KIRK AYET

***

KIRK HADİS

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hazırlayan

SALİH

 

 

 

 

 


 

 

 

KISALTMALAR

 

 

a.g.e                 Adı geçen eser.

a.g.y.             Adı geçen yayın

(a.s)                 Aleyhisselâm (Bütün peygamberler ve peyamberimiz için kullanılır).

bsm.              Basımı yapılmıştır.   

b.                     bin, ibn (oğlu anlamında).

bint                  kızı.

bkz.                 Bakınız.

çev.                  Çeviren

Doç.                 Doçent

H.                    Hicri

c.                     Cilt, cüz.

(c.c)                Celle Celâlühû (Allah'ın ism-i celâli işitildiği zaman ta'zim niyetiyle söylenir).

Hz.                  Hazret (Hürmet için kullanılır).

Nşr:                  Neşreden

Ktb.                Kütüphanesi

M.                    Milâdî

Mad.                Maddesi,Madde

M.Ö.                Milattan Önce

M.S.                Milattan Sonra

ö.                     Ölüm tarihi

Prof.                 Profesör

(r.a)                 Radıyallahû anh (Sahabe için,"Allah [cc] ondan râzı olsun" mânâsında söylenilen duadır).

(ranha)            Radıyallahû anha (Rasûlullah'ın pâk zevceleıi

[annelerimiz) ve bütün Sahabi kadınlar için kullanılır}.

(rha)                Rahmetullahi aleyh (Vefat etmiş bir mü'minin ismi işitildiğinde "Allah [cc]'ın rahmeti onun üzerine olsun" mânâsına duadır.)

s.                      Sayfa

(sav)                Sallallahû aleyhi ve sellem (Peygamber Efendimizin ism-i şerifi işitildiği zaman "Allah (c.c) ona salât etsin, şânını yüceltsin, selâm ve selâmet versin" mealinde edilen duadır).

Trc.                  Tercüme

v.                     Vefatı,Vefat tarihi

vr.                    Varak

vs.                    ve saire

y.y.                   Yüzyıl

vd.                   ve devamı.

Yay.                 Yayınevi.

yz.                   Yazma.

ty.                    Tarih yok

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

TAKDİM

 

 

"Kim ümmetime, sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben kıyamet günü onun imânına şâhid ve şefaatçi olurum."[1]

 

Hadisini esas alarak ve kırk tane de ayet ilave ederek acizane bin beş yüz yıllık inşa edilen İslam hazinesinin kalesine bir habbe de olsa katkıda  bulunmak istedim.[2]

 

Ayet ve hadislerin birbirleriyle uyumlarını bulmaya ve izahatını yapmaya gayret ettim.

 

Ayetleri nüzûlüne göre, hadisleri de vürud esasına göre inceleyip siz değerli okuyucuların istifadesine sundum.

 

Kitapta esas aldığım hadisleri ana kaynaklardan bulmaya çalıştım. Tevatür, Sahih ve vürudlarını dipnotlarla açıklamaya çalıştım.

 

Esas mesele geçmişte hadis üzerine çalışma yapmış olanların çalışmalarına eleştiri yapmak değil, bilakis bu konuda çaba sarf etmiş olanların hizmerinden dolayı saygı duyuyor, acizane olarak az da olsa o azizlerin kaldığı yerden hizmetlerini devam etmek için böyle bir yolu tutmayı arzuladım.

 

Yüce Allah tarafından garanti altına alınmış bir yüce dinin müntesipleri olarak, İslama ne çalışmalarımızla katkıda bulunabiliriz ne de yanlışlıklarımızla onun yüceliğine gölge düşürebiliriz. Çünkü yüce İslam dini için kim iyilik namına ne yaparsa mükafatını alır. Kötülük namına ne yaparsa Allah katında cezasını buluacaktır. Acizane olarak niyetimiz yüce İslam dinininin şerefinden bir habbe de olsa nasipdar olmaktır.

 

Günümüz şartlarından insanların ihtiyaç duyduğu dini mevzu, meseleleri derleyip takdim etmektir. Yoksa yüce İslam dininden bir şeyler eksiltmek veya bir şeyler ilave etmek değildir.   

 

Dünya var oldukça bu ve benzeri dini hizmetler devam edecektir. İyi niyetle hizmetlerini sürdürenler sevaba nail olurlar art niyetle yaklaşanlar ise cezalarnı çekeceklerdir. Yüce Mevla cümlemizi rahmetiyle kuşattığı kullarından eylesin.

 

Bu girişten sonra "Kırk Ayet ve Kırk Hadis" çalışması, "Sebeb-i nüzul", "Sebeb-i vürud" ve "Kutub-i Sitte" müellifleriyle ilgili az ve öz olarak değerlendirmeyi, "Kur'an ve Sünnet" hakkında kısa nüktelerle kitaba girişi takdim ediyorum. Çalışma bizden tevfik ve inayet yüce Rabbimizdedir.

 

Kırk Hadis Çalışması

Türkçemize "Kırk Hadîs" diye geçen ve belli bir konuya giren veya değişik konularda kırk hadîsi derleyen kitaplar vardır. Bunlar da cüzler sınıfına girer, ancak kırklı'lar mânasına erbaûniyyât denmiştir.

 

Bu çeşit te'lifat menşeini Resûlullah (a.s)'ın şu sözlerinden alır:

 

"Kim ümmetime, sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben kıyamet günü onun imânına şâhid ve şefaatçi olurum."[3]

 

Bu hadîsin müjdesine mazhar olmak ümidiyle ilk defa

1. Abdullah İbnu'l-Mubârek el-Hanzalî (v. 181/797)'nin "Erba'un"u olmak üzere pek çok âlim kırk hadis cüzleri tanzim etmişlerdir.

 

2. Muhyiddin b.Eslem et-Tusi'nin "Erba'un"u.

 

3.El Hasan b.Süfyan en-Nesai'nin "Erba'un"u.

 

4.Ebu Bekr el-Acurri'nin "Erba'un"u.

 

5. Ebu Bekr Muhyiddin b.İbrahim el-İsbahani, İbnü'l-Mukri'nin "Erba'un"u.

 

6. Ebu Bekr Muhyiddin b. Abdillah el-Cevzeki'nin "Erba'un"u.

 

7. Ebu Nu'aym el-İsbahani'nin "Erba'un"u.

 

8. Ebu Abdurrahman es-Sülemi'nin "Erba'un"u.

 

9. Ebu Bekr el-Beyhaki'nin "Erba'un"u.

 

10. Ebu'l Hasan ed-Darekutni'nin "Erba'un"u.

 

11. Ebu Abdillah el-Hakim'in "Erba'un"u.

 

12. Ebu Tahir es-Silefi'nin "Erba'un"u.

 

13. Dârakutnî'nin "Erbaûn"u.

 

14. Radıyyu'd-Dîn el-Kazvîni'nin "Erbaûn lil-Fadli Aliyyin.

 

15. Hâfız İbni Hacer'in "Erba'un"u.

 

16. Ebu'l Kasım b.Asakir'in birkaç "Erba'un"u.

 

17.Ebu Sa'd el-Mali'nin "Erba'un"u.

 

18.Kelebazi'nin Erba'un'u.

 

19.Ebu Osman es-Sabuni'nin "Erba'un"u.

 

20.İbni ebi's-Sayf'ın "Erba'un"u.  

 

21.Ebu'l Kasım Hamza b.Yusuf es-Sehmi'nin "Erba'un fi Fadli'l Abbas"ı.

 

Erba'un kitapları daha pek çoktur. Bunlar için Keşfu'z-zunun ile Sılatu'l-Halef'e müracaat edebilirsiniz.

 

Sebeb-i Nüzul ve Sebeb-i Vürud

Sebeb-i nüzul, bazen ayetin bir kısmı için gelmiştir. Bazen de hadisin bir kısmı için gelmiştir.

 

Bunun misali, Ahmed bin Hanbel ve Buhari'nin Ebu Said el-Hudri(r.a)'dan rivayet ettikleri şu hadistir. O, Resulullah (a.s)'ın şöyle dediğini işitmiştir: "Sizden biriniz sevdiği bir rüya görürse, o Allah'tandır. Dolayısıyla Allah'a hamdetsin ve o rüyayı anlatsın. Fakat hoşlanmadığı bir rüya görürse o şeytandandır. Onun şerrinden Allah'a sığınsın ve rüyasını kimseye anlatmasın. O zaman ona zararı dokunmaz."[4]   

 

Suyuti, yukarıdaki hadisin sebeb-i Vürûdu hakkında Ahmed b. Hanbel ve Müslüm'in, Cabir b. Abdullah'tan rivayet ettikleri şu hadisi zikreder: "Adamın biri, Hz.Peygamber (a.s)'a gelerek şöyle dedi: "Rüyamda başım kesilmiş yerde yuvarlanıyor ve ben de onu arkasından takip ediyordum. Bunun üzerine Hz.Peygamber (a.s) buyurdu ki: "Bu şeytandandır. Sizden biriniz hoşlanmadığı bir rüya gördüğünde kimseye anlatmasın ve şeytandan Allah'a sığınsın."[5]

 

Dış görünüşü her ne kadar iki mevzu arasında bir yakınlığı olduğunu teyid etse de aslında nuzül ile vurud arasında sebepler cihetiyle bir ihtilaf vardır. Çünkü sebeb-i nuzül bazen müfessirin görüşü olmasına rağmen vurud doğrudan hadisin meynine dayanır.

 

Sebeb-i Nüzul hakkında müfessirin görüşüne misal olarak Vahidi'nin Ali-İmran Suresi hakkında zikrettiği şu hususu ele alabiliriz.

 

Vahidi şöyle demiştir: "Tefsirciler dediler ki: "Altmış kişilik bir necran süvari kafilesi Hz.Peygamber (a.s)'a geldiler. on dördün içinde üçü de en büyükleri idiler. Bunların:

 

Birisi El'âkıb dedikleri emîrleri ve rey sahibi Abdülmesih idi.

 

İkincisi seyyid diye tabir ettikleri vezir ve müşavirleri «الايهم » idi.

 

Üçüncüsü de âlimleri ve üskuf yani piskosposları ve tedrisat reisleri idi.

 

Bu heyet Hz.Peygamber (a.s) ile İsa (a.s) hakkında karşılıklı konuştular. Sonra Hz.Peygamber (a.s), onlara "İsa'yı annesinin, bir kadının taşıdığı gibi  taşıdığını, sonra kadının kendi çocuğıunu doğurduğu gibi onu doğurduğunu, sonra da çocuğun beslendiği gibi, İsa'nın da beslendiğini ve daha sonra yiyip içtiğini ve abdest bozduğunu bilmiyormuydunuz?" buyudu.

 

Onlar da "evet" dediler. Hz.Peygamber (a.s)'ın: "Öyleyse İsa sizin iddia ettiğiniz gibi nasıl Allah'ın oğlu olabilir?" buyurması üzerine suküt ettiler. Yüce Allah onlar hakkında Ali-İmran Suresi'nin evvelinden itibaren seksen ayeti indirdi."[6]   

 

Kutub-i Sitte ve Müellifleri

1-Buhârî ve el-Câmiu's-Sahîh'i: Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail el-Buhârî (H. 194-256/M.810-870) 40 yıl süren ilmî seyahatler esnasında toplamış olduğu engin hadis malzemesini 16 yılda tasnif ederek, "el-Câmiu's Sahîhu'l-Müsnedü'l-Muhtasar min Umûri Rasûlillahi (a.s) ve Sünenihi ve Eyyâmih" adlı eserini yazmıştır. Hocası İshak b. Rahuye'nin, "Rasûlüllah'ın sahih hadislerini muhtasar bir kitapta toplasanız" tavsiyesiyle hareket eden Buhârî, 600.000 hadis arasında seçtiği 7275 hadisi, 97 kitap ve 3400 den fazla bab'a (alt bölüm) yerleştirmiş, konuları geldikçe aynı hadisi bir kaç yerde daha tekrar etmiştir. Bu nedenle, mükerrerler dışındaki toplam hadis sayısı 3-4 bin civarına inmektedir. Buhârî, tercüme denilen bab başlıklarında konuyla ilgili âyet ve hadislerden iktibaslar yapar, âlimlerin ve bazan kendisinin görüşlerine yer verir, direkt veya endirekt yollarla tercihlerini ihsas ettirir. Tercemelerde verdiği hadis ve haberlerin çoğu muallak (senedsiz veya eksik senedli)tır. Daha önceki hadis mecmualarında pek görülmeyen bu usul Buhâri'ye hastır. Bu nedenle, "Buhârî'nin fıkhı tercemelerindedir" sözü yaygınlaşmıştır. (Yekünü 1341 olan bu tür) muallak hadisler, Buhârî'nin kitabına verdiği isimden de anlaşılacağı gibi, sahih hadislerin dışındadır. Tercümelerde Buhârî'nin verdiği bilgiler, hadislerin ihtiva ettiği fıkhı malumatı kavramada çok faydalıdır. Bütün âlimlerin ittifakıyla hadis mecmualarının ensahihi kabul edilen el-Câmiu's-Sahîh, türkçeye de tercüme edilmiş, mükerrerlerinin çıkarıldığı Tecrid'i de tercüme ve şerhiyle, Diyanet İşleri Başkanlığınca basılmıştır.

 

2-Müslim'in el-Câmiu's-Sahîh'i: Ebu'l-Hüseyn Müslim b. Haccâc (H.202-261), 300.000 hadis arasından seçerek tasnif ettiği kitabına, "el-Camiu'l-Müsnedü's-Sahîh" ismini vermiş, mukaddimede tasnif metodunu açıklamıştır. Buhârî'nin yaptığı gibi bab başlıklarında bilgi vermemiş, hatta, bab başlığı dahi tanzim etmemiş, sadece "bab" demekle yetinmiştir. Bugün eldeki Müslim nüshalarında bulunan bab başlıkları, eseri şerheden İmam Nevevî'ye aittir. Müslim kitabına, mevkuf ve maktu hadisleri almamış, muallaklara ise çok az yer vermiş, hadisleri konularına göre bölmemiş, hadisi en çok ilgili olduğu yerde nakletmiş, metin ve sened olarak benzerlerini bir arada ve kısaltarak tekrar etmiştir. Bu yönüyle Müslim Buhârî'den daha derli topludur. Bu ve benzeri özelliklerinden dolayı bazı âlimler (mesela Mağribliler) Müslim'i Buhâri'ye tercih etmişlerdir. Müslim'in Câmi'i, 54 kitap, 1322 bab, mükerrerler dışında 3033 hadis ihtiva etmektedir. Kadı İyaz ve İmam Nevevî başta olmak üzere pek çok âlim Müslim'i şerhetmiştir. Müslim, sade, metin ve şerhli olarak türkçeye tercüme edilmiştir.

 

3-Tirmizi'nin Câmi'i: Ebu İsa Muhammed b. İsa et-Tirmizi'nin (H: 209-279) Cami'i, es sünen ismiyle de maruftur. Devrin âlimlerinin tetkikine sunuları ve takdir edilen Sünen-i Tirmizi, 46 kitap, 2496 bab ve 4000 hadis ihtiva etmektedir. Hadisçilik açısından Müslim'e, fıkhu'l-hadis (hadislerde bulunan çeşitli hükümler) yönünden de Buhârî'ye ait özellikleri, onlara yakın ölçüde kitabında toplayan Tirmizi, bab başlığı altında hadisleri sıraladıktan sonra şu işlemleri yapar; hadisin sıhhat durumunu (sahih, hasen, zayıf, hasen-sahih, garib...), ravilerin durumunu, varsa seneddeki illetleri, hadisin diğer tariklerini, sahabilerin o konudaki başka rivayetlerini, bu hadislerle ulemânın nasıl amel ettiğini, ittifak ve ihtilaflarını... açıklar. Hadislerden istifade için çok faydalı olan bu açıklamalar onları, amel edilebilir hale getirir. Tirmizi üzerine de pek çok şerh yazılmış ve eser türkçeye tercüme edilmiştir.

 

4-Ebu Davud'un Sünen'i: Ebu Davud Süleyman b. Eş'as es-Sicistânî'nin (H: 202-275) kitabı, ahkâmla ilgili hadislerin tasnif edildiği Sünen türünün en güzel örneğidir. Kitabına, 400.000 hadis arasından seçtiği 4000 hadisi aldığını, bunların da dört hadiste özetlenebileceğini belirten Ebu Davud; sahih, hasen, leyyin ve amel edilebilir derecedeki zayıf hadisleri Sünen'ine aldığını söyler. Kitabında zayıf hadislerin mevcudiyetini kabul eden Ebu Davud, muhaddislerin ittifakla terkettikleri herhangi bir hadisi Sünen'ine almamıştır. 40 kitaptan oluşan Sünen'e pek çok şerh yazılmış, eser türkçeye de tercüme edilmiştir.

 

5-Nesâî'nin Sünen'i: Ebu Abdurrahman Ahmed b. Şuayb en-Nesâî (H: 215-303), sahih ve zayıf hadislerden derlediği es-Sünenü'l-Kübrâ'sını istek üzerine, sadece sahih hadisleri almak üzere ihtisar etti ve bu yeni eserine el-Müctebâ adını verdi. Kütüb-i Sitte içinde Nesâî denince, işte bu Müctebâ kasdedilir. Sünenler içinde en az zayıf hadis ve cerhedilmiş ravisi olan mücteba, Sahihayn'dan sonra üçüncü kitap olarak kabul edilir. Nesâî, hadisler arasındaki çok küçük rivayet farklarını dahi göstermiş ve rical tenkidinde büyük bir hassasiyet göstermiştir. 51 kitap ve yaklaşık 2400 babtan oluşan Müctebâ, türkçeye çevrilmiştir.

 

6-İbn Mâce'nin Sunen Ebu Abdullah Muhammed b. Yezıd el-Kazvînî'nin (H: 209-273) Sünen'i, 37 kitap, 1515 bab ve 4341 hadis ihtiva eder. Bu hadislerin büyük bir çoğunluğu, diğer beş kitapta (usûli hamse) mevcuttur veya sahih ve hasen durumundadır. ibn Mâce'deki hadislerin 613 ünün isnadı zayıf, 99 unun isnadı ise, yok hükmünde veya münker ya da yalanlanmıştır. Bilhassa, şahıs, kabile ve şehirlerin faziletleriyle ilgili hadislerin çoğunun uydurma olduğu söylenmiştir. Ancak, VI. asırdan sonra Kütüb-i Sitte'nin altıncı kitabı olarak kabul edilen İbn Mâce, tertibi, tekrardan uzak ve kısa olusu ile oldukça değerlidir. Muhammed Fuad Abdülbâkı tahkikiyle yapılan baskı, pek çok ilmî kolaylıklar sağlamış, eserdeki zayıf yönlere işaret edilmiştir. Bu baskı esas alınarak Sünen, şerhi de yapılmak suretiyle türkçeye çevrilmiştir.

 

Kur'an ve Sünnet

Her hadis sözdür. Fakat her söz hadis değildir.

Söz söylemek sanattır. Fakat hadis söylemek ibadettir.

Tulu kelam sui edeptir. Fakat tulu hadis sevaptır.

Konuşmak gümüştür. Sukut etmek altındır. Fakat hadis söylemek cevahirdir.

 

Resûlullah (a.s): "Kim ümmetime, sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben kıyamet günü onun imânına şâhid ve şefaatçi olurum"[7]

Sünneti anlamak için Peygamberi tanımak, Peygamberi tanımak için KUR’AN-I KERİM’e bakmak, bunun için de KUR’AN-I KERİM’in dilini bilmek şarttır.

KUR’AN-I KERİM’de, Peygamberin değerini ve yerini Allah tayin etmiştir. Hz.Muhammed (a.s)’ın Peygamberliğini Allah seçmiştir. Yüce Allah'ın verdiği bir kararı inkar etmek küfür, ihmal etmek ise cürümdür.

 

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونى يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَحيمٌ

 

 

“(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir"[8]

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اَطيعُوا اللّهَ وَاَطيعُوا الرَّسُولَ وَلَا تُبْطِلُوا اَعْمَالَكُمْ

 

"Ey İman edenler! Allah ve resulüne itaat edin ki, amelleriniz boşa gitmesini." [9]

 

Yüce Allah'a olan sevginin ifası, Hz.Muhammed (a.s)’e saygı ile mümkündür.

Yüce Allah (cc)'ın katında, KUR’AN-I KERİM’de değeri olan bir Peygambere hayatında yer ve değer vermeyen birilerin durumu biraz durup düşünmek lazım.

Sünnetsiz KUR’AN-I KERİM’i anlamaya çalışanların niyetlerini biraz durup düşünmek lazım.

KUR’AN-I KERİM’in muhafazası Allah'a aittir. Sünnetin muhafazası ve tespiti ise alimlere aittir.

KUR’AN-I KERİM ilahidir. Sünnet ise nebevidir.

KUR’AN-I KERİM sünnetsiz anlaşılmaz. Sünnet ise KUR’AN’sız olamaz.

KUR’AN-I KERİM İlahi menşelidir. Sünnet ise Peygamber menşelidir. Hz. Peygamber, Yüce Allah'ın emirlerinin nasıl yapılması ve ne şekilde anlaşılması gerektiğini sağlardı.

Hz.Peygamber, bir beşerdi. Fakat vahyin kontrolü altındaydı. Hz.Peygamber, KUR’AN-I KERİM’in dışında söz ve hareket etmezdi. Çünkü o, KUR’AN-I KERİM’in canlı ve yaşayan örneğiydi.

Hz.Peygamberin ahlakı, Kur'an ahlakıydı. Bunun için ona yürüyen iki ayaklı Kur'an diyorlardı.

Hz.Peygamberin her şahsi tavrı Nebevi idi. Fakat her şahsi tavrı uyulacak sünnet değildir.

Sünnet: Yol, yöntem ve tavırdır. Her sünnet yoldur. Fakat her yol sünnet değildir. Hz. Peygamberin şahsi ve evrensel olmak üzere iki türlü hali vardı. Şahsi olanı kendisini ve yöresini bağlar, evrensel olanı ise kıyamete kadar Müslümanları bağlayıcıdır. Hz. Peygamberin şahsi ve yöresel olan yönü adettir. KUR’AN’ın anlaşılması, yaşanılması ile ilgili yönü ise ibadettir.

Her sünnet ibadettir, her sünnetin terki ise bid'attır. Her sünnet bir bid'atı giderir, her bidat ise bir sünneti yok eder ki, bu da günahtır. Her sünnet bireysel ve toplumsal bir adettir. Fakat her bireysel, toplumsal adet sünnet değildir. Adetler, Kur'an ve sünnete zıt ise merduttur, Kur'an ve sünnete zıt değil ise mubahtır.

Her sünnet hadistir, ama her hadis sünnet değildir. Çünkü söylenip de daha yaşanmamış, yaşanıp da sözle ifadesi yetersiz olan birçok sünnetler vardır.

Her hadis kelamdır, ama her kelam hadis değildir. Sözün kendisi değil, Onu söyleyen önemlidir. Bunun için her sözden ibret alınabilinir.

Hadissiz sünnet, sünnetsiz Kur'an, KUR’AN’ sız din, dinsiz iman, imansız İlah olamaz.

Her sünnetsiz ibadet eksik, her ibadetin eksikliği ise adetlerin ibadetleşmesidir. İbadetleşen her adet, bidatlerin çıkmasıdır.

Her bid’atın dinin içten yara almasıdır. Dini yara almış olanların dünyası rezillik, ahiretleri ise rüsvalıktır.

***

 

Sonuç olarak: İslama Hizmetleriyle nam bulmuş bizden önceki geçmişleri hayırla yad ediyor, geride kalan ve İslama hizmeti şiar edinen bütün ehli hizmet olanların hizmetlerinden başarılar diler, bu acizane çalışmayı yayına hazırlamada emeği geçen bütün dostlarıma teşekkür ediyorum.

 

Unutmamalıyız ki, sebep ve sonuçları tayin ve takdir eden yüce Allah (cc)'dır. Gayret bizden takdir yüce Allah'tandır.

 

Hatalarım için yüce Allah'tan affımı siz değerli okuyuclardan da hakkınızı helal etmenizi diliyor, eleştirilerinizi bekler ve bir dahaki İslam hazinesinin kalesindeki habbede buluşmak dileğiyle.

 

Bu acizane hizmeti, hain akraba ve dostlarının ihanetine maruz kalan ve çatlayarak ölen rahmetli babama ve çocuklarını okutmak için ayakkabısını satan anneme ithaf ediyorum.

 

Muhammed Salih

Adıyaman\Besni Ocak 2005

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

NİYET

 

Birinci Ayet

 

 

لَايَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرينَ اَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنينَ وَمَنْ يَفْعَلْ ذلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّهِ فى شَىْءٍ اِلَّا اَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقيةً وَيُحَذِّرُكُمُ اللّهُ نَفْسَهُ وَاِلَى اللّهِ الْمَصيرُ

 

"Müminler müminleri bırakıp da, kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, ona Allah'tan hiçbir şey (=yardım) yoktur. Eğer ki, onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız. Allah size, asıl kendinden korkmanızı emrediyor. Nihayet gidiş de ancak onadır." [10]

 

 

Ayetin Nüzûlü[11] ve Açıklaması

"Mü'minler mü'minleri bırakıb da kâfirleri evliya' ittihaz etmesin." [12] Mü'minler, iman hasletini küfür hasletine karıştıracak ve müminlere şimdi veya gelecekte zararı dokunacak, İslam'ın faydasına aykırı olabilecek bir şekilde kâfirlerle sırdaş olmasın, sevgisini, buğzunu hep Allah için yapsın.

-Bu hadisin sebebi nüzulünde dört rivayet nakletmişlerdir.    

1-Yehudîlerden Haccac ibni Amir, Kehmes ibni Abdülhakık, Kays ibni Zeyd, Ensardan bazılarına gizlice gelirler, kafalarına kötü şey sokup dinlerini bozmak istiyorlardı. Rifaa ibni Münzir ve Abdurrahman ibni Cübeyr ve Said ibni Hayseme radıyallahu anhüm, bu müslümanlara o Yehudîlerden sakınmalarını tavsıye ettiler, dinlemediler. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.     

2- Müslimanlardan Hatıb ibni ebi beltea gibi bazı kişiler Mekke kâfirlerine gizlice görüşüyorlardı, Allah Tealâ bunu yasak etti.     

3-Münafıkların reisi Abdullah ibni Übeyy ve taifesi Yehudîlerle ve müşriklerle dost olup, onlara bilgi veriyorlar, Resulullah (a.s) aleyhine dedikodu ediyorlardı, mü'minler bundan men edildiler.[13]

 

Bu ayetteki; "meğer ki onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız"[14] hükmünün tefsîrini İbn Abbas şöyle yapar. "Bu, kalbi iman ile dopdolu olduğu halde, diliyle küfür kelimesini söyleyip, işkence ve ölümden kurtulmuş olmasıdır. Böyle yapan kimse hem hayatını kurtarır, hem de o anda günahı kaldırıldığı için, sorumlu olmaz."[15]

 

İbn Kesîr, bu konudaki ruhsatı şöyle açıklar: "Bazı yer ve zamanlarda inkârcıların şerrinden korkanlar, niyyet ve kalblerinden değil de, dış görünüş bakımından kendilerini koruyacak şekilde davranabilirler." [16]

 

Ayette anlatılmak istenen aşağıdaki hadisin beyanı üzere müminin niyeti amelinden daha efdaldir. Çünkü yapılan işin ibadete tekabulü ancak niyetle olur. Kimin ne niyet taşıdığını da ancak Allah bilir.

Burada mumine düşen ibadetten ziyade niyetini halis tutmasıdır.

 

 

 

Birinci Hadis

 

إنَّمَا اْلاَ عْمَالُ بِالنِّيَّاتِ وَإنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى،

 

-Resûlullah (aleyissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır."[17]

 

 

Hadisin Vürûdu[18] ve Açıklaması

1-Vürudu: Hz. Ömer (r.a) anlatıyor: [19] Resûlullah (aleyissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse kimin hicreti Allah'a ve Resûlüne ise, onun hicreti Allah ve Resûlünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikâhlanacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir."[20]

 

Bu hadisin vürud sebebiyle ilgili olarak, bazı kaynaklarda şu açıklamaya rastlanır: Resulullah'ın Medine'ye hicret etmesi üzerine Müslümanlar Mekke'yi terkederler. Resûlullah'ın emrine uyarak hicret edenlerden biri de Ümmü Kays adında bir kadındır. Bununla evlenmek düşüncesinde olan bir erkek, kadının: "Hicret etmezsen seninle evlenmem" demesi üzerine, onunla evlenmek için hicret eder ve Medine'de evlenirler. Herkes Allah ve Resulü'nün rızası için hicret ederken, sırf Ümmü Kays'la evlenmek için hicret eden bu şahısın niyeti herkesçe bilindiği için adama Ümmü Kays'ın muhâciri manasında "Muhâciru Ümmü Kays" lakabı takılmıştır.

 

Gerçi rivâyette sarîh olarak "Resûlullah bu hâdise üzerine niyet hadisini îrad buyurmuştur" denmez ise de, geçen ibare, zihinlerde bir irtibata sebep olmuştur.[21]

 

Bu girişten sonra niyetin önemini ve İslam dindeki yerini açıklamaya çalışalım.

 

2-Niyet: Azim, kasıt, kesin irade; kalbin bir şeyi bilmesi; kalbin bir şeye karar verip, o işin niçin yapıldığını bilmesi anlamında bir fıkıh terimi. Çoğulu "niyyât"dır.

 

Niyet-İbadet İlişkisi:

Hanefilere ve bir rivayette İmam Mâlik'e göre abdest ve gusülde niyet farz değil sünnettir. Delil; abdest ayetinde; "Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklerinizle birlikte ellerinizi yıkayın. Başınıza meshedin. Her iki topuğunuzla birlikte ayaklarınızı da (yıkayın)"[22] buyurularak abdestin dört farzı belirlenmiş, niyetten söz edilmemiştir. Hadislerde de niyetten söz edilmemiştir. Diğer yandan necâsetten taharet ve setr-i avret gibi namazın diğer şartlarında da, niyetin şart olmayışına kıyas yapılmıştır.

 

İmam Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve başka görüşünde İmam Mâlik'e göre ise abdestte niyet farzdır. Delil; "Ameller niyetlere göredir" hadisi ile namaz ve teyemmümde niyetin farz oluşuna kıyastır. Ayrıca ibadette ihlâsın gerçekleşmesi ve abdestin namaz için emredilmiş olması onların dayandığı delillerdendir.[23]

 

Teyemmüm abdestinde niyet farzdır. Abdestin yerini alan yeni bir temizlik türü olduğu için niyetsiz olarak geçerli olmaz. İmam Züfer'e göre, teyemmümde niyet farz değildir.[24]

 

Namaz konusunda niyet namazın şartlarından olup, Allah rızası için ihlâsla namaz kılmayı dilemek ve hangi namazın kılınacağını bilmekten ibarettir. İbâdetin âdetten ayrılması ve ihlâsın gerçekleşmesi için niyet bir farzdır. Bu da ibadeti yalnız Allah'a tahsis etmeyi gerektirir. Ayette şöyle buyurulur:

 

وَمَا اُمِرُوا اِلَّا لِيَعْبُدُوا اللّهَ مُخْلِصينَ لَهُ الدّينَ حُنَفَاءَ وَيُقيمُوا الصَّلوةَ وَيُؤْتُوا الزَّكوةَ وَذلِكَ دينُ الْقَيِّمَةِ

 

"Oysa onlar, yalnız dini kendisine tahsis ederek... Allah'a ibadet etmekle emrolundular."[25]

 

“Ameller niyetlere göredir" hadisi de başka bir delildir. Niyet kalbe ait olmakla birlikte dil ile de söylenmesi daha uygundur. Bu müstehaptır. Çünkü burada dil kalbe yardımcı olur. "Niyet ettim bu günkü öğle namazının farzını kılmaya" demek gibi. Farz namazın veya vitir, tilâvet secdesi, adak ve bayram namazları gibi vacib bir namazın niyetinde bu namaz cinsinin belirtilmesi gerekir. Nitekim kaza namazlarında da hem vaktin hem de "ilk veya son kazaya kalan" şeklinde günün belirlenmesi gerekir.

 

Meselâ; "Bugünkü Cuma namazının farzına veya kurban bayramı namazına niyet ettim" demek gibi. Genel olarak "farz namaza" diye niyet etmek yeterli değildir. Nâfile namazlarda; "Niyet ettim şu vaktin ilk veya son sünnetini kılmaya" diye niyet edilir. Bununla birlikte nafilelerde mutlak niyet de yeterlidir. Müekked veya gayri müekked sünnet olduğunu veya rekat sayısını tayin etmek gerekmez. Yalnız teravih namazı için, "Teravih namazını veya vaktin sünnetini kılmaya niyet ettim" denilmesi ihtiyata daha uygundur. Diğer yandan namazlarda niyet ile tekbir arasına, namaza aykırı bir fasıla girmeksizin, niyetin namaza bitişik olması gerekir. Bu fasıla namazda yapılması uygun olmayan yeme, içme, konuşma gibi işlerdir. Fakat arada abdest almak, ön safa namaz için yürümek gibi namaza ait bir fasıla olursa bunun zararı bulunmaz.[26]

 

Oruç ister farz, ister kaza veya nafile olsun bütün çeşitlerinde niyet şarttır. İbâdeti âdetten ayırmak için namazda olduğu gibi oruçta da niyet gerekir. Oruç zimmette borç olan bir oruç ise buna geceden niyet edilmesi ve belirlenmesi gerekir. Ramazan orucunun kazası, bozulan nafile orucun kazası ve keffâret oruçları gibi. Bu çeşit oruçlara niyetin geceleyin veya en geç ikinci fecrin başlangıcında yapılması şarttır. Çünkü bu oruçlar için İslâm'ın belirlediği bir gün yoktur. Bu yüzden bunu oruç yükümlüsünün niyetiyle belirlemesi gerekir.

 

Diğer yandan akşamdan böyle bir oruca karar verilmiş veya bunun için sahura kalkılmış olması da niyet yerine geçer. Bazı oruçlara ise geceden niyetlenmek şart değildir. Ramazan orucu, zamanı belli adak orucu, bütün nâfile oruçlar bu niteliktedir. Bu gibi oruçlara akşam güneşin batışından, ertesi gün, gündüzün yarısından öncesine kadar niyet edilebilir. Fakat güneşin batmasından önce veya tam istivâ zamanında yahut öğleden sonra akşama kadar hiçbir oruca niyet edilemez. Bu konuda mukîm ile yolcu veya hasta ile sağlam kimse arasında bir fark yoktur.[27]

 

Hz. Peygamber (a.s) bir gün Hz. Âişe'ye şöyle buyurmuştur: "Yanınızda öğle yemeği var mıdır?" Hz. Âişe; "Hayır" diye cevap verince, Allah Elçisi: "O halde ben oruç tutuyorum" buyurdu.[28]

 

Mâlikîlere göre her çeşit oruca, geçerli olması için güneşin batması ile fecrin doğuşu arasında niyetlenmiş olmak şarttır. Şâfiîler'e göre ise yalnız nafile oruçlara zevalden önceye kadar niyet edilebilir. Diğer oruçlara ise geceden niyet etmek şarttır.[29]

 

Niyetin hac ibadetine etkisi haccın çeşidini belirlemede görülür. İfrad, Temettu' veya Kıran haccı yapacak kimse mikatta ihrama girerken buna uygun olarak niyet eder. İhrama girerken mücerred hac için niyet edilmişse, umre yapılmaksızın yalnız hac ibadetini ifa etmekle yetinilir. İhramda kalış Akabe cemresini yapıncaya kadar devam eder. Akabe cemresinden sonra isterse nafile olarak kurban keser, sonra traş olur ve ihramdan çıkar. Temettü haccı ise; hac aylarında, önce umre niyetiyle ihrama girip umreden sonra ihramdan çıkılması, sonra yeniden hac için ihrama girilmesi suretiyle yapılan hac türüdür. Aynı hac mevsimi içinde umre yaptıktan sonra ihramdan çıkmadan yapılan hacca da "Kıran haccı" denir. Temettu ve Kıran haccı yapanlara şükür kurbanı kesmek vacib olur.[30]

 

Kurban ibadetinde de niyetin önemi büyüktür. Çünkü bayram günü sırf fakirlere dağıtmak amacıyla bazı hayvanlar kesilip dağıtılsa, kurban niyeti olmadıkça sadece sadaka ecri alınabilir. "Besmele" kasten terkedilerek hayvanın kesilmesi halinde, etini yemek veya fakirlere yedirmek haramdır. Kurbanda, Yüce Allah'a ulaşan et veya deriler değil; niyet, ihlâs ve takvâdır. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:

 

لَنْ يَنَالَ اللّهَ لُحُومُهَا وَلَا دِمَاؤُهَا وَلكِنْ يَنَالُهُ التَّقْوى مِنْكُمْ

 

"Onların ne etleri, ne kanları hiç bir zaman Allah'a ulaşmaz. Fakat sizden O'na yalnız takva ulaşır."[31] Kurban'da niyetin şart olması, onu âdet gereği hayvan kesmekten ayırmak içindir. Bu konuda delil yine Ameller niyetlere göredir" hadisidir.[32]

 

İtikâf yapacak olan kimsenin buna niyet etmesi gerekir. Niyetsiz yapılacak bir itikaf geçerli olmaz. Adanan bir itikâfta, ayrıca bunun dil ile de ifade edilmesi gerekir.[33]

 

Zekâtta da, diğer ibadetlerde olduğu gibi niyet şarttır. "Ameller niyetlere göredir" hadisi burada da delildir. Nafile sadakadan zekâtı ayıran, niyettir. Zekatı yoksula verirken veya bu amaçla ayırırken zekât olduğuna kalben niyet edilmesi yeterlidir. Dil ile söyleme şart değildir. Bir kimse bir malı yoksula niyetsiz olarak verse, sonradan zekâta niyetlense, eğer bu mal henüz yoksulun elinde mevcutsa niyet geçerli olur. Zekâtta vekilin değil, mal sahibinin niyeti geçerlidir. Mal sahibinin, malını yoksula verirken "bunu niçin veriyorsun?" gibi bir soruya düşünmeksizin "zekât olarak veriyorum" diyebilecek bir halde bulunması niyet yerine geçer. Zekâta niyet etmeksizin malının tamamını tasadduk eden kimseden zekât borcu düşer.[34]

 

Niyet, cenaze namazının şartıdır: Bu niyette ölünün erkek veya kadın, küçük erkek veya kız çocuğu olduğu belirtilir. İmam olan kimse, Allah Teâlâ'nın rızası için hazır olan cenaze namazını kılmaya ve o cenaze için dua etmeye niyet ederek namaza başlar. Ayrıca imamlığa niyet etmesi gerekmez. Cemaatten her biri de Allah rızası için o cenaze namazını kılmaya ve onun için duaya ve imama uymaya niyet eder. Ölü erkek ise: "Şu hazır erkek cenaze için", "Şu hazır kadın cenaze için" diye niyet edilir. Çocuklar için de bu şekilde niyet edilir. Cemaatten biri sağırlığı veya sonradan yetişmesi gibi başka bir sebepten ötürü cenazenin erkek mi kadın mı olduğunu anlayamasa; "Üzerine imamın namaz kılacağı ölüye, imam ile birlikte namaz kılmaya ve dua etmeye" diye niyet eder.[35]

 

Niyetin Muâmelâta Etkisi:

Nikâh akdinin rükün ve şartları bulunup, "evlenmek", "zevce olarak kabul etmek", "nikâhlamak" gibi açık anlam ifade eden sözcüklerle yapılması halinde niyet önemini kaybeder. Hattâ bu konuda şaka iddiası bile dikkate alınmaz. Çünkü Allah elçisi:

"Üç şey vardır ki, ciddisi de ciddi şakası da ciddidir. Nikâh, talâk ve ric'î talakla boşanılan kadına yeniden dönmek."[36]

 

Ancak Hanefi ve Mâlikîlere göre, temlik ifade eden hibe, atiyye, sadaka, ödül gibi terimlerle akdedilecek bir nikâh; "tarafların o anda nikâhlanma niyetinin bulunması ve şahitlerin de konuyu evlilik olarak anlamaları şartıyla" sahih olarak meydana gelir.

 

"Kendimi sana hibe ettim", "sadaka olarak verdim", "ödül olarak kabul ettim" gibi. Çünkü evlilik akdi diğer akitlerde olduğu gibi tarafların karşılıklı rızasına dayanır, onların rıza ve iradelerine delâlet eden her lâfızla meydana gelir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de "hibe" lafzı nikâh için kullanılmış.[37] Hz. Peygamber (a.s) de "temlik" sözcüğünü kullanarak iki sahabeyi evlendirmiştir.[38] Burada evlenme niyeti ve merasimin bu amaçla düzenlenmiş olması, onu diğer akitlerden ayırmaktadır.[39]

 

Boşanma konusunda, eşin boşamaya delâlet eden açık sözlerle boşanması hâlinde niyete bakılmaksızın boşama meydana gelir. "Seni bir talakla boşadım"; "Seni bir bain talakla boşadım" demek gibi... Bu açık sözlerin şaka niyetiyle söylenmesi de sonucu değiştirmez.[40] Ancak boşama "kinayeli sözcük"le olmuşsa niyetin bulunması gerekir. Kinâyeli sözcük, boşama anlamında da başka anlamda da kullanılabilen sözcüklerdir. ık git", "İddet bekle", "Üçten dokuza şart olsun" gibi. Diğer yandan Hanefi ve Hanbelîlere göre kinâyeli sözcükle boşamada; öfke hali, boşama işini müzakere hali veya rıza hali söz konusu olursa niyete bakılmaksızın hâkimin boşamaya hükmetme imkânı vardır.

 

Meselâ; şiddetli geçimsizlik ve münakaşa sırasında eşine; "iddet bekle”, "rahmini temizle" gibi sözlerin kullanılması kazâen boşama sayılır. Niyet edip etmemesi sonucu değiştirmez. Bu durumda koca "talaka niyet etmedim" derse, diyâneten tasdik olunur, yani vicdanı ile başbaşa bırakılır. Yine eşler boşanma işini müzakere ederken, kadının boşanma istemesi üzerine, kocanın ona, "iddet bekle" demesi halin delâletinden boşama anlamına gelir ve kazâen boşama meydana gelir. Boşama işi müzakere edilmediği ve öfke hali de bulunmadığı bir sırada koca hem boşamaya hem de başka anlama gelebilen bir sözle boşaması hafinde niyet olmaksızın talak meydana gelmez.

 

Koca; "Ben bu sözümle boşamayı kasdetmedim" derse yeminiyle tasdik edilir. Şafii ve Mâlikî'lere göre ise bütün kinâî lafızlarla boşamada niyet şarttır. Burada müzakere veya öfke hafi gibi "lafzın kullanıldığı sırada karı-kocanın özel durumu karinesi"ne itibar edilmez. Koca, "talak kasdetmediğini" söylerse yeminiyle tasdik olunur. Ancak yeminden kaçınırsa boşamaya hükmedilir.[41]

 

Alış-verişlerde niyet icap ve kabul iradesinin açıklanmasıyla ortaya konur. İcâp ve kabulde söze değil anlama itibar edilir. Temlik veya temellûk ifade eden sözcüğün taraflarca hangi anlamda kullanıldığı araştırılır ve ona göre sonuca varılır.

 

Meselâ; bir kimse diğerine "bunu sana yüz bin lira karşılığında hibe ettim" dese, alıcı da kabul edince "hibe" değil, "satış" meydana gelir. Ancak, önce sözcük ve anlamı birlikte alınır, sözcükle anlam uyuşmazsa anlamı esas alınır. Hz. Peygamber, "Ameller niyetlere göredir" buyurmuştur.

 

Mecelledeki; "Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir."[42]

"Ukûd'da itibar makâsıd ve meânîyedir, elfâz ve mebâniye değildir"[43] kaideleri bu prensibin kanun metni halini almış ifadeleridir.

 

Kişinin zor karşısında niyetinden farklı irade beyanında bulunması halinde Hanefilere göre satım akdinde ihtiyarın olup, rızanın bulunmaması, akdi fasit kılar. Eksik kalan bu rıza ikrah kalktıktan sonra tamamlanırsa, akit sıhhat kazanır. İmam Züfer'e (ö. 158/775) göre ise böyle bir satım akdi, zorlananın korkutma kalktıktan sonra vereceği icâzete bağlı olarak sahihtir. Yani "mevkûf satım akdi" sayılır.[44]

 

Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise, ikrah halinde hür iradeler teşekkül etmediği için akit geçersizdir. Çünkü Allah elçisi: "Ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeyin hükmü kaldırılmıştır."[45]

 

Bazan alış-verişte irade ve beyan arasındaki uyumsuzluk tarafların rızası ile bilerek meydana getirilir. Buna "muvazaalı akit" denir. Böyle bir akit, üçüncü kişileri yanıltmak için yapılır. Başkasına kefil olan kimse, icra memurlarından kurtulmak için, otomobilini bir arkadaşına "âriyet" olarak bırakıp, resmî yolla "satış akdi" yapmış olsa; Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî'ye göre, dışa karşııkça yapılan satım akdi geçerli olur. Çünkü temyiz gücü bulunan ehliyetli kişinin yapacağı akit, sahihe hamledilir. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise, gerçek irade ve niyetlerine uygun olan gizli "hibe sözleşmesi" geçerli kabul edilir.[46]

 

İslâm Ceza Hukukunda Niyetin Yeri

Ceza hukukunda suça verilecek ceza veya suçun niteliğini belirlemede kasıt ve niyet, önemli unsurlardır. Câninin suçu işlemeyi kastederek silâh, bıçak, kasatura gibi öldürücü alet kullanması hâlinde suç kasden-amden işlenmiş olur. Yine suçun kasıt olmakla birlikte her zaman öldürücü olmayan baston, sopa ve vurma gibi bir yolla işlenmesi halinde şibh-i amd yoluyla işlenmiş sayılır. Kasıt olmaksızın ava atış yapıp, yanlışlıkla bir insanın ölümüne sebep olmada ise "hata yoluyla" suç işleme söz konusu olur. Burada âkileye diyet, suçu işleyene de keffâret cezası uygulanır.[47]

 

Bir suçun zorlanarak işlenmesi halinde suç işleme kastının bulunmaması sebebiyle, bazı durumlarda ceza zorlayana uygulanır. Meselâ; zorla ırzına geçilen kadına zina cezası uygulanmaz. Yanlışlıkla başkasının malını telef eden bunu tazminle yükümlüdür Hata ile yaralamalarda kısas değil tazminat cezası uygulanır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve yapmaya zorlandıkları şeyin hükmünü kaldırmıştır."[48]

 "Üç kişiden kalem kaldırılmıştır, erginlik çağına kadar çocuktan, iyileşinceye kadar akıl hastasından ve uyanıncaya kadar uyuyandan."[49]

 

4- İnsanın elde ettikleri, üç şeyledir:

a) Kalp

b) Dil

c) Uzuv

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

İMAN ve ŞİRK

 

İkinci Ayet

 

اِنَّ اللّهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا بَعيدًا

 

"Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır. " [50]

 

 

Ayetin Nüzulü ve Açıklaması

  (اِنَّ اللّهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ)  "Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar."[51] Tu'me b. Übeyrik hırsızlık edip de Resulullah (a.s)'ın, elinin kesilmesine hükmedince Mekkeye kaçarak İslam'dan döndü. Bunun üzerine yukarıdaki ayet nazil oldu. Bunabinaen şirk hem hakka bir iftira ve büyük günah, hem de bir uzak dalalettir. Ve her iki surette de büyük zulümdür.[52]

 

"Allah kendisine ortak koşma suçunu kesinlikle bağışlamaz. Bunun dışındaki suçları dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüş olur."[53]

 

Bu cüzde daha önce geçen benzeri ayetin açıklamasında söylediğimiz gibi Allah'a ortak koşma; Arap cahiliyesinde ve diğer eski cahiliyelerde görülen; açıkça Allah'la beraber başka ilahlar edinmek şeklinde gerçekleşebildiği gibi, yüce Allah'ı ilahlığın özelliklerinde birlememek ve bu özellikleri bazı insanlara tanımak şeklinde de gerçekleşebilir. Kur'an-ı Kerim'in "Hahamlarını ve papazların Allah'tan başka rabler edindiler"[54] dediği yahudi ve hıristiyanların şirki bu tür bir şirktir. Onlar, hahamlarına ve papazlarına Allah'la birlikte ibadet emiyorlardı. Sadece Allah'ın dışında onlara kanun koyma hakkını tanıyorlar, kendilerine haramlar ve helaller belirliyorlardı. İlahlığın başta gelen özelliklerinden birini onlara vermişlerdi. Böylece şirk sıfatını hakketmişlerdi. Bu yüzden onlar hakkında, emredildikleri tevhide muhalefet ettiler denmişti. "Oysa bir tek ilaha kulluk etmekten başka bir şeyle emr olunmamışlardı."[55]

 

Allah diledikçe, tüm diğer günahlar için bağışlanma kapısının açık olmasına rağmen, -kişi bu inanç üzere ölürse- şirk suçu için bağışlanma söz konusu değildir. Şirk suçunun bu denli büyütülmesinin, bağışlanma dairesinden çıkarılmasının nedeni; Allah'a ortak koşanın, bütünüyle iyilik ve doğruluğun sınırlarından çıkması, fıtratının hiç bir zaman düzeltilmeyecek şekilde bozulmuş olmasıdır:

 

"Kim Allah'a ortak koşarsa gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüş olur."

 

Şayet fıtratta bozulmamış bir tek ip kalmış olsaydı, ölümden bir saat önce de olsa onu, Rabbinin birliğini kavramaya zorlardı. Ancak can boğaza dayandığı halde, hâlâ şirkte ısrar ediyorsa, işi bitmiştir ve artık azabı hakketmiş demektir.

 

"Sonra da cehenneme atarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir." [56]

 

 

 

 

Allah'a ortak koşmak, hiç af olunmayacak büyük bir günahtır. Çünkü Allah kendisine ortak koşmasını asla affetmeyeceği bir cürüm olarak yukarıdaki ayette beyan buyurmuştur.

Aşağıdaki hadisi şerif ise yukarıdaki ayeti pekiştirme sadedinde güzel bir açıklama gelmiştir.

Ayet ve hadisin bu noktada paralel arzettiğini müşahade ediyoruz.

Yüce Allah cümlemiz şirkin kötü cürmünden koruyup muhafaza eylesin.

 

 

 

İkinci Hadis

 

مَنْ مَاتَ مِنْ أُمَّتِكَ لَا يُشْرِكُ باللّهِ شيئاً دخلَ الجَنَّةَ.

 

"Ümmetinden kim Allah'a herhangi bir şeyi ortak kılmadan (şirk koşmadan) ölürse cennete girer."[57]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

1-Vürûdu: Buhari, Ebû Zerr-i Gifârî[58] radiya'llâhu anh'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

Ben (bir seferde) Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem ile berâber bulundum. (Avdetde) Resûlullâh onu yâni Uhud dağını  görünce:

- Benim için Uhud'un altın olmasını, ondan (meselâ) bir dînârın üç günden fazla yanımda beklemesini arzu etmem. (O) bir dînârı (da) ben, yalnız borç (ödemek) için hazırla (mak iste) rim, buyurdu. Sonra Resûlullâh (devâmla):  

- (Malca) çok (zengin) ler vardır ki, onlar, (sevabca) çok azdırlar. Meğer ki, onlar mallarını şöyle böyle sarf etmiş olalar. Bu insanlarsa her halde azdır, buyurdu. Sonra Resûlullâh bana:  

- (Ben yanına gelinceye kadar) yerinde dur! buyurup uzak değil (şöyle yakın) gitti. Bu sırada ben bir ses işittim de Resûlullâh'ın yanına gelmek istedim. Sonra Resûlullâh'ın: ben gelinceye kadar yerinde bekle! buyurduğunu hatırladım (da vaz geçtim). Resûlullâh gelince:  

-Yâ Resûla'llâh! O işittiğim (ne idi?); yâhud o işittiğim ses (ne idi?) diye sordum. Resûlullâh:   

-Sen de (böyle bir ses) işittin mi? buyurdu. Ben de:   

-Evet, dedim. Resûlullâh:

-Yanıma Cebrâil Aleyhi's-selâm gelmişti de bana o:   

-Ümmetinden her kim Allâh'a hiç bir şey'i şerîk koşmayarak (tevhîd akîdesiyle), ölürse, Cennet'e dâhil olur, dediğini hikâye buyurdu. Ben:

-(Yâ Resûla'llâh!) şöyle (zinâ gibi), şöyle (hırsızlık gibi) bir günâh işlerse de mi? diye sordum. Resûlullâh:   

- Evet! diye tasdîk buyurdu.[59]

 

Şirk: "Şe-ri-ke" fiilinin masdarı, ortak olma demektir. Dinî anlamda şirk, Allah'a eş ve ortak koşma manasına gelir.

 

Bu fiilin dört harfli "if'âl" babındaki şekli "eşrake"dir ve ortak tanıma, ortak koşma demektir. Bu babın ismi faili olan "müşrik" de, ortak koşandır.[60]

 

Şirk, aynı kökten gelen kelimelerle birlikte, Kur'an'da yüzelliyi aşkın yerde geçmektedir.

 

Kur'an-ı Kerim'i incelediğimiz zaman, şirke düşen insanların nefislerine tabi olarak tevhide karşı çıkmalarının neticesinde bu duruma düştüklerini görüyoruz. Bütün müşrik toplumlarda, genellikle ahlaksızlık, nefis duyguları, zulüm, hırs, azgınlık, taşkınlık ve menfaatperestlik hakimdir. Şirkin temeli, insanların Allah'a tam manasıyle inanmamaları, O'nun emir ve yasaklarına gerektiği gibi uymamaları ve ondan sonra yukarıda arzedilen süfli bir duruma düşmelerine dayanır. Bu husus birçok âyette dile getirilmiştir.[61]

 

Kur'an âyetlerinden başka, çeşitli hadislerde ve ilmî eserlerde de şirk konusuna geniş yer verilmiştir. Allah'ın birliğine ortak kabul etmek şirk olduğu gibi, kudret ve tasarrufunda O'na ortak kabul etmek de şirktir. Şirk'in diğer bir çeşidi de, yalnız Allah'tan beklenmesi gereken sonuçları, Allah'tan başka güç ve kişilerden beklemektir.

 

Şirk'in zıddı tevhiddir. O da, Allah'ın varlığını ve birliğini kabul etmekle beraber, O'nun tasarruflarında tek kudret sahibi olduğunu, hüküm ve irâdesinin her şeyin üstünde bulunduğunu kabul etmektir. İslâm dininde tevhid esastır. Hemen hemen bütün ibâdetlerin ana gayesi çeşitli konularda müslümanların arasında birliği sağlamaktır. Dünyanın her yerindeki müslümanların aynı ezanı okumaları, ibadetlerinde aynı kıbleye dönmeleri, tevhidin birer göstergesidir. Şirk bunun tam zıddıdır. Tevhid'in ana gayesi ve esas hedefi olan Allah'ın birliği hususundaki inancı zedelemek, O'na ortak kabul etmek, büyük şirk kabul edilmiştir.

 

Nitekim şirke düşen insan, bu hareketiyle kendi nefsine zulmetmiş olur.[62] Ve yine şirk göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların, maddenin ve hayatın zorunlu olarak teslim olduğu küllî bir kanuna, yani Allah'ın tek ilah ve Rab olduğu gerçeğine karşı gelinmekle Allah'ın hakkını O'na teslim etmemek bakımından da bir zulümdür. Şirk'e düşen insanın kendi şahsına zulmettiğini destekler mahiyetteki diğer bir âyet şöyledir:

 

حُنَفَاءَ لِلّهِ غَيْرَ مُشْرِكينَ بِه وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّهِ فَكَاَنَّمَا خَرَّ مِنَ السَّمَاءِ فَتَخْطَفُهُ الطَّيْرُ اَوْ تَهْوى بِهِ الرّيحُ فى مَكَانٍ سَحيقٍ

 

"Allah'a ortak koşmadan, halis olarak Allah'ı birleyenler olun. Kim Allah'a ortak koşarsa, o sanki gökten düşş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir."[63]

 

Şirk'e düşen insan o kadar perişan olur ki, Yüce Allah ile bağları kopar; istikametini şaşırır; iyi ile kötüyü ayırd edemez hale gelir ve kendi öz çocuğunu öldürecek kadar şaşkın bir duruma düşer.

 

Yüce Allah'ın şirke bakışını ve şirkin Kur'an'daki tanımını sergileyen diğer bazı âyetleri şöyledir:

 

اِنَّ الَّذينَ كَفَرُوا مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ وَالْمُشْرِكينَ فى نَارِ جَهَنَّمَ خَالِدينَ فيهَا اُولئِكَ هُمْ شَرُّ الْبَرِيَّةِ

 

"Kitâb ehlinden ve (Allah'a) şirk koşanlardan kâfir olanlar, Cehennem ateşindedirler. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar, halkın en şerlileridir."[64]

 

Tevhide aykırı olan, Allah'ın ve Peygamber (s.a.s)'in emirlerine ters düşen şirke, kimden gelirse gelsin, itâat etmemek gerekir. İslâm dini annebabaya son derece itâat etmeyi, onlara saygıda bulunmayı emrettiği halde, şirk olan hususlarda, onların sözünü dinlememeyi ve onlara tabi olmamayı istemektedir. Konu ile ilgili âyet şöyledir:

 

وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ حُسْنًا وَاِنْ جَاهَدَاكَ لِتُشْرِكَ بى مَا لَيْسَ لَكَ بِه عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا اِلَىَّ مَرْجِعُكُمْ فَاُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

 

"Biz insana anne-babasına iyilik etmeyi tavsiye ettik. Eğer onlar seni, (gerçekliği) hakkında hiçbir bilgin olmayan bir şeyi, bana ortak koşmanı için zorlarlarsa, (bu hususta) onlara itâat etme. Dönüşünüz banadır. O zaman size yaptıklarınızı haber veririm."[65]

 

Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed (a.s) de, şirki helâk edici büyük günahların başında saymıştır: Bu hususu belirten bir hadiste şöyle buyurmuştur:

 

Helak edici yedi şeyden sakının:

 

1- Allah'a şirk (ortak) koşmak;

 

2- Sihir (ve büyücülük gibi göz boyayan, aldatıp oyalayan şeyler)le meşgul olmak;

 

3- Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymak;

 

4- Yetim malı yemek;

 

5- Savaş alanından kaçmak;

 

6- Faiz yemek;

 

7- İffetli, namuslu, suçtan beri, mü'mine kadınlara zina isnâd etmek."[66]

 

Şirkin dışındaki günahların affedileceği, imân sahibi olan bir insanın bu gibi günahları işlediği takdirde, cezasını çektikten sonra mutlaka cennete gideceği, ancak şirke giren insanların, tevbe etmeden öldüğü takdirde, affedilmeyeceği Rasûlüllah (a.s) tarafından haber verilmiştir.

 

Bir de küçük şirk diye bir çeşit şirk daha vardır. O da, ibâdetlere riya ve gösterişi karıştırmak, Allah'ın rızasından sapmaktır. Kur'an'da bu hususta şöyle buyurulmuştur:

 

فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَاءَ رَبِّه فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّه اَحَدًا

 

"Kim Rabb'ine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabb'ine ibâdette hiç kimseyi şerik kılmasın (ortak tutmasın)."[67]

 

Bu âyette geçen, ibâdette Allah'a şirk koşmaktan gaye, ibâdette ihlaslı ve samimi olmamak, Allah'ın rızasının dışındaki riya, gösteriş ve benzeri menfaat duygularını taşımak demektir.[68]

 

Ebu Hureyre (r.a) dedi ki, ben Rasûlüllah (a.s)'ı şöyle söylerken işittim:

"Kıyamet günü aleyhine hükm olunacak halkın birincisi şehid edilen bu adam olacaktır. O kimse, (Allah'ın huzuruna) getirilir; Allah ona verdiği nimetlerini bir bir anlatır. O da bunları bilir ve hatırlar. Yüce Allah:

 

-”Bu nimetlerin arasında ne yaptın?" diye sorar. O kişi:

 

-"Senin rızan için savaştım ve nihâyet şehid oldum " diye cevap verir. Yüce Allah:

 

-"Yalan söylüyorsun. Fakat sen, hakkında kahraman denilsin diye savaştın. Bir rivâyete göre, Allah'ın emri üzerine o kişi yüz üstü sürüklenerek Cehennem'e atılır.

 

(İkinci olarak) İlim öğrenmiş, başkalarına da öğretmiş ve Kur'an okumuş biri huzur'u ilâhiye getirilir. Yüce Allah ona da verdiği nimetlerini tek tek anlatır. O da bunları anlar. Allah ona:

 

-"Bu nimetlerin arasında bulunurken, ne yaptın" diye sorar. O şu cevabı verir:

 

-"Senin rızan için Kur'an'ı, ilmi öğrendim ve başkasına öğrettim." Yüce Allah ona da şöyle der:

 

-”Sen yalan söylüyorsun. Fakat sen Kur'an'ı, ilmi riya ve gösteriş için, sana alim, güzel okuyor, densin diye okudun, öğrendin. Nitekim senin için bu övgüler yapıldı." Allah'ın emri üzerine o da sürüklenerek Cehennem ateşine atılır.

 

(Üçüncü olarak) Allah'ın kendisine geniş çapta zenginlik ve çeşitli maldan verdiği biri getirilir. Allah, buna da verdiği nimetleri ayrı ayrı anlatır. O da, bu nimetleri kabul eder, hatırlar. Yüce Allah ona da şunu sorar:

 

-"Bu nimetlerin arasında bulunurken, ne gibi hayırlı işler yaptın ? O da şöyle cevap verir:

 

-"Senin rızan için, sevdiğin her türlü yola para harcadım. Maddi yönden, yardımda bulunmadığım hiç bir şeyi bırakmadım." Yüce Allah ona da aynı şekilde cevap verir:

 

-"Sen yalan söylüyorsun. Aslında sen bunları, sana cömert denilsin diye yaptın. Riya ve gösterişte bulundun. Beklendiğin medih ve övgülere de kavuştun." O da Allah'ın emri üzerine yüzüstü sürüklenerek Cehennem ateşine atılır."[69]

 

Bu hadiste ifâde edildiği gibi, şehid olmak, alim olmak ve hayır yollarına maddi yardımda bulunmak, son derece güzel şeylerdir. Ancak bunlar Allah rızası için değil, riya, gösteriş veya başka herhangi bir menfaat duygusu ile olunca, hiç bir kıymeti ve değeri yoktur.

 

* Şirk: mutlak küfür değil, Allah'a ait olan vasıfları Allah'tan başkasına vermektir. Şirkin, şirket ve ortaklık anlamına gelmesinin sebebi bunun içindir.

 

* Bir kalpte iki mabut olmaz. Aynı zamanda iki sevgide olmaz. Ya Allah sevilecek, ya da Allah'la beraber başka şeyler sevilerek, şirk akidesi taşınacak.

 

* En büyük şirk, insanın Allah'tan başkasına ibadet edip, kendisiyle Allah arasına engeller koymasıdır.

 

* Lokman (as)'ın oğluna nasihatinde:

 

وَاِذْ قَالَ لُقْمنُ لِابْنِه وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَىَّ لَاتُشْرِكْ بِاللّهِ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظيمٌ

 

“Lokman, oğluna öğüt vererek: Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti.”[70] Çünkü şirkte Allah'ın hakkı ve hukuku çiğnenmiş olur, Allah'a ait hakkı başkasına vermektir ki, bu da büyük günahtır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

NİFAK\MÜNAFIK

 

Üçüncü Ayet

 

اِذَا جَاءَكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ اِنَّكَ لَرَسُولُ اللّهِ وَاللّهُ يَعْلَمُ اِنَّكَ لَرَسُولُهُ وَاللّهُ يَشْهَدُ اِنَّ الْمُنَافِقينَ لَكَاذِبُونَ

 

"Münafıklar sana geldiklerinde "şahitlik ederiz ki, sen Allah'ın peygamberisin" derler. Allah ta bilir ki sen elbette, kendisinin peygamberisin. Bununla birlikte Allah münafıkların yalancı olduklarını da bilir."[71]

 

 

Ayetin Nuzûlü ve Açıklaması

Bu sure Hz. Peygamber, Benu Mustalık Gazvesi'nden dönüşte yolda veya döndükten sonra Medine'de nazil olmuştur. Biz, Nur Suresi'nin giriş bölümünde, Beni Mustalık Gazvesi'nin H. 6. yılın Şaban ayında vuku bulduğunu incelemelerimiz sonucunda beyan etmiştik. Dolayısıyla bu surenin nüzul zamanı kesin surette bilinmiş olmaktadır.

 

Hz. Peygamber (a.s) Medine'ye gelmezden önce, Evs ve Hazrec kabileleri, aralarında yaptıkları savaşlar dolayısıyla oldukça yıpranmış ve liderliği altında toplanmak üzere bir şahıs hakkında görüş birliğine varmışlardı. Bu liderin tacı dahi hazırlandı. Bu şahıs Hazrec Kabilesi'nin reisi, Abdullah İbn Übey İbn Selûl'dür. İbn İshak'ın açıklamasına göre, Hazrec Kabilesi'nin ileri gelenleri O'nun liderliğinde ittifak halindeydiler ve ilk kez Evs ve Hazrec kabileleri, bir kimsenin liderliğinde birleşmişlerdi.

"Nifak, kalbte olursa küfür, amelde olursa suçtur."[72]

Münafıklar bir taraftan da maddî kazanç sağlamak için ahlâk dışı davranışlara başvururlar. Nitekim münafıkların başı Abdullah İbn Ubeyy b. Selûl, kazanç sağlamak amacıyla câriyelerini zinaya zorluyordu. Bu maksatla bir nevi genelev de kurmuştu. Zina yoluyla câriyelerinden gelir sağlama çabası üzerine, olayı yasaklayan âyet nazil olmuştur.[73]

 

Münafıklar Peygamber Efendimizin yanına gelip huzurunda O'nun Allah'ın peygamberi olduğuna şahitlik ediyorlardı. Ne var ki bu şahitlik sözden öteye geçmiyordu. Bununla gerçeği ifade etmek amacında değillerdi. Sadece asıl niyetlerini gizlemek, Müslümanlara karşı gerçek kimliklerini saklamak için bu sözü söylüyorlardı. Hz. Peygamberin Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik etmek için geldiklerine ilişkin iddiaları yalandı. Oysa bununla güttükleri asıl amaç Müslümanları aldatmak ve bu sözle gerçek kimliklerini gizlemekti. Bu yüzden yüce Allah, Hz. Peygamberin kendi elçisi olduğuna ilişkin gerçeği vurguladıktan sonra münafıkların şahitliklerinin yalan olduğunu belirtiyor' "Allah da bilir ki sen elbette, kendisinin peygamberisin:' "Bununla birlikte Allah münafıkların alaycı olduklarını da bilir"

 

Ayet, dikkat çekici bir inceliğe ve özenle seçilmiş bir ifade biçimine sahiptir. Çünkü ayet-i kerime münafıkların sözlerini yalanlamadan önce Hz. Peygamberin Allah'ın elçisi olduğu gerçeğini dile getiriyor. Şayet bu vurgulama olmasaydı, ayetin zahiri açısından münafıkların yalanlanlamalarının şahitliklerinin konusu ile yani Hz. Peygamberin Allah'ın elçisi olduğu gerçeği ile ilgili olduğu düşüncesi zihinlerde uyanacaktı. Oysa bu ifade ile güdülen amaç münafıkların şahitlik ettikleri konuyu yalanlamak değildir. Asıl amaç onların sözlerini yalanlamaktır. Çünkü onlar gerçekten Hz. Peygamberin Allah'ın elçisi olduğu gerçeğini onaylamıyorlardı ve içtenlikle şahitlik etmiyorlardı.

 

İtikâdî nifak: Kur'an-ı Kerim'de karakterize edilen, dünyada iken müslüman muamelesi görüp, âhirette inançsızlığı ortaya çıkınca kâfirlerden daha kötü muâmeleye tâbî tutulmasına sebeb olacak olan nifak hali.[74] "Akîdenin hilafına îmanda mürâîliktir."[75]

 

Asr-ı Saadetteki münâfıklara; "Hz. Peygamber'in yanına gelmeden önce sadaka verin de öyle gelin" denildiğinde bunların, menfaatlarına dokunduğu için, kaçtıkları tesbit edilmiştir. Münafıklar bir taraftan da maddî kazanç sağlamak için ahlâk dışı davranışlara başvururlar.[76]

 

Yukarıdaki ayet münafıkların tanımını verirken aşağıdaki hadisi şerif ise münafıkların özelliklerinden bahsetmektedir.

Münafık yani iki yüzlülük her zaman kendisini insanların topluluk halinde bulunduğu devir ve yerde göstermiştir.

Çok çirkin bir alamet olan iki yüzlülük, insanın hem dünyasını hem de ahretini karartır.

Aynı zaman iki yüzlülük sosyal dayanışmanın ve yardımlaşmanın en tehlikeli yıkım gücüdür.

Yine aynı şekilde insanın kalbindeki imanın en büyük düşmanı ikiyüzlülüktür. Zaten ayet ve hadis bize ikiyüzlülüğün barındığı kalpte imanın olmayacağını beyan buyurmaktadır.

Yüce Allah cümlemizi ikiyüzlülükten koruyup muhafaza etsin.

 

 

 

Üçüncü Hadis

 

ايَةُ الْمُنَافِقِ ثَلاَثٌ  اِذَا حَدَّثَ كَذَبَ وَ اِذَا خَاصَمَ فَجَرَ وَ اِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ 

 

"Münafıkın âlameti üçtür. Söz söylediği zaman yalan söyler, husumet ettiği zaman edebsizlik eder. Bir şey emanet edildiği zaman da hıyanet eder."[77]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

1-Vürûdu: Buhari, Ebu Hureyre (r.a)'dan, farklı bir lafızla Müslim, İman bahsinde; Hz.Peygamber (a.s) münafıkların alametleri hakkında sorulduğunda?; Efendimiz (a.s): "Sarih bir şekilde bizzat işaret ederek şu alametler münafıkların alametleridir" diye yukarıdaki hadisi beyan buyurmuş.[78]

 

Bir diğer rivayette:

İbnu Amr İbni'l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Dört haslet vardır; kimde bu hasletler bulunursa o kimse halis münafıktır. Kimde de bunlardan biri bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendinde nifaktan bir haslet var demektir: Emanet edilince hıyanet eder, konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, husumet edince haddi aşar."[79]

 

Nifak, bâtının zâhire muhalefetidir. Eğer bu, imanî itikadda olursa buna nifaku'lküfr denir, eğer inanç esaslarına müteallik olmazsa buna nifaku'l-amel denir, buna bizzat yapmak da girer, terk de girer. Nifakın pek çok mertebeleri, dereceleri vardır. Esasen Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada nifaka giren bütün vasıfları saymış değildir. Başlıcalarına dikkat çekmiştir.

 

Kur'an-ı Kerim insanları mü'min, kâfir, münâfık olmak üzere üç grupta toplar[80] ve insanların en kötüsü ve iki yüzlü olanı şeklinde tarif edilen münafıkların şu özelliklerinden sözeder:

 

İslâm toplumu içinde fesatçıdırlar: "Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiğinde; "biz ıslah edicileriz" derler."[81] "Müslümanların inandıkları gibi inanın, diye örnek verilince; "biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?" diye itiraz ederler. İnananlarla yanyana gelince de; "sizinle beraberiz" derler. Fakat reisleri ve şeytanlarıyla başbaşa kalınca; "biz onları aldattık" diye alay ederler."[82]

 

İman ile küfür arasında bocalayan münafıklar, bazan Allah'ı hatırlar gibi davranırlar. Fakat, Allah'a oyun etmeye çalışırlar ve gösterişte bulunurlar. Namaza da üşene üşene kalkarlar[83] İnsanları Allah yolundan döndürmek için yalan yere yemin ederler.[84]

 

Münafıkların kalbi verimsiz toprak gibidir,[85] menfaatlerine göre şekil alırlar, dönektirler.[86] Asr-ı Saadetteki münâfıklara; "Hz. Peygamber'in yanına gelmeden önce sadaka verin de öyle gelin" denildiğinde bunların, menfaatlarına dokunduğu için, kaçtıkları tesbit edilmiştir.[87] Münafıklar bir taraftan da maddî kazanç sağlamak için ahlâk dışı davranışlara başvururlar. Nitekim, münafıkların başı Abdullah İbn Ubeyy b. Selûl, kazanç sağlamak amacıyla câriyelerini zinaya zorluyordu. Bu maksatla bir nevi genelev de kurmuştu. Zina yoluyla câriyelerinden gelir sağlama çabası üzerine, olayı yasaklayan âyet nazil olmuştur.[88]

 

Münafıklar Allah'ı unutup cimrilik yaparak ellerini yumarlar,[89] bir belâya uğrayıp sıkışınca hemen fitneye düşerler,[90] felâketin dönüp kendilerine çarpmasından korktuklarını, kendi aralarında fısıldaşırlar;[91] olayların akışı münafıkların lehine gibi ise, itaatla koşa koşa Peygamber'in yanına gelirler;[92] bunlar zâhiren îman edip kalpleriyle kâfir olanlardır.[93]

 

"Allah'a, Peygamber'e inandık, itaat ettik" diyen münafıklar;[94] diğer taraftan Hz. Peygamber'e isyanı, düşmanlığı fısıldaşırlar.[95] Onlar aynen şeytanlara benzerler;[96] tabiatları gereği Allah'a ve Peygamber'e muhalefet üzeredirler;[97] fakat kalblerindeki gizlediklerini ortaya çıkaran âyetlerin inmesinden de çok korkarlar.[98]

 

Allah'a kötü zanda bulunan erkek ve kadın münafıklar,[99] biribirlerinin tamamlayıcı parçası olup, insanları kötülüğe çağırır, iyilikten vazgeçirmeye çalışırlar. Onlar ebedî Cehennemliktirler.[100] Kötü sözlerin müslümanlar arasında yayılmasını isterler;[101] kötülük yapınca sevinirler; yapmadıkları şeylerle övünmekten hoşlanırlar;[102] Kur'an-ı Kerim âyetleriyle alay ederler;[103] İslâm toplumu içinde yalan-yanlış uydurma haber yayarlar;[104] cihada çıkacaklarını yemin ile ifade ettikleri halde iş fiiliyata dökülünce kaçarlar;[105] düşman korkusundan ölüm baygınlığına düşer;[106] böyle bir ortamda kaçacak delik ararlar.[107] Mü'minler zafer kazanınca, başarıya ortak olmak, ganîmetten faydalanmak için; "sizinle beraber değil miydik?" derler. Kâfirler gâlip gelince; "size mü'minlerden gelecek ziyanı biz önlemedik mi?" derler.[108] Savaşta çok şehid düşen olursa; "Allah lutfetti de iyi ki savaşta bulunmadım" diyen münafıklar, eğer ganîmet bölüşülecekse, "ah keşke ben de şu ganîmete erseydim" derler.[109]

 

Kur'an-ı Kerim'de özelliklerini tanıtıp haber verdiği münafıklar için Yüce Allah, peygamberini şöyle uyarmaktadır: "O münafıkların dış görünüşlerine aldanma. Onların liderlerini gördüğün zaman, yakışıklıdır, gövdeleri hoşuna gider. Konuşurlarsa güzel konuşurlar, dinlersin. İşte onlar sıra sıra dizili kereste gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar."[110] Hak söz tanımayan, âhirette topluca kâfirlerle bir araya gelecek olan,[111] münafıklara istiğfar etsen de etmesen de birdir. Çünkü Allah bu fâsıkları affetmeyecektir.[112]

 

Münafıkların İslâm toplumu içinde bulunmalarından dolayı elde ettikleri menfaatların, âhiret hayatında da devamını isteyeceklerini, fakat bunun mümkün olmayacağını Kur'an-ı Kerim şöyle haber verir: "Âhirette münafık erkek ve kadınlar îman etmiş olanlara; "bizi bekleyin, nûrunuzdan bir parça ışık alalım" diyecekler. O gün onlara; alayla "dönün arkanızda bir nur arayın" denilecek de, neticede îman edenlerle aralarında bir duvar olduğunu görecekler. O zaman münâfıklar, mü'minlere şöyle seslenirler: "Biz sizinle beraber değil miydik? ". "Evet", diyecekler; fakat kendinizi siz kendiniz yaktınız, kuruntunuz sizi aldattı."[113] Böylece münafıklar ve kâfirler Cehennemde bir araya gelmiş olacaklardır.[114]

 

Medine döneminde, Yahudilerle dostluk kuran münafıklarla mü'minlerin dost olmamaları hatırlatılmakta[115] ve Hz. Peygamber'e; asıl düşmanın münafıklar olduğu, onlarla savaş yapması, hattâ sert davranması vahiy yoluyla bildirilmektedir. Hz. Peygamber'in de münafıklara karşı gayet ihtiyatlı, temkinli bir siyaset uyguladığı, gayr-i müslimlere yapılan muameleye tâbi tutmadığı; bilakis onları İslâm toplumu içerisinden ayırmayıp, üzerlerinde kurduğu kuvvetti bir otorite ile tesirsiz hale getirdiği müşahede edilmektedir.

 

Amelî Nifak: Bazı tutum ve davranışlarıyla itikadî nifaka kısmî bir benzeyiş içinde bulunmakla beraber, inançlarında açık bir nifakın söz konusu olmadığı müslüman kişilerin durumu. Hadislerde geçen münafık türü amelî (ahlâkî) yönden olan nifakı vurgulamaktadır. Meselâ: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vadettiğinde vaadinden döner, kendisine birşey emanet edildiğinde emanete hıyanet eder"[116] hadisi benzerî hadisler îtikâdî nifaka yaklaşılmaması için alınan tedbirler ve tenbihler mahiyetindeki emirlerdir. Zîra, amelî nifak çoğalınca ileride müslümanın îtikâdî nifaka yaklaşma tehlikesi doğabilir.

 

Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: "Nifak Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde vardı. Şimdi ise, imandan sonra küfür vardır."[117]

 

Burada Huzeyfe İbnu'l-Yeman (radıyallahu anh) ne demek istemiştir? Bunun izahında farklı yorumlar ileri sürülmüştür.

 

* Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde münafıklar, dilleriyle inanıyorlar, kalpleriyle inanmıyorlardı. Fakat Aleyhissalâtu vesselâm'dan sonra gelenler İslam içinde ve İslam fıtratı üzere doğdular. Öyleyse onlardan kim küfre düşerse mürteddir. Bu sebepledir ki, münafıkların tabi olduğu ahkâmla, mürtedlerin tabi olduğu ahkam farklı olmuştur."

 

* Huzeyfe (radıyallahu anh)'nın, nifaka düşmeyi nefyetmediği açık, her halukârda o, önceki münafıklarla sonraki münafıkların hükümlerinin aynı olmadığını söylemektedir. Çünkü nifak, küfrü gizleyip iman izhar etmektir. Bunun her asırda olması mümkündür. Hüküm farklılık kazanmıştır. Çünkü Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), onlarla iyi geçiniyor, onların İslam diye izhar ettiklerini onlardan kabul ediyordu, hatta onlardan İslam'a muhaliflik ihtimali zuhur etse bile. Amma Aleyhissalâtu vesselâm'dan sonra, İslam'a muhalif bir şey izhar eden kimse, izhar ettiği bu şeyden dolayı derhal muaheze edilir, kendileriyle iyi geçinmeye ihtiyaç kalmadığı için iyi geçinme hatırına bu hatalar gözardı edilip terkedilemez."

 

* Hz. Huzeyfe'nin maksadı, İmama itaati terketmenin cahiliye işi olduğunu söylemektir. İslam'da ise cahiliye yoktur veya cemaate tefrika sokmak Cenab-ı Hakk'ın  وََ تَفَرََّقُوا "Tefrikaya düşmeyin..." emrine aykırıdır. Bütün bunlar artık gizlikapaklı değildir. Öyleyse bu, imandan sonra küfür gibidir."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

MÜ'MİN VE MÜSLİM

 

Dördüncü Ayet

 

قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ

 

"Muhakkak ki, mü'minler felâha ermişlerdir."[118]

 

 

Ayetin Nüzülü ve Açıklaması

Tirmizî, Nesaî ve daha bir çoklarının rivayet ettikleri şekliyle Ömer İbn Hattab radıyallahü anh demiştir ki: Resulüllah sallallahü aleyhi vesellem Hazretlerine vahiy nâzil olduğu zaman biz yanında arı vızıltısı gibi bir şey işidirdik, bir gün üzerine vahiy nâzil oldu, bir saat bekledik, derken açıldı ve hemen kıbleye dönüp ellerini kaldırdı, duâ etti sonra da: "Bana on âyet indirildi bunları yerine getiren cennete girecektir" dedi.

« قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ »"Muhakkak ki, mü'minler felâha ermişlerdir..." [119] diye başlayan on âyet okudu buyurdu.[120]

 

İslâm çok geniş bir kavramdır ve kısaca "İhlâs, itiat ve teslimiyet" demektir. Teslimiyet ise üç türlü olur: Ya kalben olur ki; bu kat'î inanç demektir. Veya dil ile olur ki; bu da ikrardır. Ya da organlarla olur. Bunlar da ibadetlerdir. Bu üç şeklin en üstünü kalb ile olanıdır. İşte İslâm'ın üç şeklinden biri olan kalbin teslimiyet ve bağlılığına iman denilir. Matüridîler bu anlayıştan hareketle, imanla İslâm'ı bir telakki etmişlerdir.[121]

 

İslâm inançlarıısından da iman ile İslâm bir kabul edilmiştir. Zira İslâm, şer'î hükümleri kabul etmek manâsında boyun eğmektir. Bu da tasdikin hakikatıdır. Aynı şekilde İslâm'ın bir zâhirî, bir de bâtınî yönü vardır. Bâtınî yönden inkıyad ve boyun eğmek tasdikın kendisidir. Zâhirî yönden boyun eğmekse ikrar etmektir. Şu halde bir kimse hakkında "mü'mindir, fakat müslüman değildir"; yahut "müslümandır, fakat mü'min değildir" şeklinde bir hüküm doğru olmaz. Çünkü insanlar Hz. Peygamber zamanında üç fırka üzerinde toplanmaktaydı: "Mü'min, münafık, kâfir. Bunlar arasında bir dördüncüsü yoktur."[122]

 

Müminlerin kurtuluşunu anlatan bu ayeti kerime ve akabinde gelen surenin ilk on ayetleri aşağıdaki hadisi şerif ile ne kadar paralellik arz ettiğini sizde okuduğunuzda farkına varacaksınız.

 Mesele kurtuluşa sebep olacak olan özellikleri üzerimizde taşıyabilmemizdir.

Yüce Allah cümlemize aşağıdaki hadisi şerifin özellikleriyle ve yukarıdaki sadedinde olduğumuz ayeti keriminin muştusuna mazhar etsin inşallah..

 

 

 

Dördüncü Hadis

 

 

المُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيدِهِ،

 

"Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmedikleri kimsedir."[123]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

1-Vürûdu: "Câmiu'l Kebir"de, Ebu Zerr el-Gifari (r.a) Hz. Peygamber (a.s)'a "Müslüman kimdir?" diye sorduğunda; Hz. Peygamber (a.s): "Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmedikleri kimsedir" diye buyurmuş.

Peki en faziletli hicret hangisidir?

Hz.Peygamber (a.s): "Muhâcir de Allah'ın yasakladığı şeyi terkedendir."[124]

 

وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الْاِسْلَامِ دينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِى الْاخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرينَ

 

"Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, o kimseden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek"[125] ayeti "Muhammed'in getirdiğin dinden başka bir din arayandan, aradığı din kabul edilmeyecektir" şeklinde açıklanır. "Muhammed'in dinine İslâm ismi verilir, Dînu'l-İslâm (=İslâm dini) denilir" ifadesiyle İslâm dininden maksadın, Hz. Muhammed (a.s)'ın tebliği ettiği din olduğu anlaşılır.[126]

 

Kâdî İyâz ise bu hadisi kasdederek; "Şeriat ilimlerinin tamamı bu hadise bağlıdır ve bundan şube şube olmuş yayılmıştır", demektir.[127]

 

Bize Ubeydullâh b. Mûsâ şöyle dedi: Bize Hanzalatu'bnu Ebî Süfyân, İkrime b. Halid'den, o da İbn Ömer'den haber verdi. İbn Ömer (r.a) şöyle demiştir: Resulullah şöyle buyurdu: "İslâm, beş şey üzerinde kurulmuştur: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allâh'ın Resulu olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek hacc etmek, ramazan orucunu tutmak."[128]

 

Şer'î bir tarif olarak, İslâm'ın beş rükün üzerine bina edildiğini belirtmektedir. Hadis şârihleri, bu hadisi izah ederken madem binanın direkleri ve sütunları var, öyleyse temeli, duvar ve çatısı olmalıdır derler. Temeli iman esasları rükünleri yukarıda zikredilen beş husus, duvar ve çatıyı yani koruyucu unsurları ise müeyyidât ve yaşama nizâmları olmaktadır.

 

Sonuç olarak müslüman; özü, sözü ve işleriyle en doğru hareket eden, haksızlık yapmayan, daima her işin iyi yanını görmeye ve almaya çalışan, dünyada her davranışının yazıcı melekler tarafından tespit edildiğine inanan kimsedir.

 

* Kamil müslüman, diline ve eline sahip olan kimsedir. Diline ve ellerine sahip olmayan kişi kamil manada müslüman olamaz.

 

* Müslüman’ın diliyle başkasının hak ve hukukuna zarar getirecek sözlerden sakınması ve başkalarının şahsi, kişisel problemlerine karışmamaya dikkat etmesi gerekir.

 

* Müslüman kimsenin, elleriyle tutacağı nesnelere dikkat etmesi gerekiyor. Zira ellerin tutup boğaza aktardığı yemek ve içecek gibi şeylerin helalinden olması lazım. Eğer kızgınlık esnasında eller başkalarına zarar verme, dövme vs. gibi şeylerle meşgul ettirilirse işte o zaman haksızlık olur.

 

* Müslüman kişinin, diliyle nasihat edip, elleriyle de başkalarına yardım etmesi gerekiyor. "Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır", "Veren el, alan elden daha üstündür" prensipleri temel özellikleri olmalıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

İMAN, İSLAM, İHLAS ve İHSAN…

 

Beşinci Ayet

 

وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلًا مِمَّنْ دَعَا اِلَى اللّهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ اِنَّنى مِنَ الْمُسْلِمينَ

 

"(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben Müslümanlardanım" diyenden kimin sözü daha güzeldir?" [129]

 

 

Ayetin Nüzûlü ve Açıklaması

Allah'a davet Peygamberlerin ve onların varisi olan ermişlerin meslekidir. "(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben Müslümanlardanım" diyenden kimin sözü daha güzeldir?" [130] buyurulduğu üzere bu âyet de başta Peygamber olmak üzere onun izinde giden ve basiret ile Allah'a davet eden erenlerin hepsine şamildir. Bunun içindir ki, İbni Abbas'tan bir rivayette, bunun Resulullah hakkında, bir rivayette de ashabı hakkında nâzil olduğu nakledilmiş, Hz. Aişe'den de müezzinler hakkında nâzil olduğu rivayet olunmuştur.[131]

 

Ayet, mü'minlere cesaret verildikten ve cennet müjdelendikten sonra İslâm üzerinde sebat göstermeleri için teşvik ve tavsiyede de bulunulmuştur.

 

Onlara bir önceki ayette, İslâm'ı kabul ettikten sonra sebat göstermenin başlı başına salih bir amel olduğu ve bu yüzden meleklerin dostluğuna ve cennete hak kazandıkları bildirilmişti. Burada ise, bundan daha üst bir derece olduğu buyuruluyor. O derece, salih amel işleyen bir kimsenin, başkalarına tebliğ yapması, şiddetli tehlikeler karşısında bile, müslüman olduğunu açıklamaktan çekinmemesi ve musibetlerin gelip gelmediğine bakmadan, İslâm üzerine sebat göstermesidir.

 

Bu ilahi tavsiyeyi yeterince kavrayabilmek için, ayetin nazil olduğu zamanı gözönüne getirmek gerekir. O dönemlerde bir şahıs müslüman olduğunu ilan ettiğinde, adeta kendisini her an parçalayabilecek vahşi hayvanlarla dolu bir ormanda gibi hissediyordu. Hele bu şahıs daha da ileri giderek İslâm'ı tebliğ etmeye kalkıştığı takdirde "Gelin vahşiliğinizi ispat edin" dercesine bu hayvanlara davetiye çıkarmış olurdu. İşte böyle bir durum muvacehesinde, "Bir kimsenin bu şartlar altında İslâm'ı kabul etmesinin ve sebat göstermesinin salih amel olduğu" buyuruldu. Ayrıca bir şahıs, müslüman olduğunu ilan ettikten sonra, başkalarını da İslâm'a çağırır, Allah'a tevekkül ve ibadet eder ve başkaları, yaşadığı hayat hakkında birşey söylemesin, dolayısıyla da İslâm'a bir leke gelmesin diye amellerine titizlikle önem verirse, bu, o müslümanın vardığı en üst derecedir. [132]

 

İslam güzeldir, onu öğrenen, öğreten ve davet eden kimseler de; simaları belki güzel olmayabilir ama hareketleri ve sözlerinin mutlaka güzel olması gerekiyor. Tıpkı sadedinde olduğumuz ayet ile aşağıdaki Cibril hadisinin güzel sorması ve anlamlı şeyler sorması, dini bir davet ve yebliğde kulanılacak metodu bize öğretmektedir.

Yüce Allah cümlemize içimizi ve dışımızı, hareketlerimizi ve sözlerimizi güzeleştirmeyi nasip etsin…

 

 

 

Beşinci Hadis

 

وعن عبدُاللّهِ ابْنِ عُمرَ: لو أنّ ‘حدِهم مثلَ أحُدٍ ذهباً فأنفقَهُ ما قَبلَ اللّهُ منه حتى يُؤمِنَ بالْقَدَرِ.ثُمّ قال: حَدَّثَنِى أبى عُمَرُ بنُ الخطابِ  رضى اللّه عنه قال: بَيْنَمَا نَحْنُ جُلوسٌ عِنْدَ رسُولِ اللّهِ  إذْ طَلَعَ عَلينَا رجلٌ شَديدُ بيَاضِ الثِيابِ شَديدُ سوادِ الشّعرِ  يُرَى عليهِ أثرُ السفرِ، وَ يعرفُهُ مِنَّا أحَدٌ حتى جلَسَ إلى النبىِّ  فأسندَ ركبَتَيْهِ إلى رُكْبَتَيْهِ، ووَضَعَ كَفّيْهِ عَلى فَخِذَيْهِ. وَقالَ: يامحمّدُ أخْبِرْنِى عنِ اسْمِ. فقال: ا“سْمُ أنْ تَشْهَدَ أن َ إلَهَ إّ اللّهُ، وأنّ محمّداً عَبْدُهُ ورسُولهُ، وتقِيمَ الصّةَ، وتُؤتِى الزّكَاةَ، وَتَصُومَ رَمَضَانَ، وَتَحُجَّ البَيْتَ إنِ اسْتَطَعْتَ إليهِ سَبِيً. قال: صَدقتَ. فَعَجِبْنَا لَه يَسأَلهُ ويُصَدِّقُهُ. قال: فأخْبِرْنِى عنِ ايمَانِ. قال: أنْ تُؤْمِنَ بِاللّهِ وَمََئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلهِ وَاليَوْمِ اخِرِ، وَتُؤمنَ بالْقَدَرِ خيْرِهِ وَشَرِّه. قال: صدقتَ. قال: فأخْبِرْنِى عَنِ ا“حْسانِ. قال: أنْ تَعْبُدَ اللّهَ كَأنّكَ تَراَهُ، فإن لمْ تَكُنْ تَراهُ فإنّهُ يَراكَ. قال: فَأخْبِرْنِى عنِ السّاعةِ. قال: ما الْمَسْؤُلُ عَنْهَا بأعْلَمَ منَ السائلِ. قال: فأخْبِرْنِى عَن أمَاراتِهَا؟ قال: أن تَلِدَ ا‘مّةُ رَبّتهَا، وأنْ تَرَى الحُفَاةَ العُراةَ العالَةَ »وليسَ عندَ مسلم العالَةََ« رعاء الشّاءِ يتطاوَلُونَ في البنيَانِ. قال: ثم انطلقَ فَلَبِثْتُ ملِيّاً. هذا لفظ مسلمٍ، وعندهم: فَلَبِثْتُ ثثاً ثم قال: يا عُمَرُ أتَدْرِى مَنِ السّائلُ؟ قُلتُ: اللّهُ ورَسُولُهُ أعْلمُ. قال: فَإنّّهُ جِبْريلُ عليهِ السّمِ أتاكمْ يُعَلِّمُكُمْ دِينكُمْ؛ أخرجه الخمسة إّ البخارى. وزاد أبو داودََ في أخرى بعد صوم رمضان: واغتسالَ من الجنابةِ.ولهُ في أخرى: وَسألهُ رجلٌ من مُزينَةَ أوجُهينةَ فقال: يارسُولَ اللّهِ فيمَ نَعْمَلُ، في شئ خَ وَمَضَى، أو في شئ يُسْتَأنَفُ ان؟ قال: في شئ خََ وَمَضى، فقال الرجلُ، أو بعضُ القومِ: ففيمَ العمَلُ؟ قال: إنّ أهلَ الْجَنّةِ يُيَسَّرُونَ لِعَمَلِ أهلِ الْجَنّةِ، وإنّ أهلَ النّارِ يُيَسَّرُونَ لِعَمَلِ أهلِ النّارِ.وأخرجَ البخارى رحمه اللّهُ تعالى نحْوَهُ عن أبى هريرة، وهى روايةٌ لهُمْ إّ الترمذى رحمه اللّه تعالى، وفيه: أن تعبدَ اللّهَ  تُشْرِكُ بِهِ شيئاً: مكانَ أن تشْهَدَ.وفيه: فإذا كَانَ الحُفاةُ العُراةُ رؤسَ الناسِ.وزادَ في خمس  يعْلمها إّ اللّهُ تعالى وَتََ إنّ اللّهَ عِنْدَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ اية.وفي أخرى بعد العُراة: الصمّ البُكْمَ ملوكَ ا‘رْضِ.وَعند النسائى رحمه اللّهُ تعالى قال:  والَّذِى بعَثَ محمّداً بِالْحَقِّ هادياً وبشيراً مَا كُنْتُ بأعْلمَ بهِِ من  رجلٍ مِنْكُمْ، وإنّه لجبريلُ عليه السّمُ نزل في صورةِ دِحيةَ الكلبِىِّ.وَمَعْنى »يَتَقفَّرونَ« يتتبعون، وقوله »أُنُفٌ« بضم الهمزة والنون: أى مُحْدَثٌ لم يسبق علم اللّه تعالى به. وكذَبَ أعداء اللّه تعالى، بل علمُ اللّه تعالى سابقٌ للمعلوماتِ كلِّها.

 

Abdullah bin Ömer  (r.a)'dan: Şöyle demiştir: Babam Ömer İbnu'l-Hattâb (r.a) bana şunu anlattı: "Bir gün Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem açıkta oturuyordu. (yanına) biri gelip: "Îmân nedir?" diye sordu.[133]

"Îmân; Allâha, Meleklerine, Allâh'a mülâkî olmağa (yâni Rü'yetu'llâh'a), Peygamberlerine inanmak, kezâlik (öldükten sonra) dirilmeğe inanmaktır." cevâbını verdi. "Ya İslâm nedir?" dedi.

"İslâm; Allâh'a ibâdet edip (hiçbir şeyi) O'na şerîk ittihâz etmemek, namazı ikâme ve farz edilmiş zekâtı edâ etmek, Ramazanda da oruç tutmaktır." buyurdu. (Ondan sonra) "Ya ihsân nedir?" diye sordu.

"Allâh'a sanki görüyormuş gibi ibâdet etmendir. Eğer sen, Allâh'ı görmüyorsan şüphesiz O, seni görür." buyurdu. "Kıyâmet ne zaman?" dedi. (Bunun üzerine) buyurdu ki: "Bu meselede sorulan, sorandan daha âlim değildir. (Şu kadar var ki, Kıyâmetten evvel zuhûr edecek) alâmetlerini sana haber vereyim: Ne zaman (satılmış) câriye, sâhibini (yâni efendisini) doğurur, kim oldukları belirsiz deve çobanları (yüksek) binâ kurmakta birbiriyle yarışa çıkarlarsa (Kıyâmetten evvelki alâmetler görünmüş olur. Kıyâmetin vakti) Allâh'tan başka kimsenin bilmediği beş şeyden biridir." Ondan sonra Nebiyy-i Muhterem salla'llâhu aleyhi ve selem:

 

"Kıyamet saatini bilmek ancak Allah'a mahsustur. Yağmuru O indirir. Rahimlerde bulunanı o bilir. Kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Ve hiç kimse nerede öleceğini bilmez..."

 

Âyet-i Kerîme'sini tilâvet buyurdu. Sonra (gelen adam) arkasını döndü (gitti). Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem "Onu çevirin." diye emrettiyse de izini bulamadılar. Bunun üzerine buyurdu ki işte bu, Cibrîl (a.s)’dır. Halka dinlerini öğretmek için geldi.

Diğer kitaplarda "Ben üç gece sonra Hz. Peygamber (a.s)'la karşılaştım" şeklindedir- Hz. Peygamber (a.s) Ey Ömer, sual soran bu zatın kim olduğunu biliyor musun? dedi. Ben: "Allah ve Resûlü daha iyi bilir" deyince şu açıklamayı yaptı: "Bu Cebrail aleyhisselâmdı. Size dininizi öğretmeye geldi."

Ebu Dâvud, bir başka rivayette "Ramazan orucu"ndan sonra "cünüplükten yıkanmak" maddesini de ilâve eder.

Yine Ebu Dâvud'un bir başka rivayetinde şu ziyâde vardır: "Müzeyne veya Cüheyne kabilesinden bir adam sordu: "Ey Allah'ın Resûlü, hangi işi yapıyoruz, olup bitmiş (levh-i mahfuza kaydı geçmiş) bir işi mi, yoksa (henüz levh-i mahfuza geçmemiş) şu anda yeni başlanacak olan bir işi mi?" Resûlullah (a.s): "Olup biten bir işi" dedi.

Adamcağız -veya cemaatten biri- yine sordu: Öyleyse niye çalışılsın ki? Hz. Peygamber (a.s) şu açıklamada bulundu: "Cennet ehli olanlara cennetliklerin ameli müyesser kılınır, ateş ehli olanlara da cehennemliklerin ameli müyesser kılınır."

Benzer bir hadisi, Buhârî (rahimehullah) Ebu Hüreyre (r.a)'den kaydeder.

Bu hadise Tirmizî hâriç diğerlerinde de rastlanır. Mevzubahis rivayette, "şehâdette bulunman" yerine "Allah'a ibadet edip hiçbir şeyi ortak koşmaman" ifadesi de yer alır. Bu hadiste ayrıca "Yalın ayak, üstü çıplak kimseler halkın reisleri olduğu zaman" ziyadesi de mevcuttur.

Şu ziyade de mevcuttur: (Kıyametin ne zaman kopacağı), Allah'tan başka hiç kimse tarafından bilinmeyen beş gayıptan (mugayyebât-ı hamse) biridir buyurdu ve şu ayeti okudu:

 

"Kıyamet saatini bilmek ancak Allah'a mahsustur. Yağmuru O indirir. Rahimlerde bulunanı o bilir. Kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Ve hiç kimse nerede öleceğini bilmez..."[134]

 

Bir başka rivayette "üstü çıplaklar" tâbirinden sonra "sağır ve dilsizler arzın melikleri (kralları) oldukları zaman" ziyadesi vardır.

Nesâî'nin Sünen'inde şu ziyade mevcuttur: "Dedi ki: Hayır, Muhammed'i hakikatle birlikte irşat ve hidayet edici olarak gönderen zâta yemin olsun, ben o hususta (kıyametin ne zaman kopacağı hususunda) sizden birinden daha bilgili değilim. O gelen de Cibril aleyhisselamdı. Dıhyetu'l-Kelbî suretinde inmiştir."

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

1-Vürûdu: İmamı Suyuti, derki: "Bu hadisin sebebi vürûdu kendi içindedir."[135]

 

Şimdi bu girişten sonra İslam-İman nedir açıklamaya çalışalım.

İslâm-İman: Cibrîl hadisi olarak bilinen yukarıdaki hadiste Hz. peygamber (aleyhissalâtu veselâm) dinin kalbe ve inanmaya taalluk eden esaslarını "iman" olarak, amele taalluk eden esaslarını da "İslâm" olarak açıklamasına rağmen başka hadislerde de iman açıklanırken amele giren meselelere yer verildiği görülür. Aynı durum âyetler için de söz konusudur.

 

Nitekim Zührî, "İslâm kelimedir, iman ameldir" diye hükmetmiş, delil olarak da:

 

قَالَتِ الْاَعْرَابُ امَنَّا قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلكِنْ قُولُوا اَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْايمَانُ فى قُلُوبِكُمْ وَاِنْ تُطيعُوا اللّهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ اَعْمَالِكُمْ شَيًْا اِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَحيمٌ

 

“Bedeviler dedi ki: "Biz imân ettik". De ki: "Siz imân etmediniz; velâkin deyiniz ki, biz İslâma girdik. Ve henüz imân sizin kalplerinizin içine girmiş değildir ve eğer Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz sizin amellerinizden hiçbirşeyi sizin için noksan kılmaz. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ gafûrdur, rahîmdir." [136] âyetini göstermiştir.

 

Bazı âlimler İslâm ve imanın aynı şey olduğunu söylemişler, delil olarak da:

 

فَمَا وَجَدْنَا فيهَا غَيْرَ بَيْتٍ مِنَ الْمُسْلِمينَ

 

"Bunun üzerine, suçlu milletin arasında bulunan mü'-minleri çıkardık. Zâten orada Müslümanların kaldığı tek ev vardı" [137] âyetini göstermişlerdir. Mevzuya temas eden, ilk hadis şârihlerinden Hattabî şu açıklamayı yapar: "Doğru olanı, mutlak hükme gitmeyip kayıtlı ve sınırlı konuşmaktır. Müslüman kişi, bâzı ahvâlde mü'mindir, bazı ahvâlde gayr-i mü'mindir. Fakat mü'min kişi, her durumda Müslümandır. Öyle ise her mü'min mutlaka Müslümandır, ama her Müslüman mutlaka mü'min değildir. Meseleye bu pencerden bakınca ayetlerin tevili düzelir, konunun münâkaşası orta bir yol alır. Naslar arasında ihtilaf da ortadan kalkar. İmanın aslı tasdîk, İslâm'ın aslı itaat etmek ve boyun eğmektir. Kişi zâhirde itaat eder de içinden boyun eğmez, bazan da içinden boyun eğdiği hâlde dışta görünmeye bilinir."

 

Keza Hattâbî, Resûlullah (a.s)'ın: "İman yetmiş küsur şubedir" hadisi ile alakalı olarak şunu söyler: "Bu hadise göre, şer'î iman, şubeleri ve yüksek-alçak cüzleri bulunan bir mânaya isimdir. Bu durumda iman ismi, bu cüzlerin hepsi için kullanıldığı gibi, bazıları için de kullanılmaktadır. Hakikat, bütün şubelerin mevcudiyetini gerektirir ve hepsine şâmil olur, tıpkı şerî namaz gibi. Nitekim onun da şubeleri ve cüzleri vardır. Bu cüzlerden bir kısmı için de "namaz" ismi kullanıldığı halde hakikat bütün cüzlerin mevcudiyetini gerektirir ve hepsini içine alır.

 

Bu duruma Hz. Peygamber (a.s)'ın şu sözü delalet eder: "Haya imandan bir şûbedir." Bu hadis, iman noktasında mü'minlerin kimisi üstün, kimisi geri olmak üzere çok farklı mertebelerde bulunduklarını da ifâde etmektedir. İmam Bağavî hazretleri de şunu söyler: "Cebrail'in İman ile İslâm'-dan sorup Hz. Peygamber (a.s)'ın cevap verdiği hadiste, Resûlullah (a.s), "İslâm" kelimesini amelden görünenlere isim yapmıştır. İman kelimesini de itikada giren bâtınî şeylere isim yapmıştır.

 

Böyle bir taksîm amellerin imandan bir kısım olmayışından, kalp ile tasdikin de İslâm'dan olmayışından, ileri gelmez. Aksine bu, hepsi tek birşey olan bir bütün hakkında yapılmış bulunan bir tafsil, bir ayırımdır. Bunların toplamı dîni teşkil eder. Bu sebeptendir ki, Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: "Size Cebrail gelerek dininizi öğretti."

"İman" ve "İslâm" isimleri tasdik ve amel her ikisini de kuşatırlar. Bu hususa da şu ayet delîl olur:

 

اِنَّ الدّينَ عِنْدَ اللّهِ الْاِسْلَامُ

 

"Allah nezdinde mûteber din islâm'-dır." [138]

 

وَرَضيتُ لَكُمُ الْاِسْلَامَ

 

"Size din olarak İslâm'ı uygun gördüm." [139]

 

وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الْاِسْلَامِ دينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ

 

"Kim din olarak İslâm'dan başkasına yönelirse bu ondan kabul edilmeyecektir." [140]

 

2- İhsan: Hadiste "Allah'ı görüyor gibi ibadet etmendir" diye târifi yapılan ihsan, mâneviyatta yüce bir mertebeye alem olmaktadır. İslâm dini, müntesiplerini, bu hedefe ulaşmak için gayret göstermeye teşvik eder. Dinin kemali, sadece farzların ifası ile gerçekleşmiyor. Kul, daha ileri mânevî mertebelerin varlığını bilecek ve onları elde etmek için gayret gösterecektir. Bu hadis, iman ve İslâm'ın ötesinde, tefekkürî bir mertebeye dikkat çekmektedir; İhsan mertebesi...

 

Nefsi, manevî kirlerden tezkiye ve tathir ile ruhu yücelterek ilahî kurbiyeti elde etmeyi kendine gâye edinen İslâm tasavvufunda geniş tahlîl ve izahlara tabi tutulan ihsan için şu kadarını söyleyebiliriz: Kişi bilhassa ruhî ve fikrî idmanlarla, ilahî murâkabe ve müşâhede altında olduğunu idrak etmeyi zihninde her an canlı ve sâbit kalacak bir alışkanlık hâline getirebilir. Mükerrer âyet ve hadisler söz ve fiil olarak her ne yapmakta isek, an be an kayda geçtiğini, hatta zihnimizden geçip fiile dökülmeyen duygu, düşünce ve niyetlerimizin bile yazıldığını, âhirette ömrümüzün her ânından bu yazılanlara göre hesap vereceğimizi beyan ederler.

 

Hiçbir mü'min bu gerçeği inkâr edemez. Ancak hareketlerini her an bu düşüncenin tesiriyle yönlendiren mü'min çok azdır. Öyle ise ihsan mertebesi'ne ulaşmak bu ilâhî murâkabeyi her an hissedecek bir idman ve gayrete bağlıdır.

 

İhsan, kolay görünse de kazanılması oldukça zor bir mertebedir. Ancak zorluğu nispetinde kıymetli ve yücedir. Bunu elde etmek için gösterilecek her gayret, atılacak her adım kişiyi yüceltecek, dünyevî ve uhrevî kazancını artıracaktır. Mü'min kişi, herşeye ümitle bakmakla emrolunmuştur. Hz. Peygamber (a.s)'ın gösterdiği her hedef beşerî gücün hâricinde değildir. Binaen-aleyh ihsan mentebesini kazanmak ümit ve gayreti hepimizin hem hakkı hem de vazifesidir. Cılız ayaklarıyla hac yoluna düşen karıncaya "Senin bacakların küçük, ulaşamazsın" denilince "Belki varamam bu doğru, ama o yolda ölemez miyim?" demiştir. Bu temsil, gücümüzün dışında görsek bile ihsan mertebesine talib olmanın gereğini anlamada yeterlidir. Peygamberimiz (a.s) yüz kişiyi öldürdükten sonra Allah'a tevbe etmek üzere yola çıkan kâtilin daha tevbe mahalline varmadan yarı yolda ölüş hikâyesini tasvir eden ve attığı her adımın boşa gitmeyip, işine yaradığını ifade eden bir üslubla hâdiseyi anlattıktan sonra, hikâyeyi, tevbe azimlisi azılı kâtilin kurtuluşu ve rahmet-i Rahmân'a mazhar oluşuyla noktalar.

 

3-Kıyamet Alâmetleri: Yukarıdaki hadisin anlaşılmasında bir kaç noktanın daha açıklanması gerekmekterdir. Hz. Peygamber (a.s) "Kıyametin ne zaman kopacağı?" gibi normalde herkesi meşgul eden ama pratikte hiçbir faydası olmayan meseleyi kesin bir dille Allah'tan başka hiç kimsenin bilemeyeceğini ifade ettikten sonra alâmetlerine geçiyor:

 

Köle kadınların efendilerini doğurması: Bundan çıkarılan muhtelif mânalardan, İbnu Hacer tarafından tercîh edilen birine göre kıyamete yakın, ukuk artacak yani evlatlar annelerine, efendinin kölesine yaptığı tarzda, kötü muamele yapacaktır. Bir diğer yoruma göre de köle kadınlardan doğan çocuklar en yüksek makamlara çıkarak, komutan, vâli, sultan... olacaklar. İslâm tarihi böylesi büyüklerin örnekleriyle doludur. İbnu Hacer, kıyamete yakın sosyal hayatın iyice bozularak gidişatının tersine döneceğini, cemiyetteki ayak takımının itibarlı makamları ele geçirerek hâkim mevkiye geçeceklerini anlar ve bu mânânın hadisten çıkarılabilecek mânâların en doğrusu olduğunu, zira hadisin devamında beyan edilen, çobanların zenginleşip bina yarışına girmesi vaziyetinin de sosyal hayatın bozulmaya delil olarak bunu teyîd ettiğini söyler.

 

Davar çobanlarının bina yarıştırması: Bu husus da bizzat hadislerle teyid edilen gelecek ile ilgili bir ikazdır, bir mucizedir. Hadisin Kütüb-i Sitte dışında kalan diğer hadis mecmualarında rivayet edilen farklı şekillerinde yer alan başka açıklamaları da dikkate alan âlimler fakir köylülerin zenginleşip, zorla idareyi ele geçireceğini anlar.

