EVLADIMI GERİ VERİN

                                                               

ROMAN

BEKA YAYINLARI

                                                                   

ROMAN 

Kitap

Evladımı Geri Verin

 

Yazarı

Sabiha Ateş Alpat

 

Yayına Hazırlayan

Osman Arpaçukuru

 

Kapak Tasarım

Ahmet Mayalı

 

Baskı ve Cilt

Bayrak Matbaası

 

1. Baskı: Mayıs 2004

 

BEKA YAYINLARI

Çatalçeşme Sok. Üretmen Han No: 18

Tel.&Faks: 0212 512 51 66 – 512 45 43

Cağaloğlu – İstanbul


EVLADIMI GERİ VERİN

                                                               

ROMAN

 

SABİHA ATEŞ ALPAT

      

 

SABİHA ATEŞ ALPAT

1964 yılında Kars’ın Digor ilçe­sinde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini burada bitirdi. Seksen İhtilali öncesi dö­nemde sağ-sol davasından, okullarda had saf­hada olan karmaşa yüzünden okula devam edemedi. Ailesi, aynı se­bepten 1978 yılında Kocaeli-İz­mit’e göç etmek zorunda kaldı.

Yazarın yayımlanmış romanları şunlardır:

1. Ana Yüreği

2. Ölüm Çiçekleri

3. Zamanın Zeynebi

4. Sarsılmadan Uyanmak

5. Kardeş Kurşunu

6. Yozlaşmış Duygular

7. Güneş Doğudan Doğar

8. Evladımı Geri Verin

 


M

 

erdivene oturmuş etrafı seyredi­yordu Nuran. So­kakta heye­canla sağa sola koşuşan akranlarına ba­kıyordu. Bugün bay­ramdı; Rama­zan bayramı. Birileri onun adını nedense “Şeker” bayramı koy­muşlardı. Adı ne olursa olsun, Nuran ve kader arkadaşları için fark etmiyordu.

Küçük elini çenesine dayamış, boş ama yaşlı gözlerle et­rafa bakı­yordu. Değil bayramlık elbise, sa­çını bile tarama­mıştı. Nefret edi­yordu herşeyden. Neden ve niçinleri cevapla-yamıyordu. Ama herşeye karşı aynı nefreti ve hıncı hissediyordu.

Onbir yaşındaydı. O ve abisi üç yıldır buradaydı. Abisi yakında başka bir yuvaya nakledilecekti. Şimdiden tasalanı­yor­du. Zira abisi kendisine sahip çıkıyor, kimseye ezdirme­meye çalışıyordu.

Kendilerini niçin bu yuvaya koymuştu babası? Bunu an­lamakta zorluk çekiyordu. Ailesiyle ilgili fazla bir şey hatırla­dığı söylenemezdi. Tek hatırladığı şey; babasının, an­nesini çok sık ve öldüresiye döv­düğü idi. Ve bir sabah gözünü an­nesizliğe açmıştı. Öldü demişti ba­bası. Ama cenaze yoktu ortalıkta. Ve sonra… Evet sonra birgün ba­basının kendile­rini bu yuvaya bıra­kıp, sonrada aylarca uğramadı­ğıydı. Son bir yıldır ise hiç gelme­mişti.

Nuran ailesizliğin acısını küçü­cük yüreğinde hissedi­yordu. Çok acıydı. İnsanın kimsesiz kalması, sağ oldukları halde, yanla­rında ol­mamak, olamamak.

Hasta olup kimsenin ilgilen­memesi, ananın kucağına atlaya­mamak. Hatta yaramazlık yaptı­ğında anadan dayak yemek. Bun­ları yaşayamamak. Bütün bunları şu sokakta oynayan analı babalılar nereden bilecekti ki?.

-Nuraan, kız Nuran. Seslenen abisi Murat idi. Başını çevirdi:

-Ne var? Ne diyorsun? diye ce­vapladı.

-Sen ne yapıyorsun burada?

-Oturuyorum. Görmüyor mu­sun?

-Grup annesi çağırıyor. Müdür baba ile kaymakam amca gele­cekmiş. Herkes elini yüzünü yıkasın diyor.

-”Ben annemi istiyorum” diye bağırdı. Nuran hıçkırıklara bo­ğuldu. Müdür babayı, kaymakam amcayı istemiyorum. Onlar annem kokmuyorlar. Ben annemi istiyorum.

Murat, kardeşini böyle görmek istemiyordu. Ama yapa-cak bir şey yoktu. Aynı duyguları kendisi de hissedi­yordu, lâkin sürekli duygula­rıyla mücadele edip, bastırıyordu. Abilik yapması ve dolayısıyla da güçlü olması gerektiğini dü­şünü­yordu. Var gücüyle duygularını bastırarak konuştu:

-Eee, sen de fazla oluyorsun. Grup annemiz var ya. Yine dayak yersin, kalk ve söyleneni yap. Bu sırada yuvanın ka­pısında grup an­nesi Pakize belirdi ve sert bir ses tonuyla:

-Hayvan kızı hayvan. Herkes elini yüzünü yıkayıp, hazır­lansın demedim mi?

-Geliyorum, Pakize anne, diye­rek korkuyla kalktı yerinden ve hızla geçti grup an­nesinin önünden. “Hepiniz cehenneme gidin” diye söylene­rek.

Kaymakam ve müdür babanın bayram ziyareti, çocuk­lardan bazı­ları için hiç bir anlam ifade etmiyordu. Hatta geti­rilen hediyele­rin bile bir kıymeti yoktu. Çünkü, onlar her şeyden önce duygusal açlığı dorukta yaşayan kurban­lardı…

Yaklaşık bir saat sonra mutad ziyaret bitmiş, çocuklar yine kendi­leriyle başbaşa kalmışlardı. Ağla­yanlar, ağlamayı kendine yedire­meyip, çareyi hırçınlıkta bulanlar, merdiven diplerine çekilenler… Velhasıl hepsi kendileriyle başbaşa kalmışlardı.

Nuran en iyi anlaştığı akranı Hüsna ile dış kapının merdi­venle­rine oturmuştu. Hüsna annesini bekliyordu. Ne­den bu kadar ge­cikmişti acaba? Nuran, Hüsna’yı teselli et­mek için, biraz da kıskana­rak konuştu:

-Elbet gelir. Akıllım, ya biz ne yapalım? Ne gelenimiz var ne de gidenimiz.

Nuran sözünü bitirmeden, yu­vanın bahçe kapısından mazlum bir hanım girdi. Hüsna’nın gözleri ışıl­dadı, yerinden fırlayarak:

-Hah, işte geldi, diyerek koştu annesine doğru. Her zamanki gibi annesinin gözleri yine yaşlıydı. Gülizar hanımın kocası ölmüştü. Kalan mirastan haklarına düşene kayınbi­raderleri el koymuş verme­mişlerdi. Oldukça zor günler yaşı­yorlardı. Yüreği yanarak getirmişti çocuklarını yuvaya. Ken­dim aç kal­sam da fark etmez, çocuklarım iyi kötü orada ye­mek yerler, günde üç öğün. Hem okula gidebilirler. Ben, önlük alamam, çanta alamam, hatta silgi bile alamam diye­rek ha­yatta en zor kararını vermiş­ti. Yu­valarda olanları duymuyor da de­ğildi. Ama ahh bu çaresizlik diyerek bağrına taş basıyordu. Hüsna:

-Anaaa diye bağırarak sarıldı dizlerine. Gülizar hanım ise bitkin ve çaresizce sarıldı kızına.

-”Ana gelmeyeceksin diye çok korktum” dedi Hüsna. Gülizar ha­nım, dolmuşa verecek param yoktu. Sabah na­mazından beri yürüyorum, ancak gelebildim” di­yemedi.

-”Gelmem olur mu? Ciğerpa­rem” dedi yutkunarak. Bay­ram ol­duğu için sabah sabah araba yok.

-Ana lütfen beni buradan al. Aç kalayım ama senin ko­kun bana yeter.

Gülizar hanım duymamışça­sına, cebinden çıkardığı şe­kerler­den verdi kızına. Başka bir şey geti­rememenin ezikli­ğiyle. Bir kaç tane de Nuran’a uzattı. Nuran çekinerek aldı şekerleri. Hüsna yine sitemle sordu:

-Önce abilerime gittin değil mi? Gülizar hanım müşfik bir sesle:

-Hayır, onlara daha gitmedim. Hadi sizinle şu bankta oturalım di­yerek bankı gösterdi. Zira yürü­mekten ayakta duracak hali kal­mamıştı.

Oturdular. Hüsna elindeki şe­kerlerle oynarken, başını önüne eğerek konuştu:

-Anne beni götür. Artık büyü­düm. Söz veriyorum sen­den hiç bir şey istemeyeceğim.

Gülizar hanımın parçalanan yü­reğine bu sözler hançer gibi sapla­nıyordu. Gözyaşlarını zoraki sakla­maya çalışarak cevap verdi :

-Canım benim, ciğerimin kö­şesi senden ayrı kalmak benim için kolay mı sanıyorsun? Zor, hemde çok zor sizden ayrı kalmak. Şu il­kokulu bitir, hemen alacağım. Ta­mam mı kızım? Nuran depresyon geçiriyordu. Sık sık nefes alıp ve­rirken Gülizar hanıma sordu:

-Teyze, bu analar ve babalar çocuklarını hiç sevmezler mi?

-Öyle şey olur mu yavrum, sevmez olurlar mı?

-O halde neden buralara bıra­kıyorlar? Neden bizi doğur­dular sanki?

Gülizar hanım durmadan için­den “Allah’ım lütfunla di­rencimi artır” diye dua ediyordu.

-Ahhh diyerek iç çekti ve de­vam etti konuşmasına:

-Bunu anlaman için daha çok küçüksün. Hangi ana ku­zusundan ayrılmak isterki? Kim ciğerinin yanmasını isterki? Kim arzu eder, geceleri kâbus görmeyi? Kim arzu eder, lokmaların boğazına düğüm düğüm olmasını? Kim arzu eder hasret çekmeyi? Nuran aynı si­temle Gülizar’ın sözünü kesti:

-Hayır dedi, hayır ayrılmak is­temeseler buraya koymazlardı. Niye doğurdular bizi? Madem terk ede­ceklerdi, doğur-masalardı. Burada hergün grup annesinden dayak yiyoruz. Üşüyoruz, kimse bize sarılmıyor. Elbisemiz sökülü­yor, kimse dikmiyor. Herkes bize yetim diye bakıyor. Ben yetim değilim, yetim değilim ben. Nuran yerinden kalktı. Ağlayarak koş-maya başladı. Doğru yatağına gitti. Ne kadar ağ­ladığının ve ne zaman uykuya geç­tiğinin farkında değildi.

Gün akşama yaklaşınca Gülizar hanım kalkmak istedi. Kızından ayrılamıyordu. Alıp götüremiyordu da. Zaten nasıl götürsün ki;iki saat­lik yolu küçük kızı nasıl yürürdü?

Bayramın ikinci günü gidecekti oğullarının yanına. İki oğlu Hasan ile Hüseyin erkek yurdunda kalı­yorlardı.

-Hüsna’m benim dedi Gülizar hanım. Ciğerimin köşesi bana izin ver kalkayım. Akşam oldu, ancak giderim.

-Anne ben de geleyim diye in­ledi Hüsna. Okul mokul istemiyo­rum… Söz veriyorum çikolata da istemeyeceğim, dondurma da. İs­tersen ekmek bile yemem.

-Ahhh, kötü kader (Hâşâ). Ana kız ağlamaya başladılar. Gülizar hanım:

-Ben rahatmıyım sanıyorsun? canım benim, seni burada bırak­mak benim için ne kadar zor bile­mezsin. Ama ne yapa­yım ki çaresi­zim

Sabır yavrum, sabır. Ne yapa­lım kaderimiz böyle.

