|
Sabiha Ateş Alpat
Ana Yüreği
“Roman”
BEKA YAYINLARI : 46
Roman Serisi : 32
Ana Yüreği
Sabiha Ateş Alpat
1. Basım, Ocak 2000
2. Basım, Aralık 2002
Yayına Hazırlayan
Osman Arpaçukuru
Dizgi
Fatma Arpaçukuru
Kapak Tasarım
Ferhat Çınar
Baskı ve Cilt
Bayrak Matbaası
Sabiha Ateş Alpat
Ana Yüreği
“Roman”
BEKA YAYINLARI
Çatalçeşme Sok. Üretmen Han No: 18
Tel.&Faks: 0212 512 51 66 - 512 45 43
Cağaloğlu – İstanbul
Sabiha Ateş Alpat
1964 yılında Kars’ın Digor ilçesinde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini burada bitirdi. Seksen İhtilali öncesi dönemde sağ-sol davasından, okullarda had safhada olan karmaşa yüzünden okula devam edemedi. Ailesi, aynı sebepten 1978 yılında Kocaeli-İzmit’e göç etmek zorunda kaldı. Özel bir şirkette ustabaşı olarak çalışmaya başladı. Burada çalışırken İslam’la tanıştı. İşten ayrılarak özel hocalardan Kur’an-ı Kerim, Fıkıh Usulü, Tefsir Usulü, Tefsir, Arapça, Psikoloji, Pedagoji konularında dersler aldı. On beş yıllık evli olan yazarın yayımlanmış romanları sırasıyla şunlardır:
1. Ana Yüreği
2. Ölüm Çiçekleri
3. Zamanın Zeynebi
4. Sarsılmadan Uyanmak
5. Kardeş Kurşunu
6. Yozlaşmış Duygular
7. Güneş Doğudan Doğar
H akimin masaya vurup kararı bildirmesiyle Zöhre kadın beyninden vurulmuştu. Hakim kararı okurken, Zöhre kadın dünya başına yıkıldı zannetti.
Hakim:
- Aşırı geçimsizliklerinden dolayı, Cemil Zorlu ile Zöhre Zorlu’nun ayrılmasına, çocuklarının da babaya verilmesine karar verilmiştir.
- Hayııır, hayııır, yapamazsınız bunu! Beni ayıramazsınız! Yavrularımdan ayırmayın beni! Çocuklarımı istiyorum!
Zöhre kadın şok olmuştu. Bir türlü inanamıyordu, ama gerçekti. Bir çocuklu Cemil Bey kendini bekâr olarak tanıtmış; Zöhre’ye gönderdiği ilk dünürden sonra, namaza bile başlamıştı. Zöhre’ye dünür olarak giden teyzesi geldiğinde, Cemil Bey beklemekten bir hal olmuş, teyzesi içeri girer girmez;
- Anlat hele, ne oldu, ne dediler?
- Oğlum, dur bir nefesleneyim.
- Otur şöyle, hah şimdi anlat, çok meraklandım.
- Vardım, ana-kız oturmuş, Kur’ân okuyorlardı. Hoşbeşten sonra, “Zöhre kızım annenle biraz konuşacaklarım var” dedim. O çıktıktan sonra, anasına niyetimi anlattım. Anası:
- Vallahi ne diyeyim; benim kızın huyu biraz değişiktir. Herkes altın isterken, bizim ki, ben ölsem namaz kılmayana gitmem diyor. Oğlunuz namaz kılıyor mu?
Cemil Bey merakla:
- Eeee, sen ne dedin? dedi.
- Ne diyeyim, bir şey demedim. Kılmıyorsun ki, oğul kılıyor deyip de, bu yaşta yalan mı söyleseydim yani?
İşte bunu duyduktan sonra, namaza başlamış ve bir müddet sonra tekrar teyzesini göndermiş, iyi bir müslü-man kılığına bürünerek, Zöhre’yi nişanlamayı başarmıştı. Birkaç kez Zöhre’ye haber göndererek, konuşmayı teklif etmiş, fakat Zöhre:
- Olmaz, dinî nikah olmadan görüşmemiz haramdır, deyip kabul etmemişti.
Bu yüzden düğün işlerini hızlandırmak zorunda kalmıştı. Çünkü Zöhre, düğünden önce dinî nikahı da kabul etmemişti.
Zöhre kadın, evlendikten sonra Cemil’in hiç de göründüğü gibi olmadığını anlamıştı.
Evlendikten sonra aradan bir ay geçmiş ve Cemil köyde kalan çocuğunu getirmişti. Zöhre’yi bekârım diye aldatmıştı. Zöhre ise artık evlendim, “sabır” deyip, Allah’a sığınmıştı.
Cemil Bey çok asabi, şehvetine oldukça düşkün, bir pireye bir yorgan yakan tiplerdendi. Zöhre kadınsa; mütevazı, tesettürlü, bildiğiyle amel eden uysal bir hanımdı. Kendisinin de üç çocuğu olmuş, işte sonunda korktuğu başına gelmişti. Çünkü son günlerde, Cemil Bey: “Senin de postalanma zamanın geldi deyip duruyordu. “
- Hayııır, hayııır, hayır! Çocuklarımı verin! Ayrılmak istemiyorum! Mustafa’mı verin, Mustafa’mı bırakamam!
- Zöhre kızım, uyan, uyan. Kendine gel.
Zöhre zorla uyandı. Ağlıyordu. Anasını başucunda görünce, yataktan doğruldu:
- Kâbus gördüm yine. Saat kaç anne?
- 2.30
- Hakkını helal et, seni de uyandırdım. Yine çocuklarımı görüyordum rüyamda.
- Bir ana için, kuzusundan ayrılmak kolay değil ama ne yapalım ki çaresiziz.
Zöhre başını eğip sessiz sessiz ağlamaya başladı:
- Ne yapıyorlar, yavrularım, canlarım? Nasıl idare ediyorlar? Körpe eller işlerini nasıl yapıyorlar. Ey “es-Sabur” olan, bana sabır ver, dayanamıyorum!
Annesi de üzülüyor. Lakin bir şey yapamamanın sıkıntısını çekiyordu. Kızının başını çocuk gibi okşayarak konuştu.
- Hadi biraz uyumaya çalış. Allah kerimdir.
- Uyumak mı? Nasıl uyuyayım? Uykum kaçtı. Sen yat anacığım, ben teheccüd namazı kılayım. Dertlerin dermanına arz edeyim halimi, isteyeyim o merhameti geniş olandan. Kim bilir duaların kabul saatine denk gelir de benim gibi acizin dualarını kabul buyurur.
- Bari uyanmışken ben de kılayım. Hoş, ibadetin az ama devamlı olanı daha efdalmiş ya. Ah bu gaflet!..
Annesi çıktı. Zöhre huşu içerisinde kılmaya çalıştı namazını. Sonra açtı ellerini Kadir-i Mutlak olana:
- Allah’ım, Sen Rahman ve Rahim olansın. Zalimlere gücüm yetmiyor, tek ümidim Sensin ve Senin yüksek mahkemen. Senin adil mahkemen. Çocuklarımı Senin rızana uygun olarak yetiştirecektim, bırakmadılar. Sen, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten Kadir-i Mutlaksın. Ya Rabbi, insanlar müslüman şahsiyetinden çıkıp, kimlik müslümanı oldukça, haksızlıklar, adaletsizlikler, zulümler aldı başını gidiyor. Allah’ım, bize güç ver ki, hakkımızı savunalım. Allah’ım, bizi sırat-ı müstakimden ayırma. Bizi özümüze döndür. Benim şikâyete gideceğim Sensin, Sen’den başka hiç kimse, her şeyi hakkı ile bilemez. Ben dilekçemi senin mahkemene verdim. Şikayetim, Firavun’un uşaklarından, ilahlaşmaya çalışanlardan, mus-tazaflara göz kapayanlardan. Allah’ım, sabır ver! Çocuklarımı hidayetli, dürüst kullarından eyle.
“Amin” deyip ellerini yüzüne sürdü. O sırada annesi tekrar gelip, odasının kapısında durarak seslendi:
- Allah kabul etsin. Hadi şimdi biraz uyumaya çalış. Harap oldun. Ben de kardeşine su vermek için kalkmıştım, ama unuttum. Allah büyüktür ve hakkını yerde koymaz.
- Elbetteki Allah’ın mahkemesinde adalet terazileri kurulacak. Ve zerre kadar kimseye haksızlık yapılmayacak. İyi ki orası var. Yoksa zalimlerin yaptıkları yanlarına kâr kalırdı. Orada da yalancı şahit tutamaz ya. Neyse hadi Allah rahatlık versin. Sen hakkını helal et anam. Küçükken yetmemiş şimdi de sıkıntımı çekiyorsun.
- Helal olsun. Allah sana da rahatlık versin.
Ayrıldığından beri Zöhre’nin geceleri bu minval üzere geçiyordu.
Diğer tarafta…
Zöhre’nin kızları oldukça zor günler geçiriyorlardı. Babalarını terbiye metodu dayaktı. En ufak hataya, hiç olmadık şeyler sebebiyle dayakla karşılık veriyordu. Çocuklar babalarının evden gitmesini dört gözle bekliyorlardı.
Ufacık bir şefkat sözcüğüne, başlarının okşanmasına, yanaklarına kondurulacak küçük bir öpücüğe hasret idiler.
O gün yine mavi gömleği kurumamış diye kızları sıra dayağından geçirmiş ve dükkanına gitmişti. Ona sorulmadan yemek pişirilemezdi. Evin büyük kızı, Cemil’in birinci hanımından olan Gülten, ikinci dayağı yememek için, yaklaşan akşamın yemeğini hazırlamayı düşündü ve Zeyneb’e seslendi:
- Zeyneeep, kııız, canı çıkası nerdesin?
Zeynep ablasının sesini duyunca korktu. “Dayak atmasa bari” diye geçirdi içinden. Beş taş oyununu bırakıp ablasına doğru koşmaya başladı. Gülten elindeki çubukla Zeynep’e bir tane vurdu:
- Yetim nerdesin? Bakkala git. Zıkkım yiyesi babana sor. Akşama ne pişireyim?
- Ben gitmek istemiyorum.
- Dayağın az mı geldi? Vurursam gebertirim seni. Yıkıl karşımdan!
Zeynep istemeyerek bakkalın yolunu tuttu. Giderken mırıldanıyordu: “Gülten ablam, babamın yüzünden bizi sevmiyor. Allah’ım babamın canını al da kurtulalım.”
Gülten, Zeynep’in arkasından bakarken içi sızladı. “Çocukların suçu ne?” diye düşündü “Niçin bu kadar katı yürekliyim? Çocuklar bana ne yaptılar ki?”
24 yaşındaydı. Babası evdeki işler yüzünden, gelen bütün dünürleri geri çeviriyordu. Gülten babasına güç yetiremiyor, hıncını bakmaya mecbur tutulduğu çocuklardan alıyordu. Lakin vicdan azabı da çekmiyor değildi.
“Bu iş böyle olmayacak, kararımı vermeliyim” diye mırıldandı. “Babam olacak o adam görsün gününü” diyerek girdi içeri.
1 hafta sonra…
Akşamdı. Gülten bütün işleri erkenden ayarladı. Yemekler yendi. Herkes yatağına çekildi. Gülten parmaklarının ucuna basarak çocukların odasına girdi. Eğilip hepsini teker teker öptü. Henüz uyumamış olan Zeynep çok şaşırmıştı. Gülten odanın kapısını sessizce kapatıp çıktı. Dudaklarından “zavallı çocuklar” cümlesi dökülürken, gözlerinden de yaşlar süzülüyordu.
Cemil Bey, Gülten’in kocaya kaçtığını ancak sabah öğrenmişti. Sinirden deliye dönmüştü. Hemen evlatlıktan reddetmişti. Kıbleye karşı dönüp “Kahhar olan Allahım, bin türlü belasını ver onun” diye beddua etti(?) Allah’ın öteki emirlerini hatırlamayan Cemil’in aklına Allah’tan yardım istemek gelmişti(?).
Habibe oturmuş, minik elleriyle çamaşır yıkamaya çalışıyordu. Zeynep de, ortalarda dolaşıp ablasına yardım etmeye uğraşıyordu. Gülten kocaya kaçalı henüz bir yıl olmuştu. Bütün işler, Habibe’nin omuzlarına kalmıştı. Daha on bir yaşında idi. Evde kimse olmadığından babası onu, ilköğretimin üçüncü sınıfından almış, okutmamıştı. Zeynep ise, henüz üçe gidiyor, dersten arta kalan zamanlarında ablasına yardım etmeye çalışıyordu. Zeynep çok içli bir kızdı. Ara sıra kafasına bir şeyler takılıyor, o da ablasına soruyor, çoğu kez cevap alamıyor, yine de sormaktan vazgeçmiyordu.
- Abla... Ablaaaal
- Ne var Zeynep?
- Abla benim dedem nerede?
- Ölmüş.
- Ya onun dedesi?
- O da ölmüş.
- Ablaa!
- Ne? Gene ne var?
- Diyorum ki, dedemin, dedesinin, dedesinin, dedesinin dedesi kimdir?
- Ben ne bileyim!
- Abla biz nerden geldik?
- Cehennemden, gene başladın!
- Ama sen, bizi annemden ayıranlar, cehennemde yanacak, demiştin.
- Eee, ne olmuş?
- Peki, biz yanmadan nasıl geldik ki? Hem cehennem nerede?
- Ağzına bir tane yapıştırırsam, nerde olduğunu görürsün. Defol şimdi başımdan.
Zeynep’in kafasına hep takılıyordu: Bu buğdaylar nerden geldi? Bu meyveler kupkuru ağaçtan nasıl çıkıyor? Güneş havada nasıl düşmeden duruyor? Ablası yemek yapmasa, kendi kendine pişmiyordu. Ya bu meyveleri kim yapıyor?
Ablasına soruyordu, o da bilmiyor olmalıydı ki “Cehennemden, git başımdan” deyip kestirip atıyordu. Zaten babasına hiç soramazdı. Çünkü babasının kendisini sevmediğini düşünüyordu, daha hiç, “kızım” dediğini duymamıştı.
Bir gün ablası:
- Zeynep, bakkala kadar git de, öteberi gelecek, dedi.
- Neler getireceğim?
- Babam gönderecek, sen git.
Yolda giderken, sınıf arkadaşı Emine, Zeynep’i gördü. Oyunu bırakıp, Zeynep’e bağırmaya başladı:
- Zeyneep, Zeyneeep, baksana Zeynep!..
- Ne bağırıyorsun, ne oldu? Yangın varmış gibi.
- Çok bilmiş! Sana bir haberim var.
- Eee, desene! Ne duruyorsun?
- Ama annem dedi ki, kimse duymasın; tamam mı?
- Tamam, söyle hadi.
- Annen size mektup göndermiş.
- Yaa, sahi mi, hani nerde?
- Bana bak, mektup evde. Annem diyor ki, babası yakalarsa...
Zeynep heyecanlanmıştı. Zöhre kadın, Bursa’dan ara sıra çocuklarına selâmla, kısa kısa mektuplar gönderiyordu. Emine’nin, annesiyle kendi annesi amca kızlarıydı. Zeynep, sevincinden bakkala gitmeyi unutmuştu.
- O zaman hadi size gidelim!
- Tamam, hadi gidelim!
Koşarak Eminelerin eve gittiler.
- Anne, anneeee!
- Efendim kızım, yavaş ol, kardeşin uyuyor.
- Anne, Zeynep geldi.
- Ooo hoşgeldin, geçin, geçin, içeriye geçin.
- Teyze, annemden mektup varmış.
- Haa, evet canım, hele oturun şöyle. Nasılsın Zeynep? Ablan ne yapıyor?
- İyi teyze.
Zeynep, bütün anneler böyle tatlı mı acaba? Benim annem de yanımda olsaydı kim bilir beni nasıl severdi? Ne mutlu Emine’ye annesi ne kadar iyi. Tam düşüncelere dalmıştı. Rukiye hanımın seslenmesiyle kendini topladı.
- Zeynep kızım! Sakın kimse duymasın, oldu mu yavrum?
- Tamam teyze. Zaten babam duyarsa, bizi çok döver.
- Peki kızım, şimdi ben okuyayım, sen dinle.
- Dinliyorum, hadi ne olur okuyun!
- Peki yavrum.
Zeynep, bütün dikkatini Rukiyye Hanıma vermişti. Sanki odayı bir matem havası sarmıştı. Rukiyye Hanımın içi doldu; fakat belli etmemeye çalışarak, mektubu okumaya başladı:
Esselamu aleyküm yavrularım…
Canım yavrularım, Allah’ın selâmı, bereketi, hidâyeti üzerinize olsun. Yavrularım, annelik görevimi tam yapamadığım için, yavrularım demeye hakkım var mı bilmiyorum? Ama sizler, büyüyünce her şeyi daha iyi anlarsınız. Yavrularım umarım Mevla’dan, iyisinizdir. Rabbim’den tek dileğim, Yaradan’ını tanıyan, O’na nankörlük etmeyent iyi birer mücâhide olmanız. Canlarım, biz hiç yokken Allah (c.c.) bizi yarattı, sonra da ömrümüz bitince öldürecek ve bu dünyada yaptığımız her şeyin hesabını almak için diriltecek, sonra da ya ceza için cehennem ya da mükafat için cennete gönderecek. O an ne malın, ne şöhretin ve ne de rütbenin faydası olacak. Belki şimdi ne demek istediğimi anlamazsınız; ama elbet bir gün anlarsınız.
Kulağınıza küpe olsun: Bizi Allah yarattığına göre, üzerimizde hükmetme hakkı vardır. Yani sizin anlayacağınız, yaşayış şeklimizi O’nun koyduğu kurallardan alma mecburiyetimiz var; tabii müslümanlar olarak bizlerin. Bizler müslümanız, dinimiz İslâm’dır, İslâm’ın da şartları Kur’an’ı Kerim’dedir. Müslüman olarak yapmamız ve yapmamamız gereken kurallar var. Bakın nüfus cüzdanınızda da din hanesinde İslâm yazılı, ama sakın bu yazı sizi aldatmasın. Çünkü cüzdanımızda İslâm yazması, bizi müslüman etmez, Müslümanlık ancak yaşayışla kendini gösterir.
Bakın yavrularım, sizi ne hayallerle, nasıl büyüteceğimi planlarken, bakın ki, Rabbimiz bizi böyle imtihan ediyor. Tek gayemiz Allah rızası olduğu için sabretmemiz gerekir. Şimdi tek dileğim, Mevlâm’dan isteğim sizleri bir kere olsun görebilmek.
Habibe yavrum! Sen artık İslâm’ın namaz, oruç gibi emirlerine muhatapsın; çünkü on üç yaşına geldin. Bizim yol göstericimiz, önderimiz rehberimiz olan Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.) buyuruyor ki: “Çocuklarınız yedi yaşına geldiklerinde onlara namazı emrediniz, on yaşına geldiklerinde kılmazlarsa hafifçe dövün.”
Rukiyye teyzenden namaz kılmayı öğreten kitap isteyin, okuyup öğrenin. Biliyorum, hocaya gitme imkânınız olmaz. Sen öğren, Zeynep’e de öğret. Yavrum şu anda yazacaklarım bu kadar. Kızım nasılsa okuma yazma biliyorsun, iki satır da olsa bana yazar mısın? Sizi çok sevdiğimi sakın unutmayın. Allah yâr ve yardımcınız olsun. Allah’a emanet olun, özlemle öperim.
Anneniz Zöhre
Zeynep’in gözlerinden yaşlar boşalıyor, için için ağlıyordu yavrucak. Annesi mektup yazıyor, yazdıkça da hep Allah’tan korkup emirlerine itaat etmesi gerektiğini söylüyordu. O da karar vermişti: Hele bir büyüsün, annesinin sözünü tutacaktı.
- Kızım, sen ağlıyorsun. Ağlama yavrum, Allah bu dünyada olmasa bile öteki dünyada anneni gösterir. Hadi sil gözyaşlarını.
- Teyze, annem niçin öyle uzaklara gitti? Bizi de götürseydi ya?
- Kızım, mahkeme sizi babana verdi. Baban da annenizle görüşmenizi yasakladı. Babanın parası olduğu için, avukat tutup davayı kazandı. Büyüyünce daha iyi anlarsın. Kısacası annen gitmek zorundaydı.
- Ben de büyüyünce avukat olup annemin hakkını geri alacağım. Hem çok param da olur.
- Kızım, öyle düşünme, para her şeyi çözmez. Hem biz Mahkeme-i Kübra’da, yani Allah’ın büyük mahkemesinde sorguya çekileceğiz. Orada para, avukat, rüşvet, torpil ve de haksızlık yok!
- Ne zaman?
- Öldükten sonra, kıyamette.
- Öldükten sonra yere koyuyorlar, biz oradan nasıl çıkarız ki?
- Yavrucuğum, Allah’ın her şeye gücü yeter. Bizi nasıl yoktan yarattıysa, öyle de diriltebilir.
Kapının çalınmasıyla konuşmaları yarım kaldı.
- Emineee! Kimmiş gelen?
- Anneciğim, Şeyma, yeni gelen İstanbullu çarşaflı teyze var ya, onun kızı!
- Ne diyor?
- Zeynep’i ablası çağırmış; “arka yoldan gelsin” demiş, “babam geldi” diyor.
- Eyvah! Hadi kızım kalk, arka kapıdan çık. İnşallah görmez, hadi çabuk.
Zeynep’in korkudan gözleri büyümüştü. Şimdi ne diyecekti, eve nasıl gidecekti? Babasının sinirini bilmeyen yoktu. Zeynep annesizdi; fakat baba şefkatinden de mahrum büyüyordu... Birden hatırladı:
- Aman Allah’ım, ben bakkala gidecektim! Ne yaptım, nasıl da unuttum! Şimdi eve nasıl giderim?
- Allah büyüktür kızım, hele sen bir git. Belki ablan durumu idare etmiştir.
Arka kapıdan çıkıp, arka yoldan koşarak eve geldi. Tam evin köşesini dönerken babasıyla yüz yüze geldi. Zeynep’in korkudan rengi bembeyaz olmuştu.
- Nerdesin kızım?
- Hiiiiç.
Babasının nerdesin sorusuna, zoraki bir “Hiiiç” diyebildi; çünkü dili tutulmuştu korkudan. Babası elinde ibrik, tuvalete giderken, Zeynep eve girdi. Ablası babasına hiçbir şey çaktırmamıştı; fakat Zeynep’e de çok kızmış, hem de merak etmişti, nerde kaldı diye.
- Ablaa, ablaa! Abla!..
- Ne oldu kız, babam bir şey mi dedi?
- Tabii, dedi. Abla, babam bana “kızım” dedi.
- Ya ne diyecekti, “oğlum” diyemez ya!
- Abla babam kızmadan “kızım” dedi. Ay ne güzel, babam beni seviyor herhalde? Abla, annemden...
- Habibeee!
Babasının sert sesiyle Zeynep’in küçücük kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarptı. Acaba babası “annem” kelimesini duymuş muydu? Hiç annesinden bahsettir-mezdi. Mahalleye, Şeyma’lar taşındıklarında, babası ilk kez “ananız” kelimesini kullanmış, Şeyma’larla arkadaşlığı yasaklamıştı.
“Ananız da başıma hoca kesiliyordu. Örtünün altında yılan gibidirler. Yazık olmuş o adama, şimdi ne çekiyordur, o kadından. Çarşaflıları bilirim, hepsi de örümcek kafalıdırlar. O adam da güya öğretmen. Nasıl dayanıyor hayret! Aydın bir insanın çarşaflı karısı…” Zeynep bunları düşünürken, babasının kendisine seslendiğini duymamıştı. Babasının bağırmasıyla irkildi.
- Sağır mısın kız, sana diyorum!
- Ne baba?
- Zıkkım baba, ne değil; efendim.
- Efendim baba.
- Havlu istedim, havluuu!
Zeynep havluyu alıp geldi. Babasının başına dürtmesiyle, sanki beyni dökülecek gibi olmuştu. Babası bakkalın yolunu tutarken, Zeynep’in gözlerinden yaşlar boşanmaya başlamıştı. Ne iyiydi şu Şeyma’nın babası. Kızına çok iyi davranıyordu. Bir gün teneffüste oynarken kızının başı açılmış, yine de çağırıp, ben vuracak diye bakarken, o: “Kızım dikkat et, örtün açılmasın. Örtü müslüman kadınların iffetidir, değil mi?” diye nasihat etmişti.
- Zeynep ne oldu? Niçin dalıyorsun? Dur bakayım, sen ağlıyorsun. Nazikleştin. Bir kez dürtmeyle ağlanır mı?
- Babam başıma vurdu diye ağlamıyorum.
- Eee ne derdin var o zaman?
- Biz babama ne yaptık ki? Hiç bizi sevmiyor.
- Kızım alışman lazım. Hem şimdi bırak bunları da söyle bakalım: Nerdeydin?
Bakkala niçin gitmedin ve de anneme ne olmuş?
- Mektup gelmiş. Onu okurken bakkala gitmeyi unuttum.
- Sende mi mektup? Ver bakayım.
- Abla annem mücahide olmamızı istiyor; ne demek?
- Nerden bileyim, iyi bir şeydir herhalde.
- Sen de abla olmuşsun, hiçbir şey bilmiyorsun.
- Yemek yapmasını, bulaşık yıkamasını biliyorum ya.
- Ben de Şeyma’nın babasına sorarım. Keşke o benim öğretmenim olsaydı, çocukları çok seviyormuş. Hem namaz da kılıyor, biliyor musun? Şeyma da namaz kılıyor.
- Kes konuşmayı da, gel bana yardım et. Şu işleri bir bitirelim, sonra mektubu okurum. Babam gelmeden iş bitmiş olmalı.
- Şeyma!
- Efendim babacığım.
- Gel kızım bugünkü baba kız dersimiz başlayalım. Evet, bugünkü konumuz neydi?
- Baba, benim bugün canım anlatmak istemiyor.
- Neden? Canını sıkan bir şey mi var?
- Arkadaşım Zeynep…
- Ne olmuş Zeynep’e?
- Çok üzgündü bugün okulda, sordum söylemedi.
- Belki anlatılacak gibi değildir.
- Hıı belki de. Gerçi biraz çaktım gibi; ama neyse, kapatalım.
- O zaman ben anlatayım, kısa ve öz olarak. Neden mi? Nefsimiz tembelliğe alışmasın, oldu mu canım?
- Peki baba, dinliyorum.
- Eveet! Neydi konumuz: İman nedir? Canım yavrum, şunu öğrendin: Hamd olsun, artık biliyorsun ki, bir insanın cüzdanında İslâm yazmakla insan müslüman olamaz. Bizler hep iman ettik deriz; bu yüzden iman ne demektir, bilip mahiyetini kavramamız lâzım. Arapça bir kelime olan “iman”, “bilmek, inanmak ve şüphe götürmeyen bir kanaat sahibi olmak” demektir. Böylece iman, bilgi ve kanaatten doğan kesin bir inançtır. İslâm’ın imanla ilişkisi bir ağacın tohumuyla olan ilişkisi gibidir. Tohumsuz, bir ağaç nasıl filizlenmezse, aynı şekilde başlangıçta imanı olmayan kimsenin müslüman olması da imkansızdır.
İşte kızım, buradan da anlaşıldığı gibi, imanın Türkçe karşılığı “inanmak” demektir. İstersen bir örnekle konuya kapatalım, bilâhare bu konuyu tekrar ele alırız.
- İyi olur baba, ben de daha güzel çalışırım.
- Tamam canım, aslında belki sıkılıyorsundur; ama kızım “ağaç yaşken eğilir” derler ya, şimdi senin iyi bir müslüman olarak yetişmen, anne babanın görevi. Kafanı boş şeylerle doldurmamalısın.
- Hayır sıkılmıyorum baba. Yalnız bugün kafam arkadaşıma takıldı. Sakin kafa ile daha iyi anlarım, onun için söyledim.
- Nerde kalmıştık, ha örnek verecektik. Şimdi elektriğin çekici, öldürücü olduğuna inanmışız, iman etmişiz değil mi? Dilimizle bunu söylüyoruz, kalbimizle de tasdik ediyoruz. Hal böyle iken, yani inandım; fakat ben yine de şu açık kabloyu tutayım diyor muyuz?
- Yoo, demeyiz; çünkü öldürebilir.
- O halde, Allah’a inandık; bunu dilimizle söylüyor, kalbimizle de tasdik ediyoruz. Ki, akıl da bunu gerektiriyor. Şunu da unutmadan söyleyeyim, Allah da Kitabında bir cereyanlı (yasak) bölge çizmiş. Biz şimdi inandık; fakat yine de Allah’ın o cereyanlı bölgesine girersek ne olur?
- Babacığım, benim anladığım: Nasıl ki inanmış olarak kablonun açık yerini tutayım demiyorsak, tabi aynı şekilde Allah’a inanmış biri olarak, imanımız bizi, bile bile O’nun yasak bölgesine girmemize mani olabilmelidir. Ki böylece, iman etmiş olmamız mânâ kazansın.
