Sabiha Ateş Alpat

 

Ana Yüreği

“Roman”

 

BEKA YAYINLARI :  46

Roman Serisi :  32

 

Ana Yüreği

Sabiha Ateş Alpat

 

1.    Basım, Ocak 2000

2.    Basım, Aralık 2002

 

Yayına Hazırlayan

Osman Arpaçukuru

 

Dizgi

Fatma Arpaçukuru

 

Kapak Tasarım

Ferhat Çınar

 

Baskı ve Cilt

Bayrak Matbaası

Sabiha Ateş Alpat

 

Ana Yüreği

“Roman”

BEKA YAYINLARI

Çatalçeşme Sok. Üretmen Han No: 18

Tel.&Faks: 0212 512 51 66 - 512 45 43

Cağaloğlu – İstanbul

Sabiha Ateş Alpat

1964 yılında Kars’ın Digor ilçesinde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini burada bitirdi. Seksen İhtilali öncesi dönemde sağ-sol davasından, okullarda had safhada olan karmaşa yüzünden okula devam edemedi. Ailesi, aynı sebepten 1978 yılında Kocaeli-İzmit’e göç etmek zorunda kaldı. Özel bir şirkette ustabaşı olarak çalışmaya başladı. Burada çalışırken İslam’la tanıştı. İşten ayrılarak özel hocalardan Kur’an-ı Kerim, Fıkıh Usulü, Tefsir Usulü, Tefsir, Arapça, Psikoloji, Pedagoji konularında dersler aldı. On beş yıllık evli olan yazarın yayımlanmış romanları sırasıyla şunlardır:

1. Ana Yüreği

2. Ölüm Çiçekleri

3. Zamanın Zeynebi

4. Sarsılmadan Uyanmak

5. Kardeş Kurşunu

6. Yozlaşmış Duygular

7. Güneş Doğudan Doğar

H akimin masaya vurup kararı bildirmesiyle Zöhre kadın beyninden vurulmuştu. Hakim kararı okurken, Zöhre kadın dünya başına yı­kıldı zan­netti.

Hakim:

- Aşırı geçimsizliklerinden dolayı, Cemil Zorlu ile Zöhre Zorlu’nun ayrılmasına, çocuklarının da babaya verilmesine karar verilmiştir.

- Hayııır, hayııır, yapamazsınız bunu! Beni ayıra­mazsınız! Yavrularımdan ayırmayın beni! Çocuklarımı istiyorum!

Zöhre kadın şok olmuştu. Bir türlü inanamıyordu, ama gerçekti. Bir çocuklu Cemil Bey kendi­ni bekâr ola­rak tanıtmış; Zöhre’ye gönderdiği ilk dünürden sonra, namaza bile başlamıştı. Zöhre’ye dünür olarak giden teyzesi geldiğinde, Cemil Bey beklemekten bir hal ol­muş, teyzesi içeri girer gir­mez;

- Anlat hele, ne oldu, ne dediler?

- Oğlum, dur bir nefesleneyim.

- Otur şöyle, hah şimdi anlat, çok meraklan­dım.

- Vardım, ana-kız oturmuş, Kur’ân okuyorlar­dı. Hoş­beşten sonra, “Zöhre kızım annenle biraz konuşa­caklarım var” dedim. O çıktıktan sonra, anasına niyetimi anlattım. Anası:

- Vallahi ne diyeyim; benim kızın huyu biraz deği­şiktir. Herkes altın isterken, bizim ki, ben ölsem namaz kılmayana gitmem diyor. Oğlunuz namaz kılıyor mu?

Cemil Bey merakla:

- Eeee, sen ne dedin? dedi.

- Ne diyeyim, bir şey demedim. Kılmıyorsun ki, oğul kılıyor deyip de, bu yaşta yalan mı söyleseydim yani?

İşte bunu duyduktan sonra, namaza başlamış ve bir müddet sonra tekrar teyzesini göndermiş, iyi bir müslü-man kılığına bürünerek, Zöhre’yi ni­şanlamayı başar­mıştı. Birkaç kez Zöhre’ye haber göndererek, konuş­mayı teklif etmiş, fakat Zöhre:

- Olmaz, dinî nikah olmadan görüşmemiz ha­ramdır, deyip kabul etmemişti.

Bu yüzden düğün işlerini hızlandırmak zorun­da kalmıştı. Çünkü Zöhre, düğünden önce dinî ni­kahı da kabul etmemişti.

Zöhre kadın, evlendikten sonra Cemil’in hiç de gö­ründüğü gibi olmadığını anlamıştı.

Evlendikten sonra aradan bir ay geçmiş ve Cemil köyde kalan çocuğunu getirmişti. Zöhre’yi  bekârım diye aldatmıştı. Zöhre ise artık evlendim, “sabır” deyip, Al­lah’a sığınmıştı.

Cemil Bey çok asabi, şehvetine oldukça düş­kün, bir pireye bir yorgan yakan tiplerdendi. Zöh­re kadınsa; mütevazı, tesettürlü, bildiğiyle amel eden uysal bir ha­nımdı. Kendisinin de üç çocuğu olmuş, işte sonunda korktuğu başına gelmişti. Çünkü son günlerde, Cemil Bey: “Senin de posta­lanma zamanın geldi deyip duru­yordu. “

- Hayııır, hayııır, hayır! Çocuklarımı verin! Ayrılmak istemiyorum! Mustafa’mı verin, Mustafa’mı bırakamam!

- Zöhre kızım, uyan, uyan. Kendine gel.

Zöhre zorla uyandı. Ağlıyordu. Anasını başucunda görünce, yataktan doğruldu:

-  Kâbus gördüm yine. Saat kaç anne?

-   2.30

- Hakkını helal et, seni de uyandırdım. Yine çocuk­larımı görüyordum rüyamda.

- Bir ana için, kuzusundan ayrılmak kolay değil ama ne yapalım ki çaresiziz.

Zöhre başını eğip sessiz sessiz ağlamaya başladı:

- Ne yapıyorlar, yavrularım, canlarım? Nasıl idare ediyorlar? Körpe eller işlerini nasıl yapıyorlar. Ey “es-Sabur” olan, bana sabır ver, dayanamıyorum!

Annesi de üzülüyor. Lakin bir şey yapamamanın sı­kıntısını çekiyordu. Kızının başını çocuk gibi okşayarak konuştu.

- Hadi biraz uyumaya çalış. Allah kerimdir.

- Uyumak mı? Nasıl uyuyayım? Uykum kaçtı. Sen yat anacığım, ben teheccüd namazı kılayım. Dertlerin dermanına arz edeyim halimi, isteyeyim o merhameti ge­niş olandan. Kim bilir duaların kabul saatine denk ge­lir de benim gibi acizin dualarını kabul buyurur.

- Bari uyanmışken ben de kılayım. Hoş, ibadetin az ama devamlı olanı daha efdalmiş ya. Ah bu gaflet!..

Annesi çıktı. Zöhre huşu içerisinde kılmaya çalıştı namazını. Sonra açtı ellerini Kadir-i Mutlak olana:

- Allah’ım, Sen Rahman ve Rahim olansın. Za­limlere gücüm yetmiyor, tek ümidim Sensin ve Se­nin yüksek mahkemen. Senin adil mahkemen. Ço­cuklarımı Senin rızana uygun olarak yetiştirecek­tim, bırakmadılar. Sen, her şeyi bilen, her şeye gü­cü yeten Kadir-i Mutlaksın. Ya Rabbi, insanlar müslüman şahsiyetinden çıkıp, kimlik müslümanı oldukça, haksızlıklar, adaletsizlikler, zulümler al­dı başını gidiyor. Allah’ım, bize güç ver ki, hakkı­mızı savunalım. Allah’ım, bizi sırat-ı müsta­kimden ayırma. Bizi özümüze döndür. Benim şikâyete gideceğim Sensin, Sen’den başka hiç kim­se, her şeyi hakkı ile bilemez. Ben dilekçemi senin mahkemene verdim. Şikayetim, Fira­vun’un uşak­larından, ilahlaşmaya çalışanlardan, mus-tazaflara göz kapayanlardan. Allah’ım, sabır ver! Çocuk­larımı hidayetli, dürüst kullarından eyle.

“Amin” deyip ellerini yüzüne sürdü. O sırada annesi tekrar gelip, odasının kapısında durarak seslendi:

- Allah kabul etsin. Hadi şimdi biraz uyumaya çalış. Harap oldun. Ben de kardeşine su vermek için kalkmış­tım, ama unuttum. Allah büyüktür ve hakkını yerde koymaz.

- Elbetteki Allah’ın mahkemesinde adalet terazileri ku­rulacak. Ve zerre kadar kimseye haksızlık yapılmaya­cak. İyi ki orası var. Yoksa zalimlerin yaptıkları yanlarına kâr kalırdı. Orada da yalancı şahit tutamaz ya. Neyse hadi Allah rahatlık versin. Sen hakkını helal et anam. Küçük­ken yetmemiş şimdi de sıkıntımı çekiyorsun.

- Helal olsun. Allah sana da rahatlık versin.

Ayrıldığından beri Zöhre’nin geceleri bu minval üzere geçiyordu.

Diğer tarafta…

Zöhre’nin kızları oldukça zor günler geçiriyorlardı. Babalarını terbiye metodu dayaktı. En ufak hataya, hiç olmadık şeyler sebebiyle dayakla karşılık veriyordu. Ço­cuklar babalarının evden gitmesini dört gözle bekliyorlardı.

Ufacık bir şefkat sözcüğüne, başlarının okşanma­sına, yanaklarına kondurulacak küçük bir öpücüğe has­ret idiler.

O gün yine mavi gömleği kurumamış diye kızları sıra dayağından geçirmiş ve dükkanına gitmişti. Ona sorulmadan yemek pişirilemezdi. Evin büyük kızı, Ce­mil’in birinci hanımından olan Gülten, ikinci dayağı yememek için, yaklaşan akşamın yemeğini hazırlamayı düşündü ve Zeyneb’e seslendi:

- Zeyneeep, kııız, canı çıkası nerdesin?

Zeynep ablasının sesini duyunca  korktu. “Dayak atmasa bari” diye geçirdi içinden. Beş taş oyununu bıra­kıp ablasına doğru koşmaya başladı. Gülten elindeki çubukla Zeynep’e bir tane vurdu:

- Yetim nerdesin? Bakkala git. Zıkkım yiyesi babana sor. Akşama ne pişireyim?

- Ben gitmek istemiyorum.

- Dayağın az mı geldi? Vurursam gebertirim seni. Yıkıl karşımdan!

Zeynep istemeyerek bakkalın yolunu tuttu. Gider­ken mırıldanıyordu: “Gülten  ablam, babamın yüzünden bizi sevmiyor. Allah’ım babamın canını al da kurtula­lım.”

Gülten, Zeynep’in arkasından bakarken içi sızladı.  “Çocukların suçu ne?” diye düşündü “Niçin bu kadar katı yürekliyim?  Çocuklar bana ne yaptılar ki?”

24 yaşındaydı. Babası evdeki işler yüzünden, gelen bütün dünürleri geri çeviriyordu. Gülten babasına güç yetiremiyor, hıncını bakmaya mecbur tutulduğu çocuk­lardan alıyordu. Lakin vicdan azabı da çekmiyor değildi.

“Bu iş böyle olmayacak, kararımı vermeliyim” diye mırıldandı. “Babam olacak o adam görsün gününü” diye­rek girdi içeri.

1 hafta sonra…

Akşamdı. Gülten bütün işleri erkenden ayarladı. Yemekler yendi. Herkes yatağına çekildi. Gülten par­maklarının ucuna basarak çocukların odasına girdi. Eği­lip hepsini teker teker öptü. Henüz uyumamış olan Zey­nep çok şaşırmıştı. Gülten odanın kapısını sessizce ka­patıp çıktı. Dudaklarından “zavallı çocuklar” cümlesi dökülürken, gözlerinden de yaşlar süzülüyordu.

Cemil Bey, Gülten’in kocaya kaçtığını ancak sabah öğrenmişti. Sinirden deliye dönmüştü. Hemen evlatlık­tan reddetmişti. Kıbleye karşı dönüp  “Kahhar olan Al­lahım, bin türlü belasını ver onun” diye beddua etti(?) Allah’ın öteki emirlerini hatırlamayan Cemil’in aklına Allah’tan yardım istemek gelmişti(?).

Habibe oturmuş, minik elleriyle çamaşır yıka­maya çalışıyordu. Zeynep de, ortalarda dolaşıp ablasına yar­dım etmeye uğraşıyordu. Gülten koca­ya kaçalı henüz bir yıl olmuştu. Bütün işler, Habi­be’nin omuzlarına kal­mıştı. Daha on bir yaşında idi. Evde kimse olmadığın­dan babası onu, ilköğre­timin üçüncü sınıfından almış, okutmamıştı. Zey­nep ise, henüz üçe gidiyor, dersten arta kalan za­manlarında ablasına yardım etmeye çalışı­yordu. Zeynep çok içli bir kızdı. Ara sıra kafasına bir şeyler takılıyor, o da ablasına soruyor, çoğu kez cevap alamıyor, yine de sormaktan vazgeçmiyor­du.

- Abla... Ablaaaal

- Ne var Zeynep?

- Abla benim dedem nerede?

- Ölmüş.

- Ya onun dedesi?

- O da ölmüş.

- Ablaa!

- Ne? Gene ne var?

- Diyorum ki, dedemin, dedesinin, dedesinin, dede­sinin dedesi kimdir?

- Ben ne bileyim!

- Abla biz nerden geldik?

- Cehennemden, gene başladın!

- Ama sen, bizi annemden ayıranlar, cehen­nemde yanacak, demiştin.

- Eee, ne olmuş?

- Peki, biz yanmadan nasıl geldik ki? Hem ce­hen­nem nerede?

- Ağzına bir tane yapıştırırsam, nerde olduğu­nu gö­rürsün. Defol şimdi başımdan.

Zeynep’in kafasına hep takılıyordu: Bu buğ­daylar nerden geldi? Bu meyveler kupkuru ağaç­tan nasıl çıkı­yor? Güneş havada nasıl düşmeden duruyor? Ablası yemek yapmasa, kendi kendine pişmiyordu. Ya bu meyveleri kim yapıyor?

Abla­sına soruyordu, o da bilmiyor olmalıydı ki “Cehennemden, git başımdan” deyip kestirip atıyor­du. Zaten babasına hiç soramazdı. Çünkü babası­nın kendi­sini sevmediğini düşünüyordu, daha hiç, “kızım” dedi­ğini duymamıştı.

Bir gün ablası:

- Zeynep, bakkala kadar git de, öteberi gele­cek, dedi.

- Neler getireceğim?

- Babam gönderecek, sen git.

Yolda giderken, sınıf arkadaşı Emine, Zeynep’i gördü. Oyunu bırakıp, Zeynep’e bağırmaya başla­dı:

-  Zeyneep, Zeyneeep, baksana Zeynep!..

-  Ne bağırıyorsun, ne oldu? Yangın varmış gi­bi.

- Çok bilmiş! Sana bir haberim var.

- Eee, desene! Ne duruyorsun?

- Ama annem dedi ki, kimse duymasın; tamam mı?

- Tamam, söyle hadi.

- Annen size mektup göndermiş.

- Yaa, sahi mi, hani nerde?

- Bana bak, mektup evde. Annem diyor ki, ba­bası yakalarsa...

Zeynep heyecanlanmıştı. Zöhre kadın, Bur­sa’dan ara sıra çocuklarına selâmla, kısa kısa mektuplar gönde­riyordu. Emine’nin, annesiyle kendi annesi amca kızla­rıydı. Zeynep, sevincinden bakkala gitmeyi unutmuştu.

- O zaman hadi size gidelim!

-  Tamam, hadi gidelim!

Koşarak Eminelerin eve gittiler.

- Anne, anneeee!

- Efendim kızım, yavaş ol, kardeşin uyuyor.

- Anne, Zeynep geldi.

- Ooo hoşgeldin, geçin, geçin, içeriye geçin.

- Teyze, annemden mektup varmış.

- Haa, evet canım, hele oturun şöyle. Nasılsın Zey­nep? Ablan ne yapıyor?

- İyi teyze.

Zeynep, bütün anneler böyle tatlı mı acaba? Benim annem de yanımda olsaydı kim bilir beni nasıl severdi? Ne mutlu Emine’ye annesi ne ka­dar iyi. Tam düşünce­lere dalmıştı. Rukiye hanı­mın seslenmesiyle kendini topladı.

- Zeynep kızım! Sakın kimse duymasın, oldu mu yavrum?

- Tamam teyze. Zaten babam duyarsa, bizi çok dö­ver.

- Peki kızım, şimdi ben okuyayım, sen dinle.

- Dinliyorum, hadi ne olur okuyun!

- Peki yavrum.

Zeynep, bütün dikkatini Rukiyye Hanıma ver­mişti. Sanki odayı bir matem havası sarmıştı. Ru­kiyye Hanı­mın içi doldu; fakat belli etmemeye çalı­şarak, mektubu oku­maya başladı:

 

Esselamu aleyküm yavrularım…

Canım yavrularım, Allah’ın selâmı, bereketi, hidâ­yeti üzerinize olsun. Yavrularım, annelik gö­revimi tam yapa­madığım için, yavrularım demeye hakkım var mı bilmiyorum? Ama sizler, büyü­yünce her şeyi daha iyi anlarsınız. Yavrularım umarım Mevla’dan, iyisinizdir. Rabbim’den tek di­leğim, Yaradan’ını tanıyan, O’na nan­körlük etmeyent iyi birer mücâhide olmanız. Canlarım, biz hiç yokken Allah (c.c.) bizi yarattı, sonra da ömrü­müz bitince öldürecek ve bu dünyada yaptığımız her şeyin hesabını almak için diriltecek, sonra da ya ceza için cehennem  ya da mükafat için cennete gönderecek. O an ne malın, ne şöhretin ve ne de rütbenin faydası ola­cak. Belki şimdi ne demek is­tediğimi anlamazsınız; ama elbet bir gün anlarsı­nız.

Kulağınıza küpe olsun: Bizi Allah yarattığına göre, üzerimizde hükmetme hakkı vardır. Yani sizin anlayaca­ğınız, yaşayış şeklimizi O’nun koy­duğu kurallardan alma mecburiyetimiz var; tabii müslümanlar olarak bizlerin. Bizler müslümanız, dinimiz İslâm’dır, İslâm’ın da şartları Kur’an’ı Ke­rim’dedir. Müslüman olarak yapmamız ve yapma­mamız gereken kurallar var. Bakın nüfus cüzda­nınızda da din hanesinde İslâm yazılı, ama sakın bu yazı si­zi al­datmasın. Çünkü cüzdanımızda İslâm yazma­sı, bizi müslüman etmez, Müslümanlık ancak ya­şayışla kendini gösterir.

Bakın yavrularım, sizi ne hayallerle, nasıl bü­yütece­ğimi planlarken, bakın ki, Rabbimiz bizi böyle imtihan ediyor. Tek gayemiz Allah rızası ol­duğu için sabretme­miz gerekir. Şimdi tek dileğim, Mevlâm’dan isteğim siz­leri bir kere olsun görebilmek.

Habibe yavrum! Sen artık İslâm’ın  namaz, oruç gibi emirlerine muhatapsın; çünkü on üç yaşına geldin. Bizim yol göstericimiz, önderimiz rehberimiz olan Pey­gambe­rimiz Muhammed (s.a.v.) buyuruyor ki: “Çocuk­larınız yedi yaşına geldiklerinde onlara namazı emredi­niz, on yaşına geldiklerinde kılmazlarsa hafifçe dövün.”

Rukiyye teyzenden namaz kılmayı öğreten kitap is­teyin, okuyup öğrenin. Biliyorum, hocaya gitme imkâ­nınız olmaz. Sen öğren, Zeynep’e de öğret. Yavrum şu anda yazacaklarım bu kadar. Kızım nasılsa okuma yazma biliyorsun, iki satır da olsa bana yazar mısın? Sizi çok sevdiğimi sakın unutmayın. Allah yâr ve yardımcınız olsun. Allah’a emanet olun, özlemle öperim.

Anneniz Zöhre

 

Zeynep’in gözlerinden yaşlar boşalıyor, için için ağlıyordu yavrucak. Annesi mektup yazıyor, yazdıkça da hep Allah’tan korkup emirlerine itaat etmesi gerektiğini söylüyordu. O da karar vermişti: Hele bir büyüsün, an­ne­sinin sözünü tutacaktı.

- Kızım, sen ağlıyorsun. Ağlama yavrum, Allah bu dünyada olmasa bile öteki dünyada anneni gösterir. Hadi sil gözyaşlarını.

- Teyze, annem niçin öyle uzaklara gitti? Bizi de götürseydi ya?

- Kızım, mahkeme sizi babana verdi. Baban da an­nenizle görüşmenizi yasakladı. Babanın parası olduğu için, avukat tutup davayı kazandı. Büyü­yünce daha iyi anlarsın. Kısacası annen gitmek zorundaydı.

- Ben de büyüyünce avukat olup annemin hak­kını geri alacağım. Hem çok param da olur.

-  Kızım, öyle düşünme, para her şeyi çözmez. Hem biz Mahkeme-i Kübra’da, yani Allah’ın bü­yük mahke­mesinde sorguya çekileceğiz. Orada pa­ra, avukat, rüş­vet, torpil ve de haksızlık yok!

- Ne zaman?

- Öldükten sonra, kıyamette.

- Öldükten sonra yere koyuyorlar, biz oradan nasıl çıkarız ki?

- Yavrucuğum, Allah’ın her şeye gücü yeter. Bizi na­sıl yoktan yarattıysa, öyle de diriltebilir.

Kapının çalınmasıyla konuşmaları yarım kal­dı.

- Emineee! Kimmiş gelen?

- Anneciğim, Şeyma, yeni gelen İstanbullu çarşaflı teyze var ya, onun kızı!

- Ne diyor?

- Zeynep’i ablası çağırmış; “arka yoldan gelsin” de­miş, “babam geldi” diyor.

- Eyvah! Hadi kızım kalk, arka kapıdan çık. İnşallah görmez, hadi çabuk.

Zeynep’in korku­dan gözleri büyümüştü. Şimdi ne diyecekti, eve nasıl gidecekti? Babasının sinirini bilme­yen yoktu. Zeynep annesizdi; fakat baba şef­katinden de mahrum büyüyordu... Birden hatırla­dı:

- Aman Allah’ım, ben bakkala gidecektim! Ne yap­tım, nasıl da unuttum! Şimdi eve nasıl gide­rim?

- Allah büyüktür kızım, hele sen bir git. Belki ablan durumu idare etmiştir.

Arka kapıdan çıkıp, arka yoldan koşarak eve geldi. Tam evin köşesini dönerken babasıyla yüz yüze geldi. Zeynep’in korkudan rengi bembeyaz olmuştu.

- Nerdesin kızım?

-  Hiiiiç.

Babasının nerdesin sorusuna, zoraki bir “Hiiiç” diye­bildi; çünkü dili tutulmuştu korkudan. Babası elinde ibrik, tuvalete giderken, Zeynep eve girdi. Ablası baba­sına hiçbir şey çaktırmamıştı; fakat Zeynep’e de çok kızmış, hem de merak etmişti, nerde kaldı diye.

- Ablaa, ablaa! Abla!..

- Ne oldu kız, babam bir şey mi dedi?

- Tabii, dedi. Abla, babam bana “kızım” dedi.

- Ya ne diyecekti, “oğlum” diyemez ya!

- Abla babam kızmadan “kızım” dedi. Ay ne gü­zel, babam beni seviyor herhalde? Abla, annem­den...

- Habibeee!

Babasının sert sesiyle Zeynep’in küçücük kalbi ye­rinden çıkacakmış gibi çarptı. Acaba babası “an­nem”  keli­mesini duymuş muydu? Hiç annesinden bahsettir-mezdi. Mahalleye, Şeyma’lar taşındıkla­rında, babası ilk kez “ananız” kelimesini kullanmış, Şeyma’larla arkadaş­lığı yasaklamıştı.

“Ananız da başıma hoca kesiliyordu. Örtünün al­tında yılan gibidirler. Yazık olmuş o adama, şimdi ne çeki­yordur, o kadından. Çarşaflıları bili­rim, hepsi de örüm­cek kafalıdırlar. O adam da gü­ya öğretmen. Nasıl daya­nıyor hayret! Aydın bir insanın çarşaflı karısı…” Zeynep bunları düşünür­ken, babasının kendisine ses­lendiğini duymamıştı. Babasının bağırmasıyla irkildi.

- Sağır mısın kız, sana diyorum!

- Ne baba?

- Zıkkım baba, ne değil; efendim.

- Efendim baba.

- Havlu istedim, havluuu!

Zeynep havluyu alıp geldi. Babasının başına dürt­mesiyle, sanki beyni dökülecek gibi olmuştu. Babası bakkalın yolunu tutarken, Zeynep’in gözle­rinden yaşlar boşanmaya başlamıştı. Ne iyiydi şu Şeyma’nın babası. Kızına çok iyi davranıyordu. Bir gün teneffüste oynarken kızının başı açılmış, yine de çağırıp, ben vuracak diye bakarken, o: “Kı­zım dikkat et, örtün açılmasın. Örtü müslüman kadınların iffetidir, değil mi?” diye nasihat et­mişti.

- Zeynep ne oldu? Niçin dalıyorsun? Dur ba­kayım, sen ağlıyorsun. Nazikleştin. Bir kez dürtmeyle ağlanır mı?

- Babam başıma vurdu diye ağlamıyorum.

- Eee ne derdin var o zaman?

- Biz babama ne yaptık ki? Hiç bizi sevmiyor.

- Kızım alışman lazım. Hem şimdi bırak bunları da söyle bakalım: Nerdeydin?

Bakkala niçin gitmedin ve de anneme ne ol­muş?

- Mektup gelmiş. Onu okurken bakkala gitmeyi unuttum.

- Sende mi mektup? Ver bakayım.

- Abla annem mücahide olmamızı istiyor; ne de­mek?

- Nerden bileyim, iyi bir şeydir herhalde.

- Sen de abla olmuşsun, hiçbir şey bilmiyor­sun.

- Yemek yapmasını, bulaşık yıkamasını biliyo­rum ya.

- Ben de Şeyma’nın babasına sorarım. Keşke o be­nim öğretmenim olsaydı, çocukları çok seviyormuş. Hem namaz da kılıyor, biliyor musun? Şeyma da namaz kılıyor.

- Kes konuşmayı da, gel bana yardım et. Şu işleri bir bitirelim, sonra mektubu okurum. Babam gel­meden iş bitmiş olmalı.

- Şeyma!

- Efendim babacığım.

- Gel kızım bugünkü baba kız dersimiz başlayalım. Evet, bugünkü konumuz neydi?

- Baba, benim bugün canım anlatmak istemiyor.

- Neden? Canını sıkan bir şey mi var?

- Arkadaşım Zeynep…

- Ne olmuş Zeynep’e?

- Çok üzgündü bugün okulda, sordum söylemedi.

- Belki anlatılacak gibi değildir.

- Hıı belki de. Gerçi biraz çaktım gibi; ama ney­se, ka­patalım.

- O zaman ben anlatayım, kısa ve öz olarak. Neden mi? Nefsimiz tembelliğe alışmasın, oldu mu canım?

- Peki baba, dinliyorum.

- Eveet! Neydi konumuz: İman nedir? Canım yav­rum, şunu öğrendin: Hamd olsun, artık biliyor­sun ki, bir insa­nın cüzdanında İslâm yazmakla insan müslüman ola­maz. Bizler hep iman ettik deriz; bu yüzden iman ne demektir, bilip mahiyetini kavramamız lâzım. Arapça bir kelime olan “iman”, “bilmek, inanmak ve şüphe götür­meyen bir kanaat sahibi olmak” demektir. Böyle­ce iman, bilgi ve kanaatten doğan kesin bir inanç­tır. İs­lâm’ın imanla ilişkisi bir ağacın tohumuyla olan ilişkisi gibidir. Tohumsuz, bir ağaç nasıl filiz­lenmezse, aynı şe­kilde başlangıçta imanı olmayan kimsenin müslüman olması da imkansızdır.

İşte kızım, buradan da anlaşıldığı gibi, imanın Türkçe karşılığı “inanmak” demektir. İstersen bir örnekle konuya kapatalım, bilâhare bu konuyu tekrar ele alırız.

- İyi olur baba, ben de daha güzel çalışırım.

- Tamam canım, aslında belki sıkılıyorsundur; ama kızım “ağaç yaşken eğilir” derler ya, şimdi senin iyi bir müslüman olarak yetişmen, anne babanın görevi. Ka­fanı boş şeylerle doldurmamalısın.

- Hayır sıkılmıyorum baba. Yalnız bugün ka­fam ar­kadaşıma takıldı. Sakin kafa ile daha iyi anlarım, onun için söyledim.

- Nerde kalmıştık, ha örnek verecektik. Şimdi elekt­riğin çekici, öldürücü olduğuna inanmışız, iman etmişiz değil mi? Dilimizle bunu söylüyoruz, kalbimizle de tasdik ediyoruz. Hal böyle iken, ya­ni inandım; fakat ben yine de şu açık kabloyu tu­tayım diyor muyuz?

- Yoo, demeyiz; çünkü öldürebilir.

- O halde, Allah’a inandık; bunu dilimizle söy­lüyor, kalbimizle de tasdik ediyoruz. Ki, akıl da bu­nu gerektiri­yor. Şunu da unutmadan söyleyeyim, Allah da Kita­bında bir cereyanlı (yasak) bölge çiz­miş. Biz şimdi inan­dık; fakat yine de Allah’ın o cereyanlı bölgesine girersek ne olur?

- Babacığım, benim anladığım: Nasıl ki inanmış ola­rak kablonun açık yerini tutayım demiyorsak, tabi aynı şekilde Allah’a inanmış biri olarak, imanımız bizi, bile bile O’nun yasak bölge­sine girmemize mani olabilmeli­dir. Ki böylece, iman etmiş olmamız mânâ kazansın.

