ABDURRAHMAN
b. AVF
Medine'nin
sessiz ve sakin olduğu bir gün şehrin açıklarından yoğun bir toz bulutu yaklaşmaya
başladı. Neredeyse ufku kaplarcasına yükselip artmaya devam ediyordu.
Rüzgâr
sahranın ince kumlarından yükselen bu sarı toz dalgalarını sürükledi. Yolunda
kuvvetle eserek Medine yakınlarına doğru sürüklendi.
İnsanlar onu
kumları süpürüp dağıtan bir fırtına sandılar; fakat çok geçmeden toz örtüsünün
ardında büyük ve uzun bir kafilenin habercisi bir uğultu duydular.
Çok az bir zaman sonra yedi yüz yüklü deve Medine sokaklarını doldurdu
ve şiddetle sarsmaya başladı. İnsanlar bu muhteşem tabloyu görmek ve develerin
taşıdığı hayır ve rızkla sevinip müjdelenmek için birbirlerini çağırdılar.
İlerleyen
kafilelerin sesleri kulağına çarpan Ümmü'l-mü'minin Aişe sordu...
Medine'de ne
olduğunu sordu.
Ona şöyle
cevap verildi: "Abdurrahman b. Avf'ın Şam'dan ticarî bir kafilesi
geldi..."
Ümmü'l-mü'minin:
"Bütün bu sarsıntıyı yapan bir kafile mi?!"
"Evet,
mü'minlerin annesi... Yedi yüz deveden oluşmaktadır…!!"
Ümmü'l-mü'minin başını
salladı ve gördüğü bir şeyi ya da işittiği bir hadisi anımsamak istercesine
keskin bakışlarını uzaklara dikti...
Sonra
şöyle dedi: "Ben Resûlullah (s.a.v.)'in şöyle dediğini duydum:
"Abdurralman b. Avf'ın
cennete sürünerek girdiğini gördüm."
Abdurrahman b. Avf
cennete sürünerek mi girecek…?
Neden ilk müslümanlar
gibi koşarak ve sıçrayarak girmiyor…?
Arkadaşlarından
bazıları Aişe (r.a.)'nin söylediklerini ona ilettiler. O da bu hadisi birçok defa
ve birçok değişik şekilde Resûlullah (s.a.v.)'den işittiğini hatırladı.
Mallarının bağları
çözülmeden hızlı adımlar
Sonra
şöyle devam etti: "Şahit ol ki, ben, bütün bu kafileyi, malları,
hayvanları ve her şeyiyle Allah yoluna adadım…"
Yedi yüz devenin yükü,
Medine ahalisine ve çevresindekilere muhteşem bir hayır karnavalı içinde dağıtıldı..!
Bu olay tek başına,
Resûlullah (s.a.v.)'in arkadaşı Abdurrahman b. Avf'ın hayatının tam bir
portresini temsil eder.
O, başarının en
iyisine ve en büyüğüne ulaşmış… O, zenginliğin en aşırı ve çoğuna ulaşmış…
O,
sağlam bir mü'mindi. Dünya kazançlarının, dinî kazançlarını alıp götürmesinden
korkar ve zenginliğinin onu cennet sevabı ve iman kafilesinden ayırmasını kabullenmezdi..
O servetini cömertçe ve isteyerek iyilik yolunda dağıtırdı..!!
Bu yüce kişi İslâm'a
ne zaman ve nasıl girdi?
Çok erken bir zamanda
müslüman oldu.
Davanın ilk
zamanlarında ve Resûlullah (s.a.v.) mü'min ashabıyla buluşmak için Daru'l-Erkam'ı
kendine merkez edinmeden önce müslüman oldu.
O İslâm'a
giren ilk sekiz kişiden biriydi...
Hz.
Ebû Bekir, ona, Osman b. Affan, Zübeyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah ve Sa'd
b. Ebû Vakkâs'a İslâm'ı takdim etti. Durumu ne garipsediler, ne de şüphe
etkisinde kaldılar. Aksine "Sıddîk" ile biat etmek ve bayrağını taşımak
için hemen Resûlullah (s.a.v.)'in yanına gittiler.
