Bir Adım Ötesi

 

ROMAN 

Duran Çetin

BEKA YAYINLARI :  79

Roman Serisi :  46 

Bir Adım Ötesi

Duran Çetin

1. Basım, Eylül  2002 

Dizgi

Beka Yayınları

İç Tasarım

Fatma Arpaçukuru

Kapak Tasarım

Apajans

Baskı ve Cilt

Bayrak Matbaacılık Ltd. Şti.

Bir Adım Ötesi

ROMAN

 

Duran Çelik

 

BEKA YAYINLARI

Çatalçeşme Sok. Üretmen Han

No: 18   Cağaloğlu / İstanbul

Tel. & Faks:  0212 512 51 66 – 512 45 43


 

Duran Çelik…

Çumra'da doğdu.

Üniversiteden 1986 yılında mezun oldu.

Hikaye ve Roman çalışmaları devam etmektedir.

Yayınlanmış eserleri:

1. Bir Kucak Sevgi (hikaye)

2. Güller Solmasın (hi­kaye)

 

 

 

 

 

 

 

 

Öğretmenlik yeterlilik sınavına gireli bir ay kadar ol­muştu. Ha bugün ha yarın sonuç bekliyordu. Heye­canlı; telâşlı ve tereddütlüydü. Sonucun ne olacağı dü­şüncesi içini kemiriyor; zamanının bir kısmını meşgul ediyordu. “Ya kazanamazsam?!” düşüncesi endişelendiri­yordu

Üniversiteyi bitireli birkaç ay olmuştu. Bitirmek için çok çalışmıştı. Bitirmeye mahkum olduğunun farkın­daydı.

Yeni evlenmişti. Köyde yaşayan anne babasına yük olmak istemiyordu; buna hakkı da yoktu. Çünkü okul bitmişti. Kendisinden beklentileri olanlar vardı. Beklen­tilere cevap vermek de sınavın sonucuna bağlıydı.

Lise yıllarından beri olmayı hedeflediği öğretmenlik için bir adım kalmıştı. Ya kazanıp bir adım ötesine ge­çe­cek. Veya kazanamayacak; sıkıntı, üzüntü dolu birkaç yılı daha olacaktı.

Üniversiteyi bitirdikten sonra köye geldi. Hanımı Şeyma ile birlikte babasının işinde çalışıyordu. Tarlada alnından terler damlaya damlaya, güneşin altında kav­rularak, buğday, arpa, nohut; harman işleriyle uğraşı­yordu. Babasına kendisinden başka yardım edecek kimse kalmamıştı.

Kızgın güneşin altında, akşama kadar eşiyle birlikte tarlada kalıyor, akşam yorgun; bitkin bir şekilde eve dö­nüyordu. Simsiyah gözleri, kapkara saçları, güneşten kav­rulup esmerleşen yüzüyle uyumlu hâle gelmişti.

Boş kaldığı zamanlarda gölün kıyısındaki kayalık­lara gider, kendisini dinlendiren manzarayı seyreder, huzur bulurdu.

Gölün karşı tarafındaki yemyeşil ağaçlar... Hemen yan tarafında yalçın kayalıklar... Batı tarafında meşe ağaçla­rının yoğunlaştığı koruluklar... Masmavi suların derin­liklerinde, gökyüzündeki beyaz, parçalı bulutların düşen görüntüsü; yansıması... Ağlarını toplamak için san­dalla­rıyla açılan balıkçılar... Balıklar... Atlayıp zıpla­yarak halka halka oluşturdukları, kenara kadar yayılan dalga­cıklar... Kırlangıçların hızla suyun yüzeyine dalış ve kal­kışları etkileyiciydi. Beyaz martıların uçarak bu cüm­büşe or­taklıklarını da unutmamak gerekir. Yeşili, mavisi, ber­rak suyu ve temiz havasıyla harika bir manzara...

Mustafa diğer zamanlarında da sık sık buraya ge­lirdi. Kendisini buraya çeken bir güç vardı sanki. Yine karşı köydeki nişanlısına buradan bakardı görmeden; uzaktan uzağa. Babasından ve büyüklerinden duyduğu, barajın altında kalan köylerini hayal eder, tüm güzellik­leri orada yaşardı. Bazen dikkatlice bakar, derinlerde bir şeyler arar, o zamanlarda yaşamayı arzulardı.

Yazın sonu kıştı. Babasının yakacağının hazırlan­ması gerekiyordu. Yoksa kışın o soğuk günlerinde ne yapar­lardı? Sabah ezanlarıyla birlikte tüm aile yola ko­yuldu. Kayalıklardan aşağıya inen daracık yoldan gölün kena­rına indiler. Kıyıdaki bağlı bulunan kayığa bindiler. Gü­venli olmayan kayık hafifçe su alıyordu. Mustafa, sabahın se­rinliğinde hızlı hızlı asılıyordu küreklere. Eşi Şeyma da ka­yıktaki suyu boşaltıyordu. Bu arada ba­bası yıllar önce olan bir kayık kazasını anlatıyor, düşün­celer o yönde yo­ğunlaşıyordu.

Öğle sıcağından önce daha çok odun toplamak için sabahın bu erken saatinde yollara düşmüşlerdi. Nihayet karşı yakaya ulaştılar. Kayıklarını bağlıyarak, karşı ba­yıra doğru ellerindekilerle yürüdüler.

Annesi ve eşi, küçük odun parçacıklarını toplayıp bi­riktirirken, Mustafa ve babası baltaları vuruyorlar... Bir daha... Bir daha... Durmadan çalıştılar. Kan ter içinde kaldılar.

Dönüş zamanı gelince, aynı yoldan gölün kenarına ulaştılar. Geldikleri kayığa binip köye doğru yöneldiler. Mustafa bir kürek mahkumu gibi isteksiz asılıyordu kü­reklere. Yorgun, bitkin ve umursamaz. Yol bitmek bilmi­yor; uzadıkça uzuyordu. Gölün ortasına gelip yol yarılan­dığında, kayalıkların üzerinde bir kız silueti be­lirdi. Dur­madan bağırıyordu. Küreklerin çıkardığı sesten bir şey anlaşılmıyordu. Mustafa kürekleri bıraktı. Tekrar din­ledi­ler.

-Abii!.. Abii!..

Bu Mustafa’nın amcasının küçük kızıydı. Elindekini devamlı sallıyor ve bağırıyordu.                                                                

Mustafa heyecanlıydı. Mutluluktan uçarcasına asıldı küreklere. Biraz daha yaklaşmışlar, konuşulanlar duyu­lur hâle gelmişti. Mustafa kürekleri bıraktı:

-Ne diyorsun? Ne oldu?! diye bağırdı.

Aslında ne olduğunu tahmin ediyordu. Ama kula­ğıyla duymak istiyordu. Kız tekrar bağırdı:

-Müjdemi isterim?

-Ne müjdesi?

-Kazandın abi! Kazandın!..

Mustafa, olduğu yere çöke kaldı sevinçten. Vücudu gevşemiş, rahatlamıştı. Yorgunluk hissi yok olmuş, ye­rini tatlı bir dinginlik kaplamıştı. Anne babasının ve eşinin gözlerinden mutluluk parıltısı yansıyordu.

Nereye gideceğinin merakıyla asıldı küreklere, ka­nat­lanıp uçururcasına, peş peşe, durmaksızın.

Kıyıya çıkınca, koşarak kayalıklara tırmandı. Müjde­si­nin karşılığını duymak için bekleyen amcasının küçük kı­zının yanına gitti. Zarfın içindeki bilgileri okudu. Bir daha, bir daha... Sonra da:

-Eskişehir! diye bağırdı aşağıdakilere.              

Birlikte evin yolunu tuttular. Mustafa kıpır kıpır du­daklarıyla şükrediyordu. Mutluluktan uçuyordu. Bir adım ötesi gerçekleşmiş; öğretmen olmuştu.

Ailede tatlı bir telâş yaşanırken Mustafa, Eskişehir’in yolunu tutmuştu. Görev yerini görecek,  ev tutacaktı.

Eskişehir’den gideceği ilçeye günde sadece üç oto­büs seferinin olduğunu öğrenince şaşırdı. Bu şaşkınlı­lıkla bindi ilçenin otobüsüne. Yanında oturan kişiyle sohbete daldı. İlçede ev bulmanın çok zor olduğunu öğrenince, “Ya bu­lamazsam?” düşüncesi sarmaladı zih­nini.

Dağların zirvesinden aşağıya; vadiye doğru eğri büğrü, bir yılan gibi kıvrılarak uzayıp giden yoldan aşağı indiler. Sağ tarafı dağ, solu binlerce metre derinlikte uçu­rum; bakılmaya cesaret edilemeyecek kadar kor­kunç.

Aşağılara, vadinin dibine yaklaştıkça bahçeler başlı­yor. Ama ne bahçeler! Nar ağaçları... incirler... zey­tinler... Ayrı ayrı güzellikte meyveler... Pamuk ve çilek tarlaları... Mustafa’nın şimdiye kadar bir arada göreme­diği güzel­likler ... Gözlerini alamadı; baka kaldı dakika­larca. “Güzel yerler!” diye geçirdi içinden.

Bahçeler uzayıp gidiyordu. Yeşil denizinin ortasın­daki ilçe merkezine geldiğinde hâlâ gördüklerinin etki­sinden kurtulamamıştı.

Elindeki çantasıyla otobüsten indi. Gideceği okulun yerini sordu şoföre. Tarif edilen yöne doğru, ilçeyi orta­dan ikiye ayıran yoldan yürüdü. Yeşillikler içerisindeki çok katlı olmayan evler görünmüyordu. Uzaktan, büyük bir ırmaktan akan suyun  gürültüsü duyuluyordu.

Uzun bir yürüyüşten sonra ilçenin dışında olan okul, sarı boyalı duvarlarıyla göründü.

Okula yaklaştıkça heyecanı arttı; yeni bir göreve baş­lamanın doyumsuz hazzını yaşadı. Merdivenleri, tenef­füste olan öğrencilerin bakışları arasında çıktı. Okul mü­dürü kapıda karşılayarak odasına götürdü. Müdürün iç­ten davranışı Mustafa’yı rahatlatmış, heyecanını yatış­tırmıştı.

Müdür, Mustafa’ya okulun durumunu anlatıyor ve bir hafta içinde derslere başlamasının çok iyi olaca­ğını vurguluyordu. Öğretmenlerden, öğretmen sayısın­dan, boş geçen derslerden dem vuruyordu.

Öğle arasında, birlikte okul müdürünün evine gitti­ler. Hazırlanan sofraya oturdular. Müdür Hüseyin Bey, Mus­tafa’yı rahatlatmak, güven vermek için ne gereki­yorsa ya­pıyordu. Söz dolaşıp gelip, ev bulma konu­sunda odakla­nıyordu.

Yemekten sonra üniversiteden arkadaşı Hasan’ın evine gittiler. Hasan’ın babası kapıda karşıladı. Kucak­ladı, bağrına bastı:

-Hoş geldin hocam, diyerek kapının yanındaki ma­saya buyur etti.

-Hasan bahçede. Birazdan gelecek. Dinlenin hele! dedi.

Çok kısa bir zaman geçmişti ki Hasan motosikletiyle geldi. Mustafa’yla karşılaşınca eski günleri yâd ederce­sine kucaklaştılar.

Müdür Hüseyin Bey, bir hafta sonra başlayacağına dair söz alarak kalktı; okula gitti.

Hasan’la okul hatıralarına daldılar; arkadaşlarını ha­tırlayıp eskilerden bahsettiler. Çayları içtikten sonra ev araştırmak için kalktılar. Birkaç yere baktılar: Olumsuz cevap alınca Mustafa ümitsizliğe kapılmaya başladı. Hu­zursuzluk belirtileri yüzüne yansıdı.

Aynı gün geriye dönme hesabı yapan Mustafa’nın plânı suya düştü. Ev tutma işini halletmeden gidemezdi. Çünkü, eşyasını ve hanımını getirip yerleştirecekti. Zo­runlu olarak; çaresiz, kalacaktı.

Sabaha yakın bir zamana kadar konuştular. İlçedeki bazı insanlar hakkında bilgi aldı. Hasan kendisinden, ni­şanlısından bahsetti.

Akşamdan duydukları evleri araştırmak için, saba­hın erken saatinde kahvaltı yapıp, ev bulmak için çıktı­lar. “Mezarlığın yanındaki Mehmet dayının da  evi var”, uya­rısıyla caddenin yukarısına yürüdüler. Hasan ba­ğırdı:

-Mehmet dayı!

Sesi duyan Mehmet dayı aşağıya indi. Eve bak­maya geldiklerini duyunca:

-Valla hocam, evim iyi değil. Beğenirseniz vereyim, dedi.

Mustafa ve Hasan eve girdiler; baktılar. Ev kullanış­sızdı. Mustafa için hiç uygun değildi. Çaresizdi; ev bu­la­mamıştı. Şimdilik tutalım. Sonra uygun bir yer bulur­sak çıkarız, düşüncesiyle evi kiraladı. Kısmen bu prob­lemi çözmüş, rahatlamıştı. Kiralık ev bulamamanın ne derece sıkıntı verdiğini yaşayarak öğrenmişti.

Ev bulduğuna göre, geri dönmesi gerekiyordu. Ha­san’ın “Bir gün daha kal” ısrarına rağmen dönüş için ter­minale doğru yürüdü:

-Müdür beye söz verdim. Eşyayı ancak getiririm. Dö­nüşte bolca birlikte oluruz.

-İnşallah. Belki benim de nereye gideceğim o za­mana kadar belli olur, diyen Hasan’la vedalaştı.                   

Mustafa, evi bulmanın rahatlığıyla otobüse bindi. Eş­yasını nasıl getireceğinin düşüncesi zihnini tırmaladı. Zahmet olmadan rahmet zordu. Biraz zahmet çekecekti. Karmakarışık duygularla baktı yollara. 

Yollar... Ah, o yollar... 

Güzelliklerle dolu, güzele götüren yollar...

Kötüye de götüren yollar...

Ahiret için önemli olan dünyadaki yollar...

İnsanlar ve yollar...

Rotadan çıkarıp pisliğe, vahşete, cehenneme...

Hakta kalıp kurtuluşa, mutluluğa, cennete...

Kavuşmak için, kucaklaşmak için…

Birlik için, huzur için, kurtuluş için…

Yollar...

diyerek mırıldandı. Yolun çıkışı daha da farklı gö­rü­nüyordu. Sanki dağın yamacından, gökyüzüne mer­di­venle çıkılıyormuşçasına bir izlenim uyandırıyordu.    

-Allah’ım, bu ne güzellik! Bu ne manzara! Senin gü­cün erişilmez büyüklükte, diyerek düşündü. 

* * *

 

Mustafa, köyüne ulaştığında, üzüntüyle karışık, bu­ruk, tatlı bir telâşla karşılaştı. Bir tarafta yeni bir ev kur­manın gerektirdiği ihtiyaçları giderecek hazırlık, diğer ta­raftan evlâtlarından ayrılmanın getirdiği üzüntü. Mus­tafa öğret­men olmuştu. Mutlaka ayrılacaktı.

Kendisine yöneltilen gideceği yerle ilgili meraklı so­ru­ları cevapladı. Ertesi gün gidecekti. Çünkü söz ver­mişti; sözünde durmalıydı. Sözünde durmamak ol­mazdı, ola­mazdı.

Eşyayı nasıl taşıyacağını düşündü. Nakliyat işiyle uğ­raşan dayısını aradı. Gidebileceği cevabını alınca, Mus­tafa bir sıkıntıyı daha atlatmanın  rahatlığını hissetti. Böy­lece her şey tamamlanmıştı.

Ve ertesi gün… 

Yolculuk, ayrılık anı gelip çatmıştı. Eşyalar, akraba ve komşuların yardımıyla bir bir arabaya özenle yerleşti­rildi. Eşya dedikse, birkaç parça şey. Annesinin şefkatle, oğlu­nun sıkıntıda kalmaması için olanlardan hazırladık­ları.

Her şey yerleştirilmiş, ayrılık vakti gelmişti. Ayrılık üzerine neler söylenmemişti ki. Ayrılık, insanların üzül­mesine sebep oluyordu. İnsanların sevdiklerinden ay­rıl­maları, uzak kalmaları, duygusal anlar yaşamalarına ne­den oluyordu. Hele yıllarca gözüne baktıkları, emek vere­rek büyüttükleri çocuklarının yuvadan uçması, aile­den ayrılması anının ne kadar zor olduğunu tahmin etmek çok güç olmasa gerek.

Mustafa’nın da evden ayrılmasıyla, anne ve babası yapayalnız kalacaklardı. Yıllarca üzerine titre­dikleri ço­cukları da ayrılınca, baş başa yalnızlık yılları başlıyordu. Ayrılık  anının esas sıkıntısı buradaydı.

Hafiften yağan yağmur altında vedalaşmalar baş­la­mıştı. Mustafa annesinin elini öptü. Hiçbir şey söylemi­yordu. Konuşacak olsa, kesin ağlayacak, göz­yaşla­rını tutamayacaktı. Ağlayarak anne ve babasının daha çok üzülmelerine sebep olmaktan korkuyordu. An­nesi Mus­tafa’yı kucakladı, bağrına bastı. “Oğlum, yav­rum” diye­rek kokladı; öptü, öptü... Annesinin göz­yaşları ile yavaş­tan yağan yağmurun damlaları birbirine karıştı. Bir müd­det öylece kalakaldılar. Bırakmak istemiyordu oğlunu.

-Sen de gidince biz ne yapacağız burada yapayal­nız, diye ağlıyordu annesi. Bu manzara diğer uğur­la­maya ge­lenleri de etkilemişti. Herkes hüzünlenmişti. Bazıları da gözyaşlarını tutamamıştı.

Daha metin görünmeye çalışan babasının da elini öptü Mustafa, sarıldılar:

-Oğlum! Mektup yaz. Bizi habersiz bırakma, diyordu.

Diğerleriyle de tek tek vedalaşan Mustafa, kamyona binmek için yavaş yavaş adımlarken:

-Ölmeye gitmiyoruz ya, niye ağlıyorsunuz? diye­bildi.

Sallanan eller, hüzünlü ve yaşlı bakışlar ve ılık bir yağmurun altında kamyona bindi.

Kamyon hareket edince el salladı kalanlara.

-Allah’a emanet olun. Allah’a emanet olun, diye mı­rıldandı. Geride kalanlardan birisi bir kaptaki suyu bo­şaltıyordu arkalarından.

Kamyon hareket etmişti. Sallanan eller bir müddet sonra görülmez olmuştu. İşte o anda, kendi gözyaşlarını tutamadı. Dakikalarca sessiz sessiz ağladı, ağladı. Anne ve babasının yalnız kalması dokunmuştu, üzmüştü Mus­tafa’yı. “Ne yapacaklar yalnız başlarına iki ihtiyar insan” diye düşünüyordu. Düşünüyor ve ağlıyordu...

Kamyonda eşi Şeyma ve kendi öz dayısı, Mus­tafa’yı teselli etmeye çalışıyorlardı. Ama boşunaydı bu çabaları. Akşamın ilk karanlığıyla birlikte devam eden bu yolcu­lukta Mustafa bir müddet daha ağlamaya de­vam etti.

Yağmur sebebiyle, karşıdan gelen arabaların farla­rın­dan süzülen ışıkların harika görüntüsü ile gece yol­culu­ğuna devam ettiler. Konuştular oradan buradan. Dayısı şoförlük anılarını anlatıyor, Mustafa ve hanımı da dinli­yordu.

Gecenin ortasını geçmiş bir zamanda, ilçeye varıl­mıştı. Ana yoldan yukarı uzanan caddeye girdiler. Cad­denin sonunda olan evin önüne gelip durdular. Herkes uykudaydı, gecenin sessizliğini bozan kamyonun gürültü­sünden başka hiçbir ses yoktu.                  

Bu anda Mustafa ve kamyon şoförü dayısının dik­ka­tini bir şey çekmişti. Gerçekten hayret ve gıpta ile bakıp kaldılar.

-Bu zamanda böyle bir şey, dedi dayısı. “Hayret!”

İlçeye girdikleri andan itibaren, mağaza ve dükkân­la­rın önündeki eşyaların dışarıda; açıkta durması hay­rete düşürmüştü onları.

Evet, her şey dışarıda açıkta duruyordu. Demek ki, burada hırsızlık olmuyor, dedi Mustafa. Güzel bir şey. İnsanlar hırsızlık yapmıyor. Her şey güven içinde duru­yor.

* * *

 

Gecenin sessizliğini bozan kamyon, evin önünde du­runca ev sahibi Mehmet dayı ve ailesi hemen aşağı indi­ler. Hiç vakit geçirmeden eşyaları eve taşıdılar bera­berce. Eşyaları odanın birine yığdıktan sonra sabah ezanlarının henüz okunmadığı bir anda Mustafa ve ha­nımı Şeyma’yı yemek yemek üzere ikinci kata çağırdı­lar.

Eşyalar indirilirken Mehmet dayının hanımı kah­valtı hazırlamıştı. Beraberce çıktılar yukarıya. Sofra da bulu­nanlardan yediler. Mustafa teşekkür ederek, eşya­ları yer­leştirmek için hanımıyla aşağıya indi.

Mustafa ve hanımı yalnız başlarına yeni bir yuva kurmanın telâş ve paniğini yaşıyorlardı. Oturdular biraz yol yorgunluğunu atmak, dinlenmek için. Okunan sa­bah ezanlarından sonra namazlarını kıldılar. Böylece hayatla­rında bu yeni dönemin ilk gününe başlamış ol­dular.


İLK  GÜNLER

 

 

 

 

 

Sabahın erken saatleri... Parıldayan güneş ışıkları al­tında evden çıkan Mustafa, okula giderken her gün mec­buri yönü olacak sokaktan yavaş yavaş indi. Henüz er­ken saatler olduğu için sokaklar da kalabalık değildi. Merkep­lerine binmiş, bahçelerine gitmekte olan birkaç insan ve hangi okula gittiklerini bilemediği bazı öğren­cileri gördü. 

Nihayet, okula götürecek olan ana caddeye indi. Aynı istikamete giden öğrencilerin sayısı biraz daha art­mıştı. Yeni geldiği için Mustafa’yı henüz tanıyan yoktu. O saatte o yöne doğru gitmesi, çocukların dikka­tinden de kaçmadı. Kim bilir belki de, “yeni bir öğret­men” diyor­lardı kendi aralarındaki konuşmalarında.

Daha önceden bir defa görmüş olduğu sarı boyalı ve çevre duvarı bulunmayan; ama küçük zeytin ağaçları ile çevrili okula ulaştı. Okulun ön kapısından girmek için merdivenlerden çıkarken okul müdürü Hüseyin Bey kar­şıladı.

-Hoş geldiniz hocam. Ben de programı hazırlamış­tım, diyerek kucakladı Mustafa’yı. Beraberce müdürün oda­sına girdiler. Müdür Hüseyin Bey, bazı teknik konu­ları anlattı. Hangi sınıfın hangi derslerine gireceğini göste­ren ders programını eline tutuşturdu:           

-Hocam, herhangi bir sıkıntın olursa, haberimiz ol­sun yardımcı olalım. Hayırlı olsun!

-Teşekkür ederim.

Müdür bey önde, Mustafa onun arkasında, korido­run karşısında genişçe bir odaya girdiler; öğretmenler­den ba­zıları oturuyorlardı.

Müdür bey:

-Arkadaşlar, yeni öğretmenimiz Mustafa Bey, dedi.

Odadaki öğretmenler de “Hoş geldiniz” diyerek ken­dilerini tanıttılar. Mustafa’yı tanımak için sorular sordu­lar.

-Nereden geldin?

-İlk öğretmenliğin mi?

-Ne öğretmenisin?

-Nerelisin?

-Ev buldun mu?

-Evli misin?

vs…

Mustafa artık öğretmenliğe başlamıştı. “Bey” diye hi­tap ediliyordu.

Mustafa Bey sorulan sorulara ve soranlara kendisini tanıtıcı mahiyette cevaplar verdi.

O ilçeden olan Rahmi Bey, ilçenin çok iyi oldu­ğunu, rahat edeceğini ve aynı zamanda çok şanslı oldu­ğunu söyleyerek, Mustafa’yı rahatlatmaya çalıştı.

Mustafa Bey yeniliğinin neticesi olarak, pek fazla ko­nuşmadan dinledi konuşulanları. Gerçi öğretmenlerin sorularından Mustafa’nın nasıl bir yapıya sahip oldu­ğunu anlama niyetlerini de sezmiyor değildi.

* * *

 

Nihayet öğretmenliğinin ilk gününde, derse girme­sini bildiren zil çalmıştı. Mustafa Bey heyecanlıydı. Şim­diye kadar teorik olarak almış olduğu bilgileri pratiğe aktar­ması gerekiyordu. 

İlk defa kendi başına ders anlatacaktı. Öğrencilerle tanışacak, onların iyi insanlar olarak yetişmeleri için çalı­şacaktı. İlk derste okulun son sınıfına girecekti. 

Mutluluk, heyecan, korku ve umutla karışık şekilde oturduğu sandalyeden kalktı. Yavaş adımlarla koridoru geçti. Sınıfın kapısına geldi ve “Allah’ım yardım et” dua­sıyla kapıyı açtı. İçeri girerek sınıfın ortasına ka­dar yü­rüdü. Ayağa kalkmış olarak bekleyen öğrencileri hızlı bir şekilde gözleri ile süzdü. Selâm verdi. Sonra da masaya kadar yürüdü.

-Oturun arkadaşlar, dedi.

Kendisi de masaya oturdu ve defteri yazarak imza­ladı. Bir taraftan da nasıl tanışması gerektiğini düşündü. Son sınıflar olması sebebiyle iri yapılı çocuklar vardı.

Öğrencilerin, ilk derste, yeni gelen öğretmeni ken­dile­rince ölçüp biçtiklerini, kendilerine göre değerlendir­dikle­rini, bu sebeple  öğrencileri etkilemede ilk intibaının çok önemli olduğunu biliyordu.

Mustafa Bey, “Sizlerle şöyle bir tanışalım.” derken, yavaşça ayağa kalktı. Sıraların arasına doğru titrek ve heyecanlı adımlarla yürüdü.

Kapı tarafındaki ilk sıradan itibaren öğrenciler ayağa kalkarak kendilerini tanıttılar. Mustafa Bey de ara sıra araya girip, babalarını da soruyordu. 

Sıra kendisine gelmişti. Öğrenciler pür dikkat Mus­tafa Beye bakıyorlardı. Acaba kimdi? Nereden gelmişti? Nasıl bir öğretmendi?... İşin aslına bakarsanız, öğrenci­ler öğ­retmenin notu nasıl verdiğini merak eder ama ...

Sınıfın ortasına gelen Öğretmen Mustafa durdu ve “Sevgili öğrenciler!” diyerek, söze başladı:

-Ben Mustafa Korkmaz. Bu okula yeni geldim. İlk der­sim de sizin sınıfa. Siz, zaten zaman içerisinde beni tanı­yacaksınız.     Konyalıyım. Merak ettiğiniz her türlü soruyu sorabilirsiniz, diyerek sınıfta adımlamaya devam etti.

Bir an sessiz kalan sınıf, isminin Ahmet olduğunu son­radan öğrendiği, orta sıradan bir öğrencinin “Ho­cam!” sözü ile sessizliğini bozdu.

-Söyle bakalım!

-Hocam, hangi takımı tutuyorsunuz?

Bu soru üzerine sınıfta kahkahalar yükseldi. Mus­tafa Bey, Ahmet’e oturmasını söyledi. Kendi kendine  “Ne kadar üzücü.” dedi.

İlk sorunun böyle olması, insanların içinde bulun­duğu durumun vahametini anlaması açısından yeter­liydi.

-Size hemen şunu söylemek istiyorum: Hiçbir za­man, hiçbir yerde size gülünmesini istemiyorsanız, siz de baş­kalarına gülmeyeceksiniz. Siz kendinize gülünmesini  ister misiniz? Elbette istemezsiniz. O hâlde başkasına da gül­meyin.

Kahkahalar yerini sessizliğe bıraktı. Sınıfı gözleriyle süzen Mustafa Bey şöyle devam etti:

-İlk soru olarak bununla karşılaşmam, benim açım­dan çok üzücü. İnsanlarımızın bunca problemi, sıkıntısı varken, hangi takımı tuttuğum soruluyorsa, bu konuyu ciddiye almak gerek. Demek ki günümüzde tutulan ta­kıma göre de değerlendirme yapılıyor.

Ben hiçbir takımı tutmam. Çünkü takım tutmak bana biraz basit geliyor. Fanatik bir şekilde takım tut­maya da bir anlam veremiyorum. Düşünün bir kere, oynayanlar onlar, parasını alanlar onlar. Peki, öyleyse bize ne bun­dan?

Bu söylediklerimden, spora karşı olduğum anlamını falan çıkartmayın. Eğer isterseniz sizinle birlikte futbol veya voleybol oynarız. Ben spor yapmayı severim.

Öğrenciler “Hocam futbol oynayalım, maç yapa­lım!” deyince, Mustafa Bey “inşallah” diyerek devam etti ko­nuşmasına:

-İnancımız gereği, en çok Allah’ı ve O’nun Peygam­be­ri’ni sevmek zorundayız. Bunu hepiniz biliyorsunuz. Peki, durum gerçekten böyle mi? Biz en çok Allah’ı ve O’nun   Resûlü’nü mü seviyoruz? Yoksa başkalarını mı?

Bir futbol takımının bütün futbolcularının en ince ay­rıntısına kadar hayatlarını, hatta ayakkabı numarala­rını bilen bir genç, Peygamber (s.a.v.)’i ne kadar bili­yor?                                      

* * *

 

Mustafa Bey bu konuşmayı yaparken, sınıftaki öğ­ren­cilerin tepkileri de farklı farklıydı. Kimileri “evet” der­ce­sine başını hafif öne doğru sallıyorlar. Kimileri de çok aşırı şe­kilde takım bağımlısı olan arkadaşlarına bakarak, “Gör­dün mü?” demek istiyorlardı.

Okuldaki bu ilk günün, ilk dersinde, konuşması he­nüz tamamlanmamıştı. Ama çıkış zili duyuldu. Konuş­ması çok hoşuna gitmişti öğrencilerin. Gözlerindeki ifa­delerden anlaşılıyordu hocanın konuşmaya devam et­mesini iste­meleri.      

Mustafa Bey zil ile birlikte oturduğu yerden ayağa kalktı ve kapıya doğru yönelerek “İyi dersler!” temennisi ile çıktı sınıftan.

Koridorda yürüyen diğer sınıfların öğrencilerinin ba­kışları arasında öğretmenler odasına doğru ilerledi.

Birilerine bilgi vermenin, faydalı olmanın güzel haz­zını yaşadı. Bu duygular, insanı mutlu etmeye sebep olu­yordu. Öğrencilere faydalı olmanın; onları bilgilen­dirme­nin öneminin ve gerçek mutluluğun nasıl yakalana­cağı­nın öğretilmesi gerektiğini düşündü.

İlk dersten sonra, öğretmenler odasına girdi. Masa­nın kenarında duran sandalyeye ilişiverdi. Gelenler “Hoş gel­din!” demeye devam ediyordu. Orta boylu, genç birisi içeriye girdi. Selâm verdi:

-Ben Uğur. Hayırlı olsun. Hoş geldiniz, diyerek Mus­tafa’nın yanına oturdu. Konuştular okuldan, ilçe­den, dersten... Mustafa Bey, Uğur Beyin ilgisinden memnun kalmıştı.

O gün boyunca derslere girdi. Öğrencilerle tanıştı. Konuştu, konuştu... Anlattı, öğretmenlik yapmasının amaçlarını bir bir.  


MARKET SAHİBİ

                                 

 

 

 

 

Son dersten sonra öğretmenlerden bazılarıyla, il­çeye biraz uzak olan okuldan yavaş yavaş yürüdü. İlçe­nin mer­kezine gelince, iyi dileklerle ayrıldı. Eve gitmek için parke taşlarla döşeli yoldan yukarı doğru çıkarken, yolda karşı­laştığı kişilerle selâmlaşarak devam etti. Be­yaz eşya ve bakkaliyenin birlikte bulunduğu bir dükkândan bir ses yükseldi:

-Hocaa!

-Efendim.

-Hele biraz gel de konuşalım.

Mustafa biraz ileriden geriye döndü.

-Esselâmü  aleyküm.

-Aleyküm  selâm hoca!

-Sen bizim Memed’in evinde oturan hocasın, öyle değil mi?

-Evet.

-Memed benim dünürüm. İyi adamdır. Kimseye za­rar vermez. Onun oğlu bende iç güveyisi. Kızıma aldım oğlu Davut’u.

-Öyle mi...?

-Öyle, öyle. Benim adım Memed Ali. Bu dükkân be­nim. İstediğin zaman istediğin şeyleri alabilirsin. Pa­rasını düşünme. Sen daha yeni başladın. Önemli değil, maaşı aldığın zaman ödersin. Hiç çekinme ha!...

-Sağ ol Mehmet Ali dayı.

-Gerçekten söylüyorum ha. Sakın çekinme!

-Yok canım. İhtiyacım olduğu zaman gelir, alırım.

-Sadece alış veriş için değil, sohbet için de gel!

-Olur inşallah, dedi Mustafa ve devam etti:

“Sizin burada halk ne ile geçiniyor?”

-Valla zaten yakında öğrenirsin Herkesin birkaç par­sel bükleri var. Orayı eker diker. Satmak için hale teslim eder. Yazdan sonra kışlık sebzeler ekerler. Başka  geçim yolları yok.

     -Bük diyordun. Ne demek “bük”, anlayamadım.

-Tarlalara diyoruz. Hele yazları hiç kimseyi bula­maz­sın; çoluk çocuk herkes tollukta oturur. Şimdi sen, “Tolluk ne?” diyeceksin?

-Evet.

-Hemen söyleyeyim. Tarlaların başında birer ikişer odalı evler var. Oraya diyoruz. Akşama kadar orada kalı­rız. Orada yer içer, sebzelerle, meyvelerle uğraşırız.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                       

-Gerçekten çok yeşil bir ilçe.

-Benim de var. İnşallah benim büke de gideriz. Ben seni biraz çalıştırırım. Hem de piknik yaparız.

-Ya nasip! Bakalım.

-Sen hele bir yerleş.

-Zaten yerleştim sayılır.

-Ha! Bu arada mahallemiz de çok temiz. Camimiz de yakın.

-Valla alışmaya çalışacağız. Ben müsaade alsam; eve gideceğim de.

-Tabi hocam. Hay hay. Hayırlı akşamlar. Gelip ge­çerken uğra. Çay içeriz.

-Hayırlı akşamlar.

Mustafa Bey, buradan almış olduğu iki ekmeği, ga­zete kağıdının arasında koltuğunun altına sıkıştırdı ve yu­karı doğru devam ederek, evin yolunu tuttu.

                                                                                  


EV SAHİPLERİ

                        

 

 

 

 

 

Günler birbirini takip edip gidiyordu. Bahçede çalı­şanlar bahçelerine gidip geliyor. İşçiler işine, öğrenciler okuluna... Mustafa Öğretmen de evden okula, okuldan eve gidip geliyordu.

Bir gün akşam namazını kıldıktan sonra, ikinci katta oturan ev sahibi Mehmet dayının davetine icabet etmek için yukarıya çıktı. İkinci kata tahta merdivenden çıkılı­yor, merdivenin sonunda toprakla kaplanmış olan düz dama, oradan da eve giriliyordu                     

Kapıda ev sahibi Mehmet dayı ile hanımı Emine teyze, Mustafa ve hanımı Şeyma’yı karşıladılar. Eve bu­yur ettiler. Mustafa, tam karşısındaki odaya girdi. Hanımı da bitişiğindeki odaya. İçeride yaşlı bir adam oturuyordu. Kısa sakallı, orta boylu, ihtiyarlığının etki­siyle beli de bü­külmüştü. Hemen yanında da bastonu vardı.

Mustafa kapıdan içeri girince, yerinden fırlıyormuş­çasına ayağa kalktı ve:

-Buyur öğretmen bey. Hoş geldin, dedi.

Mustafa bundan oldukça etkilendi ve duygu­landı. Hemen ihtiyarın ellerini öptü. “Hoş bulduk dede.” dedi. Kendisine gösterilen yere oturdu, demirden yapılmış di­vanın köşesine.

Ev sahibi Mehmet dayı da Mustafa’nın elini sıka­rak:

-Hoş geldin hoca, dedi.

Bu bir tanışma toplantısıydı. Aynı kapıdan girilen bir ev paylaşılacaktı. Aynı avlu kullanılacaktı. Tanışma is­tek­leri en doğal olanıydı.

-Eee hoca, nasıl alışabildin mi? diye başladı sö­züne Mehmet dayı.

“Bundan sonra benim oğlum ve gelinimsiniz. Bir sı­kıntınız olursa hiç çekinmeyin.” diye ilave etti.

Belli ki oğlunun, gelininin babasının evinde otur­ma­sından rahatsızlık duyuyordu. Eh.. yıllarca besle, bü­yüt, bağlan, sonra da haydi git başkasının evinde otur. Bu çok kolay bir şey olmasa gerek. Anadolu gelenekle­rinde, oğ­lanın, kayın pederinin yanında kalması pek hoş karşı­lanmazdı doğrusu.

Ama ne yapsın, durumunun iyi olmaması, buna “evet” demek zorunda bırakmıştı. Oğlunun iç güveyisi olarak gittiği ev, ilçenin en zenginlerindendi. Oğlunun zengin olmasını istiyordu. Bu düşünceler içerisinde ko­nuşuyordu Mehmet dayı.

Mustafa:

-Hoş bulduk, diyerek karşılık verdi.

Yaşlılık sebebiyle beli bükülmüş; kamburu çık­mıştı. Kısa kesilmiş sakalı, bembeyaz yüzüyle uyum­luydu. Titre­yen elleriyle cebinden çıkardığı mendili bur­nuna götürdü. Çatallaşan sesiyle sordu dede:

-Öğretmen bey, sen hangi okula geldin?

- İmam - Hatip lisesine. 

Dede anlayamadığı için elini kulağına götürerek:

-Ne?! diye bağırdı. “Benim kulağım duymaz. Konu­şurken biraz bağır!”

- İmam - Hatip lisesine.

-Ne okutacaksın?

-Kur’an, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi...

-Sen Kur’an okumasını biliyor musun?

-Evet.

Dede, bir öğretmenin Kur’an-ı Kerim okumasına inanamıyordu.

-Öğretmen, Kur’an okumasını bilir mi? diyerek hay­retini ifade ediyordu:

 “Çok güzel,  Allah razı olsun. Şu benim toruna da Kur’an-ı Kerim okumasını öğretiver bari.”

-Olur, inşallah dede!

Söze Mehmet dayı karışarak:

-Dedenin adı: Ali, dedi.

Mehmet dayının bu sözü Mustafa’nın dikkatini çekti. “Babam” demiyordu. Sormak istedi; ama uygun olma­dığını düşünerek, hiçbir şey söylemedi.

Ali dedenin, Kur’an öğretmesini istediği çocuğun ismi de Ali idi. Yani Ali dedenin ismini vermişlerdi.

Ali dede anlatmaya devam etti:

-Ben zamanında, askerden döndükten sonra Kapıtepe köyünde imamlık yaptım yıllarca, orada hiz­met ettim. Allah’ın dinini anlattım. Peygamberin haya­tını an­lattım. Zor günlerdi zoor; yiyecek yok, yakacak yok. Yarı aç, yarı tok yıllar geçti. Sonra şu bizim camiye geldim. Görevime orada devam ettim, hizmet ettim be­cerebildi­ğim kadarıyla. Eh işte, ne biliyorsak!

Ali dede, o günleri yaşayarak anlatıyordu. Yılların ağırlığı yüz hatlarında beliriyordu. Arada bir “Yüzüme bak” diye uyarıyor. Konuşurken kendisine bakılmasını istiyordu. Belki de kulaklarının duymamasından kay­nak­lanıyordu bu isteği. Hatıraları anlattıkça anlatıyordu. Mehmet dayı, Mustafa’nın sıkılacağı endişesiyle Ali de­denin konuşmasını kesmesini hissettirmeye çalışıyordu.

Ali dede bu arada şöyle bir hamle ile ayağa kalktı.

-Şu zıkkımla bir zehirlenmeye gideyim, diyerek ta­ba­kayı salladı. “Siz oturun, ben geleceğim.”

“Ali dede besbelli burada sigara içmiyor.” diye dü­şündü Mustafa. Ev sahibi Mehmet dayı:

-Dede, burada, çocukların yanında sigara içmez. Kendi evine gider, orada içer. Sonra yine gelir. Çok si­gara içiyor. İçme diyoruz, ama içiyor işte; bırakamıyor. Şu kar­şıdaki ev dedenin. Orada yatar. Yemek yemeye bu­raya gelir.

Bu evin tam karşısında bulunan toprak evde yalnız kalıyordu Ali dede. Hanımı vefat etmişti çok önceleri. Ço­cukları da olmamıştı. İhtiyarlığının yanında, yalnızlı­ğının sıkıntısını da yaşıyordu.

Mehmet dayı ile Mustafa, konuşmaya devam etti­ler. Bu arada ikram edilen çayları yudumlayarak Mehmet dayının kendisinden, ailesinden, işinden anlattıkla­rını dinledi Mustafa.

Ali dede sigarasını içtikten sonra tekrar geldi:

-İşte böyle öğretmen bey! İçmek istemiyorum emme, alışmışız bu zıkkıma. Sen içiyon mu?

-Hayır dede, içmiyorum.

-Çok iyi. İçme, içme. Bak, ben içiyorum, gece gün­düz öksürüyorum. Sağlığımı bozuyor. Bunun yüzünden ölüp gideceğiz.

-Dede! İçme o zaman. Bırakmak senin elinde. Bı­rak­tım de, bırak.

-Senden öyle demek düşer. Gel de bana sor. Alış­mı­şız dedik ya. Bak, bunlar da içmez. Aldığım emekli para­sıyla ilk önce cigara alırım, diyerek devam etti:

-Ee, nerelisin sen, de bakayım.

-Konyalıyım Ali dede.

-Demek Konyalısın. Ah Konya’m ah.. Konya’ya çok gitmek isterdim; Mevlana’yı ziyaret etmek. “Gez dün­yayı gör Konya’yı” diyorlar. Çok merak ediyorum.

-Dede! Nasip olursa seni götüreyim.

-Nasıl gideceğiz şu ihtiyar ve hasta hâlimle. Sonra Konya’da helva çok olurmuş, öyle mi?

-Bilmiyorum.

-Konya’da helva çok olur emmee... diyerek başla­dığı cümlesine Nasrettin Hoca fıkrasıyla devam etti Ali dede:

-Nasrettin Hoca, bir gün, Konya’ya yaptığı geziler­den birinde bir helvacı dükkânına girmiş. Selâmsız sa­bahsız, bir kocaman helva lengerinin başına geçerek çala kaşık yemeye koyulmuş.

Helvacı:

-Be yabancı! demiş, selâm sabah demeden nasıl da bu lengerin başına geçip, silip süpürmeye başlarsın!

Hoca hiç oralı olmadan atıştırmaya devam edince, helvacı kendisini sille tokat dövmeye başlamış.

Nasrettin Hoca: “Şu Konyalılar fena kişiler değil. Adama, döve döve de olsa helva yediriyorlar.” demiş.

Bu fıkrayı anlatınca, odadakilerin hepsi kahkaha­larla güldü.  

Ali dede çok konuşuyordu. Belki de yalnız kalma­sı­nın neticesiydi bu. Kendisini dinleyecek birisini bu­lunca, anla­tıyordu yaşadıklarını. Gerçekten zor, yalnız kalmak, ihti­yarlık ve  kulaklarının duymaması. 

İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin kıymetini bil­me­mizi sevgili Peygamberimiz bildiriyor. Kimsesizleri, ihti­yarları, yoksulları, görüp gözetmek gerekir. Çünkü ya­rın­larda aynı durumlara bütün insanlar düşecek...

Ya o zaman ne yapacağız? Şimdi biz iyi davranır­sak, inşallah bize iyi davranan, hâlimizi hatırımızı sora­cak olan çıkar. Gönül yapmanın ne kadar güzel bir duygu oldu­ğunu yaşamamız, bizi mutluluğa götürür. Bu hâlleriyle onlara yardımcı olmak gerektiğini düşündü Mustafa Bey, hem de biraz içi burkularak.

Babasının ve annesinin de Konya’da yalnız kaldı­ğını hatırladı. Çok duygulandı. Ana babasından uzak kalma­nın ıstırabını hissetti. Ah keşke anası babası ya­nında ol­saydı. İhtiyaçları anında onlara yardım edecek kimsenin bulunmaması, onu çok üzmüştü. Onlar, yıl­larca kendisine bakmışlar, büyütmüşlerdi. Şimdi sıra kendisindeydi. Ama uzakta olmaları sebebiyle yapacağı bir şey yoktu. “Ah keşke beraber olsaydım” diye iç ge­çirdi.

Evin en küçüğü olan Züleyha’nın getirmiş olduğu, meyve ve kuru yemişleri yemek için sofranın etrafına oturdular. Biraz önceki duygu ve düşüncelerden uzak bir şekilde, besmele ile başladılar, hem konuştular hem yedi­ler.

Kalkma vakti gelmişti. Ama Ali dedenin anlatacak­ları bitmiyordu. Belki de kendini ilgiyle dinleyen birisi­nin ol­ması Ali dedenin konuşma arzusunu artırıyordu.

-Allah rahatlık versin, hayırlı geceler, dilekleriyle ay­rıl­dılar. Evet, ev sahiplerinin memnuniyeti yüzlerinden oku­nuyordu. Kiracılarını memnun etmek için epey gay­ret etmişlerdi.

Ali dede:

-Yine gel de konuşalım, diye bağırıyordu odadan. Mustafa ve hanımı teşekkür ederek indiler tahta merdi­venlerin gıcırdayan sesleri arasında kendi evlerine.

                                                                                       


ÇAĞRI

 

        

 

 

 

 

Günler geçip gidiyordu. Mustafa okula gidiyor, ders­lere girerek öğrencilere faydalı olmaya çalışıyordu. Gün­lük yapılması gerekli olan işleri de yapıyordu. Öğ­rencilere daha faydalı olmanın yollarını araştırıyor ve düşünü­yordu. Öğretmenlik, onun lise yıllarından beri istediği meslekti. Öğretmen olacaktı. Bazı öğretmenleri­nin yap­mış olduğu hataları yapmayacaktı. Öğrencilerle daha yakın­dan ilgilenecek, mutlu ve huzurlu bir hayat yaşa­manın mücadelesini hem yaşayacak hem de öğre­tecekti. Kendisi yaşamalıydı ki başkalarına örnek olabil­sin.

İslâm'ı gerçek anlamda yaşamaya çalışınca insanın, çevresi tarafından eleştirilere uğrayacağını biliyordu. Din sadece Allah’ındır. Dini Allah’a halis kılmak görev­dir, diye düşünüyordu. Günümüzdeki din anlayışı ile dini Allah’a ait kılmanın arasındaki uçurumun farkın­daydı.

Kendisinin de başına bir şeylerin geleceğini, pek uzak görmüyordu. İnsanlar dünyada iken nelerle karşılaşmı­yorlardı ki! Her türlü sıkıntı, üzüntü insanlar için mevcuttu zaten.

Kendisini yetiştirme düşüncesiyle kitap okuyordu durmadan. Okumalıydı ki bilgisi artsın. Kültürlü olarak başkalarına faydalı olabilsin. İslâmî kültürünü artıracak her türden kitapları, çok farklı düşüncedeki yazarların eserlerini...

Sabah namazlarını kılmak için camiye giden Mus­tafa, dönüşünde eline kitap alıyor ve okula kadar geçen süre içerisinde mutlaka okuyordu.

Sabahın o sessizliği içerisinde camiye gitmek, ayrı bir mutluluk veriyordu insana. Herkesin  yatakta olduğu bir zamanda kimsesiz sokakları aşarak camiye girmek ve âlemlerin Rabbini hissederek O’na yönelmek, dua et­mek, güven içerisinde olmak...  Sıkıntıdan uzak, stres­siz, gönül huzuruyla ibadet etmek...

Yaratanın emri karşısında, boynum kıldan incedir di­yebilmenin yolunu takip etmek... Şeytanın baskı ve iste­ğiyle, aksini düşünen nefse karşı gelerek, kurtuluşa koş­mak... Uykudan hayırlı olanı tercih edip “Allah en bü­yüktür” diyebilmek, insan için inanılmaz bir rahatlık ve huzur kaynağı oluyordu.

Bu duyguların zenginleşmesi için devamlılık da ge­re­kiyordu. Mustafa bu güzellikleri yaşamak için, sabah na­mazını mutlaka, biraz aşağıda bulunan, eski yapılı, tek minareli, biraz kırmızıyı andıran rengiyle yıllara meydan okumuş, ilçenin en büyük camisinde kılmaya çalışı­yordu.

Koskocaman mahallenin ortasında, yüksekçe bir yerde bulunan, görüntüsü itibariyle de herkese gel, di­yordu. Ama çağrıya kulak verenlerin sayısı pek iç açıcı değildi. İmamla birlikte namaz kılmak için saf tutanların sayısı pek fazla değildi. Her gün birkaç eksik, birkaç fazla olmasına rağmen bir safın yarısını bile bulmuyordu.   

Sabah namazını kılan insanlar, cami çıkışında kapı­nın önünde sıra olarak, güler yüzle musafaha yapıp, sa­lâvat okuyorlardı. Mustafa’nın dikkatini çekmişti bu dav­ranış. Daha önce böyle bir uygulama ile hiç karşı­laşma­mıştı. Sabahın verdiği, insanın zihnini açan, zinde olma­sını te­min eden bu havayı teneffüs eden Mustafa, hemen arka­sından kitap okumak düşüncesiyle hiç vakit geçir­meden evin yolunu tutuyor, hanımı ile birlikte kitap oku­yordu. Bu, günlük rutin işler arasına girmişti artık.

                                                            


SAKARYA

                

      

 

 

 

 

Bir gün okul çıkışında Mustafa, arkadaşı Uğur ile bir­likte eve gitmek yerine bahçelere doğru yürüyerek zihnî yorgunluğu atmak istedi. Küçük adımlarla yürü­düler. Bir­birlerini daha yakından tanımak düşüncesiyle sohbet etti­ler. Uğur Bey, okuduğu okulları sıraladı bir bir.

Doğup büyüdüğü Tokat’ı anlattı Mustafa’ya. İstan­bul’daki üniversite yıllarından ve hocalarından bahsetti.

Konuşmalar karşılıklı olduğu için, Mustafa da kendi­sinden bahsediyordu. Konya’dan... Okul hayatından... Yaşadığı sıkıntılardan...

Çok içtenlikle yapılan bir sohbete kendilerini o ka­dar kaptırmışlardı ki, kısa sayılmayacak bu yolu geç­mişler ve bahçelerin başladığı bölgeye gelmişlerdi.

Yemyeşil bir denizi andıran, alabildiğine uzanan bah­çeler, içine çekiyordu bakan gözleri. Bu güzelliğe doyum olmuyor; insan kendini alamıyordu. Yeşilin her tonunu içeren bu tablo karşısında düşünmemek, etki­lenmemek mümkün değil, diye mırıldanan Mustafa, “Allah’ın vermiş olduğu şu nimetlere bak!” dedi. Bir adım önde duran Uğur’un kolundan tutarak yürümeye devam ettiler.

Yolun sağında ve solunda bahçeler uzanıyordu de­rinlemesine. Bahçede bulunan meyve ağaçlarının bu­da­nan dalları, kenarlara yığılarak, bahçe duvarları oluş­tu­rulmuştu. Her sene bu duvarların yüksekliği biraz daha artıyordu.

Bahçelerde insanlar çalışıyordu, hem de hiç dur­ma­dan. İlerdeki incir ağacının altında uzun sakallı bir ihtiyar, batmaya doğru uzanan güneşin etkisiz ışınları altında, ikindi namazını  kılma telâşı içerisinde...

Sağ tarafta, tollukta oynayan çocuklar...

Biraz aşağıda kadınlar çalışıyorlar... İşlemeli örtme­le­rini arkaya doğru uzatmışlar, şalvarların üzerinde bı­rak­tıkları bluzlarını çeke çeke yürüyorlar. Kızlar da var arala­rında. Hepsi de akşamın son ışıkları kaybolmadan önce işlerini bitirmenin telâşında.

Yol boyunca uzanan tarlaların içerisinde çalışan in­sanların bakışları arasında, ihtişamıyla uzanan Sakarya ırmağını aşmak düşüncesiyle yapılmış olan asma köp­rüye gelmişlerdi.

İşte Sakarya’nın üzerinde duruyorlardı. Karşıdan kar­şıya, kalınca teller germişler. Üzerine de tahtaları döşe­mişler. İki metreye varmayan genişliğiyle sadece yaya olarak geçmeye izin veriyordu köprümsü köprü. Bazen de eşekler geçiyordu üzerinden. İlk defa geçe­cekleri için cesa­ret gerektiriyordu bu iş. Zira üzerinde yürürken salla­nı­yordu sağa sola, sola sağa...

Mustafa ile Uğur, biraz heyecan yaşayarak yürüdü­ler.  Köprünün ortasına kadar gelip durdular. Zaten köp­rünün kenarında boydan boya uzanan kalın çelik halat­lara tutu­narak ilerliyorlardı. Bir kuş gibi boşlukta sallanı­yordu asma köprü.

Güneşin sararmış ışıkları altında, ahenkli bir şekilde akıp giden Sakarya’yı seyre daldılar. Köprüden aşağı­daki görüntü, müthiş bir güzellikteydi. Bu manzara, in­sanı çe­kip alıyordu kendisine.

Sakarya’nın kendisine yaraşan bu büyüklüğü, akı­şı­nın neticesinde ortaya çıkan, suyun gürültüye benze­yen sesi... Irmak boyunca devam eden yeşillikler... İncir ağaçları... Nar ağaçları... Diğer ağaçları kendisine mer­diven yapan asmalar... Kuşburnu çalılıkları... Ren­garenk meyve ağaç­ları... Önde ve arkada Sakarya... Gökyüzü­nün, güneşin son ışıklarıyla hafif kızarmış ma­vi­liği...Metrelerce uzanan yüksek ağaçlar... Biraz daha uzakta görünen çok yüksek dağlar... Dağın zirvesinde, gökyüzüne doğru merdiven gibi uzanan dik ve sarp ka­yalıklar... Dağların zirvesine kadar hiç eksilmeyen yeşil yapraklı meşe ağaçları...

Bu güzellikler içerisinde, köprünün üzerinden sey­ret­tiler, toprağı alıp götürürcesine akmakta olan Sa­karya’yı. Akşamın ışıkları artında bir başka görünüyordu Sakarya. Bir başka akıyordu sanki!

Çok dikkatli bakıldığı zaman kenarlarındaki zen­gin­likleri gibi, içindeki zenginlikler de görülebiliyordu.

Yosun tutmuş kaya parçaları... Taşlık kısımları... Orta­sına doğru incecik kumlardan oluşmuş tümsekleri...

Akıntıyla gelen çer çöpler, el sallayıp geçiyor gibiy­di­ler. Uzun bir seyahatten dolayı aldıkları mutluluğu haykı­rıyorlardı belki de.

Ve balıklar...  Kocaman kocaman dargın balıkları... Hemen alt kısmında bulunan kayalıkların dibinde bir oyunun oyuncuları gibi, kendilerine düşen görevi yerine getiriyorlardı sanki. Bir o yana, bir bu yana, bazen de hızlı akan Sakarya’nın akışına meydan okurcasına akın­tıya doğru yüzüyorlardı.