- Aferin benim kızıma. Gerçi bu konu sana gö­re bi­raz ağırdı; fakat çok güzel anlamışsın. Bugünlük yeter, şimdi yemeğe geçelim.

Yemekteyken Sümeyye Hanım, Abdullah Beye dö­nerek:

- Efendi, diyorum ki, İstanbul’dan ayrılalı soh­bet­ler­den mahrum kaldık. Şöyle komşulara haber verip, 41 Yasin’den sonra sohbet yapayım, ne der­sin? Boş dur­mak beni sıkıyor, madem bu dava he­pimizin, o halde gücü­müz neye yeterse.

- Tabi, neden olmasın? Yalnız şu 41 Ya­sin’i unut. Hatırlarsan, daha önce de söylemiştim: Kur’an’ı ne ka­dar çok okursan, sevabı o kadar çok olur. Fakat şimdi insanımızın çok okumak­tan ziyade çok anlamaya ihti­yacı var. Bir kez oku, kırk kez anla.

- Benimki de ağız alışkanlığı, tabi anlatıma ağırlık vermeyi düşünüyorum.

- Hem Allah (c.c.) ne buyuruyor: “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emre­der, kötü­lükten vazgeçirmeye çalışırsınız; çünkü Allah’a inanırsı­nız.” (Al-i İmran, 110). Tebliğ, her yerde müslümanın göre­vidir.

- Oo kızım bak, annen sevdiğin tatlıdan yap­mış. Eline sağlık hanım. Allah razı olsun.

- Afiyet olsun, Allah cümlemizden razı olsun; baş­kalarının razılığı sonra gelir.

- Ooh anneciğim, çok güzel olmuş.

- Annee…

- Efendim kızım.

- Anne, Zeynep’in annesi yokmuş.

- Evet, biliyorum kızım. Komşu söylemişti.

- Onun annesi de kapalıymış. Kapalılar yılan gibi olur demiş babası. Senin annen de öyle mi diye sordu bana.

- Ahh yavrucak, nasıl da zehirliyorlar. Başka ne dedi?

- Sonra annemi hiç tanımıyorum, deyip ağladı. Yı­lan da olsa bana bir şey yapmazdı, çünkü ben onun çocuğuyum. Tanımak istiyorum, dedi.

Kızının çok etkilendiğini gören Abdullah Bey, için­den “etkilenmemek elde değil. Ya Rabbi, insanlar Sen’in hukukunu unutalı, mustazafların sayısı git gide çoğal­makta” diye geçirdi. Kızına dönerek:

- Kızım, yarın teneffüste gelirsiniz, konuşuruz, ta­mam mı? dedi.                                      

Konuyu kapatmak için de Sümeyye Hanıma döne­rek:

- Hanım, düşündüğün programa ne zaman başla­yacaksın?

- Ben perşembeyi düşünmüştüm, sen ne der­sin?

- Tamam, bence de iyi. Allah (c.c.) yardımcın olsun!

- Anneciğim, ben Zeynep’i de davet edebilir miyim?

- Tabii kızım, nasılsa sabahçısınız.

Ertesi gün ilk dersten sonra, teneffüse çıkıyor­lardı. Şeyma katladığı baş örtüsünü çıkardı, güzel­ce başını kapatıp, Zeynep’i bulmak için okulun bahçesine çıktı. Zeynep ilerdeki bankta oturuyor­du. Yanına yaklaştı. Kendisi Zeynep’ten bir yıl önde olmasına rağmen sınıf arkadaşlarından da­ha ziyade Zeynep’le olmayı tercih ediyordu.

- Zeynep!..

- Hıı, efendim Şeyma.

- Biraz dolaşalım mı?

- Otursak olmaz mı?

- Neden hiç oynamıyorsun?

- Bilmem, canım istemiyor.

- Zeynep perşembe günü öğlen sonrası bize ge­lir misin?

- Babam bırakmaz ki.

- Annem sohbet yapacaktı da, senin de dinle­meni isterdim.    

- Ne sohbeti?

- Yani vaaz verecek; Kur’an okuyup, anlamını açık­layacak.

- Eğer gizli gelebilirsem, gelirim.

-  Çok sevinirim.

- Baksana, Abdullah Öğretmen geliyor.

Abdullah Bey özellikle Zeynep’i aramıştı, kızıyla gö­rünce, yanlarına geldi. Konuşup, Zeynep’in so­runlarıyla yakından ilgilenmek istiyordu.

- Selâmünaleyküm.

- Aleykümselâm, babacığım.

- Ne konuşuyorsunuz öyle?

- Zeynep’i bize davet ettim.

- Buna sevindim. Zeynep, derslerin nasıl gidi­yor?

- İyidir öğretmenim.

- Okuyup ne olacaksın?

- Öğretmenim, mücahide olacağım.

- Mücahide mi, bunu nerden öğrendin?

- Aslında avukat olacaktım; ama annem mektu­bunda mücâhide olmamı istemiş, ben de müca­hide olacağım.

- Öğretmenim, mücâhidelerin görevleri neler­dir?

- Onların bir sürü görevleri var, sen şimdi an­lamaz­sın. Hele bir büyü, inşallah o zaman anlar­sın.

- Öğretmenim, bir şey sorabilir miyim?

- Tabii kızım, istediğini sor.

- Annem mektupta diyor ki: “Namaz kılın.” Ama ben bilmiyorum, bana öğretir misiniz?

- Şeyma sana öğretsin, tamam mı?

- Şeyma, sen neden başını örtüyorsun?

- Zeynep, ben müslümanım. Allah (c.c.) kapatma­mızı istiyor da onun için.

- Bütün müslümanlar kapatmak zorunda mı?

- Tabii, müslümanım diyen herkes.

- Eee… Ben de müslümanım, yani annem öyle yazmış.

Abdullah Bey, Zeynep’in ne kadar anne özlemi çektiğini fark etti, çok da üzüldü. Lafa karışarak:

- Bak Zeynep, evde emirleri kim verir?

- Öğretmenim, bizim evde babam veriyor.

- Peki, neden? Evin büyüğü olduğu için. Öğret­menleri kim yönetiyor?

- Müdür.

- O da, öğretmenlerin büyüğü olduğu için. İşte müslüman olanlar da, büyük olarak Allah’ı (c.c.) bildik­leri için, emirleri O’ndan alıyorlar, yani...

- Yani, müslümanları da Allah yönetiyor, öyle mi?

- Aferin sana.

Zilin çalmasıyla konuşmaları yarım kaldı. Ab­dullah Bey Zeynep’e herhangi bir sorunu oldu­ğunda, hiç çe­kinmeden kendisine söylemesini tembihledi.

Zeynep’se çok mutluydu. Abdullah Öğretmeni, ba­basından çok seviyordu. Bundan sonra, bütün sorularını ablasına değil, Abdullah Öğretmene so­racaktı.

Eve gittiğinde, ablasından bir örtü isteyecek, başını o da Şeyma gibi örtecekti. Kendisi de müslüman oldu­ğuna göre; o da emirleri Allah’tan al­malıydı. Hem müslüman kadının bayrağıymış ör­tü; Abdullah Öğret­men geçenlerde öyle söylemişti. Okulun dağılmasını zoraki bekledi. Eve vardığın­da, ablası ağlıyordu. Bütün neşesi kaçtı, ablasının ağlamasına dayanamıyordu.

- Ablaaaa!

Abladan ses çıkmıyordu:

- Ablam, ablam benim. Hasta mı oldun? Niye ağlı-yorsun?

- Bıktım, bıktım artık. Anam olacak o kadın beni niye doğurdu ki?

Bu adama katlanamıyorum, adamın pantolonu ku­rumamış diye, eline aldığı sopayla girişti canıma.

Zeynep de ablasına sarılmış, ne desin bilmi­yordu. Geçenlerde anneler gününde, herkes anne­si için yaptı­ğını anlatırken, sınıfta ağlamaya baş­lamış; ani bir hare­ketle sınıftan çıkıp, koşarak eve gelmiş, ablasının boy­nuna atılıp, hıçkıra hıçkı­ra ağlamaya başlamıştı. Nefret ediyordu anneler gününden; annesizleri hiç düşünmü-yorlar­dı? Hiç acıma da yoktu bunlarda. Yoksa annesiz­leri hiç kimse mi sevmiyordu? Zeynep bu olayı hatırladı.

Şimdi ağlama sırası Zeynep’teydi, ağlıyor ve anne­ler gününü yapanlara sitem ediyordu. Diyordu ki: Ma­dem annesizleri hiç kimse sevmiyor, bari belli etmeseler, ne acımasız insanlar bunlar.

- Ağlama canım, bak ben de sustum. Hadi ağla­ma, sil gözyaşlarını.

- Abla, okulu da sevmiyorum, babamı da sev­miyorum. Ölmek istiyorum. Anneler gününü de sevmi-yorum, nefret ediyorum anneler gününden. Okumak da istemiyorum.

- Öyle konuşma. Ne yapalım, bizim annemiz yok diye, kim bizi düşünecek de anneler günü yapmayacak.

İkisi de sustular. Zeynep neşesini de, baş örtü­sünü de unutmuştu. Akşam yemeği için kalktılar, beraberce yemek yapmaya koyuldular.

Ertesi gün perşembe idi. Zeynep, ablasına git­mek istediğini söyledi. Bir gün öncesi olanlara çok üzüldü­ğünden, ablası ona izin verdi ve: “Peki git, ama çabuk gel­meye çalış” diye sıkı sıkı tembih etti. Şayet baba­sı evde olmadığını çakarsa, bir de yalan uydurdular. “Ar­kadaşıyla ders çalışı­yorlar” diyeceklerdi. Zey­nep, okulun dağılmasını zoraki bekledi. Şeyma’nın annesini de çok merak ediyordu, heyecanlıydı. Okulun paydos zili çalar çalmaz Şeyma ile birlik­te yola koyuldular. Şeyma’nın annesi “Arkada­şını eve bırakma, bizimle öğlen yemeğini yesin” diye kızına tembih etmişti.

Eve vardılar. Şeyma kapıyı tıklatırken, Zeynep’in gözü, etrafı araştırıyordu. Kimse görmeden içeriye bir girebilse, gerisi kolaydı. Şeyma’nın ka­pıyı tıklatmasıyla içeriden müşfik bir ses duyuldu:

- Kim o?

- Anneciğim, biziz.

- Ooo, kızlarım, hoş geldiniz! İçeriye geçin. Şimdi kar­nınız bayağı acıkmıştır.

- Babam daha gelmedi mi?

- Biz sofrayı kurasıya baban da gelir. Hadi ba­kalım okul kıyafetini çıkar. Yavrucuğum, sen de şöyle geç otur. Nasılsın? Zeynep’ti ismin değil mi?

- Evet, teyze.

- Ablanı da davet ettin mi?

- Hayır, ablam evi bırakıp gelemez, hem...

Zeynep, lafının arkasını getirmedi, getiremedi. “Ben bile gizli geldim” diyemedi. Öyle ya bu teyze, babasını nereden bilsin ki?

Sümeyye Hanım, Zeynep’in sıkıldığını fark edince, konuyu kapattı. Bu arada kapı vuruldu, Abdullah Bey gelmişti. Selam verip odaya girdiğin­de Şeyma’nın öğlen namazını bitirdiğini gördü.

- Ooo kızım, bugün beni geçmiş, Allah (c.c.) kabul et­sin.

Şeyma duasını bitirip, “amin” dedikten sonra “se­nin­kini de babacığım” deyip, yardım için mutfa­ğa geçti. Zeynep için için ağlıyordu; ah ne olurdu, kendi babası da böyle olsaydı.

- Zeynep!

- Efendim Şeyma!

- Ellerini yıkayacak mısın? Yemekten önce ve sonra elleri yıkamak, Peygamberimizin sünneti­dir.

- Şey, tabii yıkayayım.

- Annem, “cemaat gelmeden çabuk olun” diyor.

Sof­rada ilk konuşan, Abdullah Bey oldu.

- Hanım, konun hazır mı?

- Evet bey. Zaten ilk olacağı için, hasbıhal orta­mı gibi düşündüm. Çünkü davetçinin özelliklerin­den biri de karşısındakinin kültür seviyesini bilmesiydi değil mi?

- Evet, Allah (c.c.) yardımcın olsun.

- Allah (c.c.) razı olsun.

Sümeyye Hanım, kızına döne­rek:

- Evet kızım doyduk, şimdi de sıra hamd etmekte.

Şeyma ellerini açtı, gözlerini kapatıp, sofra duasını okumaya başladı. O sırada Abdullah Bey, Zeynep’e bir göz attı. Kızcağızın o anki duyguları­nı anlamak mümkün değildi. Zeynep dalmış gitmişti, ne güzeldi şu tablo. Bu eve ve şu anaya ba­baya özenmiş; kendi babasının da aynı Abdullah Öğretmen gibi olmasını, ne kadar da is­terdi. “Amin” demekle dua bitmiş, herkes ellerini yü­züne sürer­ken, Zeynep de hayal dünyasından ayrılmıştı.

Bir saat sonra, mahalleliler gelmeye başlamış­lardı. Herkesten çok belki de Zeynep heyecanlıy­dı. Gelenlerin çoğu, anneler, babaanneler idi. Ge­linlerini, kızlarını pek getirmemişlerdi. Sümeyye Hanımın içi kan ağlıyor, ama yine de dıştan gü­lümsemeye çalışıyordu.

“Allah’ım şu işe bak, Sen’in mubah kılmadı­ğın dü­ğün ve bayramlar gibi şeytan ve uşaklarının kol gezdiği yerlere, kızları, gelinleri gönderiyorlar. Kur’an meclisle­rine de orta yaşlılarla, ihtiyarlar geliyor.” Sümeyye hay­kırmak istiyordu; “Gençle­re, gelinlere, Allah, Kur’an lâzım değil mi?”

Müslümanın karısı, kızı, oğlu, gelini böyle mi olmalı? Peygamberimiz (s.a.v.) gençlerimizin reh­beri değil mi? Sümeyye anam, Esma anam da bi­rer ana ve genç kız değiller miydi?

Hz. Esma da gençti; fakat bütün riski göze ala­rak, rehberine, önderine, Peygamber’ine yiyecek taşımıyor muydu? Ve seven Rumeysa, neden genç­liktir deyip, kafasına göre hareket etmedi? “Hü­küm ancak Al­lah’ındır” diyerek, kendisi müslüman olduktan sonra, daha müşrik zamanındayken, sevdiği gencin her türlü, altın ve mü­cevherini reddedip, müslüman olmasını şart koşmuş ve Talha’nın müslüman olmasına vesile ol­muştu. Bu­nun tek bir cevabı vardı: Allah’ı ilâh olarak kabul edip, hü­kümlerini, o zamanın meclisi olan Daru’n-nedve’de, ken­dileri gibi insan olan insanların ka­faların­dan çıkardık­ları, düzmece ve saçma kanun­ları reddedip, kanun ko­yucu olarak; ancak Allah’ı kabul ettikleri ve Allah’tan başka hiç kimseyi, kanun koymaya yetkili görmedikleri içindi ki, Müslümanlıkları da bunu gerekti­riyordu. Sümeyye Ha­nım gözyaşlarını içine akıtarak, sohbete başla­mak için kitaplıktan, Kitab-ı Mübin’i aldı.

Yasin suresini okuma­ya başladı. Bitirdikten sonra ağladığının; ancak farkına vardı. Cemaat onun yanık sesinden bayağı etkilenmişti. Yavaş yavaş konuşmaya başladı. Zeynep bütün dikkatini Sümeyye Hanıma ver­mişti. Sümeyye Hanım, program öncesi, beyaz tülben­tini Zeynep’in başına örtmüş,  çok da yakışmıştı.

- Esselâmü aleyküm, anneler ve ablalar! Hepinize tek­rar hoş geldiniz, diyorum. Allah’ın bereketi, hidâyeti sizlerin ve cümle ümmetin üzerine ol­sun. Bundan böyle her hafta burada, Rabb’imizin âyetlerini açıklamaya gayret edeceğim. Bu arada sizin de, kafanıza takılan her­hangi bir şey olur­sa veya merak ettiğiniz konular varsa, sohbetin sonunda sorabilirsiniz.

Bugünkü konumuz, “Müslüman kime denir? Müs­lüman demek ne demektir?” Bunu açıklamaya çalı­şaca­ğım. Muhterem müslümanlar! Müslüman, Arapça bir kelime olup mânâsı, “teslim olan” demektir. Şimdi bir insan şunu bilmezse ki, insanlık nedir? İnsan ile hay­vanlar arasındaki fark nedir, nelerden ibarettir? Demek ki bu kim­se, hayvanlar gibi hareket etmiş olur. Kendisi­nin hayvan değil de insan olduğunun dahi far­kına va­ramamıştır. Adam olduğunun da kadri kıymetini bile­memiştir. Mevdûdi “Hitabeler” aldı kitabında böyle diyor ve devam ediyor: “Bir kimse kendisinin müslüman olduğunu ileri sürer de Müslümanlığın (ve hakiki müslümanın) gayr-ı müslimle far­kı nedir? Müslüman ile gayr-ı müslimin farkını bir tarafa bırakalım, niçin müslüman, gayr-ı müslimden üstün sayılmaktadır, bunu da anlamazsa, tavır ve hareketlerini, davranışlarını, düşün­cesini, inancı­nı da gayr-ı müslimlere uydurursa, bu adama bil­mem ki ne kadar müslümandır demek im­kânı vardır? Bunun için her müslümana, her müslüman ço­cuğuna şunu anlamak ve bilmek zarureti vardır ki, bu kimse veya bu çocuk kendisine “müslümanım” de­yince, ne demek istiyor? Neyi kastediyor? Bir kimse için müslüman olmakla, alelâde adam olmanın farkı nedir? Bir kimse müslüman olunca ne gibi vecibeler ve farizalar yükle­nir? Ne gibi taahhütlerin altına girer? İslâm’ın haddi hududu nedir? Bir kimse bu alanda ne şe­kilde hareket ederse müslüman kalır, ne şekilde hareket ederse Müslümanlıktan uzaklaşır? Elbette bazı hareketler insanı Müslümanlıktan uzaklaştı­rır, isterse bu kimse dili ile bin kere “ben müslümanım” desin.

Evet, müslümanlar! Bütün bu soruların cevapla­rını bilmek zorundayız. Bizler müslümansak, Müslümanlığı-mızın ne manaya geldiğini çok iyi kavramamız gerekir. Teslim olan dedik; fakat ne­ye, kime teslim? Tabii ki Al­lah’a teslim. Şimdi bir düşünelim, bizler, kanunumuzla, hukukumuzla, yaşayışımızla, örtümüzle Allah’a teslim olmuş muyuz?

Ablalarım! Bizler yalnızca müslümanım demek­le müslüman olamayız, Dilimizin dediğini kalbimiz tasdik etmeli, hareketlerimiz de onaylamalı. İlk sohbetimiz ol­duğu için sözü fazla uzatmayacağım. Bugün bu ka­dar yeter. Yalnız sizlerden bir ri­cam var, haftaya geldiği­niz de kızlarınızı, gelinleri­nizi de getirin. Onların da İslâm’ı öğrenmeye ihti­yacı var; onlara din lâzım değil mi? Şimdi soracak sorunuz varsa sorabilirsiniz. Haftaya, Rabbim izin verirse, dilimin döndüğünce “Kelime-i Tevhid”i açık­lamaya gayret edeceğim; çünkü müslüman olan bir kişinin “Lâ ilâhe illallah” kelimesinin manası­nı öğren­mesi farzdır. Bunun manasını bilmezsek kıldığımız na­mazın, tuttuğumuz orucun anlamı ol­maz. Evet, bu konuyu haftaya bırakıyor, soruları­nız varsa sorularınıza geçelim diyorum.

- Hanımefendi, ne demek istiyorsunuz? Ne yani şimdi biz müslüman değil miyiz? Her ne kadar namaz kılıp, kapanmıyorsak da çok şükür müslümanız.                                                            

Konuşan, mahallenin sosyetesi Zuhal Hanımdı.

- Bakın, ben hiç kimseyi karşıma alarak konuşmu-yorum. Üstelik İslâmî konuları, kuralları Allah (c.c.) be­lirlemiştir. Şimdi ben, o kuralların içerdiği mânâları ka­fama göre değil, yine İslâm’a göre yapmaya çalıştım.

Şimdi bizler müslümanız; ama acı bir gerçektir ki, Müslümanlığın asıl mahiyetini bilmemekteyiz. “Kitabın nedir?” denildiği zaman hemen gururla “Kur’an” diyor, o kitabın bize niçin geldiğini idrâk etmiyoruz. O’nun me­sajından habersiz yaşı­yoruz Oysa Allah (c.c.) şöyle bu­yuruyor: “Elif, lam, mîm. Bu, kendisinde şüphe olma­yan, mutta­kiler için de kılavuz olan bir kitaptır.”

Takdir edersiniz ki kılavuz demek, yol gösteri­ci de­mektir. Şu halde kendimize soralım: Biz Kur’an’ın yol göstericiliğini kabul edip, gösterdiği yoldan gidiyor mu­yuz? Kalp temizliğine gelince, Allah (c.c.) emirlerini sa­dece kalbi pislere değil, müslüman olan herkese indir­miştir.

- Adım Şükran, şunu öğrenmek istiyorum: Kı­lavuz dediniz, kılavuzun gösterdiği yoldan gidebil­mek için kılavuzun dilinden anlamak lâzım. Bizler Arapça bilmiyoruz, dolayısıyla  gösterdiği yolu da bil­miyoruz.

- Aaa, ne demek ayol, benim dedem hoca imiş, her şeyi de biliyoruz.

Konuşan yine Zuhal’di.

- Bacım size bir örnek vereyim: Düşünün ki, uzak bir memlekete, çok ama çok sevdiğiniz birisi gitti ve size oradan bir mektup yazdı. Siz onu bir tarafa koyup da, birkaç gün sonra okurum der misiniz?

- Yoo, hemen okurum.

-  Peki, mektubu açtınız ki, o sevdiğiniz insan Türkçe yerine, bilmediğiniz bir dille yazmış. Ne ya­parsı­nız? Ter­cüman ararsınız değil mi?

- Evet hanımefendi, ne demek istediğinizi anla­dım. Gerçekten haklısınız, bizim sevgimiz Allah’a karşı tam olsa, Kur’an için de bir tercüman bulu­ruz.

- Kardeşler, duaya geçmeden önce, haftaya ka­dar şunları düşünelim: Niçin yaratıldık ve “Lâ ilâhe illallah” kelimesi kafirleri niçin çok korkutu­yor? Allah (c.c.) hepi­nizden razı olsun.

Müzeyyen Hanım hemen:

- Haftaya değil de, şimdi düşündüm de, Müslüman­lığımı iddia için şahit lâzım dedim.

Rukiyye Hanım lafa karışarak:

- Doğrusu, Zöhre bacım gittikten sonra, kulak­larım paslanmıştı. Hoş o da bildiğini benden baş­kasına anlatmıyordu ya.

Sümeyye Hanım merak etmişti. “Zöhre bacı kim?” diye sordu.

- Amcamın kızı sayılır, şimdi Bursa’da evli. Zeynep, “evli” kelimesini duyunca, allak bullak olmuştu. Demek annesi evliydi. Kim bilir belki de babası haklıydı. Hayır, ama nasıl olur? Zeynep, sessiz sessiz ağlamaya başladı.

Şeyma arkadaşına ne olduğunu anlayamamış­tı, an­nesiz olduğunu biliyordu; fakat Zöhre ile ne il­gisi vardı? Sümeyye Hanımın gözü Zeynep’e takıl­dı; niye ağlıyordu acaba? Bu arada Rukiyye Ha­nım, hatasını anlamış, için­den, “Allah’ım ben ne yaptım, neden Zeynep aklıma gelmedi? Beni affet. Şimdi o çocukcağız nereden bilsin ki annesinin zor du­rumda kaldığından, mecburen ev­lendi­ğini. Babası evlenmedi ise, nasıl zinaya gittiğini, şehvetini ha­ram yoldan nasıl tatmin ettiğini, annesinin ge­çim sıkıntısı karşısında, imanlı biriyle izdivaç kurdu­ğunu, nasıl anlasın ve nasıl anlatsın ki?”

Sümeyye Hanım, durumu öteki hanımlara çak­tır­mamak için Şeyma’ya dönerek:

- Şeyma kızım, siz Zeynep’le ayakkabıları düzenle­yin, hadi bakayım.

Zeynep buna çok sevinmişti, zaten bağırarak ağla­mamak için kendini zor tutuyordu. Odadan çıktılar. Şeyma sordu:

- N’en var Zeynep? İnan yardım etmek istiyo­rum.

- O Zöhre, benim annem.

Şeyma arkadaşının üzüntüsünü anladı; fakat cevap verecek bir şey bulamadı. Bu arada içerideki, herkes yavaş yavaş dağılmaya başladı. Sümeyye Hanım, Rukiyye Hanımın az daha oturmasını iste­mişti. Zöhre Hanımı yani dava kardeşini öğren­mek istiyordu. Rukiyye Hanım anlatmaya başladı: Zöhre Ha­nım, imam kızıymış, müslüman olmanın  şuurunda, iyi bir müslümanmış. Kimlik müslümanı olup, iyi bir müslüman rolü oynayan, Cemil Beyle evlen­miş; aşırı geçimsizlikle­rinden dolayı ayrılmış­lar. Rukiyye Hanım: “Çocukların, annelerinin evli olduğundan haber­leri olmadığını, dal­gınlıkla söylediğini, hatasından dolayı çok üzgün oldu­ğunu, Zeynep’in de o yüzden ağladığını anlattı ve ona durumu nasıl izah edebileceğini sordu.

Sümeyye Hanım, Zeynep’in hikâyesini böylece öğ­renmiş oldu. Zeynep’i yanına çağırarak, onunla bir ar­kadaş gibi konuşmaya başladı.

- Bak Zeynep, belki de bu anlatacakları­mı şimdi anlayamazsın; ama iyi dinle. Bir gün nasılsa an­larsın. Annenle baban ayrıldı; annenin ba­kacak kimsesi olma­dığı için, evlenmek zorunday­dı. Sana bir şey sora­yım, annenin kötü kadın ol­masını ister miydin?

- Hayır!

- O halde sakın annene kızma. Çünkü çağımızda dul bir kadın olarak yaşamak çok zordur, her yap­tığına bir kulp takarlar. Sana bir soru daha sorayım: Peygam­be­rimizi seviyor musun?

- Evet.

- Peki, O’nun sözlerini tutmak ister misin?

-  Bilmiyorum ki, ama tutmak isterim.

- O’nun sözlerinden birisi de, evlenmeyi tavsi­ye et­mesidir. Annen de O’nu sevdiği için tavsiye­sine uymuş. Büyüyünce daha iyi anlayacaksın, sakın annenden nef­ret etme, oldu mu yavrucu­ğum?

- Hayır, ben annemi seviyorum; yanımda ol­saydı o da beni severdi.

Ablasına söz vermişti, “erken geleceğim” diye, onun için kalktı, evin yolunu tuttu. Sümeyye Ha­nım, Zey­nep’in hikâyesinden çok etkilenmişti. Program öncesi Zeynep’e örttüğü baş örtüsünü de ona hediye etti, Zey­nep de, eve dönerken, bir daha başını açmamaya karar aldı: “Şeyma gibi, teneffüslerde de kapatacağım, hiç aç­mayacağım” diyordu.

Zeynep eve vardığında, babasının öğlen sonu hiç eve gelmediğini öğrendi, buna çok sevindi. An­latılanları, dili döndüğünce ablasına anlatmaya başladı. Her şeyi anlatıyordu; yer sofrasını, yer minderlerini, sofra duasını ve gördüğü o kadar çok kitapları.

- Abla, sana bir şey daha diyeyim mi?

- Tabii de bakalım, beni bayağı meraklandırdın.

- Evde hiç baş örtüsü var mı?

- Hıı, Gülten ablamdan kalan, birkaç tane tül­bent olacak.

- Abla, sen de başını örtsene; örtü, müslüman ka­dınların bayrağıymış, sen de müslümansın değil mi?

- Saçmalama, müslümanım tabi.

- Hem Sümeyye teyze dedi ki, müslümanların Al­lah’a teslim olmaları lâzımmış, yoksa... öff! geri­sini unut­tum. Haa, yani Allah’ın sözlerini tutmak gerekirmiş. Ben büyüyünce Kur’an okuyacağım.

- Babam bırakırsa, tabii ki.

- Olsun, ben de gizli okurum.

Zeynep bilmiyordu; ama ilk tebliğini yapmış, müca-hideliğe ilk adımını atmıştı. Ertesi gün kalk­tı; okula ha­zırlandı; baş örtüsünü de güzelce taktı ve yola koyuldu. Okula vardığında zil çalmak üzerey­di. Abdullah Bey, Zeynep’i görünce çok sevinmişti. Hemen aklına, Pey­gamber Efendimiz’in (s.a.v.) şu hadisi geldi: “Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra anasıyla babası onu, Yahudi, yahut Nasrani (Hıristiyan) yahut Mecusi (ateşe tapan) yapar­lar.” Bütün müslümanlar, Müslümanlıkları­nın farkında olsalar, çocuklarını birer taklitçi değil, bi­rer müslüman olarak yetiştirirler.

- Selâmünaleyküm öğretmenim.

- Ve aleykümselâm Zeynep, ne de güzel yakış­mış örtü, maşallah.

- Teşekkür ederim.

- Zeynep, herhangi bir sıkıntın olursa bana anlat, çe­kinme.

- Tamam, öğretmenim.

Şeyma teneffüste, Zeynep’i başı kapalı olarak gör­düğünde, koşup boynuna sarılmış; çok sevindi­ğini vur­gulamış: “Allah’a şükür, okulda iki kişi olduk” demişti.

O gün okul dağıldığında, Zeynep evin yolunu tuttu. Eve geldiğinde babası evdeydi. Zeynep’i gör­düğünde gözleri dönmüştü:

- Ne o kız, daha evlenme çağına var, çıkar şu ba­şındakini, terbiyesiz...