"Nebat (=köylü Araplar) ahalisinin kibarlaşıp şehirlerde köşkler edinmelerini dinin yani İslâm'ın getirdiği değerler sisteminin altüst olması demektir" hadis-i şerifini dikkate alan Kurtubî, hadis üzerine şu açıklamayı yapar: "Burada sosyal hayatın değişeceğini haber verilmektedir. Bu bilhassa köylülerin, göçebelerin devlet işlerini istila edip, zorla memlekete hâkim olmalarıyla gerçekleşir. Bunlar, kurdukları hâkimiyet sonucu zenginleşirler ve bütün güçlerini binalar dikmeye ve bununla övünmeye sarf ederler. Bu duruma içinde bulunduğumuz şu zamanda şâhid olduk."

 

* Bu hadisi şerif, dini öğrenmenin gerekliliği ve öğrenirken nasıl davranılacağını, nasıl soru sorulacağının edebini öğretmektedir.

 

* Gerçeği öğrenmek maksadıyla soru sormak, her yiğidin karı değildir.  Çünkü kaliteli bir soru beraberinde on tane cevap getirir.

 

 

 

 


 

 

 

AHKAM\HELAL ve HARAM

 

Altıncı Ayet

 

وَلَا تَقُولُوا لِمَا تَصِفُ اَلْسِنَتُكُمُ الْكَذِبَ هذَا حَلَالٌ وَهذَا حَرَامٌ لِتَفْتَرُوا عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ اِنَّ الَّذينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ لَايُفْلِحُونَ

 

"Lisanlarınızın yalan yere vasıflandırdığı şeyler hakkında "Şu helâldir ve şu haramdır" demeyiniz ki, Allah'a karşı yalan iftirada bulunmuş olursunuz. Şüphe yok ki, Allah'a karşı yalan yere iftirada bulunanlar felâha eremezler."[141]

 

 

 

Ayetin Nüzulü ve Açıklaması

İbni Kesir, ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak; müşrikler cahiliye dönemlerinde uydurmuş oldukları ve kendilerine meşru gördükleri beş kere doğuran ve beşinci dişi olan deveyi putlara adanan ve serbest bırakılan develeri, erekekli dişili olmak üzere ikiz doğuran koyun veya develeri, on nesli dölleyen erekek deveyi bu şekilde haram sayarlardı. Bunun üzerine yüce Allah bu ayeti indirerek; Allah hakkında yalan alışmış olan dilinizi; "şu helal bu haram demeyiniz" ayeti kerimesi naziş oldu. Çünkü böyle söyleyenler Allah'a karşı yalan uydurmuş olurlar. Şer'i bir dayanağı olmayan her bir uydurma felahı mümkün olmayan bir uçurumdur.[142]     

 

Mevdudi, bu ayet hakkında şöyle der:

"Bu ayet açıkça, haram ve helâli belirleme hakkının sadece Allah'a ait olduğunu gösterir. Veya başka bir deyişle, kurallar koyma yetkisi sadece Allah'ındır. Bu nedenle helâl ve haramı belirlemeye yeltenen herkes O'nun haklarına tecavüz etmiş olur. Elbette ilâhî emri nihai otorite olarak kabul eden bir kimse, belirli bir şeyin veya hareketin haram mı yoksa helal mi olduğunu bundan çıkarabilir.

Haramı ve helâli belirleme yetkisini haksız yere üstlenmek iki nedenden ötürü Allah'a karşı yalan uydurmak olur:

1) Böyle bir kimse, Kitab'ı gözönüne almaksızın, kendisinin helâl ve haram dediklerinin Allah tarafından helâl ve haram kılındığını söyler veya:

2) Allah'ın helâli ve haramı belirleme yetkisinden vazgeçtiğini ve insanları hayatlarıyla ilgili hükümler koymada serbest bıraktığını söylemek ister. Tabii ki bu iddiaların her biri Allah'a karşı uydurulmuş bir "yalan" ve bir iftiradır.[143]

 

Geçmişteki insanların dinlerinden sapmalarını yüce Allah (cc) Kur'an-ı Kerim de şöyle beyan buyurur:

 

اِتَّخَذُوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّهِ وَالْمَسيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا اُمِرُوا اِلَّا لِيَعْبُدُوا اِلهًا وَاحِدًا لَا اِلهَ اِلَّا هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ

 

"Onlar, hahamlarını, papazlarını ve Meryemoğlu İsa Mesih'i, Allah'tan başka Rabler edindiler. Halbu ki, onlar, ancak bir olan ve kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'â ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah, onların koştukları ortaklardan münezzehtir."[144]

 

Bu âyet nâzil olduktan sonra, daha önce Hıristiyan olarak Şam'a gitmiş bulunan Adıy b. Hatim et-Tâi Medine'ye geldi ve Hz. Peygamber'e âyeti okuyarak; Hıristiyanların rahip ve hahamlarına ibadet etmediklerini, dolayısıyla burada ne anlatılmak istendiğini sordu. Nebî (a.s.) şöyle buyurdu: "Onlar helalı haram, haramı helal yaptılar. Hıristiyanlar da onlara uydular. İşte bu, onlara ibadet etmeleridir."[145]

 

Sonuç olarak; ahkâmu'ş-şer'iyye: İslâm'ın ortaya koyduğu bütün şer'i hükümler. İslâmî hükümlerin bütününü içine alan hükümler manzumesi olarak kabul edilen şer'î hükümler; itikâdî, amelî ve ahlâkî olmak üzere üç kısma ayrılır: Bunlardan itikâda dair olan hükümler genellikle Allah'ın birliği ve varlığına dayalı olan aklî ve mantıkî hükümlerdir. Akîdeye dair olup ayet ve hadislerle ispat edilen şer'î hükümler ise, ahiret hayatı ve meleklerin varlığı gibi gaybe dayalı hususlardır.

 

Amelî hükümlere gelince genellikle insanın ruhunu, akıl ve nefsini eğiten emirlerdir. Bu türlü emir ve hükümler insanı Cenâb-ı Hakk'a daha iyi bir kul yapma hedefini güderler. Ayrıca insanlar arasındaki sosyal ekonomik, siyasî, mâlî ilişkilerin düzenlenmesinde de etkili bir rol oynayan, yine şer'î hükümlerdir.

 

Ahlâkî hükümler ise; insanın bütün mahlûkât ile olan ilişkilerinde Allah'ın emirlerine itaat ederek, şefkât ve merhamet duygularının gelişmesinde etkili olan emir ve yasaklar manzumesidir. Şer'î hükümler gerek dünya ve gerekse ahiret hayatı ile ilgili olarak çeşitli usûllerle insanı eğiten ve daha mutlu bir toplumun oluşmasını sağlayan ilâhî emirlerdir. Mümin bir insan her ne olursa olsun bunlara uymak zorundadır.

 

Yukarıda da izah edildiği üzere Allah'a karşı iftira iflahı mümkün olmayan bir uçurumdur. Çünkü aşağıda da açıklanacağı üzere Allah ve peygamber üzerine yalan uydurmak affedilemeyecek bir suçtur.

 

Bunun sebebi ise söylenen yalanın dinmiş gibi insanlara aksetmesidir. Geçmişteki Yahudi ve Hiristiyanların sapmasının sebebi işte buradaki inceliği anlamamalarından kaynaklanmıştır. Çünkü onları Allah ve peygamberlerinin söylemediği bir şeyi malederek insanlara takdim ettiler. Buna uyan insanlarda haktan mahrum kaldılar.

 

Helal ve haram hududnun tespitini yapan yüce dinimiz aşağıdaki hadiste de geçeceği üzere artık helal ve haramın sınırı çizilmiştir. Bundan sonrası kendi insiyatifinizi kullanın manasından anlaşılması gerekir.

Yüce Allah bu mazlum ümmeti böyle bir uçumdan koryup muhafaza etsin inşaallah…

 

 

 

Altıncı Hadis

 

 

اَلْحَلاَلُ مَا أحَلَّ اللّهُ في كِتَابِهِ، وَالْحَرَامُ مَا حَرَّمَ اللّهُ في كِتَابِهِ، ومَا سَكَتَ عَنْهُ فَهُوَ عَفْوٌ، فَلاَ تَتَكَلَّفُوا السُّؤَالَ عَنْهُ.

 

Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Helal, Allah Teala hazretlerinin kitabında helal kıldığı şeydir. Haram da Allah Tealanın kitabında haram kıldığı şeydir. Hakkında sükut ettiği şey ise affedilmiştir. Onun hakkında sual külfetine girmeyiniz."[146]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

1-Vürûdu: Buharî, Nu'man İbnu Beşir (radıyallahu anhümâ)'dan naklediyor: Hz.Peygamber (a.s) neyin helal ve neyin haram olduğunu sordular. Bunun üzerine: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Şurası muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helaller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helal olduğu)  şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, ırzını da tebrie etmiş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır, Allah'ın koruluğu da haramlarıdır. Haberiniz olsun, cesette bir et parçası var ki, eğer o sağlıklı olursa cesedin tamamı sağlıklı olur,  eğer o bozulursa, cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası kalptir."[147]

 

2- Hadis, dinimizde eşya hakkında üç hükmün mevcudiyetini haber veriyor:

1) Eğer bir şeyin yapılmasına hükmedilmiş, terkine vaid beyan edilmiş ise bu açık helaldir.

2) Bir şeyin terkine hükmedilmiş yapılmasına da vaid beyan edilmiş ise bu da açık haramdır.

3) Bir şey hakkında bunlardan birine hükmedilmemişse o da şüphelidir. "Helal olan, apaçık bellidir" sözü "açıklanmasına ihtiyaç yoktur, herkes onu aynıyla, vasfıyla, zahir delillerle bilmede müşterektir" demektir. Üçüncü kısım, hakkındaki kapalılık sebebiyle şüphelidir, haram mı, helal mi olduğu bilinemez. Hadis-i şerifin beyanına göre durumu böyle şüpheli olandan kaçınmak gerekmektedir. Çünkü nefsülemirde haram idiyse ondan kaçınmakla ona bulaşmaktan beri olmuş olur". Helal idiyse, (ittika) kasıdla onu terketmiş olmaktadır (ki helalin terki zarar vermez). Zira, eşyada aslolan, haramlık ve mübahlık yönüyle muhtalit olmasıdır. Eşya hakkında "helal"  veya "haram" hükümleri bazan beraberce reddedilir. Bunlardan biri öncelik kazanamazsa, o şey hakkındaki hüküm, üçüncü kısma girer.

 

Hadiste gelen "insanların çoğu bunları bilmez" ibaresi, "şüpheli şeylerin haram mı helal mi olduğunu bazı kimseler bilir" manasını ifade eder. Ancak bunlar sayıca azdır ki müçtehid dediğimiz alimleri kasteder. Öyle ise bunların şüphelilik hali, müçtehid olmayanlaradır. Ancak iki delilden birini tercih edememe durumunda onlara da şüphe arız olur.

 

Hadis, şüpheli şeylerden kaçınanların dinlerini noksanlıktan,  ırzlarını tandan berî kılacaklarını haber vermektedir. Hadis, kazanç ve yaşayışında şüpheli şeylerden kaçınmayan kimsenin kendini birkısım ta'nlara maruz kılacağını haber vermektedir. Böylece, dinî emirlere ve mürüvvetin gereklerine uymak gerektiği ifade edilmiş olmaktadır.

 

Hadis, haramların ve helallerin miktarını, neler olduğunu sadece Kur'an-ı Kerim'in beyanlarına bağlamaktadır. Bu husus Kur'an-ı Kerim'de ya açık bir surette ya da mücmel olarak gelmiştir. Ayette:   وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا

 "Allah'ın Resulü size her ne getirdi ise onu alın, her neden de yasakladı ise onu terkedin"[148] buyrulmuştur. Bu ayette Kur'an'da sarih olarak zikri geçmediği halde Resulullah tarafından beyan edilen haramlar da mücmel olarak ifade edilmektedir. Şevkânî "Neylü'l-Evtar"'da der ki: "Haram ve helali Kur'an'la tahdid eden  bu ve benzeri ibarelerden murad, Kur'an-ı Kerim'in bütün hükümlere şamil olmasını ifadedir. Ancak bu şümûl, her meselede sarih olmaz. Ya bir âmm ifadeyle, ya bir işaretle, ya da galib durumu zikir suretiyle olur. 

 

Nitekim bir hadiste   إذْ اُوتِيتُ الْقُرآنَ وَمِثْلَهُ مَعَهُ "Bana Kur'an ve onun misli kadar da başka şey verildi" buyrulmuştur. Bu hadise göre hakkında sükut edilen şeyler yani Allah'ın, helal veya haram olduğunu beyan etmediği şeyler vardır. Bunları unuttuğu için değil, kullara rahmet olsun diye meskut geçmiştir. Bu sükut edilenlerin "affedilen şeylerden olması" mübahlıklarını ifade eder, yenmesi mübah,  kullanılması da mübahtır. Hadis, eşyada aslolanın ibahe olduğunu da ifade etmektedir. Bu hususu şu ayet de te'yid etmektedir:   هُو الّذِى خَلَقَ لَكُمْ مَا في اَرْضِ جَمِيعاً

  "Allah, arzda olan her şeyi sizin için yaratandır"[149]

 

Ahkâm: Hükümler, yargılar, kanunlar, kararlar.

Ahkâm hüküm kelimesinin çoğulu olup "hükümler" demektir. Hüküm, sözlükte men etmek, önlemek anlamlarına gelir. Hâkimin davayı neticeye bağlamasına hüküm denmesi, taraflar arasındaki düşmanlığı önlediği içindir. Hüküm, bir şeyi diğerine dayandırma, emir ve irade manasında da kullanılmıştır.[150]

 

Terim olarak 'hüküm'ü fıkıh usulü bilginleri şöyle tarif etmişlerdir: "Mükellef (yükümlü) kimselerin işleriyle ilgili Allah ve Resulü'nün hitaplarıdır." Meselâ; Allah'ın "namaz kılınız", "adam öldürmeyiniz" hitapları birer hükümdür.

 

Fâkîhlere göre ise hüküm, bu hitâbın eser ve neticesidir.[151] "Namaz kılınız" hitâbının eser ve neticesi farz, "adam öldürmeyiniz" hitâbının ise haramdır. Buna göre namaz kılmanın hükmü farz, adam öldürmenin hükmü ise haramdır.

 

Fıkıh usulü bilginlerine göre dinî hükümler iki kısma ayrılır:

 

Birincisi teklifi hükümlerdir: Bir işin yapılmasını ya da yapılmamasını gerektiren veya ikisi arasında tercih etmekte serbest bırakan hükümlerdir. Bir işin yapılmasını gerektiren hükümlere farz ve mendup, yapılmamasını gerektirene haram ve mekruh, muhayyer bırakılan hükme de mübah denir.[152]

 

İkincisi ise vaz'î hükümlerdir: Bunlar, ibadet ve muamelelerin sıhhati için gerekli olan şartları gösteren hükümlerdir. Bir fiil işlenirken dinî kurallara uygun olup olmadığı bu tür hükümlerle anlaşılır. Meselâ alışverişin sahîh olmasıyla ilgili hükümler bu kabildendir.

 

İman-amel ve ahlâk açısından hükümlere gelince;

Bu açıdan İslâm'daki hükümler üç kısma ayrılır:

 

1- İtikâdî Hükümler: Allah'ın varlığı, birliği, sıfatları, peygamberler, melekler ve ahiret hayatı gibi inançla ilgili olan hükümlere itikâdî hükümler denir.

 

2- Amelî Hükümler: Bu da üç kısma ayrılır:

 

a- Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerle ilgili hükümler.

 

b- Alışveriş, evlenme-boşanma gibi muamelelerle ilgili hükümler.

 

c- Çeşitli suçlara dünyada verilecek cezalarla ilgili hükümler.

 

3- Ahlâkî esaslarla ilgili hükümler.[153]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

HAYA ve İMAN

 

Yedinci Ayet

 

وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّه جَنَّتَانِ

 

"Rabbinin huzurunda durmaktan utanan kimselere iki cennet vardır."[154]

 

 

Ayetin Nüzûlu ve Açıklaması

İbni Ebi Hatim'in ve Ebü'ş-Şeyh'ın, Atâdan rivayetlerinde Ebu Bekr es-Sıddık radıyallahü anh bir gün düşünmüş; kıyamet, mîzan, cennet ve cehennem, meleklerin safları, göklerin tayyi, dağların serpilip dağılışı, güneşin dürülüşü, yıldızların dağılışı hakkında fikir yürütmüş de «arzu ederdim ki ben şu yeşilliklerden bir yeşillik olaydım, hayvanlar gelip beni yiyeydiler ve ben yaradılmamış olaydım» demişti. Bunun üzerine « وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّه جَنَّتَانِ » "Rabbinin huzurunda durmaktan utanan kimselere iki cennet vardır" ayeti nâzil oldu.

 

Beyhakî, "Şuabu'l-İman"da konuyla ilgili olarak Hasen'den şöyle rivayet eder: Hz. Ömer (r.a) zamanında bir genç mescide ve ibadete devam ederdi, derken bir kız ona âşık o da ona âşık olmuştu. Bir tenhada kız yanına geldi, söyledi konuştu derken gönlü çekti, bunun üzerine genç bir şehka ile hıçkırdı ve bayıldı, bir amcası vardı, geldi yüklenip evine götürdü, sonra ayıldığı vakit ya ammi! dedi: Ömere git benden kendisine selâm söyle ve sor ona ki: Rabbının makamından korkan kimseye ne var? Bunun üzerine amcası gitti Ömere haber verdi arkasından delikanlı bir şehika ile daha hıçkırıp vefat etti, Hz. Ömer radıyallâhü anh bu duruma vakıf olunca dedi ki: « لَكَ جَنَّتَانِ0 لَكَ جَنَّتَانِ », Sana iki Cennet var sana iki Cennet.[155]

 

(وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّه) "Rabbının makamından korkan kimse için ise" [156]

 

Yani hesap gününe iman eden bir kimse, bu dünyada sorumsuz yaşamaz ve nefsini kontrol altına alır. Hak-batıl, zulm-adalet, temiz-necis, haram-helal arasındaki farkı temyiz eder ve bile bile Allah'ın emirlerinden yüz çevirmez. Dolayısıyla ileride zikredilen mükafatlar bu kimseler içindir.

 

"Cennet", bahçe anlamına gelir. Kur'an'da, salih kimselerin barınacağı yer, Cennet olarak adlandırılmıştır. Nitekim bazı yerlerde, "onlar için altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır" ifadesi kullanılmıştır. Yani, büyük bahçeler içinde küçük bağlar vardır. Burada da her Cennet ehline iki Cennet verileceği ve onların içinde-ki ileride zikredilecektir -saraylar, hizmetçiler ve diğer nimetlerin bulunacağı beyan edilmiştir. [157]

 

Rahmanın rahmetini umarak korkmak muminin şiarındandır. Aşğıdaki hadisi şerif de bunu pekiştirmektedir. Burada ki anlatılmak istenen zalimden korkulan bir korku türü değil, sevgi ile imanın beraberinde getrdiği bir ar duygusudur.

Yüce Allah cümlemize ar duygusuyla dinimizi ve imanımızı ayakta tutmayı nasip etsin… 

 

 

 

Yedinci Hadis

 

الْحَيَاءُ مِنَ لآَيْمَانِ.

 

"Haya imandandır."[158]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: Abdu'llâh b. Ömer[159] radiya'llâhu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem (bir gün) Ensâr'dan bir kimsenin yanından geçiyordu. Ensârî, kardeşini hayâdan menediyordu. Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem: "Ona ilişme. Hayâ îmândandır." buyurdu.[160]

 

Bu rivayet, pekçok yönden rivayet edilen hadislerden biridir. Buhârî ve Müslim'in ittifak ettiği hadisler arasında yer alması da hadisin kıymetini artırmıştır. Kısmen de belirtileceği üzere, İslâm uleması bu hadisin üzerinde ziyadesiyle durmuş, hadiste ifade edilen iman şubelerini Kur'ân ve hadise dayanarak, birer birer göstermeye çalışmıştır. İmam Beyhakî'nin henüz basıldığını işitmediğimiz muazzam bir tel'lifi bu hadisten mülhemdir. Şu'abu'l-İman. İmam Beyhakî (rahimehullah) hazretleri, bu muazzam eserini imanın şubesi adedince bölüme ayırır, her bölümde o şubeye giren rivayetleri toplar. Yine İbnu Hibban'ın "Vasfu'l-İmân ve Şu'abuh", Ebu Abdillah Hüseyn el-Halîmî'nin "Fevâidu'l-Minhâc", eş-Şeyh Abdü'l-Celîl'in "Şu'abu'l-İman", İshak İbnu'l-Kurtubî'nin "Kitâbu'n-Nesâîh"i yazmıştır. Aynî, bu kitaplardan hiçbirini imanın şubelerini tesbitte tatminkâr bulmadığını belirtir.

 

Hadisle ilgili açıklamaya rivayetler arasındaki ihtilafa parmak basarak başlamak istiyoruz: "Buhârî'nin hadisinde olduğu üzere bazı rivayetler imanın altmış küsur şube olduğunu beyan ederken, bâzıları yetmiş küsur olduğunu, diğer bazıları altmış dört, otuz üç, üçyüz dokuz, üçyüz onbeş olduğunu belirtmiştir.

 

Yine bazılarında "şube" denirken, bazılarında ona bedel "hisâl" (hasletler), "bâb", "şerîat" (yol), "sehm" (pay) gibi yakın mânada başka kelimeler kullanılmıştır: "İmanın en üstün hasleti, Lâilâhe illallah sözüdür", "İman yetmiş küsür babtır", "İslâm otuz üç şarttır. Kim bunlardan birini Allah için yerine getirirse cennete girer." Aziz ve Celîl olan Rahmân'ın önünde bir levha vardır. Üzerinde üç yüz on dokuz şeriat vardır. Cenâb-ı Hak: "Kullarımdan, bana ortak koşmayan her kim bunlardan bir tânesini yerine getirse mutlaka cennete koyarım" der." "İslâm seksen paydır. Namaz bir paydır, zekât bir paydır, Ramazan orucu bir paydır, hac bir paydır... Hiç payı olmayan zarar etmiştir."

 

Hadiste, küsur diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı "bid'un"dur. Bunun Arapça'da neye delalet ettiği ihtilaflıdır. Bazıları "3-10 arası bir miktara delalet eder" demiş ise de diğer bazıları "3-9 arası" bir miktar, "2-10 arası" "12-20 arası," "3-7 arası", "5-7 arası" gibi miktarlara delalet ettiğini söylemişlerdir. Ahmed İbnu Hanbel de "7'ye delalet eder"  demiştir. Aynî, en doğru görüşün bid'un kelimesinin 1-10 arası bir miktara delalet ettiğini söylemek olduğuna dikkat çeker.

 

Hadislerde gelen 60, 70 rakamları hususunda değişik yorumlar yapılmıştır. Umumiyetle bunlarla muayyen bir miktar değil, "çokluk" kastedildiği söylenmiştir. Bu rakamlara "küsur" kelimesinin ilâvesi "imanın şubeleri sınıra, sayıya gelmez, çoktur" mânasını taşır, zira tahdid kastedilseydi mübhem bırakılmazdı denmiştir. Arapların 70 rakamını mübâlağa için kullandığı da söylenmiştir. Ancak, bazıları da: "Zikredilen bu miktar imanın şûbeleridir, bundan murad bu şubeleri saymaktır" şeklinde iddiada bulunmuştur.

 

İbnu Hibban, söz konusu şubeleri sayma hususunda "Vasfu'l-İman ve Şu'abuhu" adlı eserinde şunları söyler: "Bu hadisin mânasını bir müddet araştırdım. Bu maksadla ibâdetleri saydım. Bunlar hadiste gelen miktarı çok aşıyordu. Sonra Sünen'lere yöneldim, onlarda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın imandan addettiği ibâdetleri saydım, bunlar da yetmiş küsurdan eksik çıktı. Bu sefer Kitabullah'a yöneldim. Orada, Cenâb-ı Hakk'ın imandan addettiği herbir ibadeti saydım. Bu da yetmiş küsura ulaşıyordu. Kitap ve sünnete gelenleri birbirine ilâve ettim, tekrarları saydım. Gördüm ki, Allah ve Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm)'nün imandan saydıkları şeylerin toplamı yetmiş küsura ulaşıyordu, ne fazla ne de eksik. O zaman anladım ki, Resûlullah (a.s)'ın kasdı, Kitap ve sünnette gelmiş olanların miktarıydı. "Bu miktarı içtihad yoluyla tesbite birçokları gayret sarfetmiştir ama tatminkar neticeye ulaşamamışlardır. Kadı İyaz şöyle der: "Bu hususun tafsilatlı olarak bilinmemesi imana bir eksiklik getirmez. Çünkü imanın usul ve fürû'u malûm ve muhakkaktır. İmanın bu kadar şubesi olduğuna kabaca inanmak, vâcibtir. İman esaslarını ve mezkûr şûbeleri tâyin ve tafsil mevzu üzerine tesbit edilecek hususa bağlıdır..."Kadı İyaz devamla derki: "Bu, ilm-i İlahîde ve ilm-i Nebevîdedir, başkası bilemez. Şeriat bunların hepsini ihtiva eder. Ancak şeriat bunu bize bildirmemiştir. Bundaki cehaletimizden dolayı bir zarar görecek değiliz. Mükellef olduğumuz şeyleri teferruatıyla bilmekteyiz. Bilmekle emrolunduğumuz şeyi biliyor, yasaklandığımız şeyden de kaçınıyoruz."Aynî, bu çeşit iktibaslardan sonra imanın en yüksek şubesi ile en aşağı şubesini Hz. Peygamber (a.s)'ın şu hadiste belirttiğini kaydeder:

"...İmanın en âlâ şubesi lâilâhe illallah demektir, en aşağısı da yoldan rahatsız edici bir şeyi uzaklaştırmaktır.".... Gerisi bu ikisi arasında yer alır. Biz bunları teker teker bilmesek de toptan inanırız. Nitekim meleklerden pek azını ismen bildiğimiz halde hepsine inanıyoruz ve bu bizim melek inancımıza bir noksanlık getirmez. Öyle de imanın şubelerine toptan inanmamız inancımıza bir nâkise getirmez...

 

7- İmanın Şubeleri:

Aynî bu açıklamalardan sonra, mezkur şubeleri teker teker sayma denemesi yapar. İlgi çekici bulduğumuz için kaydedeceğiz. Der ki: "Allah'ın avn ve yardımıyla diyoruz ki, imanın aslı kalb ile tasdik, dil ile ikrar'dır. Fakat, kâmil ve tam bir iman tasdik-ikrâr ve amel'dir. Yani üç kısımdır.

 

8-Birinci Kısım: Tasdikle İlgili İtikadiyat'tır

30 Şubedir.

1- Allah'a iman, Allah'ın zatına, sıfatlarına, birliğine ve benzeri olmadığına inanmak da buraya girer.

2- Allah'dan başka herşeyin hudûsuna (sonradan yaratıldığına) inanmak.

3- Meleklere inanmak.

4- Kitaplara inanmak.

5- Peygamberlere inanmak.

6- Kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmak.

7- Ahirete inanmak, kabir sualine, kabir azabına, tekrar dirilmeye, mahşerde toplanmaya, hesaba, mîzana, sırat köprüsüne... İnanmak da buna dahildir.

8-  Cennete ve oradaki ebedî hayata inanmak.

9- Cehenneme, cehennem azabına, kâfirlerin ebediyyen orada kalacağına inanmak.

10- Allah'ı sevmek.

11- Allah için sevmek, Allah için buğzetmek. Muhacir ve Ensar sahâbeyi, Âl-i Resûl (aleyhissalâtu vesselâm)'ü sevmek de buraya dâhildir.

12- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i sevmek. Buna Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e salat ve selam okumak, sünnetine uymak da girer.

13- İhlaslı olmak ve riya ve nifakı terketmek de buraya girer.

14- Tevbe ve nedâmet etmek.

15- Allah'tan korkmak.

16- Allah'ın rahmetinden ümid etmek.

17- Ümidsizlik ve ye'si terketmek.

18- Şükretmek.

19- Ahde vefa göstermek.

20- Sabırlı olmak.

21- Tevâzu, büyüklere saygı da buraya girer.

22- Şefkatli ve merhametli olmak, küçüklere şefkat de buraya girer.

23- Allah'ın kazasına râzı olmak.

24- Allah'a tevekkül etmek.

25- Amele güvenmemek, kendini övmeyi ve kusursuz görmeyi terketmek de buraya girer.

26- Hasedi, çekememezliği terketmek.

27- Kin ve intikâmı terketmek.

28- Gadabı terketmek.

29- Aldatmamak, su-i zan sâhibi olmamak, hilekâr olmamak da buraya dahildir.

30- Dünya sevgisini terketmek. Mal ve makam sevgisini terk de buraya girer.Kalbe müteallik güzel veya kötü amellerden herhangi biri aklına gelir de burada zikredilmemiş bulursan, o esas itibariyle bu saydıklarımızın dışında kalmaz, bunlardan birine dahil olduğunu azıcık bir tefekkürle görürsün.

 

9-İkinci Kısım: Dille Alakalı Ameller

Bunlar da yedi şubeye ayrılır:

1- Kelime-i tevhidi diliyle söylemek,

2- Kur'an'ı tilâvet etmek,

3- İlim öğrenmek,

4- İlim öğretmek,

5- Allah'a dua etmek,

6- Allah'ı zikretmek, istiğfar da buraya dâhildir,

7- Boş laflardan kaçınmak.

Üçüncü Kısım: Bedenî Ameller

Bu da kırk şubeye ayrılır. Bunlar da kendi aralarında üç çeşittir:

1. Çeşit: Muayyen Şeylere Ait Olanlar

Bunlar on altı şubeye ayrılırlar:

1) Temizlik. Buna beden, elbise ve mekân temizlikleri de girer. Bedeni hadesten temizlemek için abdest almak, cenabetten, hayızdan, nifastan temizlemek için yıkanmak da girer.

2) Namaz kılmak; buna farz, nâfile ve kaza namazları da girer.

3) Zekat vermek; buna sadaka vermek, sadaka-ı fıtr ödemek, cömertlik, fukara ve misafirlere yedirip ikram etmek de girer.

4- Farz ve nâfile oruçlar.

5- Haccetmek, umre de buraya girer.

6- İ'tikafa girmek. Kadir gecesini aramak da buna dahildir.

7- Dînin yaşanabileceği yere gitmek, şirk diyarından hicret de buna girer.

8- Nezirlerini ödemek.

9- Yeminleri yerine getirmek.

10- Keffaretlerini ödemek.

11- Namaz içinde ve dışında setrü'l-avret (ayıp yerlerini örtmek, tesettüre riayet etmek).

12- Kurbanları kesmek, nezir kurbanı varsa onu da kesmek.

13- Cenâze işlerine bakmak.

14- Borcu ödemek.

15- Muâmelelerde doğru olmak, ribadan kaçınmak.

16- Doğrulukla şâhidlik etmek, hakkı gizlememek.

2. Çeşit: Kendisine Tabi Olanlarla İlgili Şeyler

Bunlar altı şubedir:

1) Meşru nikahla evlenip iffeti korumak.

2) Aileye karşı vazifelerini yerine getirmek. Hizmetçilere iyi muâmele de buraya girer.

3) Annebabaya iyi muâmele etmek. Onlara karşı ukuk (haksızlık)tan kaçınmak da buraya girer.

4)  Çocukların terbiyesi.

5)  Sıla-i rahm.

6)  Büyüklere itaat.

3. Çeşit: Âmmeye Müteallik Şeyler

Bunlar da onsekiz şubedir:

1) İdâreciliği adaletle yürütmek,

2) Cemaate uymak,

3) Ulu'l-emre itaat etmek,

4) İnsanları barıştırmak. Hâricilere ve âsilere karşı mücadele de buraya girer.

5) İyilikte yardımlaşma.

6) Emr-i bi'lma'ruf nehy-i ani'lmünkerde bulunmak (yani insanlara iyiliği emretmek, kötülükten menetmek).

7) Hududu (ağır cezaları) tatbik etmek.

8) Cihad etmek. Kışlalarda asker bulundurmak buna dâhildir.

9) Emaneti edâ etmek. Ganimetten beşte biri (hums) ödemek de buraya dâhildir.

10) Ödemek şartıyla borç vermek.

11) Komşuya iyi muâmele etmek.

12) Geçimli olmak. Helâlinden mal toplamak da buraya dahildir.

13) Malı yerinde harcamak. İsrâftan kaçınmak da buraya girer.

14) Selam'ı almak.

15) Hapşırana "yerhamukâllah" demek.

16) İnsanlara zarar vermekten kaçınma.

17) Eğlenceden kaçınmak.

18) Yoldan rahatsızlık veren bir cismi kaldırmak. Bütün bunlar, toplam 77 şube yapar.

 

Dikkat: Bu hadis, yoldan rahatsızlık veren birşeyi (ezâ) kaldırmayı imanın bir şubesi saymakla imar hizmetlerinin ehemmiyetine dikkat çekmiş, hayır sahiplerinin yol hizmetlerine eğilmelerine sebep olmuştur. İnsanların gelip geçtiği yerlerden çalı, çırpı, diken, taş, pislik gibi rahatsızlık veren birşeyi temizlemek imanın bir şubesi olursa yol inşa etmek, yol emniyetini sağlamak, yolcuların konaklayacağı yerler, köprüler yapmak ne kadar büyük ehemmiyet taşır. Allah nazarında makbul bir amel olur! Bu yüzdendir ki, İslâm âleminde daha ilk asırlardan itibaren yol ve posta hizmetleri gelişmiştir. Öyle ki, Emevîler devrinde ana yollara bugünkü gibi kilometre taşları dikerek merkeze olan uzaklık mil cinsinden sıkca gösterilmiştir.

 

Hayâ: Ar, utanma duygusu. Edep, mahcubiyet, utanmak; ar ve namus; nefsin çirkin şeylerden sıkılması ve bunun için kötü şeylerdi terk etmesi. Hoş ve güzel olmayan bir olayın ortaya çıkmasından kalpte meydana gelen bir incelik ve ızdıraptır. Haya herkese nasip olmayacak kadar değerlidir.

 

Ahmet Rıfat da "Tasvir-i Ahlâk" adlı sözlüğünde şunları söyler: "Bu güzel duygu, biri fıtrî, diğeri dinî olmâk üzere iki türü kapsamaktadır. Fıtri olan, halk yanında açılması haram olan yerleri açmamak gibi şeyler olup, dinîsi, halk ve Halık huzurunda edep ve hürmet müntehi olur. Fahri âlem efendimiz, "Haya imandan bir şubedir" buyurdular. "Utanmıyorsan dilediğini yap" nebevi hadisi de varit olmuştur ki, hikmetle damgalanmış bu hadis dünya ve içindekileri değer icazla düzenlenmiş bir kelâmdır. İmam Ali -Allah onun yüzünü keremli kılsın ve ondan razı olsun-, "Bir kimse haya elbisesini giyinse, yani hayayı kendisine prensip edinse halk o kimsenin ayıbını göremez" buyurdular.

 

Gerçekten de haya öyle onur ve şeref verici bir elbisedir ki, onu giyinenler ayıp ve eksikliklerini örtmekle birlikte herkes tarafından saygı ve ikram görürler. Haya elbisesini giyinmeyen kimseler ise ne kadar haysiyetli ve itibarlı olursa olsunlar kendilerinden aşağı kimselerden bile hakaret görürler. Haya özellikle kadınlar için çok gereklidir. Çünkü sahip oldukları yüz güzelliği bir kat daha artırır.

 

Hatta Aristotales, "Kadınlarda en çok sevilecek şey nedir?" sorusuna "Yüzlerinde hayadan dolayı ortaya çıkan kırmızılık" cevabını vermişti. [161]

 

Hz. Ebu Bekir (ra)'dan: Hz. Peygamber (as) şöyle buyurmuş:

"Haya İmandandır. İman ise cennettedir. Hayâsızlık cefadan bir parçadır. Cefa ise cehennemdedir."[162]

 

* Haya duygusu ar perdesidir. İnsan ar perdesini yırtarsa artık ondan haya namına bir şey kalmaz. Haya imandan olduğuna göre, hayası olmayan bir insanın imanından bahsedilemez.

 

* Hayasızlık, pervasızlıktır. Günah işleyen bir insanın o esnada yüzü kızarmıyorsa, o kişinin imandan nasibi kalmamış demektir.

 

* İman çıplaktır, örtüsü hayadır, ziyneti ise takvadır.

 

 

 

 

 

 


 

 

 

SU ve TEMİZLİK

 

Sekizinci Ayet

 

يَااَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِذَا قُمْتُمْ اِلَى الصَّلوةِ فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ وَاَيْدِيَكُمْ اِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُوا بِرُؤُسِكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ اِلَى الْكَعْبَيْنِ وَاِنْ كُنْتُمْ جُنُبًا فَاطَّهَّرُوا وَاِنْ كُنْتُمْ مَرْضى اَوْ عَلى سَفَرٍ اَوْجَاءَ اَحَدٌ مِنْكُمْ مِنَ الْغَائِطِ اَوْ لمَسْتُمُ النِّسَاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً فَتَيَمَّمُوا صَعيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَاَيْديكُمْ مِنْهُ مَا يُريدُ اللّهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ حَرَجٍ وَلكِنْ يُريدُ لِيُطَهِّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

 

"Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başlarınızı meshedin ve her iki topuğa kadar ayaklarınızı da (yıkayın.) Eğer cünüpseniz temizlenin (gusül edin); eğer hasta veya yolculukta iseniz ya da biriniz ayakyolundan (hacet yerinden) gelmişse yahut kadınlara dokunmuşsanız da su bulamamışsanız, bu durumda, temiz bir toprakla teyemmüm edin (hafifçe) yüzlerinize ve ellerinize ondan sürün. Allah size güçlük çıkarmak istemez, ama sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimeti tamamlamak ister. Umulur ki, şükredersiniz." [163]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Bu ayeti kerimeye "Teyemmüm ayeti" denilmiştir. Buhari ve Müslim, Hz.Aişe (r.a) rivayet ettiğine göre, gerdanlığını kaybettiği seferde geceleyin susuz bir mevkide konaklamışlar, abdest almak mümkün olmamış, bunun üzerine bu ayet nazil olmuştur.[164]

(يَااَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا) "Ey iman edenler -malûm imandan sonra ilk vazife namazdır- siz  (اِذَا قُمْتُمْ اِلَى الصَّلوةِ)  namaza kalkdığınız, yani namaza kalkmak istediğiniz vakit (فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ وَاَيْدِيَكُمْ اِلَى الْمَرَافِقِ)   yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız  (وَامْسَحُوا بِرُؤُسِكُمْ)  ve başlarınızı mesh ediniz  (وَاَرْجُلَكُمْ اِلَى الْكَعْبَيْنِ)  iki topuğa kadar ayaklarınızı da»- yani ayaklarınızı da yıkayınız, yâhut mesli ise mesh ediniz, bu temizlikler yapılmadan namaz, namaz olmaz. « لَا يَقْبَلُ اللّهُ صَلَاةً بِغَيْرِ طُهُورٍ  = Çünkü Allah, taharetsiz hiç bir namazı kabul etmez».[165]

 

Temizlik: Bedenin ve ruhun maddî manevî pisliklerden uzak tutulması. İslâm Müslümanları bazı görevleri yerine getirmekle mükellef tutmuştur. Bu görevlerden bir kısmı Müslümanın ruhi yönünü bir kısmı da maddî yönünü ilgilendirir. Dinin kesinlikle yerine getirilmesini istediği bedenî görevlerin aksatılması vücudun çeşitli rahatsızlıklara yakalanması ve dinî-ahlakî görevlerin yapılabilme güçlüğünü ortaya çıkarır. Bunun için bedenî görevleri titizlikle yerine getirmek, sağlıklı ve her an her türlü görevleri eksiksiz yapabilecek bir beden yapısına sahip olmak, ahlakî bir yükümlülüktür.

 

Bedenî görevlerin başında temizlik gelir. Nitekim bir ayet-i kerimede Allah Teâla şöyle buyurmaktadır:

 

لَا تَقُمْ فيهِ اَبَدًا لَمَسْجِدٌ اُسِّسَ عَلَى التَّقْوى مِنْ اَوَّلِ يَوْمٍ اَحَقُّ اَنْ تَقُومَ فيهِ فيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ اَنْ يَتَطَهَّرُوا وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرينَ

 

"Orada (Mescid-i Kuba'da) günahlardan ve pisliklerden temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da böyle çok temizlenenleri sever."[166]

 

Ayetten de anlaşılacağı gibi, sadece gözle görülen maddî kirler değil günah ve kötülükler gibi manevî kötülükler de pis sayılmış ve müslümanların bunlardan arınmaları istenmiştir. Peygamber (a.s)'ın "Temizlik imanın yarısıdır"[167] buyurması da temizliğin önemini gösterir.

 

Peygamber (a.s)'ın de hiç olmazsa haftada bir kere vücudun tamamen yıkanmasını ve her türlü kirden ve pis kokulardan arındırılmasını tavsiye ettiğini bilinmektedir. "Ona tertemiz olanlardan başkası el sürmesin"[168] ayeti de Kur'an'ın ancak abdestli olarak ele alınabileceğini göstermektedir. Namaz kılmak, Kur'an okumak için abdest alınması, belli zaman ve durumlarda boy abdestinin alınması mecburiyetinin olması, Müslümanların, ister istemez her an temiz olmaları sonucunu ortaya çıkaracaktır. Kaldı ki, bir Müslümanın bedenini temizlemesi sadece abdest ve boy abdesti ile sınırlı kalmaz; gerekli gördüğü her yerde yıkanmak, yemeklerden önce ve sonra kesinlikle elleri yıkamak, özellikle ağız ve diş temizliğine dikkat etmek icab eder. Peygamber efendimiz:

 

"Misvak kullanın, çünkü misvak ağzı temizler."[169]

 

"Eğer müminlere güçlük verecek olmasaydım, onlara her namaz için misvak kullanmayı emrederdim."[170]

 

"Yemekten önce ve sonra el yıkamak yemeğe bereket getirir"[171] buyurmakla el, ağız ve diş temizliğine verdiği önemi göstermiştir. Bu sebeple misvak veya fırça kullanarak dişleri temizlemenin önemli bir sağlık kuralı olduğu unutulmamalıdır.

 

Fazla uzadıkları zaman ve bakımsız, pis bırakıldıkları zaman birer mikrop yuvası olan tırnaklarla, vücudun belli yerlerindeki kılların kesilip temizlenmesine de dikkat edilmeli, saç, sakal, bıyık her zaman taranıp düzeltilmeli ve temiz tutulmalıdır. İbadetlerle elde etmek istediğimiz gönül temizliğine giden yolun, beden temizliğinden geçtiği unutulmamalıdır.

 

Sadedinde olduğumuz ayeti kerime abdestin tarifini verirken aşağıdaki hadisi şerif ise abdest suyunun durumunu nasıl olması gerektiğini ifade buyurmaktadır.

Abdest bedeni temizlerken madden kişi Allah ile buluşmaya hazırlar.

Hadisi şerif ise bedeni hangi tür sularla temizlenmesi gerektiğinden bahseder.

Yüce Allah cümlemize gerçek temizliğe ulaşan kullarından eylesin.

 

 

 

Yedinci Hadis

 

الْبَحْرَ الطَّهُورُ مَاؤُهُ الحِلُّ مَيْتَتُهُ.

 

"Denizin suyu temizdir, ölüsü de helâldir."[172]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

1-Vürûdu: Muvatta'da denir ki: Hz.Peygamber (a.s) deniz suyu hakkında soruldu: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bu soruyu soran sahâbînin adı hususunda farklı rivayetler vardır. Bizce isim ehemmiyet taşımaz. Mühim olan hadisteki fıkıhtır. Ahmed, Hâkim ve Beyhakî tarafından tahric edilen bir rivayet, bu sorunun balıkçılar tarafından sorulduğunu ifade eder.

 

Arabistan kıyılarında, o devirlerde icrâ edilen balıkçılık hakkında açıklayıcı bazı teferruatı da ihtiva etmesi yönüyle ehemmiyetli olan rivayeti aktarıyoruz: "Biz, bir gün Resûlullah'ın yanında idik. Bir balık avcısı gelerek sordu:"Ey Allah'ın Resûlü! Biz balık avı için denize açılırız. Beraberimize bazı kapkacak alırız. Gemiye binerken karaya yakın bir yerde avlanıp dönmeyi düşünürüz. Bazan böyle yakında balık buluruz, bazan da bulamayız. Öyle olur ki, başlangıçta aklımızda olmayan uzaklıklara açılmış oluruz. Bu uzaklıkta ihtilam olan veya abdest alan oluyor. Beraberimizdeki su ile yıkanacak veya abdest alacak olsak bizi susuzluk helâk edebilir. Bu endişeyle deniz suyunu yıkanma veya abdest almada kullanmamıza ne dersiniz?" Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu soru karşısında deniz suyu için tahûr tabirini kullanır. Tahûr, hem temiz hem temizleyici manâsına gelen mastar-isimdir. Kendisiyle temizlik yapılan şey demektir.[173]

 

لِنُحْيِىَ بِه بَلْدَةً مَيْتًا وَنُسْقِيَهُ مِمَّا خَلَقْنَا اَنْعَامًا وَاَنَاسِىَّ كَثيرًا

 

"Ölü bir yeri diriltmek ve yarattığımız nice hayvan ve insanları sulamak için gökten tertemiz su indirmişizdir."[174]

 

Şu halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Su temizdir; onu hiçbir şey kirletmez" ifadesi, ancak vahy-i ilahî ile konuşabilen, eşyanın sırrı kendisine açılmış, eşyanın hakikatını olduğu gibi gören, bilen, makam-ı nübüvvete mazhar bir zatın mu'ciznümâ bir sözüdür. Böyle bir hakikatı, böyle bir kesinlikle, Aleyhissalâtu vesselâm'ın içinde bulunduğu içtimâî şartlarda bir başka kimsenin söylemesi mümkün değildir. Zamanımızın gelişen tekniği bu sözün doğruluğunu ispatlamıştır: Su, içerisine karışan pis maddeler sebebiyle kirlenir, ama aslî tabiatı bozulmaz. O tabiat daima temizdir. İçerisine sonradan giren maddeler tasfiye edilip suyun içerisinden ayıklandı mı geriye "pislik tutmayan temiz su" kalır. Esasen tabiatta bu yapılmaktadır. Kirlenen suyun kirliliği tabiatta temizlenmemiş olsaydı, yeryüzünde, dünya kurulalıdan beri kirlenen sular sebebiyle bugün temiz su kalır mıydı?

 

Günümüzün tekniği suyun faydalı ve zararlı olma vasıflarını tesbitte bir kısım ölçme aletleri geliştirmiştir. Bütün bu teknik gelişmelere rağmen dinin koyduğu ölçüler değerini kaybetmez, zira insanoğlu beraberinde ölçüm âletleri taşıyamaz. Dağda, kırda, gezinti mahallerinde, yolculuk sırasında her an su problemiyle değişik şekillerde karşılaşabiliriz. Temiz ve pis su hakkında dinimizin koyduğu esasları bilmek bir kısım yanlışlıkları ve riskleri asgariye düşürür.

 

Unutmayalım ki, bugün tekniğin hâlâ girmediği nice köy ve hattâ kasabalarımız var. Buralarda temiz ve pis su mevzuunda dinimizin ölçülerinin bilinmesi gereklidir. Şu hususu da kaydedelim ki, temizliği hususunda hiçbir şüphe olmayan su varken, şeriatın aradığı zevâhire göre temiz sayılması gerekmesine rağmen içimizde kuşku duyduğumuz suyu kullanmamız gerekmez. Aksi takdirde şeriatın aradığı şartlar yeterlidir. Bu şartları haiz olmayan sulardan kaçınılmalıdır. İçmede de, temizlikte de kullanılamaz. Su ile ilgili bir kısım ilâve açıklamalar müteakip hadislerde gelecek.

 

Yiyecek ve giyecek temizliği:

İnsan yaşayabilmek için yer ve içer. Yiyecek ve içecekleri temiz ve helâl olanlardan seçmek İslam'ın emirlerindendir.

 

Besin maddelerinde iki türlü temizlik aranması gerektiğini yukarıdaki ayetler ortaya koymaktadır. Bunlar maddî ve manevî temizliktir. Maddî temizlikten maksat, yenilen şeylerin kirli olmamasıdır. Kirli olanlar temizlendikten sonra yenilebilir. İçeçeklein de pis olmamasına özen gösterilir. Kirli ve mikroplu besinlerin vücud için ne büyük tehlike teşkil ettiğini, pek çok hastalığın bu yolla vücuda girdiği bilinmektedir.

 

Yiyecek ve içeceklerde aranan ikinci temizlik, manevi temizliktir. Allah Teâlâ, helal olan şeyleri temiz, haram olan şeyleri pis saymıştır. Öyleyse, nasıl yıkamak, kaynatmak, pişirmek yolu ile yiyecek ve içeceklerde maddî yönden temizlenmeye çalışılıyorsa, helal olanlarını seçmek suretiyle, de onlardaki manevî temizliğe dikkat edilmesi gerekmektedir. İslâm içki ve domuz etini haram oldukları için pis saydığı gibi aynı şekilde, hırsızlıkla veya haksız kazanç yoluyla elde edilen yiyecek ve içecekleri de pis kabul etmiştir.

 

Yiyeceklerde olduğu kadar giyeceklerde de temizliğe dikkat edilmelidir. Vücud ne kadar temiz tutulursa tutulsun, elbiseler temiz olmazsa, bu temizliğin bir kıymeti kalmaz. Allah Teâlâ'nın Peygamber (a.s)'e ilk emirlerinden biri وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْ "Elbiseni de daima temiz tut"[175] emridir.

 

Şu halde Müslüman, giyiminde temiz ve derli toplu olmaya çalışmalıdır. Pis ve pejmürde bir kıyafet yalnız giyinen için değil, çevresindekileri de rahatsız eder. Peygamber (a.s)'ın her konuda olduğu gibi, üst-baş ve giyim kuşam konusunda da, temizliği ve derli toplu olmasıyla, Müslümanlara örnektir.

 

 Çevre temizliği

Müslüman, yediği, içtiği ve giyindikleri kadar içinde yaşadığı çevrenin de temiz olmasına dikkat eder. Bu önemli bir ahlakî sorumluluktur. Başta evler olmak üzere, sokaklar, mahalleler, köy ve kasabalar mutlaka temiz tutulmalıdır. Eğitim kurumları, fabrikalar, dükkanlar, camiler temiz tutulmalıdır .

 

Çevre temizliği sadece kişileri ilgilendirmez, toplumsal bir konudur. Burada fertlerin karşılıklı hak ve görevleri söz konusudur. Meselâ; yola çöp atan veya çekinmeden tükürüp geçen; dinlenmek için gittiği gezinti yerlerinde yeyip içtiklerinin artıklarını çevreye saçan; işyerinin etrafını artık maddelerle kirleten bir kişi, yalnız çevresini kirletmiş olmakla kalmaz, kirlettiği yerlerde yaşayan veya o yerlerden yararlanan insanlara karşı da haksızlık yapmış, terbiyesizlikte bulunmuş olur. Bunun için çevre temizliğini aynı zamanda toplumsal bir görev olarak değerlendirmek ve bu konuda çok titiz davranmak Müslümanlar için bir yükümlülüktür.

 

Resulullah (a.s): "İnsanların çoğunun aldandığı (yani değerini bilmediği) iki nimet vardır: Sağlık ve boş vakit"[176] buyurmuştur. Gerçekten de çoğu zaman insan ancak hastalandığında sağlığın kıymetini anlar. Buna meydan vermemek, sonunda pişman olmamak için hastalık gelmeden tedbirinin alınması gerekir. Sağlığın ilk şartı hastalıklara karşı en önemli tedbir olan temizliğe riayet etmektir.

 

Özetle Müslüman; üstü-başı, çevresi, yiyeceği ve giyeceği ile temiz, derli-toplu, intizamlı olmaya ve böylece Allah Teâla'nın rızasını kazanarak O'nun sevgili kulları arasına girmeye çalışır. Bu onun en önemli ahlakî görevidir. Bu görevini kesinlikle aksatmamalı ve dikkatli bir şekilde yerine getirmeye çalışmalıdır.

 

* Temizlik, üç çeşittir:

 

a) Necasetten taharet.

 

b) Hadesten taharet.

 

c) Kalp temizliği.

 

 

* Namaz temizlikle başlar. Temizliği olmayan namazın herhangi bir faydası yoktur. Bunun adı önce necasetten temizlenmek olan boy abdesti almak. Sonrada hadesten temizlenmek taharet ve normal el ve yüz yıkanması olan abdesti almaktır.

 

* Namazın tekbiri "Allah’u Ekber"dir. Tekbirden önce niyet gelir. Selamdan önce dua ve niyaz gelir.

 

* Tahareti olmayan temizlik makbul değildir. niyeti olmayan tekbir, sevap değildir.  Dua ve niyazı olmayan namaz faydalı değildir.

 

* Cennetin anahtarı "KELİME-İ ŞAHADET'TİR"

 

* Kelime-i Şahadetin anahtarı "NAMAZ" dır.

 

* Namazın anahtarı “ABDEST’TİR.”

 

* Abdest tin anahtarı "TAHARET"tir.

 

* Taharetin anahtarı ise su ile "TEMİZLİK" tir.

 

* Taharetsiz din olmaz.

 

* Su olmadan da taharet olmaz.

 

* Görünür bütün kir ve pislikleri gideren tek şey sudur.

 

* Görünmeyen bütün günah ve kötü şeyleri gideren tek şey şahadet kanıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

NAMAZ

 

Dokuzuncu Ayet

 

اَلَّذينَ هُمْ فى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ

 

"Onlar ki, huşu içinde namaz kılarlar."[177]

 

 

Ayetin Nüzulü ve Açıklaması

Hz. Ömer (r.a) naklediyor: Hz.Peygamber (a.s)'a vahy nazil olduğu zaman onun yüzünün çevresinde arı vızıltısı gibi bir ses işitiliyordu. Bir süre sonra kıbleye döndü, ellerini kaldırdı ve: Ey Allahım, bize artır, eksiltme ikram et, hor kılma. Ver, mahrum etme. Bizi tercih et, başkalarını bize tercih etme. Bizden hoşnut ol ve bizi hoşnut eyle, buyurdu, sonra: bana on ayet nazil oldu ki, kim onları yerine getirirse; cennete girer, buyurdu.[178]

 (اَلَّذينَ هُمْ فى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ)

"Ki, onlar namazlarında haşi'dirler." [179]

 

Huşû: Allah'a karşı korku ve sevgi ile boyun eğme ve bu duygu ile alçak gönüllülük ve tevazu gösterme.

 

Nerede olunursa olunsun, Allah Teâlâ'nın her şeye muttali olduğunu azametini ve kişilerin kusurlarını bilmeyi gerekli kılar. Asıl huşû, bu bilgilerden doğar. Bunun için huşû yalnız namaza bağlı değildir. Namazda, namaz dışında, yalnızken de huşû uygulanır.

 

Huşû, Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli âyetlerde geçmekte ve Peygamber efendimizin hadislerinde çokça zikredilmektedir. Sadedinde olduğumuz ayette geçen ve bu kelimeden gelen "el-hâşin ve'l-haşiât" kelimeleri "Allah'a boyun eğen erkekler ve Allah'a boyun eğen kadınlar" diye tercüme edilmiştir. Yani "Onlar kibir, gurur ve kendini beğenmişlikten uzaktırlar; O kul olduklarının ve ibadet ve taat etmekten başka bir konumda ohnayacaklarının farkındadırlar. Bu nedenle vücutları ile birlikte kalpleri de, Allah'tan korkarak onun önünde secde eder. Onlar Allah'dan korkmayan ve kibir içinde yaşayanlar gibi davranmazlar" Bu niteliklerin dizilişinden huşû ile, genelde Allah korkusunun yanında, özellikle namazın kastedildiği anlaşılmaktadır. Çünkü sadaka vermek ve oruç tutmak hemen bunun ardında yer almaktadır.[180]

 

Huşû ve huzur-ı kalb namazda şarttır. "Zikrim için beni hatırlamak için namaz kıl"[181] âyeti buna bir örnektir. Bilindiği üzere emrin zahiri vücuptur. Gaflet zikre münafidir (manidir). Bütün namazı gaflet ile geçen bir insan, namazda Allah'ı nasıl hatırlamış olabilir? Allah Teâlâ "Gafillerden olma"[182] buyurarak gafleti yasaklıyor. Namazda huşû'un büyük bir önemi vardır. Mü'minûn sûresinin ilk âyetlerinde, mutlaka kurulacak olan kâmil mü'minlerin sıfatları sayılır. Birinci sıfatlar olarak şöyle denmektedir:

 

"(Öyle mü'minler) ki onlar namazlarında huşûa riâyet ederler." İslâm âlimlerinden bir kısmı huşûu korku gibi yalnız kâlb fiilinden olduğunu söylemiştir. Bazıları ise; namazda sükûn ve sağa sola bakmayı terk etmek gibi, aza ve organlarla ilgili fiillerden kabul etmişlerdir.

 

Ashâb-kirâmdan Abdullah bin Abbas (ö. 68/687) bu âyetteki "hâşiûn'"u, "Onlar namazlarında korku ve sükûnet içindedirler" şeklinde tefsir ederken, Hz. Ali'den (ö. 40/660) "Huşû'dan maksat kalbin huşûudur" dediği nakledilir.[183]

 

Muhammed b. Şirin'den (ö. 110/728) şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasûlüllah (a.s)'ın ashabı, namazda gözlerini gökyüzüne kaydırıyorlardı. Mü'minûn sûresinin huşû'dan söz eden ilk âyetleri nâzil olunca, gözlerini secde edilecek yere bakacak şekilde indirdiler."[184]

 

Namazda huşû kalbin tam olarak dış ilgilerden boşaltılıp, Allah'a bağlanması ile meydana gelir. O zaman gönül huzuru duyulur. Nebi (a.s) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Bana güzel koku, kadın sevdirildi. Namaz da gözümün nuru kılındı."[185]

 

Kişinin iç dünyası ile ilgili olan huşû hali dıştaki davranışlarına yansır. Psikolojik bakımdan da bunun böyle olması gerekir. Çünkü beden, ruhi olayların aynasıdır. Meselâ; ruhunda üzüntü veya sevinç olan kişinin bu ruhi halini, yâni üzüntü veya sevincini mimiklerinden, yüz hatlarından ve davranışlarından anlarız. Bundan dolayıdır ki âlimler namazdaki huşû'u şöyle izah etmişlerdir: "Namazda huşû; bütün himmetini namaz için toplamak, namazın dışındaki her şeyden yüz çevirmek, gözlerini secde yerinden ayırmamak, sağa sola bakmamak, elbisesiyle oynamamak ve parmaklarını çıtlatmamaktır.[186]

 

Dikkat edilirse bu izahda kalb ile beden, yani kalb ile aza organlar birlikte dikkate alınmıştır.

 

Bazı müçtehitler huşûu namazın şartlarından kabul etmişlerdir. Fakat sahih olan görüşe göre; huşû namazın şartlarından değildir, kemâlindendir. Yani makbul ve olgun bir namazın mutlaka huşû ile kılınması lâzımdır. Namaz sırasında kalb kıbleye yönelmiştir. Kalb ve zihin başka şeylerle meşgulse namaz gafletle kılınmış demektir. Böyle namaz, Hakkı hatırlatmaz. Halbuki namaz, Hakkı hatırlatmak içindir. Cenâb-ı Hak bu konuda şöyle buyurur: "Beni hatırlamak ve anmak için dosdoğru namaz kıl"[187] bu da ancak namaz ile olur.

 

Namazın huşusu dize derman, namazın hakkını vermek ise hem gönle hem de bedene şifadır.

 

Aslında günümüz sporun sağlıklı olduğunu söyleyenlere çok ama çok güzel bir ilahi ve Nebevi çağrı vardır. Keşke bu çağrıya canu gönülden iştirak edebilsek.

Yüce Allah cümlemizi kendi ve Resulü yolundaki şifa deryasından nasiplenen kullarından eylesin.

 

 

 

Dokuzuncu Hadis

 

فَصَلِّ فإنَّ فِي الصّلآََةِ شِفَاءً.

 

"Namaz kıl! Çünkü namazda şifa var!" buyurdular."[188]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: İbn Mâce, Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh'tan naklediyor: "(Bir keresinde) Resûlullah Aleyhissalâtu vesselâm erken namaza kalktı. Ben de erken kalktım ve biraz namaz kıldıktan sonra oturdum. "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bana dönüp baktı ve (Farsça): "Karnın mı ağrıyor?" buyurdu. Ben: "Evet! Ey Allah'ın Resûlü!" dedim. "Öyleyse kalk! Namaz kıl! Çünkü namazda şifa var!" buyurdular."[189]

 

Namazda şifa olması hususunda yapılan bazı açıklamalar şöyledir:

1) Namaz bedenen birçok hareketleri ihtiva etmektedir: Bunların sağlığa tesiri herkesçe bilinen bir husustur.

2) Namaz mukaddes bir ibadettir, feyzle doludur: Kişinin onun feyzinden feyizlenmesi, maddî-manevî hastalıklarına şifa bulması rahmet-i ilahiyeden beklenir.

3) Namaz bir meşguliyettir: Zihnin, fikrin, hayalin, dikkatin dünyevî umurdan koparılıp meâliyâta, ruhâniyata, maneviyâta çekilmesidir. Hele huşû, hudû ve huzur ile kılınan namaz, insanı, dünyevi olan ihsaslardan fevkalade uzaklaştıracak, acılarını, ızdıraplarını duymaz hale getirecek, en azından onları asgari seviyede algılar, hisseder durumda tutacaktır. Bu çeşit, ruhî tahavvül ve tegayyürlerin bir kısım hastalıkların gelişme seyrini tâdil edeceği söylenebilir. Nitekim tababette, tedavinin çeşitli usulleri vardır: Hastaya telkin, dua, ümit, sevinç ve heyecan vermek; unutturmak, ferahlatmak, efkâr ve üzüntüsünü gidermek; mahcup etmek vs... Namazda bunların bir kısmı vardır. Daha önce örnekler geçtiği üzere Ashabın namaz esnasında gürültü duymadıkları, yaralarındaki acıyı hissetmedikleri vs. rivayetlerle sabittir. Dolayısıyla namazın, hadiste kaydedilen örnekte olduğu üzere, karın ağrısı gibi, gelip-geçici bir kısım rahatsızlıklârın giderilmesinde ilaca, doktora gidinceye kadar hemen tevessül edilecek bir çare olarak düşünülmesi gerekir.

 

Namazda Ta'dil-i Erkan: Namazda rükû, rükûdan sonra ayakta durma, secde ve iki secde arasındaki oturmanın hakkını vererek, tam bir sukûnet içinde ve yerli yerinde mutmain olarak yapmak.

 

Ta'dîl, düzeltmek, kuvvetlendirmek demektir.[190] Erkân ise "rükn"ün çoğuludur. Kelime anlamlarıyla ta'dîl-i erkân, rükünlerin yerli yerinde yapılmasını ifade etmektedir.

 

Allah Teâlâ Kur'an'da, Hz. Peygamber (a.s) de hadislerinde namazların gerektiği gibi kılınmasını özellikle belirtmiştir. Kur'an, namaz kılmayı ifade için "namaz kılmak" anlamına gelen "sallâ" fiili yerine "ekame" fiilini tercih etmiştir ki, bu kelime "hakkını vererek yapmak" anlamına gelmektedir. Hz. Paygamber de pek çok hadisinde bu konuyu işlemiştir.

 

Ebû Hureyre (r.a)'ın rivâyetine göre bir gün Hz. Peygamber (a.s) mescide girdi. O arada bir adam daha mescide girdi ve namaz kıldı. Sonra Hz. Peygambere gelerek selâm verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Dön ve namazını kıl; çünkü sen namaz kılmadın" buyurdu.[191] Bir başka hadisinde Hz. Peygamber: "Rükû ve secdeleri tamamlayın” buyurmuştur.[192] Diğer bir rivâyette de "Rükû ve secdelerinizi güzel yapın"[193] buyurulmuştur.

 

Teberanî'nin "el-Kebir"indeki bir hadise göre; Hz. Peygamber (a.s) namaz kılarken rükûyu tam yapmayan, secdeye de yatıp kalkan bir adamı görünce: "Şu adam bu hali üzere ölse Muhammed milleti dışında ölmüş olurdu" buyurdu. Huzeyfe (r.a) rükû ve secdelerini tam yapmayan bir adamı gördü ve adam namazı bitirince, namazının olmadığını, eğer ölmüş olsa, sünnet üzere ölmeyeceğini; bir başka rivâyette de, Hz. Muhammed (s.a.s)'in yaratıldığı fıtratın dışında bir fıtrat üzere ölmüş olacağını hatırlattı.[194] Ayrıca Hz. Peygamber ahirette kişinin ilk sorguya çekileceği ibadetin namaz olduğunu haber vermektedir. Eğer namazı düzgün ise felah bulmuş, kurtulmuştur. Eğer namaz konusunda başarısız olmuş ise, hüsrana uğramıştır.[195]

 

Delâleti zannî olsa da, bu hadîslerin bütünü ele alındığında, neredeyse delâleti kat'î gibi görünmektedir. Bu nasslardan yola çıkan İmam Mâlik, İmam Şâfiî, Ahmed b. Hanbel, İmam Ebû Yûsuf gibi fukahanın çoğunluğu ta'dîl-i erkanın farz olduğu görüşündedirler. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre ise, ta'dl-i erkân vâciptir. Muhakkîk fukaha da bu görüşü tercih etmiştir. Bir gruba göre de ta'dîl-i erkan vacibe yakın sünnet-i müekkededir.[196]

 

Ancak İbnü'l-Hümâm'ın naklettiğine göre, İmam Muhammed ve Ebû Hanîfe'nin bu konudaki görüşlerinin Ebû Yusuf'un görüşüne benzediğini bildiren bir rivâyeti vardır. Nitekim İmam Muhammed'e rükû ve sücûdda i'tidâlin terki sorulduğunda "namazın câiz olmadığından korkarım" diye cevap vermiştir.[197] Tercih edilen ve muteber olan görüş, İmam Azam ile İmam Muhammed'e göre ta'dîl-i erkânın vacip olduğu olduğudur.[198]

 

Ta'dil-i erkân'ın farz olduğunu söyleyen fukahaya göre, bunun terki halinde namaz bâtıl olur ve ta'dîl-i erkâna riayet ederek yeniden kılmak gerekir.[199] Vacip olduğunu söyleyenlere göre ise sehv secdesi gerekmektedir.

 

Ta'dil-i erkân'a riayet'in ölçüsü rüknler arasında Sübhânallah diyecek kadar durmaktan ibarettir.[200] Buna göre, meselâ rükûdan doğrulduktan sonra dimdik ayakta durup, en az sübhânallah diyecek kadar beklemek ve daha sonra secdeye gitmek, secdeler arasında da en az sübhânallah diyecek kadar oturmak gerekmektedir.[201]

 

Hanefilerden bazıları rükû ve secdelerde i'tidâle riayet etmeyenin namazını iade etmesi gerektiği görüşündedir. Diğer bazısı da ta'dîl-i erkânın sehven terki halinde sehiv secdesi, kasden terki halinde ise namazın iadesi gerektiği görüşündedir.[202]

 

Ta'dîl-i erkâna riayet etmeksizin kılınan namaz, sıfatındaki noksanlık sebebiyle kâsır (eksik) edâdır. Kasır eda ile ödenmiş yükümlülükteki eksiklik, misli varsa misliyle telâfi edilir. Eğer yoksa noksan olanın hükmü sâkıt olur ve noksanlıktan dolayı günah terettüp eder. Ta'dil-i erkânın misli olmadığından misli ile telâfisi mümkün değildir.[203]

 

Namazda, özellikle rükûdan sonra ayakta durma ve secdeden sonra oturma konusunda dikkatli olmak gerekmektedir. Çünkü bunlar hafif olarak hemen geçiştiriverilen yerlerdir. Buralarda hiçbir şey okunmasa dahi, bir tesbîha miktarı susarak durulmalıdır. Bu kadar durulmaz ise, namazı bozulmamakla beraber kişi günahkâr olur.[204]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

ORUÇ

 

Onuncu Ayet

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنوُا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

 

"Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz." [205]

 

 

Ayetin Nüzulü ve Açıklaması

Hz.Peygamber (a.s) Medine'ye geldiğinde her ayın üç günü ve aşura günlerini oruçla geçirirdi. Sonra Yüce Allah orucu farz kılarak bu ayeti kerimeyi inzal buyurdu.[206]

H.Yazır söz konusu ayeti kerime ile ilgili olarak şöyle der:

(يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنوُا)  "Ey iman ile mükellef bulunub da iman etmiş olanlar  (ey ehli iman)  (كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذينَ مِنْ قَبْلِكُمْ)  sizden evvelki Peygamberlerin ümmetlerine yazıldığı gibi sizin üzerinize de oruç yazıldı, yani farz kılındı. Bunabinaen oruç külfeti sadece size mahsus yük olarak zannedib de kocunmayınız.[207]

 

Oruç: İslâmın dört temel ibadetinden ve beş esasından biri. Farsça'dan Türkçe'ye geçmiş bir isimdir. Kelimenin aslı "Ruze"dir. Önceleri "Oruze" (günlük) olarak kullanılmış; daha sonra "Oruç" şeklinde telaffuz edilmeye başlanmış ve bu şekliyle yaygınlaşmıştır. Arapça karşılığı "savm" veya "sıyam"dır. Savm kelimesinin lügat manası; yeyip-içmekten kendini tutmak, imsak, hareketsiz kalmak ve herşeyden el, etek çekmektir.

 

Oruç, ibadet kastıyla sahurdan akşama kadar yemeyi, içmeyi, yeme-içme sayılan şeyleri ve cinsel ilişkiyi terketmekle tutulmuş olur.

 

- "Orucun sevabı Allah'tan başka kimsenin takdir edemeyeceği kadar büyüktür."[208]

 

- "Oruçlunun, acıkmaktan doğan ağız kokusu Allah için miskten daha güzeldir."[209]

 

- "Oruç, ateşten koruyan bir kalkandır."[210]

 

- "Oruçlu, duâsı geri çevrilmeyen üç gruptan biridir."[211]

 

- "Ramazan orucunu, -dünya ile ilgili faydalardan ötürü değil de- sadece Allah için tutanın geçmiş günahları bağışlanır."[212]

 

-"Özürsüz olarak tutulmayan bir günlük Ramazan orucunun kaçırılan sevabı bütün zaman süresini oruçlu geçirmekle dahi karşılanamaz."[213]

 

Oruç insanın meleklik yönünü güçlendirir ve insanı meleklerden yüce yapar. Hayvanî duygularını köreltir. Nefsinin taşkınlığını önler. İnsanı başıboş olmaktan kurtarır, ona Rabbini hatırlatır. Acıktıkça O'nun verdiği ‚ nimetlerin kadrini öğretir. Aç ve muhtaçların halini hatırlatır.

 

Oruç insana sabrı öğretir. Onu ilâhlaşmaktan ve zorbalıktan kurtarır. Vücudunu dinlendirir, sıhhatini artırır, psikolojisini ve sinirlerini düzeltir. İnsana sırf midesi için yaratılmadığını hatırlatır.

 

Allah: "Oruç benim içindir, onun mükâfatını da ben veririm"[214] buyurur. Demek ki, diğer yararların hepsi bir yana, oruç, Allah'ın rızasını sağlar. Kur'ân-ı Kerîm'de de orucun farzediliş hikmeti olarak onun insanı takvaya götürdügü zikredilir.[215]

 

Farz Oluşu

Ancak sınırlı bir akılla sınırsız bir varlığın tanınması zor, hattâ hakkıyla tanınması imkânsız olduğundan nasıl tanıyacağımızı ve nasıl kulluk edeceğimizi de biz yine O öğretmiş ve kullukla ilgili bazı fiilleri zorunlu (farz) kılmıştir.

 

Yani Allah'ı (c.c.) tanımanın ve O'na kulluğun asgari şartı bu zorunlu ibadetlerdir. Oruç da bu ibadetlerden biridir. Allah Resulü (a.s), bir mübarek sözlerinde, bu temel ibadetleri bir arada anar ve buyurur ki: "İslam beş şey üzere kuruludur: Allah'ı birlemek (tevhid), namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve hac yapmak."[216]

 

Tek başına bu hadis bile, orucun farz olduğunu bildirmeye yeter. Daha önceki semavî dinlerde de oruç bulunduğu için, Allah Resulü Efendimiz orucu biliyordu ve Medine-i Münevvere'ye hicret etmezden önce, Aşûre orucuna da devam ediyordu. Hicretten sonra, ikinci yıl Muharrem'in onunda, çocuklara varıncaya kadar bütün müslümanlara oruç tutturmuş ve aynı yıl Ramazan orucu farz kılınınca: "Aşûre günü dileyen oruç tutsun, dileyen terketsin." buyurmuşlardır. Yani Ramazan orucu ilk defa Hicretin ikinci yılı içerisinde farz kılınmıştır. Farz kılınışı büyük Bedir Harbinden bir ay ve birkaç gün önceye rastlar. Bedir Harbi ise, aynı yıl Ramazan'ın onyedinci Cuma günü vuku bulmuştur. Buna göre Ramazan orucunun farz kılınışı, Şaban ayı içerisinde olmuş olur.[217] Allah Resûlü dokuz sene Ramazan ayı orucunu tuttuktan sonra vefat etmiştir. [218]Bu, farz olan Ramazan orucudur. Bunun dışında vâcip, sünnet, müstehap, nâfile, mekruh ve haram olan oruçlar da vardır.[219] Farz olduğu, Kitap ve sünnetin kesin delilleriyle sâbit olduğu için, orucu inkâr küfürdür, insanı dinden çıkarır. Hafife ve alaya almanın da aynı olduğunu söylemişlerdir. Hatta, inanmakla beraber; ibadetleri yapmamak insanı dinden çıkarmasa bile, herkesin göreceği yerlerde açıkça oruç yemenin, orucu hafife alma anlamına geleceğinden, küfür olduğunu söyleyenler de vardır. Özürsüz olarak bozulan bir günlük Ramazan orucunun kaçırılan sevabı, bütün zaman sürecini oruçla geçirmekle dahi karşılanamaz.[220]

 

Diğer yönden, tutulması halinde, "Orucun sevabı; Allah'tan başka kimsenin takdir edemeyeceği kadar büyüktür." "Her iyiligin karşılığı on ilâ yediyüz katıyla verileceği halde, orucun karşılığını ancak Allah bilir." "Oruçlunun acıkmaktan doğan ağız kokusu, Allah için miskten daha güzeldir.", "Oruç, ateşten koruyan bir kalkandır. tutana Kıyamet günü şefaatçidir.", "Oruçlu, duası geri çevrilmeyen üç gruptan biridir.", "Ramazan orucunu dünya ile ilgili faydalardan ötürü değil de, sadece Allah için tutanın geçmiş günahları bağışlanır.", "Ramazanda yapılan nâfile bir ibadet, sevap bakımından diğer günlerdeki farzlara denktir. Farz ise, diğer günlerdeki yetmiş farza denktir."[221]

 

Hikmeti ve Faydaları

Orucun hikmetleri, aynı zamanda faydası sayılacağından, bu ikisini birlikte ele alıp, bazan fayda, bazan da hikmet diye açıklayacağız. Ancak anlaşılmasını kolaştırmak için, konuyu bir başka açıdan ikiye ayırarak isleyecegiz:

a) Orucun keyfiyeti ile ilgili hikmetler,

b) Dünya ve Ahirete yönelik faydaları.

 

Ancak burada çok önemli bir noktaya deginmek zorundayız: Orucun esas hikmeti -diğer ibadetlerde olduğu gibi- herşeyden önce "HAKİM" bir zat tarafından emredilmiş olmasıdır. Ya da onu emreden "Hakîm"dir, yani her yaptığı yerli yerindedir; bir hikmete dayalıdır, işlerin en yerinde olanıdır. Öyle ise oruç da böyledir. Bu yüzden oruç aklımızın kavrayacağı falan ya da filan faydalardan ötürü farz kılınmıştır demek çok hatalı olur. "Onlar ki, görmeden inanırlar."[222] "Görmedikleri halde RAHMAN'dan ve Rablerinden korkarlar."[223] Kaldı ki, ibadetler hikmetlere değil, illetlerine binaen farz olunurlar. Hikmetler çoğu zaman akılla kavranılsa bile, illetler, farz kılan (Şâri) açıklamadıkça kesin olarak kavranılamaz.

 

Bu yüzden orucun illeti, ya da en büyük hikmeti, farz olduğunu bildiren ayette gösterilen hedef olmalıdır." "Allah'tan sakınasınız, yani takvâ sahibi olasınız diye:.."[224] Aynı ayetin "Ey iman edenler..." hitabı ile başlaması da, orucun maddî fayda ve hikmetlerinden ötürü değil, ancak imandan ötürü tutulabileceğini gösterir. Nitekim modern tıp, orucun bazı faydalarını tesbit etmiş olmakla beraber, inanmayanların hiçbirisi müslümanlar gibi oruç tutuyor değillerdir. Allah Resûlü de makbul olan orucu, iman ve ihtisab (sadece Allah için yapma) şartına bağlamıştır. Ancak aslolan bu olmakla beraber, orucun akılla kavranan birçok hikmetleri de yok değildir.

 

Orucun farziyetiyle başlayan ayeti kerime, aşağıdaki hadisi şerif ile de orucun başlangıcını belirtmektedir.

Yüce Allah cümlemize kendisinin ve Aziz Peygamber (a.s)'ın önem verdiklerine karşı hassasiyet göstermeyi bizlere nasip etsin.

 

 

 

Onuncu Hadis

 

 

 لآَ تَصُومُوا حَتَّى تَرَوُا الهـَِللآ، وََ تُفْطَروا حَتّى تَرَوْهُ، فَإِنْ غُمَّ عَلَيْكُمْ فَاقْدُرُوا لَهُ

 

"Hilâli görünceye kadar oruç tutmayın, yine (müteakip) hilâli görünceye kadar da yemeyin. Bulut araya girerse ayı takdir edin."[225]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: Buhari, Enes (a.s)'dan şunu rivayet ediyor: Hz.Peygamber (a.s), bir ay müddetle hanımlarının yanına uğramayacağına yemin etti. Sonra kendisine ait yüksek bir yerde kaldı. 29. günde aşağı indi. Denildi ki; "Ey Allah'ın Resulü! Sen bir ay yemin etmiştin." O da buyurdu ki: "Ay 29 gündür."[226]    

 

Hadisin zâhiri, ramazan hilâli gündüz veya gece her ne zaman görülürse oruca başlamayı âmirdir. Ancak âlimler, gece görülmesi halinde ertesi gündüz oruca başlanması gereğine hamlederler. Bazı âlimler zevâlden önce görülmesi ile sonra görülmesi arasını tefrik ederler.

 

Hadis, Ramazan orucunu başlatmada da, sona erdirmede de hilâlin görülmesinin vâcib olduğuna hükmetmektedir. Hilâlin şu veya bu sebeple görülememesi halinde takip edilecek yol hakkında bazı farklı görüşler ileri sürülmüştür: Hilâlin görülmesi beklendiği halde, görülmemesi durumunda tereddüd ortaya çıkar. Şâban ayından mı Ramazan ayından mı olduğu tam kestirilemeyen bugüne yevm-i şekk denir. Resûlullah oruca başlamak için "hilâli görme" yi şart koştuğu için yevm-i şekk'te oruç tutulması mekruh addedilmiştir. Bununla birlikte Ashab'tan bazılarının yevm-i şekk'te oruç tuttuğu da rivayet edilmiştir, Hz. Aişe, kızkardeşi Esmâ, Hz. Ebu Hüreyre, Hz. Amr İbnu'l-As, Hz. Muâviye (radıyallahu anhüm) bunlardandır.

 

Hava bulutlu olur da hilâl görülmezse Kûfe ulemâsı, İmam Mâlik, Şâfi'î, Evzâî ve Sevrî ve bir kavlinde Ahmed İbnu Hambel'e göre o gün oruç tutmak vacib olmaz. Ashab'tan İbnu Ömer, bir kavlinde Ahmed İbnu Hanbel ve başka bir kısım âlimlere göre yevm-i şekk'te hava açık olursa -hilâl görülmediği için- oruç tutulmaz, bulutlu olursa tutmak vâcib olur. Hasan Basri, İbnu Sîrîn, bir rivayette Şa'bî ve bir kavlinde Ahmad İbnu Hanbel ve diğer bazı alimlere göre yevm-i şekk'te oruç tutup tutmamak, imamın kararına bağlıdır: İmam oruç tutarsa halk da tutar, tutmazsa halk da tutmaz. İmam Şâfi'î, yevm-i şekk'te oruca niyet etmeden sabahlamayı, ancak öğleye kadar yememeyi tavsiye eder: "Zevalden önce ramazan olduğu tebeyyün ederse, kişi oruca niyet eder ve devam ettirir, tebeyyün etmezse yer."

 

Yevm-i şekk'te nâfile niyetiyle tutulacak oruç hususunda câiz mi, değil mi ihtilaf edilmiştir. Bazıları kişinin âdeti olan orucu, o güne rastlarsa oruç tutmasında bir beis yoktur demiş, aksi halde nafile bile olsa tutmaması efdaldir demiştir. Bu hüküm ramazandan önceki ilk iki gün hakkında mûteberdir. Ancak ramazandan üç ve daha fazla gün önceden nâfile oruca niyet etmede kerâhet görülmemiştir. Ancak Şâfi'î hazretleri, bu babta yasaklayıcı bir hadise dayanarak "Şâbanın yarısından sonra oruç tutmayı mekruh addetmiştir. Şâfiî hazretlerine göre ramazan üç yolla sübut bulur:

1- Bizzat hilâli görmek,

2- Adil şehâdet (bir kişi de olabilir),

3- Şâbân ayını otuz güne tamamlamak... Ebu Hanife, İmam Mâlik, Evzâî, Sevrî gibi cumhuru teşkil eden pek çok âlimin görüşü bu noktada birleşir.

 

Oruç sıkıntılı Mekke döneminde değil, imkânların oldukça bollaştığı Medine döneminde farz kılınmıştır, tâ ki, oruç[227]  iktisadî şartların zorlaması ile konulan bir farzdır, denmesin. Bundan, imkânları bollaşıp, karnı doyan insanın, gayesini unutabileceği anlamı da çıkarılabilir. Farz olan oruç ise panzehirdir. İlacın fazlası zararlı, azı faydasızdır.[228]

 

Orucun bir ay oluşunda İslamın her şeyde orta yolu tuttuğunun işareti de vardır. Çünkü daha önceki dinlerde de oruç vardı, ancak bazısında çok uzun, bazında da çok kısa idi.

 

Oruç günün beli bir zamanı ile sınırlandırılabileceği gibi, yemeyi içmeyi azaltmakla da olabilirdi. Islam birinciyi seçti. Çünkü ikinciyi tayin ve uygulama zor olduğu gibi, insanların vücud yapıları ve ihtiyaçları değişik olduğundan, bunda adaletsizlik de söz konusu olurdu.[229]

 

Oruç herkesin kendisi için seçecegi bir ayda, ya da güneş yılına göre bir ayda değil de, senenin her mevsimini dolaşan Ramazan ayında farz kılındı. Böylece hem cemaat şuuru sağlandı. Çünkü bazı zor işler, topluca yapıldığında, zorluğu hissedilmeden kolaylıkla yapılır. -hem de dünyanın değişik bölgelerindeki insanların bir kısmının devamlı uzun ve sıcak günlerde, diğer kısmının da devamlı kısa ve serin günlerde oruç tutmaları gibi bir adeletsizlik önlendi.

 

Ayrıca; insana misyonunu öğreten, doğruyu yanlıştan ayıran Kur'an-ı Kerim, Ramazanda inmiş ve onu şereflendirmiştir. Oruç için bir ay seçilecekse, elbette ondan daha uygunu bulunamayacaktır.

 

Dünya ve Ahirete Yönelik Faydaları

İnsan diğer varlıklara göre çok daha değişiktir ve o merkez durumundadır. Hayvanlarda sadece istiha (arzu, şehvet) vardır, akıl yoktur. Melekler ise sırf nurdan yaratılmışlardır, çeşitli arzulara (şehvetlere) sahip olmayan yüce varlıklardır. Insan bu iki konumdan da nasibi olan varlıktır. Akla, ruha ve şehvetlere birlikte sahiptir. Onun için melek, yüceliği; hayvan da aşağılıgı temsil eder. Ama meleklerinkini aşan yücelikler bulunduğu gibi, hayvanları çok yücelerde bırakan aşağılıklar da vardır. İşte insan, bu uçsuz bucaksız arenada, kendi yerini seçme hürriyetine sahip tek varlıktır. Arzularını aklının ve ruhunun emrine vermekle, yükseldikçe yükselecek, belki de melekleri bile aşacaktır. Zıddı ile aklını ve ruhunu arzularının eline vermekle de "hayvanlardan da aşağı" olacaktır.

 

Yaratıcısının istediği; onun, münker adına üzerinde bulunan ağırlıklarını atarak, olabildiğince yükselmesi ve Rabbini "Yakîn" ile bilmesidir. Bu vasıf meleklerin vasfıdır. İşte oruç, insanın meleklik yönünü güçlendiren ibadetlerin başında gelir. Çünkü onlar da yemezler ve içmezler. Yine çünkü aşırı yeme içme ve nefsî arzuları tatmin ile aşırı meşgul olma, hayvani nitelikleri geliştirir, nefsi besler ve güçlendirir. Nefis ise Allah'ın düşmanıdır ve "İşi gücü kötülükleri emretmektir."[230] Öyle ise ona yenilmemek ve başını ezmek gerekir. Bunun en kestirme yolu da açlıktır. Nitekim bir hadis-i şerifte, Allah'ın nefse: "Ben kimim, sen kimsin?" diye sorduğu, nefsin de: "Sen sensin, ben de benim" dediği, buna karşılık Allah'ın onu Cehenneme atmak gibi bir sürü eziyetlerle cezâlandırmasına rağmen onun, her seferinde sorulan bu soruya aynı cevabı verdiği, nihayet onu açlıkla deneyince, "Sen benim merhametli Rabbimsin, ben ise Senin âciz bir kulunum" dediği nakledilir.[231]

 

Oruç insanın gafletten uyanmasını, başıboş olmadığını anlamasını, ve Rabbini tanımasını sağlar.

 

Oruç, Allah'ın nimetlerini hatırlayarak O'na olan teşekkür borcunu ödemektir. Çünkü her zaman her istediğini yiyebilen insan, oruç tutmakla: "Bu nimetler benim mülküm değil, ben bunları yiyip içmekte hür değilim, başkasının malıdırlar, yemek için O'nun emrini bekliyorum" demiş ve manevî bir şükür yapmış olur.

 

Oruç zenginlere fakirlerin durumunu hatırlatmak; böylece sosyal dayanışmayı, yardımlaşmayı, sevişmeyi ve toplum düzenini kolaylaştırmak demektir. Zira başka yolla "zengin fakirin halinden bilmez." Bu yüzden Mısır'in kıtlık yıllarında, Hz. Yusuf un bütün zahire ve erzak ambarları elinde olduğu halde, üç günde bir yemek yediği ve sebebini soranlara; "Benim karnım tok olursa, zahire almaya gelen zavallılara acıyabilir miyim?" dediği nakledilir.[232]

 

Oruç, gücüne, kuvvetine, varlığına güvenip ululuk taslayanları, firavunlaşma ve karunlaşma istidadında olanları, açlığın kırbacıyla acıtıp onlara âciz olduklarını ve bir Kadîre muhtaç bulunduklarını hatırlatır. Zira: "Dünyada açlık kadar müessir ma'şeri bir vicdan oluşturan başka bir motif yoktur."[233] Yine "bu yolla insanın mayasında bulunan kibir, gururu, enaniyet ve üstünlük gibi şeytânî tekebbürü de mahviyet, tevazu ve teslimeyete dönüştürür."[234]

 

Oruç, maddî ve manevî bir perhiz ve bu itibarla önemli bir, ilaçtır. Nitekim Allah Resulü "Sıhhat bulmak için oruç tutun" buyurmuştur. (Orucun sindirim, dolaşım ve sinir sistemlerine ve özellikle karacığere, damar sertliğine, böbreklere, kan yapısına, strese olan olumlu tesirleri için.[235] Oruç zor zamanlarda ve olağanüstü durumlarda, uzun süre açlığa tahammülü sağlayacak iyi bir eğitim ve cihad hazırlığıdır.

 

Oruç, vücutta bir fabrika durumunda olan mideye hizmetçi pozisyonundaki bir sürü organın, fabrika sanki yıllık bakıma alındığı için, onunla irtibatlarının kesilmesi, onların sırf mideye hizmet için yaratılmadığını, melekleşme yolunda da görevlerinin bulunduğunu hatırlatmaktır.

 

Ramazan, özellikle Kur'an ayıdır ve Kur'an'la tam bir ilişkisi vardır; Kur'an-ı Kerim onda inmiştir. Kur'an bütün hayırları kendisinde toplar. Ramazan da öyledir. Kadir Gecesi ise Ramazan'ın özü ve lübbüdür.[236]

 

Ramazan, Ahiret yurdu için kârlı bir pazar, hasat için münbit bir zemin, amellerin gelişip yeşermesi için bahardaki nisan yağmuru, Mevlânın saltanatına karşı beşer kulluğunun resm-i geçiş yapması için en parlak ve kudsî bir bayram hikmetindedir.[237] Bu ayda sâlih amellere muvaffak olanlar, bütün sene muvaffak olurlar. Bu ayda manevî hayırları kaçıranlar, bütün sene kaçırırlar.[238] Her iyiliğin karşılığı 10 ilâ 700 katı ve fazlasıyla verileceği halde, Allah Teâlâ orucu diğerlerinden ayırmış ve "O benim içindir" buyurmuştur. Çünkü oruç bir şeyi yapmak değil, yapmamak şeklinde bir ibadet olduğu için, görünen bir ibadet değildir.

 

Bu yüzden sırf riya için yapılamayacak, belki de tek ibadettir. Sonra oruç Allah'ın düşmanları olan şeytanı, nefsi, dolayısıyla şehvetleri kahretmektedir. Bu yüzden ona nisbet edilmesi uygundur.[239] Yeme, içme ve cinsî ilişki gibi dünyevî ihtiyaçları terketmekle, insanda Allah'ın bu vasıf larının tecelli etmesiyle de Oruç O'nun olmaya lâyıktır. Allah'dan başkasına yapılmayan tek ibadet oruç olduğundan, böyle buyurulmuştur da denmiştir. Ya da oruçta, oruçlunun nefsinin hiçbir payı olmadığı için böyle denmiştir denilebilir.[240]

 

Ancak bilmek gerekir ki, oruç için sayılan bu menfaatların çoğuna, iftar ve sahurda yemeği fazla kaçırıp letâif'i (rahmet alıcılarını) öldürmemekle ulaşılabilir. Yoksa normal öğün adedi zaten iki olduğundan, orucun sair zamanlardan bir farkı kalmayabilir. Nitekim nafaka ve fidyeler iki öğün hesabıyle verilir.[241]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

HAC ve UMRE

 

On Birinci Ayet

 

فيهِ ايَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَقَامُ اِبْرهيمَ وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ امِنًا وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ اِلَيْهِ سَبيلًا وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ اللّهَ غَنِىٌّ عَنِ الْعَالَمينَ

 

"Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe'yi ziyaret edip haccetmek farzdır."[242]

 

 

Ayetin Nüzulü ve Açıklaması

Haccın, hicretin altıncı yılında Âl-i İmrân Suresinin nüzulü sırasında farz kılındığında şüphe yoktur.[243]

 

Hac: İslâm'ın temel ibadetlerinden biri. Arafat'ta belirli vakitte bir süre durmaktan, daha sonra Kâbe-i Muazzama'yı usûlüne göre ziyaret etmekten ibaret olan ve İslâm'ın şartlarından birisini teşkil eden ibadet.

 

Hac, HCC kökünden bir mastar olup; müslümanlara göre, bir farzın edası, hristiyanlara göre ise ibadet ve teberrük amacıyla mukaddes toprakları ziyaret etmek, demektir. Kur'an-ı Kerîm'in 22. suresinin adı da "Hac Suresi"dir.

 

Hac ibadeti maksadıyla ziyaret edilecek olan yerler; Kâbe, Arafat ve çevresidir. Zamanı ise hac ayları diye isimlendirilen; Şevval, Zilkâde ve Zilhicce aylarıdır. Hac'da her fiil için özel zamanlar vardır. Ziyaret tavafının, kurban bayramı sabahından, ömrün sonuna; Arafat'ta vakfenin ise, arefe günü zevalden, kurban bayramı sabahı şafak sökünceye kadar yapılabilmesi gibi. Diğer yandan bu büyük ziyarete hac niyetiyle ve ihramlı olarak yönelmek de gereklidir.

 

Ebû Hureyre'den (ö. 58/677) şöyle dediği nakledilmiştir: "Allah elçisine hangi amelin daha faziletli olduğu sorulunca şöyle buyurdu: Allaha ve Resullüne iman'. Sonra hangisi? denildi. Allah yolunda cihad', buyurdu. Sonra hangisi sorusuna ise; "mebrûr hac", cevabını verdi."[244]

 

"Umre, ikinci bir umreye kadar olan günâhlara keffârettir. Mebrûr haccın karşılığı ise ancak cennettir."[245] Mebrûr hac; kendisine hiçbir günâh karışmayan, eksiksiz olarak ifa edilen makbul hac, anlamına gelir.

 

Şevkânî (ö. 1255/1839) amellerin fazileti ile ilgili birbirinden farklı olan hadisleri, Hz. Peygamber'e soru soran muhatabın durumuna göre verilmiş cevaplar olarak değerlendirir.[246]  İmam Mâlik (ö.179/795)'e göre, farz hatta nafile hac düşman korkusu olmadıkça cihaddan daha üstündür. Ancak düşman korkusu olursa, cihad, nafile hactan önde gelir.[247]

 

Hac ve umre ile her yıl Kabe'nin ihyâsı gerçekleşir. Umre'yi bir yılın veya ömrün herhangi bir gününde ifa imkânı vardır. Umre, belirli günlerde yapılabilen hac ibadetinden daha kolaydır. Hac küçük günâhlara keffâret olur ve ruhu ma'siyet kirlerinden temizler. Hatta bazı Hanefi bilginlerine göre, büyük günâhları da örter. Mebrûr hac yapanın cennete gireceğini bildiren hadisle, yine Hz. Peygamber'in şu hadisleri bu konuda önemli delil teşkil eder. "Kim hac yapar, bu esnada cinsî temastan korunur, çirkin söz ve davranışlardan uzak durursa, annesinden doğduğu gündeki gibi günâhlarından kurtulur."[248]

"Hac ve Umre yapanlar Allah'ın misafirleridir. O'ndan birşey isterlerse, onlara cevap verir. Af isterlerse, onları affeder."[249]

"Allah'ım, hac yapanı ve hacının kendisine dua ettiği kimseleri mağfiret et."[250]

 

Kâdî İyâz (ö. 544/1149) şöyle demiştir: Ehli sünnet, haccın büyük günâhlara, ancak tövbe edilirse keffâret olacağı konusunda görüş birliği içindedir. Namaz ve zekât gibi Allah'a ait veya para borcu gibi kula ait bir borcun düştüğünü söyleyen bilgin yoktur. Kul hakları zimmette devam eder. Allahu Teâlâ kıyamet günü hak sahiplerini, haklarını almak üzere toplar. Ancak yüce yaratıcının bu alacaklılara vereceği birtakım nimetlerle onları razı etmesi ve bir ikram olmak üzere borçlulara müsamaha göstermesi de mümkündür.[251]

 

Hac ibadeti, dünyanın çeşitli yörelerinden, renk, dil ve ülke ayırımı gözetilmeksizin, milyonlarca müslümanı bir araya getirir. Tanışıp, görüşmelerine, ekonomik bakımdan bütünleşmelerine, düşmanları karşısında tek saf hâlinde yardımlaşmalarına zemin hazırlar. Böylece, şu ayetlerdeki mana tecelli eder:

 

وَاَذِّنْ فِى النَّاسِ بِالْحَجِّ يَاْتُوكَ رِجَالًا وَعَلى كُلِّ ضَامِرٍ يَاْتينَ  مِنْ كُلِّ فَجٍّ عَميقٍ () لِيَشْهَدُوا مَنَافِعَ لَهُمْ وَيَذْكُرُوا اسْمَ اللّهِ فى اَيَّامٍ مَعْلُومَاتٍ عَلى مَا رَزَقَهُمْ مِنْ بَهيمَةِ الْاَنْعَامِ فَكُلُوا مِنْهَا وَاَطْعِمُوا الْبَائِسَ الْفَقيرَ

 

"İnsanları hacca davet et ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vasıtalarla sana varsınlar. Böylece onlar dünyevî ve uhrevî menfaatlerini görsünler ve belli günlerde, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları kurban ederken, Allah'ın adını ansınlar. Siz de onlardan yeyin, yoksula ve fakire yedirin. "[252]

 

Hac, dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan müminler arasındaki kardeşlik bağlarını güçlendirir. İnsanlar, gerçekten eşit olduklarını birlikte yaşayarak gösterirler. Arap olanla olmayanın, beyazla siyahın takva dışında bir üstünlüğünün bulunmadığı inancı vicdanlara yerleşir.

 

Haccın Hükmü ve Delilleri:

İslâm âlimleri haccın ömürde bir defa farz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Delilleri; Kitap ve Sünnettir. Kur'an'da şöyle buyurulur:

 

وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ اِلَيْهِ سَبيلًا

 

"Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe'yi ziyaret edip haccetmek farzdır."[253]

 

Hadislerde şöyle buyurulur: "Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı, haccı ifa ediniz."[254] "İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (a.s)'ın, Allah'ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât' vermek, Beytüllah'ı haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak."[255]

 

Hz. Peygamber haccın farz kılındığını ashab-ı kirâma duyurunca, içlerinden birisi; "Her yıl mı?" demiş, Resulullah (a.s.) susmuştur. Bu soru üç defa tekrar edilince; "Eğer evet deseydim, hac üzerinize her yıl farz olurdu, buna da güç yetiremezdiniz" buyurmuştur.[256] İbn Abbas (r.a)'dan yapılan rivayette, soru soranın el-Akra' b. Hâbis olduğu belirtilir ve şu ilave yeralır: "Kim birden fazla hac yaparsa bu nafile hac olur."[257] Bu hadis, haccın farz olarak tekrarının gerekmediğini gösterir. İslâm hukukçuları, haccın bir defadan fazla farz olmadığı ve fazla haccın nafile sayılacağı konusunda görüş birliği içindedir.[258]

 

Hadiste şöyle buyurulur: "Hac ve umreyi peşi peşine yapınız. Bu ikisi, körüğün; demir, altın ve gümüşün pasını yok ettigi gibi, fakirliği ve günâhları yok eder. Mebrûr haccın sevabı ancak cennettir."[259] Bazı durumlarda birden fazla hac yapmak gerekebilir. Adak harcı ve bozulan bir nafile haccı kaza etmek gibi. Bazen hac haram olur. Haram para ile haccetmek gibi. Bazen de mekruh olur. Hizmete muhtaç olan ana-babanın iznini almadan haccetmek gibi. Ebeveyn bulunmayınca dede ve ninelerden, borcunu ödeyecek başka malı bulunmayan borçlu ve kefilin alacaklılardan izin almaksızın, hac yapması da mekruhtur. Hanefilere göre bu kerâhet, tahrîmendir.

 

Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlere göre, haram para ile yapılan hac, gasbedilen arazide kılınan namazda olduğu gibi farz veya ikinci defa hac yapılıyorsa nafile olarak sahih olur. Bu kimsenin üzerinden farz veya nâfile düşer. Hanbeliler ise, haram malla yapılacak hacca icazet vermezler. Çünkü bu mezhep, gasbedilen arazide kılınacak namazı da sahih kabul etmez.[260]

 

Haccın Fevri veya Ömrî Oluşu:

Ebû Hanife, Ebû Yûsuf, iki görüşten tercih edilende Mâlikîler ve Hanbelîlere göre, hac fevrîdir. Yani yükümlünün, gerekli şartları taşıdığı ilk yılda haccetmesi gereklidir. Haccı, yıllar boyunca geciktirirse fâsık olur ve şahitliği reddedilir. Çünkü haccı geri bırakmak küçük ma'siyettir. Bunda ısrar etmek kişiyi fıska götürür. Böyle bir kimse hac yapmadan malı telef olsa, borç para alıp haccetmesi hâlinde, ilâhî mağfirete nail olacagı umulur. Haccın geciktirilmeden ifasına, hacla ilgili âyetler delâlet ettiği gibi, şu hadisler de bunu destekler: "Hac yapmakta acele ediniz. Çünkü sizden biriniz ölümün kendisine ne zaman geleceğini bilmez."[261] "Bir kimseyi hastalık, açık bir ihtiyaç, bir sıkıntı veya zalim bir sultan alıkoymaksızın hac yapmazsa; ister yahudi, isterse hrıstiyan olarak ölsün."[262]

 

Şâfîlere ve imam Muhammed'e göre, hac ömrî (terâh)dir; Yani, hac için gerekli şartları taşıyan yükümlü, bunu ilk yılda yapmak zorunda değildir. Ancak bu kimsenin hac veya umreyi, geciktirmeksizin yapması sünnettir. Çünkü tâat sayılan amelleri çabuk yapmak, hayırlı işlerde acele etmek İslâm'ın tavsiye ettiği hususlardandır. Ayette; "Ey müminler, hayır işlerine koşunuz, birbirinizle yarış ediniz"[263] buyurulur. Hac kendisine farz olan kimse, mesken yapma, çocuğunu evlendirme gibi sebeplerle, hatta sebepsiz olarak haccı başka bir yıla geciktirebilir. Çünkü hac farîzası hicretin altıncı yılında geldiği halde, Hz. Peygamber bunu, bir özür olmaksızın onuncu yıla tehir etmiştir. Eğer geciktirmek caiz olmasaydı, bunu onun da yapmaması gerekirdi. Bu görüş, müslümanlara kolaylık sağlayacağı için daha uygundur. Çünkü çoğunluk İslâm hukukçularının dayandığı hadisler zayıf olduğu gibi, haccın, hicretin altıncı yılında Âl-i İmrân Suresinin nüzulü sırasında farz kılındığında şüphe yoktur.[264]

 

Haccın Şartları:

Haccın Şartları erkekleri ve kadınları içine alan genel veya yalnız kadınlarla ilgili özel şartlar olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar tam olarak bulununca hac ve edası farz olur. Aksi halde farz olmaz.

 

Genel Şartlar: Bunlar; farz oluşunun, sıhhatinin veya edasının şartları kabilinden olur. Müslüman, akıllı, ergin, hür ve haccetmeye gücünün yeter olması gibi.

1. Müslüman Olmak! Kâfire hac farz olmaz. İbadeti eda ehliyeti bulunmadığı için, onun yapacağı hac geçerli değildir. Münkir hac yapsa, sonra İslâm'a girse, ona İslâm'ın haccı farz olur. Hanefilere göre, kâfir, şeriatın furûu ile muhatap olmadığı için haccı terkten dolayı hesaba çekilmez. Çoğunluk hukukçulara göre ise o, furû (İslâmî emir ve yasaklar)a muhataptır ve ahirette bunlardan hesaba çekilir.

 

2. Ergin ve akıllı olmak: Çocuk ve akıl hastaları hacla yükümlü değildir. Çünkü bunlar şer'î hükümlerle yükümlü tutulmamışlardır. Akıl hastasının yapacağı hac veya umre, ibadet ehliyeti bulunmadığı için sahih olmaz. Bu ikisi hac yapsa, sonra çocuk büluğ çağına ulaşsa, akıl hastası iyileşse, bunlara hac farz olur. Çocuğun bülûğdan önce yaptığı hac nafile sayılır. Hadiste şöyle buyurulur: "Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, gençlik çağına girinceye kadar çocuktan, şifa buluncaya kadar akıl hastasından."[265] Akıl hastalığı, bayılma, sarhoşluk ve uyku ihramı ortadan kaldırmaz.[266]

 

3. Hür olmak: Köle, esir ve mahkûma hac farz değildir. Çünkü hac, süresi uzun, belli bir yolculuğu gerekli kılan ve yolculuğa güç yetirilmesi şart kılınan bir ibadettir: Hürriyetten yoksun olan kimsenin bunu ifa etmesi mümkün olmaz.

 

4. Vakit: Arafat'ta vakfe ve ziyaret tavafı için belirli vakitlere yetişmedikçe hac farz olmaz. Şu ayetler haccın vakitli bir ibadet olduğunu gösterir: " Sana yeni doğan aylan (hilaller) sorarlar. De ki: "O, insanların faydası için vakit ölçüleridir."[267]

"Hac ayları bilinen aylardır."[268] Hanefi ve Hanbelîlere göre, hac ayları; Şevvâl, Zilkâde ve Zilhicce'nin ilk on günüdür. Buna Abadile adıyla anılan (İbn Mes'ud İbn Abbâs, İbn Ömer ve İbnü Zübeyr)'den nakledilendir. "En büyük hac (hacc-ı ekber) günü, kurban bayramı günleridir" hadîsi delil olarak gösterilir.[269]

 

Bu sürenin dışındaki vakitler, farz hac için ihrama girmeyi ve haccın rükünlerini ifaya elverişli değildir. Ancak hac niyetiyle ihrama, bu aylardan önce girilse, ihram geçerli ve yapılacak hac sahih olur. Delili: "Hac ve umreyi Allah için tamamlayınız" ayetidir.[270] Bu durumda hac ayları girmedikçe hac fiillerinden birşey yapmak caiz olmaz. Hanefilere göre ihram bir şart olup, bunun öne alınması, abdestin namaz vaktinden öne alınması gibidir. Çünkü ihram, hac yapacak kişinin kendisine bazı şeyleri yasaklaması ve bazı şeyleri de gerekli kılmasıdır. Yine bu, ihramı, Mîkat'tan önce başlatmak gibi olur. Bununla birlikte hac aylarından önce ihrama girmek mekruhtur.

 

Mâlikîlere göre, hac ayları tam üç aydır. İhramın vakti, Şevvâl'in başından, yani Ramazarı bayramının ilk gecesinden itibaren başlar, Kurban bayramı sabahı şafak sökünceye kadar devam eder. Bir kimse bayram sabahı şafak sökmezden önce, bir an, ihramlı olarak Arafat'ta dursa hacca yetişmiş olur. Geride ziyaret tavafı ve sa'y gibi ibadetler kalır.[271]

 

5. Haccı ifaya gücünün yetmesi (istitâa). Bu; beden, mal veya yol emniyeti ile ilgili olabilir. Ayette, "Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe yi ziyaret edip haccetmek farzdır"[272] buyurulur. Ayetteki "hacca yol bulabilen, hacca gitmeye gücü yeten" ifadesi Hanefîlere göre "bedenî, mâlî ve emniyet" unsurlarını kapsamına alır. Bunlar haccın edasının şartlarını oluşturur.

 

a. Beden sağlığı ve sağlamlığı. Buna göre; yatalak, hasta, kör, felçli, iki ayağı kesik, binit üzerinde kendi başına duramayan yaşlı kimse, tutuklu bulunan ile zalim yöneticilerin hac için vize vermediği kimseler üzerine hac farz olmaz. Çünkü Allahu Teâlâ, haccın farz olması için "gücün yetmesi"ni şart koşmuştur. İbn Abbâs "istitâa"yı yol azığı (zâd) ve binit (râhile) olarak tefsir etmiştir. Ayette, "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez"[273]  buyurulur.

 

b. Gerekli maddî güce sahip olmak. Bu yolda tüketeceği yiyecek ve oraya varabilmek için bineceği vasıtadan ibarettir. Buna göre, bir kimseye haccın farz olabilmesi için, hac süresince hem kendisinin, hem de bakmakla yükümlü olduğu kimselerin nafakalarını ve nakil vasıtasını temin gücüne sahip olmalıdır. Mekkeliler ve Mekke çevresinde oturanlar için nakil aracına sahip olmak şart değildir; yaya yürüyecek durumda bulunmaları yeterlidir.

 

c. Yol emniyeti. Haccın farz olması için yol güvenliğinin bulunması şarttır. Bu, Ebû Hanife'ye göre, vücûbunun, bazılarına göre ise edasının şartlarındandır.

 

Kadın için yol emniyeti; beraberinde neseb veya sihrî (evlilikle doğan hısımlık) hısımlardan fâsık olmayan akıllı, ergin veya murâhık (12 yaşla buluğ arası erkek çocuğu) mahrem birisinin veya kocasının bulunmasıyla gerçekleşir. Kadının yanında kocası veya mahrem bir hısımı olmaksızın, Mekke'ye üç gün üç gece (sefer mesafesi) ve daha uzak yerden gelerek hac yapması tahrîmen mekruhtur. O, mahremsiz hac yaparsa kerâhetle birlikte caiz olur. Mahremin bulunması vücûb şartıdır. Eda şartı diyenler de vardır. Günümüzde yaygın fesat sebebiyle, kadın süt erkek kardeşiyle yolculuk yapamaz. Çünkü genç sıhrî hısımlarda olduğu gibi, süt hısmıyla başbaşa kalmak (halvet) mekruhtur. Şâfiîler buna "kadının, kafilede güvenilir diğer kadınlarla birlikte hac yapabileceği" esasını ilave ederler.[274]

 

Haccın Yalnız Kadınlarla İlgili Özel Şartları:

 

1. Hacda yol arkadaşının bulunması:

Hac yapacak kadının yanında kocası veya mahrem bir hısımının bulunması gereklidir. Aksi halde kendisine hac farı olmaz. "Kadın, yanında mahrem hısımı bulunmadıkça üç günden fazla yolculuk yapamaz."[275] "Bir kadın, yanında kocası bulunmadıkça hac yapmasın,"[276] hadis-i şerifleri buna delildir. Şâfiîler ise, kadına, güvenilir kadınlarla birlikte olunca, haccı gerekli görürler. Yol arkadaşı olarak tek kadın yeterli değildir. Mâlikilere göre ise, kadın, yalnız kendilerine emanet edilmiş kadın arkadaşları veya yalnız erkekler yahut da erkek-kadın karışık bir toplulukla birlikte hac yapabilir. Bu iki mezhebin dayandığı delil; "Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe yi ziyaret edip haccetmek farzdır"[277] ayetinin genel anlamıdır. Bu yüzden, kadın kendisi aleyhine kötülükten güvende olunca, ona hac gerekli olur.

 

Mahrem hısım ifadesi, nesep, süt veya sıhrî hısımlık yüzünden kendisiyle evlenmek ebediyyen haram olan kimseleri içine alır. Oğul, torun, baba, dede, süt oğul, süt kardeş, damat, kayınpeder gibi. Kızkardeşin, hala veya teyzenin kocası olmak geçici evlenme engeli doğurduğundan, eniştelerle hac yolculuğu caiz olmaz.