Sürü hâlindeki küçük balıkların görüntüsü de müt­hiş!... Köşe kapmaca oynarcasına, bir o taşın altına, bir öbür kıyıya yüzüyorlardı. Gerçek hürriyet burada, su­yun içinde mi demek istiyorlardı! Bizler istediğimizi ya­parız, diye mi haykırıyorlardı yoksa?

Ne dersek diyelim, huzurlu oldukları belliydi hâlle­rin­den. Özgürlük içinde özgürce.

Dalıp gitmişlerdi. Bakıyorlardı akan suyun derinlik­le­rine. Suyun gürültüsünden dolayı ne dediği pek kolay anlaşılmayan Uğur’un:              

-Bu Sakarya yıllarca aktı durdu. Nice insanlara, nice olaylara şahit oldu, sözüyle, daldığı ırmaktan gözle­rini ayırıp etrafına bakındı Mustafa.

-Doğru söylüyorsun, anlamında başını salladı birkaç defa.

Sonra da akan Sakarya’nın çıkardığı su sesi, hafif esen rüzgarla ağaçların uğultusu karışımı fon müziği eşli­ğinde:

-Sakarya, Sakarya’m… dedi.

Necip Fazıl’ın yazdığı Sakarya Türküsü’nü mırıldan­maya başladı:

İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;

Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.

Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;

Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.

Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;

Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir.

Akışta demetlenmiş, büyük küçük kainat;

Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!

Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,

Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;

Çatlıyor, yırtınıyor, yokuşu sökmek için.

Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?      

Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur.

Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.

Eyvah, eyvah, Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?

Bu dava hor , bu dava öksüz, bu dava büyük!..

......

......

Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,

Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;

Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu,

.......

.......

              

Mustafa, bu şiiri çok beğendiği için yıllar önce ez­ber­lemişti. Okuduğunda her zaman duygulanır; içinde bir şeylerin kıpırdadığını hissederdi. Şimdi de tam sıra­sıydı. Sakarya ırmağının üzerinde Sakarya Türküsü’nü oku­mak, daha bir içtenlik katmıştı Mustafa’nın okuyuşuna.

Arkadaşı Uğur da tellemiş olduğu sigarasından çı­kan dumanlar arasında pür dikkat dinledi. Çok etkilen­diği belliydi.

 

“Eyvah, eyvah, Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?    

Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!..”

 

Mısralarını tekrar edip duruyordu.

-Ne kadar güzel bir şiir, dedi Uğur.

-Kim bilir, Necip Fazıl rahmetli, bu şiiri yazarken hangi duygular içerisindeydi?                

-Duygu yüklü, fikir kaplı şiir arkadaş. Şiir diye ben buna derim işte!     

-Necip Fazıl’ın Çile’sini gördün mü?

-Hayır! Sende var mı?

-Evet, var. Sana getireyim.

-Arkadaş,  ben bu şiiri ezberleyeceğim.        

Bu arada insanların evlere dönüşleri başlamıştı. Ak­şam karanlığı çökmeden evlerine ulaşmanın telâşıyla ge­çiyorlardı sallanan köprü üzerinden. Yanlarından ge­çer­lerken bazıları selâm veriyordu. Bazıları da dikkat­lice on­lara bakıyordu.  

Daha yeni geldikleri için, fazla kimse tanımıyordu. Zaten oraların yabancısı oldukları da hemen belli olu­yordu. 

Fazla ileri gitmeden, geldikleri yoldan geri döndüler.


YAŞANMIŞ FIKRA

                             

 

 

 

 

 

Günler geçtikçe çocuklarla kaynaşması artıyor ve öğ­rencilerin bağlılığı, saygısı yoğunlaşıyordu. Öğrenciler üze­rindeki etkisi de gözle görülür hâle geliyordu.

Sadece Mustafa Öğretmeni görmek veya onun ko­nuşmasını dinlemek için yanına koşuyorlardı. Bu durum bazılarının canını sıkıyordu. Ama Mustafa Bey bildiği gibi devam etmekte kesin kararlıydı.

Her bir ders, birer hatıradır öğretmen için! Neler ya­şanmaz ki sınıflarda!

Öğleden önceki son saatte dersine girdi. Sınıf yok­la­masını yaptıktan sonra defteri yazıp, imzaladı. Sonra da sınıfın içini şöyle bir turladı. Tebeşiri eline aldı ve sınıfa:

-Sevgili öğrenciler! Şu tahtaya yazacaklarım bu ders açısından çok önemlidir. Her sene mutlaka karşılaşa­caksı­nız. Çok iyi öğrenmelisiniz. Hiç unutmayın! Kafanı­zın bir köşesine yazın, dedi.

Sonra da bir bir sıraladı tahtaya, önemli gördüğü ko­nuları. Öğrenciler de sessiz bir şekilde defterlerine yazı­yorlardı. Dikkatli ve özenle yazıyorlardı. Çünkü çok önemli olduğunu duymuşlardı biraz önce.

Mustafa Bey, tahtaya yazacaklarını yazıp tamamla­dıktan sonra tebeşiri bıraktı ve masaya doğru yöneldi. Bu arada, ön sırada oturan bir öğrenciye kaydı gözleri. Gör­düklerine inanamadı. Kendini öğrenciye bakmaktan ala­madı.

Çok tuhafına gitmişti. Şimdiye kadar karşılaşmadığı bir durumdu. Ne yapacağına karar veremedi. Kızması mı yoksa gülmesi mi gerekiyordu? Kendi­sini zor tuttu.

Fazla dayanamadı. Ağır adımlarla, hafiften gülen bir yüzle yaklaştı ön sırada oturan öğrencinin yanına:

-Ali Osman! dedi.

-Buyur hocam, diye ayağa kalktı Ali Osman.      

Sınıfın dikkati bir anda Ali Osman’ın üzerinde yo­ğunlaştı. Yanında oturan arkadaşları durumun farkına varınca, gülmeye başladılar. Sınıftaki öğrenciler, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. Ne olduğunu soruyor­lardı.

-Oğlum! Ne yapıyorsun?

-Hiiç hocam. Sizin dediğinizi yapıyorum.

Ali Osman, Mustafa Öğretmenin “Çok önemli, iyi öğ­renin, kafanızın bir köşesine yazın.” sözünden hare­ketle, tahtada yazılı olanları, kafasının sağ köşesine tü­ken­mez kalemle yazmıştı.

Ali Osman’ın ne maksatla yazdığını anlayamadığı için Mustafa Bey kızıp kızmamakta tereddüt ediyordu.

-Oğlum! Alnındaki yazılar ne böyle? Defterine niye yazmadın?

-Hocam, siz söylediniz!

-Neyi ben söyledim?

-Hocam, derse başlarken “Kafanızın bir köşesine ya­zın.” dediniz ya!

-Eee!

-Ben de kafamın köşesine yazdım işte!

Ali Osman’ın bu cevabıyla, bütün sınıf kahkahaya boğuldu. Gözlerinden yaş gelinceye kadar güldüler. Mus­tafa Bey de kendisini tutamadı ve bastı kahkahayı.

Dakikalarca güldüler. Gülmemek mümkün de de­ğildi hani! Sanki bir fıkranın canlandırılışıydı. Ya da fıkra gibi gerçek. Mustafa Bey de bu cevap karşısında söyle­yecek pek bir şey bulamadı...

-Hah hah! Çocuklar! Ben kafanızı karalayasınız, diye değil, çok önemli, mutlaka öğrenmelisiniz anla­mında ka­fanızın bir köşesine yazın demiştim, diyebildi.

Mustafa Bey, Ali Osman’ın alnına çizdiği ya da ken­dine göre yazdığı şeyleri gördükçe gülmeye devam etti. Dersin sonunda çalan zil ile sınıftan çıktı. Öğretmenler odasına giderken hâlâ gülüyordu.

                                                         


HASAN TAHSİN

 

                       

 

 

 

 

Bir öğle vakti. Mevsim yazdı, pırıl pırıl güneş vardı. Güneşten istifade etmek, biraz ısınmak için okulun önüne sandalyeleri koyarak, Edebiyat öğ­retmeni Hasan Tahsin ile beraber oturdular.

Hasan Tahsin Bey oralıydı. Herkesi çok iyi tanı­yordu. Eskimiş olan öğretmenlik yıllarının çoğunu burada geçir­mişti. Kendi ilçesinin halkına hizmet etmişti. Çok kitap okuyan, bilgili birisiydi. Konuşmasını da din­lemesini de biliyordu. Namazlarını da ihmal etmiyor, İslâmî eser­lere daha çok ilgi gösteriyordu.

Hasan Tahsin Bey üniversite yıllarının Konya’da geç­tiğini, Konya’ya olan özlemini dile getirdi. Mustafa Beye ziyarete geleceğini ifade ederek, nerede oturdu­ğunu öğ­renmek istedi.

-Nerede oturuyorsun hocam?    

-Yukarıda. Cami-i Kebir Mahallesi’nde. 

-Neresinde? Orası babamların oturduğu mahalle! 

-Mezarlığa giderken sağda.

-Kimin evi?       

-Mehmet dayının  

-İmam Ali dedenin Mehmet’i mi?       

-Evet, evet, Ali dedenin oğlu Mehmet dayı.     

-Mehmet dayı aslında Ali dedenin oğlu değil, diye başladı konuşmasına. Ve devam etti:

-Senin ev sahibin Mehmet dayı gariban bir adam. Hiç kimseye zarar gelmez ondan. İmam Ali dede ev­len­miş. Çok istemelerine rağmen çocukları olmamış; Allah nasip etmemiş. Onlar da Mehmet dayıyı küçükken al­mışlar yanlarına, bakmışlar, büyütmüşler; kendilerine bakacak birisi bulunsun diye. Senin oturduğun yer yeni yapıldı zaten. Oralar hep Ali dedenin. Orasını Mehmet dayıya verdi. Kendisi eski  evinde  oturuyor.

-Ha! Bu arada hocam, İslâm’da evlatlık olayı var mı? Gerçi, olmadığını biliyorum ama, bir de senden duyayım.

-Zaten söyledin Hasan Bey, evlatlık olayı yok. Ama gariban, kimsesizlere yardımcı olunması da gereki­yor. Yüce Allah, müttakî (Allah’tan korkanlar) kişilerin özel­liklerini sayarken... “Kendilerine rızk olarak verdikle­rimiz­den infak ederler” diyor. İhtiyaç sahiplerinin ihti­yaçlarını gidermemiz, bizim için en büyük kazançlardan birisi ola­caktır.

-Tabi, öyle.

Bu arada yoldan geçenler oluyordu. Selâm veri­yor, hâl hatır soruyorlardı. Bir ara yine birkaç kişi yanlarına geldiler. Hasan Tahsin Bey, Mustafa Beyi onlarla tanış­tırdı. Ders vakti yaklaştığı için kalkıp, okula girdiler.


BİR KIZ ÖĞRENCİ

                      

          

 

 

 

 

Koridorun sonunda, yangın köşesinin karşısındaki sı­nıfın, Sınıf Öğretmenliği’ni  Mustafa Beye vermişlerdi. Öğrencilerin sıkıntıları ile daha yakından ilgilenmek ge­rekiyordu. İhtiyacı olanları tespit etmek, sıkıntıları belir­lemek gerekiyordu.

Dersin dışında da bu sınıfı tanımak için, özel bir ilgi ile öğrencilere yakınlık gösteriyordu Mustafa Bey. İlk ta­nışma esnasında bir öğrenci dikkatini çekmişti Mustafa Beyin. Biraz mahzun, sessiz bir hâli vardı. Zeki olduğu belliydi. Gözleri parlıyordu. Utangaç bakışlarla gözlerini kaçırıyor, konuşurken de masumiyetini sergilercesine tit­rek bir sesle konuşuyordu Satife. Babasının vefat etti­ğini öğrenince, buruk bir üzüntü ile daha yakından ilgi­lendi.

Satife küçük iken ölmüştü babası. Annesi, geçimle­rini sağlamak için gece gündüz durmadan çalışıyordu. Ço­cukları okusun, başkalarına muhtaç olmasınlar diye. Sa­karya’nın kenarında bulunan, birkaç parçadan olu­şan topraklarını işliyordu. Nakış nakış, iğne iğne işliyordu. Tıpkı gelin olacak kızın, göz nurunu dökerek işlediği ka­naviçe gibi.

Bunu yapmak zorundaydı Satife'nin annesi. İki tane çocuk kalmıştı. Babaları öldüğü için bakmak zorundaydı çocuklarına. Çatlamış elleriyle nasırlaşmış parmaklarıyla ekiyordu toprağı, santim santim.

Nasıl mübarek olmaz? Bu kadar emek verilerek elde edilen nimetler. Elbette bereketle dolu olur ürünler. Kim­seye el açmamak için, muhtaç olduğunu bildirme­mek için çalışan bu anneye saygı duymamak, hürmet etme­mek mümkün mü? Satife, okuldan sonraki kalan za­manla­rında, annesiyle birlikte bahçeye giderek çalışı­yordu. Bi­raz da kendisinin katkısı olsun istiyordu. Belki de bir an­lamda mecburdu buna. Abisi Hüseyin, üniver­site de okuyordu. Hem de memleketin öteki ucunda bu­lunan Van da. Onun harçlıklarını karşılamak, kitapla­rını, defter­lerini, kalemle­rini, yiyeceklerini temin etmek gere­kiyordu. İşte bu se­beple de çalışması gerekiyordu Satife ve annesi­nin.

Zordu gerçekten, hem de çok zordu. Evin işlerini yapmak, işleri yürütmek, ihtiyaçlarını karşılamak... Hiç durmadan dinlenmeden çalışmak.

Satife'nin, bulunduğu bu ortama rağmen, beklenen­den farklı bir yapısı vardı. Biraz hüzünlüydü; ama yeri gel­diği zaman güzel konuşuyordu. Mustafa Beyin gözün­den kaçmıyordu bu hâli.

Tanıştıkça, Satife’nin çok kitap okuduğunu öğrendi. Hem okula gidiyor. Hem annesine yardımcı olmak için bahçeye gidiyor. Hem de bunların dışındaki zamanda kitap okuyordu. 

Mustafa Bey, babasının öldüğünü öğrendiği için, ba­basızlığını hissettirmemek düşüncesiyle ve diğer öğ­rencile­rin de dikkatini çekmeden daha çok ilgi gösteri­yordu.                                                                                   

Mustafa Beyin bu ilgisi, Satife’yi daha çok yakınlaş­tırmıştı kendisine. Bütün sıkıntılarını ona anlatı­yor, ya­pacaklarını ona soruyordu. Kim bilir belki de ba­basının yerine koyuyordu.

Sık sık “Hocam, sizin evinizi ve hanımınızı merak edi­yorum.” diyerek eve gelmek istediğini ifade edi­yordu.

Bir gün okul çıkışında, Mustafa Beyin arkasından ko­şa­rak yetişti:

-Hocam, biz arkadaşlarla eve sizi ziyarete ge­leceğiz.

-Ne zaman?

-Hemen şimdi hocam. Olmaz mı?

-Olur, olur da! Annenizin haberi var mı?

-Var hocam. Ne olursunuz?

-Arkadaşların kim?

-Atiye, Naciye, Dilek, bir de ben.

-Peki, tamam. İnşallah yengeniz evdedir.

-Bir yere mi gidecekti?

-Hayır da, belki komşulara gitmiş olabilir.

-Tamam, gidin.

-Hocam! siz gelmiyor musunuz?

-Gelmem gerekiyor mu?

-Tabi hocam, sizi ziyaret edeceğiz.

-Siz gidin bakalım.

Satife’nin yüzündeki sevinç ışıkları görmeye de­ğerdi. Çok büyük bir mutluluk yaşıyordu. Çok sevdiği öğretme­ninin evine gidecekti. Çok merak ettiği hanımı Şeyma'yı görecekti.

Satife, arkadaşları ile beraber Mustafa Beyin evinin yolunu tuttu. Bir an önce varmak için hızlı adımlarla yü­rüyorlardı.

Evin kapısına geldiler. Üzerinde bulunan çekingen­likten dolayı kapının ziline basmakta tereddüt ettiler.

Sonunda zile bastılar. Heyecanlı kısa bir bekleyişin ardından, kapının arkasından seslenildiğini duydular:                                                                                   

-Kim o?

-Biz, Mustafa Hocanın öğrencileriyiz.

Kapıyı birazcık aralayan Şeyma Hanım, aralıktan şöyle bir baktı:

-Buyurun, dedi.

-Esselâmü aleyküm, biz sizi ziyarete gelmiştik, dedi, hafif kızararak.

-Ve aleykümselâm. Buyurun! diyerek kapıyı açtı Şeyma Hanım. Giriş kapısının tam karşısındaki odaya aldı öğrencileri.

Genişçe olan bu odaya girdiler. Şeyma Hanım ka­ne­pelerin üzerine oturmaları için yer gösterdi. Karşılıklı iki kanepe ve aralarında elde dokunmuş olan kırmızı bir halı uzanıyordu. Tam karşıda metal tereklerden oluşan, kitap­larla dolu olan kitaplık vardı.

Kendilerini tanıttılar Şeyma Hanıma. Ziyaret se­beple­rinden bahsettiler.  Şeyma Hanımın ikram etmiş olduğu meyve sularını içerlerken, kapının zili çaldı.

Gelen Mustafa Beydi. Kapıdan başını uzattı içeriye:

-Esselâmü aleyküm, hoş geldiniz! dedi.

Ayağa kalkmak için harekete geçerken, “Hoş bul­duk hocam!” dediler.

-Kalkmayın, oturun. Rahatınıza bakın. Tanıştınız mı?

-Evet, hocam, dedi Satife. “Tanıştık, konuştuk.”

Mustafa Bey, tam geri dönecekti ki Satife:

-Hocam! Şu kitaplardan okuyabilir miyim?

-Elbette! İstersen hepsini oku!                                                                            

-Hocam hangi kitapları okuyayım?   

Mustafa Bey, durduğu kapı aralığından içeriye girdi. Köşede bulunan kitaplığa doğru yürüdü. Birkaç tane ro­man aldı eline. Birkaç fikir kitabı alarak masaya bı­raktı.

-Bunları oku. Okuduklarını getir. Sonra da diğerle­rini alır, okursun.

-Tamam hocam. Allah razı olsun.

-Allah hepimizden razı olsun. 

Atiye de söze karışarak; 

-Hocam, bizlere de kitap ver. Biz de okumak istiyo­ruz. 

Mustafa Bey, sevincini yüz ifadesiyle göstererek, bir­kaç kitap daha ayırdı:

-Çocuklar, istediğiniz kitabı alıp okuyabilirsiniz. Ye­ter ki siz kitap okuyun. Kültürlü, bilgili olun. Dinimi­zin ilk em­rinin “oku” olduğunu bilmeyen yok. Ama okuyan da hiç yok. Bu bir tezattır. Mademki dinimiz oku­mayı em­rediyor, okuyacak, öğrenecek; öğrendiklerimizi de uy­gulayacağız. Etkili ve yetkili olmanın yolu da bu­radan geçer. Bir söz vardır bilirsiniz: “İnsanlar kıyafetle­rine göre karşılanır, ko­nuşmalarına göre uğurlanır.” Okuya­lım ki, kültürlü ve bilgili olalım. Okuyalım ki ha­yatımıza, oku­duklarımızla yön verelim. Okuyalım ki, güzel konu­şup, etrafımızdaki­lere etkili olarak, onların güzele yön­lenmele­rine sebep olalım. Bir insanın kötü­den uzaklaşıp, iyiye yönelmesine sebep olmak kadar güzel bir olay olamaz...

Biraz konuştu Mustafa Bey. Çocukların, hocanın ko­nuşmasından dolayı gözleri dalmıştı. Derin derin dü­şünü­yor gibi bir görüntü sergiliyorlardı. 

Mustafa Bey:                 

-Çocuklar, hiç çekinmeden bana istediğinizi sorabi­lir, istediğinizi anlatabilirsiniz, dedi ve selâm vererek odadan çıktı. 

Odada bir müddet sessizlik devam etti. Sonra da Şeyma Hanımla olan sohbetlerini sürdürdüler. 

Mustafa Beyde buldukları yakın ilgi ve alâkayı ha­nımı Şeyma’da da bulmaları, onları son derece mem­nun et­mişti.   

Saatin geç olduğunu bahane ederek müsaade iste­di­ler ev sahibesi Şeyma Hanımdan. Sonra içten ge­len duy­gularla vedalaştılar bir bir.   

Şeyma Hanım, onları dış kapıya kadar uğurladı. Gü­ler yüzle:    

-Annelerinize selâm söyleyin. Onlar da gelsin; tanı­şa­lım. Sizde istediğiniz zaman gelin. Hiç çekinmeyin. Zaten biz yalnızız. Böylece yalnızlık çekmemiş oluruz.

-İnşallah, diyerek ayrıldılar. Kapıdan yukarı doğru gi­den incecik yoldan evlerine doğru gittiler.      


YARAMAZ BİR SINIF

                                                      

 

 

 

 

 

Okuldaki sınıfların durumları arasında farklılıklar, in­kârı mümkün olmayan bir gerçek. İşte öyle bir sınıf. Otur dersin oturmaz, sus dersin susmaz. Bütün hocalar bu sını­fın öğrencilerinin davranışlarından şikayetçi olu­yorlar. Sınıfın ders dinlemediğini, derslere lakayt dav­randıklarını, öğrenciye yakışmayan davranışlar içeri­sinde bulundukla­rını sık sık dile getiriyorlardı. İşin aslına bakarsan, sınıf birazcık böyleydi.    

Kendilerini kanıtlayamamanın ezikliği ile boş ver­miş­ler her şeye. Aldırmıyorlar; zayıf alacakmışlar, sınıfta kala­cakmışlar! Uyarılara da kulak tıkıyorlar. Bir de isim bul­muşlar. “Ha Babam Sınıfı” diyorlar kendilerine. 

Diğer öğrenciler de o sınıfa takılmak istemiyorlardı. Zaten belâ hazırdı. Kavga etmek için can atan öğrenciler vardı bu sınıfta.                       

Belki de bu sebeple, sınıflarını en dip köşeye indir­mişti okul idaresi. Gözümüzden uzak dursunlar diye.  

Bu sınıfın çoğunluğu bu yapıda öğrencilerden oluş­masına rağmen, sessiz sedasız efendi çocuklar da vardı. Ama azınlıkta oldukları için sesleri duyulmuyordu. Sanki mahpus hayatıydı onlar için bu durum. Ders din­lemek isteseler, diğerlerinin gürültüsü sebebiyle dinle­yemezler. Konuşacak olsalar, konuşa­mazlar.

Mustafa Bey, “Bu sınıf düzelir, öğrencilik yap­maya başlarsa, başarılı örnek bir sınıf olur.” düşünce­siyle, za­man zaman öğrencilerle diyaloga girerek konu­şuyordu. Bu sınıfı  hizaya getirmek istiyordu.

“Neden olmasın?” diye soruyordu kendisine. “Bu hâle nasıl gelmişler?” sorusunun cevabını, kendi düşün­celerinde arıyordu. Nasıl bir yol izlemesi gerektiği üze­rinde düşüncelerini yoğunlaştırdı. Kendisine göre plânlar yaptı. Yavaş yavaş uygulama safhasına koydu.

Bu sınıfa girdiği saatlerde, böyle davranmalarının se­bebini araştırdı. Onların konuşmalarına imkân tanıya­rak, düşündüklerini söylemelerini ve onların durumuna göre tedbirler geliştirmeyi hedefledi.  

Kendileri tarafından “Ha Babam” diye nitelendir­dik­leri  sınıfa girdiği saatin birindeydi…

Yine her zamanki gibi birbirleriyle konuşuyorlar, şa­mata yapıyorlardı. Kağıtları yuvarlayıp o uçtan diğe­rine fırlatıyorlardı.  Mustafa Bey, bir yandan sınıfta olanları gözlerinin altından takip ederken, diğer taraftan defteri imzalıyordu. Bir müddet daha sınıfı gözledi. On­ları iyice anlamaya çalıştı. Sonrada ayağa kalktı. Küçük pencerele­rin bulunduğu tarafa doğru yürüdü. Hiçbir şey söyleme­den birkaç kez gitti geldi. Sonra iki sıranın tam ortasına durdu. Dikkatlice sınıfı tek tek gözleriyle izledi. Bu du­rumu fark eden öğrenciler, bir anda  seslerini kes­tiler. Sınıfı bir sessizlik kaplamıştı. Hiç kimsede çıt yoktu. Bü­tün öğren­ciler, Mustafa Beye gözlerini dik­mişler bakı­yor­lardı.

Mustafa Bey, tam fırsatı diyerek konuşmaya baş­ladı. Öğrenciler pür dikkat dinliyorlardı:

-Sevgili öğrenciler! Hepiniz biliyorsunuz ki, öğret­menlerin hepsi size bir şeyler öğretmek için geliyorlar. Durmadan, bıkmadan, usanmadan faydalı olmak için uğraşıyorlar. Hep sizin için. Sizlerin daha bilgili, daha kültürlü, daha etkili, daha yetkili olmanız için. Ama, siz bunlara ders anlatma imkânı bırakmazsanız, nasıl fay­dalı olabilirler?

Sevgili gençler, sizlerin gelecekte çok iyi bir yer edi­nebilmeniz için, bilgiyle mücehhez olmanız gerekiyor. Herkesin sizlerden bir beklentisi var. Annenizin babanı­zın, akrabalarınızın, öğretmenlerinizin. Peki, bunun kar­şılı­ğında sizler ne yapıyorsunuz? Derslere ilgi mi gösteri­yor­sunuz? Yoksa işte öylesine mi gelip gidiyor­sunuz?

Bizler sizlerden ne bekliyoruz? Siz ne yapıyorsunuz? Birazcık düşünmeniz gerekmiyor mu?

Siz niye yaratıldınız? Bu dünyaya niye geldik? Bu okula niye geliyorsunuz? Gezmeye mi?  Yoksa bilgi öğ­renmeye mi? Söyler misiniz?

Sınıftaki öğrencilerin kimisi başını öne eğmiş ken­dini sorguluyor, kimisi de gözleriyle Mustafa Beyi onaylıyor­lardı. Bazıları da kıpkırmızı olmuş, davranışla­rının yanlış olduğunu kavramış gibiydiler.

Mustafa Bey konuşmasına devam etti:

-Sevgili öğrencilerim, İslâm'ın ilk emrinin “oku” ol­du­ğunu biliyorsunuz. Her zaman da söylersiniz. Bizler öyle bir dinin mensubuyuz ki, ilk iş olarak okumayı em­rediyor. Peki, söyler misiniz arkadaşlar, bir Müslü­man olarak ne okudunuz? Neyi okudunuz? Ne kadar okudu­nuz?  Ders­lerde anlatılanları niye dinlemiyorsunuz?

Olmaz arkadaşlar, böyle olmaz! Bizler sizlere güve­ni­yoruz. Sizler bizim gözümüzde çok değerlisiniz Ama değe­rinizin farkında değilsiniz. Kendinize birazcık güve­nin, siz kendinize güvenemezseniz, kim güvenecek siz­lere Allah aşkına!

Bir müddet sessiz kalan Mustafa Bey, öylece dikildi sınıfın ortasında. Sınıfta sanki ölüm sessizliği vardı. Hiç kimsede en ufak bir hareket görülmüyordu. Mustafa Bey yavaş bir manevra ile durduğu yerden geriye döndü. Ka­pının hemen yan tarafındaki, üzerinde bordo bir örtü bu­lunan masaya doğru yürüdü. Üst tarafında hafif yır­tıkları olan sandalyeye oturdu. Dirseklerini ma­sanın üstüne ko­yarak, başını iki elinin arasına koydu ve öylece kaldı bir müddet. Sonra da kaldığı yerden ko­nuşmaya devam etti.

-Sonra siz niye ders dinlemiyorsunuz? Haydi dinle­miyorsunuz, başkalarının ders dinlemesine niye en­gel oluyorsunuz? Buna hakkınız var mı? Senin canın ders dinlemek istemiyorsa, bir başkasının ders dinleme­sine engel olmaman gerekiyor. Allah, kul hakkıyla ge­linmeme­sini istiyor. Kul hakkını affetmeyeceğini söylüyor. Siz bu tutumunuzla arkadaşlarınızın hakkını, dinleme ve öğ­renme hakkını gasbetmiş oluyorsunuz. Bunun hesabını nasıl vereceksiniz? Eminim ki, içinizden bazı arkadaşları­nız, sınıfın bu hâlinden rahatsız oluyor. Ders dinlemek istiyor; ama dinleyemiyor? Peki, söyler misiniz, bu arka­daşlarınızın hakkını nasıl ödeyeceksiniz? O hâlde bu tu­tumunuzdan dolayı hesap vermeye hazır olun.

Sen ders dinlemek istemiyorsan bile, sessizce otur da bir başkasının hakkını alma. Tekrar söylüyorum, Allah, kul hakkıyla huzuruna gelenleri affetmeyeceğini söylüyor. Varın bunun hesabını kendiniz yapın!

Değerli gençler! Bakınız, “değerli” diyorum. Çünkü sizler gerçekten değerlisiniz. Değerinizi bilin. Uygunsuz hareket ve konuşmalarla değerinizi düşürmeyin. Sizler bu milletin geleceğisiniz. Gelecekte üst seviyede sizler olacak­sınız. Bunun için kendinizi yetiştirmeniz gerekir.

Herkes bu sınıftan şikayet ediyor. Sebebi ne acaba? Gerçekten merak ediyorum. Şurada biz bize konuşuyo­ruz. Söyleyin haydi, nedir sebebi? Ne yapıyorsunuz da böyle bir sonuç çıkıyor ortaya...

Sınıfta sessizlik devam ediyordu. Hırçınlığın yerini sessizlik alınca o zamana kadar alışılmadık bir sükûnet çıktı ortaya. En arka sırada oturan, uzun boylu Kamil parmak kaldırarak, söz istedi. Mustafa Bey söz verince Kamil ayağa kalktı ve:

-Hocam, ne söyleyeceğimi bilmiyorum; ama ko­nuş­malarınızdan çok etkilendim. İnanın, tüylerim diken di­ken oldu. Şu anda utanıyorum. Söyleyecek bir şey bula­mıyorum. Hocalarımızın şikayeti, sınıfta ders an­latma imkânı bulamadıklarından oluyor. Sınıf çok gü­rültülü, hiç kimse ders dinlemiyor. Hocalar  “Su­sun!” diyor; ama...

Sınıf başkanı olan Ahmet söz alarak ayağa kalktı:

-Hocam, Kamil arkadaşımızın dedikleri doğru. Ar­ka­daşlarımız, öğretmenlerin uyarılarına rağmen kitap   ge­tirmiyorlar. Ödev yapmıyorlar. Kaba konuşan arka­daş­larımız bile var. Neticede hocalarımız kendilerini rahat hissetmiyorlar sınıfta.

-Ama hocam, diye söze karışan İzzet, ayağa fırladı ve devam etti:

-Hocalarımız da bizi dinlemiyorlar ki. Bizi insan ye­rine bile koymuyorlar. Derdimiz olsa, anlatmak için yanla­rına varamıyoruz. Diğer sınıflarla kıyaslıyorlar. Siz şöyle­siniz, siz böylesiniz, diyorlar. Valla zorumuza gidi­yor hocam.

Bu sözlerinden sonra sınıfta farklı sözler yükseldi.

-Evet hocam, doğru, diyorlardı.

Mustafa Bey, sınıfı tek tek konuşmaları ve söz al­ma­ları konusunda uyardı.

Sınıftaki öğrenciler, tek tek söz alarak konuştular. Belki de düşüncelerini rahatlıkla söylemenin heyecanı ile kendilerini ifade ettiler.                                      

O zamana kadar, söylemek istedikleri, söyleme im­kânı bulamadıkları düşüncelerini ifade etmenin verdiği rahatlama ile sınıfta çok yumuşak ve tatlı bir hava oluş­muştu. Sanki sınıftaki öğrenciler gitmiş, yerine baş­kaları gelmiş gibiydi. 

Demek ki, insanları anlamak için yakınlaşılırsa, oranı farklı da olsa aynı yakınlığı karşıdan da görmek mümkün oluyordu. Sevgi ve saygının karşılıklı gelişmesi sağlanabi­liyordu.  

Mustafa Bey, bu imkânı değerlendirmek istedi. Sı­nıf­takilerin kendilerini sorgulamalarına sebep olabilecek, konuşmasını şöyle sürdürdü:   

-Sevgili öğrencilerim,    

Herkes tarafından sevilen, saygı duyulan bir kişi ol­mak istemez misiniz?  

Elbette isterseniz. Çünkü sevgi, insanın yaratılışında var olan duygulardandır. Herkes sevilmek ister. Herkes kendisinin sayılmasını ister.               

Bakınız, eğer siz kendinize dikkat eder, otokontrol ya­parsanız, insanların size bakış açıları ve değerlendir­meleri çok daha farklı olacaktır. 

Öğretmenlerinizin sizi sevmesini elbette istersiniz. Onların derslerini iyi anlatmasını istemeyen yoktur.   

Eğer öğretmenlerinizin sizi sevmesini istiyorsanız, derslerde başarılı olmak istiyorsanız, sizlerin de kendi dav­ra­nışlarınızı frenlemeniz gerekir.  

Öğretmenleriniz sınıfa girdiği zaman sizi susturmak için defalarca “Susun!” derse, nasıl olur da güzel ders anlatabilirler.

Öğretmenlerin faydalı olabilmesi için rahat bir or­ta­mın olması gerekir. Sizler konuşmayın, gürültü yap­mayın ki, öğretmenler sizlere daha fazla bilgi aktarabil­sinler. 

Burada sorumluluğun çoğu sizlerde. Zira siz susup dersi dinlerseniz, hocanızın ders anlatmasına engel ol­maz­sanız, hocalarınız dersleri daha güzel anlatacaktır. Aynı zamanda size hiçbir söz imkânı bulamayacaktır. Her hâlde durup dururken hiç kimse  kimseye bir şey söyle­mez. 

Öyle değil mi arkadaşlar?!       

O zaman sizlerin ne yapması gerekir? Bakın arka­daş­lar! Bundan sonra derslerde nasıl davranmanız ge­rekti­ğini söylüyorum. Bu söylediklerimi yaparsanız, şu andaki ima­jınız değişecektir. Öğretmenlerinizin sizler hak­kındaki dü­şünceleri daha sempatik hâle gelecektir.

Sınıfa girdikten sonra hiç kimse konuşmayacak. Ki­taplarınızı, defterlerinizi çıkaracak ve çok dikkatli şe­kilde öğretmenlerinizi dinleyeceksiniz.

Kendiniz konuşurken dinlenilmek istiyorsanız, baş­ka­ları konuşurken de siz dinleyecekseniz.

Arkadaşlarınız konuşurken gülmeyeceksiniz. Çünkü hiç kimse kendisine gülünmesini istemez. Saygı görmek istiyorsanız, mutlaka saygılı davranacaksanız. Öğret­menle­rinize, büyüklerinize asla saygısızlık etmeyeceksi­niz.

Verilen ödevleri zamanında yapacaksınız.

Bir de dinlediğiniz dersleri, eve gittiğiniz zaman bir kez daha gözden geçireceksiniz.

Tamam mı arkadaşlar?! Söz mü?!

Sınıf daha önceki durumlarından memnun olma­dıkla­rını ispat edercesine  “Söz!” diye beraberce bağırdı­lar.

Mustafa Bey:

-Bundan sonra böyle davranacaksınız. Ben sizlerin verdiğiniz sözü yerine getireceğine inanıyorum. Sizlerin ör­nek bir sınıf olacağını biliyorum. Sadece birazcık dü­şünceli davranmanız yeter arkadaşlar.

Birbirimize destek olacağız ve örnek bir sınıf olaca­ğız. Tamam mı arkadaşlar?!

Sınıf, yine “Tamam hocam!” diye seslendiği bir anda teneffüs zili de çalmıştı.

Öğrenciler, Mustafa Beyin teneffüse çıkmasını iste­mediklerini, konuşmasına devam etmesini istediklerini davranışlarıyla, sessiz bir şekilde pür dikkat dinlemele­riyle ifade ediyorlardı. Gözleriyle “Ne olur gitmeyin, konuş­maya devam edin!” der gibiydiler.

Öğrencilerin, Mustafa Beyin içten ve yardımcı olma niyetiyle konuştuklarından etkilendikleri belliydi.

Zilin çalmasından hemen sonra ayağa kalktı, tah­taya doğru yürüdü. Sınıfa döndü:

-Teneffüsünüzü almak istemiyorum. Siz teneffüs ya­pın. Bundan sonraki dersimizde konuşmaya devam ede­riz.

Nasıl olsa yine bu sınıfa geleceğim, diyerek  sınıftan çıktı. Merdivenlerden birinci kata yavaş adımlarla çıkıp, öğretmenler odasına doğru gitti.

Öğrenciler, sınıfta kala kalmışlardı. Ne yapacakla­rına karar verememenin bocalamasıyla birbirlerine ba­karak, bundan sonraki davranışlarının nasıl olacağını konuştu­lar.

Teneffüste yapılan günlük rutin işler devam etti. Mustafa Bey de öğretmenler odasında çayını yudum­lar­ken, konuşulanları dinledi. Bir taraftan da elindeki kitaba göz attı. Öğretmenler için çalan bir zil ile beraber, masa­nın üzerine koymuş olduğu evraklarını alarak, vakit geçir­me­den sınıfın yolunu tuttu. Bir ders önceki konuş­mala­rının neticesinde sınıftaki değişikliğin nasıl olacağı dü­şün­cesiyle sınıfın kapısını açtı. Sınıfa girerek selâm verdi. Ayaktaki öğrencilerin oturmaları için eliyle işaret ettikten sonra ki­taplarını öğretmen masasına koydu ve sandal­yeye oturdu.

Sınıftan çıt çıkmıyordu. Bütün öğrenciler, Mustafa Beyin konuşmasını istiyordu. Mustafa Bey defteri imza­ladıktan sonra ayağa kalktı:

-Sevgili öğrencilerim, biraz önce söylediklerimi dü­şündünüz mü? dedi.

-Evet, düşündük hocam! diye cevap verdiler.

-O hâlde ne yapacağınıza karar vermişsinizdir.

Sınıf başkanı Ahmet söz alarak ayağa kalktı ve:

-Hocam, biz düşündük. Teneffüste de bu konuyu ko­nuştuk. Arkadaşlarla birlikte karar verdik: Sizin de­dikleri­nize aynen uyacağız. Dediklerinizi yerine getire­ceğiz. Ör­nek bir sınıf olmak için birlikte gayret edeceğiz.

-Beni çok sevindirdiniz. Şu anda gerçekten mutlu­yum.

Mutlu olduğu yüzünün ifadelerinden belli olan Mus­tafa Bey, konuşmasını sürdürdü:

-Sevgili arkadaşlar, ben öğretmen olarak, sizlerin bü­tün dertlerinizi dinlemeye hazırım. Hangi probleminiz, sıkıntınız varsa, mutlaka gelin. Ben dinlemeye hazırım. Problemlerinizi çözmek için yardımcı olmaya çalışaca­ğım. Sıkıntılarınızı beraberce çözeceğiz.   

Ben sizlere bir abiniz olarak görevimi yapacağım. Sizler de saygılı bir öğrenci olacaksınız. Ben kendimi siz­lerden ayrı düşünmüyorum. Sadece sizden fazla ya­şamış birisi olarak, tecrübelerimi sizlere aktaracağım.

İstediğiniz her zaman benimle konuşabilirsiniz. Yolda, sokakta, parkta, bahçede, okulda, her yerde. Hiç çekin­meyin.

Ben sizlerin, herkes tarafından sevilen, saygı duyu­lan, gıpta ile bakılan insanlar olmanızı istiyorum. Bunun ger­çekleşmesinin de çok zor olduğuna inanmıyorum. Biraz­cık gayretli olursanız, iradenize sahip olursanız, bu iş çok ko­lay gerçekleşecektir.

Unutmayın, ben sizlere çok güveniyorum. Bu güve­nimi sarsmayacağınıza da inanıyorum. Sizler de kendi­nize güvenirseniz, başkalarının güvenini kazanabilirsiniz. Sizler kendinize güvenmezseniz, başkalarının güvenini kazan­manız nasıl mümkün olur? Eğer kendi değerinizin farkına varır ve  kendinize güvenirseniz, yapamayacağı­nız hiçbir şey olamaz.  

Sınıfın orta sıralarında, kimseye zarar vermemek için özel bir gayret içerisinde oturan Osman izin isteye­rek ayağa kalktı:

-Hocam, bir şey söyleyeceğim. Ben bunu çoktandır düşünüyordum. Size uygun olup olmayacağını bilmiyo­rum. 

-Ne söyleyeceğini ifade edersen, anlayacağız.   

-Sınıfta duyduklarımızla yetinerek bir yere varama­yız. Bu sebeple, sınıfın dışında sizinle oturup sohbet et­mek istiyoruz. Tabi sizce bir sakıncası yoksa? 

-Eee, gerçekten istekli iseniz, olabilir. Oturup konu­şa­biliriz.

-Ne zaman başlayacağız hocam?

-Acele etmeyin. Biraz düşünelim, nasıl olacağını ayarlayalım sonra da toplanırız.

-Hocam, ilk önce bizim evde yapalım. Biz iki arka­daşla bekâr evinde kalıyoruz.

-Sınıf ne düşünür bu konuda?

Sınıfın tamamı, belki de bir ders önceki tesiri altında kalarak, çok istekli olduklarını belli ediyorlardı.               

Mustafa Bey, şimdi de ev sohbetlerine başlangıç ya­pacaktı. Mustafa Beyin okulda öğrenciler üzerin­deki etki­sinden rahatsız olanların tutumu nasıl olacaktı acaba? Mustafa Beyin bu davranışını hoşgörü ile karşı­layabile­cekler miydi?

Yoksa?..


KOMŞULAR

     

 

 

 

 

 

 Sürekli çalışarak, çok az olan topraklarını yaz kış ara­lıksız işleyen ilçe halkı, geçimini temin etmek için meyve ve sebzeler yetiştiriyorlar. Sonra da satıp, ge­çimle­rini te­min ediyorlar. Vakitlerinin çoğunu bah­çe­lerde geçi­riyor­lar.

Belki dışa açılmamış olmaktan dolayı, köylü ol­ma­nın güzelliklerini yaşıyorlardı. Komşuluk ilişkileri normal sevi­yede devam ediyordu. Ama şehirleşmenin yan etki­leri de yavaş yavaş görülü­yordu.

 Mustafa Beyin komşuları akşam olup da eve dö­ner­lerken, o gün ne ile uğraşmışlar ise, bir poşete koya­rak getiriyorlardı. Geçerken kapının ziline basıyorlar ve po­şeti, tahta kapının tokmağına asıp gidiyorlardı. Mus­tafa Bey, zilin çalması sebebiyle dışarı çıktığı zaman ki­min getirdi­ğini anlayamıyordu.

Komşu haklarının önemini henüz kaybetmediği bu il­çede, insanlar genellikle birbirini çok iyi tanıyorlardı. Belki de özel kanalların enjekte ettiği menfaat, madde, çıkar, kan, kin, nefret, ahlâksızlık içeren yayınla­rın henüz bu­raya ulaşmamasının neticesiydi bu.

Atalarından öğrenmiş oldukları sosyal münasebet­lere aksatmadan devam ediyorlardı. “Komşusu açken tok ola­rak sabahlayan bizden değildir.” hadisini bilin­çaltlarına böyle kazımışlardı. Komşusunda pişen yemek­ten bir ta­bak da yan komşuya gitmesi kuvvetle muh­temeldi.

Bu ilçe halkının en göze batan yönlerinden birisi de buydu: Komşusuna ikram etmek.

Toplumumuzda aç sefil dolaşan insanları koruyup kollamak, onlara yardımcı olmak gerekir. Günümüzde insanlar, maddenin ezici boyunduruğu altında iradele­rini kullanabilme yeteneklerini kaybetmişler, “hep bana” fel­sefesiyle  hareket eder hâle gelmişler.

Halbuki  insanın bir vadi dolusu altını olsa, gözü doymaz, ikinci vadiyi de ister. İnsanın gözünü ancak top­rak doyurur. Bunun farkında olanlar bile gecesini gündü­züne katarak, daha çok zengin olmak için çalışı­yorlar.  

Bu düşüncelerin yoğunluğunun baskısı altında Mus­tafa Bey, genellikle fakir olan öğrencilerine yardımcı ol­mayı hedef hâline getirmişti. 

Bunun gerçekleşmesi için de öğrencileri çok yakın­dan tanımaya çalışırdı. Sınıflarda öksüzler, yetimler, ga­ripler, cebinde aylarca kuruş parası olmayanlar... vardı. 

Bu gençlere yardım yapabilmenin yollarını arardı durmadan. Kendisinin, almış olduğu bir maaşı vardı. Ama bu maaşla ancak kendi ihtiyaçlarını karşılayabili­yordu.

Bir defasında koli koli kitaplar getirmişti. Konya’daki kitapçılardan istemişti. Zekat olarak verilen bu kitapları öğrencilere dağıtmıştı. Bu esnada gördüğü, sevinç ışık­ları saçan gözleri hiç unutamıyordu. Al­dıkları kitapları okuya­caklarına dair sözler veriyorlardı. Bun­dan çok daha önemlisi, kendilerine ait bir şeyin olma­sının, bir şeye sa­hip olmanın mutluluğunu yaşıyorlardı. Çok az bir şeye sahip olmak bile onların mutlu olma­sına yetip artı­yordu. 

Gücünün yettiği oranda kalem, silgi ve defter ala­rak, almayanlara vererek sevindirdi öğrencilerini. Daha önce­leri kendisi de yaşamıştı aynı duyguları.

Bir tek kurşun kalem dahi alamadığı günleri hatır­ladı. İçinden bir “ah” geçirdi. Ve yine üniversitede okur­ken yiyecek bir şeyler bulamadığı, hatta bir kuru ekmek bile  bulamadıkları için arkadaşı Şaban ile açlıktan uyu­yama­dıkları günleri… Lastik ayakkabılarının yırtıldığı ve yırtık ayakkabılarla okula gittiği günleri... Pantolonların dizleri­nin yamalı olarak ortaokulda geçen zamanla­rını...        

Ve yine hatırladı, kendisine, okuması için yardımda bulunan insanları, vakıfları... Eğer, bu insanların yar­dım­ları olmasaydı, kendisinin okumasının mümkün olamaya­cağını düşündü. Onların yardımlarıyla okuyup, öğretmen olmuştu. Şimdi yardım etme sırası kendisine gelmişti. Kendi kendine: “Sadece zenginler mi okuya­cak? Elbette fakirler, fakir çocukları da okumalı!” diye iç geçirdi. Ken­disinin okuması için yardımda bulunan in­sanlar için dua etti. “Başkalarının benim için yaptıklarını ben de başka­ları için yapmalıyım ve yapacağım inşal­lah.” dedi.


ALİ DEDE

 

 

 

 

 

 

Bir öğle vakti, güneşin tepeden bakarak, insanların sı­cak karşısındaki acizliklerini ortaya çıkardığı bir andı. Mustafa Bey, bir gün sonra balık tutmak için Sakarya ır­mağına gidecekti. Olta malzemelerini alma düşünce­siyle, parke taşlarla düşeli caddeden aşağı iniyordu. Caddenin solunda, sırayla dizilmiş ağaçların gölgesi altında, yürü­meye çalışan bir ihtiyar gördü. Bazen ağaçlara tutunarak, beli bükülmüş bu ihtiyar adam, sa­ğına soluna şöyle bir bakıyor. Sonra da oflayıp, birkaç adım daha atıyordu.    

Bu, Mustafa Beyin ev sahibinin babalığı Ali de­deydi. Bir yerlere gitmeye çalışıyordu. Mustafa Bey yaklaştı. Ku­lağı iyi duymadığı için kulağına ağzını yak­laştırarak ba­ğırdı:

-Esselâmü aleyküm dede! 

-Ve aleykümselâm! 

-Dede, nereye böyle?

-Tolluğa… Çocuklar orada... Ha ben de şöyle bir uğ­rayayım, biraz oturayım. Yemeğimi de orada yiye­yim diye gidiyorum.

-İyi olur dede.

-Sen nereye gidiyorsun, öğretmen bey?!

-Bakkala.

-Ne vardı?

-Olta alacağım. Yarın balık tutmaya gideceğim de.

-Çok tut; biz de yiyelim olmaz mı?  Hı hı hı.

-Olur dede, olur inşallah.

Ali dede, bırakmak istemeyen bir tavırla bir gün önce olanları sırasıyla anlatmaya başladı. Zaten çok konuş­mayı severdi. Mustafa Bey, ayakta dikilmekten bıkmıştı. Ayakta fazla dikilince, ayak tabanları ağrı yapı­yordu. Ko­nuştuk­ları yerin hemen arka tarafında, mey­danın orta­sında bir kah­vehane vardı. Kahvehanenin önünde, çok büyük çı­nar ağaçları yükseliyordu. Bu ağaçların altında da masa­lar, sandalyeler vardı. Çay bahçesi şeklinde dü­zenlen­mişti. İnsanlar, gelip geçerken bu bahçeye uğrarlar, çayla­rını yudumlayarak vakit geçi­rirlerdi. Gerçi Mustafa Beyin kah­vehaneye gitme alış­kanlığı hiç yoktu. Bu tür ortamlar­dan çok sıkılırdı.

-Dede, şuraya oturalım da birer çay içelim.

-Ben gideceğim; zaten yavaş yavaş ancak varırım.

-Gidersin canım. Çay içelim, sonra ben seni götürü­rüm.                                                       

-Olur, içelim.

Mustafa Bey, Ali dedenin koluna girerek, birlikte yü­rüdüler. Bulundukları yere en yakın olan, köşedeki ma­saya geç­tiler. Ağacın gölgesinde, hafif esen rüzgarla se­rinlediler. Söylenen çaylar geldi. Yavaş yavaş yudum­lar­larken, Ali dede: 

-Bak öğretmen bey oğlum! Her şey boş. Bunca yıl­dır yaşıyorum şu dünyada. Ne geçti elime? Koskoca­man bir hiç. Kazandığım mal mülk, ne oldu bunlara? İşte durum böyle. Çoluk yok, çocuk yok. Gerçi olsa da bir şey değiş­meyecekti. İnsan ihtiyarlayınca değeri kalmıyor derlerdi de inanmazdım. Meğer doğruymuş. Bizden her şey geç­miş. Allah iman, Kur’an nasip etsin... diye baş­ladığı ko­nuşmasına hayatını anlatarak devam etti. An­lattı, an­lattı... Hemen hemen her şeyi.  

Bu arada çaylar da gelmeye devam etti. Mustafa Bey, Ali dedenin huyunu önceden bildiği için, gözlerini Ali de­deden hiç ayırmıyordu. Mustafa Beyin ev sahibi olan Mehmet dayının da durumunu anlattı. Nasıl evlat­lık aldı­ğını ...

Zaman akıp gitmişti. Ali dede konuşmaya devam etti. Konuşarak içini dökmesi Ali dedeyi rahatlatmıştı. Rahat­latması yüz hatlarından belli oluyordu. Sigarasını yaktı. Birkaç kahkaha attı. 

-Öğretmen bey oğlum, bittik, yolun sonuna geldik, yorulduk artık. Biraz yürüsem yoruluyorum. Benim için en iyi yer, yatak. Ne demişler: 

“El-huzuru fil-yatak

Velev kâne yusyuvarlak” 

Keh keh...

Mustafa Bey, Ali dedenin söylemiş olduğu, bu te­ker­lemeye benzeyen sözlerden bir şey anlamamıştı; ama ho­şuna gitmişti. Zaten Ali dedenin bu sözünü de hiç unut­madı. 

-Dede, istersen gidelim. Vakit bir hayli oldu. Sonra aç kalırsın bak! 

-Gidelim, diyerek ayağa kalktı.  

Mustafa Bey koluna girerek, caddeden aşağı doğru yürümeye başladılar. Ali dede, yol boyunca konuşma­sına devam etti. Yine anlattı Nasrettin Hoca’nın Konya’da ye­diği helvayı. Arada bir:         

-Konya’da helva çoktur, emme... diyordu. 

İlçenin tam ortasından geçerek ikiye bölen ana yol­dan indiler. Kaldırımlardan yürüyerek, bahçeye giden ince ve dar yola geldiler. Ali dedenin aheste yürüyüşü nede­niyle buraya ulaşmak bir hayli zaman almıştı.

Tolluğa vardıklarında, ev sahibi Mehmet dayı ve ço­cukları dinlenmek için, yarım oda, bir ahır ve bir oda ka­dar gölgelikten oluşan tollukta oturuyorlardı.  

Mustafa Bey ve Ali dedeyi görünce ayağa kalkan Mehmet dayı kendisine has konuşmasıyla: “Şöyle bu­yur hoca!” diyordu. Ev sahibinin hanımı Emine teyze de ufak ağaç kırıntılarını tutuşturarak yemek pişirmeye çalı­şı­yordu. Bir taraftan da:

-Hoca, yemek şimdi hazır olur. Gitme de yemeği bu­rada yiyelim, diyordu.                     

Bahçenin tepeden görünüşü bir harikaydı. Tepe de­dikse, hafif meyilli olması ve tolluğun bir metre kadar yük­sekte olmasından yeşillik denizini andırıyordu. Mus­tafa Bey kendini alamıyordu. Bu harika görüntünün neti­ce­sinde konuşulanları bile duymuyor gibiydi.  

-Ne kadar güzel bir yer burası!  diye mırıldandı.

Ev sahibi Mehmet dayı:

-Hoca burası bizim. İstediğin zaman gel. Burada otur. Bizler bilmeyiz emme, memurlar piknik yapmayı çok se­verler. Piknik de yaparsınız. Gelinimizi de getir.  

Söze karışan Emine teyze: 

-Tabi, evde yalnız canı sıkılır garibin. Gelsin burada otursun. Yalnızlık çekmesin. Hem de bize yemek pişiri­verir, diyerek gülüyordu. 

-Bakalım, nasip inşallah.     

-Ne olur Şeyma yengemi de getir buraya, diyordu evin kızı Züleyha. 

-Mehmet dayı size afiyet olsun. Çok teşekkür ede­rim. Ben yemeğimi yakın yemiştim. İnşallah başka za­man ye­riz. 

-Eee, hoca sen bilin. 

Mustafa Bey, o müthiş manzaranın eşliğinde geldiği yoldan geri döndü. Bahçenin çıkış yerine kadar uğurla­nan Mustafa Bey, olta malzemelerini almak için bakka­lın yo­lunu tuttu. 

                        


PİKNİK

 

 

 

 

 

 

Ertesi gün, güneş bir hayli yükselmiş, olanca gü­cüyle parlıyordu. Piknik için güzel bir hava vardı. Mus­tafa Bey, kahvaltısını yaptı. Gerekli piknik malzemelerini hazırladı.

Bir gün önceden, okul müdürü Hüseyin Bey ile söz­leşmişlerdi. Ailece piknik için Sakarya’nın kena­rına ine­cekler, balık tutacaklar, pişirip yiyeceklerdi. Böylece  bi­razcık dinlenmiş olacaklardı.

Mustafa Bey, hazırladığı olta malzemelerini aldı. Ha­nımı Şeyma’ya da diğer gerekecek şeyleri almasını söy­ledi.

