ABDURRAHMAN b. AVF

Ey Ebû Muhammed, Seni Ağlatan Nedir?

Medine'nin sessiz ve sakin olduğu bir gün şehrin açıklarından yoğun bir toz bulutu yak­laşmaya başladı. Neredeyse ufku kaplarcasına yükselip artmaya devam ediyordu.

Rüzgâr sahranın ince kumlarından yükselen bu sarı toz dalgalarını sürükledi. Yolunda kuv­vetle eserek Medine yakınlarına doğru sürük­lendi.

İnsanlar onu kumları süpürüp dağıtan bir fırtına sandılar; fakat çok geçmeden toz örtü­sünün ardında büyük ve uzun bir kafilenin ha­bercisi bir uğultu duydular.


Çok az bir zaman sonra yedi yüz yüklü deve Medine sokaklarını doldurdu ve şiddetle sarsmaya başladı. İnsanlar bu muhteşem tabloyu görmek ve develerin taşıdığı hayır ve rızk­­la sevinip müjdelenmek için birbirlerini ça­ğırdılar.

 

 


İlerleyen kafilelerin sesleri kulağına çarpan Ümmü'l-mü'minin Aişe sordu...

Medine'de ne olduğunu sordu.

Ona şöyle cevap verildi: "Abdurrahman b. Avf'ın Şam'dan ticarî bir kafilesi geldi..."

Ümmü'l-mü'minin: "Bütün bu sarsıntıyı ya­pan bir kafile mi?!"

"Evet, mü'minlerin annesi... Yedi yüz de­ve­den oluşmaktadır…!!"

Ümmü'l-mü'minin başını salladı ve gördüğü bir şeyi ya da işittiği bir hadisi anımsamak is­tercesine keskin bakışlarını uzaklara dikti...

Sonra şöyle dedi: "Ben Resûlullah (s.a.v.)'in şöyle dediğini duydum:

"Abdurralman b. Avf'ın cennete sürünerek gir­diğini gördüm."

 

 


Abdurrahman b. Avf cennete sürünerek mi girecek…?

Neden ilk müslümanlar gibi koşarak ve sıçrayarak girmiyor…?

Arkadaşlarından bazıları Aişe (r.a.)'nin söylediklerini ona ilettiler. O da bu hadisi bir­çok de­fa ve birçok değişik şekilde Resûlullah (s.a.v.)'den işittiğini hatırladı.

Mallarının bağları çözülmeden hızlı adım­lar­la Aişe'nin evine gitti ve ona: "Bana unuta­ma­dı­ğım bir hadisi hatırlattın." dedi.

Sonra şöyle devam etti: "Şahit ol ki, ben, bü­­­tün bu kafileyi, malları, hayvanları ve her şe­yiyle Allah yoluna adadım…"

Yedi yüz devenin yükü, Medine ahalisine ve çevresindekilere muhteşem bir hayır karnavalı içinde dağıtıldı..!

Bu olay tek başına, Resûlullah (s.a.v.)'in arkadaşı Abdurrahman b. Avf'ın hayatının tam bir portresini temsil eder.

O, başarının en iyisine ve en büyüğüne ulaşmış… O, zenginliğin en aşırı ve çoğuna ulaşmış…

O, sağlam bir mü'mindi. Dünya kazançları­nın, dinî kazançlarını alıp götürmesinden kor­kar ve zenginliğinin onu cennet sevabı ve iman kafilesinden ayırmasını kabullenmezdi.. O servetini cömertçe ve isteyerek iyilik yo­lunda dağıtırdı..!!

 

 


Bu yüce kişi İslâm'a ne zaman ve nasıl girdi?

Çok erken bir zamanda müslüman oldu.

Davanın ilk zamanlarında ve Resûlullah (s.a.v.) mü'min ashabıyla buluşmak için Da­ru'l-Er­kam'ı kendine merkez edinmeden önce müsl­üman oldu.

O İslâm'a giren ilk sekiz kişiden biriydi...

