Portakal
Kızım
Duran Çetin
DURAN ÇETİN:
Konya’nın Çumra ilçesine bağlı Apasaraycık
köyünde
Anadolu’nun kavurucu yazından ve dondurucu
kışından, dahası sımsıcak ve yanık bağırlı insanlarından kareler bulacağınız,
anlamlı, gerçekçi ve çocuksu duyguları yaşayacağınız, gençlik yıllarınıza döneceğiniz
hikâyelere imza atan yazar, hayatı her yönüyle yansıttığı eserlerinde,
Anadolu’nun sıcacık sesi olma yolundadaki çabalarını sürdürüyor.
Her kesimden insanımızın dertlerini, kültür ve
yaşam biçimlerini işleyerek, okuyucuyla bütünleştirme düşüncesiyle romanlarını
yazmaya ve yayınlamaya devam etmektedir.
Okurken heyecanlanacağınız, üzüleceğiniz,
duygulanacağınız; içinde kendinizi bulacağınız, gerçeklerle yüzleşeceğiniz,
yaptıklarınızı sorgulayacağınız, anne-baba ve komşuluk hakkının nasıl olması
gerektiğini, en açık, acıklı ve gerçeklerden hareketle işlediği Portakal
Kızım isimli roman, yazarın yayınlanmış altıncı eseridir.
www.durancetin.com E-mail: durancetin@hotmail.com
Yayınlanmış eserleri:
5.
Yolun Sonu (Roman) –Beka Yayınları-
6.
Portakal Kızım (Roman) –Beka Yayınları-
KARAKOL
Israrla çalan telefona gidip
gitmeme konusunda kararsızlık içinde, kaynanasının karşı komşularda olmasına
kızdı. “Eğer evde olsaydı şimdi telefona bakardı. Ben de televizyondaki filmi
izlemeye devam ederdim”, diye iç geçirdi.
Kaynanasını oldum olası
sevmezdi. Onun evdeki varlığından rahatsızlık duyduğu her konuşmasında ve her
davranışında görülürdü. Evden çıkıp gitse, bir daha hiç dönmese, ne kadar da
güzel olacaktı!
Telefon susmak bilmiyordu.
Şimdi susar düşüncesiyle gitmemeyi düşündü. Koltuğa şöyle bir yaslandı.
Elindeki sigarasını kül tablasına bıraktı. Önündeki kahve fincanına kaydı
gözleri. “Bitmiş” dedi kendi kendine. Sigarasını tekrar ağzına götürdüğünde
ayağa kalkmış telefona doğru yürüyordu.
Telefonun ahizesini kulağına
götürdüğünde bütün kızgınlığını kusarcasına sert bir ifadeyle bağırdı:
-Alo!
Karşıdan gelen sesteki
karamsarlık kulağında yankılandı:
-Okan Parlak’ın evi mi?
-Evet.
-Ben polis memuru Metin,
karakoldan arıyorum.
Biraz önceki kızgınlığın yerini
telaş ve sıkıntı almıştı. Aklından onlarca düşünce bir yıldırım hızıyla
geçiverdi. Hepsi de oğlu Okan üzerineydi. “Yoksa” ile sıraladığı olasılıkların
hepsi de can sıkıcıydı ve aile şerefini iki paralık edecek cinstendi.
Oğlu bir taneydi gözünde.
Ondan daha akıllısı, daha güzeli, daha yakışıklısı, daha beceriklisi, daha
saygılısı… Olamazdı. Çünkü o biricik evladıydı. İlk göz ağrısı denirdi ya; işte
öyle.
Hayatı onunla farklılaşmıştı.
Kendince çok da iyi yetiştirmişti. Özel okullarda okutmuş, bir dediğini iki
etmemişti. Kimsede yokken ona alınmıştı akülü araba, markalı elbiseler, çocuk
odası takımları; üstelik en pahalısından ya da paha biçilemeyeninden.
Bir anda bütün
düşüncelerinden sıyrılarak elindeki ahizeyi kırmak istercesine sıkıştırdı. Telaş
ve heyecanın döküldüğü titreyen sesiyle sordu:
-Ne oldu?
-Kiminle görüşüyorum?
-Ben Okan’ın annesi Nebahat
Parlak.
-İyi o zaman. Oğlunuz şu anda
karakolda.
-Ne yapmış, suç mu işlemiş?
Yok, yok olamaz. Nebahat
hanımın oğlu suç işleyemezdi. Karakollara hiç düşemezdi. Bunda bir yanlışlık
olmalıydı.
Hiç duymak istemediği halde,
karşıdaki polis memurundan cevabını bekledi.
-Evet. Kavga etmişler.
-Kavga mı? Diyerek tekrarladı
ahizeden duyulan cümleyi.
Yıkılmıştı belki ama oğlu
karakoldaydı. Şimdi bunun sırası değildi. Çocuğunu görmek istedi içindeki
keskinleşmiş duygularla.
-Tamam, hemen geliyorum.
Hangi karakol?
Polisten aldığı cevapla ne
yapması gerektiğini pek düşünmeden kapıya doğru yöneldi. Kapının arkasındaki
portmantodan ceketini alıp kapıyı çekti. Koşar adımlarla asansöre yöneldi.
Komşularından biri Nebahat hanımdaki telaşı görünce seslendi:
-Nebahat hanım Hayırdır? Ne
oldu, bir yaramazlık mı var?
Nebahat Hanım bir an
bocaladı. Gerçeği söylese rezil olacaktı. El alem ne derdi sonra? Koskocaman Parlak ailesinin biricik
oğlu Okan… Olmamalıydı. Geçiştirmek için cevap verdi, biraz önce meraklı komşusunun sorduğu soruya:
-Yok bir şey. Bir yere kadar
gidip geleceğim.
-Ne bu telaş o zaman?
Bu çok samimi olduğu
arkadaşıydı. Birlikte eğlentilere katılırlar, birlikte partiler düzenlerlerdi. Birlikte
neler yapmazlardı ki?
İçinden “sana ne!”, demek
geçti ama diyemedi. Söylenmeye devam etti kısa süre. “Amma meraklısın be! Kendi
işine baksana sen suratsız kadın! Her şeye burnunu sokuyorsun…”
Bütün duygularını bir kenara
bırakıp makul cevap vermeye çalıştı. Zira her gün yüz yüze bakacaktı. Sonra
onun karizması daha güçlüydü. Onu dışlamak ya da kötü söz söylemek guruptaki
diğer arkadaşları yanındaki kendi itibarını zedeleyebilirdi.
-Beni bekliyorlar da!
-Kim ayol bu saatte?
Bir kez daha kızdı. İçinden
“sana ne be kadın, kimse kim”, dedi.
-Şinasi bekliyor.
-İyi bekletme bari! Alış
veriş herhalde.
Kurtulacağı cevabı bulmuştu:
-Evet alış veriş.
Asansörde rahat bir nefes
aldı. Az farkla kurtulmuştu. Duyurmadan apartmanı çıkmıştı.
Maazallah bir duyulsa; arkadaşlarını yüzüne nasıl bakacaktı?
* * *
Yoldan geçen bir taksiyi
çevirdi. Sağ arka kapıdan içeri bindiği gibi taksicinin sormasına bile fırsat
vermeden:
-Gülbahçe polis karakolu,
dedi.
Taksici dikiz aynasından
kendisine, nereye gideceğini söyleyen kadına baktı. Rengi atmıştı. Dalgınlığı
yüzünden dökülüyordu. Müşterinin sıkıntısı olduğu her halinden belli oluyordu.
-Çabuk! Biraz daha çabuk,
sözleri ağzından dökülürken gözleri dalgınlaştı. Karakolda karşılaşacağı
manzarayı canlandırdı gözlerinde.
-Peki abla! Diye cevap veren
taksici, konuşmaya ihtiyacının olabileceğini düşünerek:
-İnşallah kötü bir durum
yoktur, dedi.
Nebahat Hanım bütün hıncını
taksiciden çıkartmak istercesine bağırdı:
-Sen işine bak!
Taksici kimdi ki? Koskocaman Nebahat
Hanıma soru soruyordu. O bir taksici parçasıydı. Parasını öder istediği yere
götürmesini isterdi, o kadar. O kimdi ki?
Nebahat hanımın kibri
burnundaydı. Kendini beğenmiş tavrıyla:
-Daha çabuk! Dedi.
Taksici artık cevap vermedi.
Konuştuğuna konuşacağına bin pişman olmuştu.
Kendi kendine kızdı: “Sana ne
be oğlum! Sana emredileni yap. Senin neyine onun bunun derdi. Sen, bunların gözünde altı üstü bir taksici parçasısın… ”
Karakolun önüne gelinceye
kadar hiç konuşmadılar. Kadın burnundan soluyordu adeta. Karakolun önüne
geldiğinde hışımla taksinin kapısını açtı. Adımını dışarı attığında geri dönüp taksimetreye
baktı göz ucuyla.
Aşağı indiğinde çantasını
açtı. Cüzdanından çıkardığı parayı camdan taksiciye uzattı. Taksici üstünü
vermek için uğraşırken yine aynı tavırla:
-Üstü kalsın! Diyerek koşar adımlarla
oradan uzaklaştı.
Taksicinin paranın üstünü
almak istemediği tavrından belliydi. Kendini küçük gören birinin verdiği
bahşişe ihtiyacı olmadığını düşündü ve arkasından bağırdı:
-Bayan! Hanımefendi!
Nebahat Hanım arkasına bile
bakmadan karşı tarafa çoktan geçmişti.
Taksicinin kızgınlığı diline
yansıdı:
-Böyle kibirli, kendini
beğenmiş birinin bahşişini çocuklarıma yedirmemeliyim,
diyerek yürüdü.
Kafası karmakarışık bir
şekilde yoluna devam etti. Bunca yıllık taksicilik hayatında hiç bu kadar
aşağılandığını, azarlandığını hatırlayamadı. Çok zoruna gitmişti. Kadının azarlaması
o kadar çok içine işledi ki, kadının fotoğrafını nefret çerçevesine oturtarak
hafızasına kazıdı.
Ani bir kararla durdu. Yolun
kenarında mendil satan çelimsiz, cılız, küçük yüzünde güneş yanığı esmer bir
çocuğa bağırdı:
-Oğlum baksana!
Mendil alacağını düşünüp
koşarak gelen çocuğa, azımsanamayacak kadar çok olan kadının bıraktığı bahşişi
uzattı:
-Al hepsi senin.
Çocuk duyduklarına
inanamadı:
-Mendillerini al ağabey!
Hareket etmiş olan
taksicinin:
-İstemez, onları sat. Oldu mu?
Sözü kaldı geride.
Mendil satan çocuk, olup bitenleri anlamaya çalışırken gözlerinde
oluşan mutluluk ve sevinç parıltıları görülmeye değerdi doğrusu.
İnsanların gönlünü almak,
onları sevindirmek ne kadar kolay ve ne kadar da güzeldi!
* * *
Nebahat Hanım hışımla
karakolun kapısından içeri girdiğinde nöbetçi memur durdurdu:
-Buyurun efendim!
Kadın adeta burnundan
soluyordu. Nefes nefese:
-Ben içerdeki Okan’ın
annesiyim. Telefon edilmişti biraz önce.
-Siz bekleyin biraz.
Salondaki koltuklardan birine
oturdu. Beklerken gözleri oğlunu aradı. Görünürde hiçbir şey yoktu. Sükûnet hâkimdi
salon ve koridora.
Karakol amirinin odasından
çıkan memur doğruca Nebahat hanımın yanına geldi:
-Buyurun içeri geçin. Amirim
sizi bekliyor.
Nezaket olsun düşüncesiyle:
-Teşekkür ederim, dedi.
Kalktı ve doğruca amirin
odasına girdi. Masanın arkasındaki koltukta oturan karakol amiri, döner
koltuğunda bir sağa bir sola dönüp içeri giren bayana baktı:
-Buyurun şöyle oturun, dedi
eliyle işaret ederek.
Nebahat Hanım biraz önce
yaptığı gibi, teşekkür ederek oturdu gösterilen yere. Amirin söyleyeceği söze
dikkat kesildi:
-Annesiymişsiniz!
-Evet. Okan’ın annesiyim.
Adım Nebahat.
-Bakın hanımefendi! Bunlar, her
ne kadar da genç olsalar hâlâ çocuk. Çocuklarımıza sahip çıkmak gerekir. Başıboş
bırakılan gençler ve çocuklar hata yapabilir ve bu konuda ısrarcı da
olabilirler. Takip edilmeleri ve kontrol altında olmaları daha dikkatli davranmalarına
sebep olacaktır…
Nebahat Hanım komiserin konuşmaları
arasında daldı gitti. Esas merak ettiği Okan’a ne olduğuydu. Ama komiser bundan
hiç bahsetmiyordu. Bu da Nebahat hanımın canını sıkıyordu.
Komiser konuşmasına biraz ara
verince, Nebahat hanım hemen söze daldı:
-Ne olmuş, ne yapmış komiserim?
-Bir kavga olayı.
-Neden kavga etmişler?
-Biraz karışık bir durum; kız
meselesi, artı bira da içmişler.
Bu olaylar Nebahat hanıma
sıradan gelebilirdi. Zira alışık olduğu bir durumdu. Şinasi Bey hemen hemen her
akşam keyfince demlenmeyi alışkanlık haline getirmişti. Hatta ara sıra Nebahat
hanıma da karşılıklı içme teklifinde bulunurdu. Karşılıklı oturup içtikleri
azımsanmayacak kadar çoktu.
Komiser, koltuğunun
arkasındaki zile bastı. Aynı anda kapıda biten polis memuruna:
-Okan’ı getirin, dedi.
Az sonra Okan kapıdan içeri
girdi. Kapının hemen önünde, ellerini ovuşturarak, suçlu olduğunu kabul eden
bir tavırla başı öne eğilmiş bir şekilde dikildi.
Gözünün altından birkaç kez
kaçamak bakışlarla, annesini kontrol etti.
Okan’ın derdi elbette annesi
değildi. Annesinin çok şey söylemeyeceğini tahmin ediyordu. Komiserin
söyleyeceklerinden çekiniyordu. Bu ilk değildi. Birkaç kez getirilmişti buraya.
O zaman söz vererek yırtmıştı. Ailesine duyurmamıştı. Ya şimdi komiser bunları
da söylerse, düşüncesi masum bir tavırla verilecek kararı beklemesine sebep
olmuştu. İşte o yüzden bu kadar sessiz ve mahcuptu.
Komiser sanki Okan’ın
düşüncelerini okumuş gibi hemen konuya girdi:
-Ee Okan bu senin kaçıncı söz
verişin. Şimdi yine karşımdasın. Hani geçen gün son demiştin?
Nebahat Hanım neye uğradığını
şaşırdı. Şaşkın ve anlamsız yüz ifadesiyle bir oğlu Okan’a bir komisere baktı.
Komiser konuşmasına devam
etti:
-Nebahat Hanım tabi sizin
bunlardan da haberiniz yok.
-Evet ilk defa zannediyordum.
-Değil defalarca. Sanki
organize suç örgütü gibiler.
Nebahat Hanım oğluna döndü:
-Bunları nasıl yaparsın sen?
Okan hiçbir cevap vermeden
öylece kaldı. Komiserin daha başka şeyler söylemesinden çekindi.
Komiser nasihat etme
düşüncesiyle konuşmaya başladı:
-Hanımefendi bakınız! Bunlar
bizim çocuklarımız. Her gün onlarca insanın öldüğünü veya öldürüldüğünü televizyon
ekranlarından öğreniyoruz. Kavgalara bıçak karıştığını veya silah bulaştığını
düşünün. Allah korusun oğlunuz bıçaklansa; sonucu ne olur? Düşüncesi bile
insanın dudaklarını uçuklatır. Bu açıdan oğlunuza sahip çıkın. Onunla ilgilenin.
Onu yalnız bırakmayın…
Nebahat Hanım komiserin
sözlerinden rahatsız olmuştu. Yapacak bir şeyi olmadığı için susup dinlemişti. Yoksa
Nebahat Hanım çocuğuna nasıl davranacağını komiserden mi öğrenecekti?
Aslında komiserin doğru
söylediği kanaatine tam yaklaşıyordu ki, gururu eski düşüncelerine geri
dönmesini sağladı. Öyle ya: onlar çok zengindi. Her dedikleri yapılırdı. Kendileri
eşsiz değerdeydi… Oğlu da öyle, bu dünyaya bir daha mı gelecekti sanki? Varlıklıydı,
gezip eğlenmesi, gününü gün etmesi en tabii hakkıydı.
Komiser konuştukça konuştu.
Çocukların nasıl yetiştirilmesi gerektiğinden başlayıp eğitim sistemindeki aksaklıklara
kadar…
Konuşmasını şöyle toparladı:
-Bu ülkenin geleceği onlar.
Onlar bizim her şeyimiz. Onları ne kadar kültürlü
ve donanımlı yetiştirirsek, geleceğimiz o kadar garanti altına alınmış olur.
Huzurlu bir ortamın oluşması için; anne babasına bağlı, büyüğüne saygılı, küçüğünü
seven nesiller yetiştirmek zorundayız. Burada en büyük görev ailelere düşmektedir.
Bunu asla unutmayalım…
Nebahat Hanım, içinden komiserin
söylediklerine tahammülsüzlüğünü ortaya koydu:
-Amma uzattın ha! Sen komiser
misin, cami hocası mı? Nasihat veriyorsun.
Nebahat Hanımın düşüncesine
göre bu tür nasihatler camideki görevli imamların işiydi. Gerçi cami
görevlilerinin nasihati karşısında da burun kıvırıp, “seninle mi biliyoruz?”, diyecekti ama olsun.
Nebahat Hanım, komiser’in
konuşmasının bitmesini bekledi.
Komiser’in son sözleri şöyle
oldu:
-Bakın Nebahat Hanım!
Oğlunuzu size teslim ediyorum. Bu son olsun. Bundan sonra buraya gelmemesi
gerekiyor.
-Elbette Komiser Bey! Bundan
sonra gelmeyecek.
Komiser Okan’a döndü:
-Anlaştık mı Okan Bey! Dedi.
Okan yine sessiz kaldı. Ne
diyecekti ki? Daha önce de söz vermişti ama işte yine sözünde durmamış ve
komiserin huzurundaydı. Başı önde elleri birbirine bağlı şekilde bekliyordu.
-Tamam, gidebilirsiniz artık.
Nebahat Hanım ayağa kalktı.
Sahte gülücüklerle komisere döndü:
-Çok teşekkür ederim
beyefendi! Dedi.
Sonra da eliyle Okan’ı
dürttü:
-Yürü! Diyerek oğluna olan
kızgınlığını ifade etti.
Birlikte karakoldan çıktılar.
Caddeye ilk adımıyla birlikte:
-Oh be! Bu sefer de yırttık. Dışarıda
hayat var hayat, diyerek parmaklarıyla jöle sıvalı saçlarını taradı. Blucinini düzeltti
hafifçe. Kendine çeki düzen verdi.
Annesi sessizliğini
koruyordu. İç dünyasında kararsızlık yaşıyordu. Kızmalı mıydı? Ne yapmalıydı?
Kendi kendine düşündü:
“Bu çocuğa fazla yüz verdik
herhalde. Ah Şinasi ah! Hep senin yüzünden. Bu çocuğu hep sen şımarttın.
Serbest bıraktın, çok serbest. Bana da söz söyletmedin. Zaman zaman bu yaptığımızın
yanlışlığını düşündüm ama sen okumuş adamsın, diye senin söylediklerinin daha
doğru olduğunu kabullendim…”
Ani bir kararla oğluna
bağırdı:
-Sen hiç düşünmüyor musun?
Aileni, kendini, komşularımıza karşı dururumuzu…
Okan bu çıkış karşısında
şaşırdı. İlk önce ne diyeceğini bilemedi. Sonra durumu yumuşatmak için işi
gırgıra verdi:
-Bırak anne ya! Ne yapmışım
da sanki? Altı üstü ufak bir kavga.
-Millete ne diyeceğiz şimdi?
-Ne milleti ya! Milletten
bize ne? Ya da benim durumum onları neden ilgilendiriyor?
-Aile şerefimiz oğlum!
-Boş ver bunları anne ya!
Nebahat Hanım yine sustu.
Biraz kahırlandı oğluna karşı. Her istediğinin yapıldığını hatırlattı:
-Şimdiye kadar ne istediysen
yaptık. Senin durumuna bak bizi hiç düşünmeden serserilerin yaptığını
yapıyorsun. Geleceğini ve geleceğimizi hiç düşünmüyorsun…
-Anne! Sen bana serseri mi
demek istiyorsun?
-Hayır.
-O zaman?
-Senin okuyup kariyer sahibi
olman gerekirken yaptığın işler beni kızdırıyor. Şimdiye kadar sana bir şey
dedik mi? Bir dediğini iki ettik mi? Elindeki imkânları iyi
değerlendirmiyorsun.
-Teessüf ederim anne. Biricik
oğlun Okan’a dediklerine bak!
-Kızdım çok kızdım. Belki de
kırıldım. Beyefendiyi karakollarda buluyoruz. Bu günleri göreceğimi hiç
düşünemezdim.
-Okan annesinin kırıldığının
farkına vardığında susmayı tercih etti. Çünkü en büyük destekçisi annesiydi.
Onun desteğini kaybetmek istemedi. Onun desteğini kaybetmektense hakaretlerini
dinlemek daha güzeldi.
Bekledikleri taksi geldiği
için konuşmaları kesildi. Taksiyle evlerine doğru hareket ettiler.
-Arabayla neden gelmedin
anne?
-Telaştan ne yaptığımı
biliyor muydum? Dedi donuk bir sesle.
Yine sukut devam etti yol
boyunca.
Apartmanın önüne
geldiklerinde Nebahat Hanım ne yapması gerektiğini düşündü. Komşularının
kendilerini görmesinden çekindi. Zaten evden çıkarken komşuları Nurdan Hanım
bir dizi sorguya çekmişti. Ancak Şinasi Beyle alış verişe çıktığını söyleyerek
kurtulmuştu ondan. Yine Nurdan Hanımla karşılaşmaları halinde ne diyeceğinin
sıkıntısı içini daralttı. Kendi kendine:
-Bunlar komşu değil, sorgu
memuru, dedi.
Sonra da Okan’a döndü:
-Bunlar hep senin yüzünden,
diyerek hışımla ana kapıdan içeri daldı.
Okan annesinin sözlerine bir anlam
vermede zorlandı. Annesinin arkasından adımlarını sıklaştırdı.
-Anne! Dedi.
Annesi, kahrını ortaya
koyarcasına cevap vermedi.
Hızlı adımlarla asansöre
bindi, arkasından da Okan. Komşulardan biriyle karşılaşmamayı ne kadar çok
istiyordu. Zaten canı sıkılmış, morali bozulmuştu. Şimdi bir de başkasıyla uğraşamazdı.
Altıncı kata geldiklerinde
önce Nebahat Hanım asansörün kapısından koridoru kolaçan etti. Kimseler
görünmüyordu. Hızlıca evlerinin kapısına yürüdü. Arkasından da Okan yürüdü aynı
hızla.
Nebahat Hanım evin kapısından
içeri girdiğinde bir “oh” çekti. Doğruca mutfağa geçti. Kendisine bir bardak
meyve suyu doldurdu. Salona geldiğinde oğlu Okan müzik kanalının birinden
yüksek sesle klip seyrediyordu. Nebahat Hanım küplere bindi. Kızgınlığını
gizlemedi:
-Şu haline bak! Hiçbir şey
umurunda değil.
-Ne yapayım anne?
-Ne kadar rahatsın böyle?
-…
-Şimdi baban gelecek ne
diyeceğiz? Kızacak, bağıracak…
-Boş ver sen onu.
-Ne dedin sen?
-Babam bir şey demez?
-Neden demesin ki?
-Babam ben ne yapsam kızmaz.
Şimdiye kadar kızdığını hiç gördün mü bana?
İçinden “haklısın”, dedi.
Zaten bütün bunlar babanızın marifeti, diye söylendi. Sonra da can sıkıntısını
giderecek bir yol aradığını ifade eden, daha önce yapmadığı davranışları yapmaya
başladı. Durdu duramadı, oturduğu yerden kalktı. Pencerenin önüne geldi. Başını
sağa sola salladı birkaç kez. Sonra da:
-O da sana benziyor işte!
Akşam oldu hâlâ yok. Bu kız nerelerde? Onun da başına bir şey gelmesin.
-Aman anne ya! Çok uzattın
ama. Üfff!
-Sizden artık hepsi beklenir.
Okan annesinin serzenişlerini
sessizce dinledi.
-Bu kızın nereye gideceğini
biliyor musun?
-Ne bileyim, arkadaşına
uğrayacağını söylemişti.
Bir tane sigara yaktı. Ana
caddeye bakan balkona çıktı. Her zamanki oturduğu sandalyesine oturdu. Öylece
daldı gitti akşamın yoğunluğu içindeki koşuşturmalar arasında.
Caddenin görüntüsü
muhteşemdi. Sanki belediyeler sadece bu caddeye yatırım yapmışlardı. Bu ne
bakım, bu ne temizlik! Her yer pırıl pırıldı.
Caddeyi ikiye bölen refüjlerin
boydan boya yemyeşil ağaçlarla bezeli oluşunu, ifade edecek kelimeler insanı
başka âlemlere alıp götürüyordu. Çeşit çeşit çiçek ve güllerle bezeli bu cadde
şehrin en makbul ve meşhur yeriydi. Buralarda bir ev sahibi olabilmek için
insanlar nelerini vermezlerdi ki? Öyle herkes oturamazdı buralarda. Çok alımlıydı
ve çok pahalı. Niceleri burada bir ev sahibi olmak için hayal kurardı. Bütün
ünlü mağazalar, dinlenme yerleri, alış veriş mağazaları bu civardaydı. Ya da
buradan geçilirdi oralara gidebilmek için. “Şehrin merkezi benim”, diye
haykırıyordu ihtişamıyla…
* * *
Nebahat Hanım bu eve nasıl
sahip olduklarını hatırladı birden. Zar zor geçindikleri bir dönemde ahbapları
olan Yahya Bey, defalarca evlerine gelip gitmişti. Yahya Bey o zamanlarda bu
kooperatifi kurmuş üye kaydı yapıyordu. Bir akşam Şinasi Bey’in evine gelmişti
akşam çayı için:
-Ya Şinasi! Ben seni severim.
Şurada bir dostluğumuz da var. Şu kooperatife gir de bir ev sahibi ol.
-Giremem Yahya! Sen de
biliyorsun. Zar zor geçiniyoruz.
-Öyle ama buralar yarın
şehrin en önemli merkezi olacak. Bu fırsatı kaçırma.
-Ne yapalım?
-Sen şimdilik birkaç ay aidat
öde, sonrasında bakarız.
-Nasıl yani?
-Nasılı falan yok. Burası çok
pahalı, öyle herkes giremez. Aidatlar çok yüksek.
-Eee?
-İlk kongre de seni de
yönetime alırız. Sonrasını merak etme. Nasıl olsa sen hesap kitaptan anlarsın.
Şinasi Bey kendine yapılan
teklifi anlamıştı çoktan. Arkadaşı Yahya Beyin nasıl birisi olduğu noktasında
yeterince bilgiye sahipti. Hakkında söylenenleri de biliyordu. Yıllardır yapmış
olduğu işler sebebiyle nasıl malı götürdüğünü bilmeyen yoktu. Şinasi Bey kendisi
hakkında neler söylenebileceği konusunda biraz düşündü.
-Tamam, sen beni her zaman
düşünürsün zaten.
-Şinasi! Sen benim dostumsun.
-Sağ ol. Biliyorum.
-…
* * *
Nebahat Hanım, kalabalığın
akıp gittiği caddenin alıp götürdüğü dünyadan geri geldiğinde, elindeki
sigaranın sonuna geldiğini gördü. Balkondaki kahvesini yudumladığı sehpanın
üzerindeki billur kül tablasına sigarasını bastı. Birkaç derin nefes aldı.
Gözleri bir kuş gibi süzülüp
alçalan uçağa kaydı. Nasılda salınıyordu öyle. Akşamın bu ilk zamanında hava
alanında kendilerini hasretle bekleyen yakınlarına, yolcuları yetiştirme telaşıydı
bu nazlı salınış. Her gün yine aynı saatte aynı yerden aynı şekilde hava alanına
yaklaşıyor ve bir süre sonra iniyordu.
Nebahat Hanım bu manzarayı
çok severdi. Akşamla birlikte dağların arkasında kalan güneşten süzülen
huzmeler, uçağı altın sarısı, göz alıcı kızılımsı renge dönüştürüyordu. Ne
kadar da alımlı hâle geliyordu. Bakanları kendine çeken gizemli bir görüntüydü
bu.
Nebahat Hanım bir anda
kendini başka dünyalara götürdüğünü düşündü. Uçağın inişinden sonra caddeye
uzanan gözleri, apartmanın önündeki arkadaşlarıyla ayaküstü konuşan kızına
kaydı. Sapsarı elbisesinden tanıdı kızını. Aslında bu elbiseyi giymesini hiç
istemezdi. Kızına söz dinletemediği için çaresiz boyun eğiyordu. Bir çuval da
para dökmüşlerdi bu elbiseye. Değmezdi aslında; sapsarı bir elbise.
Kızına ne diyeceğini düşündü.
Düşüncesi başka mecralara kaydı. Bugün kendini bir türlü toplayamıyordu.
Zaman zaman bu çocuklara bir
çeki düzen verilmesi gerektiği aklına geliyor, yapacağı bir şey olmadığını
düşünerek, düşüncesinden sıyrılıyordu.
Ne diyebilirdi ki? Dizginler
elinden çıkıp gitmişti. O bir laf söylese; kızı beş katını sıralayıverirdi.
Aşağıda konuşan kızını apartmanın
büyük kapısından içeri girdiğini görünce sinirleri depreşti. Bağırıp çağıracak Okan’ın
hıncını kızdan çıkaracaktı. Söyleyeceklerini düşündü.
Kapının kanarya sesli zili çaldı birkaç defa. İçinden “Açsana
be kız! Anahtarın var işte”, dedi. Bu arada kapı açılmıştı. Odadan televizyondaki
müzik sesi dışarı taşıyordu. Şimdi yanıma gelecek düşüncesiyle gözleri balkondan
aşağıda, kulakları balkon kapısından gelecek bir seste öylece bekledi.
Balkon kapısından seslenen
Burcu:
-Anne! Dedi.
Nebahat Hanım hiç cevap
vermedi. Hatta dönüp bakmadı bile.
Kız balkona çıkıp annesinin yanına kadar
vardı.
-Anne! Dedi ikinci kez.
Annesi yine cevap vermedi.
-Ne oldu? Neden bakmıyorsun?
Annesi içindekileri boşaltmak
istercesine kızına döndü:
-Ne dememi bekliyorsun
hanımefendi? Akşam olmuş küçük hanım ortalıkta yok. Benim sizden çektiğim ne?
Siz ne biçim evlatsınız? Yazıklar olsun verdiğim emeklere!
Kız olanlara bir anlam
veremedi. Ne diyeceğini şaşırdı. Annesi pek böyle davranmazdı. Bu gün farklılık
olduğu muhakkaktı. Sustu ve balkonun köşesindeki sandalyeye oturdu. Ellerini
balkonun demirlerine, yüzünü de ellerinin üzerine yasladı. Öylece kaldı uzun
bir süre. Caddede akan trafiğin işleyişini seyretti anlamsızca.
Annesinin yumuşamış sesini
duymayı bekledi. Biliyordu ki, annesi birazdan kendine güzel şeyler söyleyecekti.
Olmadı. Annesi hiçi bir şey söylemedi.
Kız annesinin yüzüne baktı:
-Anneciğim, dedi.
Annesi yumuşamayan yüzüyle
kızına döndü:
-Ne var? Dedi sert bir
şekilde.
-Neden böyle davranıyorsun
benim dünyalar güzeli tatlı annem?
Bu sözler Nebahat Hanımı yumuşatmışa
benziyordu.
-Burcu! Fazla üzerime gelme.
Sinirliyim.
-Sana ne oldu böyle? Böyle
davranmazdın hiç.
-Sen neredesin bu vakte
kadar?
-Arkadaşlarla beraberdim.
-Ne yaptınız?
Nebahat Hanımın aklına nerede
olduğunu sormak yeni gelmişti herhalde ki, ısrarla tekrarladı sorusunu:
-Nereleri geziyorsunuz söyle
bana! Bundan sonra benim haberim olmadan hiçbir yere çıkmayacaksın.
-Anne neler diyorsun sen?
Sana ne oldu böyle? Bu konuşan sen misin?
-Evet benim. Bundan sonra böyle
olacak. Böyle olmazsa sonucunu gördük; abin.
-Ne olmuş abime?
Nebahat Hanımım gözleri
nemlendi. Hiç böyle davranmazdı. Okan’ın yaptıkları onu değiştirmişe
benziyordu. Ya da şimdiye kadar gizlediği duygularını açığa çıkarıyordu. Rahatsızlık
duyduğu kesindi ve gün gibi ortadaydı.
İçinde bulunduğu sıkıntıdan
kurtulma isteğiyle olsa gerek, anlatmaya başladı:
-Bu gün karakoldan getirdim.
-Karakol mu?
-Evet kavgaya karışmış.
-Yine o, Deren denen kızdır.
-Bilmem.
-Ee, nasıl olmuş?
Nebahat Hanım, kızı Burcu’nun
sorusunun cevabını o gün yaşadıklarını anlatarak verdi.
DEREN
Burcu, abisinin arkasından
koştuğu kızı biliyordu. Aynı okulda olmaları, onu yakından tanımasına sebep
olmuştu. Hiç hoşlanmaz, bulunduğu ortamlardan haz etmezdi.
Abisinin bu kızda ne bulduğunu
bir türlü anlamamıştı zaten. Bunu defalarca abisine söylemişti. Abisi Okan’ın
kendisine makul ve mantıklı hiçbir cevabı olmamıştı. Deren’in kendine çok
zararlar getireceğini kaç defa söylediğini hatırlayamadı. Okan’ın cevabı çoğu
zaman çok kırıcı ve uzaklaştırıcı olmuştu:
-Sana ne kızım? Sen kendi
işine bak!
Abisi uçuk düşünceli, çocuksu
davranışları ve deli dolu hayatı sebebiyle söylenenlere kulak asmadığı gibi,
gün geçtikçe yanlışlıklar yapmaya devam etmişti.
Birden ortam değişmiş anne
kız diyaloğu konuşmanın rengini başka yönlere kaydırmıştı.
Nebahat Hanım, biraz önce
söylediklerini unutmuş gibi Burcu’ya sorular sordu:
-Kim bu kız?
-Bizim okulda.
-Nasıl biri?
-Çok güzel bir kız. Hakkını
vermek lazım; her şeyi yerinde, sarı saçlı. Saçlar kıvır kıvır, sanki perma
yaptırmış gibi. Hele ela gözleri yok mu? Çok güzel bakışları var. Kirpikleri
uzun uzun. Boy bos harika, endam yürüyüşü
yerinde… Okuldaki erkeklerin birçoğu kıza bakıp peşinden koşturuyor. Kendisi de
peşinden koşulmasını çok istiyor. Herkese mavi boncuk dağıtıyor. Kendisi için
yarışa girilmesinden inanılmaz zevk duyuyor. Hatta kendisi için çekişme
olmadığı, sakin geçen zamanlar da bile bir bahane ile erkekleri birbirine düşürüyor…
Yakında bu kız yüzünden büyük olaylar olacak, bak göreceksin!
-Çocuklar da peşinden
koşmasın. Bunlarda hiç akıl yok mu?
-En başta senin oğlun. Ona
sor bakalım aklı var mı, yok mu?
-Okuldaki idareciler bunu, bu
olayları bilmiyor mu?
-Biliyor ama, sonuç
değişmiyor. Biz de bir şey anlamıyoruz. Babasının bol miktarda okula yardım
ettiği söyleniyor…
Burcu’nun anlattıkları
karşısında, Nebahat Hanımın Deren’e olan kızgınlığı daha
da arttı. Neredeyse gidip boğazını sıkası geldi. Biricik oğluyla böyle
nasıl oynayabilirdi ki? Buna izin vermemeliydi. Oğluyla oturup konuşmalı, gerekirse
Deren ile karşılıklı görüşmeliydi.
Nebahat Hanım için kimin kızı
olduğu da çok önemliydi? Bu merakla sordu:
-Kimin kızı bu?
-Babası çok zengin. Okula
bile kendisinin süper lüks arabasıyla gelip gidiyor. Müteahhitmiş babası. Hani
şu geçen gün televizyondaki konuşan adam var ya! İnşaatlarda eksik malzeme
kullandığı iddiasıyla konuşmuştu.
-Evet hatırladım. Onlar
gerçekten sınırsız zenginmiş, geçen gün Nurdan Hanım söylemişti.
Nebahat Hanımın biraz önceki
duyguları, babasını öğrendikten sonra tamamen yok oldu. Yumuşadı, sempati
duymaya başladı Deren’e karşı.
Kendisi için para, mal, mülk
ve zenginlik çok önemliydi. Deren gelinleri olursa; gelsin paralar, gitsin
arabalar. Gerçi bunlara ihtiyaçları da yoktu. Kendileri de en seçkin yerde
oturuyor, iki tane son model arabaları vardı. Bu zenginlik Şinasi Beyin ince
işleri sebebiyle katlanarak artıyordu. Ama ününe ün, şanına şan katmak da vardı
işin içinde. Bütün kızgınlığı yok oldu. Kafasında yeni dünceler oluştu.
Nebahat Hanım bir arkeolog
titizliğiyle sordu:
-Bunun hiç iyi yönü yok mu?
-Kimin?
-Deren’den bahsediyoruz
Burcu!
-Anne ne oldu? Kafanda yine
hangi planlar var?
-Ne planı kızım? Konuşuyoruz
işte.
-Etrafındaki yardakçılarından
başka seveni yok. Kendini sevdirecek bir davranışı yok ki. Bahsedilmeye değer
yönü; sadece güzelliği, o kadar.
Zorlu geçen bir günün
arkasından bu konuşma kendine ilaç gibi geldi. İşin arkasında para vardı, sonra
şöhret…
-Kalk yemeği ısıt.
-Babaannem nerede?
-Nerede olabilir? Her zaman
gittiği yerde.
-Komşuda mı?
-Hani şu geçen ay taşınanlar
var ya; onlarda yine. Ne buluyor onlarda bilmiyorum ki? Geldikleri günden beri
her gün onlara gidiyor. Gerçi burada olmadığı da iyi. Şimdi burada olsa
birbirimize gireceğiz.
-Aman anne! Sen de kadına
fazla yükleniyorsun.
-Şimdi suçlu ben oldum değil
mi?
-Yok öyle demek istemedim.
-Ne yapayım; o da fazla
karışmasın bize. Her şeyimize karışıyor.
-Ben yemeği ısıtayım.
-Tamam, ben de geliyorum.
Sofrayı hazırlayalım.
Nebahat Hanım, balkondan
araçların farlarından süzülen ölgün ışıklara bir kez daha baktı. Oturduğu
yerden kalktı. Sehpanın üzerindeki billur kül tablasını özenle alıp salona
geçti. Okan gözlerinin altından annesine baktı. Annesi Okan’a hiç pas vermeden
mutfağa geçti. Okan elinde kumanda ile televizyonda zaping yapmaya devam etti.
g
İLK
EZAN
Kapının zili duyulduğunda
Burcu mutfaktan bağırdı:
-Abi kapıyı açsana!
-Kızım kendin aç.
Abisi bunu her zaman
yapıyordu. Homurdanarak mutfaktan çıkıp kapıya koştu. Gelen babaannesiydi.
Kapıdan girer girmez:
-Burcu baban geldi mi kızım?
Dedi.
-Gelmedi babaanne, nerdeyse
gelmek üzeredir. Ben mutfağa gidiyorum.
Babaanne Naciye Hanım, salona
geçip torunu Okan’ın yanına oturdu. Okan ayaklarını koltuğu önündeki sehpanın
üzerine uzatmış televizyon seyretmeye devam ediyordu. Hiç istifini bozmadan:
-Babaanne ne haber? Dedi.
-İyilik çocuğum, bu günüme de
şükür, dedi.
-Oğlum şu televizyonu
kapatsan; bak akşam ezanı okunuyor.
Okan duymazlıktan gelip televizyondaki
şarkıyı dinlemeye devam etti.
Naciye Hanım isteğini bir kez
daha yeniledi:
Okan rahatsızlığını ifade
eden bir tavırla:
-Aman babaanne ya! Her zaman
aynısını yapıyorsun. Şunun şurasında bir parça
dinleyeceğiz, burnumuzdan getiriyorsun.
-Ama oğlum! Ezan bitsin, yine
dinlersin.
-Tamam babaanne ya, işte
kapatıyorum. Al…
-Oğlum, Okan’ım! Ezan okunurken
dinlemek çok büyük sevap. Bize hep böyle anlatıldı. Çok bir şey yaptığımız yok,
bari ezan dinleyerek sevap kazanalım.
-Tamam babaanne tamam. Dinle
işte!
-Ezan okunurken dinlememek,
onu kale almamak saygısızlık olur.
Okan cevap vermedi. Sadece
sustu. Belki de babaannesinin nasihatlerinden bıkmıştı ya da hoşlanmıyordu.
Babaannesi her fırsatta bildiklerini anlatmaya çalışırdı. Yine öyle yaptı:
-Okan! Ezan nasıl ortaya
çıkmış biliyor musun?
-Bilmiyorum, dedi.
Bunu söylerken öyle bir tavrı
vardı ki sanki “bana ne”, der gibiydi.
-Anlatayım mı?
Okan cevap vermedi yine.
Babaannesi Naciye Hanım,
anlatmaya başladı:
-Müslümanlara
namaz Mekke döneminin dokuzuncu yılında farz kılındığı halde onlar, namazlarını
ezan okumadan kılıyorlardı. Çünkü Mekke’de zayıftılar; orada güçlü olan,
toplumda hatta Allah’ın evi Kâbe’de egemen olan müşriklerdi. Bu yüzden Müslümanlar
kendi yönetimlerinde olmayan ve güçsüz oldukları bir yerde açıkça ezan okumakla
yükümlü tutulmamışlardı.
Okan
içinden: “Sanki ders anlatır gibi”, dedi.
Babaannesi
anlatmaya devam etti:
-Medine’ye
hicretin birinci yılında birbirlerini "es-salâh es-salâh (namaza namaza)”
namaza davet ederlerdi. Ancak bu şekildeki bir çağrı yeterli olmuyor, uzakta
oturanlar bu sesi duymadıkları için namaza yetişemiyorlar ve bu yüzden de Müslümanların
bir araya gelmesinde zorluklar oluyordu.
Peygamber
Efendimiz (s.a.s.) sahabelerini toplayarak namaza çağırmak için nasıl bir
yöntem kullanmak gerektiğini kendileriyle istişare etti.
Peygamberimiz
istişareye çok önem verirdi. Bu yüzden istişare etmek sünnettir.
Sahabeler
konuyla ilgili birçok teklif getirdiler:
-Çan
çalalım ya Resulallah!
-O
Hıristiyanların adetidir, olmaz.
-Boru
çalalım.
-O
Yahudilerin adetidir, olmaz.
-O
zaman ateş yakalım ya Resulallah!
-O
da Mecusilerin adetidir, bu da olmaz, sözleriyle tekliflerin hiç birisi kabul
görmedi.
Bayrak
dikme teklifi de uygun görülmeyince, Müslümanlar ortak bir karara varamadı ve
toplantı sona erdi.
Babaannesinin
anlattıkları, sanki konusunda uzman biri gibi konuşması Okan’ın dikkatini
çekti. Anlatmasını istercesine devamını bekledi.
Naciye
Hanım da bekletmek istemedi. Konuşmasını sürdürdü:
-Sahabelerden
Abdullah b. Zeyd de diğer sahabeler gibi üzüntüyle evine döndü ve yattı.
Bu
konuyla ilgili olarak Sahabe Abdullah b. Zeyd şöyle anlatmıştır:
“Ben
de üzüntülü olarak yatmıştım. Uyku ile uyanıklık arasında iken, üzerinde yeşil
elbisesi olan biri yanıma geldi, bir duvarın üzerinde durdu. Elinde bir çan
vardı. Aramızda şu konuşma geçti:
-Onu
bana satar mısın?
-Onu
ne yapacaksın?
-Namaz
için çalarız.
-Ben
sana bu konuyla ilgili daha hayırlı bir şey versem olmaz mı?
-Olur,
dedim.
Hemen
kıbleye karşı durdu ve okumaya başladı:
“Allahü
Ekber
…
…
La
ilahe illallah”
Naciye
Hanım:
-Yani
bugün dinlemiş olduğumuz ezanı okumuş, anladın mı oğlum Okan’ım?
Okan:
-Anladım,
dedi babaannesine. Sen devam et.
Naciye
Hanım Okan’ın dikkatini çekmekten dolayı sevinmişti. Anlatmasını sürdürdü:
-Sabahleyin
Abdullah b. Zeyd gece gördüğü rüyayı Resûlullah’a anlattı.
Aynı
gece onunla birlikte birçok sahabe de benzer rüyalar gördüklerini anlattılar. Öğretilen
ezanda değişiklik yoktu. Hz. Ömer de aynı rüyayı görenler arasındaydı.
Hz. Peygamber
her birini dinledikten sonra Abdullah b. Zeyd’e dönerek:
-Gördüğünü Bilal’a anlat (öğret), ezanı Bilal
okusun; onun sesi seninkinden gürdür, buyurdu.
Namaz
vakti gelince Bilal, Medine’nin en yüksek yerine çıkarak gür sesiyle İslâm’ın
ilk ezanını okudu.
İşte
o zamandan beri ezan hep o ilk şekliyle okunmuştur. Okan’a döndü:
-Sen
Bilâl kimdir Bilir misin?
-Hayır.
-Bilâl
Habeşî. O bir köledir. Ve zencidir. İlk ezanın ona okutulmasını bir düşün! İslam’da
soy sop üstünlüğü, zengin fakir ayrımının olmadığını anlamak gerekir…
g
ŞU
KARAKOL MESELESİ
Mutfaktan Burcu’nun sesi
duyuldu:
-Yemek hazır!
Okan aynı tonda cevap verdi:
-Geliyoruz.
Babaanne söze karıştı:
-Babanız yok!
Burcu’nun sesi duyuldu yine:
-Gelmek üzere.
Okan ile babaannesi birlikte
kalktılar. Mutfağa geçtiklerinde masanın kurulmuş olduğunu gördüler. Okan her zaman
ki yerine oturdu hemen. Naciye Hanım lavaboya geçti. Ellerini yıkadıktan sonra
masadaki yerine oturdu. Okan ne bulduysa yemeye başladı.
Naciye Hanım:
-Çocuğum yavaş ol! Baban da
gelsin, dedi.
Okan.
-Hepsini bitirecek miyim
sanki? Gelince o da yesin.
-Oğlum! Sofraya ilk önce
büyükler başlar; biz büyüklerimizden öyle gördük.
-Boş ver babaanne ya. Öyle
şeyler eskidendi.
-Ama oğlum, diyecek oldu,
gelini Nebahat Hanımın söze karışmasıyla sözleri boğazına tıkıldı:
-Çocuklar! Babaanneniz her
şeyi çok iyi bilir. Cami hocası gibidir maşallah(!)
Naciye Hanım ne diyeceğini
şaşırdı. Bir söz söylese, her zaman olduğu gibi gelininin azarını işitecekti.
Sustu ve yutkundu. Yine içine attı. Kendi tarafında kimse yoktu. Ara sıra kız, biraz
babaannesinin yanında olurdu. O da sınırlı.
Bu arada oğlu Şinasi Beyin
içeri girmesi iyi olmuştu. Olacak bir çekişmenin şimdilik önüne geçmişti.
İlk önce gelin Nebahat Hanım
kocasına:
-Hoş geldin Şinasi! Dedi.
Arkasından çocuklar “hoş
geldin”, dediler.
-Bu gün de çok acıktım.
Annenizin yaptığı güzel yemekleri özledim akşama kadar.
Nebahat Hanım kendine yapılan
bu jeste karşılık verdi:
-Afiyet olsun canım.
Şinasi Bey’in iştahı
yerindeydi. Çok yemeyi, çok uyumayı severdi. Zaten boyuna göre kilosu bir hayli
fazlaydı. Göbek bir karış öne çıkmış, yaşının gereği gözünün altındaki torbalar
normalinden fazla sarkmıştı. Ciddi şeyler konuşulmasından pek hoşlanmaz, alaycı
tavrıyla sürekli karşıdakilerle uğraşırdı. Sürekli takım elbiseyle gezer, rengârenk
kravatlarıyla dikkat çekerdi. Onun için kıyafet her şeydi. İnsanları şık giyimiyle
etkilemek istercesine kendi kişiliğini gizlemeye çalışırdı.
Nebahat Hanım kocasının
halini sormak istedi:
-Günün nasıl geçti?
-İyi, iyiydi, dedi.
-Ya sizde ne var yok?
-İyiydik ama bu gün küçük bir
olay oldu. Canımız sıkıldı.
Naciye Hanım gelininin
kendini şikâyet edeceği düşüncesiyle lokmalar boğazına düğümlendi. Elleri
titredi. Şimdi olmadık bir lafla sofranın tadı tuzu ortadan kalkacaktı. Önündeki
bardaktan bir yudum su içti. Gözünün ucuyla gelinine baktı.
Şinasi Bey:
-Hayırdır ne oldu? Canınızı
sıkan neydi?
Nebahat Hanım:
-Boş ver canım. Şimdi
ağzımızın tadı bozulacak, diye cevapladı.
Bu cevapla kaynanası Naciye Hanımın
nefesleri sıklaştı.
Okan kendisiyle ilgili bu gün
olanları anlatacağı düşüncesiyle hemen sofradan kalktı:
-Ben doydum. Size afiyet
olsun, diyerek yürüdü.
Annesi, köşeye sıkıştırılmış,
tırmalamaya hazır bir kedi gibi kükredi:
-Otur yerine!
-Ama anne!
-Sana otur, diyorum.
Okan izine geri dönüp
suçluluk psikolojisiyle yerine oturdu.
Naciye Hanım kendisiyle
ilgili olmadığını anladığında rahat bir nefes aldı. En azından şimdilik
azarlanmaktan kurtulmuştu. Elindeki kaşıkla çorbadan birkaç kaşık daha aldı.
Olacakları beklemeye başladı.
Nebahat Hanım:
-Bu gün Okan Bey(!) ne
yapmış, biliyor musun?
-Nerden bileyim hanım?
Okan söze karıştı:
-Anne lütfen!
-Annesi falan yok, diye cevaplayıp
konuşmasını sürdürdü:
-Bu gün karakoldan bir
telefon geldi.
-Niçin?
-Beyefendi karakola düşmüş.
Baba Şinasi Bey, babaanne
Naciye Hanım dikkat kesildiler gelinin anlattıklarına. Nebahat Hanım olanları
bir bir anlattı. Kızgınlığını ifade etti. Yaşadıklarını, duygularını, konu
komşuya nasıl rezil olacaklarını anlattı. Babası sanki çok sıradan bir şeymiş gibi
duyarsızca davranınca hanımı Nebahat kızdı:
-Bu çocuğu terbiye etmek
gerekir. Böyle olmaz. Bugün kız ayakları. Yarın kavga. Ertesi gün içki, daha
sonra esrar, eroin…
-Yok daha neler? Altı üstü
küçük bir arkadaş kavgası.
-Arkadaş kavgası öyle mi?
Bira da içmişler.
-Olsun erkek adam, elbette içecek.
-Oh ne âla! Zaten hep sen bu
hâle getirdin çocukları. Sen şımarttın…
-Hayırdır Nebahat, şimdiye
kadar böyle bir şey demezdin. Ne oldu sana?
-Bugün karakola gidip
gelirken çektiğim sıkıntıyı, duyduğum endişeyi sen yaşasaydın, sen de böyle
konuşurdun.
-Neymiş bu yaşadığın endişe?
-Ya tanıdıklar duyarsa?
-Duysun ne olacak?
-Rezil oluruz vallahi.
Naciye Hanım kendini zor
tutuyordu. Şimdi birkaç laf söyleyecek gelini bütün hıncını ondan çıkaracaktı.
Konuşmalar sürdükçe sabrı da tükendi. Ne olursa olsun düşündüklerini
söylemeliydi. Burası oğlunun eviydi, esir kampında değildi ya!
-Neden birbirinizi suçlayıp
duruyorsunuz. Olacağı buydu, der demez gelini Nebahat Hanım hışımla baktı
kaynanasının yüzüne.
-Sen karışma. Bu ailenin iç
meselesi.
-Ben aileden değil miyim?
-Değilsin. Karışma sen!
-Eğer çocuklarınızı güzel
terbiye etseydiniz; ahlakı, iyiyi, güzeli, helali-haramı öğretseydiniz böyle
olmazdı.
-Sus diyorum sana sus!
-Susmuyorum işte! Ne
yapacaksan yap.
-Terbiyeyi senden öğrenecek
değiliz elbet.
-Belli zaten. Kendi terbiyen
de, çocuklara verdiğin terbiye de…
-Şinasi şuna bir şey söyle!
-…
Naciye Hanım oğlunun sessiz
kalmasını fırsat bilerek konuşmasını sürdürdü:
-Anne nedir, baba nedir
bilmezsiniz. Sevgi nedir saygı nedir bilmezsiniz. Din nedir iman nedir
bilmezsiniz. İbadet yok ahlak yok, siz bu dünyada neden yaşıyorsunuz? İşiniz gücünüz
para! Para her şey değildir. Bunu anladığınızda her şey çok geç olabilir…
Naciye Hanım bir bilge
edasıyla konuştukça gelini kelimenin tam manasıyla çıldırıyordu. Konuşmalarına
tahammül edemiyor, yüzü kıpkırmızı kesiliyordu.
Nebahat Hanım:
-Artık seninle aynı yerde
kalmam. Buradan gideceksin…
Kocasına döndü:
-Duyuyor musun Şinasi
söylediklerini? Artık onunla burada bir arada kalamam. Tamam mı?
Şinasi Bey’den hiçbir ses
çıkmıyordu. Elleri başının arasında sessizliğe gömülmüştü adeta. Çok
derinlerdeydi çok. Kim bilir belki kendini sorguluyordu yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla.
Yine Nebahat Hanımın cıyak cıyak sesi yankılandı kulaklarda:
-Artık tamam. Bıktım senden
ya! Defol, nereye gideceksen git. Bizi rahat bırak.
Şinasi Bey, annesine döndü:
-Anne artık yeter, sus be!
Ailenin huzurunu bozuyorsun, diyerek azarladı.
Oğlunun bu sözleri içine bir
mızrak gibi saplandı Naciye Hanımın. Yandı cayır cayır. Ter bastı her yerini.
Ölseydi de, bu sözleri duymasaydı. Oğlunu bu günleri göstersin, diye mi yetiştirmişti?
Nelere katlanmamıştı ki?
-Oğlum Şinasi! “Seninkiler de
sana yapsın” demiyorum ama bu yaptıklarını ömrün boyunca unutamayasın. Seni
affetmeyeceğim. Bunun bana yapmaya hakkın yok. Seni küçükken dinini öğrensin
diye camiye de gönderdim, daha sonra kurslara. Ne olduysa okumak için şehre
geldikten sonra oldu sana. Unutmadıysan şunu defalarca anlattım. Bir defa daha anlatayım
istersen. Allah ana-babaya öf bile denmemesi gerektiğini söylüyor. Bir de senin
yaptığına bak! Başka ayetlerde de bunlar var bunları sen öğrenmiştin o zamanlarda.
Hatırlasana: Rabbin ancak kendisine
ibadet etmenizi, bir de ana-babaya ihsanda bulunmanızı emretti”. “…Onlara
dünyada maruf şekilde dostluk göster” (Lokmân).
Sana söyleyecek sözüm yok
oğlum. Sen zaten yoldan çıkmışsın. Her şeyi dünya için düşünüyorsun. Toprağın
altını hiç düşünmüyorsun. Oğlun züppeler gibi, kızın da hoppa. Hiç bunlarla
ilgilenmedin. Bunlar ne yapar, ne giyer, nerede gezer? Bak yan taraftaki yeni
gelen komşulara. Zengin değiller. Hatta fakir sayılırlar. Üç çocuğu var. Hiç karşılaştın
mı bilmiyorum. Nezaket, terbiye edep ahlak ne ararsan var…
Gelini:
-Onlar da sana benziyor işte! Bize örnek gösterdiğine
bak hele! Onlar kim biz kimiz, diyerek çıkıştı tekrar.
Gelinine hiç aldırış etmeden
devam etti:
-Seni Allah’a havale
ediyorum. Bana yer bul, gideceğim buradan. Sürgün hayatı yaşıyorum sanki. Her
gün azar, her gün horlanma her gün çekişme! Ne bu? Benim evimi de sattın. Şimdi
ben ne yapacağım söylesene. Beni köye götür dayının yanına. Götür beni köyüme…
Okan ve Burcu gerginleşen ortamda
ne yapacaklarını şaşırdılar. Konuşanların yüzüne bakmaktan başka bir şey yapmadılar.
