Metin Kutusu: Yazarı :
Kitap Tasarımı :
Tashih : 
Kapak Tasarımı :
Baskı :
Baskı Yeri ve Yılı :
 
ISBN     
 
 
 
 
Adres :
 
 
Telefon :
 
Faks :

Metin Kutusu: Duran Çetin
Osman Arpaçukuru
Beka Yayıncılık 
Ahmet Mayalı
Kilim Matbaacılık
İstanbul, Ekim 2005
 
975-93751-5-X
 
 
 
 
BEKA YAYINLARI
Çatalçeşme Sok. Üretmen Han No: 18 
Cağaloğlu – İstanbul
0212 512 51 66 
0212 512 45 43
0212 512 51 66

 

Portakal

Kızım

Duran Çetin

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DURAN ÇETİN:

Konya’nın Çumra ilçesine bağlı Apasaraycık köyünde 1964 yılında doğdu. İlkokulu köyünde, orta öğrenimini Çumra’da tamamladı. Üniversiteyi 1986 yılında Konya’da bitirdi. Aynı yıl Eskişehir’e bağlı Sarıcakaya ilçesinde başladığı öğretmenliğe, Turhal, Kulu ve Çumra’da uzun yıllar de­vam etti. Hâlen Konya’da öğretmen­liğini sürdürmektedir. Evli ve iki çocuk babası olan yazar, öykü ve roman çalış­malarına devam etmektedir.

Anadolu’nun kavurucu yazından ve dondurucu kışından, dahası sımsıcak ve yanık bağırlı insanlarından kareler bula­cağınız, anlamlı, gerçekçi ve çocuksu duyguları yaşayacağı­nız, gençlik yıllarınıza döneceğiniz hikâyelere imza atan yazar, hayatı her yönüyle yansıttığı eserlerinde, Anadolu’nun sıcacık sesi olma yolundadaki çabalarını sürdürüyor.

Her kesimden insanımızın dertlerini, kültür ve yaşam biçimlerini işleyerek, okuyucuyla bütünleştirme düşüncesiyle romanlarını yazmaya ve yayınlamaya devam etmektedir.

Okurken heyecanlanacağınız, üzüleceğiniz, duygulanacağınız; içinde kendinizi bulacağınız, gerçeklerle yüzleşeceğiniz, yaptıklarınızı sorgulayacağınız, anne-baba ve komşuluk hakkının nasıl olması gerektiğini, en açık, acıklı ve gerçeklerden hareketle işlediği Portakal Kızım isimli roman, yazarın yayınlanmış altıncı eseridir.

www.durancetin.com   E-mail: durancetin@hotmail.com

Yayınlanmış eserleri:

1. Bir Kucak Sevgi (Hikâye) –Enes Kitap Sarayı-

2. Güller Solmasın (Hi­kâye) –Kitap Dünyası Yay-

3. Bir Adım Ötesi  (Roman) –Beka Yayınları-

4. Kırmızı Kardelenler (Hikâye) –Beka Yayınları-

5. Yolun Sonu  (Roman) –Beka Yayınları-

6. Portakal Kızım (Roman) –Beka Yayınları-

        

 


 

 

 

 

KARAKOL

 

 

Israrla çalan telefona gidip gitmeme konusunda kararsızlık içinde, kaynanasının karşı komşularda olmasına kızdı. “Eğer evde olsaydı şimdi telefona bakardı. Ben de televizyondaki filmi izlemeye devam ederdim”, diye iç geçirdi.

Kaynanasını oldum olası sevmezdi. Onun evdeki varlığından rahatsızlık duyduğu her konuşmasında ve her davranışında görülürdü. Evden çıkıp gitse, bir daha hiç dönmese, ne kadar da güzel olacaktı!

Telefon susmak bilmiyordu. Şimdi susar düşüncesiyle gitmemeyi düşündü. Koltuğa şöyle bir yaslandı. Elindeki sigarasını kül tablasına bıraktı. Önündeki kahve fincanına kaydı gözleri. “Bitmiş” dedi kendi kendine. Sigarasını tekrar ağzına götürdüğünde ayağa kalkmış telefona doğru yürüyordu.

Telefonun ahizesini kulağına götürdüğünde bütün kızgınlığını kusarcasına sert bir ifadeyle bağırdı:

-Alo!

Karşıdan gelen sesteki karamsarlık kulağında yankılandı:

-Okan Parlak’ın evi mi?

-Evet.

-Ben polis memuru Metin, karakoldan arıyorum.

Biraz önceki kızgınlığın yerini telaş ve sıkıntı almıştı. Aklından onlarca düşünce bir yıldırım hızıyla geçiverdi. Hepsi de oğlu Okan üzerineydi. “Yoksa” ile sıraladığı olasılıkların hepsi de can sıkıcıydı ve aile şerefini iki paralık edecek cinstendi.

Oğlu bir taneydi gözünde. Ondan daha akıllısı, daha güzeli, daha yakışıklısı, daha beceriklisi, daha saygılısı… Olamazdı. Çünkü o biricik evladıydı. İlk göz ağrısı denirdi ya; işte öyle.

Hayatı onunla farklılaşmıştı. Kendince çok da iyi yetiştirmişti. Özel okullarda okutmuş, bir dediğini iki etmemişti. Kimsede yokken ona alınmıştı akülü araba, markalı elbiseler, çocuk odası takımları; üstelik en pahalısından ya da paha biçilemeyeninden.

Bir anda bütün düşüncelerinden sıyrılarak elindeki ahizeyi kırmak istercesine sıkıştırdı. Telaş ve heyecanın döküldüğü titreyen sesiyle sordu:

-Ne oldu?

-Kiminle görüşüyorum?

-Ben Okan’ın annesi Nebahat Parlak.

-İyi o zaman. Oğlunuz şu anda karakolda.

-Ne yapmış, suç mu işlemiş?

Yok, yok olamaz. Nebahat hanımın oğlu suç işleyemezdi. Karakollara hiç düşemezdi. Bunda bir yanlışlık olmalıydı.

Hiç duymak istemediği halde, karşıdaki polis memurundan cevabını bekledi.

-Evet. Kavga etmişler.

-Kavga mı? Diyerek tekrarladı ahizeden duyulan cümleyi.

Yıkılmıştı belki ama oğlu karakoldaydı. Şimdi bunun sırası değildi. Çocuğunu görmek istedi içindeki keskinleşmiş duygularla.

-Tamam, hemen geliyorum. Hangi karakol?

Polisten aldığı cevapla ne yapması gerektiğini pek düşünmeden kapıya doğru yöneldi. Kapının arkasındaki portmantodan ceketini alıp kapıyı çekti. Koşar adımlarla asansöre yöneldi. Komşularından biri Nebahat hanımdaki telaşı görünce seslendi:

-Nebahat hanım Hayırdır? Ne oldu, bir yaramazlık mı var?

Nebahat Hanım bir an bocaladı. Gerçeği söylese rezil olacaktı. El alem ne derdi sonra?  Koskocaman Parlak ailesinin biricik oğlu Okan… Olmamalıydı. Geçiştirmek için cevap verdi,  biraz önce meraklı komşusunun sorduğu soruya:

-Yok bir şey. Bir yere kadar gidip geleceğim.

-Ne bu telaş o zaman?

Bu çok samimi olduğu arkadaşıydı. Birlikte eğlentilere katılırlar, birlikte partiler düzenlerlerdi. Birlikte neler yapmazlardı ki?

İçinden “sana ne!”, demek geçti ama diyemedi. Söylenmeye devam etti kısa süre. “Amma meraklısın be! Kendi işine baksana sen suratsız kadın! Her şeye burnunu sokuyorsun…”

Bütün duygularını bir kenara bırakıp makul cevap vermeye çalıştı. Zira her gün yüz yüze bakacaktı. Sonra onun karizması daha güçlüydü. Onu dışlamak ya da kötü söz söylemek guruptaki diğer arkadaşları yanındaki kendi itibarını zedeleyebilirdi.

-Beni bekliyorlar da!

-Kim ayol bu saatte?

Bir kez daha kızdı. İçinden “sana ne be kadın, kimse kim”,  dedi.

-Şinasi bekliyor.

-İyi bekletme bari! Alış veriş herhalde.

Kurtulacağı cevabı bulmuştu:

-Evet alış veriş.

Asansörde rahat bir nefes aldı. Az farkla kurtulmuştu. Duyurmadan apartmanı çıkmıştı. Maazallah bir duyulsa; arkadaşlarını yüzüne nasıl bakacaktı?

* * *

Yoldan geçen bir taksiyi çevirdi. Sağ arka kapıdan içeri bindiği gibi taksicinin sormasına bile fırsat vermeden:

-Gülbahçe polis karakolu, dedi.

Taksici dikiz aynasından kendisine, nereye gideceğini söyleyen kadına baktı. Rengi atmıştı. Dalgınlığı yüzünden dökülüyordu. Müşterinin sıkıntısı olduğu her halinden belli oluyordu.

-Çabuk! Biraz daha çabuk, sözleri ağzından dökülürken gözleri dalgınlaştı. Karakolda karşılaşacağı manzarayı canlandırdı gözlerinde.

-Peki abla! Diye cevap veren taksici, konuşmaya ihtiyacının olabileceğini düşünerek:

-İnşallah kötü bir durum yoktur, dedi.

Nebahat Hanım bütün hıncını taksiciden çıkartmak istercesine bağırdı:

-Sen işine bak!

Taksici kimdi ki? Koskocaman Nebahat Hanıma soru soruyordu. O bir taksici parçasıydı. Parasını öder istediği yere götürmesini isterdi, o kadar. O kimdi ki?

Nebahat hanımın kibri burnundaydı. Kendini beğenmiş tavrıyla:

-Daha çabuk! Dedi.

Taksici artık cevap vermedi. Konuştuğuna konuşacağına bin pişman olmuştu.

Kendi kendine kızdı: “Sana ne be oğlum! Sana emredileni yap. Senin neyine onun bunun derdi. Sen, bunların gözünde altı üstü bir taksici parçasısın… ”

Karakolun önüne gelinceye kadar hiç konuşmadılar. Kadın burnundan soluyordu adeta. Karakolun önüne geldiğinde hışımla taksinin kapısını açtı. Adımını dışarı attığında geri dönüp taksimetreye baktı göz ucuyla.

Aşağı indiğinde çantasını açtı. Cüzdanından çıkardığı parayı camdan taksiciye uzattı. Taksici üstünü vermek için uğraşırken yine aynı tavırla:

-Üstü kalsın! Diyerek koşar adımlarla oradan uzaklaştı.

Taksicinin paranın üstünü almak istemediği tavrından belliydi. Kendini küçük gören birinin verdiği bahşişe ihtiyacı olmadığını düşündü ve arkasından bağırdı:

-Bayan! Hanımefendi!

Nebahat Hanım arkasına bile bakmadan karşı tarafa çoktan geçmişti.

Taksicinin kızgınlığı diline yansıdı:

-Böyle kibirli, kendini beğenmiş birinin bahşişini çocuklarıma yedirmemeliyim, diyerek yürüdü.

Kafası karmakarışık bir şekilde yoluna devam etti. Bunca yıllık taksicilik hayatında hiç bu kadar aşağılandığını, azarlandığını hatırlayamadı. Çok zoruna gitmişti. Kadının azarlaması o kadar çok içine işledi ki, kadının fotoğrafını nefret çerçevesine oturtarak hafızasına kazıdı.

Ani bir kararla durdu. Yolun kenarında mendil satan çelimsiz, cılız, küçük yüzünde güneş yanığı esmer bir çocuğa bağırdı:

-Oğlum baksana!

Mendil alacağını düşünüp koşarak gelen çocuğa, azımsanamayacak kadar çok olan kadının bıraktığı bahşişi uzattı:

-Al hepsi senin.

Çocuk duyduklarına inanamadı: 

-Mendillerini al ağabey!

Hareket etmiş olan taksicinin:

-İstemez, onları sat. Oldu mu? Sözü kaldı geride.

Mendil satan çocuk,  olup bitenleri anlamaya çalışırken gözlerinde oluşan mutluluk ve sevinç parıltıları görülmeye değerdi doğrusu.

İnsanların gönlünü almak, onları sevindirmek ne kadar kolay ve ne kadar da güzeldi!

* * *

Nebahat Hanım hışımla karakolun kapısından içeri girdiğinde nöbetçi memur durdurdu:

-Buyurun efendim!

Kadın adeta burnundan soluyordu. Nefes nefese:

-Ben içerdeki Okan’ın annesiyim. Telefon edilmişti biraz önce.

-Siz bekleyin biraz.

Salondaki koltuklardan birine oturdu. Beklerken gözleri oğlunu aradı. Görünürde hiçbir şey yoktu. Sükûnet hâkimdi salon ve koridora.

Karakol amirinin odasından çıkan memur doğruca Nebahat hanımın yanına geldi:

-Buyurun içeri geçin. Amirim sizi bekliyor.

Nezaket olsun düşüncesiyle:

-Teşekkür ederim, dedi.

Kalktı ve doğruca amirin odasına girdi. Masanın arkasındaki koltukta oturan karakol amiri, döner koltuğunda bir sağa bir sola dönüp içeri giren bayana baktı:

-Buyurun şöyle oturun, dedi eliyle işaret ederek.

Nebahat Hanım biraz önce yaptığı gibi, teşekkür ederek oturdu gösterilen yere. Amirin söyleyeceği söze dikkat kesildi:

-Annesiymişsiniz!

-Evet. Okan’ın annesiyim. Adım Nebahat.

-Bakın hanımefendi! Bunlar, her ne kadar da genç olsalar hâlâ çocuk. Çocuklarımıza sahip çıkmak gerekir. Başıboş bırakılan gençler ve çocuklar hata yapabilir ve bu konuda ısrarcı da olabilirler. Takip edilmeleri ve kontrol altında olmaları daha dikkatli davranmalarına sebep olacaktır…

Nebahat Hanım komiserin konuşmaları arasında daldı gitti. Esas merak ettiği Okan’a ne olduğuydu. Ama komiser bundan hiç bahsetmiyordu. Bu da Nebahat hanımın canını sıkıyordu.

Komiser konuşmasına biraz ara verince, Nebahat hanım hemen söze daldı:

-Ne olmuş, ne yapmış komiserim?

-Bir kavga olayı.

-Neden kavga etmişler?

-Biraz karışık bir durum; kız meselesi, artı bira da içmişler.

Bu olaylar Nebahat hanıma sıradan gelebilirdi. Zira alışık olduğu bir durumdu. Şinasi Bey hemen hemen her akşam keyfince demlenmeyi alışkanlık haline getirmişti. Hatta ara sıra Nebahat hanıma da karşılıklı içme teklifinde bulunurdu. Karşılıklı oturup içtikleri azımsanmayacak kadar çoktu.

Komiser, koltuğunun arkasındaki zile bastı. Aynı anda kapıda biten polis memuruna:

-Okan’ı getirin, dedi.

Az sonra Okan kapıdan içeri girdi. Kapının hemen önünde, ellerini ovuşturarak, suçlu olduğunu kabul eden bir tavırla başı öne eğilmiş bir şekilde dikildi.

Gözünün altından birkaç kez kaçamak bakışlarla, annesini kontrol etti.

Okan’ın derdi elbette annesi değildi. Annesinin çok şey söylemeyeceğini tahmin ediyordu. Komiserin söyleyeceklerinden çekiniyordu. Bu ilk değildi. Birkaç kez getirilmişti buraya. O zaman söz vererek yırtmıştı. Ailesine duyurmamıştı. Ya şimdi komiser bunları da söylerse, düşüncesi masum bir tavırla verilecek kararı beklemesine sebep olmuştu. İşte o yüzden bu kadar sessiz ve mahcuptu.

Komiser sanki Okan’ın düşüncelerini okumuş gibi hemen konuya girdi:

-Ee Okan bu senin kaçıncı söz verişin. Şimdi yine karşımdasın. Hani geçen gün son demiştin?

Nebahat Hanım neye uğradığını şaşırdı. Şaşkın ve anlamsız yüz ifadesiyle bir oğlu Okan’a bir komisere baktı.

Komiser konuşmasına devam etti:

-Nebahat Hanım tabi sizin bunlardan da haberiniz yok.

-Evet ilk defa zannediyordum.

-Değil defalarca. Sanki organize suç örgütü gibiler.

Nebahat Hanım oğluna döndü:

-Bunları nasıl yaparsın sen?

Okan hiçbir cevap vermeden öylece kaldı. Komiserin daha başka şeyler söylemesinden çekindi.

Komiser nasihat etme düşüncesiyle konuşmaya başladı:

-Hanımefendi bakınız! Bunlar bizim çocuklarımız. Her gün onlarca insanın öldüğünü veya öldürüldüğünü televizyon ekranlarından öğreniyoruz. Kavgalara bıçak karıştığını veya silah bulaştığını düşünün. Allah korusun oğlunuz bıçaklansa; sonucu ne olur? Düşüncesi bile insanın dudaklarını uçuklatır. Bu açıdan oğlunuza sahip çıkın. Onunla ilgilenin. Onu yalnız bırakmayın…

Nebahat Hanım komiserin sözlerinden rahatsız olmuştu. Yapacak bir şeyi olmadığı için susup dinlemişti. Yoksa Nebahat Hanım çocuğuna nasıl davranacağını komiserden mi öğrenecekti?

Aslında komiserin doğru söylediği kanaatine tam yaklaşıyordu ki, gururu eski düşüncelerine geri dönmesini sağladı. Öyle ya: onlar çok zengindi. Her dedikleri yapılırdı. Kendileri eşsiz değerdeydi… Oğlu da öyle, bu dünyaya bir daha mı gelecekti sanki? Varlıklıydı, gezip eğlenmesi, gününü gün etmesi en tabii hakkıydı.

Komiser konuştukça konuştu. Çocukların nasıl yetiştirilmesi gerektiğinden başlayıp eğitim sistemindeki aksaklıklara kadar…

Konuşmasını şöyle toparladı:

-Bu ülkenin geleceği onlar. Onlar bizim her şeyimiz. Onları ne kadar kültürlü ve donanımlı yetiştirirsek, geleceğimiz o kadar garanti altına alınmış olur. Huzurlu bir ortamın oluşması için; anne babasına bağlı, büyüğüne saygılı, küçüğünü seven nesiller yetiştirmek zorundayız. Burada en büyük görev ailelere düşmektedir. Bunu asla unutmayalım…

Nebahat Hanım, içinden komiserin söylediklerine tahammülsüzlüğünü ortaya koydu:

-Amma uzattın ha! Sen komiser misin, cami hocası mı? Nasihat veriyorsun.

Nebahat Hanımın düşüncesine göre bu tür nasihatler camideki görevli imamların işiydi. Gerçi cami görevlilerinin nasihati karşısında da burun kıvırıp, “seninle mi biliyoruz?”, diyecekti ama olsun.

Nebahat Hanım, komiser’in konuşmasının bitmesini bekledi.

Komiser’in son sözleri şöyle oldu:

-Bakın Nebahat Hanım! Oğlunuzu size teslim ediyorum. Bu son olsun. Bundan sonra buraya gelmemesi gerekiyor.

-Elbette Komiser Bey! Bundan sonra gelmeyecek.

Komiser Okan’a döndü:

-Anlaştık mı Okan Bey! Dedi.

Okan yine sessiz kaldı. Ne diyecekti ki? Daha önce de söz vermişti ama işte yine sözünde durmamış ve komiserin huzurundaydı. Başı önde elleri birbirine bağlı şekilde bekliyordu.

-Tamam, gidebilirsiniz artık.

Nebahat Hanım ayağa kalktı. Sahte gülücüklerle komisere döndü:

-Çok teşekkür ederim beyefendi! Dedi.

Sonra da eliyle Okan’ı dürttü:

-Yürü! Diyerek oğluna olan kızgınlığını ifade etti.

Birlikte karakoldan çıktılar. Caddeye ilk adımıyla birlikte:

-Oh be! Bu sefer de yırttık. Dışarıda hayat var hayat, diyerek parmaklarıyla jöle sıvalı saçlarını taradı. Blucinini düzeltti hafifçe. Kendine çeki düzen verdi.

Annesi sessizliğini koruyordu. İç dünyasında kararsızlık yaşıyordu. Kızmalı mıydı? Ne yapmalıydı?

Kendi kendine düşündü:

“Bu çocuğa fazla yüz verdik herhalde. Ah Şinasi ah! Hep senin yüzünden. Bu çocuğu hep sen şımarttın. Serbest bıraktın, çok serbest. Bana da söz söyletmedin. Zaman zaman bu yaptığımızın yanlışlığını düşündüm ama sen okumuş adamsın, diye senin söylediklerinin daha doğru olduğunu kabullendim…”

Ani bir kararla oğluna bağırdı:

-Sen hiç düşünmüyor musun? Aileni, kendini, komşularımıza karşı dururumuzu…

Okan bu çıkış karşısında şaşırdı. İlk önce ne diyeceğini bilemedi. Sonra durumu yumuşatmak için işi gırgıra verdi:

-Bırak anne ya! Ne yapmışım da sanki? Altı üstü ufak bir kavga.

-Millete ne diyeceğiz şimdi?

-Ne milleti ya! Milletten bize ne? Ya da benim durumum onları neden ilgilendiriyor?

-Aile şerefimiz oğlum!

-Boş ver bunları anne ya!

Nebahat Hanım yine sustu. Biraz kahırlandı oğluna karşı. Her istediğinin yapıldığını hatırlattı:

-Şimdiye kadar ne istediysen yaptık. Senin durumuna bak bizi hiç düşünmeden serserilerin yaptığını yapıyorsun. Geleceğini ve geleceğimizi hiç düşünmüyorsun…

-Anne! Sen bana serseri mi demek istiyorsun?

-Hayır.

-O zaman?

-Senin okuyup kariyer sahibi olman gerekirken yaptığın işler beni kızdırıyor. Şimdiye kadar sana bir şey dedik mi? Bir dediğini iki ettik mi? Elindeki imkânları iyi değerlendirmiyorsun.

-Teessüf ederim anne. Biricik oğlun Okan’a dediklerine bak!

-Kızdım çok kızdım. Belki de kırıldım. Beyefendiyi karakollarda buluyoruz. Bu günleri göreceğimi hiç düşünemezdim.

-Okan annesinin kırıldığının farkına vardığında susmayı tercih etti. Çünkü en büyük destekçisi annesiydi. Onun desteğini kaybetmek istemedi. Onun desteğini kaybetmektense hakaretlerini dinlemek daha güzeldi.

Bekledikleri taksi geldiği için konuşmaları kesildi. Taksiyle evlerine doğru hareket ettiler.

-Arabayla neden gelmedin anne?

-Telaştan ne yaptığımı biliyor muydum? Dedi donuk bir sesle.

Yine sukut devam etti yol boyunca.

Apartmanın önüne geldiklerinde Nebahat Hanım ne yapması gerektiğini düşündü. Komşularının kendilerini görmesinden çekindi. Zaten evden çıkarken komşuları Nurdan Hanım bir dizi sorguya çekmişti. Ancak Şinasi Beyle alış verişe çıktığını söyleyerek kurtulmuştu ondan. Yine Nurdan Hanımla karşılaşmaları halinde ne diyeceğinin sıkıntısı içini daralttı. Kendi kendine:

-Bunlar komşu değil, sorgu memuru, dedi.

Sonra da Okan’a döndü:

-Bunlar hep senin yüzünden, diyerek hışımla ana kapıdan içeri daldı.

Okan annesinin sözlerine bir anlam vermede zorlandı. Annesinin arkasından adımlarını sıklaştırdı.

-Anne! Dedi.

Annesi, kahrını ortaya koyarcasına cevap vermedi.

Hızlı adımlarla asansöre bindi, arkasından da Okan. Komşulardan biriyle karşılaşmamayı ne kadar çok istiyordu. Zaten canı sıkılmış, morali bozulmuştu. Şimdi bir de başkasıyla uğraşamazdı.

Altıncı kata geldiklerinde önce Nebahat Hanım asansörün kapısından koridoru kolaçan etti. Kimseler görünmüyordu. Hızlıca evlerinin kapısına yürüdü. Arkasından da Okan yürüdü aynı hızla.

Nebahat Hanım evin kapısından içeri girdiğinde bir “oh” çekti. Doğruca mutfağa geçti. Kendisine bir bardak meyve suyu doldurdu. Salona geldiğinde oğlu Okan müzik kanalının birinden yüksek sesle klip seyrediyordu. Nebahat Hanım küplere bindi. Kızgınlığını gizlemedi:

-Şu haline bak! Hiçbir şey umurunda değil.

-Ne yapayım anne?

-Ne kadar rahatsın böyle?

-…

-Şimdi baban gelecek ne diyeceğiz? Kızacak, bağıracak…

-Boş ver sen onu.

-Ne dedin sen?

-Babam bir şey demez?

-Neden demesin ki?

-Babam ben ne yapsam kızmaz. Şimdiye kadar kızdığını hiç gördün mü bana?

İçinden “haklısın”, dedi. Zaten bütün bunlar babanızın marifeti, diye söylendi. Sonra da can sıkıntısını giderecek bir yol aradığını ifade eden, daha önce yapmadığı davranışları yapmaya başladı. Durdu duramadı, oturduğu yerden kalktı. Pencerenin önüne geldi. Başını sağa sola salladı birkaç kez. Sonra da:

-O da sana benziyor işte! Akşam oldu hâlâ yok. Bu kız nerelerde? Onun da başına bir şey gelmesin.

-Aman anne ya! Çok uzattın ama. Üfff!

-Sizden artık hepsi beklenir.

Okan annesinin serzenişlerini sessizce dinledi.

-Bu kızın nereye gideceğini biliyor musun?

-Ne bileyim, arkadaşına uğrayacağını söylemişti.

Bir tane sigara yaktı. Ana caddeye bakan balkona çıktı. Her zamanki oturduğu sandalyesine oturdu. Öylece daldı gitti akşamın yoğunluğu içindeki koşuşturmalar arasında.

Caddenin görüntüsü muhteşemdi. Sanki belediyeler sadece bu caddeye yatırım yapmışlardı. Bu ne bakım, bu ne temizlik! Her yer pırıl pırıldı.

Caddeyi ikiye bölen refüjlerin boydan boya yemyeşil ağaçlarla bezeli oluşunu, ifade edecek kelimeler insanı başka âlemlere alıp götürüyordu. Çeşit çeşit çiçek ve güllerle bezeli bu cadde şehrin en makbul ve meşhur yeriydi. Buralarda bir ev sahibi olabilmek için insanlar nelerini vermezlerdi ki? Öyle herkes oturamazdı buralarda. Çok alımlıydı ve çok pahalı. Niceleri burada bir ev sahibi olmak için hayal kurardı. Bütün ünlü mağazalar, dinlenme yerleri, alış veriş mağazaları bu civardaydı. Ya da buradan geçilirdi oralara gidebilmek için. “Şehrin merkezi benim”, diye haykırıyordu ihtişamıyla…

* * *

Nebahat Hanım bu eve nasıl sahip olduklarını hatırladı birden. Zar zor geçindikleri bir dönemde ahbapları olan Yahya Bey, defalarca evlerine gelip gitmişti. Yahya Bey o zamanlarda bu kooperatifi kurmuş üye kaydı yapıyordu. Bir akşam Şinasi Bey’in evine gelmişti akşam çayı için:

-Ya Şinasi! Ben seni severim. Şurada bir dostluğumuz da var. Şu kooperatife gir de bir ev sahibi ol.

-Giremem Yahya! Sen de biliyorsun. Zar zor geçiniyoruz.

-Öyle ama buralar yarın şehrin en önemli merkezi olacak. Bu fırsatı kaçırma.

-Ne yapalım?

-Sen şimdilik birkaç ay aidat öde, sonrasında bakarız.

-Nasıl yani?

-Nasılı falan yok. Burası çok pahalı, öyle herkes giremez. Aidatlar çok yüksek.  

-Eee?

-İlk kongre de seni de yönetime alırız. Sonrasını merak etme. Nasıl olsa sen hesap kitaptan anlarsın.

Şinasi Bey kendine yapılan teklifi anlamıştı çoktan. Arkadaşı Yahya Beyin nasıl birisi olduğu noktasında yeterince bilgiye sahipti. Hakkında söylenenleri de biliyordu. Yıllardır yapmış olduğu işler sebebiyle nasıl malı götürdüğünü bilmeyen yoktu. Şinasi Bey kendisi hakkında neler söylenebileceği konusunda biraz düşündü.

-Tamam, sen beni her zaman düşünürsün zaten.

-Şinasi! Sen benim dostumsun.

-Sağ ol. Biliyorum.

-…

* * *

Nebahat Hanım, kalabalığın akıp gittiği caddenin alıp götürdüğü dünyadan geri geldiğinde, elindeki sigaranın sonuna geldiğini gördü. Balkondaki kahvesini yudumladığı sehpanın üzerindeki billur kül tablasına sigarasını bastı. Birkaç derin nefes aldı.

Gözleri bir kuş gibi süzülüp alçalan uçağa kaydı. Nasılda salınıyordu öyle. Akşamın bu ilk zamanında hava alanında kendilerini hasretle bekleyen yakınlarına, yolcuları yetiştirme telaşıydı bu nazlı salınış. Her gün yine aynı saatte aynı yerden aynı şekilde hava alanına yaklaşıyor ve bir süre sonra iniyordu.

Nebahat Hanım bu manzarayı çok severdi. Akşamla birlikte dağların arkasında kalan güneşten süzülen huzmeler, uçağı altın sarısı, göz alıcı kızılımsı renge dönüştürüyordu. Ne kadar da alımlı hâle geliyordu. Bakanları kendine çeken gizemli bir görüntüydü bu.

Nebahat Hanım bir anda kendini başka dünyalara götürdüğünü düşündü. Uçağın inişinden sonra caddeye uzanan gözleri, apartmanın önündeki arkadaşlarıyla ayaküstü konuşan kızına kaydı. Sapsarı elbisesinden tanıdı kızını. Aslında bu elbiseyi giymesini hiç istemezdi. Kızına söz dinletemediği için çaresiz boyun eğiyordu. Bir çuval da para dökmüşlerdi bu elbiseye. Değmezdi aslında; sapsarı bir elbise.

Kızına ne diyeceğini düşündü. Düşüncesi başka mecralara kaydı. Bugün kendini bir türlü toplayamıyordu.

Zaman zaman bu çocuklara bir çeki düzen verilmesi gerektiği aklına geliyor, yapacağı bir şey olmadığını düşünerek, düşüncesinden sıyrılıyordu.

Ne diyebilirdi ki? Dizginler elinden çıkıp gitmişti. O bir laf söylese; kızı beş katını sıralayıverirdi.

Aşağıda konuşan kızını apartmanın büyük kapısından içeri girdiğini görünce sinirleri depreşti. Bağırıp çağıracak Okan’ın hıncını kızdan çıkaracaktı. Söyleyeceklerini düşündü.

Kapının kanarya sesli zili çaldı birkaç defa. İçinden “Açsana be kız! Anahtarın var işte”, dedi. Bu arada kapı açılmıştı. Odadan televizyondaki müzik sesi dışarı taşıyordu. Şimdi yanıma gelecek düşüncesiyle gözleri balkondan aşağıda, kulakları balkon kapısından gelecek bir seste öylece bekledi.

Balkon kapısından seslenen Burcu:

-Anne! Dedi.

Nebahat Hanım hiç cevap vermedi. Hatta dönüp bakmadı bile.

Kız balkona çıkıp annesinin yanına kadar vardı.

-Anne! Dedi ikinci kez.

Annesi yine cevap vermedi.

-Ne oldu? Neden bakmıyorsun?

Annesi içindekileri boşaltmak istercesine kızına döndü:

-Ne dememi bekliyorsun hanımefendi? Akşam olmuş küçük hanım ortalıkta yok. Benim sizden çektiğim ne? Siz ne biçim evlatsınız? Yazıklar olsun verdiğim emeklere!

Kız olanlara bir anlam veremedi. Ne diyeceğini şaşırdı. Annesi pek böyle davranmazdı. Bu gün farklılık olduğu muhakkaktı. Sustu ve balkonun köşesindeki sandalyeye oturdu. Ellerini balkonun demirlerine, yüzünü de ellerinin üzerine yasladı. Öylece kaldı uzun bir süre. Caddede akan trafiğin işleyişini seyretti anlamsızca.

Annesinin yumuşamış sesini duymayı bekledi. Biliyordu ki, annesi birazdan kendine güzel şeyler söyleyecekti. Olmadı. Annesi hiçi bir şey söylemedi.

Kız annesinin yüzüne baktı:

-Anneciğim, dedi.

Annesi yumuşamayan yüzüyle kızına döndü:

-Ne var? Dedi sert bir şekilde.

-Neden böyle davranıyorsun benim dünyalar güzeli tatlı annem?

Bu sözler Nebahat Hanımı yumuşatmışa benziyordu.

-Burcu! Fazla üzerime gelme. Sinirliyim.

-Sana ne oldu böyle? Böyle davranmazdın hiç.

-Sen neredesin bu vakte kadar?

-Arkadaşlarla beraberdim.

-Ne yaptınız?

Nebahat Hanımın aklına nerede olduğunu sormak yeni gelmişti herhalde ki, ısrarla tekrarladı sorusunu:

-Nereleri geziyorsunuz söyle bana! Bundan sonra benim haberim olmadan hiçbir yere çıkmayacaksın.

-Anne neler diyorsun sen? Sana ne oldu böyle? Bu konuşan sen misin?

-Evet benim. Bundan sonra böyle olacak. Böyle olmazsa sonucunu gördük; abin.

-Ne olmuş abime?

Nebahat Hanımım gözleri nemlendi. Hiç böyle davranmazdı. Okan’ın yaptıkları onu değiştirmişe benziyordu. Ya da şimdiye kadar gizlediği duygularını açığa çıkarıyordu. Rahatsızlık duyduğu kesindi ve gün gibi ortadaydı.

İçinde bulunduğu sıkıntıdan kurtulma isteğiyle olsa gerek, anlatmaya başladı:

-Bu gün karakoldan getirdim.

-Karakol mu?

-Evet kavgaya karışmış.

-Yine o, Deren denen kızdır.

-Bilmem.

-Ee, nasıl olmuş?

Nebahat Hanım, kızı Burcu’nun sorusunun cevabını o gün yaşadıklarını anlatarak verdi.


 

 

 

 

DEREN

 

 

Burcu, abisinin arkasından koştuğu kızı biliyordu. Aynı okulda olmaları, onu yakından tanımasına sebep olmuştu. Hiç hoşlanmaz, bulunduğu ortamlardan haz etmezdi.

Abisinin bu kızda ne bulduğunu bir türlü anlamamıştı zaten. Bunu defalarca abisine söylemişti. Abisi Okan’ın kendisine makul ve mantıklı hiçbir cevabı olmamıştı. Deren’in kendine çok zararlar getireceğini kaç defa söylediğini hatırlayamadı. Okan’ın cevabı çoğu zaman çok kırıcı ve uzaklaştırıcı olmuştu:

-Sana ne kızım? Sen kendi işine bak!

Abisi uçuk düşünceli, çocuksu davranışları ve deli dolu hayatı sebebiyle söylenenlere kulak asmadığı gibi, gün geçtikçe yanlışlıklar yapmaya devam etmişti.

Birden ortam değişmiş anne kız diyaloğu konuşmanın rengini başka yönlere kaydırmıştı.

Nebahat Hanım, biraz önce söylediklerini unutmuş gibi Burcu’ya sorular sordu:

-Kim bu kız?

-Bizim okulda.

-Nasıl biri?

-Çok güzel bir kız. Hakkını vermek lazım; her şeyi yerinde, sarı saçlı. Saçlar kıvır kıvır, sanki perma yaptırmış gibi. Hele ela gözleri yok mu? Çok güzel bakışları var. Kirpikleri uzun uzun. Boy bos harika, endam yürüyüşü yerinde… Okuldaki erkeklerin birçoğu kıza bakıp peşinden koşturuyor. Kendisi de peşinden koşulmasını çok istiyor. Herkese mavi boncuk dağıtıyor. Kendisi için yarışa girilmesinden inanılmaz zevk duyuyor. Hatta kendisi için çekişme olmadığı, sakin geçen zamanlar da bile bir bahane ile erkekleri birbirine düşürüyor… Yakında bu kız yüzünden büyük olaylar olacak, bak göreceksin!

-Çocuklar da peşinden koşmasın. Bunlarda hiç akıl yok mu?

-En başta senin oğlun. Ona sor bakalım aklı var mı, yok mu?

-Okuldaki idareciler bunu, bu olayları bilmiyor mu?

-Biliyor ama, sonuç değişmiyor. Biz de bir şey anlamıyoruz. Babasının bol miktarda okula yardım ettiği söyleniyor…

Burcu’nun anlattıkları karşısında, Nebahat Hanımın Deren’e olan kızgınlığı daha da arttı. Neredeyse gidip boğazını sıkası geldi. Biricik oğluyla böyle nasıl oynayabilirdi ki? Buna izin vermemeliydi. Oğluyla oturup konuşmalı, gerekirse Deren ile karşılıklı görüşmeliydi.

Nebahat Hanım için kimin kızı olduğu da çok önemliydi? Bu merakla sordu:

-Kimin kızı bu?

-Babası çok zengin. Okula bile kendisinin süper lüks arabasıyla gelip gidiyor. Müteahhitmiş babası. Hani şu geçen gün televizyondaki konuşan adam var ya! İnşaatlarda eksik malzeme kullandığı iddiasıyla konuşmuştu.

-Evet hatırladım. Onlar gerçekten sınırsız zenginmiş, geçen gün Nurdan Hanım söylemişti.

Nebahat Hanımın biraz önceki duyguları, babasını öğrendikten sonra tamamen yok oldu. Yumuşadı, sempati duymaya başladı Deren’e karşı.

Kendisi için para, mal, mülk ve zenginlik çok önemliydi. Deren gelinleri olursa; gelsin paralar, gitsin arabalar. Gerçi bunlara ihtiyaçları da yoktu. Kendileri de en seçkin yerde oturuyor, iki tane son model arabaları vardı. Bu zenginlik Şinasi Beyin ince işleri sebebiyle katlanarak artıyordu. Ama ününe ün, şanına şan katmak da vardı işin içinde. Bütün kızgınlığı yok oldu. Kafasında yeni dünceler oluştu.

Nebahat Hanım bir arkeolog titizliğiyle sordu:

-Bunun hiç iyi yönü yok mu?

-Kimin?

-Deren’den bahsediyoruz Burcu!

-Anne ne oldu? Kafanda yine hangi planlar var?

-Ne planı kızım? Konuşuyoruz işte.

-Etrafındaki yardakçılarından başka seveni yok. Kendini sevdirecek bir davranışı yok ki. Bahsedilmeye değer yönü; sadece güzelliği, o kadar.

Zorlu geçen bir günün arkasından bu konuşma kendine ilaç gibi geldi. İşin arkasında para vardı, sonra şöhret…

-Kalk yemeği ısıt.

-Babaannem nerede?

-Nerede olabilir? Her zaman gittiği yerde.

-Komşuda mı?

-Hani şu geçen ay taşınanlar var ya; onlarda yine. Ne buluyor onlarda bilmiyorum ki? Geldikleri günden beri her gün onlara gidiyor. Gerçi burada olmadığı da iyi. Şimdi burada olsa birbirimize gireceğiz.

-Aman anne! Sen de kadına fazla yükleniyorsun.

-Şimdi suçlu ben oldum değil mi?

-Yok öyle demek istemedim.

-Ne yapayım; o da fazla karışmasın bize. Her şeyimize karışıyor.

-Ben yemeği ısıtayım.

-Tamam, ben de geliyorum. Sofrayı hazırlayalım.

Nebahat Hanım, balkondan araçların farlarından süzülen ölgün ışıklara bir kez daha baktı. Oturduğu yerden kalktı. Sehpanın üzerindeki billur kül tablasını özenle alıp salona geçti. Okan gözlerinin altından annesine baktı. Annesi Okan’a hiç pas vermeden mutfağa geçti. Okan elinde kumanda ile televizyonda zaping yapmaya devam etti.

 

 

 

g

 

 


 

 

 

 

İLK EZAN

 

 

Kapının zili duyulduğunda Burcu mutfaktan bağırdı:

-Abi kapıyı açsana!

-Kızım kendin aç.

Abisi bunu her zaman yapıyordu. Homurdanarak mutfaktan çıkıp kapıya koştu. Gelen babaannesiydi. Kapıdan girer girmez:

-Burcu baban geldi mi kızım? Dedi.

-Gelmedi babaanne, nerdeyse gelmek üzeredir. Ben mutfağa gidiyorum.

Babaanne Naciye Hanım, salona geçip torunu Okan’ın yanına oturdu. Okan ayaklarını koltuğu önündeki sehpanın üzerine uzatmış televizyon seyretmeye devam ediyordu. Hiç istifini bozmadan:

-Babaanne ne haber? Dedi.

-İyilik çocuğum, bu günüme de şükür, dedi.

-Oğlum şu televizyonu kapatsan; bak akşam ezanı okunuyor.

Okan duymazlıktan gelip televizyondaki şarkıyı dinlemeye devam etti.

Naciye Hanım isteğini bir kez daha yeniledi:

Okan rahatsızlığını ifade eden bir tavırla:

-Aman babaanne ya! Her zaman aynısını yapıyorsun. Şunun şurasında bir parça dinleyeceğiz, burnumuzdan getiriyorsun.

-Ama oğlum! Ezan bitsin, yine dinlersin.

-Tamam babaanne ya, işte kapatıyorum. Al…

-Oğlum, Okan’ım! Ezan okunurken dinlemek çok büyük sevap. Bize hep böyle anlatıldı. Çok bir şey yaptığımız yok, bari ezan dinleyerek sevap kazanalım.

-Tamam babaanne tamam. Dinle işte!

-Ezan okunurken dinlememek, onu kale almamak saygısızlık olur.

Okan cevap vermedi. Sadece sustu. Belki de babaannesinin nasihatlerinden bıkmıştı ya da hoşlanmıyordu. Babaannesi her fırsatta bildiklerini anlatmaya çalışırdı. Yine öyle yaptı:

-Okan! Ezan nasıl ortaya çıkmış biliyor musun?

-Bilmiyorum, dedi.

Bunu söylerken öyle bir tavrı vardı ki sanki “bana ne”, der gibiydi.

-Anlatayım mı?

Okan cevap vermedi yine.

Babaannesi Naciye Hanım, anlatmaya başladı:

-Müslümanlara namaz Mekke döneminin dokuzuncu yılında farz kılındığı halde onlar, namazlarını ezan okumadan kılıyorlardı. Çünkü Mekke’de zayıftılar; orada güçlü olan, toplumda hatta Allah’ın evi Kâbe’de egemen olan müşriklerdi. Bu yüzden Müslümanlar kendi yönetimlerinde olmayan ve güçsüz oldukları bir yerde açıkça ezan okumakla yükümlü tutulmamışlardı.

Okan içinden: “Sanki ders anlatır gibi”, dedi.

Babaannesi anlatmaya devam etti:

-Medine’ye hicretin birinci yılında birbirlerini "es-salâh es-salâh (namaza namaza)” namaza davet ederlerdi. Ancak bu şekildeki bir çağrı yeterli olmuyor, uzakta oturanlar bu sesi duymadıkları için namaza yetişemiyorlar ve bu yüzden de Müslümanların bir araya gelmesinde zorluklar oluyordu.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) sahabelerini toplayarak namaza çağırmak için nasıl bir yöntem kullanmak gerektiğini kendileriyle istişare etti.

Peygamberimiz istişareye çok önem verirdi. Bu yüzden istişare etmek sünnettir.

Sahabeler konuyla ilgili birçok teklif getirdiler:

-Çan çalalım ya Resulallah!

-O Hıristiyanların adetidir, olmaz.

-Boru çalalım.

-O Yahudilerin adetidir, olmaz.

-O zaman ateş yakalım ya Resulallah!

-O da Mecusilerin adetidir, bu da olmaz, sözleriyle tekliflerin hiç birisi kabul görmedi.

Bayrak dikme teklifi de uygun görülmeyince, Müslümanlar ortak bir karara varamadı ve toplantı sona erdi.

Babaannesinin anlattıkları, sanki konusunda uzman biri gibi konuşması Okan’ın dikkatini çekti. Anlatmasını istercesine devamını bekledi.

Naciye Hanım da bekletmek istemedi. Konuşmasını sürdürdü:

-Sahabelerden Abdullah b. Zeyd de diğer sahabeler gibi üzüntüyle evine döndü ve yattı.

Bu konuyla ilgili olarak Sahabe Abdullah b. Zeyd şöyle anlatmıştır:

“Ben de üzüntülü olarak yatmıştım. Uyku ile uyanıklık arasında iken, üzerinde yeşil elbisesi olan biri yanıma geldi, bir duvarın üzerinde durdu. Elinde bir çan vardı. Aramızda şu konuşma geçti:

-Onu bana satar mısın?

-Onu ne yapacaksın?

-Namaz için çalarız.

-Ben sana bu konuyla ilgili daha hayırlı bir şey versem olmaz mı?

-Olur, dedim.

Hemen kıbleye karşı durdu ve okumaya başladı:

“Allahü Ekber

La ilahe illallah”

Naciye Hanım:

-Yani bugün dinlemiş olduğumuz ezanı okumuş, anladın mı oğlum Okan’ım?

Okan:

-Anladım, dedi babaannesine. Sen devam et.

Naciye Hanım Okan’ın dikkatini çekmekten dolayı sevinmişti. Anlatmasını sürdürdü:

-Sabahleyin Abdullah b. Zeyd gece gördüğü rüyayı Resûlullah’a anlattı.

Aynı gece onunla birlikte birçok sahabe de benzer rüyalar gördüklerini anlattılar. Öğretilen ezanda değişiklik yoktu. Hz. Ömer de aynı rüyayı görenler arasındaydı.

Hz. Peygamber her birini dinledikten sonra Abdullah b. Zeyd’e dönerek:

-Gördüğünü Bilal’a anlat (öğret), ezanı Bilal okusun; onun sesi seninkinden gürdür,  buyurdu.

Namaz vakti gelince Bilal, Medine’nin en yüksek yerine çıkarak gür sesiyle İslâm’ın ilk ezanını okudu.

İşte o zamandan beri ezan hep o ilk şekliyle okunmuştur. Okan’a döndü:

-Sen Bilâl kimdir Bilir misin?

-Hayır.

-Bilâl Habeşî. O bir köledir. Ve zencidir. İlk ezanın ona okutulmasını bir düşün! İslam’da soy sop üstünlüğü, zengin fakir ayrımının olmadığını anlamak gerekir…

 

 

 

g

 

 

ŞU KARAKOL MESELESİ

 

 

Mutfaktan Burcu’nun sesi duyuldu:

-Yemek hazır!

Okan aynı tonda cevap verdi:

-Geliyoruz.

Babaanne söze karıştı:

-Babanız yok!

Burcu’nun sesi duyuldu yine:

-Gelmek üzere.

Okan ile babaannesi birlikte kalktılar. Mutfağa geçtiklerinde masanın kurulmuş olduğunu gördüler. Okan her zaman ki yerine oturdu hemen. Naciye Hanım lavaboya geçti. Ellerini yıkadıktan sonra masadaki yerine oturdu. Okan ne bulduysa yemeye başladı.

Naciye Hanım:

-Çocuğum yavaş ol! Baban da gelsin, dedi.

Okan.

-Hepsini bitirecek miyim sanki? Gelince o da yesin.

-Oğlum! Sofraya ilk önce büyükler başlar; biz büyüklerimizden öyle gördük.

-Boş ver babaanne ya. Öyle şeyler eskidendi.

-Ama oğlum, diyecek oldu, gelini Nebahat Hanımın söze karışmasıyla sözleri boğazına tıkıldı:

-Çocuklar! Babaanneniz her şeyi çok iyi bilir. Cami hocası gibidir maşallah(!)

Naciye Hanım ne diyeceğini şaşırdı. Bir söz söylese, her zaman olduğu gibi gelininin azarını işitecekti. Sustu ve yutkundu. Yine içine attı. Kendi tarafında kimse yoktu. Ara sıra kız, biraz babaannesinin yanında olurdu. O da sınırlı.

Bu arada oğlu Şinasi Beyin içeri girmesi iyi olmuştu. Olacak bir çekişmenin şimdilik önüne geçmişti.

İlk önce gelin Nebahat Hanım kocasına:

-Hoş geldin Şinasi! Dedi.

Arkasından çocuklar “hoş geldin”, dediler.

-Bu gün de çok acıktım. Annenizin yaptığı güzel yemekleri özledim akşama kadar.

Nebahat Hanım kendine yapılan bu jeste karşılık verdi:

-Afiyet olsun canım.

Şinasi Bey’in iştahı yerindeydi. Çok yemeyi, çok uyumayı severdi. Zaten boyuna göre kilosu bir hayli fazlaydı. Göbek bir karış öne çıkmış, yaşının gereği gözünün altındaki torbalar normalinden fazla sarkmıştı. Ciddi şeyler konuşulmasından pek hoşlanmaz, alaycı tavrıyla sürekli karşıdakilerle uğraşırdı. Sürekli takım elbiseyle gezer, rengârenk kravatlarıyla dikkat çekerdi. Onun için kıyafet her şeydi. İnsanları şık giyimiyle etkilemek istercesine kendi kişiliğini gizlemeye çalışırdı.

Nebahat Hanım kocasının halini sormak istedi:

-Günün nasıl geçti?

-İyi, iyiydi, dedi.

-Ya sizde ne var yok?

-İyiydik ama bu gün küçük bir olay oldu. Canımız sıkıldı.

Naciye Hanım gelininin kendini şikâyet edeceği düşüncesiyle lokmalar boğazına düğümlendi. Elleri titredi. Şimdi olmadık bir lafla sofranın tadı tuzu ortadan kalkacaktı. Önündeki bardaktan bir yudum su içti. Gözünün ucuyla gelinine baktı.

Şinasi Bey:

-Hayırdır ne oldu? Canınızı sıkan neydi?

Nebahat Hanım:

-Boş ver canım. Şimdi ağzımızın tadı bozulacak, diye cevapladı.

Bu cevapla kaynanası Naciye Hanımın nefesleri sıklaştı.

Okan kendisiyle ilgili bu gün olanları anlatacağı düşüncesiyle hemen sofradan kalktı:

-Ben doydum. Size afiyet olsun, diyerek yürüdü.

Annesi, köşeye sıkıştırılmış, tırmalamaya hazır bir kedi gibi kükredi:

-Otur yerine!

-Ama anne!

-Sana otur, diyorum.

Okan izine geri dönüp suçluluk psikolojisiyle yerine oturdu.

Naciye Hanım kendisiyle ilgili olmadığını anladığında rahat bir nefes aldı. En azından şimdilik azarlanmaktan kurtulmuştu. Elindeki kaşıkla çorbadan birkaç kaşık daha aldı. Olacakları beklemeye başladı.

Nebahat Hanım:

-Bu gün Okan Bey(!) ne yapmış, biliyor musun?

-Nerden bileyim hanım?

Okan söze karıştı:

-Anne lütfen!

-Annesi falan yok, diye cevaplayıp konuşmasını sürdürdü:

-Bu gün karakoldan bir telefon geldi.

-Niçin?

-Beyefendi karakola düşmüş.

Baba Şinasi Bey, babaanne Naciye Hanım dikkat kesildiler gelinin anlattıklarına. Nebahat Hanım olanları bir bir anlattı. Kızgınlığını ifade etti. Yaşadıklarını, duygularını, konu komşuya nasıl rezil olacaklarını anlattı. Babası sanki çok sıradan bir şeymiş gibi duyarsızca davranınca hanımı Nebahat kızdı:

-Bu çocuğu terbiye etmek gerekir. Böyle olmaz. Bugün kız ayakları. Yarın kavga. Ertesi gün içki, daha sonra esrar, eroin…

-Yok daha neler? Altı üstü küçük bir arkadaş kavgası.

-Arkadaş kavgası öyle mi? Bira da içmişler.

-Olsun erkek adam, elbette içecek.

-Oh ne âla! Zaten hep sen bu hâle getirdin çocukları. Sen şımarttın…

-Hayırdır Nebahat, şimdiye kadar böyle bir şey demezdin. Ne oldu sana?

-Bugün karakola gidip gelirken çektiğim sıkıntıyı, duyduğum endişeyi sen yaşasaydın, sen de böyle konuşurdun.

-Neymiş bu yaşadığın endişe?

-Ya tanıdıklar duyarsa?

-Duysun ne olacak?

-Rezil oluruz vallahi.

Naciye Hanım kendini zor tutuyordu. Şimdi birkaç laf söyleyecek gelini bütün hıncını ondan çıkaracaktı. Konuşmalar sürdükçe sabrı da tükendi. Ne olursa olsun düşündüklerini söylemeliydi. Burası oğlunun eviydi, esir kampında değildi ya!

-Neden birbirinizi suçlayıp duruyorsunuz. Olacağı buydu, der demez gelini Nebahat Hanım hışımla baktı kaynanasının yüzüne.

-Sen karışma. Bu ailenin iç meselesi.

-Ben aileden değil miyim?

-Değilsin. Karışma sen!

-Eğer çocuklarınızı güzel terbiye etseydiniz; ahlakı, iyiyi, güzeli, helali-haramı öğretseydiniz böyle olmazdı.

-Sus diyorum sana sus!

-Susmuyorum işte! Ne yapacaksan yap.

-Terbiyeyi senden öğrenecek değiliz elbet.

-Belli zaten. Kendi terbiyen de, çocuklara verdiğin terbiye de…

-Şinasi şuna bir şey söyle!

-…

Naciye Hanım oğlunun sessiz kalmasını fırsat bilerek konuşmasını sürdürdü:

-Anne nedir, baba nedir bilmezsiniz. Sevgi nedir saygı nedir bilmezsiniz. Din nedir iman nedir bilmezsiniz. İbadet yok ahlak yok, siz bu dünyada neden yaşıyorsunuz? İşiniz gücünüz para! Para her şey değildir. Bunu anladığınızda her şey çok geç olabilir…

Naciye Hanım bir bilge edasıyla konuştukça gelini kelimenin tam manasıyla çıldırıyordu. Konuşmalarına tahammül edemiyor, yüzü kıpkırmızı kesiliyordu.

Nebahat Hanım:

-Artık seninle aynı yerde kalmam. Buradan gideceksin…

Kocasına döndü:

-Duyuyor musun Şinasi söylediklerini? Artık onunla burada bir arada kalamam. Tamam mı?

Şinasi Bey’den hiçbir ses çıkmıyordu. Elleri başının arasında sessizliğe gömülmüştü adeta. Çok derinlerdeydi çok. Kim bilir belki kendini sorguluyordu yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla.

Yine  Nebahat Hanımın cıyak cıyak sesi yankılandı kulaklarda:

-Artık tamam. Bıktım senden ya! Defol, nereye gideceksen git. Bizi rahat bırak.

Şinasi Bey, annesine döndü:

-Anne artık yeter, sus be! Ailenin huzurunu bozuyorsun, diyerek azarladı.

Oğlunun bu sözleri içine bir mızrak gibi saplandı Naciye Hanımın. Yandı cayır cayır. Ter bastı her yerini. Ölseydi de, bu sözleri duymasaydı. Oğlunu bu günleri göstersin, diye mi yetiştirmişti? Nelere katlanmamıştı ki?

-Oğlum Şinasi! “Seninkiler de sana yapsın” demiyorum ama bu yaptıklarını ömrün boyunca unutamayasın. Seni affetmeyeceğim. Bunun bana yapmaya hakkın yok. Seni küçükken dinini öğrensin diye camiye de gönderdim, daha sonra kurslara. Ne olduysa okumak için şehre geldikten sonra oldu sana. Unutmadıysan şunu defalarca anlattım. Bir defa daha anlatayım istersen. Allah ana-babaya öf bile denmemesi gerektiğini söylüyor. Bir de senin yaptığına bak! Başka ayetlerde de bunlar var bunları sen öğrenmiştin o zamanlarda. Hatırlasana: Rabbin ancak kendisine ibadet etmenizi, bir de ana-babaya ihsanda bulunmanızı emretti”. “…Onlara dünyada maruf şekilde dostluk göster” (Lokmân).