Zeynep donup kalmıştı. Evlenenler örtse, Şeyma da örtmezdi. Çaresizce, eli başına giderken, gözlerinden aşağıya da iki damla yaş süzülüyordu. Bundan böyle baş örtü­sünü babasının görmediği yerlerde örtecekti. Bir hafta sonra perşembe idi. O gün babası yoktu. Bu fırsatı de­ğerlendirip Habibe de Zeynep’le birlikte sohbete gide­cekti. Nasılsa babası köye gitmişti. Zeynep okuldan geldi, kar­deşleri Mustafa’yı da başlarından ektikten sonra Şeyma’ların evinin yolunu tuttular. Sümeyye Ha­nım Habibe’yi görünce çok sevindi. “Zavallı yav­rum, ne kadar da çekingen. Ezildiği her hâlinden belli” diye için­den geçirdi. Saat on dörde doğru sohbetine başladı.  Sohbete henüz başlamıştı ki, Rukiyye Hanım da geldi. Habibe’yi de görünce çok sevindi, sohbeti bozmamak için bulduğu boş bir yere çöküp, çocuklarla görüşmeyi sonraya bı­raktı.

Sümeyye Hanım geçen hafta da belirttiği gibi, Ke­lime-i Tevhid üzerine sohbet yapacaktı:

- Muhterem müslümanlar, hepiniz hoş geldiniz! Ge­çen haftaya nazaran bu hafta birkaç gencimi­zin bulun­ması beni memnun etti. Allah (c.c.) hepi­nizden razı ol­sun. Sözlerime bir hadis-i şerifle baş­lamak istiyorum.

Rasulullah (s.a.v.), Muaz bin Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderdiğinde, ona şöyle buyurmuş­tu:

“Ey Muaz! Onlara ilk önce “Lâ ilâhe illallah”ı anlat, kabul ederlerse, namazın farz olduğunu söyle.”

Buradan da anlaşılacağı gibi, insan müslüman ol­duğu zaman, önce bu kelimenin mânâsını öğre­necek, kabul ederse İslâm’a girecek. Günümüzde çoğu insan bu kelimeyi ikrar etmekte; fakat mana­sını bilmediği ve öğrenmediği için, hayatını bu “Kelime-i Tevhid” üzerine bina etmemektedir, edeme­mektedir. Bu durum çok üzücü bir durumdur. Si­ze bir örnek vereyim:

Şöyle farz ediniz ki, çarşıdan bir tülbent aldı­nız. Bir zaman sonra birisi çıkıp, tülbendinize “be­nimdir” diye sahip çıksa ne yaparsınız?

O tülbendi rengiyle, çeşidiyle tanıdığınız için, bütün delilleriyle ispat edip tülbendinizi o kişiye kaptırmazsınız değil mi?

Evet, bacılar! Bizler, “Lâ ilâhe illallah” kelimesini tanımazsak, bilmezsek, ne manaya geldiğini araş­tırıp öğrenmezsek, şöyle veya böyle bu dini eli­mizden alırlar da haberimiz bile olmaz. Fakat hakkıyla tanımaya gayret etsek, tanıdığımız dini bizden koparabilirler mi? Nitekim bugün sokak­lar, caddeler, “Lâ ilâhe illallah” diyen insan­larla dolu. Ama ne acıdır ki bu insanların çoğu, bu keli­menin manasını bilemedikleri için, yani bu keli­meyi tanımadıkları için, ellerinden alındığının far­kında bile değiller. Onun için yüce Allah (c.c.) buyuruyor ki: “Hiç bi­lenlerle bilmeyenler bir olur mu?”

Demek ki her ne ibadet yaparsak yapalım, sadece büyükleri­mizden gördüklerimizle değil de, kendi aklımızı kullanarak, okuyup bilerek yapacağız. Şimdi gele­lim bu kelimenin açıklamasına. En başta, “Lâ” di­yoruz ki, bu Arapça’da “yok” demektir, “ilâhe” ya­ni “Lâ ilâhe” der­ken, “ilâh yoktur.” “İllallah” der­ken de, “Allah’tan başka.” Toparlayacak olur­sak, “Allah’tan başka ilâh yoktur, yalnız Allah vardır ilâh olarak.”

Şimdi bu “ilâh” kelimesi ne mânâya gelir? Açıkla­maya gayret edelim. Cemaatten, Halime teyze dayana­mayıp:

- Aman kızım, bunu da bilmeyecek ne var? “İlâh” demek, Allah’ın bir adıdır.

- Hayır, teyze, bize hep öyle öğrettiler. “İlâh” ke­li­mesi, bazı mânâlar içeren bir kelimedir. Şayet bu içer­diği mâ­nâları bizler Allah’a has kılarsak, o zaman bizim ilâhımız Allah olur. Ayrıca şunu da düşünecek olursak, kabirde melekler, sorgu suale geldiklerinde “Allah’ın kim?” diye değil de “Rabbin kim?” diye soracaklar.

Şimdi, ilâh kelimesinin içerdiği manalar üzerin­de du­ralım: “En çok sevilen, en çok korkulan, yü­celtilen, bo­yun eğilen, kanun koyan” demek ol­duğu gibi, Yusuf el Kardavi de şu şekilde açıkla­mıştır: “Sevgisiyle kalbin dolduğu, O’na tevazuda bulunduğu, boyun eğdiği, korktuğu, beklediği, zor anlarda kendisine sığındığı, ihti­yaçları için dua ettiği, O’na iltica zikriyle sükûnet bul­duğu ve sev­gisiyle rahatladığıdır.” Şimdi kime sorar­sanız, Allah’ı sevdiğini tereddütsüz söyler, korktuğunu da. Ama bir düşünelim, kişi çok sevdiğine nasıl davra­nır? Çok korktuğuna karşı tutumu nasıl olur? İnsaflı bir şekilde düşünüp cevaplayacak olursak, Allah’tan ne derece korktuğumuzu, Al­lah’ı ne derece sevdiğimizi anla­rız. Zaten Allah (c.c.), kendi sevgisinden fazla sev­giyi, kendi korku­sundan fazla (korkulan ne olursa olsun) korkuyu kabul etmiyor.

Okumamız lâzım arkadaşlar, yaşımız ne olur­sa ol­sun. Çünkü Allah’ın ilk emri “ikra” yani oku’dur. Yalnız şura­sını kavramak gerekir; oku, ama be­nim emirlerimi, yine benim emrettiğim şekilde oku demektir. Yoksa git de cahilî eğitimin ilimleri­ni tahsil et, demek değildir.

Yirmi yaşındaki, yeni evli, Yüksel gelin sordu:

- Hanım teyze, ben bu konuyu bayağı merak ettim. Acaba bu konu hakkında tavsiye edeceğiniz bir kitap var mı?

- Tabii bacım, verebilirim.

- Yalnız, benim anlayacağım türden olsun.

- Bacım, biraz gayretle anlamayacağımız bir şey ol­maz. Çünkü Allah (c.c.) bu dini (sistemi) ya­şamamız için göndermiştir. Anlamayacak olsaydık, bizi o sorumlu tutmazdı. Kitaplara gelince:

1 - Lâ (Mustafa Çelik)

2 - Gençlerle Tevhid Dersleri (M. Göktaş)

3 - Yoldaki İşaretler (Seyyid Kutup)

4- Tevhidin Hakikati (Yusuf el-Kardavi)

Bunları okursan, anlayacağını ümit ederim.

- Teşekkürler, memnun oldum.

- Rica ederim, görevimiz.

Geçen hafta kalbim temiz diyen Zuhal, bu hafta yine gelmişti, Sümeyye Hanıma hitaben:

- Ben bir soru sormak istiyorum.

- Buyurun, sizi dinliyorum.

- İslâm, neden kadınların haklarını o kadar kısıtla­mış? Kadın da bir insan değil mi?

- Bakın kardeşim, kadın ta çöplüklerdeyken, İslâm onu oradan alıp baş tacı etmiştir. Sorunuza geçmeden önce, ben size bir soru sormak istiyorum.

- Buyurun.

- Kaç çocuğunuz var?

- Üç.

- Peki, bu çocuklarınız arasında ayırım yapıyor mu­sunuz? Meselâ, birini diğerine ezdirir misiniz?

- Hayır, mümkün değil, benim nezdimde hepsi ay­nıdır.

- Çok güzel, doğru olan da budur. İşte Allah (c.c.), herkesten daha ziyade merhametli olduğu için, siz üç çocuğunuzu birbirinden üstün tutup, ezdirmiyorsunuz da, Allah iki kulundan birini diğerine ezdirir mi?

Şimdi gelelim sorunuza. Cahiliye döneminde  ka­dınlara hiç değer verilmezdi. Zahmet edip hakikî İslâm tarihini okusak, bunu pekâlâ görebi­liriz. İslâm sistemi kadar hiçbir sistem, kadına hak vermemiştir. İslâm’da eşitlik yok; fakat adalet vardır. Örnek mi istersiniz? Bir inşaat düşünün, eşitlik var diye, kadınla erkek beraber çalışsın, aynı zamanda, kadın çocuk doğursun, çamaşır yı­kasın, çocuk büyütsün, bu adalet midir? Hem üs­telik, Kur’an-ı Kerim’de bildirilmiş âyetler var, bazı istisnalar dışında, kadın erkek aynı hakla­ra sahiptirler. Bakınız, Nisa sûresi yedi, otuz iki, yüz yirmi dört; Nahl sûresi, doksan yedi; Al-i İmran sûresi yüz doksan beş. Bu âyet-i kerimelere bakar­sanız, kadınlarla erkeklerin ayırt edil­mediğini gö­rürsünüz. Evet, Allah, erkekleri bir derece üstün yaratmıştır, bunun da sebebi, erkeklerin mesuli­yetinin kadınlardan daha fazla olduğundandır. İslâm düşmanları, İslâm, kadınları eziyormuş şeklinde propa­ganda yapmışlar, ha­len de yapmaktadırlar.

Tekrar edeyim, bu üstünlük, insan olarak değil, aile hayatındaki mesuliyetin getirdiği yetki üstünlüğüdür. Bu da adaletin ta kendisidir. Bununla beraber kadının yeme, içme, barınma gibi ihtiyaçları da erkeğin üzerine­dir. Bir insan bir şeyi reddederken de, kabul ederken de “niçin?” yaptı­ğının farkında olması lâzım gelir.

Aksi takdirde kötü bir taklitçi olmaktan kendini kurtarabilir mi? Kadınların değersiz olduğunu iddia edenlerin, sizi temin ederim ki İslâm’ın “i” sinden bile haberleri yoktur ya da art niyetlidirler.

Yine bir hadis-i şeriflerinde  Peygamberimize (s.a.v.) gelen bir köylü soruyor:

-Ya Rasulullah, iyi hürmete, benim güzel hizmet etmeme en layık kimdir?

Rasulullah (s.a.v.) buyurdu:

- Anandır.

- Sonra kimdir?

- Anandır.

- Sonra kimdir?

- Anandır.

- Sonra kimdir?

- Sonra babandır.

- Bilmem yeterli oldu mu?

- Teşekkürler, araştırmak lâzım.

Mahalleden bir genç kız:

- Hocam, bana Kur’an öğretir misiniz?

- Memnuniyetle, neden olmasın? İnşallah Rabbim, seni hakkıyla öğrenenlerden eylesin.

- Siz nasıl öğretirseniz, öyle öğrenirim. Pek anlaya­madım da.

- Günümüzde birçok müslüman, tecvid ve mahre­cine önem verip, Kur’an’ı ezberliyor. Bu önemlidir. Mahreç farzdır, tecvid vacip.

Yalnız Kur’an okumak kadar, onda yer alan emirleri hayata geçirmek gibi bir sorumluluğu olduğunu unutu­yorlar.

Kur’an sadece güzel kıraat edilmekle kalıyor. Bakın Allah:

“Peygamber de: “Ya Rabbi! Benim kavmim, bu Kur’an’ın okunmasını ve hükümlerini terk edilmiş bir hâlde bıraktılar.” diye beyan ediyor. Kıyamet günü, bu­nun hesabı ağırdır, zordur.

Allah, ilk önce Kur’an’ı yaşansın diye göndermiştir. Ne var ki, biz onun tilavetiyle de mükafat alıyoruz.

Böylelikle bugünkü sohbet de noktalanmıştı. Her­kes, yavaş yavaş çıkarken, Rukiyye Hanım doğru Habibe’lerin yanına gitti.

- Habibe, yavrum nasılsın, iyi ki gelebildin?

- Teşekkür ederim, iyiyim. Babam köyde, ben de

 merak ettiğim için geldim.

- İyi ettin, böyle fırsat buldukça gel. Habibe, an­nenden mektupla bir de paket var. Mektubu getirdim, paket evde, babandan saklayabilecek misin?

- Bilmem, ne göndermiş ki?

- Bilmem, paketi açmadım.

- Saklamaya çalışırım.

- O zaman mektubu al, ben paketi gönderirim.

- Sağ ol, teyze.

Eve vardıklarında, ilk işleri mektubu okumak oldu.

- Abla, acaba annem ne gönderdi?

- Bilmem, sus da şu mektubu okuyalım.

- Tamam sustum, sesli oku da ben dinleyeyim.

- Peki, okuyorum:

Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berakatühü.

Canım yavrularım,

Sizleri hasretle kucaklar, Allah’ın selâmı, bereketi, hidâyeti üzerinize olsun derim. Canlarım, geçen mek­tuptan sonra günlerce belki iki satır yazarsınız diye bek­ledim. Yanlış anlamayın, sizi suçlamıyorum. Belki de zamanı­nız müsait olmamıştır. Nasılsınız bakalım? İnşal­lah iyisinizdir. Sizlerin özlemiyle nasıl yandığımı yalnızca Allah (c.c.) bilir; ama ne yapalım sabret­mekten başka yapacak bir şey yok. Hem Allah (c.c.) sabreden kulunu sever. Habibe, yavrum, sözlerime iyi kulak ver: Bizler boşuna yaratılma­dık, bizim bir yaratılış gayemiz var. Onun için evladım, bütün işleri­mizi Allah’ın (c.c.) bu­yurduğu gi­bi yapmak zorundayız.

Allah (c.c.) buyuruyor ki: “Ben insanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım.” Canım evlatlarım, kulluk demek, yalnızca namaz kılıp, oruç tutmak değil­dir. Kulluk etmek demek, itaat edip, söz dinlemektir ki, bu da her alanda olur.

Yavrularım, uzaktan pek bir şey yapılamıyor, onun için, dininizi kendiniz öğrenmeniz lâzım. Si­ze birkaç tane kitap gönderiyorum. Anlayana kadar okuyun, eğer sakıncası olmazsa, ileride yine gönderirim. Müslüman olanların bilgisiz olmaları düşünülemez. Canlarım, eli­nizden geldiğince okumanızı isterim.

Satırlarımı noktalamadan, tekrar selâm eder, öz­lemle öperim. Allah’a emanet olun, namazlarınız da hiç ama hiç ihmal etmeyin.

Anneniz Zöhre

- Demek, annem bize kitap göndermiş.

- Abla, babamdan nasıl saklayacağız?

- Bilmem, bakalım?

- Ben de anneme mektup yazacağım.

- Nasıl göndereceksin?

- Rukiyye teyzeye veririm, o gönderir.

Bu arada kapı çalındı. Gelen Şeyma ve Emine idi. Kitapları getirmişlerdi. Bırakıp hemen döndüler.

- Abla, hadi açsana! Bakalım neler göndermiş... Aaa, sen ağlıyorsun, ne oldu?

- Bilmem, içim bir garip oldu, birden anne özlemi alevlendi içimde. Keşke diyorum, ama neyse boş ver. Hadi açıp bakalım.

Paketin ağzını açıp, kitapları tek tek çıkarmaya baş­ladılar:

1- Ahiret Bilinci

2- Ahlâk Bilinci

3- İman ve Salih Amel

4- Kimlik Bilinci

5- Vahiy Kültürü

6- Yürek Devleti

7- Dünden Bugüne Şeytan ve Dostları

8- Arınma Yolu 1 - 2

- Şimdi bunları nereye koyacağız?

- Sen, sandığın kapağını aç, ben getirip yerleş­tire­yim, hadi Zeynep.

- Tamam, sen getir, ben açıyorum.

Günler, haftalar geçiyordu. Sümeyye Hanım çalış­masına hiç yılmadan devam ediyordu. Sü­meyye Hanı­mın her hafta ektiği İslâm tohumları, gönüllerde yavaş yavaş filizlenmeye başlamıştı. Yine günlerden perşembe idi. Cemil Bey, yine ilçede yoktu. Habibe işlerini ayar­ladı, öğlen sonu Zey­nep’le birlikte yola koyuldular. O hafta Sümeyye Hanım, kadının örtüsünü anlatıyordu.

- Muhterem müslümanlar, bu haftaki konu­muz: Te­settür. Allah (c.c.) buyuruyor:

“Ey Peygamber, eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, dış elbiselerinden (cilbaplarından) üstlerine giymelerini söyle. Onların (özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olan budur. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.”

Bacılarım! Dikkat edecek olursak, Allah (c.c.) işi keyfiyete bırakmamış; müslümanım diyen her ka­dın, bu âyet-i kerimenin muhatabıdır. Ama bizler, hâşâ, Al­lah’tan iyi biliyormuşçasına, “Aa bu asır­da da kapan­mak olur mu? Ben Allah’a inanıyorum, benim kalbim temiz” deyip, mesuliyetimizin kalktığını zannediyoruz. Bizim kitabımız Kur’an’sa araştıralım bakalım, sadece kalbi pis­ler örtünsün, diye bir ayet var mı?

Hz. Aişe, Hz. Fatıma gibi validelerimiz, kalpleri pis olduğu için değil (hâşâ) Allah’a hakkıyla iman ettikleri, Peygamber’i (s.a.v.) önder kabul ettikleri için, boyun eğip, itaat etmişlerdi. Kulluğun gereği de bu idi. Ne diyordu (s.a.v.):

“Sizden biriniz arzusunu, yaşantısını, benim getirdi­ğim, bu Kur’ân’a uydurmadıkça, iman etmiş olmaz.” Ve yine bir hadis-i şeriflerinde, “İman nedir?” sorusuna:

“Dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve hareketlerle de onaydır.” buyurdular. Yani bizler, inandığımızı dil ile söylemekle kalmayıp, kalp ile de tasdik edeceğiz. Bu yeterli mi? Hayır asla. Hareketlerimizle de Allah ve Rasulüne inandığımızı belli etmek zo­rundayız. Şayet gerçekten inanıyorsak...

Kardeşlerim! Şayet bizler, dışarıda Allah’ın çizdiği ölçü üzerine değil de, moda sahiplerinin çizdiği ölçü üzerine giyinip, gezmelere gidiyorsak, hangisine iman etmiş oluruz? Buyurun, kararı siz verin. Üzerimizdeki giysi, hangisine iman ettiğimi­zi göstermeli değil mi?

Bacılarım, bugün de bu kadar. Fakat bu konu­da, daha fazla bilgi istiyorsanız, Cafer Tayyar’ın “Dokunma­yın Bacıma” adlı kitabını okuyabilirsi­niz. Allah (c.c.) hepinizden razı olsun.

Habibe’nin mahalle arkadaşı Makbule, hemen kalktı, Habibe’nin yanına gelip, Habibe’ye:

- Habibe, bir şey konuşacaktık.

- Sen misin? Ne haber? Makbule, hayırdır! Seni dinliyorum.

- Ben, Yüksel abla, Hülya, Asiye ve Hanife ara­mızda anlaştık. Diyoruz ki madem müslümanız, o halde biz de dinimiz için bir şeyler yapalım, bize katılır mısın?

- İsterdim; fakat benim mazeretlerim var. Katıla­mam.

- Yeter ki iste, Allah (c.c.) sana kolaylık sağlar.

- Peki, nasıl olacak?

- Kitap okuyup birbirimize anlatacağız. Gaye­miz ilk önce kendimizi yetiştirmek. Daha sonra etrafımıza yar­dımcı olabilmek. İşe İlmihal’den baş­layacağız. Ne dersin?                         

- Aslında çok iyi olur. Okumasına okurum da, her hafta katılamam.

- Aslında çok sevindim. Madem kabul ettin biraz kal, cemaat gitsin. Sümeyye abla ile konuşup bize yol göstermesini isteyelim.

 - Tamam, bekliyorum.

Herkes gittikten sonra konuyu Sümeyye Hanıma açtılar. Sümeyye Hanım çok sevinmişti. İlmihal’den başlayacağız, dediklerinde Sümeyye Hanım şöyle dedi:

- Gençler, beni heyecanlandırdınız. Allah muvaffak etsin. Elbette ki ilmihal önemli. Bir müslüman fıkhını bilmek zorunda; ama başlama noktası Akaid’dir. Yani imandır. Önce imanı öğrenmeliyiz. İman nedir? Allah’ın kabul ettiği ve etmediği iman nedir? Her “inandım” di­yen iman etmiş olur mu? Kelime-i Tevhid nedir? İmanı koruma yolları nelerdir? Sonra, şirk nedir? ilâh nedir? Rab nedir? Velhâsıl, imanın konusu olan her şeyi ilk öncelikli olarak öğrenmeliyiz.

Buna en çok sevinen de Sümeyye Hanım olmuştu. “Kitap konusunda hiç endişeniz olmasın, bizim kitaplığı istediğiniz gibi kullanabilirsiniz.” demişti. İşte böyle baş­lamışlardı çalışmaya. İslâm’ı tanıdıkça, babalarının bas­kısı, Habibe ve Zeynep’e eskisi kadar zor gelmiyordu. Babalarından birkaç kez dayak yemelerine rağmen ba­şörtülerini açmamışlardı. Habibe “Ne yapalım, bu da bizim imtihanımız.” diyordu. Babaları bazen üstlerine çok gidiyor, bazen hiç aldırmıyordu. Çocuklar bilmi-yorlardı ki, kadından randevu aldı mı iyi, ama ran­devu alamadı mı âdeta kuduruyordu. Çocuklar dayak­ları da genellikle o zaman yiyorlardı.

Şehvetini ilâhlaştırmıştı. Zavallı çocuklar da babala­rının şehvet ilâhı yüzünden, zor günler geçiriyorlardı. Günler bu şekilde geçip giderken, bir gün Cemil Bey:

- Saat onda.

- Yoo olmaz.

- Kız, etme eyleme.

- Eylemeymiş. Zaten, gelmez olası, o öğretmen gelmeden önce, işlerim daha iyiydi. Birkaç müşterimi yoldan çıkarmış. Ancak birini bulmuşum. Sen nasılsa dâimisin, onu kaçırmayayım bari. Cemil meraklanmıştı, sordu:

- Ne yapmış o öğretmen?

- Daha ne yapsın? Kahveci Muhsin vardı ya, onunla anlaşmışlar; kahvesine küçük bir kitaplık koymasına izin vermiş. Bir müddet sonra da, kumarı kaldırıp, çay içme kıraathanesi yapmış.

- Bunu biliyorum.

- Benimkiler de oraya takılıyordular. Onlar da yol­dan çıkmışlar. Yok tevbe etmişlermiş; biz de müslümanız. Ne yapalım, ekmek parası, hem Allah af­fedici değil mi?

- Bunlardan bana ne?

- Sana bir şey diyen olmadı.

- Ya bu gece gelirim, ya da ben de artık gel­mem, bilmiş ol.

- Aman Cemil’im, sen şakadan da anlamıyor­sun. Peki ama, on ikiden sonra tamam mı?

Kadın, Cemil’i kaçırmak istemiyordu; çünkü bak­kaldan istediği şekilde yararlanıyordu.

- Tamam, fakat ötekini gözüm görmesin, zaten se­nin başkalığın da olmasa.

O gece on ikiden sonra, çocuklar uykudayken, ev­den yavaşça çıkıp kapıyı örttü ve yoluna koyul­du. Habibe, gece uyandığında su içmek ihtiyacı his­setti. Babaları her zaman salonda yatar, yattıktan sonra ra­hatsız edilmekten hiç hoşlanmazdı, onun için kızlar da babaları yattığında hemen odaları­na çekilir; odalarında bile fiskosla konuşurlardı.

Habibe, babası duymasın diye, kapıyı yavaşça açıp salona çıktığında, babasının yatakta olmadı­ğını gördü. Tuvalete çıktığını düşünerek mutfağa geçti; suyunu içip odasına dönerken, babasının evde olmadığını anladı. Kapıya baktı, kapı kilitli de­ğildi. Terlikleri orada, ayakkabılarıysa yoktu. Korktu, kapıyı kilitledi ve oturup beklemeye başladı. Saat sıfır ikide uyuya kaldı. Uyandı­ğında sabah ezanı okunuyordu. Kalkıp abdestini aldı, kafası allak bullaktı. Zeynep’i de kaldırdı. Mustafa’yı da çağır­dı;fakat o, her çağrıldığında sövüp sayıyor, Habibe  aldırmıyor yine çağırıyordu. Mustafa, dokuz yaşına yaklaşmıştı. Peygamberimiz, “Yedi yaşına geldiklerinde çocuklarınıza namazı emredin” buyurmuş­tu. Kendisi de annelik görevi yaptığına göre, onu alış­tırmaya gayret ediyordu. Çünkü geçen gün okudu­ğu kitapta şu hadis-i şerife rastlamıştı: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz emriniz altındakilerden me­s’ulsünüz.”

Mustafa yine inadına sövüp saydı ve kalkma­dı. “Bu çocuk hiç laf anlamıyor” diye söylendi Habi­be. Zeynep babasının yatağını boş görünce.

- Abla, babam nerde? Dışarı mı çıktı? Yoksa na­maza mı kalktı? Nerde o günler.

Ablası, ne desin bilemedi. Kendisi, dedikodular­dan, babasının neler karıştırdığını az buçuk bili­yordu; fakat Zeynep’e nasıl izah etsin, ne desin? Zeynep çok akıllı bir kızdı: sürdükleri hayat sade­ce Zeynep’i değil, kızların ikisini de çabuk olgun­laştırmıştı. Ablasının durakladığını görünce:

-  Biliyorum, o kadına gitmiş, değil mi? Çok dua ediyorum, Allah’ım babamı da düzeltse, müslüman olsa da, bu işlerden vazgeçse. Benim de, Sümeyye teyze gibi olmama engel olmasa.

- Sen, bunu nereden biliyorsun?

- Biliyorum, çünkü kışın bir defasında bakkala git­miştim. O kadın, kucağını doldurmuştu, çıkar­ken ba­bama “Akşam dokuzda hesaba yazarsın” de­di. Ben de hesap defterine baktım, o kadının hesa­bı yoktu. Hem mahalleden  hiç kimse ona gidip gel­miyor.

- Boş ver güzelim, hadi namazımızı kılıp, dua ede­lim.

- Abla, annem iyi ki evlenmiş değil mi?

- Haydi, namaz kerahete girecek.

Kızlar, namazdan sonra yatmadılar. Za­ten yatma­maya gayret ediyorlardı çoğu zaman. Sa­bah saat yedi­den sonra Mustafa’yı bakkala gön­derdiler. Bakkal açık değildi. Mustafa geri geldi. Habibe bayağı endişelen­mişti, belli etmemeye çalı­şarak:

- Zeynep, komşudan bir ekmek ödünç al da gel. Siz yiyin, okula gidin. Zeynep:

- Ben yemeyeceğim, diyerek hazırlanıp okulun yo­lunu tuttu. Öğretmeni, Darvin teorisine inanan biriydi. Zeynep, çalışkan olmasına rağmen, baş ör­tüsünden dolayı Zeynep’i sevmiyordu. Bir gün, derste, insanların ceddinin maymun olduğunu an­latırken, Zeynep ayağa kalkıp:

- Öğretmenim, siz dedenizin maymun olduğu­nu mu söylemek istiyorsunuz? Geçen derste, şehit dedele­rimiz demiştiniz, maymunlar şehit olur mu?

- Kes, küstah seni. Bu dersten zayıf aldın.

- Ama, dersimiz resim.

Öğretmen hızla yaklaşıp, Zeynep’in suratına iki to­kat yapıştırdı. Zeynep’se hiç aldırmamıştı, verdiği ce­vaptan memnundu. O gün yine öğretme­nin aksiliği üze­rindeydi.

- Zeynep, beni dinle. Bundan böyle okula ba­ş örtü­süyle gelmeyeceksin.

- Öğretmenim, ben örtüyü dışarıda takıyorum. Okul, insanın dışarıdaki hareketlerine de mi karışı­yor?                            

- Fazla gevezelik istemiyorum.

Karşı taraftan Abdullah Bey, kızın sıkıştırıldı­ğını gö­rünce:

- Öğretmen Hanım, kızı sıkıştırmaya hakkınız yok. Sanırım çocuk derste kapatmıyor, dışarıya da karışmaya hakkımız yok, diye müdahale etti.

Öğretmense sinirli sinirli yürüyüp gitti. Abdullah Bey:

- Aldırma kızım, bir şey yapamaz, öğretmenin de olsa, dışarıdaki hareketlerine karışmaya hakkı yok.

Öğlen paydosunda doğruca eve geldi. Hâlen ba­baları ortalıklarda yoktu. Habibe, yarına kadar bekleyip, çıkmazsa etrafa öyle haber vermeyi dü­şünüyordu. O günlük ekmeği evde fırına atarak pişirdi. Akşam olup hava karardığında çocuklar hiç konuşmuyor, korkuyor­lardı. Babalarına da bir şey olsa, ne yapar, kimin ya­nında kalırlardı? Ve birden “tak, tak, tak” diye kapı vu­ruldu. “Kim o?” de­meye cesaret edemiyorlardı. Kapı tekrar vurulun­ca, Mustafa:

- Kim ooo? diye seslendi.

- Aç oğlum, benim.

Gelen babalarının sesiydi. On ikiden sonra gi­dince, sabaha karşı uyumuş, saat dokuz buçukta uyanmış. Kimse görür diye utancından, akşam ol­masını bekleyip eve gelmişti. Zavallı, kimden utanılması gerektiğini hâlâ idrâk edemiyordu! Habibe ile Zeynep göz göze geldiler, ikisinin de hıçkırıklar boğazında düğümlendi. Kapı açıldı. Cemil içeri gir­di. Ne desin? kendisi de bilmiyordu; çocuklar artık bü­yük, hepsinin de aklı eriyordu. Divana çöktü, ga­rip garip hislerle doluydu. Habibe, zoraki:

- Bir şey ister misin? Yiyecek...  diyebildi.