- Aferin benim kızıma. Gerçi bu konu sana göre biraz ağırdı; fakat çok güzel anlamışsın. Bugünlük yeter, şimdi yemeğe geçelim.
Yemekteyken Sümeyye Hanım, Abdullah Beye dönerek:
- Efendi, diyorum ki, İstanbul’dan ayrılalı sohbetlerden mahrum kaldık. Şöyle komşulara haber verip, 41 Yasin’den sonra sohbet yapayım, ne dersin? Boş durmak beni sıkıyor, madem bu dava hepimizin, o halde gücümüz neye yeterse.
- Tabi, neden olmasın? Yalnız şu 41 Yasin’i unut. Hatırlarsan, daha önce de söylemiştim: Kur’an’ı ne kadar çok okursan, sevabı o kadar çok olur. Fakat şimdi insanımızın çok okumaktan ziyade çok anlamaya ihtiyacı var. Bir kez oku, kırk kez anla.
- Benimki de ağız alışkanlığı, tabi anlatıma ağırlık vermeyi düşünüyorum.
- Hem Allah (c.c.) ne buyuruyor: “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız; çünkü Allah’a inanırsınız.” (Al-i İmran, 110). Tebliğ, her yerde müslümanın görevidir.
- Oo kızım bak, annen sevdiğin tatlıdan yapmış. Eline sağlık hanım. Allah razı olsun.
- Afiyet olsun, Allah cümlemizden razı olsun; başkalarının razılığı sonra gelir.
- Ooh anneciğim, çok güzel olmuş.
- Annee…
- Efendim kızım.
- Anne, Zeynep’in annesi yokmuş.
- Evet, biliyorum kızım. Komşu söylemişti.
- Onun annesi de kapalıymış. Kapalılar yılan gibi olur demiş babası. Senin annen de öyle mi diye sordu bana.
- Ahh yavrucak, nasıl da zehirliyorlar. Başka ne dedi?
- Sonra annemi hiç tanımıyorum, deyip ağladı. Yılan da olsa bana bir şey yapmazdı, çünkü ben onun çocuğuyum. Tanımak istiyorum, dedi.
Kızının çok etkilendiğini gören Abdullah Bey, içinden “etkilenmemek elde değil. Ya Rabbi, insanlar Sen’in hukukunu unutalı, mustazafların sayısı git gide çoğalmakta” diye geçirdi. Kızına dönerek:
- Kızım, yarın teneffüste gelirsiniz, konuşuruz, tamam mı? dedi.
Konuyu kapatmak için de Sümeyye Hanıma dönerek:
- Hanım, düşündüğün programa ne zaman başlayacaksın?
- Ben perşembeyi düşünmüştüm, sen ne dersin?
- Tamam, bence de iyi. Allah (c.c.) yardımcın olsun!
- Anneciğim, ben Zeynep’i de davet edebilir miyim?
- Tabii kızım, nasılsa sabahçısınız.
Ertesi gün ilk dersten sonra, teneffüse çıkıyorlardı. Şeyma katladığı baş örtüsünü çıkardı, güzelce başını kapatıp, Zeynep’i bulmak için okulun bahçesine çıktı. Zeynep ilerdeki bankta oturuyordu. Yanına yaklaştı. Kendisi Zeynep’ten bir yıl önde olmasına rağmen sınıf arkadaşlarından daha ziyade Zeynep’le olmayı tercih ediyordu.
- Zeynep!..
- Hıı, efendim Şeyma.
- Biraz dolaşalım mı?
- Otursak olmaz mı?
- Neden hiç oynamıyorsun?
- Bilmem, canım istemiyor.
- Zeynep perşembe günü öğlen sonrası bize gelir misin?
- Babam bırakmaz ki.
- Annem sohbet yapacaktı da, senin de dinlemeni isterdim.
- Ne sohbeti?
- Yani vaaz verecek; Kur’an okuyup, anlamını açıklayacak.
- Eğer gizli gelebilirsem, gelirim.
- Çok sevinirim.
- Baksana, Abdullah Öğretmen geliyor.
Abdullah Bey özellikle Zeynep’i aramıştı, kızıyla görünce, yanlarına geldi. Konuşup, Zeynep’in sorunlarıyla yakından ilgilenmek istiyordu.
- Selâmünaleyküm.
- Aleykümselâm, babacığım.
- Ne konuşuyorsunuz öyle?
- Zeynep’i bize davet ettim.
- Buna sevindim. Zeynep, derslerin nasıl gidiyor?
- İyidir öğretmenim.
- Okuyup ne olacaksın?
- Öğretmenim, mücahide olacağım.
- Mücahide mi, bunu nerden öğrendin?
- Aslında avukat olacaktım; ama annem mektubunda mücâhide olmamı istemiş, ben de mücahide olacağım.
- Öğretmenim, mücâhidelerin görevleri nelerdir?
- Onların bir sürü görevleri var, sen şimdi anlamazsın. Hele bir büyü, inşallah o zaman anlarsın.
- Öğretmenim, bir şey sorabilir miyim?
- Tabii kızım, istediğini sor.
- Annem mektupta diyor ki: “Namaz kılın.” Ama ben bilmiyorum, bana öğretir misiniz?
- Şeyma sana öğretsin, tamam mı?
- Şeyma, sen neden başını örtüyorsun?
- Zeynep, ben müslümanım. Allah (c.c.) kapatmamızı istiyor da onun için.
- Bütün müslümanlar kapatmak zorunda mı?
- Tabii, müslümanım diyen herkes.
- Eee… Ben de müslümanım, yani annem öyle yazmış.
Abdullah Bey, Zeynep’in ne kadar anne özlemi çektiğini fark etti, çok da üzüldü. Lafa karışarak:
- Bak Zeynep, evde emirleri kim verir?
- Öğretmenim, bizim evde babam veriyor.
- Peki, neden? Evin büyüğü olduğu için. Öğretmenleri kim yönetiyor?
- Müdür.
- O da, öğretmenlerin büyüğü olduğu için. İşte müslüman olanlar da, büyük olarak Allah’ı (c.c.) bildikleri için, emirleri O’ndan alıyorlar, yani...
- Yani, müslümanları da Allah yönetiyor, öyle mi?
- Aferin sana.
Zilin çalmasıyla konuşmaları yarım kaldı. Abdullah Bey Zeynep’e herhangi bir sorunu olduğunda, hiç çekinmeden kendisine söylemesini tembihledi.
Zeynep’se çok mutluydu. Abdullah Öğretmeni, babasından çok seviyordu. Bundan sonra, bütün sorularını ablasına değil, Abdullah Öğretmene soracaktı.
Eve gittiğinde, ablasından bir örtü isteyecek, başını o da Şeyma gibi örtecekti. Kendisi de müslüman olduğuna göre; o da emirleri Allah’tan almalıydı. Hem müslüman kadının bayrağıymış örtü; Abdullah Öğretmen geçenlerde öyle söylemişti. Okulun dağılmasını zoraki bekledi. Eve vardığında, ablası ağlıyordu. Bütün neşesi kaçtı, ablasının ağlamasına dayanamıyordu.
- Ablaaaa!
Abladan ses çıkmıyordu:
- Ablam, ablam benim. Hasta mı oldun? Niye ağlı-yorsun?
- Bıktım, bıktım artık. Anam olacak o kadın beni niye doğurdu ki?
Bu adama katlanamıyorum, adamın pantolonu kurumamış diye, eline aldığı sopayla girişti canıma.
Zeynep de ablasına sarılmış, ne desin bilmiyordu. Geçenlerde anneler gününde, herkes annesi için yaptığını anlatırken, sınıfta ağlamaya başlamış; ani bir hareketle sınıftan çıkıp, koşarak eve gelmiş, ablasının boynuna atılıp, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Nefret ediyordu anneler gününden; annesizleri hiç düşünmü-yorlardı? Hiç acıma da yoktu bunlarda. Yoksa annesizleri hiç kimse mi sevmiyordu? Zeynep bu olayı hatırladı.
Şimdi ağlama sırası Zeynep’teydi, ağlıyor ve anneler gününü yapanlara sitem ediyordu. Diyordu ki: Madem annesizleri hiç kimse sevmiyor, bari belli etmeseler, ne acımasız insanlar bunlar.
- Ağlama canım, bak ben de sustum. Hadi ağlama, sil gözyaşlarını.
- Abla, okulu da sevmiyorum, babamı da sevmiyorum. Ölmek istiyorum. Anneler gününü de sevmi-yorum, nefret ediyorum anneler gününden. Okumak da istemiyorum.
- Öyle konuşma. Ne yapalım, bizim annemiz yok diye, kim bizi düşünecek de anneler günü yapmayacak.
İkisi de sustular. Zeynep neşesini de, baş örtüsünü de unutmuştu. Akşam yemeği için kalktılar, beraberce yemek yapmaya koyuldular.
Ertesi gün perşembe idi. Zeynep, ablasına gitmek istediğini söyledi. Bir gün öncesi olanlara çok üzüldüğünden, ablası ona izin verdi ve: “Peki git, ama çabuk gelmeye çalış” diye sıkı sıkı tembih etti. Şayet babası evde olmadığını çakarsa, bir de yalan uydurdular. “Arkadaşıyla ders çalışıyorlar” diyeceklerdi. Zeynep, okulun dağılmasını zoraki bekledi. Şeyma’nın annesini de çok merak ediyordu, heyecanlıydı. Okulun paydos zili çalar çalmaz Şeyma ile birlikte yola koyuldular. Şeyma’nın annesi “Arkadaşını eve bırakma, bizimle öğlen yemeğini yesin” diye kızına tembih etmişti.
Eve vardılar. Şeyma kapıyı tıklatırken, Zeynep’in gözü, etrafı araştırıyordu. Kimse görmeden içeriye bir girebilse, gerisi kolaydı. Şeyma’nın kapıyı tıklatmasıyla içeriden müşfik bir ses duyuldu:
- Kim o?
- Anneciğim, biziz.
- Ooo, kızlarım, hoş geldiniz! İçeriye geçin. Şimdi karnınız bayağı acıkmıştır.
- Babam daha gelmedi mi?
- Biz sofrayı kurasıya baban da gelir. Hadi bakalım okul kıyafetini çıkar. Yavrucuğum, sen de şöyle geç otur. Nasılsın? Zeynep’ti ismin değil mi?
- Evet, teyze.
- Ablanı da davet ettin mi?
- Hayır, ablam evi bırakıp gelemez, hem...
Zeynep, lafının arkasını getirmedi, getiremedi. “Ben bile gizli geldim” diyemedi. Öyle ya bu teyze, babasını nereden bilsin ki?
Sümeyye Hanım, Zeynep’in sıkıldığını fark edince, konuyu kapattı. Bu arada kapı vuruldu, Abdullah Bey gelmişti. Selam verip odaya girdiğinde Şeyma’nın öğlen namazını bitirdiğini gördü.
- Ooo kızım, bugün beni geçmiş, Allah (c.c.) kabul etsin.
Şeyma duasını bitirip, “amin” dedikten sonra “seninkini de babacığım” deyip, yardım için mutfağa geçti. Zeynep için için ağlıyordu; ah ne olurdu, kendi babası da böyle olsaydı.
- Zeynep!
- Efendim Şeyma!
- Ellerini yıkayacak mısın? Yemekten önce ve sonra elleri yıkamak, Peygamberimizin sünnetidir.
- Şey, tabii yıkayayım.
- Annem, “cemaat gelmeden çabuk olun” diyor.
Sofrada ilk konuşan, Abdullah Bey oldu.
- Hanım, konun hazır mı?
- Evet bey. Zaten ilk olacağı için, hasbıhal ortamı gibi düşündüm. Çünkü davetçinin özelliklerinden biri de karşısındakinin kültür seviyesini bilmesiydi değil mi?
- Evet, Allah (c.c.) yardımcın olsun.
- Allah (c.c.) razı olsun.
Sümeyye Hanım, kızına dönerek:
- Evet kızım doyduk, şimdi de sıra hamd etmekte.
Şeyma ellerini açtı, gözlerini kapatıp, sofra duasını okumaya başladı. O sırada Abdullah Bey, Zeynep’e bir göz attı. Kızcağızın o anki duygularını anlamak mümkün değildi. Zeynep dalmış gitmişti, ne güzeldi şu tablo. Bu eve ve şu anaya babaya özenmiş; kendi babasının da aynı Abdullah Öğretmen gibi olmasını, ne kadar da isterdi. “Amin” demekle dua bitmiş, herkes ellerini yüzüne sürerken, Zeynep de hayal dünyasından ayrılmıştı.
Bir saat sonra, mahalleliler gelmeye başlamışlardı. Herkesten çok belki de Zeynep heyecanlıydı. Gelenlerin çoğu, anneler, babaanneler idi. Gelinlerini, kızlarını pek getirmemişlerdi. Sümeyye Hanımın içi kan ağlıyor, ama yine de dıştan gülümsemeye çalışıyordu.
“Allah’ım şu işe bak, Sen’in mubah kılmadığın düğün ve bayramlar gibi şeytan ve uşaklarının kol gezdiği yerlere, kızları, gelinleri gönderiyorlar. Kur’an meclislerine de orta yaşlılarla, ihtiyarlar geliyor.” Sümeyye haykırmak istiyordu; “Gençlere, gelinlere, Allah, Kur’an lâzım değil mi?”
Müslümanın karısı, kızı, oğlu, gelini böyle mi olmalı? Peygamberimiz (s.a.v.) gençlerimizin rehberi değil mi? Sümeyye anam, Esma anam da birer ana ve genç kız değiller miydi?
Hz. Esma da gençti; fakat bütün riski göze alarak, rehberine, önderine, Peygamber’ine yiyecek taşımıyor muydu? Ve seven Rumeysa, neden gençliktir deyip, kafasına göre hareket etmedi? “Hüküm ancak Allah’ındır” diyerek, kendisi müslüman olduktan sonra, daha müşrik zamanındayken, sevdiği gencin her türlü, altın ve mücevherini reddedip, müslüman olmasını şart koşmuş ve Talha’nın müslüman olmasına vesile olmuştu. Bunun tek bir cevabı vardı: Allah’ı ilâh olarak kabul edip, hükümlerini, o zamanın meclisi olan Daru’n-nedve’de, kendileri gibi insan olan insanların kafalarından çıkardıkları, düzmece ve saçma kanunları reddedip, kanun koyucu olarak; ancak Allah’ı kabul ettikleri ve Allah’tan başka hiç kimseyi, kanun koymaya yetkili görmedikleri içindi ki, Müslümanlıkları da bunu gerektiriyordu. Sümeyye Hanım gözyaşlarını içine akıtarak, sohbete başlamak için kitaplıktan, Kitab-ı Mübin’i aldı.
Yasin suresini okumaya başladı. Bitirdikten sonra ağladığının; ancak farkına vardı. Cemaat onun yanık sesinden bayağı etkilenmişti. Yavaş yavaş konuşmaya başladı. Zeynep bütün dikkatini Sümeyye Hanıma vermişti. Sümeyye Hanım, program öncesi, beyaz tülbentini Zeynep’in başına örtmüş, çok da yakışmıştı.
- Esselâmü aleyküm, anneler ve ablalar! Hepinize tekrar hoş geldiniz, diyorum. Allah’ın bereketi, hidâyeti sizlerin ve cümle ümmetin üzerine olsun. Bundan böyle her hafta burada, Rabb’imizin âyetlerini açıklamaya gayret edeceğim. Bu arada sizin de, kafanıza takılan herhangi bir şey olursa veya merak ettiğiniz konular varsa, sohbetin sonunda sorabilirsiniz.
Bugünkü konumuz, “Müslüman kime denir? Müslüman demek ne demektir?” Bunu açıklamaya çalışacağım. Muhterem müslümanlar! Müslüman, Arapça bir kelime olup mânâsı, “teslim olan” demektir. Şimdi bir insan şunu bilmezse ki, insanlık nedir? İnsan ile hayvanlar arasındaki fark nedir, nelerden ibarettir? Demek ki bu kimse, hayvanlar gibi hareket etmiş olur. Kendisinin hayvan değil de insan olduğunun dahi farkına varamamıştır. Adam olduğunun da kadri kıymetini bilememiştir. Mevdûdi “Hitabeler” aldı kitabında böyle diyor ve devam ediyor: “Bir kimse kendisinin müslüman olduğunu ileri sürer de Müslümanlığın (ve hakiki müslümanın) gayr-ı müslimle farkı nedir? Müslüman ile gayr-ı müslimin farkını bir tarafa bırakalım, niçin müslüman, gayr-ı müslimden üstün sayılmaktadır, bunu da anlamazsa, tavır ve hareketlerini, davranışlarını, düşüncesini, inancını da gayr-ı müslimlere uydurursa, bu adama bilmem ki ne kadar müslümandır demek imkânı vardır? Bunun için her müslümana, her müslüman çocuğuna şunu anlamak ve bilmek zarureti vardır ki, bu kimse veya bu çocuk kendisine “müslümanım” deyince, ne demek istiyor? Neyi kastediyor? Bir kimse için müslüman olmakla, alelâde adam olmanın farkı nedir? Bir kimse müslüman olunca ne gibi vecibeler ve farizalar yüklenir? Ne gibi taahhütlerin altına girer? İslâm’ın haddi hududu nedir? Bir kimse bu alanda ne şekilde hareket ederse müslüman kalır, ne şekilde hareket ederse Müslümanlıktan uzaklaşır? Elbette bazı hareketler insanı Müslümanlıktan uzaklaştırır, isterse bu kimse dili ile bin kere “ben müslümanım” desin.
Evet, müslümanlar! Bütün bu soruların cevaplarını bilmek zorundayız. Bizler müslümansak, Müslümanlığı-mızın ne manaya geldiğini çok iyi kavramamız gerekir. Teslim olan dedik; fakat neye, kime teslim? Tabii ki Allah’a teslim. Şimdi bir düşünelim, bizler, kanunumuzla, hukukumuzla, yaşayışımızla, örtümüzle Allah’a teslim olmuş muyuz?
Ablalarım! Bizler yalnızca müslümanım demekle müslüman olamayız, Dilimizin dediğini kalbimiz tasdik etmeli, hareketlerimiz de onaylamalı. İlk sohbetimiz olduğu için sözü fazla uzatmayacağım. Bugün bu kadar yeter. Yalnız sizlerden bir ricam var, haftaya geldiğiniz de kızlarınızı, gelinlerinizi de getirin. Onların da İslâm’ı öğrenmeye ihtiyacı var; onlara din lâzım değil mi? Şimdi soracak sorunuz varsa sorabilirsiniz. Haftaya, Rabbim izin verirse, dilimin döndüğünce “Kelime-i Tevhid”i açıklamaya gayret edeceğim; çünkü müslüman olan bir kişinin “Lâ ilâhe illallah” kelimesinin manasını öğrenmesi farzdır. Bunun manasını bilmezsek kıldığımız namazın, tuttuğumuz orucun anlamı olmaz. Evet, bu konuyu haftaya bırakıyor, sorularınız varsa sorularınıza geçelim diyorum.
- Hanımefendi, ne demek istiyorsunuz? Ne yani şimdi biz müslüman değil miyiz? Her ne kadar namaz kılıp, kapanmıyorsak da çok şükür müslümanız.
Konuşan, mahallenin sosyetesi Zuhal Hanımdı.
- Bakın, ben hiç kimseyi karşıma alarak konuşmu-yorum. Üstelik İslâmî konuları, kuralları Allah (c.c.) belirlemiştir. Şimdi ben, o kuralların içerdiği mânâları kafama göre değil, yine İslâm’a göre yapmaya çalıştım.
Şimdi bizler müslümanız; ama acı bir gerçektir ki, Müslümanlığın asıl mahiyetini bilmemekteyiz. “Kitabın nedir?” denildiği zaman hemen gururla “Kur’an” diyor, o kitabın bize niçin geldiğini idrâk etmiyoruz. O’nun mesajından habersiz yaşıyoruz Oysa Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Elif, lam, mîm. Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için de kılavuz olan bir kitaptır.”
Takdir edersiniz ki kılavuz demek, yol gösterici demektir. Şu halde kendimize soralım: Biz Kur’an’ın yol göstericiliğini kabul edip, gösterdiği yoldan gidiyor muyuz? Kalp temizliğine gelince, Allah (c.c.) emirlerini sadece kalbi pislere değil, müslüman olan herkese indirmiştir.
- Adım Şükran, şunu öğrenmek istiyorum: Kılavuz dediniz, kılavuzun gösterdiği yoldan gidebilmek için kılavuzun dilinden anlamak lâzım. Bizler Arapça bilmiyoruz, dolayısıyla gösterdiği yolu da bilmiyoruz.
- Aaa, ne demek ayol, benim dedem hoca imiş, her şeyi de biliyoruz.
Konuşan yine Zuhal’di.
- Bacım size bir örnek vereyim: Düşünün ki, uzak bir memlekete, çok ama çok sevdiğiniz birisi gitti ve size oradan bir mektup yazdı. Siz onu bir tarafa koyup da, birkaç gün sonra okurum der misiniz?
- Yoo, hemen okurum.
- Peki, mektubu açtınız ki, o sevdiğiniz insan Türkçe yerine, bilmediğiniz bir dille yazmış. Ne yaparsınız? Tercüman ararsınız değil mi?
- Evet hanımefendi, ne demek istediğinizi anladım. Gerçekten haklısınız, bizim sevgimiz Allah’a karşı tam olsa, Kur’an için de bir tercüman buluruz.
- Kardeşler, duaya geçmeden önce, haftaya kadar şunları düşünelim: Niçin yaratıldık ve “Lâ ilâhe illallah” kelimesi kafirleri niçin çok korkutuyor? Allah (c.c.) hepinizden razı olsun.
Müzeyyen Hanım hemen:
- Haftaya değil de, şimdi düşündüm de, Müslümanlığımı iddia için şahit lâzım dedim.
Rukiyye Hanım lafa karışarak:
- Doğrusu, Zöhre bacım gittikten sonra, kulaklarım paslanmıştı. Hoş o da bildiğini benden başkasına anlatmıyordu ya.
Sümeyye Hanım merak etmişti. “Zöhre bacı kim?” diye sordu.
- Amcamın kızı sayılır, şimdi Bursa’da evli. Zeynep, “evli” kelimesini duyunca, allak bullak olmuştu. Demek annesi evliydi. Kim bilir belki de babası haklıydı. Hayır, ama nasıl olur? Zeynep, sessiz sessiz ağlamaya başladı.
Şeyma arkadaşına ne olduğunu anlayamamıştı, annesiz olduğunu biliyordu; fakat Zöhre ile ne ilgisi vardı? Sümeyye Hanımın gözü Zeynep’e takıldı; niye ağlıyordu acaba? Bu arada Rukiyye Hanım, hatasını anlamış, içinden, “Allah’ım ben ne yaptım, neden Zeynep aklıma gelmedi? Beni affet. Şimdi o çocukcağız nereden bilsin ki annesinin zor durumda kaldığından, mecburen evlendiğini. Babası evlenmedi ise, nasıl zinaya gittiğini, şehvetini haram yoldan nasıl tatmin ettiğini, annesinin geçim sıkıntısı karşısında, imanlı biriyle izdivaç kurduğunu, nasıl anlasın ve nasıl anlatsın ki?”
Sümeyye Hanım, durumu öteki hanımlara çaktırmamak için Şeyma’ya dönerek:
- Şeyma kızım, siz Zeynep’le ayakkabıları düzenleyin, hadi bakayım.
Zeynep buna çok sevinmişti, zaten bağırarak ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Odadan çıktılar. Şeyma sordu:
- N’en var Zeynep? İnan yardım etmek istiyorum.
- O Zöhre, benim annem.
Şeyma arkadaşının üzüntüsünü anladı; fakat cevap verecek bir şey bulamadı. Bu arada içerideki, herkes yavaş yavaş dağılmaya başladı. Sümeyye Hanım, Rukiyye Hanımın az daha oturmasını istemişti. Zöhre Hanımı yani dava kardeşini öğrenmek istiyordu. Rukiyye Hanım anlatmaya başladı: Zöhre Hanım, imam kızıymış, müslüman olmanın şuurunda, iyi bir müslümanmış. Kimlik müslümanı olup, iyi bir müslüman rolü oynayan, Cemil Beyle evlenmiş; aşırı geçimsizliklerinden dolayı ayrılmışlar. Rukiyye Hanım: “Çocukların, annelerinin evli olduğundan haberleri olmadığını, dalgınlıkla söylediğini, hatasından dolayı çok üzgün olduğunu, Zeynep’in de o yüzden ağladığını anlattı ve ona durumu nasıl izah edebileceğini sordu.
Sümeyye Hanım, Zeynep’in hikâyesini böylece öğrenmiş oldu. Zeynep’i yanına çağırarak, onunla bir arkadaş gibi konuşmaya başladı.
- Bak Zeynep, belki de bu anlatacaklarımı şimdi anlayamazsın; ama iyi dinle. Bir gün nasılsa anlarsın. Annenle baban ayrıldı; annenin bakacak kimsesi olmadığı için, evlenmek zorundaydı. Sana bir şey sorayım, annenin kötü kadın olmasını ister miydin?
- Hayır!
- O halde sakın annene kızma. Çünkü çağımızda dul bir kadın olarak yaşamak çok zordur, her yaptığına bir kulp takarlar. Sana bir soru daha sorayım: Peygamberimizi seviyor musun?
- Evet.
- Peki, O’nun sözlerini tutmak ister misin?
- Bilmiyorum ki, ama tutmak isterim.
- O’nun sözlerinden birisi de, evlenmeyi tavsiye etmesidir. Annen de O’nu sevdiği için tavsiyesine uymuş. Büyüyünce daha iyi anlayacaksın, sakın annenden nefret etme, oldu mu yavrucuğum?
- Hayır, ben annemi seviyorum; yanımda olsaydı o da beni severdi.
Ablasına söz vermişti, “erken geleceğim” diye, onun için kalktı, evin yolunu tuttu. Sümeyye Hanım, Zeynep’in hikâyesinden çok etkilenmişti. Program öncesi Zeynep’e örttüğü baş örtüsünü de ona hediye etti, Zeynep de, eve dönerken, bir daha başını açmamaya karar aldı: “Şeyma gibi, teneffüslerde de kapatacağım, hiç açmayacağım” diyordu.
Zeynep eve vardığında, babasının öğlen sonu hiç eve gelmediğini öğrendi, buna çok sevindi. Anlatılanları, dili döndüğünce ablasına anlatmaya başladı. Her şeyi anlatıyordu; yer sofrasını, yer minderlerini, sofra duasını ve gördüğü o kadar çok kitapları.
- Abla, sana bir şey daha diyeyim mi?
- Tabii de bakalım, beni bayağı meraklandırdın.
- Evde hiç baş örtüsü var mı?
- Hıı, Gülten ablamdan kalan, birkaç tane tülbent olacak.
- Abla, sen de başını örtsene; örtü, müslüman kadınların bayrağıymış, sen de müslümansın değil mi?
- Saçmalama, müslümanım tabi.
- Hem Sümeyye teyze dedi ki, müslümanların Allah’a teslim olmaları lâzımmış, yoksa... öff! gerisini unuttum. Haa, yani Allah’ın sözlerini tutmak gerekirmiş. Ben büyüyünce Kur’an okuyacağım.
- Babam bırakırsa, tabii ki.
- Olsun, ben de gizli okurum.
Zeynep bilmiyordu; ama ilk tebliğini yapmış, müca-hideliğe ilk adımını atmıştı. Ertesi gün kalktı; okula hazırlandı; baş örtüsünü de güzelce taktı ve yola koyuldu. Okula vardığında zil çalmak üzereydi. Abdullah Bey, Zeynep’i görünce çok sevinmişti. Hemen aklına, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şu hadisi geldi: “Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra anasıyla babası onu, Yahudi, yahut Nasrani (Hıristiyan) yahut Mecusi (ateşe tapan) yaparlar.” Bütün müslümanlar, Müslümanlıklarının farkında olsalar, çocuklarını birer taklitçi değil, birer müslüman olarak yetiştirirler.
- Selâmünaleyküm öğretmenim.
- Ve aleykümselâm Zeynep, ne de güzel yakışmış örtü, maşallah.
- Teşekkür ederim.
- Zeynep, herhangi bir sıkıntın olursa bana anlat, çekinme.
- Tamam, öğretmenim.
Şeyma teneffüste, Zeynep’i başı kapalı olarak gördüğünde, koşup boynuna sarılmış; çok sevindiğini vurgulamış: “Allah’a şükür, okulda iki kişi olduk” demişti.
O gün okul dağıldığında, Zeynep evin yolunu tuttu. Eve geldiğinde babası evdeydi. Zeynep’i gördüğünde gözleri dönmüştü:
- Ne o kız, daha evlenme çağına var, çıkar şu başındakini, terbiyesiz...