Sana söyleyecek sözüm yok oğlum. Sen zaten yoldan çıkmışsın. Her şeyi dünya için düşünüyorsun. Toprağın altını hiç düşünmüyorsun. Oğlun züppeler gibi, kızın da hoppa. Hiç bunlarla ilgilenmedin. Bunlar ne yapar, ne giyer, nerede gezer? Bak yan taraftaki yeni gelen komşulara. Zengin değiller. Hatta fakir sayılırlar. Üç çocuğu var. Hiç karşılaştın mı bilmiyorum. Nezaket, terbiye edep ahlak ne ararsan var…

Gelini:

 -Onlar da sana benziyor işte! Bize örnek gösterdiğine bak hele! Onlar kim biz kimiz, diyerek çıkıştı tekrar.

Gelinine hiç aldırış etmeden devam etti:

-Seni Allah’a havale ediyorum. Bana yer bul, gideceğim buradan. Sürgün hayatı yaşıyorum sanki. Her gün azar, her gün horlanma her gün çekişme! Ne bu? Benim evimi de sattın. Şimdi ben ne yapacağım söylesene. Beni köye götür dayının yanına. Götür beni köyüme…

Okan ve Burcu gerginleşen ortamda ne yapacaklarını şaşırdılar. Konuşanların yüzüne bakmaktan başka bir şey yapmadılar.

Şinasi Bey tekrar söze karıştı:

-Sus artık anne, yeter. Sen de bazı işlerimize karışma!

* * *

Annesi susmayı denedi ama içindeki volkan kükremişti bir kere, dinmek bilmiyordu. Soğumuyordu. Yılların birikimiydi belki bu karşı çıkışı. Bir sığıntı gibi görülmesiydi. Ailenin düzenini bozan, aileye yakışmayan birisi olarak bakılmasıydı kendisine.

-Bak! Dedi. Zenginsin malın var. Nasıl kazandığını hâlâ anlamış değilim ama olsun. Ben anayım tamam mı? Anayım ben. Ana hakkı nedir bilir misin sen? Sana şunu da anlatayım sonra ne haliniz varsa görün. Beni de nereye atacaksanız atın. Burada fazlalık olarak görülmek istemiyorum, anladın mı beni? Bu dünya kimseye kalmaz bunu asla unutma. Şu anlatacağımı da unutma:

“Hazreti Peygamberimiz ashabıyla oturmuş sohbet ediyordu. Bir kadın sahabe Resûlüllah’ın huzuruna telâşla girerek:

-Yâ Resûlallah! Şu anda kocam ölüm döşeğinde, belki biraz sonra ölmüş olacak... Yalnız yanında kelime-i şahadet getirdiğimi anladığı ve kendisi de getirmeye çalıştığı halde şahadet kelimesi getiremiyor. Kocamın imansız gitmesinden korkuyorum. Bu hususta bir yardımınızı bekliyorum, dedi.

Hazreti peygamberimiz:

-Kocan sağlığında ne gibi kötü harekette bulunurdu? Diye sordu.

Kadın:

-Hiçbir kötü amelinin olmadığını, namazını kılıp her türlü ibadetini noksansız yerine getirmeye çalışır olduğunu söyledi.

Bu sefer Peygamberimiz:

-Kocanızın dünyada kimi var?  Diye sordu.

Kadın:

-İhtiyar bir anası olduğunu söyleyince, Peygamberimiz kadının kocası Alkame’nin anasını huzuruna çağırdı.

Alkame’nin anası, Hz. Peygamberimizin huzuruna çıktı.

Peygamberimiz:

-Oğlun sana karşı nasıl hareket ederdi? Oğlundan memnun musun? Diye sordu.

Alkame’nin anası:

-Ya Resûlallah, oğlum evleninceye kadar çok iyi muamele ederdi. Evlendikten sonra hanımını dinledi, bana hor bakmaya başladı. Hatta son zamanda evini bile ayırdı. Ben de üzüldüm, onun bu hareketine, dedi.

Peygamberimiz yaşlı kadına; oğlunun ölüm döşeğinde olduğunu, hakkını helâl etmediği takdirde cehennem azabı çekeceğini söylediyse de kadın:

-Hakkımı helâl etmem, ey Allah’ın Resulü, dedi

Alkame ise evde yatıyor, hâlâ şahadet kelimesi getiremiyordu.

Hz. Peygamberimiz, kadının annelik şefkatini harekete getirmek için, orada bulunanlara:

-Bana biraz odun hazırlayın, diye emir verdi.

Kadın hayretle:

-Odunu ne yapacaksın ya Resulallah! Diye sormaktan kendini alamadı. Çünkü o da şüphelenmişti.

Peygamber Efendimiz:

-Oğlunuzu yakacağım... Zira yarın cehennemde yanacağına cezasını burada çeksin, daha iyi, buyurunca, kadın dayanamadı:

-Oğlumun gözümün önünde yanmasına razı olamam ya Resulallah! Ona hakkımı helâl ediyorum, dedi

Murat hâsıl olmuştu...

Hazreti Peygamberimiz, Bilal-i Habeşi Hazretlerini göndererek:

-Git bakalım, Alkame ne haldedir? Buyurdular.

Bilâl-i Habeşî Alkame’nin yanına varıp şahadet kelimesi telkin ettiğinde, Alkame’nin dili açılmıştı:

-La ilahe illallah, Muhammedü’r-rasûlüllah, deyip ruhunu Allah’a teslim etti.”

Mutfakta bir ölüm sessizliği oluştu. Issız bir çölü hatırlatan bu sessizlilik yine Naciye Hanım tarafından bozuldu:

-Ben söyleyeceğimi söyledim. Gerisi sizin bileceğiniz iş. Varın şimdi beni dışarı atın ya da nereyi uygun görüyorsanız oraya…

Hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Oğlu Şinasi Bey, ne diyeceğini bilemedi: sustu. Şimdi işi daha zordu. Hanımına ne diyecekti? Bu kadar gürültü ve tartışmadan sonra annesinin burada kalmasına asla izin vermezdi. Sonuçta annesiydi. Çok şeye müdahale ettiğini düşünse de annesiydi işte. Keşke yanlarında hiç olmasaydı. Kooperatife girdiği yılın ilk ayında aidatı ödemek için ne kadar da borç para aramıştı. Hiçbir tanıdığı istediği parayı vermemişti. Günlerce düşündükten sonra aklına annesinin evi gelmişti. Eşi Nebahat Hanımın da ısrarı ile annesinin yanına gitmişti.

 

 

 

                               g


 

 

 

 

 

O KİM OLUYOR?

SEN BENİM ANNEMSİN ANNEM

 

 

O günkü konuşmaları geldi aklına.

Annesinin söyledikleri dün gibi hatırındaydı:

-De hele oğul! Sen buraya pek gelmezdin, bir sebebi mi var, demişti.

O an çok utanmıştı annesinden. Evlendikten sonra annesiyle olan irtibatını koparıvermişti işte. Cevap vermede zorlanmış, yutkunmuştu:

-Yok anne, bir şey yok. Sadece ziyaretine geldim. Hal hatırını sorayım istedim.

Annesi yine ısrar etmiş ve derdini öğrenmek istemişti:

-Hadi söyle oğlum! Buraya gelişin pek ziyaret amaçlı değildir. Kaç zaman oldu, hiç gelmedin.

-Madem öyle söyleyeyim anne. Ben iyi bir kooperatif buldum. İlk aylarda ödemem oldukça zor. Bu fırsatı kaçırırsam; bir daha ne zaman ev alırım ben?

-Ne istiyorsun? Paramın olmadığını biliyorsun.

-Ev diyorum. Senin evi satsak?

-Ben ne yapacağım o zaman?

-Bizim yanımızda kalacaksın.

-Olmaz oğlum. Sizin yanınızda kalamam. Gelin beni istemez.

-Anne! O kim oluyor? Sen benim annemsin annem.

-Oğlum ben seni bilirim: senin hanımın geçim ehli değil. Hele beni hiç istemez. Sen de onun dediğinin dışında bir iş yapamazsın. Beni yerimden yurdumdan etme. Sersefil olurum sonra.

-Olur mu anne! Biz bu günler için varız.

Naciye Hanımı bir düşüncedir almış, saatlerce düşünmüştü. Oğlunun ev sahibi olmasını isterdi elbet. Zaten Şinasi’den başka evladı da yoktu. Ama gelini çok zor birisiydi.

Ertesi gün sabahleyin Şinasi’nin istediği daha doğrusu beklediği cevabı vermişti:

-Bak oğlum! Sırf senin için bu evin satılmasına izin veriyorum. Al senin olsun.

-Yaşa anne! Sen annelerin bir tanesisin!

-Yalnız ben senin yanına gelmem.

-Olur mu anne? Sen bir başına ne yaparsın, ne edersin?

-Zaten yalnız yaşıyorum, unuttun mu oğlum?

-Onu demedim. Kiminle nerede kalacaksın.

-Dedenden kalma vereseli ev var. Boş duruyor. Ben oraya taşınırım.

O zaman, oğlu için en büyük fedakârlıkta bulunmuştu.

Şinasi Bey bunları düşünürken gözleri doldu. Hanımına göstermemek için başını masanın üzerine koydu. Öylece kalakaldı bir müddet.

Gözünü dünyalık hırsı o kadar bürümüştü ki, bu kadar aşağılık bir durumdayken bile içinde bulunduğu istisnai duygusallık anını sıyırıp attı. Normal bir durummuş gibi cebinden sigarasını çıkardı, yaktı. Bir tane de hanımına uzattı:

-Yak, dedi.

Hanımı bunu fırsat bilerek biraz önceki meseleye tekrar döndü:

-Bak Şinasi! Annen buradan gidecek. Anladın mı? Dedi.

Şinasi Bey iki nefes daha çekti sigarasından. Sonra:

-Düşünürüz, dedi.

-Ben düşünürüz falan anlamam. Gidecek dedim, o kadar.

-Ama o benim annem.

-Yıllarca çektiğim yeter be! Ben de gün görmek istiyorum.

-Sana ne yapıyor da? Kendi haline oturup duruyor işte.

-Şinasi! Sen ne diyorsun. Akşama kadar dırdır, can sıkıcı laflar edip duruyor. Namazını neden kılmıyorsun gelin? Kızı şortla, askılı elbiselerle dışarı salma gelin? Sigara içme gelin? Bu gün Cuma, yarın kandil gecesi…

-Sen de idare ediver, ne var sanki. Çok inançlı ve dini bilgisi çok iyidir. Babası hocaydı onun. Öyle yetişti.

-Ne olursa olsun yetti artık. Bu evden gidecek?

-Nereye?

-Bir yer bulursun sen.

-Kadının evini sattık. Nereye gidecek şimdi. Bir ev alalım, oraya çıksın desem, “olmaz”, diyeceksin.

-Elbette olmaz.

-Ama onun eviyle biz bu işlere başladık.

-Ne var sanki? Senden başka çocuğu mu var? Kendi malını sattın. Ha şimdi, ha beş sene sonra. Sana kalacaktı. Başka çocuğu mu var?

-Zaten evlat olarak görevimi yapmadım. Bunu yapmaya zorlama beni. Bu onun sonu demektir.

-Oh iyi işte! Bir an önce kurtuluruz ondan.

-Annem için böyle şeyler söyleme.

-Söylersem ne olur?

Şinasi Bey yine sustu. Hanımından çok çekiniyordu. Yoksa buna mecbur olduğu bir durum mu söz konusuydu?

Bir süre sonra sigarasını sona geldiğini gördü tekrar birini uladı arkasından:

-Tamam, bakarız çaresine.

-Daha olamazsa huzurevine veririz. Masraflarını karşılarız. Böylece kendini görmemiş oluruz.

Şinasi Bey bu teklifi ilk duyduğunda makul bir çözüm olarak düşündü. Böylece hanımın isteği yerine gelmiş olacaktı. Sonra masraflarını karşılayarak annesine karşı görevini yerine getirmiş olacaktı.

Hiç beklenmedik bir anda, evin oğlu Okan elini masaya vurdu:

-Olmaz, dedi avazı çıktığı kadar bağırarak.

Konuşmasını sürdürdü sinirli bir şekilde:

-Kadından ne istiyorsunuz, size ne zararı var? Kendi haline yaşayıp gidiyor işte. Zaman zaman benim de canımı sıkıyor, ama katlanmasını bilmiyorsunuz. Ne istiyorsunuz kadından? Hele anne sen! Yetmiş yaşındaki kadından daha ne bekliyorsun bilmem ki?

Hiç kimseden çıt çıkmadı. Mutfak yine sessizliğe gömüldü gecenin karanlığı gibi:

-Unutmayın! Yarın siz de varsa ömrünüz, yetmiş yaşında olacaksınız. Benim sizi sokağa atmamı ister misiniz? Kendinizi onun yerine koyun.

Artık büyük bir sükût kaplamıştı her yeri.

Orayı terk eden ilk Okan olmuştu. Deliydi doluydu, kötü işleri yapmada bir beis görmezdi ama duygulu çocuktu doğrusu.

Doğruca babaannesinin odasına gitti. Boynuna sarıldı. Onu teselli etmeye çalıştı.

-Seni buradan kimse çıkaramaz babaannem benim, dedi.

Naciye Hanım gururlu bir kadındı. Kendini ezdirmek istemezdi. Bunca yıldır gelinin baskısına boyun eğmesinin sebebi de oğlu ve torunlarıydı.

* * *

Biraz önce mutfakta konuşulanların hepsini istemeden de olsa duyulmuştu. Kaldığı oda mutfağa bitişik olduğu için duymaması mümkün değildi.

Kararını vermişti artık; gidecekti. Bundan sonra burada kalması kendini inkâr etmesi demekti.

-Gideceğim oğlum Okan! Dedi.

Okan şaşırdı:

-Nereye gideceksin bu halinle babaanne! Diye cevapladı.

-Neydi onun adı? Ha! Huzurevine. 

-Olmaz babaanne! Bırakmam seni.

-Bak oğlum ana-baba hakkı çok önemlidir. Onlar bunu bilmiyorlar ya da kâle almıyorlar. Bunun acısını görürler. Ben sadece annen ve baban birbirlerine girmesinler, annen rahat etsin, diye gideceğim buradan. Yoksa burada sizinle kalmayı istemez miyim? Burada adam yerine konulmadığım halde yine de burada kalmak isterim.

-Ama babaanne! Neden öyle söylüyorsun?

-Doğru değil mi Oğlum?

Okan cevap veremedi.

Annesinin sürekli babaannesi ile uğraştığını biliyordu. Hatta kendisinin bile zaman zaman babaannesine kızdığı oluyordu. Bu düşüncelerinden dolayı utanç duydu belki de ilk kez. Babaannesinin gönlünü almak için:

-Sen bizim için çok önemlisin babaanne, dedi.

Babaanne Naciye Hanım, bunu fırsat bilerek torununa bir şeyler anlatmanın telaşıyla:

-Sana bir hikaye anlatayım da dinle, dedi.

-Anlat babaannem benim. Senin konuşmaların ne yalan söyleyeyim, beni etkiliyor.

Babaanne Naciye Hanım torunun dinleme isteğini görünce hemen anlatmaya başladı:

“Hz. Musa bir gün duası esnasında:

-Ya Rabbî! Cennette benim arkadaşım kimdir? Bana göster, diye dua eder.  

Yüce Allah:

-Ya Musa! Filan şehirde, filan çarşıda ve şu şekil ve isimde bir kasap vardır. O kimsedir, diye ilham eyler.

Hz. Musa hemen hareket eder ve o kasabı bulur. Dükkânının karşı tarafında, bir miktar seyrederek durumunu anlamak, fikir sahibi olmak için oturur. Görür ki: gayet gaddar ve zalim bir kimsedir. Hz. Musa’nın hatırına, bu kimse bana nasıl arkadaş olabilir? Her halde o başka bir kimse olması lâzımdır, diye gelir.

Tam o esnada Cebrail gelerek, o kimsenin olduğunu haber verir.

Hz. Musa akşama kadar dükkânın önünde oturur ve akşam olunca, kasap bir miktar et alarak elindeki zembiline koyar ve evine gitmek üzere iken, Hz. Musa:

-Ey kasap, beni misafir kabul eder misin? Diye sorar.

Kasap da:

-Buyurun, sizin gibi muhabbetli misafiri asla görmedim. Bu gece hizmetinizle şerefleneyim, der ve beraberce giderler.

Hemen Hz. Musa’nın önüne yemekler koyar ve:

-Ey mübarek zat isterseniz siz yiyin. Şayet beraber yiyelim derseniz, bir miktar beklemeniz gerekecek. Zira benim çok mühim bir işim vardır, müsaadenizle onu yerine getireyim, der.

Getirmiş olduğu eti iyice pişirip, evin köşesinde asılı bir zembili aşağıya indirir. İçinden son derece küçük ve zayıf bir kadın çıkarır. O’nun ağzına yavaş yavaş eti verir. Karnını doyurduktan sonra altını da temizler ve tekrar yerine asarak Hz. Musa’nın yanına gelir. Özür dileyerek birlikte yemek yemeye başlarlar.

Kadına yemek yedirirken kadının dudakları bir kaç defa hareket etmiş ve konuşur gibi olmuştu. Bu hali Hz. Musa fark etmiş olduğu için o kimseye:

-Ey kişi, bu senin annen midir?

-Evet, annemdir. Çok ihtiyar ve mecalsizdir. Her gün böylece dükkândan geldiğim zaman hizmet ederim.

-Yemek yedirirken dudakları kıpırdadı. Sözü anlaşılır mı?

-Evet anlaşılır. Her ne zaman, karnını doyurup hizmetini yaptığımda:

“Ya Rabbi, bu oğlumu cennette Musa’ya arkadaş eyle.” diye dua eder.

-Ey kimse! Sana müjdeler olsun ki, annenin duası dergâh-ı izzette kabul oldu. Musa benim, der ve ilham-ı ilâhî ile oraya geldiğini söyler.

O kimse de çok sevinir ve bütün günahlarına tövbe ve istiğfar ederek ibadet ile meşgul olmaya başlar.

Böylece annesine yapmış olduğu hizmet sebebi ile Allah’ın sevdiği kullardan olur.”

Belki babaannesinin gönlünü almak niyetiyle de olsa soluksuzca dinleyen Okan:

-Babaannem benim! Bunları nerden öğrendin böyle! Diye sordu.

-Bu kadar sıkıntı içinde olmasına rağmen, torununun ilgisi her şeyi unutturmuş gibiydi sanki. Gözlerinin içi güldü. Memnuniyeti her halinden anlaşılıyordu:

-Babamdan, dedi çabucak. Her akşam bize bunları okurdu, anlatırdı. Bizim akşamlarımız böyle geçerdi.

-Çok güzel ya. Şimdi bunların hiç biri yok.

-Babanıza defalarca söyledim: bu çocuklara dini bilgilerini ibadetlerini öğret, diye. Ama hiç aldırış etmedi.

Okan bu sözlerden haz etmedi. Konuyu değiştirdi:

-Hadi babaanne! Bir tane daha anlat.

-Peki tamam, yine anne hakkıyla ilgili kısa bir hikaye anlatayım:

“Hasan-ı Basrî Hazretleri bir gün Kâbe’yi tavaf ederken, bir kimse görür ki, sırtında bir küfe olduğu halde tavaf ediyor. O’na yaklaşıp soruyor:

-Ey adam, niçin Kabe’ye hürmet etmezsin? Arkandaki zembili bir yere bıraksan da, tâzimen öylece tavaf etsen olmaz mı? Der.

O kimse de:

-Ya Şeyh! İçinde anam vardır. O’na da tavaf ettiriyorum. Bununla yedi defadır, Şam’dan buraya kadar böylece gelip hac ettirdim. Acaba annemin hakkını ödeyebildim mi? der.

Hasan-ı Basrî Hazretleri de:

-Ey adam! Analık hakkını değil, bir kere karnında bir tarafa döndürdüğü hakkını bile ifa edemezsin. Zira analık hakkı çok büyüktür, diye cevap verir.

Bu hikâyeden sonra odada bir sessizlik hâkim oldu. İkisinden de çıt çıkmadı. Babaannesi daldı gitti uzaklara. Neyi düşündüğünü de açıklamadı. Belki evde yaşadığı sıkıntıyı, belki de rahmetli babasını…

-Bak oğlum Okan! Evlat yetiştirmek çok önemlidir. Yetiştirdiğin evlat senin onca emeğine rağmen seni evden kovuyorsa; ne diyebilirim ki? Bu insanın çok zoruna gider çok. Hayatta yaşamanın bir anlamı kalmaz. Demek ki verememişim, öğretememişim. Suçun büyük bir kısmı bende. Ah rahmetli deden olsaydı. Bunlar belki olmazdı. O günkü kaza var ya, o kaza benim her şeyimi alıp götürdü. Duymuşsundur defalarca.

-Anlat babaanne anlat!

-O gün babanın büyüğü olan halanla deden kazada öldüler. İşte o günden sonra bir baban bir de ben... Ne sıkıntılar çektim bir bilsen… Okutacağım diye didindim durdum. Dedenin de isteği bu yöndeydi. Onun için Kur’an Kursuna verdim babanı…

Okan bastı kahkahayı:

-Babam Kur’an Kursunda mı Okudu?

-Evet. Kaç yıl olduğunu unuttum.

-Hiç alakası yok gibi dinle falan.

-Doğru söylüyorsun. Sonradan oldu oğlum, sonradan. Her şeyi para olarak görmeye başladıktan sonra böyle oldu. Esas zoruma giden de bu ya! Öğretmek için uğraşmasam neyse?

Annesinin yaptıklarına çok üzülmüş olacak ki Burcu da odaya girdi. Babaannesinin yan tarafına da o oturdu.

-Kızım, dedi gülen gözleriyle.

Bu kadar sinirlendiği, sıkıntı yaşadığı bir zamanda gözlerinin içinin torunlarına karşı gülmesini nasıl beceriyordu?

-Evet babaannem. Nasılsın?

Naciye Hanım’dan cevap gelmedi. Sadece torununun yüzüne bakmaya devam etti.

-Çok güzelsin! Dedi sesi titreyerek.

-Aman babaanne! Nerem güzel! Uzun bir burun…

-Öyle deme kızım, gerçekten çok güzelsin. Boyun bosun yerinde. İncecik yay gibi kaşların var. Tombul elma kırmızısı yanakların, yuvarlak minyon yüzün… Daha ne istersin? Bir de şu kıyafetlerin derli toplu olsa.

-Ne var ki kıyafetlerimde? Şimdi böyle babaanne. Sen hiç dışarıyı görmüyor musun?

-Kızım dışarıyı bırak. Dinimiz ne diyor ona bak sen.

-Ama babaanne! Bu dönemde dinin dediği mi olur?

-Sus kızım sus, dinden çıkarsın vallahi.

-İşte bu konuşmaların sebebiyle Annem de çok kızıyor sana!

Gelininin ismi geçince yine sustu. Onunla ilgili konuşmak istemedi. Gerçekten kendini çok aşağılıyor, üzüyordu davranış ve konuşmalarıyla.

-Komşularımızın kızı da bu zamanda yaşamıyor mu?

-Geçen ay gelenlerin kızı mı?

-Evet. Esra.

-Ay onun adı Esra mı?

-Daha öğrenmedin mi?

-Tipim değil.

-Çok iyi bir kız: ahlaklı terbiyeli ve çok hanım…

-O mu?

-Evet. Keşke sen de onun gibi olabilseydin.

-Babaanne ya! Beni benzetmeye çalıştığın kıza bak.

-Ne var kızda? Okuyor. Başını örtüyor. Sürekli kitap okuyor, biliyor musun?

-Öyle mi? Hiç göstermiyor.

-Sen kaç kitap okudun? Evde bile doğru dürüst iş yapmıyorsun. İşin gücün gezip tozmak…

Okan belki de biraz muziplik olsun diye söze karıştı:

-Doğru söylüyor kızım babaannem. Hadi cevap ver.

-Sen karışma abi! Sen kendine bak!

-Ne var bende?

-Sen iyi bilirsin?

-Anlatayım mı?

-Anlat bakalım ne var?

-İçki?

Okan hışımla baktı kardeşi Burcu’nun yüzüne. Babaannesinin en azından bugün üzülmesini istemiyordu.

Fırsatı bulmuşken, diye aklından geçiren Burcu, konuşmasına kısa cümlelerle devam etti:

-Kız?

-Ne var kızım? Ne olmuş yani? Arkadaşım olmasın mı?

-Hayır, öyle demedim. Deren, demek istedim.

-Ne var Deren’de?

-Bütün erkeklere gülüp hepsini birbirine düşürüyor?

-Geç kızım bunları sen.

-Kavganın sebebi neydi? Kimin için kiminle kavga ettiniz de karakola düştünüz?

-Sen anlamazsın böyle şeylerden. Sen esas meseleye gel.

-Neymiş esas mesele?

-Biraz önce babaannem söyledi ya!

-Neyi?

-Adı neydi ya! Esra mıydı? Tamam, Esra gibi iş yapıyor musun, kitap okuyor musun?

Aslında bunu kardeşi Burcu’yu kızdırmak için, alaycı bir tavırla söylüyordu.

Burcu burnundan soluyordu. Gözleri kinlenmiş bir boğa gibiydi. Nerdeyse kalkıp gırtlağını sıkmak istedi abisinin:

-O kadar çok beğendiysen Esra ile evlenirsin, inşallah!

Babaanne söze karıştı sanki ilgisizmiş gibi:

-Amin, inşallah. Onun gibi kız mı bulacak?

İşin rengi birden değişti. Hiç akılda olmayan şeyler söyleniyordu.

Babaannesinin içten “âmin” demesi gözden kaçmamıştı.

Okan, babaannesine döndü:

-Babaanne sen ne diyorsun? Öyle biriyle ben? İmkânsız. Allah korusun.

Naciye Hanım cevap vermedi.

Ortam nerden nereye gelmişti. Böyle anları çok rahat bulamıyorlardı.

Yemekten sonra biri televizyonun karşısında, diğeri bir başka odadaki televizyonun karşısında… Ya da bilgisayarın masasında.

Şinasi Bey, o günkü hesaplarının peşinde…

Evin gelini Nebahat Hanımın derdi ise çok daha başka! O komşudan şu üstünlükleri var, ötekiler ne kadar da banaller. Kendinden üstün kimse yok. Para onda, şan-şöhret onda. Güzellik onda…

Torunlarının, babaannelerinin odasına gelmeleri, biraz önce yaşanmış olan olaylar sebebiyleydi. Kendilerince babaannelerinin gönüllerini almaktı. Onun için buradaydılar.

Babaannelerinin anlattıklarını itirazsız dinlemelerinin sebebi de buydu. Yoksa şimdiye kadar bu konuşmalara kaç kez itiraz edeceklerdi kim bilir? Hem de bazen kırmak pahasına olsa bile.

Bu günkü konuşmalara aslında alışıktı evdekiler. Ama ilk defa bu kadar sert, bu kadar yıpratıcıydı.

Gelin Nebahat Hanım eşi Şinasi Bey ile balkona çıkmışlar karşılıklı sigara içiyorlardı.

Biraz önce yaşananlar Şinasi Beyin gözünün önünden gitmedi bir süre daha. Yanlış davrandığını düşünüyor bir an sonra daha güçlü bir hisle hanımının dediklerinin doğruluğuna kani oluyordu.

Zaten sürekli bu kararsızlık gelgitlerinde kulaç atıyor, sonunda en isabetli kararı vermede başarısız oluyordu.

Bir ara bu konuyu açmayı düşünüyor ama eşinin sert tepkisinden çekinerek susmayı tercih ediyordu.

Yıldızlar şehrin ışıklarına rağmen ne kadar da parlaktı? Işıl ışıl yanıp sönüyor gibi miydi, yoksa Şinasi Bey’e mi öyle geliyordu.

Yok, yok onun çocukluk yıllarında yıldızlar daha parlaktı. Sırt üstü yatıp mahalle arkadaşlarıyla yıldızları seyredip paylaştıkları günleri hatırladı.

Akşamın loş ışıkları altında fark edilemeyen yüzü gülümsedi. İçinden “ne güzel günlerdi”, dedi.

Yine bir yıldız kaydı. Kayarken arkasında bıraktığı kalın bir çizgi gibi aydınlığa bakakaldı. Yıldızların uzay boşluğundaki asılı kalmalarını düşünmek gerekmez miydi? Dünya nimetlerine nasıl ulaşılacağını düşünmek şimdilik kendisi için daha cazipti. Ne de olsa diğerinin kısa vadede bir getirisi olmayacaktı.

Caddenin, sokak lambalarının dağınık ışıkları altında aldığı şekil sabahkinden ne kadar da farklılaştırıyordu. İnsanların bu anın tadını çıkarma adına, çoluk çocuk cadde boyunca, bir aşağıya bir yukarıya yürüyüşleri devam ediyordu.

 

 

 

g

 

 

 

KAPI KOMŞULAR

 

 

Altıncı katın diğer sakinlerinden kapı komşuları her zaman olduğu gibi yemeklerini yemişler, evin kızları mutfaktaki işleri yapıyorlardı. Esra kendinden küçük kardeşi Elif ile şakalaşıyor, onu kızdırmaya çalışıyordu. Elif’in kızması çok hoşuna gidiyordu.

Elif henüz yedinci sınıfa gidiyordu. Okuluna alışmada sıkıntı yaşadığı gözden kaçmıyordu. Esra zeki bir kızdı. Okuluna yeni başlamasına rağmen uyum problemi yaşamamış derslerdeki başarısı ile de öğretmenlerinin dikkatini çekmeyi başarmıştı. Esra kardeşi Elif’e seslendi:

-Hadi çabuk durula şunları.

-Acelen ne abla?

-Kızım bilmiyor zannetme!

-Neyi?

-Bu gün okuma sırası sende.

-Güzel okuyamayacağından korkuyorsun. Kekelemeden çekiniyorsun…

-Değil abla! Ben senden daha güzel okuyacağım. Bunu unutma!

-Hadi bakalım, inşallah.

Bu arada mutfaktaki işler bitmiş, ellerini kuruluyorlardı ki, anneleri kapıdan mutfağa seslendi:

-Kafadarlar! Halâ bitmedi mi?

Hemen bütün şirinliğiyle cevap yetiştirdi Elif:

-Bitti anne! Geliyoruz.

-Çaydanlığı ocağa koyup geliyorum sen başla!

Elif salona geçtiğinde babası Azmi Bey elindeki kitabı okuyordu. Karşıdaki minderde oturan evin oğlu ve en büyüğü Burhan Elif’i görünce:

-Hadi kız! Sen de kendini naza çekiyorsun. Bu gün kitap okuma sırası sende ya! Artık katlanacağız, dedi şakalaşmak için.

Elif abisinin kendine takılmasını karşılıksız bırakmadı:

-Tabi bekleyeceksiniz. İlim öğreneceğiz ilim, dedi.

Baba Azmi Bey:

-Bak hele! Bizim ufaklıkta ne laflar var böyle.

Elindeki kitabı tam lambanın altındaki bir yere koyduğu sehpanın üzerine bıraktı. Okunacak yerdeki işaretli yeri açtı. Dönüp mutfağa seslendi: 

-Hadi abla!

Ablası Esra kapıdan girdiği gibi annesinin yanına oturdu.

-Hadi bakalım oku! Dedi.

Elif, önündeki açık yeri okumaya başladı:

“Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa:

Uzuna yakın orta boylu, endamı biçimi gayet uygun, alnı açık, büyücek başlı, hilal kaşlı, değirmi yüzlü, güzel iri karagözlü, uzun kirpikli, çekme burunlu, kaşları birbirine yakın fakat arası açık, omuzlarının arası ve göğsü geniş, gümüş gibi saf boynu uzun ve düzgün, omuzları, kolları ve bacakları iri ve kalın, bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmakları kalınca, karnı göğsü ile bir hizada, ne şişman ne pek zayıf, sıkı etli, ipek tenli, iri kemikli, iri gövdeli, güçlü kuvvetli, tabanları ve avuçları çukur, iki küreğinin arasında peygamberlik mührü, her hareketi mutedil, yürüyüşü dosdoğru ve sallanmadan, ne pek hızlı ne pek yavaş, güler yüzlü tatlı sözlü yumuşak, alçak gönüllü ve vakarlıydı.

Bütün yaratılmışların en şereflisi ve şanı en yüce olanıdır. Güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiştir. Her güzel işte örnek o’dur, ölçü O’dur. Merhamet ve şefkati, cömertlik ve keremi, akıl ve zekâsı, güzellik ve yaratılışı, iyilik ve ihsanı, doğruluk ve adaleti, sabır ve kanaati, temizlik ve iffeti, yiğitlik ve kuvveti, hâsılı her üstünlük ve fazileti başkaları ile ölçülmesi mümkün olmayacak derecede yüksektir.

Küçükleri sevip okşamak, hastaları arayıp sormak, hareketlerinde ölçülü olmak, herkese tatlı söz ve güler yüz göstermek, fakirlere ve düşkünlere yardımcı olmak, işi her zaman ehline vermek, aşırılığa ve gösterişe yüz vermemek, herkesin hakkını gözetmek gibi akla gelen her olgun ahlâk, O’nun sünnetidir.

Koca Arap yarımadası emri altında iken bir kuru ekmek parçasıyla karnını doyuracak, hatta açlığını gidermek için karnına taş bağlayacak derecede sabır, kendisini öldürmek için saldıran ve yaralayanlara doğru yola gelmeleri için dua edecek kadar merhamet sahibiydi. Huzurunda titreyen bir ziyaretçiye: “Korkma arkadaş! Ben, Kureyş’ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum!” buyuruyordu. Her güzel ahlâk, O’nda ayrı bir güzellik kazanmıştı…

Okuma tamamlandığında odadakilerin yüzlerindeki mutluluk belli oluyordu. Baba Azmi Bey:

-Aferin kızım! Çok güzel okudun. Kimin kızısın sen, diyerek kucakladı. Sonra da:

-Hadi Esra, çaylarımız gelsin, diyerek Elif ile şakalaşmaya devam etti.

Azmi Beyin evinde farklı konularda kitaplar okunurdu. Bu alışkanlık haline getirilmişti. Çok büyük bir aksilik olmazsa devam ettirilirdi. Dini hikâyeler ve peygamberimizin hayatı hep Elif tarafından okunurdu. Bunları okumak Elif’i hem yormaz hem de çok hoşuna giderdi.

Elif’in başını okşayarak:

-Sen geçen gün istediğin başörtüyü hak ettin. Bu ay para kalırsa, sana onu alacağım.

-Yaşa babaaaa! Sen bir tanesin.

Annesinin kendine baktığını fark edince:

-Anneciğim sen de bir tanesin, diyerek babasının kucağından annesinin kucağına atladı.

Anne Gülseren Hanım, oğluna döndü:

-Burhan! Dersler nasıl? Okula alıştın mı?

-Okulda problem yok. Apartmanda kafama göre kimseyi bulamadım. Çoğunun burnu bir karış havada. Beni kabullenemediler sanırım.

-Oğlum öyle konuşma. Seni tanımıyorlar ki.

-Yok anne öyle değil. Bunlar burjuva. Bizim gibi varlıklı olmayanları aralarına almazlar. Almaları için züppelik yapmak gerekiyor. Sınırsız harcamaların olması gerekiyor… O da biz de yok…

Yüz ifadesi değişen babası hemen müdahale etti.

-O ne biçim konuşma Burhan!

-Doğru değil mi baba?

-Şükürler olsun, sağlığımız yerinde yiyecek kadar da paramız, ekmeğimiz oluyor. Daha ne istiyorsun? Amcan da burada kirasız oturmamızı istedi. Aldığımız şimdilik yetiyor. Aç değiliz açıkta değiliz oğlum.

-Ama baba, bu çocukların okuldaki durumlarını görsen, bana hak verirsin.

-Tamam da elimizdeki bu! İşte bunları düşünüp, çok çalışarak üniversiteler okuyacaksınız. İstediğinizi kazanacaksınız inşallah. Bütün gayretimiz sizin okumanız, kendinizi yetiştirmiş olarak iş sahibi olmanız…

Elif yine şirinliğini gösterdi:

-Baba sen hiç düşünme. Üniversiteyi de okuyacağım başkasını da. Size de bakacağım…

Azmi Bey, Burhan’ı yatıştırmak için konuşmasını sürdürdü:

-Komşunun oğluyla konuştun mu?

-Okan’la mı?

-Evet. Komşuluk önemlidir. Diyalogunun olmasında fayda var.

-Baba o çocuğun derdi başka. Benimle falan ilgilenmez o.

-Neden oğlum?

-Babasıyla sen konuştun mu?

-Birkaç kez konuşmaya çalıştığım halde o bana yaklaşmadı.

-Gördün mü? Oğlu da aynı. Aslında bizim buraya taşınmamızdan rahatsızlar.

-Bunu nerden çıkartıyorsun?

-Babacığım! Allah aşkına gerçekleri gör. Adamlar kendilerini dev aynasında görüyorlar. Bunların dini imanı para…

-Hepimiz komşularımıza saygıda kusur etmeyeceğiz. Komşuluk çok önemlidir. Komşu komşunun külüne muhtaçtır.

-Doğru söylüyorsun. Şuraya geleli birkaç ay oldu. Komşumuz dediğin insanlardan hangisi geldi ziyaretimize.

Hiç kimseden çıt çıkmadı. Sustular ve hepsi Burhan’a baktı kaldı.

Burhan devam etti konuşmasına:

-Biliyorum baba! Komşuluk hakkını. Çok anlattın. Olması gereken; senin bize küçükten beri öğrettiklerin, ama burada uyulmuyor bunlara.

Peygamber Efendimiz: “Cebrail komşuyu bana o denli tavsiye etti ki, komşuyu komşuya mirasçı ilân edeceğini sandım”, buyuruyor. Bundan şüphe etmiyoruz. Ama şimdi buradaki komşuluk ilişkilerinde bu husus geçerliliğini kaybetmiş durumda.

Mutfaktan dönen Esra, kanepenin üzerine oturdu ve bir bilge edasıyla, tane tane konuşmaya başladı:

-İslâm dini, hem dünya hem de âhiret mutluluğunu sağlamak için gönderilmiştir. İnsanların birbirlerini sevmeleri ve dayanışma içerisinde olmaları, dünya mutluluğunun başta gelen şartlarındandır. Kişinin Allah’ı anıp (zikir) kendi içinde yalnızlığını gidermesi, kendisiyle olan dayanışması, sonra İslam’ın belirlediği görev ve haklarla aile içerisinde dayanışma, sonra yakın ve uzak komşularla dayanışma, sonra mahalle, köy ve bölge halkıyla dayanışma ve bütün bir İslâm ümmeti olarak dayanışma... İşte bunlar sosyal huzuru, sosyal adaleti, hatta sosyal güvenliği sağlayan en önemli etkenlerdir. Komşularla dayanışma, yani komşu hakkını gözetme de bu dayanışma birimlerinin başta gelenlerindendir.

Azmi Bey kızının böyle güzel cümleler kurmasından o kadar memnun oldu ki, devam etmesi için gözlerinin içine baktı:

-Kızım bunları kim söyledi? Ne güzel şeyler bunlar…

-Dahası var babacığım! Bunu dün derste öğretmenimiz anlattı. Hadislerde ifadesini bulan komşuluk hakları varmış. Ha! Defterime yazmıştım. Onları size okuyayım:

“Borç istediğinde verirsin, yardım istediğinde yardım edersin, muhtaç ise verirsin, hasta ise ziyaret edersin, ölürse cenazesine gidersin, bir nimete kavuşursa sevinirsin ve onu kutlarsın, bir musibete uğrarsa üzülürsün ve ona taziyet edersin, tencerenin kokusuyla onu rahatsız etmezsin, ona pişirdiğinden verirsin, (çorba pişirdiğinde suyunu bol koyup ve komşunu da gözetirsin, binanın üzerine çıkmazsın, onun izni olmadan ferahlatıcı rüzgârını kesmezsin,) meyve aldığında ona da hediye edersin, hiç olmazsa evine getirirsin; çocuğun onun çocuğunun gıpta edeceği bir şeyle çıkmaz. Ne dediğimi anlıyor musunuz? Komşunun hakkını ancak Allah’ın çok az şanslı kulu gözetebilir.

Bir defasında Efendimiz Hz. Aişe annemize hitaben:

Kurban etini dağıtmaya önce komşumuz Yahudi’den başla” buyurmuşlardır.

Babası bu sön sözle çocuklara ne diyeceğini bulmuştu:

 -Ha bak işte! Onlar ne yaparsa yapsın biz inandığımız gibi davranmaya devam edeceğiz.

Esra cevaplamada gecikmedi:

-Biz zaten öyle davranıyoruz babacığım. Azmi Bey, çocuklarının bilgili olmalarından dolayı kendi kendine sevindi. Onların İslam ile ilgileri, bilgileri mutluluğuna mutluluk katıyordu:

-Bakın ben de şunu anlatayım da tam olsun, dedi:

Ebû Hüreyre anlatıyor: Peygamber buyurdu ki:

-Vallahi îman etmiş sayılmaz, billahi îman etmiş sayılmaz, vallahi îman etmiş sayılmaz!

-Kim, ey Allah’ın Resulü! Diye soruldu.

Hz Peygamber:

-Şerrinden komşusunun emin olmadığı kimse, buyurdu.

Dolayısıyla hiçbir komşumuza zarar vermeyeceğiz. Komşularımız bize güvenecekler. Yoksa imanımız tehlikeye girer. Ben zaten sizin komşulara karşı olan saygınızı ve davranışınızı biliyorum. Bir kez daha bu konuyu konuşmuş olduk işte.

Esra ile Elif göz göze geldiler. Kızlar arasında her zaman olan bir bakışmaydı bu. Anlamlıydı kendilerince. Çay dağıtma işinin paylaşımıyla ilgiliydi.

Esra’nın bakışı “sen kocaman kız oldun, çayları sen dağıt”, anlamındaydı.

Elif içinse “ben küçüğüm sen çayları dağıt” anlamı taşıyordu.

Baba Azmi Bey konuyu anladığı için hemen söze daldı:

-Benim çayımı Elif getirsin, dedi gülümseyerek.

Elif hiç cevap vermeden Esra tarafından hazırlanmış olan tepsiyi eline aldı ve herkesin çayını verdi. Şakalaşmalar ve sevgi dolu konuşmalar sürdü gitti.

Sözün bir arasında Gülseren Hanım Naciye Hanım’dan bahsetti Azmi Bey’e. Azmi Bey sessizce dinledi hanımını:

-Çok iyi bir kadın: güzel huylu terbiyeli çokta bilgili. Osmanlı kadını denir ya! İşte öyle. Her geldiğinde memnun oluyorum. Bilmediklerimi öğreniyorum. Çocuklara da faydalı oluyor. Hele Elif onu çok seviyor. “Sen benim babaannemsin, benim babaannem yok”, diyor.

-Allah razı olsun ondan. Aman iyi davranın, hizmette kusur etmeyin. Eve gelip gitmesinden rahatsızlık duymayın. Gelip dedikodu yapmadıktan sonra size de arkadaş olur.

-Ne dedikodusu? Evden rahatsız olduğu halde hiç bahsetmemeye çalışır. Aleyhlerinde hiç konuşmaz.

-Rahatsız olduğunu nerden çıkartıyorsun?

-Onu ben anlarım. Oradan bazen geldiğinde farklı âlemlerden gelmiş gibi oluyor. “Siz de olmasanız; ben ne yaparım, diyor. İyi ki siz geldiniz apartmana”, diyor.

Evde yatsı namazları da kılındıktan sonra aile uyku için odalarına çekildi.

 

 

 

g

 

 

 

DEPREM SONRASI SESSİZLİK

 

 

Kapı komşusu olan Şinasi Beylerin evinde deprem sonrasındaki sessizlik Hâla hüküm sürüyordu. Babaanneleri ile uzun süre oturan Okan’la Burcu geç oldu düşüncesiyle odadan ayrıldılar. Babaları ve annelerinin balkonda hala oturuyor olduğunu görünce balkona çıktılar.

Okan her zaman ki zevzekliğiyle:

-Ne o? Balkon sefası ha! Dedi.

Annesi yüzünü bile çevirmeden kızgınlığını gösterircesine:

-Ne oldu yalakalığınız tamamlandı mı? Görevi yerine getirdiniz, rahatladınız mı?

Ortalık yeniden sessizleşti. Okan ile Burcu birbirine baktı.

Annelerinin bu konuşmaları onları rahatsız etmişti. Böyle dememesi gerektiğini düşündüler. O babaanneleriydi. Yaşlıydı ve çok üzülmüştü. Üstelik anneleri tarafından üzülmüştü. Gönlünü almak bile anneleri tarafından yalakalık olarak nitelendiriliyordu.

Annelerinin babaannelerine karşı gemileri yakmış olduğu gerçeğini anladılar. Göz işareti ile anlaşıp salona geçtiler.

Koltuklara karşılıklı oturdular. Sanki büyük bir problem çözme kararlığıyla konuştu Okan:

-Burcu! Ne yapacağız şimdi?

-Babaannem buradan gitmemeli. Ne kadar kızsak da o bizim babaannemiz. Nereye gider, nasıl gider, gittiği yerde ne yapar?

-Doğru! Babaannem gerçekten iyi bir kadın. Konuşmaları da hep bizim iyi olmamız için. Söyledikleri bizim yaşam tarzımıza uymuyor o kadar. Ben çok meselede babaannemin haklı olduğunu düşünüyorum.

-Aslında ben de öyle düşünüyorum. Söylediklerinin bir kısmı hoşuma gitmiyor. Hele kıyafetime karışması yok mu? Neyse boş ver. Her şeye rağmen burada kalmalı.

-Yarın babamla konuşalım.

-Babamı bırak. Esas sorun annemle. Onunla konuşmak gerekir.

-Doğru. Hemen konuşalım.

-Şimdi olmaz. Hâlâ siniri geçmemiştir.

-O zaman yarın konuşuruz.

-Oldu. Ben yatacağım. Bugün çok yorucuydu, aynı zamanda sıkıcı.

-Peki, iyi geceler abi!

-Sana da. Sen yatmıyor musun?

-Şu gazeteye bakıp yatacağım.

Artık gecenin bir yarısı olmuş, balkondaki Şinasi Bey ve hanımı da yatmıştı. Caddeden yükselen ışığın ala bula aydınlattığı apartman dairesindeki karanlık sessizlikle bütünleşmiş ve gece bütün haşmetiyle şehrin üzerine çökmüştü.

Babaanne Naciye Hanımı bir türlü uyku tutmadı. Bir o yana bir bu yana döndü durdu. Aklına neler gelmedi ki? Çocukluğunun ilk yıllarına kadar geçmişi…

Çocukken nasıl da mutluydu. Babası bir dediğini iki etmezdi. Her öğrendiği bilgiye karşılık babasının ödüllendirmesi mutlu anlarının ve anılarının çoğalmasına sebep olmuştu.

Hele annesi… Kızı için gözünden kaşına inanmazdı. Hey koca yalan dünya! Onlar gideli yıllar olmuştu. Kendi bile oldukça yaşlanmıştı.

Gözleri yine doldu. Nerdeyse çağlayacak bir pınarın bekleyişi gibi durdu gözlerinde yaşlar. Neydi bu gelininin alıp veremediği? Kendine layık bir kaynana olarak görmüyordu herhalde.

Aslında Naciye Hanım çok iyi davranmaya çalışıyordu. Oğlunun huzuru kaçsın istemiyordu.

Ama ne yapsa; yaranamıyordu. Gelini bir sebep bulup ortalığı bulandırıyor, gerginleştirip duruyordu.

Oda ve gece üzerine geliyordu işte. Sıkıyor, sıktıkça daha çok sıkıyordu. Kendisine bir kapı açılmasını bekliyor veya bir dehliz bulsa başka yerlere; rahata, huzura veya kendisini aşağılayıcı bakış ve konuşmaların olmadığı bir yere kaçacaktı.

Uyuyabilmek için bildiği kısa süreleri okumaya başladı bir bir. Olmuyordu. İçindeki duyguları yenmeyi başaramıyordu. Bu kadar üzerine gelinmesi bütün dengelerini alt üst etmişti. Hele gelininin söylediği şu sözler aklından hiç çıkmıyordu:

“Artık tamam. Bıktım senden ya! Defol nereye gideceksen git. Bizi rahat bırak…”

Beyni uğuldarcasına kulaklarında fasılasız tekrar ediyordu bu cümleler.

Oğlunun tavrı da zoruna gitmişti. Bunca emekle besle büyüt, okut adam et… Sonunda kendini azarlasın, karısı karşısında hiçbir şey demeden; sussun!

“Sen böyle olmamalıydın oğlum Şinasi!”, dedi birkaç kez sessizce. Gözyaşları aktı sonrasında. Akan bir annenin gözyaşlarıydı. Karşılıksız kalması imkânsızdı. Bu yaşların sonucu nasıl olacaktı Allah bilir?

Uzandığı yerden doğruldu. Bir müddet öylece kaldı. Sonra lambayı yakmak geldi içinden. Karanlık onu sıkmıştı. Belki de duygularının cirit atmasına katkıda bulunmuştu. Sonra gelininin yeni yattığı aklına geldi. Gecenin bu yarısında kavga etmeye, azar dinlemeye niyeti yoktu. Ayaklarının ucuna basarak sessizce yürüdü. Elini anahtara bastı. Yanan florasan lambanın ışığında bir müddet yatağının ucuna ilişiverdi ve oturdu.

Birden kalktı. Odanın kapısını açtı ve koridora çıktı. Yine bir hırsız edasıyla sessizce parmaklarının ucuyla yürüyerek lavaboya gitti. Abdest alıp odasına girdi. Yastığını başucundaki seccadeyi serdi kıbleye karşı. Sonra iki rekât namaz kıldı. Ellerini semaya açtı ve yakardı gecenin bu sessizliğinde:

-Allah’ım! Sen rahmeti bol olansın; beni bağışla. Benim hakkımda ne hayırlısı ise; onu nasip et. Bana sabır ver. Doğrudan ve doğruluktan ayırma! Âmin…

 

g

 

 

 

PORTAKAL KIZIM

 

 

Babasının hatırası olan Kuran-Kerim’i olduğu yerden aldı. Çok özen gösterirdi. Çünkü her şeyiyle geçmişini hatırlatan hatıralarla doluydu. Dışındaki çantasını rahmetli annesi kendi elleriyle işlemişti:

-Benim kızım Kuran-ı Kerim okuyacak, bana dua edecek, derdi. Hele ilk defa “al bu senin”, diye kendisine verildiği günü hiç unutamazdı. Sevinçle boynuna takmış saatlerce hiç çıkarmamıştı. Annesini üzerindeki işlemiş olduğu motifler hâlâ canlılığını koruyordu.

İlk sayfası ile kapağın arasındaki babasının yazıp kendisine vermiş olduğu el yazması kâğıdı da hep gözü gibi baktı. Babası ona yazmıştı bu kâğıdı. Onun Kuran okumaya olan hevesini artırmak için yazılmıştı. O gündür bu gündür Kuran’ıyla birlikte yanından hiç ayırmamıştı.

İşte yine ellerindeydi. İlk günkü gibi heyecanlandı. Titreyen elleriyle tuttuğu yazıya baktı uzunca bir süre. Sanki hayatını sona ereceği bir günmüş de onu biliyor ona göre davranıyormuş gibi geldi kendine. Düşüncesinde yine geçmişe gitti. Babası ve annesine…

-Allah’ım rahmet et ikisine de! Dedi.

Sonra kâğıttaki yazıyı bilmem kaçıncı kez okudu, heyecanla:

“Ebû Musa (r.a) anlatıyor:

“Allah’ın Resulü (s.a.s.) buyurdular ki: “Kur'ân okuyan ve onunla amel eden müminin misali Ütrücce (portakal cinsinden kokusu güzel tadı hoş bir meyve) gibidir. Kokusu güzel tadı hoştur. Kur'ân okumayan müminin misali hurma gibidir. Tadı hoştur fakat kokusu yoktur. Kuran’ı okuyan fâcirin (günahkâr) misali reyhan otu gibidir. Kokusu güzeldir, tadı acıdır. Kur'ân okumayan fâcirin misali Ebû Cehil karpuzu gibidir, tadı acıdır, kokusu da yoktur.” (Buhârî)

Hz. Osman anlatıyor:

“Resûlullah buyurdular ki: “Sizin en hayırlınız Kuran-ı Kerim’i öğrenen ve öğretendir.” (Tirmizî)

Babasının kendisi üzerindeki emeklerini düşündü. Yine gözyaşları kaydı yüzünden. Elindeki kâğıdı götürdü alnına koydu sonra da öptü. Tekrar yerine koydu intizamla. Önündeki Kuran-ı Kerim’i okumaya başladı. Yasîn. Ve’l-Kur’ani’l-Hakîm…

Okudu, okudu, okudu…

Akşamdan beri süregelen iç sıkıntısını unuttu. Gecenin bu yarısında içten ve riyasız. Hiçbir canlının görmediği bu anda, Allah’ın huzurunda olduğunu düşünerek saatlerce okudu.

Gecenin sonuna yakın bir zamanda ellerini tekrar semaya açtı, baba ve annesi için dua etti. Okuduklarının sevabını tam bir inanmışlık ile onların ruhuna bağışladı. Ellerini yüzüne sürerken babasının kendine “Portakal kızım” dediği aklına geldi. Daha sonra bunu neden söylediğini “Kur'ân okuyan ve onunla amel eden müminin misali Ütrücce (portakal cinsinden kokusu güzel tadı hoş bir meyve) gibidir,  hadisini okuyarak açıklamıştı da çok hoşuna gitmişti. İşte o zaman yazmıştı bu hadisi.

Babasına:

-Bana her “portakal kızım” dediğinde, portakal getireceksin, tamam mı? Demişti.

Babasının cevabı da kendisisine özgü olmuştu:

-“Nasip, inşallah…”

Büyük bir dikkat ve özenle çıkarmış olduğu kabına yerleştirdi baba yadigârı Kuran-ı Kerim’i. Yerine koydu olabildiği titizlikle.

Sonra da içinde bulunduğu ruh dinginliği ile namaza kadar birazcık uyumak, düşüncesiyle başını yastığa koyuverdi. Bulunduğu evdeki yaşadığı sıkıntılara, oğlunun ilgisiz ve duyarsız davranışlarına rağmen huzur içinde uyudu.

Uykusu içinde mutluluktan uçtuğunu, tüm dünya güzelliklerini içinde yüzdüğünü gördü. Aradığı veya düşlediği güzelliklerdi bunlar. Oradan dışarı çıkmak ve ayılmak istemedi. Neler yoktu ki? Sevdiği insanlardan, yemyeşil rengârenk çiçeklere…

 

 

 

g

 

 

 

KAHVALTI VE NACİYE HANIM

 

 

Sabah kahvaltı vaktiydi. Şinasi Bey işine gidecekti. İşe gitmede önce mutlaka kahvaltısını yapardı. Az da olsa bir şeyler yemeden gitmezdi. Alışkanlık haline gelmişti evde. Çocukların okulu da aynı saatte olunca ailenin tamamı kahvaltı sofrasında buluşurdu. Tabi ki, Naciye Hanım da erken kalktığı için herkesten önce salonda oturur, ağzı kıpır kıpır dua dolu sözlerle, durmadan elindeki tespih tanelerini hatmederdi.

Bu gün bir tuhaflık vardı. Naciye Hanım her zaman olduğu yerde değildi. Yoktu işte.

Bu ilk defa Nebahat Hanımın dikkatini çekti. Ama aldırış etmedi. İçinden “herhalde akşamdan bana kızgın olduğu için gelmedi”, diye geçirdi. Mutfaktaki hazırlıkları sürdürürken Burcu geldi. Annesi Burcu’ya sordu:

-Babaannen bugün yok, ne oldu?