Hz. Ebû Bekir, ona, Osman b. Affan, Zü­beyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah ve Sa'd b. Ebû Vakkâs'a İslâm'ı takdim etti. Durumu ne garipsediler, ne de şüphe etkisinde kaldılar. Aksine "Sıddîk" ile biat etmek ve bayrağını ta­şımak için hemen Resûlullah (s.a.v.)'in yanına gittiler.

Müslüman olup yetmiş beş yaşına geldiği ana kadar yüce mü'min için çarpıcı bir örnekti. Bu durumu onu Resûlullah (s.a.v.)'in cennetle müjdelediği on kişinin arasına koymaya neden olmuştu. Aynı zamanda Ömer'inde kendisin­den sonra halife seçmekle görevlendirdiği altı şûra ehlinden kılmasına neden olmuştu. Ömer onlar için şöyle diyordu: "Resûlullah onlardan razı olarak vefat etti."


Abdurrahman müslüman olur olmaz Ku­reyş'in eziyet ve karşı koymasından nasibini aldı.

Resûlullah (s.a.v.) ashabına Habeşistan'a hicret etmelerini emrettiğinde İbn Avf da hic­ret etti, sonra döndü. Sonra Habeşistan'a ya­pılan ikinci hicrete de katıldı. Sonra Medine'ye hicret etti. Bedir, Uhud ve bütün savaşlara ka­tıldı.

 

 

Kendisini şaşırtacak ve dehşete düşürecek ölçüde ticarÎ açıdan kısmetliydi ve şöyle di­yordu: "Görüyorsunuz ki, bir taş kaldırsam al­tında gümüş ve altın bulurum..!!"

Ticaret Abdurrahman b. Avf'a göre bir zevk ve istifçilik değildi. Mal toplama arzusu ve ser­vet sevgisi de değildi.

Asla...

O, başarının hoşnutluk ve çalışmayı arttır­dığı bir görev ve bir işti. İbn Avf, huzuru, ne­rede olursa olsun şerefli çalışmada bulan ha­reketli bir yapıya sahipti.

O mescidde namaz kılmıyordu ve savaşta cihad da etmiyordu. O Arap yarımadasının ih­tiyaç duyduğu her yiyecek ve giyecekle yüklü olup, Şam'dan ve Mısır'dan Medine'ye gelen kafileleriyle müthiş bir şekilde büyüyen tica­retinin başındaydı...

Müslümanların Medine'ye hicretinin hemen ardından yaptığı hareket, bize bu hareketli ki­şiliğini anlatır...

O gün Resûlullah (s.a.v.)'in planı, biri Mek­keli muhacirlerden diğeri de Medineli ensârdan olmak üzere ashabından her iki kişiyi kardeş ilan etmekti.

Bu kardeşleşme akılları durduracak şekilde gerçekleşiyordu. Medineli ensârdan olan kişi, muhacir kardeşiyle sahip olduğu her şeyi paylaşıyordu. Eşini bile… Eğer iki hanımla ev­liyse kardeşinin evlenmesi için birini boşu­yordu...


O gün Resûlullah (s.a.v.) Abdurrahman b. Avf ile Sa'd b. Rebî'yi kardeş yaptı.

Şimdi büyük sahâbî Enes b. Mâlik'e olanı an­latması için kulak verelim:

"Sa'd Abdurrahman'a şöyle dedi:

"Kardeşim ben Medine'nin malı en çok ola­nıyım, malımın yarısını al, götür…

İki tane de eşim var, hangisini hoşuna gi­derse, onu boşayayım da onunla sen evlen..!!"

Abdurrahman b. Avf ona şöyle dedi:

"Malını ve aileni Allah sana mübarek kıl­sın... Bana çarşının nerede olduğunu söyleyin, yeter…"

Çarşıya gitti... Satın aldı... Sattı... ve ka­zan­dı!

Resûlullah (s.a.v.)'in zamanında ve ondan sora Medine'de hayatı böyle geçti... Dinin ve dünyanın hakkını tam vererek… Başarılı ve ka­zançlı bir ticaret… Sahibinin deyimiyle yerin­den bir taş kaldırsa altında altın ve gömüş bulurdu…!!

