HÂLİD b. VELÎD

Kendi Uyumayan,
Kimseyi de Uyutmayan Adam

İlginç bir insan, şaşılacak bir hayat...!

Uhud'da müslümanlara karşı... Ömrünün ge­ri kalanında ise, İslâm düşmanlarına karşı savaşan bir insan...

İsterseniz gelin, onun hayatını baştan an­latalım...

Fakat hangi baştan?

O kendisi bile hayatının hangi noktada başladığını bilemiyor... Bildiği, hatırladığı tek şey; Allah Resûlü'ne biat edip, teslim olduğu gün...

Eğer elinde olsa, o günden önceki hayatını silip atacak...

Öyleyse biz de onun hayatını anlatmaya, kalbinin, Allah korkusu ve Resûlullah sevgi­siy­le dolduğu... İslâm'a ilk adımını attığı gün­den başlayalım…

 

 

Bir gün kendi nefsiyle baş başa kaldığı bir vakitte, gittikçe güçlenen yeni din hakkında dü­şüncelere daldı... Ve Allah'tan kendisine bir yol göstermesini diledi... O an kalbinde yakîn işaretleri belirmeye başladı...

"Vallahi, şimdi hakikati buldum... Bu adam peygamberdir... Ne zaman, nasıl gidip de müs­lüman olsam..?" diye düşünmeye başladı.

Allah Resûlü'ne gelip müslüman oluşunu, Mekke'den Medine'ye mü'minlerle yolculuğunu onun ağzından dinleyelim.

"Birlikte yola çıkacağım bir arkadaş ara­dım... Osman b. Talha'ya rastladım; durumu ona da anlattım. O da bana katılmak istedi. Birlikte yola çıktık. Yolda Amr b. Âs'a rastladık. Amr: "Nereye gidiyorsunuz?" diye sordu.

Biz de meseleyi ona anlattık. O kendisinin de Resûlullah'a gidip, müslüman olmayı iste­diğini bildirdi ve bize katıldı. Medine'ye kadar birlikte geldik. Tarih, hicri 8. yılın Safer ayıydı.

Allah Resûlü'nün huzuruna vardım. Şehâ­det kelimesini getirerek müslüman oldum. Al­lah Resûlü bana: "Ben, seni, eninde sonunda hayrı bulacak akıl sahibi bir kişi olarak görü­yordum." dedi.

Allah Resûlü'ne biat ettim ve İslâm'a karşı işlemiş olduğum geçmiş günahlarımdan dolayı benim için mağfiret dilemesini istedim.

O da bana: "İslâm, geçmişteki (İslâm'dan önceki) hataları siler." buyurdu.

Ben: "Ya Resûlullah, siz yine de benim için dua edin." dedim.

Allah Resûlü de: "Allah'ım! Hâlid b. Velîd'in İslâm'a karşı işlemiş olduğu geçmiş günahla­rı­nı bağışla..." diye dua etti.

Sonra sırayla Amr b. Âs ve Osman b. Talha, Resûlullah'ın huzurunda biat ettiler ve müs­lüman oldular...

 

 


Hâlid b. Velîd'in, İslâm'a karşı işlemiş ol­duğu geçmiş günahlarının affı için Allah Resû­lü'nden dua isteyişindeki incelik ve hassasi­yete bakınız... Oradaki duyarlılığı, onun haya­tını inceledikçe daha iyi anlayacağız…

Güç, kuvvet ve zekâ sahibi bu insan, dün­yanın geçici menfaatlerini ve atalarının ilâhla­rını yüz üstü bırakmış... Kendisini Allah'a ve Resûlü'ne hizmete vakfetmişti...

 

 


Mûte savaşındaki üç kahramanı hatırlıyor­sunuz...

Zeyd b. Hârise, Ca'fer b. Ebû Tâlib ve Ab­dullah b. Revâha...

Bu kişiler, Şam diyarında meydana gelen Mûte savaşının kahramanlarıydılar... Öyle bir savaş ki, iki yüz bin kişilik Rum ordusuna karşı verilmiş amansız bir mücadele..

Allah Resûlü'nün bu gazve ile ilgili olarak ashabına söylediği duygulu ve içli sözleri de ha­tırlıyorsunuzdur:

"Sancağı Zeyd aldı... Savaştı ve şehid oldu...

Sonra sancağı Ca'fer aldı... Savaştı ve o da şehid oldu.

Sonra sancağı Abdullah b. Revâha aldı... Sa­vaştı ve o da şehid oldu..."

Allah Resûlü'nün sözlerinin devamını bu­ra­ya saklamıştık... İşte hadisin devamı:

"Sonra sancağı, Allah'ın kılıçlarından bir kı­lıç aldı... Ve Allah onun eliyle fethi müyesser kıldı..."

Kimdi bu kahraman?

Bu kahraman, Hâlid b. Velîd'den başkası de­ğildi elbette…

Mûte savaşına bir asker olarak katılan Hâlid, İslâm ordusunu zafere ulaştıran komu­tan ol­muştu...

Mûte savaşında son komutan da şehid dü­şünce, sancağı Sâbit b. Akram aldı ve güç belâ Hâlid b. Velîd'in yanına gelerek: "Ey Ebû Sü­leyman! Sancağı al...!" dedi.

Yeni müslüman olmuş olan Hâlid b. Velîd, içlerinde önceden müslüman olmuş muhacir ve ensârın bulunduğu bir orduya komutanlık etme hakkını kendinde göremiyordu...

Aslında edep, tevazu, irfan gibi güzel mezi­yetlere sahip güzide bir sahâbî idi...

Sâbit b. Akram'a: "Hayır... Hayır... Ben bu sancağı alamam... Sen bu­na benden daha la­yık­sın... Sen hem Bedir'e katıldın, hem de benden daha yaşlısın." dedi.