Burcunun yüzü değişti. Kaşları çatıldı, gözlerinde endişe hâkim oldu. Telaşla sordu:

-Bir şey olmasın?

-Yok ona bir şey olmaz. O dokuz canlıdır. Ölmez o.

-Anne ama vurdumduymazsın be! Diyerek telaşla salona geçti. Oradan abisine seslendi:

-Abi! Kalk çabuk.

Babaannesinin odasına daldı telaşla. Babaannesinin yüzü duvardan tarafa dönük olduğu için göremedi. Endişeyle yatağına yanaştı. İçinden ölmüş olabileceği duygusu elektrik hızıyla geçti. Başucuna vardığında birkaç kez seslendi:

-Babaanne! Babaanne!

Hiç ses gelmedi. Korktu. Hiç ölü yüzü görmediğini düşündü. Koşarak salona geri çıktı. Abisine bağırdı:

-Abi! Abi!

Okan gözlerini ovalayarak odasından çıktı:

-Ekşimiş suratını eliyle ovuşturarak:

-Ne bağırıyorsun be? Ne var?

-Babaannem, dedi çatallaşan sesiyle.

Okan kardeşinin sesindeki telaş ve korkunun farkına vardığında, kardeşinin taşıdığı duygularla yanına kadar koştu:

-Ne oldu bir şey mi var? Babaanneme bir şey mi oldu yoksa?

-Kalkmamış.

-Kaldırsaydın, uyuyordur herhalde.

-Gittim kalkmadı.

-Yoksa öldü mü?

-Bilmiyorum.

Bu arada gelin Nebahat Hanım da olanları anlamak için mutfaktan salona çıkmıştı. Birlikte Naciye hanımın odasına girdiler. Naciye Hanım yatağındaydı. Burcunun biraz önce gördüğü şekilde uzanmış yatıyordu.

Okan bütün hızıyla yorganı üzerinden çekip attı. Babaannesinde herhangi bir hareket göremedi. Nebahat Hanım olanlara birkaç metre geriden bakmakla yetindi.

Burcudaki korku dolu bakışlar dehşetini artırdı. Belki de hayatında ilk defa bir ölü görecekti istemeden.

Çünkü ölüm onun için çok uzaklardaydı. Belki de hiç gelmeyecekti. Oldum olası ölümle ilgili konulardan hiç haz etmezdi.

Okan aslında ne yapması gerektiğini bilmeden, hiç düşünmeden:

-Babaanne! Babaanne! Diyerek seslendi, yaşamak istemediği yüksek adrenalinli bir heyecanla. Cevap gelmeyince omuzlarından tutup salladı birkaç kez.

Bir kaç metre ilerde olanları izleyen Nebahat Hanımın beklentileri başka yöndeydi. İçinden geçen “işte senden kurtuldum” sesleri, yüzünde belli belirsiz mutluluk dalgasına dönüştü.  

Okan’ın ısrarlı sallamaları sonucunda irkilip kendine gelen Naciye Hanım gözlerini açtı. Başucundaki torunlarını görünce şaşırdı. Az ilerdeki gelinine kaydı gözleri.

Anlamsız gözleri Okan’ın üzerinde odaklandığında göz göze geldiler. Böyle pek olmamıştı şu ana kadar.

Naciye Hanım neler olduğunu anlamak istercesine sordu:

-Ne oldu oğlum?

-Babaanne sen kalkmayınca korktuk. Seni uyandırmak için bağırıp çağırdık.

-Uyuyakalmışım oğlum. Gece geç saate kadar uyuyamadım. Namazdan sonra uyunca kalkamadım işte. Bir de yaşlılık var ya!

-Neyse babaanne sağsın ya! Gerisi önemli değil.

-Ha ölmüşüz ha sağ, ne fark eder ki oğlum?

-Öyle deme Babaanne!

Bu konuşmalarda kendine bir gönderme olduğunu düşünen Nebahat Hanım odadan çıktı. Çıkarken de:

-Sofra hazır, diyerek seslendi.

Burcu annesine yardım için mutfağa geçtiğinde babasının kalkıp tıraş olduğunu gördü:

-Günaydın baba! Dedi.

Babasının cevabı da aynı şekilde oldu. Şinasi Bey günlük tıraş olmadan evden çıkmazdı. Tıraş olmak imaj açısından önemlidir, derdi. Tıraş losyonlarına verdiği parayı hiç acımadığını defalarca söylerdi. Görüntü, vizyon, imaj onun vazgeçilmez kelimeleriydi.

Nebahat Hanım kendi kendine söylendi “ben sana söylemedim mi Burcu?”:

-Yok ona bir şey olmaz. O dokuz canlıdır. Ölmez o.

Kahvaltı sofrasına Şinasi Bey’in de gelmesiyle aile bir kişi eksikliğiyle tamamdı.

Nihayet, Şinasi Bey annesinin eksikliğini hissetti.

-Annem nerede? Neden gelmedi sofraya.

Babaannesinin yanından en son çıkan Okan cevapladı babasının sorduğu soruyu:

-Babaannem oruç tutuyormuş. Gelemeyecek, dedi.

Nebahat Hanım laf etmeye bulduğu imkânın sevinciyle coştu:

-Ne orucuymuş bu şimdi? Düğün değil bayram değil. Mahsus gelmiyor. Şinasi bak annen neler yapıyor? Sadece bizimle sofraya oturmamak için oruç tuttuğunu söylüyor.

Burcu annesinin tavrına kızarak:

-Anne! Sen de iyi biliyorsun ki; babaannem her Perşembe oruç tutar ve bu gün de Perşembe!

Nebahat Hanım Burcu’nun bu tavrına kızdı. Gözlerinin kızarıklığını gösterircesine açtı ve Burcu’ya baktı.

-Ama doğru değil mi anne!

-Sus sus. Seninle yarışılmaz zaten.

Burcu babasına döndü ve biraz önce yaşadıklarını anlattı:

-Biraz önce çok korktuk baba!

-Neden?

-Babaannem öldü zannettik.

-Ne oldu ki?

-Kalkmayınca korktuk işte.

Okan söze karıştı üzgün bir şekilde:

-Zaten akşamki konuşmaları da biraz ilginçti. Sanki öleceğini hissediyormuş gibi konuşuyordu. Sabahleyin de böyle olunca, aklımıza bin bir türlü soru geldi.

Nebahat Hanım duramadı alaycı bir tavırla:

-Ben size dedim ona bir şey olmaz. Numara yapıyor numara. O beni bile öldürür…

Hiç kimseden ses çıkmadı. Sadece çay kaşıklarının şıkırtıları yankılandı kulaklarda.

Şinasi Bey kendi kendine düşündü:

-Gerçekten ölürse? Ne yaparım, ne derim?

Sofradan kalkan evden çıkıp gitti.

İşte yine Nebahat Hanım ile Naciye Hanım birlikte aynı havayı teneffüs ediyorlardı.

Gelinine bulaşmamak için, evden çıkıp yan komşulara gitmeyi düşündü.

Çıkmak için bir şeyler demesi gerekiyordu. Bunu nasıl diyeceğini düşündü. Şimdi bir şey söyleyecek, olmadık laflar duyacaktı yine.

Salona girdi titrek adımlarla. Caddeye bakan koltuğa oturmuş elindeki sigarayı tüttürüyordu Nebahat Hanım.

Sessizce bir kaç adım attı. Dilinin ucuyla:

-Ben komşuya gidiyorum, dedi.

Nebahat Hanım hiç istifini bozmadan, elini kahırlı bir şekilde salladı “git” anlamında. Arkasından da yarım ağızla:

-Nere gidersen git! Benden uzak ol da. Onlar da sana benziyor zaten, diye söylenirken Naciye Hanım çoktan kapıya çıkmıştı.

* * *

Artık bugün de duymayacaktı azar ve aşağılayıcı sözleri.

Komşularında kendini daha huzurlu bulurdu. Gülseren Hanım çok iyiydi. Sanki annesiymiş gibi davranıyordu kendine.

Gülseren Hanımı da kızı gibi görmeye başlamıştı. Akşama kadar kendine sürekli dua ediyordu. Bu da Gülseren Hanım için yeterliydi zaten.

Gülseren Hanım, her şeyin dua ile döndüğüne inanırdı. Dua almak, başına gelecek felaketlerin önüne geçebilir, ahiret yurdunun güzelleşmesini sağlayabilirdi.

Eşi Azmi Bey sürekli bu yönde tavsiye ve telkinlerde bulunurdu. Herkese; çocuk, ihtiyaç sahibi yaşlılara acımak gerektiğini sürekli söylerdi. Azmi Bey de babasından duymuştu bunları. Sürekli inandığı bu değerler doğrultusunda yaşamaya çalışır ve ailesinin de aynı şekilde davranmasını isterdi.

Peygamber Efendimizin, bir kadının ölünceye kadar kedisini hapsederek aç ve susuz bırakması sebebiyle cehennemi boyladığını haber verdiğini, örnek olarak anlatırdı. Eğer Allah’ın rahmet ve merhametine talipseniz, siz de yeryüzündekilere merhamet edin. Peygamber Efendimizin şu hadis-i şerifi çocukları da dâhil hepsinin zihnine kazınmıştı sanki. Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin.”

Kapı çalındığında mutfaktaki işlerinin sonuna gelmişti Gülseren Hanım.

Ellerini havluyla kuruladı. Salona çıktı. Kapının gözetleme camından kim olduğuna baktı. Naciye Hanım olduğunu görünce hemen kapıyı açtı. Güler yüzle karşıladı:

-Hoş geldiniz. Naciye Teyze buyurun, dedi.

Naciye Hanım, Gülseren Hanımın güler yüzünü görünce içten içe sevindi. Nebahat Hanımın yaptıkları karşısında içinden;“Bir güler yüz yeter” dedi.

-Hoş bulduk kızım!

Birlikte salonda geçip oturdular. Gülseren Hanımın salonu oğlunun evi gibi değildi. Gösterişten uzak, sade ve tertemizdi. Karşılıklı iki kanepe. Ortasında çeyizinden kalma bir el dokuması halı. Salonun boş kalan kısmında ise uzun sünger minderler vardı.

Gülseren Hanım:

-Teyzeciğim nasılsın? Dedi yüksek bir sesle.

Aslında Naciye Hanımın kulakları iyi duyuyordu. Ama yaşlılarla genelde yüksek sesle konuşmak çok yaygındı.

-İyiyim kızım. Allah razı olsun. Sen nasılsın?

-Ben de iyiyim Teyzeciğim, sağ ol. Evin işlerini tamamladım. İyi ki geldin.

Yüzü birden değişen Naciye Hanım net olmamakla birlikte biraz kahır dolu ses tonuyla:

-Gidecek yerim yok kızım sizden başka. Siz de olmasanız ben ne yapardım bilmiyorum.

Gülseren Hanım, Naciye Hanımın evinde geliniyle problem olduğunu az çok biliyordu. Bu konuyla ilgili hiçbir şey sormazdı. Sadece Naciye Hanımın anlattıklarını dinlerdi. Zaten o da pek fazla bu konularda konuşmaz hep içine atardı. Sabrederdi oğlu için, torunları için. Hayatta onlardan başka kimsesi yok sayılırdı. Torunları ve oğlu da kendinin düşündüğü gibi olmamış, inançlarından çok uzak bir hayat yaşıyorlardı. Bütün bunların hepsi üst üste gelince Naciye Hanım fazla konuşmaz olmuştu. Sadece torunlarına dini konularda bilgi vermek için fırsat kollayıp konuşmasının dışında. Aslında bu hayattan hiç memnun değildi. Bu ailenin bu hâle gelmesini de hiç anlayamamıştı.

-Öyle deme Teyze! Ne olacak insanlık öldü mü? Şunun şurasında komşuyuz. Komşuluk hakkı çok zor. Komşuların dayanışma içinde olması güven ortamının pekişmesini sağlar.

-Buraların komşuluğu çok farklı kızım çok farklı. Kimse kimseyle konuşmuyor, selamlaşmıyor.

-Doğru söylüyorsun ama biz elimizden geleni yapmamız gerekir. Adetlerimizi bile yaşatamıyoruz. İlk geldiğimiz sıralardaydı. Böyle bir Perşembe günüydü. Geçmişlerimiz için, onların adına evde bulunanlardan perşembelik dağıtmak yıllardır aralıksız yaptığımız bir şeydi. Buraya gelince devam ettirmek istedik. Bunu dağıtırken zengin fakir çoluk çocuk ayırmadan herkese verirdik. Öyle düşünüp ilk önce kapı komşumuzdan başlamak düşüncesiyle sizin kapıyı çaldım. Elimdeki tabakla sizin kapıya geldim.

Naciye Hanımın hiç bir şeyden haberi olmadığı bakışlarından anlaşılıyordu. Merakla dinlemeye devam etti:

-Ee, sonra?

Gülseren Hanım o günü yeniden yaşıyormuşçasına anlatmaya devam etti:

-Zili çaldığımda karşıma gelininiz Nebahat Hanım çıktı. Anlamsız gözlerle baktı bir müddet. Beni baştan aşağı süzdü birkaç kez. Sonra da:

-Buyurun ne istemiştiniz? Dedi.

Ben de:

-Bir şey istemiyorum. Ben yeni taşınan komşunuz Gülseren, dedim.

Alaycı tavrıyla burun kıvırarak:

-Komşumuz mu? Dedi.

Ben konuşmamı sürdürdüm, bir şey olmamışçasına:

-Elimdeki tabağı uzattım. Perşembelik getirmiştim, dedim.

Yüzündeki çizgilerin şekli değişti. Gözlerini iyice açtı. Yüzünde gururunun yansıması bir alaycı gülümseme oluştu:

-Ne dedin? Perşembelik mi? Dedi.

Tavrından hiçbir şey anlamadım. Yine konuşmamı sürdürdüm:

-Evet, perşembelik, dedim.

-Ne olacak bu? Dedi.

-Yiyeceksiniz, dedim.

Kızdığını anlamamak mümkün değildi. Yüz hatları gerildi. Gözlerini kıstı. Saçlarını eliyle yüzünden alıp geriye doğru attı.

-Bana bak! Bizim bu senin döküntülerine ihtiyacımız yok. Anladın mı? Sen bunu git dilencilere ver. Sen kimsin ki, bana bunları veriyorsun?  Ben dilenci miyim? Diyerek kızdı köpürdü. Bağırdı çağırdı. Beni kovdu, azarladı. Dünya başıma yıkıldı zannettim. Tüm komşulara rezil olduğumu düşündüm. Çok büyük bir ayıp yaptığımı sandım. Elimdeki tabakla geri döndüğüm gibi eve kendimi attım. Bir daha kimseye perşembelik vermedim. Daha doğrusu veremedim, çekindim azarlanmaktan kovulmaktan.

Dinledikleriyle heyecanlanan Naciye Hanım dehşete kapılmışçasına hiddetlendi:

-Ben bunları hiç duymadım kızım, kusura bakma!

-Estağfurullah Teyzeciğim. Bunda sizin ne kabahatiniz var.

-Olsun, ben de o evdeyim. İğreti gibi olsam da o evdenim. Kusura kalmayasın.

Gelininin yaptıklarından utanç duyduğu belliydi. Ne diyeceğini bilemedi. Kendini anlatacak kelimeler bulmada zorlandı.

Gülseren Hanım  anlattıklarına pişmanlık duydu bir anda. Naciye Hanımın bu kadar etkileneceğini düşünememişti.

-Teyze bunları boş ver sen. Olur, böyle şeyler.

-Şuraya geleli ne kadar oldu bilmiyorum. İçimden geçtiği halde bir defa bile perşembelik dağıtamadım. İçimde bir ukde olarak kalıp gidecek herhalde. Benim gelini anlamak mümkün değil zaten.

-Ben bir ıhlamur yapayım da içelim, diyerek ayağa kalktı Gülseren Hanım.

-Otur kızım! Ben oruç tutuyorum.

Gülseren Hanım tekrar yerine oturdu. Naciye Hanımın üzülmesine sebep olduğunu düşünerek kendi kendine kızdı.

Naciye Hanım da elindeki tespihi parmaklarıyla devretmeye devam etti.

Bir müddet süren sessizliğin arkasından, gözlüğünü burnunun üstüne iyice yerleştiren Naciye Hanım:

-Kızım ben buradan ayrılacağım. Evden gitmeyi istiyorum, dedi.

Gülseren Hanım konuşmalarına bir anlam veremedi:

-Ne dedin?

-Evden gideceğim.

-Nereye?

-İlk önce köydeki kardeşimin yanına götürmelerini isteyecektim ama, orda da bundan farklı olmayacak. Onun da kendine hayrı yok. Şimdi huzurevine yerleşmeyi düşünüyorum.

-Ama teyze! Ne yaparsın oralarda kendi başına?

-Buralarda ne yapıyorum da?

Gülseren Hanım ne diyeceğini bilemedi. Sanki kelimeler boğazına düğümlendi.

-Neden böyle düşünüyorsun?

Naciye Hanım fazla açık vermeden evdeki rahatsızlığını anlattı. Gülseren Hanım dinledikleriyle ağzı açık kaldı. Gelinin yaptığının insanlık dışı olduğunu düşündü. Bunu nasıl yapabildiğini aklına havsalasına sığdıramadı. Kendisinin anne babası ile kaynanası geldi aklına. Hepsi de dua ederek ölmüşlerdi.

-Bizim yanımızda kalabilirsin teyze, dedi.

Duyduklarına inanamayan gözlerle baktı dakikalarca.

Bir yabancının bunu söylemesi kendini şok etmişti. Kendi çocuğu, evden atmaya çalışırken tanımadığı şunun şurasında birkaç aydır tanıdığı birisi tarafından evinde kalma teklifinde bulunuyordu. İnanamadı. Duygulandı. Ağlamaya başladı. İçi boşalıncaya kadar ağladı.

Gülseren Hanım yanlış bir şey demiş olmaktan dolayı korktu:

-Ne oldu Teyzeciğim? Yanlış bir şey mi söyledim? Dedi.

Burnunu silerek cevapladı Naciye Hanım:

-Senin bu gösterdiğin yakınlığı bana kendi oğlum bile göstermedi. Allah tuttuğunu altın etsin. Allah ne muradın varsa versin kızım.

-Sağ ol Teyze! Allah razı olsun. Şunun şurasında ne olacak; insanlık ölmedi: yiyeceğimiz içeceğimiz var. Beş kişinin doyduğundan altı kişi de doyar. Şu odaya da bir yatak, tamam.

-Olmaz kızım olmaz. Benim için en uygunu herhalde huzurevi. İşin aslı ben gitmek istemiyorum. Anlaşamasak da torunlarla bir arada olmak bana yeterdi ama ne yaparsın? İşte hayat bazen böyle zorluklara katlanmayı gerektirir.

-Sizin gibi iyi bir insan bunları hak etmiyor.

-İçime oturdu. Sıkıntıdayım. Zoruma gidiyor… Şimdiye kadar hiç beddua etmedim. Bazen beddua etmek geliyor içimden. Babamın dediklerini hatırlayınca vazgeçiyorum. Rahmetli babam bu hususta çok hassastı. Çok öfkelense bile diline sahip çıkmayı bilirdi. Dilin birçok kötülüğün sebebi olduğunu söylerdi. Bu konudaki hadisleri sürekli okurdu bize de öğretirdi:

“Kendinize, evlâdınıza, beddua etmeyiniz. Allah’ın kaderine razı olunuz. Nimetlerini artırması için dua ediniz.”

“Ananın, babanın çocuğuna olan ve mazlumun zalime olan bedduaları ret olunmaz.”  

İşte bu sebepten korkuyorum. Canıma tak ettiği halde kendimi tutuyorum.

-Teyzeciğim! En doğrusunu düşünürsün sen; yılların tecrübesi sende. Beddua etmemen, senin güzelliğinden.

-Elif nasıl? “Yasin” suresini öğrenip sana okuyacağım, demişti de.

-Okuyor. Zaten babaları bu konuda çok titiz davranıyor. Kuran-ı Kerim okumaları için yönlendiriyor. Yakında tamamını öğrenir herhalde.

-Keşke benimkiler de öğrenselerdi. Çocuklarına ve size Allah hayırlarla dolu ömürler versin.

-Amin!

Bu arada Elif kapıdan girdi. Doğruca annesinin kucağına atladı:

-Anneciğim! Diyerek yanaklarından öptü.

Sonra kalkıp Naciye Hanımın yanına gitti:

-Hoş geldiniz Teyzeciğim diyerek nezaketle ellerinden öptü.

Naciye Hanım da kucağına bastı Elif’i.

-Ezberledin mi? Dedi.

Elif ne demek istediğini zaten anlamıştı:

-Yakında hepsini öğreneceğim inşallah, dedi.

Son saatteki Türkçe dersinin konusu fıkraydı. Öğretmenimiz fıkra anlattırdı. Arkadaşın birinin anlattığı fıkra çok hoşuma gitti. Size de anlatayım mı? Dedi.

Annesi:

-Anlat kızım. Konusu ne?

-Nasrettin hoca işte ya!

-Tamam dinliyoruz.

-Hoca Merhum bir gün pazardan bir eşek almış eve geliyordu. Hoca’nın dalgın dalgın eşeği çekip gitmekte olduğunu gören iki kafadardan biri, sezdirmeden Hoca’nın arkasındaki eşeğin başından yuları çıkarıp, kendi kafasına geçirdi. Öbürü ise eşeği alıp gitti. Hoca Merhum hadiseden habersiz yoluna devam ediyor ve arkasından eşeğin geldiğini sanıyordu.

Hanımı, Hoca’nın adamın birini çekip geldiğini görüp:

-Hoca! Bu hal nedir? Eşek bulamadın mı da bu adamı getirdin? Diye sorunca Hoca bir de baktı ki hakikaten arkasında eşek yerine adam var. Bir anda şaşalayan ve gözleri fal taşı gibi açılan Hoca, hayretle adamın yüzüne bakarak:

-Sen nesin, yahu eşek değil misin? Diye sorar.

Adam, hazin hazin gözlerini yumup şöyle bir kendini toparladıktan sonra der ki:

-Efendim hiç sorma! Ben aslında eşek değil bir insanım. Fakat benim bir anam var. Ona bir kötülük etmiştim de, bana “Eşek olasın”, demişti. İşte o anda eşek oldum, sen de pazardan beni satın aldın. Sizin yüzünüz suyu hürmetine şimdi eski halime döndüm. Bunun için size minnet ve şükran borçluyum.

Hoca Merhum, adamın kulağına eğilerek:

-Bir daha öyle fena işler işleme! Annene itaat et, gibi türlü nasihatlerde bulunur ve adamı salıverir.

Hoca merhum, bir süre sonra pazara yeni bir eşek almaya gider. Bir de bakar ki, bir kaç saat önce satın aldığı, yolda getirirken adama dönen eşeği orada. Hemen onun yanına gider ve kulağına:

-Seni uslanmaz adam! Yine ne yaptın da ananın bedduasını aldın? demiş.

Hepsinin yüzünde bir gülümseme oluştu. Naciye Hanımın yüzündeki gülümseme acıyla karışıktı. Kendi kendine: “Benimki gibi”, dedi. Tam kalkacakken Elif’in gelişi ile biraz daha kalan Naciye Hanım:

-Ben kalkayım artık, dedi.

-Oturuyorduk.

-Eve gideyim.

-Yine beklerim. Her zaman gelebilirsin. Kendi evin bil burayı.

-Bakalım buralarda kalırsak.

Başörtüsünü düzeltti. Kıyafetine çeki düzen verdi. Gülseren Hanımla birlikte kapıya yürüdü.

 

Gülseren Hanım kapıdan güler yüzle uğurladı, ilgi bekleyen bu yaşlı komşusunu. Ağzı dualarla yürüdü oğlunun evine.

* * *

Kapıyı açarken yine elleri titredi ve yine ayakları geri geri gitti. İçindeki fırtınaların akışına bıraktı çaresiz. Bir yaprak kadar zayıf ve iradesiz. Bir kuş kadar titrek ve güçsüz… Bu günleri de mi görecekti?

Kendinin çok aşağılandığını düşünüyordu. Kendi oğlunun evinde rahat edemiyordu. Üstelik kendi oğlu ev sahibi olsun diye, oturduğu atadan yadigâr evini de satmıştı.

 Arkasından dedesinden kalan vereseli eve taşınmıştı. Virane olan bakımsız bu mezbelelik yere, ne emekler vermişti. Sonunda oturulacak kadar adam etmişti burasını. Yıkılan duvarlarını kendisi sıvamıştı günlerce. O günlerde yanına gelenler hep aynı şeyi söylüyorlardı:

-Yanlış yaptın Naciye Hanım! Bu zamanda oğlan için ev mi satılır? Kimseye güvenmeyeceksin. Yalnız kalırsın, aç ve açıkta kalırsın da kimseler bakmaz sana…

Çoğuna cevap vermemişti. Daha doğrusu verememişti zaten.

Ne deseydi? Evet, doğru söylüyorsunuz; benim oğlum kötü, onun için ev satılmaz mı deseydi? Diyemezdi.

Çünkü oğlu bir gün anasını arayıp sormamıştı. Bunu bilmesine rağmen ana yüreği işte dayanamamış ve vermişti evini.

Pişmanlık duymuştu çoğu zaman ama bunu kimselere söylememişti. İçini kimselere duyurmamıştı. Kendi oğluna kötü denmesine, gönlü razı olmamıştı belki de.

-Burası bana yeter de artar. Şu dört günlük dünyada ne yapacağım malı mülkü, evi barkı?

-Burayı elinden alırlar. Bu yıkıntı şimdi işe yaramaz ama sen düzelttikten sonra herkes sahiplenir, ortada kalırsın yine.

-Burayı ne yapacaklar canım? Diyerek geçiştirdi o zamandan duyduğu bu sıkıntıyı.

Sonrası iyi miydi ki?

Konu komşunun dedikleri gibi oldu: vereseli olan bu yeri de sahiplendiler. Naciye Hanımı dedesinin evinden çıkardılar. Düzeltilmiş, eli ayağı adam edilmişti nasıl olsa. Ev olarak kullanılabilirdi artık.

Oğluna “Gel beni götür oğlum”, diye haber saldı çaresizlik içinde.

İşte o zamandır bu zamandır şehirdeki bu lüks evde gelini ve torunlarıyla birlikte kalıyordu. Çok sıkıntılar çekse de, azarlansa da, dün akşam gelininin onu evden kovması ve oğlunun buna seyirci kalması can evine oturmuştu.

Sabırlıydı, sabrediyordu. Sürekli sabır vermesi için Allah’a dua ediyordu. Dilinden zikir eksik olmuyordu. Eve yük olmamaya çalışıyordu. İlerlemiş yaşına rağmen bilgisi görgüsü hanımefendiliğini ortaya koyuyordu.

Yavaşça süzüldü salondan içeri. Odasına geçip namaz için hazırlık düşünüyordu. Bir yabancı gibi davranılan bu evde gelini ile karşılaşmamak için etrafına bile bakmadan odaya yöneldi. Arkasından bir ses duydu:

-Hanımefendimiz teşrif buyurmuşlar!

Duymazlıktan geldi odasına geçti. Cevap verse yine kovulacak, yine…

Akşam olunca torunları da olacağı için daha rahat edebilecekti. Sıkıntı içinde akşamı bekledi. Sadece abdest almak için odasını terk etti o kadar.

Sıkıldıkça Kuran-ı Kerim okudu. Bazen, başına gelecekleri düşündü hüzünlenen yüzüyle. Bekleyip görmekten başka çaresi yoktu. Gelecek neler getirecekti bakalım?

Akşam oğlu Şinasi geldiğinde, bu konunun bir karara bağlanmasını isteyecekti ve kesinlikle buradan ayrılacaktı.

Hayatının bundan sonraki kısmını azarlanarak sürünen bir böcek gibi geçirmek istemiyordu. İnsandı o. İnsan gibi davranılmasını istemesi en tabi hakkıydı.  

* * *

Akşam yine karanlığıyla gelmiş, herkes evinin yolunu tutmuştu. Her iki evde de yemek hazırlıkları tamamlanmıştı.

Şinasi bey’in eve gelişiyle birlikte yemeğe başlamak için masanın etrafında toplanıldı. Nebahat Hanım, Burcu’ya gözüyle işaret etti, babaannesini çağırması için.

Bu arada Şinasi Bey masaya oturmuştu:

-Kızım babaannen gelemeyecek mi? Git çağır, dedi.

Burcu babaannesini çağırmak için kalktı. Bu arada Okan’ın sofradaki yokluğu annesini rahatsız etmişti:

-Oğlan yine yok, dedi annesi.

-Genç adam ya! İlk akşamdan eve mi tünesin, diyerek oğlunun erkeklik yaptığı düşüncesini ima etti.

Nebahat Hanım karakol olayından sonra Okan için daha temkinli davranıyordu. Okan'ın ailenin başına sıkıntı getirmesinden çekiniyordu. Başkalarına gösterdiği tepeden bakan davranışlarını Okan için sergileyemiyordu. Laf söylemekten bile bazen çekiniyordu. Oğlu konusunda çok hassastı Şinasi Bey.

Kaynanası Naciye Hanım için şahin, çocukları konusunda minik bir serçe yavrusunun çaresizliğini yaşıyor olması manidardı.

Az sonra asık bir suratla mutfağa giren Naciye Hanım sessizce sofraya oturdu. Akşama kadar oruç tutmuştu. Lafa söze karışarak tuttuğu orucun sevabının kaybetmek istemiyordu.

“Bismillahirrahmanirrahim” diyerek başladı yemeğe. İsteksiz bir şekilde çorbadan birkaç kaşık aldı.

Mutfaktaki yemek masasından hiç ses çıkmıyordu. Herkes gözünün altından birbirini kolaçan ediyordu belli etmeden. Aslında birkaç söz edilse herkesin söyleyecek sözü olacaktı.

Şinasi Bey sessizliği bozmanın kendisine düştüğü düşüncesiyle:

-Eee, anne nasılsın bakalım?

Naciye Hanım cevap vermek istemiyordu. Hatta hiç konuşmayacaktı ama gelininin söyleyeceği sözlerden çekindi.

Eğer cevap vermese; “İşte gördün! Seni adam yerine bile koymuyor, konuşmaya bile müdane etmiyor” diyecekti. Bunun için isteksiz bir şekilde cevap verdi az duyulan bir sesle:

-Şükür bu günümüze, dedi.

Bu söze de kıllanan Nebahat Hanım, anlaşılmayan sözlerle ağzının içinden kendi kendine söylendi.

Burcu ortamı yumuşatma adına:

-Babaanne ekmek ister misin? Dedi.

-Hayır kızım, bu bana yeter.

-Babaanne biliyor musun artık son yazılıları oluyoruz. Okul yakında bitecek.

-İyi çok güzel.

-Bu günkü yazılıdan kaç aldım biliyor musun?

-Kaç aldın?

-Beş aldım babaanne beş.

-Aferin kızım. Derslerine çalışırsan başarılı olursun. Çalışmayana yok…

Konuşmalar çok soğuk ve donuk bir halde devam ediyordu. Naciye Hanımın kafasında bir an önce buradan ayrılmak vardı. İşin tadının kaçtığını düşünmeye bile gerek görmüyordu.

Nebahat Hanım nazire yaparcasına, yine yılışık bir şekilde:

-Şinasi! Bak yaz tatili geliyor. Bu sene iyi bir tatil yapalım. Şöyle bir sahile inelim de gözümüz gönlümüz açılsın, dedi.

Şinasi Bey hiç cevap vermedi.

Nebahat Hanım tekrar:

-Tatil, dedi.

Şinasi Bey gözüyle annesini işaret ederek:

-Tamam yaparız, dedi.

Nebahat Hanım konuyu enine boyuna sündürüp duruyordu. Şinasi Bey annesinin fazla üzülmesini istemediğinden konuyu teğet geçmeye çalışıyordu.

Sonunda dayanamayan Naciye Hanım:

-Siz tatilinize gidin. Ben zaten geçen gün dediğin gibi, huzurevine gideceğim. Beni bir an önce götür.

Şinasi Bey:

-Ama anne! Dedi.

Karısı Nebahat Hanım durumdan gayet memnundu. Bir an önce gitse ne güzel olacaktı.

Naciye Hanım çok kararlı bir şekilde:

-Bırak bunları şimdi. Sen de benim gitmemi istiyordun. Geçen gün bunu kendi ağzınla söyledin. Beni götür; sen de rahat et, ben de.

Şinasi Bey:

-Peki anne! Madem sen öyle istiyorsun; öyle olsun. Ben yarın bir görüşeyim bari.

Burcu yine itiraz etti delicesine:

-Olmaz, dedi, haykırdı. Babaannem buradan gidemez, gitmemeli. El alem ne der sonra: bir ihtiyara bakamadılar demezler mi?

Burcuyu dinleyen bile olmadı.

Gelin Nebahat Hanım çok memnundu durumdan. İşler tam istediği gibi oluyordu işte. Bir de kaynanadan kurtuldu mu tamamdı. Artık o günlerin de ucu görünmüştü. Bugün rahat bir uyku çekebilirdi.

* * *

Sessizce odasına çekilen Naciye Hanım, gideceğini anlayınca birazcık rahatlamanın verdiği ruh haliyle yatağına uzandı. Gideceği yerin nasıl olduğunu, hiç görmediği bir yerde nasıl yaşayacağını düşündükçe rahatlığı kayboldu. Üzüntüyle karışık bir burukluk yaşadı. Aslında zoruna gidiyordu. Yapacak bir şeyi de yoktu.

Mutfakta gelini sevincinden şarkı söyleyerek neşeli bir şekilde bulaşıkları yıkıyordu. Şinasi Bey balkondaki yerinde sigara üstüne sigara içiyordu. Düşünceliydi. Yaptığının yanlışlığını dü­şü­nüyordu belki de.

Burcu kendi odasında, babaannesi için üzüntülerinin arasına, hayallerle beslediği gizli dünyalarını serpiştiriyordu. Daha doğrusu ne yapması gerektiğinden çok uzaklardaydı.

Okan her zaman olduğu gibi yine yoktu ortalıklarda. Kim bilir nerelerde hangi serkeşliklerin peşindeydi?

* * *

Yemek sonrasıydı. Aile salondaki kanepe ve minderlerin üzerine oturmuş sohbet ediyorlardı. Yine çay için servis çekişmesi Esra ile Elif arasında yaşandı.

Burhan her zamanki haliyle elinde kitap çayını yudumluyordu. Son sınıftı. Üniversiteye hazırlanıyordu. Maddi durumları çok iyi olmadığı için gözde bir dershaneye gidememenin sıkıntısını yaşıyordu.

Kendinden memnun olan öğretmenlerinin girişimiyle bir dershanenin hafta sonu grubuna devam ediyordu. Bu dershanenin parasını da birkaç zengin üstlenmişti. Bütün bunların neticesinde, kazanması gerektiği düşüncesi bütün benliğini kaplamıştı. Ailesi için, bu yoksul haliyle durmadan çalışan babası için, her türlü sıkıntıya göğüs geren ve hiç belli etmeyen annesi için kazanmalıydı.

Gülseren Hanım gündüz duyduklarının bir kısmını ve yaşadıklarını ailesiyle paylaşmak istedi:

-Naciye hanım evden ayrılacakmış, dedi üzüntüsünü ifade eden bir tonda.

Ailedekiler bir anda şok oldular. Yanlış anladıklarını düşünerek sordular?

-Gidecek mi?

-Evet.

-Nereye gidecek yaşlı haliyle bu kadın?

-Huzurevine.

-Ne evlatlar var şu dünyada, diyerek üzüntüsünü ifade eden Azmi Bey, kızgınlık içinde konuştu:

-Ne isterler şu kadından ya! O sizin anneniz be anneniz. O sizin için her şeye katlansın, siz onu sokağa bırakın. Yakışır mı bu insanlığa?

Ailedeki herkes kendi babaanneleriymiş gibi üzüldüler. Babaları devam etti:

-Allah herkese hayırlı evlat nasip etsin!

-Amin, dendi hep bir ağızdan.

Elif bütün içtenliğiyle:

-Baba, bizde kalsın. Ne olur?

-İyi kızım da gelmez ki!

Gülseren Hanım söze karıştı hemen:

-Ben de teklif ettim. Biz de kal, diye. Kabul etmedi.

Aileyi tekrar bir sessizlik kapladı. Üzüldükleri her hallerinden belliydi. Baba Azmi Bey sessizliği bozma pahasına da olsa:

-Çocuklar biliyorum ki, son sınavlarınızı yapıyorsunuz. Fazla vakit geçirmeden bu günkü okuyacağımız yeri okuyup derslerinize çalışın. Bu gün sıra kimde?

Burhan:

-Bende, dedi. Elindeki kitabı kaldıkları yerden okudu. Aile kafası karışık bir şekilde dinlemeye başladı:

Bismillahirrahmanirrahim.

“A’raf suresi 40. ayet: “Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara burun kıvıranlar var ya, gökyüzü kapıları yüzlerine açılmaz ve deve, iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremezler. Biz ağır suçluları işte böyle cezalandırırız.”

41. ayet: “Onlara bir cehennem döşeği ile üzerlerini örtecek bir cehennem yorganı verilir. Biz zalimleri işte böyle cezalandırırız.”

Bu harikulade sahnenin önünde istediğin gibi durup düşünebilirsin... İğne deliğinin karşısında bir deve... Kocaman devenin geçmesi için bu küçücük delik açıldığında o zaman (ama sadece o zaman) şu yalanlayanlar için gök kapılarının açılması, dualarının ya da tövbelerinin kabul edilmesini (ne yazık ki vakit geçmiştir) onların nimetler yurduna, cennete girmelerini bekleyebilirsin. Ama şu anda, deve iğnenin deliğinden geçene kadar onlar ateşte olacaklar. Buluştukları birbirlerine katıldıkları birbirlerini kınayıp lânetleştikleri, kimisi kimisine en kötü cezaya çarptırılması isteği ve dostun dostuna isteğini hep birlikte tattıkları cehennemde kalacaklar.

Cehennem ateşinden bir döşek vardır altlarında... Bu döşek (alaya almak için) yatak olarak nitelendirilmektedir. Yoksa bu bilinen bir yatak gibi değildir. Ne yumuşaktır ne de rahattır, rahatlatır adamı. Aynı zamanda cehennem ateşinden yorganlar atarlar üstlerine.

O suçlular da zalimler. Allah’ın ayetlerini yalanlayan, yalan uydurarak Allah’a mal eden iftiracı müşriklerdir zalimler.

42. ayet: “İman edip iyi ameller işleyenlere gelince biz hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemeyiz. Onlar orada ebedi olarak kalmak üzere cennetliktirler.”

43. ayet: “Kalplerindeki kin-kıskançlık kalıntılarını söküp atmışlardır. Ayaklarının altında ırmaklar akar. Onlar şöyle derler; Bizi bu dereceye erdiren Allah’a hamdolsun. Eğer Allah bize yol göstermeseydi, biz kendiliğimizden bu dereceye eremezdik. Belli ki, Rabbimizin peygamberleri bize gerçeği getirmişlerdi, onlara şöyle seslenilir; İşte size cennet, işlediğiniz iyi amellerin karşılığı olarak onu hak ettiniz.”

Bunlar inanan ve yapabildikleri kadar iyi işler yapan kimselerdir. Güçlerinin yetebileceğinden fazlasıyla sorumlu değildirler. İşte bunlar cennetlerine geri dönüyorlar. Bunlar Allah’ın izni ve lütfu ile cennet ehlidirler. Yüce Allah rahmeti sonucu, ayrıca inanıp iyi işler yapmaları nedeniyle cennete varis kılmıştır onları. Bu, Allah’ın peygamberlerine uyup şeytana karşı çıkmalarının, ulu ve merhamet sahibi Allah’ın emirlerine itaat edip aşağılık ve değişmez düşmanlarının vesvesesini dinlememelerinin karşılığıdır. Şayet yüce Allah’ın rahmeti olmasaydı -güçleri oranında- yaptıkları amelleri yeterli olmazdı. Nitekim Peygamberimiz: “Herhangi birinizin yaptığı iyi işler onun cennete girmesi için yeterli değildir”  Sen de mi ya Resulallah?” dediklerinde, yüce Allah rahmeti ve lütfu ile beni kuşatmadıkça ben de öyle”... Buyurmuştur. (Müslim)

Bu konuda yüce Allah’ın duyurdukları ile peygamberimizin sözleri arasında bir çelişki, bir farklılık söz konusu değildir Çünkü peygamberimiz kendiliğinden konuşmaz. Kuşkusuz yüce Allah, insanoğlunun eksik olduğunu, yetersiz olduğunu, birçok yönden zayıf olduğunu, yaptığı iyi amellerin değil cennete, dünyada kendisine verilen herhangi bir nimete bile karşılık olamayacağını biliyordu. Bu nedenle yüce Allah, onlara merhamet etmeyi üzerine aldı ve insanların az, eksik ve sınırlı çabalarını kabul edip, onlara cenneti vaat etti. Bu, yüce Allah’ın onlara yönelik lütfunun ve rahmetinin eseridir. Evet, onu yaptıkları iyi işlerle hak ettiler ama Allah’ın onlara yönelik rahmeti sayesinde elde ettiler.

Sonra... Şu iftiracı, yalancı, suçlu, âlim ve kâfir müşrikler cehennemde lânetleşip çekişirlerken, daha önce birbirlerinin dostu, yardımcısı iken burada birbirlerine kin ve nefret beslerken...

İnanıp inançları gereği işler yapanlar cennette sevgi, dostluk ve şefkat içinde kardeşçe yaşıyorlar.

Cehennemliklerin altlarından ve üstlerinden ateş alevlenirken, cennetliklerin en altlarından ırmaklar akar. Üzerlerine tatlı bir meltem esmektedir.

“...Ayaklarının altında ırmaklar akar.”

Cehennem ehli birbirlerine hakaret etmekle, çekişmekle uğraştıkları sırada cennet ehli verdiği nimetlere karşı Allah’a hamd etmek, O’nun kendilerine yönelik rahmetini itiraf etmekle uğraşıyorlar.

“...Bizi bu dereceye erdiren Allah’a hamd olsun. Eğer Allah bize yol göstermeseydi, biz kendiliğimizden bu dereceye eremezdik. Belli ki, Rabbimizin peygamberleri bize gerçeği getirmişlerdi.”

Cehennem ehline, “Sizden önce gelip geçen cin ve insan toplulukları yanında cehenneme giriniz” şeklinde aşağılayıcı ve kınayıcı bir tarzda seslenirlerken cennet ehline hoş bir karşılama ve güzel bir ağırlamayla seslenilmektedir:

“...Onlara şöyle seslenilir, işte size cennet, işlediğiniz iyi amellerin karşılığı olarak onu hak ettiniz.”

Bu şekilde cehennem ehli ile cennet ehli arasında tam bir karşıtlık meydana getiriliyor…”

Ailede tüm geçmişleri için okunan fatihanın ardından çocuklar, odalarına ders çalışmak için geçtiler.

Bu kitap okuma işi sürekli yapılıyordu. Alışkanlık haline gelmişti. Bu ailede olmazsa olmazlardan biri durumundaydı.

Naciye Hanımın durumu yeniden gündeme geldiğinde Gül­seren hanımın gözleri doldu:

-Cennet güzeller için, güzellikler yurdu. Cenneti burada kazanmak lazım, dedi.

-Anlıyorum seni, diye karşılık verdi eşi Azmi Bey. Ne yaparsın ki dünya nimet bilmezlerle dolu. Annesi onlar için bir nimet. Cennet yoluna ulaştıran bir nimet. Biz de kalacağını bilsem; gidip yalvaracağım. Sen yarın ciddi bir şekilde ikna et.

-Kabul etse bile onu burada bırakmaz gelini. Apartmandaki şahsiyetinin rencide olacağını düşünür. Hem kadını hem de bizi rezil eder.

-Doğru söylüyorsun. Sen yine de bir konuş.

-Tamam, inşallah.

 

 

 

 

g

 

 

 

GÜNLERDEN CUMA

 

 

Günlerden Cuma. Vakit namaza iyice yaklaştı. Cuma namazı için hazırlık yapanların telaşı gözleniyor civarda. Azmi Bey ve oğlu Burhan, birlikte apartmanın kapısından çıkarken ezanlar okunuyordu. Şinasi Bey kapıda karşılaştıkları komşularına gözünün ucuyla şöyle bir baktı. Sonra gözlerini yere indirdi. Azmi Bey selam vermek için yüzüne baktı. Şinasi Bey hiç o yöne dönmediği gibi, görmezlikten gelip geçip gitti. Azmi Bey düşüncesinde fikirler hareketlendi. “Allah’ım sabır” dedi kendi kendine. Adımlarını sıklaştırdılar. Önde babası arkasında oğlu, camiye girdiler.

Şinasi Bey komşusuyla göz göze gelmekten uzak duruyordu ısrarla. Bu, kendisinin statüsünün ve zenginliğinin onlardan üstün olduğu düşüncesinden kaynaklanıyordu. Onlar kimdi ki; selamlaşacak, hal hatır soracaktı.

Azmi Bey defalarca komşuluk ilişkileri içinde onlarla ilgilenmiş, yakınlık göstermiş, Şinasi Bey burnundan kıl aldırmaz tavrıyla, bunları karşılıksız bırakmıştı.

Gerçi, kocaman apartmanda birlikte olduğu kaç kişi gösterilebilirdi ki? Kendilerinin herkesten farklı olduğu düşüncesi, onları bu konuma getirmişti.

Şinasi Bey ve oğlu Okan, şu ana kadar Cuma için bile olsa camide hiç görülmemişlerdi.

Baba oğul minberden yankılanan huzur dolu sohbeti dinledi. İmam hutbesinde serzenişte bulunuyordu. Gençlikten bahsediyordu.

“Aziz Müminler!

Topluma hayat veren kan damarları mesabesindeki en büyük milli hazinelerimizden biri de gençliktir. Gençlik, cemiyetin güç kaynağı ve toplumun devamını sağlayan ilahî bir emanettir.

Gençler, gerçek ilim, sanat, din ve ahlak kültüründen mahrum bırakıldığı takdirde maddi sahada cinsel içgüdülerin, manevi sahada da inanç buhranlarının çözülmeyen düğümleri arasına sıkışır, bunun neticesi olarak da, öğrenme, inanma, sevme temayülleri bazen suküt-u hayal, bazen ihanet, bazen ruh kompleksleri ve intibaksızlıklar şeklinde ortaya çıkar. Saadet ve mutluluk kelimesini aslî anlamından çok farklı yönlerde yorumlamaya başlarlar. Mesela; para, şöhret, mevki ve şehveti hudutsuz bir ihtiras içinde mesut olmanın tek şartı zannederler.

Bu ruhî keşmekeş içinde de din, iman ve ahlak aleyhtarı telkinleri, manası derinlemesine anlatılmayan kavramları, siyasi sloganları ölçüp tartmadan kabul etmeye, kamplara bölünmeye ve bazen da yakın tarihimizde yaşadığımız gibi karşı karşıya gelmeye başlarlar.

Değerli Müminler!

Toplumda önemli bir yeri olan ve Peygamber lisanı ile övülen gençlerimizin maddi ve manevi yönlerin ihmal etmeden eğitelim; iyi bir insan ve iyi bir Müslüman olmalarına çalışalım. Onların dinine ve mukaddesatına bağlı, vatanını ve milletini seven ve bu uğurda fedakârlıktan kaçınmayan, sağlam inançlı, temiz karakterli olarak yetişmelerine dikkat edelim.

Hutbemizi Peygamberimizin hadisleri ile bitirelim.

Cenab-ı Hak, kıyamet gününde yedi sınıf insanı arşın gölgesinde bulundurmakla şereflendirecektir. O gün O'nun himayesinden başka sığınılacak bir sığınak da yoktur. Bunlar;

1-Adaletli idareciler,

2-Rabbine itaatle büyüyen, olgunlaşan gençler,

3-Kalbi camilere bağlı kimseler,

4-Birbirlerini Allah için sevenler,

5-Güzellik ve mevki sahibi bir kadın, kendisini kötü fiile davet ettiği zaman; “ben Allah'tan korkarım”, diyerek iffetini koruyanlar,

6-Sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar sadakayı gizli verenler ile,

7-Issız yerde Rabbini zikrederek gözyaşı dökenlerdir.

Allah'ın en çok sevdiği kimse, kötülükleri terk edip iyiliklere yönelen gençlerdir.”

Azmi Bey hutbeyi soluksuzca dinledi. Heyecanlandı bazı yerlerinde gözleri doldu. Hemen yanındaki oğlu aklına geldi. İçin için sevindi. Çocuklarını iyi yetiştirmeye çalışmasından dolayı rahatladı.

Kendinden sonra dua edecek evlatlar yetiştirmenin en kazançlı yatırım olduğunu bir kez daha düşündü. “Keşke bunları komşusu Şinasi Bey de dinlemiş olsaydı da çocuklarını başıboş bırakmasaydı” diye içinden geçirdi.

Gerçi kınamaya gelmezdi bu konu. Ne iyi insanların çocuklarının kötü, nice kötü olarak yaşamış olan insanların çocuklarının da iyi bir hayat yaşadıkları örnekleriyle doluydu.

Bu düşüncelerinden uzaklaşarak, “Allah’ım! Her şeyin hayırlısını nasip et” diye yakarışta bulundu.

 

 

 

 

 

 

PİKNİK

 

 

Okan kardeşi Burcu’nun tüm uyarılarına rağmen, Deren’e olan ilgisinden bir şey kaybetmemiş, aksine daha ileri şekilde bağlanmaya devam etmişti. Her zaman Deren’le birlikte olmaya özel gayret ediyordu. Deren onun için çok önemliydi.

Aynı şeyi Deren’in gözüyle bakıldığında söylemek mümkün değildi. Sadece gönül eğlendiriyordu, hepsi bu kadar. Bunu da tanıdığı bütün genç erkekleri kullanarak yapıyordu. Gözden düşmemek için herkese ilgisinin olduğunu gösterip kendi peşinde koşulmasını hedefliyordu. Bu işin sonunun nereye varacağını hiç düşünmüyordu.

Bir Pazar sabahıydı. Birlikte yapılan kahvaltıdan sonra Şinasi Bey:

-Hep birlikte pikniğe gidelim bugün. Şöyle stresimizi atıp dinlenebileceğimiz bir gün olsun, dedi.

Nebahat Hanım:

-Vallahi ne yalan söyleyeyim. Ben de öyle düşünüyordum, diyerek pikniğe gidilme kararını kesinleştirdi. Zaten Nebahat Hanımın lafının üzerine laf söyleyecek kim olabilirdi ki?

Bütün gözler Okan’daydı. Okan bir an bocaladı. Gitmek istemeyen tavrı kendini belli etti:

-Siz gidin, benim işim var, dedi sabahın ilk saatlerinde oluşan değişmiş ses tonuyla.

Annesi hemen sordu:

-Neden? Ne işin var? Bizden daha mı önemli, diye birçok soruyu sıralayıverdi.

Okan cevap vermedi, sadece sustu. Kimsenin yüzüne bakmıyordu. Önceden kararlaştırılmış bir sözü olduğu imajını vermeye çalışıyordu.

Kardeşi Burcu kızdı:

-Yine Deren değil mi? Dedi, sert bir şekilde.

-Evet, ne olacak? Bir itirazın mı var?

Baba Şinasi Bey olaya müdahale etti.

-Kesin be! Bugün pikniğe tüm aile olarak gideceğiz, o kadar.

Şimdiye kadar bu şekilde bir kararlılıkla konuştuğu pek vaki değildi. Bu konuşmasından sonra bütün konuşmalar bıçakla kesilir gibi sona erdi.

Naciye Hanım konuşulanların çok uzağındaydı. Hiç ilgi göstermedi, konuşmalara katılamadı.

Nice bir zaman sonra Okan içinde bulunduğu durumu anlatmak için:

-Benim Deren’e sözüm var. Onunla gezecektik, dedi gitmekten kurtulmak düşüncesiyle.

Annesinin aklına çok güzel bir fikir geldiği gözlerinden belli oluyordu:

-İyi işte! Birlikte gideriz Deren’le. Böylece tanışmış oluruz, dedi.

Nebahat Hanımın derdi: Deren’in babasının zenginliğiydi. Eğer onlarla dünür olurlarsa her şey tamamdı artık. Konumunun güçlenmesi demekti bu durum. Onun için ısrar etti:

-Dediğim gibi Deren’i ara bizimle gelsin.

Okan yine gönülsüz davrandı. Bu defa söze babası Şinasi Bey girdi:

-Bugün aile olarak pikniğe gideceğiz, dedim o kadar. Babaanneniz yarın huzurevine yerleşecek. Ben görüştüm. Onun için bugün hep birlikte gideceğiz. İstiyorsan arkadaşını da çağır.

Naciye Hanım oğlundan duydukları karşısında ne diyeceğini bilemedi. Yıkıldı bir manada. Oğlu kendi eliyle başından atıyordu. Yanından kovuyordu.

Keşke oğlu sürekli kalması için ısrar etseydi de giden kendi olsaydı.

Bir anda sessizliğine sessizlik kattı. Derinlere daldı gitti. Eskilere çok eskilere ta Şinasi’nin doğduğu yıllara…

Okan kızgınlıkla sordu:

-Ne gitmesi Babaanne? Seninle ne konuşmuştuk?

Nebahat Hanım hemen söze karıştı:

-Kendi istedi, ısrar etti oğlum ne yapalım?

Annelerinin bu sözlerinin sevinçten kaynaklandığını çocukların ikisi de bildiği için pek ciddiye almadılar. Babaları onayladı Nebahat Hanımımın konuşmalarını:

-Evet babaanneniz kendi istedi.

Naciye Hanım daldığı Ummanlardan çıkmak istemiyormuşçasına hiç lafa söze karışmadı, cevap vermedi; sadece sustu. İş ciddileşince zoruna gitmişti herhalde.

Okan babaannesi için pikniğe gidileceğini duyunca biraz önceki düşüncelerinden vazgeçti. Diğer odaya geçti telefonla Deren’i aradı:

-Alo! Deren!

-Evet, Okan!

-Sana bir teklifim olacak.

-Yoksa sözünden caydın mı?

-Hayır hayır. Seni pikniğe davet ediyorum.

-Kiminle?

-Ailemle. Seni çok istiyorlar. Annem seninle özellikle tanışmak istiyor,  senin gelmen için can atıyor ve ısrar ediyor.

Deren kendisi için değişik bir gün olacağı düşüncesiyle:

-Tamam geliyorum, diye cevap verince Okan havalara uçuyordu neredeyse.

Deren’in, bunun kendisi için bir macera olacağını düşünerek kabul etmiş olmasından habersiz, kendinin Deren tarafından çok sevildiği düşüncesinden kaynaklandığını düşünüyor ve şişiniyordu Okan.

Mutluluk parıltıları yüzünde, dört köşe olmuş bir şekilde tekrar salona girdi:

-Deren de geliyor, dedi kadife bir sesle.

Burcu içinden kızdı:

-Bir o eksikti. Ne işi var? Dedi duyulmayan bir sesle.

Burcunun rahatsızlığını anlayan Okan:

-Ne diyorsun kız sen? Diye çıkıştı.

Olayı yine babalarının bugün çok farklı olan o tok sesi çözdü:

-Çocuklar yeter!

Nebahat Hanım gidiş startını veren bir hakem edasıyla:

-Hemen hazırlanın, dedi.

Naciye Hanım henüz hiçbir cevap vermemişti.

Burcu:

-Hadi kalk babaanne! Dedi.

Babaannesi cevap verdi belli belirsiz bir sesle:

-Siz gidin ben kalacağım, dedi.

Herkes olduğu yerde kalakaldı. Gözler bir anda Naciye Hanımın üzerinde odaklandı. O ise sessizliğini korudu. Nebahat Hanım ve Şinasi Bey söyleyecek bir şey bulamadı. Ya da söylemeye hakları olmadığını düşündüler. Burcu ısrarla babaannesine yalvardı:

-Sen gitmezsen ben de gitmem babaanne, dedi.