- İstemem. Su hazırla banyo yapacağım.

Mustafa babasına dönerek:

- Baba, seni merak ettim, nerdeydin?

Zeynep birden:

- Sana ne? Babalar gider, evlâtlar sormaz. Al­lah, babamın nerde olduğunu biliyor ya?

- Ne biçim konuşuyorsun, bacaksız. Zeynep’in kula­ğının dibine bir şamar attı.

- Ne konuştum ki? Sadece sorma dedim. Yalan mı? Allah biliyor.

- Suus! Bir de bana karşı mı geliyorsun? Ce­vap verme, itin doğurduğu! Anan da başıma hoca kesili­yordu.

- Sana karşı gelmiyorum. Gittiğin yeri, ben de bili­yorum, Allah da biliyor. Allah’a karşı geldiğin için, Allah da sana soracaktır.

Zeynep, bir güzel dayak yedi. Habibe, babasının elinden kardeşini almaya çalıştı; fakat dayaktan o da nasiplendi. Sonunda dayanamayarak:

-  Vur, vur baba, vur! İçin rahatlayıncaya ka­dar vur! Vurmakla kurtulacağını zannetme! Allah, haklının hak­kını alacaktır. Onun için ahiret var­dır. Yoksa burada zalime güç yetiremeyenlere haksızlık olurdu.

Cemil, sinirine hakim olamıyordu, tam Zeynep’i bı­rakıp Habibe’ye konuştuğu için vuracaktı ki, Zeynep’in burnundan kan fışkırdı ve Zeynep dayanamayarak ba­yıldı. Çocuklar ağlıyordu, baba da ne yapacağını şaşır­mıştı.

- Ne duruyorsun? O.... doğurduğu, su getir!

Habibe’nin elleri tir tir titriyordu. Ya Zeynep’e bir şey olduysa, ya öldüyse... “Allah’ım onu bana bağışla,” diye dua etti içinden.

Bir saat sonra, Zeynep, hafiften kendine gel­miş, gözlerini açmıyordu. Mustafa köşeye sinmiş; babaları ise sigaranın birini yakıp, birini söndürü­yordu. Çocuklar, korkudan sessiz sessiz ağlıyor­lardı. Onlara ağlamak da yasaktı. Zeynep’in gözle­ri kapalı sicim gibi yaş dökü­yordu.

Cemil Bey, düşündü. “Çocuk dövmekle vicdanı­m, olmayan vicdanım mı rahatlatmıştı? Şimdi gerçekleri söyleyen çocuğu susturuyordu; ya Al­lah’ı ne yapacaktı? Nereye kaçacaktı? Hangi zorba­lıkla, hangi yalancı şa­hitle mahkemeyi kazana­caktı?” Düşünmek bile istemi-yordu. Kalktı duş aldı, ya­tağına uzandı. Habibe, sabaha kadar yatağına gir­medi. Sabah ezanında Zey­nep’i kaldırmak için ya­nına geldi. Kıyamıyordu kaldır­maya, ne güzel uyuyordu; ama gözünün biri morarmış, burnundan gelen son kan damlası, hemen dudağının üze­rinde pıhtılaşmıştı. Habibe, sessiz sessiz ağlamaya başladı, içi burkulmuştu. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da sitem ediyordu.

- Annesiz yavru, hak karşısında eziyet gören yavru. Adaletsizlerin uydurdukları, sözde adalet karşısında ce­remeyi çeken yavru. Annesiz yav­ru...

Aynı gece diğer taraf da Zöhre kadın, uykusundan sıçraya­rak uyandı. Korkunç bir rüya görmüştü. İbrahim Bey de onun sıçramasıyla uyanmıştı.

- Hayrola, ne oldu hanım?

- Korkunç bir rüya gördüm. Çocuklar, mutlaka ço­cuklarda bir şey var.

- Ağlama hanım. Sabrı, metaneti bırakma. Sa­bah olsun, Rukiyye Hanıma telefon ederiz. Şimdi teheccüt-lerimizi kılalım.

Zöhre kadın, rüyasında Habibe’yi görmüştü. Sanki bir uçuruma düşüyor, canhıraş bir feryatla: “Anneee! Anneee!” diye bağırıyordu. Zöhre kadın ellerini uzatıyor bir türlü onu tutamıyordu. Bir­den geçmişe daldı,  ço­cuklarını doğurduğu günlere... Kocası ve çocuklarının babası olan o adam, Habibe ile Zeynep doğduklarında “Kendin gibi o... doğurdun” demiş, Mustafa’da gurur­lanmıştı.

Her şeyine katlanmıştı Zöhre; haksız yere döv­me­sine, basit şeylerden dolayı, sövüp saymasına, her şeye. Yalnız dinine karışılmasına dayanamamıştı. Bir defa­sında namazdayken dayak yemiş, yi­ne de sesini çıkar­mamıştı, çıkaramamıştı... Kalktı abdest aldı, İbrahim Bey namaza durmuş­tu. Odanın kapısını çalarak içeri girdi:

- Kızım, Saliha’m, kalk. Gece namazının vakti geldi.

- Tamam anne. Emine’ye ben seslenirim, sen gide­bilirsin.

 Aralarında öyle bir dayanışma vardı ki, Saliha ve Emi­ne’yle  öz anne kız gibiydiler.

- Bana da dua edin? Biliyorsun gıyapta yapı­lan dua makbuldür. Namazlarını kıldılar. Ellerini açtı Zöhre, gözlerinden sicim gibi yaşlar boşalır­ken:

“Allah’ım, hâlimi sen daha iyi bilirsin. Sana geldim, açtım ellerimi. Tek dayanağım Sen’sin ve Sen’in yüksek mahkemen. Yavrularımı hidayetli kimseler et. Babala­rına merhamet ver; çocukları­ma sabır ve sebat ver. Ço­cuklarımı kendine has kullardan eyle.” diye dua etti.

Duasını bitirdikten sonra, gözünü hiç uyku tutmadı. Sabah olmasını zor bekledi. Sabah namazını da kıldı, telefonun ahizesini alırken, elleri titriyordu. Acaba kötü bir şey duyar mıyım, diye tereddüt ediyordu.

Beri tarafta, telefon sabahın köründe, bangır bangır ötmeye başladı. Rukiyye Hanım, “Bu saatte kim acaba?” diyerek, telefonu kaldırdı.

- Aloo buyurun!

- Selâmünaleyküm, Rukiyye Hanımla görüşecektim.

- Evet benim. Aaa… sen misin Zöhre bacı? Aley­kümselâm. Hayrola?

- Nasılsın?

- İyiyiz, sizler nasılsınız?

- Bizler de iyiyiz.

- Bacım, hayırdır, sabah sabah?

- Rukiyye, ben bu gece güzel rüya görmedim. Ço­cuklarda bir şey mi var?

- Bacım, çocuklar…

- Varsa çekinme, bileyim. Sabrederim bilirsin. Gece olup bitenlerden haberi olmayan Rukiyye Hanım:

- İnan, çocuklar çok iyiler. İki kızın da Al­lah’ın iste­diği gibi birer müslüman olma yolundalar. Merak etme sağlıkları da iyi. Bahsettiğim Sümeyye ablamızın onlara çok faydası oldu.

- Sahi mi? Buna çok sevindim.

- Habibe durmadan okuyor, ders yapıyorlar, ger­çekten bayağı başarılı. Tek sorun, her zaman katılamıyor; ama evde o boşluğu kapatıyor. Zeynep’in de du­rumu iyi. O’na da Sümeyye Hanım anlayacağı kitaplar­dan veriyor. Maşallah başları da hep örtülü.

- Allah’ım, sana hamd-ü senalar olsun. Peki, hak­kını helâl et. Rahatsız ettim.

- Aman, ne demek, biz kardeşiz unuttun mu? Hadi Allah’a emanet ol.

- Sen de.

Zöhre kadın rahatlamıştı. Telefonu kapattıktan sonra,” Çocuklara mektup yazayım”, diye düşündü.

 Diğer tarafta Zeynep, bir hafta okula gidemedi. Babası okuluna gidip, hasta bahanesiyle izin aldı. Evde, ab­lası yemek yaparken, Zeynep de divana uzanmış­tı. Birden kapı çalındı. Kızlar birbirlerine baktılar.

- Acaba, babam mı geldi? deyip seslendi.

- Kim o?

- Ben, Emine. Zeynep evde mi?

- Hoş geldin, Emine! Bir şey mi var?

- İçeriye girmeyeceğim, annem dedi ki, hemen dön.

- Hayırdır inşallah?

- Annenizden mektup gelmişti. Üç gündür Zeynep’i okulda göremedim, ben de mektubu getirdim. Alır mısın Habibe abla. Annemin de selâmı var.

- Allah (c.c.) razı olsun. Sen de, annene selâm söyle.

Habibe içeri girdi, Zeynep’e:

- Zeynep, annemden mektup var!

- Sahi mi? Okusana, sesli oku. Benim gözüm ağrıyor.

- Peki canım, yemeğin altını kapatayım da.

Zeynep de doğrulmuştu, ablası gelip yanına çöktü. Mektubu okumaya başladı:

“Esselâmü aleyküm yavrularım.

Allah’a hamd-ü sena, elçisi, önderimiz, rehbe­rimiz Muhammed’e salat ve selâm olsun. Al­lah’ın selâmı sizle­rin, muvahhidlerin ve dava kar­deşlerimizin üzerine ol­sun.

Yavrularım! Sizlerin iyi birer kul olma gayreti­niz beni çok sevindirdi. Allah (c.c.) razı olsun, ba­şarınızı artırsın. Size karşı vazifemi hakkı ile ya­pamadım. Ama artık büyüdünüz, iyiyi ve kötüyü bir nebze ayırt edebili­yorsunuz, çok şükür. Al­lah’ın size verdiği akıl nimetini iyiye kullanmanı­zı temenni ederim. Canım yavrularım, bizler bu dünyaya imtihan için geldik. Muhakkak ki hepi­mizin imtihanı ayrı ayrı olacaktır. Bizler müslüman olarak Allah’a teslim olmuş insanlarız. Onun için Müslümanlığa ilk adım atarken şahadet keli­mesini ikrar ede­riz. Bu şahadet kelimesini kuru kuru ezberlemek ve okumak, insana fayda sağla­maz. Bu, papağanın mana­sını bilmeden söyleyip durduğu kelimelere benzer. Biz ise, insan olduğu­muz için, konuştuğumuzu bilmemiz gerekir.

Canım yavrularım! Şahadet ederken, “Allah’tan başka bütün ilâhları reddedip, yalnız Allah’ı ilâh olarak kabul ediyorum” diyoruz. O halde ilk başta ilâhın ne manaya geldiğini bilmemiz ge­rekir ki; “Eşhedü en lâ ilâhe” derken, neleri reddet­tiğimizin bilincinde olalım. Allah (c.c.) buyuruyor ki: “Allah ile birlikte başka bir ilâh daha edinip tapma. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur.”

Canlarım, nasıl ki, bir öğrenci ders çalışmazsa sınıf geçemiyor, biz de çalışmazsak sırattan geçemeyiz. Bu dünyada daha nelerle imtihan olacağı­mızı bilemeyiz.

Allah (c.c.) yine bir âyet-i kerimede buyuruyor ki: “Elif, lâm, mîm. İnsanlar yalnızca inandık de­mekle bıra­kılı verileceklerini ve imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?”

Size gönderdiğim “Lâ” adlı kitabı okuyun, anlamaz­sanız bir daha okuyun. Umarım o zaman şahadet keli­mesinin anlamını kavrarsınız.

Canlarım! Satırlarımın sonunda sizlere nasihat ola­rak diyorum ki, “tâğut” ve “şirk”i iyi öğrenin. Asla tâğuta itaat etmeyin; çünkü Allah (c.c.) bütün ortaklar­dan münezzehtir. Zaten Allah (c.c.) asla kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz.

Allah’a emanet olun. Sizleri özlemle öper, her biri­nizin birer dava eri olmanızı yüce Rabbimden dilerim.

Anneniz Zöhre”

 - Abla, annem de aynı Sümeyye teyze gibi konuşu­yor. Baksana ne güzel yazmış. Öğrenmemizi istediği hangi tavuk ki?

- Çok hoşsun, tavuk değil, tâğut.

- Gerçekten, annem de bayağı bilgiliye benziyor, değil mi abla?

- Hıı, biz de bu hafta hangi konuyu araştıralım diyorduk? Tâğut ve şirk ne demektir? Bunu araştıralım. Yüksel ablaya haber göndereyim de. Ney­se şimdi bu mektubu saklayalım, babamın eline geçmesin.

Cemil Beyin yüzü hiç gülmüyordu; zaten gül­düğünü gören de yoktu ya. O günden sonra asık suratı, iyice asılmıştı. Çok da düşünceli bir hali vardı. O günden beri çocuklara hiç kızmamıştı.

O gün yine günlerden perşembe idi. Habibe soh­bete gidememişti, ama evde “tâğut” kelimesinin ne ma­naya geldiğini araştırıyordu. Akşam olunca herkes yattı. Cemil Beyin içinde bir huzursuzluk vardı. Yattı; fakat bir müddet uyuyamadı, kendisini huzursuz eden şeyi, ken­disi de bilmiyor­du. Cemil Beyin yolu, hiç tanımadığı bir yere düş­müştü. Giderken bir mağara gördü. Acaba içinde ne var? diye merak edip, içeriye daldı. Yolu ayırt edebilecek kadar hafif bir ışık vardı. Birden kula­ğının dibinde bir ses duydu:

- Ölümden kaçış yoook, ölümden kaçış nereyeee?

Cemil Bey, sesin geldiği tarafa döndü. Bu defa da aynı ses yan taraftan geldi, diğer tarafa döndü, bu defa arkadan aynı ses:

- Ölümden kaçış yoook, ölümden kaçış nereyeeee? diye seslendi.

Çıldıracak gibiydi, hangi tarafa dönse, öteki taraftan aynı ses geliyordu. Kulaklarını tıkayıp kaçmak isterken; uyandı. Derhâl ışığı yaktı. Kan ter içinde kalmıştı. Sanki programlanmış gibi,  Habibe’nin yazıp, astığı yazıyla karşı karşıya geldi:  “Muhakkak biz Allah’a aidiz ve O’na dönücüleriz”. Sigarasını yakıp oturdu, uyu­maya cesaret edemiyordu. Birden, yaptığı pislik­ler  gözünün önünden bir film şeridi gibi geçmeye başladı. “Zöhre’ye ve ondan önceki hanımına yap­tıkları. Mihirlerini nasıl gasp ettiği, haksız yere, sudan sebeplerle nasıl acımasızca dövdüğü. Hele Zöhre’nin: “Ne olur bey? Dinime karışma her şeye razıyım, katlanırım. Yavrularımız bize emânettir, bırak emâneti koruyalım” diye yalvarışı. Ana­sının yakasına “para” diye asılışları ve kırkı ge­çen zinaları. Ölümden kurtuluş olmadığına göre bunların hesabı? Hayır, hayır, düşünmek istemiyorum. Ama istersen şimdi düşünmez­sin, bu se­nin elinde. Ya ölüm, ölüm de senin elinde değil ya. Sen istesen de istemesen de öleceksin. Zöhre kadın, zinaya gittiğine şahit olmuştu; fakat kimi kime şikâyet edeyim? diye Allah’a havale etmişti. O kadını da karımı boşayıp, seni alacağım diye kandırmıştı. Hele mahkeme benim cebimdir, diye­rek parasına güvenip tuttuğu yalancı şahitlerle, çocukları anasız bıraktığını. Artık düşünmemeliyim,” deyip kalktı, yatağına uzandı. Bir müddet sonra uykuya daldı.

Okulların, kapanmasına bir hafta kalmıştı. Öğ­ret­meni sene boyunca Zeynep’i sınıfta bırakmak için ça­balamış; ama Allah (c.c.) ona bu fırsata ver­memişti. Günlerden perşembe idi, yine Sümeyye Hanımlara gi­deceklerdi. Üç haftadır Habibe sohbe­te katılamıyordu; çünkü babası hiç bir yere gitmi­yordu. Evde kitap okuyor, bilgisini geliştiriyordu. Zeynep gidecekti, öğlen sonrası okuldan geldi ve Şeyma’ların evinin yolunu tuttu.

Zeynep’i Şeyma karşılamıştı. Hoşbeşten son­ra Zey­nep’e:

- Zeynep, sana bir haberim var.

- Söyle, bakalım ne imiş?

- Babamın tayini çıktı sayılır, okullar kapanınca gi­deceğiz.

- Sahi mi? İşte buna çok üzüldüm. Neden böyle ça­buk çıktı.

- Çabuk mu? Kaç yıldır buradayız. Sizlerden ay­rıl­mak bize de zor geliyor ama ne yapalım? An­nem, bugün son sohbetini yapacak.

Zeynep çok üzülmüştü. Demek Sümeyye teyze son kez konuşacak. İçinden “Keşke ablam da burada ol­saydı” diye geçirdi. Sümeyye Hanım, Esselâmü Aleyküm” diyerek sohbetine başladı:

- Muhterem müslümanlar, bugün sizlerle son kez sohbet edeceğiz. Artık buradan hicret ediyoruz. Sizler­den öncelikle hakkınızı helâl etmenizi istir­ham ederim.

Bugün sizleri biraz gerilere götürmek istiyo­rum: “Kâlû Belâ”ya. Değerli müminler, bizler dün­yaya gel­meden önce ruhlarımız yaratılmıştı. Orada Al­lah (c.c.) ruhlara hitaben: “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” diye sual sordu. Ruhlarımız da cevap olarak dediler ki: “Evet, ya Rabbi sen bizim Rabb’imizsin.” Tekrar sordu: “Bana kulluk edecek mi­siniz?” Biz de “Evet, nerede bir emrin varsa tu­tup, nerede bir yasağın varsa kaçacağız” diye söz verdik. Bizleri imtihan etmek için dünya üzerine gönderdi. Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki: Allah (c.c.) der ki “Ben, kıyamet gününde üç kişinin has­mıyım: Al­lah’a verdiği sözde durmayıp cayanın, hür bir kimseyi satıp hakkını yiyenin ve bir işçi çalıştırıp hakkını verme­yenin.” (Buhari)

Bizler Allah’a söz vermiş, O’na iman etmiş in­sanla­rız. Tabiidir ki, imtihan olunabilmemiz için bazı zorluklar olması gerekir. Yoksa imtihanın, anlamı kalmayacağı gibi, iyi ile kötü, mümin ile münafık ayırt edilmezdi. İrâ­demiz serbesttir, iyiye kullanalım. Ahirette pişman ola­cağımız işler yap­mayalım. Sonunda dönüş; ancak Al­lah’adır. Karşımıza çıkacak zorluklar ne olursa olsun sab­retmesini bilmeliyiz. Zindanlara atılsak, sürülsek, öldü­rülsek yalnız ve yalnız Allah’a boyun eğmeliyiz. Al­lah (c.c.) Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah’ın hükmü ile hükmet­meyenler kâfirlerin ta kendileridir” buyuruyor. (Maide, 51)

Biz gidiyoruz diye sakın ola ki, hidâyete eren kar­deşlerimiz, hidâyetten delâlete düşmeyesiniz. Arkadaşlar arasında birinizi grup başkanı se­çip, İslâm için uğraşıla­rınıza devam edin. Allah (c.c.) yardımcınız olsun, Allah (c.c.) kendi dinine yardım edenlere yardım eder; bunu unutmayın. Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki: “Kişi sev­diği ile beraberdir.” Kur’ân-ı Kerim’de de şöyle buyurulur: “Ey iman eden­ler, Yahudi ve Hıristiyanları veliler (dostlar) edin­meyin. Onlar birbirlerinin velileridir. Sizden kim onları veli (dost) edinirse muhakkak onlardan­dır.” (Maide, 51)

Bizler müslüman olduğumuza göre, Allah ve Rasulü’nü dost edinip, Allah’ın çizdiği yolda, Rasulün sünnetiyle hareket etmeliyiz. Hepinizi Al­lah’tan hakkıyla korkmaya davet ediyorum. Yan­lış anlamayalım lütfen. Şimdi Allah’ın, Kur’ân’da buyurduğu hükümlere aldırış etmeyip, kafasına göre hareket eden bir insan, Allah’tan korktuğu­nu söyleyebilir mi? Hem faizle uğraşıp, hem kor­kuyorum diyen; hem dış örtüsünü giymeyip, hem korkuyorum diyen ki, örnekleri çoğaltabiliriz. Kı­sacası, Allah’ın emirlerini yerine getirmeyip, kor­kuyorum, diye­nin statüsünü, buyurun siz düşünün...

Allah’ı hakkıyla sevmek, fedakârlık etmek lâzım; tıpkı İbrahim (a.s.) gibi. Muhakkak ki, Allah (c.c.) yaptı­ğınız iyiliklerin (itaatlerin) karşılığını vere­cektir, karşılıksız bırakmayacaktır. En azı, on misliyle hem de.

Yapılan dua ile o günkü sohbet de sona erdi.

Zeynep, Yüksel ve arkadaşları çok üzgündüler; ama kararlıydılar, hiç kimsenin kınamasından çekinmeden, yılmadan, İslâm davası için mücadele vermeye.

Okullar açılmış, Zeynep beşinci sınıfa geçmişti. Bu yıl da dişini sıksa, ondan sonrasını artık okumayacaktı. Bu yıl Abdul­lah Bey de yoktu; ama  onun çabası sonucu Kahveci Muhsin’in kahvesi ismini değiştirerek “İslâm Kül­tür Çay Evi” adını almıştı. Zeynep, ilk hafta okula gitmedi; ikinci haftanın başında, okula başladı. Öğret­meni değişmemişti, ne olurdu sanki, Abdullah Beyin yerine kendi, öğretmeni gitseydi. Günler birbirini takip ederken, günlerden bir gün, Zeynep teneffüste ikindi namazını kılmış, tespihini çekerken, öğrencilerden birisi gelerek, öğretmenin kendisini çağırdığını söyledi. Dua­sını edip, Allah’tan yar­dım diledi ve öğretmenin yanına gitti.

- Beni çağırmışsınız, öğretmenim.

- Gel buraya, kızım burası cami değil.

- Biliyorum.

- O zaman, niye namaz kılıyorsun?

- Size zararım ne? Herkes, teneffüsten istediği gibi yararlanmıyor mu? Ben de oyun oynamıyo­rum, nama­zımı kılıyorum.

- Bak kızım, sen çok akıllı ve de çalışkan bir kızsın. Kafanı böyle gerici şeylerle doldurmazsan, kim bilir belki de filozof olursun.

- Öğretmenim, Kur’ân’ın hükümlerine gerici demek sizin zararınıza olur. Hem, filozoflar da bir gün ölmüyorlar mı?

- Sus, suuus!! Sen beni deli edeceksin. Seni, öğret­mene karşı gelmekten dolayı idareye vereceğim.

- Verin, haksız olduğunuzu Allah bilsin, yeterli be­nim için. Allah’ın idaresinde de kazanamazsınız ya.

Öğretmen çıldırıyordu, bacak kadar çocuk, kendi­sine lâf yetiştiriyordu. “Neden kızıyorum, madem inanmıyorum? Allah’ın idaresi deyince, neden rahatsız­lık duyuyorum? Amaaan, canları ce­henneme!” diye söylendi. Sanki bir ses: “Cehenneme mi? Hani sen ce­henneme de inanmıyordun?” Bu düşünceler içinde deli­recek gibiydi.

Bir saat sonra, Zeynep müdürün odasında idi. Mü­dür:

- Kızım, ne zaman vazgeçeceksin? Bu kaçıncı şikâ­yet?

Zeynep her defasında kendisini savunmuştu; ama ne fayda, kendisi öğrenciydi, davacı da öğret­meni...

- Bu son olsun. Bir daha karşıma çıkma! Çıkarsan da senin için iyi olmaz, dedi müdür.

Zeynep derse döndüğünde, öğretmenin gözleri, sanki zafer kazanmış gibi parlıyordu. Eve geldi­ğinde, olanları ablasına anlattı. Ablası:

- Dua et, babamı okula çağırmak akıllarına gelme­sin! Benim de, sana bir üzücü haberim var.

- Ne haberi?

- Yüksel ablayı, karakola çağırmışlar.

- Nee, hapse mi attılar?

- Hayır, sorgulamadan sonra bırakmışlar.

- Ne sormuşlar?

- Hangi örgüte bağlısınız?

- Yüksel abla ne demiş?

- Ahzab örgütünün, elli dokuzuncu sayısına.

- Ee, sonra ne sormuşlar?

- Kaç kişisiniz?

- Altı bin altı yüz altmış altı.

- Bu ne demektir?

- Kur’ân âyetlerinin sayısı.

- Ayy ne güzel, savcı anlamış mı?

- Bilmem, bir şey diyemedi, dedi Yüksel abla. Bir de, Yüksel ablanın kocası da dönüş yapmış.

- Ne güzel. Almanya’daki arkadaşım vardı ya, Mer­yem.

- Hıı, evet, ne olmuş?

- Mektup aldım. Okula örtülü gittiğini ve na­maz kı­lanlar için okulda yer ayrıldığını yazmış. Abla, Almanya müslüman mı?

- Yoo, orası da, Türkiye gibi lâik ülke.

- Evet, anladım. Yani, orası da lâik. Burada…

- Evet, öyle maalesef.

- Abla, Ayten: “Öğretmen din dersi vermiyor, matematik dersi anlatıyor. Herkes dinini evde öğrensin.” diyormuş.

- Boş ver, onun öğrettiği uydurma dine ihtiyaç­ları mı var? Zaten inansa, öğretmenin kendisi uy­gular.

-  Abla, fark ettin mi? Babam o günden sonra ba­yağı sessiz olmuş.

- İnşallah dualarımız kabul olur.

- İnşallah. Muhsin amcanın kahvesine gitse, iyi olur değil mi? İçki içen Namık amcanın kızı da, artık başını örtüyor. Babası da “açtığını görme­yeyim”, demiş.

Habibe söylendi:                                     

- Büyüklerin bir hatası da, “açık görmeyeyim” de­yip,  tehdit edeceklerine;  Allah’ın büyüklüğünü, O’nun emirleri ve yasakları olduğunu, O’na itaat etmemiz ge­rekti­ğini anlatsalar, çocuk da babadan değil, Allah’tan korkarak kapatır başını.

- Ama, ne diyor biliyor musun? “Babam, her ge­ce bize bir saat kitap okuyor ve anneme anlattırı­yor. Bana da, dinle kızım, elbet bir gün anlarsın diyor.” diye an­lattı.

- Ahh ne kadar da güzel, değil mi?

- Tabii abla, keşke bizim evde de babam oku­sa.                                                               

- Zeynep, o kartonlar sana lâzım mıydı? Ben, bugün okuduğum kitaptan, bir iki güzel söz yaz­dım, onları  duvara asacağım.

- Yoo, olsun ben yine alırım. Neler yazdın? Ya ba­bam kızarsa?

- Neler yazdığımı asınca görürsün. Zaten, ba­bam bir kere de olsun, okusun diye asacağım. Za­ten her şeye kızıyor, bir kere de buna kızsın.

Cemil Bey, içten savaş veriyordu. Kızlarının na­maz kılmaları bile onun için bir işkenceydi. Onla­rın hareket­leri, hep Allah’ı hatırlattığından, en ufak bir şeye bile kızıp, bağırıyor, sövüp sayıyor­du. Zavallı bilmiyordu ki; ne kadar kaçarsa kaçsın, Azrail’den (a.s.) nereye kaça­caktı ve  mutlak sondan nasıl kurtulacaktı?

Rab olarak Allah’ı tanımayan, O’na teslim ol­ma­yan, ölürken mutlaka Azrâil’e teslim olacaktı ve ahirette de zerre kadar iyiliğin, zerre kadar da kötülüğün karşılığı alınacaktı.

O gün yine hafta sonuydu. Münafıklar, Kahveci Muhsin’i tekrar şikayet etmişler; Kahveci Muh­sin’in evi ve kahvesi didik didik aranmıştı. Ayyaş Namık’ın sözü yüzündeydi:

- Yahu, biz zina ederken, insanlar, gözleriyle gör­dükleri­ hâlde kılları kıpırdamazdı; burada, daha yeni yeni insan olmaya çalışıyoruz, millet utanmadan bir de müslümanım diyor. Üstelik bunların içerisinde na­maz kılan da var; ama ne fark eder. Hz Peygamber(s.a.v.) za­manında da, Abdullah b. Ubey de namaz kılıyor­du(?)

Dönüş yapanlar bu konu üzerinde konuşurlar­ken, o sırada Cemil’in dükkanında:

- Nasılsın Cemil? Yüzünü göremez olduk artık.

- Biraz işlerim vardı da.

- Bu akşam boşum, istersen bütün gecemi sa­na ayı­rabilirim.

- Doktora niye gittin?

- Kürtaj oldum. Asabım da bozuk ya, sorma.

- Asabın neden bozuldu?

- Gericinin biri, kalkmış bana vaaz veriyor.

- Ne diyordu ki?

- Allah kitabında “Allah’ın verdiği cana, haksız yere kıymayın” bir de “Açlık korkusundan evlat­larınızı öl­dürmeyin; çünkü rızkı veren benim” diyormuş. Bir kere, kürtaj kötü bir şey olsa, dev­letimizde serbest olur mu? dedim.

Füsun bunları konuşurken Cemil Beyin gözü, önünde duran gazeteye takıldı. Gazete de başlık olarak şunlar yazılıydı: “Vergi Rekortmeni Genelev Patroniçesi”

- Doğru demiş miyim?

- Neyi?

- Sen beni dinlemiyor musun?

- Son lâfını bir daha söyle, bakayım.

- O yobaza dedim ki, kürtaj kötü olsaydı, devletimiz onu yasak ederdi.