Şinasi Bey tekrar söze
karıştı:
-Sus artık anne, yeter. Sen
de bazı işlerimize karışma!
* * *
Annesi susmayı denedi ama
içindeki volkan kükremişti bir kere, dinmek bilmiyordu. Soğumuyordu. Yılların
birikimiydi belki bu karşı çıkışı. Bir sığıntı gibi görülmesiydi. Ailenin düzenini
bozan, aileye yakışmayan birisi olarak bakılmasıydı kendisine.
-Bak! Dedi. Zenginsin malın
var. Nasıl kazandığını hâlâ anlamış değilim ama olsun. Ben anayım tamam mı? Anayım
ben. Ana hakkı nedir bilir misin sen? Sana şunu da anlatayım sonra ne haliniz
varsa görün. Beni de nereye atacaksanız atın. Burada fazlalık olarak görülmek istemiyorum,
anladın mı beni? Bu dünya kimseye kalmaz bunu asla unutma. Şu anlatacağımı da
unutma:
“Hazreti
Peygamberimiz ashabıyla oturmuş sohbet ediyordu. Bir kadın sahabe Resûlüllah’ın
huzuruna telâşla girerek:
-Yâ
Resûlallah! Şu anda kocam ölüm döşeğinde, belki biraz sonra ölmüş olacak...
Yalnız yanında kelime-i şahadet getirdiğimi anladığı ve kendisi de getirmeye
çalıştığı halde şahadet kelimesi getiremiyor. Kocamın imansız gitmesinden
korkuyorum. Bu hususta bir yardımınızı bekliyorum, dedi.
Hazreti
peygamberimiz:
-Kocan
sağlığında ne gibi kötü harekette bulunurdu? Diye sordu.
Kadın:
-Hiçbir
kötü amelinin olmadığını, namazını kılıp her türlü ibadetini noksansız yerine
getirmeye çalışır olduğunu söyledi.
Bu
sefer Peygamberimiz:
-Kocanızın
dünyada kimi var? Diye sordu.
Kadın:
-İhtiyar
bir anası olduğunu söyleyince, Peygamberimiz kadının kocası Alkame’nin anasını
huzuruna çağırdı.
Alkame’nin
anası, Hz. Peygamberimizin huzuruna çıktı.
Peygamberimiz:
-Oğlun
sana karşı nasıl hareket ederdi? Oğlundan memnun musun? Diye sordu.
Alkame’nin
anası:
-Ya Resûlallah,
oğlum evleninceye kadar çok iyi muamele ederdi. Evlendikten sonra hanımını
dinledi, bana hor bakmaya başladı. Hatta son zamanda evini bile ayırdı. Ben de
üzüldüm, onun bu hareketine, dedi.
Peygamberimiz
yaşlı kadına; oğlunun ölüm döşeğinde olduğunu, hakkını helâl etmediği takdirde
cehennem azabı çekeceğini söylediyse de kadın:
-Hakkımı
helâl etmem, ey Allah’ın Resulü, dedi
Alkame
ise evde yatıyor, hâlâ şahadet kelimesi getiremiyordu.
Hz.
Peygamberimiz, kadının annelik şefkatini harekete getirmek için, orada bulunanlara:
-Bana
biraz odun hazırlayın, diye emir verdi.
Kadın
hayretle:
-Odunu
ne yapacaksın ya Resulallah! Diye sormaktan kendini alamadı. Çünkü o da şüphelenmişti.
Peygamber
Efendimiz:
-Oğlunuzu
yakacağım... Zira yarın cehennemde yanacağına cezasını burada çeksin, daha iyi,
buyurunca, kadın dayanamadı:
-Oğlumun
gözümün önünde yanmasına razı olamam ya Resulallah! Ona hakkımı helâl ediyorum,
dedi
Murat
hâsıl olmuştu...
Hazreti
Peygamberimiz, Bilal-i Habeşi Hazretlerini göndererek:
-Git
bakalım, Alkame ne haldedir? Buyurdular.
Bilâl-i
Habeşî Alkame’nin yanına varıp şahadet kelimesi telkin ettiğinde, Alkame’nin
dili açılmıştı:
-La
ilahe illallah, Muhammedü’r-rasûlüllah, deyip ruhunu Allah’a teslim etti.”
Mutfakta bir
ölüm sessizliği oluştu. Issız bir çölü hatırlatan bu sessizlilik yine Naciye
Hanım tarafından bozuldu:
-Ben
söyleyeceğimi söyledim. Gerisi sizin bileceğiniz iş. Varın şimdi beni dışarı
atın ya da nereyi uygun görüyorsanız oraya…
Hiç
kimseden çıt çıkmıyordu. Oğlu Şinasi Bey, ne diyeceğini bilemedi: sustu. Şimdi
işi daha zordu. Hanımına ne diyecekti? Bu kadar gürültü ve tartışmadan sonra
annesinin burada kalmasına asla izin vermezdi. Sonuçta annesiydi. Çok şeye müdahale
ettiğini düşünse de annesiydi işte. Keşke yanlarında hiç olmasaydı. Kooperatife
girdiği yılın ilk ayında aidatı ödemek için ne kadar da borç para aramıştı.
Hiçbir tanıdığı istediği parayı vermemişti. Günlerce düşündükten sonra aklına
annesinin evi gelmişti. Eşi Nebahat Hanımın da ısrarı ile annesinin yanına
gitmişti.
g
O KİM
OLUYOR?
SEN
BENİM ANNEMSİN ANNEM
O
günkü konuşmaları geldi aklına.
Annesinin
söyledikleri dün gibi hatırındaydı:
-De
hele oğul! Sen buraya pek gelmezdin, bir sebebi mi var, demişti.
O
an çok utanmıştı annesinden. Evlendikten sonra annesiyle olan irtibatını koparıvermişti
işte. Cevap vermede zorlanmış, yutkunmuştu:
-Yok
anne, bir şey yok. Sadece ziyaretine geldim. Hal hatırını sorayım istedim.
Annesi
yine ısrar etmiş ve derdini öğrenmek istemişti:
-Hadi
söyle oğlum! Buraya gelişin pek ziyaret amaçlı değildir. Kaç zaman oldu, hiç
gelmedin.
-Madem
öyle söyleyeyim anne. Ben iyi bir kooperatif buldum. İlk aylarda ödemem oldukça
zor. Bu fırsatı kaçırırsam; bir daha ne zaman ev alırım ben?
-Ne
istiyorsun? Paramın olmadığını biliyorsun.
-Ev
diyorum. Senin evi satsak?
-Ben
ne yapacağım o zaman?
-Bizim
yanımızda kalacaksın.
-Olmaz
oğlum. Sizin yanınızda kalamam. Gelin beni istemez.
-Anne!
O kim oluyor? Sen benim annemsin annem.
-Oğlum
ben seni bilirim: senin hanımın geçim ehli değil. Hele beni hiç istemez. Sen de
onun dediğinin dışında bir iş yapamazsın. Beni yerimden yurdumdan etme.
Sersefil olurum sonra.
-Olur
mu anne! Biz bu günler için varız.
Naciye
Hanımı bir düşüncedir almış, saatlerce düşünmüştü. Oğlunun ev sahibi olmasını
isterdi elbet. Zaten Şinasi’den başka evladı da yoktu. Ama gelini çok zor
birisiydi.
Ertesi
gün sabahleyin Şinasi’nin istediği daha doğrusu beklediği cevabı vermişti:
-Bak
oğlum! Sırf senin için bu evin satılmasına izin veriyorum. Al senin olsun.
-Yaşa
anne! Sen annelerin bir tanesisin!
-Yalnız
ben senin yanına gelmem.
-Olur
mu anne? Sen bir başına ne yaparsın, ne edersin?
-Zaten
yalnız yaşıyorum, unuttun mu oğlum?
-Onu
demedim. Kiminle nerede kalacaksın.
-Dedenden
kalma vereseli ev var. Boş duruyor. Ben oraya taşınırım.
O
zaman, oğlu için en büyük fedakârlıkta bulunmuştu.
Şinasi
Bey bunları düşünürken gözleri doldu. Hanımına göstermemek için başını masanın
üzerine koydu. Öylece kalakaldı bir müddet.
Gözünü
dünyalık hırsı o kadar bürümüştü ki, bu kadar aşağılık bir durumdayken bile
içinde bulunduğu istisnai duygusallık anını sıyırıp attı. Normal bir durummuş
gibi cebinden sigarasını çıkardı, yaktı. Bir tane de hanımına uzattı:
-Yak,
dedi.
Hanımı
bunu fırsat bilerek biraz önceki meseleye tekrar döndü:
-Bak
Şinasi! Annen buradan gidecek. Anladın mı? Dedi.
Şinasi
Bey iki nefes daha çekti sigarasından. Sonra:
-Düşünürüz,
dedi.
-Ben
düşünürüz falan anlamam. Gidecek dedim, o kadar.
-Ama
o benim annem.
-Yıllarca
çektiğim yeter be! Ben de gün görmek istiyorum.
-Sana
ne yapıyor da? Kendi haline oturup duruyor işte.
-Şinasi!
Sen ne diyorsun. Akşama kadar dırdır, can sıkıcı laflar edip duruyor. Namazını
neden kılmıyorsun gelin? Kızı şortla, askılı elbiselerle dışarı salma gelin?
Sigara içme gelin? Bu gün Cuma, yarın kandil gecesi…
-Sen
de idare ediver, ne var sanki. Çok inançlı ve dini bilgisi çok iyidir. Babası
hocaydı onun. Öyle yetişti.
-Ne
olursa olsun yetti artık. Bu evden gidecek?
-Nereye?
-Bir
yer bulursun sen.
-Kadının
evini sattık. Nereye gidecek şimdi. Bir ev alalım, oraya çıksın desem, “olmaz”,
diyeceksin.
-Elbette
olmaz.
-Ama
onun eviyle biz bu işlere başladık.
-Ne
var sanki? Senden başka çocuğu mu var? Kendi malını sattın. Ha şimdi, ha beş sene
sonra. Sana kalacaktı. Başka çocuğu mu var?
-Zaten
evlat olarak görevimi yapmadım. Bunu yapmaya zorlama beni. Bu onun sonu
demektir.
-Oh
iyi işte! Bir an önce kurtuluruz ondan.
-Annem
için böyle şeyler söyleme.
-Söylersem
ne olur?
Şinasi
Bey yine sustu. Hanımından çok çekiniyordu. Yoksa buna mecbur olduğu bir durum
mu söz konusuydu?
Bir
süre sonra sigarasını sona geldiğini gördü tekrar birini uladı arkasından:
-Tamam,
bakarız çaresine.
-Daha
olamazsa huzurevine veririz. Masraflarını karşılarız. Böylece kendini görmemiş
oluruz.
Şinasi
Bey bu teklifi ilk duyduğunda makul bir çözüm olarak düşündü. Böylece hanımın
isteği yerine gelmiş olacaktı. Sonra masraflarını karşılayarak annesine karşı
görevini yerine getirmiş olacaktı.
Hiç
beklenmedik bir anda, evin oğlu Okan elini masaya vurdu:
-Olmaz,
dedi avazı çıktığı kadar bağırarak.
Konuşmasını
sürdürdü sinirli bir şekilde:
-Kadından
ne istiyorsunuz, size ne zararı var? Kendi haline yaşayıp gidiyor işte. Zaman zaman
benim de canımı sıkıyor, ama katlanmasını bilmiyorsunuz. Ne istiyorsunuz kadından?
Hele anne sen! Yetmiş yaşındaki kadından daha ne bekliyorsun bilmem ki?
Hiç
kimseden çıt çıkmadı. Mutfak yine sessizliğe gömüldü gecenin karanlığı gibi:
-Unutmayın! Yarın
siz de varsa ömrünüz, yetmiş yaşında olacaksınız. Benim sizi sokağa atmamı
ister misiniz? Kendinizi onun yerine koyun.
Artık
büyük bir sükût kaplamıştı her yeri.
Orayı
terk eden ilk Okan olmuştu. Deliydi doluydu, kötü işleri yapmada bir beis
görmezdi ama duygulu çocuktu doğrusu.
Doğruca
babaannesinin odasına gitti. Boynuna sarıldı. Onu teselli etmeye çalıştı.
-Seni
buradan kimse çıkaramaz babaannem benim, dedi.
Naciye
Hanım gururlu bir kadındı. Kendini ezdirmek istemezdi. Bunca yıldır gelinin
baskısına boyun eğmesinin sebebi de oğlu ve torunlarıydı.
*
* *
Biraz
önce mutfakta konuşulanların hepsini istemeden de olsa duyulmuştu. Kaldığı oda
mutfağa bitişik olduğu için duymaması mümkün değildi.
Kararını
vermişti artık; gidecekti. Bundan sonra burada kalması kendini inkâr etmesi
demekti.
-Gideceğim
oğlum Okan! Dedi.
Okan
şaşırdı:
-Nereye
gideceksin bu halinle babaanne! Diye cevapladı.
-Neydi
onun adı? Ha! Huzurevine.
-Olmaz
babaanne! Bırakmam seni.
-Bak
oğlum ana-baba hakkı çok önemlidir. Onlar bunu bilmiyorlar ya da kâle
almıyorlar. Bunun acısını görürler. Ben sadece annen ve baban birbirlerine
girmesinler, annen rahat etsin, diye gideceğim buradan. Yoksa burada sizinle
kalmayı istemez miyim? Burada adam yerine konulmadığım halde yine de burada
kalmak isterim.
-Ama
babaanne! Neden öyle söylüyorsun?
-Doğru
değil mi Oğlum?
Okan
cevap veremedi.
Annesinin
sürekli babaannesi ile uğraştığını biliyordu. Hatta kendisinin bile zaman zaman
babaannesine kızdığı oluyordu. Bu düşüncelerinden dolayı utanç duydu belki de
ilk kez. Babaannesinin gönlünü almak için:
-Sen
bizim için çok önemlisin babaanne, dedi.
Babaanne
Naciye Hanım, bunu fırsat bilerek torununa bir şeyler anlatmanın telaşıyla:
-Sana
bir hikaye anlatayım da dinle, dedi.
-Anlat
babaannem benim. Senin konuşmaların ne yalan söyleyeyim, beni etkiliyor.
Babaanne
Naciye Hanım torunun dinleme isteğini görünce hemen anlatmaya başladı:
“Hz.
Musa bir gün duası esnasında:
-Ya
Rabbî! Cennette benim arkadaşım kimdir? Bana göster, diye dua eder.
Yüce
Allah:
-Ya
Musa! Filan şehirde, filan çarşıda ve şu şekil ve isimde bir kasap
vardır. O kimsedir, diye ilham eyler.
Hz.
Musa hemen hareket eder ve o kasabı bulur. Dükkânının karşı tarafında, bir
miktar seyrederek durumunu anlamak, fikir sahibi olmak için oturur. Görür ki: gayet
gaddar ve zalim bir kimsedir. Hz. Musa’nın hatırına, bu kimse bana nasıl arkadaş
olabilir? Her halde o başka bir kimse olması lâzımdır, diye gelir.
Tam
o esnada Cebrail gelerek, o kimsenin olduğunu haber verir.
Hz.
Musa akşama kadar dükkânın önünde oturur ve akşam olunca, kasap bir miktar et
alarak elindeki zembiline koyar ve evine gitmek üzere iken, Hz. Musa:
-Ey
kasap, beni misafir kabul eder misin? Diye sorar.
Kasap
da:
-Buyurun,
sizin gibi muhabbetli misafiri asla görmedim. Bu gece hizmetinizle şerefleneyim,
der ve beraberce giderler.
Hemen
Hz. Musa’nın önüne yemekler koyar ve:
-Ey
mübarek zat isterseniz siz yiyin. Şayet beraber yiyelim derseniz, bir miktar beklemeniz
gerekecek. Zira benim çok mühim bir işim vardır, müsaadenizle onu yerine getireyim,
der.
Getirmiş
olduğu eti iyice pişirip, evin köşesinde asılı bir zembili aşağıya indirir. İçinden
son derece küçük ve zayıf bir kadın çıkarır. O’nun ağzına yavaş yavaş eti
verir. Karnını doyurduktan sonra altını da temizler ve tekrar yerine asarak Hz.
Musa’nın yanına gelir. Özür dileyerek birlikte yemek yemeye başlarlar.
Kadına
yemek yedirirken kadının dudakları bir kaç defa hareket etmiş ve konuşur gibi
olmuştu. Bu hali Hz. Musa fark etmiş olduğu için o kimseye:
-Ey
kişi, bu senin annen midir?
-Evet,
annemdir. Çok ihtiyar ve mecalsizdir. Her gün böylece dükkândan geldiğim zaman
hizmet ederim.
-Yemek
yedirirken dudakları kıpırdadı. Sözü anlaşılır mı?
-Evet
anlaşılır. Her ne zaman, karnını doyurup hizmetini yaptığımda:
“Ya
Rabbi, bu oğlumu cennette Musa’ya arkadaş eyle.” diye dua eder.
-Ey kimse!
Sana müjdeler olsun ki, annenin duası dergâh-ı izzette kabul oldu. Musa benim,
der ve ilham-ı ilâhî ile oraya geldiğini söyler.
O
kimse de çok sevinir ve bütün günahlarına tövbe ve istiğfar ederek ibadet ile
meşgul olmaya başlar.
Böylece
annesine yapmış olduğu hizmet sebebi ile Allah’ın sevdiği kullardan olur.”
Belki
babaannesinin gönlünü almak niyetiyle de olsa soluksuzca dinleyen Okan:
-Babaannem
benim! Bunları nerden öğrendin böyle! Diye sordu.
-Bu
kadar sıkıntı içinde olmasına rağmen, torununun ilgisi her şeyi unutturmuş gibiydi
sanki. Gözlerinin içi güldü. Memnuniyeti her halinden anlaşılıyordu:
-Babamdan,
dedi çabucak. Her akşam bize bunları okurdu, anlatırdı. Bizim akşamlarımız
böyle geçerdi.
-Çok
güzel ya. Şimdi bunların hiç biri yok.
-Babanıza
defalarca söyledim: bu çocuklara dini bilgilerini ibadetlerini öğret, diye. Ama
hiç aldırış etmedi.
Okan
bu sözlerden haz etmedi. Konuyu değiştirdi:
-Hadi
babaanne! Bir tane daha anlat.
-Peki
tamam, yine anne hakkıyla ilgili kısa bir hikaye anlatayım:
“Hasan-ı
Basrî Hazretleri bir gün Kâbe’yi tavaf ederken, bir kimse görür ki, sırtında
bir küfe olduğu halde tavaf ediyor. O’na yaklaşıp soruyor:
-Ey
adam, niçin Kabe’ye hürmet etmezsin? Arkandaki zembili bir yere bıraksan da,
tâzimen öylece tavaf etsen olmaz mı? Der.
O
kimse de:
-Ya
Şeyh! İçinde anam vardır. O’na da tavaf ettiriyorum. Bununla yedi defadır, Şam’dan
buraya kadar böylece gelip hac ettirdim. Acaba annemin hakkını ödeyebildim mi?
der.
Hasan-ı
Basrî Hazretleri de:
-Ey
adam! Analık hakkını değil, bir kere karnında bir tarafa döndürdüğü hakkını
bile ifa edemezsin. Zira analık hakkı çok büyüktür, diye cevap verir.
Bu
hikâyeden sonra odada bir sessizlik hâkim oldu. İkisinden de çıt çıkmadı. Babaannesi
daldı gitti uzaklara. Neyi düşündüğünü de açıklamadı. Belki evde yaşadığı sıkıntıyı,
belki de rahmetli babasını…
-Bak
oğlum Okan! Evlat yetiştirmek çok önemlidir. Yetiştirdiğin evlat senin onca emeğine
rağmen seni evden kovuyorsa; ne diyebilirim
ki? Bu insanın çok zoruna gider çok. Hayatta yaşamanın bir anlamı kalmaz. Demek
ki verememişim, öğretememişim. Suçun büyük bir kısmı bende. Ah rahmetli deden
olsaydı. Bunlar belki olmazdı. O günkü kaza var ya, o kaza benim her şeyimi
alıp götürdü. Duymuşsundur defalarca.
-Anlat
babaanne anlat!
-O
gün babanın büyüğü olan halanla deden kazada öldüler. İşte o günden sonra bir
baban bir de ben... Ne sıkıntılar çektim bir
bilsen… Okutacağım diye didindim durdum. Dedenin de isteği bu yöndeydi. Onun
için Kur’an Kursuna verdim babanı…
Okan
bastı kahkahayı:
-Babam Kur’an Kursunda mı
Okudu?
-Evet.
Kaç yıl olduğunu unuttum.
-Hiç
alakası yok gibi dinle falan.
-Doğru
söylüyorsun. Sonradan oldu oğlum, sonradan. Her şeyi para olarak görmeye
başladıktan sonra böyle oldu. Esas zoruma giden de bu ya! Öğretmek için
uğraşmasam neyse?
Annesinin
yaptıklarına çok üzülmüş olacak ki Burcu da odaya girdi. Babaannesinin yan tarafına
da o oturdu.
-Kızım,
dedi gülen gözleriyle.
Bu
kadar sinirlendiği, sıkıntı yaşadığı bir zamanda gözlerinin içinin torunlarına
karşı gülmesini nasıl beceriyordu?
-Evet
babaannem. Nasılsın?
Naciye
Hanım’dan cevap gelmedi. Sadece torununun yüzüne bakmaya devam etti.
-Çok
güzelsin! Dedi sesi titreyerek.
-Aman
babaanne! Nerem güzel! Uzun bir burun…
-Öyle
deme kızım, gerçekten çok güzelsin. Boyun bosun yerinde. İncecik yay gibi kaşların
var. Tombul elma kırmızısı yanakların, yuvarlak minyon yüzün… Daha ne istersin?
Bir de şu kıyafetlerin derli toplu olsa.
-Ne
var ki kıyafetlerimde? Şimdi böyle babaanne. Sen hiç dışarıyı görmüyor musun?
-Kızım
dışarıyı bırak. Dinimiz ne diyor ona bak sen.
-Ama
babaanne! Bu dönemde dinin dediği mi olur?
-Sus
kızım sus, dinden çıkarsın vallahi.
-İşte
bu konuşmaların sebebiyle Annem de çok kızıyor sana!
Gelininin
ismi geçince yine sustu. Onunla ilgili konuşmak istemedi. Gerçekten kendini çok
aşağılıyor, üzüyordu davranış ve konuşmalarıyla.
-Komşularımızın
kızı da bu zamanda yaşamıyor mu?
-Geçen
ay gelenlerin kızı mı?
-Evet.
Esra.
-Ay
onun adı Esra mı?
-Daha
öğrenmedin mi?
-Tipim
değil.
-Çok
iyi bir kız: ahlaklı terbiyeli ve çok hanım…
-O
mu?
-Evet.
Keşke sen de onun gibi olabilseydin.
-Babaanne
ya! Beni benzetmeye çalıştığın kıza bak.
-Ne
var kızda? Okuyor. Başını örtüyor. Sürekli kitap okuyor, biliyor musun?
-Öyle
mi? Hiç göstermiyor.
-Sen
kaç kitap okudun? Evde bile doğru dürüst iş yapmıyorsun. İşin gücün gezip tozmak…
Okan
belki de biraz muziplik olsun diye söze karıştı:
-Doğru
söylüyor kızım babaannem. Hadi cevap ver.
-Sen
karışma abi! Sen kendine bak!
-Ne
var bende?
-Sen
iyi bilirsin?
-Anlatayım
mı?
-Anlat
bakalım ne var?
-İçki?
Okan
hışımla baktı kardeşi Burcu’nun yüzüne. Babaannesinin en azından bugün üzülmesini
istemiyordu.
Fırsatı
bulmuşken, diye aklından geçiren Burcu, konuşmasına kısa cümlelerle devam etti:
-Kız?
-Ne
var kızım? Ne olmuş yani? Arkadaşım olmasın mı?
-Hayır,
öyle demedim. Deren, demek istedim.
-Ne
var Deren’de?
-Bütün
erkeklere gülüp hepsini birbirine düşürüyor?
-Geç
kızım bunları sen.
-Kavganın
sebebi neydi? Kimin için kiminle kavga ettiniz de karakola düştünüz?
-Sen
anlamazsın böyle şeylerden. Sen esas meseleye gel.
-Neymiş
esas mesele?
-Biraz
önce babaannem söyledi ya!
-Neyi?
-Adı
neydi ya! Esra mıydı? Tamam, Esra gibi iş yapıyor musun, kitap okuyor musun?
Aslında
bunu kardeşi Burcu’yu kızdırmak için, alaycı bir tavırla söylüyordu.
Burcu
burnundan soluyordu. Gözleri kinlenmiş bir boğa gibiydi. Nerdeyse kalkıp
gırtlağını sıkmak istedi abisinin:
-O
kadar çok beğendiysen Esra ile evlenirsin, inşallah!
Babaanne
söze karıştı sanki ilgisizmiş gibi:
-Amin,
inşallah. Onun gibi kız mı bulacak?
İşin
rengi birden değişti. Hiç akılda olmayan şeyler söyleniyordu.
Babaannesinin
içten “âmin” demesi gözden kaçmamıştı.
Okan,
babaannesine döndü:
-Babaanne
sen ne diyorsun? Öyle biriyle ben? İmkânsız. Allah korusun.
Naciye
Hanım cevap vermedi.
Ortam
nerden nereye gelmişti. Böyle anları çok rahat bulamıyorlardı.
Yemekten sonra
biri televizyonun karşısında, diğeri bir başka odadaki televizyonun karşısında…
Ya da bilgisayarın masasında.
Şinasi
Bey, o günkü hesaplarının peşinde…
Evin
gelini Nebahat Hanımın derdi ise çok daha başka! O komşudan şu üstünlükleri
var, ötekiler ne kadar da banaller. Kendinden üstün kimse yok. Para onda, şan-şöhret
onda. Güzellik onda…
Torunlarının,
babaannelerinin odasına gelmeleri, biraz önce yaşanmış olan olaylar
sebebiyleydi. Kendilerince babaannelerinin gönüllerini almaktı. Onun için
buradaydılar.
Babaannelerinin
anlattıklarını itirazsız dinlemelerinin sebebi de buydu. Yoksa şimdiye kadar bu
konuşmalara kaç kez itiraz edeceklerdi kim bilir? Hem de bazen kırmak pahasına
olsa bile.
Bu
günkü konuşmalara aslında alışıktı evdekiler. Ama ilk defa bu kadar sert, bu kadar
yıpratıcıydı.
Gelin
Nebahat Hanım eşi Şinasi Bey ile balkona çıkmışlar karşılıklı sigara
içiyorlardı.
Biraz
önce yaşananlar Şinasi Beyin gözünün önünden gitmedi bir süre daha. Yanlış
davrandığını düşünüyor bir an sonra daha güçlü bir hisle hanımının dediklerinin
doğruluğuna kani oluyordu.
Zaten
sürekli bu kararsızlık gelgitlerinde kulaç atıyor, sonunda en isabetli kararı
vermede başarısız oluyordu.
Bir
ara bu konuyu açmayı düşünüyor ama eşinin sert tepkisinden çekinerek susmayı
tercih ediyordu.
Yıldızlar
şehrin ışıklarına rağmen ne kadar da parlaktı? Işıl ışıl yanıp sönüyor gibi
miydi, yoksa Şinasi Bey’e mi öyle geliyordu.
Yok,
yok onun çocukluk yıllarında yıldızlar daha parlaktı. Sırt üstü yatıp mahalle arkadaşlarıyla
yıldızları seyredip paylaştıkları günleri hatırladı.
Akşamın
loş ışıkları altında fark edilemeyen yüzü gülümsedi. İçinden “ne güzel günlerdi”,
dedi.
Yine
bir yıldız kaydı. Kayarken arkasında bıraktığı kalın bir çizgi gibi aydınlığa bakakaldı.
Yıldızların uzay boşluğundaki asılı kalmalarını düşünmek gerekmez miydi? Dünya
nimetlerine nasıl ulaşılacağını düşünmek şimdilik kendisi için daha cazipti. Ne
de olsa diğerinin kısa vadede bir getirisi olmayacaktı.
Caddenin,
sokak lambalarının dağınık ışıkları altında aldığı şekil sabahkinden ne kadar
da farklılaştırıyordu. İnsanların bu anın tadını çıkarma adına, çoluk çocuk
cadde boyunca, bir aşağıya bir yukarıya yürüyüşleri devam ediyordu.
g
KAPI
KOMŞULAR
Altıncı
katın diğer sakinlerinden kapı komşuları her zaman olduğu gibi yemeklerini
yemişler, evin kızları mutfaktaki işleri yapıyorlardı. Esra kendinden küçük
kardeşi Elif ile şakalaşıyor, onu kızdırmaya çalışıyordu. Elif’in kızması çok
hoşuna gidiyordu.
Elif
henüz yedinci sınıfa gidiyordu. Okuluna alışmada sıkıntı yaşadığı gözden
kaçmıyordu. Esra zeki bir kızdı. Okuluna yeni başlamasına rağmen uyum problemi
yaşamamış derslerdeki başarısı ile de öğretmenlerinin dikkatini çekmeyi
başarmıştı. Esra kardeşi Elif’e seslendi:
-Hadi
çabuk durula şunları.
-Acelen
ne abla?
-Kızım
bilmiyor zannetme!
-Neyi?
-Bu
gün okuma sırası sende.
-Güzel okuyamayacağından
korkuyorsun. Kekelemeden çekiniyorsun…
-Değil
abla! Ben senden daha güzel okuyacağım. Bunu unutma!
-Hadi
bakalım, inşallah.
Bu arada
mutfaktaki işler bitmiş, ellerini kuruluyorlardı ki, anneleri kapıdan mutfağa
seslendi:
-Kafadarlar! Halâ bitmedi mi?
Hemen
bütün şirinliğiyle cevap yetiştirdi Elif:
-Bitti
anne! Geliyoruz.
-Çaydanlığı
ocağa koyup geliyorum sen başla!
Elif
salona geçtiğinde babası Azmi Bey elindeki kitabı okuyordu. Karşıdaki minderde
oturan evin oğlu ve en büyüğü Burhan Elif’i görünce:
-Hadi
kız! Sen de kendini naza çekiyorsun. Bu gün kitap okuma sırası sende ya! Artık
katlanacağız, dedi şakalaşmak için.
Elif
abisinin kendine takılmasını karşılıksız bırakmadı:
-Tabi
bekleyeceksiniz. İlim öğreneceğiz ilim, dedi.
Baba
Azmi Bey:
-Bak
hele! Bizim ufaklıkta ne laflar var böyle.
Elindeki
kitabı tam lambanın altındaki bir yere koyduğu sehpanın üzerine bıraktı. Okunacak
yerdeki işaretli yeri açtı. Dönüp mutfağa seslendi:
-Hadi
abla!
Ablası
Esra kapıdan girdiği gibi annesinin yanına oturdu.
-Hadi
bakalım oku! Dedi.
Elif,
önündeki açık yeri okumaya başladı:
Uzuna
yakın orta boylu, endamı biçimi gayet uygun, alnı açık, büyücek başlı, hilal
kaşlı, değirmi yüzlü, güzel iri karagözlü, uzun kirpikli, çekme burunlu,
kaşları birbirine yakın fakat arası açık, omuzlarının arası ve göğsü geniş,
gümüş gibi saf boynu uzun ve düzgün, omuzları, kolları ve bacakları iri ve
kalın, bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmakları kalınca, karnı göğsü ile bir hizada, ne şişman ne pek zayıf,
sıkı etli, ipek tenli, iri kemikli, iri gövdeli, güçlü kuvvetli, tabanları ve
avuçları çukur, iki küreğinin arasında peygamberlik mührü, her hareketi
mutedil, yürüyüşü dosdoğru ve sallanmadan, ne pek hızlı ne pek yavaş, güler
yüzlü tatlı sözlü yumuşak, alçak gönüllü ve vakarlıydı.
Bütün
yaratılmışların en şereflisi ve şanı en yüce olanıdır. Güzel ahlâkı tamamlamak
üzere gönderilmiştir. Her güzel işte örnek o’dur, ölçü O’dur. Merhamet ve
şefkati, cömertlik ve keremi, akıl ve zekâsı, güzellik ve yaratılışı, iyilik ve
ihsanı, doğruluk ve adaleti, sabır ve kanaati, temizlik ve iffeti, yiğitlik ve
kuvveti, hâsılı her üstünlük ve fazileti başkaları ile ölçülmesi mümkün
olmayacak derecede yüksektir.
Küçükleri
sevip okşamak, hastaları arayıp sormak, hareketlerinde ölçülü olmak, herkese
tatlı söz ve güler yüz göstermek, fakirlere ve düşkünlere yardımcı olmak, işi
her zaman ehline vermek, aşırılığa ve gösterişe yüz vermemek, herkesin hakkını
gözetmek gibi akla gelen her olgun ahlâk, O’nun sünnetidir.
Koca
Arap yarımadası emri altında iken bir kuru ekmek parçasıyla karnını doyuracak, hatta
açlığını gidermek için karnına taş bağlayacak derecede sabır, kendisini öldürmek
için saldıran ve yaralayanlara doğru yola gelmeleri için dua edecek kadar merhamet
sahibiydi. Huzurunda titreyen bir ziyaretçiye: “Korkma arkadaş! Ben, Kureyş’ten
kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum!” buyuruyordu. Her güzel ahlâk, O’nda ayrı
bir güzellik kazanmıştı…
Okuma
tamamlandığında odadakilerin yüzlerindeki mutluluk belli oluyordu. Baba Azmi
Bey:
-Aferin
kızım! Çok güzel okudun. Kimin kızısın sen, diyerek kucakladı. Sonra da:
-Hadi
Esra, çaylarımız gelsin, diyerek Elif ile şakalaşmaya devam etti.
Azmi
Beyin evinde farklı konularda kitaplar okunurdu. Bu alışkanlık haline getirilmişti.
Çok büyük bir aksilik olmazsa devam ettirilirdi. Dini hikâyeler ve peygamberimizin
hayatı hep Elif tarafından okunurdu. Bunları okumak Elif’i hem yormaz hem de
çok hoşuna giderdi.
Elif’in
başını okşayarak:
-Sen
geçen gün istediğin başörtüyü hak ettin. Bu ay para kalırsa, sana onu alacağım.
-Yaşa
babaaaa! Sen bir tanesin.
Annesinin
kendine baktığını fark edince:
-Anneciğim
sen de bir tanesin, diyerek babasının kucağından annesinin kucağına atladı.
Anne
Gülseren Hanım, oğluna döndü:
-Burhan!
Dersler nasıl? Okula alıştın mı?
-Okulda
problem yok. Apartmanda kafama göre kimseyi bulamadım. Çoğunun burnu bir karış
havada. Beni kabullenemediler
sanırım.
-Oğlum
öyle konuşma. Seni tanımıyorlar ki.
-Yok
anne öyle değil. Bunlar burjuva. Bizim gibi varlıklı olmayanları aralarına almazlar.
Almaları için züppelik yapmak gerekiyor. Sınırsız harcamaların olması gerekiyor…
O da biz de yok…
Yüz
ifadesi değişen babası hemen müdahale etti.
-O
ne biçim konuşma Burhan!
-Doğru
değil mi baba?
-Şükürler
olsun, sağlığımız yerinde yiyecek kadar da paramız, ekmeğimiz oluyor. Daha ne
istiyorsun? Amcan da burada kirasız oturmamızı istedi. Aldığımız şimdilik yetiyor.
Aç değiliz açıkta değiliz oğlum.
-Ama
baba, bu çocukların okuldaki durumlarını görsen, bana hak verirsin.
-Tamam
da elimizdeki bu! İşte bunları düşünüp, çok çalışarak üniversiteler okuyacaksınız.
İstediğinizi kazanacaksınız inşallah. Bütün gayretimiz sizin okumanız, kendinizi
yetiştirmiş olarak iş sahibi olmanız…
Elif
yine şirinliğini gösterdi:
-Baba
sen hiç düşünme. Üniversiteyi de okuyacağım başkasını da. Size de bakacağım…
Azmi
Bey, Burhan’ı yatıştırmak için konuşmasını sürdürdü:
-Komşunun
oğluyla konuştun mu?
-Okan’la
mı?
-Evet.
Komşuluk önemlidir. Diyalogunun olmasında fayda var.
-Baba
o çocuğun derdi başka. Benimle falan ilgilenmez o.
-Neden
oğlum?
-Babasıyla
sen konuştun mu?
-Birkaç
kez konuşmaya çalıştığım halde o bana yaklaşmadı.
-Gördün
mü? Oğlu da aynı. Aslında bizim buraya taşınmamızdan rahatsızlar.
-Bunu
nerden çıkartıyorsun?
-Babacığım!
Allah aşkına gerçekleri gör. Adamlar kendilerini dev aynasında görüyorlar.
Bunların dini imanı para…
-Hepimiz
komşularımıza saygıda kusur etmeyeceğiz. Komşuluk çok önemlidir. Komşu komşunun
külüne muhtaçtır.
-Doğru
söylüyorsun. Şuraya geleli birkaç ay oldu. Komşumuz dediğin insanlardan hangisi
geldi ziyaretimize.
Hiç
kimseden çıt çıkmadı. Sustular ve hepsi Burhan’a baktı kaldı.
Burhan
devam etti konuşmasına:
-Biliyorum
baba! Komşuluk hakkını. Çok anlattın. Olması gereken;
senin bize küçükten beri öğrettiklerin, ama burada uyulmuyor bunlara.
Peygamber
Efendimiz: “Cebrail komşuyu bana o denli tavsiye etti ki, komşuyu komşuya
mirasçı ilân edeceğini sandım”, buyuruyor. Bundan şüphe etmiyoruz. Ama şimdi buradaki
komşuluk ilişkilerinde bu husus geçerliliğini kaybetmiş durumda.
Mutfaktan
dönen Esra, kanepenin üzerine oturdu ve bir bilge edasıyla, tane tane konuşmaya
başladı:
-İslâm dini,
hem dünya hem de âhiret mutluluğunu sağlamak için gönderilmiştir. İnsanların
birbirlerini sevmeleri ve dayanışma içerisinde olmaları, dünya mutluluğunun
başta gelen şartlarındandır. Kişinin Allah’ı anıp (zikir) kendi içinde
yalnızlığını gidermesi, kendisiyle olan dayanışması, sonra İslam’ın belirlediği
görev ve haklarla aile içerisinde dayanışma, sonra yakın ve uzak komşularla
dayanışma, sonra mahalle, köy ve bölge halkıyla dayanışma ve bütün bir İslâm ümmeti
olarak dayanışma... İşte bunlar sosyal huzuru, sosyal adaleti, hatta sosyal
güvenliği sağlayan en önemli etkenlerdir. Komşularla dayanışma, yani komşu
hakkını gözetme de bu dayanışma birimlerinin başta gelenlerindendir.
Azmi Bey
kızının böyle güzel cümleler kurmasından o kadar memnun oldu ki, devam etmesi
için gözlerinin içine baktı:
-Kızım
bunları kim söyledi? Ne güzel şeyler bunlar…
-Dahası
var babacığım! Bunu dün derste öğretmenimiz anlattı. Hadislerde ifadesini bulan
komşuluk hakları varmış. Ha! Defterime yazmıştım. Onları size okuyayım:
“Borç
istediğinde verirsin, yardım istediğinde yardım edersin, muhtaç ise verirsin,
hasta ise ziyaret edersin, ölürse cenazesine gidersin, bir nimete kavuşursa
sevinirsin ve onu kutlarsın, bir musibete uğrarsa üzülürsün ve ona taziyet edersin,
tencerenin kokusuyla onu rahatsız etmezsin, ona pişirdiğinden verirsin, (çorba
pişirdiğinde suyunu bol koyup ve komşunu da gözetirsin, binanın üzerine çıkmazsın,
onun izni olmadan ferahlatıcı rüzgârını kesmezsin,) meyve aldığında ona da
hediye edersin, hiç olmazsa evine getirirsin; çocuğun onun çocuğunun gıpta edeceği
bir şeyle çıkmaz. Ne dediğimi anlıyor musunuz? Komşunun hakkını ancak Allah’ın
çok az şanslı kulu gözetebilir.
Bir
defasında Efendimiz Hz. Aişe annemize hitaben:
“Kurban etini dağıtmaya önce komşumuz Yahudi’den
başla” buyurmuşlardır.
Babası
bu sön sözle çocuklara ne diyeceğini bulmuştu:
-Ha bak işte! Onlar ne yaparsa yapsın biz
inandığımız gibi davranmaya devam edeceğiz.
Esra
cevaplamada gecikmedi:
-Biz
zaten öyle davranıyoruz babacığım. Azmi Bey, çocuklarının bilgili olmalarından
dolayı kendi kendine sevindi. Onların İslam ile ilgileri, bilgileri mutluluğuna
mutluluk katıyordu:
-Bakın
ben de şunu anlatayım da tam olsun, dedi:
Ebû
Hüreyre anlatıyor: Peygamber buyurdu ki:
-Vallahi îman etmiş sayılmaz,
billahi îman etmiş sayılmaz, vallahi îman etmiş sayılmaz!
-Kim, ey Allah’ın Resulü! Diye
soruldu.
Hz Peygamber:
-Şerrinden komşusunun emin olmadığı
kimse,
buyurdu.
Dolayısıyla
hiçbir komşumuza zarar vermeyeceğiz. Komşularımız bize güvenecekler. Yoksa
imanımız tehlikeye girer. Ben zaten sizin komşulara karşı olan saygınızı ve
davranışınızı biliyorum. Bir kez daha bu konuyu konuşmuş olduk işte.
Esra
ile Elif göz göze geldiler. Kızlar arasında her zaman olan bir bakışmaydı bu. Anlamlıydı
kendilerince. Çay dağıtma işinin paylaşımıyla ilgiliydi.
Esra’nın
bakışı “sen kocaman kız oldun, çayları sen dağıt”, anlamındaydı.
Elif
içinse “ben küçüğüm sen çayları dağıt” anlamı taşıyordu.
Baba
Azmi Bey konuyu anladığı için hemen söze daldı:
-Benim
çayımı Elif getirsin, dedi gülümseyerek.
Elif
hiç cevap vermeden Esra tarafından hazırlanmış olan tepsiyi eline aldı ve herkesin
çayını verdi. Şakalaşmalar ve sevgi dolu konuşmalar sürdü gitti.
Sözün
bir arasında Gülseren Hanım Naciye Hanım’dan bahsetti Azmi Bey’e. Azmi Bey
sessizce dinledi hanımını:
-Çok iyi bir
kadın: güzel huylu terbiyeli çokta bilgili. Osmanlı kadını denir ya! İşte öyle.
Her geldiğinde memnun oluyorum. Bilmediklerimi öğreniyorum. Çocuklara da faydalı
oluyor. Hele Elif onu çok seviyor. “Sen benim babaannemsin, benim babaannem
yok”, diyor.
-Allah
razı olsun ondan. Aman iyi davranın, hizmette kusur etmeyin. Eve gelip gitmesinden
rahatsızlık duymayın. Gelip dedikodu yapmadıktan sonra size de arkadaş olur.
-Ne
dedikodusu? Evden rahatsız olduğu halde hiç bahsetmemeye çalışır. Aleyhlerinde
hiç konuşmaz.
-Rahatsız
olduğunu nerden çıkartıyorsun?
-Onu
ben anlarım. Oradan bazen geldiğinde farklı âlemlerden gelmiş gibi oluyor. “Siz
de olmasanız; ben ne yaparım, diyor. İyi ki siz geldiniz apartmana”, diyor.
Evde
yatsı namazları da kılındıktan sonra aile uyku için odalarına çekildi.
g
DEPREM
SONRASI SESSİZLİK
Kapı
komşusu olan Şinasi Beylerin evinde deprem sonrasındaki sessizlik Hâla hüküm
sürüyordu. Babaanneleri ile uzun süre oturan Okan’
Okan
her zaman ki zevzekliğiyle:
-Ne
o? Balkon sefası ha! Dedi.
Annesi
yüzünü bile çevirmeden kızgınlığını gösterircesine:
-Ne
oldu yalakalığınız tamamlandı mı? Görevi yerine getirdiniz, rahatladınız mı?
Ortalık
yeniden sessizleşti. Okan ile Burcu birbirine baktı.
Annelerinin
bu konuşmaları onları rahatsız etmişti. Böyle dememesi gerektiğini düşündüler.
O babaanneleriydi. Yaşlıydı ve çok üzülmüştü. Üstelik anneleri tarafından üzülmüştü.
Gönlünü almak bile anneleri tarafından yalakalık olarak nitelendiriliyordu.
Annelerinin
babaannelerine karşı gemileri yakmış olduğu gerçeğini anladılar. Göz işareti
ile anlaşıp salona geçtiler.
Koltuklara
karşılıklı oturdular. Sanki büyük bir problem çözme kararlığıyla konuştu Okan:
-Burcu!
Ne yapacağız şimdi?
-Babaannem
buradan gitmemeli. Ne kadar kızsak da o bizim babaannemiz. Nereye gider, nasıl
gider, gittiği yerde ne yapar?
-Doğru!
Babaannem gerçekten iyi bir kadın. Konuşmaları da hep bizim iyi olmamız için.
Söyledikleri bizim yaşam tarzımıza uymuyor o kadar. Ben çok meselede babaannemin
haklı olduğunu düşünüyorum.
-Aslında
ben de öyle düşünüyorum. Söylediklerinin bir kısmı hoşuma gitmiyor. Hele
kıyafetime karışması yok mu? Neyse boş ver. Her şeye rağmen burada kalmalı.
-Yarın
babamla konuşalım.
-Babamı
bırak. Esas sorun annemle. Onunla konuşmak gerekir.
-Doğru.
Hemen konuşalım.
-Şimdi
olmaz. Hâlâ siniri geçmemiştir.
-O
zaman yarın konuşuruz.
-Oldu.
Ben yatacağım. Bugün çok yorucuydu, aynı zamanda sıkıcı.
-Peki,
iyi geceler abi!
-Sana
da. Sen yatmıyor musun?
-Şu
gazeteye bakıp yatacağım.
Artık
gecenin bir yarısı olmuş, balkondaki Şinasi Bey ve hanımı da yatmıştı. Caddeden
yükselen ışığın ala bula aydınlattığı apartman dairesindeki karanlık
sessizlikle bütünleşmiş ve gece bütün haşmetiyle şehrin üzerine çökmüştü.
Babaanne
Naciye Hanımı bir türlü uyku tutmadı. Bir o yana bir bu yana döndü durdu.
Aklına neler gelmedi ki? Çocukluğunun ilk yıllarına kadar geçmişi…
Çocukken
nasıl da mutluydu. Babası bir dediğini iki etmezdi. Her öğrendiği bilgiye
karşılık babasının ödüllendirmesi mutlu anlarının ve anılarının çoğalmasına
sebep olmuştu.
Hele
annesi… Kızı için gözünden kaşına inanmazdı. Hey koca yalan dünya! Onlar gideli
yıllar olmuştu. Kendi bile oldukça yaşlanmıştı.
Gözleri
yine doldu. Nerdeyse çağlayacak bir pınarın bekleyişi gibi durdu gözlerinde
yaşlar. Neydi bu gelininin alıp veremediği? Kendine layık bir kaynana olarak
görmüyordu herhalde.
Aslında
Naciye Hanım çok iyi davranmaya çalışıyordu. Oğlunun huzuru kaçsın istemiyordu.
Ama
ne yapsa; yaranamıyordu. Gelini bir sebep bulup ortalığı bulandırıyor, gerginleştirip
duruyordu.
Oda
ve gece üzerine geliyordu işte. Sıkıyor, sıktıkça daha çok sıkıyordu. Kendisine
bir kapı açılmasını bekliyor veya bir dehliz bulsa başka yerlere; rahata, huzura
veya kendisini aşağılayıcı bakış ve konuşmaların olmadığı bir yere kaçacaktı.
Uyuyabilmek
için bildiği kısa süreleri okumaya başladı bir bir. Olmuyordu. İçindeki
duyguları yenmeyi başaramıyordu. Bu kadar üzerine gelinmesi bütün dengelerini
alt üst etmişti. Hele gelininin söylediği şu sözler aklından hiç çıkmıyordu:
“Artık tamam. Bıktım senden
ya! Defol nereye gideceksen git. Bizi rahat bırak…”
Beyni uğuldarcasına kulaklarında
fasılasız tekrar ediyordu bu cümleler.
Oğlunun tavrı da zoruna
gitmişti. Bunca emekle besle büyüt, okut adam et… Sonunda kendini azarlasın, karısı
karşısında hiçbir şey demeden; sussun!
“Sen böyle olmamalıydın oğlum
Şinasi!”, dedi birkaç kez sessizce. Gözyaşları aktı sonrasında. Akan bir annenin
gözyaşlarıydı. Karşılıksız kalması imkânsızdı. Bu yaşların sonucu nasıl
olacaktı Allah bilir?
Uzandığı yerden doğruldu. Bir
müddet öylece kaldı. Sonra lambayı yakmak geldi içinden. Karanlık onu sıkmıştı.
Belki de duygularının cirit atmasına katkıda bulunmuştu. Sonra gelininin yeni
yattığı aklına geldi. Gecenin bu yarısında kavga etmeye, azar dinlemeye niyeti yoktu.
Ayaklarının ucuna basarak sessizce yürüdü. Elini anahtara bastı. Yanan florasan
lambanın ışığında bir müddet yatağının ucuna ilişiverdi ve oturdu.
Birden kalktı. Odanın
kapısını açtı ve koridora çıktı. Yine bir hırsız edasıyla sessizce parmaklarının
ucuyla yürüyerek lavaboya gitti. Abdest alıp odasına girdi. Yastığını başucundaki
seccadeyi serdi kıbleye karşı. Sonra iki rekât namaz kıldı. Ellerini semaya
açtı ve yakardı gecenin bu sessizliğinde:
-Allah’ım! Sen rahmeti bol
olansın; beni bağışla. Benim hakkımda ne hayırlısı ise; onu nasip et. Bana
sabır ver. Doğrudan ve doğruluktan ayırma! Âmin…
g
PORTAKAL
KIZIM
Babasının hatırası olan
Kuran-Kerim’i olduğu yerden aldı. Çok özen gösterirdi. Çünkü her şeyiyle
geçmişini hatırlatan hatıralarla doluydu. Dışındaki çantasını rahmetli annesi
kendi elleriyle işlemişti:
-Benim kızım Kuran-ı Kerim
okuyacak, bana dua edecek, derdi. Hele ilk defa “al bu senin”, diye kendisine
verildiği günü hiç unutamazdı. Sevinçle boynuna takmış saatlerce hiç çıkarmamıştı.
Annesini üzerindeki işlemiş olduğu motifler hâlâ canlılığını koruyordu.
İlk sayfası ile kapağın
arasındaki babasının yazıp kendisine vermiş olduğu el yazması kâğıdı da hep
gözü gibi baktı. Babası ona yazmıştı bu kâğıdı. Onun Kuran okumaya olan
hevesini artırmak için yazılmıştı. O gündür bu gündür Kuran’ıyla birlikte
yanından hiç ayırmamıştı.
İşte yine ellerindeydi. İlk
günkü gibi heyecanlandı. Titreyen elleriyle tuttuğu
yazıya baktı uzunca bir süre. Sanki hayatını sona ereceği bir günmüş de onu
biliyor ona göre davranıyormuş gibi geldi kendine. Düşüncesinde yine geçmişe
gitti. Babası ve annesine…
-Allah’ım rahmet et ikisine
de! Dedi.
Sonra kâğıttaki yazıyı bilmem
kaçıncı kez okudu, heyecanla:
“Ebû Musa (r.a) anlatıyor:
“Allah’ın Resulü (s.a.s.)
buyurdular ki: “Kur'ân okuyan ve onunla amel eden müminin misali Ütrücce
(portakal cinsinden kokusu güzel tadı hoş bir meyve) gibidir. Kokusu güzel tadı
hoştur. Kur'ân okumayan müminin misali hurma gibidir. Tadı hoştur fakat kokusu
yoktur. Kuran’ı okuyan fâcirin (günahkâr) misali reyhan otu gibidir. Kokusu
güzeldir, tadı acıdır. Kur'ân okumayan fâcirin misali Ebû Cehil karpuzu gibidir,
tadı acıdır, kokusu da yoktur.” (Buhârî)
Hz. Osman anlatıyor:
“Resûlullah buyurdular ki: “Sizin
en hayırlınız Kuran-ı Kerim’i öğrenen ve öğretendir.” (Tirmizî)
Babasının
kendisi üzerindeki emeklerini düşündü. Yine gözyaşları kaydı yüzünden. Elindeki
kâğıdı götürdü alnına koydu sonra da öptü. Tekrar yerine koydu intizamla. Önündeki
Kuran-ı Kerim’i okumaya başladı. Yasîn. Ve’l-Kur’ani’l-Hakîm…
Okudu,
okudu, okudu…
Akşamdan
beri süregelen iç sıkıntısını unuttu. Gecenin bu yarısında içten ve riyasız.
Hiçbir canlının görmediği bu anda, Allah’ın huzurunda olduğunu düşünerek
saatlerce okudu.
Gecenin
sonuna yakın bir zamanda ellerini tekrar semaya açtı, baba ve annesi için dua
etti. Okuduklarının sevabını tam bir inanmışlık ile onların ruhuna bağışladı.
Ellerini yüzüne sürerken babasının kendine “Portakal kızım” dediği aklına
geldi. Daha sonra bunu neden söylediğini “Kur'ân
okuyan ve onunla amel eden müminin misali Ütrücce (portakal cinsinden kokusu
güzel tadı hoş bir meyve) gibidir, hadisini
okuyarak açıklamıştı da çok hoşuna gitmişti. İşte o zaman yazmıştı bu hadisi.
Babasına:
-Bana her “portakal
kızım” dediğinde, portakal getireceksin, tamam mı? Demişti.
Babasının
cevabı da kendisisine özgü olmuştu:
-“Nasip,
inşallah…”
Büyük
bir dikkat ve özenle çıkarmış olduğu kabına yerleştirdi baba yadigârı Kuran-ı
Kerim’i. Yerine koydu olabildiği titizlikle.
Sonra
da içinde bulunduğu ruh dinginliği ile namaza kadar birazcık uyumak, düşüncesiyle
başını yastığa koyuverdi. Bulunduğu evdeki yaşadığı sıkıntılara, oğlunun
ilgisiz ve duyarsız davranışlarına rağmen huzur içinde uyudu.
Uykusu
içinde mutluluktan uçtuğunu, tüm dünya güzelliklerini içinde yüzdüğünü gördü.
Aradığı veya düşlediği güzelliklerdi bunlar. Oradan dışarı çıkmak ve ayılmak istemedi.
Neler yoktu ki? Sevdiği insanlardan, yemyeşil rengârenk çiçeklere…
g
KAHVALTI
VE NACİYE HANIM
Sabah kahvaltı vaktiydi.
Şinasi Bey işine gidecekti. İşe gitmede önce mutlaka kahvaltısını yapardı. Az
da olsa bir şeyler yemeden gitmezdi. Alışkanlık haline gelmişti evde. Çocukların
okulu da aynı saatte olunca ailenin tamamı kahvaltı sofrasında buluşurdu. Tabi
ki, Naciye Hanım da erken kalktığı için herkesten önce salonda oturur, ağzı
kıpır kıpır dua dolu sözlerle, durmadan elindeki tespih tanelerini hatmederdi.
Bu gün bir tuhaflık vardı. Naciye
Hanım her zaman olduğu yerde değildi. Yoktu işte.
Bu ilk defa Nebahat Hanımın
dikkatini çekti. Ama aldırış etmedi. İçinden “herhalde akşamdan bana kızgın olduğu
için gelmedi”, diye geçirdi. Mutfaktaki hazırlıkları sürdürürken Burcu geldi.
Annesi Burcu’ya sordu:
-Babaannen bugün yok, ne
oldu?
Burcunun yüzü değişti.
Kaşları çatıldı, gözlerinde endişe hâkim oldu. Telaşla sordu:
-Bir şey olmasın?
-Yok ona bir şey olmaz. O
dokuz canlıdır. Ölmez o.
-Anne ama vurdumduymazsın be!
Diyerek telaşla salona geçti. Oradan abisine seslendi:
-Abi! Kalk çabuk.
Babaannesinin odasına daldı
telaşla. Babaannesinin yüzü duvardan tarafa dönük olduğu için göremedi.
Endişeyle yatağına yanaştı. İçinden ölmüş olabileceği duygusu elektrik hızıyla
geçti. Başucuna vardığında birkaç kez seslendi:
-Babaanne! Babaanne!
Hiç ses gelmedi. Korktu. Hiç
ölü yüzü görmediğini düşündü. Koşarak salona geri çıktı. Abisine bağırdı:
-Abi! Abi!