Sâbit: "Sancağı sen al. Sen savaşı benden daha iyi biliyorsun. Ben sancağı ancak sana getirmek için aldım." dedi. Sonra müslü­man­lara dönerek: "Hâlid'in komutanlı­ğına razı mısınız?" diye sordu.

Mü'minler de: "Evet." dediler.

Neticede sancak Hâlid b. Velîd'in eline geçti. O da gerek Resûlullah'ın hayatında, ge­rekse onun vefatından sonra zaferden zafere koşmuş ve İslâm'ı yüceltmek için var gücüyle çalışmıştı...

 

 


Hâlid İslâm ordusunun başına geçmişti...

O an müslümanlar zor durumdaydılar. Rum­­lar ise, çokluklarının verdiği avantajla sa­vaşa devam ediyorlardı...

Savaşın kaderini değiştirerek, mağlubu ga­lip kılacak bir güce ihtiyaç vardı... Müslüman­ların zayiatı çoktu... Yaralı sayısı fazlaydı... Sağ kalanlar ise, bitkin vaziyetteydiler... Bu du­rum karşısında ne yapılabilirdi ki?!

Ama cesur kalbin başaramayacağı şey yoktur. Hâlid'den daha cesur, daha zeki kim olabilirdi..?

Bütün olumsuz şartlara rağmen, Hâlid b. Velîd kendisini toparladı... Savaş alanını âdeta bir şahin gibi gözetledi. Zihninde ani bir plan canlandırarak uygulamaya koydu... Savaş de­vam ederken askerleri guruplara ayırdı... Her guruba bir görev verdi... Sonra düşmanın or­tasına daldı ve saflar arasından büyük bir ge­dik açtı... Bu gedikten tüm müslüman askerler sağ salim çıktılar ve kurtuldular...

Hâlid b. Velîd, bu savaştaki başarılarından do­layı Allah Resûlü tarafından "Seyfullah" (Al­lah'ın Kılıcı) lakabını aldı...

 

 


Kureyş'in Allah Resûlü'yle olan ahdini boz­ması üzerine müslümanlar Hz. Peygamber'in komutasında Mekke'nin fethi için yola çıktı­lar...

Allah Resûlü, ordunun sağ kanadına ko­mutan olarak Hâlid b. Velîd'i atadı...

Uzun zaman puta tapanların ve şirkin ko­mutanlığını yapan Hâlid, şimdi İslâm ümmeti­nin bir ferdi ve bir İslâm komutanı olarak sa­kin ve emin adımlarla Mekke'ye giriyordu...

Hâlid'in gözünde bir an mazi canlanıverdi... Müslüman olmadan önceki günleri… Âciz put­lara kurbanlar kestiği, heva ve heves peşinde koştuğu günleri... Mekke'ye girerken bunları düşündü...

Nasıl olmuştu da bunlardan kurtulabil­mişti?

Hangi mucizeyle müslüman olmuştu...?

Bütün bu olanlar nasıl açıklanabilirdi...?

Bunun bir tek izahı vardı... O da mü'minler Mekke'ye girerken tekrarladıkları şu âyet-i ke­rî­meydi:

"(Bu) Allah'ın vaat ettiğidir. Allah vaadinden caymaz…" (Rum, 6)

Hâlid başını yukarı kaldırdı... Ufku dolduran İslâm'ın sancaklarına gıptayla baktı ve kendi kendine:

"Evet, muhakkak ki, bu Allah'ın vaadidir ve Allah vaadinden dönmez…"

Sonra kendisini hidâyete erdirdiği için Al­lah'a hamd etti...

İslâm'ı Mekke'ye, müşriklere taşıyanlardan birisi olduğu için Rabbine şükretti...

 

 


Hâlid b. Velîd, İslâm'a hizmet için Allah Re­sûlü'nün yanında daima hazır bulunmuş, ha­yatını bu yola vakfetmişti...

Bu hizmeti, Allah Resûlü'nün vefatından son­ra onun ilk halifesi Ebû Bekir'in yanında da devam etmişti...

İslâm'a karşı riddet hareketlerini bastır­ma­da ilk akla gelen ilk isim Ebû Süleyman, Sey­fullah, Hâlid b. Velîd olmuştur...

Ebû Bekir, mürtedlere karşı ilk savaşı biz­zat kendisinin yönettiği bir orduyla gerçekleş­tirmişti... Hâlid'i ise daha çetin savaşlar için saklıyordu…

 

 


Riddet (İslâm'dan dönme) hareketleri baş­ladığında, Ebû Bekir kendi komutasındaki bir orduyla bunlara karşı koymak istedi...

Ashabın ileri gelenleri, bunun tehlikeli ola­cağını söyleyerek, yerine bir başkasını komu­tan olarak atamasını istediler. Fakat Ebû Bekir isteğinde ısrar etti... O, bizzat kendisinin bu işe girişerek, olayın ehemmiyetini göstermek ve müslümanları, riddet hareketine karşı ha­re­kete geçirmek istiyordu... Böylece, hem rid­det edenlere gözdağı verecek, hem de müs­lü­man­ların moralini yükseltecekti ki, bir daha kimse böyle bir harekete girişmeye ce­saret edemesin...

Riddet hareketleri, ilk bakışta ârızî, küçük isyanlar gibi gözükse de İslâm'a vereceği zarar göz önüne alındığında oldukça tehlikeli hare­ketlerdi...

İslâm'ın güçlenmesini istemeyen Arap ve gayri Arap unsurlar, bu fitne hareketini kö­rüklüyorlardı...

Fitne önce Esed, Gatafan, Abes, Tay ve Zibyan kabilelerinde ortaya çıktı...