Okan da aynı şekilde ısrarlarını sürdürdü.

Naciye Hanım torunlarının ısrarına dayanamadığı için, hiç istemediği halde:

-Peki sizin için gidiyorum, dedi.

Bu cevap gelinini rahatsız etmesine rağmen hiç konuşmadı, Sustu.

Arabanın ikisi de hazırlanmıştı. Şinasi Bey’in arabasına Burcu ve babaannesi binmişti. Okan’ın kullanacağı annesinin arabasına da annesi ve Deren binmişlerdi. Peş peşe yola çıktılar.

Yollar o kadar kalabalıktı ki, sanki şehirde büyük bir facia var da ondan kaçıyormuş gibi insanlar şehri terk ediyorlardı.

Okan arabanın direksiyonunda, yanındaki koltukta Deren, Deren’i dikkatle takip eden Nebahat Hanım arka koltukta piknik yapacakları yere doğru gidiyorlardı. Babası da arkadan kendilerini takip ediyordu.

Okan Deren’e şirin görünmek için ne gerekiyorsa yapıyordu:

-Yollar amma kalabalık, sanki herkes şehirden kaçıyor, dedi.

Deren cevap vermede gecikmedi. O ilginç gülüşünün eşlik ettiği konuşmasında:

-Ne yapsın millet? Sıkılıyor, bunalıyor şehrin sıkıcı havasından… Pikniğin önemini ifade eden bir sürü cümleyle tamamladı konuşmasını.

Nebahat Hanım sürekli Deren’i kontrol ediyor, kendince Deren’i tanımaya çalışıyordu. Deren’in ailesi ile ilgili soruları yoğunluktaydı.

Deren yolun sağına doğru olan uçurumdan aşağı doğru baktı:

-Ay ne kadar korkunç, dedi. Allah etmeye aşağıya bir yuvarlansak parçamızı bile bulamazlar, diyerek gördüğü manzarayı anlattı.

-Ağzını hayır aç, dedi Okan büyük bir ciddiyetle.

Nebahat Hanım sessiz kaldı. Okan’la Deren’in konuşmaları devam etti. Az ilerdeki yol kenarındaki büyük ağacın altına geldiklerinde Deren:

-Dur! Diye uyardı. Okan ani bir frenle durdu:

-Ne var?

-Şu manzarayı görmüyor musun? İnelim de biraz seyredelim. Gözlerimiz dinlensin, kulaklarımızın pası silinsin.

Birlikte aşağı indiler.

Arkalarından gelen babası da aynı yerde durup arabadan indiler. Yolun kenarına dizildiler. Birlikte seyrettiler bu doyumsuz dinlendirici güzelliği. Yolun ormanı ikiye ayırıp geçtiği bu yerde, vadinin derinliğine uzanan gözler, çıkmak bilmeden orada kalmayı tercih ediyordu. Nasıl çıksındı? Sanki yeryüzünün dibine açılmış yemyeşil bir derya. Bakan gözleri kendine çekip orada kayboluyor. Yeşil yeşil…

Durdukları yerin tam karşısında, vadinin diğer yakasında kayalıklar arasından çıkan sular, şelaleye dönüşüp, bir kurşun hızıyla düşüyordu sonsuzluğa yolculuk yaparcasına. Metrelerce aşağıya düşen sular çağlayana dönüyor, köpürdükçe köpürüyor…

Gözler bakmaktan kendini alamıyor kulaklar dinlemekten bıkmıyor…

Köpükler üzerinde, hayal dünyası genişliğinde hülyalarla dolu yolculuklar yaşatıyor insanlara.

Bu ne manzara böyle! Cennet gibi… Adamın ruh dünyasını dinlendiriyor. Ağaçlar… Altından ırmaklar akan yer… İnsanı alıp götürüyor başka âlemlere…

Ya bir de uçurum gözüyle bakılırsa; yuvarlanıldığı zaman kurtulmanın imkânsızlaştığı dünya hayatının sonu… Cehenneme yuvarlanmak gibi… Dehşet verici, ürpertici bir düşünce…

Yol boyu bu manzarayla bezeliydi; bakılan her yer aynıydı. Çekiyordu kendisine… Bakış açısına göre düşüncelerin yön değiştirmesi mümkündü.

Baba Şinasi Bey, meydanı boş bulmanın rahatlığıyla haykırdı:

-Hadi! Hep burada mı kalacağız? Aşağıya ineceğiz nasıl olsa.

Herkes tekrar indikleri arabalara bindiler. Çevrenin güzelliğini seyrederek bu harikulade görüntüler eşliğinde piknik yerine ulaştılar.

Alan tamamen dolmuş oturacak yer bulmak oldukça güçleşmişti. Nice bir aramadan sonra oturacakları bir alan buldular. Getirdikleri sergilerin üzerlerine oturdular.

 Mangal için gerekli hazırlıkları daha önce olduğu gibi yine Şinasi Bey yaptı.

 Nebahat Hanım sürekli Deren’le ilgileniyordu. Bu durum Burcu’nun gözünden kaçmıyordu.

Burcu, için için annesine kızıyordu. Deren’i tanımadıklarını düşünüyordu. Onun gözünde Deren, erkek düşkünü biriydi. Onun için hiçbir şeyin önemi yoktu. Gününü gün etmek, eğlenmek, gezmek dolaşmak ve para harcamak… Hayattaki beklentileri bunlardı. Harcayacaktı elbet; sınırsız parası vardı.

Gerçi para konusunda kendilerinin de pek sıkıntısı olmamıştı. Babasının kooperatif yöneticiliği işi çok para getiriyordu.

Burcu, annesinin Deren’i gerçek anlamda tanımasını istiyordu. Yoksa Burcu’daki bir kıskançlık histerisi miydi? Kendinin aynı şekilde olamamasını mı kıskanıyordu. Ya da erkeklerin kendi peşinden koşturmasını mı istiyordu?

Nebahat Hanım yakın ilgisiyle nerdeyse ağzına gireceği Deren’e sordu:

-Üniversite?

-Gelecek hafta okul son. Okan’la birlikte üniversite sınavına gireceğiz. Bakalım!

-Kazanacaksınız inşallah, dedi Nebahat Hanım.

Önemsemez bir tavırla cevapladı:

-Eh bakalım. Dershaneye de gittim. Okan da aynı sınıftaydı. Belki kazanırım.

Okan:

-Öyle deme Deren! Elbette kazanacağız, dedi. Söyleyişinden kendinin de inanmadığı anlaşılıyordu.

Okan’ın zaten bu konuda hiç ümidi yoktu. Derslerle çok ilgili değildi. Nasıl olsa para geliyordu. Babasının bunca parası, bunca hatırlı arkadaşı vardı. Okan için de bir kooperatif bulunurdu, iş olur biterdi.

Deren’in Burcu’ya laf atmaları pek içten karşılık bulmuyordu. Burcu’nun kendinden hoşlanmadığının farkındaydı. Bugünlük bile olsa aradaki soğukluğu giderme için bütün uğraşları boşa gidiyordu.

Bütün konuşmaları sessizce dinleyen Naciye Hanım, yine ufukların ötesindeydi. Yalnızlığa alışıyordu belki; sessizliğe, susmuşluğa, kimsesizliğe… Sanki konuşma orucu tutuyor gibiydi.

Konuşmalar ilerledikçe Deren’in şımarık tavırları, kendini beğenmiş konuşmaları ve çocuksu düşünce ve davranışları ortaya çıkıyordu. Nebahat Hanım sadece babasının zenginliğini düşünerek kendisi için iyi bir gelin olabileceği düşüncesini yıkamamıştı. Her şeye rağmen zengin çocuğuydu… Akşam belki ailesine anlatır düşüncesiyle yapmacık davranışlarına devam etti akşama kadar.

İkindiden sonra vadinin dibindeki bu yere, akşamın ilk karanlığına benzer kurşunî ağırlık düştüğünde, yavaş yavaş dönüş yoluna düşüyordu herkes.

Aynı şekilde dizildiler yola. Yine geldikleri arabalara bindiler.

Bir günün dinginliğinin arkasından arabadaki konuşmaların seyri yine aynıydı. Tabii güzellikler… Piknik… Yeşil…

* * *

Birden bir ses işitildi arabada. Herkes birbirine baktı bir anda. Direksiyondaki Okan ne yapacağını şaşırdı. İki eliyle sarıldı direksiyona. Zorla da olsa tam yüzlerce metre vadinin başlangıcı olan yolun kenarında arabayı durdurmayı başarmıştı.

Herkes derin bir oh çekti. Okan’ın yüzü bembeyaz kireç gibi olmuştu. Konuşamadı bir müddet. Elleri titredi, ayakları tutmadı. Olduğu yerde dondu kaldı. Nebahat Hanım neye uğradığını şaşırmış, tuhaf bakışlarıyla bağırıyordu:

-Ne oldu? Ne oldu?

Cevap alamayınca oğlunun ismini söyleyerek bağırmaya başladı.

Deren de ne yapacağını bilemez bir şekilde öylece oturuyordu koltukta. Bir anda camdan aşağıya kaydı gözleri. Uçsuz bucaksız derinlik, onu korkuttu. Gözlerini çevirdi kucağına.

Arkadan gelen babası arabanın önüne geçip durdu. Telaşla koştu. Kapıyı açtığında içerdekilerin tepkisizliğini görüp iyice heyecanlandı. Okan’ın kolundan çekip çıkardı. Yolun karşı kenarına kadar götürüp oturttu. Sonra Nebahat Hanım’a yardım ederek arabadan inmesini sağladı.

Nebahat Hanım, bir karış daha duramamış olsaydı nereye kadar arabanın ineceğine bakınca tekrar sarsıldı. Bir anda vadinin dibinde olabilirdi. Korkudan balmumu renginde soluklaşan yüzü, anlamsız ifadelerle yüklendi. Benzi sarardı. Aşağı inince gördü işin gerçek anlamdaki vahametini. Dili tutuldu. Konuşamadı.

Deren elini burnuna götürdü. Frenin etkisiyle çarptığı burnu kanamış, sıcak sıvı damlıyordu:

-Bir an varsın; bir an yok, dedi bilinçsizce.

Söylediği şey doğruydu; ölüm insana bu kadar yakındı. Önemli olan bunun farkında olmak ve ona göre yaşamaktı. Kim bilir belki de bu olay, bu gerçeği kendine hatırlatacaktı.

Deren’in burnunu silip kanın durması için uğraştılar bir süre. Çok önemli bir şeyi yoktu. Hepsi kazayı ucuz atlatmışlardı.

-Verilmiş sadakanız varmış, dedi Naciye Hanım.

Bu söz karşılık bulmadı. Geçekten verilmiş sadakaları var mıydı? Hiç düşünmediler bile.

Bir süre sonra kendilerini toparladılar. Lüks model arabanın bir yere çarpmadan durması onları sevindirmişti. Sadece ön lastik patlamıştı, o kadar. 

Lastik değiştirmek için titreyen elleriyle uğraşan Okan, başarılı olamadı. Hayatında hiç lastik değiştirmemişti. Babası da öyle.

Şinasi Bey:

-Sen şöyle dur, dedi. Bijon anahtarını eline aldı. Biraz uğraştı. Olmuyordu.

Burcu babasına seslendi:

-Baba olmuyorsa; geçen arabalardan birini durduralım, dedi.

Babası herkesin kendisi gibi olduğunu düşünerek:

-Kimse durmaz, dedi.

Yoldan geçen birkaç arabaya el kaldırdılar ama duran olmadı.

Virajdan dönen bir başka araba görüldü. Ona da “Dur”, dedi ümitsizce Şinasi Bey.

Arabanın öyle ahım şahım bir görüntüsü yoktu. Eski model bir arabaydı. Yolun kenarına yanaşıp, trafiği aksatmayacak şekilde durdu. İçinden üç tane genç indi. Hepsi teker teker “Geçmiş olsun”, dediler.

İçlerinden biri Naciye Hanımla çok ilgilendi. Doğruca yanına gitti:

-Teyzeciğim bir şeyin yok ya? Dedi.

Burhan’ı gören Naciye Hanımın gözleri parladı.

-Yok oğlum, Allah razı olsun, dedi.

Bu komşularının oğlu Burhan’dı. Burhan o kadar içten davranıyordu ki, tarifi mümkün değildi. Yanındakilere:

-Bunlar bizim komşularımız. Anahtarı getirin de hemen lastiğini değiştirelim, dedi.


Kendisi lastiği söküp yerine arkadaşlarıyla birlikte istepneyi taktı.

Sonra da:

-Yapacağımız bir şey var mı Şinasi Amca, dedi.

Şinasi Bey ne diyeceğini şaşırdı. Kendisinin adını biliyordu. Komşusuydu ama çocuğu tanımıyordu bile. Diyecek bir şey bulamadı. Sadece utandı ve:

-Sağ olun gençler, diyebildi.

Arkasından da elini cebine götürdü:

-Gençler! Borcumuz ne kadar? Dedi.

Burhan çok nazik bir şekilde:

-Ne borcu Şinasi Amca? Bu insanlık görevimiz. Yardıma ihtiyacı olan birine yardım etmek, ihtiyacını gidermek bizi mutlu eder, diyerek arabalarına bindiler.

Giderken el sallayıp:

-Tekrar geçmiş olsun! Diye bağırıp oradan uzaklaştılar.

Parlak ailesi gençlerin tutumları karşısında, şaşkınlıklarını gizleyemediler. Bu zaman da bu kadar içten yardımsever gençlerle karşılaşmak, pek ummadıkları bir şeydi. Yolda başka birini kendi durumlarında görseler; gençlerin yaptıklarını yapamayacakları konuşmalarıyla ortaya çıkıyordu. Herkesin kendileri gibi düşündüklerini sanıyorlardı.

Gençler böylece, her şeyin para olmadığını insanların zor anlarında yardım etmenin güzelliğini göstermiş oldular.

* * *

Arabalarına binerek evlerinin yolunu tuttular. Unutamayacakları bu olay, hepsinin hafızalarına silinmesi kolay olmayan harflerle yazıldı. Hele arabanın yuvarlanmasına bir karış kala durması, çok manidardı. Ya bir karış ötesi olsaydı?

Bombalanmış binanın yerle yeksan olmuş haraplığı yüzlerinden kalkmaya başladığında evlerine ulaşmışlardı.

Okan Deren’i evlerine bırakmak için gitti. Araba kullanırken Okan’ın önceki rahatlığı kalmamıştı. Ee, kolay değildi. Ölümden dönmüştü. Ölüm gerçeği ile yüz yüze gelmek insanın düşüncelerini kısa süreli de olsa etki altına alması gerçeği, Okan'ın davranışlarına tam hâkim olmuştu.

Pek konuşmadılar yol boyunca.

Sadece Deren’in:

-Ya ölseydik? Sözü çınladı kulaklarda, hepsi o kadar.

Okan, Deren’i bırakıp evlerine döndüğünde artık akşamın değişmez karanlığına eşlik eden sokak lambaları yanmıştı. Pörsümüş sokak lambalarının ölgün ışıklarının oluşturduğu kırmızımsı karanlık ile apartmanın kapısından girdi.

Eve girdiğinde kimseden ses çıkmıyordu. Herkes durgun ve solgun yüzlüydü. Ölümü hatırlamaları, hepsinin yüzünde korku ifadesini oluşturmuştu.

Tüm aile fertleri bitkinlik ve yorgunluk sebebiyle erkenden uyudu.

Uyumayan biri vardı: Naciye Hanım. Uyuyamıyordu. Sabahleyin bundan böyle yaşayacağı yere gidecekti. Bunun heyecanı uykudan uzaklaştırıyordu.

O kadar duyguları karışmıştı ki; çıkış yolu bulmada zorlanıyordu. Gelininin kötü davranışlarının sonucuydu bu. Resmen kovulmuştu. İstenmiyordu artık. İstenmeyen yerde durulmazdı. Buna eşlik eden, sessiz kalarak evden gitmesini onaylayan ciğerparesi, bir tanesi biricik oğluna ne demeli? Esas zoruna giden de buydu. Oğlu için her şeyi yaptığı halde oğlunun kendini yok sayması!  

Ya torunlar? Onları görmeden nasıl duracaktı. Torunlar kendine çok yakın değildi ama onları görmek yetiyordu. Bundan sonra ne olacaktı? Onları şimdiden özlüyordu.

Gittiği yerdeki yeni arkadaşları? Kimlerdi? Nasıl birileriydi? Onlarla anlaşabilecek miydi? Bütün bu soruların cevabını arayan zihni, uykusunu alıp götürmüştü.

Uykusuz gece, uzadıkça uzadı… Sonu gelmeyecek kadar büyüdü. Gecenin yalnızlık ve derinliğinde kendini bir hiç, küçük ve aciz olarak düşündü. Çaresizlik içinde bu boşluğa bırakıp teslim oldu. Bu karanlık, kendini alıp götürdü bilinmezlere.

Bu bir başlangıçtı. Bundan sonra huzurevi geceleri için bir ön hazırlıktı. Huzurevinde aradığı huzuru bulabilecek miydi? Yoksa geceler kendini sıkmaya devam mı edecekti?

 

 

 

g

 

 

 

HUZUREVİ

 

 

Pazartesi. İş günü başlangıcı. Hafta sonundan çıkmanın mahmurluğuyla geçen bugün okulların son haftasına girilen gündü. Bu haftanın sonunda öğrenciler karnelerini alacaklar ve uzun bir yaz tatiline gireceklerdi. Öğrencilerin beklentileri büyüktü. Sıkıldıklarını düşündükleri okullarından bir süreliğine uzak kalma düşüncesinin güzelliğini yaşamaktalar. Bir kısmı da mezun olmanın verdiği sevinçle okullardan uzak kalmanın vereceği burukluğun etkisindeler.

Üniversite. Büyük ideal, ulaşılması düşünülen hedef… Bir kısım öğrenciler bununla sevinecek ya da üzülecek… Okan, Deren, Burhan ve daha niceleri… Hep bu gün için liseyi okuyorlardı.

Bugünün başka anlamı olduğunu bilen ve bunu yaşayan biri daha vardı: Naciye Hanım. Sabahtan itibaren toplanmaya başladı. Durgundu. Kararsız ve bitkin. Hatırası olan nesi varsa, buraya gelirken getirdiği valizine toplamaya başladı. Hatıraları onu hep geçmişe götürüyordu. Yaşadığı duygulu güzel anılarla dolu yıllara…

Ne güzel yıllardı. Düştüğü zaman elinden tutan babasının olduğu yıllar… Ağladığı zaman gözlerini silen annesinin olduğu yıllar… Nazlanabileceği, şımarık sevimli inatlarını bağrında eriten sevgi dolu yıllar… Her alınan yeni elbiselerle sevinçten uçtuğu zamanlar… Hele Kuran-ı Kerim’i okumayı öğrendiğindeki babasının mutluluğu ve kendine gösterdiği dünyalara değer ilgi ve hediyesi…

Sonra, büyüdükçe hayatın gerçek yüzünü görerek sıkıntılara eşiyle birlikte göğüs gerdiği yıllar…

Hele o gün var ya? Şinasi’nin doğduğu gün: mutluluktan uçmuşlardı. Hatır gönül bilen, anlayan biri olsun düşüncesiyle Şinasi, demişlerdi. Minnacık bebeğin getirdiği mutlu günler tatlıydı. Sonra sıkıntılı yıllar: Şinasi’nin hastalanması… Uykusuz geceler… Okutmak için verdikleri emekler. Eşinin ve bir çocuğunun öldüğü o elim kaza.

Ah o kaza… Hayatını alt üst eden o gün… Şinasi ve yalnız geçen yılların başlangıcı… Hem ana Hem baba olduğu yıllar… Artık tek bir hedefi vardı tek bir aşkı, tek bir düşüncesi: Şinasi…

Ve işte bu gün: Yalnızlığa açılan Pazartesi kapısı. Her şeyi olan Şinasi’nin, kendini azarlaması ve kapı dışına bırakması…

Dayanamadı. Duygularına hâkim olmak için çok uğraştı çok. Yoğun yağmur yüklü bulutlar gibi olan duygularına hâkim olamadı. Gözlerinden yaşlar boşaldı. Sel gibi aktı yüzünden aşağıya. Yılların yorgunluğuyla birleşince kendini alamadı. Bırakıverdi. Yatağının üzerine oturdu ve yalnız dünyasında sessiz sessiz ağladı.

Ne yapacaktı? Ağlamakta buldu çareyi. Ağladı ağladı... Ağlamak acizliğin sonucuydu belki ama yapacağı bir şey yoktu, ya da kalmamıştı artık.

Bu duygular içinde tekrar ayağa kalktı. Dizleri titredi, dermanının kesildiğini düşündü. Zorlanarak hatıralarını toplamaya devam etti.

Başucundaki seccadeye uzandı elleri. Özenle katladı, eliyle düzeltti ütü yapıyormuşçasına. Sonra babasının yadigârı Kuran-ı Kerim’e uzandı yılların verdiği yorgunlukla titreyen elleri tazimle: Bismillahirrahmanirrahim, dedi sessizce. Bir kez daha öptü ve alnına götürdü. Babasının kendine “portakal kızım” dediğini hatırladı. Yüzü gülümsedi. Üzgün görüntüsündeki derinleşmiş çizgiler bir anda azaldı. Anlık mutluluk yaşadığını da söylemek mümkündü. Özel bir ihtimamla valizine yerleştirdi. Okuyacaktı gittiği yerde.  Zaten yapacak pek bir şeyi yoktu. Okumak için bolca vakti olacaktı. Çok sevap kazanacağı düşüncesi yüzünde güller açtırdı. Dönüp dönüp tekrar kontrol etti valizini, eksik bir şey kalmaması için. Belki bir daha gelmeyecekti.

Kendi şahsi eşyalarını topladıktan sonra, en yakını olarak düşündüğü en çok gidip geldiği, konuştuğu komşularına gitti. Kapıda kendisini yine komşusu Gülseren Hanım, güler yüzüyle karşıladı. Naciye Hanımı salona aldı. Kanepeye oturması için yer gösterdi.

-Hoş geldiniz!  Dedi.

-Hoş bulduk.

-Nasılsınız Teyzeciğim?

-İyiyim şükür, sağlığım yerinde.

-Allah iyilik versin.

-Geçmiş olsun. Dün bir kaza atlatmışsınız. Burhan söyledi.

-Allah razı olsun, sağ olsun çocuk dün yardımcı oldu.

-Biz aile olarak konuştuk: en azından aranız düzelinceye kadar bizde kalabilirsiniz.  Bunu çok samimi bir şekilde istiyoruz.

-Allah razı olsun kızım. Bunun olması imkânsız.  Eğer olsa bu kadın sizin de benim de etimi yer.

-Ne yapacaksın, o zaman?

-Ben bugün gidiyorum. Şinasi işlemleri tamamlamış. Beni öğleden sonra götürecek.

Naciye Hanım bunu söylerken yine içlenmiş, gözleri dolmuştu. Durumu anlayan Gülseren Hanım, konuyu değiştirdi:

-Hayırlısı olsun. Seni orada da yalnız bırakmayız inşallah.

-İnşallah kızım.  Gelirseniz sevinirim.  Hele Elif ile Esra’yı özleyeceğim.

-Onlar da gelir inşallah.

-Dur ben sana bir ıhlamur yapayım.  Birlikte içeriz.

-Zahmet etmeseydin kızım.

-Ne zahmeti Teyzeciğim, diyerek mutfağa geçti Gülseren Hanım.

Az sonra geri döndüğünde Naciye Hanımın elindeki tespihle çok daldığını gördü. Üzüntüsünü dağıtmak için tekrar sordu:

-Çok mu kalabalıktı?

-Çok. Sanki şehirde kimse kalmamış.

-Biz de gidelim diyoruz çocuklarla. Bir türlü nasip olmadı.

-Pek güzel bir yer.  Allah bu güzellikleri insan için yaratıyor.  Önemli olan, bunu anlamak. Onlardaki hikmetleri kavramak, insanın ufkunu açar.

Gülseren Hanım, Naciye Hanımın açıldığını görünce rahatladı. Ihlamurlarını yudumladılar konuşarak. Gülseren Hanım Naciye Hanımın tavsiyelerini dikkatle dinledi. Sohbetine doyum olmuyordu. Sanki ötelerden konuşuyordu. Ne kadar güzel anlatıyordu.

Zaman öğleye yaklaşmıştı. Naciye Hanım, müsaade istedi kalkmak için:

-Yemeği burada yeseydik, dedi Gülseren Hanım.

-Olmaz. Şimdi torunlar da gelecek.

Kapıya kadar uğurladı. Naciye Hanım kapıda Gülseren Hanım’a öyle bir sarıldı ki, Gülseren Hanım bu içtenliğin duygu seline kapıldı.  Birlikte ağlaştılar.

Naciye Hanım burnunu çekerek:

-Hakkını helal et kızım.  Senin ben de hakkın çoktur.  Beni hep kendi annen gibi bildin.  Bana kendi çocuğumdan daha yakındın.  Hakkını helal et.

Hıçkırıklara boğulan Gülseren Hanım:

-Ne hakkım olacak benim.  Esas siz hakkınızı helal edin, dedi zor anlaşılan bir sesle. Kendi annesinden ayrılıyormuşçasına üzüldü.

Ellerini öptü Naciye Hanımın. Tekrar sarıldılar kapının önünde uzunca.

Gözlerini başörtüsünün ucuyla sildi:

-Allahaısmarladık kızım. Çocuklara selam söyle. Onları benim için öp.

-Güle güle Teyzeciğim.

Naciye Hanım başını önüne eğdi. Yaşlı gözleri ve titreyen dizlerinin vücudunu taşımada zorlandığını gösteren yürüyüşü ile evine girdi. Arkasında da aynı şekilde gözleri yaşlı komşusu evine girdi.  Çok duygulanmıştı, kendini alamıyordu. Ağladı dakikalarca.

Naciye Hanım salona girdiğinde televizyon açıktı. Ortalıkta gelini görünmüyordu. Televizyondan gelen ses dikkatini çekti. Bir sohbet programıydı.  Bu tür programlar pek seyredilmezdi evde.  Demek ki önceki programda açılmış, kapatılması unutulmuştu. Arkasından da bu program çıkmıştı. Gelininin balkonda olduğunu düşündü.

Televizyonun yakınında bir yere oturdu ve dinlemeye başladı. Konuklar hayattan örnekler anlatıyorlardı. Konuşmacılardan biri bir özdeyiş üzerinde duruyordu: “Babası oğluna bir bağı bağışlamış, oğlu babasına bir salkım üzümü vermemiş.”

Bu bizim toplumumuzda çok sık rastlanan gerçeklerden biri. Bunu inkâr etmek mümkün değil…

Naciye Hanım sessizce:

-Benim gibi, dedi ve konuşmaları dinlemeye devam etti.

Bir diğer konuşmacı insanlarımız bu dünyanın her şey olduğunu düşünüp, iyilikten,  yardımlaşmadan, ihtiyaç sahiplerini görüp gözetmekten çok uzak yaşamaktadır.  Bunun önüne geçmek gerekir. Allah’ın verdiği malı mülkü iyi kullanmak da mal varlığı kadar önemlidir. Bu dünyanın sonunu hepimiz biliriz. Ama iş yardımlaşmaya gelince sadece dünyayı düşünürüz, diyerek bir hikâye anlattı:

“Adamın biri oğluna; öldüğüm zaman senden tek isteğim var, o da ayağımın birine eski bir çorap giydirmeyi ihmal etme! Diye vasiyette bulundu.

Zaman geldi her faninin akıbeti onu da gelip aldı götürdü. Adamı teneşir tahtasına yatırdılar, imam efendi yıkamak üzere teneşirin başına geçip vazifesini yapmaya başladığı zaman, ölenin oğlu, babasının vasiyetini arz ederek:

-Babama mutlaka bir eski çorap giydireceğiz, dedi.

İmam:

-Olmaz, İslâm’a göre ölüye kefenden başka bir şey sarılmaz, dediyse de adam ille de babasına çorap giydirmekte ısrar ediyordu.

O muhitin hocaları toplanıp bu meseleyi görüşmeye ve ölüye çorap giydirilip giydirilemeyeceğinin müzakeresini yapmaya başladılar.

İlim meclisinde bu müzakere devam etmekte iken içeri bir adam girip mevtanın oğluna bir mektup verdi. Mektup çocuğun babası tarafından verilmiş ve öldükten sonra kendisine verilmesi istenmişti. Ölenin oğlu babasının bıraktığı mektubu yüksek sesle okumaya başladı.

Mektupta şöyle denilmekte idi:

-Oğlum! Görüyorsun ya, sana o kadar mal-mülk bıraktığım halde, bana bir çorabı bile çok görüyorlar. Elbette bir gün sen de benim gibi ölüp gideceksin. Aklını başına topla... Sana da birkaç metre kefenden başka bir şey vermeyecekler. Sana bıraktığım malı, iyi harca, sarf edeceğin yerleri iyi seç. Çünkü senin kabre götüreceğin amelinden başka bir şey değildir.

Din adamları ölüye kefenden başka bir şeyin giydirilmesinin mümkün olmadığına karar verdiler ve adam hakikaten birkaç metre bez ve ameliyle baş başa kaldı.”

Konuşmacı devam etti anlatmaya:

-İşte hayat bu! Para için annesini babasını yok sayanlar var. Böyle bir toplum olmamalıyız.  Onlar bizden para değil, ilgi bekliyor. Biz onlara hizmet edersek, yaşlılık dönemimizde de, Allah bizim için hizmet edecek olan birilerini yaratır…”

Naciye Hanım kendisinden bahsedildiğini düşündü:

-Doğru dedi. Evimi onun için sattım. Para da istemiyorum. Birazcık ilgi, hepsi o kadar…

Konuşmaların sürükleyiciliği karşısında zamanın ne çabuk geçtiğini anlayamadı.  Konuşmacıları dinlerken gelini de gelmiş oturmuştu.  Konuşulanları birlikte dinlemişlerdi. 

Bu hikâyeyi oğluna anlatacak ve:

-Bak oğlum bu dünya sana da kalmaz! Sen de yaşlanacaksın. Bunun ne demek olduğunu anlayacaksınız, ama iş işten geçmiş olacak, diyecekti.

Tekrar odasına girdi. Özel eşyalarını bir kez daha kontrol etti. Birkaç kez tülbentlerine baktı.  Sonra yine derinlerde ufuksuz görüntüler içinde gezindi.

* * *

Artık hazırdı. Oğlu Şinasi’nin gelmesini bekliyordu. Beklemeye tahammülü kalmamıştı. Bu iş bir an önce bitmeliydi. Kalacağı yeni yere akşam olmadan gündüz gözüyle girmeliydi.

Zaman ikindi sonu güneşin hararetini kaybetmeye yüz tuttuğu anları solukluyordu.

Şinasi iş dönüşü vakit geçirmeden evine gelmişti. Aslında içinden annesine, nasıl “haydi gidelim” diyeceğinin hesabını yapıyordu. Hatta Okan’a teklif etmeyi düşündü. Okan’ın buna itiraz edeceğini iyi bildiği için vazgeçti.

Şinasi’nin salonda bir o yana bir bu yana kıvrandığını gören annesi:

-Haydi! Ben hazırım, artık gidebiliriz, dedi.

Şaşkınlıkla olduğu yerde kalakalan Şinasi:

-Peki o zaman gidebiliriz.

Bu esnada kapıdan içeri giren Burcu, babaannesini elinde valiziyle görünce olduğu yerde dehşetle baktı. Gözleri, annesinin gözlerini aradı. Annesi gözlerini kaçırdı. Babasına baktı. Babasının başı önünden kalkmadı. Elindeki okul çantasını oracığa bırakıverdi:

-Babaannem! Nereye gidiyorsun? Biz sensiz ne yaparız sonra? Hayır, gidemezsin, diyerek boynuna atlayıp sarıldı.

Hem ağlıyor, hem de:

-Gidemezsin, diye haykırıyordu.

Naciye Hanımın eli torunun sırtında gezindi bir müddet. Onu teselli etmeye çalıştı hiç konuşmadan. Kızının bu davranışı Nebahat Hanım için bir anlam ifade etti mi, bu anlaşılamadı.

Bütün soğukluğuyla içinde bulunduğu ruh halini gizlemeyi başaran Nebahat Hanım, koltuğa oturup olacakları beklemeye başladı.

Naciye Hanımın gözleri zaman zaman kapıyı yokladı.  Belki Okan gelir düşüncesi,  Okan’ı da son kez görme isteğinden kaynaklanıyordu.

Burcu’nun gözleri durmak bilmedi.  Bunca akan gözyaşı Nebahat Hanımın tavrında bir değişiklik meydana getirmedi. Soğuk duvarlar gibi olan görüntüsüne, bakışlarını kaçırdığı gözleri de eşlik etti.

Artık çıkma zamanıydı.  Burcu’nun yalvarmaları bir şey değiştirmeyecekti.

Naciye Hanım hiçbir kelam etmeden kapıdan çıktı.  Burcu da arkasından yürüdü elindeki valizle.  En arkadan oğlu yürüdü.  Gelinine hiçbir şey demedi. Gelini de ona bir söz etmedi.

Artık tek hedef kalmıştı. Sürekli kalacağı yeni mekânına ulaşmak. Oradaki arkadaşlarını merak ediyordu. Kiminle arkadaşlık kuracaktı? Günleri nasıl geçecekti? Bunu zaman içerisinde görüp, yaşayacaktı.

Tam apartmanın çıkış kapısında komşularının kızı Esra ile karşılaştı.

Esra bu haliyle gördüğü Naciye Hanım için üzüldü.  Çok severdi kendisini. Hele anlattıkları ona çok şey kazandırmıştı.  Böyle bilge bir kadının uzaklaşması kendini çok üzmüştü. Oğlu ve torunun yanında bir şey söylemedi.  Gözleri doldu ve sustu. Elini öptü samimiyetle. Sonra sıkıca sarıldılar.

Naciye Hanım bu sıkıntılı anında bile aklından geleceğe yönelik düşünceler akıverdi.  İçinden “inşallah Okan'ın aklı başına gelir… Seninle evlenir…”

Çok hanım hanımcık bulurdu Esra’yı. Kendi torununun da böyle olmasını çok arzu ederdi. Esra gibi bir gelin için neler vermezdi ki?

-İnşallah ziyaretine gelirim,  dedi sessizce.

-Beklerim kızım, dedi ta derinlerden.

-Hakkını helal et Teyzeciğim.

-Helal olsun. Benim ne hakkım olabilir ki, dedi boğuk bir sesle.

-Evinizdekilere selam söyle!

-Aleyküm selam.

Yaşlı gözlerle ayrıldılar. Esra evlerine, Naciye Hanım yeni evine doğru yola koyuldu.   

Arabaya istemeye istemeye bindi.  Hep gözü yaşlıydı.  Hiç kurumadı. Televizyonda dinlediği ve anlatacağım dediği olayı anlattı:

-Bak oğul! Cennet anaların ayağı altındadır, bunu bilirsin. Sana bir şey anlatacağım: “Adamın biri oğluna; öldüğüm zaman senden tek isteğim var, o da ayağımın birine eski bir çorap giydirmeyi ihmal etme! Diye vasiyette bulundu…”  

Arkasından da yine önceden tasarladıklarını söyledi:

-Bak oğlum bu dünya sana da kalmaz! Sen de yaşlanacaksın. Bunun ne demek olduğunu anlayacaksınız, ama iş işten geçmiş olacak…

Oğlu Şinasi Bey, sessizce dinledi annesinin anlattıklarını. 

Dinledikleriyle duyguları iyice kabaran Burcu, sesini bırakıverdi arabada. Babaanne’sini çok sevdiğinin farkına sanki yeni varmış gibiydi. Arabada ölümüne bir soğuk sessizlik hâkim oldu.  Sadece kızın iniltileri duyuldu. Şinasi Beyin duygulanmaması mümkün değildi.  Ya taş kalpliydi,  yada çok soğukkanlıydı.  İstifini hiç bozmadı.  Belki de duygularını içine gömdü. Artık Naciye Hanım hiçbir şey söylemedi.

* * *

Huzurevinin kapısına gelmişlerdi. Naciye Hanım etrafı hızlıca kolaçan etti. Zaten duygu karmaşası içindeki ruh hali, kalacağı yere bir an önce alışma telaşını yaşıyordu sanki.

Kapıdan girişte güzelliği tarif edilemeyecek bir manzara vardı: Çınar ağaçları göklerle kucak kucağa sarmaş dolaştı.  Kollarını uzattıkça uzamıştı.  Altındaki serinliği dışarıdan hissetmemek mümkün değildi.  Çiçeklerle bezenmiş yol boyları ve gezme parkurları insanı kendine çekiyordu.

Havuzun dibinde büyümüş salkım söğüt, kollarını yere doğru salmış, süzülüyordu. Salına salına yaprak hışırtılarıyla fıskiyeden havuza dökülen suyun sesine eşlik ediyordu. Aaa!  Tam Naciye Hanımın istediği gibi beyaz büyük papatyalar da buradaydı. Naciye Hanımın gelişini kutlayarak,  sanki “hoş geldiniz” der gibi bakıyorlardı.

Bankların üzerinde oturmuş yaşı ilerlemiş insanlar yeni gelenleri gözleriyle takip ediyorlardı. İçlerinden yeni gelenlerle ilgili yorum yapıyorlardı. Kendileri ile kıyaslayarak farklı yargılara varıyorlardı…

Yeşilliklerle kaplı bir bahçenin sonunda geniş ve ferah bir salona geçtiler. İdare odasında oyalandılar birkaç dakika.  Daha önceden işlemler bitirildiği için, görevliler eşliğinde kalacağı odasına çıkardılar.

Odadaki sessizlik Şinasi Bey ve kızı ayrıldıktan sonra da devam etti…

Sessizlik içinde günleri başlamıştı. Zaman zaman kendisini hep hapiste gün bekleyen biri gibi hissetti. Ama çıkması için belirlenen, sayılacak bir günü de yoktu. Arkadaşlıklar kurdu akranı olan bu kimsesiz insanlarla. Hep sınırlı kaldı. Anlaşabildiği birkaç arkadaşı olmuştu. İçindeki ayrılık duygusu o kadar büyüdü ki, kurduğu arkadaşlıkları bile bunu söndüremedi. Hep yalnız hissetti kendini, hep terkedilmiş…

Geceleri ibadetle geçti günleri. Kuran-ı Kerim okudu sürekli. Ne olacağını bilmeden hep bekledi geleceğini…

* * *

Günlerden yine cumaydı. Salkım söğüdün dallarında şakıyan kuşlar vardı. Havuzdan suyunu içip söğüdün incecik,  narin dallarına konup, uzun uzun ötüyorlardı. Neler yoktu ki; bülbüllerden serçeye…

Ama bunlar yalnızlığını gidermiyordu. Bunlar eğer yakınları varsa güzeldi. Hep bu duygularla çalkantılı düşünce âleminde sallandı durdu.

Bahçedeki oturduğu yere doğru yönelmiş birkaç kişi vardı.  Kendini ziyarete gelmelerini ne çok istiyordu. Uzağı görmeyen gözleriyle iyice baktı. Yok, yok kim gelecekti?

İkinci gün Okan ile Burcu gelmişti o kadar. İyice yaklaştıklarında çok sevindi. Komşuları Gülseren Hanım ve üç çocuğuydu. Karnelerini almışlardı bugün. Bu sevinçlerini Naciye Hanımla paylaşmak ve onu mutlu etmek için gelmişlerdi.

Duygu seli içinde ve sevinçle kucaklaştılar komşularıyla. Çocuklar ellerini öptü. Naciye Hanım da çocukları teker teker öptü. O kadar çok sevinmişti ki, ne diyeceğini bilemedi.  Heyecandan damağı kurudu:

-Allah da sizi sevindirsin inşallah,  diye dua etti sayısız kere.

Tek tek sordu çocuklarını durumunu:

-Elif nasılsın?

-Karnem hep pekiyi, çok iyiyim…

-Ya sen Esra?

-İyiyim çok şükür. Biraz senin için içimiz buruk… Karnem hep beş… son sınıfa geçtim.

-Allah sana da en hayırlısını nasip etsin…

-Sen nasılsın oğlum Burhan?

-Ben karneyi göstermeyeceğim. Okul bugün bitti. Haftaya üniversite sınavımız var. İnşallah hayırlısıyla kazanırsak bir yer, okuyacağız.

-Ne olmak istiyorsun?

-Hayırlı bir insan.

-İnşallah, onu demedim. Okul?

-Fark etmez ama doktor olmayı istiyorum.

-Allah sana inşallah doktorluğu nasip eder.

-Amin, dedi bütün içtenliğiyle.

Burhan, alacağını almıştı: dua dua. Her sıkıntının kapısıydı bu… Dua hangi kapıları açmazdı ki?

Gülseren Hanım sözü Naciye Hanımı yeniden duygulandırdı:

-Biz seni hiç unutmadık. Unutamadık, her akşam mutlaka çocuklar senden bahsediyorlar…

-Eksik olmayın kızım.

-İnşallah her fırsatta seni ziyaret edeceğiz. İzin falan var mı?  Bazen bize gideriz.

-İnşallah kızım, inşallah.

Saat olarak değil elbet, vaktin ilerlemesi sebebiyle ziyaret sona ermişti.

Veda cümleleri ile oradan ayrıldılar. Naciye Hanım, yine yalnızlık dünyasında baş başa kalmıştı. Aslında kendisinin de ziyaretçileri olduğunun görülmesi sevindirmişti. Yalnızlık dünyasını renklendirecek torunlarının da geleceği düşüncesiyle bekledi. Onlarda gelmeliydi. Komşuları gibi karnelerinin sevincini babaanneleri ile paylaşmalıydılar.

Geç saate kadar bu beklentiyle kıvrandı durdu. Ama gelen yoktu. Umutlarını yitirip buradaki kimsesiz hayatına geri döndü.

Diğer taraftan Burcu, annesine baskı yapıyordu:

-Babaannemin yanına gidelim, diyerek.

Annesi duyarlı davranmıyor, önceki tavrını devam ettiriyordu:

-Baban veya abin gelsin, birlikte gidersiniz.

Ne olurdu sanki kızıyla gitseydi?

-Anne nasılsın? Deseydi. Gönlünü alsaydı. Özür dileseydi. Yanlış yaptım, deseydi. Ne olurdu? Bir insanın dünyalar sığan gönlüne giriverseydi. Barışsaydı. Bu yaşlı insanın içinde bulunduğu karanlıkta bir ışık olsaydı. Torunlarıyla görüştürseydi, elini öpseydi…

Burcu, Babasını bekledi çaresizlikle; gelmedi. Kiminle nerden neyi götüreceklerinin pazarlığı içinde olması kuvvetle muhtemeldi.

 

g

 

 

 

KÖHNE VE KARANLIK BİR YER

 

 

Abisinden zaten hiç ümitli değildi. Nerelere takılmıştı yine kim bilir? Ciddi bir işi hiç olmamıştı ki zaten. Haftaya üniversite sınavı onu bekliyor, o ise başka şeyleri bekliyordu. Erken saatte gelmesi pek alışık olunan bir durum değildi.

Akşamın karanlığı yine hâkimiyetini kurmuş, gündüzün parıltısının esamesi bile kalmamıştı. Karanlıkları yaran sarı sokak lambalarının fersiz ışıklarıydı. Nice olayları örten bu karanlığın içinde kaybolan gençlerin neler yaptığını anlamak da ehli olmayan için çok kolay olmasa gerek. Ahlaki yozlaşmanın neticesi olan eğlence yerleri, akşamın karanlığıyla birlikte gecenin sonuna kadar gençleri kucağına alıp bilinmez yönlere doğru yelken alıyorlardı. Bu çirkeflik sarmalına girenlerin kurtulup kendini sahile atmaları da çok kolay görünmüyordu.

Buralarda neler yaptıkları, sabahın ilk ışılarıyla ortaya çıkıyordu çoğu zaman.

İşte okuldan sonra bir gurup arkadaşıyla birlikte Okan yine böyle bir yerdeydi. Merdivenlerle inilen izbe bir yer. Kuytu köşelerle dolu olan bu yerde, kapıdan girerken sizi abur cubur renklerin birbirine girdiği bir alaca karanlık kuşağı karşılar. Yanıp sönen ışıklar yüksek sesle bangır bangır müzik parçaları, gençlerin eğlenmeleri için hazırlanmış tuzaklarla dolu bir belirsizlik ortamı…

Sigara dumanının hükümran olduğu bu ortamda gençler alkolle buluşup kendilerinden geçiyorlar. Kız erkek karışık, güya şakalaşmalarla başlayan sonunun nereye varacağı belli olmayan çıkmaz sokaklar. Bu sokaklarda dolaşan ve hiçbir hedefi olmayan kişilerin, gerçeklerden uzak bilinçsiz davranışları.

Okan, yine Deren ile birlikte kuytunun birinde oturmuş elindekini yudumluyordu. Deren’in yanında olması dünyaların kendisine ait olduğu düşüncesini iyice pekiştirmiş, her şeyin hâkiminin kendisi olduğu kanaatini ortaya çıkarmıştı. Artık o anda Okan’a kimse laf söz edemezdi. Etsinler de görsünler başına gelecekleri. Arada bir nâra atıyor, Deren’in kahkahalarıyla coşuyor tekrar tekrar meydan okuyordu.

Deren Okan’la otururken bile başkalarına gülücükler dağıtıyor, kaş göz işaretleri ile kendince eğleniyordu.

Deren Okan’ın kulağına eğilip bağırdı:

-Nasılsın?

-Uçuyorum!

-Seni daha çok uçurayım mı?

-Evet! Evet!

Deren çantasından kâğıdın arasında sarılı olan küçük bir hap çıkartıp Okan’ın bardağına koydu. Okan da, “Deren’den gelen zehir olsa içerim” mantığıyla içmeye devam etti. Bu Deren için çok sıradandı. Parasını harcayacak yer bulamadığı belliydi. Bu sapkın yollarla dinmeyen ruhunu uyutmaya çalışıyordu.

Okan da az değildi hani. Belki bir manada babasının davranışları onu buralara sürüklüyordu. “Erkek adam…”

Gece ilerlemiş gençler mekânın ağır havası altında kalmıştı. Kenarlarda sızıp kalanların yanında sinsi bir sansar gibi dolaşanlar da vardı.

Uzun boylu sarı saçlı, saçları omuzlarından aşağı dökülen biri, Okan’ın yanına geldi. Kulaklarındaki küpeler uzunca salınıyordu. Ellerindeki yüzük ve takıları saymak oldukça zordu; çoktu. Deren yanlarına gelenin yüzüne yapıştı, ayrılmak bilmedi. O kadar anlamlı bakıyordu ki, Okan’ın bile dikkatini çekti. Okan sert bir şekilde uyardı:

-Deren!

Deren hiçbir şey demedi, sadece sustu. Ama gözleri hâla onun üstündeydi.

Genç salınıp duruyordu. Bir o yana bir bu yana yaylanması aldığı alkolün sonucuydu.

Pek anlaşılamayan konuşmaları ile:

-Sen Burcu’nun abisi misin?

Olanları anlamaya çalışan Okan:

-Evet, dedi hiçbir şey düşünmeden.

Yerinde durmada zorlanan genç devam etti konuşmasına:

-O benim hayatım, her şeyim, onun olmadığı dünya anlamsız…

Okan şimdiye kadar Burcu ile ilgili hiç duymadığı şeyleri duymuştu. Etkilendi. Erkeklik gururunun incindiğini düşündü. Konuşmak istemedi.

Diğeri konuşmalarını sürdürdü. O kadar iğrenç şeyler söylüyordu ki, söyleyen kişi kadar vurdumduymaz olan birinin bile dayanamayacağı sınırlara ulaşmıştı:

-Ben Burcu ile sürekli buluşuyorum.

-Kes be!

-İnanmıyorsan, Burcu’ya sor oğlum.

-Kes dedim sana!

Okan bunu söylerken içine bir kurt düştü. Burcu gerçekten bu adamla birlikte miydi? Eğer öyleyse; ailenin gururu iki paralık olacaktı.

-Burcu, çok tatlı bir kız. Ben dünyaları veririm onun için. Ölürüm bile anlıyor musun, ölürüm.

Bu konuşmalar sürerken Deren de kıs kıs gülüyor, yapmacık dolu hayranlık takıntılarıyla bakıyordu konuşan bu adama. Deren’in bu tavrı Okan’ı iyice kızdırıyor çileden çıkarıyordu. Zaten bu kafasıyla dünya gerçeklerinden çok uzaktaydı. Her şeyi yapabilecek durumdaydı. Burcu ile ilgili duydukları, sisli gördüğü ortamı iyice kararttı.

Karşısındaki şahsı son kez uyarmak düşüncesiyle:

-Bırak git be! Dedi.

Karşısındaki şahıs aynı tavırla cevaplamada gecikmedi:

-Ne olur gitmezsem?

Okan ayağa fırladığı gibi adamın üzerine yürüdü. Adamın cebinden çıkardığı bıçağın parlayan kısmını görünce durakladı.

Deren insanların kavga etmesinden hoşlanırdı. Hele bu kavgalar kendisi için yapılırsa değme keyfine!

Deren tam bu anda Okan’ın durmasına bir anlam veremedi. Çünkü karşıdakinin elindeki bıçağı görmemişti.

-Ne oldu, korkuyor musun? Dedi, tahrik edici bir tavırla.

Okan için bu ölümden öte bir durumdu. Her şeyiyle bağlı olduğunu düşündüğü kız arkadaşının yanında küçük düşme demekti bu. Deren’in de tavrı yangına körükle gider gibiydi. Gerçi bu tarz Deren’in yaşam biçimi de sayılabilirdi.

Konuşmaların tonu yükselince, kuytu köşede aklı başında kalmış birkaç kişinin seyirci olarak toplandıkları görüldü. Onların hal ve hareketleri de sanki bir kavga istiyormuş gibiydi. Onlar için değişiklik olurdu. Gerçi bu tür durumlara pek yabancı sayılmazlardı.

Okan geri dönüp oturmak istedi. Yerine otururken pis pis sırıtıyordu Burcu’nun arkadaşı olduğunu söyleyen adam:

-Ne oldu bebek, korktun mu? Dedi, tepeden bakan bir ifadeyle.

Okan’ın gözünü kan bürümüştü. Dayanamadı:  

-Bu kadarı fazla oldu artık, dedi.

Kalktığı gibi adamın üzerine yürüdü. Adamın elindeki bıçağı aldığı gibi birkaç kez sapladı hiç düşünmeden.

* * *

Bir anda ortalığı büyük bir uğultu kapladı. Adamın yere yığılan gövdesini görenler arkasına bile bakmadan kaçıştılar. Orada görevlilerden başka kimse kalmadı. Deren de çoktan kaybolmuştu zaten. Okan bir ara kaçmayı düşündü. Mekânın sahipleri buna engel oldular. Okan, çaresizlik içinde orada kalarak başına gelecekleri bekledi. Elindeki bıçaktan hala kan damlıyordu. Bir anda ne olduğunu anlamaya çalıştı. Kendi ifadesiyle “uçmuştu” zaten. Olayı kolayca tahlil edip kavrayacak durumda değildi. Bulanık, flu bir bakışı vardı ya da öyle görüyordu bütün nesneleri.

Görevliler, polis ve ambulans için telefon ettiler.

Okan ne yaptığını anlamaya çalışıyordu. Kafası karmakarışıktı. Önceden de gelirdi buralara. Hayatında ilk değildi. Belki çokluğundan dolayı sayısını bile unutmuştu. Bu gün bir farklılık vardı: Deren’in verdiği küçücük hap mıydı bu hâle getiren? Yoksa babasının pervasızca davranışları mı?

Az sonra gecenin derinliğini bölen siren sesleri birbirine karıştı. Önce,  yerde yatan bıçaklanmış kişi ambulansa konulup hastaneye gönderildi. Okan arkasından bakakaldı.

Polisler olay yerindeki delilleri de toplayarak Okan’ı aldılar.

Ekip otosuna alınan Okan doğruca karakola götürüldü.

* * *

Bütün bunlar olurken, diğer taraftan Okan’ın evindeki can sıkıntısı devam ediyordu. Annesi ile kızının konuşmaları gecenin karanlığında kayboluyordu.

Karanlığın aydınlığı yuttuğu bu anlar geçmek bilmedi.

Annesi oflayıp pufladı:

-İçim sıkılıyor, dedi bir sigara daha yaktı.

-Al benden de o kadar, diyerek eşlik etti Burcu.

-Sanki bir şey olacakmış gibi geliyor bana, anne!

-Ne olacak, kuruntu yapma yine, dedi.

-Babaanneme bir şey olmasın?

-Ona bir şey olmaz.

-Babaannemi neden sevmiyorsun?

-…

-Cevap vermiyorsun.

-Kapat bu konuyu.

Sustular bir süre. Sessizliği yine annesi bozdu:

-Baban hiç bu kadar geç kalmazdı. Kalk yemeğimizi yiyelim, dedi.

-Dedim ya canım sıkılıyor,  yemek falan yiyemem ben.

Oturmaya devam ettiler. Yaptıkları bir şey yoktu. Annesi sigara üstüne sigara yakıyor, Burcu da patlata patlata sakız çiğniyordu.

Daldıkları bu âlemden, telefonun ürpertici sesiyle kendine geldiler.  Gecenin bir yarısı olmuş ne babaları ne de Okan gelmişti.

Çalan telefonla ayağa fırladı. Babasının aradığı düşüncesiyle ahizeyi kaldıran Burcu, tok bir sesle durakaldı:

-Okan Parlak’ın evi mi?

-Evet.

-Ben polis memuru Ayhan. Kiminle görüşüyorum?  

-Kardeşiyim.

Büyük biri var mı?

-Annem var.

-Konuşabilir miyim?

-Evet.

Annesi Burcu’yu anlamsız gözlerle süzüyordu. Kötü bir şeyin olmasından korkuyordu.

Burcu’nun:

-Anne seni telefondan istiyorlar, cümlesiyle telefona koştu. Ahizeyi Burcu’nun elinden hışımla çekip aldı:

-Alo!

-Hanımefendi! Gülbahçe polis karakolundan arıyorum. Okan şu anda bizde. Haber veriyoruz.

-Neden?

-Yaralama.

-Yaralama mı?

-Evet.

Nebahat Hanım duyduklarıyla sarsıldı. Neye uğradığını şaşırdı. Telefonun ahizesi elinden düştü.  Olduğu yerde dizleri üzere çöke kaldı. Bağırmaya başladı:

-Bu çocuktan çektiğim ne? Beni öldürecek bu…

Kendinin de başkalarına çektirdiğini unutmuş gibi, öfke dolu cümleleri peş peşe sıraladı. Acizliğini dizlerine iki elini vurarak gösterdi.

Az bir zamanlık öfke patlamasının arkasından cep telefonuyla kocasını aradı:

-Alo!

-Efendim.

-Şinasi! Neredesin?

-Arkadaşlarlayım. Biraz eğleniyoruz da.

-Eğlencenden başlatma! Gecenin kaçı olmuş, neredesin?

-Öf be tadımı kaçırma!

-Okan karakolda.

-Neden?

-Ne bileyim ben.

-Hangi karakolda?

-Gülbahçe polis karakolu.

Telefon pat diye kesildi. Konuşmalarından sarhoş olduğu anlaşılıyordu.

* * *

Bu konuşmanın arkasından Burcu ve annesi karakola gittiler.

Karakola ulaşmaları hep aynı anda oldu. Geldiklerinde Okan’ın sorgulaması çoktan bitmişti.

Doğruca nöbetçi komiserin odasına alındılar.

Naciye Hanım önceki komiseri görünce dili tutulmuşa döndü. Çünkü kendine çok sıkı tembihler yapmıştı.