Okan gözlerini ovalayarak
odasından çıktı:
-Ekşimiş suratını eliyle
ovuşturarak:
-Ne bağırıyorsun be? Ne var?
-Babaannem, dedi çatallaşan
sesiyle.
Okan kardeşinin sesindeki
telaş ve korkunun farkına vardığında, kardeşinin taşıdığı duygularla yanına
kadar koştu:
-Ne oldu bir şey mi var? Babaanneme
bir şey mi oldu yoksa?
-Kalkmamış.
-Kaldırsaydın, uyuyordur
herhalde.
-Gittim kalkmadı.
-Yoksa öldü mü?
-Bilmiyorum.
Bu arada gelin Nebahat Hanım
da olanları anlamak için mutfaktan salona çıkmıştı. Birlikte Naciye hanımın
odasına girdiler. Naciye Hanım yatağındaydı. Burcunun biraz önce gördüğü
şekilde uzanmış yatıyordu.
Okan bütün hızıyla yorganı
üzerinden çekip attı. Babaannesinde herhangi bir hareket göremedi. Nebahat
Hanım olanlara birkaç metre geriden bakmakla yetindi.
Burcu’daki
korku dolu bakışlar dehşetini artırdı. Belki de hayatında ilk defa bir ölü görecekti
istemeden.
Çünkü ölüm onun için çok uzaklardaydı.
Belki de hiç gelmeyecekti. Oldum olası ölümle ilgili konulardan hiç haz etmezdi.
Okan aslında ne yapması
gerektiğini bilmeden, hiç düşünmeden:
-Babaanne! Babaanne! Diyerek
seslendi, yaşamak istemediği yüksek adrenalinli bir heyecanla. Cevap gelmeyince
omuzlarından tutup salladı birkaç kez.
Bir kaç metre ilerde olanları
izleyen Nebahat Hanımın beklentileri başka yöndeydi. İçinden geçen “işte senden
kurtuldum” sesleri, yüzünde belli belirsiz mutluluk dalgasına dönüştü.
Okan’ın ısrarlı sallamaları
sonucunda irkilip kendine gelen Naciye Hanım gözlerini açtı. Başucundaki torunlarını
görünce şaşırdı. Az ilerdeki gelinine kaydı gözleri.
Anlamsız gözleri Okan’ın
üzerinde odaklandığında göz göze geldiler. Böyle pek olmamıştı şu ana kadar.
Naciye Hanım neler olduğunu anlamak
istercesine sordu:
-Ne oldu oğlum?
-Babaanne sen kalkmayınca
korktuk. Seni uyandırmak için bağırıp çağırdık.
-Uyuyakalmışım oğlum. Gece
geç saate kadar uyuyamadım. Namazdan sonra uyunca kalkamadım işte. Bir de yaşlılık
var ya!
-Neyse babaanne sağsın ya!
Gerisi önemli değil.
-Ha ölmüşüz ha sağ, ne fark
eder ki oğlum?
-Öyle deme Babaanne!
Bu konuşmalarda kendine bir
gönderme olduğunu düşünen Nebahat Hanım odadan çıktı. Çıkarken de:
-Sofra hazır, diyerek
seslendi.
Burcu annesine yardım için
mutfağa geçtiğinde babasının kalkıp tıraş olduğunu gördü:
-Günaydın baba! Dedi.
Babasının cevabı da aynı
şekilde oldu. Şinasi Bey günlük tıraş olmadan evden çıkmazdı. Tıraş olmak imaj
açısından önemlidir, derdi. Tıraş losyonlarına verdiği parayı hiç acımadığını
defalarca söylerdi. Görüntü, vizyon, imaj onun vazgeçilmez kelimeleriydi.
Nebahat Hanım kendi kendine
söylendi “ben sana söylemedim mi Burcu?”:
-Yok ona bir şey olmaz. O
dokuz canlıdır. Ölmez o.
Kahvaltı sofrasına Şinasi
Bey’in de gelmesiyle aile bir kişi eksikliğiyle tamamdı.
Nihayet, Şinasi Bey annesinin
eksikliğini hissetti.
-Annem nerede? Neden gelmedi
sofraya.
Babaannesinin yanından en son
çıkan Okan cevapladı babasının sorduğu soruyu:
-Babaannem oruç tutuyormuş.
Gelemeyecek, dedi.
Nebahat Hanım laf etmeye
bulduğu imkânın sevinciyle coştu:
-Ne orucuymuş bu şimdi? Düğün
değil bayram değil. Mahsus gelmiyor. Şinasi bak annen neler yapıyor? Sadece
bizimle sofraya oturmamak için oruç tuttuğunu söylüyor.
Burcu annesinin tavrına
kızarak:
-Anne! Sen de iyi biliyorsun
ki; babaannem her Perşembe oruç tutar ve bu gün de Perşembe!
Nebahat Hanım Burcu’nun bu
tavrına kızdı. Gözlerinin kızarıklığını gösterircesine açtı ve Burcu’ya baktı.
-Ama doğru değil mi anne!
-Sus sus. Seninle yarışılmaz
zaten.
Burcu babasına döndü ve biraz
önce yaşadıklarını anlattı:
-Biraz önce çok korktuk baba!
-Neden?
-Babaannem öldü zannettik.
-Ne oldu ki?
-Kalkmayınca korktuk işte.
Okan söze karıştı üzgün bir
şekilde:
-Zaten akşamki konuşmaları da
biraz ilginçti. Sanki öleceğini hissediyormuş gibi konuşuyordu. Sabahleyin de
böyle olunca, aklımıza bin bir türlü soru geldi.
Nebahat Hanım duramadı alaycı
bir tavırla:
-Ben size dedim ona bir şey
olmaz. Numara yapıyor numara. O beni bile öldürür…
Hiç kimseden ses çıkmadı.
Sadece çay kaşıklarının şıkırtıları yankılandı kulaklarda.
Şinasi Bey kendi kendine
düşündü:
-Gerçekten ölürse? Ne
yaparım, ne derim?
Sofradan kalkan evden çıkıp
gitti.
İşte yine Nebahat Hanım ile Naciye
Hanım birlikte aynı havayı teneffüs ediyorlardı.
Gelinine bulaşmamak için, evden
çıkıp yan komşulara gitmeyi düşündü.
Çıkmak için bir şeyler demesi
gerekiyordu. Bunu nasıl diyeceğini düşündü. Şimdi bir şey söyleyecek, olmadık
laflar duyacaktı yine.
Salona girdi titrek
adımlarla. Caddeye bakan koltuğa oturmuş elindeki sigarayı tüttürüyordu Nebahat
Hanım.
Sessizce bir kaç adım attı.
Dilinin ucuyla:
-Ben komşuya gidiyorum, dedi.
Nebahat Hanım hiç istifini
bozmadan, elini kahırlı bir şekilde salladı “git” anlamında. Arkasından da
yarım ağızla:
-Nere gidersen git! Benden
uzak ol da. Onlar da sana benziyor zaten, diye söylenirken Naciye Hanım çoktan
kapıya çıkmıştı.
* * *
Artık bugün de duymayacaktı
azar ve aşağılayıcı sözleri.
Komşularında kendini daha
huzurlu bulurdu. Gülseren Hanım çok iyiydi. Sanki annesiymiş gibi davranıyordu
kendine.
Gülseren Hanımı da kızı gibi görmeye
başlamıştı. Akşama kadar kendine sürekli dua ediyordu. Bu da Gülseren Hanım için
yeterliydi zaten.
Gülseren Hanım, her şeyin dua
ile döndüğüne inanırdı. Dua almak, başına gelecek felaketlerin önüne geçebilir,
ahiret yurdunun güzelleşmesini sağlayabilirdi.
Eşi Azmi Bey sürekli bu yönde
tavsiye ve telkinlerde bulunurdu. Herkese; çocuk, ihtiyaç sahibi yaşlılara
acımak gerektiğini sürekli söylerdi. Azmi Bey de babasından duymuştu bunları.
Sürekli inandığı bu değerler doğrultusunda yaşamaya
çalışır ve ailesinin de aynı şekilde davranmasını isterdi.
Peygamber
Efendimizin, bir kadının ölünceye kadar kedisini hapsederek aç ve susuz
bırakması sebebiyle cehennemi boyladığını haber verdiğini, örnek olarak
anlatırdı. Eğer Allah’ın rahmet ve merhametine talipseniz, siz de yeryüzündekilere
merhamet edin. Peygamber Efendimizin şu hadis-i şerifi çocukları da dâhil
hepsinin zihnine kazınmıştı sanki. “Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Siz
yeryüzündekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin.”
Kapı çalındığında mutfaktaki işlerinin sonuna
gelmişti Gülseren Hanım.
Ellerini havluyla kuruladı. Salona çıktı. Kapının
gözetleme camından kim olduğuna baktı. Naciye Hanım olduğunu görünce hemen
kapıyı açtı. Güler yüzle karşıladı:
-Hoş geldiniz. Naciye Teyze buyurun, dedi.
Naciye Hanım, Gülseren Hanımın güler yüzünü görünce
içten içe sevindi. Nebahat Hanımın yaptıkları karşısında içinden;“Bir güler yüz
yeter” dedi.
-Hoş bulduk kızım!
Birlikte salonda geçip oturdular. Gülseren Hanımın salonu
oğlunun evi gibi değildi. Gösterişten uzak, sade ve tertemizdi. Karşılıklı iki
kanepe. Ortasında çeyizinden kalma bir el dokuması halı. Salonun boş kalan
kısmında ise uzun sünger minderler vardı.
Gülseren Hanım:
-Teyzeciğim nasılsın? Dedi yüksek bir sesle.
Aslında Naciye Hanımın kulakları iyi duyuyordu. Ama yaşlılarla
genelde yüksek sesle konuşmak çok yaygındı.
-İyiyim kızım. Allah razı olsun. Sen nasılsın?
-Ben de iyiyim Teyzeciğim, sağ ol. Evin işlerini
tamamladım. İyi ki geldin.
Yüzü birden değişen Naciye Hanım net olmamakla birlikte
biraz kahır dolu ses tonuyla:
-Gidecek yerim yok kızım sizden başka. Siz de
olmasanız ben ne yapardım bilmiyorum.
Gülseren Hanım, Naciye Hanımın evinde geliniyle problem
olduğunu az çok biliyordu. Bu konuyla ilgili hiçbir şey sormazdı. Sadece Naciye
Hanımın anlattıklarını dinlerdi. Zaten o da pek fazla bu konularda konuşmaz hep
içine atardı. Sabrederdi oğlu için, torunları için. Hayatta onlardan başka
kimsesi yok sayılırdı. Torunları ve oğlu da kendinin düşündüğü gibi olmamış,
inançlarından çok uzak bir hayat yaşıyorlardı. Bütün bunların hepsi üst üste
gelince Naciye Hanım fazla konuşmaz olmuştu. Sadece torunlarına dini konularda
bilgi vermek için fırsat kollayıp konuşmasının dışında. Aslında bu hayattan hiç
memnun değildi. Bu ailenin bu hâle gelmesini de hiç anlayamamıştı.
-Öyle deme Teyze! Ne olacak insanlık öldü mü? Şunun şurasında
komşuyuz. Komşuluk hakkı çok zor. Komşuların dayanışma içinde olması güven
ortamının pekişmesini sağlar.
-Buraların komşuluğu çok farklı kızım çok farklı.
Kimse kimseyle konuşmuyor, selamlaşmıyor.
-Doğru söylüyorsun ama biz elimizden geleni yapmamız
gerekir. Adetlerimizi bile yaşatamıyoruz. İlk geldiğimiz sıralardaydı. Böyle
bir Perşembe günüydü. Geçmişlerimiz için, onların adına evde bulunanlardan perşembelik
dağıtmak yıllardır aralıksız yaptığımız bir şeydi. Buraya gelince devam
ettirmek istedik. Bunu dağıtırken zengin fakir çoluk çocuk ayırmadan herkese
verirdik. Öyle düşünüp ilk önce kapı komşumuzdan başlamak düşüncesiyle sizin
kapıyı çaldım. Elimdeki tabakla sizin kapıya geldim.
Naciye Hanımın hiç bir şeyden haberi olmadığı bakışlarından
anlaşılıyordu. Merakla dinlemeye devam etti:
-Ee, sonra?
Gülseren Hanım o günü yeniden yaşıyormuşçasına anlatmaya
devam etti:
-Zili çaldığımda karşıma gelininiz Nebahat Hanım
çıktı. Anlamsız gözlerle baktı bir müddet. Beni baştan aşağı süzdü birkaç kez.
Sonra da:
-Buyurun ne istemiştiniz? Dedi.
Ben de:
-Bir şey istemiyorum. Ben yeni taşınan komşunuz Gülseren,
dedim.
Alaycı tavrıyla burun kıvırarak:
-Komşumuz mu? Dedi.
Ben konuşmamı sürdürdüm, bir şey olmamışçasına:
-Elimdeki tabağı uzattım. Perşembelik getirmiştim, dedim.
Yüzündeki çizgilerin şekli değişti. Gözlerini iyice
açtı. Yüzünde gururunun yansıması bir alaycı gülümseme oluştu:
-Ne dedin? Perşembelik mi? Dedi.
Tavrından hiçbir şey anlamadım. Yine konuşmamı sürdürdüm:
-Evet, perşembelik, dedim.
-Ne olacak bu? Dedi.
-Yiyeceksiniz, dedim.
Kızdığını anlamamak mümkün değildi. Yüz hatları gerildi.
Gözlerini kıstı. Saçlarını eliyle yüzünden alıp geriye doğru attı.
-Bana bak! Bizim bu senin döküntülerine ihtiyacımız
yok. Anladın mı? Sen bunu git dilencilere ver. Sen kimsin ki, bana bunları veriyorsun?
Ben dilenci miyim? Diyerek kızdı
köpürdü. Bağırdı çağırdı. Beni kovdu, azarladı. Dünya başıma yıkıldı zannettim.
Tüm komşulara rezil olduğumu düşündüm. Çok büyük bir ayıp yaptığımı sandım. Elimdeki
tabakla geri döndüğüm gibi eve kendimi attım. Bir daha kimseye perşembelik vermedim.
Daha doğrusu veremedim, çekindim azarlanmaktan kovulmaktan.
Dinledikleriyle heyecanlanan Naciye Hanım dehşete kapılmışçasına
hiddetlendi:
-Ben bunları hiç duymadım kızım, kusura bakma!
-Estağfurullah Teyzeciğim. Bunda sizin ne
kabahatiniz var.
-Olsun, ben de o evdeyim. İğreti gibi olsam da o evdenim.
Kusura kalmayasın.
Gelininin yaptıklarından utanç duyduğu belliydi. Ne
diyeceğini bilemedi. Kendini anlatacak kelimeler bulmada zorlandı.
Gülseren Hanım
anlattıklarına pişmanlık duydu bir anda. Naciye Hanımın bu kadar etkileneceğini
düşünememişti.
-Teyze bunları boş ver sen. Olur, böyle şeyler.
-Şuraya geleli ne kadar oldu bilmiyorum. İçimden geçtiği
halde bir defa bile perşembelik dağıtamadım. İçimde bir ukde olarak kalıp
gidecek herhalde. Benim gelini anlamak mümkün değil zaten.
-Ben bir ıhlamur yapayım da içelim, diyerek ayağa
kalktı Gülseren Hanım.
-Otur kızım! Ben oruç tutuyorum.
Gülseren Hanım tekrar yerine oturdu. Naciye Hanımın
üzülmesine sebep olduğunu düşünerek kendi kendine kızdı.
Naciye Hanım da elindeki tespihi parmaklarıyla devretmeye
devam etti.
Bir müddet süren sessizliğin arkasından, gözlüğünü
burnunun üstüne iyice yerleştiren Naciye Hanım:
-Kızım ben buradan ayrılacağım. Evden gitmeyi
istiyorum, dedi.
Gülseren Hanım konuşmalarına bir anlam veremedi:
-Ne dedin?
-Evden gideceğim.
-Nereye?
-İlk önce köydeki kardeşimin yanına götürmelerini
isteyecektim ama, orda da bundan farklı olmayacak. Onun da kendine hayrı yok.
Şimdi huzurevine yerleşmeyi düşünüyorum.
-Ama teyze! Ne yaparsın oralarda kendi başına?
-Buralarda ne yapıyorum da?
Gülseren Hanım ne diyeceğini bilemedi. Sanki
kelimeler boğazına düğümlendi.
-Neden böyle düşünüyorsun?
Naciye Hanım fazla açık vermeden evdeki
rahatsızlığını anlattı. Gülseren Hanım dinledikleriyle ağzı açık kaldı. Gelinin
yaptığının insanlık dışı olduğunu düşündü. Bunu nasıl yapabildiğini aklına havsalasına
sığdıramadı. Kendisinin anne babası ile kaynanası geldi aklına. Hepsi de dua
ederek ölmüşlerdi.
-Bizim yanımızda kalabilirsin teyze, dedi.
Duyduklarına inanamayan gözlerle baktı dakikalarca.
Bir yabancının bunu söylemesi kendini şok etmişti.
Kendi çocuğu, evden atmaya çalışırken tanımadığı şunun şurasında birkaç aydır
tanıdığı birisi tarafından evinde kalma teklifinde bulunuyordu. İnanamadı. Duygulandı.
Ağlamaya başladı. İçi boşalıncaya kadar ağladı.
Gülseren Hanım yanlış bir şey demiş olmaktan dolayı
korktu:
-Ne oldu Teyzeciğim? Yanlış bir şey mi söyledim?
Dedi.
Burnunu silerek cevapladı Naciye Hanım:
-Senin bu gösterdiğin yakınlığı bana kendi oğlum
bile göstermedi. Allah tuttuğunu altın etsin. Allah ne muradın varsa versin kızım.
-Sağ ol Teyze! Allah razı olsun. Şunun şurasında ne
olacak; insanlık ölmedi: yiyeceğimiz içeceğimiz var. Beş kişinin doyduğundan
altı kişi de doyar. Şu odaya da bir yatak, tamam.
-Olmaz kızım olmaz. Benim için en uygunu herhalde huzurevi.
İşin aslı ben gitmek istemiyorum. Anlaşamasak da torunlarla bir arada olmak
bana yeterdi ama ne yaparsın? İşte hayat bazen böyle zorluklara katlanmayı
gerektirir.
-Sizin gibi iyi bir insan bunları hak etmiyor.
-İçime oturdu. Sıkıntıdayım.
Zoruma gidiyor… Şimdiye kadar hiç beddua etmedim. Bazen beddua etmek geliyor içimden.
Babamın dediklerini hatırlayınca vazgeçiyorum. Rahmetli babam bu hususta çok
hassastı. Çok öfkelense bile diline sahip çıkmayı bilirdi. Dilin birçok
kötülüğün sebebi olduğunu söylerdi. Bu konudaki hadisleri sürekli okurdu bize
de öğretirdi:
“Kendinize, evlâdınıza, beddua etmeyiniz. Allah’ın kaderine razı
olunuz. Nimetlerini artırması için dua ediniz.”
“Ananın, babanın çocuğuna olan ve mazlumun zalime olan bedduaları
ret olunmaz.”
İşte
bu sebepten korkuyorum. Canıma tak ettiği halde kendimi tutuyorum.
-Teyzeciğim!
En doğrusunu düşünürsün sen; yılların tecrübesi sende. Beddua etmemen, senin
güzelliğinden.
-Elif
nasıl? “Yasin” suresini öğrenip sana okuyacağım, demişti de.
-Okuyor.
Zaten babaları bu konuda çok titiz davranıyor. Kuran-ı Kerim okumaları için
yönlendiriyor. Yakında tamamını öğrenir herhalde.
-Keşke
benimkiler de öğrenselerdi. Çocuklarına ve size Allah hayırlarla dolu ömürler
versin.
-Amin!
Bu
arada Elif kapıdan girdi. Doğruca annesinin kucağına atladı:
-Anneciğim!
Diyerek yanaklarından öptü.
Sonra
kalkıp Naciye Hanımın yanına gitti:
-Hoş
geldiniz Teyzeciğim diyerek nezaketle ellerinden öptü.
Naciye
Hanım da kucağına bastı Elif’i.
-Ezberledin
mi? Dedi.
Elif
ne demek istediğini zaten anlamıştı:
-Yakında
hepsini öğreneceğim inşallah, dedi.
Son
saatteki Türkçe dersinin konusu fıkraydı. Öğretmenimiz fıkra anlattırdı. Arkadaşın
birinin anlattığı fıkra çok hoşuma gitti. Size de anlatayım mı? Dedi.
Annesi:
-Anlat
kızım. Konusu ne?
-Nasrettin
hoca işte ya!
-Tamam
dinliyoruz.
-Hoca
Merhum bir gün pazardan bir eşek almış eve geliyordu. Hoca’nın dalgın dalgın
eşeği çekip gitmekte olduğunu gören iki kafadardan biri, sezdirmeden Hoca’nın
arkasındaki eşeğin başından yuları çıkarıp, kendi kafasına geçirdi. Öbürü ise
eşeği alıp gitti. Hoca Merhum hadiseden habersiz yoluna devam ediyor ve
arkasından eşeğin geldiğini sanıyordu.
Hanımı,
Hoca’nın adamın birini çekip geldiğini görüp:
-Hoca!
Bu hal nedir? Eşek bulamadın mı da bu adamı getirdin? Diye sorunca Hoca bir de
baktı ki hakikaten arkasında eşek yerine adam var. Bir anda şaşalayan ve
gözleri fal taşı gibi açılan Hoca, hayretle adamın yüzüne bakarak:
-Sen
nesin, yahu eşek değil misin? Diye sorar.
Adam,
hazin hazin gözlerini yumup şöyle bir kendini toparladıktan sonra der ki:
-Efendim
hiç sorma! Ben aslında eşek değil bir insanım. Fakat benim bir anam var. Ona
bir kötülük etmiştim de, bana “Eşek olasın”, demişti. İşte o anda eşek oldum,
sen de pazardan beni satın aldın. Sizin yüzünüz suyu hürmetine şimdi eski
halime döndüm. Bunun için size minnet ve şükran borçluyum.
Hoca
Merhum, adamın kulağına eğilerek:
-Bir
daha öyle fena işler işleme! Annene itaat et, gibi türlü nasihatlerde bulunur
ve adamı salıverir.
Hoca
merhum, bir süre sonra pazara yeni bir eşek almaya gider. Bir de bakar ki, bir
kaç saat önce satın aldığı, yolda getirirken adama dönen eşeği orada. Hemen
onun yanına gider ve kulağına:
-Seni
uslanmaz adam! Yine ne yaptın da ananın bedduasını aldın? demiş.
Hepsinin
yüzünde bir gülümseme oluştu. Naciye Hanımın yüzündeki gülümseme acıyla
karışıktı. Kendi kendine: “Benimki gibi”, dedi. Tam kalkacakken Elif’in gelişi
ile biraz daha kalan Naciye Hanım:
-Ben
kalkayım artık, dedi.
-Oturuyorduk.
-Eve
gideyim.
-Yine
beklerim. Her zaman gelebilirsin. Kendi evin bil burayı.
-Bakalım
buralarda kalırsak.
Başörtüsünü
düzeltti. Kıyafetine çeki düzen verdi. Gülseren Hanımla birlikte kapıya yürüdü.
Gülseren
Hanım kapıdan güler yüzle uğurladı, ilgi bekleyen bu yaşlı komşusunu. Ağzı
dualarla yürüdü oğlunun evine.
*
* *
Kapıyı
açarken yine elleri titredi ve yine ayakları geri geri gitti. İçindeki
fırtınaların akışına bıraktı çaresiz. Bir yaprak kadar zayıf ve iradesiz. Bir
kuş kadar titrek ve güçsüz… Bu günleri de mi görecekti?
Kendinin
çok aşağılandığını düşünüyordu. Kendi oğlunun evinde rahat edemiyordu. Üstelik
kendi oğlu ev sahibi olsun diye, oturduğu atadan yadigâr evini de satmıştı.
Arkasından dedesinden kalan vereseli eve
taşınmıştı. Virane olan bakımsız bu mezbelelik yere, ne emekler vermişti. Sonunda
oturulacak kadar adam etmişti burasını. Yıkılan duvarlarını kendisi sıvamıştı
günlerce. O günlerde yanına gelenler hep aynı şeyi söylüyorlardı:
-Yanlış
yaptın Naciye Hanım! Bu zamanda oğlan için ev mi satılır? Kimseye güvenmeyeceksin.
Yalnız kalırsın, aç ve açıkta kalırsın da kimseler bakmaz sana…
Çoğuna
cevap vermemişti. Daha doğrusu verememişti zaten.
Ne deseydi? Evet,
doğru söylüyorsunuz; benim oğlum kötü, onun için ev satılmaz mı deseydi?
Diyemezdi.
Çünkü
oğlu bir gün anasını arayıp sormamıştı. Bunu bilmesine rağmen ana yüreği işte
dayanamamış ve vermişti evini.
Pişmanlık
duymuştu çoğu zaman ama bunu kimselere söylememişti. İçini kimselere
duyurmamıştı. Kendi oğluna kötü denmesine, gönlü razı olmamıştı belki de.
-Burası
bana yeter de artar. Şu dört günlük dünyada ne yapacağım malı mülkü, evi barkı?
-Burayı
elinden alırlar. Bu yıkıntı şimdi işe yaramaz ama sen düzelttikten sonra herkes
sahiplenir, ortada kalırsın yine.
-Burayı
ne yapacaklar canım? Diyerek geçiştirdi o zamandan duyduğu bu sıkıntıyı.
Sonrası
iyi miydi ki?
Konu
komşunun dedikleri gibi oldu: vereseli olan bu yeri de sahiplendiler. Naciye Hanımı
dedesinin evinden çıkardılar. Düzeltilmiş, eli ayağı adam edilmişti nasıl olsa.
Ev olarak kullanılabilirdi artık.
Oğluna
“Gel beni götür oğlum”, diye haber saldı çaresizlik içinde.
İşte
o zamandır bu zamandır şehirdeki bu lüks evde gelini ve torunlarıyla birlikte kalıyordu.
Çok sıkıntılar çekse de, azarlansa da, dün akşam gelininin onu evden kovması ve
oğlunun buna seyirci kalması can evine oturmuştu.
Sabırlıydı,
sabrediyordu. Sürekli sabır vermesi için Allah’a dua ediyordu. Dilinden zikir
eksik olmuyordu. Eve yük olmamaya çalışıyordu. İlerlemiş yaşına rağmen bilgisi
görgüsü hanımefendiliğini ortaya koyuyordu.
Yavaşça
süzüldü salondan içeri. Odasına geçip namaz için hazırlık düşünüyordu. Bir yabancı
gibi davranılan bu evde gelini ile karşılaşmamak için etrafına bile bakmadan odaya
yöneldi. Arkasından bir ses duydu:
-Hanımefendimiz
teşrif buyurmuşlar!
Duymazlıktan
geldi odasına geçti. Cevap verse yine kovulacak, yine…
Akşam
olunca torunları da olacağı için daha rahat edebilecekti. Sıkıntı içinde akşamı
bekledi. Sadece abdest almak için odasını terk etti o kadar.
Sıkıldıkça
Kuran-ı Kerim okudu. Bazen, başına gelecekleri düşündü hüzünlenen yüzüyle.
Bekleyip görmekten başka çaresi yoktu. Gelecek neler getirecekti bakalım?
Akşam
oğlu Şinasi geldiğinde, bu konunun bir karara bağlanmasını isteyecekti ve kesinlikle
buradan ayrılacaktı.
Hayatının
bundan sonraki kısmını azarlanarak sürünen bir böcek gibi geçirmek istemiyordu.
İnsandı o. İnsan gibi davranılmasını istemesi en tabi hakkıydı.
*
* *
Akşam
yine karanlığıyla gelmiş, herkes evinin yolunu tutmuştu. Her iki evde de yemek
hazırlıkları tamamlanmıştı.
Şinasi
bey’in eve gelişiyle birlikte yemeğe başlamak için masanın etrafında
toplanıldı. Nebahat Hanım, Burcu’ya gözüyle işaret etti, babaannesini çağırması
için.
Bu
arada Şinasi Bey masaya oturmuştu:
-Kızım
babaannen gelemeyecek mi? Git çağır, dedi.
Burcu
babaannesini çağırmak için kalktı. Bu arada Okan’ın sofradaki yokluğu annesini
rahatsız etmişti:
-Oğlan
yine yok, dedi annesi.
-Genç adam ya!
İlk akşamdan eve mi tünesin, diyerek oğlunun erkeklik yaptığı düşüncesini ima
etti.
Nebahat
Hanım karakol olayından sonra Okan için daha temkinli davranıyordu. Okan'ın
ailenin başına sıkıntı getirmesinden çekiniyordu. Başkalarına gösterdiği
tepeden bakan davranışlarını Okan için sergileyemiyordu. Laf söylemekten bile
bazen çekiniyordu. Oğlu konusunda çok hassastı Şinasi Bey.
Kaynanası
Naciye Hanım için şahin, çocukları konusunda minik bir serçe yavrusunun
çaresizliğini yaşıyor olması manidardı.
Az
sonra asık bir suratla mutfağa giren Naciye Hanım sessizce sofraya oturdu. Akşama
kadar oruç tutmuştu. Lafa söze karışarak tuttuğu orucun sevabının kaybetmek
istemiyordu.
“Bismillahirrahmanirrahim”
diyerek başladı yemeğe. İsteksiz bir şekilde çorbadan birkaç kaşık aldı.
Mutfaktaki
yemek masasından hiç ses çıkmıyordu. Herkes gözünün altından birbirini kolaçan
ediyordu belli etmeden. Aslında birkaç söz edilse herkesin söyleyecek sözü olacaktı.
Şinasi
Bey sessizliği bozmanın kendisine düştüğü düşüncesiyle:
-Eee,
anne nasılsın bakalım?
Naciye
Hanım cevap vermek istemiyordu. Hatta hiç konuşmayacaktı ama gelininin söyleyeceği
sözlerden çekindi.
Eğer
cevap vermese; “İşte gördün! Seni adam yerine bile koymuyor, konuşmaya bile
müdane etmiyor” diyecekti. Bunun için isteksiz bir şekilde cevap verdi az
duyulan bir sesle:
-Şükür
bu günümüze, dedi.
Bu
söze de kıllanan Nebahat Hanım, anlaşılmayan sözlerle ağzının içinden kendi kendine
söylendi.
Burcu
ortamı yumuşatma adına:
-Babaanne
ekmek ister misin? Dedi.
-Hayır
kızım, bu bana yeter.
-Babaanne
biliyor musun artık son yazılıları oluyoruz. Okul yakında bitecek.
-İyi
çok güzel.
-Bu
günkü yazılıdan kaç aldım biliyor musun?
-Kaç
aldın?
-Beş
aldım babaanne beş.
-Aferin
kızım. Derslerine çalışırsan başarılı olursun. Çalışmayana yok…
Konuşmalar
çok soğuk ve donuk bir halde devam ediyordu. Naciye Hanımın kafasında bir an
önce buradan ayrılmak vardı. İşin tadının kaçtığını düşünmeye bile gerek
görmüyordu.
Nebahat
Hanım nazire yaparcasına, yine yılışık bir şekilde:
-Şinasi!
Bak yaz tatili geliyor. Bu sene iyi bir tatil yapalım. Şöyle bir sahile inelim
de gözümüz gönlümüz açılsın, dedi.
Şinasi
Bey hiç cevap vermedi.
Nebahat
Hanım tekrar:
-Tatil,
dedi.
Şinasi
Bey gözüyle annesini işaret ederek:
-Tamam
yaparız, dedi.
Nebahat
Hanım konuyu enine boyuna sündürüp duruyordu. Şinasi Bey annesinin fazla
üzülmesini istemediğinden konuyu teğet geçmeye çalışıyordu.
Sonunda
dayanamayan Naciye Hanım:
-Siz
tatilinize gidin. Ben zaten geçen gün dediğin gibi, huzurevine gideceğim. Beni
bir an önce götür.
Şinasi
Bey:
-Ama
anne! Dedi.
Karısı
Nebahat Hanım durumdan gayet memnundu. Bir an önce gitse ne güzel olacaktı.
Naciye
Hanım çok kararlı bir şekilde:
-Bırak
bunları şimdi. Sen de benim gitmemi istiyordun. Geçen gün bunu kendi ağzınla
söyledin. Beni götür; sen de rahat et, ben de.
Şinasi
Bey:
-Peki
anne! Madem sen öyle istiyorsun; öyle olsun. Ben yarın bir görüşeyim bari.
Burcu
yine itiraz etti delicesine:
-Olmaz,
dedi, haykırdı. Babaannem buradan gidemez, gitmemeli. El alem ne der sonra: bir
ihtiyara bakamadılar demezler mi?
Burcuyu
dinleyen bile olmadı.
Gelin
Nebahat Hanım çok memnundu durumdan. İşler tam istediği gibi oluyordu işte. Bir
de kaynanadan kurtuldu mu tamamdı. Artık o günlerin de ucu görünmüştü. Bugün
rahat bir uyku çekebilirdi.
*
* *
Sessizce
odasına çekilen Naciye Hanım, gideceğini anlayınca birazcık rahatlamanın
verdiği ruh haliyle yatağına uzandı. Gideceği yerin nasıl olduğunu, hiç
görmediği bir yerde nasıl yaşayacağını düşündükçe rahatlığı kayboldu. Üzüntüyle
karışık bir burukluk yaşadı. Aslında zoruna gidiyordu. Yapacak bir şeyi de
yoktu.
Mutfakta
gelini sevincinden şarkı söyleyerek neşeli bir şekilde bulaşıkları yıkıyordu.
Şinasi Bey balkondaki yerinde sigara üstüne sigara içiyordu. Düşünceliydi.
Yaptığının yanlışlığını düşünüyordu belki de.
Burcu
kendi odasında, babaannesi için üzüntülerinin arasına, hayallerle beslediği gizli
dünyalarını serpiştiriyordu. Daha doğrusu ne yapması gerektiğinden çok uzaklardaydı.
Okan
her zaman olduğu gibi yine yoktu ortalıklarda. Kim bilir nerelerde hangi serkeşliklerin
peşindeydi?
*
* *
Yemek
sonrasıydı. Aile salondaki kanepe ve minderlerin üzerine oturmuş sohbet ediyorlardı.
Yine çay için servis çekişmesi Esra ile Elif arasında yaşandı.
Burhan
her zamanki haliyle elinde kitap çayını yudumluyordu. Son sınıftı. Üniversiteye
hazırlanıyordu. Maddi durumları çok iyi olmadığı için gözde bir dershaneye gidememenin
sıkıntısını yaşıyordu.
Kendinden
memnun olan öğretmenlerinin girişimiyle bir dershanenin hafta sonu grubuna
devam ediyordu. Bu dershanenin parasını da birkaç zengin üstlenmişti. Bütün bunların
neticesinde, kazanması gerektiği düşüncesi bütün benliğini kaplamıştı. Ailesi
için, bu yoksul haliyle durmadan çalışan babası için, her türlü sıkıntıya göğüs
geren ve hiç belli etmeyen annesi için kazanmalıydı.
Gülseren
Hanım gündüz duyduklarının bir kısmını ve yaşadıklarını ailesiyle paylaşmak
istedi:
-Naciye
hanım evden ayrılacakmış, dedi üzüntüsünü ifade eden bir tonda.
Ailedekiler
bir anda şok oldular. Yanlış anladıklarını düşünerek sordular?
-Gidecek
mi?
-Evet.
-Nereye
gidecek yaşlı haliyle bu kadın?
-Huzurevine.
-Ne
evlatlar var şu dünyada, diyerek üzüntüsünü ifade eden Azmi Bey, kızgınlık içinde
konuştu:
-Ne
isterler şu kadından ya! O sizin anneniz be anneniz. O sizin için her şeye
katlansın, siz onu sokağa bırakın. Yakışır mı bu insanlığa?
Ailedeki
herkes kendi babaanneleriymiş gibi üzüldüler. Babaları devam etti:
-Allah
herkese hayırlı evlat nasip etsin!
-Amin,
dendi hep bir ağızdan.
Elif
bütün içtenliğiyle:
-Baba,
bizde kalsın. Ne olur?
-İyi
kızım da gelmez ki!
Gülseren
Hanım söze karıştı hemen:
-Ben
de teklif ettim. Biz de kal, diye. Kabul etmedi.
Aileyi
tekrar bir sessizlik kapladı. Üzüldükleri her hallerinden belliydi. Baba Azmi
Bey sessizliği bozma pahasına da olsa:
-Çocuklar
biliyorum ki, son sınavlarınızı yapıyorsunuz. Fazla vakit geçirmeden bu günkü
okuyacağımız yeri okuyup derslerinize çalışın. Bu gün sıra kimde?
Burhan:
-Bende,
dedi. Elindeki kitabı kaldıkları yerden okudu. Aile kafası karışık bir şekilde
dinlemeye başladı:
Bismillahirrahmanirrahim.
“A’raf suresi 40. ayet: “Ayetlerimizi yalanlayanlar
ve onlara burun kıvıranlar var ya, gökyüzü kapıları yüzlerine açılmaz ve deve,
iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremezler. Biz ağır suçluları işte böyle
cezalandırırız.”
41. ayet: “Onlara bir cehennem döşeği ile üzerlerini
örtecek bir cehennem yorganı verilir. Biz zalimleri işte böyle cezalandırırız.”
Bu
harikulade sahnenin önünde istediğin gibi durup düşünebilirsin... İğne
deliğinin karşısında bir deve... Kocaman devenin geçmesi için bu küçücük delik
açıldığında o zaman (ama sadece o zaman) şu yalanlayanlar için gök kapılarının
açılması, dualarının ya da tövbelerinin kabul edilmesini (ne yazık ki vakit
geçmiştir) onların nimetler yurduna, cennete girmelerini bekleyebilirsin. Ama
şu anda, deve iğnenin deliğinden geçene kadar onlar ateşte olacaklar.
Buluştukları birbirlerine katıldıkları birbirlerini kınayıp lânetleştikleri,
kimisi kimisine en kötü cezaya çarptırılması isteği ve dostun dostuna isteğini
hep birlikte tattıkları cehennemde kalacaklar.
Cehennem
ateşinden bir döşek vardır altlarında... Bu döşek (alaya almak için) yatak
olarak nitelendirilmektedir. Yoksa bu bilinen bir yatak gibi değildir. Ne
yumuşaktır ne de rahattır, rahatlatır adamı. Aynı zamanda cehennem ateşinden
yorganlar atarlar üstlerine.
O
suçlular da zalimler. Allah’ın ayetlerini yalanlayan, yalan uydurarak Allah’a
mal eden iftiracı müşriklerdir zalimler.
42. ayet: “İman edip iyi ameller işleyenlere gelince
biz hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemeyiz. Onlar orada ebedi
olarak kalmak üzere cennetliktirler.”
43. ayet: “Kalplerindeki kin-kıskançlık
kalıntılarını söküp atmışlardır. Ayaklarının altında ırmaklar akar. Onlar şöyle
derler; Bizi bu dereceye erdiren Allah’a hamdolsun. Eğer Allah bize yol
göstermeseydi, biz kendiliğimizden bu dereceye eremezdik. Belli ki, Rabbimizin
peygamberleri bize gerçeği getirmişlerdi, onlara şöyle seslenilir; İşte size cennet,
işlediğiniz iyi amellerin karşılığı olarak onu hak ettiniz.”
Bunlar
inanan ve yapabildikleri kadar iyi işler yapan kimselerdir. Güçlerinin yetebileceğinden
fazlasıyla sorumlu değildirler. İşte bunlar cennetlerine geri dönüyorlar. Bunlar
Allah’ın izni ve lütfu ile cennet ehlidirler. Yüce Allah rahmeti sonucu, ayrıca
inanıp iyi işler yapmaları nedeniyle cennete varis kılmıştır onları. Bu,
Allah’ın peygamberlerine uyup şeytana karşı çıkmalarının, ulu ve merhamet
sahibi Allah’ın emirlerine itaat edip aşağılık ve değişmez düşmanlarının
vesvesesini dinlememelerinin karşılığıdır. Şayet yüce Allah’ın rahmeti
olmasaydı -güçleri oranında- yaptıkları amelleri yeterli olmazdı. Nitekim
Peygamberimiz: “Herhangi birinizin
yaptığı iyi işler onun cennete girmesi için yeterli değildir” Sen de mi ya Resulallah?” dediklerinde, yüce
Allah rahmeti ve lütfu ile beni kuşatmadıkça ben de öyle”... Buyurmuştur. (Müslim)
Bu
konuda yüce Allah’ın duyurdukları ile peygamberimizin sözleri arasında bir çelişki,
bir farklılık söz konusu değildir Çünkü peygamberimiz kendiliğinden konuşmaz.
Kuşkusuz yüce Allah, insanoğlunun eksik olduğunu, yetersiz olduğunu, birçok
yönden zayıf olduğunu, yaptığı iyi amellerin değil cennete, dünyada kendisine
verilen herhangi bir nimete bile karşılık olamayacağını biliyordu. Bu nedenle
yüce Allah, onlara merhamet etmeyi üzerine aldı ve insanların az, eksik ve
sınırlı çabalarını kabul edip, onlara cenneti vaat etti. Bu, yüce Allah’ın
onlara yönelik lütfunun ve rahmetinin eseridir. Evet, onu yaptıkları iyi
işlerle hak ettiler ama Allah’ın onlara yönelik rahmeti sayesinde elde ettiler.
Sonra...
Şu iftiracı, yalancı, suçlu, âlim ve kâfir müşrikler cehennemde lânetleşip çekişirlerken,
daha önce birbirlerinin dostu, yardımcısı iken burada birbirlerine kin ve
nefret beslerken...
İnanıp
inançları gereği işler yapanlar cennette sevgi, dostluk ve şefkat içinde kardeşçe
yaşıyorlar.
Cehennemliklerin
altlarından ve üstlerinden ateş alevlenirken, cennetliklerin en altlarından
ırmaklar akar. Üzerlerine tatlı bir meltem esmektedir.
“...Ayaklarının
altında ırmaklar akar.”
Cehennem
ehli birbirlerine hakaret etmekle, çekişmekle uğraştıkları sırada cennet ehli
verdiği nimetlere karşı Allah’a hamd etmek, O’nun kendilerine yönelik rahmetini
itiraf etmekle uğraşıyorlar.
“...Bizi
bu dereceye erdiren Allah’a hamd olsun. Eğer Allah bize yol göstermeseydi, biz
kendiliğimizden bu dereceye eremezdik. Belli ki, Rabbimizin peygamberleri bize
gerçeği getirmişlerdi.”
Cehennem
ehline, “Sizden önce gelip geçen cin ve insan toplulukları yanında cehenneme
giriniz” şeklinde aşağılayıcı ve kınayıcı bir tarzda
seslenirlerken cennet ehline hoş bir karşılama ve güzel bir ağırlamayla seslenilmektedir:
“...Onlara
şöyle seslenilir, işte size cennet, işlediğiniz iyi amellerin karşılığı olarak
onu hak ettiniz.”
Bu
şekilde cehennem ehli ile cennet ehli arasında tam bir karşıtlık meydana
getiriliyor…”
Ailede
tüm geçmişleri için okunan fatihanın ardından çocuklar, odalarına ders çalışmak
için geçtiler.
Bu
kitap okuma işi sürekli yapılıyordu. Alışkanlık haline gelmişti. Bu ailede
olmazsa olmazlardan biri durumundaydı.
Naciye Hanımın
durumu yeniden gündeme geldiğinde Gülseren hanımın gözleri doldu:
-Cennet
güzeller için, güzellikler yurdu. Cenneti burada kazanmak lazım, dedi.
-Anlıyorum
seni, diye karşılık verdi eşi Azmi Bey. Ne yaparsın ki dünya nimet bilmezlerle
dolu. Annesi onlar için bir nimet. Cennet yoluna ulaştıran bir nimet. Biz de kalacağını
bilsem; gidip yalvaracağım. Sen yarın ciddi bir şekilde ikna et.
-Kabul
etse bile onu burada bırakmaz gelini. Apartmandaki şahsiyetinin rencide olacağını
düşünür. Hem kadını hem de bizi rezil eder.
-Doğru
söylüyorsun. Sen yine de bir konuş.
-Tamam,
inşallah.
g
GÜNLERDEN
CUMA
Günlerden
Cuma. Vakit namaza iyice yaklaştı. Cuma namazı için hazırlık yapanların telaşı
gözleniyor civarda. Azmi Bey ve oğlu Burhan, birlikte apartmanın kapısından çıkarken
ezanlar okunuyordu. Şinasi Bey kapıda karşılaştıkları komşularına gözünün ucuyla
şöyle bir baktı. Sonra gözlerini yere indirdi. Azmi Bey selam vermek için
yüzüne baktı. Şinasi Bey hiç o yöne dönmediği gibi, görmezlikten gelip geçip
gitti. Azmi Bey düşüncesinde fikirler hareketlendi. “Allah’ım sabır” dedi kendi
kendine. Adımlarını sıklaştırdılar. Önde babası arkasında oğlu, camiye
girdiler.
Şinasi
Bey komşusuyla göz göze gelmekten uzak duruyordu ısrarla. Bu, kendisinin statüsünün
ve zenginliğinin onlardan üstün olduğu düşüncesinden kaynaklanıyordu. Onlar
kimdi ki; selamlaşacak, hal hatır soracaktı.
Azmi
Bey defalarca komşuluk ilişkileri içinde onlarla ilgilenmiş, yakınlık
göstermiş, Şinasi Bey burnundan kıl aldırmaz tavrıyla, bunları karşılıksız
bırakmıştı.
Gerçi,
kocaman apartmanda birlikte olduğu kaç kişi gösterilebilirdi ki? Kendilerinin herkesten farklı olduğu düşüncesi,
onları bu konuma getirmişti.
Şinasi Bey ve
oğlu Okan, şu ana kadar Cuma için bile olsa camide hiç görülmemişlerdi.
Baba
oğul minberden yankılanan huzur dolu sohbeti dinledi. İmam hutbesinde serzenişte
bulunuyordu. Gençlikten bahsediyordu.
“Aziz Müminler!
Topluma hayat veren kan damarları mesabesindeki en büyük milli
hazinelerimizden biri de gençliktir. Gençlik, cemiyetin güç kaynağı ve toplumun
devamını sağlayan ilahî bir emanettir.
Gençler, gerçek ilim, sanat, din ve ahlak kültüründen mahrum
bırakıldığı takdirde maddi sahada cinsel içgüdülerin, manevi sahada da inanç
buhranlarının çözülmeyen düğümleri arasına sıkışır, bunun neticesi olarak da,
öğrenme, inanma, sevme temayülleri bazen suküt-u hayal, bazen ihanet, bazen ruh
kompleksleri ve intibaksızlıklar şeklinde ortaya çıkar. Saadet ve mutluluk
kelimesini aslî anlamından çok farklı yönlerde yorumlamaya başlarlar. Mesela;
para, şöhret, mevki ve şehveti hudutsuz bir ihtiras içinde mesut olmanın tek
şartı zannederler.
Bu ruhî keşmekeş içinde de din, iman ve ahlak aleyhtarı
telkinleri, manası derinlemesine anlatılmayan kavramları, siyasi sloganları
ölçüp tartmadan kabul etmeye, kamplara bölünmeye ve bazen da yakın tarihimizde
yaşadığımız gibi karşı karşıya gelmeye başlarlar.
Değerli Müminler!
Toplumda önemli bir yeri olan ve Peygamber lisanı ile övülen
gençlerimizin maddi ve manevi yönlerin ihmal etmeden eğitelim; iyi bir insan ve
iyi bir Müslüman olmalarına çalışalım. Onların dinine ve mukaddesatına bağlı,
vatanını ve milletini seven ve bu uğurda fedakârlıktan kaçınmayan, sağlam
inançlı, temiz karakterli olarak yetişmelerine dikkat edelim.
Hutbemizi Peygamberimizin hadisleri ile
bitirelim.
“Cenab-ı Hak, kıyamet gününde yedi
sınıf insanı arşın gölgesinde bulundurmakla şereflendirecektir. O gün O'nun
himayesinden başka sığınılacak bir sığınak da yoktur. Bunlar;
1-Adaletli idareciler,
2-Rabbine itaatle büyüyen, olgunlaşan
gençler,
3-Kalbi camilere bağlı kimseler,
4-Birbirlerini Allah için sevenler,
5-Güzellik ve mevki sahibi bir kadın, kendisini
kötü fiile davet ettiği zaman; “ben Allah'tan korkarım”, diyerek iffetini
koruyanlar,
6-Sağ elinin verdiğini sol eli
bilmeyecek kadar sadakayı gizli verenler ile,
7-Issız yerde Rabbini zikrederek gözyaşı
dökenlerdir.”
“Allah'ın en çok sevdiği
kimse, kötülükleri terk edip iyiliklere yönelen gençlerdir.”
Azmi Bey hutbeyi soluksuzca dinledi. Heyecanlandı
bazı yerlerinde gözleri doldu. Hemen yanındaki oğlu aklına geldi. İçin için
sevindi. Çocuklarını iyi yetiştirmeye çalışmasından dolayı rahatladı.
Kendinden sonra dua edecek evlatlar yetiştirmenin
en kazançlı yatırım olduğunu bir kez daha düşündü. “Keşke bunları komşusu Şinasi
Bey de dinlemiş olsaydı da çocuklarını başıboş bırakmasaydı” diye içinden
geçirdi.
Gerçi kınamaya gelmezdi bu konu. Ne iyi
insanların çocuklarının kötü, nice kötü olarak yaşamış olan insanların çocuklarının
da iyi bir hayat yaşadıkları örnekleriyle doluydu.
Bu düşüncelerinden uzaklaşarak, “Allah’ım!
Her şeyin hayırlısını nasip et” diye yakarışta bulundu.
PİKNİK
Okan kardeşi Burcu’nun tüm uyarılarına
rağmen, Deren’e olan ilgisinden bir şey kaybetmemiş, aksine daha ileri şekilde bağlanmaya
devam etmişti. Her zaman Deren’le birlikte olmaya özel gayret ediyordu. Deren onun
için çok önemliydi.
Aynı şeyi Deren’in gözüyle bakıldığında
söylemek mümkün değildi. Sadece gönül eğlendiriyordu, hepsi bu kadar. Bunu da
tanıdığı bütün genç erkekleri kullanarak yapıyordu. Gözden düşmemek için
herkese ilgisinin olduğunu gösterip kendi peşinde koşulmasını hedefliyordu. Bu
işin sonunun nereye varacağını hiç düşünmüyordu.
Bir Pazar sabahıydı. Birlikte yapılan
kahvaltıdan sonra Şinasi Bey:
-Hep birlikte pikniğe gidelim bugün. Şöyle
stresimizi atıp dinlenebileceğimiz bir gün olsun, dedi.
Nebahat Hanım:
-Vallahi ne yalan söyleyeyim. Ben de
öyle düşünüyordum, diyerek pikniğe gidilme kararını kesinleştirdi. Zaten
Nebahat Hanımın lafının üzerine laf söyleyecek kim olabilirdi ki?
Bütün gözler Okan’daydı. Okan bir an bocaladı.
Gitmek istemeyen tavrı kendini belli etti:
-Siz gidin, benim işim var, dedi sabahın ilk saatlerinde oluşan
değişmiş ses tonuyla.
Annesi hemen sordu:
-Neden? Ne işin var? Bizden daha mı önemli,
diye birçok soruyu sıralayıverdi.
Okan cevap vermedi, sadece sustu. Kimsenin
yüzüne bakmıyordu. Önceden kararlaştırılmış bir sözü olduğu imajını vermeye çalışıyordu.
Kardeşi Burcu kızdı:
-Yine Deren değil mi? Dedi, sert bir
şekilde.
-Evet, ne olacak? Bir itirazın mı var?
Baba Şinasi Bey olaya müdahale etti.
-Kesin be! Bugün pikniğe tüm aile
olarak gideceğiz, o kadar.
Şimdiye kadar bu şekilde bir
kararlılıkla konuştuğu pek vaki değildi. Bu konuşmasından sonra bütün
konuşmalar bıçakla kesilir gibi sona erdi.
Naciye Hanım konuşulanların çok uzağındaydı.
Hiç ilgi göstermedi, konuşmalara katılamadı.
Nice bir zaman sonra Okan içinde bulunduğu
durumu anlatmak için:
-Benim Deren’e sözüm var. Onunla gezecektik,
dedi gitmekten kurtulmak düşüncesiyle.
Annesinin aklına çok güzel bir fikir
geldiği gözlerinden belli oluyordu:
-İyi işte! Birlikte gideriz Deren’le.
Böylece tanışmış oluruz, dedi.
Nebahat Hanımın derdi: Deren’in babasının zenginliğiydi.
Eğer onlarla dünür olurlarsa her şey tamamdı artık. Konumunun güçlenmesi
demekti bu durum. Onun için ısrar etti:
-Dediğim gibi Deren’i ara bizimle
gelsin.
Okan yine gönülsüz davrandı. Bu defa söze
babası Şinasi Bey girdi:
-Bugün aile olarak pikniğe gideceğiz, dedim
o kadar. Babaanneniz yarın huzurevine yerleşecek. Ben görüştüm. Onun için bugün
hep birlikte gideceğiz. İstiyorsan arkadaşını da çağır.
Naciye Hanım oğlundan duydukları karşısında
ne diyeceğini bilemedi. Yıkıldı bir manada. Oğlu kendi eliyle başından
atıyordu. Yanından kovuyordu.
Keşke oğlu sürekli kalması için ısrar etseydi
de giden kendi olsaydı.
Bir anda sessizliğine sessizlik kattı. Derinlere
daldı gitti. Eskilere çok eskilere ta Şinasi’nin doğduğu yıllara…
Okan kızgınlıkla sordu:
-Ne gitmesi Babaanne? Seninle ne konuşmuştuk?
Nebahat Hanım hemen söze karıştı:
-Kendi istedi, ısrar etti oğlum ne
yapalım?
Annelerinin bu sözlerinin sevinçten kaynaklandığını
çocukların ikisi de bildiği için pek ciddiye almadılar. Babaları onayladı
Nebahat Hanımımın konuşmalarını:
-Evet babaanneniz kendi istedi.
Naciye Hanım daldığı Ummanlardan çıkmak
istemiyormuşçasına hiç lafa söze karışmadı, cevap vermedi; sadece sustu. İş
ciddileşince zoruna gitmişti herhalde.
Okan babaannesi için pikniğe gidileceğini duyunca biraz
önceki düşüncelerinden vazgeçti. Diğer odaya geçti telefonla Deren’i aradı:
-Alo! Deren!
-Evet, Okan!
-Sana bir teklifim olacak.
-Yoksa sözünden caydın mı?
-Hayır hayır. Seni pikniğe davet
ediyorum.
-Kiminle?
-Ailemle. Seni çok istiyorlar. Annem seninle
özellikle tanışmak istiyor, senin gelmen
için can atıyor ve ısrar ediyor.
Deren kendisi için değişik bir gün
olacağı düşüncesiyle:
-Tamam geliyorum, diye cevap verince Okan
havalara uçuyordu neredeyse.
Deren’in, bunun kendisi için bir macera
olacağını düşünerek kabul etmiş olmasından habersiz, kendinin Deren tarafından
çok sevildiği düşüncesinden kaynaklandığını düşünüyor ve şişiniyordu Okan.
Mutluluk parıltıları yüzünde, dört köşe
olmuş bir şekilde tekrar salona girdi:
-Deren de geliyor, dedi kadife bir
sesle.
Burcu içinden kızdı:
-Bir o eksikti. Ne işi var? Dedi duyulmayan
bir sesle.
Burcunun rahatsızlığını anlayan Okan:
-Ne diyorsun kız sen? Diye çıkıştı.
Olayı yine babalarının bugün çok farklı
olan o tok sesi çözdü:
-Çocuklar yeter!
Nebahat Hanım gidiş startını veren bir
hakem edasıyla:
-Hemen hazırlanın, dedi.
Naciye Hanım henüz hiçbir cevap vermemişti.
Burcu:
-Hadi kalk babaanne! Dedi.
Babaannesi cevap verdi belli belirsiz
bir sesle:
-Siz gidin ben kalacağım, dedi.
Herkes olduğu yerde kalakaldı. Gözler
bir anda Naciye Hanımın üzerinde odaklandı. O ise sessizliğini korudu. Nebahat
Hanım ve Şinasi Bey söyleyecek bir şey bulamadı. Ya da söylemeye hakları olmadığını
düşündüler. Burcu ısrarla babaannesine yalvardı:
-Sen gitmezsen ben de gitmem babaanne,
dedi.
Okan da aynı şekilde ısrarlarını
sürdürdü.
Naciye Hanım torunlarının ısrarına dayanamadığı
için, hiç istemediği halde:
-Peki sizin için gidiyorum, dedi.
Bu cevap gelinini rahatsız etmesine rağmen
hiç konuşmadı, Sustu.