-İstemiyorum bu kaderi. Su­çum ne benim? Neden her­keslere iyi kader neden?

Gülizar hanım bağrına taş ba­sarak kalktı. Hüsna’yı yu­vanın içine götürdü. Çocuklar yine etrafını sarmışlardı. On­lara birer şeker ve­rememenin ızdırabını çekiyordu? Yetişebil­diklerinin başını okşadı. Çocukların herbiri bir şey söylü-yordu:

-Benim de annem olur mu­sun? Diğeri:

-Teyze bize neden şeker getir­medin? Bir diğeri:

-Müdür baba bizi dövüyor. Ben babamı istiyorum. Bir başkası:

-Hepsi, herkes yalan konuşu­yor. Bizi kimse sevmiyor. Ve bir başkası:

-Gitmesen olmaz mı? Gülizar hanım:

-Olmaz ya, gitmesem olmaz. Ama bunu size nasıl an­latayım? Gülizar hanım gözyaşlarını silerek ciğer parçasını orada bıra­karak ay­rıldı yuvadan.

Durmadan ağlıyordu. Yollar, akraba ziyareti için sokak­lara çıkan­larla doluydu. Gülizar hanım kendi kendine ko­nuştu:

-Ne yaptım Allah’ım, benim suçum neydi? Nedir bu çi­lem? Çok şey mi istiyordum Sen’den? Kaldıramıyorum, kal­dıramayaca­ğım, yandım içerim yandı...

Gülizar hanım yanında ki tak­siyi farketmedi. Taksi korna çalı­yordu. Duymadığını gören taksinin şoförü, camdan ba­şını çıkararak seslendi:

-”Teyzeee, sana sesleniyorum, bakar mısın?”

Gülizar hanım başını çevirdi. Hafif sakallı, genç biriyle yüzyüze geldi. Genç gülümsüyordu:

-”Teyzem be, az daha çarpa­caktım. Bu ne dalgınlık? Sı­kıntılıya benziyorsun, gideceğin yere götü­rebiliriz.

Gülizar, hemen geçmişte ya­şadığı olayı hatırladı. Yine böyle bir durumla karşılaşmıştı. İnanmış tak­siye binmiş, kaçırılmaktan zor kur­tulmuştu. Taksinin kapısını açıp, ken­dini dışarı atmaya kalkışma­saydı, kimbilir başına neler gelirdi? Korkuyla cevap verdi:

-”Yoo, yerim yakın, ben gide­rim.”

Genç ısrar etti:

-”Lütfen size yardım etmeme izin verin. Bir derdiniz var galiba?”

O sırada taksinin arka kapısı açıldı. Tesettürlü, müte-bessim bir bayan gülümseyerek seslendi:

-”Selamun aleykum. Teyze biz de senin gittiğin yol üzere seyredi­yoruz. Lütfen buyur, seni bırakalım. Bu mübarek günde bu sevaptan bizi mahrum etme. Allah “yolda kal­mışa yardım etmemizi” emir bu­yurmuş, lütfen buyurun.

Gülizar hanım takside bayanın olduğunu görünce fikrini değiştirdi. Binmeliydi, çünkü yürüyecek takati kalmamıştı. Yolu da epey uzundu.

Taksideki hanım, Gülizar ha­nımın ağlamaktan gözleri­nin kan çanağına döndüğünü görünce, taksiden indi. Üzülmüştü. Kimbilir ne derdi var? diye geçirdi içinden:

-Hadi teyze, bize güvenebilir­sin, size yardım etmeme izin verin. Taksideki bey, eşimdir. Hadi lütfen binin. Gülizar’ın itiraz edecek hali yoktu. Taksiye bindi. Takside iki de çocuk vardı. Az bir zaman kimse konuşmadı. Taksideki bayan:

-Benim adım Saide. Teyzeci­ğim bir sıkıntınız var galiba? Yapa­bileceğimiz bir şey varsa, bize söyleyebilirmisin?

Gülizar hanım başını iki yana sallayarak “Yok” işareti yaptı. Gülizar hanımın durumu, taksideki aileyi oldukça üzmüştü. Hiç ko­nuşmadan yol aldılar. Gülizar ha­nım, evini tam olarak öğrenmesin­ler diye, taksiden yolun aşağısında indi. Salih, Gülizar hanımı indir­dikten sonra, taksisini bir türlü sü­remedi. Saide’nin ağladığını gö­rünce:

-Bu hanımın hali bana da çok dokundu. Acaba ne derdi var? Na­sıl öğrenebiliriz? Yaşlı gözlerle ko­nuştu Saide:

-Ülkemizin milyonlarca çileke­şinden yanlızca biri. Ama çok dertli olduğu belli. Bu halk bu kadar mutsuzluğa layık mıydı? Salih, eşine itiraz etti:

-Yavaş ol hanım, Duyguların seni yanlış düşünmeye it­mesin.

-Hâşâ, anladığın anlamda söylemedim. Elbette ki, bir topluluk neyi hak ederse, öyle idare edilir. Özümüzden uzaklaştıkça kimbilir daha neler neler göreceğiz. Kadının perişanlığına bakar mısın? Hadi fark ettirmeden takip edelim. Gir­diği evi görelim, bir yolunu bulup, bu kadına yardım et­meliyiz.

-Takip etmek doğru olur mu?

-İnşaallah günah olmaz. Hadi çabuk ol, yoksa gözden kaybola­cak.

Takip ettiler. Gülizar hanımın etrafı görecek hali yoktu. Tak­sinin kendisini takip ettiğini farketmedi. Gidip müstakil, küçük köhne evinin kapısını açtı. Perişan bir biçimde kapattı, arkasına bakmadan. Az sonra da oda­nın ışığı yandı.

 

Salih ve Saide bir türlü gidemiyorlardı. Acaba bu kadının ne derdi vardı? Akşam karanlık çöktüğü için, gidip kapısını çalarak ne pahasına olursa olsun, derdini öğrenmeye cesa­ret edemediler. Ve büyüklerle bayramlaşmak için, sür­düler arabalarını gidecek­leri yere.

O gece Saide bir türlü uyuyamıyordu. Gülizar hanımın mazlum ve mağdur hali, gözünün önünden hiç gitmiyordu. Uyuya­madığını gören eşi Salih, hanımının duyarlılığından ziyadesiyle memnun bir şekilde konuştu:

-Duyarlılığını takdir ediyorum, canım benim. Ama şu ülkede mazlum ve mağdur olan sadece o hanım değil ki. Binlercesi var. O, milyonlarcasından sadece biri.

Saide’nin gözyaşları yanakla­rından aşağı süzülürken eşine ce­vap verdi :

-Duyarlılığım bir işe yaramıyorki. Hem nasıl duyarsız olabi­liriz ki; bizim inancımız buna müsade etmiyor. Hamd olsun ki böyle bir inanca sahibiz. Ama bir şeyler yapama­mak çok üzücü. Bir şeyler yapılamaz mı, çâre olunamaz mı? Biz öyle bir inanışa sahibiz ki, zulüm etmek de yasak, zulme rıza göstermekde, zulme ses çıkarma­mak da. Ne ola­cak bu insanların hali?

-Unutma, kişi gücünün yetme­diğinden mesul değil.

-Ne yani, biz sorumlu değiliz mi? demek istiyorsun. De­dim ya, kişi ancak gücünün yettiğinden sorumludur.

-Peki kim sorumlu? Kim Bu­nun sorumlusu?.

Salih eşinin sinirlerinin boşal­dığını fark etti. Kalktı, buz­dolabın­dan iki bardağa süt koydu. Eşine seslendi:

-Gel, seninle balkonda otura­lım. Balkona çıktılar. Az bir zaman konuşmadan oturdular, gece se­rinliğinde. Yıldızlar gök­yüzü süsle­miş, yeryüzüne göz kırpıyorlardı. Saide Allah’ın şu ayet­lerini hatırladı:

-“Allah gökleri ve yeri hak (ve hikmet gayesi) ile yarattı. Bu sebeple herkes (dünyada) kazandığının karşılığını görerek ve kimseye haksızlık edilmeyecektir.” (Casiye: 22)

-Beni yanlış anlamanı istemiyorum. Ben, biz mesul de­ğiliz derken, hiç bir şey yapmayalım, bizi ilgilendirmez de­medim. Elbet­te elimizden geleni yapmalıyız. Ama bu so­runu çözmüyor, köklü çözüm gerekli.

-Köklü çözüm için uğraşmak da bizim görevimiz değil mi? Bir şeyler yapmak zorundayız.

-Ben diyorum ki, hadi şimdi yatalım. Yarın ilk işimiz o eve gidip, teyzeyle bayramlaşmak olsun. Bize güvenirse derdini açar, yapabilece­ğimiz bir şey varsa yaparız.

-Şu an yapabileceğimiz başka bir şey de yok zaten.

Ertesi gün Salih ve Saide, Gülizar hanımın evinin önünde tak­siden indiler. Saide nedense heye­canlıydı. Kapıyı çaldı. Beklemeye başladılar, cevap veren yoktu. Bir daha, bir daha çaldılar. Heyhat ka­pıyı açan yoktu. Saide merakla söylendi:

-Acaba bir şey olmuş olmasın? Eşi:

“Kapıyı kıramayız ya, şuradan bir komşuya sorup, bilgi alalım.” diyerek cevapladı Saide’yi.

Saide, yaklaşık 150 metre uzaklıkta olan bir evin kapısını çaldı. Evin hanımı açtı kapıyı. Saide Gülizar’ı sordu:

-Siz kimsiniz? diye sordu kadın. Neden soruyorsunuz?

-Yardım etmek istiyoruz, diye­rek cevapladı Saide.

-Adı;Gülizar. Üç çocuğu var. Yetim yurdunda kalıyorlar. O da yuvaya gitmiştir. Başka gidecek bir yeri yok zaten.

-Kimsesi yok mu?

-Yok, yok. Kimsecikleri yok.

-Ne zaman gelir?

-Ancak akşama.

-Teşekkür ederim.

-Güle güle.

Saide döndü. Çocukları yu­vada bir kadın? Peki neden bayram dolayısıyla almamış çocuklarını?

-Gülizar’ı bulup, mutlaka ona yardım etmeliyiz dedi eşine ve ek­ledi :

-Lütfen yuvaya gidelim.

-Hanım, oraya pat diye gidilmezki. Önce bir hazırlık yap­malı­yız. Çocuklarin yanına boş gi­demeyiz öyle değil mi? Kaç çocuk var, kaç tane kız, kaç tane oğlan? Bunları biImemiz, hem de rendevu almak gerekir, diyerek itiraz etti Salih.

-Galiba haklısın. Ama şimdiye dek yuvadaki kim­sesizler, oradaki kimseli kimsesizler neden aklımıza gelme­miş? Neden çocuklarımızı alarak onlara gitmemişiz?

-İnşaalllah bundan sonra. Şimdi eve dönelim. Çocuklar evde, hem bakarsın misafirler gelir. Bu­gün, bayram biliyor­sun.

-Evet, haklısın. Bugün bayram, Allah’ın mübarek kıldığı gün­lerden biri. Ama gel gör ki, bayramlarımızı bile yaşa-yamaz hale geldik.

Taksiye bindiler. Saide hiç ya­nından ayırmadığı kalem kağıdı­nı çantasından çıkardı ve duygularını kağıda dökmeye başladı. Sorarım sana ey müslüman söyle kanamıyor mu yaran? Yok olma­dıkça İslâm’a vuran, söyle bayram yapılır mı? Küfür, altın çağını ya­şarken, müslümanlar ezilirken Gülizar’lar mağdurken söyle bay­ram yapılır mı? Salih de oldukça üzgün.  Bu derdin devası vardı, var olmasına da, derde sahip çıkan müslümanlar yoktu ortalıklarda. Ümmetin dağınıklığı bir çok sıkın­tıyı beraberinde getiriyordu. Salih üzgün bir halde şöyle söylendi:

-Bu işin tek çaresi var, o da her müslümanın üzerine dü­şen görevi titizlikle yerine getirmesi.