Müslüman olup
yetmiş beş yaşına geldiği ana kadar yüce mü'min için çarpıcı bir örnekti. Bu durumu
onu Resûlullah (s.a.v.)'in cennetle müjdelediği on kişinin arasına koymaya
neden olmuştu. Aynı zamanda Ömer'inde kendisinden sonra halife seçmekle görevlendirdiği
altı şûra ehlinden kılmasına neden olmuştu. Ömer onlar için şöyle diyordu:
"Resûlullah onlardan razı olarak vefat etti."
Abdurrahman müslüman
olur olmaz Kureyş'in eziyet ve karşı koymasından nasibini aldı.
Resûlullah (s.a.v.) ashabına Habeşistan'a hicret
etmelerini emrettiğinde İbn Avf da hicret etti, sonra döndü. Sonra
Habeşistan'a yapılan ikinci hicrete de katıldı. Sonra Medine'ye hicret etti.
Bedir, Uhud ve bütün savaşlara katıldı.
Kendisini şaşırtacak
ve dehşete düşürecek ölçüde ticarÎ açıdan kısmetliydi ve şöyle diyordu:
"Görüyorsunuz ki, bir taş kaldırsam altında gümüş ve altın bulurum..!!"
Ticaret Abdurrahman b.
Avf'a göre bir zevk ve istifçilik değildi. Mal toplama arzusu ve servet
sevgisi de değildi.
Asla...
O, başarının hoşnutluk
ve çalışmayı arttırdığı bir görev ve bir işti. İbn Avf, huzuru, nerede olursa
olsun şerefli çalışmada bulan hareketli bir yapıya sahipti.
O mescidde
namaz kılmıyordu ve savaşta cihad da etmiyordu. O Arap yarımadasının ihtiyaç
duyduğu her yiyecek ve giyecekle yüklü olup, Şam'dan ve Mısır'dan Medine'ye
gelen kafileleriyle müthiş bir şekilde büyüyen ticaretinin başındaydı...
Müslümanların
Medine'ye hicretinin hemen ardından yaptığı hareket, bize bu hareketli kişiliğini
anlatır...
O gün
Resûlullah (s.a.v.)'in planı, biri Mekkeli muhacirlerden diğeri de Medineli
ensârdan olmak üzere ashabından her iki kişiyi kardeş ilan etmekti.
Bu kardeşleşme akılları durduracak şekilde
gerçekleşiyordu. Medineli ensârdan olan kişi, muhacir kardeşiyle sahip olduğu
her şeyi paylaşıyordu. Eşini bile… Eğer iki hanımla evliyse kardeşinin
evlenmesi için birini boşuyordu...
O gün
Resûlullah (s.a.v.) Abdurrahman b. Avf ile Sa'd b. Rebî'yi kardeş yaptı.
Şimdi büyük sahâbî Enes b. Mâlik'e olanı anlatması için kulak verelim:
"Sa'd
Abdurrahman'a şöyle dedi:
"Kardeşim
ben Medine'nin malı en çok olanıyım, malımın yarısını al, götür…
İki tane de
eşim var, hangisini hoşuna giderse, onu boşayayım da onunla sen evlen..!!"
Abdurrahman b.
Avf ona şöyle dedi:
"Malını
ve aileni Allah sana mübarek kılsın... Bana çarşının nerede olduğunu söyleyin,
yeter…"
Çarşıya gitti... Satın aldı... Sattı... ve kazandı!
Resûlullah
(s.a.v.)'in zamanında ve ondan sora Medine'de hayatı böyle geçti... Dinin ve
dünyanın hakkını tam vererek… Başarılı ve kazançlı bir ticaret… Sahibinin
deyimiyle yerinden bir taş kaldırsa altında altın ve gömüş bulurdu…!!
Ticaretini
mübarek ve başarılı kılan helâle önem vermesi ve şiddetle haram ve şüpheden kaçınmasıydı…
Aynı zamanda
ona başarı ve bereket kazandıran, o malın sadece Abdurrahman'a ait olmamasıydı...