Arabanın ikisi de hazırlanmıştı. Şinasi
Bey’in arabasına Burcu ve babaannesi binmişti. Okan’ın kullanacağı annesinin
arabasına da annesi ve Deren binmişlerdi. Peş peşe yola çıktılar.
Yollar o kadar kalabalıktı ki, sanki
şehirde büyük bir facia var da ondan kaçıyormuş gibi insanlar şehri terk ediyorlardı.
Okan arabanın direksiyonunda, yanındaki
koltukta Deren, Deren’i dikkatle takip eden Nebahat Hanım arka koltukta piknik
yapacakları yere doğru gidiyorlardı. Babası da arkadan kendilerini takip
ediyordu.
Okan Deren’e şirin görünmek için ne gerekiyorsa
yapıyordu:
-Yollar amma kalabalık, sanki herkes şehirden
kaçıyor, dedi.
Deren cevap vermede gecikmedi. O ilginç
gülüşünün eşlik ettiği konuşmasında:
-Ne yapsın millet? Sıkılıyor, bunalıyor
şehrin sıkıcı havasından… Pikniğin önemini ifade eden bir sürü cümleyle tamamladı
konuşmasını.
Nebahat Hanım sürekli Deren’i kontrol
ediyor, kendince Deren’i tanımaya çalışıyordu. Deren’in ailesi ile ilgili
soruları yoğunluktaydı.
Deren yolun sağına doğru olan uçurumdan
aşağı doğru baktı:
-Ay ne kadar korkunç, dedi. Allah
etmeye aşağıya bir yuvarlansak parçamızı bile bulamazlar, diyerek gördüğü manzarayı
anlattı.
-Ağzını hayır aç, dedi Okan büyük bir ciddiyetle.
Nebahat Hanım sessiz kaldı. Okan’
-Dur! Diye uyardı. Okan ani bir frenle
durdu:
-Ne var?
-Şu manzarayı görmüyor musun? İnelim de
biraz seyredelim. Gözlerimiz dinlensin, kulaklarımızın pası silinsin.
Birlikte aşağı indiler.
Arkalarından gelen babası da aynı yerde
durup arabadan indiler. Yolun kenarına dizildiler. Birlikte seyrettiler bu doyumsuz
dinlendirici güzelliği. Yolun ormanı ikiye ayırıp geçtiği bu yerde, vadinin
derinliğine uzanan gözler, çıkmak bilmeden orada kalmayı tercih ediyordu. Nasıl
çıksındı? Sanki yeryüzünün dibine açılmış yemyeşil bir derya. Bakan gözleri
kendine çekip orada kayboluyor. Yeşil yeşil…
Durdukları yerin tam karşısında,
vadinin diğer yakasında kayalıklar arasından çıkan sular, şelaleye dönüşüp, bir
kurşun hızıyla düşüyordu sonsuzluğa yolculuk yaparcasına. Metrelerce aşağıya
düşen sular çağlayana dönüyor, köpürdükçe köpürüyor…
Gözler bakmaktan kendini alamıyor kulaklar
dinlemekten bıkmıyor…
Köpükler üzerinde, hayal dünyası genişliğinde
hülyalarla dolu yolculuklar yaşatıyor insanlara.
Bu ne manzara böyle! Cennet gibi… Adamın
ruh dünyasını dinlendiriyor. Ağaçlar… Altından ırmaklar akan yer… İnsanı alıp götürüyor
başka âlemlere…
Ya bir de uçurum gözüyle bakılırsa;
yuvarlanıldığı zaman kurtulmanın imkânsızlaştığı dünya hayatının sonu… Cehenneme
yuvarlanmak gibi… Dehşet verici, ürpertici bir düşünce…
Yol boyu bu manzarayla bezeliydi; bakılan
her yer aynıydı. Çekiyordu kendisine… Bakış açısına göre düşüncelerin yön
değiştirmesi mümkündü.
Baba Şinasi Bey, meydanı boş bulmanın rahatlığıyla
haykırdı:
-Hadi! Hep burada mı kalacağız? Aşağıya
ineceğiz nasıl olsa.
Herkes tekrar indikleri arabalara
bindiler. Çevrenin güzelliğini seyrederek bu harikulade görüntüler eşliğinde piknik
yerine ulaştılar.
Alan tamamen dolmuş oturacak yer bulmak oldukça güçleşmişti.
Nice bir aramadan sonra oturacakları bir alan buldular. Getirdikleri sergilerin
üzerlerine oturdular.
Mangal
için gerekli hazırlıkları daha önce olduğu gibi yine Şinasi Bey yaptı.
Nebahat Hanım sürekli Deren’le ilgileniyordu.
Bu durum Burcu’nun gözünden kaçmıyordu.
Burcu, için için annesine kızıyordu. Deren’i
tanımadıklarını düşünüyordu. Onun gözünde Deren, erkek düşkünü biriydi. Onun
için hiçbir şeyin önemi yoktu. Gününü gün etmek, eğlenmek, gezmek dolaşmak ve
para harcamak… Hayattaki beklentileri bunlardı. Harcayacaktı elbet; sınırsız
parası vardı.
Gerçi para konusunda kendilerinin de
pek sıkıntısı olmamıştı. Babasının kooperatif yöneticiliği işi çok para getiriyordu.
Burcu, annesinin Deren’i gerçek anlamda
tanımasını istiyordu. Yoksa Burcu’daki bir kıskançlık histerisi miydi? Kendinin
aynı şekilde olamamasını mı kıskanıyordu. Ya da erkeklerin kendi peşinden koşturmasını
mı istiyordu?
Nebahat Hanım yakın ilgisiyle nerdeyse ağzına
gireceği Deren’e sordu:
-Üniversite?
-Gelecek hafta okul son. Okan’la
birlikte üniversite sınavına gireceğiz. Bakalım!
-Kazanacaksınız inşallah, dedi Nebahat
Hanım.
Önemsemez bir tavırla cevapladı:
-Eh bakalım. Dershaneye de gittim. Okan
da aynı sınıftaydı. Belki kazanırım.
Okan:
-Öyle deme Deren! Elbette kazanacağız, dedi. Söyleyişinden
kendinin de inanmadığı anlaşılıyordu.
Okan’ın zaten bu konuda hiç ümidi
yoktu. Derslerle çok ilgili değildi. Nasıl olsa para geliyordu. Babasının bunca
parası, bunca hatırlı arkadaşı vardı. Okan için de bir kooperatif bulunurdu, iş
olur biterdi.
Deren’in Burcu’ya laf atmaları pek
içten karşılık bulmuyordu. Burcu’nun kendinden hoşlanmadığının farkındaydı. Bugünlük
bile olsa aradaki soğukluğu giderme için bütün uğraşları boşa gidiyordu.
Bütün konuşmaları sessizce dinleyen Naciye
Hanım, yine ufukların ötesindeydi. Yalnızlığa alışıyordu belki; sessizliğe, susmuşluğa,
kimsesizliğe… Sanki konuşma orucu tutuyor gibiydi.
Konuşmalar ilerledikçe Deren’in şımarık
tavırları, kendini beğenmiş konuşmaları ve çocuksu düşünce ve davranışları
ortaya çıkıyordu. Nebahat Hanım sadece babasının zenginliğini düşünerek kendisi
için iyi bir gelin olabileceği düşüncesini yıkamamıştı. Her şeye rağmen zengin
çocuğuydu… Akşam belki ailesine anlatır düşüncesiyle yapmacık davranışlarına
devam etti akşama kadar.
İkindiden sonra vadinin dibindeki bu
yere, akşamın ilk karanlığına benzer kurşunî ağırlık düştüğünde, yavaş yavaş
dönüş yoluna düşüyordu herkes.
Aynı şekilde dizildiler yola. Yine
geldikleri arabalara bindiler.
Bir günün dinginliğinin arkasından arabadaki
konuşmaların seyri yine aynıydı. Tabii güzellikler… Piknik… Yeşil…
* * *
Birden bir ses işitildi arabada. Herkes
birbirine baktı bir anda. Direksiyondaki Okan ne yapacağını şaşırdı. İki eliyle
sarıldı direksiyona. Zorla da olsa tam yüzlerce metre vadinin başlangıcı olan
yolun kenarında arabayı durdurmayı başarmıştı.
Herkes derin bir oh çekti. Okan’ın yüzü
bembeyaz kireç gibi olmuştu. Konuşamadı bir müddet. Elleri titredi, ayakları tutmadı.
Olduğu yerde dondu kaldı. Nebahat Hanım neye uğradığını şaşırmış, tuhaf
bakışlarıyla bağırıyordu:
-Ne oldu? Ne oldu?
Cevap alamayınca oğlunun ismini söyleyerek
bağırmaya başladı.
Deren de ne yapacağını bilemez bir
şekilde öylece oturuyordu koltukta. Bir anda camdan aşağıya kaydı gözleri. Uçsuz
bucaksız derinlik, onu korkuttu. Gözlerini çevirdi kucağına.
Arkadan gelen babası arabanın önüne geçip
durdu. Telaşla koştu. Kapıyı açtığında içerdekilerin tepkisizliğini görüp iyice
heyecanlandı. Okan’ın kolundan çekip çıkardı. Yolun karşı kenarına kadar
götürüp oturttu. Sonra Nebahat Hanım’a yardım ederek arabadan inmesini sağladı.
Nebahat Hanım, bir karış daha duramamış
olsaydı nereye kadar arabanın ineceğine bakınca tekrar sarsıldı. Bir anda vadinin
dibinde olabilirdi. Korkudan balmumu renginde soluklaşan yüzü, anlamsız
ifadelerle yüklendi. Benzi sarardı. Aşağı inince gördü işin gerçek anlamdaki
vahametini. Dili tutuldu. Konuşamadı.
Deren elini burnuna götürdü. Frenin etkisiyle
çarptığı burnu kanamış, sıcak sıvı damlıyordu:
-Bir an varsın; bir an yok, dedi bilinçsizce.
Söylediği şey doğruydu; ölüm insana bu
kadar yakındı. Önemli olan bunun farkında olmak ve ona göre yaşamaktı. Kim
bilir belki de bu olay, bu gerçeği kendine hatırlatacaktı.
Deren’in burnunu silip kanın durması
için uğraştılar bir süre. Çok önemli bir şeyi yoktu. Hepsi kazayı ucuz atlatmışlardı.
-Verilmiş sadakanız varmış, dedi Naciye
Hanım.
Bu söz karşılık bulmadı. Geçekten
verilmiş sadakaları var mıydı? Hiç düşünmediler bile.
Bir süre sonra kendilerini
toparladılar. Lüks model arabanın bir yere çarpmadan durması onları
sevindirmişti. Sadece ön lastik patlamıştı, o kadar.
Lastik değiştirmek için titreyen elleriyle
uğraşan Okan, başarılı olamadı. Hayatında hiç lastik değiştirmemişti. Babası da
öyle.
Şinasi Bey:
-Sen şöyle dur, dedi. Bijon anahtarını
eline aldı. Biraz uğraştı. Olmuyordu.
Burcu babasına seslendi:
-Baba olmuyorsa; geçen arabalardan birini
durduralım, dedi.
Babası herkesin kendisi gibi olduğunu düşünerek:
-Kimse durmaz, dedi.
Yoldan geçen birkaç arabaya el
kaldırdılar ama duran olmadı.
Virajdan dönen bir başka araba görüldü.
Ona da “Dur”, dedi ümitsizce Şinasi Bey.
Arabanın öyle ahım şahım bir görüntüsü
yoktu. Eski model bir arabaydı. Yolun kenarına yanaşıp, trafiği aksatmayacak şekilde
durdu. İçinden üç tane genç indi. Hepsi teker teker “Geçmiş olsun”, dediler.
İçlerinden biri Naciye Hanımla çok ilgilendi.
Doğruca yanına gitti:
-Teyzeciğim bir şeyin yok ya? Dedi.
Burhan’ı gören Naciye Hanımın gözleri
parladı.
-Yok oğlum, Allah razı olsun, dedi.
Bu komşularının oğlu Burhan’dı. Burhan
o kadar içten davranıyordu ki, tarifi mümkün değildi. Yanındakilere:
-Bunlar bizim komşularımız. Anahtarı getirin
de hemen lastiğini değiştirelim, dedi.
Kendisi lastiği söküp yerine arkadaşlarıyla
birlikte istepneyi taktı.
Sonra da:
-Yapacağımız bir şey var mı Şinasi
Amca, dedi.
Şinasi Bey ne diyeceğini şaşırdı.
Kendisinin adını biliyordu. Komşusuydu ama çocuğu tanımıyordu bile. Diyecek bir
şey bulamadı. Sadece utandı ve:
-Sağ olun gençler, diyebildi.
Arkasından da elini cebine götürdü:
-Gençler! Borcumuz ne kadar? Dedi.
Burhan çok nazik bir şekilde:
-Ne borcu Şinasi Amca? Bu insanlık görevimiz.
Yardıma ihtiyacı olan birine yardım etmek, ihtiyacını gidermek bizi mutlu eder,
diyerek arabalarına bindiler.
Giderken el sallayıp:
-Tekrar geçmiş olsun! Diye bağırıp
oradan uzaklaştılar.
Parlak ailesi gençlerin tutumları
karşısında, şaşkınlıklarını gizleyemediler. Bu zaman da bu kadar içten
yardımsever gençlerle karşılaşmak, pek ummadıkları bir şeydi. Yolda başka
birini kendi durumlarında görseler; gençlerin yaptıklarını yapamayacakları konuşmalarıyla
ortaya çıkıyordu. Herkesin kendileri gibi düşündüklerini sanıyorlardı.
Gençler böylece, her şeyin para olmadığını insanların zor
anlarında yardım etmenin güzelliğini göstermiş oldular.
* * *
Arabalarına binerek evlerinin yolunu tuttular.
Unutamayacakları bu olay, hepsinin hafızalarına silinmesi kolay olmayan
harflerle yazıldı. Hele arabanın yuvarlanmasına bir karış kala durması, çok
manidardı. Ya bir karış
ötesi olsaydı?
Bombalanmış binanın yerle yeksan olmuş haraplığı
yüzlerinden kalkmaya başladığında evlerine ulaşmışlardı.
Okan Deren’i evlerine bırakmak için
gitti. Araba kullanırken Okan’ın önceki rahatlığı kalmamıştı. Ee, kolay değildi.
Ölümden dönmüştü. Ölüm gerçeği ile yüz yüze gelmek insanın düşüncelerini kısa
süreli de olsa etki altına alması gerçeği, Okan'ın davranışlarına tam hâkim
olmuştu.
Pek konuşmadılar yol boyunca.
Sadece Deren’in:
-Ya ölseydik? Sözü çınladı kulaklarda,
hepsi o kadar.
Okan, Deren’i bırakıp evlerine döndüğünde
artık akşamın değişmez karanlığına eşlik eden sokak lambaları yanmıştı. Pörsümüş
sokak lambalarının ölgün ışıklarının oluşturduğu kırmızımsı karanlık ile apartmanın
kapısından girdi.
Eve girdiğinde kimseden ses çıkmıyordu.
Herkes durgun ve solgun yüzlüydü. Ölümü hatırlamaları, hepsinin yüzünde korku
ifadesini oluşturmuştu.
Tüm aile fertleri bitkinlik ve yorgunluk
sebebiyle erkenden uyudu.
Uyumayan biri vardı: Naciye Hanım. Uyuyamıyordu.
Sabahleyin bundan böyle yaşayacağı yere gidecekti. Bunun heyecanı uykudan uzaklaştırıyordu.
O kadar duyguları karışmıştı ki; çıkış
yolu bulmada zorlanıyordu. Gelininin kötü davranışlarının sonucuydu bu. Resmen
kovulmuştu. İstenmiyordu artık. İstenmeyen yerde durulmazdı. Buna eşlik eden,
sessiz kalarak evden gitmesini onaylayan ciğerparesi, bir tanesi biricik oğluna
ne demeli? Esas zoruna giden de buydu. Oğlu için her şeyi yaptığı halde oğlunun
kendini yok sayması!
Ya torunlar? Onları görmeden nasıl duracaktı.
Torunlar kendine çok yakın değildi ama onları görmek yetiyordu. Bundan sonra ne
olacaktı? Onları şimdiden özlüyordu.
Gittiği yerdeki yeni arkadaşları?
Kimlerdi? Nasıl birileriydi? Onlarla anlaşabilecek miydi? Bütün bu soruların
cevabını arayan zihni, uykusunu alıp götürmüştü.
Uykusuz gece, uzadıkça uzadı… Sonu gelmeyecek
kadar büyüdü. Gecenin yalnızlık ve derinliğinde kendini bir hiç, küçük ve aciz olarak
düşündü. Çaresizlik içinde bu boşluğa bırakıp teslim oldu. Bu karanlık, kendini
alıp götürdü bilinmezlere.
Bu bir başlangıçtı. Bundan sonra
huzurevi geceleri için bir ön hazırlıktı. Huzurevinde aradığı huzuru
bulabilecek miydi? Yoksa geceler kendini sıkmaya devam mı edecekti?
g
HUZUREVİ
Pazartesi. İş günü başlangıcı. Hafta sonundan
çıkmanın mahmurluğuyla geçen bugün okulların son haftasına girilen gündü. Bu
haftanın sonunda öğrenciler karnelerini alacaklar ve uzun bir yaz tatiline
gireceklerdi. Öğrencilerin beklentileri büyüktü. Sıkıldıklarını düşündükleri
okullarından bir süreliğine uzak kalma düşüncesinin güzelliğini yaşamaktalar.
Bir kısmı da mezun olmanın verdiği sevinçle okullardan uzak kalmanın vereceği
burukluğun etkisindeler.
Üniversite. Büyük ideal, ulaşılması düşünülen
hedef… Bir kısım öğrenciler bununla sevinecek ya da üzülecek… Okan, Deren,
Burhan ve daha niceleri… Hep bu gün için liseyi okuyorlardı.
Bugünün başka anlamı olduğunu bilen ve
bunu yaşayan biri daha vardı: Naciye Hanım. Sabahtan itibaren toplanmaya
başladı. Durgundu. Kararsız ve bitkin. Hatırası olan nesi varsa, buraya
gelirken getirdiği valizine toplamaya başladı. Hatıraları onu hep geçmişe
götürüyordu. Yaşadığı duygulu güzel anılarla dolu yıllara…
Ne güzel yıllardı. Düştüğü zaman
elinden tutan babasının olduğu yıllar… Ağladığı zaman gözlerini silen annesinin
olduğu yıllar… Nazlanabileceği, şımarık sevimli inatlarını bağrında eriten
sevgi dolu yıllar… Her alınan yeni elbiselerle sevinçten uçtuğu zamanlar… Hele
Kuran-ı Kerim’i okumayı öğrendiğindeki babasının mutluluğu ve kendine
gösterdiği dünyalara değer ilgi ve hediyesi…
Sonra, büyüdükçe hayatın gerçek yüzünü
görerek sıkıntılara eşiyle birlikte göğüs gerdiği yıllar…
Hele o gün var ya? Şinasi’nin doğduğu
gün: mutluluktan uçmuşlardı. Hatır gönül bilen, anlayan biri olsun düşüncesiyle
Şinasi, demişlerdi. Minnacık bebeğin getirdiği mutlu günler tatlıydı. Sonra
sıkıntılı yıllar: Şinasi’nin hastalanması… Uykusuz geceler… Okutmak için
verdikleri emekler. Eşinin ve bir çocuğunun öldüğü o elim kaza.
Ah o kaza… Hayatını alt üst eden o gün…
Şinasi ve yalnız geçen yılların başlangıcı… Hem ana Hem baba olduğu yıllar…
Artık tek bir hedefi vardı tek bir aşkı, tek bir düşüncesi: Şinasi…
Ve işte bu gün: Yalnızlığa açılan Pazartesi
kapısı. Her şeyi olan Şinasi’nin, kendini azarlaması ve kapı dışına bırakması…
Dayanamadı. Duygularına hâkim olmak
için çok uğraştı çok. Yoğun yağmur yüklü bulutlar gibi olan duygularına hâkim
olamadı. Gözlerinden yaşlar boşaldı. Sel gibi aktı yüzünden aşağıya. Yılların
yorgunluğuyla birleşince kendini alamadı. Bırakıverdi. Yatağının üzerine oturdu
ve yalnız dünyasında sessiz sessiz ağladı.
Ne yapacaktı? Ağlamakta buldu çareyi. Ağladı
ağladı... Ağlamak acizliğin sonucuydu belki ama yapacağı bir şey yoktu, ya da
kalmamıştı artık.
Bu duygular içinde tekrar ayağa kalktı.
Dizleri titredi, dermanının kesildiğini düşündü. Zorlanarak hatıralarını toplamaya
devam etti.
Başucundaki seccadeye uzandı elleri. Özenle
katladı, eliyle düzeltti ütü yapıyormuşçasına. Sonra babasının yadigârı Kuran-ı
Kerim’e uzandı yılların verdiği yorgunlukla titreyen elleri tazimle:
Bismillahirrahmanirrahim, dedi sessizce. Bir kez daha öptü ve alnına götürdü. Babasının
kendine “portakal kızım” dediğini hatırladı. Yüzü gülümsedi. Üzgün görüntüsündeki
derinleşmiş çizgiler bir anda azaldı. Anlık mutluluk yaşadığını da söylemek mümkündü.
Özel bir ihtimamla valizine yerleştirdi. Okuyacaktı gittiği yerde. Zaten yapacak pek bir şeyi yoktu. Okumak için
bolca vakti olacaktı. Çok sevap kazanacağı düşüncesi yüzünde güller açtırdı.
Dönüp dönüp tekrar kontrol etti valizini, eksik bir şey kalmaması için. Belki bir
daha gelmeyecekti.
Kendi şahsi eşyalarını topladıktan
sonra, en yakını olarak düşündüğü en çok gidip geldiği, konuştuğu komşularına
gitti. Kapıda kendisini yine komşusu Gülseren Hanım, güler yüzüyle karşıladı.
Naciye Hanımı salona aldı. Kanepeye oturması için yer gösterdi.
-Hoş geldiniz! Dedi.
-Hoş bulduk.
-Nasılsınız Teyzeciğim?
-İyiyim şükür, sağlığım yerinde.
-Allah iyilik versin.
-Geçmiş olsun. Dün bir kaza
atlatmışsınız. Burhan söyledi.
-Allah razı olsun, sağ olsun çocuk dün
yardımcı oldu.
-Biz aile olarak konuştuk: en azından
aranız düzelinceye kadar bizde kalabilirsiniz.
Bunu çok samimi bir şekilde istiyoruz.
-Allah razı olsun kızım. Bunun olması imkânsız. Eğer olsa bu kadın sizin de benim de etimi
yer.
-Ne yapacaksın, o zaman?
-Ben bugün gidiyorum. Şinasi işlemleri tamamlamış. Beni
öğleden sonra götürecek.
Naciye Hanım bunu söylerken yine içlenmiş,
gözleri dolmuştu. Durumu anlayan Gülseren Hanım, konuyu değiştirdi:
-Hayırlısı olsun. Seni orada da yalnız
bırakmayız inşallah.
-İnşallah kızım. Gelirseniz sevinirim. Hele Elif ile Esra’yı özleyeceğim.
-Onlar da gelir inşallah.
-Dur ben sana bir ıhlamur yapayım. Birlikte içeriz.
-Zahmet etmeseydin kızım.
-Ne zahmeti Teyzeciğim, diyerek mutfağa
geçti Gülseren Hanım.
Az sonra geri döndüğünde Naciye Hanımın
elindeki tespihle çok daldığını gördü. Üzüntüsünü dağıtmak için tekrar sordu:
-Çok mu kalabalıktı?
-Çok. Sanki şehirde kimse kalmamış.
-Biz de gidelim diyoruz çocuklarla. Bir
türlü nasip olmadı.
-Pek güzel bir yer. Allah bu güzellikleri insan için yaratıyor. Önemli olan, bunu anlamak. Onlardaki
hikmetleri kavramak, insanın ufkunu açar.
Gülseren Hanım, Naciye Hanımın açıldığını
görünce rahatladı. Ihlamurlarını yudumladılar konuşarak. Gülseren Hanım Naciye Hanımın
tavsiyelerini dikkatle dinledi. Sohbetine doyum olmuyordu. Sanki ötelerden
konuşuyordu. Ne kadar güzel anlatıyordu.
Zaman öğleye yaklaşmıştı. Naciye Hanım,
müsaade istedi kalkmak için:
-Yemeği burada yeseydik, dedi Gülseren
Hanım.
-Olmaz. Şimdi torunlar da gelecek.
Kapıya kadar uğurladı. Naciye Hanım kapıda
Gülseren Hanım’a öyle bir sarıldı ki, Gülseren Hanım bu içtenliğin duygu seline
kapıldı. Birlikte ağlaştılar.
Naciye Hanım burnunu çekerek:
-Hakkını helal et kızım. Senin ben de hakkın çoktur. Beni hep kendi annen gibi bildin. Bana kendi çocuğumdan daha yakındın. Hakkını helal et.
Hıçkırıklara boğulan Gülseren Hanım:
-Ne hakkım olacak benim. Esas siz hakkınızı helal edin, dedi zor anlaşılan
bir sesle. Kendi annesinden ayrılıyormuşçasına üzüldü.
Ellerini öptü Naciye Hanımın. Tekrar sarıldılar
kapının önünde uzunca.
Gözlerini başörtüsünün ucuyla sildi:
-Allahaısmarladık kızım. Çocuklara
selam söyle. Onları benim için öp.
-Güle güle Teyzeciğim.
Naciye Hanım başını önüne eğdi. Yaşlı
gözleri ve titreyen dizlerinin vücudunu taşımada zorlandığını gösteren yürüyüşü
ile evine girdi. Arkasında da aynı şekilde gözleri yaşlı komşusu evine
girdi. Çok duygulanmıştı, kendini
alamıyordu. Ağladı dakikalarca.
Naciye Hanım salona girdiğinde televizyon
açıktı. Ortalıkta gelini görünmüyordu. Televizyondan gelen ses dikkatini çekti.
Bir sohbet programıydı. Bu tür programlar
pek seyredilmezdi evde. Demek ki önceki
programda açılmış, kapatılması unutulmuştu. Arkasından da bu program çıkmıştı.
Gelininin balkonda olduğunu düşündü.
Televizyonun yakınında bir yere oturdu ve dinlemeye başladı.
Konuklar hayattan örnekler anlatıyorlardı. Konuşmacılardan biri bir özdeyiş
üzerinde duruyordu: “Babası oğluna bir bağı bağışlamış, oğlu babasına bir
salkım üzümü vermemiş.”
Bu bizim toplumumuzda çok sık rastlanan
gerçeklerden biri. Bunu inkâr etmek mümkün değil…
Naciye Hanım sessizce:
-Benim gibi, dedi ve konuşmaları dinlemeye
devam etti.
Bir
diğer konuşmacı insanlarımız bu dünyanın her şey olduğunu düşünüp, iyilikten, yardımlaşmadan, ihtiyaç sahiplerini görüp
gözetmekten çok uzak yaşamaktadır. Bunun
önüne geçmek gerekir. Allah’ın verdiği malı mülkü iyi kullanmak da mal varlığı
kadar önemlidir. Bu dünyanın sonunu hepimiz biliriz. Ama iş yardımlaşmaya
gelince sadece dünyayı düşünürüz, diyerek bir hikâye anlattı:
“Adamın
biri oğluna; öldüğüm zaman senden tek isteğim var, o da ayağımın birine eski
bir çorap giydirmeyi ihmal etme! Diye vasiyette bulundu.
Zaman
geldi her faninin akıbeti onu da gelip aldı götürdü. Adamı teneşir tahtasına yatırdılar,
imam efendi yıkamak üzere teneşirin başına geçip vazifesini yapmaya başladığı
zaman, ölenin oğlu, babasının vasiyetini arz ederek:
-Babama
mutlaka bir eski çorap giydireceğiz, dedi.
İmam:
-Olmaz,
İslâm’a göre ölüye kefenden başka bir şey sarılmaz, dediyse de adam ille de babasına
çorap giydirmekte ısrar ediyordu.
O
muhitin hocaları toplanıp bu meseleyi görüşmeye ve ölüye çorap giydirilip
giydirilemeyeceğinin müzakeresini yapmaya başladılar.
İlim
meclisinde bu müzakere devam etmekte iken içeri bir adam girip mevtanın oğluna
bir mektup verdi. Mektup çocuğun babası tarafından verilmiş ve öldükten sonra
kendisine verilmesi istenmişti. Ölenin oğlu babasının bıraktığı mektubu yüksek
sesle okumaya başladı.
Mektupta
şöyle denilmekte idi:
-Oğlum!
Görüyorsun ya, sana o kadar mal-mülk bıraktığım halde, bana bir çorabı bile çok
görüyorlar. Elbette bir gün sen de benim gibi ölüp gideceksin. Aklını başına topla...
Sana da birkaç metre kefenden başka bir şey vermeyecekler. Sana bıraktığım
malı, iyi harca, sarf edeceğin yerleri iyi seç. Çünkü senin kabre götüreceğin
amelinden başka bir şey değildir.
Din
adamları ölüye kefenden başka bir şeyin giydirilmesinin mümkün olmadığına karar
verdiler ve adam hakikaten birkaç metre bez ve ameliyle baş başa kaldı.”
Konuşmacı
devam etti anlatmaya:
-İşte
hayat bu! Para için annesini babasını yok sayanlar var. Böyle bir toplum olmamalıyız. Onlar bizden para değil, ilgi bekliyor. Biz onlara hizmet
edersek, yaşlılık dönemimizde de, Allah bizim için hizmet edecek olan birilerini
yaratır…”
Naciye
Hanım kendisinden bahsedildiğini düşündü:
-Doğru
dedi. Evimi onun için sattım. Para da istemiyorum. Birazcık ilgi, hepsi o kadar…
Konuşmaların
sürükleyiciliği karşısında zamanın ne çabuk geçtiğini anlayamadı. Konuşmacıları dinlerken gelini de gelmiş oturmuştu. Konuşulanları birlikte dinlemişlerdi.
Bu
hikâyeyi oğluna anlatacak ve:
-Bak
oğlum bu dünya sana da kalmaz! Sen de yaşlanacaksın. Bunun ne demek olduğunu
anlayacaksınız, ama iş işten geçmiş olacak, diyecekti.
Tekrar
odasına girdi. Özel eşyalarını bir kez daha kontrol etti. Birkaç kez tülbentlerine
baktı. Sonra yine derinlerde ufuksuz
görüntüler içinde gezindi.
*
* *
Artık
hazırdı. Oğlu Şinasi’nin gelmesini bekliyordu. Beklemeye tahammülü kalmamıştı.
Bu iş bir an önce bitmeliydi. Kalacağı yeni yere akşam olmadan gündüz gözüyle
girmeliydi.
Zaman
ikindi sonu güneşin hararetini kaybetmeye yüz tuttuğu anları solukluyordu.
Şinasi
iş dönüşü vakit geçirmeden evine gelmişti. Aslında içinden annesine, nasıl “haydi
gidelim” diyeceğinin hesabını yapıyordu. Hatta Okan’a teklif etmeyi düşündü. Okan’ın
buna itiraz edeceğini iyi bildiği için vazgeçti.
Şinasi’nin
salonda bir o yana bir bu yana kıvrandığını gören annesi:
-Haydi!
Ben hazırım, artık gidebiliriz, dedi.
Şaşkınlıkla
olduğu yerde kalakalan Şinasi:
-Peki
o zaman gidebiliriz.
Bu
esnada kapıdan içeri giren Burcu, babaannesini elinde valiziyle görünce olduğu
yerde dehşetle baktı. Gözleri, annesinin gözlerini aradı. Annesi gözlerini
kaçırdı. Babasına baktı. Babasının başı önünden kalkmadı. Elindeki okul çantasını
oracığa bırakıverdi:
-Babaannem!
Nereye gidiyorsun? Biz sensiz ne yaparız sonra? Hayır, gidemezsin, diyerek
boynuna atlayıp sarıldı.
Hem
ağlıyor, hem de:
-Gidemezsin,
diye haykırıyordu.
Naciye Hanımın
eli torunun sırtında gezindi bir müddet. Onu teselli etmeye çalıştı hiç
konuşmadan. Kızının bu davranışı Nebahat Hanım için bir anlam ifade etti mi, bu
anlaşılamadı.
Bütün
soğukluğuyla içinde bulunduğu ruh halini gizlemeyi başaran Nebahat Hanım, koltuğa
oturup olacakları beklemeye başladı.
Naciye
Hanımın gözleri zaman zaman kapıyı yokladı.
Belki Okan gelir düşüncesi, Okan’ı
da son kez görme isteğinden kaynaklanıyordu.
Burcu’nun
gözleri durmak bilmedi. Bunca akan
gözyaşı Nebahat Hanımın tavrında bir değişiklik meydana getirmedi. Soğuk duvarlar gibi olan görüntüsüne, bakışlarını kaçırdığı
gözleri de eşlik etti.
Artık
çıkma zamanıydı. Burcu’nun yalvarmaları
bir şey değiştirmeyecekti.
Naciye
Hanım hiçbir kelam etmeden kapıdan çıktı.
Burcu da arkasından yürüdü elindeki valizle. En arkadan oğlu yürüdü. Gelinine hiçbir şey demedi. Gelini de ona bir
söz etmedi.
Artık
tek hedef kalmıştı. Sürekli kalacağı yeni mekânına ulaşmak. Oradaki arkadaşlarını
merak ediyordu. Kiminle arkadaşlık kuracaktı? Günleri nasıl geçecekti? Bunu zaman
içerisinde görüp, yaşayacaktı.
Tam
apartmanın çıkış kapısında komşularının kızı Esra ile karşılaştı.
Esra
bu haliyle gördüğü Naciye Hanım için üzüldü.
Çok severdi kendisini. Hele anlattıkları ona çok şey kazandırmıştı. Böyle bilge bir kadının uzaklaşması kendini
çok üzmüştü. Oğlu ve torunun yanında bir şey söylemedi. Gözleri doldu ve sustu. Elini öptü samimiyetle.
Sonra sıkıca sarıldılar.
Naciye Hanım
bu sıkıntılı anında bile aklından geleceğe yönelik düşünceler akıverdi. İçinden “inşallah Okan'ın aklı başına gelir… Seninle
evlenir…”
Çok
hanım hanımcık bulurdu Esra’yı. Kendi torununun da böyle olmasını çok arzu
ederdi. Esra gibi bir gelin için neler vermezdi ki?
-İnşallah
ziyaretine gelirim, dedi sessizce.
-Beklerim
kızım, dedi ta derinlerden.
-Hakkını
helal et Teyzeciğim.
-Helal
olsun. Benim ne hakkım olabilir ki, dedi boğuk bir sesle.
-Evinizdekilere
selam söyle!
-Aleyküm
selam.
Yaşlı
gözlerle ayrıldılar. Esra evlerine, Naciye Hanım yeni evine doğru yola koyuldu.
Arabaya
istemeye istemeye bindi. Hep gözü
yaşlıydı. Hiç kurumadı. Televizyonda dinlediği
ve anlatacağım dediği olayı anlattı:
-Bak
oğul! Cennet anaların ayağı altındadır, bunu bilirsin. Sana bir şey anlatacağım:
“Adamın biri oğluna; öldüğüm zaman senden tek isteğim var, o da ayağımın birine
eski bir çorap giydirmeyi ihmal etme! Diye vasiyette bulundu…”
Arkasından
da yine önceden tasarladıklarını söyledi:
-Bak
oğlum bu dünya sana da kalmaz! Sen de yaşlanacaksın. Bunun ne demek olduğunu
anlayacaksınız, ama iş işten geçmiş olacak…
Oğlu
Şinasi Bey, sessizce dinledi annesinin anlattıklarını.
Dinledikleriyle
duyguları iyice kabaran Burcu, sesini bırakıverdi arabada. Babaanne’sini çok
sevdiğinin farkına sanki yeni varmış gibiydi. Arabada ölümüne bir soğuk sessizlik
hâkim oldu. Sadece kızın iniltileri duyuldu.
Şinasi Beyin duygulanmaması mümkün değildi. Ya taş kalpliydi, yada çok soğukkanlıydı. İstifini hiç bozmadı. Belki de duygularını içine gömdü. Artık
Naciye Hanım hiçbir şey söylemedi.
*
* *
Huzurevinin
kapısına gelmişlerdi. Naciye Hanım etrafı hızlıca kolaçan etti. Zaten duygu
karmaşası içindeki ruh hali, kalacağı yere bir an önce alışma telaşını
yaşıyordu sanki.
Kapıdan
girişte güzelliği tarif edilemeyecek bir manzara vardı: Çınar ağaçları göklerle
kucak kucağa sarmaş dolaştı. Kollarını
uzattıkça uzamıştı. Altındaki serinliği
dışarıdan hissetmemek mümkün değildi. Çiçeklerle bezenmiş yol boyları ve gezme parkurları
insanı kendine çekiyordu.
Havuzun
dibinde büyümüş salkım söğüt, kollarını yere doğru salmış, süzülüyordu. Salına
salına yaprak hışırtılarıyla fıskiyeden havuza dökülen suyun sesine eşlik
ediyordu. Aaa! Tam Naciye
Hanımın istediği gibi beyaz büyük papatyalar da buradaydı. Naciye Hanımın
gelişini kutlayarak, sanki “hoş geldiniz”
der gibi bakıyorlardı.
Bankların
üzerinde oturmuş yaşı ilerlemiş insanlar yeni gelenleri gözleriyle takip ediyorlardı.
İçlerinden yeni gelenlerle ilgili yorum yapıyorlardı. Kendileri ile kıyaslayarak
farklı yargılara varıyorlardı…
Yeşilliklerle
kaplı bir bahçenin sonunda geniş ve ferah bir
salona geçtiler. İdare odasında oyalandılar birkaç dakika. Daha önceden işlemler bitirildiği için,
görevliler eşliğinde kalacağı odasına çıkardılar.
Odadaki
sessizlik Şinasi Bey ve kızı ayrıldıktan sonra da devam etti…
Sessizlik
içinde günleri başlamıştı. Zaman zaman kendisini hep hapiste gün bekleyen biri
gibi hissetti. Ama çıkması için belirlenen, sayılacak bir günü de yoktu.
Arkadaşlıklar kurdu akranı olan bu kimsesiz insanlarla. Hep sınırlı kaldı. Anlaşabildiği
birkaç arkadaşı olmuştu. İçindeki ayrılık duygusu o kadar büyüdü ki, kurduğu arkadaşlıkları
bile bunu söndüremedi. Hep yalnız hissetti kendini, hep terkedilmiş…
Geceleri
ibadetle geçti günleri. Kuran-ı Kerim okudu sürekli. Ne olacağını bilmeden hep
bekledi geleceğini…
*
* *
Günlerden
yine cumaydı. Salkım söğüdün dallarında şakıyan kuşlar vardı. Havuzdan suyunu
içip söğüdün incecik, narin dallarına
konup, uzun uzun ötüyorlardı. Neler yoktu ki; bülbüllerden serçeye…
Ama
bunlar yalnızlığını gidermiyordu. Bunlar eğer yakınları varsa güzeldi. Hep bu
duygularla çalkantılı düşünce âleminde sallandı durdu.
Bahçedeki
oturduğu yere doğru yönelmiş birkaç kişi vardı.
Kendini ziyarete gelmelerini ne çok istiyordu. Uzağı görmeyen gözleriyle
iyice baktı. Yok, yok kim gelecekti?
İkinci
gün Okan ile Burcu gelmişti o kadar. İyice yaklaştıklarında çok sevindi. Komşuları
Gülseren Hanım ve üç çocuğuydu. Karnelerini almışlardı bugün. Bu sevinçlerini Naciye
Hanımla paylaşmak ve onu mutlu etmek için gelmişlerdi.
Duygu
seli içinde ve sevinçle kucaklaştılar komşularıyla. Çocuklar ellerini öptü. Naciye
Hanım da çocukları teker teker öptü. O kadar çok sevinmişti ki, ne diyeceğini
bilemedi. Heyecandan damağı kurudu:
-Allah
da sizi sevindirsin inşallah, diye dua
etti sayısız kere.
Tek
tek sordu çocuklarını durumunu:
-Elif
nasılsın?
-Karnem
hep pekiyi, çok iyiyim…
-Ya
sen Esra?
-İyiyim
çok şükür. Biraz senin için içimiz buruk… Karnem hep beş… son sınıfa geçtim.
-Allah
sana da en hayırlısını nasip etsin…
-Sen
nasılsın oğlum Burhan?
-Ben
karneyi göstermeyeceğim. Okul bugün bitti. Haftaya üniversite sınavımız var.
İnşallah hayırlısıyla kazanırsak bir yer, okuyacağız.
-Ne
olmak istiyorsun?
-Hayırlı
bir insan.
-İnşallah,
onu demedim. Okul?
-Fark
etmez ama doktor olmayı istiyorum.
-Allah
sana inşallah doktorluğu nasip eder.
-Amin,
dedi bütün içtenliğiyle.
Burhan,
alacağını almıştı: dua dua. Her sıkıntının kapısıydı bu… Dua hangi kapıları açmazdı
ki?
Gülseren
Hanım sözü Naciye Hanımı yeniden duygulandırdı:
-Biz
seni hiç unutmadık. Unutamadık, her akşam mutlaka çocuklar senden bahsediyorlar…
-Eksik
olmayın kızım.
-İnşallah
her fırsatta seni ziyaret edeceğiz. İzin falan var mı? Bazen bize gideriz.
-İnşallah
kızım, inşallah.
Saat
olarak değil elbet, vaktin ilerlemesi sebebiyle ziyaret sona ermişti.
Veda
cümleleri ile oradan ayrıldılar. Naciye Hanım, yine yalnızlık dünyasında baş
başa kalmıştı. Aslında kendisinin de ziyaretçileri olduğunun görülmesi
sevindirmişti. Yalnızlık dünyasını renklendirecek torunlarının da geleceği
düşüncesiyle bekledi. Onlarda gelmeliydi. Komşuları gibi karnelerinin sevincini
babaanneleri ile paylaşmalıydılar.
Geç
saate kadar bu beklentiyle kıvrandı durdu. Ama gelen yoktu. Umutlarını yitirip
buradaki kimsesiz hayatına geri döndü.
Diğer
taraftan Burcu, annesine baskı yapıyordu:
-Babaannemin
yanına gidelim, diyerek.
Annesi
duyarlı davranmıyor, önceki tavrını devam ettiriyordu:
-Baban
veya abin gelsin, birlikte gidersiniz.
Ne
olurdu sanki kızıyla gitseydi?
-Anne
nasılsın? Deseydi. Gönlünü alsaydı. Özür dileseydi. Yanlış yaptım, deseydi. Ne
olurdu? Bir insanın dünyalar sığan gönlüne giriverseydi. Barışsaydı. Bu yaşlı
insanın içinde bulunduğu karanlıkta bir ışık olsaydı. Torunlarıyla görüştürseydi,
elini öpseydi…
Burcu,
Babasını bekledi çaresizlikle; gelmedi. Kiminle nerden neyi götüreceklerinin
pazarlığı içinde olması kuvvetle muhtemeldi.
g
KÖHNE VE KARANLIK BİR YER
Abisinden
zaten hiç ümitli değildi. Nerelere takılmıştı yine kim bilir? Ciddi bir işi hiç
olmamıştı ki zaten. Haftaya üniversite sınavı onu bekliyor, o ise başka şeyleri
bekliyordu. Erken saatte gelmesi pek alışık olunan bir durum değildi.
Akşamın
karanlığı yine hâkimiyetini kurmuş, gündüzün parıltısının esamesi bile kalmamıştı.
Karanlıkları yaran sarı sokak lambalarının
fersiz ışıklarıydı. Nice olayları örten bu karanlığın içinde kaybolan gençlerin
neler yaptığını anlamak da ehli olmayan için çok kolay olmasa gerek. Ahlaki
yozlaşmanın neticesi olan eğlence yerleri, akşamın karanlığıyla birlikte
gecenin sonuna kadar gençleri kucağına alıp bilinmez yönlere doğru yelken alıyorlardı.
Bu çirkeflik sarmalına girenlerin kurtulup kendini sahile atmaları da çok kolay
görünmüyordu.
Buralarda
neler yaptıkları, sabahın ilk ışılarıyla ortaya çıkıyordu çoğu zaman.
İşte okuldan
sonra bir gurup arkadaşıyla birlikte Okan yine böyle bir yerdeydi. Merdivenlerle
inilen izbe bir yer. Kuytu köşelerle dolu olan bu yerde, kapıdan girerken sizi
abur cubur renklerin birbirine girdiği bir alaca karanlık kuşağı karşılar.
Yanıp sönen ışıklar yüksek sesle bangır bangır müzik parçaları, gençlerin
eğlenmeleri için hazırlanmış tuzaklarla dolu bir belirsizlik ortamı…
Sigara
dumanının hükümran olduğu bu ortamda gençler
alkolle buluşup kendilerinden geçiyorlar. Kız erkek karışık, güya şakalaşmalarla
başlayan sonunun nereye varacağı belli olmayan çıkmaz sokaklar. Bu sokaklarda
dolaşan ve hiçbir hedefi olmayan kişilerin, gerçeklerden uzak bilinçsiz davranışları.
Okan,
yine Deren ile birlikte kuytunun birinde oturmuş elindekini yudumluyordu. Deren’in
yanında olması dünyaların kendisine ait olduğu düşüncesini iyice pekiştirmiş,
her şeyin hâkiminin kendisi olduğu kanaatini ortaya çıkarmıştı. Artık o anda
Okan’a kimse laf söz edemezdi. Etsinler de görsünler başına gelecekleri. Arada
bir nâra atıyor, Deren’in kahkahalarıyla coşuyor tekrar tekrar meydan okuyordu.
Deren
Okan’la otururken bile başkalarına gülücükler dağıtıyor, kaş göz işaretleri ile
kendince eğleniyordu.
Deren
Okan’ın kulağına eğilip bağırdı:
-Nasılsın?
-Uçuyorum!
-Seni
daha çok uçurayım mı?
-Evet!
Evet!
Deren
çantasından kâğıdın arasında sarılı olan küçük bir hap çıkartıp Okan’ın bardağına
koydu. Okan da, “Deren’den gelen zehir olsa içerim” mantığıyla içmeye devam
etti. Bu Deren için çok sıradandı. Parasını harcayacak yer bulamadığı belliydi.
Bu sapkın yollarla dinmeyen ruhunu uyutmaya çalışıyordu.
Okan
da az değildi hani. Belki bir manada babasının davranışları onu buralara
sürüklüyordu. “Erkek adam…”
Gece
ilerlemiş gençler mekânın ağır havası altında kalmıştı. Kenarlarda sızıp kalanların
yanında sinsi bir sansar gibi dolaşanlar da vardı.
Uzun
boylu sarı saçlı, saçları omuzlarından aşağı dökülen biri, Okan’ın yanına
geldi. Kulaklarındaki küpeler uzunca salınıyordu. Ellerindeki yüzük ve takıları
saymak oldukça zordu; çoktu. Deren yanlarına gelenin yüzüne yapıştı, ayrılmak
bilmedi. O kadar anlamlı bakıyordu ki, Okan’ın bile dikkatini çekti. Okan sert
bir şekilde uyardı:
-Deren!
Deren
hiçbir şey demedi, sadece sustu. Ama gözleri hâla onun üstündeydi.
Genç
salınıp duruyordu. Bir o yana bir bu yana yaylanması aldığı alkolün sonucuydu.
Pek
anlaşılamayan konuşmaları ile:
-Sen
Burcu’nun abisi misin?
Olanları
anlamaya çalışan Okan:
-Evet,
dedi hiçbir şey düşünmeden.
Yerinde
durmada zorlanan genç devam etti konuşmasına:
-O
benim hayatım, her şeyim, onun olmadığı dünya anlamsız…
Okan
şimdiye kadar Burcu ile ilgili hiç duymadığı şeyleri duymuştu. Etkilendi. Erkeklik
gururunun incindiğini düşündü. Konuşmak istemedi.
Diğeri
konuşmalarını sürdürdü. O kadar iğrenç şeyler söylüyordu ki, söyleyen kişi kadar
vurdumduymaz olan birinin bile dayanamayacağı sınırlara ulaşmıştı:
-Ben
Burcu ile sürekli buluşuyorum.
-Kes
be!
-İnanmıyorsan,
Burcu’ya sor oğlum.
-Kes
dedim sana!
Okan bunu
söylerken içine bir kurt düştü. Burcu gerçekten bu adamla birlikte miydi? Eğer
öyleyse; ailenin gururu iki paralık olacaktı.
-Burcu,
çok tatlı bir kız. Ben dünyaları veririm onun için. Ölürüm bile anlıyor musun, ölürüm.
Bu
konuşmalar sürerken Deren de kıs kıs gülüyor, yapmacık dolu hayranlık takıntılarıyla
bakıyordu konuşan bu adama. Deren’in bu tavrı Okan’ı iyice kızdırıyor çileden çıkarıyordu.
Zaten bu kafasıyla dünya gerçeklerinden çok uzaktaydı. Her şeyi yapabilecek durumdaydı.
Burcu ile ilgili duydukları, sisli gördüğü ortamı iyice kararttı.
Karşısındaki
şahsı son kez uyarmak düşüncesiyle:
-Bırak
git be! Dedi.
Karşısındaki
şahıs aynı tavırla cevaplamada gecikmedi:
-Ne
olur gitmezsem?
Okan
ayağa fırladığı gibi adamın üzerine yürüdü. Adamın cebinden çıkardığı bıçağın
parlayan kısmını görünce durakladı.
Deren
insanların kavga etmesinden hoşlanırdı. Hele bu kavgalar kendisi için yapılırsa
değme keyfine!
Deren
tam bu anda Okan’ın durmasına bir anlam veremedi. Çünkü karşıdakinin elindeki
bıçağı görmemişti.
-Ne
oldu, korkuyor musun? Dedi, tahrik edici bir tavırla.
Okan için bu
ölümden öte bir durumdu. Her şeyiyle bağlı olduğunu düşündüğü kız arkadaşının
yanında küçük düşme demekti bu. Deren’in de tavrı yangına körükle gider gibiydi.
Gerçi bu tarz Deren’in yaşam biçimi de sayılabilirdi.
Konuşmaların
tonu yükselince, kuytu köşede aklı başında
kalmış birkaç kişinin seyirci olarak toplandıkları görüldü. Onların hal ve
hareketleri de sanki bir kavga istiyormuş gibiydi. Onlar için değişiklik
olurdu. Gerçi bu tür durumlara pek yabancı sayılmazlardı.
Okan
geri dönüp oturmak istedi. Yerine otururken pis pis sırıtıyordu Burcu’nun arkadaşı
olduğunu söyleyen adam:
-Ne
oldu bebek, korktun mu? Dedi, tepeden bakan bir ifadeyle.
Okan’ın
gözünü kan bürümüştü. Dayanamadı:
-Bu
kadarı fazla oldu artık, dedi.
Kalktığı
gibi adamın üzerine yürüdü. Adamın elindeki bıçağı aldığı gibi birkaç kez sapladı
hiç düşünmeden.
*
* *
Bir
anda ortalığı büyük bir uğultu kapladı. Adamın yere yığılan gövdesini görenler
arkasına bile bakmadan kaçıştılar. Orada görevlilerden başka kimse kalmadı.
Deren de çoktan kaybolmuştu zaten. Okan bir ara kaçmayı düşündü. Mekânın
sahipleri buna engel oldular. Okan, çaresizlik içinde orada kalarak başına
gelecekleri bekledi. Elindeki bıçaktan hala kan damlıyordu. Bir anda ne
olduğunu anlamaya çalıştı. Kendi ifadesiyle “uçmuştu” zaten. Olayı kolayca
tahlil edip kavrayacak durumda değildi. Bulanık, flu bir bakışı vardı ya da
öyle görüyordu bütün nesneleri.
Görevliler,
polis ve ambulans için telefon ettiler.
Okan
ne yaptığını anlamaya çalışıyordu. Kafası karmakarışıktı. Önceden de gelirdi buralara.
Hayatında ilk değildi. Belki çokluğundan dolayı sayısını bile unutmuştu. Bu gün
bir farklılık vardı: Deren’in verdiği küçücük hap mıydı bu hâle getiren? Yoksa babasının
pervasızca davranışları mı?
Az
sonra gecenin derinliğini bölen siren sesleri birbirine karıştı. Önce, yerde yatan bıçaklanmış kişi ambulansa konulup
hastaneye gönderildi. Okan arkasından bakakaldı.
Polisler
olay yerindeki delilleri de toplayarak Okan’ı aldılar.
Ekip
otosuna alınan Okan doğruca karakola götürüldü.
*
* *
Bütün
bunlar olurken, diğer taraftan Okan’ın evindeki can sıkıntısı devam ediyordu.
Annesi ile kızının konuşmaları gecenin karanlığında kayboluyordu.
Karanlığın
aydınlığı yuttuğu bu anlar geçmek bilmedi.
Annesi
oflayıp pufladı:
-İçim
sıkılıyor, dedi bir sigara daha yaktı.
-Al
benden de o kadar, diyerek eşlik etti Burcu.
-Sanki
bir şey olacakmış gibi geliyor bana, anne!
-Ne
olacak, kuruntu yapma yine, dedi.
-Babaanneme
bir şey olmasın?
-Ona
bir şey olmaz.
-Babaannemi
neden sevmiyorsun?
-…
-Cevap
vermiyorsun.
-Kapat
bu konuyu.
Sustular
bir süre. Sessizliği yine annesi bozdu:
-Baban
hiç bu kadar geç kalmazdı. Kalk yemeğimizi yiyelim, dedi.
-Dedim
ya canım sıkılıyor, yemek falan yiyemem
ben.
Oturmaya
devam ettiler. Yaptıkları bir şey yoktu. Annesi sigara üstüne sigara yakıyor,
Burcu da patlata patlata sakız çiğniyordu.
Daldıkları
bu âlemden, telefonun ürpertici sesiyle kendine geldiler. Gecenin bir yarısı olmuş ne babaları ne de
Okan gelmişti.
Çalan
telefonla ayağa fırladı. Babasının aradığı düşüncesiyle ahizeyi kaldıran Burcu,
tok bir sesle durakaldı:
-Okan
Parlak’ın evi mi?
-Evet.
-Ben
polis memuru Ayhan. Kiminle görüşüyorum?
-Kardeşiyim.
Büyük
biri var mı?
-Annem
var.
-Konuşabilir
miyim?
-Evet.
Annesi
Burcu’yu anlamsız gözlerle süzüyordu. Kötü bir şeyin olmasından korkuyordu.
Burcu’nun:
-Anne
seni telefondan istiyorlar, cümlesiyle telefona koştu. Ahizeyi Burcu’nun
elinden hışımla çekip aldı:
-Alo!
-Hanımefendi!
Gülbahçe polis karakolundan arıyorum. Okan şu anda bizde. Haber veriyoruz.
-Neden?
-Yaralama.
-Yaralama
mı?
-Evet.
Nebahat
Hanım duyduklarıyla sarsıldı. Neye uğradığını şaşırdı. Telefonun ahizesi elinden
düştü. Olduğu yerde dizleri üzere çöke
kaldı. Bağırmaya başladı:
-Bu
çocuktan çektiğim ne? Beni öldürecek bu…
Kendinin de başkalarına
çektirdiğini unutmuş gibi, öfke dolu cümleleri peş peşe sıraladı. Acizliğini
dizlerine iki elini vurarak gösterdi.
Az
bir zamanlık öfke patlamasının arkasından cep telefonuyla kocasını aradı:
-Alo!
-Efendim.
-Şinasi!
Neredesin?
-Arkadaşlarlayım.
Biraz eğleniyoruz da.
-Eğlencenden
başlatma! Gecenin kaçı olmuş, neredesin?
-Öf
be tadımı kaçırma!
-Okan
karakolda.
-Neden?
-Ne
bileyim ben.
-Hangi
karakolda?
-Gülbahçe
polis karakolu.
Telefon
pat diye kesildi. Konuşmalarından sarhoş olduğu anlaşılıyordu.
*
* *
Bu
konuşmanın arkasından Burcu ve annesi karakola gittiler.
Karakola
ulaşmaları hep aynı anda oldu. Geldiklerinde Okan’ın sorgulaması çoktan
bitmişti.
Doğruca
nöbetçi komiserin odasına alındılar.
Naciye Hanım
önceki komiseri görünce dili tutulmuşa döndü. Çünkü kendine çok sıkı tembihler
yapmıştı.
Sarhoş
olduğu davranışlarıyla da ortaya çıkan Şinasi Bey:
-Okan
ne yapmış ki buraya getirdiniz? Dedi.
-Yaralama.
-Çıkarıp
götürelim.
-Bu
iş bu kadar basit değil.
-Neden?
-Yarın
mahkemeye çıkarılacak. Mahkeme serbest bırakırsa ne âlâ? Yoksa?
-Yoksa?
-Adam
bıçaklamış. Dua edin de ölmesin.