Sonra Benî Âmir, Hevâzin, Süleym ve Benî Temim'e sıçradı... Küçük çapta çarpışmalarla başlayan, mücadele sonradan sayıları on bin­leri bulan büyük savaşlara dönüştü...

Fitne hareketine Bahreyn ve Amman halk­larının da katılmasıyla savaşlar daha da şid­detlendi... Müslümanların etrafı âdeta ateşle çevrilmişti...

Ama Ebû Bekir vardı... Halife Ebû Bekir, hemen orduyu toparladı, başına geçti ve isyan hâlindeki kabileler üzerine yürüyerek, uzunca bir mücadeleden sonra bu isyanları bastırdı...

Bu ilk zaferden sonra ordu Medine'de uzun süre kalmadı, hemen diğer isyanları bastırmak için harekete geçti...

İrtidat hareketleri her geçen gün biraz daha artmaktaydı... Hz. Ebû Bekir, ikinci defa ordunun başına geçerek, bu isyanlara karşı koymak istedi... Fakat ashab buna karşı çıktı... Halifenin Medine'de kalmasını istiyor­lardı... Hz. Ali, Hz. Ebû Bekir'in önüne çıkmış, atının yularına tutunmuş ve şöyle dedi:

"Nereye ey Resûlullah'ın Halifesi..? Sana Allah Resûlü'nün Uhud'da tavsiye ettiği şeyi tavsiye ediyorum: "Kılıcını kınına sok ey Ebû Bekir! Kendini tehlikeye atarak bizi üzme!"

Neticede müslümanların oy birliğiyle, Ebû Bekir Medine'de kalmaya razı oldu... Orduyu on bir guruba ayırdı... Her gruba bir komutan tayin etti... Her guruba sancağını verdikten sonra Hâlid b. Velîd'in yanına geldi ve: "Ben Allah Resûlü'nün şöyle dediğini işittim, dedi:

"Hâlid b. Velîd, Allah'ın ne güzel bir kulu ve ne güzel bir kardeştir... O Allah'ın kılıçlarından bir kılıçtır... O Allah'ın kâfirler ve münafıklar üzerine çektiği kılıcıdır..."

 

 


Hâlid b. Velîd, askerleriyle birlikte savaştan savaşa, zaferden zafere koştu...

Ta ki o büyük savaş... Yemâme savaşı ge­lip çattı...

Riddet savaşlarının en büyüğü olan Yemâ­me'de müslümanların karşısında, Benî Hanîfe ve diğer kabilelerden oluşan ve Müseylimetü'l- Kezzâb'ın komuta ettiği güçlü bir ordu vardı...

Daha önce Müseylime'ye karşı bazı kuv­vetler gönderilmişse de bunlar başarılı olama­mışlardı...

Sonunda Halife Hz. Ebû Bekir, Müseylime'yi durdurmak üzere Hâlid'i gönderdi…

Müseylime, Hâlid'in yola çıktığını haber alır almaz, savaş için gerekli hazırlıklara başladı...

Ve iki ordu karşılaştı...

Siyer kitaplarına göz gezdirenler bu sava­şın, ne derece şiddetli ve korkunç bir çarpış­may­la meydana geldiğini görmekte zorluk çek­mezler...

Bir yanda koca bir orduyla Müseylime... Diğer yanda Allah'ın Kılıcı Hâlid b. Velîd'in ko­mutasındaki İslâm askerleri…

Hâlid, bayrak ve sancakları ordu komutan­larına teslim etti... Ve iki ordu birbirine girdi... Korkunç mu korkunç bir savaş başladı... Müs­lümanlardan bir kısmı, inatçı bir kasırganın devirdiği çiçekler gibi şehid düştüler...

Hâlid b. Velîd şöyle bir etrafına baktı... Bi­raz düşündü... Ve aniden düşmanın zayıf noktasını kavrayıverdi..

Müseylime'nin ordusu karşısında, İslâm or­dusunun savaş isteklerinin zayıfladığını gördü ve onların iradelerini sağlamlaştıracak bir çare aramaya koyuldu... Askerlerinin arasına dala­rak şöyle seslendi:

"Ayrılın... Her kabilenin gayretini göre­lim..."

Bunun üzerine muhacirler kendi sancakları altında, ensâr da kendi sancakları altında top­landı...

"Her kabile kendi sancağı altında..."

Böylece hezimetin hangi taraftan geldiği daha kolay görülebilecekti... Neticede hamaset duyguları kabardı... Orduya yeniden azim ve ce­saret geldi...

Hâlid ise, bir o tarafa, bir bu tarafa koşu­yor, tekbir ve tehlil getirerek orduyu canlı tutmaya çalışıyordu...

Birkaç dakika sonra savaş, müslümanların lehine dönmüştü... Müseylime'nin ordusu da­ğılmış ve askerleri birer, ikişer dökülmeye baş­lamış; binlercesi ölmüştü...

Hâlid kendi nefsindeki hamaset duygularını âdeta bir elektrik akımı gibi askerlerine yaymış ve bu sayede savaşı kazanmıştı... Bu da onun dehâsını gösteren bir başka olaydır...

Riddet harplerinin en tehlikelisi ve en şid­det­lisi de böylece sona ermiş oldu... Müsey­li­me öldürüldü… Askerlerinden birçoğu da onunla bir­likte öldürüldü.

 

 


Medine'de Halife, İslâm'a böyle bir zafer ve böyle bir kahraman bahşettiği için Allah'a hamd etti ve şükür namazı kıldı.

Hz. Ebû Bekir zekası ve ileri görüşlülüğü ile, İslâm dünyası sınırları içerisinde fitne ve fe­sadın ortadan kalktığını, artık İslâm için iki büyük fitnenin kaldığını anlamıştı... Bunlar da: Irak'ta Farslılar ve Şam diyarında Rumlar idi...

