız
yere saldırmayın."[429]
Bu ilâhi emir Allah
yolunda, İslâm uğrunda savaşmanın ve İslâm yurdunu düşmana karşı korumanın
cihad olduğunu bize ifade etmektedir. Hz. Peygamber (a.s.) de bir hadis-i
şeriflerinde; ganimet elde etmek, şan ve şöhrete ulaşmak, mevki ve makam elde
etmek için yapılan savaşın cihad olmadığını, cihadın, Allah (c.c.)'ın adının
yüceltilmesi (İ'lây-ı kelimetullah) için yapılan savaş olduğunu haber
vermiştir.
Çağımızda bir takım
gruplar her ne kadar savaşsız bir dünyanın özlemini dile getirmekte ve bunun
için açık veya gizli savaş aleyhtarı faaliyetler sürdürmekte iseler de, bu hiç
bir zaman, binlerce yıldan beri devam eden gerçeği değiştirmeyecek ve savaşlar
sürüp gidecektir.
Cihad, insanları baskı ve
zorlamadan korumak ve kurtarmaktır. Zorlama ve baskı olmayan İslâm'a, insanları
davet ederek Allah'ın adını yüceltmektir. Cihad, herkesi, mensubu olduğu
akîdeden zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın kabulü ve yayılışına engel olmak
isteyen ve gücünün yettiğine baskı yapan hak düşmanlarının kovulması ve her
türlü engelin kaldırılması ile sağlam kalp ve dosdoğru düşünen bir akıl için
belirlenmiş en güzel nizamı, yani İslâm'ı hâkim kılmaktır. Cihad, Hz. Peygamber
(a.s.)'ın yaşayıp tebliğ ettiği İslâm'a yapışarak Allah yolunda kendini ve.
malını feda etmiş, orta yolu seçmiş, aşırılıktan sakınmış ilâh olarak Allah'ı
ve onun hâkimiyetini tanımış, İslâm'ı bütün dinlerin üstünde ve tamamlanmış tek
din kabul ederek bu dini müdafaa ve yaşanılır kılmak için çalışmak demektir.
Bunun için İslâm'da mutlak surette, öldürme, intikam, din değiştirmeye zorlama
yoktur. Düşmanı yenmek, onun kuvvet ve gücünü bertaraf edip, dinde serbest
olarak Allah'ın hükmüne tabi tutmaktır ki, işte Allah'ın adını yüceltmek için
yapılan cihad şekillerinden birisi de budur.
Cihad, ne bir savunma
savaşı ne düşmana saldırıda bulunup onu imha etme savaşıdır. Kıtal ve kan dökme
değildir. Yahut bir üstünlük ve egemenlik kurarak insanları boyunduruk altına
alma savaşı da değildir.
İnsanlarla mücadele ve
insanlar arası savaş ilişkilerini anlatan pek çok kelime varken, İslâm bu
kelimeleri cihad kavramı yerine kullanmadı. Meselâ, harp, kıtal, ezâ kelimeleri
cihad kelimesinin yerini tutmamaktadır. İslâm niçin eskiden Araplar'ın
kullandığı harp vb. gibi kelimeleri almadı da yepyeni bir ifade olan cihad
tabirini aldı. Bunun birinci sebebi, harp tabiri şahsi menfaatler, polemik
oyunlar için ateşi sönmeyen, yangını çağlar boyu milletlerin, kabilelerin
içinden çıkmayan kıtal anlamında kullanılmıştır. Harplerde genellikle, kişisel
ve toplumsal kinler hâkim olmuştur. Harplerde fikir endişesi, bir akîdeyi galip
kılma çabası göze çarpmaz.
Cihad Allah İçindir ve Allah Yolundadır
İslâm'da cihad, hedefsiz,
gayesiz bir savaş değildir. İslâm'da cihad yalnız Allah yolunda olur. Bu şart,
cihaddan ayrılmaz. İslâm'ın kendi hedeflerine varmak için niçin harp veya başka
bir kelimeyi değil de; "cihad" kelimesini seçtiğini
belirtirken, cihadın diğer kelimelerden farklı olduğunu ifade ettik. Bu
farklılığı sağlayan bir hususiyet de "Allah yolunda"
ifadesinin ve kavramının cihad kelimesinin içinde bulunmasındandır. "Allah
yolunda" tabiri de İslâm'ın kendi mefkûresi için kullandığı terimler
sözlüğünden bir terimdir. Bu terimi de birçok kişi yanlış anlamış, halkı İslâm
inancına boyun eğdirip, İslâm'ı kabul ettirip bunun için zorlamak olduğu
düşüncesini "Allah yolunda cihad" olarak düşünmüşlerdir.
Gerçekte, "Allah
yolunda" terimi, İslâm kavramları içinde onların düşündüğünden çok
geniş bir anlam belirtir. "Allah yolunda cihad" batılıların
anladığı manada kutsal bir savaş değildir. İslâm nazarında, toplumun fayda ve
mutluluğu için, geçici dünya arzusunda bulunmadan yapılan her hareket "Allah
yolunda"dır.
Allah'ın sana verdiği
malları geçici dünyalık faydalar umarak sarfedersen bu "Allah
yolunda" olmak değildir. Ama sırf Allah rızası için, bildiğin
muhtaçlara yardım edersen şüphesiz ki bu "Allah yolunda" bir
iştir. İşte bu "Allah yolunda" terimi, yalnız İslâm'a mahsus;
maddi menfaat ve arzulardan uzak, sırf Allah rızası umulan davranışlar için
kullanılır. Bunu yapan kimse bilir ki mümin. kardeşlerinin saadeti için yaptığı
her iş Allah rızası içindir. Müminin geçici dünya hayatında istediği tek husus
Allah Teâlâ'nın rızasını kazanmaktan başka bir şey değildir.
İşte yüce Allah, bu anlama
işaret etmek için cihadı, "Allah yolunda" kaydıyla
sınırlamıştır. İslâm'ın istediği de budur. Müslüman topluluk veya fert, batıl
ve beşerî sistemleri yıkıp, yerine İslâm akîdesine dayalı bir sistemi
getirirken, harcayacakları çabaları ve yapacakları her türlü fedakârlıkları,
kişisel çıkarlardan, nefsânî arzulardan uzak tutmalıdır. Bütün çırpınmalarının
karşılığı olarak, hak ölçülerine uygun, adaletli bir sistemi getirmekten başka
bir şey gözetmemelidirler. Mümin, yaptığı şeylerin karşılığını bu dünyada
beklemez. Allah'ın kelâmını yüceltmek için, bu bitmeyen mücadelenin, dinmeyen
savaşın karşılığında; mal, mülk, şan, şeref, rütbe, geçici dünyalık elde etme
düşüncesi aklından geçmez.
Bütün bunlardan
anlaşılıyor ki, Allah, ancak kendi rızası için olan cihadı kabul eder. Nefsânî
arzulardan, kavmiyetçi kinlerden, kabilecilik taassubundan kopan savaşı
değil... Yeryüzündeki her canlı, hayatını devam ettirmek için çırpınıp durur.
Fıtrî gayesine ulaşmak için gece gündüz demeyip çalışır. fakat müslümanın
çırpınış ve çalışması başka gayelere yöneliktir. O, yani, İslâm'a inanıp, onun
sistemine bağlanan kimse, her şeyden önce İslâm inkılâbının gayesi olan Hakkı
getirmek için canla başla, malla Allah yolunda cihad eder. Bütün gücüyle şer
güçleri yıkmak, fitne ve fesat tohumlarının yeryüzünde yayılmasına engel olmak
için çalışır. "Fitne yok olup din ve hâkimiyet yalnız Allah'ın oluncaya
kadar" cihad eder. İşte İslâmî cihad budur.
Bakarsan bağ olur bamazsan
dağ olur.
Sadedinde olduğumuz ayet,
bize uyanık olmamızı emrederken aşağıdaki hadisi şerif ise su uyur düşman
uyumaz. O zaman sizde meşru müdafanızı yaparken ayık olun demek istiyor.
Meşru müdafa, insanın her
hakkını kullanmadaki İslamın verdiği bir haktır.
Er kişi hakkını müdafa
etmesi üzerine vaciptir. Her vacibin müdafası esnasında ölmek şehadettit.
Yüce Allah cümlemize hakka
ait haklarımızı hakkıyla müdafa etmeyi nasip eylesin.
On Üçüncü Hadis
مَنْ
أُتِيَ
عِنْدَ
مَالِهِ،
فَقُوتِلَ فَقَاتَلَ
فَقُتِلَ،
فَهُوَ
شَهِيدٌ.
-İbnu Ömer (r.a) anlatıyor:[430]
"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kimin malının
yanına (gasbetmek veya çalmak için) gidilir, bu maksatla mal sahibiyle mukatele
edilir ve mal sahibi öldürülürse, o kimse şehit olur."[431]
Hdisin Vürûdu ve Açıklaması
1-Vürûdu: Ebu Davud,[432] Said b. Zeyd (r.a)'dan,
Hz.Peygamber (a.s) şöyle buyurmuş: "Sizin
şehitleriniz kimdir" diye
buyurdu. Biz, "Allah yolunda vuruşanlar" dedik. Efemdimiz (a.s): "Ümmetimin
şehitleri azdır" diye buyurdu. Onlar kimdir ya Resulüllah? "Onlar malını müdafa ederken
ölerdir" diye buyurdular.[433]
Hadisin sebebi Vürûdunu
tespit ettikten sonra şimdide şehitlik nedir ve nasıl şehit olunur kunusunu
izah edelim.
Şehit: Şehit, kelime olarak
kesin bir haberi veren, bildiğini söyleyen, hazır olan, bulunan, bir hadiseye
şahid olan, şahitlik eden. Dinî anlamda, Allah rızası için, O'nun yolunda
canını fedâ eden müslümana verilen isimdir. Ona bu ismin verilmesinin sebebi,
cennetlik olduğuna şahitlik edilmiş olması veya onun Yüce Allah'ın huzurunda
yaşıyor bulunması yahut ölümü sırasında meleklerin hazır bulunması yahut ta
ruhunun doğrudan doğruya Daru's-Selâm'da (Cennet'te) bulunması veya Allah tarafından
çeşitli mükâfatlarla mükâfatlandırılmış olmasıdır.
Arapça bir kelime olan
şehid, "şehi-de" fiilinden türemiş olan bir isimdir. Mastarı,
şehâdettir. Şehidin çoğulu, "şuhedâ" ve "eşhâd" olarak
gelir.[434]
Kur'an'da otuz beş
dolayında "şehid" kelimesi ve yirmi civarında da, çoğulu olan "şuheda"
kelimesi geçmektedir. Aynı kökten gelen kelimelerle beraber, Kur'an'da geçen "şehid"
kelimesi, daha çok şâhid manasınadır. Şehid, aynı zamanda Yüce Allah'ın
isimlerinden biridir. Bir kaç âyette de, bu manayı ifâde etmektedir. Bu
âyetlerden birinin şöyledir:
سَنُريهِمْ
ايَاتِنَا
فِى
الْافَاقِ
وَفى اَنْفُسِهِمْ
حَتّى
يَتَبَيَّنَ
لَهُمْ اَنَّهُ
الْحَقُّ
اَوَلَمْ
يَكْفِ
بِرَبِّكَ
اَنَّهُ عَلى
كُلِّ شَىْءٍ
شَهيدٌ
"Biz onlara, ufuklarda ve kendi canlarında âyetlerimizi
göstereceğiz ki o (Kur'an)'ın gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun.
Rabb'inin her şeye şâhit olması, (her şeyi görmesi) yetmez mi?"[435]
Bu anlamdaki şehid için, "Şehâdet"
ve "Şâhid" maddelerine bakınız.
Burada konumuz olan şehid
ise Kur'an'da daha çok "ka-te-le" fiilinin mechûlü ile, Allah
yolunda öldürülme anlamında kullanılmaktadır. Şehidlik büyük bir derecedir.
Şehidler hem Allah'ın övgüsünü ve hem de Hz. Muhammed (a.s)'ın sevgisini
kazanan bahtiyar insanlardır.
Yüce Allah, şehidlerin
ma'nen ölmediklerini, onlara ölüler denilmemesinin gerektiğini, Kur'an'ın
değişik yerlerinde dile getirmiştir:
وَدَّتْ
طَائِفَةٌ
مِنْ اَهْلِ
الْكِتَابِ
لَوْ
يُضِلُّونَكُمْ
وَمَا
يُضِلُّونَ اِلَّا
اَنْفُسَهُمْ
وَمَا
يَشْعُرُونَ
() يَااَهْلَ
الْكِتَابِ
لِمَ
تَكْفُرُونَ
بِايَاتِ
اللّهِ
وَاَنْتُمْ
تَشْهَدُونَ
() يَااَهْلَ
الْكِتَابِ
لِمَ
تَلْبِسُونَ
الْحَقَّ
بِالْبَاطِلِ
وَتَكْتُمُونَ
الْحَقَّ
وَاَنْتُمْ
تَعْلَمُونَ
"Allah yolunda öldürülenleri, ölüler sanma. Hayır, (onlar)
diridirler. Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar. Allah'ın keremiyle
kendilerine verdiklerinden sevinçli olarak, arkalarında henüz (şehid olup)
kendilerine yetişemeyenlere de korku olmadığı, onların da üzüntüye
uğramayacakları müjdesiyle sevinmektedirler. Allah'ın nimeti ve keremiyle ve
Allah'ın mü'minlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesiyle sevinirler."[436]
Mesrûk (r.a) Abdullah'a bu
âyette zikredilen şehidlerin halini sormuş, o şöyle cevap vermiştir: Biz de
bunu Hz. Muhammed (a.s)'e sormuştuk. Bize şu cevabı vermişti: "Şehidlerin
ruhları yeşil kuşların karnındadır. Onların arşa asılı kandilleri vardır.
Diledikleri gibi cennette serbestçe dolaşır, sonra o kandillere geri dönerler."[437]
Allah yolunda ruhunu
teslim eden şehidlerin amellerinin boşa gitmeyeceği, büyük ecir ve sevap
kazanacakları, Kur'an'da şöyle haber verilmiştir:
Hanefî mezhebi âlimlerinin görüşlerinin istikametinde, şehîdleri üç
kısma ayırmamız mümkündür:
1-Dünya ve âhiretin
şehîdi:
Kâfirlerle savaştığı sırada, düşman tarafından öldürülen veya asiler, yol kesen
soyguncular tarafından öldürülen yahut evine giren hırsızların ağır bir cisim
veya kesici bir alet kullanarak öldürdükleri kimsedir. Savaş alanında yaralı
bulunan, yaralarından, göz veya kulağından kanlar akan ve bu durumda vefât eden
kişi de, bu kısım şehîdlerdendir. Mal, can, namus ve benzeri müdafaalarda,
zulüm ve haksızlıkla, suçsuz yere öldürülen kişi, kimin tarafından öldürülürse,
öldürülsün, bu şehîdlerden sayılır. Müslüman, âkil, baliğ olduğu halde, hayız,
nifas ve cünüplükten temiz olarak şehîd olanlar yıkanmaz, kefenlenmez, kanları
ve elbiseleriyle gömülürler. Ancak onların üzerindeki kürk, palto, parke,
silah, mest ve benzeri fazlalıklar çıkarılır. Yıkanmadan gömülmeleri, Hz.
Muhammed (a.s)'ın: "Onları kanlarıyla
gömün"[438] şeklinde hadisine
dayanmaktadır. Bu kısım şehîdlerin her birine, "hükmî şehîd" denir.
Bu kısma giren şehîdler, elbiseleriyle gömülünce, elbiseleri onlar için kefen
sayılır. Vücutlarının her tarafı elbiseleriyle örtülür. Elbiseleri vücutlarını
örtmek için yetmezse, başka bir şeyle örtülmeleri temin edilir.
2-Âhiretin şehîdi: Bir kısım şehîdler de,
yalnız âhiret hükmü bakımından şehîd sayılırlar. Hata yoluyla öldürülen ve
varislerine diyet verilmesi gereken kimse ile savaş veya asilerle çatışma
sırasında yaralanıp da, çatışma bittikten sonra bir tarafa çekilerek yiyip
içtikten, konuştuktan veya uyuduktan yahut ilaç kullandıktan yahut da aklı
başında olarak üzerinden bir namaz vakti geçtikten sonra vefât eden müslüman
gibi...
Âkil ve baliğ olmayan
yahut hayızlı, nifaslı veya cünüp iken şehîd olanlar da, bu kapsama
girmektedirler.
Bunlar diğer ölüler gibi
yıkanır, kefenlenir ve namazı kılındıktan sonra gömülürler.
Bir de, malını müdafa ederek
ölen, yanarak, suda boğulan, göçük, çığ, toprak veya bina altında kalan, vebâ
gibi salgın hastalıklardan vefât eden, veya akrep sokmasından ölen, gurbette
veya ilim yolunda ya da cuma gecesinde vefât eden müslümanlar da bu hükümdedir.
Doğumdan vefat eden kadın da böyledir. Hz. Muhammed (a.s)'ın bu kısma giren,
savaş dışındaki şehîdler hakkında söylemiş olduğu hadisler vardır.[439]
3-Dünya şehîdi: Kalbinde Allah rızasını
taşımayan, başka duygu ve düşüncelerle hareket eden riyâkâr ve gösteriş ehli
münafıklar, müslümanlarla beraber savaşa katıldıkları zaman, kâfirler
tarafından öldürülürlerse, dünya hayatında şehîd muamelesine tabi tutulurlar.
Bunlar da "hükmî şehîd" sınıfından kabul edilir, yıkanmaz,
cenâze namazları kılınır ve elbiseleriyle gömülürler. Fakat yukarıdaki
hadislerde ifâde edildiği gibi, Allah onların kalbini bilir. Âhirette
kendilerine herhangi bir mükâfat yoktur. Cehennem ateşi ile cezalandırılırlar.
Böyle insanların gerçek yüzünü Allah bilir. İnsan olarak bizler, tam manasıyla
bilemeyiz. Onların hakkında, dış görünüşlerine, hal, hareket ve davranışlarına
göre hükmederiz.[440]
Hz. Muhammed (a.s)'ın
zamanından günümüze kadar, çok sayıda insanlar, Allah rızası için, Tevhid
mücâdelesi için, Allah'ın adını yüceltmek ve emrini hakim kılmak için canını
verip şehid oldu. Bunların başında Yasir ve hanımı Sümeyye gelmektedir. Ammar
b. Yasir'in babası Yasir, bir köle idi. Bir cariye olan Sümeyye ile
evlendirilmişti ve bu evlilikten Ammar dünyaya gelmişti. Bu mütevazi ailenin
fertleri, hep beraber müslüman olmuşlardı. Bekir oğulları, bunların üçünü de
azad etmişlerdi. Müşrikler onlara çok eziyette bulundular. Yasir ve hanımı
Sümeyye, müşriklerin zulmü neticesinde şehid olmuşlardı. Ammar anasız ve
babasız kalmıştı. Hz. Muhammed (a.s), onlara dua etmişti. Yasir ilk erkek ve
hanımı Sümeyye ilk kadın şehid olmuştu. Bu şehidlik kervanı, herhangi bir yer
veya zamanda noktalanmadı ve noktalanmayacak, kıyâmete karar devam edecektir.[441]
Şehid olan insanların kul
hakkı dışındaki bütün günahları affedilir. Şehid olmak, herkese nasib olmayan
büyük bir şereftir ve mü'minler için mükemmel bir nimettir. Güzel bir şekilde
yaşamak, ondan sonra Allah yolunda O'nun rızası için şehid olmak, her mü'minin
hayal ettiği bir mutluluktur. İmân sahibi olan insanın böyle bir şuur ve
düşünce ile yaşaması, Hz. Muhammed (a.s) tarafından ne kadar güzel bir şekilde
övülmüştür!..: "Şehid olmayı Yüce Allah'tan samimi olarak dileyen
kimseyi, Allah, rahat yatağında vefat etse bile, şehidlerin derecesine
eriştirir."[442]
DUA
On Altıncı Ayet
قُلْ مَا
يَعْبَؤُا
بِكُمْ رَبّى
لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ
فَقَدْ
كَذَّبْتُمْ
فَسَوْفَ يَكُونُ
لِزَامًا
“(Resûlüm!) De ki: Duanız olmasa, Rabbim size ne diye
değer versin? (Ey inkârcılar! Size Resûl'ün bildirdiklerini) kesinkes yalan
saydınız; onun için azap yakanızı bırakmayacaktır!” [443]
Ayetin Nuzulü ve Açıklaması
Furkan suresi Mekke'de nazil olup 68,69 ve 70 ayetleri
Medine'de nazil olmuştur. Sadedinde olduğumuz ayet buna göre Mekke'de Müslümanlara moral
vermek için nazil olmuştur.[444]
"De ki: Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer
versin?" [445]
Bu ifadede peygamber efendimize -salat ve selam
üzerine olsun- yönelik bir dayanak, bir destek anlamı var:
"De ki;
Rabbim size ne diye değer versin?"
Ama ben O'nun yanında ve O'nun himayesindeyim. O, benim Rabb'imdir, ben
O'nun kuluyum. O'na inanmadan, O'nun has kullarına katılmadan, ne değeriniz
olabilir ki? Siz cehennem yakıtısınız?
Sizler Allah'ın ayetlerini
yalanladığınız için azap, hiç yakanızı bırakmayacaktır. [446]
Bu girişten sonra duanın tanımına ve nerde nasıl dua
edileceğini izah etmeye çalışalım.
Dua:
Seslenmek, çağırmak, yardıma çağırmak, Allah'a yalvarmak, O'ndan dilekte
bulunmak, O'na yakarmak.
Dua, insanda fıtrî bir olgudur. Bu sebepledir ki,
bütün dinlerde mevcuttur. Üstün bir varlığa inanan her insan şu veya bu şekilde
dua eder. İnsanlar hayatları boyunca, üstesinden gelemeyecekleri birçok
şeylerle karşılaşmakta, keder, sıkıntı, acz ve ümitsizliklere maruz
kalmaktadırlar. Yüce Allah şöyle buyurur:
وَاِذَا
مَسَّ
الْاِنْسَانَ
الضُّرُّ دَعَانَا
لِجَنْبِه
اَوْ
قَاعِدًا
اَوْ قَائِمًا
فَلَمَّا
كَشَفْنَا
عَنْهُ
ضُرَّهُ مَرَّ
كَاَنْ لَمْ
يَدْعُنَا
اِلى ضُرٍّ
مَسَّهُ
كَذلِكَ
زُيِّنَ
لِلْمُسْرِفينَ
مَا كَانُوا
يَعْمَلُونَ
"İnsana bir darlık dokunduğu zaman yanı
üzere yatarken, otururken yahut ayakta bize yalvarır, ama biz onun sıkıntısını
giderince sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi
hareket eder. İşte aşırı gidenlere yaptıkları iş böylesine süslü
gösterilmiştir."[447]
وَاِذَا
غَشِيَهُمْ
مَوْجٌ
كَالظُّلَلِ
دَعَوُا
اللّهَ
مُخْلِصينَ
لَهُ الدّينَ
فَلَمَّا
نَجّيهُمْ
اِلَى
الْبَرِّ
فَمِنْهُمْ
مُقْتَصِدٌ
وَمَا
يَجْحَدُ
بِايَاتِنَا
اِلَّا كُلُّ
خَتَّارٍ
كَفُورٍ
"(Denizde)
onları gölgeler gibi dalgalar sardığı zaman dîni yalnız kendisine has kılarak
Allah'a yalvarırlar. Fakat o, onları kurtarıp karaya çıkarınca içlerinden bir
kısmı orta yolu tutar, (birçoğu da inkâr eder). Zaten bizim ayetlerimizi (öyle)
nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez."[448]
Bu âyetlerden de anlaşıldığı gibi dua, insanda
fıtrîdir ve özellikle sıkıntılı anlarda Allah'a dua etmek, sadece samimî olarak
Allah'a inananlara has bir durum değildir. Allah'a ortak koşanlar da bu gibi
durumlarda Allah'a yönelir ve O'na dua ederler.
Dua ettikten sonra insan gönlünde bir ferahlık ve
serinlik hisseder. İsteğinin yerine getirileceği konusunda ümidi artar. Bu
yönüyle dua, insana bir şifa ve rûhî bunalımlara karşı koruyucu bir sağlık
tedbiridir. Bu nedenledir ki, dua etmeyen toplumlar rûhen çökmüş toplumlardır.
Âyet ve hadîslerde dua teşvik edilmiştir:
وَالَّذينَ
يُؤْتُونَ
مَا اتَوْا
وَقُلُوبُهُمْ
وَجِلَةٌ
اَنَّهُمْ
اِلى
رَبِّهِمْ
رَاجِعُونَ
"Rabbiniz,
şöyle buyurdu: Bana dua edin, size cevap vereyim (duanızı kabul edeyim)."[449]
Hz. Peygamber (a.s.) de şöyle buyurur: "Allah
katında duadan daha şerefli bir şey yoktur."[450]
Dua aynı zamanda bir ibadettir. "Dua
ibadetin ta kendisidir."[451]
O halde dua sadece Allah'a yapılmalı, araya başka biri
aracı olarak sokulmamalıdır. Nitekim namazın her rekâtında tekrar ettiğimiz
Fatiha Sûresi'nde: "Sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardım
dileriz."[452] buyurulur.
Kullardan istenecek yardım, onların güçleri dahilinde
olan bir şey olmalıdır. Güçlerinin yetmediği bir şey onlardan istenemez. Hatta
kulların güçlerinin dahilinde olan bir şeyin yapılmasını kendilerinden
istediğimiz zaman bile asıl sebebin Allah olduğunu, O'nun dilemesi olmadan o
şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığını bilmek gerekir.
Allah insana şahdamarından daha yakındır ve O'nun
insana merhameti, bir annenin çocuğuna merhametinden çok fazladır. Bir âyette
şöyle buyurur: "Kullarım sana beni sorunca, haber ver ki, ben
şüphesiz onlara yakınım. Bana dua edenin duasını kabul ederim."[453]
Duanın muhteviyatı, Allah'tan istenen meseleyle ilgili
olmalıdır. Meselâ yemek duası ayrıdır yolculuğa çıkıldığında yapılacak dua
ayrıdır... Birçok konuda Hz. Peygamber (a.s.)'den nakledilmiş dualar mevcuttur.
Kur'ân-ı Kerim'de geçmiş peygamberlerin duaları zikredilir. Dua bu me'sur dualarla
yapılabileceği gibi, kişinin kendi gönlünden kopanın anlatımı da olabilir.
Ancak belli davranışlarda; meselâ kabir ziyaretlerinde, yemeklerden sonra,
helâya girerken, yeni bir elbise giyerken, yolculuğa çıkarken... Hz. Muhammed
(a.s.)'den nakledilmiş dualarla dua etmek hem sünnet, hem de daha güzeldir.
Dua eden kişi gönülden etmeli, duasında iyi şeyleri
isteyerek kendisi de o doğrultuda çaba sarfetmelidir. Kişi duasında
samimiyetini tavırlarıyla da ortaya koymalıdır. Meselâ duasında Allah'ın
emirlerine itaat eden samimi bir müslüman olmayı ifade ediyorsa, hareketleriyle
de böyle bir müslüman olma çabası içerisinde olmalıdır. Bir hadis-i şerifte
şöyle buyurulmaktadır:
"Biliniz
ki, Allahu Teâlâ, kendisinden gafil bir kalbin duasını kabul etmez."[454]
Şüphesiz ki Allah insanın kalbinden geçenleri ve
ihtiyaçlarını bilir. Ancak dil ile dua etmenin insanın kendisinin eğitilmesi
konusunda etkisi vardır. Ayrıca dua Allah'ın bir emrinin yerine getirilmesidir,
bir ibadettir. Kur'ân-ı Kerim'de Hak Teâlâ kendisine nasıl dua edileceğini
kullarına öğretir, resûllerinin dualarını bize haber verir. Müminler önce bu
dualara bakmak ve böyle dualarla Allah'ı zikretmek durumundadırlar. Gerçekten
bilmediğimizi ve en güzelini öğreten Allah'tır.
"... Ey
rabbimiz unutur veya hata edersek bizi sorumlu tutma... "[455]
Eyüp Aleyhisselâm:"Ya Rabbi, gerçekten benim başıma
bela geldi. Halbuki sen merhametlilerin merhametlisisin."[456]
Zekeriya (a.s.): "Rabbim, beni yalnız
bırakma..."[457]
Hz.Âdem (a.s.): "Ey Rabbimiz, biz nefislerimize
zulmettik. Eğer sen bizi affetmez ve bize acımazsan mutlaka zarara
uğrayanlardan oluruz."[458] diyerek dua etmişlerdir.
"Beni
müslüman olarak öldür ve beni salih kullarına kat... "[459] duası Yusuf (a.s.)'ın.
"Senden
başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Ben zalimlerden idim. " duası da Yunus (a.s.)'ın duasıdır.
Ebû Saîd el-Hudrî'den (r.a.) rivâyet ettiği bir
hadîste: "Duanın karşılıksız kalmayacağı, bilâkis üç şeyden birinin
mutlaka meydana geleceği; ya kabul ya âhirete bırakma yahut eda edilen dua
oranında günahın affedileceği"[460]
beyan buyurulmuştur.
Dua yalnız Allah'a yapılır; istek ve yardım sadece
Allah'tan istenir. Allah'tan başkasından bir yardım ve istekte bulunan,
müşriktir. Hatta ölümlerinden sonra kabirleri başında veya uzaktan
peygamberlere ve salih kullara dua edip yakaranlar, aynen yıldızlara sığınan ve
meleklerle peygamberleri rabler edinenler gibi Allah'tan başkasına dua eden
müşriklerdir. Ancak melekler müminler için dua ve istiğfar etmektedirler.
Hz. Muhammed (a.s.) şöyle buyurur: "Ümmetimden
yetmiş bin kişi sorgusuz sualsiz Cennet'e girecektir. Bunlar, rukye talep
etmeyen, dağlayarak tedavi yapmayan, olayları uğursuzluğa yormayanlar ve
Rablerine tevekkül eden kimselerdir."[461] Yani müminler ancak "Bize Allah yeter."
demelidir. Rukye, okuyup üfleyerek tedavi demektir. Bütün peygamberler en kötü
durumlarda yalnız Allah'a sığınmışlardır. Bunu da namazla yapmışlardır. Çünkü
dua esas olarak namazdadır ve devamlılığı vardır.
Müslüman müslüman kardeşi için dua edebilir.
Rasûlullah, "Kim bir hidayete çağırırsa, o hidayete tabi
olanların mükafatının aynısı onların mükafatından hiçbir eksilme olmaksızın bu
kimseye de verilir."
buyurmuştur.[462]
Ebeveyn, kendilerine dua eden çocuklarının amelinden istifade eder:
"İnsanoğlu
öldüğü zaman artık ameli kesilmiştir. Yalnız şu üç şey bunun dışındadır:
Sadaka-i cariye, faydalanılan ilim ve dua eden salih evlât."[463] Rasûlullah, ümmetinden kendisine dua etmelerini
istemiştir. Cenâb-ı Hak:
اِنَّ
اللّهَ
وَمَلئِكَتَهُ
يُصَلُّونَ عَلَى
النَّبِىِّ
يَا اَيُّهَا
الَّذينَ امَنُوا
صَلُّوا
عَلَيْهِ
وَسَلِّمُوا
تَسْليمًا
"O'na salât ve selâm getirin"[464] diye emretmiştir. Mümin, Allah'tan peygamber için
vesîleyi isterse kıyamette o kimseye onun şefaati haktır. Rasûlullah umreye
giden Ömer (r.a.)'e: "Bizi de duandan unutma kardeşim" demiştir.[465]
Rasûlullah her zaman ümmetini sadece Allah'a kulluğa çağırmıştır. Hanefi
fukâhâsı: "Bir yaratık aracılığıyla Allah'tan bir şey istenemez"
demiştir. Hz. İbrahim,
"Doğrusu
benim Rabbim duayı işiticidir"[466] demiştir. Hz. Peygamber: “Biriniz dua edeceği zaman
Allah'a hamd ve senâ ile başlasın, Resûlüne salâvât getirsin ve bundan sonra
artık dilediği duayı yapsın" buyurmuştur.[467]
Salih ameller vesîlesiyle talepte bulunmanın örnelerinden birisi mağaraya
sığınan üç kişinin duasıdır. Bunlardan her biri yalnızca Allah'ın rızasını
gözettiği önemli bir amelini zikrederek duada bulunmuştu. Çünkü böyle bir amel,
Allah'ın, sahibinin duasının kabulünü gerektirecek bir sevgi ile sevdiği ve
razı olduğu bir şeydi. Birisi ana-babasına yaptığı iyiliği zikrederek. diğeri
tam iffeti delâletiyle, öteki ise emanete gösterdiği riâyet ve iyilikseverliği
ile duada bulunmuştu.[468]
İbn Ömer'in meşhur duası şöyledir: "Ya Rabbi, Senden beni İslâm'a erdirdiğin gibi
ondan beni uzaklaştırmamanı ve müslüman olarak canımı almanı diliyorum."[469] Hz. Peygamber'den nakledilen rivâyetlerde
"Ya Rabbi, Ya Rabbi" diye duaya başlanır, cahil halkın büyük bir kısmı
Allah'tan başkasından yardım dilemeyi öyle bir hale getirmişlerdir ki, kabirler
Allah'a duada birer şirk aracı yapılmıştır. Oysa Rasûlullah dahi, "Ey
Allah'ım, benim kabrimi kendisine ibadet edilen bir put haline getirme...
Peygamberlerin kabirlerini mescid edinen kimselere Allah'ın gazabı
şiddetlidir... Benim kabrime ikide bir gelip orayı bayram yerine
çevirmeyin." diye
uyarmıştır.[470]
Halkın, Telli Baba, filân baba, falan şeyhin kabrinde
kuyruğa girerek onlardan yardım dilemesi şirkten başka birşey değildir,
bid'attir. Müminler, aynen müşriklerin ve bid'at ehlinin yaptığı gibi ölüye
yakarmaz, onlardan birtakım ihtiyaçların karşılanmasını istemez, kabir başında
yapılan duanın evde yapılandan üstün olduğuna inanmaz, bu kimselere yemin
ederek Allah'tan talepte bulunmazlar. "Allah bize yeter, o ne güzel
vekildir" derler.[471]
Dinin esası da budur. Salât, Arapça'da dua anlamına da
gelir: "Ey peygamber, Mü'minlere selât et, çünkü senin duan onlar için
huzur ve sükûnettir."[472] Duada istenene kavuşma ve korkulandan kurtulma isteği
vardır. Bu da ancak Allah'tan istenir. İslâm bilginleri bid'at dua şekillerini
şöyle tespit etmişlerdir: Ölü ya da gaip birinden yardım dilemek. Ey efendi
hazretleri bana mağfiret et, tövbemi kabul et, demek şirktir. Peygamber ve
salihlerden, ölmüş veya gaip birine benim için Allah'a dua et', demek
bid'attir. Ölülerden medet umulmaz. Kabirleri ziyarette ölülere ancak selâm
verilebilir, onlara Kur'ân okunur. Allah'a, Allah'ım senden filancanın
yanındaki makamı hakkı için şunu şunu istiyorum; diye dua etmek,
nehyedilmiştir. Çünkü: "Yardım Allah'tandır."[473]
"İnsanlar
(mahşerde) toplandıkları zaman kendisine dua edilenler, onlara düşman olurlar
ve onların kendilerine olan dualarını inkâr ederler."[474]
Dua Âdâbı
Hz. Peygamber'e Allah'ı sormuşlardı. Cevaben Allah
buyurdu ki:
وَاِذَا
سَاَلَكَ
عِبَادى
عَنّى
فَاِنّى قَريبٌ
اُجيبُ
دَعْوَةَ
الدَّاعِ
اِذَا دَعَانِ
فَلْيَسْتَجيبُوا
لى
وَلْيُؤْمِنُوا
بى لَعَلَّهُمْ
يَرْشُدُونَ
"Kullarım
sana beni sorduklarında: Ben muhakkak ki, yakınım, bana dua ettiğinde dua
edenin duasına icâbet ederim."[475]
Dua ederken seslerini aşırı şekilde yükseltenleri
gören Rasûlullah, şöyle buyurmuştu: "Ey insanlar! Kendinize gelin.
Çünkü siz bir sağırı veya uzaktaki birini çağırmıyor, ancak herşeyi işiten ve
çok yakın bulunan birine dua ediyorsunuz. Sizin kendisine dua ettiğiniz size
bineğinizin boynundan daha yakındır."[476]
Kul, duasında Allah ile arasında hiçbir engel hiçbir vasıta bulunmadığını
böylece bilir; dua ederken yalnızca Allah'ı düşünür. Kalp başka birşey ile
meşgulken dua etmek manasızdır. "Âmin" diye bağırıp çağırmak
da manasızdır. İnsan dua ederek Allah'a yöneldiğinde, dileği, Allah'tan
istediği şeylerin gerçekleşmesine yardımcı olacak sebeplerin yaratılmasıdır.
Yani kul eylemiyle yakınlaşmazsa, ettiği duanın mânâsı olmaz. Tembelliği huy
edinmiş biri rızık için dua edebilir, ama önce çalışması lâzımdır... Duada riya
olmaz. Duanın hemen kabul edilmesinde acele edilmez. Hiçbir dua boşa gitmez. En
güzel sözlerden biri "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah"tır.
Gönülden, gizlice, bağırmadan, samimiyetle dua edilir.
"Rabbınıza gönülden ve gizlice yalvarın. Doğrusu o, aşırı gidenleri
sevmez."[477]
Secîli, kafiyeli, yazılı dualarda riya vardır. Başkalarına dua ediyor görüntüsü
vermek de böyledir. Bu şekilde ağlayarak dua edenin gözyaşları öteki insanları
etkilemek içindir ve duası riyadır. Özel olarak komutlu dua da böyledir.
Yukarıdaki ayet, dua etmeye teşvik ederken, aşağıdaki hadis ise duanın
ibadet olduğunu ve onun terkinin mümkün olmadığını vurgulamaktadır. Çünkü
ibadetsiz din, din olmaz. Duasız ibadet ise ibadet olmaz. Yani eksik olmuş
olur.
Yüce Allah cümlemize
ibadetlerimizi dua ile nihayete erdirme gayretini ihsan etsin.
On Altıncı Hadis
قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
الدُّعَاءُ
هُوَ
الْعِبَادَةُ،
"Dua,
ibadettir." [478]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
1-Vürûdu: Ebu Dâvud, Nu'mân İbnu Beşir (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashâbı (radıyallahu anhüm ecmain) sordular:
Rabbimiz yakın mıdır, biz ona hafif sesle hitab edelim, uzaksa yüksek sesle
taleblerimizi söyleyelim?" Bunun üzerine şu âyet indi: "Kullarım
sana benden sorarlarsa, (söyle ki) ben yakınım. Dua edenin duasına, bana dua
ettiği takdirde icâbet ederim." Sonra Hz. Peygamber (a.s): "Dua ibadettir" diye buyurdu. [479]
Hadisin sebebi Vürûdunu
tespit ettikten şimdide çeşitli duaları izah eldim.
İstihâre:
Hayır dileme, yapmak istediği bir şeyin kendisi hakkında hayırlı olup
olmadığını anlamak için iki rekât namaz kılıp dua ederek rüyasında manevî bir
işaret almak amacıyla uykuya yatma.
Bir iş yapılmak
istenildiğinde istihâre yapmak menduptur. Hz. Peygamber, Ashab-ı kirama önemli
işlerinde istihâreye başvurmalarını telkin buyurdu.
-عن جابر
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال : كَانَ
رَسولُ
اللّهِ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
يُعَلِّمُناَ
اسْتِخَارةَ
فِي ا‘ُمُورِ
كُلِّهَا
كَمَا
يُعَلِّمُنَا
الـسُّورةَ
مِنَ
الْقُرْآنِ:
إِذَا هَمَّ
أحَدُكُمْ
بِا‘َمْرِ
فَلْيَرْكَعْ
رَكْعَتَيْنِ
مِنْ غَيْرِ
الفَرِيضَةِ،
ثُمَّ
لْيَقُلِ:
اَللَّهُمَّ
إِنّي
أَسْتَخِيرُكَ
بِعِلْمِكَ،
وَأسْتَقْدِرُكَ
بِقُدْرَتِكَ، وَأَسْأَلُكَ
مِنْ
فَضْلِكَ
الْعَظِيمِ؛
فَإِنَّكَ
تَقْدِرُ وََ
أَقْدِرُ،
وَتَعْلمُ
وََ
أَعْلَمُ،
وَأَنْتَ
عََّمُ
الْغُيُوبِ.
اَللَّهمَّ
إِنْ كُنْتَ
تَعْلَمُ
أَنَّ هَذَا
ا‘َمَرَ
خَيْرٌ لِي ف دِينِي
وَمَعَاشِي
وَعَاقِبَةِ
أَمْرِي،
أَوْ قَالَ
عَاجِلِ
أَمْرِي
وَآجِلهِ
فَاقْدُرْهُ
لِى
ويَسِّرهُ
لي، ثُمَّ باركْ
لي فيهِ، وإن
كُنْتَ
تَعْلمُ أنَّ
هذا ا‘مْرَ
شَرٌّ لِي فِي
دِينِي
وَعَاقِبَةِ
أمْرِي، أَوْ
قَالَ:
عَاجِلِ
أَمْرِي
وَآجِلِهِ،
فَاصْرِفْهُ
عَنِّي
عَنْهُ،
وَاقْدُرْ
لِي الْخَيْرَ
حَيثُ
كَانَ،ثُمَّ
رَضِّنِي
بِهِ قَالَ: وَيُسَمَي
حَاجَتَهُ.
-Hz.
Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bize, Kur'an'dan bir sûre öğrettiği gibi her işte istiharede bulunmamızı
öğretirdi. Derdi ki: "Biriniz bir işi yapmaya arzu duyduğu zaman, farzlar
dışında iki rek'at namaz kılsın, sonra şu duayı okusun: "Allahım, senden
hayır taleb ediyorum, zira sen bilirsin. Senden hayrı yapmaya kudret taleb
ediyorum, zira sen vermeye kadirsin, Rabbim yüce fazlını da taleb ediyorum. Sen
her şeye kadirsin, ben âcizim. Sen bilirsin, ben câhilim. Sen gayıbları
bilirsin. Allahım, eğer biliyorsan ki bu işi bana dinim, hayatım ve sonum için
-veya hal-i hazırda ve ileride demişti- hayırlıdır, bunu bana takdir et ve
yapmamı kolay kıl. Sonra da onu hakkımda mübarek kıl. Eğer bu işin, bana dinim,
hayatım ve âkıbetim için -veya hal-i hazırda ve ileride dedi- zararlıdır; onu
benden çevir, beni de ondan çevir. Hayır ne ise bana onu takdir et, sonra da
bana onu sevdir!"Hz. Câbir dedi ki: "Bu duadan sonra yapacağı işi
zikrederdi."[480]
İstihare duasının
anlamı: "Allah'ım yapmayı düşündüğüm su işin işlenmesinden yahut terkinden
hangisinin hayırlı olduğunu bana ilminle kolaylaştır. Kudretinle senden güç
istiyorum. &nin büyük fazlından ihsan buyurmanı dilerim. Şüphesiz senin her
şeye gücün yeter; benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilemem. Sen şeyi çok
iyi bilensin, Allah'ım. Eğer bu işi dinim, yaşayışım ve işimin sonucu veya
dünya veya ahiretimin sonucu bakımından benim için hayırlı olduğunu bilirsen o
işi bana takdir et, kolaylaştır ve onu bana mübarek kıl. Eğer bu işi; dinim,
yaşayışım ve işimin sonucu veya dünya veya ahiretimin sonucu bakımından benim
için şer olarak bilirsen, onu benden, beni de ondan uzak eyle. Nerede olursa
olsun benim için hayır olanı takdir et. Sonra da beni bu hayırla hoşnut
buyur"
Sa'd b. Ebi Vakkas'tan,
Resulullah (a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Âdem oğlunun
Allah'tan hayır dilemesi (istihâresi) saâdetindendir. Allah'ın hükmüne razı
olması da saâdetindendir. Allah'tan hayır istemeyi terketmesi ise onun bedbaht
olmasındandır. Allah'ın hükmüne razı olmaması da, Âdemoğlunun
bedbahtlığındandır."[481]
İstihâreden önce veya
sonra, gerekli istişareler yapılır ve o iş hakkında karar verilir. Kur'ân-ı
Kerîm'de şöyle buyurulur: "İş konusunda onlarla istişare yap.
İstişareden sonra o isi yapmaya tam olarak karar verince, artık Allah'a dayan
ve güven."[482]
İstihare hadisi İbn
Mes'ud, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Ebû Bekir, Ebû Saîd, el-Hudrî, Sa'd b. Ebi Vakkas,
Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Ebû Hureyre ve Enes b. Mâlik gibi büyük
sahabilerden nakledilmiş, bu rivayetleri senetleriyle birlikte, Buhârî, şârihi
Aynî, "Umdetu'l-Kâri" adlı şerhinde tek tek zikredilmiştir.
Rivayetler arasında bazı metin farklılıkları vardır.
Enes b. Mâlik'ten gelen
rivayet istihâreyi teşvik eder. Bu hadîs şöyledir: "İstihare yapan kimse
hüsrâna uğramaz, istihare eden pişman olmaz, iktisatlı davranan kimse de muhtaç
duruma düşmez."[483]
İstihâre namazında
nelerin okunacağı hadisle sabit değilse de, birinci rekâtta Fatiha'dan sonra
Kâfirun, ikinci rekâtta ise, İhlâs sûrelerinin okunması güzel görülmüştür.
Nevevî bunu müstehab görür. İmam Gazzalî de bu sûrelerin okunması gereğinden
İhya'da söz etmiştir. İbn Ömer'in şöyle dediği nakledilmiştir: Resulullah
(a.s)'ı bir ay süreyle izledim, sabah namazının sünnetinde, Kâfirun ve İhlas
sûrelerini okurlardı. Gazzâlî'nin bu gibi hadislerden mülhem olarak, istihâre
namazında da benzer kıraati uyun gördüğü söylenebilir.
İstihare namazından
sonra, istihare duası okunur ve istenilen şeye niyet edilerek, Kıbleye dönülmek
suretiyle yatılır. Böylece istihareye üç veya yedi geceye kadar devam
edilebilir. Çünkü Hz. Peygamberin bazı duaları üç defa tekrar ettiği, hatta
Enes b. Malik'e istihâreyi yediye kadar tekrar etmeyi telkin buyurduğu
nakledilir.[484]
İstihâre, iyiliği veya
kötülüğü kestirilemeyen bir iş hakkında sözkonusu olur. Hayırlı ve sevaplı
olduğu kesin olarak bilinen bir konuda istihâreye gerek kalmaz. İstihâre
namazı, kerâhat vakitleri dışında her zaman kılınabilir. Çünkü hadiste vakit
belirtilmemiştir.
Hacet Duası
ـ وعن ابن
مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: عَلَّمَنَا
رَسُولُ
اللّهِ
خُطْبَةَ الْحَاجَةِ:
إنَّ
الْحَمْدَ
للّهِ،
نَسْتَعِينُهُ
وَنَسْتَغْفِرُهُ،
وَنَعُوذُ
بِاللّهِ
مِنْ شُرُورِ
أنْفُسِنَا
وَسَيِّئَاتِ
أعْمَالِنَا.
مَنْ
يَهْدِهِ
اللّهُ فََ
مُضِلَّ
لَهُ، وَمَنْ
يُضْلِلِ
اللّهُ فََ
هَادِيَ
لَهُ؛ وَأشْهَدُ
أنْ َ إلهَ
إَّ اللّهُ
وَأشْهَدُ
أنَّ
مُحَمّداً
عَبْدُهُ
وَرَسُولُهُ.
يَا أيُّهَا
الّذِىنَ
آمَنُوا
اتَّقُوا
اللّهَ
الّذِي
تَسَاءَلُونَ
بِهِ
وَا‘رْحَامَ
إنَّ اللّهَ
كَانَ عَلَيْكُمْ
رَقِيباً)ـ1(.
يَا أيُّهَا
الّذِينَ
آمَنُوا
اتَّقُوا
اللّهَ حَقَّ
تُقَاتِهِ
وََ
تَمُوتُنَّ
إَّ
وَأنْتُمْ
مُسْلِمُونَ.
يَا أيُّهَا
الّذِىنَ
آمَنُوا
اتّقُوا اللّهَ
وَقُولُوا
قَوًْ
سَدِيداً
يُصْلِحْ
لَكُمْ أعْمَالَكُمْ
وَيَغْفِرْ
لَكُمْ
ذُنُوبَكُمْ
وَمَنْ
يُطِعِ
اللّهَ
وَرَسُولَهُ
فَقَدْ فَازَ
فَوْزاً
عَظِيماً.
İbnu Mes'ud radıyallahu anh
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize hâcet duasını
öğretti. Şöyleydi: "Hamd Allah'a mahsustur. O'ndan yardım dileriz, O'ndan
af talep ederiz, nefsimizin şerlerinden, amellerimizin kötülerinden O'na
sığınırız. Allah kime hidayet verirse onu saptıracak yoktur. Allah kimi de
saptırmışsa, onu da hidayete erdirecek yoktur. Allah'tan başka ilah olmadığına
şehadet ederim. Muhammed'in O'nun kulu ve resûlü olduğuna da şehadet ederim. Ey
iman edenler, adını zikrederek birbirinize talepte bulunduğunuz Allah'tan ve
aranızdaki akrabalık bağın(ı koparmak)tan korkun! Şurası muhakkak ki Allah
üzerinizde murâkıbtır"[485]
"Ey iman edenler! Allah'tan hakkıyla korkun. Sakın ha Müslümanlar olmaktan
başka şekilde ölmeyin."[486]
"Ey iman edenler Allah' tan korkun ve sağlam bir söz söyleyin. Tâ ki Allah
sizin işlerinizi salaha çıkarsın ve günahlarınızı da affetsin. Kim Allah ve
Resûlü'ne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur."[487]
Yağmur Duası (İstiska)
Yağmurun uzun zaman
yağmadığı kuraklık zamanlarında, Allah'ın yağmur yağdırması için bir belde
ahâlîsinin topluca dua etmeleri. Fıkıh dilinde yağmur duasına
"istiskâ" denilir. "İstiskâ", yağmur talebinde bulunmak
anlamına gelir.
Yağmur duası sünnettir.
Hem Peygamberimiz hem de onun Raşid halîfeleri yağmur duasında bulunmuşlardır.
Yağmur duasının peşi
peşine üç gün ve yerleşim bölgesi dışında olması müstehaptır.
Yağmur duasına gitmeden
önce, sadaka verilmeli, günahlardan tevbe edilmeli, dargınlar barışmalı, haksız
olarak alınan şeyler sahiplerine geri verilmelidir. Yağmur duasına çıkarken
oruçlu olmak, mütevazı ve muhtaç bir tavır takınmak uygun olur.
Müslümanlar dua edilecek
yere vardıklarında, önce iki rek'at namaz kılarlar. Namazın cemaatla kılınması
menduptur. İmam namazdan sonra kalkar ve cemaata karşı bir konuşma yapar. Namaz
ve hutbenin bulunuşu, Ebû Yusuf ve Muhammed'in görüşleridir. İmam Azam'a göre;
yağmur duası sadece dua ve istiğfardan ibarettir; namaz ve hutbe yoktur.
Yağmur duasında namaz
kılınmış ve hutbe okunmûşsa, hutbeden sonra; bunlar olmamışsa, doğrudan imam
ayağa kalkar ve yönünü kıbleye çevirir. Cemaat onun arkasında kıbleye karşı ve
oturarak dururlar. İmam, Allah'a dua eder, cemaat de "amin" der. Hz.
Peygamberden nakledilen, yağmur duası için özel dualar vardır. Dua ederken
bunların okunması daha uygundur.[488]
Dua ayakta yapılır. Dua
edilirken kıbleye dönülür. Dua edilirken Allah'tan af istenir, yağmur istenir.
Duanın üç gün peşipeşine yapılması müstehabdır.
Yağmurun gecikmesi
sebebiyle eski elbiseler giyilir. Başlar öne eğilir, mütevazi bir tavır
takınılır. Yaya olarak dua yapılacak yere gidilir. Duadan önce sadakalar
verilir, fakirlere yardım yapılır. Haksızlık yapılmışsa helâllik dilenilir,
müslümanlar için af istenilir.
Müslümanlar kendi
çocuklarını ve ehli hayvanlarını yanlarına alırlar. Annelerle, yavruları
birbirlerinden ayırırlar. Zayıflara, güçsüzlere dua ettirirler. Cemaatta
onların yaptığı duaya "âmin" diyerek karşılık verirler.
Yağmur yağmaya
başlayınca da bunun nişanesi olarak Yüce Allah'a şükredilir. Yağmur yağarken "Allahûmme
sayyiben nafıan" (bunu hakkımızda yararlı bir yağmur kıl) denilir.
Gereğinden fazla yağınca da "Allahümme havaleyna ve la aleyna"
(Ya Rab! Bunu zarar vermeyecek yere yağdır. Bizim üzerimize yağdırma) diye dua
edilir.
ـ عن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: أصَابَتْ
النَّاسَ
سَنَةٌ
فَبَيْنَا
النّبىُّ يَخْطُبَ
يَوْمَ
الجُمُعَةِ
إذْ قَامَ أعْرَابِىٌّ،
فقَالَ يَا
رسُولَ
اللّهِ:
هَلِكَ
المَالُ، وَجَاعَ
الْعِيَالُ،
فادْعُ
اللّهَ
لَنَا، فَرَفَعَ
يَدَيْهِ
وَمَا نَرَى
في السَّمَاءِ
قَزَعَةً،
فَوَالَّذِى
نَفْسِى
بِيَدِهِ مَا
وَضَعَهُمَا
حَتَّى ثَارَ
السَّحَابُ
أمْثَالَ
الجِبَالِ،
ثُمَّ لَمْ
يَنْزِلْ
مِنْ مِنْبَرِه
حَتّى
رَأيْتُ
المَطَرَ
يَتَحَادَرُ
عَلى
لِحْيَتِهِ،
فَمُطِرْنَا
يَوْمَنَا ذَلِكَ
وَمِنَ
الْغَدِ،
وَمِنْ
بَعْدِ الْغَدِ،
وَالَّذِى
يَلِيهِ
حَتَّى
الجُمُعَةِ
ا‘ُخْرى،
فقَامَ ذلِكَ
ا‘عْرَابِىُّ
أوْ غَيْرُهُ،
فقَالَ يَا
رسُولَ
اللّهِ:
تَهَدَّمَ
الْبِنَاءُ وَغَرِقَ
المَالُ،
فَادْعُ
اللّهَ
تَعالى لَنَا،
فَرَفَعَ
يَدَيْهِ
وَقَالَ:
اللَّهُمَّ
حَوَالَيْنَا
وََ
عَلَيْنَا،
فَمَا يُشِيرُ
بِيَدِهِ إلى
نَاحِيَةٍ
مِنَ السَّحَابِ
إَّ
انْفَرَجَتْ،
وَصَارَتِ
المَدِينَةُ
مِثْلَ
الجَوْبَةِ.وفي
رواية:
»اللَّهُمَّ
حَوَالَيْنَا
وََ
عَلَيْنَا.
اللَّهُمَّ
عَلى اكامِ وَالظِّرَابِ
وَبُطُونِ
ا‘وْدِيَةِ،
وَمَنَابِتِ
الشَّجَرِ.
قَالَ:
فَانْقَلَعَتْ
وَخَرَجْنَا
نَمْشِى في
الشَّمْسِ.
Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "İnsanlar kıtlığa maruz kaldılar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir cuma
günü hutbe verirken bir bedevî kalkıp: "Ey Allah'ın Resûlü, malımız
helâk oldu, horantamız aç kaldı, bizim için Allah'a dua ediver!" dedi.
Bunun üzerine Aleyhissalâtu Vesselâm ellerini kaldırdı. Biz gökte bir bulut
göremiyorduk. Nefsim elinde olan Zât'a yemin olsun, daha ellerini geri çekmeden
semâda dağlar gibi bulutlar peydah oldu. Derken daha minberden inmemişti bile
ki, sakalından yağmur damlaları dökülmeye başladı. O gün, ertesi güne kadar
yağmur yağdı. Daha sonraki günde de yağdı, onu takib eden günde de yağdı, hatta
müteakip cumaya kadar yağış devam etti. Öyle ki, o bedevî veya bir başkası
kalkıp: "Ey Allah'ın Resûlü, binalarımız yıkıldı, mallarımız suda boğuldu,
bizim için Allah'a dua ediver (artık yağmur kesilsin)" dedi. Aleyhissalâtu
Vesselâm ellerini kaldırıp: "Allahım etrafımıza yağdır, üzerimize
olmasın!" diye dua ettiler. Eliyle bulutlara doğru hangi istikametteki
buluta işaret etti ise, bulutlar orada açıldı. Bütün Medîne buluttan
temizlendi." Bir rivâyette de de şöyle denmiştir: "Allahım,
(yağmur) etrafımıza yağsın, üzerimize değil! Allahım, dağların ve tepelerin
üzerine, vadilerin içine, ağaç biten yerlere olsun!" Hz. Enes der ki: "Bulut
hemen çekildi, biz de çıkıp güneşte yürüdük."[489]
Manası:
"Ya Rab! Bize bol
yararlı, her tarafa akıp giden, her tarafı sulayan umumi bir yağmur ihsan et.
Ya Rab! Bizi yağmurla
suvar. Bizi, ümitlerini kesmiş kimselerden eyleme. Kullarda, beldelerde ve
yaradılmış şeylerde öyle darlık vardır ki senden başkasına arzedemeyiz.
Ya Rab! Bizim için ekinleri
bitir, bizim için memeleri sütle doldur, bizi göğün bereketinden suvar, bize
yeryüzünün bereketinden yetiştir.
"Ey Rabbimiz! Biz
senden mağfiret isteriz. Şüphesiz sen çok mağfiret edicisin. Bize gökten bol
bol yağmurlar yağdır."
Yemek Duâsı
Hz. Peygamber (a.s),
yemeklerden sonra pek çok dua yapmıştır. Bu sebeple yemek duası ile ilgili
oldukça çok hadis-i şerifler mevcuttur. Bu duaların bir kısmını birleştirerek
okumakta fayda vardır şöyle ki:
"Bize yediren,
içeren, Müslüman olmayı nasib eden Allah'a hamdolsun."[490]
"Âllah'ım! Bize bu
yediğimiz yemek sebebiyle bereket ver, hakkımızda bu yemeği mübarek kıl. Bize
bu yemekten daha hayırlı olanını yedir."[491]
"Bize rızık ver,
sen rızık verenlerin en hayırlısını."[492]
"Allahım! Biz
senden nimetin tamamını, kusursuz ümmeti ve ayetin devamını istiyoruz."[493]
Enes b. Mâlik (r.a)
anlatıyor: Rasûlüllah (a.s) şöyle buyurdu: "Yemeğini yedikten sonra şu
şekilde duâ eden kimsenin geçmiş günahları bağışlanır."
"Sarfedilen güç ve
kuvvet bana ait olmadığı halde bu nimeti bana yediren, bana rızık olarak takdir
buyuran Allah'â hamd olsun."[494]
* Dua: Seslenmek, çağırmak,
yardıma çağırmak, Allah'a yalvarmak, O'ndan dilekte bulunmak, O'na yakarmak.
Dua, insanda fıtrî bir olgudur. Bu sebepledir ki, bütün dinlerde mevcuttur.
Üstün bir varlığa inanan her insan şu veya bu şekilde dua eder. İnsanlar
hayatları boyunca, üstesinden gelemeyecekleri birçok şeylerle karşılaşmakta,
keder, sıkıntı, acz ve ümitsizliklere maruz kalmaktadırlar.
*
Dua ettikten sonra insan gönlünde bir ferahlık ve serinlik hisseder. İsteğinin
yerine getirileceği konusunda ümidi artar. Bu yönüyle dua, insana bir şifa ve
rûhî bunalımlara karşı koruyucu bir sağlık tedbiridir. Bu nedenledir ki, dua
etmeyen toplumlar rûhen çökmüş toplumlardır.
*
Duada riya olmaz. Duanın hemen kabul edilmesinde acele edilmez. Hiçbir dua boşa
gitmez. En güzel sözlerden biri "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah"tır.
* Dua, acziyetin itirafıdır.
* Dua, insanın kendi kendine
yetmediğini Allah’a duyurmasıdır.
ZİKİR
On Yedinci Ayet
اَلَّذينَ
يَذْكُرُونَ
اللّهَ
قِيَامًا وَقُعُودًا
وَعَلى
جُنُوبِهِمْ
وَيَتَفَكَّرُونَ
فى خَلْقِ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
رَبَّنَا
مَاخَلَقْتَ
هذَا
بَاطِلًا سُبْحَانَكَ
فَقِنَا
عَذَابَ
النَّارِ
"Onlar
ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı anarlar;
göklerin ve yeryüzünün yaratılışı hakkında kafa
yorarlar ve derler ki; "Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın, sen (böyle
bir anlamsızlıktan) münezzehsin, bizi Cehennem azabından koru! " [495]
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Hz.Peygamber (a.s)'a hastanın namazını nasıl kılacağı
sorulmuş, bunun üzerine bu ayet nazil olmuş.[496]
Ayetin nüzûlünün tespitinden sonra şimdide hasta
namazını izah etmeye çalışalım.
Hasta Namazı
Sıhhatini kaybeden bir müslümanın namazın tüm
şartlarını yerine getirme imkânı olmadığı durumlarda yüce Allah bazı
kolaylıklar göstermiş ve namazı "imkânı elverdiği" şekilde
kılmasına izin vermiştir. Hasta müslümanın tüm rükünlerini yerine getirmeyerek
kıldığı bu namaza hasta namazı adı verilir.
İslâm'daki ibâdetlerin amacı insanı zora koşmak
olmadığı için ibâdetler katı şekilci kurallarla çevrili değildir. En önemli
ibâdet olan namaz, günde beş defa müslümanlara farz kılınmıştır; ancak namazın
amacı Allah'ı sürekli olarak hatırlamak, günde beş kez O'nun huzuruna çıkıp iki
namaz arasında yaptıklarının muhâsebesini yapma fırsatını ona vermektir. Bu
şekilde günde beş kez Allah'ın huzuruna çıkan bir müslüman kötülük duygusunu
kalbinden atıp onun yerine Allah korkusu ve sevgisini yerleştirir. Namazın
amacı bu olunca, yani insanları kendi rızalarıyla Allah'ın gözetimine sokmak
olunca sıhhatli ya da sıhhatsiz olması bunu yapmaya, yani Allah'ın huzurunda
boyun eğmeye engel değildir. O halde hasta olan bir müslüman bu görevini
gücünün yettiği şekilde yerine getirir. Bunun bazı kuralları vardır: Namazda;
farzlar, sünnetler, müstehablar vardır.
"Sıhhatli müslüman tüm bunları dosdoğru yerine
getirerek namaz kılar.” Allah, "namazı
dosdoğru kılın" emrini şekil açısından, sadece sıhhatli olanlara farz
kılmıştır. Hasta olanlar ise görünen şekil yönünün dışında kalben, ruhen ve tüm
düşüncesiyle "dosdoğru kılmak" zorundadır. Ona gösterilen
kolaylık yapacağı hareketler yönündendir.
Hastalığı eğer ayakta duramayacak kadar şiddetliyse ve
ayakta durması hastalığı arttıracaksa oturarak; oturarak kılınamayacaksa,
yattığı yerde; hareket edemeyecek durumdaysa baş ile başını dahi oynatamıyorsa
göz hareketiyle, bu da olmuyorsa düşünceyi yoğunlaştırarak namaz kılınır. Ama
hiçbir zaman terkedilmez.
Temel ölçü yapılabileceğinin en son şeklini yapmaktır.
Örneğin bir yere yaslanarak kılabilecekken yatarak kılmak nefsin kontrolüne
girmenin göstergesidir ki bu yanlıştır.
Namazın diğer bir farzı olan okuyuşlarda da durum
böyledir, dili ile okuyamıyor, dilini kullanamıyorsa kalbinden okur.
Diğer bir kolaylık okuyuşlarını kısaltabilir ve
eksiltebilir. Örneğin uzun süre rükû ve secdede kalması rahatsızlık veriyorsa,
ta'dili erkan üzere kılınan namazda en az üç kez okunan
"Sübhane rabbiyel azim" ve "sübhane rabbiyel a'lâ"
cümlelerini birer kez söyler. Örneğin son oturuşlardaki
"Allahûmmâ salli ve barik" dualarını okumadan selâm verebilir. Mümkün olanı en
iyi şekilde yapmak, gücünün yettiği kadarını yapmak, terketmemek esastır. Çünkü
insanın açığa vurduğunu da kalplerde gizli olanını da bilen Allah, hastalığın
şiddetini hastadan daha iyi bilir. Ufak hastalıkları bahane edip namazları
hafifletmek ve kolaya kaçmak ancak imanı zayıf olanların yapacağı bir
tercihtir. İmanda samimi olanların yapacağı, gücünün tamamını kullanarak namazı
hâlis bir kalp ile kılmaktır.
Namaz öncesinde farz olan "maddî ve manevî
pisliklerden temizlenmek" hasta için de farzdır. Gusül abdesti ve
namaz abdesti alması o an hastalığına zarar verecekse teyemmüm alarak namazını
kılar. Yatalak bir hastanın istenmeyen durumlar sonucunda yatağında maddî
pislikler varsa ve yatağının değiştirilme imkânı yoksa görünen yüzeysel
pislikler temizlenerek namazını kılabilir. Elbise için de durum aynıdır.
Hastalık durumunda şartları tam olarak yerine
getirilmeden kılınan namazlar hastalıktan kurtulduktan sonra tekrar kılınmaz.
Hasta, daha önceden kazaya kalan namazlarını da kılabildiği şekilde kılar.
Abdesti bozan durumlardan herhangi biri sürekli olsa; örneğin sürekli kanama
durumu devam ettiği halde namaz kılınır. Ancak bir sonraki namaz için yeniden
abdest alınır, Özürlü halde kılınan bir namazın vakti çıkmadan özür hali sona
erse kılınan namaz tekrar edilir. Özür, bir namaz vaktinin tamamında sürerse
geçerlidir. Özür nedeniyle elbiseye bulaşan pislikler de bu hal devam ettiği
sürece namaza engel değildir. Ancak imkânı varsa Allah'ın huzuruna en güzel "zinetlerini”
(elbiselerini) giyip durmak daha güzeldir.
Sonuç olarak zikrin şekli ve çeşitleri hakkında ayette
beyan edilen esasları daha bir açılımla:
1-Kalb ile zikir de, Yüce Allah'ı gönülden anmaktır.
Bu bir nevi tefekkürdür.
2-Beden ile zikir ise, vücudun bütün organlarının
Allah'ın emirlerini yerine getirmeleri ve yasaklarından sakınmaları ile olur.
Bu da kişinin kendi vücudunun organlarını Allah'ın yolunda bulundurması ile
mümkündür.[497]
3-Beni, varlık ve refah
içinde olduğunuzda zikredin ki, ben de sizi belâ, musibet ve sıkıntılarınız
zamanında zikredeyim... Beni, benim yolumda cihâd ederek zikredin ki, ben de
sizi hidâyetimle zikredeyim. Beni sıdk, samimiyet ve ihlas ile zikredin, ben de
sizi sıkıntılardan kurtarmak ve bilgi ile ihtisasınızı artırmakla zikredeyim.
Beni Rabbiniz olarak bilip kulluğunuzla zikredin ki, ben de sizi sevdiğim
kullarımdan kabul edip sonunda bağışlamakla zikredeyim."[498]
İbadet hem zikirdir hem de
tefekkürdür. Aynı şekilde zikirde, tefekkür de ibadettir. Yeter ki, neyi
tefekkür ettiğimizi bilelim.
Yukarıdaki ayet ibadetin
şeklini beyan ederken, aşağıdaki hadisi şerif ise zikrin yerini ve zamnını
vermemektedir. Çünkü zikrin zamanı ve şekli olmaz. Sadece neyi zikrettiğin
önemlidir.
Yüce Allah cümlemize abid
olan beden ve zakir olan lisan nasip etsin.
On Yedinci Hadis
لآحَوْلَ
وََ قُوَّةَ
إَّ بِاللّهِ.
فَإنَّهَا
مِنْ كُنُوزِ
الْجَنَّةِ.
"Lâ havle vela kuvvete
illa billah" de! Çünkü bu cümle cennet hazinelerinden bir hazinedir."[499]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Buhari,
Ebu Mûsâ (r.a)'dan konu ile ilgili olarak şöyle demiştir: "Bir sefer esnasında Hz. Peygamber (a.s)'le beraberdik. Biz, yüksek
yerlere geldiğimizde tekbir getiriyorduk. Rasûlullah (a.s), bunun
üzerine şöyle buyurdular: "Ey insanlar! Sesinizi fazla
yükseltmeyin. Siz, sağır veya gâib
olan birine seslenmiyorsunuz." Sonra benim yanıma geldi. Ben ise, kendi kendime "Lâ havle velâ
kuvvete illâ billâh" diyordum. Bunun üzerine: Ey Abdullah b. Kays "Lâ
havle velâ kuvvete illâ billâh "demeye devam et. Çünkü o, cennet
hazinelerinden bir hazinedir"
buyurdular.[500]
Hz.Ömer b. Hattâb[501] (r.a), şöyle demiştir. Hz.Peygamber (a.s) Ezan okununca ne diyelim"
diye sorulduğunda? Bunun üzerine Rasûlullah (a.s): "Müezzin Allahu
Ekber, Allahu Ekber" dediği vakit
sizden biriniz "Allahu Ekber, Allahu Ekber" der; sonra müezzin
"Eşhedü en lâ ilâhe
illallah"dediği vakit o da "Eşhedü en lâ ilahe illâllah" derse, sonra müezzin "Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah" dediği vakit, o da "Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah" der. Müezzin "Hayye alessalâh" dediği vakit o da "Lâ havle velâ kuvvete illâ
billâh" der. Sonra müezzin "Hayye alelfelâh" dediği vakit o da "Lâ havle velâ kuvvete illâ
billâh" derse, sonra, "Allahu Ekber, Allahu Ekber"
dediğinde o da "Allahu Ekber, Allahu Ekber"
derse, sonra müezzin "Lâ ilâhe illallah"dediği vakit, o da bütün kalbiyle "La ilâhe
illallah" derse, Cennete girer" buyurdular." [502]
Lâ Havle Velâ Kuvvete: Güç ve kuvvet ancak Allah'a mahsustur. "Allah'a
âsi olmak ve günah işlemekten dönüş, ancak Allah'ın
verdiği ismet (günahlardan uzak olma hâli) ile O'na itâate
kuvvet ve iktidar da, ancak O'nun yardımı ile hâsıl
olur" demektedir.