 

Şâfiî ve Mâlikîlerle diğer fakihler arasındaki bu görüş ayrılığı, bir farzı ifa için yapılacak yolculuğa mahsustur. Hac yolculuğu böyledir. İhtiyârî yolculuklar icmâ' ile buna kıyas edilmez. Resulullah (a.s) şöyle buyurmuştur: "Bir erkek, bir kadınla yanlarında mahrem bir hısımı bulunmadıkça yalnız kalmasın. Kadın, yanında mahrem hısımı bulunmadıkça yolculuk yapamaz." Bir adam kalktı.

"Ey Allah'ın elçisi, karım hac yolculuğuna çıktı. Ben ise falanca gazveye yazıldım. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Git ve karınla birlikte haccet."[278]

 

2. İddetli Olmaması

Hac yapacak kadının boşanma veya vefattan dolayı iddetli olmaması gereklidir. Çünkü yüce Allah şu ayetle iddetli kadınların evden çıkışını yasaklamıştır: "Boşadığınız kadınları evlerinden çıkarmayın. Kendileri de çıkmasınlar."[279] Haccın başka bir vakitte edası mümkündür. İddet ise ancak özel bir vakitte sözkonusu olur.[280]

İslâm'da haccın bazı engelleri vardır, bu engeller İslâm âlimleri tarafından şöyle tesbit edilmiştir.

 

1. Ebeveyn: Ana veya baba Mekkeli olmayan çocuğunu nafile hac veya umre için ihrama girmekten alıkoyabilir. Ancak bu ikisi farz hacca engel olamaz. Çünkü ebeveyne hizmet, bir cihaddır. Farz hacda ana babadan izin almak sünnettir.

 

2. Evlilik: İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, koca, karısının farz haccına engel olamaz. Çünkü bu, ilk yükümlülük yılında (fevrî') farz olmuştur. Şâfiîlere göre ise, koca, karısını farz veya sünnet hacdan alıkoyabilir. Çünkü kocanın hakkı önceliklidir. Hac ibadeti ise ömür boyu ifa edilebilir.

 

3. Kölelik: Efendinin kölesini farz ve sünnet hacdan alıkoyma hakkı vardır. Ancak köle onun izniyle ihrama girmişse, artık hac veya umreyi tamamlamasına engel olamaz.

 

4. Hapis: Haksız olarak veya maddî sıkıntı içinde olduğu halde bir borçtan dolayı hapiste bulunmak hac engelidir.

 

5. Borçluluk: Vâdesi gelen borcunu ödemek için başka bir malı olmayan borçlunun hac yapmasına, alacaklı engel olabilir. Vâdesi gelmeyen borçlar hac engeli teşkil etmez.

 

6. Hacr altında bulunmak: Sefîh olan kimse veli veya vasînin izni olmadıkça hac yapamaz.

 

7. İhsâr: Hac veya umre için ihrama girmiş olan kimsenin, düşmanın engel olması veya hastalık gibi bir sebeple hac veya umreyi tamamlayamadan ihramdan çıkmak zorunda kalmasıdır. Böyle bir engelle karşılaşan kimseye de "muhsar" denir. Ölüm veya malını 'verme dışında engeli aşmaya gücü yetmeyen, hacı, engelin kalkması umulan bir süre bekledikten sonra ihramdan çıkabilir. Ancak bu durumda kurban kesmesi gerekir.

 

8. Hastalık: Bir kimse ihrama girdikten sonra hastalansa, Ebû Hanife'ye göre, muhsar sayılır ve ihramdan çıkabilir. Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise; ihramda iken hastalanan kimse, uzun sürse bile, iyileşinceye kadar ihramlı olarak kalır.[281]

 

Haccın Sıhhatinin Şartları

Yapılacak haccın geçerli olması için dört şartın bulunması gereklidir:

 

1. İslâm: Haccın, hem farz olma ve hem de sıhhat şartıdır.

 

2. Özel yerler: Arafat ve Kâbe.

 

3. Özel vakit: Arafatta vakfe, arafe günü zevalden itibaren, Kurban bayramı sabahı şafak sökünceye; ziyaret tavafı ise, bayram sabahından, ömür sonuna kadar yapılabilir. Ancak ziyaret tavafını bayramın ilk üç gününde yapmak vacib olduğu için, ziyaret tavafını bundan sonraya bırakana, vacibi terkettiği için, kurban kesmek gerekli olur.

 

4. İhram: Hac veya umre niyetiyle, diğer zamanlarda helâl olan bir kısım, fiil ve davranışları, kişinin kendisine hac veya umre süresince haram kılması demektir. Halk arasında ihramlı erkeğin örtündüğü iki parça örtüye de "ihram" denilmektedir.

 

İhrama Girme Yerleri (Mikatlar)

Mîkat, ihrama girme yeri ve zamanı demektir. Çoğulu mevâkît'tir. Bir terim olarak, Mekke çevresinde, çeşitli bölge ve ülkelerden hacca gelenlerin ihrama girecekleri özel yerleri ifade eder. Bir kimsenin, hac veya umre için, mikatları ihramsız geçmesi caiz olmaz. Aksi halde kurban veya mikat yerine dönmek gerekir. Ancak mikat yerinden önce ihrâma girmek ittifakla caizdir. Hatta Hanefilere göre, bir sakınca doğmayacaksa, ihramı öne almak daha faziletlidir. "Hac ve umreyi Allah için tamamlayınız"[282] ayetinde buna delâlet vardır. Mikatları beklemeksizin, ailesinin bulunduğu yerden ihrama girmek hac ve umreyi eksiksiz tamamlamak demektir. Hz. Ali (ö. 40/660) ve Abdullah b. Mes'ud'un (ö. 32/652) görüşü budur. Çünkü bunda daha çok meşakkat ve daha büyük tazîm vardır.

 

İhrama girme yerleri, Mekke'de, Mekke (Harem) ile mikatlar arasında (hıl bölgesi) veya mikatların dışında kalan bölgelerde (âfâkî) oturanlara göre değişiklik gösterir.[283]

 

1. Mekke'de oturanlar: Bunların hac için ihrama girme yeri yine Mekke'dir. Hz. Peygamber ashab-ı kirâma hac için ihrama, Mekke'nin içinde girmelerini emir buyurmuştur.[284] Mekke dışında, harem dâhilinde evi olanlar da böyledir. Mekkelilerin umre için mikat yeri ise, dilediği herhangi bir yerden, hıll'in harem bölgesine en yakın olan yeridir. Ancak umrede ihrama girmek için hıll'in en fazîletli yeri Hanefi ve Hanbelîlere göre "Ten'îm", sonrâ "Ci'râne", sonra "Hudeybiye"dir. Resulullah (a.s) Abdurrahman b. Ebî Bekr'e Hz. Âişe'ye Ten'îm'de ihrama girerek umre yaptırmasını emir buyurmuştur.[285]

 

2. Hıll'de oturanlar: Harem bölgesiyle, beş mikat yerinin çevrelediği alan arasındaki bölgeye "hıll" denir. Hıll'de oturanların hac veya umre için ihrama girme yeri (mikat), ailelerinin bulunduğu yer veya bu yerle. harem arasında kalan, hıll'den dilediği herhangi bir yerdir. Hac ve umreyi tamamlamayı emreden ayetle[286] Hz. Ali ve İbn Mes'ud'un görüşü buna delildir. Hanefîler bu görüşü benimsemiştir. İmam Mâlik'e göre, bunların mikat yeri, kendi evleridir.

 

3. Mikatların çevrelediği alan dışında oturanlar (âfâki): Arabistan'da mikatlar dışında oturanlarla, dış ülkelerden hac veya umre niyetiyle Hicaz'a gidenler için geldiği bölge veya ülkeye göre ihrama girme yerleri (mikat) belirlenmiştir. İbn Abbâs (r.a)'tan şöyle dediği nakledilmiştir: "Nebî (a.s), Medineliler için Zülhuleyfe'yi, Şamlılar için el-Cuhfe'yi, Necidliler için Karnü'l-Menâzil'i ve Yemenliler için Yelemlem'i mikat olarak belirledi. Bunlar, belirtilen bölge veya ülke tarafından gelen diğer belde yolcuları için de mikat yeridir."[287] Câbir (r.a)'den merfû olarak rivayet edilen Müslim hadisinde bunlara, Iraklılar için Zat-ı ırk ilâve edilmiştir.[288]

 

Gelinen ülkelere göre mikatlar şöyledir:

a. Türkiye, Suriye, Mısır, Mağrib ve Avrupa tarafından deniz yoluyla gelenlerin mikatı Cuhfe (Râbiğ)'dir. Cuhfe ile Mekke aiası yaklaşık 187 km. dir.

 

b. Medine'den gelenlerin mikatı Zülhuleyfe (Âbâr-ı Ali) olup, Mekke'ye yaklaşık 464 km.dir. En uzak mikat yeri burasıdır.

 

c. Irak, İran ve diğer doğu ülkelerinden gelenlerin mikatı Zât-ı Irk'tır. Bu yer Mekke'ye yaklaşık 94 km.dir.

 

d. Kuveyt ve Necid yönünden gelenlerin mikatı bugün es-Seyl denilen Karnü'l-Menâzil'dir.

 

e.Yemen'den gelenlerin mikatı Mekke'nin güneyinde bulunan Yelemlem olup, Mekke'ye 54 km.dir.

 

İhrama girme yerlerini Hz. Peygamber tayin ettiği için hac, umre, ticaret veya başka bir amaçla gelen her müslümanın buralarda veya daha önce ihrâma girmiş olması lâzımdır. Eğer yol, bu noktalardan geçmiyorsa buraların hizalarından ihrâma girilir. Medine'ye gelenler, hac için Mekke'ye doğru yola çıkınca Zülhuleyfe'de bugün Âbâr-ı Alî denilen yerde ihrama girerler.

Mikatlardan içeride bulunan kimseler, ihramsız Mekke'ye girebilirler. Fakat hac veya umre için, bulundukları yerden ihrama girerler. Mikat içinde, fakat Mekke dışında bulunan, bulunduğu yerde; Mekke'nin içinde oturanlar ise, kaldığı evde ihrama girerler.

Dışarıdan hac veya umre için gelen kimse mikatı ihramsız geçerse ya bir kurban keser veya geri dönüp mikat yerinde ihrama girer. Mekke'ye girme niyeti olmaksızın mikatı ihramsız geçene birşey lâzım gelmez.

 

İhram:

Hac dışında yapılması mübah olan bazı şeyleri kendisine haram kılmak demektir. Hanefilere göre, ihram haccın rüknü değil şartıdır. Bu da niyet ve telbiye ile gerçekleşir. Hac veya umreye yahut her ikisine niyet etmek ve Allah için telbiye getirerek ihrama girmekle hac ibadeti başlamış olur.

 

İhrama girerken yapılması sünnet veya müstehap olan fiillerin başlıcaları şunlardır:

 

1. Abdest veya boy abdesti almak. Temizlenmek için abdest veya boy abdesti alınır. Hz. Peygamber ihram için boy abdesti almıştır.[289] Bu, temizlenmek için olup, taharet (abdestlilik) için değildir. Bu yüzden, hayızlı ve nifaslı kadınlar da bunu yaparlar. İbn Abbâs'ın merfû olarak naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: "Nifaslı ve hayızlı kadınlar boy abdesti alır, ihrama girer, Beytullah'ı tavaf dışında, haccın bütün menâsikini ifa ederler."[290] Diğer yandan Hz. Peygamber (a.s), Esmâ binti Umeys'e nifaslı (lohusa) iken boy abdesti almasını emir buyurmuştur.[291]

 

İhrama girecek kimsenin tırnaklarını kesmesi, tıraş olup, bıyıklarını kısaltması, koltuk altlarını ve edep yerini tıraş etmesi müstehaptır..

 

2. Erkekler, dikişli elbiselerini çıkarır ve birisi göbekten aşağısını örtmek, diğerini omuzuna almak üzere iki temiz ve yeni peştemela bürünür. Başı açık, ayakları çıplak olup, terlik veya nalın giyebilir. Hadiste şöyle buyurulur: "Sizden biriniz, bir izâr (alt peştemal), bir ridâ (üst peştemal) ve iki nalınla ihrama girsin. Nalın bulamazsa, mest giysin, mestlerin topuklarından aşağısını ayırsın."[292] İbn Abbâs rivayetinde "topuklardan aşağısını ayırma" ifadesi yoktur.[293]

 

İhrama giren kadınlar, elbiselerini çıkarmazlar başlarını ve ayaklarını açık bulundurmazlar. Yalnız yüzleri açık bulunur, telbiye ederken seslerini yükseltmezler.

 

3. Çoğunluğa göre, ihramdan önce bedenini kokulamak caizdir. Hanefî ve Hanbelîlere göre, elbiseyi kokulamak caiz değildir. Şâfiîler elbise konusunda da aksi görüştedir. Delil, Hz. Âişe'den nakledilen şu hadistir: "Ben Nebî (a.s)'ı, ihrama girerken bulabildiğim en güzel koku ile kokuluyordum."[294] Buna göre, kokunun eserinin ihramdan sonra devam etmesinde bir sakınca yoktur. Ancak artık ihram süresince yeniden kokulanmak, hatta kokulu sabun kullanmak caiz görülmemiştir.

 

4. İhram namazı. Boy abdesti veya abdest alındıktan ve ihramdan önce; ittifakla iki rekat ihram namazı kılınır. Delil şu hadistir: "Nebî (a.s) Zülhuleyfe'de iki rekât namaz kıldı, sonra ihrama girdi."[295] Bu namazın birinci rekâtında Kâfirûn, ikinci rekâtında ise İhlâs suresini okumak sünnettir. Mâlikî ve Hanbelîlere göre, ihrama farz namazın arkasından girilir. Çünkü İbn Abbâs (r.a)'tan, Resulullah'ın böyle yaptığı nakledilmiştir.

 

5. Telbiye. Hanefîlere göre, ihram namazından sonra telbiye getirilir. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır. Efdal olan da budur. Vasıtaya bindikten sonra telbiye getirip, sonra niyet edilebilir.[296] Telbiye şudur:

"Lebbeyke Allahumme Lebbeyk, Lebbeyke Lâ şerîke Leke Lebbeyk. Inne'l-hamde ve'n-ni'mete leke ve'l-mülke, Lâ şerîke leke."[297]

 

Hanefilere göre bir kimse mikatta niyet ederek telbiye getirince ihrama girmiş olur. Telbiye, yolda, iniş çıkışlarda, yol arkadaşlarıyla karşılaşmalarda namazların ardından tekrarlanır ve zaman zaman ses yükseltilir. Telbiye, Mâlikîler dışında çoğunluğa göre, Kurban bayramı günü Akabe cemresine ilk taşın atılmasıyla kesilir. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır.[298] Ancak taşlamadan önce tıraş olunursa, telbiye kesilir. Umre yapan ise tavafa başlamakla telbiyeyi keser.

Hac, İsalam dininin sosyal bir dayanışma merkezidir. Bu anlayışla ifa edilmesi gereken dinimiz farz kıldığı bir ibadettir.

Yüce Allah cümlemize bu anlayışla hac ibadetimizi ifa etmeyi nasip etsin. 

 

 

 

On Birinci Hadis

 

خَطَبَنَا رسول اللّه  فَقَالَ: يَا أيُّهَا النَّاسُ قَدْ فُرِضَ عَلَيْكُمْ الحجُّ فحُجُّوا.

 

"Ey insanlar, size hacc farz kılınmıştır. Şu halde haccı edâ edin!"[299]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

1-Vürûdu: Buhârî; Müslim; Nesâî,[300] Ebu Hüreyre hazretleri (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize şöyle hitab etti: "Ey insanlar, size hacc farz kılınmıştır. Şu halde haccı edâ edin!" Cemaatte bulunan bir adam: "Her sene mi, Ey Allah'ın Resûlü?" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cevap vermedi. Adam sorusunu üç kere tekrar etti. Bunun üzerine: "Ben sizi bıraktıkça siz de beni bırakın. (Madem ki, sükût ettim, niye sormada ısrar ediyorsunuz?) Şayet (sorunuza) "Evet!" deseydim, her yıl haccetmek vacib oluverirdi ve buna güç yetiremezdiniz. Şunu bilin ki,  sizden öncekileri helak eden şey, çok sual sormaları ve peygamberleri hakkında ihtilâflarıdır. Size bir iş emrettiğim zaman, bunu gücünüz yettiğince îfa edin, bir yasaklamada bulunduğum vakit de ondan kaçının (bu emir ve yasakla ilgili olarak aklınıza gelen her şeyi sormaya kalkmayın!)"[301]

 

Hadisin sebebi Vürûdunun tespitinden sonra yukarıdaki ayetten haccın izahını yaptık. Şimdide umre ile ilgili izahata geçelim.

 

Umre: Hac gibi belirli bir zamana bağlı olmaksızın yapılan Kâbe ziyareti anlamında bir terim. Umre, Hanefî ve Malikî mezheplerine göre sünnet-i müekkede, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre farzdır.

 

Hac sadece hac mevsiminde yapıldığı halde, umre her zaman yapılabilir. Ancak kurban bayramının arefe günü ile, bu bayramın dört gününde yapılması mekruhtur. Ramazanda yapılması ise daha çok sevaba vesîledir.[302]

 

Umre esas itibariyle, Kâbe'yi tavaf (etrafında yedi defa dönmek) ve Safa ile Merve tepeleri arasında yedi defa sa'y (koşmak) dır. Hacda olduğu gibi; Müzdelife'ye gitmek, Arafat'ta vakfe yapmak, Mina'da şeytan taşlamak umrede yoktur.

 

Tavafın dört şavtı (Kabe'nin etrafında dört kere dönmek) umrenin rüknüdür. Vakit müstesna, hac için şart olan her şey, umre için de şarttır. Tavafın geri kalan üç şavtı, Safa ile Merve arasındaki sa'y ve bunun bitiminde tıraş olmak ya da saçları kısaltmak da umrenin vacipleridir. Haccın sünnetlerinden Safa ile Merve arasındaki sa'ye kadar olanların tümü umre için de sünnettir. Sa'y bitince umre ibadeti sona erdiği için, hacdaki; Müzdelife, Arafat ve Mina ile ilgili sünnetler umrede söz konusu değildir.

 

Umrenin yapılışı: Mekke dışından olup da umre yapmak isteyen bir Müslüman mikat yerinde, Mekkeli ise Harem dışında ihrama girer. "Allahım! Ben umre yapmak istiyorum, onu bana kolaylaştır ve benden kabul et" diyerek dua ve niyet eder, telbiye de bulunur. Harem-i Şerif'e gelince Kâbe'nin etrafına yedi defa dolaşarak tavaf eder. İlk üç dolanışta biraz çalımlı yürür. Her dolanışta Hacerü'l-Esved adındaki kutsal taşı selamlar. Tavaf bittikten sonra iki rek'at namaz kılar ve Safa tepesine gider. Oradan başlayarak, Safa ile Merve arasında yedi kere gider gelir. Buna; sa'y denilir. Daha sonra tıraş olarak veya saçlarını kısaltarak ihramdan çıkar. Böylece sona ermiş olur.[303]

 

Hac için ihrama giren kişinin, ihramda iken yapması yasak olan şeyler, umre için ihrama giren kişi için de yasaktır. İhramda iken bu yasaklardan birisini yapan kimseye, hac için ihramda iken aynı yasağı işleyen kimse için gerekli olan ceza gerekir.

 

Umrenin tek rüknü olan tavafın ilk dört şavtını tamamlamadan karısıyla cinsî temasta bulunan kişinin umresi fasit olmuştur. Ancak bu duruma düşen kimse umreyi bırakmaz devam eder. Ceza olarak bir koyun kurban eder ve tekrar umre yapar. Tavâfın dört şavtını tamamladıktan sonra aynı yasağı işleyenin umresi ise fasit değildir, fakat onun da bir koyun kurban etmesi gerekir.[304]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

İNFAK VE SADAKA

 

On İkinci Ayet

 

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَىْءٍ فَاِنَّ اللّهَ بِه عَليمٌ

 

"Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcayıncaya kadar Cennete ve iyiliğin en güzeline (birr) eremezsiniz."[305]

 

 

Ayetin Nüzulü ve Açıklaması

"Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcayıncaya kadar Cennete ve iyiliğin en güzeline (birr) eremezsiniz."[306]

 

Bu ayetin nüzûlü şöyledir: Ebû Talha (r.a) en çok sevdiği malı olan "Bırhâ" bahçesini Allah yolunda tasadduk etmek istemiş, Hz. Peygamber'in; "yakın hısımlarına ve amcasının oğullarına vermesi" tavsiyesine uyarak böyle yapmıştır.[307] Hz. Ömer Hayber'den hissesine düşen değerli ganimet toprağını vakfetmiştir.[308]

 

"Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyilik mertebesine eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, hiç şüphesiz Allah onu bilir."

 

Bu ayetle muhatap olan o zamanki müslümanlar bu ilahi direktifin anlamım gerçekten kavradılar. Sevdiklerinden fedakârlık ederek, mallarının en değerli olanlarını Allah yolunda dağıtarak iyiliğe ulaşma çabasına girdiler. Zira iyilik bütün güzel şeylerin bütünüdür. Daha büyük ve daha üstünlerini elde etmek umuduyla cömertlik örnekleri verdiler:

İmam-ı Ahmed bin Hanbel rivayet ediyor. Abdullah b. Ebu Talha'nın oğlu Ebu İshak'tan, O da Enes b. Malik'ten işittiğini kaydeder. Enes der ki: "Ebu Talha Medine'li müslümanların en zenginiydi. En çok sevdiği malı da Beyraha bahçesi idi. Bu bahçe Mescidi Nebevi'nin karşısındaydı. Hz. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) oraya girer, orada bulunan tatlı bir kaynaktan içerdi. Enes der ki: `Sevdiğinizden dağıtmadıkça iyiliğe ulaşamazsınız' ayeti inince, Ebu Talha dedi ki: "Allah `Sevdiğinizden dağıtmadıkça iyiliğe ulaşamazsınız' buyuruyor. Benim en sevdiğim malım ise Beyraha bahçesidir. Onu Allah yoluna bağışlıyorum. Onun iyiliğini umuyor ve yüce Allah katında bana azık almasını ümit ediyorum; Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın sana gösterdiği şekilde onu kullan." Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) `Çok güzel! Çok güzel! Bu kârlı, verimli bir arazi bu kârlı bir arazi... Ben işittim... Ben, onu, akrabalarına dağıtmanı uygun görüyorum' buyurdu Ebu Talha da; `Öyle yaparım ey Allah'ın Elçisi!' dedi ve onu akrabaları ile amca oğulları arasında paylaştırdı."[309]

 

Buhari ve Müslim'de; Hz. Ömer'in şöyle dediği kaydediliyor: "Ey Allah'ın Resulü, Hayber'de payıma düşen arazi kadar benim yanımda değerli hiçbir malım olmadı. Onu ne yapmamı önerirsin?" dedim. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "Aslını bırak, ürününü Allah yolunda vakfet." buyurdu.

 

Sahabilerin çoğu bu şekilde davrandı. Kendilerini İslâm'a kavuşturduğu günde iyiliğin tümüne kavuşturan Rablerinin direktiflerine sarıldılar. Bu yönelişleri onları malın köleliğinden, nefsin cimriliğinden ve egoistlik sevdasından özgürlüğe kavuşturdu. Bu aydınlık ufuklara özgürce, serbestçe ve rahatça yükseliverdiler.

 

Bu girişten sonra şimdi de infak nedir, nasıl verilir ve kime verilir açıklamaya çalışalım. 

 

İnfâk: Nafaka verip geçindirme, besleme, Allah yolunda harcama. Bir terim olarak; gerek hısımlardan ve gerekse diğer insanlardan yoksul ve muhtaç olanlara para veya maişet yardımı yaparak, onların geçimini sağlama, demektir. Zarûrî ihtiyaç ve maişet için sarfolunacak paraya ve azık çeşidine "nafaka" denir. Bir kimsenin kanunen geçindirmek zorunda bulunduğu kimselere mahkeme kararıyla bağlanan aylık da bu adı alır.

 

İslâm hukukunda infakın kapsamı geniştir. Aile reisinin bakmakla yükümlü olduğu kimselere harcama yapmasını kapsadığı gibi; diğer yoksul ve muhtaçlara yapılan zekât, sadaka ve benzeri yardımları da anlamı içine alır. Zekât gibi miktarı belirli yardımlaşma hükümleri gelmeden önce, Ashâb-ı kiram yoksullar için ne kadar harcayacaklarını bilmiyorlardı.

 

Muaz b. Cebel ile Sa'lebe Hz. Peygamber'e "Kölelerimiz ve hısımlarımız var. Bunlara malımızdan ne şekilde ve ne miktarda harcayalım" diye, şu ayet inmişti:

 

وَيَسَْلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ كَذلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الْايَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ

 

"Ey Muhammed! Sana, hangi şeyi nafaka vereceklerini sorarlar. De ki: "İhtiyacınızdan artanı verin."[310] Zekât farz kılınmadan önce, kazanç sahipleri, bu ayete göre, her günkü kazançlarından kendilerine yetecek kadarını alır, gerisini tasadduk ederlerdi. Altın, gümüş gibi nakit sahipleri de, bir yıllık geçimini ayırır, geri kalanını Allah yolunda harcarlardı.[311]

 

Kur'an-ı Kerîm'in pek çok âyetinde, varlıklı müminlere "Allah yolunda infak" emir ve tavsiyesinde bulunulmuş, Allah yolunda harcayanlar övülmüştür.

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اَنْفِقُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّا اَخْرَجْنَا لَكُمْ مِنَ الْاَرْضِ وَلَا تَيَمَّمُوا الْخَبيثَ مِنْهُ تُنْفِقُونَ وَلَسْتُمْ بِاخِذيهِ اِلَّا اَنْ تُغْمِضُوا فيهِ وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ غَنِىٌّ حَميدٌ

 

"Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin en helâl ve iyisinden Allah yolunda harcayın (zekât ve sadaka verin)."[312]

 

Bakara Suresi'nin ilk ayetlerinde takvâ sahiplerinin vasıfları sayılırken, "Allah yolunda harcayanlar"; gayba inanan ve namaz kılandan sonra üçüncü sırada zikredilir.[313]

 

Allah yolunda yapılan harcamanın, malın sevilen çeşidinden yapılması, kişiyi "birr" derecesine ulaştırır.

 

Zeyd b. Hârise (r.a) "Seyl" adındaki ünlü atını tasadduk etmesini Hz. Peygamber'den istemiş, O da atı Usâme b. Zeyd (r.a)'e vermiştir. Hasan el-Basrî şöyle der: "Bir kimse sevdiği bir tek hurmayı bile Allah rızası için sadaka olarak verirse bu ayetteki "birr"e mazhar olmuş olur". Ömer b. Abdülaziz, yoksullara bol miktarda şeker dağıtır ve sebebini soranlara da şu cevabı verirdi: Çünkü ben en çok şekeri severim. Hadiste zikredilen aile fertlerine (ehl); karısı, çocukları, nafakası kendisine gerekli olan erkek ve kız kardeşleri ile amcası ve amcasının çocukları, evinde beslediği yabancı yoksul çocuklar dahildir. Bir kimsenin bakmakla yükümlü olduğu kimseleri geçindirmesi, onun üzerine vaciptir. Eğer bu masrafları yaparken Allah rızasını kazanmayı kastederse, sürekli sadaka ecri alır. Ancak bu konuda Allah rızasını kasdetmezse, üzerinden borç düşer, fakat ayrıca bir ecir alamaz.[314] Buna, Sa'd b. Ebî Vakkas'ın naklettiği şu hadis de delâlet eder:

 

Veda Haccı yılı Mekke'de hastalanan Sa'd b. Ebî Vakkas tek varisi olan kızına çok servet kalacağınışünerek servetinin üçte ikisini vasiyet yoluyla başkasına bırakmak ister. Hz. Peygamber razı olmaz. Yarısını bırakmak ister. Resulullah (a.s), "üçte birini vasiyet etmesi" ne müsaade eder ve şöyle buyurur:

"Ey Sa'd! Senin mirasçılarını zengin bırakman, onları yoksul ve başkalarına avuç açar bir halde bırakmandan daha hayırlıdır. Sen, Allah rızası için harcadığın nafakadan dolayı ecir alırsın. Hatta, yemek yerken eşinin ağzına verdiğin lokmadan ötürü de ecir alırsın."[315] Ancak Sa'd, bu hastalığından iyileşip uzun bir müddet daha yaşamış ve bu kızından başka çocukları olmuştur.

 

Buna göre, bir kimse, malının üçte birine kadar olan kısmını vasiyet yoluyla Allah yolunda harcayabilir. Servetin üçte ikisi mirasçıların korunmuş hissesidir. Ancak, mirasçılara vasiyetle mal bırakılması hadisle yasaklanmıştır. Çünkü mirasçılara Allahu Teâlâ belirli miras hisseleri tahsis etmiştir.[316]

 

Zorunlu nafaka ikiye ayrılır

1. Kişinin gücü yettiği zaman kendisi için gerekli olan nafaka. Bu, başkalarına yapılacak yardım ve Allah yolunda harcamadan önde gelir. Çünkü kişinin yaşamını sürdürmesi ve başkalarına olan infak görevini yerine getirebilmesi buna bağlıdır. Hz. Peygamber; "İnfaka önce kendinden, sonra nafakası senin üzerine vacip olan kimselerden başla!"[317] buyurur.

 

2. Müminin başkalarına olan infakı. Başkasına infakın farz olmasının üç sebebi vardır: Evlilik, hısımlık ve mülk.

 

Evlilikte, koca eşinin yeme, içme, giyim ve mesken ihtiyacını karşılamak zorundadır. Emsalinin evinde hizmetçi bulunuyorsa o da nafaka kapsamına girer.[318]

 

Eşler dışında, biri diğerine evlenme engeli teşkil edecek kadar yakın hısım (mahrem) olunca, bunlar arasında nafaka cereyan eder. Anne, baba, dede, nine, çocuk ve torunlar, kardeşler, hala, amca, dayı ve teyze bunlar arasında sayılabilir. Ayette şöyle buyurulur:

 

وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَانًا وَبِذِى الْقُرْبى وَالْيَتَامى وَالْمَسَاكينِ وَالْجَارِ ذِى الْقُرْبى وَالْجَارِ الْجُنُبِ وَالصَّاحِبِ بِالْجَنْبِ وَابْنِ السَّبيلِ وَمَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ اِنَّ اللّهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ مُخْتَالًا فَخُورًا

 

"Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, yakın komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, sahip olduğunuz kölelere iyilik edin."[319]

 

فَاتِ ذَاالْقُرْبى حَقَّهُ وَالْمِسْكينَ وَابْنَ السَّبيلِ ذلِكَ خَيْرٌ لِلَّذينَ يُريدُونَ وَجْهَ اللّهِ وَاُولئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

 

"O halde, akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver."[320]

 

Hz. Peygamber, iyilik yapmaya en lâyık kimin olduğunu soran bir sahabeye şöyle cevap vermiştir: "Annen, sonra, yine annen, sonra yine annen. Sonra, baban. Sonra en yakınından başlayarak uzağa doğru diğer hısımların."[321]

 

Hanefîler bu ayet ve hadislerdeki "hısımlar"ı, "mahrem hısımlar" şeklinde sınırladılar. Çünkü; "Babanın yükümlülükleri aynen mirasçıya da geçer"[322] ayeti, Abdullah b. Mes'ûd (ö. 32/652) kırâatinde "Babanın yükümlülükleri aynen mahrem hısımlardan olan mirasçıya geçer" şeklinde rivayet edilmiştir.

 

İslâm hukukçuları eş ve diğer hısımların nafakasının; yiyecek, katık ve giyeceğin belde örfüne göre ve yükümlünün durumu dikkate alınarak "yetecek ölçüde" olması gerektiği konusunda görüş birliği hâlindedir.

 

Çünkü nafaka ihtiyaç sebebiyle vacip olmuştur. İhtiyaçlar da yeterli ölçüdeki (kifaye miktarı) şeylerle giderilebilir. Hz. Peygamber (a.s) Ebû Sufyan'ın karısı Hind'e; "Kocanın malından, örfe göre sana ve çocuklarına yetecek kadar al"[323] buyurmuştur. Burada onun ve çocuklarının nafakası kifaye miktarında belirlenmiştir. Diğer hısımların da buna kıyas yapılarak aynı ölçüde olması gerekir. Eş veya diğer hısım hizmetçiye muhtaçsa, nafaka kapsamına o da girer. Felçli durumdaki yoksul anne veya babanın bir hizmetçiye baktırılması gibi.

 

İnsanın mala karşı olan zaafı fıtrattandır. Bu zaafı telafi etmenin tek yolu infak etmeyi prensip etmek lazım.

İnfak, ayetin akışından da anlaşılacağı üzere zekattan önce Müslümanlara şart koşulmuş bir dini emirdir. Bunun sebebi ise ileride gelecek olan dini hükümlere karşı hazırlanmaktır. Örneğin malını Allah yolunda infak etme cömertliğini göstermeyenler, yarın nasıl Allah yolunda can verip şehit olacaklar.

İşte bunabinaen İslam dini, önce fıtratın zaafı olan malın infakını öne almış ondan sonra diğer hükümleri emretmiştir. 

Yüce Allah cümlemize kendi yolunda cömertlik edip ihsanda bulunan kullarından eylesin.

 

 

 

On İkinci Hadis

 

فَاتَّقُوا النَّارَ وَلَوْ بِشِقِّ تَمْرَةٍ،

 

"Bir hurmanın yarısı da olsa onu sadaka olarak vererek ateşten korunun![324]

 

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

1-Vürûdu: Buharî, Adiy b. Hatem (r.a)'dan, Hz.Peygamber (a.s): "Ateşten Allah'a sığının velevki bir hurmanın üçte biriyle de olsa." Sonra "Bir hurmanın yarısı da olsa onu sadaka olarak vererek ateşten korunun! hadisi buyurdular.[325]

 

Sadedinde olduğumuz hadisin daha iyi nalaşılması için Buhariye ait lafızla takdim ediyorum.

 

Adiyy İbnu Hâtim (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında iken bir adam geldi ve fakirlikten şikayet etti. Derken biri daha gelip, o da yol kesilmesinden şikayet etti. Aleyhissalâtu vesselâm: "Ey Adiyy dedi,  sen Hire şehrini gördün mü?" "Hayır görmedim, ancak işittim!" dedim. Bunun üzerine: "Eğer ömrün biraz uzarsa, devesine binen bir kadının Hire'den (tek başına) kalkıp Ka'be'yi tavaf edeceğini mutlaka göreceksin. O bu seyahatini yaparken Allah'tan başka  hiçbir şeyden korkmayacak!"

 

Adiyy der ki: "İçimden, kendi kendime, "memlekete dehşet saçan Tayy eşkiyaları nereye gidecek?" dedim.  Resulullah sözlerine devam etti: "Eğer ömrün olursa Kisra'nın hazinelerinin de fethedildiğini göreceksin!" Kisra İbnu Hürmüz mü?" diye araya girdim."Evet İbnu Hürmüz olan Kisra!" buyurdu ve devam etti: "Eğer hayatın uzarsa mutlaka göreceksin: Kişi eli altın veya gümüş parayla dolu olduğu halde bunu tasadduk etmek üzere fakir arayacak fakat kendinden onu kabul edecek bir tek adam bulamayacak. Her biriniz, mutlaka bir gün gelecek aranızda herhangi bir perde, bir tercüman olmaksızın Allah'la karşılaşacaksınız. O zaman Allah Teala hazretleri: "Sana tebliğ getiren bir peygamber göndermedim mi?" diye soracak. Muhatabı: "Evet gönderdin!" diyecek. Rabb Teala:"Ben sana mal vermedim mi, ikram etmedim mi?" diye soracak, kul: "Evet! Ey Rabbim verdin" deyip sağına bakacak, cehennemden başka bir şey görmeyecek, soluna bakacak cehennemden başka bir şey görmeyecek."

 

Adiyy der ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim: "Bir hurmanın yarısı da olsa onu sadaka olarak vererek ateşten korunun! Kim yarım hurma bulamazsa güzel bir sözle korunsun!"

 

Yine Adiyy (radıyallahu anh) dedi ki: "Ben Hire'den kalkıp, Beytullah'ı tavaf eden ve Allah'tan başka kimseden korkmayan yaşlı kadını gördüm. Kisra İbnu Hürmüz'ün hazinelerini fethedenler arasında ben bizzat bulundum. Eğer sizlerin ömrü uzun olursa mutlaka, Ebu'l-Kasım (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu söylediğini de göreceksiniz: "Kişi, eli altın veya gümüşle dolu olarak çıkacak, onu kendinden (sadaka olarak) kabul edecek adam bulamayacak."[326]

 

Şimdi bu girişten sonra sadaka nedir ve kimlere verilir ve nasıl verilir açıklamaya çalışalım.

 

Sadaka: Zekât, Allah rızası için yapılan iyilik veya verilen şey, sadaka insanın malından sırf Allah rızası için muhtaç olanlara temlik edilmek üzere çıkardığı bir vergi türü anlamında bir fıkıh terimi. Zekâta, mü'minlerin Allah'ın emirlerine uymadaki sadakatlarini gösterdiği için "sadaka" da denilmiştir. Çoğulu sadakât'tır. Sadaka kavramında üç temel özelliğin bulunması gerekir: İhtiyaç, mülkiyetin nakli ve temlîkin Allah için olması.

 

Bu âyetlerde de zekâtın farz olan bu çeşidi yer alır:

وَاَقيمُواالصَّلوةَ وَاتُواالزَّكوةَ

 "Namazı kılın, zekâtı verin."[327]

 خُذْ مِنْ اَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكّيهِمْ بِهَا

"Mü'minlerin mallarından zekât al ki, onları temizleyip mallarını çoğaltasın."[328]

اِذَا اَثْمَرَ وَاتُوا حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِه

"Hasat günü ürünün hakkını ödeyin."[329]

 

Hz. Peygamber'in çeşitli hadislerinde farz olan zekât emredilmiştir: "İslâm beş temel üzerine kurulmuştur. Bunlardan birisi de zekât vermektir."[330]

 

Diğer yandan Hz. Muhammed (a.s), Muaz b. Cebel (r.a)'i Yemen'e vali olarak gönderirken kendisine şöyle buyurmuştur:

"Onlara bildir ki, Allah Teâlâ kendilerine zekâtı farz kılmıştır. Zekatı oranın zenginlerinden al, yoksullarına ver."[331]

 

Diğer yandan zekâtın farz oluşu üzerinde bütün müctehitler görüş birliği içindedir. Ashab-ı Kirâm zekât vermeyenlerle savaşılması gerektiği konusunda ittifak etmiştir. Zekâtın farz olduğunu inkâr eden kimse dinden çıkar.[332]

 

Fıtır sadakası vacib hükmünde bir sadaka türüdür. Bu, Ramazan ayının sonuna yetişen ve aslî ihtiyaçlarının dışında en az nisap miktarı bir mala mâlik bulunan her hür müslümanın yoksullara vermesi gereken bir sadakadır. Buna kısaca, "fitre" denir ki, fıtrat sadakası, yani sevap için verilen yaratılış atıyyesi anlamına gelir. Abdullah b. Abbas (r.anhümâ)'dan rivâyete göre şöyle demiştir: "Rasûlüllah (a.s) oruçluları gereksiz ve çirkin sözlerden arındırmak ve yoksullara yiyecek sağlamak için fitreyi farz kılmıştır. Fitreyi kim bayram namazından önce öderse, bu makbul bir zekât, kim de namazdan sonra öderse, herhangi bir sadaka olur."[333]

 

Ebu Said el-Hudrî (r.a)'den rivayet edilen bir hadiste fitre verilebilecek maddeler ve miktarları şöyle belirlenir: "Biz fitre zekâtını, Allah'ın Rasûlü aramızda iken, yiyecek maddelerinden bir sa', hurmadan bir sa', kuru üzümden bir sa', keşden yine bir sa' olmak üzere bunlardan birisini esas alarak veriyorduk. Ben yaşadığım sürece vermeye devam edeceğim."[334] Sa' bir ağırlık birimi olup, şer'î ölçüye göre 2912, örfi ölçüye göre ise 3328 gramdır. Bazı fakihlere göre buğday cinsinde fitre miktarı yarım sa'dır. Burada yoksulların yararına olan ve daha ağır olan örfî ölçeği tercih etmek daha faziletlidir.

 

Farz olan zekâtla, vacib olan fitre miktarları belirli bulunan sadakalardır. Birincisinde nisab'a mâlik olduktan sonra bir yıl geçmesi, ikincisinde ise, sadece nisaba malik olmak şarttır. Bunların dışında sıkıntı ve zarûret içinde bulunan müslümana ihtiyacını giderecek ölçüde yardım etmeyi bildiren bir sadaka daha vardır ki; bunun miktarı, sıkıntıyı giderecek ölçüye göre ortaya çıkar.

 

Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:

 

لَيْسَ الْبِرَّ اَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلكِنَّ الْبِرَّ مَنْ امَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ وَالْمَلئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيّنَ وَاتَى الْمَالَ عَلى حُبِّه ذَوِى الْقُرْبى وَالْيَتَامى وَالْمَسَاكينَ وَابْنَ السَّبيلِ وَالسَّائِلينَ وَفِى الرِّقَابِ وَاَقَامَ الصَّلوةَ وَاتَى الزَّكوةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ اِذَا عَاهَدُوا وَالصَّابِرينَ فِى الْبَاْسَاءِ وَالضَّرَّاءِ وَحينَ الْبَاْسِ اُولئِكَ الَّذينَ صَدَقُوا وَاُولئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ

 

"Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyi olmak demek değildir. Fakat iyi olan, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden, malını sevmesine rağmen hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere ve köle azadına veren, namaz kılan ve zekât verendir."[335]

 

Burada Cenab-ı Hak, miktarı belli olan zekâtla birlikte yakınlara, yetim ve düşkünlere yapılacak malî bir yardımdan da söz etmiştir ki; bunun şart ve miktarını sıkıntıda olan yoksulun hali belirler.

 

Sadaka geniş anlamıyla nafile olarak yapılan hayır ve hasenâtı, insan ve hayvanlara yapılan iyilik, lütuf ve ihsanları, hatta insanların gönlünü hoş eden güzel söz ve davranışları kapsamına alır. Sadaka-i câriye, vakfedilmiş sadaka ile diğer hayır ve hasenât bu niteliktedir.

 

Sadaka-i câriye, sürekli ecir getiren sadaka anlamına gelir. Bir hadiste sürekli ecir kaynağı olan ameller şöyle belirlenir: "İnsan öldüğü zaman amel işlemesi kesilir. Ancak üç şey bundan müstesnadır. Sadaka-i cariye, kendisinden yararlanılan ilim veya kendisine hayır dua eden salih çocuk."[336] Bu hadiste zikredilen sadaka-i câriye; yol, köprü, çeşme, mescid, yoksullar için aş evi, hastahane ve okul gibi hayır yerlerini kapsamına alır. İnsanlar bu gibi yerlerden yararlandığı sürece, bunları yaptıranlar, yapılmasına sebep olanlar, yol gösterenler ve destek olanlar, gerek sağlıklarında ve gerekse vefatlarından sonra ecir almaya devam ederler.

 

Yararlı bir ilim bırakan da, bu ilimden, kitaptan, keşif ve icattan toplum yararlandıkça, mü'min olmak şartıyla, sürekli olarak ecir alır. Nitekim ilim, irfan ve irşatlarıyla toplumda iyi bir çığır açanın büyük mükafatına kötü çığır açanın da günahına hadiste şöyle yer verilir: "Kim iyi bir çığır açarsa, bununla amel edenlerin ecri kadar ecri bu çığırı açan alır. Kötü bir çığır açan da, bununla amel edenlerin günahı kadar günahı yüklenir."[337] Dine ve topluma yararlı bir çocuk yetiştirmek de, toplum bu çocuktan yararlandıkça, onun yetişmesinde katkısı bulunan anne, baba, hoca gibi kimselerin sürekli ecir almalarına bir sebeptir.

Vakfedilen gayri menkuller de sadaka-i cariye niteliğindedir. Vakıfnâmedeki esaslara göre, hayır yönü işletildiği sürece, vakfedene ecir gelmeye devam eder. Önceki asırlarda büyük han, hamam, medrese, dükkân ve çarşıların vakıf olarak topluma kazandırılması, mâliklerinin sürekli bir ecre nail olma istekleri yüzündendir.

 

Nâfile Olan Sadakalar

İslâm'da farz ve vacib olan sadakalardan başka, kapsamı çok geniş bir sadaka anlayışı vardır. Mal veya parayı tasadduk etme yanında, mü'min kardeşine aracına binerken veya inerken yardımcı olmak, güler yüz veya tatlı dille onun gönlünü hoşnut etmek gibi pek çok fiil ve davranışlar sadaka olarak nitelendirilmiştir.

 

Hz. Peygamber (a.s), Ebû Zer (r.a)'i tasaddukta bulunmaya teşvik ederek şöyle buyurmuştur: "Şu Uhud dağı altın olarak elime geçse üçüncü geceyi ondan bende bir dinar bulunduğu halde geçirmek istemem. Yalnız borç ödemek için ayırdığım dinar bunun dışında olur, -Önüne, sağına ve soluna saçma işareti yaparak- Onu Allah'ın kullarına bu şekilde dağıtmak isterim. Şüphesiz malı çok olanlar, kıyamet günü sevabı en az olanlardır. Yine yoksullara tasaddukta bulunma işareti yaparak, bu durumda olanlar müstesnadır."[338]

 

Farz ve vacib sadaka dışındaki sadaka kapsamının genişliğini şu hadiste görmek mümkündür: "İçinde güneş doğan her gün, insanların her bir mafsalı için kendilerine bir sadaka gerekir. Meselâ; İki kişinin arasında adaletle hükmetmen bir sadakadır. Hayvanına binmek isteyen bir kimseye yardım ederek, hayvana bindirmen veya eşyasını hayvana yüklemen bir sadakadır. Güzel söz bir sadakadır. Namaza giderken attığın her adım sadakadır. Gelip geçene sıkıntı veren şeyleri yoldan kaldırman bir sadakadır."[339] Bu hadiste, "sülâmâ" parmak kemikleri demektir. Ancak burada vucuttaki tüm kemik ve mafsallar kastedilmiş, kemiklerin insanın oturup kalkması ve hareket etmesi için ne kadar gerekli olduğuna dikkat çekilmiştir. İşte böyle bir nimete karşılık farz olan sadaka yerine, günlük bir takım hayra yönelik hareket ve davranışların bu nimetin sadakası olduğu belirtilmiştir. Burada nimetin şükür borcunun hafifletildiği görülür. Namaza giderken her adımın sadaka sayılması, her adım karşılığında bir derece yükseltme ve bir günah affetme anlamındadır.[340]

 

Diğer yandan başka hadislerde, insanlara iyiliği emretmenin,[341] Allah'a hamdetmenin ve O'nu tesbih etmenin bir sadaka olduğu belirtilmiştir.[342] Bir kimseye yol veya adres tarif etmek sadaka sayıldığı gibi,[343] gönül alıcı yumuşak söz,[344] bir ağaç dikenin bu ağacından insan veya hayvanların yemesi ya da yararlanması da sadaka sayılmıştır.[345]

 

Sadakanın En Faziletlisi:

Çeşitli ameller arasında fazilet bakımından farklar bulunduğu gibi, ihtiyaç sahiplerine yapılan yardım ve tasadduklarda da bir sıra gözetilmiş; öncelikli tasadduk alanları belirlenmiştir. Gerçekten kişinin çok yakınında, belki aile fertleri arasında büyük sıkıntı içinde olanlar varken, uzakta olanlara yardım etmeye kalkışması maslahata uygun düşmez. Bu yüzden yardım ve infaka en yakınından başlamak prensibi getirilmiştir.

 

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Bir kimsenin sarfedeceği en faziletli dinar, kendi aile fertlerine infak ettiği dinarla, Allah yolunda hayvanına ve yine Allah yolunda cihad edecek olan arkadaşlarına harcadığı dinardır."[346]

 

Yine Rasûlüllah (a.s), Allah yolunda harcanan, bir köle azadı için sarfedilen, bir yoksula verilen veya ailenin geçimi için yapılan harcamaları zikrettikten sonra, bunların sevap bakımından en üstününün aile fertlerine yapılan harcamanın olduğunu belirtmiştir.[347] Bu hadislerde zikredilen aile fertlerinden maksat (iyâl); bir kimsenin nafakası kendisine ait olan çocukları, eşi, annesi, babası ve hizmetçisidir.

 

Sadakanın en sevilen maldan verilmesi daha faziletlidir. Kur'ân-ı Kerim'de; "Siz sevdiğiniz mallardan infâk etmedikçe iyilik ve taate nail olamazsınız"[348] buyurulur. Bu âyet inince Ebû Talha (r.a), Rasûlüllah (a.s)'e gelerek şöyle dedi: "Benim en çok sevdiğim malım Beyrahâ adındaki bahçemdir. Bu malım Allah için sadakadır. Onun Allah nezdinde sevabını ve âhiret azığı olmasını dilerim. Ey Allah'ın elçisi; onu istediğin yere sarfet! "

 

Bunun üzerine Hz. Peygamber, bu kararının çok kârlı bir yatırım olduğunu belirttikten sonra, bahçesini hısımlarına vakfetmesini bildirdi. Bunun üzerine Ebû Talha (r.a) onu hısımları ve amcasının oğulları arasında taksim etti. Başka bir rivayette, bahçenin verildiği kimselerin Hassân b. Sâbit ile Übey b. Ka'b (r.anhumâ) olduğu belirtilir.[349]

 

Kadının yoksul olan kocasına tasaddukta bulunması teşvik edilmiştir. Hz. Peygamber bir gün kadınlara hitab ederek; “Ey kadınlar topluluğu zinetlerinizden de olsa sadaka verin" buyurmuştu. Bunun üzerine Abdullah'ın karısı Zeyneb ile Ensardan bir kadın Allah'ın elçisine gelerek kocalarının yoksul olduğunu, onlara sadaka vererek destek olup olamayacaklarını sordular. Bunun üzerine Hz. Peygamber bu iki kadın için şöyle buyurmuştur: "Onların ikisine de ikişer ecir vardır. Akrabalık ecri ve sadaka ecri."[350]

 

Ebû Hanife ile Hanbelîlerde tercih edilen görüşe göre, bir kadın zekâtını yoksul bulunan kocasına veremez. Çünkü bu takdirde zekât nafaka yolu ile kadına geri döner.[351] Onlara göre, bazı hadislerde zengin olan sahabe hanımlarının kocasına destek olması nafile sadaka niteliğindedir. Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Şâfiî ve Mâlik'e göre ise, kadının yoksul bulunan kocasına zekât vermesi caizdir. Dayandıkları delil, Hz. Peygamber'in, Abdullah b. Mesud'un karısı Zeyneb (r.anhâ)'e verdiği şu cevaptır:

"Kocan ve çocuğun tasadduk etmeye en lâyık olan kimselerdir."[352]

 

Bir mü'minin tasaddukunu sevdiği mal cinsinden yapması, Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmaya sebep olur. Halife Ömer b. Abdülaziz çuvallarla şeker alır, tasadduk ederdi. Bunun yerine niçin para dağıtmadığı sorulunca, şu cevabı vermiştir: "Ben şekeri çok severim. Bu yüzden sevdiğim şeyi tasadduk etmek istedim."[353]

 

Anne babaya müşrik bile olsalar yardımda bulunmak gerekir. Nitekim Esmâ binti Ebi Bekir (r.anhâ) şöyle demiştir: "Annem yanıma geldi, kendisi Kureyş devrinde Rasûlüllah (a.s) onlarla anlaşma yaptığı zaman henüz müşrik idi. Ben Hz. Peygamber'e gelerek, "Annem bana rağbet göstererek yanıma geldi. Kendisine yardımda bulunayım mı?" dedim. Hz. Peygamber; "Evet annene yardımda bulun" buyurdular.[354] Rivayete göre Hz. Ebû Bekir, Esma'nın annesi Kuteyle'yi cahiliye devrinde boşamıştı. Kuteyle Hicretten sonra Medine'ye kızı Esmâ'nın yanına gelmişti. Kendisine kuru üzüm ve yağ gibi hediyeler getirdi. Fakat Esmâ bu hediyeleri almaktan ve onu evine kabul etmekten kaçındı. Hz. Peygamber'in izin vermesi üzerine de onu evine aldı.[355]

 

Ölen Kimse Adına Sadaka Vermek Caiz midir?

Bazı ibadet ve taatların ölen bir kimse adına yapılması mümkün ve caizdir. Bunların sevabı ölüye ulaşır. Ölü nâmına verilen sadakalar başta gelir. Hz. Peygamber'e bir adam gelerek şöyle demiştir: "Ey Allah'ın elçisi! Annem ansızın öldü, vasiyet de etmedi. Öyle sanıyorum ki, konuşmuş olsa sadaka verilmesini vasiyet ederdi. Acaba onun adına ben sadaka versem, anneme sevap olur mu?" demiş. Hz. Peygamber; "Evet" cevabını vermiştir."[356]

 

Hz. Enes (r.a), Rasûlüllah (a.s)'e; "Biz ölülerimize dua ediyor, onlar adına sadaka veriyor ve haccediyoruz. Acaba bunların sevabı onlara ulaşıyor mu?" diye sormuş, Allah elçisi şöyle cevap vermiştir: "Şüphesiz, onlara ulaşır ve onlar sizden birinizin hediyeye sevindiği gibi ona sevinirler."[357]

 

Hanefilere göre, bağışlanan her çeşit ibadetin sevabı ölülere ulaşır. Ancak ölen kimse namına zekât, adak, hac gibi mali yönü olan ibadetleri ifa etmek mümkün ise de; namaz, oruç gibi ibadetleri onun namına ifa yeterli değildir. Bunların bizzat hayatta iken ifası gerekir. Çünkü bu ibadetler, ferdi, beden ve ruh bakımından olgunlaştırır, olumlu etkileri bizzat bunları yapanların kendilerinde görülür. Başkalarının bunları yapmasıyla asıl yükümlü üzerindeki fayda sağlanmış olmaz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

ZEKAT ve FITIR SADAKASI

 

On Üçüncü Ayet

 

قَوْلٌ مَعْرُوفٌ وَمَغْفِرَةٌ خَيْرٌ مِنْ صَدَقَةٍ يَتْبَعُهَا اَذًى وَاللّهُ غَنِىٌّ حَليمٌ

 

"Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir. Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O Halimdir." [358]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Tebük Gazvesi için hazırlanan ve (Ceyş-i usret) denilen ordunun techizi için Hz.Osman (r.a) bin deve, Abdurrahman bin Avf da dört bin dirhem infak etmişlerdir. Ayeti kerime bunları taltifen nazil olduğu rivayet edilir.[359]

 

Ayetin sebebi Nuzûlünün tespitinden sonra, izahı için çağın hala anlaşılmayan keskin zeka sahibi merhum S.Kutup efendiye bırakıyorum. 

 

Böylece, arkasından eziyet gelen sadakanın geçerli olmadığı güzel bir sözün, hoşgörülü bir duygunun çok daha iyi olduğu gerçeği yerleştirilmiş oluyor. Güzel bir söz, kalplerin yaralarını sarar, onları hoşnutluk ve güler yüzlülük duygularıyla doldurur. Bağışlama, ruhların kinlerini temizler, yerine kardeşlik ve doğruluğu yerleştirir. Bu durumda güzel bir söz ve bağışlama sadakanın birinci görevini; ruhların arındırılması ve kalplerin yakınlaştırılması görevini yerine getirmiş olmaktadır.

 

Sadakanın, verenin alana karşı bir üstünlük aracı olmadığını, yalnızca Allah'a verilen bir borç olduğunu belirtmek için hemen arkasından şu ayet geliyor:

"Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O Halimdir." [360]

 

Onun eziyet veren sadakaya ihtiyacı yoktur. Hakimdir. Şükretmedikleri halde kullarına rızık verir. Üstelik onları cezalandırmakta ve herşeyi veren kendisi olduğu halde eziyet etmekte acele etmez. Herşeyden önce varlıklarını bahşeden O'dur. O halde kulları O'nun hilmini bilerek Allah'ın kendilerine verdiği şeylerden infak ettiklerinde karşılık alamadıkları ya da kendilerine teşekkür edilmediği zaman eziyet ve kızmakta acele etmemelidirler.

 

Kur'an-ı Kerim insanlara yapabildikleri oranda kendilerini O'na göre eğitmeleri için sürekli Allah'ın sıfatlarını hatırlatmaktadır. Kuşkusuz müslüman, Rabbinin sıfatlarını bilmek ve tabiatının gücü oranında payına düşen kısmını almak için eğitimle o yüce basamaklara çıkmaya çalışır.

 

Vicdani etkiler ulaşması gereken en son noktaya varınca mallarını Allah yolunda infak edip arkasından başa kakma. Eziyet etmeyenlere örnek olarak gelişmekte olan ve cömert hayattan bir sahne sunulduktan sonra, yüce Allah'ın bu tür eziyet verici sadakadan müstağni olduğu açıklanıp, O'nun gazap ve eziyet için acele etmeksizin rızıkları verdiği belirtilmektedir. Evet, vicdani etki bunlarla hedefine varınca hitap, sadakalarını başa kakma ve eziyet etme ile boşa çıkarmamaları için iman edenlere yönelmekte. Onlara önceki sahneye uygun anlamı tablolaştıran, etkiye hareket kazandıran ve durumu hayallerde somutlaşan sahneye dönüştüren, bunların edebi tasvir yöntemi gereğince, içinde içtenlikle Allah için yapılan infak ile başa kakma ve eziyetle kirlenen infakın tabiatının tasvir edildiği bir, daha doğrusu iki harika ekim ve gelişme sahnesi sunmaktadır.[361]

 

Her sadaka kişinin cehennem azabından azatuzaklaşmasına sebeptir.

Bir bozukluk vermek, bir parça ekmek vermek nasıl sadaka ise güzel bir söz ve tatlı tebesüümde sadakadır.

Sadedinde olduğumuz ayet güzel bir sözün sadaka olduğunu bize bildirirken, aşağıdaki hadisi şerif de her gönül fetheden ve insanların morel kaynağı olan şeylerin sadaka hükmüne geçeceğini bize bildirmektedir.

Yüce Allah cümlemize alarak, başkasından bekleyerek değil de, vererek erenlerden eylesin.

 

 

 

On Üçüncü Hadis

 

خَيْرُ الصَّدَقَةِ مَا كَانَ عَنْ ظَهْرِ غَنِيٍّ.

 

"Sadakanın en hayırlısı zenginlik halinde verilendir."[362]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

1-Vürûdu: Nesai,[363] Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün sadaka (nafaka) vermeyi emretmişti. Bir adam:"Ey Allah'ın Resûlü, dedi yanımda bir dinarım var!" "Onu kendine tasadduk et (kendi nafakan için harca)!" buyurdu. Adam: "Yanımda bir dinar daha var(sa)?" dedi. Aleyhissalatu vesselam: "Onu da çocuklarına tasadduk et" buyurdular. Adam tekrar: "Bir başka dinarım daha var(sa)?" deyince: "Onu da zevcene tasadduk et" emrettiler. Adam bu sefer: "Başka bir dinarım daha var(sa)?" dedi. Aleyhissalatu vesselam: "Onu da hizmetçine tasadduk et!" deyince, adam tekrar atıldı: "Bir başka dinarım daha var(sa)?" Aleyhissalatu vesselam: "Onun nereye verileceğini sen daha iyi bilirsin" cevabını verdi."[364]

 

Bu girişten sonar zekatı verecek kimselerin durumu ve zekatlarını kime vereceklerini beyan edelim.

 

Zekât: Temizlik, artma, bereket. Bir malın belli bir miktarını, Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de saydığı sekiz sınıftan birisine veya bir kaçına Allah rızası için vermek. Terim olarak zekât; İslâm'ın beş şartından birisi olan malî ibadetin adıdır.

 

Fakirin hakkı çıkarılarak malı, cimrilik kirinden arındırarak da şahsı temizlediği ve malda berekete sebep olduğu için bu malî ibadete zekât denilmiştir.[365]

 

Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de:

 

خُذْ مِنْ اَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكّيهِمْ بِهَا

 

"(Ey Muhammed!) Mallarının bir kısmını kendilerini temizleyip arıtacak sadaka olarak al"[366] buyurulur.

 

Zekâta sadaka da denilir. Bu ismin verilmesinin sebebi zekâtın malı temizleyip sıhhat ve kemaline sebep olması, zekât verenin de imânındaki sadakat ve olgunluğuna delalet etmesidir. Ancak sadaka; hem farz hem de nafile olan malî ibadetler için kullanıldığı halde zekât sadece farz olanına mahsustur.[367]

 

Zekât'ın Hükmü

Zekât'ın farz oluşu esah olan görüşe göre fevrîdir. Yani kendisine zekât vermesi gerekli olan kişi hiç geciktirmeden hemen zekâtını vermelidir. Aksi halde günahkâr olur.[368]

 

Bir kimseye zekâtın farz olması için bazı şartların tahakkuk etmesi gerekir. Bu şartlar biraz ileride ele alınacaktır.

 

Zekâtın Önemi ve Hikmeti

Bir şeyin önemi, insanlığın ona olan ihtiyacı ve temin ettiği fayda ile ölçülür. Zekâtın; zekât veren, zekât alan ve zekât alınıp verilen toplumda sağladığı faydalar göz önüne alındığında, onun ne derece büyük bir önem ifade ettiği ortaya çıkar.

 

Zekât, her şeyden önce kulun Allah'ın emrine itaat edip, kulluğunu göstermesinin en güzel nişanesidir. Çünkü, zekât vermeyi Allah emretmiştir. Kulun vazifesi; öncelikle neden ve niçinini araştırmadan Rabbi tarafından emrolunduğu şeyi yapmaktır. Müslüman; sevdiği, inandığı Rabbinden aldığı emri, canının yongası olan malın hiç bir maddî karşılık beklemeden vererek, kulluk borcunu en güzel şekilde ödemiş olur. Bunun yanı sıra zekât kişiyi, günah ve cimrilik kirlerinden temizler. İnsandaki, mal sevgisini kırıp, Allah sevgisinin ön plana geçmesine sebep olur.

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَاتُلْهِكُمْ اَمْوَالُكُمْ وَلَا اَوْلَادُكُمْ عَنْ ذِكْرِاللّهِ وَمَنْ يَفْعَلْ ذلِكَ فَاُولئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ

 

"Ey mü'minler! Sizi mallarınız ve çocuklarınız Allah'ı anmaktan alıkoymasın, böyle olanlar hüsrana uğrayanlardır,"[369] âyet-i kerîmesinin işaret ettiği manayı gerçekleştirir.

 

Zekât fakirler açısından da son derece önemlidir ve onlar için en büyük garantidir. Çünkü, o sadece fakirin hakkıdır ve mutlaka fakire verilecektir. İnsanların koyduk(arı vergilerin toplanma ve sarfedilme yerleri devirlere ve devletlere göre değişebilir. Devlet gelirlerinin sarfında fakirlerden çok zenginlerin gözetildiği de olabilir. Kaynak ve sarf yerini Allah ve Rasûlünün tesbit ettiği zekât ise böyle değildir. Bunun kimden alınıp kime verileceği Kur'ân'ı-a belirtilmiştir. Bunu hiç bir kimsenin değiştirmesi mümkün değildir. Yani bu fon sadece fakirler için kullanılır.

 

Zekâtın, toplum açısından önemi de; zekâtı veren ve alan açısından öneminden daha aşağı değildir. Allah insanların tümünü aynı kabiliyet ve güçte yaratmamıştır. İnsanların fizikî yapılarında olduğu gibi malî güçlerinde de farklılıklar vardır. İnsanlar; ya zengin, ya fakir ya da orta hallidirler.

 

Dünyanın çeşitli yörelerinde zenginlerin alabildiğine lüks ve israfa dalmaları, sayelerinde kazanç sağladıkları fakirleri düşünmemeleri, onlara yardım ellerini uzatmamaları, fakirlerin kendilerine kıskançlık ve kin duymalarına sebep olmuştur. Bunun neticesi olarak da toplumlarda sosyal patlamalar, huzursuzluklar ve isyanlar görülmüştür. İşte zekât, bütün bu olumsuz hadislerin önünde en güzel seddir. Toplum içerisindeki fertlerin düşecekleri dar durumlarda onları koruyan sosyal bir düzendir. İnsanlar arasındaki dayanışmanın sağlanmasına yardımcı olur. Zenginlere fakirler arasındaki mesafeyi daraltır. Fakirlerin gönüllerinde zenginlere karşı doğabilecek kıskançlık ve kinleri söndürür. İnsanlar arasında sevgi ve kardeşliği yayar. Böylece; hem fakirin aç, susuz ve çıplak kalmasını önler hem de cemiyetin düzen ve huzurunun bozulmasına engel olur.

 

Zekâtın Rüknü ve Sebebi

Zekâtın rüknü, temliktir. Yani, bir malın menfaatına her yönden kendisinden kesip, zekât verilebilecek kişilerden birine veya bir kaçına vermektir. Temlik olmayan yollarla yapılan bağışlar zekât sayılmaz. Buna göre; bir zenginin fakirden olan alacağını zekâtına sayması, Zekât niyetiyle okul, cami vs. gibi bir hayır kurumu yaptırması Zekât sayılmaz.

 

Zekâtın sebebi; Zekât verecek olan kişinin belirli bir miktarda mala sahip olmasıdır. Zekât verilecek malın cinsine göre farklılık gösteren bu miktara, nisap denilir. Çeşitli malların nisapları, Zekâta konu olan mallar başlığında ele alınacaktır.

 

Zekâtın Farz Olmasının Şartları

a- Mükellef açısından gerekli olan şartlar:

 

Zekât verecek olan kişi akıllı, hür, erginlik çağına ermiş, dinen zengin ve Müslüman olmalıdır.

 

Buna göre; Müslüman olmayanlara, delilere, çocuklara ve hürriyetini kaybetmiş olan köle ve esirlere zengin de olsalar zekat farz değildir.

 

Zekâtın farz olmasına engel olan akıl hastalığında (delilik) iki hal düşünülebilir:

 

1- Çocukluktan itibaren deli olanlar: Bunların hastalığı devam ettiği müddetçe mallarına zekât gerekmez. Erginlik çağına geldikten sonra sıhhate kavuşacak olurlarsa, o tarihten itibaren kendilerine zekât farz olur.

 

2- Erginlik çağına geldikleri zaman akıllı oldukları halde sonradan akıl hastalığına tutulanlar. Bu durumda olanların hastalıkları bir sene aralıksız devam ederse, o sene kendilerine zekât gerekmez. Fakat, sene içerisinde bir iki gün gibi az bir zaman için de olsa sıhhat bulana o senenin zekâtı farz olur. Bu söylenilenler İmam Muhammed'in görüşüdür. İmam Ebû Yusuf'a göre; senenin çoğunu sıhhatli geçirmeyen akıl hastalarına o sene için zekât gerekmez. Bunaklık da; delilik hükmündedir.

 

Zengin olan çocukların; erginlik çağına geldikleri andan, küçükken akıl hastası olup da erginlik çağına geldikten sonra sıhhat bulanların da sıhhat buldukları andan itibaren bir sene geçince zekât vermeleri gerekir.

 

Toprak mahsullerinde, hem çocuklara hem de delilere zekât gerekir. Buna; öşür denilir.

 

Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezheplerine göre; hiç bir ayırım yapılmadan çocukların ve akıl hastalarının tüm mallarından zekât gerekir.[370]

 

b- Mal açısından gerekli olan şartlar:

 

1- Mal, mal sahibinin aslî ihtiyaçlarından ve borçlarından fazla olarak, nisab miktarı veya daha fazla olmalıdır.

 

Aslî ihtiyaç; kişinin ve ailesinin ihtiyaçları olan mal, eşya ve aletlerdir.

 

2- Mal, hakîkaten veya hükmen artıcı olmalıdır.

 

Hakîkaten artıcı olmasından maksat; malın, ticaret veya üreme yoluyla çoğalıcı olmasıdır. Buna göre; her türlü ticaret malı, nesli, sütü ve tüyü alınmak üzere kırlarda otlatılan erkek ve dişi hayvanlar hakîkaten artıcıdır. Bu şekilde hayvanlara; saime  denilir.

 

Malın hükmen artıcı olması; sahibinin veya sahibinin vekili elinde bulunması suretiyle artırılmaya elverişli olmasıdır. Altın, gümüş ve paralar bu kabildendir.

 

3- Malın üzerinden bir yıl geçmiş olmalıdır. Buna; Havelân-ı Havl veya Havl-i Havelân denilir.

 

Nisâb miktarı mala sahip olan bir kimseye; o mala sahip olduktan itibaren bir sene geçtikten sonra zekât vermesi farı olur. Nisâbın, hem senenin başında hem de sonunda mevcut olması gerekir. Arada azalıp çoğalmasına itibar edilmez. Zekât verirken malın, sene başındaki veya sene ortasındaki değil, sene sonundaki değerine itibar edilir. Mesela; sene başında 500.000 lirası olan bir kimsenin sene ortasında 300.000 liraya düşse fakat sene sonunda 600.000 olsa bu şahıs zekâtını 600.000 lira üzerinden verecektir.

Şafiî mezhebine göre; nisâbda muteber olan zaman senenin sonudur. Sene sonunda nisâb miktarı olan bir mal, sene başında nisabtan az bile olsa o mala zekât gerekir.

 

Zekât verilmesi gereken bir mal; üzerinden bir sene geçtikten sonra artacak olsa, artan miktar için üzerinden bir sene geçmedikçe zekât icab etmez. Toprak mahsûllerinin zekâtında; mahsûlün üzerinden bir sene geçmesi şart değildir. Hasadı yapıldıktan sonra zekâtlarının verilmesi gerekir.

 

4- Sahibi, mala tam olarak malik olmalıdır. Bundan maksat; malın, sahibinin elinde olması ve onda bir başkasının hakkının bulunmamasıdır. Buna göre; kadının henüz eline geçmeyen mehrine ve insanın elinde bulunmakla beraber, buna karşılık borcu olan malına zekât gerekmez. Ancak, borcuna mukabil olanı çıktıktan sonra geriye kalan miktar nisâba ulaşırsa o fazlalık için zekât gerekir. Buradâki borçtan maksat; kul borcudur. Keffaret, nezir, hacc, gibi dinî borçlar zekâtın gereğine manî değildir. Eskiden kalma zekât borcu da nisâba manidir. Buna göre; elinde nisâb miktarı malı olan bir kimsenin, eski senelerden kalma zekât borcu olur ve bu borç düşüldüğünde geri kalan miktar nisâbtan aşağı düşerse, o kimseye zekât icabetmez.

 

Satın alınıp henüz teslim alınmayan mal, borçlu tarafından inkâr edilmeyen, edilse bile isbatı mümkün olan alacaklar ve yolcuların memleketlerinde olan mallarına zekât gerekir.

 

Bir kimsenin, sahibi olmakla beraber elinden çıkan ve faydalanması ya da bir daha kendisine dönme umudu olmayan (denize düşen, kaybolan mallar; borçlu tarafından inkâr edilip isbatı mümkün olmayan alacaklar) mallardan dolayı zekât icabetmez.

 

Haram yolla kazanılan malın zekâtı verilmez. Bu malın, varsa sahibine verilmesi, bilinmiyorsa fakirlere dağıtılması gerekir.

 

Zekât Verilirken Bulunması Gereken Şart

Zekât verecek olan bir kimsenin, verdiği zekâtın sahih olması için niyet etmesi gerekir.

 

Niyet, ya bizzat zekât veren tarafından fakire verilirken veya zekâtını verilmesi için bir başkasına teslim ederken ya da zekât olarak verilmek üzere ayırırken olmalıdır.

 

Niyet edilmeden fakire verilen bir mal, henüz fakirin elinde iken zekâta niyet edilecek olursa, zekât olarak sahih olur. Mal fakirin elinden çıktıktan sonra niyet edilirse bu zekât yerine geçmez.

 

Zekât verilirken, onun zekât olduğunun fakire bildirilmesi şart değildir. Hattâ, içten zekâta niyet edildiği halde, verirken hibe veya borç demek onun geçerliliğine engel olmaz.

 

Zekâta Konu Olan Mallar ve Bunların Nisapları

Mallar; açık (zâhire) ve gizli (bâtıne) olmak üzere iki kısma ayrılır.

 

Yılın altı ayından fazlası kırlarda otlayarak beslenen ve ticaret için değil de, eti, sütü, yünü vs. için tutulan (Sâime) hayvanlar, bazı toprak mahsulleri, madenleri, yer altından çıkartılan defineler ve gümrüklerden geçen ticaret malları açık (zâhir) mallardır. Nakit paralar, altın, gümüş ve depolarda ya da mağazalarda bulunan ticaret malları da gizli (bâtın) mallardandırlar. Bu mallardan her biri belirli ölçülerde zekâta tabîdirler.

 

Hayvanların Zekatı

Senenin yarıdan çoğunu kırlarda otlayarak geçiren sâime hayvanlar; eti, sütü ve yünü için beslendikleri takdirde özel nisaplarla zekâta tabi olurlar. Bu hayvanlar; koyun, keçi, sığır ve develerdir. Koyun ve keçiler aynı sınıf olarak mütalaa edilirler.

 

a- Koyunlar ve keçilerin zekatları:

Koyun ve keçilerin nisâbı kırktır. Daha aşağısına zekât gerekmez. Bunlar biribirlerine ilâve edilirler. Erkek ve dişileri arasında fark yoktur.

 

Sayıları kırktan fazla olan koyun ve keçilerin zekâtları şöyledir: Bundan sonraki her yüzde bir koyun veya keçi verilir. Bu rakamların arası zekâttan muaftır. Yani 40 koyun için bir koyun verileceği gibi,120 koyun için de bir tek koyun zekât verilir.

 

b- Sığır ve mandaların zekâtı:

Sığır ve mandalarda zekât otuzdan başla. Bundan sonrası için zekât şu şekilde verilir:

 

Altmış sığırdan itibaren hesap; ilk nisâb olan otuz üzerine otuz veya kırk ilâvesiyle yapılır. Otuzdan sonraki her kırk için üç yaşına giren bir dana, her otuz için de iki yaşına giren bir buzağı verilir. Meselâ; altmış sığır için iki tane iki yaşına girmiş buzağı, yetmiş sığır için de bir tane iki yaşına girmiş buzağı ve bir tane de üç yaşına girmiş dana verilir. Seksen sığırın zekâtı da; iki tane üç yaşında danadır.

 

Zekât olarak verilecek hayvanın erkek veya dişi olması arasında fark yoktur.

 

c- Develerin Zekâtı:

Develerin nisâbı beştir. Deve sayısı beşten yirmi beşe varıncaya kadar her beş için bir koyun zekât verilir. Yirmi beşten sonra zekât; devenin kendi cinsinden verilir. Ancak, sayı arttıkça verilecek devenin yaşı ve sayısı değişir.

 

Develerin erkekleri ve dişileri zekâta konu olma yönünden aynıdırlar. Ancak, zekâtın dişi develerden verilmesi icab eder.

 

Yukarıya aldığımız nisâplar; sâime olan hayvanlara aittir. Senenin yarıdan çoğunu kırlarda otlamayıp, ahırlarda veya paralı otlaklarda beslenen hayvanlara; alûfe denilir. Alûfeler ticaret için tutulmadıkları takdirde kendilerine zekât gerekmez. Ticaret için beslenen besi hayvanları, ticaret malı olarak zekâta tabi olurlar.

 

Atlar, eşekler ve katırlar sâime de olsalar bile, ticaret için bulundurulmadıkları takdirde sayıları ne olursa olsun zekâta tabi değildirler.

 

Çalıştırılan ve yük taşımak için bulundurulan sığır ve develer de zekâta tabi değildirler. Ticaret için tutulup, altı aydan daha fazla kırlarda otlayarak beslenen hayvanlar da ticaret malı olarak zekâta tabi olurlar. Dolayısıyla bunların sayılarına değil kıymetlerine itibar edilir.

 

Saime hayvanlar arasında bulunan kör, zayıf ve yaşını doldurmamış hayvanlar da nisaba dahildirler. Ancak bunların kendileri zekât olarak verilemezler. Küçük hayvanlar, aralarında kendi cinslerinden bir tane de olsa büyük hayvan bulunmazsa sayıları ne olursa olsun zekâta tabi değildirler.

 

Altın, Gümüş ve Nakit Paranın Zekâtı

Altın ve gümüş, ister külçe ister mamul olsun, nisâb miktarında olup da üzerinden bir sene geçince %2.5 oranında zekâtlarının verilmesi gerekir.

 

Hanefîlere göre; ister zinet olarak, ister bir ihtiyaca sarfedilmek üzere bulundurulsun, elde bulunan bütün altın ve gümüşlere zekât gerekir. Şafiîlere göre ise; kadınların ziynetlerine ve erkeklerin gümüş yüzüklerine zekât icabetmez.

 

Altının nisabı, 20 miskal, gümüşün nisabı da, 200 dirhemdir. Dirhemin, örfî ve şer'î olmak üzere iki ayrı ölçüsü vardır. Ancak, memleketimizde bu gün için bu ölçüler kullanılmadığına göre, nisâbda şer'î dirheme itibar edilmelidir. Buna göre, 20 miskal altının karşılığı; 80.18 gr., 200 dirhem gümüşün karşılığı da; 561.2 gr.dır.

 

Altın ve gümüşün zekâtlarında kıymetlerine değil, ağırlıklarına itibar edilir.

 

20 miskal (80.18 gr)'dan fazla olan altın 4 miskal (16.03) gr.'a, 200 dirhem (561, 2 gr)'den fazla olan gümüş de; 40 dirhem (112.22 gr'a) varmadıkça bu fazlalıktan dolayı zekât gerekmez. Ancak bu fazlalık, varsa paraya veya ticaret malına eklenir.

 

Her birisi nisâba ulaşmayan altın ve gümüş, İmam Azam'a göre kıymetleri, İmameyn'e göre ise miktarları itibariyle biribirlerine eklenirler. Bunlar, paralara veya ticaret mallarının kıymetlerine de eklenirler. Çünkü ticaret malları ve paraların nisâbının aynı cinsten olması şart değildir. Dolayısıyla, bir kimsenin her biri nisâba ulaşmayan altın, gümüş, para ve ticaret malı olsa bunların toplam kıymetleri nisâba ulaşırsa hepsi birden zekâta tabi olurlar.

 

Elde bulunan nakit paralar veya her an paraya çevrilebilen tahviller, aynen altın ve gümüş gibi zekâta tabidir. Bunların ve ticaret mallarının nisâbı, hem altına hem de gümüşe göre değerlendirilebilir. Bu konuda fakir için daha faydalı olanı esas alınmalıdır. Ancak, günümüzün ekonomik şartları gözönüne alındığında, bu malların nisâbının tayininde altının esas alınmasının daha uygun olduğunu görürüz.[371]

 

Para elde değil de, başkasının zimmetinde alacak olarak bulunursa alacağın çeşidine göre zekât durumlarında farklılıklar olur.

 

a- Kuvvetli alacakla: Satılan ticaret malının bedeli ve borç olarak verilen paranın karşılığı olan alacaklardır. Bu alacaklar, borçlular tarafından inkâr edilmedikçe, borçlunun zimmetinde kaldıkları sürenin zekâtı alacaklar tahsil edilince ödenir.

 

b- Orta alacaklar: Ticaret için olmayan bir malın satılması karşılığında olan alacak ve kira bedelleridir. Bu tür alacaklar da zekâta tabi olma yönünden birinci maddedekiler gibidir. Fakat tam nisâb miktarı kadarı tahsil edilmedikçe zekâtlarının hemen verilmesi gerekmez.

 

c-Zayıf alacaklar: Kadının kocasından alacağı, mehir, vârisin elinde kalan vasiyet bedeli gibi, bir mal karşılığı olmayan alacaklardır. Bu türden olan alacaklarda geçmiş seneler için zekât gerekmez. Tahsil edilip, üzerlerinden bir sene geçtikten sonra zekâtlarının verilmesi gerekir.

 

Borçlu olan kişi önce borcunu inkâr eder, bir kaç sene sonraki borcunu kabul edip alacaklıya öderse geçmiş senelere ait olan zekâtın ödenmesi gerekmez.

 

Ticaret Mallarının Zekatı

Cinsi ne olursa olsun, ticaret maksadı ile alınıp satılan tüm mallar nisâba ulaştıkları takdirde % 2.5 oranında zekâta tabidirler. Bu malların nisâbı, kıymetlerinin altın ve gümüş nisâbına ulaşması ile sabit olur.

Ticaret mallarında zekât, elde edilen kâra göre değil, sermaye ve kârın toplamına göredir. Bu durumda, sene başında nisâb miktarına ulaşmış olan ticaret mallarının sene sonundaki kıymetleri esas alınarak zekâtları verilir.

Ticaret malları kendi aralarında birbirlerine eklendikleri gibi, ticaret için olmayan altın, gümüş ve paraya da ilave edilirler. Sene içerisinde bir başka mal ile değiştirilmeleri, malın üzerinden bir sene geçmesi şartını engellemez.

Bir malın, ticaret malı sayılması satın alınırken veya satması için bir kimseye verilirken ticaret maksadıyla olduğuna niyet edilmesine bağlıdır.

Ticaret maksadıyla kırlarda veya ahırlarda beslenen hayvanların zekâtı, kıymetlerine göre % 2.5 nisbetinde verilir.

 

Toprak Mahsullerinin Zekâtı

Öşüre tabi arazilerden elde edilen mahsul, İmam Ebû Hanîfe'ye göre; miktar ve cinsine bakılmaksızın belirli oranda zekâta tabidir. Bu oran, sulama masrafı gerektiren arazilerde % 5, gerektirmeyenlerde % 10'dur. Ebû Yûsuf ile Muhammed'e göre, toprak mahsûllerinde zekâtın gerekli olması için, mahsûlün en az 5 vesk (875 kg) olması ve ürünün müdahalesiz bir yıl kalabilecek cinsten bulunması gerekir.

 

Toprak mahsullerinden alınan bu zekâta; öşür denilir.

 

Çocukların ve delilerin arazilerinden elde edilen mahsûle de zekât gerekir.

 

Maden ve Definelerin Zekatı

Zekâta konu olmaları yönünden madenler üç çeşittir:

 

a-Ateşte eriyenler (demir, bakır vb): Bu madenlerin % 20'si zekât olarak devlete aittir. Kalanı madenin bulunduğu arazi sahibinindir. Devlet arazisinde bulunan madenler tamamıyla devlete aittir.

 

b-Ateşte erimeyenler (mermer, alçı vb): Bu madenlerin aynına zekât gerekmez. Maden, bulunduğu arazinin sahibi varsa ona, yoksa bulana aittir.

 

c-Sıvı halinde olanlar (petrol vb): Bunlar da, ikinci maddedeki madenler gibidirler.

Ancak, bu madenleri işletenler, madenden ellerine geçen paranın zekâtını verirler.

 

Define: Önceden toprak altına gömülüp, sonradan başkaları tarafından bulunan mal ve paradır. Bunların zektları da definenin durumuna göre farklılık gösterir.

Define islâmî ise yani bulunan malın üzerinde; Allah, şehadet kelimesi gibi, onun müslümanlara ait olduğuna delalet eden bir işaret bulunursa bu define yitik mal hükmündedir. Biliniyorsa sahibine verilir, bilinmiyorsa, fakirlere dağıtılır. Define cahilî ise yani bulunan malın üzerinde put resmi gibi, kâfirlere ait olduğuna dair bir işaret varsa bunun % 20'si devlete, kalanı içinde bulunduğu arazi sahibine aittir. Arazi sahipsiz ise bulunan mal, bulanın olur. Definenin İslâmî mi yoksa cahilî mi oldu bilinemiyorsa; bir görüşe göre bu mal İslâmî sayılır, diğer bir görüşe göre cahilî sayılır.

 

Fabrika, Kiralık Bina ve Ticarî Maksatla Kullanılan Taşıt Araçlarının Zekâtı

Müctehid alimlerin yaşadıkları devirlerde, büyük çapta atölye ve fabrikalar, kira elde etmek için yaptırılıp kiraya verilen binalar ve büyük taşıt araçları yoktu. Onun için bu tür malların zekâtları konusunda büyük imamlardan fazla bir şey nakledilmiş değildir. Sadece Ahmed b. Hanbel'den, evini kiraya veren bir kimsenin, kirayı alınca onun zekâtım vermesi gerektiğine dair bir görüş nakledilmiştir.[372]

 

Asrımızda fıkıhla uğraşan tanınmış âlimlerinden Muhammed Ebû Zehra, Abdü'l-Vehhab Hallâf ve Abdurrahman Hasen'in 1952'in senesinde Şam'da yaptıkları bir toplantı neticesinde vardıkları sonuca göre: Bu tür malların zekâtları menkul ve gayri menkul oluşlarına göre değişir. Kiraya verilen bina, mağaza ve fabrika gibi gayri menkul (taşınmaz) olanlar araziye benzerler. Yani bunların aynılarından zekât alınmaz. Gelirlerinden toprak mahsûllerinde olduğu gibi % 5 veya % 10 oranında zekât alınır. Eğer masrafları çıkarılmak suretiyle bu malların safi gelirleri tesbit edilebilirse zekât oranı % 10, safi gelir tesbit edilemiyorsa zekât oranı brüt gelirin % 5'i dır.

 

Otobüs, kamyon ve gemi gibi taşınır nakliye vasıtalarının zekâtları ise; kendi kıymetlerinin % 2.5 dır.[373] Ancak, Yusuf el-Kardavî, bu tür malların taşınır ve taşınmaz diye bir ayırma tabi tutulmadan birlikte mütalâa edilmesi gerektiğini söyler.[374]

 

Zekâtın Ödenmesi

Esas itibariyle açık (zahir) malların zekâtını almak devlete aittir. Gizli (batın) malların zekâtlarını ise sahipleri kendileri istediklerine verirler. Ancak, zamanımızda bu görevi yerine getirecek bir islâm devleti bulunmadığı için bütün malların zekâtlarının sahipleri tarafından hak sahiplerine verilmesi gerekir. Zekât; malın üzerinden bir sene geçtikten sonra verilebileceği gibi, daha önce de verilebilir. Zekât malın aynından da kıymetinden de verilebilir. Kıymet takdir edilirken, zekâtın farz olduğu günkü değeri esas alınır.

 

Zekâtın, fakire mülkü olması üzere verilmesi gerekir. Dolayısıyla, zekât niyetiyle fakire yemek yedirmek, cami, okul-gibi bir hayır kurumu yaptırmakla zekât verilmiş sayılmaz.

 

Zekâtın verileceği yerler, Kur'ân-ı Kerîm'in Tevbe sûresinde belirtilmiştir.[375] Bu âyette belirtilen sınıflar şunlardır:

 

a- Fakirler.

 

b- Miskinler.

 

c- Âmiller.

 

d- Müellefe-i Kulûb.

 

e- Mükâteb Köle.

 

f- Borçlular: Borçlu olup, bunun karşılığından fazla olarak nisap miktarı malı olmayanlardır.

 

g- Allah yolunda cihad edenler: Bunlar, Allah için savaşa katılmak istediği halde maddî imkânsızlıktan dolayı silah ve nafakasını temin edemeyenlerdir.

 

h- Yolcular: Memleketlerinde malları olsa bile, gittikleri yerde parasız kalanlardır.

 

Zektın tespitinden sonra şimdi de "Fıtır Sadaka"sı ile ilgili konuyu izah edelim.

 

Sadaka-i Fıtır

Ramazan bayramı sadakası. Buna zekatul-fıtır veya yalnız fıtır da denir. Yaratılış şükranesi olmak üzere sevap kazanmak kasdiyle verilir. Fıtır sadakası Hicret'in ikinci senesinde zekat farz olmadan önce vacib olmuştur. Hür müslüman ve asıl ihtiyacından fazla nisap miktarı bir mala sahip olan kişilerin vermesi gerekir.

 

Akıl ve büluğ şart değildir. Akıl hastalarının ve delilerin velileri onların mallarından fıtır sadakası verirler. Ramazanda oruç tutmamış olanlar da fıtır sadakası verirler.

 

Sadaka-i fıtrın edasının vakti, bayram sabahıdır. O günden önce ölen ve zengin iken fakir düşen kimselere sadaka-i fıtır vacib olmaz. Bayram gecesi güneş doğmadan önce doğan çocuğun fitresini vermek vacibtir. Fitre bayram sabahından önce ve sonra her ne zaman verilse sahihtir ve eda olur; onun kazası yoktur. Fakat müstehap olan sabah namazı ile bayram namazı arasında veya birkaç gün önce vermektir. Fitreyi bayramdan sonra vermek caiz ise de, bir vacib geciktirilmiş olacağından iyi değildir.

 

Sadaka-i fıtır, zekat gibi malın değil, başın zekâtıdır. Bunun için asıl ihtiyaçlardan fazla olan malın büyüyücü olması, üzerinden bir yılın geçmesi ve ticaret malı olması şart değildir. Bayram sabahı nisaba malik olan kişiye bile sadaka-i fıtır vacibtir. Nisap, gümüşe göre ikiyüz dirhem (561.2) gr. değerindeki bir maldır. Nisap miktarı mal, sadaka-i fıtır vacib olduktan sonra telef olsa yine fitre vermek lazımdır. Bu miktar bir mala sahip olan bir kimse kendisi için, baliğ olmayan malsız çocukları için, hizmetinde bulunanlar için, sadaka-i fıtır vermesi vacibtir. Hanımı ve büyük çocuğunun fitrelerini vermesi üzerine vacib değildir. Fakat yanında bulunan büyük çocuğunun ve hanımının fitrelerini kendilerine sormadan verebilir. Malı olan küçük çocuğun fitresi kendi malından verilir.

 

Sadaka-i fıtır, buğday, arpa, kuru hurma, kuru üzümden verilir. Buğday veya buğday unundan yarım sa', (520 dirhem 1459 gr.), ötekilerden ise bir sa' (1040 dirhem 2918 gr.) verilir. Bu dört maddenin herhangi birine göre vermek caizdir. Bu miktar aynen verilebileceği gibi, kıymet olarak da verilebilir. Fakirin menfaatine uygun olanı vermek daha faziletlidir. Sadaka-i fıtrın rüknü, onu ehline vermektir. Zekat kimlere verilirse sadaka-i fıtırda onlara verilir. Fitre yalnız bir fakire verilmeli, onu bir kaç fakire vermek için parçalamamalıdır. Sadaka-i fıtır verirken niyet etmek gerekir. Ancak fakire Sadaka-i fıtr olduğunu söylemeye gerek yoktur. Sadaka-i fıtr öncelikle mükellefin bulunduğu yerdeki fakirlere verilmelidir. Başka yerlere göndermek mekruhtur. Gönderilecek olan kişiler akraba veya daha muhtaç kişilerse mekruh olmaz.[376]

 

 

 

 


 

 

 

 

İÇKİ

 

On Dördüncü Ayet

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالْاَنْصَابُ وَالْاَزْلَامُ رِجْسٌ مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ فَاجْتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

 

"Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz." [377]

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Bu ayetin sebebi Nuzûlü aşağıdaki izah edilecek konu içinde serdilmiştir.

 

Sadedinde olduğumuz ayetin izahını merhum S.Kutub'un kana batırarak yazdığı kaleminin keskin tefsir anlayışına bırakıyorum.

 

Hz.Enes b. Malik (r.a) şöyle dediği rivayet olunur: Şarap haram kılındığı (ayet nazil oluğu) gün, ben Ebu Talha'nın evinde bir işret meclisinde sakilik yapıyrdum. Onların içkileri sadece üzüm ve hurma çeşitlerinden yapılan içkilerdi. Birde baktık ki, birisi. "Şarap haram kılındı," diye sesleniyor… Bunun üzerine Ebu Talha bana: Git şu şarabı dök" dedi. Enes diyor ki: Şaraplar Medine sokaklarına döküldü.[378]      

 

Gerçekten de içki, kumar, anıt taşları ve fal okları cahiliye hayatının en önemli özellikleriydi ve cahili toplumun en köklü gelenekleri arasında yer alıyorlardı. Pratik uygulamaları ve bu toplumun en önemli geleneklerini, alışkanlıklarını oluşturmaları açısından; birbiri ile köklü bağları bulunan bir demeti oluşturuyorlardı. Cahiliye Arapları alabildiğine aşırı şekilde içki tüketiyorlardı. Toplantılarında fazla içki tüketmeleri ile övünüyor ve bunu bir övünç kaynağı olarak görüyorlardı. Şiirlerinde ve övgülerinde; içkiyle iftihar etmek, önemli bir odağı oluşturuyordu! İçki meclislerinde hayvanlar kesiliyor, içki içenlere, içki dağıtanlara, bu mecliste kahramanlık gösterileri yapanlara, bu toplantıya katılanlara ve etrafında toplananlara sunulmak üzere etler kızartılırdı! Bu hayvanlar, anıt taşları üzerinde kesilirdi. Anıt taşları Arapların, hayvanlarını üzerinde kestikleri ve kanlarını kendilerine sürdükleri putlardı.

 

(Tanrılara yani tanrıların papazlarına kurban olarak sunulacak olan hayvanlar da bu taşlar üzerinde kesilirdi). İçki meclisleri ve benzeri sosyal nitelikli kesimlerde fal okları yolu ile kumar da oynanıyordu. Fal okları, Arapların, hayvanları aralarında paylaşırken başvurdukları bir oran ölçeğiydi. Herkes kendi okuna düşen orana bağlı olarak, hayvandan bir pay alıyordu. Okunda "üstün" yazılı olan, hayvanın en büyük payını alırdı. Bu sıralama okuna hiçbir pay düşmeyene kadar, aşağıya inerdi. Payına hiçbir şey düşmeyen adam, hayvanın sahibi de olabiliyordu. Bu durumda hayvanı tümden kaybetmiş olurdu! ..

 

Böyle sosyal içerikli gelenek ve alışkanlıkların birbiri ile kenetlendiği ortaya çıkmakta; bunların, cahiliyenin pratiği ve itikadi düşüncelerine paralel bir biçimde seyrettiği gözlemlenebilmektedir.

 

İslam nizamı ilk etapta, bu gelenekleri ortadan kaldırmaya kalkmadı. Çünkü İslâm, bu geleneklerin bir takım yanlış inançlardan kaynaklandığını biliyordu. Bu problemin temeline inmeden meseleyi yüzeysel olarak halletmeye kalkmak, boşuna bir çabadan başka bir anlam ifade edemezdi. İlahî nizam, böyle bir metoda başvurmaktan uzaktı! İslâm ise, her şeyden önce, insanın gönlündeki düğümden, inanç sistemi düğümünden başlamıştır. Cahili inançların ve düşüncelerin hepsini kökünden söküp atmak, bunun yerine sağlam İslâm düşüncesini yerleştirmekle işe başlamıştır. İslâm'ın sarsılmaz düşüncesi, fıtrata dayalı olan kaidenin derinliklere yerleştirmekle yola koyulmuştur.

 

İnsanlara, ilahlara ilişkin düşüncelerinin bozukluğunu açıklamış ve onları gerçek ilaha iletmiştir. Bu gerçek ilahı tanıdıktan sonra, bu gerçek ilahın sevdiği ve hoşlanmadığı şeylere kulak vermeye başlamışlardır. Ondan önce bu direktiflere kulak veremezlerdi! Bir emre, bir yasağa bağlılık gösteremezlerdi. Bu yasak ne kadar kendilerine hatırlatılırsa, ne kadar nasihat edilse de, onlar kendilerini cahiliye alışkanlıklarından koparamazdı. İnsan fıtratının ilk bağı, akide bağıdır. Herşeyden önce, bu akide bağı oluşturulmadıktan sonra, insanın fıtratında bir ahlâka, bir eğitime, sosyal bir inkılâba yol açmak mümkün olamaz. İşte insan fıtratının anahtarı buradadır. Bu fıtrat, kendi özel anahtarı ile açılmadığı sürece, hazineleri kapalı kalacak, yolları doğrulmayacaktır. Ne zaman bir pencere açılsa, bir başka pencereler kapanacak, bir taraf aydınlansa, öbür taraflar karanlıkta kalacak, bir düğüm çözülse, pek çok düğümler kapalı kalacaktır. Ne zaman bir geçit açılsa, birçok geçitler ve yollar kapanacaktır... Ve bu hal sonsuza kadar devam edip gidecektir...

 

Bu nedenle İslâm nizamı, cahiliyenin bir sürü rezilliklerinden ve sapıklıklarından sadece bir bölümünü oluşturan bu rezilliklerinden ve sapıklıklarından tedaviye başlamamıştır. Bunun yerine akideden işe başlamıştır. Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet etmekle işe başlamıştır. "Allah'tan başka ilah yoktur" ilkesinin yerleştirilmesi zaman olarak öyle uzun bir dönem kapsadı ki, bu zaman dilimi onüç seneyi buldu. Bu esnada, bu gayeden başka hiç bir gaye yoktu! İnsanlara geçek ilahlarını tanıtma, onları bu ilaha kul yapma, insanları onun otoritesine bağlama gayesi... Neticede insanlar kendilerini Allah'a adadılar. Artık insanlar, Allah'ın kendileri için seçtiğinden başka hiçbir seçenek olmadığını idrak etmişlerdi. İşte tam bu sırada, ibadet nitelikli semboller de dahil olmak üzere yükümlülükler gelmeye başladı. Bu esnada, cahiliyenin sosyal, ekonomik, psikolojik, ahlâkî ve günlük hayata ilişkin kalıntılarının temizlik işlemi başladı... Bu yükümlülükler, Allah'ın emrettiğinde, kulların tartışmasız itaat edeceği bir zaman dilimine denk getirilmişti. Çünkü onlar, artık her ne olursa olsun Allah'ın bir emri veya yasağı karşısında hiçbir seçenekleri olmadığını kavramışlardı!

 

Başka bir ifade ile: Emirler ve yasaklar "İslâm"dan sonra, teslim oluştan sonra... Müslümanın içinde tereddüt kalmadıktan sonra... Allah'ın emrine rağmen kendisinin herhangi bir görüşü ve seçeneğinin olabileceğini düşünmez duruma geldikten sonra başlamıştı. Veya üstad Ebu'l Hasan en-Nedvi'nin "Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti" adlı eserinde, "Büyük Düğüm Çözüldü" başlığı altında değindiği gibi:

"... En büyük düğüm. Şirk ve küfür düğümü... Çözüldü... Ardından bütün düğüm(er çözüldü. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) onlara karşı ilk cihadını yaptı. Fakat her emir ve yasağın beraberinde yinelenen bir cihada ihtiyaç duymadı. İslâm, ilk savaşta cahiliyeye karşı bir zafer elde etti. Artık her savaşta zafer onların oluyordu. Onlar kalpleriyle, gönülleriyle, ruhlarıyla ve bütün varlıklarıyla toptan İslâm'a girmişlerdi.

 

Doğru olan kendilerine açıkladıktan sonra, peygambere zorluk çıkarmıyorlardı. O'nun verdiği hükme karşı gönüllerinde herhangi bir burukluk duymuyorlardı. Emrettikten veya yasakladıktan sonra kendilerine seçenek yoktu. Nefislerinin kendilerini aldattığı şeyleri Peygambere anlatıyorlar ve cezayı gerektiren bir suç işlediklerinde vücutlarını korkunç azaba teslim ediyorlardı. İçkinin yasaklama emri geldiğinde, içkiyle dolup taşan kadehler onların elindeydi. Allah'ın emri, onların ıslak dudakları ile yanık yürekleri arasına girdi. Şarap fıçıları kırıldı ve Medine sokaklarına döküldü"

 

Bununla beraber içkinin ve buna bağlı olarak kumarın yasaklanışı, aniden meydana gelen bir olay değildi. Psikolojik, gelenek ve alışkanlıklar birtakım ekonomik yönleri de bulunan bu köklü sosyal hastalığın tedavisinde, bu kesin yasaktan önce birkaç adım atılmış, bir kaç aşama kat edilmişti.

 

İslâm nizamında içki probleminin tedavisinde bu ayetler, üçüncü ya da dördüncü merhaleydi.

 

Birinci merhale, hedefe atılan ilk oku oluşturuyordu. Allah, Mekke'de indirilen Nahl sûresinde buyuruyor bize, "Hurmaların ve üzümlerin meyvelerinden sarhoşluk veren bir nesneyi ve güzel bir rızkı elde ediyorsunuz." [379]Bu müslümanların duygularını harekete geçiren ilk uyarıydı ve burada şeker (sarhoş veren madde), güzel rızkın karşıtı olarak zikrediliyordu. Sanki bu bir şey, güzel rızık başka bir şeydi.

 

İkinci merhale, müslümanların gönlünde, yasama uzandığı yolu ile dini duyarlılığı harekete geçirmeye yöneliktir. Bakara sûresinde yeralan bir ayetti bu: "Sana içki ve kumar hakkında soru soruyorlar. De ki; onların ikisinde de büyük günahlar vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür." [380]Burada onlar! terk etmenin daha iyi olacağına işaret ediliyor. Zira günahının yararından büyük olduğu belirtiliyor. Yoksa hiçbir yararı olmayan şeyler çok azdır. Bir şeyin helal oluşu veya haram oluşu zararının veya yararının ağır basmasına bağlıdır.

 

Üçüncü merhale, içki alışkanlığını kırıyor ve bununla namaz farizası arasında bir bağdaşmazlığı gündeme getiriyordu. Nisa sûresindeki bu ayette şöyle deniyordu. "Ey müminler, sarhoş iken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın". Beş vakit namaz çoğunlukla bir birbirine yakındır. Bu vakitler arasında sarhoş olup ayılmaya yeterli bir zaman yoktur. Bu uygulama pratik olarak içki alışkanlığını sürdürmenin alanını daraltmaktaydı. Özellikle "Subuh" adı verilen sabalı içkisi ile, "Gabuk" adı verilen ikindi veya akşam içkisi gibi cahiliye gelenekleri kaldırılıyordu. Ayrıca bu, belli seanslarla içki almayı gerektiren tiryakilik ve alışkanlık halini sürdürmeyi engelliyordu. Öte yandan müslümanların gönüllerinde özel bir ağırlığı bulunan bu emir, namaz farizasını zamanında yerine getirme ile, içki alışkanlığını zamanında karşılamak arasında, bir çelişki ortaya çıkarıyordu!

 

Sonra dördüncü merhale olan, son ve kesin noktaya gelindi. Artık gönüller buna tam anlamı ile hazırlanmış bulunuyordu. Bundan sonra yasağın gelişinden, insanların anında itaati ve boyun eğişinden başka bir şey kalmamıştı.

 

Ömer b. Hattab (Allah ondan razı olsun) dedi ki; "Allah'ım içki konusunda içimizi rahatlatacak bir açıklama yap" (Herhalde Hz. Ömer'in (r.a), insanın içini rahatlatacak bir açıklama arzusunu kamçılayan Nahl suresinin ayetidir. Kendisinin de belirttiği gibi Ömer, cahiliye döneminde içki içen bir adamdı. Bu da içki kullanma alışkanlığının cahili toplumda, köklü bir alışkanlık, olduğunu göstermektedir.) Bunun üzerine Bakara sûresinin şu ayeti gönderildi: "Sana içki ve kumar hakkında soru soruyorlar. De ki, onların ikisinin de büyük günahı vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür." Ömer çağırıldı ve kendisine bu ayet okundu. Ömer yine: "Allah'ım içki konusunda içimizi rahatlatacak bir açıklama yap". dedi. Ardından Nisa sûresindeki şu ayet gönderildi: "Ey müminler, sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın." Ömer yine çağırıldı ve kendisine bu ayet de okundu. Bu sefer de Ömer: "Allah'ım içki konusunda içimizi rahatlatacak bir açıklama yap" dedi. Arkasından Maide sûresindeki şu ayet indi. "Şeytan, içki ve kumar yolu ile aranıza kin ve düşmanlık tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz değil mi?" Bunun üzerine Ömer: "Son verdik, son verdik" diye, bu ilahi çağrıya içtenlikle katıldığını dile getirdi.

 

Hicretin üçüncü senesinde, Uhud savaşından sonra indirilen içkiyi yasaklayıcı ayetlerden sonra, Medine sokaklarında dolaşıp: "Ey ahali, artık içki haram kılınmıştır" diye, bağırılmasından başka bir şeye ihtiyaç kalmamıştı... Bunun üzerine, elinde bardağı olan onu kırdı, ağzında bir yudum içki olan onu geri tükürdü. Şarap fıçıları kırıldı, içki şişeleri kırıldı. Böylece sarhoşluk ve içki kullanımı yokmuş gibi halledildi![381]

 

Sarhoşluk muminin şiarından değildir. Çünkü sarhoşlukl aklı giderir. Müslümanların günümüz modern çağda akla çok ama çokm ihtiyaçları vardır.

Sadedinde olduğumuz ayeti kerime içkinin haramlığını vurgularken, aşağıdaki hadisi nebevi ise her türlü sarhoşluğun doğru olmadığını ifade buyurmaktadır.

Her insanın akla ihtiyacı vardır. Akıl olmazsa insanın ne din ne de dünya hayatı müteber olur. Çünkü din de dünya da akılla elde edilir. Aklı olmayanın ne dininden ne de dünyasından hiçbir hayır gelmez.

Yüce Allah cümlemize Aklımıza mukayit olmayı nasip etsin.

 

 

 

On dördüncü Hadis

 

كُلُّ مُسْكرٍ حَرَامٌ،

 

[382]"Her sarhoş edici şey haramdır."[383]

 

 

Hadisi Vürûdu ve Açıklaması

1-Vürûdu: Ebu Musa (r.a)'dan: "Resûlullah'a "Ey Allah'ın Resûlü, dedim, Yemen'de yapmakta olduğumuz şu iki şarap hakkında bize fetva ver: Bit'; bu baldandır, şiddetleninceye kadar nebiz yapılır. İkincisi mizr'dir, bu mısırdan ve arpadan yapılır, bu da şiddetleninceye kadar nebiz yapılır." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Bütün sarholuk veren şeyler haramdır."buyurdular." [384]

 

Hadisin sebebi Vürûdunu tespit ettikten sonra şimdide gerek ayeti kerimenin ve gerekse hadisi şerifin parelelinde içkinin zararlarını izahını yapmaya çalışalım.

 

İçki: Aklın sıhhatli düşünme ve muhakeme yeteneğini gideren, sarhoşluk denilen hale sebep olan içecekler.

 

Kur'an-ı Kerîm içkiyi yasaklamış ve haram olduğunu bildirmiştir:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالْاَنْصَابُ وَالْاَزْلَامُ رِجْسٌ مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ فَاجْتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

 

"Ey İman edenler! içki (hamr), kumar, dikili taşlar ve fal okları Şevtanın işlerinden bir pisliktir."[385] Ayette geçen hamr kelimesini fakihlerin çoğu aklı gideren bütün içkileri kapsamına aldığını söylemişlerdir. Hanefiler hamrı şöyle izah etmişlerdir: Köpüklenip kuvvetlenen yaş üzüm suyu, yalnızca bu tür içkilerin ismi hamr'dır Bunun dışındaki sarhoşluk veren içkiler hamr kelimesinin şumûlüne girmez. Bu tür içkiler sarhoşluk verdiği için hamr'a kıyasla haramdır Fakihlerin çoğunluğu, sarhoşluk veren bütün içeceklerin azının da çoğunun da haram olduğunu ve hamr kelimesinin kapsamına dahil olduğunu söylemişlerdir.[386]

 

İçki içmek İslâm'da yasak olduğu gibi, önceki semavî dinlerde de bu konuda bazı yasaklar getirilmiştir. Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat'ta şu cümleler dikkati çeker: "Ve Rab Hârun söyleyip dedi: Sen ve seninle beraber oğulların, toplanma çadırına girdiğiniz zaman, ölmeyesiniz diye şarap ve içki içmeyin, nesillerinizce ebedî kanun olarak, tâ ki, kutsalla, bayağı şeyi ve murdarla temiz olanı birbirinden ayırt edesiniz."[387]

 

İncil'de bu konuda şöyle denir: "Onlar yemek yerlerken, İsa ekmek aldı, şükran duası edip parçaladı ve tâbilerine verdi ve dedi ki: Alın, yiyin, bu benim bedenimdir. Ve bir kâse şarap alıp şükretti ve onlara vererek dedi ki, bundan içiniz. Çünkü bu benim kanım, günahların bağışlanması için birçokları uğrunda dökülen ahdin kanıdır. Fakat ben size derim: Babamın melekûtunda sizinle taze olarak onu içeceğim o güne kadar, ben asmanın bu ürününden artık içmeyeceğim."[388]

 

Eski Türklerin İslâm'dan önce Şamanizm'e bağlı oldukları bilinmektedir. Bu dinde genellikle sevinçli zamanlarda ve kutsama törenlerinde Kımız vb. çeşitli içkilerin içildiği bilinmektedir.[389]

 

İslâm'dan önce ve İslâm'ın ilk devirlerinde, câhiliye Arapları içki içer ve bunu hayatın bir parçası gibi görürlerdi. İslâm beş şeyin korunmasına büyük önem vermiştir. Bunlar: Akil, sağlık, mal, ırz ve dindir. İçki içen kimse bu beş unsuru da koruyamaz duruma düşer. Amerika'da içki aleyhtarlarının kurduğu bir teşkilat yeryüzünde ilk defa içkiyi kimin yasakladığını araştırır. İlk yasağın Hz. Muhammed tarafından ortaya konulduğu anlaşılınca O'nun hatırasına New York'ta "Muhammed Çeşmesi adını verdikleri bir âbide yaptırırlar.”[390]

 

Kur'anı Kerimin içki ile ilgili tedricen haram edilmesi kınusunu yukarıdaki ayeti kerimeden izah etmiştik. Sadedinde olduğumuz hadisi şerifte ise Hz. Peygamber (a.s)'ın çeşitli hadisleri bu konuda uygulama esaslarını gösterir:

 

"Her sarhoşluk veren şey şaraptır ve her sarhoşluk veren şey haramdır. Bir kimse şarabı dünyada içer de ona devam üzere iken Tövbe etmeden ölürse âhirette kevser şarabını içemez."[391]

 

Hz. Peygamber'e ilaç için şarap yapmanın hükmü sorulunca; "Şüphesiz şarap deva (ilâç) değil aksine derttir."[392]

 

"Ümmetimden bir takım kimseler, çeşitli adlar koyarak içki içeceklerdir."[393]

 

İçkinin yasak oluşu icma-ı üm sâbittir. İslâm fakihleri bu konuda görüş birliği içindedirler. Ancak müctehidler arasında bazı içki çeşitleri üzerinde ihtilaf vardı. Hz. Ömer bu konudaki şüpheleri kaldırmak için, Allah elçisinin minberinden "aklı perdeleyen her şey içkidir" sözüyle özlü bir tarif yapmıştır. Buna göre insana aklını kaybettiren ve onu iyi ile kötüyü, hayırla şerri ayıramaz duruma getiren herşey içki sayılır. Sıvı veya katı olması sonucu değiştirmez.