- Bunu duymuştum da, gözüm gazeteye takıldı. İyi dememişsin.

- Neden?

- Cahil olduğunu ispatlamışsın.

- Hoppala, bu da nereden çıktı şimdi?

- Bak, gazetede ne yazıyor. Vergi rekortmeni, ge­nelev patroniçesiymiş.

- Ne var bunda?

- Genelev iyi bir şey mi?

Bu arada Zeynep, bakkaldan içeri girdi. Kadın ko­nuşmasına devam ediyordu.

-  Canım, biz de müslümanız. Sanki biz inanmıyor   muyuz? Elhamdülillah, ben de müslümanım. Rama­zanda namazımı kılar, orucumu tutarım. Hem okunan hatime de en çok parayı ben veririm.

Zeynep içinden, “Allah’ım şu kadının hâline bak. Bir de Sen’den korkmadan, Sen’den utan­madan müslümanım diyor. Dışarı çıkarken, teset­türünü alma­dığı gibi, altı bin altı yüz altmış altı âyetin; sadece, rama­zanda namaz kılıp, oruç tut­mak ve hatime para vermek için geldiğini zanne­diyor. Oysa, ablam Kur’an-ı Ke­rim’de “Allah’ın in­dirdiği kitaptan bir şey gizleyip, onu az bir değe­re değişenler var ya, işte onlar karınlarına ateş­ten başka bir şey doldurmuyorlar”  diye oku­muştu.

Zavallı, diye içinden  geçirirken, Cemil Bey sesinin sert tonuyla:

- Ne istiyorsun kız? diye Zeynep’e sordu.

- Ablam, akşam için yemeklik istedi. Babam ne istiyorsa, al gel, dedi. Bu arada Füsun konuş­masına devam etti:

- Böyle yobazları verseler, bir kaşık suda bo­ğarım. Benim kalbime bak dedim. Hiç olmazsa be­nim kalbim temiz.

Zeynep dayanamayarak:

- İsminizi bilmiyorum; fakat  Ebu Cehil sizden bile merhametli idi, hiç olmazsa müslümanım demiyordu. Lâ ilâhe illallah’ın manasını biliyor, sizin gibi papağan misali söylemiyordu. Kalbiniz temiz­miş, hangi deterjanla yıkadınız, sorabilir miyim? Hem...

- Keeees, keees!  O.... anan gibi oldun çıktın! Kim öğretti bunları size? Şimdi defol, akşama so­rarım, senin hesabını!

- Sor baba! Akşama sen bana hesap soracak­sın, ahirette de Allah herkese hesap soracak.

Cemil, eline aldığı iki yüz elli gramı Zeynep’e fır­lattı. Zeynep yana kaçarken, omzuna değmişti. Çarşının içi olmasa, Cemil onu komalık ederdi.

- Defoool, defol gözüm görmesin seni!

Zeynep, omzunu tuta tuta, evin yolunu tuttu.

Füsun:

- Amma da, çok bilmiş bir kızın var. Nerden öğren­miş bunları?

- Seni de kırmayayım, ne lâzımsa al git. Hepsi­nin canı cehenneme. Akşam on otuzda gelirim, ta­mam mı?

- Tamam canım, tülden pembe bir gecelik al­dım. Sırf sana karşı giyeceğim, bekliyorum, deyip çıktı.

Zeynep eve varmıştı. Kolunu açtılar, omzu simsi­yah olmuş, kolunu oynatamıyordu. Bir yanda da hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Habibe de çok üzülmüş, belli etme­meye çalışarak:

-  Sen, hak söz karşısında dayak yedin; acısa bile Allah (c.c.) mükâfatını verecektir. Aferin sana, anlatılan­lar iyi kalmış aklında, güzel cevap ver­mişsin. Zaten her müslüman dinini savunmasını bilmeli, diye teselli et­meye çalışırken, Musta­fa’nın rengi uçmuş, bembeyaz olmuş; telaşlı bir şekilde içeri girmişti. Habibe korktu.

- Ne oldu? Mustafa, neyin var?

- Şey, hiiç, hiçbir şey. Sana ne?

- Bak güzelim, geçen gün, “Babamı sevmiyorum” dedin. Sen de, aksi bir insan olursan, kimse de seni sevmez. Allah da kötüleri sevmediği gibi, öbür dünyada cezalandıracak. Şimdi bırak aksiliği de anlat bakalım, ne oldu?

- Şeey, babam beni döve­cek.

- Neden? Ne yaptın ki?

- Sapan taşı ile oynarken, Metin’in kafasına değdi, kan aktı. O da gelip babama söyledi.

- Ah Mustafa bu kaçıncı? Hele geçen gün, komşu­nun kızına yaptığın terbiyesizlik de, baba­mın kulağına gitseydi, iyi olurdu.

- Abla, babasına çekmiş. Küçük kalkar büyüğe ba­kar.

- Evde, İslâmî terbiye yok ki. Bak, Mustafa bir daha yaramaz olursa, bu defa seni ben cezalandıracağım.

O gün, Füsun akşamın olmasını dört gözle bek­ler­ken; çocuklar akşamın olmasını hiç istemiyor­lardı. Habibe akşam için, çorba filan hazırlarken, “İnşallah” bir bahane bulmaz diye söylendi. Akşam oldu, kapı vu­rulunca, çocukların yürekleri ağızla­rına geldi. Habibe çaresiz:

- Kim oo? diye seslendi.

Gelen babalarıydı. Habibe kapıyı açtı, babası içeri girdi. Mustafa yatağa yatmış, uyumadığı hâl­de, kendisini uyuyor göstermeye gayret ediyordu. Zeynep ise, bir köşede oturmuş, kolunu oynatamıyordu. Cemil Bey Zeynep’in kolunu oynatamadığını fark etti. Nedense azıcık acıma hissetti. Tabi, dışa hiçbir şey çaktırmıyordu. O şimdi, çocuklarının yatmasından başka, hiçbir şey düşünmek bile istemiyordu. Birden gözü, duvardaki yazılara ilişti:

“Elini ateşe tut, dayanabildiğin kadar günah işle!” (Hz. Ömer)

“Üç günlük dünya hayatı için, ahiret hayatını dü­şünmeyenin aklından şüphe ederim.” (Hz. Ali)

“Namaz kıl, namaz! Yoksa seni hiç kimse kur­taramaz.”

- Kim astı bunları? diye bağırıp, birden yerinden fırladı. Duvar­dan aldığı yazıları, buruşturup yere fırlatı­yor, bir yandan da bağırıyordu.

- Kendi başınıza iş ha!  Bundan böyle namaz kılma­yacaksınız. Bir daha bu evde kitap görmeye­yim. Hoca oldunuz be, o...... doğurdukları! Demek beni kimse kurtaramaz, öyle mi? Şimdi gösteririm ben size! Zey­nep’le Habibe bayağı korkmuşlardı. Habibe, Zeynep’e ses çıkarmaması için, işaret yap­tı. Babalarının gözü dönmüştü; günahlarını hatır­latan her şeyi yok etmek istiyordu. Bir düşünse, düşünebilseydi zavallı.

Duvarda, yırtacak yazı kalmamıştı, arkasına döndü ve kapının üstünde “Hüküm ancak Allah’ın­dır” yazısını gördü. Onu yırtamadı. Bir anda ce­sareti kaybolmuştu. Habibe’ye yetişip, onu pataklama­ya başladı. Bir yandan da:

- Siz, beni deli edeceksiniz! Al sana, al sana! O.... doğurduğu seni! Vuruyor, vuruyordu. Zey­nep öyle sessiz ağlıyordu ki, gözyaşları bir yeri­ne beş dökü­lüyordu. Habibe’nin saçları darmadağın olmuştu.  Daha fazla dayanamayarak:

- Yeter, baba yeter! Allah’tan kork, hiç ölmeyeceğini mi sanıyorsun? Bırak şu şeytanı dön Allah’a. Bize de yazık sana da.

- Suuuus, kahpe sus! Vaaz verme, geberteceğim seni. Habibe sendeledi ve yere düştü. Zeynep canhıraş bir feryatla: “Ablaaaa!”diye bağırıp, ablasının üzerine kendini attı. Kolunun acısını unutmuştu. Cemil Beyde, başını iki eli arasına alıp, divana çöktü. Ve hayret, ger­çektende hayret... Zeynep ve Habibe gözlerine inanamıyorlardı; çünkü Cemil Zorlu ağlıyordu. Habibe yediği dayağı unutmuş, içinden: “Belki bir başlangıç olabilir, Allah’ım yardım” deyip duruyordu. Bir anda ne yapacağını şaşıran Habibe doğruldu. Her tarafı ağrıyordu, yatsıyı daha kılmamışlardı. “Babam yattıktan sonra kılarız” diye düşündü ve mutfağa geçip, hazırlamış olduğu yemek tepsisini alıp, salona girdiğinde, babası zoraki:

- Götür, istemiyorum, yemeyeceğim, diyebildi.

Şeytan boş durmuyordu: “Saat onda Füsun’un söylediklerini unutma! Pembe gecelikle seni bekliyor, hadi kalk yürü.” Öte yandan, rüyası geldi aklına. Yazılar da şerit gibi geçiyordu gözlerinin önünden. “Elini ateşe tut, dayanabileceğin kadar günah işle!” “Ateşe dayanmak, yoo, mümkün değil. Boş ver şimdi bunları, hayır, kalkıp gitmeliyim.” Birden kalktı:

- Kapıyı kilitleyin ve yatın. Kimseye de açmayın, benim işim var. Bu gece gelmeyeceğim, deyip, gitti.

Ne Habibe ne de Zeynep, hiçbir şey konuşmadılar. Yüz yüze baktıklarında; sanki aynı şeyi düşünüyor­lardı ve gözlerinden süzülen yaşlar, aynı acıyı his­settiklerinin belirtisiydi. Biraz öylece kaldıktan sonra Habibe:

- Kalk gülüm, yatsıyı kılıp yatalım. Allah (c.c.) bü­yüktür, ümitsizlik mümine yakışmaz. Allah (c.c.) merhametlidir, sabrımızı deniyor olabilir. Bir gün dualarımıza icabet eder, inşallah.

Kalktılar, namazlarını zoraki, eğilip kalkmayla kıl­dılar, ibadetten duydukları hazdan dolayı, adetâ acılarını duymuyordular. Yattılar. Habibe, Mustafa’yla aynı odada yattıklarından dolayı, Zeynep’e de kendine de uzun gecelik, altından da uzun pijamalar dikmişti, bun­ları giyinip yatıyorlardı. Ha­bibe düşünüyordu, Mustafa odada yalnız yatmadı­ğı gibi, babasının yanında da yatmıyordu. Pey­gamberimiz (s.a.v.) buyurmuştu: “Ço­cuklar dokuz yaşına geldiklerinde odalarını ayırın.” Mutlaka bir yolunu bulmalıyım. Peygamberimiz (s.a.v.) be­nim önderimse, O’nun tavsiyelerine uyma mecbu­riyetim var, diyordu.

Cemil Beyi de adımları sürüklüyor, içinde bir istek­sizlikle hem gidiyor, hem gitmek istemiyordu. İstemeye istemeye, eli kapıyı çaldı. İçerdeki ses:

- Kim oo?

- Benim Cemil, açar mısın?

İçerdeki ses kendi kendine söylendi: “Allah, Al­lah bu saatte bu adamın burada işi ne? Hayırdır inşallah” kapıyı açtı.

- Vay, Aleykümselâm. Cemil abi buyur, hayır­dır in­şallah?

- Rahatsız ettim, öylesine bir uğradım. İşte, şey. Neyse neyse ben gideyim.

Şeytan zorluyordu: “Dön geri, Füsun pembe ge­ce­likle seni bekliyor. Hadi dön, boş ver, gününü gün et.” Hemen aklına ölüm geldi; ama öleceksin. Her şeyin ama her şeyin hesabı var. Kafana göre yaşayamazsın. Sen kulsun ve senin hayatını Al­lah düzenler. Bocalayıp dururken, Namık sordu:

- Cemil abi, iyi misin? Bir şey mi oldu?

- Bilmiyorum, ben, ben, seni sorup gidecektim. Hem başka yere de uğramam lâzım.

Namık, dönüş yaptıktan sonra adını Bilâl ola­rak değiştirmişti. Hemen anladı; dönüşünden önce ne do­laplar çevirmişlerdi. Cemil’in yalancı şahit­lik teklifinden sonra samimiyetleri bozulmuştu. Namık:

-  Her şeyi yaparım amma, yalancı şahitlikte yokum. Arkadaş, ben bu işte yokum, demişti. Ce­mil’e dönerek:                                                

- Yooo, olmaz. Hiç olur mu? Geç bir çayımızı iç. Arkadaşlar da çay içmek için gelmişlerdi.      

- Yok yok, en iyisi ben gideyim. Bu saatte ra­hatsız ettim, saçmalıyorum, hadi hoşça kal.

Bilâl’ın bırakmaya hiç niyeti yoktu.

- Yok, Cemil abi olmaz. Seni bırakmam, hele bir geç içeri.

Zoraki olarak Cemil’i içeriye aldı. İçeride, meşhur Kabadayı Neco, Ömer Faruk, Kurnaz Ali, Kahveci Muh­sin oturmuş, çay içip, sohbet ediyorlardı. İçe­ride hoş geldin, hal hatır sorarlarken odanın kapı­sı, tık tık tık vu­ruldu. Cemil şaşırmıştı, tabii şimdi­ye kadar, İslâm’ı ya­şayan kaç eve gitmişti ki? Kapıyı, önceki Nâmık şimdiki Bilâl açtı. Elinde çay bardaklarıyla döndü. Cemil’in şa­şırdığını anlamıştı, anlamamış gibi  davranarak:

-  İşte böyle dostum. İslâm bize arkadaşlara hizmet etmeyi de öğretti.

Cemil, kendini savunma ihtiyacı duydu:

-  Şeyy, benim canım sıkıldı da, bakayım Nâ­mık ne yapıyor dedim. Herhâlde sohbetinize engel oldum:

Kurnaz Ali:

-  Oo, sen de amma yaptın be Cemil abi. Biz, bu­rada çay içip konuşuyoruz, daha iyi bir insan nasıl olur? diye. Milletin dedikodusuna bakma, elin adamı zina eder, kimse gık demez, biz şurda bir çay içip, âyetten konuştuk mu basarlar yay­garayı. Müslüman kılıklı mü­nafıklar.

Cemil bo­zulmuştu; ama Kurnaz Ali’nin haberi yoktu, o kumarbazlığıyla meşhurdu. Ama Bilâl, durumu dü­zeltmeye çalışıyordu; çünkü aynı şeyleri kendi de yaşamıştı.

- Evet ne diyorduk? Boş verelim, kâfirler istemese de, Allah (c.c.) nurunu tamamlayacaktır. Biz, ne anlatıyor­duk?

Aslında sohbetleri bitmişti. Yavaş yavaş kal­kacak­lardı ki, Cemil geldi. Bilâl durumu idare edin, konuyu baştan alın, diye işaret etmiş, onlar da konuyu baştan almışlardı ve artık biliyorlardı ki; bir kişinin hidâyetine sebep olmak, dünya ve içindekilerin, onların olmasın­dan daha hayırlıdır.

Ali devamla:

- Haa Fatiha’yı tefsir ediyorduk. Ben “Tefhimu’l-Kur’an”dan baktım, doğrusu Mevdûdi güzel açık­lamış, benim gibi cahil anladığına göre.

Ömer Faruk:

- Allah (c.c.) anlamayacağımız kitabı bize niye gön­dersin ki? Ben de “İbn Kesir”den bakmıştım.

Ali söz aldı:

- Biz, Fatiha’yı okurken, dördüncü ayette diyo­ruz ki, “Biz yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz” o hâlde, kulluk nedir? Bil­mek zorundayız.

Kahveci Muhsin:

- Arkadaşlar, “Kulluk”:  a) Tapma. b) Bo­yun eğme ve itaat etme. c) Hükmü altına girme ve kulluk yapma.  Boyun eğme ve itaat etme diyoruz. Düşünecek olursak; biz nefsimize mi, başkalarına mı, baş­ka başka mercilere mi, yoksa Allah’a mı? Neye boyun eğiyoruz? Kimin emirleri hayatımıza ha­kim, kimin kânunlarıyla, hükme­diliyoruz? Neye, kime boyun eğiyorsak, kime itaat edi­yorsak O’na ibadet etmiş oluruz. Dikkat ederim, Allah (c.c.) kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz.

Birinci şıkka bakıyoruz: Tapma ve bağlılık. O hâlde biz Allah’a bağlı mıyız? Yaptığımız işleri, yapacağımız zaman, Allah’ın istediği gibi yapa­rak, O’na bağlılığımızı gösteriyor muyuz? Şayet biz, Allah’ın koyduğu sınır içe­risinde, hareket et­miyorsak, gelin, kendi kendimize so­ralım, biz Al­lah’tan hakkıyla korkuyor muyuz? Sonra arka­daşlar, Kâfirun sûresi, altıncı ayette “Sizin dininiz size, benim dinim bana” buyurulmaktadır. O hâlde din ne demektir? Din kelimesinin geldiği mânâ­lardan bir tanesi de; yol, nizam demektir. Buna örnek verecek olursak, diyelim ki; Bursa’ya gide­ceksiniz; fakat İstanbul yolu üzerindesiniz. Birisi yaklaşıyor:

- Kardeşim, Bursa’ya gittiğinizi söylüyorsu­nuz; ama siz İstanbul yolu üzerindesiniz, dese.

Siz cevaben:

- İstanbul yolu üzerinde olduğuma bakma­yın, aslında ben Bursa yolundayım, Bursa’ya gidiyo­rum der misiniz? Demeseniz bile, son durağa var­dığınızda, yanıldığınızı anlayacak, tekrar Bursa arabasına binmek­ten başka çareniz kalmayacaktır. Şimdi din, yol nizam demektir. Yaşantınıza bakarak, birisi gelip:

- Kardeşim, hangi dindensin? diye sorsa. İslâm diye cevap verdiğinizde, size:

- Kardeşim, ama sen, İslâm yolunda değilsin, diye uyarıda bulunsa, siz:

- Benim bu yolda olduğuma bakma, aslında ben İslâm yolundayım mı diyeceksiniz? İslâm yo­lundayım demek çok kolay, amma ve lâkin, bu yo­lun son dura­ğından dönüş de yok. Kısacası, İslam yolundayız diyorsak, İslâm’ın koyduğu kurallara, İslâm’ın nizamına yani İslâm’ın yoluna gitmemiz lâzım.

Sohbet bu şekilde sürüp giderken, Cemil de ter dö­küyordu içinden: “Niye geldin ki? Bak, hep sana taş atıyorlar. Füsun da seni bekliyordu üstelik. Sana iyi oldu Cemil, sen buraya gelirsen, onlar da seni böyle taşlar­lar.” Ardından Muhsin’in anlattıkları, biz Allah’tan hak­kıyla korkuyor muyuz? “Evet, Cemil sen, sen Allah’tan korktuğunu söyle­yebilir misin? Korkuyorsan, Allah’a itaatin hani?”

Öyle dalmıştı ki Bilâl’in kendisine seslen­diğini duymamıştı.

- Cemil abi, daldın gittin, çayını tazeleyeyim mi?

- Ne, şey, bana mı diyorsun? Yoo yo ben içme­ye­ceğim.

Bu arada Ali:

- Ooo, saat on ikiyi geçmiş.

Muhsin, Cemil’in etkilendiğini görünce:

- Arkadaşlar, bir daha böyle gece bulamayız. İster­seniz sohbete devam edelim, ne dersiniz?

Bilâl’in de sohbeti bitirmek hiç işine gelmiyor­du, ar­kadaşlarının yüzlerine baktı, hepsi de soh­betin deva­mından yanaydı. Cemil’i de bırakmadılar ve sohbete devam ettiler.

Ahiret bilincine yönelik konuşmaya başladılar.

Muhsin:

- Bu hayat bir yol ve bu yolun bitişi; sonun başlan­gıcı. Bu yolun sonu kabir. Ve mutlak gerçek. Hazırlıklı olmak gerek, dedi ve sustu. Kabri hatırlamak Muhsin’i duygulandırmıştı.

Bilal, Muhsin’e bakıp gıpta etti. hissetmeyen kalp ölü idi. Ölü kalpler duygulanamazdı.

Bilâl konuştu:

- Ne de güzel ifade ettin be ağabey, yolun sonu ka­bir. Ve sonun başlangıcı. İçeri koyduklarında iki görevli melek geliyor söyle bakalım diyorlar:

“Rabbin kim?” Dünyadaki inancın, yaşantın doğ­rultusunda cevap veriyorsun. Öyle aklına geleni konuşamıyorsun.  Ve yine soruyorlar: “Nebin kim?” tanıdın mı o kutlu elçiyi? Neden, niçin gönderildiğini okudun mu? O’nu rehber, baş öğretmen belledin mi? Ötüyor dilin bülbül gibi.

Bu sorgulamadan sonra, ya rahatlık başlıyor ya da azap. Hikaye değil be abi, mutlak gerçek bunlar. İna­nanlar hazırlıklı olmalılar.  Ve daha sonra!

Yeniden diriliyorsun; etli, kanlı, canlı olarak aklın başında; fakat aklı şaşırtan olaylar karşısında aklın şaşı­yor. Yine görevli melekler iş başında. Bu defa diploma töreni var. Dünya imtihan salonunda derslerine iyi çalı­şanlar bu sahayı iyi değerlendirenler diplomalarını sağ­dan, Kur’an’ı baz, sünneti hayatın vazgeçilmez ölçüsü olarak anlamayanlar ise soldan alıyorlar diplomalarını.

Hani Allah (c.c.) buyuruyor ya:

“Kıyamet kopacağı gün. (İşte) o gün o batıla sa­panlar hüsrana uğrayacaktır. (Rasulüm) sen her ümmeti toplanmış olarak görürsün. Her ümmet amel defterini almaya çağrılır. “Bugün (dünyada) yapmış olduklarını­zın karşılığı verilecektir.” denir.

Bu, bizim kitabımızdır ki bize gerçeği söyler; çünkü ne yapıyor idiyseniz (meleklere) biz yazdırıyorduk”

Kahveci Muhsin sordu:

- Bu ayetler hangi suredendi?

- Casiye suresi, dedi Bilal ve devam etti:

- Sağdan aldıysan kurtuldun; ama ya soldan aldıy­san? Ne buyuruluyor: “Keşke kitabım bana verilme­seydi” denecek. Ama heyhat ki iş işten geçmiştir ve ora­daki pişmanlık fayda vermeyecektir.

Sonra sırat kuruluyor. Azizim, geçmem diyemiyorsun, diplomandaki derecene göre geçiyorsun. Ya kolay ya da zor.

Ya terliyorsun harıl harıl, ya geçiyorsun serin serin. Sonra teraziler kuruluyor. Allah buyuruyor: “Kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık hiç kimse, hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmaz. Yapılan iş, bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu getiririz.”

Diploman soldan ise, sol kefe ağır basıyor sağdan ise, sağ taraf.

Sonra sonucu görüyorsun. Sol taraf ağır basmışsa: Allah, Zümer sûresinde şöyle buyuruyor:

“Bölük bölük cehenneme sürülürler. Oraya geldikle­rinde, onun kapıları açılır ve bekçileri onlara: “İçinizden Rabb’inizin ayetlerini size okuyan ve bugünü hatırlatan peygamberler gelmedi mi” diyecekler size. Onlar da: Evet ama….

Sustu, Bilal ağlıyordu. İçten gelen bir istemle yal­vardı:

- Allah’ım, o gün bizi mahcup etme.

- Amin, dedi arkadaşlar. Bilal yutkundu ve devam etti.

- Sağdan alanlar ise zümre zümre cennete sürüle­cekler. Yine Zümer suresinde Allah (c.c.) şöyle buyuru­yor:

“Rabb’lerine saygı duyup, emirlerine uygun yaşa­yanlar ise, bölük bölük cennete sevk edilecekler. Oraya varıp da kapıları açılınca, bekçileri onlara: “Size selâm olsun tertemizsiniz. Artık ebedi olarak buraya girin” di­yecekler.

Eh, be kardeşim bunlar hikaye değil ki. Hakikâtin kendisi. Biz, iki dünyalı insanlarız. Burası ötekini mamur etmemiz için bir vesile. Akıllı olmak lâzım, akıllı. Zirâ ömür geçiyor.

Daha sonra Bilâl, yerleri hazırlattı, yattılar. Tehecccüt vaktinde kalktılar. Cemil de onlarla bir­likte namaz kıldı, içinden, “Keşke şimdi yalnız ol­saydım, yal­nız olsaydım da, bir güzel ağlasaydım.” Ellerini kaldırıp dua etti ve kendi kendine sordu: “Ey Cemil, sen hangi yüzle geldin, Allah’tan bir şeyler istemeye? Utanmıyor musun? Öleceğini şimdiye kadar, neden hesaba katma­dın? Al­lah’tan af istemeye yüzün var mı? Ama akşam arkadaşları ne demişlerdi, yeter ki tevbe et, Allah (c.c.) bağışlaması bol olandır. Tevbe et, bir daha yapma, or­tak koşmadıkça Allah (c.c.) her günahı affeder.”

Dua ettikçe içinden bir şeylerin eridiğini hisse­di­yordu, içinden: “İşte Cemil, tam fırsat, sen hiç öl­meye­cek misin? Allah’a hesap vereceksin. Madem müslümansın, o hâlde Allah’a dönmezsen, Müslü-manlığın Allah katında geçerli olur mu? Karar vermişti artık; İslâm olmaya ve insan gibi yaşamaya. Ar­kadaşları akşam ne demişlerdi? Hayvanlar, her önüne gelenle ilişki kurarlar. Peki Cemil sen hav­yan mısın ki....? Yoo artık insan olacağım, Rab olarak Sen’i tanıyacağım, yeter ki Sen, beni affet Allah’ım. Yardımını esirgeme. Sen, bana yar­dım etmezsen hâlim nice olur, lütfen Allah’ım.”

Sabah namazını da beraber kıldılar, sonra otu­rup biraz daha sohbet ettiler. Bilâl’in hanımı, kahvaltı hazır­ladı, kapıyı vurup tepsiyi verdi. Ce­mil daha önce de bu eve gelmişti. O zaman, sofra­larını kadın hazırlıyordu ve Cemil birden, o za­man ki düşüncelerinden utandı. Üste­lik de, kadına “Bacım” diye hitap ediyordu. Bir de şim­diye bak, ne kadar güzel, ne kadın var ortalıkta, ne de kötü düşünce.

Bu arada arkadaşları, hep daha iyi bir insan olma yolunda, sohbetlerini devam ettiriyorlardı.

Ali:

- Arkadaşlar böyle olmaz, bu gece Cemil abinin ha­tırı için kaldık; henüz evimiz, bu durumlara alışkın merak etmezler. Ama biz, İslâm olduk, evdekilere bir daha böyle haksızlık etmeyelim. Üstelik, hiçbir şeyin emniyeti yokken.

Ömer Faruk:

- Gerçekten öyle, kadınların ve çocukların hakkını gözetmek gerekir. Onlar, insanoğluna emânet olarak verilmiştir.

Cemil birden, Zöhre’nin yalvarışlarını hatırla­dı. “Efendi,” diyordu. “Bırak emânetleri koruyalım.” lok­ması boğasında düğümlendi. Kahveci Muh­sin’in konuşmasıyla, düşünceye dalmaktan çabuk kurtuldu.

Muhsin:

- Allah (c.c.) ne buyuruyordu: “De ki, eğer babala­rınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabile­niz, elinize geçirdiğiniz mallar, fesada uğramasın­dan korktuğunuz bir ticaret malı ve hoşunuza giden meskenler; size Allah’tan, Pey­gamberinden ve O’nun yolundaki cihattan daha sevimli ise, Al­lah’ın emri (azabı) gelinceye kadar bekleye du­run” (Tevbe, 34)

Ali:

- Ben, dedim ki, onların hakkını da gözetip, İslâm yolundan da geri kalmayalım. Yoksa, o ca­hillik öldü kardeş. Evvelallah, Allah yolundan hiçbir şey, bizi alıkoyamaz.

- Bana müsaade, ben kalkayım. Çok sağ olun. Ş      ey doğrusu, ben, evet ben nefsimin gururunu yenebil­sem, ellerinizi öperim. Bir çok şeyi görmeme sebep ol­dunuz.

- Müsaade senin Cemil abi, her zaman bekleriz. Bı­rakalım, şu nefsanî işleri, bizi Yaratan’a nan­körlük et­meyelim, yine zararını biz çekeriz. Hem madem ki müslümanız, ne biliyoruz Müslümanlık hakkında?

- Haklısın Namık, şey, yani Bilâl haklısın. Ba­na da dua edin, hadi eyvallah.

- Hadi, güle güle, görüşmek üzere.

Cemil ayrıldı, sanki yeniden doğmuştu. Biraz er­ken olmasına rağmen, gidip bakkalını açtı, oturdu. Bilâl’den aldığı kitabı okumaya başladı. Okuduk­ça, ruhunun ha­fifleyip rahatladığını ve rahatla­dıkça da kendini kuş gibi hafif hissetmeye başla­dı. Arada bir gelen, müşterilerle ilgileniyor, yine kitabın başına oturuyordu.

Elindeki kitapçığı bitirdi. Başladı düşünmeye: “Ne güzeldi İslâm’ın istediği gibi insan olmak. Şu kabadayı Neco’ya bak, nasıl da düzelmiş. Ya Na­mık, Allah’a iman etmenin verdiği zevk ile ne iyi birer insan olmuşlar.” Ve mırıldandı “Allah’ım güçsüzüm ne olur bana da yardım et, bu şekilde ölmek istemiyorum.” Bu arada Mustafa içeri gir­di. Kahvaltı için ekmek alacaktı, çekingen bir ta­vırla:

- Baba, ekmek almaya geldim.

- Gel, oğlum gel. Dünkü suçunu  affettim. Ama söz ver, bir daha yaramazlık yap­mayıp, herkesle iyi geçine­ceğine.