Diğer tarafta:

Gülizar hanım yürüyerek bir saatte varmış tı, çocuk esir­geme ve yetiştirme yurdunun erkek yuva­sına. Dizlerinde der­man, ağlamak­tan gözlerinde fer kalmamıştı. Ço­cuklar, Gülizar hanımı görünce te­laşlanmışlardı.

-Gülizar ana geldi deyip, bir­birlerine bakıyorlardı. Gülizar ha­nım çocuklara seslendi:

-Çocuklar nasılsınız? Yavrula­rım nerdeler? Hasan’ım, Hüse­yin’im nerdeler? çağırın gelsinler. Çok yoruldum, şu­raya oturayım, dedi ve çöktü bahçedeki banka. Çocuklar­daki telâşı görmemişti. Biraz sonra Hüseyin geldi. Anne­sine sarıldı. Gülizar hanım yaşlı gözlerle:

-Ahh, benim umudum, ciğe­rim, gözümün nuru. İnşaal-lah beni anlayabiliyorsunuzdur, evlatlarını terk eden bir ana olarak görmüyorsunuzdur. Hani, Hasan­‘ım nerde? dedi. Hüseyin başını eğdi. Söylemek zorundaydı:

-Ana, Ha­san yuvadan kaçmış.

-Kaçmış mı? dedi Gülizar ha­nım. Beyninden vurulmuşa dön­müştü

-Nereye? dedi ellerini dizlerine vurarak, nereye? diye in­ledi tekrar. Nereye kaçmış, ne zaman kaçmış?

-İki gün oldu. Müdür baba ile tartıştılar.

-Neden? Ne oldu?

-Bilmiyoruz ana, bilmiyoruz. Arıyorlarmış, ama daha buluna­madı. Gülizar hanım bütün yor­gunluğunu unutmuştu. Ok gibi fırladı yerinden:

-Nerdeee, bu müdür baba? nerde? diyerek yuvaya doğru koş­maya başladı. Yuvanın kapısından içeri girdi. İlk bulduğu görevli Tah­sin beydi:

-Oğlum nerde? diye inledi Gülizar. Tahsin bey nama­zında, mümtaz, merhametli biriydi:

-Sakin ol bacı dedi. Hele otur şu sandalyeye. Polise bildir­dik, çok geçmez bulurlar.

-Sakin mi olayım, sakin mi olayım? Bey, sen ciğer yanması ne demektir bilir misin? Sen çaresizlik nedir bilir mi­sin? sen evlatlıyken, evlatsızlık nedir bilir misin? Sen, çaresizli­ğin çaresini bulamamak nedir bilir misin? Oğlum nerde, neden kaçtı? Söylesene, ne oldu da kaçtı? Tahsin bey sağa sola baktı. Hafif kısık bir sesle konuştu:

-Benden duymuş olma. Müdür bey...  sustu. Müdür sarkıntılık yapmaya kalkışmış, diyemedi. Gülizar hanımın beyninde şimşek­ler çaktı:

-Nasıl olur? Bu adam kafir mi? Çocukların müdür babası değil mi? Vicdansız herif.

Sus, kimse duymasın. Bir şey tutturamazsın, sonra ba­şına iş açarsın.

-Susayım mı? Susayım mı? Söylesene nasıl susayım? Zaten en iyi yaptığımız şey susmak değil mi? Sus sus sus.

-Yapacak bir şey yok. Bir yerde taşlar bağlı, köpekler serbes ise ne yapılabilir ki?

-Ne mi yapılabilir? Bir Allah’ın kulu çıkıp, taşları serbest bırakmaz mı? Bırakmaya çalışamaz mı? Taşlardan yana ola­maz mı? Allah sorsun, mazluma sahip çıkmayan­lara, bizi süründürenle­re, halimizi anlamayanlara, bizi görmeyenlere Allah sorsun. Gülizar hanım gözle­rinin karardığını hissetti. Ve olduğu yere yığıldı, bayılmıştı.

Bir saat sonra kendine geldi. Hüseyin, baş ucunda ağ-lıyordu:

-Anam benim, lütfen ölme. Be­raber oturmasak da, di­zine başımı koyamasam da, aynı sofrayı payla­şamasak da ölme. Sağ olduğunu bilmek yeter bana. Lütfen ölme diyor-du.

Gülizar hanım kalktı, halini anlatmaya kelimeler yetmez-di. Birden kızı geldi aklına. Ya kızının başına da böyle şeyler gelirse?

-Allah’ım kime güveneyim diye inledi. Ne yapayım, pe­rişan oldum. Yetmez mi Allah’ım? Yetmez mi, suçum ne, suçum ne benim? Tah­sin beye dönerek:

-Bey, namazlı niyazlı birisin. Söyler misin? Şimdi ben ne yapa­yım? Nereye gideyim?

-Polise git. Suç duyurusunda bulun. Belki aramayı hızla-dırırlar. Hasan bulunur ve mahkemeye çı­karırlarsa, belki bu sapık adamı buradan alırlar. Hiç bir personel memnun değil. Namaz kılan persolene kan kusturuyor.

Gülizar hanım, oğlu Hüseyin’i yanına alarak, en yakın po­lis kara­koluna gitti. Ayakları su toplamıştı. Yürümekte zor­luk çekiyordu. Hüse­yin, anasının yürüyerek geldiğinin far­kın­da idi. Dişini sıkıyordu, okulu bitirsin, bir işe girsin ana­sına bu günleri unutturacaktı.

O akşam Gülizar hanım yuva­nın önündeki bankda sa­bahlamıştı. Salih ve Saide ise o akşam Gülizar hanımın evine uğra­mışlardı, ama bulamamışlardı. Getirdikleri yiye­cek ve giyecek malzemeleri kapının önüne bırakmış “Lütfen bir ihtiya­cın olunca bizi ara” diye not ve te­lefon numarası bı­rakmışlardı. Gülizar hanım iki gün sonra eve gelecek, lâkin kapıda bir şey bula­mayacaktı. Çünkü kendisi gibi fakir olan komşusu gizli­ce bırakılanları almış, notu da yırtmış atmıştı.

Hasan iki gün sonra bulunmuştu. Mahkemeye çıkarıl­mıştı. Hasan’dan cesaret alan bir kaç çocuk daha Müdür baba (?)dan aynı sorundan dolayı şikayetçi olmuştu. Ve so­nuç olarak Müdür baba (?) başka bir yuvaya sürülmüştü. Ye­rine başka bir Müdür baba atanmasına karar verilmişti; Ömer müdür baba... Gülizar hanım çaresizliğin verdiği çare­sizlikle iki gün sonra yine yürüyerek evinin yolunu tutmuştu. Açlıktan nefesi kokuyordu. Ekmek alacak parası yoktu. Ta­kati kal­madığı için, yol kenarına, bir taşın üzerine oturdu. Dinlenir­ken gözü karıncalara takıldı. Ağızlarına aldıkları yi­yecekleri, büyük bir çabayla yuvalarına doğru taşımaya gay­ret ediyor­lardı. Bir müddet boş gözlerle izledi karıncaları. Ve birden kaldırdı ellerini, göz pınarları bütün gücüyle boşalmış, yaşlar yanaklarından aşağı iz iz akmaya başlamıştı. Tıpkı sellerin toprakta iz iz aktığı gibi. Yürekten, acıyla yalvardı Al­lah’a:

“Ey kimsesizlerin kimsesi olan Allah’ım! Yerdeki karınca­nın, deniz dibindeki balığın, gökte uçan serçenin rızkını veri­yor­sun. Ben de Sen’in yarattığınım. Terk ettinse mutlaka hakettiğimdendir. Ama biliyorum ki; Sen’in rahmetin gaza­bını geçmiştir. Biliyorum, Sen’i hakkıyla tanıyamıyorum. Bi­liyorum, kulluğum hakkıyla değil, biliyorum, Sana yakışır bir amelim yok. Ama ben Sen’in yarattığın bir kul, Sende be­nim yaradanımsın, öldüreceksen beni açlıktan öldür. Rızkı­mın kefili, vekili Sen’sin”.

Biraz sonra kalktı, ağır ve bitkin adımlarla evine doğru yol almaya başladı. Bitap bir şekilde evine yaklaşırken, evinin önünde iki adamın sağa sola bakındıklarını gördü. Yaklaştı. Adamlardan biri Gülizar hanıma doğru gelerek sordu:

-Teyze iyi bayramlar, biz Şaban amcanın evini arıyorduk.

Gülizar bitkin bir şekilde sordu:

-Hangi Şaban?

-Şaban Çelikkol.

-Ne yapacaksınız, Şaban Çelikkol’u? O, öldü. Diğer adam:

-Öldüğünü biliyoruz. Evini arıyoruz.

-Evi burası.

-Kimse yok mu?

-Ben hanımıyım.

-Hah işte, teyze bizim aradığımız sensin. Acelemiz var. Gitmemiz gerekiyor, biz Konya’dan geldik, dönmemiz gere­kiyor.

-Şaban’dan ne istiyorsunuz?

-Bir şey istediğimiz yok. Şaban, benim asker arkada­şımdı. Çok sıkıntılı bir günümde, gelen parasını benimle paylaşmıştı. Tabi, elbette ki, Allah’tan gelen bu iyiliğe Şa­ban vesile olmuştu. Şimdi ben de hazır yolum bu tarafa düşmüş­ken, ufak bir hediye getirdim. Kabul edersen sevini­rim. Lüt­fen buyur, deyip, cebinden çıkardığı zarfı uzattı Gülizar’a. Gülizar şaşkın elini uzatıp aldı zarfı. Öteki adam ise, taksinin bagajından paket paket eşya çıkarıp, kapının önüne koyu­yordu.

Biraz sonra adamlar gitmişti. Gülizar arkalarından baka-kalmıştı. Yolda yaptığı duayı hatırladı. Kalbi Allah’a karşı minnetle doldu. Duasına hemen icabet etmişti.

Zarfda oldukça yüklü bir para vardı. Kutularda ise ço­cuklara altı ay yetecek kadar kumanya vardı.

Hemen çocuklarına gecikmiş de olsa, bayramlık almayı düşün­dü. Sürpriz yapmalıyım diyerek, o yorgunlukla çarşının yolunu tuttu. Dolmuşa binmek için durağa varıp, dolmuş beklemeye başla­dı. Dolmuş geldi, lâkin Gülizar binmedi ve ağlayarak evinin yolunu tuttu. Geri dönerken kendi kendine söyleniyordu:

-Ben, kendi çocuklarıma bayramlık alıcam, ya öteki ye­tim­ler, onlar ne olacak? Onca yetimin içinde sadece kendi çocuğumu nasıl sevindireyim?... Bütün çocuklara bu para yetmez ki, hepsi­ne alsaydım..

 

Z

 

ahide, elleri titreyerek kapının ziline dokundu. Kalbi çı­kacakmışcasına çarpıyordu. Bu sokaktan ayrılalı uzun za­man olmuştu. Sokağa girdiğinde, ruhunda depresyonlar başla­mıştı. Eski günleri hatırladıkça sanki yeni yaşıyormuşcasına acıları yenilenmişti. Kapıyı açan Hamide teyze, karşısındaki bayanı tanımamıştı:

-Buyurun, kimi ara­mıştınız? diye sordu. Karşısındakini tanımaya çalışarak:

-Hamide teyzeyi aramıştım diye cevapladı kapıda duran, tesettürlü bayan ve ekledi:

-Tanımadın mı? Ben Zahide’yim.

