ÜSÂME b. ZEYD

Dostun Oğlu Dost

Mü'minlerin emiri Hz. Ömer oturmuş, bey­tülmalden müslümanlara maaş veriyordu.

Oğlu Abdullah geldi; Ömer ona payına dü­şeni verdi.

Sonra Üsâme b. Zeyd geldi, Ömer ona, oğlu Abdullah'a verdiğinin iki veya üç katını verdi.

Çünkü Hz. Ömer, insanlara, faziletlerinin üstünlüğüne ve bu uğurda yaptıkları mücadelelerin derecesine göre maaş takdir etmişti. Bundan dolayı Abdullah b. Ömer İslâm'daki yerinin sonlarda olmasından korkmuştu. Oysa o, taatı, cihadı, zühd ve tak­vası ile Allah katında ilklerden olmayı umu­yordu...

Bunun üzerine babasına sordu: "Üsâme'yi benden üstün tuttun. Halbuki ben, Resûlul­lah'la beraber, onun karşılaşmadığı çok şeylerle karşılaştım?"

Hz. Ömer cevap verdi

"Muhakkak ki Üsâme, Resûlullah'a senden daha sevimli idi...

Ve onun babası da Resûlullah'a senin ba­bandan daha sevimli idi..."

Dolayısıyla o ve babası, Resûlullah'ın gön­lünde ve sevgisinde, Ömer'in oğlunun ve hatta bizzat Ömer'in ulaşamadığı bir noktaya ulaş­mıştı.

İşte Üsâme b. Zeyd buydu…

Sahâbe-i kiram arasındaki lakabı, "Dostun Oğlu Dost" idi. Babası Zeyb b. Hârise Re­sû­lul­lah'ın hizmetçisi idi. Öyle ki, annesine, babasına ve ailesine karşı Resûlullah'ı tercih etmişti. Ve Resûlullah sahâbenin huzurunda şöyle demişti:

"Şahit olun ki bu Zeyd, benim oğlum gibidir. O benim mirasçım ve ben de onun mirasçısı­yım."

 Ve Kur'ân-ı Kerîm evlat edinmeyi yasakla­yıncaya kadar uzun süre onun adı Müslüman­lar arasında Zeyd b. Muhammed olarak anıldı.

İşte bu Üsâme, böyle bir babanın oğluydu.

Annesi, Ümmü Eymen ise Resûlullah'ın sa­dık bir hizmetçisiydi.

Üsâme, dış görünüş itibarıyla hiçbir şeye layık değildi.

Çünkü tarihçilerin rivayetine göre, siyah tenli ve yassı burunluydu. Evet... Tarih Üsâ­me'­nin görünüşünden bahsederken bu iki hususiyetini, sadece bunları söylemekle yeti­ni­yor­du!..

Fakat İslâm ne zaman insanları dış görünü­şüne göre sınıflandırıp değerlendirmişti ki? İs­lâm'ın Peygamberi şöyle buyurmuştu:

"Dikkat edin! Saçı başı dağınık, toz toprak içinde, elbiseleri yırtık ve kendisine değer ve­rilmeyen nice kimse vardır ki, Allah'ın adı üze­rine yemin etse, Allah onu yalancı çıkarmaz."

Yani neye yemin etmişse onu gerçekleşti­rir.

Öyleyse Üsâme'nin dış görünüşünü bir ta­rafa bırakalım. Onun teninin siyah oluşunu, burnunun yassı oluşunu bırakalım bir tarafa… Zira İslâm'ın değer ölçüsü bakımından bunla­rın hiçbir önemi yok...

Biz bunları bırakalım da onun dostluğunun ve fedakârlığının nasıl olduğuna bakalım...

İffet, istikamet, verâ ve takvasının nasıl ol­duğuna bakalım...

Şahsiyetinin yüceliğine ve hayatta neler yaptığına bakalım...

Bütün bunların hepsinde ise o, kimsenin kolay kolay ulaşamayacağı bir seviyede idi. Bunları da Resûlullah'ın sevgi ve takdirini ka­zanma başarısı sayesinde elde etmişti. Resû­lullah şöyle buyuruyor:


"Üsâme b. Zeyd, insanların bana en sevimli­sidir. Öyle ümit ediyorum ki, o sizin salihleri­niz­­den olacak. Ona iyilikle muamele etmeye ba­kın."

 

 


Üsâme (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)'in kalbine kendini sevdirecek bütün yüce sıfatlara sa­hipti. Ve kendisini onun gözünde yükseltecek bütün sıfatlara...

Nitekim o, Resûlullah'a dostluk ve yakınlık bakımından en ileri derecede bulunan ve ilk müslümanlardan olan bir anne babanın evla­dıydı.

Ve yine o, ilk İslâm çocuklarındandı. İlk be­sinlerini, cahiliye karanlıklarından kendilerine hiçbirşey bulaşmadan İslâm'ın temiz fıtratın­dan alan çocuklardan...