 

Afyon, eroin ve benzeri bütün uyuşturucular aynı niteliktedir. Çünkü bunları kullanan kişilerde aklın fonksiyonları değişir; uzağı yakın, yakını uzak görür; olağan şeylerden ayrılarak, olmayan ve olmayacak şeyleri hayal etmeye ve rüyalar denizinde yüzmeye başlar. Bazı uyuşturucular da vücûdu durgunlaştırır, sinirleri uyuşturur, ruhsal çöküntülere yol açar, ahlâkı düşürür, iradeyi zayıflatır ve ferdi topluma faydasız hâle getirir. İşte İslâm dini, fert ve toplum için faydalı olan şeyleri emrederken, zararlı olanları da yasaklamıştır. İslâm'ın yasakları tıb tarafından incelendiğinde, bunların fert ve toplum yararına olduğu görülür. Nitekim, içki ve domuz eti gibi yasaklar ilmin ve tıbbın süzgecinden geçirilmiş, nice maddî ve mânevi zararları uzmanlarca açıklanmıştır.[394]

 

İslâm, içkinin içilmesini yasakladığı gibi, müslümanlar arasında ticaretini de yasaklamıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İçki konusunda on kişiyi lanetlemiştir: Sıkan, kendisi için sıkılan, içen, taşıyan, kendisi için taşınan, içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için satın alınan..."[395]

 

Mâide suresindeki kesin içki yasağı bildiren ayet geldikten sonra Allah Resulu uygulama ile ilgili olmak üzere şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah içkiyi haram kılmıştır. Bu ayeti haber alıp da yanında içki bulunan kimse, ondan içmesin ve satmasın..."[396]

 

* "Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır."[397]

 

* Hz. Peygamber'e ilaç için şarap yapmanın hükmü sorulunca; "Şüphesiz şarap deva (ilâç) değil aksine derttir."[398]

 

* "Ümmetimden bir takım kimseler, çeşitli adlar koyarak içki içeceklerdir."[399]

 

* Rabbimiz! İnsanlığı, cani olan şu Modernizmin kara katillerinin elinde kurtarsın inşa-Allah.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

KİTAL VE ŞEHİTLİK

 

On Üçüncü Ayet

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

 

“Ey iman edenler! Sabredin; (düşman karşısında) sebat gösterin; (cihad için) hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah'tan korkun ki başarıya erişebilesiniz.” [400]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Rivayete göre ayeti kerime kitap ehlinden bütün iman edenler hakkında nazil olmuştur ki, Mücahid'in kanaati de budur.[401]  

 

Bu iman edenlere yönelik yüce bir çağrıdır. Kendilerine bu ağır yükü yükleyen, davet ve sorumluluk için eğiten, yerde onurlandırdığı gibi gökte de onurlandıran kaynağa bağlayan sıfatlarıyla yapılan bir çağrı...

"Ey müminler..."

Sabretmeleri, sabırda yarışmaları, hazırlıklı olmaları ve Allah'tan korkmaları için, onlara çağrı yapılmaktadır.

 

"Musabere" -sabırda yarışma- "Sabır" kelimesinin kökünün "mufaele" -işdeş- kipidir. Bütün bu duygularını sabırda yarışması, müminlerin sabrını kırmaya çalışan düşmanların sabırda yarışması... Evet onların ve bunların sabırda yarışması, sürüp giden cihadda müminlerin sabrını tüketemez, aksine onları düşmanlarından daha sabırlı ve daha güçlü kılar. Kalplerinin gizliliklerindeki düşmanlarından -şeytan- ve insanların en kötüsü olan düşmanlarından olsun o, fark etmez. Sanki bu bir yarıştır.

 

Düşmanlarıyla kendileri arasında... Sabra karşı sabır, savunmaya karşı savunma, çalışmaya karşı çalışma, ısrara karşı ısrara çağırıyor sanki. Yarışmanın gayesi de düşmanlarından daha dirençli, daha sabırlı olmalarıdır. Batıl ısrar ediyorsa, sabredip yoluna devam ediyorsa, hakk, daha ısrarlı ve yolunu sürdürmede daha sabırlı olmaya layıktır. "Murabata" -hazarlıklı olma cihad için mevzilere yerleşmek, düşmanın saldırısına açık noktalarda direnmek. Müslüman kitle, dava yükünü omuzlamaya ve onu insanlara sunmaya çağrıldığı andan itibaren, bir an bile gafil olmamış, uyuşukluk göstermemiş ve hiçbir zaman düşmanları onları korkutamamıştır. Kıyamete kadar cihada hazırlanmaktan vazgeçmediği sürece hiçbir zaman veya mekandaki düşmanları da asla onları korkutamaz.[402]

 

Bu girişten sonra kitalin yani Allah yolunda vurşmanın dini boyutunu izah etmeye çalışalım. 

 

Cihâd: Çalışmak, uğraşmak, çabalamak, gayret sarfetmek.

 

İslâm'ın yükselmesi, korunması ve yayılması için her türlü çalışmada bulunmak, uğraşmak, gayret sarfetmek ve bu yolda sıcak ve soğuk savaşa girmektir. Daha açık bir ifade ile Allah (c.c.) tarafından kullarına verilmiş olan bedenî, malî ve zihnî kuvvetleri Allah yolunda kullanmak, o yolda feda etmektir. İnsanın maddî-manevî bütün varlığını Allah yolunda ortaya koyarak Hakk'ın düşmanlarını ortadan kaldırmak için savaşması "cihad"dır.

 

İslâm'da cihad farzdır. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:

 

كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْ ِ

 

"Hoşunuza gitmese de düşmanla savaşmak üzerinize farz kılındı."[403]

 

وَقَاتِلُوهُمْ حَتّى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّينُ لِلّهِ

 

"Herhangi bir fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla çarpışın."[404]

 

قَاتِلُوا الَّذينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْاخِرِ

 

"Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kişilerle savaşınız."[405]

 

وَقَاتِلُوا الْمُشْرِكينَ كَافَّةً كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَافَّةً وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقينَ

 

"Sizinle toptan savaştıkları gibi siz de müşriklerle savaşınız."[406]

 

Hz. Peygamber (a.s.)'de "Cihad kıyamete kadar devam edecek bir farzdır"[407] buyurmuştur.

 

Yalnız, bu farz bazı hallerde farz-ı ayın; bazı hallerde ise farz-ı kifayedir. Müslümanlar içinden sadece bir grup cihadın gayesini gerçekleştirebiliyor, müslümanların yurt, mal, ırz, namus ve haysiyetlerini düşmanlara karşı koruyabiliyorsa o taktirde cihad farz-ı kifaye olmuş olur ve diğer müslümanların üzerinden sorumluluk kalkar. Şayet fert fert gücü yeten her müslümanın düşmana karşı koyma gereği varsa o zaman farz-ı ayın olur; herkesin bizzat cihâd etmesi icab eder.

 

Cihâdın gayesi, yeryüzünden fitneyi kaldırmak ve hakkı yüceltmektir. İslâm'da savaş, intikam, öldürme yağma, baskı ve zulüm yapmak için değil: bunları ortadan kaldırmak için yapılır. Müslüman olmayanları zorla İslâm'a sokmak yoktur. Cihad'dan maksat, insanları baskılardan kurtarmak, İslâm'ın yüce gerçeklerini onlara duyurmak ve kendi rızalarıyla müslüman olabilecekleri onamları hazırlamaktır.

 

İslâm'ın gayesi toprak ele geçirmek değildir. O yalnız bir bölge ve kıta ile yetinmez. İslâm bütün dünyanın saadet ve refahını düşünür. Bütün insanlığa, kendisinin beşeri sistemlerden ve diğer dinlerden daha üstün âlemşumül bir din olduğunu göstermek ister. Bu yüce maksadı gerçekleştirmek için müslümanların bütün güçlerini seferber eder. İşte bu bitmeyen cehd ve uğraşmaya, büyük bir enerji ile çalışma işine ve meşrû bütün yollara başvurma gayretine cihad denir.

 

Yeryüzünde zorbalar, batılın ve fitnenin devamını isteyenler, şirk ve müşrikler ile küfür sistemleri var oldukça, onların yeryüzünde yayacakları kötülüklerine karşı bir emniyet olan cihad da devam edecektir. Bu bakımdan cihadın İslâm'da önemli bir yeri vardır. Hz. Peygamber'e, hangi amelin daha faziletli olduğu sorulduğunda, "İman ve Allah yolunda cihad'dır"[408] buyurarak cihadın imandan hemen sonra geldiğine, imanın cihadla varlığını sürdüreceğine işaret etmişlerdir. Ayrıca Allah yolunda savaşanları, gazilik ve şehitlik rütbesine erenleri öven ve onlar için büyük nimetler ve dereceler bulunduğunu haber veren birçok ayet ve hadis vardır.

 

Müslümanlar savaşı istemezler. Ama savaş vukû bulunca sabır ve metanetle savaşırlar. Zira Hz. Peygamber (a.s.): "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Fakat düşmanla karşı karşıya gelirseniz sabrediniz, direniniz."[409] buyurmuştur. Müslümanlar savaş anında Allah'a güvenir ve Allah'ın kendileriyle beraber olduğunu bilirler. Onun şu buyruğunu hiç akıllarından çıkarmazlar.

 

جَميعًا مَا اَلَّفْتَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلكِنَّ اللّهَ اَلَّفَ بَيْنَهُمْ اِنَّهُ عَزيزٌ حَكيمٌ

 

"Ey peygamber; sana da sana tâbi olan müminlere de Allah yeter."[410]

 

İslâmiyet'e göre cihad, bize harp açanlara[411] verdikleri sözü tutmayıp tekrar dinimize saldıranlara,[412] Allah'a ve ahiret gününe inanmayarak, Allah ve Peygamberin haram kıldığı şeyleri haram kabul etmeyenlere karşı,[413] yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah'ın dinini hâkim kılmak[414] gayesi ile meşrû kılınmıştır.

 

Müslümanlar savaş için düşman memleketine girip bir şehri veya bir kaleyi muhasara ettikleri zaman, önce onları İslâm'a davet ederler. Kabul ederlerse kendileriyle savaşmazlar. Şayet İslâm'ı kabul etmezlerse İslâm devletine cizye vergisi vermesini isterler. Verirlerse mal ve can güvenliğini elde ederler. Bunu da kabul etmezlerse geriye savaşmak kalır.

 

Bu durumda cihad için şu şartlar gerekir:

a- Düşman, İslam'a girmeleri için yapılan çağrıyı yahut cizye vermeyi reddetmiş olmalıdır.

 

b- Müslümanlarla düşman arasında herhangi bir anlaşma sözkonusu olmamaktır.

 

c- Müslümanlarda cihad için gerekli askerî güç siyasî otorite bulunmalıdır.

 

Bütün bu hususlar bir araya geldiğinde cihadın farziyeti gerçekleşir. O zaman düşmanla yapılacak savaşta şehirler yakılabilir, insanlar öldürülebilir ve düşmanın savaş gücü her şekilde zayıflatılmaya çalışılır. Yalnız kadın, çocuk, kötürüm, yaşlı ve körler öldürülmez. Barış, İslam devleti için uygun olduğu zaman yapılabilir. Düşmana hiç bir şekilde silâh vb. savunma vasıtası satılamaz. Bir müslüman topluluğu kâfirlere emân verirse, bunlarla, yeryüzünde fesat çıkarma ve İslâm'a saldırma durumu hariç, savaşılmaz. Cihad, bizzat sıcak bir savaş olacağı gibi normal şartlarda mal, dil ve kalple de yapılabilir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

 

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذينَ امَنُوا بِاللّهِ وَرَسُولِه ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ فى سَبيلِ اللّهِ اُولئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ

 

"Müminler Allah ve Rasûlüne iman ederler, sonra da şüpheye düşmezler. Hak yolunda malları ve canları ile cihad ederler. İşte sadakat sahibi kimseler bunlardır."[415]

 

Hz. Peygamber (a.s.) ise: "Müşriklerle mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad ediniz" Allah benden evvel hiç bir ümmete bir nebi göndermemiştir ki, ümmet içinde kendisine yardımcı olan havârîlere, yerleştirdiği geleneklere göre hareket eden arkadaşlara ve emirlerine itaat eden dostlara sahip olmamış olsun. Sonra bunları bir nesil takip eder. Onlar yapmadıklarını söyler, emredilmeyen işleri yaparlar. Bunlarla eli ile fiilen mücadele eden mümindir, dili ile mücadele eden mümindir kalbi ile mücahede eden mümindir. Bunun dışında kalanların hardal tanesi kadar da olsa imanları yoktur."[416]

"Şüphesiz ki mümin kılıcı ve dili ile cihad eder,"[417] buyurmuşlardır.

 

İslâmiyet'in ilk devrelerinde müminlere İslâm düşmanlarına karşı yumuşak davranmaları, eziyetlerine katlanmaları müdafaa kasdıyla da olsa karşılık vermemeleri; sadece öğüt vererek İslâm'a davet yolunu takip etmeleri emredilmiştir. Bir ayet-i kerimede:

 

فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتّى يَاْتِىَ اللّهُ بِاَمْرِه اِنَّ اللّهَ عَلى كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ

 

 "Siz, şimdilik, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedin, hoş görün. Şüphesiz ki Allah her şeye kâdirdir,"[418] buyurulmuştur. Çünkü o zaman müslümanlar sayı ve imkân bakımından son derece zayıftı. Düşmana karşı koyacak güçleri yoktu. Müslümanların adedi ve kuvveti biraz daha çoğalınca kendilerine ve akidelerine karşı direnenlerle savaşmalarına izin verildi. Müslümanlar büsbütün güçlenip düşmanları mağlup edecek seviyeye gelince de cihad müsaadesi verildi. "Artık saldırıya uğrayan müminlere zulme uğratıldıkları için cihad etme izni verildi... "[419] Bu izin Medine döneminde olmuştur.

 

Ayrıca Allah Teâlâ'nın "Allah uğrunda gereği gibi cihad edin,"[420] buyruğuyla, müslümanların nasıl davranması gerektiği belirlenmiştir. "Müminler ancak Allah'a ve Peygamberine iman eden, sonra şüpheye düşmeyen; Allah uğrunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır"[421] ayetinden de cihadın mal ve canla yapılacağını öğreniyoruz. Cihad konusundaki diğer ayet ve hadisler de göz önüne alındığında, cihadın başlıca şu çeşitlere ayrıldığını görürüz:

 

1- Nefs'e Karşı Cihad:

 Şüphesiz en güç cihad, insanın nefsiyle ve nefsinin arzularına karşı yaptığı cihaddır. Müslüman, gerçek cihadı nefsine karşı verir. Nefsine karşı cihadı kazanamayan, düşmanın karşısına çıkmak için kendisinde güç ve cesaret bulamaz. Hz. Peygamber Tebük seferinden dönüşte ashabına şöyle buyurmuştu: "Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz."[422] Bu hadisinde Hz. Peygamber, en kalabalık bir ordu ile katıldığı Tebük seferini "küçük cihad" olarak vasıflandırırken; nefse karşı verilecek mücadeleyi "büyük cihad" olarak nitelendirmektedir. "Hakiki mücahid nefsine karşı cihad açan kimsedir,"[423] hadîsi de aynı manayı ifade etmektedir.

 

Aynı meâlde başka hadis-i şerifler de vardır. Bütün bunlar bize, insanın nefsi ile, nefsinin boş ve mânâsız, hatta gayr-ı meşrû istekleri ile mücadele etmesinin cihad olarak değerlendirildiğini göstermektedir.

 

2- İlim İle Cihad

Cihad'ın başka bir çeşidi de ilim ile yapılan cihaddır. Dünyadaki bütün kötülüklerin sebebi cehalettir. Hakk'a ulaşmak isteyen herkesin cehaletten kurtulması, ondan uzaklaşması gerekir.

 

Bilginin ortaya koyduğu delillerin gönüller üzerinde icra ettiği tesiri silâh gücü ile temin etmek mümkün değildir. Onun için şöyle buyurulmuştur:

 

اُدْعُ اِلى سَبيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتى هِىَ اَحْسَنُ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَبيلِه وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَدينَ

 

"Ey Muhammed! İnsanları Rabbi'nin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış. Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir."[424]

 

Temeli ilim yoluyla tebliğ ve davete dayanan İslâmiyette, bu tebliğ faaliyetinin adı "ilim ile cihad"dır. Bu usûle "Kur'an ile cihad" da denilir. En güzel mücadele şekli Kur'an'ın mücadele şeklidir. Bunun için Cenâb-ı Hak:

 

فَلَا تُطِعِ الْكَافِرينَ وَجَاهِدْهُمْ بِه جِهَادًا كَبيرًا

 

"Sen kâfirlere uyma, uyanlara karşı Kur'an ile büyük bir cihadla cihad et"[425] buyurmuştur. Ayet-i kerimede Kur'an ile cihadın "büyük cihad" olarak belirtilmesi, Kur'an'ın ilim ile cihad konusuna ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Hak ve hakikatı, en tehlikeli zamanda bile, hiç bir şeyden korkmadan ve çekinmeden olduğu gibi söylemek de bir çeşit cihaddır. Rasûlullah (a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Zalim bir hükümdar karşısında hak ve adaleti açıkça söylemek, büyük bir cihaddır."[426]

 

3- Mal İle Cihad

Mal ile cihad, Allah Teâla'nın insana ihsan etmiş bulunduğu mal ve servetin yine Allah (c.c.) yolunda harcanması demektir.

 

Bilindiği gibi dünyada her iş para ile yapılmaktadır. Hakkın korunması ve zafere ulaşılması da yine paraya bağlıdır. Bunun için mal ile cihadın önemi büyüktür. Müslümanların, İslâm'ın yücelmesi hakkın muzaffer olması için her türlü mal, servet ve paralarını bu yolda fedâ etmeleri mal ile cihaddır.

 

Hz. Peygamber'in, mal ile cihad hususundaki teşvik edici sözleri ashabı kiramı harekete geçirmiş ve kendileri yoksulluk içinde sıkıntılı bir hayat geçirirken, mal ile cihad farizasını edâ edebilmek için elde avuçta ne varsa getirip Rasûlullah'a vermişlerdir. Bu konuda Kur'an-ı Kerîm'de de pek çok ayeti kerîme vardır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:

 

اِنَّ الَّذينَ امَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ فى سَبيلِ اللّهِ وَالَّذينَ اوَوْا وَنَصَرُوا اُولئِكَ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَاءُ بَعْضٍ

 

"İman edip hicret eden, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden, (mücâhidlere) yer veren ve yardım edenlerin hepsi birbirinin vekilidir."[427]

 

فَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدينَ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِدينَ دَرَجَةً وَكُلًّا وَعَدَ اللّهُ الْحُسْنى

 

"Allah, mallarıyla, canlarıyla mücadele edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır."[428]

 

4- Savaşarak Cihad Yapmak

Cihad, müslümanlara farıdır. Her müslümanın nefsi ile, ilim ve malı ile sürekli cihad yapması, böylece dinin korunması, Hakk'ın galip kılınması için çalışması gerekir. Bazen "İ'lây-ı kelimetullah" yani Allah adının yüceltilmesi dinin korunup yayılması içinde elde silâh düşmanla savaşmak icab edebilir. Bu en büyük cihaddır ve müslümanlara farzdır. Hattâ cihad denildiği zaman ilk akla gelen husus, düşmanla sıcak savaşa girmektir.

 

Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:

 

وَقَاتِلُوا فى سَبيلِ اللّهِ الَّذينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلَاتَعْتَدُوا اِنَّ اللّهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدينَ

 

"Sizinle savaşanlarla; Allah yolunda siz de savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın."[429]

 

Bu ilâhi emir Allah yolunda, İslâm uğrunda savaşmanın ve İslâm yurdunu düşmana karşı korumanın cihad olduğunu bize ifade etmektedir. Hz. Peygamber (a.s.) de bir hadis-i şeriflerinde; ganimet elde etmek, şan ve şöhrete ulaşmak, mevki ve makam elde etmek için yapılan savaşın cihad olmadığını, cihadın, Allah (c.c.)'ın adının yüceltilmesi (İ'lây-ı kelimetullah) için yapılan savaş olduğunu haber vermiştir.

 

Çağımızda bir takım gruplar her ne kadar savaşsız bir dünyanın özlemini dile getirmekte ve bunun için açık veya gizli savaş aleyhtarı faaliyetler sürdürmekte iseler de, bu hiç bir zaman, binlerce yıldan beri devam eden gerçeği değiştirmeyecek ve savaşlar sürüp gidecektir.

 

Cihad, insanları baskı ve zorlamadan korumak ve kurtarmaktır. Zorlama ve baskı olmayan İslâm'a, insanları davet ederek Allah'ın adını yüceltmektir. Cihad, herkesi, mensubu olduğu akîdeden zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın kabulü ve yayılışına engel olmak isteyen ve gücünün yettiğine baskı yapan hak düşmanlarının kovulması ve her türlü engelin kaldırılması ile sağlam kalp ve dosdoğru düşünen bir akıl için belirlenmiş en güzel nizamı, yani İslâm'ı hâkim kılmaktır. Cihad, Hz. Peygamber (a.s.)'ın yaşayıp tebliğ ettiği İslâm'a yapışarak Allah yolunda kendini ve. malını feda etmiş, orta yolu seçmiş, aşırılıktan sakınmış ilâh olarak Allah'ı ve onun hâkimiyetini tanımış, İslâm'ı bütün dinlerin üstünde ve tamamlanmış tek din kabul ederek bu dini müdafaa ve yaşanılır kılmak için çalışmak demektir. Bunun için İslâm'da mutlak surette, öldürme, intikam, din değiştirmeye zorlama yoktur. Düşmanı yenmek, onun kuvvet ve gücünü bertaraf edip, dinde serbest olarak Allah'ın hükmüne tabi tutmaktır ki, işte Allah'ın adını yüceltmek için yapılan cihad şekillerinden birisi de budur.

 

Cihad, ne bir savunma savaşı ne düşmana saldırıda bulunup onu imha etme savaşıdır. Kıtal ve kan dökme değildir. Yahut bir üstünlük ve egemenlik kurarak insanları boyunduruk altına alma savaşı da değildir.

 

İnsanlarla mücadele ve insanlar arası savaş ilişkilerini anlatan pek çok kelime varken, İslâm bu kelimeleri cihad kavramı yerine kullanmadı. Meselâ, harp, kıtal, ezâ kelimeleri cihad kelimesinin yerini tutmamaktadır. İslâm niçin eskiden Araplar'ın kullandığı harp vb. gibi kelimeleri almadı da yepyeni bir ifade olan cihad tabirini aldı. Bunun birinci sebebi, harp tabiri şahsi menfaatler, polemik oyunlar için ateşi sönmeyen, yangını çağlar boyu milletlerin, kabilelerin içinden çıkmayan kıtal anlamında kullanılmıştır. Harplerde genellikle, kişisel ve toplumsal kinler hâkim olmuştur. Harplerde fikir endişesi, bir akîdeyi galip kılma çabası göze çarpmaz.

 

Cihad Allah İçindir ve Allah Yolundadır

İslâm'da cihad, hedefsiz, gayesiz bir savaş değildir. İslâm'da cihad yalnız Allah yolunda olur. Bu şart, cihaddan ayrılmaz. İslâm'ın kendi hedeflerine varmak için niçin harp veya başka bir kelimeyi değil de; "cihad" kelimesini seçtiğini belirtirken, cihadın diğer kelimelerden farklı olduğunu ifade ettik. Bu farklılığı sağlayan bir hususiyet de "Allah yolunda" ifadesinin ve kavramının cihad kelimesinin içinde bulunmasındandır. "Allah yolunda" tabiri de İslâm'ın kendi mefkûresi için kullandığı terimler sözlüğünden bir terimdir. Bu terimi de birçok kişi yanlış anlamış, halkı İslâm inancına boyun eğdirip, İslâm'ı kabul ettirip bunun için zorlamak olduğu düşüncesini "Allah yolunda cihad" olarak düşünmüşlerdir.

 

Gerçekte, "Allah yolunda" terimi, İslâm kavramları içinde onların düşündüğünden çok geniş bir anlam belirtir. "Allah yolunda cihad" batılıların anladığı manada kutsal bir savaş değildir. İslâm nazarında, toplumun fayda ve mutluluğu için, geçici dünya arzusunda bulunmadan yapılan her hareket "Allah yolunda"dır.

 

Allah'ın sana verdiği malları geçici dünyalık faydalar umarak sarfedersen bu "Allah yolunda" olmak değildir. Ama sırf Allah rızası için, bildiğin muhtaçlara yardım edersen şüphesiz ki bu "Allah yolunda" bir iştir. İşte bu "Allah yolunda" terimi, yalnız İslâm'a mahsus; maddi menfaat ve arzulardan uzak, sırf Allah rızası umulan davranışlar için kullanılır. Bunu yapan kimse bilir ki mümin. kardeşlerinin saadeti için yaptığı her iş Allah rızası içindir. Müminin geçici dünya hayatında istediği tek husus Allah Teâlâ'nın rızasını kazanmaktan başka bir şey değildir.

 

İşte yüce Allah, bu anlama işaret etmek için cihadı, "Allah yolunda" kaydıyla sınırlamıştır. İslâm'ın istediği de budur. Müslüman topluluk veya fert, batıl ve beşerî sistemleri yıkıp, yerine İslâm akîdesine dayalı bir sistemi getirirken, harcayacakları çabaları ve yapacakları her türlü fedakârlıkları, kişisel çıkarlardan, nefsânî arzulardan uzak tutmalıdır. Bütün çırpınmalarının karşılığı olarak, hak ölçülerine uygun, adaletli bir sistemi getirmekten başka bir şey gözetmemelidirler. Mümin, yaptığı şeylerin karşılığını bu dünyada beklemez. Allah'ın kelâmını yüceltmek için, bu bitmeyen mücadelenin, dinmeyen savaşın karşılığında; mal, mülk, şan, şeref, rütbe, geçici dünyalık elde etme düşüncesi aklından geçmez.

 

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah, ancak kendi rızası için olan cihadı kabul eder. Nefsânî arzulardan, kavmiyetçi kinlerden, kabilecilik taassubundan kopan savaşı değil... Yeryüzündeki her canlı, hayatını devam ettirmek için çırpınıp durur. Fıtrî gayesine ulaşmak için gece gündüz demeyip çalışır. fakat müslümanın çırpınış ve çalışması başka gayelere yöneliktir. O, yani, İslâm'a inanıp, onun sistemine bağlanan kimse, her şeyden önce İslâm inkılâbının gayesi olan Hakkı getirmek için canla başla, malla Allah yolunda cihad eder. Bütün gücüyle şer güçleri yıkmak, fitne ve fesat tohumlarının yeryüzünde yayılmasına engel olmak için çalışır. "Fitne yok olup din ve hâkimiyet yalnız Allah'ın oluncaya kadar" cihad eder. İşte İslâmî cihad budur.

 

Bakarsan bağ olur bamazsan dağ olur.

Sadedinde olduğumuz ayet, bize uyanık olmamızı emrederken aşağıdaki hadisi şerif ise su uyur düşman uyumaz. O zaman sizde meşru müdafanızı yaparken ayık olun demek istiyor.

Meşru müdafa, insanın her hakkını kullanmadaki İslamın verdiği bir haktır.

Er kişi hakkını müdafa etmesi üzerine vaciptir. Her vacibin müdafası esnasında ölmek şehadettit.

Yüce Allah cümlemize hakka ait haklarımızı hakkıyla müdafa etmeyi nasip eylesin.   

 

 

 

On Üçüncü Hadis

 

 

مَنْ أُتِيَ عِنْدَ مَالِهِ، فَقُوتِلَ فَقَاتَلَ فَقُتِلَ، فَهُوَ شَهِيدٌ.

 

-İbnu Ömer (r.a) anlatıyor:[430] "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kimin malının yanına (gasbetmek veya çalmak için) gidilir, bu maksatla mal sahibiyle mukatele edilir ve mal sahibi öldürülürse, o kimse şehit olur."[431]

 

 

Hdisin Vürûdu ve Açıklaması

1-Vürûdu: Ebu Davud,[432] Said b. Zeyd (r.a)'dan, Hz.Peygamber (a.s) şöyle buyurmuş: "Sizin şehitleriniz kimdir" diye buyurdu. Biz, "Allah yolunda vuruşanlar" dedik. Efemdimiz (a.s): "Ümmetimin şehitleri azdır" diye buyurdu. Onlar kimdir ya Resulüllah?  "Onlar malını müdafa ederken ölerdir" diye buyurdular.[433]

 

Hadisin sebebi Vürûdunu tespit ettikten sonra şimdide şehitlik nedir ve nasıl şehit olunur kunusunu izah edelim.

 

Şehit: Şehit, kelime olarak kesin bir haberi veren, bildiğini söyleyen, hazır olan, bulunan, bir hadiseye şahid olan, şahitlik eden. Dinî anlamda, Allah rızası için, O'nun yolunda canını fedâ eden müslümana verilen isimdir. Ona bu ismin verilmesinin sebebi, cennetlik olduğuna şahitlik edilmiş olması veya onun Yüce Allah'ın huzurunda yaşıyor bulunması yahut ölümü sırasında meleklerin hazır bulunması yahut ta ruhunun doğrudan doğruya Daru's-Selâm'da (Cennet'te) bulunması veya Allah tarafından çeşitli mükâfatlarla mükâfatlandırılmış olmasıdır.

 

Arapça bir kelime olan şehid, "şehi-de" fiilinden türemiş olan bir isimdir. Mastarı, şehâdettir. Şehidin çoğulu, "şuhedâ" ve "eşhâd" olarak gelir.[434]

 

Kur'an'da otuz beş dolayında "şehid" kelimesi ve yirmi civarında da, çoğulu olan "şuheda" kelimesi geçmektedir. Aynı kökten gelen kelimelerle beraber, Kur'an'da geçen "şehid" kelimesi, daha çok şâhid manasınadır. Şehid, aynı zamanda Yüce Allah'ın isimlerinden biridir. Bir kaç âyette de, bu manayı ifâde etmektedir. Bu âyetlerden birinin şöyledir:

 

سَنُريهِمْ ايَاتِنَا فِى الْافَاقِ وَفى اَنْفُسِهِمْ حَتّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلى كُلِّ شَىْءٍ شَهيدٌ

 

"Biz onlara, ufuklarda ve kendi canlarında âyetlerimizi göstereceğiz ki o (Kur'an)'ın gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabb'inin her şeye şâhit olması, (her şeyi görmesi) yetmez mi?"[435]

 

Bu anlamdaki şehid için, "Şehâdet" ve "Şâhid" maddelerine bakınız.

 

Burada konumuz olan şehid ise Kur'an'da daha çok "ka-te-le" fiilinin mechûlü ile, Allah yolunda öldürülme anlamında kullanılmaktadır. Şehidlik büyük bir derecedir. Şehidler hem Allah'ın övgüsünü ve hem de Hz. Muhammed (a.s)'ın sevgisini kazanan bahtiyar insanlardır.

 

Yüce Allah, şehidlerin ma'nen ölmediklerini, onlara ölüler denilmemesinin gerektiğini, Kur'an'ın değişik yerlerinde dile getirmiştir:

 

وَدَّتْ طَائِفَةٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يُضِلُّونَكُمْ وَمَا يُضِلُّونَ اِلَّا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ () يَااَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَكْفُرُونَ بِايَاتِ اللّهِ وَاَنْتُمْ تَشْهَدُونَ () يَااَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَلْبِسُونَ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

 

"Allah yolunda öldürülenleri, ölüler sanma. Hayır, (onlar) diridirler. Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar. Allah'ın keremiyle kendilerine verdiklerinden sevinçli olarak, arkalarında henüz (şehid olup) kendilerine yetişemeyenlere de korku olmadığı, onların da üzüntüye uğramayacakları müjdesiyle sevinmektedirler. Allah'ın nimeti ve keremiyle ve Allah'ın mü'minlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesiyle sevinirler."[436]

 

Mesrûk (r.a) Abdullah'a bu âyette zikredilen şehidlerin halini sormuş, o şöyle cevap vermiştir: Biz de bunu Hz. Muhammed (a.s)'e sormuştuk. Bize şu cevabı vermişti: "Şehidlerin ruhları yeşil kuşların karnındadır. Onların arşa asılı kandilleri vardır. Diledikleri gibi cennette serbestçe dolaşır, sonra o kandillere geri dönerler."[437]

 

Allah yolunda ruhunu teslim eden şehidlerin amellerinin boşa gitmeyeceği, büyük ecir ve sevap kazanacakları, Kur'an'da şöyle haber verilmiştir:

 

Hanefî mezhebi âlimlerinin görüşlerinin istikametinde, şehîdleri üç kısma ayırmamız mümkündür:

 

1-Dünya ve âhiretin şehîdi: Kâfirlerle savaştığı sırada, düşman tarafından öldürülen veya asiler, yol kesen soyguncular tarafından öldürülen yahut evine giren hırsızların ağır bir cisim veya kesici bir alet kullanarak öldürdükleri kimsedir. Savaş alanında yaralı bulunan, yaralarından, göz veya kulağından kanlar akan ve bu durumda vefât eden kişi de, bu kısım şehîdlerdendir. Mal, can, namus ve benzeri müdafaalarda, zulüm ve haksızlıkla, suçsuz yere öldürülen kişi, kimin tarafından öldürülürse, öldürülsün, bu şehîdlerden sayılır. Müslüman, âkil, baliğ olduğu halde, hayız, nifas ve cünüplükten temiz olarak şehîd olanlar yıkanmaz, kefenlenmez, kanları ve elbiseleriyle gömülürler. Ancak onların üzerindeki kürk, palto, parke, silah, mest ve benzeri fazlalıklar çıkarılır. Yıkanmadan gömülmeleri, Hz. Muhammed (a.s)'ın: "Onları kanlarıyla gömün"[438] şeklinde hadisine dayanmaktadır. Bu kısım şehîdlerin her birine, "hükmî şehîd" denir. Bu kısma giren şehîdler, elbiseleriyle gömülünce, elbiseleri onlar için kefen sayılır. Vücutlarının her tarafı elbiseleriyle örtülür. Elbiseleri vücutlarını örtmek için yetmezse, başka bir şeyle örtülmeleri temin edilir.

 

2-Âhiretin şehîdi: Bir kısım şehîdler de, yalnız âhiret hükmü bakımından şehîd sayılırlar. Hata yoluyla öldürülen ve varislerine diyet verilmesi gereken kimse ile savaş veya asilerle çatışma sırasında yaralanıp da, çatışma bittikten sonra bir tarafa çekilerek yiyip içtikten, konuştuktan veya uyuduktan yahut ilaç kullandıktan yahut da aklı başında olarak üzerinden bir namaz vakti geçtikten sonra vefât eden müslüman gibi...

Âkil ve baliğ olmayan yahut hayızlı, nifaslı veya cünüp iken şehîd olanlar da, bu kapsama girmektedirler.

Bunlar diğer ölüler gibi yıkanır, kefenlenir ve namazı kılındıktan sonra gömülürler.

Bir de, malını müdafa ederek ölen, yanarak, suda boğulan, göçük, çığ, toprak veya bina altında kalan, vebâ gibi salgın hastalıklardan vefât eden, veya akrep sokmasından ölen, gurbette veya ilim yolunda ya da cuma gecesinde vefât eden müslümanlar da bu hükümdedir. Doğumdan vefat eden kadın da böyledir. Hz. Muhammed (a.s)'ın bu kısma giren, savaş dışındaki şehîdler hakkında söylemiş olduğu hadisler vardır.[439]

 

3-Dünya şehîdi: Kalbinde Allah rızasını taşımayan, başka duygu ve düşüncelerle hareket eden riyâkâr ve gösteriş ehli münafıklar, müslümanlarla beraber savaşa katıldıkları zaman, kâfirler tarafından öldürülürlerse, dünya hayatında şehîd muamelesine tabi tutulurlar. Bunlar da "hükmî şehîd" sınıfından kabul edilir, yıkanmaz, cenâze namazları kılınır ve elbiseleriyle gömülürler. Fakat yukarıdaki hadislerde ifâde edildiği gibi, Allah onların kalbini bilir. Âhirette kendilerine herhangi bir mükâfat yoktur. Cehennem ateşi ile cezalandırılırlar. Böyle insanların gerçek yüzünü Allah bilir. İnsan olarak bizler, tam manasıyla bilemeyiz. Onların hakkında, dış görünüşlerine, hal, hareket ve davranışlarına göre hükmederiz.[440]

 

Hz. Muhammed (a.s)'ın zamanından günümüze kadar, çok sayıda insanlar, Allah rızası için, Tevhid mücâdelesi için, Allah'ın adını yüceltmek ve emrini hakim kılmak için canını verip şehid oldu. Bunların başında Yasir ve hanımı Sümeyye gelmektedir. Ammar b. Yasir'in babası Yasir, bir köle idi. Bir cariye olan Sümeyye ile evlendirilmişti ve bu evlilikten Ammar dünyaya gelmişti. Bu mütevazi ailenin fertleri, hep beraber müslüman olmuşlardı. Bekir oğulları, bunların üçünü de azad etmişlerdi. Müşrikler onlara çok eziyette bulundular. Yasir ve hanımı Sümeyye, müşriklerin zulmü neticesinde şehid olmuşlardı. Ammar anasız ve babasız kalmıştı. Hz. Muhammed (a.s), onlara dua etmişti. Yasir ilk erkek ve hanımı Sümeyye ilk kadın şehid olmuştu. Bu şehidlik kervanı, herhangi bir yer veya zamanda noktalanmadı ve noktalanmayacak, kıyâmete karar devam edecektir.[441]

 

Şehid olan insanların kul hakkı dışındaki bütün günahları affedilir. Şehid olmak, herkese nasib olmayan büyük bir şereftir ve mü'minler için mükemmel bir nimettir. Güzel bir şekilde yaşamak, ondan sonra Allah yolunda O'nun rızası için şehid olmak, her mü'minin hayal ettiği bir mutluluktur. İmân sahibi olan insanın böyle bir şuur ve düşünce ile yaşaması, Hz. Muhammed (a.s) tarafından ne kadar güzel bir şekilde övülmüştür!..: "Şehid olmayı Yüce Allah'tan samimi olarak dileyen kimseyi, Allah, rahat yatağında vefat etse bile, şehidlerin derecesine eriştirir."[442]

 

 

 


 

 

 

 

DUA

 

On Altıncı Ayet

 

قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبّى لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ فَقَدْ كَذَّبْتُمْ فَسَوْفَ يَكُونُ لِزَامًا

 

“(Resûlüm!) De ki: Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin? (Ey inkârcılar! Size Resûl'ün bildirdiklerini) kesinkes yalan saydınız; onun için azap yakanızı bırakmayacaktır!” [443]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Furkan suresi Mekke'de nazil olup 68,69 ve 70 ayetleri Medine'de nazil olmuştur. Sadedinde olduğumuz ayet buna göre Mekke'de Müslümanlara moral vermek için nazil olmuştur.[444]

"De ki: Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?" [445]

Bu ifadede peygamber efendimize -salat ve selam üzerine olsun- yönelik bir dayanak, bir destek anlamı var:

"De ki; Rabbim size ne diye değer versin?"

Ama ben O'nun yanında ve O'nun himayesindeyim. O, benim Rabb'imdir, ben O'nun kuluyum. O'na inanmadan, O'nun has kullarına katılmadan, ne değeriniz olabilir ki? Siz cehennem yakıtısınız?

Sizler Allah'ın ayetlerini yalanladığınız için azap, hiç yakanızı bırakmayacaktır. [446]

 

Bu girişten sonra duanın tanımına ve nerde nasıl dua edileceğini izah etmeye çalışalım.

 

Dua: Seslenmek, çağırmak, yardıma çağırmak, Allah'a yalvarmak, O'ndan dilekte bulunmak, O'na yakarmak.

 

Dua, insanda fıtrî bir olgudur. Bu sebepledir ki, bütün dinlerde mevcuttur. Üstün bir varlığa inanan her insan şu veya bu şekilde dua eder. İnsanlar hayatları boyunca, üstesinden gelemeyecekleri birçok şeylerle karşılaşmakta, keder, sıkıntı, acz ve ümitsizliklere maruz kalmaktadırlar. Yüce Allah şöyle buyurur:

 

وَاِذَا مَسَّ الْاِنْسَانَ الضُّرُّ دَعَانَا لِجَنْبِه اَوْ قَاعِدًا اَوْ قَائِمًا فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُ ضُرَّهُ مَرَّ كَاَنْ لَمْ يَدْعُنَا اِلى ضُرٍّ مَسَّهُ كَذلِكَ زُيِّنَ لِلْمُسْرِفينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

 

 "İnsana bir darlık dokunduğu zaman yanı üzere yatarken, otururken yahut ayakta bize yalvarır, ama biz onun sıkıntısını giderince sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. İşte aşırı gidenlere yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir."[447]

 

وَاِذَا غَشِيَهُمْ مَوْجٌ كَالظُّلَلِ دَعَوُا اللّهَ مُخْلِصينَ لَهُ الدّينَ فَلَمَّا نَجّيهُمْ اِلَى الْبَرِّ فَمِنْهُمْ مُقْتَصِدٌ وَمَا يَجْحَدُ بِايَاتِنَا اِلَّا كُلُّ خَتَّارٍ كَفُورٍ

 

"(Denizde) onları gölgeler gibi dalgalar sardığı zaman dîni yalnız kendisine has kılarak Allah'a yalvarırlar. Fakat o, onları kurtarıp karaya çıkarınca içlerinden bir kısmı orta yolu tutar, (birçoğu da inkâr eder). Zaten bizim ayetlerimizi (öyle) nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez."[448]

 

Bu âyetlerden de anlaşıldığı gibi dua, insanda fıtrîdir ve özellikle sıkıntılı anlarda Allah'a dua etmek, sadece samimî olarak Allah'a inananlara has bir durum değildir. Allah'a ortak koşanlar da bu gibi durumlarda Allah'a yönelir ve O'na dua ederler.

 

Dua ettikten sonra insan gönlünde bir ferahlık ve serinlik hisseder. İsteğinin yerine getirileceği konusunda ümidi artar. Bu yönüyle dua, insana bir şifa ve rûhî bunalımlara karşı koruyucu bir sağlık tedbiridir. Bu nedenledir ki, dua etmeyen toplumlar rûhen çökmüş toplumlardır.

 

Âyet ve hadîslerde dua teşvik edilmiştir:

 

وَالَّذينَ يُؤْتُونَ مَا اتَوْا وَقُلُوبُهُمْ وَجِلَةٌ اَنَّهُمْ اِلى رَبِّهِمْ رَاجِعُونَ

 

"Rabbiniz, şöyle buyurdu: Bana dua edin, size cevap vereyim (duanızı kabul edeyim)."[449]

 

Hz. Peygamber (a.s.) de şöyle buyurur: "Allah katında duadan daha şerefli bir şey yoktur."[450]

Dua aynı zamanda bir ibadettir. "Dua ibadetin ta kendisidir."[451]

 

O halde dua sadece Allah'a yapılmalı, araya başka biri aracı olarak sokulmamalıdır. Nitekim namazın her rekâtında tekrar ettiğimiz Fatiha Sûresi'nde: "Sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardım dileriz."[452]  buyurulur.

 

Kullardan istenecek yardım, onların güçleri dahilinde olan bir şey olmalıdır. Güçlerinin yetmediği bir şey onlardan istenemez. Hatta kulların güçlerinin dahilinde olan bir şeyin yapılmasını kendilerinden istediğimiz zaman bile asıl sebebin Allah olduğunu, O'nun dilemesi olmadan o şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığını bilmek gerekir.

 

Allah insana şahdamarından daha yakındır ve O'nun insana merhameti, bir annenin çocuğuna merhametinden çok fazladır. Bir âyette şöyle buyurur: "Kullarım sana beni sorunca, haber ver ki, ben şüphesiz onlara yakınım. Bana dua edenin duasını kabul ederim."[453]

 

Duanın muhteviyatı, Allah'tan istenen meseleyle ilgili olmalıdır. Meselâ yemek duası ayrıdır yolculuğa çıkıldığında yapılacak dua ayrıdır... Birçok konuda Hz. Peygamber (a.s.)'den nakledilmiş dualar mevcuttur. Kur'ân-ı Kerim'de geçmiş peygamberlerin duaları zikredilir. Dua bu me'sur dualarla yapılabileceği gibi, kişinin kendi gönlünden kopanın anlatımı da olabilir. Ancak belli davranışlarda; meselâ kabir ziyaretlerinde, yemeklerden sonra, helâya girerken, yeni bir elbise giyerken, yolculuğa çıkarken... Hz. Muhammed (a.s.)'den nakledilmiş dualarla dua etmek hem sünnet, hem de daha güzeldir.

 

Dua eden kişi gönülden etmeli, duasında iyi şeyleri isteyerek kendisi de o doğrultuda çaba sarfetmelidir. Kişi duasında samimiyetini tavırlarıyla da ortaya koymalıdır. Meselâ duasında Allah'ın emirlerine itaat eden samimi bir müslüman olmayı ifade ediyorsa, hareketleriyle de böyle bir müslüman olma çabası içerisinde olmalıdır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:

"Biliniz ki, Allahu Teâlâ, kendisinden gafil bir kalbin duasını kabul etmez."[454]

 

Şüphesiz ki Allah insanın kalbinden geçenleri ve ihtiyaçlarını bilir. Ancak dil ile dua etmenin insanın kendisinin eğitilmesi konusunda etkisi vardır. Ayrıca dua Allah'ın bir emrinin yerine getirilmesidir, bir ibadettir. Kur'ân-ı Kerim'de Hak Teâlâ kendisine nasıl dua edileceğini kullarına öğretir, resûllerinin dualarını bize haber verir. Müminler önce bu dualara bakmak ve böyle dualarla Allah'ı zikretmek durumundadırlar. Gerçekten bilmediğimizi ve en güzelini öğreten Allah'tır.

"... Ey rabbimiz unutur veya hata edersek bizi sorumlu tutma... "[455]

Eyüp Aleyhisselâm:"Ya Rabbi, gerçekten benim başıma bela geldi. Halbuki sen merhametlilerin merhametlisisin."[456]

Zekeriya (a.s.): "Rabbim, beni yalnız bırakma..."[457]

Hz.Âdem (a.s.): "Ey Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik. Eğer sen bizi affetmez ve bize acımazsan mutlaka zarara uğrayanlardan oluruz."[458] diyerek dua etmişlerdir.

"Beni müslüman olarak öldür ve beni salih kullarına kat... "[459] duası Yusuf (a.s.)'ın.

"Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Ben zalimlerden idim. " duası da Yunus (a.s.)'ın duasıdır.

 

Ebû Saîd el-Hudrî'den (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîste: "Duanın karşılıksız kalmayacağı, bilâkis üç şeyden birinin mutlaka meydana geleceği; ya kabul ya âhirete bırakma yahut eda edilen dua oranında günahın affedileceği"[460] beyan buyurulmuştur.

 

Dua yalnız Allah'a yapılır; istek ve yardım sadece Allah'tan istenir. Allah'tan başkasından bir yardım ve istekte bulunan, müşriktir. Hatta ölümlerinden sonra kabirleri başında veya uzaktan peygamberlere ve salih kullara dua edip yakaranlar, aynen yıldızlara sığınan ve meleklerle peygamberleri rabler edinenler gibi Allah'tan başkasına dua eden müşriklerdir. Ancak melekler müminler için dua ve istiğfar etmektedirler.

 

Hz. Muhammed (a.s.) şöyle buyurur: "Ümmetimden yetmiş bin kişi sorgusuz sualsiz Cennet'e girecektir. Bunlar, rukye talep etmeyen, dağlayarak tedavi yapmayan, olayları uğursuzluğa yormayanlar ve Rablerine tevekkül eden kimselerdir."[461] Yani müminler ancak "Bize Allah yeter." demelidir. Rukye, okuyup üfleyerek tedavi demektir. Bütün peygamberler en kötü durumlarda yalnız Allah'a sığınmışlardır. Bunu da namazla yapmışlardır. Çünkü dua esas olarak namazdadır ve devamlılığı vardır.

 

Müslüman müslüman kardeşi için dua edebilir. Rasûlullah, "Kim bir hidayete çağırırsa, o hidayete tabi olanların mükafatının aynısı onların mükafatından hiçbir eksilme olmaksızın bu kimseye de verilir." buyurmuştur.[462] Ebeveyn, kendilerine dua eden çocuklarının amelinden istifade eder:

"İnsanoğlu öldüğü zaman artık ameli kesilmiştir. Yalnız şu üç şey bunun dışındadır: Sadaka-i cariye, faydalanılan ilim ve dua eden salih evlât."[463] Rasûlullah, ümmetinden kendisine dua etmelerini istemiştir. Cenâb-ı Hak:

اِنَّ اللّهَ وَمَلئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِىِّ يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْليمًا

 "O'na salât ve selâm getirin"[464] diye emretmiştir. Mümin, Allah'tan peygamber için vesîleyi isterse kıyamette o kimseye onun şefaati haktır. Rasûlullah umreye giden Ömer (r.a.)'e: "Bizi de duandan unutma kardeşim" demiştir.[465] Rasûlullah her zaman ümmetini sadece Allah'a kulluğa çağırmıştır. Hanefi fukâhâsı: "Bir yaratık aracılığıyla Allah'tan bir şey istenemez" demiştir. Hz. İbrahim,

 

"Doğrusu benim Rabbim duayı işiticidir"[466] demiştir. Hz. Peygamber: “Biriniz dua edeceği zaman Allah'a hamd ve senâ ile başlasın, Resûlüne salâvât getirsin ve bundan sonra artık dilediği duayı yapsın" buyurmuştur.[467] Salih ameller vesîlesiyle talepte bulunmanın örnelerinden birisi mağaraya sığınan üç kişinin duasıdır. Bunlardan her biri yalnızca Allah'ın rızasını gözettiği önemli bir amelini zikrederek duada bulunmuştu. Çünkü böyle bir amel, Allah'ın, sahibinin duasının kabulünü gerektirecek bir sevgi ile sevdiği ve razı olduğu bir şeydi. Birisi ana-babasına yaptığı iyiliği zikrederek. diğeri tam iffeti delâletiyle, öteki ise emanete gösterdiği riâyet ve iyilikseverliği ile duada bulunmuştu.[468] İbn Ömer'in meşhur duası şöyledir: "Ya Rabbi, Senden beni İslâm'a erdirdiğin gibi ondan beni uzaklaştırmamanı ve müslüman olarak canımı almanı diliyorum."[469] Hz. Peygamber'den nakledilen rivâyetlerde

 

"Ya Rabbi, Ya Rabbi" diye duaya başlanır, cahil halkın büyük bir kısmı Allah'tan başkasından yardım dilemeyi öyle bir hale getirmişlerdir ki, kabirler Allah'a duada birer şirk aracı yapılmıştır. Oysa Rasûlullah dahi, "Ey Allah'ım, benim kabrimi kendisine ibadet edilen bir put haline getirme... Peygamberlerin kabirlerini mescid edinen kimselere Allah'ın gazabı şiddetlidir... Benim kabrime ikide bir gelip orayı bayram yerine çevirmeyin." diye uyarmıştır.[470]

 

Halkın, Telli Baba, filân baba, falan şeyhin kabrinde kuyruğa girerek onlardan yardım dilemesi şirkten başka birşey değildir, bid'attir. Müminler, aynen müşriklerin ve bid'at ehlinin yaptığı gibi ölüye yakarmaz, onlardan birtakım ihtiyaçların karşılanmasını istemez, kabir başında yapılan duanın evde yapılandan üstün olduğuna inanmaz, bu kimselere yemin ederek Allah'tan talepte bulunmazlar. "Allah bize yeter, o ne güzel vekildir" derler.[471]

 

Dinin esası da budur. Salât, Arapça'da dua anlamına da gelir: "Ey peygamber, Mü'minlere selât et, çünkü senin duan onlar için huzur ve sükûnettir."[472] Duada istenene kavuşma ve korkulandan kurtulma isteği vardır. Bu da ancak Allah'tan istenir. İslâm bilginleri bid'at dua şekillerini şöyle tespit etmişlerdir: Ölü ya da gaip birinden yardım dilemek. Ey efendi hazretleri bana mağfiret et, tövbemi kabul et, demek şirktir. Peygamber ve salihlerden, ölmüş veya gaip birine benim için Allah'a dua et', demek bid'attir. Ölülerden medet umulmaz. Kabirleri ziyarette ölülere ancak selâm verilebilir, onlara Kur'ân okunur. Allah'a, Allah'ım senden filancanın yanındaki makamı hakkı için şunu şunu istiyorum; diye dua etmek, nehyedilmiştir. Çünkü: "Yardım Allah'tandır."[473]

"İnsanlar (mahşerde) toplandıkları zaman kendisine dua edilenler, onlara düşman olurlar ve onların kendilerine olan dualarını inkâr ederler."[474]

 

Dua Âdâbı

Hz. Peygamber'e Allah'ı sormuşlardı. Cevaben Allah buyurdu ki:

 

وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادى عَنّى فَاِنّى قَريبٌ اُجيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجيبُوا لى وَلْيُؤْمِنُوا بى لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ

 

"Kullarım sana beni sorduklarında: Ben muhakkak ki, yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin duasına icâbet ederim."[475]

 

Dua ederken seslerini aşırı şekilde yükseltenleri gören Rasûlullah, şöyle buyurmuştu: "Ey insanlar! Kendinize gelin. Çünkü siz bir sağırı veya uzaktaki birini çağırmıyor, ancak herşeyi işiten ve çok yakın bulunan birine dua ediyorsunuz. Sizin kendisine dua ettiğiniz size bineğinizin boynundan daha yakındır."[476] Kul, duasında Allah ile arasında hiçbir engel hiçbir vasıta bulunmadığını böylece bilir; dua ederken yalnızca Allah'ı düşünür. Kalp başka birşey ile meşgulken dua etmek manasızdır. "Âmin" diye bağırıp çağırmak da manasızdır. İnsan dua ederek Allah'a yöneldiğinde, dileği, Allah'tan istediği şeylerin gerçekleşmesine yardımcı olacak sebeplerin yaratılmasıdır. Yani kul eylemiyle yakınlaşmazsa, ettiği duanın mânâsı olmaz. Tembelliği huy edinmiş biri rızık için dua edebilir, ama önce çalışması lâzımdır... Duada riya olmaz. Duanın hemen kabul edilmesinde acele edilmez. Hiçbir dua boşa gitmez. En güzel sözlerden biri "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah"tır.

 

Gönülden, gizlice, bağırmadan, samimiyetle dua edilir. "Rabbınıza gönülden ve gizlice yalvarın. Doğrusu o, aşırı gidenleri sevmez."[477] Secîli, kafiyeli, yazılı dualarda riya vardır. Başkalarına dua ediyor görüntüsü vermek de böyledir. Bu şekilde ağlayarak dua edenin gözyaşları öteki insanları etkilemek içindir ve duası riyadır. Özel olarak komutlu dua da böyledir.

 

Yukarıdaki ayet, dua etmeye teşvik ederken, aşağıdaki hadis ise duanın ibadet olduğunu ve onun terkinin mümkün olmadığını vurgulamaktadır. Çünkü ibadetsiz din, din olmaz. Duasız ibadet ise ibadet olmaz. Yani eksik olmuş olur.

Yüce Allah cümlemize ibadetlerimizi dua ile nihayete erdirme gayretini ihsan etsin.

 

 

 

On Altıncı Hadis

 

قَالَ رَسُولُ للّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: الدُّعَاءُ هُوَ الْعِبَادَةُ،

 

"Dua, ibadettir." [478]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

1-Vürûdu: Ebu Dâvud, Nu'mân İbnu Beşir (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashâbı (radıyallahu anhüm ecmain) sordular: Rabbimiz yakın mıdır, biz ona hafif sesle hitab edelim, uzaksa yüksek sesle taleblerimizi söyleyelim?" Bunun üzerine şu âyet indi: "Kullarım sana benden sorarlarsa, (söyle ki) ben yakınım. Dua edenin duasına, bana dua ettiği takdirde icâbet ederim." Sonra Hz. Peygamber (a.s): "Dua ibadettir" diye buyurdu. [479]

 

Hadisin sebebi Vürûdunu tespit ettikten şimdide çeşitli duaları izah eldim.

 

İstihâre: Hayır dileme, yapmak istediği bir şeyin kendisi hakkında hayırlı olup olmadığını anlamak için iki rekât namaz kılıp dua ederek rüyasında manevî bir işaret almak amacıyla uykuya yatma.

 

Bir iş yapılmak istenildiğinde istihâre yapmak menduptur. Hz. Peygamber, Ashab-ı kirama önemli işlerinde istihâreye başvurmalarını telkin buyurdu.

 

 -عن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال : كَانَ رَسولُ اللّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُعَلِّمُناَ اسْتِخَارةَ فِي ا‘ُمُورِ كُلِّهَا كَمَا يُعَلِّمُنَا الـسُّورةَ مِنَ الْقُرْآنِ: إِذَا هَمَّ أحَدُكُمْ بِا‘َمْرِ فَلْيَرْكَعْ رَكْعَتَيْنِ مِنْ غَيْرِ الفَرِيضَةِ، ثُمَّ لْيَقُلِ: اَللَّهُمَّ إِنّي أَسْتَخِيرُكَ بِعِلْمِكَ، وَأسْتَقْدِرُكَ بِقُدْرَتِكَ،  وَأَسْأَلُكَ مِنْ فَضْلِكَ الْعَظِيمِ؛ فَإِنَّكَ تَقْدِرُ وََ أَقْدِرُ، وَتَعْلمُ وََ أَعْلَمُ، وَأَنْتَ عََّمُ الْغُيُوبِ. اَللَّهمَّ إِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ أَنَّ هَذَا ا‘َمَرَ خَيْرٌ لِي ف  دِينِي وَمَعَاشِي وَعَاقِبَةِ أَمْرِي، أَوْ قَالَ عَاجِلِ أَمْرِي وَآجِلهِ فَاقْدُرْهُ لِى ويَسِّرهُ لي، ثُمَّ باركْ لي فيهِ، وإن كُنْتَ تَعْلمُ أنَّ هذا ا‘مْرَ شَرٌّ لِي   فِي دِينِي وَعَاقِبَةِ أمْرِي، أَوْ قَالَ: عَاجِلِ أَمْرِي وَآجِلِهِ، فَاصْرِفْهُ عَنِّي عَنْهُ، وَاقْدُرْ لِي الْخَيْرَ حَيثُ كَانَ،ثُمَّ رَضِّنِي بِهِ قَالَ: وَيُسَمَي حَاجَتَهُ.

 

-Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize, Kur'an'dan bir sûre öğrettiği gibi her işte istiharede bulunmamızı öğretirdi. Derdi ki: "Biriniz bir işi yapmaya arzu duyduğu zaman, farzlar dışında iki rek'at namaz kılsın, sonra şu duayı okusun: "Allahım, senden hayır taleb ediyorum, zira sen bilirsin. Senden hayrı yapmaya kudret taleb ediyorum, zira sen vermeye kadirsin, Rabbim yüce fazlını da taleb ediyorum. Sen her şeye kadirsin, ben âcizim. Sen bilirsin, ben câhilim. Sen gayıbları bilirsin. Allahım, eğer biliyorsan ki bu işi bana dinim, hayatım ve sonum için -veya hal-i hazırda ve ileride demişti- hayırlıdır, bunu bana takdir et ve yapmamı kolay kıl. Sonra da onu hakkımda mübarek kıl. Eğer bu işin, bana dinim, hayatım ve âkıbetim için -veya hal-i hazırda ve ileride dedi- zararlıdır; onu benden çevir, beni de ondan çevir. Hayır ne ise bana onu takdir et, sonra da bana onu sevdir!"Hz. Câbir dedi ki: "Bu duadan sonra yapacağı işi zikrederdi."[480]

 

İstihare duasının anlamı: "Allah'ım yapmayı düşündüğüm su işin işlenmesinden yahut terkinden hangisinin hayırlı olduğunu bana ilminle kolaylaştır. Kudretinle senden güç istiyorum. &nin büyük fazlından ihsan buyurmanı dilerim. Şüphesiz senin her şeye gücün yeter; benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilemem. Sen şeyi çok iyi bilensin, Allah'ım. Eğer bu işi dinim, yaşayışım ve işimin sonucu veya dünya veya ahiretimin sonucu bakımından benim için hayırlı olduğunu bilirsen o işi bana takdir et, kolaylaştır ve onu bana mübarek kıl. Eğer bu işi; dinim, yaşayışım ve işimin sonucu veya dünya veya ahiretimin sonucu bakımından benim için şer olarak bilirsen, onu benden, beni de ondan uzak eyle. Nerede olursa olsun benim için hayır olanı takdir et. Sonra da beni bu hayırla hoşnut buyur"

 

Sa'd b. Ebi Vakkas'tan, Resulullah (a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Âdem oğlunun Allah'tan hayır dilemesi (istihâresi) saâdetindendir. Allah'ın hükmüne razı olması da saâdetindendir. Allah'tan hayır istemeyi terketmesi ise onun bedbaht olmasındandır. Allah'ın hükmüne razı olmaması da, Âdemoğlunun bedbahtlığındandır."[481]

 

İstihâreden önce veya sonra, gerekli istişareler yapılır ve o iş hakkında karar verilir. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "İş konusunda onlarla istişare yap. İstişareden sonra o isi yapmaya tam olarak karar verince, artık Allah'a dayan ve güven."[482]

 

İstihare hadisi İbn Mes'ud, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Ebû Bekir, Ebû Saîd, el-Hudrî, Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Ebû Hureyre ve Enes b. Mâlik gibi büyük sahabilerden nakledilmiş, bu rivayetleri senetleriyle birlikte, Buhârî, şârihi Aynî, "Umdetu'l-Kâri" adlı şerhinde tek tek zikredilmiştir. Rivayetler arasında bazı metin farklılıkları vardır.

 

Enes b. Mâlik'ten gelen rivayet istihâreyi teşvik eder. Bu hadîs şöyledir: "İstihare yapan kimse hüsrâna uğramaz, istihare eden pişman olmaz, iktisatlı davranan kimse de muhtaç duruma düşmez."[483]

 

İstihâre namazında nelerin okunacağı hadisle sabit değilse de, birinci rekâtta Fatiha'dan sonra Kâfirun, ikinci rekâtta ise, İhlâs sûrelerinin okunması güzel görülmüştür. Nevevî bunu müstehab görür. İmam Gazzalî de bu sûrelerin okunması gereğinden İhya'da söz etmiştir. İbn Ömer'in şöyle dediği nakledilmiştir: Resulullah (a.s)'ı bir ay süreyle izledim, sabah namazının sünnetinde, Kâfirun ve İhlas sûrelerini okurlardı. Gazzâlî'nin bu gibi hadislerden mülhem olarak, istihâre namazında da benzer kıraati uyun gördüğü söylenebilir.

 

İstihare namazından sonra, istihare duası okunur ve istenilen şeye niyet edilerek, Kıbleye dönülmek suretiyle yatılır. Böylece istihareye üç veya yedi geceye kadar devam edilebilir. Çünkü Hz. Peygamberin bazı duaları üç defa tekrar ettiği, hatta Enes b. Malik'e istihâreyi yediye kadar tekrar etmeyi telkin buyurduğu nakledilir.[484]

 

İstihâre, iyiliği veya kötülüğü kestirilemeyen bir iş hakkında sözkonusu olur. Hayırlı ve sevaplı olduğu kesin olarak bilinen bir konuda istihâreye gerek kalmaz. İstihâre namazı, kerâhat vakitleri dışında her zaman kılınabilir. Çünkü hadiste vakit belirtilmemiştir.

 

Hacet Duası

ـ وعن ابن مسعودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: عَلَّمَنَا رَسُولُ اللّهِ  خُطْبَةَ الْحَاجَةِ: إنَّ الْحَمْدَ للّهِ، نَسْتَعِينُهُ وَنَسْتَغْفِرُهُ، وَنَعُوذُ بِاللّهِ مِنْ شُرُورِ أنْفُسِنَا وَسَيِّئَاتِ أعْمَالِنَا. مَنْ يَهْدِهِ اللّهُ فََ مُضِلَّ لَهُ، وَمَنْ يُضْلِلِ اللّهُ فََ هَادِيَ لَهُ؛ وَأشْهَدُ أنْ َ إلهَ إَّ اللّهُ وَأشْهَدُ أنَّ مُحَمّداً عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ. يَا أيُّهَا الّذِىنَ آمَنُوا اتَّقُوا اللّهَ الّذِي تَسَاءَلُونَ بِهِ وَا‘رْحَامَ إنَّ اللّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيباً)ـ1(. يَا أيُّهَا الّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وََ تَمُوتُنَّ إَّ وَأنْتُمْ مُسْلِمُونَ. يَا أيُّهَا الّذِىنَ آمَنُوا اتّقُوا اللّهَ وَقُولُوا قَوًْ سَدِيداً يُصْلِحْ لَكُمْ أعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَمَنْ يُطِعِ اللّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزاً عَظِيماً.

 

İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize hâcet duasını öğretti. Şöyleydi: "Hamd Allah'a mahsustur. O'ndan yardım dileriz, O'ndan af talep ederiz, nefsimizin şerlerinden, amellerimizin kötülerinden O'na sığınırız. Allah kime hidayet verirse onu saptıracak yoktur. Allah kimi de saptırmışsa, onu da hidayete erdirecek yoktur. Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet ederim. Muhammed'in O'nun kulu ve resûlü olduğuna da şehadet ederim. Ey iman edenler, adını zikrederek birbirinize talepte bulunduğunuz Allah'tan ve aranızdaki akrabalık bağın(ı koparmak)tan korkun! Şurası muhakkak ki Allah üzerinizde murâkıbtır"[485] "Ey iman edenler! Allah'tan hakkıyla korkun. Sakın ha Müslümanlar olmaktan başka şekilde ölmeyin."[486] "Ey iman edenler Allah' tan korkun ve sağlam bir söz söyleyin. Tâ ki Allah sizin işlerinizi salaha çıkarsın ve günahlarınızı da affetsin. Kim Allah ve Resûlü'ne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur."[487]

 

Yağmur Duası (İstiska)

Yağmurun uzun zaman yağmadığı kuraklık zamanlarında, Allah'ın yağmur yağdırması için bir belde ahâlîsinin topluca dua etmeleri. Fıkıh dilinde yağmur duasına "istiskâ" denilir. "İstiskâ", yağmur talebinde bulunmak anlamına gelir.

 

Yağmur duası sünnettir. Hem Peygamberimiz hem de onun Raşid halîfeleri yağmur duasında bulunmuşlardır.

 

Yağmur duasının peşi peşine üç gün ve yerleşim bölgesi dışında olması müstehaptır.

 

Yağmur duasına gitmeden önce, sadaka verilmeli, günahlardan tevbe edilmeli, dargınlar barışmalı, haksız olarak alınan şeyler sahiplerine geri verilmelidir. Yağmur duasına çıkarken oruçlu olmak, mütevazı ve muhtaç bir tavır takınmak uygun olur.

 

Müslümanlar dua edilecek yere vardıklarında, önce iki rek'at namaz kılarlar. Namazın cemaatla kılınması menduptur. İmam namazdan sonra kalkar ve cemaata karşı bir konuşma yapar. Namaz ve hutbenin bulunuşu, Ebû Yusuf ve Muhammed'in görüşleridir. İmam Azam'a göre; yağmur duası sadece dua ve istiğfardan ibarettir; namaz ve hutbe yoktur.

 

Yağmur duasında namaz kılınmış ve hutbe okunmûşsa, hutbeden sonra; bunlar olmamışsa, doğrudan imam ayağa kalkar ve yönünü kıbleye çevirir. Cemaat onun arkasında kıbleye karşı ve oturarak dururlar. İmam, Allah'a dua eder, cemaat de "amin" der. Hz. Peygamberden nakledilen, yağmur duası için özel dualar vardır. Dua ederken bunların okunması daha uygundur.[488]

 

Dua ayakta yapılır. Dua edilirken kıbleye dönülür. Dua edilirken Allah'tan af istenir, yağmur istenir. Duanın üç gün peşipeşine yapılması müstehabdır.

 

Yağmurun gecikmesi sebebiyle eski elbiseler giyilir. Başlar öne eğilir, mütevazi bir tavır takınılır. Yaya olarak dua yapılacak yere gidilir. Duadan önce sadakalar verilir, fakirlere yardım yapılır. Haksızlık yapılmışsa helâllik dilenilir, müslümanlar için af istenilir.

 

Müslümanlar kendi çocuklarını ve ehli hayvanlarını yanlarına alırlar. Annelerle, yavruları birbirlerinden ayırırlar. Zayıflara, güçsüzlere dua ettirirler. Cemaatta onların yaptığı duaya "âmin" diyerek karşılık verirler.

 

Yağmur yağmaya başlayınca da bunun nişanesi olarak Yüce Allah'a şükredilir. Yağmur yağarken "Allahûmme sayyiben nafıan" (bunu hakkımızda yararlı bir yağmur kıl) denilir. Gereğinden fazla yağınca da "Allahümme havaleyna ve la aleyna" (Ya Rab! Bunu zarar vermeyecek yere yağdır. Bizim üzerimize yağdırma) diye dua edilir.

 

ـ عن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: أصَابَتْ النَّاسَ سَنَةٌ فَبَيْنَا النّبىُّ  يَخْطُبَ يَوْمَ الجُمُعَةِ إذْ قَامَ أعْرَابِىٌّ، فقَالَ يَا رسُولَ اللّهِ: هَلِكَ المَالُ، وَجَاعَ الْعِيَالُ، فادْعُ اللّهَ لَنَا، فَرَفَعَ يَدَيْهِ وَمَا نَرَى في السَّمَاءِ قَزَعَةً، فَوَالَّذِى نَفْسِى بِيَدِهِ مَا وَضَعَهُمَا حَتَّى ثَارَ السَّحَابُ أمْثَالَ الجِبَالِ، ثُمَّ لَمْ يَنْزِلْ مِنْ مِنْبَرِه حَتّى رَأيْتُ المَطَرَ يَتَحَادَرُ عَلى لِحْيَتِهِ، فَمُطِرْنَا يَوْمَنَا ذَلِكَ وَمِنَ الْغَدِ، وَمِنْ بَعْدِ الْغَدِ، وَالَّذِى يَلِيهِ حَتَّى الجُمُعَةِ ا‘ُخْرى، فقَامَ ذلِكَ ا‘عْرَابِىُّ أوْ غَيْرُهُ، فقَالَ يَا رسُولَ اللّهِ: تَهَدَّمَ الْبِنَاءُ وَغَرِقَ المَالُ، فَادْعُ اللّهَ تَعالى لَنَا، فَرَفَعَ يَدَيْهِ وَقَالَ: اللَّهُمَّ حَوَالَيْنَا وََ عَلَيْنَا، فَمَا يُشِيرُ بِيَدِهِ إلى نَاحِيَةٍ مِنَ السَّحَابِ إَّ انْفَرَجَتْ، وَصَارَتِ المَدِينَةُ مِثْلَ الجَوْبَةِ.وفي رواية: »اللَّهُمَّ حَوَالَيْنَا وََ عَلَيْنَا. اللَّهُمَّ عَلى اكامِ وَالظِّرَابِ وَبُطُونِ ا‘وْدِيَةِ، وَمَنَابِتِ الشَّجَرِ. قَالَ: فَانْقَلَعَتْ وَخَرَجْنَا نَمْشِى في الشَّمْسِ.

 

Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "İnsanlar kıtlığa maruz kaldılar.  Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir cuma günü hutbe verirken bir bedevî kalkıp: "Ey Allah'ın Resûlü, malımız helâk oldu, horantamız aç kaldı, bizim için Allah'a dua ediver!" dedi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu Vesselâm ellerini kaldırdı. Biz gökte bir bulut göremiyorduk. Nefsim elinde olan Zât'a yemin olsun, daha ellerini geri çekmeden semâda dağlar gibi bulutlar peydah oldu. Derken daha minberden inmemişti bile ki, sakalından yağmur damlaları dökülmeye başladı. O gün, ertesi güne kadar yağmur yağdı. Daha sonraki günde de yağdı, onu takib eden günde de yağdı, hatta müteakip cumaya kadar yağış devam etti. Öyle ki, o bedevî veya bir başkası kalkıp: "Ey Allah'ın Resûlü, binalarımız yıkıldı, mallarımız suda boğuldu, bizim için Allah'a dua ediver (artık yağmur kesilsin)" dedi. Aleyhissalâtu Vesselâm ellerini kaldırıp: "Allahım etrafımıza yağdır, üzerimize olmasın!" diye dua ettiler. Eliyle bulutlara doğru hangi istikametteki buluta işaret etti ise, bulutlar orada açıldı. Bütün Medîne buluttan temizlendi." Bir rivâyette de de şöyle denmiştir: "Allahım, (yağmur) etrafımıza yağsın, üzerimize değil! Allahım, dağların ve tepelerin üzerine, vadilerin içine, ağaç biten yerlere olsun!" Hz. Enes der ki: "Bulut hemen çekildi, biz de çıkıp güneşte yürüdük."[489]

 

Manası:

 

"Ya Rab! Bize bol yararlı, her tarafa akıp giden, her tarafı sulayan umumi bir yağmur ihsan et.

Ya Rab! Bizi yağmurla suvar. Bizi, ümitlerini kesmiş kimselerden eyleme. Kullarda, beldelerde ve yaradılmış şeylerde öyle darlık vardır ki senden başkasına arzedemeyiz.

Ya Rab! Bizim için ekinleri bitir, bizim için memeleri sütle doldur, bizi göğün bereketinden suvar, bize yeryüzünün bereketinden yetiştir.

"Ey Rabbimiz! Biz senden mağfiret isteriz. Şüphesiz sen çok mağfiret edicisin. Bize gökten bol bol yağmurlar yağdır."

 

Yemek Duâsı

Hz. Peygamber (a.s), yemeklerden sonra pek çok dua yapmıştır. Bu sebeple yemek duası ile ilgili oldukça çok hadis-i şerifler mevcuttur. Bu duaların bir kısmını birleştirerek okumakta fayda vardır şöyle ki:

"Bize yediren, içeren, Müslüman olmayı nasib eden Allah'a hamdolsun."[490]

"Âllah'ım! Bize bu yediğimiz yemek sebebiyle bereket ver, hakkımızda bu yemeği mübarek kıl. Bize bu yemekten daha hayırlı olanını yedir."[491]

"Bize rızık ver, sen rızık verenlerin en hayırlısını."[492]

"Allahım! Biz senden nimetin tamamını, kusursuz ümmeti ve ayetin devamını istiyoruz."[493]

 

Enes b. Mâlik (r.a) anlatıyor: Rasûlüllah (a.s) şöyle buyurdu: "Yemeğini yedikten sonra şu şekilde duâ eden kimsenin geçmiş günahları bağışlanır."

 

"Sarfedilen güç ve kuvvet bana ait olmadığı halde bu nimeti bana yediren, bana rızık olarak takdir buyuran Allah'â hamd olsun."[494]

 

* Dua: Seslenmek, çağırmak, yardıma çağırmak, Allah'a yalvarmak, O'ndan dilekte bulunmak, O'na yakarmak. Dua, insanda fıtrî bir olgudur. Bu sebepledir ki, bütün dinlerde mevcuttur. Üstün bir varlığa inanan her insan şu veya bu şekilde dua eder. İnsanlar hayatları boyunca, üstesinden gelemeyecekleri birçok şeylerle karşılaşmakta, keder, sıkıntı, acz ve ümitsizliklere maruz kalmaktadırlar.

 

* Dua ettikten sonra insan gönlünde bir ferahlık ve serinlik hisseder. İsteğinin yerine getirileceği konusunda ümidi artar. Bu yönüyle dua, insana bir şifa ve rûhî bunalımlara karşı koruyucu bir sağlık tedbiridir. Bu nedenledir ki, dua etmeyen toplumlar rûhen çökmüş toplumlardır.

 

* Duada riya olmaz. Duanın hemen kabul edilmesinde acele edilmez. Hiçbir dua boşa gitmez. En güzel sözlerden biri "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah"tır.

 

* Dua, acziyetin itirafıdır.

 

* Dua, insanın kendi kendine yetmediğini Allah’a duyurmasıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

ZİKİR

 

On Yedinci Ayet

 

اَلَّذينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فى خَلْقِ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ رَبَّنَا مَاخَلَقْتَ هذَا بَاطِلًا سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

 

"Onlar ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yeryüzünün yaratılışı hakkında kafa yorarlar ve derler ki; "Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın, sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin, bizi Cehennem azabından koru! " [495]

 

 

Ayetin Nüzulü ve Açıklaması

Hz.Peygamber (a.s)'a hastanın namazını nasıl kılacağı sorulmuş, bunun üzerine bu ayet nazil olmuş.[496]

 

Ayetin nüzûlünün tespitinden sonra şimdide hasta namazını izah etmeye çalışalım.

 

Hasta Namazı

Sıhhatini kaybeden bir müslümanın namazın tüm şartlarını yerine getirme imkânı olmadığı durumlarda yüce Allah bazı kolaylıklar göstermiş ve namazı "imkânı elverdiği" şekilde kılmasına izin vermiştir. Hasta müslümanın tüm rükünlerini yerine getirmeyerek kıldığı bu namaza hasta namazı adı verilir.

 

İslâm'daki ibâdetlerin amacı insanı zora koşmak olmadığı için ibâdetler katı şekilci kurallarla çevrili değildir. En önemli ibâdet olan namaz, günde beş defa müslümanlara farz kılınmıştır; ancak namazın amacı Allah'ı sürekli olarak hatırlamak, günde beş kez O'nun huzuruna çıkıp iki namaz arasında yaptıklarının muhâsebesini yapma fırsatını ona vermektir. Bu şekilde günde beş kez Allah'ın huzuruna çıkan bir müslüman kötülük duygusunu kalbinden atıp onun yerine Allah korkusu ve sevgisini yerleştirir. Namazın amacı bu olunca, yani insanları kendi rızalarıyla Allah'ın gözetimine sokmak olunca sıhhatli ya da sıhhatsiz olması bunu yapmaya, yani Allah'ın huzurunda boyun eğmeye engel değildir. O halde hasta olan bir müslüman bu görevini gücünün yettiği şekilde yerine getirir. Bunun bazı kuralları vardır: Namazda; farzlar, sünnetler, müstehablar vardır.

 

"Sıhhatli müslüman tüm bunları dosdoğru yerine getirerek namaz kılar.” Allah, "namazı dosdoğru kılın" emrini şekil açısından, sadece sıhhatli olanlara farz kılmıştır. Hasta olanlar ise görünen şekil yönünün dışında kalben, ruhen ve tüm düşüncesiyle "dosdoğru kılmak" zorundadır. Ona gösterilen kolaylık yapacağı hareketler yönündendir.

 

Hastalığı eğer ayakta duramayacak kadar şiddetliyse ve ayakta durması hastalığı arttıracaksa oturarak; oturarak kılınamayacaksa, yattığı yerde; hareket edemeyecek durumdaysa baş ile başını dahi oynatamıyorsa göz hareketiyle, bu da olmuyorsa düşünceyi yoğunlaştırarak namaz kılınır. Ama hiçbir zaman terkedilmez.

 

Temel ölçü yapılabileceğinin en son şeklini yapmaktır. Örneğin bir yere yaslanarak kılabilecekken yatarak kılmak nefsin kontrolüne girmenin göstergesidir ki bu yanlıştır.

 

Namazın diğer bir farzı olan okuyuşlarda da durum böyledir, dili ile okuyamıyor, dilini kullanamıyorsa kalbinden okur.

 

Diğer bir kolaylık okuyuşlarını kısaltabilir ve eksiltebilir. Örneğin uzun süre rükû ve secdede kalması rahatsızlık veriyorsa, ta'dili erkan üzere kılınan namazda en az üç kez okunan

 

"Sübhane rabbiyel azim" ve "sübhane rabbiyel a'lâ" cümlelerini birer kez söyler. Örneğin son oturuşlardaki

 

"Allahûmmâ salli ve barik" dualarını okumadan selâm verebilir. Mümkün olanı en iyi şekilde yapmak, gücünün yettiği kadarını yapmak, terketmemek esastır. Çünkü insanın açığa vurduğunu da kalplerde gizli olanını da bilen Allah, hastalığın şiddetini hastadan daha iyi bilir. Ufak hastalıkları bahane edip namazları hafifletmek ve kolaya kaçmak ancak imanı zayıf olanların yapacağı bir tercihtir. İmanda samimi olanların yapacağı, gücünün tamamını kullanarak namazı hâlis bir kalp ile kılmaktır.

 

Namaz öncesinde farz olan "maddî ve manevî pisliklerden temizlenmek" hasta için de farzdır. Gusül abdesti ve namaz abdesti alması o an hastalığına zarar verecekse teyemmüm alarak namazını kılar. Yatalak bir hastanın istenmeyen durumlar sonucunda yatağında maddî pislikler varsa ve yatağının değiştirilme imkânı yoksa görünen yüzeysel pislikler temizlenerek namazını kılabilir. Elbise için de durum aynıdır.

 

Hastalık durumunda şartları tam olarak yerine getirilmeden kılınan namazlar hastalıktan kurtulduktan sonra tekrar kılınmaz. Hasta, daha önceden kazaya kalan namazlarını da kılabildiği şekilde kılar. Abdesti bozan durumlardan herhangi biri sürekli olsa; örneğin sürekli kanama durumu devam ettiği halde namaz kılınır. Ancak bir sonraki namaz için yeniden abdest alınır, Özürlü halde kılınan bir namazın vakti çıkmadan özür hali sona erse kılınan namaz tekrar edilir. Özür, bir namaz vaktinin tamamında sürerse geçerlidir. Özür nedeniyle elbiseye bulaşan pislikler de bu hal devam ettiği sürece namaza engel değildir. Ancak imkânı varsa Allah'ın huzuruna en güzel "zinetlerini” (elbiselerini) giyip durmak daha güzeldir.

 

Sonuç olarak zikrin şekli ve çeşitleri hakkında ayette beyan edilen esasları daha bir açılımla:

1-Kalb ile zikir de, Yüce Allah'ı gönülden anmaktır. Bu bir nevi tefekkürdür.

2-Beden ile zikir ise, vücudun bütün organlarının Allah'ın emirlerini yerine getirmeleri ve yasaklarından sakınmaları ile olur. Bu da kişinin kendi vücudunun organlarını Allah'ın yolunda bulundurması ile mümkündür.[497]

3-Beni, varlık ve refah içinde olduğunuzda zikredin ki, ben de sizi belâ, musibet ve sıkıntılarınız zamanında zikredeyim... Beni, benim yolumda cihâd ederek zikredin ki, ben de sizi hidâyetimle zikredeyim. Beni sıdk, samimiyet ve ihlas ile zikredin, ben de sizi sıkıntılardan kurtarmak ve bilgi ile ihtisasınızı artırmakla zikredeyim. Beni Rabbiniz olarak bilip kulluğunuzla zikredin ki, ben de sizi sevdiğim kullarımdan kabul edip sonunda bağışlamakla zikredeyim."[498]

 

İbadet hem zikirdir hem de tefekkürdür. Aynı şekilde zikirde, tefekkür de ibadettir. Yeter ki, neyi tefekkür ettiğimizi bilelim.

Yukarıdaki ayet ibadetin şeklini beyan ederken, aşağıdaki hadisi şerif ise zikrin yerini ve zamnını vermemektedir. Çünkü zikrin zamanı ve şekli olmaz. Sadece neyi zikrettiğin önemlidir.

Yüce Allah cümlemize abid olan beden ve zakir olan lisan nasip etsin.

 

 

 

On Yedinci Hadis

 

لآحَوْلَ وََ قُوَّةَ إَّ بِاللّهِ. فَإنَّهَا مِنْ كُنُوزِ الْجَنَّةِ.

 

"Lâ havle vela kuvvete illa billah" de! Çünkü bu cümle cennet hazinelerinden bir hazinedir."[499]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: Buhari, Ebu Mûsâ (r.a)'dan konu ile ilgili olarak şöyle demiştir: "Bir sefer esnasında Hz. Peygamber (a.s)'le beraberdik. Biz, yüksek yerlere geldiğimizde tekbir getiriyorduk. Rasûlullah (a.s), bunun üzerine şöyle buyurdular: "Ey insanlar! Sesinizi fazla yükseltmeyin. Siz, sağır veya gâib olan birine seslenmiyorsunuz." Sonra benim yanıma geldi. Ben ise, kendi kendime "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" diyordum. Bunun üzerine: Ey Abdullah b. Kays "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh "demeye devam et. Çünkü o, cennet hazinelerinden bir hazinedir" buyurdular.[500]

 

Hz.Ömer b. Hattâb[501] (r.a), şöyle demiştir. Hz.Peygamber (a.s) Ezan okununca ne diyelim" diye sorulduğunda? Bunun üzerine Rasûlullah (a.s): "Müezzin Allahu Ekber, Allahu Ekber" dediği vakit sizden biriniz "Allahu Ekber, Allahu Ekber" der; sonra müezzin "Eşhedü en lâ ilâhe illallah"dediği vakit o da "Eşhedü en lâ ilahe illâllah" derse, sonra müezzin "Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah" dediği vakit, o da "Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah" der. Müezzin "Hayye alessalâh" dediği vakit o da "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" der. Sonra müezzin "Hayye alelfelâh" dediği vakit o da "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" derse, sonra, "Allahu Ekber, Allahu Ekber" dediğinde o da "Allahu Ekber, Allahu Ekber" derse, sonra müezzin "Lâ ilâhe illallah"dediği vakit, o da bütün kalbiyle "La ilâhe illallah" derse, Cennete girer" buyurdular." [502]

 

Lâ Havle Velâ Kuvvete: Güç ve kuvvet ancak Allah'a mahsustur. "Allah'a âsi olmak ve günah işlemekten dönüş, ancak Allah'ın verdiği ismet (günahlardan uzak olma hâli) ile O'na itâate kuvvet ve iktidar da, ancak O'nun yardımı ile hâsıl olur" demektedir.

 

Asıl söyleniş şekli:

 

 ¡éܨۡb2 ü¡«a  ñ¢£ì¢Ó ¨ü ë  4¤ì y ¨ü

 "Lâ Havle Velâ Kuvvete İllâ Billâh'tır." [503]

Kur'ân-ı Kerim'de ise:

وَلَوْ لَا اِذْ دَخَلْتَ جَنَّتَكَ قُلْتَ مَا شَاءَ اللّهُ لَاقُوَّةَ اِلَّا بِاللّهِ اِنْ تَرَنِ  اَنَا اَقَلَّ مِنْكَ مَالًا وَوَلَدًا

"Lâ Kuvvete İllâ Billâh" şeklinde geçmektedir. [504]

Lafız itibariyle kısa fakat anlam itibariyle çok kapsamlı olan bir zikir ve duâ cümlesi olup Peygamberimizin ifadesiyle "Cennet'in hazinelerinden bir hazinedir."[505]  Bu kısa ve özlü cümle, müezzin ezan okurken, namazlardan sonra, bir yolculuk esnasında, yolculuk dönüşünde veya yapılan herhangi bir hayırlı iş ve amelden sonra veyahut da herhangi bir zaman ve mekâna bağlı olmaksızın uygun olan her yer ve zamanda bizzat Peygamber Efendimiz tarafından okunmuş ve Ashâba da tavsiye edilmiştir.

 

Ashabdan Abdullah İbn Zübeyr de, her namazın sonunda, selâm verdiği vakit, şöyle derdi: "Allah'dan başka hiç bir ilâh yoktur. Yalnız O vardır. Şeriki yoktur; mülk O'nundur, hamd da O'na mahsustur. Hem O, her şeye kâdirdir. Güç ve kuvvet ancak Allah'a mahsustur (Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh). Allah'dan başka hiç bir ilâh yoktur. Biz de ancak O'na ibâdet ederiz. Nimet O'nun, fazilet O'nun, güzel senâ(övgü) da O'nundur. Kâfirler patlasa da, dinde samimi olarak Allah'tan başka ilâh yoktur deriz." İbn Zübeyr: "Rasûlullah (a.s), her namazın sonunda bunlarla tehlil yapardı"demiştir. [506]

 

Yine Rasûlullah (a.s), Kur'ân'dan fazla bir şey bilmediğini ve kendisine, okuyabileceği bir duâ söylemesini isteyen birisine "Sübhânallâhi, velhamdü lillâhi, velâ ilâhe illallâhu vallâhü ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ billâh" duâsını okumasını söylemiştir. [507]

 

Enes b. Mâlik tarafından rivâyet edilen bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Evinden çıkarken, şu duâyı okuyan kişiye bu duâ kâfidir. O adam muhafaza altına alınır. Şeytan da o adamdan uzaklaşıp bir kenara çekilir. O duâ: Bismillâhi tevekeltü alallâhi lâ havle velâ kuvvete illâ billâh'tır."[508]

 "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" duâsının okunduğu bir başka yer de Hacerül-Esved'in karşısıdır.[509]

 

* Zikir, kalplerin anahtarıdır. Kalp burkulduğunda veya ümitsiz olduğunda onu ferahlatacak, genişletecek tek şey zikirdir.

 

* Zikir, Allah'la insan arasında bir şifredir. Onun için zikrin belli bir zamanı ve vakti yoktur. Nerede ve ne zaman vakit, fırsat bulursa hemen orda Allah’ın zikredilmesi gerekir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

ZARARA KARŞI ZARAR YOKTUR

 

On Sekizinci Ayet

 

وَجَزؤُا سَيِّئَةٍ سَيِّئَةٌ مِثْلُهَا فَمَنْ عَفَا وَاَصْلَحَ فَاَجْرُهُ عَلَى اللّهِ اِنَّهُ لَايُحِبُّ الظَّالِمينَ

 

"Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder, barışırsa onun mükafatı Allah'a aittir. Doğrusu Allah, zalimleri sevmez."[510]

 

 

Ayetin Nuzulü veAçıklaması

Ayetin nüzulü surenin (siyak ve sibak) akışı içinde nazil olmuştur.

 

Bu girişten sonra şidide zarara zarar ile karşılık vermenin doğruluğunu ve yanlışlığını izah etmeye çalışalım.

 

Zarar: Sıkıntı, hastalık. "Darra" fiilinden "zarar" mastarı zarar vermek, rahatsız etmek demektir. Bir fıkıh terimi olarak zarar; bir mala veya cana yönelik haksızlık, haksız tecavüz, İslâm'ın tanıdığı haklarda kısıntı yapma gibi yollarla ortaya çıkan olumsuz durumu ifade eder.

 

Kur'ân-ı Kerîm'de zarar kökünden çeşitli türevler kullanılmıştır. Darrun, durrun, dârrun, darar ve dırar sözcükleri bunlardandır.

وَاِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَاءَ فَبَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَاَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ اَوْ سَرِّحُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ وَلَا تُمْسِكُوهُنَّ ضِرَارًا

 

"Eşlerinizi boşadığınızda, iddetlerini tamamlayınca ya onları iyilikle tutun, ya da iyilikle bırakın. Haklarına tecavüz etmek için onlara zarar verecek şekilde tutmayın."[511]

 

Hz. Peygamber'in çeşitli hadislerinde de zararla ilgili uyarıcı, yasaklayıcı nitelikte esaslar yer almıştır. Bazıları şunlardır: "Onlar sana zarar vermek için bir Şey (plan) üzerinde toplansalar, sana zarar veremezler."[512]

-"Kim başkasına zarar verirse Allah da ona zarar verir."[513]

"Kim bir mü'mine zarar verir veya ona bir tuzak hazırlarsa lânetlenmiştir."[514]

 

Meşru Hakları Kullanırken Başkasına Zarar Vermek

1- Zarar verme kastının bulunması: Bir kimse normal hakkını kullanırken başkasına zarar vermeyi amaçlarsa bu hak zulüm ve haksızlığa dönüşür ve buna engel olunur. Cayılabilir boşama ile ayrılmış olan eşlerden kocanın iddet içinde sırf eşine zarar vermek amacıyla ona dönmesi mirasçılara veya alacaklılara zarar vermek için vasiyetle başkalarına mal bırakılması, kocanın sırf eşine zarar vermek için onu uzak yolculuğa çıkarması, yine ölüm hastasının sırf mirasçıları veya alacaklıları mahrum etmek için borç ikrarında bulunması buna örnek verilebilir. Bu tasarruflar normal şartlarda meşru iken kötüye kullanıldığı zaman meşru olmaktan çıkar. Bu tasarrufları yapan kimse hâkim tarafından ta'zir cezasına çarptırılır, tasarrufu iptal edilmeye elverişli ise iptal edilir ve meydana gelebilecek zarar önlenir. Kişinin zarar kastı bir takım delil ve karinelerle tespit edilir.

 

2- Zararın yarardan daha büyük olması:

Kimi zaman kişi meşru bir yararı gerçekleştirmek için bir hakkı kullanır, fakat bu yarardan daha çok veya buna denk ölçüde zarar söz konusu olur. Böyle bir durumda o kimse, "Seddü'z-zerâyi (kötülüğe giden yolu kapama)" prensibine göre bundan menedilir. Burada zararın topluma veya bir ferde olması arasında bir fark bulunmaz. Çünkü hadiste; "Zarar ve zarara zararla karşılık verme yoktur"[515] buyurulmuştur. Buna göre, zarar topluma ait olunca hakkın kullanılması zulüm kapsamına girer ve bu özel zarardan her zaman daha şiddetlidir. Ancak özel zarar da hak sahibinin yararından daha çok veya onun zararından daha şiddetli yahut buna denk olursa yine zulüm ve haksızlık söz konusu olur. Ancak başkasına verilen zarar az olur ve örfen insanlar bunu müsamaha ile karşılıyorsa zulümden söz edilmez. Yol kenarına araçların konulması, mescide girerken ayakkabıların üst üste konulması gibi.

 

Topluma verilen genel zarara şunlar örnek verilebilir:

Karaborsacılık: Bu insanların muhtaç olduğu şeyleri satın alıp, fiyatları yükseltince ve bunlara olan ihtiyaç artınca satmak üzere depolamak demektir. Hz. Peygamber çeşitli hadisleriyle bunu yasaklamıştır: Bir gıda maddesini kırk gece depolayan kimse Allah'tan uzaklaşmış ve Allah da onu kendisinden uzaklaştırmıştır."[516]

"Bir kimse kırk gün karaborsacılık yaparsa, sonra depoladığı bu malları sadaka olarak yoksullara dağıtsa, bu sadakası onun karaborsacılık suçuna keffâret olmaz."[517]

"Karaborsacılığı ancak günahkâr kimse yapar."[518]

 

Dışarıdan mal getirenleri şehir kenarında karşılayıp malları ucuz almak (telakkî'r-rukbân): Köylü üreticiyi veya dışarıdan satın aldığı malları şehire getiren kimseyi bazı toptancılar şehir kenarında karşılayarak ve onların henüz piyasa fiyatlarını öğrenmesine fırsat bırakmadan ucuz fiyatla satın alırlar. Daha sonra bu malları depolayarak veya piyasaya kontrollü mal sürerek fiyatların yükselmesini sağlarlar ve pahalı olarak malı satarlar. Böylece bu maldan kârın çoğunu üretici değil bir kaç finansman sahibi tüccar yararlanmış olur, şehir halkı da paha:ı mal almak zorunda kaldığı için yoksullaşmış veya normal piyasa şartlarında ödemesi gerekenden daha fazlasını ödemiş olur. Bu toplum için zararlı olan bir durumdur. Bu nedenle Hz. Peygamber (a.s) binitlilerin yolda karşılanıp yüklerinin alınmasını (telakkî'r-rukbân) yasaklamıştır.[519] Çoğunluğa göre böyle bir satış topluma zarar versin veya vermesin caiz değildir. Ebû Hanîfe'ye göre ise, üreticinin yolda karşılanıp malının alınması o belde halkına zarar veriyorsa mekruhtur.[520]

 

Düşmana silâh satmak: Fitne sırasında düşmana, âsî ve yol kesicilere silah satmak kötülüğü desteklemek demektir. Şarap fabrikasına üzüm satmak da böyledir. Tüccar bu gibi alışverişlerden menedilir. Çünkü topluma zararı açıktır. Haşhaş üretimi ile esrar, kokain vb. uyuşturucu maddelerin yapımı ve ticaret konu yapılması da İslâm devleti tarafından sıkı kontrol altında tutulur.

 

Daha şiddetli özel zarara şunu örnek verebiliriz: Komşunun bahçesine doğru, kadınların bulunduğu odası, mutfak gibi yerlerin görüleceği şekilde pencere açmak. Ancak bu yerler görülmeyecek şekilde yüksek kısma pencere açılması bu nitelikte sayılmamıştır.

 

Az zarar sayılan haller: Bahçenin çevresine duvar yapmak, kendi bahçesine ağaç dikmek gibi. Bunlar her ne kadar komşunun manzarasını veya güneş ışığını almasını engellese de bu şekilde az zarar müsamaha ile karşılanır.

 

Mutat olmayan kullanımın doğuracağı zarar:

Bir kimse meşru hakkını mutat şekilde kullanmak zorundadır. Meselâ; radyo veya teybin sesini komşuları rahatsız edecek şekilde açsa veya bir evi kiralayıp artık suları uzun süre komşunun duvarına akıtsa yahut kiraladığı bir araca mutadın üstünde eşya yüksele meydana gelecek zarardan sorumlu tutulur. Çünkü bir kimse prensip olarak hakkını mutat ölçüler içinde kullanmak zorundadır.

 

Meselâ; bir kimsenin her zaman normal olarak bahçede yaktığı ocak ateşinden bir kıvılcım komşunun çatısına geçip yangın çıksa tazmin gerekmez. Fakat rüzgârlı bir havada böyle bir ateşi yakmış ve komşuda yangın çıkmış olursa meydana gelecek zararı tazimin etmesi gerekir.[521]

 

Zarara zarar ile karşılık vermek herkesin karıdır. Fakat affetmek ve merhemet etmek er kişinin karıdır.

Affetmek her zaman büyüklerin işi olmuştur. Yüce Allah'tan bağışlanmak ancak başkasını affetmekle mümkündür.

Yüce Allah cümlemizi af taraftarı olan kullarından eylesin.

 

 

 

On Sekizinci Hadis

 

َلآ ضَرَرَ وََ لآضِرَارَ.

 

"Zarara sokmak ve zarara karşı zarar vermek yoktur."[522]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: Ahmed, İbni Abbas (r.a)'ın şöyle söylediğini rivayet eder: Hz.Peygamber (a.s) buyurdu ki: "Zarar vermek de uğramakta yoktur."[523]

 

Dinimiz, kimsenin kimseye zarar vermemesini emreder. Bu yasağa rağmen zarar veren olursa, zarar gören intikam almak üzere mukabil bir zarar vermemelidir. Hadisteki وََ ضِرَارَ bunu ifade eder. Münâvî, zarar görenin zarar vermesi değil, affetmesi gereğini belirtir. Alimler ضِرَارَ kelimesinde müşâreke yani, iki kişinin birbirine zarar verme mânasının varlığına dikkat çekerler. Bu yasaklanmış olunca, zarara uğrayan, intikam almanın caiz olduğuna hükmederek öbürüne tecavüz edip zarar vermemelidir. Ona düşen aftır, affetmezse zararını meşru yollarla tazmin ettirir. Tazmin suretiyle hakkını telif, öbür tarafa zarar sayılmaz. Böyle olunca وََ ضِرَارَ  'ın hükmü gerçekleşmiş olur.

 

Bir İslâm toplumunda mü'minler başkalarıyla olan ilişkilerinde karşılıklı hakları gözeterek ve kendine düşen görevleri yaparak uyumlu bir yaşam sürmek durumundadırlar. İslâm'da haksız bir şekilde başkasının malına, canına, ırz ve namusuna zarar vermek yasaklanmıştır. Zarara karşılık zarar verme de menedilmiştir. Zarar verme yollarından olan yol kesme, hırsızlık, yankesicilik, gasp, hile, yalan, öldürme, yaralama, iftira, malı telef ve tahrip etme, zulüm ve haksızlık yapma yasaklanmıştır.

 

Mecelle'nin genel prensipleri kapsayan ilk 100 maddesi içinde şu esaslar zararla ilgili olarak düzenlenmiştir:

"Zarar eskiden beri geldiği şekilde bırakılmaz."[524]

"Zarar ve zarara karşılık zarar verme yoktur."[525]

"Zarar izâle olunur."[526]

"Bir zarar kendi misliyle giderilemez". Meselâ; komşunun camını kıran kimsenin de camını kırmak suretiyle zarara karşılık vermek anlamsızdır. Kırılan camın tazmin ettirilmesi gerekir. "Genel zarara engel olmak için özel zarar tercih edilir."[527]

 

Meselâ; bütün çarşıya yayılabilecek bir yangının önünü kesmek için, aradaki yıkılması kolay olan bazı dükkanları dozerlerle yıkıp temizlemek ve yangını kesecek bir koridor oluşturmak gibi. Ancak bu arada ek zarar görenlerin zararının da tazmin yolu araştırılır. Yine ehliyetsiz sağlık memurunu veya sahte doktoru meslek icrasından menetmek de bu kapsama girer. Belki bu yüzden sağlık memuru veya doktor zarar görür. Fakat daha büyük zarar olan toplum zararı önlenmiş olur.

"En ağır zarar en hafifi ile giderilir."[528]

 

Meselâ; sert konuşarak veya dövmek suretiyle engellemek mümkün olan durumlarda saldırıyı öldürerek önlemek caiz değildir. En hafif olan yol izlenir. "Zarar imkân ölçüsünde yok edilir."[529]

"Bir şeyin menfaatına nail olan, onun doğuracağı zarara da katlanır"[530]

"Hayvanın kendiliğinden yapacağı cinayet ve vereceği zarar hederdir, yani boşa gitmiş olur."[531]

 

İnsanların birbirine veya mallarına verdikleri hafif zararlar örfte affedilir. Toplum küçük zararlara karşılıklı olarak izin vermiş ve önceden rızasını bildirmiş. Yol kenarına bırakılan araçlar, bazı yol kenarlarında yer alan işportacı tezgâhtarları, çöplerin çöp arabası gelmeden 1-2 saat önce yol kenarına çıkarılması gibi durumlarda gerek bu yerde oturan kimseler ve gerekse yoldan geçenler bundan zarar görür ya da rahatsız olur. Ancak bunlara alışıldığı ve bu şekilde davranılması hoş karşılandığı için bu konuda toplumda oluşan alışkanlıklara uyulması dinî bakımdan da bir sakınca doğurmaz. Ancak dükkân, depo, özel garaj önüne veya insanların yonun olarak hareket etmek zorunda olduğu yol kenarlarına araç, tezgâh vb. şeyleri bırakarak gelişi engellemek başkasına zarar vermek olur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

RAHMET ve MERHAMET 

 

On Dokuzuncu Ayet

 

وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمينَ

 

"Biz seni tüm âlemlere rahmet olarak gönderdik."[532]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Mekke'de nazil Ebiya suresi 112 ayettir. Sadedinde olduğumuz ayet surenin genel akışı içinde nazil olmuştur.

 

Bu ayete şöyle bir meal de verilebilir: "Biz seni ancak insanlara bir rahmet olarak gönderdik." İki durumda da bu ayet, Peygamber'in yeryüzüne Allah'ın bir rahmet ve bereketi olarak gönderildiği anlamına gelir, çünkü o dünyayı gafletten uyandırmış, Hakla batılı ayıran gerçek bilgiyi getirmiş ve tüm dünyayı kurtuluş ve azabdan her ikisiyle de uyarmıştır. Bu gerçek burada Mekke müşriklerinin Peygamber'i bir bela ve felaket olarak kabul etmekle yanılgıya düştüklerini bildirmek için tekrarlanmıştır. Onlar "Bu adam aramıza ayrılık tohumları ekti, yakın akrabaları birbirinden ayırdı," diyorlardı. Cevap olarak onlara şöyle deniliyor: "Ey akılsızlar, onun size bir bela olarak geldiğini düşünmekle yanılgıya düşüyorsunuz, aslında o size Allah'tan bir rahmet ve bereket olarak gelmiştir."

 

Bunların dışında Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği dinin insanlık için rahmet kaynağı olduğunu ve Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- âlemlere rahmet olarak gönderildiğini gösteren birçok kanıt vardır. Bu rahmet, ona inanan ve inanmayan herkesi kapsamaktadır. Çünkü bütün insanlık, isteyerek veya istemeyerek bilinçli ya da bilinçsiz Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği sistemden etkilenmiştir. Bu rahmetin gölgesi hâlâ devam etmektedir. Gölgesinde dinlenmek, kavurucu dünya çölünde, özellikle günümüzde huzur veren meltemlerin esintisini, kokusunu almak isteyenler bu rahmete koşabilirler:

 

Bugün insanlık her zamankinden çok bu rahmeti ve esenliği duyumsamaya muhtaçtır. Çünkü insanlık, büyük bir bunalım ve şaşkınlık içinde yaşamaktadır. Materyalizmin bataklığında savaşların cehenneminde kıvranıp durmaktadır. Kalpler ve ruhlar kaskatı kesilmiştir.[533]

 

Rahmet, merhametin sonucunda tezahür eder. Eğer merhamet sergilenmezse rahmetin beklenmesi beyhudedir.

Yukarıdaki ayeti kerime Peygamberimizn rahmet peygamberi olduğunu ifade buyururken, aşağıdaki hadisi şerif ise kim ki, alemlerin rahmetinin rahmetine mazhar olmak istiyorsa merhemet etsin diye ifade buyuruyor.

Yüce Allah cümlemizi izzeti dergahında inayetine ve rahmetine mazhar olan kullarından eylesin.

 

 

 

On Dokuzuncu Hadis

 

 

مَنْ َ يَرْحَمِ النَّاسَ َلآ يَرْحَمُهُ اللّهُ تَعالى.

 

Ebu Saidi'l-Hudrî (r.a) anlatıyor:[534] "Resulullah (a.s) buyurdular ki: "Merhametli olmayana Allah Teala merhamet etmez." [535]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vurud: Ahmed, Buhari, Müslim, Ebu Hureyre (r.a)'den, Akra bin Habis, Hz. Peygamber (a.s)'ın Hz.Hasan'ı öptüğünü gördü ve şöyle dedi: "Benin on tane çocuğum var. Asla hiçbirini öpmedim." Hz.Peygamber (a.s) "Merhamet etmeyene Merhamet edilmez." [536]

 

Hadis, insanlara karşı merhametli olmaya teşvik etmektedir. Bir başka rivayette bütün canlılara şamil olacak bir üslubla: "Yerde olanlara merhamet etmeyenlere gökte olanlar merhamet etmez" buyrulur. İbnu Battal bu hadislerle Müslümanın bütün mahlukata; mü'min, kâfir, hayvan, merhametli olmaya teşvik edildiğini belirtir. "Merhamet, canlılara yiyecek içecek vermek, hayvanlara ağır yük yüklememek, dövme, acıktırma, yorma gibi vasıtalarla onlara karşı haddi aşmamak şeklinde tezahür etmelidir" der. Bir başka hadiste   َ تُنْزَعُ الرَّحْمَةُ اَِّ مِنْ شَقِىٍّ  "Rahmet sadece şaki (bedbaht) olandan çıkarılmıştır" buyurularak merhametsizliğin ebedî hüsran alâmeti olduğuna dikkat çekilmiştir. Ayet-i kerimede   اِنْ اَحْسَنْتُمْ اَحْسَنْتُمْ َنْفُسِكُمْ

  "İyilik yaparsanız kendi nefsiniz için yaparsınız" [537] buyrularak mahlukata yapılan merhametin de, netice itibariyle kişinin kendine yaptığına dikkat çekilmiştir.

 

Rahmet: İncelik, ihsan, bağışlama, acıyıp esirgeme. Allah'ın kullarına acıması, onlara sevgi, şefkat ve merhametle muamele etmesi anlamında Kur'anî bir tabir. Allah Teâlâ, kullarına rahmet ve şefkatle davranmayı nefsine vacib kıldığını, “Rabbiniz, sizden her kim bilmeyerek fenalık yapar da arkasından tövbe eder ve nefsini düzeltirse, ona rahmet etmeyi kendi üzerine almıştır. O, bağışlayan ve merhamet edendir”[538] ayetiyle açıklamıştır. Rahmet, bütün yaratıkların iyiliğini isteyip onlara yardım etme arzusu duymaktır.

Allah Teâlâ'nın bu kelimeden türemiş bazı güzel isimleri vardır;

Rahmân: Esirgeyen,

Rahîm: Bağışlayan,

Erhamürrâhimîn: Merhametlilerin en merhametlisi,

Hayrürrâhimîn: Merhametlilerin en hayırlısı,

Zürrahme: Rahmet sahibi,

Zü Rahmetin Vasia: En geniş Rahmet sahibi... gibi. Kur'an-ı Kerim'de yüzden fala yerde geçen bu isimler, Allah'ın rahmetinin çok ve tükenmez derecede bol ve her şeyi kapladığını gösterir. Cenab-ı Allah yaratıklarına, şanına yakışır bir acıma ve şefkat duygusu ile muamele eder. Esasen hayatın kaynağı da, bu ilâhî rahmettir. Yaratılışı düşünecek olursak, insanı oluşturan sperm ve yumurta, çok sağlam, dış etkenlerden korunmuş, rahim denilen çok müsait bir ortamda birleşerek gelişir. Hayatın ilk kıvılcımı, ancak böyle bir rahmet ortamında başlayabileceği için ona, aynı kökten türemiş olan Rahim ismi verilmiştir. Dünyaya gelen her canlı yavrusu ancak, Allah'ın verdiği nimetler ve ana-babasının sevgi ve merhametiyle gelişip büyüyebilir. Eğer bu merhamet duygusu olmasa, hayatın devamı mümkün olmazdı.

 

Allah Teâlâ'nın; "Benim rahmetim her şeyi içine almıştır" [539] sözü bu gerçeği ifade etmektedir. Canlılar, ilahi rahmetin çeşitli tecellileri olan ve saymakla bitirilemeyecek nice nimetler sayesinde hayatiyetlerini devam ettirirler. Hak yolu bulmaları için Allah Teâlânın insanlara kitaplar, peygamberler göndermesi de rahmetinin bir tecellisidir: "Ey Habibim Muhammed! Biz seni, alemlere rahmet olasın diye gönderdik." [540]

"Bu Kitabı (Kur'an'ı) sana, her şeyin açıklaması, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için de bir müjdeci olarak gönderdik"[541] ayetleri bunu göstermektedir.