Hanımı Şeyma ile birlikte Hüseyin Beyin evine doğru yürüdüler. Ana cadde üzerinde oturan Hüseyin Bey, gi­decek malzemeleri evin kapısının önüne koymuş, Uğur Beyle bekliyordu. Uğur Bey sigarasını yakmış, bir o yana bir bu yana bakarak, Mustafa’nın bir an önce gel­mesini isteyen hâli ile birazcık telâşlıydı.

Mustafa Bey yanlarına vardı. Selâm vererek ellerini sıktıktan sonra, Hüseyin Bey kapıdan kafasını uzatarak:

-Hey millet! Haydi gidiyoruz, dedi.

Herkes birkaç parça bir şeyler alarak, yola koyul­du­lar. İlçeyi ortadan ayıran ana yoldan uzun bir mesa­feyi yürü­meleri gerekiyordu.

Mustafa Beyin eşi Şeyma Hanım buraları henüz gör­memişti. Hüseyin Bey ve Uğur Beyin hanımları Şeyma'ya bilgi veriyorlardı. Mustafa Beyin okulunun önünden geç­tiler. Yolun kenarından yürümelerini sür­dürdüler. Bu es­nada konuşmalarına devam ediyorlardı. Balığın nasıl tu­tulması gerektiğinden, kızartma şekille­rine kadar balık muhabbeti yoğunluk kazanıyordu.

Hüseyin Bey, “Balık şu kurtçuklara çok geliyor­muş.” diyerek elindeki kutuyu gösteriyordu. Uğur Bey de To­kat’ta iken Yeşil Irmak’ta tuttuğu balıkları ballan­dıra bal­landıra anlatıyordu.

Piknik yapacakları mevkiye vardılar. Bir hayli yol yü­rümüşlerdi.

Yemyeşil ağaçların kaplamış olduğu alanda din­len­mek için oturdular. Bayanlar da biraz ötede olan ağaçla­rın altına, yeşilliklerin içine yerleştiler. Manzara doyum­suz bir güzelliğe sahipti. Önlerinden Sakarya’nın, şanına layık akışı içinde güneş ışınlarının meydana getirdiği renk cüm­büşü… Irmağın kenarında suya do­yumsuzca uzanan sö­ğüt ağaçlarının dallarından çıkan hışırtı... İn­sanın derin­liklerinde hissî gelişmelere sebep olan su sesi... Tam kar­şıda, bulutları delip geçerek se­maya uza­nan kayalıklar­dan oluşan tepenin muhteşem görün­tüsü... “Rabbim isterse ben bu şekilde kalırım!” derce­sine sapasağlam yıllarca ayakta kalan, her şeye meydan okuyan tepe. Tepenin alt kısmında bulunan dağın man­zarasını seyret­meye de do­yum olmuyordu doğrusu. Vadinin etrafında, başın üç yüz altmış derece çevrilmesi sonucu görülen, ağaçlarla kap­lanmış olan dağlar... Dağların üzerinde mavi, masmavi billur cam­dan oluş­muş bir çatı gibi duran gökyüzü... İn­san, “Aman Allah­'ım, senin gücünün sınırı yoktur!” de­mekten kendi­sini alamıyor...

Ayetlerde ifade edilen “altından ırmaklar akan cen­net” ne muhteşem bir şey olsa gerek. Dünyadaki şu gü­zellik karşında kendisinden geçen insan, cennet ni­metleri içerisinde nasıl olur acaba?

Dinlenmek için oturdukları yer de tamamen tabii çimlerle kaplı. Hüseyin ve Uğur Beyin küçük çocukları böyle bir ortamda dururlar mı? Başladılar koşmaya, bir o yana bir bu yana. O ağaç senin, bu ağaç benim... Do­yumsuz güzellikten sonsuz istifade etmek için oyun­lar oynuyorlar. Büyükler dinlenmek için oturuyorlar, kü­çük­ler oynuyorlar, durmadan koşuyorlar...

Herkes bu görüntü karşısında, rahatlamanın verdiği sevinci yaşıyor. Sakarya’nın kenarında oturmaları sebe­biyle, balıkların atlayıp zıplamalarını seyrediyorlar. Bu da insana ayrı bir keyif veriyor. Balıkların suyun akışına inat, yukarı doğru atlayıp yüzmeye çalışmaları enteresan geli­yor insana. Suyun akışına kürek çekmek varken, neyin mücadelesini yapıyor bunlar? Yoksa bir bildikleri mi var? Veya kendilerine bakan insanlara bir mesaj mı ulaştır­maya çalışıyorlar? Akıntıya kürek çek­meyin! Doğ­rular ne ise, ona göre yaşayın. Mücadele etmeyi gerek­tirse bile, mücadelenin zorluğuna rağmen devam edin...

Biraz dinlendikten sonra balık tutmak için kalktılar. Oltalarını hazırladılar. Hüseyin Bey, yolda gelirken gös­termiş olduğu kurtçuklardan taktı oltasına. Kendisine göre güzel bir yer seçerek, oltasını suya attı ve oturdu. Mustafa Bey ile Uğur Bey de attılar oltalarını Sa­karya’nın derin sularına. Oturdular ve beklediler. Bir­birlerine fazla uzak olmadıkları için de sohbet ediyor­lardı. Balıklar bir türlü oltaya gelmiyordu. Giderken bol balık tutma haya­liyle, onca yolu yürümüşlerdi. Ama şu ana kadar balık tutma başarısını gösterememişlerdi. Üstelik balıklar suyun yü­zünde atlayıp duruyordu.

Aslında balık tutma işi, büyük bir sabır gerektiri­yordu. Atacaksın oltanı suya ve saatlerce bekleyeceksin. Belki şimdi, belki birazdan... diye. İnsanın sabırlı olma­sını sağ­layacak bir yol olarak da kabul edilebilir bir yöntem. Ama zor geliyor insanın nefsine.

İnsan nefsi, istediği, arzu ettiği her şeyin hemen ol­ma­sını istiyor. Üstelik mazeret de kabul etmiyor. İnsanda acelecilik var. Her şeyinde acelecilik. İnsanın karşılaşmış olduğu zararların birçoğu, bu aceleciği yüzünden mey­dana gelmiyor mu?

Balık tutamamanın vermiş olduğu sıkıntının neticesi olarak, uzun bir zaman sessizce oturdular. Kamışlıkların arasından oltalarını gözetliyorlardı.

Hüseyin Bey, Ege bölgesi şivesiyle:

-Bugün nasibimizde bir şey yok her hâlde arkadaş­lar, diyerek sessizliği bozdu. Uğur Bey de:

-Herkes nasibiyle. Ne yapalım? Biz de getirdikleri­mizle idare ederiz. Tutamasak bile şu güzel manzara ye­ter, diye devam etti.

Bu esnada Mustafa Bey, kamışların arasından ayağa kalkarak bağırdı:

-Balık, balık!

Mustafa Beyin oltasına bir balık takılmıştı. Çeki­yordu ileriye doğru, ağzına geçen çengelin acısıyla! Kurtulmak için, bütün gücüyle çekiyordu. Ama boşuna! Çünkü bir yem uğruna, küçük bir solucan için özgürce yaşadığı su­yun bağrından kopacaktı. Hiç farkında ol­madığı bu bü­yük nimetin değerini, iş işten geçtikten sonra anlayacaktı. Bü­tün gücünü ortaya koydu, sudan, hayatından ayrıl­mamak için. Ama boşunaydı bu çabası. Çünkü karşı­sında en üs­tün varlık olarak yaratılan insan vardı. Müca­delenin so­nucu zaten belliydi. Bütün bun­lara rağmen mücadele­sini bırakmayan, direnen balık, belki de kur­tulma ümi­diyle, Yaradan’ın vermiş olduğu iç güdüyle hareket edi­yordu.

Bir yem uğruna hayatının sonunu hazırlamıştı bu ba­lık. Niceleri vardı ki, hayatını çok  basit sebeplerle mahve­diyordu. Kendilerine şeytan ve taifesinin sunmuş olduğu allı morlu yemlere kanıyorlar, yemin altında saklı olan çengel ağızlarına geçince de kurtulamıyorlardı. Bir anlık heves uğruna ebedî mutluluktan uzak kalabili­yor­lardı. Üstelik zokayı yutan balık kadar bile mücadele et­meden. Balığın sudan çıkmak istememesi, bunları ha­tırlatıyordu.

Mustafa Beyin “Balık, balık!” diye bağırmasıyla, Hü­seyin ve Uğur Beyler oltalarını bırakarak, Mustafa Beyin yanına geldiler. Gözleri parlıyordu. Dikkatlice izliyorlardı  şamandıranın hareketlerini. Bir yukarıya bir aşağıya... Şöyle yap, böyle tut, diye de tarif ediyorlardı. Oltanın, bağlı olduğu kamışla kalkması mümkün olmuyordu. Ka­mışı zorluyordu. Balığın büyüklüğü de heyecan veriyordu oradakilere. Mücadele devam edi­yordu. Oltanın bağlı olduğu kamışın balığı kaldırıp ka­raya çıkarmasının müm­kün olmadığı anlaşılınca, yavaş yavaş suyun kenarına çekmeye çalıştılar. Uzan bir uğ­raştan  sonra, oltaya yaka­lanan balık suyun kenarına çekildi. Suyun kenarında Hü­seyin Bey balığı ya­kaladı. Parmaklarını damaklarına ge­çirdi ve sürüyerek karaya çıkardı. Çok büyük bir balıktı. Uzun bıyık­ları vardı. Si­yah ve yeşile çalan renk cümbüşü içerisinde zıplıyordu.

Her hâlde şimdi anlamıştı, suyun kendisi için ne de­rece önemli olduğunu. Nimetin içerisinde bulunanlar, o nimetin kıymetini bilmezler. Nimeti kaybedince anlıyor­lar, içinde bulundukları nimetin ne kadar önemli oldu­ğunu. Bir parçacık yemek uğruna, kendisi başkala­rına yemek olmuştu.

Bu balığın bir iradesi yok. Ya kendinde irade olan­la­rın, küçük bir yem uğruna oltaya takılarak, yaradılış ga­yesi dışına çıkanlara ne demeli?

Balığın şiddetli zıplayışları, zaman ilerledikçe yerini yavaş devinmelere bıraktı. Bu sırada büyüklü küçüklü balıkları tutuyorlardı. Tuttukları balıkların sayısı bir hayli olmuştu. Yakalanan her balıkla çocukların sevinci bir kat daha artıyordu.

İnsan yakaladıkça, daha çok yakalama isteği ile ha­re­ket ediyor, başlarda birkaç balığa razı olanlar, şimdi daha çok, daha çok yakalamak istiyorlardı. İnsanın do­yumsuz­luğu ortaya çıkıyor her zaman. Yiyeceklerinden çok daha fazlasını yakalamışlardı; ama hâlâ balık yaka­lama isteği ile doluydular.

Keyiflerine diyecek yoktu. Hatta Mustafa Bey, o gü­zel sesiyle şöyle mırıldanıyordu:

Ben yürürüm yâne yâne

Aşk boyadı beni kane

Ne akilem ne divane

Gel gör beni aşk neyledi

Derde giriftar eyledi.

........

........

 

Zaman zaman da yanındaki arkadaşları eşlik edi­yordu. Yemek zamanı biraz geçmişti. Karınları acıkınca, hanımlar balık kızartmaya başladılar. Yanlarında getir­miş olduklarını da hazırladılar. Erkekler balık tutarken, iki ayrı yere sofra kurdular. Sonrada Hüseyin Beyin küçük kızı Vahide’nin “Sofra hazır!” çağrısıyla oltalarını suda bıraka­rak kalktılar ve sofranın bulunduğu yöne doğru yürüdü­ler.

İştahla doyuncaya kadar yediler. Yemekten sonra da konuşmaya yeni yeni başlayan Uğur Beyin oğlu Ab­dul­lah’ın “Baba, amin!” demesiyle yemek duası yaptı­lar. Verilen nimetlere şükrettiler. Hazırlanan çayları yu­dumlar­ken Uğur Bey:

-Önümüzdeki hafta yine gelelim. Çok iyi oldu, dedi.

-Gelelim, gelelim. Hem balık tutar, hem de dinlen­miş oluruz, diye devam etti Hüseyin Bey.

Mustafa Bey, bir ağacın gövdesine dayanmış, ayakla­rını uzatmış, çayını yudumluyordu. Bir taraftan da Uğur Beye söyleyeceklerini tasarlıyordu.

-Çay ile sigara da tam gidiyor haa, değil mi Uğur?

-Benimle uğraşma! Şu sigarama karışma.

-İçme kardeşim. Senin kendi sağlığını bozmaya hak­kın var mı?

-İçme, demesi kolay da bırakması zor.

-Ben, bu işin, irade meselesi olduğuna inanıyorum. İnsan isterse bırakabilir.

-Nasıl?

-Nasılı falanı yok. Bıraktım diyecek ve bırakacak.

-Oh ne güzel! Bu iş bu kadar basit mi?

-Ben öyle olduğuna inanıyorum.

-Ben sigarayı bırakamam.

-Hiç denedin mi?

-Hayır. Ama bırakamam.

-Sigara içenleri anlamakta güçlük çekiyorum.

-Sen sigara içmediğin için anlayamazsın.

-O anlamda demedim. Hiçbir faydası olmayan bir şeye bağımlı olmak, ona para vermek, zararlı olduğunu bile bile içmek, anlamadığım işte bu!

Bu arada Hüseyin Bey de sigara içmediği hâlde:

-Ver bir sigara Uğur. Bu ziyafetin üzerine gider doğ­rusu, dedi.

-Buyur hocam, diye uzattı sigarayı Uğur Bey. Hü­se­yin Bey sigarayı aldı, yaktı ve dumanını üflemeye baş­ladı.

Bu esnada Mustafa Bey, yerinden doğruldu. Ter­mostan bir bardak çay daha doldurdu:

-Sonra ben sigarayı dinî açıdan da sakıncalı bulu­yo­rum, dedi.

-Niçin sakıncalıymış efendim? Sebebini öğrenebilir miyim? diyerek ayağa kalkan Uğur Bey, oltalara doğru yöneldi.

Mustafa Bey:

-Bir dakika nereye? Sorduğun şu sorunun cevabını vereyim, deyince Uğur tekrar oturdu.

-1) İslâm’da israf haramdır. Buna hiç kimsenin iti­razı yok. Sigaranın da israf olduğuna inanıyorum. 2) İslâm’da insanın kendi sağlığın koruması emrediliyor. İnsan sigara içmek sûretiyle kendi sağlığını bozuyor. Üstelik sigaranın sağlığa çok fazla oranda zararlı olduğu, tıp otoriteleri tara­fından kabul ediliyor. Kabul etmekle kalmıyorlar, müca­dele ediyorlar. Peki, sigara içmek sû­retiyle sağlığını tehli­keye atmaya hakkın var mı? 3) Kul hakkı. Allah, kendi huzuruna kul hakkıyla gelecek olan­ları affetmeye­ceğini söylüyor. Sigaranın dumanın­dan çıkan zehirli gaz­lar se­bebiyle rahatsız olan insanla­rın hakkını nasıl ödeye­cek? Hiç umursamadan, başkala­rının yanında sigara içen in­sana ne dememiz gerekiyor? Buna hakkı var mı? Şah­sen ben, sigara dumanından çok ra­hatsız oluyorum. Hakkımı helâl etmeyi düşünmüyorum. Çünkü hiç kimse­nin beni rahatsız et­meye hakkı yoktur.

Hüseyin Bey:

-Gerçekten doğru söylüyorsun. İşte attım siga­rayı. Bunları ben pek düşünmemiştim. Gerçi yolculuk esna­sında benim hanım bunun sıkıntısını çok çekti ama..!

-Bence sigara içmek mekruhtur, diyerek girdi söze Uğur.

-Ben herhangi bir hüküm söylemedim. Yalnız, bu ko­nudaki kendi düşüncelerimi söyledim. Biraz önce “mek­ruhtur” dedin. Öyle değil mi?

-Evet.

-Diyelim ki mekruhtur. Sana şunu sorarım o za­man. Mekruhlar devamlı işlenirse ne olur? Ya da küçük gü­nah­lar devamlı hâle gelirse, hükmü ne olur?

-Iıh...

-Şu çocuklarını düşün. Bu sigarayı bırak.  Abdullah sana özenip de sigaraya başlarsa, sorumlusu sen olma­yacak mısın? Ha, aklıma geldi. Bir başkasına kötü örnek olman sebebi ile de ayrıca sorumlu olduğuna inanıyo­rum. Bunun önüne geçmek için, hiç kimsenin yanında içilme­mesi gerekir. Hele öğrencilerin göreceği yerde asla!

-...

-...

Öğle namazı vakti henüz çıkmamıştı. Kalktılar, abdest alıp, cemaatle namazlarını kıldılar. Sonra da ol­talarının başlarına geçtiler. Bir müddet daha balık tut­maya  devam ettiler. Balık tutmak dinlendiriyordu.

Güneş, dağların arkasındaki yerine doğru meylet­meye başlamıştı. Dönüş yolu uzundu. Onun için dönüş hazırlıklarına başladılar. Yavaş yavaş toplanan hanımla­rın da yüzlerinde huzurun eseri görünüyordu. Hüseyin Beyin büyük kızı Kübra’nın “Biraz daha kalalım baba, ne olur?” şeklindeki yalvarmaları da bir işe yaramadı.

Oltalarını topladılar. Tuttukları balıkların pişirilme­yenlerini de poşetlere koydular. Sonra da eşyalarını top­layarak geri dönüş için yola düştüler.

Güzelliklerle dolu bir gün böylece sona ermişti. Pik­nik sırasındaki tatlı telâ­şın verdiği yorgunluk, dönüş yo­lunda kendini göste­ri­yordu. Mutluluk dolu, rahatlamış bir bedenin buruk se­vinciyle evlerinin yolunu tuttular.


YÜKSEL

 

    

 

 

 

 

Birkaç öğrenci, öğretmenler odasının kapısından Mustafa Beyin dışarıya kadar gelmesini istediler. Mus­tafa Bey konuşmasını yarım bırakarak öğrencilerin ya­nına çıktı:

-Evet, ne diyorsunuz?

-Hocam, bizim sınıfta birkaç gündür bir şeyler kay­boluyor. Bugünde benim dolma kalemimi almışlar, dedi içlerinden birisi.

-Peki, kim yapmış olabilir?

-Herkes Yüksel’den şüpheleniyor.

-Yüksel kim?

-Hani ön sırada, kapıdan tarafta oturuyor. Sarı, kı­vır­cık saçlı, mavi gözlü zayıf bir arkadaşımız var ya?

-Tamam, tanıdım. Onun yapmış olduğundan emin misiniz?

-Evet, hocam. Herkes ondan şüpheleniyor.

Şüphe... Herkesin ondan şüphelenmesi, onun yap­mış olmasını gerektirmiyordu. Mustafa Bey, henüz pek iyi tanımadığı Yüksel’den şüphe etmişti. Sebep, herkesin ondan şüphelenmiş olmasıydı. Kur’an-ı Kerîm’de mü’minle­rin zandan uzak durmaları, zannın birçoğunun günah olduğu öğütlenmişken, zanla hareket ediyordu Mustafa Bey. Kesin olarak bilinmeyen şeylerin zan oldu­ğunu da biliyordu. Ama insandı; etki altında kaldı, ya­nıldı.

Herkesin Yüksel’den şüphelenmesi, bir şeylerin var olduğu sonucuna götürüyordu. Niye “Yüksel” diyorlardı da bir başkasını söylemiyorlardı?

Bütün bunlara rağmen Mustafa Beyin, Yüksel’den şüphelenmeye hakkı var mıydı? Onu itham etmeye, on­dan hesap sormaya...

Sabah son dersten önce, nöbetçi öğrenciyi gönde­ren Mustafa Bey, Yüksel’i çağırdı. Birkaç dakika sonra Yüksel geldi. Mustafa Bey, Yüksel’in sınıfına girecek olan hoca­dan izin aldı. Zaten kendisinin de dersi yoktu. Bir saat boyunca oturup, konuşma imkânına sahipti.

Öğretmenler derslere gittiler. Mustafa Bey pencere­nin yanındaki masanın köşesine bir sandalye çekerek oturdu. Yüksel’e de yanındaki sandalyeye oturması için işaret etti. Ürkek ve çekingen bir tavırla, yüzü kızarmış bir şekilde, tereddütlü adımlarla yürüyerek geldi. Ya­vaşça oturuverdi sandalyeye. Mustafa Bey konuşmaya başladı.

-Eee, Yüksel nasılsın bakalım?

-İyiyim..!

-Dersler nasıl gidiyor?

-İyi gidiyor.

-Derslerine çalışıyor musun?

-Evet.

Yüksel, konuşmak istemez bir tavırla davranıyordu. Mustafa Bey, Yüksel’i konuşmaya uğraştıkça, suskun­luğu artıyordu. Bazen cevap vermede zorlanıyordu. Bu arada çaylar da gelmişti. Hem çaylarını içtiler, hem de konuş­maya devam ettiler:

-Sınıftan şikayetin var mı Yüksel?

-Hayır.

-Sınıfın senden şikayeti var mı?

-Bilmem.

-Yüksel, bak oğlum!  Konuşmak için seni buraya ça­ğırdım. Bugünlerde sınıftan bir şeyler kayboluyormuş.

-Öyle söylüyor arkadaşlar.

-Sen hırsızlığın ne kadar kötü bir şey olduğunu bilir­sin. Dinimizde büyük günahlardan bir tanesi de hırsız­lıktır. Hırsızlık affedilecek bir suç değil. Hz. Peygambe­rimiz za­manında bir hırsızlık olayı oluyor. Hırsızlık ya­pan kişi, o zamanın ileri gelenlerden birinin çocuğu olduğu için aracı geliyorlar. Elinin kesilmemesi için torpil arıyor­lar. Ama Peygamberimiz (s.a.v.)’in o müthiş ce­vabı geli­yor: “Kızım Fatma da olsa elini keserdim!”

-Evet, biliyorum hocam. Sınıfta anlatmıştınız.

-Hiç kimse hırsız bir insanla birlikte olmak istemez. Hiç kimse komşularının hırsız olmasını istemez. Hırsızlık, insanı diğerlerinin gözünde düşürür. Hırsızlık yapanları kimse sevmez. Ha bu arada, insanları kandıran, aldatan insan da günah işlemiş olur. Çünkü Peygamberimiz, “İn­sanları aldatan bizden değildir.” buyurmuştur.

Küçük yüzünde masmavi gözleri ışıl ışıl oldu:

-Hocam, bana bir şey demeye mi çalışıyorsunuz? dedi.

Zeki olduğu belliydi Yüksel’in. Mustafa Bey, sora­cağı sorudan önce ortamı hazırlamaya çalışıyordu. Di­rek sor­ması pek uygun olmayacaktı:

-Bak Yüksel, ben pek inanmıyorum. Ama sormak zo­rundayım. Çünkü sınıfınızdan her gün bir şeyler alı­nıp, çalınıyormuş. Senin aldığını söylüyorlar. Doğru mu?

-Hayır, hocam ben almadım.

-Oğlum, eğer aldıysan söyle. Bu problemi çözeriz be­raberce.

-Hayır, vallahi ben almadım.

-Belki bir an şeytana uyup alırsın, diye söylüyorum. Şayet aldıysan, söyle. Bu ikimizin arasında bir sır olarak kalacak. Aldıysan, aldıklarını getir. Bu me­seleyi kimseye duyurmadan burada kapatalım.

-Hayır, hayır, ben yapmadım!

-Kim yapmış olabilir o zaman?

-Bilmiyorum!

Yüksel’in mavi gözlerinden çıkan damlalar, sarı te­ni­nin üzerinde bir müddet kaydıktan sonra mozaik ile kap­lanmış zemine düşüyordu. Zemin bir anda ıslanmıştı göz­yaşlarıyla.

Bu gözyaşları Mustafa Beyi de üzmüştü. Çünkü yufka yürekli birisiydi. Ama bu işi de yapmak zorun­daydı.

-Oğlum uğraştırma beni, aldıysan söyle. Bu işi bu­rada bitirelim. Eğer bir şeye ihtiyacın varsa, gel bana. Ben ala­cağım tamam mı?

-Hocam, ben almadım!

-Sen kimin oğlusun? Babanı çağıracağım buraya.

-Babam yok. Yıllar önce ölmüş. Annem birisiyle ev­lenmiş. Ben şimdi onların yanında kalıyorum. Zaten ken­dilerine zor bakıyorlar. Bana da zor bakabiliyorlar...

Bu sözlerden sonra Mustafa Bey, çok duygulandı. Dediğine, diyeceğine pişman oldu. Bir süredir mavi gözle­rinden akan damlalar, bir mermi gibi saplandı yü­reğine. “Ben ne yapıyorum?!” dedi kendi kendine.

-Ağlama oğlum, sus! Ben sadece sana iyilik olsun, diye seni çağırıp konuştum. Şayet böyle bir şey varsa, sana yardımcı olayım diye seni çağırdım. Eğer ben yap­madım diyorsan, sen bilirsin. Olur ya belki hata yapmış olabilirsin, bir arkadaşın sebep olmuş olabilir, düşünce­siyle konuştum.

-Gerçekten ben yapmadım hocam.

-Tamam anladım.

Yüksel’in tavırlarından böyle bir şeyi yapmış olması mümkün görünmüyordu. Çok rahat konuşuyordu bu ko­nuda. Yüksel’in babasının ölmesi, üvey babasının ya­nında kalması Mustafa Beyin dikkatini çekmişti.

-Baban ne zaman öldü?

-Çok önce, ben küçükken.

-Babana dua ediyor musun?

-Evet, Yasin okuyorum.

-Kaç kardeşsiniz?

-Yedi kardeşiz.

-Eviniz nerede?

-Sizin evden daha yukarıda. Mezarlığın yanında.

-Eviniz nasıl, büyük mü?

-İki odası var. Birisinde annemle babam, diğerinde biz kalıyoruz.

-Yedi kişi aynı oda da mı?

-Evet, aynı odada.

-Üvey baban ne iş yapıyor?

-Demirci. Ama işi yok. Çok az kazanıyor. Bize bak­mada çok zorlanıyor.

Mustafa Beyin üzüntüsü iyice artmıştı. Söyleyecek söz bulamaz hâle gelmişti. Yaptığı hatayı telafi etmek isterce­sine konuştu.

-Yüksel oğlum! Bundan sonra bir ihtiyacın olursa, hiç çekinmeden bana gel. Defter, kitap, kalem... Ne ihtiyacın varsa, ben alacağım. Sen de daha çok çalışa­caksın ve okuyacaksın. Söz mü?

-Söz hocam.

-Şimdi sınıfına git. Dersini dinle.

Yüksel, utangaç ve boynu bükük bir şekilde kalktı. Arkasına bile bakmadan öğretmenler odasından çıktı.

Mustafa Bey, karmaşık duygular içerisinde düşünü­yordu. Babasızlığın ne demek olduğunu görmemiş olsa da, bir eğitimci olarak işin vahametinin farkında idi. “Bu çocuğa yardımcı olmam gerekir.” diye içinden geçirdi. Gözleri pencereden, dışarıdaki manzaranın derinlikle­rinde kaybolurken, içindeki duygu deryasında bombalar patlıyordu. Düşündü, düşündü, dakikalarca... Oturduğu yerde kendisini hesaba çekiyordu. Duha sûresinin doku­zuncu ayetini okudu birkaç kez peş peşe: “Fe emme’l-ye­tîme felâ takhar (Yetime gelince, sakın onu üzme!)” Yeti­min üzülmemesi gerekiyordu. Bu, Allah’ın emriydi. O hâlde şeksiz şüphesiz yerine getirilmeliydi.

Peygamberimiz (s.a.v.)’in bir yetim için yaptıklarını hatırladı. Bir yetim çocuk, babasının, vefatından sonra oğluna bakması için Ebu Cehil’e bıraktığı parasını istedi birkaç kez. İhti­yacı vardı. Ama, Ebu Cehil, bu ye­tim çocu­ğun hakkı olan parayı ona vermedi. Vermemekle de kal­madı, azarladı, bağırdı, çağırdı ve kovdu.

Bu durumun farkında olan İslâm düşmanları ço­cukla alay etmek, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile Ebu Ce­hil'i karşı karşıya getirmek düşüncesiyle, çocuğa, Hz. Mu­hammed (s.a.v.)’e gitmesini, Ebu Cehil’den parayı an­cak onun alabileceğini söyleyerek, Peygamber’e gön­derdiler.

Çocuk, Peygamberimiz’i (s.a.v.) bilmediği için sora­rak Hz. Muhammed’i (s.a.v.) buldu. Ona, Ebu Ce­hil'de parası olduğunu; ama parasını alamadığını söy­ledi. Hz. Mu­hammed (s.a.v.) hemen çocukla birlikte Ebu Cehil'in ya­nına gitti. Bu arada çocuğu Hz.. Mu­hammed (s.a.v.)’e gönderen İslâm düşmanı müşrikler, olacakları seyretmek ve eğlenmek için yerlerini almış­lardı.

Hz. Muhammed (s.a.v.), Ebu Cehil’e: “Bu çocuğun parasını ver!” deyince, Ebu Cehil hiçbir şey söylemeden parasını iade etmişti. Böylece yetim çocuk da çok se­vin­mişti.

Olup bitenleri kenardan izleyen Ebu Cehil’in arka­daşları, bu durum karşısında çok şaşırdılar. Onlar ola­yın böyle gelişeceğini hiç tahmin etmiyorlardı. Ebu Ce­hil’in Hz. Muhammed (s.a.v.)’e hakaret edeceğini, kavga ede­ceğini zannediyorlardı.

Hz. Peygamber (s.a.v.) oradan ayrılınca, derhal Ebu Cehil’in yanına gittiler. Böyle davranmasının sebe­bini sordular.

Ebu Cehil: “İki yanında iki deve vardı. Öyle bü­yük­tüler ki, şayet çocuğun parasını vermeseydim, beni yuta­caklardı.” diye cevap vermişti.

Yetim hakkı bu kadar önemli diye düşünürken, dı­şa­rıda, okulun arka kısmında basket sahasının beton zemi­ninde oynayan çocukların çığlıklarıyla irkiliyordu zaman zaman.

Zaten ders zili de çalmak üzereydi. Oturduğu yer­den kalktı. Kitaplarını karşıda duran metal dolapların birine koydu. Öğle yemeği için okuldan ayrıldı. Aheste bir şe­kilde, düşünceli hâliyle evin yolunu tuttu.

 

                                                           


YIKILMAYA YÜZ TUTMUŞ BİR EV

 

 

 

 

 

 

 

Bütün öğretmenlerin şikayetçi olduğu sınıftaki ko­nuşmasından sonra öğrencilerde gözle görünür deği­şik­likler meydana gelmişti. Öğrenciler verdikleri sözü ye­rine getirebilmek için çok dikkatli davranıyorlardı. Her derste sessiz bir şekilde oturuyorlar; derslerde hocalarını rahatsız etmemeye özen gösteriyorlardı. Bu ortamı boz­mamak için de birbirlerine yardımcı olmaya çalışı­yor­lardı.

Sınıftaki davranış değişikliği dikkatlerden kaçmadı. Öğretmenler memnuniyetlerini ifade ediyorlar, hayretle­rini gizleyemiyorlar, öğretmenler odasında açıktan anla­tıyorlardı. Bu sınıfa ne oldu? diyerek sevinçlerini açığa vuruyorlardı.

Zaman zaman Mustafa Beye derslerin dışında otu­rup konuşma isteklerini iletiyorlardı. Oldukça da ısrarlı davra­nıyorlardı. Mustafa Bey bu teklifin onlardan gel­mesine ve ısrarlı olmalarına içten içe seviniyor ve mutlu oluyordu. Kendi istekleri ile olduğu için daha verimli olacağını bili­yordu. Zorlama ile alınacak olan bilginin verimli ve kalıcı olması mümkün olamazdı.

Yine o ısrarlı tekliflerden birini yapıyorlardı. Birkaç öğrenci koridorun başında Mustafa Beye:

-Hocam, başlayalım artık! Kaç zamandır söylüyoruz, bir cevap vermediniz. Bir sebebi varsa, söyleyin bilelim, dediler.

-Gerçekten istiyor musunuz?

-Ne demek hocam?! Biz bu işte çok ciddiyiz. Öğ­ren­mek istiyoruz.

-Peki, olur! Başlayalım.

-Ne zaman hocam?

-Hemen bugün.

-Tamam hocam. Arkadaşlara haber verelim.

İçlerinden, uzun boylu, iri siyah gözlü olanı, Kamil atıldı:

-Hocam, bu akşam bizde toplanalım. Biz arkadaş­larla kalıyoruz. Hem de bir bekâr evi görmüş olursunuz.

-O zaman yatsı namazında camide buluşalım. Sonra da beraberce gideriz.

-Olur hocam, diyerek ayrıldılar. Sevinçliydiler. Belki de bir öğretmenleri ilk defa evlerine gelecekti. Dersin dı­şında bir öğretmenleriyle beraberce oturmanın dayanıl­maz zevkini tadacaklardı.

Minareden yükselen ezanın sesleri odanın içinde yan­kılandı. Çağırıyordu namaza, kurtuluşa... Kurtuluşa çağır­dığı hâlde, insanlar gitmiyorlardı. Acaba neden? Yoksa onlar huzuru ve kurtuluşu istemiyorlar mıydı? Yoksa onla­rın çoğu kurtuluşu bulmuşlar mıydı? Minare­den yükselen bu çağrı, onlar için bir anlam ifade etmiyor muydu?


Hayye ale’s-salâh                     Haydin namaza!..

Hayye ale’s-salâh                     Haydin namaza!..

Hayye ale’l-felâh                      Haydin kurtuluşa!..

Hayye ale’l-felâh                      Haydin kurtuluşa!..

 

Allah’ın büyüklüğünün ve tek mabut olduğunun ilânı olan bu çağrı, insanları uyararak, kendisine gel­melerini tembihliyordu. Ama aldırış eden yok gibiydi.

Bu fikirlerle birlikte yürüdü camiye. Camiye vardı­ğında ezan henüz bitmiş, cemaat içeriye girmişti.  Bu­gün cemaat çok fazla görünüyordu. Çünkü genç öğren­ciler gelmişti. Sayıları azımsanmayacak kadar vardı. Hemen dikkatleri çekiyordu. Alışık olmadıkları bir du­rum sayıla­bilirdi bu, cemaat için. Bugün ne Kadir Gece­si’ydi ne de başka bir kandil! Ama gençler vardı camide. Mustafa Bey bu manzaradan çok memnun kaldı. Ce­maatle kılı­nan namazdan sonra dışarı çıktı. En kenar­daki büyük dut ağa­cının altındaki banklardan birine oturdu. Cami­den çıkan­lara bir müddet baktı.

Bir ihtiyar, sakalları uzunca, sık ve bembeyaz, ba­şında örme bir yün takke ve elinde de bir asa. Belli ki mem­nundu durumdan. Sormadan edemedi. Bir gencin kula­ğına eğildi ve:

-Oğlum, bugün bir şey mi var? Kalabalık gördüm ca­miyi de, dedi.

-Yok, dede. Namaz kılmaya geldik, dedi genç.

-İyi, iyi! Aferin! Aferin oğlum, diyerek huzurla ay­rıldı camiden ihtiyar adam. Camide cemaatin çokluğu onu mutlu etmeye yetmişti. Cemaat olabilmek çok önemliydi Müslüman açısından. Bir gün cemaate gel­meyince “Ne­rede acaba? Başına bir şey mi geldi?” diyerek sorulup aranan bir dönemden, hiç cemaate çıkmayan; ama hâlâ merak edilmeyen bir zamana... Nereden nereye?...

Mustafa Bey oturduğu yerden kalktı. Yanına gelen birkaç öğrenci ile indi merdivenleri yavaş yavaş. Bir grup önden gidiyordu. Diğer bir grup da arkadan geli­yordu. Küçük fidanlığın bulunduğu yamaçta, yıkık bir eve doğru ilerlediler.

Gerçekten bakımsızlıktan dolayı yıkılmış, eve çıkan merdivenlerin araları kırılmıştı. Çıkarken, “Aman ho­cam, dikkat edin!” uyarılarına, gıcırdayan tahta sesleri de karı­şıyordu. Zamana yenik düşmüştü. Yıllarca kulla­nılmış olmanın, yıpranmışlığı ile birkaç gariban öğren­ciye ev sahipliği yapmanın kıvancını taşıyordu bütün bu görüntü­süne rağmen. Belki de çok uzun zamandan be­ridir, bu kadar çok insanı bir arada ağırlamamıştı.

Mustafa Bey, evin dış kapısından içeri girmek üze­reydi. Kapının yarısının kırık olması dikkatinden kaç­madı. Toprak sıvasının bir kısmının dökülmüş olduğu küçücük bir girişe ayakkabılarını çıkardı. Düz toprak damlı olan evin tavanında da çürümeler görülü­yordu. İki tane küçük penceresi olan oturacakları odaya girdi­ğinde, kendisin­den önce gelenlerin hepsi ayağa kalka­rak, Mustafa Beye yer gösterdiler. Mustafa Bey herkesi görebileceği bir yer olan iki pencerenin arasın­daki kö­şeye oturdu.

Çok dökülmüş ve eski olan bu ev, Mustafa Beyi et­ki­lemişti:

-Bu ev, bu kadar kişiyi taşıyabilir mi? Yıkılmasın sonra?

-Yok hocam, siz onun görüntüsüne bakmayın. Çok dayanıklıdır, diye cevap verdi, evde oturanlardan birisi olan Kamil.

-Buraya kira veriyor musunuz?

-Evet hocam. Adam gün aksatmıyor. Zamanı ge­lince gelip kirayı alıyor.

-Kış iyice bastırınca, burası soğuk olur. Pencerelerin araları açık duruyor. O zaman ne yapacaksınız?

-Pencerelere naylon çekeriz.

-Yemekler nasıl oluyor? Bulaşıklar falan?

-Köyden getiriyoruz hocam. Sırasıyla da yemekleri yapıyoruz, bulaşıkları yıkıyoruz

Mustafa Bey öğrencilik yıllarını hatırladı. Evde ar­ka­daşlarıyla beraber kaldığı yılları... Nöbet ile yemek yap­tıklarını. Bulaşıkları yıkadıklarını... Ev temizliği yap­tığı günleri... Acı tatlı hatıralarla dolu o günleri unut­ması mümkün değildi. Üniversite yıllarının hemen he­men hepsi evde geçmişti.

Maddi sıkıntıyı devamlı hissederek geçen öğrencilik yıllarını her zaman hatırlıyordu. Zaten unutulacak gibi de değildi. Bu düşüncelerden sıyrılarak:

-Arkadaşlar, bakın size bir hatıramı anlatayım. Sa­yı­ları günlere göre değişen arkadaşlarla bir evde kalı­yor­duk. Ana caddenin üzerinde bir evdi. Herkes girip çıkı­yordu. Bir gün akşam yemeğinden sonra sınıftan arka­daşlarım geldi. Beraber ders çalışacaktık. Çok zor bir dersti. Mut­laka başarılı olmak zorundaydık. Bir odaya çekildik ders çalışıyoruz. Zaman bir hayli ilerle­miş; uyuk­lamalar başla­mıştı. Ben de kalktım. Mutfağa benzeyen, mutfak olarak kullandığımız odaya girdim. Çaydanlığa su doldurup ocağa koydum. Çaydanlık­taki su kaynayınca, demlemek istedim. Evde çok az mik­tarda çay kalmış. Onu demliğe koydum. Ama bu sefer de şekeri bulama­dım; şeker kal­mamıştı. Zaten gidip alacak para da yoktu. Tekrar içeri girerek, durumu ar­kadaşlara bildirdim. Ara­mızda biraz para topladık. Ar­kadaşım İkbal ile birlikte, sokak sokak açık bir yer ara­dık. Kısa sayılamayacak bir müddet dolaş­tık. Şeker ala­cak bir yer bulamadık. Sokak lambalarının loş ışıkları altında geri döndük.

İşte böyle, öğrencilik yılları hep zordu bizim için ar­ka­daşlar. Bir yanda eli sıcak sudan soğuk suya değme­yen­ler. Çocuğunun bir dediğini iki etmeyenler… Bir yanda da okumak için evinden ayrılarak, yokluk içinde kıvra­nan­lar... Ülkemizin manzarası bu arkadaşlar.

Küçük odaya sıkışarak oturan öğrenciler, dikkatlice Mustafa Beye bakıyorlar ve ilgi ile dinliyorlardı.

-Evet arkadaşlar! Buraya toplanmamızın sebebi, ko­nuşmak, sohbet etmektir. En başta hemen şunu ifade etmek istiyorum. Kalktınız buraya kadar geldiniz. Gel­me­yebilirdiniz de! Ama kendi isteğinizle geldiniz. Eğer Allah rızası için bir şeyler öğrenmek maksadıyla buraya gelmiş iseniz, ibadet içerisinde bulunuyorsunuz. Burada bulun­duğunuz süre içerisinde sevap kazanacaksınız. İbadet, Allah’ın razı olduğu tüm işlerdir. Bizim burada bulunma­mızdan, ilim öğrenmemizden Allah razı mıdır? Şu yaptı­ğımız sohbet, güzel bir iş midir? Elbette, evet! O hâlde içinde bulunduğumuz durum da ibadet hâlidir.

Bir de hadis-i şerîf söyleyeyim size. “Melekler, ilim yolunda olanların üzerine kanatlarını indirirler.” Bu dün­yanın geçici olduğunu biliyoruz. Hepimiz öleceğiz. Ölme­den önce ölüme hazır olmak gerekir. Şu soruyu her za­man kendinize sorun: “Bugün ölsem, Allah’ın huzu­runa çıkıp cevap verebilecek miyim?” İşte, bu soru­nun ceva­bına göre hayatınızı yaşayın!

Bizim için, en büyük hedef, Kur’an'ı  anlamak; anla­dıklarımızı da yaşamak. Bunun için Kur’an'la çok meş­gul olmamız gerekiyor. Hıristiyanlar çocuklarını küçük yaşlar­dan itibaren kiliselere götürürler. İncili dinletirler, okutur­lar. Ya biz? Müslümanlar ne yapıyor? Adamın kendisi namaz kılmıyor ki, çocuğunu camiye götürsün; namaz kıl, desin. Adamın kendisi Kur’an okumuyor ki, çocuğuna Kur’an oku, desin!

Kur’an'ı okumalıyız arkadaşlar, hem de hiç aksat­ma­dan. Dinimizin  esaslarının yazılı olduğu kitabı oku­ma­dan, dinimizi nasıl öğrenebiliriz? Nasıl yaşayabiliriz?

Muhammed İkbal’in şu sözünü hiç unutamıyorum:

“Babamdan işitmiş olduğum bir nasihatin haya­tım­daki tesiri büyüktür: Oğlum, Kur’an-ı Kerim’i sanki kendi üzerine inmiş gibi oku.”

Evet, Kur’an bize indiğine göre, bizzat bize inmiş gibi okumamız gerekiyor.

Kur’an-ı Kerim’i okuma konusunda da Seyyid Kutub’un tefsirinden şu ifadeleri aktarmak istiyorum:

“(Sahabeyi kastederek) onlar, Kur’an-ı Kerim’i okur­ken, kültürünü artırmak maksadıyla değil, yalnızca Al­lah’ın emrini öğrenmek için okuyorlardı. Kendileri ve ce­miyetin hayatı hakkında neler dendiğini anlamak için okuyorlardı. Bu kitabın emirlerini duyar duymaz, yaşa­mak için yarışıyorlardı.

Bir celsede uzun uzun dalıp kalmıyorlardı. İbn Mesud (r.a.)’ın rivayeti ile “Onlar beş on ayetle yetini­yorlar; ez­berleyip, günlük hayatta uyguluyorlardı.”

Evet arkadaşlar! Ya biz? Biz ne yapıyoruz? Kur’an-ı Kerim’i hayatımıza uygulamak için mi okuyoruz? Yoksa okumuyor muyuz? Okumuyorsak bunu Müslümanlığı­mızla nasıl bağdaştıracağız?

Bu arada Kamil, telâşla içeriye girip çıkıyordu. Mus­tafa Bey bu telâşın sebebini öğrenmek istiyordu:

-Ne o Kamil? Bir şey mi var?

-Hayır hocam, bir şey yok. Arkadaşlara çay dem­le­miştim de!

-Arkadaşlar, bundan sonra böyle bir telâş olmasa iyi olur. Bu kadar çok bardak bulmak zor. Bundan sonra bunu yapmayalım.

-Hocam, siz nasıl isterseniz öyle olsun, diyerek  dem­lik ile evde bulunan birkaç bardağı getirdi.

Vakit ilerlemiş olmasına rağmen gençlerin isteğiyle Mustafa Bey devam etti:

-Arkadaşlar, size bir teklifim var: Bizler Müslü­manız. Bir Müslüman olarak, Kur’an-ı Kerim’i okuma­dan bu ha­yatımızı devam ettiremeyiz. Kur’an'sız bir ha­yat da müm­kün değil. Mehmet Akif:

İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin,

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!

 

diyor. Kur’an'ı hayatımız için okumalıyız. Ama mut­laka okumalıyız. Bunun dışında şöyle bir yolda ta­kip ede­biliriz:

Yirmi dört saatimizi istediğimiz gibi harcıyoruz. Al­lah’ın vermiş olduğu bu zamanın, ne kadarını Allah’ın rızasına uygun yaşıyoruz? Bu zaman dilimi içerisinde Müslümanlığımızın gereği olan davranışların oranı ne­dir? Biraz önce ifade ettiğim gibi, Kur’an ile ilgili olma­mız ge­rekir. Kur’an'la meşgul olduğumuz oranda ufku­muz geli­şecektir.

Bakın arkadaşlar! Bir günde bir tek ayet öğrensek, senede üç yüz altmış beş ayet yapar. Bu kadar ayeti öğre­nen insanın hayatında, çok büyük değişmeler ve gelişme­ler meydana gelecektir. Ufku genişleyecek, kül­türü arta­cak, hayatı değişecektir.

Sizce bir ayet öğrenmek için kaç dakika gerekir? Çok az bir zaman! Öyle değil mi? Bu kadar zamanımız içeri­sinde, birazcık ayetlerle meşgul olalım. Günde sa­dece bir ayet öğrenelim. Bunu kendimiz için zorunluluk kabul ede­lim.

Kur’an'ın tefsiri olarak kabul edebileceğimiz hadis­ler­den de bir tane öğrenelim. Yani günde bir ayet, bir hadis öğrenelim. Göreceksiniz, bir müddet sonra haya­tımızda çok şey değişecektir. Deneyin göreceksiniz. Za­ten bunları yapmak zorundayız. Çünkü bunların ta­mamı insanın mutluluğu için indirilmiştir. Huzurlu ol­manın yolu da bu­dur.

Bu arada Kamil de çayları doldurarak, sırayla arka­daşlarına ikram ediyordu. Gençler arasında ikili, üçlü ko­nuşmaların başladığı bir anda:

-Son olarak, şu hadisi hemen şimdi öğrenelim, dedi Mustafa Bey.

 “Yessirû ve lâ tüassirû. Beşşirû ve lâ tüneffirû: Ko­laylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettir­meyiniz.”

Bu arada değişik mevzularda özel konuşmalar ye­ni­den başladı. Öğrenciler birbirlerine aldıkları notlardan, köyünün özelliklerine kadar her şeyi anlatıyordu. Kalkma zamanının geldiğini düşünen Mustafa Bey:

-Arkadaşlar gruplar hâlinde dağılalım. Dışarıda, so­kaklarda gürültü yapmayın. Kimseyi rahatsız etmeyin. Haftaya Abdullah’ın evinde, yatsı namazını camide kıl­dıktan sonra toplanıyoruz. Hiç kimse kalkmasın. Ben kal­kıyorum. Sonrada sizler çıkarsınız, diyerek çıkıp gitti.

* * *

 

Birkaç gün sonraydı. Dersi bulunmadığı için, oku­lun bahçesinde turlayan Mustafa Beyin yanına yakla­şan Kürşat Bey:

-Ne o Mustafa Bey? Dersin yok her hâlde.

-Evet, bu saatim boş. Şöyle bir hava alıp, kafayı din­lendireyim, diye geziniyorum.

-Benim de dersim yok da, seni görünce aşağı in­dim. Biraz konuşalım diye!

Kürşat Beyin çok sinsice davrandığını önceden an­la­yan Mustafa Bey, konuşmalarına dikkat ediyordu. Çünkü Kürşat Beyi defalarca denemişti. Kürşat Bey, duyduğu her şeyi her yerde söyleyebilecek bir yapıya sahipti. Okulda olan her hadiseyi anında şehir merke­zine taşırdı. Diğer okullardaki arkadaşlarına, müdüre, halka anlat­mayı bir görev sayardı. Belli ki yine bir şeyle­rin peşinde idi:

-Mustafa Bey, öğrenciler seni çok seviyorlar.

-Ya öyle mi? Bende onları çok seviyorum.

-Bütün öğrenciler sizden bahsediyor.

-Ne diyorlar?

-Çok iyi ders anlatıyormuşsun. Arkadaş gibi davra­nı­yormuşsun.

-İyi değil mi?

-İyi, iyi de, biraz dikkatli olman gerekiyor. Öğren­ciye güven olmaz. Bugün iyi der; yarın başka bir şey söyler.

-Olabilir. Zaten insanlarımızın birçoğunun yapısı böyle.

-Nasıl yani?

-Nasılı falan yok. Bugün başka söylüyor, yarın daha başka söylüyor. Benimle konuşurken başka, diğerleriyle konuşurken farklı konuşuyorlar.

-Ama sen yine de dikkatli ol. Severim seni bilirsin.

-Sağ ol. Dikkatli olurum.

Nasıl dikkatli olması gerekiyorsa? Mutlaka duyduğu ve hoşuna gitmeyen bir şeylerin olduğu belliydi. Ama bir türlü söyleyemiyordu:

-Mustafa Bey, bazı arkadaşlar senin aleyhinde ko­nu­şuyorlar.

-Aleyhimde ne diyebilirler ki?

-Öğrencilerle fazla ilgileniyormuşsun. Okul dışında da görüşüyormuşsun. Bazen dolaşıp geziyormuşsun. Ki­tap falan okutuyormuşsun.

-Bunlarda ne var? Yasak mı yoksa?

-Yok canım, öyle demek istemedim. Elbette senin yaptıkların doğru! Ama ileri geri konuşuyorlar. Mustafa Bey geldikten sonra öğrenciler çok değişti, diyorlar. Ar­kadaşın olarak seni uyarıyorum. Bunlardan her şey umu­lur, her türlü pisliği yaparlar.

-Ne olabilir ki?

-Valla bilmem, şu Sevda Hanıma da çok dikkat et. Çok sinsidir ha!

-Hiç öyle görünmüyor ama!

-Sen onun öyle olduğuna bakma!

-Olur Kürşat Bey, daha dikkatli olurum.

-Ha! Hocam, akşamları öğrencilerin evlerine gidi­yor­muşsun, öyle mi?

-Öyle miymiş?

-Herkes öyle söylüyor. Ben de çarşıda bir esnafın dükkânında duydum.

Evet, nihayet söyleyeceğini söylemişti. Akşamları otu­rup konuşulması da epey yankı bulmuştu. Sanki hiç kim­senin işi kalmamış, akşamları oturup, beş on daki­kalık sohbet onların en büyük problemi olmuştu.

Kürşat Bey bu konuyu ifade ettiğine göre, Mustafa Beyin koskocaman bir “eyvah” demesi yerinde olurdu. Artık bir şeyler “geliyorum” diyordu. Yakında bunların, kat kat fazlasıyla neşv-ü nema bulması kaçı­nılmazdı. Zira Kürşat Beyin ifadelerinin altında bu ya­tıyordu.

Üstelik şimdiden, hedef saptırma plânını da çok iyi uyguluyordu. Uyarma ayağıyla hedefi de göstermiş olu­yordu.

Mustafa Bey, bir anda karmaşık düşünceler ile ne yapması gerektiği hususunu düşündü. Ama bir çözüm getiremedi ve kendi kendine: “Rabbimin dilemesi dı­şında hiçbir şey gerçekleşmez!” dedi.

Sonra da Kürşat Beyle beraber yürümeye devam etti. Biraz karmaşık duygularla bir o yana bir bu yana!...

 


KONTROL

 

 

 

 

 

 

Kararlaştırıldığı saatte öğretmen evinin önünde bu­luştular.

Okul müdürü Hüseyin Bey:

-Arkadaşlar! Şuradan başlayalım, dedi.

Müdür yardımcısı Uğur Bey de:

-Olur hocam, şu aşağıdaki evlerde öğrenciler kalı­yor, dedi. Mustafa Beyin koluna girerek yürüdü.

Mustafa Bey, yapılacak işi tam olarak bilmiyordu. “Hocam, akşam öğretmen evinin önünde buluşalım da öğrencilerin kaldığı birkaç evi ziyaret edip, ihtiyaçlarını tespit edelim.” demişlerdi.

Mustafa Bey de “olur” cevabını verdiği için gelmişti. Zaten biraz sonra, neler olacağını öğrenecekti.

Yokuş aşağı beraberce yürüdüler. Gece olması se­bebi ile soğuk kendisini hissettiriyordu. İster istemez eller cep­lere gidiyor, giyilen parkelerin yakaları yukarı dikili­yordu.

Sokak lambalarının hafif kırmızı ışığı altında, evlerin bazılarının bacalarından yükselen dumanlar ve kömür kokuları, mevsimin değiştiğinin ispatı gibiydi. Karanlık bir yan sokağa girdiler. Bir aracın giremeyeceği kadar dar olan bu sokağın sonunda merdivenle inilen bir eve gel­mişlerdi. Gerçi ev demek için çok sayıda şahit gereki­yordu ama...

İçeride çok fazla kişinin olduğu, yükselen seslerden anlaşılıyordu. Birkaç briketle çevrilmiş, kömürlüğün ya­nında bulunan yarı aralık olan kapıdan daldı Hüseyin Bey. Arkasından da Uğur Bey, ağzındaki sigarasını ata­rak içeri girdi. Onun arkasından da Mustafa Bey.

Küçük bir aralıktan öğrencilerin oturduğu odaya gir­diler. Burada kalan öğrencilerin sayısının iki katından fazlaydı içerdekiler.

Bir anda, evde sessizlik hakim oldu. Hiç kimseden çıt çıkmıyordu. İçeridekilerin tümü ayağa kalkmıştı. Ba­zıları bir telâş içerisinde bir şeylerin peşindeydi.

Kapı açılınca insanın yüzüne, içilen sigaralardan çı­kan duman yoğun bir şekilde çarpıyordu.

Sigara partisi vardı sanki! Hiç durmadan sigara iç­mişlerdi. Hocalarının içeri girmesiyle şaşırmışlar, telâşa kapılarak, yanan sigaralarını söndürmek ya da sakla­mak amacıyla biraz hareketlilik olmuştu.

Evin sahiplerinden birisi olan Alparslan ürkek bir sesle:

-Buyurun hocam, diyerek köşedeki minderleri gös­te­riyordu.

Hüseyin Bey çok sinirlenmişti. Hışımla baktı öğren­ci­lere. Elleri arkasına bağlı bir şekilde, kapının hemen önünde dikildi. Dakikalarca bekledi. Bir müddet kimse konuşmadı. Sessizlik hakimdi bütün azametiyle. Bu ses­sizliğin bozulması gerekiyordu. Ortamı yumuşatmak dü­şüncesiyle Mustafa Bey pencereyi işaret ederek:

-Şunu açın da birazcık havalansın, dedi.