Allah'ın onda payı vardı. Onunla ailesine ve kardeşlerine yardım ederdi. İslâm
askerlerini teçhizatlandırırdı...
Ticaret
ve servet, birikimin miktarından ve kârdan biliniyorsa; Abdurrahman'ın
servetinin miktarı ve sayısı, Allah yolunda harcanandan biliniyordu..!!
Resûlullah
(s.a.v.)'in bir gün kendisine şöyle dediğini duydu:
"Ey
İbn Avf! Sen zenginlerdensin... Ve cennete sürünerek gireceksin... Allah için
ver ki ayaklarını serbest kılsın.."
Bu
nasihati Resûlullah (s.a.v.)'den duyduğundan beri o Allah için veriyor, Allah
da ona kat kat geri veriyordu.
Bir gün bir yeri kırk bin dinara sattı. Sonra aldığı
paranın tümünü ailesi Benî Zühre'ye, mü'minlerin annelerine ve müslümanların fakirlerine
dağıttı.
Ölmek
üzereyken, Allah yolunda harcanması için elli bin dinar vasiyet etti. Bedir'e
katılıp da yaşayan herkese de dört yüz dinar vasiyet etti. Öyle ki, Osman b.
Affan zengin olmasına rağmen vasiyetten payını aldı ve şöyle dedi:
"Abdurrahman'ın malı saf ve helâldir. Ondan yemek bereket ve afiyettir."
O
malının kölesi değil; efendisiydi…
Bunun
delili de, ne kazanırken, ne de biriktirirken kendini zorlamamasıdır...
Aksine onu
yavaş ve helâl bir şekilde kazanırdı... Sonra tek başına ondan yararlanmazdı.
Ailesi,
akrabaları, kardeşleri ve bütün toplumu onunla birlikte yararlanırdı.
Yardım
etme ve verme bolluğu bakımından öyle bir yere ulaştı ki onun için şöyle deniyordu:
"Bütün
Medine ahalisi malında İbn Avf'ın ortağıdır.
Üçte birine
borç verir…
Üçte birinin
borçlarını öder…
Üçte birine
yardım eder…"
Bu zenginliği
eğer ona dinini destekleme ve kardeşlerine yardım etme imkânı vermeseydi hiçbir
zaman ona rahat ve huzur vermezdi.
Bunun dışında
bu zenginlikten daima korkardı...
Oruçlu olduğu
bir gün ona iftar yemeği getirildi. Bir an onu görünce iştahı kabardı ve ağlayarak
şöyle dedi:
"Mus'ab
b. Ümeyr şehid oldu ve benden iyiydi. Başına örtüldüğünde ayaklarının göründüğü,
ayaklarına örtüldüğünde başının açıkta kaldığı bir aba ile kefenlendi.
Hamza şehid
oldu ve benden iyiydi. Bir aba dışında kefenleneceği bir şey bulunamadı.
Sonra dünyada
her şey önümüze serildi ve her şey verildi. Korkarım ki iyiliklerimiz bize
erken verildi..!"
Bir gün
arkadaşları onun bir yemeğinde toplandılar.
Yemek önlerine konulduğunda ağladı ve ona sordular:
"Seni
ağlatan nedir ey Ebû Muhammed..?
Şöyle dedi:
"Resûlullah
(s.a.v.) ailesiyle arpa ekmeğine doyamadan öldü. Bizim için hayırlı olan bir
şey için geciktirildiğimizi sanmıyorum…"
Büyük serveti
onda zerre kadar kibrin oluşmasına neden olmadı. Öyle ki, onun için şöyle
dendi: "Bir yabancı onu hizmetçileriyle oturduğunda görürse tanıyamaz ve
onu onlardan ayırt edemezdi.!!
Fakat bu
yabancı, İbn Avf'ın cihadının ve başına gelenin bir kısmını bilseydi… Uhud savaşında
yirmi yara aldığını ve bu yaralardan birinin bacaklarından birini
topallaştırdığını… Aynı zamanda Uhud savaşında bazı dişleri düşüp, konuşmasında
açık bir pelteklik oluşturduğunu da bilirdi.