Ticaretini mübarek ve başarılı kılan helâle önem vermesi ve şiddetle haram ve şüpheden kaçınmasıydı…

Aynı zamanda ona başarı ve bereket ka­zandıran, o malın sadece Abdurrahman'a ait olmamasıydı... Allah'ın onda payı vardı. Onunla ailesine ve kardeşlerine yardım ederdi. İslâm askerlerini teçhizatlandırırdı...

Ticaret ve servet, birikimin miktarından ve kârdan biliniyorsa; Abdurrahman'ın servetinin miktarı ve sayısı, Allah yolunda harcanandan biliniyordu..!!

Resûlullah (s.a.v.)'in bir gün kendisine şöyle dediğini duydu:

"Ey İbn Avf! Sen zenginlerdensin... Ve cen­nete sürünerek gireceksin... Allah için ver ki ayaklarını serbest kılsın.."

Bu nasihati Resûlullah (s.a.v.)'den duydu­ğundan beri o Allah için veriyor, Allah da ona kat kat geri veriyordu.


Bir gün bir yeri kırk bin dinara sattı. Sonra aldığı paranın tümünü ailesi Benî Zühre'ye, mü'­minlerin annelerine ve müslümanların fa­kir­leri­ne dağıttı.

Ölmek üzereyken, Allah yolunda harcan­ma­sı için elli bin dinar vasiyet etti. Bedir'e ka­tılıp da yaşayan herkese de dört yüz dinar va­siyet etti. Öyle ki, Osman b. Affan zengin ol­masına rağmen vasiyetten payını aldı ve şöyle dedi: "Abdurrahman'ın malı saf ve helâldir. Ondan yemek bereket ve afiyettir."

O malının kölesi değil; efendisiydi…

Bunun delili de, ne kazanırken, ne de birik­tirirken kendini zorlamamasıdır...

Aksine onu yavaş ve helâl bir şekilde kaza­nırdı... Sonra tek başına ondan yararlanmazdı.

Ailesi, akrabaları, kardeşleri ve bütün top­lumu onunla birlikte yararlanırdı.

Yardım etme ve verme bolluğu bakımından öyle bir yere ulaştı ki onun için şöyle deni­yordu:

"Bütün Medine ahalisi malında İbn Avf'ın or­tağıdır.

Üçte birine borç verir…

Üçte birinin borçlarını öder…

Üçte birine yardım eder…"

Bu zenginliği eğer ona dinini destekleme ve kardeşlerine yardım etme imkânı vermeseydi hiçbir zaman ona rahat ve huzur vermezdi.

Bunun dışında bu zenginlikten daima kor­kardı...

Oruçlu olduğu bir gün ona iftar yemeği ge­tirildi. Bir an onu görünce iştahı kabardı ve ağlayarak şöyle dedi:

"Mus'ab b. Ümeyr şehid oldu ve benden iyiy­di. Başına örtüldüğünde ayaklarının görün­düğü, ayaklarına örtüldüğünde başının açıkta kaldığı bir aba ile kefenlendi.

Hamza şehid oldu ve benden iyiydi. Bir aba dışında kefenleneceği bir şey bulunamadı.


Sonra dünyada her şey önümüze serildi ve her şey verildi. Korkarım ki iyiliklerimiz bize erken verildi..!"

Bir gün arkadaşları onun bir yemeğinde top­landılar.

Yemek önlerine konulduğunda ağladı ve ona sordular:

"Seni ağlatan nedir ey Ebû Muhammed..?

Şöyle dedi:

"Resûlullah (s.a.v.) ailesiyle arpa ekmeğine doyamadan öldü. Bizim için hayırlı olan bir şey için geciktirildiğimizi sanmıyorum…"

Büyük serveti onda zerre kadar kibrin oluş­masına neden olmadı. Öyle ki, onun için şöyle dendi: "Bir yabancı onu hizmetçileriyle oturdu­ğunda görürse tanıyamaz ve onu onlar­dan ayırt edemezdi.!!

Fakat bu yabancı, İbn Avf'ın cihadının ve başına gelenin bir kısmını bilseydi… Uhud sa­vaşında yirmi yara aldığını ve bu yaralardan birinin bacaklarından birini topallaştırdığını… Aynı zamanda Uhud savaşında bazı dişleri dü­şüp, konuşmasında açık bir pelteklik oluştur­duğunu da bilirdi.