Asıl söyleniş şekli:
¡éܨۡb2
ü¡«a ñ¢£ì¢Ó ¨ü ë 4¤ì y ¨ü
"Lâ
Havle Velâ Kuvvete İllâ Billâh'tır."
[503]
Kur'ân-ı Kerim'de
ise:
وَلَوْ
لَا اِذْ
دَخَلْتَ
جَنَّتَكَ
قُلْتَ مَا
شَاءَ اللّهُ
لَاقُوَّةَ
اِلَّا بِاللّهِ
اِنْ تَرَنِ اَنَا
اَقَلَّ مِنْكَ
مَالًا
وَوَلَدًا
"Lâ
Kuvvete İllâ
Billâh" şeklinde geçmektedir. [504]
Lafız itibariyle kısa fakat anlam itibariyle çok kapsamlı olan bir zikir ve duâ cümlesi olup Peygamberimizin
ifadesiyle "Cennet'in hazinelerinden bir hazinedir."[505] Bu kısa ve özlü cümle, müezzin ezan okurken, namazlardan
sonra, bir yolculuk esnasında, yolculuk dönüşünde veya yapılan
herhangi bir hayırlı iş ve
amelden sonra veyahut da herhangi bir zaman ve mekâna bağlı olmaksızın uygun olan her yer ve zamanda
bizzat Peygamber Efendimiz tarafından okunmuş ve Ashâba da tavsiye edilmiştir.
Ashabdan Abdullah İbn Zübeyr
de, her namazın sonunda, selâm verdiği
vakit, şöyle derdi: "Allah'dan başka hiç bir ilâh yoktur. Yalnız O vardır. Şeriki yoktur; mülk O'nundur, hamd da O'na mahsustur.
Hem O, her şeye kâdirdir. Güç ve kuvvet ancak Allah'a mahsustur (Lâ
havle velâ kuvvete illâ billâh). Allah'dan başka hiç
bir ilâh yoktur. Biz de ancak O'na ibâdet ederiz. Nimet O'nun, fazilet O'nun,
güzel senâ(övgü) da O'nundur. Kâfirler patlasa da, dinde samimi olarak Allah'tan
başka ilâh yoktur deriz." İbn Zübeyr: "Rasûlullah (a.s), her namazın sonunda bunlarla tehlil yapardı"demiştir. [506]
Yine Rasûlullah (a.s), Kur'ân'dan fazla bir şey bilmediğini ve
kendisine, okuyabileceği bir duâ söylemesini isteyen
birisine "Sübhânallâhi, velhamdü lillâhi, velâ ilâhe
illallâhu vallâhü ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ billâh" duâsını
okumasını söylemiştir. [507]
Enes b. Mâlik tarafından
rivâyet edilen bir hadiste Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: "Evinden çıkarken, şu duâyı okuyan kişiye bu duâ kâfidir. O adam muhafaza altına alınır. Şeytan da o
adamdan uzaklaşıp bir kenara
çekilir. O duâ: Bismillâhi tevekeltü alallâhi lâ havle velâ kuvvete illâ
billâh'tır."[508]
"Lâ
havle velâ kuvvete illâ billâh" duâsının okunduğu bir başka yer de Hacerül-Esved'in karşısıdır.[509]
* Zikir, kalplerin anahtarıdır. Kalp burkulduğunda veya ümitsiz
olduğunda onu ferahlatacak, genişletecek tek şey zikirdir.
* Zikir, Allah'la insan arasında bir şifredir. Onun
için zikrin belli bir zamanı ve vakti yoktur. Nerede ve ne zaman vakit, fırsat
bulursa hemen orda Allah’ın zikredilmesi gerekir.
ZARARA KARŞI ZARAR YOKTUR
On
Sekizinci Ayet
وَجَزؤُا
سَيِّئَةٍ
سَيِّئَةٌ
مِثْلُهَا فَمَنْ
عَفَا
وَاَصْلَحَ
فَاَجْرُهُ
عَلَى اللّهِ
اِنَّهُ
لَايُحِبُّ
الظَّالِمينَ
"Kötülüğün cezası, yine onun
gibi bir kötülüktür. Kim affeder, barışırsa onun mükafatı Allah'a aittir. Doğrusu Allah, zalimleri sevmez."[510]
Ayetin
Nuzulü veAçıklaması
Ayetin nüzulü
surenin (siyak ve sibak) akışı içinde nazil olmuştur.
Bu girişten
sonra şidide zarara zarar ile karşılık vermenin doğruluğunu ve yanlışlığını
izah etmeye çalışalım.
Zarar: Sıkıntı, hastalık. "Darra" fiilinden "zarar"
mastarı zarar vermek, rahatsız etmek demektir. Bir fıkıh terimi olarak zarar;
bir mala veya cana yönelik haksızlık, haksız tecavüz, İslâm'ın tanıdığı
haklarda kısıntı yapma gibi yollarla ortaya çıkan olumsuz durumu ifade eder.
Kur'ân-ı
Kerîm'de zarar kökünden çeşitli türevler kullanılmıştır. Darrun, durrun,
dârrun, darar ve dırar sözcükleri bunlardandır.
وَاِذَا
طَلَّقْتُمُ
النِّسَاءَ
فَبَلَغْنَ
اَجَلَهُنَّ
فَاَمْسِكُوهُنَّ
بِمَعْرُوفٍ
اَوْ
سَرِّحُوهُنَّ
بِمَعْرُوفٍ
وَلَا
تُمْسِكُوهُنَّ
ضِرَارًا
"Eşlerinizi boşadığınızda,
iddetlerini tamamlayınca ya onları iyilikle tutun, ya da iyilikle bırakın.
Haklarına tecavüz etmek için onlara zarar verecek şekilde tutmayın."[511]
Hz.
Peygamber'in çeşitli hadislerinde de zararla ilgili uyarıcı, yasaklayıcı
nitelikte esaslar yer almıştır. Bazıları şunlardır: "Onlar
sana zarar vermek için bir Şey (plan) üzerinde toplansalar, sana zarar
veremezler."[512]
-"Kim başkasına zarar
verirse Allah da ona zarar verir."[513]
"Kim bir mü'mine zarar
verir veya ona bir tuzak hazırlarsa lânetlenmiştir."[514]
Meşru Hakları Kullanırken
Başkasına Zarar Vermek
1- Zarar
verme kastının bulunması: Bir kimse normal hakkını kullanırken başkasına zarar
vermeyi amaçlarsa bu hak zulüm ve haksızlığa dönüşür ve buna engel olunur.
Cayılabilir boşama ile ayrılmış olan eşlerden kocanın iddet içinde sırf eşine
zarar vermek amacıyla ona dönmesi mirasçılara veya alacaklılara zarar vermek
için vasiyetle başkalarına mal bırakılması, kocanın sırf eşine zarar vermek
için onu uzak yolculuğa çıkarması, yine ölüm hastasının sırf mirasçıları veya
alacaklıları mahrum etmek için borç ikrarında bulunması buna örnek verilebilir.
Bu tasarruflar normal şartlarda meşru iken kötüye kullanıldığı zaman meşru
olmaktan çıkar. Bu tasarrufları yapan kimse hâkim tarafından ta'zir cezasına
çarptırılır, tasarrufu iptal edilmeye elverişli ise iptal edilir ve meydana
gelebilecek zarar önlenir. Kişinin zarar kastı bir takım delil ve karinelerle
tespit edilir.
2- Zararın yarardan daha büyük
olması:
Kimi zaman
kişi meşru bir yararı gerçekleştirmek için bir hakkı kullanır, fakat bu
yarardan daha çok veya buna denk ölçüde zarar söz konusu olur. Böyle bir
durumda o kimse, "Seddü'z-zerâyi (kötülüğe giden yolu kapama)"
prensibine göre bundan menedilir. Burada zararın topluma veya bir ferde olması
arasında bir fark bulunmaz. Çünkü hadiste; "Zarar ve zarara zararla
karşılık verme yoktur"[515] buyurulmuştur. Buna göre, zarar topluma ait olunca hakkın kullanılması
zulüm kapsamına girer ve bu özel zarardan her zaman daha şiddetlidir. Ancak
özel zarar da hak sahibinin yararından daha çok veya onun zararından daha
şiddetli yahut buna denk olursa yine zulüm ve haksızlık söz konusu olur. Ancak
başkasına verilen zarar az olur ve örfen insanlar bunu müsamaha ile
karşılıyorsa zulümden söz edilmez. Yol kenarına araçların konulması, mescide
girerken ayakkabıların üst üste konulması gibi.
Topluma verilen genel zarara
şunlar örnek verilebilir:
Karaborsacılık:
Bu insanların muhtaç olduğu şeyleri satın alıp, fiyatları yükseltince ve
bunlara olan ihtiyaç artınca satmak üzere depolamak demektir. Hz. Peygamber
çeşitli hadisleriyle bunu yasaklamıştır: Bir gıda maddesini kırk gece depolayan
kimse Allah'tan uzaklaşmış ve Allah da onu kendisinden uzaklaştırmıştır."[516]
"Bir kimse kırk gün
karaborsacılık yaparsa, sonra depoladığı bu malları sadaka olarak yoksullara
dağıtsa, bu sadakası onun karaborsacılık suçuna keffâret olmaz."[517]
"Karaborsacılığı ancak
günahkâr kimse yapar."[518]
Dışarıdan
mal getirenleri şehir kenarında karşılayıp malları ucuz almak
(telakkî'r-rukbân): Köylü üreticiyi veya dışarıdan satın aldığı malları şehire
getiren kimseyi bazı toptancılar şehir kenarında karşılayarak ve onların henüz
piyasa fiyatlarını öğrenmesine fırsat bırakmadan ucuz fiyatla satın alırlar.
Daha sonra bu malları depolayarak veya piyasaya kontrollü mal sürerek
fiyatların yükselmesini sağlarlar ve pahalı olarak malı satarlar. Böylece bu
maldan kârın çoğunu üretici değil bir kaç finansman sahibi tüccar yararlanmış
olur, şehir halkı da paha:ı mal almak zorunda kaldığı için yoksullaşmış veya
normal piyasa şartlarında ödemesi gerekenden daha fazlasını ödemiş olur. Bu
toplum için zararlı olan bir durumdur. Bu nedenle Hz. Peygamber (a.s)
binitlilerin yolda karşılanıp yüklerinin alınmasını (telakkî'r-rukbân)
yasaklamıştır.[519] Çoğunluğa göre böyle bir
satış topluma zarar versin veya vermesin caiz değildir. Ebû Hanîfe'ye göre ise,
üreticinin yolda karşılanıp malının alınması o belde halkına zarar veriyorsa
mekruhtur.[520]
Düşmana silâh
satmak: Fitne sırasında düşmana, âsî ve yol kesicilere silah satmak kötülüğü
desteklemek demektir. Şarap fabrikasına üzüm satmak da böyledir. Tüccar bu gibi
alışverişlerden menedilir. Çünkü topluma zararı açıktır. Haşhaş üretimi ile
esrar, kokain vb. uyuşturucu maddelerin yapımı ve ticaret konu yapılması da
İslâm devleti tarafından sıkı kontrol altında tutulur.
Daha
şiddetli özel zarara şunu örnek verebiliriz: Komşunun bahçesine doğru,
kadınların bulunduğu odası, mutfak gibi yerlerin görüleceği şekilde pencere
açmak. Ancak bu yerler görülmeyecek şekilde yüksek kısma pencere açılması bu
nitelikte sayılmamıştır.
Az zarar
sayılan haller: Bahçenin çevresine duvar yapmak, kendi bahçesine ağaç dikmek
gibi. Bunlar her ne kadar komşunun manzarasını veya güneş ışığını almasını
engellese de bu şekilde az zarar müsamaha ile karşılanır.
Mutat olmayan kullanımın
doğuracağı zarar:
Bir kimse
meşru hakkını mutat şekilde kullanmak zorundadır. Meselâ; radyo veya teybin
sesini komşuları rahatsız edecek şekilde açsa veya bir evi kiralayıp artık
suları uzun süre komşunun duvarına akıtsa yahut kiraladığı bir araca mutadın
üstünde eşya yüksele meydana gelecek zarardan sorumlu tutulur. Çünkü bir kimse
prensip olarak hakkını mutat ölçüler içinde kullanmak zorundadır.
Meselâ; bir
kimsenin her zaman normal olarak bahçede yaktığı ocak ateşinden bir kıvılcım
komşunun çatısına geçip yangın çıksa tazmin gerekmez. Fakat rüzgârlı bir havada
böyle bir ateşi yakmış ve komşuda yangın çıkmış olursa meydana gelecek zararı
tazimin etmesi gerekir.[521]
Zarara zarar ile karşılık vermek herkesin karıdır. Fakat
affetmek ve merhemet etmek er kişinin karıdır.
Affetmek her zaman
büyüklerin işi olmuştur. Yüce Allah'tan bağışlanmak ancak başkasını affetmekle
mümkündür.
Yüce Allah cümlemizi af
taraftarı olan kullarından eylesin.
On Sekizinci Hadis
َلآ
ضَرَرَ وََ لآضِرَارَ.
"Zarara
sokmak ve zarara karşı zarar vermek yoktur."[522]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu:
Ahmed, İbni Abbas (r.a)'ın şöyle söylediğini rivayet eder:
Hz.Peygamber (a.s) buyurdu ki: "Zarar vermek de uğramakta yoktur."[523]
Dinimiz,
kimsenin kimseye zarar vermemesini emreder. Bu yasağa rağmen zarar veren
olursa, zarar gören intikam almak üzere mukabil bir zarar vermemelidir.
Hadisteki وََ
ضِرَارَ bunu ifade eder. Münâvî, zarar görenin zarar vermesi değil, affetmesi
gereğini belirtir. Alimler ضِرَارَ kelimesinde
müşâreke yani, iki kişinin birbirine zarar verme mânasının varlığına dikkat
çekerler. Bu yasaklanmış olunca, zarara uğrayan, intikam almanın caiz olduğuna
hükmederek öbürüne tecavüz edip zarar vermemelidir. Ona düşen aftır, affetmezse
zararını meşru yollarla tazmin ettirir. Tazmin suretiyle hakkını telif, öbür
tarafa zarar sayılmaz. Böyle olunca وََ
ضِرَارَ 'ın hükmü
gerçekleşmiş olur.
Bir İslâm toplumunda mü'minler başkalarıyla olan
ilişkilerinde karşılıklı hakları gözeterek ve kendine düşen görevleri yaparak uyumlu bir yaşam sürmek durumundadırlar. İslâm'da haksız bir şekilde başkasının malına, canına, ırz ve namusuna zarar vermek yasaklanmıştır. Zarara karşılık zarar verme de menedilmiştir. Zarar verme yollarından olan yol kesme, hırsızlık,
yankesicilik, gasp, hile, yalan, öldürme, yaralama, iftira, malı telef ve tahrip etme, zulüm ve haksızlık yapma yasaklanmıştır.
Mecelle'nin genel prensipleri kapsayan ilk
100 maddesi içinde şu
esaslar zararla ilgili olarak düzenlenmiştir:
"Zarar eskiden beri geldiği şekilde bırakılmaz."[524]
"Zarar ve zarara karşılık zarar verme yoktur."[525]
"Zarar izâle olunur."[526]
"Bir zarar kendi misliyle
giderilemez".
Meselâ; komşunun camını kıran kimsenin de
camını kırmak suretiyle
zarara karşılık vermek anlamsızdır. Kırılan camın tazmin ettirilmesi gerekir. "Genel zarara engel olmak
için özel zarar tercih edilir."[527]
Meselâ; bütün çarşıya yayılabilecek bir yangının önünü kesmek için, aradaki yıkılması kolay
olan bazı dükkanları dozerlerle yıkıp temizlemek ve yangını kesecek bir
koridor oluşturmak gibi.
Ancak bu arada ek zarar görenlerin zararının da tazmin
yolu araştırılır. Yine
ehliyetsiz sağlık memurunu veya sahte doktoru meslek icrasından menetmek de bu kapsama girer. Belki
bu yüzden sağlık memuru veya doktor zarar görür. Fakat
daha büyük zarar olan toplum zararı önlenmiş olur.
"En ağır zarar en hafifi ile giderilir."[528]
Meselâ; sert konuşarak veya dövmek suretiyle engellemek
mümkün olan durumlarda saldırıyı öldürerek önlemek caiz değildir. En hafif olan yol izlenir. "Zarar imkân ölçüsünde
yok edilir."[529]
"Bir şeyin menfaatına nail olan, onun doğuracağı zarara da katlanır"[530]
"Hayvanın kendiliğinden yapacağı cinayet ve vereceği zarar hederdir, yani boşa gitmiş olur."[531]
İnsanların birbirine veya mallarına verdikleri hafif zararlar örfte affedilir. Toplum küçük
zararlara karşılıklı olarak izin vermiş ve
önceden rızasını bildirmiş. Yol
kenarına bırakılan araçlar, bazı yol
kenarlarında yer alan işportacı tezgâhtarları,
çöplerin çöp arabası
gelmeden 1-2 saat önce yol kenarına çıkarılması gibi durumlarda gerek bu yerde oturan kimseler ve gerekse yoldan
geçenler bundan zarar görür ya da rahatsız olur. Ancak bunlara alışıldığı ve bu şekilde davranılması hoş karşılandığı için bu konuda toplumda oluşan alışkanlıklara uyulması dinî bakımdan da bir sakınca doğurmaz.
Ancak dükkân, depo, özel garaj önüne veya insanların yonun olarak hareket etmek zorunda olduğu yol kenarlarına araç, tezgâh vb. şeyleri bırakarak gelişi engellemek başkasına zarar vermek olur.
RAHMET ve MERHAMET
On Dokuzuncu Ayet
وَمَا
اَرْسَلْنَاكَ
اِلَّا
رَحْمَةً لِلْعَالَمينَ
"Biz
seni tüm âlemlere rahmet olarak gönderdik."[532]
Ayetin
Nuzulü ve Açıklaması
Mekke'de nazil Ebiya suresi 112 ayettir. Sadedinde
olduğumuz
ayet surenin genel akışı içinde nazil olmuştur.
Bu ayete şöyle bir
meal de verilebilir: "Biz seni ancak insanlara bir rahmet olarak
gönderdik." İki durumda da bu ayet,
Peygamber'in yeryüzüne Allah'ın bir rahmet ve bereketi olarak
gönderildiği anlamına gelir,
çünkü o dünyayı gafletten uyandırmış, Hakla batılı ayıran gerçek
bilgiyi getirmiş ve tüm dünyayı kurtuluş ve azabdan her ikisiyle de uyarmıştır. Bu gerçek burada Mekke müşriklerinin Peygamber'i bir bela ve felaket olarak
kabul etmekle yanılgıya
düştüklerini bildirmek için tekrarlanmıştır. Onlar "Bu adam aramıza ayrılık tohumları
ekti, yakın akrabaları
birbirinden ayırdı,"
diyorlardı. Cevap olarak onlara şöyle
deniliyor: "Ey akılsızlar, onun size bir bela olarak geldiğini düşünmekle
yanılgıya
düşüyorsunuz, aslında
o size Allah'tan bir rahmet ve bereket olarak gelmiştir."
Bunların dışında Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
getirdiği dinin insanlık için
rahmet kaynağı olduğunu ve Hz. Muhammed'in -salât ve
selâm üzerine olsun- âlemlere rahmet olarak gönderildiğini gösteren birçok kanıt
vardır. Bu rahmet, ona inanan ve inanmayan herkesi
kapsamaktadır. Çünkü bütün insanlık,
isteyerek veya istemeyerek bilinçli ya da bilinçsiz Hz. Muhammed'in -salât ve
selâm üzerine olsun- getirdiği sistemden etkilenmiştir. Bu rahmetin gölgesi hâlâ devam etmektedir.
Gölgesinde dinlenmek, kavurucu dünya çölünde, özellikle günümüzde huzur veren
meltemlerin esintisini, kokusunu almak isteyenler bu rahmete koşabilirler:
Bugün insanlık her
zamankinden çok bu rahmeti ve esenliği
duyumsamaya muhtaçtır. Çünkü insanlık, büyük bir bunalım ve şaşkınlık içinde yaşamaktadır. Materyalizmin bataklığında
savaşların cehenneminde kıvranıp durmaktadır. Kalpler ve ruhlar kaskatı kesilmiştir.[533]
Rahmet, merhametin sonucunda tezahür eder. Eğer merhamet sergilenmezse
rahmetin beklenmesi beyhudedir.
Yukarıdaki ayeti kerime
Peygamberimizn rahmet peygamberi olduğunu ifade buyururken, aşağıdaki hadisi
şerif ise kim ki, alemlerin rahmetinin rahmetine mazhar olmak istiyorsa
merhemet etsin diye ifade buyuruyor.
Yüce Allah cümlemizi
izzeti dergahında inayetine ve rahmetine mazhar olan kullarından eylesin.
On Dokuzuncu Hadis
مَنْ
َ يَرْحَمِ
النَّاسَ َلآ
يَرْحَمُهُ
اللّهُ
تَعالى.
Ebu Saidi'l-Hudrî (r.a) anlatıyor:[534]
"Resulullah (a.s) buyurdular ki: "Merhametli olmayana Allah Teala
merhamet etmez." [535]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vurud: Ahmed, Buhari, Müslim, Ebu
Hureyre (r.a)'den, Akra bin Habis, Hz. Peygamber (a.s)'ın Hz.Hasan'ı öptüğünü
gördü ve şöyle dedi: "Benin on tane çocuğum var. Asla hiçbirini
öpmedim." Hz.Peygamber (a.s) "Merhamet etmeyene
Merhamet edilmez." [536]
Hadis, insanlara karşı
merhametli olmaya teşvik etmektedir. Bir başka rivayette bütün canlılara şamil
olacak bir üslubla: "Yerde olanlara merhamet etmeyenlere gökte olanlar
merhamet etmez" buyrulur. İbnu Battal bu hadislerle Müslümanın bütün
mahlukata; mü'min, kâfir, hayvan, merhametli olmaya teşvik edildiğini belirtir.
"Merhamet, canlılara yiyecek içecek vermek, hayvanlara ağır yük
yüklememek, dövme, acıktırma, yorma gibi vasıtalarla onlara karşı haddi aşmamak
şeklinde tezahür etmelidir" der. Bir başka hadiste َ
تُنْزَعُ
الرَّحْمَةُ
اَِّ مِنْ شَقِىٍّ
"Rahmet sadece şaki (bedbaht) olandan
çıkarılmıştır" buyurularak merhametsizliğin ebedî hüsran alâmeti olduğuna dikkat
çekilmiştir. Ayet-i kerimede اِنْ
اَحْسَنْتُمْ
اَحْسَنْتُمْ
َنْفُسِكُمْ
"İyilik yaparsanız kendi nefsiniz
için yaparsınız" [537]
buyrularak
mahlukata yapılan merhametin de, netice itibariyle kişinin kendine yaptığına
dikkat çekilmiştir.
Rahmet: İncelik, ihsan, bağışlama,
acıyıp esirgeme. Allah'ın kullarına acıması, onlara sevgi, şefkat ve merhametle
muamele etmesi anlamında Kur'anî bir tabir. Allah Teâlâ, kullarına rahmet ve
şefkatle davranmayı nefsine vacib kıldığını, “Rabbiniz, sizden her kim
bilmeyerek fenalık yapar da arkasından tövbe eder ve nefsini düzeltirse, ona
rahmet etmeyi kendi üzerine almıştır. O, bağışlayan ve merhamet edendir”[538]
ayetiyle açıklamıştır. Rahmet, bütün yaratıkların iyiliğini isteyip onlara
yardım etme arzusu duymaktır.
Allah Teâlâ'nın bu
kelimeden türemiş bazı güzel isimleri vardır;
Rahmân: Esirgeyen,
Rahîm: Bağışlayan,
Erhamürrâhimîn: Merhametlilerin en
merhametlisi,
Hayrürrâhimîn: Merhametlilerin en
hayırlısı,
Zürrahme: Rahmet sahibi,
Zü Rahmetin Vasia: En geniş Rahmet sahibi...
gibi. Kur'an-ı Kerim'de yüzden fala yerde geçen bu isimler, Allah'ın rahmetinin
çok ve tükenmez derecede bol ve her şeyi kapladığını gösterir. Cenab-ı Allah
yaratıklarına, şanına yakışır bir acıma ve şefkat duygusu ile muamele eder.
Esasen hayatın kaynağı da, bu ilâhî rahmettir. Yaratılışı düşünecek olursak,
insanı oluşturan sperm ve yumurta, çok sağlam, dış etkenlerden korunmuş, rahim
denilen çok müsait bir ortamda birleşerek gelişir. Hayatın ilk kıvılcımı, ancak
böyle bir rahmet ortamında başlayabileceği için ona, aynı kökten türemiş olan
Rahim ismi verilmiştir. Dünyaya gelen her canlı yavrusu ancak, Allah'ın verdiği
nimetler ve ana-babasının sevgi ve merhametiyle gelişip büyüyebilir. Eğer bu merhamet
duygusu olmasa, hayatın devamı mümkün olmazdı.
Allah Teâlâ'nın; "Benim rahmetim her şeyi içine almıştır" [539] sözü bu gerçeği ifade
etmektedir. Canlılar, ilahi rahmetin çeşitli tecellileri olan ve saymakla
bitirilemeyecek nice nimetler sayesinde hayatiyetlerini devam ettirirler. Hak
yolu bulmaları için Allah Teâlânın insanlara kitaplar, peygamberler göndermesi
de rahmetinin bir tecellisidir: "Ey Habibim Muhammed!
Biz seni, alemlere rahmet olasın diye gönderdik." [540]
"Bu Kitabı (Kur'an'ı) sana, her şeyin açıklaması, bir hidayet ve
rahmet kaynağı ve müslümanlar için de bir müjdeci olarak gönderdik"[541] ayetleri
bunu göstermektedir.
"Allah Teâlâ, rahmetini yüz parçaya ayırdı, doksan dokuzunu yanında
bıraktı, bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle
bütün yaratıklar birbirine merhamet eder. Hatta yavrulu bir kısrak, yavrusu
daha rahat emebilmesi için ayağını kaldırır" [542] hadisi, rahmet cevherinin
aslında bir bütün olduğunu, sadece insanlara değil, bütün mahlukata verildiğini
gösterir. Buna göre, Allah Teâlâ'nın gerçek rahmetinin büyüklüğünü düşünmek
gerekir. Kalbinde merhamet duygusu taşıyan bir insan, içinde ilâhî bir cevher
taşıyor demektir. Merhameti olmayan kişi, bu ilahi nimetten nasipsiz kalmıştır.
İbadetler, bilhassa oruç ve
zekat, merhamet duygusunu arttırır. Müslümanın merhameti bütün müminleri bütün
insanları, hatta bütün canlıları içine almaktadır. Çünkü İslam, yaratıcıya
hürmet, yaratılana şefkat ve merhamet temeli üzerine bina edilmiştir. Rahmet
Peygamberi (a.s); "İnsanlara merhamet
etmeyene Allah da merhamet etmez"[543] buyurur. Küçüklere,
güçsüzlere, yardıma muhtaç olanlara, hayvanlara... rahmet ve şefkatle davranmak
Peygamberimizin en önemli özelliklerinden ve ümmeti olan bizlere tavsiye ettiği
şeylerdendir:
-"Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen
bizden değildir."[544]
-"Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere
-bütün canlılara- merhamet edin ki, göktekiler de -Allah ve melekler- size
merhamet etsin." [545]
* Ağlamak, merhametin bir parçasıdır.
* Allah’ım! Ağlamayan gözden, sızlamayan kalpten ve kızarmayan yüzden sana sığınırım.
RIFK\YUMUŞAKLIK
Yirminci Ayet
وَلَا
تَسْتَوِى
الْحَسَنَةُ
وَلَا السَّيِّئَةُ
اِدْفَعْ
بِالَّتى
هِىَ اَحْسَنُ
فَاِذَا
الَّذى
بَيْنَكَ
وَبَيْنَهُ
عَدَاوَةٌ
كَاَنَّهُ
وَلِىٌّ
حَميمٌ
"İyilikle kötülük eşit değildir. Sen kötülüğü en güzel
olan iyi hareketle önle. O vakit bakarsın ki, seninle aralarında bir düşmanlık
bulunan yakın bir dost gibi olmuştur."[546]
Aytin
Nuzûlü ve Açıklaması
İbni Abbas (a.s)'dan bir rivayette: Bu ayetin Resulullah hakkında, bir
rivayette de ashabı hakkında nâzil olduğu nakledilmiş. Dolayısıyla sebebi nüzul
hass olsa bile bu özellikleri üzerinde taşıyan herkese şamildir. Yani İslam davetinin
sorumluluğunu taşıyan ve Allah'a davet eden her davetçi için geçerlidir. [547]
"İyilikle
kötülük bir olmaz"
Davetçi kötülüğe kötülükle karşılık vermez. Çünkü iyiliğin
etkisi ile kötülüğün etkisi bir olmaz. -Nitekim değerleri de bir değildir-
İnsanların kötülüklerine karşı sabır göstermek, hoşgörülü davranmak, nefsin
isteklerinin üstüne çıkmak serkeş ruhları uysallaştırır, yatıştırır, onlara
güven duygusunu verir. Düşmanlığı dostluğa, serkeşliği uysallığa dönüştürür.
"Sen
kötülüğü en güzel bir tavırla sav. O zaman bakarsın ki seninle arasında
düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir." [548]
Birçok durumlarda bu kuralın doğruluğu ortaya çıkmıştır.
Güzel bir söz, yumuşak bir konuşma, kontrolünü kaybetmiş, kızgın, öfkeli ve
gururlu kişinin yüzünde beliren tatlı bir tebessüm, heyecanı yumuşaklığa,
kızgınlığı sakinliğe dönüştürür.
Oysa karşıdakinin davranışının aynısı ile karşılık verecek
olursa heyecan, öfke, kibir ve azgınlık gittikçe artar. En sonunda utanma diye
birşey kalmaz. Kontrolünü kaybeder ve günahları ile övünmeye başlar.
Şu da var ki, böyle bir hoşgörü, kötülükle karşılık vermeye
gücü yettiği halde hoşgörülü davranmayı, şefkat göstermeyi tercih eden büyük
bir kalp sahibi olmayı gerektirir. Hoşgörünün gereken etkiyi gösterebilmesi için
böyle bir güce sahip bulunmak zorundadır. Ta ki kötülük yapan kişi bu iyiliğin
zayıflıktan kaynaklandığını sanmasın. Eğer karşıdaki kişinin zayıf olduğu için
böyle davrandığını farkederse ona saygı göstermez. Ve iyiliğin hiçbir yararı
olmaz.
Ayrıca bu hoşgörü insanın şahsına yönelik kötülüklerle
sınırlıdır. İnanç sistemine yönelik saldırılara ve mü'minleri bu inanç
sisteminden döndürme amaçlı baskılara karşı hoşgörülü davranılamaz. Böyle bir
durumda her türlü savunma önlemi alınmalı ve sonuna kadar direnilmelidir. Ya da
yüce Allah sorunu çözümleyene kadar inanca bağlılıkta sabredilmelidir.
Bir insanın ulaştığı bir derece; kötülüğü iyilikle savma,
kin ve öfke gibi dürtüleri yenip hoşgörülü davranma, nereye kadar hoşgörülü
davranılacağını, nereye kadar kötülüğe iyilikle karşılık verileceğini
dengeleyebilme derecesi... Her insanın ulaşamadığı bir derecedir. Çünkü böyle
bir düzeye erişmek sabır gerektirmektedir. Bu, aynı zamanda yüce Allah'ın
çalışıp ta onu hakkeden kullarına bahşettiği bir lütuftur.
Rıfk: Yumuşaklık,
mülayimlik, yumuşak başlılık, naziklik ve yumuşak huyluluk. Zıttı şiddet,
kabalık ve sertliktir.
Allah refiktir. Kullarına karşı lütufkârdır. Kullarının da
birbirlerine karşı yumuşak ve, nazik davranmalarını, kabalık ve sertlikten
kaçınmalarını, hoşgörü ile hareket etmelerini ister.
Rıfk ile muamele insanları dostluğa ve kardeşliğe götürür.
Aralarındaki düşmanlıklar böylece son bulur. Kötülükler bile iyilikle
karşılanmalıdır. Allah Teâla:
وَلَا
تَسْتَوِى
الْحَسَنَةُ
وَلَا السَّيِّئَةُ
اِدْفَعْ
بِالَّتى
هِىَ
اَحْسَنُ
فَاِذَا
الَّذى بَيْنَكَ
وَبَيْنَهُ
عَدَاوَةٌ
كَاَنَّهُ وَلِىٌّ
حَميمٌ
"İyilikle kötülük eşit değildir. Sen kötülüğü en güzel
olan iyi hareketle önle. O vakit bakarsın ki, seninle aralarında bir düşmanlık
bulunan yakın bir dost gibi olmuştur"
buyurmaktadır.[549]
Rıfk, ahlâkî
bir fâzilettir. Peygamberimiz (a.s) ısrarla bu fazilete sahib olmamızı istemiş
ve her konuda yumuşak ve nazik davranmamız gerektiğini hatırlatmıştır:
"Yumuşaklıktan mahrum olan hayırdan mahrum olur."[550]
"Muhakkak Allah, her hususta yumuşaklıkla muamele
edilmesini sever."[551]
"Şüphesiz Allah refıktir. Rıfkı (yumuşak huyluluğu)
sever."[552]
Hz. Âişe, bir
deveye binmiş ve ağır hareketinden dolayı onu öteye beriye sürmeye başlamıştı.
Bunun üzerine Rasûlüllah (a.s), Hz. Âişe'ye hitaben şöyle buyurdu: "Yumuşak muamele etmekten ayrılma. Yumuşak huyluluk
herhangi bir şeyde bulunursa, onu, muhakkak ziynetlendirip güzelleştirir.
Sökülüp koparıldığı herhangi bir şeyi de muhakkak çirkinleştirip kötüleştirir."[553]
Yukarıdaki
âyet ve hadisler bize, sadece insanlara karşı değil hayvanlara karşı bile
yumuşak davranmamız gerektiğini hatırlatmaktadır. Ayrıca Cenab-ı Hakk'ın
kötülüklerin dahi iyilik ve yumuşaklıkla karşılanması hususundaki emrinin
taşıdığı hikmete dikkat edilmelidir. Nice sert ve katı yürekli insan, ancak
kendisine rıfk ve şefkatle yaklaşıldığı zaman yumuşamakta, sevgi ve dostluk
hisleri ancak bu şekilde uyanabilmektedir. Aksine davranışlar daima sertlikle,
katılıkla, acımasızlıkla mukabele görmekte; dolayısıyla kırgınlıklar,
dargınlıklar hattâ düşmanlıklar ortaya çıkmaktadır.
Hz.
Peygamber'in yumuşaklıkta güzellik; katılıkta çirkinlik görmesi çok manidardır.
Siyer ve hadis kitapları tetkik edilince, Rasûlüllah'ın bütün hayatı boyunca
çevresindeki insanlara, hattâ hayvanlara karşı yumuşak ve merhametli davrandığı
görülür. Onun söz ve hareketlerinde sertlikten eser yoktur. Böyle davrandığı
içindir ki katı kalpli birçok kişi, huzurunda yumuşamış ve müslüman olmuştur.
Rasûlüllah'ın bu tutumunun İslâm'ın yayılmasındaki etkisi unutulmamalıdır.
Bunun böyle olması da tabiidir. Zira Hak Teâlâ, rıfk ile muamelenin
"düşmanları dost yapacağını" bize haber vermiştir. Şu halde her
müslüman bu ilâhî emre uyarak kabalık ve sertlikten uzaklaşmalı ve çevresinde
bulunan herkese karşı rıfk ve merhametle muameleyi prensip edinmelidir. Yalnız
rıfk ile meskenet arasındaki farka dikkat etmek de müslümanın görevidir.
Yumuşak
muamele, en katı taşları dahi eritir. Eğer bu bir müslümanın özellikleri
olursa, karşısında yumuşamıyacağı katı yürekli kimse kalmaz.
Refik, aziz
peygamberlerin özelliklerinin başında gelmejtedir. Dolayısıyla en özellik
müslümanın da şiarı olması gerekir.
Yüce Allah
cümlemize bu anlayışla dinimizi ikame etmeyi nasip etsin.
Yirminci Hadis
مَنْ
يُحْرَمِ
الرِفْقَ
يُحْرَمِ
الخَيْرَ
كُلَّهُ.
"Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)
buyurdular ki: "Bir kimse yumuşak davranmaktan mahrum ise hayrın
tamamından mahrumdur."[554]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Müslim,[555] Hz. Âişe (r.a), bir deveye binmiş ve ağır hareketinden dolayı onu
öteye beriye sürmeye başlamıştı. Bunun üzerine Rasûlüllah (a.s), Hz. Âişe'ye hitaben şöyle buyurdu: "Yumuşak muamele etmekten ayrılma. Yumuşak huyluluk
herhangi bir şeyde
bulunursa, onu muhakkak ziynetlendirip güzelleştirir. Sökülüp koparıldığı herhangi bir
şeyi de muhakkak çirkinleştirip kötüleştirir." [556]
Rıfk, kelime
olarak mülâyemet, letâfet, yumuşaklık, tatlılık mânalarına gelir, sertlik ve
kabalığın zıddıdır. İslâm ahlâkında gerek insanlara ve gerekse hayvanlara karşı
muâmelede en mühim prensiplerden biri rıfk'dır. Resûlullah (aleyhissalâtü
vesselâm)'in Kur'ân-ı Kerîm'de yer verilen mümtaz ahlaklarından biridir.[557] Bu mevzuda çok sayıda
rivâyet mevcuttur. İslâm ulemâsının da rıfkın ehemmiyetini ifâde eden
açıklamaları, rıfkla ilgili menkîbeleri vardır. Bu bölümde müellifimiz sadece
dört hadis kaydetmiştir. Biz mevzuun ehemmiyetine binaen, bahsin sonunda
Resûlullâh'ın sünnetinde rıfkla ilgili bir açıklamayı kaydedeceğiz.
Âlimlerimiz
bu hadislere dayanarak, rıfk'ın her hayrın başı ve sebebi olduğunu söylemiştir.
Bir başka hadiste Allah'ın refik olduğu, rıfka mukabil verdiğini başka bir
sebeple vermediğini ifade eder: إنَّ
اللّهَ
رَفِيقٌ
يُحِبُّ
الرِّفْقَ
وَيُعْطِى
عَلى
الرِّفْقِ
مَاَ يُعْطِى
عَلى
الْعُنْفِ
وَمَا َ
يُعْطِى عَلى
مَا سِوَاهُ
"Allah refik (rıfk sâhibi)dir, rıfkı
sever ve rıfka mukabil verdiğini başka hiçbir şeyle vermez." Burada
geçen refîk ismi, Allah'a isim veya sıfat olarak Kur'an'da gelmez, mütevâtir de
değildir. Haber-i vâhidle sâbittir. Bazı âlimler haber-i vâhidle sâbit olan bir
isimle Cenâb-ı Hakk' ın izafetsiz tesmiye edilemeyeceğini söylemiştir.
Eş'arîlerden bâzıları câiz görmüştür "Çünkü haber-i vâhidle amel
câizdir, bu da bir nevi hadisle amel etmektir" demişlerdir.
*
İnsanların ne dilleri, ne renkleri, ne
ırkları ne de mezhepleri üstünlük ve ayrıcalık değildir. Asıl olan ahlaktır.
*
Ahlaki üstünlüğü bırakıp, milliyetçilik asabiyetiyle iftihar edenler, birer
zavallıdırlar. Çünkü insanın tabiatında var olan bir şey, üstünlük alameti
olamaz.
*
Güzel ahlak, müminin imanını tamamlar. Çünkü ahlakın en muteberi imandan
gelenidir.
*
Kemal mertebesindeki iman, kişinin her ameline müessir olur ve yönlendirir.
Ahlaki davranışlara güç yetiremeyen iman, anlamını yitirmiş demektir.
* Bir şey kendiliğinden ne
iyi, ne de kötüdür. Kişi kendiliğinden
ne iyi ne de kötü olur. İyilik ve kötülük, kişinin azmi ve tercihiyle ortaya
çıkar.
İYİLİKTE
ÇIĞIR AÇMAK
Yirmi Birinci Ayet
اَمْ
حَسِبْتُمْ
اَنْ
تَدْخُلُوا
الْجَنَّةَ
وَلَمَّا
يَاْتِكُمْ
مَثَلُ
الَّذينَ خَلَوْا
مِنْ
قَبْلِكُمْ
مَسَّتْهُمُ
الْبَاْسَاءُ
وَالضَّرَّاءُ
وَزُلْزِلُوا
حَتّى
يَقُولَ
الرَّسُولُ
وَالَّذينَ
امَنُوا
مَعَهُ مَتى
نَصْرُ
اللّهِ اَلَا
اِنَّ نَصْرَ
اللّهِ
قَريبٌ
"(Ey müminler! ) Yoksa siz, sizden önce gelip
geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?
Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki,
nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah'ın yardımı ne zaman!
dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır."[558]
Ayetin Nuzulü
ve Açıklaması
Bu ayeti kerime Hendek Gazvesinde nazil olmuştur ki, o vakit
Müslümanların başına şiddet, korku, maişet darlığı ve çeşitli musibetler
çökmüştü.[559]
Yüce Allah ilk müslümàn cemaate böyle hitap ediyor,
dikkatlerini kendilerinden önce yaşamış olan mümin cemaatlerin tecrübelerine ve seçilmiş kullarının eğitilmesine ilişkin ilâhî kanununa (sünnetullaha) yöneltiyor. O
seçilmiş kullar ki, yüce Allah, sancağını onların ellerine veriyor, yeryüzünde halifesi olma
emanetini, sistemini ve şeriatını omuzlarına yüklüyor. Bu hitap, aynı zamanda bu büyük görevi üstlenen, bu son derece
önemli misyonu taşımayı seçen herkese yöneliktir.
Bu ayetin anlatmış olduğu tecrübe; köklü, düşündürücü
ve ürkütücüdür. O dönemin peygamberi ile çevresindeki müminlerin sorusunu düşünelim. Bu soru hakka ulaştığı kesin olan bir peygamber ile
kendi çevresindeki Allah'a inanmış kimseler
tarafından soruluyor. Soru "Allah'ın yardımı ne zaman?" şeklindedir. Bu soru bize böylesine hakka ulaşmış kalpleri sarsan sıkıntının çapını
somut olarak anlatacak niteliktedir. Sözünü ettiğimiz
soylu kalpleri baskısı altına alan sıkıntı tarif edilmez boyutlara ulaşmış ki, bu kalplerden "Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?" şeklinde bezginliği dışa vuran bir soru yükselmiştir.
Kalpler, bu sarsıcı sıkıntı karşısında
sebat edince, direnişini sürdürünce, işte o zaman yüce Allah'ın
vaadi gerçekleşir, O'nun yardımı imdada yetişiverir:
اَلَا اِنَّ
نَصْرَ
اللّهِ
قَريبٌ
"İyi bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır."
Bu yardım onu
hakedenler için hazır bekletiliyor. Fakat onu ancak
sonuna kadar direnmeye devam edenler, sebat edenler hakedebilir. Sıkıntıya
ve darlığa göğüs gerenler, sarsıntıya kapılmaksızın bu
direnişi gösterenler, zulüm karşısında baş eğmeyenler,
yüce Allah'ın bu yardımını dilediği kimselere göndereceğine
kesinlikle inananlar, hatta sıkıntı doruk noktasına ulaştığı anlarda bile yalnızca Allah'ın yardımını
gözleyenler. Başka hiçbir çözüme, Allah'ın
katından gelmeyen herhangi bir desteğe kesinlikle ümit bağlamayanlar
bu yardıma hak kazanabilirler. Zaten sözkonusu yardım sadece Allah katından
gelebilir.
İşte müminler bu kesin direniş sayesinde Cennet'é girerler, buna lâyık olurlar, buna öncelik kazanırlar. Cihaddan, imtihandan, sabırdan, direnişten,
sebattan, sırf Allah'a yönelmekten, bilinçlerinde sırf O'nu yaşatmaktan,
O'nun dışındaki herşeyle ve
herkesle bağını kopardıktan sonra gelen bir hak ediştir bu.
Mücadele ve bu mücadele sırasında gösterilen sabır, vicdanlara güç verir; onlara kendilerini aşma imkânı sağlar; onları potasında eritip arındırır; cevherlerini saf ve parlak
hale getirir. İnanca derinlik, güçlülük ve canlılık bağışlar. Bunun sonucu olarak o inanç sistemi düşmanlarının
gözünde bile parlak görünür. O zaman sözkonusu düşmanlar
akın akın Allah'ın dinine girerler. Bu, dün olduğu gibi bugün de daha yolun başında taraftarlarının birçok eziyetle karşılaştığı her hak davanın karşılaşacağı bir sonuçtur. Öyle ki, bu
taraftarlar karşılaştıkları eziyetlere sabırla katlandıklarında daha önce kendileri ile savaşan düşmanlarının saflarına katıldıkları, en şiddetli hasımların ve katı inatçıların kendilerini desteklemeye yöneldikleri görülür.
Üstelik böyle birşey olmasa
bile aslında bundan daha önemlisi meydana gelir. Hücuma uğrayan çağrının taraftarlarının ruhları bütün yeryüzü güçlerinin, bu güçlerin şerlerinin ve fitnelerinin üzerine yükselir. Bu ruhlar
rahat ve refah düşkünlüğünün, son olarak da yaşama
hırsının
tutsaklığından kurtulur. Bu kurtuluş bütün insanlık hesabına bir kazanç olduğu gibi
dünyaya ve sıkıntılarına tepeden bakma yolu ile bu sonuca ulaşmış olan ruhlar hesabına da bir kazançtır. Öyle değerli bir kazanç ki, Allah'ın yüce sancağım
yükseklerde dalgalandırma görevini, O'nun emanetini,
dinini ve şeriatını
üstlenmiş olan müminlerin çekmiş
oldukları bütün acılardan ve sıkıntılardan
daha ağır basar.
Bu kurtuluş, sahibini
son çözümde Cennet hayatına lâyık hale getirecek faktördür. İşte yol budur. Yüce Allah'ın gerek ilk müslüman cemaate ve gerekse her kuşaktan müslümanlara anlattığı gibi yol budur. İşte yol
budur. Yani iman ve cihad, sıkıntı ve meşakkat, sabır ve direnme ve sırf Allah'a
yönelme yolu. Arkasından zafer ve daha sonra da
Cennet mutluluğu gelir.
Surenin bu bölümünü İslâm'ın çeşitli hükümleri hakkında sorulan sorular oluşturmaktadır. Yukarı da "sana
hilâller hakkında soru sorarlar" ayetini incelerken belirttiğimiz gibi bu görüntü o zamanki müslümanların vicdanlarındaki inanç
uyanıklığını ve bu inancın ne kadar
etkili olduğunu, müminlerin gündelik hayatının her olayı ile ilgili olarak inançlarının hükmünü bilmeyi nasıl arzu ettiklerini, davranışları ile inançlarının arasında uyum sağlamaya ne
kadar önem verdiklerini ortaya koyar.
Bu tutum müslüman olmanın
belirtisidir. Yani müslüman, hayatının küçük büyük her olayı,
her gelişmesi ile ilgili olarak, İslâm'ın hükmünü araştırmalı, İslâm'ın o konudaki hükmünün ne olduğunu kesin olarak anlamadan hiçbir davranışa girişmemelidir. İslâm'ın onayladığı uygulama onun ilkesi ve kanunu olacağı gibi İslâm'ın onaylamadığı uygulama
ona yasak ve haram olur. İşte bu duyarlılık; bu inanç sistemine inanmış olmanın kesin belirtisi, göstergesidir.
Bunun yanısıra bu bölümdeki bazı sorular
yahudilerin, münafıkların ve müşriklerin
birkısım İslâmî
uygulamalarla ilgili olarak çıkarmış oldukları hilekâr
yaygaralar sebebiyle gündeme gelmiştir. Bu
durum müslümanları bu konularda soru sormaya sürüklemiştir. Müslümanlar bu soruları ya o ihtilaflı konular
hakkındaki İslami hükmün içyüzünü ve
hikmetini iyice anlamak içir ya da sözünü ettiğimiz
yaygaralardan ve zehirli propagandalardan etkilendikleri için soruyorlar.
Kur'an-ı Kerim, bu tartışmalı meselelere kesin sözünü söyleyerek yaklaşmakta, böylece müminlere kesin bilgi sunmakta,
komploları boşa çıkarmakta, fitnelerin kökünü kurutmakta ve hilekâr düşmanların tuzaklarını kendi boyunlarına geçirmektedir. [560]
Dünyanın imtihanıyla baş başa olan kulların çetin bir süreçten geçirildikten
sonra kimin aziz kimin de rezil olduğu meydana çıkmadan hayatın anlamı kalmaz.
Çünkü iyi ile kötü aynı terazinin kefesinde tutulursa bu çok ciddi bir
haksızlıktır. O zaman kimin iyi kimin de kötü olduğu ortaya mutlaka çıkacaktır.
Bunun içinde yukarıdaki
ayetin çetin imtihanı ve aşağıdaki hadisin ifade buyurduğu daha kimsenin
teşebbüs etmediği ve hiçbir ayak seslerinin gelmediği bir yolun yolcusu olup
çığır açamak herkesin karı olmaması gerek. Bu ancak Yüce Allah'ın sevdiği kullarına
nasip edeceği güzel ama çetin bir kısmettir.
Yüce Allah cümlemizi çetin
badirelerden yenilmeden, yorulmadan aşkla, sevgiyle yürümeyi, yenilmemeyi nasip
etsin…
Yirmi Birinci Hadis
ـ
حَدّثَنَا
مُحَمَّدُ
بْنُ يَحْيى.
ثَنَا أبُو
نُعَيْمٍ،
ثَنَا
إسْرَائِيلُ،
عَنِ
الْحَكَمِ،
عَنْ أبِي جُحَيْفَةَ؛
قَالَ: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : »مَنْ
سَنَّ
سُنَّةً
حَسَنَةً
فَعُمِلَ
بِهَا بَعْدَهُ،
كَانَ لَهُ
أجْرُهُ
وَمِثْلُ أُجُورِهِمْ
مِنْ غَيْرِ
أنْ يَنْقُصَ
مِنْ أُجُورِهِمْ
شَيْئاً.
وَمَنْ سَنَّ
سُنَّةً سَيِّئَةً،
فَعُمِلَ
بِهَا
بَعْدَهُ،
كَانَ عَلَيْهِ
وِزْرُهُ
وَمِثْلُ
أوْزَارِهِمْ
مِنْ غَيْرِ
أنْ يَنْقُصَ
مِنْ
أوْزَارِهِمْ
شَيْئاً«.
"Kim
bir hayrı başlatır ve kendinden sonra da onunla amel edilirse, bu kimse hem
kendi amelinin ve hem de öbürlerinin amelinin sevabını -onların sevabını
eksiltmeksizin- aynen alır. Kim de kötü bir iş işler ve kendinden sonra bunu
başkaları da işlerse, bu kimseye hem kendi işinin günahı hem de onu takliden
işleyenlerin günahı, -onlarınkinden bir eksiltme hasıl etmeden- aynen gelir."[561]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Nesai,
Hz. Cerir (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a üstü başı yok, ayakları çıplak,
sadece kaplan postu gibi çizgili bedevi peştamalı -veya abalarına- sarınmış,
kılıçları boyunlarında asılı oldukları halde hepsi de Mudarlı olan bir grup
geldi. Onların bu fakir ve sefil halini görmekten Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yüzü değişti. Odasına girdi, tekrar geri geldi. Hz. Bilâl'e ezan
okumasını söyledi. O da ezan okudu, sonra ikamet getirdi. Namaz kılındı. Aleyhissalatu
vesselam namazdan sonra cemaate hitabetti ve:
"Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratıp, ondan zevcesini
halk eden ve ikisinden de pek çok erkek ve kadın var eden Rabbinizden korkun.
Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'ın ve akrabanın
haklarına riayetsizlikten de sakının. Allah şüphesiz hepinizi görüp
gözetmektedir"[562] ayetini okudu.
Bundan sonra Haşr sûresindeki şu âyeti okudu:
"Ey insanlar, Allah'tan korkun. Herkes yarına ne
hazırladığına baksın. Allah'tan korkun, çünkü Allah işlediklerinizden
haberdardır."[563] Resulullah sözüne devamla: "Kişi dinarından, dirheminden,
giyeceğinden, bir sa' buğdayından, bir sa' hurmasından tasaddukta bulunsun.
Hiçbir şeyi olmayan, yarım hurma da olsa mutlaka bir bağışta bulunmaya gayret
etsin" buyurdu. Derken Ensâr'dan bir
zât, nerdeyse taşıyamayacağı kadar ağır bir bohça ile geldi. Sonra halk sökün
ediverdi (herkes bir şey getirmeye başladı). Öyle ki, az sonra biri yiyecek,
diğeri giyecek maddesinden müteşekkil iki yığının meydana geldiğini gördüm.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) memnun kalmıştı, yüzünün yaldızlanmış gibi
parladığını gördüm. Şöyle buyurdular: "İslam'da kim bir hayırlı yol
açarsa, ona bu hayrın ecri ile kendisinden sonra o hayrı işleyenlerin ecrinin
bir misli verilir. Bu, onların ecrinden hiçbir şey eksiltmez de. Kim de
İslâm'da kötü bir yol açarsa, ona bunun günahı ile kendinden sonra onu
işleyenlerin günahı da verilir. Bu da onların günahından hiçbir eksilmeye sebep
olmaz."[564]
Hadîs Resulullah'ın ihtiyaç içinde olanlara, onlar
ihtiyaç arzetmeden yardıma koşmasına örnek olmaktadır. Zira huzur-u Nebevi'ye
gelen bedevîlerin halinden fakirlikleri okunuyordu. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm), onlardan bir yardım talebi vaki olmadan en müessir bir üslupla
müslümanları yardıma davet etmiştir.
Yapılan
yardımlardan Aleyhissalatu vesselam son derece memnun kalmış, bu hal,
görünüşüne bile aksetmiştir. Ancak, en ziyade yardım etme işini başlatandan
memnun olmuş, onun zor taşıyacağı bir bohça ile gelmesi, diğerlerinin de yardım
için koşmalarında müessir olmuştur. Efendimizin, "İslam'da kim hayırlı
bir yol açarsa..." ifadesi ilk defa bohça getiren bu zatla ilgilidir.
Onun, diğerlerine sebep ve örnek olması yönüyle, o anda yapılan bütün
yardımlardan hâsıl olan sevaba da iştirak edeceğini, ancak onun iştirakinin,
öbürlerinin sevabından bir eksilmeye sebep olmayacağını anlıyoruz. Efendimiz,
kötülüğe öncülük yapanların da aynı şekilde, sonradan aynı yolda giderek
kötülük yapanların günâhına iştirak edeceğini belirtiyor. Nitekim bir başka
hadiste, Hz. Âdem aleyhisselâm'ın oğlu Kâbil'e -yeryüzünde haksız yere ilk kan
döken insan olması hasebiyle- Kıyamete kadar dökülecek olan her haksız kanın
günahından bir mislinin yazılacağı belirtilmiştir. Hadîs, iyi çığırlar açmaya,
hayır müesseseleri kurmaya, insanların istifade edeceği yeni keşifler, buluşlar
yapmaya fevkalâde teşvik ettiği gibi; kötü işler yapmaktan, faydasız, zararlı
icadlar ortaya koymaktan da fevkalâde zecr etmektedir.
Vaz ve nasihatlerde en müessir yolu aramak,
maksadı, imkân nisbetinde âyetlerle ifâde etmek müstehab olmaktadır. Zira
Aleyhissalatu vesselam iki ayrı âyetle sözlerini takviye buyurmuşlardır.
Her çağda
çığır açmaya teşebbüs etmiş olanlar mutlaka yalnız, garip kalmışlardır. Bunun
sebebi de onların yaptıkların şeylerden ne kadar samimi olduklarını ispat
etmelerinin bedeli olmuş, olacak ve olmaya devam edecektir.
* İslam'ın garip olması
kendinde değil, ona tabi olan insanların azlığından dolayıdır. Bunun için İslam'a tabi olan kimselerin garipliklerini
Hz. Peygamber (a.s) müjdelemiştir.
* İslam'a tabi olmak,
nefisle ciddi bir savaş ister. Bunun için İslam'a tabi olmak erdemlilik,
İslam'ın emirlerinden kaçmak ise bayağılık ve basitliktir.
* İslam'a uymanın zorluğunun
sonucu cennettir. İslam'dan kaçmak ise hüsrandır.
* Bırakın İslam'ı
kurtarmayı. İslam'la kendinizi kurtarmaya bakın. Çünkü Yüce Allah'ın dini olan
İslam, insanlara muhtaç değil, insanlar onun getirdiği İlahi hükümlere
muhtaçtırlar.
* Aciz ve eksik olan
Allah'ın dini İslam değil, insanların kendileridir. Din eksik olduğu için Allah
indirmedi. İnsanlar aciz ve eksik olduğu için Allah dini gönderdi.
* Her zaman diliminde
varolacak olan çığır açan "GARİP"ler. Bu zamanda da
bulunacaklardır. Ama bunlar kim?
KİŞİ SEVDİĞİ
İLE BERABERDİR
Yirmi İkinci
Ayet
قُلْ
اِنْ
كُنْتُمْ
تُحِبُّونَ
اللّهَ فَاتَّبِعُونى
يُحْبِبْكُمُ
اللّهُ
وَيَغْفِرْ
لَكُمْ
ذُنُوبَكُمْ
وَاللّهُ
غَفُورٌ رَحيمٌ
De ki: "Eğer Allah Teâlâ'yı seviyor iseniz bana ittiba ediniz
ki, Allah Teâlâ da sizi sevsin ve sizin için günahlarınızı yarlığasın. Ve Allah
Teâlâ gafûrdur, rahîmdir."[565]
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Rivayet olunuyor ki; (قُلْ اِنْ
كُنْتُمْ
تُحِبُّونَ
اللّهَ فَاتَّبِعُونى
يُحْبِبْكُمُ
اللّهُ) De ki: "Eğer Allah Teâlâ'yı seviyor
iseniz bana ittiba ediniz ki, Allah Teâlâ da sizi sevsin ve sizin için
günahlarınızı yarlığasın. Ve Allah Teâlâ gafûrdur, rahîmdir."[566] âyeti nâzil olduğu zaman
münafıkların
başı Abdullah
ibni Übeyy "bakınız Muhammed kendisine tâat ve ibadeti Allah tâat gibi tutuyor.
Ve bize Hiristiyanların İsa
(a.s)'a taptıkları
gibi kendisine tapmamızı emrediyor" demiş idi ki, bunun üzerine ikinci âyet (قُلْ
اَطيعُوا
اللّهَ
وَالرَّسُولَ) "Allah'a ve peygambere
itaat ediniz"[567]
nâzil
oldu.[568]
Sevgi: Sevme duygusu, bir kimseye
veya birşeye muhabbet besleme hissi.
Sevgi, insanlarda doğuştan
bulunan bir duygudur. Sevgi, topluma huzuru ve kardeşliği getiren birleştirici
bir unsurdur. Kur'an, kalplerin sevgi ile birleşmesine önem verir. Mü'minin
gönlü sevgi ile doludur. Kin ve düşmanlık kâfirlerin özelliklerindendir. Allah
Teâlâ iman edenlerin kalplerini sevgi ile birleştirmiş, onları bu sevgi ve
bağlılıkla güçlendirmiştir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:
وَاَلَّفَ
بَيْنَ
قُلُوبِهِمْ
لَوْ اَنْفَقْتَ
مَا
فِىالْاَرْضِ
جَميعًا مَا
اَلَّفْتَ
بَيْنَ
قُلُوبِهِمْ
وَلكِنَّ
اللّهَ اَلَّفَ
بَيْنَهُمْ
اِنَّهُ
عَزيزٌ
حَكيمٌ
"Ve kalplerinin arasını sevgi ile birleştirdi. Yoksa yeryüzünde ne
varsa hepsini harcasaydın, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat
Allah, onların arasını sevgi ile birleştirdi..."[569]
İnsan için en büyük
mutluluk, Allah sevgisine ulaşmaktır. Allah Teâlâ, zâlimleri, fesatçıları,
kâfirleri, israfçıları, haddi aşanları, kibirlenip böbürlenenleri sevmez. Buna
karşılık takvâ sahiplerini, tevbe edenleri, sabredenleri, ihsan sahiplerini,
adâletle iş görenleri, ibadetlerini yapanları, tevekkül edenleri sever.
قُلْ
اِنْ
كُنْتُمْ
تُحِبُّونَ
اللّهَ فَاتَّبِعُونى
يُحْبِبْكُمُ
اللّهُ
وَيَغْفِرْ
لَكُمْ
ذُنُوبَكُمْ
وَاللّهُ
غَفُورٌ رَحيمٌ
"Allah Teâlâ; (Rasûlüm) de ki eğer siz Allah'ı seviyorsanız hemen
bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın"[570] buyurmuş
ve Allah sevgisine ancak O'nun emirlerine uymak, Peygamberi'nin yolundan
gitmekle ulaşılabileceğini haber vermiştir.
Müslümanın görevi,
sevgisini iyiye, güzele ve meşrû olana yöneltmektir. Sevdiğini Allah için
sevmeli, sevmediğini de yine Allah için sevmemelidir. Allah'ın sevdiklerini
sırf Allah rızası için sevmek, sevmediklerinden yine O'nun rızasını umarak
kaçınmak gerekir.
Peygamberimiz şöyle
buyurmuştur: Âllah Teâlâ kıyamet gününde "Benim
için birbirlerini sevenler nerede? Onları gölgemden başka gölge bulunmayan bir
günde Arşın gölgesinde gölgelendireceğim" buyurur.[571]
"Bir kimse din kardeşini severse, sevdiğini o kişiye
söylesin."[572]
Hz. Ömer'in oğlu Abdullah
(r.a) şöyle demiştir: "Allah için sev, Allah için buğzet, Allah için
dost ol ve yine O'nun için düşman ol. Çünkü Allah'ın dostluğuna ancak bu
şekilde erişilir."[573]
Şu halde müslüman, her şeye
ve herkese karşı, her türlü çıkar düşüncesinden uzak, sırf Allah rızası için,
samimi bir sevgi beslemelidir.
İnsan ruhunu olgunlaştıran
manevî gıdalardan biri olan sevgi, özellikle çocuklardan esirgenmez. Çocuk
ruhunda her türlü iyiliği filizlendirecek olan şey sevgidir. Sevgiden mahrum
olarak yetişen çocuklar katı yürekli ve zalim olmaya daha yatkındırlar. Bu
mahrumiyet onların ruhunu kesinlikle olumsuz yönde etkiler.
Her seven sevdiğiyle birliktedir. Çünkü sevginin gereği budur.
Yukarıdaki ayeti kerime
kimi sevmemiz gerektini vergularken aşağıdaki hadis ise o sevginin gereği
olarak beraber olacağımızı ifade buyurmaktadır.
Kişi berabr ise
seviyordur.
Kişi seviyor ise
berbaerdir.
Yüce Allah cümlemiz kendi
sevgisini ve peygamber sevgini nasip eylesin.
Yirmi İkinci Hadis
المَرْءُ
مَعَ مَنْ
أحَبَّ.
"Kişi sevdiğiyle beraberdir." [574]
Hadisin Vürûdu
ve Açıklaması
1-Vürûdu:
İbni Meud[575] (r.a) der ki: Biz Resûlu'llah'a: Yâ Resûla'llah! Âhirette biz de
sevdiklerimizde berâber miyiz? Diye sorduk: Resûl-i Ekrem: "Evet
berâbersiniz, diye tasdîk buyurdu."[576]
Kişi Sevdigi İle Beraberdir:
Arkadaşın ehemmiyetini en ziyade vurgulayan hadislerden biri: اَلْمَرْءُ
مَعَ مَنْ
اَحَبَّ "Kişisevdiği
ile beraberdir" hadisidir.
Bu hadis, dünyayı da
ahireti de kucaklayan bir vüs'ate sahiptir. Bu beraberliği İslâm âlimleri
sadece mekanda beraberlik olarak da görmezler.
Münâvî: "Tab'an,
aklen mükâfaaten ve mahallen beraberlik" der ve açıklar: "Bir
şeye ihtimam gösteren herkes istese de istemese de tab'ı icabı ona ve onun
ehline müncezib olur. Her insan, memnun da olsa gayr-ı memnun da olsa, kendine
uygun olana meyleder. Bu sebeple yüce ruhlar, özleriyle, himmetleriyle,
amelleriyle yücelere müncezib olurlar. Alçak ruhlar da özleriyle aşağılara
müncezib olurlar. Kim kendisinin Refik-i Â'la (yüce dost) ile mi, aşağılarla mı
beraber olacağını bilmek isterse nerede olduğuna baksın, bu dünyada iken
kimlerle beraber olduğuna dikkat etsin. Zira ruh, bedeni terketti mi, artık
dünyada iken müncezib olduğu dostla beraber olur. Çünkü ona o dost münâsibtir.
Kim Allah'ı severse, o
dünyada da âhirette de onunla beraberdir. Eğer konuşacak olsa Allah'a konuşur,
söz söylese Allah'tan söyler, hareket etse Allah'ın emriyle olur, sükût etse
Allah'la birlikte olur. O, daima Allah adına, Allah için ve Allah'ladır. Ancak
şu da bilinmelidir: Ülemâ, mahbubda birlik olmadıkça muhabbetin sahih
olmayacağı, kim muhabbet iddia eder ve fakat şeriatın haramhelâl, emiryasak
hududunu muhâfaza etmezse, doğru sözlü olmadığında ittifak etmiştir.
"Kişi sevdiğiyle
beraberdir" hadisiyle: "Kim bir kavmi ihlasla
severse bu onların zümresindendir, hattâ onların amellerini yapmamış bile olsa,
çünkü kalben yakınlık sabit olmuştur." Tirmizî'nin rivayetinde Hz.
Enes (radıyallâhu anh): "Müslümanlar, bu hadise sevindikleri kadar
başka hiçbir şeye sevinmediler" der. Hadisin zımnında, hayırlı
kimseleri (peygamberler, sahâbîler veliler, şehidler, sıddîkler) ebedî hayatta
onlarla beraber olmak ve cehennemden halâs bulmak ümidiyle sevmeye teşvik var.
Keza Allah için sevmeye teşvik olduğu gibi, müslümanlar arasında kinleşmekten
de terhib ve korkutma var. Çünkü kim, müslümanlara husumete devam ederse, bu
mümtaz beraberliği kaybeder. Hadiste, ayrıca kâfirler arasındaki sevişme,
onların da cehennemdeki beraberliklerini netice verecektir ama o ne kötü
yerdir.
Sevgi Kurtuluş
Vasıtasıdır: Kalbteki sevme hâdisesinin, insanın ebedî kurtuluş
veya ebedî helâketine nasıl sebep olacağının anlaşılması, izahı gereken bir
husustur. Bu sebeple İbnu Hacer'in bu hadisi şerh ederken kaydettiği bir
açıklamayı sunacağız. Ancak önce şunu bilmemiz gerekiyor: Buhârî, hadisi şu
başlığı taşıyan bâbta kaydeder: بَابُ
عََمَةِ
الْحُبِّ في
اللّهِ لِقَوْلِهِ
تَعالى: اِنْ
كُنْتُمْ
تُحَبُّونَ
اللّهَ
فَاتَّبِعُونِي
يُحْبِبْكُمُ
اللّهُ
Eğer Allah'ı
seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin"
âyeti mucibince Allah için sevmenin alâmeti bâbı..."
Buhârî, bu başlığın
altına اَلْمَرْءُ
مَعَ مَنْ
اَحَبَّ "Kişi
sevdiğiyle beraberdir" hadisini kaydeder. Şârihler bâb başlığı ile
hadis arasında irtibat kuramazlar. "Allah için sevmenin alâmeti"
ayrı bir mevzu, "kişinin sevdiğiyle beraber olması" ayrı bir
mevzu. Pek çok şârih, aradaki irtibatı belirtemez. Ancak Kirmânî'nin getirdiği
bir yorum, hem Buhârî'nin kurduğu irtibatı, hem de yukarıda sözünü ettiğimiz "Sevginin
necat veya helâket sebebi oluş meselesini" anlamamıza yardımcı olacaktır.
Yoruma göre, Bâb başlığında kastedilen şey, kulun Allah'ı sevmesinin
alâmetidir. Ayet-i kerîmeye göre bu, sadece ve sadece Resulullah'a ittiba
etmekle hâsıl olur. Hadis ise, -her ne kadar bu meselede esas, Aleyhissalâtu
vesselâm'ın bütün emirlerine imtisal etmenin gereğini ifade ediyor ise de- bir
lütuf olarak, buna inanmak suretiyle de hâsıl olduğunu ifade eder.
Yani, âyetin gereği olan
bütün amellere ittiba tam olarak yerine gelmese de, bunu yapanlara gösterilen
muhabbet ve onlarla beraberlik, kurtuluşun aslının hâsıl olması için kâfidir.