Zeynep donup kalmıştı. Evlenenler örtse, Şeyma da örtmezdi. Çaresizce, eli başına giderken, gözlerinden aşağıya da iki damla yaş süzülüyordu. Bundan böyle baş örtüsünü babasının görmediği yerlerde örtecekti. Bir hafta sonra perşembe idi. O gün babası yoktu. Bu fırsatı değerlendirip Habibe de Zeynep’le birlikte sohbete gidecekti. Nasılsa babası köye gitmişti. Zeynep okuldan geldi, kardeşleri Mustafa’yı da başlarından ektikten sonra Şeyma’ların evinin yolunu tuttular. Sümeyye Hanım Habibe’yi görünce çok sevindi. “Zavallı yavrum, ne kadar da çekingen. Ezildiği her hâlinden belli” diye içinden geçirdi. Saat on dörde doğru sohbetine başladı. Sohbete henüz başlamıştı ki, Rukiyye Hanım da geldi. Habibe’yi de görünce çok sevindi, sohbeti bozmamak için bulduğu boş bir yere çöküp, çocuklarla görüşmeyi sonraya bıraktı.
Sümeyye Hanım geçen hafta da belirttiği gibi, Kelime-i Tevhid üzerine sohbet yapacaktı:
- Muhterem müslümanlar, hepiniz hoş geldiniz! Geçen haftaya nazaran bu hafta birkaç gencimizin bulunması beni memnun etti. Allah (c.c.) hepinizden razı olsun. Sözlerime bir hadis-i şerifle başlamak istiyorum.
Rasulullah (s.a.v.), Muaz bin Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderdiğinde, ona şöyle buyurmuştu:
“Ey Muaz! Onlara ilk önce “Lâ ilâhe illallah”ı anlat, kabul ederlerse, namazın farz olduğunu söyle.”
Buradan da anlaşılacağı gibi, insan müslüman olduğu zaman, önce bu kelimenin mânâsını öğrenecek, kabul ederse İslâm’a girecek. Günümüzde çoğu insan bu kelimeyi ikrar etmekte; fakat manasını bilmediği ve öğrenmediği için, hayatını bu “Kelime-i Tevhid” üzerine bina etmemektedir, edememektedir. Bu durum çok üzücü bir durumdur. Size bir örnek vereyim:
Şöyle farz ediniz ki, çarşıdan bir tülbent aldınız. Bir zaman sonra birisi çıkıp, tülbendinize “benimdir” diye sahip çıksa ne yaparsınız?
O tülbendi rengiyle, çeşidiyle tanıdığınız için, bütün delilleriyle ispat edip tülbendinizi o kişiye kaptırmazsınız değil mi?
Evet, bacılar! Bizler, “Lâ ilâhe illallah” kelimesini tanımazsak, bilmezsek, ne manaya geldiğini araştırıp öğrenmezsek, şöyle veya böyle bu dini elimizden alırlar da haberimiz bile olmaz. Fakat hakkıyla tanımaya gayret etsek, tanıdığımız dini bizden koparabilirler mi? Nitekim bugün sokaklar, caddeler, “Lâ ilâhe illallah” diyen insanlarla dolu. Ama ne acıdır ki bu insanların çoğu, bu kelimenin manasını bilemedikleri için, yani bu kelimeyi tanımadıkları için, ellerinden alındığının farkında bile değiller. Onun için yüce Allah (c.c.) buyuruyor ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”
Demek ki her ne ibadet yaparsak yapalım, sadece büyüklerimizden gördüklerimizle değil de, kendi aklımızı kullanarak, okuyup bilerek yapacağız. Şimdi gelelim bu kelimenin açıklamasına. En başta, “Lâ” diyoruz ki, bu Arapça’da “yok” demektir, “ilâhe” yani “Lâ ilâhe” derken, “ilâh yoktur.” “İllallah” derken de, “Allah’tan başka.” Toparlayacak olursak, “Allah’tan başka ilâh yoktur, yalnız Allah vardır ilâh olarak.”
Şimdi bu “ilâh” kelimesi ne mânâya gelir? Açıklamaya gayret edelim. Cemaatten, Halime teyze dayanamayıp:
- Aman kızım, bunu da bilmeyecek ne var? “İlâh” demek, Allah’ın bir adıdır.
- Hayır, teyze, bize hep öyle öğrettiler. “İlâh” kelimesi, bazı mânâlar içeren bir kelimedir. Şayet bu içerdiği mânâları bizler Allah’a has kılarsak, o zaman bizim ilâhımız Allah olur. Ayrıca şunu da düşünecek olursak, kabirde melekler, sorgu suale geldiklerinde “Allah’ın kim?” diye değil de “Rabbin kim?” diye soracaklar.
Şimdi, ilâh kelimesinin içerdiği manalar üzerinde duralım: “En çok sevilen, en çok korkulan, yüceltilen, boyun eğilen, kanun koyan” demek olduğu gibi, Yusuf el Kardavi de şu şekilde açıklamıştır: “Sevgisiyle kalbin dolduğu, O’na tevazuda bulunduğu, boyun eğdiği, korktuğu, beklediği, zor anlarda kendisine sığındığı, ihtiyaçları için dua ettiği, O’na iltica zikriyle sükûnet bulduğu ve sevgisiyle rahatladığıdır.” Şimdi kime sorarsanız, Allah’ı sevdiğini tereddütsüz söyler, korktuğunu da. Ama bir düşünelim, kişi çok sevdiğine nasıl davranır? Çok korktuğuna karşı tutumu nasıl olur? İnsaflı bir şekilde düşünüp cevaplayacak olursak, Allah’tan ne derece korktuğumuzu, Allah’ı ne derece sevdiğimizi anlarız. Zaten Allah (c.c.), kendi sevgisinden fazla sevgiyi, kendi korkusundan fazla (korkulan ne olursa olsun) korkuyu kabul etmiyor.
Okumamız lâzım arkadaşlar, yaşımız ne olursa olsun. Çünkü Allah’ın ilk emri “ikra” yani oku’dur. Yalnız şurasını kavramak gerekir; oku, ama benim emirlerimi, yine benim emrettiğim şekilde oku demektir. Yoksa git de cahilî eğitimin ilimlerini tahsil et, demek değildir.
Yirmi yaşındaki, yeni evli, Yüksel gelin sordu:
- Hanım teyze, ben bu konuyu bayağı merak ettim. Acaba bu konu hakkında tavsiye edeceğiniz bir kitap var mı?
- Tabii bacım, verebilirim.
- Yalnız, benim anlayacağım türden olsun.
- Bacım, biraz gayretle anlamayacağımız bir şey olmaz. Çünkü Allah (c.c.) bu dini (sistemi) yaşamamız için göndermiştir. Anlamayacak olsaydık, bizi o sorumlu tutmazdı. Kitaplara gelince:
1 - Lâ (Mustafa Çelik)
2 - Gençlerle Tevhid Dersleri (M. Göktaş)
3 - Yoldaki İşaretler (Seyyid Kutup)
4- Tevhidin Hakikati (Yusuf el-Kardavi)
Bunları okursan, anlayacağını ümit ederim.
- Teşekkürler, memnun oldum.
- Rica ederim, görevimiz.
Geçen hafta kalbim temiz diyen Zuhal, bu hafta yine gelmişti, Sümeyye Hanıma hitaben:
- Ben bir soru sormak istiyorum.
- Buyurun, sizi dinliyorum.
- İslâm, neden kadınların haklarını o kadar kısıtlamış? Kadın da bir insan değil mi?
- Bakın kardeşim, kadın ta çöplüklerdeyken, İslâm onu oradan alıp baş tacı etmiştir. Sorunuza geçmeden önce, ben size bir soru sormak istiyorum.
- Buyurun.
- Kaç çocuğunuz var?
- Üç.
- Peki, bu çocuklarınız arasında ayırım yapıyor musunuz? Meselâ, birini diğerine ezdirir misiniz?
- Hayır, mümkün değil, benim nezdimde hepsi aynıdır.
- Çok güzel, doğru olan da budur. İşte Allah (c.c.), herkesten daha ziyade merhametli olduğu için, siz üç çocuğunuzu birbirinden üstün tutup, ezdirmiyorsunuz da, Allah iki kulundan birini diğerine ezdirir mi?
Şimdi gelelim sorunuza. Cahiliye döneminde kadınlara hiç değer verilmezdi. Zahmet edip hakikî İslâm tarihini okusak, bunu pekâlâ görebiliriz. İslâm sistemi kadar hiçbir sistem, kadına hak vermemiştir. İslâm’da eşitlik yok; fakat adalet vardır. Örnek mi istersiniz? Bir inşaat düşünün, eşitlik var diye, kadınla erkek beraber çalışsın, aynı zamanda, kadın çocuk doğursun, çamaşır yıkasın, çocuk büyütsün, bu adalet midir? Hem üstelik, Kur’an-ı Kerim’de bildirilmiş âyetler var, bazı istisnalar dışında, kadın erkek aynı haklara sahiptirler. Bakınız, Nisa sûresi yedi, otuz iki, yüz yirmi dört; Nahl sûresi, doksan yedi; Al-i İmran sûresi yüz doksan beş. Bu âyet-i kerimelere bakarsanız, kadınlarla erkeklerin ayırt edilmediğini görürsünüz. Evet, Allah, erkekleri bir derece üstün yaratmıştır, bunun da sebebi, erkeklerin mesuliyetinin kadınlardan daha fazla olduğundandır. İslâm düşmanları, İslâm, kadınları eziyormuş şeklinde propaganda yapmışlar, halen de yapmaktadırlar.
Tekrar edeyim, bu üstünlük, insan olarak değil, aile hayatındaki mesuliyetin getirdiği yetki üstünlüğüdür. Bu da adaletin ta kendisidir. Bununla beraber kadının yeme, içme, barınma gibi ihtiyaçları da erkeğin üzerinedir. Bir insan bir şeyi reddederken de, kabul ederken de “niçin?” yaptığının farkında olması lâzım gelir.
Aksi takdirde kötü bir taklitçi olmaktan kendini kurtarabilir mi? Kadınların değersiz olduğunu iddia edenlerin, sizi temin ederim ki İslâm’ın “i” sinden bile haberleri yoktur ya da art niyetlidirler.
Yine bir hadis-i şeriflerinde Peygamberimize (s.a.v.) gelen bir köylü soruyor:
-Ya Rasulullah, iyi hürmete, benim güzel hizmet etmeme en layık kimdir?
Rasulullah (s.a.v.) buyurdu:
- Anandır.
- Sonra kimdir?
- Anandır.
- Sonra kimdir?
- Anandır.
- Sonra kimdir?
- Sonra babandır.
- Bilmem yeterli oldu mu?
- Teşekkürler, araştırmak lâzım.
Mahalleden bir genç kız:
- Hocam, bana Kur’an öğretir misiniz?
- Memnuniyetle, neden olmasın? İnşallah Rabbim, seni hakkıyla öğrenenlerden eylesin.
- Siz nasıl öğretirseniz, öyle öğrenirim. Pek anlayamadım da.
- Günümüzde birçok müslüman, tecvid ve mahrecine önem verip, Kur’an’ı ezberliyor. Bu önemlidir. Mahreç farzdır, tecvid vacip.
Yalnız Kur’an okumak kadar, onda yer alan emirleri hayata geçirmek gibi bir sorumluluğu olduğunu unutuyorlar.
Kur’an sadece güzel kıraat edilmekle kalıyor. Bakın Allah:
“Peygamber de: “Ya Rabbi! Benim kavmim, bu Kur’an’ın okunmasını ve hükümlerini terk edilmiş bir hâlde bıraktılar.” diye beyan ediyor. Kıyamet günü, bunun hesabı ağırdır, zordur.
Allah, ilk önce Kur’an’ı yaşansın diye göndermiştir. Ne var ki, biz onun tilavetiyle de mükafat alıyoruz.
Böylelikle bugünkü sohbet de noktalanmıştı. Herkes, yavaş yavaş çıkarken, Rukiyye Hanım doğru Habibe’lerin yanına gitti.
- Habibe, yavrum nasılsın, iyi ki gelebildin?
- Teşekkür ederim, iyiyim. Babam köyde, ben de
merak ettiğim için geldim.
- İyi ettin, böyle fırsat buldukça gel. Habibe, annenden mektupla bir de paket var. Mektubu getirdim, paket evde, babandan saklayabilecek misin?
- Bilmem, ne göndermiş ki?
- Bilmem, paketi açmadım.
- Saklamaya çalışırım.
- O zaman mektubu al, ben paketi gönderirim.
- Sağ ol, teyze.
Eve vardıklarında, ilk işleri mektubu okumak oldu.
- Abla, acaba annem ne gönderdi?
- Bilmem, sus da şu mektubu okuyalım.
- Tamam sustum, sesli oku da ben dinleyeyim.
- Peki, okuyorum:
Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berakatühü.
Canım yavrularım,
Sizleri hasretle kucaklar, Allah’ın selâmı, bereketi, hidâyeti üzerinize olsun derim. Canlarım, geçen mektuptan sonra günlerce belki iki satır yazarsınız diye bekledim. Yanlış anlamayın, sizi suçlamıyorum. Belki de zamanınız müsait olmamıştır. Nasılsınız bakalım? İnşallah iyisinizdir. Sizlerin özlemiyle nasıl yandığımı yalnızca Allah (c.c.) bilir; ama ne yapalım sabretmekten başka yapacak bir şey yok. Hem Allah (c.c.) sabreden kulunu sever. Habibe, yavrum, sözlerime iyi kulak ver: Bizler boşuna yaratılmadık, bizim bir yaratılış gayemiz var. Onun için evladım, bütün işlerimizi Allah’ın (c.c.) buyurduğu gibi yapmak zorundayız.
Allah (c.c.) buyuruyor ki: “Ben insanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım.” Canım evlatlarım, kulluk demek, yalnızca namaz kılıp, oruç tutmak değildir. Kulluk etmek demek, itaat edip, söz dinlemektir ki, bu da her alanda olur.
Yavrularım, uzaktan pek bir şey yapılamıyor, onun için, dininizi kendiniz öğrenmeniz lâzım. Size birkaç tane kitap gönderiyorum. Anlayana kadar okuyun, eğer sakıncası olmazsa, ileride yine gönderirim. Müslüman olanların bilgisiz olmaları düşünülemez. Canlarım, elinizden geldiğince okumanızı isterim.
Satırlarımı noktalamadan, tekrar selâm eder, özlemle öperim. Allah’a emanet olun, namazlarınız da hiç ama hiç ihmal etmeyin.
Anneniz Zöhre
- Demek, annem bize kitap göndermiş.
- Abla, babamdan nasıl saklayacağız?
- Bilmem, bakalım?
- Ben de anneme mektup yazacağım.
- Nasıl göndereceksin?
- Rukiyye teyzeye veririm, o gönderir.
Bu arada kapı çalındı. Gelen Şeyma ve Emine idi. Kitapları getirmişlerdi. Bırakıp hemen döndüler.
- Abla, hadi açsana! Bakalım neler göndermiş... Aaa, sen ağlıyorsun, ne oldu?
- Bilmem, içim bir garip oldu, birden anne özlemi alevlendi içimde. Keşke diyorum, ama neyse boş ver. Hadi açıp bakalım.
Paketin ağzını açıp, kitapları tek tek çıkarmaya başladılar:
1- Ahiret Bilinci
2- Ahlâk Bilinci
3- İman ve Salih Amel
4- Kimlik Bilinci
5- Vahiy Kültürü
6- Yürek Devleti
7- Dünden Bugüne Şeytan ve Dostları
8- Arınma Yolu 1 - 2
- Şimdi bunları nereye koyacağız?
- Sen, sandığın kapağını aç, ben getirip yerleştireyim, hadi Zeynep.
- Tamam, sen getir, ben açıyorum.
Günler, haftalar geçiyordu. Sümeyye Hanım çalışmasına hiç yılmadan devam ediyordu. Sümeyye Hanımın her hafta ektiği İslâm tohumları, gönüllerde yavaş yavaş filizlenmeye başlamıştı. Yine günlerden perşembe idi. Cemil Bey, yine ilçede yoktu. Habibe işlerini ayarladı, öğlen sonu Zeynep’le birlikte yola koyuldular. O hafta Sümeyye Hanım, kadının örtüsünü anlatıyordu.
- Muhterem müslümanlar, bu haftaki konumuz: Tesettür. Allah (c.c.) buyuruyor:
“Ey Peygamber, eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, dış elbiselerinden (cilbaplarından) üstlerine giymelerini söyle. Onların (özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olan budur. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.”
Bacılarım! Dikkat edecek olursak, Allah (c.c.) işi keyfiyete bırakmamış; müslümanım diyen her kadın, bu âyet-i kerimenin muhatabıdır. Ama bizler, hâşâ, Allah’tan iyi biliyormuşçasına, “Aa bu asırda da kapanmak olur mu? Ben Allah’a inanıyorum, benim kalbim temiz” deyip, mesuliyetimizin kalktığını zannediyoruz. Bizim kitabımız Kur’an’sa araştıralım bakalım, sadece kalbi pisler örtünsün, diye bir ayet var mı?
Hz. Aişe, Hz. Fatıma gibi validelerimiz, kalpleri pis olduğu için değil (hâşâ) Allah’a hakkıyla iman ettikleri, Peygamber’i (s.a.v.) önder kabul ettikleri için, boyun eğip, itaat etmişlerdi. Kulluğun gereği de bu idi. Ne diyordu (s.a.v.):
“Sizden biriniz arzusunu, yaşantısını, benim getirdiğim, bu Kur’ân’a uydurmadıkça, iman etmiş olmaz.” Ve yine bir hadis-i şeriflerinde, “İman nedir?” sorusuna:
“Dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve hareketlerle de onaydır.” buyurdular. Yani bizler, inandığımızı dil ile söylemekle kalmayıp, kalp ile de tasdik edeceğiz. Bu yeterli mi? Hayır asla. Hareketlerimizle de Allah ve Rasulüne inandığımızı belli etmek zorundayız. Şayet gerçekten inanıyorsak...
Kardeşlerim! Şayet bizler, dışarıda Allah’ın çizdiği ölçü üzerine değil de, moda sahiplerinin çizdiği ölçü üzerine giyinip, gezmelere gidiyorsak, hangisine iman etmiş oluruz? Buyurun, kararı siz verin. Üzerimizdeki giysi, hangisine iman ettiğimizi göstermeli değil mi?
Bacılarım, bugün de bu kadar. Fakat bu konuda, daha fazla bilgi istiyorsanız, Cafer Tayyar’ın “Dokunmayın Bacıma” adlı kitabını okuyabilirsiniz. Allah (c.c.) hepinizden razı olsun.
Habibe’nin mahalle arkadaşı Makbule, hemen kalktı, Habibe’nin yanına gelip, Habibe’ye:
- Habibe, bir şey konuşacaktık.
- Sen misin? Ne haber? Makbule, hayırdır! Seni dinliyorum.
- Ben, Yüksel abla, Hülya, Asiye ve Hanife aramızda anlaştık. Diyoruz ki madem müslümanız, o halde biz de dinimiz için bir şeyler yapalım, bize katılır mısın?
- İsterdim; fakat benim mazeretlerim var. Katılamam.
- Yeter ki iste, Allah (c.c.) sana kolaylık sağlar.
- Peki, nasıl olacak?
- Kitap okuyup birbirimize anlatacağız. Gayemiz ilk önce kendimizi yetiştirmek. Daha sonra etrafımıza yardımcı olabilmek. İşe İlmihal’den başlayacağız. Ne dersin?
- Aslında çok iyi olur. Okumasına okurum da, her hafta katılamam.
- Aslında çok sevindim. Madem kabul ettin biraz kal, cemaat gitsin. Sümeyye abla ile konuşup bize yol göstermesini isteyelim.
- Tamam, bekliyorum.
Herkes gittikten sonra konuyu Sümeyye Hanıma açtılar. Sümeyye Hanım çok sevinmişti. İlmihal’den başlayacağız, dediklerinde Sümeyye Hanım şöyle dedi:
- Gençler, beni heyecanlandırdınız. Allah muvaffak etsin. Elbette ki ilmihal önemli. Bir müslüman fıkhını bilmek zorunda; ama başlama noktası Akaid’dir. Yani imandır. Önce imanı öğrenmeliyiz. İman nedir? Allah’ın kabul ettiği ve etmediği iman nedir? Her “inandım” diyen iman etmiş olur mu? Kelime-i Tevhid nedir? İmanı koruma yolları nelerdir? Sonra, şirk nedir? ilâh nedir? Rab nedir? Velhâsıl, imanın konusu olan her şeyi ilk öncelikli olarak öğrenmeliyiz.
Buna en çok sevinen de Sümeyye Hanım olmuştu. “Kitap konusunda hiç endişeniz olmasın, bizim kitaplığı istediğiniz gibi kullanabilirsiniz.” demişti. İşte böyle başlamışlardı çalışmaya. İslâm’ı tanıdıkça, babalarının baskısı, Habibe ve Zeynep’e eskisi kadar zor gelmiyordu. Babalarından birkaç kez dayak yemelerine rağmen başörtülerini açmamışlardı. Habibe “Ne yapalım, bu da bizim imtihanımız.” diyordu. Babaları bazen üstlerine çok gidiyor, bazen hiç aldırmıyordu. Çocuklar bilmi-yorlardı ki, kadından randevu aldı mı iyi, ama randevu alamadı mı âdeta kuduruyordu. Çocuklar dayakları da genellikle o zaman yiyorlardı.
Şehvetini ilâhlaştırmıştı. Zavallı çocuklar da babalarının şehvet ilâhı yüzünden, zor günler geçiriyorlardı. Günler bu şekilde geçip giderken, bir gün Cemil Bey:
- Saat onda.
- Yoo olmaz.
- Kız, etme eyleme.
- Eylemeymiş. Zaten, gelmez olası, o öğretmen gelmeden önce, işlerim daha iyiydi. Birkaç müşterimi yoldan çıkarmış. Ancak birini bulmuşum. Sen nasılsa dâimisin, onu kaçırmayayım bari. Cemil meraklanmıştı, sordu:
- Ne yapmış o öğretmen?
- Daha ne yapsın? Kahveci Muhsin vardı ya, onunla anlaşmışlar; kahvesine küçük bir kitaplık koymasına izin vermiş. Bir müddet sonra da, kumarı kaldırıp, çay içme kıraathanesi yapmış.
- Bunu biliyorum.
- Benimkiler de oraya takılıyordular. Onlar da yoldan çıkmışlar. Yok tevbe etmişlermiş; biz de müslümanız. Ne yapalım, ekmek parası, hem Allah affedici değil mi?
- Bunlardan bana ne?
- Sana bir şey diyen olmadı.
- Ya bu gece gelirim, ya da ben de artık gelmem, bilmiş ol.
- Aman Cemil’im, sen şakadan da anlamıyorsun. Peki ama, on ikiden sonra tamam mı?
Kadın, Cemil’i kaçırmak istemiyordu; çünkü bakkaldan istediği şekilde yararlanıyordu.
- Tamam, fakat ötekini gözüm görmesin, zaten senin başkalığın da olmasa.
O gece on ikiden sonra, çocuklar uykudayken, evden yavaşça çıkıp kapıyı örttü ve yoluna koyuldu. Habibe, gece uyandığında su içmek ihtiyacı hissetti. Babaları her zaman salonda yatar, yattıktan sonra rahatsız edilmekten hiç hoşlanmazdı, onun için kızlar da babaları yattığında hemen odalarına çekilir; odalarında bile fiskosla konuşurlardı.
Habibe, babası duymasın diye, kapıyı yavaşça açıp salona çıktığında, babasının yatakta olmadığını gördü. Tuvalete çıktığını düşünerek mutfağa geçti; suyunu içip odasına dönerken, babasının evde olmadığını anladı. Kapıya baktı, kapı kilitli değildi. Terlikleri orada, ayakkabılarıysa yoktu. Korktu, kapıyı kilitledi ve oturup beklemeye başladı. Saat sıfır ikide uyuya kaldı. Uyandığında sabah ezanı okunuyordu. Kalkıp abdestini aldı, kafası allak bullaktı. Zeynep’i de kaldırdı. Mustafa’yı da çağırdı;fakat o, her çağrıldığında sövüp sayıyor, Habibe aldırmıyor yine çağırıyordu. Mustafa, dokuz yaşına yaklaşmıştı. Peygamberimiz, “Yedi yaşına geldiklerinde çocuklarınıza namazı emredin” buyurmuştu. Kendisi de annelik görevi yaptığına göre, onu alıştırmaya gayret ediyordu. Çünkü geçen gün okuduğu kitapta şu hadis-i şerife rastlamıştı: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz emriniz altındakilerden mes’ulsünüz.”
Mustafa yine inadına sövüp saydı ve kalkmadı. “Bu çocuk hiç laf anlamıyor” diye söylendi Habibe. Zeynep babasının yatağını boş görünce.
- Abla, babam nerde? Dışarı mı çıktı? Yoksa namaza mı kalktı? Nerde o günler.
Ablası, ne desin bilemedi. Kendisi, dedikodulardan, babasının neler karıştırdığını az buçuk biliyordu; fakat Zeynep’e nasıl izah etsin, ne desin? Zeynep çok akıllı bir kızdı: sürdükleri hayat sadece Zeynep’i değil, kızların ikisini de çabuk olgunlaştırmıştı. Ablasının durakladığını görünce:
- Biliyorum, o kadına gitmiş, değil mi? Çok dua ediyorum, Allah’ım babamı da düzeltse, müslüman olsa da, bu işlerden vazgeçse. Benim de, Sümeyye teyze gibi olmama engel olmasa.
- Sen, bunu nereden biliyorsun?
- Biliyorum, çünkü kışın bir defasında bakkala gitmiştim. O kadın, kucağını doldurmuştu, çıkarken babama “Akşam dokuzda hesaba yazarsın” dedi. Ben de hesap defterine baktım, o kadının hesabı yoktu. Hem mahalleden hiç kimse ona gidip gelmiyor.
- Boş ver güzelim, hadi namazımızı kılıp, dua edelim.
- Abla, annem iyi ki evlenmiş değil mi?
- Haydi, namaz kerahete girecek.
Kızlar, namazdan sonra yatmadılar. Zaten yatmamaya gayret ediyorlardı çoğu zaman. Sabah saat yediden sonra Mustafa’yı bakkala gönderdiler. Bakkal açık değildi. Mustafa geri geldi. Habibe bayağı endişelenmişti, belli etmemeye çalışarak:
- Zeynep, komşudan bir ekmek ödünç al da gel. Siz yiyin, okula gidin. Zeynep:
- Ben yemeyeceğim, diyerek hazırlanıp okulun yolunu tuttu. Öğretmeni, Darvin teorisine inanan biriydi. Zeynep, çalışkan olmasına rağmen, baş örtüsünden dolayı Zeynep’i sevmiyordu. Bir gün, derste, insanların ceddinin maymun olduğunu anlatırken, Zeynep ayağa kalkıp:
- Öğretmenim, siz dedenizin maymun olduğunu mu söylemek istiyorsunuz? Geçen derste, şehit dedelerimiz demiştiniz, maymunlar şehit olur mu?
- Kes, küstah seni. Bu dersten zayıf aldın.
- Ama, dersimiz resim.
Öğretmen hızla yaklaşıp, Zeynep’in suratına iki tokat yapıştırdı. Zeynep’se hiç aldırmamıştı, verdiği cevaptan memnundu. O gün yine öğretmenin aksiliği üzerindeydi.
- Zeynep, beni dinle. Bundan böyle okula baş örtüsüyle gelmeyeceksin.
- Öğretmenim, ben örtüyü dışarıda takıyorum. Okul, insanın dışarıdaki hareketlerine de mi karışıyor?
- Fazla gevezelik istemiyorum.
Karşı taraftan Abdullah Bey, kızın sıkıştırıldığını görünce:
- Öğretmen Hanım, kızı sıkıştırmaya hakkınız yok. Sanırım çocuk derste kapatmıyor, dışarıya da karışmaya hakkımız yok, diye müdahale etti.
Öğretmense sinirli sinirli yürüyüp gitti. Abdullah Bey:
- Aldırma kızım, bir şey yapamaz, öğretmenin de olsa, dışarıdaki hareketlerine karışmaya hakkı yok.
Öğlen paydosunda doğruca eve geldi. Hâlen babaları ortalıklarda yoktu. Habibe, yarına kadar bekleyip, çıkmazsa etrafa öyle haber vermeyi düşünüyordu. O günlük ekmeği evde fırına atarak pişirdi. Akşam olup hava karardığında çocuklar hiç konuşmuyor, korkuyorlardı. Babalarına da bir şey olsa, ne yapar, kimin yanında kalırlardı? Ve birden “tak, tak, tak” diye kapı vuruldu. “Kim o?” demeye cesaret edemiyorlardı. Kapı tekrar vurulunca, Mustafa:
- Kim ooo? diye seslendi.
- Aç oğlum, benim.
Gelen babalarının sesiydi. On ikiden sonra gidince, sabaha karşı uyumuş, saat dokuz buçukta uyanmış. Kimse görür diye utancından, akşam olmasını bekleyip eve gelmişti. Zavallı, kimden utanılması gerektiğini hâlâ idrâk edemiyordu! Habibe ile Zeynep göz göze geldiler, ikisinin de hıçkırıklar boğazında düğümlendi. Kapı açıldı. Cemil içeri girdi. Ne desin? kendisi de bilmiyordu; çocuklar artık büyük, hepsinin de aklı eriyordu. Divana çöktü, garip garip hislerle doluydu. Habibe, zoraki:
- Bir şey ister misin? Yiyecek... diyebildi.