-Zahide mi? Hay Allah iyiliğini versin. Ne olmuşsun böyle? Amma da güzel olmuşsun. Gel gel, hele içeri gel. Za­hide yi içeriye aldı:

-Otur şöyle, tanınmamak için mi böyle giyinmişsin? ne­reler­desin? senden bir daha haber alamadık.

Zahide, sessiz sessiz ağlamaya başladı. Cevap bekleyen Hamide teyzeye cevap verdi:

-Hamide teyze, yavrularımı çok özledim. Artık dayana­cak gücüm kalmadı. Kaçamak da olsa onları görmeye gel­dim. Sana güven­diğim için ilk önce senin kapını çaldım.

-İyi ettin kızım, iyi ettin. Hele çıkar şu üstündekileri, ra­hatla, konuşuruz.

Zahide etrafa göz gezdirdirdikten sonra sordu:

-Evde kimse var mı?

-Kim olacak kızım? Biliyorsun ben ve hacı amcandan başka kimse yok.

-Hacı amcamı soruyorum. Ben artık dinimi yaşamaya çalışıyorum ve tesettürsüz, namahrem olan erkeklerin yanına çıkmıyorum.

-Ohh, oh ne güzel, ne güzel. Buna çok sevindim. Rahat ol, evde kimse yok.

Zahide örtüsünü çıkardı. Çekyatın üzerine oturdu. Ha­mide teyze anlat bakalım dedi. Maşaallah, çok beğendim kızım, çok beğen­dim. Allah’a isyan içinde yaşamak sana yakışmıyordu.

-Teyze, önce sen anlat. Çocuklarım, Nuran’ım, Murad’ım nasıl­lar? Ne yapıyorlar?

Hamide teyze başını yere eğdi. Zahide telaşlandı:

-Yoksa, yoksa onlara bir şey mi oldu?

-Korkma dedi Hamide teyze, korkma düşündüğün gibi değil, yanlız.

-Yanlız ne?

-Kocan olacak o adam, buradan taşındı. Ama çocuklar, yuvada kalıyorlarmış.

-Yuvada mı? Ne yuvasında?

-Yetim yuvasında. Çocuk esirgeme kurumunun yuva­sında.

-Hamide teyze, sen ne diyorsun?

-Evet, maalesef doğru. Adam içkiye, kumara devam etti. Sonun­da evinden buzdolabı, televizyon, kısacası ne kadar göze gelir eşya varsa hepsini gelip aldılar. Sonunda evini de kaybetmiş. Ceketini alıp çıkmış. Nereye gittiğini bilmiyoruz.

Zahide, inleyerek konuştu:

-Olacağı buydu. İçki ve kumar iyi bir şey olsaydı, Allah yasak etmezdi. Allah’ın bütün yasaklarında binlerce hik­met var ve hepsi de insanoğlunun faydası için, amma kavrayacak akıl lazım. Ben de bir zamanlar örtüyü kabullenmiyor, açıklı­ğın yasaklanmış olmasının hikmetini anlayamıyordum. Herşeyin kalp temizliğiyle alakalı olduğunu savunuyordum. Hamd olsun ki; hakikati görmeyi nasip etti Rabbim.

-Hay Allah razı olsun. Ne oldu? Nasıl bu kadar değiştin? Sen değil miydin, kaderi suçlayan, çıplaklığı savunan...

Evet haklısın, kaderi suçlardım. Neden biliyor musun? Yanlış kader anlayışımdan. Kaderin ne demek oldğunu bil­mediğimden. Ama suç yanlız benim değilki. Öyle değil mi Hamide teyze?

Hamide teyze “Anlamadım” dercesine baktı Zahide’ye. Zahide derin bir “Ahhh” çekerek devam etti:

-Bana, kim olduğumu anlatmayanlarda Allah’ı bana ta­nıtmayanlarda, İslâm’ın, insanlar için gönderilmiş hayat sis­temi olduğunu bildirmeyenlerde ve hatta dünyanın bir im­tihan yeri olduğunu ve bu imtihanın mutlak bir sonu oldu­ğunu, burada yapılan her şeyden ama herşeyden hesap ve­rileceğini öğretmeyenlerde hiç suç yok mu?

-Haklısın kızım, çok haklısın. Allah bizleri affetsin. Ço­luk çocuğumuza sahip çıkamadık.

-Tabi en büyük suç ise; dinimizi kulaktan dolma bilgi­lerle, ana babadan gördüğümüz şekliyle kabul edip, aslını okumayan biz­lerin. Başkalarını suçlamakla kurtulamayız, aklımızı kullanmak gerekiyormuş. Bunu, biraz geç anladım. Meğer ne de güzel kanun­lar varmış İslâm’da. Geçen gün bo­şanmayla ilgili bir ayet okudum, hayran kaldım.

-Boşanmayla ilgili âyet mi?

-Evet ya, Allah (c.c.) kadınlara zulmetmeyin! “Ya güzel­likle tutun, ya da güzellikle ayrılın” (Bakara: 229) buyuruyor.

-Demek, ayrılırken de güzellikle ha. Nerdeee?

-Herkes kendinden sorumlu olduğuna göre, herkes dü­zeltmeye kendinden başlasa, birey olarak sıkı sıkı Kur’an’ın emirlerine yapışabilsek, toplum düzelecek İnşaallah.

-Sen, bütün bunları nereden öğrendin?

-Bir genç kızla tanıştım. Daha onsekizinde. Hafız, pırıl pı­rıl, gençliğini, o güzelim yıllarını Allah’a ve davasına vermiş biri. Gençliğin geçici olduğunun farkında ve bulunmaz bir nimet olduğunun da... Farkında olduğu için de; En güzel bir biçimde kullanmaya çalışan biri. Komşumuza Kur’an okuyup, anlat­maya gelmişti. Hayran kaldım. Yıllardır, sa­dece işimiz düşünce okuyup, ama manasına eğilmeyi ihmal etti­ğimiz Kur’an’ımızı güzel okuyor ve kelime kelime ma­nasını açıklıyordu. O açıkladıkça, kendimden, Kur’an’ımdan, Allah’ımdan utandım. Bu kitap, benim de kitabımdı. Ben de O’na karşı mesuldüm. Velhasıl konuştuk, ilgilendi benimle. Ondan arapça başta olmak üzere akaid, fıkıh gibi, bir müslümanın mutlaka öğrenmesi gereken dersler almaya başladım. Gördümki hakikaten büyük bir gaflet içerisindey­mişim.

Kaderi anlattı bana; gördüm ki kader benim zannettiğim gibi değilmiş. Allah hiç bir kuluna kötü yazgı yazmazmış. Kulla­rın iradeleri serbestmiş ve başlarına gelenlerin bir kısmı kendi elleriyle yaptıkları yüzündenmiş.

İmanı anlattı bana; gördüm ki “İman” “İnandım” diyerek hiç bir şey yapmamak değilmiş, Kuru bir laf, kuru iddiadan ibaret hiç değilmiş. İmanın bir manası, bir anlamı ve dahası Allah katında kabul olması için, bir takım şartları varmış.

İslam’ı anlattı bana; gördüm ki, “İslâm” teslimiyet gerek­tiriyormuş. Teslim olana da Müslüman deniyormuş. Tesli­miyet olmadan müslüman olunmuyormuş.

Kur’an’ı anlattı bana; gördüm ki O Kur’an çağ dışı değil, çağlar üstüymüş. İndirilişinin bir anlamı, bir amacı varmış. Ve inananların hayatının kılavuzuymuş. Kılavuz olanın da, öğret­tiği yoldan gitmek gerekiyormuş, yoksa kılavuzluğu ka­bul edilmiş olmazmış. O’na tutunmak gerekiyormuş. Öteki dünyada şefaatçi olacağı insanlar da varmış, şikayetçi ola­cağı insanlar da. Alimin biri, Furkan suresi otuzuncu ayetin açıklamasında şunları söyle­miş “Kur’an’ı okumayan O’nu terketmiş sayılır. Okuyup manala­rını düşünmeyen O’nu terketmiş sayılır. Okuyup manalarını düşünüp ama amel et­meyen de O’nu terketmiş sayılır”.

-Hangi sure dedin?

-Furkan suresi. Şöyle buyruluyor. “Ey Rabbim! Benim kavmim bu Kur’an’ı(n okunmasını ve hükümlerini) terk edil­miş bir halde bıraktılar.” (Furkan: 30)

-Aman Allah korusun. Eee sonra?

-Hz. Peygamber (s.a.v)’yi anlattı bana; gördümki eşsiz bir insanmış. Kur’an’ ın hayata hakim olması ve dolayısıyla da adaletin gelmesi için bir çok sıkıntıya katlanmış. O geldi­ğinde, in­sanlar oldukça sapıkmış. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömer, içkiyi su gibi tüketirlermiş. Ülke ekonomisi faiz sis­temiyle dönüyormuş. Kadın şarkıcılar rağbet görüyor, ge­nelevleri açıkmış. Kadın mirasdan hak alamadığı gibi, bir erkek on kadına kadar ya da daha fazla evleniyormuş. Ye­timler itilip kakılıyor, insanlar Ebu cehlin kanunlarına göre idare ediliyormuş. Ve o gelmiş..

Uğraşmış, pislik içinde yüzen dünya insanlarına Allah’ın mesajını ulaştırmış. Ve dünyayı saadet, yani mutluluk asrına çevirip, gitmiş Rabb’ına. Görevini en güzel biçimde yapmış olarak. Ve bu görevi O’na inananlara devrederek.. Ama gel gör ki; Bizler O’nun mutluluk asrı olarak bıraktığı dünyayı, eski dönemden daha beter bir hale getirdik.

Ve ahireti anlattı bana; gördüm ki, ölüm ahirete geçiş kapısıymış. Herkes mutlaka hesaba çekilecekmiş. Yaptıkları­nın ve yapmadıklarının hesabını verecekmiş tek tek.

-Ne diyorsun sen? Yapmadığımızın neden hesabı olsun ki?

-Yapmamız gerekirken, yapmadıklarımız ve yapmama­mız gerekir­ken yaptıklarımızın hesabı verilecekmiş.

Sırat köprüsü geçilecekmiş. Ve kolay geçmenin yolu, bu dünyadan geçiyormuş. Onun için ömrü Allah’ın razı ol­duğu şekilde tüketmek gerekiyormuş. Yoksa Peygamber kızı bile olsa farketmez, hak ettiğini bulacakmış.

Zahide sustu. İçi dolmuştu, iki kelime daha söylese ağ­layacaktı. Hayatını boşa tüketmenin acısını yüreğinin derin­liklerinde hissediyordu. Yutkundu, gözyaşlarına hakim ol­maya çalışarak devam etti konuşmasına:

-Ya, işte böyle Hamide teyze. Evlilikteki mutsuzluğum için suçladığım kader, aslında kendi seçimimden dolayı ba­şıma gelenmiş. Çünkü Allah ve O’nun eşsiz peygamberi, ev­lenirken uyulması gereken kuralları bildirmiş. Eş seçimin­den tutda, çocuk eğiti­mine kadar.. Ben, bunların hangi­sine uy­dum ki? Şimdi, çocukla­rım için üzülüyorum. Onla­rın da boş, gayesiz büyümelerini iste­miyorum. Ahh, onları bir kurtarabil­sem. Ne yapmalıyım? Acaba yuvadan almama izin verirler mi?

-Bilmemki kızım? Yoldan geldin, acıkmışsındır. Birşeyler hazırlayayım, yiyelim. Sonra beraberce yuvaya gideriz. Hem, biraz sakinleşmiş olursun.

Bir saat sonra Zahide ve Hamide teyze Çocuk Esirgeme Kurumunun kapısında idiler. Zahide’nin kalbi yerinden çıka­cak­mış gibi çarpıyordu. Hamide teyze farkedince Zahide’ye:

-Kızım, istersen sen burada dur. Ben, içeri gireyim. Ço­cuklar seni aniden görmesinler. Hem, bakarsın tesettürün problem olur, dedi. Zahide Hamide teyzeye şaşkı şaşkın ba­karak:

-Problem mi olur? diye sordu.