Bu her iki imparatorluk da yeni dinin san­cağını taşıyan müs­lü­manlara karşı cephe al­mışlardı... Müslümanlarla savaşmak için vakit kolluyorlardı…

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, Hâlid'e bir mektup yazarak Irak üzerine yürümesini em­retti.

Hâlid de orduyla birlikte Irak'a hareket etti... Savaşa başlamadan önce, Kisra'nın va­li­lerine yazdığı bir mektupla durumu haber verdi:

"Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla…

Hâlid b. Velîd'den İran'ın ileri gelenlerine... Selâm Hakk'a tâbi olanların üzerine olsun..

Ayaklarınızı kaydırıp, mülkünüzü gideren ve tuzaklarınızı zayıflatan Allah'a hamd ol­sun.

Namazımızı kılan, kıblemize yönelen ve kestiğimizi yiyen kişi müslümandır, bizim ya­rarlandığımız haklardan o da yararlanır...

Mektubumu aldığınızda teslim olup, zim­me­time giriniz... Aksi takdirde Allah'a yemin olsun ki, üzerinize öyle bir ordu gönderirim ki, sizin hayatı sevdiğiniz kadar onlar ölümü sev­mektedirler..."

Karşı taraftan bir cevap gelmemesi üzerine Hâlid, fazla vakit kaybetmeden bâtılı yerle bir etmek için harekete geçti...

Fazla bir mukavemetle karşılaşmadan za­yıfları ve köleleri de İslâm sancağı altına ala­rak, zaferle yoluna devam etti... Emrindeki askerlere: "Halka dokunmayın; bırakın kendi işleriyle meşgul olsunlar... Ancak karşı çıkıp savaşan olursa, öldürün..!" dedi...

Muzaffer ordusuyla Şam sınırına kadar geldi... Oralar müezzinlerin ezan ve fatihlerin tek­bir sesleriyle çınladı...

Şam'daki Rumlar bu tekbir seslerini duy­dular mı dersiniz..?

Evet, duydular... Korkmaya başladılar. Bir an­da kendi içlerinde psikolojik bir savaş baş­ladı...

Irak'ta İranlılara karşı kazanılan zafer, bir anlamda Şam'da Rumlara karşı kazanılacak zaferin müjdecisi gibiydi...

Hz. Ebû Bekir orduyu toparladı, komutan olarak da sırasıyla Ebû Ubeyde b. Cerrâh'ı, Amr b. Âs'ı, Yezid b. Ebû Süfyân'ı ve Muaviye b. Ebû Süfyân'ı atadı...

Rum imparatoru, İslâm ordusunun kendi üzerine yürümekte olduğu haberini alınca, ko­mutanlarını ve vezirlerini toplayarak, savaşa çıkmayıp, barış yapmayı teklif etti...

Fakat komutanları ve vezirleri savaşmakta ısrar ettiler ve: "Vallahi biz Ebû Bekir'in top­raklarımızı işgal etmesine müsaade etmeyiz!" dediler.

Ve yaklaşık iki yüz bin kişilik bir orduyla savaşa hazırlandılar...

Rumların bu hareketi Halifeye haber veril­diği vakit Hz. Ebû Bekir şöyle dedi: "Vallahi onların bu kuruntularını Hâlid'le bertaraf ede­rim…"

Halife, bu tür şirk ve isyan hastalıklarının de­vası olan Hâlid'e haber göndererek, Şam üzerine gitmekte olan ordunun başına geçme­sini istedi... Bu emir üzerine Hâlid, Irak'ta Müsenna b. Hârise'yi bırakarak, askerleriyle Şam'a doğru yola çıktı... Ve orada gerek savaş alanını tes­bitiyle, gerekse askeri tanzimiyle bir kez daha o büyük dehâsını ortaya koydu... Akabinde Allah'a hamd ederek, şöyle dedi:

"Muhakkak bugün Allah'ın günlerinden bü­yük bir gündür... Bugün övünmeye veya az­gınlığa yer yoktur… İhlâsla savaşın... Ameli­nizle yalnızca Allah'ın rızasını isteyiniz... Gelin komutanlığı sırayla yapalım; bugün birimiz, yarın diğerimiz, öbür gün bir başkası orduya komuta etsin... Böylece hepiniz emirlik yapmış olursunuz..."

"Muhakkak bugün Allah'ın günlerinden bü­yük bir gündür..."

Ne güzel ve ne kahramanca bir başlangıç..!

"Bugün övünmeye veya azgınlığa yer yok­tur..."

Ne kadar hassas, ne kadar ince bir anla­yış..!

Dehâ, dağıtmakla azalmaz... Büyük ko­mu­tan bunu iyi biliyordu... Halife, kendisini komutanlar da dâhil tüm ordunun başına baş­komutan olarak atadığı hâlde o sırf orduda bir karışıklık olmasın, diğer komutanlar alınmasın diye kendisini öne çıkarmamış, mütevazı bir davranışla komutanlığın sırayla olmasını önermişti...

Bugün bir komutan... Yarın ikinci bir ko­mutan... Diğer gün bir başka komutan... Ve bu böyle devam edecek...

Rum ordusu teçhizat ve sayı itibariyle kor­kunç bir görüntü arz ediyordu...

Rumlar, müslümanların gittikçe güçlendik­lerinin farkındaydılar... Bu sebeple, onlara ciddî bir darbe vurarak, bir daha toparlanma­larına engel olmak istiyorlardı... Hazırlıklarını da buna göre yapmışlardı... Rumların bu du­rumu müslümanları biraz ürkütmüştü... Fakat onlar imanları sayesinde, bu tür karanlık güç­lere karşı koyabilecek güçteydiler... Yürekle­rinde iman ateşi parladığı sürece hayatta hiç­bir şey onları yıldıramazdı...