- İstemem. Su hazırla banyo yapacağım.
Mustafa babasına dönerek:
- Baba, seni merak ettim, nerdeydin?
Zeynep birden:
- Sana ne? Babalar gider, evlâtlar sormaz. Allah, babamın nerde olduğunu biliyor ya?
- Ne biçim konuşuyorsun, bacaksız. Zeynep’in kulağının dibine bir şamar attı.
- Ne konuştum ki? Sadece sorma dedim. Yalan mı? Allah biliyor.
- Suus! Bir de bana karşı mı geliyorsun? Cevap verme, itin doğurduğu! Anan da başıma hoca kesiliyordu.
- Sana karşı gelmiyorum. Gittiğin yeri, ben de biliyorum, Allah da biliyor. Allah’a karşı geldiğin için, Allah da sana soracaktır.
Zeynep, bir güzel dayak yedi. Habibe, babasının elinden kardeşini almaya çalıştı; fakat dayaktan o da nasiplendi. Sonunda dayanamayarak:
- Vur, vur baba, vur! İçin rahatlayıncaya kadar vur! Vurmakla kurtulacağını zannetme! Allah, haklının hakkını alacaktır. Onun için ahiret vardır. Yoksa burada zalime güç yetiremeyenlere haksızlık olurdu.
Cemil, sinirine hakim olamıyordu, tam Zeynep’i bırakıp Habibe’ye konuştuğu için vuracaktı ki, Zeynep’in burnundan kan fışkırdı ve Zeynep dayanamayarak bayıldı. Çocuklar ağlıyordu, baba da ne yapacağını şaşırmıştı.
- Ne duruyorsun? O.... doğurduğu, su getir!
Habibe’nin elleri tir tir titriyordu. Ya Zeynep’e bir şey olduysa, ya öldüyse... “Allah’ım onu bana bağışla,” diye dua etti içinden.
Bir saat sonra, Zeynep, hafiften kendine gelmiş, gözlerini açmıyordu. Mustafa köşeye sinmiş; babaları ise sigaranın birini yakıp, birini söndürüyordu. Çocuklar, korkudan sessiz sessiz ağlıyorlardı. Onlara ağlamak da yasaktı. Zeynep’in gözleri kapalı sicim gibi yaş döküyordu.
Cemil Bey, düşündü. “Çocuk dövmekle vicdanım, olmayan vicdanım mı rahatlatmıştı? Şimdi gerçekleri söyleyen çocuğu susturuyordu; ya Allah’ı ne yapacaktı? Nereye kaçacaktı? Hangi zorbalıkla, hangi yalancı şahitle mahkemeyi kazanacaktı?” Düşünmek bile istemi-yordu. Kalktı duş aldı, yatağına uzandı. Habibe, sabaha kadar yatağına girmedi. Sabah ezanında Zeynep’i kaldırmak için yanına geldi. Kıyamıyordu kaldırmaya, ne güzel uyuyordu; ama gözünün biri morarmış, burnundan gelen son kan damlası, hemen dudağının üzerinde pıhtılaşmıştı. Habibe, sessiz sessiz ağlamaya başladı, içi burkulmuştu. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da sitem ediyordu.
- Annesiz yavru, hak karşısında eziyet gören yavru. Adaletsizlerin uydurdukları, sözde adalet karşısında ceremeyi çeken yavru. Annesiz yavru...
Aynı gece diğer taraf da Zöhre kadın, uykusundan sıçrayarak uyandı. Korkunç bir rüya görmüştü. İbrahim Bey de onun sıçramasıyla uyanmıştı.
- Hayrola, ne oldu hanım?
- Korkunç bir rüya gördüm. Çocuklar, mutlaka çocuklarda bir şey var.
- Ağlama hanım. Sabrı, metaneti bırakma. Sabah olsun, Rukiyye Hanıma telefon ederiz. Şimdi teheccüt-lerimizi kılalım.
Zöhre kadın, rüyasında Habibe’yi görmüştü. Sanki bir uçuruma düşüyor, canhıraş bir feryatla: “Anneee! Anneee!” diye bağırıyordu. Zöhre kadın ellerini uzatıyor bir türlü onu tutamıyordu. Birden geçmişe daldı, çocuklarını doğurduğu günlere... Kocası ve çocuklarının babası olan o adam, Habibe ile Zeynep doğduklarında “Kendin gibi o... doğurdun” demiş, Mustafa’da gururlanmıştı.
Her şeyine katlanmıştı Zöhre; haksız yere dövmesine, basit şeylerden dolayı, sövüp saymasına, her şeye. Yalnız dinine karışılmasına dayanamamıştı. Bir defasında namazdayken dayak yemiş, yine de sesini çıkarmamıştı, çıkaramamıştı... Kalktı abdest aldı, İbrahim Bey namaza durmuştu. Odanın kapısını çalarak içeri girdi:
- Kızım, Saliha’m, kalk. Gece namazının vakti geldi.
- Tamam anne. Emine’ye ben seslenirim, sen gidebilirsin.
Aralarında öyle bir dayanışma vardı ki, Saliha ve Emine’yle öz anne kız gibiydiler.
- Bana da dua edin? Biliyorsun gıyapta yapılan dua makbuldür. Namazlarını kıldılar. Ellerini açtı Zöhre, gözlerinden sicim gibi yaşlar boşalırken:
“Allah’ım, hâlimi sen daha iyi bilirsin. Sana geldim, açtım ellerimi. Tek dayanağım Sen’sin ve Sen’in yüksek mahkemen. Yavrularımı hidayetli kimseler et. Babalarına merhamet ver; çocuklarıma sabır ve sebat ver. Çocuklarımı kendine has kullardan eyle.” diye dua etti.
Duasını bitirdikten sonra, gözünü hiç uyku tutmadı. Sabah olmasını zor bekledi. Sabah namazını da kıldı, telefonun ahizesini alırken, elleri titriyordu. Acaba kötü bir şey duyar mıyım, diye tereddüt ediyordu.
Beri tarafta, telefon sabahın köründe, bangır bangır ötmeye başladı. Rukiyye Hanım, “Bu saatte kim acaba?” diyerek, telefonu kaldırdı.
- Aloo buyurun!
- Selâmünaleyküm, Rukiyye Hanımla görüşecektim.
- Evet benim. Aaa… sen misin Zöhre bacı? Aleykümselâm. Hayrola?
- Nasılsın?
- İyiyiz, sizler nasılsınız?
- Bizler de iyiyiz.
- Bacım, hayırdır, sabah sabah?
- Rukiyye, ben bu gece güzel rüya görmedim. Çocuklarda bir şey mi var?
- Bacım, çocuklar…
- Varsa çekinme, bileyim. Sabrederim bilirsin. Gece olup bitenlerden haberi olmayan Rukiyye Hanım:
- İnan, çocuklar çok iyiler. İki kızın da Allah’ın istediği gibi birer müslüman olma yolundalar. Merak etme sağlıkları da iyi. Bahsettiğim Sümeyye ablamızın onlara çok faydası oldu.
- Sahi mi? Buna çok sevindim.
- Habibe durmadan okuyor, ders yapıyorlar, gerçekten bayağı başarılı. Tek sorun, her zaman katılamıyor; ama evde o boşluğu kapatıyor. Zeynep’in de durumu iyi. O’na da Sümeyye Hanım anlayacağı kitaplardan veriyor. Maşallah başları da hep örtülü.
- Allah’ım, sana hamd-ü senalar olsun. Peki, hakkını helâl et. Rahatsız ettim.
- Aman, ne demek, biz kardeşiz unuttun mu? Hadi Allah’a emanet ol.
- Sen de.
Zöhre kadın rahatlamıştı. Telefonu kapattıktan sonra,” Çocuklara mektup yazayım”, diye düşündü.
Diğer tarafta Zeynep, bir hafta okula gidemedi. Babası okuluna gidip, hasta bahanesiyle izin aldı. Evde, ablası yemek yaparken, Zeynep de divana uzanmıştı. Birden kapı çalındı. Kızlar birbirlerine baktılar.
- Acaba, babam mı geldi? deyip seslendi.
- Kim o?
- Ben, Emine. Zeynep evde mi?
- Hoş geldin, Emine! Bir şey mi var?
- İçeriye girmeyeceğim, annem dedi ki, hemen dön.
- Hayırdır inşallah?
- Annenizden mektup gelmişti. Üç gündür Zeynep’i okulda göremedim, ben de mektubu getirdim. Alır mısın Habibe abla. Annemin de selâmı var.
- Allah (c.c.) razı olsun. Sen de, annene selâm söyle.
Habibe içeri girdi, Zeynep’e:
- Zeynep, annemden mektup var!
- Sahi mi? Okusana, sesli oku. Benim gözüm ağrıyor.
- Peki canım, yemeğin altını kapatayım da.
Zeynep de doğrulmuştu, ablası gelip yanına çöktü. Mektubu okumaya başladı:
“Esselâmü aleyküm yavrularım.
Allah’a hamd-ü sena, elçisi, önderimiz, rehberimiz Muhammed’e salat ve selâm olsun. Allah’ın selâmı sizlerin, muvahhidlerin ve dava kardeşlerimizin üzerine olsun.
Yavrularım! Sizlerin iyi birer kul olma gayretiniz beni çok sevindirdi. Allah (c.c.) razı olsun, başarınızı artırsın. Size karşı vazifemi hakkı ile yapamadım. Ama artık büyüdünüz, iyiyi ve kötüyü bir nebze ayırt edebiliyorsunuz, çok şükür. Allah’ın size verdiği akıl nimetini iyiye kullanmanızı temenni ederim. Canım yavrularım, bizler bu dünyaya imtihan için geldik. Muhakkak ki hepimizin imtihanı ayrı ayrı olacaktır. Bizler müslüman olarak Allah’a teslim olmuş insanlarız. Onun için Müslümanlığa ilk adım atarken şahadet kelimesini ikrar ederiz. Bu şahadet kelimesini kuru kuru ezberlemek ve okumak, insana fayda sağlamaz. Bu, papağanın manasını bilmeden söyleyip durduğu kelimelere benzer. Biz ise, insan olduğumuz için, konuştuğumuzu bilmemiz gerekir.
Canım yavrularım! Şahadet ederken, “Allah’tan başka bütün ilâhları reddedip, yalnız Allah’ı ilâh olarak kabul ediyorum” diyoruz. O halde ilk başta ilâhın ne manaya geldiğini bilmemiz gerekir ki; “Eşhedü en lâ ilâhe” derken, neleri reddettiğimizin bilincinde olalım. Allah (c.c.) buyuruyor ki: “Allah ile birlikte başka bir ilâh daha edinip tapma. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur.”
Canlarım, nasıl ki, bir öğrenci ders çalışmazsa sınıf geçemiyor, biz de çalışmazsak sırattan geçemeyiz. Bu dünyada daha nelerle imtihan olacağımızı bilemeyiz.
Allah (c.c.) yine bir âyet-i kerimede buyuruyor ki: “Elif, lâm, mîm. İnsanlar yalnızca inandık demekle bırakılı verileceklerini ve imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?”
Size gönderdiğim “Lâ” adlı kitabı okuyun, anlamazsanız bir daha okuyun. Umarım o zaman şahadet kelimesinin anlamını kavrarsınız.
Canlarım! Satırlarımın sonunda sizlere nasihat olarak diyorum ki, “tâğut” ve “şirk”i iyi öğrenin. Asla tâğuta itaat etmeyin; çünkü Allah (c.c.) bütün ortaklardan münezzehtir. Zaten Allah (c.c.) asla kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz.
Allah’a emanet olun. Sizleri özlemle öper, her birinizin birer dava eri olmanızı yüce Rabbimden dilerim.
Anneniz Zöhre”
- Abla, annem de aynı Sümeyye teyze gibi konuşuyor. Baksana ne güzel yazmış. Öğrenmemizi istediği hangi tavuk ki?
- Çok hoşsun, tavuk değil, tâğut.
- Gerçekten, annem de bayağı bilgiliye benziyor, değil mi abla?
- Hıı, biz de bu hafta hangi konuyu araştıralım diyorduk? Tâğut ve şirk ne demektir? Bunu araştıralım. Yüksel ablaya haber göndereyim de. Neyse şimdi bu mektubu saklayalım, babamın eline geçmesin.
Cemil Beyin yüzü hiç gülmüyordu; zaten güldüğünü gören de yoktu ya. O günden sonra asık suratı, iyice asılmıştı. Çok da düşünceli bir hali vardı. O günden beri çocuklara hiç kızmamıştı.
O gün yine günlerden perşembe idi. Habibe sohbete gidememişti, ama evde “tâğut” kelimesinin ne manaya geldiğini araştırıyordu. Akşam olunca herkes yattı. Cemil Beyin içinde bir huzursuzluk vardı. Yattı; fakat bir müddet uyuyamadı, kendisini huzursuz eden şeyi, kendisi de bilmiyordu. Cemil Beyin yolu, hiç tanımadığı bir yere düşmüştü. Giderken bir mağara gördü. Acaba içinde ne var? diye merak edip, içeriye daldı. Yolu ayırt edebilecek kadar hafif bir ışık vardı. Birden kulağının dibinde bir ses duydu:
- Ölümden kaçış yoook, ölümden kaçış nereyeee?
Cemil Bey, sesin geldiği tarafa döndü. Bu defa da aynı ses yan taraftan geldi, diğer tarafa döndü, bu defa arkadan aynı ses:
- Ölümden kaçış yoook, ölümden kaçış nereyeeee? diye seslendi.
Çıldıracak gibiydi, hangi tarafa dönse, öteki taraftan aynı ses geliyordu. Kulaklarını tıkayıp kaçmak isterken; uyandı. Derhâl ışığı yaktı. Kan ter içinde kalmıştı. Sanki programlanmış gibi, Habibe’nin yazıp, astığı yazıyla karşı karşıya geldi: “Muhakkak biz Allah’a aidiz ve O’na dönücüleriz”. Sigarasını yakıp oturdu, uyumaya cesaret edemiyordu. Birden, yaptığı pislikler gözünün önünden bir film şeridi gibi geçmeye başladı. “Zöhre’ye ve ondan önceki hanımına yaptıkları. Mihirlerini nasıl gasp ettiği, haksız yere, sudan sebeplerle nasıl acımasızca dövdüğü. Hele Zöhre’nin: “Ne olur bey? Dinime karışma her şeye razıyım, katlanırım. Yavrularımız bize emânettir, bırak emâneti koruyalım” diye yalvarışı. Anasının yakasına “para” diye asılışları ve kırkı geçen zinaları. Ölümden kurtuluş olmadığına göre bunların hesabı? Hayır, hayır, düşünmek istemiyorum. Ama istersen şimdi düşünmezsin, bu senin elinde. Ya ölüm, ölüm de senin elinde değil ya. Sen istesen de istemesen de öleceksin. Zöhre kadın, zinaya gittiğine şahit olmuştu; fakat kimi kime şikâyet edeyim? diye Allah’a havale etmişti. O kadını da karımı boşayıp, seni alacağım diye kandırmıştı. Hele mahkeme benim cebimdir, diyerek parasına güvenip tuttuğu yalancı şahitlerle, çocukları anasız bıraktığını. Artık düşünmemeliyim,” deyip kalktı, yatağına uzandı. Bir müddet sonra uykuya daldı.
Okulların, kapanmasına bir hafta kalmıştı. Öğretmeni sene boyunca Zeynep’i sınıfta bırakmak için çabalamış; ama Allah (c.c.) ona bu fırsata vermemişti. Günlerden perşembe idi, yine Sümeyye Hanımlara gideceklerdi. Üç haftadır Habibe sohbete katılamıyordu; çünkü babası hiç bir yere gitmiyordu. Evde kitap okuyor, bilgisini geliştiriyordu. Zeynep gidecekti, öğlen sonrası okuldan geldi ve Şeyma’ların evinin yolunu tuttu.
Zeynep’i Şeyma karşılamıştı. Hoşbeşten sonra Zeynep’e:
- Zeynep, sana bir haberim var.
- Söyle, bakalım ne imiş?
- Babamın tayini çıktı sayılır, okullar kapanınca gideceğiz.
- Sahi mi? İşte buna çok üzüldüm. Neden böyle çabuk çıktı.
- Çabuk mu? Kaç yıldır buradayız. Sizlerden ayrılmak bize de zor geliyor ama ne yapalım? Annem, bugün son sohbetini yapacak.
Zeynep çok üzülmüştü. Demek Sümeyye teyze son kez konuşacak. İçinden “Keşke ablam da burada olsaydı” diye geçirdi. Sümeyye Hanım, Esselâmü Aleyküm” diyerek sohbetine başladı:
- Muhterem müslümanlar, bugün sizlerle son kez sohbet edeceğiz. Artık buradan hicret ediyoruz. Sizlerden öncelikle hakkınızı helâl etmenizi istirham ederim.
Bugün sizleri biraz gerilere götürmek istiyorum: “Kâlû Belâ”ya. Değerli müminler, bizler dünyaya gelmeden önce ruhlarımız yaratılmıştı. Orada Allah (c.c.) ruhlara hitaben: “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” diye sual sordu. Ruhlarımız da cevap olarak dediler ki: “Evet, ya Rabbi sen bizim Rabb’imizsin.” Tekrar sordu: “Bana kulluk edecek misiniz?” Biz de “Evet, nerede bir emrin varsa tutup, nerede bir yasağın varsa kaçacağız” diye söz verdik. Bizleri imtihan etmek için dünya üzerine gönderdi. Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki: Allah (c.c.) der ki “Ben, kıyamet gününde üç kişinin hasmıyım: Allah’a verdiği sözde durmayıp cayanın, hür bir kimseyi satıp hakkını yiyenin ve bir işçi çalıştırıp hakkını vermeyenin.” (Buhari)
Bizler Allah’a söz vermiş, O’na iman etmiş insanlarız. Tabiidir ki, imtihan olunabilmemiz için bazı zorluklar olması gerekir. Yoksa imtihanın, anlamı kalmayacağı gibi, iyi ile kötü, mümin ile münafık ayırt edilmezdi. İrâdemiz serbesttir, iyiye kullanalım. Ahirette pişman olacağımız işler yapmayalım. Sonunda dönüş; ancak Allah’adır. Karşımıza çıkacak zorluklar ne olursa olsun sabretmesini bilmeliyiz. Zindanlara atılsak, sürülsek, öldürülsek yalnız ve yalnız Allah’a boyun eğmeliyiz. Allah (c.c.) Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir” buyuruyor. (Maide, 51)
Biz gidiyoruz diye sakın ola ki, hidâyete eren kardeşlerimiz, hidâyetten delâlete düşmeyesiniz. Arkadaşlar arasında birinizi grup başkanı seçip, İslâm için uğraşılarınıza devam edin. Allah (c.c.) yardımcınız olsun, Allah (c.c.) kendi dinine yardım edenlere yardım eder; bunu unutmayın. Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” Kur’ân-ı Kerim’de de şöyle buyurulur: “Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları veliler (dostlar) edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir. Sizden kim onları veli (dost) edinirse muhakkak onlardandır.” (Maide, 51)
Bizler müslüman olduğumuza göre, Allah ve Rasulü’nü dost edinip, Allah’ın çizdiği yolda, Rasulün sünnetiyle hareket etmeliyiz. Hepinizi Allah’tan hakkıyla korkmaya davet ediyorum. Yanlış anlamayalım lütfen. Şimdi Allah’ın, Kur’ân’da buyurduğu hükümlere aldırış etmeyip, kafasına göre hareket eden bir insan, Allah’tan korktuğunu söyleyebilir mi? Hem faizle uğraşıp, hem korkuyorum diyen; hem dış örtüsünü giymeyip, hem korkuyorum diyen ki, örnekleri çoğaltabiliriz. Kısacası, Allah’ın emirlerini yerine getirmeyip, korkuyorum, diyenin statüsünü, buyurun siz düşünün...
Allah’ı hakkıyla sevmek, fedakârlık etmek lâzım; tıpkı İbrahim (a.s.) gibi. Muhakkak ki, Allah (c.c.) yaptığınız iyiliklerin (itaatlerin) karşılığını verecektir, karşılıksız bırakmayacaktır. En azı, on misliyle hem de.
Yapılan dua ile o günkü sohbet de sona erdi.
Zeynep, Yüksel ve arkadaşları çok üzgündüler; ama kararlıydılar, hiç kimsenin kınamasından çekinmeden, yılmadan, İslâm davası için mücadele vermeye.
Okullar açılmış, Zeynep beşinci sınıfa geçmişti. Bu yıl da dişini sıksa, ondan sonrasını artık okumayacaktı. Bu yıl Abdullah Bey de yoktu; ama onun çabası sonucu Kahveci Muhsin’in kahvesi ismini değiştirerek “İslâm Kültür Çay Evi” adını almıştı. Zeynep, ilk hafta okula gitmedi; ikinci haftanın başında, okula başladı. Öğretmeni değişmemişti, ne olurdu sanki, Abdullah Beyin yerine kendi, öğretmeni gitseydi. Günler birbirini takip ederken, günlerden bir gün, Zeynep teneffüste ikindi namazını kılmış, tespihini çekerken, öğrencilerden birisi gelerek, öğretmenin kendisini çağırdığını söyledi. Duasını edip, Allah’tan yardım diledi ve öğretmenin yanına gitti.
- Beni çağırmışsınız, öğretmenim.
- Gel buraya, kızım burası cami değil.
- Biliyorum.
- O zaman, niye namaz kılıyorsun?
- Size zararım ne? Herkes, teneffüsten istediği gibi yararlanmıyor mu? Ben de oyun oynamıyorum, namazımı kılıyorum.
- Bak kızım, sen çok akıllı ve de çalışkan bir kızsın. Kafanı böyle gerici şeylerle doldurmazsan, kim bilir belki de filozof olursun.
- Öğretmenim, Kur’ân’ın hükümlerine gerici demek sizin zararınıza olur. Hem, filozoflar da bir gün ölmüyorlar mı?
- Sus, suuus!! Sen beni deli edeceksin. Seni, öğretmene karşı gelmekten dolayı idareye vereceğim.
- Verin, haksız olduğunuzu Allah bilsin, yeterli benim için. Allah’ın idaresinde de kazanamazsınız ya.
Öğretmen çıldırıyordu, bacak kadar çocuk, kendisine lâf yetiştiriyordu. “Neden kızıyorum, madem inanmıyorum? Allah’ın idaresi deyince, neden rahatsızlık duyuyorum? Amaaan, canları cehenneme!” diye söylendi. Sanki bir ses: “Cehenneme mi? Hani sen cehenneme de inanmıyordun?” Bu düşünceler içinde delirecek gibiydi.
Bir saat sonra, Zeynep müdürün odasında idi. Müdür:
- Kızım, ne zaman vazgeçeceksin? Bu kaçıncı şikâyet?
Zeynep her defasında kendisini savunmuştu; ama ne fayda, kendisi öğrenciydi, davacı da öğretmeni...
- Bu son olsun. Bir daha karşıma çıkma! Çıkarsan da senin için iyi olmaz, dedi müdür.
Zeynep derse döndüğünde, öğretmenin gözleri, sanki zafer kazanmış gibi parlıyordu. Eve geldiğinde, olanları ablasına anlattı. Ablası:
- Dua et, babamı okula çağırmak akıllarına gelmesin! Benim de, sana bir üzücü haberim var.
- Ne haberi?
- Yüksel ablayı, karakola çağırmışlar.
- Nee, hapse mi attılar?
- Hayır, sorgulamadan sonra bırakmışlar.
- Ne sormuşlar?
- Hangi örgüte bağlısınız?
- Yüksel abla ne demiş?
- Ahzab örgütünün, elli dokuzuncu sayısına.
- Ee, sonra ne sormuşlar?
- Kaç kişisiniz?
- Altı bin altı yüz altmış altı.
- Bu ne demektir?
- Kur’ân âyetlerinin sayısı.
- Ayy ne güzel, savcı anlamış mı?
- Bilmem, bir şey diyemedi, dedi Yüksel abla. Bir de, Yüksel ablanın kocası da dönüş yapmış.
- Ne güzel. Almanya’daki arkadaşım vardı ya, Meryem.
- Hıı, evet, ne olmuş?
- Mektup aldım. Okula örtülü gittiğini ve namaz kılanlar için okulda yer ayrıldığını yazmış. Abla, Almanya müslüman mı?
- Yoo, orası da, Türkiye gibi lâik ülke.
- Evet, anladım. Yani, orası da lâik. Burada…
- Evet, öyle maalesef.
- Abla, Ayten: “Öğretmen din dersi vermiyor, matematik dersi anlatıyor. Herkes dinini evde öğrensin.” diyormuş.
- Boş ver, onun öğrettiği uydurma dine ihtiyaçları mı var? Zaten inansa, öğretmenin kendisi uygular.
- Abla, fark ettin mi? Babam o günden sonra bayağı sessiz olmuş.
- İnşallah dualarımız kabul olur.
- İnşallah. Muhsin amcanın kahvesine gitse, iyi olur değil mi? İçki içen Namık amcanın kızı da, artık başını örtüyor. Babası da “açtığını görmeyeyim”, demiş.
Habibe söylendi:
- Büyüklerin bir hatası da, “açık görmeyeyim” deyip, tehdit edeceklerine; Allah’ın büyüklüğünü, O’nun emirleri ve yasakları olduğunu, O’na itaat etmemiz gerektiğini anlatsalar, çocuk da babadan değil, Allah’tan korkarak kapatır başını.
- Ama, ne diyor biliyor musun? “Babam, her gece bize bir saat kitap okuyor ve anneme anlattırıyor. Bana da, dinle kızım, elbet bir gün anlarsın diyor.” diye anlattı.
- Ahh ne kadar da güzel, değil mi?
- Tabii abla, keşke bizim evde de babam okusa.
- Zeynep, o kartonlar sana lâzım mıydı? Ben, bugün okuduğum kitaptan, bir iki güzel söz yazdım, onları duvara asacağım.
- Yoo, olsun ben yine alırım. Neler yazdın? Ya babam kızarsa?
- Neler yazdığımı asınca görürsün. Zaten, babam bir kere de olsun, okusun diye asacağım. Zaten her şeye kızıyor, bir kere de buna kızsın.
Cemil Bey, içten savaş veriyordu. Kızlarının namaz kılmaları bile onun için bir işkenceydi. Onların hareketleri, hep Allah’ı hatırlattığından, en ufak bir şeye bile kızıp, bağırıyor, sövüp sayıyordu. Zavallı bilmiyordu ki; ne kadar kaçarsa kaçsın, Azrail’den (a.s.) nereye kaçacaktı ve mutlak sondan nasıl kurtulacaktı?
Rab olarak Allah’ı tanımayan, O’na teslim olmayan, ölürken mutlaka Azrâil’e teslim olacaktı ve ahirette de zerre kadar iyiliğin, zerre kadar da kötülüğün karşılığı alınacaktı.
O gün yine hafta sonuydu. Münafıklar, Kahveci Muhsin’i tekrar şikayet etmişler; Kahveci Muhsin’in evi ve kahvesi didik didik aranmıştı. Ayyaş Namık’ın sözü yüzündeydi:
- Yahu, biz zina ederken, insanlar, gözleriyle gördükleri hâlde kılları kıpırdamazdı; burada, daha yeni yeni insan olmaya çalışıyoruz, millet utanmadan bir de müslümanım diyor. Üstelik bunların içerisinde namaz kılan da var; ama ne fark eder. Hz Peygamber(s.a.v.) zamanında da, Abdullah b. Ubey de namaz kılıyordu(?)
Dönüş yapanlar bu konu üzerinde konuşurlarken, o sırada Cemil’in dükkanında:
- Nasılsın Cemil? Yüzünü göremez olduk artık.
- Biraz işlerim vardı da.
- Bu akşam boşum, istersen bütün gecemi sana ayırabilirim.
- Doktora niye gittin?
- Kürtaj oldum. Asabım da bozuk ya, sorma.
- Asabın neden bozuldu?
- Gericinin biri, kalkmış bana vaaz veriyor.
- Ne diyordu ki?
- Allah kitabında “Allah’ın verdiği cana, haksız yere kıymayın” bir de “Açlık korkusundan evlatlarınızı öldürmeyin; çünkü rızkı veren benim” diyormuş. Bir kere, kürtaj kötü bir şey olsa, devletimizde serbest olur mu? dedim.
Füsun bunları konuşurken Cemil Beyin gözü, önünde duran gazeteye takıldı. Gazete de başlık olarak şunlar yazılıydı: “Vergi Rekortmeni Genelev Patroniçesi”
- Doğru demiş miyim?
- Neyi?
- Sen beni dinlemiyor musun?
- Son lâfını bir daha söyle, bakayım.
- O yobaza dedim ki, kürtaj kötü olsaydı, devletimiz onu yasak ederdi.
- Bunu duymuştum da, gözüm gazeteye takıldı. İyi dememişsin.
- Neden?
- Cahil olduğunu ispatlamışsın.
- Hoppala, bu da nereden çıktı şimdi?
- Bak, gazetede ne yazıyor. Vergi rekortmeni, genelev patroniçesiymiş.