Mustafa şaşırmıştı; babası çok tatlı ve oğlum, diye konuşuyordu. Cemil Bey anladı, oğlunun çok şaşırdı­ğını.

- Al oğlum, ekmeği de git. Okula geç kalmayasınız. Daha çok şaşıracaksınız; çünkü baban insan olmaya karar verdi. Allah’ın istediği gibi İslâm eri olmaya, gerçi çok geç de kaldı ya, zararın nere­sinden dönülse kârdır.

Mustafa ekmeği aldı, koşarak evin yolunu tut­tu. Olup biteni evde anlattı, kızlar çok şaşırdılar, inanamıyorlardı. Habibe ve Zeynep sarılıp, ağla­maya başladılar. Kızlar yaşadıkları zaman süreci içinde ilk kez sevinçten ağlıyorlardı. Habibe, şükür secdesi yaptı, Al­lah’a hamd etti. Şimdi ikisinin de derdi, bir an önce babalarını görmekti. Ne olmuş­tu acaba? Akşam babaları o kadına gitmişti. O sırada, bakkalda Füsun kadın biti­vermişti.

- Ne oldu? Cemil’im, seni çok merak ettim. Şü­kür sağsın ya, gerisi önemli değil. Meraktan çatla­dım.

- Ne fark eder? Şimdi sağım, bir gün nasılsa ölece­ğim.

- Aman, Allah korusun, inşallah çok yaşar­sın.

- İnşallah çok yaşarsın, Allah korusun. Niçin inşallah diyorsun? İnşallah ne demektir? Çok yaşarsın da, ha­rama devam ederiz, öyle mi? Ya­ni, Allah’ın izniyle çok yaşa da, harama devam edelim. Hem herkes eninde sonunda ölmüyor mu? Bu gerçek değil mi?

- Cemil, sen ne biçim konuşuyorsun? İçmedin değil mi? Sen, yalnız bizde içerdin, keyiflenmek için.

- Tabii içtim. Hem de, öyle bir içtim ki.

- Ben, biliyorum. Demek akşam onun için geleme­din.

- Ben, içtim ya, onun için gelemedim içtim; ama Allah’ın hidâyet şerbetini içtim. Onu içme­yen tadını bilemez. Bu şerbete ben lâyık değilim, ama kim bilir, Allah kimin duası hürmetine kabul etti de bu şerbeti bana içirdi. Anlayacağın, artık o bildiğin Cemil, öldü. Yani, inandım deyip de hakikâti göremeyen; inandım deyip de, kendini kandıran, işte o adam öldü. Bundan böyle, Allah’ın istediği gibi inanıp, O’nun istediği gibi yaşamak ve inandığımı kanıtlamak için varım.

- Amaaan sen de, beynini kim yıkadı? Bir ak­şamda, yobaz olup çıkmışsın.

- Kendine gel, tamam mı? Sen hangi cüretle, Allah’ ın indirdiği, Peygamber’in getirdiği hükümlere nasıl yo­baz diyebiliyorsun?

- Daha düne kadar, sen ne idin?

- Gerici ve yobazdım. Şimdi, aydın oldum, modern oldum; çünkü gerçekleri görmeye başladım.

- Haaa, haaa, haaay! Hiç güleceğim yoktu. Demek modern oldun, çağdaş düşünmeye başladın. Yarın,  öbür gün, kızlarını da karalara sokarsın herhâlde?

- Emir öyleyse, yapacağım. Kulsam, kulluğumu bil­meliyim.

- Haaaa, haaaa! Aman çok hoşsun, haaaaa, hayy, güldürme beni.

- Gülersin tabi, düşün; öyle bir ilericilik, öyle bir medeniyet ki Allah’ın yarattığı “domuz” dışında, hay­vanların bile dişisini kıskandığı hâlde, işi kendi karısını ve kızını kıskanmıyor.

Uzun lâfın kısası, artık bakkalıma gelme; bana uğ­rama, sana da artık gelmeyeceğim. Gözüme gözükme­sen iyi olur, nefsimi yeneceğim. Tabii müslüman olup da cinsiyetinle değil de, helâl yoldan geçimini teminin etmeye çalışırsan yardımcı olacağımı bil; fakat görüş­memek kaydıyla. Hoş bu hâle düşmende yalnız sen suçlu değilsin ya... Neyse, hadi şimdi, güle güle

Öyle bir konuşuyorlardı ki Zeynep’in bakkalın önüne kadar gelip geri döndüğünü fark etmemiş­lerdi. Zeynep hayal kırıklığına uğramış, Musta­fa’nın yalanla­rından biriymiş diyerek, bakkala girmeden okulun yo­lunu tutmuştu.

 - Bak Cemil, beni denemek için rol yapıyorsun, inadımı biliyorsun. Bir yok dedim mi, iki dünya bir araya gelse, he demem, ona göre.

- Rol mü? Ne zannedersen et. Yalnız, şunu iyi bil ki, ben müslüman oldum.

- Ayol, bu insanlar yetmiyormuş gibi, sen de aynı lâfı söylüyorsun, çıldırıyorum. Ben müslüman oldum, ben müslüman oldum. Biz gâvur mu­yuz, ayol.

- Beni fazla meşgul etme. Bu yaşımda olmama rağmen, Müslümanlığı tam savunmak nerde, ken­dime yetecek bilgi bile yok. Konuştuklarına hakkı ile cevap veremiyorsam, bundan utanıyorum. Tek bildiğin şey, biz gâvur muyuz, biz gâvur muyuz, sen çok haklısın, gerçekten de biz gâvur muyuz?

- Çizik plak gibi, ne takıldın kaldın, biz gâvur mu­yuz, biz gâvur muyuz sonu ne?

Bu arada, Kahveci Muhsin, Cemil Beye uğra­mak için dükkanın önüne kadar gelmiş, kadını içeride gö­rünce, tam geri dönüyordu ki, Cemil Bey fark etti. Ama seslenemedi, çok üzülmüştü.

- Ne oldun? Cevap versene.

- Evet, Füsun biz gâvur muyuz ki gâvur gibi  yaşıyo­ruz...? Müslümanın yaşam şekli, gâvur gibi olur mu? Hı, söylesene, müslüman ile gâvurun yaşantısı bir olur mu?

- Hepinizin canı cehenneme, deyip Füsun çıkıp gitti. Çok sinirliydi, bunlardan intikam almalı­yım; ama nasıl? Elbet bir gün fırsat bulurum, Fü­sun’u terk etmek nasıl­mış görürler, diyordu.

Cemil Bey, ani bir kararla kalktı, bakkalı kilitledi, Kahveci Muhsin’in kahvesine doğru yola ko­yuldu. Bu arada da ağzından şu mısralar dökülü­yordu:

Düşmüşem isyan gölüne,

 Çek kenara Rasûlallah.

 Asi ümmetin hâline,

 Senden çare Rasûlallah.

 Hak Rasûl bildim seni,

 Sensin derdimin dermanı,

 Arasat’da mahşer günü,

 Orda ara Rasûlallah.

 Allah’a âyandır hâlim,

 Hakka lâyık yok amelim,

 Asi mücrim günahkârım,

 Koyma nâra Rasûlallah.

 Dört kitap da senin adın,

 Sevgilisisin Subhan’ın,

 Hâline çare günahkarın

 Senden ere Rasûlallah

Kahve “İslâm Kültür Çay Evi” olduğundan beri, Cemil ilk kez gidiyordu kahveye. Kahveci Muhsin, Ce­mil’i görünce çok sevindi, hemen karşıladı. Na­sıl sevin­mesin ki, bir kişi daha gerçeği görmüş, ateşten kurtul­muştu.

- Selâmünaleyküm, Muhsin.

- Ve Aleykümselâm Cemil abi, hoş geldin se­falar getirdin.

- Hoş bulduk, Muhsin, ne haber?

- Hamd olsun, şöyle buyur, otur bir çayımı iç.

- Olmaz, gideceğim, bakkal kapalı. Biraz önce seni, bakkalın önünde gördüm de.

- Boş ver Cemil abi, öylesine uğramıştım.

- Ben, şeyy biliyorsun ya, artık bittiğini söylü­yordum ve müslüman olduğumu anlatıyordum. O an, seni gör­düm, yanlış anlamandan korktum.

- Helâl olsun. Hoş sen de haklısın ya, neyse boş ver, şimdi bir haberim daha var, daha doğrusu isteğim var.

- Tabii buyur abim be, İslâm dışı olmazsa ba­şım gö­züm üstüne.

- Bana, iki tane çarşaf, şu sizin hanımların giydikle­rinden, getirir misin? Ben parasını öde­rim.

- Para söz konusu değil. Sen yeter ki iste.

- Hadi eyvallah, selâmünaleyküm.

- Aleykümselâm.

Muhsin sevincinden başka bir şey diyememişti. “Allah’ım sen büyüksün” diye mırıldandı. Cemil Bey bakkala döndü, bir şeyler atıştırdı, sonra tekrar kitabının başına oturdu.

Okulun paydos olmasıyla, Zeynep doğru eve gitti. Ablasına, “Mustafa’nın yalanlarından biriy­miş, o kadın, sabahleyin bakkaldaydı, babamla konuşuyorlardı.” diye anlattı. Ablası:

- Ümidini yitirme, biz yeter ki dualarımızda samimi olalım. “O her şeye kâdirdir”, deyip Zeynep’e teselli verdi.

Akşam olduğunda, Mustafa yemin ediyor, yine de kimse inanmıyordu. Ne demişler, yalancının evi yanmış da, kimse inanmamış. Kapı vuruldu, ço­cuklar kadar Cemil Bey de heyecanlıydı. Nefsi çok zorluyordu; nefsi­nin gururundan bir kurtulsa, yenebilse nefsini. Çocuk­lara, nasıl davranması gerektiğini bilmi­yordu. Hayır Cemil, bunca çektirdiğin yeter. Habi­be’nin sesi duyuldu:

- Kim o? Kimsiniz?

- Benim, aç kapıyı.

Habibe kapıyı açtı.

- Selâmünaleyküm çocuklar.

Habibe kulaklarına inanamadı, başının döndü­ğünü, kendisine bir şeyler olduğunu hissetti. Selâmı şaşkınlıkla kimse almamıştı. Habibe düşecek gibi oldu ve hemen olduğu yere yığıldı. Ağladığının ken­disi bile farkında değildi, yaşlar yanağından aşağı süzülüyordu. Cemil Bey, o an kendi kendine: “Utan Cemil, bu çocuklar sana emânetti, bir gün yüzleri­ni güldürmedin. Yarın Allah, n’ettin emânetleri, nasıl korudun?” derse ne cevap vereceksin? Yalnız çocuklar mıydı ki, canı, malı, mülkü ve en önemli­si Kur’an’ıydı. Aman Yarabbi fırsat ver, telâfi edeyim” diye geçirdi içinden.

- Kalk, kızım kalk. Artık Allah’ın izniyle, eski baban öldü. Şimdi artık sözüyle, düşünceleriyle müslüman, yaşantısıyla müslüman. Yani, her şeyiyle müslüman bir babanız var. Kalk da sofrayı getir; ama bundan böyle yere ve de hep birlikte yememiz için kuracaksın, tamam mı?

Zeynep ise ağlıyor, ağlıyordu; fakat belli et­mekten çekiniyordu.

O gece, baba ve kızlar, teheccüte kalktılar. Sonra sabah namazına kalktıklarında, Cemil Bey Mustafa’yı da namaza kaldırdı. Mustafa, babası­nın değişmesine se­vinmişti; fakat sabah erken kalkmak işine gelmemişti.

Habibe ile Zeynep’in mutluluklarına diyecek yoktu; durmadan “Allah’ım sen ne büyüksün” de­yip, hamd ediyorlardı.

Günler geçip giderken, Cemil Bey her geçen gün takva yolunda bir adım daha atıyor, çok çok kitap okuyor, cahilâne yapılan ibâdetten zevk alınmadığını, artık çok iyi biliyordu. Televiz­yon da evlerinde açılmaz olmuştu. Zaten kızlar, İslâm’ı tanıdıktan sonra izlemiyorlardı. Bir gün Mustafa, babasıyla izlediği filmin etkisinde kala­rak, yakın komşularının kızı, yaşıtı olan Selma’ya:

- Akşam televizyon izledin mi?

- Tabii ki, izledim.

- Sana, bir şey diyeyim mi?

- De, bakalım.

- Biz, arkadaşız değil mi? Aynı sırada da oturuyoruz.

- Eee, ne olmuş.

- Biz de, film çevirelim mi?

- Nasıl yani?

- Biz de, artistler gibi yapalım, büyüyünce ar­tist olu­ruz.

- Biz, artist olamayız ki.

- Niye ki, hele bir yapalım, bakalım olabiliyor mu­yuz?

- Ama, nerede oynayacağız?

- Tamam buldum. Ahıra gideriz.

Ahıra gitmişler, tam o sırada ahıra, yumurta almak için giden Adalet Hanım, beyninden vurul­muşa döner. Kızını bir güzel dövdükten sonra, doğru Habibe’nin ya­nına baskına gider.

- Terbiye verin, yoksa şikâyet edeceğim. Şim­diden piçlik yapıyor.

Habibe, “Babam duyarsa, Mustafa’nın işini biti­rir.” diye düşündü. Adalet Hanım’a dönerek:

- Aaa, Adalet abla, sanki ben ister miyim? Şi­kâyet edeceğim diyorsun, sorabilir miyim, kime, neyi şikâyet edeceksin?

- Ne demek, yani?

- Televizyon kimin? Şikâyete gideceğin yer ne­resi? Sen çocuğu şikâyet edeceğine, şu fitnevizyonu şikâyet etsene.

- Fitnevizyon değil, kızım, onun adı, televiz­yon.

- Hayır, o ismi ona yanlış takmışlar. Fitne yaydığı için onun adı fitnevizyondur. Düşünsene, her gün aşk sahnelerinden, bacak gösterisinden kocanın karısını, karnının kocasını aldatmasından başka ne var? Söyler misin? Şimdi, sen gidip de, sizin televizyonunuzu, size şikâyet ediyorum mu  diyeceksin?

- Haklısın kızım; ama ne yaparsın, herkesin evinde var. Bakmasam da olmuyor.

- Neden olmasın? Şimdi, herkes intihar ediyor diye sen de mi intihar edeceksin? Hemen, bir şey daha sor­mama izin verir misin?

- Sor, bakalım,

- Televizyonu her açtığında, senin babana, annene ve sülâlene küfretse ne yaparsın?

- O, ne biçim söz? Kaldırır yere atarım, ba­bam öl­müş üstelik, hiç lâf getirtir miyim?

- Peki, Adalet abla, bir düşün; ölmüş baban kadar Allah’ımızın, Peygamberimizin ve dinimizin kıy­meti yok mu? Her gün saldırıyorlar, küfrediyor­lar, tabi dolaylı yoldan, biz yine onları protesto et­miyoruz!..

- Valla haklısın, ne diyeyim? Ben buraya şikâyet etmek için geldim; ama sen, haklı sözle­rinle, beni, bizi suçlu çıkardın. Hadi eyvallah.

Zavallı kadın, kızını nasıl dövdüğünü görmesi için de, kızının elinden tutup, Habibe’nin yanına getirmişti.

Habibe, Mustafa’ya da bir kaç sopa atıp, “Sana hiç na­sihat da kâr etmiyor, bundan böyle yaptığın yara­mazlıklar için, sana ceza vereceğim”, demiş Musta­fa:

- Biz, sadece filmcilik oynuyorduk, kötü bir şey olsa film olmaz, demişti. Neyse ki, babası duymamıştı. Hoş babası da, karı koca aldatmaları­nı izleye izleye o hâle gelmişti ya.

Bir çoğunun evine, günlerce et girmiyor; fakat tele­vizyondan her gün çeşit çeşit çikolatayı, kadın bacağıyla reklam edi­yorlar. Habibe, “Allah’ım iki güzelden birisini biz­lere de nasip et.” deyip düşüncelerinden sıyrıldı.

Habibe ile Zeynep, kendilerini yeni doğmuş gi­bi hissediyorlardı. Babaları, her hafta arkadaşla­rıyla birlikte derslere katılıyor, her geçen gün kendini yeniliyordu. Bir gün Cemil Bey, elinde ko­ca bir paketle öğlen yemeğine geldi.

- Selâmünaleyküm, benim mücahide kızım.

- Aleykümselâm, babacığım.

- Zeynep yok mu? Yalnız, sıkı dur, size bir sürprizim var.

- Henüz okuldan gelmedi, nerdeyse gelir. O sırada:

- Selâmünaleyküm.

- Aleyküm selâm kızım, gel bakalım. Babanız size ne almış, beğenecek minisiniz?

Ve paket açılır, içinden çıkan; Ahzab elli dokuzuncu âyetin gereği, müslüman kadının dışarı çı­karken üzerine alması gereken, Müslümanlığın belirtisi, gayri müslimle, müslüman kadının ayırı­cı özelliği, inanmışlığın simgesi, olan örtüleriydi: “Çarşaflarıydı”. Habibe, bir çığlık ata­rak, babası­nın boynuna atıldı. Zeynep de şaşkınlığını üzerinden atıp, bir yandan da o, babasının boynuna atıldı. Şimdi baba ve iki kız hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı; mutluluktan, sevinçten, İslâm’ın evlerde estirdiği huzu­run memnuniyetinden, mükemmelliğinden.

Nihayet okullar kapanmış, Zeynep okulunu bitir­mişti. Çok sevinçliydi. Şimdi sıra, İslâm ilimlerini öğre­nip, iyi bir mücahide olmaktaydı. Habibe, iyi bir vaize olmuş, artık araştırma ekibine rahatlık­la katılıyor, evde aksayan işlere Cemil Bey ve Zeynep yardımcı oluyor­lardı. Bir kaç gündür Ce­mil Bey çok düşünceliydi. Kızlar hâlini sormuş, “yok bir şey”, deyip geçiştirmişti.

Cemil Bey, Zeynep el-Gazali’nin “Zindan Hatı­rala­rı” adlı kitabını okuyordu. Akşamleyin Kahve­ci Muh­sinlere gidip çay içeceklerdi. İlk olarak söze, Cemil Bey başladı.

- Arkadaşlar, şu elimde bulunan Zeynep bacımızın kitabını oku­dukça, ben kendi erkekliğimden utandım. Bir ka­dın Allah davasına nasıl zorluklarla sahip çıkarken, ben nefsanî işlerle uğraşıp, yatağımda yosun tutmuş­tum.

Ali:

- Tabii ya Cemil abi. Bacılarımız, kadınlığıyla cihat ediyor; biz bazı erkekler, Rasûlallah’ın ge­tirdiği mesajı anlamaktan âciziz. Hele bir de, İslâm tarihini oku; nice nice Zeynep’ler, Fatıma’lar, Sümeyye’ler göreceksin. Ben de, geçenler­de Uhud harbinden bir vaka okudum, tüylerim ürperdi.

- Ne okudun, anlat bakalım.

- Uhud savaşında, Rasûlallah’ın (s.a.v.) me­rak ettiği birisi varmış. Adı Hanzala. Olay şöyle gerçekleşmekte: Düşmanlar savaş meydanından çekip gittikten sonra, Hz. Peygamber (s.a.v.) savaş alanına inip şehitlerin ce­setlerini toplattırıyordu.

Şehitler arasında bir tanesi vardı ki Rasûlal­lah (s.a.v.) onu merak ediyordu. Adı Hanzala idi. Babası İslâmiyet’in  en azılı düşmanlarından ve de Uhud sava­şının hazırlayıcılarından olan Ebû Âmirdi. Baba kâfir, oğul İslâm ordusunun saflarındaydı. Hz. Peygamber (s.a.v.) Hanzala’nın karısını buldurup, Hanzala hak­kında bilgi istedi. Şehit ha­nımı sadece şunu söyleyebil­mişti:

- Ya Resûlallah, biz Hanzala ile dün evlendik, zifaf­tayken cihat emrinizi duydu. Yıkanmaya fır­sat bulama­yarak cihat ordusuna katıldı. Bunun üzerine, Rasûlallah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

- Ben de bunu merak ediyordum. Çünkü bütün şe­hitler arasından, meleklerin; sadece onu yıka­dıklarını gördüm”

Ya, işte böyle. Öyle bir iman ki gusül almaya bi­le zaman bulamadan, bir günlük karısını da bırakıp, ci­hada, Allah’ın davasının yeryüzüne hâkim olma­sı için, savaş meydanlarına koşuyor.

Kabadayı Neco da adını, Üsame olarak değiş­tir­mişti:

- Baksanıza, oğul İslâm ordusunda, babası kâfir or­dusunda. Bu ne demektir? Baba, oğul bir­birine karşı savaşıyor demektir; imanın derecesine bakar mısınız!

Ali:

- Arkadaşlar, ben de size yakın tarihimizden örnek­ler vereceğim. Sanırım bu örnekler, sizleri daha ziyade üzecektir.

- Anlat bakalım, dedi Muhsin,

- Ben, geçen günlerde Ankara’ya giden bir arkada­şımdan “Cumhuriyet Döneminde Din ve Devlet İlişki­leri” adlı, Hasan Hüseyin Ceylân’ın kitabını istemiştim, göndermiş. Okuyunca, âdeta şok oldum ki, henüz biti­remedim bile. Üçüncü cilt, kırk birinci sayfada Ubeydullah Hocadan bahsediliyor. Cumhuriyetten sonra, yasaklanmasına rağmen gizlice, Kur’an öğ­rettiğini haber alan alay komutanı, yakalamaları için jandarma gönderir. O sırada evde olmayan Ubeydullah Hocanın iki oğlu ile kardeşini yakalar­lar ve işkence ederler.

Cemil dayanamayarak:

- Ne, Kur’ân yasaklanmış mı? Emin misin?

- Bahsettiğim kitabı mutlaka ve mutlaka oku­mak lâ­zım.

Muhsin, “Hadi devam et”, dedi.

- O anda bir başka köyde olan Ubeydullah Hocanın peşine, beş tane jandarma gider ve onu yakalarlar. Hem de Kur’ân okurken yakalarlar. Jandarma çavuşu, elinde suç aleti (Kur’an) ve sarıkla hocayı görünce aynen şöyle bağırır: “ Bu adamın her şeyi suç. Ba­kın sarık da sarı­yor. Üstelik elinde okumasını, okutulmasını yasakladı­ğımız “Çöl Kanunu” var. Bakın hâlâ o kara kitabı okuyor bu mürteci!

Jandarmalar, bir yandan Kur’an’ı ayakları al­tında çiğnerken, bir yandan da “ Söyle de bu kitap şimdi seni kurtarsın” derler. Velhâsıl hocayı alıp, sarığını boğazına yular yaparak, kışın o şiddetli karda, âdeta sürüyerek karakola götürmeye çalı­şırlar. Çok yaşlı olan Ubeydullah Hocanın kalbi bu duruma dayanamaz, o hâliyle yavaş yürümek zorunda kaldığından ve ikide birde yediği dip­çiklerden oldukça hâlsiz düşer. Jandarma çavuşu “Artık seni Allah’ın bile kurtaramaz” der ve çabuk hareket et­me­si için, sırtına ve tam omurgasının üzerine yediği dip­çikten, hocanın ağzından bir avuç kan gelir ve oracıkta şehit olur. Öteki jandarmalara yetişen, bu beş kişi, na­sılsa hoca öldü deyip, hocanın ye­ğenlerini ve kardeşini de oracıkta kurşuna dizer­ler. Cemil’in hayretten ağzı bir karış açık kalmış­tı. Cemil:

- Yahu, şu işe bak. Bunlar bu Türkiye’de mi olmuş? Desenize biz bu hâllere kolay düşmedik, kolay gelmedik.

Ali devamla:

- Daha neler var, neler! İnsanın aklı duruyor. Atıf Hoca ve daha bir yığın âlim, sırf şapka giymemiş diye asılmış, idam edilmişler. Bir çoğu da “ezan delisi” diye. akıl hastanesine gönderiliyorlar.

Cemil:

- Aman, çok şaşırdım doğrusu. Ezan delisi mi?

- Evet, tastamam öyle. Yasaklanan Arapça ezanlar­dan sonra.

Cemil, tekrar:

- Yasaklanan ezan mı? Yani Türkiye’de, Arap­ça ezan yasaklanmış mıydı?

- Evet. İşte bu ezan delilerinden Ankaralı Sa­dık Çakırtepe diye bir muhterem. Jandarmalar, özellikle Cuma günleri Arapça ezan okunmasın di­ye, camilerde nöbet tutarlarmış. Sadık amcamız böyle bir ortamda çıkıp ezan okumuş. Daha sonra, onu yakalayıp dip­çik­lerle bayağı dövmüşler. Sonraları da akıl hastanesine girip, çıkmış bir kaç kez. Seksen yedi senesinde sağmış, olayı anlatınca o günlerin şo­kuyla bağıra bağıra ezan okuyormuş. Anlatılacak gibi değil, daha niceleri. Meselâ aklıma gelmişken şunu da söyleyeyim. Erzincanlı İbra­him Hakkı, di­ye çok muhterem bir müslüman; İstiklal Mahke­meleri’nden çıkan kararla idama mahkûm edil­miş. Suçu, müslüman olmak. Neticede, idam edilir, ece­liyle ölmüştür. Evlatları, naşını gömüp İstiklâl Mahke­mesi’ne haber vermişler. Yetkililer öldüğüne inanmamış, gelip mezarı açıp ba­kmışlar. Gerçekten de öldüğünü görünce; emir ye­rine gelsin diye, Erzincanlı İbrahim Hakkı Hazretleri’nin ölü­sünü idam etmişler, yani ölü­sünü sallandırmışlar, idam sehpasında.

Muhsin:

- Şu kitaptan, bize de getirttirir misin?

- Memnuniyetle. Ben, herkesin okumasını tav­siye ederim.

Ömer Faruk:

- Abiler, ister misiniz, haftaya da kadın hakları­nı araştıralım?

Ali:

- Ne o, evlenmeden önce hakkını öğreneceksin.

- Eee tabi, ne de olsa, onlardan biz mesul değil mi­yiz?

Bu arada, Muhsin, Cemil Beye çaktırmadan Ömer Faruk’a işaret etti. Ömer Faruk ise “Hayır” işareti yaptı, işaretiyle daha erken diyordu.

Aradan birkaç gün geçti. Cemil Bey düşündü­ğü ko­nuda, artık kesin kararını vermişti. Bu ak­şam kararını çocuklara açıklayacaktı. Yemekten sonra, bir saat tefsir çalıştılar. Hep birlikte çay içerlerken Cemil Bey, nefsinin zorlamasına aldır­mayarak, ağır ağır konuşmasına baş­ladı.

- Çocuklar, kaç gündür düşünüyorum, si­zinle hiç yolculuk yapmadık. İster misiniz, bir yerlere yolculuk yapalım?

Babaları kendileriyle arkadaş gibi olmasına rağmen; kızlar hiçbir zaman ölçüyü kaçırmamış, her zaman edebe riayet etmeye gayret ediyorlar­dı. Şaşırmışlardı, acaba babaları ne demek istiyor­du?

Cemil Bey devamla:

- Şaşırmayın, yavrularım babanızın artık adı değil, kendisi müslüman. Sizinle, Bursa’ya kadar yolculuk yapacağız, önümüzdeki hafta sonuna ha­zır olun.

Zeynep az kalsın dilini yutuyordu:

- Baba sen, bizi sen, Bursa’ya mı? Niye? Ne­den? Şey yani, biz Bursa’ya?

- Evet, kızım sizin de, annenizin de  hakkıdır birbiri­nizi görmek. Ne olduysa geçmişte  kaldı. Görmeniz için götüreceğim.Ha, ayrıca ne hediye götürmek isterseniz, onu da düşünün ve şimdi ya­takları hazırlayın yatalım.

Günlerden cumartesi, hazırlıklar tamam. Ce­mil Bey bakkalını müslümanlardan birine teslim ederken, kendi kendine söylendi:

- Şu duyguya bak, ne kadar güzel. Tabii ki bu gü­zelliği yaşamayan bilemez. Kalkıp Bursa’ya gi­diyorum, bakkalımı, paramı rahatlıkla bırakıyo­rum, ne güzel bir kardeşlik.

Yola çıkmadan önce, Rukiyye Hanımdan adre­si ve telefon numarasını aldılar. Ertesi gün Bursa garajınday­dılar. Kızlar heyecandan tir tir titriyor­lardı. Habibe ga­rajdan telefon açtı:

- Alo, ben, Zöhre Hanımla görüşebilir miyim?

-  Bir dakika.

- Alo, buyurun, ben Zöhre. Kiminle görüşüyo­rum?

- Efendim, rahatsız ettim. Biz Kars’tan geldik, acaba eviniz müsait mi? Misafir kabul eder misiniz?

- Tabii, ne demek, inşallah çocuklardan bir haber getirmişsinizdir?

- Evet, hanımefendi fazla jetonum yok. Size, ço­cuklarınızı getirdim desem inanır mısınız?

- Babaları mümin olsa inanırdım; ama siz is­minizi bile söylemediniz, kimsiniz?

- Madem müsaitsiniz, geldiğimizde konuşuruz,

- Peki, buyurun bekliyorum. Sanki saatler yıl ol­muştu, şu son birkaç dakika  geçmek bilmiyordu.Taksi,  bahçe  kapısının  önünde durdu. Habibe’nin yüzü ka­palı olduğundan, onu evli, yanındakileri de çocukları sandılar. Onları, Saliha karşıladı. Zöhre Hanım, na­mazda idi. Odaya geçtiler. Habibe annesinin yokluğunu fırsat bilerek.

- Şey, isminizi bilmiyorum, anneme geldiğimizi nasıl duyuracağız?

- Aaa, yoksa, yoksa siz, Habibe misiniz?

- Evet, bunlar da, Zeynep ile Mustafa.

- Aman Allah’ım.

Kapının açılmasıyla Saliha’nın sözü yarım kaldı. Zöhre kadın ilk etapta hiçbirini tanıyamadı, öyle ya hepsi büyümüştü.

-  Selâmünaleyküm, hoş geldiniz.