Ve o, Allah kendisinden razı olsun, ilk gençlik yıllarından beri kuvvetli bir mü'min, imanın ve dinin gerektirdiği bütün vecibeleri büyük bir samimiyet ve azimle yerine getiren güçlü bir müslümandı.

Müthiş bir zekâya sahip olduğu gibi, olağa­nüstü derecede de mütevazı idi.       

Kendisini Allah ve Resûlü'nün yolunda feda etmekte sınır tanımazdı...

Bu siyah tenli ve yassı burunlu insan, Hz. Peygamber'e son derece sevgiliydi. Çünkü Al­lah'ın insanlık için seçip beğendiği din insanlar üstünlüğün ve insanlığın kriterlerini değiştir­mişti. Şöyle diyordu: "Muhakkak ki Allah ya­nında en değerli ve en üstününüz O'ndan en çok korkanınızdır." (Hucurat, 13)

Bundan dolayıdır ki, Fetih günü Hz. Pey­gamber, bineğiyle Mekke'ye girerken arkasına da bu siyah tenli yassı burunlu adamı, Üsâme b. Zeyd'i bindirdiğini görüyoruz.

Yine Kâbe'ye girişlerinin hemen her defa­sında sağında ve solunda Bilâl'i ve Üsâme'yi… iki siyahî adamı görüyoruz. Onlar, Allah Resû­lü'nün kalbinde büyük bir onura ve yüceliğe sahiptiler.

Çok genç yaşında, henüz yirmisini aşma­dığı bir devrede, Allah Resûlü onu bir ordunun komutanı yaptı. Ebû Bekir ve Ömer de bu or­dunun askerlerindendi…!!

Bu durum müslümanlar arasında bir kar­gaşa ve hoşnutsuzluğa yol açtı. Genç bir deli­kanlının, içinde ensâr ve muhacirden ihtiyarla­rın da bulunduğu bir orduya komutan olma­sıydı bu hoşnutsuzluğa yol açan…

Nihayet bu hoşnutsuzluk haberleri Hz. Pey­gamber'e ulaştı. Bunun üzerine hemen bir ko­nuşma yaptı. Şöyle dedi:

"Bazı insanlar Üsâme b. Zeyd'in komutanlı­ğını eleştiriyorlar… Ondan önce babasının ko­mutan olmasını da eleştirmişlerdi… Halbuki ba­bası komutanlığa layık biriydi… Aynı şekilde Üsâme de komutanlığa layıktır… O babasından sonra bana insanların en sevgilisidir. Sizin sa­lih­­lerinizden biri olacağını umuyorum. Ona güzellikle davranın."

 


 Ordu, hedefine doğru yola çıkmadan önce Resûlullah (s.a.v.) vefat etti. Fakat sahâbesine hikmetli vasiyetini bırakmıştı:

"Üsâme ordusu durmasın...

Üsâme ordusu mutlaka hedefine doğru git­sin..!"

Resûlullah'ın vefatından sonra halife olan Ebû Bekir, şartların değişmiş olmasına rağmen Peygamber'in bu vasiyetini mukaddes bilerek, yerine getirme konusunda ısrar ve ihtimam gösterdi. Ve Üsâme ordusu, Halifenin ricası üzerine Medine'de kalan Hz. Ömer hariç, he­define doğru yola çıktı.

Bizans İmparatoru Herakliyus, Resûlullah'ın vefat haberiyle birlikte Üsâme b. Zeyd komu­tasındaki İslâm ordusunun engel tanımadan Şam tarafına doğru yürümekte olduğu habe­rini aldı. Ve hayrete düştü. Nasıl oluyor da peygamberlerinin vefatı bile onların yollarında ve kararlarında bir değişikliğe neden olmu­yordu..?!

Böylece İslâm ordusu, Arap yarımadasını Şam sınırlarına kadar İslâm'ın beşiği hâline ge­tirirken, Bizanslılar geri dönüp herhangi bir müdahalede bile bulunmadan kaçtılar.

Nihayet İslâm ordusu hiçbir kayıp verme­den muzaffer olarak geri dönünce, Müslüman­lar:

"Üsâme'nin ordusundan daha sağlam ve kazançlı bir ordu görülmemiştir." dediler.

 

 


Bir gün Üsâme, Resûlullah'tan hayatının dersini almıştı… Öyle açık ve etkili bir ders ki... Üsâme, Hz. Peygamber'in vefatından Mua­vi­ye'nin hilafetinin sonlarında âhirete gö­çüşüne kadar bütün hayatı boyunca bu dersi unutmadı…

Vefatından iki yıl kadar önce Peygamber bir birliğin başında onu İslâm'a ve müslümanlara düşmanlık yapan bazı müşrikleri karşılamak üze­re gönderdi.

Bu, Üsâme'nin ilk komutanlığı idi...