Bıçaklama,
mahkeme ve ölüm kelimeleri üçünü de derinden sarstı. Söyleyecek söz bulamadılar.
Sadece sustular.
Komiser
Naciye Hanım’a döndü:
-Hanımefendi
ben size ne demiştim? Alın işte sonuç: görüyorsunuz.
Sanki
yaptıkları yanlışın farkına varmış gibi cevap veremediler ve sessizlik denizine
yelken açtılar.
İşte
sonunda bunu da yapmıştı. Zavallı yaşlı bir kadını evden kovarken, sarsılmayan ailenin
şanı, şöhreti iki paralık olmuştu. Nebahat Hanım başkalarının yüzüne nasıl bakacaktı?
-Sonunda
olacağı buydu, diye söylendi Nebahat Hanım.
Şinasi
Bey söyleyecek söz bulamadı. Üzüldü. Şinasi’nin oğlu bu olmamalıydı. Hâlbuki
Okan için su gibi para akıtıyordu. Üyelerin onca aidatlarından kendi payına
düşeni saklayacak değildi ya! Çocuklarına verecekti elbet. Sonucun böyle olmasında,
kendinin suçlu olduğunu hiç düşünmedi. Para vermekle çocuklarını en iyi şekilde
yetiştirdiğini zannediyordu.
Burcu:
-Bir
gün böyle olacağı belliydi, diyerek üzüntüsünden dudakları kurudu.
Şinasi Bey
kendini son bir gayretle toplayarak komisere sordu:
-Şimdi
nerede? Görebilir miyiz?
-Tabi
ki görebilirsiniz. Şu an nezarette.
Nezaret
kelimesi hiç hoş gelmedi. Böyle saygın(!) bir ailenin nezaretle falan ne işi olabilirdi
ki?
Polis
memurunun arkasından yürüdüler sessizce cenaze takip eder gibi. Parmaklılıklar
arasında gördükleri Okan, sadece bakıyordu.
Hiçbir şey söylemedi. Babası oğlunu teselli etmeye çalıştı:
-Sen
hiç üzülme oğlum. Ben seni yarın çıkarırım. Arkadaşım avukat Selami Bey çok
ünlüdür. Onu senin için tutacağım.
Okan
yine hiçbir şey demedi.
Nebahat
Hanım sadece:
-Neden
Okan neden? Senin derdin ne? Dedi. Çok nadir yaşlanan gözleri akmaya başladı.
Biraz
daha oyalandılar. Sonra çaresizlik içinde evlerine döndüler.
Okan
böylece geceyi nezarette geçirdi. Bu bir ilkti. Vukuatı çoktu ama hiç böyle olmamıştı.
*
* *
Geceden
sabaha gözlerini kırpmadı. Sabaha yakın bir zamanda ezanlar başladı. Karakola
yakın bir camiden geldiği belliydi. Ne yanık, ne içtendi. Ezanı hiç böyle
dinlememişti. Çok etkilendi. Deruni âlemlere daldı. Hiç bitmesin istedi.
Dinlendirmişti onu. Huzura kapı aralandığını sandı. Yaşadıklarını bir anda
unutuverdi. Öylece kalakaldı. Ezan bu kadar güzel miydi? Diye kendine sorular
sordu.
Ezan hep
aynıydı belki ama Okan dinlemeye vakit bulamamış yada ihtiyaç hissetmemişti. Bu
onun için alıştığının dışında bir duyguyu da beraberinde getirdi. Ve o anda hiç
aklına getirmediği, kâle almadığı komşularının
çocuğu Burhan’ı hatırladı. Aradaki ilgiyi kuramadı. Burhan’ın kendilerine yolda
yaptığı yardımı düşündü. Sonra, mesai ile başlayacak olan sıkıntıya kaydı
düşüncesi. Mahkeme, hâkim, savcı…
g
OKAN İÇERİDE
Nöbetçi
mahkemeye çıkarıldı sabahında. Ailesinin tüm fertleri Okan için oradaydı. Tabi
babasının arkadaşı çok ünlü avukat Selami Bey de.
Kısa
bir yargılamanın arkasından tutuklanarak cezaevine gönderildi. Ailesi, polisler
arasında giden Okan’ın arkasından nemlenmiş gözlerle baktılar. Polis otomobiline
bininceye kadar gözleriyle takip ettiler. Yapacakları bir şey yoktu. Çaresiz bundan
sonraki mahkemeleri bekleyeceklerdi.
Nebahat
Hanım ve ailesi için ilk veya bir başlangıçtı. Olayın akışı neler getirecekti?
Bunu zaman gösterecekti. Sıkıntılarını katlanarak büyümesi muhtemeldi.
Nebahat
Hanım bunları görecek, yaşayacak biri değildi kendince.
Bu
yaşananlar bir gerçekti. Çocuğu belki de katil olacaktı.
Günlerce
tutuklu olarak hapse atılan oğulları Okan’ı düşündüler. Can ne kadar tatlıydı
böyle! Nebahat Hanım nerdeyse yemeden içmeden kesildi. Şinasi Bey’in iştahı yok
oldu, neşesi uçup gitti. Burcu’yu çok derin düşünceler aldı götürdü.
*
* *
Bu
arada huzurevine terk ettikleri Naciye Hanım da unutulup gitti. Hiç ziyaretine
gitmediler haftalarca.
Naciye
Hanım ziyaretine gelinmemesine çok üzüldü.
Kendi kendine kahretti. Hayatta yalnız kalmanın zorluğunu bitmez tükenmez
günler sayısınca yaşadı. Herkese, her şeye küstü. En çok ilgiye muhtaç olduğu
bu dönemde evden atılmış ve hiç ziyaretine gelinmemişti.
Göçük
altında kalmış birinin, sesini duyuramamanın yılgınlığını ve bir ses, bir ışık
beklediği o sıkıntılı ve karanlık dünyanın içinden kurtulmayı hayal eden, bunun
gerçekleşmesi için, hiç çıkmayan sesiyle sürekli bağıran birisindeki
umutsuzluğu yaşadı günlerce. Bu çaresizlik içinde tuğla ve kumlar arasında kaybolmuş,
hayat belirtilerini kaybetmiş, harap olmuş bir yüz ifadesiyle içi burkuldu.
Bu
haliyle kurtarılmayı bekledi umut kırıntılarıyla.
Haftalık
rutin ziyaretlerde bulunan komşularıyla sevindi. Hiç gülmeyen yüzü onlarla
açıldı, onlarla hayatta olduğunun farkına vardı. Gözlerinde canlı olduğunun
ifadesi olan parıltılar görüldü.
*
* *
Aradan
geçen zaman içerisinde üniversite sonuçları açıklanmıştı. Her yıl olduğu gibi umutlarını
yitirip hayata küsen gençlerin yanında, sürekli çalışarak mutlu sonu yakalayan,
sevinç çığlıkları atan gençler de vardı.
Bunlardan biri de Burhan’dı.
Burhan
sonucu ilk öğrendiğinde aklına Naciye Hanım gelmişti. Kendisine ne olmak istiyorsun
dediğinde:
-Doktor,
demişti.
Naciye
Hanımın cevabı ona gönül rahatlığı vermişti:
-Allah
sana inşallah doktorluğu nasip eder.
Burhan’ın
içten bir “âmin” deyişi duygularını ifade etmeye yetmişti.
Onun
için sevincini Naciye Hanım ile paylaşmak istedi. Annesi ve kardeşleriyle birlikte
huzurevinin yolunu tuttu.
Birlikte
girdikleri bahçede ailenin yüzünün aydınlığı, sevinçlerinin yansıması etrafa
neşe saçıyordu. Naciye Hanım her zamanki yerinde oturuyor, elindeki tespih
parmakları arasında gezinirken, dudakları kıpır kıpır etmeye devam ediyordu.
Yine
hasretle bir kucaklaşma ve hal hatır sormalardan sonra Naciye hanımın yüzünde
oluşan güzelliklerin devamı için Elif’in şirinlikleri başladı.
Burhan:
-Naciye
Teyze! Allah senden razı olsun. Bana ettiğin dua gerçekleşti.
-Kazandın
mı?
-Evet.
-Doktorluk
mu?
-Evet.
-Allah
zihin açıklığı versin yavrum.
-Allah
razı olsun Teyzeciğim. Benim sana hediyem, lütfen kabul edin, diyerek elindeki
sarılı paketi uzattı.
Naciye
hanımın heyecanlandığı gözden kaçmadı. Gözleri doldu. Hediye almak çok güzeldi.
Kendi torunlarından ve oğlundan böyle bir incelik görmemişti bu güne kadar.
İnsanları
mutlu etmek, onların hayır duasını almak yaşanacak güzelliklerden biriydi. Burhan
bu güzelliği yaşıyordu. Naciye Hanımın yaşadığı bu sevinci ortak yaşamaları sevgi
sarmalı oluşturmuştu. Sürekli dua dolu sözler herkesi birbirine daha da
yaklaştırmıştı.
Her
geldiklerinde sorduğu oğlu ve torunlarını bu sefer sormamıştı. Belki de artık ümidini
kesmişti. Okan'ın hapse girdiğini de, şimdiye kadar Naciye Hanımın üzülmemesi
için söylememişlerdi.
*
* *
Okan
üniversite sınavına polis marifetiyle girmişti. Sonuçlar açıklanıp, bir üniversiteye
yerleşemediğini öğrendiğinde çok üzülmedi.
İçerde
olduğu günlerde bazı gerçekleri rahat düşünme imkânı bulmuştu.
Aylar
geçmiş olmasına rağmen, her şeyini feda edebileceğini düşündüğü Deren bir defa
bile gelmemişti. Kendini kâle almadığını düşünmeye
başladığında kardeşi Burcu’nun söylediği “…Bütün erkeklere gülüp hepsini
birbirine düşürüyor.” sözü kulaklarında çınladı.
-Doğruymuş,
kızı boşu boşuna azarladım dedi kendi kendine.
Artık
Deren’in kendisi için uygun biri olmadığını anlamıştı.
Deren
yoktu artık onun için. İnsan burada bazı gerçekleri daha doğru görebiliyor ve daha
mantıklı düşünebiliyordu.
Hele
yaşadıklarının yanlışlığını kabullenmesi çok daha kolay oluyordu. Geceleri
kuytu pis ve ağır bir kokuyla dolu mekânlarda geçen yıllarına pişmanlık duyması
çok fazla zamanını almamıştı
Üniversiteye
çalışmış olsaydı; şu anda burada olmayacak, belki de iyi bir üniversite kazanarak
geleceğini güvence altına almanın mutluluğunu yaşayacaktı.
Ortada
bir gerçek vardı: içerdeydi.
Keşke
olmasaydı.
Yaptıklarının
yanlışlıklarını an be an düşünüyor. Yapmamak için kararlar alıyor, çıkınca
tekrar dönmekten korkuyordu.
Bıçakladığı
adamın hastanede iyileşmeye yüz tuttuğuna seviniyor, hayata olan bağlılığı
artıyordu.
Gecenin
ıssızlığında adamın yaşaması için gizli gizli dualar ediyordu. Bu da onun için
ilklerdendi. Şimdiye kadar yaşadığı hayat itibariyle duaya ihtiyaç duymadığını
düşünüyordu. Burada kaldıktan sonra, duyguları değişmiş, babaannesinin
söylediklerinde güzellikler keşfetmeye başlamıştı. Bazen o kadar kararlılıkla
artık namazlarını kılacağını düşünüyor ama bir türlü başlayamıyordu. Bir başlasa;
belki arkası gelecekti…
Bu
düşüncelerindeki değişmenin arkasında aynı koğuşta kaldıkları Musa’nın etkisini
düşünmek gerekiyordu.
g
KOĞUŞ ARKADAŞI MUSA
Musa
orta yaşlarda, sessiz sakin bir insandı.
Koğuşta çıkan tartışmaların hiç birine karışmazdı. Kendine sorulduğu zaman
bir bilge edasıyla ağır ağır konuşurdu. Koğuştaki ağırlığını hissetmemek mümkün
değildi. Kültürlü olduğu her haliyle ortadaydı.
Üniversite
bitirdiğini bir konuşmasında duymuştu. Çok okuyan biriydi. Ziyaretine gelindiğinde
paketin içinde istediği kitaplar olurdu.
Ve soluksuzca okurdu. Son zamanlarda Okan ile olan yakınlaşması dikkat
çekiyordu.
Okan'ın
kendi dilinden anlattığı hayatı, dikkatini çekmişti. Gençlerin bu tür davranışlarının
olabileceğini bildiği için Okan’a yardımcı olmayı, ona faydalı olmayı kafaya koymuştu.
Okan,
Musa’nın okuduğu kitaplardan okumaya başlamıştı. Hem sıkıntılardan kurtuluyor
hem de yenidünyalara yelken açma imkânı
buluyordu. Merak ettiği konuları soruyor ve Musa’nın verdiği cevabı pür dikkat
dinliyordu.
Evet,
evet burası Okan için bir milattı. Burada o dinmeyen okyanustan çıkmayı başarmaya
başlamıştı.
Musa
sabah namaz kılmayı hiç ihmal etmiyor, zamanında ibadetlerini yapıyordu.
Koğuşta bu sebeple herkes Musa’ya saygı duyuyordu.
Yine
bir sabah ezanı ve yine kendinden geçmiş bir Okan… Ezan bittiğinde Musa her
zaman olduğu gibi abdest alıp seccadenin ucuna durdu. Namazını kıldı.
Okan
kalkıp namaz kılmak istedi. Nasıl kılınacağını tam olarak bilmediği için bocaladı.
Buna rağmen koşar adımla abdest aldı ve Musa’nın yanına durdu.
Musa
hapiste olduğuna ilk defa bu kadar sevindi. Okan namaz kılıyordu. Duygulandı.
Gözleri doldu akacak bir pınar gibi. O kadar duygulandı ki, secdede kendini
tutamadı ve ağladı.
Namazdan
sonra ellerini açtı:
-Allah’ım!
Bu gence hidayet nasip eyle… İyi bir kul olmasını nasip eyle… Diyerek dua etti.
Namazdan
sonra kalkıp Okan'ı kucakladı. Sarıldı ve alnından öptü. Okan olanlar karşısında şaşkınlık içinde hiç bir
şey demedi. Bir başkasının namaz kılması
sebebiyle bu kadar sevinmeye bir anlam veremedi.
Birlikte
oturdular. Okan’ın öğrenme isteği gözlerinden anlaşılıyordu. Aç kalmış bu yönünü
doyurmak istiyordu:
-Abi!
Öğrenmek istiyorum: namaz, abdest… Ne bileyim her şeyi… Bana anlat abi!
Musa
sükûnetle anlattı namazı, abdest’i, orucu, haccı…
Okan
bu konuları hiç böyle dinlememişti. Dinledikleri kendini heyecanlandırıyordu.
Ne
geldiyse başına dindar yaşamamaktan geldiği kanaatini zihnine nakşetmişti artık.
Burada bulunmaktan nerdeyse mutlu olduğunu söyleyecek kadar rahatlamıştı.
Değişimi
konuşmalarına da yansımaya başlamıştı.
Yine bir ziyaret günü… Ailesi yine tam takım orada…
Annesi:
-Nasıl
gidiyor oğlum?
-İyiyim
Allah’a şükür.
-Bir
ihtiyacın var mı? İstediğin bir şey?
-Yok
anneciğim, Allah razı olsun.
Okan
bu tür konuşmaları hiç yapmazdı. Ailesinin şaşkınlığı belliydi. Ama hiçbir şey
demediler.
Babası:
-Önümüzdeki
duruşmada büyük bir ihtimalle çıkacaksın. Avukat öyle söyledi: hafifletici
sebepler falan…
Kendinden
sevinç çığlıkları bekleyen ailesi, Okan'ın verdiği cevapla bir kez daha şaşırdı.
-Nasip.
Hayırlısı…
Çocuklarında
bir değişim olduğunu gören aile, ürkmeye başlamıştı.
Ziyaret
sona erdiğinde annesi yine bir ihtiyacı olup olmadığını sordu:
-Yok
anne sağ ol. Ha! Babaannemin Kuran-ı Kerim’ini gelirken bana getirin. Babaanneme
de çok selam söyleyin.
Dehşet
verici bir olay karşısında gözlerini açan biri gibi gözlerini açtılar. Kulaklarına inanamadılar. Okan ne diyordu
böyle? Yoksa? Yoksa? ...
Okan'a
bir şey demeden ayrıldılar.
Okan,
ailesine Naciye Hanımı hatırlatmıştı.
Sahi
Naciye Hanım ne yapıyordu? Şinasi’yi bir düşüncedir aldı. Annesini arayıp sormamıştı. Şimdi yanına
nasıl gidecekti? Kuran-ı Kerim annesindeydi. Onu nasıl isteyecekti. Hem sonra
Kuran-ı Kerimle ne işi olabilirdi ki? Okumasını bilmiyordu.
Korktuklarını
hiç konuşmadılar. Zaten yapacak bir şey de yoktu. Okan hapisteydi. Onu üzmek
olmazdı. Çıkıncaya kadar susmaları gerekiyordu.
Ertesi
günün sabahında hep birlikte huzurevinin yolunu tuttular. Annesi ile karşılaşan
Şinasi söyleyecek söz bulmadı. Adeta nutku tutuldu.
Ne
diyecekti ki? Ya da nasıl diyecekti? Böyle evlat olur muydu?
Burcu
babaanne’sinin boynuna atladı. İsteksiz bir şekilde burcuyu kucakladı Naciye
Hanım. Kızgındı. Kendini buraya bırakmışlar, bir daha gelmemişlerdi.
Sadece
Burcu’ya:
-Okan
nerede? Dedi. Herkes birbirinin yüzüne baktı. Anlatmak
istemediler. Söze hemen Şinasi Bey girdi:
-Çalışıyor
anne, çalışıyor. O da gelecekti ama. Bir başka zaman…
Naciye
Hanım hiç cevap vermedi.
Sessizliği
yine Burcu bozdu:
-Babaanne!
Abim Kuran-ı Kerim öğreniyor.
Naciye
Hanım duyduklarına inanamadı. Yüzündeki yalnızlığın derin izleri yok oldu. Gülümsedi:
-Ne
dedin sen kızım?
-Abim
Kuran-ı Kerim okumaya başladı.
-Okan
mı?
-Evet
babaanne.
Ellerini
açtı semaya:
-Allah’ım
sana binlerce şükürler olsun, dedi.
Sevincini
paylaşmak için Burcu’yu kucağına bastı saçlarından öptü birkaç kez:
-Kızım
sen de oku, sen de oku…
Okan’ın
babaannesinin Kuran-ı Kerim’ini istediğini söyleyemediler. Söyleseler; hemen verecekti. Sustular.
Nebahat
Hanım ile hiç konuşmadılar. İlk
konuşmanın kendilerinden gelmesini karşılıklı beklediler. Olmadı. Vedalaşarak
ayrıldılar.
Naciye
Hanımın buruk gönlünü, Okan’ın Kuran-ı Kerim okuduğunu duyması kısmen
rahatlatmıştı. İçin için sevinip arkadaşlarıyla defalarca anlatarak
paylaşmıştı.
Aslında
Okan babaannesini sürekli görmek istemişti. Cevap hep aynı olmuştu: “babaannen
hasta.” Okan da çıkıncaya kadar sabredecekti çaresiz.
Aslında
daha önceki konuşmaları hatırladıkça babaannesinin huzurevine gitmiş olabileceğini,
ailesinin bunu kendisinden gizlediğini tahmin edebiliyordu. Yapacak bir şeyi
olmadığı için sadece susuyordu. Hem şunun şurasında ne kalmıştı? Babasının
ifadesine göre, bir duruşma sonrasında tahliye olacaktı. O zaman istediği kadar
görüşebilirdi.
*
* *
Birkaç
gün sonrası… Gülseren Hanım çocuklarıyla birlikte yaptıkları kek ve pastalarla
birlikte yine Naciye Hanımın ziyaretindeler. Naciye Hanımla birlikte o güzelim
bahçede dinlenip onunla konuşmak için geldiler. Bu defa ki ziyarette Burhan
yoktu. Naciye Hanım artık buna alışmıştı.
Komşuları hiç yalnız bırakmıyor, belirli aralıklarla ziyaretine geliyordu.
Oğlunun
ve torununun gelişini içinde bulunduğu alışamamışlıkla anlattı. Konu Okan'a
geldiğinde coştu:
-Okan!
Kuran-ı Kerim okumaya başlamış, biliyor musunuz?
Gülseren
Hanım hapiste olduğunu bilip bilmediğini sorguladı kendince. İçerde olduğundan habersiz olduğunu anlayınca
bu konuya hiç girmedi.
-Çok
güzel, dedi.
-Eğer
ben ölürsem; bu Kuran’ı Okan'a verin.
-O
nasıl söz Naciye Teyze?
-Olsun
ölümlü dünya; ne olur ne olmaz? Eğer ölürsem Okan'a verin.
Sessizlik
oldu bir süre. Sonra Naciye Hanımın gözleri yine Esra’ya kaydı. İçten bakışları
Esra’nın dikkatinden kaçmadı. Aslında bakışlarının arkasındaki düşünce;
Esra’nın Okan’la evlenmesiydi. Söyleyemedi.
Naciye
Hanım gün geçtikçe soluyordu. Evden atılmak
onu yıkmıştı, çok üzmüştü. İçine attığı her halinden belli oluyordu. Sağlık
açısından pek bir sıkıntısı yoktu. Onu içten içe kemiren; yalnızlık,
terkedilmişlik, ilgisizlikti…
g
ZİNDAN
Okan,
Musa’dan çok şey öğrenme derdindeydi. Aklına takılan her şeyi soruyordu. Anlatılanları
pür dikkat dinliyor, kendince yorumlar yapıyordu.
Musa,
Okan'ın üniversiteyi kazanamadığını öğrenince:
-Seni
yurt dışına gönderelim. Üniversiteyi orada okursun, dedi.
Okan
hiç beklemediği bu teklif karşısında sevindi. Bu düşünce aklına çok yattı.
Nasıl olsa; babasının parası vardı. Gider orada tahsilini en güzel şekilde
tamamlayabilirdi.
Musa
ile olan arkadaşlıkları iyice pekişmiş, ayrılmaz bir dostluk başlamıştı.
-Bak
sana bir kıssa anlatayım. Sabır nedir, Allah’tan korkmak ne demektir, nasıl
olgunlaşılır? Örnek olsun, bana da sana da.
Musa
kıssa deyince, koğuşta birden ses kesildi, herkes ona kulak verdi.
Musa anlatmaya başladı:
Yusuf (as)’a ait bu kıssa
kıssaların en güzeli şeklinde vasıflandırmıştır. Yusuf, Hz. Yakup’un oğludur.
Her peygamber gibi sıkıntı ve belalarla imtihan edilmiş ve çektiği acı ve ıstıraplardan
sonra günün birinde kendisine peygamberlik verilmiştir.
Yusuf Peygamber daha çocukken bir rüya görmüş ve rüyasının
yorumunu babasına sormuştur. Babası Yakup Peygamber ise Hz. Yusuf'un rüyasıyla
ilgili yorum yapmış ve onu güzel haberlerle müjdelemiştir. Ancak bununla
birlikte rüyasını diğer kardeşlerine anlatmaması konusunda kendisini
uyarmıştır. Bu olay Kuran'da şu şekilde geçer: Hani Yusuf babasına: “Babacığım,
gerçekten ben (rüyamda) onbir yıldız, güneşi ve ayı gördüm; bana secde ederlerken
gördüm" demişti. (Babası) Demişti ki: “Oğlum, rüyanı kardeşlerine anlatma,
yoksa sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insan için apaçık bir düşmandır…”(Yusuf)
Okan heyecanla sordu:
-Babası neden kardeşlerine karşı uyardı ki?
Musa herkesin kendine kulak verdiğinin farkında olarak, daha etkileyici
bir tonda devam etti konuşmasına:
Anlattığı rüya sebebiyle babasının rüyasını kardeşlerine anlatmaması
konusunda onu uyarmasının sebebi, kardeşlerinin güven vermeyen tavrıydı. Yakup
Peygamber ilim sahibi, ferasetli bir insan olduğu için oğullarının fitne
çıkarmaya müsait olan karakterlerinin ve kıskanç yapılarının farkındaydı.
Onları çok iyi tanıdığı için Hz. Yusuf'a tuzak kurabileceklerini de tahmin etmekteydi.
Bu nedenle Hz. Yakup şeytanın düşmanlığına dikkat çekmiş, Hz. Yusuf'a temkinli
olmasını öğütlemiştir. Yakup Peygamber Hz. Yusuf'u uyarmakta haklıydı, çünkü
kardeşleri onu ve küçük erkek kardeşlerini babalarından kıskanmaktaydılar.
İçlerindeki bu kıskançlık öylesine şiddetliydi ki, onları Hz. Yusuf'a tuzak
kurmaya kadar götürdü.
Babası tarafından Hz. Yusuf’a
gösterilen ilgiyi kıskanan diğer kardeşleri bir komplo hazırlarlar. Onların kurdukları bu tuzak ve Yusuf Peygambere yaptıkları
Kuran'da şöyle anlatılır:
Onlar
şöyle demişti: "Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir; oysaki
biz, birbirini pekiştiren bir topluluğuz. Gerçekte babamız, açıkça bir
şaşkınlık içindedir."
"Öldürün
Yusuf'u veya onu bir yere atıp-bırakın ki babanızın yüzü yalnızca size (dönük)
kalsın. Ondan sonra da salih bir topluluk olursunuz." (Yusuf)
Ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, kardeşlerinin Hz. Yusuf'a
tuzak kurmalarındaki en büyük etken kıskançlıktı. Babalarının Hz. Yusuf'u ve
kardeşini daha çok seviyor olduğunu düşünmeleri, onları bu kıskançlığa itmekteydi.
Yalnızca kendilerine yönelik bir sevgi istiyorlardı.
Dinleyenlerden bir tanesi:
-Benim gibilermiş, deyiverdi.
Herkesin kendine baktığını görünce de, konuşmasına devam etti:
-Hep kıskançlığım yüzünden bu hâle geldim hırsıma yenildim…
Musa, kıskançlığın insanın başına sıkıntı getireceğini, bunun
örneklerle dolu olduğunu söyleyerek konuşmasını sürdürdü:
Elbette ki bu, son derece yanlış bir düşünceydi. Çünkü Kuran'a
göre müminlerin birbirlerini sevmedeki tek ölçüleri takvadır. Kim takvaca
üstünse, kim Allah'tan daha çok korkuyor ve O'nun sınırlarını en titiz biçimde
koruyorsa, kim en güzel ahlakı gösteriyorsa müminler doğal olarak en çok o
kişiyi severler. Yakup peygamberin de Yusuf’u sevmesinden daha tabii bir şey
olamaz. Öldürmek zaten haramdır, ancak küçük yaşta bir çocuğu bir yere atıp
bırakmak da çok vicdansızca bir harekettir. Bunu yapmayı düşünebilen insanlarda
vicdan, merhamet gibi duyguların bulunmadığı son derece açıktır. Görüldüğü
gibi, Hz. Yusuf'un kardeşleri acımasız ve zalimdirler.
Ayetin devamında en zor anında Allah'ın Hz. Yusuf'a yardım ettiği,
içlerinden birine onu öldürmek yerine kuyuya atma fikrini ilham ettiği görülür:
İçlerinden
bir sözcü dedi ki: "Eğer (mutlaka bir şey) yapacaksanız, öldürmeyin Yusuf'u,
onu kuyunun derinliklerine bırakıverin de bir yolcu kafilesi alsın." (Bu
karara vardıktan sonra) "Ey Babamız," dediler. "Sana ne oluyor,
Yusuf'a karşı bize güvenmiyorsun? Oysa gerçekte biz, onun iyiliğini isteyenleriz.
Sen onu yarın bizimle gönder, gönlünce gezsin, oynasın. Elbette biz onu
koruyup-gözetiriz." (Yusuf)
Babaları Hz. Yusuf'u göndermek konusunda isteksiz davranmış ve
hatta kendilerine güvenmediğini onlara hissettirmiştir ki onlar da hemen
kendilerini savunmaya geçmişlerdir. Aslında Hz. Yusuf'un iyiliğini
istediklerini ileri sürmüşlerdir. Nitekim yalanları yine devam etmiş,
babalarına Hz. Yusuf'u gezmesi, oynaması için götürmek istediklerini söylemişlerdir.
Üstelik kendilerinin de onu koruyup, gözeteceklerine söz vermişlerdir.
Dedi
ki: "Sizin onu götürmeniz gerçekten beni üzer ve siz ondan habersiz iken
onu kurdun yemesinden korkuyorum."Dediler ki: "Andolsun, biz,
birbirini kollayan bir topluluk iken, kurt onu yerse, bu durumda şüphesiz kayba
uğrayan (aciz) kimseler oluruz." (Yusuf)
Yakup Peygamber oğullarına güvenmediği ve Hz. Yusuf'a bir kötülük
yapacaklarını tahmin ettiği için bu güvensizliğini dile getirmiştir. Onların
Hz. Yusuf'a bir kötülük yapıp ardından da yalan bir bahaneyle karşısına gelebileceklerini
tahmin etmiştir. Onlar bu fikre şiddetle karşı çıkmışlar, böyle bir şeyin olamayacağı
konusunda babalarını ikna etmeye çalışmışlardır. Bu da münafık karakterli insanların
sıkışınca başvurdukları bir yöntemdir. Nitekim kıssanın devamından, söyledikleri
sözlerde samimi olmadıkları anlaşılmaktadır:
Akşamüstü
babalarına ağlar vaziyette geldiler. Dediler ki: "Ey Babamız, gerçek şu
ki, biz gittik, yarışıyorduk. Yusuf'u da yiyeceklerimizin (veya eşyamızın)
yanında bırakmıştık. Fakat onu kurt yemiş. Ne var ki biz doğruyu söylesek bile
sen bize inanacak değilsin." (Yusuf)
Hz. Yusuf'un da üstünlüğü sahip olduğu
ahlakından ve Allah'a olan teslimiyetinden ileri gelmektedir. Henüz küçük bir
çocuk olmasına rağmen son derece olgundur. Küçük bir çocuğun kuyuya atılmasını iyi
düşünmek gerekir. Ayette onun kuyunun derinliklerine atıldığından
bahsedilmektedir. Hz. Yusuf'un bulunduğu yer karanlık ve ölüm tehlikesinin çok fazla
olduğu, bulunup bulunmayacağının dahi kesin olmadığı tehlikeli bir mekândır. Bu
şartlar altında tevekkül sahibi olmayan bir insan çok zorlanabilir, endişeye
kapılabilir.
Onu
ucuz bir fiyata, sayısı belli (birkaç) dirheme sattılar. Onu pek önemsemediler.
(Yusuf)
Aslında böyle olması da çok
hikmetlidir. Hz. Yusuf'u önemsemeyerek bir köle gibi satmaları, ondan maddi
menfaat beklemeleri, onun için çok hayırlı olmuştur.
Köle tacirleri tarafından bulunan Yusuf Peygamber Kuran'da
bildirildiğine göre Mısırlı bir kişiye satılmıştır. Bu durum, ayette şöyle
bildirilir:
Onu satın alan bir Mısır'lı
(aziz,) karısına: "Onun yerini üstün tut (ona güzel bak), umulur ki bize
bir yararı dokunur ya da onu evlat ediniriz" dedi. Böylelikle Biz, Yusuf'u
yeryüzünde (Mısır'da) yerleşik kıldık. Ona sözlerin yorumundan (olan bir
bilgiyi) öğrettik. Allah, emrinde galip olandır, ancak insanların çoğu
bilmezler. (Yusuf)
Ancak Hz. Yusuf erginlik çağına geldiğinde evinde kalmakta olduğu
kadın, yani Aziz'in karısı, Hz. Yusuf'tan ayetin ifadesiyle "murad
almak" istemiştir. Bunun için her türlü ortamı hazırlamış, kapıları sıkıca
kapatmış ve Hz. Yusuf'a gayri meşru bir teklifte bulunmuştur. Hz. Yusuf'un
burada verdiği karşılık iffetli bir müminin örnek tavrıdır. Haram bir fiil işlemekten
Allah'a sığınmış, Allah'ın rızasına aykırı olan böyle çirkin bir harekete
kesinlikle yanaşmamıştır. Ardından yine vefalı ve güzel bir davranış göstermiş,
kadına Aziz'i hatırlatmış, onun kendisine iyi baktığını, hoşnut kıldığını söylemiştir.
Böylece Aziz'e bu şekilde bir vefasızlık yapamayacağını da belirtmiştir. Hemen
ardından zalimlerin kurtuluşa eremeyeceğini söyleyerek bunun zalimce bir davranış
olacağını ifade etmiştir. Hz. Yusuf zinanın Allah katında haram kılındığını
bilmektedir. Bu nedenle harama yaklaşmamış ve kadından kaçmaya çalışmıştır.
Bir müminin nefsinin, dinen haram olan şeylere karşı istek duyması
mümkündür. Önemli olan, müminin bu isteğe boyun eğmemesi ve Allah'ın
sınırlarını aşmamak için irade göstermesidir. Eğer nefsin istekleri olmasaydı,
o zaman imtihan da olmazdı.
Olayların devamı ayette şöyle anlatılır:
Kapıya
doğru ikisi de koştular. Kadın onun gömleğini arkadan çekip yırttı. (Tam)
Kapının yanında kadının efendisiyle karşılaştılar. Kadın dedi ki: "Ailene
kötülük isteyenin, zindana atılmaktan veya acı bir azaptan başka cezası ne
olabilir?" (Yusuf)
Bu olayın ardından, Yusuf Peygamberin her türlü iffetli, zinadan
sakınan tavrına rağmen kadın kızgınlığı nedeniyle Hz. Yusuf'a iftira atmıştır.
Vezir olan kocasına Yusuf Peygamberin kendisine kötü niyetle yaklaştığını
söylemiş, dahası suçsuz yere zindana atılması ya da acı bir azapla cezalandırılması
gibi iki seçenek öne sürerek onun cezalandırılmasını istemiştir. Hz. Yusuf ise
şöyle karşılık vermiştir:
"Onun kendisi benden murat almak istedi."
Kadının yakınlarından bir şahit şahitlik etti: "Eğer onun gömleği ön taraftan
yırtılmışsa bu durumda kadın doğruyu söylemiştir, kendisi ise yalan
söyleyenlerdendir. Yok, eğer onun gömleği arkadan çekilip-yırtılmışsa, bu
durumda kadın yalan söylemiştir ve kendisi doğruyu söyleyenlerdendir."
(Yusuf)
Bu durumda kadının Hz. Yusuf'un gömleğini arkadan yırtmış olması
aslında Yusuf Peygamberin kapıya doğru kaçtığının, kadının ise onu
kovaladığının delili olmuştur. Ve ayette de bildirildiğine göre, Hz. Yusuf'un
haklılığı ispatlanmıştır.
Aziz Hz. Yusuf'un haklı olduğunu vicdanen
anlamış ve bunun karısının bir düzeni olduğunu söylemiştir. Aziz'in, karısına
göre daha vicdanlı olduğu apaçık ortadadır. Fakat olay bu noktada
kapanmamıştır. Kuran'da diğer gelişmeler şöyle anlatılır:
Olay şehirde kadınlar
arasında yayılmıştır. Kadınlara dikkat çekilmesi, belki cahiliye ahlakını
benimsemiş kadınların dedikoducu ya da fitneci karakterine dikkat çekmek için
olabilir.
Aziz'in karısı şehirdeki kadınların gözü önünde aslında Hz.
Yusuf'tan murat almak isteyenin kendisi olduğunu kabul etmiş, Hz. Yusuf'un ise
bunu reddettiğini itiraf etmişti. Aziz de aynı kanaatteydi, karısına Allah'tan
bağışlanma dilemesini, çünkü günahkârlardan olduğunu hatırlatmıştı. Yani bu
olaya tanık olan ya da duyan herkes aslında Hz. Yusuf'un suçsuz olduğunu,
kadının bir tuzak kurduğunu biliyordu. Ama her şeye rağmen vicdansızca bir
karar vermişler ve Hz. Yusuf'u zindana atmışlardır.
Bu noktada en dikkat çeken husus bir insanı haksız yere hapse
atabilmeleridir. Buradan da anlaşılmaktadır ki, olayın yaşandığı toplumda o
devirde haklının değil, güçlünün üstün tutulduğu adaletten uzak bir sistem hâkimdir.
Üstelik kanunlara göre suçlu olmadığı halde, deliller suçsuz olduğunu açıkça
ispatladığı halde bir insanı hapse atabilmeleri, bunu göstermektedir.
Görüldüğü gibi, her çağda,
her dönemde Müslümanların ve Allah'ın elçilerinin maruz kaldıkları bu durum,
Hz. Yusuf üzerinde de tecelli etmiştir. Eğer Hz. Yusuf Müslüman olmasaydı ve
onların batıl sistemlerine, yozlaşmış ahlaklarına boyun eğen biri olsaydı o
zaman ona karşı böyle düşmanca bir tavır sergilemeyecekler, suç işlese dahi
görmezden geleceklerdi. Ancak onun tertemiz bir Müslüman olması ve Allah'ın
hoşnutluğunu, emir ve yasaklarını her şeyden üstün tutması, ona karşı düşmanlık
etmelerine neden olmuştur.
Bu konuda bilgili olduğu konuşmalarından anlaşılan mahkûmlardan
biri:
-Peygamberimize de aynısını yapmışlardır. Ona davasından
vazgeçmesi için çok farklı tekliflerde bulunmuşlardır. Hatta başkanlık bile…
-Doğru, dedi Musa. Sonra da zindandan bahsetmeye başladı.
-Bizim gibi o da içeri atılmıştı.
Koğuştaki bütün zihinler ve gözler bir noktaya kilitlenmiş sanki
zaman durmuşçasına aynı anı soluyordu. Sükûnet iyice artmış Musa'nın
anlatacaklarına kilitlenen kulaklar başka söz işitmez olmuştu.
Musa anlatmasını sürdürdü:
Yusuf ile birlikte iki gencin daha zindana girdiği ve bu gençlerin
Hz. Yusuf'a rüyalarının yorumunu sordukları bildirilmektedir:
Onunla
birlikte iki genç de zindana girmişti. Biri: "Ben (rüyamda) kendimi şarap
sıkıyorken gördüm." dedi. Öbürü: "Ben de kendimi başımın üstünde
ekmek taşıyorken gördüm; kuş da ondan yemekteydi" dedi. "Bunun yorumundan
bize haber ver. Doğrusu biz seni, iyilik yapanlardan görmekteyiz."(Yusuf)
Zindandakiler, Hz. Yusuf'u "iyilik yapanlardan gördüklerini"
söylemektedirler. Bu ise, Hz. Yusuf'un zindanda bulunduğu süre boyunca örnek
bir mümin tavrı sergilediğini ve bunun da etrafındaki insanları etkilediğini
gösterir. Gerçekten de bir insanın sadece yüz ifadesi dahi, salih bir Müslüman
olduğunu etrafına hissettirebilir. Nitekim Allah Kuran'da müminlerden bahsederken
"belirtileri,
secde izinden yüzlerindedir" buyurmaktadır. Burada kast edilen
"secde izi", genelde anlaşıldığı gibi uzun süre secde etmekten kaynaklanan
fiziksel bir iz değil, insanın çehresine hâkim olan "iman nurudur".
Hz. Yusuf'un zindanda sergilediği bu ahlak, önemli bir mümin
vasfını da bize göstermektedir: Mümin her an her yerde aynı güzel ahlaktadır.
Çünkü müminler Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için yaşarlar ve Allah her
yerdedir. Zindanda, evde, yolda yürürken, masasının başında bir şeyler
yazarken, yemek yerken, televizyon seyrederken, her an Allah insanın
yanındadır, onu sarıp kuşatmıştır ve her söylediğinden, her içinden geçirdiğinden
haberdardır. Bu nedenle müminlerin tavrı ve ahlakı bulundukları yere göre
kesinlikle değişmez. Her zaman aynı üstün ahlaklı ve vicdanlı mümin tavrını
gösterirler.
Hz. Yusuf'un hapishane arkadaşları da bu nedenle onu güvenilir ve
iyi bir kişi olarak görmüş ve ona danışmışlardır. Onların sorusu üzerine Hz.
Yusuf onlara cevap vermiştir.
Onlara taptıkları ilahları hatırlatmış, bunların batıl olduklarını,
gerçekliklerine dair haklarında hiçbir delil bulunmayan, atalarından kalan
sahte ilahlar olduklarını bildirmiştir. Allah'tan başka ilahlara tapmanın haram
olduğunu açıklamış, insanların çoğunun bunları bilmediğini söylemiş ve onları
dosdoğru dine davet etmiştir.
Onlara rüyalarının yorumundan bahsettikten sonra zindan
arkadaşlarından kurtulacak olanına, çıkınca efendisine kendisini hatırlatmasını
söylemiştir.
Şeytan o kişiye Hz. Yusuf'u unutturmuş ve Hz. Yusuf da daha nice
yıllar zindanda kalmıştır. Ancak Yusuf Peygamber bunun en hayırlı sonuç
olduğunu bilir. Bu aslında sabır gerektiren bir imtihandır; kuşkusuz zindanda
uzun yıllar kalmak ve hatta unutulmak pek çok insan için zorluktur. Oysa Hz.
Yusuf ahlakının ve imanının üstünlüğünü burada da kanıtlar, başına gelenleri
çok tevekküllü karşılar.
Bir gün hükümdar, gördüğü bir rüyanın yorumlanmasını istemiştir.
Bunun için ülkedeki en tanınmış kâhinlere ve bilginlere başvurulmuştur. Fakat
hepsi de hükümdarın gördüklerinin karmakarışık düşler olduğunu söylemiş ve
rüyayı yorumlayamamışlardır. Ancak bir süre sonra Hz. Yusuf'un zindan arkadaşlarından
olup kurtulan kişi Hz. Yusuf'u hatırlamıştır: Görüldüğü gibi olaylar hiç beklenmedik
şekilde gelişir ve yıllarca zindanda unutulan Yusuf Peygamber böylece hatırlanmış
olur. Hükümdara o karmaşık gibi görünen rüyayı gösteren, onun bu rüyanın yorumunu
merak etmesini ilham eden, hiç kimsenin bu rüyayı yorumlayabilmesine izin vermeyen,
zindan arkadaşına Hz. Yusuf'u hatırlatan Allah'tır.
Bu olayların devamı Kuran'da şöyle anlatılır:
(Zindana
gidip:) "Yusuf, ey doğru (sözlü insan). Yedi besili ineği yedi zayıf
(ineğin) yediği ve yedi yeşil başakla diğerleri kuru olan (rüya) konusunda bize
fetva ver. Umarım ki insanlara da (senin söylediklerinle) dönerim, belki onlar
(bunun anlamını) öğrenmiş olurlar." (Yusuf)
Yusuf Peygamberin her peygamber gibi, karşısındaki insanlara güven
veren, eminlik ifade eden bir tavrı vardır. Zindan arkadaşı da onun bu yönünü
bilerek, onu doğru sözlü ve güvenilir görerek yanına gelmiştir. Görüşmelerinde
Hz. Yusuf'tan hükümdarın rüyası hakkında fetva istemiştir. Yusuf Peygamber ise
rüyanın yorumunu şöyle yapmıştır:
Dedi
ki: "Siz yedi yıl, önceleri (ektiğiniz) gibi ekin ekin, yediğinizin az bir
kısmı dışında (kalanını) biçtiklerinizi başağında bırakın. Sonra bunun
arkasından (kuraklığı) zorlu yedi yıl gelecektir, sakladığınız az bir miktar
dışında, daha önce biriktirdiğinizi yiyip bitirecektir. Sonra bunun arkasından
bir yıl gelecektir ki, insanlar onda bol bol yağmura kavuşturulacak ve onda
sıkıp-sağacaklar." (Yusuf)
Hükümdar, Hz. Yusuf'un rüyasını nasıl yorumladığını öğrenince onu
huzuruna çağırmıştır. Hükümdarın gönderdiği elçiyi daha önce yaşamış olduğu
olayın yeniden incelenmesini, araştırılmasını sağlayacak bir takım sorularla hükümdara
geri göndermiştir. Bu olay ayette şöyle anlatılır:
Hükümdar
dedi ki: "Onu bana getirin." Ona elçi geldiğinde (Yusuf:)
"Efendine dön de ona sor: "Ellerini kesen o kadınların durumu neydi?
Doğrusu benim Rabbim, onların hileli düzenlerini gerçekten bilendir."
(Yusuf)
Hz. Yusuf'un bu sorusu üzerine hükümdar kadınları toplamış ve
olayın gerçeğini sormuştur:
"Yusuf'un
nefsinden murad almak istediğinizde sizin durumunuz neydi?" dedi. Onlar:
"Allah için, hâşâ" dediler. "Biz ondan hiçbir kötülük
görmedik." Aziz (Vezir)in de karısı dedi ki: "İşte şu anda gerçek
orta yere çıktı; onun nefsinden ben murat almak istemiştim. O ise gerçekten
doğruyu söyleyenlerdendir." (Yusuf)
Böylece yıllar sonra da olsa gerçekler ortaya çıkmıştır. Kadınların
Hz. Yusuf'a bir düzen kurdukları, kadının çirkin teklifine karşın Hz. Yusuf'un
iffetli davrandığı anlaşılmıştır.
Hz. Yusuf'un suçsuzluğu apaçık olmasına rağmen yıllarca hapiste
kalması ise bir kayıp ve aksilik değildir. Zindanda kalmak Hz. Yusuf'un manevi
olarak eğitilmesine, derinleşmesine ve olgunlaşmasına vesile olmuştur. Güzel
tavır göstermesi sebebiyle de Allah'a yakınlaşmıştır. Allah, dünyadaki
zorluklara karşı sabır gösteren, en ağır koşullarda dahi Allah'tan razı ve
şükredici olan kullarına ahirette güzel bir hayat ve rızasını vaat etmektedir.
Hükümdarın gerçekleri öğrenmesinin ardından Hz. Yusuf için yeni
bir dönem başlamıştır. Hz. Yusuf geldiğinde ise ona kendi yanında önemli bir
mevki vermiş, onu güvenilir bir danışmanı yapmıştır.
Hatırlanacak olursa Hz. Yusuf Mısır'a köle olarak girmiş, ardından
da "bir kadının ırzına göz dikmek" gibi son derece kötü ve çirkin bir
iftiraya uğrayıp zindana atılmıştır. Fakat Allah, Hz. Yusuf'u bir anda Mısır'ın
yönetiminde söz sahibi bir insan haline getirmiştir.
"Rabbim,
Sen bana mülkten (bir pay ve onu yönetme imkânını) verdin, sözlerin yorumundan
(bir bilgi) öğrettin. Göklerin ve yerin yaratıcısı, dünyada ve ahirette benim
velim Sensin. Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni salihlerin arasına
kat." (Yusuf)
Hz. Yusuf, sahip olduğu tüm özelliklerin kendisine Allah'ın bir
lütfu olduğunun bilincindedir. Buna karşılık inkâr edenler, her şeyi kendi
yetenekleriyle kazandıklarını zanneder, kendilerini gözlerinde büyütür ve
Allah'ın nimetlerine nankörlük ederler.
Hz, Yusuf'un ayette bildirilen duası ise, onun imanının ve Allah
korkusunun bir diğer ifadesidir. Allah'ın seçtiği bir peygamber olmasına
rağmen, Müslüman olarak ölebilmeyi ve salihlerin arasına girmeyi istemektedir.
Ahiretteki konumundan emin değildir.
Musa konuşmasını derin bir nefes alarak sürdürdü:
-İşte bu, bir müminin sahip olması gereken örnek davranış ve
düşünce şeklidir. Kendilerini cennete layık gören, Allah'ın sevgili kulları
olduklarını öne sürerek ahirette mutlaka kurtuluş bulacaklarını iddia eden ve
bu kibir içinde diğer insanları küçümseyenler, büyük bir gaflet içindedirler.
Buna karşılık gerçek mümin, her zaman için Allah'a karşı boyun eğici olur, her
zaman için Allah'ın rızasını kaybetmekten çekinir ve bunun getirdiği tevazu
içinde olur.
Her Müslüman’a düşen görev,
Hz. Yusuf gibi samimi, tevekküllü, ihlâslı ve mütevazı bir mümin olmak ve
Allah'a "Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni salihlerin arasına
kat" diye samimiyetle dua etmektir.
* * *
Bütün koğuş mest olmuştu.
Soluksuz dinlediler Musa’nın anlattıklarını. Hayranlıkları yüzlerinde belirdi.
Musa’ya olan saygıları bir kat daha arttı. Hürmette kusur etmemek için azami
gayret ettiler. Bir iyinin etkisini burada görmek mümkündü. Okan kendine böyle
örnekler bulmuş olsaydı, kötülüklere düşmeyeceğini anlattı Musa’ya. Musa alçak
gönüllüğünü korudu. Hiç şımarmadan tavrını devam ettirdi.
Okan yurt dışında okuma işini
iyice kafasına koymuştu. Bunun için Musa’dan
yardımcı olmasını istedi. Musa Okan’a:
-İngiltere yada Almanya
olabilir. Bak Avusturya da mümkün. Sen bunlardan birini seç. Girişimde bulunalım.
Oldu mu?
-Tamam abi. İngiltere daha
uygun. İngilizceyi de geliştiririm.
-Olabilir. Ailenle de
görüşürsen buradan çıkınca doğruca Avrupa. Orada yardımcı olacak kuruluşlar
var. Dernekler de var…
Okan’ın beyefendi tavrı
koğuştaki herkes tarafından beğeniliyordu.
Musa da yakın zaman önce
gelmişti koğuşa ama herkes tarafından kabullenilmişti. Bu onun okuyan kültürlü biri olmasından kaynaklanıyordu.
Okumak ne kadar güzel değerler kazandırıyordu insana?
Okan bir türlü soramamıştı Musa
gibi bir adamın içerde ne işi olduğunu. Cesaret edip soracağı birkaç anı
olduğunda da vazgeçmişti.
Durduğu yerden birdenbire:
-Abi! Neden içerdesin? Kusura
bakma ama öğrenmek istedim. Senin gibi bir adam, neden içeri düşsün ki? Deyiverdi.
-Tabi sorabilirsin. Bunu ben sana
sonra anlatsam olur mu?
-Elbette abi! İstersen anlatmayabilirsin
de.
Musa’nın bu konuyla ilgili
pek konuşmak istemediği davranışlarından belli oluyordu. Saygısızlık olacağını
düşündüğü için, Okan da üzerine gitmedi. Nasıl olsa bir gün anlatacaktı. Sabretmek önemliydi. Yusuf’un sabrı Okan’a
neler kazandırmamıştı ki? Yusuf gibi olmak gerekiyordu. Burada bunu denemek
için imkân da mevcuttu.
Görüşme için tekrar
geldiklerinde Okan'ın İstediği Kuran-ı Kerim’i getiren babası:
-Babaannen okuyor oğlum, onu
getirmek doğru olmazdı. Onun için yenisini aldım, diyerek babaannesini güya
huzurevine gönderdiğini yine çaktırmamıştı.
Nebahat Hanım Okan’ın
ellerine dokunarak:
-Oğlum! Okuyor musun? Ne
zaman öğrendin?
-Yavaş yavaş öğreniyorum.
Okumaya başladım sayılabilir.
-Nereden öğrendin?
-İçerde birinden.
-Nerden icap etti? Şimdiye
kadar böyle bir isteğin olmazdı.
Şinasi eşinin fazla ileri gitmemesi
için kolunu dürttü.
Okan çok kısa bir şekilde
cevapladı annesinin sorduğu soruyu:
-Doğru olanı bulduğumu
sanıyorum. Bundan sonra böyle.
Bu defa da hayretle kardeşi
Burcu söze girdi:
-Ay abi! Sen namaz falan da kılmaya
başlamışsındır.
-Tabi ki Burcu. Hem
öğreniyorum hem de kılıyorum.
Babasına döndü.
-Baba! Bu duruşmada çıkarsam;
yurt dışında okumayı düşünüyorum. Gönderirsin değil mi?
-Çık da düşünürüz.
-Baba!
-Tamam oğlum çık; düşünürüz,
dedim ya!
-Ben gideceğim ona göre
şimdiden hazırlıklarınızı yapın. Ben okuyacağım. Üniversite bitirmeden adam
olamayacağımı düşünüyorum. Bu bana ait
bir düşünce…
Ailesinin her gelişinde kendindeki
değişikliğin farkına varması, şimdiden sıkıntıyla karşılaşacaklarını ortaya koyuyordu.
Ama Okan'ın içerde olması sebebiyle bunu ciddiye almıyorlar, soru bile
sormuyorlardı.
Okan, bildikleri Okan’dı; dört
gün sonra eski davranışlarına geri dönecekti. Şimdililik ses çıkarmamada fayda
vardı. Bu işi tepkisiz bir şekilde halledebilirlerdi.
Hatta Deren bile bu konuda
kullanılabilirdi. Nebahat Hanım, bunu düşünerek şimdiye kadar hiç uğramayan Deren’i
getirerek, soğumuş olan aralarını düzeltmeyi amaçlıyordu.
Deren onu nasıl olsa eski
haline döndürürdü. Zaten kaynanası Naciye Hanım’a bu sebepten kızıyordu. Şimdi bir de Okan'ı çekemezdi. Okan beş vakit
namaz kılıyormuş, denmesine müsaade etmezdi. Evet, evet bu geçici bir heves
olmalıydı… Nasıl olsa bu geçecekti.
Okan'ın
duruşmasına bir hafta kalmıştı. Büyük bir ihtimalle son duruşma olacaktı. Bu kadar ünlü bir avukatın girdiği dava bitmeliydi.
Okan dışarı çıkınca huzurevine birlikte giderek Naciye Hanımı ziyaret
edeceklerdi.
g
YALNIZLIK VE ECEL
Gecenin
bir yarısında çalan telefon evdekilerin hepsini ayağa kaldırdı. Hepsi fikir birliği
edercesine Okan ile ilgili bir durumun olabileceği kanaatine vardılar.
Şinasi
Bey telefonu korkarak kaldırdı. Gerçi kooperatiflerle ilgili telefon konuşmalarını
hep bu saatte yapardı. Lakin bu sefer çalan telefon ona farklı geldi. İçini titretti.
Karamsar duygularla dolup taştı. Korkarak telefonun ahizesine uzandı eli.
-Alo!
-Şinasi
Parlak’ın evi mi?
-Evet
buyurun.
-Anneniz
Naciye Hanım.
-Ne
oldu? Bir durum mu var?
-Evet!
Şu an hastaneye kaldırıldı.
-Durumu
nasıl?
-Bir
anda fenalaştı. Arkasından hemen Numune hastanesine kaldırıldı. Şu anda orada.
Şinasi Bey, bir
anda neye uğradığını şaşırdı. Söyleyecek kelime bulmada, konuşacak cümle
kurmada zorlandı. Yutkundu birkaç kez. Ter bastı; bir anda sırılsıklam oldu. Maziye
doğru hızlı bir yolculuk yaptı. Annesine yaptıklarının haksızlık olduğunu
düşündü. Üzüntülü haliyle ne yapacağını bilmez bir şekilde, enkaz altında
kalmış birinin bitkinliğiyle yerine döndü.
Eşi
ve kızı bu olanları anlamada oldukça zorlandı. Şinasi Bey’in sıkıntısı annesinin
ölmesi durumunda, konu komşu, eş-dostun ne diyeceğinin yanında, öldüğü anda ne
yapacak, nasıl davranacaktı, bunu bilmiyordu.
Ölmüş
olabileceği fikri onun sıkıntısını katlayarak artırıyordu. Burcu, dalgın
endişeli bakışlarla anlamsızca yürüyen babasına:
-Baba
ne oldu? Dedi.
-Babaannen
kızım, hastalanmış hastaneye kaldırılmış.
-Nesi
varmış?
-Bilmiyorum.
Fenalaştığını söylediler.
-Hemen
gidelim, ne duruyoruz?
Birlikte
çıktılar evden. Ağzını bıçak açmıyordu. Düşüncesinin yoğunluğundan yüzü
kararmıştı.
Yaşıyor
muydu? Bu bile sorulabilirdi. Bir anda yıkılıvermişti. Zaten yapısı böyleydi: çabuk
etkilenir, çabuk yıkılırdı.
İçinden
sürekli ölmemiş olmasını diliyordu. Hatta şimdiye kadar ihtiyaç hissetmediği
duaya sarılıyordu. Dudakları kıpır kıpırdı.
Hızlıca
ulaştılar gecenin trafik rahatlığındaki yollardan. Etrafta sanki trafik hiç yoktu.
Numune hastanesinde içeri girdiklerinde ayakları gövdesini çekmez oldu. Olduğu
yere yığılacaktı sanki. Duvara tutundu bir müddet. Sonra devam etti, geri geri
giden ayaklarını zorlayarak. Acil giriş kapısındaki görevlilere sordu:
-Biraz önce getirilen
hastanın durumunu soracaktım, dedi çatallaşan sesiyle.