Sarhoş olduğu davranışlarıyla da ortaya çıkan Şinasi Bey:

-Okan ne yapmış ki buraya getirdiniz? Dedi.

-Yaralama.

-Çıkarıp götürelim.

-Bu iş bu kadar basit değil.

-Neden?

-Yarın mahkemeye çıkarılacak. Mahkeme serbest bırakırsa ne âlâ? Yoksa?

-Yoksa?

-Adam bıçaklamış. Dua edin de ölmesin.  

Bıçaklama, mahkeme ve ölüm kelimeleri üçünü de derinden sarstı. Söyleyecek söz bulamadılar. Sadece sustular.

Komiser Naciye Hanım’a döndü:

-Hanımefendi ben size ne demiştim? Alın işte sonuç: görüyorsunuz.

Sanki yaptıkları yanlışın farkına varmış gibi cevap veremediler ve sessizlik denizine yelken açtılar.

İşte sonunda bunu da yapmıştı. Zavallı yaşlı bir kadını evden kovarken, sarsılmayan ailenin şanı, şöhreti iki paralık olmuştu. Nebahat Hanım başkalarının yüzüne nasıl bakacaktı?

-Sonunda olacağı buydu, diye söylendi Nebahat Hanım.

Şinasi Bey söyleyecek söz bulamadı. Üzüldü. Şinasi’nin oğlu bu olmamalıydı. Hâlbuki Okan için su gibi para akıtıyordu. Üyelerin onca aidatlarından kendi payına düşeni saklayacak değildi ya! Çocuklarına verecekti elbet. Sonucun böyle olmasında, kendinin suçlu olduğunu hiç düşünmedi. Para vermekle çocuklarını en iyi şekilde yetiştirdiğini zannediyordu.

Burcu:

-Bir gün böyle olacağı belliydi, diyerek üzüntüsünden dudakları kurudu.

Şinasi Bey kendini son bir gayretle toplayarak komisere sordu:

-Şimdi nerede? Görebilir miyiz?

-Tabi ki görebilirsiniz. Şu an nezarette.

Nezaret kelimesi hiç hoş gelmedi. Böyle saygın(!) bir ailenin nezaretle falan ne işi olabilirdi ki?  

Polis memurunun arkasından yürüdüler sessizce cenaze takip eder gibi. Parmaklılıklar arasında gördükleri Okan, sadece bakıyordu.  Hiçbir şey söylemedi. Babası oğlunu teselli etmeye çalıştı:

-Sen hiç üzülme oğlum. Ben seni yarın çıkarırım. Arkadaşım avukat Selami Bey çok ünlüdür.  Onu senin için tutacağım.

Okan yine hiçbir şey demedi.

Nebahat Hanım sadece:

-Neden Okan neden? Senin derdin ne? Dedi. Çok nadir yaşlanan gözleri akmaya başladı.

Biraz daha oyalandılar. Sonra çaresizlik içinde evlerine döndüler.

Okan böylece geceyi nezarette geçirdi. Bu bir ilkti. Vukuatı çoktu ama hiç böyle olmamıştı.

* * *

Geceden sabaha gözlerini kırpmadı. Sabaha yakın bir zamanda ezanlar başladı. Karakola yakın bir camiden geldiği belliydi. Ne yanık, ne içtendi. Ezanı hiç böyle dinlememişti. Çok etkilendi. Deruni âlemlere daldı. Hiç bitmesin istedi. Dinlendirmişti onu. Huzura kapı aralandığını sandı. Yaşadıklarını bir anda unutuverdi. Öylece kalakaldı. Ezan bu kadar güzel miydi? Diye kendine sorular sordu.

Ezan hep aynıydı belki ama Okan dinlemeye vakit bulamamış yada ihtiyaç hissetmemişti. Bu onun için alıştığının dışında bir duyguyu da beraberinde getirdi. Ve o anda hiç aklına getirmediği, kâle almadığı komşularının çocuğu Burhan’ı hatırladı. Aradaki ilgiyi kuramadı. Burhan’ın kendilerine yolda yaptığı yardımı düşündü. Sonra, mesai ile başlayacak olan sıkıntıya kaydı düşüncesi. Mahkeme, hâkim, savcı…

 

 

 

 

g

 

 

 

OKAN İÇERİDE

 

 

Nöbetçi mahkemeye çıkarıldı sabahında. Ailesinin tüm fertleri Okan için oradaydı. Tabi babasının arkadaşı çok ünlü avukat Selami Bey de.

Kısa bir yargılamanın arkasından tutuklanarak cezaevine gönderildi. Ailesi, polisler arasında giden Okan’ın arkasından nemlenmiş gözlerle baktılar. Polis otomobiline bininceye kadar gözleriyle takip ettiler. Yapacakları bir şey yoktu. Çaresiz bundan sonraki mahkemeleri bekleyeceklerdi.

Nebahat Hanım ve ailesi için ilk veya bir başlangıçtı. Olayın akışı neler getirecekti? Bunu zaman gösterecekti. Sıkıntılarını katlanarak büyümesi muhtemeldi.

Nebahat Hanım bunları görecek, yaşayacak biri değildi kendince.

Bu yaşananlar bir gerçekti. Çocuğu belki de katil olacaktı.  

Günlerce tutuklu olarak hapse atılan oğulları Okan’ı düşündüler. Can ne kadar tatlıydı böyle! Nebahat Hanım nerdeyse yemeden içmeden kesildi. Şinasi Bey’in iştahı yok oldu, neşesi uçup gitti. Burcu’yu çok derin düşünceler aldı götürdü.

* * *

Bu arada huzurevine terk ettikleri Naciye Hanım da unutulup gitti. Hiç ziyaretine gitmediler haftalarca.

Naciye Hanım ziyaretine gelinmemesine çok üzüldü. Kendi kendine kahretti. Hayatta yalnız kalmanın zorluğunu bitmez tükenmez günler sayısınca yaşadı. Herkese, her şeye küstü. En çok ilgiye muhtaç olduğu bu dönemde evden atılmış ve hiç ziyaretine gelinmemişti.

Göçük altında kalmış birinin, sesini duyuramamanın yılgınlığını ve bir ses, bir ışık beklediği o sıkıntılı ve karanlık dünyanın içinden kurtulmayı hayal eden, bunun gerçekleşmesi için, hiç çıkmayan sesiyle sürekli bağıran birisindeki umutsuzluğu yaşadı günlerce. Bu çaresizlik içinde tuğla ve kumlar arasında kaybolmuş, hayat belirtilerini kaybetmiş, harap olmuş bir yüz ifadesiyle içi burkuldu.

Bu haliyle kurtarılmayı bekledi umut kırıntılarıyla.   

Haftalık rutin ziyaretlerde bulunan komşularıyla sevindi. Hiç gülmeyen yüzü onlarla açıldı, onlarla hayatta olduğunun farkına vardı. Gözlerinde canlı olduğunun ifadesi olan parıltılar görüldü.

* * *

Aradan geçen zaman içerisinde üniversite sonuçları açıklanmıştı. Her yıl olduğu gibi umutlarını yitirip hayata küsen gençlerin yanında, sürekli çalışarak mutlu sonu yakalayan, sevinç çığlıkları atan gençler de vardı.  Bunlardan biri de Burhan’dı.

Burhan sonucu ilk öğrendiğinde aklına Naciye Hanım gelmişti. Kendisine ne olmak istiyorsun dediğinde:

-Doktor, demişti.

Naciye Hanımın cevabı ona gönül rahatlığı vermişti:

-Allah sana inşallah doktorluğu nasip eder.

Burhan’ın içten bir “âmin” deyişi duygularını ifade etmeye yetmişti.

Onun için sevincini Naciye Hanım ile paylaşmak istedi. Annesi ve kardeşleriyle birlikte huzurevinin yolunu tuttu. 

Birlikte girdikleri bahçede ailenin yüzünün aydınlığı, sevinçlerinin yansıması etrafa neşe saçıyordu. Naciye Hanım her zamanki yerinde oturuyor, elindeki tespih parmakları arasında gezinirken, dudakları kıpır kıpır etmeye devam ediyordu.

Yine hasretle bir kucaklaşma ve hal hatır sormalardan sonra Naciye hanımın yüzünde oluşan güzelliklerin devamı için Elif’in şirinlikleri başladı.

Burhan:

-Naciye Teyze! Allah senden razı olsun. Bana ettiğin dua gerçekleşti.

-Kazandın mı?

-Evet.

-Doktorluk mu?

-Evet.

-Allah zihin açıklığı versin yavrum.

-Allah razı olsun Teyzeciğim. Benim sana hediyem, lütfen kabul edin, diyerek elindeki sarılı paketi uzattı.

Naciye hanımın heyecanlandığı gözden kaçmadı. Gözleri doldu. Hediye almak çok güzeldi. Kendi torunlarından ve oğlundan böyle bir incelik görmemişti bu güne kadar.

İnsanları mutlu etmek, onların hayır duasını almak yaşanacak güzelliklerden biriydi. Burhan bu güzelliği yaşıyordu. Naciye Hanımın yaşadığı bu sevinci ortak yaşamaları sevgi sarmalı oluşturmuştu. Sürekli dua dolu sözler herkesi birbirine daha da yaklaştırmıştı.

Her geldiklerinde sorduğu oğlu ve torunlarını bu sefer sormamıştı. Belki de artık ümidini kesmişti. Okan'ın hapse girdiğini de, şimdiye kadar Naciye Hanımın üzülmemesi için söylememişlerdi.

* * *

Okan üniversite sınavına polis marifetiyle girmişti. Sonuçlar açıklanıp, bir üniversiteye yerleşemediğini öğrendiğinde çok üzülmedi.

İçerde olduğu günlerde bazı gerçekleri rahat düşünme imkânı bulmuştu.

Aylar geçmiş olmasına rağmen, her şeyini feda edebileceğini düşündüğü Deren bir defa bile gelmemişti. Kendini kâle almadığını düşünmeye başladığında kardeşi Burcu’nun söylediği “…Bütün erkeklere gülüp hepsini birbirine düşürüyor.” sözü kulaklarında çınladı.

-Doğruymuş, kızı boşu boşuna azarladım dedi kendi kendine.  

Artık Deren’in kendisi için uygun biri olmadığını anlamıştı.

Deren yoktu artık onun için. İnsan burada bazı gerçekleri daha doğru görebiliyor ve daha mantıklı düşünebiliyordu.

Hele yaşadıklarının yanlışlığını kabullenmesi çok daha kolay oluyordu. Geceleri kuytu pis ve ağır bir kokuyla dolu mekânlarda geçen yıllarına pişmanlık duyması çok fazla zamanını almamıştı

Üniversiteye çalışmış olsaydı; şu anda burada olmayacak, belki de iyi bir üniversite kazanarak geleceğini güvence altına almanın mutluluğunu yaşayacaktı.

Ortada bir gerçek vardı: içerdeydi.

Keşke olmasaydı.

Yaptıklarının yanlışlıklarını an be an düşünüyor. Yapmamak için kararlar alıyor, çıkınca tekrar dönmekten korkuyordu.

Bıçakladığı adamın hastanede iyileşmeye yüz tuttuğuna seviniyor, hayata olan bağlılığı artıyordu.

Gecenin ıssızlığında adamın yaşaması için gizli gizli dualar ediyordu. Bu da onun için ilklerdendi. Şimdiye kadar yaşadığı hayat itibariyle duaya ihtiyaç duymadığını düşünüyordu. Burada kaldıktan sonra, duyguları değişmiş, babaannesinin söylediklerinde güzellikler keşfetmeye başlamıştı. Bazen o kadar kararlılıkla artık namazlarını kılacağını düşünüyor ama bir türlü başlayamıyordu. Bir başlasa; belki arkası gelecekti…

Bu düşüncelerindeki değişmenin arkasında aynı koğuşta kaldıkları Musa’nın etkisini düşünmek gerekiyordu.

 

 

 

 

g

 

 

 

KOĞUŞ ARKADAŞI MUSA

 

 

Musa orta yaşlarda, sessiz sakin bir insandı.  Koğuşta çıkan tartışmaların hiç birine karışmazdı. Kendine sorulduğu zaman bir bilge edasıyla ağır ağır konuşurdu. Koğuştaki ağırlığını hissetmemek mümkün değildi. Kültürlü olduğu her haliyle ortadaydı.

Üniversite bitirdiğini bir konuşmasında duymuştu. Çok okuyan biriydi. Ziyaretine gelindiğinde paketin içinde istediği kitaplar olurdu.  Ve soluksuzca okurdu. Son zamanlarda Okan ile olan yakınlaşması dikkat çekiyordu. 

Okan'ın kendi dilinden anlattığı hayatı, dikkatini çekmişti. Gençlerin bu tür davranışlarının olabileceğini bildiği için Okan’a yardımcı olmayı, ona faydalı olmayı kafaya koymuştu.

Okan, Musa’nın okuduğu kitaplardan okumaya başlamıştı. Hem sıkıntılardan kurtuluyor hem de yenidünyalara yelken açma imkânı buluyordu. Merak ettiği konuları soruyor ve Musa’nın verdiği cevabı pür dikkat dinliyordu.

Evet, evet burası Okan için bir milattı. Burada o dinmeyen okyanustan çıkmayı başarmaya başlamıştı.

Musa sabah namaz kılmayı hiç ihmal etmiyor, zamanında ibadetlerini yapıyordu. Koğuşta bu sebeple herkes Musa’ya saygı duyuyordu.

Yine bir sabah ezanı ve yine kendinden geçmiş bir Okan… Ezan bittiğinde Musa her zaman olduğu gibi abdest alıp seccadenin ucuna durdu. Namazını kıldı.

Okan kalkıp namaz kılmak istedi. Nasıl kılınacağını tam olarak bilmediği için bocaladı. Buna rağmen koşar adımla abdest aldı ve Musa’nın yanına durdu.

Musa hapiste olduğuna ilk defa bu kadar sevindi. Okan namaz kılıyordu. Duygulandı. Gözleri doldu akacak bir pınar gibi. O kadar duygulandı ki, secdede kendini tutamadı ve ağladı. 

Namazdan sonra ellerini açtı:

-Allah’ım! Bu gence hidayet nasip eyle… İyi bir kul olmasını nasip eyle… Diyerek dua etti.

Namazdan sonra kalkıp Okan'ı kucakladı. Sarıldı ve alnından öptü.  Okan olanlar karşısında şaşkınlık içinde hiç bir şey demedi.  Bir başkasının namaz kılması sebebiyle bu kadar sevinmeye bir anlam veremedi.

Birlikte oturdular. Okan’ın öğrenme isteği gözlerinden anlaşılıyordu. Aç kalmış bu yönünü doyurmak istiyordu:

-Abi! Öğrenmek istiyorum: namaz, abdest… Ne bileyim her şeyi… Bana anlat abi!

Musa sükûnetle anlattı namazı, abdest’i, orucu, haccı…

Okan bu konuları hiç böyle dinlememişti. Dinledikleri kendini heyecanlandırıyordu.

Ne geldiyse başına dindar yaşamamaktan geldiği kanaatini zihnine nakşetmişti artık. Burada bulunmaktan nerdeyse mutlu olduğunu söyleyecek kadar rahatlamıştı.

Değişimi konuşmalarına da yansımaya başlamıştı.  Yine bir ziyaret günü… Ailesi yine tam takım orada…

Annesi:

-Nasıl gidiyor oğlum?

-İyiyim Allah’a şükür.

-Bir ihtiyacın var mı? İstediğin bir şey?

-Yok anneciğim, Allah razı olsun.

Okan bu tür konuşmaları hiç yapmazdı. Ailesinin şaşkınlığı belliydi. Ama hiçbir şey demediler.

Babası:

-Önümüzdeki duruşmada büyük bir ihtimalle çıkacaksın. Avukat öyle söyledi: hafifletici sebepler falan…

Kendinden sevinç çığlıkları bekleyen ailesi, Okan'ın verdiği cevapla bir kez daha şaşırdı.

-Nasip. Hayırlısı…

Çocuklarında bir değişim olduğunu gören aile, ürkmeye başlamıştı.

Ziyaret sona erdiğinde annesi yine bir ihtiyacı olup olmadığını sordu:

-Yok anne sağ ol. Ha! Babaannemin Kuran-ı Kerim’ini gelirken bana getirin. Babaanneme de çok selam söyleyin.

Dehşet verici bir olay karşısında gözlerini açan biri gibi gözlerini açtılar.  Kulaklarına inanamadılar. Okan ne diyordu böyle? Yoksa? Yoksa? ...

Okan'a bir şey demeden ayrıldılar.

Okan, ailesine Naciye Hanımı hatırlatmıştı.

Sahi Naciye Hanım ne yapıyordu? Şinasi’yi bir düşüncedir aldı.  Annesini arayıp sormamıştı. Şimdi yanına nasıl gidecekti? Kuran-ı Kerim annesindeydi. Onu nasıl isteyecekti. Hem sonra Kuran-ı Kerimle ne işi olabilirdi ki? Okumasını bilmiyordu.

Korktuklarını hiç konuşmadılar. Zaten yapacak bir şey de yoktu. Okan hapisteydi. Onu üzmek olmazdı. Çıkıncaya kadar susmaları gerekiyordu.

Ertesi günün sabahında hep birlikte huzurevinin yolunu tuttular. Annesi ile karşılaşan Şinasi söyleyecek söz bulmadı. Adeta nutku tutuldu.

Ne diyecekti ki? Ya da nasıl diyecekti? Böyle evlat olur muydu?

Burcu babaanne’sinin boynuna atladı. İsteksiz bir şekilde burcuyu kucakladı Naciye Hanım. Kızgındı. Kendini buraya bırakmışlar, bir daha gelmemişlerdi.

Sadece Burcu’ya:

-Okan nerede? Dedi. Herkes birbirinin yüzüne baktı. Anlatmak istemediler. Söze hemen Şinasi Bey girdi:

-Çalışıyor anne, çalışıyor. O da gelecekti ama. Bir başka zaman…

Naciye Hanım hiç cevap vermedi.

Sessizliği yine Burcu bozdu:

-Babaanne! Abim Kuran-ı Kerim öğreniyor.

Naciye Hanım duyduklarına inanamadı. Yüzündeki yalnızlığın derin izleri yok oldu. Gülümsedi:

-Ne dedin sen kızım?

-Abim Kuran-ı Kerim okumaya başladı.

-Okan mı?

-Evet babaanne.

Ellerini açtı semaya:

-Allah’ım sana binlerce şükürler olsun, dedi.

Sevincini paylaşmak için Burcu’yu kucağına bastı saçlarından öptü birkaç kez:

-Kızım sen de oku, sen de oku…

Okan’ın babaannesinin Kuran-ı Kerim’ini istediğini söyleyemediler. Söyleseler;  hemen verecekti. Sustular.

Nebahat Hanım ile hiç konuşmadılar.  İlk konuşmanın kendilerinden gelmesini karşılıklı beklediler. Olmadı. Vedalaşarak ayrıldılar.

Naciye Hanımın buruk gönlünü, Okan’ın Kuran-ı Kerim okuduğunu duyması kısmen rahatlatmıştı. İçin için sevinip arkadaşlarıyla defalarca anlatarak paylaşmıştı.

Aslında Okan babaannesini sürekli görmek istemişti. Cevap hep aynı olmuştu: “babaannen hasta.” Okan da çıkıncaya kadar sabredecekti çaresiz.

Aslında daha önceki konuşmaları hatırladıkça babaannesinin huzurevine gitmiş olabileceğini, ailesinin bunu kendisinden gizlediğini tahmin edebiliyordu. Yapacak bir şeyi olmadığı için sadece susuyordu. Hem şunun şurasında ne kalmıştı? Babasının ifadesine göre, bir duruşma sonrasında tahliye olacaktı. O zaman istediği kadar görüşebilirdi.

* * *

Birkaç gün sonrası… Gülseren Hanım çocuklarıyla birlikte yaptıkları kek ve pastalarla birlikte yine Naciye Hanımın ziyaretindeler. Naciye Hanımla birlikte o güzelim bahçede dinlenip onunla konuşmak için geldiler. Bu defa ki ziyarette Burhan yoktu. Naciye Hanım artık buna alışmıştı.  Komşuları hiç yalnız bırakmıyor, belirli aralıklarla ziyaretine geliyordu.

Oğlunun ve torununun gelişini içinde bulunduğu alışamamışlıkla anlattı. Konu Okan'a geldiğinde coştu:

-Okan! Kuran-ı Kerim okumaya başlamış, biliyor musunuz?

Gülseren Hanım hapiste olduğunu bilip bilmediğini sorguladı kendince.  İçerde olduğundan habersiz olduğunu anlayınca bu konuya hiç girmedi.

-Çok güzel, dedi.

-Eğer ben ölürsem; bu Kuran’ı Okan'a verin.

-O nasıl söz Naciye Teyze?

-Olsun ölümlü dünya; ne olur ne olmaz? Eğer ölürsem Okan'a verin.

Sessizlik oldu bir süre. Sonra Naciye Hanımın gözleri yine Esra’ya kaydı. İçten bakışları Esra’nın dikkatinden kaçmadı. Aslında bakışlarının arkasındaki düşünce; Esra’nın Okan’la evlenmesiydi. Söyleyemedi.

Naciye Hanım gün geçtikçe soluyordu.  Evden atılmak onu yıkmıştı, çok üzmüştü. İçine attığı her halinden belli oluyordu. Sağlık açısından pek bir sıkıntısı yoktu. Onu içten içe kemiren; yalnızlık, terkedilmişlik, ilgisizlikti…

 

 

 

 

g

 

 

 

ZİNDAN

 

 

Okan, Musa’dan çok şey öğrenme derdindeydi. Aklına takılan her şeyi soruyordu. Anlatılanları pür dikkat dinliyor, kendince yorumlar yapıyordu.

Musa, Okan'ın üniversiteyi kazanamadığını öğrenince:

-Seni yurt dışına gönderelim. Üniversiteyi orada okursun, dedi.

Okan hiç beklemediği bu teklif karşısında sevindi. Bu düşünce aklına çok yattı. Nasıl olsa; babasının parası vardı. Gider orada tahsilini en güzel şekilde tamamlayabilirdi.

Musa ile olan arkadaşlıkları iyice pekişmiş, ayrılmaz bir dostluk başlamıştı.

-Bak sana bir kıssa anlatayım. Sabır nedir, Allah’tan korkmak ne demektir, nasıl olgunlaşılır? Örnek olsun, bana da sana da.

Musa kıssa deyince, koğuşta birden ses kesildi, herkes ona kulak verdi.

Musa anlatmaya başladı:

Yusuf (as)’a ait bu kıssa kıssaların en güzeli şeklinde vasıflandırmıştır. Yusuf, Hz. Yakup’un oğludur. Her peygamber gibi sıkıntı ve belalarla imtihan edilmiş ve çektiği acı ve ıstıraplardan sonra günün birinde kendisine peygamberlik verilmiştir.

Yusuf Peygamber daha çocukken bir rüya görmüş ve rüyasının yorumunu babasına sormuştur. Babası Yakup Peygamber ise Hz. Yusuf'un rüyasıyla ilgili yorum yapmış ve onu güzel haberlerle müjdelemiştir. Ancak bununla birlikte rüyasını diğer kardeşlerine anlatmaması konusunda kendisini uyarmıştır. Bu olay Kuran'da şu şekilde geçer: Hani Yusuf babasına: “Babacığım, gerçekten ben (rüyamda) onbir yıldız, güneşi ve ayı gördüm; bana secde ederlerken gördüm" demişti. (Babası) Demişti ki: “Oğlum, rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insan için apaçık bir düşmandır…”(Yusuf)

Okan heyecanla sordu:

-Babası neden kardeşlerine karşı uyardı ki?

Musa herkesin kendine kulak verdiğinin farkında olarak, daha etkileyici bir tonda devam etti konuşmasına:

Anlattığı rüya sebebiyle babasının rüyasını kardeşlerine anlatmaması konusunda onu uyarmasının sebebi, kardeşlerinin güven vermeyen tavrıydı. Yakup Peygamber ilim sahibi, ferasetli bir insan olduğu için oğullarının fitne çıkarmaya müsait olan karakterlerinin ve kıskanç yapılarının farkındaydı. Onları çok iyi tanıdığı için Hz. Yusuf'a tuzak kurabileceklerini de tahmin etmekteydi. Bu nedenle Hz. Yakup şeytanın düşmanlığına dikkat çekmiş, Hz. Yusuf'a temkinli olmasını öğütlemiştir. Yakup Peygamber Hz. Yusuf'u uyarmakta haklıydı, çünkü kardeşleri onu ve küçük erkek kardeşlerini babalarından kıskanmaktaydılar. İçlerindeki bu kıskançlık öylesine şiddetliydi ki, onları Hz. Yusuf'a tuzak kurmaya kadar götürdü.

 Babası tarafından Hz. Yusuf’a gösterilen ilgiyi kıskanan diğer kardeşleri bir komplo hazırlarlar. Onların kurdukları bu tuzak ve Yusuf Peygambere yaptıkları Kuran'da şöyle anlatılır:

Onlar şöyle demişti: "Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir; oysaki biz, birbirini pekiştiren bir topluluğuz. Gerçekte babamız, açıkça bir şaşkınlık içindedir."

"Öldürün Yusuf'u veya onu bir yere atıp-bırakın ki babanızın yüzü yalnızca size (dönük) kalsın. Ondan sonra da salih bir topluluk olursunuz." (Yusuf)

Ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, kardeşlerinin Hz. Yusuf'a tuzak kurmalarındaki en büyük etken kıskançlıktı. Babalarının Hz. Yusuf'u ve kardeşini daha çok seviyor olduğunu düşünmeleri, onları bu kıskançlığa itmekteydi. Yalnızca kendilerine yönelik bir sevgi istiyorlardı.

Dinleyenlerden bir tanesi:

-Benim gibilermiş, deyiverdi.

Herkesin kendine baktığını görünce de, konuşmasına devam etti:

-Hep kıskançlığım yüzünden bu hâle geldim hırsıma yenildim…

Musa, kıskançlığın insanın başına sıkıntı getireceğini, bunun örneklerle dolu olduğunu söyleyerek konuşmasını sürdürdü:

Elbette ki bu, son derece yanlış bir düşünceydi. Çünkü Kuran'a göre müminlerin birbirlerini sevmedeki tek ölçüleri takvadır. Kim takvaca üstünse, kim Allah'tan daha çok korkuyor ve O'nun sınırlarını en titiz biçimde koruyorsa, kim en güzel ahlakı gösteriyorsa müminler doğal olarak en çok o kişiyi severler. Yakup peygamberin de Yusuf’u sevmesinden daha tabii bir şey olamaz. Öldürmek zaten haramdır, ancak küçük yaşta bir çocuğu bir yere atıp bırakmak da çok vicdansızca bir harekettir. Bunu yapmayı düşünebilen insanlarda vicdan, merhamet gibi duyguların bulunmadığı son derece açıktır. Görüldüğü gibi, Hz. Yusuf'un kardeşleri acımasız ve zalimdirler.

Ayetin devamında en zor anında Allah'ın Hz. Yusuf'a yardım ettiği, içlerinden birine onu öldürmek yerine kuyuya atma fikrini ilham ettiği görülür:

İçlerinden bir sözcü dedi ki: "Eğer (mutlaka bir şey) yapacaksanız, öldürmeyin Yusuf'u, onu kuyunun derinliklerine bırakıverin de bir yolcu kafilesi alsın." (Bu karara vardıktan sonra) "Ey Babamız," dediler. "Sana ne oluyor, Yusuf'a karşı bize güvenmiyorsun? Oysa gerçekte biz, onun iyiliğini isteyenleriz. Sen onu yarın bizimle gönder, gönlünce gezsin, oynasın. Elbette biz onu koruyup-gözetiriz." (Yusuf)

Babaları Hz. Yusuf'u göndermek konusunda isteksiz davranmış ve hatta kendilerine güvenmediğini onlara hissettirmiştir ki onlar da hemen kendilerini savunmaya geçmişlerdir. Aslında Hz. Yusuf'un iyiliğini istediklerini ileri sürmüşlerdir. Nitekim yalanları yine devam etmiş, babalarına Hz. Yusuf'u gezmesi, oynaması için götürmek istediklerini söylemişlerdir. Üstelik kendilerinin de onu koruyup, gözeteceklerine söz vermişlerdir.

Dedi ki: "Sizin onu götürmeniz gerçekten beni üzer ve siz ondan habersiz iken onu kurdun yemesinden korkuyorum."Dediler ki: "Andolsun, biz, birbirini kollayan bir topluluk iken, kurt onu yerse, bu durumda şüphesiz kayba uğrayan (aciz) kimseler oluruz." (Yusuf)

Yakup Peygamber oğullarına güvenmediği ve Hz. Yusuf'a bir kötülük yapacaklarını tahmin ettiği için bu güvensizliğini dile getirmiştir. Onların Hz. Yusuf'a bir kötülük yapıp ardından da yalan bir bahaneyle karşısına gelebileceklerini tahmin etmiştir. Onlar bu fikre şiddetle karşı çıkmışlar, böyle bir şeyin olamayacağı konusunda babalarını ikna etmeye çalışmışlardır. Bu da münafık karakterli insanların sıkışınca başvurdukları bir yöntemdir. Nitekim kıssanın devamından, söyledikleri sözlerde samimi olmadıkları anlaşılmaktadır:

Akşamüstü babalarına ağlar vaziyette geldiler. Dediler ki: "Ey Babamız, gerçek şu ki, biz gittik, yarışıyorduk. Yusuf'u da yiyeceklerimizin (veya eşyamızın) yanında bırakmıştık. Fakat onu kurt yemiş. Ne var ki biz doğruyu söylesek bile sen bize inanacak değilsin." (Yusuf)

Hz. Yusuf'un da üstünlüğü sahip olduğu ahlakından ve Allah'a olan teslimiyetinden ileri gelmektedir. Henüz küçük bir çocuk olmasına rağmen son derece olgundur. Küçük bir çocuğun kuyuya atılmasını iyi düşünmek gerekir. Ayette onun kuyunun derinliklerine atıldığından bahsedilmektedir. Hz. Yusuf'un bulunduğu yer karanlık ve ölüm tehlikesinin çok fazla olduğu, bulunup bulunmayacağının dahi kesin olmadığı tehlikeli bir mekândır. Bu şartlar altında tevekkül sahibi olmayan bir insan çok zorlanabilir, endişeye kapılabilir.

Onu ucuz bir fiyata, sayısı belli (birkaç) dirheme sattılar. Onu pek önemsemediler. (Yusuf)

Aslında böyle olması da çok hikmetlidir. Hz. Yusuf'u önemsemeyerek bir köle gibi satmaları, ondan maddi menfaat beklemeleri, onun için çok hayırlı olmuştur.

Köle tacirleri tarafından bulunan Yusuf Peygamber Kuran'da bildirildiğine göre Mısırlı bir kişiye satılmıştır. Bu durum, ayette şöyle bildirilir:

Onu satın alan bir Mısır'lı (aziz,) karısına: "Onun yerini üstün tut (ona güzel bak), umulur ki bize bir yararı dokunur ya da onu evlat ediniriz" dedi. Böylelikle Biz, Yusuf'u yeryüzünde (Mısır'da) yerleşik kıldık. Ona sözlerin yorumundan (olan bir bilgiyi) öğrettik. Allah, emrinde galip olandır, ancak insanların çoğu bilmezler. (Yusuf)

Ancak Hz. Yusuf erginlik çağına geldiğinde evinde kalmakta olduğu kadın, yani Aziz'in karısı, Hz. Yusuf'tan ayetin ifadesiyle "murad almak" istemiştir. Bunun için her türlü ortamı hazırlamış, kapıları sıkıca kapatmış ve Hz. Yusuf'a gayri meşru bir teklifte bulunmuştur. Hz. Yusuf'un burada verdiği karşılık iffetli bir müminin örnek tavrıdır. Haram bir fiil işlemekten Allah'a sığınmış, Allah'ın rızasına aykırı olan böyle çirkin bir harekete kesinlikle yanaşmamıştır. Ardından yine vefalı ve güzel bir davranış göstermiş, kadına Aziz'i hatırlatmış, onun kendisine iyi baktığını, hoşnut kıldığını söylemiştir. Böylece Aziz'e bu şekilde bir vefasızlık yapamayacağını da belirtmiştir. Hemen ardından zalimlerin kurtuluşa eremeyeceğini söyleyerek bunun zalimce bir davranış olacağını ifade etmiştir. Hz. Yusuf zinanın Allah katında haram kılındığını bilmektedir. Bu nedenle harama yaklaşmamış ve kadından kaçmaya çalışmıştır.

Bir müminin nefsinin, dinen haram olan şeylere karşı istek duyması mümkündür. Önemli olan, müminin bu isteğe boyun eğmemesi ve Allah'ın sınırlarını aşmamak için irade göstermesidir. Eğer nefsin istekleri olmasaydı, o zaman imtihan da olmazdı.

Olayların devamı ayette şöyle anlatılır:

Kapıya doğru ikisi de koştular. Kadın onun gömleğini arkadan çekip yırttı. (Tam) Kapının yanında kadının efendisiyle karşılaştılar. Kadın dedi ki: "Ailene kötülük isteyenin, zindana atılmaktan veya acı bir azaptan başka cezası ne olabilir?" (Yusuf)

Bu olayın ardından, Yusuf Peygamberin her türlü iffetli, zinadan sakınan tavrına rağmen kadın kızgınlığı nedeniyle Hz. Yusuf'a iftira atmıştır. Vezir olan kocasına Yusuf Peygamberin kendisine kötü niyetle yaklaştığını söylemiş, dahası suçsuz yere zindana atılması ya da acı bir azapla cezalandırılması gibi iki seçenek öne sürerek onun cezalandırılmasını istemiştir. Hz. Yusuf ise şöyle karşılık vermiştir:

 "Onun kendisi benden murat almak istedi." Kadının yakınlarından bir şahit şahitlik etti: "Eğer onun gömleği ön taraftan yırtılmışsa bu durumda kadın doğruyu söylemiştir, kendisi ise yalan söyleyenlerdendir. Yok, eğer onun gömleği arkadan çekilip-yırtılmışsa, bu durumda kadın yalan söylemiştir ve kendisi doğruyu söyleyenlerdendir." (Yusuf)

Bu durumda kadının Hz. Yusuf'un gömleğini arkadan yırtmış olması aslında Yusuf Peygamberin kapıya doğru kaçtığının, kadının ise onu kovaladığının delili olmuştur. Ve ayette de bildirildiğine göre, Hz. Yusuf'un haklılığı ispatlanmıştır.

Aziz Hz. Yusuf'un haklı olduğunu vicdanen anlamış ve bunun karısının bir düzeni olduğunu söylemiştir. Aziz'in, karısına göre daha vicdanlı olduğu apaçık ortadadır. Fakat olay bu noktada kapanmamıştır. Kuran'da diğer gelişmeler şöyle anlatılır:

Olay şehirde kadınlar arasında yayılmıştır. Kadınlara dikkat çekilmesi, belki cahiliye ahlakını benimsemiş kadınların dedikoducu ya da fitneci karakterine dikkat çekmek için olabilir.

Aziz'in karısı şehirdeki kadınların gözü önünde aslında Hz. Yusuf'tan murat almak isteyenin kendisi olduğunu kabul etmiş, Hz. Yusuf'un ise bunu reddettiğini itiraf etmişti. Aziz de aynı kanaatteydi, karısına Allah'tan bağışlanma dilemesini, çünkü günahkârlardan olduğunu hatırlatmıştı. Yani bu olaya tanık olan ya da duyan herkes aslında Hz. Yusuf'un suçsuz olduğunu, kadının bir tuzak kurduğunu biliyordu. Ama her şeye rağmen vicdansızca bir karar vermişler ve Hz. Yusuf'u zindana atmışlardır.

Bu noktada en dikkat çeken husus bir insanı haksız yere hapse atabilmeleridir. Buradan da anlaşılmaktadır ki, olayın yaşandığı toplumda o devirde haklının değil, güçlünün üstün tutulduğu adaletten uzak bir sistem hâkimdir. Üstelik kanunlara göre suçlu olmadığı halde, deliller suçsuz olduğunu açıkça ispatladığı halde bir insanı hapse atabilmeleri, bunu göstermektedir.

Görüldüğü gibi, her çağda, her dönemde Müslümanların ve Allah'ın elçilerinin maruz kaldıkları bu durum, Hz. Yusuf üzerinde de tecelli etmiştir. Eğer Hz. Yusuf Müslüman olmasaydı ve onların batıl sistemlerine, yozlaşmış ahlaklarına boyun eğen biri olsaydı o zaman ona karşı böyle düşmanca bir tavır sergilemeyecekler, suç işlese dahi görmezden geleceklerdi. Ancak onun tertemiz bir Müslüman olması ve Allah'ın hoşnutluğunu, emir ve yasaklarını her şeyden üstün tutması, ona karşı düşmanlık etmelerine neden olmuştur.

Bu konuda bilgili olduğu konuşmalarından anlaşılan mahkûmlardan biri:

-Peygamberimize de aynısını yapmışlardır. Ona davasından vazgeçmesi için çok farklı tekliflerde bulunmuşlardır. Hatta başkanlık bile…

-Doğru, dedi Musa. Sonra da zindandan bahsetmeye başladı.

-Bizim gibi o da içeri atılmıştı.

Koğuştaki bütün zihinler ve gözler bir noktaya kilitlenmiş sanki zaman durmuşçasına aynı anı soluyordu. Sükûnet iyice artmış Musa'nın anlatacaklarına kilitlenen kulaklar başka söz işitmez olmuştu.

Musa anlatmasını sürdürdü:

Yusuf ile birlikte iki gencin daha zindana girdiği ve bu gençlerin Hz. Yusuf'a rüyalarının yorumunu sordukları bildirilmektedir:

Onunla birlikte iki genç de zindana girmişti. Biri: "Ben (rüyamda) kendimi şarap sıkıyorken gördüm." dedi. Öbürü: "Ben de kendimi başımın üstünde ekmek taşıyorken gördüm; kuş da ondan yemekteydi" dedi. "Bunun yorumundan bize haber ver. Doğrusu biz seni, iyilik yapanlardan görmekteyiz."(Yusuf)

Zindandakiler, Hz. Yusuf'u "iyilik yapanlardan gördüklerini" söylemektedirler. Bu ise, Hz. Yusuf'un zindanda bulunduğu süre boyunca örnek bir mümin tavrı sergilediğini ve bunun da etrafındaki insanları etkilediğini gösterir. Gerçekten de bir insanın sadece yüz ifadesi dahi, salih bir Müslüman olduğunu etrafına hissettirebilir. Nitekim Allah Kuran'da müminlerden bahsederken "belirtileri, secde izinden yüzlerindedir" buyurmaktadır. Burada kast edilen "secde izi", genelde anlaşıldığı gibi uzun süre secde etmekten kaynaklanan fiziksel bir iz değil, insanın çehresine hâkim olan "iman nurudur".

Hz. Yusuf'un zindanda sergilediği bu ahlak, önemli bir mümin vasfını da bize göstermektedir: Mümin her an her yerde aynı güzel ahlaktadır. Çünkü müminler Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için yaşarlar ve Allah her yerdedir. Zindanda, evde, yolda yürürken, masasının başında bir şeyler yazarken, yemek yerken, televizyon seyrederken, her an Allah insanın yanındadır, onu sarıp kuşatmıştır ve her söylediğinden, her içinden geçirdiğinden haberdardır. Bu nedenle müminlerin tavrı ve ahlakı bulundukları yere göre kesinlikle değişmez. Her zaman aynı üstün ahlaklı ve vicdanlı mümin tavrını gösterirler.

Hz. Yusuf'un hapishane arkadaşları da bu nedenle onu güvenilir ve iyi bir kişi olarak görmüş ve ona danışmışlardır. Onların sorusu üzerine Hz. Yusuf onlara cevap vermiştir.

Onlara taptıkları ilahları hatırlatmış, bunların batıl olduklarını, gerçekliklerine dair haklarında hiçbir delil bulunmayan, atalarından kalan sahte ilahlar olduklarını bildirmiştir. Allah'tan başka ilahlara tapmanın haram olduğunu açıklamış, insanların çoğunun bunları bilmediğini söylemiş ve onları dosdoğru dine davet etmiştir.

Onlara rüyalarının yorumundan bahsettikten sonra zindan arkadaşlarından kurtulacak olanına, çıkınca efendisine kendisini hatırlatmasını söylemiştir.

Şeytan o kişiye Hz. Yusuf'u unutturmuş ve Hz. Yusuf da daha nice yıllar zindanda kalmıştır. Ancak Yusuf Peygamber bunun en hayırlı sonuç olduğunu bilir. Bu aslında sabır gerektiren bir imtihandır; kuşkusuz zindanda uzun yıllar kalmak ve hatta unutulmak pek çok insan için zorluktur. Oysa Hz. Yusuf ahlakının ve imanının üstünlüğünü burada da kanıtlar, başına gelenleri çok tevekküllü karşılar.

Bir gün hükümdar, gördüğü bir rüyanın yorumlanmasını istemiştir. Bunun için ülkedeki en tanınmış kâhinlere ve bilginlere başvurulmuştur. Fakat hepsi de hükümdarın gördüklerinin karmakarışık düşler olduğunu söylemiş ve rüyayı yorumlayamamışlardır. Ancak bir süre sonra Hz. Yusuf'un zindan arkadaşlarından olup kurtulan kişi Hz. Yusuf'u hatırlamıştır: Görüldüğü gibi olaylar hiç beklenmedik şekilde gelişir ve yıllarca zindanda unutulan Yusuf Peygamber böylece hatırlanmış olur. Hükümdara o karmaşık gibi görünen rüyayı gösteren, onun bu rüyanın yorumunu merak etmesini ilham eden, hiç kimsenin bu rüyayı yorumlayabilmesine izin vermeyen, zindan arkadaşına Hz. Yusuf'u hatırlatan Allah'tır.

Bu olayların devamı Kuran'da şöyle anlatılır:

(Zindana gidip:) "Yusuf, ey doğru (sözlü insan). Yedi besili ineği yedi zayıf (ineğin) yediği ve yedi yeşil başakla diğerleri kuru olan (rüya) konusunda bize fetva ver. Umarım ki insanlara da (senin söylediklerinle) dönerim, belki onlar (bunun anlamını) öğrenmiş olurlar." (Yusuf)

Yusuf Peygamberin her peygamber gibi, karşısındaki insanlara güven veren, eminlik ifade eden bir tavrı vardır. Zindan arkadaşı da onun bu yönünü bilerek, onu doğru sözlü ve güvenilir görerek yanına gelmiştir. Görüşmelerinde Hz. Yusuf'tan hükümdarın rüyası hakkında fetva istemiştir. Yusuf Peygamber ise rüyanın yorumunu şöyle yapmıştır:

Dedi ki: "Siz yedi yıl, önceleri (ektiğiniz) gibi ekin ekin, yediğinizin az bir kısmı dışında (kalanını) biçtiklerinizi başağında bırakın. Sonra bunun arkasından (kuraklığı) zorlu yedi yıl gelecektir, sakladığınız az bir miktar dışında, daha önce biriktirdiğinizi yiyip bitirecektir. Sonra bunun arkasından bir yıl gelecektir ki, insanlar onda bol bol yağmura kavuşturulacak ve onda sıkıp-sağacaklar." (Yusuf)

Hükümdar, Hz. Yusuf'un rüyasını nasıl yorumladığını öğrenince onu huzuruna çağırmıştır. Hükümdarın gönderdiği elçiyi daha önce yaşamış olduğu olayın yeniden incelenmesini, araştırılmasını sağlayacak bir takım sorularla hükümdara geri göndermiştir. Bu olay ayette şöyle anlatılır:

Hükümdar dedi ki: "Onu bana getirin." Ona elçi geldiğinde (Yusuf:) "Efendine dön de ona sor: "Ellerini kesen o kadınların durumu neydi? Doğrusu benim Rabbim, onların hileli düzenlerini gerçekten bilendir." (Yusuf)

Hz. Yusuf'un bu sorusu üzerine hükümdar kadınları toplamış ve olayın gerçeğini sormuştur:

"Yusuf'un nefsinden murad almak istediğinizde sizin durumunuz neydi?" dedi. Onlar: "Allah için, hâşâ" dediler. "Biz ondan hiçbir kötülük görmedik." Aziz (Vezir)in de karısı dedi ki: "İşte şu anda gerçek orta yere çıktı; onun nefsinden ben murat almak istemiştim. O ise gerçekten doğruyu söyleyenlerdendir." (Yusuf)

Böylece yıllar sonra da olsa gerçekler ortaya çıkmıştır. Kadınların Hz. Yusuf'a bir düzen kurdukları, kadının çirkin teklifine karşın Hz. Yusuf'un iffetli davrandığı anlaşılmıştır.

Hz. Yusuf'un suçsuzluğu apaçık olmasına rağmen yıllarca hapiste kalması ise bir kayıp ve aksilik değildir. Zindanda kalmak Hz. Yusuf'un manevi olarak eğitilmesine, derinleşmesine ve olgunlaşmasına vesile olmuştur. Güzel tavır göstermesi sebebiyle de Allah'a yakınlaşmıştır. Allah, dünyadaki zorluklara karşı sabır gösteren, en ağır koşullarda dahi Allah'tan razı ve şükredici olan kullarına ahirette güzel bir hayat ve rızasını vaat etmektedir.

Hükümdarın gerçekleri öğrenmesinin ardından Hz. Yusuf için yeni bir dönem başlamıştır. Hz. Yusuf geldiğinde ise ona kendi yanında önemli bir mevki vermiş, onu güvenilir bir danışmanı yapmıştır.

Hatırlanacak olursa Hz. Yusuf Mısır'a köle olarak girmiş, ardından da "bir kadının ırzına göz dikmek" gibi son derece kötü ve çirkin bir iftiraya uğrayıp zindana atılmıştır. Fakat Allah, Hz. Yusuf'u bir anda Mısır'ın yönetiminde söz sahibi bir insan haline getirmiştir.

"Rabbim, Sen bana mülkten (bir pay ve onu yönetme imkânını) verdin, sözlerin yorumundan (bir bilgi) öğrettin. Göklerin ve yerin yaratıcısı, dünyada ve ahirette benim velim Sensin. Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni salihlerin arasına kat." (Yusuf)

Hz. Yusuf, sahip olduğu tüm özelliklerin kendisine Allah'ın bir lütfu olduğunun bilincindedir. Buna karşılık inkâr edenler, her şeyi kendi yetenekleriyle kazandıklarını zanneder, kendilerini gözlerinde büyütür ve Allah'ın nimetlerine nankörlük ederler.

Hz, Yusuf'un ayette bildirilen duası ise, onun imanının ve Allah korkusunun bir diğer ifadesidir. Allah'ın seçtiği bir peygamber olmasına rağmen, Müslüman olarak ölebilmeyi ve salihlerin arasına girmeyi istemektedir. Ahiretteki konumundan emin değildir.

Musa konuşmasını derin bir nefes alarak sürdürdü:  

-İşte bu, bir müminin sahip olması gereken örnek davranış ve düşünce şeklidir. Kendilerini cennete layık gören, Allah'ın sevgili kulları olduklarını öne sürerek ahirette mutlaka kurtuluş bulacaklarını iddia eden ve bu kibir içinde diğer insanları küçümseyenler, büyük bir gaflet içindedirler. Buna karşılık gerçek mümin, her zaman için Allah'a karşı boyun eğici olur, her zaman için Allah'ın rızasını kaybetmekten çekinir ve bunun getirdiği tevazu içinde olur.

Her Müslüman’a düşen görev, Hz. Yusuf gibi samimi, tevekküllü, ihlâslı ve mütevazı bir mümin olmak ve Allah'a "Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni salihlerin arasına kat" diye samimiyetle dua etmektir.

* * *

Bütün koğuş mest olmuştu. Soluksuz dinlediler Musa’nın anlattıklarını. Hayranlıkları yüzlerinde belirdi. Musa’ya olan saygıları bir kat daha arttı. Hürmette kusur etmemek için azami gayret ettiler. Bir iyinin etkisini burada görmek mümkündü. Okan kendine böyle örnekler bulmuş olsaydı, kötülüklere düşmeyeceğini anlattı Musa’ya. Musa alçak gönüllüğünü korudu. Hiç şımarmadan tavrını devam ettirdi.

Okan yurt dışında okuma işini iyice kafasına koymuştu.  Bunun için Musa’dan yardımcı olmasını istedi. Musa Okan’a:

-İngiltere yada Almanya olabilir. Bak Avusturya da mümkün. Sen bunlardan birini seç. Girişimde bulunalım. Oldu mu?

-Tamam abi. İngiltere daha uygun. İngilizceyi de geliştiririm.

-Olabilir. Ailenle de görüşürsen buradan çıkınca doğruca Avrupa. Orada yardımcı olacak kuruluşlar var. Dernekler de var…

Okan’ın beyefendi tavrı koğuştaki herkes tarafından beğeniliyordu.

Musa da yakın zaman önce gelmişti koğuşa ama herkes tarafından kabullenilmişti.  Bu onun okuyan kültürlü biri olmasından kaynaklanıyordu. Okumak ne kadar güzel değerler kazandırıyordu insana?

Okan bir türlü soramamıştı Musa gibi bir adamın içerde ne işi olduğunu. Cesaret edip soracağı birkaç anı olduğunda da vazgeçmişti.

Durduğu yerden birdenbire:

-Abi! Neden içerdesin? Kusura bakma ama öğrenmek istedim. Senin gibi bir adam, neden içeri düşsün ki? Deyiverdi.

-Tabi sorabilirsin. Bunu ben sana sonra anlatsam olur mu?

-Elbette abi! İstersen anlatmayabilirsin de.

Musa’nın bu konuyla ilgili pek konuşmak istemediği davranışlarından belli oluyordu. Saygısızlık olacağını düşündüğü için, Okan da üzerine gitmedi. Nasıl olsa bir gün anlatacaktı.  Sabretmek önemliydi. Yusuf’un sabrı Okan’a neler kazandırmamıştı ki? Yusuf gibi olmak gerekiyordu. Burada bunu denemek için imkân da mevcuttu.

Görüşme için tekrar geldiklerinde Okan'ın İstediği Kuran-ı Kerim’i getiren babası:

-Babaannen okuyor oğlum, onu getirmek doğru olmazdı. Onun için yenisini aldım, diyerek babaannesini güya huzurevine gönderdiğini yine çaktırmamıştı.

Nebahat Hanım Okan’ın ellerine dokunarak:

-Oğlum! Okuyor musun? Ne zaman öğrendin?

-Yavaş yavaş öğreniyorum. Okumaya başladım sayılabilir.

-Nereden öğrendin?

-İçerde birinden.

-Nerden icap etti? Şimdiye kadar böyle bir isteğin olmazdı.

Şinasi eşinin fazla ileri gitmemesi için kolunu dürttü.

Okan çok kısa bir şekilde cevapladı annesinin sorduğu soruyu:

-Doğru olanı bulduğumu sanıyorum. Bundan sonra böyle.

Bu defa da hayretle kardeşi Burcu söze girdi:

-Ay abi! Sen namaz falan da kılmaya başlamışsındır.

-Tabi ki Burcu. Hem öğreniyorum hem de kılıyorum.

Babasına döndü.

-Baba! Bu duruşmada çıkarsam; yurt dışında okumayı düşünüyorum. Gönderirsin değil mi?

-Çık da düşünürüz.

-Baba!

-Tamam oğlum çık; düşünürüz, dedim ya!

-Ben gideceğim ona göre şimdiden hazırlıklarınızı yapın. Ben okuyacağım. Üniversite bitirmeden adam olamayacağımı düşünüyorum.  Bu bana ait bir düşünce…

Ailesinin her gelişinde kendindeki değişikliğin farkına varması, şimdiden sıkıntıyla karşılaşacaklarını ortaya koyuyordu. Ama Okan'ın içerde olması sebebiyle bunu ciddiye almıyorlar, soru bile sormuyorlardı.

Okan, bildikleri Okan’dı; dört gün sonra eski davranışlarına geri dönecekti. Şimdililik ses çıkarmamada fayda vardı. Bu işi tepkisiz bir şekilde halledebilirlerdi.

Hatta Deren bile bu konuda kullanılabilirdi. Nebahat Hanım, bunu düşünerek şimdiye kadar hiç uğramayan Deren’i getirerek, soğumuş olan aralarını düzeltmeyi amaçlıyordu.

Deren onu nasıl olsa eski haline döndürürdü. Zaten kaynanası Naciye Hanım’a bu sebepten kızıyordu.  Şimdi bir de Okan'ı çekemezdi. Okan beş vakit namaz kılıyormuş, denmesine müsaade etmezdi. Evet, evet bu geçici bir heves olmalıydı… Nasıl olsa bu geçecekti.

Okan'ın duruşmasına bir hafta kalmıştı. Büyük bir ihtimalle son duruşma olacaktı.  Bu kadar ünlü bir avukatın girdiği dava bitmeliydi. Okan dışarı çıkınca huzurevine birlikte giderek Naciye Hanımı ziyaret edeceklerdi.

 

g

 

 

 

YALNIZLIK VE ECEL

 

 

Gecenin bir yarısında çalan telefon evdekilerin hepsini ayağa kaldırdı. Hepsi fikir birliği edercesine Okan ile ilgili bir durumun olabileceği kanaatine vardılar.

Şinasi Bey telefonu korkarak kaldırdı. Gerçi kooperatiflerle ilgili telefon konuşmalarını hep bu saatte yapardı. Lakin bu sefer çalan telefon ona farklı geldi. İçini titretti. Karamsar duygularla dolup taştı. Korkarak telefonun ahizesine uzandı eli.

-Alo!

-Şinasi Parlak’ın evi mi?

-Evet buyurun.

-Anneniz Naciye Hanım.

-Ne oldu? Bir durum mu var?

-Evet! Şu an hastaneye kaldırıldı.

-Durumu nasıl?

-Bir anda fenalaştı. Arkasından hemen Numune hastanesine kaldırıldı. Şu anda orada.

Şinasi Bey, bir anda neye uğradığını şaşırdı. Söyleyecek kelime bulmada, konuşacak cümle kurmada zorlandı. Yutkundu birkaç kez. Ter bastı; bir anda sırılsıklam oldu. Maziye doğru hızlı bir yolculuk yaptı. Annesine yaptıklarının haksızlık olduğunu düşündü. Üzüntülü haliyle ne yapacağını bilmez bir şekilde, enkaz altında kalmış birinin bitkinliğiyle yerine döndü.

Eşi ve kızı bu olanları anlamada oldukça zorlandı. Şinasi Bey’in sıkıntısı annesinin ölmesi durumunda, konu komşu, eş-dostun ne diyeceğinin yanında, öldüğü anda ne yapacak, nasıl davranacaktı, bunu bilmiyordu.

Ölmüş olabileceği fikri onun sıkıntısını katlayarak artırıyordu. Burcu, dalgın endişeli bakışlarla anlamsızca yürüyen babasına:

-Baba ne oldu? Dedi.

-Babaannen kızım, hastalanmış hastaneye kaldırılmış.

-Nesi varmış?

-Bilmiyorum. Fenalaştığını söylediler.

-Hemen gidelim, ne duruyoruz?

Birlikte çıktılar evden. Ağzını bıçak açmıyordu. Düşüncesinin yoğunluğundan yüzü kararmıştı.

Yaşıyor muydu? Bu bile sorulabilirdi. Bir anda yıkılıvermişti. Zaten yapısı böyleydi: çabuk etkilenir, çabuk yıkılırdı.

İçinden sürekli ölmemiş olmasını diliyordu. Hatta şimdiye kadar ihtiyaç hissetmediği duaya sarılıyordu. Dudakları kıpır kıpırdı.

Hızlıca ulaştılar gecenin trafik rahatlığındaki yollardan. Etrafta sanki trafik hiç yoktu. Numune hastanesinde içeri girdiklerinde ayakları gövdesini çekmez oldu. Olduğu yere yığılacaktı sanki. Duvara tutundu bir müddet. Sonra devam etti, geri geri giden ayaklarını zorlayarak. Acil giriş kapısındaki görevlilere sordu:

-Biraz önce getirilen hastanın durumunu soracaktım, dedi çatallaşan sesiyle.