"Allah Teâlâ, rahmetini yüz parçaya ayırdı, doksan dokuzunu yanında bıraktı, bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle bütün yaratıklar birbirine merhamet eder. Hatta yavrulu bir kısrak, yavrusu daha rahat emebilmesi için ayağını kaldırır" [542] hadisi, rahmet cevherinin aslında bir bütün olduğunu, sadece insanlara değil, bütün mahlukata verildiğini gösterir. Buna göre, Allah Teâlâ'nın gerçek rahmetinin büyüklüğünü düşünmek gerekir. Kalbinde merhamet duygusu taşıyan bir insan, içinde ilâhî bir cevher taşıyor demektir. Merhameti olmayan kişi, bu ilahi nimetten nasipsiz kalmıştır.

 

İbadetler, bilhassa oruç ve zekat, merhamet duygusunu arttırır. Müslümanın merhameti bütün müminleri bütün insanları, hatta bütün canlıları içine almaktadır. Çünkü İslam, yaratıcıya hürmet, yaratılana şefkat ve merhamet temeli üzerine bina edilmiştir. Rahmet Peygamberi (a.s); "İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez"[543] buyurur. Küçüklere, güçsüzlere, yardıma muhtaç olanlara, hayvanlara... rahmet ve şefkatle davranmak Peygamberimizin en önemli özelliklerinden ve ümmeti olan bizlere tavsiye ettiği şeylerdendir:

-"Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir."[544]

-"Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere -bütün canlılara- merhamet edin ki, göktekiler de -Allah ve melekler- size merhamet etsin." [545]

 

* Ağlamak, merhametin bir parçasıdır.

 

* Allah’ım! Ağlamayan gözden, sızlamayan kalpten ve kızarmayan yüzden sana sığınırım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

RIFK\YUMUŞAKLIK

 

Yirminci Ayet

 

وَلَا تَسْتَوِى الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَميمٌ

 

"İyilikle kötülük eşit değildir. Sen kötülüğü en güzel olan iyi hareketle önle. O vakit bakarsın ki, seninle aralarında bir düşmanlık bulunan yakın bir dost gibi olmuştur."[546]

 

 

Aytin Nuzûlü ve Açıklaması

İbni Abbas (a.s)'dan bir rivayette: Bu ayetin Resulullah hakkında, bir rivayette de ashabı hakkında nâzil olduğu nakledilmiş. Dolayısıyla sebebi nüzul hass olsa bile bu özellikleri üzerinde taşıyan herkese şamildir. Yani İslam davetinin sorumluluğunu taşıyan ve Allah'a davet eden her davetçi için geçerlidir. [547]

"İyilikle kötülük bir olmaz"

 

Davetçi kötülüğe kötülükle karşılık vermez. Çünkü iyiliğin etkisi ile kötülüğün etkisi bir olmaz. -Nitekim değerleri de bir değildir- İnsanların kötülüklerine karşı sabır göstermek, hoşgörülü davranmak, nefsin isteklerinin üstüne çıkmak serkeş ruhları uysallaştırır, yatıştırır, onlara güven duygusunu verir. Düşmanlığı dostluğa, serkeşliği uysallığa dönüştürür.

 

"Sen kötülüğü en güzel bir tavırla sav. O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir." [548]

Birçok durumlarda bu kuralın doğruluğu ortaya çıkmıştır. Güzel bir söz, yumuşak bir konuşma, kontrolünü kaybetmiş, kızgın, öfkeli ve gururlu kişinin yüzünde beliren tatlı bir tebessüm, heyecanı yumuşaklığa, kızgınlığı sakinliğe dönüştürür.

 

Oysa karşıdakinin davranışının aynısı ile karşılık verecek olursa heyecan, öfke, kibir ve azgınlık gittikçe artar. En sonunda utanma diye birşey kalmaz. Kontrolünü kaybeder ve günahları ile övünmeye başlar.

 

Şu da var ki, böyle bir hoşgörü, kötülükle karşılık vermeye gücü yettiği halde hoşgörülü davranmayı, şefkat göstermeyi tercih eden büyük bir kalp sahibi olmayı gerektirir. Hoşgörünün gereken etkiyi gösterebilmesi için böyle bir güce sahip bulunmak zorundadır. Ta ki kötülük yapan kişi bu iyiliğin zayıflıktan kaynaklandığını sanmasın. Eğer karşıdaki kişinin zayıf olduğu için böyle davrandığını farkederse ona saygı göstermez. Ve iyiliğin hiçbir yararı olmaz.

 

Ayrıca bu hoşgörü insanın şahsına yönelik kötülüklerle sınırlıdır. İnanç sistemine yönelik saldırılara ve mü'minleri bu inanç sisteminden döndürme amaçlı baskılara karşı hoşgörülü davranılamaz. Böyle bir durumda her türlü savunma önlemi alınmalı ve sonuna kadar direnilmelidir. Ya da yüce Allah sorunu çözümleyene kadar inanca bağlılıkta sabredilmelidir.

 

Bir insanın ulaştığı bir derece; kötülüğü iyilikle savma, kin ve öfke gibi dürtüleri yenip hoşgörülü davranma, nereye kadar hoşgörülü davranılacağını, nereye kadar kötülüğe iyilikle karşılık verileceğini dengeleyebilme derecesi... Her insanın ulaşamadığı bir derecedir. Çünkü böyle bir düzeye erişmek sabır gerektirmektedir. Bu, aynı zamanda yüce Allah'ın çalışıp ta onu hakkeden kullarına bahşettiği bir lütuftur.

 

Rıfk: Yumuşaklık, mülayimlik, yumuşak başlılık, naziklik ve yumuşak huyluluk. Zıttı şiddet, kabalık ve sertliktir.

 

Allah refiktir. Kullarına karşı lütufkârdır. Kullarının da birbirlerine karşı yumuşak ve, nazik davranmalarını, kabalık ve sertlikten kaçınmalarını, hoşgörü ile hareket etmelerini ister.

 

Rıfk ile muamele insanları dostluğa ve kardeşliğe götürür. Aralarındaki düşmanlıklar böylece son bulur. Kötülükler bile iyilikle karşılanmalıdır. Allah Teâla:

 

وَلَا تَسْتَوِى الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَميمٌ

 

"İyilikle kötülük eşit değildir. Sen kötülüğü en güzel olan iyi hareketle önle. O vakit bakarsın ki, seninle aralarında bir düşmanlık bulunan yakın bir dost gibi olmuştur" buyurmaktadır.[549]

 

Rıfk, ahlâkî bir fâzilettir. Peygamberimiz (a.s) ısrarla bu fazilete sahib olmamızı istemiş ve her konuda yumuşak ve nazik davranmamız gerektiğini hatırlatmıştır:

 

"Yumuşaklıktan mahrum olan hayırdan mahrum olur."[550]

 

"Muhakkak Allah, her hususta yumuşaklıkla muamele edilmesini sever."[551]

 

"Şüphesiz Allah refıktir. Rıfkı (yumuşak huyluluğu) sever."[552]

 

Hz. Âişe, bir deveye binmiş ve ağır hareketinden dolayı onu öteye beriye sürmeye başlamıştı. Bunun üzerine Rasûlüllah (a.s), Hz. Âişe'ye hitaben şöyle buyurdu: "Yumuşak muamele etmekten ayrılma. Yumuşak huyluluk herhangi bir şeyde bulunursa, onu, muhakkak ziynetlendirip güzelleştirir. Sökülüp koparıldığı herhangi bir şeyi de muhakkak çirkinleştirip kötüleştirir."[553]

 

Yukarıdaki âyet ve hadisler bize, sadece insanlara karşı değil hayvanlara karşı bile yumuşak davranmamız gerektiğini hatırlatmaktadır. Ayrıca Cenab-ı Hakk'ın kötülüklerin dahi iyilik ve yumuşaklıkla karşılanması hususundaki emrinin taşıdığı hikmete dikkat edilmelidir. Nice sert ve katı yürekli insan, ancak kendisine rıfk ve şefkatle yaklaşıldığı zaman yumuşamakta, sevgi ve dostluk hisleri ancak bu şekilde uyanabilmektedir. Aksine davranışlar daima sertlikle, katılıkla, acımasızlıkla mukabele görmekte; dolayısıyla kırgınlıklar, dargınlıklar hattâ düşmanlıklar ortaya çıkmaktadır.

 

Hz. Peygamber'in yumuşaklıkta güzellik; katılıkta çirkinlik görmesi çok manidardır. Siyer ve hadis kitapları tetkik edilince, Rasûlüllah'ın bütün hayatı boyunca çevresindeki insanlara, hattâ hayvanlara karşı yumuşak ve merhametli davrandığı görülür. Onun söz ve hareketlerinde sertlikten eser yoktur. Böyle davrandığı içindir ki katı kalpli birçok kişi, huzurunda yumuşamış ve müslüman olmuştur. Rasûlüllah'ın bu tutumunun İslâm'ın yayılmasındaki etkisi unutulmamalıdır. Bunun böyle olması da tabiidir. Zira Hak Teâlâ, rıfk ile muamelenin "düşmanları dost yapacağını" bize haber vermiştir. Şu halde her müslüman bu ilâhî emre uyarak kabalık ve sertlikten uzaklaşmalı ve çevresinde bulunan herkese karşı rıfk ve merhametle muameleyi prensip edinmelidir. Yalnız rıfk ile meskenet arasındaki farka dikkat etmek de müslümanın görevidir.

 

Yumuşak muamele, en katı taşları dahi eritir. Eğer bu bir müslümanın özellikleri olursa, karşısında yumuşamıyacağı katı yürekli kimse kalmaz.

Refik, aziz peygamberlerin özelliklerinin başında gelmejtedir. Dolayısıyla en özellik müslümanın da şiarı olması gerekir.

Yüce Allah cümlemize bu anlayışla dinimizi ikame etmeyi nasip etsin.

 

 

 

Yirminci Hadis

 

مَنْ يُحْرَمِ الرِفْقَ يُحْرَمِ الخَيْرَ كُلَّهُ.

 

"Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm) buyurdular ki: "Bir kimse yumuşak davranmaktan mahrum ise hayrın tamamından mahrumdur."[554]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: Müslim,[555] Hz. Âişe (r.a), bir deveye binmiş ve ağır hareketinden dolayı onu öteye beriye sürmeye başlamıştı. Bunun üzerine Rasûlüllah (a.s), Hz. Âişe'ye hitaben şöyle buyurdu: "Yumuşak muamele etmekten ayrılma. Yumuşak huyluluk herhangi bir şeyde bulunursa, onu muhakkak ziynetlendirip güzelleştirir. Sökülüp koparıldığı herhangi bir şeyi de muhakkak çirkinleştirip kötüleştirir." [556]

 

Rıfk, kelime olarak mülâyemet, letâfet, yumuşaklık, tatlılık mânalarına gelir, sertlik ve kabalığın zıddıdır. İslâm ahlâkında gerek insanlara ve gerekse hayvanlara karşı muâmelede en mühim prensiplerden biri rıfk'dır. Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)'in Kur'ân-ı Kerîm'de yer verilen mümtaz ahlaklarından biridir.[557] Bu mevzuda çok sayıda rivâyet mevcuttur. İslâm ulemâsının da rıfkın ehemmiyetini ifâde eden açıklamaları, rıfkla ilgili menkîbeleri vardır. Bu bölümde müellifimiz sadece dört hadis kaydetmiştir. Biz mevzuun ehemmiyetine binaen, bahsin sonunda Resûlullâh'ın sünnetinde rıfkla ilgili bir açıklamayı kaydedeceğiz.

 

Âlimlerimiz bu hadislere dayanarak, rıfk'ın her hayrın başı ve sebebi olduğunu söylemiştir. Bir başka hadiste Allah'ın refik olduğu, rıfka mukabil verdiğini başka bir sebeple vermediğini ifade eder:  إنَّ اللّهَ رَفِيقٌ يُحِبُّ الرِّفْقَ وَيُعْطِى عَلى الرِّفْقِ مَاَ يُعْطِى عَلى الْعُنْفِ وَمَا َ يُعْطِى عَلى مَا سِوَاهُ

 "Allah refik (rıfk sâhibi)dir, rıfkı sever ve rıfka mukabil verdiğini başka hiçbir şeyle vermez." Burada geçen refîk ismi, Allah'a isim veya sıfat olarak Kur'an'da gelmez, mütevâtir de değildir. Haber-i vâhidle sâbittir. Bazı âlimler haber-i vâhidle sâbit olan bir isimle Cenâb-ı Hakk' ın izafetsiz tesmiye edilemeyeceğini söylemiştir. Eş'arîlerden bâzıları câiz görmüştür "Çünkü haber-i vâhidle amel câizdir, bu da bir nevi hadisle amel etmektir" demişlerdir.

 

* İnsanların ne dilleri,  ne renkleri, ne ırkları ne de mezhepleri üstünlük ve ayrıcalık değildir. Asıl olan ahlaktır.

 

* Ahlaki üstünlüğü bırakıp, milliyetçilik asabiyetiyle iftihar edenler, birer zavallıdırlar. Çünkü insanın tabiatında var olan bir şey, üstünlük alameti olamaz.

 

* Güzel ahlak, müminin imanını tamamlar. Çünkü ahlakın en muteberi imandan gelenidir.

 

* Kemal mertebesindeki iman, kişinin her ameline müessir olur ve yönlendirir. Ahlaki davranışlara güç yetiremeyen iman, anlamını yitirmiş demektir.

 

* Bir şey kendiliğinden ne iyi,  ne de kötüdür. Kişi kendiliğinden ne iyi ne de kötü olur. İyilik ve kötülük, kişinin azmi ve tercihiyle ortaya çıkar.

 

 

 


 

 

 

 

İYİLİKTE ÇIĞIR AÇMAK

 

Yirmi Birinci Ayet

 

اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَاْتِكُمْ مَثَلُ الَّذينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَاْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذينَ امَنُوا مَعَهُ مَتى نَصْرُ اللّهِ اَلَا اِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَريبٌ

 

"(Ey müminler! ) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır."[558]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Bu ayeti kerime Hendek Gazvesinde nazil olmuştur ki, o vakit Müslümanların başına şiddet, korku, maişet darlığı ve çeşitli musibetler çökmüştü.[559]   

 

Yüce Allah ilk müslümàn cemaate böyle hitap ediyor, dikkatlerini kendilerinden önce yaşamış olan mümin cemaatlerin tecrübelerine ve seçilmiş kullarının eğitilmesine ilişkin ilâhî kanununa (sünnetullaha) yöneltiyor. O seçilmiş kullar ki, yüce Allah, sancağını onların ellerine veriyor, yeryüzünde halifesi olma emanetini, sistemini ve şeriatını omuzlarına yüklüyor. Bu hitap, aynı zamanda bu büyük görevi üstlenen, bu son derece önemli misyonu taşımayı seçen herkese yöneliktir.

 

Bu ayetin anlatmış olduğu tecrübe; köklü, düşündürücü ve ürkütücüdür. O dönemin peygamberi ile çevresindeki müminlerin sorusunu düşünelim. Bu soru hakka ulaştığı kesin olan bir peygamber ile kendi çevresindeki Allah'a inanmış kimseler tarafından soruluyor. Soru "Allah'ın yardımı ne zaman?" şeklindedir. Bu soru bize böylesine hakka ulaşmış kalpleri sarsan sıkıntının çapını somut olarak anlatacak niteliktedir. Sözünü ettiğimiz soylu kalpleri baskısı altına alan sıkıntı tarif edilmez boyutlara ulaşmış ki, bu kalplerden "Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?" şeklinde bezginliği dışa vuran bir soru yükselmiştir.

 

Kalpler, bu sarsıcı sıkıntı karşısında sebat edince, direnişini sürdürünce, işte o zaman yüce Allah'ın vaadi gerçekleşir, O'nun yardımı imdada yetişiverir:

اَلَا اِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَريبٌ

"İyi bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır."

Bu yardım onu hakedenler için hazır bekletiliyor. Fakat onu ancak sonuna kadar direnmeye devam edenler, sebat edenler hakedebilir. Sıkıntıya ve darlığa göğüs gerenler, sarsıntıya kapılmaksızın bu direnişi gösterenler, zulüm karşısında baş eğmeyenler, yüce Allah'ın bu yardımını dilediği kimselere göndereceğine kesinlikle inananlar, hatta sıkıntı doruk noktasına ulaştığı anlarda bile yalnızca Allah'ın yardımını gözleyenler. Başka hiçbir çözüme, Allah'ın katından gelmeyen herhangi bir desteğe kesinlikle ümit bağlamayanlar bu yardıma hak kazanabilirler. Zaten sözkonusu yardım sadece Allah katından gelebilir.

 

İşte müminler bu kesin direniş sayesinde Cennet'é girerler, buna lâyık olurlar, buna öncelik kazanırlar. Cihaddan, imtihandan, sabırdan, direnişten, sebattan, sırf Allah'a yönelmekten, bilinçlerinde sırf O'nu yaşatmaktan, O'nun dışındaki herşeyle ve herkesle bağını kopardıktan sonra gelen bir hak ediştir bu.

 

Mücadele ve bu mücadele sırasında gösterilen sabır, vicdanlara güç verir; onlara kendilerini aşma imkânı sağlar; onları potasında eritip arındırır; cevherlerini saf ve parlak hale getirir. İnanca derinlik, güçlülük ve canlılık bağışlar. Bunun sonucu olarak o inanç sistemi düşmanlarının gözünde bile parlak görünür. O zaman sözkonusu düşmanlar akın akın Allah'ın dinine girerler. Bu, dün olduğu gibi bugün de daha yolun başında taraftarlarının birçok eziyetle karşılaştığı her hak davanın karşılaşacağı bir sonuçtur. Öyle ki, bu taraftarlar karşılaştıkları eziyetlere sabırla katlandıklarında daha önce kendileri ile savaşan düşmanlarının saflarına katıldıkları, en şiddetli hasımların ve katı inatçıların kendilerini desteklemeye yöneldikleri görülür.

 

Üstelik böyle birşey olmasa bile aslında bundan daha önemlisi meydana gelir. Hücuma uğrayan çağrının taraftarlarının ruhları bütün yeryüzü güçlerinin, bu güçlerin şerlerinin ve fitnelerinin üzerine yükselir. Bu ruhlar rahat ve refah düşkünlüğünün, son olarak da yaşama hırsının tutsaklığından kurtulur. Bu kurtuluş bütün insanlık hesabına bir kazanç olduğu gibi dünyaya ve sıkıntılarına tepeden bakma yolu ile bu sonuca ulaşmış olan ruhlar hesabına da bir kazançtır. Öyle değerli bir kazanç ki, Allah'ın yüce sancağım yükseklerde dalgalandırma görevini, O'nun emanetini, dinini ve şeriatını üstlenmiş olan müminlerin çekmiş oldukları bütün acılardan ve sıkıntılardan daha ağır basar.

 

Bu kurtuluş, sahibini son çözümde Cennet hayatına lâyık hale getirecek faktördür. İşte yol budur. Yüce Allah'ın gerek ilk müslüman cemaate ve gerekse her kuşaktan müslümanlara anlattığı gibi yol budur. İşte yol budur. Yani iman ve cihad, sıkıntı ve meşakkat, sabır ve direnme ve sırf Allah'a yönelme yolu. Arkasından zafer ve daha sonra da Cennet mutluluğu gelir.

Surenin bu bölümünü İslâm'ın çeşitli hükümleri hakkında sorulan sorular oluşturmaktadır. Yukarı da "sana hilâller hakkında soru sorarlar" ayetini incelerken belirttiğimiz gibi bu görüntü o zamanki müslümanların vicdanlarındaki inanç uyanıklığını ve bu inancın ne kadar etkili olduğunu, müminlerin gündelik hayatının her olayı ile ilgili olarak inançlarının hükmünü bilmeyi nasıl arzu ettiklerini, davranışları ile inançlarının arasında uyum sağlamaya ne kadar önem verdiklerini ortaya koyar.

 

Bu tutum müslüman olmanın belirtisidir. Yani müslüman, hayatının küçük büyük her olayı, her gelişmesi ile ilgili olarak, İslâm'ın hükmünü araştırmalı, İslâm'ın o konudaki hükmünün ne olduğunu kesin olarak anlamadan hiçbir davranışa girişmemelidir. İslâm'ın onayladığı uygulama onun ilkesi ve kanunu olacağı gibi İslâm'ın onaylamadığı uygulama ona yasak ve haram olur. İşte bu duyarlılık; bu inanç sistemine inanmış olmanın kesin belirtisi, göstergesidir.

 

Bunun yanısıra bu bölümdeki bazı sorular yahudilerin, münafıkların ve müşriklerin birkısım İslâmî uygulamalarla ilgili olarak çıkarmış oldukları hilekâr yaygaralar sebebiyle gündeme gelmiştir. Bu durum müslümanları bu konularda soru sormaya sürüklemiştir. Müslümanlar bu soruları ya o ihtilaflı konular hakkındaki İslami hükmün içyüzünü ve hikmetini iyice anlamak içir ya da sözünü ettiğimiz yaygaralardan ve zehirli propagandalardan etkilendikleri için soruyorlar. Kur'an-ı Kerim, bu tartışmalı meselelere kesin sözünü söyleyerek yaklaşmakta, böylece müminlere kesin bilgi sunmakta, komploları boşa çıkarmakta, fitnelerin kökünü kurutmakta ve hilekâr düşmanların tuzaklarını kendi boyunlarına geçirmektedir. [560]

 

Dünyanın imtihanıyla baş başa olan kulların çetin bir süreçten geçirildikten sonra kimin aziz kimin de rezil olduğu meydana çıkmadan hayatın anlamı kalmaz. Çünkü iyi ile kötü aynı terazinin kefesinde tutulursa bu çok ciddi bir haksızlıktır. O zaman kimin iyi kimin de kötü olduğu ortaya mutlaka çıkacaktır.

 

Bunun içinde yukarıdaki ayetin çetin imtihanı ve aşağıdaki hadisin ifade buyurduğu daha kimsenin teşebbüs etmediği ve hiçbir ayak seslerinin gelmediği bir yolun yolcusu olup çığır açamak herkesin karı olmaması gerek. Bu ancak Yüce Allah'ın sevdiği kullarına nasip edeceği güzel ama çetin bir kısmettir.

 

Yüce Allah cümlemizi çetin badirelerden yenilmeden, yorulmadan aşkla, sevgiyle yürümeyi, yenilmemeyi nasip etsin… 

 

 

 

Yirmi Birinci Hadis

 

ـ حَدّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ يَحْيى. ثَنَا أبُو نُعَيْمٍ، ثَنَا إسْرَائِيلُ، عَنِ الْحَكَمِ، عَنْ أبِي جُحَيْفَةَ؛ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّهِ : »مَنْ سَنَّ سُنَّةً حَسَنَةً فَعُمِلَ بِهَا بَعْدَهُ، كَانَ لَهُ أجْرُهُ وَمِثْلُ أُجُورِهِمْ مِنْ غَيْرِ أنْ يَنْقُصَ مِنْ أُجُورِهِمْ شَيْئاً. وَمَنْ سَنَّ سُنَّةً سَيِّئَةً، فَعُمِلَ بِهَا بَعْدَهُ، كَانَ عَلَيْهِ وِزْرُهُ وَمِثْلُ أوْزَارِهِمْ مِنْ غَيْرِ أنْ يَنْقُصَ مِنْ أوْزَارِهِمْ شَيْئاً«.

 

"Kim bir hayrı başlatır ve kendinden sonra da onunla amel edilirse, bu kimse hem kendi amelinin ve hem de öbürlerinin amelinin sevabını -onların sevabını eksiltmeksizin- aynen alır. Kim de kötü bir iş işler ve kendinden sonra bunu başkaları da işlerse, bu kimseye hem kendi işinin günahı hem de onu takliden işleyenlerin günahı, -onlarınkinden bir eksiltme hasıl etmeden- aynen gelir."[561]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: Nesai, Hz. Cerir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a üstü başı yok, ayakları çıplak, sadece kaplan postu gibi çizgili bedevi peştamalı -veya abalarına- sarınmış, kılıçları boyunlarında asılı oldukları halde hepsi de Mudarlı olan bir grup geldi. Onların bu fakir ve sefil halini görmekten Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yüzü değişti. Odasına girdi, tekrar geri geldi. Hz. Bilâl'e ezan okumasını söyledi. O da ezan okudu, sonra ikamet getirdi. Namaz kılındı. Aleyhissalatu vesselam namazdan sonra cemaate hitabetti ve:

 

"Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratıp, ondan zevcesini halk eden ve ikisinden de pek çok erkek ve kadın var eden Rabbinizden korkun. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'ın ve akrabanın haklarına riayetsizlikten de sakının. Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir"[562] ayetini okudu.

 

Bundan sonra Haşr sûresindeki şu âyeti okudu:

 

"Ey insanlar, Allah'tan korkun. Herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun, çünkü Allah işlediklerinizden haberdardır."[563] Resulullah sözüne devamla: "Kişi dinarından, dirheminden, giyeceğinden, bir sa' buğdayından, bir sa' hurmasından tasaddukta bulunsun. Hiçbir şeyi olmayan, yarım hurma da olsa mutlaka bir bağışta bulunmaya gayret etsin" buyurdu. Derken Ensâr'dan bir zât, nerdeyse taşıyamayacağı kadar ağır bir bohça ile geldi. Sonra halk sökün ediverdi (herkes bir şey getirmeye başladı). Öyle ki, az sonra biri yiyecek, diğeri giyecek maddesinden müteşekkil iki yığının meydana geldiğini gördüm. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) memnun kalmıştı, yüzünün yaldızlanmış gibi parladığını gördüm. Şöyle buyurdular: "İslam'da kim bir hayırlı yol açarsa, ona bu hayrın ecri ile kendisinden sonra o hayrı işleyenlerin ecrinin bir misli verilir. Bu, onların ecrinden hiçbir şey eksiltmez de. Kim de İslâm'da kötü bir yol açarsa, ona bunun günahı ile kendinden sonra onu işleyenlerin günahı da verilir. Bu da onların günahından hiçbir eksilmeye sebep olmaz."[564]

 

Hadîs Resulullah'ın ihtiyaç içinde olanlara, onlar ihtiyaç arzetmeden yardıma koşmasına örnek olmaktadır. Zira huzur-u Nebevi'ye gelen bedevîlerin halinden fakirlikleri okunuyordu. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), onlardan bir yardım talebi vaki olmadan en müessir bir üslupla müslümanları yardıma davet etmiştir.

 Yapılan yardımlardan Aleyhissalatu vesselam son derece memnun kalmış, bu hal, görünüşüne bile aksetmiştir. Ancak, en ziyade yardım etme işini başlatandan memnun olmuş, onun zor taşıyacağı bir bohça ile gelmesi, diğerlerinin de yardım için koşmalarında müessir olmuştur. Efendimizin, "İslam'da kim hayırlı bir yol açarsa..." ifadesi ilk defa bohça getiren bu zatla ilgilidir. Onun, diğerlerine sebep ve örnek olması yönüyle, o anda yapılan bütün yardımlardan hâsıl olan sevaba da iştirak edeceğini, ancak onun iştirakinin, öbürlerinin sevabından bir eksilmeye sebep olmayacağını anlıyoruz. Efendimiz, kötülüğe öncülük yapanların da aynı şekilde, sonradan aynı yolda giderek kötülük yapanların günâhına iştirak edeceğini belirtiyor. Nitekim bir başka hadiste, Hz. Âdem aleyhisselâm'ın oğlu Kâbil'e -yeryüzünde haksız yere ilk kan döken insan olması hasebiyle- Kıyamete kadar dökülecek olan her haksız kanın günahından bir mislinin yazılacağı belirtilmiştir. Hadîs, iyi çığırlar açmaya, hayır müesseseleri kurmaya, insanların istifade edeceği yeni keşifler, buluşlar yapmaya fevkalâde teşvik ettiği gibi; kötü işler yapmaktan, faydasız, zararlı icadlar ortaya koymaktan da fevkalâde zecr etmektedir.

 

Vaz ve nasihatlerde en müessir yolu aramak, maksadı, imkân nisbetinde âyetlerle ifâde etmek müstehab olmaktadır. Zira Aleyhissalatu vesselam iki ayrı âyetle sözlerini takviye buyurmuşlardır.

 

Her çağda çığır açmaya teşebbüs etmiş olanlar mutlaka yalnız, garip kalmışlardır. Bunun sebebi de onların yaptıkların şeylerden ne kadar samimi olduklarını ispat etmelerinin bedeli olmuş, olacak ve olmaya devam edecektir.

 

* İslam'ın garip olması kendinde değil, ona tabi olan insanların azlığından dolayıdır.  Bunun için İslam'a tabi olan kimselerin garipliklerini Hz. Peygamber (a.s) müjdelemiştir.

 

* İslam'a tabi olmak, nefisle ciddi bir savaş ister. Bunun için İslam'a tabi olmak erdemlilik, İslam'ın emirlerinden kaçmak ise bayağılık ve basitliktir.

 

* İslam'a uymanın zorluğunun sonucu cennettir. İslam'dan kaçmak ise hüsrandır.

 

* Bırakın İslam'ı kurtarmayı. İslam'la kendinizi kurtarmaya bakın. Çünkü Yüce Allah'ın dini olan İslam, insanlara muhtaç değil, insanlar onun getirdiği İlahi hükümlere muhtaçtırlar.

 

* Aciz ve eksik olan Allah'ın dini İslam değil, insanların kendileridir. Din eksik olduğu için Allah indirmedi. İnsanlar aciz ve eksik olduğu için Allah dini gönderdi.

 

* Her zaman diliminde varolacak olan çığır açan "GARİP"ler. Bu zamanda da bulunacaklardır. Ama bunlar kim?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

KİŞİ SEVDİĞİ İLE BERABERDİR

 

Yirmi İkinci Ayet

 

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونى يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَحيمٌ

 

De ki: "Eğer Allah Teâlâ'yı seviyor iseniz bana ittiba ediniz ki, Allah Teâlâ da sizi sevsin ve sizin için günahlarınızı yarlığasın. Ve Allah Teâlâ gafûrdur, rahîmdir."[565]

 

 

Ayetin Nüzulü ve Açıklaması

Rivayet olunuyor ki; (قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونى يُحْبِبْكُمُ اللّهُ)  De ki: "Eğer Allah Teâlâ'yı seviyor iseniz bana ittiba ediniz ki, Allah Teâlâ da sizi sevsin ve sizin için günahlarınızı yarlığasın. Ve Allah Teâlâ gafûrdur, rahîmdir."[566] âyeti nâzil olduğu zaman münafıkların başı Abdullah ibni Übeyy "bakınız Muhammed kendisine tâat ve ibadeti Allah tâat gibi tutuyor. Ve bize Hiristiyanların İsa (a.s)'a taptıkları gibi kendisine tapmamızı emrediyor" demiş idi ki, bunun üzerine ikinci âyet (قُلْ اَطيعُوا اللّهَ وَالرَّسُولَ)  "Allah'a ve peygambere itaat ediniz"[567] nâzil oldu.[568]

 

Sevgi: Sevme duygusu, bir kimseye veya birşeye muhabbet besleme hissi.

 

Sevgi, insanlarda doğuştan bulunan bir duygudur. Sevgi, topluma huzuru ve kardeşliği getiren birleştirici bir unsurdur. Kur'an, kalplerin sevgi ile birleşmesine önem verir. Mü'minin gönlü sevgi ile doludur. Kin ve düşmanlık kâfirlerin özelliklerindendir. Allah Teâlâ iman edenlerin kalplerini sevgi ile birleştirmiş, onları bu sevgi ve bağlılıkla güçlendirmiştir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

 

وَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ لَوْ اَنْفَقْتَ مَا فِىالْاَرْضِ جَميعًا مَا اَلَّفْتَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلكِنَّ اللّهَ اَلَّفَ بَيْنَهُمْ اِنَّهُ عَزيزٌ حَكيمٌ

 

"Ve kalplerinin arasını sevgi ile birleştirdi. Yoksa yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah, onların arasını sevgi ile birleştirdi..."[569]

 

İnsan için en büyük mutluluk, Allah sevgisine ulaşmaktır. Allah Teâlâ, zâlimleri, fesatçıları, kâfirleri, israfçıları, haddi aşanları, kibirlenip böbürlenenleri sevmez. Buna karşılık takvâ sahiplerini, tevbe edenleri, sabredenleri, ihsan sahiplerini, adâletle iş görenleri, ibadetlerini yapanları, tevekkül edenleri sever.

 

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونى يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَحيمٌ

 

"Allah Teâlâ; (Rasûlüm) de ki eğer siz Allah'ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın"[570] buyurmuş ve Allah sevgisine ancak O'nun emirlerine uymak, Peygamberi'nin yolundan gitmekle ulaşılabileceğini haber vermiştir.

 

Müslümanın görevi, sevgisini iyiye, güzele ve meşrû olana yöneltmektir. Sevdiğini Allah için sevmeli, sevmediğini de yine Allah için sevmemelidir. Allah'ın sevdiklerini sırf Allah rızası için sevmek, sevmediklerinden yine O'nun rızasını umarak kaçınmak gerekir.

 

Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: Âllah Teâlâ kıyamet gününde "Benim için birbirlerini sevenler nerede? Onları gölgemden başka gölge bulunmayan bir günde Arşın gölgesinde gölgelendireceğim" buyurur.[571]

 

"Bir kimse din kardeşini severse, sevdiğini o kişiye söylesin."[572]

 

Hz. Ömer'in oğlu Abdullah (r.a) şöyle demiştir: "Allah için sev, Allah için buğzet, Allah için dost ol ve yine O'nun için düşman ol. Çünkü Allah'ın dostluğuna ancak bu şekilde erişilir."[573]

 

Şu halde müslüman, her şeye ve herkese karşı, her türlü çıkar düşüncesinden uzak, sırf Allah rızası için, samimi bir sevgi beslemelidir.

 

İnsan ruhunu olgunlaştıran manevî gıdalardan biri olan sevgi, özellikle çocuklardan esirgenmez. Çocuk ruhunda her türlü iyiliği filizlendirecek olan şey sevgidir. Sevgiden mahrum olarak yetişen çocuklar katı yürekli ve zalim olmaya daha yatkındırlar. Bu mahrumiyet onların ruhunu kesinlikle olumsuz yönde etkiler.

 

Her seven sevdiğiyle birliktedir. Çünkü sevginin gereği budur.

Yukarıdaki ayeti kerime kimi sevmemiz gerektini vergularken aşağıdaki hadis ise o sevginin gereği olarak beraber olacağımızı ifade buyurmaktadır.

Kişi berabr ise seviyordur.

Kişi seviyor ise berbaerdir.

Yüce Allah cümlemiz kendi sevgisini ve peygamber sevgini nasip eylesin.

 

 

 

Yirmi İkinci Hadis

 

المَرْءُ مَعَ مَنْ أحَبَّ.

 

"Kişi sevdiğiyle beraberdir." [574]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

1-Vürûdu: İbni Meud[575] (r.a) der ki: Biz Resûlu'llah'a: Yâ Resûla'llah! Âhirette biz de sevdiklerimizde berâber miyiz? Diye sorduk: Resûl-i Ekrem: "Evet berâbersiniz, diye tasdîk buyurdu."[576]

Kişi Sevdigi İle Beraberdir: Arkadaşın ehemmiyetini en ziyade vurgulayan hadislerden biri:   اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ   "Kişisevdiği ile beraberdir" hadisidir.

 

Bu hadis, dünyayı da ahireti de kucaklayan bir vüs'ate sahiptir. Bu beraberliği İslâm âlimleri sadece mekanda beraberlik olarak da görmezler.

 

Münâvî: "Tab'an, aklen mükâfaaten ve mahallen beraberlik" der ve açıklar: "Bir şeye ihtimam gösteren herkes istese de istemese de tab'ı icabı ona ve onun ehline müncezib olur. Her insan, memnun da olsa gayr-ı memnun da olsa, kendine uygun olana meyleder. Bu sebeple yüce ruhlar, özleriyle, himmetleriyle, amelleriyle yücelere müncezib olurlar. Alçak ruhlar da özleriyle aşağılara müncezib olurlar. Kim kendisinin Refik-i Â'la (yüce dost) ile mi, aşağılarla mı beraber olacağını bilmek isterse nerede olduğuna baksın, bu dünyada iken kimlerle beraber olduğuna dikkat etsin. Zira ruh, bedeni terketti mi, artık dünyada iken müncezib olduğu dostla beraber olur. Çünkü ona o dost münâsibtir.

 

Kim Allah'ı severse, o dünyada da âhirette de onunla beraberdir. Eğer konuşacak olsa Allah'a konuşur, söz söylese Allah'tan söyler, hareket etse Allah'ın emriyle olur, sükût etse Allah'la birlikte olur. O, daima Allah adına, Allah için ve Allah'ladır. Ancak şu da bilinmelidir: Ülemâ, mahbubda birlik olmadıkça muhabbetin sahih olmayacağı, kim muhabbet iddia eder ve fakat şeriatın haramhelâl, emiryasak hududunu muhâfaza etmezse, doğru sözlü olmadığında ittifak etmiştir.

"Kişi sevdiğiyle beraberdir" hadisiyle: "Kim bir kavmi ihlasla severse bu onların zümresindendir, hattâ onların amellerini yapmamış bile olsa, çünkü kalben yakınlık sabit olmuştur." Tirmizî'nin rivayetinde Hz. Enes (radıyallâhu anh): "Müslümanlar, bu hadise sevindikleri kadar başka hiçbir şeye sevinmediler" der. Hadisin zımnında, hayırlı kimseleri (peygamberler, sahâbîler veliler, şehidler, sıddîkler) ebedî hayatta onlarla beraber olmak ve cehennemden halâs bulmak ümidiyle sevmeye teşvik var. Keza Allah için sevmeye teşvik olduğu gibi, müslümanlar arasında kinleşmekten de terhib ve korkutma var. Çünkü kim, müslümanlara husumete devam ederse, bu mümtaz beraberliği kaybeder. Hadiste, ayrıca kâfirler arasındaki sevişme, onların da cehennemdeki beraberliklerini netice verecektir ama o ne kötü yerdir.

 

Sevgi Kurtuluş Vasıtasıdır: Kalbteki sevme hâdisesinin, insanın ebedî kurtuluş veya ebedî helâketine nasıl sebep olacağının anlaşılması, izahı gereken bir husustur. Bu sebeple İbnu Hacer'in bu hadisi şerh ederken kaydettiği bir açıklamayı sunacağız. Ancak önce şunu bilmemiz gerekiyor: Buhârî, hadisi şu başlığı taşıyan bâbta kaydeder:  بَابُ عََمَةِ الْحُبِّ في اللّهِ لِقَوْلِهِ تَعالى: اِنْ كُنْتُمْ تُحَبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ   Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin" âyeti mucibince Allah için sevmenin alâmeti bâbı..."

 

Buhârî, bu başlığın altına   اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ   "Kişi sevdiğiyle beraberdir" hadisini kaydeder. Şârihler bâb başlığı ile hadis arasında irtibat kuramazlar. "Allah için sevmenin alâmeti" ayrı bir mevzu, "kişinin sevdiğiyle beraber olması" ayrı bir mevzu. Pek çok şârih, aradaki irtibatı belirtemez. Ancak Kirmânî'nin getirdiği bir yorum, hem Buhârî'nin kurduğu irtibatı, hem de yukarıda sözünü ettiğimiz "Sevginin necat veya helâket sebebi oluş meselesini" anlamamıza yardımcı olacaktır. Yoruma göre, Bâb başlığında kastedilen şey, kulun Allah'ı sevmesinin alâmetidir. Ayet-i kerîmeye göre bu, sadece ve sadece Resulullah'a ittiba etmekle hâsıl olur. Hadis ise, -her ne kadar bu meselede esas, Aleyhissalâtu vesselâm'ın bütün emirlerine imtisal etmenin gereğini ifade ediyor ise de- bir lütuf olarak, buna inanmak suretiyle de hâsıl olduğunu ifade eder.

 

Yani, âyetin gereği olan bütün amellere ittiba tam olarak yerine gelmese de, bunu yapanlara gösterilen muhabbet ve onlarla beraberlik, kurtuluşun aslının hâsıl olması için kâfidir. Çünkü onları sevmek,  amelleri, taatleri sebebiyledir. Muhabbet kalbin derinliklerinden gelen bir duygudur. Allah ise, Peygamber'in emirlerini tam olarak işleyen kimseleri sevenleri, itikadları sebebiyle mükâfaatlandırır. Çünkü Allah'ın mükâfatlandırmasında niyet asıldır, amel niyete tâbidir. Ayrıca beraberlik için derecelerde müsâvaat şart değildir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HUBULLLAH\BUĞZULLAH

 

Yirmi Üçüncü Ayet

 

اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّهِ لَاخَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَاهُمْ يَحْزَنُونَ

 

"Haberiniz olsun ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur, onlar hiç üzülmeyeceklerdir de."[577]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Mekkede nazil olan Yunus süresi. Kur'ân-ı Kerîm'in onuncu sûresi. Yüz dokuz âyet, bin sekizyüz otuz iki kelime ve beşbin beşyüz altmış yedi harften ibarettir. Fasılası lam, mim, ve nun harfleridir. Mekkî surelerden olup, İsra sûresinden sonra nâzil olmuştur. 40, 94, 95, âyetleri Medîne'de inmiştir. Mekke döneminin sonlarında, Mekkelilerin Müslümanlara yönelik baskılarının arttığı ve Hz. Muhammed'in son uyarılarını yaptığı bir dönemde nâzil olduğu anlaşılmaktadır.

 

Bu girişten sonra Allah için sevmek ve Allahiçin buğz etmek konusuna açıklık getirelim.

 

Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın şöyle söylediğini işittim: "Dostunu severken ölçülü sev, günün birinde düşmanın olabilir. Düşmanına da buğzunu ölçülü yap, günün birinde dostun olabilir."[578]

 

Bu hadis, bazı rivayetlerde Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ' ın, bazı rivayetlerde de Hz. Ali (radıyallâhu anh)'nin sözü olarak rivayet edilmiştir. Bir hadisin bu şekilde ref ve vakfına ihtilâf olursa, kaideten ref'i esas alınır ve hadis merfu addedilir.

 

Önceki hadislerde hep dostla olan münasebetler üzerinde durulduğu halde burada düşmana temas edilmekte ve mühim bir âdâb belirtilmektedir: Ölçülü olmak.... Biz de bu vesile ile bir mü'minin, düşmanıyla münasebetlerinde takip etmesi gereken siyaseti biraz açmak istiyoruz: Kur'an ve Sünnette en çok müteyakkız ve uyanık  olunması, her an kendisiyle mücadele  içerisinde ve ona karşı tetikte bulunulması gereken düşman olarak, kişinin nefis ve şeytanı[579] gösterilmiş olmakla beraber, harici düşman meselesine de yer verilmiştir.

 

Burada daha ziyade, affetme talep edilirse de, ölçü dahilinde, yapılan miktarı tecâvüz etmeksizin kötülüğe karşılık vermeye de müsaade edilmiştir. Hz. Peygamber, "Allah, kötülüğü kötülükle yok etmez, ancak iyilikle yok eder" düsturuna tâbi olarak, şahsî hayatında kötülüğü kötülükle karşılamaz, daha ziyade affeder ve bağışlardı. O'nun bu affedici, bağışlayıcı ve kötülüklere iyilikle, mukabele edici davranışları düşmanlarını yok ediyor. "Az önce nazarımda dünyânın en menfur kimsesi iken, şimdi dünyanın en sevgilisi oldun" itiraflarını yaptıran âni değişiklikler, kalbî fetihler yaptırıyordu. Az önce kendisini öldürmek kastiyle dolu olan kimse, uğrunda canını fedâ etmeye hazır bir hâlet kazanıyordu.

 

Şahsen tatbik ettiği affedici politikanın müslümanlar  tarafından  da tatbikini istemiş: "Kötülüğe iyilikle mukabele etmekle kötülüğü yok et ve insanlara güzel ahlâkla muâmele et" demiştir. İnsanlara afla muamele hususunda Kur'ân'da pek çok âyet gelmiştir. Ancak bütün bu şahsî fiillerine, Kur'ânî ve şifâhî tavsiyelerine rağmen kötülük yapanların, daha açık ifadesiyle düşmanın,  tecziye edilerek haddinin bildirilmesine izin verilmiştir. Burada, hıristiyanlığın ve tatbikatta hıristiyanlar arasında bile sözde kalmış olan, sağ yanağa tokat vurulunca sol yanağı da uzatmak (yâni kötülük yapana kötülükle muâmele etmemek) prensibi mevcut değildir. Âyet-i kerîme şöyle der: 

 

وَجَزؤُا سَيِّئَةٍ سَيِّئَةٌ مِثْلُهَا فَمَنْ عَفَا وَاَصْلَحَ فَاَجْرُهُ عَلَى اللّهِ اِنَّهُ لَايُحِبُّ الظَّالِمينَ

 

"Kötülüğün cezası da ona denk bir kötülüktür. Fakat kim bağışlar ve (kendisiyle düşmanı) arasını düzeltirse, onun mükâfaatı Allah'a âittir. Elbette O, zâlimleri sevmez."[580] Zâlim taraf, misliyle ceza görmediği takdirde, mazlum taraf da intikam hislerini kabartarak, tahdid ve kontrolü imkânsız alışkanlıklara yol açmak suretiyle düşmanlıkların teselsül edip gideceğinden korkulmuştur. Aile ve hatta kabile ve aşiretlerin tükenmesiyle neticelenen kan davalarının menşeinde bu çeşit normal şekilde tatmin edilmemiş hisler bulmak mümkündür. Misliyle ceza bunları önleyecek mahiyette olduğu için, Kur'an'da: "Kısasta sizin için hayat var"[581] denmekten başka, misli taşıp, haddi tecavüz edici davranışlar, şiddetli azabla tehdid edilmiştir.[582]  Bütün bunların temelinde yatan kin, buğz gibi beşeri huylar da Hz. Peygamber'in diliyle takbih edilmiştir.

 

Netice olarak: "Dostuna sevginde ölçülü bağlan, belki de bir gün düşmanın olur. Düşmana buğzunda ölçülü davran. Belki de bir gün has dostun olur" şeklinde de ifade edebileceğimiz, sadedinde olduğumuz hadis, “Düşmanların dahi başkaca faidesi olur. Çünkü düşman daima bir kimsenin kusurlarını taharrî idub söyleyeceklerinden bir daha işlememeyi ihtâr etmek olur. Bizim en büyük düşmanımızı hâriçte arayıp nefsimizde aramamak hatalı olur (...)" şeklinde son derece ölçüye dâvet eden ifâdelerin terbiye kitaplarımızda yer almasına vesile olmuştur.

 

Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  buyurdular ki: "Aziz ve Celîl olan Allah Teâlâ  hazretleri Kıyamet günü şöyle diyecek: "Benim celâlim adına sevişenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim!"[583]

 

Cenâb-ı Hakk'ın gölgesi olmayacağına göre, hadisi lafzî ma'nâsıyla anlamak uygun düşmez. Cenâb-ı Hakk'ın, Kıyamet günü tecelli edecek olan rahmet ve himayesi böyle teşbihli bir üslupla ifade edilmiştir. Çeşitli vesilelerle tekrar ettiğimiz bir hususu bir kere daha hatırlayalım: Âyet ve hadislerde gelen bu çeşit müteşâbih ifadelerin ma'nâyı lügavisine değil, ma'nâyı maksuduna bakmak gerekir. Selef ulemâsı bu çeşit ifadeleri: "Kastedilen muradı Allah bilir" diyerek yoruma gitmemiş ise de, müteahhir ulemâ, duyulan lüzum üzerine, bazı te'vil ve yorumların gereğine inanmış ve müteşabih ifadeleri makul ma'nâlara tevcih etmiştir. Şu halde, bu hadiste Resul-i Ekrem, mü'minlere birbirlerini Allah'ın rızasını elde etmek maksadıyla sevmelerini tavsiye ediyor. Buna terettüp edecek sevabın büyüklüğüne dikkat çekiyor.

 

Hz. Mu'âz İbnu Cebel (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  buyurdular ki: "Allah Teâlâ hazretleri buyuruyor ki: "Benim celâlim adına birbirlerini sevenler var ya! Onlar için nurdan öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıbta ederler."[584]

 

Ebû İdrîs el-Havlanî, Mu'âz İbnu Cebel (radıyallâhu anh)'den naklediyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  buyurdular ki: "Allah  Tebâreke ve Teâlâ Hazretleri şöyle hükmetti: "Benim rızam için birbirlerini sevenlere, benim için bir araya gelenlere, benim için birbirlerini ziyaret edenlere ve benim için birbirlerine harcayanlara sevgim vacip olmuştur."[585]

 

Hadisin, Muvatta'da esbab-ı vürûduyla ilgili uzun bir aslı var. Teysir, sadece merfu kısmını almış.

Hadiste geçen  ve "Benim için biraraya gelenler..." diye tercüme ettiğimiz mücâlese, meclis ve cemaat teşkil etmek demektir. Yani Allah'ı zikretmek veya Allah'ın rızasına vesile olacak bir maksadla bir araya gelmek demektir. Cüneyd rahimehullah, halvet halinde meşgul iken, ihvanları ziyaretine gelir. Halveti bırakıp onların yanına gelir ve şöyle der: "Eğer bilsem ki, sizinle beraber oturmaktan daha hayırlı bir şey var, onu yapar, yanınıza gelmezdim. Ne var ki, havâsla beraber olmanın, tam bir huzura ermede ve ilmin neşrinde, başka hiçbir şeyde olmayan bir tesiri var."

 

Mütebâzil: (Birbirine harcayan) tabiri, el-Bâcî'ye göre, "nefislerini, mallarını düşmanla cihadda harcayan, Allah'ın rızasını kazanma yoluna koyan" demektir. Ama başka âlimler: "Arkadaşının bütün hallerinde ciddî meseleleri için, Allah'ın rızasını düşünerek malını, nefsini harcayanların her biri..." diye açıklamış; Hicret sırasında mağarada nefsini, daha sonraki fırsatlarda da malının tamamını bezleden Hz. Ebû Bekr (radıyallâhu anh)'i misal vermişlerdir.

 

Hadisin Taberânî'de gelen bir veçhinde mütesâddıkîn ziyadesi gelmiştir, bu da: "Birbirlerine tasadduk edenler..." Allah rızası için bu işleri yapanlar kalplerini sadece O'nunla meşgul etmiş, başka şeyleri kalblerinden çıkarmış oldukları ve tevhide bağlamış bulundukları için hadiste vaadedilen mükâfaata hak kazanırlar.

 

Sevginin en güzeli ve kalıcı olanı Allah için olaıdır. Geri ye kalan bütün sevgiler beyhudedir. Er kişiye beyhude peşinde koşmak ne düşer ne de yakışır. Çünkü beyhude kendini kolsuz ve düğmesiz bir elbisenin içinde çekidüzen vermektir.

Yüce Allah cümlemize hakiki sevgiyi nasip etsin.

 

 

 

Yirmi Üçüncü Hadis

 

أفْضَلُ ا‘لآعْمَال الحُبُّ في اللّهِ، وَالْبُغْضُ في اللّهِ.

 

"Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir."[586]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: Beyhaki[587] Hz.Peygamber (a.s.) imanın en sağlam hangisidir? diye sorulduğunda yukarıdaki hadisi buyurmuştur. Yni:"Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir." [588]

 

Hadis, sırf Allah rızası için olan sevmeleri ve sırf O'nun rızası için olan nefret ve buğzları en üstün amel olarak değerlendirmektedir. Her insanda sevgi ve nefret vardır ve bunları mutlak isti'mal edecektir. Şu halde mü'min, bu hislerini iradesi ile yönlendirerek, sevdiklerini Allah için sevse, sevmediklerini de yine Allah için sevmese kazancı büyük olacaktır.

 

Menfaat, korku gibi dünyevî emrivâkilerin tesiriyle sevmek veya nefret etmek araya girdi mi hasaret büyük oluyor. Âlimler derler ki: "Allah için sevmenin gereklerinden biri, Allah'ın evliya ve asfiyalarını sevmektir. Onları sevmenin şartlarından biri de onların bıraktığı sünnete uyup, onlarla yetinmek, bidata yer vermemek ve onların tavsiyelerine uymaktır." Fâsıklara, zâlimlere ve günahkârlara karşı meşru ölçüde buğzetmek "Allah için buğz"a girer.

 

İbnu Raslân der ki: "Bu hadis gösteriyor ki, kişinin Allah için buğzetmesi gereken düşmanlarının olması gerekir,  nitekim Allah için sevdiği dostlarının olması da gerektiği gibi. Bu hususu şöyle açıklarız: "Eğer sen, bir insanı, Allah'a mutî ve Allah nezdinde mahbub diye seversen, Allah'a âsi olacak olsa,  ona buğzetmen gerekir. Çünkü Allah'a âsi olmuştur ve Allah nazarında menfurdur. Öyleyse kim (birisini) bir sebeple severse, zarurî olarak, ona, bunun zıddıyla nefret edecektir. Bu iki sıfat birbirisiz olamayan, biri diğerini gerektiren iki vasıftır. Âdet olarak bu durum, sevgi ve nefretlerde muttarıddır."

 

Taberânî Mu'cemu'l-Kebîr'de merfu olarak İbnu Abbâs'tan şunu kaydeder: "İman bağlarının en sağlamı Allah için dostluk, Allah için düşmanlık, Allah için sevgi, Allah için nefrettir."

 

-Hz. Ömer (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  buyurdular ki:"Allah'ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir ne de şehidlerdir. Üstelik Kıyamet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler de, şehidler de onlara gıpta ederler." Orada bulunanlar sordu: "Ey Allah'ın Resulü! Onlar kim, bize haber ver!" "Onlar aralarında ne kan bağı ne de birbirlerine bağışladıkları bir mal olmadığı halde, Allah'ın ruhu (Kur'ân) adına birbirlerini sevenlerdir. Allah'a yemin ederim, onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken,  onlar korkmazlar. İnsanlar üzülürken, onlar üzülmezler. Ve şu âyeti okudu:   اَ اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّهِ َ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وََهُمْ يَحْزَنُونَ   "Haberiniz olsun Allah'ın dostları var ya! Onlara ne korku var ne de onlar üzülecekler."[589]

Hadiste geçen Allah'ın ruhu tabirindeki ruh'tan maksad Kur'ân'dır. Ruh'u Kur'ân'la tevil eden ulemâ şu âyeti delil getirmiştir:   وكذلِكَ اَوْحَيْنَا اِلَيْكَ رُوحاً مِنْ اَمْرِنَا 

"İşte biz sana emrimizden bir Ruh (Kur'ân) vahyettik."[590] Kur'ân'ın Ruh olarak isimlenmesi, kalblerin onunla hayat bulmasındandır, tıpkı nefislerin ve bedenlerin hayatı ruhlarla olması gibi. Ancak bununla muhabbet kastedilmiştir, yani "Alah'ın kalblerine îka ettiği, Allah için olan hâlis muhabbet sayesinde birbirlerini severler" demektir.

 

Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  buyurdular ki: "Allah bir kulu sevdi mi Hz. Cebrâil aleyhisselâm'a:"Allah falanı seviyor, onu sen de sev!" diye seslenir. Onu Cebrâil de sever. Sonra o, sema ehline: "Allah falanı seviyor, onu siz de sevin!" diye nidâ eder, derken, bütün sema ehli de onu sevmeye başlar. Sonra onun için arz (halkı arasına hüsn-ü kabûl) konur."

"Allah Celle Celâluhu, bir kula da buğzetti mi Cebrâil Aleyhisselâm'a: "Ben  falancaya buğzettim sen de buğzet!" diye seslenir. Ona Cebrâil de buğzetmeye başlar. Sonra Cibrîl sema ehline nidâ eder:"Allah Celle Celâluhu falan kimseye buğzetti, siz de buğzedin!"  Sonra yeryüzüne onun için buğz vaz'edilir." [591]

 

Hadis, insanın iyi ve kötü halleriyle semâvât ahalisi olan meleklerin ilgisini göstermektedir. İnsanoğlunun davranışları kendine münhasır kalmıyor. Cenâb-ı Hakk, onun razı olduğu hallerinden memnuniyetini, razı olmadığı hareketlerinden de buğzunu sema ahalisine derhal duyurup, onların da rahmet dualarını veya tel'inlerini sağlıyor. Bu hadis insanları hep hayra teşvik etmekten başka, insanın halife-i zemin olarak Allah indindeki ehemmiyetini de göstermektedir: İyi veya kötü, onun her hali, ilâhî saltanatın uçsuz bucaksız semâvât memâlikinin ahalisi olan bütün melekleri ilgilendiren mühim bir hadise olmaktadır.

 

Allah'a kulu sevdiren sebep, kulun iyi niyeti, ihlası hayır amelidir. Allah'ın insanı sevmesi, ondan razı olması, onun hayrını istemesi, ona rahmetiyle muamele etmesi demektir. Buğzu da, kulun isyanı ve küfrü sebebiyledir, onun şekâvet ve cezalandırılmasına irade buyurmasını, rahmet ve mağfiretini esirgemesini ifade eder.

 

Kabûl'ün veya buğzun yeryüzüne konması, kulun ameline tabi olarak yeryüzü ahalisine sevdirilmesi veya sevdirilmemesi demektir. Şu halde yeryüzünde Allah dostlarının samimi sevgilerine mazhar olmak isteyenlerin de öncelikle Allah'ı razı edecek fiillerde bulunması gerekmektedir.

 

 

 

 


 

 

 

 

VEREN EL İLE ALAN EL

 

Yirmi Dördüncü Ayet

 

 

وَمَا هذِهِ الْحَيوةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ لَوْكَانُوا يَعْلَمُونَ

 

“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı! ” [592]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Mekke'de Ashap hicretle emrolundukları zaman, içlerinde bazıları: "Göç ettiğimiz takdirde nasıl geçiniriz?" demişlerdi bunun üzerine nazil olmuştur.[593]

 

Yaşandığı zaman ahiret göz önünde bulundurulmazsa, dünya hayatı insanların en yüce hedefi haline belirse, hayatın gayesi dünya nimetlerinden yararlanma olarak öngörülürse bütünüyle hayat oyun ve eğlenceden ibaret olur. Ahiret yurdundaki hayat ise, canlılık fışkırıyor. Canlılıkla dopdolu olmasından dolayı asıl hayat odur. '

 

Kur'an-ı Kerim burada insanları hayatın nimetlerinden vazgeçirmeyi, dünya'dan kaçıp ondan el-etek çekmeyi öngören mistisizme teşvik etmeyi amaçlamıyor. Böyle bir şey İslam'ın ruhuna ve asıl amacına terstir. Burada, hayatın nimetlerinden yararlanılırken Ahiret'in gözetilmesini ve yüce Allah'ın belirlediği sınırların aşılmamasını amaçlıyor. Aynı şekilde dünya nimetlerinin basit düzeyinin üstüne çıkılmasını, dünya hayatının zevklerinden yararlanma konusunda itirazsız her dediği yerine getirilecek şekilde nefse tutsak olunmamasını kastediyor. Buradaki mesele değerlerin şaşmaz ölçüsü ile ölçülecekleri kriter meselesidir. Şunlar dünya değerleri, şunlar da ahiret değerleri. Mü'min bunları bilmek zorundadır. Bu bilginin ışığında dengeli bir bakış açısına sahip olarak tam bir özgürlükte dünya hayatının nimetlerinden yararlanır. Kuşkusuz dünya ona göre bir oyun, bir eğlencedir. Ahiret ise, canlılık dolu sonsuz bir hayattır. [594]

 

Dünya bir gölgeliktir. Kim ona tenezzül ederse, gölge gibi sahte olur.

Yukarıdaki ayet dünyanın bir ouncak olduğunu aşağıdaki hadisi şerif ise dünyalık için hiçbir şekilde eğilmeye ve bükülmeye gerek olmadığını bize mesaj vermektedir.

Yüce Allah cümlemizi dünyaya dünya kadar değer vermeyi nasip etsin

 

 

 

Yirmi Dördüncü Hadis

 

وَالْيَدُ الْعُلْيَا خَيْرٌ مِنَ الْيَدِ السُّفْلَى.

 

“Üstteki el, alttaki elden  daha hayırlıdır."[595]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

1-Vürûdu: Hakîm İbn-i Hizâm radiya'llâhu anh'ten şöyle dediği rivâyet edilmiştir:  

Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'den (bir kere dünyâlık) istedim. Bana verdi. Sonra kendisinden (bir daha) istedim. (Yine) bana verdi. Sonra (üçüncü bir daha) istedim. (Bu defa da) bana verdi. Bundan sonra buyurdu ki:  

- Ey Hakîm, şu mal (yok mu? Sanki o, manzarası) yeşil, (zevkı) tatlı gûnâ-gûn mevvadır. Her kim bu malı, ferâgat-i nefs ile (hırssız) alırsa, o mal, kendisi için bereketli ve meymenetli olur. Bir kimse de bunu hırs ile alırsa, bu mal, alan için şerefli ve bereketli olmaz. O muhteris kimse (dâü'l-kelebe tutulmuş) bir obur gibidir. Dâimâ yer, bir türlü doymaz. (Veren) yed-i ulyâ, (alan) yed-i süflâdan hayırlıdır. Hakîm, (İbn-i Hizâm) demiştir ki, ben:  

-Yâ Resûla'llâh! Seni Hak Peygamber gönderen Allâhu Teâlâ'ya yemîn ederim ki: ben şu dünyâdan ayrılana kadar senden başka hiç bir kimseye, hiç bir şey için elimi uzatmam (benim elim, senden sonra Arab neslinin elleri altında bulunamaz) dedim.   

(Hakîkaten) Ebû Bekr radiya'llâhu anh (hilâfet-i zamânında), beytü'l-mâldeki hakkını vermek için Hakîm'i da'vet etmiş, fakat Ebû Bekr'in bu ihsânını kabûl etmekten imtinâ eylemiştir. Sonra Ömer radiya'llâhu anh de hakkını vermek için da'vet etmiş, ondan da almaktan imtinâ eylemiştir. Bundan sonra Hazret-i Ömer (Mahzar-i Sahâbe'de):   

-Ey cemâat-i müslimîn: Hakîm hakkında sizi işhâd ederim ki: ben, harac ve ganîmet malından muayyen olan hakkını kendisine arz ediyorum. O, almaktan imtinâ ediyor, dedi. Ve (hakîkaten) Hakîm, Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'den sonra tâ vefât edene kadar, kimseden bir şey almamıştır.[596]

 

Fadale İbnu Ubeyd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İslam hidayeti nasip edilen ve yeterli miktarda maişeti olup, buna kanaat edene ne mutlu!"[597]

 

Yeterli miktar diye tercüme ettiğimiz kefaf'ı en-Nihaye'de İbnu'l-Esir şöyle açıklar: "Bu, kendisine muhtaç olunan miktarı karşılayıp, artmayan şeydir. Bir başka ifadeyle asgarî ölçüde  ihtiyaca yeten miktardır. Kefaf miktarda tereffüh, tefahur yoktur." Şu halde hadis, İslamî hidayetle müşerref olduktan sonra muhanete muhtaç kılmayacak en az miktarda maddî ihtiyaçlarını temin edebilen kimseyi tebrik etmekte, "ne mutlu ona" demektedir. Çünkü fazlasının hesabı var, o fazlalığın şevkiyle şımarma, harama kaçma, "hakkını verememe" tehlikesi var.

 

Ebu Saidi'l-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ensar (radıyallahu anhüm)'dan bazı kimseler, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)' dan bir şeyler talep ettiler. Aleyhissalâtu vesselâm da istediklerini verdi. Sonra tekrar istediler, o yine istediklerini verdi. Sonra yine istediler, o isteklerini yine verdi. Yanında mevcut olan şey bitmişti; şöyle buyurdular: "Yanımda bir mal olsa, bunu sizden ayrı olarak (kendim için) biriktirecek değilim. Kim iffetli davranır (istemezse), Allah onu iffetli kılar. Kim istiğna gösterirse Allah da onu gani kılar. Kim sabırlı davranırsa Allah ona sabır verir. Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir ihsanda bulunulmamıştır."[598]

 

Allah'ın gani kılması, kalp  zenginliği vermesidir. Zîra bir hadiste   إِنَّ الْغِنَى غِنَى النَّفْسِ

  "Hakiki zenginlik kalp zenginliğidir, (gözütokluktur)" buyrulmuştur.

 

Hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sehavetini ve Allah' ın,  isteyenlere verme hususundaki emrini infazını göstermektedir. Hatta bir kere değil, üst üste isteyene ikinci, üçüncü sefer verdiğini de görmekteyiz.

 

* Hadiste isteyene özür beyan etmenin, iffetli olmasını tavsiye etmenin cevazı da gözükmektedir.

 

* Sabretmek, istememek evla olmakla beraber, ihtiyaç durumunda istemenin caiz olduğu hükmü de çıkarılmıştır.

 

* Sabır, insana verilen en hayırlı ihsan ve en bol sermayedir. İbnu'l-Cevzî demiştir ki: "İffetli olmak için halini halktan gizlemek ve onlara karşı istiğna izhar etmek gerektiği için, iffet sahibi batında Allah için muamelede bulunuyor demektir. Böylece, bu husustaki sıdkı nisbetinde maddî ve mânevî kâra mazhar olur. Resulullah sabrı, ihsanların en hayırlısı olarak ifade buyurdu. Çünkü o, nefsi, sevdiği şeylerden alıkoyar ve peşin yapılması hoşuna gitmeyen şeyleri yapmaya mecbur kılar. Halbuki, herkes yaptığı bu şeyleri terketse veya işlese ahirette eza ile karşılaşacaktı."

 

* Allah'ın müstağni kılması, ya maddî olarak rızık  vermesi şeklinde, yahut da  kalbine  kanaat atması şeklinde tecelli eder.

 

Ebu Ümame (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resululllah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ey ademoğlu! Eğer fazla malını Allah yolunda harcarsan bu senin için daha hayırlıdır. Kendine saklarsan senin için zararlıdır. Kefaf (yeterli miktar) sebebiyle levm edilmezsin. (Harcamaya), bakımları üzerinde olanlardan başla. Üstteki el (yani veren), alttaki elden (yani alandan) daha hayırlıdır."[599]

 

Burada Resulullah, İslam'ın ideal ahlakını tebliğ buyurmaktadır; ihtiyacı normal görecek kefaf miktarla yetinmek ve fazlasını Allah yolunda, O'nun rızası için harcamaktır. Kişi böylece, uhrevî mesuliyetten kurtulmaktan başka, onun sevabına mazhar olacaktır.

 

Az miktarla yetinen, levm edilmez. Çünkü hayatının devamı için gerekli olan mesken, libas, yiyecek ve içecek için hesap sorulmayacaktır. Kefafı taşan istihlak ve mülkiyet, hesaba bais olacaktır.

 

Kişi malını harcarken,  önce bakmakla mükellef olduğu yakınlarına öncelik vermelidir. Kendi yakınları ihtiyaç içinde iken, sevap düşüncesiyle yabancılara harcamak, tasaddukta bulunmak caiz değildir. Resulullah, kişinin ailesine harcadıklarının da sadaka olduğunu beyan buyurmuştur.

 

Hadis, "veren el alan elden üstün" demekle, "zenginlik fakirlikten üstündür" diyenlere delil olmaktadır.

 

Hz. Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Siz Allah'a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de, kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı: Sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz."[600]

 

* Dünya her insan için süslenmiş bir gelinlik gibidir. Fakat gel gör ki, şu ana kadar onunla evlenmek isteyen niceleri çıktı da, sadece onun boynuna bir nakış izi bırakıp gittiler.

 

* Kimilerin nakışı, kem gözlerle bakılmış kara bir günah. Kimilerinin de olduğundan ne eksik ne de fazla değer vermeyip bıraktıkları iyilikler olmuştur.

 

* Eğer dünya yaşamaya ve değer vermeye layık bir yer olsaydı, hiçbir peygamber ölmezdi. Çünkü Allah'ın en çok rızasına müştak olanlar, peygamberler olmuştur.

 

* Dünya ve içindekiler, imtihandır. İmtihanda istirahat ve ebedilik yoktur. İmtihan, her an dikkat ve temkin ister. İmtihanda ihmal ve gaflet, cehennemde ateştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

GÜNAH

 

Yirmi Beşinci Ayet

 

قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذينَ اَسْرَفُوا عَلى اَنْفُسِهِمْ لَاتَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّهِ اِنَّ اللّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَميعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحيمُ

 

“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” [601]

 

 

AyetinNuzulü ve Açıklaması

 

قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذينَ اَسْرَفُوا عَلى اَنْفُسِهِمْ لَاتَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّهِ اِنَّ اللّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَميعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحيمُ

 

“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” [602]

Bu âyetin Kur'anda en ümitli âyet olduğu söylenir. Bununla beraber dikkat etmek lâzım gelir ki, bu ümit, günaha teşvik için değil en günahkâr kimseleri bile bir an evvel tevbe teşvik için olduğu ikinci ve üçüncü âyette apaçıktır. Bunun sebebi nüzulünde bir kaç rivayet vardır. Ata ibni Yesardan olan rivayete göre Hz. Hamza (r.a)'nın katili Vahşî hakkında Medine'de nâzil olmuştur.[603]

 

Yüce Allah, zalimlerin kıyamet günündeki korkunç hallerini, "Eğer yeryüzünde olanların hepsi ve onunla birlikte bir misli daha fazlası o zalimlerin olsaydı, kıyamet günündeki kötü azaptan kurtulmak için onu fidye olarak verirlerdi. Çünkü hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah tarafından karşılarına çıkarılmıştır"[604] ayetiyle tasvir ettikten sonra rahmetinin kapılarını ardlarına kadar açmıştır. Yeter ki tövbe etsinler. Günahkârlar ne kadar günahlara batmış da olsalar yeter ki O'nun rahmetine ve bağışlamasına içtenlikle yönelsinler.

 

Yüce Allah, onları her şeye rağmen ümitsizliğe kapılmadan ve karamsarlığa düşmeden kendisine yönelmeye çağırıyor. Bu rahmet ve bağışlama çağrısı ile birlikte kendilerine verilen bu fırsat kaçmadan ve iş işten geçmeden dönüş yapmadıkları, tövbe etmedikleri taktirde kendilerini bekleyen azabın da bir tablosu sergilenmektedir.

“De ki: "Ey kendilerine kötülük edip, aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir."

 

Nasıl yorumlarsak yorumlayalım, bu bütün günahları içine alan, Allah'ın geniş rahmet deryasıdır. Bu, Allah'a dönüş çağrısıdır. Bu, sapıklık çölünde kör, yalnız başına kalmış, uzaklara düşmüş savurgan günahkâra bir çağrıdır. Arzu, umut ve Allah'ın bağışlamasına güvenme çağrısıdır bu. Yüce Allah, kullarına merhametlidir. Onların acizliğini ve zayıf olduklarını, içten ve dıştan bünyeleri üzerine etki eden faktörleri çok iyi bilmektedir. Şeytanın her konuda onları avlamak için tetikte beklediğini, bir açıklarını kolladığını, onları saptırmak için bütün yolları kullandığını, piyade ve süvari askerleriyle onlar üzerine akınlar düzenlediğini, bu iğrenç eyleminde çok ciddi olarak çalıştığını bilmektedir. Bunun yanında insan denen varlığın zayıf bir bünyeye sahip, çok zavallı bir yaratık olduğunu, kendisini bağlayan ipin elinden kaçması ve yapıştığı kulpun kopmasıyla çabucak yere serileceğini de bilmektedir. Onun bünyesine yerleştirilen görevlerin, eğilimlerin ve ihtirasların dengesinin çabucak bozulabileceğini, onu sağa sola çarptırabileceğini, günaha sokabileceğini ve buna karşı onun sağlıklı dengeyi koruma konusunda zayıf düştüğünü de bilmektedir.

 

Yüce Allah, insan denen yaratığın bütün bu durumlarım biliyor. Bunun için de ona yardım elini uzatıyor; rahmetinin geniş kapılarını ona açıyor. Hemen günahlarının cezasını vermiyor; hatasını düzeltmesi ve yolda doğru yürümesi için ona bütün şartları hazırlıyor. İsyana daldığından, günaha battığında dolayı kovulduğu ve işinin bittiği, tövbesinin kabul edilip yüzüne bakılacak halinin kalmadığı düşüncesine kapıldığı bir sırada... Evet, işte bu umutsuzluk ve karamsarlığın egemen olduğu bir sırada, rahmetin cazip tatlı çağrısını işitiyor:

"De ki: "Ey kendilerine kötülük edip, aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir."

 

İsyânkarlıkta aşırı gittiği, günahlara daldığı, korunmuş sahadan kaçtığı ve yoldan saptığı halde insan ile huzur veren, tatlı rahmet ve O'nun diriltici, hoş görünümlü gölgeleri arasında hiçbir engel yoktur. Onunla bunların hepsinin arasında tövbeden başka bir şey yoktur. Tek engel, tövbedir. Girenlere engel olan hiçbir kapıcının bulunmadığı ve oraya dalan kimsenin bir başkasından izin almaya mecbur olmadığı açık kapıya dönüş yapmak yeterlidir.

 

Yukarıdaki ayeti kerime Yüce Allah'ın rahmetinden umudumuzu kesmememizi ifade buyururken, aşağıdaki hadisi şerif ise cennete gitmenin tek yolu vardır o da Rahmanın Rahmetinden ümit kesmeden tevbe etmektir.

Yüce Allah cümlemize Rahmanın rahmetinde ümit var olarak hayatımızı idame ettirmeyi nasip etsin. 

 

 

 

Yirmi Beşinci Hadis

 

  لَوَْ أنَّكُمْ تُذْنِبُونَ لَذَهَبَ اللّهُ تَعالى بِكُمْ وَخَلَقَ خَلْقاً يُذْنِبُونَ فَيَغْفِرُ لَهُمْ.

 

"Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği  kimseler yaratırdı."[605]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

1-Vürûdu: Müslim'de Ebu Hüreyre'nin bir rivayeti şöyledir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Nefsim kudret elinde olan Zat'a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helak eder; günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi." [606]

 

Af ve mağfiret bahsinin günah, tevbe gibi başka bahislerle de ilgisi vardır. Bilhassa günah mefhumu olmak üzere bu tabirlere, geçmiş bahislerde zaman zaman temas edilmiştir. Esasen bunları birbirinden ayrı mütalaa etmek mümkün değildir. Sözgelimi insan günah işleme fıtratında yaratılmıştır, ama tevbe emredilmiştir. Cenab-ı Hakk tevbe edenleri sevmekte ve tevbeleri kabul etmekte, günahkârı affetmektedir. Böylece kul da kulluğunu anlamak suretiyle manevi yükseklik kazanmaktadır. Şu halde bu mefhumları, İslam'ın bu meseledeki umumi telakkileri çerçevesinde kavramaya çalışmak daha uygun olacaktır. Öyleyse meselenin anlaşılmasını, yaratılışla başlatıp insanın kemaliyle sonuçlanan bir vetire çerçevesinde anlamak gerekecektir.

 

Yaratılış: İnsanoğlu, hayvan ve melek dediğimiz iki sınıf şuur ve hayat sahipleri arasında orta bir mevkidedir: Hayvanlar, şehvet (arzular)  sahibi fakat aklı olmayan bir tabaka teşkil ederler. Akılları olmadığı için davranışlarını tabiî insiyaklarla -ki buna içgüdü diyoruz- yürütürler, bu yüzden sorumlulukları yoktur. Melekler ise, şuur ve hayat sahibi olmakla birlikte şehvetleri yoktur. Onların şerre kabiliyetleri de yoktur. Verilen vazifeleri yaparlar. Dereceleri ne düşer ne de yükselir, hep sâbit kalır. İnsanlar ise, orta bir tabakadır.

 

Hayvanlarla müşterek olan şehvetlere de sahip, meleklerle müşterek olan akla da... Kendisine içgüdüye bedel şeriat verilmiştir, irade verilmiştir. İradesi ile şeriata uyarak aklını o yolda kullanırsa melekleri geçebilir. İradesi ile şehvete uyar aklını o yolda kullanırsa hayvanlardan aşağı düşer. Şu halde Cenâb-ı Hakk insana sonsuzca alçalma ve sonsuzca yükselme imkanı tanıyan bir fıtrat, bir mertebe vermiştir. Yükselmenin yolu, ihtiyar da denen irade-i cüz'iyyesini kullanarak, şuurla dinin emrettiği şeyleri tercih etmekten, aklını bu yolda kullanmaktan geçer. Alçalmanın yolu ise, şeriata değil, şehvetlere uymaktan, aklını o yolda kullanmaktan geçer. İnsanoğlunun bu kaçınılmaz kaderi en veciz şekilde Tîn suresinde beyan edilmiştir: "Biz insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edip de güzel güzel amellerde, bulunanlar başka. Çünkü onlar için kesilmez mükâfatlar vardır."[607]

 

İnsanın, hayırşer arasında imtihana maruz bir fıtrata sahip olduğunu Gazali şöyle ifade eder: "Şer, insanın yaratılış toprağına katılıp yoğurulmuştur, çok nadir hallerde onu terkeder. Öyleyse insanın gayretlerinin hedefi, hayrını şerrine gâlib kılmak olmalıdır. "Diğer mahluklar arasında böyle bir durumda yaratılan insan, şehvete uymakla şeriata uymak, inanmakla-inanmamak, hayır yapmaklaşer yapmak, iradesini iyi veya kötü istikamette kullanmak arasında imtihan edilecektir. Bu imtihan onun kaçınılmaz kaderidir. Zira o, ne hayvandır ki, sadece şehvetine tabi olsun ve ne de melektir ki sâdece hayra va akla tâbi olsun. İmtihan müddeti, yani hayatı boyunca, insan, kötülük işlemekle imtihanı ebediyyen kaybetmiş olmadığı gibi, iyi iş yapmakla da kurtuluşu garanti etmiş değildir.

 

İyilikten sonra kötülüğe düşebileceği gibi, kötülükten sonra da tekrar iyiliğe geçebilir. İnsan bu iyilikkötülük cepheleri arasında bir saat rakkâsesi durumunda olduğu için, Cenâb-ı Hakk tevbe emretmiştir. Kötülük yapınca tevbe etmelidir, Allah tevbeleri kabul eder, affeder, Allah'ın bellibaşlı sıfatları arasında rahmet (kullara acıma) vardır. Tevvâb, yani tevbeleri kabul edici olmak O'nun bir diğer vasfıdır. Gafûr (günahları örtücü) olmak, Afuvv (bağışlayıcı, cezayı terkedici) olmak gibi, Allah başka sıfatlara da sahiptir.Şu halde, bu sıfatlarıyla da Cenâb-ı Hakk'ın kullar tarafından idrak edilebilmesi için, o sıfatlarıyla Allah'a müracaatlarımızı gerektirecek hallere düşeceğiz demektir. Tıpkı hastalanınca Şâfi, rızka muhtaç olunca Rezzâk, âciz kalınca Kadîr... İsimlerine müracaat ettiğimiz ve o sıfatlarıyla Allah'ı tanıdığımız gibi...

 

Şu halde günah, Allah'ın, insanlar tarafından bütün sıfatlarıyla tanınmasında zaruri olan vâsıtalardan biridir. İslâm'ın günah görüşünün Hıristiyanlarınki ile karıştırılmaması gerek. Onlar, insanoğlunun, Hz. Âdem'le Havvâ'nın cennette yasak meyveden yemekle işledikleri günahı tevarüs ettiğine ve bu sebeple günahkar olarak doğduğuna inanır. İslâm böyle demez, "Her insan günahsız doğar ama günah işleyecek fıtrattadır. Büluğa kadar günahsız sayılsa da, günah işlemesi kaçınılmazdır" der. Bu telakkinin devamında, Hıristiyanlar doğuştan gelen aslî günahtan kurtuluşu vaftiz (Hıristiyan) olmaya bağlar. İslâm işlenen günahın tevbe ile affedilebileceğini söyler. Ayrıca tevbe doğrudan Allah'a yapılmalıdır, araya hiçbir mahluk konmaz, kişi her zaman her yerde tek başına tevbe edebilir. Şu günah affedilir, bu günah affedilmez diye bir ayırım yoktur. İhlasla, sıdkla, azimle, kesin kararla yapılan tevbe ile en büyük günahlar dahi affedilir. İslâm'a göre en büyük günah, küfür veya şirktir. Küfür ve şirk'ten dönüş, tevhîde geliş demek olan tevbe en makbul tevbedir, mutlaka kabul edilebileceğine inanılan tevbedir. Şu halde İslâm'a göre, af dışı tutulan bir günah yoktur.

 

Günahla Manevî Mertebe Kazanmak: İslâm'ın günah telakkisinde son derece ehemmiyetli bir nokta var ki, buna diğer dinlerde net olarak rastlamak imkansızdır. Kişi işlediği günahla, Allah'a daha ciddi bir ilticaya, daha ihlaslı bir yönelişe geçebildiği için, işlemiş olduğu günah sebebiyle mânevî yükselişe erebilmektedir. Âyet-i kerîme bu mühim hakikatı "günahların sevaba dönüştürülmesi" diye ifâde etmiştir:   اَِّ مَنْ تَابَ وَامَنَ وَعَمِلَ عَمًَ صَالِحاً فَاُولئِكَ يُبَدِّلُ اللّهُ سَيِّئاتِهِمْ حَسَنَاتٍ 

 "Meğer ki (şirkden) tevbe edip iyi amel (ve hareket)de bulunan kimseler ola. İşte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah gafûr ve rahîmdir."[608]

 

Bu manâyı açıklayan hadîsler var. Resûlullah orada kişinin, yapmakta olduğu güzel ameller sebebiyle "günah işlemiyorum" havasına düşmesini, onun tevbe istiğfar gibi kulluğunu idrak ettirici son derece kıymetli bir ibadetten uzak kalmasına sebep olacağı için, günah işlemekten daha kötü bir ruh hali yani ucûb olarak tavsif etmekte, ümmeti için bundan korktuğunu ifâde buyurmaktadır. Evet, bu dinin sahibi, günah, sevab meselelerinde Allah namına beyanda bulunma yetkisine sahip yegane söz sahibi, Şârî olarak "ucb" un günahtan daha kötü bir şey olduğunu haber veriyor. Bu, üzerinde durulması, düşünülmesi, hakkıyla anlaşılması gereken bir husustur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) günahlara karşı mâsum (korunmaya mazhar) olmasına ve hatta Tevbe sûresinde geçmiş ve gelecek günahlarının affedildiği müjdesinin verilmiş olmasına rağmen, günde en az yüz sefer tevbe ettiğini ifade etmiş, günah işlemediği, tevbeye ihtiyacı olmadığı hatırlatılınca da, "Allah'ın çok şükreden (şekûr) bir kulu olmayayım mı?" diye cevap vermiştir. خِيَارُكُمْ كُلُّ مُفَتَّنٍ تَوَّابٍ   "En hayırlınız, tekrar tekrar günah işlediği halde tevbe edendir" hadisi de burada zikre değer.

 

Bazı ârifler demişlerdir ki: "Resûlullah, burada, ümmetinin hayırlılarının, işlediği günahın aldatamadığı, Allah'ın affedici olduğunu unutturamadığı böylece tevbe ile O'na dönen kimseler olduğunu haber veriyor." Bazı âlimler de: "Bazı günahlar vardır, mü'min için, birçok ibadetten daha faydalıdır. Böylece, çok tevbe eden biri olur. Tevbeden ayrılmayan kimse ise, bu sayede Allah'ın sevdikleri arasında yer alır.  Nitekim âyet-i kerime'de   اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ 

"Muhakkak ki Allah tevbe edenleri sever"[609] buyrulmuştur."

 

Şu halde tevbede herkesin anlayamayacağı bir sır, insanı makbûl kullukta muvaffak eden bir iksir var. Bu sırrı anlayıp da günah lekelerine bulaşmadan tevbeyi kendine şiar edinenler mânevî kazançların bereketine ererler. Bunu idrak edemeyenler, günahlarla kirlendikten sonra bu kirliliğin şuuruna erip, ondan arınmak için tevbeye koşarsa, işte bunlara Cenâb-ı Hakk rahmetiyle yüce mertebeler vaadetmekte ki, bunlardan biri de günahların sevaba dönüşmesidir. Bu nasıl olur? diye tereddüte gerek yok, ilâhî ihbar öyledir, ilâhî rahmet bu kadar geniştir; bize, inanıp teslim olmak, o zanla O'na koşmak gerek. Zira Rab Teâlâ Hazretleri, -bir hadîs-i kudsîde tebliğ edildiği üzere- kuluna, o kulun Allah hakkında beslediği zanna göre muamele edecektir. Öyleyse bize düşen, işlediğimiz günahların sevaba çevrilebileceğine inanarak sıdk ile, ihlas ile, tevbe-i nasuh ile tevbe etmek, yalvarmak, dergah-ı ilahide gözyaşı dökmektir.

 

Kulluk Edebi: Burada şunu belirtmemiz gerekir: Yukarıda yapılan açıklamaları menfi istikamette anlayıp, bir kısım günahlara fetva yapmak da mümkündür: "Öyle ya, madem günahlar sevaba dönüşebiliyor, önce günah işleyip sonra da tevbe etsek olmaz mı?" Böyle bir düşünce, her şeyden önce kulluk edebine yakışmaz. Cenâb-ı Hakk'ı imtihan etmek, dinin ahkâmıyla alay etmek, ciddiye almamak gibi bir ma'nâ taşır. Bu halet-i ruhiye ile işlenen günahların tevbesi makbul olur mu; Cenab-ı Hakk'ın rahmetini celbedebilir mi, garantimiz yok. Zira bir başka âyet-i kerime, affedilecek günahın cehaletle işlenmiş olma şartını zikretmektedir.   اِنَّمَا التَّوْبَةُ عَلى اللّهِ لِلَّذِينَ يَعمَلُونَ السُّوءَ بِجَهَالَةٍ 

 "Allah, kötülüğü cehaletle (bilmeyerek) yapıp da hemen tevbe edenlerin tevbesini kabul etmeyi üzerine almıştır. Allah işte onların tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hakîm olandır."[610]

 

Bu âyetle, daha önce kaydettiğimiz "bütün günahları affeder" âyeti arasında tezat mevcut değildir. Zira orada her çeşit, yani bilerek işlenen günahları da affedebileceği ifade edilmekte ise de bu âyette, cehaletle işlenen günahların affına "garanti" verilmektedir. Ayrıca "tevbe ederim"  düşüncesi ile günah işleyen kimse, tevbe etme fırsatı bulabilecek mi, ömrü vefa edecek mi, davranışı gadab-ı ilahiye dokunduğu takdirde Allah kendisine tevbeye dönüş fırsatı verecek mi, bunları da düşünmesi gerekir. Hangi açıdan bakarsak bakalım, Allah'ın affedici oluşunu gözönüne alarak günah işlemek büyük bir aldanmadır. Kulluk edebine hiç uymamaktadır, böyle bir durumdan Allah'a sığınırız.

 

Tevbenin Edebi: Tevbemizin kabul olması hepimizin arzusudur. Bu sebeple âlimlerimiz, âyet ve hadislerde gelen açıklamaları gözönüne alarak makbul tevbenin şartlarını tespit etmeye çalışmışlardır.

 

Nevevî hazretleri şöyle der: "Tevbe, lügat olarak dönüş (rucû) demektir. Öyleyse tevbe de günahtan dönüştür. Bu dönüşün (tevbenin) üç rüknü vardır:

* Günahtan kopmak, kesinlikle terketmek.

* Günahı işlediğine pişman olmak.

* Bir daha o günahı işlememeye azmetmek, kesin karar vermek. "Nevevî devamla der ki: "Eğer tevbe edilen günah, bir insanın hukukuna karşı işlenmiş ise, bir dördüncü rükün daha var:

* Bu hak sahibi ile helallaşmak. "Nevevî şu kıymetli bilgileri vermeye devam eder: "Tevbenin aslı nedamettir, pişmanlıktır. Bu, onun en büyük rüknünü teşkil eder. Ülemâ, bütün günahlardan tevbe etmenin vacib olduğunda ittifak eder. Ve tevbeyi, günah işler işlemez yapmak gerekir, geleceğe bırakmamalıdır. Günah büyük olmuş, küçük olmuş farketmez.

 

 

Tevbe, İslam'ın en mühim prensiplerinden te'kid edilmiş esaslarından biridir. Ehl-i Sünnete göre şer'an, Mu'tezile'ye göre aklen vacibtir. Bütün şartlarına uyularak yapılmış olsa bile, Ehl-i Sünnet'e göre, tevbenin kabul edilmesi Allah'a vacib değildir. Ancak Allah'ın kerem ve fazlı ile kabul edeceği umulur. Allah'ın kabul edeceğini Mutezile'nin aksine şeriatla ve icma ile biliyoruz. Bir kimse bir günahına tevbe etse, o günahı, bilahare tekrar hatırlayınca tevbeyi yenilemek gerekir mi; bu hususta Ehl-i Sünnet ihtilaf etmiştir.

 

İbnu'l-Enbarî: "Vacibtir" der, İmamu'l-Harameyn "Vacib değildir" der. Bir kimse bir başka günahta musır olsa bile, bir günahtan yapacağı tevbe sahihtir. Bir kimse bir günaha karşı şartlarına uyarak sahih bir tevbe yapsa, sonra bu günaha tekrar dönse, ona bu ikinci günah yazılır, önceki tevbesini ibtal etmez. İki meseledeki Ehl-i Sünnetin görüşü budur... Ayrıca, kafirin küfründen tevbesi, kesinlikle makbuldür. Diğer çeşit tevbeler kesinlikle makbul müdür, yoksa zannî midir, Ehl-i Sünnet bu hususta ihtilaf eder. İmamu'l-Haremeyn zannî olduğunu kabul etmiştir. Esahh olan görüş de budur."

 

Tevbenin Makbul Olmasının Diğer Şartları: Yaptığımız tevbenin makbul olması için ülemânın koyduğu dört şartı Nevevî'den naklen kaydettik. Burada şunu da ilave etmemiz gerekmektedir: Tevbe, duanın bir çeşididir. Öyleyse dua bahsinde belirtilen şartlara da tevbe sırasında riayet etmek, tevbemizin makbul olma şansını artıracaktır.

* Önce maddi sadaka vermek.

* Mübarek mekanlarda (Ravza-i Mutahhara, Ka'be, Mescid-i Aksa, camiler, ön saf... gibi) yapmak.

* Mübarek zamanlarda (Ramazanda, Kadir gecesinde, diğer mübarek gün ve gecelerde, cuma gününde, saat-ı icabe'de, her gün seher vaktinde, ilk vaktinde kılınacak farz namazların arkasında, abdest alınca  kılınacak iki rekat nafilenin peşinde... vs.) yapmak.

* Tevbeye salavatla başlamak, salavatla bitirmek.

* Kur'an ve hadiste gelen (me'sur) tevbelerle tevbe etmek.* Abdestli olarak tevbe etmek... vs.

 

Hadiste, Allah hususunda aldananların vehmettikleri gibi, günah işlemekte berdevam olanlara teselli mevcut değildir. Zira, Peygamberler aleyhimüsselam, insanları günahlara banmaktan kurtarmak için gönderildiler. Hadis, Allah Teâlâ Hazretlerinin affını, günahkârları tevbeye teşvik için onlara olan mağfiretini beyan etmektir. Öyleyse hadisten murad olan ma'nâ şöyle olmalıdır: Allah Teâlâ, muhsin olanlara vermeyi sevdiği gibi, günahkar olanları da affetmeyi sevmektedir. Buna, Allah'ın birçok ismi delalet eder: "Gaffâr, Halîm, Tevvâb, Afüvv gibi. Yahut, kullarını tek bir şe'n üzere yaratmamıştır, nitekim melekler günah işlemekten uzak olarak yaratıldığı halde, insanlar farklı meyillerle yaratılmıştır. Bir kısmı hevâya meyyaldir, onun gereklerini yapma durumundadır. Allah, bu fıtratta olanları hevaya uymaktan kaçınmakla mükellef kılar ve ona yaklaşmayı yasaklar. Hevâ ile mübtela ettikten sonra tevbeyi öğretir. Eğer ibtilaya rağmen hevaya uymazsa ecri Allah'a aittir. Eğer yolu şaşırırsa, önünde tevbe vardır."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

KARDEŞLİK

 

Yirmi Altıncı Ayet

 

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

 

“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz.” [611]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Bu ayeti kerime, Evs ve Hazrec arasında meydana gelen bir olay üzerine nazil olmuştur.[612]

 

Bu kardeşliğin gereği olarak müslüman toplumda asıl olan kural sevginin, barışın, yardımlaşmanın ve birliğin olması anlaşmazlık ve çatışmanın ortaya çıkar çıkmaz asıl kurala döndürülmesi gereken istisnai bir durum olmasıdır. Ve yine müslüman toplumda aslolan, yukardaki temel kuralın topluma yerleştirilmesi uğruna öteki mü'minlerin haddi aşan kardeşlerini aynı safa döndürmek için ve sapıklığı asıl ve temel kurala döndürerek ortadan kaldırmak için, kardeşleri olan haddi aşanlara karşı savaşmalarının meşru olmasıdır. Bu da kesin ve aynı zamanda da kararlı bir işlemdir.

 

Yine bu kuralın gereği olarak, bu arabulma savaşında yaralananlar hemencecik öldürülmezler, hiçbir esir öldürülmez, savaşı bırakıp silahını atarak geri kaçanlar kovalanmazlar. Haddi aşanların malları ganimet olarak alınmaz. Çünkü onlarla savaşmaktan gaye, onları öldürmek değildir. Aksine kendilerini müslümanların safına çekmek ve islam kardeşliği sancağının altına getirmektir.

 

İslam milletinin sisteminde asıl kural bütün müslümanların yeryüzünde bir tek önderliği olması, bir halifeye biat edilince ikinci halife ile savaşmanın gerekli olmasıdır. Bu ikinci halife yanındaki savaşçılarla birlikte asıl halifenin yönetimindeki mü'minler tarafından yoldan çıkmış bir savaş hedefi olarak kabul edilir. Bu kurala dayanarak Hz. Ali Cemel ve Sıffin savaşlarında karşı gelenlerle savaşmış ve onunla birlikte ileri gelen sahabeler de bu savaşa katılmışlardır. Aralarında Sa'd, Mesleme oğlu Muhammed, Zeyd oğlu Üsame, Hz. Ömer in oğlu Abdullah gibi bazı kişilerin de bulunduğu sahabeler bu savaşa katılmamışlardır. Ya o zamanlar hakkın hangi tarafta olduğunu kesin olarak görüp değerlendirememişler ve bu savaşı fitne kabul etmişler, ya da İmam Cassas'ın da dediği gibi, İmam Ali'nin beraberinde olanlarla yetinebileceğini, arkadaşları sebebi ile kendilerine ihtiyacı olmadığını düşünmüşler bu yüzden de savaşa katılmamayı yeğlemişlerdi. Ancak birinci şık daha ağır basmaktadır. Sahabenin naklolunan bazı sözleri bunu göstermektedir.

 

Nitekim Hz. Ömer'in oğlunun Hz. Ali ile birlikte savaşmadığına pişman olduğu yolundaki sözleri de bu ihtimalin ağır bastığını göstermektedir. Asıl kural böyle olmakla birlikte, Kur'an'ın bu ayetini bütün haller için, hatta -çeşitli İslam ülkelerinde iki veya daha çok halife olduğu kural dışı hallerde bile ki bu haller zaruret hali olup kural dışıdır- böyle kural dışı haller için de işletmek mümkündür. O halde, müslümanlara düşen görev: Asiler bir halifeye karşı çıkmışlar ise bir tek halifenin etrafında birleşip asilerle çarpışmaktır. Ve yine asiler halifeye karşı isyan etmemişler fakat onun yönetimi altında bir zümre diğer zümreye karşı haddi aşmış ise yine asilere karşı çarpışmaktır müslümanların görevi. Ve yine bunun gibi müslümanların görevi: Kural dışı olan birden çok önderlerin bulunduğu durumlarda, asiler birden çok önderden birisine karşı geldiğinde, müslümanların asiler zümresine karşı biraraya gelip, onları Allah'ın emrine döndürünceye kadar çarpışmalarıdır. İşte Kur'an ayeti tüm şartlar ve durumlarda böyle işletilir.

 

Açıkça görülüyor ki bu sistemin, yani anlaşmazlıkları hakeme giderek çözme sisteminin, asi gruplarla yüce Allah'ın emrine dönünceye kadar çarpışmaya sisteminin, insanlığın bu yolda sarfettiği tüm çabalardan önceliği vardır. Bu sistem mükemmel ve her türlü ayıp ve noksanlıktan uzaktır. Bu mükemmellik ve ayıptan uzaklık insanoğlunun her türlü, acı tecrübelerinde, uğraştığı sefil ve noksan girişimlerinde açıkça görülmektedir. Ayrıca bu sistemin bunlardan başka temizlik, emanet ve mutlak adalet gibi nitelikleri vardır. Çünkü bu konuda hiçbir arzu ve hevesin bulaşmadığı, hiçbir noksanlık ve kusurun nüfuz etmediği yüce Allah'ın emrine, hakem olarak gidilmektedir. Fakat zavallı insanlık, önünde hazır, doğru ve apaçık yol dururken, eğri yola sapıyor, doğru yolu bırakıyor, ayağı sürçüyor ve kayıyor.

 

Kardeşlik İslam dinin temel esaslarından biridir. Yukarıdaki ayeti kerime muminlerin kardeş olduğunu buyururken, aşağıdaki hadisi şerif ise iki müslümanın üçgünden fazla küs kalmalarının yakışık olmadığını ifade buyuruyor.

Yüce Allah cümlemize dimizin istediği şekilde Müslüman olmayı nasip eylesin.

 

 

 

 

Yirmi Altıncı Hadis

 

أخُو المُسْلِمِ َ يَظْلِمُهُ وََ يُسْلِمُهُ، وَمَنْ كَانَ في حَاجَةِ أخِيهِ كَانَ اللّهُ في حَاجَتِهِ، وَمَنْ فَرَّجَ عَنْ مُسْلِمٍ كُرْبَةً فَرَّجَ اللّهُ عَنْهُ بِهَا كُرْبَةً مِنْ كُرَبِ يَوْمِ الْقِيَامَةِ، وَمَنْ سَتَرَ مُسْلِماً سَتَرَهُ اللّهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ.

 

"Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim, kardeşinin ihtiyacını görürse Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da o sebeple onu Kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanı örterse, Allah da onu kıyamet günü örter."[613]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: Süveyd b. Hanzala (r.a)'dan: "Biz, Hz.Peygamber (a.s) görmeye çıkmıştık. Yanımızda Vail b. Hücr vardı. Onu Düşmanı yakaldı. İnsanlar yemin etmekten kaçınıyorlardı. Ben, "o benim kardeşimdir" diye yemin ettim. Vail bırakıldı. Bizde Hz.Peygamber (a.s)'a geldik. Bunu Hz.Peygamber (a.s)'a anlattım. O da buyurdu ki: "Sen onların en iyisi ve en doğrususun. Müslüman müslümanın kardeşi olduğu konusunu doğrusöylemişsin."[614] 

 

Hadiste İslâm kardeşliğinin nasıl gerçekleşeceği belirtilmektedir. Görüldüğü üzere müslüman, iman kardeşine karşı bazı vazifelerle mükellef durumda: Zulmetmeyecek, tehlikeye atmayacak, sıkıntısını giderecek, yardımına koşacak ve örtecek. Resulullah "Örtme" işini mutlak bırakmıştır. Bu sebeple şârihler: "Bedenini örtmek, ayıbını örtmek, ihtiyacını örtmek, gıybetini yapmamak suretiyle kusurlarını örtmek vs." diye her çeşit örtme'yi anlamışlardır.

 

Şunu da belirtelim ki, müslümanı örtmek, zulüm veya fesadı örtmeye müncer olmamalıdır. Bazı kusurlar, başkasına tecavüz ve zulüm şeklinde veya fesad, fitne şeklinde olabilir. Böylesi ayıplar örtülmez, yetkililere ihbar edilir. Bu müstehabtır, gıybet değildir. Keza ma'siyet işleyen, o davranışından imkân nispetinde yasaklanır. Ama âciz kalınır, vazgeçirilemezse, bir fesada sebep olmayacaksa hâkime başvurulur. Örtülmesi gereken bir ayıpsa, bu halka karşı örtülür. Adamla kendi arasında kalmak şartıyla kusur sâhibi ikâz edilebilir. İbnu Hacer: "Örtme işi, işlenmiş, bitmiş günahlar için geçerlidir. Müdahale, ikâz işi, bulaşılmış, yapılmakta olan günah içindir. Vazgeçmediği takdirde hâkime gitmek vaciptir. Bu gıybet değil bilakis vacip olan nasihattır" der.

 

Müslümana yapılacak yardımın hükmü şartlara göre farklıdır: Farz, vacib, mendub olabilir. Taberânî'nin bir başka tarikten yaptığı rivayette şu ziyade vardır:   وََ يُسْلِمُهُ في مُصِيبَةٍ نَزَلَتْ بِهِ   "Başına gelen bir musibette yardımsız bırakmaz." Müslim'in bir rivayetinde   وََ يَحْقِِرُهُ.. .  

 "...onu tahkir etmez, şer olarak müslümana, müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir"  denmiştir. Yine Müslim'de: "Kul kardeşinin yardımında olduğu müddetçe Allah o kulun yardımındadır" denmiştir.

 

- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  buyurdular ki: "Kim bir mü'minin dünyevi kederlerinden birini giderirse, Allah da onun Kıyamet günü kederlerinden birini giderir. Kim bir fakire kolaylık gösterirse, Allah da ona dünyada ve ahirette kolaylık gösterir. Kim bir müslümanı örterse, Allah da onu dünya ve âhirette örter. Kişi kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah da onun yardımındadır. Kim ilim aramak düşüncesiyle bir yola düşerse, Allah onun cennete olan yolunu kolaylaştırır. Bir grup, Allah'ın kitabını okumak ve aralarında tedris etmek üzere Allah'ın evlerinden birinde toplanırsa, üzerlerine mutlaka sekîne iner ve onları rahmet kaplar, melekler onları sarar. Allah da onları yanında bulunan mukarreb meleklere anar. Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandıramaz."[615]

 

Bu rivayet, birçok hadiste ayrı ayrı ele alınıp övülen güzel ahlâklardan en mühimlerini topluca zikredip tafdil etmekte ve onlara teşvikte bulunmaktadır. Mü'minlerin, iman kardeşlerine maddî manevî yardımları,  ilgileri,  nasihatlari, kusurlarını örtüp gıybetlerini etmemeleri, ilim taleb etmeleri gibi hem ferdî yönden, hem de içtimâî yönden fevkalâde mühim neticeler hâsıl edecek olan faziletler topluca mevzubahis edilmiştir. Nevevî hazretleri: "Bu hadis bütün ilimleri, kaideleri ve âdâbı bir araya toplayan mühim bir hadistir" der.

 

Hadiste, mescidde Kur'an okumak maksadıyla toplanmanın fazileti ifade edilmektedir. Bazı âlimler, bu fazileti mescide hasretmezler. Medrese, ribât ve benzeri yerlerde bu maksadla yapılacak toplanmalarda aynı faziletin olacağını söylemişlerdir. Nitekim bir başka hadiste Aleyhissalâtu vesselâm yer hususunda herhangi bir kayıd koymaksızın Allah'ı zikretmeye salih bütün mekânları ifade edecek bir üslubla şöyle buyurmuştur:   َ يَقْعُدُ قَوْمٌ يَذْكُروُنَ اللّهَ عَزَّ وَجَلَّ إَّ حَفَّتْهُمُ الْمََئِكَةُ وَغَشِيَتْهُمُ الرَّحْمَةُ  

 "Bir cemaat Allah'ı zikretmek için (herhangi bir yere) oturursa onları melekler sarar, rahmet bürür."

 

Hadisin en son cümlesinde, "kimi, ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandıramaz..." buyrulmuştur. Bunun ma'nâsı: "Kimin ameli eksikse, o amel sahibi kimselerin mertebesine ulaşamaz. Hiç kimse, manevî mertebeleri katetmede nesebinin şerefine, ecdadının faziletine umut bağlamamalıdır. Yakınlarına güvenip amelde ihmâle yer vermemelidir"  demektir.

 

Hz. Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor:[616] "Resulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Sakın zanna yer vermeyin. Zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin, haber koklamayın, rekâbet etmeyin, hasedleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, ey Allah'ın kulları, Allah'ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona (ihânet etmez), zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkîr etmez. Kişiye şer olarak, müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir. Her müslümanın malı, kanı ve ırzı diğer müslümana haramdır.

Allah sizin suretlerinize ve kalblarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Takva şuradadır-eliyle göğsünü işaret etti-:Sakın ha! Birinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah'ın kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz." [617]

 

Hâdis, müslümanlar arası münasebetlerin temel prensiplerini vazetmektedir. Bu münasebetlerin esası kardeşliktir. Diline, rengine, coğrafyasına, içtimaî mevkiine, iktisâdi durumuna bakılmaksızın bütün inananlar kardeştir. Bu iman kardeşlerinin müşterek pederleri Hz. Muhammed aleyhissalâtu vesselâm, müşterek anneleri de, Resûlullah'ın zevceleri, Ümmühâtu'l-Mü'minîn'dir (radıyallahu anhünne ecmaîn). Öyleyse kardeşler arasında câiz olan şeyler burada da câiz, câiz olmayan şeyler burada da câiz değildir. Bu münasebet esasları nelerdir?

 

— Müslüman kardeşi için zanna yer vermemek. Yâni, şekke düşmemek. Şekk, kişinin kalbine delilsiz olarak ârız olan şeydir. Bazı âlimler bunu su-i zan diye açıklamıştır. Şu halde hadîs, kardeşi hakkında zannı yasaklamakla "İnsanların ayıplarını araştırmayın, aklınıza düşen kötü zanların, kötü dedikoduların tahkîk etmek üzere peşine düşmeyin" demektedir. Zaten zannın, hadîste, "en yalan söz..." olarak tavsîfi, onun hiçbir aslı astarı olmayan, insan vehmine şeytanın attığı bir kuruntu olduğunu ifâde eder. Elbette kuruntuyla amel edilmemeli, peşine düşülmemelidir. Böylesi zannın, açık yalandan daha kötü ilân edilmesi, İbnu Hâcer'in açıklamasıyla, yalanın çirkinliği herkesçe bilindiği ve bu sebeple kolay kolay ona yer verilmediği içindir. Halbuki yalanın zanna dayananı gizlidir. Çoğunu aldatır, cür'et ettirir. Bu sebeple bu çeşit yalana daha çok rastlanır. Hadîs, bunu yasaklamaktadır. Bu mevzuda âyet de nazil olmuştur. Rabbimiz şöyle buyurur:

 

"Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Zirâ zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Birbirinizi gıybet etmeyin. Hanginiz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır?" [618]

Bazı âlimler bu hadîsten hareketle: Ahkâmda İçtihad ve reyle amelin yasak olduğunu söylemiştir. Ancak Nevevî, hadîsin hiçbir surette, ahkâma müteallik içtihada giren "zann"ı mevzubahis etmediğini kesin bir dille söyler. Kurtubî "şer'î zannın iki canibten birini gâlib kılmak olduğunu" söyler ve "Bu hadîsten şer'î zannın inkârını istidlâl edenlere iltifat edilmez" der.

 

Tecessüs: Dilimizde de olan bu kelime, casusların yaptığı gibi halkın haberini toplamak mânasına gelir. Tahassüs ise, bütün hislerle, beş duyu ile haber toplamak, âdeta havadan nem kaparcasına, koklayarak insanların girdisini çıktısını, kusurunu, ayıbını, söylentisini toplamaya çalışmaktır. İşte bu yasaktır. Ayette, Hz. Yakup, hayatlarından ümîdini kesmediği Yusuf ve kardeşi için haber toplamalarını oğullarına emrederken:

"Ey oğullarım, gidin Yusuf'u ve kardeşini arayın" [619] der ve tahassüs kelimesini kullanır.

 

-Hased: Hadîsin yasakladığı mezmum ahlâklardan biridir. Bunu şârihler, "Bir şahsın, nimetin layık olan kimseden zevâlini temenni etmesi" diye tarif ederler. Bu duygunun insanda fıtri olarak varlığı kabul edilir. Şu halde, hadîste yasaklanan husus bu duyguyu taşımak değil, bu duygu mûcibince amel etmek, bunun gerçekleşmesi için fiile geçmek, koşuşturmaktır. His hâlinde kalması zarar vermez. İstenen, onun frenlenmesidir. Ancak bu frenleme işinin tesadüfî değil, şuurlu ve irâdî olması gerekir. Acz sebebiyle hasedin gereğini yapmayanla, gücü yettiği halde yapmayan farklıdır. Resulullah'ın istediği bu ikinci kısımdır. Bunda nefsî mücahede var, bunda Allah rızası için, Resulünün emrine uymak için ortaya konan bir gayret var. Şu kaydedeceğimiz hadîs, sadedinde olduğumuz hadîste yasaklanan bazı hislerin fıtrî olduğunu belirtir ve bir kurtuluş yoluna dikkat çeker:

"Üç şey vardır, kimse onlardan sâlim değildir: Uğursuzluk, zan, hased..."

 

Resulullah'a bunlardan kurtuluş yolu nedir? diye sorulunca şu cevabı verdi: "Uğursuzluk içinden geçince hoşlandığın işi bırakma, zanna düşünce araştırmaya kalkma, hased duyunca da gereğiyle amel etme." Şu halde; zan ve hasedden kurtuluş, bu hislerin peşine düşmemek suretiyle gerçekleşir. Hasan el-Basri hazretleri de şöyle der: "İçinde hased olmayan insan yoktur. Kim bu hissi aşıp, peşine düşmez ve zulme yer vermezse, hased yapmamış olur."

 

-Tedâbür: Birbirlerini terketmek demektir. Küsüşmek diye tercüme ettik.  Aslında kelime birbirlerine sırt çevirmek, yani karşılaştıkları, görüştükleri zaman sırtlarını dönmek mânasına gelir. İbnu Abdilberr: "İ'raz yani yüzünü çevirmek tedâbürle ifâde edilmiştir, zaten yüzünü çeviren sırtını dönmüş olur" der. Tedâbür'ü düşmanlık olarak anlayan da olmuştur. Hatta Kâdı İyâz, "Hadisteki mâna "mücâdele etmeyin, yardımlaşın" demektir" der. İmam Mâlik bunu, "selamlaşmadan yüz çevirmek" olarak anlamış ve "Bunun, iki müslüman karşılaşınca birbirlerine selamdan yüz çevirmelerinden başka bir mânaya geleceğini zannetmiyorum" demiş, bu durumda ilk selam verenin onların hayırlısı olduğunu belirtmiştir.