Nitekim Hz. Ebû Bekir:

"Hâlid onlara yeter... Onları Hâlid'le berta­raf edeceğim!.. demişti. Zira o askerini, ordu­sunu ve komutanını iyi tanıyordu...

Öyleyse Rumlar nasıl gelirlerse gelsinler­di... Müslümanlar için onların sayısal çokluluğunun ve kuvvetinin hiçbir anlamı yoktu...

Hâlid orduyu guruplara ayırdı, her guruba ne yapmaları gerektiğini söyledi ve savaş için ayrıntılı bir plan hazırladı...

Şaşılacak bir durumdu ki, savaş aynen Hâ­lid'in planladığı gibi cereyan etti... Adım adım, safha safha... Hatta öyle ki, kimin sa­vaşta kaç kılıç darbesi alacağını söylese, belki o bile doğru çıkacaktı..

Hâlid'in onlara hakkında verdiği her haber doğru çıkmıştı... Bu durum onun ne kadar usta bir savaşçı olduğunu göstermektedir...

Savaşa başlamadan önce orduyu ve as­kerlerini gözden geçirmiş, Rum ordusunun gücü karşısında, askerleri arasında -özellikle de İslâm'a yeni girenlerde- bir korku ve geri çekilme belirtisi olup olmadığını kontrol et­mişti... Zira Hâlid için zaferin tek yolu vardı, o da "sebat" idi... Askerler arasında meydana gelebilecek bir iki firar hareketinin orduyu sar­sacağını iyi biliyordu... Bu nedenle askerlerin sebatına çok önem veriyor, silahını bırakıp ka­çanlara karşı da son derece şiddetli davranı­yordu...

Yermük'te orduyu düzene koyduktan sonra ilk defa savaşa katılan mü'min kadınlara ordu­nun gerisine saf tutmalarını söylemiş ve on­lara:

"Kaçmaya çalışan olursa öldürün!" emrini vermişti.

Mü'min kadınlar da o gün vazifelerini hak­kıyla yerine getirmişlerdi...

Savaşın başlangıcında Rum komutanların­dan biri Hâlid'e öne çıkmasını, kendisine bir şeyler söylemek istediğini bildirdi. Hâlid de iki ordunun arasındaki boşluktan biraz öne çıktı, Rum komutan (Mâhân) Hâlid'e şöyle dedi:

"Biz biliyoruz ki, sizi diyarımızdan çıkarıp buralara kadar getiren şey, açlık ve fakirlik­tir... Eğer isterseniz her birinize onar dinar para, giyecek ve yiyecek verelim, ülkenize dö­nün... Gelecek yıl yine aynı miktarda para, gi­yecek ve yiyeceği size gönderirim..."

Bu yakışıksız sözler karşısında Hâlid ona uygun bir cevap vermek istedi ve şöyle dedi:

"Şunu bilin ki, bizi ülkemizden çıkarıp bu­ralara kadar getiren şey, açlık değildir. Bilakis biz kan içen bir kavimiz; duyduk ki, Rumların kanından daha lezzetli kan yokmuş. Biz de bu sebeple buraya geldik..."

Sonra ordusunun başına döndü ve sancağı dalgalandırarak, savaşı ilan etti:

"Allahu Ekber..!!"

"Allah en büyüktür..!!"

"Es cennet rüzgârı..!!"

Eşi, benzeri görülmemiş bir savaş başladı...

Rumlar dev gruplar hâlinde taarruza geçti­ler...

Müslümanlar zannettiklerinden daha farklı görünüyorlardı. Mü'minler o gün sebat ve ka­rarlılıklarıyla örnek bir mücadele verdiler...

Savaşın devam ettiği bir sırada mü'minler­den biri, Ebû Ubeyde b. Cerrâh'a yaklaştı ve şöyle dedi:

"Ben şehid olmaya azmettim; Resûlullah'a iletilecek bir dileğin varsa söyle..."

Ebû Ubeyde de şöyle dedi:

"Evet, var… Resûlullah'a şöyle de: "Ey Al­lah'ın Resûlü! Bizler Rabbimizin bize vaad et­tiği şeyin, hak ve gerçek olduğunu gördük."

Bunun üzerine adam âdeta bir ok gibi sa­vaşın ortasına fırladı... Az sonra da binlerce kılıç ve mızrak darbesi altında şehid düştü...

İşte, İkrime b. Ebû Cehil…

Evet... Ebû Cehil'in oğlu İkrime...

Rumların hücumlarının arttığı ve savaşın kı­zıştığı bir sırada şöyle diyordu:

"Allah beni hidâyete erdirmeden önce sık sık Resûlullah'a karşı savaştım... Bugün Allah düşmanlarından mı korkup kaçacağım?"

Sonra da şöyle bağırıyordu: "Kim ölüm üze­rine biat eder..?!"

Ancak müslümanlar ölüm üzerine biat ede­bilirlerdi... Ancak mü'minler güle oynaya ölüme gidebilirlerdi... Bu savaşta da mü'minler zaferi değil de sanki şehâdeti arıyorlardı... Al­lah da onların bu arzusunu kabul ediyor, on­lara şehitlik rütbesini bahşediyordu...

Yaralanıp yere düşenler açlık ve susuzluk­tan kıvrananlara gelince...

Onlardan birine bir yudum su verildiğinde kendisi içmiyor, yanındaki kardeşine verilme­sini istiyordu... Ona götürüldüğünde o da diğer kardeşine verilmesini talep ediyor, böylece su arada dönüp dolaşıyor; mü'minlerden her biri kardeşini kendi nefsine tercih ediyordu...