Pencerenin önünde dikilen öğrenci, birkaç yaması bulunan ve perde görevi yapan bez parçasını kaldırıp yu­karıdaki çiviye taktı. Sonra da biraz uğraşıp iyice yıp­ran­mış olan çerçevesini çekerek pencereyi araladı.

Hüseyin Bey birden hareket ederek, sağı solu karış­tırmaya başladı. Bulduğu sigara paketlerini alıyor. Bağı­rarak ceplerini yokluyordu.

Bu faaliyete Uğur Bey de katılmıştı. Daha birkaç da­kika önce kendisi sigara içiyordu.

Şimdi öğrenciler içmesin, diye sigaraları topluyordu. Mustafa Bey, Uğur Beyin bu tavrına, bıyık altından gü­lümsüyordu.

Hüseyin Bey, sigara toplama işini bitirince, çok ha­fif­ten yanmakta olan sobaya  doğru geldi. Odun soba­sının kapağını yavaşça açtı:

-Şimdi bu sigaraları atıyorum. Şimdi atmazsam, ho­calar kendileri içmek için topluyor diyeceksiniz, diye­rek sigara ve kibritlerin hepsini attı.

Sigara tiryakisi olan öğrencilerin, sigaranın sobada yanmasına gönülleri razı olmuyordu. Ama yapacak başka bir şeyleri de yoktu. Boyunları önde, beklediler çaresiz!

Hüseyin Bey sigaraları sobaya attıktan sonra:

-Alparslan! Nedir oğlum bu durum?

-...

-Sigara içmek için mi toplanıyorsunuz buraya?

-Şey hocam!...

-Olmaz oğlum böyle! Babalarınız sizi okutmak için dişlerini tırnaklarına katarak çalışıyorlar. Benim oğlum okusun, adam olsun. Benim oğlum, başkalarının ya­nında mahcup olmasın diye, yemeyip size gönderiyor­lar. Siz de o paraları sigaraya veriyorsunuz. Yazık değil mi? Sigara içmenin yasak olduğunu biliyorsunuz değil mi?

Uğur Bey söze karışarak:

-Biliyorlar. Hem de çok iyi biliyorlar. Defalarca uyar­dık. Sigara konusunda taviz vermeyeceğimizi söy­ledik. Ufacık yaşınızda sigara içiyorsunuz. Yazık değil mi ciğerle­rinize? Sağlığınız bozulur, hasta olursunuz. Ba­bala­rınızın gönderdiği bu paraları sigaraya vermeye hak­kınız var mı?

-Bundan sonra hiçbiriniz sigara içmeyeceksiniz! Bun­dan sonra sigara içerseniz, o zaman görüşürüz siz­lerle! Yarın hepiniz yanıma geleceksiniz okulda! Tamam mı? diyerek konuşmasını devam ettiren Hüseyin Bey:

-Burada kalmayanların hepsi çıksın. Doğru evleri­nize gidin. Derslerinize çalışın, yazılılardan zayıf alıyor­sunuz. Ders çalışmıyorsunuz...

Evde kalmayan, misafir olarak gelen öğrencilerin hepsi teker teker başları önlerinde çıkıp gittiler.

Evde, gelen hocalar ile orada kalan öğrenciler kal­mıştı. Hızını alamayan Hüseyin Bey devam etti:

-Sen niye alıyorsun bunları evine?

-Hocam, ders...

-Kes, kes! Nasıl ders çalıştığınızı gördük işte!

-Hocam kendileri geldi.

-Ben anlamam. Bundan sonra kimseyi almayacak­sı­nız...

Mustafa Bey, bu olayda hiçbir şeye karışmamıştı. Sa­dece orada olanları izlemişti. Çünkü bu tür baskın gibi olan kontrolleri uygun bulmuyordu. Kendisi siga­raya çok karşı olmasına rağmen, bu şekilde yapılanların psi­kolojik açıdan doğru olmayacağına inanıyordu.

İnsanlara baskı ile yaptırılan şeylerin devamlı olma­ya­cağını biliyordu. Bu meselenin çözümünün, karşıda­kileri inandırmakla mümkün olacağını yaşayarak tespit et­mişti.

Uğur Beyin tavrı dikkatlerden kaçmadı. Kendisi ara­lıksız olarak sigara içmesine rağmen öğrencilere “sağlı­ğınızı bozmaya hakkınız yok” dercesine, sigaranın zara­rından bahsetmesi güzel bir şeydi. Kendisinin siga­rayı bırakmaması sebebiyle söylediklerinin de pek etkili ol­mayacağı belliydi.

İnsanlara yaşayarak örnek olmak en etkili yoldur. Yoksa kendin iyi olmayanı yap. Sonra da başkasına “yapma” de. Ne anlamı olabilir ki?

Uğur Bey ve Hüseyin Bey söyleyeceklerini tamam­la­mış gitmek için kapıya yöneldiğinde  Mustafa Bey:

-Hocam, bir dakika, diyerek konuşmaya başladı. Bu konu ile ilgili hatıralarını anlattı. Sigaranın nasıl za­rarlı olduğundan bahsetti. Sigara içmemeleri gerektiğini bir­kaç cümle ile izah etti.

Bu ortamda söyleyeceklerinin pek etkili olmayaca­ğını bilerek, anlatmıştı bunları.

Sonra da çıktılar evden, bir başka eve gitmek için. Gittikleri evde kimseyi bulamadılar.

Kendi evlerine gitmek için ana caddeye inerek yü­rü­düler. Bu yürüme sırasında, Mustafa Bey, “Bu tür bas­kınların etkisinin kalıcı olmayacağını, başka metot­larla halledilmesi” gerektiğini izah ediyordu:

-Bu tür bir ziyarete bundan sonra ben gitmem. Ama öğrencilerle konuşmak, ihtiyaçlarını tespit etmek için gi­derseniz, ben de gelirim, diyordu.

-Hocam, bu konuyu nasıl yapmamız gerektiğini ya­rın okulda konuşuruz, diyerek ayrıldı Hüseyin Bey.

                            


ATİYE’NİN EVİ

 

 

 

 

 

 

Öğle tatili sırasındaydı. Mustafa Bey okulun giriş kapı­sının önünde biraz adımladıktan sonra içeri girerek, öğ­retmenler odasından bir sandalye aldı. Sonra da oku­lun giriş kapısının önüne sandalyeye oturdu. Yoldan ge­çenleri seyretti biraz. İbret gözüyle inceledi tepenin zirve­sindeki ağaçları. İnsanların rızık için, daha çok ve­rim elde etmek için verdikleri uğraşları düşündü. Yük­sekçe olan dağlar­dan istifade etmek için çalışıyor, hem de zorlu bir uğraştan sonra dağları yarıp kanaletleri dö­şeyerek, yük­sek yerlere çıkardıkları suyla verimi artırı­yorlardı. Zaten dar olan ara­zilerden daha çok istifade etmiş oluyorlardı.

İnsanlar bu dünya için verdikleri çabanın bir kısmını da Allah’ın rızasını kazanmak için harcasalar ne kadar güzel olurdu, diye düşünürken, Satife ve Atiye'nin mer­divenleri çıktığını gördü:

-Hocam! Konuşabilir miyiz? diye söze başladı Satife.

-Tabi! Buyurun konuşabilirsiniz.

-Hocam, biz sizi çok seviyoruz. Derslerinizin gelme­sini iple çekiyoruz.

-Sağ olun. Ben de öğrencilerimi çok severim.

-Hocam, sizinle okul dışında da konuşmak  istiyoruz.

-Ama nasıl olur?

-Öyle demeyin hocam. Çok istiyoruz. Biz arkadaş­larla kararlaştırdık. Haftada bir gün sohbet edeceğiz. On beş tane arkadaşımız var. Çok istiyorlar, gönüllü olarak gele­cekler.

-Tamam da, kızlarla nasıl olacak? Nerede olacak?

-Zaten hep böyle yapıyorsunuz.

-Nasıl yani?

-Erkek öğrencilerin her istediğini yapıyorsunuz. On­larla oturuyorsunuz. Onlarla futbol oynuyorsunuz. Kız­larla hiç ilgilenmiyorsunuz. Bize haksızlık yapıyorsu­nuz... Bun­ları söylerken gözleri yaşarmıştı Satife'nin. O kadar içten ve istekli söylüyordu ki, olumlu bir cevap alama­yınca duygulanıp ağlayacaktı neredeyse.

Bu arada gözleri Atiye’ye kaydı Mustafa Beyin. Atiye’nin durumu da farksızdı:

-Hocam, biliyorsunuz biz evde Dilek ile beraber ka­lı­yoruz. Yanımızda ortaokula giden kardeşim Murat var. Bizim ev uygun. Ne olur hocam? diyerek konuş­maya de­vam etti.

Mustafa Beyin olumsuz bir cevap vermesi her iki­sini de çok üzecekti. Psikolojik olarak yıkılacaklardı. Şimdiye kadar hiç kimseye güvenmedikleri kadar Mustafa Beye güveniyorlardı. Onlar için ümitsizlik olmama­lıydı. Zira çok zeki öğrencileriydi okulun. Gelecek vaat ediyorlardı.

Mustafa Bey, böyle bir sohbetin sonucunda neler olabileceğini düşündü. Bir anda ihtimalleri gözden ge­çirdi. Her şey olabilirdi. Çünkü defalarca dikkati çekil­miş, uya­rılmıştı.

Aman hocam! Şuna dikkat et! Aman hocam bunu yapma! Aman hocam alışılmışın dışına çıkma! Aman ho­cam, hiçbir şeye karışma!

Zaten erkek öğrencilerle akşamları oturması, o da hafta da bir saat, bu kadar tepki almıştı. Kız öğrencilerle de sohbet etmesi Mustafa Beyden rahatsız olanlar için altın değerinde bir fırsat olarak değerlendirilebilirdi. De­dikodular hatta iftiralar bile atılabilirdi. Sadece Mustafa Beyi engellemek adına her türlü pisliği yap­maya hazır olan kişilerin varlığını biliyordu.

Madalyonun öbür yüzünde de, çocukların çok içten bir istekleri vardı. Mustafa Bey bu ikilem içerisinde gitti geldi. Düşünce âlemindeki yaşadığı kısa süreli, ama çok şiddetli olan bu çatışmadan sonra, sonraki dönemlerde çok önemli olduğunu anlayacağı kararını verdi:

-Peki, anneniz babanız izin verecek mi? Bakalım!

-Evet hocam, yeter ki siz kabul edin. Biz izin alırız.

-Peki o zaman, cumartesi günleri Atiye’nin evinde.

Satife ve Atiye sevinç çığlıkları atmışlardı. Mustafa Bey, o zaman bir kez daha anladı ki, kızlar gerçekten bu konuda çok istekliydiler.

-Tamam hocam. Çok sağ olun! Allah sizden razı ol­sun.

-Cumartesi günü unutmayın. Hem fazla duyurma­yın. Şöyle birazcık gizli gibi olsun, olmaz mı?

-Olur hocam, olur. Saat kaçta gelelim?

- Öğle namazından sonra olsun.

Atiye ve Satife’nin sevinci görülmeye değerdi. Mut­lu­luktan uçuyorlardı sanki. Belki de ilk defa hocala­rın­dan özel konuşma dinleyeceklerdi.

Mustafa Bey bu fikrî çatışmadan sonra kararını ver­mişti. Sonucuna da peşinen katlanacaktı... Bu işe Allah rızası için “evet” demişti. Mücadele olmadan ka­zanç elde edilemezdi. Her kolaylıktan önce bir zorluğun ol­duğuna da inanıyordu.

Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır... Her çıkışın bir de inişi vardır...

Bu sıkıntıya göğüs germeliydi ki, güzel neticesine ula­şabilsin. Ahireti kazanmak o kadar kolay değildi ki.

Bu yolda mallarını feda edenler...

Bu yolda canlarını verenler...

Canları karşılığında cennete uçanlar...

Develere bağlanarak parçalananlar...

Kumlara gömülenler...

Taşların altına bastırılanlar...

Taşlananlar, dışlananlar...

Sövülenler, dövülenler...

Zulme uğrayanlar...

Yurtlarından çıkarılanlar...

........

........          

Vardı milyonlarca sayıda,

Adı sanı unutulan niceleri.

Sadece Allah’ın rızasını kazanmak için katlandılar tüm bunlara diyerek, gönül çalkantısını dindirmeye ça­lıştı. Çok ağır bir baskıdan kurtulmuş gibi hissetti ken­dini bir anda. Çok mutluydu; sevinçten uçuyordu sanki.

Ne olursa olsun diye meydan okudu olacaklara.

* * *

 

Nihayet aradan birkaç gün geçmiş ve cumartesi olu­vermişti. Mustafa Bey, verdiği sözü yerine getirecekti. Öğle vakti yaklaşmıştı. Abdestini aldı. Yavaş yavaş ca­miye doğru yürüdü. Yolda karşılaştığı komşularıyla se­lâmlaştı. Hâl hatır sordu ve caminin merdivenlerini çıka­rak, yeni yapılmış olan şadırvanın banklarından birisine oturdu. Cemaate gelen insanlarla merhabalaştı. Konuş­tular dere­den tepeden. Sorulan soruların bazıla­rını ce­vaplamaya çalıştı.

Ezan okunmaya başlayınca, konuşmalar kesildi. Ezanı dinlediler sessizce. Hiç konuşmadan camiye girdi. Öğle namazını kıldı huşû ile. Çok huzur doluydu içi.

Namazdan çıkınca, caminin önünde oturdu bir müd­det. Cemaatin dağılması bekledi. Gideceği ev, ca­minin merdivenlerinden inince tam karşıda kalıyordu. Bir an­lamda, çıkış kapısı ile Atiye’nin evinin kapısı karşı karşıya bulunuyordu.

Sonra da yaptığı işin doğruluğuna ve gerekliliğine inanarak, birer birer indi  merdivenlerden.

Atiye’nin evine doğru yöneldi. Yandaki berber dük­kânındakilerin bakışları eşliğinde giriş katın, yağsız­lıktan dolayı gürültüyle açılan demir kapısından içeriye girdi. Uzunca bir aranın sonunda yukarı doğru çıkan tahta mer­divenlere doğru ilerledi. Merdivenin en ba­şında Atiye ve Dilek “Buyurun hocam!” diye karşıladı­lar.

Mustafa Bey, merdivenden, gıcırdayan tahta sesleri arasında çıktı ikinci kata. Birazcık ürkeklik vardı üze­rinde. Çekingen hareketlerle girdi kapıdan içeri:

-Esselâmü aleyküm!

-Ve aleykümselâm! diyerek ayakta karşıladılar kız­lar hocalarını.

Pek muhkem olmayan pencerelerden rüzgarın ıslığı duyuluyordu. Burayı şiddetli soğuklarda ısıtmak pek ko­lay olmasa gerek, diye düşündü. Kocaman bir oda, orta­sında pek yeni olmayan bir soba, birkaç tane de­mirden yapılmış divan vardı. En kenarda çalışma ma­sası olarak kullanılan masaya geçerek sandalyeye oturdu. Yanına da Atiye’nin küçük kardeşi Murat’ı  oturttu. Kısa bir hâl hatır sordu. Öğrencilerin sevinçli oldukları bel­liydi. Yaşayanlar tarafın­dan tadılacak bir duyguydu bu.

Öğrenciler şimdi bu duyguyu tadıyorlardı. Mustafa Bey, Atiye’ye nasıl yaşadıklarını sordu. Atiye de anlattı birazcık evden, ailesinden, köyünden...

Sonra da:

-Eğer dinlemeye hazırsanız başlayalım, diyerek Mus­tafa Bey başladı konuşmaya:

-Bundan sonra Kur’an-ı Kerim’den kısa sûreleri an­la­tayım size. Dilimizin döndüğü kadarıyla… Kur’an'ı oku­madan, anlamadan Müslüman olunmaz. Günümüz­deki İslâm anlayışı maalesef yozlaşmıştır. Adam her türlü pis­liği yapıyor, Müslüman. Şirkin içerisinde batmış, yine Müslü­man. Kur’an'daki Allah’ın ayetlerini inkâr ediyor hâlâ Müslüman.

Günümüzün insanının Müslümanlık anlayışını, Ömer Hayyam şu dörtlüğünde çok iyi ifade etmiş. Adam sanki günümüzü tarif etmiş:

 

Bir elde kadeh, bir elde Kur’an,

Bir helâldir işimiz, bir haram,

Şu yarım yamalak dünyada,

Ne tam kâfiriz, ne tam Müslüman.

 

Allah korusun, Müslüman’ın İslâm anlayışı bu ola­maz! Olmamalıdır da. Çünkü Müslüman, Allah’tan ge­len her şeyi peşinen kabul eden kişidir. Hem Müslü­man’ım diyeceksin, hem de itaat etmemek sûretiyle Allah’a isyan ede­ceksin. Böyle bir Müslümanlık olmaz. İman etmek, itaat etmeyi gerektirir.

İman ettiğini söyleyen yığınlar var. İmanın gerektir­diği şeylerden çok uzak. Amelsiz, ibadetsiz, Kur’an'sız... yaşa­yarak, Allah’ın razı olacağı bir hayatı terk ediyorlar.

Bu tip insanlarla sakın ha arkadaş olmayın. Onlara kanıp da Allah’ın yasaklarına meyil etmeyin. Bakın Yüce Allah insanları Nas sûresinde nasıl uyarıyor:

 

“(Ey Resûl’üm) de ki: Sığınırım insanların Rabbine,

insanların melikine (hükümdarlar hükümdarına),

insanların ilahına…

O sinsi şeytanın şerrinden;

öyle bir şeytan ki, kalplerine vesvese verir;

(o şeytan) cinlerden de olur, insanlardan da.”

 

Ayet-i kerimede şeytanlar tarif ediliyor. Şeytanların cinlerden de insanlardan da olabileceği bildiriliyor. Yani insanlardan da şeytanlar vardır. Hem de çok daha teh­likelidir. Çünkü senin gibi yiyor, içiyor, geziyor ve ara­mızda dolaşıyor. Bu tip şeytanlaşmış bir insanla yakın olmak demek, Allah korusun onun gibi hareket ederek dinden uzaklaşmak demektir.

Eğer seni kötülüğe çağıran birisi varsa, ibadetlerin­den, güzel davranışlarından seni uzaklaştırmaya uğra­şan birisi varsa! Aman ha  dikkatli ol. Çünkü Allah’ın yolun­dan uzaklaştırmaya çalışan bir insan şeytanı olabi­lir. En yakın akraban bile olsa! İnsanları arkadaşlarının yoldan çıkarması daha kolaydır. Tanımadıklarından gelecek olan tehlikeye belki hazır olabilirsin. Ya tanı­dıklarından, yakın­larından geleceklere hazırlıklı mısın?

İnsanları yoktan var eden, rızkı veren, yaşatan, öl­dü­ren, âlemlerin Rabbine, insanların melikine, insanla­rın ilahına sığınmamızı istiyor. Sinsi şeytanın şerrinden ko­runmanın yolu Allah’a sığınmaktır. Şeytan insanın en büyük düşmanıdır. Hak yol üzerine oturarak insanları uzaklaştırmaya çalışır. İyiyi kötü, kötüyü iyi göstermek sûretiyle, insanların önlerinden, arkalarından, sağların­dan, sollarından, bıkmadan, usanmadan, defalarca yak­laşırlar. Vesvese vererek Haktan uzaklaştırmaya çalışır­lar. Görev edinmiştir kendine, insanları saptırma işini!

Bu işi yapacak olan İblistir. Hepiniz bilirsiniz. Hz. Adem ve Havva’yı cennette kandırdığını ve cennetten çıkarttığını... Şeytanlık yapma işi sadece İblis ile sınırlı değil. İnsanlardan da cinlerden de şeytanların varlığını unutmamamız gerekiyor.

Bütün kötülüklerden, vesveselerden Allah’a sığın­mak, kötülüklerden uzak kalmanın yoludur.

Müslümanca yaşamaya niyet ederek, bazı sıkıntılara katlanmaya hazır olmadığımız müddetçe, bizleri kötüye yönlendirecek birilerinin var olacağını unutmayın...

Sevgili gençler, bugünlük bu kadar yeter. İnşallah haftaya görüşürüz, diyerek kalkacağı anda Atiye’nin  sesi duyuldu:

-Hocam, çay hazır. Çayınızı için de öyle kalkarsınız.

-Yok, yok. Teşekkür ederim. Ben içmeyeceğim.

Bu arada Dilek elindeki kek tabaklarıyla içeri girdi.

-Aaa! Hocam, olmaz ki! Siz kalkarsanız olmaz!

-Teşekkürler. Siz yiyin. Ben gidiyorum, diyerek ka­pıya doğru yöneldi. Selâm vererek, gıcırdayan merdi­ven­lerden aşağı indi. Dilek ve Atiye kapıya kadar uğur­ladılar.

Öğrenciler bu konuşmadan dolayı memnun ol­duk­la­rını ilgileri ile belli etmişlerdi. Öğrencilerin ilgi ile din­le­mesi, Mustafa Beyi çok memnun etmişti.

Görevini yerine getirmenin mutluluğunu, özümseye özümseye yaşadı o anda. İnşallah birkaçı okur, kül­türlü, bilgili ve bilinçli Müslüman hanım olur, duasıyla uzak­laştı oradan.

 


OKUL GECESİ

 

 

 

 

 

 

Birinci yılın tamamlanmasına çok az bir zaman kal­mıştı. Okul müdürünün başkanlığında öğretmenler, bir değerlendirme toplantısı yapmışlardı. Okulun prob­lem­leri, öğrenciler ile ilgili meseleler konuşulduktan sonra okul müdürü Hüseyin Bey:

-Arkadaşlar, bütün okullar yıl sonu için gece düzenli­yorlar. Davetiyeler sizlere de gelmiştir. Gönül ister ki, biz de okul olarak bir gece düzenleyelim. Ama artık vakit kalmadı. İnşallah gelecek yıl, birinci dönem­den itiba­ren hazırlıklarını yaparak bir piyes hazırlaya­lım... diyordu.

Mustafa Beyin ilk yılıydı. Tecrübesi yoktu. Üstelik otuz iki saat derse giriyordu. Bununla da kalmayıp, öğ­rencileri tatbikat için hazırlayarak köylere götürü­yordu.

Bu konuşma esnasında fikir şimşekleri çaktı. “Oku­lum için ben bunu yaparım.” Az bir zaman kalmıştı; ama ol­sun, diyordu. Bir an düşündükten sonra söz is­tedi:

-Eğer yardımcı olunursa ben bunu yaparım, hazırla­rım.

-Ama hocam, az bir zaman kaldı.

-Fark etmez hocam! Eğer yardımcı olunursa inşal­lah yetişir.

-İstediğin arkadaşa görev verebilirsin, sana yardımcı olacaktır. Okul idaresi olarak bize düşenleri yapmaya ha­zırız, diyen Hüseyin Beyin, biraz karamsarlık kaplı sevinci yüzünden okunuyordu.

Aslında bu konuda hiç tecrübesi yoktu. Sadece ilk okulu bitirme gecesinde aldığı rol vardı. Hâlâ o rolün­deki sözlerini unutmamıştı. Zaman zaman tekrar eder du­rurdu.

* * *

 

Bunun için önce rolleri güzelce yerine getirecek öğ­rencilere ihtiyaç vardı. Bütün sınıflara tek tek girerek du­rumu anlattı. Piyeste görev alacak gönüllü öğrencileri topladı:

-Arkadaşlar, biliyorsunuz, okulun kapanmasına az bir zaman kaldı. Bahçelerdeki işleriniz de yoğunlaştı. Ama okul için bir gece düzenlememiz gerekiyor.

Görüyorsunuz tüm okullar veda gecesi programları hazırlıyorlar. Bizim de hazırlamamız gerekiyor. Her gün okul çıkışında çalışacağız. Cumartesi, pazar günleri de çalışacağız. Bu şartlarda geleceğim diyen varsa, kalsın. Gelemem diyen varsa, gitsin, deyince birkaç kişi ayrılıp gitti.

-Hocam cumartesi ve pazar günleri yapacağımız ça­lışmalardan sonra futbol oynayalım beraberce.

-Ben de zaten onu söyleyecektim. Çalışmalarımız­dan sonra futbol da oynayacağız arkadaşlar.

Öğrenciler bu habere çok sevinmişlerdi. Futbol oy­namak için, daha gönüllü olarak geleceklerdi.

Kimin hangi rolü yapacağının tespiti için saatlerce uğ­raştı. Sonunda bütün roller dağıtılmıştı. Ama bir tane­sine uygun kimseyi bulamamıştı. Hz. Fatma rolünde oy­naya­cak birisine ihtiyaç vardı.

Son sınıf öğrencilerinden Recep gelerek:

-Hocam ben bu rolü yaparım.

-Recep iyi düşün! Arkadaşların seninle dalga geçe­bi­lir.

-Hocam önemli değil. Zaten okulu bu sene bitiriyo­ruz. Eğer kabul edersen ben bu rolü yapacağım.

Mustafa Bey, gönüllü birisini arıyordu. O da kendi ayaklarıyla gelmişti. Sesi itibarıyla da uygundu zaten.

Bu esnada sahne dekorasyonu ile Şefik Bey, kos­tüm ve makyaj işlerini de Uğur Bey üzerine almıştı. Ça­lışmalar aralıksız olarak başlayacak ve devam edecekti.

Piyes için, rolleri kimlerin oynayacakları belirlen­mişti. Herkese piyesin metni çoğaltılarak dağıtıldı. Bir taraftan ezberliyorlar. Bir taraftan da çalışıyorlardı.

Her gün, son dersin zili çalınca, herkes evinin yo­lunu tutarken, onlar okulun salonunda çalışıyorlardı. Bıkma­dan, usanmadan ve benimseyerek, defalarca tek­rar edi­yorlardı.

Son bir haftaya girildiğinde Mustafa Bey, okul mü­dü­rünün yanına gitti. Çalışmalar hakkında bilgi verdi:

-Müdür bey, çalışmalarımız sona ermek üzere, hazır sayılır. Gerekli işlemleri başlatın. Davetiyeleri, ilanları fa­lan hazırlatabilirsiniz.

Mustafa Beyin bu konuşması müdür beyi çok mem­nun etmişti:

-Hocam, ben bu işin olacağına pek inanmıyordum. Ama olduğunu söylüyorsunuz. Tebrik ederim, diyordu.

Mustafa Bey bu işi tebrik edilmek için yapmıyordu. Ama tebrik edilmek de fena değildi.

Nihayet son gün!..

Mustafa Bey bu işi o kadar benimsemişti ki, her an piyes ile beraber oluyordu. Sözlerin çoğunu ezberle­mişti. Nasıl ezberlemesin, defalarca tekrar ettiriyordu. Rüya­sında bile piyesin rollerini oynuyordu.

Çok heyecanlıydı. Son bir kez genel prova yaptırdı. Artık her şey hazırdı. Başlama saatini bekliyordu.

Erkenden geldiği lise salonunun tıklım tıklım ol­du­ğunu görünce, heyecanı bir kat daha artmıştı. “Al­lah’ım yardım et. Bizleri mahcup etme!” diye dua edi­yordu.

Piyes iki defa oynanacaktı. Akşam sivillere, ertesi gün öğle öğrencilere... Müdür bey ile parasız olması konu­sunda anlaşamamışlardı. Nihayet müdür beyin dediği geçerli olmuştu. Parayla olmasına rağmen salon tıklım tıklım dolmuştu.

Piyeste rol alan öğrencilerde heyecan son haddinde idi. “Başlasa da oynayıp bitirsek, yoksa öleceğim heye­candan!” diyenler vardı.

Uğur Bey, makyaj işindeki son rötuşları yapıyordu. Şefik Bey de dekor ve sahneyi son kez kontrol etti.

Artık zaman tamamdı. Çalışmaların tamamını okul adına sergileme anı... Bu okul açısından çok önemliydi. Beğenilip takdir edilmesi, öğrenci sayısının artmasını sağ­layabilirdi.

Mustafa Bey son kontrollerini yaptı. Son kez neler yapılması gerektiğini hatırlattı. Gerekli uyarılarda bu­lundu.

Davetli olan protokol de yerlerini almıştı. Her şey ha­zırdı. Mustafa Bey “Başlatalım!” deyince, Hasan Tah­sin Bey sahnedeki yerini aldı. Piyesten önce bölümler su­nuldu. Müdür beyin kısa konuşmasından sonra artık pi­yes başlayacaktı. Işıklar söndü. Perdeler açıldı. Salon­dan çıt çıkmıyordu.

Hz. Ömer’in Müslüman oluşu, ana tema olarak iş­le­ni­yordu. Seyirciler, piyesi yoğun bir ilgi ile izliyordu.

Birinci perdede Peygamber düşmanlarının tavrı ser­gileniyordu.

Birinci perdeden sonra verilen arada “Ne kadar gü­zel hazırlamışsın, tebrik ederiz!” diyerek Mustafa Beye sarılı­yorlardı. Belli ki piyes çok iyi sunulmuştu. Beklene­nin üzerinde dikkatlice izlenmişti.

Mustafa Bey, hayatının en güzel günlerinden birini yaşıyordu. Heyecan ve mutluluk bir arada...

İkinci perdede ise Hz. Ömer’in Müslüman oluşu anla­tılıyordu. Gecenin sonunda herkes memnundu, hu­zur okunuyordu yüzlerinden. Mustafa Bey, faydalı olma­nın verdiği mutlulukla yorgunluğunu unutmuştu.


MÜDÜR

 

 

 

 

 

 

Mustafa Bey okula öğretmen olarak başladığı za­man Milli Eğitim Müdürlüğü’nü Orhan Bey yürütü­yordu. İlk göreve başladığında, makamına gitmiş, ken­disini güler yüzle karşılayarak hâl hatır sormuştu. Orta boyun üs­tünde, kıvırcık saçlı, güler yüzlü, esmer tenli birisiydi. Ya­şına rağmen çok dinç görünüyordu.

 “Genç arkadaşların gelmesi iyi oluyor, top oynaya­cak elemanlarımız artıyor!” diye sevincini ortaya koyu­yordu. Orhan Bey, devamlı spor ile meşgul oluyordu. Kahvehane alışkanlığı olmadığı gibi sigara da içmezdi.

Mustafa Bey, mübarek gecelerde, perşembe akşamı ve ramazanlarda camide görürdü onu. Çok insancıl dav­ranışları vardı. Sosyal münasebetleri gayet güzeldi. Sem­patik oluşu sebebiyle de genel olarak öğretmenler tarafın­dan sevilirdi.

Kahvehaneye giden öğretmen arkadaşlarına:

-Şu sigara dumanının ağır havasında nasıl duruyor­sunuz içeride? Çıksanız dışarıya da beraberce koşsak ya da futbol oynasak, iyi olmaz mı? gibi sözleriyle ser­ze­nişte bulunurdu.

Bir defasında, ana caddede arkadaşlarıyla dolaşan Mustafa Beye rastladı:

-Nereye böyle arkadaşlar?

-Dolaşıyoruz hocam.

-Ben sahaya gidiyorum. Gelseniz de beraberce fut­bol oynasak olmaz mı?

-Olur tabi.

-Haydi bekliyorum hepinizi sahaya, diyerek yü­rüdü. Üzerinde eşofman ve spor ayakkabıları ile koş­maya baş­ladı.

Bu teklif üzerine orada bulunan öğretmenlerden bir­çoğu evlerine giderek, gerekli malzemelerini aldılar ve futbol oynamak için sahaya gittiler.

Birkaç saat futbol oynadılar beraberce. Orhan Bey çok canlı ve dinç bir yapıya sahipti. Diğerlerine göre da­yanıklı olduğu belliydi. Sonuna kadar mücadele edi­yor, formunu korumaya çalışıyordu. Milli Takım Hakem­liği yaptığı için devamlı spor yapıyordu. Oyna­nan maçtan sonra herkes evine dağıldı.

* * *

 

Orhan Bey, yatsı vaktinden sonra evine gitti. Ha­nımı ve küçük çocukları memlekete gittiği için okula giden oğlu ile evde biraz oturdu. Sonra da eşofmanla­rını giye­rek:

-Oğlum, sen otur. Televizyon seyret. Ben biraz ko­şa­cağım. Az sonra gelirim, diyerek evden çıkıp gitti.

 Orhan Bey, çok tatlı bir şekilde aheste aheste ya­ğan yağmurun altında evinden çıkarak koşmaya baş­ladı.

Oğlu da televizyon seyrederken uyuyup kaldı. Tele­vizyon açık, lambalar açık, pencereler açık...

                             * * *

                                                                          

Ertesi gün, mesai saati geldiğinde Orhan Bey hâlâ ortalıkta yoktu. Daireden evine telefon edildiğinde ço­cuk hâlâ uykudaydı. Uykudan telefonun sesiyle uyandı.

-Alo!

-Orhan Bey  yok mu?

-Bir dakika bakayım, diyerek telefonun ahizesini bı­ra­kıp, odaları tek tek aradı. Sonra da telefonu aldı eline:

-Alo, babam yok!

-Nerede acaba, biliyor musun?

-Bilmiyorum.

-Nerede olabilir?

-Dün akşam eşofmanlarını giyerek antremana git­mişti. Ben uyumuşum. Başka haberim yok!

Evet, zavallı çocuk habersizdi olan bitenden. O hâlâ babasına ne olduğunu bilmiyordu. Karşıdakilerden bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu kendi çocuk aklınca.

Ortada normal olmayan bir durum vardı. Ama he­nüz çözülmemişti. Acaba ne olmuştu Orhan Beye?

Orhan Beyin akşamleyin evden çıkıp, henüz dön­me­diğini öğrenen dairedekiler, telâş içerisinde gerekli olan yerlere  haber verdiler.

Sonra da arama faaliyetlerine başladılar. İlçenin dı­şına çıkan, bahçelere giden yolları tek tek  aradılar, ara­dılar...

Mustafa Bey, okula giderken duymuştu Orhan Be­yin kayıp olduğunu. Olanları dinledikten sonra, Or­han Beyin ölmüş olabileceği düşüncesi ortaya çıkı­yordu. Bu dü­şünce Mustafa Beyi çok üzüyordu.

Saat on civarında iken Orhan Beyin bulunduğu ha­beri gelmişti. Evet, Orhan Bey bulunmuştu.

Orhan Bey, akşamleyin eşofmanlarını giyerek, bir hafta sonra yöneteceği maç için hazırlık yapmak ama­cıyla evden çıkıp, parke taşlarla döşeli yoldan yukarı doğru koştu, koştu. İlçenin dışında bulunan mezarlığın yanından geçti ve bağların bulunduğu patika yola saptı. Koşmaya devam etti yokuştan yukarı doğru...

Ama ne koşuş! Nereye koşuyordu Orhan Bey acaba? Sonu hiç de güzel bitmeyecek olan bir koşuyla, neyin peşindeydi.

İnsana huzur veren tatlı bir yağmurun altında baş­la­dığı koşmaya, yine o tatlı yağmurun altında son ver­mişti.

Ölüm, onu bu patika yolda yakalamıştı. Alacağı son nefes burada sona erdi. Artık dönüşü olmayan yola gir­mişti.

Orhan Bey, orada ölmüştü akşamdan. Sabaha ka­dar da üstüne yağmur yağmış, yağmurun altında sa­bahla­mıştı.

“Her nefis ölümü tadacaktır.” ayetinin gereği Orhan Bey için gerçekleşmişti. Bu dünyadaki sayılı olan za­manı sona ermişti. Ve ebedî olan hayat için geçişi ya­şamıştı.

Orhan Beyin cenazesi alınarak sağlık ocağının mor­guna getirildi. Cenazesine ölüm sebebini belirlemek için otopsi yapıldı.

Daha bir gün önce beraberce top oynadıkları insan bugün yoktu. Bu, çok ürkütücü geliyordu insana. Çok sağlam görünmesine rağmen bir gün sonra dünyasını değiştirmesi düşündürüyordu insanı.

Bu durum çok dokunmuştu Mustafa Beye. Çok ya­kından tanıdığı birisinin ölmesi etkilemişti. “İşte, daha dün beraberdik, ya şimdi?” diyerek üzüntüsünü dile getiri­yordu.

 

Ölüm, herkesin beklediği gerçek,

Ölüm, takdir edilen anda gelecek,

Ölüm, yaşanarak öğrenilecek,

Ölüm, insan için bir düğün,

Ölüm, kendi başına gömüldüğün,

Ölüm, hüzün, uzun düşün…

........

 

Ölümü düşündü, yukarıdaki mısralarla birlikte. Sonra bir savcının sanığı sorguladığı gibi, kendisini sor­guladı. Mademki ölüm bir gerçektir. Herkes bunu bil­diği hâlde, ölüme hazırlık için hiçbir şey yapılmaması, nasıl izah edi­lebilirdi? İnsan ölümü tadacak, bunda hiç kim­senin şüp­hesi yok. Öleceğini bilen, inanan bir insan nasıl olur da kötülük yapabilir? Nasıl olur da Allah’ın emirlerini yerine getirmekte ihmal içerisinde olabilir?

Her zaman olduğu gibi, ya ölen ben olsaydım? Al­lah’ın huzuruna yüzümün akıyla çıkabilecek miydim? So­rusunu yöneltti kendisine, cevaplamakta oldukça zor­landı. Ölmeden önce ölüme hazır olmanın yollarını dü­şündü.

Hiç ölmeyecekmiş gibi geliyor insana. Her hâlde bu sebeple hep dünya, hep dünyalık peşinde koşuyor. Daha çok para, daha çok mal, daha güzel araba, daha yüksek makam... Ömrünün sonbaharını yaşayan in­sanda da, gençte de, orta yaşlıda da hep aynı düşünce vardı.

Orhan Bey bir gün öncesine kadar çalışıyordu. Para kazanmak için gayret içerisindeydi. Çoluk çocuk için ça­balıyordu. Ya da değişik düşüncelerini gerçekleş­tir­me­nin peşindeydi. Ya şimdi?...

Gitmişti artık bu limandan. Bir daha dönmemek üzere!.. Dünyadaki hayatı içerisinde yaptıklarıyla be­ra­ber. Ne evini götürebildi, ne arabasını, ne de malını. Hiçbiri­sini götüremedi. Hepsi kaldı bu tarafta. O da yap­tıklarıyla baş başa kaldı. İyi ve kötü amelleriyle be­raber.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bir hadisini mırıldandı:

“Ölüyü üç şey mezara kadar takip eder. Bunlardan ikisi geriye döner. Birisi onunla beraber kalır. Geri dö­nenler: Ailesi ve malıdır. Onunla kalan da dünyada yap­mış olduğu işlerdir.”

Belki ailesi çok üzülecek. Çocukları hıçkırıklarla ağ­la­yacak. Anne babası bu acıya dayanamayacak. Ama bun­ların hiçbirisi onu geri getirmeyecekti. Birkaç gün sonra da unutulup gidecekti. Bıraktığı mallar ve çocuk­lar fayda vermeyecekti. Sadece kendisinin yaptığı, Allah rızasına uygun işleri onun yardımcısı olacaktı.

Diğer bir hadisi hatırladı Mustafa Bey. Öldükten sonra amel defteri kapanmayacak olanlar bildiriliyordu hadiste. Yani öldükten sonra da sevap kazanmaya de­vam eden­ler…

Bunlardan bir tanesi de Allah’a kulluk yaparak ya­şa­yan salih evlâttır. Ölen kişinin, arkasından dua edecek evlât bırakması ne kadar güzel! Ne mutlu böyle ana ba­balara! Ne mutlu böyle yetişmiş çocuklara!

Evet artık gitmişti Orhan Bey, dönmemek üzere bir daha… Sessiz gemi gibi ayrılmıştı limandan.

 

Artık demir alma zamanı gelmişse zamandan,

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

.......

Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!

Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;

Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,

Bir çok seneler geçti, dönen yok seferinden.

.......

 

Orhan Bey de dönmeyecekti bu seferden.

Dünya senin, koyunu beslediğin gibi seni besler. Ve senin, koyunu yediğin gibi toprak da seni yer... Sıra top­rağın yemesine gelmişti.

                                   * * *       

Soğukça bir havada ilçenin tüm üst düzey yetkili­leri, öğretmenler, öğrenciler, ilçe halkından bazıları, son gö­revlerini yapmak için  lisenin betonla kaplanmış bas­ket sahasına toplandılar. Beklediler, bekleştiler saatlerce.

Orhan Beyin cenazesi hemen karşıdaki sağlık ocağı morgunda bekletiliyordu. İnsanlar dışarıda, soğukta, ce­nazeyi; cenaze de memleketten gelecek olan yakınla­rını bekliyordu...

Vakit ilerledikçe toplananların sabrı da tükeniyordu. Gelenlerin bazıları “Gelmedi demesinler”, bazıları da “Ayıp olur” düşüncesiyle oyalanıyordu.

Sonra basket sahasında saf tuttular dizi dizi. Ön ta­rafa bir masa koyarak cenazenin içinde olduğu tabutu yerleş­tirdiler.

Sırasıyla kısa protokol konuşmaları yaptılar ilçenin kaymakamı ve bazı yetkililer. Sıra artık imama gelmişti. İlçenin müftüsü konuştu biraz. Helâllik diledi saf saf di­zilmiş cemaatten. Er kişi nidaları yapılıyordu. Bu arada Mustafa Beyin gözü karşıda birisine kaydı. He­men he­men herkesin saf tutarak cenaze namazına ha­zırlandığı sırada, namazı kılmamak için gruptan ayrılan birisine! Ondan başka kimse de görünmüyordu karşıda.

Bu ilçenin savcısıydı. Hakimler, kaymakamın ya­nında cenaze namazı için safa katılmışlardı.

Cenaze namazı kılındı. Sonra da hazır bekleyen am­bulansa tabutu yerleştirdiler. Bu hengâmede savcı tekrar geri dönmüştü kalabalığın içerisine. Tabut böy­lece mem­leketine gönderilmişti. Orhan Beyin de yıl­larca çalıştığı, ekmeğini yediği, suyunu içtiği yere vedası tabut içinde olmuştu.

Ölüm bu! Nerede, ne zaman geleceği belli olmaz ki! Kimini uykuda, kimini çarşıda, kimini...

Hani bir olay anlatılır:

İsrail oğulları zamanında Süleyman (a.s.) ile biri ko­nuşurken, yanlarına Azrail uğruyor.

Azrail, Süleyman (a.s.)’ın yanındaki adama biraz dik­katlice bakar. Sonra da gider.

Azrail’in bakışından korkan adam, Süleyman (a.s.)’a:

-Ben bu adamın bakışından korktum. Rüzgâra em­ret de beni Hindistan’a götürsün, der.

Süleyman (a.s.) da rüzgâra emreder. Adamı alır, Hin­distan’ın bir köşesine bırakır.

Bir müddet sonra Azrail tekrar Süleyman (a.s.)’ın ya­nına uğrar. Süleyman (a.s.):

-Biraz önce benim yanımdaki adama niçin öyle bak­mıştın? Adam çok korktu, der.

-Benim, o şahsın ruhunu Hindistan’da almam gere­ki­yordu. Burada görünce dikkatimi çekti. Acaba emri yanlış mı anladım, diye dikkatlice bakmıştım. Şu anda onun canını Hindistan’da aldım. Oradan geliyorum, diye cevap verir.

İşte Orhan Bey için de ruhunu teslim edeceği yer ola­rak burası seçilmişti. Ve ruhunu teslim etti. Zaten ece­lin ne biraz öne, ne de sona kalması mümkün de­ğildi.

Mustafa Bey, bu ölüm olayı ile çok sarsılmıştı. Ölü­mün gerçek ve gelecek olduğunu anlamak, bilmek, duy­gularını değiştirmişti. Bu olaydan sonra ibadet ve düşün­celerine daha bir itina göstermeye başladı.


ÖĞRETMENLER GÜNÜ

 

 

 

 

 

 

Takvimler 24 kasımı gösteriyor. Güçlüklere ve zor­luklara göğüs gererek, bir şeyler öğretmenin çabası içe­risindeki vefakâr ve cefakâr öğretmenlerin hatırlan­ması açısından dikkate değer bulunabilir

Nutukların atıldığı, “Öğretmenim, canım benim, ca­nım benim…” şiirlerinin okunduğu, alkışlandığı, prob­lemlerin giderilme sözü verildiği bir gün.

İşte böyle bir günde, sabah ilk dersi olmadığı için bi­razcık geç giden Mustafa Bey, okula yaklaştığında şaş­kınlık içerisinde kaldı. Öğrencileri onu okulda ara­mışlar; bulamamışlardı. İkinci derse geleceğini öğre­nince de yo­lunu gözlemişlerdi. Okulun önünde çiçek­lik olarak kulla­nılan kanaletlerin önüne, asfalt boyunca tek sıra hâlinde dizilmişlerdi.

Mustafa Bey görülünce, bir alkış tufanı koptu. Mus­tafa Bey de bu durum sebebiyle şaşkınlık içerisin­deydi. Yaklaşınca, bir sevgi çemberiyle sardılar etrafını.

-Hocam, Öğretmenler Günü’nüzü tebrik ederim!.. cümleleri birbirini takip ediyordu. Yükselen sesler ci­var­dakilerin de dikkatini çekiyordu.

Mustafa Bey çok heyecanlanmıştı. O zamana ka­dar böylesine mutlu an yaşamamıştı. Çok mutluydu. Sevil­mek, takdir edilmek güzeldi. Çocukların, etrafında per­vane olması görülmeye değerdi.

-Hocam, bizimle sınıfa kadar gelir misiniz? diye yal­va­rırcasına sözler söylüyorlardı. Söylemek ile de kalmı­yorlar, ellerinden tutarak, koluna sarılarak, sınıfa götür­meye çalı­şıyorlardı.

Mustafa Bey, ne yapacağına karar verememenin bo­calaması içinde, hayretle onları izliyordu. Şimdiye kadar böyle bir şeyle karşılaşmamıştı.

-Tamam, siz sınıfınıza gidin. Ben de geleceğim.

-Ama mutlaka gelin hocam. Size sürprizimiz var!

-Sürpriz mi?!

-Evet, hocam! diyerek sınıflarına doğru koşmaya başladılar. Mustafa Bey nasıl bir sürprizle karşılaşacağını bilmediği için birazcık meraklanmıştı. Meraklı adımlarla öğretmenler odasına gitti.

Bugün öğretmenler odasının da havası birazcık fark­lıydı. Öğrenciler masaların üzerini çiçeklerle donata­rak, çiçek bahçesine çevirmişlerdi. Öğretmenler, çiçek bahçe­sine dönmüş masaların etrafında oturuyorlardı.

Mustafa Bey birkaç dakika oturduktan sonra, öğ­ren­cilere verdiği sözü yerine getirmek için, öğretmenler oda­sından çıktı. Hızlı bir şekilde sınıfın yolunu tuttu.

Kapıyı açıp içeri girdiğinde, gördüğü manzara karşı­sında çok heyecanlandı. Çok duygulandı. Gözleri dolu dolu oldu. Sınıf sessizce bekliyordu. Tahtanın kenarına dizilmiş birkaç öğrenci ayakta dikiliyordu.

Sevgi dolu gözlerin hepsi Mustafa Beyin üzerine odaklanmıştı. Mustafa Beyin bir şeyler demesini istiyor­lardı. Ama Mustafa Bey, küçük öğrencileri karşı­sında çok heyecanlanmış, çok duygulanmıştı; bacakları titriyordu. Çok güzel konuşan Mustafa Bey gitmiş, ye­rine hiç sesi çıkmayan biri gelmişti.

Tahtada bekleyen öğrencilerden Satife:

-Hocam, Öğretmenler Günü’nüzü tebrik ediyoruz. Sı­nıf olarak bu hediyeleri sizin için aldık. Lütfen kabul edi­niz, diyerek sessizliği bozdu.

Mustafa Bey, söyleyecek bir şey bulamıyordu heye­candan. Masaya doğru yürüdü. “Hiç gerek yoktu. Keşke almasaydınız!” diyecek oldu. Ama sevgi dolu bakışların altında kelimeler boğazında düğümlendi.

Sınıftaki öğrenciler öğretmenlerine bakıyor. Öğret­menleri de öğrencilerine… Sevginin, mutluluğun har­man olduğu bir andı.

-Hocam hediyeleri açar mısınız? diyerek ikinci kez bo­zulmuştu sınıftaki sessizlik.

Defalarca plânladığı teşekkür konuşmasını bir türlü yapamayınca:

-Çok sağ olun çocuklar! Teşekkür ederim. Keşke hiç zahmet etmeseydiniz, diyebildi.

Masanın üzerinde büyük bir paket vardı. Yanında bir buket çiçek, diğer yanında da küçük bir paket daha duru­yordu.

Öğrenciler, gülümseyen yüzleriyle paketi açmasını is­tiyorlardı. Mustafa Bey pek açmak istemediyse de ıs­rar­lara dayanamayarak açmaya karar verdi.

Bütün öğrencilerin bakışları nezaretinde paketi açtı, içerisinde kağıda sarılmış bir paket daha vardı. Onu da açtı.

İçinden hiç beklemediği, belki de hayal bile etme­diği farklı bir hediye çıkmıştı. Satife hemen olaya mü­dahale etti:

-Hocam, sakın ha yanlış anlamayın. Biz bu hediyeyi çok düşündük. Sonra karar verdik. Siz bu hediye ile bizi asla unutmayacaksınız. İçindeki mektubu okuyunca, bu hediyeyi niye aldığımızı anlayacaksınız.

Mustafa Bey, zaten kızmamıştı. Kızması da müm­kün değildi. Ama alışılagelmiş bir hediye olmadığı için sa­dece birazcık şaşırmıştı. Bir müddet sonra şaşkınlık ye­rini gü­lümsemeye bıraktı. Mustafa Bey genelde güler yüzlü ol­masına rağmen bu durum karşısında gülümse­mesinin oranı yüksekti.

Paketi açtıktan sonra kocaman bir damperli kam­yonu masasının üzerine koydu:

-Bundan sonra bu kamyona baktıkça sizi hatırlaya­ca­ğım. Canım sıkıldığı zaman da bu kamyonla oynaya­ca­ğım, dedi. Gülüşmelerin arasında Mustafa Bey teşek­kür ederek, sınıftan çıktı.


 SATRANÇ

 

 

 

 

 

 

Mustafa Beyin öğretmenliğe başladığı bu küçük il­çe­nin insanları için, doğal güzellik içerisinde mutlu ol­manın yollarını bulmaktan başka çıkar yol yoktu. Herkes bahçe­sinde kendi işiyle uğraşıyordu.

Dışardan gelenler için yapacak fazla bir şey yoktu. Gidilecek yerler belli, gezilecek alanlar sınırlı... Herkeste daha kolay vakit geçireceği bir şeylerle meş­gul olma isteği vardı.

Kimisi kitap okuyor, kimisi kendini balık tutmaya vermiş… Bazıları oyun oynayarak vakit geçirmeye çalışı­yordu...

Mustafa Beyin okula vardığı ilk aylarda, bir şey dik­katini çekmişti. Çok enteresan gelmişti. Üzerinde de epeyce düşünmüştü. “Pes yani!” Bu kadar da olmaz de­mişti.

Okulda devamlı karşılaştığı durum şuydu: Öğret­men­ler sürekli olarak satranç oynuyordu. Sabah, öğle, akşam ve boş olan her zamanda.

Bu iş o kadar ileri gitmişti ki, beş dakikalık tenef­füs­lerde bile hemen satranç tahtasının başına geçip otu­ru­yor, zil çalınca bırakıp derse gidiyorlar, diğer te­nef­füste devam ediyorlardı.

Bu durumdan rahatsızlık duyduğunu açıkça ifade et­meye başlayan Mustafa Beye:

-Yakında seni de görürüz. Sen bir oynamaya başla! Seninle görüşürüz o zaman, diyerek cevaplar geliyordu.

-Ben oynamasını bilemem.

-Biz sana öğretiriz.

-Hayır, öğrenmek istemem.

-Öğreneceksin, öğreneceksin, diyorlardı.

Devamlı olarak satranç oynanan yerde, zaman za­man oyunlarına gözleri kayıyordu Mustafa Beyin. Sat­ranç taş­larının nasıl hareket ettiğini, kimin, neyi yok etti­ğini, “mat”ın nasıl yapıldığını gözlemlemek sonucunda öğren­mişti.

Sadece taşların hareketlerini değil, oyuna kendile­rini kaptıranların ruh hâlini de gözlüyordu.

Bir gün hareketli iki grup arasında oynanan satranç maçını izledi. Bağırmalar, gürültüler, şamatalar...birbi­rini izliyordu. Dışarıdan yapılan müdahalelere fena şe­kilde kızarak, neredeyse dövecek şekilde arkadaşlarını azarla­yanlar vardı.

Tam bu ortamda, yanlarına varıp, dikildi. Biraz iz­ledi. Ağız kalabalığı yapıldığı bir anda:

-Yahu arkadaşlar! Satranç oynamakta dinen bir sa­kınca var mı? diyerek, dikkatleri bir anda kendisine çekti. Tabii ki şimşekleri de…

O anda satranç oynayan Uğur Bey, çok sert bir üs­lûpla:

-Sen ne diyorsun be! Ne sakıncası olacak! dedi.

Uğur Bey devamlı oynayanlardandı. Çok sevdiği ar­kadaşı Uğur Beyin çok sert bir şekilde cevap vermesi, Mustafa Beyi çok üzmüştü. Canı çok sıkıldı; kı­zardı, si­nirlendi. Ama sinirlerine hakim olmayı denedi. Morali çok bozulmuştu; belli etmemeye çalıştı. Uğur Beyden böyle bir çıkış beklemiyordu. Bütün sükûnetini koru­maya çalı­şarak:

-Yok yani haram mı, mekruh mu? Onu öğrenmek maksadıyla sormuştum. Ben bu konuda pek araştırma­dım. Araştıran varsa, söylesin de öğrenelim.

Biraz önce hüküm süren gürültü bir anda kesildi. Ma­sada oturanlardan bazıları bakışlarını Mustafa Beye çevir­diler. Sol elindeki sigarasının dumanları arasında, projek­tör gibi parlayan gözleriyle Mustafa Beye bakan Erhan Bey, sağ elinde tuttuğu kaleyi sallayarak:

-Nereden çıkartıyorsun bunları şimdi! Caizdir, hiçbir günahı yoktur, diyerek çıkıştı.

-Arkadaşlar siz yanlış anladınız. Size karşı bir tavrım söz konusu değil. Gerçek neyse ortaya çıkaralım. Söyle­yin bildiklerinizi. Belki ben de oynamaya başlayacağım.

Mustafa Bey çok tereddütlü olmasına rağmen içten içe birkaç defa oynama isteği duymuştu. Bu isteğini, dinî endişe ile yerine getiremiyordu. Kim bilir belki de kendi­sine bir fetva arıyordu. Rahatça oynayabilmek için soru­yordu.

Aradığını da buldu. Zaten başka bir şey beklene­mezdi. Oynayanlara sorarsanız, elbette alacağı­nız cevap olumlu olacaktı. Ama olsundu.

Orada bulunanlardan hemen hepsi, toptan ve pe­ra­kende olarak fetva vermişlerdi satranç oynamaya, Mus­tafa Bey için pek yeterli değildi cevaplar.

* * *

 

Diğer öğretmen arkadaşları, satranç oynama konu­sunda pek ısrarcı davranıyorlardı. Mustafa Bey pek ya­naşmak istemiyordu. Bir öğle arası öğretmenler odasına girdiğinde, satranç tahtasının başında Erhan Bey oturu­yordu. Kendi kendine oynuyordu taşlarla. Birden ayağa kalktı. Mustafa Beyin koluna girerek masaya doğru gö­türdü:

-Mustafa Bey, haydi bir el oynayalım.