-O mu? Yaşlı kadın…

-Evet evet.

Görevlinin yüzü değişti. Bir şey söylemek istemedi. Şinasi Bey duymak istemediği sözü duymamış olmanın rahatlığıyla tekrar sordu:

-Nerede?  

Görevli eliyle işaret ederek:

-İçerde, dedi

Şinasi Bey içeri girdiğinde doktorlar masadaki kâğıtları dolduruyordu.

-Doktor bey, dedi sessizce.

Doktor döndü:

-Buyurun, diyerek gelenlere baktı.

-Annem! Annem nasıl?

Doktor çaresiz gözlerle baktı:

-Kalp krizi, dedi.

-Durumu nasıl? Dedi ikinci kez.

Doktor o kelimeyi söylemek istemedi. Biraz duraksadı.

Sonra da:

-Kurtaramadık. Sizlere ömür, dedi.

Öldüğünü bile bile:

-Öldü mü? Diye sordu.

-Allah rahmet eylesin, sözüyle sessizliğe gömüldü.

* * *

Korktuğu başına gelmişti. İşte bu dünya kimseye kalmamış­tı bir kez daha. Kendisi için her şeyini feda eden annesini, huzurevinde ecele teslim etmişti. Şimdi ne kadar pişmanlık duy­sa boşuna olduğunun farkındaydı. Gitmişti o insan. Geri gelmeyecekti. Biricik annesi, bütün sevgileri harmanlayan gönle sahip annesi…

Yalnız yaşayıp yine kimsesiz ve yalnız ölen Naciye Hanım için ne ağıtlar yaksa, ne pişmanlık dizelerini söylese; yaptığı hatayı telafi edemezdi.

Doktor:

-Ne yapacaksın beyefendi? Çıkaracak mısın?

Cevap veremedi. Dili tutuldu adeta. Şimdi çıkarıp eve mi götürseydi? Ne yapsaydı? İradesizliğinin zirvesindeydi.

Burcunun sesi tüm koridoru inletti. Babaannesinin ölümünü kabullenmek istemedi. İçinden annesine kızdı. Bütün bunların sorumlusu olarak annesini suçladı. Burcu’nun ağlayışlarından etkilenip duygulanmasından mıdır, yoksa sevincinden midir? Anlaşılmayan bir şekilde, soğuk olduğu akışından hissedilen damlalardan bir kaçı, yol bulup Nebahat Hanımın yüzünden kaydı.

Kapıdan giren komşularını görünce, yüzündeki ifade değişti.  Onları orada görmek rahatlattı bir anda.

Aslında buraya bu saatte neden geldiklerini, nasıl haber aldıklarını merak etti. Ama önemli değildi. Bu zor anında yanında tanıdık birini görmek ona güç vermişti.

Azmi Bey doğruca Şinasi’nin yanına geldi.

-Ne oldu? Diye sordu.

Yaş dolu gözleri yeniden boşalmaya başlayan Şinasi Bey:

-Öldü, dedi.

Elini sıktı Şinasi Bey’in, sonra da sarıldı sıkıca:

-Allah rahmet eylesin, Allah size sabır versin, dedi

-Sağ ol, diyerek karşılık verdi.

Kucaklamayı sona erdirmek istemezcesine sıkıca sarıldı. Azmi’nin verdiği desteği içten bulduğu belliydi. Kendini güvende hissetti.

Daha önce adam yerine koymadığı, selam vermekten bile imtina ettiği Azmi Bey’e karşı bu yakınlığının nedeni ne olabilirdi?

Cenazeye karşı ne yapacağını bilmediğinden bocalama içindeydi. Azmi Bey bunları bilebilirdi. Çünkü herkesin yardımına koşar, konu komşunun düğününe, ölüsüne nişanına gitmeyi, koşuşturmayı görev bilirdi.

Şinasi Beyin böyle bir derdi hiç olmamıştı. Ölmüş, doğmuş onun için hiç önemli değildi zaten. Paranın hesabının dışında hiçbir endişe ve hesap yapmazdı…

İşte gün döndü, sıra kendine geldi. Şimdi ne yapacaktı? Hiç kimseye selam vermediği için kendine kim selam verecekti ya da baş sağlığında bulunacaktı. Belki kendi gibi samimiyetsiz birkaç kişi,  hepsi o kadar.

Azmi beyle birlikte eşi Gülseren, oğlu Burhan, kızları Esra ve Elif de buradaydı işte. Tıpkı sağlıklarında beraber oldukları gibi ayrılık anında da yanındaydılar. Sanki kendilerinin yakını gibi içten ve riyasız bir şekilde üzüldüler. Ağladılar gözleri kızıl üzüm gibi oluncaya kadar.

Nebahat Hanım bu durumu görünce görüntüyü kurtarmak adına birkaç damla daha döktü gözlerinden yaz yağmurundaki kaçak serpintiler gibi.

Azmi Bey:

-Bizi de arayıp telefonla haber verdiler. Bizimkiler sürekli ziyaret ettikleri için telefon numarasını vermişlerdi bir durum olursa, ya da ihtiyacı olursa aramaları için. Sağ olsunlar haber verdiler.  

Şinasi Bey ne diyeceğini şaşırdı. Yabancı oldukları halde ailenin hepsi buradaydı. Üstelik telefonla çağrılmıştı. Belki de annesi vermişti telefonu, kendine bir şey olursa arayın, diye.

Azmi Bey, Şinasi beyi rahatlatmak için:

-Ne yapmayı düşünüyorsun? Dedi.

-Bilmiyorum komşu. Ne yapalım?

-Bence gecenin bu zamanında kimseyi rahatsız etmeyelim. Burada kalsın. Sabahleyin defin işlemlerini yaparız.

-Ben ne yapılacağını bilmem.

-Şinasi Bey siz dert etmeyin, o işi hallederiz.

Sabaha yakın bir zamanda Gülseren Hanım ve çocukları eve döndü. Onlardan az sonra da Nebahat Hanım ve kızı evlerine döndü.

* * *

Şinasi Bey ve Azmi Bey birlikte hastanede kaldı. İki komşu ilk defa bu kadar yakın oluyorlardı. İlk defa konuşuyorlardı.

-Üzgünüm, dedi Şinasi Bey.

-Üzülme!

-Anneme haksızlık yaptım.

-…

-Huzurevine giderken bana anlattığı olayı hatırımdan çıkaramıyorum: “Adamın biri oğluna; öldüğüm zaman senden tek isteğim var, o da ayağımın birine eski bir çorap giydirmeyi ihmal etme! diye vasiyette bulundu… Sonuna kadar Azmi Beye anlattı sonra da konuşmasını sürdürdü:

-Bak oğlum bu dünya sana da kalmaz! Sen de yaşlanacaksın. Bunun ne demek olduğunu anlayacaksınız, ama iş işten geçmiş olacak… İş işten geçti. Vah annem! Kıymetini bilemedim…

Azmi Bey, teselli etmek için birkaç cümle söyledi. Ama Şinasi Bey’in yüzündeki tedirginlik ve üzüntü belirtileri kaybolmadı. Aksine daha girift bir hal aldı. Yüzündeki çizgilerin şekli değişti ve derinliği arttı. Karmakarışık yüz ifadesiyle boşluktan düşen birini hatırlattı. Kurtuluşunun olmadığını bilen birindeki görüntüler yansıdı gözlerinden.

Kısa süren durgunluk arkasından gözlerinden dökülen yaşlarına şu cümleleri eşlik etti:

-Annem! Kıymetini bilemediğim annem…

Sonra derinlere daldı ta eskilere: çocukluk yıllarına… Annesinin çektiği sıkıntılara. Okutmak için çabası geldi gözünün önüne. “Benim oğlum okuyacak, büyük adam olacak”, sözlerini mırıldandı korkarak. Kim bilir, belki de annesinin kendini duymasından korkuyordu. Yine kendi kendine cevap verdi sessizce: “Senin oğlun okudu ama adam olamadı”. Arkasından da o meşhur hikâyeyi hatırladı:

Adamın birinin haylaz, yaramaz bir oğlu vardı. Adamcağız oğluna yeri geldikçe:

-Oğlum sen adam olmazsın, derdi.

Babasının bu sözleri çocuğun çok zoruna giderdi. Bir gün gene babası aynı sözü tekrarlamıştı. Çocuk başını aldı gitti, İstanbul'a geldi okumaya başladı. Çocuğun tek muradı adam olmak ve babasını mahcup etmekti. Nitekim okudu, uğraştı ve türlü imtihanlardan sonra Osmanlı Devletine Paşa oldu. Unutmamıştı babasının kendine söylediği sözleri.

Emrindekilere, gidin filân memlekette, filân köyde şu isimde biri var onu İstanbul’a huzuruma getirin, diye emir verdi.

Paşanın adamları gittiler ve söylenen köyde Paşanın babası Mehmet efendiyi buldular. Adamcağız tarlada çift suluyordu. Yanına varıp:

-Paşa Hazretleri seni İstanbul'a huzuruna çağırır, hazır ol gideceğiz, dediler.

Adamcağız şaşırmıştı. Bir Paşa Anadolu'nun fakir köylüsünü niçin huzuruna çağırsındı?

Neyse emir emirdir, diyerek hazırlandı. İstanbul'a yola çıktılar... Günler sonra, o zamanın şartları altında İstanbul'a varıldı... Adamcağız hâlâ suçunun ne olduğunu bilmiyor, Paşa beni ne yapacak?, diye düşünüyordu. Adamcağızı Paşa'nın huzuruna çıkardılar...

Büyük bir debdebe ile babasını huzuruna kabul eden Paşa:

-Beni tanıyabildin mi? Ben kimim? Diye sordu. Yaşlı adam büyük bir korku içindeydi. Oğlu olduğunu tanımamıştı.

-Siz Sadrazam efendimizsiniz, dedi.

Paşa intikamını almış olmanın gururu içinde:

-Ben senin oğlunum... Hani sen bana iki sözünün birinde “Adam olmazsın”, derdin. Bak işte adam oldum, hatta Paşa bile oldum, dedi.

Adamcağız meseleyi anlamıştı:

-Beni ta uzaklardan buraya bunu söylemek için mi çağırdın? Ben sana Paşa olamazsın dememiş, adam olamazsın demiştim. Sen ise beni buraya çağırmakla benim sözümü doğru çıkardın, dedi.

 Azmi Bey candan davranışı ve içten konuşmasıyla Şinasi Bey’i kendine yaklaştırmıştı. Şinasi Bey kendine söylenenleri dikkatlice dinliyordu. Bir anlamda kendini buna mahkûm hissediyordu. Bu konularda bilgisi olmadığı gibi görgüsü de yoktu. Onun düşünce hayatında ölümsüz bir hayat vardı.  Ne zaman ölümü hatırlasa morali bozulur kendini kötü hissederdi.

Şu andaki yaşadığı ölüm gerçeği kendini bir anda tanımasına sebep oldu. Evet, hayat ölümsüz değildi. Ölüm gerçekti. Bu gerçekten, düşüncelerde kaçmak da oldukça yanlıştı.

Azmi Bey:

-Ölümler insanı değiştiriyor değil mi? dedi.

-Evet. Şu anda çok farklı düşünüyorum.

Azmi Bey fırsatı değerlendirmek için dizeleri okumaya başladı:

 

Onlar bizim için her şeydir,

Bulunmayan, çok büyük nimet.

Kadrini bilirsen ne âlâ! Bilmezsen yazık.

 

Onlar büyüttü, çekti sıkıntıyı,

Uykusuz kaldı, bekledi aydınlığı.  

Kıymetini bilirsen ne âlâ! Bilmezsen yazık.

 

Yemedi yedirdi, içmedi içirdi.

Bıkmadı didindi, hayatını geçirdi.  

Anladıysan ne âlâ, anlamdıysan yazık.

 

Kuran dedi “öf” deme,

Onları koru, eziyet etme.

Yaptıysan ne âlâ, yapmadıysan yazık.

 

Rabbin rızası ondadır,

Cennete giden yoldadır.

Bildiysen ne âlâ, bilmediysen yazık.

Azmi Bey konuşmasını sürdürdü:

-Peygamberimiz anne-baba hakkında şunları söylüyor:

“Allah’ın rızası, ana-babasını kendisinden hoşnut etmekle elde olunur.”

 “Cennet, anaların ayakları altındadır.”

Şinasi Bey, sessizce dinledi anlatılanları. Kendini suçlu hissetti. Utandı. Sıkıldı. Bunlara hanımının baskısının yanında kendisi de sebep olmuştu. Eğer isteseydi engel olma imkânım olabilirdi, diye düşündü.

Söz dönüp dolaşıp cenaze defin işlemlerine geldi. Şinasi Beyin tedirginliği yine kelimeler arsında gizliydi.

-Kefen falan?

-Onların hepsini hallederiz.

-Kim yıkayacak? İmam mı?

-Hayır. Erkek bayanı yıkayamaz. Bunun için bayan yıkayıcı şart.

Şinasi Bey bu kadar bilgisizliğinden dolayı utanmış olacak ki, sustu.

Azmi Bey yumuşak ses tonuyla konuşmasını sürdürdü:

-Sabah namazından sonra, ben o işleri hallederim. Yıkama işini burada yaptırabiliriz. Ya da bizim mahalle caminin eşi de cenazeyi yıkar. Ona yaptırırız.

-Ben onları bilmiyorum.

-Önemli değil ben söylerim.

-Sen haber edeceğin kimseler varsa haber ver.

-Evet, iyi ki hatırlattın. Dayım var köyde.

Cep telefonuna sarıldı. Uzun bir zaman sonra karşısındakilere annesinin öldüğünü anlattı.

Konuşmayı bitirince tekrar Azmi Beye döndü.

-Köye götürsek olur mu?  Dedi.

-Siz bilirsiniz?

Az sonra:

-Yok yok burada kalsın.

-Ziyaret mi edeceksin.

Bir müddet sustu. Cevap gelmeyince Azmi Bey devam etti:

-Mezarlığı ziyaret çok önemlidir.  İnsana ölümü hatırlatır. Sonra mezardakiler kendilerini ziyarete gelenleri bilirler.

Bu sözle irkilen Şinasi Bey ağlamaktan irileşmiş gözlerini iyice açtı. Duyduklarına inanamadığı veya ilk defa duyduğu tavrından anlaşılıyordu.

Azmi Bey devamla:

-Peygamberimiz mezardakilere selam vermiştir…

Konuşmaları sürerken minareden saba makamında ezan yankılandı her yerde. Yanık ve içlere ulaşan bu sedadan etkilenmemek imkânsızdı.

Ezanı dinledikten sonra Azmi Bey:

-Ben camiye sabah namazı kılmak için gidiyorum. Birazdan dönerim.

Şinasi Bey bocaladı durdu. Gitmek düşüncesi ağır bastı:

-Ben de geliyorum, dedi.

Azmi Bey duyduklarına inanamadı. Sadece içinden bir duygu akımı hissetti. Memnun kalmıştı. Komşusu Şinasi Bey camiye namaz kılmaya gidiyordu.

Bu Şinasi Bey’in ilk sabah namazıydı. Birkaç kez de bayramlarda caminin yolunu öğrenmişti.

Abdest aldılar caminin şadırvanında. Sonra birlikte girdiler camiye.

Büyük camide kimseler yoktu. Sadece birkaç kişi. Şinasi Bey namazın nasıl kılınacağı konusunda çok bilgili değildi. Onun için arkalarda bir yere durup, öndekilerin kıldığı gibi sünneti kıldı. Sonra da imamın arkasında farzı tamamladı.

Kıldığı namaz, kendinde gelecekte namaz kılmaya niyet etmesini sağlayamadı. Sanki zoraki cenaze sebebiyle kılıyormuş gibi oldu.

Camiden birlikte çıktılar. Azmi Bey elini uzattı. “Allah kabul etsin” dedi sessizce.

Şinasi Bey ne denmesi gerektiği hususunda düşündü. Söyleyecek bir şey bulamadığı için sessiz kalmayı tercih etti.

Tekrar hastaneye döndüklerinde artık gün ışımıştı. Yapılması gerekenler sıraya girmişti. İlk iş olarak defin işlemleri için hastaneden yapılacak olanlar vardı. Sonra diğerleri.

Azmi Bey:

-Siz hastane işlerini takip edin ben diğerlerini yapayım.

-Olur.

-Ben şimdi kefen ve yıkama işlerini takip edeceğim.

-İmamı da görürsünüz. Cenaze namazı…

-Siz o işleri merak etmeyin.

-Okan da var.

-Onun için izin almak gerekir.

-Onu da ben hallederim.

Azmi Beyin bu yakın davranışı Şinasi Beyi o kadar rahatlatmıştı ki, daha önce yaptıklarından dolayı utandı. Kendini beğenmişliğinin sıkıntısını duydu içinde. Beğenmediği, küçük gördüğü insanların kendine olan insani davranışlarının baskısıyla ezildi bir anlık da olsa.  

Zaman hızla akmaya devam ediyordu.  Cenaze işlemlerinde acele etmek gerekirdi. Bunun için gerekli hazırlıkları yaptı Azmi Bey. Köydeki birkaç yakını da geldi.

* * *

Okan için hapishaneye gittiğinde, Okan'ın olgun davranışı gözlerden kaçmadı.

Azmi Beyin konuşmalarını dinledikten sonra çok üzüldüğü yüzünden belli olan Okan:

-Allah rahmet eylesin… Dedi.

Babasının yaptıkları aklına geldi. Annesinin kötü davranışları, düşüncesinde belirdiğinde kanı beynine hücum etti. İçten içe kızdı. Şimdi kızma zamanı değildi.

Hapishane yönetiminin izni ile dışarı çıktı. Babaannesinin cenazesine katılacaktı.

-Keşke babaannem şimdiki halimi görseydi, dedi kendi kendine.

Önceki yaptıklarına olan üzüntüsü yüzüne yansıdı.

Babaannesi Okan’ın namaz kıldığını, hele hele Kuran-ı Kerim okuduğunu gözleriyle görseydi; neler vermezdi ki? Gerçi Burcu’dan, Okan’ın Kuran-ı Kerim öğrenmeye çalıştığını bir ziyaret esnasında duymuştu ama Kuran-ı Kerim okuduğunu görmek hatta duymak bambaşkaydı.

Bütün işlemler bitmişti. Artık öğle namazının arkasından mezarlığa defnedilecekti. Duyguların karmakarışık olduğu, fiziki yıpranmışlığın zirveye çıktığı bu dönemde, abdestler alınıp ezanın okunması bekleniyordu.

Okan babaannesinin gün görmeden bu dünyadan ayrılışını zihninde değerlendirdi. Kendine yapılanlar, söylenen sözler karşısında ne kadar sebatlıydı. Bunca azarlanmaya rağmen gelinine fazla bir şey söylememişti. 

Nebahat Hanım, Naciye Hanımın komşularına neden gittiğini şimdi anlamaya başlamıştı galiba. Onlar kendisi gibi düşünüyordu. Herkesi insan olarak görüyorlar ona göre davranıyorlardı. Onlar için esas olan saygılı olmaktı. Kendilerini beğenmiş bir tavır içinde hiç olmamışlardı…

Kılınan namazın arkasından mezarlığa ulaşıldı. Cümle kapıdan girince hemen sağ taraftaki iri gövdesiyle “ben buradayım”, diye haykıran çam ağacının altındaki açılan mezara defnedildi.

Tıpkı babası gibi Okan da mezarlıkta belki ilk defa bulunuyordu. Hele bu duygu içinde mezara inip babaannesini elleriyle toprağa emanet etmesi, onu oldukça duygulandırmıştı.

İçinden hep “babaannem beni affet, sana yakın olamadım”, diyerek önceki hayatına duyduğu pişmanlığı dile getiriyordu.

İmamın okuduğu surelerden sonra fatihalar okundu tüm ağızlardan. Sonrası mı? Herkes kaldığı yerden devam etmek için işine gücüne…

Düşüncelerde iz bırakan bu olayla bundan sonraki zaman içinde hayatında değişiklik yapacak olanlar olacak mıydı, bunu zaman gösterecekti.

Cenazenin defninden sonra hapishaneye dönmeye hazırlanan Okan, Azmi Bey’in kendine seslenmesiyle kenara çekildi:

-Okan! Babaannen sana kendi Kuran-ı Kerimini bırakmış. Bizim hanıma: “Eğer ölürsem bu Kuran’ı Okan’ıma verin” demiş.

Bunu duyan Okan babaannesinin en önemli mirası olan bu Kuran’ı kendine bırakması karşısında duygularını gizleyemedi ve ağladı.

Azmi Beyin omzuna başını koyup bir süre öylece kaldı. Kendini topladığını düşündüğünde başını omuzdan kaldırıp:

-Şimdi nerde?

-Bizim evde. Esra getirmişti.

-Hemen alabilir miyim?

-Tabi ki oğlum.

Azmi Bey, oğlu Burhan’a döndü:

-Oğlum! Kuran’ı getirin.

-Peki babacığım, diyerek ayrılan Burhan az sonra elindeki eski nakışlarla süslü çantasıyla Kuran’ı getirdi.

-Buyrun.

Okan, büyük bir dikkat ve saygıyla Kuran-ı Kerimi aldı. Öptü birkaç kere.

Babaannesine babasından kalmıştı. Ondan da kendine kalan bu Kur’an en güzel şekilde korunmalıydı. Bu görev kendinindi artık. Hayatı boyunca yanından ayırmayacaktı. Babaannesine dünyadayken gösteremediği yakınlığı bu şekilde sağlayacaktı… Onun ruhu için, onun bu yıla kadar okuduğu her karesinde onun izini taşıyan bu Kuran’ı okuyacaktı.

-Allahaısmarladık, diyerek hapishaneye geri döndü.

 

g

 

 

 

MEZARLIKLAR VAZGEÇİLMEZ

İNSANLARLA DOLUDUR

 

 

 

Kendisini Musa teselli etti. Ölümün Allah’tan geldiğini unutmamak gerektiğini anlattı.

Okan:

-Abi! Hiç böyle olmamıştım. Böyle duygulardan çok uzaktaydım çok. Meğer ölüm burnumuzun ucundaymış, dedi.

-Elbette öyle. Ölüm her an insanla birlikte. Bir varsın bir yoksun. Herkes ölecek. Unutmamak gerekir ki, mezarlıklar vazgeçilmez insanlarla doludur.

-Abi o söz çok güzel ya: “Unutmamak gerekir ki, mezarlıklar vazgeçilmez insanlarla doludur.”    

-Elbette öyle değil mi?

-Öyle…

-Bu dünyada baki kalan var mı?

-Yok.

-Biz de kalmayacağız.

-Muhakkak doğru ama, bunu düşünmekten çok uzakta yaşıyoruz biz.


-Bunu unutmamak gerekir. Unutursan dünyadaki esas hedefimizden uzaklaşırız. Mezarlıklar insanın ibret alması için yeter de artar bile.

-Elbette. Ben mesela hiç böyle düşünmedim. Daha doğrusu düşünmemek için hep kendimi uzak tuttum. Bunların hatırlatılması gerekirdi.

-Üstat ne diyor biliyor musun?

-O kim?

-Necip Fazıl.

-Ne diyor?

-Diyor ki:

 

Deryada sonsuzluğu fikretmeye ne zahmet!

Al sana derya gibi sonsuz Karacaahmet!

Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde;

Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde? 

Mezar, mezar, zıtların kenetlendiği nokta;

Mezar, mezar, varlığa yol veren geçit, yokta...

Onda sırların sırrı: Bulmak için kaybetmek.

Parmakların saydığı ne varsa hep tüketmek.

Varmak o iklime ki, uğramaz ihtiyarlık;

Ebedi gençliğin taht kurduğu yer, mezarlık.

Ebedi gençlik ölüm, desem kimse inanmaz;

Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz.

Karacaahmet bana neler söylüyor, neler!

Diyor ki, viran olmaz tek bucak, viraneler,

Zaman deli gömleği, Onu yırtan da ölüm;

Ölümde yekpare ân, ne kesiklik, ne bölüm..

 

-Anladım abi! Bizim fikretmek için çok çabaya gerek yok. Her şey apaçık ortada. Biz kendimizi beğendik. Ölümü bile beğenmedik ki, gelmesini çok uzak gördük. Kendimizi diğerlerinden üstün gördük, bizim dengimiz olamayacaklarını düşündük. Çünkü bizim paramız vardı, zengindik. Hiçbir şeye ihtiyacımız yoktu…

-Ama kendini beğenmek şeytandandır. Nefsin okşanması insanı yoldan çıkarır.

-Evet ama.

-Bak sana bir kıssa anlatayım.

-Dinliyorum abi.

-Halife Hz. Ömer bir gün kırbasını (su kabı) sırtına yüklenmiş, Medine'nin en kalabalık sokaklarında dolaşıyordu. Babasının sırtında kırba ile dolaştığı oğlu Abdullah'ın da gözüne ilişti ve kendisine yetişip sordu:

-Baba sen ne yapıyorsun, koskoca halife sırtında kırba taşır mı, taşıtacak kimse mi bulamadın?

-Oğlum, bunu taşıtacak adam bulamadığım için veya başka bir mecburiyet dolayısıyla taşıyor değilim. Nefsime gurur gelir gibi oldu, kendimi beğenir gibi oldum, sırf onu küçültmek için bu yola başvurdum.

Okan dikkatle dinledikten sonra:

-Bir devlet başkanı olan Hz. Ömer’e bak, bir de bize. Ben kendimi hep dev aynasında görürdüm. Hiç kimsenin bana denk olamayacağını düşünüyordum. Bu nefsime hoş geliyordu.  


Musa aslında Okan’ın bir an rahatlaması için bu kadar çok anlatıyordu. Okan bu duygu yoğunluğunda bunların etkisinden uzakta kalması düşünülemezdi elbette. Musa’nın anlattıklarını dikkatlice dinliyor ve hafızasına kaydediyordu. Doğrusu bu konulara açtı. Açlığını gidermek için arayış içindeydi. Bu tür konular kendini sıkıntılardan uzaklaştırıp dinlendiriyordu.

 

 

 

 

g

 

 

 

SON DURUŞMA

 

 

Aradan geçen birkaç haftanın arkasından duruşma salonundaydı herkes. Tanıdıklarının hemen hemen hepsi ordaydı. Babasını dediğine göre bu son duruşmaydı. Artık Okan dışarı çıkacaktı. Karşı taraf da babası tarafından gönüllenmişti. Bıçakladığı adam sağlığına kavuşmuştu zaten. Ortada sıkıntı olabilecek fiziki bir engel kalmamıştı.

Savunmalar tamamlanmış, son söz hâkimin dudakları arasında sıkışmış çıkmayı bekliyordu. Hâkim bütün izleyenlerin gözlerinin üzerinde olduğunun farkında olarak mahkemenin sonucunu açıkladı. Salondan sevinç çığlıları yükseldi. Arkasından alkış tufanı kapladı bütün boşluğu.

Okan serbest bırakılmıştı. Buna sevindiğini gösteren bir davranışı bile olmadı. Bunun sebebini kendisi de açıklayamıyordu. İçinde bir burukluk vardı. Sebebini bulmakta zorlandığı bir burukluk.

Babaannesini kaybetmesinden mi, yeni kimliğinden mi, yoksa Musa’dan ayrılacak olmasından mı? Bir türlü çözemedi.

Tekrar hapishaneye döndü. Orada birlikte teneffüs ettikleri, birlikte yedikleri ve içtikleri arkadaşlarından ayrılmak zor geliyordu.

Diğer taraftan özgürlük duygusu ve Avrupa’da üniversite okumak düşüncesi kendini rahatlatıyordu.

Teker teker vedalaştı koğuştakilerle. Musa ile vedalaşırken gözleri doldu. Kendinden bir parçanın kopup gittiği düşüncesine kapıldı. Gözlerinin nemini sildi elinin dışıyla.  Bu görüntü herkesi duygulandırdı.  Okan gerçekten olumlu gelişmeleriyle herkesin takdirini toplamıştı. Beğenilen sevilen birisi olmuştu. İlk girdiği günlerdeki havası,  kendini beğenmişliği ortadan kalkmıştı. Sanki bu hücreden çıkan, buraya giren Okan değildi.

-Hakkını helal et abi! Senin bende hakkın çok.

-Ne hakkım olacak. Bu herkesin görevi; bildiğini anlatmak, örnek yaşamak… Ben bunu yaptım. Varsa hakkım helal olsun.

-Allahaısmarladık arkadaşlar. Allah hepinizi kurtarsın, diyerek elindeki çantasıyla hüzünlü bir şekilde, arkasından sallanan ellerin eşliğinde oradan ayrıldı.

Artık önünde yeni bir hayat vardı, öncekinden çok farklı, bambaşka bir yol…

 

 

 

g

 

 

 

BAMBAŞKA BİR YOL

 

 

Kapının önünde kendini bekleyen ailesiyle birlikte oradan evlerine hareket etti. Evleri aynıydı farkı sadece Okan odasının kullanılmamasıydı. Birlikte Okan'ın odasına geçtiler. Annesi Okan'a sarılıp sarılıp “geçmiş olsun oğlum”, diyordu. Okan'ı ne kadar çok özlediğini defalarca tekrar edip duruyordu. Okan'ın cevabı aynı minval üzere oluyordu. Ailesini çok özlediğini ayrılığın zor olduğunu ifade ediyordu.

Duygu yoğunluğu azalınca günlük rutin işler yapılmaya başlandı.

Okan da kendi odasına çeki düzen vermek için çantasını açtı. En üstte bulunan babaannesinin hatırası Kuran-ı Kerimi özenle çıkarıp çalışma masasının üzerindeki en seçkin bölmeye yerleştirdi. Diğer şahsi eşyalarını yerlerine koydu.

Hayatı kaldığı yerden başlamıştı. Kendinde oluşan bu farklılaşmayı devam ettirmek azmindeydi.

Okunan ezanla derhal lavaboya gitti. Ailenin şaşkın denebilecek bakışları arasında abdest aldı. Salondaki ailesinin bakışlarıyla tekrar odasına geçti. Hiç kimseden çıt çıkmıyordu.

Okan kıldığı namazdan sonra, sandalyeye oturdu. Babaannesinin kendine bıraktığı Kuran-ı Kerimi açıp okumaya başladı. İlk işi olarak babaannesinin ruhu için “Yasin” okumak oldu:

-Bismillahirrahmanirrahim. Yasîn. Ve’l-kurani’l-hakim…

Okan’ın sesi salondan çok rahatlıkla işitiliyordu. Tüm aile Okan'ı dinledi endişeyle.

Bu arada Nebahat Hanım:

-Al işte! Şimdi ne yapacağız?

Şinasi Bey:

-Sabret hanım! Bu geçici bir heves, yarın yine eskisi gibi olur merak etme, dedi.

-Deren!

-Ne olmuş?

-Arkadaş olarak devam ederlerse?

-O zaman Okan'ı değiştirir mi, diyorsun?

-Elbette. Hem belki gelinimiz olur.

Bu sözle Burcu annesine baktı hışımla:

-Anne! Dedi.

-Sen sus kız! Anlamazsın sen bunlardan.

-Kesinlikle olmaz. O kızdan kimseye hayır gelmez.

-Senden gelir mi?

Burcu annesinin bu sözüne çok kızdı:

-Ne haliniz varsa görün, diyerek odasına gitti.

Şinasi Bey:

-Sahi bu olur mu? Gelinimiz. O zaman değme gitsin.

-Neden olmasın ama, bizimkinin kafasına bunu nasıl sokacağız?  

-Onu sen bana Bırak.

-Nasıl yapacaksın?

-Ben kimim sen biliyor musun? Ben adamı susuz götürür, su içmeden geri getiririm.

-Göreceğiz.

Az sonra salona gelen Okan, babasının yanına oturdu:

-Eeee, baba nasılsınız? Ne var ne yok? Dedi.

Babası da önceki konuşmaları gibi cevapladı Okan'ı.

-Sen içerdeyken Deren kaç defa sordu seni.

Okan cevap vermedi.

Babası yine aynı konuda konuşmalarını sürdürdü. Annesi olacakları sabırsızlıkla beklemeye başladı.

-Deren seni gerçekten çok seviyor her halde.

-Onun için mi, beni bırakıp oradan kaçtı. Ziyaret bile etmedi.

-Çok istedi aslında ama, biz istemedik…

-Gerçi bırakıp kaçmasaydı, ziyaret etseydi de olmazdı. Artık ben gözümü açtım. Hayatın niçin yaşanması gerektiğini anladım. Biraz geç oldu ama öğrendim şükürler olsun.

Annesi söze karışmak istedi. Okan annesinin sözünü kesti:

-Anne! Konu bu ise bu benim için bitmiştir. Bundan sonra böyle bir konumda asla olmayacağım. Ben okuyacağım. Ha! Yeri gelmişken söyleyeyim. Haftaya Avrupa için girişimlerde bulunacağım. İnşallah orada okuyacağım. Yanlışlarımdan dolayı kazanamadım. Aynı hatalarda ısrar etmek istemiyorum.

Babası konuşulanların nereye gideceğini kestirmiş olmalı ki, hemen müdahale etti:

-Oğlum ne olacak? Paramız var. Bu sene olmazsa gelecek sene üniversiteye gidersin. En iyi dershanelere gönderirim seni. Gerekirse özel hocalar tutarım. Sonra kazanamazsan ne olur? Size ömür boyu yetecek param var benim.

-Her şey para değil baba! Ben okumak istiyorum. Üstelik Avrupa’da.

Babası sessiz kalınca Okan devam etti:

-Buradaki yaşadıklarımdan uzak kalmak istiyorum. Okuduğum alanda iyi yetişmiş ve söz sahibi biri olarak dönmek istiyorum ülkeme.

Okan'ın kararlılığını gören ailesi söyleyecek söz bulmada zorlandı. Sadece susmayı tercih ettiler. Oğulları kendilerinden çok uzaktaydı. Farklı ufuklara yelken açmaya hazırlanıyordu. Bu ufuk onlar için bulanıktı. Yapacakları bir şey de yoktu sanki.

Okan:

-Baba ben gideceğim, bu kesin. Paran da var beni gönder Avrupa’ya. Hem sizin için de sükse olur. Şinasi Beyin oğlu Avrupa’da üniversite okuyor derler.

Nebahat Hanım bu sözle kendine geldi. Gerçekten öyle değil miydi?

Evet, evet öyleydi. Nebahat Hanımın oğlu Avrupalarda okuyor denecekti. Şinasi Beyin ne diyeceğini beklemeden:

-Evet doğru söylüyorsun. Avrupa’ya seni göndereceğiz. İyi yetişmiş olarak Türkiye’ye dönünce meşhur olabilirsin.

Annesini bu sözü Okan’ı rahatlattı. Onun derdi meşhur olmak falan değildi ama olsun. Önemli olan üniversiteye başlayabilmekti.

-Ben yarın araştırmalara başlayacağım. Bana Musa abim adresler vermişti.

Musa’nın adını duyan ailesi tekrar bozuldu. Okan'ın düşüncelerinin kısa sürede alt üst eden adamdan bahsediliyordu. Sinirleri nasıl bozulmasın da?

Babası:

-Aman oğlum orada dincilerin içine falan karışmayasın. Yoksa göndermem ha!

-Yok baba. O nasıl söz öyle? Dinci ne demek? Ben Müslüman’ım elhamdülillah. Siz de öyle, değil mi?

 Babası ağzında gevelediği laflarla:

-Tabi canım, dedi.

Böylece bu ilk bocalamayı atlattı. Artık önündeki yol açılmış gibi duruyordu. Sadece ilk adımı atabilmek gibi çok önemli bir durum söz konusuydu.

Bu konuşmaların sürdüğü anda kapının zili çaldı. Annesi biraz önce odasına çekilen kızına bağırdı:

-Burcu! Kapıya bak!

Burcu isteksiz tavrıyla kapıya çıktı.

Salona bağırdı:

-Elif.

Bu komşularının kızı Elif’ti. Şimdiye kadar pek konuşmadıkları, gelip gitmedikleri komşularının kızı Elif.

Nebahat Hanım:

-Gelsin içeriye, diyerek seslendi.

Bu da bir ilkti. Komşuları ile ilişkilerinde böyle anlar yaşanmamış denecek kadar azdı. Bu çağrıya Elif de şaşırdı. Burcu’ya:

-Abla! Sen söyleyiversen. Akşama annemler size gelecek.

-Gir kendin söyle, dedi.

Elif çaresiz girdi içeriye biraz da çekinerek:

-Nebahat Teyze! Eğer sizin için de uygunsa, annemler akşam size gelecekmiş, dedi.

Nebahat Hanım duydukları karşısında kararsızlığını perçinleyen gözlerle baktı Elif’e. Olmaz, demesi gerekirdi. Onlar kimdi ki? Ama diyemedi. Bu arada eşi Şinasi Bey imdadına yetişti:

-Tamam kızım gelsinler. Biz bekliyoruz.

Olmaz diyemezdi. O çok zorlandığı anda Azmi Bey hep yanlarında olmuştu. Üstelik sabaha kadar kendisiyle beklemişti. İşleri o organize etmişti. Şimdi olmaz deme hakkını kendinde göremedi.

Okan'ın hayatındaki değişme gibi, ailede de keskinlik çizgileri yavaş yavaş bulanıklık içinde kaybolmaya yüz tutmuştu.

Okan bu durumdan memnunluk duydu. Şimdiye kadar konuşamadığı akranı olan Burhan’la konuşma imkânı bulacaktı. Konuyu değiştirip annesine sordu:

-Burhan tıp kazanmış, öyle mi?

Cevap alamadı. Öyle ya kendi çocukları varken onların üniversite kazanması doğru olmazdı. 

-Akşam gelince Burhan’la biraz konuşuruz hiç olmazsa. İyi çocuk Burhan.

Annesi Okan'ın konuşmalarına bir anlam verememenin sıkıntısını çekiyordu. Hiçbir şeyleri bulunmayan fakir bir çocukla ne konuşulabilirdi ki?

Şinasi Bey:

-Azmi Bey bana çok yardımcı oldu. Sağ olsun. Onun yerinde ben olsam hiç birini yapmazdım. Adamın anlayışı farklı. Her şeyi Allah rızası için yapmak gerektiğini söyleyip duruyor. Komşuluk hakkının neler olduğunu anlatıp duruyor… Hanım kalk akşama bir şeyler hazırla. Birlikte yeriz.

-Aman!  Ben onlar için mi hazırlayacağım? Hayatta olmaz. İstiyorsan hazır bir şeyler alıver.

-Ama hanım! Onlar bizim bu mutlu günümüzde bizimle olmak için buraya geliyor.

-Ben yapmam, dedim.

Şinasi Bey cebinden çıkardığı parayı Okan’a uzattı:

-Pastaneden çayın yanına bir şeyler alıver oğlum.

-Tamam, diyerek kapıya yürüdü. Çıkarken:

-Zor günümüzde bizi yalnız bırakmayan, sevinçli anımızda yine bizimle olan komşu için her şey yapılır, yapılmalıdır, dedi.

Nebahat Hanım Okan'ın bu sözleri kendine söylediğini düşünerek:

-Çok bilmiş seni! Bu başımıza bela olacak göreceksin, diyerek eşine dönüp verdi veriştirdi.

Şinasi Bey hanımının söylediklerini sessizce dinledi.

Akşam olmuş yemekler yenmişti. Misafirler için bir beklenti vardı umarsızca. Aslında aileden en çok Okan gelmelerine sevinmişti denebilir. Diğerleri olayı akışına bırakıp bu anın bir an önce geçmesini dilemekten başka bir şey düşünmüyorlardı. Ölüm olayı bile onları pek etkilememişti. Şinasi Bey için birazcık farklılıktan bahsedilebilirdi. Çünkü annesinin ölümünden sonra kendini suçladığı anlar olmuyor değildi.

* * *

Kapının zili çaldığında bekleme işi sona ermişti. Kapıda karşıladılar gelenleri. Önden Azmi Bey girdi. Arkasından ailenin diğer fertleri.

Okan'ın gözleri bir anda Esra’ya takıldı. Ne kadar güzeldi böyle! Şimdiye kadar hiç böyle görmemişti. Görmüştü de farklı bir bakış açısıyla mı değerlendirmişti yoksa? Kendini zorlayarak gözlerini Esra’dan uzaklaştırdı. Herkese:

-Hoş geldiniz, dedi birer birer.

Salona geçtiler. Arkasından Azmi Bey’le Şinasi Bey balkona çıktılar. Okan Burhan’la odasına geçti. Burhan’la konuştular uzunca.

Burhan’ın, Okan'ın konuştukları karşısında şaşkınlık yaşaması, Okan'ın garibine gitmedi. Burhan Okan’daki bu değişimi görmesi kendini pek çok sevindirdi. Okan'ın Avrupa’da okuma isteği Burhan tarafından da desteklendi.

Nebahat Hanım misafirlere mesafeli durmada ısrar etti. Soğuk ve yapmacık davranışlarla durumu idare etme yoluna gitti. Nebahat Hanım misafirine nasıl zengin olunacağını ballandıra ballandıra anlattı. Gülseren Hanım da ayıp olmasın kabilinden anlatılanları dinledi.

Azmi Bey ile Şinasi Bey bir gece birlikte hastanede geçirdikleri için konuşacak konu bulmada zorlanmadılar. Birbirlerini tanımak için geçmişlerinden bahsettiler saatlerce. Çocuklarının durumlarını konuştular. Okan'ın Avrupa’ya gidişinin sonuçları üzerinde yorum yaptılar… Konuşmalarını çay ve pastalar süsledi.

Burhan, Okan'la arkadaşlık etme arzusunda olduğunu ifade etti. Okan'daki değişiklikten dolayı duyduğu memnuniyeti ifade ettikten sonra konuşmasını sürdürdü:

-Kuran-ı Kerim okuman çok güzel. Ne mutlu sana! Yalnız anlamını da okumalısın. Yani tefsirini. Onu anlamak gerekir. Allah anlaşılsın diye göndermiştir. Eğer anlarsak, anlamını düşünürsek daha çok istifade etmemiz mümkün olur. Gerçi okumakta çok sevap ama bizim hayatımız için gönderildiğinden dolayı anlamını da öğrenmek gerekir…

-Düşünüyorum. İnşallah baştan sona okuyacağım. Kendi kitabımdan habersiz bir şekilde bu dünyadan göçmek istemiyorum.

Okan, bilgisayar mühendisliği ya da tıp okumayı düşündüğünü söyledi. Burhan ikisinin de önemli ve güzel olduğunu ifade etti.

Bu arada kalkmak için haber geldi. Kalktılar. Salonda iyi geceler, temennisiyle vedalaştılar.

Bunca aydan sonra ilk defa komşu olarak bir ziyarette bulunmanın getirdikleri ve götürdükleriyle beraber gecenin koynuna sığındılar.

 

 

 

 

 

 

g

 

 

 

 

İNGİLTERE

 

 

Sabahın ilk ışılarıyla birlikte kahvaltı sofrasından kalkan Okan, Musa’nın kendine verdiği adrese doğru yola koyuldu. Kendisi yoldaydı, ama düşüncesi yeni hayallerinin gerçekleşmesi yolunda yapması gerekenlerdeydi. Fiziki olarak sadece yürüyordu caddenin yeni artmaya başlayan kalabalıkları arasında. Ruh haliyle uzaklarda, ülke sınırlarını çoktan aşmıştı.

Büyük neon ışıklarıyla süslü bir galerinin önünde durdu. Elindeki kâğıda tekrar baktı. Yazılan yer burasıydı. Musa’nın gönderdiği yerin burası olduğundan emin olduktan sonra içeriye daldı. Genişçe olan dükkânın sağ köşesindeki büroya doğru yönelince içerdekilerden birisi çıkarak onu kapıda karşıladı:

-Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim? Dedi.

-Beni Musa abi gönderdi.

Kapıda karşılayan bu insanın davranışları birden değişti. Hürmette olan hassasiyeti bir kat daha arttı:

-Şöyle buyurun beyefendi, diyerek plastik doğrama ile bölünmüş olan büroya davet etti.

Büroya girerken:

-Musa abi göndermiş, diyerek içerdekileri bilgilendirdi.

Bunun üzerine orada bulunanların davranışlarındaki nezaket etkileyiciydi.

Koltukta oturan adam:

-Benim adım Hüseyin, dedi ve devam etti:

-Musa buranın en büyük ortaklarından. Onun isteği bizim için emirdir. O her şeye layıktır…

-Ben Okan. Musa abi ile içerdeydik. Orada tanıştık. Benim ufkumu değiştirdi.  Allah kendisinden razı olsun. Onun sayesinde yolumu buldum. Kuran-ı Kerim okumayı ondan öğrendim…

-Ziyaretlerimizde senden bahsetmişti.

-Sağ olsun.

-Biliyor musun, üniversite mezunu; işletmeci.

-Hiç söylemedi.

-Burada boş durmazdı. Sürekli okur araştırır, anlatırdı. Kimi bulursa ona bildiklerini aktarırdı. Allah razı olsun bizi bu hâle getiren de odur.

-Nasıl oldu?

-İçeriye mi?

-Evet.

-Bir şikayet. Güya burada komşuların dükkânlarında dini eğitim yapılıyormuş. Onu çekemeyenlerin bir komplosu, senin anlayacağın. Ama hiç üzülmedi. En çokta senin için sevindiğini söyledi. Zaten büyük bir ihtimalle bu haftaki duruşması onun için de son olacak. Çıkacak inşallah.

-İnşallah. Allah ondan razı olsun. Çok değerli bir insan. Onun benim hayatımdaki yeri bir başka, hatta bambaşka.  

-Abi ben İngiltere’de okumak istiyorum.

-Biliyoruz. Sana yardımcı olacağız. Bu konuda hiç sıkıntın olmasın. Yarın pasaport için müracaatımızı yaparız.

-Benim pasaportum var abi.

-Güzel. O zaman okul işine bakarız.

-Ne okuyacaksın?

-Elektronik veya tıp.

-Dilin nasıl?

-İdare eder.

-Kursa gitmen gerekebilir.

-Olabilir.

-Önceki gönderdiklerimizden çoğu dil kursuyla başladı.

-Benim duyduğuma göre, birkaç aylık bir kurstan sonra hemen kayıt yaptırılabiliyormuş.

-Tamam olur inşallah. Bugün bu işi bağlamaya çalışırız.

-Belki de bu hafta içinde seni oraya uçurabiliriz. Zaten orada sıkıntı çekmeyeceksin. Derneklerden biri sana sahip çıkacak. Onlar gerekenleri yapacaklar. Sen hiç tereddüt etme. Git işlerine bak, biz seni telefonla ararız. Hatta uçak biletini bile ayarlarız. Bu kadarcık işi yapalım da Allah’ın rızasını kazanalım bari. Şu dört günlük dünya kimseye kalmaz…

Okan o kadar etkilendi ki, başka dünyada yaşadığını düşünmeye başladı. Bu insanlar bu kadar içtenlikle yardım etmeyi kendilerine görev biliyorlardı? Bu hangi düşüncenin eseriydi?

Kendisine yapılan iltifat ve ikramlarla geçen sürenin arkasından galeriden ayrıldı.

* * *

Birkaç gün sonrasıydı. Okan'ın kulağı zaten çalacak olan telefondaydı. Telefonu her çalışında beklediği haber muştusunu verecekmiş gibi telefonu cevapladı. İşte yine telefonu çalıyordu. Karşıdan gelen ses o kadar mutlu etmişti ki, ağzı kulaklarına varıyordu:

-…

-Buyur Hüseyin abi!

-Senin iş tamam.

-Yani!

-İki gün sonra gidiyorsun.

-O kadar çabuk mu?

-Evet, hazırlıklarını tamamla.

-Bu kadar erken beklemiyordum doğrusu.

-Seni arkadaşlar orada karşılayacak. Gelirsen detayları konuşuruz.

Okan'ın eli ayağına dolaştı. Ne diyeceğini bilemedi. Heyecanlı bir şekilde:

-Tamam abi Öğleden sonra gelirim inşallah.

Telefonu kapatıp sevincini annesiyle paylaşmak için balkona koştu:

-Anne iki gün sonra gidiyorum, dedi.

Annesi heyecanlanmak yerine gayet soğukkanlı bir şekilde cevapladı:

-İyi.

-Sadece bunu mu diyeceksin anne?  

-Ne diyeyim?  

Okan bu konunun üzerine gitmedi. Sustu. Balkondan caddeyi seyretti. Trafik akışı içinde kayboldu gitti. Nice bir zaman sonra:

-Ben çıkıyorum. Bu işi görüşmek için gidiyorum. Biraz bilgi almak gerekiyor. Sen babama para işini hatırlatsan.

-Bu adamlar sana kötülük yapmasınlar.

-Ne kötülüğü? Allah’tan korkan insanlar bunlar. Nasıl kötülük yapacaklar?

-Onları sen bilmezsin.

Bu sözün arkasından da; “Esas bu sebepten korkuyorum, seni de kendilerine benzetecekler” diye iç geçirdi.

-Neyse anne ben çıkıyorum. Hemen dönerim. Hazırlanmam lazım.

-Geç kalma sakın. Madem gideceksin birkaç gün daha beraber yemek yiyelim.

-İnşallah.

Annesi bu son kelimeyle yine kızdı. Kendi kendine:

-Birkaç ayda bu çocuğu konuşmasını bile değiştirdiler. Yıllarca bunların içinde kalırsa bunu hali ne olacak? Avrupa’dan nasıl dönecek? Vay başıma gelenler vah! Diyerek mutfağa yöneldi.

Okan bütün istek ve arzusunun yönlendirmesiyle galeriye ulaştı. Söylenen çaylar yudumlanırken söz sözü açtı. Sonuçta İngiltere planı konuşuldu. Bütün işler tamamdı ve bundan Musa’nın da haberi vardı. Artık Perşembe günü uçağa binecek ve kendisini orada hava alanında karşılayacaklardı. Şahsi eşyalarını hazırlayacak, harçlığını cebine koyacak hepsi o kadar. Meselenin bu tarafı babasını ilgilendiriyordu. Ondan da söz gibi bir şey almıştı ya, gerisi önemli değildi.

Bütün bu olumlu gelişmelerin arkasından eve döndü.  Yolda uğradığı birkaç arkadaşıyla vedalaştı.

Akşama yakın bir zamanda apartmanın giriş kapısının önünde komşularını kızı Esra ile karşılaştı. Evet, evet çok güzeldi. Tesettür yakışıyordu kendisine. İçinden konuşmak geldi. Konuşup konuşmamada tereddütler yaşadı. Sonunda:  

-Esra! Dedi.

Esra ayaklarının ucundaki gözlerini sese doğru kaldırdı.  Karşısında komşularının oğlu Okan vardı. Ne demesi gerektiğini düşündü. Çünkü Okan bu güne kadar kendine en küçük bir kelime bile etmemişti. Okan'a baktı. Okan devam etti:

-Esra Perşembe günü İngiltere’ye gidiyorum. Nasipse üniversiteye devam edeceğim. Allahaısmarladık, demek istedim.

-Güle güle. İnşallah başarılı olursun.

-Allah razı olsun.

Esra Okan’daki değişiklikleri az çok biliyordu. Ondaki değişimin içerdeyken başladığını abisi Burhan’dan duymuştu.

Esra, Okan’ın bakışlarından utandı gözlerini kaçırdı.

-İyi akşamlar, diyerek yürüdü.

Okan bu kısa anda zikzaklarla dolu duygu fırtınasını içinde kayboldu:

-Sana da iyi akşamlar.

Okan bu sözle uzun bir veda yaptığının farkındaydı. Aslında düşüncelerinden bir kıpırtı vardı ama şu an üzerinde durulacak şeyler değildi bunlar. Önünde İngiltere hazırlığı vardı ve hızla asansöre yürüdü.

Annesi telefonla babasını haberdar ettiği için bu gün erkenden eve gelmiş Okan'ı bekliyordu. Okan kapıdan içeri girdiğinde salonda oturan babasını bu saatte evde görmenin şaşkınlığını yaşıyordu. Birden babasına yöneldi:

-Baba hayırdır erkenden, es-selamü aleyküm.

Okan bu sözü evde ilk defa kullanıyordu. Şinasi Beyin dikkatinden kaçmadı ama selamını da almadı. Konuşmasını Okan'ın ilk sorduğu soruya cevap olarak devam ettirdi.

-Senin için geldim, gidecekmişsin ya!

-Evet baba! Perşembe günü yolcuyum inşallah.


-Oğlum oralarda ne yapacaksın; rezil rüsva olmayasın sonra.

-Yok yok, abiler her şeyi ayarladılar.

-Oğlum hep onlardan bahsediyorsun. Kim bunlar? Başına bir şey gelmesin?

-Siz hiç merak etmeyin. Üniversiteyi bitirmiş biri olarak döneceğim inşallah.

Şinasi Bey üzerindeki şaşkınlığı hâla atabilmiş değildi. Diyecek bir şey bulamadığı için sözün akışını değiştirdi:

-Ne kadar para lazım?

-Şimdilik on bin.

-Sonra her ay için beş altı bin yetermiş.

Şinasi Bey bu paranın kendisi için çok olmadığını biliyordu. Ama yine de elindeki birikmiş, hiç bitmeyecek zannettiği paraların bitmesinden endişe etti. Parasının eksilmesi onu rahatsız edebilirdi. Her yıl bu para artarak devam edecekti. Hatta daha fazlası gidecekti ama ne yapsın? Şinasi Bey’in oğlu İngilterelerde okuyacaktı.  Bunun için her şeye katlanılabilirdi.

Gözleri eşi Nebahat Hanımdaydı. Sessizdi. Hiçbir im, işaret vermedi. Olumsuzluk olmadığını gören Şinasi Bey, bir anlamda eşinin gözlerinden okey aldığı için gürledi:

-Elbette oğlum. Sonuna kadar okutacağız, ne gerekiyorsa yapacağız, dedi.

-Sizi mahcup etmeyeceğim. İnşallah okuyup bir kariyerle döneceğim yanınıza.

Annesi söze karıştı:

-Ben hala şüpheleniyorum.

-Neden?

-Onların yanında kalmandan hoşnut olmuyorum bir türlü.

-Aman anne sen de taktın yani. Onlar da insan üstelik bizden daha dürüstler.

-Şimdi biz dürüst değil miyiz?

-O anlamda demedim.

-Tamam peki bu konuyu kapatalım. Sen yine de kendine dikkat et.

-Tamam anne dikkat ederim. Siz hiç tasalanmayın.

Kardeşi Burcu abisine takıldı:

-Abi artık bir de İngiliz kız bulur; evlenirsin.

-Bırak kız bunları. Ben oraya okumaya gidiyorum.

-Hani ne bileyim!

-O işler yok, olmayacak da.

-Deren var ya, dedi annesi.

Okan derhal atıldı:

-Anne bu konunun bittiğini daha önceden konuşmuştuk.

-Ama Deren güzel variyetli kız. Sonrasını da düşünmek lazım.

-Allah kerim, yiyecek ekmeğimiz varsa; yeriz.

-Yine de düşünmen lazım. Deren…

Burcu annesinin hiç hoşlanmayacağı sözlere başladı:

-Babaannem abim için hep Esra’yı düşünürdü.

Salonda bir sessizlik oldu. Nebahat Hanım kızının gözlerine kenetlendi. Hoşlanmadığını ortaya koyan bakışlarla bir süre süzdü. Burcu konuşmasını sürdürdü:

-Ama anne gerçeği söylüyorum.

Annesinin dikkatini çeken Burcu’nun söylediklerinden daha çok Okan'ın davranışı oldu: Deren’den bahsedilince burnundan soluyan Okan, Esra’dan söz açılınca hiçbir şey söylemiyordu. Bu durum Nebahat hanımın nem kapmasına yetip artmıştı bile. Bu meselenin üzerine fazla gitmedi.

-Kalk kız akşama yemek yapalım, diyerek Burcu’ya seslendi.