- Aleykümselâm, hoş bulduk anne.

- Ne, anne mi? Sen, yani siz, siz, yoksa, yoksa!

Ve Zöhre Hanım bayılmıştı. Kendine geldiğinde:

- Allah’ım, sana milyarlarca defa hamd olsun. Sen ki merhametlilerin merhametlisi. Sen ki acı­yan ve ba­ğışlayansın. Sen ki her şeye kâdirsin. Hamd olsun, Al­lah’ım hamdler olsun.

Ağlama faslı geçtikten sonra, Zöhre Hanım sö­ze başladı.

- Ahh, yavrularım neler çektim bilemezsiniz. Ama sizi böyle müslüman olarak görmek, her şeyi unutturdu.

Mustafa birden:

- Ah mış, iyi anne olsaydın, bizi bırakıp buralara gelmez­din.

- Sen de haklısın oğlum. İnşallah büyüyünce İslam gözlüğüyle olaylara bakarsın ve o zaman anlarsın.

Ama şunu unutma! Hiçbir yürek ana yüreği gibi yanmaz. Hiçbir yürek, ana yüreği gibi sevmez, özlemez. Ben ister miydim yüreğimin yanmasını? Sen de kendi açından haklısın. Ama unutma! Ben de acıyı yudum yudum içtim. İster miydim, evladım, ister miydim?

Zeynep annesine dönerek:

- Anne, sen Mustafa’ya aldırma. Habibe, birden ha­tırladı:

- Heey, çocuklar, sevincimiz bize namazı unut­turdu mu yoksa? Hadi, ikindi namazımız gidecek, nerdeyse.

 Namaz kılmak için, abdest aldılar. Zöhre Hanım, Allah’a nasıl hamd edeceğini bilmi­yordu. Yarabbi, Sen’in şanına yakışır bir şekilde, sana hamd ederim, deyip duruyordu.

Ertesi gün Sevgi Hanımlar, Zöhre Hanımlara misa­firliğe geleceklerdi. Sabah namazından sonra yatılmadı. Sabah sekiz buçuk sıralarında telefon çalmış, telefondaki ses Habibe’yi istiyordu. Cemil Bey aramış, bir ihtiyaçları olup olmadığını sor­muştu.

Çocuklar İbrahim Beyi de çok sevmişlerdi. Tam bir müslümandı. O da bütün muvahhitler gi­bi birkaç kez Medrese-i Yusuf’a girmiş, çıkmıştı. Öğleden sonra Sevgi Hanım gelmiş, kızların ikisini de çok sevmişti. Habibe ile koyu bir sohbete dal­mış, hikayesini anlatıyordu.

- Aslen Denizliliyim. Beyim polis, tayini buraya çık­tığı için buradayız.

- Sahi mi? Demek polis hanımısınız. Hoş görün, bir şey sorayım.

- Tabii sorabilirsiniz.

- Çok güzel giyinmişsiniz, evinizde İslâm yaşa­nıyor mu?

- Ahh, ahh nerde a güzelim, aslında imam kızıyım. Babamın evinde bile İslâm var diyemeyiz. O yüzden, babamı bir kıldıraç olarak görüyorum; yani, namaz kıl­dırma memuru.

- Çok açık sözlüsünüz, Sevgi abla.

- Dürüst olmak zorunda değil miyiz? Ne ise, o.

- Peki, örtünmeniz nasıl oldu?

- Bak anlatayım. Babam imam ama bir gün ol­sun, İslâm’ın özünü bize anlatmadı. Hatta beni okula bile gönderiyordu, ben kendim gitmedim. Bu sene izine gittiğimizde, bana haram olan erkekle­rin yanında çık­madım; babam bile bana tepki gösterdi. Örtünmeme gelince, benim çok samimi, ailece gö­rüştüğüm Nezahat isminde bir arkadaşım vardı. Onun da beyi polisti. Ai­lece git-gelimiz vardı. Bir gün çarşıya çıkmıştık bana:

- Sevgi, ne dersin alacağımız kıyafet aynı ol­sun, bir örnek giyelim.

- Tabii, neden olmasın, dedim ve aldık. Ertesi gün bize, akşam oturmasına geldiler, ben hoş geldin derken, Kemal Beyin elimi biraz fazlaca sıktı­ğını fark ettim. Fakat olabilir, tesadüf olmuştur, insan aile dostu hakkında kötü düşünmez deyip, önemsemedim.

Kararlaştırdık, sabah geziye gidecektik ve git­tik de. Moderndik ya, biz önden, erkekler de arka­dan geliyor­lardı. Ahhh, ahh, ne kadar kafasızmışım.

- Eee, sonra?

- İkimiz de aynı giyinmiştik. Nezahat zayıf, ben de gördüğün gibi biraz topluyum. Biraz dolaştık sonra ev­lerimize döndük. Ertesi gün Nezahat alışverişe çıkıyor­muş, bana uğradı. Ne dese iyidir Sevgi: “Kemal diyor ki, olunca Sevgi gibi olacaksın. Bak, elbise ona ne güzel yakışmış, kolu bacağı tom­bul tombul.” Beynimden vu­rulmuşa döndüm. Nezahat gitti, ardından telefon çaldı.

- Alo, buyurun, dedim.

- Ben, Kemal, dedi.

Ben de hemen:

- Kemal abi, Selim evde yok, dedim.

- Biliyorum, Sevgi Hanım, dün giydiğin kıyafetin sana çok yakıştığını söyleyecektim. Nasılsın? İnan seni çok beğeniyorum.

- Yazıklar olsun, sana ve dostluğuna, dedim, kapat­tım. Sonra Saliha’yı vaaz verirken gördüm, İslâmî ya­şantıyı ve örtüyü anlatıyordu. Ben de ör­tü aldım ve ka­pandım.

- Peki, beyiniz karşı çıkmadı mı?   .

- Çıkarsa çıksın, ben de bir insanım. Benim de seçme hakkım var. Kabul edersen böyle, etmez­sen işine gelirse, dedim. Olanları ona da anlattım ve senin arka­daşın da kalbi temizlerdendi; demek ki bu işler kalbini temiz demekle olmuyor, dedim. Kesin kararlı olduğumu görünce, bir şey demedi.

- Ahh, Sevgi abla, şu kalbim temiz demiyorlar mı; sanki Hz. Aişe’nin, Hz. Fatıma’nın kalbi pisti de, onun için örtünüyordu. (hâşâ) Kur’ân’a inanıyorlarsa şayet, baksınlar; yalnızca kalbi pis­ler örtünsünler, diye bir âyet mi var?

- Şimdi de elimden geldiğince, İslâm’ı yaşama­ya çalışıyorum; Allah hakkıyla yaşamayı nasip et­sin.

- Amin. Fakat Sevgi abla, biliyorsun bunun için azim gerekli.

- Haklısın. Saliha’dan, Mehmed Göktaş’ın “Genç­lerle Tevhid Dersleri” adlı kitabını aldım, birkaç şeyin daha farkına vardım. Şuna inanıyorum ki oldukça uf­kum genişleyecek, o zaman her şey daha farklı olacak.

- Elbette hiç okuyan ile okumayan bir olur mu? Al­lah, hakkıyla okumayı, bildiğimizle amel etmeyi bize de nasip etsin.

- Amin. Hiç kuşkusuz, kuru bilginin faydası olsaydı, şeytana olurdu. Bilgin olduğu hâlde ilahi huzurdan  ko­vulanlardan oldu. Koyu bir sohbete dalmışlardı. Vakit ilerlemişti. Saliha’nın hazırladığı ikramlar yiyip içildikten sonra, Sevgi müsaade istedi:

- Vakit epey ilerlemiş. Artık kalksam iyi olur. Beni dualardan eksik etmeyin. Kucaklaşıp ayrıldılar.

Çarşamba günü saat on üç otuzda, biletlerinin alın­dığını babaları telefonla bildirmişti, Zöhre Ha­nım yarı­nın, olmasını hiç istemiyordu. O gece teheccütten sonra hiç yatmadılar, hep birlikte soh­bet ettiler. Habibe, Saliha’yla, Emine’nin çalışma­larını çok beğenmişti. Al­lah bütün ihlâslı kardeşle­rimizden razı olsun, diyordu.

Vedalaşma faslı oldukça zordu. Hiç kimse gözyaşla­rını tutamıyordu. Takside oturan Cemil Zorlu bile!

Yolculuk esnasında hiç konuşmadılar. Cemil, Zöhre’den ayrılmanın vermiş olduğu pişmanlıktan do­layı, acı çekiyordu.

 –

- Habibe, seninle özel bir konu hakkında ko­nuşmak istiyorum müsaadenle.

- Tabii Yüksel abla, seni dinliyorum.

- Habibe, Ömer Faruk abiniz var ya, sana ta­lipmiş. Evlilik hakkındaki düşüncelerinin ne ol­duğunu öğrene­bilir miyim?

- Şeyy, Yüksel abla, inan ben bu konuyu hiç dü­şünmedim. Hem, ben onu tanımıyorum.

- Orası kolay. Sen yeter ki, aradığın vasıfları ve evli­likten beklentilerini söyle, gerisi kolaydır.

- Bunu, düşünsem olmaz mı?

- Tabii, haftaya görüşürüz. Nasıl olsa derste bulu­şa­cağız.

- Sahi, bu haftaki konu ne?

- Tefsirden Musa (a.s.) ile Firavun’un kıssasını ince­leyeceğiz. Firavun’u tanımak, çağın Firavunla­rını tanı­mamıza yardımcı olacaktır.

- Peki, kaynak buldunuz mu?

- Evet, Musa’nın (a.s.) kıssası için tefsire, Firavun’u tanımak için de, “Tâğut” kelimesinin anla­mından başla­yacağız. Şimdi içeriye geçelim.

Habibe, ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Zeynep on beşinde idi. Kendisi ev idaresine alışmıştı. Zeynep’e kıyamıyordu. “Keşke, babam münasip biriy­le ev­lense.” diyordu.

Bilâl’de aynı konuyu Cemil Beyle görüşmüştü. Ce­mil Bey, “Kızım kabul ederse tamam, zaten ben de, kı­zım da imanlı birini isteriz.” dedi.  Habibe ve Ömer Fa­ruk, İslâmî ölçüler içerisinde birbirlerini gördü­ler. Habibe şartlarını öne sürerken, Ömer Faruk, böylesi şartlara dünden razıydı. Habibe’nin şartları şunlardı:

l) İslâm için çalışmalarıma engel olunmayacak.

2) Her akşam evde, bir saat olarak sırasıyla (Tefsir, Akaid, Fıkıh, İslâm Tarihi vs.) konularda kitap oku­nup tartışılacak.

3) İslâm’ın kadına verdiği mükemmel haklara riâyet edilecek. (Ben de erkeğin haklarına riayet edeceğim.)

4) Evimi sünnet üzere döşeyeceğim.       

       5) İslâmî ölçülerde, bende eksiklik veya sapma görülürse derhal ikaz edilmeliyim.

Baba da razıydı ve ardından söz kesildi. Nikah işi, düğün günü yapılacaktı. Zeynep hem seviniyor hem de üzülüyordu. Zöhre Hanım’a haber gönderdiler; dü­ğün programı için, Saliha ile Emine’yi davet etti­ler. İlçele­rinde ilk kez İslâmî bir düğün yapılacak­tı. Tutulan salon kadınlarla dolmuştu. Davetiyeye not olarak; “Kadınların programı ayrı, erkeklerin program ayrı yapılacak” diye yazılmıştı. Herkes merak ediyor, dedikodular da alrnış başını gidi­yordu. Birisi:

- Aaa, ayol, bu dul kadın mı? Yok canım bu kadar da dinde aşırılık olmaz, diyorlardı. Ötekisi:

- Düğünde oynayacak, ölüde de ağlayacaksın. Yeni yeni icatlar çıkarıyorlar. Biz atamızdan, de­demizden böyle gördük. Her şeyin bir yeri var, di­ye karşılık veri­yordu ve daha neler, neler, daha nice lâflar söyleni­yordu? Ne yapsın, bunca zaman sadece adı Müslüman kalmış, zavallı  millet?

Yıllardır, “Kelime-i Tevhid”i anlamadan söyle­miş, mânâsından uzak yaşamış, mânâsından uzaklaştırıl­mıştı. Allah’ın kurallarına, kanunları­na, bu kadar da aşırılık olmaz, diyordu. Oysaki Allah (c.c.) dinini ta­mamlamıştı. Dînin, ne normali, ne azı ve ne de aşırısı olur muydu? Sanki Allah (c.c.) insanın namazına, oru­cuna, abdestine karışıyor; fakat düğününe karışmıyordu. Zekâtına karışıyor, faizine karışmıyordu. Ticarette terazi­sine karışı­yor; fakat miras bölünmesine karışmıyordu? (hâşâ) Emine’nin Kur’an-ı Kerim’i tilâvetiyle, okuma programı başlamıştı. Yüksel gelin ve arka­daşlarının ha­zırladığı program da piyesler, marş­lar, şiirler birbirini takip ederken; sıra Salihâ’nın yapacağı konuşmaya gel­mişti:

- Esselâmü aleyküm, diyerek konuşmasına baş­ladı:

“Sevgili misafirler hepinize hoş geldiniz diyor, böyle bir programın yapılmasına vesile olan kar­deşlerimizden Allah razı olsun, diyorum. Gelin ha­nıma ve damat beye, bu evliliğin mübarek olması­nı temenni ediyorum. Böyle düğünlere pek alışkın değilsinizdir; ama Allah’ın yardı­mıyla gerçek kim­liğimize büründükçe, Müslümanlığımızı kavrayıp, tevhidî bir yaşama başlayıp, her gün defalarca tekrar edip durduğumuz “Lâ İlâhe illallah” kelimesi­nin gerçek mahiyetini anlayıp, hayatımızı ona gö­re düzenle­dikçe, böylesi düğünleri daha çok göre­ceğiz, Allah’ın izniyle.

Değerli cemaat, bugün burada hazırlanan prog­ramdan, gereken dersi almayı, Allah (c.c.) he­pimize nasip etsin. Bizlere şöyle bir soru sorsalar “Sen müslüman mısın?” Hemen koskoca bir “Elhamdülillah’ı söyle­riz. Fakat ne acıdır ki yüzde doksan dokuzu müslüman olan bu ülkede, Müslümanlığın ne demek olduğunu anlayan, gerçek ma­hiyetini kavrayan azınlıkta. Bunun başlıca neden­leri var. Evvelâ müslümanlarda okuma alışkanlı­ğı, İslâm’ı merak edip araştırma alışkanlığı çok az, tabii ki istisnalar kaideyi bozmaz.

Bizler, Allah’a (c.c.) inanmakla, inandım demek­le Müslümanlığımızın tamamlandığını zannediyor­sak, ya­nılıyoruz. Sadece Allah’a inanmak, insanı müslüman kılmaz. Allah (c.c.) Kur’an’ı Mübin’de şöyle buyuruyor:

“Andolsun ki, onlara o gökleri ve yeri kim ya­rattı? O güneşi, o ayı kim musahhar kıldı? diye sorarsan mut­laka; Allah! diyecekler. Öyleyse nasıl olup da tevhidden çevriliyorlar?” (Ankebut, 61)

Başka bir ayet-i kerimede “Kendilerini kimin yarat­tığını onlara sorsan, elbette, Allah! derler. Öyleyse nasıl olup da (tevhidden) çevriliyorlar?” (Zuhruf, 87). Buradan anlıyoruz ki, onlar da, yani Ebu Cehiller de, Ebu Lehebler de, kısacası müşrik­ler de Allah’a inanıyorlar, onlar da Allah inancı var; fakat kâfirlikten kurtulamı-yorlar, neden? Onların Allah’a inandım de­meleri, neden kendile­rini müslüman kılmıyor? Çünkü onlar, yani müş­rikler, kâfirler Allah’ın (c.c.) rububiyetine evet, uluhiyyetine hayır, diyorlardı. Daha açık bir ifâdeyle namaz, oruç, hac gibi kişisel ibadet­lerde Allah’ın yetkisi olduğunu; fakat Allah’ın yeryüzü hakimiyetinden anlayamayacağını, yeryüzü hakimiye­tinde Allah’ın yetkisi olmadığını, devlet işle­rine Allah’ın karışamayacağını savundukları için, Allah (c.c.) onların imanını kabul etmiyor, onları müşrik, kâfir olarak isim­lendiriyordu.

İşte cemaat, değerli kardeşlerim! Bizler akaidi­mizi düzeltmezsek, itikâdî konularda Allah’ı birlemezsek, ilâh olarak Allah’ı tanımazsak, “Lâ îlâhe” ne demektir anlamazsak ve anlamaya çalış­mazsak, kıldığımız nama­zın, Allah inancımızın bizi kurtaracağını zannediyorsak yanılıyoruz.

Ebu Cehil de, birçok kere Kâbe’yi tavaf edip et­ra­fında dönmüştür. Allah (c.c.) neden onu kâfir, müşrik diye ilân ediyordu? Bu âyetler sadece o zaman Ebu Cehil’in değil, kıyamete kadar gelip ge­çecek olan bütün Ebu Cehil’leri ifâde etmektedir. Zira Kur’ân’ı Kerim kı­yamete kadar hükmü ge­çerli olan tek kitaptır.

Bizler müslüman olurken, işe ilk önce namaz­dan veya oruçtan başlamıyoruz. Evvelâ, “Lâ İlâhe İllallah” diyerek Müslümanlığımızı ilân ediyoruz. O hâlde, nedir  “Lâ ilâhe illallah”?

Kur’an’ın ifadesiyle “İnil hükmü illâ lillah - Hüküm yalnızca Allah’ındır” (Yusuf, 40) Evet, “Lâ ilâhe”yi kabul etmek, bütün hükümlerin Allah’tan olacağını, hüküm koyanın yalnızca Allah (c.c.) ol­duğunu, Allah’tan başka hiç kimsenin hüküm (ka­nun) koymaya yetkisi olmadı­ğını kabul edip, kal­ben tasdik hareketlerimizle de tasdik ettiğimizi onaylamaktır. Bunu bu şekilde kabul etmiyorsak, vallahi, iman etmiş olmayız, olamayız. Aynı za­manda, Ebu Cehillikten de kurtulamayız.

Bütün peygamberler neden geldi ve neden o kadar çok işkence gördüler? Ebu Cehil ve emsallerini ne­den bu “Lâ ilâhe”, bu kadar korkutuyor? Neden bu kelimeyi duyunca, bu kadar kuduruyorlar? Hiç dü­şündük mü? Bunun bir tek cevabı vardı. Tahtları­nı, makamlarını, Daru’n-nedve olan meclislerini yerle bir edip, yerine İslâm’ın kanunlarını, “inil hükmü”yü getirmek istedikle­rini ve de bununla zaten vazifeli oldukları için, Allah’ın hakimiyetini yeryüzüne hâkim kılmak istedikleri için, peygamberler ve peygamberlere uyanlar o kadar çok işkence görmüşlerdir,

Şimdi, sen ey müslüman!

“Lâ ilâhe” derken, bütün put ve tâğutlara tekme vurmuyorsan; “Lâ ilâhe” derken, Ebu Cehillerin Dar-u’n-nedve’lerini yerle bir edip, yerine Allah’ın hükümlerini inşa etmiyorsan ve buna çalışmıyorsan, Allah senden bu imanı kabul edecek mi sanıyorsun? Bizler namaz kılıp da, niçin namaz kıldığımızı bilmiyorsak; secde ederken, niçin secde ettiğimizi bilmiyorsak, idrâk etmiyorsak, kıl­dığımız namazın bizi kurta­racağını mı sanıyoruz?

Değerli cemaat,

 Peygambe­rimizin getirdiği mesajdan haberi olma­yan fuhuş yapanların hayatını bildiğin kadar, Peygam­berin hayatını bilmiyorsan, film artistlerini tanıdığın ka­dar Muhammed’i (s.a.v.) tanımıyorsan, pey­gamberin sana “ümmetim” diye sahip çıkacağını sa­nıyorsan, al­danıyorsun. Bu kadar zaman uyuduğun yetmez mi? Ne zaman uyanacaksın? Daha uyumaya devam edersen, cehennemde uyanırsın. Ama orada uyanmak sana ne fayda verecek? Bu dünyaya niçin geldiğini hiç düşünmez misin? Al­lah (c.c.) seni, ona buna kul olman için değil, kendisine kulluk yapasın diye yarattı. Ölüm var, ölüm. Her yaptığınızın hesabını verecek, Allah’ın yüce mahkemesine çıkacaksınız. İslâm’ı öğrenmek ve dört elle sarılıp, yaşamak için daha neyi bekliyor­sunuz? Azrail’in (a.s.)’ kapınızı çalmasını mı? He­le siz, ey müslüman kadınlar ve kızlar! Ne zaman öz benliğinize dönüp, öz kimliğinize bürünüp, tak­litçilikten kurtulup, inancınızla gurur duyacaksı­nız? Sizden önceki Sümeyyeler, Ümmü Süleymler İslâm erleri yetiştirirken, sizler, siz ismi Fatıma olan, Aişe olan, Hatice olan anneler, batı kuklala­rı yetiş­tirmeye ne zaman son vereceksiniz? Şöyle bir silkinip de kendi gidişatınıza bakın hele ve so­run kendi kendinize “Ben müslüman mıyım?” diye. Sözü fazla uzatmayaca­ğım. Anlayana sivrisinek saz kabilinden toparlamaya çalışırsak, bizler ger­çek müslüman kimliğine bürünmezsek ki, bu da bilgi ile olur. Bunun için Allah’ın ilk emri “Oku” dur. İlk emri “oku”; fakat “okuyacağın şeyi, be­nim emrime göre oku”dur. Yoksa Allah (c.c.) “oku” em­rini verirken, “benim yasak ettiğim şeyleri, ya­sak ettiğim yerlerde oku” demek değildir. İşi kıvır­madan anlayalım. Allah’ın emirlerini kafamıza göre yorum yaparak hareket etmeyelim. Aksi tak­dirde, gideceğimiz yer cehennemin  ta kendisi olur.

Başta ne dedik? Biz İslam’a girerken, Kelime-i Tev­hidi söyleyip müslüman oluyoruz. Gelin papa­ğan gibi söylemeyelim. Yani mânâsını bil­meden tekrarlayıp durmayalım. Gerçek bir müslüman olmak istiyorsak, Allah (c.c.) tarafından ima­nımızın kabul olmasını istiyorsak, işte bu “Lâ ilâhe illallah” kelimesini araştırıp, öğrenmeyle başlaya­lım. Sonra da, karar verelim, kabul etmeye veya etmemeye... Bunu yapmıyorsak mesuliyetten kurtulamayız. Sonra da, Muhammed’i (s.a.v.) tanıyalım. Bize getirdiği mesajı an­lamaya, kavramaya çalışalım. Gelin, bize şimdiye kadar verdikleri mânâlara uyuduk, yeter deyip, kendi dinimizi öğrenip, gerçek manada iman edip, kimliğimize bürüne­lim. Zira, öyle bir gün gelecek ki, hesap gününde, hiç kimsenin kimseye faydası olmayacak. Allah hepi­nizden razı olsun, hakkınızı helâl edin. Esselâmü aleyküm.”

Saliha konuşmasını tamamladı. Cemaatte bir sus­kunluk vardı. Konuşması salonda ba­yağı etki  yapmıştı. Şimdi sıra Zeynep’in okuya­cağı şiirlere gelmişti. Zeynep bayağı heyecanlıydı, ilk kez İslâm adına bir topluluğa karşı hitap ede­cekti. Son bir kez, şiirlerine göz attıktan sonra, salona çıktı.

- Esselâmü aleyküm, hepiniz hoş geldiniz, diye­rek şiirine başladı.

                        UYAN

Uyan ey mücahidim, bu ne uykudur?

Bacın unuttu hakkı, moda dostudur,

Şehit deden mezarda, sana küsmüştür,

Uyan ki, şimdi artık cihat vaktidir.

Bir silkinde, hele kendine gel,

Yazarlar, Kur’ân’a çöl kanunu der,

Başımızda da hep tâğutlar öter.

Şimdi tâğutları yıkma vaktidir.

Bacın bu satırları içi kaynayarak yazdı,

Bak mücahidim, yaralarım hep yine azdı,

Kırılası eller baş örtüsüne yasaktır yazdı,

Uyan be mücahidim, simdi kıyam vaktidir.

- Değerli cemaat, şimdi de bütün bacılarıma sesle­niyor ve diyorum ki:

                BACIM

 Soyunup modanın esiri olma,

 Eşitlik diyorlar sakın aldanma!

 Bir çift sözüm var kusura bakma,

 Batının kuklası değilsin bacım,

 Bu dünyaya biz ne için geldik?

 Kâlû bela da biz ne ahit verdik?

 Bacımın hâline bakıp şaşkına döndük,

 Senin Rabbin Allah değil mi bacım?

 Bizim ilâhımız tek bir ilâhtır,

 İlâh demek; kanun, nizam koyandır,

 Müslüman sahte ilâhlara tekme vurandır,

 Vurdun mu tekmeni? Bir düşün bacım,

 Ahzab elli dokuzda diyor ki Rabbim:

 Söyle sen inanlara, ey benim nebim,

 Sokağa çıkarken cilbablarını,

 Örtsünler tanınmaz şekilde bacım.

 

 

 

 

 

 

 


H

 

abibe evleneli iki yıl olmuştu. Allah (c.c.) bu defa da Habibe’yi kadın hastalığıyla imtihan edi­yordu. Babası, Zahide isminde bir köylü kadınla iz­divaç kurmuştu. Zahide Hanım, İslâm’ı seviyor, Cemil Bey’in çabasıyla da öğrenmeye çalışıyordu. Çünkü ona da İslâm’ın namaz, oruç, hac zekâttan ibaret olduğu empoze edilmişti.

Habibe yakalandığı hastalıktan dolayı, hasta-ha­neye yatırılmıştı. Yattığı hastane, tıp fakültesiydi Habibe, hastane içerisinde tesettürlü dola­şıyordu. Tabii, karşılaştığı zorluklara aldırış etmi­yordu. İlk yattığı akşam, yemek dağıtılırken, ye­mek dağıtan şahıs:

- Kardeşim, siz sivil misiniz, hasta mı?

- Sivilin burada ne işi var? Hastayım.

- Eee, ben nerden bileyim, hasta olduğunuzu da yemek vereyim. Neden sivil giyinmişsiniz?

- Hasta olmak, illâ da çıplaklaşmayı mı gerek­tiriyor? Burada, hastanın kıyafetiyle mi ilgileni­yorsunuz, hastalı­ğıyla mı?

Yanındaki Personel Sündüz Hanım müdahale etti:

- Kusura bakmayın, tabii ki kıyafetiniz bizi il­gilendirmez. Yalnız alışkın değiliz.

Habibe’nin yatalı on beş gün olmuş, henüz bir teş­his konulmamış, tahliller yapılıyordu. O gün, akşam namazını henüz kılmıştı. Yanındaki yatakta yatan Birgül Hanım:

- Habibe bacı, baksana, hususi odaya çiçek ta­şını­yor.

- Neden, kim gelmiş?

- Bilmiyorum; ama gelen çiçeklerin haddi hesabı yok.

 Habibe örtüsünü üzerine aldı. Koridora çıktı­lar. Odada yer kalmamış, gelen çiçekleri koridor­daki kalori­ferlerin üzerine koyuyorlardı. Habibe seslendi:

- Fikriye Hemşire Hanım, bu çiçekler neden?

- Onlar mı? Vali beyin, kızı doğum yaptı da.

- Haa, onun için mi? Peki, şimdi ziyaret saati değil, bu erkeklerin kadın doğum servisinde ne iş­leri var?

- Dedim ya, Vali beyin kızı doğum yaptı.

- Ben de, ziyaret saatinin dışında kimsenin gi­reme­yeceğini biliyordum. Çünkü, geçenlerde ba­bam ile eşim geldi; taa dış kapıdan bile içeri almadılardı yasakmış da...

- Seni anlıyorum; fakat yapacak bir şeyimiz yok.

O gün gelen çiçekler, koğuşlarda yatan hasta­lara konu olmuştu. Habibe yatsı namazını kıldı, oturmuş hastalarla sohbet ediyorlardı ki, nöbetçi doktorun sert çıkmasıyla, ne var diye, koridora çıktılar. Bir hasta gel­miş, kalp hastasıymış, aynı zamanda, doğum olayı gerçekleşemiyormuş. Dev­let hastanesi, tıp fakültesine sevk etmiş.

Nöbetçi doktor:

- Kardeşim, burası paralı hastane. Ücret öde­yebilir misin?

- Ne kadar olur, toktor begim?

- Bir sezeryan, beş yüz bin.

- Ama, benim o kadar param yoğtur, ödeyebil­mem begim.

- Devlet hastanesine gitseydin ya, be adam.

- Ama, begim onlar, bizi buraya gönderdiler.

- Ne yapayım, karar ver. Ya parayı ödersin, ya da hastanı alır gidersin.

Hasta da, baygın bir şekilde, doğum sancısı bir ta­rafta, kalp ağrısı bir tarafta, sedyede yatıyor. Sonunda, hastayı, personellerin yardımıyla, hastanenin kapısına indirdiler. Nöbetçi doktor:

- Ne yapayım? Kanun böyle, benim suçum ne? Diye mazeretini söylüyordu. Çaresiz adamın, gö­zünde yaşları gören koğuştakiler, üzüldük­lerini ifade ederken, kimisi göz yaşlarını tutamıyorlardı. Birgül Hanım:

- Keşke, ameliyat edip, hastalardan toplasaydılar.

Habibe:

- Şuraya bak, şu çiçeklere verilen parayla, o hasta kurtulabilirdi.