Çünkü onları sevmek, amelleri, taatleri
sebebiyledir. Muhabbet kalbin derinliklerinden gelen bir duygudur. Allah ise,
Peygamber'in emirlerini tam olarak işleyen kimseleri sevenleri, itikadları
sebebiyle mükâfaatlandırır. Çünkü Allah'ın mükâfatlandırmasında niyet asıldır,
amel niyete tâbidir. Ayrıca beraberlik için derecelerde müsâvaat şart değildir.
HUBULLLAH\BUĞZULLAH
Yirmi Üçüncü Ayet
اَلَا
اِنَّ
اَوْلِيَاءَ
اللّهِ
لَاخَوْفٌ
عَلَيْهِمْ
وَلَاهُمْ
يَحْزَنُونَ
"Haberiniz
olsun ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur, onlar hiç üzülmeyeceklerdir de."[577]
Ayetin Nuzulü ve Açıklaması
Mekkede nazil olan Yunus süresi. Kur'ân-ı Kerîm'in onuncu sûresi. Yüz dokuz âyet, bin sekizyüz
otuz iki kelime ve beşbin beşyüz altmış yedi
harften ibarettir. Fasılası lam, mim, ve nun harfleridir. Mekkî surelerden olup, İsra sûresinden sonra nâzil olmuştur. 40, 94, 95, âyetleri Medîne'de inmiştir. Mekke döneminin sonlarında, Mekkelilerin Müslümanlara yönelik baskılarının
arttığı ve Hz. Muhammed'in son uyarılarını
yaptığı bir dönemde nâzil olduğu
anlaşılmaktadır.
Bu girişten sonra Allah için sevmek ve
Allahiçin buğz etmek konusuna açıklık getirelim.
Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın şöyle söylediğini
işittim: "Dostunu
severken ölçülü sev, günün birinde düşmanın olabilir. Düşmanına da buğzunu
ölçülü yap, günün birinde dostun olabilir."[578]
Bu hadis, bazı rivayetlerde Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ' ın, bazı rivayetlerde de Hz. Ali (radıyallâhu
anh)'nin sözü olarak rivayet edilmiştir. Bir hadisin bu şekilde ref ve vakfına
ihtilâf olursa, kaideten ref'i esas alınır ve hadis merfu addedilir.
Önceki hadislerde hep dostla olan
münasebetler üzerinde durulduğu halde burada düşmana temas edilmekte ve mühim
bir âdâb belirtilmektedir: Ölçülü olmak.... Biz de bu vesile ile bir mü'minin,
düşmanıyla münasebetlerinde takip etmesi gereken siyaseti biraz açmak
istiyoruz: Kur'an ve Sünnette en çok müteyakkız ve uyanık olunması, her an kendisiyle mücadele içerisinde ve ona karşı tetikte bulunulması
gereken düşman olarak, kişinin nefis ve şeytanı[579]
gösterilmiş olmakla beraber, harici düşman meselesine de yer verilmiştir.
Burada daha ziyade, affetme talep
edilirse de, ölçü dahilinde, yapılan miktarı tecâvüz etmeksizin kötülüğe
karşılık vermeye de müsaade edilmiştir. Hz. Peygamber, "Allah, kötülüğü
kötülükle yok etmez, ancak iyilikle yok eder" düsturuna tâbi olarak,
şahsî hayatında kötülüğü kötülükle karşılamaz, daha ziyade affeder ve
bağışlardı. O'nun bu affedici, bağışlayıcı ve kötülüklere iyilikle, mukabele
edici davranışları düşmanlarını yok ediyor. "Az önce nazarımda dünyânın
en menfur kimsesi iken, şimdi dünyanın en sevgilisi oldun"
itiraflarını yaptıran âni değişiklikler, kalbî fetihler yaptırıyordu. Az önce
kendisini öldürmek kastiyle dolu olan kimse, uğrunda canını fedâ etmeye hazır
bir hâlet kazanıyordu.
Şahsen tatbik ettiği affedici
politikanın müslümanlar tarafından da tatbikini istemiş: "Kötülüğe
iyilikle mukabele etmekle kötülüğü yok et ve insanlara güzel ahlâkla muâmele
et" demiştir. İnsanlara afla muamele hususunda Kur'ân'da pek çok âyet
gelmiştir. Ancak bütün bu şahsî fiillerine, Kur'ânî ve şifâhî tavsiyelerine
rağmen kötülük yapanların, daha açık ifadesiyle düşmanın, tecziye edilerek haddinin bildirilmesine izin
verilmiştir. Burada, hıristiyanlığın ve tatbikatta hıristiyanlar arasında bile
sözde kalmış olan, sağ yanağa tokat vurulunca sol yanağı da uzatmak (yâni kötülük
yapana kötülükle muâmele etmemek) prensibi mevcut değildir. Âyet-i kerîme şöyle
der:
وَجَزؤُا
سَيِّئَةٍ
سَيِّئَةٌ
مِثْلُهَا فَمَنْ
عَفَا
وَاَصْلَحَ
فَاَجْرُهُ
عَلَى اللّهِ
اِنَّهُ
لَايُحِبُّ
الظَّالِمينَ
"Kötülüğün
cezası da ona denk bir kötülüktür. Fakat kim bağışlar ve (kendisiyle düşmanı)
arasını düzeltirse, onun mükâfaatı Allah'a âittir. Elbette O, zâlimleri
sevmez."[580] Zâlim taraf,
misliyle ceza görmediği takdirde, mazlum taraf da intikam hislerini kabartarak,
tahdid ve kontrolü imkânsız alışkanlıklara yol açmak suretiyle düşmanlıkların
teselsül edip gideceğinden korkulmuştur. Aile ve hatta kabile ve aşiretlerin
tükenmesiyle neticelenen kan davalarının menşeinde bu çeşit normal şekilde
tatmin edilmemiş hisler bulmak mümkündür. Misliyle ceza bunları önleyecek
mahiyette olduğu için, Kur'an'da: "Kısasta sizin için hayat var"[581]
denmekten başka, misli taşıp, haddi tecavüz edici davranışlar, şiddetli azabla
tehdid edilmiştir.[582] Bütün bunların temelinde yatan kin, buğz gibi
beşeri huylar da Hz. Peygamber'in diliyle takbih edilmiştir.
Netice olarak: "Dostuna
sevginde ölçülü bağlan, belki de bir gün düşmanın olur. Düşmana buğzunda ölçülü
davran. Belki de bir gün has dostun olur" şeklinde de ifade
edebileceğimiz, sadedinde olduğumuz hadis, “Düşmanların dahi başkaca faidesi
olur. Çünkü düşman daima bir kimsenin kusurlarını taharrî idub
söyleyeceklerinden bir daha işlememeyi ihtâr etmek olur. Bizim en büyük
düşmanımızı hâriçte arayıp nefsimizde aramamak hatalı olur (...)"
şeklinde son derece ölçüye dâvet eden ifâdelerin terbiye kitaplarımızda yer
almasına vesile olmuştur.
Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Aziz
ve Celîl olan Allah Teâlâ hazretleri
Kıyamet günü şöyle diyecek: "Benim celâlim adına sevişenler nerede?
Gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı şu günde onları gölgemde
gölgelendireyim!"[583]
Cenâb-ı Hakk'ın gölgesi olmayacağına
göre, hadisi lafzî ma'nâsıyla anlamak uygun düşmez. Cenâb-ı Hakk'ın, Kıyamet
günü tecelli edecek olan rahmet ve himayesi böyle teşbihli bir üslupla ifade
edilmiştir. Çeşitli vesilelerle tekrar ettiğimiz bir hususu bir kere daha
hatırlayalım: Âyet ve hadislerde gelen bu çeşit müteşâbih ifadelerin ma'nâyı
lügavisine değil, ma'nâyı maksuduna bakmak gerekir. Selef ulemâsı bu çeşit
ifadeleri: "Kastedilen muradı Allah bilir" diyerek yoruma
gitmemiş ise de, müteahhir ulemâ, duyulan lüzum üzerine, bazı te'vil ve
yorumların gereğine inanmış ve müteşabih ifadeleri makul ma'nâlara tevcih
etmiştir. Şu halde, bu hadiste Resul-i Ekrem, mü'minlere birbirlerini Allah'ın
rızasını elde etmek maksadıyla sevmelerini tavsiye ediyor. Buna terettüp edecek
sevabın büyüklüğüne dikkat çekiyor.
Hz. Mu'âz İbnu Cebel (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah
Teâlâ hazretleri buyuruyor ki: "Benim celâlim adına birbirlerini sevenler
var ya! Onlar için nurdan öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler
bile onlara gıbta ederler."[584]
Ebû İdrîs el-Havlanî, Mu'âz İbnu Cebel
(radıyallâhu anh)'den naklediyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Allah Tebâreke ve Teâlâ Hazretleri şöyle hükmetti:
"Benim rızam için birbirlerini sevenlere, benim için bir araya gelenlere,
benim için birbirlerini ziyaret edenlere ve benim için birbirlerine harcayanlara
sevgim vacip olmuştur."[585]
Hadisin, Muvatta'da esbab-ı vürûduyla
ilgili uzun bir aslı var. Teysir, sadece merfu kısmını almış.
Hadiste geçen ve "Benim için biraraya
gelenler..." diye tercüme ettiğimiz mücâlese, meclis ve cemaat teşkil
etmek demektir. Yani Allah'ı zikretmek veya Allah'ın rızasına vesile olacak bir
maksadla bir araya gelmek demektir. Cüneyd rahimehullah, halvet halinde meşgul
iken, ihvanları ziyaretine gelir. Halveti bırakıp onların yanına gelir ve şöyle
der: "Eğer bilsem ki, sizinle beraber oturmaktan daha hayırlı bir şey var,
onu yapar, yanınıza gelmezdim. Ne var ki, havâsla beraber olmanın, tam bir
huzura ermede ve ilmin neşrinde, başka hiçbir şeyde olmayan bir tesiri
var."
Mütebâzil: (Birbirine
harcayan) tabiri, el-Bâcî'ye göre, "nefislerini, mallarını düşmanla
cihadda harcayan, Allah'ın rızasını kazanma yoluna koyan" demektir. Ama
başka âlimler: "Arkadaşının bütün hallerinde ciddî meseleleri için,
Allah'ın rızasını düşünerek malını, nefsini harcayanların her biri..."
diye açıklamış; Hicret sırasında mağarada nefsini, daha sonraki fırsatlarda da
malının tamamını bezleden Hz. Ebû Bekr (radıyallâhu anh)'i misal vermişlerdir.
Hadisin Taberânî'de gelen bir veçhinde
mütesâddıkîn ziyadesi gelmiştir, bu da: "Birbirlerine tasadduk
edenler..." Allah rızası için bu işleri yapanlar kalplerini sadece
O'nunla meşgul etmiş, başka şeyleri kalblerinden çıkarmış oldukları ve tevhide
bağlamış bulundukları için hadiste vaadedilen mükâfaata hak kazanırlar.
Sevginin en güzeli ve kalıcı olanı Allah için
olaıdır. Geri ye kalan bütün sevgiler beyhudedir. Er kişiye beyhude peşinde
koşmak ne düşer ne de yakışır. Çünkü beyhude kendini kolsuz ve düğmesiz bir
elbisenin içinde çekidüzen vermektir.
Yüce Allah cümlemize
hakiki sevgiyi nasip etsin.
Yirmi Üçüncü Hadis
أفْضَلُ
ا‘لآعْمَال
الحُبُّ في اللّهِ،
وَالْبُغْضُ
في اللّهِ.
"Amellerin
en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir."[586]
Hadisin Vürûdu
ve Açıklaması
Vürûdu: Beyhaki[587] Hz.Peygamber (a.s.) imanın en
sağlam hangisidir? diye sorulduğunda yukarıdaki hadisi buyurmuştur. Yni:"Allah
için sevmek, Allah için buğzetmektir." [588]
Hadis, sırf
Allah rızası için olan sevmeleri ve sırf O'nun rızası için olan nefret ve
buğzları en üstün amel olarak değerlendirmektedir. Her insanda sevgi ve nefret
vardır ve bunları mutlak isti'mal edecektir. Şu halde mü'min, bu hislerini
iradesi ile yönlendirerek, sevdiklerini Allah için sevse, sevmediklerini de
yine Allah için sevmese kazancı büyük olacaktır.
Menfaat,
korku gibi dünyevî emrivâkilerin tesiriyle sevmek veya nefret etmek araya girdi
mi hasaret büyük oluyor. Âlimler derler ki: "Allah için sevmenin
gereklerinden biri, Allah'ın evliya ve asfiyalarını sevmektir. Onları sevmenin
şartlarından biri de onların bıraktığı sünnete uyup, onlarla yetinmek, bidata
yer vermemek ve onların tavsiyelerine uymaktır." Fâsıklara, zâlimlere
ve günahkârlara karşı meşru ölçüde buğzetmek "Allah için buğz"a
girer.
İbnu Raslân
der ki: "Bu hadis gösteriyor ki, kişinin Allah için buğzetmesi gereken
düşmanlarının olması gerekir, nitekim
Allah için sevdiği dostlarının olması da gerektiği gibi. Bu hususu şöyle
açıklarız: "Eğer sen, bir insanı, Allah'a mutî ve Allah nezdinde mahbub
diye seversen, Allah'a âsi olacak olsa,
ona buğzetmen gerekir. Çünkü Allah'a âsi olmuştur ve Allah nazarında
menfurdur. Öyleyse kim (birisini) bir sebeple severse, zarurî olarak, ona,
bunun zıddıyla nefret edecektir. Bu iki sıfat birbirisiz olamayan, biri
diğerini gerektiren iki vasıftır. Âdet olarak bu durum, sevgi ve nefretlerde
muttarıddır."
Taberânî
Mu'cemu'l-Kebîr'de merfu olarak İbnu Abbâs'tan şunu kaydeder: "İman
bağlarının en sağlamı Allah için dostluk, Allah için düşmanlık, Allah için
sevgi, Allah için nefrettir."
-Hz. Ömer (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Allah'ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne
peygamberlerdir ne de şehidlerdir. Üstelik Kıyamet günü Allah indindeki
makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler de, şehidler de onlara gıpta
ederler." Orada bulunanlar sordu: "Ey Allah'ın Resulü! Onlar kim,
bize haber ver!" "Onlar aralarında ne kan bağı ne de birbirlerine
bağışladıkları bir mal olmadığı halde, Allah'ın ruhu (Kur'ân) adına
birbirlerini sevenlerdir. Allah'a yemin ederim, onların yüzleri mutlaka
nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken, onlar korkmazlar. İnsanlar üzülürken, onlar
üzülmezler. Ve şu âyeti okudu: اَ
اِنَّ
اَوْلِيَاءَ
اللّهِ َ
خَوْفٌ
عَلَيْهِمْ
وََهُمْ
يَحْزَنُونَ "Haberiniz olsun Allah'ın dostları
var ya! Onlara ne korku var ne de onlar üzülecekler."[589]
Hadiste
geçen Allah'ın ruhu tabirindeki ruh'tan maksad Kur'ân'dır. Ruh'u Kur'ân'la
tevil eden ulemâ şu âyeti delil getirmiştir: وكذلِكَ
اَوْحَيْنَا
اِلَيْكَ
رُوحاً مِنْ
اَمْرِنَا
"İşte
biz sana emrimizden bir Ruh (Kur'ân) vahyettik."[590] Kur'ân'ın Ruh olarak isimlenmesi, kalblerin onunla hayat bulmasındandır,
tıpkı nefislerin ve bedenlerin hayatı ruhlarla olması gibi. Ancak bununla
muhabbet kastedilmiştir, yani "Alah'ın kalblerine îka ettiği, Allah
için olan hâlis muhabbet sayesinde birbirlerini severler" demektir.
Hz. Ebû
Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Allah
bir kulu sevdi mi Hz. Cebrâil aleyhisselâm'a:"Allah falanı seviyor, onu
sen de sev!" diye seslenir. Onu Cebrâil de sever. Sonra o, sema ehline:
"Allah falanı seviyor, onu siz de sevin!" diye nidâ eder, derken,
bütün sema ehli de onu sevmeye başlar. Sonra onun için arz (halkı arasına
hüsn-ü kabûl) konur."
"Allah Celle Celâluhu, bir kula da buğzetti mi Cebrâil
Aleyhisselâm'a: "Ben falancaya
buğzettim sen de buğzet!" diye seslenir. Ona Cebrâil de buğzetmeye başlar.
Sonra Cibrîl sema ehline nidâ eder:"Allah Celle Celâluhu falan kimseye
buğzetti, siz de buğzedin!" Sonra
yeryüzüne onun için buğz vaz'edilir." [591]
Hadis, insanın iyi ve kötü halleriyle semâvât ahalisi olan meleklerin
ilgisini göstermektedir. İnsanoğlunun davranışları kendine münhasır kalmıyor.
Cenâb-ı Hakk, onun razı olduğu hallerinden memnuniyetini, razı olmadığı
hareketlerinden de buğzunu sema ahalisine derhal duyurup, onların da rahmet
dualarını veya tel'inlerini sağlıyor. Bu hadis insanları hep hayra teşvik
etmekten başka, insanın halife-i zemin olarak Allah indindeki ehemmiyetini de
göstermektedir: İyi veya kötü, onun her hali, ilâhî saltanatın uçsuz bucaksız
semâvât memâlikinin ahalisi olan bütün melekleri ilgilendiren mühim bir hadise
olmaktadır.
Allah'a kulu sevdiren sebep, kulun iyi niyeti, ihlası hayır amelidir.
Allah'ın insanı sevmesi, ondan razı olması, onun hayrını istemesi, ona
rahmetiyle muamele etmesi demektir. Buğzu da, kulun isyanı ve küfrü
sebebiyledir, onun şekâvet ve cezalandırılmasına irade buyurmasını, rahmet ve
mağfiretini esirgemesini ifade eder.
Kabûl'ün veya buğzun yeryüzüne konması, kulun ameline tabi olarak
yeryüzü ahalisine sevdirilmesi veya sevdirilmemesi demektir. Şu halde
yeryüzünde Allah dostlarının samimi sevgilerine mazhar olmak isteyenlerin de
öncelikle Allah'ı razı edecek fiillerde bulunması gerekmektedir.
VEREN EL İLE ALAN EL
Yirmi Dördüncü Ayet
وَمَا
هذِهِ
الْحَيوةُ
الدُّنْيَا
اِلَّا لَهْوٌ
وَلَعِبٌ
وَاِنَّ
الدَّارَ
الْاخِرَةَ
لَهِىَ
الْحَيَوَانُ
لَوْكَانُوا
يَعْلَمُونَ
“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan
ibarettir. Ahiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odur.
Keşke bilmiş olsalardı! ” [592]
Ayetin Nuzulü ve Açıklaması
Mekke'de Ashap hicretle emrolundukları zaman, içlerinde
bazıları: "Göç ettiğimiz takdirde nasıl geçiniriz?" demişlerdi
bunun üzerine nazil olmuştur.[593]
Yaşandığı zaman ahiret göz
önünde bulundurulmazsa, dünya hayatı insanların en yüce hedefi haline belirse,
hayatın gayesi dünya nimetlerinden yararlanma olarak öngörülürse bütünüyle
hayat oyun ve eğlenceden ibaret olur. Ahiret yurdundaki hayat ise, canlılık
fışkırıyor. Canlılıkla dopdolu olmasından dolayı asıl hayat odur. '
Kur'an-ı Kerim burada
insanları hayatın nimetlerinden vazgeçirmeyi, dünya'dan kaçıp ondan el-etek
çekmeyi öngören mistisizme teşvik etmeyi amaçlamıyor. Böyle bir şey İslam'ın
ruhuna ve asıl amacına terstir. Burada, hayatın nimetlerinden yararlanılırken
Ahiret'in gözetilmesini ve yüce Allah'ın belirlediği sınırların aşılmamasını
amaçlıyor. Aynı şekilde dünya nimetlerinin basit düzeyinin üstüne çıkılmasını,
dünya hayatının zevklerinden yararlanma konusunda itirazsız her dediği yerine
getirilecek şekilde nefse tutsak olunmamasını kastediyor. Buradaki mesele
değerlerin şaşmaz ölçüsü ile ölçülecekleri kriter meselesidir. Şunlar dünya
değerleri, şunlar da ahiret değerleri. Mü'min bunları bilmek zorundadır. Bu
bilginin ışığında dengeli bir bakış açısına sahip olarak tam bir özgürlükte
dünya hayatının nimetlerinden yararlanır. Kuşkusuz dünya ona göre bir oyun, bir
eğlencedir. Ahiret ise, canlılık dolu sonsuz bir hayattır. [594]
Dünya bir gölgeliktir. Kim
ona tenezzül ederse, gölge gibi sahte olur.
Yukarıdaki ayet dünyanın bir
ouncak olduğunu aşağıdaki hadisi şerif ise dünyalık için hiçbir şekilde
eğilmeye ve bükülmeye gerek olmadığını bize mesaj vermektedir.
Yüce Allah cümlemizi
dünyaya dünya kadar değer vermeyi nasip etsin
Yirmi Dördüncü Hadis
وَالْيَدُ
الْعُلْيَا
خَيْرٌ مِنَ
الْيَدِ
السُّفْلَى.
“Üstteki
el, alttaki elden daha hayırlıdır."[595]
Hadisin Vürûdu ve
Açıklaması
1-Vürûdu: Hakîm İbn-i Hizâm
radiya'llâhu anh'ten şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'den (bir kere dünyâlık) istedim. Bana verdi. Sonra
kendisinden (bir daha) istedim. (Yine) bana verdi. Sonra (üçüncü bir daha)
istedim. (Bu defa da) bana verdi. Bundan sonra buyurdu ki:
- Ey Hakîm, şu mal (yok mu? Sanki o, manzarası) yeşil, (zevkı) tatlı gûnâ-gûn mevvadır. Her
kim bu malı, ferâgat-i
nefs ile (hırssız) alırsa, o mal,
kendisi için bereketli ve meymenetli olur. Bir kimse de bunu hırs ile alırsa, bu mal, alan için şerefli ve bereketli olmaz. O muhteris kimse (dâü'l-kelebe tutulmuş) bir obur gibidir. Dâimâ yer, bir türlü doymaz. (Veren) yed-i ulyâ,
(alan) yed-i süflâdan hayırlıdır. Hakîm, (İbn-i Hizâm) demiştir ki, ben:
-Yâ Resûla'llâh! Seni Hak Peygamber gönderen Allâhu Teâlâ'ya yemîn
ederim ki: ben şu dünyâdan ayrılana kadar senden başka hiç bir kimseye, hiç bir şey için elimi uzatmam (benim elim, senden sonra Arab neslinin elleri altında bulunamaz) dedim.
(Hakîkaten) Ebû Bekr radiya'llâhu anh (hilâfet-i zamânında), beytü'l-mâldeki hakkını vermek için Hakîm'i da'vet etmiş,
fakat Ebû Bekr'in bu ihsânını kabûl etmekten
imtinâ eylemiştir. Sonra Ömer
radiya'llâhu anh de hakkını vermek için da'vet etmiş,
ondan da almaktan imtinâ eylemiştir. Bundan sonra Hazret-i Ömer (Mahzar-i Sahâbe'de):
-Ey cemâat-i müslimîn: Hakîm hakkında sizi işhâd ederim ki: ben, harac ve ganîmet malından muayyen
olan hakkını kendisine arz
ediyorum. O, almaktan imtinâ ediyor, dedi. Ve
(hakîkaten) Hakîm, Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'den sonra tâ vefât
edene kadar, kimseden bir şey almamıştır.[596]
Fadale İbnu
Ubeyd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "İslam hidayeti nasip edilen ve yeterli miktarda maişeti
olup, buna kanaat edene ne mutlu!"[597]
Yeterli
miktar diye tercüme ettiğimiz kefaf'ı en-Nihaye'de İbnu'l-Esir şöyle açıklar: "Bu,
kendisine muhtaç olunan miktarı karşılayıp, artmayan şeydir. Bir başka ifadeyle
asgarî ölçüde ihtiyaca yeten miktardır.
Kefaf miktarda tereffüh, tefahur yoktur." Şu halde hadis, İslamî
hidayetle müşerref olduktan sonra muhanete muhtaç kılmayacak en az miktarda
maddî ihtiyaçlarını temin edebilen kimseyi tebrik etmekte, "ne mutlu
ona" demektedir. Çünkü fazlasının hesabı var, o fazlalığın şevkiyle
şımarma, harama kaçma, "hakkını verememe" tehlikesi var.
Ebu
Saidi'l-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ensar (radıyallahu anhüm)'dan
bazı kimseler, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)' dan bir şeyler talep
ettiler. Aleyhissalâtu vesselâm da istediklerini verdi. Sonra tekrar istediler,
o yine istediklerini verdi. Sonra yine istediler, o isteklerini yine verdi.
Yanında mevcut olan şey bitmişti; şöyle buyurdular: "Yanımda bir mal olsa,
bunu sizden ayrı olarak (kendim için) biriktirecek değilim. Kim iffetli
davranır (istemezse), Allah onu iffetli kılar. Kim istiğna gösterirse Allah da
onu gani kılar. Kim sabırlı davranırsa Allah ona sabır verir. Hiç kimseye
sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir ihsanda bulunulmamıştır."[598]
Allah'ın
gani kılması, kalp zenginliği
vermesidir. Zîra bir hadiste إِنَّ
الْغِنَى
غِنَى
النَّفْسِ
"Hakiki zenginlik kalp zenginliğidir, (gözütokluktur)" buyrulmuştur.
Hadis,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sehavetini ve Allah' ın, isteyenlere verme hususundaki emrini infazını
göstermektedir. Hatta bir kere değil, üst üste isteyene ikinci, üçüncü sefer
verdiğini de görmekteyiz.
* Hadiste
isteyene özür beyan etmenin, iffetli olmasını tavsiye etmenin cevazı da
gözükmektedir.
* Sabretmek,
istememek evla olmakla beraber, ihtiyaç durumunda istemenin caiz olduğu hükmü
de çıkarılmıştır.
* Sabır,
insana verilen en hayırlı ihsan ve en bol sermayedir. İbnu'l-Cevzî demiştir ki:
"İffetli olmak için halini halktan gizlemek ve onlara karşı istiğna izhar
etmek gerektiği için, iffet sahibi batında Allah için muamelede bulunuyor
demektir. Böylece, bu husustaki sıdkı nisbetinde maddî ve mânevî kâra mazhar
olur. Resulullah sabrı, ihsanların en hayırlısı olarak ifade buyurdu. Çünkü o,
nefsi, sevdiği şeylerden alıkoyar ve peşin yapılması hoşuna gitmeyen şeyleri
yapmaya mecbur kılar. Halbuki, herkes yaptığı bu şeyleri terketse veya işlese
ahirette eza ile karşılaşacaktı."
* Allah'ın
müstağni kılması, ya maddî olarak rızık
vermesi şeklinde, yahut da
kalbine kanaat atması şeklinde
tecelli eder.
Ebu Ümame
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resululllah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Ey ademoğlu! Eğer fazla malını Allah yolunda harcarsan
bu senin için daha hayırlıdır. Kendine saklarsan senin için zararlıdır. Kefaf
(yeterli miktar) sebebiyle levm edilmezsin. (Harcamaya), bakımları üzerinde
olanlardan başla. Üstteki el (yani veren), alttaki elden (yani alandan) daha
hayırlıdır."[599]
Burada
Resulullah, İslam'ın ideal ahlakını tebliğ buyurmaktadır; ihtiyacı normal
görecek kefaf miktarla yetinmek ve fazlasını Allah yolunda, O'nun rızası için
harcamaktır. Kişi böylece, uhrevî mesuliyetten kurtulmaktan başka, onun
sevabına mazhar olacaktır.
Az miktarla
yetinen, levm edilmez. Çünkü hayatının devamı için gerekli olan mesken, libas,
yiyecek ve içecek için hesap sorulmayacaktır. Kefafı taşan istihlak ve
mülkiyet, hesaba bais olacaktır.
Kişi malını
harcarken, önce bakmakla mükellef olduğu
yakınlarına öncelik vermelidir. Kendi yakınları ihtiyaç içinde iken, sevap
düşüncesiyle yabancılara harcamak, tasaddukta bulunmak caiz değildir.
Resulullah, kişinin ailesine harcadıklarının da sadaka olduğunu beyan
buyurmuştur.
Hadis, "veren
el alan elden üstün" demekle, "zenginlik fakirlikten
üstündür" diyenlere delil olmaktadır.
Hz. Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Siz Allah'a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz,
sizleri de, kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı: Sabahleyin aç çıkar,
akşama tok dönerdiniz."[600]
*
Dünya her insan için süslenmiş bir gelinlik gibidir. Fakat gel gör ki, şu ana
kadar onunla evlenmek isteyen niceleri çıktı da, sadece onun boynuna bir nakış
izi bırakıp gittiler.
*
Kimilerin nakışı, kem gözlerle bakılmış kara bir günah. Kimilerinin de
olduğundan ne eksik ne de fazla değer vermeyip bıraktıkları iyilikler olmuştur.
*
Eğer dünya yaşamaya ve değer vermeye layık bir yer olsaydı, hiçbir peygamber
ölmezdi. Çünkü Allah'ın en çok rızasına müştak olanlar, peygamberler olmuştur.
* Dünya ve içindekiler,
imtihandır. İmtihanda istirahat ve ebedilik yoktur. İmtihan, her an dikkat ve
temkin ister. İmtihanda ihmal ve gaflet, cehennemde ateştir.
GÜNAH
Yirmi Beşinci Ayet
قُلْ
يَا
عِبَادِىَ
الَّذينَ
اَسْرَفُوا
عَلى
اَنْفُسِهِمْ
لَاتَقْنَطُوا
مِنْ
رَحْمَةِ
اللّهِ اِنَّ
اللّهَ
يَغْفِرُ الذُّنُوبَ
جَميعًا
اِنَّهُ هُوَ
الْغَفُورُ
الرَّحيمُ
“De ki:
Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit
kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan,
çok esirgeyendir.” [601]
AyetinNuzulü ve Açıklaması
قُلْ
يَا
عِبَادِىَ
الَّذينَ
اَسْرَفُوا عَلى
اَنْفُسِهِمْ
لَاتَقْنَطُوا
مِنْ رَحْمَةِ
اللّهِ اِنَّ
اللّهَ
يَغْفِرُ
الذُّنُوبَ
جَميعًا
اِنَّهُ هُوَ
الْغَفُورُ
الرَّحيمُ
“De ki:
Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit
kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan,
çok esirgeyendir.” [602]
Bu
âyetin Kur'anda en ümitli âyet olduğu söylenir. Bununla beraber dikkat etmek
lâzım gelir ki, bu ümit, günaha teşvik için değil en günahkâr kimseleri bile
bir an evvel tevbe teşvik için olduğu ikinci ve üçüncü âyette apaçıktır.
Bunun sebebi nüzulünde bir kaç rivayet vardır. Ata ibni Yesardan olan
rivayete göre Hz. Hamza (r.a)'nın katili Vahşî hakkında Medine'de nâzil
olmuştur.[603]
Yüce Allah, zalimlerin
kıyamet günündeki korkunç hallerini, "Eğer
yeryüzünde olanların hepsi ve onunla birlikte bir misli daha fazlası o
zalimlerin olsaydı, kıyamet günündeki kötü azaptan kurtulmak için onu fidye
olarak verirlerdi. Çünkü hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah tarafından
karşılarına çıkarılmıştır"[604] ayetiyle tasvir ettikten
sonra rahmetinin kapılarını ardlarına kadar açmıştır. Yeter ki tövbe etsinler.
Günahkârlar ne kadar günahlara batmış da olsalar yeter ki O'nun rahmetine ve
bağışlamasına içtenlikle yönelsinler.
Yüce Allah, onları her şeye
rağmen ümitsizliğe kapılmadan ve karamsarlığa düşmeden kendisine yönelmeye
çağırıyor. Bu rahmet ve bağışlama çağrısı ile birlikte kendilerine verilen bu
fırsat kaçmadan ve iş işten geçmeden dönüş yapmadıkları, tövbe etmedikleri
taktirde kendilerini bekleyen azabın da bir tablosu sergilenmektedir.
“De ki: "Ey kendilerine kötülük edip, aşırı giden kullarım!
Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü
O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir."
Nasıl yorumlarsak
yorumlayalım, bu bütün günahları içine alan, Allah'ın geniş rahmet deryasıdır.
Bu, Allah'a dönüş çağrısıdır. Bu, sapıklık çölünde kör, yalnız başına kalmış,
uzaklara düşmüş savurgan günahkâra bir çağrıdır. Arzu, umut ve Allah'ın
bağışlamasına güvenme çağrısıdır bu. Yüce Allah, kullarına merhametlidir.
Onların acizliğini ve zayıf olduklarını, içten ve dıştan bünyeleri üzerine etki
eden faktörleri çok iyi bilmektedir. Şeytanın her konuda onları avlamak için
tetikte beklediğini, bir açıklarını kolladığını, onları saptırmak için bütün
yolları kullandığını, piyade ve süvari askerleriyle onlar üzerine akınlar
düzenlediğini, bu iğrenç eyleminde çok ciddi olarak çalıştığını bilmektedir.
Bunun yanında insan denen varlığın zayıf bir bünyeye sahip, çok zavallı bir
yaratık olduğunu, kendisini bağlayan ipin elinden kaçması ve yapıştığı kulpun
kopmasıyla çabucak yere serileceğini de bilmektedir. Onun bünyesine
yerleştirilen görevlerin, eğilimlerin ve ihtirasların dengesinin çabucak
bozulabileceğini, onu sağa sola çarptırabileceğini, günaha sokabileceğini ve
buna karşı onun sağlıklı dengeyi koruma konusunda zayıf düştüğünü de
bilmektedir.
Yüce Allah, insan denen
yaratığın bütün bu durumlarım biliyor. Bunun için de ona yardım elini uzatıyor;
rahmetinin geniş kapılarını ona açıyor. Hemen günahlarının cezasını vermiyor;
hatasını düzeltmesi ve yolda doğru yürümesi için ona bütün şartları hazırlıyor.
İsyana daldığından, günaha battığında dolayı kovulduğu ve işinin bittiği,
tövbesinin kabul edilip yüzüne bakılacak halinin kalmadığı düşüncesine
kapıldığı bir sırada... Evet, işte bu umutsuzluk ve karamsarlığın egemen olduğu
bir sırada, rahmetin cazip tatlı çağrısını işitiyor:
"De ki: "Ey kendilerine kötülük edip, aşırı giden kullarım!
Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü
O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir."
İsyânkarlıkta aşırı
gittiği, günahlara daldığı, korunmuş sahadan kaçtığı ve yoldan saptığı halde insan
ile huzur veren, tatlı rahmet ve O'nun diriltici, hoş görünümlü gölgeleri
arasında hiçbir engel yoktur. Onunla bunların hepsinin arasında tövbeden başka
bir şey yoktur. Tek engel, tövbedir. Girenlere engel olan hiçbir kapıcının
bulunmadığı ve oraya dalan kimsenin bir başkasından izin almaya mecbur olmadığı
açık kapıya dönüş yapmak yeterlidir.
Yukarıdaki ayeti kerime Yüce
Allah'ın rahmetinden umudumuzu kesmememizi ifade buyururken, aşağıdaki hadisi
şerif ise cennete gitmenin tek yolu vardır o da Rahmanın Rahmetinden ümit
kesmeden tevbe etmektir.
Yüce Allah cümlemize
Rahmanın rahmetinde ümit var olarak hayatımızı idame ettirmeyi nasip
etsin.
Yirmi Beşinci Hadis
لَوَْ
أنَّكُمْ
تُذْنِبُونَ
لَذَهَبَ
اللّهُ
تَعالى
بِكُمْ
وَخَلَقَ
خَلْقاً يُذْنِبُونَ
فَيَغْفِرُ
لَهُمْ.
"Eğer
siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi helak eder ve
yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı."[605]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
1-Vürûdu:
Müslim'de Ebu Hüreyre'nin bir rivayeti şöyledir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Nefsim kudret elinde olan
Zat'a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helak
eder; günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları
mağfiret ederdi." [606]
Af ve
mağfiret bahsinin günah, tevbe gibi başka bahislerle de ilgisi vardır. Bilhassa
günah mefhumu olmak üzere bu tabirlere, geçmiş bahislerde zaman zaman temas
edilmiştir. Esasen bunları birbirinden ayrı mütalaa etmek mümkün değildir.
Sözgelimi insan günah işleme fıtratında yaratılmıştır, ama tevbe emredilmiştir.
Cenab-ı Hakk tevbe edenleri sevmekte ve tevbeleri kabul etmekte, günahkârı
affetmektedir. Böylece kul da kulluğunu anlamak suretiyle manevi yükseklik
kazanmaktadır. Şu halde bu mefhumları, İslam'ın bu meseledeki umumi telakkileri
çerçevesinde kavramaya çalışmak daha uygun olacaktır. Öyleyse meselenin
anlaşılmasını, yaratılışla başlatıp insanın kemaliyle sonuçlanan bir vetire
çerçevesinde anlamak gerekecektir.
Yaratılış: İnsanoğlu, hayvan ve melek dediğimiz iki sınıf şuur ve hayat sahipleri
arasında orta bir mevkidedir: Hayvanlar, şehvet (arzular) sahibi fakat aklı olmayan bir tabaka teşkil
ederler. Akılları olmadığı için davranışlarını tabiî insiyaklarla -ki buna
içgüdü diyoruz- yürütürler, bu yüzden sorumlulukları yoktur. Melekler ise, şuur
ve hayat sahibi olmakla birlikte şehvetleri yoktur. Onların şerre kabiliyetleri
de yoktur. Verilen vazifeleri yaparlar. Dereceleri ne düşer ne de yükselir, hep
sâbit kalır. İnsanlar ise, orta bir tabakadır.
Hayvanlarla
müşterek olan şehvetlere de sahip, meleklerle müşterek olan akla da...
Kendisine içgüdüye bedel şeriat verilmiştir, irade verilmiştir. İradesi ile
şeriata uyarak aklını o yolda kullanırsa melekleri geçebilir. İradesi ile
şehvete uyar aklını o yolda kullanırsa hayvanlardan aşağı düşer. Şu halde
Cenâb-ı Hakk insana sonsuzca alçalma ve sonsuzca yükselme imkanı tanıyan bir
fıtrat, bir mertebe vermiştir. Yükselmenin yolu, ihtiyar da denen irade-i
cüz'iyyesini kullanarak, şuurla dinin emrettiği şeyleri tercih etmekten, aklını
bu yolda kullanmaktan geçer. Alçalmanın yolu ise, şeriata değil, şehvetlere
uymaktan, aklını o yolda kullanmaktan geçer. İnsanoğlunun bu kaçınılmaz kaderi
en veciz şekilde Tîn suresinde beyan edilmiştir: "Biz
insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik.
Ancak iman edip de güzel güzel amellerde, bulunanlar başka. Çünkü onlar için
kesilmez mükâfatlar vardır."[607]
İnsanın,
hayırşer arasında imtihana maruz bir fıtrata sahip olduğunu Gazali şöyle ifade
eder: "Şer, insanın yaratılış toprağına katılıp yoğurulmuştur, çok nadir
hallerde onu terkeder. Öyleyse insanın gayretlerinin hedefi, hayrını şerrine
gâlib kılmak olmalıdır. "Diğer mahluklar arasında böyle bir durumda
yaratılan insan, şehvete uymakla şeriata uymak, inanmakla-inanmamak, hayır
yapmaklaşer yapmak, iradesini iyi veya kötü istikamette kullanmak arasında
imtihan edilecektir. Bu imtihan onun kaçınılmaz kaderidir. Zira o, ne hayvandır
ki, sadece şehvetine tabi olsun ve ne de melektir ki sâdece hayra va akla tâbi
olsun. İmtihan müddeti, yani hayatı boyunca, insan, kötülük işlemekle imtihanı
ebediyyen kaybetmiş olmadığı gibi, iyi iş yapmakla da kurtuluşu garanti etmiş
değildir.
İyilikten
sonra kötülüğe düşebileceği gibi, kötülükten sonra da tekrar iyiliğe geçebilir.
İnsan bu iyilikkötülük cepheleri arasında bir saat rakkâsesi durumunda olduğu
için, Cenâb-ı Hakk tevbe emretmiştir. Kötülük yapınca tevbe etmelidir, Allah
tevbeleri kabul eder, affeder, Allah'ın bellibaşlı sıfatları arasında rahmet
(kullara acıma) vardır. Tevvâb, yani tevbeleri kabul edici olmak O'nun bir
diğer vasfıdır. Gafûr (günahları örtücü) olmak, Afuvv (bağışlayıcı, cezayı
terkedici) olmak gibi, Allah başka sıfatlara da sahiptir.Şu halde, bu
sıfatlarıyla da Cenâb-ı Hakk'ın kullar tarafından idrak edilebilmesi için, o
sıfatlarıyla Allah'a müracaatlarımızı gerektirecek hallere düşeceğiz demektir.
Tıpkı hastalanınca Şâfi, rızka muhtaç olunca Rezzâk, âciz kalınca Kadîr... İsimlerine müracaat ettiğimiz ve o
sıfatlarıyla Allah'ı tanıdığımız gibi...
Şu halde
günah, Allah'ın, insanlar tarafından bütün sıfatlarıyla tanınmasında zaruri
olan vâsıtalardan biridir. İslâm'ın günah görüşünün Hıristiyanlarınki ile
karıştırılmaması gerek. Onlar, insanoğlunun, Hz. Âdem'le Havvâ'nın cennette
yasak meyveden yemekle işledikleri günahı tevarüs ettiğine ve bu sebeple
günahkar olarak doğduğuna inanır. İslâm böyle demez, "Her insan
günahsız doğar ama günah işleyecek fıtrattadır. Büluğa kadar günahsız sayılsa
da, günah işlemesi kaçınılmazdır" der. Bu telakkinin devamında, Hıristiyanlar
doğuştan gelen aslî günahtan kurtuluşu vaftiz (Hıristiyan) olmaya bağlar. İslâm
işlenen günahın tevbe ile affedilebileceğini söyler. Ayrıca tevbe doğrudan
Allah'a yapılmalıdır, araya hiçbir mahluk konmaz, kişi her zaman her yerde tek
başına tevbe edebilir. Şu günah affedilir, bu günah affedilmez diye bir ayırım
yoktur. İhlasla, sıdkla, azimle, kesin kararla yapılan tevbe ile en büyük
günahlar dahi affedilir. İslâm'a göre en büyük günah, küfür veya şirktir. Küfür
ve şirk'ten dönüş, tevhîde geliş demek olan tevbe en makbul tevbedir, mutlaka
kabul edilebileceğine inanılan tevbedir. Şu halde İslâm'a göre, af dışı tutulan
bir günah yoktur.
Günahla
Manevî Mertebe Kazanmak: İslâm'ın günah telakkisinde son
derece ehemmiyetli bir nokta var ki, buna diğer dinlerde net olarak rastlamak
imkansızdır. Kişi işlediği günahla, Allah'a daha ciddi bir ilticaya, daha
ihlaslı bir yönelişe geçebildiği için, işlemiş olduğu günah sebebiyle mânevî
yükselişe erebilmektedir. Âyet-i kerîme bu mühim hakikatı "günahların
sevaba dönüştürülmesi" diye ifâde etmiştir: اَِّ
مَنْ تَابَ
وَامَنَ
وَعَمِلَ عَمًَ
صَالِحاً
فَاُولئِكَ
يُبَدِّلُ
اللّهُ
سَيِّئاتِهِمْ
حَسَنَاتٍ
"Meğer ki (şirkden) tevbe edip iyi
amel (ve hareket)de bulunan kimseler ola. İşte Allah bunların kötülüklerini
iyiliklere çevirir. Allah gafûr ve rahîmdir."[608]
Bu manâyı
açıklayan hadîsler var. Resûlullah orada kişinin, yapmakta olduğu güzel ameller
sebebiyle "günah işlemiyorum" havasına düşmesini, onun tevbe
istiğfar gibi kulluğunu idrak ettirici son derece kıymetli bir ibadetten uzak
kalmasına sebep olacağı için, günah işlemekten daha kötü bir ruh hali yani ucûb
olarak tavsif etmekte, ümmeti için bundan korktuğunu ifâde buyurmaktadır. Evet,
bu dinin sahibi, günah, sevab meselelerinde Allah namına beyanda bulunma
yetkisine sahip yegane söz sahibi, Şârî olarak "ucb" un
günahtan daha kötü bir şey olduğunu haber veriyor. Bu, üzerinde durulması,
düşünülmesi, hakkıyla anlaşılması gereken bir husustur. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) günahlara karşı mâsum (korunmaya mazhar) olmasına ve
hatta Tevbe sûresinde geçmiş ve gelecek günahlarının affedildiği müjdesinin
verilmiş olmasına rağmen, günde en az yüz sefer tevbe ettiğini ifade etmiş,
günah işlemediği, tevbeye ihtiyacı olmadığı hatırlatılınca da, "Allah'ın
çok şükreden (şekûr) bir kulu olmayayım mı?" diye cevap vermiştir. خِيَارُكُمْ
كُلُّ
مُفَتَّنٍ
تَوَّابٍ "En
hayırlınız, tekrar tekrar günah işlediği halde tevbe edendir" hadisi de burada zikre değer.
Bazı ârifler
demişlerdir ki: "Resûlullah, burada, ümmetinin hayırlılarının, işlediği
günahın aldatamadığı, Allah'ın affedici olduğunu unutturamadığı böylece tevbe
ile O'na dönen kimseler olduğunu haber veriyor." Bazı âlimler de:
"Bazı günahlar vardır, mü'min için, birçok ibadetten daha faydalıdır.
Böylece, çok tevbe eden biri olur. Tevbeden ayrılmayan kimse ise, bu sayede
Allah'ın sevdikleri arasında yer alır. Nitekim
âyet-i kerime'de اِنَّ
اللّهَ
يُحِبُّ
التَّوَّابِينَ
"Muhakkak
ki Allah tevbe edenleri sever"[609] buyrulmuştur."
Şu halde
tevbede herkesin anlayamayacağı bir sır, insanı makbûl kullukta muvaffak eden
bir iksir var. Bu sırrı anlayıp da günah lekelerine bulaşmadan tevbeyi kendine
şiar edinenler mânevî kazançların bereketine ererler. Bunu idrak edemeyenler,
günahlarla kirlendikten sonra bu kirliliğin şuuruna erip, ondan arınmak için
tevbeye koşarsa, işte bunlara Cenâb-ı Hakk rahmetiyle yüce mertebeler
vaadetmekte ki, bunlardan biri de günahların sevaba dönüşmesidir. Bu nasıl
olur? diye tereddüte gerek yok, ilâhî ihbar öyledir, ilâhî rahmet bu kadar
geniştir; bize, inanıp teslim olmak, o zanla O'na koşmak gerek. Zira Rab Teâlâ
Hazretleri, -bir hadîs-i kudsîde tebliğ edildiği üzere- kuluna, o kulun Allah
hakkında beslediği zanna göre muamele edecektir. Öyleyse bize düşen, işlediğimiz
günahların sevaba çevrilebileceğine inanarak sıdk ile, ihlas ile, tevbe-i nasuh
ile tevbe etmek, yalvarmak, dergah-ı ilahide gözyaşı dökmektir.
Kulluk
Edebi: Burada şunu belirtmemiz gerekir:
Yukarıda yapılan açıklamaları menfi istikamette anlayıp, bir kısım günahlara
fetva yapmak da mümkündür: "Öyle ya, madem günahlar sevaba
dönüşebiliyor, önce günah işleyip sonra da tevbe etsek olmaz mı?" Böyle
bir düşünce, her şeyden önce kulluk edebine yakışmaz. Cenâb-ı Hakk'ı imtihan
etmek, dinin ahkâmıyla alay etmek, ciddiye almamak gibi bir ma'nâ taşır. Bu
halet-i ruhiye ile işlenen günahların tevbesi makbul olur mu; Cenab-ı Hakk'ın
rahmetini celbedebilir mi, garantimiz yok. Zira bir başka âyet-i kerime,
affedilecek günahın cehaletle işlenmiş olma şartını zikretmektedir. اِنَّمَا
التَّوْبَةُ
عَلى اللّهِ لِلَّذِينَ
يَعمَلُونَ
السُّوءَ
بِجَهَالَةٍ
"Allah, kötülüğü cehaletle (bilmeyerek)
yapıp da hemen tevbe edenlerin tevbesini kabul etmeyi üzerine almıştır. Allah
işte onların tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hakîm olandır."[610]
Bu âyetle,
daha önce kaydettiğimiz "bütün günahları affeder" âyeti
arasında tezat mevcut değildir. Zira orada her çeşit, yani bilerek işlenen
günahları da affedebileceği ifade edilmekte ise de bu âyette, cehaletle işlenen
günahların affına "garanti" verilmektedir. Ayrıca "tevbe
ederim" düşüncesi ile günah
işleyen kimse, tevbe etme fırsatı bulabilecek mi, ömrü vefa edecek mi,
davranışı gadab-ı ilahiye dokunduğu takdirde Allah kendisine tevbeye dönüş
fırsatı verecek mi, bunları da düşünmesi gerekir. Hangi açıdan bakarsak
bakalım, Allah'ın affedici oluşunu gözönüne alarak günah işlemek büyük bir
aldanmadır. Kulluk edebine hiç uymamaktadır, böyle bir durumdan Allah'a
sığınırız.
Tevbenin
Edebi: Tevbemizin kabul olması hepimizin
arzusudur. Bu sebeple âlimlerimiz, âyet ve hadislerde gelen açıklamaları
gözönüne alarak makbul tevbenin şartlarını tespit etmeye çalışmışlardır.
Nevevî
hazretleri şöyle der: "Tevbe, lügat olarak dönüş (rucû) demektir. Öyleyse
tevbe de günahtan dönüştür. Bu dönüşün (tevbenin) üç rüknü vardır:
* Günahtan
kopmak, kesinlikle terketmek.
* Günahı
işlediğine pişman olmak.
* Bir daha o
günahı işlememeye azmetmek, kesin karar vermek. "Nevevî devamla der ki:
"Eğer tevbe edilen günah, bir insanın hukukuna karşı işlenmiş ise, bir
dördüncü rükün daha var:
* Bu hak
sahibi ile helallaşmak. "Nevevî şu kıymetli bilgileri vermeye devam eder:
"Tevbenin aslı nedamettir, pişmanlıktır. Bu, onun en büyük rüknünü teşkil
eder. Ülemâ, bütün günahlardan tevbe etmenin vacib olduğunda ittifak eder. Ve
tevbeyi, günah işler işlemez yapmak gerekir, geleceğe bırakmamalıdır. Günah
büyük olmuş, küçük olmuş farketmez.
Tevbe,
İslam'ın en mühim prensiplerinden te'kid edilmiş esaslarından biridir. Ehl-i
Sünnete göre şer'an, Mu'tezile'ye göre aklen vacibtir. Bütün şartlarına
uyularak yapılmış olsa bile, Ehl-i Sünnet'e göre, tevbenin kabul edilmesi
Allah'a vacib değildir. Ancak Allah'ın kerem ve fazlı ile kabul edeceği umulur.
Allah'ın kabul edeceğini Mutezile'nin aksine şeriatla ve icma ile biliyoruz.
Bir kimse bir günahına tevbe etse, o günahı, bilahare tekrar hatırlayınca
tevbeyi yenilemek gerekir mi; bu hususta Ehl-i Sünnet ihtilaf etmiştir.
İbnu'l-Enbarî:
"Vacibtir" der, İmamu'l-Harameyn "Vacib değildir"
der. Bir kimse bir başka günahta musır olsa bile, bir günahtan yapacağı tevbe
sahihtir. Bir kimse bir günaha karşı şartlarına uyarak sahih bir tevbe yapsa,
sonra bu günaha tekrar dönse, ona bu ikinci günah yazılır, önceki tevbesini
ibtal etmez. İki meseledeki Ehl-i Sünnetin görüşü budur... Ayrıca, kafirin
küfründen tevbesi, kesinlikle makbuldür. Diğer çeşit tevbeler kesinlikle makbul
müdür, yoksa zannî midir, Ehl-i Sünnet bu hususta ihtilaf eder.
İmamu'l-Haremeyn zannî olduğunu kabul etmiştir. Esahh olan görüş de
budur."
Tevbenin
Makbul Olmasının Diğer Şartları: Yaptığımız tevbenin makbul
olması için ülemânın koyduğu dört şartı Nevevî'den naklen kaydettik. Burada
şunu da ilave etmemiz gerekmektedir: Tevbe, duanın bir çeşididir. Öyleyse dua
bahsinde belirtilen şartlara da tevbe sırasında riayet etmek, tevbemizin makbul
olma şansını artıracaktır.
* Önce maddi
sadaka vermek.
* Mübarek
mekanlarda (Ravza-i Mutahhara, Ka'be, Mescid-i Aksa, camiler, ön saf... gibi)
yapmak.
* Mübarek
zamanlarda (Ramazanda, Kadir gecesinde, diğer mübarek gün ve gecelerde, cuma
gününde, saat-ı icabe'de, her gün seher vaktinde, ilk vaktinde kılınacak farz
namazların arkasında, abdest alınca
kılınacak iki rekat nafilenin peşinde... vs.) yapmak.
* Tevbeye
salavatla başlamak, salavatla bitirmek.
* Kur'an ve
hadiste gelen (me'sur) tevbelerle tevbe etmek.* Abdestli olarak tevbe etmek...
vs.
Hadiste,
Allah hususunda aldananların vehmettikleri gibi, günah işlemekte berdevam
olanlara teselli mevcut değildir. Zira, Peygamberler aleyhimüsselam, insanları
günahlara banmaktan kurtarmak için gönderildiler. Hadis, Allah Teâlâ
Hazretlerinin affını, günahkârları tevbeye teşvik için onlara olan mağfiretini
beyan etmektir. Öyleyse hadisten murad olan ma'nâ şöyle olmalıdır: Allah Teâlâ,
muhsin olanlara vermeyi sevdiği gibi, günahkar olanları da affetmeyi
sevmektedir. Buna, Allah'ın birçok ismi delalet eder: "Gaffâr, Halîm,
Tevvâb, Afüvv gibi. Yahut, kullarını tek bir şe'n üzere yaratmamıştır, nitekim
melekler günah işlemekten uzak olarak yaratıldığı halde, insanlar farklı
meyillerle yaratılmıştır. Bir kısmı hevâya meyyaldir, onun gereklerini yapma
durumundadır. Allah, bu fıtratta olanları hevaya uymaktan kaçınmakla mükellef
kılar ve ona yaklaşmayı yasaklar. Hevâ ile mübtela ettikten sonra tevbeyi
öğretir. Eğer ibtilaya rağmen hevaya uymazsa ecri Allah'a aittir. Eğer yolu
şaşırırsa, önünde tevbe vardır."
KARDEŞLİK
Yirmi Altıncı Ayet
اِنَّمَا
الْمُؤْمِنُونَ
اِخْوَةٌ
فَاَصْلِحُوا
بَيْنَ
اَخَوَيْكُمْ
وَاتَّقُوا اللّهَ
لَعَلَّكُمْ
تُرْحَمُونَ
“Müminler
ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan
korkun ki esirgenesiniz.” [611]
Ayetin Nuzulü ve Açıklaması
Bu ayeti kerime, Evs ve
Hazrec arasında
meydana gelen bir olay üzerine nazil olmuştur.[612]
Bu kardeşliğin gereği
olarak müslüman toplumda asıl olan kural sevginin, barışın, yardımlaşmanın ve
birliğin olması anlaşmazlık ve çatışmanın ortaya çıkar çıkmaz asıl kurala
döndürülmesi gereken istisnai bir durum olmasıdır. Ve yine müslüman toplumda
aslolan, yukardaki temel kuralın topluma yerleştirilmesi uğruna öteki
mü'minlerin haddi aşan kardeşlerini aynı safa döndürmek için ve sapıklığı asıl
ve temel kurala döndürerek ortadan kaldırmak için, kardeşleri olan haddi
aşanlara karşı savaşmalarının meşru olmasıdır. Bu da kesin ve aynı zamanda da
kararlı bir işlemdir.
Yine bu kuralın gereği
olarak, bu arabulma savaşında yaralananlar hemencecik öldürülmezler, hiçbir
esir öldürülmez, savaşı bırakıp silahını atarak geri kaçanlar kovalanmazlar.
Haddi aşanların malları ganimet olarak alınmaz. Çünkü onlarla savaşmaktan gaye,
onları öldürmek değildir. Aksine kendilerini müslümanların safına çekmek ve
islam kardeşliği sancağının altına getirmektir.
İslam milletinin sisteminde
asıl kural bütün müslümanların yeryüzünde bir tek önderliği olması, bir
halifeye biat edilince ikinci halife ile savaşmanın gerekli olmasıdır. Bu
ikinci halife yanındaki savaşçılarla birlikte asıl halifenin yönetimindeki
mü'minler tarafından yoldan çıkmış bir savaş hedefi olarak kabul edilir. Bu
kurala dayanarak Hz. Ali Cemel ve Sıffin savaşlarında karşı gelenlerle savaşmış
ve onunla birlikte ileri gelen sahabeler de bu savaşa katılmışlardır.
Aralarında Sa'd, Mesleme oğlu Muhammed, Zeyd oğlu Üsame, Hz. Ömer in oğlu
Abdullah gibi bazı kişilerin de bulunduğu sahabeler bu savaşa katılmamışlardır.
Ya o zamanlar hakkın hangi tarafta olduğunu kesin olarak görüp
değerlendirememişler ve bu savaşı fitne kabul etmişler, ya da İmam Cassas'ın da
dediği gibi, İmam Ali'nin beraberinde olanlarla yetinebileceğini, arkadaşları
sebebi ile kendilerine ihtiyacı olmadığını düşünmüşler bu yüzden de savaşa
katılmamayı yeğlemişlerdi. Ancak birinci şık daha ağır basmaktadır. Sahabenin
naklolunan bazı sözleri bunu göstermektedir.
Nitekim Hz. Ömer'in oğlunun
Hz. Ali ile birlikte savaşmadığına pişman olduğu yolundaki sözleri de bu
ihtimalin ağır bastığını göstermektedir. Asıl kural böyle olmakla birlikte,
Kur'an'ın bu ayetini bütün haller için, hatta -çeşitli İslam ülkelerinde iki
veya daha çok halife olduğu kural dışı hallerde bile ki bu haller zaruret hali
olup kural dışıdır- böyle kural dışı haller için de işletmek mümkündür. O
halde, müslümanlara düşen görev: Asiler bir halifeye karşı çıkmışlar ise bir
tek halifenin etrafında birleşip asilerle çarpışmaktır. Ve yine asiler halifeye
karşı isyan etmemişler fakat onun yönetimi altında bir zümre diğer zümreye
karşı haddi aşmış ise yine asilere karşı çarpışmaktır müslümanların görevi. Ve
yine bunun gibi müslümanların görevi: Kural dışı olan birden çok önderlerin
bulunduğu durumlarda, asiler birden çok önderden birisine karşı geldiğinde,
müslümanların asiler zümresine karşı biraraya gelip, onları Allah'ın emrine
döndürünceye kadar çarpışmalarıdır. İşte Kur'an ayeti tüm şartlar ve durumlarda
böyle işletilir.
Açıkça görülüyor ki bu
sistemin, yani anlaşmazlıkları hakeme giderek çözme sisteminin, asi gruplarla
yüce Allah'ın emrine dönünceye kadar çarpışmaya sisteminin, insanlığın bu yolda
sarfettiği tüm çabalardan önceliği vardır. Bu sistem mükemmel ve her türlü ayıp
ve noksanlıktan uzaktır. Bu mükemmellik ve ayıptan uzaklık insanoğlunun her
türlü, acı tecrübelerinde, uğraştığı sefil ve noksan girişimlerinde açıkça
görülmektedir. Ayrıca bu sistemin bunlardan başka temizlik, emanet ve mutlak
adalet gibi nitelikleri vardır. Çünkü bu konuda hiçbir arzu ve hevesin
bulaşmadığı, hiçbir noksanlık ve kusurun nüfuz etmediği yüce Allah'ın emrine,
hakem olarak gidilmektedir. Fakat zavallı insanlık, önünde hazır, doğru ve
apaçık yol dururken, eğri yola sapıyor, doğru yolu bırakıyor, ayağı sürçüyor ve
kayıyor.
Kardeşlik İslam dinin temel
esaslarından biridir. Yukarıdaki ayeti kerime muminlerin kardeş olduğunu
buyururken, aşağıdaki hadisi şerif ise iki müslümanın üçgünden fazla küs
kalmalarının yakışık olmadığını ifade buyuruyor.
Yüce Allah cümlemize
dimizin istediği şekilde Müslüman olmayı nasip eylesin.
Yirmi Altıncı Hadis
أخُو
المُسْلِمِ َ
يَظْلِمُهُ
وََ يُسْلِمُهُ،
وَمَنْ كَانَ
في حَاجَةِ
أخِيهِ كَانَ اللّهُ
في
حَاجَتِهِ،
وَمَنْ
فَرَّجَ عَنْ مُسْلِمٍ
كُرْبَةً
فَرَّجَ
اللّهُ
عَنْهُ بِهَا
كُرْبَةً
مِنْ كُرَبِ
يَوْمِ
الْقِيَامَةِ،
وَمَنْ
سَتَرَ
مُسْلِماً
سَتَرَهُ
اللّهُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ.
"Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu
tehlikede yalnız bırakmaz. Kim, kardeşinin ihtiyacını görürse Allah da onun
ihtiyacını görür. Kim bir müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da o
sebeple onu Kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanı örterse,
Allah da onu kıyamet günü örter."[613]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Süveyd b.
Hanzala (r.a)'dan: "Biz, Hz.Peygamber (a.s) görmeye çıkmıştık. Yanımızda Vail b. Hücr vardı. Onu Düşmanı yakaldı. İnsanlar
yemin etmekten kaçınıyorlardı. Ben, "o benim kardeşimdir" diye yemin
ettim. Vail bırakıldı. Bizde Hz.Peygamber (a.s)'a geldik. Bunu Hz.Peygamber
(a.s)'a anlattım. O da buyurdu ki: "Sen onların en iyisi ve en
doğrususun. Müslüman müslümanın kardeşi olduğu konusunu doğrusöylemişsin."[614]
Hadiste İslâm kardeşliğinin nasıl
gerçekleşeceği belirtilmektedir. Görüldüğü üzere müslüman, iman kardeşine karşı
bazı vazifelerle mükellef durumda: Zulmetmeyecek, tehlikeye atmayacak,
sıkıntısını giderecek, yardımına koşacak ve örtecek. Resulullah "Örtme"
işini mutlak bırakmıştır. Bu sebeple şârihler: "Bedenini örtmek,
ayıbını örtmek, ihtiyacını örtmek, gıybetini yapmamak suretiyle kusurlarını
örtmek vs." diye her çeşit örtme'yi anlamışlardır.
Şunu da belirtelim ki, müslümanı
örtmek, zulüm veya fesadı örtmeye müncer olmamalıdır. Bazı kusurlar, başkasına
tecavüz ve zulüm şeklinde veya fesad, fitne şeklinde olabilir. Böylesi ayıplar
örtülmez, yetkililere ihbar edilir. Bu müstehabtır, gıybet değildir. Keza
ma'siyet işleyen, o davranışından imkân nispetinde yasaklanır. Ama âciz
kalınır, vazgeçirilemezse, bir fesada sebep olmayacaksa hâkime başvurulur.
Örtülmesi gereken bir ayıpsa, bu halka karşı örtülür. Adamla kendi arasında
kalmak şartıyla kusur sâhibi ikâz edilebilir. İbnu Hacer: "Örtme işi,
işlenmiş, bitmiş günahlar için geçerlidir. Müdahale, ikâz işi, bulaşılmış,
yapılmakta olan günah içindir. Vazgeçmediği takdirde hâkime gitmek vaciptir. Bu
gıybet değil bilakis vacip olan nasihattır" der.
Müslümana yapılacak yardımın hükmü
şartlara göre farklıdır: Farz, vacib, mendub olabilir. Taberânî'nin bir başka
tarikten yaptığı rivayette şu ziyade vardır:
وََ
يُسْلِمُهُ
في مُصِيبَةٍ
نَزَلَتْ
بِهِ "Başına gelen bir musibette yardımsız
bırakmaz." Müslim'in bir rivayetinde وََ
يَحْقِِرُهُ..
.
"...onu tahkir etmez, şer olarak
müslümana, müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir" denmiştir. Yine Müslim'de: "Kul
kardeşinin yardımında olduğu müddetçe Allah o kulun yardımındadır"
denmiştir.
- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim bir mü'minin dünyevi
kederlerinden birini giderirse, Allah da onun Kıyamet günü kederlerinden birini
giderir. Kim bir fakire kolaylık gösterirse, Allah da ona dünyada ve ahirette
kolaylık gösterir. Kim bir müslümanı örterse, Allah da onu dünya ve âhirette
örter. Kişi kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah da onun yardımındadır.
Kim ilim aramak düşüncesiyle bir yola düşerse, Allah onun cennete olan yolunu
kolaylaştırır. Bir grup, Allah'ın kitabını okumak ve aralarında tedris etmek
üzere Allah'ın evlerinden birinde toplanırsa, üzerlerine mutlaka sekîne iner ve
onları rahmet kaplar, melekler onları sarar. Allah da onları yanında bulunan mukarreb
meleklere anar. Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandıramaz."[615]
Bu rivayet, birçok hadiste ayrı ayrı
ele alınıp övülen güzel ahlâklardan en mühimlerini topluca zikredip tafdil
etmekte ve onlara teşvikte bulunmaktadır. Mü'minlerin, iman kardeşlerine maddî
manevî yardımları, ilgileri, nasihatlari, kusurlarını örtüp gıybetlerini
etmemeleri, ilim taleb etmeleri gibi hem ferdî yönden, hem de içtimâî yönden
fevkalâde mühim neticeler hâsıl edecek olan faziletler topluca mevzubahis
edilmiştir. Nevevî hazretleri: "Bu hadis bütün ilimleri, kaideleri ve
âdâbı bir araya toplayan mühim bir hadistir" der.
Hadiste, mescidde Kur'an okumak
maksadıyla toplanmanın fazileti ifade edilmektedir. Bazı âlimler, bu fazileti
mescide hasretmezler. Medrese, ribât ve benzeri yerlerde bu maksadla yapılacak
toplanmalarda aynı faziletin olacağını söylemişlerdir. Nitekim bir başka
hadiste Aleyhissalâtu vesselâm yer hususunda herhangi bir kayıd koymaksızın
Allah'ı zikretmeye salih bütün mekânları ifade edecek bir üslubla şöyle
buyurmuştur: َ
يَقْعُدُ
قَوْمٌ
يَذْكُروُنَ
اللّهَ عَزَّ
وَجَلَّ إَّ
حَفَّتْهُمُ
الْمََئِكَةُ
وَغَشِيَتْهُمُ
الرَّحْمَةُ
"Bir cemaat Allah'ı zikretmek için
(herhangi bir yere) oturursa onları melekler sarar, rahmet bürür."
Hadisin en son cümlesinde, "kimi,
ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandıramaz..." buyrulmuştur. Bunun
ma'nâsı: "Kimin ameli eksikse, o amel sahibi kimselerin mertebesine
ulaşamaz. Hiç kimse, manevî mertebeleri katetmede nesebinin şerefine, ecdadının
faziletine umut bağlamamalıdır. Yakınlarına güvenip amelde ihmâle yer
vermemelidir" demektir.
Hz. Ebu Hüreyre (r.a)
anlatıyor:[616]
"Resulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Sakın zanna yer
vermeyin. Zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin, haber koklamayın,
rekâbet etmeyin, hasedleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt
çevirmeyin, ey Allah'ın kulları, Allah'ın emrettiği şekilde kardeş olun.
Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona (ihânet etmez), zulmetmez, onu mahrum
bırakmaz, onu tahkîr etmez. Kişiye şer olarak, müslüman kardeşini tahkir etmesi
yeterlidir. Her müslümanın malı, kanı ve ırzı diğer müslümana haramdır.
Allah sizin suretlerinize ve kalblarınıza
bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Takva şuradadır-eliyle
göğsünü işaret etti-:Sakın ha! Birinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey
Allah'ın kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi
helâl olmaz." [617]
Hâdis, müslümanlar arası
münasebetlerin temel prensiplerini vazetmektedir. Bu münasebetlerin esası
kardeşliktir. Diline, rengine, coğrafyasına, içtimaî mevkiine, iktisâdi
durumuna bakılmaksızın bütün inananlar kardeştir. Bu iman kardeşlerinin
müşterek pederleri Hz. Muhammed aleyhissalâtu vesselâm, müşterek anneleri de,
Resûlullah'ın zevceleri, Ümmühâtu'l-Mü'minîn'dir (radıyallahu anhünne ecmaîn).
Öyleyse kardeşler arasında câiz olan şeyler burada da câiz, câiz olmayan şeyler
burada da câiz değildir. Bu münasebet esasları nelerdir?
— Müslüman kardeşi için
zanna yer vermemek. Yâni, şekke düşmemek. Şekk, kişinin kalbine delilsiz olarak
ârız olan şeydir. Bazı âlimler bunu su-i zan diye açıklamıştır. Şu halde hadîs,
kardeşi hakkında zannı yasaklamakla "İnsanların ayıplarını
araştırmayın, aklınıza düşen kötü zanların, kötü dedikoduların tahkîk etmek
üzere peşine düşmeyin" demektedir. Zaten zannın, hadîste, "en
yalan söz..." olarak tavsîfi, onun hiçbir aslı astarı olmayan, insan
vehmine şeytanın attığı bir kuruntu olduğunu ifâde eder. Elbette kuruntuyla
amel edilmemeli, peşine düşülmemelidir. Böylesi zannın, açık yalandan daha kötü
ilân edilmesi, İbnu Hâcer'in açıklamasıyla, yalanın çirkinliği herkesçe
bilindiği ve bu sebeple kolay kolay ona yer verilmediği içindir. Halbuki
yalanın zanna dayananı gizlidir. Çoğunu aldatır, cür'et ettirir. Bu sebeple bu
çeşit yalana daha çok rastlanır. Hadîs, bunu yasaklamaktadır. Bu mevzuda âyet
de nazil olmuştur. Rabbimiz şöyle buyurur:
"Ey iman edenler! Zannın çoğundan
sakının. Zirâ zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın.