-O
mu? Yaşlı kadın…
-Evet
evet.
Görevlinin
yüzü değişti. Bir şey söylemek istemedi. Şinasi Bey duymak istemediği sözü duymamış
olmanın rahatlığıyla tekrar sordu:
-Nerede?
Görevli
eliyle işaret ederek:
-İçerde,
dedi
Şinasi
Bey içeri girdiğinde doktorlar masadaki kâğıtları dolduruyordu.
-Doktor
bey, dedi sessizce.
Doktor
döndü:
-Buyurun,
diyerek gelenlere baktı.
-Annem!
Annem nasıl?
Doktor
çaresiz gözlerle baktı:
-Kalp
krizi, dedi.
-Durumu
nasıl? Dedi ikinci kez.
Doktor
o kelimeyi söylemek istemedi. Biraz duraksadı.
Sonra
da:
-Kurtaramadık.
Sizlere ömür, dedi.
Öldüğünü
bile bile:
-Öldü
mü? Diye sordu.
-Allah
rahmet eylesin, sözüyle sessizliğe gömüldü.
*
* *
Korktuğu
başına gelmişti. İşte bu dünya kimseye kalmamıştı bir kez daha. Kendisi için
her şeyini feda eden annesini, huzurevinde ecele teslim etmişti. Şimdi ne kadar
pişmanlık duysa boşuna olduğunun farkındaydı. Gitmişti o insan. Geri
gelmeyecekti. Biricik annesi, bütün sevgileri harmanlayan gönle sahip annesi…
Yalnız
yaşayıp yine kimsesiz ve yalnız ölen Naciye Hanım için ne ağıtlar yaksa, ne pişmanlık
dizelerini söylese; yaptığı hatayı telafi edemezdi.
Doktor:
-Ne
yapacaksın beyefendi? Çıkaracak mısın?
Cevap
veremedi. Dili tutuldu adeta. Şimdi çıkarıp eve mi götürseydi? Ne yapsaydı? İradesizliğinin
zirvesindeydi.
Burcunun
sesi tüm koridoru inletti. Babaannesinin ölümünü kabullenmek istemedi. İçinden
annesine kızdı. Bütün bunların sorumlusu olarak annesini suçladı. Burcu’nun ağlayışlarından
etkilenip duygulanmasından mıdır, yoksa sevincinden midir? Anlaşılmayan bir
şekilde, soğuk olduğu akışından hissedilen damlalardan bir kaçı, yol bulup Nebahat
Hanımın yüzünden kaydı.
Kapıdan
giren komşularını görünce, yüzündeki ifade değişti. Onları orada görmek rahatlattı bir anda.
Aslında
buraya bu saatte neden geldiklerini, nasıl haber aldıklarını merak etti. Ama
önemli değildi. Bu zor anında yanında tanıdık birini görmek ona güç vermişti.
Azmi
Bey doğruca Şinasi’nin yanına geldi.
-Ne
oldu? Diye sordu.
Yaş
dolu gözleri yeniden boşalmaya başlayan Şinasi Bey:
-Öldü,
dedi.
Elini
sıktı Şinasi Bey’in, sonra da sarıldı sıkıca:
-Allah
rahmet eylesin, Allah size sabır versin, dedi
-Sağ
ol, diyerek karşılık verdi.
Kucaklamayı
sona erdirmek istemezcesine sıkıca sarıldı. Azmi’nin verdiği desteği içten
bulduğu belliydi. Kendini güvende hissetti.
Daha
önce adam yerine koymadığı, selam vermekten bile imtina ettiği Azmi Bey’e karşı
bu yakınlığının nedeni ne olabilirdi?
Cenazeye
karşı ne yapacağını bilmediğinden bocalama içindeydi. Azmi Bey bunları
bilebilirdi. Çünkü herkesin yardımına koşar, konu komşunun düğününe, ölüsüne
nişanına gitmeyi, koşuşturmayı görev bilirdi.
Şinasi
Beyin böyle bir derdi hiç olmamıştı. Ölmüş, doğmuş onun için hiç önemli değildi
zaten. Paranın hesabının dışında hiçbir endişe ve hesap yapmazdı…
İşte
gün döndü, sıra kendine geldi. Şimdi ne yapacaktı? Hiç kimseye selam vermediği için
kendine kim selam verecekti ya da baş sağlığında bulunacaktı. Belki kendi gibi
samimiyetsiz birkaç kişi, hepsi o kadar.
Azmi
beyle birlikte eşi Gülseren, oğlu Burhan, kızları Esra ve Elif de buradaydı
işte. Tıpkı sağlıklarında beraber oldukları gibi ayrılık anında da
yanındaydılar. Sanki kendilerinin yakını gibi içten ve riyasız bir şekilde üzüldüler.
Ağladılar gözleri kızıl üzüm gibi oluncaya kadar.
Nebahat
Hanım bu durumu görünce görüntüyü kurtarmak adına birkaç damla daha döktü
gözlerinden yaz yağmurundaki kaçak serpintiler gibi.
Azmi
Bey:
-Bizi de
arayıp telefonla haber verdiler. Bizimkiler sürekli ziyaret ettikleri için
telefon numarasını vermişlerdi bir durum olursa, ya da ihtiyacı olursa aramaları
için. Sağ olsunlar haber verdiler.
Şinasi Bey ne
diyeceğini şaşırdı. Yabancı oldukları halde ailenin hepsi buradaydı. Üstelik
telefonla çağrılmıştı. Belki de annesi vermişti telefonu, kendine bir şey
olursa arayın, diye.
Azmi
Bey, Şinasi beyi rahatlatmak için:
-Ne
yapmayı düşünüyorsun? Dedi.
-Bilmiyorum
komşu. Ne yapalım?
-Bence
gecenin bu zamanında kimseyi rahatsız etmeyelim. Burada kalsın. Sabahleyin
defin işlemlerini yaparız.
-Ben
ne yapılacağını bilmem.
-Şinasi
Bey siz dert etmeyin, o işi hallederiz.
Sabaha
yakın bir zamanda Gülseren Hanım ve çocukları eve döndü. Onlardan az sonra da Nebahat
Hanım ve kızı evlerine döndü.
*
* *
Şinasi
Bey ve Azmi Bey birlikte hastanede kaldı. İki komşu ilk defa bu kadar yakın oluyorlardı.
İlk defa konuşuyorlardı.
-Üzgünüm,
dedi Şinasi Bey.
-Üzülme!
-Anneme
haksızlık yaptım.
-…
-Huzurevine
giderken bana anlattığı olayı hatırımdan çıkaramıyorum: “Adamın biri oğluna;
öldüğüm zaman senden tek isteğim var, o da ayağımın birine eski bir çorap giydirmeyi
ihmal etme! diye vasiyette bulundu… Sonuna kadar Azmi Beye anlattı sonra da
konuşmasını sürdürdü:
-Bak
oğlum bu dünya sana da kalmaz! Sen de yaşlanacaksın. Bunun ne demek olduğunu
anlayacaksınız, ama iş işten geçmiş olacak… İş işten geçti. Vah annem!
Kıymetini bilemedim…
Azmi
Bey, teselli etmek için birkaç cümle söyledi. Ama Şinasi Bey’in yüzündeki tedirginlik
ve üzüntü belirtileri kaybolmadı. Aksine daha girift bir hal aldı. Yüzündeki
çizgilerin şekli değişti ve derinliği arttı. Karmakarışık yüz ifadesiyle
boşluktan düşen birini hatırlattı. Kurtuluşunun olmadığını bilen birindeki
görüntüler yansıdı gözlerinden.
Kısa
süren durgunluk arkasından gözlerinden dökülen yaşlarına şu cümleleri eşlik etti:
-Annem!
Kıymetini bilemediğim annem…
Sonra
derinlere daldı ta eskilere: çocukluk yıllarına… Annesinin çektiği sıkıntılara.
Okutmak için çabası geldi gözünün önüne. “Benim oğlum okuyacak, büyük adam olacak”,
sözlerini mırıldandı korkarak. Kim bilir, belki de annesinin kendini
duymasından korkuyordu. Yine kendi kendine cevap verdi sessizce: “Senin oğlun
okudu ama adam olamadı”. Arkasından da o meşhur hikâyeyi hatırladı:
Adamın
birinin haylaz, yaramaz bir oğlu vardı. Adamcağız oğluna yeri geldikçe:
-Oğlum
sen adam olmazsın, derdi.
Babasının
bu sözleri çocuğun çok zoruna giderdi. Bir gün gene babası aynı sözü tekrarlamıştı.
Çocuk başını aldı gitti, İstanbul'a geldi okumaya başladı. Çocuğun tek muradı adam
olmak ve babasını mahcup etmekti. Nitekim okudu, uğraştı ve türlü imtihanlardan
sonra Osmanlı Devletine Paşa oldu. Unutmamıştı babasının kendine söylediği
sözleri.
Emrindekilere,
gidin filân memlekette, filân köyde şu isimde biri var onu İstanbul’a huzuruma
getirin, diye emir verdi.
Paşanın
adamları gittiler ve söylenen köyde Paşanın babası Mehmet efendiyi buldular.
Adamcağız tarlada çift suluyordu. Yanına varıp:
-Paşa
Hazretleri seni İstanbul'a huzuruna çağırır, hazır ol gideceğiz, dediler.
Adamcağız
şaşırmıştı. Bir Paşa Anadolu'nun fakir köylüsünü niçin huzuruna çağırsındı?
Neyse
emir emirdir, diyerek hazırlandı. İstanbul'a yola çıktılar... Günler sonra, o zamanın
şartları altında İstanbul'a varıldı... Adamcağız hâlâ suçunun ne olduğunu
bilmiyor, Paşa beni ne yapacak?, diye düşünüyordu. Adamcağızı Paşa'nın huzuruna
çıkardılar...
Büyük
bir debdebe ile babasını huzuruna kabul eden Paşa:
-Beni
tanıyabildin mi? Ben kimim? Diye sordu. Yaşlı adam büyük bir korku içindeydi.
Oğlu olduğunu tanımamıştı.
-Siz
Sadrazam efendimizsiniz, dedi.
Paşa
intikamını almış olmanın gururu içinde:
-Ben
senin oğlunum... Hani sen bana iki sözünün birinde “Adam olmazsın”, derdin. Bak
işte adam oldum, hatta Paşa bile oldum, dedi.
Adamcağız
meseleyi anlamıştı:
-Beni
ta uzaklardan buraya bunu söylemek için mi çağırdın? Ben sana Paşa olamazsın
dememiş, adam olamazsın demiştim. Sen ise beni buraya çağırmakla benim sözümü
doğru çıkardın, dedi.
Azmi Bey candan davranışı ve içten konuşmasıyla
Şinasi Bey’i kendine yaklaştırmıştı. Şinasi Bey kendine söylenenleri dikkatlice
dinliyordu. Bir anlamda kendini buna mahkûm hissediyordu. Bu konularda bilgisi
olmadığı gibi görgüsü de yoktu. Onun düşünce hayatında ölümsüz bir hayat
vardı. Ne zaman ölümü hatırlasa morali
bozulur kendini kötü hissederdi.
Şu
andaki yaşadığı ölüm gerçeği kendini bir anda tanımasına sebep oldu. Evet, hayat
ölümsüz değildi. Ölüm gerçekti. Bu gerçekten, düşüncelerde kaçmak da oldukça
yanlıştı.
Azmi
Bey:
-Ölümler
insanı değiştiriyor değil mi? dedi.
-Evet.
Şu anda çok farklı düşünüyorum.
Azmi
Bey fırsatı değerlendirmek için dizeleri okumaya başladı:
Onlar
bizim için her şeydir,
Bulunmayan,
çok büyük nimet.
Kadrini
bilirsen ne âlâ! Bilmezsen yazık.
Onlar
büyüttü, çekti sıkıntıyı,
Uykusuz
kaldı, bekledi aydınlığı.
Kıymetini
bilirsen ne âlâ! Bilmezsen yazık.
Yemedi
yedirdi, içmedi içirdi.
Bıkmadı
didindi, hayatını geçirdi.
Anladıysan
ne âlâ, anlamdıysan yazık.
Kuran
dedi “öf” deme,
Onları
koru, eziyet etme.
Yaptıysan
ne âlâ, yapmadıysan yazık.
Rabbin
rızası ondadır,
Cennete
giden yoldadır.
Bildiysen
ne âlâ, bilmediysen yazık.
Azmi
Bey konuşmasını sürdürdü:
-Peygamberimiz
anne-baba hakkında şunları söylüyor:
“Allah’ın rızası,
ana-babasını kendisinden hoşnut etmekle elde olunur.”
“Cennet, anaların ayakları altındadır.”
Şinasi Bey, sessizce dinledi anlatılanları.
Kendini suçlu hissetti. Utandı. Sıkıldı. Bunlara hanımının baskısının yanında
kendisi de sebep olmuştu. Eğer isteseydi engel olma imkânım olabilirdi, diye
düşündü.
Söz dönüp dolaşıp cenaze defin işlemlerine
geldi. Şinasi Beyin tedirginliği yine kelimeler arsında gizliydi.
-Kefen falan?
-Onların hepsini hallederiz.
-Kim yıkayacak? İmam mı?
-Hayır. Erkek bayanı yıkayamaz. Bunun
için bayan yıkayıcı şart.
Şinasi Bey bu kadar bilgisizliğinden
dolayı utanmış olacak ki, sustu.
Azmi Bey yumuşak ses tonuyla konuşmasını
sürdürdü:
-Sabah namazından sonra, ben o işleri hallederim.
Yıkama işini burada yaptırabiliriz. Ya da bizim mahalle caminin eşi de cenazeyi
yıkar. Ona yaptırırız.
-Ben onları bilmiyorum.
-Önemli değil ben söylerim.
-Sen haber edeceğin kimseler varsa haber
ver.
-Evet, iyi ki hatırlattın. Dayım var
köyde.
Cep telefonuna sarıldı. Uzun bir zaman
sonra karşısındakilere annesinin öldüğünü anlattı.
Konuşmayı bitirince tekrar Azmi Beye
döndü.
-Köye götürsek olur mu? Dedi.
-Siz bilirsiniz?
Az sonra:
-Yok yok burada kalsın.
-Ziyaret mi edeceksin.
Bir müddet sustu. Cevap gelmeyince Azmi
Bey devam etti:
-Mezarlığı ziyaret çok önemlidir. İnsana ölümü hatırlatır. Sonra mezardakiler
kendilerini ziyarete gelenleri bilirler.
Bu sözle irkilen Şinasi Bey ağlamaktan irileşmiş
gözlerini iyice açtı. Duyduklarına inanamadığı veya ilk defa duyduğu tavrından anlaşılıyordu.
Azmi Bey devamla:
-Peygamberimiz mezardakilere selam
vermiştir…
Konuşmaları sürerken minareden saba
makamında ezan yankılandı her yerde. Yanık ve içlere ulaşan bu sedadan etkilenmemek
imkânsızdı.
Ezanı dinledikten sonra Azmi Bey:
-Ben camiye sabah namazı kılmak için gidiyorum.
Birazdan dönerim.
Şinasi Bey bocaladı durdu. Gitmek düşüncesi
ağır bastı:
-Ben de geliyorum, dedi.
Azmi Bey duyduklarına inanamadı. Sadece
içinden bir duygu akımı hissetti. Memnun kalmıştı. Komşusu Şinasi Bey camiye
namaz kılmaya gidiyordu.
Bu Şinasi Bey’in ilk sabah namazıydı. Birkaç
kez de bayramlarda caminin yolunu öğrenmişti.
Abdest aldılar caminin şadırvanında. Sonra
birlikte girdiler camiye.
Büyük camide kimseler yoktu. Sadece birkaç
kişi. Şinasi Bey namazın nasıl kılınacağı konusunda çok bilgili değildi. Onun
için arkalarda bir yere durup, öndekilerin kıldığı gibi sünneti kıldı. Sonra da
imamın arkasında farzı tamamladı.
Kıldığı namaz, kendinde gelecekte namaz
kılmaya niyet etmesini sağlayamadı. Sanki zoraki cenaze sebebiyle kılıyormuş
gibi oldu.
Camiden birlikte çıktılar. Azmi Bey
elini uzattı. “Allah kabul etsin” dedi sessizce.
Şinasi Bey ne denmesi gerektiği hususunda
düşündü. Söyleyecek bir şey bulamadığı için sessiz kalmayı tercih etti.
Tekrar hastaneye döndüklerinde artık gün
ışımıştı. Yapılması gerekenler sıraya girmişti. İlk iş olarak defin işlemleri
için hastaneden yapılacak olanlar vardı. Sonra diğerleri.
Azmi Bey:
-Siz hastane işlerini takip edin ben
diğerlerini yapayım.
-Olur.
-Ben şimdi kefen ve yıkama işlerini
takip edeceğim.
-İmamı da görürsünüz. Cenaze namazı…
-Siz o işleri merak etmeyin.
-Okan da var.
-Onun için izin almak gerekir.
-Onu da ben hallederim.
Azmi Beyin bu yakın davranışı Şinasi
Beyi o kadar rahatlatmıştı ki, daha önce yaptıklarından dolayı utandı. Kendini beğenmişliğinin
sıkıntısını duydu içinde. Beğenmediği, küçük gördüğü insanların kendine olan
insani davranışlarının baskısıyla ezildi bir anlık da olsa.
Zaman hızla akmaya devam ediyordu. Cenaze işlemlerinde acele etmek gerekirdi.
Bunun için gerekli hazırlıkları yaptı Azmi Bey. Köydeki birkaç yakını da geldi.
*
* *
Okan için hapishaneye gittiğinde, Okan'ın
olgun davranışı gözlerden kaçmadı.
Azmi Beyin konuşmalarını dinledikten
sonra çok üzüldüğü yüzünden belli olan Okan:
-Allah rahmet eylesin… Dedi.
Babasının yaptıkları aklına geldi. Annesinin
kötü davranışları, düşüncesinde belirdiğinde kanı beynine hücum etti. İçten içe
kızdı. Şimdi kızma zamanı değildi.
Hapishane yönetiminin izni ile dışarı
çıktı. Babaannesinin cenazesine katılacaktı.
-Keşke babaannem şimdiki halimi görseydi,
dedi kendi kendine.
Önceki yaptıklarına olan üzüntüsü yüzüne
yansıdı.
Babaannesi Okan’ın namaz kıldığını, hele
hele Kuran-ı Kerim okuduğunu gözleriyle görseydi; neler vermezdi ki? Gerçi
Burcu’dan, Okan’ın Kuran-ı Kerim öğrenmeye çalıştığını bir ziyaret esnasında
duymuştu ama Kuran-ı Kerim okuduğunu görmek hatta duymak bambaşkaydı.
Bütün işlemler bitmişti. Artık öğle namazının
arkasından mezarlığa defnedilecekti. Duyguların karmakarışık olduğu, fiziki yıpranmışlığın
zirveye çıktığı bu dönemde, abdestler alınıp ezanın okunması bekleniyordu.
Okan babaannesinin gün görmeden bu dünyadan
ayrılışını zihninde değerlendirdi. Kendine yapılanlar, söylenen sözler karşısında
ne kadar sebatlıydı. Bunca azarlanmaya rağmen gelinine fazla bir şey söylememişti.
Nebahat Hanım, Naciye Hanımın komşularına
neden gittiğini şimdi anlamaya başlamıştı galiba. Onlar kendisi gibi düşünüyordu.
Herkesi insan olarak görüyorlar ona göre davranıyorlardı. Onlar için esas olan
saygılı olmaktı. Kendilerini beğenmiş bir tavır içinde hiç olmamışlardı…
Kılınan namazın arkasından mezarlığa ulaşıldı.
Cümle kapıdan girince hemen sağ taraftaki iri gövdesiyle “ben buradayım”, diye
haykıran çam ağacının altındaki açılan mezara defnedildi.
Tıpkı babası gibi Okan da mezarlıkta
belki ilk defa bulunuyordu. Hele bu duygu içinde mezara inip babaannesini elleriyle
toprağa emanet etmesi, onu oldukça duygulandırmıştı.
İçinden hep “babaannem beni affet, sana
yakın olamadım”, diyerek önceki hayatına duyduğu pişmanlığı dile getiriyordu.
İmamın okuduğu surelerden sonra fatihalar
okundu tüm ağızlardan. Sonrası mı? Herkes kaldığı yerden devam etmek için işine
gücüne…
Düşüncelerde iz bırakan bu olayla bundan
sonraki zaman içinde hayatında değişiklik yapacak olanlar olacak mıydı, bunu
zaman gösterecekti.
Cenazenin defninden sonra hapishaneye
dönmeye hazırlanan Okan, Azmi Bey’in kendine seslenmesiyle kenara çekildi:
-Okan! Babaannen sana kendi Kuran-ı Kerimini
bırakmış. Bizim hanıma: “Eğer ölürsem bu Kuran’ı Okan’ıma verin” demiş.
Bunu duyan Okan babaannesinin en önemli
mirası olan bu Kuran’ı kendine bırakması karşısında duygularını gizleyemedi ve
ağladı.
Azmi Beyin omzuna başını koyup bir süre öylece
kaldı. Kendini topladığını düşündüğünde başını omuzdan kaldırıp:
-Şimdi nerde?
-Bizim evde. Esra getirmişti.
-Hemen alabilir miyim?
-Tabi ki oğlum.
Azmi Bey, oğlu Burhan’a döndü:
-Oğlum! Kuran’ı getirin.
-Peki babacığım, diyerek ayrılan Burhan
az sonra elindeki eski nakışlarla süslü çantasıyla Kuran’ı getirdi.
-Buyrun.
Okan, büyük bir dikkat ve saygıyla Kuran-ı
Kerimi aldı. Öptü birkaç kere.
Babaannesine babasından kalmıştı. Ondan
da kendine kalan bu Kur’an en güzel şekilde korunmalıydı. Bu görev kendinindi artık.
Hayatı boyunca yanından ayırmayacaktı. Babaannesine dünyadayken gösteremediği
yakınlığı bu şekilde sağlayacaktı… Onun ruhu için, onun bu yıla kadar okuduğu
her karesinde onun izini taşıyan bu Kuran’ı okuyacaktı.
-Allahaısmarladık, diyerek hapishaneye
geri döndü.
g
MEZARLIKLAR VAZGEÇİLMEZ
İNSANLARLA DOLUDUR
Kendisini Musa teselli etti. Ölümün Allah’tan
geldiğini unutmamak gerektiğini anlattı.
Okan:
-Abi! Hiç böyle olmamıştım. Böyle duygulardan
çok uzaktaydım çok. Meğer ölüm burnumuzun ucundaymış, dedi.
-Elbette öyle. Ölüm her an insanla
birlikte. Bir varsın bir yoksun. Herkes ölecek. Unutmamak gerekir ki, mezarlıklar
vazgeçilmez insanlarla doludur.
-Abi o söz çok güzel ya: “Unutmamak gerekir
ki, mezarlıklar vazgeçilmez insanlarla doludur.”
-Elbette öyle değil mi?
-Öyle…
-Bu dünyada baki kalan var mı?
-Yok.
-Biz de kalmayacağız.
-Muhakkak doğru ama, bunu düşünmekten
çok uzakta yaşıyoruz biz.
-Bunu unutmamak gerekir. Unutursan
dünyadaki esas hedefimizden uzaklaşırız. Mezarlıklar insanın ibret alması için yeter
de artar bile.
-Elbette. Ben mesela hiç böyle düşünmedim.
Daha doğrusu düşünmemek için hep kendimi uzak tuttum. Bunların hatırlatılması
gerekirdi.
-Üstat ne diyor biliyor musun?
-O kim?
-Necip Fazıl.
-Ne diyor?
-Diyor ki:
Deryada sonsuzluğu fikretmeye
ne zahmet!
Al sana derya gibi sonsuz
Karacaahmet!
Göbeğinde yalancı şehrin,
sahici belde;
Ona sor, gidenlerden kalan
şey neymiş elde?
Mezar, mezar, zıtların
kenetlendiği nokta;
Mezar, mezar, varlığa yol
veren geçit, yokta...
Onda sırların sırrı: Bulmak
için kaybetmek.
Parmakların saydığı ne varsa
hep tüketmek.
Varmak o iklime ki, uğramaz
ihtiyarlık;
Ebedi gençliğin taht kurduğu
yer, mezarlık.
Ebedi gençlik ölüm, desem
kimse inanmaz;
Taş ihtiyarlar, servi çürür,
ölüm yıpranmaz.
Karacaahmet bana neler
söylüyor, neler!
Diyor ki, viran olmaz tek
bucak, viraneler,
Zaman deli gömleği, Onu
yırtan da ölüm;
Ölümde yekpare ân, ne
kesiklik, ne bölüm..
…
…
-Anladım
abi! Bizim fikretmek için çok çabaya gerek yok. Her şey apaçık ortada. Biz
kendimizi beğendik. Ölümü bile beğenmedik ki, gelmesini çok uzak gördük.
Kendimizi diğerlerinden üstün gördük, bizim dengimiz olamayacaklarını düşündük.
Çünkü bizim paramız vardı, zengindik. Hiçbir şeye ihtiyacımız yoktu…
-Ama kendini beğenmek
şeytandandır. Nefsin okşanması insanı yoldan çıkarır.
-Evet ama.
-Bak sana bir kıssa
anlatayım.
-Dinliyorum abi.
-Halife
Hz. Ömer bir gün kırbasını (su kabı) sırtına yüklenmiş, Medine'nin en kalabalık
sokaklarında dolaşıyordu. Babasının sırtında kırba ile dolaştığı oğlu
Abdullah'ın da gözüne ilişti ve kendisine yetişip sordu:
-Baba sen ne yapıyorsun, koskoca halife
sırtında kırba taşır mı, taşıtacak kimse mi bulamadın?
-Oğlum, bunu taşıtacak adam bulamadığım
için veya başka bir mecburiyet dolayısıyla taşıyor değilim. Nefsime gurur gelir
gibi oldu, kendimi beğenir gibi oldum, sırf onu küçültmek için bu yola
başvurdum.
Okan dikkatle dinledikten sonra:
-Bir devlet başkanı olan Hz.
Ömer’e bak, bir de bize. Ben kendimi hep dev aynasında görürdüm. Hiç kimsenin bana
denk olamayacağını düşünüyordum. Bu nefsime hoş geliyordu.
Musa aslında Okan’ın bir an rahatlaması için bu kadar
çok anlatıyordu. Okan bu duygu yoğunluğunda bunların etkisinden uzakta kalması
düşünülemezdi elbette. Musa’nın anlattıklarını dikkatlice dinliyor ve hafızasına
kaydediyordu. Doğrusu bu konulara açtı. Açlığını gidermek için arayış içindeydi.
Bu tür konular kendini sıkıntılardan uzaklaştırıp dinlendiriyordu.
g
SON DURUŞMA
Aradan geçen birkaç haftanın arkasından duruşma salonundaydı
herkes. Tanıdıklarının hemen hemen hepsi ordaydı. Babasını dediğine göre bu son
duruşmaydı. Artık Okan dışarı çıkacaktı. Karşı taraf da babası tarafından gönüllenmişti.
Bıçakladığı adam sağlığına kavuşmuştu zaten. Ortada sıkıntı olabilecek fiziki
bir engel kalmamıştı.
Savunmalar tamamlanmış, son söz hâkimin dudakları arasında
sıkışmış çıkmayı bekliyordu. Hâkim bütün izleyenlerin gözlerinin üzerinde
olduğunun farkında olarak mahkemenin sonucunu açıkladı. Salondan sevinç
çığlıları yükseldi. Arkasından alkış tufanı kapladı bütün boşluğu.
Okan serbest bırakılmıştı. Buna sevindiğini gösteren
bir davranışı bile olmadı. Bunun sebebini kendisi de açıklayamıyordu. İçinde bir
burukluk vardı. Sebebini bulmakta zorlandığı bir burukluk.
Babaannesini kaybetmesinden mi, yeni kimliğinden mi,
yoksa Musa’dan ayrılacak olmasından mı? Bir türlü çözemedi.
Tekrar hapishaneye döndü. Orada birlikte teneffüs
ettikleri, birlikte yedikleri ve içtikleri arkadaşlarından ayrılmak zor geliyordu.
Diğer
taraftan özgürlük duygusu ve Avrupa’da üniversite okumak düşüncesi kendini
rahatlatıyordu.
Teker teker vedalaştı koğuştakilerle. Musa ile
vedalaşırken gözleri doldu. Kendinden bir parçanın kopup gittiği düşüncesine
kapıldı. Gözlerinin nemini sildi elinin dışıyla. Bu görüntü herkesi duygulandırdı. Okan gerçekten olumlu gelişmeleriyle herkesin
takdirini toplamıştı. Beğenilen sevilen birisi olmuştu. İlk girdiği günlerdeki
havası, kendini beğenmişliği ortadan
kalkmıştı. Sanki bu hücreden çıkan, buraya giren Okan değildi.
-Hakkını helal et abi! Senin bende hakkın çok.
-Ne hakkım olacak. Bu herkesin görevi; bildiğini anlatmak,
örnek yaşamak… Ben bunu yaptım. Varsa hakkım helal olsun.
-Allahaısmarladık arkadaşlar. Allah hepinizi
kurtarsın, diyerek elindeki çantasıyla hüzünlü bir şekilde, arkasından sallanan
ellerin eşliğinde oradan ayrıldı.
Artık önünde yeni bir hayat vardı, öncekinden çok farklı,
bambaşka bir yol…
g
BAMBAŞKA BİR YOL
Kapının önünde kendini bekleyen ailesiyle birlikte oradan
evlerine hareket etti. Evleri aynıydı farkı sadece Okan odasının kullanılmamasıydı.
Birlikte Okan'ın odasına geçtiler. Annesi Okan'a sarılıp sarılıp “geçmiş olsun
oğlum”, diyordu. Okan'ı ne kadar çok özlediğini defalarca tekrar edip
duruyordu. Okan'ın cevabı aynı minval üzere oluyordu. Ailesini çok özlediğini
ayrılığın zor olduğunu ifade ediyordu.
Duygu yoğunluğu azalınca günlük rutin işler yapılmaya
başlandı.
Okan da kendi odasına çeki düzen vermek için çantasını
açtı. En üstte bulunan babaannesinin hatırası Kuran-ı Kerimi özenle çıkarıp çalışma
masasının üzerindeki en seçkin bölmeye yerleştirdi. Diğer şahsi eşyalarını yerlerine
koydu.
Hayatı kaldığı yerden başlamıştı. Kendinde oluşan bu
farklılaşmayı devam ettirmek azmindeydi.
Okunan ezanla derhal lavaboya gitti. Ailenin şaşkın denebilecek
bakışları arasında abdest aldı. Salondaki ailesinin bakışlarıyla tekrar odasına
geçti. Hiç kimseden çıt çıkmıyordu.
Okan kıldığı namazdan sonra, sandalyeye oturdu. Babaannesinin
kendine bıraktığı Kuran-ı Kerimi açıp okumaya başladı. İlk işi olarak babaannesinin
ruhu için “Yasin” okumak oldu:
-Bismillahirrahmanirrahim. Yasîn.
Ve’l-kurani’l-hakim…
Okan’ın sesi salondan çok rahatlıkla işitiliyordu.
Tüm aile Okan'ı dinledi endişeyle.
Bu arada Nebahat Hanım:
-Al işte! Şimdi ne yapacağız?
Şinasi Bey:
-Sabret hanım! Bu geçici bir heves, yarın yine eskisi
gibi olur merak etme, dedi.
-Deren!
-Ne olmuş?
-Arkadaş olarak devam ederlerse?
-O zaman Okan'ı değiştirir mi, diyorsun?
-Elbette. Hem belki gelinimiz olur.
Bu sözle Burcu annesine baktı hışımla:
-Anne! Dedi.
-Sen sus kız! Anlamazsın sen bunlardan.
-Kesinlikle olmaz. O kızdan kimseye hayır gelmez.
-Senden gelir mi?
Burcu annesinin bu sözüne çok kızdı:
-Ne haliniz varsa görün, diyerek odasına gitti.
Şinasi Bey:
-Sahi bu olur mu? Gelinimiz. O zaman değme gitsin.
-Neden olmasın ama, bizimkinin kafasına bunu nasıl sokacağız?
-Onu sen bana Bırak.
-Nasıl yapacaksın?
-Ben kimim sen biliyor musun? Ben adamı susuz götürür,
su içmeden geri getiririm.
-Göreceğiz.
Az sonra salona gelen Okan, babasının yanına oturdu:
-Eeee, baba nasılsınız? Ne var ne yok? Dedi.
Babası da önceki konuşmaları gibi cevapladı Okan'ı.
-Sen içerdeyken Deren kaç defa sordu seni.
Okan cevap vermedi.
Babası yine aynı konuda konuşmalarını sürdürdü. Annesi
olacakları sabırsızlıkla beklemeye başladı.
-Deren seni gerçekten çok seviyor her halde.
-Onun için mi, beni bırakıp oradan kaçtı. Ziyaret
bile etmedi.
-Çok istedi aslında ama, biz istemedik…
-Gerçi bırakıp kaçmasaydı, ziyaret etseydi de
olmazdı. Artık ben gözümü açtım. Hayatın niçin yaşanması gerektiğini anladım.
Biraz geç oldu ama öğrendim şükürler olsun.
Annesi söze karışmak istedi. Okan annesinin sözünü kesti:
-Anne! Konu bu ise bu benim için bitmiştir. Bundan sonra
böyle bir konumda asla olmayacağım. Ben okuyacağım. Ha! Yeri gelmişken söyleyeyim.
Haftaya Avrupa için girişimlerde bulunacağım. İnşallah orada okuyacağım. Yanlışlarımdan
dolayı kazanamadım. Aynı hatalarda ısrar etmek istemiyorum.
Babası konuşulanların nereye gideceğini kestirmiş olmalı
ki, hemen müdahale etti:
-Oğlum
ne olacak? Paramız var. Bu sene olmazsa gelecek sene üniversiteye gidersin. En
iyi dershanelere gönderirim seni. Gerekirse özel hocalar tutarım. Sonra kazanamazsan
ne olur? Size ömür boyu yetecek param var benim.
-Her şey para değil baba! Ben okumak istiyorum.
Üstelik Avrupa’da.
Babası sessiz kalınca Okan devam etti:
-Buradaki yaşadıklarımdan uzak kalmak istiyorum. Okuduğum
alanda iyi yetişmiş ve söz sahibi biri olarak dönmek istiyorum ülkeme.
Okan'ın kararlılığını gören ailesi söyleyecek söz
bulmada zorlandı. Sadece susmayı tercih ettiler. Oğulları kendilerinden çok uzaktaydı.
Farklı ufuklara yelken açmaya hazırlanıyordu. Bu ufuk onlar için bulanıktı.
Yapacakları bir şey de yoktu sanki.
Okan:
-Baba ben gideceğim, bu kesin. Paran da var beni
gönder Avrupa’ya. Hem sizin için de sükse olur.
Şinasi Beyin oğlu Avrupa’da üniversite okuyor derler.
Nebahat Hanım bu sözle kendine geldi.
Gerçekten öyle değil miydi?
Evet, evet öyleydi. Nebahat Hanımın oğlu Avrupalarda
okuyor denecekti. Şinasi Beyin ne diyeceğini beklemeden:
-Evet doğru söylüyorsun. Avrupa’ya seni göndereceğiz.
İyi yetişmiş olarak Türkiye’ye dönünce meşhur olabilirsin.
Annesini bu sözü Okan’ı rahatlattı. Onun derdi meşhur
olmak falan değildi ama olsun. Önemli olan üniversiteye başlayabilmekti.
-Ben yarın araştırmalara başlayacağım. Bana Musa abim
adresler vermişti.
Musa’nın adını duyan ailesi tekrar bozuldu. Okan'ın düşüncelerinin
kısa sürede alt üst eden adamdan bahsediliyordu. Sinirleri nasıl bozulmasın da?
Babası:
-Aman oğlum orada dincilerin içine falan
karışmayasın. Yoksa göndermem ha!
-Yok
baba. O nasıl söz öyle? Dinci ne demek? Ben Müslüman’ım elhamdülillah. Siz de
öyle, değil mi?
Babası ağzında
gevelediği laflarla:
-Tabi canım, dedi.
Böylece bu ilk bocalamayı atlattı. Artık önündeki yol
açılmış gibi duruyordu. Sadece ilk adımı atabilmek gibi çok önemli bir durum
söz konusuydu.
Bu konuşmaların sürdüğü anda kapının
zili çaldı. Annesi biraz önce odasına çekilen kızına bağırdı:
-Burcu! Kapıya bak!
Burcu isteksiz tavrıyla kapıya çıktı.
Salona bağırdı:
-Elif.
Bu komşularının kızı Elif’ti. Şimdiye kadar pek konuşmadıkları,
gelip gitmedikleri komşularının kızı Elif.
Nebahat Hanım:
-Gelsin içeriye, diyerek seslendi.
Bu da bir ilkti. Komşuları ile ilişkilerinde böyle anlar
yaşanmamış denecek kadar azdı. Bu çağrıya Elif de şaşırdı. Burcu’ya:
-Abla! Sen söyleyiversen. Akşama annemler size
gelecek.
-Gir kendin söyle, dedi.
Elif çaresiz girdi içeriye biraz da çekinerek:
-Nebahat
Teyze! Eğer sizin için de uygunsa, annemler akşam size gelecekmiş, dedi.
Nebahat Hanım duydukları karşısında kararsızlığını
perçinleyen gözlerle baktı Elif’e. Olmaz, demesi gerekirdi. Onlar kimdi ki? Ama
diyemedi. Bu arada eşi Şinasi Bey imdadına yetişti:
-Tamam kızım gelsinler. Biz bekliyoruz.
Olmaz diyemezdi. O çok zorlandığı anda Azmi Bey hep
yanlarında olmuştu. Üstelik sabaha kadar kendisiyle beklemişti. İşleri o
organize etmişti. Şimdi olmaz deme hakkını kendinde göremedi.
Okan'ın hayatındaki değişme gibi, ailede de keskinlik
çizgileri yavaş yavaş bulanıklık içinde kaybolmaya yüz tutmuştu.
Okan bu durumdan memnunluk duydu. Şimdiye kadar
konuşamadığı akranı olan Burhan’la konuşma imkânı bulacaktı. Konuyu değiştirip
annesine sordu:
-Burhan tıp kazanmış, öyle mi?
Cevap alamadı. Öyle ya kendi çocukları varken onların
üniversite kazanması doğru olmazdı.
-Akşam gelince Burhan’la biraz konuşuruz hiç olmazsa.
İyi çocuk Burhan.
Annesi Okan'ın konuşmalarına bir anlam verememenin sıkıntısını
çekiyordu. Hiçbir şeyleri bulunmayan fakir bir çocukla ne konuşulabilirdi ki?
Şinasi Bey:
-Azmi Bey bana çok yardımcı oldu. Sağ olsun. Onun yerinde
ben olsam hiç birini yapmazdım. Adamın anlayışı farklı. Her şeyi Allah rızası
için yapmak gerektiğini söyleyip duruyor. Komşuluk hakkının neler olduğunu
anlatıp duruyor… Hanım kalk akşama bir şeyler hazırla. Birlikte yeriz.
-Aman! Ben onlar
için mi hazırlayacağım? Hayatta olmaz. İstiyorsan hazır bir şeyler alıver.
-Ama hanım! Onlar bizim bu mutlu günümüzde bizimle
olmak için buraya geliyor.
-Ben yapmam, dedim.
Şinasi Bey cebinden çıkardığı parayı Okan’a uzattı:
-Pastaneden çayın yanına bir şeyler alıver oğlum.
-Tamam, diyerek kapıya yürüdü. Çıkarken:
-Zor günümüzde bizi yalnız bırakmayan, sevinçli anımızda
yine bizimle olan komşu için her şey yapılır, yapılmalıdır, dedi.
Nebahat Hanım Okan'ın bu sözleri kendine söylediğini
düşünerek:
-Çok bilmiş seni! Bu başımıza bela olacak göreceksin,
diyerek eşine dönüp verdi veriştirdi.
Şinasi Bey hanımının söylediklerini sessizce dinledi.
Akşam olmuş yemekler yenmişti. Misafirler için bir beklenti
vardı umarsızca. Aslında aileden en çok Okan gelmelerine sevinmişti denebilir.
Diğerleri olayı akışına bırakıp bu anın bir an önce geçmesini dilemekten başka
bir şey düşünmüyorlardı. Ölüm olayı bile onları pek etkilememişti. Şinasi Bey
için birazcık farklılıktan bahsedilebilirdi. Çünkü annesinin ölümünden sonra
kendini suçladığı anlar olmuyor değildi.
*
* *
Kapının zili çaldığında bekleme işi sona ermişti.
Kapıda karşıladılar gelenleri. Önden Azmi Bey girdi. Arkasından ailenin diğer
fertleri.
Okan'ın
gözleri bir anda Esra’ya takıldı. Ne kadar güzeldi böyle! Şimdiye kadar hiç
böyle görmemişti. Görmüştü de farklı bir bakış açısıyla mı değerlendirmişti
yoksa? Kendini zorlayarak gözlerini Esra’dan uzaklaştırdı. Herkese:
-Hoş geldiniz, dedi birer birer.
Salona geçtiler. Arkasından Azmi Bey’le Şinasi Bey balkona
çıktılar. Okan Burhan’la odasına geçti. Burhan’la konuştular uzunca.
Burhan’ın, Okan'ın konuştukları karşısında şaşkınlık
yaşaması, Okan'ın garibine gitmedi. Burhan Okan’daki bu değişimi görmesi
kendini pek çok sevindirdi. Okan'ın Avrupa’da okuma isteği Burhan tarafından da
desteklendi.
Nebahat Hanım misafirlere mesafeli durmada ısrar
etti. Soğuk ve yapmacık davranışlarla durumu idare etme yoluna gitti. Nebahat
Hanım misafirine nasıl zengin olunacağını ballandıra ballandıra anlattı. Gülseren
Hanım da ayıp olmasın kabilinden anlatılanları dinledi.
Azmi Bey ile Şinasi Bey bir gece birlikte hastanede
geçirdikleri için konuşacak konu bulmada zorlanmadılar. Birbirlerini tanımak
için geçmişlerinden bahsettiler saatlerce. Çocuklarının durumlarını konuştular.
Okan'ın Avrupa’ya gidişinin sonuçları üzerinde yorum yaptılar… Konuşmalarını
çay ve pastalar süsledi.
Burhan, Okan'la arkadaşlık etme arzusunda olduğunu ifade
etti. Okan'daki değişiklikten dolayı duyduğu memnuniyeti ifade ettikten sonra
konuşmasını sürdürdü:
-Kuran-ı Kerim okuman çok güzel. Ne mutlu sana! Yalnız
anlamını da okumalısın. Yani tefsirini. Onu anlamak gerekir. Allah anlaşılsın
diye göndermiştir. Eğer anlarsak, anlamını düşünürsek daha çok istifade etmemiz
mümkün olur. Gerçi okumakta çok sevap ama bizim hayatımız için gönderildiğinden
dolayı anlamını da öğrenmek gerekir…
-Düşünüyorum. İnşallah baştan sona okuyacağım. Kendi
kitabımdan habersiz bir şekilde bu dünyadan göçmek istemiyorum.
Okan, bilgisayar mühendisliği ya da tıp okumayı düşündüğünü
söyledi. Burhan ikisinin de önemli ve güzel olduğunu ifade etti.
Bu arada kalkmak için haber geldi. Kalktılar. Salonda
iyi geceler, temennisiyle vedalaştılar.
Bunca aydan sonra ilk defa komşu olarak bir ziyarette
bulunmanın getirdikleri ve götürdükleriyle beraber gecenin koynuna sığındılar.
g
İNGİLTERE
Sabahın ilk ışılarıyla birlikte kahvaltı sofrasından
kalkan Okan, Musa’nın kendine verdiği adrese doğru yola koyuldu. Kendisi
yoldaydı, ama düşüncesi yeni hayallerinin gerçekleşmesi yolunda yapması
gerekenlerdeydi. Fiziki olarak sadece yürüyordu caddenin yeni artmaya başlayan
kalabalıkları arasında. Ruh haliyle uzaklarda, ülke sınırlarını çoktan aşmıştı.
Büyük neon ışıklarıyla süslü bir galerinin önünde
durdu. Elindeki kâğıda tekrar baktı. Yazılan yer burasıydı. Musa’nın gönderdiği
yerin burası olduğundan emin olduktan sonra içeriye daldı. Genişçe olan dükkânın
sağ köşesindeki büroya doğru yönelince içerdekilerden birisi çıkarak onu kapıda
karşıladı:
-Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim? Dedi.
-Beni Musa abi gönderdi.
Kapıda karşılayan bu insanın davranışları birden
değişti. Hürmette olan hassasiyeti bir kat daha arttı:
-Şöyle buyurun beyefendi, diyerek plastik doğrama ile
bölünmüş olan büroya davet etti.
Büroya girerken:
-Musa abi göndermiş, diyerek içerdekileri
bilgilendirdi.
Bunun
üzerine orada bulunanların davranışlarındaki nezaket etkileyiciydi.
Koltukta oturan adam:
-Benim adım Hüseyin, dedi ve devam etti:
-Musa buranın en büyük ortaklarından. Onun isteği bizim
için emirdir. O her şeye layıktır…
-Ben Okan. Musa abi ile içerdeydik.
Orada tanıştık. Benim ufkumu değiştirdi. Allah kendisinden razı olsun. Onun sayesinde yolumu
buldum. Kuran-ı Kerim okumayı ondan öğrendim…
-Ziyaretlerimizde senden bahsetmişti.
-Sağ olsun.
-Biliyor musun, üniversite mezunu; işletmeci.
-Hiç söylemedi.
-Burada boş durmazdı. Sürekli okur araştırır, anlatırdı.
Kimi bulursa ona bildiklerini aktarırdı. Allah razı olsun bizi bu hâle getiren
de odur.
-Nasıl oldu?
-İçeriye mi?
-Evet.
-Bir şikayet. Güya burada komşuların dükkânlarında dini
eğitim yapılıyormuş. Onu çekemeyenlerin bir komplosu, senin anlayacağın. Ama hiç üzülmedi. En çokta senin için
sevindiğini söyledi. Zaten büyük bir ihtimalle bu haftaki duruşması onun için
de son olacak. Çıkacak inşallah.
-İnşallah. Allah ondan razı olsun. Çok değerli bir
insan. Onun benim hayatımdaki yeri bir başka, hatta bambaşka.
-Abi ben İngiltere’de okumak istiyorum.
-Biliyoruz. Sana yardımcı olacağız. Bu konuda hiç
sıkıntın olmasın. Yarın pasaport için müracaatımızı yaparız.
-Benim pasaportum var abi.
-Güzel. O zaman okul işine bakarız.
-Ne okuyacaksın?
-Elektronik veya tıp.
-Dilin nasıl?
-İdare eder.
-Kursa gitmen gerekebilir.
-Olabilir.
-Önceki gönderdiklerimizden çoğu dil kursuyla
başladı.
-Benim duyduğuma göre, birkaç aylık bir kurstan sonra
hemen kayıt yaptırılabiliyormuş.
-Tamam olur inşallah. Bugün bu işi bağlamaya
çalışırız.
-Belki de bu hafta içinde seni oraya uçurabiliriz.
Zaten orada sıkıntı çekmeyeceksin. Derneklerden biri sana sahip çıkacak. Onlar gerekenleri
yapacaklar. Sen hiç tereddüt etme. Git işlerine bak, biz seni telefonla ararız.
Hatta uçak biletini bile ayarlarız. Bu kadarcık işi yapalım da Allah’ın
rızasını kazanalım bari. Şu dört günlük dünya kimseye kalmaz…
Okan o kadar etkilendi ki, başka dünyada yaşadığını düşünmeye
başladı. Bu insanlar bu kadar içtenlikle yardım etmeyi kendilerine görev biliyorlardı?
Bu hangi düşüncenin eseriydi?
Kendisine yapılan iltifat ve ikramlarla geçen sürenin
arkasından galeriden ayrıldı.
*
* *
Birkaç gün sonrasıydı. Okan'ın kulağı zaten çalacak
olan telefondaydı. Telefonu her çalışında beklediği haber muştusunu verecekmiş
gibi telefonu cevapladı. İşte yine telefonu çalıyordu. Karşıdan gelen ses o kadar
mutlu etmişti ki, ağzı kulaklarına varıyordu:
-…
-Buyur Hüseyin abi!
-Senin iş tamam.
-Yani!
-İki gün sonra gidiyorsun.
-O kadar çabuk mu?
-Evet, hazırlıklarını tamamla.
-Bu kadar erken beklemiyordum doğrusu.
-Seni arkadaşlar orada karşılayacak. Gelirsen
detayları konuşuruz.
Okan'ın eli ayağına dolaştı. Ne diyeceğini bilemedi.
Heyecanlı bir şekilde:
-Tamam abi Öğleden sonra gelirim inşallah.
Telefonu kapatıp sevincini annesiyle paylaşmak için
balkona koştu:
-Anne iki gün sonra gidiyorum, dedi.
Annesi heyecanlanmak yerine gayet soğukkanlı bir şekilde
cevapladı:
-İyi.
-Sadece bunu mu diyeceksin anne?
-Ne diyeyim?
Okan bu konunun üzerine
gitmedi. Sustu. Balkondan caddeyi seyretti. Trafik akışı içinde kayboldu gitti.
Nice bir zaman sonra:
-Ben çıkıyorum. Bu işi görüşmek için gidiyorum. Biraz
bilgi almak gerekiyor. Sen babama para işini hatırlatsan.
-Bu adamlar sana kötülük yapmasınlar.
-Ne
kötülüğü? Allah’tan korkan insanlar bunlar. Nasıl kötülük yapacaklar?
-Onları sen bilmezsin.
Bu sözün arkasından da; “Esas bu sebepten korkuyorum,
seni de kendilerine benzetecekler” diye iç geçirdi.
-Neyse anne ben çıkıyorum. Hemen dönerim. Hazırlanmam
lazım.
-Geç kalma sakın. Madem gideceksin birkaç gün daha beraber
yemek yiyelim.
-İnşallah.
Annesi bu son kelimeyle yine kızdı. Kendi kendine:
-Birkaç ayda bu çocuğu konuşmasını bile
değiştirdiler. Yıllarca bunların içinde kalırsa bunu hali ne olacak? Avrupa’dan
nasıl dönecek? Vay başıma gelenler vah! Diyerek mutfağa yöneldi.
Okan bütün istek ve arzusunun yönlendirmesiyle galeriye
ulaştı. Söylenen çaylar yudumlanırken söz sözü açtı. Sonuçta İngiltere planı
konuşuldu. Bütün işler tamamdı ve bundan Musa’nın da haberi vardı. Artık Perşembe
günü uçağa binecek ve kendisini orada hava alanında karşılayacaklardı. Şahsi
eşyalarını hazırlayacak, harçlığını cebine koyacak hepsi o kadar. Meselenin bu tarafı
babasını ilgilendiriyordu. Ondan da söz gibi bir şey almıştı ya, gerisi önemli
değildi.
Bütün bu olumlu gelişmelerin arkasından eve
döndü. Yolda uğradığı birkaç arkadaşıyla
vedalaştı.
Akşama yakın bir zamanda apartmanın giriş kapısının
önünde komşularını kızı Esra ile karşılaştı. Evet, evet çok güzeldi. Tesettür yakışıyordu
kendisine. İçinden konuşmak geldi. Konuşup konuşmamada tereddütler yaşadı.
Sonunda:
-Esra! Dedi.
Esra ayaklarının ucundaki gözlerini sese doğru
kaldırdı. Karşısında komşularının oğlu
Okan vardı. Ne demesi gerektiğini düşündü. Çünkü Okan bu güne kadar kendine en küçük
bir kelime bile etmemişti. Okan'a baktı. Okan devam etti:
-Esra Perşembe günü İngiltere’ye gidiyorum. Nasipse
üniversiteye devam edeceğim. Allahaısmarladık, demek istedim.
-Güle güle. İnşallah başarılı olursun.
-Allah razı olsun.
Esra Okan’daki değişiklikleri az çok biliyordu.
Ondaki değişimin içerdeyken başladığını abisi Burhan’dan duymuştu.
Esra, Okan’ın bakışlarından utandı gözlerini kaçırdı.
-İyi akşamlar, diyerek yürüdü.
Okan bu kısa anda zikzaklarla dolu duygu fırtınasını içinde
kayboldu:
-Sana da iyi akşamlar.
Okan bu sözle uzun bir veda yaptığının farkındaydı. Aslında
düşüncelerinden bir kıpırtı vardı ama şu an üzerinde durulacak şeyler değildi
bunlar. Önünde İngiltere hazırlığı vardı ve hızla asansöre yürüdü.
Annesi telefonla babasını haberdar ettiği için bu gün
erkenden eve gelmiş Okan'ı bekliyordu. Okan kapıdan içeri girdiğinde salonda
oturan babasını bu saatte evde görmenin şaşkınlığını yaşıyordu. Birden babasına
yöneldi:
-Baba hayırdır erkenden, es-selamü aleyküm.
Okan bu sözü evde ilk defa kullanıyordu. Şinasi Beyin
dikkatinden kaçmadı ama selamını da almadı. Konuşmasını Okan'ın ilk sorduğu
soruya cevap olarak devam ettirdi.
-Senin için geldim, gidecekmişsin ya!
-Evet baba! Perşembe günü yolcuyum inşallah.
-Oğlum oralarda ne yapacaksın; rezil rüsva olmayasın
sonra.
-Yok yok, abiler her şeyi ayarladılar.
-Oğlum hep onlardan bahsediyorsun. Kim bunlar? Başına
bir şey gelmesin?
-Siz hiç merak etmeyin. Üniversiteyi bitirmiş biri
olarak döneceğim inşallah.
Şinasi Bey üzerindeki şaşkınlığı hâla atabilmiş
değildi. Diyecek bir şey bulamadığı için sözün akışını değiştirdi:
-Ne kadar para lazım?
-Şimdilik on bin.
-Sonra her ay için beş altı bin yetermiş.
Şinasi Bey bu paranın kendisi için çok olmadığını biliyordu.
Ama yine de elindeki birikmiş, hiç bitmeyecek zannettiği paraların bitmesinden
endişe etti. Parasının eksilmesi onu rahatsız edebilirdi. Her yıl bu para artarak
devam edecekti. Hatta daha fazlası gidecekti ama ne yapsın? Şinasi Bey’in oğlu
İngilterelerde okuyacaktı. Bunun için her şeye katlanılabilirdi.
Gözleri eşi Nebahat Hanımdaydı. Sessizdi. Hiçbir im, işaret
vermedi. Olumsuzluk olmadığını gören Şinasi Bey, bir anlamda eşinin gözlerinden
okey aldığı için gürledi:
-Elbette oğlum. Sonuna kadar okutacağız, ne
gerekiyorsa yapacağız, dedi.
-Sizi mahcup etmeyeceğim. İnşallah okuyup bir
kariyerle döneceğim yanınıza.
Annesi söze karıştı:
-Ben hala şüpheleniyorum.
-Neden?
-Onların yanında kalmandan hoşnut olmuyorum bir türlü.
-Aman anne sen de taktın yani. Onlar da insan üstelik
bizden daha dürüstler.
-Şimdi biz dürüst değil miyiz?
-O anlamda demedim.
-Tamam peki bu konuyu kapatalım. Sen yine de kendine
dikkat et.
-Tamam anne dikkat ederim. Siz hiç tasalanmayın.
Kardeşi Burcu abisine takıldı:
-Abi artık bir de İngiliz kız bulur; evlenirsin.
-Bırak kız bunları. Ben oraya okumaya gidiyorum.
-Hani ne bileyim!
-O işler yok, olmayacak da.
-Deren var ya, dedi annesi.
Okan derhal atıldı:
-Anne bu konunun bittiğini daha önceden konuşmuştuk.
-Ama Deren güzel variyetli kız. Sonrasını da düşünmek
lazım.
-Allah kerim, yiyecek ekmeğimiz varsa; yeriz.
-Yine de düşünmen lazım. Deren…
Burcu annesinin hiç hoşlanmayacağı sözlere başladı:
-Babaannem abim için hep Esra’yı düşünürdü.
Salonda bir sessizlik oldu. Nebahat Hanım kızının
gözlerine kenetlendi. Hoşlanmadığını ortaya koyan bakışlarla bir süre süzdü.
Burcu konuşmasını sürdürdü:
-Ama anne gerçeği söylüyorum.
Annesinin dikkatini çeken Burcu’nun söylediklerinden
daha çok Okan'ın davranışı oldu: Deren’den bahsedilince burnundan soluyan Okan,
Esra’dan söz açılınca hiçbir şey söylemiyordu. Bu durum Nebahat hanımın nem
kapmasına yetip artmıştı bile. Bu meselenin üzerine fazla gitmedi.
-Kalk kız akşama yemek yapalım,
diyerek Burcu’ya seslendi.