İşte böyle... Belki birçoğu susuzluktan ölü­yordu... Ama diğer kardeşini yaşatma paha­sına... Bu ne şerefli, ne yüce bir ölümdür ya Rab!...

Evet, "Yermük", eşi benzeri görülmemiş fe­dakârlıkların sergilendiği büyük bir savaştı...

Bu büyük savaşın ibret tablolarından biri de Hâlid b. Velîd'in, emrindeki yüz kişi ile yaklaşık kırk bin kişilik Rum ordusuna karşı koyduğu andı... Hâlid o vakit, beraberindeki yüz kişiye şöyle demişti:

"Allah'a yemin olsun ki, Rumlarda sabır ve cesaret kalmamıştır... Ümit ediyorum ki, Allah bizi onlara karşı muzaffer kılacaktır..."

Yüz kişi..! Kırk bin kişinin arasına dalıyor..! Ve galip geliyorlar... Bunda şaşılacak ne var..!

Onların kalpleri Allah'a imanla dolu değil mi­dir? Ve Allah Resûlü'ne iman etmemişler mi­dir? Kaza ve kadere inanmıyorlar mı?

Halifeleri Ebû Bekir Sıddîk değil midir?

Hani şu İslâm sancağını yeryüzünde dal­galandıran, halife olduğu hâlde yetimler için süt sağan Ebû Bekir Sıddîk...

Ve komutanları Hâlid b. Velîd değil midir?

Allah'ın kılıcı, zayıfların koruyucusu, zalim­lerin korkulu rüyası Hâlid b. Velîd...

Evet, bütün bunlar yeterli değil midir? Sa­yıları az da olsa mü'minlerin galip gelmesine... ve muzaffer olmalarına...

Öyle ise, essin zafer rüzgârları... Önüne ge­leni silip süpüren, aziz, muzaffer ve kahre­dici rüzgâr...

 

 


Savaşın bir anında Rum komutanlarından biri, Hâlid'in öne çıkmasını istedi, Hâlid öne çıktı... Karşı karşıya geldiklerinde Rum komu­tan, Hâlid'e seslendi:

"Ey Hâlid! Sana bir şey soracağım, bana doğruyu söyle. Allah Nebînize gökten bir kılıç indirdi, Nebîniz de o kılıcı sana verdi, sen de o kılıçla önüne geleni mağlup ediyorsun, böyle bir şey var mı?"

Hâlid: "Hayır, böyle bir şey yok...!" dedi.

Adam: "Öyleyse niçin sana Allah'ın Kılıcı diyorlar?" dedi.

Bunun üzerine Hâlid şu cevabı verdi:

"Allah içimizde Peygamberini gönderdi; bir kısmımız onu tasdik etti, bir kısmımız da ya­lanladı...

Ben de Allah beni hidâyete erdirinceye ka­dar yalanlayanlardandım. Sonra Allah beni hi­dâyete erdirdi ve ben de ona biat ettim...

Allah Resûlü beni çağırdı ve bana: "Sen Allah'ın kılıçlarından bir kılıçsın." buyurdu. İşte "Allah'ın Kılıcı" diye adlandırılmam bu şekilde oldu."

Rum komutan: "Neye davet ediyorsunuz?" diye sordu. Hâlid: "Allah'ı birlemeye ve İs­lâm'a…" dedi.

Rum komutan: "Bugün müslüman olan bir kişi, aynen sizin aldığınız ecir ve sevabı alabilir mi'?" diye sordu.

Hâlid: "Evet, hem de fazlasıyla…" dedi.

Rum komutan: "Nasıl olur, siz daha önce müslüman oldunuz..?" diyerek şaşkınlığını be­lirtti.

Hâlid: "Biz Resûlullah'la birlikte yaşadık, onun mucizelerini gördük. Dolayısıyla bizim gördüklerimizi gören, duyduklarımızı duyan birinin iman etmesi kolaydır... Ama bizden sonra iman edecek sizler, onu görmediniz, sözlerini işitmediniz. Sizin bu şekilde iman et­meniz gayba imandır. Eğer kalben bu imana erişirseniz, bu daha değerli ve daha faziletli­dir…" dedi.

Rum komutan bu sözler üzerine bir nara attı... Atını sürerek Hâlid'in yanına geldi ve:

"Ey Hâlid bana İslâm'ı öğret...!" dedi.

Müslüman oldu... İki rekât namaz kıldı... Müslümanların safına geçerek savaştı ve az sonra da şehid düştü...

 

 


Savaşın son derece kızıştığı ve Müslüman­ların zafere adım adım yaklaştıkları bir sırada Medine'den yola çıkan bir posta, Hâlid b. Ve­lîd'e yeni Halife Ömer b. Hattâb'ın mektubunu getirdi... Mektupta Ebû Bekir'in vefat ettiği haber veriliyor, ayrıca Hâlid'in ko­mutanlıktan alındığı ve ordunun başına Ebû Ubeyde b. Cerrâh'ın atandığı bildiriliyordu... Hâlid mektubu okudu, Ebû Bekir'e Allah'tan rahmet, Ömer'e de başarı diledikten sonra, elçiden bu haberi gizli tutmasını ve savaş sona erinceye kadar da kimseye söylememesini is­tedi... Zira müs­lü­manların zafere ulaşmak üzere oldukları böy­le kritik bir anda bu haber İslâm ordusunda bozguna neden olabilirdi...

Nihayet zafer saati gelip çattı... Rumlar bozguna uğradılar... Müslümanlar bir kez daha -Allah'ın yardımıyla- galip ve muzaffer oldu­lar...

Hâlid, Ebû Ubeyde'ye doğru ilerleyerek, ko­mutanını selâmlayan bir asker gibi onu se­lâmladı... Ebû Ubeyde önce bunu şaka zan­net­ti. Fakat az sonra gerçeği öğrendi ve Hâlid'in alnından öperek, hayranlıkla onu kut­ladı...