Birbirinizi gıybet etmeyin. Hanginiz ölü kardeşinin etini yemekten
hoşlanır?" [618]
Bazı âlimler bu hadîsten
hareketle: Ahkâmda İçtihad ve reyle amelin yasak olduğunu söylemiştir. Ancak
Nevevî, hadîsin hiçbir surette, ahkâma müteallik içtihada giren
"zann"ı mevzubahis etmediğini kesin bir dille söyler. Kurtubî "şer'î
zannın iki canibten birini gâlib kılmak olduğunu" söyler ve "Bu
hadîsten şer'î zannın inkârını istidlâl edenlere iltifat edilmez" der.
—Tecessüs:
Dilimizde de olan bu kelime, casusların yaptığı gibi halkın haberini toplamak
mânasına gelir. Tahassüs ise, bütün hislerle, beş duyu ile haber toplamak,
âdeta havadan nem kaparcasına, koklayarak insanların girdisini çıktısını,
kusurunu, ayıbını, söylentisini toplamaya çalışmaktır. İşte bu yasaktır. Ayette,
Hz. Yakup, hayatlarından ümîdini kesmediği Yusuf ve kardeşi için haber
toplamalarını oğullarına emrederken:
"Ey oğullarım, gidin Yusuf'u ve
kardeşini arayın" [619]
der ve tahassüs kelimesini kullanır.
-Hased: Hadîsin yasakladığı mezmum ahlâklardan biridir. Bunu
şârihler, "Bir şahsın, nimetin layık olan kimseden zevâlini temenni
etmesi" diye tarif ederler. Bu duygunun insanda fıtri olarak varlığı
kabul edilir. Şu halde, hadîste yasaklanan husus bu duyguyu taşımak değil, bu
duygu mûcibince amel etmek, bunun gerçekleşmesi için fiile geçmek,
koşuşturmaktır. His hâlinde kalması zarar vermez. İstenen, onun frenlenmesidir.
Ancak bu frenleme işinin tesadüfî değil, şuurlu ve irâdî olması gerekir. Acz
sebebiyle hasedin gereğini yapmayanla, gücü yettiği halde yapmayan farklıdır.
Resulullah'ın istediği bu ikinci kısımdır. Bunda nefsî mücahede var, bunda
Allah rızası için, Resulünün emrine uymak için ortaya konan bir gayret var. Şu
kaydedeceğimiz hadîs, sadedinde olduğumuz hadîste yasaklanan bazı hislerin
fıtrî olduğunu belirtir ve bir kurtuluş yoluna dikkat çeker:
"Üç
şey vardır, kimse onlardan sâlim değildir: Uğursuzluk, zan, hased..."
Resulullah'a bunlardan
kurtuluş yolu nedir? diye sorulunca şu cevabı verdi: "Uğursuzluk
içinden geçince hoşlandığın işi bırakma, zanna düşünce araştırmaya kalkma,
hased duyunca da gereğiyle amel etme." Şu halde; zan ve hasedden
kurtuluş, bu hislerin peşine düşmemek suretiyle gerçekleşir. Hasan el-Basri
hazretleri de şöyle der: "İçinde hased olmayan insan yoktur. Kim bu hissi
aşıp, peşine düşmez ve zulme yer vermezse, hased yapmamış olur."
-Tedâbür: Birbirlerini
terketmek demektir. Küsüşmek diye tercüme ettik. Aslında kelime birbirlerine sırt çevirmek,
yani karşılaştıkları, görüştükleri zaman sırtlarını dönmek mânasına gelir. İbnu
Abdilberr: "İ'raz yani yüzünü çevirmek tedâbürle ifâde edilmiştir, zaten
yüzünü çeviren sırtını dönmüş olur" der. Tedâbür'ü düşmanlık olarak
anlayan da olmuştur. Hatta Kâdı İyâz, "Hadisteki mâna "mücâdele
etmeyin, yardımlaşın" demektir" der. İmam Mâlik bunu,
"selamlaşmadan yüz çevirmek" olarak anlamış ve "Bunun, iki
müslüman karşılaşınca birbirlerine selamdan yüz çevirmelerinden başka bir
mânaya geleceğini zannetmiyorum" demiş, bu durumda ilk selam verenin
onların hayırlısı olduğunu belirtmiştir.
-Tebağuz:
Birbirine buğz etmek, kin taşımak. Bunun da esas itibarıyla mükteseb olmadığı
belirtilir. Şu halde, bu da fıtrîdir. Ancak iradî olarak gelişir veya baskı
altında tutulur. Hadis buğzetmeyi yasaklamakla, buna götüren sebeplere tevessül
etmeyi yasaklamış olmaktadır. Bazı âlimler: "Maksad, buğza, kinleşmeye götüren
batıl hevânın yasaklanmasıdır" diye özetlemiştir. İbnu Hacer bu telakkiyi
dar bulur ve tebağuzun yasaklanması, hevanın yasaklanmasından âmmdır, çünkü
hevaya uymak bunun sadece bir çeşididir, tebağuzua (kinleşmenin) hakikati, iki
kişinin arasında bunun cereyanıdır. Sadece birinden vâki olunca da buğz
denmiştir. Buğzun mezmum olanı, Allah için olmayanıdır. Allah için buğzetmek
vâcibtir ve bunu yapan Allah'ın hakkına tazimden dolayı sevaba erer.
Birbirlerine buğz eden iki kişiden biri veya her ikisi, Allah indinde selâmet
ehlinden olsa, -içtihadı ile diğerinin hatâdar olduğuna hükmederek bu hatası
sebebiyle buğzeden kimse gibi- bu, Allah indinde ma'zurdur" der.
-Hadîsin
sonunda: "Ey Allah'ın kulların kardeş olun!" denmektedir. Bir
başka rivâyette "Allah'ın emrettiği şekilde!" ziyadesi mevcuttur. Hadîs:
"Bu yasaklananları terkederseniz gerçek kardeşler olursunuz"
demektedir. Manayı muhalifi: "Bu söylenenleri terk etmezseniz düşmanlar
olursunuz" demektedir. Öyleyse "kardeşler olun!" demenin
mânası: "Zikredilenler gibi, sizi kardeş kılacak şeyleri iktisâb
ediniz" demektir. Mâna böyle olunca iktisabı gereken şey sayıca artar: Bir
kısmı terk nev'inden, bir kısmı fiil.
Kurtubî
der ki: "Kardeşler olun!" emrinin mânası şefkatte, merhamette,
muhabbette, dostlukta, yardımlaşmada, hayırhahlıkta neseb kardeşleri gibi
olun" demektir. Kardeşliğin, Allah'ın emrettiği şekilde olması, Hz.
Peygamber'in zikrettiği hususlara riayet edilmesi demektir, çünkü kardeşliğin
gerçek mânâda tahakkuku onlarsız olmaz. Bu vasıfları Allah'a nisbet,
Resulullah'ın O'nun adına tebliğ etmesi sebebiyledir..." İbnu Abdilberr
der ki: "Hadîs, şer'î bir günah işlemedikçe müslümana buğz edip ondan yüz
çevirmenin, sohbetten sonra kopmanın, Allah'ın ona verdiği nimet sebebiyle ona
hased etmenin haram olduğunu ifade ettiği gibi, neseb kardeşi ile olan muamele
gibi muamelede bulunmasının, hiç bir surette kusurunu araştırmamasının
gerektiğini de ifâde etmektedir. Bu vecibeler hazır müslüman hakkında olduğu
gibi gâib olanlar hakkında da caridir. Pek çok meselede ölülerle dirilerin
hukuku müşterektir."
NİKAH
Yirmi Yedinci Ayet
وَاِنْ
خِفْتُمْ
اَلَّا
تُقْسِطُوا
فِى الْيَتَامى
فَانْكِحُوا
مَا طَابَ
لَكُمْ مِنَ
النِّسَاءِ
مَثْنى
وَثُلثَ
وَرُبَاعَ فَاِنْ
خِفْتُمْ
اَلَّا
تَعْدِلُوا
فَوَاحِدَةً
اَوْ مَا
مَلَكَتْ
اَيْمَانُكُمْ
ذلِكَ اَدْنى
اَلَّا
تَعُولُوا
"Eğer gözetiminiz altındaki yetim kızları
ile evlendiğiniz
takdirde onların
haklarını gerektiği gibi gözetemeyeceğinizden korkarsanız size nikahı düşen
kadınlardan
ikisi, üçü ya da dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer onlar arasında adil davranamayacağınızdan
korkarsanız
tek kadınla
evleniniz, ya da eliniz altındaki
cariye ile yetininiz haksızlığa düşmemeniz
için en uygun hareket budur."[620]
Ayetin
Nuzulü ve Açıklaması
Urve b. Zübeyr
(Allah O'ndan razı olsun) Hz. Aişe'den "yetim kızlar hususunda adaleti
gözetemeyeceğinizden korkarsanız".. ayetini sordum bana şöyle cevap verdi
der: "Ey bacımın oğlu, bu yetim kız velisinin himayesinde bulunur. Velisi
malını kendi malına katar, bu arada malı ve güzelliği hoşuna gider. Mehrinde
adaleti gözetmeksizin onunla evlenmek ister. Ona başkasının vereceği kadar bir
şey verir. Bu yüzden adaletli davranmadıkları ve adet olan mehirlerinin en
üstününü vermedikleri sürece onları nikahlamaktan alıkonuldular. Onlardan başka
kadınları nikahlamaları emredildi. Urve diyor ki, Aişe şöyle dedi: Bazı
insanlar bu ayet geldikten sonra Resulullah'tan (salât ve selâm üzerine olsun)
fetva istediler. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: `Onlar senden kadınlara ilişkin fetva istiyorlar. De ki;
onlar hakkındaki fetvayı Allah veriyor. Kendilerine farz kılınmış şeyi
vermediğiniz ve onlarla evlenmeyi arzuladığınız yetim kadınlar hakkında kitapta
size okunanı..."[621] Hz. Aişe
(Allah O'ndan razı olsun) diyor ki, "Nikahlamayı
arzuladığınız..." sözünden, birinizin malı ve güzelliği az olan yanındaki
yetim kızdan yüz çevirmesi kastedilmektedir.
Hz. Aişe'nin
hadisi, cahiliye toplumunda yaygın olan sonra da Kur'an, gelip bu yüce
direktifler ve "yetimler konusunda adaleti gözetemiyeceğinizden korkarsanız.."
diyerek işi vicdanlara dayandırmak suretiyle yasaklayıp yok edene kadar
müslüman kitle içinde de varlığını sürdüren düşünce ve geleneklerin bir yönünü
tasvir etmektedir. Bu, himayesindeki yetim konusunda adaleti gözetmeyecek
vekilinin titiz davranması, Allah'tan sakınıp korkması sonucudur. Ayetin hükmü
geneldir. Adaletin gözetileceği yerleri sınırlandırmıyor. Bu durumlarda
istenen, tüm şekilleri ve anlamlarıyla adalettir. Mehirle ilgili olması ya da
diğer bir değere ilişkin olması önemli değildir. Birinin yetim kızı, kalbinde
bir sevgi bulunmadan ve onunla beraberliği arzulamadan sırf malına duyduğu
ilgiden dolayı nikahlaması veya evlenmeyi istemediği halde utancından ya da
velisinin isteğine karşı geldiğinde malının zayi olacağından korktuğundan
dolayı bu isteksizliğini söyleyemeyen kızın isteğini göz önünde bulundurmadan
orada hayatın birlikte sürmesine imkan vermeyecek kadar yaş farkı olduğu halde
nikahlamak gibi adaletin gerçekleşmesinden endişe duyulan daha nice durumlar...[622]
İslâm'dan önce Arabistan'da çok eşliliğin sınırsız bir şekilde
uygulandığı kabul
edilir. Ancak çok eşlilik
daha çok varlıklı kimseler ve kabile başkanları için söz konusu idi. Halktan erkeklerin çoğunluğu ise tek eşliydi.[623]
Eski İran, Çin ve Brehmenler hukukunda, Babil'de Hammurabi kanunlarında birden çok kadınla evlilik kabul edilmişti. Roma hukukunda istifraş yani evli olmaksızın birlikte yaşamak
mevcuttu.[624]
Tevrat'da Dâvud (a.s)'ın bir kaç kadınla evlendiğinden söz edilir.[625]
İncil'de birden fazla kadınla evlenmeyi yasak eden bir hüküm yoktur.
Bu yüzden XVI. asra kadar Hıristiyanlarda çok evlilik normaldi. Hatta filozof
Herbert Spenser'e göre, XI. asırda İngiltere'de kadının başka bir
erkeğe belli bir
süreyle ödünç verilebileceği hakkında kilise kanun çıkarmıştır.[626]
İslâm'ı yaymak
amacıyla da çok evlilik olabilir. Nitekim Hz. Peygamber 54 yaşına kadar Hz.
Hatice (r. anhâ) ile tek evli olarak kalmış, bu yaştan sonra 9 kadar eşi
olmuştur.[627]
Nikah akdi
sadece nefsin isteklerini tatmin etmek gözüyle bakmamak gerekir. Çünkü Bu
bakışa sahip olanlar hiçbir zaman Peygamber (a.s)'ı anlamayazlar. Onu
anlamayanlarında İslam dininden nasipleri olmaz.
Nikah akdi,
hem geleceğin neslini güvence altına almak hem de serkeşlerin çirkin emellerine
alet alet olma olasılığı çok olan kadınları kurtarmaktır. Çünkü çok evliliğin
olmadığı yerde metreslik revaçta olur.
O zaman kadına
sormak lazım; bir namuslu erkeğin dördün hanımı olmayı tercih edersiniz? Yoksa
nesil ve namus emniyeti olmayan bir erkeğin yüzüncü metresi olmayı tercih
edersiniz?
İşte bu
sorunun cevabı hala günümüz modern dünyada hala muallakta kalmıştır.
Aşağıdaki
hadisi nebevi sevmenin, sevişmenin güzel yollarını bize göstermektedir.
Yukarıdaki ayetle paralel olarak sevgi bağının pekişmesi ve namuslu bir şekilde
devam etmesinin yolu ancak nikah akdi olduğunu beyan buyuruyor.
O zaman yine
sormak lazım; nikah akdiyle bir vs. kadınla sevmek, sevişmek mi? Yoksa gönül
eylendirip daha sonrada kadını kaderiyle baş başa bırakıp gitmek veya bir köşe
başında terk etmek mi?
Yüce Allah cümlemizi
namus ve iffetimizle dinimizi ve imanımızı yaşamayı nasip etsin.
Yirmi Yedinci Hadis
لَمْ
نَرَ »يُرَ«
لِلْمُتَحَابَّيْنِ
مِثْلُ
النِّكَاحِ.
"Sevişenler için nikâh kadar sevgiyi artırıcı bir şey görmedik
veya görülmedi."[628]
Hadisin
Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Hz. Cabir'in babası öldüğü zaman geride yedi (veya dokuz) kız çocuğu bırakmıştır. Hz. Cabir,
kendi ifadesiyle "çocukları ayarında beceriksiz bir bâkire ile evlenmeyi [kızlarına bir yenisini eklemeyi] uygun bulmayarak bunlara analık yapacak, terbiye ve bakımlarını iyi îfa
edecek, onlar üzerinde otorite kurabilecek tecrübeli bir dulla evlenmiştir." Bir sefer dönüşü Hz. Cabir, Medine'ye yaklaşınca, evine bir an önce varmak için hayvanını hızlandırınca, oradaki acelecilik Aleyhissalâtu vesselâm'ın dikkatini çeker. Cabir'den sebebini
sorar. Cabir, yeni evlendiğini
söyleyince, Aleyhissalâtu vesselâm, "dulla mı, bakire ile mi evlendin" diye tekrar sorar. Cabir (radıyallahu anh) dul deyince, Aleyhissalâtu
vesselâm, sadedine olduğumuz
tavsiyede bulunur. Hz. Cabir, niçin dulla evlendiğini açıklayınca da:
اصَبْتَ
"İsabetli
davranmışsın" buyurarak takdir eder. Hz. Cabir'in aldığı kadının adı Sahle Bintu Mes'ûd İbni Evs İbni Mâlik el-Ensâriyye'dir.[629]
Bu girişten sonra nikah
ve evlilik nedir ve nasıl olur izahını yapmaya çalışalım.
Nikâh: Evlenme,
kocaya gitme, cinsî temasta bulunma, sarhoş etme, evlenmeleri yasak olmayan bir
erkekle bir kadın arasında yapılan ve müşterek hayat ve nesli sürdürmek için
bir bağ meydana getiren akit.
Tarih boyunca,
çeşitli milletlerde ve hukuk sistemlerindeki evlilik anlayışı ve tatbikatı aynı
olmamıştır. ilâhî vahye dayanan semavî dinlerde erkekle kadının ortak bir yuva
kurması ancak nikâh akdiyle mümkün kılınmıştır.
Nikâh akdi
eşlerin veya temsilcilerinin serbest iradesiyle oluşur. Karı kocadan meydana
gelen aile yuvasında tarih boyunca, çeşitli topluluklarda üç usul
uygulanmıştır.
I) Koca hakimiyetine dayanan evlilik:
Tarihin eski
çağlarından beri yaygın olan evlilik şekli budur. Onsekiz ve ondokuzuncu
yüzyılda Avrupa'da meydana gelen çok önemli siyasî ve sosyal gelişmelere rağmen
koca, evlilik birliği içinde hâkim rolünü bazı hukuk sistemlerinde korumuştur.
Meselâ, Fransız Medeni Kanunu büyük ihtilalden sonra da evlilik birliğinde
kocanın hakimiyetini sürdürmüştür. Eski Roma hukukunda evlilik tamamen kocanın
hakimiyetine dayanıyordu. Napolyon da bu sistemi devam ettirmiştir.
2) Eşlerin eşitliği esasına dayanan evlilik:
Ondokuz ve
yirminci yüzyıllarda gelişen sosyal ve ekonomik şartlar, kadının da ekonomik
hayatta ve birçok idarî kademelerde görev almasına yol açmıştır. Bunda üst üste
geçirilen savaşların da etkisi olmuştur. Bazı ülkelerde "Koruma ve
itaat prensibi" terkedilerek, karıkocanın mutlak eşitliği esası
benimsenmiştir. Meselâ, Rusya'da karı koca mutlak surette eşittir. Bu yüzden
Rus kadını, kocasının soy adını taşımak zorunda olmadığı gibi, ikametgâh
değişikliği hâlinde isterse kocasını takip etmeyebilir. Sonuç olarak orada,
evlilik kadının ehliyetine tesir etmez. İskandinav ülkelerinde de durum
böyledir. Ancak bu kadar serbestlik, aile yuvasını sarsmış, sıcak anne kucağı
görmeyen çocuklar bu ülkeler için problem halini almıştır.
3) Ortalama sistem:
Bu sistemde
karıkoca esas itibariyle eşit olmakla birlikte, evlilik birliğinin korunması ve
devamı için erkeğe bazı hususlarda üstünlük tanınmıştır. Bu cümleden olarak,
erkek ailenin reisidir. Karı, kocanın soyadını taşır ve onun rızası olmadan bir
sanat ve meslekle iştigal edemez. Ancak bu durum, kocaya her yönde bir
hâkimiyet sağlamaz.
İslâm'daki duruma gelince; bu konuda genel
bir prensip söylemek güçtür. Çünkü kadın şahsi bakımdan kocasına tabi olmakla birlikte, kendisine ait bir mal üzerinde
serbestçe tasarruf edebilmekte, her türlü hukukî muameleyi yapabilmektedir. O,
her konuda dava açabilir. Bunun için kocasının rızasına da muhtaç değildir.
Evlenme, kocaya karısının malları
üzerinde hiçbir hak vermez. Serveti ne olursa olsun, kadın evin masraflarına katılmak zorunda değildir. Eşler arasında mal ayrılığı esası uygulandığı için
boşanma veya ölüm halinde problem çıkmaz.
Mal varlığı bakımından bu şekilde geniş hürriyete sahip olan kadın, şahsî bakımdan kocasına tabidir. Bu sebeple ailenin reisi kocadır. Çünkü o, daha güçlü ve hayat olayları karşısında daha dayanıklıdır.
Evlilik: Bir erkekle
bir kadın arasında Allah'ın koyduğu prensipler çerçevesinde akdedilen muamele.
İslâm nazarında bir ibadet kabul edilen evlilik ile ilgili olarak, İslâm
Hukuku'na dair yazılan kitaplardan bazısında; "Bizim için Hz. Adem'den bu
güne kadar, meşrû olarak devam ede gelen ve Cennette de devam edecek olan iki
şey vardır; bunlar, evlenme ve imandır[630]
şeklinde kaydedilmektedir.
Evlenmenin
yani nikâhın çeşitli sebepleri vardır. Nikâhtaki şer'î, akli ve tabii
sebeplerin başka bir şer'î hükümde bu şekilde bir arada toplandığı az
görülmüştür .
Evlenmenin
şer'î delilleri, Kur'an-ı Kerîm, hadisler ve ümmetin icmâı ile sâbittir.
Kur'an-ı
Kerîm'den evlenmenin meşrûluğuna şu ayetler delildir; "Size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder adet
nikâh edin."[631]
Cihat ve
evlilik İslâm'ın insanın hayatına hâkim olmasının nedenlerinden biridir.
Evlenmede ise bunların her ikisi de mevcuttur. Bu nedenle "Evlilikle
meşgul olmak kendini nâfile ibadetlere vermekten daha faziletlidir. Çünkü
evlilikte nefsi haramdan koruma ve çocuk yetiştirme gibi önemli hususlar
vardır"[632]
kanâatine varılmıştır.
İslâm
şerîatının temel esaslarından biri de evliliğin fıtri bir olgu olduğudur. İslâm
dini ruhbâniyetle (dünyadan elini eteğini keserek yalnız başına yaşama,
evlenmeme); insanın yaratılışı ile çatıştığı, onun nefsi isteklerini ve
karakterine ters düştüğü için savaşmaktadır.
Bu hadis-i
şerifte de görüldüğü gibi İslâm kişiyi, sırf Allah'a yaklaşmak, ruhbanlıkta
bulunmak ve ibadet edeyim diye bir köşeye çekilmekten alıkoymaktadır.
Allah
Resulu'nün hayatını göz önüne aldığımızda onun, toplumun fertlerini kontrol
altında bulundurmak, insanın nefsini düzeltmek hususunda ne denli titizlik
gösterdiğini açıkça görürüz. Onun bu konuda titizlik göstermesinin temelinde,
insan gerçeğinin anlaşılması ve onun arzu ve isteklerine cevap verme duygusunun
yattığını görürüz. Öyle ise evlilik vb. İslâmî prensipler sayesinde toplumun
hiçbir ferdi yaratılışının ötesine geçemeyecek, gücü ve imkanının dışında
gayret sarf edemeyecek; tam aksine orta yolda, sağa sola sapmadan yürüyecektir.
Evlilik
konusunda Resulullah (a.s.)'ın şu davranışı, insanın nefsi duygularına gem
vurması ve insan hakikatına ne denli vakıf olduğunun en büyük delillerinden
kabul edilir; şöyle ki: Buhâri ve Müslim'in Enes (r.a.)'den rivâyet ettikleri
bir hadiste şunları görmekteyiz: Üç heyet, Resulullah'ın yanına gelerek, onun
ibadetini sordular. Kendilerine Allah Resulü'nün ibadeti hakkında bilgi
verilince, -Onun ibadetini az bulacaklar ki şöyle dediler: "Resulullah ile
biz bir olabilir miyiz! Onun geçmişteki ve gelecekteki günâhlârı
bağışlanmıştır. İçlerinden biri tüm geceyi namaz kılmakla geçireceğini, diğeri
devamlı oruç tutacağını ve üçüncüsü de kadınlara yaklaşmayacağını ifade
ettiler." Daha sonra Rasûlullah (a.s.) bu durumu öğrenince onları çağırıp
şöyle buyurdu: "Allah'a yemin olsun ki ben sizin Allah'tan en çok
korkanınız ve O'ndan en fazla sakınanızım; fakat zaman zaman oruç tutar ve
iftar ederim; namaz kılar ve uzanıp yatarak istirahatte bulunurum; kadınlarla
da evlenirim. Benim sünnetimden yüz çeviren benden (benim ümmetimden) değildir."[633]
Evlilik sosyal
bir maslahatı beraberinde getirir. Evliliğin genel yararları yanında bir de
sosyal yararları vardır. Bu yararların basında insan varlığının korunması
gelmektedir. Zira evlilik sayesinde, insan neslinin devam etmesi ve çoğalması,
nesillerin birbirini izlemesi ve böylelikle Allah'ın insanı yeryüzüne mirasçı
kılması sözkonusudur. Evliliğin insan üzerindeki sosyal, ahlâkı ve bedensel
yararlarını inkâr etmek mümkün değildir. Kur'an-ı Kerim bu sosyal hikmete
parmak basarak şöyle demektedir: "Allah size kendi nefislerinizden eşler
yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı..."[634]
Evliliğin
diğer önemli yararlarından biri de, nesebin korunmasıdır. Meşrû evliliğin bir
an için yokluğunu düşünürsek toplumların nesepsiz ve hiçbir fazilete sahip
olmayan çocuklarla ne denli sıkıntılara girdiklerini hemen görürüz.
Evliliğin
sağladığı yararlardan biri de toplumun ahlâkı çözülme ve bozukluktan beri
kalmasıdır. Evlilik sayesinde kişiler sosyal bozukluklardan emin kalırlar.
Hz. Peygamber
(a.s.), evliliğin sağladığı yararları, bir grup gence hitapları sırasında şöyle
dile getirmişlerdir; "Ey gençler, sizden evlenmeye gücü yeten kimse hemen
evlensin; zira evlilik gözü haramdan en iyi koruyan ve tenasül uzvunun en sağlam
kalesidir. Evlenmeye imkânı olmayan ise oruç tutsun; zira oruç şehveti
kırmaktadır... [635]
Yine evliliğin
faydaları arasında toplumun hastalıklardan uzak kalmasını, kişinin rûhî ve
nefsi bir rahatlığa kavuşmasını zikredebiliriz. Bu tedbirler sayesinde toplumun
fertleri zinânın bir sonucu olarak ortaya çıkacak olan bulaşıcı hastalıklardan
kurtulmuş; hayasızlığın yayılması önlenmiş ve harama giden yollar kapanmış
olur.
وَمِنْ
ايَاتِه اَنْ
خَلَقَ
لَكُمْ مِنْ
اَنْفُسِكُمْ
اَزْوَاجًا
لِتَسْكُنُوا
اِلَيْهَا
وَجَعَلَ
بَيْنَكُمْ
مَوَدَّةً
وَرَحْمَةً اِنَّ
فى ذلِكَ
لَايَاتٍ
لِقَوْمٍ
يَتَفَكَّرُونَ
"Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp
da aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O'nun varlığının
delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır."[636]
Allah (c.c.),
evlilikte müslümanın kimi tercih edeceğini açıklamıştır:
وَلَا
تَنْكِحُوا
الْمُشْرِكَاتِ
حَتّى يُؤْمِنَّ
وَلَاَمَةٌ
مُؤْمِنَةٌ
خَيْرٌ مِنْ
مُشْرِكَةٍ
وَلَوْ
اَعْجَبَتْكُمْ
وَلَا
تُنْكِحُوا
الْمُشْرِكينَ
حَتّى يُؤْمِنُوا
وَلَعَبْدٌ
مُؤْمِنٌ
خَيْرٌ مِنْ
مُشْرِكٍ
وَلَوْ
أَعْجَبَكُمْ
اُولئِكَ يَدْعُونَ
اِلَى
النَّارِ
وَاللّهُ
يَدْعُوا
اِلَى
الْجَنَّةِ
وَالْمَغْفِرَةِ
بِاِذْنِه
وَيُبَيِّنُ
ايَاتِه
لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ
يَتَذَكَّرُونَ
"(Ey Müminler,) iman etmedikçe müşrik kadınlarla
evlenmeyin. Mümin bir cariye, hoşunuza gitse bile müşrik bir kadından
hayırlıdır. (Mü 'min kadınları) iman etmedikçe müşrik erkeklerle evlendirmeyin.
Mümin bir köle, hoşunuza gitse bile (hür) bir müşrikten hayırlıdır. Bunlar
(sizi) cehenneme çağırırlar; Allah ise, izniyle, cennete ve mağfirete dâvet
ediyor. İşte, Allah, düşünüp ibret alsınlar diye, ayetlerini insanlara böyle
açıklar. "[637]
Hz. peygamber
de Buhâri ve Müslim tarafından nakledilen bir hadisinde, bir kadınla ancak dört
meziyeti dolayısıyla evlenildiğine işaret ederek, bunların; kadının malı,
soyu-sopu güzelliği ve bir de dini olduğunu belirtmiş, sonra da, "sen
kadının dindar olanını al" buyurmuştur.[638]
İbn Mâce
tarafından nakledilen bir hadisinde ise şöyle demiştir: "Kadınlarla güzellikleri
dolayısıyla evlenmeyin; olabilir ki, güzellikleri onları kötülüğe sevkeder.
Malları dolayısıyla da evlenmeyin; olabilir ki malları da onları size karşı
isyâna sevkeder. Fakat onlarla dinleri dolayısıyla evlenin. Dindar olan siyahi
bir cariye, diğerlerinden üstündür."[639]
KOLAYLAŞTIRIN
ZORLAŞTIRMAYIN…
Yirmi Sekizinci Ayet
اُدْعُ
اِلى سَبيلِ
رَبِّكَ
بِالْحِكْمَةِ
وَالْمَوْعِظَةِ
الْحَسَنَةِ
وَجَادِلْهُمْ
بِالَّتى
هِىَ
اَحْسَنُ
اِنَّ رَبَّكَ
هُوَ
اَعْلَمُ
بِمَنْ ضَلَّ
عَنْ سَبيلِه
وَهُوَ
اَعْلَمُ
بِالْمُهْتَدينَ
“(Resûlüm!)
Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde
mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete
erenleri de çok iyi bilir” [640]
Ayetin Nuzulü
ve Açıklaması
Hz.Hamza Uhud savaşında şehit olup müşrikler tarafından azaları
paçalanınca, onu gören Hz.Peygamber (a.s) şöyle buyurdu: "Vallahi senin
yerine onlardan yetmişinin azalarını parçalayacağım." Bunun üzerine
25-24 ayetleri nazil oldu.[641]
Bu ayette geçen "Onlarla en güzel şekilde mücadele et” emri de, tebliğ vazifesini ciddi bir şekilde yerine getirmeyi taleb etmektedir. Buna göre
tebliğci, tatlı bir dile
sahip olmalı, tebliğde soylu
bir davranış göstermeli, cezbedici, akla ve mantığa uygun fikirleri öne sürmeli ve muhatabını en güzel bir şekilde ikna etmeye çalışmalıdır.[642]
Merhum müfessir Elmalılı, bu ayeti açıklarken şöyle buyurmuştur:
"Tebliğ vazifesini yerine getirme, herkese son nefesine varıncaya kadar bir nevi farzdır. Bununla beraber, dünyada hiç bir-hususta ümitsizliğe düşmek caiz değildir. Her ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar,
insanların tövbe ve takvasını arzu ve ümit etmek de bir vazifedir. İnsanlığın hali sürekli değişmededir ve kader sırrı meydana gelişinden önce bilinmez. Ne bilirsiniz, bu güne kadar hiç
söz dinlemeyen bu insanlar belki yarın
dinleyiverir ve sakınmaya başlar, bütün bütün sakınmazsa,
belki biraz sakınır ve bu sayede azabı hafifler. Her halde tebliğde bulunup öğüt vermek,
tebliği terk etmekten evlâdır.
Tebliği bütünüyle terk etmekte ise, hiç bir ümit yoktur. Hiç
bir mukavemete maruz kalmayan fenalık daha
süratle yayılır. Herhangi bir fenalığın aslını
silmek mümkün olmasa da hızını azaltmaya çalışmak da göz
ardı edilmemelidir.”[643]
Hz. Peygamber (a.s) veda hutbesinde İslâm'ın temel prensiplerini tebliğ ettiği zaman, sık sık hazır olanlara: "Tebliğ vazifemi yaptım
mı?" diye
sormuş. Onlardan olumlu cevap alınca, "Allah'ım, sen benim tebliğ vazifemi yaptığıma şahid ol!..” diyerek, bu kutsal vazifeyi yerine getirmenin
sevincini yaşamıştır.[644]
Davet, Allah yoluna yapılan
bir çağrıdır.
Davetçinin şahsına ve milletine yapılan bir çağrı değildir. Davetçinin, bu çağrı ile Allah'a karşı görevini yapmaktan öte bir kazancı yoktur. Onun sözkonusu edilebilecek bir üstünlüğü yoktur. Ne dava üzerinde ne de kendisi aracılığı ile doğru yola gelenler üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Bunların
ötesindeki mükafatını
vermek ise Allah'a aittir.
Hikmet ile davet etmek: Muhatapların durumlarını ve şartlarını gözönünde bulundurmayı, her defasında ne
kadar anlatılmasının
uygun geleceğine, ağır gelmeyeceğine dikkat etmeyi, insanların bünyeleri hazırlanmadan,
onlara yükümlülükler yağdırmamayı, onlara nasıl hitap
edileceğini, iyi seçmeyi, şartlara ve
durumlara göre bu hitap yöntemlerini ve yollarını çoğaltmayı gerektirir. Acelecilik, duygusallık ve tepkisellikle işi
zora koşup, bu konuların hepsinde
ve diğer konularda hikmetin sınırlarını aşmamayı gerektirir.
Güzel öğütle davet
etmek: Yumuşak şekilde kalplere girmeye, tatlılıkla, duyguların derinliklerine inmeyi gerektirir. Gereksizce
azarlama ve zorlamaya başvurmamayı icap ettirir. Bilgisizlikten veya iyi niyetten
kaynaklanmış olabilecek hataları yüze
vurmamayı, deşifre etmemeyi zorunlu kılar. Zira öğüt
vermedeki yumuşaklık, çoğu zaman katı kalpleri
bile doğru yola iletir, birbirinden nefret eden gönülleri
kaynaştırır.
Neticede azarlama, çıkışma
ve rencide etmekten daha iyi sonuçlar doğurur.
Dil ile davet ve delillerle tartışma dairesi dışına çıkılmadığı sürece, davetin metodu ve ilkeleri bunlardır. Ama davet edenlere saldırı yapıldığında durum değişir... Saldırı sıcak
bir savaşı ifade eder. Hakkın onurunu
korumak, batılın üstünlüğünü bertaraf etmek için aynısı ile karşılık vermek gerekir. Burada da karşı saldırıya
geçerken sınırlar aşılmamalı, aşırılıklara
ve ölünün organlarını
kesmeye varmamalıdır. İslâm, adalet ve itidal dinidir. Barış ve saldırmazlığı öngörür. Kendisini ve müslümanları saldırılardan
korur. Fakat kendisi saldırganlık yapmaz. [645]
Sonuç olarak, İslâm davası yolunda elden geleni yapmak, bu dava için bütün imkan
ve kaynakları seferber etmek ve Allah'ın adını
yüceltmek için tebliğde bulunmak demektir. Gerçekten
de tebliğ suretiyle cihatta bulunmak, düşmana karşı silahla
cihatta bulunmaktan daha büyük ve daha üstündür.[646]
Güzel söz, yılanı dahi deliğinden çıkarır. Güzel davet
muminlerin dininin şiarıdır.
Yukarıdaki ayet ve
aşağıdaki hadisi şerif bize bu mesajı vermektedir.
Hak sahibi olmak haksızlık
yapmayı gerektirmez. Bilakis hak sahibi iken güzel muamele, güzel davet kişinin
kemaletini artırır.
Yüce Allah cümlemizi
haksızlığa meydan vermeden hakkı ikame etmeyi nasip etsin.
Yirmi Sekizinci Hadis
يسِّرُوا
وَلآ
تُعَسِّرُوا وَبَشِِّرُوا.
وفي رواية وَسَكِّنُوا
وَلآَتُنَفِّرُوا.
"Kolaylaştırın, zorlaştırmayın ve müjdeleyin, nefret
ettirmeyin. " [647]
Hadisin Vürûdu
ve Açıklaması
Vürûdu:
Hz.Peygamber (a.s) Muaz bin Cebel (r.a) Yemene gönderdiği zaman bu hadisi
tavsiye etmiştir.[648]
Bu hadis, Buhârî ve
Müslim'de muhtelif tariklerden rivâyet edilmiştir. Diğer rivâyetlerin bir
kısmında farklı ziyâdeler mevcuttur: "Uyumlu olun, ihtilâf etmeyin,
teskin edin, nefret ettirmeyin" gibi.
Bu hadis, Resûlullah (a.s)'ın
cevâmiulkelîm denen özlü sözlerindendir. Sevindirin emriyle, Allah'ın fazlını,
sevâbının büyüklüğünü, ihsânının bolluğunu, rahmetinin genişliğini, af ve
mağfiretinin şümûlünü hatırlatmak emredilmiştir. Arapça'da tebşîr (müjdeleme)
sevindiren bir haber getirilmesidir. Öyle ise "sevindirin" emriyle,
Allah'ın ibâdetleri kabul edeceğini, ibâdetlere mukabil sevab vereceğini,
günahlardan tevbe etmeye yardım edeceğini bildirmek, affını, mağfiretini çokca
zikrederek insanları sevindirmek, müjdelemek emredilmiştir. Keza nefret
ettirmeyin emriyle de: "İnsanları inzâr ederken, mübalağa ederek onları korkutmayın, öyle
ki, onlar günahlarının affedilemeyeceği düşüncesiyle Allah'ın rahmetinden
ümidlerini kesmesinler" demektedir. "Zorlaştırmayın"
emri, kendilerine terettüp edenden
fazlasını veya daha iyisini almak veya kusurlarını araştırmak sûretiyle
insanlara çıkarılacak zorluklardan yasaklanmış olmaktadır.
Resûlullah (a.s)'ın bu
tembihleri, bir işin görülmesi için gönderdiği memurlarına yaptığı düşünülecek
olursa, halka hizmet sunan, insanlarla münâsebeti olan herkesin bu tembihte yer
alan sevindirme, nefret ettirmeme, kolaylaştırma, zorlaştırmama prensiplerini
kendisine peygamberinin bir emri olarak rehber etmesi gerekir. Bu tembihlerin
irşadda bulunanlara da rehber olması gerekir. Dînimizin üst üste hep emir ve
nehiylerini bütün teferruâtıyla söyleyerek, İslâm'ı tatbik edilemez, yaşanamaz
gösterip nefret verinceye kadar, mühimlerden, zarûrilerden başlayıp az az,
teker teker söyleyerek, Allah'ın mağfiretini, cennetin güzelliklerini,
nimetlerini hatırlatarak tebliğde bulunup dîni sevdirmesi gerekir. İslâm'a yeni
girenlere, ibâdete alıştırılacak çocuklara hep bu minval üzere gitmeli, yavaş
yavaş az az alıştırarak yol almak, güler yüz, tatlı söz ve mülâyemetle muamele
etmek, sertlikten, kırıcılıktan kaçınmak gerekir.
İnsanların ülfet edip
ısınacağı şeyleri söylemek sûretiyle onlara karşı kolaylık gösterin, çünkü
insanlar öyle olan mevizeleri kabul ederler. Aksi takdirde nefislerine ağır
gelen şeyden nefret ederler. şurası bilinmeli ki, öğretme işlerinde
kolaylaştırmak, taati kabûl etmeye sebep olur ve ibâdeti arzu edilen kılar,
netîcede öğrenmeyi de, amel etmeyi de kolaylaştırmış olur. "Kolaylaştırın!"
emrinden sonra "zorlaştırmayın!" neyhinin gelmesinde şu
inceliğe dikkat çeker: "Aslında bir şeyi emredince zıddının da
yasaklanması zımnen emredilmiş” olur.
Burada, kolaylaştırmak
emrini tekid için, bunda zımnen mevcut olan zorlaştırmamak emrini sarih olarak
da söylemiştir. Burada maksat, zorlaştırmayı da ayrıca yasaklamaktır. Zîra,
sadece kolaylığın emri ile yetinilseydi bir kere kolaylık gösterip birçok
defalar zorluk çıkaranlar da hadisin emrine muvafık hareket etmiş olurdu, bunun
önlenmesi için her ikisi de ayrı ayrı zikredilmiştir. Bu hadiste Mustafa
(aleyhissalâtü vesselâm) dünyayı ilgilendiren meselelerde kolaylaştırmayı,
âhireti ilgilendiren meselelerde vaadedilen husûsları en güzel şekilde, sürûrla
haber vermek gerektiğini ifâde etmektedir. Tâ ki, Resûlullah'ın her iki dünyada
da rahmeten li'l-âlemin (âlemlere rahmet) olduğu anlaşılsın.
Hadiste
Allah'ın rahmetini zikrederek kolaylaştırma sırasında, korkutucu şeyleri
zikrederek nefret ettirmekten, yani tebşîre nefret ettirici şeyleri ilâve
etmekten nehiy vardır. Hadis ayrıca, yeni müslüman olanları, -onlara karşı
şiddetli davranmayı terkederek, en kolay olandan başlayarak, Allah hakkında
hüsnü zannı telkin ederek- kazanmak da emredilmektedir. Ancak vaaz ve
nasihatının tamamını ümit üzerine de bina etmemelidir.
Korkuyu
da katmalıdır, korku ve ümidi sağ ve sol eller gibi yan yana, ilim ve ameli de
bir kuşun iki kanadı gibi berâber zikretmelidir. "Bu hadisin, zamanımızda
temelde İslâm'a karşı olan kötü niyey sahiplerinin telkiniyle birçok safdiller
tarafından, İslâm'ın ruhuna uygun olmayan bir tevile büründürüldüğüne şâhid
olmaktayız. Böyleleri: "Allah korkulacak bir şey değildir, ben Allah'ı
severim, O'ndan korkmam. Peygamberimiz de müjdeleyin, korkutmayın" dememiş
midir?.. vs." demektedir.
*
İnsana yakışan her şeyin en mükemmelini yapmaktır. Fakat en mükemmelini yapmaya
güç yetiremiyorsak, o zaman ona yakın olanla yetinmeliyiz.
* Bizi cennete götürecek
olan amellerimiz değil. Yüce Allah'ın mağfireti ve rahmetedir. Onun için hiç
kendimizi zorlayıp yormamalıyız, doğal ve sakin olmalıyız ve insanlar insan
olduğu için merhamet etmeliyiz.
* Yüce Allah'ı razı edecek
olan amel, çok olanı değil. Onun rızasına uygun olanıdır.
HER ÇOCUK FITRAT ÜZERE DOĞAR
Yirmi Dokuzuncu Ayet
فَاَقِمْ
وَجْهَكَ
لِلدّينِ
حَنيفًا فِطْرَةَ
اللّهِ
الَّتى
فَطَرَ
النَّاسَ
عَلَيْهَا
لَاتَبْديلَ
لِخَلْقِ
اللّهِ ذلِكَ
الدّينُ
الْقَيِّمُ
وَلكِنَّ
اَكْثَرَ النَّاسِ
لَايَعْلَمُونَ
"(Resûlüm!)
Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise
ona çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat
insanların çoğu bilmezler."[649]
Ayetin Nuzulü
ve Açıklaması
Bi'setin beşinci yılında Roma ile İranlılar arasında vukuu
bulan savaş esnasında nazil olmuştur.[650]
Önce fıtrat nedir sorusuna cevap arayalım: Fıtrat: Yaratılış,
yapı, karakter, tabiat, mizaç, Peygamberlerin sünneti,
Kâlb-i selim, adetullah. Ayrıca hilkat, tabii eğilim, hazır olmak,
huy, cibilliyet, içgüdü, istidât gibi manalara da gelir.
Terim olarak fıtrat: "Allah Teâlâ'nın mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve idrak edecek bir hal, bir kabiliyet üzere
yaratmasıdır.”[651]
Fa-ta-ra fiil kökünden türeyen fatr: yarmak, ayırmak; iftar: orucu açmak; infitâr: yarılmak, açılmak;
futûr: yarıklar, çatlaklar anlamındadırlar. Fıtrat; ilk
yaratılışı kavramlaştırdığı
gibi, sürüp giden her yaratılışı
da anlamında toplar. Yani herhangi bir şeyin bir maddeden veya ilk yaratılıştaki gibi yokluktan ilk icadı ve ilk çıkışına fatr, bunun ortaya çıkış biçimine ve taşıdığı özellikleriyle birlikte görünüşüne fıtrat denir. Yaratığın fitrat üzerinde kazandığı
öz niteliklerine de tabiat denilmiştir. Kâinatın Allah'ın fitratı üzere işleyişi İslâmî dilde âdetullah,
sünnetullah, fitratullah ifadeleriyle isimlendirilmektedir.[652]
Ayetin tefsir ve izahını keskin edebi kaleme sahip olan merhum
S.Kutub'a bırakıyorum.
Burada "o halde", şu anlama gelir:
Gerçek aşikar olduğu ve siz bu kâinatın ve insanın yaratıcısının, malik ve
hakiminin bir tek Allah olduğunu öğrendiğinize göre, o zaman kaçınılmaz olarak
davranışlarınız bu ayette belirtildiği gibi olmalıdır.
"Yüzünü samimiyetle ve tamamen": "Bu hayat tarzını kabul ettikten sonra, yüzünü
başka bir yöne çevirme. Bir Müslüman gibi düşün ve sevdiğin veya sevmediğin
şeyler de bir Müslümana uygun olsun. Ölçü ve değerlerin, İslâm'ın koyduğu ölçü
ve değerler olmalı, karakter ve davranışların İslâm'ın mührünü taşımalı ve
senin gerek bireysel, gerekse toplumsal hayatın İslâm'ın öğrettiği yola göre
düzenlenmiş olmalıdır."
"Bu din"; Kur'an'ın
sunduğu din, yani içinde sadece Allah'ın ibadet ve itaate layık olduğu, hiçbir
şeyin, ilâhlıkta, sıfatlarında, hak ve güçlerinde Allah'a ortak koşulamadığı,
insanın kendi dileği ile hayatını Allah'ın hidayet ve kanununa göre düzenlemeyi
seçtiği din.
Yani, Bütün insanlar şu fıtrat üzerine
yaratılmışlardır ki, hiçbir şey değil, sadece ve sadace bir tek Allah onların
yaratıcısı, rabbi ve mabududur. Bu fıtratta sebat etmelisiniz. Eğer bağımsızlık
tavrını benimserseniz, fıtratınıza aykırı bir yola uymuş olursunuz. Ve eğer Allah'ın
yanısıra başkalarına da taparsanız, yine fıtratınıza aykırı hareket etmiş
olursunuz.
Bu konu birçok hadisle Hz. Peygamber (a.s) tarafından
açıklanmıştır. Buhari ve Müslim'in naklettiğine göre, Hz. Peygamber (a.s) şöyle
demiştir: "Her doğan ancak İslam fıtratı üzere doğar. Sonra onu
anne-baba Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi yapar. Nitekim bir hayvan yavrusu da
derli toplu, azaları yerliyerinde doğar. Siz bu yavruda aza noksanlığı görüyor
musunuz? Fakat müşrikler cahiliye adetleri yüzünden onların kulaklarını
keserler." Müsned-i Ahmed ve Neseî'de rivayet edilen bir hadise göre,
Müslümanlar bir savaşta düşmanların çocuklarını bile öldürmüşlerdi. Allah
Rasûlü (a.s) bunu öğrenince çok kızdı ve şöyle dedi: "Bu insanlara ne
oluyor da hududları aşıyorlar ve çocukları öldürüyorlar?" Adamın biri:
"Efendimiz, onlar müşriklerin çocukları değil mi?" dedi. Bunun
üzerine Peygamber (a.s): "sizin en iyileriniz bile müşriklerin
çocuklarıdır" cevabını verdi ve şunları ekledi: "Doğan her çocuk
fıtrat üzerine doğar, sonra o konuşmaya başladığında anne-babası onu Yahudi
veya Hıristiyan yapar."
İmam Ahmed'in İyaz bin Hımâr-ül Mücaşi'den rivayet
ettiğine göre, Allah Rasûlü (a.s) bir hutbesinde şöyle buyurmuştur. "Rabbim
diyor ki: Ben kullarımı gerçek din üzere yarattım. Sonra şeytan geldi ve onları
dinlerinden saptırdı, onlara helâl kıldığımı haram kıldı ve onlara kendisine
hiçbir delil indirmediğim varlıkları bana ortak koşmalarını emretti."
Yani, "Allah, insanı kendi kulu kılmış ve onu
sadece kendisine ibadet etmesi için yaratmıştır. Bu doğal konum ne kadar çaba
sarfedilirse edilsin değiştirilemez. Ne insan kul olma kanununu değiştirebilir
ne de Allah'tan başka bir varlık, gerçek anlamıyla onun ilâhı olabilir. İnsan
dilediği kadar ilâh edinebilir, fakat onun bir tek Allah'ın kulu olduğu gerçeği
değişmez. İnsan bilgisizliği ve cehaleti nedeniyle bir kimseyi ilahi sıfat ve
güçlere sahip kabul edebilir veya bir kimsenin onun kaderinin hakimi olduğu
fikrini savunabilir, fakat gerçek şudur ki, ne Allah'tan başkası ilâhi sıfat ve
güçlere, ne O'nun otoritesine sahiptir, ne de O'ndan başkasının insanın
kaderini belirleme gücü vardır."
Bu ayete ayrıca şöyle bir meal verilebilir: "Allah'ın
insanı yarattığı fıtratta hiçbir değişiklik yapmayın." Yani
Allah'ın insanı yarattığı fıtratı bozup tahrib etmek doğru değildir.
"Doğru din": Kişinin yaratılış tabiatında sabit kalabilmesini
sağlayan tek doğru din.
Evrenin içeriği, dıştan görünen sahneleri, nefsin
derinlikleri ve yapısında geçen bu gezintilerin ardından yönelimin doğru dine
bağlı kılınmasına ilişkin bu direktif yerinde ve zamanında geliyor... Öyle ki,
yoldan çıkmış kalpler, tutumlarını haklı gösterecek her türlü gerekçeyi
yitirmiş ve her türlü cephane ve silahtan yoksun kaldıkları gibi, yapısı
bozulmamış kalpler de onu karşılamaya hazırlanmıştır. İşte Kur'an'ın uyguladığı
yol, insanı oraya götüren güçlü metod budur. Kalplerin karşı koyamadığı
nefislerin reddedemediği metod:
"Yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine
çevir..."
Doğruca O'na yönel. Gerçek bilgiye dayanmayıp; sadece
arzuların ardına takılıp giden, dağınık arzu ve eğilimlerin etkisinden koruyan,
işte bu dindir... Sen yönelimini insan yapısının onayladığı dine çevir ve
hiçbir yana eğilme. Ve başkalarına da aldırış etme.
"Allah'ın yaratma kanununa uygun olarak dine dön
ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez."
Böylece insan nefsinin yapısı ile bu dinin yapısını
birbirine bağlıyor. Her ikisi de Allah'ın dilediği yapıda her ikisi de varlığın
yapısıyla uyumlu, her biri yapı ve yöneliminde diğeriyle uyumlu. İnsan kalbini
yaratan Allah'tır. Bu dini ona hükmetmesi, onu yönetmesi, hastalığını tedavi
etmesi ve sapmadan koruması için indiren yüce Allah, yarattığını bilir. O
lâtiftir, haberdardır. Yapı da değişmez, dinde; "Allah yaratması
değiştirilemez." Nefisler yapılarının dışına çıktıklarında; onları
yapılarına döndürecek ve yapıyla uyum içinde olan bu dindir sadece. İnsanın
yapısıyla varlığın yapısını kesiştiren din.
"İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu
bilmezler."
Bu davranış sonucu bilgisizce, keyfi eğilimlerin
güdümüne giriyor, hedefe götüren doğru yoldan sapıyorlar.[653]
Fıtrat aynı zamanda asalettir, ahlaktır, edebtir ve terbiyedir.
Yüce Allah ayette, insanı
bu özelikte yaratmış olduğunu vurgularken, aşağıdaki hadisi şerif ise eğer
insanın üzerinde bulunduğu bu fıtrat, din ile iman ile korunmazsa şeytan ve
dostlarının esiri olur.
Yüce Allah cümlemize
fıtratımızı İslam kalesi ile korumayı nasip etsin.
Yirmi Dokuzuncu Hadis
مَامِنْ
مولودٍ إّلآ
يولدُ علَى
الفطرةِ.
"Her doğan çocuk muhakkak İslâm fıtratı üzerine
doğar."[654]
Hadsin Vürûdu
ve Açıklaması
Vürûdu:
Hz.Peygamber (a.s) harpe esnasında ani baskınlar sonucunda kadın ve
çocuklar da öldürülüyor? diye sorulunca: Hz. Peygamber (a.s) kadın ve ocukların
öldürülmesinin men etmişti. Öldürülen müşriklerin çocuklarıdır. Hz.Peygamber
(a.s): "Müşriklerin çocukları da olsa öldürmeyin, öldürmeyin,
öldürmeyin," diyerek. Yukarıdaki hadisi şerifi buyurdu.[655]
Bu hadiste kişinin
kazanacağı dinî, meslekî, ilmî vs. her çeşit şahsiyette terbiyenin, hususen anne
ve babanın rolü dile getirilmektedir. Gerçekten milletlerin iyi veya kötü her
istikamette kaderini tayin eden âmillerin başında terbiye gelir. Terbiyevî
gayretler terbiyevî müesseseler, terbiyeye ayrılan vaktin miktarı neticeye
tesîr eder. Hadîste, terbiye yoluyla çevrenin kişiye vereceği şeylere
"din" örneğinde dikkat çekilmiştir.
Dikkat çekilen ikinci
bir husus çocuk fıtratıdır. Hz. Peygamber (a.s) bütün çocukların aynı fıtrata
sâhip olduğunu ifade etmektedir: Zengin çocuğu da, fakir çocuğu da... siyahî
çocuğu da, beyaz çocuğu da, Avrupalı aileden doğan çocuk da, Afrikalı yamyam
âileden doğan çocuk da aynı fıtrata sâhip. Demek ki, doğduğu an dikkate
alındıkta bütün insanlar aynı yaratılış üzeredirler, aynı temel kapasite ve
temayüllere sahiptirler. Resûlullah (a.s) "Allah'ın yaratışta verdiği
fıtrat" âyetini de delil getirerek mevzuyu iyice kuvvetlendiriyor.
Kavimler, milletler, ırklar arasındaki farklılıklar, dış şartların ve bilhassa
terbiye sisteminin tesiriyle husule gelmektedir. Terbiye sistemi deyince,
öğretilen muhteva, öğretime verilen ciddiyet, öğretim müddeti, öğretim
techizatı, teknik ve metodlar, nazariyat, pratikler vs. vs. anlaşılacaktır.
Çocuk,
Allah bilgisine sahip olarak, Allah'ı ikrar edecek bir yaratılışla doğar.
Kendisinin bir yaratanı bulunduğunu ikrar etmeyecek hiç kimse doğmamıştır, bunu
başka şekilde isimlendirse ve hattâ, O'nunla birlikte bir başka şeye tapınsa
da" demiştir. Nevevî, muhtelif görüşleri kaydettikten sonra "En
doğrusu, her çocuğun İslâm'ı kabûle hazır bir yaratılışla doğmuş
olmasıdır" der. Hadisi böyle anlamalıyız demek ister.
Hadîste
temas edilen üçüncü husus, büluğa ermeden ölen çocukların uhrevî âkibetleri.
İslâm âlimleri, bu meseleye temas eden diğer hadisleri ve bir kısım âyetleri de
nazar-ı dikkate alarak farklı görüşler ileri sürmüşlerdir:
1-İslâm
âlimleri büyük çoğunluğuyla "Müslüman ailelerin çocukları cennetliktir,
çünkü mükellef olmazdan önce ölmüşlerdir" der. Bu hususta kesin hükümden
kaçarak ihtiyatı iltizam edenler olmuşsa da Hz. Peygamber (a.s)'ın: "Bülûğa
ermeden üç çocuğu vefat eden hiçbir Müslüman yoktur ki, Cenâb-ı Hak, çocuklara
olan rahmeti sebebiyle onu cennete koymamış olsun" hadisine dayanarak
bunların isabetli davranmadıklarını söylemişlerdir.
2-Müslüman
olmayan ailelerden ölen çocuklar hakkında üç farklı görüş ortaya atılmıştır:
a)
Çoğunluk, "Bunlar ebeveynlerine tâbi olarak cehennemliktir" diye
hükmetmiştir.
b)
"Kesin hüküm verilemez" diyenler olmuştur.
c)
Muhakkik âlimlerin benimsediği sahih görüşe göre bunlar da cennetliktir. Bu
görüşü ileri sürenlerin delilleri arasında şu âyet de yer alır:
مَنِ
اهْتَدى
فَاِنَّمَا
يَهْتَدى
لِنَفْسِه
وَمَنْ ضَلَّ
فَاِنَّمَا
يَضِلُّ عَلَيْهَا
وَلَاتَزِرُ
وَازِرَةٌ
وِزْرَ اُخْرى
وَمَاكُنَّا
مُعَذِّبينَ
حَتّى نَبْعَثَ
رَسُولًا
"Kimse kimsenin
günahını çekmez. Biz peygamber göndermedikçe kimseye azâb etmeyiz." [656]
*
Akıl ve baliğ oluncaya kadar çocuğun yaptıkları anne ve babasına ait olup
kendisine hiçbir sevap ve günah yazılmaz.
*
İslam dini hiç kimseyi soyu ve sopundan dolayı ne yadırgar ne de över. Çünkü herkes kendi hür iradesiyle yaptığı
şeylere göre hükme tabi tutulur.
*
Anne ve babanın kendi çocukları üzerine vazifeleri: Eğer çocuklarını iyi bir
şekilde yetiştirirlerse çocuklarının her işlediği sevaptan (öldükten sonrada
yaptıklarına ortak olup) pay alırlar.
Eğer
iyi bir şekilde yetiştiremezlerse sadece evlatlarını yetiştiremediklerinin
cezasını hem dünyada hem de ahrete çekerler. Evlatlarının işlediği günahtan
sorumlu olmazlar.
*
Hür olarak doğan her insan, ne anne ve babasının, ne de ırk ve milletlerinin
işlediği şeylerle itham edilmezler.
*
Her insan bir Adem. Her Adem bir Alemdir. Her İnsan kendi kişisel menkıbesinin
başrolünde oynadığı şeylerle anılır ve bilinir.
*
Her çocuk, içinden çıktığı ailenin dışarıya yansıyan bir aynasıdır. Onun için
kimin aile yapısının ne tür bir eğitim
ve yaşam biçimi içinde olduklarını anlamak için dışarıya çıkan çocuklarını
görmek yeterlidir.
* Çocuklar, bir ailenin ve
toplumun hem istikbali, hem de mirasçısıdırlar. Çocukları sağlıklı bir eğitim
almış olanların gelecekleri sağlam olur.[657]
ALDATAN
BİZDEN DEĞİLDİR
Otuzuncu Ayet
وَقَدْ
مَكَرَ
الَّذينَ
مِنْ
قَبْلِهِمْ فَلِلّهِ
الْمَكْرُ
جَميعًا
يَعْلَمُ
مَاتَكْسِبُ
كُلُّ نَفْسٍ
وَسَيَعْلَمُ
الْكُفَّارُ
لِمَنْ
عُقْبَى
الدَّارِ
“Onlardan öncekiler de (peygamberlerine) tuzak kurmuşlardı; halbu
ki, bütün tuzaklar Allah'a aittir. Çünkü O, herkesin ne kazanacağını bilir. Bu
yurdun (dünyanın) sonunun kimin olduğunu yakında kâfirler bileceklerdir!” [658]
Ayetin Nüzulü
ve Açıklaması
Yahudiler, Hz.Peygamber
(a.s.) durmadan iftira ediyorlardı. Dahası Mekke müşriklerini kışkırtarak
Hz.Peygamber (a.s)'a tuzak kurmalarını ve onu öldürmeleri istiyorlardı. Bunun
üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi.[659]
Ayetin Nüzûlünün
tespitinden sonra şimdide müslümana yakışmayan aldatma nedir ve nasıl olur
izahını yapmaya çalışalım.
Aldatmak: Yanıltmak, hîle ve oyuna
getirmek, kandırmak, iğfâl etmek, dolandırmak, sözünde durmamak.
Kur'an-ı Kerim'de aldatma,
münâfıklara yakışan çirkin bir huy olarak belirtilmiştir. Münâfıkların en
belirgin özellikleri Allah'a inanmadıkları hâlde, "inandık",
diyerek başkalarını kandırmalarıdır. Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışan
münâfıklar aslında kendilerini aldatmışlardır. Allah mutlaka onların hîle ve
aldatmalarını boşa çıkarır.
İnsanlarla olan
ilişkilerde de dürüst olmak gerekir. Başta alış-veriş olmak üzere her konuda
başkalarını aldatmak ahlâksızlıktır. Dünyada insanları aldatmak mümkün olsa
bile, Cenâbı Hakk her şeyi kuşatan ilmi ile yapılanları bilecek ve ahirette
bunun hesabını hilekâr yalancılardan soracaktır. Bunun için asıl aldananlar,
geleceklerini düşünmeden başkalarını aldatmaya çalışanlardır.
Allah'u Teâlâ başka bir
ayette de şöyle buyuruyor:
اِنَّ
الْمُنَافِقينَ
يُخَادِعُونَ
اللّهَ
وَهُوَ
خَادِعُهُمْ
وَاِذَا
قَامُوا
اِلَى
الصَّلوةِ
قَامُوا
كُسَالى
يُرَاؤُنَ
النَّاسَ
وَلَا
يَذْكُرُونَ
اللّهَ اِلَّا
قَليلًا
"Doğrusu münâfıklar Allah'ı aldatmağa çalışılar, oysa O onlara
aldatmanın ne olduğunu gösterecektir. "[660]
Şu halde müslümanın böyle
bir nifak alâmetini üzerinde taşımaması için; kesinlikle hilekârlığa ve
başkalarını aldatmağa yeltenmemesi, böyle bir düşünceyi içinde taşımaması
gerekir. Unutulmamalıdır ki, Cenâb-ı Hakk'ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. O'nun
bilmediği şey yoktur. Öyleyse başkalarını aldatmağa çalışmakla gerçekte
kendimizi aldatmış oluruz.
Allah'u Teâlâ şöyle
buyuruyor:
وَاِنْ
يُريدُوا
اَنْ
يَخْدَعُوكَ
فَاِنَّ
حَسْبَكَ
اللّهُ هُوَ
الَّذى
اَيَّدَكَ بِنَصْرِه
وَبِالْمُؤْمِنينَ
"Seni aldatmak isterlerse, (bil ki) şüphesiz Allah sana kâfidir.
Seni ve inananları yardımlarıyla destekleyen, kalplerini uzlaştıran odur.
"[661]
Cenâb-ı Hak bir yandan
hilekârların hîlelerini ortaya çıkararak onları dünya ve ahirette rezil ve
rüsvây ederken, öte yandan aldatılmak istenen müminlerin yardımcılığını
üstlenmektedir .
Bütün bunlar düşünülerek,
insanlarla olan her türlü münasebette dürüst olmak, doğruluktan ayrılmamak,
yalana, hîleye başvurmamak; kısaca hiç kimseyi, hiçbir konuda aldatmamak
müminlerin vazgeçilmez prensibi olmalıdır.
Ayette
müşriklerin inananlara karşı yaptıkları çirkinliğin tuzak olduğunu
buyururken aşağıdaki hadisi şerif ise Müslümanların birbirlerine karşı
yaptıkları çirkinliğin ise hile olduğunu beyan etmektedir. Ama sonuçta ikisi de
aynıdır.
Hile
ile yolunu tesis edenlerin sonu hüsrandır. Yukarıdaki ayeti kerimin
ifadesi bu mihvalde iken aşağıdaki hadisi şerifin ise aldatarak kazananların
servetleri boşa çıkacağınıvurguluyor.
Düzenbazların
düzeni çürüktür.
Hilekarların
aldatması beyhudedir.
Yüce
Allah cümlemizi şerlilerin tuzağından ve hilekarların aldatmasından koruyusun.
Otuzuncu Hadis
مَنْ
غَشَّنَا
فليْسَ
مِنَّا.
"Kim bizi aldatırsa o
bizden değildir." [662]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu:
Bu hadisin iki Vürûdundan bahsedilir.
a-Ebu Dâvud,[663] Ebu
Hureyre[664]
(r.a)'dan: "Hz. Peygamber (a.s) yiyecek satan bir adama uğradı
ve ona "ne satıyorsun?" diye sordu. O da ne sattığını haber
verdi. Bu arada Yüce Allah, Hz.Peygamber (a.s) vahyederek, elini satılan
yiyeceğin içerisine sokmasını buyurdu. O da elini yiyeceğin içerisine soktu.
Bir de ne görsün, o yiyecek ıslatılmış. Bunun üzerine buyurdu ki: "Hile
yapan bizden değildir."[665]
b-Ahmed ve Buhari, Zeyd
b. Sabitin şöyle dediğini rivayer ederler: "Resulullah Medineye gediği
dönemde biz, meyveleri olgunlaşmadan satıyorduk. Hz.Peygamber (a.s) bir münakaşa
ve kavga işitti ve, "bu ne ola?" diye sordu. Denildi ki:
"Bunlar meyveleri satın aldılar, şimdi de diyorlar ki, onlara bir takım
afat ve ayıp isabet etti." Bunun üzerine Hz.Peygamber (a.s) buyurdu ki: "Meyveler
olgunlaşıp, afet tehlikesi geçmeden satmayın."[666]
Bu rivayet, Hz.
Peygamber (a.s)'ın devlet reisi vasfıyla zaman zaman
çarşıpazarı teftiş ettiğini gösterir. Ma'mafih çarşıya alışveriş için de gelmiş
bulunsa, bu esnada konrol ve murâkebe işini de yürüttüğünü ve dolayısıyla,
devletin bu işlere ehemmiyet vermesi gereğini ifâde eder.
Hz.
Peygamber (a.s)'ın buğdaydaki yaşlığı gizlememesini söylemesi,
bu yığnı toptan satmak üzere koyduğunu ifade eder. Çünkü ölçek ölçek satılma
durumunda alttaki yaşlılık meydana çıkacağından, burada bir aldatma niyeti söz
konusu olamaz. Şu halde bağbağ, sandıksandık, sepetsepet, çuvalçuval, toptan
satışlarda üst kısma kalitelisini, kusursuzunu koyarak, müşterinin nazarından
bazı kusurlarını gizlemek haram olmaktadır. Üst kısım ile alt
kısım arası fark büyük olduğu takdirde müşteri akdini bozabilir, az farkı böyle
bir hak tanımaz, çünkü alışverişte bir tarafın az miktarda aldanması normal
karşılanır. Bazı âlimler, bu hadisten, büyük ve fazilet ehli kimselerin
alışveriş için pazara gitmelerinin sünnet olduğu hükmünü çıkarmışlardır.
Nitekim
İmam Mâlik: "Eskiden insanların âdeti pazar yerlerine çıkmak ve oralarda
oturmak idi. İbni Ömer çok defa pazara gelip orada otururmuş" der. Yahya
İbnu Sâid de: "Ben Saîd İbnu'l-Müseyyeb ile Sâlim Mevlâ İbnu Ömer (r.a)'ın
bir kısım rivayetlerini, onlar çarşıda oturup sohbet ederken aldım"
demiştir. Bu durumu te'yid eden bir rivayet, Ashabtan Abdullah İbnu Büsr
en-Nasrî ile ilgili: "Bu zat (r.a), cuma namazını kıldıktan sonra, hemen
çıkar, çarşıpazarı bir dolaşır tekrar camiye girip ibâdetle meşgul olurmuş.
Kendisine niçin böyle yaptığı sorulunca: "Müslümanların Efendisi (a.s)
böyle yapar gördüm de ondan" cevabını vermiştir.
Hilekâr:
Hîleci, hîle yapan, düzenbaz, oyuncu. Hîlekârlık, ayin kökten Arapça, Farsça
bileşik isimdir. Bir işi, muhatabını yanıltarak yapmaya sevk eden kimseye "hîlekâr"
denir. Hîle ahlâka aykırı bir davranış olup, bütün semavî dinlerde
yasaklanmıştır.
Hîle,
ya sözle veya fiille karşı tarafı etkilemek suretiyle vuku bulur. Sözlü hile;
tarafların birbirini etkilemek ve akde razı etmek için, bir takım aldatıcı ve
yanıltıcı sözler konuşmasıdır. Amaç, ayıplı bir malı, müşteriye ayıpsız gibi
satmak veya normalin üstünde bir fiyatla satışı gerçekleştirmektir. Meselâ,
satılan malı mevcut olmayan sıfatlarla övmek, malın kusurunu giılemek, üçüncü
bir kişi aracılığı ile fiyatın yükselmesini sağlamak bunlar arasındadır.[667]
Fiilî
hile ise; taraflardan birisinin diğerini etkilemek ve alış verişe razı etmek
için birtakım hîleli hareketler yapmasıdır. Meselâ; kalitesi düşük bir mala, aynı
cins fakat kalitesi yüksek bir malın damgasını vurmak; kalan değeri yüksek olan
kömüre düşük kalitelisini karıştırmak; sütsüz ineğin memelerini bağlayarak süt
biriktirmek ve alıcıya çok süt varmış gibi göstermek ve böylece normal
fiyatının üstünde fâhiş gabn derecesinde bir satış bedeli ile satmak gibi
hilelerdir. Günlük hayatta buna benzer pek çok hile ve aldatma çeşitleri
görülmektedir.