-Ne bileyim, bunların işi belli mi olur? Televizyonu görmü­yor musun? Hergün başörtüsü problemi var.

-Problem, o insanların kafalarında. Başörtüsünde ne problem olacak? Kumaş parçasında problem mi olurmuş? Hadi beraber girelim içeri. Zaten çocuklar beni hemen tanı­yamazlar.

İçeri girdiler. Zahidenin gözleri etrafı kolaçan etmeye başladı. Çocukları görünce içi parçalandı. Çorapsız. ayak­kabısız olanlar. Üstleri yırtık ve kirli olanlar. Ağlayanlar ve birşeylere aldırmayıp yaramazlık yapanlar....

Kendilerini karşılayan görevliye müdür ile görüşmek is­tedik­lerini söylediler. Görevli:

-Biraz beklemeniz gerekecek. Şöyle buyurun oturun. Ben, haber vereyim dedi.

Görevlinin gösterdiği yere oturdular. Otururken, Za­hide’nin gözleri çocuklarını arıyordu. Bu arada çocuklar­dan bazıları etraflarına toplandılar. Zahide tek tek okşadı yetişe­bildiklerini. Başını okşadığı kız çocuğuna sordu:

-Senin adın ne? güzel çocuk.

-Adım, Bahtsız. Oradan bir çocuk atıldı:

-Yalan söylüyor. Onun adı Gülşen.

-Hayır diye itiraz etti kız. Benim adım, Bahtsız. Zahide sordu:

-Peki, kim koydu bu ismi sana?

-Kendim.

-Neden? Neden, bu ismi tercih ettin?

-Bahtsızım da onun için.

-Öyle deme yavrum.

-Bahtsız olmasam, burada olurmuydum? Küçük kız, konuyu değiş­tirerek sordu:

-Teyze, sen neden böyle giyinmişsin?

-Neden mi giyin­mişim? Güzel değil mi sence?

 -Hava çok sıcak.

-Bizi yaradan Allah, kendisine inanan kadınların, so­kakta erkekler tarafından bakılıp, rahatsız edilmemeleri için örtün­memizi istemiş. Ben de, onun için böyle giyindim.

-Ben, Onu sevmiyorum. Hamide teyze ağzını açıp kı­za­caktı ki, Zahide farkedip, engel oldu. Küçük kıza şefkatle sordu:

 -Neden yavrum? Neden sevmiyorsun?

-Çünkü, beni bahtsız yapmış.

Zahide duydukları karşısında kahroluyordu. Küçük kızın saçları­nı okşarken konuşmasını sürdürdü:

-Yavrum, diyelim ki;bir padişah var ve ferman buyur­muş, hiç kimse hanımına ve çocuklarına kötü davranmasın. Ço­cuklarınıza iyi sahip olun. Onlara haksızlık etmeyin. Onlar size emanettir. Şimdi bu fermanı okuyan halktan bazıları “evet padişamız doğru söylemiş” deyip söyleneni yapsa, bazılarıda yapmasa, önemsemese. Padişaha mı kızacağız, yapmayanlara mı? Padişah mı suçlu, yapmayanlar mı?

-Tabi, yapmayanlar suçlu.

-Canım kızım, tatlı yavrum, Allah bizlere, çocukların emanet olduğunu, iyi bakmamız gerektiğini, iyi terbiye etmezsek sorumlu olacağımızı bildirmiş.

-Gerçekten mi?

-Evet, gerçekten.

-Yani, Allah bildirmiş de, anamız ve babamız mı yap­mamış?

-Aynen öyle kızım. Allah, iyi sahip çıkmamızı istemiş ama biz yapamamışız, yapmamışız.

-Şimdi, o beni sevmez mi?

 -Sever yavrum, elbette se­ver.

 Kız başını yere eğdi:

-Özür dilerim Allah’ım. Ben, bunu bilmiyordum, dedi mahcup bir edayla.

O sırada görevli gelip, müdürün kendilerini beklediğini bildir­di. Kalkıp, müdürün odasına gittiler. Müdür tepeden tırnağa Zahide’yi süzdükten sonra:

-Ne istiyorsunuz dedi, kabaca. Zahide kızmıştı, ama herkes yanında ne varsa onu harcar. Onun gibi kabalaşa­mam diye düşünerek cevap verdi:

-Afedersiniz, bir konu hakkında bilgi alacaktık.

-Evet, dedi müdür.

-Yuvanızda, Nuran Demir ile Murat Demir kardeşler ka­lı­yor­muş. Onları görebilir miyiz?

-Siz, nesi oluyorsunuz?

Zahide sustu “Anneleriyim” diyemedi. Sustuğunu gören müdür konuştu:

-Neyse, nesi olursanız olun. Artık burada kalmıyorlar. Zahide başının döndüğünü hissetti. Umutsuzluk duygusuna kapıldı:

-Kalmıyorlar mı? diyebildi, çaresizce. Hamide teyze atıldı:

-Müdür bey, peki nerede kalıyorlar?

-Murat, yaşından dolayı merkezdeki erkek yurduna nak­ledildi. Nuran da, varlıklı bir aileye evlatlık verildi.

-Nasıl olur?

-Oldu işte. Babası, yüklü bir para aldı karşılığında. Za­hide duyduklarına inanamıyordu. Hamide teyze son bir soru daha sordu :

-Kim aldı? Müdür bey, adresi var mı?

-Var, ama size veremeyiz.

Müdürün odasından çıktılar. Zahide zor yürüyordu. Gözlerinden yaş, dilinden de “Hasbunallahu ve ni’mel ve­kil” zikri dökülü­yordu. Hamide teyzeye zoraki:

-Bir yere oturalım, yürüyemeyeceğim dedi.

Bahçede bir bankın üzerine oturdular. Bazı çocuklar sardı yine etraflarını. Kızın biri sordu:

-Teyze, hasta mısın? geçmiş olsun.

-Sağol yavrum, dedi Zahide. Senin adın ne?

-Adım, Hüsna.

-Ne zamandan beri buradasın?

-Çok oldu. Ama bu yıl son.

-Öyle mi? Nereye gidecek­sin?

-Annemin yanına. Babam öldü. Biz çok fakiriz, onun için buradayım, okula gidiyorum. Şey, teyze buraya kimin için geldi­niz ki?

-Kızım için dedi Zahide umutla. Bir ip ucu yakalayabil­mek umuduyla. Kızım Nuran için.

-Nuran mı? O benim arkadaşımdı. Ama evlatlık gitti. Ne yapsın kimse gelmedi, arayanı soranı yoktu. Hem, yaşın do­lunca Buradan zaten çıkartıyorlarmış. Zahide, umutla sordu:

-Adresi var mı?

-Yok, ama annemden bizim adresimizi aldı.

-Demek öyle.

-Neden gelmediniz ki? O, sizi çok bekledi.

-Peki, babası, babası hiç gelmedi mi?

-Bir kaç kez gelmişti. Sonra gel­medi.

Zahide ve Hamide teyze kalkıp, durağa doğru yola ko­yuldular. Merkezdeki yuvaya gideceklerdi. Zahide, metin ol­maya gayret ediyordu. Durmadan sabır için dua ediyordu Allah’a.

Yaklaşık bir saat sonra, merkezdeki yuvayı bulmuşlardı. Bahçe­ye girdiler. Ortalık sakin gözüküyordu. Zahide içinden “Ne kadar da soğuk gözüküyor şu yuvanın binası” diye ge­çirdi. Merdi­venleri çıkarken ayaklarının titrediğini hissetti. Gi­rişteki görevli seslendi:

-Hanımefendi, hoşgeldiniz, buyurun size nasıl yardımcı olabilirim?

Zahide cevapladı:

-Müdür beyle görüşecektik.

-Randevunuz var mı?

-Hayır.

-O halde, siz şöyle oturun, ben haber vereyim.

Zahide etrafa göz gezdirmeye başladı. Artık delikanlı ol­muş, erkek çocuklar vardı, bu yuvada. Kendilerini gö­renler­den kimse yanlarına gelmedi. Görebildiklerinin ara­sında Murad’ını aradı. Ama göremedi. On dakika sonra Müdürün odasında idiler. İçeri girdiklerinde, Müdür:

-Buyurun, hoşgeldiniz dedi ve ekledi:

-Sizi, biraz beklettim, af edersiniz.

-Rica ederim, önemli değil. Sizi, rahatsız edişimizin se­bebi

-Estağfirullah, sizi dinliyorum. Ama önce buyurun şöyle oturun.

Gösterilen yere oturdular. Zahide biraz rahatlamıştı. Mü­dürün beklediğini görünce, hemen konuşmaya başladı. Sesi titriyordu:

-Yuvanızda, Murat Demir isminde bir çocuk kalıyormuş. Endişeyle baktı müdürün yüzüne. Hayır demesinden korka­rak sürdürdü konuşmasını:

-Onun hakkında konuşacaktık.

-Evet dedi Müdür. Murat burada kalıyor. Annesi misi­niz? Evet dercesine salladı başını Zahide.

-Anlıyorum dedi müdür. Lütfen rahat olun Dünya bu, her türlü imtihan bizim için. Elbetteki hiç bir ana, evladından ayrı kalmak istemez. Biz, bırakanlar değil, bırakanları, bı­rak­maya iten sebepleri kınıyoruz. Murat çok hırçın bir çocuk. Psikoloji­si biraz bozuk, doğal olarak.  Sizi hemen kabul­len­meyecek diye düşünüyorum. Rencide olacaksınız, tepkisi çok farklı olabilir.

-Hayır, hayır rencide olmaya hakkım yok. Beni, kovma­sını bile göze alarak geldim. Buna hazırım.

-İsterseniz, size yuvayı gezdireyim. Önce topluluk içeri­sinde görün çocuğunuzu.

-Mümkünse, buraya çağırttırsanız.

-Peki, siz bilirsiniz.

Müdür baba, görevliyi çağırdı. Murat Demir’i odama gönder, dedi. Aradan on dakika kadar bir zaman geçmişti. Müdür babanın odasının kapısı hızla açıldı. Kapıda beliren Murat’tı, kapıyı çalmadan, izin almadan açmış ve içeri gir­mişti. Zahide, oğluna baktı baktı baktı. Gömleğinin bir ucu pantolonunun içinde, bir kısmı dışarda, ceketinin kolu sö­kük, boynuna taktığı gravat yamuktu. Murat, kadınlara şöyle bir göz attı. Tanımamıştı. Müdür babasına dönerek ko­nuştu:

-Ne oldu Ömer baba?

-Otur, şu boş sandalyeye otur bakalım.

Gösterilen yere oturdu sonra odadakilere bir daha baktı. Ve sordu:

-Ömer baba, bu karılar kim?

-Tanıştıracağım evlat. Bunlar, bizim misafirlerimiz.

-Onlara çay getireyim mi?

-Yoo, otur konuşalım. Müdür ayağa kalktı, Murat’a doğru yaklaşarak konuştu:

-Bu hanımlar, annenden haber getirmişler.

Murat başını kaldırıp, karşısındakilere baktı. Oturduğu yerden haykırdı:

-Benim annem öldü.

-Hayır, dedi Müdür baba ve devam etti:

-Sen de biliyorsun ki; annen ölmedi, ayrıldılar.

-Benim için öldü. Gidin ve o karıya böyle söyleyin, dedi. Karşısındakilere daha dikkatli bakınca, dudaklarından şu cümle döküldü:

-O, sensin, değil mi? Sen, o’sun.  Ama benim için öldün. Öldün benim için. Şu giydiğin şeylere bak, nasıl da öcülere benziyorsun. Defol, defol, anladın mı beni? Defooool.