- Ne var bunda?
- Genelev iyi bir şey mi?
Bu arada Zeynep, bakkaldan içeri girdi. Kadın konuşmasına devam ediyordu.
- Canım, biz de müslümanız. Sanki biz inanmıyor muyuz? Elhamdülillah, ben de müslümanım. Ramazanda namazımı kılar, orucumu tutarım. Hem okunan hatime de en çok parayı ben veririm.
Zeynep içinden, “Allah’ım şu kadının hâline bak. Bir de Sen’den korkmadan, Sen’den utanmadan müslümanım diyor. Dışarı çıkarken, tesettürünü almadığı gibi, altı bin altı yüz altmış altı âyetin; sadece, ramazanda namaz kılıp, oruç tutmak ve hatime para vermek için geldiğini zannediyor. Oysa, ablam Kur’an-ı Kerim’de “Allah’ın indirdiği kitaptan bir şey gizleyip, onu az bir değere değişenler var ya, işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar” diye okumuştu.
Zavallı, diye içinden geçirirken, Cemil Bey sesinin sert tonuyla:
- Ne istiyorsun kız? diye Zeynep’e sordu.
- Ablam, akşam için yemeklik istedi. Babam ne istiyorsa, al gel, dedi. Bu arada Füsun konuşmasına devam etti:
- Böyle yobazları verseler, bir kaşık suda boğarım. Benim kalbime bak dedim. Hiç olmazsa benim kalbim temiz.
Zeynep dayanamayarak:
- İsminizi bilmiyorum; fakat Ebu Cehil sizden bile merhametli idi, hiç olmazsa müslümanım demiyordu. Lâ ilâhe illallah’ın manasını biliyor, sizin gibi papağan misali söylemiyordu. Kalbiniz temizmiş, hangi deterjanla yıkadınız, sorabilir miyim? Hem...
- Keeees, keees! O.... anan gibi oldun çıktın! Kim öğretti bunları size? Şimdi defol, akşama sorarım, senin hesabını!
- Sor baba! Akşama sen bana hesap soracaksın, ahirette de Allah herkese hesap soracak.
Cemil, eline aldığı iki yüz elli gramı Zeynep’e fırlattı. Zeynep yana kaçarken, omzuna değmişti. Çarşının içi olmasa, Cemil onu komalık ederdi.
- Defoool, defol gözüm görmesin seni!
Zeynep, omzunu tuta tuta, evin yolunu tuttu.
Füsun:
- Amma da, çok bilmiş bir kızın var. Nerden öğrenmiş bunları?
- Seni de kırmayayım, ne lâzımsa al git. Hepsinin canı cehenneme. Akşam on otuzda gelirim, tamam mı?
- Tamam canım, tülden pembe bir gecelik aldım. Sırf sana karşı giyeceğim, bekliyorum, deyip çıktı.
Zeynep eve varmıştı. Kolunu açtılar, omzu simsiyah olmuş, kolunu oynatamıyordu. Bir yanda da hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Habibe de çok üzülmüş, belli etmemeye çalışarak:
- Sen, hak söz karşısında dayak yedin; acısa bile Allah (c.c.) mükâfatını verecektir. Aferin sana, anlatılanlar iyi kalmış aklında, güzel cevap vermişsin. Zaten her müslüman dinini savunmasını bilmeli, diye teselli etmeye çalışırken, Mustafa’nın rengi uçmuş, bembeyaz olmuş; telaşlı bir şekilde içeri girmişti. Habibe korktu.
- Ne oldu? Mustafa, neyin var?
- Şey, hiiç, hiçbir şey. Sana ne?
- Bak güzelim, geçen gün, “Babamı sevmiyorum” dedin. Sen de, aksi bir insan olursan, kimse de seni sevmez. Allah da kötüleri sevmediği gibi, öbür dünyada cezalandıracak. Şimdi bırak aksiliği de anlat bakalım, ne oldu?
- Şeey, babam beni dövecek.
- Neden? Ne yaptın ki?
- Sapan taşı ile oynarken, Metin’in kafasına değdi, kan aktı. O da gelip babama söyledi.
- Ah Mustafa bu kaçıncı? Hele geçen gün, komşunun kızına yaptığın terbiyesizlik de, babamın kulağına gitseydi, iyi olurdu.
- Abla, babasına çekmiş. Küçük kalkar büyüğe bakar.
- Evde, İslâmî terbiye yok ki. Bak, Mustafa bir daha yaramaz olursa, bu defa seni ben cezalandıracağım.
O gün, Füsun akşamın olmasını dört gözle beklerken; çocuklar akşamın olmasını hiç istemiyorlardı. Habibe akşam için, çorba filan hazırlarken, “İnşallah” bir bahane bulmaz diye söylendi. Akşam oldu, kapı vurulunca, çocukların yürekleri ağızlarına geldi. Habibe çaresiz:
- Kim oo? diye seslendi.
Gelen babalarıydı. Habibe kapıyı açtı, babası içeri girdi. Mustafa yatağa yatmış, uyumadığı hâlde, kendisini uyuyor göstermeye gayret ediyordu. Zeynep ise, bir köşede oturmuş, kolunu oynatamıyordu. Cemil Bey Zeynep’in kolunu oynatamadığını fark etti. Nedense azıcık acıma hissetti. Tabi, dışa hiçbir şey çaktırmıyordu. O şimdi, çocuklarının yatmasından başka, hiçbir şey düşünmek bile istemiyordu. Birden gözü, duvardaki yazılara ilişti:
“Elini ateşe tut, dayanabildiğin kadar günah işle!” (Hz. Ömer)
“Üç günlük dünya hayatı için, ahiret hayatını düşünmeyenin aklından şüphe ederim.” (Hz. Ali)
“Namaz kıl, namaz! Yoksa seni hiç kimse kurtaramaz.”
- Kim astı bunları? diye bağırıp, birden yerinden fırladı. Duvardan aldığı yazıları, buruşturup yere fırlatıyor, bir yandan da bağırıyordu.
- Kendi başınıza iş ha! Bundan böyle namaz kılmayacaksınız. Bir daha bu evde kitap görmeyeyim. Hoca oldunuz be, o...... doğurdukları! Demek beni kimse kurtaramaz, öyle mi? Şimdi gösteririm ben size! Zeynep’le Habibe bayağı korkmuşlardı. Habibe, Zeynep’e ses çıkarmaması için, işaret yaptı. Babalarının gözü dönmüştü; günahlarını hatırlatan her şeyi yok etmek istiyordu. Bir düşünse, düşünebilseydi zavallı.
Duvarda, yırtacak yazı kalmamıştı, arkasına döndü ve kapının üstünde “Hüküm ancak Allah’ındır” yazısını gördü. Onu yırtamadı. Bir anda cesareti kaybolmuştu. Habibe’ye yetişip, onu pataklamaya başladı. Bir yandan da:
- Siz, beni deli edeceksiniz! Al sana, al sana! O.... doğurduğu seni! Vuruyor, vuruyordu. Zeynep öyle sessiz ağlıyordu ki, gözyaşları bir yerine beş dökülüyordu. Habibe’nin saçları darmadağın olmuştu. Daha fazla dayanamayarak:
- Yeter, baba yeter! Allah’tan kork, hiç ölmeyeceğini mi sanıyorsun? Bırak şu şeytanı dön Allah’a. Bize de yazık sana da.
- Suuuus, kahpe sus! Vaaz verme, geberteceğim seni. Habibe sendeledi ve yere düştü. Zeynep canhıraş bir feryatla: “Ablaaaa!”diye bağırıp, ablasının üzerine kendini attı. Kolunun acısını unutmuştu. Cemil Beyde, başını iki eli arasına alıp, divana çöktü. Ve hayret, gerçektende hayret... Zeynep ve Habibe gözlerine inanamıyorlardı; çünkü Cemil Zorlu ağlıyordu. Habibe yediği dayağı unutmuş, içinden: “Belki bir başlangıç olabilir, Allah’ım yardım” deyip duruyordu. Bir anda ne yapacağını şaşıran Habibe doğruldu. Her tarafı ağrıyordu, yatsıyı daha kılmamışlardı. “Babam yattıktan sonra kılarız” diye düşündü ve mutfağa geçip, hazırlamış olduğu yemek tepsisini alıp, salona girdiğinde, babası zoraki:
- Götür, istemiyorum, yemeyeceğim, diyebildi.
Şeytan boş durmuyordu: “Saat onda Füsun’un söylediklerini unutma! Pembe gecelikle seni bekliyor, hadi kalk yürü.” Öte yandan, rüyası geldi aklına. Yazılar da şerit gibi geçiyordu gözlerinin önünden. “Elini ateşe tut, dayanabileceğin kadar günah işle!” “Ateşe dayanmak, yoo, mümkün değil. Boş ver şimdi bunları, hayır, kalkıp gitmeliyim.” Birden kalktı:
- Kapıyı kilitleyin ve yatın. Kimseye de açmayın, benim işim var. Bu gece gelmeyeceğim, deyip, gitti.
Ne Habibe ne de Zeynep, hiçbir şey konuşmadılar. Yüz yüze baktıklarında; sanki aynı şeyi düşünüyorlardı ve gözlerinden süzülen yaşlar, aynı acıyı hissettiklerinin belirtisiydi. Biraz öylece kaldıktan sonra Habibe:
- Kalk gülüm, yatsıyı kılıp yatalım. Allah (c.c.) büyüktür, ümitsizlik mümine yakışmaz. Allah (c.c.) merhametlidir, sabrımızı deniyor olabilir. Bir gün dualarımıza icabet eder, inşallah.
Kalktılar, namazlarını zoraki, eğilip kalkmayla kıldılar, ibadetten duydukları hazdan dolayı, adetâ acılarını duymuyordular. Yattılar. Habibe, Mustafa’yla aynı odada yattıklarından dolayı, Zeynep’e de kendine de uzun gecelik, altından da uzun pijamalar dikmişti, bunları giyinip yatıyorlardı. Habibe düşünüyordu, Mustafa odada yalnız yatmadığı gibi, babasının yanında da yatmıyordu. Peygamberimiz (s.a.v.) buyurmuştu: “Çocuklar dokuz yaşına geldiklerinde odalarını ayırın.” Mutlaka bir yolunu bulmalıyım. Peygamberimiz (s.a.v.) benim önderimse, O’nun tavsiyelerine uyma mecburiyetim var, diyordu.
Cemil Beyi de adımları sürüklüyor, içinde bir isteksizlikle hem gidiyor, hem gitmek istemiyordu. İstemeye istemeye, eli kapıyı çaldı. İçerdeki ses:
- Kim oo?
- Benim Cemil, açar mısın?
İçerdeki ses kendi kendine söylendi: “Allah, Allah bu saatte bu adamın burada işi ne? Hayırdır inşallah” kapıyı açtı.
- Vay, Aleykümselâm. Cemil abi buyur, hayırdır inşallah?
- Rahatsız ettim, öylesine bir uğradım. İşte, şey. Neyse neyse ben gideyim.
Şeytan zorluyordu: “Dön geri, Füsun pembe gecelikle seni bekliyor. Hadi dön, boş ver, gününü gün et.” Hemen aklına ölüm geldi; ama öleceksin. Her şeyin ama her şeyin hesabı var. Kafana göre yaşayamazsın. Sen kulsun ve senin hayatını Allah düzenler. Bocalayıp dururken, Namık sordu:
- Cemil abi, iyi misin? Bir şey mi oldu?
- Bilmiyorum, ben, ben, seni sorup gidecektim. Hem başka yere de uğramam lâzım.
Namık, dönüş yaptıktan sonra adını Bilâl olarak değiştirmişti. Hemen anladı; dönüşünden önce ne dolaplar çevirmişlerdi. Cemil’in yalancı şahitlik teklifinden sonra samimiyetleri bozulmuştu. Namık:
- Her şeyi yaparım amma, yalancı şahitlikte yokum. Arkadaş, ben bu işte yokum, demişti. Cemil’e dönerek:
- Yooo, olmaz. Hiç olur mu? Geç bir çayımızı iç. Arkadaşlar da çay içmek için gelmişlerdi.
- Yok yok, en iyisi ben gideyim. Bu saatte rahatsız ettim, saçmalıyorum, hadi hoşça kal.
Bilâl’ın bırakmaya hiç niyeti yoktu.
- Yok, Cemil abi olmaz. Seni bırakmam, hele bir geç içeri.
Zoraki olarak Cemil’i içeriye aldı. İçeride, meşhur Kabadayı Neco, Ömer Faruk, Kurnaz Ali, Kahveci Muhsin oturmuş, çay içip, sohbet ediyorlardı. İçeride hoş geldin, hal hatır sorarlarken odanın kapısı, tık tık tık vuruldu. Cemil şaşırmıştı, tabii şimdiye kadar, İslâm’ı yaşayan kaç eve gitmişti ki? Kapıyı, önceki Nâmık şimdiki Bilâl açtı. Elinde çay bardaklarıyla döndü. Cemil’in şaşırdığını anlamıştı, anlamamış gibi davranarak:
- İşte böyle dostum. İslâm bize arkadaşlara hizmet etmeyi de öğretti.
Cemil, kendini savunma ihtiyacı duydu:
- Şeyy, benim canım sıkıldı da, bakayım Nâmık ne yapıyor dedim. Herhâlde sohbetinize engel oldum:
Kurnaz Ali:
- Oo, sen de amma yaptın be Cemil abi. Biz, burada çay içip konuşuyoruz, daha iyi bir insan nasıl olur? diye. Milletin dedikodusuna bakma, elin adamı zina eder, kimse gık demez, biz şurda bir çay içip, âyetten konuştuk mu basarlar yaygarayı. Müslüman kılıklı münafıklar.
Cemil bozulmuştu; ama Kurnaz Ali’nin haberi yoktu, o kumarbazlığıyla meşhurdu. Ama Bilâl, durumu düzeltmeye çalışıyordu; çünkü aynı şeyleri kendi de yaşamıştı.
- Evet ne diyorduk? Boş verelim, kâfirler istemese de, Allah (c.c.) nurunu tamamlayacaktır. Biz, ne anlatıyorduk?
Aslında sohbetleri bitmişti. Yavaş yavaş kalkacaklardı ki, Cemil geldi. Bilâl durumu idare edin, konuyu baştan alın, diye işaret etmiş, onlar da konuyu baştan almışlardı ve artık biliyorlardı ki; bir kişinin hidâyetine sebep olmak, dünya ve içindekilerin, onların olmasından daha hayırlıdır.
Ali devamla:
- Haa Fatiha’yı tefsir ediyorduk. Ben “Tefhimu’l-Kur’an”dan baktım, doğrusu Mevdûdi güzel açıklamış, benim gibi cahil anladığına göre.
Ömer Faruk:
- Allah (c.c.) anlamayacağımız kitabı bize niye göndersin ki? Ben de “İbn Kesir”den bakmıştım.
Ali söz aldı:
- Biz, Fatiha’yı okurken, dördüncü ayette diyoruz ki, “Biz yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz” o hâlde, kulluk nedir? Bilmek zorundayız.
Kahveci Muhsin:
- Arkadaşlar, “Kulluk”: a) Tapma. b) Boyun eğme ve itaat etme. c) Hükmü altına girme ve kulluk yapma. Boyun eğme ve itaat etme diyoruz. Düşünecek olursak; biz nefsimize mi, başkalarına mı, başka başka mercilere mi, yoksa Allah’a mı? Neye boyun eğiyoruz? Kimin emirleri hayatımıza hakim, kimin kânunlarıyla, hükmediliyoruz? Neye, kime boyun eğiyorsak, kime itaat ediyorsak O’na ibadet etmiş oluruz. Dikkat ederim, Allah (c.c.) kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz.
Birinci şıkka bakıyoruz: Tapma ve bağlılık. O hâlde biz Allah’a bağlı mıyız? Yaptığımız işleri, yapacağımız zaman, Allah’ın istediği gibi yaparak, O’na bağlılığımızı gösteriyor muyuz? Şayet biz, Allah’ın koyduğu sınır içerisinde, hareket etmiyorsak, gelin, kendi kendimize soralım, biz Allah’tan hakkıyla korkuyor muyuz? Sonra arkadaşlar, Kâfirun sûresi, altıncı ayette “Sizin dininiz size, benim dinim bana” buyurulmaktadır. O hâlde din ne demektir? Din kelimesinin geldiği mânâlardan bir tanesi de; yol, nizam demektir. Buna örnek verecek olursak, diyelim ki; Bursa’ya gideceksiniz; fakat İstanbul yolu üzerindesiniz. Birisi yaklaşıyor:
- Kardeşim, Bursa’ya gittiğinizi söylüyorsunuz; ama siz İstanbul yolu üzerindesiniz, dese.
Siz cevaben:
- İstanbul yolu üzerinde olduğuma bakmayın, aslında ben Bursa yolundayım, Bursa’ya gidiyorum der misiniz? Demeseniz bile, son durağa vardığınızda, yanıldığınızı anlayacak, tekrar Bursa arabasına binmekten başka çareniz kalmayacaktır. Şimdi din, yol nizam demektir. Yaşantınıza bakarak, birisi gelip:
- Kardeşim, hangi dindensin? diye sorsa. İslâm diye cevap verdiğinizde, size:
- Kardeşim, ama sen, İslâm yolunda değilsin, diye uyarıda bulunsa, siz:
- Benim bu yolda olduğuma bakma, aslında ben İslâm yolundayım mı diyeceksiniz? İslâm yolundayım demek çok kolay, amma ve lâkin, bu yolun son durağından dönüş de yok. Kısacası, İslam yolundayız diyorsak, İslâm’ın koyduğu kurallara, İslâm’ın nizamına yani İslâm’ın yoluna gitmemiz lâzım.
Sohbet bu şekilde sürüp giderken, Cemil de ter döküyordu içinden: “Niye geldin ki? Bak, hep sana taş atıyorlar. Füsun da seni bekliyordu üstelik. Sana iyi oldu Cemil, sen buraya gelirsen, onlar da seni böyle taşlarlar.” Ardından Muhsin’in anlattıkları, biz Allah’tan hakkıyla korkuyor muyuz? “Evet, Cemil sen, sen Allah’tan korktuğunu söyleyebilir misin? Korkuyorsan, Allah’a itaatin hani?”
Öyle dalmıştı ki Bilâl’in kendisine seslendiğini duymamıştı.
- Cemil abi, daldın gittin, çayını tazeleyeyim mi?
- Ne, şey, bana mı diyorsun? Yoo yo ben içmeyeceğim.
Bu arada Ali:
- Ooo, saat on ikiyi geçmiş.
Muhsin, Cemil’in etkilendiğini görünce:
- Arkadaşlar, bir daha böyle gece bulamayız. İsterseniz sohbete devam edelim, ne dersiniz?
Bilâl’in de sohbeti bitirmek hiç işine gelmiyordu, arkadaşlarının yüzlerine baktı, hepsi de sohbetin devamından yanaydı. Cemil’i de bırakmadılar ve sohbete devam ettiler.
Ahiret bilincine yönelik konuşmaya başladılar.
Muhsin:
- Bu hayat bir yol ve bu yolun bitişi; sonun başlangıcı. Bu yolun sonu kabir. Ve mutlak gerçek. Hazırlıklı olmak gerek, dedi ve sustu. Kabri hatırlamak Muhsin’i duygulandırmıştı.
Bilal, Muhsin’e bakıp gıpta etti. hissetmeyen kalp ölü idi. Ölü kalpler duygulanamazdı.
Bilâl konuştu:
- Ne de güzel ifade ettin be ağabey, yolun sonu kabir. Ve sonun başlangıcı. İçeri koyduklarında iki görevli melek geliyor söyle bakalım diyorlar:
“Rabbin kim?” Dünyadaki inancın, yaşantın doğrultusunda cevap veriyorsun. Öyle aklına geleni konuşamıyorsun. Ve yine soruyorlar: “Nebin kim?” tanıdın mı o kutlu elçiyi? Neden, niçin gönderildiğini okudun mu? O’nu rehber, baş öğretmen belledin mi? Ötüyor dilin bülbül gibi.
Bu sorgulamadan sonra, ya rahatlık başlıyor ya da azap. Hikaye değil be abi, mutlak gerçek bunlar. İnananlar hazırlıklı olmalılar. Ve daha sonra!
Yeniden diriliyorsun; etli, kanlı, canlı olarak aklın başında; fakat aklı şaşırtan olaylar karşısında aklın şaşıyor. Yine görevli melekler iş başında. Bu defa diploma töreni var. Dünya imtihan salonunda derslerine iyi çalışanlar bu sahayı iyi değerlendirenler diplomalarını sağdan, Kur’an’ı baz, sünneti hayatın vazgeçilmez ölçüsü olarak anlamayanlar ise soldan alıyorlar diplomalarını.
Hani Allah (c.c.) buyuruyor ya:
“Kıyamet kopacağı gün. (İşte) o gün o batıla sapanlar hüsrana uğrayacaktır. (Rasulüm) sen her ümmeti toplanmış olarak görürsün. Her ümmet amel defterini almaya çağrılır. “Bugün (dünyada) yapmış olduklarınızın karşılığı verilecektir.” denir.
Bu, bizim kitabımızdır ki bize gerçeği söyler; çünkü ne yapıyor idiyseniz (meleklere) biz yazdırıyorduk”
Kahveci Muhsin sordu:
- Bu ayetler hangi suredendi?
- Casiye suresi, dedi Bilal ve devam etti:
- Sağdan aldıysan kurtuldun; ama ya soldan aldıysan? Ne buyuruluyor: “Keşke kitabım bana verilmeseydi” denecek. Ama heyhat ki iş işten geçmiştir ve oradaki pişmanlık fayda vermeyecektir.
Sonra sırat kuruluyor. Azizim, geçmem diyemiyorsun, diplomandaki derecene göre geçiyorsun. Ya kolay ya da zor.
Ya terliyorsun harıl harıl, ya geçiyorsun serin serin. Sonra teraziler kuruluyor. Allah buyuruyor: “Kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık hiç kimse, hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmaz. Yapılan iş, bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu getiririz.”
Diploman soldan ise, sol kefe ağır basıyor sağdan ise, sağ taraf.
Sonra sonucu görüyorsun. Sol taraf ağır basmışsa: Allah, Zümer sûresinde şöyle buyuruyor:
“Bölük bölük cehenneme sürülürler. Oraya geldiklerinde, onun kapıları açılır ve bekçileri onlara: “İçinizden Rabb’inizin ayetlerini size okuyan ve bugünü hatırlatan peygamberler gelmedi mi” diyecekler size. Onlar da: Evet ama….
Sustu, Bilal ağlıyordu. İçten gelen bir istemle yalvardı:
- Allah’ım, o gün bizi mahcup etme.
- Amin, dedi arkadaşlar. Bilal yutkundu ve devam etti.
- Sağdan alanlar ise zümre zümre cennete sürülecekler. Yine Zümer suresinde Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Rabb’lerine saygı duyup, emirlerine uygun yaşayanlar ise, bölük bölük cennete sevk edilecekler. Oraya varıp da kapıları açılınca, bekçileri onlara: “Size selâm olsun tertemizsiniz. Artık ebedi olarak buraya girin” diyecekler.
Eh, be kardeşim bunlar hikaye değil ki. Hakikâtin kendisi. Biz, iki dünyalı insanlarız. Burası ötekini mamur etmemiz için bir vesile. Akıllı olmak lâzım, akıllı. Zirâ ömür geçiyor.
Daha sonra Bilâl, yerleri hazırlattı, yattılar. Tehecccüt vaktinde kalktılar. Cemil de onlarla birlikte namaz kıldı, içinden, “Keşke şimdi yalnız olsaydım, yalnız olsaydım da, bir güzel ağlasaydım.” Ellerini kaldırıp dua etti ve kendi kendine sordu: “Ey Cemil, sen hangi yüzle geldin, Allah’tan bir şeyler istemeye? Utanmıyor musun? Öleceğini şimdiye kadar, neden hesaba katmadın? Allah’tan af istemeye yüzün var mı? Ama akşam arkadaşları ne demişlerdi, yeter ki tevbe et, Allah (c.c.) bağışlaması bol olandır. Tevbe et, bir daha yapma, ortak koşmadıkça Allah (c.c.) her günahı affeder.”
Dua ettikçe içinden bir şeylerin eridiğini hissediyordu, içinden: “İşte Cemil, tam fırsat, sen hiç ölmeyecek misin? Allah’a hesap vereceksin. Madem müslümansın, o hâlde Allah’a dönmezsen, Müslü-manlığın Allah katında geçerli olur mu? Karar vermişti artık; İslâm olmaya ve insan gibi yaşamaya. Arkadaşları akşam ne demişlerdi? Hayvanlar, her önüne gelenle ilişki kurarlar. Peki Cemil sen havyan mısın ki....? Yoo artık insan olacağım, Rab olarak Sen’i tanıyacağım, yeter ki Sen, beni affet Allah’ım. Yardımını esirgeme. Sen, bana yardım etmezsen hâlim nice olur, lütfen Allah’ım.”
Sabah namazını da beraber kıldılar, sonra oturup biraz daha sohbet ettiler. Bilâl’in hanımı, kahvaltı hazırladı, kapıyı vurup tepsiyi verdi. Cemil daha önce de bu eve gelmişti. O zaman, sofralarını kadın hazırlıyordu ve Cemil birden, o zaman ki düşüncelerinden utandı. Üstelik de, kadına “Bacım” diye hitap ediyordu. Bir de şimdiye bak, ne kadar güzel, ne kadın var ortalıkta, ne de kötü düşünce.
Bu arada arkadaşları, hep daha iyi bir insan olma yolunda, sohbetlerini devam ettiriyorlardı.
Ali:
- Arkadaşlar böyle olmaz, bu gece Cemil abinin hatırı için kaldık; henüz evimiz, bu durumlara alışkın merak etmezler. Ama biz, İslâm olduk, evdekilere bir daha böyle haksızlık etmeyelim. Üstelik, hiçbir şeyin emniyeti yokken.
Ömer Faruk:
- Gerçekten öyle, kadınların ve çocukların hakkını gözetmek gerekir. Onlar, insanoğluna emânet olarak verilmiştir.
Cemil birden, Zöhre’nin yalvarışlarını hatırladı. “Efendi,” diyordu. “Bırak emânetleri koruyalım.” lokması boğasında düğümlendi. Kahveci Muhsin’in konuşmasıyla, düşünceye dalmaktan çabuk kurtuldu.
Muhsin:
- Allah (c.c.) ne buyuruyordu: “De ki, eğer babalarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, fesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret malı ve hoşunuza giden meskenler; size Allah’tan, Peygamberinden ve O’nun yolundaki cihattan daha sevimli ise, Allah’ın emri (azabı) gelinceye kadar bekleye durun” (Tevbe, 34)
Ali:
- Ben, dedim ki, onların hakkını da gözetip, İslâm yolundan da geri kalmayalım. Yoksa, o cahillik öldü kardeş. Evvelallah, Allah yolundan hiçbir şey, bizi alıkoyamaz.
- Bana müsaade, ben kalkayım. Çok sağ olun. Ş ey doğrusu, ben, evet ben nefsimin gururunu yenebilsem, ellerinizi öperim. Bir çok şeyi görmeme sebep oldunuz.
- Müsaade senin Cemil abi, her zaman bekleriz. Bırakalım, şu nefsanî işleri, bizi Yaratan’a nankörlük etmeyelim, yine zararını biz çekeriz. Hem madem ki müslümanız, ne biliyoruz Müslümanlık hakkında?
- Haklısın Namık, şey, yani Bilâl haklısın. Bana da dua edin, hadi eyvallah.
- Hadi, güle güle, görüşmek üzere.
Cemil ayrıldı, sanki yeniden doğmuştu. Biraz erken olmasına rağmen, gidip bakkalını açtı, oturdu. Bilâl’den aldığı kitabı okumaya başladı. Okudukça, ruhunun hafifleyip rahatladığını ve rahatladıkça da kendini kuş gibi hafif hissetmeye başladı. Arada bir gelen, müşterilerle ilgileniyor, yine kitabın başına oturuyordu.
Elindeki kitapçığı bitirdi. Başladı düşünmeye: “Ne güzeldi İslâm’ın istediği gibi insan olmak. Şu kabadayı Neco’ya bak, nasıl da düzelmiş. Ya Namık, Allah’a iman etmenin verdiği zevk ile ne iyi birer insan olmuşlar.” Ve mırıldandı “Allah’ım güçsüzüm ne olur bana da yardım et, bu şekilde ölmek istemiyorum.” Bu arada Mustafa içeri girdi. Kahvaltı için ekmek alacaktı, çekingen bir tavırla:
- Baba, ekmek almaya geldim.
- Gel, oğlum gel. Dünkü suçunu affettim. Ama söz ver, bir daha yaramazlık yapmayıp, herkesle iyi geçineceğine.
Mustafa şaşırmıştı; babası çok tatlı ve oğlum, diye konuşuyordu. Cemil Bey anladı, oğlunun çok şaşırdığını.
- Al oğlum, ekmeği de git. Okula geç kalmayasınız. Daha çok şaşıracaksınız; çünkü baban insan olmaya karar verdi. Allah’ın istediği gibi İslâm eri olmaya, gerçi çok geç de kaldı ya, zararın neresinden dönülse kârdır.