Kur'ân-ı
Kerîm'de Hz. Şuayb (a.s)'ın kavmini hîleye karşı uyarışı şöyle ifade edilir:
وَاِلى
مَدْيَنَ
اَخَاهُمْ شُعَيْبًا
قَالَ يَا
قَوْمِ
اعْبُدُوا
اللّهَ مَا
لَكُمْ مِنْ
اِلهٍ
غَيْرُهُ
وَلَا تَنْقُصُوا
الْمِكْيَالَ
وَالْميزَانَ
اِنّى
اَريكُمْ
بِخَيْرٍ
وَاِنّى
اَخَافُ عَلَيْكُمْ
عَذَابَ
يَوْمٍ
مُحيطٍ
"Ey kavmim, Allâh'a
kulluk edin, sizin için ondan başka ilâh yoktur. Ölçü ve tartıyı eksik
tutmayın. Ben sizi bolluk ve bereket içinde görüyorum. Sizin için çepeçevre
kuşatacak bir günün azabından korkarım." [668]
Hz.
Şu'ayb (a.s) puta tapan Medyen halkını yalnız Allah'ın hâkimiyetini tanıyan
tevhîd dinine çalışır. Onlar ölçüleriyle, tartılarıyla ve kesik, eksik
paralarıyla devamlı halkı aldatırlardı. Zeyd b. Eslem (ö. 136/753)'den rivayete
göre, bunlar dirhemlerin (gümüş para), dinarların (altın para) etrafını keserek
bunları piyasaya sayı ile sürerler, halktan alırken de bu paraları tartı ile
kabul ederlerdi. Şuayb (a.s), onları bu hileden vazgeçirmeye çalışmış, söz
dinlememeleri sonucu helâk olmuşlardır.
ALLAH
GÜZELDİR GÜZELİ SEVER
Otuz Birinci Ayet
وَلَا
تُصَعِّرْ
خَدَّكَ
لِلنَّاسِ
وَلَا تَمْشِ
فِى
الْاَرْضِ
مَرَحًا
اِنَّ اللّهَ
لَا يُحِبُّ
كُلَّ
مُخْتَالٍ
فَخُورٍ
"İnsanlardan yüz çevirerek böbürlenme. Yeryüzünde
kibirlenerek yürüme. Şüphesiz
Allah, büyüklük taslayan ve övünen hiç bir kimseyi sevmez. Yürüyüşünde tabi ol."[669]
Ayetin
Nuzulü ve Açıklaması
Lokman Sûresi:
Kur'an-ı Kerim'in otuz birinci suresi, otuz dört ayet, beş yüz kırk sekiz kelime ve iki bin yüz
on harften ibarettir. Hicazlılar bu surenin otuz üç ayet olduğu görüşündedirler.
Mekke'de nâzil olmuştur. Yirmi
yedi, yirmi sekiz ve yirmi dokuzuncu ayetlerinin Medenî olduğu rivayet edilmektedir. [670]
Ayet sonlarına
ahenk veren fasılaları dâl, râ, zi, mim ve nun
harflerdir. Saffât suresinden sonra nazil olmuştur.[671]
Lokman (a.s)'dan ve
onun oğluna verdiği vasiyetlerden
bahsettiği için sûreye bu ad verilmiştir: "Andolsun Biz Lokman'a hikmeti verdik. Hani
Lokman oğluna-ona öğüt verirken-demişti ki: Allah'a şirk koşma... "[672]
Lokman (a.s), Eyke
halkından Nûbiya kabilesine mensup olup, İbrahim
(a.s)'ın soyundandır.[673]
Böbürlenerek
yürümenin yasaklanması ile birlikte, aşırı tavırlardan arındırılmış doğal
yürüyüşün açıklanması da geliyor: "Yürüyüşünde tabii ol."
Burada `doğru ol'la aşırılık göstermeme ve böbürlenme, sağa sola ağız
ayırma ve sallanmayla enerji kaybına yol açmama kastedilmektedir, yürüyüşe doğru
olmak da aynı anlama gelir. Çünkü bir hedefe yönelen doğal yürüyüş, oyalanma,
böbürlenme içermez, rahat tavırlarla sadece doğrultusunda ilerler.
Alçak sesle
konuşma; terbiye, kendine güven, sözün doğruluğu ve gücü konusunda iç
rahatlığını yansıtır. Terbiyesiz veya sözü ve kendi değerinden kuşkuda olandan
başkası kabalık etmez, bağırıp çağırmaz. Evet!.. Sadece onlar hiddet, kabalık
ve bağırtı ile bu kuşkularını gizlemeye çalışırlar.
Kur'an
yöntemi, anlatımı şu ifade ile sürdürerek bu davranışın çirkinliğini
vurgulamaktadır: "Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir."
Görüldüğü gibi, tiksindiricilik ve çirkinlikle birlikte, insanı alaya almaya
çağıran gülünç bir sahne çiziyor. Ayetteki, düşünceyi uyandıran ifade
aracılığıyla kafasında bu gülünç sahneyi canlandırabilen duygu sahibi birinin
sonra kalkıp, bu eşeklerin sesine özenmesi düşünülemez...
Güzellik insanın ruhunda
gizlidir. Bu güzelliği ortaya çıkaracak olan ise insanın güzel huylarıdır.
Güzel huyların
önünü örten çirkin huylardan sakınmak gerekir. En çirkin huy kibirdir. En güzel
huy ise mütevazi olmaktır.
Aşağaıdaki hadisi
şerifin yukarıdaki ayetle bu sebeple biribiriyle parelellik arzetmektir. Çünkü
insanın çirkini huyunun çirkinliği, insanın güzelliği ise huyunun güzelliğidir.
Yüce Allah cümlemize
güzel huylar nasip etsin.
Otuz Birinci Hadis
إنَّ
اللّهَ
تَعالى
جَمِيلٌ
يُحِبُّ
الْجَمَالَ؛
"Allah
güzeldir, güzelliği sever."[674]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Müslim, İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kalbinde
zerre miktar kibir bulunan kimse asla cennete girmeyecektir!"
buyurmuştu. Bir adam: "Kişi elbisesinin güzel olmasını, ayakkabısının
güzel olmasını sever!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da: "Allah
Teala hazretleri güzeldir, güzelliği sever! Kibir ise hakkın ibtali, insanların
tahkiridir" buyurdular."[675]
Kibir,
büyüklük, ululuk manasına gelir. Dinî bir tabir olarak, kişinin kulluk edebine
uymayacak şekilde kendisini diğer insanlara karşı ululaması, onları hakir
görmesidir. Aslında insanın Allah'ın bir mahluku olarak, diğer mahlukata karşı
da büyüklenmeye hakkı yoktur. Kul ve mahluk olma cihetiyle bir eşitlik
mevcuttur. Ancak Allah Teala hazretleri, insana, hilafet ve emanet gibi bazı
ziyade mesuliyetler vererek, bunun gereği olarak diğer mahlukata karşı bir
kısım imtiyazlar vermiştir; akıl ve irade sahibidir, diğer mahluklar üzerinde
tasarruf yetkisi vardır. Bu imtiyazları onu hayvanata karşı kibre değil,
Cenab-ı Hakk'a karşı şükre ve hamde sevketmelidir.
Tıpkı
meyveli bir ağacın yerlere eğilmesi gibi, insanî imtiyazlara sahip beşeriyetin,
Allah'ın huzurunda rükû-u tevazuya eğilmesi, secde-i şükr ve hamde kapanması
gerekir, tekebbüre gitmesi değil. İmam Gazâlî'ye göre, "kibr,"
batınî ve "zahirî" olmak üzere ikiye ayrılır: Batınî kibir nefsin
derinliklerinde ruhî bir ahlaktır. Zahirî bir kibir ise dışa akseden, azalarda
görülen kibirdir. Esasen en doğrusu, içteki ahlaka kibir demektir. Zahirdeki
hareketler kaynağını içtekinden alır. Dıştaki hareketleri meydana getiren zaten
bu iç ahlaktır. Bu sebeple, hastalık azalarında kendini gösterince, kibirlendi
denir. Görünmediği zaman "o kibirlidir" denir. Şu halde kibrin aslı
insan tabiatındaki ahlaktır. Bu da kendisini başkasına üstün gösterme
arzusudur."
Dinimiz, her
hayrın, her fazilet ve üstünlüğün Allah'tan geldiğini tedris eder. Bu sebeple
kişinin mazhar olduğu bazı faziletler sebebiyle hemcinsine karşı
büyüklenmesini, bu nimetlere nankörlük kabul eder, onu asıl veren Allah'tan
gaflet alâmeti bilir. Bu sebeple kibir,
şiddetle reddedilen, kınanan huylardan biridir. Meseleye Kur'an-ı Kerim'in
müteaddit ayetlerle yer vermesi de kibrin din nazarında ne kadar kötü olduğunu
anlamaya yeterlidir. Birkaç ayetin mealini kaydediyoruz:
"Yeryüzünde haksızlıkla
kibirlenenleri ayetlerimden çevireceğim."[676]
"Allah, büyüklük taslayan
her zorbanın kalbini mühürler."[677]
"(Peygamberler hep) futuhat
istediler. (Buna kavuştular.) Hakka karşı alabildiğine inad eden her mütekebbir
zorba ise nihayet hüsrana uğradı."[678]
"(Allah) o büyüklük
taslayanları sevmez."[679]
"Andolsun ki (kâfirler),
kendi kendilerine büyüklenmişler, azgınlıkta pek ileri gitmişlerdi."[680]
"Bana kulluk etmeyi
kibirlerine yedirmeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir."[681]
"Yeryüzünde büyüklük
taslayarak yürüme. Sen ne yeri yarabilir, ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin.
Bütün bunlar, Rabbinin katında çirkin sayılan günahlardır."[682]
Kur'an-ı
Kerim'de kibre bu kadar yer verilmesinin sebebi, bunun küfrü tazammun
etmesindendir. Çünkü büyüklük, izzet, azamet ve üstünlük sadece Allah'a
yaraşır. Hiçbir şeye gücü yetmeyen, herşeyini Allah'a borçlu olan biçare
insanın kibir ne haddine! Kul kibirlendiği vakit, sırf Allah'a yaraşan bir
sıfatta Allah'a karşı münazaaya, yarışa girmiş olmaktadır. Gazâlî bu davranışı,
bir hizmetçinin padişahın tacını giyerek onun tahtına oturup hükmetmeye
kalkmasına benzetir. "Bir uşak için, bundan daha büyük bir cür'et,
bundan daha vahim bir cinayet olur mu?" der ve: "Şüphesiz bu
uşak, padişahın en ağır cezasını hak eder" diye hükmeder.
Kibirin
zıddı tevazudur. Tevazuyu alçak gönüllülük olarak ifade eder isek de, esas itibariyle mazhar olunan nimetleri
Allah'tan bilmeyi ifade eder. İslam büyükleri, tevazunun insanları
yücelteceğini, kibrin de alçaltacağını kabul eder. Hz. Ömer şöyle buyurmuştur: "Alçak
gönüllü, mütevazi ol ki, Allah seni yüceltsin. Kul kibirlenip böbürlendiği
zaman Allah Teala hazretleri onu alçaltır ve bir melek: "Uzak ol! Allah
seni uzaklaştırsın!" der. Kibirli insan kendi kendini büyük görürse de
herkesin nazarında düşük, hatta domuzdan daha adidir" demiştir. Bu manayı,
Ka'b (radıyallahu anh) bir başka üslubla ifade etmiştir: "Allah kime
dünyalıktan bir nimet verdi de, adam bu nimetin şükrünü ödedi ve tevazuunu
gösterdi ise, Allah Teala o nimetin menfaatini dünyada ona gösterdiği gibi,
ahirette de derecesini yükseltir. Fakat verdiği nimete şükretmez ve tevazu
göstermezse, Allah Teala, dünyada o nimetten ona bir kâr sağlamadığı gibi
ahirette de ona cehennemden bir kapı açar; dilerse affeder, dilerse azab
eder." Kibir, Gazâlî'ye göre, Allah'a, peygamberlere ve diğer insanlara
karşı yapılır. Her üçü de mezmun ise de, en kötüsü Allah'a karşı olandır.
Gazâlî,
ucbla kibir arasını tefrikte şöyle bir açıklama sunar: "Ucb, mutlak
surette kendini beğenmek, kibir ise, kendisini başkasından üstün görmektir. Her
ucub sahibi mütekebbir olmaz. Çünkü çok defa insan kendisini beğenir, fakat
başkasını da kendisinden üstün görebilir ve ona karşı kibretmez." Kur'an'da
ucuba temas eden ayetlerden biri, Müslümanların Huneyn Savaşı sırasında halet-i
ruhiyelerini örnek verir. Huneyn Savaşı, Mekke' nin fethinden sonra 12 bin
kişilik bir kuvvetle yapılan bir savaştı. İlk defa Müslümanlar böyle bir sayıya
ulaşınca bu durum, Müslümanları ucba
sevketmişti. Bir askerin: "Benî Şeyban'la karşılaşacak bile olsak
ehemmiyeti yok. Bugün kimse bize azlığımız sebebiyle galebe çalamaz" dediği rivayet olunur. Hz. Ebu Bekr de:
"Ey Allah'ın Resulü, bugün artık bize azlık sebebiyle galebe
çalınamaz" demiştir.
İşte bu
halet-i ruhiyeyi: "Muhakkak ki Allah pek çok yerde ve Huneyn gününde size
yardım etmişti. O gün çokluğunuza güvenmiştiniz. Fakat bu size fayda vermedi.
Yeryüzü o kadar genişliğiyle beraber,
size dar geldi ve arkanızı dönüp gittiniz"[683] mealindeki ayet tescil etmektedir. Ayet-i kerime, sayıca çokluğa
güvenip, harbin şartlarına riayet
etmeyen, zaferin Allah'tan geldiği gerçeğinden gaflete düşen Müslümanların, bu
çokluğa rağmen ilk karşılaşmada bozguna uğrayıp kaçtıklarını belirtmektedir.
Bir başka ayet de kâfirlerin de kal'a ve maddî güçlerine güvenmelerine temas
eder: "..Halbuki onlar, kal'alarının kendilerini Allah'tan
koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah'ın azabı onlara beklemedikleri yerden
geldi."[684] Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: ثَثٌ
مُهْلِكَاتٌ
شُحٌّ
مُطَاعٌ وَهَوىً
مُتَّبَعٌ
وَاِعْجَابُ
الْمَرْءِ بِنَفْسِهِ
"Üç şey
helak edicidir: İtaat edilen aşırı cimrilik, uyulan hevesat ve kişinin kendini
beğenmesi (ucb)." Ayet-i kerimede, "Nefislerinizi
temize çıkarmayın (kusursuz addetmeyin)"[685] buyrulmuştur. Hadislerin verdiği derse göre, kişiye günah olarak ucb
yeterlidir. Hatta kişinin, kendini günahsız bilme günahına düşmektense, günah
işleyip tevbe etmesi daha iyidir: لَوْ
لَمْ
تُذْنِبُوا
لَخَشِيتُ
عَلَيْكُمْ
مَا هُوَ
اَكْبَرُ
مِنْ ذلِكَ:
الْعُجْبُ
اَلْعُجْبُ
"Siz hiç günah işlememiş olsanız, ben onun
daha büyüğünden sizin için korkarım: O da ucubtur, ucubtur." Kibre düşen kimsenin haliyle ilgili bir tasviri Gazâlî'den sunup, bu
mevzuda daha fazla bilgi için onun ölmez eseri İhya'yı tavsiye edeceğiz.[686]
Kişi ne
zaman başkasına nisbetle kendini büyük görürse, başkasını kendisinden düşük,
hakir ve alçak görmeğe başlar. Onu yanına yaklaştırmak istemez, meclisine
almaz. Onu, karşısında bir hizmetçi gibi görmek ister. Hatta hizmetçi olarak da
kendisini kabul etmeyebilir ve onu hizmetçi olarak da karşısında görmek
istemez. Şayet kibri biraz daha hafif ise, müsavi olmasından çekinir, yanyana
gidemeyecekleri dar yollarda ve meclislerde öne geçer, onun selam vermesini
bekler. Kendinin ihtiyacına bakmakta kusur ederse, neden böyle yaptın diye ona
hayret eder. Karşısına çıktığı zaman onu muhatab almak istemez. Va'zu
nasihatini dinlemez. Kendisine bir şey
iade etse kızar. Muallimlik yaparsa talebelere hoş davranmaz. Onlara hakaret
eder. Onlarla alay eder ve kendi işinde çalıştırır. Avama bakışları, hayvana
bakışlarından farklı olmaz.
Hülasa,
kibirli adamın, sayılamayacak kadar çok çeşitli tavır ve davranışları vardır.
Bunları herkes anlayabileceği için, burada sayılmalarına lüzum yoktur. İşte bu
kibirdir. Kibrin afetleri büyük,
gaileleri pek çoktur. Havassın çoğu kibirden helaka gider. Avam şöyle dursun,
abid, zahid ve alimlerin çoğu da kibir hastalığından kurtulamazlar. Kibrin
doğurduğu felaket nasıl büyük olmasın ki? Resul-i Ekrem: َ
يَدْخُلُ
الْجَنَّةَ
مَنْ في قَلْبِهِ
مِثْقَالُ
ذَرَّةٍ مِنْ
كِبْرٍ
"Kalbinde
zerre kadar kibir olan cennete giremez"
buyurmuştur. Ölçüler'deki kibir üzerine
yazılan yazı da dikkat çekicidir. Faydalı olur mülahazası ile onu buraya
alıyoruz.
Bencillik
Girdabı: İnsana bahşedilen benlik emaneti, en
büyük gerçeği tanıyıp bulma yolunda ona verilmiş mukaddes bir armağandır.
Vazife biter bitmez de taşa çalınıp kırılması gerekli olan bir armağandır.
Böyle yapılmadığı takdirde kabarır, şişer ve sahibini yutacak bir ifrit haline
gelir. Fert, onunla Yüce Yaratıcı'yı, O'nun kudretinin, ilminin, iradesinin
sonsuzluğunu; eksiklik ve kusurların O'nun semtine sokulamayacağını idrâk
edecek, sonra da sinesinde tutuşturduğu marifet ve muhabbet ateşiyle onu eritip
bitirecek; sadece Yüce Yaratıcı'nın varlığıyla bakıp görecek; O'nunla düşünüp
O'nunla bilecek ve sadece O'nunla soluyacaktır. Hep bencil olarak kalıp gitme,
Hakk'ı görüp bilememenin, sonsuzluk yolunda mesafe alamamanın ve gözleri bağlı,
aynı yerde dönüp durmanın ifadesidir.
Devamlı
benlik hesabına düşünenler, benlikle oturup kalkanlar, aradıklarını "ego"nun
karanlık atmosferinde arayanlar, yıllarca deretepe demeden aşıp gitseler de bir
çuvaldız boyu yol alamazlar. Yapılan işler, işlerin en ağırı, en yorucusu dahi
olsa, benlik hesabına yapıldığı takdirde kat'iyyen fazilet va'detmez ve İlahî
Dergâh'ta kabul göremez. Kendini aşmamış, benliğine bıçak çalıp parçalayamamış,
basireti bağlı kimselerin ötelere doğru her hamlesi bir avunma ve aldatmaca,
her fedakârlığı da bir akılsızlıktır. Bencillik, şeytanî bir sıfat olduğundan,
ona kapılanların, şeytanın akibetine uğrayacağından şüphe edilmemelidir.
Şeytanın mazeret ve müdâfaaları bile, gümgüm birer benlik melodisidir. Hz.Adem
Nebi (a.s.), ufkunun karardığı bir anda, gözyaşlarından yepyeni bulutlar
meydana getirerek onunla gönül Şeref ve ululuğun Allah'a mahsus olduğu, onlar
gömlek ve kaftana benzetilerek ifade edilmiştir. Hattâbi, Allah'ın sıfatı izzet
ve azamet, kulun sıfatı da tevazu ve tezellül olması sebebiyle, kulun Allah'a
mahsus sıfatları kendine mal etmesinin caiz olmadığını belirtir.
يَدْخُلُ
النّارَ
أحَدٌ في قَلْبِهِ
مِثْقَالُ
حَبَّةٍ مِنْ
خَرْدَلٍ
مِنْ
لآإيمَانٍ،
وََ يَدْخُلُ
الْجَنَّةَ
أحَدٌ في
قَلْبِهِ
مِثْقَالُ
حَبَّةٍ مِنْ
خَرْدَلٍ
مِنْ كِبْرٍ.
- Bir diğer rivayette: "Kalbinde
hardal tanesi kadar iman bulunan bir kimse cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi
kadar kibir bulunan kimse de cennete girmez." buyrulmuştur.
Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), burada kalbinde kibir taşıyanların cennete
giremeyeceklerini kesin bir üslubla ifade etmektedir. Hattâbi bu ifadeyi iki
surette açıklamıştır:"Bu hadisteki kibirden murad küfürdür. Yani kişi iman
etme hususunda tekebbüre düşerek, imandan kaçınır. Haliyle bu şekilde ölen,
küfür üzere ölmüştür, cennete giremez."Hadisten maksad cennete giren
kimsenin kalbinde oraya girerken kibir kalmaz demektir.
Nitekim Kur'an-ı
Kerim'de وَنَزَعْنَا
مَا في
صُدُورِهِمْ
مِنْ غِلّ
"Biz onların kalbindeki her
türlü kini çıkarırız"[687] buyrulmuştur. Nevevî, Hattâbî'nin bu te'vilini yeterince isabetli
bulmaz. Hadisin, herkesçe bilinen ve başkalarını küçük görmekten ibaret olan kibirlenmekten
yasaklamak için varid olduğunu, dolayısıyla kibir kelimesinin bu manadan ve
hadisin de belirtilen maksaddan uzaklaştırılmaması gerektiğini söyler. Umumiyetle
benimsenen manaya göre, kibir sahibi, bu kibrin cezasını çekip, onun günahından
temizlenmeden cennete giremez demektir. Yani kibir cezayı gerektiren bir
haldir. Bu hal mutlaka ceza ile temizlenir, bu temizlik olmadan kul cennete
giremez. Ne var ki Allah her çeşit günahı affetmeyeceği hususunda bir kayıt da
mevcut değildir. Öyleyse hadisi "Allah'ın affetmemesi halinde, kibir
sebebiyle ateşte ceza çekmeden hiç kimse cennete giremez" diye anlamak en makbuldür. Zira kalbinde
hardal tanesi kadar imanı olan kimse ebedî cehennemde kalmayacağına göre, sırf
kibir, ebedî cehennem vesilesi olmamalıdır.
Hadiste,
güzel giyinmeyi sevdiğini söyleyen sahabinin ismi ihtilaflıdır. Nevevî, Malik,
İbnu Mürare er-Rahavî olduğunu, el-Kadi İyaz' dan naklen kaydeder. Bazı
muhakkiklerin Ebu Reyhâne Şem'ûn, Rebiatu'bnu Amir, Sevad İbnu Amr, Muaz İbnu
Cebel, Abdullah İbnu Amr İbni'l-As, Harim İbnu Fatik gibi başka isimleri
zikrettiğini de kaydeder.
Kalbinde
hardal tanesi kadar imanı bulunan kimsenin cehenneme girmeyeceği
belirtilmektedir. Alimler bunu "kâfirler gibi ebedî olarak cehennemde
kalmaz" şeklinde anlamışlardır. Çünkü "imanla birlikte bir
kısım günahları, zulümleri bulunabilir. O günahlarından af yahut ceza çekmeden
kurtulamayacağına göre, hadisin kâfirler gibi ebedî cehennemde kalacak
şekilde" diye kayıtlanması gerekir.
Hadiste "Allah'ın
güzeli ve güzelliği sevdiği" de ifade edilmiştir. Bunun manası da
alimlerce farklı şekillerde anlaşılmıştır. Bu husustaki ihtilaf, cemil
isminin Kur'an'da ve mütevatir hadiste
gelmemiş olmasından ileri gelir. Kat'î nasla sabit olmayan, haber-i vahidle gelen bir ismi Allah'a izafe
edebilir miyiz, edemez miyiz, haber-i vahidle itikad sabit olur mu, olmaz mı
ihtilafına dayanır. Bu sebeple bazı te'villerde cemilin Allah'a izafesi sabit
olan bazı isimlere hamledildiği görülür: Birkısmı: "Her emri güzeldir.
Nitekim güzel isimler (el-Esmau'l-Hüsna) O'nun, cemal ve kemal sıfatları da
O'nundur" demiştir.
Bazıları: "Kerim
ismi, mükrim (ikram eden); Semi ismi müsmî (işittiren) manasına geldiği gibi,
Cemil ismi de mücmil yani güzellik veren manasına gelir" demiştir. Kuşeyrî,
cemil isminin celil yani büyük manasında olduğunu söylemiştir. Hattâbî, cemilin
nur ve güzelliğin sahibi manasında kullanıldığını söylemiştir. Bazı alimler
cemili "Size karşı fiilleri lütufkâr ve güzeldir, size az amel teklif eder, teklif ettiklerini
îfada size yardımcı olur, îfa edene ecrini bol kılar" diye anlamıştır.
Nevevî, ulemadan bir kısmının bu "cemil" isminin, haber-i
vahidle sabit olsa bile Allah'a izafesinin caiz olduğunu söylediğini nakleder.
İmamu'l-Harameyn,
sahih nassla, şeriatta sabit olan şeyi kabul etmek gerektiğine, haram ve
helalin bu yolla kesinlik kazanacağına, şeriatta haram mı helal mi olduğu
hususunda kesin bir hüküm bulunmayan şeylerde haram veya helal hükmüne
gidilemeyeceğine dikkat çektikten sonra, Allah'a bir isim izafesi meselesinde,
kat'î bir delilin şart olmadığını, ilim iktiza etmeyen, amel iktiza eden bir
delille de Allah'a isim izafe edilebileceğini söyler. Hülasa, Allah Teala
hazretlerini, şer'an varid olmayan fakat yasak da edilemeyen kemal, celal ve
medih sıfatıyla tavsif etmenin caiz olup olmadığında Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat
mezhebi ihtilaf etmiştir. Bir kısmı bunu caiz görmüş, bir kısmı görmemiştir.
Bunda esas Kur'an veya mütevatir hadis veya icma ile sabit olmaktır.
Eğer bir isim, haber-i vahidle sabit ise, bu ihtilaflıdır. Böyle bir isimle
Allah'ın tavsifini bazıları caiz görürken, bazıları reddeder. Kabul edenler: "Böyle
bir isimle dua ve sena, onunla amel babındandır. Esasen haber-i vahidle amel
caizdir" demiştir. Reddedenler bunun Allah hakkında caiz ve caiz
olmayan (müstakil) şeye itikad meselesine girdiğini, bu meselede ise kesin
delilin esas alındığını söylerler. Bunlara göre Allah'a bir isim nisbet etmek
kesin delille mümkündür. Kadı İyaz, bu münakaşaya, Cemil ismini Allah'a
nisbetin caiz olacağı kanaatiyle katılır. Der ki: "Bu mesele hem
"amel"e, hem de "güzel isimler Allah'a mahsustur, ona bu
isimlerle dua edin"[688] mealindeki ayete
şamildir."Görüleceği üzere, haramhelal hükmü için şeriatten kesin nassın
varlığını şart koşan Ehl-i Sünnet uleması bu meselede, caiz değil veya
helalharam diye kesin hükümde bulunmaya karşı ihtiyatı tercih etmiştir.
YALNIZLIK
ALLAH'A MASUSTUR
Otuz İkinci
Ayet
وَاعْتَصِمُوا
بِحَبْلِ
اللّهِ
جَميعًا وَلَا
تَفَرَّقُوا
وَاذْكُرُوا
نِعْمَتَ
اللّهِ
عَلَيْكُمْ
اِذْكُنْتُمْ
اَعْدَاءً
فَاَلَّفَ
بَيْنَ قُلُوبِكُمْ
فَاَصْبَحْتُمْ
بِنِعْمَتِه
اِخْوَانًا
وَكُنْتُمْ
عَلى شَفَا
حُفْرَةٍ
مِنَ
النَّارِ
فَاَنْقَذَكُمْ
مِنْهَا كَذلِكَ
يُبَيِّنُ
اللّهُ
لَكُمْ
ايَاتِه لَعَلَّكُمْ
تَهْتَدُونَ
"Toptan Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz düşman idiniz de o, kalplerinizin arasını uzlaştırdı. Ve onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz, ateş çukurunun tam kenarında idiniz, o, sizi oradan kurtardı. Doğru yola erişesiniz diye işte Allah,
ayetlerini size böylece açıklar. "[689]
Ayetin Nuzulü ve Açıklaması
Bu ayetin Evs ve Hazreç hakkında nazil olduğu rivayet
edilir. Yahudilerden birisi Evs ve Hazreç'ten bir topluluğa rastlar. Onların uzlaşmaları ve ittifakları yahudinin hoşuna gitmez.
Yanında bulunanlardan birisine yanlarına gidip oturmasını ve "Buâs Günü"ndeki savaşlarını hatırlatmasını söyler. Adam söylenenleri yapar. Böylece toplulukta
bulunanların nefislerinde hamiyyet duygusunu canlandırır. Birbirine kızar ve birbirlerine düşerler.
Cahiliyyedeki armalarıyla birbirlerini çağırıp silahlarını isterler ve "Harre"
denilen yerde buluşmak üzere sözleşirler. Bu durum Resulullah'a haber verilince yanlarına gelip onları sakinleştirdikten sonra "Ben aranızda olduğum
halde cahiliyye davası mı?"
buyurur ve arkasından yukardaki ayet-i kerimeyi okur. Bunun üzerine her
iki taraf da pişman olur. Barışıp
birbirlerine sarılarak silahlarını bırakırlar. Allah ta onlardan hoşnut olur.
İşte böyle! Allah onlara açıklıyor onlar da hidayete eriyordu
ve böylece ayetin devamında onlar hakkında varid olan yüce Allah'ın şu sözü gerçekleşmiş oldu:
"Allah
size ayetlerini işte böyle açık açık anlattı ki doğru yolu bulasınız." [690]
Bu olay yeryüzünde beşeriyete
önderlik yapmak ve Allah'ın metodu üzere hayatlarını sürdürüp birbirini sevenler
arasındaki Allah'ın ipini
koparmak için yahudilerin sarfettikleri çabanın
bir göstergesidir. Rivayet edilen hadise, Allah'ın
ipine sarılarak O'nun hayat için koyduğu metod etrafında
biraraya gelecek her müslüman cemaat için yahudilerin sürekli kuracakları tuzaklardan bir örnektir. Aynı zamanda bu olay, ilk müslümanları nerdeyse küfre döndürüp birbirinin boyunlarını vuracak noktaya getirerek,
etrafında toplanıp kardeş oldukları Allah'ın sağlam ipini koparacak olan ehl-i
kitaba itaat etmenin sonuçlarından biridir. Ayrıca bu ayetle surenin akışı
içindeki diğer ayetler aynı noktada
birleşmektedir.
Ancak ayet-i kerimenin kapsamı bu olaydan çok daha geniş boyutludur. Ayet-i kerime surenin akışı içinde kendisinden önce ve sonra gelen ayetlerle
beraber müslüman safları parçalamak ve her aracı kullanarak aralarına fitne ve
ayrılığı yerleştirmek için yahudilerden kaynaklanan bir çabanın varlığını belirtiyor. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim, sürekli olarak müslümanları, ehl-i kitaba itaat etmekten, onların hile ve desiselerine kulak vermekten ve onlar gibi
ayrılığa düşüp parçalanmaktan sakındırıyor. Bu sakındırmalar, Medine'deki müslüman
cemaatin karşılaştığı
yahudi tuzaklarının şiddetine
ve sürekli ayrılık, şüphe ve kargaşa tohumları saçtıklarına işaret etmektedir. Yahudilerin her
zamanki uğraşılarıdır. Bugün, yarın, her zaman ve mekânda müslüman saflar arasında aynı işlevini sürdürecektirler.[691]
Yalnızlık Allah'a mahsustur. Allah'tan başka hiç kimse yalnız kalmaya muktedir
değildir.
İnsan sosyal bir
varlıktır. Tek kaldığı zaman sosyal dengesini kaybeder. O zaman da delilik veya
beyhudelik damgasını taşımak zorunda kalır.
İslam gibi yüce bir dinin
müntesipleri yalnızlık yakışmaz. Çünkü dini ibadetlerin çoğu toplu yapmakla
kabul olan veya cemaat halinde yapıldığı zaman sevabı daha çok olur.
Yüce Allah cümlemize
dinimizi topluca ifa etme şartlarını ihsan etsin.
Otuz İkinci Hadis
لَوْ
يَعْلَم
النَّاسُ
مِنَ
الْوَحْدَةِ
مَا أعْلَمُ
مَا سَارَ
رَاكِبٌ
بِلَيْلٍ وَحْدَهُ.
"İnsanlar yalnızlıktaki (mahzuru) benim
kadar bilselerdi, hiçbir atlı tek başına bir gecelik olsun yol yapmazdı."[692]
Hadisin Vürûdu
ve Açıklaması
Vürûdu: Suyuti, Bu hadisin Vürûdu için
üç hadis getirir.[693]
a-Said İbnu'l- Müseyyeb (rahimehullah) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Şeytan tek başına olanla, iki
kişi beraber olana sıkıntı verir. Eğer üç kişi olurlarsa onlara sıkıntı
veremez."[694]
b- Amr İbnu Şuayb an ebîhî an ceddihi (radıyallâhu anh) tarikinden
naklediyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bir
atlı bir şeytandır, iki atlı iki şeytandır, üç atlı bir gruptur."[695]
c- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bir sefere üç kişi beraber
çıkınca birini emîr (başkan) yapsınlar."[696]
Hadis, tek
başına seyahat etmemeyi tavsiye etmektedir. Ancak şârihler: "Zaruret ve
maslahat halinde yalnız başına yolculuğun câiz olduğunu belirtirler. Şöyle ki
bazı durumlar vardır ki bir kimsenin tek başına hareket etmesini gerektirir:
Casus gönderme, öncü çıkarma gibi. Sünnetten de bazı örmekler rivayet
edilmiştir. Kerahet bunun dışındaki hallerle ilgilidir. İbnu Hacer:
"Muhtemelen cevaz hali, emniyet durumunda ihtiyaçla kayıtlıdır."
dedikten sonra muhtelif fırsatlarda, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yalnız başlarına yola çıkardığı kimselerden isimler verir: Huzeyfe, Nuaym İbnu
Mes'ud, Abdullah İbnu Üneys, Havvât İbnu Cübeyr, Amr İbnu Ümeyye, Sâlim İbnu
Ümeyr gibi. Şu halde, sadedinde olduğumuz hadis, normal şartlarda yapılacak
ideal mânadaki yolculuğun âdâblarından birini beyan etmiş olmaktadır: Kişi tek
başına yola çıkmamalıdır. Müteakip hadisler meseleyi daha da açacaktır.
Bu hadis
yolculukla ilgilidir. Yani "Tek başına seyahat edenle iki arkadaş olarak
seyahat edenlere şeytan sıkıntı verir, üç kişi beraber seyahat ederlerse
sıkıntı veremez" demektir. Ancak, bazı âlimler: "Tek başına
(vahid)'den maksad "kendi görüşünde yalnız kalan" dır" diyerek
"çoğunluğa uymak, büyüğe uymaktan evladır" prensibini getirmişlerdir.
Nitekim bir başka hadis de bu mânayı teyîd etmektedir:
Hattâbî,
hadisi şöyle açıklar: "Bunun mânası şudur: "Yalnızlık ve yeryüzünde
tek başına seyahat şeytanın işidir. Bu amele insanı şeytan sevkeder ve ona
şeytan çağırır. İki kişi için de durum aynıdır. Ancak üç kişi olursa o zaman
bir cemaat teşkil ederler." Hattâbî devamla der ki: "Yalnız başına
yolculuk yapan kimse yolda ölecek olsa, yanında onun yıkama, teçhiz ve defin
gibi cenazesi ile alakalı işleri görecek kimsesi olmaz. Keza malı mülkü üzerine
vasiyetini tevdi edeceği ve terekesini ailesine götürecek, ölümü hakkında
onlara haber getirecek birisi olmaz. Keza yolculuğunda kendisine yardımcı
olacak kimseden de mahrumdur. Üç kişi olurlarsa bazı külfetli işlerde,
korunmada birbirlerine yardım ederler, namazlarını cemaatle kılıp, cemaat
sevabından hisselerini alırlar."
Hattâbî şu açıklamayı yapar: "Bu emirden maksat işlerinin
müştereken ahenkli olarak yürümesi, aralarında farklı fikirler ortaya çıkmaması
ve dolayısıyla ihtilafa düşmemeleridir." Başkan seçme sünnet-i
müekkededir. "Vâcibdir" diyen âlim de vardır. Üçten murad, cemaatin
en azı (ekalli) üç olması sebebiyledir. Daha fazla iseler evleviyetle başkan
gerekli olur. Hattâbî der ki: "Bu hadiste şu hususa delil vardır: Eğer iki
kişi, aralarındaki bir mesele hakkında hüküm vermesi için üçüncü bir şahsı
hakem tayin etseler, bunun hükmü infaz edilir."
Böyle bir emîre itaat gerekir, ancak bu emîrin hudûd ahkâmını tatbik
etmeye veya ta'zir cezası vermeye yetkisi yoktur. Sadece yolculuk umuruyla
ilgili kararlar almada şer'i izne sahiptir.
Bazı âlimler, "iki kişi olsalar da birinin emir olması
gerekir" diyerek, ikiyi de "üç" ün ahkâmına tâbi
kılmıştır.
İÇTİHAD
Otuz Üçüncü Ayet
اِنَّ
اللّهَ
يَاْمُرُكُمْ
اَنْ
تُؤَدُّوا
الْاَمَانَاتِ
اِلى اَهْلِهَا
وَاِذَا
حَكَمْتُمْ
بَيْنَ
النَّاسِ
اَنْ
تَحْكُمُوا
بِالْعَدْلِ
اِنَّ اللّهَ
نِعِمَّا
يَعِظُكُمْ
بِه اِنَّ
اللّهَ كَانَ
سَميعًا
بَصِيرًا
“Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve
insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size
ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi
görücüdür.” [697]
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Bu ayetin Sebebi nüzulü
hakkında meşhur olan rivayet şudur: Mekkenin fethi günü Resulullah Mekkeye
dahil olduğu zaman Kâ'benin anahtarcısı bulunan Osman ibni Talha ibni Abdüddar
kapıyı kilitlemiş, anahtarını Resulullah'a teslim etmekten kaçınmıştı "eğer
ben onun Resulullah olduğunu bilse idim menetmezdim"
demiş, derhal Hz. Ali de Osman'ı tutmuş, kolunu bükmüş anahtarı alıp Kâ'benin
kapısını açmış ve Resulullah girip iki rekat namaz kılmıştı.
Çıkdığı zaman amcası Hz. Abbas anahtarın kendine verilmesini ve eskiden sorumluluğunda
bulunan hacılara zemzem
su dağıtma ile beraber Kabe anahtarının
bekçiliğini kendisinde birleşmesini istedi.
Yüce Allah (cc): “Allah
size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında
hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel
öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür” [698]
bunun üzerine bu âyeti inzal oldu.[699]
Ayetin sebebi nüzûlünün
tespitinden sonra şimdide hüküm nedir konusunu izah edelim.
Hüküm: İslâm hukuk usulünde,
Allah ve Resûlünün emir, yasak, muhayyer bırakma veya bir kimsenin fiiline
ilişkin iki şeyi birbirine bağlama özelliklerini taşıyan prensipleridir. Farz,
vâcib, sünnet, müstehab, mubah, haram, mekruh, sahih, bâtıl, fâsit, sebep,
şart, mâni gibi bir müslümanın fiiline Allah veya Resûlü tarafından verilen
vasıf "şer'î hüküm" adını alır. Hüküm emir, yasak veya
muheyyer bırakma kabilinden ise, buna "teklîfî hüküm" denir.
Emre örnek: namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi. Yasağa örnek; içki
içmek, kumar oynamak, zina etmek gibi. Muhayyer bırakmak ise; meşrû şekilde
yeme, içme ve gezinme gibi fiilleri kapsamına alır.[700]
İslâmî bir hükmün kıyas
yoluyla benzeri meselelere uygulanabilmesi için pratiğe yönelik olması ve
mânâsının akıl ile anlaşılabilmesi gerekir. Yani bu hükmün meşrû oluş sebebini
akıl kavramalı veya âyet-hadis bu sebebe işaret etmelidir. Meselâ içki, kumar,
murdar hayvan eti ve rüşvet haram kılınmıştır. Akıl, bunların meşrû oluş
hikmetini kavrar. Eğer hükmün mânası, teyemmüm abdesti ve namazın rekatlarının
sayısı veya şekli gibi akıl ile bilinemezse kıyas konusu olamaz. Ebû Hanîfe'ye
göre, hüküm âyet ve hadislerinin hepsinin mânâsı akıl ile kavranabilir ve
illetleri anlaşılır. Ancak ibâdet (taabbûdî) olduğuna dair delil bulunanlar
bundan müstesnadır. Bu, meşrû oluş sebebi akıl ile kavranılamayan ibadet veyâ
hükümlerin bir hikmet veya faydası yoktur, anlamına gelmez. Şüphesiz bunların
da hikmet ve faydaları vardır; fakat akıl bunlardaki illeti anlayarak
benzerlerine uygulama yeteneğine sâhip değildir.[701]
Kur'ân-ı Kerîm'de,
insanların fiilleriyle ilgili beşyüz kadar âyet vardır. Bunlara "hüküm
âyeti" denir. Bu âyetleri açıklayan özel eserler de yazılmıştır. Ebû Bekir
el-Cassâs (ö. 370/980) ile İbnü'l-Arabî'nin, Ahkâmü'l-Kur'ân adlı eserleriyle,
günümüz İslâm bilginlerinden Muhammed Ali es-Sâbûnî'nin, Tefsîru Ãyâti'l-Ahkâm
isimli eseri bunlardandır. Hz. Peygamber'in hadislerinde de, edeb, öğüt ve
ahiret hükümleri yanında, ibâdât, muâmelat ve ukûbâtla ilgili hüküm hadisleri
ayrı başlıklar veya müstakil hadis kitapları olarak yazılmıştır. Bunlara da
"hüküm hadisleri veya hüküm bildiren hadisler" denir.[702]
Hakkın hükmünü ifa ederken
haksızlık yapmamak ve hakkı ehline teslim etmek üzere nazil olan ayeti kerime,
aşağıdaki hadisi şerif ise hakkın rızasını gözeterek taraf olmamak kaydıyla
hüküm vermek isabet etmese de yine hakimin sevabını alabileceğini haber
vermektedir.
Hak adına taşkınlık
yapılmadığı sürece Ceneb-ı Hak hiç kimsenin hakkını zayi etmeyecektir. Çünkü
onun Rahmani Rahmetinin gereği budur.
Yüce Allah cümlemizi
Rahmetinden mahrum etmesin.
Otuz Üçüncü Hadis
إذَا
اجْتَهَدَ
الْحَاكِمُ
فَأصَابَ
فَلَهُ
أجْرَانِ،
وَإنِ
اجْتَهَدَ
فأخْطَأ فَلَهُ
أجرٌ.
"Hâkim
içtihad eder ve isabet ederse kendisine iki ücret (sevap) verilir. Eğer içtihad
eder ve hata ederse ona bir ücret vardır." [703]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Amr İbnu'l-Âs[704]
radıyallahu anh anlatıyor:" Hz.Peygamber (a.s)'a davalı iki adam geldi. O
da Amra dedi ki: "Ya Amr, aralarında hükün ver bakalım." Amr dedi ki:
"Ey Allah'ın
Resulü! En bu işe benden daha layıksın. Hz.Peygamber (a.s) buyurdu ki: "Böyle
olsa bile sen hüküm ver." Amr, "Eğer hükmedersem bana ne
var?" dedi. Hz.Peygamber (a.s) de,
"Eğer hükmedip,
hükmünde isabet edersen sana on sevap var. Eğer sen ictihad edip bunda hata
edersen sana bir sevap var" buyurdu.[705]
Alimler bu hadisten,
alim kimsenin âdabına uygun şekilde içtihad yaptıktan sonra, isabet edemeyip,
hataya düştüğü için hükümünün veya fetvasının reddedilmiş olmasından günaha
girmeyeceği hükmünü çıkarmışlardır. "Bilakis, derler, eğer iyi niyetle
bütün gayretini ortaya koymuşsa ücrete mazhar olur, eğer isabet etmişse ecri
katlanır. Ancak hakkında ilmi bulunmayan bir meselede cüret edip, ileri atılır,
hüküm veya fetva vermeye kalkarsa günahkâr olur."
İbnu'l-Münzir der ki: "Hâkim,
içtihadı bildiği halde içtihad ederek hata yaparsa ücrete mazhar olur. Ama alim
olmazsa ücret almaz." "Haksız yere hükmeden kadı cehennemliktir,
câhilâne hükümde bulunan da cehennemliktir" buyrulmuştur. Hattâbî,
kadı'nın hata yapsa bile ücrete mazhar olma şartını açıklama sadedinde şöyle
der: "Müçtehid, içtihad için şart olan vasıfları nefsinde cem'etmiş ise,
(içtihadın usulünü, kıyasın çeşitlerini vs. biliyorsa) ücrete mazhar olur.
Böylesi müçtehid hatasından mâzurdur. Ama mütekellif (yani içtihad için gerekli
evsafı nefsinde cem'etmeden yersiz bir cüretle içtihada tevessül etmiş biri)
ise onun sorumluluğundan korkulur. Ayrıca, âlim kimseye ücret verilmesi, hakkı
aramada gayret sarfetmenin ibadet olmasındandır. Bu hüküm isabet etme haline
bağlıdır. Ama isabet etmezse, hatalı hükmüne ücret yoktur, fakat günahından eksiltilir."
Hattâbî'nin bu sözünden onun, hadiste geçen "...ona bir ücret vardır"
ibaresini, günahın eksiltilmesini ifade eden bir mecaz kabul ettiği
anlaşılmaktadır.
Hadiste geçen isabet
etmekten murad, nefsü'l-emirdeki Allah'ın hükmüne tesadüftür. Hata etmekten
murad da, müçtehidin "hak, şu cihettedir" diye verdiği hükmün
nefsü'l-emirdekinin hilafına tesadüf etmiş olmasıdır.
İsabet edene verilen iki
ücretten biri içtihad ücreti, diğeri de isabet ücretidir. İsabet edemeyen ise
sadece içtihad ücreti alır. "Muhtasar-ı Şerhi's-Sünne"'de
denir ki: "Müçtehid olmayanın kaza (hüküm verme) işine girmemesi gerekir.
İmamın böyle olmayanı kaza işlerine tayin etmesi de caiz olmaz."Devamla
müçtehid hakkında şu bilgi verilir: "Müçtehid, şu beş ilmi nefsinden
cem'eden kimsedir:
- Kitabullah ilmi,
- Resûlullah'ın
sünnetinin ilmi,
- Selef ulemâsının icma
ve ihtilaflarına ait ilim,
- Lügat ilmi,
- Kıyas ilmi...
Kıyas:
Kur'ân, sünnet veya icmada sarih olarak görülemeyen bir meselenin Kur'ân ve
sünnetten hükmünün çıkarılması yoludur. Bu sebeple kitap ilmi olarak, Kur'ân'ın
nasihini, mensuhunu, mücmel ve müfesserini, hâs ve âmm olanını, muhkem ve
müteşâbihini, kerahet ve tahrimini, mübâh ve mendubunu bilmek gerekir. Sünnet
ilmi olarak da bu sayılanların bilinmesi gerekir. İlaveten sünnetin sahihini,
zayıfını, müsned ve mürselini, sünnetin Kur'ân'a karşı, Kur'ân'ın sünnete karşı
durumu nedir bilmek gerekir. Sözgelimi zâhiri Kur'ân'a muvafık düşmeyen bir
hadisle karşılaşınca ne yapacaktır? Çünkü temel prensip şudur: Sünnet, Kur'ân'ı
beyan eder, ona muhalefet etmez. Müçtehidin, sünnette varid olan şer'î ahkâmı,
kısas, ahbâr ve mevâizden ayrı olarak bilmesi gerekir. Keza müçtehid lügat
ilminden bütün Arapçayı olmasa da, Kur'ân ve sünnette gelen ahkâmla ilgili
lügatı bilmesi gerekir.
Yine müçtehid, sahâbe ve
tâbiînin ahkâmla ilgili sözlerini ve ümmetin gelip geçen fakihlerinin
fetvalarını çoğunluk itibariyle bilmelidir ki, vereceği bir hüküm onların
akvâline muhalif düşmesin; böylece icmayı delmeyeceğinden emin olunur. Şu halde
sayılan bu ilim çeşitlerini bilen kimse müçtehidtir. Bilmediği takdirde ona
düşen (önceki müçtehidleri) taklid etmektir. Burada katılmakta zorluk çekilecek
bir husus, taklid etme tavsiyesidir. Çünkü taklid, mevcut bir hükme uymaktır.
Halbu ki, asıl meselemiz, yeni çıkan bir meselenin hükmünü araştırmaktır. Bu
durumda neyi, kimi taklid edeceğiz? Belki şöyle söylemek daha uygun düşecektir:
İçtihad için gerekli şartları haiz olmayanlar, eslâfın içtihad edip hükme
bağladığı meselelerde yeniden içtihada gitmeyip taklidi esas almalı, yeni
meselelerde de ehliyetli olanlar söz söylemelidir. Ehliyetli olmayıp da hevesli
olanlar, önce kendilerini yetiştirerek gerekli şartları nefislerinde cem
ettikten sonra, mesele çözümüne tevessül etmelidir; dinle oynanmaz."
Mevzu ile ilgili olarak,
ulemânın bir münakaşasına da burada temas edeceğiz: Her müçtehid hakka isabet
eder mi, yoksa sadece biri mi isabet eder? Bu meselede Hanefî ve Şâfiî ulemâya
göre bir mesele hakkında muhtelif hükümler veren ulemadan yalnız biri hakka
isabet etmiştir. Diğerleri hata etmiştir. Ancak mâzur oldukları için günahkâr
sayılmazlar. Yukarıda belirtildiği üzere hatalı hükme varanlar birer ecir
alırlar. Diğer birkısım ulemaya göre, her müçtehid hakka isabet eder;
aralarında farklılıklar olsa da. Mâzirî, her iki görüşü temsil eden ulemanın
sadedinde olduğumuz aynı hadise dayandıklarını söyler. "Sadece biri
hakka isabet eder" görüşünü benimseyenler buna dayanır. "Çünkü
derler, eğer herkes hakka isabet etseydi, onlardan birine hata ıtlak olunmazdı.
Zîra bir tek halde iki zıt cem olmaz, muhaldir."
Herkes hakka isabet eder
diyenler, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "herkesin ücrete
mazhar olacağı"nı söylemesini delil yaparlar. "Eğer isabet
olmasaydı ücret de olmazdı" diye istidlâl ederler ve hadisteki hata
ıtlakını, nassdan gâfil olarak veya içtihada gidilmesi câiz olmayan kat'iyyât
ve icmaya muhalif olan hususlarda içtihadda bulunanla izah ederler. Zîra böyle
birisi, içtihadında hata edecek olsa, vardığı hüküm ve verdiği fetva nesholur,
icma ile içtihad etse bile. İşte hata ıtlakı bunun hakkında sahih olur. Ama "nass
veya icma bulunmayan bir meselede içtihadda bulunan kimseye hata ıtlak
olunmaz..." tahlilini bu şekilde derinleştiren Mâzirî sözlerini şöyle
noktalar: "Her iki tarafta da hak vardır diyenler, fukaha ve
mütekellimînin ekseriyetini teşkil eder. Her birinden bu meselede ihtilaf
rivayet edilmiş de olsa Eimme-i Erbaa (dört imam) da bu görüştedir. Şâfiî
merhumdan maruf olan, birinci görüştür.
Mezkûr hükmün, iki hasım
arasında hükmeden hâkime mahsus olması daha uygundur. Zira burada, tek bir
meselede iki kısmın niza ettikleri muayyen bir hak mevzubahistir, (bu hak iki
olamaz). Bu hakkı iki taraftan biri lehine hükmetti mi diğerinin hakkı
kesinlikle ibtal olur. İşte burada hakkın biri batıl olur ve hâkim gerçeği
bilemez. Burada ayrı hükme gidilmiş olsa, birinin isabet edeceği, diğerinin
hata edeceği, münakaşa gerektirmeyen bir husustur. Her müçtehidin doğruyu
bulmuş olması hasebiyle, musib birdir şeklindeki ihtilafın, hakkın delalet
yoluyla kendilerinden çıkarıldığı meselelere has olması uygunluk arzetmektedir.
Bu hadiste alimlerin,
etrafında dönüp yakalayamadıkları ziyade bir faide görüyorum. O da şudur:
"Kâsır (kişide kalan) amelin ücreti tek bir amiledir. Ama müteaddi
(başkasına sirayet eden) amele mukabil ücret kat kattır. Çünkü kendi nefsinde
ücret gördüğü gibi, aynı cinsten ona müteallik olan başkalarının ücreti de
kendine müncer olur. Böylece hakka hükmetti ve hakkı sahibine verdi mi ona hem
içtihad ücreti gelir, hem de hakka müstehak olanın ücreti gelir. İki hasımdan
biri hüccet beyanında daha açıkgöz çıkarak, haksız olduğu halde onun lehinde
hükmetse hâkime sadece içtihad ücreti gelir."
Hâkim,
hakkı, haksız olan tarafa verecek olsa, onu kasten yapmadığı için muâheze
olunmaz. Lehine hükmolunan kimsenin günahı kendinde kalır, hâkime geçmez.
Şurası açıktır ki, bu durum, liyakatli kimsenin, hakkı bulmak için samimiyetle
bütün gücünü harcamış olma şartına bağlıdır. Aksi taktirde, bu şartları ihlal
etti mi hâkime de vebal gelir." Son olarak tekrar edelim ki: "İslâm
uleması şu hususta icma etmiştir: "Sadedinde olduğumuz hadis, hüküm
vermeye ehliyetli müçtehid hakkındadır. Böyle bir hâkim, içtihadda bulunur da
isabet ederse, biri içtihadına, biri de isabetine karşılık
olmak üzere kendisine iki ecir verilir. Hata ederse yalnız içtihadına karşılık bir ecir
verilir." İçtihada ehil olmayan kimsenin hüküm vermesi hiçbir şekilde helal
değildir. Bu kimse içtihadla verdiği hükümden dolayı sevap değil, günah
kazanır. Verdiği hüküm hakkı bulsa da bulmasa da, hiçbir değeri yoktur. İnfaz
edilmez. Verdiği hüküm isabetli bile olsa şer'î bir esasa değil, tesadüfe
dayandığı için Allah'a asi olmuştur, dini hafife almıştır. Binaenaleyh
günahkârdır.
MASİYETTE İTAAT
YOKTUR
Otuz Dördüncü Ayet
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اَطيعُوا اللّهَ
وَاَطيعُوا
الرَّسُولَ
وَاُولِى الْاَمْرِ
مِنْكُمْ
فَاِنْ
تَنَازَعْتُمْ
فى شَىْءٍ
فَرُدُّوهُ
اِلَى اللّهِ
وَالرَّسُولِ
اِنْ
كُنْتُمْ
تُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
الْاخِرِ
ذلِكَ خَيْرٌ
وَاَحْسَنُ تَاْويلًا
.
"Ey müminler,
Allah'a itaat ediniz; Peygambere ve sizden olan devlet yetkililerine de itaat
ediniz. Eğer gerçekten Allah'a
ve ahiret gününe inanmışsanız
herhangi bir konuda anlaşmazlığa
düştüğünüzde
o meselenin çözümünü Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz. Bu sizin hesabınıza
en hayırlı
ve en iyi akıbet vaad eden bir
tutumdur."[706]
Ayetin Nuzulü ve Açıklaması
ياَيما
الذين آمنوا
اَطِيعُوا
اللّهَ
وَاَطِيعُوا
الرَّسُول "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin,
Resûle ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin)"[707] ayetinin Adullah İbnu Huzâfe
hakkında indiğini ifade eden bir Buhârî hadisi de olayların farklı olduğuna delil kabul edilmiştir.
Saîd ibni Cübeyrden rivayet
edildiğine göre bu âyet Abdullah ibni Huzafe ibni Kays dolayısiyle nâzil olmuştur.[708]
Bu
girişten sonra sadedinde
olduğumuz ayetin izahını çağdaş Tefsirin müellifine bırakalım.
Bu
kısa ayette yüce Allah bir yandan imanın şartını ve İslâm'ın tanımını açıklarken aynı zamanda
müslüman toplumun temel düzenini, egemenliğin dayanağını ve siyasî otoritenin kaynağını belirliyor. Bu saydıklarımızın tümünün başlangıç ve bitiş noktası şudur: Hükümler sırf yüce Allah'tan alınacaktır. Kuşaktan kuşağa ve toplumdan topluma değişen sosyal hayatın dalgalanmaları sırasında ortaya çıkacak olan ve haklarında
Kur'an'da ve sünnette kesin kanıt bulunmayan; kendileri ile
ilgili değişik yargılar, değişik görüşler ve
farklı yorumlar ileri sürülen ayrıntılı
meselelerin çözümü yüce Allah'a havale edilecek; böylece farklı akılların, farklı görüşlerin ve farklı yorumların hakemliğine başvuracakları değişmez bir ölçü, oynamaz bir kriter
elde edilecektir.
İnsan hayatına ilişkin büyük-küçük, önemli-önemsiz
her konuda, her meselede "egemenlik", hüküm verme yetkisi sırf yüce Allah'a aittir. Yüce Allah bu amaçla bir şeriat belliyerek onu Kur'an-ı Kerim'in ayetlerine dökmüştür. Sonra bu Kur'an'ı
insanlara anlatacak bir peygamber göndermiştir. Bu
peygamber "havadan konuşmuyor". O halde O'nun
sünneti (sözleri ve uygulamaları) yüce Allah'ın şeriatının bir parçasıdır.
Yüce Allah'a
itaat etmek zorunludur. Şeriat ortaya koymak O'nun ilâhlığının en belirgin özelliklerinden
biridir. O halde O'nun koyduğu şeriatın uygulanması, yürürlüğe konması
zorunludur. Mü'minler öncelikle yüce Allah'a itaat etmekle yükümlüdürler. Arkasından Peygambere itaat etme yükümlülüğü gelir. Çünkü Allah'ın
elçiliği, Allah'tan aldığı mesajı kullara iletme sıfatını taşıyor. Bu sıfatı yüzünden O'na itaat etmek, O'nun aracılığı ile bu şeriatı göndermiş olan Allah'a itaat etmenin vazgeçilmez gereği, bir uzantısıdır. Ayrıca Peygamber, sünneti aracılığı ile bu şeriatı açıklıyor. Buna göre O'nun sünneti,
O'nun hükümleri ve direktifleri uygulanması zorunlu
olan şeriatın ayrılmaz bir parçasıdır. İmanın varlığı ve yokluğu bu itaatin ve bu uygulamanın varlığına ya da yokluğuna bağlıdır. Bunun böyle olduğunu yukarda
okuduğumuz ayetin şu şart cümlesi söylüyor:
"Eğer gerçekten
Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız..." [709]
Üçüncü
derecedeki zorunlu itaat merci olan devlet yetkililerine (Ululemr'e) gelince
okuduğumuz ayet bunların kimliğini açıkça belirliyor. Okuyalım:
"... Ve sizden olan devlet yetkililerine itaat
ediniz."
[710]
Yani bu
devlet yetkilileri bu ayette açıklanan iman şartını ve İslâm tanımını kişiliklerinde gerçekleştirmiş müminlerden olacaklar. Bu ayette açıklanan iman şartı ve İslâm tanımı -bildiğimiz gibi- şu ilkeleri
içerir: Yüce Allah'a itaat etmek. Peygambere itaat etmek, ilke olarak egemenliği ve insanlar için yasa koyma yetkisini sırf yüce Allah'a tanımak,
çözümlerini kesin kanıtlara bağladığı meselelerde O'nu tek hüküm
kaynağı bilmek. Bunların yanısıra haklarında kesin kanıt
bulunmayan ve insanlar arasında farklı görüşlere ve yorumlara yol açan
meseleleri de O'na havale etmek, bu meseleleri nassların genel ilkeleri ışığında
çözmeyi benimsemek.
Okuduğumuz ayet, yüce Allah'a ve Allah'ın elçisi olması gerekçesi
ile Peygamber'e itaat etmeyi temel ve asıl görev
sayarken devlet yetkililerine itaat etmeyi Allah'a ve Peygamber'e itaat etmeye
bağlı bir görev kabul ediyor. Nitekim
cümlenin söz edilişinde yüce Allah'tan ve
Peygamberden önce "İtaat
ediniz" emrine yer verildiği halde devlet büyüklerinden önce bu emir anlamlı kelimeye yer verilmiyor, buradaki emredicilik anlamı "ve" bağlacı eki ile ifade ediliyor. Böylece
devlet yetkililerinin "sizden" olmaları, iman şartının ve İslâm tanımının kapsamı içinde bulunmaları
belirtildikten sonra bu sözdizimi yolu ile onlara yöneltilecek itaatin Allah'a
ve Peygamber'e itaat etmeye dayalı olduğu bir daha vurgulanmaktadır.
Bütün bu kayıtlamalardan ve belirlemelerden sonra şu sonuç ortaya çıkıyor. "sizden" olan devlet
yetkililerine yönelik itaat, yüce Allah'ın şeriatı ile, haram olduğu nassla kanıtlanmayan
ve tartışma konusu olup da şeriatın ilkelerine vurulduğu
takdirde haram olmadığı sonucuna varılan direktifler ile sınırlıdır.
Öte yandan sünnet. bu itaati kesin ve net bir şekilde
belirliyor.
Sahabilerden
Yahya el-Kattan'ın bildirdiğine göre de
Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Müslüman,
günah işlemekle emr olunmadıkça aldığı
emre -hoşuna gitse de gitmese de- uymakla, amirlerine itaat
etmekle yükümlüdür. Fakat eğer
günah işlemekle emr olunursa bu emre uyması, itaat etmesi söz konusu değildir."[711]
Böylece İslâm, her müslümanı
gözetleyici, denetleyici bir koruyucu konumuna getiriyor. Müslüman Allah'ın şeriatının ve Peygamberinin sünnetinin
koruyucusu, nefsinin ve aklının
denetleyicisi, dünyaya ve ahirete ilişkin geleceğinin denetleyicisidir. İslâm,
müslümanı çobanı tarafından ne tarafa sürülürse o tarafa giden, çobanının keyfine uyan, boyun eğen bir hayvan sürüsünün üyesi durumuna düşürmüyor. Çünkü sistem bellidir, itaatin sınırları bellidir. İtaat
edilecek olan şeriat, uyulacak olan sünnet birdir; birden çok olması, farklılıklar arz etmesi ve uygulayıcı olan ferdi tereddütler içinde
bocalatması söz konusu değildir.
Hakkında açık kanıt bulunan meselelerde durum budur. Hakkında kesin kanıt
bulunmayan meseleler ile de karşılaşabiliriz. Zaman geçtikçe, ihtiyaçlar geliştikçe toplumdan topluma gidildikçe birtakım farklı problemler
ve yeni meseleler ortaya çıkabilir. Bu meseleleri ve problemleri
çözecek kesin nasslar bulamayabiliriz, ya da kesin nass şurda dursun, bunlar hakkında
hiçbir nass bulunmayabilir. Bunların yanısıra bu meseleler ve problemler
konusunda akıllar, görüşler ve
yorumlar anlaşmazlığa düşebilir. İslam bu
durumlarda da toplumu şaşkınlığın kucağında, ölçüsüz, kılavuzsuz
yolsuz ve yordamsız bırakmamıştır,
tersine bu ayrıntılı
problemlerin şeriat çerçevesi içinde nasıl çözüleceğini sisteme
bağlamıştır.
Okuduğumuz ayetin kısa bir
cümlesinde içtihat (bilimsel araştırma) yöntemi, tüm yönleri ile ortaya konmuş, bu yöntemin sınırları çizilmiş ve hangi temele dayandığı
ortaya konmuştur. Okuyoruz:
"Eğer herhangi
bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, o
meselenin çözümünü Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz." [712]
Yani bu
meseleleri dolaylı biçimde uyarlandıkları nasslara havale ediniz. Eğer dolaylı biçimde
uyarlanacakları nasslarda bulunmazsa o zaman onları yüce Allah'ın
sistemindeki, şeriatındaki genel ilkelere havale
ediniz. Bazı madrabazların söylemeye
yeltendikleri gibi bu yöntem belirsiz, karanlık ve
insan aklının içinden çıkamayacağı derecede
karmaşık bir yöntem değildir.
Çünkü İslâm'ın, hayatın bütün önemli kesimlerini kapsamlarına alan, son derece net genel ilkeleri vardır. Bu genel ilkeler hayatın bir meselesi için bu dinin ölçülerini, kriterlerini
özümlemiş müslüman vicdanlara yabancı gelmeyecek genel çerçeveler çizerler. Ayetin devamını okuyoruz:
"Eğer gerçekten
Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız." [713]
Sözünü ettiğimiz yüce Allah'a, Peygamber'e ve Allah'ın şeriatı ile peygamberimizin sünnetine bağlı devlet yetkililerine inanma,
tartışmalı meselelerin çözümünü Allah'a ve
Peygambere havale etme uygulamaları, bunların hepsi bir arada, Allah'a ve ahiret gününe inanmanın hem şartı hem de vazgeçilmez gerekleridirler. Buna göre işin başında bu şart yoksa iman yok demektir. Eğer sonradan imanın bu
vazgeçilmez sonucu ile iman arasında bir
kopuktuk doğarsa yine iman ortadan kalkmış olur.
Ayet, bu
meseleyi böylesine şartlı bir kesinliğe bağladıktan sonra ona bir kere de "öğüt",
özendirme ve sevdirme yöntemi ile yaklaşıyor., Tıpkı emanet ve adalet konularını işleyen
yukardaki ayette yapıldığı
gibi. Hani o ayet de adaleti ve emaneti sevdiren, teşvik eden bir yorum cümleciği ile noktalanıyordu.
Okuyalım:
"Bu sizin hesabınıza en hayırlı ve en iyi akıbet vaad eden bir tutumdur." [714]
Bu tutum
sizin için en yararlı, size geleceklerin en iyisini
vaad eden bir tutumdur. Hem dünyada hem ahirette yararlıdır. Hem dünya hem de ahirete ilişkin geleceğinizin en
iyisi bu yoldadır. Yani bu yöntemi uygulamanın ucunda sadece yüce Allah'ın rızası ve ahiret sevabı yoktur.
Gerçi bu sonuç tek başına son derece önemli ve
heyecanlandırıcı bir
sonuçtur. Ama bu yöntemi uygulamak, bunun yanısıra, gerek fertlerin ve gerekse toplumun bu dünyadaki
yakın vadeli geleceği açısından da en yararlı sonucu beraberinde getirir.
Bu yöntemin
anlamı "insan"ın yüce Allah'ın ortaya
koyduğu sistemin avantajlarından
yararlanmasıdır. Herşeyi yaratan, yoktan var eden, her yaptığı yerinde olan, herşeyi bilen
ve gören, her şeyden haberdar olan Allah'ın sisteminden yani. Bu sistem insan bilgisizliğinden, insan keyfiliğinden,
insan yetersizliğinden ve insan ihtiraslarından arınmış bir sistemdir. Bu sistemde hiçbir ferdi, hiçbir
sosyal sınıfı,
hiçbir ırkı, hiçbir milleti, hiçbir kuşağı başka bir kuşağa karşı kayırmanın yeri yoktur. Çünkü yüce Allah,
herkesin Allah'ıdır. Onun herhangi bir ferdi,
herhangi bir sosyal sınıfı, herhangi bir ırkı herhangi bir milleti veya herhangi bir kuşağı diğerlerine karşı kollama,
arkalama tutkusuna -haşa ve kellâ- kapılması söz konusu değildir. [715]
Sosyelleşmenin yolu birlik ve berebrlikten geçer. Bugün buna en çok
muhtaç olan Müslüman kesimdir. Çünkü İslam dininin inzalinden bu güne kadar
Müslümanlar bu kadar bölük pörçük olmamışlardır.
Sadedeinde olduğumuz ayet ile aşağıdaki hadisi şerif bize müslümzlara
birliket yaşamanın esaslarını beyan etmektedir.
Ayetin sebebi Nüzûlü ve hadisin sebebi Vürûdu içinde çok anlamlı
mesajlar vardır. Bunlar günümüz şartlarının sosyalleşme konusundaki temel
meseleridir.
Yüce Allah cümlemize dinimizi, imanımızı dinsizlerin ve imansızların
terkine mahkum etmesin.
Yirmi Dokuzuncu Hadis
َلآ
طَاعَةَ فِى
مَعْصِيَةِ
اللّهِ،
إنَّمَا
الطَّاعَةُ
فِى
الْمَعْرُوفِ.