İnsan tabiatı bize zenginliğin ardından hâkimiyeti sürüklediğini öğretti.

Yani zenginler daima varlıklarını koruyacak, arttıracak ve genellikle zenginliğin ortaya çı­kardığı bencillik, yükselme ve kibirlenme arzu­sunu doyurucu bir etkinlikleri olacaktı...

Abdurrahman b. Avf'ı bu büyük varlığının için­de gördüğümüzde, bu alandaki beşerî alış­kanlıkları ayaklar altına alan ve onlardan eşsiz bir yüceliğe doğru uzaklaşan bir adam görü­rüz…!!

Bu Ömer b. Hattâb (r.a.) can çekişirken oldu. Ömer, aralarından birini halife seçmeleri için Resûlullah (s.a.v.)'in ashabından altı kişiyi seçer.

Parmaklar İbn Avf'ı işaret ediyordu...

Sahâbîlerin bazıları altı kişinin içinde halife­liği en çok hak edenin kendisi olduğunu söyle­diler. O ise şöyle dedi:

"Allah'a yemin ederim ki, kılıçlar boğazıma dayatılsa, boynumun koparılması benim için halife olmaktan daha hayırlıdır...!"

Böylece halife seçmek için seçilen altı kişi toplanmadan, Ömer'in aralarından halife seçi­lecek olan altı kişiden biri yapmakla kendisine verdiği halife olma hakkını kullanmayacağını ve seçme işini kendi aralarında yapmalarını diğer beş kardeşine bildirdi.

Bu takva onu hemen beş kişinin hakemi olma durumuna getirdi. Kendisinin aralarından halifeyi seçmesini şart koştular. İmam Ali ona şöyle dedi:

"Resûlullah (s.a.v.)'in, senin gök ehli ara­sında emin ve yer ehli arasında emin olduğunu söylediğini işittim..!"

İbn Avf, Osman b. Affan'ı halife seçti; ge­riye kalanlar da onun seçimini onayladılar.

Bu İslâm'da zengin bir adamın gerçeğidir.

İslâm'ın ona ne yaptığını, bütün saptırma ve aldatmalarıyla zenginliğin üstüne çıkartıp, en güzel hâle nasıl getirdiğini gördünüz mü..?

İşte Hicret'in otuz ikinci yılı ve o son ne­fes­lerini alıp veriyor...

Mü'minlerin annesi Aişe, ona hiç kimseye vermediği bir şerefi vermek istiyor: Ölüm ya­tağındayken ona kendi evinde, Resûlullah (s.a.v.), Ebû Bekir ve Ömer'in yanında gö­mül­mesini teklif ediyor..

Fakat o, İslâm'ın terbiye ettiği bir müslü­man­dı ve kendini öyle bir mevkiye yük­selt­mekten haya ediyordu..!!

Şu var ki, onun Osman b. Maz'ûn'a verilmiş bir sözü vardı. Bir gün birbirlerine, hangisi di­ğerinden sonra ölürse, arkadaşının yanına gömülecek diye söz vermişlerdi…

 

 


Ruhu yeni yolculuğuna hazırlanırken, göz­leri gözyaşlarıyla dolup taşıyor ve dili şu söz­leri mırıldanıyordu:

"Malımın çok olmasından dolayı arkadaşla­rımdan ayrı düşmekten korkuyorum..."

Fakat hemen Allah'ın sükûneti onu çevre­le­di ve huzur dolu aydınlık bir sevinç ince bir ta­baka hâlinde yüzünü kapladı..

Berrak bir ses onlara yanaşıyormuşçasına işit­mek için kulakları dikkat kesildi...

Herhalde o an önceden Resûlullah (s.a.v.)'in sözünün gerçekleştiğini duyuyordu:

"Abdurrahman b. Avf cennettedir…"

Belki Allah'ın, kitabındaki vaadini duyu­yordu:

"Mallarını Allah yolunda harcayanlar, sonra verdiklerinin ardından eza ve minnet etmeyen­lere, Allah katında ecir vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar üzülmezler." (Bakara, 262)