Mustafa ekmeği aldı, koşarak evin yolunu tuttu. Olup biteni evde anlattı, kızlar çok şaşırdılar, inanamıyorlardı. Habibe ve Zeynep sarılıp, ağlamaya başladılar. Kızlar yaşadıkları zaman süreci içinde ilk kez sevinçten ağlıyorlardı. Habibe, şükür secdesi yaptı, Allah’a hamd etti. Şimdi ikisinin de derdi, bir an önce babalarını görmekti. Ne olmuştu acaba? Akşam babaları o kadına gitmişti. O sırada, bakkalda Füsun kadın bitivermişti.
- Ne oldu? Cemil’im, seni çok merak ettim. Şükür sağsın ya, gerisi önemli değil. Meraktan çatladım.
- Ne fark eder? Şimdi sağım, bir gün nasılsa öleceğim.
- Aman, Allah korusun, inşallah çok yaşarsın.
- İnşallah çok yaşarsın, Allah korusun. Niçin inşallah diyorsun? İnşallah ne demektir? Çok yaşarsın da, harama devam ederiz, öyle mi? Yani, Allah’ın izniyle çok yaşa da, harama devam edelim. Hem herkes eninde sonunda ölmüyor mu? Bu gerçek değil mi?
- Cemil, sen ne biçim konuşuyorsun? İçmedin değil mi? Sen, yalnız bizde içerdin, keyiflenmek için.
- Tabii içtim. Hem de, öyle bir içtim ki.
- Ben, biliyorum. Demek akşam onun için gelemedin.
- Ben, içtim ya, onun için gelemedim içtim; ama Allah’ın hidâyet şerbetini içtim. Onu içmeyen tadını bilemez. Bu şerbete ben lâyık değilim, ama kim bilir, Allah kimin duası hürmetine kabul etti de bu şerbeti bana içirdi. Anlayacağın, artık o bildiğin Cemil, öldü. Yani, inandım deyip de hakikâti göremeyen; inandım deyip de, kendini kandıran, işte o adam öldü. Bundan böyle, Allah’ın istediği gibi inanıp, O’nun istediği gibi yaşamak ve inandığımı kanıtlamak için varım.
- Amaaan sen de, beynini kim yıkadı? Bir akşamda, yobaz olup çıkmışsın.
- Kendine gel, tamam mı? Sen hangi cüretle, Allah’ ın indirdiği, Peygamber’in getirdiği hükümlere nasıl yobaz diyebiliyorsun?
- Daha düne kadar, sen ne idin?
- Gerici ve yobazdım. Şimdi, aydın oldum, modern oldum; çünkü gerçekleri görmeye başladım.
- Haaa, haaa, haaay! Hiç güleceğim yoktu. Demek modern oldun, çağdaş düşünmeye başladın. Yarın, öbür gün, kızlarını da karalara sokarsın herhâlde?
- Emir öyleyse, yapacağım. Kulsam, kulluğumu bilmeliyim.
- Haaaa, haaaa! Aman çok hoşsun, haaaaa, hayy, güldürme beni.
- Gülersin tabi, düşün; öyle bir ilericilik, öyle bir medeniyet ki Allah’ın yarattığı “domuz” dışında, hayvanların bile dişisini kıskandığı hâlde, işi kendi karısını ve kızını kıskanmıyor.
Uzun lâfın kısası, artık bakkalıma gelme; bana uğrama, sana da artık gelmeyeceğim. Gözüme gözükmesen iyi olur, nefsimi yeneceğim. Tabii müslüman olup da cinsiyetinle değil de, helâl yoldan geçimini teminin etmeye çalışırsan yardımcı olacağımı bil; fakat görüşmemek kaydıyla. Hoş bu hâle düşmende yalnız sen suçlu değilsin ya... Neyse, hadi şimdi, güle güle
Öyle bir konuşuyorlardı ki Zeynep’in bakkalın önüne kadar gelip geri döndüğünü fark etmemişlerdi. Zeynep hayal kırıklığına uğramış, Mustafa’nın yalanlarından biriymiş diyerek, bakkala girmeden okulun yolunu tutmuştu.
- Bak Cemil, beni denemek için rol yapıyorsun, inadımı biliyorsun. Bir yok dedim mi, iki dünya bir araya gelse, he demem, ona göre.
- Rol mü? Ne zannedersen et. Yalnız, şunu iyi bil ki, ben müslüman oldum.
- Ayol, bu insanlar yetmiyormuş gibi, sen de aynı lâfı söylüyorsun, çıldırıyorum. Ben müslüman oldum, ben müslüman oldum. Biz gâvur muyuz, ayol.
- Beni fazla meşgul etme. Bu yaşımda olmama rağmen, Müslümanlığı tam savunmak nerde, kendime yetecek bilgi bile yok. Konuştuklarına hakkı ile cevap veremiyorsam, bundan utanıyorum. Tek bildiğin şey, biz gâvur muyuz, biz gâvur muyuz, sen çok haklısın, gerçekten de biz gâvur muyuz?
- Çizik plak gibi, ne takıldın kaldın, biz gâvur muyuz, biz gâvur muyuz sonu ne?
Bu arada, Kahveci Muhsin, Cemil Beye uğramak için dükkanın önüne kadar gelmiş, kadını içeride görünce, tam geri dönüyordu ki, Cemil Bey fark etti. Ama seslenemedi, çok üzülmüştü.
- Ne oldun? Cevap versene.
- Evet, Füsun biz gâvur muyuz ki gâvur gibi yaşıyoruz...? Müslümanın yaşam şekli, gâvur gibi olur mu? Hı, söylesene, müslüman ile gâvurun yaşantısı bir olur mu?
- Hepinizin canı cehenneme, deyip Füsun çıkıp gitti. Çok sinirliydi, bunlardan intikam almalıyım; ama nasıl? Elbet bir gün fırsat bulurum, Füsun’u terk etmek nasılmış görürler, diyordu.
Cemil Bey, ani bir kararla kalktı, bakkalı kilitledi, Kahveci Muhsin’in kahvesine doğru yola koyuldu. Bu arada da ağzından şu mısralar dökülüyordu:
Düşmüşem isyan gölüne,
Çek kenara Rasûlallah.
Asi ümmetin hâline,
Senden çare Rasûlallah.
Hak Rasûl bildim seni,
Sensin derdimin dermanı,
Arasat’da mahşer günü,
Orda ara Rasûlallah.
Allah’a âyandır hâlim,
Hakka lâyık yok amelim,
Asi mücrim günahkârım,
Koyma nâra Rasûlallah.
Dört kitap da senin adın,
Sevgilisisin Subhan’ın,
Hâline çare günahkarın
Senden ere Rasûlallah
Kahve “İslâm Kültür Çay Evi” olduğundan beri, Cemil ilk kez gidiyordu kahveye. Kahveci Muhsin, Cemil’i görünce çok sevindi, hemen karşıladı. Nasıl sevinmesin ki, bir kişi daha gerçeği görmüş, ateşten kurtulmuştu.
- Selâmünaleyküm, Muhsin.
- Ve Aleykümselâm Cemil abi, hoş geldin sefalar getirdin.
- Hoş bulduk, Muhsin, ne haber?
- Hamd olsun, şöyle buyur, otur bir çayımı iç.
- Olmaz, gideceğim, bakkal kapalı. Biraz önce seni, bakkalın önünde gördüm de.
- Boş ver Cemil abi, öylesine uğramıştım.
- Ben, şeyy biliyorsun ya, artık bittiğini söylüyordum ve müslüman olduğumu anlatıyordum. O an, seni gördüm, yanlış anlamandan korktum.
- Helâl olsun. Hoş sen de haklısın ya, neyse boş ver, şimdi bir haberim daha var, daha doğrusu isteğim var.
- Tabii buyur abim be, İslâm dışı olmazsa başım gözüm üstüne.
- Bana, iki tane çarşaf, şu sizin hanımların giydiklerinden, getirir misin? Ben parasını öderim.
- Para söz konusu değil. Sen yeter ki iste.
- Hadi eyvallah, selâmünaleyküm.
- Aleykümselâm.
Muhsin sevincinden başka bir şey diyememişti. “Allah’ım sen büyüksün” diye mırıldandı. Cemil Bey bakkala döndü, bir şeyler atıştırdı, sonra tekrar kitabının başına oturdu.
Okulun paydos olmasıyla, Zeynep doğru eve gitti. Ablasına, “Mustafa’nın yalanlarından biriymiş, o kadın, sabahleyin bakkaldaydı, babamla konuşuyorlardı.” diye anlattı. Ablası:
- Ümidini yitirme, biz yeter ki dualarımızda samimi olalım. “O her şeye kâdirdir”, deyip Zeynep’e teselli verdi.
Akşam olduğunda, Mustafa yemin ediyor, yine de kimse inanmıyordu. Ne demişler, yalancının evi yanmış da, kimse inanmamış. Kapı vuruldu, çocuklar kadar Cemil Bey de heyecanlıydı. Nefsi çok zorluyordu; nefsinin gururundan bir kurtulsa, yenebilse nefsini. Çocuklara, nasıl davranması gerektiğini bilmiyordu. Hayır Cemil, bunca çektirdiğin yeter. Habibe’nin sesi duyuldu:
- Kim o? Kimsiniz?
- Benim, aç kapıyı.
Habibe kapıyı açtı.
- Selâmünaleyküm çocuklar.
Habibe kulaklarına inanamadı, başının döndüğünü, kendisine bir şeyler olduğunu hissetti. Selâmı şaşkınlıkla kimse almamıştı. Habibe düşecek gibi oldu ve hemen olduğu yere yığıldı. Ağladığının kendisi bile farkında değildi, yaşlar yanağından aşağı süzülüyordu. Cemil Bey, o an kendi kendine: “Utan Cemil, bu çocuklar sana emânetti, bir gün yüzlerini güldürmedin. Yarın Allah, n’ettin emânetleri, nasıl korudun?” derse ne cevap vereceksin? Yalnız çocuklar mıydı ki, canı, malı, mülkü ve en önemlisi Kur’an’ıydı. Aman Yarabbi fırsat ver, telâfi edeyim” diye geçirdi içinden.
- Kalk, kızım kalk. Artık Allah’ın izniyle, eski baban öldü. Şimdi artık sözüyle, düşünceleriyle müslüman, yaşantısıyla müslüman. Yani, her şeyiyle müslüman bir babanız var. Kalk da sofrayı getir; ama bundan böyle yere ve de hep birlikte yememiz için kuracaksın, tamam mı?
Zeynep ise ağlıyor, ağlıyordu; fakat belli etmekten çekiniyordu.
O gece, baba ve kızlar, teheccüte kalktılar. Sonra sabah namazına kalktıklarında, Cemil Bey Mustafa’yı da namaza kaldırdı. Mustafa, babasının değişmesine sevinmişti; fakat sabah erken kalkmak işine gelmemişti.
Habibe ile Zeynep’in mutluluklarına diyecek yoktu; durmadan “Allah’ım sen ne büyüksün” deyip, hamd ediyorlardı.
Günler geçip giderken, Cemil Bey her geçen gün takva yolunda bir adım daha atıyor, çok çok kitap okuyor, cahilâne yapılan ibâdetten zevk alınmadığını, artık çok iyi biliyordu. Televizyon da evlerinde açılmaz olmuştu. Zaten kızlar, İslâm’ı tanıdıktan sonra izlemiyorlardı. Bir gün Mustafa, babasıyla izlediği filmin etkisinde kalarak, yakın komşularının kızı, yaşıtı olan Selma’ya:
- Akşam televizyon izledin mi?
- Tabii ki, izledim.
- Sana, bir şey diyeyim mi?
- De, bakalım.
- Biz, arkadaşız değil mi? Aynı sırada da oturuyoruz.
- Eee, ne olmuş.
- Biz de, film çevirelim mi?
- Nasıl yani?
- Biz de, artistler gibi yapalım, büyüyünce artist oluruz.
- Biz, artist olamayız ki.
- Niye ki, hele bir yapalım, bakalım olabiliyor muyuz?
- Ama, nerede oynayacağız?
- Tamam buldum. Ahıra gideriz.
Ahıra gitmişler, tam o sırada ahıra, yumurta almak için giden Adalet Hanım, beyninden vurulmuşa döner. Kızını bir güzel dövdükten sonra, doğru Habibe’nin yanına baskına gider.
- Terbiye verin, yoksa şikâyet edeceğim. Şimdiden piçlik yapıyor.
Habibe, “Babam duyarsa, Mustafa’nın işini bitirir.” diye düşündü. Adalet Hanım’a dönerek:
- Aaa, Adalet abla, sanki ben ister miyim? Şikâyet edeceğim diyorsun, sorabilir miyim, kime, neyi şikâyet edeceksin?
- Ne demek, yani?
- Televizyon kimin? Şikâyete gideceğin yer neresi? Sen çocuğu şikâyet edeceğine, şu fitnevizyonu şikâyet etsene.
- Fitnevizyon değil, kızım, onun adı, televizyon.
- Hayır, o ismi ona yanlış takmışlar. Fitne yaydığı için onun adı fitnevizyondur. Düşünsene, her gün aşk sahnelerinden, bacak gösterisinden kocanın karısını, karnının kocasını aldatmasından başka ne var? Söyler misin? Şimdi, sen gidip de, sizin televizyonunuzu, size şikâyet ediyorum mu diyeceksin?
- Haklısın kızım; ama ne yaparsın, herkesin evinde var. Bakmasam da olmuyor.
- Neden olmasın? Şimdi, herkes intihar ediyor diye sen de mi intihar edeceksin? Hemen, bir şey daha sormama izin verir misin?
- Sor, bakalım,
- Televizyonu her açtığında, senin babana, annene ve sülâlene küfretse ne yaparsın?
- O, ne biçim söz? Kaldırır yere atarım, babam ölmüş üstelik, hiç lâf getirtir miyim?
- Peki, Adalet abla, bir düşün; ölmüş baban kadar Allah’ımızın, Peygamberimizin ve dinimizin kıymeti yok mu? Her gün saldırıyorlar, küfrediyorlar, tabi dolaylı yoldan, biz yine onları protesto etmiyoruz!..
- Valla haklısın, ne diyeyim? Ben buraya şikâyet etmek için geldim; ama sen, haklı sözlerinle, beni, bizi suçlu çıkardın. Hadi eyvallah.
Zavallı kadın, kızını nasıl dövdüğünü görmesi için de, kızının elinden tutup, Habibe’nin yanına getirmişti.
Habibe, Mustafa’ya da bir kaç sopa atıp, “Sana hiç nasihat da kâr etmiyor, bundan böyle yaptığın yaramazlıklar için, sana ceza vereceğim”, demiş Mustafa:
- Biz, sadece filmcilik oynuyorduk, kötü bir şey olsa film olmaz, demişti. Neyse ki, babası duymamıştı. Hoş babası da, karı koca aldatmalarını izleye izleye o hâle gelmişti ya.
Bir çoğunun evine, günlerce et girmiyor; fakat televizyondan her gün çeşit çeşit çikolatayı, kadın bacağıyla reklam ediyorlar. Habibe, “Allah’ım iki güzelden birisini bizlere de nasip et.” deyip düşüncelerinden sıyrıldı.
Habibe ile Zeynep, kendilerini yeni doğmuş gibi hissediyorlardı. Babaları, her hafta arkadaşlarıyla birlikte derslere katılıyor, her geçen gün kendini yeniliyordu. Bir gün Cemil Bey, elinde koca bir paketle öğlen yemeğine geldi.
- Selâmünaleyküm, benim mücahide kızım.
- Aleykümselâm, babacığım.
- Zeynep yok mu? Yalnız, sıkı dur, size bir sürprizim var.
- Henüz okuldan gelmedi, nerdeyse gelir. O sırada:
- Selâmünaleyküm.
- Aleyküm selâm kızım, gel bakalım. Babanız size ne almış, beğenecek minisiniz?
Ve paket açılır, içinden çıkan; Ahzab elli dokuzuncu âyetin gereği, müslüman kadının dışarı çıkarken üzerine alması gereken, Müslümanlığın belirtisi, gayri müslimle, müslüman kadının ayırıcı özelliği, inanmışlığın simgesi, olan örtüleriydi: “Çarşaflarıydı”. Habibe, bir çığlık atarak, babasının boynuna atıldı. Zeynep de şaşkınlığını üzerinden atıp, bir yandan da o, babasının boynuna atıldı. Şimdi baba ve iki kız hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı; mutluluktan, sevinçten, İslâm’ın evlerde estirdiği huzurun memnuniyetinden, mükemmelliğinden.
Nihayet okullar kapanmış, Zeynep okulunu bitirmişti. Çok sevinçliydi. Şimdi sıra, İslâm ilimlerini öğrenip, iyi bir mücahide olmaktaydı. Habibe, iyi bir vaize olmuş, artık araştırma ekibine rahatlıkla katılıyor, evde aksayan işlere Cemil Bey ve Zeynep yardımcı oluyorlardı. Bir kaç gündür Cemil Bey çok düşünceliydi. Kızlar hâlini sormuş, “yok bir şey”, deyip geçiştirmişti.
Cemil Bey, Zeynep el-Gazali’nin “Zindan Hatıraları” adlı kitabını okuyordu. Akşamleyin Kahveci Muhsinlere gidip çay içeceklerdi. İlk olarak söze, Cemil Bey başladı.
- Arkadaşlar, şu elimde bulunan Zeynep bacımızın kitabını okudukça, ben kendi erkekliğimden utandım. Bir kadın Allah davasına nasıl zorluklarla sahip çıkarken, ben nefsanî işlerle uğraşıp, yatağımda yosun tutmuştum.
Ali:
- Tabii ya Cemil abi. Bacılarımız, kadınlığıyla cihat ediyor; biz bazı erkekler, Rasûlallah’ın getirdiği mesajı anlamaktan âciziz. Hele bir de, İslâm tarihini oku; nice nice Zeynep’ler, Fatıma’lar, Sümeyye’ler göreceksin. Ben de, geçenlerde Uhud harbinden bir vaka okudum, tüylerim ürperdi.
- Ne okudun, anlat bakalım.
- Uhud savaşında, Rasûlallah’ın (s.a.v.) merak ettiği birisi varmış. Adı Hanzala. Olay şöyle gerçekleşmekte: Düşmanlar savaş meydanından çekip gittikten sonra, Hz. Peygamber (s.a.v.) savaş alanına inip şehitlerin cesetlerini toplattırıyordu.
Şehitler arasında bir tanesi vardı ki Rasûlallah (s.a.v.) onu merak ediyordu. Adı Hanzala idi. Babası İslâmiyet’in en azılı düşmanlarından ve de Uhud savaşının hazırlayıcılarından olan Ebû Âmirdi. Baba kâfir, oğul İslâm ordusunun saflarındaydı. Hz. Peygamber (s.a.v.) Hanzala’nın karısını buldurup, Hanzala hakkında bilgi istedi. Şehit hanımı sadece şunu söyleyebilmişti:
- Ya Resûlallah, biz Hanzala ile dün evlendik, zifaftayken cihat emrinizi duydu. Yıkanmaya fırsat bulamayarak cihat ordusuna katıldı. Bunun üzerine, Rasûlallah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
- Ben de bunu merak ediyordum. Çünkü bütün şehitler arasından, meleklerin; sadece onu yıkadıklarını gördüm”
Ya, işte böyle. Öyle bir iman ki gusül almaya bile zaman bulamadan, bir günlük karısını da bırakıp, cihada, Allah’ın davasının yeryüzüne hâkim olması için, savaş meydanlarına koşuyor.
Kabadayı Neco da adını, Üsame olarak değiştirmişti:
- Baksanıza, oğul İslâm ordusunda, babası kâfir ordusunda. Bu ne demektir? Baba, oğul birbirine karşı savaşıyor demektir; imanın derecesine bakar mısınız!
Ali:
- Arkadaşlar, ben de size yakın tarihimizden örnekler vereceğim. Sanırım bu örnekler, sizleri daha ziyade üzecektir.
- Anlat bakalım, dedi Muhsin,
- Ben, geçen günlerde Ankara’ya giden bir arkadaşımdan “Cumhuriyet Döneminde Din ve Devlet İlişkileri” adlı, Hasan Hüseyin Ceylân’ın kitabını istemiştim, göndermiş. Okuyunca, âdeta şok oldum ki, henüz bitiremedim bile. Üçüncü cilt, kırk birinci sayfada Ubeydullah Hocadan bahsediliyor. Cumhuriyetten sonra, yasaklanmasına rağmen gizlice, Kur’an öğrettiğini haber alan alay komutanı, yakalamaları için jandarma gönderir. O sırada evde olmayan Ubeydullah Hocanın iki oğlu ile kardeşini yakalarlar ve işkence ederler.
Cemil dayanamayarak:
- Ne, Kur’ân yasaklanmış mı? Emin misin?
- Bahsettiğim kitabı mutlaka ve mutlaka okumak lâzım.
Muhsin, “Hadi devam et”, dedi.
- O anda bir başka köyde olan Ubeydullah Hocanın peşine, beş tane jandarma gider ve onu yakalarlar. Hem de Kur’ân okurken yakalarlar. Jandarma çavuşu, elinde suç aleti (Kur’an) ve sarıkla hocayı görünce aynen şöyle bağırır: “ Bu adamın her şeyi suç. Bakın sarık da sarıyor. Üstelik elinde okumasını, okutulmasını yasakladığımız “Çöl Kanunu” var. Bakın hâlâ o kara kitabı okuyor bu mürteci!
Jandarmalar, bir yandan Kur’an’ı ayakları altında çiğnerken, bir yandan da “ Söyle de bu kitap şimdi seni kurtarsın” derler. Velhâsıl hocayı alıp, sarığını boğazına yular yaparak, kışın o şiddetli karda, âdeta sürüyerek karakola götürmeye çalışırlar. Çok yaşlı olan Ubeydullah Hocanın kalbi bu duruma dayanamaz, o hâliyle yavaş yürümek zorunda kaldığından ve ikide birde yediği dipçiklerden oldukça hâlsiz düşer. Jandarma çavuşu “Artık seni Allah’ın bile kurtaramaz” der ve çabuk hareket etmesi için, sırtına ve tam omurgasının üzerine yediği dipçikten, hocanın ağzından bir avuç kan gelir ve oracıkta şehit olur. Öteki jandarmalara yetişen, bu beş kişi, nasılsa hoca öldü deyip, hocanın yeğenlerini ve kardeşini de oracıkta kurşuna dizerler. Cemil’in hayretten ağzı bir karış açık kalmıştı. Cemil:
- Yahu, şu işe bak. Bunlar bu Türkiye’de mi olmuş? Desenize biz bu hâllere kolay düşmedik, kolay gelmedik.
Ali devamla:
- Daha neler var, neler! İnsanın aklı duruyor. Atıf Hoca ve daha bir yığın âlim, sırf şapka giymemiş diye asılmış, idam edilmişler. Bir çoğu da “ezan delisi” diye. akıl hastanesine gönderiliyorlar.
Cemil:
- Aman, çok şaşırdım doğrusu. Ezan delisi mi?
- Evet, tastamam öyle. Yasaklanan Arapça ezanlardan sonra.
Cemil, tekrar:
- Yasaklanan ezan mı? Yani Türkiye’de, Arapça ezan yasaklanmış mıydı?
- Evet. İşte bu ezan delilerinden Ankaralı Sadık Çakırtepe diye bir muhterem. Jandarmalar, özellikle Cuma günleri Arapça ezan okunmasın diye, camilerde nöbet tutarlarmış. Sadık amcamız böyle bir ortamda çıkıp ezan okumuş. Daha sonra, onu yakalayıp dipçiklerle bayağı dövmüşler. Sonraları da akıl hastanesine girip, çıkmış bir kaç kez. Seksen yedi senesinde sağmış, olayı anlatınca o günlerin şokuyla bağıra bağıra ezan okuyormuş. Anlatılacak gibi değil, daha niceleri. Meselâ aklıma gelmişken şunu da söyleyeyim. Erzincanlı İbrahim Hakkı, diye çok muhterem bir müslüman; İstiklal Mahkemeleri’nden çıkan kararla idama mahkûm edilmiş. Suçu, müslüman olmak. Neticede, idam edilir, eceliyle ölmüştür. Evlatları, naşını gömüp İstiklâl Mahkemesi’ne haber vermişler. Yetkililer öldüğüne inanmamış, gelip mezarı açıp bakmışlar. Gerçekten de öldüğünü görünce; emir yerine gelsin diye, Erzincanlı İbrahim Hakkı Hazretleri’nin ölüsünü idam etmişler, yani ölüsünü sallandırmışlar, idam sehpasında.
Muhsin:
- Şu kitaptan, bize de getirttirir misin?
- Memnuniyetle. Ben, herkesin okumasını tavsiye ederim.
Ömer Faruk:
- Abiler, ister misiniz, haftaya da kadın haklarını araştıralım?
Ali:
- Ne o, evlenmeden önce hakkını öğreneceksin.
- Eee tabi, ne de olsa, onlardan biz mesul değil miyiz?
Bu arada, Muhsin, Cemil Beye çaktırmadan Ömer Faruk’a işaret etti. Ömer Faruk ise “Hayır” işareti yaptı, işaretiyle daha erken diyordu.
Aradan birkaç gün geçti. Cemil Bey düşündüğü konuda, artık kesin kararını vermişti. Bu akşam kararını çocuklara açıklayacaktı. Yemekten sonra, bir saat tefsir çalıştılar. Hep birlikte çay içerlerken Cemil Bey, nefsinin zorlamasına aldırmayarak, ağır ağır konuşmasına başladı.
- Çocuklar, kaç gündür düşünüyorum, sizinle hiç yolculuk yapmadık. İster misiniz, bir yerlere yolculuk yapalım?
Babaları kendileriyle arkadaş gibi olmasına rağmen; kızlar hiçbir zaman ölçüyü kaçırmamış, her zaman edebe riayet etmeye gayret ediyorlardı. Şaşırmışlardı, acaba babaları ne demek istiyordu?
Cemil Bey devamla:
- Şaşırmayın, yavrularım babanızın artık adı değil, kendisi müslüman. Sizinle, Bursa’ya kadar yolculuk yapacağız, önümüzdeki hafta sonuna hazır olun.
Zeynep az kalsın dilini yutuyordu:
- Baba sen, bizi sen, Bursa’ya mı? Niye? Neden? Şey yani, biz Bursa’ya?
- Evet, kızım sizin de, annenizin de hakkıdır birbirinizi görmek. Ne olduysa geçmişte kaldı. Görmeniz için götüreceğim.Ha, ayrıca ne hediye götürmek isterseniz, onu da düşünün ve şimdi yatakları hazırlayın yatalım.
Günlerden cumartesi, hazırlıklar tamam. Cemil Bey bakkalını müslümanlardan birine teslim ederken, kendi kendine söylendi:
- Şu duyguya bak, ne kadar güzel. Tabii ki bu güzelliği yaşamayan bilemez. Kalkıp Bursa’ya gidiyorum, bakkalımı, paramı rahatlıkla bırakıyorum, ne güzel bir kardeşlik.
Yola çıkmadan önce, Rukiyye Hanımdan adresi ve telefon numarasını aldılar. Ertesi gün Bursa garajındaydılar. Kızlar heyecandan tir tir titriyorlardı. Habibe garajdan telefon açtı:
- Alo, ben, Zöhre Hanımla görüşebilir miyim?
- Bir dakika.
- Alo, buyurun, ben Zöhre. Kiminle görüşüyorum?
- Efendim, rahatsız ettim. Biz Kars’tan geldik, acaba eviniz müsait mi? Misafir kabul eder misiniz?
- Tabii, ne demek, inşallah çocuklardan bir haber getirmişsinizdir?
- Evet, hanımefendi fazla jetonum yok. Size, çocuklarınızı getirdim desem inanır mısınız?
- Babaları mümin olsa inanırdım; ama siz isminizi bile söylemediniz, kimsiniz?
- Madem müsaitsiniz, geldiğimizde konuşuruz,
- Peki, buyurun bekliyorum. Sanki saatler yıl olmuştu, şu son birkaç dakika geçmek bilmiyordu.Taksi, bahçe kapısının önünde durdu. Habibe’nin yüzü kapalı olduğundan, onu evli, yanındakileri de çocukları sandılar. Onları, Saliha karşıladı. Zöhre Hanım, namazda idi. Odaya geçtiler. Habibe annesinin yokluğunu fırsat bilerek.
- Şey, isminizi bilmiyorum, anneme geldiğimizi nasıl duyuracağız?
- Aaa, yoksa, yoksa siz, Habibe misiniz?
- Evet, bunlar da, Zeynep ile Mustafa.
- Aman Allah’ım.
Kapının açılmasıyla Saliha’nın sözü yarım kaldı. Zöhre kadın ilk etapta hiçbirini tanıyamadı, öyle ya hepsi büyümüştü.
- Selâmünaleyküm, hoş geldiniz.
- Aleykümselâm, hoş bulduk anne.
- Ne, anne mi? Sen, yani siz, siz, yoksa, yoksa!