Başarı ve zaferle dönüyordu. Fakat başarı haberi Resûlullah'a kendisinden önce ulaşmış ve onu çok sevindirmişti.

Olayın kalan kısmını Üsâme'nin kendisin­den dinleyelim:

"Nebi (s.a.v.)'e geldim. Fetih müjdesi ona gelmişti. Yüzü memnuniyetten hilal gibi parlı­yordu. Beni kendisine yaklaştırdı ve: "Anlat ba­kalım." dedi. Ben de anlatmaya başladım:

"Düşman bozguna uğramış kaçıyordu... On­lardan birine yetiştim, mızrağımla onu yere yatırdım. Adam "lâ ilâhe illallah" dediyse de dinle­medim onu öldürdüm."

Allah Resûlü'nün yüzü birden değişiverdi:

"Yazık sana ey Üsâme! Lâ ilâhe illallah diyen birini nasıl öldürdün?!. Yazık sana! Lâ ilâhe il­lallah diyen birini öldürdün ha?!"

Bunu o kadar çok tekrar etti ki: "Keşke dünyaya gelmeyip de hiçbir şey yapmamış ol­say­dım." dedim. Ve o gün İslâm'ın ne demek ol­du­ğunu iyice anladım. Ve bir daha böyle bir hataya düşmemek üzere Allah'a yemin ettim...

 

 


İşte, Dostun Oğlu Dost Üsâme'nin, Resû­lul­lah'tan aldığı günden itibaren Allah'ın kendisinden razı olduğu bir kul olarak huzu­runa yöneldiği güne kadar hayatını yönlendi­ren büyük ders buydu.

Gerçekten de etkili bir ders..!

Resûlullah'ın insaniyetini, adalet ve pren­siplerinin yüceliğini, dininin ve yaratılışının yü­celiğini gösteren bir ders...

Hz. Peygamber'in, ölümüne üzüldüğü ve onu öldürdü diye Üsâme'yi azarladığı kimse hem de müşrik bir savaşçı idi.

Ve "lâ ilâhe illallah" dediği zaman zalim kı­lıcı da elinde idi. Ve o kılıçta, müslümanların cesetlerinden daha yeni koparılmış et parça­cıkları vardı... "Lâ ilâhe illallah" diyordu; ama bunu belki de öldürücü bir darbeden kurtul­mak ya da yeniden müslümanlara karşı sa­va­şa dönmek için kendisine bir fırsat hazırla­mak için söylüyordu.

Fakat bununla birlikte kelime-i tevhidi söylemişti bir kere, dili onunla hareket etmişti ya, işte sadece bu sebepten dolayı o anda kanı müslümanlara haram olmuş, canı emniyet al­tına girmiş oluyordu..!

Damarlarında, içinde ve niyetinde ne olursa olsun...

 Üsâme dersini iyice almıştı artık…

Resûlullah, hem de savaş esnasında böyle bir adamı sırf "lâ ilâhe illallah" dedi diye öl­dürmeyi hoş görmediğine göre... Ya gerçek ve samimi bir müslümanı öldürmek nasıl olur?

İşte bundan dolayı biz, Hz. Ali ve taraftar­ları ile Hz. Muaviye ve taraftarları arasında meydana gelen büyük fitne sırasında Üsâme'yi kesin bir tarafsızlık içerisinde görüyoruz...

Evet, o, Ali'yi çok seviyor ve onu haklı gö­rüyordu; ama Allah ve Resûlü'ne inanmış bir mü'mini kılıcıyla nasıl öldürsündü? Kaldı ki, Resûlullah onu daha önce yenilip de kaçarken "lâ ilâhe illallah" diyen müşrik bir savaşçıyı öl­dürdü diye azarlamamış mıydı?

Bu durumda Hz. Ali'ye bir mektup gönderdi ve ona şöyle yazdı:

"Şuna kesinlikle inan ki, seninle aslanın pençesine bile seve seve giderim. Ancak sizin bu işinizi benim aklım almıyor doğrusu..!"

Ve müslümanlar arasındaki bu kavga ve savaşlar devam ettiği sürece evinden dışarı çıkmadı.

Bazı dostları gelip, onun bu tutumunu eleştirdikleri vakit onlara:

"Lâ ilâhe illallah" diyen hiçbir kimseyi hiçbir zaman öldüremem, ben buna yeminliyim." di­yordu.

O dostlarından birisi ona: "Peki, Allah "Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 193) bu­yurmuyor mu deyince, ona şu cevabı verdi:

"Onlar müşriklerdir; biz fitne ortadan kal­kıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşırız."

 

 


Ve hicretin elli dördüncü senesi... Üsâme Allah'a kavuşma arzusunda, ruhu bu arzu ile tutuşmakta, ilk vatanına dönmeyi istiyor...

Ve cennet kapıları, temiz ve müttaki bir kulu şeref ve memnuniyetle karşılamak üzere açılıyor...