 

-Tebağuz: Birbirine buğz etmek, kin taşımak. Bunun da esas itibarıyla mükteseb olmadığı belirtilir. Şu halde, bu da fıtrîdir. Ancak iradî olarak gelişir veya baskı altında tutulur. Hadis buğzetmeyi yasaklamakla, buna götüren sebeplere tevessül etmeyi yasaklamış olmaktadır. Bazı âlimler: "Maksad, buğza, kinleşmeye götüren batıl hevânın yasaklanmasıdır" diye özetlemiştir. İbnu Hacer bu telakkiyi dar bulur ve tebağuzun yasaklanması, hevanın yasaklanmasından âmmdır, çünkü hevaya uymak bunun sadece bir çeşididir, tebağuzua (kinleşmenin) hakikati, iki kişinin arasında bunun cereyanıdır. Sadece birinden vâki olunca da buğz denmiştir. Buğzun mezmum olanı, Allah için olmayanıdır. Allah için buğzetmek vâcibtir ve bunu yapan Allah'ın hakkına tazimden dolayı sevaba erer. Birbirlerine buğz eden iki kişiden biri veya her ikisi, Allah indinde selâmet ehlinden olsa, -içtihadı ile diğerinin hatâdar olduğuna hükmederek bu hatası sebebiyle buğzeden kimse gibi- bu, Allah indinde ma'zurdur" der.

 

-Hadîsin sonunda: "Ey Allah'ın kulların kardeş olun!" denmektedir. Bir başka rivâyette "Allah'ın emrettiği şekilde!" ziyadesi mevcuttur. Hadîs: "Bu yasaklananları terkederseniz gerçek kardeşler olursunuz" demektedir. Manayı muhalifi: "Bu söylenenleri terk etmezseniz düşmanlar olursunuz" demektedir. Öyleyse "kardeşler olun!" demenin mânası: "Zikredilenler gibi, sizi kardeş kılacak şeyleri iktisâb ediniz" demektir. Mâna böyle olunca iktisabı gereken şey sayıca artar: Bir kısmı terk nev'inden, bir kısmı fiil.

 

Kurtubî der ki: "Kardeşler olun!" emrinin mânası şefkatte, merhamette, muhabbette, dostlukta, yardımlaşmada, hayırhahlıkta neseb kardeşleri gibi olun" demektir. Kardeşliğin, Allah'ın emrettiği şekilde olması, Hz. Peygamber'in zikrettiği hususlara riayet edilmesi demektir, çünkü kardeşliğin gerçek mânâda tahakkuku onlarsız olmaz. Bu vasıfları Allah'a nisbet, Resulullah'ın O'nun adına tebliğ etmesi sebebiyledir..." İbnu Abdilberr der ki: "Hadîs, şer'î bir günah işlemedikçe müslümana buğz edip ondan yüz çevirmenin, sohbetten sonra kopmanın, Allah'ın ona verdiği nimet sebebiyle ona hased etmenin haram olduğunu ifade ettiği gibi, neseb kardeşi ile olan muamele gibi muamelede bulunmasının, hiç bir surette kusurunu araştırmamasının gerektiğini de ifâde etmektedir. Bu vecibeler hazır müslüman hakkında olduğu gibi gâib olanlar hakkında da caridir. Pek çok meselede ölülerle dirilerin hukuku müşterektir."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

NİKAH

 

Yirmi Yedinci Ayet

 

وَاِنْ خِفْتُمْ اَلَّا تُقْسِطُوا فِى الْيَتَامى فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَاءِ مَثْنى وَثُلثَ وَرُبَاعَ فَاِنْ خِفْتُمْ اَلَّا تَعْدِلُوا فَوَاحِدَةً اَوْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ ذلِكَ اَدْنى اَلَّا تَعُولُوا

 

"Eğer gözetiminiz altındaki yetim kızları ile evlendiğiniz takdirde onların haklarını gerektiği gibi gözetemeyeceğinizden korkarsanız size nikahışen kadınlardan ikisi, üçü ya da dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer onlar arasında adil davranamayacağınızdan korkarsanız tek kadınla evleniniz, ya da eliniz altındaki cariye ile yetininiz haksızlığa düşmemeniz için en uygun hareket budur."[620]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Urve b. Zübeyr (Allah O'ndan razı olsun) Hz. Aişe'den "yetim kızlar hususunda adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsanız".. ayetini sordum bana şöyle cevap verdi der: "Ey bacımın oğlu, bu yetim kız velisinin himayesinde bulunur. Velisi malını kendi malına katar, bu arada malı ve güzelliği hoşuna gider. Mehrinde adaleti gözetmeksizin onunla evlenmek ister. Ona başkasının vereceği kadar bir şey verir. Bu yüzden adaletli davranmadıkları ve adet olan mehirlerinin en üstününü vermedikleri sürece onları nikahlamaktan alıkonuldular. Onlardan başka kadınları nikahlamaları emredildi. Urve diyor ki, Aişe şöyle dedi: Bazı insanlar bu ayet geldikten sonra Resulullah'tan (salât ve selâm üzerine olsun) fetva istediler. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: `Onlar senden kadınlara ilişkin fetva istiyorlar. De ki; onlar hakkındaki fetvayı Allah veriyor. Kendilerine farz kılınmış şeyi vermediğiniz ve onlarla evlenmeyi arzuladığınız yetim kadınlar hakkında kitapta size okunanı..."[621] Hz. Aişe (Allah O'ndan razı olsun) diyor ki, "Nikahlamayı arzuladığınız..." sözünden, birinizin malı ve güzelliği az olan yanındaki yetim kızdan yüz çevirmesi kastedilmektedir.

 

Hz. Aişe'nin hadisi, cahiliye toplumunda yaygın olan sonra da Kur'an, gelip bu yüce direktifler ve "yetimler konusunda adaleti gözetemiyeceğinizden korkarsanız.." diyerek işi vicdanlara dayandırmak suretiyle yasaklayıp yok edene kadar müslüman kitle içinde de varlığını sürdüren düşünce ve geleneklerin bir yönünü tasvir etmektedir. Bu, himayesindeki yetim konusunda adaleti gözetmeyecek vekilinin titiz davranması, Allah'tan sakınıp korkması sonucudur. Ayetin hükmü geneldir. Adaletin gözetileceği yerleri sınırlandırmıyor. Bu durumlarda istenen, tüm şekilleri ve anlamlarıyla adalettir. Mehirle ilgili olması ya da diğer bir değere ilişkin olması önemli değildir. Birinin yetim kızı, kalbinde bir sevgi bulunmadan ve onunla beraberliği arzulamadan sırf malına duyduğu ilgiden dolayı nikahlaması veya evlenmeyi istemediği halde utancından ya da velisinin isteğine karşı geldiğinde malının zayi olacağından korktuğundan dolayı bu isteksizliğini söyleyemeyen kızın isteğini göz önünde bulundurmadan orada hayatın birlikte sürmesine imkan vermeyecek kadar yaş farkı olduğu halde nikahlamak gibi adaletin gerçekleşmesinden endişe duyulan daha nice durumlar...[622]

 

İslâm'dan önce Arabistan'da çok eşliliğin sınırsız bir şekilde uygulandığı kabul edilir. Ancak çok eşlilik daha çok varlıklı kimseler ve kabile başkanları için söz konusu idi. Halktan erkeklerin çoğunluğu ise tek eşliydi.[623]

 

Eski İran, Çin ve Brehmenler hukukunda, Babil'de Hammurabi kanunlarında birden çok kadınla evlilik kabul edilmişti. Roma hukukunda istifraş yani evli olmaksızın birlikte yaşamak mevcuttu.[624]

 

Tevrat'da Dâvud (a.s)'ın bir kaç kadınla evlendiğinden söz edilir.[625] İncil'de birden fazla kadınla evlenmeyi yasak eden bir hüküm yoktur. Bu yüzden XVI. asra kadar Hıristiyanlarda çok evlilik normaldi. Hatta filozof Herbert Spenser'e göre, XI. asırda İngiltere'de kadının başka bir erkeğe belli bir süreyle ödünç verilebileceği hakkında kilise kanun çıkarmıştır.[626]

 

İslâm'ı yaymak amacıyla da çok evlilik olabilir. Nitekim Hz. Peygamber 54 yaşına kadar Hz. Hatice (r. anhâ) ile tek evli olarak kalmış, bu yaştan sonra 9 kadar eşi olmuştur.[627]

 

Nikah akdi sadece nefsin isteklerini tatmin etmek gözüyle bakmamak gerekir. Çünkü Bu bakışa sahip olanlar hiçbir zaman Peygamber (a.s)'ı anlamayazlar. Onu anlamayanlarında İslam dininden nasipleri olmaz.

 

Nikah akdi, hem geleceğin neslini güvence altına almak hem de serkeşlerin çirkin emellerine alet alet olma olasılığı çok olan kadınları kurtarmaktır. Çünkü çok evliliğin olmadığı yerde metreslik revaçta olur.

 

O zaman kadına sormak lazım; bir namuslu erkeğin dördün hanımı olmayı tercih edersiniz? Yoksa nesil ve namus emniyeti olmayan bir erkeğin yüzüncü metresi olmayı tercih edersiniz?

 

İşte bu sorunun cevabı hala günümüz modern dünyada hala muallakta kalmıştır.

 

Aşağıdaki hadisi nebevi sevmenin, sevişmenin güzel yollarını bize göstermektedir. Yukarıdaki ayetle paralel olarak sevgi bağının pekişmesi ve namuslu bir şekilde devam etmesinin yolu ancak nikah akdi olduğunu beyan buyuruyor.

O zaman yine sormak lazım; nikah akdiyle bir vs. kadınla sevmek, sevişmek mi? Yoksa gönül eylendirip daha sonrada kadını kaderiyle baş başa bırakıp gitmek veya bir köşe başında terk etmek mi?

Yüce Allah cümlemizi namus ve iffetimizle dinimizi ve imanımızı yaşamayı nasip etsin.

 

 

 

Yirmi Yedinci Hadis

 

لَمْ نَرَ »يُرَ« لِلْمُتَحَابَّيْنِ مِثْلُ النِّكَاحِ.

 

"Sevişenler için nikâh kadar sevgiyi artırıcı bir şey görmedik veya görülmedi."[628]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: Hz. Cabir'in babası öldüğü zaman geride yedi (veya dokuz) kız çocuğu bırakmıştır. Hz. Cabir, kendi ifadesiyle "çocukları ayarında beceriksiz bir bâkire ile evlenmeyi [kızlarına bir yenisini eklemeyi] uygun bulmayarak bunlara analık yapacak, terbiye ve bakımlarını iyi îfa edecek, onlar üzerinde otorite kurabilecek tecrübeli bir dulla evlenmiştir." Bir sefer dönüşü Hz. Cabir, Medine'ye yaklaşınca, evine bir an önce varmak için hayvanını hızlandırınca, oradaki acelecilik Aleyhissalâtu vesselâm'ın dikkatini çeker. Cabir'den sebebini sorar. Cabir, yeni evlendiğini söyleyince, Aleyhissalâtu vesselâm, "dulla mı, bakire ile mi evlendin" diye tekrar sorar. Cabir (radıyallahu anh) dul deyince, Aleyhissalâtu vesselâm, sadedine olduğumuz tavsiyede bulunur. Hz. Cabir, niçin dulla evlendiğini açıklayınca da:    اصَبْتَ

 "İsabetli davranmışsın" buyurarak takdir eder. Hz. Cabir'in aldığı kadının adı Sahle Bintu Mes'ûd İbni Evs İbni Mâlik el-Ensâriyye'dir.[629]

 

Bu girişten sonra nikah ve evlilik nedir ve nasıl olur izahını yapmaya çalışalım.

 

Nikâh: Evlenme, kocaya gitme, cinsî temasta bulunma, sarhoş etme, evlenmeleri yasak olmayan bir erkekle bir kadın arasında yapılan ve müşterek hayat ve nesli sürdürmek için bir bağ meydana getiren akit.

 

Tarih boyunca, çeşitli milletlerde ve hukuk sistemlerindeki evlilik anlayışı ve tatbikatı aynı olmamıştır. ilâhî vahye dayanan semavî dinlerde erkekle kadının ortak bir yuva kurması ancak nikâh akdiyle mümkün kılınmıştır.

 

Nikâh akdi eşlerin veya temsilcilerinin serbest iradesiyle oluşur. Karı kocadan meydana gelen aile yuvasında tarih boyunca, çeşitli topluluklarda üç usul uygulanmıştır.

 

I) Koca hakimiyetine dayanan evlilik:

Tarihin eski çağlarından beri yaygın olan evlilik şekli budur. Onsekiz ve ondokuzuncu yüzyılda Avrupa'da meydana gelen çok önemli siyasî ve sosyal gelişmelere rağmen koca, evlilik birliği içinde hâkim rolünü bazı hukuk sistemlerinde korumuştur. Meselâ, Fransız Medeni Kanunu büyük ihtilalden sonra da evlilik birliğinde kocanın hakimiyetini sürdürmüştür. Eski Roma hukukunda evlilik tamamen kocanın hakimiyetine dayanıyordu. Napolyon da bu sistemi devam ettirmiştir.

 

2) Eşlerin eşitliği esasına dayanan evlilik:

Ondokuz ve yirminci yüzyıllarda gelişen sosyal ve ekonomik şartlar, kadının da ekonomik hayatta ve birçok idarî kademelerde görev almasına yol açmıştır. Bunda üst üste geçirilen savaşların da etkisi olmuştur. Bazı ülkelerde "Koruma ve itaat prensibi" terkedilerek, karıkocanın mutlak eşitliği esası benimsenmiştir. Meselâ, Rusya'da karı koca mutlak surette eşittir. Bu yüzden Rus kadını, kocasının soy adını taşımak zorunda olmadığı gibi, ikametgâh değişikliği hâlinde isterse kocasını takip etmeyebilir. Sonuç olarak orada, evlilik kadının ehliyetine tesir etmez. İskandinav ülkelerinde de durum böyledir. Ancak bu kadar serbestlik, aile yuvasını sarsmış, sıcak anne kucağı görmeyen çocuklar bu ülkeler için problem halini almıştır.

 

3) Ortalama sistem:

Bu sistemde karıkoca esas itibariyle eşit olmakla birlikte, evlilik birliğinin korunması ve devamı için erkeğe bazı hususlarda üstünlük tanınmıştır. Bu cümleden olarak, erkek ailenin reisidir. Karı, kocanın soyadını taşır ve onun rızası olmadan bir sanat ve meslekle iştigal edemez. Ancak bu durum, kocaya her yönde bir hâkimiyet sağlamaz.

 

İslâm'daki duruma gelince; bu konuda genel bir prensip söylemek güçtür. Çünkü kadın şahsi bakımdan kocasına tabi olmakla birlikte, kendisine ait bir mal üzerinde serbestçe tasarruf edebilmekte, her türlü hukukî muameleyi yapabilmektedir. O, her konuda dava açabilir. Bunun için kocasının rızasına da muhtaç değildir. Evlenme, kocaya karısının malları üzerinde hiçbir hak vermez. Serveti ne olursa olsun, kadın evin masraflarına katılmak zorunda değildir. Eşler arasında mal ayrılığı esası uygulandığı için boşanma veya ölüm halinde problem çıkmaz.

 

Mal varlığı bakımından bu şekilde geniş hürriyete sahip olan kadın, şahsî bakımdan kocasına tabidir. Bu sebeple ailenin reisi kocadır. Çünkü o, daha güçlü ve hayat olayları karşısında daha dayanıklıdır.

 

Evlilik: Bir erkekle bir kadın arasında Allah'ın koyduğu prensipler çerçevesinde akdedilen muamele. İslâm nazarında bir ibadet kabul edilen evlilik ile ilgili olarak, İslâm Hukuku'na dair yazılan kitaplardan bazısında; "Bizim için Hz. Adem'den bu güne kadar, meşrû olarak devam ede gelen ve Cennette de devam edecek olan iki şey vardır; bunlar, evlenme ve imandır[630] şeklinde kaydedilmektedir.

Evlenmenin yani nikâhın çeşitli sebepleri vardır. Nikâhtaki şer'î, akli ve tabii sebeplerin başka bir şer'î hükümde bu şekilde bir arada toplandığı az görülmüştür .

Evlenmenin şer'î delilleri, Kur'an-ı Kerîm, hadisler ve ümmetin icmâı ile sâbittir.

Kur'an-ı Kerîm'den evlenmenin meşrûluğuna şu ayetler delildir; "Size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder adet nikâh edin."[631]

 

Cihat ve evlilik İslâm'ın insanın hayatına hâkim olmasının nedenlerinden biridir. Evlenmede ise bunların her ikisi de mevcuttur. Bu nedenle "Evlilikle meşgul olmak kendini nâfile ibadetlere vermekten daha faziletlidir. Çünkü evlilikte nefsi haramdan koruma ve çocuk yetiştirme gibi önemli hususlar vardır"[632] kanâatine varılmıştır.

 

İslâm şerîatının temel esaslarından biri de evliliğin fıtri bir olgu olduğudur. İslâm dini ruhbâniyetle (dünyadan elini eteğini keserek yalnız başına yaşama, evlenmeme); insanın yaratılışı ile çatıştığı, onun nefsi isteklerini ve karakterine ters düştüğü için savaşmaktadır.

 

Bu hadis-i şerifte de görüldüğü gibi İslâm kişiyi, sırf Allah'a yaklaşmak, ruhbanlıkta bulunmak ve ibadet edeyim diye bir köşeye çekilmekten alıkoymaktadır.

 

Allah Resulu'nün hayatını göz önüne aldığımızda onun, toplumun fertlerini kontrol altında bulundurmak, insanın nefsini düzeltmek hususunda ne denli titizlik gösterdiğini açıkça görürüz. Onun bu konuda titizlik göstermesinin temelinde, insan gerçeğinin anlaşılması ve onun arzu ve isteklerine cevap verme duygusunun yattığını görürüz. Öyle ise evlilik vb. İslâmî prensipler sayesinde toplumun hiçbir ferdi yaratılışının ötesine geçemeyecek, gücü ve imkanının dışında gayret sarf edemeyecek; tam aksine orta yolda, sağa sola sapmadan yürüyecektir.

 

Evlilik konusunda Resulullah (a.s.)'ın şu davranışı, insanın nefsi duygularına gem vurması ve insan hakikatına ne denli vakıf olduğunun en büyük delillerinden kabul edilir; şöyle ki: Buhâri ve Müslim'in Enes (r.a.)'den rivâyet ettikleri bir hadiste şunları görmekteyiz: Üç heyet, Resulullah'ın yanına gelerek, onun ibadetini sordular. Kendilerine Allah Resulü'nün ibadeti hakkında bilgi verilince, -Onun ibadetini az bulacaklar ki şöyle dediler: "Resulullah ile biz bir olabilir miyiz! Onun geçmişteki ve gelecekteki günâhlârı bağışlanmıştır. İçlerinden biri tüm geceyi namaz kılmakla geçireceğini, diğeri devamlı oruç tutacağını ve üçüncüsü de kadınlara yaklaşmayacağını ifade ettiler." Daha sonra Rasûlullah (a.s.) bu durumu öğrenince onları çağırıp şöyle buyurdu: "Allah'a yemin olsun ki ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve O'ndan en fazla sakınanızım; fakat zaman zaman oruç tutar ve iftar ederim; namaz kılar ve uzanıp yatarak istirahatte bulunurum; kadınlarla da evlenirim. Benim sünnetimden yüz çeviren benden (benim ümmetimden) değildir."[633]

 

Evlilik sosyal bir maslahatı beraberinde getirir. Evliliğin genel yararları yanında bir de sosyal yararları vardır. Bu yararların basında insan varlığının korunması gelmektedir. Zira evlilik sayesinde, insan neslinin devam etmesi ve çoğalması, nesillerin birbirini izlemesi ve böylelikle Allah'ın insanı yeryüzüne mirasçı kılması sözkonusudur. Evliliğin insan üzerindeki sosyal, ahlâkı ve bedensel yararlarını inkâr etmek mümkün değildir. Kur'an-ı Kerim bu sosyal hikmete parmak basarak şöyle demektedir: "Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı..."[634]

 

Evliliğin diğer önemli yararlarından biri de, nesebin korunmasıdır. Meşrû evliliğin bir an için yokluğunu düşünürsek toplumların nesepsiz ve hiçbir fazilete sahip olmayan çocuklarla ne denli sıkıntılara girdiklerini hemen görürüz.

 

Evliliğin sağladığı yararlardan biri de toplumun ahlâkı çözülme ve bozukluktan beri kalmasıdır. Evlilik sayesinde kişiler sosyal bozukluklardan emin kalırlar.

 

Hz. Peygamber (a.s.), evliliğin sağladığı yararları, bir grup gence hitapları sırasında şöyle dile getirmişlerdir; "Ey gençler, sizden evlenmeye gücü yeten kimse hemen evlensin; zira evlilik gözü haramdan en iyi koruyan ve tenasül uzvunun en sağlam kalesidir. Evlenmeye imkânı olmayan ise oruç tutsun; zira oruç şehveti kırmaktadır... [635]

 

Yine evliliğin faydaları arasında toplumun hastalıklardan uzak kalmasını, kişinin rûhî ve nefsi bir rahatlığa kavuşmasını zikredebiliriz. Bu tedbirler sayesinde toplumun fertleri zinânın bir sonucu olarak ortaya çıkacak olan bulaşıcı hastalıklardan kurtulmuş; hayasızlığın yayılması önlenmiş ve harama giden yollar kapanmış olur.

 

وَمِنْ ايَاتِه اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا لِتَسْكُنُوا اِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةً اِنَّ فى ذلِكَ لَايَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

 

"Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O'nun varlığının delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır."[636]

 

Allah (c.c.), evlilikte müslümanın kimi tercih edeceğini açıklamıştır:

 

وَلَا تَنْكِحُوا الْمُشْرِكَاتِ حَتّى يُؤْمِنَّ وَلَاَمَةٌ مُؤْمِنَةٌ خَيْرٌ مِنْ مُشْرِكَةٍ وَلَوْ اَعْجَبَتْكُمْ وَلَا تُنْكِحُوا الْمُشْرِكينَ حَتّى يُؤْمِنُوا وَلَعَبْدٌ مُؤْمِنٌ خَيْرٌ مِنْ مُشْرِكٍ وَلَوْ أَعْجَبَكُمْ اُولئِكَ يَدْعُونَ اِلَى النَّارِ وَاللّهُ يَدْعُوا اِلَى الْجَنَّةِ وَالْمَغْفِرَةِ بِاِذْنِه وَيُبَيِّنُ ايَاتِه لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ

 

"(Ey Müminler,) iman etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin. Mümin bir cariye, hoşunuza gitse bile müşrik bir kadından hayırlıdır. (Mü 'min kadınları) iman etmedikçe müşrik erkeklerle evlendirmeyin. Mümin bir köle, hoşunuza gitse bile (hür) bir müşrikten hayırlıdır. Bunlar (sizi) cehenneme çağırırlar; Allah ise, izniyle, cennete ve mağfirete dâvet ediyor. İşte, Allah, düşünüp ibret alsınlar diye, ayetlerini insanlara böyle açıklar. "[637]

 

Hz. peygamber de Buhâri ve Müslim tarafından nakledilen bir hadisinde, bir kadınla ancak dört meziyeti dolayısıyla evlenildiğine işaret ederek, bunların; kadının malı, soyu-sopu güzelliği ve bir de dini olduğunu belirtmiş, sonra da, "sen kadının dindar olanını al" buyurmuştur.[638]

 

İbn Mâce tarafından nakledilen bir hadisinde ise şöyle demiştir: "Kadınlarla güzellikleri dolayısıyla evlenmeyin; olabilir ki, güzellikleri onları kötülüğe sevkeder. Malları dolayısıyla da evlenmeyin; olabilir ki malları da onları size karşı isyâna sevkeder. Fakat onlarla dinleri dolayısıyla evlenin. Dindar olan siyahi bir cariye, diğerlerinden üstündür."[639]

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

KOLAYLAŞTIRIN ZORLAŞTIRMAYIN…

 

Yirmi Sekizinci Ayet

 

اُدْعُ اِلى سَبيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتى هِىَ اَحْسَنُ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَبيلِه وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَدينَ

 

(Resûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir” [640]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Hz.Hamza Uhud savaşında şehit olup müşrikler tarafından azaları paçalanınca, onu gören Hz.Peygamber (a.s) şöyle buyurdu: "Vallahi senin yerine onlardan yetmişinin azalarını parçalayacağım." Bunun üzerine 25-24 ayetleri nazil oldu.[641] 

 

Bu ayette geçen "Onlarla en güzel şekilde mücadele et” emri de, tebliğ vazifesini ciddi bir şekilde yerine getirmeyi taleb etmektedir. Buna göre tebliğci, tatlı bir dile sahip olmalı, tebliğde soylu bir davranış göstermeli, cezbedici, akla ve mantığa uygun fikirleri öne sürmeli ve muhatabını en güzel bir şekilde ikna etmeye çalışmalıdır.[642]

 

Merhum müfessir Elmalılı, bu ayeti açıklarken şöyle buyurmuştur: "Tebliğ vazifesini yerine getirme, herkese son nefesine varıncaya kadar bir nevi farzdır. Bununla beraber, dünyada hiç bir-hususta ümitsizliğe düşmek caiz değildir. Her ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar, insanların tövbe ve takvasını arzu ve ümit etmek de bir vazifedir. İnsanlığın hali sürekli değişmededir ve kader sırrı meydana gelişinden önce bilinmez. Ne bilirsiniz, bu güne kadar hiç söz dinlemeyen bu insanlar belki yarın dinleyiverir ve sakınmaya başlar, bütün bütün sakınmazsa, belki biraz sakınır ve bu sayede azabı hafifler. Her halde tebliğde bulunup öğüt vermek, tebliği terk etmekten evlâdır. Tebliği bütünüyle terk etmekte ise, hiç bir ümit yoktur. Hiç bir mukavemete maruz kalmayan fenalık daha süratle yayılır. Herhangi bir fenalığın aslını silmek mümkün olmasa da hızını azaltmaya çalışmak da göz ardı edilmemelidir.”[643]

 

Hz. Peygamber (a.s) veda hutbesinde İslâm'ın temel prensiplerini tebliğ ettiği zaman, sık sık hazır olanlara: "Tebliğ vazifemi yaptım mı?" diye sormuş. Onlardan olumlu cevap alınca, "Allah'ım, sen benim tebliğ vazifemi yaptığıma şahid ol!..” diyerek, bu kutsal vazifeyi yerine getirmenin sevincini yaşamıştır.[644]

 

Davet, Allah yoluna yapılan bir çağrıdır. Davetçinin şahsına ve milletine yapılan bir çağrı değildir. Davetçinin, bu çağrı ile Allah'a karşı görevini yapmaktan öte bir kazancı yoktur. Onun sözkonusu edilebilecek bir üstünlüğü yoktur. Ne dava üzerinde ne de kendisi aracılığı ile doğru yola gelenler üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Bunların ötesindeki mükafatını vermek ise Allah'a aittir.

 

Hikmet ile davet etmek: Muhatapların durumlarını ve şartlarını gözönünde bulundurmayı, her defasında ne kadar anlatılmasının uygun geleceğine, ağır gelmeyeceğine dikkat etmeyi, insanların bünyeleri hazırlanmadan, onlara yükümlülükler yağdırmamayı, onlara nasıl hitap edileceğini, iyi seçmeyi, şartlara ve durumlara göre bu hitap yöntemlerini ve yollarını çoğaltmayı gerektirir. Acelecilik, duygusallık ve tepkisellikle işi zora koşup, bu konuların hepsinde ve diğer konularda hikmetin sınırlarını aşmamayı gerektirir.

 

Güzel öğütle davet etmek: Yumuşak şekilde kalplere girmeye, tatlılıkla, duyguların derinliklerine inmeyi gerektirir. Gereksizce azarlama ve zorlamaya başvurmamayı icap ettirir. Bilgisizlikten veya iyi niyetten kaynaklanmış olabilecek hataları yüze vurmamayı, deşifre etmemeyi zorunlu kılar. Zira öğüt vermedeki yumuşaklık, çoğu zaman katı kalpleri bile doğru yola iletir, birbirinden nefret eden gönülleri kaynaştırır. Neticede azarlama, çıkışma ve rencide etmekten daha iyi sonuçlar doğurur.

 

Dil ile davet ve delillerle tartışma dairesi dışına çıkılmadığı sürece, davetin metodu ve ilkeleri bunlardır. Ama davet edenlere saldırı yapıldığında durum değişir... Saldırı sıcak bir savaşı ifade eder. Hakkın onurunu korumak, batılın üstünlüğünü bertaraf etmek için aynısı ile karşılık vermek gerekir. Burada da karşı saldırıya geçerken sınırlar aşılmamalı, aşırılıklara ve ölünün organlarını kesmeye varmamalıdır. İslâm, adalet ve itidal dinidir. Barış ve saldırmazlığı öngörür. Kendisini ve müslümanları saldırılardan korur. Fakat kendisi saldırganlık yapmaz. [645]

 

Sonuç olarak, İslâm davası yolunda elden geleni yapmak, bu dava için bütün imkan ve kaynakları seferber etmek ve Allah'ın adını yüceltmek için tebliğde bulunmak demektir. Gerçekten de tebliğ suretiyle cihatta bulunmak, düşmana karşı silahla cihatta bulunmaktan daha büyük ve daha üstündür.[646]

 

Güzel söz, yılanı dahi deliğinden çıkarır. Güzel davet muminlerin dininin şiarıdır.

Yukarıdaki ayet ve aşağıdaki hadisi şerif bize bu mesajı vermektedir.

Hak sahibi olmak haksızlık yapmayı gerektirmez. Bilakis hak sahibi iken güzel muamele, güzel davet kişinin kemaletini artırır.

Yüce Allah cümlemizi haksızlığa meydan vermeden hakkı ikame etmeyi nasip etsin.

 

 

 

Yirmi Sekizinci Hadis

 

يسِّرُوا وَلآ تُعَسِّرُوا وَبَشِِّرُوا. وفي رواية وَسَكِّنُوا وَلآَتُنَفِّرُوا.

 

"Kolaylaştırın, zorlaştırmayın ve müjdeleyin, nefret ettirmeyin. " [647]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: Hz.Peygamber (a.s) Muaz bin Cebel (r.a) Yemene gönderdiği zaman bu hadisi tavsiye etmiştir.[648]

Bu hadis, Buhârî ve Müslim'de muhtelif tariklerden rivâyet edilmiştir. Diğer rivâyetlerin bir kısmında farklı ziyâdeler mevcuttur: "Uyumlu olun, ihtilâf etmeyin, teskin edin, nefret ettirmeyin" gibi.

 

Bu hadis, Resûlullah (a.s)'ın cevâmiulkelîm denen özlü sözlerindendir. Sevindirin emriyle, Allah'ın fazlını, sevâbının büyüklüğünü, ihsânının bolluğunu, rahmetinin genişliğini, af ve mağfiretinin şümûlünü hatırlatmak emredilmiştir. Arapça'da tebşîr (müjdeleme) sevindiren bir haber getirilmesidir. Öyle ise "sevindirin" emriyle, Allah'ın ibâdetleri kabul edeceğini, ibâdetlere mukabil sevab vereceğini, günahlardan tevbe etmeye yardım edeceğini bildirmek, affını, mağfiretini çokca zikrederek insanları sevindirmek, müjdelemek emredilmiştir. Keza nefret ettirmeyin emriyle de: "İnsanları inzâr ederken, mübalağa ederek onları korkutmayın, öyle ki, onlar günahlarının affedilemeyeceği düşüncesiyle Allah'ın rahmetinden ümidlerini kesmesinler" demektedir. "Zorlaştırmayın"  emri, kendilerine terettüp edenden fazlasını veya daha iyisini almak veya kusurlarını araştırmak sûretiyle insanlara çıkarılacak zorluklardan yasaklanmış olmaktadır.

 

Resûlullah (a.s)'ın bu tembihleri, bir işin görülmesi için gönderdiği memurlarına yaptığı düşünülecek olursa, halka hizmet sunan, insanlarla münâsebeti olan herkesin bu tembihte yer alan sevindirme, nefret ettirmeme, kolaylaştırma, zorlaştırmama prensiplerini kendisine peygamberinin bir emri olarak rehber etmesi gerekir. Bu tembihlerin irşadda bulunanlara da rehber olması gerekir. Dînimizin üst üste hep emir ve nehiylerini bütün teferruâtıyla söyleyerek, İslâm'ı tatbik edilemez, yaşanamaz gösterip nefret verinceye kadar, mühimlerden, zarûrilerden başlayıp az az, teker teker söyleyerek, Allah'ın mağfiretini, cennetin güzelliklerini, nimetlerini hatırlatarak tebliğde bulunup dîni sevdirmesi gerekir. İslâm'a yeni girenlere, ibâdete alıştırılacak çocuklara hep bu minval üzere gitmeli, yavaş yavaş az az alıştırarak yol almak, güler yüz, tatlı söz ve mülâyemetle muamele etmek, sertlikten, kırıcılıktan kaçınmak gerekir.

 

İnsanların ülfet edip ısınacağı şeyleri söylemek sûretiyle onlara karşı kolaylık gösterin, çünkü insanlar öyle olan mevizeleri kabul ederler. Aksi takdirde nefislerine ağır gelen şeyden nefret ederler. şurası bilinmeli ki, öğretme işlerinde kolaylaştırmak, taati kabûl etmeye sebep olur ve ibâdeti arzu edilen kılar, netîcede öğrenmeyi de, amel etmeyi de kolaylaştırmış olur. "Kolaylaştırın!" emrinden sonra "zorlaştırmayın!" neyhinin gelmesinde şu inceliğe dikkat çeker: "Aslında bir şeyi emredince zıddının da yasaklanması zımnen emredilmiş” olur.

 

Burada, kolaylaştırmak emrini tekid için, bunda zımnen mevcut olan zorlaştırmamak emrini sarih olarak da söylemiştir. Burada maksat, zorlaştırmayı da ayrıca yasaklamaktır. Zîra, sadece kolaylığın emri ile yetinilseydi bir kere kolaylık gösterip birçok defalar zorluk çıkaranlar da hadisin emrine muvafık hareket etmiş olurdu, bunun önlenmesi için her ikisi de ayrı ayrı zikredilmiştir. Bu hadiste Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm) dünyayı ilgilendiren meselelerde kolaylaştırmayı, âhireti ilgilendiren meselelerde vaadedilen husûsları en güzel şekilde, sürûrla haber vermek gerektiğini ifâde etmektedir. Tâ ki, Resûlullah'ın her iki dünyada da rahmeten li'l-âlemin (âlemlere rahmet) olduğu anlaşılsın.

 

Hadiste Allah'ın rahmetini zikrederek kolaylaştırma sırasında, korkutucu şeyleri zikrederek nefret ettirmekten, yani tebşîre nefret ettirici şeyleri ilâve etmekten nehiy vardır. Hadis ayrıca, yeni müslüman olanları, -onlara karşı şiddetli davranmayı terkederek, en kolay olandan başlayarak, Allah hakkında hüsnü zannı telkin ederek- kazanmak da emredilmektedir. Ancak vaaz ve nasihatının tamamını ümit üzerine de bina etmemelidir.

 

Korkuyu da katmalıdır, korku ve ümidi sağ ve sol eller gibi yan yana, ilim ve ameli de bir kuşun iki kanadı gibi berâber zikretmelidir. "Bu hadisin, zamanımızda temelde İslâm'a karşı olan kötü niyey sahiplerinin telkiniyle birçok safdiller tarafından, İslâm'ın ruhuna uygun olmayan bir tevile büründürüldüğüne şâhid olmaktayız. Böyleleri: "Allah korkulacak bir şey değildir, ben Allah'ı severim, O'ndan korkmam. Peygamberimiz de müjdeleyin, korkutmayın" dememiş midir?.. vs." demektedir.

 

* İnsana yakışan her şeyin en mükemmelini yapmaktır. Fakat en mükemmelini yapmaya güç yetiremiyorsak, o zaman ona yakın olanla yetinmeliyiz.

 

* Bizi cennete götürecek olan amellerimiz değil. Yüce Allah'ın mağfireti ve rahmetedir. Onun için hiç kendimizi zorlayıp yormamalıyız, doğal ve sakin olmalıyız ve insanlar insan olduğu için merhamet etmeliyiz.

 

* Yüce Allah'ı razı edecek olan amel, çok olanı değil. Onun rızasına uygun olanıdır.

 

 

 


 

 

 

 

HER ÇOCUK FITRAT ÜZERE DOĞAR

 

Yirmi Dokuzuncu Ayet

 

فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّينِ حَنيفًا فِطْرَةَ اللّهِ الَّتى فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَاتَبْديلَ لِخَلْقِ اللّهِ ذلِكَ الدّينُ الْقَيِّمُ وَلكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَايَعْلَمُونَ

 

"(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler."[649]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Bi'setin beşinci yılında Roma ile İranlılar arasında vukuu bulan savaş esnasında nazil olmuştur.[650]

 

Önce fıtrat nedir sorusuna cevap arayalım: Fıtrat: Yaratılış, yapı, karakter, tabiat, mizaç, Peygamberlerin sünneti, Kâlb-i selim, adetullah. Ayrıca hilkat, tabii eğilim, hazır olmak, huy, cibilliyet, içgüdü, istidât gibi manalara da gelir.

 

Terim olarak fıtrat: "Allah Teâlâ'nın mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve idrak edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır.”[651]

 

Fa-ta-ra fiil kökünden türeyen fatr: yarmak, ayırmak; iftar: orucu açmak; infitâr: yarılmak, açılmak; futûr: yarıklar, çatlaklar anlamındadırlar. Fıtrat; ilk yaratılışı kavramlaştırdığı gibi, sürüp giden her yaratılışı da anlamında toplar. Yani herhangi bir şeyin bir maddeden veya ilk yaratılıştaki gibi yokluktan ilk icadı ve ilk çıkışına fatr, bunun ortaya çıkış biçimine ve taşıdığı özellikleriyle birlikte görünüşüne fıtrat denir. Yaratığın fitrat üzerinde kazandığı öz niteliklerine de tabiat denilmiştir. Kâinatın Allah'ın fitratı üzere işleyişi İslâmî dilde âdetullah, sünnetullah, fitratullah ifadeleriyle isimlendirilmektedir.[652]

 

Ayetin tefsir ve izahını keskin edebi kaleme sahip olan merhum S.Kutub'a bırakıyorum.

 

Burada "o halde", şu anlama gelir: Gerçek aşikar olduğu ve siz bu kâinatın ve insanın yaratıcısının, malik ve hakiminin bir tek Allah olduğunu öğrendiğinize göre, o zaman kaçınılmaz olarak davranışlarınız bu ayette belirtildiği gibi olmalıdır.

"Yüzünü samimiyetle ve tamamen": "Bu hayat tarzını kabul ettikten sonra, yüzünü başka bir yöne çevirme. Bir Müslüman gibi düşün ve sevdiğin veya sevmediğin şeyler de bir Müslümana uygun olsun. Ölçü ve değerlerin, İslâm'ın koyduğu ölçü ve değerler olmalı, karakter ve davranışların İslâm'ın mührünü taşımalı ve senin gerek bireysel, gerekse toplumsal hayatın İslâm'ın öğrettiği yola göre düzenlenmiş olmalıdır."

"Bu din"; Kur'an'ın sunduğu din, yani içinde sadece Allah'ın ibadet ve itaate layık olduğu, hiçbir şeyin, ilâhlıkta, sıfatlarında, hak ve güçlerinde Allah'a ortak koşulamadığı, insanın kendi dileği ile hayatını Allah'ın hidayet ve kanununa göre düzenlemeyi seçtiği din.

 

Yani, Bütün insanlar şu fıtrat üzerine yaratılmışlardır ki, hiçbir şey değil, sadece ve sadace bir tek Allah onların yaratıcısı, rabbi ve mabududur. Bu fıtratta sebat etmelisiniz. Eğer bağımsızlık tavrını benimserseniz, fıtratınıza aykırı bir yola uymuş olursunuz. Ve eğer Allah'ın yanısıra başkalarına da taparsanız, yine fıtratınıza aykırı hareket etmiş olursunuz.

 

Bu konu birçok hadisle Hz. Peygamber (a.s) tarafından açıklanmıştır. Buhari ve Müslim'in naklettiğine göre, Hz. Peygamber (a.s) şöyle demiştir: "Her doğan ancak İslam fıtratı üzere doğar. Sonra onu anne-baba Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi yapar. Nitekim bir hayvan yavrusu da derli toplu, azaları yerliyerinde doğar. Siz bu yavruda aza noksanlığı görüyor musunuz? Fakat müşrikler cahiliye adetleri yüzünden onların kulaklarını keserler." Müsned-i Ahmed ve Neseî'de rivayet edilen bir hadise göre, Müslümanlar bir savaşta düşmanların çocuklarını bile öldürmüşlerdi. Allah Rasûlü (a.s) bunu öğrenince çok kızdı ve şöyle dedi: "Bu insanlara ne oluyor da hududları aşıyorlar ve çocukları öldürüyorlar?" Adamın biri: "Efendimiz, onlar müşriklerin çocukları değil mi?" dedi. Bunun üzerine Peygamber (a.s): "sizin en iyileriniz bile müşriklerin çocuklarıdır" cevabını verdi ve şunları ekledi: "Doğan her çocuk fıtrat üzerine doğar, sonra o konuşmaya başladığında anne-babası onu Yahudi veya Hıristiyan yapar."

 

İmam Ahmed'in İyaz bin Hımâr-ül Mücaşi'den rivayet ettiğine göre, Allah Rasûlü (a.s) bir hutbesinde şöyle buyurmuştur. "Rabbim diyor ki: Ben kullarımı gerçek din üzere yarattım. Sonra şeytan geldi ve onları dinlerinden saptırdı, onlara helâl kıldığımı haram kıldı ve onlara kendisine hiçbir delil indirmediğim varlıkları bana ortak koşmalarını emretti."

 

Yani, "Allah, insanı kendi kulu kılmış ve onu sadece kendisine ibadet etmesi için yaratmıştır. Bu doğal konum ne kadar çaba sarfedilirse edilsin değiştirilemez. Ne insan kul olma kanununu değiştirebilir ne de Allah'tan başka bir varlık, gerçek anlamıyla onun ilâhı olabilir. İnsan dilediği kadar ilâh edinebilir, fakat onun bir tek Allah'ın kulu olduğu gerçeği değişmez. İnsan bilgisizliği ve cehaleti nedeniyle bir kimseyi ilahi sıfat ve güçlere sahip kabul edebilir veya bir kimsenin onun kaderinin hakimi olduğu fikrini savunabilir, fakat gerçek şudur ki, ne Allah'tan başkası ilâhi sıfat ve güçlere, ne O'nun otoritesine sahiptir, ne de O'ndan başkasının insanın kaderini belirleme gücü vardır."

 

Bu ayete ayrıca şöyle bir meal verilebilir: "Allah'ın insanı yarattığı fıtratta hiçbir değişiklik yapmayın." Yani Allah'ın insanı yarattığı fıtratı bozup tahrib etmek doğru değildir.

"Doğru din": Kişinin yaratılış tabiatında sabit kalabilmesini sağlayan tek doğru din.

 

Evrenin içeriği, dıştan görünen sahneleri, nefsin derinlikleri ve yapısında geçen bu gezintilerin ardından yönelimin doğru dine bağlı kılınmasına ilişkin bu direktif yerinde ve zamanında geliyor... Öyle ki, yoldan çıkmış kalpler, tutumlarını haklı gösterecek her türlü gerekçeyi yitirmiş ve her türlü cephane ve silahtan yoksun kaldıkları gibi, yapısı bozulmamış kalpler de onu karşılamaya hazırlanmıştır. İşte Kur'an'ın uyguladığı yol, insanı oraya götüren güçlü metod budur. Kalplerin karşı koyamadığı nefislerin reddedemediği metod:

"Yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir..."

Doğruca O'na yönel. Gerçek bilgiye dayanmayıp; sadece arzuların ardına takılıp giden, dağınık arzu ve eğilimlerin etkisinden koruyan, işte bu dindir... Sen yönelimini insan yapısının onayladığı dine çevir ve hiçbir yana eğilme. Ve başkalarına da aldırış etme.

"Allah'ın yaratma kanununa uygun olarak dine dön ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez."

 

Böylece insan nefsinin yapısı ile bu dinin yapısını birbirine bağlıyor. Her ikisi de Allah'ın dilediği yapıda her ikisi de varlığın yapısıyla uyumlu, her biri yapı ve yöneliminde diğeriyle uyumlu. İnsan kalbini yaratan Allah'tır. Bu dini ona hükmetmesi, onu yönetmesi, hastalığını tedavi etmesi ve sapmadan koruması için indiren yüce Allah, yarattığını bilir. O lâtiftir, haberdardır. Yapı da değişmez, dinde; "Allah yaratması değiştirilemez." Nefisler yapılarının dışına çıktıklarında; onları yapılarına döndürecek ve yapıyla uyum içinde olan bu dindir sadece. İnsanın yapısıyla varlığın yapısını kesiştiren din.

"İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler."

Bu davranış sonucu bilgisizce, keyfi eğilimlerin güdümüne giriyor, hedefe götüren doğru yoldan sapıyorlar.[653]

 

Fıtrat aynı zamanda asalettir, ahlaktır, edebtir ve terbiyedir.

Yüce Allah ayette, insanı bu özelikte yaratmış olduğunu vurgularken, aşağıdaki hadisi şerif ise eğer insanın üzerinde bulunduğu bu fıtrat, din ile iman ile korunmazsa şeytan ve dostlarının esiri olur.

Yüce Allah cümlemize fıtratımızı İslam kalesi ile korumayı nasip etsin.

  

 

 

Yirmi Dokuzuncu Hadis

 

مَامِنْ مولودٍ إّلآ يولدُ علَى الفطرةِ.

 

"Her doğan çocuk muhakkak İslâm fıtratı üzerine doğar."[654]

 

 

Hadsin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: Hz.Peygamber (a.s) harpe esnasında ani baskınlar sonucunda kadın ve çocuklar da öldürülüyor? diye sorulunca: Hz. Peygamber (a.s) kadın ve ocukların öldürülmesinin men etmişti. Öldürülen müşriklerin çocuklarıdır. Hz.Peygamber (a.s): "Müşriklerin çocukları da olsa öldürmeyin, öldürmeyin, öldürmeyin," diyerek. Yukarıdaki hadisi şerifi buyurdu.[655]

 

Bu hadiste kişinin kazanacağı dinî, meslekî, ilmî vs. her çeşit şahsiyette terbiyenin, hususen anne ve babanın rolü dile getirilmektedir. Gerçekten milletlerin iyi veya kötü her istikamette kaderini tayin eden âmillerin başında terbiye gelir. Terbiyevî gayretler terbiyevî müesseseler, terbiyeye ayrılan vaktin miktarı neticeye tesîr eder. Hadîste, terbiye yoluyla çevrenin kişiye vereceği şeylere "din" örneğinde dikkat çekilmiştir.

 

Dikkat çekilen ikinci bir husus çocuk fıtratıdır. Hz. Peygamber (a.s) bütün çocukların aynı fıtrata sâhip olduğunu ifade etmektedir: Zengin çocuğu da, fakir çocuğu da... siyahî çocuğu da, beyaz çocuğu da, Avrupalı aileden doğan çocuk da, Afrikalı yamyam âileden doğan çocuk da aynı fıtrata sâhip. Demek ki, doğduğu an dikkate alındıkta bütün insanlar aynı yaratılış üzeredirler, aynı temel kapasite ve temayüllere sahiptirler. Resûlullah (a.s) "Allah'ın yaratışta verdiği fıtrat" âyetini de delil getirerek mevzuyu iyice kuvvetlendiriyor. Kavimler, milletler, ırklar arasındaki farklılıklar, dış şartların ve bilhassa terbiye sisteminin tesiriyle husule gelmektedir. Terbiye sistemi deyince, öğretilen muhteva, öğretime verilen ciddiyet, öğretim müddeti, öğretim techizatı, teknik ve metodlar, nazariyat, pratikler vs. vs. anlaşılacaktır.

 

Çocuk, Allah bilgisine sahip olarak, Allah'ı ikrar edecek bir yaratılışla doğar. Kendisinin bir yaratanı bulunduğunu ikrar etmeyecek hiç kimse doğmamıştır, bunu başka şekilde isimlendirse ve hattâ, O'nunla birlikte bir başka şeye tapınsa da" demiştir. Nevevî, muhtelif görüşleri kaydettikten sonra "En doğrusu, her çocuğun İslâm'ı kabûle hazır bir yaratılışla doğmuş olmasıdır" der. Hadisi böyle anlamalıyız demek ister.

 

Hadîste temas edilen üçüncü husus, büluğa ermeden ölen çocukların uhrevî âkibetleri. İslâm âlimleri, bu meseleye temas eden diğer hadisleri ve bir kısım âyetleri de nazar-ı dikkate alarak farklı görüşler ileri sürmüşlerdir:

1-İslâm âlimleri büyük çoğunluğuyla "Müslüman ailelerin çocukları cennetliktir, çünkü mükellef olmazdan önce ölmüşlerdir" der. Bu hususta kesin hükümden kaçarak ihtiyatı iltizam edenler olmuşsa da Hz. Peygamber (a.s)'ın: "Bülûğa ermeden üç çocuğu vefat eden hiçbir Müslüman yoktur ki, Cenâb-ı Hak, çocuklara olan rahmeti sebebiyle onu cennete koymamış olsun" hadisine dayanarak bunların isabetli davranmadıklarını söylemişlerdir.

2-Müslüman olmayan ailelerden ölen çocuklar hakkında üç farklı görüş ortaya atılmıştır:

a) Çoğunluk, "Bunlar ebeveynlerine tâbi olarak cehennemliktir" diye hükmetmiştir.

b) "Kesin hüküm verilemez" diyenler olmuştur.

c) Muhakkik âlimlerin benimsediği sahih görüşe göre bunlar da cennetliktir. Bu görüşü ileri sürenlerin delilleri arasında şu âyet de yer alır:

 

مَنِ اهْتَدى فَاِنَّمَا يَهْتَدى لِنَفْسِه وَمَنْ ضَلَّ فَاِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَلَاتَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرى وَمَاكُنَّا مُعَذِّبينَ حَتّى نَبْعَثَ رَسُولًا

 

"Kimse kimsenin günahını çekmez. Biz peygamber göndermedikçe kimseye azâb etmeyiz." [656]

 

* Akıl ve baliğ oluncaya kadar çocuğun yaptıkları anne ve babasına ait olup kendisine hiçbir sevap ve günah yazılmaz.

 

* İslam dini hiç kimseyi soyu ve sopundan dolayı ne yadırgar ne de över.  Çünkü herkes kendi hür iradesiyle yaptığı şeylere göre hükme tabi tutulur.

 

* Anne ve babanın kendi çocukları üzerine vazifeleri: Eğer çocuklarını iyi bir şekilde yetiştirirlerse çocuklarının her işlediği sevaptan (öldükten sonrada yaptıklarına ortak olup) pay alırlar.

Eğer iyi bir şekilde yetiştiremezlerse sadece evlatlarını yetiştiremediklerinin cezasını hem dünyada hem de ahrete çekerler. Evlatlarının işlediği günahtan sorumlu olmazlar.

 

* Hür olarak doğan her insan, ne anne ve babasının, ne de ırk ve milletlerinin işlediği şeylerle itham edilmezler.

 

* Her insan bir Adem. Her Adem bir Alemdir. Her İnsan kendi kişisel menkıbesinin başrolünde oynadığı şeylerle anılır ve bilinir.

 

* Her çocuk, içinden çıktığı ailenin dışarıya yansıyan bir aynasıdır. Onun için kimin  aile yapısının ne tür bir eğitim ve yaşam biçimi içinde olduklarını anlamak için dışarıya çıkan çocuklarını görmek yeterlidir.

 

* Çocuklar, bir ailenin ve toplumun hem istikbali, hem de mirasçısıdırlar. Çocukları sağlıklı bir eğitim almış olanların gelecekleri sağlam olur.[657]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

ALDATAN BİZDEN DEĞİLDİR

 

Otuzuncu Ayet

 

وَقَدْ مَكَرَ الَّذينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَلِلّهِ الْمَكْرُ جَميعًا يَعْلَمُ مَاتَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ وَسَيَعْلَمُ الْكُفَّارُ لِمَنْ عُقْبَى الدَّارِ

 

“Onlardan öncekiler de (peygamberlerine) tuzak kurmuşlardı; halbu ki, bütün tuzaklar Allah'a aittir. Çünkü O, herkesin ne kazanacağını bilir. Bu yurdun (dünyanın) sonunun kimin olduğunu yakında kâfirler bileceklerdir!” [658]

 

 

Ayetin Nüzulü ve Açıklaması

Yahudiler, Hz.Peygamber (a.s.) durmadan iftira ediyorlardı. Dahası Mekke müşriklerini kışkırtarak Hz.Peygamber (a.s)'a tuzak kurmalarını ve onu öldürmeleri istiyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi.[659]

 

Ayetin Nüzûlünün tespitinden sonra şimdide müslümana yakışmayan aldatma nedir ve nasıl olur izahını yapmaya çalışalım.

 

Aldatmak: Yanıltmak, hîle ve oyuna getirmek, kandırmak, iğfâl etmek, dolandırmak, sözünde durmamak.

 

Kur'an-ı Kerim'de aldatma, münâfıklara yakışan çirkin bir huy olarak belirtilmiştir. Münâfıkların en belirgin özellikleri Allah'a inanmadıkları hâlde, "inandık", diyerek başkalarını kandırmalarıdır. Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışan münâfıklar aslında kendilerini aldatmışlardır. Allah mutlaka onların hîle ve aldatmalarını boşa çıkarır.

 

İnsanlarla olan ilişkilerde de dürüst olmak gerekir. Başta alış-veriş olmak üzere her konuda başkalarını aldatmak ahlâksızlıktır. Dünyada insanları aldatmak mümkün olsa bile, Cenâbı Hakk her şeyi kuşatan ilmi ile yapılanları bilecek ve ahirette bunun hesabını hilekâr yalancılardan soracaktır. Bunun için asıl aldananlar, geleceklerini düşünmeden başkalarını aldatmaya çalışanlardır.

 

Allah'u Teâlâ başka bir ayette de şöyle buyuruyor:

 

اِنَّ الْمُنَافِقينَ يُخَادِعُونَ اللّهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ وَاِذَا قَامُوا اِلَى الصَّلوةِ قَامُوا كُسَالى يُرَاؤُنَ النَّاسَ وَلَا يَذْكُرُونَ اللّهَ اِلَّا قَليلًا

 

"Doğrusu münâfıklar Allah'ı aldatmağa çalışılar, oysa O onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir. "[660]

 

Şu halde müslümanın böyle bir nifak alâmetini üzerinde taşımaması için; kesinlikle hilekârlığa ve başkalarını aldatmağa yeltenmemesi, böyle bir düşünceyi içinde taşımaması gerekir. Unutulmamalıdır ki, Cenâb-ı Hakk'ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. O'nun bilmediği şey yoktur. Öyleyse başkalarını aldatmağa çalışmakla gerçekte kendimizi aldatmış oluruz.

 

Allah'u Teâlâ şöyle buyuruyor:

 

وَاِنْ يُريدُوا اَنْ يَخْدَعُوكَ فَاِنَّ حَسْبَكَ اللّهُ هُوَ الَّذى اَيَّدَكَ بِنَصْرِه وَبِالْمُؤْمِنينَ

 

"Seni aldatmak isterlerse, (bil ki) şüphesiz Allah sana kâfidir. Seni ve inananları yardımlarıyla destekleyen, kalplerini uzlaştıran odur. "[661]

 

Cenâb-ı Hak bir yandan hilekârların hîlelerini ortaya çıkararak onları dünya ve ahirette rezil ve rüsvây ederken, öte yandan aldatılmak istenen müminlerin yardımcılığını üstlenmektedir .

 

Bütün bunlar düşünülerek, insanlarla olan her türlü münasebette dürüst olmak, doğruluktan ayrılmamak, yalana, hîleye başvurmamak; kısaca hiç kimseyi, hiçbir konuda aldatmamak müminlerin vazgeçilmez prensibi olmalıdır.

 

Ayette müşriklerin inananlara karşı yaptıkları çirkinliğin tuzak olduğunu buyururken aşağıdaki hadisi şerif ise Müslümanların birbirlerine karşı yaptıkları çirkinliğin ise hile olduğunu beyan etmektedir. Ama sonuçta ikisi de aynıdır.

Hile ile yolunu tesis edenlerin sonu hüsrandır. Yukarıdaki ayeti kerimin ifadesi bu mihvalde iken aşağıdaki hadisi şerifin ise aldatarak kazananların servetleri boşa çıkacağınıvurguluyor.

Düzenbazların düzeni çürüktür.

Hilekarların aldatması beyhudedir.

Yüce Allah cümlemizi şerlilerin tuzağından ve hilekarların aldatmasından koruyusun.

 

 

Otuzuncu Hadis

 

مَنْ غَشَّنَا فليْسَ مِنَّا.

 

"Kim bizi aldatırsa o bizden değildir." [662]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: Bu hadisin iki Vürûdundan bahsedilir.

a-Ebu Dâvud,[663] Ebu Hureyre[664] (r.a)'dan: "Hz. Peygamber (a.s) yiyecek satan bir adama uğradı ve ona "ne satıyorsun?" diye sordu. O da ne sattığını haber verdi. Bu arada Yüce Allah, Hz.Peygamber (a.s) vahyederek, elini satılan yiyeceğin içerisine sokmasını buyurdu. O da elini yiyeceğin içerisine soktu. Bir de ne görsün, o yiyecek ıslatılmış. Bunun üzerine buyurdu ki: "Hile yapan bizden değildir."[665]   

 

b-Ahmed ve Buhari, Zeyd b. Sabitin şöyle dediğini rivayer ederler: "Resulullah Medineye gediği dönemde biz, meyveleri olgunlaşmadan satıyorduk. Hz.Peygamber (a.s) bir münakaşa ve kavga işitti ve, "bu ne ola?" diye sordu. Denildi ki: "Bunlar meyveleri satın aldılar, şimdi de diyorlar ki, onlara bir takım afat ve ayıp isabet etti." Bunun üzerine Hz.Peygamber (a.s) buyurdu ki: "Meyveler olgunlaşıp, afet tehlikesi geçmeden satmayın."[666]

 

Bu rivayet, Hz. Peygamber (a.s)'ın devlet reisi vasfıyla zaman zaman çarşıpazarı teftiş ettiğini gösterir. Ma'mafih çarşıya alışveriş için de gelmiş bulunsa, bu esnada konrol ve murâkebe işini de yürüttüğünü ve dolayısıyla, devletin bu işlere ehemmiyet vermesi gereğini ifâde eder.

 

Hz. Peygamber (a.s)'ın buğdaydaki yaşlığı gizlememesini söylemesi, bu yığnı toptan satmak üzere koyduğunu ifade eder. Çünkü ölçek ölçek satılma durumunda alttaki yaşlılık meydana çıkacağından, burada bir aldatma niyeti söz konusu olamaz. Şu halde bağbağ, sandıksandık, sepetsepet, çuvalçuval, toptan satışlarda üst kısma kalitelisini, kusursuzunu koyarak, müşterinin nazarından bazı kusurlarını gizlemek haram olmaktadır. Üst kısım ile alt kısım arası fark büyük olduğu takdirde müşteri akdini bozabilir, az farkı böyle bir hak tanımaz, çünkü alışverişte bir tarafın az miktarda aldanması normal karşılanır. Bazı âlimler, bu hadisten, büyük ve fazilet ehli kimselerin alışveriş için pazara gitmelerinin sünnet olduğu hükmünü çıkarmışlardır.

 

Nitekim İmam Mâlik: "Eskiden insanların âdeti pazar yerlerine çıkmak ve oralarda oturmak idi. İbni Ömer çok defa pazara gelip orada otururmuş" der. Yahya İbnu Sâid de: "Ben Saîd İbnu'l-Müseyyeb ile Sâlim Mevlâ İbnu Ömer (r.a)'ın bir kısım rivayetlerini, onlar çarşıda oturup sohbet ederken aldım" demiştir. Bu durumu te'yid eden bir rivayet, Ashabtan Abdullah İbnu Büsr en-Nasrî ile ilgili: "Bu zat (r.a), cuma namazını kıldıktan sonra, hemen çıkar, çarşıpazarı bir dolaşır tekrar camiye girip ibâdetle meşgul olurmuş. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulunca: "Müslümanların Efendisi (a.s) böyle yapar gördüm de ondan" cevabını vermiştir.

 

Hilekâr: Hîleci, hîle yapan, düzenbaz, oyuncu. Hîlekârlık, ayin kökten Arapça, Farsça bileşik isimdir. Bir işi, muhatabını yanıltarak yapmaya sevk eden kimseye "hîlekâr" denir. Hîle ahlâka aykırı bir davranış olup, bütün semavî dinlerde yasaklanmıştır.

 

Hîle, ya sözle veya fiille karşı tarafı etkilemek suretiyle vuku bulur. Sözlü hile; tarafların birbirini etkilemek ve akde razı etmek için, bir takım aldatıcı ve yanıltıcı sözler konuşmasıdır. Amaç, ayıplı bir malı, müşteriye ayıpsız gibi satmak veya normalin üstünde bir fiyatla satışı gerçekleştirmektir. Meselâ, satılan malı mevcut olmayan sıfatlarla övmek, malın kusurunu giılemek, üçüncü bir kişi aracılığı ile fiyatın yükselmesini sağlamak bunlar arasındadır.[667]

 

Fiilî hile ise; taraflardan birisinin diğerini etkilemek ve alış verişe razı etmek için birtakım hîleli hareketler yapmasıdır. Meselâ; kalitesi düşük bir mala, aynı cins fakat kalitesi yüksek bir malın damgasını vurmak; kalan değeri yüksek olan kömüre düşük kalitelisini karıştırmak; sütsüz ineğin memelerini bağlayarak süt biriktirmek ve alıcıya çok süt varmış gibi göstermek ve böylece normal fiyatının üstünde fâhiş gabn derecesinde bir satış bedeli ile satmak gibi hilelerdir. Günlük hayatta buna benzer pek çok hile ve aldatma çeşitleri görülmektedir.

 

Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Şuayb (a.s)'ın kavmini hîleye karşı uyarışı şöyle ifade edilir:

 

وَاِلى مَدْيَنَ اَخَاهُمْ شُعَيْبًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلهٍ غَيْرُهُ وَلَا تَنْقُصُوا الْمِكْيَالَ وَالْميزَانَ اِنّى اَريكُمْ بِخَيْرٍ وَاِنّى اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ مُحيطٍ

 

"Ey kavmim, Allâh'a kulluk edin, sizin için ondan başka ilâh yoktur. Ölçü ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi bolluk ve bereket içinde görüyorum. Sizin için çepeçevre kuşatacak bir günün azabından korkarım." [668]

 

Hz. Şu'ayb (a.s) puta tapan Medyen halkını yalnız Allah'ın hâkimiyetini tanıyan tevhîd dinine çalışır. Onlar ölçüleriyle, tartılarıyla ve kesik, eksik paralarıyla devamlı halkı aldatırlardı. Zeyd b. Eslem (ö. 136/753)'den rivayete göre, bunlar dirhemlerin (gümüş para), dinarların (altın para) etrafını keserek bunları piyasaya sayı ile sürerler, halktan alırken de bu paraları tartı ile kabul ederlerdi. Şuayb (a.s), onları bu hileden vazgeçirmeye çalışmış, söz dinlememeleri sonucu helâk olmuşlardır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

ALLAH GÜZELDİR GÜZELİ SEVER

 

Otuz Birinci Ayet

 

وَلَا تُصَعِّرْ خَدَّكَ لِلنَّاسِ وَلَا تَمْشِ فِى الْاَرْضِ مَرَحًا اِنَّ اللّهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ

 

"İnsanlardan yüz çevirerek böbürlenme. Yeryüzünde kibirlenerek yürüme. Şüphesiz Allah, büyüklük taslayan ve övünen hiç bir kimseyi sevmez. Yürüyüşünde tabi ol."[669]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Lokman Sûresi: Kur'an-ı Kerim'in otuz birinci suresi, otuz dört ayet, beş yüz kırk sekiz kelime ve iki bin yüz on harften ibarettir. Hicazlılar bu surenin otuz üç ayet olduğu görüşündedirler.

Mekke'de nâzil olmuştur. Yirmi yedi, yirmi sekiz ve yirmi dokuzuncu ayetlerinin Medenî olduğu rivayet edilmektedir. [670]

Ayet sonlarına ahenk veren fasılaları dâl, râ, zi, mim ve nun harflerdir. Saffât suresinden sonra nazil olmuştur.[671]

Lokman (a.s)'dan ve onun oğluna verdiği vasiyetlerden bahsettiği için sûreye bu ad verilmiştir: "Andolsun Biz Lokman'a hikmeti verdik. Hani Lokman oğluna-ona öğüt verirken-demişti ki: Allah'a şirk koşma... "[672]

Lokman (a.s), Eyke halkından Nûbiya kabilesine mensup olup, İbrahim (a.s)'ın soyundandır.[673]

 

Böbürlenerek yürümenin yasaklanması ile birlikte, aşırı tavırlardan arındırılmış doğal yürüyüşün açıklanması da geliyor: "Yürüyüşünde tabii ol." Burada `doğru ol'la aşırılık göstermeme ve böbürlenme, sağa sola ağız ayırma ve sallanmayla enerji kaybına yol açmama kastedilmektedir, yürüyüşe doğru olmak da aynı anlama gelir. Çünkü bir hedefe yönelen doğal yürüyüş, oyalanma, böbürlenme içermez, rahat tavırlarla sadece doğrultusunda ilerler.

 

Alçak sesle konuşma; terbiye, kendine güven, sözün doğruluğu ve gücü konusunda iç rahatlığını yansıtır. Terbiyesiz veya sözü ve kendi değerinden kuşkuda olandan başkası kabalık etmez, bağırıp çağırmaz. Evet!.. Sadece onlar hiddet, kabalık ve bağırtı ile bu kuşkularını gizlemeye çalışırlar.

 

Kur'an yöntemi, anlatımı şu ifade ile sürdürerek bu davranışın çirkinliğini vurgulamaktadır: "Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir." Görüldüğü gibi, tiksindiricilik ve çirkinlikle birlikte, insanı alaya almaya çağıran gülünç bir sahne çiziyor. Ayetteki, düşünceyi uyandıran ifade aracılığıyla kafasında bu gülünç sahneyi canlandırabilen duygu sahibi birinin sonra kalkıp, bu eşeklerin sesine özenmesi düşünülemez...

 

Güzellik insanın ruhunda gizlidir. Bu güzelliği ortaya çıkaracak olan ise insanın güzel huylarıdır.

Güzel huyların önünü örten çirkin huylardan sakınmak gerekir. En çirkin huy kibirdir. En güzel huy ise mütevazi olmaktır.

Aşağaıdaki hadisi şerifin yukarıdaki ayetle bu sebeple biribiriyle parelellik arzetmektir. Çünkü insanın çirkini huyunun çirkinliği, insanın güzelliği ise huyunun güzelliğidir.

Yüce Allah cümlemize güzel huylar nasip etsin.

 

 

 

Otuz Birinci Hadis

 

إنَّ اللّهَ تَعالى جَمِيلٌ يُحِبُّ الْجَمَالَ؛

 

"Allah güzeldir, güzelliği sever."[674]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: Müslim,  İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kalbinde zerre miktar kibir bulunan kimse asla cennete girmeyecektir!" buyurmuştu. Bir adam: "Kişi elbisesinin güzel olmasını, ayakkabısının güzel olmasını sever!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da: "Allah Teala hazretleri güzeldir, güzelliği sever! Kibir ise hakkın ibtali, insanların tahkiridir" buyurdular."[675]

 

Kibir, büyüklük, ululuk manasına gelir. Dinî bir tabir olarak, kişinin kulluk edebine uymayacak şekilde kendisini diğer insanlara karşı ululaması, onları hakir görmesidir. Aslında insanın Allah'ın bir mahluku olarak, diğer mahlukata karşı da büyüklenmeye hakkı yoktur. Kul ve mahluk olma cihetiyle bir eşitlik mevcuttur. Ancak Allah Teala hazretleri, insana, hilafet ve emanet gibi bazı ziyade mesuliyetler vererek, bunun gereği olarak diğer mahlukata karşı bir kısım imtiyazlar vermiştir; akıl ve irade sahibidir, diğer mahluklar üzerinde tasarruf yetkisi vardır. Bu imtiyazları onu hayvanata karşı kibre değil, Cenab-ı Hakk'a karşı şükre ve hamde sevketmelidir.

 

Tıpkı meyveli bir ağacın yerlere eğilmesi gibi, insanî imtiyazlara sahip beşeriyetin, Allah'ın huzurunda rükû-u tevazuya eğilmesi, secde-i şükr ve hamde kapanması gerekir, tekebbüre gitmesi değil. İmam Gazâlî'ye göre, "kibr," batınî ve "zahirî" olmak üzere ikiye ayrılır: Batınî kibir nefsin derinliklerinde ruhî bir ahlaktır. Zahirî bir kibir ise dışa akseden, azalarda görülen kibirdir. Esasen en doğrusu, içteki ahlaka kibir demektir. Zahirdeki hareketler kaynağını içtekinden alır. Dıştaki hareketleri meydana getiren zaten bu iç ahlaktır. Bu sebeple, hastalık azalarında kendini gösterince, kibirlendi denir. Görünmediği zaman "o kibirlidir" denir. Şu halde kibrin aslı insan tabiatındaki ahlaktır. Bu da kendisini başkasına üstün gösterme arzusudur."

 

Dinimiz, her hayrın, her fazilet ve üstünlüğün Allah'tan geldiğini tedris eder. Bu sebeple kişinin mazhar olduğu bazı faziletler sebebiyle hemcinsine karşı büyüklenmesini, bu nimetlere nankörlük kabul eder, onu asıl veren Allah'tan gaflet alâmeti bilir.  Bu sebeple kibir, şiddetle reddedilen, kınanan huylardan biridir. Meseleye Kur'an-ı Kerim'in müteaddit ayetlerle yer vermesi de kibrin din nazarında ne kadar kötü olduğunu anlamaya yeterlidir. Birkaç ayetin mealini kaydediyoruz:

"Yeryüzünde haksızlıkla kibirlenenleri ayetlerimden çevireceğim."[676]

"Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini mühürler."[677]

"(Peygamberler hep) futuhat istediler. (Buna kavuştular.) Hakka karşı alabildiğine inad eden her mütekebbir zorba ise  nihayet   hüsrana uğradı."[678]

"(Allah) o büyüklük taslayanları sevmez."[679]

"Andolsun ki (kâfirler), kendi kendilerine büyüklenmişler, azgınlıkta pek ileri gitmişlerdi."[680]

"Bana kulluk etmeyi kibirlerine yedirmeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir."[681]

"Yeryüzünde büyüklük taslayarak yürüme. Sen ne yeri yarabilir, ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin. Bütün bunlar, Rabbinin katında çirkin sayılan günahlardır."[682]

 

Kur'an-ı Kerim'de kibre bu kadar yer verilmesinin sebebi, bunun küfrü tazammun etmesindendir. Çünkü büyüklük, izzet, azamet ve üstünlük sadece Allah'a yaraşır. Hiçbir şeye gücü yetmeyen, herşeyini Allah'a borçlu olan biçare insanın kibir ne haddine! Kul kibirlendiği vakit, sırf Allah'a yaraşan bir sıfatta Allah'a karşı münazaaya, yarışa girmiş olmaktadır. Gazâlî bu davranışı, bir hizmetçinin padişahın tacını giyerek onun tahtına oturup hükmetmeye kalkmasına benzetir. "Bir uşak için, bundan daha büyük bir cür'et, bundan daha vahim bir cinayet olur mu?" der ve: "Şüphesiz bu uşak, padişahın en ağır cezasını hak eder" diye hükmeder. 

 

Kibirin zıddı tevazudur. Tevazuyu alçak gönüllülük olarak ifade eder isek de,  esas itibariyle mazhar olunan nimetleri Allah'tan bilmeyi ifade eder. İslam büyükleri, tevazunun insanları yücelteceğini, kibrin de alçaltacağını kabul eder. Hz. Ömer şöyle buyurmuştur: "Alçak gönüllü, mütevazi ol ki, Allah seni yüceltsin. Kul kibirlenip böbürlendiği zaman Allah Teala hazretleri onu alçaltır ve bir melek: "Uzak ol! Allah seni uzaklaştırsın!" der. Kibirli insan kendi kendini büyük görürse de herkesin nazarında düşük, hatta domuzdan daha adidir" demiştir. Bu manayı, Ka'b (radıyallahu anh) bir başka üslubla ifade etmiştir: "Allah kime dünyalıktan bir nimet verdi de, adam bu nimetin şükrünü ödedi ve tevazuunu gösterdi ise, Allah Teala o nimetin menfaatini dünyada ona gösterdiği gibi, ahirette de derecesini yükseltir. Fakat verdiği nimete şükretmez ve tevazu göstermezse, Allah Teala, dünyada o nimetten ona bir kâr sağlamadığı gibi ahirette de ona cehennemden bir kapı açar; dilerse affeder, dilerse azab eder." Kibir, Gazâlî'ye göre, Allah'a, peygamberlere ve diğer insanlara karşı yapılır. Her üçü de mezmun ise de, en kötüsü Allah'a karşı olandır.

 

Gazâlî, ucbla kibir arasını tefrikte şöyle bir açıklama sunar: "Ucb, mutlak surette kendini beğenmek, kibir ise, kendisini başkasından üstün görmektir. Her ucub sahibi mütekebbir olmaz. Çünkü çok defa insan kendisini beğenir, fakat başkasını da kendisinden üstün görebilir ve ona karşı kibretmez." Kur'an'da ucuba temas eden ayetlerden biri, Müslümanların Huneyn Savaşı sırasında halet-i ruhiyelerini örnek verir. Huneyn Savaşı, Mekke' nin fethinden sonra 12 bin kişilik bir kuvvetle yapılan bir savaştı. İlk defa Müslümanlar böyle bir sayıya ulaşınca bu durum,  Müslümanları ucba sevketmişti. Bir askerin: "Benî Şeyban'la karşılaşacak bile olsak ehemmiyeti yok. Bugün kimse bize azlığımız sebebiyle galebe çalamaz"  dediği rivayet olunur. Hz. Ebu Bekr de: "Ey Allah'ın Resulü, bugün artık bize azlık sebebiyle galebe çalınamaz" demiştir.

 

İşte bu halet-i ruhiyeyi: "Muhakkak ki Allah pek çok yerde ve Huneyn gününde size yardım etmişti. O gün çokluğunuza güvenmiştiniz. Fakat bu size fayda vermedi. Yeryüzü o kadar genişliğiyle beraber,  size dar geldi ve arkanızı dönüp gittiniz"[683] mealindeki ayet tescil etmektedir. Ayet-i kerime, sayıca çokluğa güvenip,  harbin şartlarına riayet etmeyen, zaferin Allah'tan geldiği gerçeğinden gaflete düşen Müslümanların, bu çokluğa rağmen ilk karşılaşmada bozguna uğrayıp kaçtıklarını belirtmektedir. Bir başka ayet de kâfirlerin de kal'a ve maddî güçlerine güvenmelerine temas eder: "..Halbuki onlar, kal'alarının kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah'ın azabı onlara beklemedikleri yerden geldi."[684] Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur:   ثَثٌ مُهْلِكَاتٌ شُحٌّ مُطَاعٌ وَهَوىً مُتَّبَعٌ وَاِعْجَابُ الْمَرْءِ بِنَفْسِهِ

 "Üç şey helak edicidir: İtaat edilen aşırı cimrilik, uyulan hevesat ve kişinin kendini beğenmesi (ucb)." Ayet-i kerimede, "Nefislerinizi temize çıkarmayın (kusursuz addetmeyin)"[685] buyrulmuştur. Hadislerin verdiği derse göre, kişiye günah olarak ucb yeterlidir. Hatta kişinin, kendini günahsız bilme günahına düşmektense, günah işleyip tevbe etmesi daha iyidir:   لَوْ لَمْ تُذْنِبُوا لَخَشِيتُ عَلَيْكُمْ مَا هُوَ اَكْبَرُ مِنْ ذلِكَ: الْعُجْبُ اَلْعُجْبُ

"Siz hiç günah işlememiş olsanız, ben onun daha büyüğünden sizin için korkarım: O da ucubtur, ucubtur." Kibre düşen kimsenin haliyle ilgili bir tasviri Gazâlî'den sunup, bu mevzuda daha fazla bilgi için onun ölmez eseri İhya'yı tavsiye edeceğiz.[686]

 

Kişi ne zaman başkasına nisbetle kendini büyük görürse, başkasını kendisinden düşük, hakir ve alçak görmeğe başlar. Onu yanına yaklaştırmak istemez, meclisine almaz. Onu, karşısında bir hizmetçi gibi görmek ister. Hatta hizmetçi olarak da kendisini kabul etmeyebilir ve onu hizmetçi olarak da karşısında görmek istemez. Şayet kibri biraz daha hafif ise, müsavi olmasından çekinir, yanyana gidemeyecekleri dar yollarda ve meclislerde öne geçer, onun selam vermesini bekler. Kendinin ihtiyacına bakmakta kusur ederse, neden böyle yaptın diye ona hayret eder. Karşısına çıktığı zaman onu muhatab almak istemez. Va'zu nasihatini dinlemez.  Kendisine bir şey iade etse kızar. Muallimlik yaparsa talebelere hoş davranmaz. Onlara hakaret eder. Onlarla alay eder ve kendi işinde çalıştırır. Avama bakışları, hayvana bakışlarından farklı olmaz.

 

Hülasa, kibirli adamın, sayılamayacak kadar çok çeşitli tavır ve davranışları vardır. Bunları herkes anlayabileceği için, burada sayılmalarına lüzum yoktur. İşte bu kibirdir.  Kibrin afetleri büyük, gaileleri pek çoktur. Havassın çoğu kibirden helaka gider. Avam şöyle dursun, abid, zahid ve alimlerin çoğu da kibir hastalığından kurtulamazlar. Kibrin doğurduğu felaket nasıl büyük olmasın ki? Resul-i Ekrem:   َ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ مَنْ في قَلْبِهِ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ مِنْ كِبْرٍ

 "Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez" buyurmuştur. Ölçüler'deki kibir  üzerine yazılan yazı da dikkat çekicidir. Faydalı olur mülahazası ile onu buraya alıyoruz.

 

Bencillik Girdabı: İnsana bahşedilen benlik emaneti, en büyük gerçeği tanıyıp bulma yolunda ona verilmiş mukaddes bir armağandır. Vazife biter bitmez de taşa çalınıp kırılması gerekli olan bir armağandır. Böyle yapılmadığı takdirde kabarır, şişer ve sahibini yutacak bir ifrit haline gelir. Fert, onunla Yüce Yaratıcı'yı, O'nun kudretinin, ilminin, iradesinin sonsuzluğunu; eksiklik ve kusurların O'nun semtine sokulamayacağını idrâk edecek, sonra da sinesinde tutuşturduğu marifet ve muhabbet ateşiyle onu eritip bitirecek; sadece Yüce Yaratıcı'nın varlığıyla bakıp görecek; O'nunla düşünüp O'nunla bilecek ve sadece O'nunla soluyacaktır. Hep bencil olarak kalıp gitme, Hakk'ı görüp bilememenin, sonsuzluk yolunda mesafe alamamanın ve gözleri bağlı, aynı yerde dönüp durmanın ifadesidir.

 

Devamlı benlik hesabına düşünenler, benlikle oturup kalkanlar, aradıklarını "ego"nun karanlık atmosferinde arayanlar, yıllarca deretepe demeden aşıp gitseler de bir çuvaldız boyu yol alamazlar. Yapılan işler, işlerin en ağırı, en yorucusu dahi olsa, benlik hesabına yapıldığı takdirde kat'iyyen fazilet va'detmez ve İlahî Dergâh'ta kabul göremez. Kendini aşmamış, benliğine bıçak çalıp parçalayamamış, basireti bağlı kimselerin ötelere doğru her hamlesi bir avunma ve aldatmaca, her fedakârlığı da bir akılsızlıktır. Bencillik, şeytanî bir sıfat olduğundan, ona kapılanların, şeytanın akibetine uğrayacağından şüphe edilmemelidir. Şeytanın mazeret ve müdâfaaları bile, gümgüm birer benlik melodisidir. Hz.Adem Nebi (a.s.), ufkunun karardığı bir anda, gözyaşlarından yepyeni bulutlar meydana getirerek onunla gönül Şeref ve ululuğun Allah'a mahsus olduğu, onlar gömlek ve kaftana benzetilerek ifade edilmiştir. Hattâbi, Allah'ın sıfatı izzet ve azamet, kulun sıfatı da tevazu ve tezellül olması sebebiyle, kulun Allah'a mahsus sıfatları kendine mal etmesinin caiz olmadığını belirtir.

 

يَدْخُلُ النّارَ أحَدٌ في قَلْبِهِ مِثْقَالُ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ مِنْ لآإيمَانٍ، وََ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ أحَدٌ في قَلْبِهِ مِثْقَالُ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ مِنْ كِبْرٍ.

 

- Bir diğer rivayette: "Kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunan bir kimse cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse de cennete girmez." buyrulmuştur.

 

Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), burada kalbinde kibir taşıyanların cennete giremeyeceklerini kesin bir üslubla ifade etmektedir. Hattâbi bu ifadeyi iki surette açıklamıştır:"Bu hadisteki kibirden murad küfürdür. Yani kişi iman etme hususunda tekebbüre düşerek, imandan kaçınır. Haliyle bu şekilde ölen, küfür üzere ölmüştür, cennete giremez."Hadisten maksad cennete giren kimsenin kalbinde oraya girerken kibir kalmaz demektir.

 

Nitekim Kur'an-ı Kerim'de   وَنَزَعْنَا مَا في صُدُورِهِمْ مِنْ غِلّ

"Biz onların kalbindeki her türlü kini çıkarırız"[687] buyrulmuştur. Nevevî, Hattâbî'nin bu te'vilini yeterince isabetli bulmaz. Hadisin, herkesçe bilinen ve başkalarını küçük görmekten ibaret olan kibirlenmekten yasaklamak için varid olduğunu, dolayısıyla kibir kelimesinin bu manadan ve hadisin de belirtilen maksaddan uzaklaştırılmaması gerektiğini söyler. Umumiyetle benimsenen manaya göre, kibir sahibi, bu kibrin cezasını çekip, onun günahından temizlenmeden cennete giremez demektir. Yani kibir cezayı gerektiren bir haldir. Bu hal mutlaka ceza ile temizlenir, bu temizlik olmadan kul cennete giremez. Ne var ki Allah her çeşit günahı affetmeyeceği hususunda bir kayıt da mevcut değildir. Öyleyse hadisi "Allah'ın affetmemesi halinde, kibir sebebiyle ateşte ceza çekmeden hiç kimse cennete giremez"  diye anlamak en makbuldür. Zira kalbinde hardal tanesi kadar imanı olan kimse ebedî cehennemde kalmayacağına göre, sırf kibir,  ebedî cehennem vesilesi olmamalıdır.

 

Hadiste, güzel giyinmeyi sevdiğini söyleyen sahabinin ismi ihtilaflıdır. Nevevî, Malik, İbnu Mürare er-Rahavî olduğunu, el-Kadi İyaz' dan naklen kaydeder. Bazı muhakkiklerin Ebu Reyhâne Şem'ûn, Rebiatu'bnu Amir, Sevad İbnu Amr, Muaz İbnu Cebel, Abdullah İbnu Amr İbni'l-As, Harim İbnu Fatik gibi başka isimleri zikrettiğini de kaydeder.

 

Kalbinde hardal tanesi kadar imanı bulunan kimsenin cehenneme girmeyeceği belirtilmektedir. Alimler bunu "kâfirler gibi ebedî olarak cehennemde kalmaz" şeklinde anlamışlardır. Çünkü "imanla birlikte bir kısım günahları, zulümleri bulunabilir. O günahlarından af yahut ceza çekmeden kurtulamayacağına göre, hadisin kâfirler gibi ebedî cehennemde kalacak şekilde" diye kayıtlanması gerekir.

 

Hadiste "Allah'ın güzeli ve güzelliği sevdiği" de ifade edilmiştir. Bunun manası da alimlerce farklı şekillerde anlaşılmıştır. Bu husustaki ihtilaf, cemil isminin  Kur'an'da ve mütevatir hadiste gelmemiş olmasından ileri gelir. Kat'î nasla sabit olmayan,  haber-i vahidle gelen bir ismi Allah'a izafe edebilir miyiz, edemez miyiz, haber-i vahidle itikad sabit olur mu, olmaz mı ihtilafına dayanır. Bu sebeple bazı te'villerde cemilin Allah'a izafesi sabit olan bazı isimlere hamledildiği görülür: Birkısmı: "Her emri güzeldir. Nitekim güzel isimler (el-Esmau'l-Hüsna) O'nun, cemal ve kemal sıfatları da O'nundur" demiştir.

 

Bazıları: "Kerim ismi, mükrim (ikram eden); Semi ismi müsmî (işittiren) manasına geldiği gibi, Cemil ismi de mücmil yani güzellik veren manasına gelir" demiştir. Kuşeyrî, cemil isminin celil yani büyük manasında olduğunu söylemiştir. Hattâbî, cemilin nur ve güzelliğin  sahibi manasında  kullanıldığını söylemiştir. Bazı alimler cemili "Size karşı fiilleri lütufkâr ve güzeldir,  size az amel teklif eder, teklif ettiklerini îfada size yardımcı olur, îfa edene ecrini bol kılar" diye anlamıştır. Nevevî, ulemadan bir kısmının bu "cemil" isminin, haber-i vahidle sabit olsa bile Allah'a izafesinin caiz olduğunu söylediğini nakleder.

 

İmamu'l-Harameyn, sahih nassla, şeriatta sabit olan şeyi kabul etmek gerektiğine, haram ve helalin bu yolla kesinlik kazanacağına, şeriatta haram mı helal mi olduğu hususunda kesin bir hüküm bulunmayan şeylerde haram veya helal hükmüne gidilemeyeceğine dikkat çektikten sonra, Allah'a bir isim izafesi meselesinde, kat'î bir delilin şart olmadığını, ilim iktiza etmeyen, amel iktiza eden bir delille de Allah'a isim izafe edilebileceğini söyler. Hülasa, Allah Teala hazretlerini, şer'an varid olmayan fakat yasak da edilemeyen kemal, celal ve medih sıfatıyla tavsif etmenin caiz olup olmadığında Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat mezhebi ihtilaf etmiştir. Bir kısmı bunu caiz görmüş, bir kısmı görmemiştir.

 

Bunda esas Kur'an veya mütevatir hadis veya icma ile sabit olmaktır. Eğer bir isim, haber-i vahidle sabit ise, bu ihtilaflıdır. Böyle bir isimle Allah'ın tavsifini bazıları caiz görürken, bazıları reddeder. Kabul edenler: "Böyle bir isimle dua ve sena, onunla amel babındandır. Esasen haber-i vahidle amel caizdir" demiştir. Reddedenler bunun Allah hakkında caiz ve caiz olmayan (müstakil) şeye itikad meselesine girdiğini, bu meselede ise kesin delilin esas alındığını söylerler. Bunlara göre Allah'a bir isim nisbet etmek kesin delille mümkündür. Kadı İyaz, bu münakaşaya, Cemil ismini Allah'a nisbetin caiz olacağı kanaatiyle katılır. Der ki: "Bu mesele hem "amel"e, hem de "güzel isimler Allah'a mahsustur, ona bu isimlerle dua edin"[688] mealindeki ayete şamildir."Görüleceği üzere, haramhelal hükmü için şeriatten kesin nassın varlığını şart koşan Ehl-i Sünnet uleması bu meselede, caiz değil veya helalharam diye kesin hükümde bulunmaya karşı ihtiyatı tercih etmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

YALNIZLIK ALLAH'A MASUSTUR

 

Otuz İkinci Ayet

 

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّهِ جَميعًا وَلَا تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ اِذْكُنْتُمْ اَعْدَاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه اِخْوَانًا وَكُنْتُمْ عَلى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَا كَذلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ ايَاتِه لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

 

"Toptan Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz düşman idiniz de o, kalplerinizin arasını uzlaştırdı. Ve onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz, ateş çukurunun tam kenarında idiniz, o, sizi oradan kurtardı. Doğru yola erişesiniz diye işte Allah, ayetlerini size böylece açıklar. "[689]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Bu ayetin Evs ve Hazreç hakkında nazil olduğu rivayet edilir. Yahudilerden birisi Evs ve Hazreç'ten bir topluluğa rastlar. Onların uzlaşmaları ve ittifakları yahudinin hoşuna gitmez. Yanında bulunanlardan birisine yanlarına gidip oturmasını ve "Buâs Günü"ndeki savaşlarını hatırlatmasını söyler. Adam söylenenleri yapar. Böylece toplulukta bulunanların nefislerinde hamiyyet duygusunu canlandırır. Birbirine kızar ve birbirlerine düşerler. Cahiliyyedeki armalarıyla birbirlerini çağırıp silahlarını isterler ve "Harre" denilen yerde buluşmak üzere sözleşirler. Bu durum Resulullah'a haber verilince yanlarına gelip onları sakinleştirdikten sonra "Ben aranızda olduğum halde cahiliyye davası mı?" buyurur ve arkasından yukardaki ayet-i kerimeyi okur. Bunun üzerine her iki taraf da pişman olur. Barışıp birbirlerine sarılarak silahlarını bırakırlar. Allah ta onlardan hoşnut olur.

İşte böyle! Allah onlara açıklıyor onlar da hidayete eriyordu ve böylece ayetin devamında onlar hakkında varid olan yüce Allah'ın şu sözü gerçekleşmiş oldu:

"Allah size ayetlerini işte böyle açık açık anlattı ki doğru yolu bulasınız." [690]

Bu olay yeryüzünde beşeriyete önderlik yapmak ve Allah'ın metodu üzere hayatlarını sürdürüp birbirini sevenler arasındaki Allah'ın ipini koparmak için yahudilerin sarfettikleri çabanın bir göstergesidir. Rivayet edilen hadise, Allah'ın ipine sarılarak O'nun hayat için koyduğu metod etrafında biraraya gelecek her müslüman cemaat için yahudilerin sürekli kuracakları tuzaklardan bir örnektir. Aynı zamanda bu olay, ilk müslümanları nerdeyse küfre döndürüp birbirinin boyunlarını vuracak noktaya getirerek, etrafında toplanıp kardeş oldukları Allah'ın sağlam ipini koparacak olan ehl-i kitaba itaat etmenin sonuçlarından biridir. Ayrıca bu ayetle surenin akışı içindeki diğer ayetler aynı noktada birleşmektedir.

 

Ancak ayet-i kerimenin kapsamı bu olaydan çok daha geniş boyutludur. Ayet-i kerime surenin akışı içinde kendisinden önce ve sonra gelen ayetlerle beraber müslüman safları parçalamak ve her aracı kullanarak aralarına fitne ve ayrılığı yerleştirmek için yahudilerden kaynaklanan bir çabanın varlığını belirtiyor. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim, sürekli olarak müslümanları, ehl-i kitaba itaat etmekten, onların hile ve desiselerine kulak vermekten ve onlar gibi ayrılığa düşüp parçalanmaktan sakındırıyor. Bu sakındırmalar, Medine'deki müslüman cemaatin karşılaştığı yahudi tuzaklarının şiddetine ve sürekli ayrılık, şüphe ve kargaşa tohumları saçtıklarına işaret etmektedir. Yahudilerin her zamanki uğraşılarıdır. Bugün, yarın, her zaman ve mekânda müslüman saflar arasında aynı işlevini sürdürecektirler.[691]

 

Yalnızlık Allah'a mahsustur. Allah'tan başka hiç kimse yalnız kalmaya muktedir değildir.

İnsan sosyal bir varlıktır. Tek kaldığı zaman sosyal dengesini kaybeder. O zaman da delilik veya beyhudelik damgasını taşımak zorunda kalır.

İslam gibi yüce bir dinin müntesipleri yalnızlık yakışmaz. Çünkü dini ibadetlerin çoğu toplu yapmakla kabul olan veya cemaat halinde yapıldığı zaman sevabı daha çok olur.

Yüce Allah cümlemize dinimizi topluca ifa etme şartlarını ihsan etsin.

 

 

 

Otuz İkinci Hadis

 

لَوْ يَعْلَم النَّاسُ مِنَ الْوَحْدَةِ مَا أعْلَمُ مَا سَارَ رَاكِبٌ بِلَيْلٍ وَحْدَهُ.

 

"İnsanlar yalnızlıktaki (mahzuru) benim kadar bilselerdi, hiçbir atlı tek başına bir gecelik olsun yol yapmazdı."[692]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: Suyuti, Bu hadisin Vürûdu için üç hadis getirir.[693]

 

a-Said İbnu'l- Müseyyeb (rahimehullah) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Şeytan tek başına olanla, iki kişi beraber olana sıkıntı verir. Eğer üç kişi olurlarsa onlara sıkıntı veremez."[694]

 

b- Amr İbnu Şuayb an ebîhî an ceddihi (radıyallâhu anh) tarikinden naklediyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bir atlı bir şeytandır, iki atlı iki şeytandır, üç atlı bir gruptur."[695]

 

c- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bir sefere üç kişi beraber çıkınca birini emîr (başkan) yapsınlar."[696]

 

Hadis, tek başına seyahat etmemeyi tavsiye etmektedir. Ancak şârihler: "Zaruret ve maslahat halinde yalnız başına yolculuğun câiz olduğunu belirtirler. Şöyle ki bazı durumlar vardır ki bir kimsenin tek başına hareket etmesini gerektirir: Casus gönderme, öncü çıkarma gibi. Sünnetten de bazı örmekler rivayet edilmiştir. Kerahet bunun dışındaki hallerle ilgilidir. İbnu Hacer: "Muhtemelen cevaz hali, emniyet durumunda ihtiyaçla kayıtlıdır." dedikten sonra muhtelif fırsatlarda, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yalnız başlarına yola çıkardığı kimselerden isimler verir: Huzeyfe, Nuaym İbnu Mes'ud, Abdullah İbnu Üneys, Havvât İbnu Cübeyr, Amr İbnu Ümeyye, Sâlim İbnu Ümeyr gibi. Şu halde, sadedinde olduğumuz hadis, normal şartlarda yapılacak ideal mânadaki yolculuğun âdâblarından birini beyan etmiş olmaktadır: Kişi tek başına yola çıkmamalıdır. Müteakip hadisler meseleyi daha da açacaktır.

 

Bu hadis yolculukla ilgilidir. Yani "Tek başına seyahat edenle iki arkadaş olarak seyahat edenlere şeytan sıkıntı verir, üç kişi beraber seyahat ederlerse sıkıntı veremez" demektir. Ancak, bazı âlimler: "Tek başına (vahid)'den maksad "kendi görüşünde yalnız kalan" dır" diyerek "çoğunluğa uymak, büyüğe uymaktan evladır" prensibini getirmişlerdir. Nitekim bir başka hadis de bu mânayı teyîd etmektedir:

 

Hattâbî, hadisi şöyle açıklar: "Bunun mânası şudur: "Yalnızlık ve yeryüzünde tek başına seyahat şeytanın işidir. Bu amele insanı şeytan sevkeder ve ona şeytan çağırır. İki kişi için de durum aynıdır. Ancak üç kişi olursa o zaman bir cemaat teşkil ederler." Hattâbî devamla der ki: "Yalnız başına yolculuk yapan kimse yolda ölecek olsa, yanında onun yıkama, teçhiz ve defin gibi cenazesi ile alakalı işleri görecek kimsesi olmaz. Keza malı mülkü üzerine vasiyetini tevdi edeceği ve terekesini ailesine götürecek, ölümü hakkında onlara haber getirecek birisi olmaz. Keza yolculuğunda kendisine yardımcı olacak kimseden de mahrumdur. Üç kişi olurlarsa bazı külfetli işlerde, korunmada birbirlerine yardım ederler, namazlarını cemaatle kılıp, cemaat sevabından hisselerini alırlar."

 

Hattâbî şu açıklamayı yapar: "Bu emirden maksat işlerinin müştereken ahenkli olarak yürümesi, aralarında farklı fikirler ortaya çıkmaması ve dolayısıyla ihtilafa düşmemeleridir." Başkan seçme sünnet-i müekkededir. "Vâcibdir" diyen âlim de vardır. Üçten murad, cemaatin en azı (ekalli) üç olması sebebiyledir. Daha fazla iseler evleviyetle başkan gerekli olur. Hattâbî der ki: "Bu hadiste şu hususa delil vardır: Eğer iki kişi, aralarındaki bir mesele hakkında hüküm vermesi için üçüncü bir şahsı hakem tayin etseler, bunun hükmü infaz edilir."

Böyle bir emîre itaat gerekir, ancak bu emîrin hudûd ahkâmını tatbik etmeye veya ta'zir cezası vermeye yetkisi yoktur. Sadece yolculuk umuruyla ilgili kararlar almada şer'i izne sahiptir.

Bazı âlimler, "iki kişi olsalar da birinin emir olması gerekir" diyerek, ikiyi de "üç" ün ahkâmına tâbi kılmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

İÇTİHAD

 

Otuz Üçüncü Ayet

 

اِنَّ اللّهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تُؤَدُّوا الْاَمَانَاتِ اِلى اَهْلِهَا وَاِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ اَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ اِنَّ اللّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِه اِنَّ اللّهَ كَانَ سَميعًا بَصِيرًا

 

“Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.” [697]

 

 

Ayetin Nüzulü ve Açıklaması

Bu ayetin Sebebi nüzulü hakkında meşhur olan rivayet şudur: Mekkenin fethi günü Resulullah Mekkeye dahil olduğu zaman Kâ'benin anahtarcısı bulunan Osman ibni Talha ibni Abdüddar kapıyı kilitlemiş, anahtarını Resulullah'a teslim etmekten kaçınmıştı "eğer ben onun Resulullah olduğunu bilse idim menetmezdim" demiş, derhal Hz. Ali de Osman'ı tutmuş, kolunu bükmüş anahtarı alıp Kâ'benin kapısını açmış ve Resulullah girip iki rekat namaz kılmıştı. Çıkdığı zaman amcası Hz. Abbas anahtarın kendine verilmesini ve eskiden sorumluluğunda bulunan hacılara zemzem su dağıtma ile beraber Kabe anahtarının bekçiliğini kendisinde birleşmesini istedi. Yüce Allah (cc): “Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür” [698]  bunun üzerine bu âyeti inzal oldu.[699]

 

Ayetin sebebi nüzûlünün tespitinden sonra şimdide hüküm nedir konusunu izah edelim.

 

Hüküm: İslâm hukuk usulünde, Allah ve Resûlünün emir, yasak, muhayyer bırakma veya bir kimsenin fiiline ilişkin iki şeyi birbirine bağlama özelliklerini taşıyan prensipleridir. Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubah, haram, mekruh, sahih, bâtıl, fâsit, sebep, şart, mâni gibi bir müslümanın fiiline Allah veya Resûlü tarafından verilen vasıf "şer'î hüküm" adını alır. Hüküm emir, yasak veya muheyyer bırakma kabilinden ise, buna "teklîfî hüküm" denir. Emre örnek: namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi. Yasağa örnek; içki içmek, kumar oynamak, zina etmek gibi. Muhayyer bırakmak ise; meşrû şekilde yeme, içme ve gezinme gibi fiilleri kapsamına alır.[700]

 

İslâmî bir hükmün kıyas yoluyla benzeri meselelere uygulanabilmesi için pratiğe yönelik olması ve mânâsının akıl ile anlaşılabilmesi gerekir. Yani bu hükmün meşrû oluş sebebini akıl kavramalı veya âyet-hadis bu sebebe işaret etmelidir. Meselâ içki, kumar, murdar hayvan eti ve rüşvet haram kılınmıştır. Akıl, bunların meşrû oluş hikmetini kavrar. Eğer hükmün mânası, teyemmüm abdesti ve namazın rekatlarının sayısı veya şekli gibi akıl ile bilinemezse kıyas konusu olamaz. Ebû Hanîfe'ye göre, hüküm âyet ve hadislerinin hepsinin mânâsı akıl ile kavranabilir ve illetleri anlaşılır. Ancak ibâdet (taabbûdî) olduğuna dair delil bulunanlar bundan müstesnadır. Bu, meşrû oluş sebebi akıl ile kavranılamayan ibadet veyâ hükümlerin bir hikmet veya faydası yoktur, anlamına gelmez. Şüphesiz bunların da hikmet ve faydaları vardır; fakat akıl bunlardaki illeti anlayarak benzerlerine uygulama yeteneğine sâhip değildir.[701]

 

Kur'ân-ı Kerîm'de, insanların fiilleriyle ilgili beşyüz kadar âyet vardır. Bunlara "hüküm âyeti" denir. Bu âyetleri açıklayan özel eserler de yazılmıştır. Ebû Bekir el-Cassâs (ö. 370/980) ile İbnü'l-Arabî'nin, Ahkâmü'l-Kur'ân adlı eserleriyle, günümüz İslâm bilginlerinden Muhammed Ali es-Sâbûnî'nin, Tefsîru Ãyâti'l-Ahkâm isimli eseri bunlardandır. Hz. Peygamber'in hadislerinde de, edeb, öğüt ve ahiret hükümleri yanında, ibâdât, muâmelat ve ukûbâtla ilgili hüküm hadisleri ayrı başlıklar veya müstakil hadis kitapları olarak yazılmıştır. Bunlara da "hüküm hadisleri veya hüküm bildiren hadisler" denir.[702]

 

Hakkın hükmünü ifa ederken haksızlık yapmamak ve hakkı ehline teslim etmek üzere nazil olan ayeti kerime, aşağıdaki hadisi şerif ise hakkın rızasını gözeterek taraf olmamak kaydıyla hüküm vermek isabet etmese de yine hakimin sevabını alabileceğini haber vermektedir.

Hak adına taşkınlık yapılmadığı sürece Ceneb-ı Hak hiç kimsenin hakkını zayi etmeyecektir. Çünkü onun Rahmani Rahmetinin gereği budur.

Yüce Allah cümlemizi Rahmetinden mahrum etmesin.

 

 

 

Otuz Üçüncü Hadis

 

إذَا اجْتَهَدَ الْحَاكِمُ فَأصَابَ فَلَهُ أجْرَانِ، وَإنِ اجْتَهَدَ فأخْطَأ فَلَهُ أجرٌ.

 

"Hâkim içtihad eder ve isabet ederse kendisine iki ücret (sevap) verilir. Eğer içtihad eder ve hata ederse ona bir ücret vardır." [703]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Amr İbnu'l-Âs[704] radıyallahu anh anlatıyor:" Hz.Peygamber (a.s)'a davalı iki adam geldi. O da Amra dedi ki: "Ya Amr, aralarında hükün ver bakalım." Amr dedi ki:

"Ey Allah'ın Resulü! En bu işe benden daha layıksın. Hz.Peygamber (a.s) buyurdu ki: "Böyle olsa bile sen hüküm ver." Amr, "Eğer hükmedersem bana ne var?" dedi. Hz.Peygamber (a.s) de,

"Eğer hükmedip, hükmünde isabet edersen sana on sevap var. Eğer sen ictihad edip bunda hata edersen sana bir sevap var" buyurdu.[705]   

 

Alimler bu hadisten, alim kimsenin âdabına uygun şekilde içtihad yaptıktan sonra, isabet edemeyip, hataya düştüğü için hükümünün veya fetvasının reddedilmiş olmasından günaha girmeyeceği hükmünü çıkarmışlardır. "Bilakis, derler, eğer iyi niyetle bütün gayretini ortaya koymuşsa ücrete mazhar olur, eğer isabet etmişse ecri katlanır. Ancak hakkında ilmi bulunmayan bir meselede cüret edip, ileri atılır, hüküm veya fetva vermeye kalkarsa günahkâr olur."

 

İbnu'l-Münzir der ki: "Hâkim, içtihadı bildiği halde içtihad ederek hata yaparsa ücrete mazhar olur. Ama alim olmazsa ücret almaz." "Haksız yere hükmeden kadı cehennemliktir, câhilâne hükümde bulunan da cehennemliktir" buyrulmuştur. Hattâbî, kadı'nın hata yapsa bile ücrete mazhar olma şartını açıklama sadedinde şöyle der: "Müçtehid, içtihad için şart olan vasıfları nefsinde cem'etmiş ise, (içtihadın usulünü, kıyasın çeşitlerini vs. biliyorsa) ücrete mazhar olur. Böylesi müçtehid hatasından mâzurdur. Ama mütekellif (yani içtihad için gerekli evsafı nefsinde cem'etmeden yersiz bir cüretle içtihada tevessül etmiş biri) ise onun sorumluluğundan korkulur. Ayrıca, âlim kimseye ücret verilmesi, hakkı aramada gayret sarfetmenin ibadet olmasındandır. Bu hüküm isabet etme haline bağlıdır. Ama isabet etmezse, hatalı hükmüne ücret yoktur, fakat günahından eksiltilir." Hattâbî'nin bu sözünden onun, hadiste geçen "...ona bir ücret vardır" ibaresini, günahın eksiltilmesini ifade eden bir mecaz kabul ettiği anlaşılmaktadır.

 

Hadiste geçen isabet etmekten murad, nefsü'l-emirdeki Allah'ın hükmüne tesadüftür. Hata etmekten murad da, müçtehidin "hak, şu cihettedir" diye verdiği hükmün nefsü'l-emirdekinin hilafına tesadüf etmiş olmasıdır.

 

İsabet edene verilen iki ücretten biri içtihad ücreti, diğeri de isabet ücretidir. İsabet edemeyen ise sadece içtihad ücreti alır. "Muhtasar-ı Şerhi's-Sünne"'de denir ki: "Müçtehid olmayanın kaza (hüküm verme) işine girmemesi gerekir. İmamın böyle olmayanı kaza işlerine tayin etmesi de caiz olmaz."Devamla müçtehid hakkında şu bilgi verilir: "Müçtehid, şu beş ilmi nefsinden cem'eden kimsedir:

- Kitabullah ilmi,

- Resûlullah'ın sünnetinin ilmi,

- Selef ulemâsının icma ve ihtilaflarına ait ilim,

- Lügat ilmi,

- Kıyas ilmi...

 

Kıyas: Kur'ân, sünnet veya icmada sarih olarak görülemeyen bir meselenin Kur'ân ve sünnetten hükmünün çıkarılması yoludur. Bu sebeple kitap ilmi olarak, Kur'ân'ın nasihini, mensuhunu, mücmel ve müfesserini, hâs ve âmm olanını, muhkem ve müteşâbihini, kerahet ve tahrimini, mübâh ve mendubunu bilmek gerekir. Sünnet ilmi olarak da bu sayılanların bilinmesi gerekir. İlaveten sünnetin sahihini, zayıfını, müsned ve mürselini, sünnetin Kur'ân'a karşı, Kur'ân'ın sünnete karşı durumu nedir bilmek gerekir. Sözgelimi zâhiri Kur'ân'a muvafık düşmeyen bir hadisle karşılaşınca ne yapacaktır? Çünkü temel prensip şudur: Sünnet, Kur'ân'ı beyan eder, ona muhalefet etmez. Müçtehidin, sünnette varid olan şer'î ahkâmı, kısas, ahbâr ve mevâizden ayrı olarak bilmesi gerekir. Keza müçtehid lügat ilminden bütün Arapçayı olmasa da, Kur'ân ve sünnette gelen ahkâmla ilgili lügatı bilmesi gerekir.

 

Yine müçtehid, sahâbe ve tâbiînin ahkâmla ilgili sözlerini ve ümmetin gelip geçen fakihlerinin fetvalarını çoğunluk itibariyle bilmelidir ki, vereceği bir hüküm onların akvâline muhalif düşmesin; böylece icmayı delmeyeceğinden emin olunur. Şu halde sayılan bu ilim çeşitlerini bilen kimse müçtehidtir. Bilmediği takdirde ona düşen (önceki müçtehidleri) taklid etmektir. Burada katılmakta zorluk çekilecek bir husus, taklid etme tavsiyesidir. Çünkü taklid, mevcut bir hükme uymaktır. Halbu ki, asıl meselemiz, yeni çıkan bir meselenin hükmünü araştırmaktır. Bu durumda neyi, kimi taklid edeceğiz? Belki şöyle söylemek daha uygun düşecektir: İçtihad için gerekli şartları haiz olmayanlar, eslâfın içtihad edip hükme bağladığı meselelerde yeniden içtihada gitmeyip taklidi esas almalı, yeni meselelerde de ehliyetli olanlar söz söylemelidir. Ehliyetli olmayıp da hevesli olanlar, önce kendilerini yetiştirerek gerekli şartları nefislerinde cem ettikten sonra, mesele çözümüne tevessül etmelidir; dinle oynanmaz."

 

Mevzu ile ilgili olarak, ulemânın bir münakaşasına da burada temas edeceğiz: Her müçtehid hakka isabet eder mi, yoksa sadece biri mi isabet eder? Bu meselede Hanefî ve Şâfiî ulemâya göre bir mesele hakkında muhtelif hükümler veren ulemadan yalnız biri hakka isabet etmiştir. Diğerleri hata etmiştir. Ancak mâzur oldukları için günahkâr sayılmazlar. Yukarıda belirtildiği üzere hatalı hükme varanlar birer ecir alırlar. Diğer birkısım ulemaya göre, her müçtehid hakka isabet eder; aralarında farklılıklar olsa da. Mâzirî, her iki görüşü temsil eden ulemanın sadedinde olduğumuz aynı hadise dayandıklarını söyler. "Sadece biri hakka isabet eder" görüşünü benimseyenler buna dayanır. "Çünkü derler, eğer herkes hakka isabet etseydi, onlardan birine hata ıtlak olunmazdı. Zîra bir tek halde iki zıt cem olmaz, muhaldir."

 

Herkes hakka isabet eder diyenler, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "herkesin ücrete mazhar olacağı"nı söylemesini delil yaparlar. "Eğer isabet olmasaydı ücret de olmazdı" diye istidlâl ederler ve hadisteki hata ıtlakını, nassdan gâfil olarak veya içtihada gidilmesi câiz olmayan kat'iyyât ve icmaya muhalif olan hususlarda içtihadda bulunanla izah ederler. Zîra böyle birisi, içtihadında hata edecek olsa, vardığı hüküm ve verdiği fetva nesholur, icma ile içtihad etse bile. İşte hata ıtlakı bunun hakkında sahih olur. Ama "nass veya icma bulunmayan bir meselede içtihadda bulunan kimseye hata ıtlak olunmaz..." tahlilini bu şekilde derinleştiren Mâzirî sözlerini şöyle noktalar: "Her iki tarafta da hak vardır diyenler, fukaha ve mütekellimînin ekseriyetini teşkil eder. Her birinden bu meselede ihtilaf rivayet edilmiş de olsa Eimme-i Erbaa (dört imam) da bu görüştedir. Şâfiî merhumdan maruf olan, birinci görüştür.