Bu olayla ilgili olarak, tarihçilerin bir riva­yeti daha vardır. Buna göre, Halife Hz. Ömer mek­tubu, Ebû Ubeyde'ye gönderdi, Ebû Ubey­de de bu haberi savaş sonuna kadar sakladı... Olay nasıl olursa olsun, her iki du­rumda da Hâ­lid'in ve Ubeyde'nin sergilediği davranış ta­dire şâyandır...

Hâlid'in hayatında onun ihlâs, samimiyet ve doğruluğunu gösteren bundan daha güzel bir olay yoktur...

Komutan veya asker olmak... Onun için ikisi de birdi... Aralarında bir fark görmü­yordu... Asıl olan, Allah yolunda hizmet ve bu hizmetin canla başka yerine getirilmesiydi...

Gerek Hâlid'deki, gerekse diğer müslü­man­lardaki bu hizmet anlayışında, üm­metin başı ve yöneticisi olan halifelerin rolü büyüktü...

Ebû Bekir ve Ömer...

İki eşsiz insan... Onlar hakkında dil ne söyleyebilirdi ki..?!

Ömer ve Hâlid... Zaman zaman aralarında soğukluk olmasına karşın, Ömer'in Hâlid konu­sunda aldığı kararların haklılığında şüphe yoktur. Zira adaleti, verâsı ve nezahetiyle şöhret olmuş bir insan olarak Ömer'in, haksız kararlar alabileceği düşünülemez.

Ömer, Hâlid hakkında kötü niyetli olma­mıştır... Onun tek arzusu, Hâlid'in öfkesini ve kılıcını dizginlemekti...

Hz. Ömer bu durumu, Mâlik b. Müveyr'in öl­dürülmesini müteâkip Halife Hz. Ebû Bekir'e açmış ve: "Hâlid'in kılıcında, sürat, hafıflik ve kızgınlık var." demişti.

Hz. Ebû Bekir de: "Allah'ın kâfirlere çektiği bir kılıcı ben kınayamam." cevabını vermişti.

Dikkat edilirse yukarıda Ömer, Hâlid için "Hâlid'in kendisinde bir hiddet var." demi­yor.... "Hâlid'in kılıcında hiddet var." diyor... Bu da Ömer'in onun hakkında söz söylerken edep dairesinde kaldığını, hatta Hâlid'i takdir ettiğini gösterir...

Hâlid savaş adamıydı... Beşikten mezara kadar...

Çevresi, yetişmesi, terbiyesi, İslâm'dan ön­ceki ve İslâm'dan sonraki hayatı... Onu korku­suz bir savaşçı yapmıştır...

Müslüman olmadan önce mü'minlere karşı kullandığı kılıcını İslâm'a girdikten sonra biraz da o yılların acısıyla, müşriklere karşı daha şiddetli ve daha acımasız sallıyordu...

Başta zikrettiğimiz olayı, Hâlid'in Hz. Pey­gamber'den ricasını hatırlıyorsunuz. Hâlid müs­­lüman olduktan hemen sonra:

"Ya Resûlullah! Daha önce İslâm'a karşı işlemiş olduğum günahlardan dolayı benim için mağfıret dile…" demişti.

İslâm daha önceki günahları silip attığı hâlde Hâlid'in içi rahat etmemiş ve Allah Re­sû­lü'nden kendisi için istiğfarda bulunmasını istemişti.

Kılıç, Hâlid gibi yaman bir savaşçının elinde olunca bu kılıcı dizginlemek de kolay olmu­yordu... Bu sebeple Hâlid, göreve gönderilir­ken zaman zaman uyarılıyordu.

Mesela; Hz. Peygamber, kendisini bazı Arap kabilelerinin fethi için görevlendirdiğinde şöyle demişti:

"Dikkat et, seni davetçi olarak gönderiyo­rum; savaşçı olarak değil."

Fakat Hâlid'in kılıcı, nefsine galip gelmiş ve savaşa girmişti… Bu durum Hz. Peygamber'e iletildiğinde Allah Resûlü kıbleye dönmüş ve:

"Allah'ım! Hâlid'in yaptığı şeylerden ötürü sana sığınırım, affet!.. " diye dua etmişti.

Sonra Ali'yi göndermiş; kabilelere, malları­nın ve kanlarının bedelini ödemişti...

Olayla ilgili olarak şu rivayet de nakledilir:

"Daha sonra Hâlid bu işi, Abdullah b. Hu­zafe es-Sehmî'nin: "Resûlullah, müslüman olmazlarsa onları öldürün, dedi." sözü üzerine yaptığını beyan etmiş ve özür dilemiştir."

Hâlid üzerine aldığı vazifeyi en iyi şekilde yapmaya çalışırdı... Bir zamanlar hürmet ettiği eski değerlerini de aynı kararlılıkla terk etmeyi bilmiştir...

Allah Resûlü, kendisini "Uzza" putunu yık­maya gönderdiği vakitte aynı azim ve kararlı­lıkla gitmişti.

Tek başına âdeta bir orduyla savaşıyor gi­biydi... Putun sağına, soluna ve ayaklarına kı­lıç darbeleri indiriyordu... Bir yandan da şöyle bağırıyordu:

"Ey değersiz, rezil Uzza! Artık seni ululamı­yorum..! Zira seni Allah alçaltmış..."

Sonra onu ateşe verip yaktı...

Artık Hâlid'in gözünde, şirki çağrıştıran her şey değersizdi ve Uzza putu gibi yok edilme­liydi... Ona göre, bunun da tek yolu kılıçtı... Bir de:

"Artık seni ululamıyorum..! Zira seni Allah alçaltmış..." sözleri ve inancıydı...