"Allah'a
isyanda (kula) itaat yok! Taat ma'ruftadır!" buyurdular! [716]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu:
Buhari, Ebu Sâid radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm Alkame İbnu Mücezzez radıyallahu anhâ, benim de içinde
bulunduğum bir askerî birliğin başında savaşa gönderdi. Kumandan gazvesinin
başına geçince veya yolda belli bir yere varınca, askerlerden bir grup,
kendisinden (ayrı gitmek) hususunda izin istedi. Onlara izin verdi. Başlarına
Abdullah İbnu Huzâfe İbnu Kays es-Sehmî'yi sorumlu tayin etti. Ben onunla
savaşanlar içerisinde idim. Yolun bir yerine gelmiştik, (mola sırasında)
askerlerden bazıları ısınmak veya üzerinde (yemek) yapmak maksadıyla bir ateş
yaktılar. Komutanımız Abdullah -ki şakacı birisiydi- sizin üzerinizde itaat
edilmek ve sözü dinlenmek hakkım yok mu?"diye sordu. Askerler: "Elbette
var!" dediler. "Öyleyse, dedi ne emredersem yapacaksınız değil
mi?" Askerler yine: "Elbette!" dediler. Bunun üzerine komutan:
"Şu halde size, şu ateşe atılmayı emrediyorum" dedi. Askerlerin bir
kısmı kalkıp emri yerine getirmeye hazırlandılar. Abdullah, onların ateşe
atılacaklarına inanınca: "Kendinizi tutun, ben size şaka yapmıştım"
dedi. Medine'ye dönünce, bu hadiseyi Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a
anlattılar. Efendimiz şöyle buyurdular: "Onlardan (yani
başınızdakilerden) kim size Allah'a isyanı emrederse ona itaat etmeyin." [717]
Rivayette, komutanın kim olduğu ve hangi seriyyeye gönderildiği belli değildir.
Hadisin Buhârî'deki şekli böyledir. Ancak, başka şekillerde, komutan(lar)ın ve serriyyenin mahiyeti ortaya çıkar. Fakat, bazı
ihtilaflardan uzak değildir. İbnu Sâd'ın kaydına göre bu hâdise dokuzuncu hicrî
senenin Rebuülahir ayında cereyan eder. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a,
Cidde yakınlarında bir grup Habeşlilerin görüldükleri haberi ulaşır Bunun
üzerine derhal 300 kişilik bir askeri birliği Alkame İbnu Mücezziz komutasında
yola çıkarır. Birlik deniz kenarına kadar iner. Habeşliler onları görünce
kaçarlar. Seriyyeden dönüşte, askerler evlerine dönme hususunda istîcâl
gösterirler. Buna kızan Abdullah İbnu Huzâfe, acele edenlere ateş yaktırıp içine
girmelerini emreder. İbnu İshâk'a göre ise, bu kıssanın sebebi, Zû-Karad
gazvesinde, Vakkas İbn Mücezziz'in öldürülmüş olması seebiyle, Alkame İbnu
Mücezziz'in intikam almak istemesi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın da
onu bu seriyyeye göndermesidir. Görüldüğü üzere, iki rivayet arasında te'lifi
kolay olmayacak ihtilaf mevzubahis. "Allah'a
isyan konusunda kula itaat yoktur."[718] Bu tavsiyenin, Yahudilerin
ahlâkî ve dinî durumlarını eleştiren pasajdan sonra geldiğine ve müslümanları
belirsiz bir şekilde onların kötü durumlarına karşı uyardığına dikkat
edilmelidir. Bu, şu anlama gelir: Ne zaman bir toplum Allah'ın Kitab'ı ve
Rasûlü'nün Sünnet'ini fırlatıp atar, Allah ve Rasûlü'ne (s.a) isyan eden lidere
uyar, Kitap ve Sünnet'in hüküm vermesini istemeksizin yönetici ve dinî
liderlere düşüncesizce itaat ederse, İsrailoğulları'nın kötü akıbetine
uğramaktan kurtulamaz.
AÇGÖZLÜLÜK
Otuz Beşinci Ayet
اِنَّ
اللّهَ
يُدْخِلُ
الَّذينَ
امَنُوا وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
جَنَّاتٍ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
وَالَّذينَ
كَفَرُوا
يَتَمَتَّعُونَ
وَيَاْكُلُونَ
كَمَا
تَاْكُلُ
الْاَنْعَامُ
وَالنَّارُ
مَثْوًى
لَهُمْ
“Muhakkak ki Allah, inanıp iyi işler yapanları, altlarından
ırmaklar akan cennetlere koyar; inkâr edenler ise (dünyadan) faydalanırlar,
hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.”[719]
Ayetin Nuzulü ve Açıklaması
Medinede nazil olan bu
(Muhammed) sürenin yalnız 13. ayeti hicret esnasında nazil olmuştur. Ayette
Uhud savaşında yara alan Hz.Peygamber (a.s) ve Ashabını teseeli etmek için
inzal olmuştur.[720]
İman edip iyi amel işleyenler zaman zaman en hoş
nimetlerden yararlanırlar. Ama burada yapılan karşılaştırma müminlerin gerçek
ve muazzam payları ile ki -o cennettir- kafirlerin toplam payları arasında
yapılmaktadır. Zaten onların bundan başka da pay ve nasipleri yoktur.
Müminler paylarını altlarından ırmaklar akan
cennetlerde yüce Allah'ın elinden alırlar. Onları cennete koyan yüce Allah'tır.
O halde onların payları çok yüce, şerefli ve yüksek bir paydır. Onlar bu payı
yüce Allah'ın huzurunda O'nun yüce katında imanlarına ve iyi amellerine bir
karşılık olarak, yücelik ve şerefte salih amelden kaynaklanan yüceliğe uygun
olarak elde ederler.
İnkar edenlerin payı ise "hayvanların yediği
gibi" yiyip eğlenmektir... Bu kendilerinden insanlık karekterini ve
nişanlarını silip süpüren rezil edici bir ifadedir. Çünkü bu ifadenin onlar
için verdiği çağrışım açgözlü ve oburca yiyen hayvan çağrışımıdır. Hiçbir tat
almaksızın iyi ya da çirkin olup olmadığına bakmaksızın bulduğunu yiyen
duygusuz hayvan yemesi çağrışımıdır. Bu öyle bir yeme ki ortada onu frenleyen
ne irade vardır, ne tercih sözkonusudur ne üzerine bekçi olacâk gözcü vardır ve
ne de onu engelleyecek bir vicdan!
Hayvanlık yemede ve eğlencede ortaya çıkar. İsterse
servet ve nimet dolu köşklerde yetişen birçoklarında olduğu gibi, ortada nice
bir yemek zevki ve eğlenceler arası seçiminde eğitilmiş bir his ve duygu olsun
farketmez. İnsanın amaç edinip peşinden koşacağı nimetten yararlanma biçimi bu
değildir. Amaç nefsine ve iradesine hakim olan ve hayat için özel değerleri
olan insanın duyarlılığıdır. Böyle bir insan şehvetin baskısına boyun eğmeyen,
lezzetin gevşemediği bir iradenin ürünü olarak, Allah katındaki hoş olan
şeyleri tercih eder. Hayatın tamamı yemek sofrası ve eğlence fırsatı olarak değerlendirilemez.
Böyle görülüp de bundan sonra hedefsiz yaşayarak Allah tarafından izin
verilenlerle yasak edilenler konusunda aldırış etmeksizin, hayat sürülemez.
İnsanın hayat hakkında ve hayatın sağlam temellerine
dayalı özel bir düşünce sistemi, hedefi ve iradesi vardır. Ki bu sağlam
temeller hayatın yaratıcısı olan yüce Allah'tan alınmıştır. Eğer insan bütün
bunları yitirirse insan türünün belirleyici özelliklerinden en önemlilerini ve
yüce Allah'ın insanı üstün tutmasına neden olan özelliklerin en önemlilerini
yitirmiş demektir.
İman edenlerle inkara sapanlar arasında yapılan
karşılaştırmalar zinciri burada Resulullah'ı yurdundan çıkaran, Mekke halkına
bir uyarı ve kendilerinden daha güçlü iken yok edilen eski şehirlerin halkları
ile kendileri arasında bir karşılaştırma sergilemektedir.[721]
İman edenlerin her ne
kadar dünyası inişli çıkışlı ise de gelecekte ahretleri vardır.
Oysa inanmayanların sadece
dünyaları ve içi pislikle dolu mideleri vardır. Ne gelecekleri ne saadetleri
vardır.
Ayeti kerime muminleri
cennetle müjdelerken, hadisi şerif ise imansızlığın ne kadar basit olduğunu
serdetmektedir.
Yüce Allah cümlemize kamil
iman, bedenlerimiz Salih amel ihsan etsin.
Otuz Beşinci Hadis
إنَّ
الْمُؤْمِنَ
لَيَشْرَبُ
فى مِعىً وَاحِدٍ
وَالْكَافِرُ
يَشْرَبُ فِى
سَبْعَةِ
أمْعَاءٍ.
"Mü'min
bir mideye içer, kâfir ise yedi mideye içer." [722]
Hadisin Vürûdu
ve Açıklaması
Vürûdu:
İbnu Ebî Şeybe, Ebu Ya'la, Bezzâr ve Taberânî'den naklen Cahcâh el-Gıfârî'nin
hikayesini İbnu Hacer, kendi ağzından naklettiğine göre, "bu zat
yakınlarından bir grupla birlikte müslüman olmak niyetiyle huzur-u
risaletpenâhîye gelirler ve Resûlullah'la birlikte akşam namazında hazır
olurlar. Resûlullah (a.s) selam verince: "Herkes yanında oturanın
elinden tutsun (yemeğe götürsün)" ferman buyurdu. Ben yalnız
kalmıştım. Ben ise iri ve uzun boylu bir kimseydim. Kimse beni gelip almamıştı.
Beni de Resûlullah kendi evine götürdü. Benim için bir keçi sağdı. Hepsini
içtim. Benim için bir keçi daha sağdı, onu da içtim. Böylece tam yedi keçi sağdı,
hepsini içtim (daha da doymamıştım). Sonra bana bir tencere yemek geldi, onu da
bitirdim. (Resûlullah'ın hizmetçisi) Ümmü Eymen (dayanamayıp):
"Resûlullah'ı aç bırakanı Allah aç bıraksın!" dedi. Aleyhissalâtu
vesselâm: "Sus, Ümmü Eymen! O rızkını yedi, bizim rızkımız Allah'a
aittir!" buyurdular. İkinci gece olup akşamı kılınca Aleyhissalâtu
vesselâm önceki akşam yaptığını yaptı: Benim için bir keçi sağdı. Bu sefer
içtim ve doydum.
Ümmü Eymen (r.a)
(şaşırmıştı]: "Bu (dünkü) misafirimiz değil mi?" dedi. Aleyhissalâtu
vesselâm: "Bu gün, o mü'mindir, bir tek mideye yedi. Dün ise yedi mideye
yemişti. Kâfir, yedi mideye yer, mü'min ise tek bir mideye yer"
buyurdular."İbnu Hacer'in Cahcâh tarikinden kaydettiği bu rivayetten daha
kuvvetli olduğunu belirttiği Ebu Gazvân rivayeti de şöyle: "Abdullah İbnu
Amr anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a yedi kişi gelmişti.
Ashabtan her biri bir adam götürdü. Resûlullah da bir adam götürdü. Ona ismini
sordu. Adam: "Ebu Gazvân!" dedi. Resûlullah onun için tam yedi keçi
sağdı. O hepsini içti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Müslüman
olmaz mısın ey Ebu Gazvân?" buyurdular. Adam: "Evet!" dedi
ve müslüman oldu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adamın göğsünü meshetti.
Sabah olunca ona tek bir koyun sağıldı. Sütünü bitiremedi bile. Resûlullah
sordu: "Ey Ebu Gazvân neyin var? Niye tamamlamadın?" "Seni
peygamber olarak gönderen Zât'a yemin olsun doydum!" dedi. Aleyhissalâtu
vesselâm da: "Senin dün yedi miden vardı. Bu gün ise tek miden var!"
buyurdular.[723]
Hadisin ma'nâsı
hususunda Ulema ihtilaf etmiş, farklı mütalaalarda bulunmuşlardır. Hem hadisin
anlaşılması hem de Ulemanın bu çeşit hadisleri izah etmede ne gibi ince
tahlillere girdiğini göstermek için, bahsi İbnu Hacer'den takip edeceğiz:
-Bazıları:
"Hadisten murad, zâhiri değildir: Bu, müslüman ve onun dünyadaki zühdü ile
kâfir ve onun dünyaya olan hırsını göstermek için verilmiş bir temsildir"
demiştir. Böyle düşünenlere göre: "Mü'min dünyevî şeylere kıymet vermemesi
sebebiyle tek bir mideye yer, kâfir ise dünyevî şeylere rağbetinin şiddeti ve
dünyalığı çok yığması sebebiyle yedi mideye yer. Burada ne gerçek mideler, ne
de yeme hususu murad edilmektedir. Asıl kastedilen şey, dünyalığın iktisabında
azlık ve çokluktur. Hadiste sanki, dünyalığı tamah yeme ile, dünyalığa götüren
yollar da midelerle ifade edilmiş olunmaktadır. Kastedilen ma'nâ ile zikredilen
teşbih arasındaki alaka, izah gerektirmeyecek kadar açıktır. Hadisi, dünyaya
gösterilen rağbete hamledenler, "nasıl ki derler, falan kimse dünyayı
hopur hopur yiyor denince onun dünyaya fazlaca rağbet ve hırs gösterdiği ifade
edilirse, mü'min tek bir mideye yer denmekle de dünyaya karşı hırsı yok, ondan
yetecek kadar, az bir şeyin peşindedir denmek istenmiştir." Keza, "Kâfir
yedi mideye yer" sözüyle de dünyaya rağbet ediyor, çok şeylerin peşine
hırsla düşüyor denmek istenmiştir."
-Bazıları da şöyle
demiştir: "Bunun ma'nâsı şudur: "Mü'min helal yer, kâfir haram
yer. Helalin varlığı vücudca daha azdır, haram ise çoktur."
-Bazıları da demiştir
ki: "Hadisten murad mü'mini az yemeye teşviktir. Çünkü bilirse ki, çok
yemek kafire has bir sıfattır, mü'min az yemeyi esas alır. Zira, mü'minin
nefsi, kâfire mahsus sıfatla muttasıf olmaktan nefret eder. Çok yemenin kâfire
has bir sıfat olduğu hususuna Cenâb-ı Hakk'ın şu sözü delâlet eder: "Durakları ateş olduğu
halde, kâfirler zevklenirler ve hayvanlar gibi yerler."[724]
-Bazı âlimler ise:
"Hadisin ma'nâsı zâhiri üzeredir, te'vile hacet yoktur" demiştir.
Ancak zâhirini esas alanlar da farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
-Birinci görüş:
Bazıları: "Bu bir şahıs hakkında vârid olmuştur. El-Mü'min kelimesinin
başındaki Lâm, ahdiyedir (yani kastedilen birini ifade eder), cinsiyye değildir
(yani bütün mü'minleri ifade etmek için kullanılmamıştır). İbnu Abdilberr bu
hususta cezmeder (kesin kanaat beyan eder) ve şöyle der: "Bunu umuma
(bütün mü'minlere) hamletmeye imkan yoktur, zira böyle bir iddiayı, müşahede
reddeder, kabul etmez. Nice kafirler var ki mü'minlerden az yer ve nice
mü'minler var ki kafirden çok yer ve nice kâfir var ki müslüman olmuş da yeme
miktarını değiştirmemiştir." İbnu Abdilberr sözü sadedinde olunan hadise
getirerek: "Ebu Hüreyre hadisi, bunun muayyen bir zat hakkında vürûd
ettiğine delâlet eder."
Bu sebeple olacak ki
İmam Mâlik bu hadisi, mutlak bir hadisin peşine getirmiştir. Buhârî de aynı
şeyi yapar. Sanki Buhârî, bu davranışıyla şöyle demektedir: "Bu adam
kâfirken yedi mideye yemekte idi, müslüman olunca, yedikleri özleştirilip
hakkında mübarek kılındı. Böylece kafir iken kendisine yeterli olan yedi
kısımdan bir kısmı kifayet eder hale geldi."Bu görüşü, İbnu Abdilberr'den
önce Tahâvî, Müşkilü'l-Âsâr'da beyan etmiş ve: "Bu hadis, hususi bir kafir
hakkındadır yani yedi koyunun sütünü içen kâfir hakkındadır" demiştir.
Tahâvî, ilaveten: "Hadisin, indimizde, söylediğimiz dışında bir başka
veche hamli mevzubahis değildir" açıklamasını yapar. Bu görüşe Tahâvî'den
önce Ebu Ubeyde'nin yer verdiğini görmekteyiz.
Şunu kaydetmemiz de
faydalıdır: Bu te'vilin "Hadisin râvisi olan İbnu Ömer, bundan husûs
değil, umûm anlamıştır, bundan dolayı, çok yiyen kimseyi görünce, onu yanına
girmekten men etti ve bu hadisle ihticac etti" diye tenkid etmişlerdir. Bu
kanaatte olan İbnu Hacer de şöyle der: "Şu da var ki, daha önce
kaydedildiği üzere hadisenin mükerrer şahıslarla alakalı olarak bir çok
vak'alarda cereyan ettiği kabul edilince ve mezkur hadis, onlardan her bir
vakanın arkasından, benzer hadiseye mazhar olan kişi hakkında kaydedildikten
sonra bunu tek bir şahsa hamletmek nasıl mümkün olur?"
-İkinci görüş şöyledir:
"Hadis ekseriyeti ifade zımnında beyan olunmuştur, gerçek aded
kastedilmemiştir." Bunlara yedi denmiş olması çoklukta mübalağa içindir.
Nitekim ayet-i kerime'de وَالْبَحْرُ
يَمُدُّهُ
مِنْ بَعْدِهِ
سَبْعَةُ
اَبْحُرٍ
"Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa,
denizler mürekkep olsa ve -yedi misli deniz de yedekte bulunup yazılsa- yine de
Allah'ın sözleri bitmezdi." [725]
Yani hadisin manâsı
şudur: "Mü'mine yakışan hususlardan (şe'n) biri de yeme işini az
yapmasıdır,” çünkü o, ibadete müteallik amellerle meşguldür ve çünkü o,
bilmektedir ki tabi olduğu şeriat-ı garrası kendisine yemekten maksadın "açlığı
örtmek", "hayatın devamını sağlamak" ve "İbadete
yardım etmek" olduğunu öğretmektedir, ve çünkü o, yemede üç noktada
özetlenen bu maksadın dışına çıktığı takdirde vereceği hesaptan korkmaktadır.
Kâfir ise, bu söylenenlerin hilafınadır. Zira o, şeriatın tayin ettiği maksadı
takip edip o hududda durmaz, bilakis nefsin şehvetine tabi olur, her hangi bir
haram korkusu olmaksızın kendini arzularının peşine salıverir.
Böylece mü'minin
yiyeceği -zikrettiğimiz sebebe binaen- kâfirin yiyeceğine nisbet edilince,
yedide biri kadar olur. Ancak bu söylenenden, her kâfir ve her mü'min hakkında
aynı nisbetin cari olduğu hükmü çıkmaz. Bazan mü'minlerden çok yiyenler çıkar.
Bu, bazan âdetten, bazan hastalık gibi herhangi bir başka sebepten ileri gelir.
Kâfirler arasında da az yiyenler olur, bu da onların tabiblerin beyan ettiği
sıhhatle ilgili tavsiyelerine uymalarından veya ruhbanların tavsiye ettiği
riyazete yer vermelerinden veya mi'de zaafı gibi bir başka sebepten ileri
gelebilir." Tîbî der ki: "Bu hususta söylenenin hülasası şudur:
Mü'minin şe'ni zühd hususunda hırs göstermesi, kafirin hilafına, yaşamasına
yetecek kadar yemekle iktifa etmesidir. Öyleyse bu vasfa uymayan bir mü'min
veya kafirin varlığı, hadisi yaralamaz."
Cenâb-ı Hakk'ın şu sözü
de bu hususu te'yid eder: الزَّانِى
َ يَنْكِحُ
اَِّ
زَانِيَةً
أوْ
مُشْرِكَةً
"Zina eden erkek ancak zina eden veya
putperest bir kadınla evlenebilir." [726]
Nitekim, hür bir kadınla
evlenen zâni ve hür bir erkekle evlenen zâniye mevcuttur.
-Üçüncü görüş:
Bu hadisteki "mü'min" den murad kamil seviyedeki tam bir imana
sahip olan mü'mindir. Zira, kimin müslümanlığı güzel olur, imanı kemale ererse
onun fikri, ölüm ve ölüm sonrası ile ilgili şeylerle meşgul olur, böylece
korkunun şiddeti ve düşüncenin kesafeti ve kendi nefsine olan acıması, onu
nefsani arzuların peşine düşmekten alıkoyar. Nitekim Ebu Ümâme'nin yaptığı bir
rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: مَنْ
كَثُرَ فِكْرُهُ
قَلَّ
طَعَامُهُ
وَمَنْ قَلَّ
تَفَكُّرُهُ
كَثُرَ
طَعَامُهُ
وَقَسَا
قَلْبُه "Kimin
fikri fazlaysa yemeği azdır, kimin tefekkürü azsa yemeği çok, kalbi de
katıdır." Ebu Saîd tarafından rivayet edilen bir başka
hadis de aynı şeye dikkat çeker: اِنَّ
هذَا
الْمَالَ
حُلْوَةٌ
خضرَةٌ
فَمَنْ اَخَذَهُ
بِاَشْرَافِ
نَفْسٍ كَانَ
كَالَّذِى
يَأكُلُ وََ
يَشْبَعُ
"Bu
mal tatlı ve hoştur. Ama bilesiniz! kim onu nefsâni hırsla alırsa, yediği halde
doymayan kimse gibi olur." Öyleyse
bu hadisler, "mü'min"den kastedilenin yeyip içmede orta yolu tutan
kimse olduğuna delil olur. "Kafir"le kastedilen de şe'ni oburluk ve
hırs olan ve hayvanlar gibi çok yiyen yeme işini bünyesinin sıhhati gibi makul
bir maslahata binaen yapmayan kimsedir. Bu görüşü kaydeden Hattâbî der ki:
"Selef büyüklerinin nicelerinden çok yedikleri rivayet edilmiştir, ancak
bu hal, onların imanlarında bir noksanlık sebebi değildir."
-Dördüncü görüş: Hadisten
murad "mü'min, yemesi-içmesi sırasında besmele çeker, şeytan ona
yeme-içmede ortak olmaz, böylece az bir yiyecek de ona kâfi gelir; kafir ise,
besmele çekmez, şeytan bu sebeple ona ortak olur" denmiştir.
-Beşince görüş: "Mü'min
yiyeceğe karşı az hırs gösterir, bu sebeple yiyeceği, hakkında mübarek kılınır,
yiyecek de bereket kazanır böylece az bir yemekle doyar. Kafir ise, yiyeceğe
hayvan gibi tamahkar bir gözle bakar, az onu doyurmaz." Bu görüş öncekine
dahil edilebilir, ikisi tek bir cevap sayılabilir.
-Altınca görüş:
Nevevî'ye aittir, der ki: "Muhtar olan şu ki, bundan murad bazı mü'minler
tek bir mideye yerler, kâfirlerin çoğu yedi mideye yerler. Bundan, her yedi
mideden birinin mü'minin midesi gibi olması gerekmez."Midelerin farklı
oluşlarına, Kadı İyaz'ın ehl-i teşrih'den (anatomi doktorlarından) kaydettiği
husus delildir.
İnsan mideleri yedidir:
1) Mide,2, 3, 4) Buna
bağlı üç mide daha: Bevvâb, sâim, rakîk. Bunlar incedirler.
5) A'ver (kör barsak).
6) Kolon,
7) Müstakîm. Bunlar
kalındırlar."Böylece hadisin ma'nâsı şöyle olur: Kafir, hırsla yediği
için, bu midelerin hepsi dolu olmayınca doymaz. Mü'min ise bunlardan birinin
dolması doyurur. Kirmânî, tabiblerden, bu yedi midenin tesmiyesini nakleder.
Buna göre: İlkine mide, sonra birbirine bitişik olan üçüne rikâk (inceler) ki
bunlar onikiler (oniki parmak barsağı), sâim (ince barsak), kolon, sonra üç
kalın: Fânifî, müstakim, a'ver(kör).
-Yedinci görüş:
Nevevî'ye aittir. Der ki: "Kafirdeki yedi ile, şu sıfatların kasdedilmiş
olması da muhtemeldir: Hırs, oburluk, tul-u emel, tamah, su-i tab' (kötü huy),
haset, yağ sevgisi. Mü'mindeki tek şeyle de ihtiyacının örtülmesi
kastedilmiştir."
-Sekizinci görüş:
Kurtubî'ye aittir. Der ki: "Yemek şehveti yedidir: Tabiat şehveti, nefis
şehveti, göz şehveti, ağız şehveti, kulak şehveti, burun şehveti ve açlık
şehveti. Müslümanı yemeye sevkeden zarurî şehvet bu sonuncusudur. Kafir ise
sayılanların hepsiyle yer." İbnu Hacer der ki: Kurtubî'nin bu mütalaasının
aslını özet olarak Kadı Ebu Bekr İbnu'l-Arabî'nin sözleri arasında gördüm. Der
ki: "Hadiste geçen yedi mide, beş duyu ile şehvet ve ihtiyaçtan kinayedir."Ülemâ
der ki: "Hadisten alınacak esas, dünyalık hususunda azlığa teşvik, bunda
zühd ve harama gitmeden elde edilene kanaat etmeye terğibtir. Gerek cahiliye
devrinde ve gerekse İslam döneminde akıllı kimseler hep açlığı övmüşler, çok
yemeyi zemmetmişler..." İbnu't-Tîn der ki: "Yeme hususunda insanlar
üç kısımdır: Bir grup var, her yiyeceği, ihtiyaç olsa da olmasa da yer. Bu,
cahil takımının amelidir. Bir grup var,
acıktığı zaman, açlığı örtecek kadar yer. Bir grup var ki, bunlar nefislerini
açlığa mahkum ederler, bu davranışlarıyla nefsin şehvetini kırıp, dizginlemek
murad ederler. Bunlar yedikleri vakit ihtiyaçlarını örtecek kadar yerler."
3-Yemek âdâbı konusunda
dikkat edilmesi gereken diğer hususlar, maddeler halinde şöylece sıralanabilir:
a- Lokmayı, ağıza göre
almalı ve iyice çiğnedikten sonra yutmalı;
b- Lokmayı, yutmadıkça
ikinci lokmayı el uzatmamalı;
c-Ekmeği dişlerle
koparmamalı;
d- Ağızda ekmek varken kimse
ile konuşmamalı;
e- Yemeğin soğutulması için
içine üflememeli;
f- Başkalarını tiksindirecek,
iğrendirecek davranışlarda bulunmamalı;
g- Başkalarının lokmasına ve
yemesine bakmamalı;
h- Lokmayı ağıza koyarken,
başı tabağa doğru uzatmamalı;
ı-Yemekte israf etmemeli,
lokmayı ve verilen yemeği bitirmeye çalışmalı;
i- Ağızdan bir şey çıkarmak
gerekirse, yüzü sofradan çevirmeli ve o şeyi sol el ile olmalı;
j- Koparılan lokmayı
yemeklerin içine banarken dikkat etmeli, parmakların yemeğe girmemesini
sağlamalı;
k- Toplu yemek yenirken,
herkesin yeyip bitirmesini beklemeli, daha önce sofradan el çekilmemeli ve
kaldırılmamalı;
l- Yemeğe önce yaşça veya
mevki yönüyle büyük olan kişinin başlamasını beklemeli;
m- Sokaklarda ve ayakta
ekmek yememeğe dikkat edilmeli;
n-Ekmek kırıntılarının nimet
olduğunu unutmamalı ve onlara gereken özen gösterilmeli;
o- Yemek yeme işi bitince
Allah'ın verdiği bunca nimetle karşı bir şükür ifadesi olarak dua etmeli ve
kısaca "Elhamdülillah" demeli ;
ö- Yemekten sonra eller
iyice yıkanmalı, dişler fırça veya misvak ile temizlenmelidir.
ÖLÜYE TELKİN
Otuz Altıncı Ayet
وَمَنْ
يَعْشُ عَنْ
ذِكْرِ
الرَّحْمنِ
نُقَيِّضْ
لَهُ
شَيْطَانًا
فَهُوَ لَهُ قَرينٌ
“Kim Rahmân'ı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir
şeytanı ona musallat ederiz.”[727]
Ayetin Nuzulü ve Açıklaması
Bu ayetin içerdiği Zuhruf süresi Mekke'de nazil olmuştur. Ayet
Mekke Müşriklerine karşı cevap niteliğini taşımaktadır.[728]
Ayetin orjinalinde geçen "Aşiyy" kelimesi,
gözün göremeyecek kadar kamaşması anlamına gelir. Bu durum genellikle parlak
bir ışıkla karşı karşıya kalındığında sözkonusu olur ki, o zaman göz herhangi
birşey göremez olur. Veya karanlık bir ortama girildiğinde benzeri bir kamaşma
meydana gelir ki, görme yeteneği zayıflamış gözler böyle bir ortamda ortalığı
seçemezler. Kuşkusuz bu durum bir hastalıktan da kaynaklanmış olabilir. Burada
güdülen amaç ise, onların körlüğünü ve Rahman'ı anmaktan kaçınmalarını
vurgulamaktır. Allah'ın varlığını hissetmelerini, vicdanda onun gözetiminin
farkında olmalarını sağlamaktır:
"Kim
Rahman'ın Kur'an'ın'dan yüz çevirirse ona, bir şeytanı arkadaş veririz ve o şeytan
artık onun ayrılmaz dostudur." [729]
Yüce Allah'ın iradesi insanın yaratılışı ile ilgili
olarak bu hususu öngörmüştür: İnsan Allah'ı anmaktan uzaklaştığı onun varlığını
unuttuğu zaman şeytanın onu kontrolü altına almasını, onu istediği gibi
yönlendirmesini, ona vesvese veren kötü bir arkadaş olmasını, kötülüğü süslü,
çekici göstermesini gerektirmiştir. Bu ayetteki şart ve cevabı yüce Allah'ın
değişmez genel iradesini ifade etmektedirler. Bu iradeye göre sebebin ortaya
çıkması ile birlikte sonuçta hemen ortaya çıkar. Yüce Allah sonsuz ilmine göre
bu şekilde karar vermiştir.
Şeytanlardan bu kötü arkadaşların görevi,
arkadaşlarını Allah'ın yoluna girmekten alıkoymaktır. Öte yandan bu arkadaşlar
kendilerini Allah'ın yolunda sanmaktadırlar. [730]
Beden ile zikir ise, vücudun bütün organlarının Allah'ın emirlerini
yerine getirmeleri ve yasaklarından sakınmaları ile olur. Bu da kişinin kendi
vücudunun organlarını Allah'ın yolunda bulundurması ile mümkündür.[731]
Beni Rabbiniz olarak bilip kulluğunuzla zikredin ki, ben de sizi
sevdiğim kullarımdan kabul edip sonunda bağışlamakla zikredeyim."[732]
Yukarıdaki ayet
zikirsizlerin şeytanın arkadaşı olacağını ve aşağıdaki hadisi şerif ise
zikirsiz ölmemek için kendinizi zikre alıştırın demke istiyor. Çünkü zikir,
anmaktır. Sevenin sevdiği anması kadar büyük bir onur olamaz. Eğer bu sevgili,
sevgililerin en sevgilisi ise daha da çok anmak gerkiyor.
Yüce Allah cümlemizi
zikirle vaktimizi geçirmeyi ve zikirden gafil olmamayı nasip eylesin.
Otuz Altıncı Hadis
لَقِّنُوا
مَوْتَاكُمْ:
َلآ إلهُ إَّ
اللّهُ
الْحَلِيمُ
الْكَرِيمُ،
سُبْحَانَ
اللّهِ رِبِّ
الْعَرْشِ
الْعَظِيمِ،
الْحَمْدُ
للّهِ رَبِّ
الْعَالَمِينَ
"Ölülerinize (ölmek üzere olanlara) Lailahe
illallahu'l-Halîmu'l-Kerîm, Sübhânallahi Rabbi'l-Arşı'l-Azim, Elhamdulillahi
Rabbi'l-Âlemin" demeyi telkin edin!" [733]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Hz.Ali[734] (r.a)'dan, Hz.Peygamber
(a.s): "Ne zaman ölüm döşeğindekilerin yanına girdiğizde, Lailahe
illallahu'l-Halîmu'l-Kerîm, Sübhânallahi Rabbi'l-Arşı'l-Azim, Elhamdulillahi
Rabbi'l-Âlemin" çok çok zikredin" buyurdu. [735]
Ebu Saidi'l-Hudrî (r.a)
anlatıyor: "Resulullah (a.s) buyurdular ki: "Ölülerinize
(ölmek üzere olanlara) Lailahe illallah demeyi telkin edin."
[736]
Birinci hadis, muhtazar
denen can çekişme halinde olan bir hastanın yanında kelime-i tevhid ve kelime-i
şehadet veya her ikisini birden okuyarak telkinde bulunulması tavsiye
edilmektedir. Telkin, onların telaffuz edilmesi suretiyle olur. Alimler,
hastaya "bunu söyle!" diye emretmemek gerektiğini, yanında
söylemekle iktifa edilmesini tavsiye ederler. Telkin çok sık olmamalıdır. Bir
kere söylendi mi hemen tekrar edilmemeli, araya başka bir kelam girmişse
arkadan bir kere daha söylenmeli derler. Resulullah bir başka hadislerinde مَنْ
كَانَ آخِرُ
كََمِهِ َ
اِلهَ اَِّ
اللّه دَخَلَ
الْجَنَّةَ "Kimin son sözü
Lailahe illallah olursa cennete girer" buyurarak
ölülerimizin son kelamlarının Lailahe illallah olmasının ehemmiyetini
belirtmiştir. Bir başka hadiste de: "lailahe illallah kelimesini, ölüm
onunla sizin aranıza girmeden çok tekrar edin, öleceklerinize de telkin
edin" buyrulmuştur.
Hadiste, "muhtazara
okuyun" demiyor, "ölülerinize okuyun" diyor. Alimler çoğunlukla "ölüler"
tabirinden ölüme yaklaşanları yani muhtazarları anlamış ise de, bazıları zahirî
manayı esas alarak ölülere okumayı esas almıştır. Ama, "en doğrusu her
ikisinin de kastedildiğini anlamaktır" diyenler de olmuştur. Bir kısım
Hanefiler bu hadise dayanarak "Kişi amelinin sevabını bir başkasına
bağışlayabilir, ameli kıraat, namaz, oruç, sadaka, hacc, hangi çeşitten olursa
olsun farketmez" diye hükmetmiştir. Mu'tezile وَانْ
لَيْسَ
لِِنْسَانِ
اَِّ مَا سَعى
"Kişi
için ancak çalıştığı vardır" [737]
ayetini göstererek itiraz etmiş ise de, ulema mukabil deliller zikrederek
Mu'tezilî görüşü reddetmişlerdir.
* Tasâvvuf ehline göre,
Hz. Muhammed (a.s) dört halifeye ayrı ayrı zikri öğretip tavsiye etmiştir. Hz.
Ebu Bekir (r.a)'a hafî (gizli) zikri, Hz. Ömer ve Hz. Ali'ye'cehrî (sesli)
zikri ve Hz. Osman'a da kalbî zikri öğretmiştir.[738]
* Tasavvufî tarikatların
kendilerine göre değişik zikir çeşitleri ve usûlleri vardır.[739]
* Hz. Muhammed (a.s) başka
bir hadiste de zikir hakkında şöyle buyurmuştur: "İnsanlar bir araya gelip
Allah'ı zikrettikleri zaman, melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar ve
Allah onları kendisine yakın olan kişilerden kaydeder. "
* Ebu Hüreyre (r.a) bir
gün çarşıya gider ve oradakilere şöyle seslenir: "Hz. Muhammed (a.s)'ın
mirası camide taksim edildiği halde, siz buralardasınız!.." Çarşıdaki
insanlar hemen camiye giderler. Fakat miras diye bir şey göremezler. Ebu
Hüreyre'ye gidip şöyle söylerler: "Yâ Ebu Hüreyre, camide taksim edilen
herhangi bir miras görmedik." Ebu Hüreyre onlara; "Neyi
gördünüz?" diye sorar. Onlar; "Allah'ı zikreden ve Kur'ân okuyan
insanları gördük" derler. O zaman Ebû Hüreyre "İşte
peygamberin mirası odur" der.[740]
* Hz. Muhammed (a.s)' ın
zikrin fazileti ve onun çeşitli günahların affına vesile olduğuna dair söylemiş
olduğu daha hayli hadisler vardır.[741]
RÜYA
VAHİYDİR
Otuz Yedinci Ayet
اِذْ
يُريكَهُمُ
اللّهُ فى
مَنَامِكَ
قَليلًا
وَلَوْ
اَريكَهُمْ
كَثيرًا
لَفَشِلْتُمْ
وَلَتَنَازَعْتُمْ
فِى
الْاَمْرِ
وَلكِنَّ
اللّهَ
سَلَّمَ
اِنَّهُ
عَليمٌ بِذَاتِ
الصُّدُورِ
“Hatırla
ki, Allah, uykunda sana onları az gösterdi. Eğer onları sana çok gösterseydi,
elbette çekinecek ve bu iş hakkında münakaşaya girişecektiniz. Fakat Allah
(sizi bundan) kurtardı. Şüphesiz O, kalplerin özünü bilir.” [742]
Ayetin Nuzulü ve Açıklaması
Mücahid der ki: Yüce Allah (Bedir savaşı esnasında) Resulüne rüyasında müşrikleri az göstermiş, Hz.Peygamber
(a.s)'da ashabına bunu haber vermişti. Böylece onların güvenleri artmış oldu.
Bunun üzerine bu ayet nazil olmuştur.[743]
Bu olay, Hz. Peygamber (a.s) Medine'den savaş alanına
doğru ilerlerken meydana gelmiştir. O zaman henüz kafir ordusunun ne kadar
büyük olduğu bilinmiyordu. Hz. Peygamber (a.s) orduyu rüyasında gördü ve
ordunun çok büyük olmadığı sonucuna vardı. Sonra rüyasını mü'minlere anlattı.
Bu da onlara cesaret verdi ve korkusuzca düşmana doğru yürüdüler.
Yüce Allah'ın savaş planlarından biri,
Peygamberimize rüyasında kâfirlerin güç ve ağırlık bakımından az olduklarını göstermekti. Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- rüyasını arkadaşlarına anlatıyor, onlar
da buna seviniyor ve savaşmaya istekli oluyorlar. Daha
sonra yüce Allah burada onları niçin peygamberine az gösterdiğini haber veriyor. Kuşkusuz
yüce Allah, onları çok gösterse, Peygamberimizle
birlikte bulunan azınlığın
moralinin bozulacağını
biliyordu. Çünkü herhangi bir hazırlık yapmadan ve savaşacaklarını tahmin etmeden Medine'den çıkmışlardı.
Nitekim düşmanla karşılaşmaktan çekinmiş, bu konuda aralarında tartışma baş göstermişti. Bir grup onlarla savaşmayı, diğer bir grup da onlardan uzak durmayı uygun görüyordu. Bu şartlarda
böyle bir tartışmaya girmek ise, düşmanla karşılaşan bir ordunun başına gelebilecek en kötü durumdur.
"Fakat
Allah sizi bu tehlikeden korudu. Hiç şüphesiz O
kalplerin özünü bilir." [744]
Kuşkusuz yüce Allah kalplerin özünü
biliyordu. Bu noktada müslüman kitlenin içinde bulundukları zaaf halini bildiğinden
onlara lütfetti ve müşrikleri rüyada peygamberine az
gösterdi, oldukları gibi çok göstermedi.
Bu rüya, gerçekte doğru
bir rüyadır. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- onları az görmüştür. Onlar
sayı bakımından
çokturlar ama birçok şeyden yoksundurlar ve savaşta bir ağırlıkları sözkonusu değildir. Kalpleri, geniş bir
kavrama yeteneğinden, ortak bir imandan, böyle durumlarda büyük yararı olan ruh gıdasından yoksundur. Yüce Allah bu yanıltıcı dış görünüşün ötesindeki
gerçek olguyu Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- gösteriyor. Böylece
mü'min kitlenin gönüllerine güven bahşediyor.
Çünkü yüce Allah mü'minlerin gizli hallerini biliyor. Sayılarının
az, hazırlıklarının yetersiz olduğunu, şayet düşmanlarının
kalabalık olduğunu öğrenecek olurlarsa karşılaşmaktan çekinmek ve savaşmak
ya da savaşmamak konusunda çekişmek
gibi olayların başgöstereceğini biliyordu. İşte bu
rüya, kalplerin özünü bilen yüce Allah'ın savaşa ilişkin planlarından biriydi.
İki ordu karşı karşıya geldiğinde
Peygamberimizin rüyası, iki taraf üzerinde fiilen
gerçekleşti. İşte bu da, savaşı ve savaştaki
olayları ve ötesini sunarken, yüce Allah'ın onlara sözünü ettiği
planın bir parçasıydı.[745]
Yüce Allah ile bir bağlantı olan rüya, Peygamberlerin hayatından
bize miras kalmıştır. Bu mirasın devam etmesi için Yüce Allah sadedinde
olduğumuz ayet ile aşağıdaki hadisi şerif ile bugün bizim yetiğimiz olmuştur.
Çünkü biz artık rüyalarımızda azizleri değil rezilleri görecek kadar İslamdan
yetim kaldık.
Yüce Allah cümlemize
yetiklerimize sahip çıkmayı ve onları tekrar ihya etmeyi nasip etsin.
Otuz Yedinci Hadis
قال
رسولُ اللّه:
الرُّؤْيَا
مِنَ اللّهِ،
وَالحُلْمُ
مِنَ
الشَّيْطَانِ؛
فَإذَا حَلَمَ
أحَدُكُمُ
الحُلْمَ
يَكْرَهُهُ
فَلْيَبْصُقْ
عَنْ يَسَارِهِ
وَلْيَسْتَعِذْ
بِاللّهِ
مِنْهُ فَلَنْ
يَضُرَّهُ.
"Rüya
Allah'tandır. Hulm (sıkıntılı rüya) şeytandandır. Öyle ise, sizden biri, hoşuna
gitmeyen kötü bir rüya (hulm) görecek olursa sol tarafına tükürsün ve ondan
Allah'a istiâze etsin (sığınsın). (Böyle yaparsa şeytan) kendisine asla zarar
edemiyecektir."[746]
Hadisi Vürûdu
ve Açıklaması
Vürûdu: Müslim,[747]Hz. Câbir (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Bir bedevî Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
gelip:"- Rüyamda başımın kesildiğini, kendimin de onun peşine düştüğünü
gördüm" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adamı azarlayıp: "Sakın
ha! Şeytanın, rüyanda seninle eğlenmesini kimseye anlatma!" dedi.[748]
Bazı
rivayetler, "Salih rüya Allah'tandır" diye kayıtlı olarak
geldiği halde burada sâlih, gayr-ı sâlih kaydı yapılmaksızın, rüyanın Allah'tan
olduğu belirtilmiştir. İslâmî temel itikadımız esâsen budur. Yani her şeyin
takdiri, yaratılması, hayır, şer Allah'tandır. Rü'yanın betahsis Allah'a nisbet
edilmesi "teşrif" yani rüyanın ehemmiyetine dikkat çekmek içindir.
Hadis, Allah'a nisbet edilecek hayırlı rüyalara hulm denilmeyeceğini
göstermektedir. Keza, şeytana nisbet edilenlere de rüya denilmeyecektir. Tabii
ki bu, şer'î bir edeptir. Esas itibariyle ve lügat olarak uykuda görülenlerin
hepsine rüya denir. Daha önce yedi çeşide ayrıldığını belirttiğimiz rüyalar bu
rivayette ikiye irca edilmiş olmaktadır. Şu halde korku, üzüntü veren,
hoşlanılmayan rüyalar bâtıldır ve şeytandan gelmektedir, bunlara toptan hulm
denmektedir.
Hulm,
Kur'ân-ı Kerim'de edğâs diye zikri geçen karmakarışık, mânâsız rüyalardan başka
bir şey değildir. Sadedinde olduğumuz hadis, görülen rüya karşısında mü'minin
takınacağı edeb ve tavrı belirlemektedir: "Şeytânî, hoşlanmadığınız bir
rüya gördüğünüz zaman sol tarafa tükürün, istiaze ederek şeytandan Allah'a
sığının..." diyor. Yani euzubillahi mineşşeytânirracim denecek. Bir
başka hadiste, böyle bir rüya görenin "sol
tarafına üç sefer nefes etmesi şer
ve ezasından Allah'a sığınması"
فلْيَتَنَفَّسْ
عَنْ
شِمَالِهِ
ثَثَ
مَرَّاتٍ tavsiye
edilmiştir. Bu babta başka rivayetler de var. Bu çeşit rüyalar
anlatılmamalıdır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sâlih rüya görüldüğü
zaman ne yapılması gereğini de muhtelif rivayetlerde ta'lim buyurmaktadır: اِذَا
رَأى
اَحَدُكُمْ
رُؤْياً يُحِبُّهَا
فَاِنَّمَا
هِىَ مِنَ
اللّهِ
فَلْيَحْمِدِ
اللّهَ
عَلَيْهَا
وَلْيُحَدِّثْ
بِهَا وَإذَا
رَاى غَيْرَ
ذَلِكَ
مِمَّا
يَكْرَهُ
فَإنَّمَا
هِىَ مِنَ
الشَّيْطَانِ
فَلْيَسْتَعِذْ
مِنْ
شَرِّهَا وََ
يَذْكُرْهَا
َحَدٍ
فَإنَّهَا َ
تَضُرُّهُ
"Sizden
biri sevdiği bir rüya görünce, (bilsin ki) bu Allah'tandır. Bunun için Allah'a
hamdetsin, bunu başkasına anlatsın. Hoşuna gitmeyen bir rüya görünce de (bilsin
ki) bu şeytandandır, hemen şerrinden Allah'a istiâzede bulunsun. Rüyayı kimseye
de anlatmasın, zira kendisine zarar verecek değildir."
Buharî'den
kaydettiğimiz bu rivayet, hoşumuza giden rüyaların başkasına anlatılmasını
tavsiye etmekte ise de, başka rivayetlerde rüyayı anlatacağımız kimseler
hakkında bâzı kayıtlar koymaktadır: وََمُحَدِّثْ
بِهَا اَِّ
لَبِيباً اَوْ
حَبِيباً Yani "Bilgili
veya sevgili" olmalıdır, اَِّ
عَلى عَالِمٍ
اَوْ نَاصِحٍ yani "Alim
veya nasih (hayırhah)" olmalıdır.
Vâdd (sizi
seven), zire'y (isabetli, faydalı görüş sahibi) gibi başka vasıflar da
zikredilmişse de hepsi aynı kapıya çıkar ve rüya anlatacağımız kimselerin
akıllı, bilgili, hakkımızda hayır düşünen, bizi seven bir kimse olmasına dikkat
etmemiz gereği anlaşılır. Ebu Bekr İbnu'l-Arabî der ki: " Âlim olmalıdır,
zira o, rüyayı imkân nisbetinde hayra yoracaktır. Hayırhah (nâsih) olmalıdır,
çünkü o, faydalı olana ve kendisine yardımı dokunacak hususlara irşâd ve
teşvikte bulunacaktır. Bilgili (lebib), rüyayı anlayan demektir, böyle birisi,
rüyayı görenin ihtiyaç duyduğu hususu bilip onu öğretecek veya sükut edecektir.
Sevilen (habib) de, bir hayır görürse
söyler, anlayamaz veya şüpheye düşerse sükût eder..."
Buhârî'nin
bir rivayetinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur: "Beni
rüyada gören, gerçekten beni görmüştür, çünkü şeytan benim suretime
giremez."[749]
Yukarıdaki
hadisi Hz. Enes (radıyallahu anh) rivayet etmiştir. Tîbî şöyle açıklamıştır.
Beni rüyasında gören, beni hakikatim üzere eksiksiz görmüştür, beni görüp
görmediğinden şüpheye düşülmemelidir. Rüya tamdır, hak bir rüyadır"
demektir." Nitekim, yine Buhârî'de gelen bir başka hadiste: "Rüyada
beni gören hakkı (gerçeği) görmüştür." مَنْ
رَآنِى
فَقَدْ رَأى
الحَقَّ buyurmuştur. Rüyada Resûlullah'ın görülmesi meselesi bazı farklı
yorumlara sebep olmuştur. Yani, her ne suretle görülürse görülsün bu görülüş
hak bir görme midir? Yoksa görmenin hak olması için Resûlullah'ı bilinen
evsafıyla görmek şart mıdır? Çünkü Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) her
seferinde mâlum sıfatlarıyla, hüviyet-i asliyesi ile gözükmez. Buharî'nin bazı
nüshalarında İbnu Sîrîn'in şu kaydı yer alır: اِذَا
رَآهُ في
صُورته
Buna göre, Resûlullah'ı bilinen evsafı çerçevesinde görürse bu rüya hak
rüyadır. Ancak ulemâ şu noktada müttefiktir: "Şeytan Resûlullah'ın
hüviyetine giremez." Cenâb-ı Hakk ona bu imkânı tanımamıştır. Aksi
takdirde, şeriata kizb karışma ihtimali mevzubahis olur, dine itimad kalmazdı.
Bu sebeple Cenâb-ı Hakk, şeytanı, kişinin uyanık halinde, Resûlullah'ın
suretine girmekten men ettiği gibi, uyku halinde de o suretle gözükmekten men
etmiştir. Bu hususu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) açık seçik beyan
etmiştir. Hal böyle olunca, Resûlullah'ın, her ne suretle olursa olsun, rüyada
görülmesine şeytanın dehâlet etmemesi gerekir.
Bu sebeple
Nevevî şöyle der: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı gören kişi mâlum
evsafı üzere de görse, mâlum evsafının aksine de görse, gerçekten Resûlullah'ı
görmüştür." Nevevî bu görüşünü, Kadı İyaz'ın: "Sağ iken taşıdığı
sureti ile gören gerçekten görmüş, bu sıfata uymayan şekilde gören hakiki
görmüş sayılmaz, te'vil gerekir" sözünü reddetmek için söylemiştir. Bazıları
daha açık bir ifade ile hadisten şunu anlamışlardır: "Hadisin manası
şudur: O (aleyhissalâtu vesselâm)'nu gören, hayatta iken taşıdığı suret üzere
görür. Bundan şu zaruri netice çıkar: Resûlullah'ı aslî suretinin haricinde
görenin rüyası edgâs'tır, (sadık rüya değildir.)" Ancak ulemâ çoğunlukla
şu görüşü benimser: "Bu hadisten maksad şudur: hangi hal üzere olursa olun
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in rüyada görülmesi bâtıl olamaz, bu
rüya edgâs değildir, esas itibariyle haktır. Görülen suret şeytandan değil
Allah'tandır."
Ebu Rezîn
el-Ukeylî Lakît İbnu Amir İbni Sabire (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Mü'minin
rüyası, nübüvvetin kırk cüzünden bir cüzdür. Bu rüya, anlatılmadığı müddetçe
bir kuşun ayağında (takılı vaziyette) durur. Anlatılacak olursa hemen
düşer."[750]
Rüyanın kuşun ayağında takılı olması, bir teşbihtir; bununla, rüyanın
anlatılmadığı müddetçe kesinleşmediği ifade edilmektedir, tıpkı asılan, takılan
bir şeyin havada durması, yerde istikrarını bulmaması gibi. Öyle ise, rüyanın
istikrar bulup, kesinlik kazanması tâbir edilmesine bağlıdır. Tâbir edilince
süratle düşüp istikrar kazanır. Kuşun kendisi bir yerde sâbit durmazsa, onun
ayağına takılan şey hiç sâbit duramaz. Öyle ise rüya anlatılınca, hükmü,
sahibinin üstüne hemen düşer. Ebu Dâvud'un bir başka rivayeti şöyle: "Rüya,
tâbir edilmedikçe bir kuşun ayağı üstündedir, tâbir edilince hemen düşer."
Bu rivâyet "anlatınca"
demiyor, "tâbir edince" diyor. Öyle ise, önceki hadiste
geçen "anlatmak"tan maksad, tâbirini medar-ı bahs etmek, konuşmaktır.
Hadisin Ebu Davud'daki aslı, Ebu Rezîn'in şu sözüyle tamamlanır:
"Zannederim (Resûlullah) şunu da demişti: "(Öyleyse) rüyanı akıllı
ve dostun olan kimseye anlat." Rüyadaki hakikatın tahakkuku, onun
anlatılmasına, daha doğrusu tâbirine bağlı olunca, rüyanın rastgele kimselere
anlatılmamasının ehemmiyeti daha iyi anlaşılmış olur. Bu sebeple Resûlullah,
rüyanın tabiatı hakkında verdiği bilgiye uygun bir tavsiye ile hadisini tamamlamış
olmaktadır: "Rüyayı lebib ve habib olana, yani akıllı dosta
anlatın!"
HARP HİLEDİR
Otuz Sekizinci Ayet
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
خُذُوا حِذْرَكُمْ
فَانْفِرُوا
ثُبَاتٍ اَوِ
انْفِرُوا
جَميعًا
“Ey iman edenler! Tedbirinizi alın; bölük bölük savaşa çıkın. Yahut
(gerektiğinde) topyekün savaşın.” [751]
Ayetin
Nuzulü ve Açıklaması
Mücahit ve birçoklarından
rivayete göre: Uhudta yenilen müslümalara ve geri kalan münafıklar hakkında
nazil olmuştur.[752]
Bu ayetin nüzûlünü İbni
Kesir'den tespit ettikten sonra tefsir ve izahı için merhum S.Kutu'ba
bırakıyorum.
İşte böyle. Müslümanlara sadece bazı ibadetleri, sembolleri öğretmiyor. Dini bu şekilde
miskince algılayan bazı insanların düşündüğü gibi sırf bazı görgü kuralları ve ahlâk
ilkelerini de bildirmiyor. Müslümanın hayatını bir bütün olarak ele aldığını ve insan hayatının karşılaştığı
tüm pratik koşulları karşıladığını görüyoruz. Bu yüzden insan hayatı üzerinde, eksiksiz bir tasarruf yetkisi istemektedir.
Müslüman ferdin ve toplumun bir bütün olarak hayatının bu metodun ürünü ve onun
tasarrufu ile direktifleri altında olmasından başkasını kabul etmemektedir. Daha açık bir ifadeyle müslüman fert ve toplumun; hayatları için değişik hayat metodlarını, sembolik davranış, kulluk,
ahlâk ve görgü kuralları için Allah'ın kitabını ekonomik, toplumsal, siyasi ve uluslararası işlemler için de başka birinin kitabı ya da
mutlak anlamda insan düşüncesinden kaynaklanan ayrı bir metod edinmesini kabul etmemektedir.
Kuşkusuz insan düşüncesinin görevi; -bu surenin geçen dersinde yüce
Allah'ın çizdiği şekilde- yenilenen hayat olaylarına ve gelişen
sorunlara uygun ayrıntılı hükümleri ve hayat düzenlerinin tümünü Allah'ın kitabından
almaktadır başka değil. Aksi takdirde imandan ve İslâmdan söz edilemez. Bu durum, daha başka imanın ve İslâm'ın varolmadığını göstermektedir. Çünkü başka din uyduranlar hiçbir zaman iman etmiş sayılmazlar. İslâm'da en başta söylenen
Allah'tan başka hükmeden yoktur, O'ndan başka kanun koyucu yoktur anlamlarına gelen "Allah'tan başka ilâh yoktur" şehadet cümlesi ilk kabul edilen ilkedir. Bunun aksine
davranış kişilerin İslam'ın temellerini kabul
etmediklerini göstermektedir.[753]
Bu İlahi hitap, müslümanların
Uhud'da yenilmesi nedeniyle cesaretleri artan komşu kabileler hakkında inzal
olmuştur. Müslümanlar her taraftan tehlike ile sarılmışlardı ve
her taraftan saldırı tehditleri ve söylentileri geliyordu. Müslüman tebliğciler
İslâm'ı öğretmeleri için çağırılıyorlar ve sonra acımasızca öldürülüyorlardı. Medine sınırları dışında
ne can, ne de mal güvenliği kalmıştı. Bu durum müslümanların, bu kadar büyük
tehlikeler karşısında İslâm hareket ve davetini sürdürebilmeleri için çok büyük
çaba harcamasını gerektiriyordu.
Savaş, yaratılmışların varlıklarını ayakta tutmaları
için konulan bir hayat kanunudur. Kim güçlü ise ayakta kalacak. Kim güçsüz ise
yenilip yok olacaktır. Karanlığın bütün gücüyle hayatın üzerine çökmesi ancak
aydınlığın ondan daha güçlü olarak çıkış yapmasıyla kaybolacaktır.
Bunun içindir ki, çağın gerek gördüğü bütün
imkamları ğayri meşru olmadıkça müslümaların kullaranak dinlerini ve imanlarını
ayakta tutmaları hayatın bir gerekliliğidir. Bu yerine göre ok olur, yerine
göre ise kalem olur. Fakat yeri geldiği zamanda ise mal ve canı ortaya koymakta
olur.
Sadedinde olduğumuz ayet bize tedbir almamızı
emrederken, aşağıdaki hadisi şerif ise bu tedbirin sınırsız olduğunu
vurgulamaktadır.
Yüce Allah cümlemize hakkıyla iman etmeyi ve
imanımızın gereğini yerine getirmeyi nasip etsin.
Otuz Sekizinci Hadis
الْحَرْبُ
خِدْعَةٌ.
-Ka'b
İbnu Mâlik (radıyallahu anh) anlatıyor:[754]
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gazveye çıkmaya karar verdiği zaman,
şaşırtarak başka bir zan uyandırır
ve: "Harb bir hiledir" derdi." [755]
Hadisin Vürûdu
ve Açıklaması
1-Vürûdu: Gizlice müslüman olmuş olan
Gatafanlı Nu'aym İbnu Mes'ud el-Eşca'î mühim bir hizmet görür: Kureyza ile
Kureyş'in arasına güvensizlik sokarak aralarını açar. Kureyza'nın ihanetine bel
bağlamış olan Kureyş bu kuşku karşısında o ümidi kaybeder ve uzayan başarısız
kuşatmayı kaldırmaya karar verdi. Kuşku nedir, nasıl sağlanmıştır? Nu'aym
(radıyallahu anh) Hz. Peygambere gelerek müslüman olduğunu fakat kavminden
kimsenin bilmediğini, istediğini yapmaya hazır olduğunu söyler.
Resulullah: "Sen
bunların arasını açacak tek kimsesin. Harb bir hiledir. Aralarını aç, onları
bizden uzaklaştır" mealinde talimat verir. Bu talimat üzerine Nuaym,
Kureyza, Kureyş ve Gatafan'ın arasında mekik diplomasisi yapar. Câhiliyede
nedimleri olduğu Kureyza'ya gelir: "Size olan sevgimi bilirsiniz. Sizinle
benim aramda hususiyet var, bu da malum"
der. Onlar teyid ederler, nazarımızda müttehem değilsin derler. O,
"Gatafan ve Kureyş sizin gibi değiller, siz buralısınız, malınız mülkünüz,
çocuk ve kadınlarınız burada. Bunları başka yere götüremezsiniz.
Kureyş ve
Gatafan Muhammed'le savaşmaya geldiler. Siz Muhammed aleyhine onlara yardım
ediyorsunuz, onların yurdu, malları, kadınları başka yerde. Onlar sizin gibi
değiller. Onlar bir yağma bulsalar yaparlar. Başaramazlarsa çekip giderler,
sizi Muhammed'le başbaşa bırakırlar. Bu durumda siz buradakilere güç
yetiremezsiniz. Sakın onların eşrafından bir kısım rehineler istemeden savaşa
katılmayın. Rehinler Muhammed'i bertaraf edinceye kadar mukatele etmeleri için
elinizde bir garanti olur" der. Kureyzalılar: "İsabetli bir
fikir" derler. Sonra oradan ayrılan Nu'aym Kureyş'e gelir Ebu Süfyân ve
beraberindekilere: "Size olan sevgimi, Muhammed'e olan uzaklığımı
biliyorsunuz. Kulağıma bir haber geldi, size bildirmeyi dostluk gereği bildim.
Ancak kimseye söyleyip beni ifşa etmeyin" der. "Söz veriyoruz" derler. Nuaym devam eder: "Bilin ki, yahudiler
Muhammed'le aralarındaki antlaşmayı bozmaktan pişman olmuşlar. Ona adam
gönderip: "Biz yaptığmızdan pişman olduk. Gatafan ve Kureyş'ten bazı ileri
gelenleri sana getirmemiz, boyunlarını vurman seni memnun eder, tekrar seninle
beraber olmamıza yeter mi?" derler. Muhammed de "Evet" cevabını
verir.
Bu durumda
yahudiler size adam gönderip rehin istemeye kalkarlarsa sakın onlara tek kişi
vermeyin" der. Nuaym (radıyallahu anh) sonra Gatafanlılara gelir: "Ey
Gatafanlılar, ben sizdenim, aşiretimsiniz. İnsanların en sevgilisi bana
sizsiniz. Öyle sanırım bana güvenir, sadakatımı itham etmezsiniz" der.
Onlar da "Doğru söyledin. Sen nazarımızda müttehem değilsin" derler. Nuaym
devamla: "Benden duyduğunuzu söylemeyin" diyerek, o yönden de garanti
alınca onlara da Kureyşlilere söylediğini aynen tekrar eder, aynı endişelerle
bunları da korkutur. Allah'ın müslümanlara bir ikramı olarak, cumartesi akşamı,
Ebu Süfyân ve Gatafan'ın ileri gelenleri, Benî Kureyza'ya Kureyş ve
Gatafanlılar'dan mürekkep bir grubu İkrime İbnu Ebî Cehl başkanlığında
gönderip: "Biz ikamet yerinde değiliz, (eyreti çadırlarda kalıyoruz),
atlarımız ve develerimiz helak oldu. Savaşa siz de katılın da Muhammed'in işini
bir an önce bitirelim" dedirtirler.
Yahudiler de
bunlara şu cevabı gönderirler: "Bugün cumartesidir. O günde biz hiçbir şey
yapmayız. Zira bizden bir kavm cumartesi günü savaştığı için maymun ve hınzıra
çevrildiler. Ayrıca siz, bize bir kısım adamarınızı, elimizde Muhammed'in işini
bitirinceye kadar savaşacağınız hususunda garanti olacak rehineler vermedikçe
Muhammed'e karşı savaşacak da değiliz. Biz, savaş sizi sıkıştırdığı takdirde
bizi terkederek memleketinize çekip gideceğinizden korkuyoruz. Bu durumda bizim
memleketimizde olan Muhammed'le biz başa çıkamayız." Elçiler Kureyza'nın
bu sözlerini getirince Kureyşliler ve Gatafanlar: "Nuaym'ın söyledikleri
doğruymuş." Kureyza'ya: "Size tek bir adamımızı bile rehin olarak göndermeyiz.
Dilerseniz çıkın savaşın" haberini gönderin" derler. Bu haberi
getiren elçi kendilerine ulaşınca Kureyzalılar: "Nuaym İbnu Mes'ud'un
dediği doğruymuş, bunlar sadece savaş istiyorlar. Fırsat bulurlarsa
yağmalayacaklar, bulamazlarsa memleketlerine çekip gidecekler. Siz memleketinizin
adamı ile arada savaşa meydan vermeyin." Kureyş ve Gatafan'a da
"Vallahi bize rehineler göndermezseniz biz sizinle Muhammed'e karşı
savaşmayız" cevabını gönderin" derler. Onlar bu teklifi kabul
etmezler. Allah aralarını böylece açar.[756]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın askerî yönlerinden
biri haber almaya önem vermesi ve haber sızdırmamak için gerekli tedbirleri
almasıdır. Bu husus, siyaset-i Nebeviye'de mühim bir yer işgal eder. Sadedinde
olduğumuz hadis, Resûlullah (a.s)'ın umumî prensibini açıklıyor: Tevriye
yapmak. Arapça'da tevriye, asıl gayesini gizlemek üzere yapılan aldatıcı
davranışa denir, dilimizde şaşırtmak kelimesi tevriyeyi kısmen karşılar. İslâm
uleması, harpte düşmanı aldatmak için başvurulacak her çeşit hilenin câiz olduğunu
söylemekte ittifak eder. Düşman karşısında tecviz etmedikleri tek husus,
yapılan anlaşmanın, günü dolmadan bozulması, verilmiş olan emânın ihlâlidir. Bu
iki fiile cevaz vermezler ve "haram" derler. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın yalana fetva verdiği üç yerden biri harptir.
İbnu'l-Münîr der ki: "Harb hiledir”, demenin mânası, harbi yapan için en
mükemmel, en iyi harb, hedefine, düşmanla karşılaşarak ulaşılan harp değil, onu
aldatarak ulaşılan harptir. Zîra, karşılaşma, muhâtaralıdır (riskli). Halbu ki,
aldatarak neticeye ulaşmada hiçbir risk (muhâtara) mevcut
değildir."Şârihler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın el-Harbu
hud'atun cümlesini ilk defa Hendek Harbi'nde telaffuz ettiğini belirtir. Askerî
hareketlerde başarının sırrı, büyük ölçüde,
ani baskına dayanır. Hz. Peygamber (a.s) gazvelerde askerî prensiplere âzamî
ölçüde riayetkâr olmuştur. Düşmanın tertib almasına imkân tanımadan âni
basabilmek için istihbârat meselesine ziyade ehemmiyet verdiğini, "Harb bir
hiledir" diyerek aldatıcı, şaşırtıcı davranışlarla,
kendi hazırlığını gizlediğini belirtmiştik. Bu davranışın düşmanı gafil
avlamaya, âni baskın yapmaya matuf olduğu açıktır.
*
Harpteki hile, aldatma düşmana karşı
yapılır. Aynı dine inanmış insanların birbirlerine karşı yaptıklar hile ise
sahtekarlıktır. Onun için harbin hilesi, din düşmanlarına ve savaş
meydanındakilerle yapılır.
*
Hayat, bir savaş meydanıdır. Nice pehlivanlar, cengaverler meydan muharebesinde
yendiler de hayat muharebesinde yenildiler. Çünkü hayat muharebesi, hem içe hem
de dışa dönük bir savaştır.
Ne
ki, Dinozorlar, tabiatın savaş kanunlarına karşı mücadele edecek imkanları
kalmadığından dolayı yenildiler. Oysa onların cüsseleri insan cüssesinin bilmem
kaç misli olmasına rağmen, yine de bu büyüklük onlara fayda vermedi.
*
Genelde güçlü zayıfı yenmiştir. Yani zayıf güçlünün karşısında çoğunlukla
mahkumdur. Gerek hayata karşı gerekse zulme karşı inananların güçlü olmaları
gerekiyor. Bu bazen iman, irade ve akıl gücü, bazen de eğitim, erzak ve bilek
gücü ile mümkündür.
ÜMMETİMDEN
BİR GURUP
Otuz Dokuzuncu Ayet
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا مَنْ
يَرْتَدَّ
مِنْكُمْ
عَنْ دينِه
فَسَوْفَ
يَاْتِى
اللّهُ
بِقَوْمٍ
يُحِبُّهُمْ
وَيُحِبُّونَهُ
اَذِلَّةٍ
عَلَى
الْمُؤْمِنينَ
اَعِزَّةٍ
عَلَى
الْكَافِرينَ
يُجَاهِدُونَ
فى سَبيلِ
اللّهِ وَلَا
يَخَافُونَ
لَوْمَةَ
لَائِمٍ
ذلِكَ فَضْلُ
اللّهِ
يُؤْتيهِ مَنْ
يَشَاءُ
وَاللّهُ
وَاسِعٌ عَليمٌ
"Ey
iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve
kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı
onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler
ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına
aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi
geniştir." [757]
Ayetin Nuzulü ve Açıklaması
Muhammed İbni
Ka'b, bu ayetin Kureyş'li seçkinler hakkında nazil olduğunu söyler.[758]
İman eden kimselerden dinden
dönenlere burada, bu şekilde ve bu bağlamda yöneltilen tehdit,
yahudiler ve hristiyanlarla dostluk ile İslâm'dan dönmek arasında bir bağlantı olduğunu gösteriyor. Daha önce,
onları dost edinen bir kimsenin, müslüman toplumdan kopup, onlardan biri
haline geleceğinin belirtilmiş olması da bunu doğruluyor: "Sizden
kim onları dost edinirse o, onlardan olur." Buna göre, ayetlerin akışı içerisinde ikinci çağrı, birinci çağrıyı vurgulamakta ve kesinleştirmektedir. Yine aynı şekilde üçüncü çağrıda da aynı olguya değiniliyor. Burada kafirler
ile ehl-i kitap aynı kategoriye sokularak, onlarla dost olunması yasaklanıyor. Ehl-i kitabla dostluk,
kafirlerle dostlukla aynı bağlamda değerlendiriliyor. İslâm'ın ehl-i kitab ile kafirleri
onlara karşı yapılması gereken muamele bakımından farklı değerlendirmesinin, dostluk
meselesiyle bir ilintisi yoktur. Ehl-i kitab ile kafirler arasındaki söz konusu farklılık, dostluk bağlamında değil, daha başka meselelerdedir.
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا مَنْ
يَرْتَدَّ
مِنْكُمْ
عَنْ دينِه
فَسَوْفَ
يَاْتِى
اللّهُ
بِقَوْمٍ
يُحِبُّهُمْ
وَيُحِبُّونَهُ
اَذِلَّةٍ
عَلَى
الْمُؤْمِنينَ
اَعِزَّةٍ
عَلَى الْكَافِرينَ
يُجَاهِدُونَ
فى سَبيلِ
اللّهِ وَلَا
يَخَافُونَ
لَوْمَةَ
لَائِمٍ
ذلِكَ فَضْلُ
اللّهِ
يُؤْتيهِ
مَنْ يَشَاءُ
وَاللّهُ
وَاسِعٌ عَليمٌ
"Ey müminler, içinizden kim dininden dönerse bilsin ki yakında Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler, bunlar müminlere karşı alçakgönüllü, kafirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin
yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah'ın bağışıdır, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir." [759]
Allah'ın mümin grubu seçmesi,
yeryüzünde Allah'ın dininin yürürlüğe koyulması bağlamında "takdir-i
ilahi"nin gerçekleşmesine vesile olmaları, insanların yaşamlarında Allah'ın otoritesini egemen kılmaları, tavır ve düzenleri O'nun
sistemine göre belirlemeleri, her meselede, her sorunda O'nun şeriatını uygulamaları ve de bu sistem bu şeriat sayesinde yeryüzünde
kurtuluşu, iyiliği, temizliği :e gelişmeyi sağlamaları içindir. Bunları gerçekleştirmek üzere müminlerin
seçilmiş olması, Allah'ın bir lütfu, bir bağışıdır. Bir kişi bu lütfu reddeder ve
kendini bundan yoksun kılmayı dilerse, -her kim olursa
olsun Allah'ın ne ona ne de bir başkasına ihtiyacı olmadığını unutmamalıdır. Allah kendilerinin bu
yüce lütfa layık olduklarını bilen kullarını, elbette ki seçecektir.