-Hayır, olmaz.

-Bırak şimdi inadı!

-Olmaz kardeşim.

-Hocam, bir defacık!

-Ama ben hiç oynamadım.

-Olsun, ben sana öğretirim.

Günlerdir seyretmek sûretiyle ister istemez öğrenmiş olduğu satranç oyununu, deneme imkânı çıkmıştı. Pek istekli olmamakla beraber Erhan Beyin yalvarırcasına ısrarlı davranışlarını kıramadı:

-Peki, o zaman oynayalım.

Erhan Bey, almış olduğu bu olumlu cevaptan sonra, pek memnun olmuştu. Atmadığı bir sevinç çığlığı kal­mıştı. Demek ki bu, alışkanlık hâline gelince bırakmak çok güç, hatta imkânsız hâle gelebiliyordu. Ağlayan ço­cuğu sükû­nete kavuşturmak için emzik verilince sus­tuğu gibi, sat­ranç oynamaya başlayınca sıkıntısı ortadan kalk­mış gi­biydi Erhan Beyin.

Çok istekli ve iştahlı bir şekilde satranç taşlarını sı­ra­ladı. Bir taraftan da taşların yerlerini anlatıyordu. Durma­dan anlatıyordu: “Şu taş böyle hareket eder, fil çapraz gider, piyon...”

Oynamaya başladılar… Erhan Beyin üst üste yak­tığı sigaralar sebebiyle duman altı olmuşlardı. Âdeta nefes almada güçlük çekiyorlardı. “Devamlı olarak du­manlı ortamda bulunanlar nasıl davranıyorlar?” diye içinden geçirdi.

Başka zamanlarda çok gergin olan Erhan Bey, belki de Mustafa Beyin satrancı pek iyi oynayamaması sebe­biyle rahattı. Çünkü başkalarını yenmekten çok zevk alırdı. Yendiği zaman keyfine diyecek olmazdı. Yenildiği zaman da tam aksi bir tavırla çekilmez biri…

Çok uzun sürmeyen bir oyun sonunda Erhan Bey yenmenin tadını çıkarıyordu. Bir kez daha oynama iste­ğini dile getiren Erhan Bey, olumsuz cevap alınca, daha sonra oynayabilmek için Mustafa Beye iltifat etmeyi ih­mal etmedi.

-Hocam, çok iyi oynuyorsunuz. Çok sakinsiniz.

-Çok iyi oynadığım için mi siz yendiniz?

-İlk defa olduğu için böyle oldu. Yoksa siz bunu çok iyi oynayacaksınız.

Yenmek, yenilmek, o kadar önemli değildi. Olma­ması gereken bir şey olmuştu. Mustafa Bey satranç oy­namaya başlamıştı. Satranç oynamanın ne derece bir hastalık ol­duğunu kendi tecrübesiyle anlamış olacaktı.

Artık herkesle satranç oynamaya başlamıştı. Oynu­yor, oynuyordu. Her bulduğu yerde reddetmiyordu oy­namayı.

Bu oynadığı dönem içerisinde, satranç oyununa da­lan kişilerin hâllerini gözlemleme imkânına sahip ol­muştu.

Kısa süre içinde zorlu bir rakip olmuştu. Bütün öğ­ret­menler Mustafa Bey ile maç yapma arzusunu dile getiri­yordu. Artık kiminle oynarsa oynasın, herkesi yeni­yordu.

* * *

 

Satranç oynadığı zamanlarda, karşısındaki rakiple­rin durumu, Mustafa Beyi üzüntüye ve düşünmeye sevk edi­yordu. Zira oyuna kendilerini kaptırıyorlar, dünya ile bağlantılarını kesiyorlardı. Sanki bu dünyadan çıkmışlar, başka bir âlemde yaşıyorlardı; dünya yıkılsa umurla­rında değildi.

Sadece oyuna kilitleniyorlar; ezan okunmuş, namaz vakti geçmiş, pek aldırış etmez hâle geliyorlardı. Baca­dan çıkan dumanlar gibi ortalığı kaplayan bir ortamda sisli hülyalara dalıp, kayboluyorlardı.

Bazıları bu işi o derece ileri götürmüşlerdi ki sa­bah­tan akşama kadar başından kalkmıyorlardı. Akşama evine ekmek götürmek için bile vakit ayıramaz hâle geli­yorlardı. Her an, her yerde satranç vardı...

Mustafa Bey yine bir ders çıkışı, okulun önünde san­dalyelere oturup, Hasan Tahsin Beyle kitaplardan, gaze­telerden, okumaktan, okumayan insanlarımızın hâllerinin ne olacağından bahsediyorlardı:

-Hocam, ben gazeteye şiirlerimi gönderiyorum.

-Çok iyi hocam. Devamlı yazıyor musunuz?

-İmkân buldukça.

-Hangi gazeteye?

-Mahalli gazeteye gönderiyorum.

-Ben de  yazsam olur mu?

-Tabi olur hocam. Siz yazın. Size bir köşe verirler. Hem tecrübe kazanmış olursunuz.

-Acaba olur mu?

-Olur, olur. Siz yazın. Ben bu hafta sonu gideceğim. Hem görüşürüm. Hem de yazdıklarınızı götürürüm.

Bu konuşmalar devam ederken, müdür yardımcısı­nın odasından büyük bir gürültü duyuldu. Bağırıyorlardı bir­birlerine. Oturdukları sandalyelerden kalktılar. Hızlı adımlarla müdür yardımcısının odasına girdiler. Uğur Beyle Erhan Bey satranç oynuyordu. Etrafında birkaç kişi ayakta dikiliyor; yardım ediyorlardı.Yapılan bu yar­dımlar neticesinde anlaşmazlık çıkmış ve birbirlerini azarlamış­lardı. Bağırıyorlar; ama oyuna da devam edi­yorlardı.

Tekrar oturdukları yere döndüler. Hasan Tahsin Bey:

-Bak hocam! Bunlara bir oyun oynayacağım, dedi.

-Hocam yapma! Bunlar kendilerini iyice kaptırmış­lar. Kavga falan ederler sonra!

-Yok canım! Daha neler.

-Ne oyunu yapacaksın?

-Bak sen! Şimdi seyret, diyerek kalktı. Ani bir hare­ketle odanın kapısını açtı:

-Arkadaşlar, Kaymakam ile Milli Eğitim Müdürü ge­li­yor, dedi.

Bu sözü duyan odadakiler, ne yapacaklarını şaşır­dı­lar. Şaşkın ve anlamsız gözlerle Hasan Tahsin Beye bak­tılar. Sonra birden bir hareketlilik başladı. Ma­sada oturan Uğur Bey, çok ani bir refleks ile masanın üze­rinde duran satranç tahtasını alttaki çöp sepetine attı. Masanın karşı­sında oturan Erhan Bey ayağa fırla­yarak, duman içeri­sinde kalan odayı havalandırmak düşünce­siyle pencereyi açtı. Herkes kendisine çekidü­zen verme telâşındaydı. Tam bu esnada Hasan Tahsin Bey bastı kahkahayı. Mustafa Bey de kendini zor tutu­yordu.

Hasan Tahsin Beyin yaptığı bu küçük şaka, çok zorla­rına gitmişti. Aslında zorlarına giden, Erhan Beyin kazan­masına ramak kala oyunlarının bozulmasıydı. Çok büyük bir tepki göstermişlerdi. Neredeyse bir dövme­dik­leri kal­mıştı.

Hasan Tahsin Bey zor durumda kalmıştı:

-Arkadaşlar, bakın! Ben şaka yaptım, diyecek oldu. Ama hiçbirisi, bağırmaktan dinlemeye imkân bulamı­yordu.

Basit bir oyun yüzünden arkadaşlarını azarlamak, kalbini kırmak gibi bir eylemi meydana getirmeye bir an­lam veremiyordu. Çok basit bir şey gibi görünen bir oyun, insanı düşünemez hâle getirebiliyordu.

Sigara içenlerin nikotin bağımlılığı olduğu gibi, bu oyun da bağımlılık yapıyordu. Bırakmamacasına bir ba­ğımlılık… En yakın dostları kırma pahasına bir bağımlı­lık… Allah’a karşı görevlerini aksatma neticesini doğu­ran bir bağımlılık… Evini, işini, çocuklarını ikinci, üçüncü plâna itmeye götüren bir bağımlılık...

Bu oyun yüzünden insan sağlıklı düşünme imkânını kaybediyor. İradesini kullanmada  özgür davranamıyor. Karşısındaki insanları ve nesneleri satranç taşı olarak gör­meye başlıyor. Bütün yapacağı işleri satranç tahtası üze­rinde görmeye başlıyor. Hayatının tamamını satranç oyunu kuralları içerisine hapsediyor. Ve en önemlisi de irade bağımsızlığını kaybedip, satranca ipotek ettiği için bırakamıyor... Bunları yapmaya hakkı olmadığını dü­şündü Mustafa Bey.

Bu olaydan sonra bu konudaki düşüncelerinin doğ­ruluğu bir kez daha ortaya çıkmıştı. Pek gönüllü olarak başlamadığı satranca birkaç ay sonra, çok iyi öğrenme­sine rağmen pek bir anlam veremiyordu.

Ve araştırmaya karar verdi. Savaş oyunu olduğu için izin verenler vardı. Ama günümüzde savaşlar artık sat­ranç taktiği ile at ve fil sırtında yapılmıyordu. Dev­letler otur­dukları yerden, düğmelere basarak, füzelerle ve ro­ketlerle savaşıyorlardı.

Zekayı geliştirdiğini de iddia edenler vardı. Zekayı na­sıl geliştirdiğini pek anlayamamıştı Mustafa Bey. Çok iyi satranç oynuyordu. Herkesi yeniyordu. Buna rağ­men zekayı geliştirmediğini; aksine donuk hâle getirdi­ğini söylüyordu. Çünkü satrancın belirli kuralları vardı. Bu kuralların dışında bir hareket yapılması mümkün değildi. Belirli bir müddet sonra her şey statik hâle geli­yordu. Her şeyi, her olayı satranç ile ilintili hâle getiri­yordu.

Üstelik insanlar, bu oyuna olan bağımlılıkları sebe­biyle ibadetlerinde ihmal içerisinde oluyor, okumaktan uzak kalıyor, akşam oturmalarında bile bu oyun yü­zün­den sohbet edemiyorlardı. Fikrî tartışmalardan, görüş alış  verişinden uzak kalıyorlardı.

 “Bütün bunlara kişinin hakkı olamaz!” diye düşü­nen Mustafa Bey, bu konuda kendisi için bir karar verdi.

* * *

    

Hizmetlilerin odasından gelen gürültü sebebiyle me­rakını gidermek için o tarafa yöneldi. Alışıldık bir manza­rayla karşılaştı. Yine satranç oynanıyordu. Yine itirazlar, yine sigara dumanı ve yine boşa harcanan; ama hesabı sorulacak olan zaman...

Mustafa Beyi gördüklerinde Uğur Bey:

-Mustafa Bey, şu hamle bitsin, seninle birlikte oy­na­yalım da nasıl oynanırmış görsünler arkadaşlar! dedi.

-Yok, siz devam edin.

-Bir kez maç yapalım.

-Hayır olmaz.

-Neden olmaz? Sen daha önce oynuyordun?!

-Evet; ama oynamayacağım.

-Niçin?

-Ben bu işi bıraktım. Artık asla oynamayacağım.

-Bırakmanın sebebi ne?

-Arkadaşlar! Defalarca düşündüm. Kaynaklara bak­tım. Sonunda kendim için şu karara vardım: Kanaa­timce benim oynamam uygun değildir. Ama siz ne ya­parsınız, onu bilemem.

Konuşma çok ciddi şekilde devam etti. Mustafa Bey, düşündüklerini tek tek anlattı. İtiraz ettiler. Cevap­lar ve­rildi. Konuşmalar sürdü gitti. Onlar oynamaya devam ettiler.

Mustafa Bey, kendine vermiş olduğu sözü yerine ge­tirmede asla taviz vermedi. İradesine hakim olmasını bildi. O andan sonraki zamanlarda asla satranç oyna­madı.                   

                                                                

                                                         


SEVDA HANIM VE YUSUF

 

 

 

 

 

 

Teneffüsün birinde, müdürün odasından çıkarak, öğ­retmenler odasının yolunu tutan Mustafa Bey, kori­dorda arkasından gelen Yusuf’un hışımlı sesiyle irkildi:

-Hocam, hocam!

Mustafa Bey durdu, dönüp arkasına baktı. Yusuf ko­şarak kendisine geliyordu:

-Hocam bir dakika!

-Evet, Yusuf! Ne diyorsun?

Öğretmenler odasının kapısının hemen önünde, Yu­suf heyecanla bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.

-Hocam, dersten sonra arkadaşlarla sahada top oy­nayacağız.

-İyi, oynayın!

-Hocam, siz de gelin. Arkadaşlar sizinle beraber oy­namak istiyorlar.

-Olur. Bir aksi durum olmazsa geleyim. Futbol topu var mı?

-Bir arkadaşımızın var. Dersten çıktıktan sonra geti­re­cek.

-İyi.

Bu esnada eşofmanları ile öğretmenler odasının ka­pı­sından Sevda Hanım çıktı. Sevda Hanım okulun be­den eğitimi öğretmeniydi. Yusuf’u Mustafa Bey ile ko­nuşur­ken görünce şekli değişti; kaşlarını çattı, öfkeyle baktı Mustafa Beyin yanından geçerken:

-Zaten hep siz yapıyorsunuz bunu! diyerek Mustafa Beye söylendi.

-Neyi ben yapıyorum, hoca hanım?

-Bunları siz şımartıyorsunuz! Siz kışkırtıyorsunuz!

Mustafa Bey şok olmuştu. Hiç beklemediği bir anda duyduğu bu sözlere bir anlam veremedi. Üstelik bir öğ­retmen tarafından söyleniyordu.

-Ne şımartması, ne kışkırtması?

-Siz bilirsiniz ne demek istediğimi! diyerek imalı bir şekilde baktı. Bu küstahlık dolu tavrını hiç kaybet­meden, söylüyordu bunları.

Mustafa Beyin zor durumda kaldığını gören Yusuf, Sevda Hanımla konuşmak istedi:

-Hocam, yanlış anladınız. Ben hocamla başka bir konu konuşuyordum.

-Sus, konuşma! Küstah herif! Sen ilk önce nasıl ko­nu­şulur, onu öğren. Salak!

-Hocam, lütfen yapmayın!

Sevda Hanım çok sinirlenmişti. Yusuf ne derse de­sin, dinleyecek bir hâlde değildi. İçinde ne varsa hepsini söy­ledi. Sonrada uzaklaştı oradan.

Mustafa Bey çok şaşırmıştı. Zaten Sevda Hanımla pek ilgisi yoktu. Bütün bu olanların anlamsızlığı içinde boca­larken, Yusuf bir şeyler anlatmak istiyordu.

-Hocam, çok özür dilerim, benim yüzümden oldu.

-Ne oldu ki?

Yusuf anlatmaya başladı.

-Hocam! Aslında çok ciddi bir şey yok ortada. Ben ne dersem diyeyim, ne yaparsam yapayım, bana kızı­yor, azarlıyor. Sebebini de bilmiyorum. Birkaç defa bu davra­nışının sebebini sordum, cevap alamadım. Bugün kızma­sının sebebi de çok basit bir şey. Bir ders önce beden eği­timi vardı. Top yüzünden tartıştık. Sevda ho­camızdan top istedik, vermedi. Vermeyince tartışma çıktı. Bize bağırdı çağırdı. Hakaretler savurdu. Biz de hoca­mızdır, diye ses çıkartmadık. Hepsi bu kadar.

Mustafa Bey, Sevda Hanımın bu çıkışından dolayı çok canı sıkılmıştı. Bu sıkıntı içerisinde dinledi Yusuf’un anlattıklarını.

-Tamam, Yusuf sen git.

-Geliyorsunuz, değil mi hocam?

-İnşallah.

Düşünceli bir şekilde öğretmenler odasına girdi. Sa­karya vadisinin güzelliklerinin görüldüğü pencereye doğru ağır adımlarla ilerledi. Pencerenin önünde durdu. Tabia­tın güzelliğini seyre daldı. İçeride bulunan öğret­menler­den bazıları:

-Mustafa Bey, hayırdır. Çok dalgınsınız, dediler.

-Yok bir şey, diye cevap verdi.

Kapının açılması ile dönüp geri baktığında, Sevda Hanım olduğunu gördü. Ne yapması gerektiğini dü­şündü. Sonra da Sevda Hanıma doğru yürüdü. Kendi­sine doğru yürüdüğünü gören Sevda Hanım telâşlan­mıştı. Mustafa Bey yanına varıp durdu:

-Bakın, Sevda Hanım! Şayet benimle ilgili bir prob­leminiz varsa, oturup konuşalım. Varsa bir sıkıntınız söy­leyin. Ben şimdiye kadar size karşı ne yaptım ki, böyle davranıyorsunuz. Bağırıp çağırmakla bu iş olmaz. Şimdi ben de size bağırıp çağırabilirim. Ama yapmıyorum. İn­sanlar konuşarak anlaşırlar.

-Ama sizi Yusuf’la... diyecek oldu. Mustafa Bey ko­nuşmasına fırsat vermedi:

-Evet, Yusuf’la ben konuşuyordum. Dersten sonra futbol oynamak istiyorlardı, diyerek Yusuf’la aralarında geçen konuşmayı anlattı.

-Hoca hanım, lütfen konuşmanıza bundan sonra dik­kat edin. Bir probleminiz varsa, konuşarak çözelim.

Sevda Hanımdan çıt çıkmıyordu, susmuştu. Gözle­rini bir noktaya dikmiş, öylece bakıyordu masanın üze­rine. Mustafa Bey ile Yusuf’u konuşurken görünce, Yu­suf’un bir ders önce olanları anlattığını zannetmişti. Bu sebeple hırçın davranmıştı. Ama zannedilen şeylerle ha­reket edil­diğinde, çok yanlış şeyler olabileceğini belki de anla­mıştı.

Sevda Hanımın böyle davranmasının sebebi, sa­dece bu olamazdı. Mustafa Bey hakkında başka plânla­rının da olabileceği gözden kaçmıyordu. Yoksa?...   


ENDER VE ZEYNEP

 

    

 

 

 

 

Mustafa Bey, yoğun bir ders gününün sonunda evine gelmişti. Gün boyunca ders anlatmasından do­layı fizikî yorgunluk hissediyordu. Bunun için dinlen­mek isti­yordu. Dinlenmek için oturduğu yerde fazla kalma im­kânı bula­mamıştı.

Akşamın yaklaştığı, güneş ışıklarının dünyaya uzak­tan bakmaya başladığı bir anda kapının zili çaldı. Mustafa Bey oturduğu yerden kalktı. Kapıya doğru yü­rüdü:

-Kim o?

-Ben hocam! Ender.

Mustafa Bey, kapıyı yavaşça açtı. Karşısında bir er­kek ile bir kız duruyordu. Dikkatlice Ender’e baktı:

-Buyurun!

-Hocam, şey…

-Hayırdır.

-Hocam, sizi ziyarete geldik.

-Buyurun, hoş geldiniz.

Mustafa Bey, kapıda duran Ender ve Zeynep’i  tanı­yordu. Çünkü her ikisinin de derslerine girmişti. Her ikisi de okulda öğrenciydi. İkisinin birden kapıya gel­mele­rine bir anlam veremiyordu. Biraz şaşkınlık içeri­sinde ziya­ret sebepleri hakkındaki ihtimalleri zihninden geçirdi. Yine de anlamlı bir ihtimal bulamadı. Sonra daha fazla bekle­meden sordu:

-Geliş sebebinizi öğrenebilir miyim?

-Hocam, biz nişanlandık da…

-Öyle mi? Hayırlı olsun.

-Sağ olun hocam. Bu sebeple sizi ziyarete geldik.

Mustafa Beyin şaşkınlığı iyice artmıştı. İki tane genç insan, nişanlandık diye, beraberce gezebilme imkânına sahip miydiler? Yoksa nişanlanmak sûretiyle her şey legal hâle mi geliyordu? Gerçi Mustafa Beyin bu dü­şünceleri, kendilerini modern, çağdaş sayan insanlar tarafından du­yulsa çağ dışı, tutucu olmakla suçlayacak­lardır. Hatta daha ileri giderek, bu zamanda hâlâ böyle yobaz insanlar var, diye örnek olarak suna­caklardır. Ama Mustafa Beyin tereddütleri tamamen İslâmî endişe sebebiyle ortaya çıkı­yordu.

Epeyce hızlı bir şekilde düşündü. Doğru olanı, en gü­zel şekli ile anlatması gerekiyordu. Kırmadan, üzme­den İslâm’ın görüşlerini onlara aktarmalıydı. Bu işi nasıl yap­ması gerektiğini plânladı. Sonra da:

-Yoksa siz nikâhlandınız mı?

-Hayır hocam, sadece nişanlandık.

-İyi; ama nişanlanan insanların böyle beraberce ge­zip tozmaları doğru mu?

-Hocam, bizim burada âdetlerimiz böyle.

-Siz de âdetleriniz böyle diye geziyorsunuz. Öyle mi?!

-Evet, hocam.

-Sizlerin bu konuda daha dikkatli, daha titiz dav­ran­manız gerekiyor. Çünkü herkes size hoca gözüyle bakı­yor. Siz böyle yaparsanız, başkalarına ne diyebiliriz ki?!

-Haklısınız hocam, bunları düşünemedik.

-Nikâhsız olarak, sizin ikinizin beraberce gezme, do­laşma, eğlenme hakkınız yok. Nikâh yapılmadan birlikte olmanız mümkün değil. Nişanlanmak, evlilik an­lamına gelmez. Nişanlandık diye beraberce gezip dola­şan; ama sonunda hüsrana uğrayan sayısız insanla­rın varlığını bili­yorsunuz. Evlenmeden önce kız oğlana, oğlan da kıza bakabilir. Yani birbirlerini görebilirler. Yanlarında bir başka şahıs olduğu zaman bazı konu­ları da konuşa­bilir­ler. Ama bu kadar. Nişanlandık diye her şeyi yapa­mazsı­nız.

Ender beklenmedik bir olgunluk gösterdi. Mustafa Beyin anlattıklarını dikkatlice dinledi, sonra da:

-Allah razı olsun hocam. Çok memnun oldum. Beni uyarmasaydınız belki hatalı davranabilirdim, dedi.

-Yanlış anlamayın. Bunları söylemek benim göre­vimdi.

-Tabi hocam, haklısınız.

Bu arada biraz arka plânda duran Zeynep de söy­le­nenleri dinledi. Konuşulanları sessizce onayladı baş ha­reketiyle. Biraz utanmıştı, kızarmıştı yüzü. Belki yap­tıkla­rının yanlışlığını bilerek, geldiği yerde duydukları sebe­biyle bu hâle gelmişti. Ender elini uzattı.

-Hocam, Allah’a ısmarladık. Hayırlı akşamlar!

-Hayırlı akşamlar! Ender, yarın mutlaka görüşelim.

-Olur hocam.

Mustafa Bey de dinlenmek üzere oturduğu yere tek­rar döndü.

*  *  *

 

 

Ertesi gün, Ender Mustafa Beyin yanına geldi. Ko­nuştular. Uzun uzun anlattı. Ender de dikkatlice dinledi. Bu konuları hiç bilmiyormuş gibi dinliyordu. Kendisine göre sorular soruyordu. Mustafa Bey de cevap veri­yordu:

-Evlilik Peygamberimizin sünnetidir. Şartları olduğu zaman evlenmek, Müslüman şahıs için sünnettir. Pey­gamber’imiz (s.a.v.) bir eşin, dört şey için seçilebilece­ğini söylüyor. “Ama siz ahlâkı (dini) güzel olanı seçin.” diyor. Diğerleri; güzellik, zenginlik, soy… Ama dini güzel olan seçilecek.

Şimdi, kızını istemeye gelen babalar, kızlarının İs­lâm'ı yaşayacakları birini tercih etmek yerine, malını ve işini ön plânda tutarak, kızlarını veriyor. Malı, mülkü, arabası, evi, işi varsa kızını veriyor. Halbuki kızını hu­zurlu yaşa­yama­yacağı ortamlara göndermelerinden dolayı sorum­ludur­lar.

Erkek için de aynı şeyler geçerlidir. Babası zengin diye ya da makam mevki sahiplerinin kızıdır, diye eş seç­mek de problem meydana getirebiliyor.

Önemli olan Müslümanca yaşanacak bir hayatı pay­laşabileceğiniz birisini seçmektir. Çünkü Müslü­man’ın huzurlu bir aile ortamı içerisinde yaşayabilmesi­nin yolu, karşılıklı paylaşma ile mümkün olacaktır.

 


VE YİNE YÜKSEL

 

 

 

 

 

 

Okullar eğitim ve öğretim yılını bitirmiş, yaz tatiline girmişti. Öğrencilerin hepsi, tatile girmeleri sebebiyle se­vinçliydi. Ama bazıları buruk bir sevinç içerisindeydi. Zira, karnelerindeki zayıfların hesabını akşama nasıl vere­cekle­rinin endişesini taşıyorlardı.

Öyle ya da böyle; yaz tatili, öğrencilerin oynamaları ve dinlenmeleri açısından çok önemlidir. Tatile girmeleri sebebiyle öğretmenler de kendi memleketlerine gidi­yor­lardı… 

Mustafa Beyin bir yaz tatilini tamamlayıp, görev ye­rine döndüğü gündü… Otobüsten indiğinde etrafındaki sessiz­lik dikkatini çekmişti. İçerisinde tarif edemediği tu­haf bir duygu vardı; karamsar, bezgin ve ürkütücü. Can sıkın­tısı had safhadaydı. Çantalarını aldılar. Yavaş yavaş yürü­ye­rek evlerine yöneldiler. Mustafa Bey yolda yürür­ken, hanımı Şeyma'ya dönerek:

-Çok canım sıkılıyor. Sanki çok kötü bir şey ola­cak­mış gibi geliyor, dedi.

Evlerine yaklaştıkça, Yükselen ağıt sesleri kulakları tırmalıyordu. Dikkatlice dinlemeye çalıştı. Ama olanları çözmesi mümkün olmadı. Kötü bir şeyin olduğu, ortalığı kaplayan seslerden belliydi.

Evlerine yaklaştıkça, ağlayan insanların sesleri çoğa­lı­yordu. Artık her tarafı kaplamıştı. Mustafa Bey olan biteni anlamak için adımlarını sıklaştırdı. Evlerine ulaş­tıklarında, biraz yukarıdaki evde kalabalık insan grupları bir iniyor, bir çıkıyordu. Komşularının evinde bir sıkıntı­nın varlığı belliydi.

Evlerinin önünde dikilen, ev sahibinin oğlu Ali’ye sordu:

-Ne oldu Ali?

-Yüksel ile Hasan.

-Ne olmuş onlara?

-Ölmüşler.

-Ne?! Ölmüşler mi?! Bizim öğrenciler, Yüksel ve Ha­san öyle mi?!

-Evet, hocam. Onlar ölmüşler.

-Ne zaman ölmüşler?

-Öğleye yakındı.

-Nasıl olmuş?

Yüksel ve Hasan ile aynı sınıfta olan Ali anlatmaya başladı. Anlatırken de gözyaşları damlıyordu yanakları­nın üzerinden:

-Sabahleyin mahallenin çocuklarıyla beraber oy­na­maya gitmişler. Kanalet fabrikasının yukarısındaki arsada kanaletler var ya!

-Evet.

-İşte oradaki kanaletlerin üzerinde oynuyorlarmış. En üstteki kanaletin üzerine iki tane çocuk çıkmış. Sal­lanmış­lar; oynamışlar. İşte o anda en üstteki kanalet düşmüş. Aşağıda oynayanlardan Yüksel ile Hasan kanaletin al­tında kalmışlar. Kurtulamayarak ölmüşler. Başlarının üze­rine düştüğü için başları ezilmiş.

Mustafa Bey çok üzülmüştü. Kendi öğrencilerinin ölümünü duymak, onu çok sarsmıştı. Bir anda daldı gitti. Ne içeriye girebiliyordu. Ne de hareket edebili­yordu. Ka­pının önünde öylece kala kaldı. Yaşlarla doldu göz­leri. Yaşlı gözlerle baktı kaldı önündeki bir noktaya.

Şeyma Hanım elindeki çantaları alarak eve girmişti. Mustafa Beyin bundan haberi bile olmamıştı. Yanın­daki Ali’ye dönerek:

-Cenazeler kabre gömüldü mü?

-Hayır hocam.

-Cenazeler şimdi nerede?

-Savcı inceleme yapıyormuş. İnceleme bittikten sonra kaldırılacakmış.

Bu esnada yoldan geçen bir kamyonetin üzerin­deki teneşir tahtasına ve tabuta takıldı gözleri. Ve şöyle bir­kaç ay öncesini düşündü. “Ah Yüksel, ah!” diye mırıl­dandı. Yüksel ile bir hayli ilgilenmişti. Daha önceki du­rumlar­dan dolayı Yüksel’in babasının olmadığını öğ­renmişti. Sonra da başına gelen kazayı yakından gör­müştü. Kan­lar içeri­sindeki Yüksel’i kucaklayarak, sağlık ocağına götürmüştü. Bu olaylar sebebiyle Yüksel’i ya­kından tanıma imkânı bulmuştu.

Şimdi de ölümünü görmek onu yıkmıştı. Bir müd­det yoldan geçen kamyonetin üzerindeki tabutu takip etti gözleriyle. Sonra da “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn” ayetini okudu sessizce.

Sabahleyin diğer çocuklar gibi koşup eğlenen Yük­sel ve Hasan, hemen evlerinin yakınındaki ebedî istira­hatgâh olan mezarlığa hazırlanıyordu. Bir taraftan su­ları ısıtılıyor, diğer taraftan “salâ” sesi yükseliyordu. Salâ oku­yan şah­sın yanık sesinden duygulanmamak imkân­sızdı. Hüzne hüzün katıyordu.

Anlaşılan, savcılık da işini tamamlamıştı. Gündüzün ışıkları da nöbetini tamamlamış, akşamın karanlığına nö­bet teslimi yaptığı bir an olmuştu. Tıpkı ölenlerin dünya nöbetlerinin sona ermesi gibi.

Akşamın telâşı içerisinde insanlar, cesetleri kabre gömmek için koşuşturuyorlardı. Aşırı sıcak olması sebe­biyle cenazelerinin defnedilmesinin daha uygun olacağı kanaati oluşunca, bütün işlemler hızlandırıldı.

Mustafa Bey de bu kargaşanın içerisinde, çocukla­rın yakın olan evleri arasında gidip gelmeye devam edi­yordu. Fırsat buldukça da ailelerini teskin edici ko­nuş­malar yapı­yordu.

Yüksel, yıllarca öz baba sevgisini göremeden, ba­şına gelen onca sıkıntı ve zorluğun arkasından terk et­mişti bu dünyayı…

Hasan; bir dediği iki edilmeyen, gözlerinin içine ba­kılan, evin tek oğlu…

Her iki aile de perişan, üzüntülü ve huzursuz. Ama ölüm de bir gerçek. Hem de inkârı mümkün olmayan bir gerçek.

Bu gerçeğe alışmaları zor olsa da, kabullenmeleri güç olsa da, bu düşünceye kendilerini inandırmak zo­runda­lar. İşte bu maksatla çocukların ailelerine telkinde bulu­nan Mustafa Bey, sabır tavsiye ediyordu. “Bu tür du­rumlarda Müslüman’ın sabırlı davranması ve meta­neti elden bırak­maması, görevleri arasındadır. Allah sab­re­denlerle bera­berdir.” diye teselli ediyordu.

 


YAŞANTIMIZI DÜŞÜNÜN

 

 

 

 

 

 

Zaman zaman imam hatip lisesindeki meslek ders­leri öğretmenleri, Müftülük ile beraber bir program çer­çeve­sinde camilerde yürütülen vaaz ve irşad faaliyet­lerine katı­lırdı. Bu faaliyetler ramazan aylarında daha yoğun olarak devam ederdi. Müftülüğün tahsis etmiş olduğu vasıtalar ile köylere de gidilirdi.

Köylere gidildiği zaman köydeki insanların memnu­ni­yetlerinden doğan sevinçleri görmeye değerdi. Ne yapa­caklarını şaşırıyorlar, gelenleri memnun etmek için çok yoğun bir çabanın içerisine giriyorlardı.

İstenmediği hâlde, zorla ikramlarda bulunuyorlar. İk­ramlarını kabul etmediğiniz zaman, samimi düşüncele­rinden kaynaklanan bu tavırlarını beğenmediğinizi zan­nederek, kırgınlık gösteriyorlardı.

Mustafa Bey, değişik zamanlarda köylere gidiyordu. Köylüler ile hasbıhâlde bulunuyordu. Onlara vaaz edi­yordu. Bu iş çok hoşuna gidiyordu. Birilerine bir şeyler anlatmak, öğretmek onu mutlu ediyordu...

Bir defasında vaaz edip, kürsüden aşağı inmeye ça­lı­şıyordu. Cemaatin içerisinden kalkan yaşlı bir adam, Mustafa Beyi kucaklayıp, sarılmıştı boynuna:

-Allah razı olsun, diyordu. Bir taraftan da ağlıyordu hıçkırıklarla. Gözünden akan yaşlar, uzunca sakalından damlıyordu.

O insanlarla sohbet etmek, onları dinlemek, onlarla beraber olmak insanlara çok şey kazandırıyordu.

*  * *

 

Vaaz sadece köylerde yapılmıyordu. Zaman zaman ilçe merkezindeki camilerde de vaaz ediliyordu. Büyük camide vaaz etme sırası Mustafa Beye gelmişti. Vaaz et­meden önce konuşması gereken hususları düşündü. Ge­rekli araştırmalarını yaparak, hazırlıklarını tamamladı.

Nihayet vaaz kürsüsüne çıkıp oturmuştu. Camideki cemaatin sayısı bir hayli fazlaydı. Birazcık heyecan duydu. Cemaate şöyle bir baktı. Birçoğu gözlerini kür­süye dikmiş, bir şeylerin anlatılmasını istiyordu. Camide bulu­nanların çoğunluğu, yaşları ilerlemiş olan insan­lardı.  Ya diğerleri neredeydi? Acaba onlar da camiye gitmek için yaşlarının ilerlemesini mi bekliyorlardı?

Cemaatin sayısı her geçen an çoğalıyordu. Mustafa Bey, mikrofonu kontrol etti. Sonra da başladı konuş­maya yavaş yavaş:

-Değerli insanlar!..

Âlemleri yoktan var eden, rızık veren, yaşatan, öldü­ren, her şeyde insanın üzerinde hükümran olan yüce Al­lah’a hamd olsun.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen, önderimiz olan, biricik sevgilimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e  salât-u se­lâm olsun.

Değerli mü’minler!..

Bugün sizlere, dilimizin döndüğü kadarıyla toplu­mu­muzda görülen bazı rahatsızlıklardan bahsetmek istiyo­rum. Bu sıkıntıların sebepleri nedir ve çözüm yolu nasıl olacaktır? İçinde bulunduğumuz zamanda insanla­rın dav­ranışlarındaki bozuklukların nelerden kaynaklan­dığını izah etmeye çalışacağım.

Şu an yaşadığımız hayatı bir düşünün...

Evde anne kızıyla, baba oğluyla diyalog kurup anla­şamıyor. Yine koca karısına laf anlatamıyor. Oğluna ve kızına söz dinletemiyor...

İşyerinde amir ile memur arasında, işveren ile çalı­şanlar arasında rahatsızlıklar var. Sosyal münasebetler sıfır noktasına gelmiş.

Birlik ve beraberliğimiz bozulma noktasına gelmiş...

Herkes kendi nefsi için çabalıyor. “Hep bana, hep bana” felsefesi geliştirilmiş...

Adam, kendisinin haklı çıkması için her şeyi mubah sayıyor.

İslâm, Müslüman’ı tarif ederken “Elinden ve dilin­den emin olunan kimsedir.” dediği hâlde komşusu, ta­nıdık ve yakınları ona güvenemiyorsa!... Söyleyin Allah aşkına, komşular birbirine güvenebiliyor mu? O za­man!.. Nerede İslâm’ın tarif ettiği Müslüman ve Müs­lümanlık?!

Yine Kur’an'a uygun olan ahlâk, Müslüman’ın şah­si­yeti için gerekli olan ana babaya, Müslümanlara iyilik düşüncesi toplumumuzda terk ediliyor. Yüce Allah “Al­lah’a hiçbir şeyi ortak koşmayın, Allah’a ibadet edin. Ana babanıza iyilik edin.” buyurduğu hâlde… Hatta ve hatta “Onlardan biri veya her ikisi yanınızda ihtiyarlarsa onlara ‘öf!..’ bile demeyin.” uyarısına rağmen ana baba horlanı­yor, hiçe sayılıyor, onlara iyi  davranılmıyor, sanki onlar fazlalık olarak görülüyorsa, Allah’ın emrine karşı geliniyor demektir...

....

Mustafa Bey camideki cemaatin ilgisini çekmişti. Ko­nuşması pür dikkat dinleniyordu. Kürsünün tam kar­şısın­daki sütuna dayanmış birisi gözüne takıldı. Yılların ağırlık ve yorgunluğu her yönüyle belli olan bu ihtiyar hiç dur­madan gözyaşı döküyordu. Kocaman çerçeveli, kalın camların arkasından dökülen damlalar, uzunca sakalın­dan dizlerine dökülüyordu. Mustafa Beyin ko­nuşmaları­nın hemen hepsinde “Doğru söylüyorsun.” anlamında başını sallıyordu. Belli ki kendi sıkıntısını dile getiren Mustafa Beyin konuşmasından çok etkilenmişti.

Mustafa Bey konuşmasına devam etti:

-Değerli inananlar!..

Aslında ana babanın İslâm’ın kurallarına aykırı ol­ma­yan isteklerinin yerine getirilmesi gerekiyor.

Böyle durumlarla karşılaşmayı istemiyorsak, ki hiç­bi­rimiz istemeyiz, çocuklarımızın eğitim ve terbiyesine çok önem vermeliyiz. Huzur ve saadet isteniyorsa, on­lara ge­rekli olan iman ve amel düşüncesini yerleştirmemiz gere­kiyor.

Şimdi yaşı ilerlemiş kardeşlerimize, büyüklerimize sor­sak, şikayetçi olacaktır. “Şimdiki gençler saygısız, bü­yükle­rine hürmetli değiller.” gibi ifadeler kullanacaktır.

Çocuklarımız kendi öz kültüründen uzak, manevî de­ğerlerimizi hiçe sayar bir şekilde yetişirse, sana da saygı göstermez, kendisine de! Saygı göstermesi için Allah’ın emrini öğrenmesi lazımdı. Öğretmek lazımdı.

Acaba bizim çocuğumuz neden İslâm'dan habersiz­dir? Neden Kur’an-ı Kerim’i merak etmez? Neden ye­gâne ör­nek insan olan Hz. Peygamber (s.a.v.)’in haya­tını ve ha­yat tarzını öğrenmez?  Neden?

Hiçbir anlam ifade etmediği hâlde pop, rak, caz... vb. müzik parçalarının sözlerini ezberleyen bu ço­cuğumuz, neden, kurtuluş yolu olan Kur’an'ı öğrenme gibi bir niyet taşımaz?

Şarkıcıların, aktrislerin, futbolcuların hayatlarını öğ­re­nen, hatta kaç lira transfer ücreti aldığını, kilosunu, bo­yunu ve hatta ayakkabı numarasını öğrenen bu ço­cuğu­muz, kendisine ebedî mutluluğu sağlayacak olan İslâmî düşünceden, İslâmî kültürden neden uzaktır? Ni­çin İslâmî kaideleri öğrenmek için gayretli değildir?

Mustafa Bey cemaatle olan bağı tam yakalamıştı. Herkes onu dinliyordu. Hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Belli ki Mustafa Beyin hitap şekli farklı gelmişti. Dinle­yenlerden bazıları gözlerini Mustafa Beyden hiç ayırmı­yordu. Gözle­rinden mutluluğun izleri fışkırı­yordu. “Söyle be hocam! Söyle de benim oğlan duy­sun.” der gibi istek dolu bakış­larla kürsüde oturan Mus­tafa Beye yönelmiş­lerdi.

Mustafa Bey konuşmasına devam ederken cami de dolmuştu. Cemaat, safları sıklaştırması için uyarılıyordu.

-Müslümanlar!..

Bunun sorumluluğu kime aittir? Çocuklarımız bu hâlde iseler bunları bu hâle kim getirdi?

Konuşmamın başında söylediğim gibi, bu problem­le­rin ortaya çıkışının ana sebebi, Kur’an ahlâkının ha­yatı­mızda yer etmemesidir.

Kur’an'ın ahlâkı ile ahlâklanmayan toplumlarda sı­kın­tılar eksik olmaz. Birbirini takip eder gider.

İslâm’da sıla-i rahim (yakın akrabayı ziyaret) emre­dil­diği hâlde akrabalar birbirlerinden kaçıyor.

Ömrü, iyilik ederek değerlendirmek emredilirken, kötülük yapmak için yarış yapılıyor.

Allah’a kul olmak gerekirken, gelip geçici, nefse hoş gelen arzu ve istekler, mal-mülk, makam ve mevki pe­şinde koşuluyor.

İnsan Allah’a ibadet için yaratıldığı hâlde şeytanın se­sine kulak vererek, şeytanlaşıyor. Allah’a isyan ediyor.

“Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” düstu­runa kulak tıkanıyor.

Verilen nimetlere şükür yerine küfür  yapılıyor.

“En üstün olanınız, Allah’tan en çok korkanınızdır.” denirken, zenginlik ile makam ve mevkiiyle üstünlük tas­lanıyor.

Akrabalık, komşuluk, sosyal münasebetler zayıfla­mış vaziyette.

Sizlere bir örnek vererek, konuşmamı tamamlamak istiyorum: Günlük hayatımızda kullanmış olduğumuz, âlet ve makinelerin yanında bir kullanma kılavuzu ve­rirler. Bu kullanma kılavuzunda o âletin, hangi şartlarda kullanıl­ması gerektiği yazılıdır.

Bu kılavuzu, o âlet ya da makinenin projesini çizen­ler hazırlar. Çünkü o âletin hangi şartlarda kullanılırsa daha fazla faydalı olacağını onlar bilirler. Yapılış amacı doğrul­tusunda kullanılması için bu kılavuz hazırlanmış­tır. Bu âletten verim alınmak isteniyorsa, mutlaka bu kıla­vuzda yazılan esaslar dahilinde kullanılması gerekir. Kul­lanma kılavuzunun dışında kullanılmaya kalkılırsa isteni­len ran­dımanın alınması veya uzun ömürlü olması söz konusu olamaz. Zaten bu şartlar dahilinde kullanı­lırsa “garanti” kapsamında kabul edilir.

Âlemlerin Rabbi olan Cenab-ı Hak, insanı hiç yok­tan var etti. Yaratıcısı olarak, insanı en iyi bilen O’dur. İnsa­nın nasıl yaşaması gerektiğini, nelere uygun hareket et­mesi gerektiğini de Kur’an-ı Kerim’de bildirmiştir. Yani insa­nın, yaratılış gayesi doğrultusunda yaşaması için Kur’an-ı Ke­rim kılavuz olarak gönderilmiştir.

İnsanoğlu, Kur’an-ı Kerim’in istediği gibi yaşamazsa, kılavuza uygun olarak yaşamazsa, yaratılış gayesinin dı­şına çıkmış olur. Böyle bir durumda da mutlu ve hu­zurlu bir hayat yaşaması mümkün değildir. Çünkü kıla­vuzda anlatılan şartlara uygun yaşamamıştır. Yani “ga­ranti” şartlarını ihmal etmiştir. Böylece “garanti”den istifade edemeyecektir.

İşte değerli mü’minler!..

Yaratılış gayesi doğrultusunda yaşayarak, kazançlı kullardan olmamız gerek. Allah’ın rızasına ulaşmak için yaşayan kullardan olmamızı niyaz ediyorum. Ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn…

Konuşmasını tamamlayan Mustafa Bey, dinleyenle­rin memnun ve mesrur olduklarını görünce, gönül ra­hatlığı içinde, bir şeyler anlatmanın mutluluğunu yaşaya­rak, kür­süden indi.

* * *

 

Namaz bittikten sonra cemaat camiden çıktı. Mus­tafa Bey, caminin görevli imamı ile birkaç dakikalık hâl hatır sorma muhabbetinden sonra dışarı çıktı. Henüz birkaç adım atmıştı. Birkaç kişinin bulunduğu gruptan birisi:

-Hocam bir dakika! dedi.

Mustafa Bey bu çağrı ile durdu. Geriye dönüp bak­tı­ğında, birisinin kendisine doğru geldiğini gördü:

-Buyurun.

-Hocam, biraz konuşabilir miyiz?

-Tabii, tabii buyurun.

Olumlu cevap alan şahıs, Mustafa Beyin koluna gire­rek, samimi bir şekilde, caminin yan tarafında bulu­nan, üç tarafı açık, değişik sergi ve yastıklarla döşenmiş olan, ge­nelde namazlardan önce ve sonra ihtiyarların otur­duğu, üstü kapalı yere doğru götürdü. Yerde serili bulu­nan ki­limlerin üzerine oturdular. Yüksekçe bir yerde bu­lunan caminin bu oturma yerinden ilçenin manzarası bir hari­kaydı.

-Hocam, siz beni tanımazsınız. Benim kızım var si­zin okulda.

-Ya, öyle mi?!

-Evet. Naciye benim kızım. Okula birkaç defa gel­dim; ama sizinle görüşmek nasip olmadı.

-Böylece tanışmış olduk.

-Benim çocuk her gün sizden bahseder. Sizi çok se­vi­yor.

-Sağ olsun.

-Hocam, sizinle tanışmak ve konuşmak için geldim. Allah razı olsun. Çok güzel anlatıyorsunuz. Çok etkile­yici anlatıyorsunuz. Şahsen ben çok etkilendim. Ken­dimi ağ­lamamak için zor tuttum. Çocuklarımız üzerinde gere­ken özeni gösteremiyoruz. İyi yetiştirmek için gay­retli olmuyo­ruz. Ama ne yapacaksınız. Dünya telâşı insanı bu hâle getiriyor.

Konuşmalarından kültürlü birisi olduğu anlaşılan şa­hıs, konuşmaya devam etti:

-Bizim buranın halkı böyledir işte! Namazını kılar. Hırsızlık yapmaz. Pek kavga da etmez; ama zaman za­man içki içer, kafa çeker. Bunu halkın tamamı için söy­lemiyorum. Genelde gençler bu yapıda.

-Ben pek rastlamadım. Ama öyle olduğunu birkaç ki­şiden daha önce de duymuştum.

-Sen burada durdukça, zaten herkesi tanıyacaksın.

-İnşallah.

-Pek konuşmuyorsun hocam? İçerde çok iyi konu­şu­yordun.

-Belki de yorulmuşumdur.

-Doğru, doğru. İstersen şu aşağıdaki çay ocağına gi­delim. Hem çay içeriz, hem de konuşuruz.

-Olur, gidelim.

Kalktılar oturdukları yerden. Dik olan merdivenler­den aşağıya indiler. Merdivenlerin tam karşısındaki bak­kalın sahibi Hasan amca seslendi:

-Hocam buyurun, size bir şeyler ısmarlayayım!

-Teşekkür ederiz Hasan amca, belki daha sonra!

-Siz bilirsiniz.

Yollarına devam ettiler. Biraz aşağıda bulunan çay ocağına kadar yürüdüler. Küçük bir masanın yanına iki sandalye çektiler ve oturdular. Konu konuyu açıyordu. Bir ara yarı şaka yarı ciddi şunları söyledi:

-Hocam, kendine dikkat et. Konuşmalarına da dik­kat et.

Mustafa Bey telâşla sordu:

-Ne oldu?.. Hayrola?

-Yok canım, öylesine söyledim.

-Pek öylesine söylenmiş bir söze benzemiyor. Yoksa bir şey mi oldu?

-Yok yok! Her yerde olduğu gibi burada da müna­fık tipli insanlar var. Konuşmalarınız hoşuna gitmezse her şeyi yapabilirler.

Mustafa Bey, samimi bir şekilde konuşan bu şahsın konuşmalarına daha da ilgi göstermeye çalıştı:

-Mesela ne yapabilirler?

-Bir şey yapacaklarından değil. Kendilerinin varlıkla­rını kabul ettirmeye çalışırlar. Duydunuz mu bilmiyorum. Sen gelmeden önce burada bazı olaylar oldu.

-Neler oldu?

-İki tane öğretmen…

Mustafa Bey bu olayı daha önce birkaç kişiden duy­muştu. Ama bir türlü detaylarını öğrenememişti. Bu olay­dan bahsedilince, öğrenme arzusuyla sorular sor­maya başladı. Çünkü anlatılandan, çok önemli şeylerin oldu­ğunu düşünüyordu.

-Ne oldu iki öğretmene?

-Daha önceki senelerde, imam hatip lisesinden iki tane  öğretmeni tutukladılar.

-Nasıl oldu bu olay?

-Valla nasıl olduğunu bilmem.

-Durup dururken mi tutukladılar?

-Hemen hemen öyle bir şey!

-Nasıl yani?

-Bu öğretmenlerin, öğrencilerle ilgilenmesinden, on­lara kitap okutmalarından rahatsızlık duyanlar şikayet etmişler. Okulu karıştırmak isteyenler vardı. Okulun hu­zur içinde eğitim yapmasından rahatsızlık duyanlar vardı. İşte onlar!..

-Eee sonra?

-Yine o hocalarımız da senin gibi camilerde vaaz veri­yorlardı. Camideki konuşmalarından hoşnut olma­yanlar laf üretiyorlardı. Ama halk, o iki öğretmeni de seviyordu.

-Sonrasında ne oldu?

-Bu hocalardan birisi Ispartalı, diğeri de her hâlde Trabzonlu idi. Çocukları yetiştirmek için çok uğraştılar. Ama sonuç, yaptıkları kadar güzel olmadı. Bir gün cuma namazından çıkmıştık, biraz önce senin konuştu­ğun cami­den. Camiden, namazı kılıp çıkan bu iki ho­camızı alıp götürdüler.

-Hiç kimse bir şey demedi mi?

-Hiç kimseden çıt çıkmadı.

-Ama biraz önce, onları halkın çok sevdiğini söy­le­miştin!

-Seviyorlardı. Bizim insanımız böyle şeylere karış­maz.

-Niye alıp götürdüler?

-Daha önceden şikayet etmişler. İrtica hareketleri ya­pıyorlar diye!

-Vay bee! Ya daha sonra?!

-Sonra hapse attılar.

-Hapiste de mi yattılar?

-Yattılar. Bir ay kadar içeride kaldılar.

-Halktan, öğrencilerden hiç kimse bir şey demedi mi?

-Demedi. İlk günlerde birkaç öğrenci velisi “Hocala­rımıza sahip çıkalım.” falan dediler. Sonra da unutulup git­tiler.

Mustafa Bey derin düşüncelere dalmıştı. Bir anda kendisini onların yerine koydu. Psikolojik olarak ne ka­dar çok yıpranacağını hissetti. Hanımlarının ve çocukla­rının durumu daha da zordu.

Bu öğretmenler ne yapmışlardı da hapse atılmışlardı? Hem de sorgusuz sualsiz. Demek ki kendi öz yurdunda bile kendi dininin gerekliliğini ve gereklerini anlatmanın neticesi bu olacaktı, diye mırıldandı.

-Ne demiştin hocam?

-Yok, yok. İşte öylesine kendi kendime söylemiştim.

Yıllar sonra anlatılan bu olay, Mustafa Beyi hayli dü­şündürmüştü. Kendisini onların yerine koyup dü­şün­müştü. Kim bilir, belki de kendisinin de başına böyle bir şey gelebileceğini düşünerek olaylara kendisini hazırlı­yordu. Tabii ki, bu tür olaylar, bir kenara çekilip kendi hâline kalmasını gerektirmiyordu. Zira dini an­latma mü­cadelesinin içinde olan herkesin başına bu türden olaylar, hatta daha fazlası da gelebilirdi.

Mustafa Bey karşında oturan şahsa gözlerini dikti:

-Ya sonrası?

-Bu olaydan kısa bir süre sonra ikisi de gitti. Birisi Van’a, diğeri her hâlde Ağrı’ya.

-Desene sürgün... Hocalara yazık olmuş. Olmaz böyle şey.

-Hocam haklısın. Hem de çok haklısın. Ama bu­rada bu tür problemler hep oluyor. Bunlardan önce de öğ­ret­menlerin birçoğu soruşturma geçirmişti.

-Eee!..

-Birçoğunu sürdüler. Başka başka yerlere tayinleri çıktı.

-O zaman burası epeyi vukuatlı bir yer!

-Bir açıdan öyle sayılabilir.

-Düşünebiliyor musun? Adamlar kalkıp geliyorlar. Sizlere hizmet etmek için, çocuklarınızı yetiştirmek için. Sevdiklerinden ayrılarak geliyorlar. Bir çok fedakarlıkta bulunuyorlar. Karşılığında neler görüyorlar? Nelerle kar­şılaşıyorlar? Benim mantığım bunu anlamakta zorla­nıyor.

-Hocam, doğru söylüyorsunuz. Ama maalesef bun­lar oluyor. Olmaması gerekiyor; ama ne yaparsın?

-Bugün bunların başına gelenler, yarın da benim ba­şıma gelebilir. Hatta daha kötüsü de başımıza gelebi­lir. Ama niye gelsin?

Bu arada çaylar tazelenmişti. Karşılıklı sohbet de­vam ediyordu. Mustafa Bey, iki öğretmenin başına ge­lenleri dinledikçe ve düşündükçe, üzüntüsü artıyordu. Sıkıntılı bir hâli vardı. Müslümanlar, kardeşlik gereği, diğer Müslü­man’ın sıkıntısı ile üzülmeliydi. Sevinçlerini de paylaşarak sevinmeliydi! Ama, günümüzde Müslü­manlar bu haslet­lere hasret kalmışlar. Kendi çıkarların­dan başka­sını düşünemez olmuşlar. Bana dokunmayan yılan bin yaşa­sın felsefesi ile hareket eder olmuşlar, di­yerek dü­şündü.

“Müslüman elinden geliyorsa eliyle, gücü yetmiyorsa dili ile, ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğz etmek sûre­tiyle kötülüğe engel olmaya çalışmalı­dır.” hadisini hatır­ladı.

 

 


 MUSTAFA BEY

 

 

 

 

 

 

Mustafa Bey, çok hareketli bir hayat yaşıyordu. Okul­daki günlerinde, öğrencilerle ilgileniyor, dersleri ve tenef­füsleri çok yoğun geçiyordu. Öğrencilerini dinli­yordu; onların dert babası olmuştu. Onların prob­lemlerini çöz­meye çalışıyor, yardımcı oluyordu. Yorucu olmasına rağ­men yaptıklarından dolayı çok mutluydu.

Öğrencilerin kitap okumasının gerekliliğini her defa­sında dile getiriyordu. Onların kitap alması ve kitap oku­ması için tavsiyelerinin yanında bazı tedbirler alı­yordu. Öğrencilerin kitap alıp okumasından rahatsızlık duyanla­rın sayısı birkaçı geçmemesine rağmen, bir hayli yoğun ça­lışmaları sebebiyle etkin hâle geliyorlardı. Öğ­rencilerin kitap okumasından memnun olmaları gerekir­ken, onların kültürlü olmalarını istemeyen bir tavırla kitap okumaları­nın önüne geçmeye çalışıyorlardı.  Böyle düşünmelerinin ve davranışlarının mantığını an­lamak mümkün değildi. Bu insanlar dünyaya dar bir çerçeve­den bakıyorlar. Ge­niş olan bir dünyayı, kendi inandık­ları doğrular ile sınırla­maya çalışıyorlardı.