Birlikte mutfağa gittiler. Baba oğul baş başa konuştular. Okan ideallerinden bahsetti. Babası geçmişinden. Okan'ın dikkatini çeken babasının ölümden sonraki zaman da dünyanın boş olduğunu anladığını, söylemesiydi.

* * *

Nihayet perşembe sabahı olmuş beklenen ayrılık anı gelip çatmıştı. Okan’daki telaş evin tüm fertlerinde görülüyordu. Evdeki hüzün rüzgârı hafifçe kendini hissettiriyordu.

Nebahat Hanım her şeye rağmen oğlundan ayrı kalacağı düşüncesine alışmaya çalışıyor, abisiyle bir daha, didişemeyeceği gerçeği Burcu’yu üzüyordu. Okan önünü net göremeyen birinin ürkek davranışlarıyla odasına girip çıkıyordu.

Birlikte arabaya bindiler. Havaalanına doğru yola koyulduklarında artık ayrılığın kesin ve net olan kokusu solunuyordu. Söylenecek söz kalmamıştı. Sadece bakışlar vardı. Kelam sona ermişti. Bu ortamda son kez sarıldılar teker teker. Vedalaştılar, öpüp koklaştılar. Ayrılırken gözyaşı vardı sadece. Bu duruma Okan'ın son sözleri tuz biber oldu:

-Anne, baba, Burcu! Hakkınızı helal edin. Dönmemekte var…

Sallanan eller uğurladı Okan’ı. Yeni ufuklar için yol aldı metal uçan kuşla. Ailesi hüzün dolu döndüler evlerine. Uzun süre göremeyecekleri Okan'ın yokluğuna alışmaya çalıştılar. Yalnızlık gibi geldi onlara Okan’sız geçen zamanlar. Okan'ın hayali doldurdu evin her köşesini. Hep o konuşuldu günlerce. İlk günler cep telefonlar sürekli çaldı. Sonrası her şeye alışıldığı gibi Okan'ın gurbette olmasına da alışıldı…


 

 

 

 

ACI BİR FREN VE…

 

 

Okan gideli üç ay olmuştu. Akşam karanlığının ilk sinyalleri olan şehrin sarı renkli lambaları henüz yanmış, apartman aralarından sızan güneşin son kırıntılarıyla yarış ediyordu. Nebahat Hanım her zaman oturduğu arkadaşlarıyla akşama kadar birlikte olmuş, oyunlar oynayıp hazırlananları yemiş ve evine dönüyordu.

Yollarda boş denecek kadar az insan vardı. Evet, gerçekten garipti. Bu yollar bu kadar boş olmazdı.

Yoldan karşıya geçerken bir anda dalmıştı. İşte ne olduysa o anda oldu. Acı bir frenle birlikte “küt” diye bir ses duyuldu.

Nebahat Hanım bir anda kaldırım taşlarına çarptı. Neye uğradığını bile anlamaya fırsat bulamadı. Kendini kaybetti. Kendine vuran aracı tanıma fırsatı bulamadı.

Fırsattan istifade eden araç sürücüsü bir an duraklayıp oradan hızla uzaklaştı. Nebahat Hanımın yanına ulaşanlar onu bir hastaneye yetiştirmek için ambulans çağırdı.

Bu esnada sarı renkli bir ticari taksi kalabalığı görünce durup yardım etmek istedi. Şoför kalabalığı yararak yaralıya ulaşmak için:

-Çekilin, etrafını açın! Diyerek daldı.

Karşısındaki insanı görünce şok oldu bir anda. Eli yüzü kan içindeki bu bayanı sanki tanıyor gibiydi. Dikkatlice baktı. Bir an göz göze geldiler. Evet, evet bu oydu.  Onu nasıl unutabilirdi ki?

O günkü konuşmasından sonra şu zavallı hali üzücüydü gerçekten.

Tekrar gözlerini kapadı. Birçok yeri kırılmış tutulacak yeri kalmamıştı. Bilinci gelip gidiyordu. Konuşmadı veya konuşamadı. Sadece yalvaran gözlerle baktı kendine yardım etmek isteyen bu adama.

Şoför tekrar hatırladı o günü kare kare, film şeridi gibi. Zaten unutmamıştı hiç. Unutamamıştı. Nasıl unutacaktı ki? Bu kadar aşağılanan biri unutur mu? Kendine hakaret eden yüzü nasıl tanıyamaz ki?

Kendine tepeden bakmış hatta azarlamıştı kendini. Çok üzülmüştü. Hatta verdiği paranın üstünü bile başkasına vermişti kızgınlığından dolayı.

İşte şimdi buradaydı ve çaresizdi. Yardıma muhtaç bir şekilde bekliyordu. Zor durumda kalanlara yardım etmek insani bir görevdi.

Kucakladığı gibi arabaya götürdü. Doğruca hastaneye. Hastanede acil servisten içeri dalıp muayene odasına girinceye kadar nefes alıp almadığının bile farkına varmadan zamanı içti. Ondan sonra derin bir nefes aldı. Zamana karşı yarıştı duraksamadan. Hayat kurtarmak önemliydi. Zor durumda olanın düşüncesi, o zamana kadar yaptıkları çok önemli değildi.

Sonrada yaşanan telaşı izledi sesiz ve derinden. Bir kez daha hatırladı kendinin aşağılandığı anı. O gün çok kızdığını ve kızgınlığın anlamsızlığını düşündü.

Az sonra bayanın cüzdanındaki belgelere baktı görevliler. Nebahat Parlak olduğu anlaşıldı. Telefonla evine ulaşıldı. Taksici oradan ayrılmadı. Yapılması gerekenlere yardımcı oldu.

Biraz sonra eşiyle kızı girdi acilin kapısından. Oldukça telaşlı ve umutsuz yüzleri etrafta yaralı aradı. Görevlilerle konuşma imkânı bulduğunda:

-Hani nerede?

-İçerde şu an ameliyathaneye alındı.

-Durumu nasıl?

-Şuuru gelip gidiyor.

-Düzelecek mi?

-Allah’tan ümit kesilmez.

-Yani?

-Doktorlar gereken müdahaleye yaptılar ve yapmaya devam ediyorlar.

-Şu an görebilir miyim?

-Hayır bekleyeceksiniz.

-Çok mu kötü?

-Kurtulur inşallah. Dua edin.

Eşi Şinasi Bey bir umut ışığı aradı kelimelerinin arasında. Ama aldığı cevaplar kendini tatmin etmekten çok uzaktaydı.  İçine “Ya ölürse”, kuşkusu çoktan düşmüştü bile. Hızlıca kızının yanına döndü:

-Bir şeyi yok kızım.

-Yani iyi mi?

-Şu an ameliyata alınmış. İyi olacak. Fazla bir şeyi yokmuş.

Durduğu yerde duramadı. Tekrar acile daldı. İlk müdahaleyi yapan doktoru sordu.  Doktor odasında olduğunu duyunca, derhal doktor odasına geçti.

İçerdeki doktorla görüştü:

-Biraz önceki hastanın durumunu soracaktım.

-Yakını mısınız?

-Eşiyim.

-Durumu çok iyi değil. Bilinci kapalı. Zaman zaman kısa süreli açılıyor. Başındaki travmadan çekiniyoruz. Kolu ve bacaklarında kırıklar var. Şu an için bir şey söylemek erken. Arkadaşlar müdahale ediyorlar. Dua edin. Sonucu inşallah iyi olur.

-Kurtulur mu?

-İnşallah. Bekleyip göreceğiz. Tedavi uzun sürebilir. Hayatının bundan sonraki kısımlarında hayatı zorlaşabilir.

-Ne gibi?

-Ellerini ve kollarını kullanmada. İnşallah zihinsel bir sıkıntısı olmaz.

Şinasi Bey söyleyecek söz bulamadı. Sadece sustu. Geriye döndü çaresiz bitkin ve yalnızlık hissiyle.  

Bir karınca kadar güçsüz hissettiği bacaklarını hareket ettirmede zorlandı. Olduğu yere yığılıp kalacak hissetti kendini. Zorlanarak da olsa kızının yanına geldi. Banka oturdu.

Burcu:

-Baba! Dedi.

Şinasi Bey duymadı bile. Dalmıştı ta derinlere. Yada bu anki duygularından çok uzaklara kaçmıştı da sesleri işitmiyordu. Burcu ikinci kez seslendi:

-Baba!

Burcuya döndü ve çok anlamsızca baktı. Sanki Şinasi Bey değildi de bir başkasıydı.

-Baba! Annem nasılmış?

-İyi, iyi. Kalk ameliyathanenin kapısına gidelim.

Birlikte kalktılar. Merdivenleri duvara dayanarak çıktı. Burcu’nun gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu. Arada bir:

-Ağlama kızım, diyen babası da yaşları içine akıtıyordu. Ağlıyordu için için.  Bağırmak çığlık çığlığa ağlamak istiyordu. Bu sıkıntıyı ancak böyle atlatacağını düşünüyordu.

Olmadı, ağlayamadı. Bağırıp çağıramadı. Sessizlik içinde sessizliğinin çığlığına eşlik etti. Gözlerindeki umutsuzluğu arttı. Zaman geceyi geçmiş onlar hala ameliyathanenin kapısında bekliyordu. Bir ışık huzmesi onlar için yetecekti. Yalnız beklemek ne kadar zordu. Gelip giden de yoktu. Ne olmuştu dostlarına? Hâlbuki telefonla haber de vermişti. Burada olup kendini teselli etmeleri gerekirdi. Dostluklar hangi gün içindi? Dostlukları iyi gün için olanlar elbette zor günlerde ortalıkta görünmezlerdi.

Yoksa yanlış dostluklar mı kurmuştu?

O anda Nebahat Hanımı getiren taksici yanlarına yanaştı:

-Geçmiş olsun efendim, dedi.

Şinasi Bey öylesine baktı:

-Teşekkür ederim, dedi.

-Hasta yakınınız mı?

-Eşim.

-Ben getirdim.

-Nereden aldınız? Nasıl olmuş?

Taksici olay yerini tarif etti. Sonra da:

-Vicdansızın biri vurmuş ve bırakıp kaçmış. Oradan geçiyordum arabama alıp getirdim.

-Çok sağ ol. Allah razı olsun.

Bir de taksiciden duymak istediği için sordu:

-Durumu nasıldı?

-Kırıklar vardı…

Şinasi Bey taksicinin anlattıklarını soluksuzca dinledi. Taksicinin anlattıklarını dinlerken yüzü şekilden şekle girdi. Umutsuzluk içinde kıvrandı. Bir kez daha seslendi:

-Çok teşekkür ederim. Sağ olasın.

-Önemli değil. Bu bir insanlık vazifesi. Kim olsa bunu yapardı. Yapacağım varsa derhal, yoksa kusura bakmazsanız gidip dinleneceğim. Yarın yine iş güç. Ben yine uğrarım.

Burcu’nun gözüne takılan bir şeyler vardı. Bu adamı bir yerden tanıyordu. Ama nerden? Düşündü; çıkaramadı. Evet, bu bakışları hatırlamalıydı. Kafasına takılı kaldı bu soru.

Şinasi Beyin aklına yalnızlığını giderecek, bu zor anı paylaşacak isimler gelip gitti. En son olarak komşusu Azmi Bey geldi. Annesinin ölümünde onunla birlikte olmuş, her şeyiyle yardımında bulunmuştu. Telefonunu 118’den sorup öğrendi. Telefon etti gecenin bu çok geç saatinde. Onun gelmesi iyi olurdu. Ölürse falan yardımı gerekebilirdi.

Burcu yarı duyulan bir sesle:

-Evet buldum,  dedi.

Babası şaşkınlıkla sordu:

-Neyi buldun?

-Annemi getiren taksiciyi.

-Kim?

-Abim ilk tutuklandığında bizi karakola götüren adam.

-Ne var bunda?

-Annem o zaman bu adamı çok azarlamıştı.

Bir anda ikisi de sustu. Taksicinin kendilerini tanımadığını düşündü Burcu. Kendi kendine:

-Tanısaydı; getirmezdi herhalde, dedi.

Burcu bunu kendi yetiştiği düşünce tarzı içinde değerlendiriyordu. Diğer insanların da kendisi gibi yetiştiğini zannediyor, böyle davranmayı da normal karşılıyordu.

* * *

Kapıdan güler yüzleriyle Azmi Bey ve eşi Gülseren Hanım hastaneye geldiler. “Geçmiş olsun” temennisiyle dualar ettiler gönül köşklerinden.

Gülseren Hanım Burcu’yu bağrına bastı. Sarıldı uzun süre onu teselli etmeye çalıştı. Annesi için dua etmesinin gerekliliğini anlattı. Allah duaları kabul edendi. Yalvarmak insandan, sonucu Allah’tan. Sığınılacak tek güvenli liman oraydı.

Komşularının anında gelmesi Şinasi Beyi sevindirmişti. Bunca yıllık dostlarından görmediği yakınlığı, hiç ilgi göstermediği hatta konuşmak için bile adam yerine koymadığı komşularından görmesi, artık farklı düşünmesi gerektiği gerçeğini ortaya koyuyordu.

Şinasi Bey de Azmi Beyi bu davranışları sebebiyle daha çok sevmeye başladı. Onu kendine en yakın olarak düşünmesi konuşmalarına yansıdı. Azmi Beyin gayretiyle dengeli davranmayı akıl edebildi.

Azmi Bey:

-Kader, dedi. Allah’tan geldi sabretmek gerekir. Bir de dua. Allah’ın yardımından başka hiçbir yardım bizi kurtaramaz.

-Elbette.

-İnsan bütün tedbirlerini aldıktan sonra sonucunu Allah’a bırakmalıdır. Şu an yapılacak olan bu. Doktorların gerekenleri yaptığını söylüyorsun. Sonucunu beklemek, tevekkül etmek gerekir.

-Muhakkak.

-Adına bile kaza oldu, diyoruz. Yani kaderin gerçekleşmesi. Sükuneti kaybetmemek gerekir.

-Sağ ol be komşu!  Sen olmasan ben ne yapardım?

-Estağfurullah. Komşuluk ne içindir? İslam’da önemli hususlardan biri de komşu ve komşuluk hakkıdır.

-Ama biz bu yakınlığı gösteremedik. Sizden uzak durduk.

-Önemli değil canım.

-Yine de sağ ol. Çok iyisiniz. Bu zamanda böyle insanlar azdır çok az.

Azmi Bey konuyu değiştirmek istedi:

-İnşallah eşiniz eski sağlığına kavuşur.

-İnşallah.

Şinasi Beyi umutsuzluğa kapılmaması için yaşadığı bir olayı anlattı. Sonunda da:

-Her şey Allah’tan, dedi.

Şinasi Bey Kapıdan çıkan olursa fırlayıp bir solukta yanında bitiyor sonrada bir haber alabilmek için sorup soruşturuyordu. Ama beklediği haber bir türlü kendine ulaşmıyordu. Geçen zaman bütün ümitlerini bitiriyordu.

* * *

Nihayet ameliyatın sona erdiğini kapıdan çıkan bir görevli söyledi. Şinasi Bey ve Azmi Bey doktorun yanında soluğu aldı. Doktor anlatmaya başladı:

-Oldukça zor ve yorucu bir operasyondu. Elimizden gelen her şeyi yaptık. Bundan sonrası, sadece dua etmek ve beklemek… Kollarında ve bacaklarında kırıklar var. Kaburga kısmında da ezik ve kırıklar var. İç kanama vardı durdurduk. Bunlardan daha önemlisi beyin travması. Sıkıntı çıkabilir. Bilinci açık değil. Arada bir geldiği oldu. Ama dediğim gibi, biz elimizden ge­leni yaptık.

-Sıkıntı çıkabilir, dediniz.  Ne gibi sıkıntı?

-Konuşma zorluğu hareket kısıtlılığı gibi.

-Felç gibi mi?

-Benzer. Geçmiş olsun. Siz hiç merak etmeyin. Gerekeni yapmaya devam edeceğiz. Siz dua edin. Tekrar geçmiş olsun, diyerek oradan ayrılan doktor hızlıca doktor odasına gitti. 

Şinasi Bey yeni doğmuş bir bebek çaresizliğinde gözleri boşlukta anlamsız hareketlerle birkaç kez koridor boşluğunda gitti geldi. Kendinin bittiğini hissetti. Paranın her şeye çare olmadığını düşündü.  Bunca para var ama yapılacak bir şey yok. Sadece beklemek dua etmek…

* * *

Evet, dua etmeliydi. Nasıl dua edecekti? Sorsa ayıp bir iş mi yapmış olurdu?

Doğruca lavaboya gitti hiç düşünmeden abdest aldı. Abdest almadan dua edilir miydi, onu da bilmiyordu. Abdest almasını tam olarak bilmediğinden, belki eksik olmuştur, diye bir kez daha abdest aldı.

Bitkin bir şekilde Azmi Beyin yanına oturdu. Utandı, sıkıldı. Soramadı bile. Kısa süren sessizliğinden sonra Azmi Beye doğru eğildi. Kısık bir sesle sanki fısıldar gibi:

-Nasıl dua edeceğim? Dedi.

Azmi Bey ne diyeceğini şaşırdı. Dua etmek için özel bir törene ihtiyaç yoktu ama yine de Şinasi Beyin anlayacağı şekilde bildiklerini anlatmaya karar verdi:

-Dua ve ibadet, bir Müminin aczini ve ihtiyacını, saygıyla Rabbine arz etmesi ve tazimle O’ndan yardım dilemesidir. Rabbi ile kulu arasında en güçlü bağ ve en değerli amel, dua ve ibadettir. Bunlar, Allah’a kulluğun itirafı ve ispatıdır. Manevî dertlerin devası, gönüllerin sefasıdır. Duasız ve ibadetsiz gönüller ise, huzursuzdur ve dinmez bir ıstırap içerisindedir. Gerçek huzura, ancak O’na  dua edip rahmet kapısını çalmak,  O’nun izzet ve azameti karşısında secdeye kapanıp ibadet etmek ve O’nu anmakla kavuşulur. Nitekim Yüce Allah, Kuran’ı Kerim’de: “Bunlar, Allah’a iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur” (Ra’d) buyurmaktadır.

Öğrenmek istediğinden midir yoksa o andaki samimiyetinden midir, Azmi Beyin anlattıkları kendine şiir gibi geldi. Dinlemek istedi. Konuşmasını kesmeden içindeki kaynayan volkanı serinletmek istedi. Derdine bir çere aramanın güzelliği ile ne yapacağını bilememenin sıkıntısını gidermek için anlatmaya devam etmesini isteyen gözlerle baktı.

Azmi Bey devam etti:

-Bir insan olarak, çevremizde meydana gelen olaylardan etkilenebilir ve işlerimizin düzensiz gitmesinden de üzülüp sıkılabiliriz. Ancak bu gibi üzüntü ve sıkıntıların geçici olduğunu bilmeli ve bütün hayatımızı sarsacak bunalıma ve strese düşmemeliyiz.  Bir mümin için strese veya bunalıma girmek, asla doğru değildir. Çünkü o, hayatın ağır yükleri altında acze ve sıkıntıya düştüğünde, kendisine şah damarından daha yakın, onun en gizli sırlarını bilen ve her şeye gücü yeten Yüce Allah’a güvenir. O’na dua ve niyazda bulunur, O’nun engin lütuf ve keremine sığınır. O’ndan başka, sıkıntılara çare, dertlere deva, hastalıklara şifa ihsan edenin olmadığını bilir. Çekilen sıkıntıları, ebedi mükâfat vesilesi bir imtihan olarak değerlendirir ve teselli bulur. Demek ki sıkıntıyı,  derdi veren Allah, onun çaresini ve dermanını da verir. Hatta her güçlük için bir  kolaylık ihsan ettiğini, Kuran’ı Kerim’de bize şöyle açıklar: “Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır”.

Şinasi Bey, Azmi Beyden nerdeyse örnek bir dua isteyecekti ki, Azmi Bey konuşmasını sürdürdü:

-Dua insanın içinden geldiği gibi yüce Allah’a yalvarıp yakarması, istemesidir.

-İçinden geldiği gibi mi?

-Elbette. Tabi ki dua ederken genel itibariyle dikkat edilmesi gereken hususlar var. Ama bunları şimdilik bırakalım. Siz içinizden geldiği gibi isteyin, onun engin sığınılacak limanına sığının.

-Allah razı olsun.

-Ha bir de şunu anlatıvereyim istersen?

-Tabi ki, kafam tam yerinde değil ama siz anlatın. Bunlar benim için çok önemli.

-Sevgili Peygamberimiz de, müminlerin başına gelen sıkıntıların günahlara kefaret olduğunu bir hadis-i şeriflerinde şöyle ifade eder: “Başına gelen hastalık, bitkinlik, hüzün ve diğer sıkıntılara karşılık Yüce Allah, Müminin günahlarının bir kısmını siler. Ayrıca musibet ve sıkıntı anlarında müminlerin: “…Biz Allah’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz...” anlamındaki “İnna lillahi ve innâ ileyhi râciûn” ayetini okumalarını, Sevgili Peygamberimiz, tavsiye etmiştir. İbadet ve duadan uzak olan insanlar, daima bir arayış, bir boşluk içinde olurlar ve vicdani bir huzursuzluk duyarlar. Hâlbuki Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de, (Ey Resulüm!), De ki: (Kulluk ve)  duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?”. “Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar, aşağılanarak cehenneme gireceklerdir buyurmaktadır.

Öyleyse; gönüllere huzur, dertlere deva, dertlilere şifa veren Yüce Allah’a her derdimiz için dua etmeli, ibadetleri yerine getirmeli ve elimizdeki nimetlere de şükretmeyi ihmal etmemeliyiz.

Şinasi Bey aklından çıkaramadığı eşi için dua etmeye başladı. Ağzı kıpır kıpır ediyordu. Onunla geçen bunca yıl vardı. Hayatın her anını birlikte paylaşmışlardı. Çocuklarının anasıydı. Onun yokluğunu düşünemiyordu bile. Çaresizdi… Zavallı ve yapacak hiç bir şeyi kalmamıştı. Doktorundan komşusuna herkes de dua tavsiye ediyordu.

-“Allah’ım!  Ona yardım et. Onu sağlığına kavuştur. Senin her şeye gücün yeter. Eğer onu hayata döndürürsen sana yapmadığım kullukta daha titiz ocağım. Onu bağışla ona sağlık ver…”

Azmi Bey sessizce kaldı uzunca bir zaman. Şinasi Bey sürekli dua etti, yalvardı.

Nice bir zaman sonra Azmi Bey:

-Okan, dedi.

-Haber versek mi acaba? Çocuğun okuluna engel olmasın sonra.

-Bence haber verseniz iyi olur. Kocaman insan kendini kontrol edebilir. Sonradan duyup kırılmasından şimdi haberinin olması daha uygun olur.

* * *

Bu konuşmalar olurken günün ilk ışıkları da buldukları deliklerden binanın içine sızmaya başlamıştı. Şinasi Beyin cep telefonu çaldı. Telefondaki ses, sabahın bu saatinde arayacağı hiç aklına gelemeyecek biriydi. Okan arıyordu sabahın bu erken anında:

-Baba! Nasılsınız? İyi misiniz?

-Hayırdır bu erken saatte?

-Uyuyamadım, çok kötü rüyalar gördüm. Dayanamadım seni aradım.

Babası bir an ne söyleyeceğini bilemedi. Oğlunun sorduğu soruları geçiştirmeye çalıştı. Başarılı olamadı.

-Ne gördün rüyanda?

-Babaannemi gördüm. Nur yüzlü beyaz ve temiz elbiseliydi. Bana sesleniyordu. Kendilerine dikkat etsinler. Bana yaptıklarını başkalarına yapmasınlar. Allah’a kul olsunlar yoksa başlarına çok kötü sıkıntılar gelir de iş işten geçmiş olur…

-Hadi ben seni sonra ararım, diyerek telefonunu kapattı.

Şinasi Bey duyduklarıyla dondu kaldı. Sanki bu dünyada değildi. Fiziki görüntünün dışında her şeyiyle buharlaşmış, yok olmuştu. Düşünemiyordu bile. Evet, annesine yaptıklarını düşündü.  Sonra eşinin davranışlarına kaydı zihin hareketi.

Kafasındaki karmaşık düşünceler iyice yoğunlaşıp karardı. Sanki metrelerce yerin altında hiç ışık almayan bir mağaradaki yalnızlık içindeki karanlığın kucağındaydı. Ne bir ışık ne bir aydınlık. Sanki yeryüzündeki güneş hiç yoktu. Ya da doğmamak üzere gitmişti. Bu bunaltıcı andan nasıl kurtulacaktı? Bir im, bir işaret…

Yoksa bu Naciye Hanıma yaptıklarının sonucu muydu? Aldığı ahların aheste çıkışı mıydı?

-Allah’ım biz ne yaptık? Dedi.

Okan'ın annesinden habersiz görmüş olduğu rüyayı anlatması Şinasi Beyi oldukça etkilemişti. Annesinin huzurevine gidişi aklına geldi. Sonra da orada kimsesiz bir şekilde ölüşü…

-Biz bunu hak ettik, dedi kendi kendine. 

Azmi Bey, ağzının içinden konuşmaları ve telefon görüşmesinin arkasından iyi şeyler olmadığının farkındaydı. Şinasi Beyin dağınıklığını toparlamak adına sordu:

-Hayırdır, ne oldu?

-Yok bir şey.

-Kimdi?

-Okan.

-Ne dedi?

Şinasi Bey Okan'ın anlattıklarını tekrar etti. Bu durumdan Azmi Bey de çok etkilendi. Söyleyecek bir şey bulamadı. Şinasi Beyin içinde bulunduğu durumdan kurtulması için çareler düşündü. Yoktu bir şey yoktu. Anne babanın hakkının çok önemli olduğunu biliyordu. Onların bedduasının kabul göreceğini de. Onlara yapılan kötü davranışların karşılıksız kalmayacağını da.

Şimdi bütün bunlardan sonra ne deseydi?

Önceden kadına yaptıklarının bir kısmını duymuştu. Şinasi Beyin anlattıklarından sonra konuyla ilgili düşünceleri netleşti.

-Elbette ana-baba hakkı ödenemez. Onlara öf bile denmez, bu dinimizin emri. Şimdi onlar için ne yapabileceğimizi düşünmek önemli. Allah’tan af dilemek ve onlar için dua etmek gerekir.  Onlar bizlerden dua bekler.

Aslında Şinasi Bey anlatılanları dinlemedi bile. Renkleri olmayan bir mekânda kendini yokluk âleminin bir parçası gibi hissetti. Yani yoktu şu an. Aslında var olmak istemiyordu. Dünyanın en ağır yükünün altında ezildiğini, bırak ezilmeyi yok olduğunu düşünmeye başladı. “Ah anam beni affet kıymetini bilemedim” sözleri o andan itibaren en çok kullandığı cümlesi oldu.

Şinasi Bey dolan gözlerini gizlemek için olsa gerek lavaboya gitti.

Azmi Beyin hanımı ve Burcu olanları bakışlarıyla anlamaya çalışıyordu.

Çok merak ettikleri bakışlarından anlaşılıyordu. Burcuyu sımsıkı sarmıştı kucağına sanki kendi kızı gibi.  Ama Burcu bu durumdan pek hoşnut olmadığından durmak istemiyor ve kenara çekiliyordu. Onu zorlamadı tekrar bıraktı, konuşturdu biraz:

-Birlikte bize gidelim, dinlenirsin.

Burcu cevapsız bıraktı.

Gülseren Hanım:

-Şimdi yoğun bakımda biliyorsun. Göstermezler, bırak göstermeyi yanına bile bırakmazlar bunu biliyorsun. Onun için birlikte bize gidelim.

-Belki. Durum netleşsin de.

-Tamam canım.

Az sonra lavabodan dönen Şinasi Bey,  Azmi Beyin yanına oturdu:

-Şimdi ne yapacağız? Ne diyeceğiz bu oğlana?

-Doğruyu söyleyelim.

-Şimdi mi?

-Elbette.

Şinasi Bey telefonunu çıkardı. Titreyen elleriyle tuşlarına dokundu:

-Alo!

-Oğlum, annen trafik kazası geçirdi.

Kısa bir sessizliğin arkasından:

-Bir şeyi yoktur inşallah.

-Doktorlar iyi diyorlar.

-Şimdi nerde?

-Yoğun bakımda.

-Dua et oğlum.

-Hemen geleceğim.

-Hayır kesinlikle olmaz.  Biz buradayız. Geldiğinde ne yapacaksın? Sen okuluna devam et. Azmi amcanın da selamı var.

-Pekala. Bir durum olursa hemen haber verin.

-Sen merak etme. Ben sana haber veririm.

Bu cümlelerden sonra telefonunu kapattı.

Söyleyemedi gerçek durumu. Komadan çıkamadı diyemedi işte. Kolay mıydı ki? Nasıl söyleyecekti?

Ya oğlunun telefonda dedikleri neyin nesiydi? Şinasi Bey kafasından bir türlü atamıyordu. Babaannesinin uyarıları…

“Annesinin anlattıklarını bir kez daha hatırladı. Dünyadan bir şey götüremeyeceksin…”

Hanımı bir sağlığına kavuşsun artık bambaşka bir hayat yaşayacaktı. Kafasında şekillendirdiği bu hayatı şimdiden sınırlarını çizmekten kaçınıyordu. Buna rağmen bazı kesin değişiklikler olacağını çok rahatlıkla düşünebiliyordu.

Akşamdan beri süren perişanlık, hissizlik ve yılgınlık artarak devam edeceğe benziyordu.  Kolay değildi elbet. En yakınının, sevdiğinin canı söz konusuydu. Burcu annesi için eriyordu. Babası kadar bilgiye sahip olamaması onun içindeki yangını soğutabiliyordu.

Ama bu anaydı. Ana sevgisi hiç bir sevgiyle eşit görülemediği gibi, hiçbir şeyle değişilemezdi de.

Ana gibi yar olmayacağını, bilmeyecek kadar düşüncesiz olamazdı.

Olanlar var mıydı? Olacaktır elbette. Ana kıymetini hayatındaki en büyük hazine olduğunu bilemeyenler, diğer âlemde de kaybedecek olanlardır.  

Şinasi Bey sürekli dua ediyordu. Allah'tan eşinin içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtarmasını istiyordu.

Öğleye yaklaşılmış, eşinden bekledikleri farklı, olumlu bir sinyali hâla alamamıştı.

Burcu,  Gülseren Hanım ile gitti. Gülseren Hanım Burcu’yla yakından ilgilendi. Onun içinde bulunduğu zor durumda yanında yer alarak rahatlaması için çabaladı durdu. Esra ile konuşmalarında bir yakınlık olmadı. Çünkü Burcu içinde bulunduğu bu dehlizden çıkmak istemiyordu. Artık o da olayı kendi açısından sorgulamaya başladı. “Ya annesi ölürse” düşüncesi çıldıracak gibi olmasına sebep oluyordu. Kabullenemiyordu. Şu anda ölüm mü olurdu? Daha gençti, görecek günleri vardı. Ölecek adam mı yoktu sanki? Hayır ölmemeliydi. Çünkü o anneydi!

* * *

Günler birbirini takip etti. Nebahat Hanımın koma hali devam ediyordu. Günler uzadıkça onu bekleyenlerin de ümitleri bitmeye başladı. Ümitlerini yeşertecek, hayata mutlu bakmalarını sağlayacak bir kıvılcım olsaydı ne güzel olacaktı. Gözünün önünde makinelere bağlı bir şekilde ölü gibi yatan eşine baktıkça, hayatın boş olduğu düşüncesiyle yaşadıklarını pişmanlık duyuyordu. Kendi kendine “mal mülk yalan, her şey yalan” diyerek yeni ufuklar arıyordu.

Bu arada Azmi Beyle olan yakınlığı artarak devam ediyordu. Ondan dini konularda oldukça geniş bilgiler alıyordu. Neler dinlememişti ki? Çok etkilendiği hadiseler de oluyordu.  Dinledikten sonra, “Tamam artık bundan sonra böyle davranacağım” dediği halde bir türlü hayata geçiremiyordu. Belki de bunca yıllık alışkanlığın değiştirilmesi çok zordu. 

Şinasi Beyin kıraran saçları sanki bir gün içinde bu hâle gelmişti. Yükü kaldıramayacağı düşüncesi beyninin kıvrımlarında dolaşırken, sızısı damarlarındaki kanın yakıcılığını artırıp frenlenemez yıkıcı duygularla yaşlandığını, iflah olmayacağını fısıldıyordu.

* * *

Okan'ın İngiltere’deki hayatı oldukça dolu geçiyordu. Arada annesinin durumunu soruyor, hep iyi olduğu söyleniyor veya iyileşmekte olduğu ifade edilerek geçiştiriliyordu.

Artık elektronik mühendisliğinde okuyordu. İngilizcesini geliştiriyor, bunu yanında İslam kültürünü de artıracak bilgileri ciddi kurumlardan öğreniyordu. Hayatını İslam’ın istediği gibi yönlendirme çabası içinde değerlendiriyordu. Önceleri çok uzak gördüğü, hatta bazen şaşırdığı din ile ilgili hükümleri itina ile uygulamaya çalışıyordu. İçinde bulunduğu cemaat olma disiplini kendini kontrol etmesini sağlamıştı. Artık geriye dönebilirim düşüncesi yok olmuş, hapishanede Musa ile başlayan ve gelişen yaşam biçimi güçlü tabanını oluşturmaya başlamıştı. Her şeyiyle dolu doluydu.

Memleketin halini dışardan görmek bir farklı oluyordu. Şimdi önceki yaşadığı hayatı düşünmek bile istemiyordu. Ne kadar yanlış düşündüğünü ve yaşadığını yeni kültürüyle oluşturduğu delillerle ortaya koyuyordu.

g

 

 

 

HAYAT BELİRTİLERİ

 

 

Yıllar kadar süren iki ay sonra, hayat belirtileriyle gözünü açtığında, eşi ve kızı Burcu dünyanın en mutlu iki insanı olarak, önceki yaşadıkları duygulardan çok uzaklarda hayatlarının en güzel günlerini yaşadıklarını düşündüler.

Evet, Nebahat Hanım gözlerini açmıştı. Bakıyordu, gözlerinin beyazı parlıyordu güneş ışıklarıyla birlikte. Sanki aylardır gizlediği göz bebeklerinin hayata açılımıydı bu. Sevinç buluşması, hasret gidermesiydi. Elbette ki eski canlılığından biraz uzaktaydı.  Buna da şükür demek gerekiyordu.

Geçen aylar boyunca dua etmişlerdi geceler boyunca.

Nebahat Hanımın arkadaşlarında bazıları ilk günlerde birkaç kez gelmişler sonrasında hiç kimseler uğramaz olmuştu. Sürekli onlarla birlikte olan, yalnız bırakmayan Nebahat Hanımın hiç hazzetmediği komşuları Gülseren Hanım’dı.

Gün onlar için yeniden doğmuştu. Artık karanlık hülyalar, yerini aydınlık düşüncelere bırakmıştı. Umuttu bunun adı umut. Yeniden hayata başlamak ne güzeldi! Tamam, bitti dendiği anda nefesleri daha bir sağlam vermek insanın mutluluğu için yetmez miydi?

Bu sevinçle telefona sarıldı Şinasi Bey:

-Alo! Oğlum Okan! Annen gözlerini açtı oğlum, komadan çıktı.

Şaşkınlıkla cevapladı Okan:

-Annem hani iyileşmişti?

Okan'ın ne dediğini bile düşünmeden konuşmasını sürdürdü:

-Oğlum annen bu gün gözlerini açtı. Durumu iyi.

Okan da sevindi.  Babasının defalarca bir şey yok demesi zaten çok inandırıcı gelmemişti. Ama gurbette duyduklarına inanıp onunla yetinmek onu rahatlatıyordu.

Aslında annesi hiç aklından çıkmıyordu.  Sürekli onun için dua ediyor, iyileşmesi için her fırsatta yakarış içinde oluyordu. Çünkü o bir anneydi. Bütün her şeye rağmen kendisi üzerinde hakkı ödenemeyecek kadar çoktu.

Babasının sevinç anında söylediği gerçekler Okan'ı çok sevindirmişti. Her şeye rağmen iyileştiğini duymak güzeldi.

* * *

Artık Nebahat Hanım gün geçtikçe düzeliyordu. Her yeni gün çok küçük de olsa sağlığı açısından yeni gelişmeleri beraberinde getiriyordu. Konuşmasındaki sıkıntı, zorluk çekmesi belli etmemesine rağmen Nebahat Hanımı üzüyordu. Sadece bununla da bitmiyordu sıkıntısı. Yürüme ve hareketleri normalin dışındaydı.

Koskocaman Nebahat Hanımın içine düştüğü bu durum nasıl izah edilecekti?

Nebahat Hanım komadan çıktıktan sonra bir süre daha hastanede kalmış sonrasında hastaneden çıkmış, artık evinde kalıyordu.

Fizik tedavi görmeye devam ediyor, yeni hayatına alışmaya çalışıyordu. Görüntüsü sanki felç olmuş da atlatmış gibiydi. Kendisine içinde bulunduğu durumdan nasıl bu hale gelişini, yaşadığı bu gelişmelerin ilerleyiş hikâyesi anlatıldığında, sadece yüzünde acıyla yoğrulmuş bir gülümseme oluşuyor, hiçbir yorum yapmıyordu.

Evlerini sürekli komşuları Gülseren Hanım ziyaret ediyor, bir sıkıntısının olup olmadığını soruyordu. Yardım etmek için çabalayıp duruyordu. Nebahat Hanımı konuşmalarıyla yeni hayatına alıştırmaya çalışıyordu. Güler yüzü hiç eksik olmuyordu. Burcu’ya yardımcı olmaya çalışıyor, Esra ile arkadaşlık kurması için uğraşıyordu.

Her geldiği günde:

-Nebahat Hanım! Bugün daha iyisin, diyerek moralini yükseltmeye çalışıyordu.

Nebahat Hanım her defasında yüzünde oluşan acı gülümsemesine eşlik eden ne dediği pek anlaşılmayan konuşmaları eşlik ediyordu. 

-Her şey Allah’tan gelir. Sabretmek gerekir. İsyan etmek Müslüman’a yakışmaz.

Nebahat Hanım yine pek anlaşılamayan konuşmasıyla:

-Tabi, diyerek yavaş hareketlerle başını birkaç kez salladı.

İçinde bulunduğu durumdan rahatsızdı aslında. Çaresizdi; yapacağı bir şey yoktu tıpkı kaynanası Naciye Hanım gibi. Naciye Hanım da çaresizlik içinde kıvranıp durmuş, derdini anlatamamıştı. Nebahat Hanım tarafından sürekli itilip kakılmıştı.

Şimdi bulunduğu aciz durumda kendini itip kakacak birilerinin varlığı halinde nasıl bir hayatın olacağını belki de hayal meyal düşünüyordu.

Evet, evet pişmanlık duyuyor olması çok kuvvetle muhtemel. Çünkü bazen öyle dalıyordu ki, bu başına gelenlerin kendi yaptıklarıyla ilgili olduğunu, Naciye Hanımın ahlarının sonucu olduğunu aklından geçiriyordu.

Hele hiç adam yerine koymadığı, konuşmaya değmez bulduğu Gülseren Hanımın sanki kardeşten öte davranışları yok mu? Nebahat Hanımın gerçekleri anlamasını hızlandırıyor, yaptıklarından dolayı utanç duyuyordu. Kendisi nasıl davranmıştı; yaptıklarına karşılık komşusu Gülseren Hanım ne yapıyordu?

Nebahat Hanım konuşmalarında; komşuluk hakkının öneminden bahsetmesi, büyüklenmenin insanı insan olmaktan çıkardığını, kendini beğenen insanların, içinde bulundukları şeytanî yanıltıcı durumu anlamalarının geciktirdiğini ve sonucunun katlanarak kötüleştiğini anlatması, onun maziyi hatırlamak istemeyecek kadar unutma isteğini kamçılıyordu.

Okan'ın İngiltere’den annesiyle konuşma istekleri bir noktadan sonra önlenemez duruma gelmişti. Sonunda Şinasi Bey telefonun ahizesini Nebahat Hanımın kulağına dayamıştı.

Okan'ın hasret dolu sesi kulağında patladı:

-Alo! Anneciğim nasılsın? Geçmiş olsun.

-Sağ ol, diye cevapladı yine dilinin istediği gibi kullanamaması sebebiyle anlaşılamayan bir sesle.

-Allah acil şifalar versin anneciğim. Sabret bunlar da geçer.

-...

-Anneciğim!  Ne oldu? Neden konuşmuyorsun?

-... 

Okan annesini konuşma güçlüğü çektiğini anlayınca fazla ısrarcı olmadı.

Annesinin ağladığını ifade eden iniltiler duydu sadece.

Fazla üzmemek için:

-Annelerin sultanı! Bu da geçer inşallah. Sabretmek gerek. En kısa sürede bunları da atlatırsın. Sen güçlü birisin. Geçmiş olsun. Tekrar görüşürüz, diyerek telefonu kapattı.

Okan hemen arkasından dolmuş olan göz pınarlarının önündeki engelleri kaldırıp coşmasına izin verdi; ağladı.

Uzun süren ağlamasının arkasından kızarmış gözlerini sildi. Elini yüzünü yıkadı. Annesini aklından bir türlü çıkaramıyordu.

Babaannesini hatırladı. Annesinin babaannesine yaptıklarının cezasını çektiğini düşündü bir anda farkında olmadan. Naciye Hanım, Nebahat Hanımın dilinden neler çekmişti neler? “Ah annem ne vardı sanki bu kadar yüklenmeseydin?” Dedi. Daldı gitti geçmişe. Üzüntüsünü hafifletecek gülünç şeyler de geldi aklına…

Bir anda memlekete dönüp annesini görme isteği geldi aklına. Kalkıp bu düşüncesinin gerçekleşme imkânını araştırmak için kaldığı evden çıktı.

Umutlu bir şekilde döndü kaldığı yere.

 

 

 

g

 

 

 

TÜRKİYE’YE GİDİYOR

 

 

İşte olmuştu isteği. Türkiye’ye dönecek ve annesini görecekti artık.

Durumunu gözleriyle görmesi, derslerine yansıyan konsantrasyon eksikliğini giderebilirdi. Zaten içini kemiren bir kurt vardı. İnceden inceye içini boşaltıyordu. Sanki kanı çekiliyordu kimi zaman. Bu kurdun hayat damarlarını tıkamasına izin vermemeliydi. Sonuçta gideceği yer uçakla birkaç saatlik yoldu şunun şurasında. Annesini görmek, daldığı buhranlı ve buğulu hülyalardan alıp çıkaracaktı. Gerçekleri görmek onu bir anda gerçeklerle yüzleşmesini sağlayacak ve kendine getirecekti.

Annesinin durumunu az çok düşünebiliyordu. Ama nereye kadar? Ya düşündüğü gibi değilse? Ya çok kötüyse?

Onlarca soru peş peşe zihnini allak bullak ediyordu çoğu zaman. İşte bütün bunlar onu alıp bu noktaya taşımıştı.

Gidiyordu ya; bütün bu faraziyeler çözülecekti. Hem zaten çok özlemişti tanıdıklarını. Hele sürekli çekiştiği, kedi köpek gibi hırlaştığı kardeşi Burcu, burnunda tüter olmuştu.

Birden Deren aklına geldi.  Annesinin bu konudaki hassas yaklaşımını düşündü. Kendi kendine: “asla” dedi.

Annesinin Deren ile ilgili düşüncelerinin temelinde, Deren’in babasının zenginliği yatıyordu. Okan bu fikrin çok ötelerine geçmiş, farklı duyguların harmanlandığı gönül zenginliğine ulaşmıştı. İnsanların maddi varlıklarının çok önemli olmadığını benimseyip, insanlara insan oldukları için insanca değer verilmesi gerektiği düşüncesini yaşam biçimi haline getirmişti.

Hemen hazırlıklarına başladı, valizini topladı apar topar. Birkaç saatlik vakti vardı. Memlekete dönecekti. Birkaç parça hediye almak gerekiyordu. Sırtına aldığı valizi ile birlikte kafasına koyduğu mağazaya doğru yola koyuldu.

Havaalanına geldiğinde uçağın kalkmasına bir saatlik bir vakit vardı.

Birden heyecanlandı. Ne kadar özlediğini iyi anlamıştı. Hasret türküleri geçti aklından sırasıyla. Gurbette olmak zor geliyordu aslında. Lakin buna katlanmalıydı. Belki de yaptığı hataların affettirme yoluydu bu. Çalışması gereken dönemlerde yaptıklarını hatırlamak bile istemedi.  Ama insan hafızası bu: istese de istemese de hatırlıyordu işte.

Bir anda geçen zaman, uçağın kalkışıyla yeni bir boyut kazandı. Ailesine ulaşmak onlarla karşılıklı görüşmek onlarla kucaklaşmak… Annesinin durumunu gözleriyle görmek, hayalindekileri gerçekleriyle yer değiştirmek… Bunun için çok az bir zaman dilimi kalmıştı. Bunca yıl geçmişti. Saatlerle ifade edilen bir bölüm mü geçmeyecekti?  

Göğsünün solundaki tıpırtı artarak devam etti. Annesi için dua etti. Aldığı eğitim ve bilgilerin üzerindeki etkisi beliydi.  Daha olgun, daha mütevazı hâli her an ön plandaydı. Annesi de bunun farkına varacaktı. Belki yine oğlu Okan’ın yanlış yaptığını, kendi ifadesiyle “Onlardan uzak durması” gerektiğini söyleyecekti. Belki de o da değişmişti; hiçbir şey söylemeyecekti.

Uzun bir aradan sonra ailesine kavuşacak olmasının verdiği heyecanla vakit ne zaman geçmiş, ne zaman Türkiye’ye gelmişti, anlayamadı.

Babasının söyledikleri aklına geldi. Sabahın bu erken vaktinde hem beklememek, hem de evdekileri rahatsız etmemek için haber vermeden taksiye bindi. Bu sürpriz olacaktı.  Kapıyı çalacak karşılarına dikilecekti.

Okan apartmanın önünde bindiği taksiden indi. Şöyle bir baktı apartmanın yüksek katlarına doğru. Sabahın ilk ışıklarını arkasına alıp apartmanın giriş kapısından içeri daldı. Hemen asansörü çağırma düğmesine bastı. Beklerken annesinin kapıya çıkıp çıkamayacağını düşündü.  “İnşallah bir şeyi yoktur” temennisi tazelendi dilinde. Asansöre binip oturdukları kata çıktı.

* * *

İşte heyecanı doruk noktaya ulaşmıştı. Uzun aradan sonra ailesini yeni görecekti. En önemlisi de annesi. Durumu nasıldı acaba? Ya aklına gelenden çok fazlaysa yara, beresi.

Kendini son bir kez toparladı. Çeki düzen verdi üstüne başına. Parmağının ucu kapının ziline dokundu. Heyecanı artarak kapıya yapışmış bakışlarıyla bekledi.

Kapının açılışıyla çığlıklar yükseldi karşılıklı. Okan'ı karşısında gören Burcu  “abim” sözleriyle boynuna atladı. Sarıldılar. Ailede herkes Okan'ın geleceğini bekliyordu. Habersiz bir şekilde bu saatte karşılarına dikilmesi herkesin kanının hızını artırmış heyecan kat sayılarını çoğaltmıştı.

Bir süre kapı önünde öylece kaldılar.  Sonrasında babası geldi antreye:

-Vay vay, kimler gelmiş? Hoş geldin Okan!

Okan babasına doğru birkaç adım attı. Burcu Okan’ın omzundaki çantayı alırken, Okan babasının elini tuttu:

-Hoş bulduk babacığım, diyerek ellerini öptü hasret dolu bir şekilde.

Babası kucağına bastı oğlunu. Sıktı birkaç kez. Yanaklarından öptü hasret giderircesine. Sanki küçükken kokladığı günler aklına gelmişti de yeniden onun terle karışık kokusunu arıyordu.

Baba işte! Duygu karmaşası yaşasa da, oğlunun yaptıkları ve yapmadıklarıyla sevinse yada üzülse de kızsa bağırsa da çocuğunu görünce her şey yok sayılıp bambaşka duyguları yaşıyordu.

Gerçi Şinasi Bey de çok değişmişti çok. Önce annesinin vefatı… Annesine karşı olan tutumundaki yanlışlıklar… Arkasından hanımını Nebahat Hanımın başına gelenler… Onu bir labirent içinde yolunu arayan birinin titizliği ile hayatı yeniden sorgulamasına sebep olmuştu. Önceki halinden eser yok gibiydi sanki. Her konuda daha olgun, daha düşünceli, daha anlayışlı davranmaya özen gösteriyordu.

Bu kucaklaşmanın arkasından kafasını sürekli meşgul eden, hiç düşüncesinden çıkaramadığı annesini aradı gözleri. Öyle içten arıyordu ki, sanki annesinin nefesini ensesinde, yok yok içinde hissetti.

-Annem, dedi.

-Annen odasında, dedi Şinasi Bey.

Burcu  ile göz göze geldi bir an:

-Nasıl annem? Dedi.

Burcu  gayet sakin bir şekilde:

-Şükür.  Şimdi durumu çok iyi sayılır.

Koşar adımlarla annesine gitti. Kapıdan içeri daldığı gibi:

-Annelerin sultanı nasılsın? Geçmiş olsun, diyerek boynuna atladı.

Sarıldılar. Boynundan kalkmadı bir süre. Kalkmak istediğinde annesinin sıkıca sarıldığını hissetti.  Kendini annesinin kollarına bırakıverdi.  Sessizlik sürdü uzunca bir zaman. Sessiz ağlamaları da sessizliği bozamadı. Annesinin gözyaşları ıslattı omuzlarını.

-Ağlama anneciğim, diyerek sırtını sıvazladı annesinin defalarca.

“Ağlama” diyen Okan da ağlıyordu, tutamıyordu kendini.

Dakikalar geçtikten sonra Okan, annesinin kollarından yana kaymış, oturup annesini seyrediyordu.

Annesinin fiziki görüntüsü iç dünyasında fırtınalar koparmış, korku dolu düşünceler anaforuna tutulmuştu.

O narin bakımlı yüze ne olmuştu böyle! Nebahat Hanım güzelliğine söz ettirmez, öyle değme kişileri de beğenmezdi.

Harabeye dönen evin içinden çıkmış gibi bir yüz vardı. Dikişlerle toplandığı belliydi. Dikiş izleri belki hiç kaybolmayacaktı yüzünde. Yüzünün sol tarafı kasılmış gözü kısılmıştı. Darbelerin etkisiyle yüzünde kalmayan deriler belki de çekip uzatılmıştı…

Okan ilk yaşadığı bu şoku atlatmak istercesine annesiyle konuşuyordu:

-Anne! Maşallah çok iyisin çok.

Annesi Nebahat Hanım bu durumun alışmakta çok zorlanmıştı. Yeni yeni kabulleniyordu.

-Çok şükür, dedi konuşmada zorlanarak. Sanki kekeme birinin konuşmadaki zorlanması gibi. Yok, yok söylemekte zorlanma değil de sanki ağzına sığmayacak kadar şişmiş bir dili vardı da konuşamıyordu. Veya felç inmiş birinin konuşmasındaki boğukluk ve anlaşılmazlık vardı.  

Göz göze bakıştılar bir süre. Sadece gözlerin konuştuğu bu anda, düşüncelerindeki fikirler sanki bakışlardaki görünmez bir yolla akım şeklinde bir birine ulaştı. Bakışların çok şey değil, her şeyi anlattığı andı.

Annesinin bu durumu ile bundan aylar önceki hali arasında benzerlik kurmaya çalışan Okan, insanların başına neler geleceğini kimsenin kestiremediğini bir kez daha görmüştü işte. Kendi başına gelenler, hapishane hayatı, arkasından İngiltere… Ya babaannesinin ölümü; hiç unutamamıştı…

İnsan hayatının her an her şey olabilecek, şekilde sürdüğü kesindi. Neler olmuyordu ki, şu dünyada?

Annesi fazla konuşmuyordu. Aslında konuşamıyordu. Bu konuda çektiği sıkıntı gözlerinin derinliklerinde kaybolup yüzüne yansıyordu küçük dalgacıklar şeklinde.

Oğlu Okan'ın üzülmesini istemediğinden olsa gerek fazla konuşmuyordu. Her şeye rağmen yüzündeki gülücükleri eksiltmeme gayretiyle gülümsüyordu.

Artık nefeslerin sıklığı azalmış, kısmen de olsa herkes rahatlamıştı. Şinasi Bey havayı değiştirmek adına olsa gerek oğluna takıldı:

-Ee, söyle bakalım Avrupalı Okan! Oralar nasıl?

Annesinin durumunun Okan'ı üzdüğü belli oluyordu. İstemez bir tavırla cevapladı:

-İyilik babacığım, ne olsun?  Aynen hayat devam ediyor. Rahatım iyi.  Okula gidip geliyorum. Kitap okuyor, sürekli konferans ve panellere katılmaya çalışıyorum.

-Hepsi bu kadar mı?

-Babacığım ne bekliyorsun?

-Ne bileyim. Avrupalarda neler yapılmaz ki?

-Valla hayatım bu şekilde devam ediyor. Orada Müslümanlar arasında buradan daha çok samimiyet var. Hepsi aynı noktada buluşabiliyor.

-Onları geç.

-Baba hâlâ mı?

Babası sustu.

Aslında Şinasi Beyde de değişiklik vardı. Eski düşüncelerinin birçoğu yenilenmişti.

Artık komşunun ne demek olduğunu Azmi Bey ve Gülseren Hanım sayesinde öğrenmişti. Hele Gülseren Hanımın Nebahat Hanıma verdiği manevi destek maddi değerlerle ölçülmesi mümkün değildi. İnsanlığın ne demek olduğunu uygulamalı bir şekilde öğretmişti işte. Önceki düşünceleri ve yaptıklarından binlerce pişmanlık duyduğu aklının ucunda duruyordu. Unutmak istese bile bir olay, bir cümle, bir kıvılcım önceki yaptıklarını hatırlatıveriyordu.

-Sizleri çok özlüyorum, derken annesinin göğsüne yasladı başını. Annesinin yavaş hareket eden elleri başında gezindi bir süre.

-İyi misin oğlum? Dedi anlaşılması zor bir telaffuzla.

-İyiyim anneciğim sağlığım yerinde şükür. Önemli olan senin iyi olman. Maşallah sen de iyisin. İnşallah daha da iyi olacaksın.

-İnşallah. Senin iyi olman yeter, bizim ahımız gitmiş vahımız kalmış.

-Anne öyle deme! İnşallah eski haline geleceksin.

Annesi sadece sustu. Yine gözleri doldu. Yürüyemeyeceğini artık biliyordu sanki. Yürümedikten sonra ne yapabilirim ki, der gibi bakıyordu.

Okan annesinin gözlerinden süzülen yaşları elleriyle sildi. Tekrar boynuna sarıldı. Kokladı defalarca.

-Anneciğim sen tamamen iyileşeceksin, dedi fısıltılı bir sesle.

Kendi duygularını kontrol etmede zorlandı. Gözyaşlarının akışını engellemeye çalıştı.

Bu arada Burcu sabah kahvaltısı için mutfağa geçti. Arkasından da Okan mutfağa girdi.

-Vay vay ufaklık artık yemek yapmayı da öğrenmişsin ha!

-Aman abi! Benimle hâla uğraşıyorsun.

-Kızım sevildiğini de bilmiyorsun. Ee, nasılsın bakalım?

-İyiyiz bu şartlarda nasıl iyi olunuyorsa?

-Buna da şükretmek gerek.  Ölebilirdi de.

-Orası öyle ama, çok zor oluyor abi! Annemi o halde başkalarına muhtaç bir şekilde görmek beni kahrediyor.

-Nasıl oldu olay?  

Burcu, bazen duygulanarak bazen olayı yorumlayarak detaylarıyla anlattı. Okan da hiçbir anını kaçırmak istemezcesine nefesini tutarak dinledi.