Ayet-i Kerime'nin burada çizdiği seçkin topluluğun bu tablosu,
karakteristik özellikleri son derece belirgin, çizgileri de oldukça güçlü bir
tablodur. Parlak ve çekici olduğu kadar, kalplere de son derece sempatik gelmektedir.
"..Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler." [760]
Karşılıklı sevgi ve hoşnutluk, onlarla Rableri
arasındaki bağı oluşturmaktadır. İşte bu topluluğu şefkatli Rablerine bağlayan bu akıcı, yumuşak, aydınlık yüce ve tatlı duygudur.
Yüce Allah'ın, kullarından birini sevmesi; O'nu,
kendisine vasfettiği biçimde tanıyan, sıfatlarıyla birlikte bilen, bir de
bu sıfatların melodisini; duygusunda, benliğinde, bilincinde ve varlığında hissedenden başka hiçbir idrakin değerini ölçmediği bir şeydir. Evet, bu lütfun
gerçek değerini, onu bağışlayanın hakikatını bilen takdir edebilir.
Kimdir Allah? Bu dehşet verici evrenin yaratıcısı kimdir? Küçücük bir bedene
sahip olduğu halde koca evrenin bir özeti sayılan insanı kim yaratmıştır? Bu yüceliğe, bu güce ve bu birliğe sahip olan kimdir? Kimdir
tek başına egemen olan? Kimdir O ve sevgisinden lütfettiği kul kimdir? Evet, bunları kavrayan üstün, ulu, daima
diri, öncesiz ve sonrasız ilk ve son, açık ve gizli olan Allah'ın yarattığı bu kula bağışladığı nimetin değerini de bilir.
Kulun Rabbini sevmesi de ancak tadına varan birinin algılayabileceği bir nimettir. Yüce Allah'ın kullarından herhangi birine
yönelik sevgisi, olağanüstü ve büyük bir olgudur. İnsanı bürüyen bol bir lütuf olduğu gibi, yüce Allah'ın kuluna doğru yolu göstermesi, kendini
sevdirmesi ve hiçbir sevgide eşi ve benzeri bulunmayan bu güzel ve eşsiz lezzeti tattırması da, olağanüstü ve büyük bir nimet,
insanı bürüyen bol bir lütuftur.
Yüce Allah'ın kullarından herhangi birine
yönelik sevgisi, ifadenin vasfedemeyeceği bir olay olunca; kullarından birinin O'na yönelik
sevgisi de zaman zaman sevenlerin sözlerinde örneklerini görmekle beraber,
ifade ve tasvir edebilmesi son derece güç bir olaydır. İşte gerçek tasavvuf adamlarının yükseldiği kapı burasıdır. -Ancak bunlar da,
tasavvuf kisvesine bürünen ve uzun tarihlerinden bilinen bu,topluluğun içinde son derece azdırlar- Rabia el-Adeviye'nin şu beyitleri hâlâ o eşsiz sevginin gerçek tadını duygularıma taşımaktadır!
Sen tatlı ol da, koca hayat acılarla dolsun,
Yeter ki sen hoşnut ol da, isterse tüm
yaratıklar dargın olsun.
Seninle aramız iyi olduktan sonra
Alemler bozuk olsa ne çıkar.
Senin sevgin olduktan sonra, gerisi boştur.
Çünkü toprağın üstünde olan herşey topraktır.
Ulu Allah'tan, kullarından birine ve bu kuldan,
nimetleri veren, lütuf sahibi Allah'a yönelik bu sevgi, varlık alemini bürüyüp koca
evrene yayılıyor. Her canlının, herşeyin özüne işliyor. Hava ve gölge gibi
varlık alemini seven, sevilen şu kul da somutlaşan insan varlığını bürüyor adeta.
İşte İslâm düşüncesi, müminle Rabbini, bu
harikulade ve sevimli bağla birbirine bağlamaktadır. Bir kereye özgü geçici
bir duygu değildir bu. Aksine bu sağlam yapılı düşüncede yer alan bir öz, bir
gerçek ve bir öğedir.
Binaenaleyh ey
mü'minler, dininizin kadrini biliniz, hiç bir kavme inhısar kabul etmiyen bu
vasi feyzi hakkı, bu fadlı ilâhîyi, bu yüksek hurriyyeti bırakıb da
başkalarının muvalâtı arkasına düşmeyiniz.[761]
Dünya ve içindekiler
için utanmadan koşuşup duranlar utanmıyor, çekinmiyorlar da,
Yüce Allah'ın dini için neden Müslümanlar geri durmaktan utansınlar. Asıl
utanacak olanlar, dinlerini dünya karşılığında değiştirenledir.
Sadedinde olduğumuz
ayeti kerime müslümana morel depolarken, aşağıdaki hadisi şerif ise
yüreklerimize süruru muştulamaktadır.
Artık tercih yapma
zamanı hala gelmedi mi?
Saflarımızı
perçinleştirmenin vakti hala gelmedi mi?
Kim olduğumuzu ve ne
işe yaradığımızı ispat etmenin zamanı gelip çatmadı mı?
Yüce Allah cümlemizi
dininde sebat eden kullarından eylesin.
Otuz Dokuzuncu Hadis
َلآ
يَزَالُ مِنْ
أُمَّتِِى
أمَّةٌ
يُقَاتِلُونَ
عَلى الحَقِّ
وَيُرِيعُ
اللّهُ تعالى
لَهُمْ
قُلُوبَ
أقْوَامٍ
وَيَرْزُقُهُمْ
مِنْهُمْ
حَتَّى
تَقُومَ
السَّاعَةُ،
وَحَتَّى
يَأتِىَ
وَعْدُ
اللّهِ.
"Resûlullah
(a.s) buyurdular ki: [762]"Ümmetimden
bir grup, hak yolunda mücadeleye (hiç ara vermeden) devam edecek, Allah da,
onlar(la mücâdele sebebi) ile bazı kavimlerin kalplerini saptıracak ve
bunlardan (alınanlarla) onların rızkını sağlayacaktır, bu hal kıyamet gününe,
Allah'ın va'dinin gelme anına kadar devam edecektir. " [763]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Nesâî,
hadisi biraz özetlenerek alınmış. Resûlullah bu sözü, bir kimsenin kendisine
gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü, insanlar atları kaldırdı, silahları da
terketti, "Artık cihad bitmiştir, harbler de sona ermiştir"
diyorlar" demesi üzerine söyler. Kendisine böyle söylenince cemaate
yönelen Resûlullah: "Yalan söylüyorlar, asıl şimdi harb(in zamanı)
geldi" diyerek söze başlar ve "Ümmetimden bir grup Hakk yolunda
mücâdeleye kıyâmete kadar devam edecektir..." diye açıklamasını devam
ettirir.[764]
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), bu hadiste, Müslümanlar ne kadar kötü şartlar
yaşayıp, mağlubiyetlere düşseler, idarede müessiriyetlerini kaybetseler bile,
Hakk'ın galebesi için çalışan grupların, her tarafta mevcut olacağını
bildirmektedir. Bazı rivayetlerde, bu mücâdelenin, gizlilik içinde değil,
açıktan açığa yapılacağı tasrih edilir. Bildiğimiz kadarıyla bütün baskılara,
yasaklara, nefes kesen tedhişe rağmen,
Rusya'da bile Hakk adına yapılan mücâdele gizliden gizliye devam etmiştir.
Hadisler bunun açıktan olacağını da tasrih eder. Bir bölgede sindirilip
gizliliğe itilse veya İspanya'da olduğu gibi tamamen söndürülse bile, bir başka
yerde veya yerlerde İslâm mücâdelesi canlı kalacak, Hâlık için yapılan cihâdın
sancağı gönderde dalgalanmaya kıyamete kadar devam edecektir. Hadis bunu haber
vermektedir.
Atın alnına bağlanmış
olan "hayr"ı âlimler "sevap", "ganimet",
"izzet", "makam", "zafer" olarak tevil
etmişlerdir.
Hadisin, Nesâî'deki aslı
"...Sizin de beni, birbirinizin boynunu vuran gruplar olarak takib
edeceğinizi bildirdi" şeklinde
devam eder. Teysir, bu kısımda bazı özetlemeler yapmış. Biz tercümede atılan
kısımları parantez içerisinde gösterdik.Hadisin devamında da bazı tasarruf var
ise de mühim değil.
"Mü'minlerin asıl
yerleri Şam'dır" ibaresini âlimler, "fitne
zamanında" diye kayıtlayarak açıklığa kavuştururlar. Şâm eski
metinlerde Suriye bölgesinin adıdır, bugünki Şam şehri değil. Şam şehrine
Dımeşk denilir. Resûlullah (a.s) devrinde Suriye henüz fethedilmiş değildir.
Böylece hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın istikbali doğru olarak
haber veren bir mucizesi olarak karşımıza çıkmaktadır: Kendisinden hemen sonra
Suriye fethedilecektir. Bu sıralarda patlak verecek fitne hareketleri sırasında
Irak ve Hicâz bölgeleri fitne hareketlerinden huzursuz olurken, Suriye bölgesi
kargaşanın dışında kalacaktır. Hz. Ömer (r.a)'ın şehâdeti ile başlayıp, Hz.
Osman'ın şehadetiyle kızışıp Sıffin ve Kerbelâ hâdiseleriyle gelişen fitne
hareketleri Suriye'ye sıçramamış, bazı sahabeler, fitnenin dışında kalmak için
Suriye'ye hicret bile etmiştir.
* Dindarlığın pek çok
sıkıntı ve meşakkati peşinde getirdiği günümüz şartlarında, İslam'a hasbi ve
samimi bir şekilde her memlekette gönül verip çilesini çeken, işten atılan,
hapse tıkılan, terfi ve makamından olan, karakollarda dayak yiyen, işkence
çeken, hayatını kaybeden her zümreden insan bu gruptan sayılmalıdır. Hiçbir zümre bunu kendine mal edemez.
* Hardal tanesi kadar İslami
sorumluluğu taşıyan, her Müslüman, Hangi
mezhep ve meşrepte olursa olsun, taşıdığı dini değer olarak haklıdır. Fakat hak
sadece kendisinin bildiği ve anladığı şeylerden ibaret değildir.
* Haksızın hakim, haklının
ise mahkum olduğu günümüz şartlarında. Aynı Allah'a, Kitaba ve Peygambere
inanmış olan kimselerin, "Ben daha doğru ve haklıyım" denilmesi gerçekten çok
tuhaf, acayip ve ayıp bir şeydir.
* Hakkın ikamesi, haksızlık
yaparak ve kaba kuvvet kullanarak, kendini ispat ve ifade etmek değildir. Zira
haklı olmak, hak üzerinde sebat etmek ve sabretmekle mümkündür.
SİZE İKİ ŞEY
BIRAKIYORUM
Kırkıncı
Ayet
وَمَا
يَنْطِقُ
عَنِ الْهَوى
() اِنْ هُوَ
اِلَّا
وَحْىٌ يُوحى
"O,
hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz. O (söyledikleri)
yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiydir." [765]
Ayetin Nuzulü
ve Açıklaması
Bu ayeti kerime müşrikler, "Kur'anı, Muhammed (a.s) kendisi
uyduruyor," demeleri üzerine nazil olmuştur.[766]
Yani, sizler, Hz. Muhammed (a.s) 'e sırf insanlara
Kur'an'ı tebliğ ettiği için öfke duyuyorsunuz. Oysa bu Kur'an'ı O uydurmamıştır
ve onu kendi çıkarları için tebliğ etmemektedir. Bu Kur'an, Ona Allah
tarafından vahyolunmuştur ve vahyolunmaya devam edilmektedir. O,
Peygamberliğini Peygamber olma hevesiyle değil, Allah kendisine emrettiği ve
Risaleti tebliğ etmesini buyurduğu için ilan etmiştir. Dolayısıyla O, sizlere
bir Peygamber sıfatıyla tebliğ etmektedir. İslâm'ın, Tevhid, Ahiret, Kıyamet
gününde ceza ve mükafatın verileceği haberi, kainatta insanın bulunduğu mevki
ve salih bir hayat sürmenin prensipleri hakkındaki mesajı, Onun kendi uydurduğu
düşünceler olmayıp, Allah'ın kendisine vahyettiği hakikatlerdir. Hz. Peygamber
(a.s)'ın sizlere tebliğ ettiği bu Kur'an kendisine Allah tarafından nazil
olmuştur ve hâlâ olmaktadır. Dolayısıyla sizlere tebliğ ettiği bu hakikatler
bir ilme dayanmaktadır.
"O
hevadan konuşmaz. O Kur'an kendisine vahyedilen bir vahiyden başka
değildir." [767]
Bu bağlamda şöyle bir soru yöneltilebilir: "Hz.
Peygamber (a.s)'ın tüm sözleri Allah katından mıdır? Değilse şayet, Hz.
Peygamber (a.s)'ın sözlerinden hangisi kendisine ait, hangisi Allah'ın
vahyidir?" Böyle bir sorunun cevabını şu şekilde verebiliriz: Kur'an
kesinlikle bir vahiydir ve içindeki tüm sözler istisnasız Allah'a aittir. Hz.
Peygamber (a.s)'ın kendi sözleri ise üç kategoriye ayrılabilir:
1) Hz. Peygamber (a.s) 'ın İslâm'ı tebliğ, Kur'an'ı
beyan ve izah niteliği taşıyan sözlerinin tümünün vahy kaynaklı olduğuna şüphe
yoktur. Maazallah bunlar hevasından uydurduğu düşünceler değildi.
Bir bakıma Hz. Peygamber, (a.s) Allah'ın tayin ettiği
resmi bir sözcüydü. Bu tür vahy, kelimesi kelimesine Kur'an gibi nazil olmuş
değilse bile, Hz. Peygamber (a.s)'ın söylediği bu sözler yine de vahy ilmine
dayanmaktadır. Ancak Kur'an ve Hz. Peygamber (a.s)'ın sözleri arasındaki fark,
Kur'an'ın anlamıyla birlikte kelimelerinin de Allah tarafından nazil olması,
buna karşılık Hz. Peygamber (a.s)'ın izah niteliğindeki sözlerinin, Allah
tarafından öğretilmiş olmasına rağmen, kelimelerinin kendisine ait olmasıdır.
Bu bakımdan, Kur'an'a, "Vahyi Celî" Hz. Peygamber (a.s) 'ın bu
tür sözlerine de "Vahyi Hafî" denilir.
2) Hz. Peygamber (a.s)'ın Müslümanların lideri olması
münasebetiyle Allah'ın kelimesini yüceltmek ve dini ikame etmek için mücadele
ederken muhtelif zamanlarda verdiği emirleri kapsayan sözleri. Bu mücadele
boyunca Hz. Peygamber, (a.s) zaman zaman sahabeyle istişarede bulunmuştur. Bu
istişareler sonunda O, bazen kendi reyinden vazgeçip, sahabelerin reyini kabul
etmiştir. Bazan de sahabeler "Bu sizin kendi sözünüz mü yoksa Allah'ın
vahyi midir?" diye sormuşlar, O da "Benim sözümdür"
karşılığını vermiştir. Bazen Hz. Peygamber (a.s) içtihat edip, bu doğrultuda
emir verdikten hemen sonra, Allah Teâlâ, Onun buyruğunun aksini bildiren
ayetler inzal etmiş ve bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s) yanlış olan içtihadını
düzeltmiştir. Buraya kadar anlatılanlardan anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber'in
(a.s) sözleri hevasından olmayıp, Allah'ın teyid etmesiyle kesinlik
kazanmıştır. "Hz. Peygamber'in (a.s) her söylediği vahiy midir?"
sorusuna gelince, Onun bir insan olması hasebiyle söylediği sözler,
sahabeleriyle istişare ederek aldığı kararlar veya Allah'ın aksini emrettiği
konulardaki içtihatları vahiy değildir. Fakat bunların dışında söylediği sözler
"vahyi hafî" grubuna girer.
İslâm hareketinin önderliğine, Müslümanların
emirliğine, İslâm devletinin başkanlığına kendiliğinden tayin olmadığı gibi,
Onu halk da seçmemiştir. Bu mevkiler O'na Allah tarafından verilmiş ve O da bu
mevkilerdeki yetkisini Allah'ın emriyle kullanmıştır. Hz. Peygamber (a.s)'ın kendi
içtihatlarına dayalı icraatı da Allah tarafından teyit edilmiştir. Yani Onun
görüşleri, Allah'ın kendisine verdiği ilme dayanmaktadır. Ancak yanıldığında
Allah Teâlâ hemen Onun sözkonusu yanlışlığını "Vahyî Celî" ile
düzeltmiştir. Bundan, Rasûlullah'ın (a.s) kendiliğinden yaptığı içtihatların
Allah'ın rızasına muvafık olduğu anlaşılıyor. Çünkü böyle olmasaydı, muhakkak
Allah kendisini ikaz ederdi.
3) Hz. Peygamber'in (a.s) bir insan olması hasebiyle,
peygamberlikten önce ya da sonra, Nübüvvet ile ilgili olmayan sözleri. Bu
bağlamda öncelikle bilinmesi gereken husus, kafirlerin, Rasûlullah'ın bu tür
sözleriyle ilgili itirazlarının bulunmayışıdır. Onlar Hz. Peygamber'i,
yukarıdaki iki kategoriye giren sözlerinden ötürü, dalaletle suçluyorlardı.
Dolayısıyla sözkonusu ayette Hz. Peygamber (a.s) 'ın Nübüvvet ile ilgisi
bulunmayan sözleri kastedilmemektedir. Ancak yine de belirtmek gerekir ki, Hz.
Peygamber'in (a.s.) bu tür sözleri bile hak ve doğruluğun dışında başka bir şey
ifade etmez. Çünkü Allah, Onu takva timsali bir peygamber olarak göndermiştir.
Bununla birlikte Hz. Peygamber'in (a.s.) her sözü
vahyin nuruyla aydınlanmıştır. Nitekim Ebu Hureyre'nin rivayetine göre,
Rasûlullah (a.s)"Ben Hak'tan başka hiç bir şey söylemem"
dediğinde ashabtan biri "Ya Rasûlallah ama siz bazen bizlerle
şakalaşıyorsunuz" diye sorunca O, "Ben gerçekten de Hak'tan başka
bir şey söylemem" demiştir. Amr b. el-As'ın oğlu Abdullah şunları
anlatıyor: "Ben Hz. Peygamber'in (a.s) ağzından çıkan her sözü yazıyordum.
Bunun üzerine bazı kimseler bana, "Sen Rasûlullah'ın (a.s) söylediği her
sözü yazıyorsun. Oysa O, bazan kızgın bir halde de konuşur" deyince, ben
de yazmaktan vazgeçtim. Bir defasında da bu hususu Rasûlullah'a arzettim. Bunun
üzerine O, "Sen yaz. Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, benim
ağzımdan Hak'tan başka birşey çıkmaz" dedi. [768]
Sonuç olarak dudaklarındaki dükülen cümlelerin Allah tarafına
kale alınan bir zat olmasına rağmen efendimiz (a.s) yine de ashabıyla istişare
etmekten geri durmamıştır. Çünkü akıl akıldan üstündür.
Bedir Savaşı sırasında da
savaş tecrübesine dayalı şöyle bir olay yaşanmıştı. Hz. Peygamber, orduyu bir
yere konaklatmak istedi. Hubâb b. Münzir bu yerleştirmenin vahye mi, yoksa
savaş taktiğine mi dayandığını sordu. Allah elçisinin, bunun bir savaş taktiği
olduğunu söyleyince, Hubab b. Münzir bu konaklama yerinin uygun olmadığını
söyledi ve daha uygun yeri göstererek, gerekçelerini açıkladı. Bunun üzerine,
ordu Hubâb'ın belirlediği yere yerleştirildi.[769]
Allah elçisi olan aziz Peygamberlerin görevi, sadece
ve sadece kendilerine gelenleri insanlara aktarmaktır. Çünkü böyle olmasaydı
elçiliğin bir anlamı kalmazdı.
Onun içindir ki, hiçbir
elçi kendisine vahy edilenin dışına çıkmaz. İşte bu bizim Peygamberimiz içinde
geçerlidir.
Yukarıdaki ayetler Yüce
Allah'ın emirlerini, aşağıdaki hadisi şerif ise Peygamber efendimiz (a.s)'ın
sünnetine işaret etmektedir.
Yüce Allah cümlemizi kendi
emirlerine ve Peygambermizin sünnetine sarılmayı nasip etsin.
Kırkıncı
Hadis
عن
مالك أنهُ
بلغَهُ أنّ
النبى قال:
تركتُ
فِيكُمْ
أمرينِ لَنْ
تَضِلُّوا ما
تَمَسّكتُمْ
بِهِمَا:
كِتَابَ
اللّهِ تَعالَى،
وَسُنّةَ
رَسُولِهِ .
"Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetce asla
sapıtmayacaksınız: "Allah'ın Kitab'ı ve Resûlünün sünneti." [770]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu:
Ebu Hureyre (r.a) Hz. Peygamber (a.s) bu hadisi veda haccında bu hadisi
hutbe olarak buyurmuştur.[771]
Hâkim'in
el-Müstedrek'te kaydettiği üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Veda
Hutbesi sırasında, bu hatırlatmayı yapmıştır. Hadis'te İslâmiyetin asliyeti
üzere korunması ve kurtuluşa ermek için tek muteber yolun Kur'ân'ı Kerîm ve
Sünnet-i Seniyye'ye uymak olduğunu bildiriliyor. Bunlara uymayan bütün yollar
çıkmaz sokaktır, aldatmacadır.[772]
Hz.
Peygamber (a.s)'ın vefatına yakın yaptığı konuşmalardan biri görülmektedir. Hz.
Peygamber (a.s) kendinden sonra ümmetin dalâlete, fitneye, ihtilaflara
düşmemesi için tek çıkar yol olarak Kur'ân'a ve sünnetine uyulmasını vasiyet
ediyor. Şu halde Allah'tan gereğince korkmak ve Kur'ân'ın emirlerini ölçü
olarak almak ümmetin vahdeti, dinin bozulmalara karşı muhafaza edilmesi için
şart olduğu gibi, sünnete uymak, Ehl-i Beyte mensup olanlara saygı göstermek de
bir o kadar ehemmiyet taşımaktadır. Osmanlılar döneminde -Abbasîler döneminde
başlatılan bir geleneğe uyularak- Ehl-i Beyt'e mensup olanlar, bu çeşit
hadislerin teşvikiyle hususî alâkaya mazhar olmuşlardır. Devlet bu kimseler
için hususî defterler tutmuş, maaşlar bağlamıştır. Devlete sadâkatları sağlanan
bu kitle sayesinde, İslâm âleminin tamamında, samimî bir devlet taraftarlığı,
siyasî birlik taraftarlığı temîn edilmiştir. Maceraperest ayrılıkçılar halkın
itibar ve hürmet ettiği eşraf zümresinin temâyülüne zıt tecrübelere girmekten çekinmiş
olmalıdırlar. Böylece Âl-i Beyt'e saygının içtimaî ve siyasî ehemmiyeti
anlaşılmış olmaktadır.
Kur'an-ı
Kerim'e ve Sünneti Seniyeye uymak, bütün yolları kurtuluşa ve saadete çıkarır.
Tam tersini düşünürsek, Kur’an’a ve Sünnete uymayanların bütün yolları dalalete
ve sapıklığa çıkar.
Kur'an-ı
Kerim, haber merkezi olan Yüce Allah katından gelmiş olup, Hz. Peygamber
(as)'ın bizi haberdar etmesiyle de Sünnet, Kur’an'ın habercisi ve
açıklayıcısıdır. Onun için Kur’an haber, Sünnet ise Onun haberdarıdır. Haberi
en iyi okuyan ve açıklayan şüphesiz haberci olacaktır. İşte bu haberci Hz.
Peygamber (as)'ın söylemi ve eylemidir. Biz buna "Sünnet" ve "Hadis" diyoruz.
Kur'an
ile Sünnet, Yüce Allah'ın katında et ile tırnak gibidir. Bunları nasıl
birbirinden ayırmak mümkün değilse, Kur'an ile Sünneti de birbirinden
ayıramayız.
Kur’an'a uymak Sünnetle
mümkündür. Sünnet Kur’an'a nasıl uyulacağını gösterir. Kur’an'ı Sünnetsiz
anlamak ve yaşamak mümkün olmadığı gibi, Sünneti Kur’an'dan bağımsız da
kabullenmek akıl karı değildir.
KIRK AYET VE HADİS
DERSİNİN TESTİ
Soru 1 :
Rasülullah (a.s.) Efendimizin takip edip uyguladığı dini yol ve tutumlara ve
bunları genel prensipler çerçevesi içinde ümmetine uygulamasını emrettiği söz
ve fiillere ne ad verilir?
Cevap : Sünnet.
Soru 2 :
Hadis-i Şerif ne demektir?
Cevap : Hz. Peygamber (a.s)'ın sözleri, fiilleri, takrirleri ile ahlâkî
ve beşerî vasıflarından oluşan sünnetinin söz veya yazı ile ifade edilmiş şeklidir.
Soru 3 :
Söz bakımından Peygamberimiz (a.s.)’e anlam bakımından Allah (c.c.)’e ait olan
hadislere ne ad verilir?
Cevap : Kudsi Hadis.
Soru 4 :
Sünnetin çeşitleri nelerdir kısaca izah ediniz?
Cevap : Üç çeşittir.
a- Kavli sünnet;
Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın sözleridir.
b-Fiili sünnet; Peygamber efendimiz
(a.s.)’ın yaptığı iş ve hareketlerdir.
c- Takriri sünnet;
Peygamber efendimiz (a.s.)’ın işaret ettiği veya sükut ettiği işlerdir.
Soru 5 : Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın Hadis-i
Şerifleri’nin büyük bir çoğunluğu “Kütübü Sitte” olarak bilinen altı hadis
kitabındadır. Bu altı kitabı yazarlarıyla birlikte söyleyiniz?
Cevap : a- Sahih-i Buhari.
Yazarı: İmam Buhari
b- Sahih-i Müslim.
Yazarı: İmam Müslim
c- Sünen-i Ebu
Davut. Yazarı: Ebu Davut
d- Sünen-i İbni
Mace. Yazarı: Abdullah İbni Mace
e- Sünen-i Tirmizi.
Yazarı:İsa İbni Sevre Et-Tirmizi
f-Sünen-i Nesei.
Yazarı: Ebu Abdullah En-Nesei
Soru 6:Hadis kitapları içinde “erba’un” nedir?
Cevap: Kırk hadis’tir.
Soru 7:Hadis kitapları içinde özel bir yeri olan
“Erba’un- Kırk hadis” hakkında geçmişten günümüze kadar yazılmış birkaç tane
kitap ve yazar ismini söyleyiniz?
Cevap: İlk “Erba’un” (Kırk hadis) kitabın yazarı Abdullah İbni Mübarek.
Günümüzde en meşhur Nevevi’nin Erba’un”
-Kırk hadis kitabıdır. Ve elimizde bulunan……
Soru 8:Hadislerin içinde neden “Kırk Hadis”
ezberlenir?
Cevap:Çünkü Peygamberimiz (a.s) kırk hadisle ilgili şöyle buyurmuştur:
"Kim ümmetime, sünnetimden kırk
tanesini koruyup ulaştırırsa ben kıyamet günü onun imânına şâhit ve şefaatçi
olurum."[773] hadisi
şerifin sırrına mazhar olmak için.
Soru 9 :
İslam aleminin en büyük muhaddisidir.(hadis alimidir.) Hicri 194-256
senelerinde yaşamış, babası İsmail Bin İbrahimdir. 16 yaşında iken iki büyük
hadis kitabını ezberledi.
İlmini Mekke’de tahsil etti. Daha 18 yaşında iken
hadis ravileri ile ilgili hadis kitabı yazdı.
Daha sonraki 16 yıllık yaptığı çalışma ile
“El-Cami’üs Sahih”adlı büyük hadis kitabını yazdı.
Kendisi “Sahih adlı kitabımı altı yüz bin hadisten
seçtim. Yazdığım her hadis için iki rekat namaz kıldım.” diye söz eden ve
kitabında 7275 sahih hadis bulunan, Kur’an’ı Kerim'den sonra en büyük kaynak
kabul edilen Sahih-i Buhari adlı kitabın müellifi kimdir?
Cevap : İmam Buhari
hazretleridir.
Soru 10 :
Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’den sonra en büyük hadis kitabı sayılan Ebu
Davut isimli eserin yazarı olan muhaddisimizdir. 888 miladi yılında Basra’da
doğmuştur.
500.000 Hadis-i Şerif içinden 4800 hadis-i şerifi kitabına
almış, hocası Ahmet Bin Hambel’e gösterip onun takdirini kazanmıştır. Kitabı
Kütübü Sitte’nin 3. Kitabı olarak bilinir.
Eserindeki tüm hadisleri İslam hükümlerine ait
hadisler olan muhaddisimiz kimdir?
Cevap : İmam-ı Ebu Davut.
Soru 11 :
“Riyazü-s Salihin” adlı hadis kitabının yazarı kimdir?
Cevap : İmam Muhyiddin
en-Nevevi’dir.
Soru 12 :
Kur’an’ı Kerim ve Sahih-i Buhari’den sonra en değerli kaynak olan Sahih-i
Müslim’in müellifidir. Hicaz, Mısır, Suriye, Irak, İran ve Türkistan’ı
dolaşarak hadis topladı.
Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın buyurduğu her sözü
en sağlam kaynaklara dayanarak aldı, ezberledi ve kitabına yazdı. 30.000 hadisi
şerifi topladı ve inceledi. Kitabı Kütübü Sitte’nin
2. Olan hadisi şeriflere ve Allah’ın Resülüne aşık
olan bu büyük muhaddisimiz kimdir?
Cevap : İmamı Müslim.
Soru 13: Kur’an’ı Kerim’den sonra kaynak olan
Kütübü Sitte’den Süneni Nesai’nin müellifidir.
Asıl adı Ahmet Bin Şuayb, lakabı Ebu
Abdurrahman’dır. Şam, Horasan, Irak, Hicaz, Cezire ve Mısır’ı dolaşıp hadis
topladı ve kitabını yazdı. Bundan başka içersinde hiçbir zayıf hadisin
bulunmadığı “Mücteba” isimli eserini yazdı. Ömrü boyunca Davut (a.s.) gibi bir
gün yiyip bir gün oruç tutan bu muhaddisimiz kimdir?
Cevap : İmam-ı Nesai.
Soru 14: Asıl ismi İsa Bin Ebu Muhammed olan,
Horasan, Hicaz ve Irak’ı baştan sona kadar dolaşarak hadis toplayıp, Kütübü
Sitte’den Süneni Tirmizi’yi yazmış muhaddisimiz kimdir?
Cevap : İmam-ı Tirmizi
Soru 15: En çok hadis rivayet eden sahabe kimdir?
Cevap : Ebu Hureyre (r.a.)
Soru 16: Müttefekun Aleyh ne demektir?
Cevap : Buhari ve Müslim’in bir hadis üzerindeki ittifakıdır.(Görüş
birliğidir).
Soru 17: Mevzu hadis ne demektir?
Cevap : Peygamber Efendimiz (a.s.)'ın ağzındanmış gibi uydurulan gerçek
olmayan sözlerdir.
Soru 18: Kadın sahabelerden en çok hadis rivayet
eden kimdir?
Cevap : Hz. Aişe (r.anha)’dır.
Soru 19: Senet nedir?
Cevap : Hadis-i Şerif’i rivayet
eden kişiler zinciridir.
Soru 20: Metin neye denir?
Cevap : Senetten sonraki Peygamberimiz (a.s.)’ın sözleridir.
Soru 21: Ravi kimdir?
Cevap: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın söz ve fiillerini rivayet eden her
kişiye ravi denir.
Soru 22: Ebu Hureyre’nin asıl adı nedir?
Cevap : Abdurrahman Bin
Sahr’dır.
Soru 23: Sahih-i Müslim’de kaç hadis vardır?
Cevap : Tekrarlar dışında 4.000
hadis.
Soru 24: Sahabe kimdir?
Cevap: Peygamber Efendimize iman ederek O'nu gören ve müslüman olarak
ölen kimselerdir.
Soru 25: Tabiin kimdir?
Cevap : Hz. Muhammed (a.s)'ın sahabilerinin devrine yetişen, onları
gören, imân sahibi olduğu halde onlarla beraber bulunan ve imân üzere vefât
eden kişilerdir.
Soru 26: Etbâu't-tâbiîn kimdir?
Cevap: Tabiinleri görip onlardan hadis nakledenlerdir.
Soru 27: Kaç çeşit hadis vardır?
Cevap : Üç çeşit; Mütevatir,
Meşhur ve Ahad.
Soru 28: Peygamberimiz (a.s.)’ın bizzat söylediği
sözlere ne ad verilir?
Cevap : Kavli sünnet.
Soru 29: Peygamberimiz (a.s.)’ın yaptığı işlere ve
bu ibadetlere ne isim verilir?
Cevap : Fiili sünnet.
Soru 30: Peygamberimiz (a.s.)’ın görüpte men
etmediği söz ve davranışlara ne ad verilir?
Cevap : Takriri sünnet.
Soru 31: Hadis ilminde molla kime denir?
Cevap : 2.000’den fazla hadis
ezberleyene denir.
Soru 32: Adalet ve zabt sahibi ravilerin kesiksiz
bir senetle bir birinden rivayet ettikleri, illetli ve şaz olmaktan uzak hadise
ne ad verilir?
Cevap : Sahih hadis.
Soru 33: Mevzu hadis uydurma sebepleri nelerdir?
Cevap : a- Mezhep, kabile ve
milletini müdafaa etmek gayreti.
b- İslam
düşmanlığı.
c- Şahsi menfaat
kaygısı.
d- Yöneticilere yaklaşma arzusu.
Soru 34: Hadisi rivayet eden ravide aranan şartlar
nelerdir?
Cevap : a- Müslüman olmak.
b- Adaletli olmak.
c- Zabt sahibi
olmak.
d- Akıl ve baliğ
olmak.
Soru 35: Ayet okumak kaydı ile Peygamberimiz
(a.s.)’ın Allah Teala şöyle buyurmuştur diyerek, Allah Teala’ya izafe ettiği
hadislere ne ad verilir?
Cevap : Kudsi Hadis.
Soru 36: Peygamberimiz (a.s.)’ın kendisine intikal
eden bir olay karşısında susarak cevap
vermesine ne ad verilir?
Cevap : Takriri sünnet.
Soru 37: Sahih 6 hadis kitabı olan Kütübü
Sitte’nin sonuncusu olan hadis kitabının sahibi Ebu Abdullah Bin Yezit hicri
209, miladi 824 yılında Kazvin’de doğdu.
Arap dili ve edebiyatı üzerine derinleşti. Daha sonra tüm çalışmalarını hadisi
şerifler üzerinde yoğunlaştırdı. En güvenilir ravi ve hadisleri bulmak üzere
Irak, Arabistan, Suriye ve Mısır gibi İslam beldelerini gezdi. Sonuçta
topladığı hadisi şerifleri sünen isimli eserinde birleştirdi. Eseri tertibi tekrardan
uzak ve kısa oluşuyla tanınmaktadır. Bu büyük muhaddis hicri 273, miladi 886
yılında vefat etmiştir. Esas ismini verdiğimiz halk arasında yazdığı eserin
adıyla anılan imamı tanıdınız mı?
Cevap : İmam İbni Mace.
Soru 38: Söz, fiil, takrir ahlaki ve fiziki vasıf
olarak Peygamberimiz (a.s.)’e izafe edilen her şeyin yazılı metnine ne denir?
Cevap : Hadis.
Soru 39: Kaç çeşit sünnet (hadis) vardır?
Cevap : 3, (kavli, fiili ve
takriri.)
Soru 40: Bir diğerinden almak ve nakletmek
şartıyla, hadisi rivayet eden kişilerin Rasulüllah (a.s.)’a kadar sıralandığı
kısma ne ad verilir?
Cevap : Senet.
Soru 41: Görme ve duymaya dayanarak nesilden
nesile nakledilen hadislere ne ad verilir?
Cevap : Mütevatir hadis.
Soru 42: Hadisin sözlük anlamı aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Eski
b) Yeni
Cevap : a)Yeni.
Soru 43: Kur’an-ı Kerim de hadislere tabi olmamızı
emir buyuran ayetler var mıdır?
Cevap: Hadislere uymamızı emir buyuran ayetler:
-"Ey Peygamber de ki:
Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki; Allah da sizi sevsin ve
günâhlarınızı bağışlasın"(Âlu İmrân, 3/31);
-"Ey Peygamber de ki:
Allah'a ve peygamber'e itâat ediniz. Eğer yüz çevirirseniz, biliniz ki Allah
kâfirleri sevmez" (Âlu İmran, 3/32;
-"Allah'a ve
Peygamberlere itâat ediniz, umulur ki rahmet olunursunuz" (Âlu İmrân,
3/132);
-"Peygamber size neyi
getirmişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan sakının" (el-Haşr, 59/7).
Soru 44: Hadisi şerifler kitaplarımıza geçinceye
kadar hangi şekillerde rivayet edilmiştir?
Cevap : Lafzan ve manen.
Soru 45: Adalet ve zabt sahibi ravilerin muttasıl
senetlerle rivayet ettikleri, şazz ve muallel olmayan hadislere ne ad verilir?
Cevap : Sahih hadis.
Soru 46: Arapça bir kelime olup, genellikle hadis
ilmiyle uğraşan alime ne ad verilir?
Cevap : Muhaddis.
KAYNAKÇA
el-Aclunî, İsmail İbnu Muhammed (v.
1162/1748), Keşfu'l-Hafa
Müzîlü'l-İlbâs ammâ İştehere mine'l-Ehâdîsi alâ Elsineti'n-Nâs, Beyrut 1351.
Abdil-Latifi'z,
Zebidi-Sahih-i Buhari muhtasarı, Tecrid-i Sarih tercemesi ve Şerhi-Ank: 1975 (3 bsm),
Abdülaziz
El Buhari-Keşfû'l Esrar-İst: 1308
Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-Hasîs Şerhu İhtisâri Ulûmi'l-Hâdîs, Beyrut 1951.
Abdurrahman el-Cezirî, Kitabu'l-Fıkhi ala'l-Mezahibi'lArbaa, Mısır, ty
Abdu'l-Vehhab Abdullatif, el-Mutasar min Mustalahatı Ehli'l-Eser min Ehli's-Sünne ve'ş-Şi'a ve'l-imamiyye Ve'z-Zeydiyye, 5. baskı Kahire, 1966.
Abdülkerîm Zeydan, İslâm Hukukuna Giriş, Terc. Ali Şafak, İstanbul (t.y)
Abdurrezzak İbnu Muhammed es-San'ani
(v. 211). Musannafu
Abd'r-Rezzak, Beyrut (Ofset), 1970.
Ahmed Zeki Safve, Cemheretu Hutubi'l-Arab, Mısır 1962
Amidi, Seyfuddin Ebu'l-Hasen Ali İbnu
Ebi Ali (v. 631), el-İhkam fi
Usuli'l-Ahkam, Kahire,
1968/1387.
Azimabadi-Ebu't-Tayyib Muhammed
Şemsü'l-Hakk, Tahkik: Abdurrahman Muhammed Osman, Avnu'l-Ma'bud Şerhu Süneni Ebi Davud, Medine, 1968.
Ayni-Bedru'd-Din Ebu Muhammed Mahmud
İbnu Ahmed (v. 855), Umdetü'l-Kârî
Şerhu Sahihi'l-Buhari, 1348 (baskısından ofset, Beyrut).
Babanzâde, Ahmed Naim: Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Birinci cild,
Ankara, 1957
Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, İstanbul 1962
Bedrüddin
el-Aynî, Tibyan
Tefsiri, İstanbul-1986
el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esraru't-Te'vîl, Mısır 1955
Beyhaki Ebu Bekr Ahmed ibnu'l-Huseyn
(v. 958), es-Sünenü'l-Kübra,
Haydarabad, Deken 1353.
Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve İstilâhâtı Fıkhyye
Kamusu, İstanbul 1967
Buharî, Ebi Abdillah Muhammed İbnu
İsmail (sv. 256) el-Ebedi'l-Müfred, Kahire, 1379.
Çakan, İsmail Lütfi: Hadîslerde Görülen İhtilâflar ve Çözüm Yolları, İstanbul 1982
Canan İbrahim, Hz. Peygmaberin Sünnetinde Terbiye; 1979, Ankara.
Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Şerhi, Ankara 1988.
Cessas, Ebu Bekir Ahmed İbnu Ali (v.
370), Ahkamu'l-Kur'an Kahire, ty.
Dârâkutnî, Ali İbnu Ömer (v. 385/995): Ehâdîsu'l-Muvatta (Tahkîk: Zâhidu'l-Kevseri, Keşfu'l-Gıta
ile birlikte hazırlanmıştır), Mısır, 1946.
Dehlevi, Şah Veliyyullah Ahmed İbnu
Abdurrahim (v. 176) el-İnsaf fi
beyan-ı Sebebi'l-İhtilaf fi'l-Ahkami'l-Fıkhiyye, Kahire, 1398.
Döndüren, Hamdi, İslâm
Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984
Ebû Bekir
El Cessas-El Ahkâmû'l Kur'an-Beyrut: 1355
Ebû Muin- En
Nesefi-Bahrû'l Kelam-Konya: 1977,
Ebû Yusr
Muhammed -Pezdevi-Ehl-i Sünnet Akaidi-İst: 1980,
Ebu Bekr İbnu'l-Arabi (v. 543), Ahkamu'l-Kur'an, Kahire, 1968.
Ebu Dâvud, Süleyman İbnu'l-Eş'as
es-Sicistânî el-Ezdî (v. 202/817): Risâletu
Ebî Dâvud es-Sicistânî fi Vasfı Te'lîfihi Li-Kitâbi's-Sünen (Tahkîk:
Zahidü'l-Kevserî), Mısır, 1.369
Fetevayı
Hindiyye (Bir Heyet tarafından hazırlanmıştır). 3. tab, Bulak 1310
baskısından ofset 1973.
el-Gazzalî, el-İhyâ, Beyrut t.y
el-Hâkim, Ebu Abdillâh Muhammed İbni
Abdillâh en-Neysâbûrî (405/1014): Ma'rifetu
Ulûmi'l-Hadîs, Beyrut, 1935.
el-Hâkim el-Müstedrek
alâ's-Sahîheyn, Haydârâbâd-Deken 1335.
Hamîdullah, Muhammed: Muhtasar Hadîs Târihi ve Sahîfe-i Hemmâm İbn Münebbih, Çvr. Kemal
Kuşçu, İstanbul, 1967
Hanbel, Ahmed ibnu, (v. 241) Müsnedu Ahmedi'bni Hanbel, 1313. Kahre
(baskısından ofset). Beyrut, ty.
Hallâf, Abdulvehhab, İlmu Usûli'l-Fıkh, Kahire 1978
el-Hatîb, Muhammed Acâc: es-Sünne Kable't-Tedvîn, Kahire 1963.
el-Hatîbu'l-Bağdâdî, Ebu Bekr Ahmed
İbnu Ali (463/1070); el-Kifâye fi
İlmi'r-Rivâye, Mısır, 1972.
……….. er-Rıhle
fi Talebi'l-Hadîs, Beyrut, 1975.
………… Takyîdu'l-İlm, Daru İhyai's-Sünne 1975.
Hâzimî, Ebu Bekr Muhammed İbnu Mûsâ (v.
584/1118): Şurûtu
Eimmeti'l-Hamse, Kahire 1357, (Makdisî'nin Şurût'u Eimmeti's-Sitte'si ile
birlikte Zâhidu'l-Kevserî'nin tahkîkiyle birlikte basılmıştır).
Haydar,Ali,
Efendi-Dürerû'l Hükkâm Şerhû Mecelleti'l Ahkâm-İst: 1330 (3 bsm)
Hakim, Ebu Abdillah Hakim en-Neysaburi
(v. 405), el-Müstedrek
Ala's-Sahihayn, Haydarabad-Deken, 1335.
Hattâbî, Ebu Süleyman Ahmed İbnu
Muhammed (v. 388), Mealimu's-Sünen, Humus 1393/ 1973, Birinci Tab.Heysemi,
el-Hüseynî, Abdü'l-Mecid Hâşim: el-İmâmu'l-Buhârî, Kahire, ty.
İbnu Abdilberr, Ebu Ömer Yûsuf (v.
463/1070): Câmi'u
Beyâni'l-İlmi ve Fadlihi, Medîne, 1968.
İbrahim Hakkı Erzurumi (v. 1194), Marifetname, İstanbul, 1330
İbnu'l-Arabî, Ebu Bekr Muhammed İbnu
Abdillah (v.543/1148) Ârızatu'l-Ahvazî
bi-Şerhi Sahîhi't-Tirmizî, Beyrut, ty.
İbnu Asâkir, Keşfu'l-Gıta fi Fazâili'l-Mustafa, 1946, Mısır.
İbnu'l-Esir, İzzü'd-Din Ebu'l-Hasen Ali
İbnu Muhammed el-Cezerî (v. 630), Üsdü'l-Gabe Fî Ma'rifeti's-Sahabe, Kahire, 1970.
İbnu Hacer, Şihâbü'd-Dîn Ebu'l-Fadl
Ahmed İbnu Ali el-Askalânî (v. 852/1448): Hedyü's-Sârî
Mukaddimetu Feth'i'l-Bâri, Bulak 1301.
İbnu Hacer Şerhu'n-Nuhbe, Mısır, 1934.
İbnu Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb,
Haydarâbâd-Deken 1328
İbnu Hamza el-Hüseynî, es-Seyyid
İbrahim İbnu's-Seyyid (v. 1120/1706): el-Beyân
ve't-Ta'rîf fi Esbâbı Vürûdi'l-Hadîsi'ş-Şerif, Halebi 1329.
İbnu Hazm, Ali, el-Endülusî (v.
457/1064): el-İhkâm fi
Usûlü'l-Ahkâm, Kahire, ty.
İbnu's-Salâh, Ebu Amr Osman İbnu
Abdirrahmân eş-Şehrezûrî (v. 643/1245): Mukaddime
(veya Ulumu'l-Hadîs).
Matbâ'atu'l-Âmire, 1931.
İbnu Hazım, el Hemedani; Ebu Bekr Muhammed İbnu Musa (v. 584) Kitabu'l-İtibar fi Beyanı Nasih ve'l-Mensuh, Humus, 1386/1966.
İbnu Hazm, Ebu Muhammed Ali İbnu Ahmed
(v. 456), el-Muhalla, Tahkik: Hasan Zeydan Talebe Mısır.
İbnu Hibban, Ebu Hatim Muammed İbnu
Hibban el-Bustî, Sahihu İbnu
Hibban Beyrut 1987.
İbn-i Huzeyme-Es Sahih-Beyrut: 1390, M. İslâmi Neşri,
İbnu Kesir, İmamuddin Ebu'l Fida (v.
774), Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim Beyrut, 1966.
İbn-i Manzur- Lisanû'l Arab- Beyrut: 1955
İbnu Mace-Ebu Abdillah Muhammed İbnu
Yezid el-Kazvini (v. 275), Sünenü İbni
Mace, Kahire 1952,
Tahkik; Muhammed Fuad Abdulbaki.
İbnu Sa'd-Ebu Abdillah Muhammed (v.
230), et-Tabakatu'l-Kübra, Beyrut, 1960.
İmam-ı Serahsi-Temhidû'l Füsûl fi İlmû'l Usûl-Beyrut: 1393
İmam-ı Azam Ebû Hanife-Fıkh-ı Ekber (Aliyyü'l Kari Şerhi)-İst: 1979, Çağrı Yay.
İmam-ı Gazali-İlcamu'l Avam-İst: 1978
İmam-ı Rabbani-El Mektubat-İst: 1978, Çağrı Yay.
İmam-ı Gazali-Faysalû't Tefrika-Kahire: 1319, M. Kabbani Neşri,
İmam-ı Suyuti-El İtkan fi Ulûmû'l Kur'an-Kahire: 1368,
İmam-ı Nesefi- El Menar fi Usûl-i Fıkh-İst: 1326
el-İsfahânî, el-Müfredât
fi Caribi'l-Kur'an, Mısır 1961.
Karaman, Hayrettin, Fıkıh Usûlü, İstanbul 1963
Kastalânî, Ebu'l-Abbâs Şihâbu'd-Dîn
Ahmed İbnu Muhammed (v. 923/1517): İrşâdu's-Sârî
li-Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, Bulak, 1304.
Kasani, Alauddin Ebu Bekr İbnu Mes'ud
(v. 587), Bedai'u's-Sanai fi Tertibi'ş-Şerai, Beyrut 1974/1394.
el-Kâri, Nuru'd-Dîn Molla Ali
İbnu's-Sultân Muhammed el-Herevî (v. 1014/1605): el-Esrâru'l-Merfu'a
fi'l-Ahbâri'l-Mevzû'a, Beyrut, 1971.
Keşmîrî, Muhammed Enver (v. 1352/1933):
Feyzü'l-Bâri fi Sahihi'l-Buhârî, Beyrut, ty.
el-Kâri, Şerhu
Nuhbeti'l-Fiker, İstanbul 1327.
Kettânî, es-Seyyid eş-Şerîf Muhammed
İbnu Ca'fer (v. 1345/1926): er-Risâletu'l-Müstetrafe
li-Beyâni Meşhûri Kütübi's-Sünneti'l-Müşerrefe, İstanbul 1986.
…………..et-Terâtibü'l-İdâriyye, Beyrut (t.y)
……….Nazmul
Mutenasir minel Hadisil Mütevatir,
Mısır (t.y)
Koçyiğit Talât, Hadîs Istılahları, Ankara 1980.
…………….Hadîsçilerle
Kelamcılar Arasındaki Münakaşakalar, Ankara 1969.
…………… Hadîs
Usûlü, Ankara 1975.
el-Kurtubî, el-Câmi'
Li Ahkâmi'l Kur'an, Kâhire 1967.
Leknevî, Ebu'l-Hasenât Muhammed
Abdü'l-Hayy (v. 1304/1886): er-Ref'u
ve't-Tekmîl fi'l-Cerhi ve't-Ta'dîl, 2. tab, Haleb, 1968.
Mecmuat'u't Tefasir-ist: 1979, Çağrı Yay.
el-Makdisî, Ebu'l-Fadl Muhammed İbnu Tâhir (v. 507/1113
el-Mevsılî, el-İhtiyâr, Kahire ty.
el-Maverd, en-Nuketu ve'l-Uyunu,
Beyrut, 1992
Mehmed
Vehbi Efendi-Hülasatü'l Beyan-İst: 1966,
Mahmut Es'ad, Tarih-i İlm-i Hukuk, İstanbul 1331/1912
Malik İbnu Enes (v. 179),
el-Müdevvenetü'l-Kübra Naşir: el-Hac Muhammed
Efendi Beyrut (1323 Mısır baskısından) ofset.
Maverdi Eb'l-Hasen Ali ibnu Muhammed
(v. 450), Edebu'd-Dünya
ve'd-Din, İstanbul 1299
Mehmet Aydın-Osman Cilacı,
Dinler Tarihi, Konya 1980
Mehmet Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, 1340,
Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971
el-Mevsılî, el-İhtiyâr, Kahire t.y.
Mevdudî, Tefhimu'l-Kur'an, Terc. Heyet,
İstanbul 1986
el-Meydanî, el-Lubâb, İstanbul, ty.
Müslim, Ebu'l-Hüseyn Müslim İbnu'l-Hacc
el-Kuşeyrî (v. 261). Sahihu Müslim, Kahire, 1955.
Muhammed Muhyi'd-Din Abdu'l-Hamid. Şerbini
Muhammed eş-Şerbinî, Muğni'l-Muhtaç, Mısır
1958/1377.
Muhammed b. Allan, Delilu'l-Fâlihîn, Mısır 1971
Muhammed
Ma'ruf Ed Devalabi-El Medhal,İlmû Usûl-i Fıkh, Beyrut: 1965 (5 bsm),
Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1985
el-Mübarekfuri-Ebu'l-Ali Muhammed
Abdurrahman İbnu Abdirrahim (v. 1353). Tuhfetu'l-Ahvazi
bi-Şerhi Cami't-Tirmizî, Kahire, 1963.
el-Muttaki, Alaeddin Ali, Kenzu'l-Ummal, (v. 975), Haleb, 1969.
Münavi-Şemsü'd-Din Muhammed Zeynü'd-Din
Abdurrauf (v. 1031), Feyzu'l-Kadir
Şerhu'l-Cami'i's-Sağir, Beyrut, 1972.
Müslim-Ebu'l-Hüseyin Müslim
İbnu'l-Haccac el-Kuşeyri en-Neysaburi (v. 261) Sahihu
Muslim Tahkik: Muhammed Fuad
Abdul'l-Baki Kahire, 1955.
Molla
Hüsrev-Mir'at El Usûl fi Şerhi'l Mirkat El Vüsûl-İst: 1307
en-Nesai-Ebu Abdirrahman Ahmed İbnu Ali
İbni Şuayb (v. 303), es-Sünen, Kahire 1930.
en-Nevevî-Muhyi'd-Din Ebu Zekeriyya
Yahya (v. 677), Şerhu Muslim, Mısır, ty.
Nûru'd-Dîn İbnu Muhammed, el-İmâmu't-Tirmizî ve'l-Muvâzene Beyne Câmi'ihi ve
Beyne's-Sahîheyn, Mısır, 1970.
Nureddin Ali ibnu Ebi Bekr (v. 807), Mecma'u'z-Zevaid, Beyrut, 1967.
er-Razi-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ömer
İbni Hüseyn (v. 606), et-Tefsiru'l-Kebir,
Naşiri: Abdurrahman Muhammed, Kahire, ty.
Sindî, Ebu'l-Hazen Muhammed İbnu Abdil
Hadi (v. 1138), Haşiyetu's-Sindi
Ala'n-Nesaî, Mısır, 1349.
es-Serahsî, Şemsü'd-Dîn Ebu Bekr
Muhammed İbnu Ahmed (v. 490/1096): Usûlu's-Serahsî,
Haydarâbad-Deken, 1973
Subkî, el-Menhel, Beyrut, 1394.
S.Kutup, Fizılâlı'l-Kur'an,
Çev: M. E. Saraç, İ Hakkı Şengüler,
Bekir Karlığa, İstanbul.
es-Suheylî, er-Ravdu'l-Ünf, Kahire, 1965
Sezgin, Fuat, Buhârî'nin Kaynakları, İstanbul, 1956.
Sibâ'i, Mustafa, es-Sünne ve Mekânetühâ fi Teşrî'i'l-İslâmî, Dımeşk 1966.
Subhi Sâlih, Hadîs İlimleri ve Hadîs Istılahları, Çvr. Yaşar
Kandemir, Ankara, 1971.
Suyûtî, Hâtimetu'l-Huffâz Celâlü'd-Dîn
Abdurrahmân İbnu Ebî Bekr (v.911/1505): Tedrîbu'r-Râvî
fi şerhi Takrîbi'n-Nevevî, Medîne, 1959.
………..Tefsiru
Celaleyn, Dımeşk, 1378.
Şafii, Muhammed İbnu İdris (v. 204), er-Risale, Tahkik: Ahmed Muhammed Şakir, Beyrut, ty.
Şâmil, İslâm Ansiklopidisi- (heyet) İstanbul Şâmil Yayınevi 1988
Şah Abdülaziz, Gulam Hakim ed-Dehlevi, Muhtasaru't-Tuhfetu'l-İsna Aşeriyye, İstanbul
1976/1396.
Şâşı, el-Usûl, Beyrut
1402/1982
eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, el-Matbaatü'l-Osmâniyye, Mısır (t.y)
eş-Şâtıbî, Ebu İshâk İbrahim İbnu Mûsâ
(v. 790/1388): el-Muvâfakât fî
Usûli'l-Ahkâm, Kahire. 1969.
Şeyhu'l-Emir, Muhammed: Müsnedu Şeyhi'l-Emîr Muhammed, Süleymaniye.
Bağdadlı Vehbi. Nu 316.
Tahtâvî,
Hâşiye alâ Merâkı'l felâh, İstanbul, 1985.
Tahavî Ebu Ca'fer Ahmed İbnu Muhammed
(v. 321), Şerhu
Me'ani'l-Asar, Kahire, 1387/1968.
Tahiru'l-Mevlevî, Müslümanlıkta İbadet Tarihi, İstanbul,
1963.
Tehânevî, Zafer Ahmed: Yeni Usûl-i Hadîs, Çvr. İbrahim Canan, İzmir.
1982.
Tirmizî, Ebu İsa Muhammed İbnu İsa İbni
Sevre (v. 279), Sünenü't-Tirmizî, Humus, 1966.
Ünal,Ali, Kur'an'da Temel Kavramlar, İstanbul 1986
Yazır, Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili Türkçe Tefsir, İkinci Baskı, İstanbul, 1960.
ez-Zebîdî,
Tecridî
Sarîh, Terc. K Miras, Ankara 1978
ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977
Zehebî, Ebu Abdillah Muhammed İbnu
Ahmed (v. 748/1347): Mîzânu'l-İttidal
fî Nakdi'r-Ricâl, Kahire. 1963.
Zehebî, Tezkîretu'l-Huffâz, Haydarâbâd.
1956.
ez-Zuhaylî, el-Fıkhul-İslâmî
fî Uslûbihil-Cedîd, Dımaşk t.y.
Zürkani-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Abdilbaki
İbnu Yusuf (v. 1122), Şerhu'l-Muvatta Kahire 1961.
Kitabın İçinde Geçen Ayetler[774]
Ali-İmran:3/31
Muhammed:47/33
Ali- İmrân, 3/28
el-Mâide, 5/6
el-Beyyine, 98/5
en-Nisâ', 4/43
el-Hacc, 22/37
el-Ahzâb, 33/50
el-A'raf, 7/80,
81, 85, 86; Yusuf, 12/23, 25, 28, 29, 30, 31, 35; el-Hicr, 15/3
Nisa,4/116
el-Hacc, 22/31
el-Beyyine, 98/6
el-Ankebût, 29/8
el-Kehf, 18/110
Lokman:31/13
Münafık,63\1
en-Nisâ, 4/145
el-Bakara,
2/1-20
el-Bakara,
2/9-13
el-Bakara,
2/13-15
en-Nisâ,4/142-3
Mücadele,
58/14
Münâfıkûn,
63/2
el-A'raf,
7/58
en-Nisâ,
4/141
el-Ankebût,
29/10-11
Mücâdele, 58/13
en-Nûr, 24/33
et-Tevbe,
9/67
el-Ankebût,
29/10
el-Mâide,
5/52, 53
en-Nûr,
24/49
el-Münafıkûn,
63/3
en-Nûr,
24/47
Münafıkûn,
63/1
el-Mücâdele,
58/9-10
el-Haşr,
59/16
el-Mücadele,
58/20
el-İnfitâr,
82/4-5
et-Tevbe,
9/64
el-Fetih,
48/6
et-Tevbe,
9/67-69
en-Nûr,
24/19
Âlu
İmrân, 3/188
en-Nisa,
4/140
el-Ahzâb,
33/60-61
en-Nûr,
24/63
el-Münâfıkûn,
63/19
et-Tevbe,
9/57
en-Nisâ,
4/141
el-A'râf,
7/72, 73
el-Münafıkûn,
63/1-4
en-Nisa,
4/140
el-Münafıkûn,
63/6
el-Hadid
57/13-15
el-Nisâ,
4/140
el-Maide, 5/51
Muminun,23\1
Âlu
İmrân, 3/85
en-Nûr, 24/49
eş-Şuarâ',
26/4
en-Nisâ, 4/94
el-Bakara,
2/208
Fussilet,41/33
Hucurât:49/14
Zâriyât:51/ 36
Âl-i İmrân:3/19
Maide:5/ 4
Âli- İmrân:3/85
Nahl,16\116.
et-Tevbe, 9/31
Haşr,59\7
Bakara,2\9
Rahman:55/46
Maide,5\6
Tevbe, 9/108
el-Vakıa, 56/79
Furkan,25\49
el-Müddessir, 74/4
Mu'minun,23\2
Tâha, 20/14)
el-A'raf, 7/205
Tâhâ, 20/14
Bakara,2\183
Yusuf,12/53
el Hac, 22/27,
28
Âl-i İmrân,
3/97
Âl-i
İmrân, 3\97
el-Bakara,
2/148
el-Bakara,
2/189
el-Bakara,
2/197
el-Bakara,
2/196
Âl-i İmrân,
3/97
el-Bakara,
2/286
Âl-i
İmrân, 3/97
et-Talâk,
65/1
el
Bakara, 2/196
el-Bakara,
2/ 196
Âlu İmrân, 3/92
Âlu İmrân, 3/92
el-Bakara, 2/267
el-Bakara, 2/3
Âlu İmrân, 3/134
en-Nisâ, 4/11, 12, 176
el-Enfâl, 8/75
el-Bakara, 2/233
et-Talâk, 65/6
en-Nisâ, 4/36
er-Rûm, 30/38
el-Bakara, 2/233
el-Bakara,
2/43
et-Tevbe,
9/103
el-En'âm,
6/141
el-Bakara,
2/ 177
Âlu
İmrân, 3\192
Bakara,2/263
el-Tevbe, 9/193
Münafıkun, 63/9
et-Tevbe, 9/60
Maide:5/90
Nahl, 16\ 67
Bakara,2\ 219
Mâide, 5/90
Ali-İmran: 3/200
Bakara, 2/216
Bakara, 2/193
Tevbe, 9/29
Tevbe,
9/36
Enfâl, 8/64
Bakara, 2/190
Tevbe, 9/12-13
Tevbe, 9/29
Bakara 2/19
Hucûrât, 49/15
Bakara, 2/109
Hacc, 22/39
Hacc, 22/79
Hucurât, 49/15
Nahl 16/125
Furkan, 25/52
Enfal, 8/72
Nisâ, 4/95
Bakara, 2/190
Fussilet,
41/53
Âlu
İmran, 3/169, 170, 171
Furkan,25/77
Yunus, 10/12
Lokman, 31/32
Mü'minûn, 23/60
Fatiha, 1/4
Bakara, 2/186
Bakara, 2/286
Enbiya, 21/83
Enbiya, 21/89
A'raf, 7/23
Yusuf, 12/101
Ahzâb, 33/56
Âli İmrân, 3/173
Tevbe, 9/103
Enfâl, 8/10
Ahkâf, 46/6
Bakara, 2/186
Â'râf, 7/55
Mü'min,40\69
Bakara,2\186
Ali İmrân, 3/159
Nisa,4\1
Âl-i
İmrân,3\102
Ahzâb
70-71
Maide, 5/114
Ali-İmran,3\191
Kehf,18/39
Şura,42\40
Bakara,
2/231
Enbiya,
21/107
İsra,17\ 7
En'am, 6/54
Arâf, 7/156
Enbiya, 21/107
Nahl,
16/89
Fussilet
41/34
Fussilet,
41/34
Âl-i
İmrân,3\156
Bakara,2/214
Nisâ,4\ 1
Haşr,59\18
Ali-İmran: 3/31
Enfal, 8/63
Alû
İmran, 3/31
Yunus,10\62
Yusuf 53; Haşr
19; Furkân 43; Kasas 50; Câsiye 23; Fâtır 6; Şûrâ,42\ 40
Bakara,2\179
Bakara,2\178
Şûrâ,42\
40-42
Yunus,10\
62.
Şûrâ,42\52
Ankebut,29/64
Zümer,39/53
Zümer,39\47-48
Furkân,25\70.
Bakara,2\222
Nisâ,4\17
Hucurat,49/10
Hucurât,49\ 12
Yusuf,12\ 87
Nisa,4\3
Nisâ,
4/12
Nahl,
16/72
Rûm, 21
Bakara,
2/221
Nahl,16/125
Rum,30/30
İsra, 17\15
Nisâ, 4/142
Enfâl, 8/62
Hud, 11\84
Lokman,31\18
Lokmân, 31/12-13
A'raf,7\146
Mü'min,40\35
İbrahim,14\15
Nahl,16\23
Furkan,25\21
Mü'min,40\60
İsra 37-38
Tevbe, 9\25
Haşr, 59\2
Necm, 53\32
Hicr,15\47
A'raf,7\180
Âli İmrân, 3/103
Nisa:4/58
Nisa,4\59
Nisa,4\59
Muhammed:47/12
Muhammed,47\12
Lokman.31\ 27
Nur,24\ 3
Zuhruf:43/36
Necm,53\ 39
Enfal,8/43
Nisa:4/71
Maide:5/54
Necm,53\3-4.
BASKIYA HAZIRLANAN KİTAPLAR
1.KUR’AN’IN
RUHU (Kelime Kelime ve İzahlı Kur'an Meali)
Bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak içindir,
Bütün bilgiler tek bir bilgiye ulaşmak içindir,
Bütün hakikatler tek bir hakikat içindir,
Bütün dinler tek bir dine kavuşmak içindir,
Bütün güzellikler tek bir güzeli görmek içindir,
Bütün ilahlar tek bir Allah'a erişmek içindir,
Bütün yollar tek bir yolu yürümek içindir,
Bütün şeyler tek bir şeyi anlamak içindir,
Aslında herşey tek bir şey ve aynı şeydir.
2. EVRENİN RUH HARİTASI
(Akaid)
Kaybetmişiz Pusulamızı
Ebrehelerin Hüküm Sürdüğü Kaldırımlarda
Ölüler Abid
Taşlar Mabud
Ağaçlar Mabed Olmuş.
3. İNSANLIĞIN RUH HARİTASI
(Ahlak)
Ahlak, ruhun derinliklerinde dışa yansıyan
iyiliğin, kıvılcımıdır.
Gülün güzelliği rengidir.
Bülbülün ki, sesidir.
Göğün ki, yıldızlardır.
Yerlerin ki, bitkilerdir.
Dilberin ki, cemalidir.
Yiğidin ki, bileğidir.
Arifin ki, bilgidir.
Abidin ki, zikridir.
İnsanlığın ki ise, AHLAKIDIR.
4. RUHLARIN ŞİFASI (Esma’ül
Husna)
“En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ)
Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında
eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına
çarptırılacaklardır.” (7:180)
Ebû Hüreyre (r.a) den nakil: Resûlüllah (a.s)
buyurdularki
"Şüphesiz ki, Allahü Teâlâ'ya mahsus
doksan dokuz isim vardır. Her kimbu (güzel) isimleri ihsâ eder (sayar, ezberler
vedilinin tesbihi haline getirirse) Cennete girer.”(Tirmizi,
ibn Hibban ve Hakim)
Esma-ül Husna’nın bilinmesi üç şey için çok
önemlidir:
1-İlahi Rububiyyet; yüce Allah’ın
Rabbaniyyetine dalalet eden; varlığına ve biriliğine ve nasıl yaratıcı, nasıl
yarattığı varlıkların rızıklarını verici ve nasıl terbiye edici olduğunu
öğrenmek.
2-İlahi Uluhiyyet; yüce Allah’ın Azametine
dalalet eden ne kadar güçlü, ne kadar büyük, nerde ve ne yaptığını öğrenmek.
3-İlahi Ubudiyyet; yüce Allah’ın lutfuna
dalalet eden; niye ibadet edilir, nasıl dua edilir, kimi sever, kime rahmet eder, kimi ne için cehenneme
koyar ve kimi niçin cennetine koyar gibi özellikleri öğrenmek.
5. YAŞAMIN RUH HARİTASI
(Fıkıh)
Anlamak (fıkh etmek), insanın ruh
portresidir.
Anlayış sahibi insanlar, halkların gülü ve
çiçekleridir.
Anlayış sahipleri, halklar tarafından her
zaman koklanmaya çalışılır.
Bazen göklere çıkartılıp yükseltilirler.
Bazen yerlere atılıp ezilirler.
6. İNSANLIĞIN RUH MİMARLARI
PEYGAMBERLER (Peygamberlerin Hayatı)
Evrenin en büyük sanatçısı Allah’tır.
Yüce Allah’ın en büyük sanat eseri insandır.
İnsanın en büyük sanatı ruhtur.
Ruhun mimarları aziz Peygamberlerdir.
7. PEYGAMBERLERİN ÇİZDİĞİ
RUH HARİTASI (Hz. Peygamber'in Hayatı)
Kaybolmuşuz Peygamberlerin çizdiği haritanın
üzerinde.
Yön tayin etmede zorlanıyoruz.
Neresi doğu.
Neresi batı.
Neresi kıble.
8. ÇOCUKLARIN RUH DÜNYASI
“Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar.”
Hiç bir çocuk, anne ve babasının meşru veya gayri meşru yaptıklarıyla sorumlu
değildir.
Her çocuk kendi kişisel menkıbesinin
sorumlusudur.
Çocuklar, ailenin balı ve dalı,
Toplumun gülü ve bülbülü,
Kainatın çiçeği ve eşrefidirler.
9. DERSLERİN RUHU (Tefsir
Dersine Giriş 1)
Bütün kitaplar, bir kitabı anlamak içindir, oda
KUR’ANI KERİM’dir.
Bütün ilimler, tek bir ilimden onay
alır, oda KUR’ANI KERİM’dir.
Bütün ilimlerin merkezi, tefsir ilmidir, oda
KUR’ANI KERİM’dir.
10. DERSLERİN RUHU (Tefsir
İlmine Giriş 2)
Usûl, Arapça asl'ın çoğuludur.
Asl sözlükte temel, kök, soyluluk ve orijinal
anlamlarına gelir.