Murat kalktı, kapıyı hızla çarpıp çıktı. Müdür baba etki­len­mişti. Zahide sessiz sessiz ağlıyordu. Müdür baba Zahide’ye dönerek teselli etmeye çalıştı:

-Bacım, ilk tepkiyi anlamak lazım. Aslında Murat böyle yaparak bile, size duyduğu özlemi dile getirdi. Duygularını sürekli bastırdığı için, şu an tamamen bir duygu patlaması yaşıyor. Geçmişte olan olmuş, şimdi mümtaz birine benziyorsunuz. Siz, biraz oturun, ben Murat ile bir konuşa­yım. Hamide teyze de ağlıyordu. Gözyaşlarını silerken ko­nuştu: Müdür bey, bu konuda Zahide’nin bir suçu yok ki. Mu­rat’ın babası içki kumar tutkunu biriydi. Bu yüzden.. Mü­dür baba Hamide teyzenin sözünü keserek konuştu:

-Biliyorum, biraz haberim var. Zira her çocuk hakkında biraz araştırma yaparım. Neyse, siz oturun, ben şimdi geli­rim.

Müdür baba çıktı. Murad’ı nerede bulacağını biliyordu. Murat duygularını yoğun yaşadığı zamanlar, hep hareketli oyunlara yönelirdi. Duvarlara tırmanır, yapmadığı yaramazlık kalmazdı.

Ama bu defa müdür baba yanıldı. Murat bu defa, bah­çedeki ücra bir banka oturmuş ağlıyordu. Ağlamak Murat için görülmemiş bir hareketti. Ama müdür baba buna se­vindi. Gidip yanına oturdu ve elini Murat’ın omuzuna koydu:

-Seni anlıyorum dedi, her ne kadar yaşadıklarını tam ya­şayamıyorsam da.

Murat cevap vermedi. Müdür baba devam etti konuşma­sına:

-Biraz rahatladın mı?

-Konuşmak ister misin?

Murat’tan ses çıkmayınca:

-Peki, o halde ben kalkayım, deyip kalktı.

Biraz ilerlemişti ki Murat seslendi:

-Ömer babaaa. Müdür baba durdu. Murat:

-Gitme diye inledi. Müdür baba dönüp Murat’ın yanına oturdu.

Seni dinliyorum dedi, babacan, şefkat dolu bir sesle.

-Bana yardım eder misin?

-Elbette oğlum, elbette. Seni dinliyorum.

-İçimde farklı duygular var, hareketlerime farklı hareket­ler yansıyor. İçimdeki duyguların tam tersine hareket ediyo­rum. Oysa annemi herkesten daha çok özlüyor, herkesten daha çok seviyorum. Ama bunu ona söyleyemem... Bir an sustu, sonra endi­şeyle sordu:

-Gittiler mi?

-Hayır, gitmediler.

O sırada Zahide ile Hamide teyze kapıda belirmişlerdi. Onları gören müdür baba:

-Ama gidiyorlar, dedi.

Zahide ve Hamide teyze ağır adımlarla çıkıyorlardı bah­çeden. Zahide’nin çok perişan olduğu her halinden belliydi. Bahçe kapısından henüz çıkmışlardı ki, Zahide arkadan ge­len sesle olduğu yerek çakılıp kaldı. Seslenen Murat’tı ve:

-Annee, gitme diyordu.

Zahide olduğu yere yığıldı. Yarım saat sonra kendine geldiğinde bahçedeki bankın üzerindeydi ve Murat da baş uçundaydı. Yavaş yavaş kalktı. Oğluna sarıldı, sarıldı sarıldı… yılların özlemini bir anda çıkarmak istercesine.

Hamide teyze ve müdür baba onları yanlız bıraktılar. Bir

müddet sessiz sessiz ağladı ana oğul. İlk konuşan Za­hide oldu:

-Üzgünüm oğlum, çok üzgünüm. Böyle olmasını hiç bir ana istemez. Ama buna rağmen beni anlamanı beklemiyorum. Sen, kendi çektiklerini daha iyi bilirsin. Ama yavrum, tek çeken sen değilsin, sizin özleminiz beni bitirdi. Hata sizin değil elbette, hata bizim, büyüklerin, so­rumlulu­ğunun farkında olmayan ana ve babaların. Aile ne demektir bilmeyen bizlerin, evlât sorumluluğu nedir? far­kında olma­yanların. Ama geçti, acaba yarı­nını bana ayırır mısın? İzin alıp, okula gitmesen, ben de Hamide teyzelerde kalsam, ya­rın buluşsak sonra.

-Eee sonra ne? Murat bozuldu birden. Demek anası kendisini sadece ziyarete gelmişti. Endişeyle baktı anasına. Zahide:

Sonra, beraberce karar versek yapmamız gerekenlere. Kabul edersen, birlikte yaşamanın yollarını bulsak. Sonra evet sonra da Kardeşini, Nuran’ımı arasak birlikte. Küçük ama güzel bir yuva kursak, içinde isyana, günaha ve huzur­suzluğa yer olmayan bir aile kursak birlikte. Ne dersin?

Murat’ın gözleri ışıldadı. İçtenlikle ve ivedilikle cevapladı anasının sorusunu:

-Tamam ana, tamam. Bıktım, hayattan bıktım. Yeter değil mi ana? Yeter artık.

Zahide “Ana” sözünü bir daha, bir daha söyler misin? dedi, yalvarırcasına. Murat:

-Anam benim, diyerek sarıldı Zahide’ye.

Akşam olmuş, hava kararmaya başlamıştı. Ayrıldılar, ya­rın buluşmak üzere. Zahide eve dönerken, babasını aradı, oğlunu buldu­ğunu, bu gece Adapazarı’na dönemeyeceğini, İstanbul’da komşularında kalacağını, dönerken oğlu ile be­raber döneceğini bildirdi.

O akşam çok yalnız kalmak istemesine rağmen, yük olmayayayım diye ev işlerinde Hamide teyzeye yardım etti. Hacı Arif beye balkonda hazırladılar sofrayı. Zahide ve Ha­mide birlikte yediler yemeği. Zahide bulaşıkları yıkadı, abdest alıp, yatacağı odasına çekildi kapısını arkadan kitledi. Odada küçük bir kitaplık vardı. Kitap­lıktan Kur’an’ı mübini aldı. Rastgele bir yeri açıp okumaya başladı. Bir miktar okudu, sonra ne okuduğunu anlayabilmek için, mealine göz attı.

“Bizimle karşılaşmayı ummayanlar (İnanmak bahane­siyle): “Bize melekler indirilmeli veya Rabb’imizi görmeli değil miydik?” dediler. Andolsun ki onlar, kendi kendilerine bü­yüklük tasladı­lar ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar.

(Azap edecek) melekleri görecekleri gün, (bilsinler ki) o gün, artık günahkârlara hiçbir müjde yoktur. (Melekler on­lara:” size cennet ve müjde yasak edilmiştir, ya­sak” diyecekler.

(Dünyada hayır namına) yaptıkları bir işi ele alacağız ve onu dağılmış toz zerresi yapacağız. (Çünkü, imansız ve riya­kâr hiçbir işin değeri yoktur.)

O gün cennet ehlinin kalacakları yer daha iyi, dinlene­cekleri yer daha güzeldir.

O günde gök, beyaz bulutlar halinde parçalanacak ve melekler (amel defterleriyle)indirildikçe indirilecek.

İşte o gün gerçek Mülk (hakimiyet) Rahman’ındır. Kâ­fir­ler/ inkarcılar için o, çok güç bir gündür.

O gün her zâlim, ellerini ısırıp: “Keşke ben, peygam­berle beraber bir yol edineydim” diyecek.

“Yazıklar olsun bana, keşke falanı dost edinmeseydim. Andolsun ki, bana Kur’an gelmişken, beni zikirden (Al­lah’ı anmaktan ve Kur’an’dan) o saptırdı. Zâten Şeytan dar­lıkta insanı yalnız ve yardımcısız bırakandır.”

Peygamberde: “Ya Rabbi, benim kavmim Bu Kur’an’ı(n okunmasını ve hükümlerini) terk edilmiş bir halde bıraktılar.” der. (Furkan: 20-30)

 

Zahide Kur’an’ı kapattı, gözlerini yumdu ve ayetleri dü­şünmeye başladı. Ayetler hesap gününden bahsediyordu. Düşündü, öldüğünü ve yeniden dirildiğini. Meleklerin amel defterlerini dağıtışını, sırat köprüsünü ve terazilerin kurulu­şunu. Divana çıkışını ve hiç eksiksiz hayatının hesabını, bu­luğ çağından öleceği güne kadar olan zaman dilimini.

Bütün bunlar hikaye değil, gerçeğin tâ kendisi diye ge­çirdi içinden. Akıllı ol Zahide, akıllı ol da, hazırlıklı git, boş geçirme sana verilen zamanı, yoksa pişmanlık sana fayda verme­yecek. Ya defterini soldan alırsan? Ya sıratı geçemez­sen? Ya terazide sağ taraf ağır gelmezse?

-Allah’ım sana sığındım diye inledi. Lütfen ayaklarımı ve kalbimi dininde sabit kıl, diye dua etti.

Hesap günü bilinciyle, hesap gününün kolay olması için, daha dikkatli yaşamalıyım kararlığıyla kalkıp yatsı na­mazını kıldı. İki rekât da istihare namazı kıldı ve açtı ellerini duaya. Hz. Peygamberin Taif dönüşünde yaptığı dua gibi yal­vardı Allah’ına. Sonra koydu başını yastığa ve ne zaman uy­kuya geçtiğinin fark­ında olmadan, bir müddet sonra geçe­bildi uy­kuya.

Sabah namazıyla kalktı yataktan. Rüyasını hatırlamaya çalıştı, hatırlayamadı. İçinin huzurlu olduğunu farketti. Ver­di­ği karar doğruydu, oğlunu yuvadan alacak, ev tutacaktı. Di­kiş ve piko biliyordu, çalışacaktı, gayret edecekti. “REZ­ZAK” olan Allah mutlaka rızkını verirdi.

O gece Murat da uyuyamamıştı. İyi ki Ömer baba var diye düşünüyordu. Her sıkıldığında, doğru karar vermesine yardımcı oluyordu...

Kararlaştırdıkları gibi, o gün okula gitmedi. Camdan sü­rekli yolu gözlüyordu. Yoksa anası gelmeyecek miydi? Hayır bunu bana yapamaz, buna hakkı yok diye geçirdi içinden.

Karmakarışık düşüncelerle boğuşurken, o sırada yuva­nın bahçe kapısından bir bayanın girdiğini gördü. Bu ana­sıydı. Bir soluk­ta indi merdivenleri. Kapıda kucaklaştılar, ana ve oğul sarmaş dolaş oturdular kuytuda bir bankın üzerine. İlk önce Zahide konuştu:

-Artık beraber yaşamalıyız. Benimle geleceksin değil mi?

Murat hiç tereddüt etmeden cevapladı anasının soru­sunu:

-Tabi ana, elbette gelirim. Ailesiz kalmak çok acı ana, çok. Allah babamı kahretsin.

-Allah korusun, öyle deme oğlum. Yiğidim, ciğerpa­rem, umudum benim, öyle deme.

-Allah belâsını versin, hep onun yüzünden çektik bu acıları. Ana, buralarda neler çektik bilemezsin. Bütün zor­luklar bir yana, bize, acıyan gözlerle bakılması, zavallılar ola­rak görülmek mahvetti bizi.

Zahide oğlunu anlayabiliyordu. gözleri dolu dolu ko­nuştu:

-Anlıyorum seni. Ama yine de babana belâ okuma. Sen istemesende, o senin baban. Bize belâ okumak yakışmaz, gücümüz yettiği kadar dua etmeliyiz. Peygamber Efendimiz’e O’nun karşıtları çok zulüm yapmışlar. Çok çile çektirmişler, ama hiç bir zaman beddua etmemiş.