Hatta bir defasında Erdal Bey sınıfların birinde bir­kaç öğrencinin elinde dinî ağırlıklı roman türü kitap görünce:

-Çocuklar! Kaç kişi kitap okuyor? diye sormuş, sı­nıf­tan bir hayli parmak kalkmıştı. Çocukların okumak için yanlarında bulundurdukları kitapları tek tek incelemiş, sonra da:

-Çocuklar! Siz hep aynı tip kitaplar okuyorsunuz. Bu çok yanlış! Değişik türde kitaplar okuyun. Tek yönlü ye­tişmeyin(!)... diyerek, bu tür kitapların yarar sağlama­ya­cağı imasında bulunmuştu.

Sanki kendisi çok fazla, değişik türde kitap oku­muştu da böyle konuşuyordu. Aslında niyetinin başka olduğu, konuşma ve davranışlarından anlaşılıyordu. İslâmî konu­ları işleyen kitaplara açıktan tavır alamadığı için bu tür taktikleri deniyordu.

Mustafa Bey, bu konudaki hassasiyetini her zaman için koruyordu. Kendi öğrenciliği döneminde, hocaları­nın hediye etmiş olduğu kitaplar sebebiyle ne kadar çok se­vindiğini hiç unutmuyordu. Bu sevinci başkaları­nın tatma­sını istediği için zaman zaman değişik öğren­cilere kitaplar hediye etmeyi ihmal etmiyordu. İslâm'da hedi­yeleşmenin öneminin çok büyük olduğunu bili­yordu. Zira, hediye­leşme insanlar arasındaki sevgi bağ­larının güçlenmesine, kardeşlik duygularının üstün gel­mesine sebep oluyordu.

Mustafa Bey, gittiği yerlerde, kendisine söz düşmüş ise Müslüman’ın yaşantısının nasıl şekillenmesi konula­rında konuşmaya çalışırdı. Müslüman’ın gündeminin İs­lâm ile oluşması gerektiğini biliyordu. Bu sebeple de de­vamlı olarak bir şeyler anlatma, bir şeyler öğretmenin gayreti ile hareket ediyordu.

Gerek çocuklarla konuştuğunda, gerekse büyüklerle konuştuğunda “onların akıllarının kavrayacağı şekilde” anlatmaya çalışırdı. “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” hadis-i şerifini hiç ak­lından çıkarmazdı.

“Siz hepiniz çobansınız...” hadisinde geçen çoban ol­manın sorumluluğunu hissediyordu. Çobanlığı, onun boş durmaksızın çalışmasını çağrıştırıyordu.

“Her Müslüman’ın bildiklerini fiil hâlinde göstermesi esastır.” fikrinden hareket ederek, bildiği kadarıyla amel etmeye çalışırdı. Bildiklerini anlatması da onun görevleri arasındaydı. Bu sebeple, bulduğu her fırsatta, sıkıcı ol­madan, şartlar uygun olunca dinî konuları anlatırdı.

Zaman zaman komşularda halk ile yapılan soh­bet­ler, istekler doğrultusunda düzenli ve devamlı hâle gel­mişti.

Fırsatını buldukça da camilerde vaaz etmeyi ihmal etmiyor, gazetedeki köşe yazılarına da devam edi­yordu. Düşünebildiklerini yazıya dökebilmenin gayre­tiyle yazı­yordu... Kendi düşündüklerinin başkaları tara­fından da okunarak istifade edilecek noktaları varsa, yararlansınlar düşüncesiyle yazıyordu.

Düğünlerde ve diğer topluluklarda, şayet bulunu­yorsa, dili döndüğünce bildiklerini anlatıyordu. İnsanla­rın inandıkları; ama tanımadıkları dinin özelliklerini an­latı­yordu.

İnsanların birçoğu, dinlerinin isteklerinden habersiz inanmaktadır. Ana babasından duymuş olduğu kada­rıyla yaşamaya çalışmaktadır. Geleneksel bir din anlayı­şının hakim olduğu insanlar, Mustafa Beyin anlattıkları ile ken­dilerini sorgulamaya başlıyorlardı.

Mustafa Bey durmadan, bıkmadan ve usanmadan bildiklerini başkalarına aktarmanın gayretiyle hareket edi­yordu.

Bunları yaparken de bazen sıkıntıya düşüyordu. Bu sıkıntının boyutu zaman ve şahıslara göre değişiyordu. Zaman zaman psikolojik baskı altına alınmaya çalışılı­yor, bazen de huzurunu kaçıracak olaylar oluyordu.

 


O GÜN (!)

 

    

 

 

 

 

Kışın henüz çıkıp gitme hazırlığı yaptığı mart ayında, baharın müjdecisi gibi parlayan güneş ışıkları altında ge­çen bir ders günü daha sona ermişti. Öğren­ciler son der­sin bitmesiyle birlikte evlerine gitmenin telâşıyla okulu terk ettiler.

Kararlaştırıldığı gibi, okulun arka bahçesindeki be­ton zemin üzerindeki sahada voleybol oynamak üzere öğret­menler ve öğrencilerden bazıları okulda kaldılar.

Baharın belirtilerinin sergilendiği bu güzel günden is­tifade edebilmek ve biraz da spor yapmak için kalan öğ­retmenler arasında Mustafa Bey de vardı. Zaten Mustafa Bey spor yapmayı severdi. Futbol, basketbol, voleybol ve masa tenisi sporlarını bazen öğrencilerle ve bazen de di­ğer öğretmen arkadaşlarıyla beraber yap­maya çalışırdı. Vü­cudun sağlığının korunması açısından bunu çok önemli görürdü.

Özellikle öğrenciler, Mustafa Bey ile beraber futbol oynamak için can atarlardı. Mustafa Bey de bu istekleri kırmazdı. Öğrencilerini bu esnada da eğitmeye çalışırdı. Örnek olmanın telâşını taşırdı.

İşte bugün de öyle oldu. Öğrencilerden bir kısmı eşofmanlarını giydiler. Öğretmenlerden birkaç tanesi de spor kıyafetlerini giyip, voleybol sahasına indiler. Mak­satları birazcık ter atmak ve kalan zamanı sporla değer­lendirmekti.

İki takım oluşturdular. Öğretmenler ve öğrenciler­den karma olarak oluşturulan bu takımlar, karşılıklı ola­rak sa­halara yerleştiler. Bir diğer öğretmenin hakemliği nezare­tinde oynamaya başladılar. Zaman zaman saha­nın kena­rında seyirci olarak dikilen öğrencilerin alkış sesleri yükse­liyordu. Bunların alkışları oyunun şeklini etkiliyordu. Bir günün neticesinde oluşan yorgunluk ve stresi böylece atmaya çalışıyorlardı. Bu oyunlara bazen okul idarecisi olan öğretmenler de katılıyordu. Ama bu gün henüz ka­tılmamışlardı. Bu sebeple, arada bir, ikinci kattaki öğret­menler odasının penceresine gözler kayı­yordu.

Nihayet on beş dakika kadar bir zaman geçmişti. Oyuncular, oyuna yeni ısınmışlardı. Bir anda, tam kar­şılarında bulunan öğretmenler odasının boydan boya büyüklüğündeki penceresine takıldı gözleri Mustafa Be­yin.

Gördüğü şahıslardan dolayı bir anda morali bo­zuldu. Pencereye gözleri çakılı kaldı. Pencereden saha­daki oyuncuları seyreden şahıslar, o ana kadar okula ziyaret maksadıyla da olsa hiç gelmemişlerdi. Sonra geldikleri vakit de ziyaret için uygun değildi. Pencere­den bakan şahısların kendisini gözlediklerini ve birbirlerine göster­diklerini hissetti.

Bir anda yüreği cız etti. Olacakları hissetmişti sanki. O anda, yaşanmış zamanı geriye doğru düşündü.

Sevda Hanımın, dersinde olduğu sınıfı dışarıdan, pencerenin köşesinden gözetlediğini, izlediğini... Erdal Beyin sinsi tavırlarını... Kürşat Beyin uyarılarını... Kürşat Beyin yapmacık davranışlarını... Camideki ko­nuşmala­rını... Camiden alınıp götürülen öğretmen­leri... Öğrencile­rin ilgisini... Akşam sohbetlerini...

Bu düşünce turundan sonra, hissettiklerini bir ke­nara bırakmak istedi. Ama bir türlü bırakamıyordu. Daha doğ­rusu düşünceler onu bırakmıyordu. Hiçbir şey yokmuş gibi voleybol oynamaya devam ediyordu. Ama içindeki duygu çalkantılarını dindiremiyordu.

-Acaba?

-Yoksa?

-Öyle mi olacak?

-Beni şikayet mi ettiler?

-...

Gibi düşüncelerden dolayı oyundan kopmuştu. Fi­zikî olarak beton zeminin üzerindeydi. Ama zihinsel faa­liyet­leri onu başka taraflara çekip götürüyordu. Zira öğ­ret­menler odasından bakan gözlerin hedefe kilitlenen füze gibi ken­disinin üzerinde olduğu açıkça belli olu­yordu.

Ne olacağını kestiremediği için kendi kendisine so­ru­lar soruyordu. “Şüpheli düşüncelerle, böyle bir şeyin ol­masına imkân yok. Buna sebep olacak bir şey de yok.” diyerek heyecanını ve şüphesini yatıştırmaya çalıştı.

Bir müddet izledikten sonra öğretmenler odasının bo­yaları dökülmüş penceresinin camlarının arkasından kay­bolan şahıslar, Mustafa Beyin şüphelerini gidermek yerine iyice arttırmışlardı.

Kendisini pencerede izleyenlerden birisi ilçenin sav­cısı Günal Beydi. Günal Beyin fikrî yapısını, düşüncele­rini ve daha önceden açmış olduğu davaların özelliğini bilen Mustafa Bey, hangi maksatla gelmiş olacağı üze­rinde en­dişe duydu.

Bundan önceki zamanlarda ilçenin sahasında bera­berce futbol oynamışlardı defalarca. Oradaki davranış­ları da pek sempatik sayılamazdı. Herkese tepeden ba­kan bir edası vardı.

Sadece top oynarken karşılaşmış değillerdi elbet. İl­çe­nin ileri gelenleri ile birlikte öğretmen evinde otu­rurdu. Çoğu zaman eğitim müdürüyle kafa kafaya verir,  kağıt oyunları oynarlardı. Aralarından su sızmadığını da herkes biliyordu.

Öğretmenler odasının penceresinden bakanlardan bi­risi de karakol komutanıydı. Savcıyla karakol komu­tanın beraberce, akşamın yaklaştığı bir saatte okula gel­meleri dikkat çekici olduğu kadar, bir hedefinin olduğu hissini de uyandırıyordu. Karakol komutanının cana ya­kın davra­nışlarını daha önce defalarca görmüştü.

Henüz üç beş dakika geçmişti. Sahadakiler hiçbir şeyden habersiz olarak iştahla oynamaya devam edi­yordu. Şen şakrak oyun oynayan Mustafa Bey gitmiş, yerine durgun hareketsiz birisi gelmişti.

Bir müddet sonra okulun, beton zemine açılan arka giriş kapısından okulun müdürü Hüseyin Bey telâşlı bir şekilde çıktı. Voleybol sahasının yanına kadar geldi. Hafif ürkek ve titrek bir sesle:

-Mustafa Bey! dedi.

Bu sesi duyan Mustafa Bey, başını çevirdiğinde Hü­seyin Beyle göz göze geldi. Hüseyin Beyin bakışla­rından telâşlı olduğu anlaşılıyordu.

-Bana mı dediniz hocam?

-Evet, evet. Bir dakika gelebilir misiniz?

Mustafa Bey, yavaş adımlarla sahayı terk ederken, bi­raz önce içinden kopup gelen duyguların ne kadar doğru olduğunu bir kez daha anlamıştı. Bundan önceki haya­tında da bu tür duyguları hissettiği ve bu hissettiği duygu­ların gerçekleştiğini görmüştü.

-Hayrola hocam! Hayırdır inşallah.

Hüseyin Beyin anlamlı bakışları devam ediyordu. Ortada hoş olmayan bir durum vardı. İfadelendirilmesi güç bir durum…

-Hocam, bir dakika şöyle yürüyelim.

Okul müdürü Hüseyin Bey ile Mustafa Bey, okulun demirden olan arka kapısından koridora girdiler. Sonra da Hüseyin Bey konuşmaya başladı:

-Mustafa Bey, yukarıda savcı ile karakol komutanı var.

-Niye gelmişler?

-Niye geldiklerini bilmiyorum; ama seni görmek isti­yorlar.

-Beni ha!..

-Evet hocam, seninle görüşeceklerini söylediler.

-Neden görüşmek istediklerini söylediler mi?

-Hayır.

-Şu anda neredeler?

-Benim odamda. Seni bekliyorlar. Ben bir şey anla­madım zaten. “Mustafa Bey aşağıda voleybol oynuyor. Onunla görüşmemiz gerekiyor.” dediler. Ben de bu se­beple buraya geldim.

Mustafa Beyi şimdi de merak sarmıştı. “Acaba niye çağırıyorlar? Benimle ne görüşecekler?” gibi sorular zih­nini kurcalıyordu. Ama çok iyi şeylerin olmayacağını da kestiriyordu.

Hüseyin Bey ile birlikte koridorda konuşurlarken, bir taraftan da oyun oynarken bozulmuş olan kıyafetle­rini düzeltti. Ne yapması gerektiğini düşündü. Düşün­dükleri­nin hepsi hayali şeylerdi. Çünkü henüz niçin gel­diklerini bile öğrenememişti. Ne istediklerini öğren­mesi gereki­yordu. Öğrenebilmesi için de onların yanına git­meliydi. Hüseyin Beye döndü ve:

-Hocam, ne yapmamız gerekiyor?

-Valla hocam, bilmiyorum. Onu sen bileceksin.

-Yukarıdakilerin durumu nasıl? İyi bir maksatları ola­bilir mi?

-Pek sanmıyorum; ama...

Beraberce yukarı kata ağır adımlarla çıktılar, aşarak merdi­venleri birer birer. Salon gibi büyük olan koridor­dan, okulun girişinin hemen sağ tarafında bulunan mü­dür odasına yöneldiler. Müdür odasına girecekleri anda Mus­tafa Beyin gözleri okulun önündeki askerî cipe ta­kıldı. Askerî cipi görünce, zaten karışık olan düşünce­leri tufana dönüştü.

Hüseyin Beyin arkasından odaya girdi:

-Hoş geldiniz diyerek, ellerini sıktı. Boş bulunan kol­tuğa oturdu.

-Hayırdır inşallah. Benimle görüşmek istemişsiniz.

-Evet. Sizinle görüşmemiz gerekiyor, diyerek Hüse­yin Beye dönen savcı:

-Müdür bey müsaade ederseniz gidelim, dedi. Sonra da Mustafa Beye döndü:

-Sizinle senin eve kadar gideceğiz.

-Benim eve mi?

-Evet.

-O zaman gidelim.

Mustafa Bey, savcının eve gitme isteğine bir anlam verememişti. Ama makul karşılayarak olumlu cevap ver­mişti. Yine de sormadan edemedi:

-Ne var ki? Niye gidiyoruz?

-Yolda açıklarım.

Bu, baharı andıran mart ayının perşembe gününde, mutluluk dolu davranışlarla devam eden günün so­nunda, saatler 16:30’u gösterirken, savcı ve karakol ko­mutanının arasında ne olacağı belli olmayan bir meç­hule doğru gidi­yordu.

Ne olacağını bilmeden, nelerle karşılaşacağını bil­me­den gidiyordu öylesine! Hem de ne olacağını ikinci kez soramadan. “Gidelim!” dediler. O da gidiyordu şimdi.

Müdür beyin odasından çıktılar. Önce savcı, arka­sın­dan karakol komutanı, sonra da Mustafa Bey. Müdür bey kapıya kadar uğurladı.

Okulun merdivenlerini indiler. Kapının hemen önünde, ana yol üzerinde bekleyen askerî cipe doğru yü­rüdüler. Askerlerden bir tanesi koşarak cipin kapısını açtı. Mustafa Bey, binmeden önce, okula dönüp şöyle bir baktı. Sonra da savcı ile birlikte şoför mahalline bindi.

* * *

 

Nihayet askerî jandarma cipine binmişlerdi. Mus­tafa Bey rahat görünmeye çalışıyordu. Ama düşünce dünya­sında çalkantılar devam ediyordu. Anlamsız ve boş ba­kışları sağa sola kayıyordu.

Küçük bir manevra ile şehre doğru yönelen cip, ha­re­ket etti. Hareket ettiği sırada savcı, ceketinin sol cebin­den bir kağıt çıkardı. Kendi kendine baştan sona gözden ge­çirdi. Mustafa Beye dönerek:

-Şikayet var. Evinizi arayacağız.

-Şikayet mi var?

-Evet.

-Şikayetin sebebi ne?

-Şu anda bir şey söyleyemem.

Yukarıdan bakan bir tavırla konuşmalarını devam et­tiriyordu. Yüzü asık, hiç gülmüyordu.

Mustafa Bey tekrar sordu:

-Peki, arama izniniz var mı?

Mustafa Bey, mahkeme kararı olmadan şahısların evlerinin aranamayacağını daha önceden biliyor ve bu rahatlıkla soruyordu. Bu soruya cevabı biraz sertçe oldu savcının:

-Al. İşte bu! Oku! diye mahkeme iznini Mustafa Be­yin eline tutuşturuverdi.

Mustafa Bey kağıda göz attığında savcılığın isteği doğ­rultusunda, Sulh Ceza Hakimliği’nin arama izni oldu­ğunu anladı.

Bir ihbar var diyerek, arama izni alınmış, sonra da apar topar okula gelmişlerdi. Mustafa Beyi okuldan ala­rak cipe bindirmişler ve getirmişlerdi.

Bu konuşmaların yapıldığı sırada, ana caddenin üze­rinde bulunan sokak da çoktan geçilmişti. Mustafa Bey o kadar dalmıştı ki, kendi evinin bulunduğu soka­ğın geçildi­ğinin farkına bile varamamıştı:

-Şeyy... benim evi geçtik. Şu gerideki sokaktaydı.

Hiç kimseden ses çıkmıyordu. Komutanın emriyle cipi süren asker, geri döndü. Yukarı doğru çıkan, taş dö­şeli yoldan döndü. Mustafa Bey, evin önüne geldikle­rinde:

-İşte şu ev, dedi.

Daha cip durur durmaz, komutanlarının işaretiyle ar­kada bulunan sekiz asker atlayarak aşağı indiler. Ellerin­deki silahlarla evin etrafını sardılar. İki tanesi de kapının sağına ve soluna dikildiler.

Bu manzarayı görenlerin, çok önemli bir şeyin var ol­duğu zannına kapılmamaları mümkün değildi. Evin etra­fının askerler tarafından sarılmış hâlindeki manzarayı başka türlü yorumlamak da mümkün değildi.

Mustafa Bey arabadan indi. Arkasından da savcı indi. Mustafa Bey önde, savcı arkasında, kapının önünde hazır ol vaziyetinde duran askerlerin arasından geçerek, bina­nın dış kapısından içeri girdiler.

Mustafa Bey o anda çok tuhaf şeyler hissetti, kendi kendisine soruyordu:

-Ben ne yaptım ki, askerlerle evim sarıldı?

-Vatanı mı sattım acaba?

-Yoksa askere kurşun mu sıktım?

-Ben adam mı öldürdüm?

-Ben yetimin hakkını mı yedim?

-Devletin parasını mı hortumladım?

-Kendi hâline olan ben, çok büyük şeyler yaptım da farkında mı değilim?

-......?

-......?

Sorular birbirini takip ediyordu. Kendi kendine sor­muş olduğu bu sorulara cevap da aramıyordu.

Kısa holden geçerek, evin kapısına gelmişlerdi. Mus­tafa Bey şimdiye kadar böyle bir olayla hiç karşı­laşma­mıştı. Bu sebeple bir hayli tedirgin olmuştu. Aynı za­manda duygulanmıştı.

Cebinden çıkardığı anahtar ile kapıyı açtı. İçeride bulunan hanımı Şeyma'ya ikinci kattaki komşularına çık­masını söyledi. Şeyma Hanım apar topar evin arka kapı­sından çıkarak, yukarıda oturan komşularına gitti.

Mustafa Bey kapıyı tamamen açarak, savcıyı eve da­vet etti. Giriş kapısının tam karşısında bulunan misafir odasına geçtiler.

Savcının yanında, savcılığın kâtibi elindeki koca­man bir daktilo ile odaya girdi. Karakol komutanı da iki as­kerle. Savcı askerlerin çıkmalarını isteyince, komutan:

-Dışarıda bekleyin! dedi.

-Emredersiniz komutanım! diyerek erler dışarıya çık­tılar.

Savcı içeriye girer girmez, gözleriyle etrafı kolaçan etmeye başladı. Dönüp dolaşıp kitapların dizili olduğu raflara bakıyordu.

-Her hâlde kitaplar ile bir derdi var, diye iç geçi­ren Mustafa Bey, ev sahibi olmanın gereklerini de ihmal et­mek istemiyordu:

-Ne içersiniz? Kahve yaptırayım mı sizlere?

Karakol komutanı olumlu düşüncelerle bakarken, savcının anlaşılmaz tavrı devam ediyordu:

-Hayır. Olmaz.

Mustafa Bey, bu tavrın nedeninde kasıt olduğunu dü­şünmeye başlamıştı. Savcının böyle davranmasının an­lamsızlığını düşünüyordu.

Evin aranması ise mesele, zaten aranacaktı. Yok, gö­rev anında çay ve kahve kabul edilmiyorsa, o hâlde ta­mam! diyecek oldu. Ama söylenmemesinin daha uy­gun olacağı kanaatine vardı.

Savcı kâtibi, elindeki kocaman daktiloyu, odanın pencere köşesinde bulunan masanın ortasına yerleştirdi. Savcı hâlâ ayakta dikilip bir o yana bir bu yana bakı­yordu:

-Savcı bey, şöyle oturun, diye kanepeleri gösteren Mustafa Beye:

-Hayır. Yapılacak çok işimiz var, diyerek cevap verdi.

Evet, yapılacak çok iş vardı(!)


KÜL TABLASI DÜŞTÜ

 

 

 

 

 

 

Bütün hazırlıklar tamamdı. Kapı askerler tarafından tutulmuş, evin etrafı sarılmıştı. Daktilo masanın üzerine yerleştirilmiş, savcı sabırsızlıkla arama işlemine başla­mayı bekliyordu. Geriye ne kalmıştı?

Savcı bey:

-Odaları bir görelim.

-Tabii. Buyurun.

-O hâlde hemen başlayalım.

Kapının girişindeki ilk oda olan yatak odasına gir­di­ler. Ne varsa hepsini elden geçirdiler. Yatağın altını üs­tüne getirdiler. Gardıropta ne varsa, hepsi aşağı indi­rildi. Hiç açılmamış olan yatak balyaları indirildi. Delik deşik edile­rek didik didik arandı. Sadece, bir dikişlerinin sökül­mediği kalmıştı.

Köşede bulunan sandık açıldı. Hanımı Şeyma’nın göz nuru el emeği olan çeyizlerinin bulunduğu bu san­dık açı­lırken, Mustafa Bey:

-Savcı bey, burada sadece hanımın çeyizleri var.

-Olsun. Açacağız; ne var ne yok görmemiz lazım.

-Ama sadece çeyizler var.

-Olsun dedik ya!

Mustafa Bey, sessizce izledi sandıkta özenle koru­nan çeyizlerin sağa sola saçılışını. Aklına Şeyma geldi. Şeyma Hanımın, çeyizlerine karşı olan hassaslığını bili­yordu… Odanın ortasındaki halı da kaldırılınca elden geçmedik hiçbir şey kalmamıştı.

Savcı bey hiçbir şey bulamamanın sıkıntısı ile:

-Diğer odalara geçelim, dedi.

Mustafa Bey koridorun sonunda bulunan oturma odasına götürdü savcı ve yanındakileri.

Oturma odasında bulunan eşyalar da birer birer el­den geçti. Kanepeler çevrildi. Yastıklar indirildi. Halılar kaldırıldı. Hatta henüz sökülmemiş olan sobanın içine bile bakıldı. Yine hiçbir şey çıkmamıştı.

Gerçi, ne vardı ki ne bulacaklardı. Ama ille de bir şey bulmak niyetiyle gelmişlerse, elbette bir şeyler bula­cak­lardı. Henüz şu ana kadar buna muvaffak olama­mışlardı.

Odalar bir bir aranmaya devam ediyordu. Sırada mutfak vardı. Mutfağa girildi. Mutfak dolapları, dolapla­rın içindeki tencereler bile indirilip bir bir arandı. Hatta hiç açılmamış olan bir tencere takımının kolisi açılmıştı.

Çekmeceler... Buzdolabının arkasından, baca boş­lu­ğuna varıncaya kadar...

Her girilen yer, bir öncekine göre daha fazla aranı­yordu.

Yoksa savcının “Yapacak çok işimiz var(!)” sözü, bir şeyler bulmak zorundayız anlamında mıydı?

Sonra tuvalet arandı, nasıl aranması gerekiyorsa. Tu­valetin hava boşluğuna açılan penceresi bile kontrol edil­mişti.

Tabii ki banyo atlanmamalıydı. Savcı bey hemen banyoyu hatırladı:

-Banyo nerede?

-Banyo şurası, diyerek kapısını açtı Mustafa Bey. Banyonun karanlık olması sebebiyle lambasını yakan Mustafa Bey:

-Buyurun. Burayı da arayın.

Savcı bey içeriye girmedi. Kapıda bekleyip durdu. Ka­rakol komutanı içeriye girdi. Savcı beyin bakışları neza­re­tinde aradı banyoyu. Banyo kazanının sobasını açtı baktı.

-Hiçbir şey yok savcı bey.

-Tamam artık. Şu kitapların bulunduğu odaya ge­çe­lim.

Beraberce savcının isteği doğrultusunda ilk girmiş ol­dukları, kitapların bulunmuş olduğu odaya geçtiler.

Karakol komutanı ayakta bekliyordu. Savcı otur­mak için bir sandalye aldı eline. Götürüp kitaplığın ya­nına koydu. Sandalyeye oturdu. Ve başladı kitapları bir bir eline alıp bakmaya. Eline alıyor, adına bakıyor, bir de yazarına. Sonrada kitabı yere bırakıyor. Kitaplar üst üste yığılıyordu. İnceden inceye kitapların adına ve ya­zarla­rına bakıyordu.

Vakit bir hayli ilerlemişti. Akşamın karanlığı çöktüğü için perdeler çekildi. Odanın lambaları yakıldı.

Savcı sigara içmek istediğini belirterek:

-Bir tane kül tablası alabilir miyim? dedi.

-Bizim evde sigara içilmez. Ama bir bakayım. Bir­kaç tane olacaktı, diyerek mutfaktan kül tablasını alıp, içe­riye girdi. Mustafa Bey kül tablası almak için odadan çıktı­ğında bile yalnız bırakılmıyordu. Karakol komutanı, savcı­nın isteği doğrultusunda kapıdan gö­zetleme görevini üst­lenmişti.

Bir hayli vakit geçmiş olmasına rağmen hiç sigara iç­meyen savcı, kahve kabul etmemişti; ama sigara iç­mekte bir sakınca görmüyordu. Yaktı sigarasını, külünü de ki­tap­lık raflarının ikincisine koymuş olduğu kül tab­lasına arada bir silkiyordu. Bıkmadan, usanmadan ve de vaz­geçme­den kitapları bir bir indirmeye devam edi­yordu. Kitapların bazılarını da ayrı bir yere koyuyordu.

Mustafa Bey çok dikkatli bir şekilde izliyordu. Savcı beyin üzerinden gözlerini hiç ayırmıyordu. Kitapların için­den savcının ayırdığı kitaplara kaydı gözleri. Kitap­lara bakınca hafifçe gülümsedi. Öyle ki okullarda ders olarak okutulan kitaplar bile vardı ayırdıklarının ara­sında.

Bir ara elinin çarpması sonucu, rafların ikinci katında bulunan kül tablası beton zeminin üzerine büyük bir gü­rültüyle düştü. Savcı ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette bir taraftan sigara izmaritlerini topluyor, diğer taraftan da:

-Hiçbir şey olmadı. Kırılmadı canım, bir zayiat yok di­yerek, önceki tavrını değiştiriyor ve yumuşama belir­tileri gösteriyordu. Bir kül tablasının düşmesi, onun yu­muşa­masına ve davranışlarının değişmesine sebep olu­yordu.

Mustafa Bey:

-Ey âlemlerin Rabbi Allah'ım! Sen nelere kâdirsin. Bana yardım et, diye niyazda bulundu.

Bu küçük olaydan sonra savcı kitaplara bakma işini hızlandırdı. Belki biraz da ciddiyetinden uzak sav­sakla­maya başladı.

Nihayet kitapların hepsi yerlerinden alınarak üst üste yığılmış ve böylece de kitapların kontrolü sona er­mişti.

Savcı bey oturduğu sandalyeden kalktı. Ayırmış ol­duğu kitapları da eline alarak daktilonun bulunduğu ma­sanın üzerine bıraktı. Sonra da saatine bakarak:

-Epeyce vakit olmuş, dedi.

Darmadağın olmuş oturma odasının ortasındaki yı­ğılı bulunan minderlerin üzerine oturdu:

-Amma çok kitabın varmış.

-Eh, birazcık var işte.

-İncil bile var. Çok şaşırdım.

-Şaşıracak ne var ki, ben ilahiyatçıyım.

-Ne bileyim Hıristiyanlık ile ilgili kitaplar var da!

-Elbette olacak. İlahiyatla ilgili kitapların tümünün olması normal değil mi? Bizim Hıristiyanlığı da Yahudi­liği de bilmemiz gerekiyor. Sonra zaten Din Kültürü ki­tapla­rında bu konular da öğretiliyor.

Aslında savcı beyi, dergileri karıştırırken görmüş ol­duğu sol tandanslı olanları da şaşırtmıştı.  Mustafa Beyin çok okuduğunu, her fikir ve düşünceden haber­dar oldu­ğunu pek bilmiyordu. Belki de beklemiyordu.

* * *

Mustafa Bey, hâlâ neyle suçlandığını anlayama­mıştı. Yoksa evi arandıktan sonra mı suçlanacaktı? Gerçi evi aramaları için bir gerekçeleri olması gereki­yordu. Sulh Ceza Mahkemesi’nin arama emrini gör­müştü. Aşırı heye­canı yüzünden gerekçeyi pek anlaya­mamıştı. Savcı bey de makul bir açıklama yapmamıştı. Bu düşüncele­rin bas­kısı altında Mustafa Bey, zama­nın nasıl geçti­ğini pek an­laya­mamıştı.

Netice de evin arama işlemi tamamlanmıştı. Uzun sü­ren bir aramadan sonra tutanağın tutulmasına sıra gel­mişti. Savcı bey, oturduğu yerden, gözlüklerinin üzerin­den bakarak “Yaz!” dedi. Daktilonun başında oturan kâtip de yazmaya başladı.

-Talebimiz üzerine Sulh Ceza Mahkemesi’nin vermiş olduğu arama kararına istinaden Mustafa Korkmaz’ın evi aranmıştır. Aranmadık hiçbir bölümü kalmamıştır.

Mustafa Bey araya girerek:

-Aranmadık bir yer daha var, dedi.

Mustafa Beye şaşkınlık ve hayret içerisinde bakan savcı:

-Neresi aranmadı? diye sordu.

-Kömürlüğü aramadınız.

-Öyle mi?

-Evet, öyle.

Karakol komutanına aramasını söyleyen savcı bir si­gara daha yaktı. Karakol komutanı ve Mustafa Bey oda­dan çıkarak evin arka kapısından arka bahçeye açılan merdivenlerden indiler. Karanlık olduğu için elektriği açan Mustafa Bey:

-Buyur, buraya da bak da aranmadık bir yer kalma­sın. Evin altı üstüne geldi zaten.

Karakol komutanı çok sakin ve olumlu bir tavırla:

-Hocam, biz ne yapalım? Bize de emrediyorlar. Biz de uyguluyoruz. Ben seni tanıyorum. Çok iyi bir insan­sın. Eğer senin evinin aranacağını bilseydim, sana ha­ber bile verirdim.

Komutanın bu yumuşak ve sakinleştirici tavrı Mus­tafa Beyin hoşuna gitmişti:

-Ben zaten senin için bir şey söylemiyorum.

-Hocam, durup dururken kömürlüğü aramadınız, diye niye söyledin?

-Bilmiyorum. Her hâlde sinirimdendir.

-Sinirlenecek bir şey yok.

-Evin hâlini biliyorsun.

-Olsun hocam, düzelir. Önemli olan, senin aleyhine ciddi bir şeyin gelişmemesidir.

-İnşallah gelişmez.

-Ben de bir şey çıkacağını zannetmiyorum.

-Ama savcı beyin tavrı öyle değil. Bir şeyler arıyor.

-Orasını bilmiyorum. Gerçi bana da birazcık öyle geldi.

Karakol komutanı kömürlüğün kapısından şöyle bir baktı:

-Kapat hocam şurayı, diyerek geriye döndü. Geç­tik­leri yerlerden tekrar savcının bulunduğu odaya girdi­ler:

-Savcı bey, iyice baktım. Hiçbir şey yok.                                                                                

-Peki, öyleyse devam edelim diyerek, yazdırmaya de­vam etti:

-Mustafa Korkmaz’ın evinde ve müştemilatında yapı­lan aramada suç unsuru olabilecek bir şeye rastlanmadı.

Çok miktarda dinî içerikli ile az miktarda aktüel der­gilerin var olduğu görüldü...

Çok sayıda dinî kitabın varlığı tespit edildi. Aşağı­da isimleri tespit edilen kitaplar incelenmek üzere ahzedildi:

1-Ahkâmul-Kur’an (iki cilt, Arapça),

2-Celâleyn Tefsiri (Arapça),

3-Tefsir Usulü,

4-Gençlik Rehberi,

5-Küçük Sözler,

6-İslâm’da Kadın,

7-Cinlerin Esrarı,

8-Kur’an ve Sünnette Müslümanın Şahsiyeti,

9-Biz Müslü­man mıyız?

10-Nefis ve Şeytan,

11-Gerçek Tasavvuf, 

12-....

13-...

Yapılan arama esnasında evdeki hiçbir eşyaya zarar verilmemiştir.

.....

.....

Yazılan tutanağı Mustafa Beye uzatarak, oku­ma­sını isteyen savcı bey:

-Evinde hiçbir maddî zarar olmadığına dair bir imza atar mısınız?

Kağıdı eline alan Mustafa Bey, yazılanları baştan so­nuna kadar okudu.

Bu arada savcı, ayırmış olduğu bazı dergi ve ders notlarından oluşan kağıtları yazdırmayı unuttu.

-Tamam, artık gidebiliriz, diyerek ayağa kalktı. Sav­cı­lığın kâtibi de daktiloyu kucağına aldı. Dışarı çıktılar. En arkalarından çıkan karakol komutanı:

-Hocam, hadi geçmiş olsun. Hayırlı akşamlar, diye­rek dış kapıya doğru yöneldi. Mustafa Bey kapıda onla­rın gitmesi için bekliyordu. Dış kapıdan çıktılar. Kapı örtüldü. Bunun üzerine Mustafa Bey de bir “oh” demek için içe­riye girme düşüncesiyle kapıyı kapattı.

*  *  *

 

Mustafa Bey henüz kapıyı kapatmıştı ki, kapının zili çaldı. Kapattığı kapıyı açınca, karşısında karakol komu­tanını gördü. Her hâlde bir şey unuttular düşüncesiyle:

-Ne oldu? Bir şey mi unuttunuz?

-Yok hocam. Savcı bey bizimle beraber gelmenizi is­tiyor.

-Nereye gideceğiz?

-Savcılığa.

-Niçin?

-İfadenizi alacakmış.

-O zaman biraz bekleyin de hanıma haber vereyim.

-Tamam hocam, bekliyoruz.

Mustafa Bey, evin aranması için eve geldiğinde, ha­nımı Şeyma'nın yukarı komşulara çıkmasını istemişti. Şeyma Hanım da yukarıya çıkmıştı. Şeyma Hanıma ha­ber vermeksizin gitmek, telâşlanmasına, heyecan­lanma­sına, hatta korkmasına sebep olabilirdi. Çünkü kimsesi yoktu. Şimdiye kadar böyle bir olay yaşama­dıkları için olumsuz olarak etkilenmesi mümkün olabi­lirdi.

Hiçbir şeyden habersiz olarak yukarıya çıkan Şeyma Hanım, yukarıdaki komşu hanımla oturmuştu. Yan taraf­taki komşularının:

-Sizin evin önünde jandarmalar nöbet tutuyor. Ne oldu ki? demesiyle haberdar olmuştu.

Çok heyecanlanmış, telâşlı gözlerinden yaşlar bo­şan­mıştı. Eşi Mustafa Beyin başına çok sıkıntı geleceği düşün­cesiyle üzülmüştü. Komşu kadınlar ise, Şeyma'yı yatıştır­maya çalışmışlardı.

Karakol komutanının kapıda beklemesi sebebiyle hızlı bir şekilde mutfaktan geçerek evin arka bahçesine açılan kapıdan çıktı. Yine aynı tarafta olan ikinci kata çıkılan merdivenleri koşarak çıktı. Kapıyı şiddetle çaldı. Kapıya çıkan eşi Şeyma Hanımın yaşlı gözleri birden ışıl ışıl oldu:

-Ne oldu? Jandarmalar niye gelmiş? sorularını peş peşe sıralayan Şeyma Hanım devam ediyordu:

-Bir şey yok değil mi?

-Yok. Hiçbir şey yok.

-Niçin gelmişler?

-Evi aradılar.

-Neden aradılar?

-Her hâlde şikayet var. Birisi şikayet etmiş.

-Ne yaptılar?

-Aşağı in. İnince görürsün. Ben gidiyorum. İfadem alınacakmış. Kapıda beni bekliyorlar.

-Şimdi gidiyor musun?

-Evet. Sen eve in. Korkma! İnşallah hiçbir şey ol­maz. İfademi aldıktan sonra her hâlde bırakırlar.

-Ya bırakmazlarsa, benim hâlim ne olur?

-Biraz sakin ol. Dua et, benim için Yüce Allah’a. Hem ağlamana gerek yok. Üzülmene değmez. Bunlar basit şeyler...

Mustafa Bey bu tür sözlerle eşi Şeyma Hanımı sa­kin­leştirmeye çalışıyordu. Kendisi de metin olmaya çalı­şı­yordu. Kendi çalkantılı anaforu andıran duygularını gizle­yerek, Şeyma Hanımın üzülmesine engel olmaya çalışı­yordu:

-Şimdi fazla konuşamam, beni bekliyorlar. Ben gi­di­yorum. Allah’a ısmarladık.

-Güle güle. İnşallah anormal bir şey olmaz. Ben de eve iniyorum.

-İnşallah olmaz.

Merdivenleri hızla inen Mustafa Bey, geldiği yerler­den geçerek evin kapısına geldi. Karakol komutanı ka­pıda dikiliyordu:

-Artık gidebiliriz.

-Buyurun hocam. Gidelim o zaman.

Mustafa Bey, kapıdan çıktı. Kapıyı çekti. Kapanan kapıdan çıkan sesle irkildi. Bu hâliyle yürüdü kapının önünde bekleyen askeri araca doğru. Savcı daha önce­den binerek Mustafa Beyin gelmesini bekliyordu. Mus­tafa Bey de araca binince kapıda bekleşen askerler de aracın arka­sına bindiler. Son olarak da karakol komu­tanı araca bindi. Gecenin karanlığını aralayan farların ışığında hare­ket etti araç. Artık gidiyorlardı. Belki de uzun süre dönül­meyecek olan bir yolculuğa. Gidilecek yer yakındı. Ama dönüş çok uzak olabilirdi.

Asla olmasını istemediği bir hâl ile karşılaşabileceği ihtimalini de gözden uzak tutmayan Mustafa Bey, hâlâ olanlara bir anlam vermekte güçlük çekiyordu. Çünkü bunu gerektirecek bir durum yoktu.

Gerçi, ne olmadık şeylerin çok çabuk olur hâle ge­le­bildiğini defalarca görmüştü. Çok anlamsız şeyler se­be­biyle hayatının bir bölümünü duvarlar arasında geçi­ren insanların mevcudiyetini unutmak da olmazdı.

Kendisine bunları reva görenlerin amaçları ne ola­bi­lirdi? Mustafa Beyin İslâm'ı yaşama gayreti mi buna se­bep olmuştu? Yoksa Mustafa Beyi sindirmek, gö­zünü korkut­mak için mi böyle bir komplo hazırlanmıştı? Bunu öğren­mek ancak soruşturmanın sonunda müm­kün ola­bilecekti.

Karanlığın ortasında devam ettiler, askerî araçla olan yolculuklarına. Sokak lambalarının etrafa yaydığı kızıllığın içerisinde, ana caddenin sessizliğe bürünmüş yalnızlı­ğında Hükümet konağının önüne geldiler. Askerî araçtan birer birer indiler. Sonra da büyük avluyu boy­dan boya bölen beton yoldan ilerlediler.

Hükümet konağının ana kapısından içeriye girdiler. Hemen giriş katının sağ tarafı adliye olarak kullanılı­yordu. Savcı bey önde, Mustafa Bey arkasında, en arka­dan da askerler, sağ taraftaki koridora daldılar. Binada hiç kimse yoktu. Sadece ayak seslerinin yankıları duyulu­yordu. Tak, tak, tak...

Savcı bey, kendi odasına girdi. Arkasından da sav­cı­nın zabıt tutturduğu kâtip. Savcılık odasının önünde jan­darmalar arasındaki bekleyişi başlamıştı. Evet, Mustafa Bey jandarmaların arasında savcılığın kapısının önünde bekliyordu.

Ne büyük bir kabahat etmişti de jandarmaların ara­sında bir suçlu gibi duruyordu? Yoksa ortamın kötü gidi­şine sebep olan şahıs mıydı?

Birkaç dakikalık bekleyişten sonra kapıyı açan me­mur, karakol komutanına:

-Sizi savcı bey istiyor, dedi.

Karakol komutanı içeriye girdi. İçerden sesler geli­yordu. Konuşulanlar anlaşılmıyordu. İçerideki konuş­ma­lar biraz uzamaya başlayınca, Mustafa Bey jandar­malarla konuşmaya başladı:

-Nerelisin?

-Kayseriliyim.

-Teskereye daha çok var mı?

-Sekiz ay var.

-Geçer be. O da gelir geçer.

-Ah bir gelse.

-Gelir, gelir. Hayırlısı olsun.

-Hocam siz nerelisiniz?

-Konyalı.

-Konyalı mı?

-Evet. Ne oldu?!

-Konyalılar var burada. Ahmet Çavuş ile İbrahim On­başı.

-Nerede?

-Burada. Karakolda.

-Tanışsak bari.

-Tanışırsınız. Şimdi buradalar.

-Bana gösterir misiniz?

-Birazdan görüştürürüz.

-Çok iyi olur.

-Hocam siz ne öğretmenisiniz?

-Din Kültürü.

-Zaten belli.

-Nasıl yani?

-Yüzünüze bakınca valla belli oluyor.

-Sen nerelisin hemşehrim?

-Bingöl’den.

-Senin ne kadarın var.

-Benim az kaldı. Üç ay kaldı.

-Geçer inşallah.

-Geçer inşallah.

Bu konuşmalar uzayıp giderken, kapı açıldı. Kapı­dan elindeki kağıtla çıkan karakol komutanı, morali bo­zuk bir hâl ile kaşları çatılmış şekilde konuştu:

-Gidiyoruz hocam.

-Nereye?

-Bizim tarafa. Karakola gidiyoruz.

-Hani ifadem alınacaktı.

-Ne bileyim. Adamın ne yaptığı belli değil ki karde­şim.

-İfadem alınmayacak mı?!

-Alınacak, daha sonra. Şimdi karakola gideceğiz. Emir öyle geldi.

Mustafa Bey tutuklanmamıştı; ama gözaltına alın­ması böylece başlamış oluyordu. Göz altında tutula­caktı. Ne zamana kadar belli olmayan bir gözaltı. Jan­darma­ların gözetiminde kalacaktı. Ta ki savcının ifade alma­sına ka­dar. İfadesi alınması için kısa bir süre için getiri­len Mus­tafa Beyin ne ifadesi alınmıştı, ne de akı­betinin ne olaca­ğına dair bir bilgi verilmişti. Bu gözaltı olayı belki de tu­tuklan­masının başlangıcı olabilirdi.

Karakol komutanının isteği doğrultusunda karakola doğru olan yürüyüşleri, yankı yaparak çoğalan ayak ses­leri arasında başladı.

Bu koridorun tam karşısındaki koridor, karakol ola­rak kullanılıyordu. Karakol olarak kullanılan bölüm ile Hükü­met konağı olarak kullanılan taraf bir kapıyla birbi­rine bağlanıyordu.

Adliyenin koridorundan karakola geçmek için kul­la­nılan bu kapıdan içeriye girdiler. Mustafa Bey artık gözal­tına alınmıştı. Ne kadar süreceği belli olmayan bir gözal­tıydı bu.

 

              

                                                                    

 


GÖZALTI

 

 

 

 

 

 

Kapıdan içeri girdiklerinde askerî bir havanın esti­ğini gördü. Komutanın girdiğini gören askerler kendile­rine çekidüzen veriyorlardı. Komutan hemen emirler yağdır­maya başladı.

Savcılıkta iken almış olduğu kağıdı da sıkı sıkıya tutu­yordu. Mustafa Bey bu kağıdı çok merak ediyordu. Çünkü kendisi ile ilgili olduğunu tahmin ediyordu.

Sonra da askerleri toplayarak onlara bir şeyler söy­ledi. Askerlere yaptığı toplantının çıkışında elin­deki kağıt yoktu. Acaba bu kağıda ne olmuştu?

Karakol komutanının odasına girdiler. Bir sandal­yeye oturdu. Artık düşünebileceği, fikir üretebileceği imkânı bulabilecekti.

O kadar askerin bulunduğu bir ortamda olabildi­ğince sessizlik hakimdi. Askerler o yandan bu yana ge­çip duru­yorlardı. Kapının açık olması sebebiyle kori­doru gözleyen Mustafa Bey henüz namaz kılmamıştı:

-Komutanım! Namazımı kılmadım. Vakit geçmek üzere.

-Tabii, namazını kıl hocam.

Mustafa Beyin namaz kılma isteğine olumlu cevap ve­ren karakol komutanı:

-Oğlum, hocanın isteklerine bakın, diyerek asker­lere çağrıda bulundu.

Askerler hemen kapıdan içeri girdiler, içlerinden bi­risi:

-Buyur hocam, lâvaboya gidelim.

Mustafa Bey kalktı. Askerlerin arkasından yürüdü. Zaten aşırı derecede tuvalete gitme ihtiyacı hissedi­yordu. Bu isteği, aşırı heyecanın neticesinde sık sık dep­reşi­yordu. Mustafa Beyi götüren asker:

-Hocam, ben Ahmet. Konyalıyım. Sizin Konyalı ol­du­ğunuzu arkadaşlar söyledi.

-Doğru. Konyalıyım.

-Sen rahat ol. Burada yardımcı olmaya çalışırız.

-Teşekkür ederim. Allah razı olsun.

-Hocam, rahat olun. Bu savcı geçen hafta da Dağbaşı köyü imamının evini aradı. Hatta hoca tutuk­lanmıştı. 

-Yaa öyle mi?! Hiç duymamıştım. Demek imamı tu­tuklamıştı, öyle mi?

-Evet. Ben de gitmiştim evini aramaya.

-Sebebi neymiş?

-Anlatıldığına göre; muhtar ile takışmışlar. Caminin halılarını muhtara vermemiş. Muhtar gelen bir turist kafi­lesini ağırlamak istemiş. Halı ile bir yeri döşemeyi düşün­müş. Ama muhtar her şeye rağmen camiden ha­lıları al­mış. İmam da camideki vaazında bunun yanlış olduğunu anlatmış. Muhtar da şikayet etmiş.

-Vay be. Memlekette neler oluyor?

-Neler oluyor bir bilsen.

Mustafa Bey tuvalete girdi. Her tarafı pırıl pırıldı. Kendisine getirilen terlikleri giyerek, lâvabodan abdest aldı.

Abdestini alıp kapıdan çıkınca, hiç beklemediği bir olayla karşılaştı. Ağlamamak için kendisini zor tuttu. Çok duygulandı.

Kapının önünde, elinde havlu bir er bekliyordu:

-Buyurun hocam, diyerek havluyu Mustafa Beye uzattı.

Biraz ileride elinde bir seccade ile bir jandarma bek­liyordu:

-Hocam, ben İbrahim. Konyalıyım. Şöyle buyur, di­yordu.

Mustafa Bey, bu manzara karşısında rahatlamıştı. Belki de bu jestler, Konyalı asker hemşehrilerinden kay­naklanıyordu. Öyle ya da böyle. Heyecanlı ve korkulu duygu anaforunun içerisinde kurtuluş ışığı olarak gördü bu davranışları. Şimdiye kadar çok soğuk gördüğü bu yerler, birkaç askerin davranışıyla şirin görünmeye baş­lamıştı.

İbrahim Onbaşı koridorun köşesine seccadeyi serdi:

-Hocam, kıble böyle. Buyurun, namazınızı kılın.

-Allah razı olsun. Sağ ol hemşehrim.

Mustafa Bey kıbleye yöneldi. “Allahu ekber!..” diye­rek başladı namaza. Ama ne namaz! Belki sonraki ha­yatında bu şuur ve bu duygu içerisinde namaz kılması mümkün olmayacaktı. Bütün benliği ile yönelmişti Al­lah’a. Her hücresi bu lezzeti alarak namazını kılıyordu. “Namaz mü’minin miracıdır.” hadisini bütün iliklerine varıncaya kadar yaşıyordu. Miraçtan kastın, Allah’ın hu­zurunda olma bilinci olduğunu biliyordu. Bu bilinç ile kılıyordu namazını. Allah’ın tüm yarattıkları üzerindeki hükümranlığını kabul ederek, acziyetini kavramış bir şe­kilde devam ediyordu. Hiç bitmesini istemediği duy­guları sebebiyle Allah’a kulluk yapmanın lezzetini do­yasıya tadı­yordu.

Fırtınalı bir havada, gemilerin limana sığındıkları gibi, esas limana sığınmanın güvenini tadıyordu. Bu duygu yoğunluğu içerisinde kıldığı namazda gözleri dol­muştu. Sanki bu dünya ile hiç irtibatı kalmamış gibi bir hâli vardı. Etraftan gelen sesleri bile duymuyordu. Zaten gerçekten iman etmiş insan için Allah’tan başka sığınıla­cak yer de yoktu.

Her gün en az kırk defa okuduğumuz Fatiha sûre­sinde “Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yar­dım dileriz!” diyerek Allah’a söz veriyoruz. Allah’tan başka kimden yardım istenebilir ki? Her şeyi ile insanın sahibi olan O’dur. Rızık veren, yaşatan, öldüren, Rahman olan, bağışlayan, her şeyin sahibi olan...

Nihayet namazını bitirmişti. Ellerini açtı. Yalvardı Al­lah’a kalbinin dile getirdiklerini sessizce. Boynu bü­küktü. Düşünceli ve üzgündü. Bu yapılanların kasıtlı olduğunu düşünüyordu. Allah'a kulluk yapmak, çok ko­lay bir iş de­ğildi. Mücadele gerektiriyordu. Sıkıntıya katlanmayı ge­rektiriyordu. Bazı şeylerden feragat gerek­tiriyordu. Aşk ve sevgi, bağlılık ve itaat gerektiri­yordu... Ama bunlar zordu. Bu zorluğa katlanmayı da gerektiriyordu.

Sığındığı bu limanda yalvardı Yüce Rabbine göz­yaş­ları içerisinde:

“Ey Rabbim! Sana gereği gibi kulluk edemedim. Ver­diğim sözde duramadım. Hata ettim, günah işledim. Sen affedicisin, affetmeyi seversin. Beni de affet Allah­ım. Bu günahkar, aciz kuluna yardım et. Sen ba­ğışla­mazsan, sen affetmezsen, gidecek bir yerimiz de yok. Sığınılacak sen­sin. İbadet edilecek sensin. Dua edilecek de sen. Beni bu haksızlık yapanların eline bı­rakma. Bana yardım et. Bu hile ve tuzakları kuranların hile ve tuzaklarını boz. Bana yardım et Allah'ım. Bana ancak sen yardım edebilirsin. Yardımını esirgeme Allah'ım...”

Allah’a yakın olduğu hissini derinlemesine yaşamış olduğu bu namazdan sonra oturduğu yerden kalktı. Ya­nında bekleyen Onbaşı İbrahim:

-Hocam Allah kabul etsin, diyerek yerde serili olan seccadeyi topladı.

-Amin. Allah razı olsun.

-Komutanım seni bekliyor.

-Gidelim o zaman.

-Beraberce yürüdüler.

Mustafa Bey karakol komutanının odasına girdi:

-Hocam, Allah kabul etsin. Aslında ben de kılmak is­tiyorum; ama olmuyor...

Mustafa Bey, heyecan ve stresin vermiş olduğu etki ile sık sık tuvalet ihtiyacı duyuyordu. Bazen arada bir kendisi gidip geliyordu. Bu tür olayları sık sık gören ko­mutan, bu durumu gayet makul karşılıyordu.

Mustafa Bey dua ediyordu: “Allah'ım benden yar­dı­mını esirgeme, bana yardım et!” diye.

Komutan seslendi:

-Oğlum, buraya bakın.

Kapıda nöbet tutan asker, kapıdan içeriye girdi. To­puklarını birbirine vurarak:

-Buyur komutanım!

-Oğlum yemeklerinizi yediniz mi?

-Yedik komutanım!

-Bize de getirin. Aşçıya söyle, misafire ve bana ye­mek hazırlasın.

-Emredersiniz komutanım!

Komutan oturduğu yerden Mustafa Beye döndü:

-Hocam bugün bir asker yemeği yiyelim. Sen asker yemeği yememişsindir.

-Pek yemek iştahım yok.

-Olsun, olsun, bir şeyler ye.

-Peki, olur.

-Hocam! Takma kafana. Her şey olacağına varır.

-Öyle diyorsun; ama gel bana sor. Durumu biliyor­sun. Hiçbir şey yok iken böyle bir hadisiyle karşılaşıyo­ruz. Ben çok üzüldüm.

-Hocam hiç üzülme. Zaten bu...

-Benim ifademi niye almadı?

-Savcı bey acıkmış. Yemeğe gitti. Yemekten sonra gelecekmiş.

-Yani ne zaman geleceği belli değil.

-Evet, öyle. Ne zaman isterse, o zaman gelecek. Şimdi sen bunları boş ver. Yemeklerimiz gelsin de kar­nımızı bir doyuralım.

Bu arada iki tane asker, ellerindeki yemek tabakla­rıyla içeriye girdiler. Masaya yemekleri koyarak sofrayı hazırladılar. Masanın üzerinde sürahi, iki tane bardak, o günkü askere çıkmış olan kıymalı yumurta, pirinç pilavı ve komposto tabakları vardı. Bu şartlar altında oldukça güzel bir sofra sayılabilirdi. Mustafa Beyin durumu bu yemeği yemeye müsait değildi.