Habibe gözlerini diktiği yer­den almadan mırıldandı:

- Aslında, hasta sahibi suçlu. Hepsi birden Ha­bibe’nin garip konuşması karşısında ona baktılar:

Devamla:

- Tabii, parası olmadığı için suçlu. Ya onu para­sız bırakanlar, hiç suçlu değil mi? Her gün, envai çeşit ye­mek yiyenlerin yanında; günlerce, aylarca evine et gir­meyenler var. Bu tezadı görmeyenler de suçlu ve zulme aldırış etmeyip, mustazafların yanında yer almayan Müslümanlığını iddia eden, herkes de suçlu. Ve siz, an­neler, bacılar, bacınızın derdiyle, dertlenmediğiniz için, tezatları görüp, öz benliğinize bürünüp ve yapılması gerekeni yapma­dığınız için, siz de suçlusunuz.

Ertesi gün, Habibe’nin tahlil sonuçları geldi. Hor­mon bozukluğu, varmış. Çok uzun tedavi gör­mesi gere­kiyormuş. Ama Habibe sıkılıyordu, in­sanlarla tanıştıkça problemlerini dinledikçe, orta­daki dengesizliklerden do­layı sıkılıyordu. Hâlâ uyuyan müslümanlara da için için kızıyordu.

.Günlerden salı, Habibe yatsı namazını kılmak için, abdest olmaya gitti. Döndüğünde, oda arka­daşı Birsen Hanımı ağlar görür.

- Hayrola, Birsen abla, ne oldu?

- Ne olmadı ki Habibe.

- Ee, hele anlat bakalım, nedir seni üzen? Yok­sa yine çocuğun olmuyor diye mi ağlıyorsun?

- Ahh, her şeyin hayırlısı. Şu müdahale odası­na, küçük bir kız çocuğu getirdiler. Ön tarafı kan­lar içinde, düşmüş diyorlar, ama hiçte düşmüşe benzemiyor.

- Gidip bakalım, nesi varmış. 

- Müdahale odasına girmek yasak.

- Haklısın da, şimdi kimse yok. Ben merak et­tim, gidip bakacağım.

Habibe, müdahale odasına girdi. Çocuğun anne­si ağlıyordu. Habibe, bu hâllerine acıdı, üzülmüştü.

- Ne oldu? Teyzem, geçmiş olsun.

- Ahh ah, ne olmadı ki, ah kara bahtlı kızım, kara kaderli kızım. Çiğdem’im, kaderi kara yazılan kızım.

Habibe, kadının durmadan kaderi suçlamasına, için için kızmıştı. Ama suçlu o değil, kaderi bizle­re yanlış empoze ettirende suç. Şu insanlar telekız, fuhuş yapar olur; kader. Geneleve düşer; ka­der.

Şimdi de, O......nun adını, telekız koy­muşlar. Yok, hayat kadını. Namussuzluk kadını demiyorlar da. Niçin düşünmezler, şu insanlar? Allah (c.c.) irâdeyi niye ver­miş? İrâde serbesttir, bu da imtihanın gereğidir.

Kadının feryadıyla, düşüncelerinden sıyrıldı.

- Ahh, yavruuum. Ariiiif, yaşamayasın, kemik­lerin torbaya dolsun, arabaların altında kalasın.

- Teyzem, biraz sakin ol. Şimdi, nöbetçi doktor ge­lirse, seni bu feryadınla burada bırakmaz. Ne ol­du? An­lat hele.

- Ilıca’da oturuyoruz. Akşam sofrasında otur­muştuk. Baktım, Çiğdem yok, büyük kıza sordum. “Kız, Çiğdem nerde?”

- Dışarıda oynuyorlardı, dedi. Tam o sırada Çiğdem içeri girdi. Sağa, sola yalpalayarak ya­tak odasına geçti. Merak edip, arkasından odaya girdim. Uzun pijamasını arıyordu. Giydirdiğim kı­sa külotuna el attım, kan revan içindeydi. Sordum:

- Çiğdem, ne oldu sana?

- Ana düştüm.

- Kız, nasıl düştün?

- Bahçenin altındaki büyük taştan düştüm.

- Hemen alıp, sigortaya getirdik. Kocam da birkaç ay önce ameliyat olmuştu; ses telleri kesiktir, konuşamıyor. Sigorta, buraya sevk etti. Düşme işi değil, dediler.

- Ne yani, aman Allah’ım, tecavüz mü yoksa?

- Ahhh, ah kapı komşumuzun oğlu Arif. Kan­dırmış, kızımın işini bitirmiş.

- Eee, yakaladılar mı?

- Yok yok, nerde, kaçmış.

Habibe çok üzülmüştü. Çiğdem’in başını okşadı:

- Tatlım, kaç yaşındasın?

- Yedi.

- Teyze, oğlan kaç yaşında?

- On yedi. Benim oğlanla yaşıt.

- Teyzeciğim, çok üzüldüm. Şimdi bunun ka­derle ne alâkası var?

- Aaa, ne demek kızım, biz müslümanız, elhamdü­lillah. Kadere iman etmişiz.

- Tamam, tamam da, bu işin kaderle ne alâkası var. Oğlan şeytana uymuş. Aslında sade­ce, oğlan da suçlu değil ya.

- Ne demek, suçlu değil? Bir parça sabimi mahvetti. Ah, onu, benim elime verseler.

- Meraklanma, onu yakalarlar.

- Yakalamak mı? Sanki, ne olacak yakalamak­la. Onu benim elime verseler; ibret olsun diye, av­ret yerle­rini keserim.

Habibe, kadının ıstırabını anlıyordu. Kadın de­vamla:

- Bir de, suçlu değil diyorsun. A kızım, giyini­şinden müslüman birine benziyorsun. Bir de, suç­lu değilmiş, suçlu, hem ne suçlu.

- Yaa, demek giyinişim size, Müslümanlığı ha­tırlattı. Haklısın teyzem, müslüman olduğunu id­dia edenler, diğer hanımlardan ayırt edilmeli. Suç­lu değil, dedim diye alınma teyzem. Senin yaran, bi­zim yaramızdır. Çiğdem senin kızın, bizim de bacımızdır. Ama gel gör ki, buluğ çağında olan gençleri, cinsellikten  başka bir şey düşünemez hale getiriyorlar. Fitnevizyon da o kadar çok müstehcen sahne çıkıyor ki, gençlerimiz bunalıma düşü­yorlar. Suçlu değil dedim de, şimdi bu gençlere, Allah korkusunu aşılamadan, doğurup, ortaya atan ana baba da suçlu değil mi? Eğitim de, Al­lah’ın bilgisine gerek duymayanlar da suçlu değil mi? Ve en acı tarafı, bütün bunları sineye çeken, öz evlatlarının zehirlenmesine ses çıkarmayan müslüman da müslümanlar da suçlu!

Kadın susmuş, Habibe’yi dinliyordu. Habibe ko­nuşmasına devam etti.

- Ahh teyzem, yaralısın biliyorum. Ama be­nim ya­ram daha derin. Sen Çiğdem için ağlıyor­sun, yaran Çiğdem için kanıyor. Bense Çiğ­demler için ağlıyorum, yaram Çiğdemler için ka­nıyor. Kur’an-ı Kerim’de Al­lah (c.c.) buyuruyor ki “Zina eden eğer bekâr ise, ona ceza olarak yüz değnek vurun.” (Nur, 1-2 ) Sana göre, yüz değnek çok gaddarca değil mi?

- Ah, kızım yüz değnek nedir ki, elime geçse, onun ellerini ayaklarını keserim.

- Tabii teyzem, yanan senin canın, tecavüz se­nin kı­zına. Yaran kanıyor onun için. Fakat kavga seyirciye kolay gelir misali, o yüz değneği başka bir hanım görse, hemen çağ dışı damgasını vurur.

O arada nöbetçi doktorun gelmesiyle, Habibe mü­dahaleden çıktı. Meraktan bir hoş olan, Birsen Hanım:

- Amma cesaretlisin kız, bayağı merak ettim, ne ol­muş? Anlat, hele.

- Ne olacak, tecavüz.

- Ayy, vah vah, yazık olmuş yavruya.

- Tek yavruya değil, yavrulara. Bugün bu Çiğ­dem, yarın başka Çiğdem, öbür gün öteki Çiğ­dem. Bu ne ilkidir, ne de sonuncusu. Her gün gazeteler­de bunlardan başka bir şey okudukları mı var? Ama, ibret alıp Allah’a dönen nerde?

- Habibe, kız nasıl olmuş? Anlatsana. Bizim orada da, bir dilenci vardı. Adı Sultan idi, kadir gecesi günü, tecavüz edip, biz, kanal diyoruz o suya at­mışlardı.

- Katilleri bulundu mu?

- Yooo, ne gezer. Hem, sahipsizdi, kimseciği yoktu, çok yaşlı bir kadındı.

Servis, hep Çiğdem’i konuşuyordu. Kimisi:

- İnan, onu tutup da asmalı, diyor.

Bir başkası:

- Yok yok millete ibret olsun diye, meydanda sal­landırmalı.

- Ayol, bu oğlan kaç yaşında? Soran, hemşire ha­nımdı, o da hasta olduğun­dan yatıyordu.

- On yedi.

- Eee, baksanıza, o kadar suçluyorsunuz. Ca­nım, daha on yedisinde. Çocuğun tam kendisini is­patlama yaşı. Yakalamasına yakalarlar; fakat onun hafifletici sebepleri var.

Öte yandan Hünkâr Hanım dayanamayıp:

- Hemşire Hanım, senin de, çocuğun vardır öy­le mi?

- Evet, iki tane, bir kız, bir oğlan.

- Olay senin kızın başına gelseydi, çocuğu affeder­din değil mi? Nasılsa hafifletici sebepler bul­dun.

Hemşire Hanım bayağı bozulmuştu. Sesini çıkara­madı. Ne demişler kavga seyirciye kolay gelir. Birkaç gün Çiğdem’e tıbbî müdahale yaptılar, müdahaleden sonra taburcu ettiler. Habibe de ba­yağı sıkılıyor, o da bir an önce taburcu olmak isti­yordu. Dalgın dalgın koğuşun penceresinden sey­rederken.

- Habibe bacı.

- Efendim, Birgül abla.

- Geçen gün, genel cerrahiye buradan bir has­ta götürdüler ya, hatırladın mı? Alime.

- Evet, hatırladım.

- Diyorum ki, gidip ona bir bakalım. Durumu ağırdı, benimle gelir misin?

- Tamam, gidelim de, bir saat sonra olmaz mı? O zaman mesai biter, ortalık sakinleşir.

Bir saat sonra, genel cerrahi servisindeydiler. Alime’nin koğuşuna girmeden, Habibe’nin gözü, bir yere takıldı. Öyle sevinmişti ki, yanındaki Birgül ablayı da unutmuştu. Hemen ilerledi:

- Selâmünaleyküm.

- Ve aleykümselâm kardeşim,

- Geçmiş olsun, Allah şifa versin,

- Allah razı olsun. Anam apandisit ameliyatı geçirdi, ben de yanında ona refakat ediyorum. Tabii ki, onun, ben küçükken yaptığı zahmetin yanında bu bir hi­ç bile.

- Orası öyle, isminiz?

- Sebahat. Ya sizinki?

- Habibe.

- Siz de refakatçisiniz.

- Yoo, hayır, ben hastayım, tedavi görüyorum.

- Sahi mi? Allah şifa versin, neyiniz var?

- Kadın hastalığı, yani imtihan.

- Evet, haklısın bacım.

Sebahat anlatıyordu. Bir haftadır annesini bekliyormuş. Peçesini hiç aşağı indirmemiş. Bazı dok­torlar, böyle dolaşamazsın, olmaz böyle demişlerse de, hepsine cevap vermiş. Dedim ki:

- Refakatçi kıyafetiyle ilgili bir kanun mu var? İnsan haklan savunursunuz, fakat en çok da, siz ihlâl edersiniz.

Habibe dava arkadaşı bulduğu için çok sevin­miş, koyu bir sohbete dalmışlardı. Birgül Hanımı unutmuştu bile. Sebahat anlatmaya devam ediyor­du:

- Beni, çarşafımla gören, hemşirenin biri dedi ki.

- Sen, necisin?

- Anlayamadım?

- Canım, anla işte, nurcu musun?

- Hayır.

- Süleymancı?

- Hayır.

- Adıyamancı?

- Hayır.

- Anladım, hiçbir şey olmayan, Humeynici oluyor, demek sen, Humeynicisin.

-Yoo, hayır.

- Peki, necisin?

- Bakın hanımefendi, ben, ne “cı cı” yım. Ne de “cu cu”. Ben müslümanım.

- İyi de, ben de müslümanım.

- İşte, benim Müslümanlığım, benim inancım böyle giyinmemi gerektiriyor. İnsan, inandığı da­vayı inancını pratiğe aktarmadıkça, onun inanma­sı kendisine bir fayda sağlamaz. Çünkü Ebu Cehil de Allah’a inandığını söylüyordu; fakat onun inancı kendisini müşriklikten kurtaramadı. Haksız mıyım?

Habibe ile acı acı gülümsediler. İkisi de aynı acıyı hissediyorlardı. Habibe:

- Yani, illâ da ya “….cı”sın, ya da “….cu”. Oysa Allah (c.c.) müslüman isminden başka bir isimle, isimlen­me­mizi istemiyor.

- Ooo, Habibe bacı, bakıyorum, beni unuttun.

- Ne münasebet, sadece tanıştık. Sizi de tanış­tıra­yım. Bu arkadaş benim odadan, Birgül abla, bu da Sebahat.

- Memnun oldum.

- Aslında, Birgül abla da namaz kılıyor.

- Namazımı kılarım, orucumu tutarım. Fazla bilgim yok, ben anamdan babamdan bu kadarını gör­düm. Böyle de gidiyorum. Aşırı dinci de değilim.

- Aşırı dinci, ne demek, Birgül Hanım?

- Bilmem, herhalde, çok derine dalanlara di­yorlar.

- Dinin aşırısı olmaz. Allah (c.c.) bir ölçü koy­muştur, din tamamlanmıştır. Şimdi, Allah’ın bazı emirleri normal de, bazıları fazla aşırı mı? (haşa) İslâm’a kimsenin bir şey eklemeye hakkı yoktur ki; hem biz Allah’ın sadece na­maz, oruç gibi emirlerine değil, Allah’ın bütün emirlerine muha­tabız. Bu senin dediğin, İslâm düşmanlarının bir propagandasıdır. Bak, Birgül abla, bir de Allah (c.c.) Kur’an’ı Kerim’de buyuruyor ki: “Onlara: Al­lah’ın indir­diği (düzene) ve Peygamber (yönetimine) gelin denildiği zaman; atalarımızı üzerinde bulunduğumuz (düzenler) bize yeter dediler. Ya ataları hiçbir şey bilmiyorlar ve doğru yola gitmi­yorlar idiyse.” (Maide, 104) Hem iki yol vardır. Biri İslâm, diğer gayri İslam. İkisinden bi­rini tercih edip, o yolda yürümek şarttır.

Habibe araya giderek:

- Sahi, Alime bacımız nasıl?

- Biraz daha iyi, ameliyat olmuş.

- Sebahat bacı, biz, yine görüşürüz. Selâmünaleyküm.

- Aleykümselâm. Birgül abla hakkını helâl et. Sana bir tavsiyede bulunayım mı? İslâm’ı oku, güvenilir kay­naktan oku İslâm’ı.

- İnşallah. Habibe de aynısını diyor, bu yaşta beni talebe etmeye niyetlisiniz, galiba?

- Öğrenmenin yaşı yoktur. Haa Habibe bacı, biz yarın taburcuyuz, haberin olsun.

- Peki, hadi, Allah’a emanet ol.

- Sen de.

Asansörle çıkarlarken Birgül Hanım, merakını ye­nemeyip sordu:

- Habibe, nereden tanışıyorsunuz çarşaflıyla?

- Hastanenin cerrahî servisinden.

- Yani, yeni mi tanıştınız?

- Evet öyle.

- Aman, seni anlayana aşkolsun, insan tanımadı­ğıyla öyle samimi olur mu?

- Birgül abla, Peygamberimiz Mekke’den, Me­dine’ye hicret etti, biliyorsun değil mi?

- Hı, rahmetli babam anlatırdı. Çok çekmişlermiş.

- Sen de, O’nun ümmetisin değil mi?

- Tabii, ne demek.

- Bak, işte ümmet olarak, çektiklerini bile ba­bandan dinlemekle yetinmişsin,

- Söz, kız, eve varır varmaz Peygamber’in ha­yatını okuyacağım.

- Hah, şöyle. Eveet. Şimdi gelelim konumuza. Hic­rette Peygamberimizi kabul edip, O’nu önder tanıyan­larda, O’nunla evlerini, eşyalarını, kısaca­sı her şeylerini terk edip gitmişler. O’nunla giden sahabilere, “muha­cir”, onları kucaklayan Medinelilere de “ensâr” yani “yardımcılar” denildi. Bunlar bir­birlerini tanımıyor diye, samimi olmasa mıydılar? Allah (c.c.) Kur’an’da buyuru­yor ki; “Bütün ina­nanlar kardeştir” Onlar da öyle bir kardeşlik oluşturdular ki, dünya bir daha öylesini gör­medi. Ya şimdi, günümüzdeki insanlar, müslümanlar kardeştir ilkesine ne kadar riayet ediyorlar. Be­nim ba­cım, müslümanım diyor; fakat Allah düş­manı modacıla­rın, modasını bile feda edemiyor. müslümanım diyor, aylarca kardeşine dargın ka­lıp, buğz ediyor. Bunu biraz düşünmek lâzım.

- Yani, şimdi bizler, kardeş miyiz?

- Evet, aynen öyle. Babamız Adem.

- Anamız, Havva. Şimdi anladım.

- Önemli olan kardeşliğin lafta kalmaması. Ma­dem Allah (c.c.) inananlar kardeştir buyuruyor. Bakmamız lâzım, önderimiz Muhammed (s.a.v.) kardeşliği nasıl uygulamış. Baktıktan sonra, iman edene düşen, o kar­deşliği nefse uymadan, kafaya göre hareket etmeden, pratiğe aktarmaktır.

Koğuşa çıktılar, Habibe yatsı namazını kıldı, tam yatacaktı ki bir hemşirenin kendisini aradığı­nı söylediler. O arada, hemşire de içeri girip se­lam verdi.

- Aleykümselâm. Hoş görün, tanıyamadım.

- Adım Sevgi. Arkadaşlar, bir kardeşin yattığı­nı söylediler, ben de ziyaret etmek ve aynı za­manda ta­nışmak için geldim.

- Allah razı olsun. Benim adım da Habibe.

- Memnun oldum. Allah şifa versin. Hâlime bakıp şaşırmayın, ben yeni uyananlardanım.

- Memnun oldum, yoo, şaşırmadım, ilk etapta tanı­madım ya.

- Size kitap getirdim. Şimdi nasılsınız?

- İyiyim, tedavim uzun sürecekmiş. Yakında, izinli olarak gideceğim.

Habibe, Sevgi Hemşire‘ye sordu:

- Yeniyim dediniz?

- Evet, üniversiteden kız arkadaşlarım var. Onların sayesinde, henüz emeklemeye başladım. Fatıma diye bir kardeşimiz var; sağ olsun çok ilgi­lendi. Malumunuz, iş yerinde örtü kullanamıyo­ruz, ailemle olan anlaşmazlıklar hallolsa, durum farklı olacak. Anlaşmazlık dedim de, inanç yönün­den.

- Evet, yaşadığımız toplumda, inanç hürriyeti var diyorlar. İnancı yüzünden, kadın memura ba­ş örtüsü yasaktır. Tezatların içinde yaşıyoruz.

- Evet, haklısın. Ben nöbetteyim, şimdi gide­yim. Sonra yine görüşürüz.

- Tabii hakkını helâl et.

 

Zeynep, Makbule’ye uğramak için evden çık­mıştı. Makbule’nin ailesi, Makbule’ye çok baskı yapıyordu. Zeynep kapıyı çalarken, içinden de dua etti. “İnşallah evde kimse yoktur, Makbule’yle  daha rahat konuşu­ruz.”

- Kim o?

- Benim, Zeynep.

- Hoş geldin, evde yalnızdım, geçte biraz sohbet edelim.

- Nasılsın, ne var, ne yok?

- Çok şükür, sen nasılsın. Habibe’den haber var mı?

- Evet var, eniştem gitti, yarın geleceklermiş. Sen, ne yaptın okulu?

- Geçen, o ateist öğretmen var ya, onunla ka­pıştık yine.

 - Yine, ne oldu?

- Okulun bahçesinde zilin çalmasını bekliyor­dum. A. Aktaş yanıma geldi ve bana:

- Çıkar, şu başındakini deve, diye hakaret etti. Ben de:

- Hocam, bana hakaret etmeye hakkınız yok, de­dim.

- Müslümansan, ne işin var burada, dedi.

- Haklıydı. madem ki müslüman idim; Allah’ın de­diği şekilde ve Allah’ın dediği yerde okumalı de­ğil miy­dim. Hançer gibi saplandı bu lâflar bana. Kendi ken­dime, “Bak Allah’a inanmayan, ateist bi­le, Allah’ın em­rinin çiğnenerek, okunmayacağını, bana söylüyor. Ya ben?” Karar verdim, İstiklâl Marşı okunurken, çekip gel­dim. Geldim, ama mü­cadele bu defa evde başladı. Ba­bam:

- Ya okuyacaksın, ya da, seni istemediğin biri­ne zorla da olsa veririm, deyip duruyor. Şimdiye kadar dayandım, bakalım sonu ne olacak?

- Allah yardımcın olsun, annen nerde?

- Babamla çarşıya çıktılar. Ne için, biliyor mu­sun? İşte beni kahreden de bu ya; umreye gide­cekler, alış veriş yapmak için. Duyuyor musun Zeynep? Gidip, um­rede “Lebbeyk Allah’ım” diyecekler. Yani, “Emret Al­lah’ım, emrine hazırım!”

- Allah’ım, bizi bu hâllere düşürenleri, kahret peri­şan et!

- Geçenlerde, aynı hoca, babamı aramış. Ders­leri­min çok iyi olduğunu, tekrar okula dönmemi söylemiş. Sonra, okul idaresi çağırmış; tabii bu ça­ğırttırma da, yetiştirmesi için, ana ve babamın ellerine teslim ettiği, ateist olan A. Aktaş Hocanın rolü büyük. Şu anda, ba­bam da annem de, benim­le konuşmuyorlar.

- Sabır, Makbule sabır. Allah (c.c.) “Gevşeme­yin, üzülmeyin eğer inanıyorsanız, en üstün sizsi­niz. “ buyu­ruyor. Baban, müslüman olduğunu söy­leyip duruyor; peki, seni günaha zorlarken, ne ge­rekçe gösteriyor?

- Kızım, sen gençsin, namazını kıl, orucunu tut ye­ter. Okuluna git. Ne yapalım? Kanun böyle, günahı açtı­ranların. Gençmişim; Allah’ın emirleri, sadece ihtiyarla­rın sanki? En güzel çağda güzel­liklerimizi, haram bakış­lara sergiledikten sonra, kapanmamız neye yarayacak.

- Günahı açanlara, demekle sanki kurtulabilecekler. O zaman, sahabeler de günahı, Ebu Cehillere deyip. pes ederlerdi. Hem, koskoca bir sistemi, na­sıl da namazla, oruçla sınırlayabiliyorlar?

- Kardeşim Nuran’ın, ölümüyle biraz etkilendiler de, eskisine nazaran bir nebze suskunlar. Ben de, Nuran’ı hiç unutamıyorum; ama öldüğüne de, bazen seviniyo­rum, yetiştirilme tarzımız mâlum.

- Ben de çok üzüldüm. Kazadan bir hafta önce bize gelmişti. Bana:

- Zeynep abla, ben büyüyünce babamın sözünü tutmam, kapanacağım, hem şimdi kapanıyorum; ama küçük olduğum için bana bir şey demiyorlar. Ne garip değil mi? Aslında, bana kızıp, ablama kızmamaları lâ­zım. Çünkü o büyük, bense küçük, bana çok günah olmaz, demişti.

- Karşıdan karşıya geçerken, motosiklet çarptığında, hemen “Allaah!” diye bağırdı. Alıp, hastane­ye götür­dük. Doktor geldi, karnını açmak istedi. “Ben müslümanım” olmaz dedi. Başındaki yaraya bakmak istedi. “Müslümanlıkta saç açmak yok­tur, bu yarayla ölürsem Allah’a ne derim,” diye bırakmadı. Ben:

- Nuran, doktor amca günah olmaz, dedimse de ne mümkün. Doktor, anneme: “Hanımefendi, bu kadar tutucu olmayın” dedi. Oysa ne derler, söy­leyene değil, söyletene bak.

- Küçücük kalpteki imana bak.

- Anlatsam, bana inanmazlar. Annem kendi kula­ğıyla duydu. Bakalım, Mevlâ neyler, neylerse güzel ey­ler. Ama yılmayacak sonuna kadar dire­neceğim.

- Allah yardımcın olsun. Ben, kalkayım, abla­mı kar­şılamak için, hazırlık yapacağız.

- Hadi, gözümüz aydın, Habibe’yi derslerde görmek bizi sevindirir.

Zeynep eve geldiğinde, Zahide Hanım oturmuş, Zeynep’in gösterdiği, Elifba’ya çalışıyordu.

- Selâmünaleyküm ana.

- Aleykümselâm, ne oldu rengine, yaprak gibi sa­rarmışsın? Babana haber edeyim, hasta mısın?

-Yok bir şeyim, Makbule’ye üzüldüm, ondan olabi­lir, şimdi geçer.

Ertesi gün Habibe’yi bekli­yorlardı. Zeynep namazını kılmış, dua ediyordu. Zahide Hanım ise namaz kılı­yordu. Bu arada tele­fon çaldı. Zeynep ahizeyi kaldırdı.

- Alo, buyurun. Ben kızıyım, babam evde yok. No­tunuz varsa alayım. Efendim! Kaza mı? Tamam, anla­dım, deyip telefonu kapadı. Zahide Hanım da namazı bitirmiş. Zeynep’ten açıklama bekliyordu

- Ana, ablamların arabası kaza yapmış! Ben gi­diyo­rum, babama haber vereyim.

Kazayı haber alan Cemil Bey, hemen yola çık­mış, kazanın olduğu yere doğru yol alırken, kafa­sı karma karışık düşüncelerle doluydu. Acaba, kı­zına bir şey ol­muş muydu? Birden Habibe’nin ço­cukluğu geldi gözle­rinin önüne. Tıpkı film şeridi gibi geçirdi gözünün önün­den. Çektiklerini, çektir­diklerini, bir bir hatırladı. Far­kında değildi; ama Cemil Zorlu ağlıyordu: “Allah’ım ne olur, kızımı İslâm’a bağışla” diye dua etti. Sonra mah­keme gününü ha­tırladı, gözlerinin önünde canlandı o an. Anasın­dan ayrıldıkları, Habibe’nin elinden tutup, evin yolunu tuttuklarında, Habibe, masum masum ba­basının gözlerinin içine bakıyor, kelimelerle ifâde edemiyor; fakat lisân-ı hâl ile şunu demek istiyor­du. “Baba, ne olur bizi, anasız bırakma!” Kaza yerine var­dıklarında, yaralıları en yakın hastaneye kaldırmış­lardı. Cemil Bey, derhâl hastanenin yolunu tuttu. Durmadan ağlıyor, ağlıyordu; ama bu gözyaşları, Al­lah’ın takdiri için değil, Habi­be’ye çocukluğunu yaşata­madığı için, vicdanının sesini dinlediği için dökülüyordu.

Habibe’nin odasına girdiğinde, Habibe’nin kimseyi tanıyacak hâlde olmadığını gördü, boyuna sayıklıyordu. Cemil Bey, kulak verdi. Habibe şu kelimeleri tekrar edip duruyordu:

- Yazıktır Çiğdem’e. Kıymayın Çiğdem’lere. Çiğ, Çiğ, Çiğ dee, Çiğdem’e ya, ya, yazıktır.

Habibe, birden biraz daha fenalaşır gibi oldu.

- Kızım, Habibe’m. Bak, ben geldim. Yavrum, ba­ban geldi.

Habibe gözlerini hafif açtı.

- Ba, ba, bab.

Baba, diyemedi, tekrar kapattı gözle­rini.

Cemil Bey ne yapsın bilemiyordu. Aradan bir müd­det geçti. Cemil Beyin gözleri sevinçten par­ladı. Habibe gülümsüyor, yavaş yavaş gözlerini aralıyordu. Ve nite­kim gözlerini açtı, babasına baktı. Gözleriyle etrafı süzdü.

- Ömer, diyebildi.           

- Kızım, inan bana Ömer’in durumu çok iyi. Sen merak etme.

- Zeynep.

- Seni bekliyorlar. Benim bir annem de ablamdır, diyor.

- Ve, Çiğdem, Çiğdem. Ba, ba, ba, Çiğdem...

Cemil Bey bayağı merak etti. Kim bu Çiğdem? Amna şimdi sırası, değildi. Habibe yavaş yavaş göz­lerini kapadı:

“Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasulullah”

Cemil Bey inanamadı. Habibe’nin çenesini bağlarken, gözle­rinden yaşlar boşalıyor, dudakları “Muhak­kak biz Al­lah’a aidiz ve O’na dönücüleriz” ayet-i kerimesini okuyordu.

Evet, Habibe, beklenmedik bir kaza sonucu ha­yatını kaybetmişti. Ömer Faruk ise, kazayı hafif yara­lanmayla atlatmıştı. Eee, takdiri ilahi. Habibe’nin son sözü, şaha­det kelimesi olmuştu. O şahadetin gerektirdiği gibi ya­şamıştı ki, son nefeste de ona nasip oldu.

Makbule, kazayı duyduğunda, şöyle haykırmak is­tedi.

- Hele gençsin diyenler, zamanı var diyenler; duyun gençler de ölüyor?

- Habibe’yi mezara gömüp, geri dönerken, Ce­mil Beyin kulaklarında hâlâ Habibe’nin “Kıyma­yın Çiğ­demlere!!” sesi çınlıyordu. Habibe sanki mezarda bile feryat ediyordu, müslümanım di­yenlere:

“YAZIK DEĞİL Mİ ANALARA?

KIYMAYIN ÇİĞ­DEMLERE,

KIYMAYIN ÇİĞDEMLERE!!”

 

 

s o n