 

Mezkûr hükmün, iki hasım arasında hükmeden hâkime mahsus olması daha uygundur. Zira burada, tek bir meselede iki kısmın niza ettikleri muayyen bir hak mevzubahistir, (bu hak iki olamaz). Bu hakkı iki taraftan biri lehine hükmetti mi diğerinin hakkı kesinlikle ibtal olur. İşte burada hakkın biri batıl olur ve hâkim gerçeği bilemez. Burada ayrı hükme gidilmiş olsa, birinin isabet edeceği, diğerinin hata edeceği, münakaşa gerektirmeyen bir husustur. Her müçtehidin doğruyu bulmuş olması hasebiyle, musib birdir şeklindeki ihtilafın, hakkın delalet yoluyla kendilerinden çıkarıldığı meselelere has olması uygunluk arzetmektedir.

 

Bu hadiste alimlerin, etrafında dönüp yakalayamadıkları ziyade bir faide görüyorum. O da şudur: "Kâsır (kişide kalan) amelin ücreti tek bir amiledir. Ama müteaddi (başkasına sirayet eden) amele mukabil ücret kat kattır. Çünkü kendi nefsinde ücret gördüğü gibi, aynı cinsten ona müteallik olan başkalarının ücreti de kendine müncer olur. Böylece hakka hükmetti ve hakkı sahibine verdi mi ona hem içtihad ücreti gelir, hem de hakka müstehak olanın ücreti gelir. İki hasımdan biri hüccet beyanında daha açıkgöz çıkarak, haksız olduğu halde onun lehinde hükmetse hâkime sadece içtihad ücreti gelir."

 

Hâkim, hakkı, haksız olan tarafa verecek olsa, onu kasten yapmadığı için muâheze olunmaz. Lehine hükmolunan kimsenin günahı kendinde kalır, hâkime geçmez. Şurası açıktır ki, bu durum, liyakatli kimsenin, hakkı bulmak için samimiyetle bütün gücünü harcamış olma şartına bağlıdır. Aksi taktirde, bu şartları ihlal etti mi hâkime de vebal gelir." Son olarak tekrar edelim ki: "İslâm uleması şu hususta icma etmiştir: "Sadedinde olduğumuz hadis, hüküm vermeye ehliyetli müçtehid hakkındadır. Böyle bir hâkim, içtihadda bulunur da isabet ederse, biri içtihadına, biri de isabetine karşılık olmak üzere kendisine iki ecir verilir. Hata ederse yalnız içtihadına karşılık bir ecir verilir." İçtihada ehil olmayan kimsenin hüküm vermesi hiçbir şekilde helal değildir. Bu kimse içtihadla verdiği hükümden dolayı sevap değil, günah kazanır. Verdiği hüküm hakkı bulsa da bulmasa da, hiçbir değeri yoktur. İnfaz edilmez. Verdiği hüküm isabetli bile olsa şer'î bir esasa değil, tesadüfe dayandığı için Allah'a asi olmuştur, dini hafife almıştır. Binaenaleyh günahkârdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

MASİYETTE İTAAT YOKTUR

 

Otuz Dördüncü Ayet

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اَطيعُوا اللّهَ وَاَطيعُوا الرَّسُولَ وَاُولِى الْاَمْرِ مِنْكُمْ فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ فى شَىْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ ذلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَاْويلًا .

 

"Ey müminler, Allah'a itaat ediniz; Peygambere ve sizden olan devlet yetkililerine de itaat ediniz. Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşğünüzde o meselenin çözümünü Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz. Bu sizin hesabınıza en hayırlı ve en iyi akıbet vaad eden bir tutumdur."[706]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

 ياَيما الذين آمنوا اَطِيعُوا اللّهَ وَاَطِيعُوا الرَّسُول     "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Resûle ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin)"[707]  ayetinin Adullah İbnu Huzâfe hakkında indiğini ifade eden bir Buhârî hadisi de olayların farklı olduğuna delil kabul edilmiştir.

 

Saîd ibni Cübeyrden rivayet edildiğine göre bu âyet Abdullah ibni Huzafe ibni Kays dolayısiyle nâzil olmuştur.[708]

 

Bu girişten sonra sadedinde olduğumuz ayetin izahını çağdaş Tefsirin müellifine bırakalım. 

 

Bu kısa ayette yüce Allah bir yandan imanın şartını ve İslâm'ın tanımınııklarken aynı zamanda müslüman toplumun temel düzenini, egemenliğin dayanağını ve siyasî otoritenin kaynağını belirliyor. Bu saydıklarımızın tümünün başlangıç ve bitiş noktası şudur: Hükümler sırf yüce Allah'tan alınacaktır. Kuşaktan kuşağa ve toplumdan topluma değişen sosyal hayatın dalgalanmaları sırasında ortaya çıkacak olan ve haklarında Kur'an'da ve sünnette kesin kanıt bulunmayan; kendileri ile ilgili değişik yargılar, değişik görüşler ve farklı yorumlar ileri sürülen ayrıntılı meselelerin çözümü yüce Allah'a havale edilecek; böylece farklı akılların, farklı görüşlerin ve farklı yorumların hakemliğine başvuracakları değişmez bir ölçü, oynamaz bir kriter elde edilecektir.

 

İnsan hayatına ilişkin büyük-küçük, önemli-önemsiz her konuda, her meselede "egemenlik", hüküm verme yetkisi sırf yüce Allah'a aittir. Yüce Allah bu amaçla bir şeriat belliyerek onu Kur'an-ı Kerim'in ayetlerine dökmüştür. Sonra bu Kur'an'ı insanlara anlatacak bir peygamber göndermiştir. Bu peygamber "havadan konuşmuyor". O halde O'nun sünneti (sözleri ve uygulamaları) yüce Allah'ın şeriatının bir parçasıdır.

 

Yüce Allah'a itaat etmek zorunludur. Şeriat ortaya koymak O'nun ilâhlığının en belirgin özelliklerinden biridir. O halde O'nun koyduğu şeriatın uygulanması, yürürlüğe konması zorunludur. Mü'minler öncelikle yüce Allah'a itaat etmekle yükümlüdürler. Arkasından Peygambere itaat etme yükümlülüğü gelir. Çünkü Allah'ın elçiliği, Allah'tan aldığı mesajı kullara iletme sıfatını taşıyor. Bu sıfatı yüzünden O'na itaat etmek, O'nun aracılığı ile bu şeriatı göndermiş olan Allah'a itaat etmenin vazgeçilmez gereği, bir uzantısıdır. Ayrıca Peygamber, sünneti aracılığı ile bu şeriatııklıyor. Buna göre O'nun sünneti, O'nun hükümleri ve direktifleri uygulanması zorunlu olan şeriatın ayrılmaz bir parçasıdır. İmanın varlığı ve yokluğu bu itaatin ve bu uygulamanın varlığına ya da yokluğuna bağlıdır. Bunun böyle olduğunu yukarda okuduğumuz ayetin şu şart cümlesi söylüyor:

 

"Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız..." [709]

 

Üçüncü derecedeki zorunlu itaat merci olan devlet yetkililerine (Ululemr'e) gelince okuduğumuz ayet bunların kimliğini açıkça belirliyor. Okuyalım:

 

"... Ve sizden olan devlet yetkililerine itaat ediniz." [710]

 

Yani bu devlet yetkilileri bu ayette açıklanan iman şartını ve İslâm tanımını kişiliklerinde gerçekleştirmiş müminlerden olacaklar. Bu ayette açıklanan iman şartı ve İslâm tanımı -bildiğimiz gibi- şu ilkeleri içerir: Yüce Allah'a itaat etmek. Peygambere itaat etmek, ilke olarak egemenliği ve insanlar için yasa koyma yetkisini sırf yüce Allah'a tanımak, çözümlerini kesin kanıtlara bağladığı meselelerde O'nu tek hüküm kaynağı bilmek. Bunların yanısıra haklarında kesin kanıt bulunmayan ve insanlar arasında farklı görüşlere ve yorumlara yol açan meseleleri de O'na havale etmek, bu meseleleri nassların genel ilkeleri ışığında çözmeyi benimsemek.

 

Okuduğumuz ayet, yüce Allah'a ve Allah'ın elçisi olması gerekçesi ile Peygamber'e itaat etmeyi temel ve asıl görev sayarken devlet yetkililerine itaat etmeyi Allah'a ve Peygamber'e itaat etmeye bağlı bir görev kabul ediyor. Nitekim cümlenin söz edilişinde yüce Allah'tan ve Peygamberden önce "İtaat ediniz" emrine yer verildiği halde devlet büyüklerinden önce bu emir anlamlı kelimeye yer verilmiyor, buradaki emredicilik anlamı "ve" bağlacı eki ile ifade ediliyor. Böylece devlet yetkililerinin "sizden" olmaları, iman şartının ve İslâm tanımının kapsamı içinde bulunmaları belirtildikten sonra bu sözdizimi yolu ile onlara yöneltilecek itaatin Allah'a ve Peygamber'e itaat etmeye dayalı olduğu bir daha vurgulanmaktadır.

 

Bütün bu kayıtlamalardan ve belirlemelerden sonra şu sonuç ortaya çıkıyor. "sizden" olan devlet yetkililerine yönelik itaat, yüce Allah'ın şeriatı ile, haram olduğu nassla kanıtlanmayan ve tartışma konusu olup da şeriatın ilkelerine vurulduğu takdirde haram olmadığı sonucuna varılan direktifler ile sınırlıdır. Öte yandan sünnet. bu itaati kesin ve net bir şekilde belirliyor.

 

Sahabilerden Yahya el-Kattan'ın bildirdiğine göre de Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

"Müslüman, günah işlemekle emr olunmadıkça aldığı emre -hoşuna gitse de gitmese de- uymakla, amirlerine itaat etmekle yükümlüdür. Fakat eğer günah işlemekle emr olunursa bu emre uyması, itaat etmesi söz konusu değildir."[711]

 

Böylece İslâm, her müslümanı gözetleyici, denetleyici bir koruyucu konumuna getiriyor. Müslüman Allah'ın şeriatının ve Peygamberinin sünnetinin koruyucusu, nefsinin ve aklının denetleyicisi, dünyaya ve ahirete ilişkin geleceğinin denetleyicisidir. İslâm, müslümanı çobanı tarafından ne tarafa sürülürse o tarafa giden, çobanının keyfine uyan, boyun eğen bir hayvan sürüsünün üyesi durumuna düşürmüyor. Çünkü sistem bellidir, itaatin sınırları bellidir. İtaat edilecek olan şeriat, uyulacak olan sünnet birdir; birden çok olması, farklılıklar arz etmesi ve uygulayıcı olan ferdi tereddütler içinde bocalatması söz konusu değildir.

 

Hakkında açık kanıt bulunan meselelerde durum budur. Hakkında kesin kanıt bulunmayan meseleler ile de karşılaşabiliriz. Zaman geçtikçe, ihtiyaçlar geliştikçe toplumdan topluma gidildikçe birtakım farklı problemler ve yeni meseleler ortaya çıkabilir. Bu meseleleri ve problemleri çözecek kesin nasslar bulamayabiliriz, ya da kesin nass şurda dursun, bunlar hakkında hiçbir nass bulunmayabilir. Bunların yanısıra bu meseleler ve problemler konusunda akıllar, görüşler ve yorumlar anlaşmazlığa düşebilir. İslam bu durumlarda da toplumu şaşkınlığın kucağında, ölçüsüz, kılavuzsuz yolsuz ve yordamsız bırakmamıştır, tersine bu ayrıntılı problemlerin şeriat çerçevesi içinde nasıl çözüleceğini sisteme bağlamıştır. Okuduğumuz ayetin kısa bir cümlesinde içtihat (bilimsel araştırma) yöntemi, tüm yönleri ile ortaya konmuş, bu yöntemin sınırları çizilmiş ve hangi temele dayandığı ortaya konmuştur. Okuyoruz:

 

"Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, o meselenin çözümünü Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz." [712]

 

Yani bu meseleleri dolaylı biçimde uyarlandıkları nasslara havale ediniz. Eğer dolaylı biçimde uyarlanacakları nasslarda bulunmazsa o zaman onları yüce Allah'ın sistemindeki, şeriatındaki genel ilkelere havale ediniz. Bazı madrabazların söylemeye yeltendikleri gibi bu yöntem belirsiz, karanlık ve insan aklının içinden çıkamayacağı derecede karmaşık bir yöntem değildir. Çünkü İslâm'ın, hayatın bütün önemli kesimlerini kapsamlarına alan, son derece net genel ilkeleri vardır. Bu genel ilkeler hayatın bir meselesi için bu dinin ölçülerini, kriterlerini özümlemiş müslüman vicdanlara yabancı gelmeyecek genel çerçeveler çizerler. Ayetin devamını okuyoruz:

 

"Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız." [713]

 

Sözünü ettiğimiz yüce Allah'a, Peygamber'e ve Allah'ın şeriatı ile peygamberimizin sünnetine bağlı devlet yetkililerine inanma, tartışmalı meselelerin çözümünü Allah'a ve Peygambere havale etme uygulamaları, bunların hepsi bir arada, Allah'a ve ahiret gününe inanmanın hem şartı hem de vazgeçilmez gerekleridirler. Buna göre işin başında bu şart yoksa iman yok demektir. Eğer sonradan imanın bu vazgeçilmez sonucu ile iman arasında bir kopuktuk doğarsa yine iman ortadan kalkmış olur.

 

Ayet, bu meseleyi böylesine şartlı bir kesinliğe bağladıktan sonra ona bir kere de ğüt", özendirme ve sevdirme yöntemi ile yaklaşıyor., Tıpkı emanet ve adalet konularını işleyen yukardaki ayette yapıldığı gibi. Hani o ayet de adaleti ve emaneti sevdiren, teşvik eden bir yorum cümleciği ile noktalanıyordu. Okuyalım:

 

"Bu sizin hesabınıza en hayırlı ve en iyi akıbet vaad eden bir tutumdur." [714]

 

Bu tutum sizin için en yararlı, size geleceklerin en iyisini vaad eden bir tutumdur. Hem dünyada hem ahirette yararlıdır. Hem dünya hem de ahirete ilişkin geleceğinizin en iyisi bu yoldadır. Yani bu yöntemi uygulamanın ucunda sadece yüce Allah'ın rızası ve ahiret sevabı yoktur. Gerçi bu sonuç tek başına son derece önemli ve heyecanlandırıcı bir sonuçtur. Ama bu yöntemi uygulamak, bunun yanısıra, gerek fertlerin ve gerekse toplumun bu dünyadaki yakın vadeli geleceği açısından da en yararlı sonucu beraberinde getirir.

 

Bu yöntemin anlamı "insan"ın yüce Allah'ın ortaya koyduğu sistemin avantajlarından yararlanmasıdır. Herşeyi yaratan, yoktan var eden, her yaptığı yerinde olan, herşeyi bilen ve gören, her şeyden haberdar olan Allah'ın sisteminden yani. Bu sistem insan bilgisizliğinden, insan keyfiliğinden, insan yetersizliğinden ve insan ihtiraslarından arınmış bir sistemdir. Bu sistemde hiçbir ferdi, hiçbir sosyal sınıfı, hiçbir ırkı, hiçbir milleti, hiçbir kuşağı başka bir kuşağa karşı kayırmanın yeri yoktur. Çünkü yüce Allah, herkesin Allah'ıdır. Onun herhangi bir ferdi, herhangi bir sosyal sınıfı, herhangi bir ırkı herhangi bir milleti veya herhangi bir kuşağı diğerlerine karşı kollama, arkalama tutkusuna -haşa ve kellâ- kapılması söz konusu değildir. [715]

 

Sosyelleşmenin yolu birlik ve berebrlikten geçer. Bugün buna en çok muhtaç olan Müslüman kesimdir. Çünkü İslam dininin inzalinden bu güne kadar Müslümanlar bu kadar bölük pörçük olmamışlardır.

 

Sadedeinde olduğumuz ayet ile aşağıdaki hadisi şerif bize müslümzlara birliket yaşamanın esaslarını beyan etmektedir.

 

Ayetin sebebi Nüzûlü ve hadisin sebebi Vürûdu içinde çok anlamlı mesajlar vardır. Bunlar günümüz şartlarının sosyalleşme konusundaki temel meseleridir.

 

Yüce Allah cümlemize dinimizi, imanımızı dinsizlerin ve imansızların terkine mahkum etmesin.

 

 

 

Yirmi Dokuzuncu Hadis

 

َلآ طَاعَةَ فِى مَعْصِيَةِ اللّهِ، إنَّمَا الطَّاعَةُ فِى الْمَعْرُوفِ.

 

"Allah'a isyanda (kula) itaat yok! Taat ma'ruftadır!" buyurdular! [716]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu:  Buhari, Ebu Sâid radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Alkame İbnu Mücezzez radıyallahu anhâ, benim de içinde bulunduğum bir askerî birliğin başında savaşa gönderdi. Kumandan gazvesinin başına geçince veya yolda belli bir yere varınca, askerlerden bir grup, kendisinden (ayrı gitmek) hususunda izin istedi. Onlara izin verdi. Başlarına Abdullah İbnu Huzâfe İbnu Kays es-Sehmî'yi sorumlu tayin etti. Ben onunla savaşanlar içerisinde idim. Yolun bir yerine gelmiştik, (mola sırasında) askerlerden bazıları ısınmak veya üzerinde (yemek) yapmak maksadıyla bir ateş yaktılar. Komutanımız Abdullah -ki şakacı birisiydi- sizin üzerinizde itaat edilmek ve sözü dinlenmek hakkım yok mu?"diye sordu. Askerler: "Elbette var!" dediler. "Öyleyse, dedi ne emredersem yapacaksınız değil mi?" Askerler yine: "Elbette!" dediler. Bunun üzerine komutan: "Şu halde size, şu ateşe atılmayı emrediyorum" dedi. Askerlerin bir kısmı kalkıp emri yerine getirmeye hazırlandılar. Abdullah, onların ateşe atılacaklarına inanınca: "Kendinizi tutun, ben size şaka yapmıştım" dedi. Medine'ye dönünce, bu hadiseyi Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a anlattılar. Efendimiz şöyle buyurdular: "Onlardan (yani başınızdakilerden) kim size Allah'a isyanı emrederse ona itaat etmeyin." [717]

 

Rivayette, komutanın kim olduğu ve hangi seriyyeye gönderildiği belli değildir. Hadisin Buhârî'deki şekli böyledir. Ancak, başka şekillerde, komutan(lar)ın ve serriyyenin mahiyeti ortaya çıkar. Fakat, bazı ihtilaflardan uzak değildir. İbnu Sâd'ın kaydına göre bu hâdise dokuzuncu hicrî senenin Rebuülahir ayında cereyan eder. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a, Cidde yakınlarında bir grup Habeşlilerin görüldükleri haberi ulaşır Bunun üzerine derhal 300 kişilik bir askeri birliği Alkame İbnu Mücezziz komutasında yola çıkarır. Birlik deniz kenarına kadar iner. Habeşliler onları görünce kaçarlar. Seriyyeden dönüşte, askerler evlerine dönme hususunda istîcâl gösterirler. Buna kızan Abdullah İbnu Huzâfe, acele edenlere ateş yaktırıp içine girmelerini emreder. İbnu İshâk'a göre ise, bu kıssanın sebebi, Zû-Karad gazvesinde, Vakkas İbn Mücezziz'in öldürülmüş olması seebiyle, Alkame İbnu Mücezziz'in intikam almak istemesi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın da onu bu seriyyeye göndermesidir. Görüldüğü üzere, iki rivayet arasında te'lifi kolay olmayacak ihtilaf mevzubahis. "Allah'a isyan konusunda kula itaat yoktur."[718] Bu tavsiyenin, Yahudilerin ahlâkî ve dinî durumlarını eleştiren pasajdan sonra geldiğine ve müslümanları belirsiz bir şekilde onların kötü durumlarına karşı uyardığına dikkat edilmelidir. Bu, şu anlama gelir: Ne zaman bir toplum Allah'ın Kitab'ı ve Rasûlü'nün Sünnet'ini fırlatıp atar, Allah ve Rasûlü'ne (s.a) isyan eden lidere uyar, Kitap ve Sünnet'in hüküm vermesini istemeksizin yönetici ve dinî liderlere düşüncesizce itaat ederse, İsrailoğulları'nın kötü akıbetine uğramaktan kurtulamaz.


 

 

 

 

AÇGÖZLÜLÜK

 

Otuz Beşinci Ayet

 

اِنَّ اللّهَ يُدْخِلُ الَّذينَ امَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ وَالَّذينَ كَفَرُوا يَتَمَتَّعُونَ وَيَاْكُلُونَ كَمَا تَاْكُلُ الْاَنْعَامُ وَالنَّارُ مَثْوًى لَهُمْ

 

“Muhakkak ki Allah, inanıp iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar; inkâr edenler ise (dünyadan) faydalanırlar, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.”[719]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Medinede nazil olan bu (Muhammed) sürenin yalnız 13. ayeti hicret esnasında nazil olmuştur. Ayette Uhud savaşında yara alan Hz.Peygamber (a.s) ve Ashabını teseeli etmek için inzal olmuştur.[720]   

 

İman edip iyi amel işleyenler zaman zaman en hoş nimetlerden yararlanırlar. Ama burada yapılan karşılaştırma müminlerin gerçek ve muazzam payları ile ki -o cennettir- kafirlerin toplam payları arasında yapılmaktadır. Zaten onların bundan başka da pay ve nasipleri yoktur.

 

Müminler paylarını altlarından ırmaklar akan cennetlerde yüce Allah'ın elinden alırlar. Onları cennete koyan yüce Allah'tır. O halde onların payları çok yüce, şerefli ve yüksek bir paydır. Onlar bu payı yüce Allah'ın huzurunda O'nun yüce katında imanlarına ve iyi amellerine bir karşılık olarak, yücelik ve şerefte salih amelden kaynaklanan yüceliğe uygun olarak elde ederler.

 

İnkar edenlerin payı ise "hayvanların yediği gibi" yiyip eğlenmektir... Bu kendilerinden insanlık karekterini ve nişanlarını silip süpüren rezil edici bir ifadedir. Çünkü bu ifadenin onlar için verdiği çağrışım açgözlü ve oburca yiyen hayvan çağrışımıdır. Hiçbir tat almaksızın iyi ya da çirkin olup olmadığına bakmaksızın bulduğunu yiyen duygusuz hayvan yemesi çağrışımıdır. Bu öyle bir yeme ki ortada onu frenleyen ne irade vardır, ne tercih sözkonusudur ne üzerine bekçi olacâk gözcü vardır ve ne de onu engelleyecek bir vicdan!

 

Hayvanlık yemede ve eğlencede ortaya çıkar. İsterse servet ve nimet dolu köşklerde yetişen birçoklarında olduğu gibi, ortada nice bir yemek zevki ve eğlenceler arası seçiminde eğitilmiş bir his ve duygu olsun farketmez. İnsanın amaç edinip peşinden koşacağı nimetten yararlanma biçimi bu değildir. Amaç nefsine ve iradesine hakim olan ve hayat için özel değerleri olan insanın duyarlılığıdır. Böyle bir insan şehvetin baskısına boyun eğmeyen, lezzetin gevşemediği bir iradenin ürünü olarak, Allah katındaki hoş olan şeyleri tercih eder. Hayatın tamamı yemek sofrası ve eğlence fırsatı olarak değerlendirilemez. Böyle görülüp de bundan sonra hedefsiz yaşayarak Allah tarafından izin verilenlerle yasak edilenler konusunda aldırış etmeksizin, hayat sürülemez.

 

İnsanın hayat hakkında ve hayatın sağlam temellerine dayalı özel bir düşünce sistemi, hedefi ve iradesi vardır. Ki bu sağlam temeller hayatın yaratıcısı olan yüce Allah'tan alınmıştır. Eğer insan bütün bunları yitirirse insan türünün belirleyici özelliklerinden en önemlilerini ve yüce Allah'ın insanı üstün tutmasına neden olan özelliklerin en önemlilerini yitirmiş demektir.

 

İman edenlerle inkara sapanlar arasında yapılan karşılaştırmalar zinciri burada Resulullah'ı yurdundan çıkaran, Mekke halkına bir uyarı ve kendilerinden daha güçlü iken yok edilen eski şehirlerin halkları ile kendileri arasında bir karşılaştırma sergilemektedir.[721]

 

İman edenlerin her ne kadar dünyası inişli çıkışlı ise de gelecekte ahretleri vardır.

Oysa inanmayanların sadece dünyaları ve içi pislikle dolu mideleri vardır. Ne gelecekleri ne saadetleri vardır.

Ayeti kerime muminleri cennetle müjdelerken, hadisi şerif ise imansızlığın ne kadar basit olduğunu serdetmektedir.

Yüce Allah cümlemize kamil iman, bedenlerimiz Salih amel ihsan etsin.

 

 

 

Otuz Beşinci Hadis

 

إنَّ الْمُؤْمِنَ لَيَشْرَبُ فى مِعىً وَاحِدٍ وَالْكَافِرُ يَشْرَبُ فِى سَبْعَةِ أمْعَاءٍ.

 

"Mü'min bir mideye içer, kâfir ise yedi mideye içer." [722]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: İbnu Ebî Şeybe, Ebu Ya'la, Bezzâr ve Taberânî'den naklen Cahcâh el-Gıfârî'nin hikayesini İbnu Hacer, kendi ağzından naklettiğine göre, "bu zat yakınlarından bir grupla birlikte müslüman olmak niyetiyle huzur-u risaletpenâhîye gelirler ve Resûlullah'la birlikte akşam namazında hazır olurlar. Resûlullah (a.s) selam verince: "Herkes yanında oturanın elinden tutsun (yemeğe götürsün)" ferman buyurdu. Ben yalnız kalmıştım. Ben ise iri ve uzun boylu bir kimseydim. Kimse beni gelip almamıştı. Beni de Resûlullah kendi evine götürdü. Benim için bir keçi sağdı. Hepsini içtim. Benim için bir keçi daha sağdı, onu da içtim. Böylece tam yedi keçi sağdı, hepsini içtim (daha da doymamıştım). Sonra bana bir tencere yemek geldi, onu da bitirdim. (Resûlullah'ın hizmetçisi) Ümmü Eymen (dayanamayıp): "Resûlullah'ı aç bırakanı Allah aç bıraksın!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: "Sus, Ümmü Eymen! O rızkını yedi, bizim rızkımız Allah'a aittir!" buyurdular. İkinci gece olup akşamı kılınca Aleyhissalâtu vesselâm önceki akşam yaptığını yaptı: Benim için bir keçi sağdı. Bu sefer içtim ve doydum.

 

Ümmü Eymen (r.a) (şaşırmıştı]: "Bu (dünkü) misafirimiz değil mi?" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: "Bu gün, o mü'mindir, bir tek mideye yedi. Dün ise yedi mideye yemişti. Kâfir, yedi mideye yer, mü'min ise tek bir mideye yer" buyurdular."İbnu Hacer'in Cahcâh tarikinden kaydettiği bu rivayetten daha kuvvetli olduğunu belirttiği Ebu Gazvân rivayeti de şöyle: "Abdullah İbnu Amr anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a yedi kişi gelmişti. Ashabtan her biri bir adam götürdü. Resûlullah da bir adam götürdü. Ona ismini sordu. Adam: "Ebu Gazvân!" dedi. Resûlullah onun için tam yedi keçi sağdı. O hepsini içti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Müslüman olmaz mısın ey Ebu Gazvân?" buyurdular. Adam: "Evet!" dedi ve müslüman oldu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adamın göğsünü meshetti. Sabah olunca ona tek bir koyun sağıldı. Sütünü bitiremedi bile. Resûlullah sordu: "Ey Ebu Gazvân neyin var? Niye tamamlamadın?" "Seni peygamber olarak gönderen Zât'a yemin olsun doydum!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da: "Senin dün yedi miden vardı. Bu gün ise tek miden var!" buyurdular.[723]

 

Hadisin ma'nâsı hususunda Ulema ihtilaf etmiş, farklı mütalaalarda bulunmuşlardır. Hem hadisin anlaşılması hem de Ulemanın bu çeşit hadisleri izah etmede ne gibi ince tahlillere girdiğini göstermek için, bahsi İbnu Hacer'den takip edeceğiz:

 

-Bazıları: "Hadisten murad, zâhiri değildir: Bu, müslüman ve onun dünyadaki zühdü ile kâfir ve onun dünyaya olan hırsını göstermek için verilmiş bir temsildir" demiştir. Böyle düşünenlere göre: "Mü'min dünyevî şeylere kıymet vermemesi sebebiyle tek bir mideye yer, kâfir ise dünyevî şeylere rağbetinin şiddeti ve dünyalığı çok yığması sebebiyle yedi mideye yer. Burada ne gerçek mideler, ne de yeme hususu murad edilmektedir. Asıl kastedilen şey, dünyalığın iktisabında azlık ve çokluktur. Hadiste sanki, dünyalığı tamah yeme ile, dünyalığa götüren yollar da midelerle ifade edilmiş olunmaktadır. Kastedilen ma'nâ ile zikredilen teşbih arasındaki alaka, izah gerektirmeyecek kadar açıktır. Hadisi, dünyaya gösterilen rağbete hamledenler, "nasıl ki derler, falan kimse dünyayı hopur hopur yiyor denince onun dünyaya fazlaca rağbet ve hırs gösterdiği ifade edilirse, mü'min tek bir mideye yer denmekle de dünyaya karşı hırsı yok, ondan yetecek kadar, az bir şeyin peşindedir denmek istenmiştir." Keza, "Kâfir yedi mideye yer" sözüyle de dünyaya rağbet ediyor, çok şeylerin peşine hırsla düşüyor denmek istenmiştir."

 

-Bazıları da şöyle demiştir: "Bunun ma'nâsı şudur: "Mü'min helal yer, kâfir haram yer. Helalin varlığı vücudca daha azdır, haram ise çoktur."

 

-Bazıları da demiştir ki: "Hadisten murad mü'mini az yemeye teşviktir. Çünkü bilirse ki, çok yemek kafire has bir sıfattır, mü'min az yemeyi esas alır. Zira, mü'minin nefsi, kâfire mahsus sıfatla muttasıf olmaktan nefret eder. Çok yemenin kâfire has bir sıfat olduğu hususuna Cenâb-ı Hakk'ın şu sözü delâlet eder: "Durakları ateş olduğu halde, kâfirler zevklenirler ve hayvanlar gibi yerler."[724]

 

-Bazı âlimler ise: "Hadisin ma'nâsı zâhiri üzeredir, te'vile hacet yoktur" demiştir. Ancak zâhirini esas alanlar da farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

 

-Birinci görüş: Bazıları: "Bu bir şahıs hakkında vârid olmuştur. El-Mü'min kelimesinin başındaki Lâm, ahdiyedir (yani kastedilen birini ifade eder), cinsiyye değildir (yani bütün mü'minleri ifade etmek için kullanılmamıştır). İbnu Abdilberr bu hususta cezmeder (kesin kanaat beyan eder) ve şöyle der: "Bunu umuma (bütün mü'minlere) hamletmeye imkan yoktur, zira böyle bir iddiayı, müşahede reddeder, kabul etmez. Nice kafirler var ki mü'minlerden az yer ve nice mü'minler var ki kafirden çok yer ve nice kâfir var ki müslüman olmuş da yeme miktarını değiştirmemiştir." İbnu Abdilberr sözü sadedinde olunan hadise getirerek: "Ebu Hüreyre hadisi, bunun muayyen bir zat hakkında vürûd ettiğine delâlet eder."

 

Bu sebeple olacak ki İmam Mâlik bu hadisi, mutlak bir hadisin peşine getirmiştir. Buhârî de aynı şeyi yapar. Sanki Buhârî, bu davranışıyla şöyle demektedir: "Bu adam kâfirken yedi mideye yemekte idi, müslüman olunca, yedikleri özleştirilip hakkında mübarek kılındı. Böylece kafir iken kendisine yeterli olan yedi kısımdan bir kısmı kifayet eder hale geldi."Bu görüşü, İbnu Abdilberr'den önce Tahâvî, Müşkilü'l-Âsâr'da beyan etmiş ve: "Bu hadis, hususi bir kafir hakkındadır yani yedi koyunun sütünü içen kâfir hakkındadır" demiştir. Tahâvî, ilaveten: "Hadisin, indimizde, söylediğimiz dışında bir başka veche hamli mevzubahis değildir" açıklamasını yapar. Bu görüşe Tahâvî'den önce Ebu Ubeyde'nin yer verdiğini görmekteyiz.

 

Şunu kaydetmemiz de faydalıdır: Bu te'vilin "Hadisin râvisi olan İbnu Ömer, bundan husûs değil, umûm anlamıştır, bundan dolayı, çok yiyen kimseyi görünce, onu yanına girmekten men etti ve bu hadisle ihticac etti" diye tenkid etmişlerdir. Bu kanaatte olan İbnu Hacer de şöyle der: "Şu da var ki, daha önce kaydedildiği üzere hadisenin mükerrer şahıslarla alakalı olarak bir çok vak'alarda cereyan ettiği kabul edilince ve mezkur hadis, onlardan her bir vakanın arkasından, benzer hadiseye mazhar olan kişi hakkında kaydedildikten sonra bunu tek bir şahsa hamletmek nasıl mümkün olur?"

 

-İkinci görüş şöyledir: "Hadis ekseriyeti ifade zımnında beyan olunmuştur, gerçek aded kastedilmemiştir." Bunlara yedi denmiş olması çoklukta mübalağa içindir. Nitekim ayet-i kerime'de   وَالْبَحْرُ يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِهِ سَبْعَةُ اَبْحُرٍ 

 "Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa ve -yedi misli deniz de yedekte bulunup yazılsa- yine de Allah'ın sözleri bitmezdi." [725]

 

Yani hadisin manâsı şudur: "Mü'mine yakışan hususlardan (şe'n) biri de yeme işini az yapmasıdır,” çünkü o, ibadete müteallik amellerle meşguldür ve çünkü o, bilmektedir ki tabi olduğu şeriat-ı garrası kendisine yemekten maksadın "açlığı örtmek", "hayatın devamını sağlamak" ve "İbadete yardım etmek" olduğunu öğretmektedir, ve çünkü o, yemede üç noktada özetlenen bu maksadın dışına çıktığı takdirde vereceği hesaptan korkmaktadır. Kâfir ise, bu söylenenlerin hilafınadır. Zira o, şeriatın tayin ettiği maksadı takip edip o hududda durmaz, bilakis nefsin şehvetine tabi olur, her hangi bir haram korkusu olmaksızın kendini arzularının peşine salıverir.

 

Böylece mü'minin yiyeceği -zikrettiğimiz sebebe binaen- kâfirin yiyeceğine nisbet edilince, yedide biri kadar olur. Ancak bu söylenenden, her kâfir ve her mü'min hakkında aynı nisbetin cari olduğu hükmü çıkmaz. Bazan mü'minlerden çok yiyenler çıkar. Bu, bazan âdetten, bazan hastalık gibi herhangi bir başka sebepten ileri gelir. Kâfirler arasında da az yiyenler olur, bu da onların tabiblerin beyan ettiği sıhhatle ilgili tavsiyelerine uymalarından veya ruhbanların tavsiye ettiği riyazete yer vermelerinden veya mi'de zaafı gibi bir başka sebepten ileri gelebilir." Tîbî der ki: "Bu hususta söylenenin hülasası şudur: Mü'minin şe'ni zühd hususunda hırs göstermesi, kafirin hilafına, yaşamasına yetecek kadar yemekle iktifa etmesidir. Öyleyse bu vasfa uymayan bir mü'min veya kafirin varlığı, hadisi yaralamaz."

 

Cenâb-ı Hakk'ın şu sözü de bu hususu te'yid eder:   الزَّانِى َ يَنْكِحُ اَِّ زَانِيَةً أوْ مُشْرِكَةً 

 "Zina eden erkek ancak zina eden veya putperest bir kadınla evlenebilir." [726]

Nitekim, hür bir kadınla evlenen zâni ve hür bir erkekle evlenen zâniye mevcuttur.

 

-Üçüncü görüş: Bu hadisteki "mü'min" den murad kamil seviyedeki tam bir imana sahip olan mü'mindir. Zira, kimin müslümanlığı güzel olur, imanı kemale ererse onun fikri, ölüm ve ölüm sonrası ile ilgili şeylerle meşgul olur, böylece korkunun şiddeti ve düşüncenin kesafeti ve kendi nefsine olan acıması, onu nefsani arzuların peşine düşmekten alıkoyar. Nitekim Ebu Ümâme'nin yaptığı bir rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur:   مَنْ كَثُرَ فِكْرُهُ قَلَّ طَعَامُهُ وَمَنْ قَلَّ تَفَكُّرُهُ كَثُرَ طَعَامُهُ وَقَسَا قَلْبُه  "Kimin fikri fazlaysa yemeği azdır, kimin tefekkürü azsa yemeği çok, kalbi de katıdır." Ebu Saîd tarafından rivayet edilen bir başka hadis de aynı şeye dikkat çeker:   اِنَّ هذَا الْمَالَ حُلْوَةٌ خضرَةٌ فَمَنْ اَخَذَهُ بِاَشْرَافِ نَفْسٍ كَانَ كَالَّذِى يَأكُلُ وََ يَشْبَعُ

 "Bu mal tatlı ve hoştur. Ama bilesiniz! kim onu nefsâni hırsla alırsa, yediği halde doymayan kimse gibi olur." Öyleyse bu hadisler, "mü'min"den kastedilenin yeyip içmede orta yolu tutan kimse olduğuna delil olur. "Kafir"le kastedilen de şe'ni oburluk ve hırs olan ve hayvanlar gibi çok yiyen yeme işini bünyesinin sıhhati gibi makul bir maslahata binaen yapmayan kimsedir. Bu görüşü kaydeden Hattâbî der ki: "Selef büyüklerinin nicelerinden çok yedikleri rivayet edilmiştir, ancak bu hal, onların imanlarında bir noksanlık sebebi değildir."

 

-Dördüncü görüş: Hadisten murad "mü'min, yemesi-içmesi sırasında besmele çeker, şeytan ona yeme-içmede ortak olmaz, böylece az bir yiyecek de ona kâfi gelir; kafir ise, besmele çekmez, şeytan bu sebeple ona ortak olur" denmiştir.

 

-Beşince görüş: "Mü'min yiyeceğe karşı az hırs gösterir, bu sebeple yiyeceği, hakkında mübarek kılınır, yiyecek de bereket kazanır böylece az bir yemekle doyar. Kafir ise, yiyeceğe hayvan gibi tamahkar bir gözle bakar, az onu doyurmaz." Bu görüş öncekine dahil edilebilir, ikisi tek bir cevap sayılabilir.

 

-Altınca görüş: Nevevî'ye aittir, der ki: "Muhtar olan şu ki, bundan murad bazı mü'minler tek bir mideye yerler, kâfirlerin çoğu yedi mideye yerler. Bundan, her yedi mideden birinin mü'minin midesi gibi olması gerekmez."Midelerin farklı oluşlarına, Kadı İyaz'ın ehl-i teşrih'den (anatomi doktorlarından) kaydettiği husus delildir.

 

İnsan mideleri yedidir:

1) Mide,2, 3, 4) Buna bağlı üç mide daha: Bevvâb, sâim, rakîk. Bunlar incedirler.

5) A'ver (kör barsak).

6) Kolon,

7) Müstakîm. Bunlar kalındırlar."Böylece hadisin ma'nâsı şöyle olur: Kafir, hırsla yediği için, bu midelerin hepsi dolu olmayınca doymaz. Mü'min ise bunlardan birinin dolması doyurur. Kirmânî, tabiblerden, bu yedi midenin tesmiyesini nakleder. Buna göre: İlkine mide, sonra birbirine bitişik olan üçüne rikâk (inceler) ki bunlar onikiler (oniki parmak barsağı), sâim (ince barsak), kolon, sonra üç kalın: Fânifî, müstakim, a'ver(kör).

 

-Yedinci görüş: Nevevî'ye aittir. Der ki: "Kafirdeki yedi ile, şu sıfatların kasdedilmiş olması da muhtemeldir: Hırs, oburluk, tul-u emel, tamah, su-i tab' (kötü huy), haset, yağ sevgisi. Mü'mindeki tek şeyle de ihtiyacının örtülmesi kastedilmiştir."

 

-Sekizinci görüş: Kurtubî'ye aittir. Der ki: "Yemek şehveti yedidir: Tabiat şehveti, nefis şehveti, göz şehveti, ağız şehveti, kulak şehveti, burun şehveti ve açlık şehveti. Müslümanı yemeye sevkeden zarurî şehvet bu sonuncusudur. Kafir ise sayılanların hepsiyle yer." İbnu Hacer der ki: Kurtubî'nin bu mütalaasının aslını özet olarak Kadı Ebu Bekr İbnu'l-Arabî'nin sözleri arasında gördüm. Der ki: "Hadiste geçen yedi mide, beş duyu ile şehvet ve ihtiyaçtan kinayedir."Ülemâ der ki: "Hadisten alınacak esas, dünyalık hususunda azlığa teşvik, bunda zühd ve harama gitmeden elde edilene kanaat etmeye terğibtir. Gerek cahiliye devrinde ve gerekse İslam döneminde akıllı kimseler hep açlığı övmüşler, çok yemeyi zemmetmişler..." İbnu't-Tîn der ki: "Yeme hususunda insanlar üç kısımdır: Bir grup var, her yiyeceği, ihtiyaç olsa da olmasa da yer. Bu, cahil takımının amelidir.  Bir grup var, acıktığı zaman, açlığı örtecek kadar yer. Bir grup var ki, bunlar nefislerini açlığa mahkum ederler, bu davranışlarıyla nefsin şehvetini kırıp, dizginlemek murad ederler. Bunlar yedikleri vakit ihtiyaçlarını örtecek kadar yerler."

 

3-Yemek âdâbı konusunda dikkat edilmesi gereken diğer hususlar, maddeler halinde şöylece sıralanabilir:

a- Lokmayı, ağıza göre almalı ve iyice çiğnedikten sonra yutmalı;

b- Lokmayı, yutmadıkça ikinci lokmayı el uzatmamalı;

c-Ekmeği dişlerle koparmamalı;

d- Ağızda ekmek varken kimse ile konuşmamalı;

e- Yemeğin soğutulması için içine üflememeli;

f- Başkalarını tiksindirecek, iğrendirecek davranışlarda bulunmamalı;

g- Başkalarının lokmasına ve yemesine bakmamalı;

h- Lokmayı ağıza koyarken, başı tabağa doğru uzatmamalı;

ı-Yemekte israf etmemeli, lokmayı ve verilen yemeği bitirmeye çalışmalı;

i- Ağızdan bir şey çıkarmak gerekirse, yüzü sofradan çevirmeli ve o şeyi sol el ile olmalı;

j- Koparılan lokmayı yemeklerin içine banarken dikkat etmeli, parmakların yemeğe girmemesini sağlamalı;

k- Toplu yemek yenirken, herkesin yeyip bitirmesini beklemeli, daha önce sofradan el çekilmemeli ve kaldırılmamalı;

l- Yemeğe önce yaşça veya mevki yönüyle büyük olan kişinin başlamasını beklemeli;

m- Sokaklarda ve ayakta ekmek yememeğe dikkat edilmeli;

n-Ekmek kırıntılarının nimet olduğunu unutmamalı ve onlara gereken özen gösterilmeli;

o- Yemek yeme işi bitince Allah'ın verdiği bunca nimetle karşı bir şükür ifadesi olarak dua etmeli ve kısaca "Elhamdülillah" demeli ;

ö- Yemekten sonra eller iyice yıkanmalı, dişler fırça veya misvak ile temizlenmelidir.


 

 

 

 

ÖLÜYE TELKİN

 

Otuz Altıncı Ayet

 

وَمَنْ يَعْشُ عَنْ ذِكْرِ الرَّحْمنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ  قَرينٌ

 

“Kim Rahmân'ı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz.”[727]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Bu ayetin içerdiği Zuhruf süresi Mekke'de nazil olmuştur. Ayet Mekke Müşriklerine karşı cevap niteliğini taşımaktadır.[728]

 

Ayetin orjinalinde geçen "Aşiyy" kelimesi, gözün göremeyecek kadar kamaşması anlamına gelir. Bu durum genellikle parlak bir ışıkla karşı karşıya kalındığında sözkonusu olur ki, o zaman göz herhangi birşey göremez olur. Veya karanlık bir ortama girildiğinde benzeri bir kamaşma meydana gelir ki, görme yeteneği zayıflamış gözler böyle bir ortamda ortalığı seçemezler. Kuşkusuz bu durum bir hastalıktan da kaynaklanmış olabilir. Burada güdülen amaç ise, onların körlüğünü ve Rahman'ı anmaktan kaçınmalarını vurgulamaktır. Allah'ın varlığını hissetmelerini, vicdanda onun gözetiminin farkında olmalarını sağlamaktır:

"Kim Rahman'ın Kur'an'ın'dan yüz çevirirse ona, bir şeytanı arkadaş veririz ve o şeytan artık onun ayrılmaz dostudur." [729]

 

Yüce Allah'ın iradesi insanın yaratılışı ile ilgili olarak bu hususu öngörmüştür: İnsan Allah'ı anmaktan uzaklaştığı onun varlığını unuttuğu zaman şeytanın onu kontrolü altına almasını, onu istediği gibi yönlendirmesini, ona vesvese veren kötü bir arkadaş olmasını, kötülüğü süslü, çekici göstermesini gerektirmiştir. Bu ayetteki şart ve cevabı yüce Allah'ın değişmez genel iradesini ifade etmektedirler. Bu iradeye göre sebebin ortaya çıkması ile birlikte sonuçta hemen ortaya çıkar. Yüce Allah sonsuz ilmine göre bu şekilde karar vermiştir.

 

Şeytanlardan bu kötü arkadaşların görevi, arkadaşlarını Allah'ın yoluna girmekten alıkoymaktır. Öte yandan bu arkadaşlar kendilerini Allah'ın yolunda sanmaktadırlar. [730]

 

Beden ile zikir ise, vücudun bütün organlarının Allah'ın emirlerini yerine getirmeleri ve yasaklarından sakınmaları ile olur. Bu da kişinin kendi vücudunun organlarını Allah'ın yolunda bulundurması ile mümkündür.[731]

Beni Rabbiniz olarak bilip kulluğunuzla zikredin ki, ben de sizi sevdiğim kullarımdan kabul edip sonunda bağışlamakla zikredeyim."[732]

 

Yukarıdaki ayet zikirsizlerin şeytanın arkadaşı olacağını ve aşağıdaki hadisi şerif ise zikirsiz ölmemek için kendinizi zikre alıştırın demke istiyor. Çünkü zikir, anmaktır. Sevenin sevdiği anması kadar büyük bir onur olamaz. Eğer bu sevgili, sevgililerin en sevgilisi ise daha da çok anmak gerkiyor.

Yüce Allah cümlemizi zikirle vaktimizi geçirmeyi ve zikirden gafil olmamayı nasip eylesin.

 

  

 

Otuz Altıncı Hadis

 

 

لَقِّنُوا مَوْتَاكُمْ: َلآ إلهُ إَّ اللّهُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ، سُبْحَانَ اللّهِ رِبِّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ، الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

"Ölülerinize (ölmek üzere olanlara) Lailahe illallahu'l-Halîmu'l-Kerîm, Sübhânallahi Rabbi'l-Arşı'l-Azim, Elhamdulillahi Rabbi'l-Âlemin" demeyi telkin edin!" [733]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: Hz.Ali[734] (r.a)'dan, Hz.Peygamber (a.s): "Ne zaman ölüm döşeğindekilerin yanına girdiğizde, Lailahe illallahu'l-Halîmu'l-Kerîm, Sübhânallahi Rabbi'l-Arşı'l-Azim, Elhamdulillahi Rabbi'l-Âlemin" çok çok zikredin" buyurdu. [735]

 

Ebu Saidi'l-Hudrî (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s) buyurdular ki: "Ölülerinize (ölmek üzere olanlara) Lailahe illallah demeyi telkin edin." [736]

 

Birinci hadis, muhtazar denen can çekişme halinde olan bir hastanın yanında kelime-i tevhid ve kelime-i şehadet veya her ikisini birden okuyarak telkinde bulunulması tavsiye edilmektedir. Telkin, onların telaffuz edilmesi suretiyle olur. Alimler, hastaya "bunu söyle!" diye emretmemek gerektiğini, yanında söylemekle iktifa edilmesini tavsiye ederler. Telkin çok sık olmamalıdır. Bir kere söylendi mi hemen tekrar edilmemeli, araya başka bir kelam girmişse arkadan bir kere daha söylenmeli derler. Resulullah bir başka hadislerinde   مَنْ كَانَ آخِرُ كََمِهِ َ اِلهَ اَِّ اللّه دَخَلَ الْجَنَّةَ  "Kimin son sözü Lailahe illallah olursa cennete girer" buyurarak ölülerimizin son kelamlarının Lailahe illallah olmasının ehemmiyetini belirtmiştir. Bir başka hadiste de: "lailahe illallah kelimesini, ölüm onunla sizin aranıza girmeden çok tekrar edin, öleceklerinize de telkin edin"  buyrulmuştur.

 

Hadiste, "muhtazara okuyun" demiyor, "ölülerinize okuyun"  diyor. Alimler çoğunlukla "ölüler" tabirinden ölüme yaklaşanları yani muhtazarları anlamış ise de, bazıları zahirî manayı esas alarak ölülere okumayı esas almıştır. Ama, "en doğrusu her ikisinin de kastedildiğini anlamaktır" diyenler de olmuştur. Bir kısım Hanefiler bu hadise dayanarak "Kişi amelinin sevabını bir başkasına bağışlayabilir, ameli kıraat, namaz, oruç, sadaka, hacc, hangi çeşitten olursa olsun farketmez" diye hükmetmiştir. Mu'tezile   وَانْ لَيْسَ لِِنْسَانِ اَِّ مَا سَعى

  "Kişi  için ancak çalıştığı vardır" [737] ayetini göstererek itiraz etmiş ise de, ulema mukabil deliller zikrederek Mu'tezilî görüşü reddetmişlerdir.

 

* Tasâvvuf ehline göre, Hz. Muhammed (a.s) dört halifeye ayrı ayrı zikri öğretip tavsiye etmiştir. Hz. Ebu Bekir (r.a)'a hafî (gizli) zikri, Hz. Ömer ve Hz. Ali'ye'cehrî (sesli) zikri ve Hz. Osman'a da kalbî zikri öğretmiştir.[738]

 

* Tasavvufî tarikatların kendilerine göre değişik zikir çeşitleri ve usûlleri vardır.[739]

 

* Hz. Muhammed (a.s) başka bir hadiste de zikir hakkında şöyle buyurmuştur: "İnsanlar bir araya gelip Allah'ı zikrettikleri zaman, melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar ve Allah onları kendisine yakın olan kişilerden kaydeder. "

 

* Ebu Hüreyre (r.a) bir gün çarşıya gider ve oradakilere şöyle seslenir: "Hz. Muhammed (a.s)'ın mirası camide taksim edildiği halde, siz buralardasınız!.." Çarşıdaki insanlar hemen camiye giderler. Fakat miras diye bir şey göremezler. Ebu Hüreyre'ye gidip şöyle söylerler: "Yâ Ebu Hüreyre, camide taksim edilen herhangi bir miras görmedik." Ebu Hüreyre onlara; "Neyi gördünüz?" diye sorar. Onlar; "Allah'ı zikreden ve Kur'ân okuyan insanları gördük" derler. O zaman Ebû Hüreyre "İşte peygamberin mirası odur" der.[740]

 

* Hz. Muhammed (a.s)' ın zikrin fazileti ve onun çeşitli günahların affına vesile olduğuna dair söylemiş olduğu daha hayli hadisler vardır.[741]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

RÜYA VAHİYDİR

 

Otuz Yedinci Ayet

 

اِذْ يُريكَهُمُ اللّهُ فى مَنَامِكَ قَليلًا وَلَوْ اَريكَهُمْ كَثيرًا لَفَشِلْتُمْ وَلَتَنَازَعْتُمْ فِى الْاَمْرِ وَلكِنَّ اللّهَ سَلَّمَ اِنَّهُ عَليمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ

 

“Hatırla ki, Allah, uykunda sana onları az gösterdi. Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette çekinecek ve bu iş hakkında münakaşaya girişecektiniz. Fakat Allah (sizi bundan) kurtardı. Şüphesiz O, kalplerin özünü bilir.” [742]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Mücahid der ki: Yüce Allah (Bedir savaşı esnasında) Resulüne rüyasında müşrikleri az göstermiş, Hz.Peygamber (a.s)'da ashabına bunu haber vermişti. Böylece onların güvenleri artmış oldu. Bunun üzerine bu ayet nazil olmuştur.[743]

 

Bu olay, Hz. Peygamber (a.s) Medine'den savaş alanına doğru ilerlerken meydana gelmiştir. O zaman henüz kafir ordusunun ne kadar büyük olduğu bilinmiyordu. Hz. Peygamber (a.s) orduyu rüyasında gördü ve ordunun çok büyük olmadığı sonucuna vardı. Sonra rüyasını mü'minlere anlattı. Bu da onlara cesaret verdi ve korkusuzca düşmana doğru yürüdüler.

 

Yüce Allah'ın savaş planlarından biri, Peygamberimize rüyasında kâfirlerin güç ve ağırlık bakımından az olduklarını göstermekti. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- rüyasını arkadaşlarına anlatıyor, onlar da buna seviniyor ve savaşmaya istekli oluyorlar. Daha sonra yüce Allah burada onları niçin peygamberine az gösterdiğini haber veriyor. Kuşkusuz yüce Allah, onları çok gösterse, Peygamberimizle birlikte bulunan azınlığın moralinin bozulacağını biliyordu. Çünkü herhangi bir hazırlık yapmadan ve savaşacaklarını tahmin etmeden Medine'den çıkmışlardı.

 

Nitekim düşmanla karşılaşmaktan çekinmiş, bu konuda aralarında tartışma baş göstermişti. Bir grup onlarla savaşmayı, diğer bir grup da onlardan uzak durmayı uygun görüyordu. Bu şartlarda böyle bir tartışmaya girmek ise, düşmanla karşılaşan bir ordunun başına gelebilecek en kötü durumdur.

"Fakat Allah sizi bu tehlikeden korudu. Hiç şüphesiz O kalplerin özünü bilir." [744]

Kuşkusuz yüce Allah kalplerin özünü biliyordu. Bu noktada müslüman kitlenin içinde bulundukları zaaf halini bildiğinden onlara lütfetti ve müşrikleri rüyada peygamberine az gösterdi, oldukları gibi çok göstermedi.

 

Bu rüya, gerçekte doğru bir rüyadır. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- onları az görmüştür. Onlar sayı bakımından çokturlar ama birçok şeyden yoksundurlar ve savaşta bir ağırlıkları sözkonusu değildir. Kalpleri, geniş bir kavrama yeteneğinden, ortak bir imandan, böyle durumlarda büyük yararı olan ruh gıdasından yoksundur. Yüce Allah bu yanıltıcı dış görünüşün ötesindeki gerçek olguyu Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- gösteriyor. Böylece mü'min kitlenin gönüllerine güven bahşediyor. Çünkü yüce Allah mü'minlerin gizli hallerini biliyor. Sayılarının az, hazırlıklarının yetersiz olduğunu, şayet düşmanlarının kalabalık olduğunu öğrenecek olurlarsa karşılaşmaktan çekinmek ve savaşmak ya da savaşmamak konusunda çekişmek gibi olayların başgöstereceğini biliyordu. İşte bu rüya, kalplerin özünü bilen yüce Allah'ın savaşa ilişkin planlarından biriydi.

 

İki ordu karşı karşıya geldiğinde Peygamberimizin rüyası, iki taraf üzerinde fiilen gerçekleşti. İşte bu da, savaşı ve savaştaki olayları ve ötesini sunarken, yüce Allah'ın onlara sözünü ettiği planın bir parçasıydı.[745]

 

Yüce Allah ile bir bağlantı olan rüya, Peygamberlerin hayatından bize miras kalmıştır. Bu mirasın devam etmesi için Yüce Allah sadedinde olduğumuz ayet ile aşağıdaki hadisi şerif ile bugün bizim yetiğimiz olmuştur. Çünkü biz artık rüyalarımızda azizleri değil rezilleri görecek kadar İslamdan yetim kaldık.

Yüce Allah cümlemize yetiklerimize sahip çıkmayı ve onları tekrar ihya etmeyi nasip etsin.

 

 

 

Otuz Yedinci Hadis

 

قال رسولُ اللّه: الرُّؤْيَا مِنَ اللّهِ، وَالحُلْمُ مِنَ الشَّيْطَانِ؛ فَإذَا حَلَمَ أحَدُكُمُ الحُلْمَ يَكْرَهُهُ فَلْيَبْصُقْ عَنْ يَسَارِهِ وَلْيَسْتَعِذْ بِاللّهِ مِنْهُ فَلَنْ يَضُرَّهُ.

 

"Rüya Allah'tandır. Hulm (sıkıntılı rüya) şeytandandır. Öyle ise, sizden biri, hoşuna gitmeyen kötü bir rüya (hulm) görecek olursa sol tarafına tükürsün ve ondan Allah'a istiâze etsin (sığınsın). (Böyle yaparsa şeytan) kendisine asla zarar edemiyecektir."[746]

 

 

Hadisi Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: Müslim,[747]Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir bedevî Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelip:"- Rüyamda başımın kesildiğini, kendimin de onun peşine düştüğünü gördüm" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adamı azarlayıp: "Sakın ha! Şeytanın, rüyanda seninle eğlenmesini kimseye anlatma!" dedi.[748]

 

Bazı rivayetler, "Salih rüya Allah'tandır" diye kayıtlı olarak geldiği halde burada sâlih, gayr-ı sâlih kaydı yapılmaksızın, rüyanın Allah'tan olduğu belirtilmiştir. İslâmî temel itikadımız esâsen budur. Yani her şeyin takdiri, yaratılması, hayır, şer Allah'tandır. Rü'yanın betahsis Allah'a nisbet edilmesi "teşrif" yani rüyanın ehemmiyetine dikkat çekmek içindir. Hadis, Allah'a nisbet edilecek hayırlı rüyalara hulm denilmeyeceğini göstermektedir. Keza, şeytana nisbet edilenlere de rüya denilmeyecektir. Tabii ki bu, şer'î bir edeptir. Esas itibariyle ve lügat olarak uykuda görülenlerin hepsine rüya denir. Daha önce yedi çeşide ayrıldığını belirttiğimiz rüyalar bu rivayette ikiye irca edilmiş olmaktadır. Şu halde korku, üzüntü veren, hoşlanılmayan rüyalar bâtıldır ve şeytandan gelmektedir, bunlara toptan hulm denmektedir.

 

Hulm, Kur'ân-ı Kerim'de edğâs diye zikri geçen karmakarışık, mânâsız rüyalardan başka bir şey değildir. Sadedinde olduğumuz hadis, görülen rüya karşısında mü'minin takınacağı edeb ve tavrı belirlemektedir: "Şeytânî, hoşlanmadığınız bir rüya gördüğünüz zaman sol tarafa tükürün, istiaze ederek şeytandan Allah'a sığının..." diyor. Yani euzubillahi mineşşeytânirracim denecek. Bir başka hadiste, böyle bir  rüya görenin "sol tarafına üç sefer nefes etmesi       şer ve ezasından Allah'a sığınması"    فلْيَتَنَفَّسْ عَنْ شِمَالِهِ ثَثَ مَرَّاتٍ   tavsiye edilmiştir. Bu babta başka rivayetler de var. Bu çeşit rüyalar anlatılmamalıdır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sâlih rüya görüldüğü zaman ne yapılması gereğini de muhtelif rivayetlerde ta'lim buyurmaktadır:  اِذَا رَأى اَحَدُكُمْ رُؤْياً يُحِبُّهَا فَاِنَّمَا هِىَ مِنَ اللّهِ فَلْيَحْمِدِ اللّهَ عَلَيْهَا وَلْيُحَدِّثْ بِهَا وَإذَا رَاى غَيْرَ ذَلِكَ مِمَّا يَكْرَهُ فَإنَّمَا هِىَ مِنَ الشَّيْطَانِ فَلْيَسْتَعِذْ مِنْ شَرِّهَا وََ يَذْكُرْهَا َحَدٍ فَإنَّهَا َ تَضُرُّهُ

"Sizden biri sevdiği bir rüya görünce, (bilsin ki) bu Allah'tandır. Bunun için Allah'a hamdetsin, bunu başkasına anlatsın. Hoşuna gitmeyen bir rüya görünce de (bilsin ki) bu şeytandandır, hemen şerrinden Allah'a istiâzede bulunsun. Rüyayı kimseye de anlatmasın, zira kendisine zarar verecek değildir."

 

Buharî'den kaydettiğimiz bu rivayet, hoşumuza giden rüyaların başkasına anlatılmasını tavsiye etmekte ise de, başka rivayetlerde rüyayı anlatacağımız kimseler hakkında bâzı kayıtlar koymaktadır:   وََمُحَدِّثْ بِهَا اَِّ لَبِيباً اَوْ حَبِيباً    Yani "Bilgili veya sevgili" olmalıdır,   اَِّ عَلى عَالِمٍ اَوْ نَاصِحٍ  yani "Alim veya nasih (hayırhah)" olmalıdır.

 

Vâdd (sizi seven), zire'y (isabetli, faydalı görüş sahibi) gibi başka vasıflar da zikredilmişse de hepsi aynı kapıya çıkar ve rüya anlatacağımız kimselerin akıllı, bilgili, hakkımızda hayır düşünen, bizi seven bir kimse olmasına dikkat etmemiz gereği anlaşılır. Ebu Bekr İbnu'l-Arabî der ki: " Âlim olmalıdır, zira o, rüyayı imkân nisbetinde hayra yoracaktır. Hayırhah (nâsih) olmalıdır, çünkü o, faydalı olana ve kendisine yardımı dokunacak hususlara irşâd ve teşvikte bulunacaktır. Bilgili (lebib), rüyayı anlayan demektir, böyle birisi, rüyayı görenin ihtiyaç duyduğu hususu bilip onu öğretecek veya sükut edecektir. Sevilen (habib)  de, bir hayır görürse söyler, anlayamaz veya şüpheye düşerse sükût eder..."

 

Buhârî'nin bir rivayetinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur: "Beni rüyada gören, gerçekten beni görmüştür, çünkü şeytan benim suretime giremez."[749]

 

Yukarıdaki hadisi Hz. Enes (radıyallahu anh) rivayet etmiştir. Tîbî şöyle açıklamıştır. Beni rüyasında gören, beni hakikatim üzere eksiksiz görmüştür, beni görüp görmediğinden şüpheye düşülmemelidir. Rüya tamdır, hak bir rüyadır" demektir." Nitekim, yine Buhârî'de gelen bir başka hadiste: "Rüyada beni gören hakkı (gerçeği) görmüştür."  مَنْ رَآنِى فَقَدْ رَأى الحَقَّ  buyurmuştur. Rüyada Resûlullah'ın görülmesi meselesi bazı farklı yorumlara sebep olmuştur. Yani, her ne suretle görülürse görülsün bu görülüş hak bir görme midir? Yoksa görmenin hak olması için Resûlullah'ı bilinen evsafıyla görmek şart mıdır? Çünkü Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) her seferinde mâlum sıfatlarıyla, hüviyet-i asliyesi ile gözükmez. Buharî'nin bazı nüshalarında İbnu Sîrîn'in şu kaydı yer alır: اِذَا رَآهُ في صُورته   Buna göre, Resûlullah'ı bilinen evsafı çerçevesinde görürse bu rüya hak rüyadır. Ancak ulemâ şu noktada müttefiktir: "Şeytan Resûlullah'ın hüviyetine giremez." Cenâb-ı Hakk ona bu imkânı tanımamıştır. Aksi takdirde, şeriata kizb karışma ihtimali mevzubahis olur, dine itimad kalmazdı. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk, şeytanı, kişinin uyanık halinde, Resûlullah'ın suretine girmekten men ettiği gibi, uyku halinde de o suretle gözükmekten men etmiştir. Bu hususu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) açık seçik beyan etmiştir. Hal böyle olunca, Resûlullah'ın, her ne suretle olursa olsun, rüyada görülmesine şeytanın dehâlet etmemesi gerekir.

 

Bu sebeple Nevevî şöyle der: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı gören kişi mâlum evsafı üzere de görse, mâlum evsafının aksine de görse, gerçekten Resûlullah'ı görmüştür." Nevevî bu görüşünü, Kadı İyaz'ın: "Sağ iken taşıdığı sureti ile gören gerçekten görmüş, bu sıfata uymayan şekilde gören hakiki görmüş sayılmaz, te'vil gerekir" sözünü reddetmek için söylemiştir. Bazıları daha açık bir ifade ile hadisten şunu anlamışlardır: "Hadisin manası şudur: O (aleyhissalâtu vesselâm)'nu gören, hayatta iken taşıdığı suret üzere görür. Bundan şu zaruri netice çıkar: Resûlullah'ı aslî suretinin haricinde görenin rüyası edgâs'tır, (sadık rüya değildir.)" Ancak ulemâ çoğunlukla şu görüşü benimser: "Bu hadisten maksad şudur: hangi hal üzere olursa olun Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in rüyada görülmesi bâtıl olamaz, bu rüya edgâs değildir, esas itibariyle haktır. Görülen suret şeytandan değil Allah'tandır."

 

Ebu Rezîn el-Ukeylî Lakît İbnu Amir İbni Sabire (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Mü'minin rüyası, nübüvvetin kırk cüzünden bir cüzdür. Bu rüya, anlatılmadığı müddetçe bir kuşun ayağında (takılı vaziyette) durur. Anlatılacak olursa hemen düşer."[750]

 

Rüyanın kuşun ayağında takılı olması, bir teşbihtir; bununla, rüyanın anlatılmadığı müddetçe kesinleşmediği ifade edilmektedir, tıpkı asılan, takılan bir şeyin havada durması, yerde istikrarını bulmaması gibi. Öyle ise, rüyanın istikrar bulup, kesinlik kazanması tâbir edilmesine bağlıdır. Tâbir edilince süratle düşüp istikrar kazanır. Kuşun kendisi bir yerde sâbit durmazsa, onun ayağına takılan şey hiç sâbit duramaz. Öyle ise rüya anlatılınca, hükmü, sahibinin üstüne hemen düşer. Ebu Dâvud'un bir başka rivayeti şöyle: "Rüya, tâbir edilmedikçe bir kuşun ayağı üstündedir, tâbir edilince hemen düşer." Bu rivâyet "anlatınca"  demiyor, "tâbir edince" diyor. Öyle ise, önceki hadiste geçen "anlatmak"tan maksad, tâbirini medar-ı bahs etmek, konuşmaktır. Hadisin Ebu Davud'daki aslı, Ebu Rezîn'in şu sözüyle tamamlanır: "Zannederim (Resûlullah) şunu da demişti: "(Öyleyse) rüyanı akıllı ve dostun olan kimseye anlat." Rüyadaki hakikatın tahakkuku, onun anlatılmasına, daha doğrusu tâbirine bağlı olunca, rüyanın rastgele kimselere anlatılmamasının ehemmiyeti daha iyi anlaşılmış olur. Bu sebeple Resûlullah, rüyanın tabiatı hakkında verdiği bilgiye uygun bir tavsiye ile hadisini tamamlamış olmaktadır: "Rüyayı lebib ve habib olana, yani akıllı dosta anlatın!"

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

HARP HİLEDİR

 

Otuz Sekizinci Ayet

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا خُذُوا حِذْرَكُمْ فَانْفِرُوا ثُبَاتٍ اَوِ انْفِرُوا جَميعًا

 

“Ey iman edenler! Tedbirinizi alın; bölük bölük savaşa çıkın. Yahut (gerektiğinde) topyekün savaşın.” [751]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Mücahit ve birçoklarından rivayete göre: Uhudta yenilen müslümalara ve geri kalan münafıklar hakkında nazil olmuştur.[752]

Bu ayetin nüzûlünü İbni Kesir'den tespit ettikten sonra tefsir ve izahı için merhum S.Kutu'ba bırakıyorum.

 

İşte böyle. Müslümanlara sadece bazı ibadetleri, sembolleri öğretmiyor. Dini bu şekilde miskince algılayan bazı insanların düşündüğü gibi sırf bazı görgü kuralları ve ahlâk ilkelerini de bildirmiyor. Müslümanın hayatını bir bütün olarak ele aldığını ve insan hayatının karşılaştığı tüm pratik koşulları karşıladığını görüyoruz. Bu yüzden insan hayatı üzerinde, eksiksiz bir tasarruf yetkisi istemektedir. Müslüman ferdin ve toplumun bir bütün olarak hayatının bu metodun ürünü ve onun tasarrufu ile direktifleri altında olmasından başkasını kabul etmemektedir. Daha açık bir ifadeyle müslüman fert ve toplumun; hayatları için değişik hayat metodlarını, sembolik davranış, kulluk, ahlâk ve görgü kuralları için Allah'ın kitabını ekonomik, toplumsal, siyasi ve uluslararası işlemler için de başka birinin kitabı ya da mutlak anlamda insan düşüncesinden kaynaklanan ayrı bir metod edinmesini kabul etmemektedir.

 

Kuşkusuz insan düşüncesinin görevi; -bu surenin geçen dersinde yüce Allah'ın çizdiği şekilde- yenilenen hayat olaylarına ve gelişen sorunlara uygun ayrıntılı hükümleri ve hayat düzenlerinin tümünü Allah'ın kitabından almaktadır başka değil. Aksi takdirde imandan ve İslâmdan söz edilemez. Bu durum, daha başka imanın ve İslâm'ın varolmadığını göstermektedir. Çünkü başka din uyduranlar hiçbir zaman iman etmiş sayılmazlar. İslâm'da en başta söylenen Allah'tan başka hükmeden yoktur, O'ndan başka kanun koyucu yoktur anlamlarına gelen "Allah'tan başka ilâh yoktur" şehadet cümlesi ilk kabul edilen ilkedir. Bunun aksine davranış kişilerin İslam'ın temellerini kabul etmediklerini göstermektedir.[753]

 

Bu İlahi hitap, müslümanların Uhud'da yenilmesi nedeniyle cesaretleri artan komşu kabileler hakkında inzal olmuştur. Müslümanlar her taraftan tehlike ile sarılmışlardı ve her taraftan saldırı tehditleri ve söylentileri geliyordu. Müslüman tebliğciler İslâm'ı öğretmeleri için çağırılıyorlar ve sonra acımasızca öldürülüyorlardı. Medine sınırları dışında ne can, ne de mal güvenliği kalmıştı. Bu durum müslümanların, bu kadar büyük tehlikeler karşısında İslâm hareket ve davetini sürdürebilmeleri için çok büyük çaba harcamasını gerektiriyordu.

 

Savaş, yaratılmışların varlıklarını ayakta tutmaları için konulan bir hayat kanunudur. Kim güçlü ise ayakta kalacak. Kim güçsüz ise yenilip yok olacaktır. Karanlığın bütün gücüyle hayatın üzerine çökmesi ancak aydınlığın ondan daha güçlü olarak çıkış yapmasıyla kaybolacaktır.

 

Bunun içindir ki, çağın gerek gördüğü bütün imkamları ğayri meşru olmadıkça müslümaların kullaranak dinlerini ve imanlarını ayakta tutmaları hayatın bir gerekliliğidir. Bu yerine göre ok olur, yerine göre ise kalem olur. Fakat yeri geldiği zamanda ise mal ve canı ortaya koymakta olur.

Sadedinde olduğumuz ayet bize tedbir almamızı emrederken, aşağıdaki hadisi şerif ise bu tedbirin sınırsız olduğunu vurgulamaktadır.

Yüce Allah cümlemize hakkıyla iman etmeyi ve imanımızın gereğini yerine getirmeyi nasip etsin.

 

 

 

Otuz Sekizinci Hadis

 

الْحَرْبُ خِدْعَةٌ.

 

-Ka'b İbnu Mâlik (radıyallahu anh) anlatıyor:[754] "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gazveye çıkmaya karar verdiği zaman, şaşırtarak başka bir zan uyandırır ve: "Harb bir hiledir" derdi." [755]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

1-Vürûdu: Gizlice müslüman olmuş olan Gatafanlı Nu'aym İbnu Mes'ud el-Eşca'î mühim bir hizmet görür: Kureyza ile Kureyş'in arasına güvensizlik sokarak aralarını açar. Kureyza'nın ihanetine bel bağlamış olan Kureyş bu kuşku karşısında o ümidi kaybeder ve uzayan başarısız kuşatmayı kaldırmaya karar verdi. Kuşku nedir, nasıl sağlanmıştır? Nu'aym (radıyallahu anh) Hz. Peygambere gelerek müslüman olduğunu fakat kavminden kimsenin bilmediğini, istediğini yapmaya hazır olduğunu söyler.

 

Resulullah: "Sen bunların arasını açacak tek kimsesin. Harb bir hiledir. Aralarını aç, onları bizden uzaklaştır" mealinde talimat verir. Bu talimat üzerine Nuaym, Kureyza, Kureyş ve Gatafan'ın arasında mekik diplomasisi yapar. Câhiliyede nedimleri olduğu Kureyza'ya gelir: "Size olan sevgimi bilirsiniz. Sizinle benim aramda hususiyet var, bu da malum"  der. Onlar teyid ederler, nazarımızda müttehem değilsin derler. O, "Gatafan ve Kureyş sizin gibi değiller, siz buralısınız, malınız mülkünüz, çocuk ve kadınlarınız burada. Bunları başka yere götüremezsiniz.

 

Kureyş ve Gatafan Muhammed'le savaşmaya geldiler. Siz Muhammed aleyhine onlara yardım ediyorsunuz, onların yurdu, malları, kadınları başka yerde. Onlar sizin gibi değiller. Onlar bir yağma bulsalar yaparlar. Başaramazlarsa çekip giderler, sizi Muhammed'le başbaşa bırakırlar. Bu durumda siz buradakilere güç yetiremezsiniz. Sakın onların eşrafından bir kısım rehineler istemeden savaşa katılmayın. Rehinler Muhammed'i bertaraf edinceye kadar mukatele etmeleri için elinizde bir garanti olur" der. Kureyzalılar: "İsabetli bir fikir" derler. Sonra oradan ayrılan Nu'aym Kureyş'e gelir Ebu Süfyân ve beraberindekilere: "Size olan sevgimi, Muhammed'e olan uzaklığımı biliyorsunuz. Kulağıma bir haber geldi, size bildirmeyi dostluk gereği bildim. Ancak kimseye söyleyip beni ifşa etmeyin" der.  "Söz veriyoruz" derler.  Nuaym devam eder: "Bilin ki, yahudiler Muhammed'le aralarındaki antlaşmayı bozmaktan pişman olmuşlar. Ona adam gönderip: "Biz yaptığmızdan pişman olduk. Gatafan ve Kureyş'ten bazı ileri gelenleri sana getirmemiz, boyunlarını vurman seni memnun eder, tekrar seninle beraber olmamıza yeter mi?" derler. Muhammed de "Evet" cevabını verir.

 

Bu durumda yahudiler size adam gönderip rehin istemeye kalkarlarsa sakın onlara tek kişi vermeyin" der. Nuaym (radıyallahu anh) sonra Gatafanlılara gelir: "Ey Gatafanlılar, ben sizdenim, aşiretimsiniz. İnsanların en sevgilisi bana sizsiniz. Öyle sanırım bana güvenir, sadakatımı itham etmezsiniz" der. Onlar da "Doğru söyledin. Sen nazarımızda müttehem değilsin" derler. Nuaym devamla: "Benden duyduğunuzu söylemeyin" diyerek, o yönden de garanti alınca onlara da Kureyşlilere söylediğini aynen tekrar eder, aynı endişelerle bunları da korkutur. Allah'ın müslümanlara bir ikramı olarak, cumartesi akşamı, Ebu Süfyân ve Gatafan'ın ileri gelenleri, Benî Kureyza'ya Kureyş ve Gatafanlılar'dan mürekkep bir grubu İkrime İbnu Ebî Cehl başkanlığında gönderip: "Biz ikamet yerinde değiliz, (eyreti çadırlarda kalıyoruz), atlarımız ve develerimiz helak oldu. Savaşa siz de katılın da Muhammed'in işini bir an önce bitirelim" dedirtirler.

 

Yahudiler de bunlara şu cevabı gönderirler: "Bugün cumartesidir. O günde biz hiçbir şey yapmayız. Zira bizden bir kavm cumartesi günü savaştığı için maymun ve hınzıra çevrildiler. Ayrıca siz, bize bir kısım adamarınızı, elimizde Muhammed'in işini bitirinceye kadar savaşacağınız hususunda garanti olacak rehineler vermedikçe Muhammed'e karşı savaşacak da değiliz. Biz, savaş sizi sıkıştırdığı takdirde bizi terkederek memleketinize çekip gideceğinizden korkuyoruz. Bu durumda bizim memleketimizde olan Muhammed'le biz başa çıkamayız." Elçiler Kureyza'nın bu sözlerini getirince Kureyşliler ve Gatafanlar: "Nuaym'ın söyledikleri doğruymuş." Kureyza'ya: "Size tek bir adamımızı bile rehin olarak göndermeyiz. Dilerseniz çıkın savaşın" haberini gönderin" derler. Bu haberi getiren elçi kendilerine ulaşınca Kureyzalılar: "Nuaym İbnu Mes'ud'un dediği doğruymuş, bunlar sadece savaş istiyorlar. Fırsat bulurlarsa yağmalayacaklar, bulamazlarsa memleketlerine çekip gidecekler. Siz memleketinizin adamı ile arada savaşa meydan vermeyin." Kureyş ve Gatafan'a da "Vallahi bize rehineler göndermezseniz biz sizinle Muhammed'e karşı savaşmayız" cevabını gönderin" derler. Onlar bu teklifi kabul etmezler. Allah aralarını böylece açar.[756]

 

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın askerî yönlerinden biri haber almaya önem vermesi ve haber sızdırmamak için gerekli tedbirleri almasıdır. Bu husus, siyaset-i Nebeviye'de mühim bir yer işgal eder. Sadedinde olduğumuz hadis, Resûlullah (a.s)'ın umumî prensibini açıklıyor: Tevriye yapmak. Arapça'da tevriye, asıl gayesini gizlemek üzere yapılan aldatıcı davranışa denir, dilimizde şaşırtmak kelimesi tevriyeyi kısmen karşılar. İslâm uleması, harpte düşmanı aldatmak için başvurulacak her çeşit hilenin câiz olduğunu söylemekte ittifak eder. Düşman karşısında tecviz etmedikleri tek husus, yapılan anlaşmanın, günü dolmadan bozulması, verilmiş olan emânın ihlâlidir. Bu iki fiile cevaz vermezler ve "haram" derler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yalana fetva verdiği üç yerden biri harptir.

 

İbnu'l-Münîr der ki: "Harb hiledir”, demenin mânası, harbi yapan için en mükemmel, en iyi harb, hedefine, düşmanla karşılaşarak ulaşılan harp değil, onu aldatarak ulaşılan harptir. Zîra, karşılaşma, muhâtaralıdır (riskli). Halbu ki, aldatarak neticeye ulaşmada hiçbir risk (muhâtara) mevcut değildir."Şârihler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın el-Harbu hud'atun cümlesini ilk defa Hendek Harbi'nde telaffuz ettiğini belirtir. Askerî hareketlerde başarının sırrı,  büyük ölçüde, ani baskına dayanır. Hz. Peygamber (a.s) gazvelerde askerî prensiplere âzamî ölçüde riayetkâr olmuştur. Düşmanın tertib almasına imkân tanımadan âni basabilmek için istihbârat meselesine ziyade ehemmiyet verdiğini, "Harb bir hiledir" diyerek aldatıcı, şaşırtıcı davranışlarla, kendi hazırlığını gizlediğini belirtmiştik. Bu davranışın düşmanı gafil avlamaya, âni baskın yapmaya matuf olduğu açıktır.

 

* Harpteki  hile, aldatma düşmana karşı yapılır. Aynı dine inanmış insanların birbirlerine karşı yaptıklar hile ise sahtekarlıktır. Onun için harbin hilesi, din düşmanlarına ve savaş meydanındakilerle yapılır.

 

* Hayat, bir savaş meydanıdır. Nice pehlivanlar, cengaverler meydan muharebesinde yendiler de hayat muharebesinde yenildiler. Çünkü hayat muharebesi, hem içe hem de dışa dönük bir savaştır.

 

Ne ki, Dinozorlar, tabiatın savaş kanunlarına karşı mücadele edecek imkanları kalmadığından dolayı yenildiler. Oysa onların cüsseleri insan cüssesinin bilmem kaç misli olmasına rağmen, yine de bu büyüklük onlara fayda vermedi.

 

* Genelde güçlü zayıfı yenmiştir. Yani zayıf güçlünün karşısında çoğunlukla mahkumdur. Gerek hayata karşı gerekse zulme karşı inananların güçlü olmaları gerekiyor. Bu bazen iman, irade ve akıl gücü, bazen de eğitim, erzak ve bilek gücü ile mümkündür.


 

 

 

 

ÜMMETİMDEN BİR GURUP

 

Otuz Dokuzuncu Ayet

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دينِه فَسَوْفَ يَاْتِى اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرينَ يُجَاهِدُونَ فى سَبيلِ اللّهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَائِمٍ ذلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللّهُ وَاسِعٌ  عَليمٌ

 

"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir." [757]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Muhammed İbni Ka'b, bu ayetin Kureyş'li seçkinler hakkında nazil olduğunu söyler.[758]

 

İman eden kimselerden dinden dönenlere burada, bu şekilde ve bu bağlamda yöneltilen tehdit, yahudiler ve hristiyanlarla dostluk ile İslâm'dan dönmek arasında bir bağlantı olduğunu gösteriyor. Daha önce, onları dost edinen bir kimsenin, müslüman toplumdan kopup, onlardan biri haline geleceğinin belirtilmiş olması da bunu doğruluyor: "Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur." Buna göre, ayetlerin akışı içerisinde ikinci çağrı, birinci çağrıyı vurgulamakta ve kesinleştirmektedir. Yine aynı şekilde üçüncü çağrıda da aynı olguya değiniliyor. Burada kafirler ile ehl-i kitap aynı kategoriye sokularak, onlarla dost olunması yasaklanıyor. Ehl-i kitabla dostluk, kafirlerle dostlukla aynı bağlamda değerlendiriliyor. İslâm'ın ehl-i kitab ile kafirleri onlara karşı yapılması gereken muamele bakımından farklı değerlendirmesinin, dostluk meselesiyle bir ilintisi yoktur. Ehl-i kitab ile kafirler arasındaki söz konusu farklılık, dostluk bağlamında değil, daha başka meselelerdedir.

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دينِه فَسَوْفَ يَاْتِى اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرينَ يُجَاهِدُونَ فى سَبيلِ اللّهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَائِمٍ ذلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللّهُ وَاسِعٌ  عَليمٌ

 

"Ey müminler, içinizden kim dininden dönerse bilsin ki yakında Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler, bunlar müminlere karşı alçakgönüllü, kafirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah'ın bağışıdır, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir." [759]

 

Allah'ın mümin grubu seçmesi, yeryüzünde Allah'ın dininin yürürlüğe koyulması bağlamında "takdir-i ilahi"nin gerçekleşmesine vesile olmaları, insanların yaşamlarında Allah'ın otoritesini egemen kılmaları, tavır ve düzenleri O'nun sistemine göre belirlemeleri, her meselede, her sorunda O'nun şeriatını uygulamaları ve de bu sistem bu şeriat sayesinde yeryüzünde kurtuluşu, iyiliği, temizliği :e gelişmeyi sağlamaları içindir. Bunları gerçekleştirmek üzere müminlerin seçilmiş olması, Allah'ın bir lütfu, bir bağışıdır. Bir kişi bu lütfu reddeder ve kendini bundan yoksun kılmayı dilerse, -her kim olursa olsun Allah'ın ne ona ne de bir başkasına ihtiyacı olmadığını unutmamalıdır. Allah kendilerinin bu yüce lütfa layık olduklarını bilen kullarını, elbette ki seçecektir.

 

Ayet-i Kerime'nin burada çizdiği seçkin topluluğun bu tablosu, karakteristik özellikleri son derece belirgin, çizgileri de oldukça güçlü bir tablodur. Parlak ve çekici olduğu kadar, kalplere de son derece sempatik gelmektedir.

 

"..Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler." [760]

 

Karşılıklı sevgi ve hoşnutluk, onlarla Rableri arasındaki bağı oluşturmaktadır. İşte bu topluluğu şefkatli Rablerine bağlayan bu akıcı, yumuşak, aydınlık yüce ve tatlı duygudur.

 

Yüce Allah'ın, kullarından birini sevmesi; O'nu, kendisine vasfettiği biçimde tanıyan, sıfatlarıyla birlikte bilen, bir de bu sıfatların melodisini; duygusunda, benliğinde, bilincinde ve varlığında hissedenden başka hiçbir idrakin değerini ölçmediği bir şeydir. Evet, bu lütfun gerçek değerini, onu bağışlayanın hakikatını bilen takdir edebilir. Kimdir Allah? Bu dehşet verici evrenin yaratıcısı kimdir? Küçücük bir bedene sahip olduğu halde koca evrenin bir özeti sayılan insanı kim yaratmıştır? Bu yüceliğe, bu güce ve bu birliğe sahip olan kimdir? Kimdir tek başına egemen olan? Kimdir O ve sevgisinden lütfettiği kul kimdir? Evet, bunları kavrayan üstün, ulu, daima diri, öncesiz ve sonrasız ilk ve son, açık ve gizli olan Allah'ın yarattığı bu kula bağışladığı nimetin değerini de bilir.

 

Kulun Rabbini sevmesi de ancak tadına varan birinin algılayabileceği bir nimettir. Yüce Allah'ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, olağanüstü ve büyük bir olgudur. İnsanı bürüyen bol bir lütuf olduğu gibi, yüce Allah'ın kuluna doğru yolu göstermesi, kendini sevdirmesi ve hiçbir sevgide eşi ve benzeri bulunmayan bu güzel ve eşsiz lezzeti tattırması da, olağanüstü ve büyük bir nimet, insanı bürüyen bol bir lütuftur.

 

Yüce Allah'ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, ifadenin vasfedemeyeceği bir olay olunca; kullarından birinin O'na yönelik sevgisi de zaman zaman sevenlerin sözlerinde örneklerini görmekle beraber, ifade ve tasvir edebilmesi son derece güç bir olaydır. İşte gerçek tasavvuf adamlarının yükseldiği kapı burasıdır. -Ancak bunlar da, tasavvuf kisvesine bürünen ve uzun tarihlerinden bilinen bu,topluluğun içinde son derece azdırlar- Rabia el-Adeviye'nin şu beyitleri hâlâ o eşsiz sevginin gerçek tadını duygularıma taşımaktadır!

 

Sen tatlı ol da, koca hayat acılarla dolsun,

 

Yeter ki sen hoşnut ol da, isterse tüm yaratıklar dargın olsun.

 

Seninle aramız iyi olduktan sonra

 

Alemler bozuk olsa ne çıkar.

 

Senin sevgin olduktan sonra, gerisi boştur.

 

Çünkü toprağın üstünde olan herşey topraktır.

 

Ulu Allah'tan, kullarından birine ve bu kuldan, nimetleri veren, lütuf sahibi Allah'a yönelik bu sevgi, varlık alemini bürüyüp koca evrene yayılıyor. Her canlının, herşeyin özüne işliyor. Hava ve gölge gibi varlık alemini seven, sevilen şu kul da somutlaşan insan varlığını bürüyor adeta.

 

İşte İslâm düşüncesi, müminle Rabbini, bu harikulade ve sevimli bağla birbirine bağlamaktadır. Bir kereye özgü geçici bir duygu değildir bu. Aksine bu sağlam yapılışüncede yer alan bir öz, bir gerçek ve bir öğedir.

     

Binaenaleyh ey mü'minler, dininizin kadrini biliniz, hiç bir kavme inhısar kabul etmiyen bu vasi feyzi hakkı, bu fadlı ilâhîyi, bu yüksek hurriyyeti bırakıb da başkalarının muvalâtı arkasına düşmeyiniz.[761]

 

Dünya ve içindekiler için utanmadan koşuşup duranlar utanmıyor, çekinmiyorlar da, Yüce Allah'ın dini için neden Müslümanlar geri durmaktan utansınlar. Asıl utanacak olanlar, dinlerini dünya karşılığında değiştirenledir.

Sadedinde olduğumuz ayeti kerime müslümana morel depolarken, aşağıdaki hadisi şerif ise yüreklerimize süruru muştulamaktadır.

Artık tercih yapma zamanı hala gelmedi mi?

Saflarımızı perçinleştirmenin vakti hala gelmedi mi?

Kim olduğumuzu ve ne işe yaradığımızı ispat etmenin zamanı gelip çatmadı mı?

Yüce Allah cümlemizi dininde sebat eden kullarından eylesin.

 

 

 

Otuz Dokuzuncu Hadis

 

َلآ يَزَالُ مِنْ أُمَّتِِى أمَّةٌ يُقَاتِلُونَ عَلى الحَقِّ وَيُرِيعُ اللّهُ تعالى لَهُمْ قُلُوبَ أقْوَامٍ وَيَرْزُقُهُمْ مِنْهُمْ حَتَّى تَقُومَ السَّاعَةُ، وَحَتَّى يَأتِىَ وَعْدُ اللّهِ.

 

"Resûlullah (a.s) buyurdular ki: [762]"Ümmetimden bir grup, hak yolunda mücadeleye (hiç ara vermeden) devam edecek, Allah da, onlar(la mücâdele sebebi) ile bazı kavimlerin kalplerini saptıracak ve bunlardan (alınanlarla) onların rızkını sağlayacaktır, bu hal kıyamet gününe, Allah'ın va'dinin gelme anına kadar devam edecektir. " [763]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: Nesâî, hadisi biraz özetlenerek alınmış. Resûlullah bu sözü, bir kimsenin kendisine gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü, insanlar atları kaldırdı, silahları da terketti, "Artık cihad bitmiştir, harbler de sona ermiştir" diyorlar" demesi üzerine söyler. Kendisine böyle söylenince cemaate yönelen Resûlullah: "Yalan söylüyorlar, asıl şimdi harb(in zamanı) geldi" diyerek söze başlar ve "Ümmetimden bir grup Hakk yolunda mücâdeleye kıyâmete kadar devam edecektir..." diye açıklamasını devam ettirir.[764]

 

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadiste, Müslümanlar ne kadar kötü şartlar yaşayıp, mağlubiyetlere düşseler, idarede müessiriyetlerini kaybetseler bile, Hakk'ın galebesi için çalışan grupların, her tarafta mevcut olacağını bildirmektedir. Bazı rivayetlerde, bu mücâdelenin, gizlilik içinde değil, açıktan açığa yapılacağı tasrih edilir. Bildiğimiz kadarıyla bütün baskılara, yasaklara,  nefes kesen tedhişe rağmen, Rusya'da bile Hakk adına yapılan mücâdele gizliden gizliye devam etmiştir. Hadisler bunun açıktan olacağını da tasrih eder. Bir bölgede sindirilip gizliliğe itilse veya İspanya'da olduğu gibi tamamen söndürülse bile, bir başka yerde veya yerlerde İslâm mücâdelesi canlı kalacak, Hâlık için yapılan cihâdın sancağı gönderde dalgalanmaya kıyamete kadar devam edecektir. Hadis bunu haber vermektedir.

 

Atın alnına bağlanmış olan "hayr"ı âlimler "sevap", "ganimet", "izzet", "makam", "zafer" olarak tevil etmişlerdir.

 

Hadisin, Nesâî'deki aslı "...Sizin de beni, birbirinizin boynunu vuran gruplar olarak takib edeceğinizi bildirdi"  şeklinde devam eder. Teysir, bu kısımda bazı özetlemeler yapmış. Biz tercümede atılan kısımları parantez içerisinde gösterdik.Hadisin devamında da bazı tasarruf var ise de mühim değil.

 

"Mü'minlerin asıl yerleri Şam'dır" ibaresini âlimler, "fitne zamanında" diye kayıtlayarak açıklığa kavuştururlar. Şâm eski metinlerde Suriye bölgesinin adıdır, bugünki Şam şehri değil. Şam şehrine Dımeşk denilir. Resûlullah (a.s) devrinde Suriye henüz fethedilmiş değildir. Böylece hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın istikbali doğru olarak haber veren bir mucizesi olarak karşımıza çıkmaktadır: Kendisinden hemen sonra Suriye fethedilecektir. Bu sıralarda patlak verecek fitne hareketleri sırasında Irak ve Hicâz bölgeleri fitne hareketlerinden huzursuz olurken, Suriye bölgesi kargaşanın dışında kalacaktır. Hz. Ömer (r.a)'ın şehâdeti ile başlayıp, Hz. Osman'ın şehadetiyle kızışıp Sıffin ve Kerbelâ hâdiseleriyle gelişen fitne hareketleri Suriye'ye sıçramamış, bazı sahabeler, fitnenin dışında kalmak için Suriye'ye hicret bile etmiştir.

 

* Dindarlığın pek çok sıkıntı ve meşakkati peşinde getirdiği günümüz şartlarında, İslam'a hasbi ve samimi bir şekilde her memlekette gönül verip çilesini çeken, işten atılan, hapse tıkılan, terfi ve makamından olan, karakollarda dayak yiyen, işkence çeken, hayatını kaybeden her zümreden insan bu gruptan sayılmalıdır.  Hiçbir zümre bunu kendine mal edemez.

 

* Hardal tanesi kadar İslami sorumluluğu taşıyan, her Müslüman,  Hangi mezhep ve meşrepte olursa olsun, taşıdığı dini değer olarak haklıdır. Fakat hak sadece kendisinin bildiği ve anladığı şeylerden ibaret değildir.

 

* Haksızın hakim, haklının ise mahkum olduğu günümüz şartlarında. Aynı Allah'a, Kitaba ve Peygambere inanmış olan kimselerin, "Ben daha doğru ve haklıyım" denilmesi gerçekten çok tuhaf, acayip ve ayıp bir şeydir.

 

* Hakkın ikamesi, haksızlık yaparak ve kaba kuvvet kullanarak, kendini ispat ve ifade etmek değildir. Zira haklı olmak, hak üzerinde sebat etmek ve sabretmekle mümkündür.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

SİZE İKİ ŞEY BIRAKIYORUM

 

 

Kırkıncı Ayet

 

وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوى () اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْىٌ يُوحى

 

"O, hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz. O (söyledikleri) yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiydir." [765]

 

 

Ayetin Nuzulü ve Açıklaması

Bu ayeti kerime müşrikler, "Kur'anı, Muhammed (a.s) kendisi uyduruyor," demeleri üzerine nazil olmuştur.[766]

 

Yani, sizler, Hz. Muhammed (a.s) 'e sırf insanlara Kur'an'ı tebliğ ettiği için öfke duyuyorsunuz. Oysa bu Kur'an'ı O uydurmamıştır ve onu kendi çıkarları için tebliğ etmemektedir. Bu Kur'an, Ona Allah tarafından vahyolunmuştur ve vahyolunmaya devam edilmektedir. O, Peygamberliğini Peygamber olma hevesiyle değil, Allah kendisine emrettiği ve Risaleti tebliğ etmesini buyurduğu için ilan etmiştir. Dolayısıyla O, sizlere bir Peygamber sıfatıyla tebliğ etmektedir. İslâm'ın, Tevhid, Ahiret, Kıyamet gününde ceza ve mükafatın verileceği haberi, kainatta insanın bulunduğu mevki ve salih bir hayat sürmenin prensipleri hakkındaki mesajı, Onun kendi uydurduğu düşünceler olmayıp, Allah'ın kendisine vahyettiği hakikatlerdir. Hz. Peygamber (a.s)'ın sizlere tebliğ ettiği bu Kur'an kendisine Allah tarafından nazil olmuştur ve hâlâ olmaktadır. Dolayısıyla sizlere tebliğ ettiği bu hakikatler bir ilme dayanmaktadır.

"O hevadan konuşmaz. O Kur'an kendisine vahyedilen bir vahiyden başka değildir." [767]

 

Bu bağlamda şöyle bir soru yöneltilebilir: "Hz. Peygamber (a.s)'ın tüm sözleri Allah katından mıdır? Değilse şayet, Hz. Peygamber (a.s)'ın sözlerinden hangisi kendisine ait, hangisi Allah'ın vahyidir?" Böyle bir sorunun cevabını şu şekilde verebiliriz: Kur'an kesinlikle bir vahiydir ve içindeki tüm sözler istisnasız Allah'a aittir. Hz. Peygamber (a.s)'ın kendi sözleri ise üç kategoriye ayrılabilir:

 

1) Hz. Peygamber (a.s) 'ın İslâm'ı tebliğ, Kur'an'ı beyan ve izah niteliği taşıyan sözlerinin tümünün vahy kaynaklı olduğuna şüphe yoktur. Maazallah bunlar hevasından uydurduğu düşünceler değildi.

 

Bir bakıma Hz. Peygamber, (a.s) Allah'ın tayin ettiği resmi bir sözcüydü. Bu tür vahy, kelimesi kelimesine Kur'an gibi nazil olmuş değilse bile, Hz. Peygamber (a.s)'ın söylediği bu sözler yine de vahy ilmine dayanmaktadır. Ancak Kur'an ve Hz. Peygamber (a.s)'ın sözleri arasındaki fark, Kur'an'ın anlamıyla birlikte kelimelerinin de Allah tarafından nazil olması, buna karşılık Hz. Peygamber (a.s)'ın izah niteliğindeki sözlerinin, Allah tarafından öğretilmiş olmasına rağmen, kelimelerinin kendisine ait olmasıdır. Bu bakımdan, Kur'an'a, "Vahyi Celî" Hz. Peygamber (a.s) 'ın bu tür sözlerine de "Vahyi Hafî" denilir.

 

2) Hz. Peygamber (a.s)'ın Müslümanların lideri olması münasebetiyle Allah'ın kelimesini yüceltmek ve dini ikame etmek için mücadele ederken muhtelif zamanlarda verdiği emirleri kapsayan sözleri. Bu mücadele boyunca Hz. Peygamber, (a.s) zaman zaman sahabeyle istişarede bulunmuştur. Bu istişareler sonunda O, bazen kendi reyinden vazgeçip, sahabelerin reyini kabul etmiştir. Bazan de sahabeler "Bu sizin kendi sözünüz mü yoksa Allah'ın vahyi midir?" diye sormuşlar, O da "Benim sözümdür" karşılığını vermiştir. Bazen Hz. Peygamber (a.s) içtihat edip, bu doğrultuda emir verdikten hemen sonra, Allah Teâlâ, Onun buyruğunun aksini bildiren ayetler inzal etmiş ve bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s) yanlış olan içtihadını düzeltmiştir. Buraya kadar anlatılanlardan anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber'in (a.s) sözleri hevasından olmayıp, Allah'ın teyid etmesiyle kesinlik kazanmıştır. "Hz. Peygamber'in (a.s) her söylediği vahiy midir?" sorusuna gelince, Onun bir insan olması hasebiyle söylediği sözler, sahabeleriyle istişare ederek aldığı kararlar veya Allah'ın aksini emrettiği konulardaki içtihatları vahiy değildir. Fakat bunların dışında söylediği sözler "vahyi hafî" grubuna girer.

 

İslâm hareketinin önderliğine, Müslümanların emirliğine, İslâm devletinin başkanlığına kendiliğinden tayin olmadığı gibi, Onu halk da seçmemiştir. Bu mevkiler O'na Allah tarafından verilmiş ve O da bu mevkilerdeki yetkisini Allah'ın emriyle kullanmıştır. Hz. Peygamber (a.s)'ın kendi içtihatlarına dayalı icraatı da Allah tarafından teyit edilmiştir. Yani Onun görüşleri, Allah'ın kendisine verdiği ilme dayanmaktadır. Ancak yanıldığında Allah Teâlâ hemen Onun sözkonusu yanlışlığını "Vahyî Celî" ile düzeltmiştir. Bundan, Rasûlullah'ın (a.s) kendiliğinden yaptığı içtihatların Allah'ın rızasına muvafık olduğu anlaşılıyor. Çünkü böyle olmasaydı, muhakkak Allah kendisini ikaz ederdi.

 

3) Hz. Peygamber'in (a.s) bir insan olması hasebiyle, peygamberlikten önce ya da sonra, Nübüvvet ile ilgili olmayan sözleri. Bu bağlamda öncelikle bilinmesi gereken husus, kafirlerin, Rasûlullah'ın bu tür sözleriyle ilgili itirazlarının bulunmayışıdır. Onlar Hz. Peygamber'i, yukarıdaki iki kategoriye giren sözlerinden ötürü, dalaletle suçluyorlardı. Dolayısıyla sözkonusu ayette Hz. Peygamber (a.s) 'ın Nübüvvet ile ilgisi bulunmayan sözleri kastedilmemektedir. Ancak yine de belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber'in (a.s.) bu tür sözleri bile hak ve doğruluğun dışında başka bir şey ifade etmez. Çünkü Allah, Onu takva timsali bir peygamber olarak göndermiştir.

 

Bununla birlikte Hz. Peygamber'in (a.s.) her sözü vahyin nuruyla aydınlanmıştır. Nitekim Ebu Hureyre'nin rivayetine göre, Rasûlullah (a.s)"Ben Hak'tan başka hiç bir şey söylemem" dediğinde ashabtan biri "Ya Rasûlallah ama siz bazen bizlerle şakalaşıyorsunuz" diye sorunca O, "Ben gerçekten de Hak'tan başka bir şey söylemem" demiştir. Amr b. el-As'ın oğlu Abdullah şunları anlatıyor: "Ben Hz. Peygamber'in (a.s) ağzından çıkan her sözü yazıyordum. Bunun üzerine bazı kimseler bana, "Sen Rasûlullah'ın (a.s) söylediği her sözü yazıyorsun. Oysa O, bazan kızgın bir halde de konuşur" deyince, ben de yazmaktan vazgeçtim. Bir defasında da bu hususu Rasûlullah'a arzettim. Bunun üzerine O, "Sen yaz. Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, benim ağzımdan Hak'tan başka birşey çıkmaz" dedi. [768]

 

Sonuç olarak dudaklarındaki dükülen cümlelerin Allah tarafına kale alınan bir zat olmasına rağmen efendimiz (a.s) yine de ashabıyla istişare etmekten geri durmamıştır. Çünkü akıl akıldan üstündür.

 

Bedir Savaşı sırasında da savaş tecrübesine dayalı şöyle bir olay yaşanmıştı. Hz. Peygamber, orduyu bir yere konaklatmak istedi. Hubâb b. Münzir bu yerleştirmenin vahye mi, yoksa savaş taktiğine mi dayandığını sordu. Allah elçisinin, bunun bir savaş taktiği olduğunu söyleyince, Hubab b. Münzir bu konaklama yerinin uygun olmadığını söyledi ve daha uygun yeri göstererek, gerekçelerini açıkladı. Bunun üzerine, ordu Hubâb'ın belirlediği yere yerleştirildi.[769]

 

Allah elçisi olan aziz Peygamberlerin görevi, sadece ve sadece kendilerine gelenleri insanlara aktarmaktır. Çünkü böyle olmasaydı elçiliğin bir anlamı kalmazdı.

Onun içindir ki, hiçbir elçi kendisine vahy edilenin dışına çıkmaz. İşte bu bizim Peygamberimiz içinde geçerlidir.

Yukarıdaki ayetler Yüce Allah'ın emirlerini, aşağıdaki hadisi şerif ise Peygamber efendimiz (a.s)'ın sünnetine işaret etmektedir.

Yüce Allah cümlemizi kendi emirlerine ve Peygambermizin sünnetine sarılmayı nasip etsin.  

 

 

 

Kırkıncı Hadis

 

 

 عن مالك أنهُ بلغَهُ أنّ النبى  قال: تركتُ فِيكُمْ أمرينِ لَنْ تَضِلُّوا ما تَمَسّكتُمْ بِهِمَا: كِتَابَ اللّهِ تَعالَى، وَسُنّةَ رَسُولِهِ  .

 

"Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetce asla sapıtmayacaksınız: "Allah'ın Kitab'ı ve Resûlünün sünneti." [770]

 

 

Hadisin Vürûdu ve Açıklaması

Vürûdu: Ebu Hureyre (r.a) Hz. Peygamber (a.s) bu hadisi veda haccında bu hadisi hutbe olarak buyurmuştur.[771]

Hâkim'in el-Müstedrek'te kaydettiği üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Veda Hutbesi sırasında, bu hatırlatmayı yapmıştır. Hadis'te İslâmiyetin asliyeti üzere korunması ve kurtuluşa ermek için tek muteber yolun Kur'ân'ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye'ye uymak olduğunu bildiriliyor. Bunlara uymayan bütün yollar çıkmaz sokaktır, aldatmacadır.[772]

 

Hz. Peygamber (a.s)'ın vefatına yakın yaptığı konuşmalardan biri görülmektedir. Hz. Peygamber (a.s) kendinden sonra ümmetin dalâlete, fitneye, ihtilaflara düşmemesi için tek çıkar yol olarak Kur'ân'a ve sünnetine uyulmasını vasiyet ediyor. Şu halde Allah'tan gereğince korkmak ve Kur'ân'ın emirlerini ölçü olarak almak ümmetin vahdeti, dinin bozulmalara karşı muhafaza edilmesi için şart olduğu gibi, sünnete uymak, Ehl-i Beyte mensup olanlara saygı göstermek de bir o kadar ehemmiyet taşımaktadır. Osmanlılar döneminde -Abbasîler döneminde başlatılan bir geleneğe uyularak- Ehl-i Beyt'e mensup olanlar, bu çeşit hadislerin teşvikiyle hususî alâkaya mazhar olmuşlardır. Devlet bu kimseler için hususî defterler tutmuş, maaşlar bağlamıştır. Devlete sadâkatları sağlanan bu kitle sayesinde, İslâm âleminin tamamında, samimî bir devlet taraftarlığı, siyasî birlik taraftarlığı temîn edilmiştir. Maceraperest ayrılıkçılar halkın itibar ve hürmet ettiği eşraf zümresinin temâyülüne zıt tecrübelere girmekten çekinmiş olmalıdırlar. Böylece Âl-i Beyt'e saygının içtimaî ve siyasî ehemmiyeti anlaşılmış olmaktadır.

 

Kur'an-ı Kerim'e ve Sünneti Seniyeye uymak, bütün yolları kurtuluşa ve saadete çıkarır. Tam tersini düşünürsek, Kur’an’a ve Sünnete uymayanların bütün yolları dalalete ve sapıklığa çıkar.

 

Kur'an-ı Kerim, haber merkezi olan Yüce Allah katından gelmiş olup, Hz. Peygamber (as)'ın bizi haberdar etmesiyle de Sünnet, Kur’an'ın habercisi ve açıklayıcısıdır. Onun için Kur’an haber, Sünnet ise Onun haberdarıdır. Haberi en iyi okuyan ve açıklayan şüphesiz haberci olacaktır. İşte bu haberci Hz. Peygamber (as)'ın söylemi ve eylemidir. Biz buna "Sünnet" ve "Hadis" diyoruz.

 

Kur'an ile Sünnet, Yüce Allah'ın katında et ile tırnak gibidir. Bunları nasıl birbirinden ayırmak mümkün değilse, Kur'an ile Sünneti de birbirinden ayıramayız.

 

Kur’an'a uymak Sünnetle mümkündür. Sünnet Kur’an'a nasıl uyulacağını gösterir. Kur’an'ı Sünnetsiz anlamak ve yaşamak mümkün olmadığı gibi, Sünneti Kur’an'dan bağımsız da kabullenmek akıl karı değildir.

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

KIRK AYET VE HADİS DERSİNİN TESTİ

 

 

Soru 1  : Rasülullah (a.s.) Efendimizin takip edip uyguladığı dini yol ve tutumlara ve bunları genel prensipler çerçevesi içinde ümmetine uygulamasını emrettiği söz ve fiillere ne ad verilir?

Cevap  : Sünnet.

 

Soru 2  : Hadis-i Şerif ne demektir?

Cevap : Hz. Peygamber (a.s)'ın sözleri, fiilleri, takrirleri ile ahlâkî ve beşerî vasıflarından oluşan sünnetinin söz veya yazı ile ifade edilmiş şeklidir.

 

Soru 3  : Söz bakımından Peygamberimiz (a.s.)’e anlam bakımından Allah (c.c.)’e ait olan hadislere ne ad verilir?

Cevap  : Kudsi Hadis.

 

Soru 4  : Sünnetin çeşitleri nelerdir kısaca izah ediniz?

Cevap  : Üç çeşittir.

               a- Kavli sünnet; Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın sözleridir.

               b-Fiili sünnet; Peygamber efendimiz (a.s.)’ın yaptığı iş ve hareketlerdir.

               c- Takriri sünnet; Peygamber efendimiz (a.s.)’ın işaret ettiği veya sükut ettiği işlerdir.

 

Soru 5 : Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın Hadis-i Şerifleri’nin büyük bir çoğunluğu “Kütübü Sitte” olarak bilinen altı hadis kitabındadır. Bu altı kitabı yazarlarıyla birlikte söyleyiniz?

Cevap  : a- Sahih-i Buhari. Yazarı: İmam Buhari

              b- Sahih-i Müslim. Yazarı: İmam Müslim

              c- Sünen-i Ebu Davut. Yazarı: Ebu Davut

              d- Sünen-i İbni Mace. Yazarı: Abdullah İbni Mace

              e- Sünen-i Tirmizi. Yazarı:İsa İbni Sevre Et-Tirmizi

              f-Sünen-i Nesei. Yazarı: Ebu Abdullah En-Nesei

 

Soru 6:Hadis kitapları içinde “erba’un” nedir?

Cevap: Kırk hadis’tir.

 

Soru 7:Hadis kitapları içinde özel bir yeri olan “Erba’un- Kırk hadis” hakkında geçmişten günümüze kadar yazılmış birkaç tane kitap ve yazar ismini söyleyiniz?

Cevap: İlk “Erba’un” (Kırk hadis) kitabın yazarı Abdullah İbni Mübarek. Günümüzde en meşhur Nevevi’nin  Erba’un” -Kırk hadis kitabıdır. Ve elimizde bulunan……

 

Soru 8:Hadislerin içinde neden “Kırk Hadis” ezberlenir?

Cevap:Çünkü Peygamberimiz (a.s) kırk hadisle ilgili şöyle buyurmuştur:

"Kim ümmetime, sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben kıyamet günü onun imânına şâhit ve şefaatçi olurum."[773]  hadisi şerifin sırrına mazhar olmak için.  

 

Soru 9  : İslam aleminin en büyük muhaddisidir.(hadis alimidir.) Hicri 194-256 senelerinde yaşamış, babası İsmail Bin İbrahimdir. 16 yaşında iken iki büyük hadis kitabını ezberledi.