Birlikte mutfağa gittiler. Baba oğul baş başa
konuştular. Okan ideallerinden bahsetti. Babası geçmişinden. Okan'ın dikkatini
çeken babasının ölümden sonraki zaman da dünyanın boş olduğunu anladığını,
söylemesiydi.
*
* *
Nihayet perşembe sabahı olmuş beklenen ayrılık anı gelip
çatmıştı. Okan’daki telaş evin tüm fertlerinde görülüyordu. Evdeki hüzün rüzgârı
hafifçe kendini hissettiriyordu.
Nebahat Hanım her şeye rağmen oğlundan ayrı kalacağı
düşüncesine alışmaya çalışıyor, abisiyle bir daha, didişemeyeceği gerçeği
Burcu’yu üzüyordu. Okan önünü net göremeyen birinin ürkek davranışlarıyla odasına
girip çıkıyordu.
Birlikte arabaya bindiler. Havaalanına doğru yola
koyulduklarında artık ayrılığın kesin ve net olan kokusu solunuyordu. Söylenecek
söz kalmamıştı. Sadece bakışlar vardı. Kelam sona ermişti. Bu ortamda son kez sarıldılar teker teker.
Vedalaştılar, öpüp koklaştılar. Ayrılırken gözyaşı vardı sadece. Bu duruma
Okan'ın son sözleri tuz biber oldu:
-Anne, baba, Burcu! Hakkınızı
helal edin. Dönmemekte var…
Sallanan eller uğurladı Okan’ı. Yeni ufuklar için yol
aldı metal uçan kuşla. Ailesi hüzün dolu döndüler evlerine. Uzun süre göremeyecekleri
Okan'ın yokluğuna alışmaya çalıştılar. Yalnızlık gibi geldi onlara Okan’sız
geçen zamanlar. Okan'ın hayali doldurdu evin her köşesini. Hep o konuşuldu
günlerce. İlk günler cep telefonlar sürekli çaldı. Sonrası her şeye alışıldığı
gibi Okan'ın gurbette olmasına da alışıldı…
ACI BİR FREN VE…
Okan gideli üç ay olmuştu. Akşam karanlığının ilk sinyalleri
olan şehrin sarı renkli lambaları henüz yanmış, apartman aralarından sızan
güneşin son kırıntılarıyla yarış ediyordu. Nebahat Hanım her zaman oturduğu
arkadaşlarıyla akşama kadar birlikte olmuş, oyunlar oynayıp hazırlananları
yemiş ve evine dönüyordu.
Yollarda boş denecek kadar az insan vardı. Evet,
gerçekten garipti. Bu yollar bu kadar boş olmazdı.
Yoldan karşıya geçerken bir anda dalmıştı. İşte ne olduysa
o anda oldu. Acı bir frenle birlikte “küt” diye bir ses duyuldu.
Nebahat Hanım bir anda kaldırım taşlarına çarptı.
Neye uğradığını bile anlamaya fırsat bulamadı. Kendini kaybetti. Kendine vuran
aracı tanıma fırsatı bulamadı.
Fırsattan istifade eden araç sürücüsü bir an
duraklayıp oradan hızla uzaklaştı. Nebahat Hanımın yanına ulaşanlar onu bir hastaneye
yetiştirmek için ambulans çağırdı.
Bu esnada sarı renkli bir ticari taksi kalabalığı
görünce durup yardım etmek istedi. Şoför kalabalığı yararak yaralıya ulaşmak için:
-Çekilin, etrafını açın! Diyerek daldı.
Karşısındaki insanı görünce şok oldu bir anda. Eli
yüzü kan içindeki bu bayanı sanki tanıyor gibiydi. Dikkatlice baktı. Bir an göz
göze geldiler. Evet, evet bu oydu. Onu
nasıl unutabilirdi ki?
O günkü konuşmasından sonra şu zavallı hali üzücüydü
gerçekten.
Tekrar gözlerini kapadı. Birçok yeri kırılmış tutulacak
yeri kalmamıştı. Bilinci gelip gidiyordu. Konuşmadı veya konuşamadı. Sadece
yalvaran gözlerle baktı kendine yardım etmek isteyen bu adama.
Şoför tekrar hatırladı o günü kare kare, film şeridi gibi. Zaten unutmamıştı hiç. Unutamamıştı.
Nasıl unutacaktı ki? Bu kadar aşağılanan biri unutur mu? Kendine hakaret
eden yüzü nasıl tanıyamaz ki?
Kendine tepeden bakmış hatta azarlamıştı kendini. Çok
üzülmüştü. Hatta verdiği paranın üstünü bile
başkasına vermişti kızgınlığından dolayı.
İşte şimdi buradaydı ve çaresizdi. Yardıma muhtaç bir
şekilde bekliyordu. Zor durumda kalanlara yardım etmek insani bir görevdi.
Kucakladığı gibi arabaya götürdü. Doğruca hastaneye. Hastanede
acil servisten içeri dalıp muayene odasına girinceye kadar nefes alıp
almadığının bile farkına varmadan zamanı içti. Ondan sonra derin bir nefes
aldı. Zamana karşı yarıştı duraksamadan. Hayat kurtarmak önemliydi. Zor durumda
olanın düşüncesi, o zamana kadar yaptıkları çok önemli değildi.
Sonrada yaşanan telaşı izledi sesiz ve derinden. Bir
kez daha hatırladı kendinin aşağılandığı anı. O gün çok kızdığını ve
kızgınlığın anlamsızlığını düşündü.
Az
sonra bayanın cüzdanındaki belgelere baktı görevliler. Nebahat Parlak olduğu anlaşıldı.
Telefonla evine ulaşıldı. Taksici oradan ayrılmadı. Yapılması gerekenlere yardımcı
oldu.
Biraz sonra eşiyle kızı girdi acilin kapısından.
Oldukça telaşlı ve umutsuz yüzleri etrafta yaralı aradı. Görevlilerle konuşma imkânı
bulduğunda:
-Hani nerede?
-İçerde şu an ameliyathaneye alındı.
-Durumu nasıl?
-Şuuru gelip gidiyor.
-Düzelecek mi?
-Allah’tan ümit kesilmez.
-Yani?
-Doktorlar gereken müdahaleye yaptılar ve yapmaya devam
ediyorlar.
-Şu an görebilir miyim?
-Hayır bekleyeceksiniz.
-Çok mu kötü?
-Kurtulur inşallah. Dua edin.
Eşi Şinasi Bey bir umut ışığı aradı kelimelerinin
arasında. Ama aldığı cevaplar kendini tatmin etmekten çok uzaktaydı. İçine “Ya ölürse”, kuşkusu çoktan düşmüştü
bile. Hızlıca kızının yanına döndü:
-Bir şeyi yok kızım.
-Yani iyi mi?
-Şu an ameliyata alınmış. İyi olacak. Fazla bir şeyi
yokmuş.
Durduğu yerde duramadı. Tekrar acile daldı. İlk müdahaleyi
yapan doktoru sordu. Doktor odasında
olduğunu duyunca, derhal doktor odasına geçti.
İçerdeki doktorla görüştü:
-Biraz önceki hastanın durumunu soracaktım.
-Yakını mısınız?
-Eşiyim.
-Durumu çok iyi değil. Bilinci kapalı. Zaman zaman
kısa süreli açılıyor. Başındaki travmadan çekiniyoruz. Kolu ve bacaklarında
kırıklar var. Şu an için bir şey söylemek erken. Arkadaşlar müdahale ediyorlar.
Dua edin. Sonucu inşallah iyi olur.
-Kurtulur mu?
-İnşallah. Bekleyip göreceğiz. Tedavi uzun sürebilir.
Hayatının bundan sonraki kısımlarında hayatı zorlaşabilir.
-Ne gibi?
-Ellerini ve kollarını kullanmada. İnşallah zihinsel
bir sıkıntısı olmaz.
Şinasi Bey söyleyecek söz bulamadı. Sadece sustu. Geriye
döndü çaresiz bitkin ve yalnızlık hissiyle.
Bir karınca kadar güçsüz hissettiği bacaklarını
hareket ettirmede zorlandı. Olduğu yere yığılıp kalacak hissetti kendini.
Zorlanarak da olsa kızının yanına geldi. Banka oturdu.
Burcu:
-Baba! Dedi.
Şinasi Bey duymadı bile. Dalmıştı ta derinlere. Yada
bu anki duygularından çok uzaklara kaçmıştı da sesleri işitmiyordu. Burcu
ikinci kez seslendi:
-Baba!
Burcuya döndü ve çok anlamsızca baktı. Sanki Şinasi
Bey değildi de bir başkasıydı.
-Baba! Annem nasılmış?
-İyi, iyi. Kalk ameliyathanenin kapısına gidelim.
Birlikte kalktılar. Merdivenleri duvara dayanarak
çıktı. Burcu’nun gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu. Arada bir:
-Ağlama
kızım, diyen babası da yaşları içine akıtıyordu. Ağlıyordu için için. Bağırmak çığlık çığlığa ağlamak istiyordu. Bu
sıkıntıyı ancak böyle atlatacağını düşünüyordu.
Olmadı, ağlayamadı. Bağırıp çağıramadı. Sessizlik
içinde sessizliğinin çığlığına eşlik etti. Gözlerindeki umutsuzluğu arttı.
Zaman geceyi geçmiş onlar hala ameliyathanenin kapısında bekliyordu. Bir ışık
huzmesi onlar için yetecekti. Yalnız beklemek ne kadar zordu. Gelip giden de
yoktu. Ne olmuştu dostlarına? Hâlbuki telefonla haber de vermişti. Burada olup
kendini teselli etmeleri gerekirdi. Dostluklar hangi gün içindi? Dostlukları
iyi gün için olanlar elbette zor günlerde ortalıkta görünmezlerdi.
Yoksa yanlış dostluklar mı kurmuştu?
O anda Nebahat Hanımı getiren taksici yanlarına yanaştı:
-Geçmiş olsun efendim, dedi.
Şinasi Bey öylesine baktı:
-Teşekkür ederim, dedi.
-Hasta yakınınız mı?
-Eşim.
-Ben getirdim.
-Nereden aldınız? Nasıl olmuş?
Taksici olay yerini tarif etti. Sonra da:
-Vicdansızın biri vurmuş ve bırakıp kaçmış. Oradan geçiyordum
arabama alıp getirdim.
-Çok sağ ol. Allah razı olsun.
Bir de taksiciden duymak istediği için sordu:
-Durumu nasıldı?
-Kırıklar vardı…
Şinasi Bey taksicinin anlattıklarını soluksuzca
dinledi. Taksicinin anlattıklarını dinlerken yüzü şekilden şekle girdi. Umutsuzluk
içinde kıvrandı. Bir kez daha seslendi:
-Çok teşekkür ederim. Sağ olasın.
-Önemli değil. Bu bir insanlık vazifesi. Kim olsa
bunu yapardı. Yapacağım varsa derhal, yoksa kusura bakmazsanız
gidip dinleneceğim. Yarın yine iş güç. Ben yine uğrarım.
Burcu’nun gözüne takılan bir şeyler vardı. Bu adamı
bir yerden tanıyordu. Ama nerden? Düşündü; çıkaramadı. Evet, bu bakışları hatırlamalıydı.
Kafasına takılı kaldı bu soru.
Şinasi Beyin aklına yalnızlığını giderecek, bu zor
anı paylaşacak isimler gelip gitti. En son olarak komşusu Azmi Bey geldi. Annesinin
ölümünde onunla birlikte olmuş, her şeyiyle yardımında bulunmuştu. Telefonunu 118’den sorup
öğrendi. Telefon etti gecenin bu çok geç saatinde. Onun gelmesi iyi olurdu. Ölürse
falan yardımı gerekebilirdi.
Burcu yarı duyulan bir sesle:
-Evet buldum,
dedi.
Babası şaşkınlıkla sordu:
-Neyi buldun?
-Annemi getiren taksiciyi.
-Kim?
-Abim ilk tutuklandığında bizi karakola götüren adam.
-Ne var bunda?
-Annem o zaman bu adamı çok azarlamıştı.
Bir anda ikisi de sustu. Taksicinin kendilerini
tanımadığını düşündü Burcu. Kendi kendine:
-Tanısaydı; getirmezdi herhalde, dedi.
Burcu
bunu kendi yetiştiği düşünce tarzı içinde değerlendiriyordu. Diğer insanların
da kendisi gibi yetiştiğini zannediyor, böyle davranmayı da normal
karşılıyordu.
*
* *
Kapıdan güler yüzleriyle Azmi Bey ve eşi Gülseren Hanım
hastaneye geldiler. “Geçmiş olsun” temennisiyle dualar ettiler gönül köşklerinden.
Gülseren Hanım Burcu’yu bağrına bastı. Sarıldı uzun süre
onu teselli etmeye çalıştı. Annesi için dua etmesinin gerekliliğini anlattı.
Allah duaları kabul edendi. Yalvarmak insandan, sonucu Allah’tan. Sığınılacak
tek güvenli liman oraydı.
Komşularının anında gelmesi Şinasi Beyi sevindirmişti.
Bunca yıllık dostlarından görmediği yakınlığı, hiç ilgi göstermediği hatta
konuşmak için bile adam yerine koymadığı komşularından görmesi, artık farklı düşünmesi
gerektiği gerçeğini ortaya koyuyordu.
Şinasi Bey de Azmi Beyi bu davranışları sebebiyle daha
çok sevmeye başladı. Onu kendine en yakın olarak düşünmesi konuşmalarına
yansıdı. Azmi Beyin gayretiyle dengeli davranmayı akıl edebildi.
Azmi Bey:
-Kader, dedi. Allah’tan geldi sabretmek gerekir. Bir
de dua. Allah’ın yardımından başka hiçbir yardım bizi kurtaramaz.
-Elbette.
-İnsan bütün tedbirlerini aldıktan sonra sonucunu Allah’a
bırakmalıdır. Şu an yapılacak olan bu. Doktorların gerekenleri yaptığını
söylüyorsun. Sonucunu beklemek, tevekkül etmek gerekir.
-Muhakkak.
-Adına bile kaza oldu, diyoruz. Yani kaderin gerçekleşmesi.
Sükuneti kaybetmemek gerekir.
-Sağ ol be komşu!
Sen olmasan ben ne yapardım?
-Estağfurullah. Komşuluk ne içindir? İslam’da önemli
hususlardan biri de komşu ve komşuluk hakkıdır.
-Ama biz bu yakınlığı gösteremedik. Sizden uzak
durduk.
-Önemli değil canım.
-Yine de sağ ol. Çok iyisiniz. Bu zamanda böyle
insanlar azdır çok az.
Azmi Bey konuyu değiştirmek istedi:
-İnşallah eşiniz eski sağlığına kavuşur.
-İnşallah.
Şinasi Beyi umutsuzluğa kapılmaması için yaşadığı bir
olayı anlattı. Sonunda da:
-Her şey Allah’tan, dedi.
Şinasi Bey Kapıdan çıkan olursa fırlayıp bir solukta
yanında bitiyor sonrada bir haber alabilmek için sorup soruşturuyordu. Ama
beklediği haber bir türlü kendine ulaşmıyordu. Geçen zaman bütün ümitlerini
bitiriyordu.
*
* *
Nihayet ameliyatın sona erdiğini kapıdan çıkan bir görevli
söyledi. Şinasi Bey ve Azmi Bey doktorun yanında soluğu aldı. Doktor anlatmaya
başladı:
-Oldukça
zor ve yorucu bir operasyondu. Elimizden gelen her şeyi yaptık. Bundan sonrası,
sadece dua etmek ve beklemek… Kollarında ve bacaklarında kırıklar var. Kaburga
kısmında da ezik ve kırıklar var. İç kanama vardı durdurduk. Bunlardan daha önemlisi
beyin travması. Sıkıntı çıkabilir. Bilinci açık değil. Arada bir geldiği oldu.
Ama dediğim gibi, biz elimizden geleni yaptık.
-Sıkıntı çıkabilir, dediniz. Ne gibi sıkıntı?
-Konuşma zorluğu hareket kısıtlılığı gibi.
-Felç gibi mi?
-Benzer. Geçmiş olsun. Siz hiç merak etmeyin.
Gerekeni yapmaya devam edeceğiz. Siz dua edin. Tekrar geçmiş olsun, diyerek
oradan ayrılan doktor hızlıca doktor odasına gitti.
Şinasi Bey yeni doğmuş bir bebek çaresizliğinde
gözleri boşlukta anlamsız hareketlerle birkaç kez koridor boşluğunda gitti
geldi. Kendinin bittiğini hissetti. Paranın her şeye çare olmadığını
düşündü. Bunca para var ama yapılacak
bir şey yok. Sadece beklemek dua etmek…
*
* *
Evet, dua etmeliydi. Nasıl dua edecekti? Sorsa ayıp
bir iş mi yapmış olurdu?
Doğruca lavaboya gitti hiç düşünmeden abdest aldı. Abdest
almadan dua edilir miydi, onu da bilmiyordu. Abdest almasını tam olarak
bilmediğinden, belki eksik olmuştur, diye bir kez daha abdest aldı.
Bitkin bir şekilde Azmi Beyin yanına oturdu. Utandı, sıkıldı.
Soramadı bile. Kısa süren sessizliğinden sonra Azmi Beye doğru eğildi. Kısık
bir sesle sanki fısıldar gibi:
-Nasıl dua edeceğim? Dedi.
Azmi Bey ne diyeceğini şaşırdı. Dua etmek için özel bir
törene ihtiyaç yoktu ama yine de Şinasi Beyin anlayacağı şekilde bildiklerini anlatmaya
karar verdi:
-Dua ve ibadet, bir Müminin
aczini ve ihtiyacını, saygıyla Rabbine arz etmesi ve tazimle O’ndan yardım
dilemesidir. Rabbi ile kulu arasında en güçlü bağ ve en değerli amel, dua ve
ibadettir. Bunlar, Allah’a kulluğun itirafı ve ispatıdır. Manevî dertlerin devası,
gönüllerin sefasıdır. Duasız ve ibadetsiz gönüller ise, huzursuzdur ve dinmez
bir ıstırap içerisindedir. Gerçek huzura, ancak O’na dua edip rahmet
kapısını çalmak, O’nun izzet ve azameti
karşısında secdeye kapanıp ibadet etmek ve O’nu anmakla kavuşulur. Nitekim Yüce
Allah, Kuran’ı Kerim’de: “Bunlar, Allah’a
iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki,
kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur” (Ra’d) buyurmaktadır.
Öğrenmek istediğinden midir yoksa o andaki
samimiyetinden midir, Azmi Beyin anlattıkları kendine şiir gibi geldi. Dinlemek
istedi. Konuşmasını kesmeden içindeki kaynayan volkanı serinletmek istedi. Derdine
bir çere aramanın güzelliği ile ne yapacağını bilememenin sıkıntısını gidermek
için anlatmaya devam etmesini isteyen gözlerle baktı.
Azmi Bey devam etti:
-Bir insan
olarak, çevremizde meydana gelen olaylardan etkilenebilir ve işlerimizin düzensiz
gitmesinden de üzülüp sıkılabiliriz. Ancak bu gibi üzüntü ve sıkıntıların
geçici olduğunu bilmeli ve bütün hayatımızı sarsacak bunalıma ve strese düşmemeliyiz. Bir mümin için strese veya bunalıma girmek,
asla doğru değildir. Çünkü o, hayatın ağır yükleri altında acze ve sıkıntıya
düştüğünde, kendisine şah damarından daha yakın, onun en gizli sırlarını bilen
ve her şeye gücü yeten Yüce Allah’a güvenir. O’na dua ve niyazda bulunur, O’nun
engin lütuf ve keremine sığınır. O’ndan başka, sıkıntılara çare, dertlere deva,
hastalıklara şifa ihsan edenin olmadığını bilir. Çekilen sıkıntıları, ebedi mükâfat
vesilesi bir imtihan olarak değerlendirir ve teselli bulur. Demek ki sıkıntıyı, derdi veren Allah, onun çaresini ve dermanını
da verir. Hatta her güçlük için bir kolaylık ihsan ettiğini, Kuran’ı Kerim’de
bize şöyle açıklar: “Elbette zorluğun yanında bir kolaylık
vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır”.
Şinasi Bey, Azmi
Beyden nerdeyse örnek bir dua isteyecekti ki, Azmi Bey konuşmasını sürdürdü:
-Dua insanın
içinden geldiği gibi yüce Allah’a yalvarıp yakarması, istemesidir.
-İçinden geldiği
gibi mi?
-Elbette. Tabi ki
dua ederken genel itibariyle dikkat edilmesi gereken hususlar var. Ama bunları
şimdilik bırakalım. Siz içinizden geldiği gibi isteyin, onun engin sığınılacak
limanına sığının.
-Allah razı
olsun.
-Ha bir de şunu anlatıvereyim
istersen?
-Tabi ki, kafam
tam yerinde değil ama siz anlatın. Bunlar benim için çok önemli.
-Sevgili
Peygamberimiz de, müminlerin başına gelen sıkıntıların günahlara kefaret
olduğunu bir hadis-i şeriflerinde şöyle ifade eder: “Başına gelen hastalık,
bitkinlik, hüzün ve diğer sıkıntılara karşılık Yüce Allah, Müminin günahlarının
bir kısmını siler“. Ayrıca musibet ve sıkıntı anlarında müminlerin: “…Biz
Allah’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz...” anlamındaki “İnna lillahi ve innâ ileyhi râciûn” ayetini
okumalarını, Sevgili Peygamberimiz, tavsiye etmiştir. İbadet ve duadan uzak
olan insanlar, daima bir arayış, bir boşluk içinde olurlar ve vicdani bir
huzursuzluk duyarlar. Hâlbuki Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de, “(Ey
Resulüm!), De ki: (Kulluk ve) duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer
versin?”. “Bana dua edin, kabul
edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar, aşağılanarak cehenneme
gireceklerdir” buyurmaktadır.
Öyleyse;
gönüllere huzur, dertlere deva, dertlilere şifa veren Yüce Allah’a her derdimiz
için dua etmeli, ibadetleri yerine getirmeli ve elimizdeki nimetlere de şükretmeyi
ihmal etmemeliyiz.
Şinasi Bey
aklından çıkaramadığı eşi için dua etmeye başladı. Ağzı kıpır kıpır ediyordu.
Onunla geçen bunca yıl vardı. Hayatın her anını birlikte paylaşmışlardı. Çocuklarının
anasıydı. Onun yokluğunu düşünemiyordu bile. Çaresizdi… Zavallı ve yapacak hiç bir
şeyi kalmamıştı. Doktorundan komşusuna herkes de dua tavsiye ediyordu.
-“Allah’ım! Ona yardım et. Onu sağlığına kavuştur. Senin
her şeye gücün yeter. Eğer onu hayata döndürürsen sana yapmadığım kullukta daha
titiz ocağım. Onu bağışla ona sağlık ver…”
Azmi Bey sessizce
kaldı uzunca bir zaman. Şinasi Bey sürekli dua etti, yalvardı.
Nice bir zaman
sonra Azmi Bey:
-Okan, dedi.
-Haber versek mi acaba? Çocuğun okuluna engel olmasın
sonra.
-Bence haber verseniz iyi olur. Kocaman insan kendini
kontrol edebilir. Sonradan duyup kırılmasından şimdi haberinin olması daha
uygun olur.
*
* *
Bu konuşmalar olurken günün
ilk ışıkları da buldukları deliklerden binanın içine sızmaya başlamıştı. Şinasi
Beyin cep telefonu çaldı. Telefondaki ses, sabahın bu saatinde arayacağı hiç
aklına gelemeyecek biriydi. Okan arıyordu sabahın bu erken anında:
-Baba! Nasılsınız? İyi
misiniz?
-Hayırdır bu erken saatte?
-Uyuyamadım, çok kötü rüyalar
gördüm. Dayanamadım seni aradım.
Babası bir an ne
söyleyeceğini bilemedi. Oğlunun sorduğu soruları geçiştirmeye çalıştı. Başarılı
olamadı.
-Ne gördün rüyanda?
-Babaannemi gördüm. Nur yüzlü
beyaz ve temiz elbiseliydi. Bana sesleniyordu. Kendilerine dikkat etsinler.
Bana yaptıklarını başkalarına yapmasınlar. Allah’a kul olsunlar yoksa başlarına
çok kötü sıkıntılar gelir de iş işten geçmiş olur…
-Hadi ben seni sonra ararım,
diyerek telefonunu kapattı.
Şinasi Bey duyduklarıyla
dondu kaldı. Sanki bu dünyada değildi. Fiziki görüntünün dışında her şeyiyle
buharlaşmış, yok olmuştu. Düşünemiyordu bile. Evet, annesine yaptıklarını düşündü. Sonra eşinin davranışlarına kaydı zihin hareketi.
Kafasındaki karmaşık
düşünceler iyice yoğunlaşıp karardı. Sanki metrelerce yerin altında hiç ışık
almayan bir mağaradaki yalnızlık içindeki karanlığın kucağındaydı. Ne bir ışık
ne bir aydınlık. Sanki yeryüzündeki güneş hiç yoktu. Ya da doğmamak üzere gitmişti.
Bu bunaltıcı andan nasıl kurtulacaktı? Bir im, bir işaret…
Yoksa bu Naciye Hanıma
yaptıklarının sonucu muydu? Aldığı ahların aheste çıkışı mıydı?
-Allah’ım biz ne yaptık? Dedi.
Okan'ın annesinden habersiz
görmüş olduğu rüyayı anlatması Şinasi Beyi oldukça etkilemişti. Annesinin
huzurevine gidişi aklına geldi. Sonra da orada kimsesiz bir şekilde ölüşü…
-Biz bunu hak ettik, dedi
kendi kendine.
Azmi Bey, ağzının içinden konuşmaları
ve telefon görüşmesinin arkasından iyi şeyler olmadığının farkındaydı. Şinasi
Beyin dağınıklığını toparlamak adına sordu:
-Hayırdır, ne oldu?
-Yok bir şey.
-Kimdi?
-Okan.
-Ne dedi?
Şinasi Bey Okan'ın anlattıklarını
tekrar etti. Bu durumdan Azmi Bey de çok etkilendi. Söyleyecek bir şey
bulamadı. Şinasi Beyin içinde bulunduğu durumdan kurtulması için çareler düşündü.
Yoktu bir şey yoktu. Anne babanın hakkının çok önemli olduğunu biliyordu. Onların
bedduasının kabul göreceğini de. Onlara yapılan kötü davranışların karşılıksız
kalmayacağını da.
Şimdi bütün bunlardan sonra
ne deseydi?
Önceden kadına yaptıklarının
bir kısmını duymuştu. Şinasi Beyin anlattıklarından sonra konuyla ilgili
düşünceleri netleşti.
-Elbette ana-baba hakkı ödenemez.
Onlara öf bile denmez, bu dinimizin emri. Şimdi onlar için ne yapabileceğimizi
düşünmek önemli. Allah’tan af dilemek ve onlar için dua etmek gerekir. Onlar bizlerden dua bekler.
Aslında Şinasi Bey anlatılanları
dinlemedi bile. Renkleri olmayan bir mekânda kendini yokluk âleminin bir
parçası gibi hissetti. Yani yoktu şu an. Aslında var olmak istemiyordu. Dünyanın
en ağır yükünün altında ezildiğini, bırak ezilmeyi yok olduğunu düşünmeye başladı.
“Ah anam beni affet kıymetini bilemedim” sözleri o andan itibaren en çok kullandığı
cümlesi oldu.
Şinasi Bey dolan gözlerini
gizlemek için olsa gerek lavaboya gitti.
Azmi Beyin hanımı ve Burcu
olanları bakışlarıyla anlamaya çalışıyordu.
Çok merak ettikleri
bakışlarından anlaşılıyordu. Burcuyu sımsıkı sarmıştı kucağına sanki kendi kızı
gibi. Ama Burcu bu durumdan pek hoşnut olmadığından
durmak istemiyor ve kenara çekiliyordu. Onu zorlamadı tekrar bıraktı, konuşturdu
biraz:
-Birlikte bize gidelim,
dinlenirsin.
Burcu cevapsız bıraktı.
Gülseren Hanım:
-Şimdi yoğun bakımda
biliyorsun. Göstermezler, bırak göstermeyi yanına bile bırakmazlar bunu
biliyorsun. Onun için birlikte bize gidelim.
-Belki. Durum netleşsin de.
-Tamam canım.
Az sonra lavabodan dönen
Şinasi Bey, Azmi Beyin yanına oturdu:
-Şimdi ne yapacağız? Ne
diyeceğiz bu oğlana?
-Doğruyu söyleyelim.
-Şimdi mi?
-Elbette.
Şinasi Bey telefonunu
çıkardı. Titreyen elleriyle tuşlarına dokundu:
-Alo!
-Oğlum, annen trafik kazası
geçirdi.
Kısa bir sessizliğin
arkasından:
-Bir şeyi yoktur inşallah.
-Doktorlar iyi diyorlar.
-Şimdi nerde?
-Yoğun bakımda.
-Dua et oğlum.
-Hemen geleceğim.
-Hayır kesinlikle olmaz. Biz buradayız. Geldiğinde ne yapacaksın? Sen
okuluna devam et. Azmi amcanın da selamı var.
-Pekala. Bir durum olursa
hemen haber verin.
-Sen merak etme. Ben sana
haber veririm.
Bu cümlelerden sonra
telefonunu kapattı.
Söyleyemedi gerçek durumu.
Komadan çıkamadı diyemedi işte. Kolay mıydı ki? Nasıl söyleyecekti?
Ya oğlunun telefonda
dedikleri neyin nesiydi? Şinasi Bey kafasından bir türlü atamıyordu.
Babaannesinin uyarıları…
“Annesinin anlattıklarını bir
kez daha hatırladı. Dünyadan bir şey götüremeyeceksin…”
Hanımı bir sağlığına kavuşsun
artık bambaşka bir hayat yaşayacaktı. Kafasında şekillendirdiği bu hayatı
şimdiden sınırlarını çizmekten kaçınıyordu. Buna rağmen bazı kesin değişiklikler olacağını çok rahatlıkla düşünebiliyordu.
Akşamdan beri süren perişanlık, hissizlik
ve yılgınlık artarak devam edeceğe benziyordu.
Kolay değildi elbet. En yakınının, sevdiğinin canı söz konusuydu. Burcu
annesi için eriyordu. Babası kadar bilgiye sahip olamaması onun içindeki
yangını soğutabiliyordu.
Ama bu anaydı. Ana sevgisi
hiç bir sevgiyle eşit görülemediği gibi, hiçbir şeyle değişilemezdi de.
Ana gibi yar olmayacağını, bilmeyecek
kadar düşüncesiz olamazdı.
Olanlar var mıydı? Olacaktır
elbette. Ana kıymetini hayatındaki en büyük hazine olduğunu bilemeyenler, diğer
âlemde de kaybedecek olanlardır.
Şinasi Bey sürekli dua
ediyordu. Allah'tan eşinin içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtarmasını istiyordu.
Öğleye yaklaşılmış, eşinden
bekledikleri farklı, olumlu bir sinyali hâla alamamıştı.
Burcu, Gülseren Hanım ile gitti. Gülseren Hanım Burcu’yla
yakından ilgilendi. Onun içinde bulunduğu zor durumda yanında yer alarak rahatlaması
için çabaladı durdu. Esra ile konuşmalarında bir yakınlık olmadı. Çünkü Burcu içinde
bulunduğu bu dehlizden çıkmak istemiyordu. Artık o da olayı kendi açısından
sorgulamaya başladı. “Ya annesi ölürse” düşüncesi çıldıracak gibi olmasına
sebep oluyordu. Kabullenemiyordu. Şu anda ölüm mü olurdu? Daha gençti, görecek
günleri vardı. Ölecek adam mı yoktu sanki? Hayır ölmemeliydi. Çünkü o anneydi!
*
* *
Günler birbirini takip etti.
Nebahat Hanımın koma hali devam ediyordu. Günler uzadıkça onu bekleyenlerin de ümitleri
bitmeye başladı. Ümitlerini yeşertecek, hayata mutlu bakmalarını sağlayacak bir
kıvılcım olsaydı ne güzel olacaktı. Gözünün önünde makinelere bağlı bir şekilde
ölü gibi yatan eşine baktıkça, hayatın boş olduğu düşüncesiyle yaşadıklarını
pişmanlık duyuyordu. Kendi kendine “mal mülk yalan, her şey yalan” diyerek yeni
ufuklar arıyordu.
Bu arada Azmi Beyle olan
yakınlığı artarak devam ediyordu. Ondan dini konularda oldukça geniş bilgiler
alıyordu. Neler dinlememişti ki? Çok etkilendiği hadiseler de oluyordu. Dinledikten sonra, “Tamam artık bundan sonra
böyle davranacağım” dediği halde bir türlü hayata geçiremiyordu. Belki de bunca
yıllık alışkanlığın değiştirilmesi çok zordu.
Şinasi Beyin kıraran saçları
sanki bir gün içinde bu hâle gelmişti. Yükü kaldıramayacağı düşüncesi beyninin
kıvrımlarında dolaşırken, sızısı damarlarındaki kanın yakıcılığını artırıp frenlenemez
yıkıcı duygularla yaşlandığını, iflah olmayacağını fısıldıyordu.
*
* *
Okan'ın İngiltere’deki hayatı
oldukça dolu geçiyordu. Arada annesinin durumunu soruyor, hep iyi olduğu söyleniyor
veya iyileşmekte olduğu ifade edilerek geçiştiriliyordu.
Artık elektronik
mühendisliğinde okuyordu. İngilizcesini geliştiriyor, bunu yanında İslam
kültürünü de artıracak bilgileri ciddi kurumlardan öğreniyordu. Hayatını İslam’ın
istediği gibi yönlendirme çabası içinde değerlendiriyordu. Önceleri çok uzak
gördüğü, hatta bazen şaşırdığı din ile ilgili hükümleri itina ile uygulamaya çalışıyordu.
İçinde bulunduğu cemaat olma disiplini kendini kontrol etmesini sağlamıştı.
Artık geriye dönebilirim düşüncesi yok olmuş, hapishanede Musa ile başlayan ve
gelişen yaşam biçimi güçlü tabanını oluşturmaya başlamıştı. Her şeyiyle dolu doluydu.
Memleketin halini dışardan
görmek bir farklı oluyordu. Şimdi önceki yaşadığı hayatı düşünmek bile
istemiyordu. Ne kadar yanlış düşündüğünü ve yaşadığını yeni kültürüyle oluşturduğu
delillerle ortaya koyuyordu.
g
HAYAT
BELİRTİLERİ
Yıllar kadar süren iki ay
sonra, hayat belirtileriyle gözünü açtığında, eşi ve kızı Burcu dünyanın en
mutlu iki insanı olarak, önceki yaşadıkları duygulardan çok uzaklarda hayatlarının
en güzel günlerini yaşadıklarını düşündüler.
Evet, Nebahat Hanım gözlerini
açmıştı. Bakıyordu, gözlerinin beyazı parlıyordu güneş ışıklarıyla birlikte.
Sanki aylardır gizlediği göz bebeklerinin hayata açılımıydı bu. Sevinç buluşması,
hasret gidermesiydi. Elbette ki eski canlılığından biraz uzaktaydı. Buna da şükür demek gerekiyordu.
Geçen aylar boyunca dua
etmişlerdi geceler boyunca.
Nebahat Hanımın
arkadaşlarında bazıları ilk günlerde birkaç kez gelmişler sonrasında hiç
kimseler uğramaz olmuştu. Sürekli onlarla birlikte olan, yalnız bırakmayan
Nebahat Hanımın hiç hazzetmediği komşuları Gülseren Hanım’dı.
Gün onlar için yeniden
doğmuştu. Artık karanlık hülyalar, yerini aydınlık düşüncelere bırakmıştı.
Umuttu bunun adı umut. Yeniden hayata başlamak ne güzeldi! Tamam, bitti dendiği
anda nefesleri daha bir sağlam vermek insanın mutluluğu için yetmez miydi?
Bu sevinçle telefona sarıldı
Şinasi Bey:
-Alo! Oğlum Okan! Annen
gözlerini açtı oğlum, komadan çıktı.
Şaşkınlıkla cevapladı Okan:
-Annem hani iyileşmişti?
Okan'ın ne dediğini bile
düşünmeden konuşmasını sürdürdü:
-Oğlum annen bu gün gözlerini
açtı. Durumu iyi.
Okan da sevindi. Babasının defalarca bir şey yok demesi zaten
çok inandırıcı gelmemişti. Ama gurbette duyduklarına inanıp onunla yetinmek onu
rahatlatıyordu.
Aslında annesi hiç aklından
çıkmıyordu. Sürekli onun için dua
ediyor, iyileşmesi için her fırsatta yakarış içinde oluyordu. Çünkü o bir
anneydi. Bütün her şeye rağmen kendisi üzerinde hakkı ödenemeyecek kadar çoktu.
Babasının sevinç anında
söylediği gerçekler Okan'ı çok sevindirmişti. Her şeye rağmen iyileştiğini
duymak güzeldi.
*
* *
Artık Nebahat Hanım gün
geçtikçe düzeliyordu. Her yeni gün çok küçük de olsa sağlığı açısından yeni
gelişmeleri beraberinde getiriyordu. Konuşmasındaki sıkıntı, zorluk çekmesi
belli etmemesine rağmen Nebahat Hanımı üzüyordu. Sadece bununla da bitmiyordu
sıkıntısı. Yürüme ve hareketleri normalin dışındaydı.
Koskocaman Nebahat Hanımın
içine düştüğü bu durum nasıl izah edilecekti?
Nebahat Hanım komadan çıktıktan
sonra bir süre daha hastanede kalmış sonrasında hastaneden çıkmış, artık evinde
kalıyordu.
Fizik tedavi görmeye devam
ediyor, yeni hayatına alışmaya çalışıyordu. Görüntüsü sanki felç olmuş da
atlatmış gibiydi. Kendisine içinde bulunduğu durumdan nasıl bu hale gelişini, yaşadığı
bu gelişmelerin ilerleyiş hikâyesi anlatıldığında, sadece yüzünde acıyla
yoğrulmuş bir gülümseme oluşuyor, hiçbir yorum yapmıyordu.
Evlerini sürekli komşuları
Gülseren Hanım ziyaret ediyor, bir sıkıntısının olup olmadığını soruyordu.
Yardım etmek için çabalayıp duruyordu. Nebahat Hanımı konuşmalarıyla yeni
hayatına alıştırmaya çalışıyordu. Güler yüzü hiç eksik olmuyordu. Burcu’ya
yardımcı olmaya çalışıyor, Esra ile arkadaşlık kurması için uğraşıyordu.
Her geldiği günde:
-Nebahat Hanım! Bugün daha
iyisin, diyerek moralini yükseltmeye çalışıyordu.
Nebahat Hanım her defasında
yüzünde oluşan acı gülümsemesine eşlik eden ne dediği pek anlaşılmayan konuşmaları
eşlik ediyordu.
-Her şey Allah’tan gelir.
Sabretmek gerekir. İsyan etmek Müslüman’a yakışmaz.
Nebahat Hanım yine pek anlaşılamayan
konuşmasıyla:
-Tabi, diyerek yavaş
hareketlerle başını birkaç kez salladı.
İçinde bulunduğu durumdan
rahatsızdı aslında. Çaresizdi; yapacağı bir şey yoktu
tıpkı kaynanası Naciye Hanım gibi. Naciye Hanım da çaresizlik içinde
kıvranıp durmuş, derdini anlatamamıştı. Nebahat Hanım tarafından sürekli itilip
kakılmıştı.
Şimdi bulunduğu aciz durumda
kendini itip kakacak birilerinin varlığı halinde nasıl bir hayatın olacağını
belki de hayal meyal düşünüyordu.
Evet, evet pişmanlık duyuyor
olması çok kuvvetle muhtemel. Çünkü bazen öyle dalıyordu ki, bu başına
gelenlerin kendi yaptıklarıyla ilgili olduğunu, Naciye Hanımın ahlarının sonucu
olduğunu aklından geçiriyordu.
Hele hiç adam yerine
koymadığı, konuşmaya değmez bulduğu Gülseren Hanımın
sanki kardeşten öte davranışları yok mu? Nebahat Hanımın gerçekleri anlamasını hızlandırıyor,
yaptıklarından dolayı utanç duyuyordu. Kendisi nasıl davranmıştı; yaptıklarına
karşılık komşusu Gülseren Hanım ne yapıyordu?
Nebahat Hanım konuşmalarında;
komşuluk hakkının öneminden bahsetmesi, büyüklenmenin insanı insan olmaktan
çıkardığını, kendini beğenen insanların, içinde bulundukları şeytanî yanıltıcı
durumu anlamalarının geciktirdiğini ve sonucunun katlanarak kötüleştiğini
anlatması, onun maziyi hatırlamak istemeyecek kadar unutma isteğini
kamçılıyordu.
Okan'ın İngiltere’den
annesiyle konuşma istekleri bir noktadan sonra önlenemez duruma gelmişti.
Sonunda Şinasi Bey telefonun ahizesini Nebahat Hanımın kulağına dayamıştı.
Okan'ın hasret dolu sesi
kulağında patladı:
-Alo! Anneciğim nasılsın?
Geçmiş olsun.
-Sağ ol, diye cevapladı yine
dilinin istediği gibi kullanamaması sebebiyle anlaşılamayan bir sesle.
-Allah acil şifalar versin
anneciğim. Sabret bunlar da geçer.
-...
-Anneciğim! Ne oldu? Neden konuşmuyorsun?
-...
Okan annesini konuşma güçlüğü
çektiğini anlayınca fazla ısrarcı olmadı.
Annesinin ağladığını ifade
eden iniltiler duydu sadece.
Fazla üzmemek için:
-Annelerin sultanı! Bu da geçer
inşallah. Sabretmek gerek. En kısa sürede bunları da atlatırsın. Sen güçlü
birisin. Geçmiş olsun. Tekrar görüşürüz, diyerek telefonu kapattı.
Okan hemen arkasından dolmuş
olan göz pınarlarının önündeki engelleri kaldırıp coşmasına izin verdi; ağladı.
Uzun süren ağlamasının
arkasından kızarmış gözlerini sildi. Elini yüzünü yıkadı. Annesini aklından bir
türlü çıkaramıyordu.
Babaannesini hatırladı. Annesinin
babaannesine yaptıklarının cezasını çektiğini düşündü bir anda farkında olmadan.
Naciye Hanım, Nebahat Hanımın dilinden neler çekmişti neler? “Ah annem ne vardı
sanki bu kadar yüklenmeseydin?” Dedi. Daldı gitti geçmişe. Üzüntüsünü
hafifletecek gülünç şeyler de geldi aklına…
Bir anda memlekete dönüp
annesini görme isteği geldi aklına. Kalkıp bu düşüncesinin gerçekleşme imkânını
araştırmak için kaldığı evden çıktı.
Umutlu bir şekilde döndü
kaldığı yere.
g
TÜRKİYE’YE
GİDİYOR
İşte olmuştu isteği.
Türkiye’ye dönecek ve annesini görecekti artık.
Durumunu gözleriyle görmesi,
derslerine yansıyan konsantrasyon eksikliğini giderebilirdi. Zaten içini
kemiren bir kurt vardı. İnceden inceye içini boşaltıyordu. Sanki kanı çekiliyordu
kimi zaman. Bu kurdun hayat damarlarını tıkamasına izin vermemeliydi. Sonuçta
gideceği yer uçakla birkaç saatlik yoldu şunun şurasında. Annesini görmek,
daldığı buhranlı ve buğulu hülyalardan alıp çıkaracaktı. Gerçekleri görmek onu
bir anda gerçeklerle yüzleşmesini sağlayacak ve kendine getirecekti.
Annesinin durumunu az çok
düşünebiliyordu. Ama nereye kadar? Ya düşündüğü gibi değilse? Ya çok kötüyse?
Onlarca soru peş peşe zihnini
allak bullak ediyordu çoğu zaman. İşte bütün bunlar onu alıp bu noktaya
taşımıştı.
Gidiyordu ya; bütün bu
faraziyeler çözülecekti. Hem zaten çok özlemişti tanıdıklarını. Hele sürekli
çekiştiği, kedi köpek gibi hırlaştığı kardeşi Burcu, burnunda tüter olmuştu.
Birden Deren aklına
geldi. Annesinin bu konudaki hassas
yaklaşımını düşündü. Kendi kendine: “asla” dedi.
Annesinin Deren ile ilgili düşüncelerinin
temelinde, Deren’in babasının zenginliği yatıyordu. Okan bu fikrin çok ötelerine
geçmiş, farklı duyguların harmanlandığı gönül zenginliğine ulaşmıştı. İnsanların
maddi varlıklarının çok önemli olmadığını benimseyip, insanlara insan oldukları
için insanca değer verilmesi gerektiği düşüncesini yaşam biçimi haline getirmişti.
Hemen hazırlıklarına başladı,
valizini topladı apar topar. Birkaç saatlik vakti vardı. Memlekete dönecekti. Birkaç
parça hediye almak gerekiyordu. Sırtına aldığı valizi ile birlikte kafasına
koyduğu mağazaya doğru yola koyuldu.
Havaalanına geldiğinde uçağın
kalkmasına bir saatlik bir vakit vardı.
Birden heyecanlandı. Ne kadar
özlediğini iyi anlamıştı. Hasret türküleri geçti aklından sırasıyla. Gurbette
olmak zor geliyordu aslında. Lakin buna katlanmalıydı. Belki de yaptığı hataların
affettirme yoluydu bu. Çalışması gereken dönemlerde yaptıklarını hatırlamak
bile istemedi. Ama insan hafızası bu:
istese de istemese de hatırlıyordu işte.
Bir anda geçen zaman, uçağın
kalkışıyla yeni bir boyut kazandı. Ailesine ulaşmak onlarla karşılıklı görüşmek
onlarla kucaklaşmak… Annesinin durumunu gözleriyle görmek, hayalindekileri
gerçekleriyle yer değiştirmek… Bunun için çok az bir
zaman dilimi kalmıştı. Bunca yıl geçmişti. Saatlerle ifade edilen bir bölüm mü
geçmeyecekti?
Göğsünün solundaki tıpırtı
artarak devam etti. Annesi için dua etti. Aldığı eğitim ve bilgilerin
üzerindeki etkisi beliydi. Daha olgun,
daha mütevazı hâli her an ön plandaydı. Annesi de bunun farkına varacaktı. Belki yine oğlu Okan’ın yanlış
yaptığını, kendi ifadesiyle “Onlardan uzak durması” gerektiğini söyleyecekti.
Belki de o da değişmişti; hiçbir şey söylemeyecekti.
Uzun bir aradan sonra
ailesine kavuşacak olmasının verdiği heyecanla vakit ne zaman geçmiş, ne zaman Türkiye’ye
gelmişti, anlayamadı.
Babasının söyledikleri aklına
geldi. Sabahın bu erken vaktinde hem beklememek, hem de evdekileri rahatsız etmemek
için haber vermeden taksiye bindi. Bu sürpriz olacaktı. Kapıyı çalacak karşılarına dikilecekti.
Okan apartmanın önünde
bindiği taksiden indi. Şöyle bir baktı apartmanın yüksek katlarına doğru.
Sabahın ilk ışıklarını arkasına alıp apartmanın giriş kapısından içeri daldı. Hemen
asansörü çağırma düğmesine bastı. Beklerken annesinin kapıya çıkıp çıkamayacağını
düşündü. “İnşallah bir şeyi yoktur”
temennisi tazelendi dilinde. Asansöre binip oturdukları kata çıktı.
* * *
İşte heyecanı doruk noktaya
ulaşmıştı. Uzun aradan sonra ailesini yeni görecekti. En önemlisi de annesi.
Durumu nasıldı acaba? Ya aklına gelenden çok fazlaysa yara, beresi.
Kendini son bir kez
toparladı. Çeki düzen verdi üstüne başına. Parmağının ucu kapının ziline
dokundu. Heyecanı artarak kapıya yapışmış bakışlarıyla bekledi.
Kapının açılışıyla çığlıklar
yükseldi karşılıklı. Okan'ı karşısında gören Burcu “abim” sözleriyle boynuna atladı. Sarıldılar.
Ailede herkes Okan'ın geleceğini bekliyordu. Habersiz bir şekilde bu saatte karşılarına
dikilmesi herkesin kanının hızını artırmış heyecan kat sayılarını çoğaltmıştı.
Bir süre kapı önünde öylece
kaldılar. Sonrasında babası geldi
antreye:
-Vay vay, kimler gelmiş? Hoş
geldin Okan!
Okan babasına doğru birkaç
adım attı. Burcu Okan’ın omzundaki çantayı alırken, Okan babasının elini tuttu:
-Hoş bulduk babacığım,
diyerek ellerini öptü hasret dolu bir şekilde.
Babası kucağına bastı oğlunu.
Sıktı birkaç kez. Yanaklarından öptü hasret giderircesine. Sanki küçükken
kokladığı günler aklına gelmişti de yeniden onun terle karışık kokusunu arıyordu.
Baba işte! Duygu karmaşası
yaşasa da, oğlunun yaptıkları ve yapmadıklarıyla sevinse yada üzülse de kızsa
bağırsa da çocuğunu görünce her şey yok sayılıp bambaşka duyguları yaşıyordu.
Gerçi Şinasi Bey de çok değişmişti
çok. Önce annesinin vefatı… Annesine karşı olan tutumundaki yanlışlıklar… Arkasından
hanımını Nebahat Hanımın başına gelenler… Onu bir labirent içinde yolunu arayan
birinin titizliği ile hayatı yeniden sorgulamasına sebep olmuştu. Önceki
halinden eser yok gibiydi sanki. Her konuda daha olgun, daha düşünceli, daha
anlayışlı davranmaya özen gösteriyordu.
Bu kucaklaşmanın arkasından
kafasını sürekli meşgul eden, hiç düşüncesinden çıkaramadığı annesini aradı gözleri.
Öyle içten arıyordu ki, sanki annesinin nefesini ensesinde, yok yok içinde
hissetti.
-Annem, dedi.
-Annen odasında, dedi Şinasi
Bey.
Burcu ile göz göze geldi bir an:
-Nasıl annem? Dedi.
Burcu gayet sakin bir şekilde:
-Şükür. Şimdi durumu çok iyi sayılır.
Koşar adımlarla annesine gitti.
Kapıdan içeri daldığı gibi:
-Annelerin sultanı nasılsın?
Geçmiş olsun, diyerek boynuna atladı.
Sarıldılar. Boynundan
kalkmadı bir süre. Kalkmak istediğinde annesinin sıkıca sarıldığını hissetti. Kendini annesinin kollarına bırakıverdi. Sessizlik sürdü uzunca bir zaman. Sessiz
ağlamaları da sessizliği bozamadı. Annesinin gözyaşları ıslattı omuzlarını.
-Ağlama anneciğim, diyerek
sırtını sıvazladı annesinin defalarca.
“Ağlama” diyen Okan da ağlıyordu,
tutamıyordu kendini.
Dakikalar geçtikten sonra Okan, annesinin kollarından yana kaymış, oturup
annesini seyrediyordu.
Annesinin fiziki
görüntüsü iç dünyasında fırtınalar koparmış, korku dolu düşünceler anaforuna
tutulmuştu.
O narin bakımlı
yüze ne olmuştu böyle! Nebahat Hanım güzelliğine söz ettirmez, öyle değme
kişileri de beğenmezdi.
Harabeye dönen
evin içinden çıkmış gibi bir yüz vardı. Dikişlerle toplandığı belliydi. Dikiş
izleri belki hiç kaybolmayacaktı yüzünde. Yüzünün sol tarafı kasılmış gözü kısılmıştı.
Darbelerin etkisiyle yüzünde kalmayan deriler belki de çekip uzatılmıştı…
Okan ilk yaşadığı bu şoku
atlatmak istercesine annesiyle konuşuyordu:
-Anne! Maşallah çok iyisin
çok.
Annesi Nebahat Hanım bu
durumun alışmakta çok zorlanmıştı. Yeni yeni kabulleniyordu.
-Çok şükür, dedi konuşmada
zorlanarak. Sanki kekeme birinin konuşmadaki zorlanması gibi. Yok, yok
söylemekte zorlanma değil de sanki ağzına sığmayacak kadar şişmiş bir dili
vardı da konuşamıyordu. Veya felç inmiş birinin konuşmasındaki boğukluk ve
anlaşılmazlık vardı.
Göz göze bakıştılar bir süre.
Sadece gözlerin konuştuğu bu anda, düşüncelerindeki fikirler sanki bakışlardaki
görünmez bir yolla akım şeklinde bir birine ulaştı. Bakışların çok şey değil, her
şeyi anlattığı andı.
Annesinin bu durumu ile
bundan aylar önceki hali arasında benzerlik kurmaya çalışan Okan, insanların
başına neler geleceğini kimsenin kestiremediğini bir kez
daha görmüştü işte. Kendi başına gelenler, hapishane hayatı, arkasından İngiltere…
Ya babaannesinin ölümü; hiç unutamamıştı…
İnsan hayatının her an her
şey olabilecek, şekilde sürdüğü kesindi. Neler olmuyordu ki, şu dünyada?
Annesi fazla konuşmuyordu.
Aslında konuşamıyordu. Bu konuda çektiği sıkıntı gözlerinin derinliklerinde
kaybolup yüzüne yansıyordu küçük dalgacıklar şeklinde.
Oğlu Okan'ın üzülmesini
istemediğinden olsa gerek fazla konuşmuyordu. Her şeye rağmen yüzündeki
gülücükleri eksiltmeme gayretiyle gülümsüyordu.
Artık nefeslerin sıklığı
azalmış, kısmen de olsa herkes rahatlamıştı. Şinasi Bey havayı değiştirmek
adına olsa gerek oğluna takıldı:
-Ee, söyle bakalım Avrupalı Okan!
Oralar nasıl?
Annesinin durumunun Okan'ı
üzdüğü belli oluyordu. İstemez bir tavırla cevapladı:
-İyilik babacığım, ne
olsun? Aynen hayat devam ediyor. Rahatım
iyi. Okula gidip geliyorum. Kitap okuyor,
sürekli konferans ve panellere katılmaya çalışıyorum.
-Hepsi bu kadar mı?
-Babacığım ne bekliyorsun?
-Ne bileyim. Avrupalarda
neler yapılmaz ki?
-Valla hayatım bu şekilde
devam ediyor. Orada Müslümanlar arasında buradan daha çok samimiyet var. Hepsi aynı
noktada buluşabiliyor.
-Onları geç.
-Baba hâlâ mı?
Babası sustu.
Aslında Şinasi Beyde de
değişiklik vardı. Eski düşüncelerinin birçoğu yenilenmişti.
Artık komşunun ne demek
olduğunu Azmi Bey ve Gülseren Hanım sayesinde öğrenmişti. Hele Gülseren Hanımın
Nebahat Hanıma verdiği manevi destek maddi değerlerle ölçülmesi mümkün değildi.
İnsanlığın ne demek olduğunu uygulamalı bir şekilde öğretmişti işte. Önceki
düşünceleri ve yaptıklarından binlerce pişmanlık duyduğu aklının ucunda
duruyordu. Unutmak istese bile bir olay, bir cümle, bir kıvılcım önceki yaptıklarını
hatırlatıveriyordu.
-Sizleri çok özlüyorum, derken annesinin göğsüne yasladı başını.
Annesinin yavaş hareket eden elleri başında gezindi bir süre.
-İyi misin oğlum?
Dedi anlaşılması zor bir telaffuzla.
-İyiyim anneciğim
sağlığım yerinde şükür. Önemli olan senin iyi olman. Maşallah sen de iyisin.
İnşallah daha da iyi olacaksın.
-İnşallah. Senin
iyi olman yeter, bizim ahımız gitmiş vahımız kalmış.
-Anne öyle deme!
İnşallah eski haline geleceksin.
Annesi sadece
sustu. Yine gözleri doldu. Yürüyemeyeceğini artık biliyordu sanki. Yürümedikten
sonra ne yapabilirim ki, der gibi bakıyordu.
Okan annesinin
gözlerinden süzülen yaşları elleriyle sildi. Tekrar boynuna sarıldı. Kokladı
defalarca.
-Anneciğim sen
tamamen iyileşeceksin, dedi fısıltılı bir sesle.
Kendi duygularını
kontrol etmede zorlandı. Gözyaşlarının akışını engellemeye çalıştı.
Bu arada Burcu
sabah kahvaltısı için mutfağa geçti. Arkasından da Okan mutfağa girdi.
-Vay vay ufaklık
artık yemek yapmayı da öğrenmişsin ha!
-Aman abi!
Benimle hâla uğraşıyorsun.
-Kızım
sevildiğini de bilmiyorsun. Ee, nasılsın bakalım?
-İyiyiz bu
şartlarda nasıl iyi olunuyorsa?
-Buna da
şükretmek gerek. Ölebilirdi de.
-Orası öyle ama,
çok zor oluyor abi! Annemi o halde başkalarına muhtaç bir şekilde görmek beni
kahrediyor.