Komutan hazırlanan masaya oturdu:

-Buyur hocam, bir asker yemeği yiyelim.

Mustafa Bey oturduğu yerden kalkarak, hazırlanan masaya oturdu. Yemeklerden azar azar yemeye çalışı­yordu. Bir türlü içinden gelerek yemeye muvaffak ola­madı. Komutan, tabaklarda ne varsa iştahla yiyordu. Arada bir:

-Hocam, yiyin de karnınızı doyurun, diyerek Mus­tafa Beyi yemek yemeye ikna etmeye çalışıyordu.

Yemeği yedikten sonra getirilen çayı da içtiler. Mus­tafa Beyin düşünceli hâli devam ediyordu. Bu işin sonu­cunda neler  olabileceğini düşünüyordu.

Geçen zaman uzadıkça Mustafa Beyin düşünceleri olumsuz yönde değişiyordu. Gecenin bir yarısı olmasına rağmen savcı bey hâlâ gelmemişti. Mustafa Beyin direnci kırıl­maya başlamıştı. Evdeki Şeyma Hanımın ne du­rumda olduğunu düşündü. Ne kadar yıpranmış olabile­ceğini hayal etti. Kimse yoktu yanında. Yalnızlık içeri­sinde psi­kolojik bir çöküntü yaşayabilirdi.

Bu arada karakolda bazı hareketlenmeler oldu. Sav­cının karakol komutanına vermiş olduğu kağıdın sırrı ya­vaş yavaş çözülmeye başlamıştı. Bu kağıtta okulun 7/A sınıfının öğrenci listesi vardı. Listedeki öğrencileri, gece­nin bir yarısında jandarmalar evlerinden alarak, kara­kola ge­tirmişlerdi.

Olayın boyutu değişiyordu. Daha ciddi bir durum ortaya çıkmıştı. Gece yarısı evlerinden alınan 12-14 yaşla­rındaki çocukların getirilmesi, durumu izah et­meye yeti­yordu.

Öğrencilerin birer ikişer getirildiğini gören Mustafa Beyin morali bir hayli bozulmuştu.

Bu çocukların bazılarının yanlış ifade vermek için zorlanabilecekleri ihtimalini gözardı etmeyen Mustafa Be­yin sıkıntıları katlanarak çoğalıyordu.

Getirilen öğrenciler, bir odada toplanıyordu. Kapı açık olduğu için, geçen öğrencileri görebiliyordu. Kapı­nın önünden geçerlerken, bazı öğrencileri ile göz göze geli­yordu.

Öğrencilerinin gözü önünde, gözaltına alınmış hâlde görünmek çok zoruna gitmişti. Çok duygulan­mıştı. Göz­yaşlarını zor tutuyordu.

Öğrencilerin bazıları, “Hocam, sen rahat ol!” der gibi anlamlı bakışları karşısında, küçük bir çocuk gibi ağla­mak geldi içinden. Ama bu, zayıflığının ortaya çıkması de­mek olurdu. Kendisini zorla tutuyordu. Öğrenciler de birer iki­şer getirilmeye devam ediyordu.


KISA SÜRELİ AYRILIŞ

 

 

 

 

 

 

Bu sıkıntılar içinde, ne yapacağı konusunda kesin bir fikir ortaya koyamıyordu. Komutan da evine gitmişti. Bu­nun bir fırsat olabileceğini düşünen Mustafa Bey, evine gidip gelmeyi düşündü. Ama bunu nasıl yapaca­ğını bi­lemiyordu.

Bir ara bulunduğu odadan çıktı. Kapıda bulunan nö­betçi erin yanına kadar gitti:

-Yahu hemşehrim! Beş dakikalığına eve gidip gelebi­lir miyim?

-Olmaz.

-Ev şurada. Hemen şurada! Gidip hemen gelece­ğim.

-Olmaz.

-Niçin olmaz?

-Komutanım öyle söyledi.

-Ne söyledi?

-“Ben gelinceye kadar hiçbir yere bırakma” dedi.

-Ne zaman gelecek?

-Birazdan gelecek. Gelince söylersiniz kendine.

Mustafa Bey, geçen her an daha çok üzülüyordu. Daha çok yıpranıyordu sinirleri. Geçmek bilmez bir hâl almıştı zaman.

Kısa bir süre sonra komutan karakola geldi. Gelir gelmez, Mustafa Beyin bulunduğu odaya girdi:

-Hocam, nasılsın?

-İyiyim. Ben de sizi bekliyordum.

-Ne oldu?

-Durumu biliyorsun. Evde hanım yalnız kaldı. Beni, sadece ifademi almak için getirdiğinizi söylemiştiniz. Ge­cenin bir yarısı oldu. Hâlâ burada bekliyoruz. Ne zaman geleceği de belli değil. Beni lütfen birazcık anla­yın. Siz anlayışlı birisiniz. Müsaade ederseniz eve beş dakikada bir varıp geleyim.

-Olmaz hocam.

-Ev şuracıkta. Zaten biliyorsunuz. Sadece beş da­kika bana yeter. Eve gidip geleceğim. Hanımı haberdar ede­yim.

-Savcı bey duyarsa?

-Duymayacak. Kimseye görünmeden gidip gelece­ğim.

-Tamam hocam. Sadece beş dakika.

-Bana beş dakika yeter.

-Savcı bey her an gelebilir.

-Hemen gidip geleceğim.

-Peki hocam, gidip gelin.

Mustafa Bey, bu olumsuzlukların içinde bu du­rumla, bir an da olsa rahatlamanın güzelliğini yaşı­yordu. İçini kaplayan sevinçle kapıdan çıktı. Arkasına bile bak­madan, kısa mesafe yarışçıları gibi koşuyordu. Koştu koştu... Ver­diği sözü yerine getirmek için evine doğru koştu. Karan­lıkta bastığı yeri iyice göremeden koştu. Ortalıkta hiç kimse görünmüyordu. Ama olacak işte, Kürşat Beyle kar­şılaştı:

-Hocam ne oldu?

-Bir şey yok.

-Savcı sizin evi aramış. Karakolda olduğunu duy­muştum.

-Doğru.

-Ne oldu?

-Şimdi anlatamam eve gitmem gerekiyor.

-Ben de burada dolaşıyordum. Öğretmen arkadaş­lar da geleceklerdi. Senin konuyu görüşecektik.

-Ben gidiyorum. Arkadaşlara selâm söyle.

-Ne zaman çıkacaksın.

-Belli değil.

-Geçmiş olsun.

-Sağ ol.

Mustafa Bey bir an için koşmayı bırakmıştı. Bırak­tığı yerden eve doğru koşmaya devam etti. Nefes nefese eve ulaştı. Kapının zilini çaldı. İçerden Şeyma Hanım ses­lendi:

-Kim o?

-Benim.

Sevinçle kapıyı açan Şeyma Hanım:

-Ne oldu? Tamam mı?

-Hayır. Daha ifademi almadılar.

-Ne zaman ifadeni alacaklar?

-Belli değil.

Yüz ifadesi değişmeye başlamıştı Şeyma Hanımın.

-Kim var içeride?

-Uğur Beyin halası Fatma teyze ve hanımı. Satife’nin annesi ve müdür beyin hanımı Hatice abla var. Bu olayı duyunca ben yalnız kalmayayım diye gel­mişler.

-Eğer ben gelmezsem, Fatma teyze burada kalsın.

Konuşmaların uzadığını gören Fatma teyze otur­duk­ları odadan çıkıp geldi.

-Mustafa oğlum ne oldu?

-Bir şey yok teyze. Ben gelmezsem, burada Şeyma ile kal.

-Gelirsin inşallah. Sen düşünme, ben burada kalı­rım.

-Şimdi benim gitmem gerekiyor. Beş dakikalığına ay­rıldım. Allah’a ısmarladık.

Şeyma Hanımın yaşlı gözlerinin bakışları arasında kapıdan ayrılarak koşmaya devam etti. Müdür beyin evine uğradı. Durumdan haberdar etti. Neler yapması gerektiğini söyledi. Son olarak da bir bekâr öğrenci evine uğradı. Onlarla da çok kısa süreli bir görüşme yaptı.

Zaten bu ilçede olayı hemen hemen herkes duy­muştu. Herkesin kendine göre yorumları da başlamıştı.

Komutana verdiği sözü yerine getirmek için koşarak karakolun yolunu tuttu. Telâşla kapıdan ayrılmayan ko­mutan, Mustafa Beyi görünce rahatlamıştı:

-Zamanında geldin.

-Sağ ol komutanım, sayende oldu.

Beraberce komutanın odasına geçtiler. Oturup ko­nuşmaya devam ettiler. Mustafa Beyin bu kısa süreli çı­kışı, bundan sonraki aşamalar için büyük öneme ha­izdi. Bu imkân, Mustafa Bey için Allah’ın bir lütfuydu.

 

 

                                                                


KARAKOLDA BEKLEYİŞ

 

 

 

 

 

 

Gecenin bir yarısında evlerinden alınarak getirilen öğ­rencilerin koridordan geçişi devam ediyordu. Her gör­düğü öğrencisi karşısında üzüntüsü biraz daha artı­yordu. Bu öğrencilerin ifadelerine göre Mustafa Beyin durumu belli olacaktı.

Oradan buradan konuşmaları devam ederken, şu­bede görevli olan asteğmen de gelmişti. Çok neşeli bir yapıya sahip olan asteğmen düşüncelerini söylüyordu. Üniversitedeki hayatından bahsetti. Hayatından, aşkla­rından... vb. konuları peş peşe sıralıyordu. Mustafa Beyin pek ilgisini çekmeyen bu konuşmalar uzayıp gitti.

Bu arada savcının makamına geldiği haberi du­yuldu. Savcı geldiğine göre, Mustafa Bey ifade verebile­cekti. Ama hiç de öyle olmadı. Mustafa Bey beklemeye devam etti.

Savcı bey, öğrencilerin tek tek ifadelerini almaya başlamıştı. Jandarmaların arasındaki çocuklar, çağrıl­dıkça odaya giriyorlar ve ifadelerini veriyorlardı.

Mustafa Bey, bu şikayeti yapanların birkaç öğren­ciyi ayarladıklarını düşünüyordu. Bu düşünce onun canını çok sıkıyordu.

Öğrencilerin ifadelerini alma işi uzadıkça, tutuklanma ihtimalini ciddi ciddi düşünmeye başlamıştı. Şayet tutuk­lanırsam... diye başlayan düşünce turları bazen derinle­mesine gelişiyordu. Bunun hayali bile kor­kunç geliyordu. Ama hayat bu… Gerçekten olabilecek bir olaydı. Böyle bir durumda anne babasının duru­munun ne olacağını, hanımı Şeyma’nın nasıl bir tepki göstereceğini, kendi du­rumunun nasıl gelişeceğini dü­şündü. Hatta tutuklu ol­duğu dönemi nasıl değerlendi­receğini, hangi kitapları okuyaca­ğını, neler yazacağını bile düşünmüştü.

Öğrenciler bir bir içeriye alınıyordu. Bu öğrencilerin bir kısmı da kızdı. Öğrencilerin heyecanlı oldukları belli oluyordu. Heyecanlı olmalarından dolayı ne yapacakla­rını bilemediklerinden şaşkınlık yaşıyorlardı.

Neler sorulduğunu, ifadelerin hangi yönde gelişti­ğini çok merak eden Mustafa Bey, bunu öğrenme imkâ­nına sahip olamamıştı. İfadeleri alınan öğrenciler hiç kimseye gösterilmeden çıkarılıyordu.

Sonunu bilemediği, hiçbir şey göremediği bir yolda, yapayalnız kendi başına yürümeye çalışan birisi gibi his­setti kendisini.

Âlemlerin yaratıcısı, âlemlerin Rabbi Yüce Al­lah’a du­ası ağzından hiç kesilmiyordu. “Bana yardım et Allahım!” niyazı sürekli bir şekilde devam ediyordu.

* * *

 

 

Gece yarısını bulmuş bir zamanda askerin birisi ka­pı­dan göründü:

-Hocam! Savcı bey sizi bekliyor.

-Öğrencilerin ifadesi bitti mi?

-Bitti hocam. Sıra sizdeymiş.

-Gidelim.

Mustafa Bey ayağa kalktı. Artık bu işin sonuna gel­mişti. “Ne olacaksa olsun!” düşüncesiyle yürüdü. İki yanda yürüyen jandarmaların arasında düşünceli adım­larla ilerledi. Mozaikle kaplanmış zeminde, önüne düş­müş başıyla adımlarını attı. Savcının odasının kapı­sında bekle­yen birkaç jandarma daha vardı.

Kapının tam karşısındaki bankın üzerine ilişiverdi. Zira gerçekten bitkin bir hâli vardı. Ve neler söyleyece­ğini tasarladı. Gerçi neler sorulacağını pek bilmiyordu. Ama insan duramıyor işte! Ne, niçin, neden, nasıl? gibi soruları sıralayarak, sorgulama yapıyordu.

Henüz birkaç dakika geçmişti. Kapıdan dışarı doğru bir adım atan memur:

-Hocam buyurun, diyerek ifade vermesi için ça­ğırdı.

Mustafa Bey, memurun arkasından içeri girdi. Ma­sa­nın ortasında, koltuğuna yaslanmış, bir ileri bir geri yayla­nan savcı beyin, çocukların ifadesini almaktan epey yo­rulmuş olduğu belli oluyordu. Mustafa Bey masanın ya­nına vardığında savcı bey masaya doğru doğruldu; sor­maya başladı:

-Adın, soyadın, baba adın...

Kimlik tespiti yapıyordu. Söylenenleri memur yaz­maya çalışıyordu.

Mustafa Bey bitkin olması sebebiyle oturmak isti­yordu:

-Oturabilir miyim? dedi.

-Hayır, oturma! diyerek sertçe bir ifade kullanan savcı bey, sormaya devam ediyordu:

-Ders esnasında, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları hak­kında olumsuz olarak konuştuğunuz söyleniyor.

-Nasıl yani?

-Ne demek, “Nasıl yani?”

-Ne demişim?

-Atatürk ilkelerine aykırı sözler söylemişsin.

-İşte ne söylediğimi öğrenmek istiyorum. Ben bu ko­nuların aleyhinde hiçbir zaman konuşmadım. Bu konu­nun aleyhinde hiçbir propagandam olmamıştır. Müfredat içerisinde ne varsa onları işleyip, anlattım. Müfredat dı­şında bir şey anlatmam da mümkün değil. Milli Eğitim’in temel amaçları doğrultusunda hareket ediyorum.

-Öğrencilere kitap veriyormuşsun.

-Öğrenci öğretmen ilişkisi içerisinde bu olayın nor­mal olduğunu bilmeniz gerekiyor. Mesela; siz öğretmen olsa­nız. Öğrenci ödevini yapmak için sizden kaynak kitap istese, ne yaparsınız? Kitap vermez misiniz?

-Soruları ben sorarım.

-Tamam da ben örnek olsun diye söylemiştim.

-...

-...

-Son olarak söylemek istediğin bir şey var mı?

-Evet, lâikliğe aykırı propaganda yaptığım konu­sun­daki hiçbir iddiayı kabul etmiyorum. Bu iddiaların tümü­nün gerçek dışı olduğunu beyan ediyorum. Tü­münü red­dediyorum. Bu komplodur. Bunu kim ihbar etmiş ise ispat etmesini bekliyorum.

-Kim komplo kurmuştur?

-Siz daha iyi bilirsiniz. Mahkeme kararı çıkartarak evimi aradığınıza göre, çok ciddi belgelerin elinizde ol­ması gerekiyor. Yoksa bu kadar ciddi bir olay ortaya çık­mazdı.

-Savcının sessizliği bir müddet devam etti. Sonra da:

-İfadeniz tamam mı?

-Tamam. Bu iddiaların tümünü reddediyorum.

Yazımı tamamlanan ifadeyi eline alarak gözden ge­çi­ren savcı, elindeki kağıdı Mustafa Beye uzattı:

-Şu ifadeyi imzalaman gerekiyor.

Mustafa Bey, eline aldığı kağıdı baştan sona okudu. Sonra da kağıdı masanın üzerine koydu. Mustafa Beyin bitkinliği son safhaya gelmişti. Ayakta dura­cak hâli yoktu. Neredeyse yere yığılacaktı.

Ne ile itham edildiğini de öğrenmiş oldu. Birçok gay­retli insanın suçlandığı gibi, lâikliğe aykırı davran­makla suçlanıyordu.

Böylece ilk ifade alınması tamamlanmıştı. İfade ta­mamlandıktan sonra Mustafa Bey eve gitmeye hazırla­nıyordu. Gerçi öğrencilerinin ifadelerinin nasıl olduğunu bilmediği için tereddütlü bir durum içerisindeydi. Bu ifade alınma işi bittikten sonra durum ne olacaktı?

Savcı bey işini tamamladıktan sonra:

-Çıkabilirsiniz, diyerek başını çevirdi.

Mustafa Bey, savcının odasından dışarıya çıktı. Ko­ri­dorda jandarmalar bekliyordu. Jandarmaların ara­sında bekleyiş kısa sürdü. Jandarmanın birisi içeri gire­rek Mus­tafa Beyi ne yapmaları gerektiğini sordu.

Dışarıya çıkınca:

-Hadi hocam, karakola gidiyoruz, diyerek yürüdü.

Mustafa Bey de arkasından yürüyerek, kendi ken­dine şöyle dedi:

-Savcı bey beni bırakmayacak. Her hâlde tutuk­la­maya karar verdi. Bu iş burada bitti. Allah'ım beni mah­cup etme! Bana yardım et. Bunun böyle olmaması gereki­yordu. Tutuklanmamı gerektirecek ne vardı ki?

Gecenin sessizliğinde, koskocaman binada kimse­nin olmayışı sebebiyle sessizliği dinleyerek devam etti kori­dordaki yoluna. Yankılanan sesler, ayak sesleri... Kara­kolun kapısından içeri girdiğinde, komutanın de­netleme­ler yaptığını gördü. Mustafa Bey yaklaşarak:

-Ne oldu?    

-Bilmiyorum.

-Nasıl yani?

-Karakolda beklememi söylemiş.

-Öyle mi oğlum?

-Evet, komutanım.

-Olur hocam böyle şeyler. Gel, biraz oturalım. Bi­raz­dan ne olacağı belli olur.

Beraberce girdiler, önceden oturmuş oldukları odaya. Sandalyelere oturdular. Mustafa Bey hiç ko­nuş­mak istemiyordu. Çünkü artık fiziksel olarak bitmişti. Sa­atlerdir yaşadığı sıkıntı, stres, hareketlilik, endişe, korku, heye­can... Onu bu hâle getirmişti. Artık hiçbir şey dü­şünmez hâle gelmişti. Öylesine, boş boş bakı­yordu. Du­varlara göz gezdiriyordu. Duvarlardaki re­simlere takı­lıyordu gözleri. Bekliyordu bir şeyler, bir karar. Olumlu ya da olumsuz. Bitsin artık, diyordu. Bü­tün bu hengame içerisinde, kendi­sine metanet veren bir duygusu vardı. Allah’a güve­ni­yordu. Allah’ın zor du­rumda kalan kuluna yardım ede­ceği inancına sahipti. Allah’ın yardımcı ve yâr olduğunu bili­yordu. Bunu his­sediyordu. Hissetmekle kalmıyor, yaşı­yordu. Rabbinin dilemediği hiçbir şeyin gerçekleşmeyece­ğini bilmesi, onu  rahatlatıyordu. El­bette âlemlerin Rabbi olan Al­lah’ın dilemesi dışında hiçbir şey gerçekleşemezdi.

İnsanlar zor durumda kaldıklarında, Allah’a olan ya­kınlıkları artarak zirveye ulaşıyordu. İnsan bu zor du­rumda kalpten yakınlaşıyor yaratıcısına ve hissediyor Allah’ın yardımını yudum yudum. Yalnızlığının söz ko­nusu olma­dığını kavrayarak, psikolojik rahatlığa ulaşı­yor. Fiziksel yıpranması kaçınılmaz olarak ortaya çıkı­yor. Önemli olan, ruhî çöküntü içerisine girmemesiydi. Ve öyle de oldu za­ten. Bütün olan bitene rağmen te­vekkülü elden bırakmıyordu.

 “Dua mü’minin silahıdır.” hadisini unutmuyordu. Bu silahı gerektiği gibi kullanmaya çalışıyordu. Duaların kar­şılıksız kalmayacağını biliyordu. Elbette karşılıksız kal­ma­yacaktı. Çünkü kul dua ederse, Allah duayı kabul ederdi.

Artık bir haber bekliyordu. Olumlu ya da olumsuz bir netice. Nihayet beklediği haber gelmişti.

Savcılıktan gelen jandarma karakol komutanı ile ko­nuştu. Konuşma fazla uzun sürmedi. Konuşmayı ta­mam­layan komutan, hafif gülümseyen yüzüyle:

-Hadi geçmiş olsun, dedi.

-Sağ ol.

-Artık gidebilirsin. Savcı bey gidebileceğini bildir­miş.

-İyi o zaman, ben gidiyorum.

Beraberce karakol komutanlığının bahçe kapısına ka­dar yürüdüler. Mustafa Bey, karakol komutanı ile veda­laşmak için elini uzatarak tokalaştı:

-Komutanım, çok teşekkür ederim. Gerçekten bana çok yardımcı oldun.

-Yok canım. Biz görevimiz olan işleri yapmaya ça­lış­tık.

-Haydi hayırlı geceler.

-Sana da.

Karakolun kapısından sevinç dolu hareketlerden olu­şan adımlarla ayrılırken, “Keşke herkes senin gibi göre­vini yapmaya çalışsa!” diye iç geçirerek, karanlık altın­daki yürüyüşüne devam etti.

Gecenin karanlığını aralayan sokak lambalarının loş ışığı altında, meydandaki kahvenin bahçesinde bekle­yen­ler vardı. Bunlar Mustafa Beyin öğretmen arkadaş­larıydı. Karakola gelip gelmeme konusunda tereddüde düşerek beklemişlerdi. Kahvenin önünden hızlı adım­larla gitmekte olan Mustafa Beyi görünce seslendiler:

-Mustafa Bey!

Mustafa Bey sesin geldiği yöne doğru başını çevirdi. Orada bekleşen arkadaşlarını tanıdı. Onlara doğru iler­ledi.

-Geçmiş olsun.

-Sağ olun.

-Ne oldu?

-İfademi aldılar.

-Onu biliyoruz.

-Başka ne istiyorsunuz?

-Neler geçti başından?

Bekleyenler arasındaki öğretmenlerden Hasan Tah­sin Bey:

-Arkadaşlar! Burada ayaküstü bu konuşulmaz. Bi­zim eve gidelim, orada konuşuruz. Olur mu Mustafa Bey?

-Tabi tabi, gidelim.

Ve yürüdüler karanlık sokakların parke taşlarının üze­rinde. Mustafa Beyin evinin önünden geçerken Mus­tafa Bey:

-Siz gidin de ben eve bir uğrayayım, hemen gelirim, diyerek evine geldi. Gelişmeler hakkında kısaca bir bilgi verdi kapıya çıkan eşi Şeyma Hanıma. Evdeki bayanlar hâlâ oturmaya devam ediyordu. Gideceği yeri haber ve­rerek, önceden giden arkadaşlarının arkasından Ha­san Tahsin Beyin evinin yolunu tuttu. Şeyma Hanım da evde bulunan hanımlara haber vermek için içeriye girdi mutlu bir şekilde.

 

HASAN TAHSİN’İN EVİ

 

 

 

 

 

 

Hasan Tahsin Beyin evi, ilçenin en kenarındaydı. Ara sokaklardan geçerek, kendisini beklemekte olan ar­kadaş­larının yanına geldi. Herkes oturmuş olayın yo­ru­munu yapıyordu.

Mustafa Bey selâm vererek içeriye girdi. Geçmiş ol­sun temennilerinin ifade edilmesinden sonra mesele dö­nüp dolaşıp olaya geldi.

Mustafa Bey sorulan soruların hepsine teker teker ce­vaplar veriyordu. Olayı ve gözaltında olduğu anları bir­kaç kez anlattı. Bu anlatma işi saatler almıştı. Sabaha yakın bir zaman olmuştu. Ama konuşmalar devam edi­yordu. Me­sele, bu işi kimin yaptığında kilitleniyordu. Ki­min şika­yet ettiği konusunda değişik düşünceler or­taya çıkıyordu.

Kürşat Bey ısrarla şunu anlatıyordu:

-Arkadaşlar! Bu işi Sevda Hanım yaptırmıştır. Dav­ra­nışlarından şüpheleniyordum zaten. Bir gün önce şehre gitmişti. Bu işi plânlamak için gitmiştir. Bence mutlaka onun işidir.

Dikkatlice dinleyen Mustafa Bey, Kürşat Beyin de­diklerine inanma meyli gösteriyordu. Ama Sevda Ha­nımla politik düşüncelerinin farklılığı sebebiyle pek iyi geçinmediklerini biliyordu. Bu sebeple tedbirli davranı­yordu:

-Kürşat Bey! Sevda Hanımın yaptığını kesin biliyor musunuz?

-Başka kim yapabilir ki?

-Kesin biliyor musunuz?

-Hayır. Ama ondan başkası bunu yapmaz. Kadın, din düşmanı resmen yahu!

-Hocam, bu tahmin ile falan olmaz. Kesin ise söyle­yin, ona göre davranışımızı düzenleyelim. Tedbirimizi alalım.

-Düşünecek bir şey yok. Bence kesin o yapmıştır.

Mustafa Bey Kürşat Beyin yapısını bildiği için söy­le­diklerine pek itibar etmedi; ama düşünmeden de ede­medi.

Kürşat Bey, duyduğunu her yerde anlatmaktan zevk alan birisiydi. Abartılı anlatılardan da geri kalmazdı. Okul­daki her olayı, Milli Eğitim Müdürlüğü’ne taşımak özel zevkleri arasında sayılabilirdi.

Bu şikayetin ya da ihbarın temelinde okuldaki bir personelin varlığı akla ilk gelendi. Savcının sorduğu soru­lar, okulla ilgili olan birisinin şikayetini gerektiri­yordu.

Okuldandı; ama kimdi?

Bir ara konuşmalar, öğrencilerin ifadelerine kaydı. Öğrencilere savcının ne sorduğunu, öğrencilerin ne ce­vaplar verdiklerini anlatıyorlardı. Arkadaşlardan bazıları ifade verdikten sonra evlerine dönen birkaç öğrenciyle rastlaşmışlar ve onlardan bilgi almışlardı. Savcının, ço­cukların bazılarını ifadelerinde zorladığını söylüyorlardı.

O gece konuşmalar bu minvalde devam ediyordu. Bu tür savcılık ve mahkemelerle ilgili hikayeler anlatıl­maya başlandı. İnsanların takip edildiği konusu ile de­vam etti. Çok dikkat edilmesi tavsiyesi ile sona ermişti.

Arkadaşları ısrarla:

-Sence kim yaptı? sorusuna cevap arıyorlardı. Mus­tafa Bey, bu konudaki düşüncelerini söylemek istemi­yordu. Ortam uygun değildi.

Bugün burada söyledikleri, yarın her tarafa yayıla­caktı. Kesin olmayan bilgi ile hareket edilirse, beklen­me­dik sonuçlar ortaya çıkabilirdi. Allah Teâlâ zan ile hareket etmeyi yasaklamıştı. Başkalarını mağdur ede­cek sözler­den uzak durmak gerekiyordu.

Artık dağılma zamanı gelmişti. Arkadaşları birer iki­şer ayrılıp gittiler. Ama Ali Bey kalkmıyordu. Mustafa Bey ile bir şeyler konuşacakmış gibi bir hâli vardı. Niha­yet Mus­tafa Bey ile en sona kalan Ali Bey de Hasan Tahsin Bey ile vedalaşarak ayrıldılar. Yürümeye başla­dılar. Ali Bey:

-Hocam ben size kendi düşüncelerimi anlatmak isti­yorum.

-Sizi dinliyorum hocam.

-Hocam kusura bakmayın. Çok özür dilerim.

-Ne oldu ki?

-Biz size moral vermek için buraya gelmiştik. Ama dü­şündüğümüz gibi olmadı. Konuşmalar moral bozucu şe­kilde gelişti. Gerçekten size destek olma düşüncesin­den çok uzaktı.

-Çok önemli değil.

-Benim için çok önemliydi. Arkadaşımın derdiyle dertleşmek, benim görevimdir. Sizin sıkıntılarınızı anla­mak mümkün olmaz belki; ama düşünebiliyorum. Bu konuda ben Sevda Hanım ihtimalini gözden uzak tutmu­yorum. Yalnız bu işte Milli Eğitim müdürünün par­mağı olduğunu düşünüyorum. Kürşat Beyin ya­nında bu ko­nuda konuş­madığınız iyi oldu.

Mustafa Beyin düşündüklerini söyleyen Ali Bey ko­nuşmaya devam ediyordu:

-Hocam, her şeyimle yanınızdayım. Benim yapabi­le­ceğim, bir şey olursa yapmaya hazırım.

-Teşekkür ederim.

-Bir kardeşimizin sıkıntılı anında yanında olmazsak, mü’min olduğumuzu nasıl ispat ederiz sonra?

-Ali Bey kardeşim. Çok düşüncelisiniz. Teşekkür ede­rim.

Konuşarak eve doğru ilerlediler. Gecenin karanlı­ğında sabahın yaklaştığı bir anda evine gelen Mustafa Bey, bit­kinliğini ve uykusuzluğunu gidermek istiyordu.

Abdest aldı, şükür namazı kıldı. Sonra Yüce Allah’a içten yakardı. Sonra da kısa süreli deliksiz bir uyku çekti.


ERTESİ GÜN

 

 

 

 

 

 

Her ne olursa olsun hayat devam ediyordu. Yara­tan’ın kanunu gereği bazıları ölecek, kimileri doğacak, sıkıntılı anlar yaşanacak, duygular yıpranacak...ama ha­yat devam edecekti.

İşler, kaldığı yerden devam ediyordu. Memurlar iş­le­rine gitmenin telâşı ile yollarına koyulmuş, bahçele­rin­deki işleri yapmak üzere çoluk çocuk, genç yaşlı tarlala­rın yo­lunu tutmuştu. Öğrenciler ve öğretmenler de eği­tim öğre­tim için okul yollarında ilerliyorlardı. Kı­saca her şey, alı­şılmışlığının içerisinde devam ediyordu.

Günün, bir gün öncesinin güzelliğini çatlatacak ka­dar güzel olacağı, bu ilk güneş ışığının göz kırpışlarından belli oluyordu. Bir gün öncesindeki güzel günün so­nunda gö­zaltına alınan Mustafa Bey kaldığı yerden devam etmek üzere yürüyordu. Anlatma düşüncesiyle bildikle­rini...düşündüklerini...öğrendiklerini...

Bu güzel cuma günü, öğrencilerin şaşkın bakışları arasında okula ulaştı. Öğrenciler dönüp dönüp Mustafa Beye bakıyorlardı. Mustafa Beyi karşılarında görünce gözleri ışıl ışıl oluyor, sevgilerini gösteriyorlardı.

Hiçbir tarafa takılmadan, doğruca öğretmenler oda­sına girdi. İlk saatte dersi olan öğretmenlerin hepsi ora­daydı. Kimileri üzüntü ile, kimileri de usulen, “Geçmiş olsun!” diyorlardı.

Hiçbir şeyden haberi olmayan öğretmenlerden bi­risi:

-Hayırdır hocam! Ne oldu? Hasta falan mısınız?

-Yok, yok. Hasta falan değilim. Allah’a şükür sıhha­tim yerinde.

-Eee, ne var başka?

-Hocam, cesareti olmayan birileri beni savcılığa şi­ka­yet etmiş. Kimse, erkekçe ortaya çıkıp “Ben yaptım!” dese gam yemeyeceğim. Ama ne gezer! Sinsi sinsi ha­reket edi­yor. Ben ne yaptım ki, bunu plânladılar?

-Geçmiş olsun.

-Şikayet sebebi neymiş?

-Lâikliğe aykırılık!

-Ciddi misin?

-Çok ciddiyim.

-Siz mi?

-Evet, benmişim(!)

-Bunu yapana ne denir, bilmem. Sizin gibi bir adama bu yapılmamalıydı.

-Ama oldu işte!

-Sağlık olsun hocam.

Bu konuşmalar uzayıp gitti. Öğretmenler odasın­daki arkadaşlarının tepkileri farklı oluyordu.

Ders zili çalmıştı. Öğretmenler evraklarını, kitapla­rını alarak sınıflara yöneldiler. Mustafa Bey ağır ağır sınıfın yolunu tutarken, öğrencilere neler söylemesi ge­rektiğini düşünüyordu.

Sınıfa girdiğinde, ayağa kalkmış olan öğrencilerin ba­kışları Mustafa Beyin üzerinde odaklanmıştı:

-Oturun çocuklar!

-Hocam, geçmiş olsun!

-Sağ olun çocuklar! diyerek oturdu. Yoklamayı aldı. Defteri imzaladı. Sonra ayağa kalktı:

-Çocuklar, belki çoğunuz olanları duydunuz. Zaten o sebeple “Geçmiş olsun!” diyorsunuz. Önemli bir şey yok. Beni şikayet etmişler. Savcı da ifademi aldı.

-Hocam evinizi de aramışlar.

-Evet, evimi de aradılar.

-Pek büyütülecek bir olay yok. Olur böyle şeyler. Bunlar önemsiz şeyler. Ben size şimdi bazı peygamber­lerden bahsetmek istiyorum:

İnsanlar Allah’tan uzaklaştığı zamanlarda Allah pey­gamberler göndermiştir. İnsanlara doğruyu, güzeli, Hakkı göstermek için Allah’a ibadet etmeye çağırmış­lardır. Put­ların zarar ya da fayda sağlayamayacağını ifade etmişler­dir.

Allah’a ibadete çağırdıkları zaman, beklemedikleri tepkilerle karşılaşmışlardı. Kendilerine gönderilen pey­gamberlere olmadık şeyler söylüyorlardı. Onları dışlıyor­lar, taşlıyorlar; hatta ambargo uyguluyorlardı...

Bu tür olayların başlarına gelmesinin sebebi, in­san­ları bir olan Allah’a inanmaya ve Allah’a kul olmaya ça­ğır­malarıydı.

Şeytanın saptırmasıyla azgınlaşıyorlar, azgınlaştıkça ba­tıyorlardı. Kendilerini bataklıktan kurtarmak isteyene de: “Hayır, biz bataklıkta değiliz, biz hayatımızdan mem­nunuz!” diyorlardı. Bunların bu durumlarına rağmen pey­gam­berler mücadelelerine devam ediyorlardı.

Düşünün peygamberlerin mücadelelerini... Hz. Musa’yı, Hz. İsa’yı, Hz. İdris’i, Hz. Şuayb’ı, Hz. Eyyub’u, Hz. Yunus’u, Hz. Salih’i, Hz. Lut’u...

Düşünün bütün peygamberlerin mücadelelerini...

Katlandıkları zorlukları...

Gördükleri işkenceleri...

Allah’ın rızası için her şeyi bırakmalarını...

Nasıl nasihat ettiklerini...

Kavimlerinin nasıl cevap verdiğini...

Okuyun bu kıssaları defalarca...

Ve düşünün...

Düşünün ki,  ne yapmanız gerektiğini kavrayın.

Onlar, sonuna kadar mücadelelerini sürdürmüşler. Bütün baskılara rağmen Allah’tan aldıklarını tebliğ et­miş­ler. Zor durumda kalmışlar; ama mücadeleden geri kal­mamışlar. Hakaret görmüşler; ama Al­lah’ın emirlerine uymak için görevlerini yerine getire­bilmenin mücadele­sini bırakmamışlar...

Bakınız! Hz. Nuh’un kıssasını kısaca hatırlayalım:

“Hz. Nuh, kendi kavmine gönderildi: “Allah’ı birle­yin, O’na ortak koşmayın. Sizin için O’ndan başka iba­dete layık bir ilah yoktur; eğer O’na ortak koşar ve ibadet et­mezseniz; ben, başınıza bir azabın gelmesinden korka­rım.” dedi.

Kavminin ileri gelenleri, yetki ve etki sahipleri şöyle cevap verdiler:

“Ey Nuh! Şüphesiz biz senin hak, doğru ve açık yol­dan ayrıldığını görüyoruz.”

Bunlar, peygamberlerin çağrılarına kulak vermedi­ler. Çünkü onlar, dünyalık mal mülk ve makam mevki pe­şinde koşuyorlardı. İnandıkları zaman ellerindeki sal­tana­tın kaybolmasından korkuyorlardı. Bunun için karşı çıkı­yorlardı. Bu sebeplerden düşmanlık yapıyor­lardı. Bunla­rın aklı, fikri, dünyalık peşinde koşmakla meşgul olu­yordu.

Hz. Nuh: “Ben sapık değilim, sizin bütün iş ve hâl­le­ri­nize sahip olan, sizin menfaatinizi gözeten Rabbiniz katın­dan size gönderilmiş bir peygamberim. Ben, Al­lah’ın be­nimle size gönderdiği şeyi size tebliğ ediyorum. Ben gayb işlerinden sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Sizin iyiliği­nizi ve hayrınızı istiyorum.” dedi.

Hz. Nuh’a peygamberliğin gelmesini kabul etmek is­temiyorlardı. Azaptan sakındırmak üzere gelen pey­gam­berlerini dinlemiyorlardı. Peygamberleri ile alay edi­yor­lar, dalga geçiyorlardı. Yalanlamaya devam ediyor­lardı.

Ama ne oldu?..

Allah’ın emriyle yaptığı gemiyle inananlar kurtuldu.

Hz. Nuh ile uğraşanların hepsi, suda boğulmak sûre­tiyle Allah’ın gazabına uğradılar…

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayatını göz önüne alalım. Şöyle bir gözden geçirelim hayatını, mücadelesini...

Kendi başına çekildiği Hira mağarasında aldığı ilk va­hiy ile peygamberlikle görevlendirilmişti. “Oku! Ya­ratan Rabbinin adıyla...”

Zaten ne olduysa, bundan sonra olmuştu. Güvenilir Muhammed olarak bilindiği, tanındığı hâlde putlara tap­malarının bir anlam ifade etmediğini, âlemlerin Rabbi olan Allah’a ibadet etmeleri gerektiğini söylediği andan itibaren kavminin insanlarının davranışları deği­şivermişti.

Bütün maddi imkânları; mal, mülk, başkanlık, ka­dın­lar... teklif etmişlerdi. Karşılığında da kendilerinin bildik­leri, inandıkları gibi bir hayatın devamı için kendi dava­sından vazgeçmesini istiyorlardı. Bütün dünyalıklar, önüne, ayaklarının altına seriliyordu. Bütün zenginlikler onun olabilirdi.

Ama o büyük insan, bilinen o müthiş cevabı ver­mişti:

 “Bir elime ayı, diğer elime güneşi verseniz; ben bu davamdan vazgeçmem. Çünkü bu dava Allah’ın dava­sıdır.”

Model insan olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in bütün dünyalıkları Allah rızası için reddetmesi, bizim için bir an­lam ifade etmelidir.

Teklif edilenleri kabul edip, başkan olmak, zengin ol­mak, diğer insanlar tarafından baş edilmek varken ve hem de çok kolay iken, bunu kabul etmemiştir. Kâfirler yapa­bileceklerinin hepsini uygulamaya koymuşlar, taşla­mışlar, dışlamışlar, dövmüşler, sövmüşler, hakaretler et­mişler... Ama o mü­cadelesine devam etmiştir.

Hatta kendi doğup büyüdüğü şehirden sürüp çı­kar­mışlar. Sürgün etmişler. Siz düşünebiliyor musunuz, kendi bulunduğunuz evinizi, barkınızı bırakıp, ailenizden uzak­laştırılmayı!

Ve ona inanan sadık insanların hayatlarına bir göz atın. Sahabelerden bahsediyorum. Peygamberimizin “yıl­dızlar” dediği insanlardan. Bu örnek insanların ha­yatla­rını incelersek, onların, karşılaştıkları zorluklara nasıl gö­ğüs gerdiklerini ve niçin bu zorluklara katlandıklarını an­lamış oluruz.

Kızgın kumların altında, güneş ışıklarının insanı ka­vurduğu bir ortamda üzerlerine taşlar yığılan insanlardı bunlar. Dinlerinden dönmeleri için yapılan bu işkence­lere cevapları, Allah’ın bir olduğunu haykırmak ol­muştu.

Ayaklarından iplerle bağlanarak ters istikamete doğru sürülen develerle ortadan ayrılanların cevabı da Allah’ın birliği olmuştur.

Mızrakla öldürülmelerine rağmen “Allah!” diyenler de onlardı.

Bunca zulme maruz kalmışlar, baskı altında tutul­muşlar, dövülmüşler, dinden dönmeleri için yapılan ezi­yetlere rağmen o bildik cevabı vermişlerdi: “Biz Al­lah’ın kuluyuz. Başkasının kulu olmayız. Allahu ekber! Allah bir!..”

Bu dünya sıkıntılarının önemli olmadığını biliyor­lardı. Önemli olanın, ebedî mutluluk olduğunun şuurun­daydı­lar. Ebedî mutluluğun yolunun, dünyadaki sıkıntılı yoldan geçtiğini biliyorlardı. Allah rızası için hepsine kat­lanıyor­lardı.

Onlar böyleydi. Niçin inandıklarının şuurunda, far­kında olan kişilerdi. 

Ya biz?

Biz başımıza gelen basit bir olayda bile yılgınlık içeri­sinde olabiliyoruz.

Bazı örneklerini sunduğum, yaşanmış olayların ya­nında benim başıma gelmiş olan basit şeyden bah­setmek bile yersiz.

Zira hep böyle olmuştur. Bundan sonra da böyle ol­maya devam edecektir. İnsan tedbirli olacaktır. Bütün tedbirine rağmen başına gelen sıkıntıya, zorluklara da zaafa düşmeden sabretmesini bilmelidir.

Çoktan zil çalmıştı. Öbür derse giriş zilinin çalma vakti yaklaşmıştı. Çocuklar o kadar istekle dinliyorlardı ki, Mustafa Beyin çıkmasını istemiyorlardı. Ama bir başka sınıfa girmesini gerekiyordu. Bu sebeple çıkmak için ha­zırlandığı sırada bir öğrenci ayağa kalkarak:

-Hocam, biraz daha anlatın, çok güzel anlatıyorsu­nuz, dedi.

-Biliyorsunuz, başka sınıfa dersim var.

-Olsun hocam, bu derste de bize anlatın.

-Olur mu öyle şey canım? İyi dersler!..

-Sağ ol!..

Mustafa Bey bir başka sınıfın bir başka dersine gir­mek için sınıftan çıktı.

                                                   

ÖĞRENCİ  İFADELERİ

 

 

 

 

 

 

Mustafa Bey, derslerine girip çıkıyordu. Ama kafası öğrencilerin neler söyledikleri ile meşguldü.

Gerçi kulaktan kulağa duymuştu öğrencilerin ifa­de­le­rini. Yine de emin olmak istiyordu. Teneffüse çık­ma­ları sebebiyle öğrenciler Mustafa Beyin etrafını çe­vir­mişlerdi. “Geçmiş olsun!” temennilerini söylüyorlardı. Et­rafındaki öğrencilerin içerisinde, akşam jandarmanın ifade almak için götürdüğü çocuklar da vardı. Onlar bir şeyler anlat­mak istediklerini belli ediyorlardı. Yaptıkları işten gurur duydukları belliydi. Bu gururu öğretmenle­riyle paylaşmak istiyorlardı.

Hemen konuşmaya başlayan İlhan anlatmaya baş­ladı:

-Hocam, gece eve jandarmalar gelince çok kork­tum. Zil çalınca, kapıya babam çıktı. Karşısında jandar­maları görünce çok şaşırdı.

-Buyurun, dedi.

-İlhan Kara’nın evi burası mı? diye sordular.

-Evet, burası!

-İlhan’ı karakola götüreceğiz.

-Ne yapmış ki?

-Hiç canım. Bir şey yok.

-Bu vakitte mi? Sabah gelse olmaz mı?

-Hayır olmaz. Şu anda savcı ifadesini alacak.

-Ne ile ilgili?

-Öğretmenleri Mustafa Bey ile ilgiliymiş.

-Ne yapmış?

-Orasını bilmiyoruz.

-Bize “Gidip, getirin!” diye liste verdiler. Biz de top­luyoruz.

-Şimdi çağırayım mı?

-Çağırın da gidelim.

-...

-...

Konuşmalar böyle sürüp gidiyordu. Ben kapının ara­lığından konuşulanları dinliyordum. Çok heyecanlan­dım. Ne yapacağımı bilemiyordum. Annem de çok te­lâşlan­mıştı. Tuhaf tuhaf yüzüme bakıyordu. Bu arada babam kapıdan içeriye girdi.

-İlhan, öğretmeniniz Mustafa Bey, karakoldaymış. Savcı ifadeni alacakmış. Jandarmalar dışarıda seni bekli­yor. Hadi bakalım! deyince, annem elime ceketi tu­tuş­turdu. Ceketimi giyerek yavaş yavaş evden çıktım. Bir yandan da düşünüyordum kendi kendime:

 “Hocamı niye götürdüler. Onun kadar iyi birisi ne yapabilir ki?” diyordum.

Dış kapıdan çıktığımda, jandarmaların yanında bi­zim sınıftaki arkadaşların bazıları da vardı. Hep beraber kara­kola yürüdük.

Askerler yolda, diğer arkadaşların evlerinin adresle­rini bize sordular. Evlerine uğrayarak teker teker onları da aldılar. Sonra da karakola götürdüler.

Mustafa Bey araya girerek:

-Karakolda askerler bir şeyler söylediler mi?

-Hayır. Hepimizi topladılar. Savcı geç geldiği için bizi beklettiler.

-Beklerken ne düşündünüz?

-Hocam, biraz heyecanlandık. Ne soracağını bilme­di­ğimiz için tereddütteydik.

Sonra sırayla tek tek odasına çağırdı. İfadelerini ve­ren arkadaşlar da evlerine gittiler. Bazı arkadaşlar dışarı çıktı­ğında yüzleri kıpkırmızı olmuştu.

-Ya sonra?

-Sıra bana geldiğinde içeriye girdim. Savcının yüzü çok asıktı. Sinirli gibiydi. Yüzünü kağıtlardan kaldırma­dan konuşuyordu.

-Annenin ismi, babanın ismi… vb. soruları sıralı­yordu.

-Ben de cevap veriyordum. Birden başını kaldırdı. Bana doğru döndü ve:

-Doğruyu söyle! Yoksa karışmam. Yalan söylersen seni içeri atarım ha! dedi.

Ben de:

-Atarsan at. Daha güzel olur. Hocam ile birlikte olu­rum, deyince kızmaya başladı. Bağırıyordu, “Doğruyu söyleyeceksin!” diye.

-Evet, doğruyu söyleyeceğim.

-Öğretmeniniz derslerde, ders dışı şeyler anlatıyor­muş, doğru mu?

-Hayır.

-Öyleymiş. Diğer arkadaşların söyledi.

-Nasıl anlatıyormuş?

-Devlet hakkında konuşuyormuş. Devlet adamları­mızı kötülüyormuş.

-Hayır. Kesinlikle iftira! Hiç böyle konuştuğunu duy­madım. Hocamız hep ders işlerdi. Dersin dışında hiçbir şey anlatmazdı.

Biraz abartılı cevap verdim. Ders dışında bir şey an­latmadığınızı söyleyince savcı bana iyice kızmıştı.

-Hocanız, .....isimli yazarın kitaplarını size verip oku­tuyormuş.

-Hayır, vallahi yalan.

-......isimli yazarı överek, kitaplarını tavsiye edi­yor­muş. Öyle mi?

-Hayır. Bize hiçbir zaman .....’ın  kitaplarını tav­siye etmedi.

-Derslerinizde Atatürk ilke ve inkılâplarını anlatmı­yormuş.

-Bu da yanlış. Yeri geldikçe bahsediyor, anlatıyor.

-Bu konuda sizi yanlış yönlendiriyormuş.

-Hangi konuda?

-Atatürk inkılâpları.

-Hayır. Öyle bir şey olmadı.

-Size lâikliği öğretti mi?

-Evet.

-Peki söyler misin, lâiklik nedir?

-Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı olmasıdır.

-Bunu öğretmeniniz mi öğretti?

-Evet.

-Doğruyu söyle!

-Doğruyu söylüyorum.

-Hepiniz aynı şeyleri söylüyorsunuz. Sizi kim öğ­retti?     

-Hiç kimse! Doğrular bunlar!

-Ne doğrusu be! Hepiniz aynı şeyleri papağan gibi tekrar edip duruyorsunuz. Çık dışarı! Şimdi içeri ataca­ğım seni.

-Atın içeri, hocamın yanına gideyim.

-Sana çık dedim. Çıık...

Böyle söyleyerek beni çıkardı. Bana çok kızmıştı ho­cam. Birazcık da korktum. Aslında bize başka şeyler söy­letmek istiyordu. Hele “Beni de at hocamın yanına.” de­yince iyice sinirlendi. Bir ara ayağa bile kalkmıştı.

İlhan bunları anlatırken, yanlarında bulunan aynı sı­nıfın öğrencileri, başları ile İlhan’ın anlattıklarını onaylı­yorlardı. Araya girerek, bazı detayları aktarıyor­lardı.

Bu konuşmalar devam ediyordu. Akşam ifade ver­mek için karakola gidenlerden Satife, “Hocam,” diyerek başladı anlatmaya:

-Sizi karakolda görünce çok üzüldüm. İçim cız etti. Keşke sizin yerinize ben orada olsaydım. Sıkıntıyı sizin yerinize ben çekseydim. Sizin gibi birisine bunu yapan­lar hesabını Allah’a nasıl verecekler. Sizi orada askerle­rin yanında görünce çok doldum. Neredeyse ağlaya­caktım.

-Peki Satife, savcı sana neler sordu?

-Hemen hemen aynı şeyleri. Lâikliğe aykırı davran­dı­ğınızı ifade edip doğrulatacak ifadeler istiyordu. Bu­nun için değişik sorular soruyordu.

Satife yaşadıklarını ve duygularını anlattı uzun uzun. Oldukça etkilenmişti bu olaydan.

Mustafa Bey öğrencilerin ifadelerin muhtevasının, ge­nel olarak böyle olduğunu öğrendi.

Savcının, ifadeleri alırken takınmış olduğu tavır da dikkate değerdi. Öğrencilerin vermiş olduğu bu ifade­lerle bir sonuç alması mümkün olamazdı.

Ama belli de olmazdı.

Ne olurdu? Neler olurdu?

İlerleyen zaman içerisinde bunlar ortaya çıkacaktı.

* * *

 

O günün akşamına kadar öğrencilerle bu tür ko­nuş­malar devam etti. Üzüldüklerini ifade ediyorlardı. Hatta bir ara Atiye ve Dilek, Mustafa Beyin yanına gel­diler. O andaki duygularını anlattılar:

-Hocam, olayın olduğunu duyunca, yani sizin kara­kola götürüldüğünüzü duyunca ne yapacağımızı bilemez duruma geldik. Ne yapabileceğimizi düşündük. Elimiz­den hiçbir şey gelmiyordu. Sizin için Allah’a yal­vardık. Dualar ettik.

Biliyorsunuz, bizim kaldığımız ev hapishaneye giden yolun üzerinde. Gece yarısına kadar pencerenin önünde oturduk. Hapishaneye götürürlerse, bir kez daha görelim diye. Telâştan karmaşık duygular yaşadık.

Ama Allah’a şükürler olsun, öyle bir kötülük ol­madı.

Öğrencilerin anlattıkları, bu olayın neticesindeki dav­ranışları, Mustafa Beyi çok etkilemişti. Duygusallığı zir­veye vurmuştu. Hele Muhlis’in anlattıklarını dinledik­ten sonra öğrenciler tarafından sevilmenin erişilmez mutlulu­ğuna ulaşmıştı. Öğrencilerine gösterdiği ilginin, vermeye çalıştığı bilginin boşa gitmediğini görmek, ba­şına gelenleri unuttu­racak seviyeye çıkmıştı. Dünyada yaşanabilecek güzel duyguların en güzelinden olan bu ilgi dolayısıyla yalnız olmadığı hissini de tatmıştı.


AKIBET

 

 

 

 

 

 

Bu tertiplenen olay belki de Mustafa Beyin imajını sarsmak içindi. Onun öğrenciler üzerindeki etkinliğini azaltmak, öğrencileri etki alanının dışına taşımaktı.

Belki de gözdağı vererek, çalışmalarından vazge­çir­mek hedefleniyordu. Hatta dinin gerekliliğini savu­nup, bunu ifadelendirenlerin tümüne bir ihtardı.

Öyle ya da böyle; olan olmuştu! Önemli olan, bun­dan sonra ne olacağı, nelerin nasıl gelişeceği idi.

Mustafa Bey mahkemede yargılanacak mı yoksa ta­kipsizlik kararı mı verilecekti?

Veya hapse konulmak sûretiyle cezalandırılacak mıydı? Bunların hepsini zaman gösterecekti.

Bu esnada Mustafa Bey ne yapmalıydı? Bunu araş­tırması gerekiyordu. Gerekli tedbirleri alması göreviydi. Ve öyle de yaptı. Araştırmaya başladı olayın akıbetini.

Evinin aranması ve karakola götürülerek ifadesinin alınmasının üzerinden bir hayli zaman geçmişti. Olayla ilgili hiçbir gelişme olmamış; ipucunu elde edememişti. Tereddüt içerisinde geçen zaman, psikolojik yıpratma taktiği ola­rak kullanılıyor, olabilirdi. Gerçekten de belirsiz­lik ortamı insanı endişe ile birlikte yıkıma götürebiliyordu. Duy­guların alt üst olmasına, sosyal münasebetlerin za­yıfla­masına ya da kopmasına bile götürebiliyordu. Bu­nun mutlaka çözüme ulaştırılması gerekiyordu.

Bu amaçla, dersinin olmadığı gün sabahleyin evden çıktı. Henüz insanlar sokak ve caddeleri doldur­mamıştı. Boş sokaklardan Hükümet binasının içinde bulunan sav­cılığa doğru yürüdü.

Görmüş olduğu birkaç kişi ile selâmlaştı. Birkaç ba­samaklı merdivenden çıkarak Hükümet binasının bahçe­sinden ilerledi. Kapıdan girerek savcılığa ulaştı. Bir me­mur, masada bir şeyler yazmakla meşguldü:

-Savcı bey yok mu?

-Yok.

-Ne zaman gelecek?

-Bilmiyorum.

-Gelecek mi?

-Gelmesi gerekiyor.

Sonra da ifade vermesi için getirilmiş olduğu kori­dor­daki bankın üzerine oturdu. Ama bu sefer farklıydı. Zira etrafında jandarmalar yoktu. Yine gecenin sessizli­ğinin yankılandığı koridor insanlarla doluydu. Grup grup gelen insanlar, mahkeme olmak için bekleşiyorlar ve kendi ara­larında konuşarak değerlendirmeler yapı­yorlardı. Asılan mahkeme ilanlarında isimlerini ve sıra­larını arıyorlardı.

Mustafa Bey birkaç saat savcının gelmesini bekledi. Bu geçen zaman içerisinde de oradaki insanları göz­lem­ledi. Konuşmalarını, yüz ifadelerini davranışlarını...