Murat okuldaki ateist öğretmen Selda Bölükbaşının etki­siyle Allah ve Peygamberine karşı büyük bir inkar içindeydi. Din olarak, dinsizliği seçmişti. Peygamber’den bahsedilme­sinden hoşlanmamıştı. Anasına cevap vermedi, Zahide bir çokları gibi değildi. Müslümanlığının ne manaya geldiğinin, niçin inandığının farkında olan, bilinçli bir hanımdı. Murat anasının tepkisinden çekinip, cevap vermemişti.

Zahide oğlunun yüzüne baktı. Yüzüne yansıyan ifade­den bir şeyler anlamıştı. İçinden “İşte şimdi vuruldum, tâa yüre­ğimden”diye geçirdi. Ama Murat’ın suçu yoktu, zira ki­şiliğin, kimliğin sağlıklı olabilmesi için önce sağlıklı bir aile, sağlıklı bir çevre ve sağlıklı bir eğitim gerekliydi. Bunların hiç birine sahip değildi. Şefkatle baktı oğlunun yüzüne. Murat’ın yü­zündeki endişeyi fark etti. Eliyle okşadı başını:

-Merak etme, seni anlıyorum dedi. Suç senin değil ki. En büyük gerçeği inkar edecek kadar kör olanların göreme­dik­leri ışığı başkalarına göstermeleri mümkün değil.

Murat anasının okşaması hiç bitmesin istiyordu. Yüzüne baktı, öteki elini tuttu ve öptü. Sonra da dediklerini anladım dercesine baktı anasına. Zahide de oğlunun elini öptü ve:

Seninle daha çok konuşuruz inşaallah dedi. En büyük gerçek Allah’ın varlığıdır yavrum. Allah’ı inkar etmek, kendini inkar etmek anlamına gelir. Kur’an’ın bir ayetinde şöyle buyruluyor:

“Göklerde ve yerde (inanmak için) nice âyet (delil) vardır ki, onlar, (ona ibretle bakmayıp) ondan yüz çevirerek ge­çerler” Sonra diğer bir âyette şöyle buyruluyor:

“Allah gece ile gündüzü (değişik hallere) evirip çeviriyor. Şüphesiz ki bunda basiret sahipleri (hakikati görebilenler) için elbette ibret vardır.

Allah (türlerine göre) her hayvanı (önce kendi şekil ve özellikleriyle ana maddesi) sudan yarattı: Bunlardan kimi karnı üzerinde(sürünmekle) yürür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi de dört ayağı üzerinde yürür. Allah dilediğini ya­ratır, çünkü Allah her şeye kadirdir”. (Nur: 44-45)

Ama aynı Kur’an yine şöyle beyan ediyor: “De ki: “Göklerde ve yerde neler var ba­kın(da ibret alın)” Ama bunca âyetler (ibretler) ve uyarmalar inanmayacak bir kavme ne fayda verir? (Yunus: 101)

Allah doğru söyledi, inanmak istemeyene ne fayda verir? Baksana ateistlere dilleriyle Allah’ı inkar ediyorlar da, dilleri­nin nasıl konuştuğunu düşünemiyorlar. Kulaklarıyla duy­duklarını inkar ediyorlar da, kulaklarının nasıl duyduğunu anlamıyorlar. Akıllarıyla inkara sapıyorlar da, akıllarının ne­reden geldiğini, nasıl olduğunu anlayamıyorlar, yani anlamak istemiyorlar. Murat anasının sözünü keserek merakla sordu: -Niçin anlamak istemesinler? Tatmin olmuyorlardır belkide. Zahide bütün ızdırabını içine gömerek cevap verdi:

-Elbette herkesin sığındığı bahane farklı olabilir. Lâkin hepsinin bahanesinin altında yatan sebep şu: Teslim olmak nefislerine ağır geliyor. Onlar inanıp müslüman olsalar, ha­yat­larını Allah’ın istediği şekilde tanzim etmek mecburiyetleri olacak. Bu da nefislerin kabullenmediği, kabullenemediği yani

Allah’a karşı kibirlendiği bir durumdur.

Bir müddet sustu. Korktuğu başına mı gelmişti? Karam­sarlığa kapılmamalıydı. Kararlı olmaya, dik durmaya, hiç bir mazarete sığınmadan, kimliğinin gereğini yerine getirmeye her zamankinden daha çok ihtiyacı vardı. Çünkü karşısında evlâdı vardı. Ve Allah (c.c.) “Mal ve evlat fitnedir” buyurarak, mal ve evlada sahip olanların dikkatli olmasını, bunların Al­lah yolundan alıkoyan şeyler olmaması gerektiğini beyan etmişti.

-Neyse dedi, şimdi işlemlere bakalım. Seninle daha çook konuşu­ruz.

Kalktılar. Yüreklerindeki umutla Müdür babanın odasına doğru ilerlemeye başladılar. O gün saatler akşam beşi göste­rirken, iş­lemlerini bitirmiş Adapazarı’na doğru trenle yola çıkmışlardı. Zahide işinin zorluğunun farkındaydı. Durma­dan sığınılması gereken yere iltica ediyordu.

D

 

iğer tarafta:

Gülizar hanım sabah ezanıyla uyandı. Anasından gör­düğü kadar­ıyla namazını kıldı. Bir türlü gördüğü rüyanın et­kisinden kurtulamıyordu. Kendi kendine “Rüyalarım bana bir şeyler söylü­yor, ama ne deyip duruyordu”.

‘Namazdan sonra evinin kapısını açtı. Yavaş yavaş kış yaklaşıyor­du. Hava serindi. Güneş nazlı nazlı yüzünü gös­ter­meye başlamıştı, her zamanki gibi Rabbinin emirlerine amade olarak. Artık doğma emrini alana kadar da hep doğa­cak, görevini yapacak, âlemlerin Rabbına teslimiyetin ne ol­duğunu lisanı hali ile tebliğ edecek­ti tüm insanlara.

Gülizar hanım kuru ekmeğinin arasına iki zeytin koyup, kapı eşiğine oturdu ve yemeye başladı. Henüz dilimini bitir­me­mişti ki, ani bir hareketle kalktı, kapıyı kilitleyip, yuvaya doğru yol almaya başladı. Epey yürüdü, takati kalmamıştı, eskisi kadar yürüyemiyordu. Önüne ilk gelen durakta bek­lemeye başladı ve ilk gelen dolmuşa binerek yuvaya en yakın yerde indi.

Yuvaya vardığında Hüsna okula gitmeye hazırlanıyordu, gözle­ri yaşlıydı. Anasını görünce, her zamanki gibi gidip sa­rılmadı anasına. Anası yaklaştı kızına ve kucakladı kızını. Hüsna buz gibi duruyordu:

-Neden ağlamışsın? Hüsna’m neyin var? diye sordu Gülizar. Hüsna’nın cevabı sitem doluydu:

-Ne yapacaksın ana? Derman mı olacaksın? Gülizar’ın cevabı şaşırtıcıydı:

-Biliyor musun, seni almaya geldim.

Hüsna duyduklarına inanamadı, elindeki çantaya yere fırlata­rak bağırdı:

-Kurtulduuum, yaşasın kurtuldum.

-Yavaş ol kızım, kimse duymasın. Hadi şimdi söyle ne­den ağlı­yordun?

Hüsna başını yere eğdi ve ağlamaklı cevap verdi:

 -Kale­mim yok, defterim yok. Başımda bit çıkmış, öğ­retmenim hergün kızıyor. Okulda herkes bana yetim diyor. Ben yetim değil­im, yetim olmak istemiyorum. Kimsenin bana acıma­sını istemiyorum Gülizarın içi burkuldu. Kızının sözünü kese­rek konuştu:

-Tamam, artık geçti. Evimize gideceğiz. Allah’a daya­na­cağız gidip abinleri de alacağım. Yerdeki karıncanın, ha­va­daki kuşun rızkını veren Allah, elbet bizim de rızkımızı bir yerden gönderir

Müdür baba henüz gelmemişti. Beklemeye başladılar. Saat dokuzotuzu gösterirken müdür baba gelmişti. Gerekli işlemleri yaptılar ve öğle saatlerine doğru artık Hüsna yurt­tan çıkmıştı. Kendisini kuşlar gibi özgür hissediyordu. Yuva­dan çıktılar anasının etrafında sekerek yürüyordu. Kâh önüne kâh arkasına geçiyordu. Durağa geldiler, duran oto­büsten inen­leri görünce Hüsna söylendi:

-Aaaa, o teyze. Gülizar sordu:

-O teyze kim? -Nuran’ın annesi.

Zahide yuvaya doğru ilerlemeye başladı. Hüsna’nın ya­nından geçerken Hüsna seslendi:

-Teyze, Nuran gelmediki.

Zahide Hüsna’ya baktı, tanıdı. Bu Nuran’nın arkada­şıydı.

-Nuran için değil kızım, ben seni görmeye gelmiştim dedi. Gülizar hanımla tanıştılar. Zahide ısrarla Nuran ararsa bana bildirin diye âdeta yalvardı. Adres ve telefon numarasını vere­rek ayrıldı İstanbul’dan...

Gülizar uzun zamandır sakladığı parayla, kızına pazardan güzel bir elbise aldı. Oğullarına da birer tişört aldı. Sonra oğullar­ının kaldığı yurda gittiler. Gülizar yavrularını başına toplama­ya kararlıydı. Sanki iradesi elinde değildi, iyice dü­şünmemişti, nasıl böyle karara vardığını bilmiyordu...

Yuvaya geldiklerinde danışmaya gitti. Tahsin bey vardı danışmada. Fikrini söyledi. Tahsin bey tedirgindi, ama Gülizar hanımın onu farkedecek hali yoktu.  Cevap bekleyen Gülizar anlamlı anlamlı baktı Tahsin beye. Tahsin bey:

-Olur olmasına da, şeeyyy dedi.

- Şey ne demek? diye sordu Gülizar:

-Hasan, maalesef Hasan yine kaçmış. Gülizar duy­duk­la­rına inanmak istemeyerek:

-Aman Allah’ım bu kaçıncı oldu. ne zaman? ne zaman oldu?

-Dün.

Gülizar hanım “Allah’ım aklıma mukayyet ol” diye dua etti. Çaresizce bahçeye yöneldi, Hüseyin’in okuldan gelme­sini bekleye­cekti.

Hüseyin okuldan geldiğinde anasını ve kız kardeşini bahçe­de görünce şaşırdı. Bitkin ve yüzü soluktu. Gülizar ha­nım hemen telâşla sordu:

-Umudum benim, rengin neden kaçık hasta mısın?

-Bilmiyorum ana, bilmiyorum... dedi Hüseyin.

-Nasıl bilmiyorsun ciğerparem? Derdin ne, söyle bana.

- Derdim mi? Ana hangi dertten bahsediyorsun, dertsiz neremiz kaldı? Aklımı oynatmama az kaldı, kalbimden çok kötü şeyler geçi­yor, engel olamıyorum. Dilime dökmekten korkuyorum.

-Neden yavrum neden? Otur şöyle yanıma, otur da ko­nuş benimle, nedir içinden geçenler?

Hüseyin ağlamaya başladı, bir yandan da bağırıyordu:

-Nasıl söyleyeyim ana? Allah’tan korkuyorum. Şu hali­mize bak, Hasan yine yok, kaçtı. Sen tek başına evdesin, bir gün ölsen haberimiz bile olmayacak. Bacım desen o kominist müdürün yöneti­minde, güvende mi, soruyorum güvende mi? okula gidiyoruz, vazgeçtim, okul harçlığı değil istediğim, beslenme değil, ütülü kıyafetler değil, boyalı ayak­kabılar değil, kalem, silgi bile bulamıyoruz. Niçin yara­tıldık? Suçumuz.....