 

 


Hâlid'in kılıcının bu derece hiddetli olma­ması gerektiği konusunda Hz. Ömer'le hemfi­kiriz... Yine Hz. Ömer'in onun hakkında söyle­diği:

"Analar, Hâlid gibisini doğurmaktan aciz­dir." sözüne de yürekten katılıyoruz.

Hâlid vefat ettiği vakit Hz. Ömer çok göz yaşı döktü... Sadece onu kaybettiği için değil; bilakis fitne sönünce komutanlığı ona bırak­mak istediğinden dolayı...

Fakat Halife Ömer bu arzusuna erişemedi... Zira Hâlid rahmet-i Rahmân'a kavuşmuş, cen­netteki mekanına erişmişti... Artık biraz dinle­nebilirdi... Ömrü savaş ve mücadelelerle geç­miş, istirahat nedir bilmemişti...

Şimdi o yüce ve şerefli nâşı biraz olsun uyuyabilirdi...

Zira dost ve düşmanları onun hakkında: "Kendisi uyumayan kimseyi de uyutmayan adam" derlerdi...

Eğer mümkün olsaydı, Allah Teâlâ'dan, ömrünü uzatmasını talep eder ve daha uzun yıllar İslâm'ın hakimiyeti ve şirkin sonu için savaşırdı..

Allah yolunda cihad, hayatta en çok sevdiği şeydi... O şöyle diyor- du:

"Allah yolunda cihada çıktığım bir gece, benim için, bir düğün gece- sinden veya bir oğulla müjdelenmemden daha sevimlidir."

Bu sebeple onun en çok korktuğu şey, ya­tağında ölmekti... Hayatını at sırtında kılıç sallayarak geçiren bir insan için yatağında can vermekten daha acı bir şey olamazdı...

O Allah Resûlü ile aynı safta çarpışmış, rid­det (dinden dönme) hareketine katılanları kahretmiş, İranlılara ve Rumlara karşı üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmişti...

Böyle bir kahraman için, yatakta can ver­mek elbette üzücü olurdu...

Bu nedenle son anlarında, gözyaşları eşli­ğinde şöyle diyordu:

"Birçok olaya şahit oldum… Sayısız müca­delelere girdim... Vücudumda kılıç, mızrak veya ok darbesi almadık yer kalmadı... So­nunda işte gördüğünüz üzere bir deve gibi yatağımda ölüyorum... Kahrolsun korkaklar... !"

Bunlar ancak Hâlid gibi bir kahramanın ağ­zından çıkabilecek kelimelerdi...

Son nefesini vermeden önce vasiyetini yaz­dırdı... Mallarını kime bıraktığını biliyor mu­sunuz?

Ömer b. Hattâb'a...


Peki, terekesinin (geriye bıraktığı malların) ne olduğunu biliyor musunuz?

Atı ve silahı...

Evet... Evet, sadece atı ve silahı... Zira bu ikisi dışında sahip olduğu başka bir malı yoktu.

Zira o, yaşadığı sürece dünya malı ile ilgi­lenmemiş, ömrünü Allah yolunda cihadla ge­çirmişti...

Dünya malına hiç tamah etmemişti, sadece Yermük savaşında kaybettiği "sarık" için üzül­müştü... Bunun için kendini kınayanlara da şöyle dedi: "O, başlığın içerisinde Resûlullah'ın bir miktar saçı vardı; onu uğurlu sayar ve onunla zafer talep ederdim..."

 

 


Hâlid hayata gözlerini yumdu... Cism-i pâki ashabın omuzlarında kabre doğru yollandı... Annesi gözyaşları içerisinde şunları söylü­yor­du:

"Sen, kavminin en hayırlılarından ve en ce­surlarındandın... Sen, aslanlardan daha cesur­dun... Ve dağlar arasında akıp gitmekte olan ırmaklardan daha cömerttin..."

Bu sözleri duyan Ömer: "Doğru söyledin... Vallahi o gerçekten böyleydi..." dedi.

Hâlid kabre konuldu... Ashab kabrin etra­fında sıralanmıştı... Hiç kimseden çıt çıkmı­yordu... Etrafta derin bir sessizlik vardı. Bu sessizliği Medine sokaklarından dört nala gel­mekte olan bir atın kişnemesi bozdu...

At, koşarak geldi ve Hâlid'in kabri yanında kişneyerek şaha kalktı... Sanki üzerinde bini­cisi varmış gibi... Sanki yeni zaferler için se­fere çıkacakmış gibi... Sahibini, kahramanını selâmlıyor, onu son yolculuğuna uğurlu­yordu... Sonra sakinleşti, başını kaldırdı, göz­lerinden yaşlar süzülüyordu...

Bu at, Hâlid'le birlikte nice savaşlara katıl­mış, nice zaferler kazanmıştı...

Fakat Hâlid'den sonra bu zaferlere yenile­rini ekleyecek birisi gelecek miydi..?

"Ey muzaffer kahraman..!

Ey karanlık gecelerin şafağı..!

Sen ki ordularınla zaferden zafere koşar­dın...

"Sabah olduğunda gece için hamd ederler" sözünle askerlerine cesaret verirdin...

Hatta bu senin için bir darbımesel ol­muştu...

Şimdi ise yolculuğunu tamamladın...

Ya Ebû Süleyman! Senin sabahın da hamddir...

Ey Hâlid! Seni anmak bir mutluluktur, bir şereftir...

Müsaade et biz de senin için, Mü'minlerin Emiri Ömer'in söylediklerini tekrarlayalım:

"Allah sana rahmet etsin, ey Ebû Süley­man…

Allah katında, sende olan şeyden daha ha­yır­lısı yoktur.

Hamd ederek yaşadı...

Bahtiyar olarak öldü..."