-Nasıl oldu olay?
Burcu, bazen duygulanarak
bazen olayı yorumlayarak detaylarıyla anlattı. Okan da hiçbir anını kaçırmak istemezcesine
nefesini tutarak dinledi.
Zaman zaman araya girerek
soru soran Okan'ı cevapladı sükûnetle.
Burcu:
-Abi! En çokta ne zoruma
gidiyor biliyor musun?
-Ne?
-Annemin bunca beraber olduğu
arkadaşları vardı. Onların hiç birisi arayıp sormadı. Gelip ne haliniz var
demedi.
-Normal.
-Nasıl normal?
-Nasılı mı var: onların ki arkadaşlık değil, eğlentiydi. Eğlendiler,
yediler-içtiler, dedikodu yaptılar ve bitti. Bunun dışında bir yakınlık
beklemek safdillik olurdu.
-Bize komşuluğu
Esra’lar öğretti. O beğenmediğimiz insanlar. Annemin burun kıvırıp azarladığı, adam
yerine koymadığı Gülseren Hanım her gün annemin ihtiyacını sordu. Halen de
devam ediyor. Bizi hiç yalnız bırakmadılar.
-Normal.
-Abi sen de her
şeye normal diyorsun?
-Ama doğrusu bu:
İnandıkları gibi davranıyorlar. Diğerleri de öyle; yani inandıkları gibi. Komşuluğun
ne olduğunun farkındalar onlar. Gerçek komşuluk Peygamberimiz tarafından
anlatılmıştır. İnandıklarının gereklerini yerine getiriyorlar.
Konuyu değiştirmek
isteği konuşmalarından anlaşılan Okan:
-Annem bu durumundan dolayı
çok üzülüyor mu?
-Üzülüyor mu demek, ne demek?
Kahroluyor. Yerinden kalkamayışı, kalıbına sığmayan birinin iç dünyasını nasıl
değiştiriyorsa; o kadar değişti. İlk zamanlarda kahretti her şeye.
-Babaannemi hatırladığı
oluyor mu?
-Geçenlerde babaannemden
bahsetti.
-Neler söyledi?
-Ona karşı yaptıklarından
dolayı pişmanlık duyduğu belliydi.
Okan ağzının içinden
mırıldandı:
-Allah'a şükürler olsun.
Demek ki, değişmiş.
-Nasıl yani?
-Yaptıklarının yanlış olduğunu
anlayıp pişmanlık duyması güzel değil mi?
-Deren’den bahsetmedi mi?
-Bunu düşünecek vakti olmadı
belki. Ya da söyleme imkânı bulamadı. Ne o? Niçin soruyorsun? Hala düşünüyor
musun?
-Asla! Onun gibi birini Allah
korusun. Onun anlayışı ile benim düşündüklerim farklı şeyler. Aralarında ancak
dik yamaçlardan inilerek ulaşılabilen uçurumlar var.
-Zamanında söylemiştim değil
mi?
-Anladık
işte kızım! Yanlıştan dönmek erdem değil mi? Toplumda kendi zevkleri için her
şeyi mubah sayan düşünce yaygın olduğu sürece, bu insanlar çoğalarak
varlıklarını sürdürecekler. Kötülüğü yaşam felsefesi hâline getirmiş olanların zulümleri,
sadistçe düşünceleri elbette olacak. Onların düşünceleri eğlenmek, gününü gün
etmek, her şeyi duyguları için kurban etmektir.
-Abi sen nelerden
bahsediyorsun?
-Düşündüklerimi
söylüyorum. Namuslu insanlar doğruları söyleme cesaretini kendilerinde
bulmadıkları sürece, demir topuzlar olanca hızıyla kafalarına inmeye devam edecektir.
Kötüler olmasaydı cehennemin ne anlamı olurdu ki? Cennette aynı şekilde düşünülebilir:
yani iyilik ve iyiler için. Cemiyetin kokuşmuş arka yüzündekilerle ön planda olanların
mücadelesi ve son.
Mutlu son. Yaratılıştan beri var olan mücadele…
-Bunları annem duysa!
-Duysun, bunda ne sakınca var
ki?
-Yok canım espri olsun diye
söylüyorum. Zaten annemin de düşüncelerinde bir değişim, yumuşama olduğu kesin.
Hele Gülseren Hanımdan çok etkilendi çok. Utançla karışık bir etkileşim… Yüzüne
bakmakta tedirgin gözler ve yüzünde üzülmüşlüğün verdiği buruklukla…
Bu arada kahvaltı hazırlamadaki
maharetini de sergilemiş olan Burcu, abisinden övgüler aldı:
-Sen neymişsin be? Bu zarafet,
bu incelik, bu maharet…
-Aman abi!
-Hiç mutfağa girmezdin de!
-Mecburiyet insana neler
öğretmez ki?
-Seni alan yaşadı kızım.
-Aklın fikrin evlilikte, hayırdır?
-Yok bir şey canım.
-Aklından geçen biri varsa
söyle de bilelim.
-Yok kimse.
Birlikte masaya kahvaltı için
oturdular. Annesi masaya gelemiyordu. Okan kendisi yemeden önce annesinin çorbasını
bir tepsiye koydu. Doğruca annesinin yanına girdi.
Annesinin çekik gözlerindeki
ışıltı Okan'ın içini ferahlattı.
-Anneciğim! Haydi, bakalım
yemeğini bu gün ben yedireceğim.
Annesinin başkasına muhtaç
olmaktan dolayı duyduğu üzüntü, hızla hareket eden bir bulut gibi yüzünü
kapladı. Kendi kendine “ben bu hallere düşecek
biri miydim” diye içinden geçirdi. Sonra kendini topladı. “Kendine gel Nebahat”
dedi. “Ne olduğun değil ne olacağın önemli. Ne olacağını düşünmek belki daha
doğru” diye, kendi kendini teselli etti.
Tekrar gözlerinin içi güldü yüzündeki
bulutlar hızla ayrıldı. Ne de olsa oğlu yanındaydı.
-Haydi bismillah, diyerek
kaşığı doldurduğu gibi annesinin ağzına götürdü.
Annesi de kendine verileni
zorlanarak ta olsa yavaş hareketlerle yutkunarak yedi.
Okan insanın bu acizliği karşısında
düşünmeden edemedi. İnsan ne kadar da güçsüzdü böyle. Kendini doğurup büyüten
birisi, aynı ilgiye şimdi kendi muhtaçtı. Bunun anlamı ne olmalıydı? Bu nasıl
bir şeydi böyle? Kafası allak bullak oldu. Sonra yine o karmaşalarla örülmüş lâbirentten
kendisine yol bulup aydınlığa doğru bir ışık hızıyla fırlayıp çıktı: Bu bir
imtihandı herkes için: annesi, babası, kendisi, kardeşi ve daha nice düşünen
beyinler için… Doğarken çok zayıf ve muhtaç… Başına gelen küçük bir sıkıntıdan
dolayı yine zayıf ve muhtaç… Sonsuz güç ve kudret sahibi Allah’ın hikmetinden
sual olunmaz…
*
* *
Kahvaltıdan sonra komşuları Gülseren
Hanım geldi her gün olduğu gibi. Bugün evdeki farklılığı görmemesi mümkün
değildi:
-Bu gün nasılsın Nebahat
Hanım, dedi pozitif enerji yayan yüzüyle. Sonra da Okan’a:
-Hoş geldin, dedi.
-Hoş bulduk Gülseren Teyze.
Kısa süren sessizliğin
arkasından Gülseren Hanım:
-Haydi gözün aydın Nebahat
Hanım!
Nebahat Hanımın yüzü yeniden aydınlandı,
gözlerinin içi güldü.
-Sağ ol.
Okan söze karıştı:
-Gülseren Teyze, Burhan
nasıl?
-Okuyor işte.
-İnşallah istediği şekilde
okulu bitirip hayatını sürdürür.
-İnşallah. Senin okulun
nasıl?
-Çalışıyorum işte elimden
geldiği kadar.
Okan içinden Esra’yı sormak
istedi. Vazgeçti. Aslında Burcu ne duruyorsun sorsana, der gibi baktı.
Okan yutkundu ve sustu.
Çalan kapı ziliyle Esra’nın geldiğini anlayan Burcu, koşar adımla kapıya yürüdü. Çünkü annesinin
kazasından sonra tıpkı Gülseren Hanım gibi, Esra da düzenli bir şekilde ziyaretlerine
geliyordu.
Esra kapıda göründü. Okan
kendini yokladı hafifçe. Esra’yı görmesi ile tüy hafifliğindeki silkinmesi bir
oldu. Ne kadar da güzeldi Esra! Hele başörtüsü
böyle mi yakışırdı insana? Kendini alamadı. Utandı gözlerini indirdi hedefinden.
-Hoş geldiniz, dedi Esra.
Okan sadece:
-Hoş bulduk, diyebildi.
Ay güzelliğindeki yüzü, hilal
kaşla bütünleşince, kara gözlerindeki derinliğin anlamı bir başka oluyordu.
Genç bir kız olmuş şekliyle Esra’yı tarif etmek oldukça güçtü. Tarifi zor olan bu
yüzü zihnine kazıdı kare kare. Karşısında öyle bir güzellik vardı ki, anlatılması
imkânsız. Yüz çizgilerindeki kusursuzluk, bakışlarındaki utangaçlıkla sanki görünmeyen
bir âlemde bütünleşiyordu. Esintisi olmayan bir günde, berrak gökyüzündeki beyazın
değişik tonlarında ve değişik şekillerde olan parçalı bulutlar, gökyüzünün koyu
maviliği içindeki muhteşem tabloya nasıl yakışıyorsa; Esra’nın kara gözleri ve karakaşları,
yanak ve alnının pürüzsüz beyazlığına öyle yakışıyordu.
Okan bu anda kendini kontrol
etmeye çalıştı. Bir anda kendine bir şeyler olmuştu. Kendini alıp götüren bu
duygu neydi? Nasıl bir psikolojiydi bu? Kendini çok uzak deryaların derinliklerinde
hissetti.
Utangaçlıkla karışık bir
hüzün kapladı içini. Ne olduğunu anlayamadı. Zaten anlamak da istemedi.
Bu güzellik karşısında
herhangi bir istek ve heyecan veya zevk alma duygusu değil, altından
kalkılamayacak kadar ağır ve bir o kadar da ezen bir hüzün sarmaladı tüm benliğini.
Bu güzellik karşısında tüm
etkileyici duygulardan uzaklaşıp kendini hüzün deryasının ortasında bulmasına
bir anlam veremedi.
Yok, yok bunlar gerçek
olamazdı. Bu olsa olsa belirsiz, karmaşık, düş içinde yaşanan bir hüzündü.
Yoksa bu onun kendine uzak oluşundan, ya da onu elde edemeyeceği düşüncesinden
mi kaynaklanıyordu?
Birden kendine geldi. Neler
düşünüyordu öyle. Önceden düşündüklerinin sonucu böyle bir duygu atmosferine mi
girmişti?
Okan bir süre daha duygusal
anaforda kulaç attı durdu. Bunun sonu yok gibiydi sanki. Bir an önce bu
ortamdan kurtulması gerekiyordu. Esra’da
ilgisiz olamazdı. Bu kadar etkileşim karşılıksız kalamazdı. Bunun belirtisi
sayılabilecek en küçük bir im bir işaret aradı Esra’nın yüzünde, utanmış kaçamak
bakışlarla. Hiçbir belirti bulamadı. Tekrar kendi iç dünyasına döndü.
Evet gönlü akmıştı o yöne.
Geri gelir miydi? Bunu zaman gösterecekti elbette.
Gülseren Hanım:
-Okan! Oralar nasıl?
Yaşantıları adetleri falan…
İçinden “iyi ki soru sordun”
diye geçirdi. Birkaç kez yutkundu:
-Gülseren Teyze! Farklı. Çok
farklı; inançları, yaşantıları, yemeleri içmeleri bile… Ama ben Müslümanların
içinde yaşıyorum. Okulun dışında sürekli onlarla birlikteyim. Birlikte okuyor
birlikte yaşıyoruz. Bize inancımızı anlatan, kuvvetlenmesi için didinen, inançlarımızı
nasıl yaşayacağımızı gösteren ve bunun için kendilerini vakfetmiş kişiler var.
Allah onlardan razı olsun. Onların sayesinde kimliliğimizi ve inancımızı
unutmadan hayatımızı daha bilinçli bir şekilde sürdürmeye gayret ediyoruz…
Okan içinden geldiği gibi
anlattı oradaki yaşantısını.
Gülseren Hanım Okan'ın anlattıklarını
dikkatle ve ilgiyle dinledi. Sonra da kendi oğlu aklına geldi:
-Burhan da aynı şeyleri
anlatıyor: “Bu yolda kendini adamış insanlar var. Onların sayesinde yaşayıp
gidiyoruz. Allah onlardan razı olsun? Onların sayılarını artırsın.”
Sanki az önce sorduğunu
unutmuş gibi tekrar sordu:
-Burhan nasılmış?
-İyi şükür. Derslerine
çalışıyor. İnşallah okulu bitirir.
-Bitirir. Burhan akıllıdır.
Burhan’ı her zaman sevdim. Gerçekten iyi bir insan.
-O senin iyiliğindir oğlum.
-Allah razı olsun Teyze.
Okan bunları konuşurken
sıkıldığını hissetti. Esra’nın oradaki varlığı Okan’ı etkilemişti. Eskiden
böyle duyguları yaşamazdı Okan. Ne olduysa hapisteki günlerden sonra olmuştu.
Kendindeki bu değişikliklerin farkındaydı zaten. Burhan’a benzemeye başladığını
düşündü. İçinden “keşke onun kadar güzel ahlaklı biri olsam” dedi.
Nebahat Hanım her zamanki
gibi Gülseren hanıma minnettarlığını ifade eden cümlelerle:
-Teşekkür ederim, dedi. Sen
olmasan işimiz zordu. Sağ olasın. Allah senden razı olsun.
Okan annesinden duyduklarıyla
tekrar eskiye döndü. Geçmiş yıllara doğru. Annesinin, Deren için ne kadar uğraştığını,
gülümseyen yüzüyle aklından geçirdi. Bu konunun kapandığını hissetti.
Gülseren Hanım her zaman ki
nezaketiyle:
-Ne olacak! Şunun şurasında
komşuyuz. Komşuluk her şeyden önde gelir. Komşu hakkının ödenmesi güçtür…
-Olsun ben sizden öğrendim
insanlığı, iyiliği, anlayışı ve komşunun ne demek olduğunu…
-Biz kalkalım artık, Okan’la
birlikte konuşacaklarınız vardır.
-Yok canım oturun.
-Teşekkür ederim. Biz sonra
yine uğrarız.
Gülseren Hanım Okan’a dönerek:
-Ne zaman gidiyorsun oğlum.
-Nasip olursa yarın inşallah.
-İyi işte bak, hazırlık
yaparsınız.
-Önemli değil Gülseren Teyze,
oturabilirsiniz.
-Yok yok oğlum siz yalnız
kalın, konuşacaklarınız vardır.
Okan'ın utangaç gözleri Esra’yı
süzdü. Gözlerini başka yere kaydırdığında Esra ve annesi kapıya yönelmişti.
*
* *
Okan annesinin yanına oturdu.
Ağarmış saçlarını eliyle tarayıp düzeltti. Yanaklarını avuçlarının içine aldı:
-Annelerin sultanı, dedi.
-Yine başlama yağcılığa.
-Ne yağcılığı annem benim.
Anne hakkı ödenir mi? Sen benim için çok önemlisin. Cennet yolu sensiz olmaz
annem.
Bu söz Nebahat Hanımı alıp
derinlere götürdü:
-Bunu anlayamadım ben, dedi
ağzının içinden.
Okan üzülmesini istemediği
için, hangi konudan bahsettiğini anladığı halde hiçbir şey söylemedi. Nebahat
Hanım duramadı. Konuşmasını sürdürdü:
-Çok yanlış yaptım. Öyle
davranmamalıydım. Hatanın telafisi olmayanını işledim. Üzülüyorum.
Kahroluyorum. Ah şimdi olsa da yüzlerce, binlerce kere af dileyip, özür dileseydim.
Çok geç artık…
-Annem Allah'tan af dile. Ona
dua et. Tövbe umuttur, kurtuluştur, yöneliştir, teslimiyettir…
Sessizlik oldu bir anda.
Kimse konuşmuyordu. Nebahat Hanımın gözünden süzülen bir kaç damla yaşı Okan
elleriyle sildi. Annesinin yaptıklarından dolayı pişmanlık içerisinde kıvrandığını
görmesi kalbindeki rahmet kıvrımlarını açtı. Annesi için dualar sıraladı
içinden.
Nebahat Hanımın kendi sıkıntısı
içinde bile kaynanası için yaptıklarından dolayı hüznünü gizlememesi, gerçek pişmanlık
içinde olduğunun ispatıydı. “Son pişmanlık fayda vermez” sözü burada geçerli
miydi, bunu anlamada zorlandı. İnşallah Allah affeder, düşüncesi Okan'ı
rahatlattı.
Konuyu değiştirmek için:
-Burcu’yu isteyen yok mu
anne, dedi.
Burcu her zamanki tepkisini herkesten önce ortaya
koydu:
-Sen kendine bak!
-Tamam kızım, sana da laf
demeye gelmiyor ha!
-Ama doğru değil mi abi?
-Eee?
-Ne eee’si? Evleneceksin
işte. Artık bir İngiliz mi olur yoksa?
-Yoksa ne?
-Belki de Esra.
Yine bir sessizlik oldu.
-Tamam, sizinle de
konuşulmuyor.
Annesinin elleri Okan'ın
ellerine uzandı. Avuçlarının içine aldığı Okan'ın elini hafifçe dermansız bir
şekilde sıktı:
-Bunların hepsi olur. Sen
okumana bak. Hayırlısı olsun. Zamanı gelince her şey olur gider.
-Doğru söylüyorsun annelerin sultanı.
Bazı şeyleri zamana bırakmak lazım. Ben yarın gideceğim ama gözüm arkada kalacak.
-Sen okuman bak oğlum. Ben
iyiyim. Bu günüme şükür, daha kötüsü de olabilirdi.
-Annem benim. Ne kadar güzel
söylüyorsun: şükretmesini bilen için gam, keder zarar veremez. Allah’ım en kısa sürede
inşallah hayırlı şifalar ihsan eder.
-Amin.
Burcu söze karıştı:
-Zaten annem çok iyi.
İnşallah daha da iyi olacak.
-Benim Annem, annelerin
kraliçesidir. Güçlüdür bunların hepsini atlatır.
Bu sözler Nebahat Hanımın
yüzünde gülücük kırıntıları oluşturdu:
-Sizi numaracılar sizi, dedi
Okan'a ağır hareketlerle dönen Nebahat Hanım:
-Oğlum çık biraz dolaş.
-Önemli değil anne! Ben senin
için geldim.
-Olsun sen yine de çık dolaş.
Hasret giderirsin.
Annesinin yüreğinin ne kadar
yufkalaştığını gören Okan, sevincini gizlemedi. Işıl ışıl gözleri annesinin
yüzünde gezindi. Eğildi yanaklarından öptü:
-Madem öyle biraz dolaşayım
bari, diyerek kapıdan çıktı.
*
* *
Niyeti hapishane arkadaşı Musa’ya gitmekti. Yolda
karşılaştıkları tanıdıklarla selamlaştı. Ayaküstü kısa hasbıhallerde bulundu.
Önceden birkaç defa gittiği Musa abisinin dükkânına doğru yürüdü.
Büyük neon ışıklarıyla süslü bir galerinin önünde durduğunda,
heyecanı yüzüne vurdu. Sanki yüzünde bir ateş vardı da kulaklarına doğru
yürüyordu. Zaten aşırı heyecanlandığında hep böyle olurdu. Dükkânın sağ köşesindeki
büroya doğru yöneldi. Kapıdan içeri adımını atar atmaz, büro olarak bölünmüş
yerde oturan birkaç kişi ayağa kalkıp kapıda karşıladı. Bunların en başında Musa
vardı. Çok şaşırdığı yüz ifadelerinden belli oluyordu. Kafasında bir sürü soru
belirdi. Acabalara kendi kendine cevap bulmak mümkün değildi. Mutlak dinlemesi gerekiyordu.
Okan geldiğine göre anlatacağı bir şeyler olmalıydı. Yoksa bu dönemde Türkiye’de
olması ve şu anda galeriye gelmesinin bir sebebi olmalıydı.
Kucağını açtı ve Okan'a doğru yürüdü:
-Sevgili kardeşim Okan, hoş geldin. Seni hangi rüzgâr
attı buraya?
İki
eski arkadaş hasretle sarıldılar birbirine. Uzamış, ayrı kalınmış ayları
birleştirmek istercesine sarıldılar. Orada bulunan diğerleri ile de hoş beşten
sonra Musa sevgi dolu gözlerini Okan'a dikti:
-Maşallah, seni çok iyi buldum.
-Sağlığım yerinde şükür.
-Siz de çok iyisiniz abi. Sakalınız da çok yakışmış.
-Allah razı olsun. Hayırdır inşallah!
-Hayır abi! Annem için geldim.
-Ne oldu? Bir yaramaz durum yoktur inşallah.
-Çok şükür şimdilik iyi.
-Ne olmuş?
Okan annesinin durumunu anlattı. Musa her zamanki sabrıyla
sonuna kadar dinledi.
Okan anlattıkça, sanki kendi yakınıymış gibi yüz
hatları değişti. Üzüldüğü belliydi.
-Ah Okan ah! Keşke haberimiz olsaydı. Yalnız
bırakmazdık. Moral açısından destek olurduk…
-Abi bana da gerçeği sonra söylediler. Herhalde üzülmemi
istemediler. Şimdiki durumunu öğrenince de hemen geldim.
-Allah acil şifalar versin.
-Amin.
-Biz de ziyaret edelim.
-Siz bilirsiniz abi.
-Başka ne var ne yok?
İngiltere nasıl?
-Allah razı olsun. Sayenizde bu hâle geldim.
Derslerimi aksatmadan diğer faaliyetlere de katılamaya gayret ediyorum. Bana
çok şey öğretiyor. Gerçekleri öğrendikçe bu dünyada neden yaşamam gerektiğini
şimdi daha iyi anlıyorum. Hedefimi, ufkumu geniş bir yelpazede değerlendirme imkânını
buluyorum. Kitap okuyorum sürekli. Önceki hayatımı unutmak istiyorum.
-Sen şu anki durumuna bak. Seni Allah’a götüren yolu
bulmuşsan; mesele yok.
-Çok şükür abi. Dua edin benim ve tüm Müslümanlar için.
-Allah hakkımızda hayırlısını nasip etsin.
Çaylar birbirini takip etti. Muhabbet iyice
koyulaştı. Ama Okan için dönüş vardı. Bunun için kalkması gerekiyordu:
-Abi izninizle kalkmam gerekiyor. Ancak hazırlanırım.
-Elbette.
Okan, Musa ve diğerleriyle, kardeşler arasında olacak
bir samimiyet ve sıcaklıkla, sımsıkı kucaklaştı.
Tekrar görüşmek temennisiyle ayrıldılar. Hapishanedeki
günlerini hatırladı Okan. Musa’nın kendisine kazandırdıklarını… Düşüncelerinin
nasıl değiştiğini… Yol haritasındaki işaret ve işaretçilerin farklılaştığını…
Düşünce atmosferinin nasıl yön değiştirdiğini…
*
* *
Yürürken bazen hüzünlendi nur yüzü, bazen kapkara
hüzün bulutlarıyla boyandı. Ağzından duygularını anlatan sözler dökülüverdi:
Neydim ben demektense, ne olacağımı düşünmektir doğrusu,
Dün nasıl düşünüyordum, bugün neler konuşuyorum?
Dünyayı eğlenceden ibaret sanırken, değilmiş meğer.
Anladım mutluyum şimdi, sınırsızca huzur doluyor içim…
Bir kız için değer miydi? Bir başka cana kastetmek?
Değmediğini anlamak için yıllarca beklemek
Akıllı insan için zül değil midir, bunca beyhude
ömür?
Anladım mutluyum şimdi, sınırsızca huzur doluyor içim…
Kendimi mutlu sandığım yıllar,
sadece kendimi aldatmışım,
İçtiğim yasaklar beni alıp götürmüş, benliğim kaybolmuş,
Oyalanmışım bataklıkta, debelenmişim kokuşmuş çamurda.
Anladım mutluyum şimdi, sınırsızca huzur doluyor içim…
Bir
Musa çıkıp gösterince, yaratılışta var olan duyguyu,
Sarmaladı benliğimi, hasretle beklediğim sanki
yıllarca
Ukbaya yol alan dünya yolculuğundaki yapacaklarımı
Anladım mutluyum şimdi, sınırsızca huzur doluyor içim…
Evlerine geldiğinde, önceki yaşadığı günleri hatırlamanın
burukluğu yüzünde yansıdı. Annesine bu yüzle bakmanın doğru olmayacağının
bilinciyle kendini toparladı. Yüzündeki güzellik yansıması ışıkla annesinin yanına
girdi.
Annesi hasretini giderecek her davranışı esirgemedi oğluna
karşı. Zaten bunu bekliyormuşçasına rahatladı belki bir manada. İçinde
gizlediği evlat sevgisini, hareketleriyle hoyratça sergiledi. Sarmaş dolaş
oldular yine. Annesinin konuşurken zorlanması Okan'ı üzüntü içinde kıvranmasına
neden oluyordu. Allah'tan gelmişti ve çaresiz gereken yapıldıktan sonra
sonucunu Allah'tan beklemek gerekiyordu. İçinden “kader” dedi. Bir kez daha
“daha kötüsünün de olabileceği” düşüncesi geçti. Yutkundu, sustu.
Annesi Nebahat Hanım İngiltere ile ilgili bilgiler
sordu:
-Rahat mısın? Sıkıntın var mı?
-Çok iyiyim annem, beni hiç düşünme. Sanki kendi evimdeymişim
gibi rahat. Çok iyi oldu gittiğim. Her şeyim yenilendi, düşüncelerim bile. Bana
çok sahip çıkıyorlar. İlgilenenlerin sayısı az değil.
Annesi önceki zamanlarında olsaydı şimdiye çoktan:
-Sus!
Yine onlardan bahsetme, diyerek başlayacak ve rahatsızlığını ifade edecekti. Ama
şimdi hiçbir şey söylemiyor, oğlunun rahat olması onu rahatlatıyordu. Yaşadığı
kaza sebebiyle mi veya ölüme yakın olduğu için mi sıkıntılara göğüs germenin
ancak inançla kolay olduğunu anlamsından mıdır, hiç itiraz etmediği gibi sanki
teşvik ediyor gibiydi.
Akşam şen şakrak geçti. Konuşmalar hep Nebahat Hanımın
moralini yüksek tutmak için yapılıyordu.
Sabah erkenden kahvaltı sofrasında buluştular. Okan annesinin
bulunduğu odada kahvaltı yapılması için gerekli düzenlemeyi yaptı. Yine
annesinin kahvaltısını elleriyle yaptırdı. Kahvaltıdan sonra vedalaşıp
İngiltere’ye dönecekti.
Annesiyle vedalaştı sarıldılar sımsıkı. Annesi
bırakmak istemezcesine ayrılmadı uzunca zaman. Sonra sesi titredi eline sarıldı
annesinin. Öptü öptü…
Annesi:
-Hakkını helal et oğlum, ölümlü dünya.
Okan neye uğradığını şaşırdı. Kurşun yemişe döndü. Ne
diyeceğini bilemedi. Yoksa annesi içinden bir şeyler mi hissediyordu?
-O ne demek anne! Benim ne hakkım olabilir ki? Sen hakkını
helal et annem benim. Hayırdualarını eksik etme. Annelerin duası olmazsa
çocuklarının işi rast gitmez annem.
Hasret türküsüdür zihnimin kıvrımlarına inen,
Kavuşmayı özleyip alev alev içten yiyen…
Bir gün bu da son bulur, çıkarız düze,
O gün birlikte yürürüz hakikate el ele.
Burcu her
zamanki muzipliğiyle:
-Ooo! Abi şair oldun ha?
-Kızım ben zaten şair ruhlu adamım. Bunu bilmiyor muydun?
-Ne bilelim belki de seni şair yapanlar vardır, ne
dersin?
-Boşuna uğraşma kızım, hiçbir şey yok.
-Neyse.
Çocuklarının
bu tatlı çekişmeleri, anneleri Nebahat Hanımı yüzündeki yara izlerini gizleyecek
kadar güldürdü.
Annesinin yüzünün gülmesi Okan'ı mutlu etti ve vakit
geçirmeden “allahaısmarladık” diyerek babasıyla birlikte ayrıldı.
Babasının arabasında konuştular iki dost gibi. Zaten
babası önceden de oğlunu çok yakın davranır, onun özgürce davranması için her
şeyi mubah sayardı. Bu sebepten babasıyla konuşmak, Okan için çok rahattı. Ama
şimdi babasına olan bakışı ve düşüncesi çok daha yoğun çok daha candandı. Çünkü
babasının hayat anlayışında farklılığı görmüş, önceki düşüncelerinin çok daha
uzağında yeni fikirleriyle seviniyor, onun daha çok inançlarıyla yoğrulmuş bir
hayatı olmasını istiyordu.
Yolda giderken konuşmalar, yine Okan'ın istediği gibi
gelişti. Babasını önceki yaptığı hataları yapmaması gerektiği hususunu, babaannesi
ve annesinin yaşadıklarını örnek vererek anlattı. Babasının, annesi ile ilgili sözlerden
sonra derinlere dalıp gittiğini görünce, babaannesine yaptıklarından dolayı perişan
duygularla pişmanlık havuzunda kaybolduğunu düşündü.
Babasının üzüntüsünü gidermek için:
-Babacığım! Önemli olan yapılan hataları devam ettirmemektir.
Yüce yaratıcıya tövbe edip ondan af dilemek gerekir.
-Anladım
oğlum. Biraz geç oldu ama anladım sonunda gerçeği, hakikati. Allah beni inşallah
bu yoldan ayırmaz. Çok pişmanım. Keşke annem şimdi yanımda olsa, onun yolunda
köle olsam, yollarına paspas olsam… Ama olmuyor işte. İş işten geçti.
-Öyle deme baba! Onun için dua et.
-Unutmuyorum
ki oğlum. Aklımdan çıkmıyor desem yeridir. Pişmanlık fayda verir mi? İşte
pişmanım hepsi bu…
Babası ile olan konuşması samimi bir çerçevede devam
ederken ayrılık vakti gelip çattı. Okan babasının elini öptü. O da sımsıkı
kucakladı oğlunu, uzun yılların hasretini yok etmek istercesine… Vedalaştılar
tekrar görüşme dilekleriyle gözlerine odakladılar buluşma gününü…
Artık rahattı. Çünkü annesinin durumunu görmüş, meraktan
kurtulmuştu.
Üzülmüştü. Annesinin durumu çok iyi değildi. O hareketli
cevval Nebahat Hanım yoktu artık; yıkılmıştı belki de çökmüştü. Dünyaya bağlı
kalmasını sağlayacak ümit ve inancı son zamanlarda artmıştı. Bu sebeple ilk zamanlarına
göre daha rahattı.
Nebahat Hanım kırgındı; arkadaşları onu arayıp sormadılar,
neyin var bile demediler. Artık durumuna alışmıştı; yaptığı yanlışların
neticesi olarak cezalandırıldığı düşüncesine kapılmıştı. Ümit dolu oluyordu;
kızını ve oğlunun mürüvvetini görmeyi arzuluyordu, üstelik önceki
düşündüklerinden uzakta, zenginlik hayaliyle malına mal katmayı düşünmeden.
Okan için bir hedef vardı; çalışıp okulunu iyi
yetişmiş biri olarak bitirmek ve ülkesine dönüp ana-baba ve vatanında tanıdık
ve dostlarıyla dostluk içinde hayatını idame ettirmek…
g
ESRA, BURCU VE DİĞERLERİ
Beş yıl sonra…
Nebahat Hanımdaki kısmi iyileşme Okan'ın beklediği
gibi olmasa da tüm ailede memnunluk ifade ediyordu. Artık kendi başına işlerini
zorlanarak ta olsa görebiliyordu. Zaman zaman Baston kullanmak zorunda kalması,
onu üzüntü deryasında ufuksuzluk içinde ümitsizliğe sevk etmiyordu. Bulunduğu duruma
alışmıştı. Konuşmasındaki zorlukları tam aşabilmiş değildi. Sürekli fizik
tedaviler neticesinde ancak iyileşme buraya gelebilmişti. Zaten doktorların
ifadesi de bu yöndeydi. Çünkü beklentilerin
çok üzerinde bir iyileşme olduğunu ifade ediliyordu.
Şinasi Bey, Nebahat Hanımın iyileşmesi için bütün gücüyle
uğraştı. Tabiri caizse bütün servetini döktü. Kıyamadığı sürekli sayıp durduğu
paracıklarının harcanması gerektiği gerçeğini anlamıştı.
Burcu üniversitede öğretmenlik eğitimi alıyordu. Öğretmenlik
yapacağı günleri hayal edip duruyordu. Annesi ile olan ilişkilerinde gençliğin
verdiği bazı çıkışların dışında gayet güzel devam ediyordu. Hoppalıktan uzakta anlayışlı
bir yapısı vardı. Annesinin en çok kızdığı sözlerinden birisi:
-Ben sizin annenize yaptığınızı yapmayacağım.
Yanlışlarınızı gördüm çok üzüldüm. Ben asla senin yaptığını yapamayacağım…
Sözleriydi.
Nebahat Hanım bu sözü duyunca çoğu zaman sessiz kalıyor,
yaptığı yanlışın farkına vardığını belli ediyordu.
Burcu’nun en iyi arkadaşlarından biri Esra olmuştu. Onunla
dertleşir onunla sevinir, onunla konuşurdu. Esra evlerine sık sık geliyor, birlikte
oluyorlardı. Esra, Burcunun istemesi ile Kuran öğretmişti. Çoğu zaman Kuran okumayı
geliştirmek için birlikte çalışırlardı.
Esra liseden sonra üniversite okumuştu. Artık oda
bitirmişti okulunu. Öğretmenlik yapacağı günü bekliyordu. Ama kendini bekleyen
sıkıntının farkındaydı. Başörtüsü problemi… Başörtüsü ile öğretmenlik yapamayacağını
düşündüğü için kendine göre bazı hesaplar yapıyordu. Hesabın nasıl gerçekleşeceğini
bilemiyordu. Sadece bekliyordu, sadece bekliyor…
Kendinin açığa çıkarmadığı hesapları vardı: evlilik.
Gerekirse çalışmamayı düşünüyordu. Aldığı eğitim, düşünce yapısı bunu gerektiriyordu.
Kendince insanlara faydalı olmanın yollarını araştırıyor, ancak bu şekilde
sıkıntılarını unutabiliyordu. Bunca yıl eğitim almıştı ama bunun meyvesini
devşirme imkânı bulamıyordu. Aslında iyi dayanıyordu bu duruma. Zaman zaman
kendini oyalıyordu. Bulduğu herkese inancını gereklerini anlatacak, böylece
faydalı olacaktı. Dernekler, vakıflar hizmet bekliyordu. Bilgiliydi, dinini öğrenmişti
ya; bunun gereklerini yerini getirmesi gerekiyordu. Bu onun için önemliydi.
Kafasını
kurcalayan onca problem vardı, bitmezdi elbette. Kendisiyle evlenmeye talip
olanların var olduğunu duymaya başlamıştı bile. Sorulduğu zaman hayırlısı deyip
geçiştiriyordu. Sanki kalbinin derinliklerinde, ılık esen bir rüzgâr ona bir
isim söylüyordu durmaksızın.
Bu ismi düşünüyor, isteyip istemediğini sorguluyordu peyderpey.
Aslında onun da kendisine olan ilgisinden tamamen bigane değildi.
Nebahat Hanım oğluna evlilik konusunda artık baskı yapmıyordu
ama görüştüklerinde kendisinin evlenme zamanı geldiğini hatırlatmaktan da geri
kalmıyordu. Oğlunun cevabı kendisini mutlu edecek şekilde olmuyordu. Hayırlısı
anne, deyip konuyu değiştiriyordu. Annesinin “Deren” baskısı biteli yıllar olmuştu.
Deren ile evlendirip malına mal katmayı artık söylemiyordu.
Hiç beğenmediği, insan yerine bile koymadığı komşularından
gördüğü yakınlık, sıcaklık, insani ilişki Nebahat Hanımı susturmuştu. Gülseren
Hanım onun gözünde eşsiz değerde bir insandı; pırlanta. Yok, yok eşi benzeri bulunmayan
nadide bir insandı, melekti, evet melekti. Onu gördükçe, birlikte olduklarında
kendisine gösterdiği davranışı, saygıyı, konuşmasını getirip İslam bağlaması
yok muydu? Kendi insanlığından utanır bir hâle geliyordu. Müslüman olduğunu
hatırlamaya çalışıyor, utancından yerin dibine giriyordu nerdeyse. Kendi yanlış
hayatını düşünüp, aydınlığa götüren yolun Gülseren Hanım ile birlikte olacağına
inanmaya başlanmıştı. O kötü durumunda, hiç tiksinti duymadan kendinse
yardımdan geri kalmayan bu kadının tavrı, kaynanasına yaptıklarını yeniden
düşünmesini sağlıyordu. Ah neler yapmıştı öyle!
Hayatın oyun ve oynaştan ibaret olduğunu anlaması çok
uzun sürmüştü çok. Ne vardı sanki kaynanasında? Tertemizdi, düzenli üstelik anlayışlı…
Bir
türlü barışık yaşamayı düşünemedi. Ne olurdu sanki “annem” diyebilseydi. Söyledikleri
yanlış mıydı sanki? Kızım kıyafetinize, harcamanıza, davranışınıza dikkat edin.
Allah'a şükredin. Namazınızı kılın…
Bu duygular onu Esra’ya yöneltmişti. Oğluyla evlenmesini
gizliden gizliye istiyordu. Ama bunu hiçbir zaman söylemedi, söyleyemedi. Kim
bilir belki de önceki düşünceleri bunları söylemesine izin vermiyordu.
Gülseren Hanımı anlatmaya gerek yok zaten. O, anlayışın,
tahammülün, güzel davranışın ta kendisiydi.
g
İŞ VE EŞ
Okan üniversiteyi tamamlamış bilgisayar mühendisi olarak
yurduna dönmüştü. Türkiye’de yaşamayı düşünüyordu. Kendi ailesine, kendi
milletine hizmet etmek istiyordu. Kendini iyi yetiştirmişti. Orada İngilizlerden
birçok teklif almış, hepsini bir anda geri çevirmişti.
Artık onun için yeni bir dönemin daha başlangıcıydı.
Annesi Nebahat Hanım Okan'ın evlenme isteğini bekliyordu. Bunun için sürekli:
-Oğlum yaşını başını aldın, artık evlensen.
-Tamam anne inşallah bakarız, cevabı gelirdi.
Bu defa farklı oldu:
-Anneciğim önümüzdeki haftaya kadar sabret.
-Ne olacak önümüzdeki hafta.
-Sana kiminle evleneceğimi söyleyeceğim.
-Önümüzdeki haftada ne değişecek ki, öyle
söylüyorsun?
-İş görüşmesi anne!
-Hayırdır? İş mi kuruyorsun?
-Evet. Arkadaşlarla birlikte.
-Kim onlar, tanıyor muyuz?
-Evet. Musa Abim.
Annesinin yüz ifadesinde öncekilere benzer bir durum
ortaya çıkmadı. Bunca yapılandan sonra Musa’nın iyi biri olduğu kanaatine
ulaşmıştı herhalde.
-İyi düşündün mü?
-Neyi?
-Ortaklığı.
-Elbette anne. Ben kendimden daha çok onlara güveniyorum.
İşi onlar kuruyor, ben de ortak oluyorum. Tabii babam yardım etmesi gerekir.
-Orası halledilir. Ama bak evlenme sözünde duracaksın!
-Elbette annem. Haftaya söyleyeceğim.
-Bir ip ucu.
-Hayır. Bir hafta sabredeceksin.
-Ama oğlum.
-Anne sabııııır.
-Haftayı sabırla bekleyeceğim.
-İnşallah iki iş birden olur.
-İnşallah.
Okan heyecanla çıkıp gitti. Okan giderken annesi arkasından
kiminle evlenmek isteyebileceğini düşündü. Geçmişin külleri arasında kalan, Deren
aklına geldi. Olabilirliğini düşündü uzunca. Oğlunun şimdiki dünya görüşüyle bağdaşamayacağını
bildiği için, olmayacağı düşüncesi hâkim oldu zihnine. Sonra yakın tanıdık, eş
dost çocuklarını bir bir aklından geçirdi. Bu arada, Esra konusunda fazla yorum
yapmadan geçiştirdi. Kendi kendine “olabilir” dedi.
Şunun şurasında ne kalmıştı. Bir hafta…
*
* *
Bir
hafta dediğin nedir ki, işte geçip gitmişti.
-Anne! Müjde! Şirketi kurduk. İş hazır yarın açılış
yapacağız. Yazılım ve bilgisayar programları üzerine çalışacağız. Tüm hazırlıklar
tamam.
Annesi, işten çok kiminle evlenmek isteyeceğini merak
ediyordu.
-Çok iyi. İnşallah başarılı olursunuz.
-Anne ne demek? İnşallah piyasanın en başarılısı biz olacağız.
Çalışacağız. Hedeflerimizi gerçekleştireceğiz. Biz de hizmet edeceğiz.
Okan'ın bu son cümlesine takılan annesi, aklına gelen
şeyi mi kastettiğini sormak istedi ama vazgeçti. Parayı kazanınca “hizmet için başkalarına
harcayacaksa harcasın fikriyle”, sustu.
Hemen vakit geçirmeden konuyu değiştirmek adına Okan'a
sordu:
-Verdiğin söz vardı.
Okan bilmezlikten gelerek sordu:
-Ne sözü?
-Annesi ciddileşen yüzüyle Okan'a sertçe baktı.
Okan dayanamadı:
-Tamam anne tamam. Şaka yapıyorum.
-E o zaman söyle de beni çatlatma.
-Anneciğim bu iş çok ciddi bir şey, bir ömür boyu anlaşabileceğin
birini bulmak gerekiyor.
-Oğlum onları geç. Buldun mu onu söyle.
-Aslında çok düşündüm. Belki de haftalarca. Hatta bu
gün istemeye gidelim bence.
-Oğlum ilk önce kim olduğunu söyle ki, sonra bakarız.
-Söyleyeceğim annem.
Bu arda kapının zili çaldı. İkisi de göz göze gelip
bakıştılar. Kim olabilir ki bu saatte diye baktılar kapıya. Okan kapıya doğru
yürürken:
-Söyle de öyle git oğlum.
-Bir dakika anne kimmiş bakalım.
Okan'ın kapıyı açması babasıyla karşı karşıya gelmesi
aynı anda oldu.
Babasına:
-Babacığım müjde! İşi bu gün kurduk, yarın açılışı
yapacağız.
-Aslan oğlum benim, kimin oğlu canım?
Birlikte yürüdüler annesine doğru. Biri sağına diğeri
soluna oturdular. Annesinin zihnindeki sorunun cevabını acele olarak beklediği,
gözlerinden belli oluyordu.
Okan:
-Tamam, söylüyorum, demesiyle annesi birazcık doğruldu.
Gözlerinin içine baktı.
Bu arada babası söze karıştı:
-Neyi söylüyorsun?
Nebahat Hanım:
-Sus hele bir dakika.
-Tamam sustum. Anne oğul neler karıştırıyorsunuz?
-Okan kimi istediğini söyleyecek?
-Öyle mi?
-Hadi bakalım. Dinliyoruz.
Okan hiç oyalamadan lafı gevelemeden:
-Esra, dedi.
Kısa bir sessizlik oldu. Konuşulmadan geçen sürenin ardından
Okan tekrar:
-Esra, dedim.
Babasının gözlerinin içi güldü.
-Çok iyi oğlum. Gerçekten iyi. Üniversite tahsilli
kız. Güzellik onda, ahlak onda, terbiye, nezaket onda…
Annesi dalıp gitti. Aslında sevinmişti. Artık kaynana
oluyordu. Kaynanasına yaptıklarının kendine yapılmasını istemiyordu. Bu sebeple
Esra ismi onu rahatlatmıştı. Çünkü Esra, anne babaya davranışın nasıl olması
gerektiğini İslami terbiye çerçevesinde ailesinden almıştı. Kendi yaptıklarından
duyduğu acıyı, Esra’nın yapmayacağı, yaşatmayacağı düşüncesi sarmaldı zihnini.
Gerçi yaşadığı hayata göre fazla kapalıydı. Hatta başörtüsünü açmamak için
öğretmenlik yapmamayı bile düşünüyordu. Ona göre bu kadarı da olmamalıydı.
Ama bütün bunlara nezaketi, ahlakı, davranışı
eklenince söylenecek söz bulamıyordu.
-Çok iyi. Tamam, münasip dedi.
Annesinin bu olumlu tepkisi karşısında sevinen Okan konuşmasına
devam etti:
-Bugün istemeye gidin.
Anne ve babası, bu acele karşısında şaşırdı. Şimdiye
kadar hiç evlilikten bahsetmeyen Okan, istediği kızın ismini söylediği gibi istemeye
gitmeleri için anne babasını zorluyordu.
Annesi:
-Oğlum bu acelen neden? Bu hemen olmaz ki!
-Anneciğim yarın iş yerimizi açıyoruz. İkisi de
birden olsun istiyorum.
Babası söze karıştı:
-Hanım ne var bunda? Gider bugün isteriz olur biter.
Çocuk madem öyle düşünüyor. Bizde öyle yaparız.
Nebahat Hanım bu düşünceyi pek hoş görmedi ama ısrarlar
karşısında fazla üstelemedi, sustu:
-Peki öyleyse,
dedi.
Hemen Burcu ile haber uçuruldu karşı komşuya. “Akşama
annemler size gelecek” sözünü büyük bir memnuniyetle komşularına ulaştırdı.
Arkasından Esra’ya yaklaştı:
-Haberin olsun, bizimkiler seni abime istemeye gelecekler,
diye açılama yaptı.
Esra’nın sanki
dili tutuldu. Kıpkırmızı oldu. Hiçbir şey diyemedi. Sadece Burcu’nun gözlerinde
dondu gözleri, o kadar.
Burcu’nun eliyle uyarması da fayda vermedi, Esra’yı kendine
getiremedi. Sessiz geçen sürenin ardından yüzünde ve gözlerinde canlılık
beliren Esra:
-Girsene, dedi.
Burcu:
-Yok, yok, siz hazırlık falan yapacaksınızdır.
Kapıyı kapatan Esra annesine sokuldu:
-Anne beni istemeye geleceklermiş, dedi.
Gülseren Hanım şaşırdı. Vakarını korudu:
-Hayırlısı kızım. Gelsinler bakalım. Her şey nasiple.
Kaderde varsa olur.
Annesi birden Esra ya döndü:
-Kızım! Sen ne düşünüyorsun?
-Anne bilmem ki. Şu an şaşkınlığım sürüyor.
Hayırlısı.
Ailede konuyla ilgili ciddi bir fikir yürütme
başladı.
Herkes bu isteği uygun buluyordu.
Akşam gelecekler ve isteyeceklerdi. Sonucunu da göreceklerdi.
Nihayet akşam olunca her iki taraftaki heyecan son noktadaydı.
Geçmeyen vakitlerin sonunda ellerindeki tatlı ve çiçeklerle
karşı kapıda göründüler. Burcu annesinin koluna girmişti. Biraz desteğe ihtiyaç
duyuyordu zaman zaman.
Çaylar içilmiş, sohbet koyulaşmıştı. Herkesin
beklediği an, heyecanla karışık zaman sarmalında yuvarlanıp gidiyordu:
Şinasi Bey dayanamadı:
Komşu! Biz hayırlı bir iş için geldik. Allah’ın emri,
peygamberin kavliyle, oğlumuz için kızınız Esra’ya talibiz.
Yine bir sessizlik oldu. Sanki önceden
bilmiyormuşçasına şaşkınlık ifade eden bakışlar kol gezdi yüzlerde.
Nice bir zaman sonra:
-Hayırlısı ise olur inşallah, dedi.
Konu başka mecralar kaydı yeniden. Gecenin ilerleyen
saatlerinde izin isteyip kalktılar. Herkeste güler yüz mutluluk hâkimdi. Sanki
iki tarafta çok memnun olmuşlardı. Artık çocuklarının mürüvvetlerini görmek
için can atıyorlardı.
Okan'ın ailesi eve dönünce durum değerlendirmesi yaptı.
Okan dayanamayıp sordu:
-Şimdi durum ne? Ne olacak? Neden bugün bu iş bitmedi?
Annesi söze karıştı:
-Dur bakalım daha yolun başındayız. Kız evi naz evi…
Şinasi Bey:
-Onlar öyle birileri değil. Gerçekçi, anlayışlı
insanlar. İşi yokuşa sürmek istemezler. Bekleyelim herhalde cevap gelecektir.
-Bir an önce cevap gelse artık, dedi Okan.
Ertesi
günün açılış heyecanı üzerinde görünüyordu. Yatıp dinlenmek istedi. Ailesinden
izin isteyip odasına çekildi.
*
* *
Ertesi günde açılışın yoğunluğu herkesi yorgun düşürmüştü.
Kimler katılmamıştı ki? Resmi görevlilerden belediye başkanına kadar herkes oradaydı.
İyi bir tanıtım olmuştu. Okan'ın her boş kaldığı anda Esra’nın cevabının ne
olacağını merak ediyordu. Ya “hayır”, derse düşüncesi işinin bile önüne
geçiyordu.
Yorgun bir şekilde eve dönerken, Esra’nın kabul
etmesi halinde, ona ilk önce ne hediye götürmesi gerektiğini düşündü. Bu altın
takı ve süs eşyasından farklı ama çok daha önemli olmalıydı.
Beynini zonklatırcasına düşündü. Birden aklına çok önemli
gördüğü bir hediye geldi.
“Yok, yok olmaz onu bana hatıra olarak verdi. Veremem
diye iç geçirdi”.
Sonra düşüncelerini yumuşattı. O benden daha layık, ona
emanet etmeliyim. Benim için en değerli olan bu. Madem öyle onu vermeliyim, diyerek
kararlı adımlarla eve girdi.
g
EN GÜZEL HEDİYE
Henüz oturalı beş on dakika olmuştu ki, Burcu içeri girdi.
Yüzünden ışık hızıyla gülücükler saçılıyordu. Dünyanın en aydınlık yüzü sanki
onundu. Doğruca abisinin yanına oturdu:
-Abi müjdemi isterim!
-Ne oldu çabuk söyle.
-Önce müjde!
-Tamam, dedim kızım. Tamam.
-Ne istersem.
-Ona da tamam. Hele söyle.
Burcu annesine döndü:
-Anne bizi akşama bekliyorlarmış, dedi.
Okan çığlığa benzer bir ses çıkardı:
-Yaşasın! Bu iş bu kadar!
Hemen annesine döndü:
-Anne! Ben bir hediye verebilir miyim bu gün?
-Elbette oğlum. Yüzük mü aldın?
-Çok daha önemli annem, çok daha önemli.
-Neymiş bu önemli olan?
-Babaannemin bana bıraktığı Kuran-ı Kerim.
Annesi
Nebahat Hanımın beklediği bir cevap değildi ama sustu.
Nebahat Hanım çok daha farklı bir hediye söylemesini
bekliyordu. Kuran-ı Kerim ne olacaktı ki? Herhangi bir kitapçıdan rahatlıkla
alınabilirdi.
Bu Kuran’ın değerinin farkındaydı Okan. El yazması tarihi
bir Kuran-ı Kerim. Üstelik babaannesine de önceki ataları yoluyla kalmıştı.
Babaannesi ölmeden önce bunu kendisine verilmek üzere
Esra’lara emanet etmişti. O dönemde Esra’nın Kuran-ı Kerim’i çok beğendiğini
kardeşi Burcu’dan duymuştu.
Evet kafaya koymuştu. Bu önemli hediyeyi akşam ona tevdi
edecekti. Kendisine ne kadar değer verdiğini, anlatmaya yetecek en güzel yolun
bu olduğuna inanıyordu.
Babaannesinden kaldığı şekliyle, saklama kılıfıyla
birlikte düzenli bir şekilde sarıp paketledi.
Diğer götürülecek olanlarla birlikte. Yanlarına bu
özel hediyeyi de alıp gittiler.
Sohbetin ilerleyen saatinde kendisine getirilen
hediyeyi açması istendi Esra’dan. Esra yavaş davrandı. Hediyeyi açmayı birazcık
görgüsüzlük saydı. Nebahat Hanımın ısrarı üzerine açtı.
Yüzünde Mutluluk görüntüsü yayıldı tüm odaya. Herkesi
kucakladı kadife bir dokunuşla. Alnına koydu büyük bir özenle. Sonra da öptü
birkaç kere.
İlk sayfasındaki yazıyı okudu herkesin duyacağı
şeklide.
Portakal
kızıma.
“Ebû Musa (r.a) anlatıyor:
“Allah’ın Resulü (s.a.s.) buyurdular ki: “Kur'ân okuyan ve onunla amel eden
müminin misali Ütrücce (portakal cinsinden kokusu güzel tadı hoş bir meyve) gibidir. Kokusu güzel tadı hoştur.
Kur'ân okumayan müminin misali hurma gibidir. Tadı hoştur
fakat kokusu yoktur. Kuran’ı okuyan fâcirin (günahkâr) misali reyhan otu gibidir. Kokusu güzeldir,
tadı
acıdır.
Kur'ân okumayan fâcirin misali Ebû Cehil karpuzu gibidir, tadı acıdır, kokusu da yoktur.”
Hz. Osman (r.a) anlatıyor:
“Resûlullah (s.a.s.)
buyurdular ki: “Sizin en hayırlınız Kuran-ı Kerim’i öğrenen ve öğretendir.”
Bir
an sessizlik oldu. Portakal kızım ne anlama geldiğini bilenler biliyordu zaten.
Nebahat
Hanım bir anda sesini yükseltti:
-Kızım
Esra! Bana da Kuran-ı Kerim okumayı öğretebilir misin? Öğrenmek istiyorum.
Odada
bir anda duygu seli yaşandı. Birçoğunun sevinçten gözleri doldu. Şinasi Bey eşi
Nebahat Hanıma baktı kaldı.
Esra’nın
sesi sevgi doluydu:
-Elbette.
g
Duran Çetin
BİR ADIM
ÖTESİ
Roman
295 sayfa
Mustafa Bey hâlâ neyle suçlandığını anlayamamıştı.
Yoksa evi arandıktan sonra mı suçlanacaktı? Gerçi evi aramaları için bir gerekçeleri
olması gerekiyordu.
Sulh
Ceza Mahkemesinin arama emrini görmüştü. Aşırı heyecanı yüzünden gerekçeyi pek
anlayamamıştı. Savcı Bey de makul bir açıklama yapmamıştı...
Duran Çetin
KIRMIZI
KARDELENLER
Öykü
111 sayfa
Kıştı. Havalar çok soğuktu. En son odun
kırıntılarını ve tezekleri de yaktı. Başka çaresi yoktu. Karşı dağlara odun
kesmeye gidecekti. Bir kaç kez niyetlendi. Her tarafı kaplayan yoğun sis, buna
izin vermedi.
…
Tüfekten çıkan ses yankılandı karşı dağlarda. Sonra
da gök kubbeyi kapladı olanca hızıyla. Ağırlığı Saraycık köyünün üzerine düştü.
Bomba gibi patladı; yaktı, üttü gönülleri. Yürekleri dağladı. Zihinleri kara
düşünceler kapladı. Onarılamaz yaralar açtı. Yarınlara ümitsizlik saçtı...
Kardelenler kırmızıya büründü. Bu kanın ağırlığıyla
belki de bundan sonra hep kırmızı açacaklardı..."
Duran Çetin
YOLUN
SONU
Roman
253 sayfa
Demir kapı kapatıldı. Sürgü çekildi üzerine ve
büyükçe bir anahtarla kilitlendi. O kadar sessizdi ki, zincirin sesi büyük bir
yankıyla duyuldu bomboş ve ölüm sessizliğinin olduğu koridorda. Bütün duyguları
donduran bir ses, bir yankılanmaydı bu… Kulakları sağır edercesine beyni uğuldadı…
Kimler yoktu ki? Şehrin en zengini buradaydı. Bak
işte şu da şehri yıllarca yönetmiş olan kişi. Sağlığında kapısından içeri
girmek için bin bir uğraş verilen de burada; üstelik yalnız. Kapısını bekleyen
nöbetçiler, hizmetliler de yok. Şu da en fakirlerden biriydi. Muhtaçtı; kendine
verilenlerle idare ederdi. Hele şurada yatan var ya; kimseyi beğenmez, burnundan
kıl aldırmazdı. Bak hepsi burada, birlikte toprağın bağrında…