Nihayet koridorun ucunda savcı bey göründü. Sarı saçları ve ince çerçeveli, küçük camlı gözlükleri ile he­men tanınıyordu. Uzun boyu da kendisini gösteriyordu.

Mustafa Beyin oturduğu bankın önünden geçtiği sı­rada ayağa kalktı, arkasından birkaç adım attı:

-Savcı bey! diye seslendi.

Savcı bey durdu. Geriye doğru döndü. Karşısında Mustafa Beyi görünce:

-Evet, diyerek Mustafa Beyi dinledi.

-Savcı bey! Birkaç şey sormak için geldim.

-Buyur, sor.

-Biliyorsunuz, benim olay…

-Evet.

-Sonuç ne oldu? Epey zamandır bir haber çıkmadı. Ne olduğunu, ne olacağını öğrenmek istiyorum.

Savcı bey, Mustafa Beyin anlayamadığı ve çöze­me­diği bir tavırla gülümseyerek ve çok yumuşak bir şekilde konuşuyordu.

-Bizimle bir ilgisi kalmadı.

-Nasıl?

-Biz fezlekeyi Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne gön­der­dik.

-Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne mi?

-Evet.

-Niçin? Ne var ki de gönderildi?

-Suçun gereği. Bu suçlara DGM bakar.

-Peki, ne olacak şimdi?

-Bizim yapacağımız hiçbir şey yok. Bekleyeceğiz. DGM’nin sonucunu bekleyeceğiz.

-Benim yapacağım bir şey yok mu?

-Yok. Bekleyeceksin.

Mustafa Bey bu konuşmalardan sonra oradan ay­rıldı. Ağır adımlarla terk etti koridoru. Düşünceli ve en­dişeli bir şekilde... Kendi kendine: “Bunlar beni kesin cezalandıra­cak her hâlde. Ne oldu ki fezlekeyi DGM’ye gönderdiler? Ortada suç olabilecek bir şey zahiren yok iken.” diye dü­şündü.

* * *

 

Bu üzüntülü hâli bir anda, birden bire değişiverdi…

“Olan olsun! Rabbim ne dilemiş ise olur! Rabbimin takdir etmediği hiçbir şey gerçekleşmez!”

Bu düşünceler, onun iç dünyasını bir kez daha ay­dınlatmıştı. Sıkıntının içerisinde mutluluk yaşamasına se­bep olmuştu.

İşte, inancın insan hayatındaki rolünün görülebile­ceği bir gerçek. Bütün üzüntü veren düşüncelerden kur­tulma­nın yolu. Güzellikleri yaşamanın, mutlulukları tat­manın sebebi. Âlemdeki tüm varlıklar üzerinde haki­mi­yeti olan, herkesin O’na muhtaç olduğu Yüce Allah’a sığınmak bunlar için yeterli oluyordu.

Güçsüz, yalnız başına hiçbir şeye gücü yetmeyen ço­cuğun, ana kucağına sığınması… Kendisini koruması için anasının şefkatine, merhametine kendisini bırak­ması...

Fırtınalı, dalgaların yükseldiği bir ortamda gemile­rin, vapurların, korunmaları için siperlenmiş limanlarda emin olmaları...

Tehlike anında civcivlerin, analarının kanatları al­tında saklanarak, tehlikeden korunmaları...

Sığınması gerekenlerin sığındıkları yerlerdir sığı­nak­lar...

Ve insan...

Yaşadığı hayatta, takatinin yetmediği, güçsüz kal­dığı bazı olaylar karşısında çaresizliğin verdiği umut­suzluk içe­risinde, kişinin çok güçlü ve kudret sahibi olan Al­lah’a yönelmekten başka çaresi kalmaz. Bu ortamda Allah’a yönelerek, içinde bulunduğu zorluğu aşan insan, Allah’a sığınmaktan başka kurtuluşun olmadığını çok iyi kavrar.

 

 


YANKILAR

 

 

 

 

 

 

Mustafa Beyin evinin aranmasının, arkasından savcı­lığa ifade için götürülmesinin yankıları çok farklı ol­muştu.

İlçenin değişik mahallelerinde anlatılanlar, olanlarla sınırlı kalmamıştı. O günlerin ana gündem maddesini oluşturmuştu.

Bazıları olanların yanlışlığından bahsediyorlardı:

-Böyle olursa, buraya bırakın öğretmeni, memur bile gelmez.

-Adamın suçu neydi? Namazında niyazında birisi. Kimseye bir zararı yok.

-Öğrencilerle ilgilenmesi suç mu?

-Adama ödül verilmesi gerekirken, yapılanlara bak!

-Yoksa çalışmanın ödülü bu mudur?

-Benim çocuklar, çok iyi birisi olduğunu söylüyorlar.

-Veliler olarak bir şeyler yapmamız gerekir.

-....

-....

Bu tür düşünceleri yansıtan cümlelerle olayda taraf olmaya çalışanlar var olduğu gibi, böyle düşünme­yenler de vardı. Duyarsızlığı gününün her anını kapsa­yanlar da vardı.

Bir başka yerde şöyle konuşmalar da oluyordu:

-Duydunuz mu? Hocanın evini basmışlar.

-Evinde tabanca yakalamışlar.

-Yasak kitaplar bulunmuş.

-Komünist dergileri de varmış.

-İncil bile varmış.

-Mahkemeye vermişler.

-....

-....

Konuşmalar dilden dile, kulaktan kulağa yayılırken, gerçeğe aykırı fikirler de üretilmeye başlamıştı. İnsanlar bu olayı duymuşlardı. Ama ilgi göstermemişlerdi. Du­yarsızlık içerisinde bulunuyorlardı.

Mustafa Bey bir beklenti içerisinde değildi. Zaten olaylar mantıklı şekilde gelişmemişti.

* * *

 

Bu olaydan sonra öğretmen arkadaşlarından bazı­ları, Mustafa Beye uzak durmaya özen gösteriyorlardı. Onunla çarşıda, caddede dolaşmaktan çekiniyorlardı. Mustafa Bey ile görülmekten, kendisine zarar gelebilece­ğini düşü­nüyorlardı.

Mustafa Bey bu arkadaşlarına da kızmıyordu. On­ları anlamaya çalışıyordu.

Bu zor anında yanında olmaları en doğal olanı olma­sına rağmen uzak durma çabalarına bir anlam vermek de güç oluyordu.

Daha önce beraber oldukları, oturup konuştukları ki­şilerden bazılarının bu tutumları, gerçekten anlamlıydı.

Küçük bir sıkıntı anında sadece kendilerini düşün­me­leri düşündürücüydü.

* * *

 

Bu olayın meydana geldiği günü takip eden günle­rin biriydi. Mustafa Bey ile karşılaşan Milli Eğitim mü­dürü, konuşmaları ile yakınlığını hissettirmeye çalışı­yordu(!)

-Mustafa Bey, geçmiş olsun.

-Teşekkür ederim.

-Bir sıkıntın olursa, gel de konuşalım.

-Bir sıkıntım yok.

-Ne oldu o iş?

-Bir şey yok.

-Nasıl yani?

-Savcı ifademi aldı. Zaten biliyorsunuzdur.

-Haa! Duymuştum. Kim yapmış olabilir. Gerçi ben araştırıyorum. Bazı öğretmenlerin yapmış olduğu ihti­ma­linden kuşkuluyum.

-Öğrenirseniz bana da söylersiniz.

-Tabi, tabi. Seni severim(!) bilirsin. Yapabileceğim bir şey olursa, yapmaya çalışırım. Bu olayın gelişmesi­nin neticesini beklemek lazım. Şayet mahkeme netice­sinde soruşturma açılmasını gerektiriyorsa, ben sana yardımcı olurum(!) Tanıdık arkadaşlar da var. Onları getirtiriz so­ruşturma için.

-Teşekkür ederim.

-Sonra mahkeme olması için İlçe Kurulu’ndan izin çıkması gerekiyor. Orada ben de varım. Bir çaresine ba­karız(!) Üzülme, boş ver. Böyle hoş olmayan bazı şeyler insanın başına gelebilir.

-Yok, zaten pek üzülmüyorum.

Mustafa Bey, Milli Eğitim müdürünün söyledikleri ile uygun birisi olmadığını iyi biliyordu. Bu sebeple ko­nuş­malarına dikkat ediyordu. Pek güven veren birisi de de­ğildi. Daha önce görmüş olduğu olaylar sebebiyle bu gö­rüşe sahip olmuştu. Adamın yüzüne gülerek, arka­sından başka plânlar çevirebiliyordu.

Milli Eğitim müdürü bir yere gideceğini ima ede­rek:

-Hocam, beklerim. İstediğin zaman gelebilirsin. Sık sık görüşürüz.

-Teşekkür ederim hocam.

Mustafa Beyin yanında olduğunu(!) hissettirmenin mutluluğu ile rahatlamış bir düşünceyle oradan ayrıldı.

* * *

 

İlçenin tanınmış simalarından Cemâl Hoca, Mustafa Bey ile karşılaştığında olaydan duyduğu üzüntüyü dile getirmişti:

-Hocam, size vaaz edecek değilim. Siz de bilirsiniz bu konuları. Ama siz sabredin. Bu sizin için ahirette bir ödül olacaktır. Allah ecrini verecektir inşallah.

-İnşallah hocam.

-Nasıl oldu?

Mustafa Bey, başından geçenleri anlattı bir bir. Ce­mâl Hoca dikkatle dinledi.

Cemâl Hoca, bu olaya benzer olarak başından geçen olayları anlattı. Uzun uzun konuştular.

Mustafa Bey bu konuşmadan çok haz almıştı:

-Çok sağ olun hocam. Gerçekten rahatladım, diye­rek müsaade isteyip, oradan ayrıldı.

 

 

 


UZUNCA BİR ZARF

 

 

 

 

 

 

Mart ayının ortalarında vuku bulan bu hadiseden sonra günler geçip gitmişti. Hiç durmadan, aksamadan peş peşe…

Nihayet yaz tatili gelmiş, Mustafa Bey hem anne-ba­basını ziyaret etmek, hem de yaz tatilini geçirmek üzere memleketi olan Konya’ya dönmüştü. Yaz tatilinin büyük bir kısmını köyünde geçiriyordu. Dört kardeş olmalarına rağmen, hiçbirisi köyde kalmamışlardı. Anne babası ya­payalnızdı. Tıpkı evlendiklerinde olduğu gibi.

Eziyetlere katlanıp büyüttükleri evlatlarının, yanla­rında hiçbirisinin kalmaması ne kadar üzücü olmalıdır. Bunu ancak yaşayanlar çok daha iyi anlayabilir.

Ama dünya bu işte! Herkes kendi hayatını kazan­mak için bir uğraş ve telâş içerisinde; ekmeğini yiyeceği yerde yaşamak durumundadır.

Mustafa Bey ve eşi Şeyma Hanım bütün bu işlerde ailesine yardımcı oluyorlardı.

Yaz müddetince harman işleri ile uğraşıyorlardı. Ba­basına yardımda bulunuyor; onların hayır dualarını ala­rak, onlar tarafından sevilmenin hazzını yaşıyordu.

Babasının, köyde tek katlı, taştan yapılmış, üzeri top­rakla örtülü, düz damlı bir evi vardı. Bu evin hemen aşa­ğısında da kerpiçten yapılmış, üzeri toprakla örtülü olan tek oda hâlindeki mutfakları vardı. Yemekler bu mut­fakta yapılır. Yine yemekler bu mutfakta yenirdi. Tam tipik bir köy evi. Evin önünde çok genişçe bir bahçe vardı. Etrafı taş duvarlarla çevrili olan bu bah­çede yılla­rın eseri olan kayısı ağaçları, elma ağaçları, badem ağaçları... Yine seb­zeler çeşit çeşit, bahçenin dört bir yanında yayılmışlardı. Annesinin özenerek ye­tiştirdiği sebzelerin büyüdüklerini görmek, oradan koparıp taze bir şekilde yemek ne güzel oluyordu.

Bir öğle vakti, yemek için mutfaktaki faaliyet sürü­yordu. Bu arada Şeyma Hanım, sofrayı yemyeşil ağaç­ların gölgesine kuruyordu. Yemyeşil bahçede, gölgelerin altında yemek yiyeceklerdi. Bu sıcak yaz gününde çok hoş bir manzaraydı.

Bu güzel bahçede oturup yemek yerken, ev ile mut­fak arasındaki büyükçe tahta kapıya vurul­maya başlandı. Kapıdaki şahıs hem vuruyor. Hem de bağırı­yordu:

-Hoca, hoca!

Mustafa Bey babasına dönerek:

-Baba, kim bu? diye sordu.

-Oğlum kalk, kapıya bak! Köy bekçisi.

Mustafa Bey “Hayırdır inşallah!” diyerek sofradan kalktı. Bahçeden çıkarak avlu kapısına vardı.

-Buyur!

-Selâmünaleyküm.

-Ve aleykümselâm. Hayırdır!

-Valla bilmem hocam. Şu zarf sana gelmiş. Muhtar gönderdi.

Mustafa Bey zarfı alarak:

-Sağ ol. Buyur yemek yiyelim.

-Sağ ol hocam. Benim işim var, gitmem lazım! di­ye­rek ağzındaki sigarayı tüttüre tüttüre uzaklaştı.

Mustafa Bey, köy bekçisinin eline tutuşturmuş ol­duğu uzun zarfın üzerine şöyle bir baktı. Resmî bir zarftı. Üze­rine de posta pulu değil, resmî pul yapıştırılmıştı.

Okullar yaz tatilinde olduğu için zarfın üzerindeki ad­reste bulunamayınca yaz tatilini geçireceği adrese gönde­rilmişti.

Zarfın üzerindeki yazıdan DGM Başsavcılığı’ndan gönderildiği anlaşılıyordu. Zarfın sağ alt köşesinde “Bu zarfta ..../…./…. gün ve .....sayılı takipsizlik kararı var­dır.” yazıyordu.

Mustafa Bey bu yazıyı okuyunca sevinçle bağırdı:

-Allah’a şükürler olsun, bitti!

Mustafa Beyin böyle bağırmasına anlam vereme­yen anne ve babası bir şey olduğu zannıyla ayağa fırla­dılar.

Mustafa Bey çok sevinçliydi. İçi içine sığmıyordu. İkide bir “Allah'ım sana şükürler olsun!” deyip duru­yordu. Elindeki zarfla sofraya döndü. Bu olayların hiçbi­risini, üzülmesinler diye anne babasına anlatmamıştı.

Babası telâşla sordu:

-Ne oldu oğlum? Niye bağırıyorsun?

Annesi de cevabını almak için gözleriyle sorular so­ru­yor gibi bakıyordu.

-Hiçbir şey yok baba!

-Neden bağırdın o zaman? Bu elindeki zarf da ne­yin nesi?

-Mahkeme kararı.

-Ne mahkemesi?

-Beni mahkemeye verdiler.

-Ne zaman?

-Geçen mart ayında.

-Bizim niye haberimiz yok olanlardan?

-Size, üzülmeyesiniz diye anlatmamıştım.

-Olur mu öyle şey oğlum! İnsan anlatmaz mı?!

Sonra Mustafa Bey olanları bir bir anlattı. Başından sonuna kadar çok dikkatli bir şekilde dinlediler. Sofrada yemek yemeye de devam ettiler. Ama Mustafa Beyin iş­tahı sevinçten gitmişti.

Babası en sonunda şöyle diyordu:

-Yani şimdi bu iş kapandı mı?

-İnşallah öyle olur. Normalde bitti gibi; ama…

-Böyle şeyler olunca bize de haber ver bundan sonra!

-İnşallah böyle şeyler olmaz baba.

-İnşallah.

Mustafa Bey merakla zarfı açtıktan sonra içindeki iki sayfadan oluşan bu yazıyı defalarca okudu. Okudu, okudu... Satır aralarındaki manayı anlamak için bir daha okudu.

Evrakta şunlar yazılıydı:

 

T.C.

Devlet  Güvenlik Mahkemesi

Cumhuriyet Başsavcılığı

 

SAYI            :………….

   Hazırlık No       :………….

   Karar No   :………….

TAKİPSİZLİK KARARI

DAVACI      : K.H.

SANIK          : Mustafa Korkmaz, Hüsnü oğlu Fatma’dan olma..............ilçesi.............köyü nüfusuna kayıtlı hâlen..................öğret­meni. 

SUÇ             : Lâikliğe aykırı propaganda yapmak.

SUÇ TARİHİ      :………….

SUÇ YERİ :...............ilçesi.       

                     ................ilçesi Cumhuriyet Başsavcı­lığı’nın..............Hazır­lık No’lu ve …./..../.... tarihli fezleke­siyle sanık Mustafa Korkmaz’ın görev yapmakta ol­duğu……………..İmam-Hatip Lise­sinde 2/A sınıfında meslek dersleriyle ilgili eğitim sıra­sında lâikliğe aykırı pro­paganda yaptığı ve yargılama görevinin DGM görev kap­samında olduğu nedeni ile fezlekeye rapten gönderilen evrakın incelemesi sonunda:

Dosya içinde herhangi bir ihbar zaptının bulunma­dığı, bir yazılı müracaat belgesinin de mevcut olmadığı, “yapılan ihbar üzerine” gerekçesi ile sanığın ev ve müş­temilatında arama yapmak üzere Sulh Ceza Mah­ke­mesi’nden karar talep edilmiş ve ................Sulh Ceza Mahkemesi’nin ............sayılı arama kararına istinaden, sanı­ğın ev ve müştemilatında arama yapılmış, ele geçen ki­tapların listesi Emniyet Genel Müdürlüğü’ne gönderile­rek bu kitapların yasaklanmış kitaplar olup olmadığı sorul­muş, Güvenlik Daire Başkanlığı’nın ..../..../....tarih ve ...................sayılı yazılı cevaplarında bu kitapların yal­nızca ....................’e ait olan .........................isimli kita­bın, şahsın Türk va­tandaşlığından çıkarılması nedeniyle Bakanlar Kurulu’­nun ..../..../…. gün ve ..........sayılı kararı ile yasaklanmış bu­lunduğu, diğer ki­tapların da yasaklan­dığına dair kayıtla­rında herhangi bir mahkeme kararının vs. intikal etme­diğinin bildirildiği görülmüştür. Bu yasak­lanan kitabın da içeriğinin suç olduğu nedeniyle değil ve fakat kişinin vatandaşlıktan çıkarılmış bulunması nedeni ile yasak­lanmış bulunduğu anlaşılmaktadır.

Mahalli savcının ......................İmam-Hatip Lisesi 2/A sınıfı öğrencilerinin tümünü tanık olarak dinlediği, bu ta­nıkla­rın beyanlarından, meslek lisesi öğretmeni olan sanı­ğın ders dışı herhangi bir konuşmasına tanık olma­dıkla­rını, kendilerine ........................’e ait herhangi bir eseri verip okutma­dığını, lâikliğe aykırı propaganda teşkil ede­cek bir söz ve davranışının bulunmadığını,  lâikliği tarif ederken de kitaplara uygun olarak, devlet işleri ile din işlerinin birbi­rinden ayrılması şeklinde izah ettiğini bildir­mişlerdir.

Sanık savunmasında hiçbir zaman lâikliğe aykırı pro­paganda teşkil edecek konuşma yapmadığını, öğ­rencilere kitap değil, verdiği ödevleri nedeni ile kütüp­hane tavsiye ettiğini, ..........................’nın kitaplarını okumalarını tav­siye etmediğini beyanla, lâikliğe aykırı propaganda yap­tığı konusundaki tüm iddiaları reddettiği görülmüş­tür.

Dosyanın incelenmesinde herhangi bir muhbir bu­lunmadığı ve muhbir beyanı da bulunmadığı görül­müş­tür.

Tüm soruşturma evrakına nazaran, sanığın görev yaptığı dershanede lâikliğe aykırı propaganda suçunu işlediği konusunda dava açılmasını gerektirir hiçbir delil mevcut olmadığından, hakkında takibata mahal olma­dığına, kararın bir sûretini sanığın kendisine ve bir sûre­tinin de ilgili bakanlığa, bir sûretinin de bağlı bulunduğu valiliğine tebliğine itirazı kabil olmak üzere CMUK’nun 164 ve 165. maddelerinin gereğince karar verildi. ..../..../....

DGM

Cumhuriyet Savcısı

imza

 

Böylece lâikliğe aykırı propaganda yaptığı iddiası boşa çıkmış, bitmiş oluyordu. Belki de yapılan bu iftira sona ermiş olacaktı. Sona ermiş olsa bile kişinin yıp­ran­masının karşılığı nasıl telafi edilecekti? Tedirginlik ve ger­ginlik ile geçen zamanların karşılığı nasıl tazmin edi­le­cekti?

“Yapanın yaptığı yanına kâr kalır.” düşüncesiyle bu yapılanlar kapanıp gidecek miydi?

Takipsizlik kararında da anlaşıldığı gibi ciddi bir delil olmadan insanları tedirgin etmek, insan hakları ile nasıl bağdaştırılacaktı?

Stres dolu geçen bu ayların geri gelmesi mümkün ol­madığına göre bunları yapanlar, vicdanları rahat olarak nasıl yaşayacaklardı? Yaşayacaklardı elbet. Yoksa böyle hareket etmezlerdi.

Şimdi bütün mesele bu iş burada bitecek mi? Bit­me­yecek mi? Savcının tavrı nasıl olacaktı? Tüm bunla­rın anlaşılması için yaz tatilinin bitmesi gerekiyordu.

 

                                       


İDDİANAME

 

    

 

 

 

 

 

Nihayet yaz tatili bitmiş, tüm öğretmenler gibi Mus­tafa Bey de görev yerine dönmüştü. Bu dönüş bundan önce­kilerden daha farklı idi. Zira Devlet Gü­venlik Mah­ke­mesi’nden gelen takipsizlik kararının yerel savcılıkta nasıl karşılanacağını çok merak ediyordu. Bu işin bu­rada ka­panacağını pek tahmin etmiyordu. Ama yine de bir ümitle sonuca ulaşmayı amaçlıyordu. Çünkü bu tür olaylar in­sanların huzurunu kaçırıyordu.

Okula gittiğinde kendisine bir mahkeme davetiyesi­nin geldiğini öğrendi. DGM’nin vermiş olduğu takipsiz­lik kara­rına rağmen savcı bir dava açmıştı. Davanın neye göre açıldığını da çok merak ediyordu. 

Kendisine verilen davetiyede sanık Mustafa Kork­maz’ın Sulh Ceza Mahkemesi’nde 19 Eylül günü saat 10:00’da mahkeme edileceği yazıyordu. Can sıkıntısı içeri­sinde aldığı davetiyeyi cebine koydu. Sonrada evinin yolunu tuttu.

Araştırıp, ne yapması gerektiğini öğrenecekti. Bu kü­çük ilçede avukat olmadığı için buna imkân yoktu. Çok merak ediyordu. Bu işi çok ciddiye alıp, sıkı tutması ge­rektiğine inandı. Yok yerden davaların açılması bunu ge­rektiriyordu.

Bütün bunlara tedbir alabilmesi için iddianameyi görmesi, neyle suçlandığını öğrenmesi gerekiyordu, ki savunmasını yapabilsin.

Şimdiye kadar benzer bir olayla karşılaşmadığı için, usulünü de bilmiyordu. Bir ara mahkeme zabıt kâtipli­ğinden emekli olan Hüseyin amca geldi aklına. Hemen evden ayrıldı. Hüseyin amcanın dükkânına doğru yü­rüdü.

Hüseyin amca, yıllarca mahkemelerde zabıt kâtip­liği yapmıştı. Yaşının ilerlemesi sebebiyle emekliye ay­rıl­mıştı. Ağarmış saçlarındaki tecrübe ve birikimi değer­lendirmek maksadıyla ilçenin en merkezindeki bir yerde küçük bir dükkân kiralayarak arzuhâlciliğe başlamıştı. Ufak tefek mahkeme işlerine de bakıyordu. Avukat bu­lunmadığı için bazı dosyalara bakma işini de üstleni­yordu. Ömrünün kalan kısmını bu dükkânda, küçücük daktilosunun ba­şında geçirerek, birkaç kuruş ekmek parası kazanmaya çalışıyordu. Namaz vaktinde camiye gidiyor, namazını cemaatle kıldıktan sonra tekrar birkaç metrelik dükkânına dönüyordu.

Mustafa Bey ve arkadaşları zaman zaman bu dük­kânda oturarak hâl hatır soruyorlar ve Hüseyin amcanın çayını içiyorlardı. Hiç eksilmeyen ağzındaki sigarası ile, gözlüklerinin üzerinden bakışı gözden kaçmıyordu.

Mustafa Bey, evden çıktıktan sonra usulünü öğ­ren­mek için Hüseyin amcanın dükkânına geldi. Çünkü Hü­seyin amca yıllardır bu tür olayların içinden birisiydi. İl­çede bilse bilse, Hüseyin amca bilirdi.

Mustafa Beyin geldiğini görünce, ilerlemiş yaşına rağmen ayağa kalkarak kapıda karşılardı:

-Ooo! Buyurun hocam.

-Esselâmü aleyküm.

-Ve aleykümselâm. Hoş geldiniz.

-Hoş bulduk, sağ ol Hüseyin amca.

-Şöyle otur.

Mustafa Bey, Hüseyin amcanın göstermiş olduğu sandalyeye oturdu. Hüseyin amcanın candan davranışı gözden kaçmıyordu. Kendisi de üzerinde bazı evrakların ve küçük bir daktilonun bulunduğu masanın arkasına geçerek sandalyesine oturdu:

-Ne içersin hocam?

-Sağ ol Hüseyin amca. Hiçbir şey içmeyeyim.

-Olmaz ya! İçeceğiz mutlaka.

-Peki, o zaman çay içelim.

Yan taraftaki kahvehaneye parmağıyla işaret ede­rek çayları söyledi. Az sonra çaylar geldi. Hem çaylarını içti­ler, hem de konuştular.

-Hocam, duyunca çok üzüldüm. Geçmiş olsun.

-Sağ olasın. Allah razı olsun.

-Bunu hangi kendini bilmez, hangi şerefsiz yapmış?!

-Hüseyin amca, siz daha iyi bilirsiniz. Siz buralı­sınız.

-Bunu yapacak pek birisi de yok gibi ama!..

-Zaten ben de bunun için gelmiştim.

-Hayır ola! Buyur hocam. Yapacağımız bir şeyse, ya­palım.

-Ben bu işleri pek bilmem. Hayatımda ilk defa kar­şıla­şıyorum. Bu sebeple bazı şeyler öğrenmek istiyorum. Onun için geldim.

-Tabi, tabi. Yapacağımız bir şeyse, tamam.

Mustafa Bey cebindeki mahkeme çağrı kağıdını Hü­seyin amcaya uzattı:

-Savcı bana dava açmış.

-Evet!

Mustafa Bey o zamana kadar olanları anlattı. Hüse­yin amca da dikkatlice dinledi anlatılanları:

-Hüseyin amca! Şimdi ne yapmamız gerekiyor. İd­di­anamede neler var? Nelerle suçlanıyorum? Bunları öğ­renmezsek nasıl hazırlanırım?

-Tamam hocam! Buradan kalkınca beraberce mah­kemeye gideriz. Bakarız çaresine!

Karşılıklı konuşmaları bir müddet daha devam etti. Sonra da birlikte çıktılar dükkândan. Hakimin kalemine gittiler. Hüseyin amcaya herkes saygılı davranıyordu. Onu güzelce karşılayıp ağırlıyorlardı. Hüseyin amca me­murdan Mustafa Beyin dosyasını isteyince, memur dos­yayı getirip Hüseyin amcaya verdi.

Bir masanın etrafına sandalyelere oturdular. Hüse­yin amca elindeki dosyayı Mustafa Beyin önüne uzattı:

-Her şey burada var. Neyi öğrenmek istiyorsan,  bak.

Mustafa Bey birinci sayfadan itibaren sayfaları dik­kat­lice çevirdi. Okudu sonuna kadar. Konuyla ilgili tüm ya­zılanlar oradaydı. İddianameler, DGM’nin takipsizlik ka­rarı ve öğrencilerin vermiş olduğu ifadeler... Öğrenci ifa­delerinden biri dikkatini çekti. Diğer öğrencilerin ifa­dele­rinden farklıydı. Bu Altan’ın ifadesiydi. İfade­sinde, Mus­tafa Beyin öğrencilere devamlı olarak kitap verdiğini, okuttuğunu ve sınıftaki kızlara daha çok kitap getirip, okuttuğunu söylüyordu.

Bu kadar öğrencinin içerisinde sadece bir tanesinin ifadesinin farklılığı dikkat çekiciydi. Bu komplo plânının bir gerekliliği miydi bilinmez; ama bir anormalliğin var­lığı belliydi.

Mustafa Bey, uzun bir süre kaldı orada. Dosyayı yete­rince inceledi. Bu esnada Hüseyin amca da orada otura­rak beklemişti. İnceleme işi bitince:

-Hüseyin amca! Şu iddianamenin bir tanesini alsak olur mu?

-Bir soralım da ondan sonra alırız, diyerek görevli memurla konuştu. Sonunda dosyadan iddianameyi aldı. Oradan beraberce ayrıldılar. Hüseyin amcaya te­şekkür ederek, yaptığı işin karşılığında bir ücret vermek düşünce­siyle:

-Hüseyin amca, şu parayı alın.

-Olur mu öyle şey canım?

-Ama siz bu yolla ekmek parası kazanıyorsunuz!

-Yok canım, olmaz!

-Alın lütfen Hüseyin amca.

-Ben sana bir şey sorsam, sen cevap verdiğin de para alır mısın?!

-İkisi  aynı şey değil ama.

-Olsun.

Mustafa Beyin bütün ısrarlarına rağmen parayı al­madı. Mustafa Bey teşekkür ederek ayrıldı Hüseyin am­cadan.

Mustafa Beyin dosyadan aldığı iddianame şöy­leydi.

 

İDDİANAME

                  

......................SULH CEZA HAKİMLİĞİ’NE

 

DAVACI              :   K.H.

SANIK      : Mustafa Korkmaz, Hüsnü oğlu Fatma’dan olma, ...........do­ğumlu, ........ilçesi, .........köyü nüfusuna kayıtlı, hâlen ............öğretmeni. 

SUÇ          :   YASAK YAYIN BULUNDURMAK.

SUÇ TARİHİ   : ..../…./....

HAZIRLIK EVRAKI İNCELENDİ:

Lâikliğe aykırı davranışta bulunmak suçundan sanık Mustafa Korkmaz hakkında yapılan soruşturmada sanı­ğın ev ve müştemilatında yapılan aramada yasak yayın ele geçirilmiştir.

Lâikliğe aykırı davranış suçundan evrak ..........DGM Cumhuriyet Savcılığı’na gönderilmiştir.

Sanığın evinde yapılan aramada ele geçen yayın­lar­dan ..............’in yazdığı .................isimli kitabın yazarı­nın Ba­kanlar Kurulu’nun ............gün ..........sayılı kararı ile Türk vatandaşlığından çıkartılması sebebiyle bu kişiye ait olan yazılı basılı eserlerin Türkiye’ye sokulması ve dağıtıl­ma­sının Bakanlar Kurulu’nun ................gün ve ...............sayılı kararı ile yasaklanmış olduğu bildirildiğin­den:

Sanığın eylemine uyan T.C.K.nun 526/1 madde­since cezalandırılması kamu adına istenir. ..../…./….        

 

Cumhuriyet Savcısı

İmza

 

Yeni bir dava açılıyordu. Lâikliğe aykırı propa­ganda iddiası tutmayınca, yasak yayın bulundurma su­çundan yeni bir dava... Suç olmadığı apaçık ortada olan bir du­rumun arkasından açılan bu dava, düşün­meye de­ğerdi. Zira salt olarak yasaklanmış bir kitabı kütüpha­nede bu­lundurmak suç olamazdı. Bu konuda Yargıtay kararları vardı. Bir savcının Yargıtay kararla­rından ha­bersiz olma­sını düşünmek çok abes olurdu. Bü­tün bu ger­çekler or­tada iken, işte açılan bir dava...

Ve sanık ayağa kalk!..


MAHKEME

 

 

 

 

 

 

Sulh Ceza Mahkemesi’nde acılan davanın gününe az bir zaman kalmıştı. Okullar açılmış, dersler başlamıştı. Öğ­renciler derslere ısınmak için uğraş içerisinde iken, öğ­retmenler de öğrencilere bunların yollarını gösterme gay­reti ile çalışıyorlardı.

Geçen yaz tatilinin akabinde hemen mahkemeye çağ­rılmaları öğrencileri telâşlandırmıştı. Mart ayında ifa­deleri alınan öğrencilerin tümüne şahitlik yapmaları için dave­tiye gönderilmişti.

Gönderilen davetiyeleri alan öğrenciler telâşlan­mış­lardı. Aileleri de rahatsızlık duyduklarını ifade edi­yorlardı. Çünkü çoğunluğu, hayatında mahkeme kapısı görme­mişlerdi. Tıpkı Mustafa Bey gibi.. Bu da öğrenci­leri tedir­gin ediyordu.

Koridorda karşılaştığı Altan ile biraz konuşmak iste­yen Mustafa Bey, Altan’ı çağırdı. Altan geldi:

-Buyur hocam.

-Altan, sen, savcılığa verdiğin ifadeyi hatırlıyor mu­sun?

-Evet hocam.

-Senin söylediklerin biraz farklı gibiydi.

-Onu savcı söyledi.

-Yani sen söylemedin mi?

-Söyledim. Savcı “Böyle böyle olmuş, öyle mi?” de­yince, ben de “evet” dedim.

-....

* * *

 

Aslında öğrencilerin çağrılması, isnad edilen suç ile pek alâkalı sayılmazdı. Suç olarak yasak yayın bulun­dur­mak ifade ediliyordu. Bu kitaplar da savcının evi ara­dığı sırada savcı tarafından alınmıştı. Durum böyle iken öğ­rencilerin tekrar mahkemede ifade vermeleri için ça­ğırıl­maları anlamsızdı. Ama çağrılıyorlardı. İşte şimdi sonuç almak, mahkemeye kalmıştı. Mahkemeden önce gerekli hazırlığı yapması gerekiyordu.

* * *

 

Tarih 19 eylülü gösteriyordu. Bugün, isnad edilen suçtan dolayı sanık durumundaki Mustafa Bey hakim karşısına çıkacaktı. Abdestini aldı. Sabah namazının sün­netini kıldı. Sonra da genelde yaptığı gibi camiye gitti. Dönüşte alışkanlık hâline getirmiş olduğu gibi yine uyu­madan kitap okudu gün ağarıncaya kadar.

Okumanın önemini bildiğinden dolayı sık sık bun­dan bahsederdi. Bundan bahsedip, okumanın önemini anla­tıp da okumamak elbette olmazdı. Olmamalıydı da.

Biraz heyecanlı olmakla birlikte normal bir gün gibi başlayan koşuşturmaca saat 9:30 civarında mahkeme koridorunda devam etti.

Mustafa Bey, mahkeme sırasını öğrenmek için ası­lan listeyi inceledi. Sırasının ilk başlarda olduğunu gö­rünce birazcık sevindi. Çünkü akşama kadar beklemek de olabi­lirdi.

Sonra da koridoru baştan başa adımlamaya baş­ladı. Filmlerde gördüğü kadarıyla hapishanedeki mah­kumların volta attıkları gibi. Bir o tarafa, bir bu tarafa...  Saat 10:00’a gelmiş, sırası gelenler, arada bir kapıdan çıkıp, itici bir sesle yüksek tonla bağıran mübaşirin se­siyle irkile­rek, mahkeme salonuna giriyorlardı.

Bu arada okulun 3/A sınıfının öğrencileri Rahmi Be­yin nezaretinde gelmişlerdi. Bir kenarda sessizce sıra­nın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Kendi ara­la­rında ara sıra konuşmaları sebebiyle Rahmi Beyin uya­rılarına mu­hatap oluyorlardı.

Nihayet salona giriş sırası gelmişti. Mübaşir daha ön­ceki sesiyle seslendi:

-Sanık Mustafa...                       

Bu çağrı mahkemenin başlayacağı anlamını taşı­yordu. Salonun kapısından içeriye girdi. Mübaşirin gös­terdiği sanık mahalline geçti. Ayakta dikildi sorgu­lama boyunca. Çitlerle çevrilmiş bölümde dinledi konu­şulan­ları dikkatlice.                        

Ağzının içine girmiş bıyıkları ve saçları ağarmış olan hakimin, zaman zaman çıkarıp taktığı gözlüğü ve önün­deki yığılmış dosyalar dikkat çekiyordu. Hakimin kürsü­sünün hemen önündeki sandalyede oturan, birazcık ki­lolu bir memur söylenenlerin hepsini yazabilmek telâ­şıyla dak­tilonun tuşlarına basıyordu. Daktilodan çıkan sesler yan­kılanıyordu kulaklarda.

Öğrenciler tek tek çıkarıldı şahit kürsüsüne. Hakim so­ruyor, öğrenciler cevap veriyordu. Yalnız bu mah­keme esnasında son sınıf öğrencilerinin bazıları da çağ­rılmıştı. Savcının ifade aldığı ilk safhada, son sınıf öğ­rencileri yoktu.

Öğrenciler daha önceki ifadelerini genel olarak tek­rarladılar. Sıra Altan’a gelmişti. Hakim daha önceki ifa­desine bir göz attıktan sonra daha bir özenle sorular soru­yordu:

-Söyle bakalım oğlum! Hocanız öğrencilere .........’ın kitaplarını verip okuttu mu? 

-Hayır.

-Niye hayır diyorsun be! Daha önceki ifadende öyle demişsin.

-Hayır, ben öyle bir şey söylemedim.

-Peki, neden böyle yazılmış buraya!

-Ben böyle bir şey kastederek söylemedim.

-Yani önceki ifadeni kabul etmiyorsun, öyle mi?

-Evet.

Hakim sorular sormaya devam etti. Altan da heye­candan bacakları titrer bir hâlde sorulan sorulara özenle cevap verdi.

Mustafa Bey de önceki ifadelerini aynen tekrar etti. Sormuş olduğu sorulara da cevaplar verdi.

Suç ile sorgulamanın mahiyetinin çok farklı oluşu gözlerden kaçmıyordu. Ama burası mahkemeydi. Ha­kim istediğini sorardı. Ve sordu da istediklerini.

Şahit olarak dinlenen öğrencilerin ifadeleri bitmişti. Hakim bey, önündeki dosyanın içindeki evrakları bir o yana bir bu yana karıştırdıktan sonra başını kaldırdı:

-Şahitler hakkında söyleyeceğin bir şeyler var mı?

-Hayır yok.

Sonra da  kürsünün önünde oturan memura:

-Yaz, diyerek cümleleri sıraladı:

 “Gerekli incelemenin yapılabilmesi, dinlenemeyen öğrencilerin dinlenmesi için mahkemenin 24 ekime erte­lenmesine karar verilmiştir.”

Mesele uzadıkça uzuyordu.

Mademki mahkeme uzamıştı. Önünde bir ay kadar bir zaman vardı. Bu bir aylık zamanı iyi değerlendirmesi gerekiyordu.

Mahkeme sona ermişti. Mustafa Bey 24 ekimde tek­rar gelmek üzere mahkeme salonunu terk etti. Öğ­renciler de başlarında bulunduğu hâlde okula döndü­ler. Dersle­rine devam ettiler. Kısa süreli bir heyecanla bir­likte biraz­cık mahkeme tecrübesi de kazanmışlardı.

* * *

 

Mustafa Beyin başına gelenler, öğrencilerin kendi­sine olan ilgilerini artırmıştı. Etrafında kenetlenmelerine sebep olmuştu. Mustafa Beyin yanında bulunabilmek için gay­ret içerisinde oluyorlardı.

Öğrencileri, Mustafa Beyden uzaklaştırabilmek ama­cıyla düzenlenen bu komplo ters tepki meydana getir­mişti. Düşünülenin aksine iyice yakınlaşmalarına se­bep ol­muştu.

Mustafa Beyden rahatsızlık duyanlar, öğrencilerin ar­tan ilgisi karşısında şaşırmışlar, tedirgin olmuşlardı.

Şu gerçeği kavramaları pek uzun sürmedi: Haksız­lığa uğrayan kişiye herkes destek olur. İşte bu gerçek, bir kez daha ortaya çıkmıştı.

Mahkemeden çıktıktan sonra savcının iddianame­de istediği maddenin cezasının ne olduğunu merak edi­yordu. Öğrenme düşüncesiyle Orta Mahallenin yolun­dan yukarı doğru çıktı. Caminin hemen karşısında bulu­nan evin ka­pısını çaldı. Bu evde önceki yıllarda mezun olan öğrencisi Rıza oturuyordu. İki yıldır Hukuk fakülte­sinde okuyordu. Bu sebeple, Türk Ceza Kanunu’nun var ola­bileceği dü­şüncesindeydi.

Kapıyı çalınca karşısına öğrencisi Rıza çıktı:

-Buyurun hocam. Buyurun içeri girin.

-Yok girmeyeceğim.

-Hocam, lütfen buyurun.

-Yok, yok. Ben mahkemeden geliyorum. Sende Türk Ceza Kanunu kitabı vardır her hâlde.

-Var hocam.

-Getir de bir bakalım.

-Tamam hocam. Hemen getireyim, diyerek içeriye girdi. Kısa bir süre sonra elindeki bir kitapla kapıya dön­düğünde:

-Hocam olmadı ya! İçeri girseydiniz…

-Çok teşekkür ederim. Bir başka zaman inşallah ge­li­rim.

-Hocam, nasıl geçti mahkeme?

Mustafa Bey, mahkemedeki olayları ve gelişmeleri anlattı ayak üstü. Rıza da:

-Bu olayın neticesinin böyle gelişmemesi gereki­yordu. Ceza verebileceklerini zannetmiyorum.

-Ben de öyle zannediyordum. Ama durumu görü­yor­sun.

-Sağlık olsun hocam.

-Neyse hayırlısı olsun.

Eline aldığı kitapla evine doğru yöneldi. Eve va­rınca ilk işi getirdiği kitaptan maddenin açıklamasını okumak oldu. Şöyle yazıyordu:

“Yetkili makamlarca yargısal işlemlerden dolayı ya da kamu güvenliği ve kamu düzeni ya da genel sağlığın ko­runması düşüncesiyle yasa ve düzenlemelere aykırı olma­yarak verilen bu buyruğu dinlemeyen ya da bu yolda alınmış bir önleme uymayan kimse, eylem ayrı bir suç oluşturmadığından üç aydan altı aya değin...”

Evinde, yazarının vatandaşlıktan çıkarılması sebe­biyle yasaklanan bir tek kitap bulundu diye üç aydan altı aya kadar hapis cezası!..


UBEYDULLAH

 

 

 

 

 

 

Birkaç gün sonrasıydı. Havanın güzelliğinden isti­fade ederek gezinmek için dışarı çıkmıştı. İlçenin tek büyük dükkânı veya marketinin önünden geçerken marketten bir ses duydu:

-Mustafa Bey!

Dönüp baktı. İçerden seslenen, alış veriş yapmak için gelen Erol Beydi. Mustafa Bey markete girdi. Ya­nında bir misafir vardı. Erol Bey tanıştırdı.

-Kardeşim Ubeydullah.

-Hoş geldiniz.

-Hoş bulduk. Teşekkür ederim.

-Ben de Mustafa. İmam-hatip lisesinde öğretmenim.

-Memnun oldum, ben de Ankara Üni­versitesi’nde öğ­renciyim.

-Hangi bölüm?

-Hukuk’ta okuyorum.

-Çok iyi ya! O zaman sizden bazı şeyler öğrenebili­rim.

-Ne ile ilgili?

-Benim bir davam var. Ağabeyiniz çok iyi biliyor.

-Eğer yapabileceğim bir şey ise yaparım.

Erol Bey söze girerek:

-Alış veriş tamam. Çıkalım, bir yerde oturur, orada konuşuruz.

Beraberce hemen yan taraftaki kahvehanenin bah­çe­sine geçtiler. Bahçenin kenarında bulunan susuz ha­vuzun kenarında bulunan kırık dökük sandalyelere oturdular.

Mustafa Bey olayı tamamen anlattı. Ubeydullah da dinledi. Arada bazı sorular sordu. Çaylar içildi. Boş bar­daklar birkaç kez gitti. Dolusu tekrar geldi...

Ubeydullah ne yapılması gerektiği hususunda şöyle diyordu:

-Hocam! Geçmiş olsun. Ben yarın gideceğim. Şimdi beraberce kalkalım. İddianame ve DGM’nin ta­kipsizlik kararının birer fotokopisini alalım. Bizim arka­daşların avukatlık bürosu var. Orada sizin için bir sa­vunma ha­zırlatıp göndereyim. İnşallah bu son celse olur.

-Teşekkür ederim. İnşallah öyle olur.

Birlikte kalktılar. Mustafa Beyin evine giderek ev­rak­ları alıp, fotokopi çektirmek için geri döndüler.

Böylece savunma Ankara’dan hazırlanıp gelecekti. Bu birazcık hoşuna gitmişti Mustafa Beyin. Belki de bi­raz daha rahatlamasına sebep olmuştu.

* * *

Zamanın durması veya durdurulması mümkün de­ğildi elbet. Zaman akıp geçiyordu. Önemli olan akıp ge­çen zamanı iyi değerlendirmekti. Öyle ya da böyle, bu zaman eksilecekti.

Dünyalık makamları elde ederek zirvede olanlar za­manın geçmesini istemezler. Yapabilselerdi zamanı onlar durdururdu. Bu dünya, onlara da kalmadı. Bu dünyadan kimler gelip geçti. Niceleri...

İşte hayat böyle; bütün her şeye rağmen yaşam, mü­cadele ve hareket devam ediyordu.

Mustafa Bey de var gücüyle bilgilerini başkalarına anlatmaya çalışıyordu. Yapılan bunca engellemelere rağ­men gayretlerini eksiltmiyordu. Birazcık daha dikkatli ve plânlı olarak.

Artık olayın ilk günlerindeki bocalama sona ermişti. Bu konudaki düşünceleri olgunluğa ulaşmıştı. Ya da artık kendisini alıştırmıştı. Bu olaydan, gerekli dersi de çıkar­mıştı.

 

 


VE BİR MEKTUP

 

 

 

 

 

 

O günlerde Ankara’dan gelecek olan savunmasını bekliyordu. Çünkü mahkeme zamanı yaklaşmıştı. Sa­vun­manın Ankara’daki avukat dostlarından geleceğini bildiği için başka bir yola da başvurmamıştı.

Gerçi bir ara şehre giderek birkaç avukatla görüş­müştü. Ama Ubeydullah ile görüştükten sonra bu fik­rin­den vazgeçmişti. Ubeydullah giderken kesin olarak gön­dereceğini ifade etmişti.

Postacının, okulun büyük giriş kapısından girdiğini görünce, o tarafa doğru yöneldi. Postacının arkasından müdürün odasına girdi. Gözleri masanın üzerine bıra­kılan zarfları araştırıyordu. Mektupları tek tek inceledi. Nihayet beklediği cevap gelmişti.

Büyük bir istekle zarfı açtı. Orada okumak için bir sandalyeye oturdu. Zarfı açtığında içinde birkaç sayfa­lık evrak çıkmıştı. Bunlardan bir tanesinde şöyle yazı­yordu.

Muhterem kardeşim,

Allah’ın selâmı üzerine olsun.

Evvela, geçmiş olsun, diyorum.

İnşallah, en kısa zamanda bu işi hayırlısıyla halle­der­sin.

Ben, mahkemeye vereceğin dilekçeyi gönderiyo­rum. Önce, mahkemeden, ilgili dava numarasını alarak hazır­ladığımız dilekçeye yaz.

Ayrıca DGM’nin verdiği takipsizlik kararını da dilek­çeye ekleyerek üzerine “Ek-1” yaz.

Sonra da dilekçeyi mahkeme hakimine imzalatıp, kaleme ver.

Allah yar ve yardımcın olsun.                    

Necmi HOŞGÖR                                                                                Avukat

 

Evet! Avukat Necmi Bey, nasıl bir usul takip edece­ğini el yazısı ile yazarak ifade ediyordu.

Mustafa Bey hızla okumaya devam ediyordu. Ha­zır­lanan savunmayı bir çırpıda okuyuverdi. Yazılanların bir­çoğunu daha önceden öğrenmişti. Hazır bir sa­vunma ile mahkemeye çıkacaktı. “Ancak inananlar kar­deştir…” ayet-i kerimesinin gerektirdiği sonucu görmek onu mutlu etmişti. Zor anlarında yalnız olmadığını his­set­mesi, kendi­sine olan güveninin ziyadeleşmesini sağlıyordu.

* * *


II. MAHKEME

 

 

 

 

 

 

Takvim yaprakları 24 ekimi gösteriyordu. Önemli bir gündü. Artık aylarca süren davanın sonuçlanması müm­kün olabilecekti. Tüm hazırlıklarını yaparak mah­kemenin yolunu tutu. Mahkemenin sonuçlanacağını ümit edi­yordu.

Adliyenin bulunduğu koridora girdi. Mahkeme ka­pı­sının önünde yığılmalar vardı. İnsanlar sıralarını bekli­yorlardı.

Mustafa Bey, mahkeme olacağı sırasını öğrenmek için asılmış olan listeye baktı. İkinci sırada hakim huzu­runa çıkacaktı. İthamlar karşısında kendini savunacaktı. Daha önceden bir kez de olsa hakim huzuruna çıkması, rahat hareket etmesini sağlıyordu.

Sırası gelinceye kadar karşılaştığı birkaç tanıdığı ile ayak üstü konuşarak vakit geçirdi.

Nihayet mübaşir Mustafa Beyin ismini okudu. Mus­tafa Bey ifadeleri alınmayan birkaç öğrenci ile bir­likte mahkeme salonuna girdi.

İçeri girince hakimin oturduğu kürsüye doğru iler­ledi:

-Hakim bey, savunmamı yazılı olarak vermek istiyo­rum, dedi. Hakim:

-Peki, diyerek Mustafa Beyin uzattığı yazılı savun­mayı aldı. Mustafa Bey sanık mahalline geri döndü.

Hakim bey, burnunun ucuna düşmüş olan gözlü­ğü­nün üstünden savunmayı okuyordu. Mustafa Bey de gö­züyle hakimi izliyordu.

Yazılı olarak vermiş olduğu savunma metni şöyle oluşmuştu:

    

........……..SULH CEZA MAHKEMELİĞİ’NE

    

DOSYA NO :…..........

DAVACI      :  K.H.

SANIK         :  Mustafa Korkmaz

SUÇ             :  Yasak yayın bulundurmak

KONU         : Dava hakkında beyanlarımızın sunulma­sından ibarettir.

CEVAPLAMALARIMIZ : Lâikliğe aykırı davranışta bulunarak, propaganda yapmak suçuyla itham edilen sanık; ben Mustafa Korkmaz hakkımdaki ..........DGM’ne gönderilen ............Hazırlık No’lu dosyası ile ilgili olarak, …............DGM Başsavcılığı .........sayılı …./…./…. tarihli kararı ile takipsizlik kararı verilmiştir. (Ek-1)

Bu nedenle herhangi bir şekilde lâikliğe ay­kırı bir dav­ranışta bulunmam söz konusu değildir. Bu ithamın asılsız ve yersiz olduğu …………DGM Başsavcılığı’nın söz ko­nusu kararı ile belirtilmiştir.

Evde yapılan aramada ele geçen ve yurt içine so­kul­ması ve dağıtılması yasaklanan .............isimli kitap mese­lesine gelince;

Kitap, lâikliğe aykırı içerikli olduğundan değil, mü­el­li­finin Türk vatandaşlığından çıkarılması nedeni ile yurt içine sokulması ve dağıtımının yapılması yasaklanmıştır.

Ayrıca ben kitabı, bu yasaklamaya rağmen yurt içine sokmuş veya dağıtımını yapmış değilim.

Söz konusu kitap, Bakanlar Kurulu’nun yasakla­ma­sından önce benim kitaplığımda bulunmaktaydı. Bu da olayda herhangi bir kasıt ve kötü niyet olmadığını teyit etmektedir.

Konuyla ilgili Yargıtay 2’nci Ceza Dairesi’nin kara­rında ay­nen:

“Muhtevası, kanunların yasakladığı şekilde propa­ganda yapılması veya övülmesi iddiası olmadıkça tedbir niteliğinde toplanmasına veya bir mahkeme hükmüne dayanılarak zorla alımına karar verilen kitapların bu­lundu­rulması, Sıkı Yönetim Komutanlığı’nca 1402 sayılı yasa­nın 2301 sayılı yasa ile değişik 3/C maddesine göre ya­saklanmış olması hâli dışında Anayasa ve yürürlükte ka­nun hükümlerine göre suç teşkil etmeyeceği...” de­nil­mektedir. (Yargıtay 2’nci Ceza Dairesi, 1981/4894 E, 1981/5264 K, 07.07.1981 tarih) Bkz. Yargıtay Kararları dergisi, cilt: 6,  sayı: 9, Eylül 1981, sayfa: 1201.

Propaganda yapma veya övmenin söz konusu ol­ma­dığı, DGM Cumhuriyet Başsavcılığı’nın ..../.... sayılı, ..../…./.... tarihli Takipsizlik Kararı’nda da belirtilmiştir.

Kaldı ki, söz konusu kitabın toplatılmasına veya zorla alımına da karar verilmemiştir. Sadece yurt içine sokul­ması ve dağıtılması yasaklanmıştır.

İlgili içtihada göre de yasak olan kitabın, kütüpha­nede propaganda yapma amacı dışında bir adet mü­cer­ret bulundurulması suç teşkil etmemektedir.

SONUÇ :  Yukarıda arz ve izah ettiğim nedenlerle ve resen rastlanacak sair nedenlerle;

Hakkımda yapılan isnadı kabul etmiyorum, herhangi bir şekilde suç işlemedim.

Hakkımdaki iddianın reddini talep ediyorum.

 

Mustafa Korkmaz imza

                                      * * *                

 

Hakim bey okumayı bitirdikten sonra, Mustafa Beye doğru baktı:

-Söyleyecek başka bir şeyiniz var mı?

-Hayır.

Sonra da dinlemediği şahitleri sorgulamaya ko­yuldu. Sorular soruyor, cevaplarını kürsünün önündeki oturan kâtibe yazdırıyordu.

Mahkemenin son anları yaklaşmıştı. Sonunda ha­kim tekrar Mustafa Beye yöneldi:

-Şahitleri tanıyor musunuz?

-Evet. Öğrencilerim.

-Şahitlere itirazın var mı?

-Hayır, yok.

Önündeki dosyayı karıştırmaya devam etti. Biraz sayfaları sağa sola çevirdikten sonra kürsünün önünde oturan kâtibe:

-Yaz, diyerek kararı açıkladı:

“.............delillerin yetersizliğinden, sanığın beraatına ka­rar verildi.”

Hakim bey bir ara durdu:

-Yazma, diyerek konuşmaya başladı:

“Lâik Türkiye Cumhuriyeti’nin bir öğretmeni olarak, bu tip insanların, çağ dışı fikirlerini yazdıkları kitapları oku­manı kınıyorum. Çağdaş ülkenin bir öğretmeni böyle yapmamalı...”

Hakimin nutku bittiğinde, Mustafa Bey salonu terk etti. Böylece bu sıkıntılı dönem sona erdi.

Mustafa Bey, savcılığın odasına gitti. Evin aranması esnasında alınmış olan kitaplarını istedi. Birkaç gün sonra alabileceği cevabını alınca, adliye koridorunu geçerek bahçeye çıktı. Sonra da kaldığı yerden devam etmek üzere okulun yolunu tuttu.