Zaman zaman araya girerek soru soran Okan'ı cevapladı sükûnetle.

Burcu:

-Abi! En çokta ne zoruma gidiyor biliyor musun?

-Ne?

-Annemin bunca beraber olduğu arkadaşları vardı. Onların hiç birisi arayıp sormadı. Gelip ne haliniz var demedi.

-Normal.

-Nasıl normal?

-Nasılı mı var: onların ki arkadaşlık değil, eğlentiydi. Eğlendiler, yediler-içtiler, dedikodu yaptılar ve bitti. Bunun dışında bir yakınlık beklemek safdillik olurdu. 

-Bize komşuluğu Esra’lar öğretti. O beğenmediğimiz insanlar. Annemin burun kıvırıp azarladığı, adam yerine koymadığı Gülseren Hanım her gün annemin ihtiyacını sordu. Halen de devam ediyor. Bizi hiç yalnız bırakmadılar.

-Normal.

-Abi sen de her şeye normal diyorsun?

-Ama doğrusu bu: İnandıkları gibi davranıyorlar. Diğerleri de öyle; yani inandıkları gibi. Komşuluğun ne olduğunun farkındalar onlar. Gerçek komşuluk Peygamberimiz tarafından anlatılmıştır. İnandıklarının gereklerini yerine getiriyorlar.

Konuyu değiştirmek isteği konuşmalarından anlaşılan Okan:

-Annem bu durumundan dolayı çok üzülüyor mu?

-Üzülüyor mu demek, ne demek? Kahroluyor. Yerinden kalkamayışı, kalıbına sığmayan birinin iç dünyasını nasıl değiştiriyorsa; o kadar değişti. İlk zamanlarda kahretti her şeye.

-Babaannemi hatırladığı oluyor mu?

-Geçenlerde babaannemden bahsetti.

-Neler söyledi?

-Ona karşı yaptıklarından dolayı pişmanlık duyduğu belliydi.

Okan ağzının içinden mırıldandı:

-Allah'a şükürler olsun. Demek ki, değişmiş.

-Nasıl yani?

-Yaptıklarının yanlış olduğunu anlayıp pişmanlık duyması güzel değil mi?

-Deren’den bahsetmedi mi?

-Bunu düşünecek vakti olmadı belki. Ya da söyleme imkânı bulamadı. Ne o? Niçin soruyorsun? Hala düşünüyor musun?

-Asla! Onun gibi birini Allah korusun. Onun anlayışı ile benim düşündüklerim farklı şeyler. Aralarında ancak dik yamaçlardan inilerek ulaşılabilen uçurumlar var.

-Zamanında söylemiştim değil mi?

-Anladık işte kızım! Yanlıştan dönmek erdem değil mi? Toplumda kendi zevkleri için her şeyi mubah sayan düşünce yaygın olduğu sürece, bu insanlar çoğalarak varlıklarını sürdürecekler. Kötülüğü yaşam felsefesi hâline getirmiş olanların zulümleri, sadistçe düşünceleri elbette olacak. Onların düşünceleri eğlenmek, gününü gün etmek, her şeyi duyguları için kurban etmektir.

-Abi sen nelerden bahsediyorsun?

-Düşündüklerimi söylüyorum. Namuslu insanlar doğruları söyleme cesaretini kendilerinde bulmadıkları sürece, demir topuzlar olanca hızıyla kafalarına inmeye devam edecektir. Kötüler olmasaydı cehennemin ne anlamı olurdu ki? Cennette aynı şekilde düşünülebilir: yani iyilik ve iyiler için. Cemiyetin kokuşmuş arka yüzündekilerle ön planda olanların mücadelesi ve son. Mutlu son. Yaratılıştan beri var olan mücadele…

-Bunları annem duysa!

-Duysun, bunda ne sakınca var ki?

-Yok canım espri olsun diye söylüyorum. Zaten annemin de düşüncelerinde bir değişim, yumuşama olduğu kesin. Hele Gülseren Hanımdan çok etkilendi çok. Utançla karışık bir etkileşim… Yüzüne bakmakta tedirgin gözler ve yüzünde üzülmüşlüğün verdiği buruklukla…

Bu arada kahvaltı hazırlamadaki maharetini de sergilemiş olan Burcu,  abisinden övgüler aldı:

-Sen neymişsin be? Bu zarafet, bu incelik, bu maharet…

-Aman abi!

-Hiç mutfağa girmezdin de!

-Mecburiyet insana neler öğretmez ki?

-Seni alan yaşadı kızım.

-Aklın fikrin evlilikte, hayırdır?

-Yok bir şey canım.

-Aklından geçen biri varsa söyle de bilelim.

-Yok kimse.

Birlikte masaya kahvaltı için oturdular. Annesi masaya gelemiyordu. Okan kendisi yemeden önce annesinin çorbasını bir tepsiye koydu. Doğruca annesinin yanına girdi.

Annesinin çekik gözlerindeki ışıltı Okan'ın içini ferahlattı.

-Anneciğim! Haydi, bakalım yemeğini bu gün ben yedireceğim.

Annesinin başkasına muhtaç olmaktan dolayı duyduğu üzüntü, hızla hareket eden bir bulut gibi yüzünü kapladı. Kendi kendine “ben bu hallere düşecek biri miydim” diye içinden geçirdi. Sonra kendini topladı. “Kendine gel Nebahat” dedi. “Ne olduğun değil ne olacağın önemli. Ne olacağını düşünmek belki daha doğru” diye, kendi kendini teselli etti.

Tekrar gözlerinin içi güldü yüzündeki bulutlar hızla ayrıldı. Ne de olsa oğlu yanındaydı.

-Haydi bismillah, diyerek kaşığı doldurduğu gibi annesinin ağzına götürdü.

Annesi de kendine verileni zorlanarak ta olsa yavaş hareketlerle yutkunarak yedi.

Okan insanın bu acizliği karşısında düşünmeden edemedi. İnsan ne kadar da güçsüzdü böyle. Kendini doğurup büyüten birisi, aynı ilgiye şimdi kendi muhtaçtı. Bunun anlamı ne olmalıydı? Bu nasıl bir şeydi böyle? Kafası allak bullak oldu. Sonra yine o karmaşalarla örülmüş lâbirentten kendisine yol bulup aydınlığa doğru bir ışık hızıyla fırlayıp çıktı: Bu bir imtihandı herkes için: annesi, babası, kendisi, kardeşi ve daha nice düşünen beyinler için… Doğarken çok zayıf ve muhtaç… Başına gelen küçük bir sıkıntıdan dolayı yine zayıf ve muhtaç… Sonsuz güç ve kudret sahibi Allah’ın hikmetinden sual olunmaz…

* * *

Kahvaltıdan sonra komşuları Gülseren Hanım geldi her gün olduğu gibi. Bugün evdeki farklılığı görmemesi mümkün değildi:

-Bu gün nasılsın Nebahat Hanım, dedi pozitif enerji yayan yüzüyle. Sonra da Okan’a:

-Hoş geldin, dedi.

-Hoş bulduk Gülseren Teyze.

Kısa süren sessizliğin arkasından Gülseren Hanım:

-Haydi gözün aydın Nebahat Hanım!

Nebahat Hanımın yüzü yeniden aydınlandı, gözlerinin içi güldü.

-Sağ ol.

Okan söze karıştı:

-Gülseren Teyze, Burhan nasıl?

-Okuyor işte.

-İnşallah istediği şekilde okulu bitirip hayatını sürdürür.

-İnşallah. Senin okulun nasıl?

-Çalışıyorum işte elimden geldiği kadar.

Okan içinden Esra’yı sormak istedi. Vazgeçti. Aslında Burcu ne duruyorsun sorsana, der gibi baktı.

Okan yutkundu ve sustu.

Çalan kapı ziliyle Esra’nın geldiğini anlayan Burcu,  koşar adımla kapıya yürüdü. Çünkü annesinin kazasından sonra tıpkı Gülseren Hanım gibi, Esra da düzenli bir şekilde ziyaretlerine geliyordu.

Esra kapıda göründü. Okan kendini yokladı hafifçe. Esra’yı görmesi ile tüy hafifliğindeki silkinmesi bir oldu. Ne kadar da güzeldi Esra! Hele başörtüsü böyle mi yakışırdı insana? Kendini alamadı. Utandı gözlerini indirdi hedefinden.

-Hoş geldiniz, dedi Esra.

Okan sadece:

-Hoş bulduk, diyebildi.

Ay güzelliğindeki yüzü, hilal kaşla bütünleşince, kara gözlerindeki derinliğin anlamı bir başka oluyordu. Genç bir kız olmuş şekliyle Esra’yı tarif etmek oldukça güçtü. Tarifi zor olan bu yüzü zihnine kazıdı kare kare. Karşısında öyle bir güzellik vardı ki, anlatılması imkânsız. Yüz çizgilerindeki kusursuzluk, bakışlarındaki utangaçlıkla sanki görünmeyen bir âlemde bütünleşiyordu. Esintisi olmayan bir günde, berrak gökyüzündeki beyazın değişik tonlarında ve değişik şekillerde olan parçalı bulutlar, gökyüzünün koyu maviliği içindeki muhteşem tabloya nasıl yakışıyorsa; Esra’nın kara gözleri ve karakaşları, yanak ve alnının pürüzsüz beyazlığına öyle yakışıyordu.

Okan bu anda kendini kontrol etmeye çalıştı. Bir anda kendine bir şeyler olmuştu. Kendini alıp götüren bu duygu neydi? Nasıl bir psikolojiydi bu? Kendini çok uzak deryaların derinliklerinde hissetti.

Utangaçlıkla karışık bir hüzün kapladı içini. Ne olduğunu anlayamadı. Zaten anlamak da istemedi.

Bu güzellik karşısında herhangi bir istek ve heyecan veya zevk alma duygusu değil, altından kalkılamayacak kadar ağır ve bir o kadar da ezen bir hüzün sarmaladı tüm benliğini.

Bu güzellik karşısında tüm etkileyici duygulardan uzaklaşıp kendini hüzün deryasının ortasında bulmasına bir anlam veremedi.

Yok, yok bunlar gerçek olamazdı. Bu olsa olsa belirsiz, karmaşık, düş içinde yaşanan bir hüzündü. Yoksa bu onun kendine uzak oluşundan, ya da onu elde edemeyeceği düşüncesinden mi kaynaklanıyordu?

Birden kendine geldi. Neler düşünüyordu öyle. Önceden düşündüklerinin sonucu böyle bir duygu atmosferine mi girmişti?

Okan bir süre daha duygusal anaforda kulaç attı durdu. Bunun sonu yok gibiydi sanki. Bir an önce bu ortamdan kurtulması gerekiyordu.  Esra’da ilgisiz olamazdı. Bu kadar etkileşim karşılıksız kalamazdı. Bunun belirtisi sayılabilecek en küçük bir im bir işaret aradı Esra’nın yüzünde, utanmış kaçamak bakışlarla. Hiçbir belirti bulamadı. Tekrar kendi iç dünyasına döndü.

Evet gönlü akmıştı o yöne. Geri gelir miydi? Bunu zaman gösterecekti elbette.

Gülseren Hanım:

-Okan! Oralar nasıl? Yaşantıları adetleri falan…

İçinden “iyi ki soru sordun” diye geçirdi. Birkaç kez yutkundu:

-Gülseren Teyze! Farklı. Çok farklı; inançları, yaşantıları, yemeleri içmeleri bile… Ama ben Müslümanların içinde yaşıyorum. Okulun dışında sürekli onlarla birlikteyim. Birlikte okuyor birlikte yaşıyoruz. Bize inancımızı anlatan, kuvvetlenmesi için didinen, inançlarımızı nasıl yaşayacağımızı gösteren ve bunun için kendilerini vakfetmiş kişiler var. Allah onlardan razı olsun. Onların sayesinde kimliliğimizi ve inancımızı unutmadan hayatımızı daha bilinçli bir şekilde sürdürmeye gayret ediyoruz…

Okan içinden geldiği gibi anlattı oradaki yaşantısını.

Gülseren Hanım Okan'ın anlattıklarını dikkatle ve ilgiyle dinledi. Sonra da kendi oğlu aklına geldi:

-Burhan da aynı şeyleri anlatıyor: “Bu yolda kendini adamış insanlar var. Onların sayesinde yaşayıp gidiyoruz. Allah onlardan razı olsun? Onların sayılarını artırsın.”

Sanki az önce sorduğunu unutmuş gibi tekrar sordu:

-Burhan nasılmış?

-İyi şükür. Derslerine çalışıyor. İnşallah okulu bitirir.

-Bitirir. Burhan akıllıdır. Burhan’ı her zaman sevdim. Gerçekten iyi bir insan.

-O senin iyiliğindir oğlum.

-Allah razı olsun Teyze.

Okan bunları konuşurken sıkıldığını hissetti. Esra’nın oradaki varlığı Okan’ı etkilemişti. Eskiden böyle duyguları yaşamazdı Okan. Ne olduysa hapisteki günlerden sonra olmuştu. Kendindeki bu değişikliklerin farkındaydı zaten. Burhan’a benzemeye başladığını düşündü. İçinden “keşke onun kadar güzel ahlaklı biri olsam” dedi.

Nebahat Hanım her zamanki gibi Gülseren hanıma minnettarlığını ifade eden cümlelerle:

-Teşekkür ederim, dedi. Sen olmasan işimiz zordu. Sağ olasın. Allah senden razı olsun.

Okan annesinden duyduklarıyla tekrar eskiye döndü. Geçmiş yıllara doğru. Annesinin, Deren için ne kadar uğraştığını, gülümseyen yüzüyle aklından geçirdi. Bu konunun kapandığını hissetti.

Gülseren Hanım her zaman ki nezaketiyle:

-Ne olacak! Şunun şurasında komşuyuz. Komşuluk her şeyden önde gelir. Komşu hakkının ödenmesi güçtür…

-Olsun ben sizden öğrendim insanlığı, iyiliği, anlayışı ve komşunun ne demek olduğunu…

-Biz kalkalım artık, Okan’la birlikte konuşacaklarınız vardır.

-Yok canım oturun.

-Teşekkür ederim. Biz sonra yine uğrarız.

Gülseren Hanım Okan’a dönerek:

-Ne zaman gidiyorsun oğlum.

-Nasip olursa yarın inşallah.

-İyi işte bak, hazırlık yaparsınız.

-Önemli değil Gülseren Teyze, oturabilirsiniz.

-Yok yok oğlum siz yalnız kalın, konuşacaklarınız vardır.

Okan'ın utangaç gözleri Esra’yı süzdü. Gözlerini başka yere kaydırdığında Esra ve annesi kapıya yönelmişti.

* * *

Okan annesinin yanına oturdu. Ağarmış saçlarını eliyle tarayıp düzeltti. Yanaklarını avuçlarının içine aldı:

-Annelerin sultanı, dedi.

-Yine başlama yağcılığa.

-Ne yağcılığı annem benim. Anne hakkı ödenir mi? Sen benim için çok önemlisin. Cennet yolu sensiz olmaz annem.

Bu söz Nebahat Hanımı alıp derinlere götürdü:

-Bunu anlayamadım ben, dedi ağzının içinden.

Okan üzülmesini istemediği için, hangi konudan bahsettiğini anladığı halde hiçbir şey söylemedi. Nebahat Hanım duramadı. Konuşmasını sürdürdü:

-Çok yanlış yaptım. Öyle davranmamalıydım. Hatanın telafisi olmayanını işledim. Üzülüyorum. Kahroluyorum. Ah şimdi olsa da yüzlerce, binlerce kere af dileyip, özür dileseydim. Çok geç artık…

-Annem Allah'tan af dile. Ona dua et. Tövbe umuttur, kurtuluştur, yöneliştir, teslimiyettir…

Sessizlik oldu bir anda. Kimse konuşmuyordu. Nebahat Hanımın gözünden süzülen bir kaç damla yaşı Okan elleriyle sildi. Annesinin yaptıklarından dolayı pişmanlık içerisinde kıvrandığını görmesi kalbindeki rahmet kıvrımlarını açtı. Annesi için dualar sıraladı içinden.

Nebahat Hanımın kendi sıkıntısı içinde bile kaynanası için yaptıklarından dolayı hüznünü gizlememesi, gerçek pişmanlık içinde olduğunun ispatıydı. “Son pişmanlık fayda vermez” sözü burada geçerli miydi, bunu anlamada zorlandı. İnşallah Allah affeder, düşüncesi Okan'ı rahatlattı.

Konuyu değiştirmek için:

-Burcu’yu isteyen yok mu anne, dedi.

Burcu  her zamanki tepkisini herkesten önce ortaya koydu:

-Sen kendine bak!

-Tamam kızım, sana da laf demeye gelmiyor ha!

-Ama doğru değil mi abi?

-Eee?

-Ne eee’si? Evleneceksin işte. Artık bir İngiliz mi olur yoksa?

-Yoksa ne?

-Belki de Esra.

Yine bir sessizlik oldu.

-Tamam, sizinle de konuşulmuyor.

Annesinin elleri Okan'ın ellerine uzandı. Avuçlarının içine aldığı Okan'ın elini hafifçe dermansız bir şekilde sıktı:

-Bunların hepsi olur. Sen okumana bak. Hayırlısı olsun. Zamanı gelince her şey olur gider.

-Doğru söylüyorsun annelerin sultanı. Bazı şeyleri zamana bırakmak lazım. Ben yarın gideceğim ama gözüm arkada kalacak.

-Sen okuman bak oğlum. Ben iyiyim. Bu günüme şükür, daha kötüsü de olabilirdi.

-Annem benim. Ne kadar güzel söylüyorsun: şükretmesini bilen için gam,  keder zarar veremez. Allah’ım en kısa sürede inşallah hayırlı şifalar ihsan eder.

-Amin.

Burcu  söze karıştı:

-Zaten annem çok iyi. İnşallah daha da iyi olacak.

-Benim Annem, annelerin kraliçesidir. Güçlüdür bunların hepsini atlatır.

Bu sözler Nebahat Hanımın yüzünde gülücük kırıntıları oluşturdu:

-Sizi numaracılar sizi, dedi Okan'a ağır hareketlerle dönen Nebahat Hanım:

-Oğlum çık biraz dolaş.

-Önemli değil anne! Ben senin için geldim.

-Olsun sen yine de çık dolaş. Hasret giderirsin.

Annesinin yüreğinin ne kadar yufkalaştığını gören Okan, sevincini gizlemedi. Işıl ışıl gözleri annesinin yüzünde gezindi. Eğildi yanaklarından öptü:

-Madem öyle biraz dolaşayım bari, diyerek kapıdan çıktı.

* * *

Niyeti hapishane arkadaşı Musa’ya gitmekti. Yolda karşılaştıkları tanıdıklarla selamlaştı. Ayaküstü kısa hasbıhallerde bulundu. Önceden birkaç defa gittiği Musa abisinin dükkânına doğru yürüdü.

Büyük neon ışıklarıyla süslü bir galerinin önünde durduğunda, heyecanı yüzüne vurdu. Sanki yüzünde bir ateş vardı da kulaklarına doğru yürüyordu. Zaten aşırı heyecanlandığında hep böyle olurdu. Dükkânın sağ köşesindeki büroya doğru yöneldi. Kapıdan içeri adımını atar atmaz, büro olarak bölünmüş yerde oturan birkaç kişi ayağa kalkıp kapıda karşıladı. Bunların en başında Musa vardı. Çok şaşırdığı yüz ifadelerinden belli oluyordu. Kafasında bir sürü soru belirdi. Acabalara kendi kendine cevap bulmak mümkün değildi. Mutlak dinlemesi gerekiyordu. Okan geldiğine göre anlatacağı bir şeyler olmalıydı. Yoksa bu dönemde Türkiye’de olması ve şu anda galeriye gelmesinin bir sebebi olmalıydı.

Kucağını açtı ve Okan'a doğru yürüdü:

-Sevgili kardeşim Okan, hoş geldin. Seni hangi rüzgâr attı buraya?

İki eski arkadaş hasretle sarıldılar birbirine. Uzamış, ayrı kalınmış ayları birleştirmek istercesine sarıldılar. Orada bulunan diğerleri ile de hoş beşten sonra Musa sevgi dolu gözlerini Okan'a dikti:

-Maşallah, seni çok iyi buldum.

-Sağlığım yerinde şükür.

-Siz de çok iyisiniz abi. Sakalınız da çok yakışmış.

-Allah razı olsun. Hayırdır inşallah!

-Hayır abi! Annem için geldim.

-Ne oldu? Bir yaramaz durum yoktur inşallah.

-Çok şükür şimdilik iyi.

-Ne olmuş?

Okan annesinin durumunu anlattı. Musa her zamanki sabrıyla sonuna kadar dinledi.

Okan anlattıkça, sanki kendi yakınıymış gibi yüz hatları değişti. Üzüldüğü belliydi.

-Ah Okan ah! Keşke haberimiz olsaydı. Yalnız bırakmazdık. Moral açısından destek olurduk…

-Abi bana da gerçeği sonra söylediler. Herhalde üzülmemi istemediler. Şimdiki durumunu öğrenince de hemen geldim.

-Allah acil şifalar versin.

-Amin.

-Biz de ziyaret edelim.

-Siz bilirsiniz abi.

-Başka ne var ne yok?  İngiltere nasıl?

-Allah razı olsun. Sayenizde bu hâle geldim. Derslerimi aksatmadan diğer faaliyetlere de katılamaya gayret ediyorum. Bana çok şey öğretiyor. Gerçekleri öğrendikçe bu dünyada neden yaşamam gerektiğini şimdi daha iyi anlıyorum. Hedefimi, ufkumu geniş bir yelpazede değerlendirme imkânını buluyorum. Kitap okuyorum sürekli. Önceki hayatımı unutmak istiyorum.

-Sen şu anki durumuna bak. Seni Allah’a götüren yolu bulmuşsan; mesele yok.

-Çok şükür abi. Dua edin benim ve tüm Müslümanlar için.

-Allah hakkımızda hayırlısını nasip etsin.

Çaylar birbirini takip etti. Muhabbet iyice koyulaştı. Ama Okan için dönüş vardı. Bunun için kalkması gerekiyordu:

-Abi izninizle kalkmam gerekiyor. Ancak hazırlanırım.

-Elbette.

Okan, Musa ve diğerleriyle, kardeşler arasında olacak bir samimiyet ve sıcaklıkla, sımsıkı kucaklaştı.

Tekrar görüşmek temennisiyle ayrıldılar. Hapishanedeki günlerini hatırladı Okan. Musa’nın kendisine kazandırdıklarını… Düşüncelerinin nasıl değiştiğini… Yol haritasındaki işaret ve işaretçilerin farklılaştığını… Düşünce atmosferinin nasıl yön değiştirdiğini…

* * *

Yürürken bazen hüzünlendi nur yüzü, bazen kapkara hüzün bulutlarıyla boyandı. Ağzından duygularını anlatan sözler dökülüverdi:

 

Neydim ben demektense, ne olacağımı düşünmektir            doğrusu,

Dün nasıl düşünüyordum, bugün neler konuşuyorum?

Dünyayı eğlenceden ibaret sanırken, değilmiş meğer.

Anladım mutluyum şimdi, sınırsızca huzur doluyor içim…

 

Bir kız için değer miydi? Bir başka cana kastetmek?

Değmediğini anlamak için yıllarca beklemek

Akıllı insan için zül değil midir, bunca beyhude ömür?

Anladım mutluyum şimdi, sınırsızca huzur doluyor içim…

 

Kendimi mutlu sandığım yıllar, sadece kendimi aldatmışım,

İçtiğim yasaklar beni alıp götürmüş, benliğim kaybolmuş,

Oyalanmışım bataklıkta, debelenmişim kokuşmuş çamurda.

Anladım mutluyum şimdi, sınırsızca huzur doluyor içim…

Bir Musa çıkıp gösterince, yaratılışta var olan duyguyu,

Sarmaladı benliğimi, hasretle beklediğim sanki yıllarca

Ukbaya yol alan dünya yolculuğundaki yapacaklarımı

Anladım mutluyum şimdi, sınırsızca huzur doluyor içim…

 

Evlerine geldiğinde, önceki yaşadığı günleri hatırlamanın burukluğu yüzünde yansıdı. Annesine bu yüzle bakmanın doğru olmayacağının bilinciyle kendini toparladı. Yüzündeki güzellik yansıması ışıkla annesinin yanına girdi.

Annesi hasretini giderecek her davranışı esirgemedi oğluna karşı. Zaten bunu bekliyormuşçasına rahatladı belki bir manada. İçinde gizlediği evlat sevgisini, hareketleriyle hoyratça sergiledi. Sarmaş dolaş oldular yine. Annesinin konuşurken zorlanması Okan'ı üzüntü içinde kıvranmasına neden oluyordu. Allah'tan gelmişti ve çaresiz gereken yapıldıktan sonra sonucunu Allah'tan beklemek gerekiyordu. İçinden “kader” dedi. Bir kez daha “daha kötüsünün de olabileceği” düşüncesi geçti. Yutkundu, sustu.

Annesi Nebahat Hanım İngiltere ile ilgili bilgiler sordu:

-Rahat mısın? Sıkıntın var mı?

-Çok iyiyim annem, beni hiç düşünme. Sanki kendi evimdeymişim gibi rahat. Çok iyi oldu gittiğim. Her şeyim yenilendi, düşüncelerim bile. Bana çok sahip çıkıyorlar. İlgilenenlerin sayısı az değil.

Annesi önceki zamanlarında olsaydı şimdiye çoktan:

-Sus! Yine onlardan bahsetme, diyerek başlayacak ve rahatsızlığını ifade edecekti. Ama şimdi hiçbir şey söylemiyor, oğlunun rahat olması onu rahatlatıyordu. Yaşadığı kaza sebebiyle mi veya ölüme yakın olduğu için mi sıkıntılara göğüs germenin ancak inançla kolay olduğunu anlamsından mıdır, hiç itiraz etmediği gibi sanki teşvik ediyor gibiydi.

Akşam şen şakrak geçti. Konuşmalar hep Nebahat Hanımın moralini yüksek tutmak için yapılıyordu.

Sabah erkenden kahvaltı sofrasında buluştular. Okan annesinin bulunduğu odada kahvaltı yapılması için gerekli düzenlemeyi yaptı. Yine annesinin kahvaltısını elleriyle yaptırdı. Kahvaltıdan sonra vedalaşıp İngiltere’ye dönecekti.

Annesiyle vedalaştı sarıldılar sımsıkı. Annesi bırakmak istemezcesine ayrılmadı uzunca zaman. Sonra sesi titredi eline sarıldı annesinin. Öptü öptü…

Annesi:

-Hakkını helal et oğlum, ölümlü dünya.

Okan neye uğradığını şaşırdı. Kurşun yemişe döndü. Ne diyeceğini bilemedi. Yoksa annesi içinden bir şeyler mi hissediyordu?  

-O ne demek anne! Benim ne hakkım olabilir ki? Sen hakkını helal et annem benim. Hayırdualarını eksik etme. Annelerin duası olmazsa çocuklarının işi rast gitmez annem.

 

Hasret türküsüdür zihnimin kıvrımlarına inen,

Kavuşmayı özleyip alev alev içten yiyen…

Bir gün bu da son bulur, çıkarız düze,

O gün birlikte yürürüz hakikate el ele. 

 

Burcu  her zamanki muzipliğiyle:

-Ooo! Abi şair oldun ha?

-Kızım ben zaten şair ruhlu adamım. Bunu bilmiyor muydun?

-Ne bilelim belki de seni şair yapanlar vardır, ne dersin?

-Boşuna uğraşma kızım, hiçbir şey yok.

-Neyse.

 Çocuklarının bu tatlı çekişmeleri, anneleri Nebahat Hanımı yüzündeki yara izlerini gizleyecek kadar güldürdü.

Annesinin yüzünün gülmesi Okan'ı mutlu etti ve vakit geçirmeden “allahaısmarladık” diyerek babasıyla birlikte ayrıldı.

Babasının arabasında konuştular iki dost gibi. Zaten babası önceden de oğlunu çok yakın davranır, onun özgürce davranması için her şeyi mubah sayardı. Bu sebepten babasıyla konuşmak, Okan için çok rahattı. Ama şimdi babasına olan bakışı ve düşüncesi çok daha yoğun çok daha candandı. Çünkü babasının hayat anlayışında farklılığı görmüş, önceki düşüncelerinin çok daha uzağında yeni fikirleriyle seviniyor, onun daha çok inançlarıyla yoğrulmuş bir hayatı olmasını istiyordu.

Yolda giderken konuşmalar, yine Okan'ın istediği gibi gelişti. Babasını önceki yaptığı hataları yapmaması gerektiği hususunu, babaannesi ve annesinin yaşadıklarını örnek vererek anlattı. Babasının, annesi ile ilgili sözlerden sonra derinlere dalıp gittiğini görünce, babaannesine yaptıklarından dolayı perişan duygularla pişmanlık havuzunda kaybolduğunu düşündü.

Babasının üzüntüsünü gidermek için:

-Babacığım! Önemli olan yapılan hataları devam ettirmemektir. Yüce yaratıcıya tövbe edip ondan af dilemek gerekir.

-Anladım oğlum. Biraz geç oldu ama anladım sonunda gerçeği, hakikati. Allah beni inşallah bu yoldan ayırmaz. Çok pişmanım. Keşke annem şimdi yanımda olsa, onun yolunda köle olsam, yollarına paspas olsam… Ama olmuyor işte. İş işten geçti.

-Öyle deme baba!  Onun için dua et.

-Unutmuyorum ki oğlum. Aklımdan çıkmıyor desem yeridir. Pişmanlık fayda verir mi? İşte pişmanım hepsi bu…

Babası ile olan konuşması samimi bir çerçevede devam ederken ayrılık vakti gelip çattı. Okan babasının elini öptü. O da sımsıkı kucakladı oğlunu, uzun yılların hasretini yok etmek istercesine… Vedalaştılar tekrar görüşme dilekleriyle gözlerine odakladılar buluşma gününü…

Artık rahattı. Çünkü annesinin durumunu görmüş, meraktan kurtulmuştu.

Üzülmüştü. Annesinin durumu çok iyi değildi. O hareketli cevval Nebahat Hanım yoktu artık; yıkılmıştı belki de çökmüştü. Dünyaya bağlı kalmasını sağlayacak ümit ve inancı son zamanlarda artmıştı. Bu sebeple ilk zamanlarına göre daha rahattı.

Nebahat Hanım kırgındı; arkadaşları onu arayıp sormadılar, neyin var bile demediler. Artık durumuna alışmıştı; yaptığı yanlışların neticesi olarak cezalandırıldığı düşüncesine kapılmıştı. Ümit dolu oluyordu; kızını ve oğlunun mürüvvetini görmeyi arzuluyordu, üstelik önceki düşündüklerinden uzakta, zenginlik hayaliyle malına mal katmayı düşünmeden.

Okan için bir hedef vardı; çalışıp okulunu iyi yetişmiş biri olarak bitirmek ve ülkesine dönüp ana-baba ve vatanında tanıdık ve dostlarıyla dostluk içinde hayatını idame ettirmek…

 

 

g

 

 

 

ESRA, BURCU VE DİĞERLERİ

 

 

Beş yıl sonra…

Nebahat Hanımdaki kısmi iyileşme Okan'ın beklediği gibi olmasa da tüm ailede memnunluk ifade ediyordu. Artık kendi başına işlerini zorlanarak ta olsa görebiliyordu. Zaman zaman Baston kullanmak zorunda kalması, onu üzüntü deryasında ufuksuzluk içinde ümitsizliğe sevk etmiyordu. Bulunduğu duruma alışmıştı. Konuşmasındaki zorlukları tam aşabilmiş değildi. Sürekli fizik tedaviler neticesinde ancak iyileşme buraya gelebilmişti. Zaten doktorların ifadesi de bu yöndeydi.  Çünkü beklentilerin çok üzerinde bir iyileşme olduğunu ifade ediliyordu.

Şinasi Bey, Nebahat Hanımın iyileşmesi için bütün gücüyle uğraştı. Tabiri caizse bütün servetini döktü. Kıyamadığı sürekli sayıp durduğu paracıklarının harcanması gerektiği gerçeğini anlamıştı.

Burcu üniversitede öğretmenlik eğitimi alıyordu. Öğretmenlik yapacağı günleri hayal edip duruyordu. Annesi ile olan ilişkilerinde gençliğin verdiği bazı çıkışların dışında gayet güzel devam ediyordu. Hoppalıktan uzakta anlayışlı bir yapısı vardı. Annesinin en çok kızdığı sözlerinden birisi:

-Ben sizin annenize yaptığınızı yapmayacağım. Yanlışlarınızı gördüm çok üzüldüm. Ben asla senin yaptığını yapamayacağım… Sözleriydi.

Nebahat Hanım bu sözü duyunca çoğu zaman sessiz kalıyor, yaptığı yanlışın farkına vardığını belli ediyordu.

Burcu’nun en iyi arkadaşlarından biri Esra olmuştu. Onunla dertleşir onunla sevinir, onunla konuşurdu. Esra evlerine sık sık geliyor, birlikte oluyorlardı. Esra, Burcunun istemesi ile Kuran öğretmişti. Çoğu zaman Kuran okumayı geliştirmek için birlikte çalışırlardı.

Esra liseden sonra üniversite okumuştu. Artık oda bitirmişti okulunu. Öğretmenlik yapacağı günü bekliyordu. Ama kendini bekleyen sıkıntının farkındaydı. Başörtüsü problemi… Başörtüsü ile öğretmenlik yapamayacağını düşündüğü için kendine göre bazı hesaplar yapıyordu. Hesabın nasıl gerçekleşeceğini bilemiyordu. Sadece bekliyordu, sadece bekliyor…

Kendinin açığa çıkarmadığı hesapları vardı: evlilik. Gerekirse çalışmamayı düşünüyordu. Aldığı eğitim, düşünce yapısı bunu gerektiriyordu. Kendince insanlara faydalı olmanın yollarını araştırıyor, ancak bu şekilde sıkıntılarını unutabiliyordu. Bunca yıl eğitim almıştı ama bunun meyvesini devşirme imkânı bulamıyordu. Aslında iyi dayanıyordu bu duruma. Zaman zaman kendini oyalıyordu. Bulduğu herkese inancını gereklerini anlatacak, böylece faydalı olacaktı. Dernekler, vakıflar hizmet bekliyordu. Bilgiliydi, dinini öğrenmişti ya; bunun gereklerini yerini getirmesi gerekiyordu. Bu onun için önemliydi.

Kafasını kurcalayan onca problem vardı, bitmezdi elbette. Kendisiyle evlenmeye talip olanların var olduğunu duymaya başlamıştı bile. Sorulduğu zaman hayırlısı deyip geçiştiriyordu. Sanki kalbinin derinliklerinde, ılık esen bir rüzgâr ona bir isim söylüyordu durmaksızın.

Bu ismi düşünüyor, isteyip istemediğini sorguluyordu peyderpey. Aslında onun da kendisine olan ilgisinden tamamen bigane değildi.

Nebahat Hanım oğluna evlilik konusunda artık baskı yapmıyordu ama görüştüklerinde kendisinin evlenme zamanı geldiğini hatırlatmaktan da geri kalmıyordu. Oğlunun cevabı kendisini mutlu edecek şekilde olmuyordu. Hayırlısı anne, deyip konuyu değiştiriyordu. Annesinin “Deren” baskısı biteli yıllar olmuştu. Deren ile evlendirip malına mal katmayı artık söylemiyordu.

Hiç beğenmediği, insan yerine bile koymadığı komşularından gördüğü yakınlık, sıcaklık, insani ilişki Nebahat Hanımı susturmuştu. Gülseren Hanım onun gözünde eşsiz değerde bir insandı; pırlanta. Yok, yok eşi benzeri bulunmayan nadide bir insandı, melekti, evet melekti. Onu gördükçe, birlikte olduklarında kendisine gösterdiği davranışı, saygıyı, konuşmasını getirip İslam bağlaması yok muydu? Kendi insanlığından utanır bir hâle geliyordu. Müslüman olduğunu hatırlamaya çalışıyor, utancından yerin dibine giriyordu nerdeyse. Kendi yanlış hayatını düşünüp, aydınlığa götüren yolun Gülseren Hanım ile birlikte olacağına inanmaya başlanmıştı. O kötü durumunda, hiç tiksinti duymadan kendinse yardımdan geri kalmayan bu kadının tavrı, kaynanasına yaptıklarını yeniden düşünmesini sağlıyordu. Ah neler yapmıştı öyle!

Hayatın oyun ve oynaştan ibaret olduğunu anlaması çok uzun sürmüştü çok. Ne vardı sanki kaynanasında? Tertemizdi, düzenli üstelik anlayışlı…

Bir türlü barışık yaşamayı düşünemedi. Ne olurdu sanki “annem” diyebilseydi. Söyledikleri yanlış mıydı sanki? Kızım kıyafetinize, harcamanıza, davranışınıza dikkat edin. Allah'a şükredin. Namazınızı kılın…

Bu duygular onu Esra’ya yöneltmişti. Oğluyla evlenmesini gizliden gizliye istiyordu. Ama bunu hiçbir zaman söylemedi, söyleyemedi. Kim bilir belki de önceki düşünceleri bunları söylemesine izin vermiyordu.

Gülseren Hanımı anlatmaya gerek yok zaten. O, anlayışın, tahammülün, güzel davranışın ta kendisiydi.

 

 

 

 

g

 

 

 

İŞ VE EŞ

 

 

Okan üniversiteyi tamamlamış bilgisayar mühendisi olarak yurduna dönmüştü. Türkiye’de yaşamayı düşünüyordu. Kendi ailesine, kendi milletine hizmet etmek istiyordu. Kendini iyi yetiştirmişti. Orada İngilizlerden birçok teklif almış, hepsini bir anda geri çevirmişti.

Artık onun için yeni bir dönemin daha başlangıcıydı. Annesi Nebahat Hanım Okan'ın evlenme isteğini bekliyordu. Bunun için sürekli:

-Oğlum yaşını başını aldın, artık evlensen.

-Tamam anne inşallah bakarız, cevabı gelirdi.

Bu defa farklı oldu:

-Anneciğim önümüzdeki haftaya kadar sabret.

-Ne olacak önümüzdeki hafta.

-Sana kiminle evleneceğimi söyleyeceğim.

-Önümüzdeki haftada ne değişecek ki, öyle söylüyorsun?

-İş görüşmesi anne!

-Hayırdır? İş mi kuruyorsun?  

-Evet. Arkadaşlarla birlikte.

-Kim onlar, tanıyor muyuz?

-Evet. Musa Abim.

Annesinin yüz ifadesinde öncekilere benzer bir durum ortaya çıkmadı. Bunca yapılandan sonra Musa’nın iyi biri olduğu kanaatine ulaşmıştı herhalde.

-İyi düşündün mü?

-Neyi?

-Ortaklığı.

-Elbette anne. Ben kendimden daha çok onlara güveniyorum. İşi onlar kuruyor, ben de ortak oluyorum. Tabii babam yardım etmesi gerekir.

-Orası halledilir. Ama bak evlenme sözünde duracaksın!

-Elbette annem. Haftaya söyleyeceğim.

-Bir ip ucu.

-Hayır. Bir hafta sabredeceksin.

-Ama oğlum.

-Anne sabııııır.

-Haftayı sabırla bekleyeceğim.

-İnşallah iki iş birden olur.

-İnşallah.

Okan heyecanla çıkıp gitti. Okan giderken annesi arkasından kiminle evlenmek isteyebileceğini düşündü. Geçmişin külleri arasında kalan, Deren aklına geldi. Olabilirliğini düşündü uzunca. Oğlunun şimdiki dünya görüşüyle bağdaşamayacağını bildiği için, olmayacağı düşüncesi hâkim oldu zihnine. Sonra yakın tanıdık, eş dost çocuklarını bir bir aklından geçirdi. Bu arada, Esra konusunda fazla yorum yapmadan geçiştirdi. Kendi kendine “olabilir” dedi.

Şunun şurasında ne kalmıştı. Bir hafta…

* * *

Bir hafta dediğin nedir ki, işte geçip gitmişti. Akşamüstü Okan sevinç çığlıkları ile girdi eve. Kapıdan adım atar atmaz:

-Anne! Müjde! Şirketi kurduk. İş hazır yarın açılış yapacağız. Yazılım ve bilgisayar programları üzerine çalışacağız. Tüm hazırlıklar tamam.

Annesi, işten çok kiminle evlenmek isteyeceğini merak ediyordu.

-Çok iyi. İnşallah başarılı olursunuz.

-Anne ne demek? İnşallah piyasanın en başarılısı biz olacağız. Çalışacağız. Hedeflerimizi gerçekleştireceğiz. Biz de hizmet edeceğiz.

Okan'ın bu son cümlesine takılan annesi, aklına gelen şeyi mi kastettiğini sormak istedi ama vazgeçti. Parayı kazanınca “hizmet için başkalarına harcayacaksa harcasın fikriyle”, sustu.

Hemen vakit geçirmeden konuyu değiştirmek adına Okan'a sordu:

-Verdiğin söz vardı.

Okan bilmezlikten gelerek sordu:

-Ne sözü?

-Annesi ciddileşen yüzüyle Okan'a sertçe baktı.

Okan dayanamadı:

-Tamam anne tamam. Şaka yapıyorum.

-E o zaman söyle de beni çatlatma.

-Anneciğim bu iş çok ciddi bir şey, bir ömür boyu anlaşabileceğin birini bulmak gerekiyor.

-Oğlum onları geç. Buldun mu onu söyle.  

-Aslında çok düşündüm. Belki de haftalarca. Hatta bu gün istemeye gidelim bence.

-Oğlum ilk önce kim olduğunu söyle ki, sonra bakarız.

-Söyleyeceğim annem.

Bu arda kapının zili çaldı. İkisi de göz göze gelip bakıştılar. Kim olabilir ki bu saatte diye baktılar kapıya. Okan kapıya doğru yürürken:

-Söyle de öyle git oğlum.

-Bir dakika anne kimmiş bakalım.

Okan'ın kapıyı açması babasıyla karşı karşıya gelmesi aynı anda oldu.

Babasına:

-Babacığım müjde! İşi bu gün kurduk, yarın açılışı yapacağız.

-Aslan oğlum benim, kimin oğlu canım?

Birlikte yürüdüler annesine doğru. Biri sağına diğeri soluna oturdular. Annesinin zihnindeki sorunun cevabını acele olarak beklediği, gözlerinden belli oluyordu.

Okan:

-Tamam, söylüyorum, demesiyle annesi birazcık doğruldu. Gözlerinin içine baktı.

Bu arada babası söze karıştı:

-Neyi söylüyorsun?

Nebahat Hanım:

-Sus hele bir dakika.

-Tamam sustum. Anne oğul neler karıştırıyorsunuz?

-Okan kimi istediğini söyleyecek?

-Öyle mi?

-Hadi bakalım. Dinliyoruz.

Okan hiç oyalamadan lafı gevelemeden:

-Esra, dedi.

Kısa bir sessizlik oldu. Konuşulmadan geçen sürenin ardından Okan tekrar:

-Esra, dedim.

Babasının gözlerinin içi güldü.

-Çok iyi oğlum. Gerçekten iyi. Üniversite tahsilli kız. Güzellik onda, ahlak onda, terbiye, nezaket onda…

Annesi dalıp gitti. Aslında sevinmişti. Artık kaynana oluyordu. Kaynanasına yaptıklarının kendine yapılmasını istemiyordu. Bu sebeple Esra ismi onu rahatlatmıştı. Çünkü Esra, anne babaya davranışın nasıl olması gerektiğini İslami terbiye çerçevesinde ailesinden almıştı. Kendi yaptıklarından duyduğu acıyı, Esra’nın yapmayacağı, yaşatmayacağı düşüncesi sarmaldı zihnini. Gerçi yaşadığı hayata göre fazla kapalıydı. Hatta başörtüsünü açmamak için öğretmenlik yapmamayı bile düşünüyordu. Ona göre bu kadarı da olmamalıydı.

Ama bütün bunlara nezaketi, ahlakı, davranışı eklenince söylenecek söz bulamıyordu.

-Çok iyi. Tamam, münasip dedi.

Annesinin bu olumlu tepkisi karşısında sevinen Okan konuşmasına devam etti:

-Bugün istemeye gidin.

Anne ve babası, bu acele karşısında şaşırdı. Şimdiye kadar hiç evlilikten bahsetmeyen Okan, istediği kızın ismini söylediği gibi istemeye gitmeleri için anne babasını zorluyordu.

Annesi:

-Oğlum bu acelen neden? Bu hemen olmaz ki!

-Anneciğim yarın iş yerimizi açıyoruz. İkisi de birden olsun istiyorum.

Babası söze karıştı:

-Hanım ne var bunda? Gider bugün isteriz olur biter. Çocuk madem öyle düşünüyor. Bizde öyle yaparız.

Nebahat Hanım bu düşünceyi pek hoş görmedi ama ısrarlar karşısında fazla üstelemedi, sustu: 

-Peki öyleyse,  dedi.  

Hemen Burcu ile haber uçuruldu karşı komşuya. “Akşama annemler size gelecek” sözünü büyük bir memnuniyetle komşularına ulaştırdı. Arkasından Esra’ya yaklaştı:

-Haberin olsun, bizimkiler seni abime istemeye gelecekler, diye açılama yaptı.

 Esra’nın sanki dili tutuldu. Kıpkırmızı oldu. Hiçbir şey diyemedi. Sadece Burcu’nun gözlerinde dondu gözleri, o kadar.

Burcu’nun eliyle uyarması da fayda vermedi, Esra’yı kendine getiremedi. Sessiz geçen sürenin ardından yüzünde ve gözlerinde canlılık beliren Esra:

-Girsene, dedi.

Burcu:

-Yok, yok, siz hazırlık falan yapacaksınızdır.

Kapıyı kapatan Esra annesine sokuldu:

-Anne beni istemeye geleceklermiş, dedi.

Gülseren Hanım şaşırdı. Vakarını korudu:

-Hayırlısı kızım. Gelsinler bakalım. Her şey nasiple. Kaderde varsa olur.

Annesi birden Esra ya döndü:

-Kızım! Sen ne düşünüyorsun?

-Anne bilmem ki. Şu an şaşkınlığım sürüyor. Hayırlısı.

Ailede konuyla ilgili ciddi bir fikir yürütme başladı.

Herkes bu isteği uygun buluyordu.

Akşam gelecekler ve isteyeceklerdi. Sonucunu da göreceklerdi. Nihayet akşam olunca her iki taraftaki heyecan son noktadaydı.

Geçmeyen vakitlerin sonunda ellerindeki tatlı ve çiçeklerle karşı kapıda göründüler. Burcu annesinin koluna girmişti. Biraz desteğe ihtiyaç duyuyordu zaman zaman.

Çaylar içilmiş, sohbet koyulaşmıştı. Herkesin beklediği an, heyecanla karışık zaman sarmalında yuvarlanıp gidiyordu:

Şinasi Bey dayanamadı:

Komşu! Biz hayırlı bir iş için geldik. Allah’ın emri, peygamberin kavliyle, oğlumuz için kızınız Esra’ya talibiz.

Yine bir sessizlik oldu. Sanki önceden bilmiyormuşçasına şaşkınlık ifade eden bakışlar kol gezdi yüzlerde.

Nice bir zaman sonra:

-Hayırlısı ise olur inşallah, dedi.

Konu başka mecralar kaydı yeniden. Gecenin ilerleyen saatlerinde izin isteyip kalktılar. Herkeste güler yüz mutluluk hâkimdi. Sanki iki tarafta çok memnun olmuşlardı. Artık çocuklarının mürüvvetlerini görmek için can atıyorlardı.

Okan'ın ailesi eve dönünce durum değerlendirmesi yaptı. Okan dayanamayıp sordu:

-Şimdi durum ne? Ne olacak? Neden bugün bu iş bitmedi?

Annesi söze karıştı:

-Dur bakalım daha yolun başındayız. Kız evi naz evi…

Şinasi Bey:

-Onlar öyle birileri değil. Gerçekçi, anlayışlı insanlar. İşi yokuşa sürmek istemezler. Bekleyelim herhalde cevap gelecektir.

-Bir an önce cevap gelse artık, dedi Okan.

Ertesi günün açılış heyecanı üzerinde görünüyordu. Yatıp dinlenmek istedi. Ailesinden izin isteyip odasına çekildi.

* * *

Ertesi günde açılışın yoğunluğu herkesi yorgun düşürmüştü. Kimler katılmamıştı ki? Resmi görevlilerden belediye başkanına kadar herkes oradaydı. İyi bir tanıtım olmuştu. Okan'ın her boş kaldığı anda Esra’nın cevabının ne olacağını merak ediyordu. Ya “hayır”, derse düşüncesi işinin bile önüne geçiyordu.

Yorgun bir şekilde eve dönerken, Esra’nın kabul etmesi halinde, ona ilk önce ne hediye götürmesi gerektiğini düşündü. Bu altın takı ve süs eşyasından farklı ama çok daha önemli olmalıydı.

Beynini zonklatırcasına düşündü. Birden aklına çok önemli gördüğü bir hediye geldi.

“Yok, yok olmaz onu bana hatıra olarak verdi. Veremem diye iç geçirdi”.

Sonra düşüncelerini yumuşattı. O benden daha layık, ona emanet etmeliyim. Benim için en değerli olan bu. Madem öyle onu vermeliyim, diyerek kararlı adımlarla eve girdi.

 

 

 

 

g

 

 

 

EN GÜZEL HEDİYE

 

 

Henüz oturalı beş on dakika olmuştu ki, Burcu içeri girdi. Yüzünden ışık hızıyla gülücükler saçılıyordu. Dünyanın en aydınlık yüzü sanki onundu. Doğruca abisinin yanına oturdu:

-Abi müjdemi isterim!

-Ne oldu çabuk söyle.

-Önce müjde!

-Tamam, dedim kızım. Tamam.

-Ne istersem.

-Ona da tamam. Hele söyle.

Burcu annesine döndü:

-Anne bizi akşama bekliyorlarmış, dedi.

Okan çığlığa benzer bir ses çıkardı:

-Yaşasın! Bu iş bu kadar!  

Hemen annesine döndü:

-Anne! Ben bir hediye verebilir miyim bu gün?

-Elbette oğlum. Yüzük mü aldın?

-Çok daha önemli annem, çok daha önemli.

-Neymiş bu önemli olan?

-Babaannemin bana bıraktığı Kuran-ı Kerim.

Annesi Nebahat Hanımın beklediği bir cevap değildi ama sustu.

Nebahat Hanım çok daha farklı bir hediye söylemesini bekliyordu. Kuran-ı Kerim ne olacaktı ki? Herhangi bir kitapçıdan rahatlıkla alınabilirdi.

Bu Kuran’ın değerinin farkındaydı Okan. El yazması tarihi bir Kuran-ı Kerim. Üstelik babaannesine de önceki ataları yoluyla kalmıştı.

Babaannesi ölmeden önce bunu kendisine verilmek üzere Esra’lara emanet etmişti. O dönemde Esra’nın Kuran-ı Kerim’i çok beğendiğini kardeşi Burcu’dan duymuştu.

Evet kafaya koymuştu. Bu önemli hediyeyi akşam ona tevdi edecekti. Kendisine ne kadar değer verdiğini, anlatmaya yetecek en güzel yolun bu olduğuna inanıyordu.

Babaannesinden kaldığı şekliyle, saklama kılıfıyla birlikte düzenli bir şekilde sarıp paketledi.

Diğer götürülecek olanlarla birlikte. Yanlarına bu özel hediyeyi de alıp gittiler.

Sohbetin ilerleyen saatinde kendisine getirilen hediyeyi açması istendi Esra’dan. Esra yavaş davrandı. Hediyeyi açmayı birazcık görgüsüzlük saydı. Nebahat Hanımın ısrarı üzerine açtı.

Yüzünde Mutluluk görüntüsü yayıldı tüm odaya. Herkesi kucakladı kadife bir dokunuşla. Alnına koydu büyük bir özenle. Sonra da öptü birkaç kere.

İlk sayfasındaki yazıyı okudu herkesin duyacağı şeklide.

Portakal kızıma.

“Ebû Musa (r.a) anlatıyor:

“Allah’ın Resulü (s.a.s.) buyurdular ki: “Kur'ân okuyan ve onunla amel eden müminin misali Ütrücce (portakal cinsinden kokusu güzel tadı hoş bir meyve) gibidir. Kokusu güzel tadı hoştur. Kur'ân okumayan müminin misali hurma gibidir. Tadı hoştur fakat kokusu yoktur. Kuran’ı okuyan fâcirin (günahkâr) misali reyhan otu gibidir. Kokusu güzeldir, tadı acıdır. Kur'ân okumayan fâcirin misali Ebû Cehil karpuzu gibidir, tadı acıdır, kokusu da yoktur.

Hz. Osman (r.a) anlatıyor:

“Resûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Sizin en hayırlınız Kuran-ı Kerim’i öğrenen ve öğretendir.”

Bir an sessizlik oldu. Portakal kızım ne anlama geldiğini bilenler biliyordu zaten.

Nebahat Hanım bir anda sesini yükseltti:

-Kızım Esra! Bana da Kuran-ı Kerim okumayı öğretebilir misin? Öğrenmek istiyorum.

Odada bir anda duygu seli yaşandı. Birçoğunun sevinçten gözleri doldu. Şinasi Bey eşi Nebahat Hanıma baktı kaldı.

Esra’nın sesi sevgi doluydu:

-Elbette.

 

 

g

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Duran Çetin

BİR ADIM ÖTESİ

Roman

295 sayfa

 

Mustafa Bey hâlâ neyle suçlandığını anlayamamıştı. Yoksa evi arandıktan sonra mı suçlanacaktı? Gerçi evi aramaları için bir gerekçeleri olması gerekiyordu.

  Sulh Ceza Mahkemesinin arama emrini görmüştü. Aşırı heyecanı yüzünden gerekçeyi pek anlayamamıştı. Savcı Bey de makul bir açıklama yapmamıştı...

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Duran Çetin

KIRMIZI KARDELENLER

Öykü

111 sayfa

 

Kıştı. Havalar çok soğuktu. En son odun kırıntılarını ve tezekleri de yaktı. Başka çaresi yoktu. Karşı dağlara odun kesmeye gidecekti. Bir kaç kez niyetlendi. Her tarafı kaplayan yoğun sis, buna izin vermedi.

Tüfekten çıkan ses yankılandı karşı dağlarda. Sonra da gök kubbeyi kapladı olanca hızıyla. Ağırlığı Saraycık köyünün üzerine düştü. Bomba gibi patladı; yaktı, üttü gönülleri. Yürekleri dağladı. Zihinleri kara düşünceler kapladı. Onarılamaz yaralar açtı. Yarınlara ümitsizlik saçtı...

Kardelenler kırmızıya büründü. Bu kanın ağırlığıyla belki de bundan sonra hep kırmızı açacaklardı..."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Duran Çetin

YOLUN SONU

Roman

253 sayfa

 

Demir kapı kapatıldı. Sürgü çekildi üzerine ve büyükçe bir anahtarla kilitlendi. O kadar sessizdi ki, zincirin sesi büyük bir yankıyla duyuldu bomboş ve ölüm sessizliğinin olduğu koridorda. Bütün duyguları donduran bir ses, bir yankılanmaydı bu… Kulakları sağır edercesine beyni uğuldadı…

Kimler yoktu ki? Şehrin en zengini buradaydı. Bak işte şu da şehri yıllarca yönetmiş olan kişi. Sağlığında kapısından içeri girmek için bin bir uğraş verilen de burada; üstelik yalnız. Kapısını bekleyen nöbetçiler, hizmetliler de yok. Şu da en fakirlerden biriydi. Muhtaçtı; kendine verilenlerle idare ederdi. Hele şurada yatan var ya; kimseyi beğenmez, burnundan kıl aldırmazdı. Bak hepsi burada, birlikte toprağın bağrında…