Ve Zöhre Hanım bayılmıştı. Kendine geldiğinde:
- Allah’ım, sana milyarlarca defa hamd olsun. Sen ki merhametlilerin merhametlisi. Sen ki acıyan ve bağışlayansın. Sen ki her şeye kâdirsin. Hamd olsun, Allah’ım hamdler olsun.
Ağlama faslı geçtikten sonra, Zöhre Hanım söze başladı.
- Ahh, yavrularım neler çektim bilemezsiniz. Ama sizi böyle müslüman olarak görmek, her şeyi unutturdu.
Mustafa birden:
- Ah mış, iyi anne olsaydın, bizi bırakıp buralara gelmezdin.
- Sen de haklısın oğlum. İnşallah büyüyünce İslam gözlüğüyle olaylara bakarsın ve o zaman anlarsın.
Ama şunu unutma! Hiçbir yürek ana yüreği gibi yanmaz. Hiçbir yürek, ana yüreği gibi sevmez, özlemez. Ben ister miydim yüreğimin yanmasını? Sen de kendi açından haklısın. Ama unutma! Ben de acıyı yudum yudum içtim. İster miydim, evladım, ister miydim?
Zeynep annesine dönerek:
- Anne, sen Mustafa’ya aldırma. Habibe, birden hatırladı:
- Heey, çocuklar, sevincimiz bize namazı unutturdu mu yoksa? Hadi, ikindi namazımız gidecek, nerdeyse.
Namaz kılmak için, abdest aldılar. Zöhre Hanım, Allah’a nasıl hamd edeceğini bilmiyordu. Yarabbi, Sen’in şanına yakışır bir şekilde, sana hamd ederim, deyip duruyordu.
Ertesi gün Sevgi Hanımlar, Zöhre Hanımlara misafirliğe geleceklerdi. Sabah namazından sonra yatılmadı. Sabah sekiz buçuk sıralarında telefon çalmış, telefondaki ses Habibe’yi istiyordu. Cemil Bey aramış, bir ihtiyaçları olup olmadığını sormuştu.
Çocuklar İbrahim Beyi de çok sevmişlerdi. Tam bir müslümandı. O da bütün muvahhitler gibi birkaç kez Medrese-i Yusuf’a girmiş, çıkmıştı. Öğleden sonra Sevgi Hanım gelmiş, kızların ikisini de çok sevmişti. Habibe ile koyu bir sohbete dalmış, hikayesini anlatıyordu.
- Aslen Denizliliyim. Beyim polis, tayini buraya çıktığı için buradayız.
- Sahi mi? Demek polis hanımısınız. Hoş görün, bir şey sorayım.
- Tabii sorabilirsiniz.
- Çok güzel giyinmişsiniz, evinizde İslâm yaşanıyor mu?
- Ahh, ahh nerde a güzelim, aslında imam kızıyım. Babamın evinde bile İslâm var diyemeyiz. O yüzden, babamı bir kıldıraç olarak görüyorum; yani, namaz kıldırma memuru.
- Çok açık sözlüsünüz, Sevgi abla.
- Dürüst olmak zorunda değil miyiz? Ne ise, o.
- Peki, örtünmeniz nasıl oldu?
- Bak anlatayım. Babam imam ama bir gün olsun, İslâm’ın özünü bize anlatmadı. Hatta beni okula bile gönderiyordu, ben kendim gitmedim. Bu sene izine gittiğimizde, bana haram olan erkeklerin yanında çıkmadım; babam bile bana tepki gösterdi. Örtünmeme gelince, benim çok samimi, ailece görüştüğüm Nezahat isminde bir arkadaşım vardı. Onun da beyi polisti. Ailece git-gelimiz vardı. Bir gün çarşıya çıkmıştık bana:
- Sevgi, ne dersin alacağımız kıyafet aynı olsun, bir örnek giyelim.
- Tabii, neden olmasın, dedim ve aldık. Ertesi gün bize, akşam oturmasına geldiler, ben hoş geldin derken, Kemal Beyin elimi biraz fazlaca sıktığını fark ettim. Fakat olabilir, tesadüf olmuştur, insan aile dostu hakkında kötü düşünmez deyip, önemsemedim.
Kararlaştırdık, sabah geziye gidecektik ve gittik de. Moderndik ya, biz önden, erkekler de arkadan geliyorlardı. Ahhh, ahh, ne kadar kafasızmışım.
- Eee, sonra?
- İkimiz de aynı giyinmiştik. Nezahat zayıf, ben de gördüğün gibi biraz topluyum. Biraz dolaştık sonra evlerimize döndük. Ertesi gün Nezahat alışverişe çıkıyormuş, bana uğradı. Ne dese iyidir Sevgi: “Kemal diyor ki, olunca Sevgi gibi olacaksın. Bak, elbise ona ne güzel yakışmış, kolu bacağı tombul tombul.” Beynimden vurulmuşa döndüm. Nezahat gitti, ardından telefon çaldı.
- Alo, buyurun, dedim.
- Ben, Kemal, dedi.
Ben de hemen:
- Kemal abi, Selim evde yok, dedim.
- Biliyorum, Sevgi Hanım, dün giydiğin kıyafetin sana çok yakıştığını söyleyecektim. Nasılsın? İnan seni çok beğeniyorum.
- Yazıklar olsun, sana ve dostluğuna, dedim, kapattım. Sonra Saliha’yı vaaz verirken gördüm, İslâmî yaşantıyı ve örtüyü anlatıyordu. Ben de örtü aldım ve kapandım.
- Peki, beyiniz karşı çıkmadı mı? .
- Çıkarsa çıksın, ben de bir insanım. Benim de seçme hakkım var. Kabul edersen böyle, etmezsen işine gelirse, dedim. Olanları ona da anlattım ve senin arkadaşın da kalbi temizlerdendi; demek ki bu işler kalbini temiz demekle olmuyor, dedim. Kesin kararlı olduğumu görünce, bir şey demedi.
- Ahh, Sevgi abla, şu kalbim temiz demiyorlar mı; sanki Hz. Aişe’nin, Hz. Fatıma’nın kalbi pisti de, onun için örtünüyordu. (hâşâ) Kur’ân’a inanıyorlarsa şayet, baksınlar; yalnızca kalbi pisler örtünsünler, diye bir âyet mi var?
- Şimdi de elimden geldiğince, İslâm’ı yaşamaya çalışıyorum; Allah hakkıyla yaşamayı nasip etsin.
- Amin. Fakat Sevgi abla, biliyorsun bunun için azim gerekli.
- Haklısın. Saliha’dan, Mehmed Göktaş’ın “Gençlerle Tevhid Dersleri” adlı kitabını aldım, birkaç şeyin daha farkına vardım. Şuna inanıyorum ki oldukça ufkum genişleyecek, o zaman her şey daha farklı olacak.
- Elbette hiç okuyan ile okumayan bir olur mu? Allah, hakkıyla okumayı, bildiğimizle amel etmeyi bize de nasip etsin.
- Amin. Hiç kuşkusuz, kuru bilginin faydası olsaydı, şeytana olurdu. Bilgin olduğu hâlde ilahi huzurdan kovulanlardan oldu. Koyu bir sohbete dalmışlardı. Vakit ilerlemişti. Saliha’nın hazırladığı ikramlar yiyip içildikten sonra, Sevgi müsaade istedi:
- Vakit epey ilerlemiş. Artık kalksam iyi olur. Beni dualardan eksik etmeyin. Kucaklaşıp ayrıldılar.
Çarşamba günü saat on üç otuzda, biletlerinin alındığını babaları telefonla bildirmişti, Zöhre Hanım yarının, olmasını hiç istemiyordu. O gece teheccütten sonra hiç yatmadılar, hep birlikte sohbet ettiler. Habibe, Saliha’yla, Emine’nin çalışmalarını çok beğenmişti. Allah bütün ihlâslı kardeşlerimizden razı olsun, diyordu.
Vedalaşma faslı oldukça zordu. Hiç kimse gözyaşlarını tutamıyordu. Takside oturan Cemil Zorlu bile!
Yolculuk esnasında hiç konuşmadılar. Cemil, Zöhre’den ayrılmanın vermiş olduğu pişmanlıktan dolayı, acı çekiyordu.
- Habibe, seninle özel bir konu hakkında konuşmak istiyorum müsaadenle.
- Tabii Yüksel abla, seni dinliyorum.
- Habibe, Ömer Faruk abiniz var ya, sana talipmiş. Evlilik hakkındaki düşüncelerinin ne olduğunu öğrenebilir miyim?
- Şeyy, Yüksel abla, inan ben bu konuyu hiç düşünmedim. Hem, ben onu tanımıyorum.
- Orası kolay. Sen yeter ki, aradığın vasıfları ve evlilikten beklentilerini söyle, gerisi kolaydır.
- Bunu, düşünsem olmaz mı?
- Tabii, haftaya görüşürüz. Nasıl olsa derste buluşacağız.
- Sahi, bu haftaki konu ne?
- Tefsirden Musa (a.s.) ile Firavun’un kıssasını inceleyeceğiz. Firavun’u tanımak, çağın Firavunlarını tanımamıza yardımcı olacaktır.
- Peki, kaynak buldunuz mu?
- Evet, Musa’nın (a.s.) kıssası için tefsire, Firavun’u tanımak için de, “Tâğut” kelimesinin anlamından başlayacağız. Şimdi içeriye geçelim.
Habibe, ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Zeynep on beşinde idi. Kendisi ev idaresine alışmıştı. Zeynep’e kıyamıyordu. “Keşke, babam münasip biriyle evlense.” diyordu.
Bilâl’de aynı konuyu Cemil Beyle görüşmüştü. Cemil Bey, “Kızım kabul ederse tamam, zaten ben de, kızım da imanlı birini isteriz.” dedi. Habibe ve Ömer Faruk, İslâmî ölçüler içerisinde birbirlerini gördüler. Habibe şartlarını öne sürerken, Ömer Faruk, böylesi şartlara dünden razıydı. Habibe’nin şartları şunlardı:
l) İslâm için çalışmalarıma engel olunmayacak.
2) Her akşam evde, bir saat olarak sırasıyla (Tefsir, Akaid, Fıkıh, İslâm Tarihi vs.) konularda kitap okunup tartışılacak.
3) İslâm’ın kadına verdiği mükemmel haklara riâyet edilecek. (Ben de erkeğin haklarına riayet edeceğim.)
4) Evimi sünnet üzere döşeyeceğim.
5) İslâmî ölçülerde, bende eksiklik veya sapma görülürse derhal ikaz edilmeliyim.
Baba da razıydı ve ardından söz kesildi. Nikah işi, düğün günü yapılacaktı. Zeynep hem seviniyor hem de üzülüyordu. Zöhre Hanım’a haber gönderdiler; düğün programı için, Saliha ile Emine’yi davet ettiler. İlçelerinde ilk kez İslâmî bir düğün yapılacaktı. Tutulan salon kadınlarla dolmuştu. Davetiyeye not olarak; “Kadınların programı ayrı, erkeklerin program ayrı yapılacak” diye yazılmıştı. Herkes merak ediyor, dedikodular da alrnış başını gidiyordu. Birisi:
- Aaa, ayol, bu dul kadın mı? Yok canım bu kadar da dinde aşırılık olmaz, diyorlardı. Ötekisi:
- Düğünde oynayacak, ölüde de ağlayacaksın. Yeni yeni icatlar çıkarıyorlar. Biz atamızdan, dedemizden böyle gördük. Her şeyin bir yeri var, diye karşılık veriyordu ve daha neler, neler, daha nice lâflar söyleniyordu? Ne yapsın, bunca zaman sadece adı Müslüman kalmış, zavallı millet?
Yıllardır, “Kelime-i Tevhid”i anlamadan söylemiş, mânâsından uzak yaşamış, mânâsından uzaklaştırılmıştı. Allah’ın kurallarına, kanunlarına, bu kadar da aşırılık olmaz, diyordu. Oysaki Allah (c.c.) dinini tamamlamıştı. Dînin, ne normali, ne azı ve ne de aşırısı olur muydu? Sanki Allah (c.c.) insanın namazına, orucuna, abdestine karışıyor; fakat düğününe karışmıyordu. Zekâtına karışıyor, faizine karışmıyordu. Ticarette terazisine karışıyor; fakat miras bölünmesine karışmıyordu? (hâşâ) Emine’nin Kur’an-ı Kerim’i tilâvetiyle, okuma programı başlamıştı. Yüksel gelin ve arkadaşlarının hazırladığı program da piyesler, marşlar, şiirler birbirini takip ederken; sıra Salihâ’nın yapacağı konuşmaya gelmişti:
- Esselâmü aleyküm, diyerek konuşmasına başladı:
“Sevgili misafirler hepinize hoş geldiniz diyor, böyle bir programın yapılmasına vesile olan kardeşlerimizden Allah razı olsun, diyorum. Gelin hanıma ve damat beye, bu evliliğin mübarek olmasını temenni ediyorum. Böyle düğünlere pek alışkın değilsinizdir; ama Allah’ın yardımıyla gerçek kimliğimize büründükçe, Müslümanlığımızı kavrayıp, tevhidî bir yaşama başlayıp, her gün defalarca tekrar edip durduğumuz “Lâ İlâhe illallah” kelimesinin gerçek mahiyetini anlayıp, hayatımızı ona göre düzenledikçe, böylesi düğünleri daha çok göreceğiz, Allah’ın izniyle.
Değerli cemaat, bugün burada hazırlanan programdan, gereken dersi almayı, Allah (c.c.) hepimize nasip etsin. Bizlere şöyle bir soru sorsalar “Sen müslüman mısın?” Hemen koskoca bir “Elhamdülillah’ı söyleriz. Fakat ne acıdır ki yüzde doksan dokuzu müslüman olan bu ülkede, Müslümanlığın ne demek olduğunu anlayan, gerçek mahiyetini kavrayan azınlıkta. Bunun başlıca nedenleri var. Evvelâ müslümanlarda okuma alışkanlığı, İslâm’ı merak edip araştırma alışkanlığı çok az, tabii ki istisnalar kaideyi bozmaz.
Bizler, Allah’a (c.c.) inanmakla, inandım demekle Müslümanlığımızın tamamlandığını zannediyorsak, yanılıyoruz. Sadece Allah’a inanmak, insanı müslüman kılmaz. Allah (c.c.) Kur’an’ı Mübin’de şöyle buyuruyor:
“Andolsun ki, onlara o gökleri ve yeri kim yarattı? O güneşi, o ayı kim musahhar kıldı? diye sorarsan mutlaka; Allah! diyecekler. Öyleyse nasıl olup da tevhidden çevriliyorlar?” (Ankebut, 61)
Başka bir ayet-i kerimede “Kendilerini kimin yarattığını onlara sorsan, elbette, Allah! derler. Öyleyse nasıl olup da (tevhidden) çevriliyorlar?” (Zuhruf, 87). Buradan anlıyoruz ki, onlar da, yani Ebu Cehiller de, Ebu Lehebler de, kısacası müşrikler de Allah’a inanıyorlar, onlar da Allah inancı var; fakat kâfirlikten kurtulamı-yorlar, neden? Onların Allah’a inandım demeleri, neden kendilerini müslüman kılmıyor? Çünkü onlar, yani müşrikler, kâfirler Allah’ın (c.c.) rububiyetine evet, uluhiyyetine hayır, diyorlardı. Daha açık bir ifâdeyle namaz, oruç, hac gibi kişisel ibadetlerde Allah’ın yetkisi olduğunu; fakat Allah’ın yeryüzü hakimiyetinden anlayamayacağını, yeryüzü hakimiyetinde Allah’ın yetkisi olmadığını, devlet işlerine Allah’ın karışamayacağını savundukları için, Allah (c.c.) onların imanını kabul etmiyor, onları müşrik, kâfir olarak isimlendiriyordu.
İşte cemaat, değerli kardeşlerim! Bizler akaidimizi düzeltmezsek, itikâdî konularda Allah’ı birlemezsek, ilâh olarak Allah’ı tanımazsak, “Lâ îlâhe” ne demektir anlamazsak ve anlamaya çalışmazsak, kıldığımız namazın, Allah inancımızın bizi kurtaracağını zannediyorsak yanılıyoruz.
Ebu Cehil de, birçok kere Kâbe’yi tavaf edip etrafında dönmüştür. Allah (c.c.) neden onu kâfir, müşrik diye ilân ediyordu? Bu âyetler sadece o zaman Ebu Cehil’in değil, kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün Ebu Cehil’leri ifâde etmektedir. Zira Kur’ân’ı Kerim kıyamete kadar hükmü geçerli olan tek kitaptır.
Bizler müslüman olurken, işe ilk önce namazdan veya oruçtan başlamıyoruz. Evvelâ, “Lâ İlâhe İllallah” diyerek Müslümanlığımızı ilân ediyoruz. O hâlde, nedir “Lâ ilâhe illallah”?
Kur’an’ın ifadesiyle “İnil hükmü illâ lillah - Hüküm yalnızca Allah’ındır” (Yusuf, 40) Evet, “Lâ ilâhe”yi kabul etmek, bütün hükümlerin Allah’tan olacağını, hüküm koyanın yalnızca Allah (c.c.) olduğunu, Allah’tan başka hiç kimsenin hüküm (kanun) koymaya yetkisi olmadığını kabul edip, kalben tasdik hareketlerimizle de tasdik ettiğimizi onaylamaktır. Bunu bu şekilde kabul etmiyorsak, vallahi, iman etmiş olmayız, olamayız. Aynı zamanda, Ebu Cehillikten de kurtulamayız.
Bütün peygamberler neden geldi ve neden o kadar çok işkence gördüler? Ebu Cehil ve emsallerini neden bu “Lâ ilâhe”, bu kadar korkutuyor? Neden bu kelimeyi duyunca, bu kadar kuduruyorlar? Hiç düşündük mü? Bunun bir tek cevabı vardı. Tahtlarını, makamlarını, Daru’n-nedve olan meclislerini yerle bir edip, yerine İslâm’ın kanunlarını, “inil hükmü”yü getirmek istediklerini ve de bununla zaten vazifeli oldukları için, Allah’ın hakimiyetini yeryüzüne hâkim kılmak istedikleri için, peygamberler ve peygamberlere uyanlar o kadar çok işkence görmüşlerdir,
Şimdi, sen ey müslüman!
“Lâ ilâhe” derken, bütün put ve tâğutlara tekme vurmuyorsan; “Lâ ilâhe” derken, Ebu Cehillerin Dar-u’n-nedve’lerini yerle bir edip, yerine Allah’ın hükümlerini inşa etmiyorsan ve buna çalışmıyorsan, Allah senden bu imanı kabul edecek mi sanıyorsun? Bizler namaz kılıp da, niçin namaz kıldığımızı bilmiyorsak; secde ederken, niçin secde ettiğimizi bilmiyorsak, idrâk etmiyorsak, kıldığımız namazın bizi kurtaracağını mı sanıyoruz?
Değerli cemaat,
Peygamberimizin getirdiği mesajdan haberi olmayan fuhuş yapanların hayatını bildiğin kadar, Peygamberin hayatını bilmiyorsan, film artistlerini tanıdığın kadar Muhammed’i (s.a.v.) tanımıyorsan, peygamberin sana “ümmetim” diye sahip çıkacağını sanıyorsan, aldanıyorsun. Bu kadar zaman uyuduğun yetmez mi? Ne zaman uyanacaksın? Daha uyumaya devam edersen, cehennemde uyanırsın. Ama orada uyanmak sana ne fayda verecek? Bu dünyaya niçin geldiğini hiç düşünmez misin? Allah (c.c.) seni, ona buna kul olman için değil, kendisine kulluk yapasın diye yarattı. Ölüm var, ölüm. Her yaptığınızın hesabını verecek, Allah’ın yüce mahkemesine çıkacaksınız. İslâm’ı öğrenmek ve dört elle sarılıp, yaşamak için daha neyi bekliyorsunuz? Azrail’in (a.s.)’ kapınızı çalmasını mı? Hele siz, ey müslüman kadınlar ve kızlar! Ne zaman öz benliğinize dönüp, öz kimliğinize bürünüp, taklitçilikten kurtulup, inancınızla gurur duyacaksınız? Sizden önceki Sümeyyeler, Ümmü Süleymler İslâm erleri yetiştirirken, sizler, siz ismi Fatıma olan, Aişe olan, Hatice olan anneler, batı kuklaları yetiştirmeye ne zaman son vereceksiniz? Şöyle bir silkinip de kendi gidişatınıza bakın hele ve sorun kendi kendinize “Ben müslüman mıyım?” diye. Sözü fazla uzatmayacağım. Anlayana sivrisinek saz kabilinden toparlamaya çalışırsak, bizler gerçek müslüman kimliğine bürünmezsek ki, bu da bilgi ile olur. Bunun için Allah’ın ilk emri “Oku” dur. İlk emri “oku”; fakat “okuyacağın şeyi, benim emrime göre oku”dur. Yoksa Allah (c.c.) “oku” emrini verirken, “benim yasak ettiğim şeyleri, yasak ettiğim yerlerde oku” demek değildir. İşi kıvırmadan anlayalım. Allah’ın emirlerini kafamıza göre yorum yaparak hareket etmeyelim. Aksi takdirde, gideceğimiz yer cehennemin ta kendisi olur.
Başta ne dedik? Biz İslam’a girerken, Kelime-i Tevhidi söyleyip müslüman oluyoruz. Gelin papağan gibi söylemeyelim. Yani mânâsını bilmeden tekrarlayıp durmayalım. Gerçek bir müslüman olmak istiyorsak, Allah (c.c.) tarafından imanımızın kabul olmasını istiyorsak, işte bu “Lâ ilâhe illallah” kelimesini araştırıp, öğrenmeyle başlayalım. Sonra da, karar verelim, kabul etmeye veya etmemeye... Bunu yapmıyorsak mesuliyetten kurtulamayız. Sonra da, Muhammed’i (s.a.v.) tanıyalım. Bize getirdiği mesajı anlamaya, kavramaya çalışalım. Gelin, bize şimdiye kadar verdikleri mânâlara uyuduk, yeter deyip, kendi dinimizi öğrenip, gerçek manada iman edip, kimliğimize bürünelim. Zira, öyle bir gün gelecek ki, hesap gününde, hiç kimsenin kimseye faydası olmayacak. Allah hepinizden razı olsun, hakkınızı helâl edin. Esselâmü aleyküm.”
Saliha konuşmasını tamamladı. Cemaatte bir suskunluk vardı. Konuşması salonda bayağı etki yapmıştı. Şimdi sıra Zeynep’in okuyacağı şiirlere gelmişti. Zeynep bayağı heyecanlıydı, ilk kez İslâm adına bir topluluğa karşı hitap edecekti. Son bir kez, şiirlerine göz attıktan sonra, salona çıktı.
- Esselâmü aleyküm, hepiniz hoş geldiniz, diyerek şiirine başladı.
UYAN
Uyan ey mücahidim, bu ne uykudur?
Bacın unuttu hakkı, moda dostudur,
Şehit deden mezarda, sana küsmüştür,
Uyan ki, şimdi artık cihat vaktidir.
Bir silkinde, hele kendine gel,
Yazarlar, Kur’ân’a çöl kanunu der,
Başımızda da hep tâğutlar öter.
Şimdi tâğutları yıkma vaktidir.
Bacın bu satırları içi kaynayarak yazdı,
Bak mücahidim, yaralarım hep yine azdı,
Kırılası eller baş örtüsüne yasaktır yazdı,
Uyan be mücahidim, simdi kıyam vaktidir.
- Değerli cemaat, şimdi de bütün bacılarıma sesleniyor ve diyorum ki:
BACIM
Soyunup modanın esiri olma,
Eşitlik diyorlar sakın aldanma!
Bir çift sözüm var kusura bakma,
Batının kuklası değilsin bacım,
Bu dünyaya biz ne için geldik?
Kâlû bela da biz ne ahit verdik?
Bacımın hâline bakıp şaşkına döndük,
Senin Rabbin Allah değil mi bacım?
Bizim ilâhımız tek bir ilâhtır,
İlâh demek; kanun, nizam koyandır,
Müslüman sahte ilâhlara tekme vurandır,
Vurdun mu tekmeni? Bir düşün bacım,
Ahzab elli dokuzda diyor ki Rabbim:
Söyle sen inanlara, ey benim nebim,
Sokağa çıkarken cilbablarını,
Örtsünler tanınmaz şekilde bacım.
H |
abibe evleneli iki yıl olmuştu. Allah (c.c.) bu defa da Habibe’yi kadın hastalığıyla imtihan ediyordu. Babası, Zahide isminde bir köylü kadınla izdivaç kurmuştu. Zahide Hanım, İslâm’ı seviyor, Cemil Bey’in çabasıyla da öğrenmeye çalışıyordu. Çünkü ona da İslâm’ın namaz, oruç, hac zekâttan ibaret olduğu empoze edilmişti.
Habibe yakalandığı hastalıktan dolayı, hasta-haneye yatırılmıştı. Yattığı hastane, tıp fakültesiydi Habibe, hastane içerisinde tesettürlü dolaşıyordu. Tabii, karşılaştığı zorluklara aldırış etmiyordu. İlk yattığı akşam, yemek dağıtılırken, yemek dağıtan şahıs:
- Kardeşim, siz sivil misiniz, hasta mı?
- Sivilin burada ne işi var? Hastayım.
- Eee, ben nerden bileyim, hasta olduğunuzu da yemek vereyim. Neden sivil giyinmişsiniz?
- Hasta olmak, illâ da çıplaklaşmayı mı gerektiriyor? Burada, hastanın kıyafetiyle mi ilgileniyorsunuz, hastalığıyla mı?
Yanındaki Personel Sündüz Hanım müdahale etti:
- Kusura bakmayın, tabii ki kıyafetiniz bizi ilgilendirmez. Yalnız alışkın değiliz.
Habibe’nin yatalı on beş gün olmuş, henüz bir teşhis konulmamış, tahliller yapılıyordu. O gün, akşam namazını henüz kılmıştı. Yanındaki yatakta yatan Birgül Hanım:
- Habibe bacı, baksana, hususi odaya çiçek taşınıyor.
- Neden, kim gelmiş?
- Bilmiyorum; ama gelen çiçeklerin haddi hesabı yok.
Habibe örtüsünü üzerine aldı. Koridora çıktılar. Odada yer kalmamış, gelen çiçekleri koridordaki kaloriferlerin üzerine koyuyorlardı. Habibe seslendi:
- Fikriye Hemşire Hanım, bu çiçekler neden?
- Onlar mı? Vali beyin, kızı doğum yaptı da.
- Haa, onun için mi? Peki, şimdi ziyaret saati değil, bu erkeklerin kadın doğum servisinde ne işleri var?
- Dedim ya, Vali beyin kızı doğum yaptı.
- Ben de, ziyaret saatinin dışında kimsenin giremeyeceğini biliyordum. Çünkü, geçenlerde babam ile eşim geldi; taa dış kapıdan bile içeri almadılardı yasakmış da...
- Seni anlıyorum; fakat yapacak bir şeyimiz yok.
O gün gelen çiçekler, koğuşlarda yatan hastalara konu olmuştu. Habibe yatsı namazını kıldı, oturmuş hastalarla sohbet ediyorlardı ki, nöbetçi doktorun sert çıkmasıyla, ne var diye, koridora çıktılar. Bir hasta gelmiş, kalp hastasıymış, aynı zamanda, doğum olayı gerçekleşemiyormuş. Devlet hastanesi, tıp fakültesine sevk etmiş.
Nöbetçi doktor:
- Kardeşim, burası paralı hastane. Ücret ödeyebilir misin?
- Ne kadar olur, toktor begim?
- Bir sezeryan, beş yüz bin.
- Ama, benim o kadar param yoğtur, ödeyebilmem begim.
- Devlet hastanesine gitseydin ya, be adam.
- Ama, begim onlar, bizi buraya gönderdiler.
- Ne yapayım, karar ver. Ya parayı ödersin, ya da hastanı alır gidersin.
Hasta da, baygın bir şekilde, doğum sancısı bir tarafta, kalp ağrısı bir tarafta, sedyede yatıyor. Sonunda, hastayı, personellerin yardımıyla, hastanenin kapısına indirdiler. Nöbetçi doktor:
- Ne yapayım? Kanun böyle, benim suçum ne? Diye mazeretini söylüyordu. Çaresiz adamın, gözünde yaşları gören koğuştakiler, üzüldüklerini ifade ederken, kimisi göz yaşlarını tutamıyorlardı. Birgül Hanım:
- Keşke, ameliyat edip, hastalardan toplasaydılar.
Habibe:
- Şuraya bak, şu çiçeklere verilen parayla, o hasta kurtulabilirdi.
Habibe gözlerini diktiği yerden almadan mırıldandı:
- Aslında, hasta sahibi suçlu. Hepsi birden Habibe’nin garip konuşması karşısında ona baktılar:
Devamla:
- Tabii, parası olmadığı için suçlu. Ya onu parasız bırakanlar, hiç suçlu değil mi? Her gün, envai çeşit yemek yiyenlerin yanında; günlerce, aylarca evine et girmeyenler var. Bu tezadı görmeyenler de suçlu ve zulme aldırış etmeyip, mustazafların yanında yer almayan Müslümanlığını iddia eden, herkes de suçlu. Ve siz, anneler, bacılar, bacınızın derdiyle, dertlenmediğiniz için, tezatları görüp, öz benliğinize bürünüp ve yapılması gerekeni yapmadığınız için, siz de suçlusunuz.