İlmini Mekke’de tahsil etti. Daha 18 yaşında iken hadis ravileri ile ilgili hadis kitabı yazdı.

Daha sonraki 16 yıllık yaptığı çalışma ile “El-Cami’üs Sahih”adlı büyük hadis kitabını yazdı.

Kendisi “Sahih adlı kitabımı altı yüz bin hadisten seçtim. Yazdığım her hadis için iki rekat namaz kıldım.” diye söz eden ve kitabında 7275 sahih hadis bulunan, Kur’an’ı Kerim'den sonra en büyük kaynak kabul edilen Sahih-i Buhari adlı kitabın müellifi kimdir?

Cevap  : İmam Buhari hazretleridir.

 

Soru 10  : Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’den sonra en büyük hadis kitabı sayılan Ebu Davut isimli eserin yazarı olan muhaddisimizdir. 888 miladi yılında Basra’da doğmuştur.

500.000 Hadis-i Şerif içinden 4800 hadis-i şerifi kitabına almış, hocası Ahmet Bin Hambel’e gösterip onun takdirini kazanmıştır. Kitabı Kütübü Sitte’nin 3. Kitabı olarak bilinir.

Eserindeki tüm hadisleri İslam hükümlerine ait hadisler olan muhaddisimiz kimdir?

Cevap  : İmam-ı Ebu Davut.

 

Soru 11  : “Riyazü-s Salihin” adlı hadis kitabının yazarı kimdir?

Cevap  : İmam Muhyiddin en-Nevevi’dir.

 

Soru 12  : Kur’an’ı Kerim ve Sahih-i Buhari’den sonra en değerli kaynak olan Sahih-i Müslim’in müellifidir. Hicaz, Mısır, Suriye, Irak, İran ve Türkistan’ı dolaşarak hadis topladı.

Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın buyurduğu her sözü en sağlam kaynaklara dayanarak aldı, ezberledi ve kitabına yazdı. 30.000 hadisi şerifi topladı ve inceledi. Kitabı Kütübü Sitte’nin

2. Olan hadisi şeriflere ve Allah’ın Resülüne aşık olan bu büyük muhaddisimiz kimdir?

Cevap   : İmamı Müslim.

 

Soru 13: Kur’an’ı Kerim’den sonra kaynak olan Kütübü Sitte’den Süneni Nesai’nin müellifidir.

Asıl adı Ahmet Bin Şuayb, lakabı Ebu Abdurrahman’dır. Şam, Horasan, Irak, Hicaz, Cezire ve Mısır’ı dolaşıp hadis topladı ve kitabını yazdı. Bundan başka içersinde hiçbir zayıf hadisin bulunmadığı “Mücteba” isimli eserini yazdı. Ömrü boyunca Davut (a.s.) gibi bir gün yiyip bir gün oruç tutan bu muhaddisimiz kimdir?

Cevap   : İmam-ı Nesai.

 

Soru 14: Asıl ismi İsa Bin Ebu Muhammed olan, Horasan, Hicaz ve Irak’ı baştan sona kadar dolaşarak hadis toplayıp, Kütübü Sitte’den Süneni Tirmizi’yi yazmış muhaddisimiz kimdir?

Cevap   : İmam-ı Tirmizi

 

Soru 15: En çok hadis rivayet eden sahabe kimdir?

Cevap  : Ebu Hureyre (r.a.)

 

Soru 16: Müttefekun Aleyh ne demektir?

Cevap : Buhari ve Müslim’in bir hadis üzerindeki ittifakıdır.(Görüş birliğidir).

 

Soru 17: Mevzu hadis ne demektir?

Cevap : Peygamber Efendimiz (a.s.)'ın ağzındanmış gibi uydurulan gerçek olmayan sözlerdir.

 

Soru 18: Kadın sahabelerden en çok hadis rivayet eden kimdir?

Cevap  : Hz. Aişe (r.anha)’dır.

 

Soru 19: Senet nedir?

Cevap  : Hadis-i Şerif’i rivayet eden kişiler zinciridir.

 

Soru 20: Metin neye denir?

Cevap : Senetten sonraki Peygamberimiz (a.s.)’ın sözleridir.

 

Soru 21: Ravi kimdir?

Cevap: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın söz ve fiillerini rivayet eden her kişiye ravi denir.

 

Soru 22: Ebu Hureyre’nin asıl adı nedir?

Cevap  : Abdurrahman Bin Sahr’dır.

 

Soru 23: Sahih-i Müslim’de kaç hadis vardır?

Cevap  : Tekrarlar dışında 4.000 hadis.

 

Soru 24: Sahabe kimdir?

Cevap: Peygamber Efendimize iman ederek O'nu gören ve müslüman olarak ölen kimselerdir.

 

Soru 25: Tabiin kimdir?

Cevap : Hz. Muhammed (a.s)'ın sahabilerinin devrine yetişen, onları gören, imân sahibi olduğu halde onlarla beraber bulunan ve imân üzere vefât eden kişilerdir.

 

Soru 26: Etbâu't-tâbiîn kimdir?

Cevap: Tabiinleri görip onlardan hadis nakledenlerdir.

 

Soru 27: Kaç çeşit hadis vardır?

Cevap  : Üç çeşit; Mütevatir, Meşhur ve Ahad.

 

Soru 28: Peygamberimiz (a.s.)’ın bizzat söylediği sözlere ne ad verilir?

Cevap  : Kavli sünnet.

 

Soru 29: Peygamberimiz (a.s.)’ın yaptığı işlere ve bu ibadetlere ne isim verilir?

Cevap  : Fiili sünnet.

 

Soru 30: Peygamberimiz (a.s.)’ın görüpte men etmediği söz ve davranışlara ne ad verilir?

Cevap  : Takriri sünnet.

 

Soru 31: Hadis ilminde molla kime denir?

Cevap  : 2.000’den fazla hadis ezberleyene denir.

 

Soru 32: Adalet ve zabt sahibi ravilerin kesiksiz bir senetle bir birinden rivayet ettikleri, illetli ve şaz olmaktan uzak hadise ne ad verilir?

Cevap  : Sahih hadis.

 

Soru 33: Mevzu hadis uydurma sebepleri nelerdir?

Cevap  : a- Mezhep, kabile ve milletini müdafaa etmek gayreti.

              b- İslam düşmanlığı.

              c- Şahsi menfaat kaygısı.

              d- Yöneticilere yaklaşma arzusu.

 

Soru 34: Hadisi rivayet eden ravide aranan şartlar nelerdir?

Cevap  : a- Müslüman olmak.

              b- Adaletli olmak.

              c- Zabt sahibi olmak.

              d- Akıl ve baliğ olmak.

 

Soru 35: Ayet okumak kaydı ile Peygamberimiz (a.s.)’ın Allah Teala şöyle buyurmuştur diyerek, Allah Teala’ya izafe ettiği hadislere ne ad verilir?

Cevap   : Kudsi Hadis.

 

Soru 36: Peygamberimiz (a.s.)’ın kendisine intikal eden bir olay karşısında  susarak cevap vermesine ne ad verilir?

Cevap   : Takriri sünnet.

 

Soru 37: Sahih 6 hadis kitabı olan Kütübü Sitte’nin sonuncusu olan hadis kitabının sahibi Ebu Abdullah Bin Yezit hicri 209,  miladi 824 yılında Kazvin’de doğdu. Arap dili ve edebiyatı üzerine derinleşti. Daha sonra tüm çalışmalarını hadisi şerifler üzerinde yoğunlaştırdı. En güvenilir ravi ve hadisleri bulmak üzere Irak, Arabistan, Suriye ve Mısır gibi İslam beldelerini gezdi. Sonuçta topladığı hadisi şerifleri sünen isimli eserinde birleştirdi. Eseri tertibi tekrardan uzak ve kısa oluşuyla tanınmaktadır. Bu büyük muhaddis hicri 273, miladi 886 yılında vefat etmiştir. Esas ismini verdiğimiz halk arasında yazdığı eserin adıyla anılan imamı tanıdınız mı?

Cevap  : İmam İbni Mace.

 

Soru 38: Söz, fiil, takrir ahlaki ve fiziki vasıf olarak Peygamberimiz (a.s.)’e izafe edilen her şeyin yazılı metnine ne denir?

Cevap  : Hadis.

 

Soru 39: Kaç çeşit sünnet (hadis) vardır?

Cevap  : 3, (kavli, fiili ve takriri.)

 

Soru 40: Bir diğerinden almak ve nakletmek şartıyla, hadisi rivayet eden kişilerin Rasulüllah (a.s.)’a kadar sıralandığı kısma ne ad verilir?

Cevap   : Senet.

 

Soru 41: Görme ve duymaya dayanarak nesilden nesile nakledilen hadislere ne ad verilir?

Cevap  : Mütevatir hadis.

 

Soru 42: Hadisin sözlük anlamı aşağıdakilerden hangisidir?

a) Eski

b) Yeni

Cevap : a)Yeni.

 

Soru 43: Kur’an-ı Kerim de hadislere tabi olmamızı emir buyuran ayetler var mıdır?

Cevap: Hadislere uymamızı emir buyuran ayetler:

-"Ey Peygamber de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki; Allah da sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın"(Âlu İmrân, 3/31);

-"Ey Peygamber de ki: Allah'a ve peygamber'e itâat ediniz. Eğer yüz çevirirseniz, biliniz ki Allah kâfirleri sevmez" (Âlu İmran, 3/32;

-"Allah'a ve Peygamberlere itâat ediniz, umulur ki rahmet olunursunuz" (Âlu İmrân, 3/132);

-"Peygamber size neyi getirmişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan sakının" (el-Haşr, 59/7).

 

Soru 44: Hadisi şerifler kitaplarımıza geçinceye kadar hangi şekillerde rivayet edilmiştir?

Cevap  : Lafzan ve manen.

 

Soru 45: Adalet ve zabt sahibi ravilerin muttasıl senetlerle rivayet ettikleri, şazz ve muallel olmayan hadislere ne ad verilir?

Cevap  : Sahih hadis.

 

Soru 46: Arapça bir kelime olup, genellikle hadis ilmiyle uğraşan alime ne ad verilir?

Cevap  : Muhaddis.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

KAYNAKÇA

 

 

el-Aclunî, İsmail İbnu Muhammed (v. 1162/1748), Keşfu'l-Hafa Müzîlü'l-İlbâs ammâ İştehere mine'l-Ehâdîsi alâ Elsineti'n-Nâs, Beyrut 1351.

 

Abdil-Latifi'z, Zebidi-Sahih-i Buhari muhtasarı, Tecrid-i Sarih tercemesi ve Şerhi-Ank: 1975 (3 bsm),

 

Abdülaziz El Buhari-Keşfû'l Esrar-İst: 1308

 

Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-Hasîs Şerhu İhtisâri Ulûmi'l-Hâdîs, Beyrut 1951.

 

Abdurrahman el-Cezirî, Kitabu'l-Fıkhi ala'l-Mezahibi'lArbaa, Mısır, ty

 

Abdu'l-Vehhab Abdullatif, el-Mutasar min Mustalahatı Ehli'l-Eser min Ehli's-Sünne  ve'ş-Şi'a ve'l-imamiyye Ve'z-Zeydiyye, 5. baskı Kahire, 1966.

 

Abdülkerîm Zeydan, İslâm Hukukuna Giriş, Terc. Ali Şafak, İstanbul (t.y)

 

Abdurrezzak İbnu Muhammed es-San'ani (v. 211). Musannafu Abd'r-Rezzak, Beyrut (Ofset), 1970.

 

Ahmed Zeki Safve, Cemheretu Hutubi'l-Arab, Mısır 1962

 

Amidi, Seyfuddin Ebu'l-Hasen Ali İbnu Ebi Ali (v. 631), el-İhkam fi Usuli'l-Ahkam, Kahire, 1968/1387.

 

Azimabadi-Ebu't-Tayyib Muhammed Şemsü'l-Hakk, Tahkik: Abdurrahman Muhammed Osman, Avnu'l-Ma'bud Şerhu Süneni Ebi Davud, Medine, 1968.

 

Ayni-Bedru'd-Din Ebu Muhammed Mahmud İbnu Ahmed (v. 855), Umdetü'l-Kârî Şerhu Sahihi'l-Buhari, 1348 (baskısından ofset, Beyrut).

 

Babanzâde, Ahmed Naim: Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Birinci cild, Ankara, 1957

 

Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, İstanbul 1962

 

Bedrüddin el-Aynî, Tibyan Tefsiri, İstanbul-1986

 

el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esraru't-Te'vîl, Mısır 1955

 

Beyhaki Ebu Bekr Ahmed ibnu'l-Huseyn (v. 958), es-Sünenü'l-Kübra, Haydarabad, Deken 1353.

 

Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve İstilâhâtı Fıkhyye Kamusu, İstanbul 1967

 

Buharî, Ebi Abdillah Muhammed İbnu İsmail (sv. 256) el-Ebedi'l-Müfred, Kahire, 1379.

 

Çakan, İsmail Lütfi: Hadîslerde Görülen İhtilâflar ve Çözüm Yolları, İstanbul 1982

 

Canan İbrahim, Hz. Peygmaberin Sünnetinde Terbiye; 1979, Ankara.

 

Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Şerhi, Ankara 1988.

 

Cessas, Ebu Bekir Ahmed İbnu Ali (v. 370), Ahkamu'l-Kur'an Kahire, ty.

 

Dârâkutnî, Ali İbnu Ömer (v. 385/995): Ehâdîsu'l-Muvatta (Tahkîk: Zâhidu'l-Kevseri, Keşfu'l-Gıta ile birlikte hazırlanmıştır), Mısır, 1946.

 

Dehlevi, Şah Veliyyullah Ahmed İbnu Abdurrahim (v. 176) el-İnsaf fi beyan-ı Sebebi'l-İhtilaf fi'l-Ahkami'l-Fıkhiyye, Kahire, 1398.

 

Döndüren, Hamdi, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984

 

Ebû Bekir El Cessas-El Ahkâmû'l Kur'an-Beyrut: 1355

 

Ebû Muin- En Nesefi-Bahrû'l Kelam-Konya: 1977,

 

Ebû Yusr Muhammed -Pezdevi-Ehl-i Sünnet Akaidi-İst: 1980,

 

Ebu Bekr İbnu'l-Arabi (v. 543), Ahkamu'l-Kur'an, Kahire, 1968.

 

Ebu Dâvud, Süleyman İbnu'l-Eş'as es-Sicistânî el-Ezdî (v. 202/817): Risâletu Ebî Dâvud es-Sicistânî fi Vasfı Te'lîfihi Li-Kitâbi's-Sünen (Tahkîk: Zahidü'l-Kevserî), Mısır, 1.369

 

Fetevayı Hindiyye (Bir Heyet tarafından hazırlanmıştır). 3. tab, Bulak 1310 baskısından ofset 1973.

 

el-Gazzalî, el-İhyâ, Beyrut t.y

 

el-Hâkim, Ebu Abdillâh Muhammed İbni Abdillâh en-Neysâbûrî (405/1014): Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs, Beyrut, 1935.

 

el-Hâkim el-Müstedrek alâ's-Sahîheyn, Haydârâbâd-Deken 1335.

 

Hamîdullah, Muhammed: Muhtasar Hadîs Târihi ve Sahîfe-i Hemmâm İbn Münebbih, Çvr. Kemal Kuşçu, İstanbul, 1967

 

Hanbel, Ahmed ibnu, (v. 241) Müsnedu Ahmedi'bni Hanbel, 1313. Kahre (baskısından ofset). Beyrut, ty.

 

Hallâf, Abdulvehhab, İlmu Usûli'l-Fıkh, Kahire 1978

 

el-Hatîb, Muhammed Acâc: es-Sünne Kable't-Tedvîn, Kahire 1963.

 

el-Hatîbu'l-Bağdâdî, Ebu Bekr Ahmed İbnu Ali (463/1070); el-Kifâye fi İlmi'r-Rivâye, Mısır, 1972.

 

……….. er-Rıhle fi Talebi'l-Hadîs, Beyrut, 1975.

 

………… Takyîdu'l-İlm, Daru İhyai's-Sünne 1975.

 

Hâzimî, Ebu Bekr Muhammed İbnu Mûsâ (v. 584/1118): Şurûtu Eimmeti'l-Hamse, Kahire 1357, (Makdisî'nin Şurût'u Eimmeti's-Sitte'si ile birlikte Zâhidu'l-Kevserî'nin tahkîkiyle birlikte basılmıştır).

 

Haydar,Ali, Efendi-Dürerû'l Hükkâm Şerhû Mecelleti'l Ahkâm-İst: 1330 (3 bsm)

 

Hakim, Ebu Abdillah Hakim en-Neysaburi (v. 405), el-Müstedrek Ala's-Sahihayn, Haydarabad-Deken, 1335.

 

Hattâbî, Ebu Süleyman Ahmed İbnu Muhammed (v. 388), Mealimu's-Sünen, Humus 1393/ 1973, Birinci Tab.Heysemi,

 

el-Hüseynî, Abdü'l-Mecid Hâşim: el-İmâmu'l-Buhârî, Kahire, ty.

 

İbnu Abdilberr, Ebu Ömer Yûsuf (v. 463/1070): Câmi'u Beyâni'l-İlmi ve Fadlihi, Medîne, 1968.

 

İbrahim Hakkı Erzurumi (v. 1194), Marifetname, İstanbul, 1330

 

İbnu'l-Arabî, Ebu Bekr Muhammed İbnu Abdillah (v.543/1148) Ârızatu'l-Ahvazî bi-Şerhi Sahîhi't-Tirmizî, Beyrut, ty.

 

İbnu Asâkir, Keşfu'l-Gıta fi Fazâili'l-Mustafa, 1946, Mısır.

 

İbnu'l-Esir, İzzü'd-Din Ebu'l-Hasen Ali İbnu  Muhammed el-Cezerî (v. 630), Üsdü'l-Gabe Fî Ma'rifeti's-Sahabe, Kahire, 1970.

 

İbnu Hacer, Şihâbü'd-Dîn Ebu'l-Fadl Ahmed İbnu Ali el-Askalânî (v. 852/1448): Hedyü's-Sârî Mukaddimetu Feth'i'l-Bâri, Bulak 1301.

 

İbnu Hacer Şerhu'n-Nuhbe, Mısır, 1934.

 

İbnu Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, Haydarâbâd-Deken 1328

 

İbnu Hamza el-Hüseynî, es-Seyyid İbrahim İbnu's-Seyyid (v. 1120/1706): el-Beyân ve't-Ta'rîf fi Esbâbı Vürûdi'l-Hadîsi'ş-Şerif, Halebi 1329.

 

İbnu Hazm, Ali, el-Endülusî (v. 457/1064): el-İhkâm fi Usûlü'l-Ahkâm, Kahire, ty.

 

İbnu's-Salâh, Ebu Amr Osman İbnu Abdirrahmân eş-Şehrezûrî (v. 643/1245): Mukaddime (veya Ulumu'l-Hadîs). Matbâ'atu'l-Âmire, 1931.

 

İbnu Hazım, el Hemedani; Ebu Bekr  Muhammed İbnu Musa (v. 584) Kitabu'l-İtibar fi Beyanı Nasih ve'l-Mensuh, Humus, 1386/1966.

 

İbnu Hazm, Ebu Muhammed Ali İbnu Ahmed (v. 456), el-Muhalla, Tahkik: Hasan Zeydan Talebe Mısır.

 

İbnu Hibban, Ebu Hatim Muammed İbnu Hibban el-Bustî, Sahihu İbnu Hibban Beyrut 1987.

 

İbn-i Huzeyme-Es Sahih-Beyrut: 1390, M. İslâmi Neşri,

 

İbnu Kesir, İmamuddin Ebu'l Fida (v. 774), Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim Beyrut, 1966.

 

İbn-i Manzur- Lisanû'l Arab- Beyrut: 1955

 

İbnu Mace-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Yezid el-Kazvini (v. 275), Sünenü İbni Mace, Kahire 1952, Tahkik; Muhammed Fuad Abdulbaki.

 

İbnu Sa'd-Ebu Abdillah Muhammed (v. 230), et-Tabakatu'l-Kübra, Beyrut, 1960.

 

İmam-ı Serahsi-Temhidû'l Füsûl fi İlmû'l Usûl-Beyrut: 1393

 

İmam-ı Azam Ebû Hanife-Fıkh-ı Ekber (Aliyyü'l Kari Şerhi)-İst: 1979, Çağrı Yay.

 

İmam-ı Gazali-İlcamu'l Avam-İst: 1978

 

İmam-ı Rabbani-El Mektubat-İst: 1978, Çağrı Yay.

 

İmam-ı Gazali-Faysalû't Tefrika-Kahire: 1319, M. Kabbani Neşri,

 

İmam-ı Suyuti-El İtkan fi Ulûmû'l Kur'an-Kahire: 1368,

 

İmam-ı Nesefi- El Menar fi Usûl-i Fıkh-İst: 1326

 

el-İsfahânî, el-Müfredât fi Caribi'l-Kur'an, Mısır 1961.

 

Karaman, Hayrettin, Fıkıh Usûlü, İstanbul 1963

 

Kastalânî, Ebu'l-Abbâs Şihâbu'd-Dîn Ahmed İbnu Muhammed (v. 923/1517): İrşâdu's-Sârî li-Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, Bulak, 1304.

 

Kasani, Alauddin Ebu Bekr İbnu Mes'ud (v. 587), Bedai'u's-Sanai fi Tertibi'ş-Şerai, Beyrut 1974/1394.

 

el-Kâri, Nuru'd-Dîn Molla Ali İbnu's-Sultân Muhammed el-Herevî (v. 1014/1605): el-Esrâru'l-Merfu'a fi'l-Ahbâri'l-Mevzû'a, Beyrut, 1971.

 

Keşmîrî, Muhammed Enver (v. 1352/1933): Feyzü'l-Bâri fi Sahihi'l-Buhârî, Beyrut, ty.

 

el-Kâri, Şerhu Nuhbeti'l-Fiker, İstanbul 1327.

 

Kettânî, es-Seyyid eş-Şerîf Muhammed İbnu Ca'fer (v. 1345/1926): er-Risâletu'l-Müstetrafe li-Beyâni Meşhûri Kütübi's-Sünneti'l-Müşerrefe, İstanbul 1986.

 

…………..et-Terâtibü'l-İdâriyye, Beyrut (t.y)

 

……….Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir, Mısır (t.y)

 

Koçyiğit Talât, Hadîs Istılahları, Ankara 1980.

 

…………….Hadîsçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşakalar, Ankara 1969.

 

…………… Hadîs Usûlü, Ankara 1975.

 

el-Kurtubî, el-Câmi' Li Ahkâmi'l Kur'an, Kâhire 1967.

 

Leknevî, Ebu'l-Hasenât Muhammed Abdü'l-Hayy (v. 1304/1886): er-Ref'u ve't-Tekmîl fi'l-Cerhi ve't-Ta'dîl, 2. tab, Haleb, 1968.

 

Mecmuat'u't Tefasir-ist: 1979, Çağrı Yay.

 

el-Makdisî, Ebu'l-Fadl Muhammed İbnu Tâhir (v. 507/1113

 

el-Mevsılî, el-İhtiyâr, Kahire ty.

 

el-Maverd, en-Nuketu ve'l-Uyunu, Beyrut, 1992

 

Mehmed Vehbi Efendi-Hülasatü'l Beyan-İst: 1966,

 

Mahmut Es'ad, Tarih-i İlm-i Hukuk, İstanbul 1331/1912

 

Malik İbnu Enes (v. 179), el-Müdevvenetü'l-Kübra Naşir: el-Hac Muhammed Efendi Beyrut (1323 Mısır baskısından) ofset.

 

Maverdi Eb'l-Hasen Ali ibnu Muhammed (v. 450), Edebu'd-Dünya ve'd-Din, İstanbul 1299

 

Mehmet Aydın-Osman Cilacı, Dinler Tarihi, Konya 1980

 

Mehmet Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, 1340,

 

Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971

 

el-Mevsılî, el-İhtiyâr, Kahire t.y.

 

Mevdudî, Tefhimu'l-Kur'an, Terc. Heyet, İstanbul 1986

 

el-Meydanî, el-Lubâb, İstanbul, ty.

 

Müslim, Ebu'l-Hüseyn Müslim İbnu'l-Hacc el-Kuşeyrî (v. 261). Sahihu Müslim, Kahire, 1955.

 

Muhammed Muhyi'd-Din Abdu'l-Hamid. Şerbini Muhammed eş-Şerbinî, Muğni'l-Muhtaç, Mısır 1958/1377.

 

Muhammed b. Allan, Delilu'l-Fâlihîn, Mısır 1971

 

Muhammed Ma'ruf Ed Devalabi-El Medhal,İlmû Usûl-i Fıkh, Beyrut: 1965 (5 bsm),

 

Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1985

 

el-Mübarekfuri-Ebu'l-Ali Muhammed Abdurrahman İbnu Abdirrahim (v. 1353). Tuhfetu'l-Ahvazi bi-Şerhi Cami't-Tirmizî, Kahire, 1963.

 

el-Muttaki, Alaeddin Ali, Kenzu'l-Ummal, (v. 975), Haleb, 1969.

 

Münavi-Şemsü'd-Din Muhammed Zeynü'd-Din Abdurrauf (v. 1031), Feyzu'l-Kadir Şerhu'l-Cami'i's-Sağir, Beyrut, 1972.

 

Müslim-Ebu'l-Hüseyin Müslim İbnu'l-Haccac el-Kuşeyri en-Neysaburi (v. 261) Sahihu Muslim Tahkik:  Muhammed Fuad Abdul'l-Baki Kahire, 1955.

 

Molla Hüsrev-Mir'at El Usûl fi Şerhi'l Mirkat El Vüsûl-İst: 1307

 

en-Nesai-Ebu Abdirrahman Ahmed İbnu Ali İbni Şuayb (v. 303), es-Sünen, Kahire 1930.

 

en-Nevevî-Muhyi'd-Din Ebu Zekeriyya Yahya (v. 677), Şerhu Muslim, Mısır, ty.

 

Nûru'd-Dîn İbnu Muhammed, el-İmâmu't-Tirmizî ve'l-Muvâzene Beyne Câmi'ihi ve Beyne's-Sahîheyn, Mısır, 1970.

 

Nureddin Ali ibnu Ebi Bekr (v. 807), Mecma'u'z-Zevaid, Beyrut, 1967.

 

er-Razi-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ömer İbni Hüseyn (v. 606), et-Tefsiru'l-Kebir, Naşiri: Abdurrahman Muhammed, Kahire, ty.

 

Sindî, Ebu'l-Hazen Muhammed İbnu Abdil Hadi (v. 1138), Haşiyetu's-Sindi Ala'n-Nesaî, Mısır, 1349.

 

es-Serahsî, Şemsü'd-Dîn Ebu Bekr Muhammed İbnu Ahmed (v. 490/1096): Usûlu's-Serahsî, Haydarâbad-Deken, 1973

Subkî, el-Menhel, Beyrut, 1394.

 

S.Kutup, Fizılâlı'l-Kur'an, Çev: M. E. Saraç, İ Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa, İstanbul.

 

es-Suheylî, er-Ravdu'l-Ünf, Kahire, 1965

 

Sezgin, Fuat, Buhârî'nin Kaynakları, İstanbul, 1956.

 

Sibâ'i, Mustafa, es-Sünne ve Mekânetühâ fi Teşrî'i'l-İslâmî, Dımeşk 1966.

 

Subhi Sâlih, Hadîs İlimleri ve Hadîs Istılahları, Çvr. Yaşar Kandemir, Ankara, 1971.

 

Suyûtî, Hâtimetu'l-Huffâz Celâlü'd-Dîn Abdurrahmân İbnu Ebî Bekr (v.911/1505): Tedrîbu'r-Râvî fi şerhi Takrîbi'n-Nevevî, Medîne, 1959.

 

………..Tefsiru Celaleyn, Dımeşk, 1378.

 

Şafii, Muhammed İbnu İdris (v. 204), er-Risale, Tahkik: Ahmed Muhammed Şakir, Beyrut,  ty.

 

Şâmil, İslâm Ansiklopidisi- (heyet) İstanbul Şâmil Yayınevi 1988

 

Şah Abdülaziz, Gulam Hakim ed-Dehlevi, Muhtasaru't-Tuhfetu'l-İsna Aşeriyye, İstanbul 1976/1396.

 

Şâşı, el-Usûl, Beyrut 1402/1982

 

eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, el-Matbaatü'l-Osmâniyye, Mısır (t.y)

 

eş-Şâtıbî, Ebu İshâk İbrahim İbnu Mûsâ (v. 790/1388): el-Muvâfakât fî Usûli'l-Ahkâm, Kahire. 1969.

 

Şeyhu'l-Emir, Muhammed: Müsnedu Şeyhi'l-Emîr Muhammed, Süleymaniye. Bağdadlı Vehbi. Nu 316.

 

Tahtâvî, şiye alâ Merâkı'l felâh, İstanbul, 1985.

 

Tahavî Ebu Ca'fer Ahmed İbnu Muhammed (v. 321), Şerhu Me'ani'l-Asar, Kahire, 1387/1968.

 

Tahiru'l-Mevlevî, Müslümanlıkta İbadet Tarihi, İstanbul, 1963.

 

Tehânevî, Zafer Ahmed: Yeni Usûl-i Hadîs, Çvr. İbrahim Canan, İzmir. 1982.

 

Tirmizî, Ebu İsa Muhammed İbnu İsa İbni Sevre (v. 279), Sünenü't-Tirmizî, Humus, 1966.

 

Ünal,Ali, Kur'an'da Temel Kavramlar, İstanbul 1986

 

Yazır, Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili Türkçe Tefsir, İkinci Baskı, İstanbul, 1960.

 

ez-Zebîdî, Tecridî Sarîh, Terc. K Miras, Ankara 1978

 

ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977

 

Zehebî, Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ahmed (v. 748/1347): Mîzânu'l-İttidal fî Nakdi'r-Ricâl, Kahire. 1963.

 

Zehebî, Tezkîretu'l-Huffâz, Haydarâbâd. 1956.

 

ez-Zuhaylî, el-Fıkhul-İslâmî fî Uslûbihil-Cedîd, Dımaşk t.y.

 

Zürkani-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Abdilbaki İbnu Yusuf (v. 1122), Şerhu'l-Muvatta Kahire 1961.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kitabın İçinde Geçen Ayetler[774]

 

                   

Ali-İmran:3/31

Muhammed:47/33

Ali- İmrân, 3/28

el-Mâide, 5/6

el-Beyyine, 98/5

en-Nisâ', 4/43

el-Hacc, 22/37

el-Ahzâb, 33/50

el-A'raf, 7/80, 81, 85, 86; Yusuf, 12/23, 25, 28, 29, 30, 31, 35; el-Hicr, 15/3

Nisa,4/116

el-Hacc, 22/31

el-Beyyine, 98/6

el-Ankebût, 29/8

el-Kehf, 18/110

Lokman:31/13

Münafık,63\1

en-Nisâ, 4/145

el-Bakara, 2/1-20

el-Bakara, 2/9-13

el-Bakara, 2/13-15

en-Nisâ,4/142-3

Mücadele, 58/14

Münâfıkûn, 63/2

el-A'raf, 7/58

en-Nisâ, 4/141

el-Ankebût, 29/10-11

Mücâdele, 58/13

en-Nûr, 24/33

et-Tevbe, 9/67

el-Ankebût, 29/10

el-Mâide, 5/52, 53

en-Nûr, 24/49

el-Münafıkûn, 63/3

en-Nûr, 24/47

Münafıkûn, 63/1

el-Mücâdele, 58/9-10

el-Haşr, 59/16

el-Mücadele, 58/20

el-İnfitâr, 82/4-5

et-Tevbe, 9/64

el-Fetih, 48/6

et-Tevbe, 9/67-69

en-Nûr, 24/19

Âlu İmrân, 3/188

en-Nisa, 4/140

el-Ahzâb, 33/60-61

en-Nûr, 24/63

el-Münâfıkûn, 63/19

et-Tevbe, 9/57

en-Nisâ, 4/141

el-A'râf, 7/72, 73

el-Münafıkûn, 63/1-4

en-Nisa, 4/140

el-Münafıkûn, 63/6

el-Hadid 57/13-15

el-Nisâ, 4/140

el-Maide, 5/51

Muminun,23\1

Âlu İmrân, 3/85

en-Nûr, 24/49

eş-Şuarâ', 26/4

en-Nisâ, 4/94

el-Bakara, 2/208

Fussilet,41/33

Hucurât:49/14

Zâriyât:51/ 36

Âl-i İmrân:3/19

Maide:5/ 4

Âli- İmrân:3/85

Nahl,16\116.

et-Tevbe, 9/31

Haşr,59\7

Bakara,2\9

Rahman:55/46

Maide,5\6

Tevbe, 9/108

el-Vakıa, 56/79

Furkan,25\49

el-Müddessir, 74/4

Mu'minun,23\2

Tâha, 20/14)

el-A'raf, 7/205

Tâhâ, 20/14

Bakara,2\183

Yusuf,12/53

el Hac, 22/27, 28

Âl-i İmrân, 3/97

Âl-i İmrân, 3\97

el-Bakara, 2/148

el-Bakara, 2/189

el-Bakara, 2/197

el-Bakara, 2/196

Âl-i İmrân, 3/97

el-Bakara, 2/286

Âl-i İmrân, 3/97

et-Talâk, 65/1

el Bakara, 2/196

el-Bakara, 2/ 196

Âlu İmrân, 3/92

Âlu İmrân, 3/92

el-Bakara, 2/267

el-Bakara, 2/3

Âlu İmrân, 3/134

en-Nisâ, 4/11, 12, 176

el-Enfâl, 8/75

el-Bakara, 2/233

et-Talâk, 65/6

en-Nisâ, 4/36

er-Rûm, 30/38

el-Bakara, 2/233

el-Bakara, 2/43

et-Tevbe, 9/103

el-En'âm, 6/141

el-Bakara, 2/ 177

Âlu İmrân, 3\192

Bakara,2/263

el-Tevbe, 9/193

Münafıkun, 63/9

et-Tevbe, 9/60

Maide:5/90

Nahl, 16\ 67

Bakara,2\ 219

Mâide, 5/90

Ali-İmran: 3/200

Bakara, 2/216

Bakara, 2/193

Tevbe, 9/29

Tevbe, 9/36

Enfâl, 8/64

Bakara, 2/190

Tevbe, 9/12-13

Tevbe, 9/29

Bakara 2/19

Hucûrât, 49/15

Bakara, 2/109

Hacc, 22/39

Hacc, 22/79

Hucurât, 49/15

Nahl 16/125

Furkan, 25/52

Enfal, 8/72

Nisâ, 4/95

Bakara, 2/190

Fussilet, 41/53

Âlu İmran, 3/169, 170, 171

Furkan,25/77

Yunus, 10/12

Lokman, 31/32

Mü'minûn, 23/60

Fatiha, 1/4

Bakara, 2/186

Bakara, 2/286

Enbiya, 21/83

Enbiya, 21/89

A'raf, 7/23

Yusuf, 12/101

Ahzâb, 33/56

Âli İmrân, 3/173

Tevbe, 9/103

Enfâl, 8/10

Ahkâf, 46/6

Bakara, 2/186

Â'râf, 7/55

Mü'min,40\69

Bakara,2\186

Ali İmrân, 3/159

Nisa,4\1

Âl-i İmrân,3\102

Ahzâb 70-71

Maide, 5/114

Ali-İmran,3\191

Kehf,18/39

Şura,42\40

Bakara, 2/231

Enbiya, 21/107

İsra,17\ 7

En'am, 6/54

Arâf, 7/156

Enbiya, 21/107

Nahl, 16/89

Fussilet 41/34

Fussilet, 41/34

Âl-i İmrân,3\156

Bakara,2/214

Nisâ,4\ 1

Haşr,59\18

Ali-İmran: 3/31

Enfal, 8/63

Alû İmran, 3/31

Yunus,10\62

Yusuf 53; Haşr 19; Furkân 43; Kasas 50; Câsiye 23; Fâtır 6; Şûrâ,42\ 40

Bakara,2\179

Bakara,2\178

Şûrâ,42\ 40-42

Yunus,10\ 62.

Şûrâ,42\52

Ankebut,29/64

Zümer,39/53

Zümer,39\47-48

Furkân,25\70.

Bakara,2\222

Nisâ,4\17

Hucurat,49/10

Hucurât,49\ 12

Yusuf,12\ 87

Nisa,4\3

Nisâ, 4/12

Nahl, 16/72

Rûm, 21

Bakara, 2/221

Nahl,16/125

Rum,30/30

İsra, 17\15

Nisâ, 4/142

Enfâl, 8/62

Hud, 11\84

Lokman,31\18

Lokmân, 31/12-13

A'raf,7\146

Mü'min,40\35

İbrahim,14\15

Nahl,16\23

Furkan,25\21

Mü'min,40\60

İsra 37-38

Tevbe, 9\25

Haşr, 59\2

Necm, 53\32

Hicr,15\47

A'raf,7\180

Âli İmrân, 3/103

Nisa:4/58

Nisa,4\59

Nisa,4\59

Muhammed:47/12

Muhammed,47\12

Lokman.31\ 27

Nur,24\ 3

Zuhruf:43/36

Necm,53\ 39

Enfal,8/43

Nisa:4/71

Maide:5/54

Necm,53\3-4.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BASKIYA HAZIRLANAN KİTAPLAR

 

 

1.KUR’AN’IN RUHU (Kelime Kelime ve İzahlı Kur'an Meali)

Bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak içindir,

Bütün bilgiler tek bir bilgiye ulaşmak içindir,

Bütün hakikatler tek bir hakikat içindir,

Bütün dinler tek bir dine kavuşmak içindir,

Bütün güzellikler tek bir güzeli görmek içindir,

Bütün ilahlar tek bir Allah'a erişmek içindir,

Bütün yollar tek bir yolu yürümek içindir,

Bütün şeyler tek bir şeyi anlamak içindir,

Aslında herşey tek bir şey ve aynı şeydir.

 

2. EVRENİN RUH HARİTASI (Akaid)

Kaybetmişiz Pusulamızı

Ebrehelerin Hüküm Sürdüğü Kaldırımlarda

Ölüler Abid

Taşlar Mabud

Ağaçlar Mabed Olmuş.

 

3. İNSANLIĞIN RUH HARİTASI (Ahlak)

Ahlak, ruhun derinliklerinde dışa yansıyan iyiliğin, kıvılcımıdır.

Gülün güzelliği rengidir.

Bülbülün ki, sesidir.

Göğün ki, yıldızlardır.

Yerlerin ki, bitkilerdir.

Dilberin ki, cemalidir.

Yiğidin ki, bileğidir.

Arifin ki, bilgidir.

Abidin ki, zikridir.

İnsanlığın ki ise, AHLAKIDIR.

 

4. RUHLARIN ŞİFASI (Esma’ül Husna)

“En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (7:180)

Ebû Hüreyre (r.a) den nakil: Resûlüllah (a.s) buyurdularki

"Şüphesiz ki, Allahü Teâlâ'ya mahsus doksan dokuz isim vardır. Her kimbu (güzel) isimleri ihsâ eder (sayar, ezberler vedilinin  tesbihi  haline getirirse) Cennete girer.”(Tirmizi, ibn Hibban ve Hakim)

Esma-ül Husna’nın bilinmesi üç şey için çok önemlidir:

1-İlahi Rububiyyet; yüce Allah’ın Rabbaniyyetine dalalet eden; varlığına ve biriliğine ve nasıl yaratıcı, nasıl yarattığı varlıkların rızıklarını verici ve nasıl terbiye edici olduğunu öğrenmek.

2-İlahi Uluhiyyet; yüce Allah’ın Azametine dalalet eden ne kadar güçlü, ne kadar büyük, nerde ve ne yaptığını öğrenmek.

3-İlahi Ubudiyyet; yüce Allah’ın lutfuna dalalet eden; niye ibadet edilir, nasıl dua edilir, kimi sever,  kime rahmet eder, kimi ne için cehenneme koyar ve kimi niçin cennetine koyar gibi özellikleri öğrenmek.

 

5. YAŞAMIN RUH HARİTASI (Fıkıh)

Anlamak (fıkh etmek), insanın ruh portresidir.

Anlayış sahibi insanlar, halkların gülü ve çiçekleridir.

Anlayış sahipleri, halklar tarafından her zaman koklanmaya çalışılır.

Bazen göklere çıkartılıp yükseltilirler.

Bazen yerlere atılıp ezilirler.

 

6. İNSANLIĞIN RUH MİMARLARI PEYGAMBERLER (Peygamberlerin Hayatı)

Evrenin en büyük sanatçısı Allah’tır.

Yüce Allah’ın en büyük sanat eseri insandır.

İnsanın en büyük sanatı ruhtur.

Ruhun mimarları aziz Peygamberlerdir.

 

7. PEYGAMBERLERİN ÇİZDİĞİ RUH HARİTASI (Hz. Peygamber'in Hayatı)

Kaybolmuşuz Peygamberlerin çizdiği haritanın üzerinde.

Yön tayin etmede zorlanıyoruz.

Neresi doğu.

Neresi batı.

Neresi kıble.

 

8. ÇOCUKLARIN RUH DÜNYASI

“Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar.”

Hiç bir çocuk, anne ve babasının  meşru veya gayri meşru yaptıklarıyla sorumlu değildir.

Her çocuk kendi kişisel menkıbesinin sorumlusudur.

Çocuklar, ailenin balı ve dalı,

Toplumun gülü ve bülbülü,

Kainatın çiçeği ve eşrefidirler.

 

9. DERSLERİN RUHU (Tefsir Dersine Giriş 1) 

Bütün kitaplar, bir kitabı anlamak içindir, oda KUR’ANI KERİM’dir.

Bütün ilimler, tek bir ilimden onay alır,  oda KUR’ANI KERİM’dir.

Bütün ilimlerin merkezi, tefsir ilmidir, oda KUR’ANI KERİM’dir.

 

10. DERSLERİN RUHU (Tefsir İlmine Giriş 2)

Usûl, Arapça asl'ın çoğuludur. 

Asl sözlükte temel, kök, soyluluk ve orijinal anlamlarına gelir.

Tefsir usûlü ya da İlmu Usûli't Tefsir,

Kur'ân-ı Kerim'in insanlar tarafından anlaşmasına yardımcı olmak üzere onu, insanların zihinlerine,  akıllarına yaklaştırma çalışmaları  diyebileceğimiz tefsirin ve müfessirlerin  prensiplerini, şartlarını ve çerçevesini belirleyen,  tarihini tespit eden ilim veya  ilimlerin hepsine birden verilen isimdir.

 

11. ÇAĞIN ALTIN RUHLULARI (Sahabe-i Kiramın Hayatı)

Rasulullah (a.s)’ın da üzere yaratılmış olduğu “ALLAH AHLÂKI”?…

“VERMEK”!

Karşılıksız vermek!

Çıkar düşünmeksizin vermek! EBU BEKİR gibi.

Zâhirde ve bâtında her an ve her koşul altında adil olmak! ÖMER gibi.

Ar, haya, sevgi vermek!.. Karşılık beklemeksizin! OSMAN gibi. 

İlim, cesaret  vermek!… Karşılık beklemeksizin! ALİ (r.a) gibi...

 

12. ADEMİN HİKMETİ

Adem dedikleri;

el,

ayak,

baş değil,

manaya  derler.

Kaş,

göz değil,

ruha derler.

 

13. ALEMİN HİKMETİ

Her insan bir ademdir.

Her adem bir alemdir.

Her alem bir sırdır.

Her sır bir yitiktir.

Her yitik bir hikmettir.

Her hikmet bir hazinedir.

Her hazine bir saadeti dareyndir.

 

14. EĞİTİMİN HİKMETİ

Her Müminin dinini öğrenmesi ve bildiklerini öğretmesi dini bir ihtiyaçtır.

Zira inandıklarını uygulayabilmesi öğrenmeye bağlıdır. Öğrenim, eğitimin bir parçasıdır.

Eğitim, hedeflenen davranışların programlı ve planlı faaliyetlerle insana kazandırılmasıdır.

Öğretim ise, öğretme faaliyetlerinin belirlenen hedefler doğrultusunda, planlı ve kontrollü olarak düzenlenmesi ve uygulanmasıdır.

 

15. DÜŞÜNMENİN HİKMETİ

Felsefe;

“seviyorum, peşinden koşuyorum ve arıyorum”;

anlamına gelen ve

“bilgi, bilgelik”

anlamına gelen sözcüklerinden türeyen terimin

işaret ettiği entelektüel faaliyet ve disiplindir.

Buna göre felsefe

“bilgelik sevgisi”

yada;

“bilginin peşinden koşma”

anlamına gelir.

 

16. DÜŞLERİN HİKMETİ

Rüya konusunda;

Batı bilginleri genelde rüyanın insanın günlük yaşantısı sonucu gördüğü şey olarak yorumlarken,

Doğu bilginleri bu görüşe katılmakla birlikte Allah'tan gelen ilahi bir mesaj olarak da görmüşlerdir.

 

17. HAYALİN HİKMETİ  

Fertte çağrışım yapan hayaller neticesinde meydana gelen kolektif alt şuuru psişik hayatın esaslı faktörüdür.

 

18. MEDENİYETİN HİKMETİ

Allah'ın indirdiklerini kendisine hayat nizamı olarak kabul eden toplumlarda medeniyet, kavramın içerdiği gerçek anlamıyla ortaya çıkmıştır. İslâm medeniyeti, iman, amel, ahlâk, sosyal ilişkiler, toplum hayatını insanların iyiliği doğrultusunda yöneten idarî prensiplerin bir tezâhürüdür.

 

19.  ACILARIN HİKMETİ (Şiir)

Şair, Şiir yazarken,

çocuk dünyaya getiren

bir annenin sancısını çekmiyorsa

yazdıklarının hepsi yalandır.

 

20. ŞEREFİN HİKMETİ (Müslüman Kadın)

İslâm'a göre şeref, müttakî olandır; Allah'tan korkup haramlardan her zaman sakınan, Allah'ın emirlerini yerine getirendir.

 

21. AKLIN HİKMETİ

Akıl, eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve noksanıyla ilgili sıfatını idrak eden özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı; iki şerden daha az şerli olanını idrak etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna verilmiş manevi bir kuvvettir. İnsan bu güç ile gerekli ve nazarı bilgileri elde eder. Bilgiyi elde eden güç İslâm'da insanı mükellef kılan akıl gücüdür. Bu güç insanda ana rahminde cenin iken oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına gelince gelişir ve gittikçe olgunlaşır. Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu güç ile elde edilen 'bilgi'ye gelince yerine göre kullanılmadığında akılsızlık özelliğini taşır.

 

22. NAMAZIN HİKMETLERİ

Namaz, tekbir ile başlayıp selâm ile son bulan, belli fiil ve sözleri içine alan bir ibadettir. Allah'a karşı tesbîh, ta'zîm ve şükrün ifadesidir.

 

23. DİN NASİHATTIR (İbretli Sözler)

Nasihat, İslâm'ın pratik hayata aktarılması, ahlâkî prensiplerin yaşanması, insanî erdemliliklerin, görgü kurallarının öğretilmesi amacıyla bilenlerin bilmeyenlere öğretmesi ve hatırlatmada bulunması amacıyla yapılan öğütlerdir. Bu öğütler yapılırken asla bir ard niyet güdülmez, dünyevî çıkarlar düşünülmez.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1]  Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270

[2] Kettani (ö.h,1345)'nin, "er-Risaletü'l Mustatrafe," isimli eserinde pek çok Kırk Hadis ile ilgili çalışmaları naklederken hiç birinde Kırk Ayet ile beraber yazılmış Kırk Hadis ismini vermemektedir. İnşallah bu acizane çalışma dalında yazılmış Kırk Ayet ve Kırk Hadis olarak tek olacaktır. (Allah'u alem.)

[3] Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270

[4]Ahmed Müsned, 3\8.

[5]Ahmed Müsned, 3\383

[6] Bu konuda daha geniş bilgi için bakn.Vahidi, Esbabu'n Nüzul,s,68.

[7] Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270

[8] Ali-İmran:3/31

[9] Muhammed:47/33

[10] Ali- İmrân, 3\28

[11]Sebebi Nuzül: Ayetin inmesine sebeb olan günlük hadiselerdir. Haşiyeti Tefsir-i Celaleyn,s,5.

[12] Ali- İmrân, 3\28

[13] Ku'an Dili-M.Hamdi Yazır 1072-1074

[14] Ali- İmrân, 3\28

[15] el-Kurtubî, el-Câmi' Li Ahkâmi'l Kur'an, Kâhire 1967, 4, 57

[16] İbn Kesîr, Tefsîr, Beyrut 1969, I, 357

[17] Buhâri, Bed'ü'l-Vahy 1, Itk 6, Menâkıbu'l-Ensâr 45, Nikâh 5, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâret 155; Ebu Dâvud, Talâk 11; Tirmizi, Fedâilu'I-Cihâd 16; Nesâî, Tahâret 60.

[18] Sebebi Vurud: Hadiste kast edilen şeyin umum-husus, mutlak-mukayyed, nesh ve benzeri konulardan birisinin anlaşılmasına vesile olan şeydir. Yahut, hadisin söylenmesine sebep olan günlük aktüel olaylardır. (Celaled-Dini Suyuti, Esbab-u Vurudi'l Hadis,Darul Mektebetu İlmiye,Beyrut,h,1404, s,65.

[19] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.1;bu hadisin muşhur olduğunu kaydeder. 

[20] Buhâri, Bed'ü'l-Vahy 1; Müslim, İmâret 155

[21] El Beyan ve Ta'rif,s,11; Celaled-Dini Suyuti, Esbab-u Vürudi'l Hadis, Darul Mektebetu İlmiye,Beyrut,h,1404, s,72

[22] Mâide, 5/6

[23] el-Kâsânî, el-Bedâyî', I,17; İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, 1, 98-100; el-Meydânî, el-Lübâb, 1,16; İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid,1, 21; İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 110 vd.

[24] en-Nisâ', 4/43; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, I, 258; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, I, 48

[25] Beyyine, 98/5

[26] ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletuh, I, 611; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1959, s. 156 vd.

[27] el-Kâsânî, el-Bedâyi ; 2, 85; İbnül-Hümâm, Fethul-Kadir, 2, 43-50, 62; eş-Şürünbülâlî, Merâkil-Felâh, s. 106; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 163

[28] Bu hadisi Dârekutnî rivâyet etmiş "İsnadı sahihtir" demiştir

[29] İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid Mısır t.y., I, 284; ez-Zühaylî, a.g.e., 2, 619, 620; eş-Şirbînî, Muğnîl-Muhtac, I, 423 vd.

[30] el-Kâsânî, a.g.e., 2,167; İbnül-Hümâm, a.g.e., 2,199 vd., 214, 288-294; ef-Meydânî, a.g.e., I, 192 vd.; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 3, 99, 113

[31] el-Hacc, 22/37

[32] Buhârî, Bedül-Vahy, 1; Müslim, İmâre, 155

[33] İbn Âbidîn, a.g.e., İstanbul 1984, 2, 440 vd.; ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, 6, 323 vd.; Mehmed Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul 1328, s. 98 vd.; ez-Zühaylî, a.g.e., 2, 700 vd.

[34] el-Kâsânî, a.g.e., 2, 40; İbnül-Hümâm, a.g.e., 1, 493; İbn Âbidîn, a.g.e., 2, 4, 14-15; el-Meydânî, el-Lübâb, 1, 140 vd.

[35] İbn Abidîn, a.g.e., I, 811; eş-Şirbînî, Muğnîl-Muhtâc, 1, 344; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, 1,132; İbn Rüşd Bidâyetül-Müctehid, 1, 235; ez-Zühaylî, a.g.e., 2, 399 vd.

[36] Ebû Dâvud, Talâk, 9

[37] el-Ahzâb, 33/50

[38] Buhârî, Nikâh, 14, 35, 44, Fazâilü'l-Kur'an, 22, Libâs, 49; Müslim, Nikâh, 76

[39] İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, 2, 346; İbn Âbidîn, a.g.e., 2, 368 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid, 2, 168

[40] Ebû Davud, Talâk, 9

[41] İbn Âbidîn, a.g.e., 2, 594; el-Meydânî, el-Lübâb, 3, 41; İbn Kudâme, el-Muğnî, 7, 237; eş-Şirbînî, Muğnîl-Muhtâc, 3, 280.

[42] Madde, 2

[43] Madde, 3

[44] es-Serahsî, el-Mebsût, 23, 145 vd.; İbn Âbidîn, a.g.e., Beyrut, t.y., 4, 4; ez-Zuhaylî, el-Fıkhul-İslâmî fî Uslûbihil-Cedîd, Dımaşk t.y., I, 170

[45] İbn Mâce, Talâk, 16

[46] es-Serahsî, a.g.e., 24, 122; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, Kahire t.y., 2, 21; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, s. 51-67

[47] el-Kâsânî, a.g.e. 7, 233 vd.; Zeylâî, Tebvînü'l-Hakâik, 6, 97; eş-Şirbînî, a.k.”., 2, 4.

[48] Buhârî, Talâk, 2, İlm, 44; İbn Mâce, Talâk, 16-20.

[49] Buhârî, Hudûd, 22, Talâk, 11 ; Ebû Dâvud, Hudûd, l

[50]  Nisa,4/116

[51]  Nisa,4/116

[52]  Kur'an Dili, H.Yazır, 1467.

[53] Nisa,4/116

[54] Tevbe,9\ 31

[55] Beyine,98\5

[56] Nisa,4/116; Fizilalil Kur'an-S. Kutup, c,3.s,448-449.

[57] Buhârî, Tevhid 33; Müslim, İman 153; Tirmizî, İman 18.

[58] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.101;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 13 Sahabe ismini zikreder.

[59] Tahavi, Şerhu Meani 4\287: Buhârî, Cenaiz, 1, Libas, 24, İsti'zan, 30, Rıkak, 13,14, Tevhid, 33; Müslim, İmân, 153, 154, Zekat, 32,33; Tirmizî, İmân, 18; Ahmed b. Hanbel, 5, 152, 159, 161, 6, 166.

[60] el-İsfahânî, el-Müfredât fi Caribi'l-Kur'an, Mısır 1961, 2, 259.

[61]  el-A'raf, 7/80, 81, 85, 86; Yusuf, 12/23, 25, 28, 29, 30, 31, 35; el-Hicr, 15/3 vb

[62]  el-Maverdî, en-Nuketu ve'l-Uyun, Beyrut, 1992, 4, 333

[63] el-Hacc, 22/31

[64] Beyyine, 98\6

[65] Ankebût, 29\8

[66] Buharî, Vesaya, 23, Tıb, 48, Hudud, 44; Müslim, İmân, 144; Ebû Davûd, Vesâya, 10; Nesâı, Vesâya, 12

[67] Kehf, 18\110

[68] el-Beydâvî, Envaru't-Tenzil ve Esraru't-Te'vîl, Mısır 1955, 2, 14

[69] Müslim, İmâre, 152; Neseî, Cihâd, 22; Ahmed b. Hanbel, 2, 322

[70] Lokman: 31\13

[71] Münafık,63\1

[72] Kurtubî, Tefsir, 8I, 212

[73] et-Taberî, Tefsir, 18, 132; en-Nûr, 24/33

[74] Nisâ, 4\145

[75] Hak Dini Kur'an Dili, M. Hamdi Yazır, 6, 4997

[76] et-Taberî, Tefsir, 18, 132.

[77] Ahmed, 8470; Buhari,İman,33; Müslim,İman,59.

[78] El Beyan ve Ta'rif,s,16.

[79] Buharî, İman 24; Buharinin hadisin de, "Münafıkların ikinci alameti söz verdiği zaman sözünde durmaz" şeklindedir.; Mezalim 17, Cizye 17; Müslim, İman 106; Ebu Davud, Sünnet 16; Tirmizî, İman 14; Nesâî, İman 20.

[80] Bakara, 2/1-20

[81] Bakara, 2/9-13

[82] Bakara, 2/13-1.

[83] Nisâ,4/142-3

[84] Mücadele, 58/14; Münâfıkûn, 63\2

[85] A'raf, 7/58

[86] Nisâ, 4\141; el-Ankebût, 29\10-11

[87] Mücâdele, 58/13

[88] Taberî, Tefsir, 18, 132; en-Nûr, 24/33

[89] Tevbe, 9/67

[90] Ankebût, 29/10

[91] Mâide, 5/52, 53

[92] Nûr, 24/49

[93] Münafıkûn, 63/3

[94] Nûr, 24/47; Münafıkûn, 63/1

[95] Mücâdele, 58/9-10

[96] Haşr, 59/16

[97] Mücadele, 58/20

[98] İnfitâr, 82/4-5; et-Tevbe, 9/64

[99] Fetih, 48/6

[100] Tevbe, 9/67-69

[101] Nûr, 24/19

[102] Âlu İmrân, 3/188

[103] Nisa, 4/140

[104] Ahzâb, 33/60-61

[105] Nûr, 24/63

[106] Münâfıkûn, 63/19

[107] Tevbe, 9/57

[108] Nisâ, 4/141

[109] A'râf, 7/72, 73

[110] Münafıkûn, 63/1-4

[111] Nisa, 4/140

[112] Münafıkûn, 63/6

[113] Hadid, 57/13-15

[114] Nisâ, 4/140

[115] Maide, 5/51

[116] Tirmîzî, Îman, 14

[117] Buhârî, Fiten 21.

[118] Muminun,23\1

[119] Muminun,23\1

[120] Muhtasar, İbni Kesir, C, 3.S, 1539-1540; H. Yazır. Tefsiri, 3426

[121] Matüridî, Kitabü't-Tevhîd, s. 398

[122] İmam A'zam, Fıkh-ı Ekber, Aliyyü'l-Kari Şerhi, trc. Yunus V. Yavuz, s. 361-362

[123] Buhârî, İman 4; Müslim, İman 64; Ebu Dâvud, Cihâd 2; Nesâî, İman 9.

[124] Suyûtî, Câmiu'l-Kebîr; İbn Hamza el-Hüseynî,el-Beyan ve't-Ta'rif, s, 606.

[125] Âlu İmrân, 3/85

[126] Bedrüddin el-Aynî,.Umdetü'l-Karî, I, 109-110

[127] Aynı, a.g.e., I, 291

[128]  Buhârı, iman, 1

[129] Fussilet, 41/33

[130] Fussilet, 41/33

[131] H.Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, S, 4202; Muhtasar, İbni Kesir, İstanbul,1990, C,4, S,2226-2227.

[132] Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an, İstanbul,1987- C,5, S,185

[133] Kettani, Nazmu'l-Mutenasira mine'l-Hadisi'l-Mütevatira, h.no.13'de bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 8 Sahabe ismini zikreder.

[134] Müslim, İman 1; Nesâî, İman 6; Ebu Dâvud, Sünnet 17; Tirmizî, İman 4.

[135] İ.Suyuti, Esbab-u Vurudi'l  Hadis, s,68.

[136] Hucurât, 49/14

[137] Zâriyât, 51/ 36

[138] Âl-i İmrân, 3\19

[139] Maide, 5\ 4

[140] Âli- İmrân, 3\85

[141] Nahl,16\116.

[142] Muhtasar Kur'an Tefsiri, İbni Kesir, İstanbul,1990, C,3.S, 1246-1247

[143] Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an, İstanbul,1986, c,3. s,59

[144] et-Tevbe, 9\31

[145] Muhammed Ali es-Sâbûnî, Muhtasaru Tefsîri, İbn Kesîr, Beyrut, 1402/1981, II/137

[146] Tirmizî,  Libas 6; İbnu Mace, Et'ime 60.

[147] Hafız Suyuti, İmam Ahmed'in, "İslam'ın temeli, şu üç esasın üzerinedir: 1. Ameller niyetlere göredir, 2. Kimin uhdesinde sünnetim yoksa onların her şeyi boştur ve reddedilir, 3. Helal da belli haram da belli" sözünü nakleder. El Beyan ve Ta'rif,s,369; Buharî, İman 39, Büyû 2; Müslim, Müsakat 107; Ebu Davud, Büyû 3; Tirmizî, Büyû 1; Nesâî, Büyû 2.

[148] Haşr, 59\7

[149] Bakara, 2\ 29

[150] M. Salahî, Kamûs-i Osmânî, 3, 297; H. Karaman, Fıkıh Usûlü, İstanbul 1963, 170

[151] Abdulvehhab Hallâf, İlmu Usûli'l-Fıkh, Kahire 1978, 100

[152]Abdulvehhab Hallaf, a.g.e. 101

[153] Ö. N. Bilmen, Muvazzah İIm-i Kelâm, İstanbul 1979, 71-72

[154] Rahman, 55\46

[155] Muhtasarı, İbni Kesir, c,5, s,2469-2470.

[156] H.Yazır, Hak Dini, S. 4688

[157] Mevdudi, Tefhimul Kur'an, İstanbul,  c,6, S,77.

[158]  Buhari,İman,24;Müslim,İman,36.

[159] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.12;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 10 Sahabe ismini zikreder.

[160] Buhari,İman,24;Müslim,İman,36; Tirmizi, Birr,209;Beyan ve Ta'rif,s,,369.

[161] Ahmet Rıfat, Tasvir-i Ahlâk Sözlüğü

[162] Muvatta, Hüsnü'1-Hulk 9; İbnu Mâce, Zühd 17.

[163] Maide, 5\6

[164] Bedreddini el Ayni, Tibyan Tefsiri, C,1.S,378-379.

[165] H.Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, s. 1585-1587

[166] Tevbe, 9/108

[167] Müslim, Tahare, 1

[168] el-Vakıa, 56/79

[169] Buharî, Savm, 27

[170] Buharî, Cumu'a 8; Müslim, Tahare, 42

[171] Tirmizî, Et'ime, 29

[172] Muvatta, Tahâret 12; Ebû Dâvud,Tahâret 41; Tirmizî,Tahâret 52; Nesâî, Miyah 5.

[173] Suyûtî, Esbab-u Vürudi'l Hadis-Suyuti,s,74-75.

[174] Furkan, 25\49

[175] Müddessir, 74/4

[176] Buharî, Rikak, 1

[177] Mu'minun,23\2

[178] Muhtasarı, İbni Kesir, c,3.S,1539-1540; H.Yazır, Kur'an Dili, s. 3428-3429; S. Kutup, Fizilalil Kur'an, c,10.s,300.

[179] Mu'minun,23\2

[180] Mevdûdî, Tefhimü'l Kur'ân Terc, İstanbul 1987, 4, s. 374

[181] Tâha, 20/14

[182] el-A'raf, 7/205

[183] Muhtasar İbn Kesir Tefsiri, Beyrut 1402/1981, 2, 558, 559

[184] Muhtasar İbn Kesir Tefsiri II, 559.

[185] Nesâî, İşretu'n Nisâ l; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111, 128, 199, 285, 1, 245, 255, 296.

[186] Mü'minûn, 23/2 ayetiyle ilgili olarak Nesefî Tefsiri, Kadı Beydâvî Tefsiri ve Hak Dini Kur'ân Dili adlı tefsire bakabilirsiniz.

[187] Tâhâ, 20/14

[188] İbn Mâce, Salatu Şifa,3458; İmamı Ahmed ,Müsned, 8823..

[189]Ahmed,Müsned, 8823; İbni Mace,Salat, 3458; El Beyan ve Ta'rif,s, 489

[190] İbn Manzûr, Lisânü'lArab, 11, 432

[191] Buhârî, Eymn, 15; Tirmizî, Salat, 110, İsti'zân, 4; Nesâî, İstiftâh, 7, Tatbîk, 15, Sehv, 67; İbn Mâce, İkâme, 72

[192] Buharî, Eymân, 3; Müslim, Salât, 3; Nesâî, Tatbîk, 16, 60

[193] Ahmed b. Hanbel Müsned, 2, 234, 319, 505

[194] Buhârî, Ezan 119; Nesâî, Sehv, 66; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5, 384

[195] Tirmizî, Salât, 188; Ebû Dâvud, Salât, 145; Nesâî, Salât, 9, Tahrîm, 2; İbn Mâce, İkâme, 202; Darimı, Salât, 91

[196] Aliyyu'l-Kâri, Risâle fi'l-hâs alâ ta'dîli'l-erkân fi's-sâlât, Süleymaniye ktp, Es'ad Efendi, nr. 1690, vr. 127b; Tahtâvî, Hâşiye alâ Merâkı'l-felâh, İstanbul 1985, s. 202

[197] Aliyyu'l-Kâri, a.g.e., vr. 128a

[198] Tahtâvî, Haşiye alâ Merâkı'l-felâh, İstanbul 1985, s. 201

[199] Aliyyu'l-Kâri, a.g.e., vr. 127b, 128a

[200] Aliyyu'l-Kâri, a.g.e., vr. 128a; Tahtâvî, Hâşiye alâ Merâkı'l felâh, İstanbul, 1985, s. 201

[201] Bu konuda daha geniş bilgi için "Yaşamın Ruh Haritası FIKIH" isimli eserimize bakabilirsiniz. 

[202] Aliyyu'l-Kâri, a.g.e., vr. 128a, 130a-b

[203] Şâşı, el-Usûl, Beyrut 1402/1982, s. 150

[204] Tahtâvî, a.g.e., s. 201

[205] Allahu Teala (c.c) "Sizin üzerinize oruç farz kılındı" (Bakara:2/183) diye buyurur. Ayrıca farziyyeti hususunda kat'i icma teşekkül etmiştir. Bundan dolayı, Ramazan orucunun farziyyetini inkâr eden kimse kâfir olur" (Merginanî, el-Hidâye, I, 118)

[206] Muhtasarı İbni Kesir Tefsiri, C,1.S, 143.

[207] H.Yazır, Hak Dini Kur'an Dili,  S. 625-628

[208] el-Heytemî', ez-Zevâcir, 1\156

[209] Mûslim, Savm 161

[210] Müslim, Savm 162-163

[211] Beyhakî, Sünen, 1\345

[212] Nesai, Siyam 39; Tirmizî, Savm 1

[213] Tirmizî, Savm, 27

[214] Müslim, Savm, 163

[215] Bakara,2\183

[216] Müslim, Iman, 5

[217] Tâhir'ül-Mevlevî, Müslümanlıkta Ibadet Tarihi, l05-106; T'aberî, N/132; Suy'ûti, ed-Dürrü'l-Mensûr, 1/176; Sabûnî, Ravâyi'/193

[218] Ibn Kayyim, Zâdü'l-Meâd,152; en-Nedvî, Dört Rükün, s. 205

[219] Tâhirü'l-Mevlevî, a.ge. 112

[220] Zehebî, Kitâbu'l-kebâir, 40-4l: el-Heytemî, ez-Zevâcir,1\195

[221] Bu ve benzeri hadisler için bk. el-Heytemî, age. 1\196-l98

[222] Bakara,2/3

[223]  Yasin,36/1l, 67/12

[224]  Bakara,2/183

[225] Buharî, Savm 11, 5, 13, Talâk 25; Müslim, Sıyâm 9; Muvatta, Sıyâm 1; Ebu Dâvud, Savm 4; Nesâî, Savm 10, 11.

    Buharî'nin bir rivayetinde: "Bulut, görmenize mâni olursa sayıyı otuza tamamlayın" denmiştir. Müslim ve Nesâî'nin Ebu Hüreyre'den kaydettikleri bir rivayette: "Hava bulutlu ise otuz gün oruç tutun" denmiştir.

[226] Suyuti, a.g.e. S,123-124,

[227]  En-Nedvî, Dört Rükûn,150

[228]  ed-Dehlevî, Huccetüllâhi'l-Bâliga,1\231

[229]  a.g.e.

[230]  Yusuf,12/53

[231] Bedîuzzamân, Mektûbât, 373

[232] Risâle-i Hamidiyye,127; (Kadı İyaz'ın Şifâ'sından nakil); Sabûnî, Ravâi', 1\218

[233]  Mustafa Ateş, Diyanet gazetesi, sy. 327 s. 2

[234]  A.g.e.

[235]  Dr. Halûk Nurbâkî, Diyanet Gaz. Sy. 327, s. 6

[236]  İmâm Rabbânî, Mektûbât, No:162

[237] Bediüzzamân, Mektûbât, 371

[238] İmâm Rabbânî, Mektûbât, No: 45

[239] Mustafa M. Ammâra, et-Tergib, 2/143

[240] Ammâra,age. 2\79

[241] Daha geniş bilgi için "Yaşamın Ruh Haritası FIKIH"a bakabilirsiniz.

[242] Âl-i İmrân, 3\97

[243] eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, 1,199.

[244] Buhârî, Cihad l; Hac, 4, 34, 102; Umre, 1; Müslim, İman,135,140; Tirmizî, Mevâkît, 13, Hac, 6,14, 88; Dârimî, Menâsik, 8, Salât, 24, 135

[245] Nesaî, Hac, 3, Zekat, 49, İmân, 1; Dârimî, Menâsik, 7, Salât, 135; Tirmizî, Hac, 6; Ahmed b. Hanbel, I, 387, 3,114, 412, 4, 342

[246] eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, el-Matbaatü'l-Osmâniyye, Mısır (F.Y), 4, 282 vd.

[247] ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1985, 3, 11

[248] Buhârî, Muhsar, 9,10; Nesaî, Hac, 4; İbn Mâce, Menâsik, 3; Dârimî, Menâsik, 7; Ahmed b. Hanbel, 2, 229, 410, 484, 494

[249] İbn Mâce, Menâsik, 5

[250] İbn Huzeyme, Sahîh; el-Hâkim

[251] ez-Zühaylî, a.g.e., 3, 12

[252] Hac, 22\27- 28

[253] Âl-i İmrân, 3/97

[254] Müslim, Hac, 412; Nesaî, Menâsik, 1; Ahmed b. Hanbel, 2, 508

[255] Buhârî, İman, l, 2; Müslim, İman,19-22; Tirmizî, İman, 3; Nesâî, İman, 13

[256] Müslim, Hac, 412; Nesaî, Menâsik,1, Ahmed b. Hanbel, 2, 508

[257] İbn Hanbel, 2, 508; Nesâî, Menâsik,1; eş-Şevkânî, a.g.e., 4, 279

[258] İbnü'l-Humam, Fethu'l Kadîr, Kahire 1316, 2, 122; eş-Şevkânî, a.g.e., 4, 280

[259] Tirmizî, Hac, 2; Nesâî, Hac, 6; İbn Mâce, Menâsik, 3

[260] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', 2, 223; ez-Zühaylî, a.g.e., 3, 223

[261] Ebû Davûd, Menasik, 5; İbn Mâce, Menâsik, 1; İbn Hanbel, I, 214, 225

[262] eş-Şevkânî, a.g.e., 4, 284

[263] el-Bakara, 2/148

[264] eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I,199; ez-Zühaylî, a.g.e. 3, 17, 18

[265]  Ebû Davûd, Hudud,17; İbn Mâce, Talâk, 15

[266] el-Kâsânî, a.g.e., 2, 120-122, 160; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, 2,120 vd.; el Meydânî, el Lübâb, I,177; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, I, 308 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3, 218-222, 241, 248-250

[267] el-Bakara, 2/189

[268] el-Bakara, 2/197

[269] Buhârî, Hac, 33, 34, Umre, 9; Müslim, Hac, 123; Nesâî, Menâsik, 77; Dârimî, Menâsik, 38; Muvatta ; Hac, 63

[270] el-Bakara, 2/196

[271] İbnü'l-Hümâm, a.g.e., 2, 220 vd.; İbn Kudâme, el Muğnî, 3, 271; eş-Şirâzî, el Mühezzeb, I, 200; ez-Zühaylî, a.g.e., 3, 63-65

[272] Âl-i İmrân, 3/97

[273] Bakara, 2/286

[274] el-Kâsânî, a.g.e., 2, 121-125; el-Meydânî, el-Lübâb, I,177; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, 2,194-199; eş-Şîrâzî, a.g.e., 196-198; ez-Zühaylî, a.g.e., 3, 25-32

[275] eş-Şevkânî, a.g.e, 4, 290

[276] eş-Şevkânî, a.g.e, 4, 491

[277] Âl-i İmrân, 3/97

[278] Buhârî, Nikâh, 3, Cihâd,140,181; Müslim, Hac, 424

[279] et-Talâk, 65/1

[280] ez-Zühaylî, a.g.e, 3, 36,37

[281] el-Kâsânî, a.g.e, 2, 130, İbn Kudâme, el-Muğnî, 3, 240; İbn Âbidîn, a.g.e, 2, 200

[282] el Bakara, 2\196

[283] el-Kâsânî, a.g.e, 2, 163-167; İbnü'l-Hümâm, a.g.e, 2, 131-134; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 178 vd.; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 202-204; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3; 257-267

[284] ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 3,16

[285] Buhârî, cihâd, 125, Umre, 6; Müslim, Hac,135,136; Ahmed b. Hanbel, 3, 309, 394; Tirmizî, Hac, 91

[286] el-Bakara, 2/ 196

[287] Buhârî, Hac, 7, 9, 11,12, Sayd,18; Müslim, Hac,11-12; Ebû Dâvûd, Menâsik, 8; Nesâî, Menâsik,19, 20, 23; Ahmed b. Hanbel, I, 238

[288] Ebû Dâvûd, Menâsik, 8

[289] ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 3,17

[290] Tirmizî, Hac, 98; Ahmed b. Hanbel, I, 364; Ebû Dâvûd, Menâsik, 9

[291] Müslim, Hac, 109, 110

[292] eş-Şevkânî, a.g.e, 4, 305

[293] Buhârî, Hac, 21; Müslim; Hac, 1-3; Dârimî, Menâsik, 31; Tirmizî, Hac, 19; Ahmed b. Hanbel, I, 215, 221, 228, 279, II, 3, 4, 8, 34, 47

[294] (Buhârî, Hac,18, Libâs, 79, 81; Müslim, Hac, 37; Dârimî, Menâsik, 10; Tirmizî, Hac, 77

[295] ez-Zeylaî, age, 3, 30 vd.

[296] ez-Zeylaî, age, 3, 21

[297] Buharî, Hac, 26, Libâs, 69; Müslim, Hac,147, 269, 271; Dârimî. Menâsik, 22, Tirmizî, Hac, 97

[298] Nesâî, Menâsik, 229, İbn Mâce, Menâsik, 69; Ebû Dâvud, Menâsîk, 27, 28; Tirmizî, Hac, 78, 79

[299] Buhârî,İ'tisam 4; Müslim, Hacc 412, Fedâil 130;  Nesâî, Hacc 1.

[300] Buhârî,İ'tisam 4; Müslim, Hacc 412; Fedâil 130;  Nesâî, Hacc 1.

[301] Suyuti, Esbabu Vürudi'l-Hadis, S,135-136.

[302] Halk Dini Kur'ân Dili - Elmalılı H. Yazır, 2, 709

[303] el-Mevsılî, el-İhtiyar fi Ta'lili'l-Muhtar, s. 157; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 483, 508

[304] Ömer Nasuhi Bilmen, a.g.e., 859

[305] Âlu İmrân, 3\92

[306] Âlu İmrân, 3\92

[307] Buhârî, Zekât, 44, Vesâyâ, 17, 26; Müslim Zekât, 43; Ahmed b. Hanbel, 3, 141, 256

[308] Muhtasaru Tefsir, İbn Kesîr, Beyrut 1981, I, 299

[309] Buhari, Zekat, 44; Müslim, Zekat, ı4; (Bkz. Nevevi, Şerhu Müslim, 7, 84-86

[310] el-Bakara, 2/219

[311] ez-Zebîdî, Tecridî Sarîh, Terc. K Miras, Ankara 1978, 11, 371

[312] el-Bakara, 2/267

[313] bk. el-Bakara, 2/3; Âlu İmrân, 3/134

[314] bk. ez-Zebîdî, a.g.e, 4, 411-417, 11, 372, 373

[315] Buhârî, Merdâ, 16; Mâlik, Muvatta', Vasiyye, 4

[316] bk. en-Nisâ, 4/11, 12, 176; el-Enfâl, 8/75

[317] Buhâr;, Zekât" 18, Nafakât, 3; Müslim, Zekât, 41; Tirmizî, Zekât, 38, Zühd, 32; Nesaî, Zekât, 51, 53, 60

[318] el-Bakara, 2/233; et-Talâk, 65/6, 7; Buhârî, Nafakât, 1-4; Ebû Dâvud, Menâsik, 56; el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyi', Mısır 1909-1910, 4, 40; Hamdi Döndüren, İslâm Hukuku, İstanbul, 1983, S. 294 vd.

[319] en-Nisâ, 4/36

[320] er-Rûm, 30/38

[321] eş-Şevkânî, Neylü'l Evtâr, 6, 327

[322] el-Bakara, 2/233

[323] Buhârî, Buyû', 95; Nesaî, Kudât, 31; İbn Mâce, Ticârât, 65; Dârimî, Nikâh, 45

[324]  Buharî, Menakıb 25;

[325] Tebarani fi Mu'cemi Kebir, 2\330; El Beyan ve Ta'rif, de  geçtiği üzere bu hadis muttafekun aleyhdir, s,30-31.

[326] Buharî, Menakıb 25.

[327] el-Bakara, 2/43

[328] et-Tevbe, 9/103

[329] el-En'âm, 6/141

[330] Buhârî, İmân, 1, 2; Tefsîru Süre, 2/30; Müslim, İmân, 19-22; Tirmizi, İmân, 3; Nesâî, İmân,13

[331] Buhârî, Zekât, l; Tevhîd, 1; Ebû Dâvud, Zekât, 5; Nesâî, Zekât, 46; İbn Mâce, Zekât, 1

[332] Zekât için bk. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1991, s. 483-550

[333] Buhârî, Zekât, 70, 71, 77; Müslim, Zekât, 12, 13, 16; Ebu Dâvud, Zekât, 18, 20; Nesâi, Zekat, 31, 33; İbn Mace, Zekat, 21

[334] Ahmed b. Hanbel, 3, 73, 98

[335] Bakara, 2\ 177

[336] Dârimi, Mukaddime, 46

[337] Müslim, İlim, 15; Zekât, 69; Nesâî, Zekât, 64; İbn Mâce, Mukaddime,14; Dârimî, Mukaddime, 44; Ahmed b. Hanbel, 4, 357, 359-361, 362

[338] Müslim, Zekât, bab: 9, H. No: 32

[339] Buhârî, Sulh, 11; Cihâd, 72,128; Müslim, Zekât, 56; Müsâfirîn, 84; Ebû Dâvud, Tatavvu', 12; Edeb,160; Ahmed b. Hanbel, 2, 316, 350, 4, 423, 5, 178

[340] Ahmed Davudoğlu, Sahihi Müslim Terceme ve Şerhi, İstanbul 1977, 5, 374

[341] Tirmizi, Birr, 36; Müslim, Müsâfirîn, 84; Ebû Davud, Tatavvu', 12

[342] Müslim, Mûsafirîn, 84

[343] Buhârî, Cihâd, 72; Ahmed b. Hanbel, 5,154

[344] Buhârî, Cihad, 72, Edeb, 34; Müslim, Zekât, 56

[345] Ahmed b. Hanbel, VI, 362

[346] Müslim, Zekât, 38; Tirmizi, Birr, 42; İbn Mace, Cihâd, 4; Ahmed b. Hanbel, 5, 279, 284

[347] Müslim, Zekât, 39

[348] Âlu İmrân, 3192

[349] Müslim, Zekât, 42, 43

[350] Müslim, Zekât, 45

[351] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', 2, 40; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 156; İbn Âbidin, Reddül-Muhtâr, 2, 87

[352] Ebû Dâvud, Zekât, 44; Talâk, 19; bk. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1991, s. 549

[353] A. Davudoğlu, a.g.e., 5, 352

[354] Müslim, Zekât, 49, 50; Ebû Davud, Zekât, 34; Ahmed b. Hanbel, 6, 344, 347

[355] Buhârî, Hibe, 29, Cizye,18, Edeb, 8; A. Davudoğlu, a.g.e., 5, 363, 364

[356] Buhârî, Cenâiz, 95; Vesâyâ, 19; Müslim, Zekât, 51; Vasiyye, 12, 13; Ebû Dâvud, Vesâyâ, 15; Nesâî, Vesâyâ, 7

[357] Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, 5, 366

[358]  Bakara,2/263

[359]  Bedreddini Ayni,Tibyan Tefsiri, c,1.S,187.

[360]  Bakara,2/263

[361] Fizilalil Kur'an- S.Kutup c,1.s,157.

[362] Buharî, Zekât 18; Nafakat 2; Ebu Dâvud, Zekât 39; Nesâî, Zekât, 53,

[363] Ebu Dâvud, Zekât 45; Nesâî, Zekât 54; 

[364] Hakim,Mütedrek,2\198; Beyhaki,Süneni Kebir,7\232; El Beyan ve Ta'rif,s,380;

[365] Subkî, el-Menhel, Beyrut, 1394, 11,113

[366] el-Tevbe, 9/193

[367] Hak Dini -M. Hamdi Yazır, 2, 933

[368] el-Merginânî, el-Hidaye, I, 96; Mehmet Zihni, Nimetü'l-İslâm, 2, 5

[369] Münafıkun, 63/9

[370] Merginânî, a.g.e., I, 96; Mevsılî, el-İhtiyar 2, 130; el-Cezîrî, Kitabu'l-Fıkıh ale'l-Mezahibi'l-Erbaa, I, 590, 591

[371] Yusuf el-Kardavî, Fıkhu'z-Zekât, Beyrut 1981, I, 265

[372] İbn Kudâme, el-Muğnî,3, 29, 47

[373] Kardavî, a.g.e., I, 476-479

[374] Kardavî, a.g.e., I, 480

[375] et-Tevbe, 9/60

[376]  İslam Fıkıh Ansk. A.Tarhan "Sadaka Fıtır Mad.

[377]  Maide:5/90

[378] Buhar-i Mezalim,21; Kurtubi,6\293; Vahidi, Esbabu'n-Nuzül,120.

[379] Nahl, 16\ 67

[380] Bakara,2\ 219

[381] Fizilalil Kur'an-S.Kutup  c,4.s,315.

[382] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.165;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 18 Sahabe ismini zikreder.

[383] Bu üç rivâyetin de kaynağı: Buhârî, Eşribe 4, Vudû 71; Müslim, Eşribe 67-68; Muvatta, Eşribe 9; Ebû Dâvud, Eşribe 5; Tirmizî, Eşribe 2, 3; Nesâî, Eşribe 23.

[384] Buhârî, Megazî 60, Cihâd 164, Edeb 80, Ahkâm 22, Müslim, Cihâd 7, Eşribe 70; Ebû Dâvud, Eşribe 5; Nesâî, Eşribe 23, 24; El Beyan Ve Ta'rif,s,503.

[385] el-Mâide, 5/90

[386] Sahih-i Müslim, Terceme ve Şerh, A. Davudoğlu, 9, 247, vd.

[387] Tevrat, Levililer, Bab, 10, A. 8, 9-11

[388] İncil, Matta, bab, 26, A:26-29, Yuhanna, A:30:vd.

[389] Mehmet Aydın-Osman Cilacı, Dinler Tarihi, Konya 1980, s. 97 vd.

[390] Yeşilay Dergisi, sy. 441, Ağustos 1970

[391] Müslim, Eşribe, 73

[392] el-Askalânî, a.g.e, 4, 61

[393] el-Askalânî, a.g.e, 4, 61

[394] Yusuf el-Kardâvî, el-Helâl ve'l-Harâm fi'l-İslâm, Terc. Mustafa Varlı, Ankara 1970, s. 50-53, 75-88

[395]  Tirmizî, Büyû', 59; İbn Mâce, Eşribe, 6

[396]  Müslim, Müsâkât, 67; bk. Buhârı, Megâzî, 51; Büyû, 105, 112; Müslim, Büyû, 93; Fer', 8; İbn Mâce, Ticârât, 11; Ahmed b. Hanbel, 2, 213, 362, 512, 3, 217, 324, 326, 340; İbn Kesîr, Muhtasaru Tefsîri İbn Kesîr, Beyrut (t.y), I, 544-547

[397]  el-Askalânî, Bulûğu'l Merâm, Terc. A. Davudoğlu, 4, 61 vd.

[398]  el-Askalânî, a.g.e, 4, 61.

[399]  el-Askalânî, a.g.e, 4, 61

[400] Ali-İmran: 3/200

[401] Tibyan Tefsiri, C,1.S,293.

[402] Fizilalil Kur'an-S.Kutup  c,2.s,612.

[403] Bakara, 2/216

[404] Bakara, 2/193

[405] Tevbe, 9/29

[406] Tevbe, 9/36

[407] Ebû Davûd, el-Cihad, 33

[408]  Tecrîd-î Sarîh Tercümesi, 7, 445

[409]  Buharî, Cihad, 112, 156, Müslim, Cihad 19, 20; Ebû Davud, Cihad, 89

[410] Enfâl, 8/64

[411] Bakara, 2/190

[412] Tevbe, 9/12-13

[413] Tevbe, 9/29

[414] Bakara 2/19

[415] el-Hucûrât, 49/15

[416] Müslim, İman 20

[417] İbn Hanbel, 6, 387

[418] el-Bakara, 2/109

[419] e l-Hacc, 22/39

[420] el-Hacc, 22/79

[421] el Hucurât, 49/15

[422] Acûnî, Keşfu'l-Hafâ', 1, 425

[423] Tirmizî, Cihad, 2

[424] en-Nahl 16/125

[425] el-Furkan, 25/52

[426] İbn Mâce, Fiten, 4011

[427] el-Enfal, 8/72

[428] en-Nisâ, 4/95

[429] el-Bakara, 2/190

[430] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.155;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 16 Sahabe ismini zikreder.

[431] Tirmizî, Diyât 22; Ebu Dâvud, Sünnet 32; Nesâî, Tahrim 22; İbnu Mâce, Hudud 21

[432] Ebu Davud, Sünnet,4772;Tirmizi,1418;Nesai,4090.

[433] İbni Hibban,Sahihde,7\461; Müsnedi Şihab,1\222; El Beyan ve Ta'rif,s,589.

[434] el-İsfahânî, el-Müfredât, 267 vd.; et-Tahtavî, Haşiye ala Merâki'lFelâh, Mısır 1970, 516 vd.

[435] Fussilet, 41/53

[436] Âlu İmran, 3/169, 170, 171

[437] Müslim, İmâre, 121; Ebû Davûd Cihâd 25; Tirmizî, Tefsiru Sure, 3/19; İbn Mâce, Cenâiz, 4; Cihâd, 16

[438] Neseî, Cenâiz, 82, Cihâd, 37; Ahmed b. Hanbel, 3, 299, 5, 431

[439] Bakınız, Buhârî, Ezan, 32, Cihâd, 30; Müslim, İmâre, 164; Tirmizî, Cenâiz, 65, Fedâilu'l-Cihâd, 14; Ahmed b. Hanbel, I, 22, 23, 2, 323, 325

[440] İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, Mısır ty. I, 848 vd; el-Meydanî, el-Lubâb, İstanbul, tsz, I, 135 vd; Abdurrahman el-Cezirî, Kitabu'l-Fıkhi ala'l-Mezahibi'lArbaa, Mısır, tsz. I, 527 vd.

[441] es-Suheylî, er-Ravdu'l-Ünf, Kahire, 1965, 3, 201, 220; İbn İshâk, es-Sire, mad. 239, 240; Hak Dini Kur'an Dili -Elmalılı Hamdi Yazır, 5, 3131

[442] Müslim, İmâre, 156, 157; Ebû Davud, İstigfâr, 26; Neseî, Cihâd, 36; ibn Mâce, Cihâd, 15

[443]  Furkan,25/77

[444] Muhtasarı-İbni Kesir  c,3\1653.

[445] Furkan,25/77

[446] Fizilallil Kur'an-S.Kutup  C,10.S,570.

[447] Yunus, 10/12

[448] Lokman, 31/32

[449] Mü'minûn, 23/60

[450] Tirmizî, Daavat,1; İbn Mace, Dua,1

[451] Tirmizî, el-Bakara Sûresi Tefsiri, 16

[452] el-Fatiha, 1\4

[453] el-Bakara, 2\186

[454] Tirmizî, Daavât, 64

[455] Bakara, 2\286

[456]  Enbiya, 21\83

[457]  Enbiya, 21\89

[458]  A'raf, 7\23

[459]  Yusuf, 12/101

[460] İmam Ahmed b. Hanbel'in,Dua,1

[461]  Buhârî, Tıb, 18; Müslîm, İman, 371, 372

[462] Müslim, İlm, 16; Ebû Dâvûd, Sünnet, 6; Tirmizî, İlm,15

[463] Müslim, Vasiyyet,14; Ebû Dâvud, Vesâyâ, 14

[464] Ahzâb, 33/56

[465] Ebû Dâvûd, Vitr, 23; Tirmizî, Daavât 109; İbn Mâce, Menâsik 5

[466] İbrahim,14/39

[467] Ebû Dâvûd, Salât, 358; Tirmizî, Daavât, 65

[468] Buhârî, Hars,13

[469] İmam Malik, Muvattâ, Hacc, 128

[470] İmam Mâlik, Muvatta, Kasru's Salât fi's-Sefer, 85; Ebû Dâvud, Menasik, 100

[471] Âli İmrân, 3/173

[472] Tevbe, 9/103

[473] Enfâl, 8/10

[474] el-Ahkâf, 46/6

[475] el-Bakara, 2/186

[476] Buhârî, Cihad, 131; Daavât, 51; Tevhid 9; Ebû Dâvûd, Vitr, 26; İbn Hanbel, 4, 394, 402, 418; Müslim, Sahih 4, 2076

[477] Â'râf, 7\55

[478] Mü'min,40\69;Ebu Dâvud, Salât 358;Tirmizî, Tefsir2, Daavât2;İbnu Mâce,Duâ 1.

[479]  Bakara,2\186; Cami'u'l-Usûl'de bu rivâyetin daha genişi geçer.

[480] Buhari, Da'avât 48; Teheccüd 25, Tevhîd 10; Ebu Dâvud, Salât 366; Tirmizî, Salât 394; Nesâî, Nikâh 27; İbnu Mâce, İkâmet, 188.

[481] Ahmed b. Hanbel, I, 167; Tirmizi, Kader, 15

[482] Ali İmrân, 3/159

[483] Tecrid-i Sarih Tercümesi, Ankara 1985, 4, 135

[484] Tecrid-i Sarih Tercümesi, 4, 142

[485] Nisa,4\1

[486] Âl-i İmrân,3\102

[487] Ahzâb 70-71; Ebu Dâvud, Nikâh 33; Tirmizî, Nikâh 16; Nesâî, Cum'a 24

[488] İbn Abidîn, Reddü'l-Muhtar, 2, 184; Kâsânî, Bedâiu's-Sanâi, I, 282; Ö. Nasûhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 272 vd.; A. Hamdi Akseki, İslâm Dini, 192

[489] Buhârî, İstiskâ 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 14, 24, Menâkıb 25, Cum'a 34, 35, Edeb 68, Da'avât 24; Müslim, İstiskâ 9; Muvatta, İstiskâ 3; Ebû Dâvud, Salât 260; Nesâî, İstiskâ 1, 9, 10, 17, 18, (3, 154, 155, 158, 166, 165, 177

[490] Ebû Dâvud 3, 475

[491] Tirmizî, Daavat, 55

[492] Maide, 5/114

[493] Ebu Davud 3, 501

[494] Tirmizî, Daavât, 56

[495] Ali-İmran,3\191

[496] Tibyan Tefsiri,C,1.S,290.

[497] el-İsfahânî, el-Müfredât, İstanbul,1986 259 vd.,; Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971, 659

[498] er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, Mısır 1937, 4,143 vd.

[499]  Buharî, Ezan, 7; Müslim, Salât, 12

[500] Buhârî, Daavât, 50, 67.

[501] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.200;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 14 Sahabe ismini zikreder.

[502] Müslim, Salât, 12.

[503] Buharî, Ezan, 7; Müslim, Salât, 12.

[504] el-Kehf,18/39.

[505] Tirmizî, Daavât, 57, 119.

[506] Müslim, Mesacid, 139.

[507] Nesâî, İftitah, 32.

[508] Tirmizi, Daavât, 34

[509] İbn Mâce, Hacc, 32

[510] Şura,42\40

[511] Bakara, 2/231

[512] Tirmizî” Kıyâme, 59; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 292

[513] İbn Mâce, Ahkâm, 17; Ebu Dâvud, Akdiye, 31

[514] Tirmizî, Birr, 27

[515] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 313

[516] Ahmed b. Hanbel, 2, 33

[517] Ahmed b. Hanbel, 11, 3.

[518] Müslim, Müsâkât,129, 130; Ebû Dâvud, Büyû', 47.

[519] Buhârî, Büyü, 72, İcâre, II, 19; Nesâî, Büyü', 18

[520] İbn Kudâme, el-Muğnî, 3. Baskı, Kahire 1970, 4, 235/1933, 9, 468, 469; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir, 1984, 136, 137

[521] el-Mergînânî, el-Hidâye Şerhu Bidâyetü'l-Mübtedî, 3, 197; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, 1, 401; ez-Zühaylî, EI-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, 4, 36

[522]  İmamı Ahmed,Müsned,2862.

[523] Ahmed, Müsned,2862; Suyuti,"Esbab-u Vuru-i'l Hadis"s,141-142; El Beyan ve Ta'rif,S,661-662.

[524] Mad. 7.

[525] Mad. 19.

[526] Mad. 20.

[527] Mad. 26.

[528] Mad. 27.

[529] Mad. 31.

[530] Mad. 87.

[531] Mad. 94

[532] Enbiya, 21\107

[533] Fizilalil Kur'an-S.Kutup c,10.s,182.

[534] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.213;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 9 Sahabe ismini zikreder.

[535] Tirmizî, Birr 16

[536] Buhari, Edeb, 18; Suyuti,"Esbab-u Vürudi'l Hadis",s,203-204.

[537] İsra,17\ 7

[538] En'am, 6\54

[539] Arâf, 7/156

[540] Enbiya, 21/107

[541] Nahl, 16/89

[542] Buhârî, Edeb, 19

[543] Müslim, Fedâil, 66

[544] Tirmizi, Birr,15,

[545] Ebu Davud, Edeb, 58.

[546] Fussilet 41\34

[547] Kur'an Dili- H.Yazır, 4205

[548] Fussilet 41\34

[549] Fussilet, 41/34

[550] Müslim, Birr ve Sıla, 74, 76

[551] Buhari, Edeb, 35

[552] Müslim, Birr ve Sıla, 77

[553] Müslim, Birr ve Sıla, 78-79

[554] Müslim, Birr 75.

[555]  Müslim, Birr ve Sıla, 78-79

[556] Suyuti,a.g.e,s,185-186

[557] Âl-i İmrân,3\156

[558] Bakara,2\214

[559] el-Ayni, Tibyan Tefsiri –İstanbul-1986.c,1;s,145.

[560] Fizilalil Kur'an-S.Kutup c,1;s,452.

[561] Müslim,Zekat,70-52;Nesai,Zekat,56.

[562] Nisâ,4\ 1

[563] Haşr,59\18

[564] Müslim, Zekât 69; Nesâî, Zekât 64: Esbab-u Vürudi'l Hadis,-Suyuti- s,179-181.

[565] Ali-İmran: 3/31

[566] Ali-İmran: 3/31

[567] Ali-İmran: 3/32

[568] Tibyan Tefsiri, c,1.s,223

[569] Enfal, 8\63

[570] Alû İmran, 3\31

[571] Müslim Birr ve Sıla, 161

[572] Riyazü's-Salihîn, I, 413

[573] Y. Kandehlevî, Hadislerle Müslümanlık, 3, 1123

[574]  Buhârî, Edeb 96; Müslim, Birr 165; Ebû Dâvud, Edeb 122; Tirmizî, Zühd 50..

[575] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.246;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 15 Sahabe ismini zikreder.

[576] Süneni Derekutni,130; El Beyan ve Ta'rif,s,603.

[577] Yunus,10\62

[578] Tirmizî, Birr 60

[579] Yusuf 53; Haşr 19; Furkân 43; Kasas 50; Câsiye 23; Fâtır 6; Zuhruf 62

[580] Şûrâ,42\ 40

[581] Bakara,2\179

[582] Bakara,2\178, Şûrâ,42\ 40-42

[583] Müslim, Birr 37; Muvatta, Şi'r 13.

[584] Tirmizî, Zühd 53

[585] Muvatta, Şi'r 16

[586] Ebû Dâvud, Sünnet 3.

[587] Beyhaki,69\8

[588] Beyhaki,7\69; El Beyan ve Ta'rif,s,366

[589]  Yunus,10\ 62; Ebû Dâvud, Büyû 78.

[590] Şûrâ,42\52

[591] Buhârî, Tevhid 33, Edeb 41; Müslim Birr 157, Muvatta, Şi'r 15

[592] Ankebut,29/64

[593] Tibyan Tefsiri, c,3.s,392.

[594] Fizilalil Kur'an-S.Kutup  c,11.s,384.

[595] Müslim, Zekat 97; Tirmizî, Zühd 32

[596] Esbab-u Vürudi'l Hadis,s,182-183.

[597] Tirmizî, Zühd 35.

[598] Buharî, Zekat 50, Rikak 20; Müslim, Zekat 124; Muvatta, Sadaka 7; Ebu Davud, Zekat 28; Tirmizî, Birr 77; Nesaî, Zekat 85.

[599] Müslim, Zekat 97; Tirmizî, Zühd 32

[600] Tirmizî, Zühd 33

[601]  Zümer,39/53

[602]  Zümer,39/53

[603] Hakdini Kur'andili-H.Yazır  4134

[604] Zümer,39\47-48

[605]  Müslim, Tevbe, 9; Tirmizî, Da'avât 105.

[606] Müslim, Tevbe 9; Esbab-ul Vurudi'l Hadis-Suyuti-s,204; El Beyan veTa'rif,526; Rezîn şu ziyadede bulundu: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Nefsim elinde bulunan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan daha büyük olan ucb'e düşeceğinizden korkarım." [Bu rivayet, Münzirî'nin et-Terğîb ve't-Terhîb'inde kaydedilmiştir.4\20

[607] Tin,95\4,5,6

[608]  Furkân,25\70.

[609] Bakara,2\222

[610] Nisâ,4\17

[611]  Hucurat,49/10

[612]  Tibyan Tefsiri, c,4.s,204.

[613] Ebû Dâvud, Edeb 46; Tirmizî, Hudud 3; Buhârî, Mezâlim 3, İkrâh 7; Müslim, Birr 58; Rezîn bir rivayette şunu ilave etti: "Kim, hakkı sübût buluncaya kadar mazlumla birlikte olursa, ayakların kaydığı günde Allah onun ayağını Sırat'ta sâbit kılar."

[614] Suyuti, Esbab-ul Vürudi'l Hadis" s,196.

[615] Müslim, Zikr 38; Ebû Dâvud, Edeb 6; Tirmizî, Hudud 3; Birr 19; Kırâat 3

[616] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.285;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 9 Sahabe ismini zikreder.

[617] Buharî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebu Dâvud, Edeb 40, 56; Tirmizî, Birr 18.

[618] Hucurât,49\ 12

[619] Yusuf,12\ 87

[620] Nisa,4\3

[621] Nisa suresi,4\127

[622]  Kur'an Dili-H.Yazır 1281-1291

[623] Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve İstilâhâtı Fıkhyye Kamusu, İstanbul 1967, 11, 112, 113

[624]  Mahmut Es'ad, Tarih-i İlm-i Hukuk, İstanbul 1331/1912, s. 75, 97, 139, 141, 149, 165, 173, 175

[625] Samuel, 2/12, 7/8

[626] Mustafa es-Sibâî, el-Mer'e beyne'l-Fıkh ve'lKânun, s. 210 vd.

[627] ez-Zühaylî, a.g.e, 7, 169, 170

[628] Buhârî, Nikâh 10; Müslim, Radâ 54; Ebu Dâvud, Nikâh 3; Tirmizî, Nikâh 4, 13; Nesâî, Nikâh 6, 10.

[629] Esbab-u Vürudi'l Hadis-Suyuti-s,155.

[630] İbn Âbidin, 3, 3

[631] Nisâ, 4/12

[632] İbn-i Âbidin, 3, 3

[633] Buhâri, Nikâh, 1; Müslim, Sıyâm 74, 79

[634] Nahl, 16/72

[635] Buhâri, Savm, 1, Nikâh, 2 3; Müslim, Nikâh,1, 3; Ebû Dâvûd Nikâh, 1, İbn Mâce, Nikâh, 1

[636] Rûm, 21

[637] Bakara, 2/221

[638]Buhâri, Sahih, 6, 123; Müslim, Sahih, 2. 1086).

[639]İbn Mâce, Sünen, I. 572

[640] Nahl,16/125

[641] İbnul Cevzi, Zadu'l Mesir,c,4\504; Tibyan Tefsiri, c,3\39

[642] el-Kurtubî, el-Camiul'i-Ahkâmi'l-Kur'ân, Kahire 1967, 10, 200; er-Razî, et-Tefsiru'l-Kebir, Mısır 1937, 20, 138 v.d.; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, 3, 167

[643] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1971, 4, 2313

[644] Ahmed Zeki Safve, Cemheretu Hutubi'l-Arab, Mısır 1962, 1, 157

[645] Fizilalil Kur'an-S.Kutup  c,9.s,263.

[646] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire,1977,4,125; el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esraru't-Te'vîl, Mısır 1955, 2, 73; er-Razî, et-Tefsiru'l-Kebir, Mısır 1937, 24, 100.

[647] Buhârî, İlm 12, Edeb 80; Müslim, Cihad 6, 7; Bir rivayette de:"...Isındırın,  nefret ettirmeyin..." buyrulmuştur.

[648] Buhârî, İlm 12, Edeb 80; Müslim, Cihad 6, 7; El Beyan ve Ta'rif,s,680.

[649] Rum,30/30

[650] Tibyan Tefsiri,c,3.s,396

[651] İbn Manzur, Lisânü'l-Arab, Beyrut, (t.y.), 5, 55

[652] Râgıp el-İsfahânî, el-Müfredât, 38 vd.; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 3, 1889 vd.; Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, 198 vd.

[653] Fizilalil Kur'an-S.Kutup  c,15,s,445.

[654] Buhârî, Cenâiz 80, 93; Müslim, Kader 22; Muvatta, Cenâiz. 52; Tirmizî, Kader 5; Ebu Dâvud, Sünnet 18. Bir başka rivayette: "Doğan hiçbir çocuk yoktur ki, konuşmaya başlayıncaya kadarşu din üzere olmasın" buyurulmuştur.

[655] Sahihi İbni Hibban,1\336; Tabarani Mu'cem-ul Kebir,1\283; Hakim Müstedrek,2\133; El Beyan ve Ta'rif, s,504.

[656] İsra, 17\15

[657] Bu konuda daha geniş bilgi için -Çocuk Eğitimi- isimli eserimize bakabilirsiniz.

[658]  Rad,13/42

[659] Vahidi,Esbabu'n-Nuzül,158

[660] Nisâ, 4/142

[661] Enfâl, 8/62

[662]  Müslim, İman 164; Tirmizî, Büyû 74; Ebu Dâvud, Büyû, 52; İbnu Mâce, Ticarât, 36. Metin, Müslim'inkidir.

[663]  Ebu Davud, Kitabul buyu',2\227.

[664] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.167;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 17 Sahabe ismini zikreder.

[665]  Esba-u Vürudi- Hadis,s,142-143.

[666] Suyuti,a.g.e.s,145.

[667]Abdülkerîm Zeydan, İslâm Hukukuna Giriş, s. 521

[668] Hud, 11\84

[669] Lokman,31\18

[670] el-Kurtûbi, el-Câmiu'li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut t.y., 14, 50

[671] ez-ZemahŞeri, el-Keşşâf, Beyrut t.y., 3, 486

[672] Lokmân, 31/12-13

[673] el-Kurtubî, a.g.e., 14, 59.

[674] Müslim, İman 147; Ebu Davud, Edeb 29; Tirmizî, Birr 61.

[675] Taberani Mu'cem-ul Kebir,8\202: Hakim Müstedrek,1\78; El Beyan ve Ta'rif,s,181-182.

[676] A'raf,7\146

[677] Mü'min,40\35

[678] İbrahim,14\15

[679] Nahl,16\23

[680] Furkan,25\21

[681] Mü'min,40\60

[682] İsra 37-38

[683] Tevbe, 9\25

[684] Haşr, 59\2

[685] Necm, 53\32

[686] İ.Gazali,İhya,c,3\718-808.

[687] Hicr,15\47

[688] A'raf,7\180

[689] Âli İmrân, 3/103

[690] Âli İmrân, 3/103

[691] Fizilalil Kur'an-S.Kutup  c,3\103.

[692] Buhârî, Cihâd 135; Tirmizî, Cihâd 4.

[693] Suyuti,a.g.e.s,197.

[694] Muvatta, İsti'zân 36.

[695] Muvatta, İsti'zân 25; Ebû Dâvud, Cihad 86; Tirmizî, Cihâd 4.

[696] Ebû Dâvud, Cihâd 87

[697] Nisa:4/58

[698] Nisa:4/58

[699] Hakdini Kur'andili-H.Yazır  1375-1375

[700] M. Ebû Zehrâ, Usulü'l-Fıkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî, t.s, s. 26-28

[701] Ebû Zehrâ, a.g.e, s. 234

[702] Şâfiî, er-Risâle, s. 447, 510; şâtıbî, el-Muvâfakât, 4, 162- 165; Gazzâlî, el-Mustasfâ, 11, 350-353

[703]  Buhârî, İ'tisâm 21; Müslim, Akdiye 15; Ebu Dâvud, Akdiye 2; Tirmizî, Ahkâm 2; Nesâî, Kazâ 3.

[704] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.180;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 4 Sahabe ismini zikreder.

[705] Esbab-u Vürudi-l Hadis,Suyuti,s,183-184.

[706]Nisa,4\59

[707] Nisa,4\59

[708] (Söz konusu olan Adulla b. Hızafe ile ilgili olay aşağıdaki hadisin vürudunda geçeceğinden dolayı burada tekrar etme gereğini duymadık.) Kur'an Dili-H.Yazır  1377

[709] Nisa,4\59

[710] Nisa,4\59

[711] Buhârî, Megâzi, 59, Ahkâm, 4; Müslim, İmâret 40,

[712] Nisa,4\59

[713] Nisa,4\59

[714] Nisa,4\59

[715] Fizilalil Kur'an-S.Kutup  c,4,s,59

[716] Buhârî, Megâzi, 59, Ahkâm, 4, Haberu'l-Vâhid 1; Müslim, İmâret 40; Ebû Dâvud, Cihâd 96; Nesai, Bey'at 34

[717] Abdurrezak,2\383; El Beyan ve Ta'rif,s,661.

[718] Buhârî, Megâzi, 59, Ahkâm, 4, Haberu'l-Vâhid 1; Müslim, İmâret 40; Ebû Dâvud, Cihâd 96; Nesai, Bey'at 34

[719] Muhammed:47/12

[720] Tibyan Tefsiri, c,4.s,172.

[721] Fiilallil Kur'an-S.Kutup  c,13.s,384.

[722] Buhârî, Et'ime 12; Müslim, Eşribe 186; Muvatta, Sıfatu'n-Nebiyy 10; Tirmizî, Et'ime 20.

[723] Taberani Mu'cem-ul Kebir,7\230; Ebu Naim,6\347; El Beyan ve Ta'rif,508

[724]  Muhammed,47\12

[725] Lokman.31\ 27

[726] Nur,24\ 3

[727]  Zuhruf:43/36

[728] Muhtasarı-İbni Kesir  c,4.s,2257.

[729]  Zuhruf:43/36

[730] Fiilallil Kur'an-S.Kutup  c,13.s,190.

[731] el-İsfahânî, el-Müfredât, İstanbul,1986 259 vd; Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971, 659

[732] er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, Mısır 1937, 4,143 vd.

[733]  Müslim, Cenâiz 1, 2; Tirmizî, Cenâiz 7; Ebu Dâvud, Cenâiz 20; Nesâî, Cenâiz 4.

[734] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.100;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 14 Sahabe ismini zikreder.

[735] İbni Hibban,9\311;Hakim Müstedrek,1\688;Beyhaki,7\258; El Beyan ve Ta'rif, s,636.

[736]  Müslim, Cenaiz 1, 2; Tirmizî, Cenaiz 7; Ebu Davud, Cenaiz 20; Nesâî, Cenaiz 4.

[737] Necm,53\ 39

[738] Mehmet Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, 1340,198 vd

[739] Bu hususta geniş bilgi için bk. Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1985, 200 vd.

[740]  el-Gazzalî, el-İhyâ, Beyrut t.y., I, 296

[741] Muhammed b. Allan, Delilu'l-Fâlihîn, Mısır 1971, 4, 210 vd.

[742]  Enfal,8/43

[743] Muhtasarı-İbni Kesir  c,2.s,866.

[744]  Enfal,8/43

[745] Fizilalil Kur'an-S.Kutup c,7.s,28.

[746] Buharî, Tıbb 39, Bed'ü'l-Halk 11, Ta'bir 3, 4, 10,14, 46; Müslim, Rüya 5; Muvatta 1; Tirmizî, Rüya 4; Ebu Dâvud, Edeb 96.

[747] Müslim, Rü'ya 12.

[748] Suyuti,a.g.e.s,193-194.

[749] Buharî, Tabir 2, 10; Müslim, Rüya 10; Muvatta, Rüya 1.

[750] Tirmizî, Rü'ya 6; Ebu Dâvud, Edeb 96.

[751]  Nisa:4/71

[752] Muhtasarı-İbni Kesir  c,1.S,439.

[753] Fizilalil Kur'an-S.Kutup  c,3.s,322

[754] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.148;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 17 Sahabe ismini zikreder.

[755] Ebu Dâvud, Cihad 101; Buharî, Cihad 157; Müslim, Cihâd 18.

[756] Suyuti,a.g.e.s,241-243.

[757] Maide:5/54

[758] Muhtasarı-İbni Kesir  c,2.s,584.

[759] Maide:5/54

[760] Maide:5/54

[761] Hakdini Kur'andili-H.Yazır  1715-1720

[762] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir" h.no.146;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 16 Sahabe ismini zikreder.

[763]  Nesâî, Hayl 1.

[764] Nesâî, Hayl 1.

[765]  Necm,53\3-4.

[766] Tibyan Tefsiri,c,4.s,243

[767]  Necm,53\3-4.

[768] Tefhimul Kur'an-Mevdudi, c,6.s,13

[769] Kettânî, et-Terâtibü'l-İdâriyye, Beyrut (t.y), 2, 384

[770]  Muvatta, Kader 3; Tirmizî, Menâkıb 77

[771]  El Beyan ve Ta'rif,s,347.

[772] Hakim Müstedrek, 1\172.

[773] Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270

[774]Ayetlerin dizilişi, kitaptaki yer alan sıralamasına göre dizilmiştir.