Tefsir usûlü ya da İlmu Usûli't Tefsir,
Kur'ân-ı Kerim'in insanlar tarafından
anlaşmasına yardımcı olmak üzere onu, insanların zihinlerine, akıllarına yaklaştırma çalışmaları diyebileceğimiz tefsirin ve müfessirlerin prensiplerini, şartlarını ve çerçevesini
belirleyen, tarihini tespit eden ilim
veya ilimlerin hepsine birden verilen
isimdir.
11. ÇAĞIN ALTIN RUHLULARI
(Sahabe-i Kiramın Hayatı)
Rasulullah (a.s)’ın da üzere yaratılmış
olduğu “ALLAH AHLÂKI”?…
“VERMEK”!
Karşılıksız vermek!
Çıkar düşünmeksizin vermek! EBU BEKİR gibi.
Zâhirde ve bâtında her an ve her koşul
altında adil olmak! ÖMER gibi.
Ar, haya, sevgi vermek!.. Karşılık
beklemeksizin! OSMAN gibi.
İlim, cesaret
vermek!… Karşılık beklemeksizin! ALİ (r.a) gibi...
12. ADEMİN HİKMETİ
Adem dedikleri;
el,
ayak,
baş değil,
manaya
derler.
Kaş,
göz değil,
ruha derler.
13. ALEMİN HİKMETİ
Her insan bir ademdir.
Her adem bir alemdir.
Her alem bir sırdır.
Her sır bir yitiktir.
Her yitik bir hikmettir.
Her hikmet bir hazinedir.
Her hazine bir saadeti dareyndir.
14. EĞİTİMİN HİKMETİ
Her Müminin dinini öğrenmesi ve bildiklerini
öğretmesi dini bir ihtiyaçtır.
Zira inandıklarını uygulayabilmesi öğrenmeye
bağlıdır. Öğrenim, eğitimin bir parçasıdır.
Eğitim, hedeflenen davranışların programlı ve
planlı faaliyetlerle insana kazandırılmasıdır.
Öğretim ise, öğretme faaliyetlerinin
belirlenen hedefler doğrultusunda, planlı ve kontrollü olarak düzenlenmesi ve
uygulanmasıdır.
15. DÜŞÜNMENİN HİKMETİ
Felsefe;
“seviyorum, peşinden koşuyorum ve arıyorum”;
anlamına gelen ve
“bilgi, bilgelik”
anlamına gelen sözcüklerinden türeyen terimin
işaret ettiği entelektüel faaliyet ve
disiplindir.
Buna göre felsefe
“bilgelik sevgisi”
yada;
“bilginin peşinden koşma”
anlamına gelir.
16. DÜŞLERİN HİKMETİ
Rüya konusunda;
Batı bilginleri genelde rüyanın insanın
günlük yaşantısı sonucu gördüğü şey olarak yorumlarken,
Doğu bilginleri bu görüşe katılmakla birlikte
Allah'tan gelen ilahi bir mesaj olarak da görmüşlerdir.
17. HAYALİN HİKMETİ
Fertte çağrışım yapan hayaller neticesinde
meydana gelen kolektif alt şuuru psişik hayatın esaslı faktörüdür.
18. MEDENİYETİN HİKMETİ
Allah'ın indirdiklerini kendisine hayat
nizamı olarak kabul eden toplumlarda medeniyet, kavramın içerdiği gerçek
anlamıyla ortaya çıkmıştır. İslâm medeniyeti, iman, amel, ahlâk, sosyal
ilişkiler, toplum hayatını insanların iyiliği doğrultusunda yöneten idarî
prensiplerin bir tezâhürüdür.
19. ACILARIN HİKMETİ (Şiir)
Şair, Şiir yazarken,
çocuk dünyaya getiren
bir annenin sancısını çekmiyorsa
yazdıklarının hepsi yalandır.
20. ŞEREFİN HİKMETİ
(Müslüman Kadın)
İslâm'a göre şeref, müttakî olandır;
Allah'tan korkup haramlardan her zaman sakınan, Allah'ın emirlerini yerine
getirendir.
21.
AKLIN HİKMETİ
Akıl, eşyanın güzellik,
çirkinlik, kemâl ve noksanıyla ilgili sıfatını idrak eden özelliktir. İki
hayırdan daha hayırlı; iki şerden daha az şerli olanını idrak etmekten
ibarettir. Akıl insanoğluna verilmiş manevi bir kuvvettir. İnsan bu güç ile
gerekli ve nazarı bilgileri elde eder. Bilgiyi elde eden güç İslâm'da insanı
mükellef kılan akıl gücüdür. Bu güç insanda ana rahminde cenin iken oluşan
özelliktir. Bu erginlik çağına gelince gelişir ve gittikçe olgunlaşır. Bu da,
zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu güç ile elde edilen 'bilgi'ye gelince yerine
göre kullanılmadığında akılsızlık özelliğini taşır.
22.
NAMAZIN HİKMETLERİ
Namaz, tekbir ile başlayıp selâm ile son
bulan, belli fiil ve sözleri içine alan bir ibadettir. Allah'a karşı tesbîh,
ta'zîm ve şükrün ifadesidir.
23. DİN NASİHATTIR (İbretli Sözler)
Nasihat, İslâm'ın pratik hayata aktarılması, ahlâkî prensiplerin yaşanması, insanî erdemliliklerin, görgü kurallarının öğretilmesi amacıyla bilenlerin bilmeyenlere öğretmesi ve hatırlatmada bulunması amacıyla yapılan öğütlerdir. Bu öğütler yapılırken asla
bir ard niyet güdülmez, dünyevî çıkarlar
düşünülmez.
[1] Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270
[2] Kettani (ö.h,1345)'nin, "er-Risaletü'l Mustatrafe," isimli
eserinde pek çok Kırk Hadis ile ilgili çalışmaları naklederken hiç birinde Kırk
Ayet ile beraber yazılmış Kırk Hadis ismini vermemektedir. İnşallah bu acizane
çalışma dalında yazılmış Kırk Ayet ve Kırk Hadis olarak tek olacaktır. (Allah'u alem.)
[3] Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270
[4]Ahmed Müsned, 3\8.
[5]Ahmed Müsned, 3\383
[6] Bu konuda daha geniş
bilgi için bakn.Vahidi, Esbabu'n Nüzul,s,68.
[7] Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270
[8] Ali-İmran:3/31
[9] Muhammed:47/33
[10] Ali- İmrân, 3\28
[11]Sebebi Nuzül: Ayetin inmesine sebeb olan günlük hadiselerdir. Haşiyeti Tefsir-i
Celaleyn,s,5.
[12] Ali- İmrân, 3\28
[13] Ku'an Dili-M.Hamdi Yazır
1072-1074
[14] Ali- İmrân, 3\28
[15] el-Kurtubî, el-Câmi' Li Ahkâmi'l Kur'an, Kâhire 1967, 4, 57
[16] İbn Kesîr, Tefsîr, Beyrut 1969, I, 357
[17] Buhâri, Bed'ü'l-Vahy 1, Itk 6,
Menâkıbu'l-Ensâr 45, Nikâh 5, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâret 155; Ebu Dâvud,
Talâk 11; Tirmizi, Fedâilu'I-Cihâd 16; Nesâî, Tahâret 60.
[18] Sebebi Vurud: Hadiste kast edilen şeyin umum-husus, mutlak-mukayyed, nesh ve benzeri
konulardan birisinin anlaşılmasına vesile olan şeydir. Yahut, hadisin söylenmesine
sebep olan günlük aktüel olaylardır. (Celaled-Dini Suyuti, Esbab-u Vurudi'l
Hadis,Darul Mektebetu İlmiye,Beyrut,h,1404, s,65.
[19] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.1;bu
hadisin muşhur olduğunu kaydeder.
[20] Buhâri, Bed'ü'l-Vahy 1; Müslim, İmâret 155
[21] El Beyan ve Ta'rif,s,11; Celaled-Dini Suyuti, Esbab-u Vürudi'l Hadis,
Darul Mektebetu İlmiye,Beyrut,h,1404, s,72
[22] Mâide, 5/6
[23] el-Kâsânî, el-Bedâyî', I,17; İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, 1, 98-100; el-Meydânî, el-Lübâb, 1,16; İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid,1, 21; İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 110 vd.
[24] en-Nisâ', 4/43; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, I, 258; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, I, 48
[25] Beyyine, 98/5
[26] ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletuh, I, 611; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1959, s. 156 vd.
[27] el-Kâsânî, el-Bedâyi ; 2, 85; İbnül-Hümâm, Fethul-Kadir, 2, 43-50, 62; eş-Şürünbülâlî, Merâkil-Felâh, s. 106; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 163
[28] Bu hadisi Dârekutnî
rivâyet etmiş "İsnadı sahihtir" demiştir
[29] İbn
Rüşd, Bidâyetül-Müctehid Mısır
t.y., I, 284; ez-Zühaylî, a.g.e., 2, 619, 620; eş-Şirbînî, Muğnîl-Muhtac, I, 423 vd.
[30] el-Kâsânî, a.g.e., 2,167; İbnül-Hümâm, a.g.e., 2,199 vd., 214, 288-294; ef-Meydânî, a.g.e., I, 192
vd.; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 3, 99, 113
[31] el-Hacc, 22/37
[32] Buhârî, Bedül-Vahy, 1; Müslim, İmâre, 155
[33] İbn Âbidîn, a.g.e., İstanbul 1984, 2, 440 vd.;
ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, 6, 323 vd.; Mehmed Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul 1328, s. 98 vd.; ez-Zühaylî,
a.g.e., 2, 700 vd.
[34] el-Kâsânî, a.g.e., 2, 40; İbnül-Hümâm, a.g.e., 1, 493; İbn Âbidîn, a.g.e., 2, 4, 14-15; el-Meydânî, el-Lübâb, 1, 140 vd.
[35] İbn Abidîn, a.g.e., I, 811; eş-Şirbînî, Muğnîl-Muhtâc, 1, 344; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, 1,132; İbn Rüşd Bidâyetül-Müctehid, 1, 235; ez-Zühaylî, a.g.e., 2, 399 vd.
[36] Ebû Dâvud, Talâk, 9
[37] el-Ahzâb, 33/50
[38] Buhârî, Nikâh, 14, 35, 44, Fazâilü'l-Kur'an, 22, Libâs, 49; Müslim,
Nikâh, 76
[39] İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, 2, 346; İbn Âbidîn, a.g.e., 2, 368 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid, 2, 168
[40] Ebû Davud, Talâk, 9
[41] İbn Âbidîn, a.g.e., 2, 594;
el-Meydânî, el-Lübâb, 3, 41; İbn Kudâme, el-Muğnî, 7, 237; eş-Şirbînî, Muğnîl-Muhtâc, 3, 280.
[42] Madde, 2
[43] Madde, 3
[44] es-Serahsî, el-Mebsût, 23, 145 vd.; İbn Âbidîn, a.g.e., Beyrut, t.y., 4, 4; ez-Zuhaylî,
el-Fıkhul-İslâmî fî Uslûbihil-Cedîd, Dımaşk t.y., I, 170
[45] İbn Mâce, Talâk, 16
[46] es-Serahsî, a.g.e., 24, 122; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, Kahire t.y., 2, 21; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, s. 51-67
[47] el-Kâsânî, a.g.e. 7, 233 vd.; Zeylâî, Tebvînü'l-Hakâik, 6, 97; eş-Şirbînî, a.k.”., 2, 4.
[48] Buhârî, Talâk, 2, İlm, 44; İbn Mâce, Talâk, 16-20.
[49] Buhârî, Hudûd, 22, Talâk, 11 ; Ebû Dâvud, Hudûd, l
[50] Nisa,4/116
[51] Nisa,4/116
[52] Kur'an Dili, H.Yazır, 1467.
[53] Nisa,4/116
[54] Tevbe,9\ 31
[55] Beyine,98\5
[56] Nisa,4/116; Fizilalil Kur'an-S.
Kutup, c,3.s,448-449.
[57] Buhârî, Tevhid 33; Müslim, İman 153; Tirmizî,
İman 18.
[58] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.101;bu
hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 13 Sahabe ismini zikreder.
[59] Tahavi, Şerhu Meani 4\287: Buhârî, Cenaiz, 1, Libas, 24, İsti'zan, 30, Rıkak, 13,14, Tevhid, 33; Müslim, İmân, 153, 154,
Zekat, 32,33; Tirmizî, İmân, 18; Ahmed b. Hanbel, 5, 152,
159, 161, 6, 166.
[60] el-İsfahânî, el-Müfredât fi Caribi'l-Kur'an, Mısır
1961, 2, 259.
[61] el-A'raf,
7/80, 81, 85, 86; Yusuf, 12/23, 25, 28, 29, 30, 31, 35; el-Hicr, 15/3 vb
[62] el-Maverdî,
en-Nuketu ve'l-Uyun, Beyrut, 1992, 4, 333
[63] el-Hacc, 22/31
[64] Beyyine, 98\6
[65] Ankebût, 29\8
[66] Buharî, Vesaya, 23, Tıb, 48,
Hudud, 44; Müslim, İmân, 144; Ebû Davûd, Vesâya, 10; Nesâı,
Vesâya, 12
[67] Kehf, 18\110
[68] el-Beydâvî, Envaru't-Tenzil ve Esraru't-Te'vîl,
Mısır 1955, 2, 14
[69] Müslim, İmâre, 152; Neseî, Cihâd,
22; Ahmed b. Hanbel, 2, 322
[70] Lokman: 31\13
[71] Münafık,63\1
[72] Kurtubî, Tefsir, 8I, 212
[73] et-Taberî, Tefsir, 18, 132; en-Nûr, 24/33
[74] Nisâ, 4\145
[75] Hak Dini Kur'an
Dili, M. Hamdi Yazır, 6, 4997
[76] et-Taberî, Tefsir, 18, 132.
[77] Ahmed, 8470; Buhari,İman,33; Müslim,İman,59.
[78] El Beyan ve Ta'rif,s,16.
[79] Buharî, İman 24; Buharinin
hadisin de, "Münafıkların ikinci alameti söz verdiği zaman sözünde durmaz"
şeklindedir.; Mezalim 17,
Cizye 17; Müslim, İman 106; Ebu Davud, Sünnet 16; Tirmizî, İman 14; Nesâî, İman
20.
[80] Bakara, 2/1-20
[81] Bakara, 2/9-13
[82] Bakara, 2/13-1.
[83] Nisâ,4/142-3
[84] Mücadele, 58/14; Münâfıkûn, 63\2
[85] A'raf, 7/58
[86] Nisâ, 4\141; el-Ankebût, 29\10-11
[87] Mücâdele, 58/13
[88] Taberî, Tefsir, 18, 132; en-Nûr, 24/33
[89] Tevbe, 9/67
[90] Ankebût, 29/10
[91] Mâide, 5/52, 53
[92] Nûr, 24/49
[93] Münafıkûn, 63/3
[94] Nûr, 24/47; Münafıkûn, 63/1
[95] Mücâdele, 58/9-10
[96] Haşr, 59/16
[97] Mücadele, 58/20
[98] İnfitâr, 82/4-5; et-Tevbe, 9/64
[99] Fetih, 48/6
[100] Tevbe, 9/67-69
[101] Nûr, 24/19
[102] Âlu İmrân, 3/188
[103] Nisa, 4/140
[104] Ahzâb, 33/60-61
[105] Nûr, 24/63
[106] Münâfıkûn, 63/19
[107] Tevbe, 9/57
[108] Nisâ, 4/141
[109] A'râf, 7/72, 73
[110] Münafıkûn, 63/1-4
[111] Nisa, 4/140
[112] Münafıkûn, 63/6
[113] Hadid, 57/13-15
[114] Nisâ, 4/140
[115] Maide, 5/51
[116] Tirmîzî, Îman, 14
[117] Buhârî, Fiten
21.
[118] Muminun,23\1
[119] Muminun,23\1
[120] Muhtasar, İbni Kesir, C, 3.S,
1539-1540; H. Yazır. Tefsiri, 3426
[121] Matüridî, Kitabü't-Tevhîd, s. 398
[122] İmam A'zam, Fıkh-ı Ekber, Aliyyü'l-Kari Şerhi, trc. Yunus V. Yavuz, s. 361-362
[123] Buhârî, İman 4;
Müslim, İman 64; Ebu Dâvud, Cihâd 2; Nesâî, İman 9.
[124] Suyûtî, Câmiu'l-Kebîr; İbn Hamza el-Hüseynî,el-Beyan ve't-Ta'rif, s,
606.
[125] Âlu İmrân, 3/85
[126] Bedrüddin el-Aynî,.Umdetü'l-Karî,
I, 109-110
[127] Aynı, a.g.e., I, 291
[128]
Buhârı, iman, 1
[129] Fussilet, 41/33
[130] Fussilet, 41/33
[131] H.Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, S, 4202; Muhtasar, İbni Kesir,
İstanbul,1990, C,4, S,2226-2227.
[132] Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an, İstanbul,1987- C,5, S,185
[133] Kettani, Nazmu'l-Mutenasira mine'l-Hadisi'l-Mütevatira, h.no.13'de bu
hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 8 Sahabe ismini zikreder.
[134] Müslim, İman 1; Nesâî, İman 6; Ebu Dâvud, Sünnet 17; Tirmizî, İman 4.
[135] İ.Suyuti, Esbab-u Vurudi'l Hadis,
s,68.
[136] Hucurât, 49/14
[137] Zâriyât, 51/ 36
[138] Âl-i İmrân, 3\19
[139] Maide, 5\ 4
[140] Âli- İmrân, 3\85
[141] Nahl,16\116.
[142] Muhtasar Kur'an Tefsiri, İbni Kesir, İstanbul,1990, C,3.S, 1246-1247
[143] Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an, İstanbul,1986,
c,3. s,59
[144] et-Tevbe, 9\31
[145] Muhammed Ali es-Sâbûnî, Muhtasaru Tefsîri,
İbn Kesîr, Beyrut, 1402/1981, II/137
[146] Tirmizî, Libas 6; İbnu Mace, Et'ime 60.
[147] Hafız Suyuti, İmam Ahmed'in, "İslam'ın
temeli, şu
üç esasın üzerinedir: 1. Ameller niyetlere göredir, 2. Kimin uhdesinde sünnetim
yoksa onların her şeyi boştur ve reddedilir, 3. Helal da belli haram da
belli" sözünü
nakleder. El Beyan ve Ta'rif,s,369; Buharî, İman 39, Büyû 2; Müslim, Müsakat
107; Ebu Davud, Büyû 3; Tirmizî, Büyû 1; Nesâî, Büyû 2.
[148] Haşr, 59\7
[149] Bakara, 2\ 29
[150] M. Salahî, Kamûs-i Osmânî, 3,
297; H. Karaman, Fıkıh Usûlü, İstanbul 1963, 170
[151] Abdulvehhab Hallâf, İlmu
Usûli'l-Fıkh, Kahire 1978, 100
[152]Abdulvehhab Hallaf, a.g.e. 101
[153] Ö. N. Bilmen, Muvazzah İIm-i
Kelâm, İstanbul 1979, 71-72
[154] Rahman, 55\46
[155] Muhtasarı, İbni Kesir, c,5, s,2469-2470.
[156] H.Yazır, Hak Dini, S. 4688
[157] Mevdudi, Tefhimul Kur'an,
İstanbul, c,6, S,77.
[158] Buhari,İman,24;Müslim,İman,36.
[159] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.12;bu
hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 10 Sahabe ismini zikreder.
[160] Buhari,İman,24;Müslim,İman,36; Tirmizi, Birr,209;Beyan ve Ta'rif,s,,369.
[161] Ahmet Rıfat, Tasvir-i Ahlâk Sözlüğü
[162] Muvatta, Hüsnü'1-Hulk 9; İbnu Mâce, Zühd 17.
[163] Maide, 5\6
[164] Bedreddini el Ayni, Tibyan Tefsiri, C,1.S,378-379.
[165] H.Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, s. 1585-1587
[166] Tevbe, 9/108
[167] Müslim, Tahare, 1
[168] el-Vakıa, 56/79
[169] Buharî, Savm, 27
[170] Buharî, Cumu'a 8; Müslim, Tahare, 42
[171] Tirmizî, Et'ime, 29
[172] Muvatta,
Tahâret 12; Ebû Dâvud,Tahâret 41; Tirmizî,Tahâret 52; Nesâî, Miyah 5.
[173] Suyûtî, Esbab-u Vürudi'l Hadis-Suyuti,s,74-75.
[174] Furkan, 25\49
[175] Müddessir, 74/4
[176] Buharî, Rikak, 1
[177] Mu'minun,23\2
[178] Muhtasarı, İbni Kesir, c,3.S,1539-1540; H.Yazır, Kur'an Dili, s. 3428-3429; S. Kutup, Fizilalil Kur'an, c,10.s,300.
[179] Mu'minun,23\2
[180] Mevdûdî, Tefhimü'l Kur'ân Terc, İstanbul 1987, 4, s. 374
[181] Tâha, 20/14
[182] el-A'raf, 7/205
[183] Muhtasar
İbn Kesir Tefsiri, Beyrut 1402/1981, 2, 558, 559
[184] Muhtasar İbn Kesir Tefsiri II, 559.
[185] Nesâî, İşretu'n Nisâ l; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111, 128, 199, 285, 1, 245, 255,
296.
[186] Mü'minûn, 23/2 ayetiyle ilgili olarak Nesefî Tefsiri, Kadı
Beydâvî Tefsiri ve Hak Dini Kur'ân Dili adlı tefsire bakabilirsiniz.
[187] Tâhâ, 20/14
[188] İbn Mâce,
Salatu Şifa,3458;
İmamı Ahmed ,Müsned, 8823..
[189]Ahmed,Müsned, 8823; İbni Mace,Salat, 3458; El Beyan ve Ta'rif,s, 489
[190] İbn Manzûr, Lisânü'lArab, 11, 432
[191] Buhârî, Eymn, 15; Tirmizî, Salat, 110, İsti'zân, 4; Nesâî, İstiftâh, 7, Tatbîk, 15, Sehv, 67; İbn Mâce, İkâme, 72
[192] Buharî, Eymân, 3; Müslim, Salât, 3; Nesâî, Tatbîk, 16, 60
[193] Ahmed b. Hanbel Müsned, 2, 234, 319, 505
[194] Buhârî, Ezan 119; Nesâî, Sehv, 66; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5, 384
[195] Tirmizî, Salât, 188; Ebû Dâvud, Salât, 145; Nesâî, Salât, 9, Tahrîm, 2; İbn Mâce, İkâme, 202; Darimı, Salât, 91
[196] Aliyyu'l-Kâri, Risâle fi'l-hâs alâ ta'dîli'l-erkân fi's-sâlât,
Süleymaniye ktp, Es'ad Efendi, nr. 1690, vr. 127b; Tahtâvî, Hâşiye alâ Merâkı'l-felâh, İstanbul 1985, s. 202
[197] Aliyyu'l-Kâri, a.g.e., vr. 128a
[198] Tahtâvî, Haşiye alâ Merâkı'l-felâh, İstanbul 1985, s. 201
[199] Aliyyu'l-Kâri, a.g.e., vr. 127b, 128a
[200] Aliyyu'l-Kâri, a.g.e., vr. 128a; Tahtâvî, Hâşiye alâ Merâkı'l felâh, İstanbul, 1985, s. 201
[201] Bu konuda daha geniş bilgi için "Yaşamın
Ruh Haritası FIKIH" isimli eserimize
bakabilirsiniz.
[202] Aliyyu'l-Kâri, a.g.e., vr. 128a, 130a-b
[203] Şâşı, el-Usûl, Beyrut 1402/1982, s. 150
[204] Tahtâvî, a.g.e., s. 201
[205] Allahu Teala (c.c) "Sizin
üzerinize oruç farz kılındı" (Bakara:2/183) diye buyurur. Ayrıca farziyyeti hususunda kat'i icma teşekkül etmiştir.
Bundan dolayı, Ramazan orucunun farziyyetini inkâr eden kimse kâfir olur"
(Merginanî, el-Hidâye, I, 118)
[206] Muhtasarı İbni Kesir Tefsiri, C,1.S, 143.
[207] H.Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, S.
625-628
[208] el-Heytemî', ez-Zevâcir, 1\156
[209] Mûslim, Savm 161
[210] Müslim, Savm 162-163
[211] Beyhakî, Sünen, 1\345
[212] Nesai, Siyam 39; Tirmizî, Savm 1
[213] Tirmizî, Savm, 27
[214] Müslim, Savm, 163
[215] Bakara,2\183
[216] Müslim, Iman, 5
[217] Tâhir'ül-Mevlevî, Müslümanlıkta Ibadet
Tarihi, l05-106; T'aberî, N/132; Suy'ûti, ed-Dürrü'l-Mensûr, 1/176; Sabûnî,
Ravâyi'/193
[218] Ibn Kayyim, Zâdü'l-Meâd,152; en-Nedvî, Dört
Rükün, s. 205
[219] Tâhirü'l-Mevlevî, a.ge. 112
[220] Zehebî, Kitâbu'l-kebâir, 40-4l: el-Heytemî,
ez-Zevâcir,1\195
[221] Bu ve benzeri hadisler için bk. el-Heytemî,
age. 1\196-l98
[222]
Bakara,2/3
[223] Yasin,36/1l, 67/12
[224] Bakara,2/183
[225] Buharî, Savm 11, 5, 13, Talâk
25; Müslim, Sıyâm 9; Muvatta, Sıyâm 1; Ebu Dâvud, Savm 4; Nesâî, Savm 10, 11.
Buharî'nin bir rivayetinde: "Bulut,
görmenize mâni olursa sayıyı otuza tamamlayın" denmiştir. Müslim ve Nesâî'nin
Ebu Hüreyre'den kaydettikleri bir rivayette: "Hava bulutlu
ise otuz gün oruç tutun" denmiştir.
[226] Suyuti, a.g.e. S,123-124,
[227] En-Nedvî, Dört Rükûn,150
[228] ed-Dehlevî,
Huccetüllâhi'l-Bâliga,1\231
[229] a.g.e.
[230] Yusuf,12/53
[231] Bedîuzzamân, Mektûbât, 373
[232] Risâle-i Hamidiyye,127; (Kadı
İyaz'ın Şifâ'sından nakil); Sabûnî, Ravâi', 1\218
[233] Mustafa Ateş, Diyanet gazetesi, sy. 327 s. 2
[234] A.g.e.
[235] Dr. Halûk Nurbâkî, Diyanet Gaz.
Sy. 327, s. 6
[236] İmâm Rabbânî, Mektûbât, No:162
[237] Bediüzzamân, Mektûbât, 371
[238] İmâm Rabbânî, Mektûbât, No: 45
[239] Mustafa M. Ammâra, et-Tergib, 2/143
[240] Ammâra,age. 2\79
[241] Daha geniş bilgi için "Yaşamın
Ruh Haritası FIKIH"a bakabilirsiniz.
[242] Âl-i İmrân, 3\97
[243] eş-Şîrâzî,
el-Mühezzeb, 1,199.
[244] Buhârî, Cihad l; Hac, 4, 34,
102; Umre, 1; Müslim, İman,135,140; Tirmizî, Mevâkît, 13, Hac, 6,14, 88;
Dârimî, Menâsik, 8, Salât, 24, 135
[245] Nesaî, Hac, 3, Zekat, 49, İmân,
1; Dârimî, Menâsik, 7, Salât, 135; Tirmizî, Hac, 6; Ahmed b. Hanbel, I, 387,
3,114, 412, 4, 342
[246] eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr,
el-Matbaatü'l-Osmâniyye, Mısır (F.Y), 4, 282 vd.
[247] ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve
Edilletüh, Dimaşk 1985, 3, 11
[248] Buhârî, Muhsar, 9,10; Nesaî,
Hac, 4; İbn Mâce, Menâsik, 3; Dârimî, Menâsik, 7; Ahmed b. Hanbel, 2, 229, 410,
484, 494
[249] İbn Mâce, Menâsik, 5
[250] İbn Huzeyme, Sahîh; el-Hâkim
[251] ez-Zühaylî, a.g.e., 3, 12
[252] Hac, 22\27- 28
[253] Âl-i İmrân, 3/97
[254] Müslim, Hac, 412; Nesaî, Menâsik,
1; Ahmed b. Hanbel, 2, 508
[255] Buhârî, İman, l, 2; Müslim,
İman,19-22; Tirmizî, İman, 3; Nesâî, İman, 13
[256] Müslim, Hac, 412; Nesaî, Menâsik,1,
Ahmed b. Hanbel, 2, 508
[257] İbn Hanbel, 2, 508; Nesâî,
Menâsik,1; eş-Şevkânî, a.g.e., 4, 279
[258] İbnü'l-Humam, Fethu'l Kadîr,
Kahire 1316, 2, 122; eş-Şevkânî, a.g.e., 4, 280
[259] Tirmizî, Hac, 2; Nesâî, Hac, 6;
İbn Mâce, Menâsik, 3
[260] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', 2,
223; ez-Zühaylî, a.g.e., 3, 223
[261] Ebû Davûd, Menasik, 5; İbn Mâce,
Menâsik, 1; İbn Hanbel, I, 214, 225
[262] eş-Şevkânî, a.g.e., 4, 284
[263] el-Bakara, 2/148
[264] eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I,199; ez-Zühaylî,
a.g.e. 3, 17, 18
[265]
Ebû Davûd, Hudud,17; İbn Mâce, Talâk, 15
[266] el-Kâsânî, a.g.e., 2, 120-122,
160; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, 2,120 vd.; el Meydânî, el Lübâb, I,177; İbn
Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, I, 308 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3, 218-222, 241,
248-250
[267] el-Bakara, 2/189
[268] el-Bakara, 2/197
[269] Buhârî, Hac, 33, 34, Umre, 9;
Müslim, Hac, 123; Nesâî, Menâsik, 77; Dârimî, Menâsik, 38; Muvatta ; Hac, 63
[270] el-Bakara, 2/196
[271] İbnü'l-Hümâm, a.g.e., 2, 220
vd.; İbn Kudâme, el Muğnî, 3, 271; eş-Şirâzî, el Mühezzeb, I, 200; ez-Zühaylî,
a.g.e., 3, 63-65
[272] Âl-i İmrân, 3/97
[273] Bakara, 2/286
[274] el-Kâsânî, a.g.e., 2, 121-125;
el-Meydânî, el-Lübâb, I,177; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, 2,194-199; eş-Şîrâzî,
a.g.e., 196-198; ez-Zühaylî, a.g.e., 3, 25-32
[275] eş-Şevkânî, a.g.e, 4, 290
[276] eş-Şevkânî, a.g.e, 4, 491
[277] Âl-i İmrân, 3/97
[278] Buhârî, Nikâh, 3, Cihâd,140,181;
Müslim, Hac, 424
[279] et-Talâk, 65/1
[280] ez-Zühaylî, a.g.e, 3, 36,37
[281] el-Kâsânî, a.g.e, 2, 130, İbn
Kudâme, el-Muğnî, 3, 240; İbn Âbidîn, a.g.e, 2, 200
[282] el Bakara, 2\196
[283] el-Kâsânî, a.g.e, 2, 163-167;
İbnü'l-Hümâm, a.g.e, 2, 131-134; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 178 vd.; eş-Şîrâzî,
el-Mühezzeb, I, 202-204; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3; 257-267
[284] ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 3,16
[285] Buhârî, cihâd, 125, Umre, 6;
Müslim, Hac,135,136; Ahmed b. Hanbel, 3, 309, 394; Tirmizî, Hac, 91
[286] el-Bakara, 2/ 196
[287] Buhârî, Hac, 7, 9, 11,12,
Sayd,18; Müslim, Hac,11-12; Ebû Dâvûd, Menâsik, 8; Nesâî, Menâsik,19, 20, 23;
Ahmed b. Hanbel, I, 238
[288] Ebû Dâvûd, Menâsik, 8
[289] ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 3,17
[290] Tirmizî, Hac, 98; Ahmed b.
Hanbel, I, 364; Ebû Dâvûd, Menâsik, 9
[291] Müslim, Hac, 109, 110
[292] eş-Şevkânî, a.g.e, 4, 305
[293] Buhârî, Hac, 21; Müslim; Hac,
1-3; Dârimî, Menâsik, 31; Tirmizî, Hac, 19; Ahmed b. Hanbel, I, 215, 221, 228,
279, II, 3, 4, 8, 34, 47
[294] (Buhârî,
Hac,18, Libâs, 79, 81; Müslim, Hac, 37; Dârimî, Menâsik, 10; Tirmizî, Hac, 77
[295] ez-Zeylaî, age, 3, 30 vd.
[296] ez-Zeylaî, age, 3, 21
[297] Buharî, Hac, 26, Libâs, 69;
Müslim, Hac,147, 269, 271; Dârimî. Menâsik, 22, Tirmizî, Hac, 97
[298] Nesâî, Menâsik, 229, İbn Mâce,
Menâsik, 69; Ebû Dâvud, Menâsîk, 27, 28; Tirmizî, Hac, 78, 79
[299] Buhârî,İ'tisam 4; Müslim, Hacc
412, Fedâil 130; Nesâî, Hacc 1.
[300] Buhârî,İ'tisam 4; Müslim, Hacc
412; Fedâil 130; Nesâî, Hacc 1.
[301] Suyuti, Esbabu Vürudi'l-Hadis, S,135-136.
[302] Halk Dini Kur'ân Dili - Elmalılı
H. Yazır, 2, 709
[303] el-Mevsılî, el-İhtiyar fi
Ta'lili'l-Muhtar, s. 157; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 483, 508
[304] Ömer Nasuhi Bilmen, a.g.e., 859
[305] Âlu İmrân, 3\92
[306] Âlu İmrân, 3\92
[307] Buhârî, Zekât, 44, Vesâyâ, 17, 26; Müslim Zekât, 43; Ahmed b. Hanbel, 3,
141, 256
[308] Muhtasaru Tefsir, İbn Kesîr, Beyrut 1981, I, 299
[309] Buhari, Zekat, 44; Müslim, Zekat, ı4; (Bkz. Nevevi, Şerhu Müslim, 7, 84-86
[310] el-Bakara, 2/219
[311] ez-Zebîdî, Tecridî Sarîh, Terc. K Miras, Ankara 1978, 11, 371
[312] el-Bakara, 2/267
[313] bk. el-Bakara, 2/3; Âlu İmrân, 3/134
[314] bk. ez-Zebîdî, a.g.e, 4, 411-417, 11, 372, 373
[315] Buhârî, Merdâ, 16; Mâlik, Muvatta', Vasiyye, 4
[316] bk. en-Nisâ, 4/11, 12, 176; el-Enfâl, 8/75
[317] Buhâr;, Zekât" 18, Nafakât, 3; Müslim, Zekât, 41; Tirmizî, Zekât,
38, Zühd, 32; Nesaî, Zekât, 51, 53, 60
[318] el-Bakara, 2/233; et-Talâk, 65/6, 7; Buhârî, Nafakât, 1-4; Ebû Dâvud,
Menâsik, 56; el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyi', Mısır 1909-1910, 4, 40; Hamdi Döndüren, İslâm Hukuku, İstanbul, 1983, S. 294 vd.
[319] en-Nisâ, 4/36
[320] er-Rûm, 30/38
[321] eş-Şevkânî, Neylü'l Evtâr, 6, 327
[322] el-Bakara, 2/233
[323] Buhârî, Buyû', 95; Nesaî, Kudât, 31; İbn Mâce, Ticârât, 65; Dârimî, Nikâh, 45
[324] Buharî, Menakıb 25;
[325] Tebarani fi Mu'cemi Kebir, 2\330; El Beyan ve Ta'rif, de geçtiği
üzere bu hadis muttafekun aleyhdir, s,30-31.
[326] Buharî, Menakıb 25.
[327] el-Bakara, 2/43
[328] et-Tevbe, 9/103
[329] el-En'âm, 6/141
[330] Buhârî, İmân, 1, 2; Tefsîru Süre,
2/30; Müslim, İmân, 19-22; Tirmizi, İmân, 3; Nesâî, İmân,13
[331] Buhârî, Zekât, l; Tevhîd, 1; Ebû
Dâvud, Zekât, 5; Nesâî, Zekât, 46; İbn Mâce, Zekât, 1
[332] Zekât için bk. Hamdi Döndüren,
Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1991, s. 483-550
[333] Buhârî, Zekât, 70, 71, 77;
Müslim, Zekât, 12, 13, 16; Ebu Dâvud, Zekât, 18, 20; Nesâi, Zekat, 31, 33; İbn
Mace, Zekat, 21
[334] Ahmed b. Hanbel, 3, 73, 98
[335] Bakara, 2\ 177
[336] Dârimi, Mukaddime, 46
[337] Müslim, İlim, 15; Zekât, 69;
Nesâî, Zekât, 64; İbn Mâce, Mukaddime,14; Dârimî, Mukaddime, 44; Ahmed b.
Hanbel, 4, 357, 359-361, 362
[338] Müslim, Zekât, bab: 9, H. No: 32
[339] Buhârî, Sulh, 11; Cihâd, 72,128;
Müslim, Zekât, 56; Müsâfirîn, 84; Ebû Dâvud, Tatavvu', 12; Edeb,160; Ahmed b.
Hanbel, 2, 316, 350, 4, 423, 5, 178
[340] Ahmed Davudoğlu, Sahihi Müslim
Terceme ve Şerhi, İstanbul 1977, 5, 374
[341] Tirmizi, Birr, 36; Müslim,
Müsâfirîn, 84; Ebû Davud, Tatavvu', 12
[342] Müslim, Mûsafirîn, 84
[343] Buhârî, Cihâd, 72; Ahmed b.
Hanbel, 5,154
[344] Buhârî, Cihad, 72, Edeb, 34;
Müslim, Zekât, 56
[345] Ahmed b. Hanbel, VI, 362
[346] Müslim, Zekât, 38; Tirmizi,
Birr, 42; İbn Mace, Cihâd, 4; Ahmed b. Hanbel, 5, 279, 284
[347] Müslim, Zekât, 39
[348] Âlu İmrân, 3192
[349] Müslim, Zekât, 42, 43
[350] Müslim, Zekât, 45
[351] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', 2,
40; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 156; İbn Âbidin, Reddül-Muhtâr, 2, 87
[352] Ebû Dâvud, Zekât, 44; Talâk, 19;
bk. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1991, s. 549
[353] A. Davudoğlu, a.g.e., 5, 352
[354] Müslim, Zekât, 49, 50; Ebû
Davud, Zekât, 34; Ahmed b. Hanbel, 6, 344, 347
[355] Buhârî, Hibe, 29, Cizye,18,
Edeb, 8; A. Davudoğlu, a.g.e., 5, 363, 364
[356] Buhârî, Cenâiz, 95; Vesâyâ, 19;
Müslim, Zekât, 51; Vasiyye, 12, 13; Ebû Dâvud, Vesâyâ, 15; Nesâî, Vesâyâ, 7
[357] Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi,
5, 366
[358] Bakara,2/263
[359] Bedreddini Ayni,Tibyan Tefsiri, c,1.S,187.
[360] Bakara,2/263
[361] Fizilalil Kur'an- S.Kutup c,1.s,157.
[362] Buharî, Zekât
18; Nafakat 2; Ebu Dâvud, Zekât 39; Nesâî, Zekât, 53,
[363] Ebu Dâvud, Zekât 45; Nesâî,
Zekât 54;
[364] Hakim,Mütedrek,2\198; Beyhaki,Süneni Kebir,7\232; El Beyan ve Ta'rif,s,380;
[365] Subkî, el-Menhel, Beyrut, 1394, 11,113
[366] el-Tevbe, 9/193
[367] Hak Dini -M. Hamdi Yazır, 2, 933
[368] el-Merginânî, el-Hidaye, I, 96; Mehmet Zihni, Nimetü'l-İslâm, 2, 5
[369] Münafıkun, 63/9
[370] Merginânî, a.g.e., I, 96;
Mevsılî, el-İhtiyar 2, 130; el-Cezîrî, Kitabu'l-Fıkıh ale'l-Mezahibi'l-Erbaa,
I, 590, 591
[371] Yusuf el-Kardavî, Fıkhu'z-Zekât, Beyrut 1981, I, 265
[372] İbn Kudâme, el-Muğnî,3, 29, 47
[373] Kardavî, a.g.e., I, 476-479
[374] Kardavî, a.g.e., I, 480
[375] et-Tevbe, 9/60
[376] İslam Fıkıh Ansk. A.Tarhan "Sadaka Fıtır Mad.
[377] Maide:5/90
[378] Buhar-i Mezalim,21; Kurtubi,6\293; Vahidi, Esbabu'n-Nuzül,120.
[379] Nahl, 16\ 67
[380] Bakara,2\ 219
[381] Fizilalil Kur'an-S.Kutup c,4.s,315.
[382] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.165;bu
hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 18 Sahabe ismini zikreder.
[383] Bu üç rivâyetin de kaynağı: Buhârî, Eşribe
4, Vudû 71; Müslim, Eşribe 67-68; Muvatta, Eşribe 9; Ebû Dâvud, Eşribe 5;
Tirmizî, Eşribe 2, 3; Nesâî, Eşribe 23.
[384] Buhârî, Megazî 60, Cihâd 164, Edeb 80, Ahkâm
22, Müslim, Cihâd 7, Eşribe 70; Ebû Dâvud, Eşribe 5; Nesâî, Eşribe 23, 24; El Beyan Ve Ta'rif,s,503.
[385] el-Mâide, 5/90
[386] Sahih-i Müslim, Terceme ve Şerh, A. Davudoğlu,
9, 247, vd.
[387] Tevrat, Levililer, Bab, 10, A. 8, 9-11
[388] İncil, Matta, bab, 26, A:26-29, Yuhanna,
A:30:vd.
[389] Mehmet Aydın-Osman Cilacı, Dinler Tarihi,
Konya 1980, s. 97 vd.
[390] Yeşilay Dergisi, sy. 441, Ağustos 1970
[391] Müslim, Eşribe, 73
[392] el-Askalânî, a.g.e, 4, 61
[393] el-Askalânî, a.g.e, 4, 61
[394] Yusuf el-Kardâvî, el-Helâl ve'l-Harâm
fi'l-İslâm, Terc. Mustafa Varlı, Ankara 1970, s. 50-53, 75-88
[395] Tirmizî,
Büyû', 59; İbn Mâce, Eşribe, 6
[396] Müslim,
Müsâkât, 67; bk. Buhârı, Megâzî, 51; Büyû, 105, 112; Müslim, Büyû, 93; Fer', 8;
İbn Mâce, Ticârât, 11; Ahmed b. Hanbel, 2, 213, 362, 512, 3, 217, 324, 326,
340; İbn Kesîr, Muhtasaru Tefsîri İbn Kesîr, Beyrut (t.y), I, 544-547
[397] el-Askalânî,
Bulûğu'l Merâm, Terc. A. Davudoğlu, 4, 61 vd.
[398] el-Askalânî,
a.g.e, 4, 61.
[399]
el-Askalânî, a.g.e, 4, 61
[400] Ali-İmran: 3/200
[401] Tibyan Tefsiri, C,1.S,293.
[402] Fizilalil Kur'an-S.Kutup c,2.s,612.
[403] Bakara, 2/216
[404] Bakara, 2/193
[405] Tevbe, 9/29
[406] Tevbe, 9/36
[407] Ebû Davûd, el-Cihad, 33
[408] Tecrîd-î
Sarîh Tercümesi, 7, 445
[409] Buharî,
Cihad, 112, 156, Müslim, Cihad 19, 20; Ebû Davud, Cihad, 89
[410] Enfâl, 8/64
[411] Bakara, 2/190
[412] Tevbe, 9/12-13
[413] Tevbe, 9/29
[414] Bakara 2/19
[415] el-Hucûrât, 49/15
[416] Müslim, İman 20
[417] İbn Hanbel, 6, 387
[418] el-Bakara, 2/109
[419] e l-Hacc, 22/39
[420] el-Hacc, 22/79
[421] el Hucurât, 49/15
[422] Acûnî, Keşfu'l-Hafâ', 1, 425
[423] Tirmizî, Cihad, 2
[424] en-Nahl 16/125
[425] el-Furkan, 25/52
[426] İbn Mâce, Fiten, 4011
[427] el-Enfal, 8/72
[428] en-Nisâ, 4/95
[429] el-Bakara, 2/190
[430] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.155;bu
hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 16 Sahabe ismini zikreder.
[431] Tirmizî, Diyât 22; Ebu Dâvud, Sünnet 32; Nesâî, Tahrim 22; İbnu Mâce,
Hudud 21
[432] Ebu Davud, Sünnet,4772;Tirmizi,1418;Nesai,4090.
[433] İbni Hibban,Sahihde,7\461; Müsnedi Şihab,1\222; El Beyan ve Ta'rif,s,589.
[434] el-İsfahânî, el-Müfredât, 267
vd.; et-Tahtavî, Haşiye ala Merâki'lFelâh, Mısır 1970, 516 vd.
[435] Fussilet, 41/53
[436] Âlu İmran, 3/169, 170, 171
[437] Müslim, İmâre, 121; Ebû Davûd
Cihâd 25; Tirmizî, Tefsiru Sure, 3/19; İbn Mâce, Cenâiz, 4; Cihâd, 16
[438] Neseî, Cenâiz, 82, Cihâd, 37;
Ahmed b. Hanbel, 3, 299, 5, 431
[439] Bakınız, Buhârî, Ezan, 32,
Cihâd, 30; Müslim, İmâre, 164; Tirmizî, Cenâiz, 65, Fedâilu'l-Cihâd, 14; Ahmed
b. Hanbel, I, 22, 23, 2, 323, 325
[440] İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar,
Mısır ty. I, 848 vd; el-Meydanî, el-Lubâb, İstanbul, tsz, I, 135 vd;
Abdurrahman el-Cezirî, Kitabu'l-Fıkhi ala'l-Mezahibi'lArbaa, Mısır, tsz. I, 527
vd.
[441] es-Suheylî, er-Ravdu'l-Ünf,
Kahire, 1965, 3, 201, 220; İbn İshâk, es-Sire, mad. 239, 240; Hak Dini Kur'an
Dili -Elmalılı Hamdi Yazır, 5, 3131
[442] Müslim, İmâre, 156, 157; Ebû Davud, İstigfâr, 26; Neseî, Cihâd, 36; ibn Mâce, Cihâd, 15
[443] Furkan,25/77
[444] Muhtasarı-İbni Kesir c,3\1653.
[445] Furkan,25/77
[446] Fizilallil Kur'an-S.Kutup
C,10.S,570.
[447] Yunus, 10/12
[448] Lokman, 31/32
[449] Mü'minûn, 23/60
[450] Tirmizî, Daavat,1; İbn Mace, Dua,1
[451] Tirmizî, el-Bakara Sûresi Tefsiri, 16
[452] el-Fatiha, 1\4
[453] el-Bakara, 2\186
[454] Tirmizî, Daavât, 64
[455] Bakara, 2\286
[456] Enbiya, 21\83
[457] Enbiya, 21\89
[458] A'raf, 7\23
[459] Yusuf, 12/101
[460]
İmam Ahmed b. Hanbel'in,Dua,1
[461] Buhârî, Tıb, 18; Müslîm, İman,
371, 372
[462] Müslim, İlm, 16; Ebû Dâvûd, Sünnet, 6; Tirmizî, İlm,15
[463] Müslim, Vasiyyet,14; Ebû Dâvud, Vesâyâ, 14
[464] Ahzâb, 33/56
[465] Ebû Dâvûd, Vitr, 23; Tirmizî, Daavât 109; İbn Mâce, Menâsik 5
[466] İbrahim,14/39
[467] Ebû Dâvûd, Salât, 358; Tirmizî, Daavât, 65
[468] Buhârî, Hars,13
[469] İmam Malik, Muvattâ, Hacc, 128
[470] İmam Mâlik, Muvatta, Kasru's Salât fi's-Sefer, 85; Ebû Dâvud, Menasik,
100
[471] Âli İmrân, 3/173
[472] Tevbe, 9/103
[473] Enfâl, 8/10
[474] el-Ahkâf, 46/6
[475] el-Bakara, 2/186
[476] Buhârî, Cihad, 131; Daavât, 51; Tevhid 9; Ebû Dâvûd, Vitr, 26; İbn
Hanbel, 4, 394, 402, 418; Müslim, Sahih 4, 2076
[477] Â'râf, 7\55
[478] Mü'min,40\69;Ebu Dâvud,
Salât 358;Tirmizî, Tefsir2, Daavât2;İbnu Mâce,Duâ 1.
[479] Bakara,2\186; Cami'u'l-Usûl'de bu rivâyetin daha
genişi geçer.
[480] Buhari, Da'avât 48; Teheccüd 25,
Tevhîd 10; Ebu Dâvud, Salât 366; Tirmizî, Salât 394; Nesâî, Nikâh 27; İbnu
Mâce, İkâmet, 188.
[481] Ahmed b. Hanbel, I, 167; Tirmizi, Kader, 15
[482] Ali İmrân, 3/159
[483] Tecrid-i Sarih Tercümesi, Ankara 1985, 4,
135
[484] Tecrid-i Sarih Tercümesi, 4, 142
[485] Nisa,4\1
[486] Âl-i İmrân,3\102
[487] Ahzâb 70-71; Ebu Dâvud, Nikâh
33; Tirmizî, Nikâh 16; Nesâî, Cum'a 24
[488] İbn Abidîn, Reddü'l-Muhtar, 2, 184; Kâsânî,
Bedâiu's-Sanâi, I, 282; Ö. Nasûhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 272 vd.; A.
Hamdi Akseki, İslâm Dini, 192
[489] Buhârî, İstiskâ 6, 7, 8, 9, 10,
11, 12, 14, 24, Menâkıb 25, Cum'a 34, 35, Edeb 68, Da'avât 24; Müslim, İstiskâ
9; Muvatta, İstiskâ 3; Ebû Dâvud, Salât 260; Nesâî, İstiskâ 1, 9, 10, 17, 18,
(3, 154, 155, 158, 166, 165, 177
[490] Ebû Dâvud 3, 475
[491] Tirmizî, Daavat, 55
[492] Maide, 5/114
[493] Ebu Davud 3, 501
[494] Tirmizî, Daavât, 56
[495] Ali-İmran,3\191
[496] Tibyan Tefsiri,C,1.S,290.
[497] el-İsfahânî, el-Müfredât, İstanbul,1986 259 vd.,; Mehmet Zeki Pakalın,
Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971, 659
[498] er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, Mısır 1937, 4,143
vd.
[499] Buharî, Ezan, 7; Müslim, Salât,
12
[500] Buhârî, Daavât, 50, 67.
[501] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.200;bu
hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 14 Sahabe ismini zikreder.
[502] Müslim, Salât, 12.
[503] Buharî, Ezan, 7; Müslim, Salât, 12.
[504] el-Kehf,18/39.
[505] Tirmizî, Daavât, 57, 119.
[506] Müslim, Mesacid, 139.
[507] Nesâî, İftitah, 32.
[508] Tirmizi, Daavât, 34
[509] İbn Mâce, Hacc, 32
[510] Şura,42\40
[511] Bakara, 2/231
[512] Tirmizî” Kıyâme, 59; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, I, 292
[513] İbn Mâce, Ahkâm, 17; Ebu Dâvud,
Akdiye, 31
[514] Tirmizî, Birr, 27
[515] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 313
[516] Ahmed b. Hanbel, 2, 33
[517] Ahmed b. Hanbel, 11, 3.
[518] Müslim, Müsâkât,129, 130; Ebû
Dâvud, Büyû', 47.
[519] Buhârî, Büyü, 72, İcâre, II, 19;
Nesâî, Büyü', 18
[520] İbn Kudâme, el-Muğnî, 3. Baskı,
Kahire 1970, 4, 235/1933, 9, 468, 469; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre
Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir, 1984, 136, 137
[521] el-Mergînânî, el-Hidâye Şerhu Bidâyetü'l-Mübtedî, 3, 197; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, 1, 401; ez-Zühaylî, EI-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, 4, 36
[522] İmamı Ahmed,Müsned,2862.
[523] Ahmed, Müsned,2862; Suyuti,"Esbab-u Vuru-i'l Hadis"s,141-142;
El Beyan ve Ta'rif,S,661-662.
[524] Mad. 7.
[525] Mad. 19.
[526] Mad. 20.
[527] Mad. 26.
[528] Mad. 27.
[529] Mad. 31.
[530] Mad. 87.
[531] Mad. 94
[532] Enbiya, 21\107
[533] Fizilalil Kur'an-S.Kutup c,10.s,182.
[534] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.213;bu
hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 9 Sahabe ismini zikreder.
[535] Tirmizî, Birr
16
[536] Buhari, Edeb,
18; Suyuti,"Esbab-u Vürudi'l Hadis",s,203-204.
[537] İsra,17\ 7
[538] En'am, 6\54
[539] Arâf, 7/156
[540] Enbiya, 21/107
[541] Nahl, 16/89
[542] Buhârî, Edeb,
19
[543] Müslim, Fedâil,
66
[544] Tirmizi,
Birr,15,
[545] Ebu Davud,
Edeb, 58.
[546] Fussilet 41\34
[547] Kur'an Dili- H.Yazır, 4205
[548] Fussilet 41\34
[549] Fussilet, 41/34
[550] Müslim, Birr ve Sıla, 74, 76
[551] Buhari, Edeb, 35
[552] Müslim, Birr ve Sıla, 77
[553] Müslim, Birr ve Sıla, 78-79
[554] Müslim, Birr
75.
[555] Müslim, Birr ve Sıla, 78-79
[556] Suyuti,a.g.e,s,185-186
[557] Âl-i
İmrân,3\156
[558] Bakara,2\214
[559] el-Ayni, Tibyan Tefsiri –İstanbul-1986.c,1;s,145.
[560] Fizilalil Kur'an-S.Kutup c,1;s,452.
[561] Müslim,Zekat,70-52;Nesai,Zekat,56.
[562] Nisâ,4\ 1
[563] Haşr,59\18
[564] Müslim, Zekât
69; Nesâî, Zekât 64: Esbab-u Vürudi'l Hadis,-Suyuti- s,179-181.
[565] Ali-İmran: 3/31
[566] Ali-İmran: 3/31
[567] Ali-İmran: 3/32
[568] Tibyan Tefsiri, c,1.s,223
[569] Enfal, 8\63
[570] Alû İmran, 3\31
[571] Müslim Birr ve Sıla, 161
[572] Riyazü's-Salihîn, I, 413
[573] Y. Kandehlevî, Hadislerle
Müslümanlık, 3, 1123
[574] Buhârî, Edeb 96; Müslim, Birr
165; Ebû Dâvud, Edeb 122; Tirmizî, Zühd 50..
[575] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.246;bu
hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 15 Sahabe ismini zikreder.
[576] Süneni Derekutni,130; El Beyan ve Ta'rif,s,603.
[577] Yunus,10\62
[578] Tirmizî, Birr 60
[579] Yusuf 53; Haşr 19; Furkân 43;
Kasas 50; Câsiye 23; Fâtır 6; Zuhruf 62
[580] Şûrâ,42\ 40
[581] Bakara,2\179
[582] Bakara,2\178, Şûrâ,42\ 40-42
[583] Müslim, Birr 37; Muvatta, Şi'r
13.
[584] Tirmizî, Zühd 53
[585] Muvatta, Şi'r 16
[586] Ebû Dâvud,
Sünnet 3.
[587] Beyhaki,69\8
[588] Beyhaki,7\69; El Beyan ve Ta'rif,s,366
[589] Yunus,10\ 62; Ebû Dâvud, Büyû 78.
[590] Şûrâ,42\52
[591] Buhârî, Tevhid
33, Edeb 41; Müslim Birr 157, Muvatta, Şi'r 15
[592] Ankebut,29/64
[593] Tibyan Tefsiri, c,3.s,392.
[594] Fizilalil Kur'an-S.Kutup c,11.s,384.
[595] Müslim, Zekat
97; Tirmizî, Zühd 32
[596] Esbab-u Vürudi'l Hadis,s,182-183.
[597] Tirmizî, Zühd 35.
[598] Buharî, Zekat 50, Rikak 20;
Müslim, Zekat 124; Muvatta, Sadaka 7; Ebu Davud, Zekat 28; Tirmizî, Birr 77;
Nesaî, Zekat 85.
[599] Müslim, Zekat 97; Tirmizî, Zühd
32
[600] Tirmizî, Zühd 33
[601] Zümer,39/53
[602] Zümer,39/53
[603] Hakdini Kur'andili-H.Yazır 4134
[604] Zümer,39\47-48
[605] Müslim, Tevbe, 9; Tirmizî, Da'avât 105.
[606] Müslim, Tevbe
9; Esbab-ul Vurudi'l Hadis-Suyuti-s,204; El Beyan veTa'rif,526; Rezîn şu
ziyadede bulundu: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Nefsim
elinde bulunan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde
ondan daha büyük olan ucb'e düşeceğinizden korkarım." [Bu rivayet, Münzirî'nin
et-Terğîb ve't-Terhîb'inde kaydedilmiştir.4\20
[607] Tin,95\4,5,6
[608] Furkân,25\70.
[609] Bakara,2\222
[610] Nisâ,4\17
[611] Hucurat,49/10
[612] Tibyan Tefsiri, c,4.s,204.
[613] Ebû Dâvud, Edeb 46; Tirmizî, Hudud 3; Buhârî,
Mezâlim 3, İkrâh 7; Müslim, Birr 58; Rezîn bir rivayette şunu ilave etti: "Kim, hakkı sübût
buluncaya kadar mazlumla birlikte olursa, ayakların kaydığı günde Allah onun
ayağını Sırat'ta sâbit kılar."
[614] Suyuti, Esbab-ul Vürudi'l Hadis" s,196.
[615] Müslim, Zikr 38; Ebû Dâvud, Edeb 6; Tirmizî, Hudud
3; Birr 19; Kırâat 3
[616] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.285;bu
hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 9 Sahabe ismini zikreder.
[617] Buharî, Nikâh 45, Edeb 57,
58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebu Dâvud, Edeb 40, 56; Tirmizî, Birr 18.
[618] Hucurât,49\ 12
[619] Yusuf,12\ 87
[620] Nisa,4\3
[621] Nisa suresi,4\127
[622] Kur'an Dili-H.Yazır 1281-1291
[623] Bilmen, Hukuku İslâmiyye
ve İstilâhâtı Fıkhyye Kamusu, İstanbul 1967, 11, 112, 113
[624] Mahmut
Es'ad, Tarih-i İlm-i Hukuk, İstanbul
1331/1912, s. 75, 97, 139, 141, 149, 165, 173, 175
[625] Samuel, 2/12, 7/8
[626] Mustafa es-Sibâî, el-Mer'e beyne'l-Fıkh ve'lKânun, s. 210
vd.
[627] ez-Zühaylî,
a.g.e, 7, 169, 170
[628] Buhârî, Nikâh 10; Müslim, Radâ 54; Ebu Dâvud, Nikâh 3; Tirmizî, Nikâh 4, 13; Nesâî, Nikâh
6, 10.
[629] Esbab-u Vürudi'l Hadis-Suyuti-s,155.
[630] İbn Âbidin, 3, 3
[631] Nisâ, 4/12
[632] İbn-i Âbidin, 3, 3
[633] Buhâri, Nikâh, 1; Müslim, Sıyâm
74, 79
[634] Nahl, 16/72
[635] Buhâri, Savm, 1, Nikâh, 2 3;
Müslim, Nikâh,1, 3; Ebû Dâvûd Nikâh, 1, İbn Mâce, Nikâh, 1
[636] Rûm, 21
[637] Bakara, 2/221
[638]Buhâri, Sahih, 6, 123; Müslim,
Sahih, 2. 1086).
[639]İbn Mâce, Sünen, I. 572
[640] Nahl,16/125
[641] İbnul Cevzi, Zadu'l Mesir,c,4\504; Tibyan Tefsiri, c,3\39
[642] el-Kurtubî, el-Camiul'i-Ahkâmi'l-Kur'ân, Kahire 1967, 10, 200; er-Razî,
et-Tefsiru'l-Kebir, Mısır 1937, 20, 138 v.d.; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, 3, 167
[643] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1971, 4, 2313
[644] Ahmed Zeki Safve, Cemheretu Hutubi'l-Arab, Mısır 1962, 1, 157
[645] Fizilalil Kur'an-S.Kutup c,9.s,263.
[646] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire,1977,4,125; el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esraru't-Te'vîl, Mısır 1955, 2, 73; er-Razî, et-Tefsiru'l-Kebir, Mısır 1937, 24, 100.
[647] Buhârî,
İlm 12, Edeb 80; Müslim, Cihad 6, 7; Bir rivayette
de:"...Isındırın, nefret ettirmeyin..." buyrulmuştur.
[648] Buhârî,
İlm 12, Edeb 80; Müslim, Cihad 6, 7; El Beyan ve Ta'rif,s,680.
[649] Rum,30/30
[650] Tibyan Tefsiri,c,3.s,396
[651] İbn Manzur, Lisânü'l-Arab, Beyrut,
(t.y.), 5, 55
[652] Râgıp el-İsfahânî, el-Müfredât, 38 vd.; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 3, 1889 vd.; Ali Ünal,
Kur'an'da Temel Kavramlar, 198 vd.
[653] Fizilalil Kur'an-S.Kutup c,15,s,445.
[654] Buhârî, Cenâiz 80, 93;
Müslim, Kader 22; Muvatta, Cenâiz. 52; Tirmizî, Kader 5; Ebu Dâvud, Sünnet 18.
Bir başka rivayette: "Doğan hiçbir çocuk yoktur ki, konuşmaya
başlayıncaya kadarşu din üzere olmasın" buyurulmuştur.
[655] Sahihi İbni Hibban,1\336; Tabarani Mu'cem-ul Kebir,1\283; Hakim
Müstedrek,2\133; El Beyan ve Ta'rif, s,504.
[656] İsra, 17\15
[657] Bu konuda daha geniş bilgi için -Çocuk
Eğitimi- isimli eserimize bakabilirsiniz.
[658] Rad,13/42
[659] Vahidi,Esbabu'n-Nuzül,158
[660] Nisâ, 4/142
[661] Enfâl, 8/62
[662] Müslim, İman 164; Tirmizî, Büyû 74; Ebu Dâvud,
Büyû, 52; İbnu Mâce, Ticarât, 36. Metin, Müslim'inkidir.
[663] Ebu Davud, Kitabul buyu',2\227.
[664] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.167;bu
hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 17 Sahabe ismini zikreder.
[665] Esba-u Vürudi- Hadis,s,142-143.
[666] Suyuti,a.g.e.s,145.
[667]Abdülkerîm Zeydan, İslâm Hukukuna Giriş, s.
521
[668] Hud, 11\84
[669] Lokman,31\18
[670] el-Kurtûbi,
el-Câmiu'li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut t.y., 14, 50
[671] ez-ZemahŞeri,
el-Keşşâf, Beyrut t.y., 3, 486
[672] Lokmân,
31/12-13
[673] el-Kurtubî,
a.g.e., 14, 59.
[674] Müslim, İman
147; Ebu Davud, Edeb 29; Tirmizî, Birr 61.
[675] Taberani Mu'cem-ul Kebir,8\202: Hakim Müstedrek,1\78; El Beyan ve
Ta'rif,s,181-182.
[676] A'raf,7\146
[677] Mü'min,40\35
[678] İbrahim,14\15
[679] Nahl,16\23
[680] Furkan,25\21
[681] Mü'min,40\60
[682] İsra 37-38
[683] Tevbe, 9\25
[684] Haşr, 59\2
[685] Necm, 53\32
[686] İ.Gazali,İhya,c,3\718-808.
[687] Hicr,15\47
[688] A'raf,7\180
[689] Âli İmrân, 3/103
[690] Âli İmrân, 3/103
[691] Fizilalil Kur'an-S.Kutup c,3\103.
[692] Buhârî, Cihâd
135; Tirmizî, Cihâd 4.
[693] Suyuti,a.g.e.s,197.
[694] Muvatta,
İsti'zân 36.
[695] Muvatta, İsti'zân 25; Ebû Dâvud,
Cihad 86; Tirmizî, Cihâd 4.
[696] Ebû Dâvud,
Cihâd 87
[697] Nisa:4/58
[698] Nisa:4/58
[699] Hakdini Kur'andili-H.Yazır 1375-1375
[700] M. Ebû Zehrâ, Usulü'l-Fıkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî,
t.s, s. 26-28
[701] Ebû Zehrâ, a.g.e, s. 234
[702] Şâfiî, er-Risâle, s. 447, 510; şâtıbî, el-Muvâfakât, 4, 162- 165; Gazzâlî, el-Mustasfâ, 11, 350-353
[703] Buhârî, İ'tisâm 21; Müslim, Akdiye 15; Ebu Dâvud, Akdiye 2; Tirmizî,
Ahkâm 2; Nesâî, Kazâ 3.
[704] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.180;bu
hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 4 Sahabe ismini zikreder.
[705] Esbab-u Vürudi-l Hadis,Suyuti,s,183-184.
[706]Nisa,4\59
[707] Nisa,4\59
[708] (Söz konusu olan Adulla b. Hızafe ile ilgili olay aşağıdaki
hadisin vürudunda geçeceğinden dolayı burada tekrar etme gereğini duymadık.) Kur'an Dili-H.Yazır
1377
[709] Nisa,4\59
[710] Nisa,4\59
[711] Buhârî, Megâzi, 59, Ahkâm, 4; Müslim, İmâret 40,
[712] Nisa,4\59
[713] Nisa,4\59
[714] Nisa,4\59
[715] Fizilalil Kur'an-S.Kutup c,4,s,59
[716] Buhârî, Megâzi, 59, Ahkâm, 4,
Haberu'l-Vâhid 1; Müslim, İmâret 40; Ebû Dâvud, Cihâd 96; Nesai, Bey'at 34
[717] Abdurrezak,2\383; El Beyan ve Ta'rif,s,661.
[718] Buhârî, Megâzi, 59, Ahkâm, 4,
Haberu'l-Vâhid 1; Müslim, İmâret 40; Ebû Dâvud, Cihâd 96; Nesai, Bey'at 34
[719] Muhammed:47/12
[720] Tibyan Tefsiri, c,4.s,172.
[721] Fiilallil Kur'an-S.Kutup c,13.s,384.
[722] Buhârî, Et'ime 12; Müslim,
Eşribe 186; Muvatta, Sıfatu'n-Nebiyy 10; Tirmizî, Et'ime 20.
[723] Taberani Mu'cem-ul Kebir,7\230; Ebu Naim,6\347; El Beyan ve Ta'rif,508
[724] Muhammed,47\12
[725] Lokman.31\ 27
[726] Nur,24\ 3
[727] Zuhruf:43/36
[728] Muhtasarı-İbni Kesir c,4.s,2257.
[729] Zuhruf:43/36
[730] Fiilallil Kur'an-S.Kutup c,13.s,190.
[731] el-İsfahânî, el-Müfredât, İstanbul,1986 259
vd; Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul
1971, 659
[732] er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, Mısır 1937, 4,143
vd.
[733] Müslim, Cenâiz 1, 2; Tirmizî,
Cenâiz 7; Ebu Dâvud, Cenâiz 20; Nesâî, Cenâiz 4.
[734] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.100;bu
hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 14 Sahabe ismini zikreder.
[735] İbni Hibban,9\311;Hakim Müstedrek,1\688;Beyhaki,7\258; El Beyan ve
Ta'rif, s,636.
[736] Müslim, Cenaiz 1, 2; Tirmizî, Cenaiz 7; Ebu
Davud, Cenaiz 20; Nesâî, Cenaiz 4.
[737] Necm,53\ 39
[738] Mehmet Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, 1340,198
vd
[739] Bu hususta geniş bilgi için bk. Mustafa
Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1985, 200 vd.
[740] el-Gazzalî,
el-İhyâ, Beyrut t.y., I, 296
[741] Muhammed b. Allan, Delilu'l-Fâlihîn, Mısır
1971, 4, 210 vd.
[742] Enfal,8/43
[743] Muhtasarı-İbni Kesir c,2.s,866.
[744] Enfal,8/43
[745] Fizilalil Kur'an-S.Kutup c,7.s,28.
[746] Buharî, Tıbb 39, Bed'ü'l-Halk
11, Ta'bir 3, 4, 10,14, 46; Müslim, Rüya 5; Muvatta 1; Tirmizî, Rüya 4; Ebu
Dâvud, Edeb 96.
[747] Müslim, Rü'ya 12.
[748] Suyuti,a.g.e.s,193-194.
[749] Buharî, Tabir 2, 10; Müslim,
Rüya 10; Muvatta, Rüya 1.
[750] Tirmizî, Rü'ya
6; Ebu Dâvud, Edeb 96.
[751] Nisa:4/71
[752] Muhtasarı-İbni Kesir c,1.S,439.
[753] Fizilalil Kur'an-S.Kutup c,3.s,322
[754] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.148;bu
hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 17 Sahabe ismini zikreder.
[755] Ebu Dâvud, Cihad 101;
Buharî, Cihad 157; Müslim, Cihâd 18.
[756] Suyuti,a.g.e.s,241-243.
[757] Maide:5/54
[758] Muhtasarı-İbni Kesir c,2.s,584.
[759] Maide:5/54
[760] Maide:5/54
[761] Hakdini Kur'andili-H.Yazır
1715-1720
[762] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.146;bu
hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 16 Sahabe ismini zikreder.
[763] Nesâî, Hayl 1.
[764] Nesâî, Hayl 1.
[765] Necm,53\3-4.
[766] Tibyan Tefsiri,c,4.s,243
[767] Necm,53\3-4.
[768] Tefhimul Kur'an-Mevdudi, c,6.s,13
[769] Kettânî, et-Terâtibü'l-İdâriyye,
Beyrut (t.y), 2, 384
[770] Muvatta, Kader 3; Tirmizî, Menâkıb 77
[771] El Beyan ve Ta'rif,s,347.
[772] Hakim Müstedrek, 1\172.
[773] Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270
[774]Ayetlerin dizilişi,
kitaptaki yer alan sıralamasına göre dizilmiştir.