İnsan tabiatı
bize zenginliğin ardından hâkimiyeti sürüklediğini öğretti.
Yani zenginler
daima varlıklarını koruyacak, arttıracak ve genellikle zenginliğin ortaya çıkardığı
bencillik, yükselme ve kibirlenme arzusunu doyurucu bir etkinlikleri olacaktı...
Abdurrahman b. Avf'ı bu büyük varlığının içinde gördüğümüzde, bu
alandaki beşerî alışkanlıkları ayaklar altına alan ve onlardan eşsiz bir
yüceliğe doğru uzaklaşan bir adam görürüz…!!
Bu Ömer b. Hattâb (r.a.) can çekişirken oldu. Ömer,
aralarından birini halife seçmeleri için Resûlullah (s.a.v.)'in ashabından altı
kişiyi seçer.
Parmaklar İbn
Avf'ı işaret ediyordu...
Sahâbîlerin
bazıları altı kişinin içinde halifeliği en çok hak edenin kendisi olduğunu
söylediler. O ise şöyle dedi:
"Allah'a
yemin ederim ki, kılıçlar boğazıma dayatılsa, boynumun koparılması benim için
halife olmaktan daha hayırlıdır...!"
Böylece
halife seçmek için seçilen altı kişi toplanmadan, Ömer'in aralarından halife
seçilecek olan altı kişiden biri yapmakla kendisine verdiği halife olma
hakkını kullanmayacağını ve seçme işini kendi aralarında yapmalarını diğer beş
kardeşine bildirdi.
Bu
takva onu hemen beş kişinin hakemi olma durumuna getirdi. Kendisinin
aralarından halifeyi seçmesini şart koştular. İmam Ali ona şöyle dedi:
"Resûlullah
(s.a.v.)'in, senin gök ehli arasında emin ve yer ehli arasında emin olduğunu
söylediğini işittim..!"
İbn
Avf, Osman b. Affan'ı halife seçti; geriye kalanlar da onun seçimini onayladılar.
Bu İslâm'da
zengin bir adamın gerçeğidir.
İslâm'ın
ona ne yaptığını, bütün saptırma ve aldatmalarıyla zenginliğin üstüne çıkartıp,
en güzel hâle nasıl getirdiğini gördünüz mü..?
İşte
Hicret'in otuz ikinci yılı ve o son nefeslerini alıp veriyor...
Mü'minlerin
annesi Aişe, ona hiç kimseye vermediği bir şerefi vermek istiyor: Ölüm yatağındayken
ona kendi evinde, Resûlullah (s.a.v.), Ebû Bekir ve Ömer'in yanında gömülmesini
teklif ediyor..
Fakat
o, İslâm'ın terbiye ettiği bir müslümandı ve kendini öyle bir mevkiye yükseltmekten
haya ediyordu..!!
Şu var ki,
onun Osman b. Maz'ûn'a verilmiş bir sözü vardı. Bir gün birbirlerine, hangisi diğerinden
sonra ölürse, arkadaşının yanına gömülecek diye söz vermişlerdi…
Ruhu yeni
yolculuğuna hazırlanırken, gözleri gözyaşlarıyla dolup taşıyor ve dili şu sözleri
mırıldanıyordu:
"Malımın
çok olmasından dolayı arkadaşlarımdan ayrı düşmekten korkuyorum..."
Fakat hemen
Allah'ın sükûneti onu çevreledi ve huzur dolu aydınlık bir sevinç ince bir tabaka
hâlinde yüzünü kapladı..
Berrak bir ses
onlara yanaşıyormuşçasına işitmek için kulakları dikkat kesildi...
Herhalde o an önceden Resûlullah (s.a.v.)'in sözünün gerçekleştiğini
duyuyordu:
"Abdurrahman
b. Avf cennettedir…"
Belki Allah'ın, kitabındaki vaadini duyuyordu:
"Mallarını
Allah yolunda harcayanlar, sonra verdiklerinin ardından eza ve minnet etmeyenlere,
Allah katında ecir vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar üzülmezler." (Bakara,