Ertesi gün, Habibe’nin tahlil sonuçları geldi. Hormon bozukluğu, varmış. Çok uzun tedavi görmesi gerekiyormuş. Ama Habibe sıkılıyordu, insanlarla tanıştıkça problemlerini dinledikçe, ortadaki dengesizliklerden dolayı sıkılıyordu. Hâlâ uyuyan müslümanlara da için için kızıyordu.
.Günlerden salı, Habibe yatsı namazını kılmak için, abdest olmaya gitti. Döndüğünde, oda arkadaşı Birsen Hanımı ağlar görür.
- Hayrola, Birsen abla, ne oldu?
- Ne olmadı ki Habibe.
- Ee, hele anlat bakalım, nedir seni üzen? Yoksa yine çocuğun olmuyor diye mi ağlıyorsun?
- Ahh, her şeyin hayırlısı. Şu müdahale odasına, küçük bir kız çocuğu getirdiler. Ön tarafı kanlar içinde, düşmüş diyorlar, ama hiçte düşmüşe benzemiyor.
- Gidip bakalım, nesi varmış.
- Müdahale odasına girmek yasak.
- Haklısın da, şimdi kimse yok. Ben merak ettim, gidip bakacağım.
Habibe, müdahale odasına girdi. Çocuğun annesi ağlıyordu. Habibe, bu hâllerine acıdı, üzülmüştü.
- Ne oldu? Teyzem, geçmiş olsun.
- Ahh ah, ne olmadı ki, ah kara bahtlı kızım, kara kaderli kızım. Çiğdem’im, kaderi kara yazılan kızım.
Habibe, kadının durmadan kaderi suçlamasına, için için kızmıştı. Ama suçlu o değil, kaderi bizlere yanlış empoze ettirende suç. Şu insanlar telekız, fuhuş yapar olur; kader. Geneleve düşer; kader.
Şimdi de, O......nun adını, telekız koymuşlar. Yok, hayat kadını. Namussuzluk kadını demiyorlar da. Niçin düşünmezler, şu insanlar? Allah (c.c.) irâdeyi niye vermiş? İrâde serbesttir, bu da imtihanın gereğidir.
Kadının feryadıyla, düşüncelerinden sıyrıldı.
- Ahh, yavruuum. Ariiiif, yaşamayasın, kemiklerin torbaya dolsun, arabaların altında kalasın.
- Teyzem, biraz sakin ol. Şimdi, nöbetçi doktor gelirse, seni bu feryadınla burada bırakmaz. Ne oldu? Anlat hele.
- Ilıca’da oturuyoruz. Akşam sofrasında oturmuştuk. Baktım, Çiğdem yok, büyük kıza sordum. “Kız, Çiğdem nerde?”
- Dışarıda oynuyorlardı, dedi. Tam o sırada Çiğdem içeri girdi. Sağa, sola yalpalayarak yatak odasına geçti. Merak edip, arkasından odaya girdim. Uzun pijamasını arıyordu. Giydirdiğim kısa külotuna el attım, kan revan içindeydi. Sordum:
- Çiğdem, ne oldu sana?
- Ana düştüm.
- Kız, nasıl düştün?
- Bahçenin altındaki büyük taştan düştüm.
- Hemen alıp, sigortaya getirdik. Kocam da birkaç ay önce ameliyat olmuştu; ses telleri kesiktir, konuşamıyor. Sigorta, buraya sevk etti. Düşme işi değil, dediler.
- Ne yani, aman Allah’ım, tecavüz mü yoksa?
- Ahhh, ah kapı komşumuzun oğlu Arif. Kandırmış, kızımın işini bitirmiş.
- Eee, yakaladılar mı?
- Yok yok, nerde, kaçmış.
Habibe çok üzülmüştü. Çiğdem’in başını okşadı:
- Tatlım, kaç yaşındasın?
- Yedi.
- Teyze, oğlan kaç yaşında?
- On yedi. Benim oğlanla yaşıt.
- Teyzeciğim, çok üzüldüm. Şimdi bunun kaderle ne alâkası var?
- Aaa, ne demek kızım, biz müslümanız, elhamdülillah. Kadere iman etmişiz.
- Tamam, tamam da, bu işin kaderle ne alâkası var. Oğlan şeytana uymuş. Aslında sadece, oğlan da suçlu değil ya.
- Ne demek, suçlu değil? Bir parça sabimi mahvetti. Ah, onu, benim elime verseler.
- Meraklanma, onu yakalarlar.
- Yakalamak mı? Sanki, ne olacak yakalamakla. Onu benim elime verseler; ibret olsun diye, avret yerlerini keserim.
Habibe, kadının ıstırabını anlıyordu. Kadın devamla:
- Bir de, suçlu değil diyorsun. A kızım, giyinişinden müslüman birine benziyorsun. Bir de, suçlu değilmiş, suçlu, hem ne suçlu.
- Yaa, demek giyinişim size, Müslümanlığı hatırlattı. Haklısın teyzem, müslüman olduğunu iddia edenler, diğer hanımlardan ayırt edilmeli. Suçlu değil, dedim diye alınma teyzem. Senin yaran, bizim yaramızdır. Çiğdem senin kızın, bizim de bacımızdır. Ama gel gör ki, buluğ çağında olan gençleri, cinsellikten başka bir şey düşünemez hale getiriyorlar. Fitnevizyon da o kadar çok müstehcen sahne çıkıyor ki, gençlerimiz bunalıma düşüyorlar. Suçlu değil dedim de, şimdi bu gençlere, Allah korkusunu aşılamadan, doğurup, ortaya atan ana baba da suçlu değil mi? Eğitim de, Allah’ın bilgisine gerek duymayanlar da suçlu değil mi? Ve en acı tarafı, bütün bunları sineye çeken, öz evlatlarının zehirlenmesine ses çıkarmayan müslüman da müslümanlar da suçlu!
Kadın susmuş, Habibe’yi dinliyordu. Habibe konuşmasına devam etti.
- Ahh teyzem, yaralısın biliyorum. Ama benim yaram daha derin. Sen Çiğdem için ağlıyorsun, yaran Çiğdem için kanıyor. Bense Çiğdemler için ağlıyorum, yaram Çiğdemler için kanıyor. Kur’an-ı Kerim’de Allah (c.c.) buyuruyor ki “Zina eden eğer bekâr ise, ona ceza olarak yüz değnek vurun.” (Nur, 1-2 ) Sana göre, yüz değnek çok gaddarca değil mi?
- Ah, kızım yüz değnek nedir ki, elime geçse, onun ellerini ayaklarını keserim.
- Tabii teyzem, yanan senin canın, tecavüz senin kızına. Yaran kanıyor onun için. Fakat kavga seyirciye kolay gelir misali, o yüz değneği başka bir hanım görse, hemen çağ dışı damgasını vurur.
O arada nöbetçi doktorun gelmesiyle, Habibe müdahaleden çıktı. Meraktan bir hoş olan, Birsen Hanım:
- Amma cesaretlisin kız, bayağı merak ettim, ne olmuş? Anlat, hele.
- Ne olacak, tecavüz.
- Ayy, vah vah, yazık olmuş yavruya.
- Tek yavruya değil, yavrulara. Bugün bu Çiğdem, yarın başka Çiğdem, öbür gün öteki Çiğdem. Bu ne ilkidir, ne de sonuncusu. Her gün gazetelerde bunlardan başka bir şey okudukları mı var? Ama, ibret alıp Allah’a dönen nerde?
- Habibe, kız nasıl olmuş? Anlatsana. Bizim orada da, bir dilenci vardı. Adı Sultan idi, kadir gecesi günü, tecavüz edip, biz, kanal diyoruz o suya atmışlardı.
- Katilleri bulundu mu?
- Yooo, ne gezer. Hem, sahipsizdi, kimseciği yoktu, çok yaşlı bir kadındı.
Servis, hep Çiğdem’i konuşuyordu. Kimisi:
- İnan, onu tutup da asmalı, diyor.
Bir başkası:
- Yok yok millete ibret olsun diye, meydanda sallandırmalı.
- Ayol, bu oğlan kaç yaşında? Soran, hemşire hanımdı, o da hasta olduğundan yatıyordu.
- On yedi.
- Eee, baksanıza, o kadar suçluyorsunuz. Canım, daha on yedisinde. Çocuğun tam kendisini ispatlama yaşı. Yakalamasına yakalarlar; fakat onun hafifletici sebepleri var.
Öte yandan Hünkâr Hanım dayanamayıp:
- Hemşire Hanım, senin de, çocuğun vardır öyle mi?
- Evet, iki tane, bir kız, bir oğlan.
- Olay senin kızın başına gelseydi, çocuğu affederdin değil mi? Nasılsa hafifletici sebepler buldun.
Hemşire Hanım bayağı bozulmuştu. Sesini çıkaramadı. Ne demişler kavga seyirciye kolay gelir. Birkaç gün Çiğdem’e tıbbî müdahale yaptılar, müdahaleden sonra taburcu ettiler. Habibe de bayağı sıkılıyor, o da bir an önce taburcu olmak istiyordu. Dalgın dalgın koğuşun penceresinden seyrederken.
- Habibe bacı.
- Efendim, Birgül abla.
- Geçen gün, genel cerrahiye buradan bir hasta götürdüler ya, hatırladın mı? Alime.
- Evet, hatırladım.
- Diyorum ki, gidip ona bir bakalım. Durumu ağırdı, benimle gelir misin?
- Tamam, gidelim de, bir saat sonra olmaz mı? O zaman mesai biter, ortalık sakinleşir.
Bir saat sonra, genel cerrahi servisindeydiler. Alime’nin koğuşuna girmeden, Habibe’nin gözü, bir yere takıldı. Öyle sevinmişti ki, yanındaki Birgül ablayı da unutmuştu. Hemen ilerledi:
- Selâmünaleyküm.
- Ve aleykümselâm kardeşim,
- Geçmiş olsun, Allah şifa versin,
- Allah razı olsun. Anam apandisit ameliyatı geçirdi, ben de yanında ona refakat ediyorum. Tabii ki, onun, ben küçükken yaptığı zahmetin yanında bu bir hiç bile.
- Orası öyle, isminiz?
- Sebahat. Ya sizinki?
- Habibe.
- Siz de refakatçisiniz.
- Yoo, hayır, ben hastayım, tedavi görüyorum.
- Sahi mi? Allah şifa versin, neyiniz var?
- Kadın hastalığı, yani imtihan.
- Evet, haklısın bacım.
Sebahat anlatıyordu. Bir haftadır annesini bekliyormuş. Peçesini hiç aşağı indirmemiş. Bazı doktorlar, böyle dolaşamazsın, olmaz böyle demişlerse de, hepsine cevap vermiş. Dedim ki:
- Refakatçi kıyafetiyle ilgili bir kanun mu var? İnsan haklan savunursunuz, fakat en çok da, siz ihlâl edersiniz.
Habibe dava arkadaşı bulduğu için çok sevinmiş, koyu bir sohbete dalmışlardı. Birgül Hanımı unutmuştu bile. Sebahat anlatmaya devam ediyordu:
- Beni, çarşafımla gören, hemşirenin biri dedi ki.
- Sen, necisin?
- Anlayamadım?
- Canım, anla işte, nurcu musun?
- Hayır.
- Süleymancı?
- Hayır.
- Adıyamancı?
- Hayır.
- Anladım, hiçbir şey olmayan, Humeynici oluyor, demek sen, Humeynicisin.
-Yoo, hayır.
- Peki, necisin?
- Bakın hanımefendi, ben, ne “cı cı” yım. Ne de “cu cu”. Ben müslümanım.
- İyi de, ben de müslümanım.
- İşte, benim Müslümanlığım, benim inancım böyle giyinmemi gerektiriyor. İnsan, inandığı davayı inancını pratiğe aktarmadıkça, onun inanması kendisine bir fayda sağlamaz. Çünkü Ebu Cehil de Allah’a inandığını söylüyordu; fakat onun inancı kendisini müşriklikten kurtaramadı. Haksız mıyım?
Habibe ile acı acı gülümsediler. İkisi de aynı acıyı hissediyorlardı. Habibe:
- Yani, illâ da ya “….cı”sın, ya da “….cu”. Oysa Allah (c.c.) müslüman isminden başka bir isimle, isimlenmemizi istemiyor.
- Ooo, Habibe bacı, bakıyorum, beni unuttun.
- Ne münasebet, sadece tanıştık. Sizi de tanıştırayım. Bu arkadaş benim odadan, Birgül abla, bu da Sebahat.
- Memnun oldum.
- Aslında, Birgül abla da namaz kılıyor.
- Namazımı kılarım, orucumu tutarım. Fazla bilgim yok, ben anamdan babamdan bu kadarını gördüm. Böyle de gidiyorum. Aşırı dinci de değilim.
- Aşırı dinci, ne demek, Birgül Hanım?
- Bilmem, herhalde, çok derine dalanlara diyorlar.
- Dinin aşırısı olmaz. Allah (c.c.) bir ölçü koymuştur, din tamamlanmıştır. Şimdi, Allah’ın bazı emirleri normal de, bazıları fazla aşırı mı? (haşa) İslâm’a kimsenin bir şey eklemeye hakkı yoktur ki; hem biz Allah’ın sadece namaz, oruç gibi emirlerine değil, Allah’ın bütün emirlerine muhatabız. Bu senin dediğin, İslâm düşmanlarının bir propagandasıdır. Bak, Birgül abla, bir de Allah (c.c.) Kur’an’ı Kerim’de buyuruyor ki: “Onlara: Allah’ın indirdiği (düzene) ve Peygamber (yönetimine) gelin denildiği zaman; atalarımızı üzerinde bulunduğumuz (düzenler) bize yeter dediler. Ya ataları hiçbir şey bilmiyorlar ve doğru yola gitmiyorlar idiyse.” (Maide, 104) Hem iki yol vardır. Biri İslâm, diğer gayri İslam. İkisinden birini tercih edip, o yolda yürümek şarttır.
Habibe araya giderek:
- Sahi, Alime bacımız nasıl?
- Biraz daha iyi, ameliyat olmuş.
- Sebahat bacı, biz, yine görüşürüz. Selâmünaleyküm.
- Aleykümselâm. Birgül abla hakkını helâl et. Sana bir tavsiyede bulunayım mı? İslâm’ı oku, güvenilir kaynaktan oku İslâm’ı.
- İnşallah. Habibe de aynısını diyor, bu yaşta beni talebe etmeye niyetlisiniz, galiba?
- Öğrenmenin yaşı yoktur. Haa Habibe bacı, biz yarın taburcuyuz, haberin olsun.
- Peki, hadi, Allah’a emanet ol.
- Sen de.
Asansörle çıkarlarken Birgül Hanım, merakını yenemeyip sordu:
- Habibe, nereden tanışıyorsunuz çarşaflıyla?
- Hastanenin cerrahî servisinden.
- Yani, yeni mi tanıştınız?
- Evet öyle.
- Aman, seni anlayana aşkolsun, insan tanımadığıyla öyle samimi olur mu?
- Birgül abla, Peygamberimiz Mekke’den, Medine’ye hicret etti, biliyorsun değil mi?
- Hı, rahmetli babam anlatırdı. Çok çekmişlermiş.
- Sen de, O’nun ümmetisin değil mi?
- Tabii, ne demek.
- Bak, işte ümmet olarak, çektiklerini bile babandan dinlemekle yetinmişsin,
- Söz, kız, eve varır varmaz Peygamber’in hayatını okuyacağım.
- Hah, şöyle. Eveet. Şimdi gelelim konumuza. Hicrette Peygamberimizi kabul edip, O’nu önder tanıyanlarda, O’nunla evlerini, eşyalarını, kısacası her şeylerini terk edip gitmişler. O’nunla giden sahabilere, “muhacir”, onları kucaklayan Medinelilere de “ensâr” yani “yardımcılar” denildi. Bunlar birbirlerini tanımıyor diye, samimi olmasa mıydılar? Allah (c.c.) Kur’an’da buyuruyor ki; “Bütün inananlar kardeştir” Onlar da öyle bir kardeşlik oluşturdular ki, dünya bir daha öylesini görmedi. Ya şimdi, günümüzdeki insanlar, müslümanlar kardeştir ilkesine ne kadar riayet ediyorlar. Benim bacım, müslümanım diyor; fakat Allah düşmanı modacıların, modasını bile feda edemiyor. müslümanım diyor, aylarca kardeşine dargın kalıp, buğz ediyor. Bunu biraz düşünmek lâzım.
- Yani, şimdi bizler, kardeş miyiz?
- Evet, aynen öyle. Babamız Adem.
- Anamız, Havva. Şimdi anladım.
- Önemli olan kardeşliğin lafta kalmaması. Madem Allah (c.c.) inananlar kardeştir buyuruyor. Bakmamız lâzım, önderimiz Muhammed (s.a.v.) kardeşliği nasıl uygulamış. Baktıktan sonra, iman edene düşen, o kardeşliği nefse uymadan, kafaya göre hareket etmeden, pratiğe aktarmaktır.
Koğuşa çıktılar, Habibe yatsı namazını kıldı, tam yatacaktı ki bir hemşirenin kendisini aradığını söylediler. O arada, hemşire de içeri girip selam verdi.
- Aleykümselâm. Hoş görün, tanıyamadım.
- Adım Sevgi. Arkadaşlar, bir kardeşin yattığını söylediler, ben de ziyaret etmek ve aynı zamanda tanışmak için geldim.
- Allah razı olsun. Benim adım da Habibe.
- Memnun oldum. Allah şifa versin. Hâlime bakıp şaşırmayın, ben yeni uyananlardanım.
- Memnun oldum, yoo, şaşırmadım, ilk etapta tanımadım ya.
- Size kitap getirdim. Şimdi nasılsınız?
- İyiyim, tedavim uzun sürecekmiş. Yakında, izinli olarak gideceğim.
Habibe, Sevgi Hemşire‘ye sordu:
- Yeniyim dediniz?
- Evet, üniversiteden kız arkadaşlarım var. Onların sayesinde, henüz emeklemeye başladım. Fatıma diye bir kardeşimiz var; sağ olsun çok ilgilendi. Malumunuz, iş yerinde örtü kullanamıyoruz, ailemle olan anlaşmazlıklar hallolsa, durum farklı olacak. Anlaşmazlık dedim de, inanç yönünden.
- Evet, yaşadığımız toplumda, inanç hürriyeti var diyorlar. İnancı yüzünden, kadın memura baş örtüsü yasaktır. Tezatların içinde yaşıyoruz.
- Evet, haklısın. Ben nöbetteyim, şimdi gideyim. Sonra yine görüşürüz.
- Tabii hakkını helâl et.
Zeynep, Makbule’ye uğramak için evden çıkmıştı. Makbule’nin ailesi, Makbule’ye çok baskı yapıyordu. Zeynep kapıyı çalarken, içinden de dua etti. “İnşallah evde kimse yoktur, Makbule’yle daha rahat konuşuruz.”
- Kim o?
- Benim, Zeynep.
- Hoş geldin, evde yalnızdım, geçte biraz sohbet edelim.
- Nasılsın, ne var, ne yok?
- Çok şükür, sen nasılsın. Habibe’den haber var mı?
- Evet var, eniştem gitti, yarın geleceklermiş. Sen, ne yaptın okulu?
- Geçen, o ateist öğretmen var ya, onunla kapıştık yine.
- Yine, ne oldu?
- Okulun bahçesinde zilin çalmasını bekliyordum. A. Aktaş yanıma geldi ve bana:
- Çıkar, şu başındakini deve, diye hakaret etti. Ben de:
- Hocam, bana hakaret etmeye hakkınız yok, dedim.
- Müslümansan, ne işin var burada, dedi.
- Haklıydı. madem ki müslüman idim; Allah’ın dediği şekilde ve Allah’ın dediği yerde okumalı değil miydim. Hançer gibi saplandı bu lâflar bana. Kendi kendime, “Bak Allah’a inanmayan, ateist bile, Allah’ın emrinin çiğnenerek, okunmayacağını, bana söylüyor. Ya ben?” Karar verdim, İstiklâl Marşı okunurken, çekip geldim. Geldim, ama mücadele bu defa evde başladı. Babam:
- Ya okuyacaksın, ya da, seni istemediğin birine zorla da olsa veririm, deyip duruyor. Şimdiye kadar dayandım, bakalım sonu ne olacak?
- Allah yardımcın olsun, annen nerde?
- Babamla çarşıya çıktılar. Ne için, biliyor musun? İşte beni kahreden de bu ya; umreye gidecekler, alış veriş yapmak için. Duyuyor musun Zeynep? Gidip, umrede “Lebbeyk Allah’ım” diyecekler. Yani, “Emret Allah’ım, emrine hazırım!”
- Allah’ım, bizi bu hâllere düşürenleri, kahret perişan et!
- Geçenlerde, aynı hoca, babamı aramış. Derslerimin çok iyi olduğunu, tekrar okula dönmemi söylemiş. Sonra, okul idaresi çağırmış; tabii bu çağırttırma da, yetiştirmesi için, ana ve babamın ellerine teslim ettiği, ateist olan A. Aktaş Hocanın rolü büyük. Şu anda, babam da annem de, benimle konuşmuyorlar.
- Sabır, Makbule sabır. Allah (c.c.) “Gevşemeyin, üzülmeyin eğer inanıyorsanız, en üstün sizsiniz. “ buyuruyor. Baban, müslüman olduğunu söyleyip duruyor; peki, seni günaha zorlarken, ne gerekçe gösteriyor?
- Kızım, sen gençsin, namazını kıl, orucunu tut yeter. Okuluna git. Ne yapalım? Kanun böyle, günahı açtıranların. Gençmişim; Allah’ın emirleri, sadece ihtiyarların sanki? En güzel çağda güzelliklerimizi, haram bakışlara sergiledikten sonra, kapanmamız neye yarayacak.
- Günahı açanlara, demekle sanki kurtulabilecekler. O zaman, sahabeler de günahı, Ebu Cehillere deyip. pes ederlerdi. Hem, koskoca bir sistemi, nasıl da namazla, oruçla sınırlayabiliyorlar?
- Kardeşim Nuran’ın, ölümüyle biraz etkilendiler de, eskisine nazaran bir nebze suskunlar. Ben de, Nuran’ı hiç unutamıyorum; ama öldüğüne de, bazen seviniyorum, yetiştirilme tarzımız mâlum.
- Ben de çok üzüldüm. Kazadan bir hafta önce bize gelmişti. Bana:
- Zeynep abla, ben büyüyünce babamın sözünü tutmam, kapanacağım, hem şimdi kapanıyorum; ama küçük olduğum için bana bir şey demiyorlar. Ne garip değil mi? Aslında, bana kızıp, ablama kızmamaları lâzım. Çünkü o büyük, bense küçük, bana çok günah olmaz, demişti.
- Karşıdan karşıya geçerken, motosiklet çarptığında, hemen “Allaah!” diye bağırdı. Alıp, hastaneye götürdük. Doktor geldi, karnını açmak istedi. “Ben müslümanım” olmaz dedi. Başındaki yaraya bakmak istedi. “Müslümanlıkta saç açmak yoktur, bu yarayla ölürsem Allah’a ne derim,” diye bırakmadı. Ben:
- Nuran, doktor amca günah olmaz, dedimse de ne mümkün. Doktor, anneme: “Hanımefendi, bu kadar tutucu olmayın” dedi. Oysa ne derler, söyleyene değil, söyletene bak.
- Küçücük kalpteki imana bak.
- Anlatsam, bana inanmazlar. Annem kendi kulağıyla duydu. Bakalım, Mevlâ neyler, neylerse güzel eyler. Ama yılmayacak sonuna kadar direneceğim.
- Allah yardımcın olsun. Ben, kalkayım, ablamı karşılamak için, hazırlık yapacağız.
- Hadi, gözümüz aydın, Habibe’yi derslerde görmek bizi sevindirir.
Zeynep eve geldiğinde, Zahide Hanım oturmuş, Zeynep’in gösterdiği, Elifba’ya çalışıyordu.
- Selâmünaleyküm ana.
- Aleykümselâm, ne oldu rengine, yaprak gibi sararmışsın? Babana haber edeyim, hasta mısın?
-Yok bir şeyim, Makbule’ye üzüldüm, ondan olabilir, şimdi geçer.
Ertesi gün Habibe’yi bekliyorlardı. Zeynep namazını kılmış, dua ediyordu. Zahide Hanım ise namaz kılıyordu. Bu arada telefon çaldı. Zeynep ahizeyi kaldırdı.
- Alo, buyurun. Ben kızıyım, babam evde yok. Notunuz varsa alayım. Efendim! Kaza mı? Tamam, anladım, deyip telefonu kapadı. Zahide Hanım da namazı bitirmiş. Zeynep’ten açıklama bekliyordu
- Ana, ablamların arabası kaza yapmış! Ben gidiyorum, babama haber vereyim.
Kazayı haber alan Cemil Bey, hemen yola çıkmış, kazanın olduğu yere doğru yol alırken, kafası karma karışık düşüncelerle doluydu. Acaba, kızına bir şey olmuş muydu? Birden Habibe’nin çocukluğu geldi gözlerinin önüne. Tıpkı film şeridi gibi geçirdi gözünün önünden. Çektiklerini, çektirdiklerini, bir bir hatırladı. Farkında değildi; ama Cemil Zorlu ağlıyordu: “Allah’ım ne olur, kızımı İslâm’a bağışla” diye dua etti. Sonra mahkeme gününü hatırladı, gözlerinin önünde canlandı o an. Anasından ayrıldıkları, Habibe’nin elinden tutup, evin yolunu tuttuklarında, Habibe, masum masum babasının gözlerinin içine bakıyor, kelimelerle ifâde edemiyor; fakat lisân-ı hâl ile şunu demek istiyordu. “Baba, ne olur bizi, anasız bırakma!” Kaza yerine vardıklarında, yaralıları en yakın hastaneye kaldırmışlardı. Cemil Bey, derhâl hastanenin yolunu tuttu. Durmadan ağlıyor, ağlıyordu; ama bu gözyaşları, Allah’ın takdiri için değil, Habibe’ye çocukluğunu yaşatamadığı için, vicdanının sesini dinlediği için dökülüyordu.
Habibe’nin odasına girdiğinde, Habibe’nin kimseyi tanıyacak hâlde olmadığını gördü, boyuna sayıklıyordu. Cemil Bey, kulak verdi. Habibe şu kelimeleri tekrar edip duruyordu:
- Yazıktır Çiğdem’e. Kıymayın Çiğdem’lere. Çiğ, Çiğ, Çiğ dee, Çiğdem’e ya, ya, yazıktır.
Habibe, birden biraz daha fenalaşır gibi oldu.
- Kızım, Habibe’m. Bak, ben geldim. Yavrum, baban geldi.
Habibe gözlerini hafif açtı.
- Ba, ba, bab.
Baba, diyemedi, tekrar kapattı gözlerini.
Cemil Bey ne yapsın bilemiyordu. Aradan bir müddet geçti. Cemil Beyin gözleri sevinçten parladı. Habibe gülümsüyor, yavaş yavaş gözlerini aralıyordu. Ve nitekim gözlerini açtı, babasına baktı. Gözleriyle etrafı süzdü.
- Ömer, diyebildi.
- Kızım, inan bana Ömer’in durumu çok iyi. Sen merak etme.
- Zeynep.
- Seni bekliyorlar. Benim bir annem de ablamdır, diyor.
- Ve, Çiğdem, Çiğdem. Ba, ba, ba, Çiğdem...
Cemil Bey bayağı merak etti. Kim bu Çiğdem? Amna şimdi sırası, değildi. Habibe yavaş yavaş gözlerini kapadı:
“Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasulullah”
Cemil Bey inanamadı. Habibe’nin çenesini bağlarken, gözlerinden yaşlar boşalıyor, dudakları “Muhakkak biz Allah’a aidiz ve O’na dönücüleriz” ayet-i kerimesini okuyordu.
Evet, Habibe, beklenmedik bir kaza sonucu hayatını kaybetmişti. Ömer Faruk ise, kazayı hafif yaralanmayla atlatmıştı. Eee, takdiri ilahi. Habibe’nin son sözü, şahadet kelimesi olmuştu. O şahadetin gerektirdiği gibi yaşamıştı ki, son nefeste de ona nasip oldu.
Makbule, kazayı duyduğunda, şöyle haykırmak istedi.
- Hele gençsin diyenler, zamanı var diyenler; duyun gençler de ölüyor?
- Habibe’yi mezara gömüp, geri dönerken, Cemil Beyin kulaklarında hâlâ Habibe’nin “Kıymayın Çiğdemlere!!” sesi çınlıyordu. Habibe sanki mezarda bile feryat ediyordu, müslümanım diyenlere:
“YAZIK DEĞİL Mİ ANALARA?
KIYMAYIN ÇİĞDEMLERE,
KIYMAYIN ÇİĞDEMLERE!!”
s o n