-Şiişşşt, tamam sakin ol Hüseyin, sakin ol oğlum. Gel, seninle biraz konuşalım.

Hüseyin sesin geldiği tarafa döndü, gelen Ömer baba idi. Öğle namazından dönerken, sesi duymuş, ne oluyor diye bakayım derken Hüseyin’in durumunu görmüştü. Ço­cuk depresyon geçiriyor­du. İçli, duygusal bir çocuktu. Mü­dür Ömer baba gözlemlemiş­ti, her an bu depresyonu bekliyordu. Yaklaştı ve babacan bir tavırla elini Hüseyin’in omuzuna koydu. Gülizar hanım ise şaşkın, Hasan’ı unut­muş, Hüseyin, de gördüğü duygu patlaması karşısında ne yapa­cağını bilemez bir halde olduğu yerde kalmıştı. Hüsna ise anasına sarılmış korkulu gözlerle abisine bakıyordu.

-Gel dedi Müdür baba, gel şu banka oturalım...

Oturdular. Müdür baba bir müddet havadan sudan ko­nuşarak Hüseyin’i sakinleştirmeye çalıştı. Hüseyin müdür babasına sarılarak hıçkıra hıçkıra ağladı, biraz rahatlamıştı. Biraz sakinleşmişti ama anasına bakmaya cesaret edemiyordu, zira tekrar ağlamaktan korkuyordu. Müdür baba Hüseyin’in başını okşarken sordu:

-Şimdi konuşabilir miyiz seninle?

-Evet dercesine salladı başını.

-Şimdi biraz daha iyisin değil mi?

-Evet, müdür baba.

-Bak evlât, seni anlamıyorum sanma. Benzer şeyleri ben de yaşadım. Hatta daha buhranlı günlerim olmuştu. Uzun hikaye ama emin ol seninkinden daha kötüydü. Ben de se­nin gibi, hâşâ milyonlarca defa hâşâ Allah’ı suçlardım. Bun­dan dolayı dinsiz­liği seçmiştim. Oysa ki varlığının her zerrede gözüktüğünü de biliyordum. Yani benimkisi inâdi küfür idi. Kısaca söyleyeyim ki senin içinden geçirip de söy­leyemedi­ğin vesveselere ben de kapılmıştım. Hatta dilime aldıklarım bile vardı.

Hüseyin hayretle sordu:

-Ama siz namaz kılıyorsunuz?

-Evet ya kılıyorum, akıllı olanın başka seçeneği mi var?

-Nasıl yani?

-Nasıl mı? Ölümü görüpde hazırlık yapmayanın aklı var mı sanıyorsun? Dönüşün O’na olduğunu görüp de, hayatına çeki düzen vermeyeni akıllı mı sanırsın? Dinle, dinle de aklını kullan evlât aklını. Buhranlı bir günümdeydi, yuvadan kaç­tım.

-Yuvadan mı? Müdür baba sende mi yuvada kaldın?

-He ya evlât yuvada kaldım.

-Eee sonra. Sonra nasıl müdür baba oldunuz?

Dinle evlât, müdür babamıza kızıp yuvadan kaçtım. Ak­şama kadar sokaklarda aylak aylak dolaştım. Eğer inat etti­ğim, kendi­sine karşı haddi aştığım, âlemlerin yaratıcısı ye­gâne merhamet sahibi önüme o ak sakallıyı çıkarmasaydı, belkide hâlâ köprü altlarında bali çeken, eroincilerin ser­ma­yesi şeklinde yaşayıp gidecektim.

-Ak sakallı dediğin de kim?

-Tanımıyordum. Üstgeçitte bir öteye, bir beriye gidip ge­lir­ken, ne yapmam gerektiğini düşünüp, bir çıkış yolu bulamıyordum. Boşlukta hissediyordum kendimi. Hiç bir şeyin anlamı yoktu benim için. O sırada üstgeçitten ak sa­kallı bir ihtiyar geçiyor­du, fabrikadan gece vardiyesinden çıkmış, evine gidiyordu. Muhsin amca. Dikkatini çekmişim, gözlemlemiş, sahipsiz olduğuma kanaat ettikten sonra, beni ikna ederek evine götürdü. Hanımı vefat etmiş, yalnız yaşa­yan biriydi.

Hüseyin’in oldukça dikkatini çekmişti müdür babasının hikayesi. Merakla sordu:

-Eee, sonra müdür baba, sonra ne oldu?

-Bana yemek yedirdi, banyo yapmamı sağladı. Temiz çamaşır vererek rahatlamamı sağladı. Sonra konuşmaya başladık, adımı sordu, sonunda yuvadan kaçtığımı anladı. Sonra ona dedimki:

-Güvenip nasıl beni evinize aldınız? Sizi öldürebilirim.

Dedi ki :

“Allah’ın izni olmadan kimseye ölüm yoktur. (Ölüm) vâ­deye yazılmış bir yazıdır”. (Al-i İmran:145)

Dedim:

-Size bir zarar verebilirim. Dedi ki:

“Allah kuluna kâfi değil mi?”. O dilemedikten sonra za­rar verecek kimdir?.

Dedim ki:

-Benden sana ne? Neden ilgilendiniz benimle?

Dedi ki:

“Kim zerre kadar iyilik ederse ve zerre kadar kötülük ederse, Allah katında onu bulacaktır”. (Zilzal: 7-8)

Dedim ki:

-Ya paranızı çalıp kaçarsam?

Dedi ki:

“Daima diri (Baki) olan Allah’a güvenip dayan, Ona hamd ederek tesbih et. O’nun kullarının günahlarından ha­berdar ol­ması yeter”. (Furkan: 58)

Allah’tan bahsettiğini anlayınca Allah’a olan sevgisizli­ğim yüzüme yansımış olacak ki, Muhsin amca anlamış ve müthiş dere­cede üzülmüştü. Bense niçin üzüldüğünü anla­yama­mıştım.

-Niçin üzülmüş?

-Üzülmesi gerektiği için. Hiç bir imanlı, aklı selim insan, insanlar cehenneme doğru son surat giderken sevinmez öyle değil mi? Hiç bir müslümanın “bana ne” deme hakkı yoktur. Bunun sorumluluğunu bir büyük İslâm âlimi şöyle özetliyor: “Bizim hiç duracak zamanımız yoktur. Ümmet-i Muhammed’in ev­latları cehenneme bir sel olup giderken, biz onlara seyirci kalamayız. Bu selden ne kütük kurtarsak kâr­dır. Mezara dahi gidiyor olsak hizmet denilince koşmak zo­rundayız”.

-Peki sonra ne oldu?

-Kalkıp çay yaptı. Uykun yoksa biraz konuşalım dedi.

-Tamam dedim, çayını yudumlarken:

-Kaderini suçluyorsun değil mi? Ömercik dedi. Sesin­deki samimiyetten içim ısınmıştı.

-Nereden bildiniz bey amca, dedim. Güldü, buruk bir te­bessüm­dü.

-Bak evlât dedi, sana anlatayım, sonra istersen yine suçlar­sın diyerek anlatmaya başladı. Önce yaradılış gaye­mizi anlattı.

 -Neymiş?

-Çile çekmek mi?

-Sus evlât sus da dinle.

-Dinliyorum müdür baba dinliyorum.

-Sana bir örnek vereyim; Diyelimki fabrika kurmaya gücü ve imkanı yeten biri var. Ve bu adam gücünü kullana­rak fabrika kurdu. Ona; niçin bu fabrikayı kurdun? diye he­sap soru­lur mu?

-Yoo, istediğini yapar.

-Peki, fabrikanın kurallarını açık açık belirtip, işçi alsa, kuralları baştan belirtip, sonra her işçiye bir bekçi vermese, yani serbest bıraksa ve kuralları ihlal edeni işten atacağını bildirse, kuralı ihlal eden bir işçinin işten atıldığını düşün... Suç işçide midir? Yoksa onu işe alan fabrika sahibinde mi?

-Elbetteki işçide.

-İşte Allah’ın kainat ve içindekileri yaratmaya gücü yeter, ve kimse O’na “niçin yaratttın?” diyemez. Mülk O’nun ol­duğu için dilediği kuralı koyar. Kurala uyanların ikramiyele­rini bil­dirmiş, kurala uymayanların atılacakları yeri de beyan etmiş­tir. Sonrada irademizi serbest bırakmıştır. Suç elbetteki kural tanımaz asilerindir.

-Ama...

-Ama ne?

Hüseyin başını yere eğdi. Sessiz sessiz ağlamaya baş­ladı ve mırıldandı:

-Hiç bir şey, müdür baba hiç bir şey. Hiç.

Müdür baba babacan bir tavırla elini Hüseyin’in omzuna koydu ve konuştu:

-Oğlum Hüseyin, insanlar kendi ellerine verilen serbest iradeyi kötüye kullanıyorlarsa, onları muhatap alıp, yani adam yerine koyan mı suçludur? Hâşâ binlerce defa. Yani biri sana acıyıp ihtiyacını gider diye para verecek, sen de o parayla içki içecek, sonra da sana yardım edeni suçluyacaksın. Böyle mantık olur mu?

Hüseyin birden bağırdı:

-Ya ben mi suçluyum? Kim, söyle müdür baba kim suçlu? Müdür baba da sesini biraz yükselterek cevap verdi, belliki biraz kızmıştı:

-Elbette tek başına sen suçlu değilsin. Allah’ı tanımana engel olan herkes, İslâm’ı öğrenmene mâni olan herkes, Rasulü anlamana engel olan herkesin bunda payı var. Ama suçun bize düşen tarafıda var. Hem kimseyi suçlayarak biryere varamazsın. Başkalarını suçlamak şeytan mantığıdır.

-Ne demek bu?

-Hz. Adem yaratıldığında, Allah’ın secde emrine karşı çı­kan Şeytan kovuldu. Sonra da Allah’a şöyle dedi:

“Beni az­gınlığa mahkum ettin. Ben de bu sebeple yemin ederim ki Âdemoğullarını saptırmak için Senin doğru yolunun üstün de pusu kurup oturaca­ğım. Sonra, andolsun on­lara; önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından so­kulacağım. Sen de onların çoğunu şükrediciler olarak bula­mayacaksın.” (A’raf: 16-17)

Dikkatli dinle âyeti, hem emre kendin uymaya­cak, hem de suçlu arayacaksın. Şeytan’ın mantığı nasıl da sürüyor. Günah işle; çevreyi suçla. Günah işle ana babayı suçla vs vs.

Hüseyin cevap vermedi. Müdür baba devam etti:

-Hz. Adem ve eşi cennette, kendilerine yasaklanmış ağacın meyvesinden, Şeytanın aldatmacasına kanarak yedi­ler. Bak sonra Hz Adem’in dediğine, mazeret sunmadan, dürüstçe, Şeytan’ın yüzünden oldu diyerek bahane arama­dan;”Ey Rabbimiz, kendimize zulmettik, bizi bağışlamaz, bizi esirgemezsen herhalde zarara uğrayanlardan olacağız”.

Müdür baba sustu. Hüseyin, Müdür babanın ne demek istediğini anlamıştı. Müdür baba diyordu ki; herkes belli bir dönemden sonra, kendi yaptığının sorumlusudur. Başkala­rını suçlamakla sorumluluktan kurtulamaz. Etken olanlar ise ayrıca mesuldürler.

Bir müddet öylece suskun kaldılar. Daha sonra ilk ko­nu­şan Hüseyin oldu:

-Müdür baba!

Müdar baba başını kaldırıp, şefkatle baktı Hüseyin’e: -Efendim, dedi. Söyle ne istiyorsan konuş. Seni dinliyorum.

-Hasan bulunabilecek mi?

-İnşaallah.

-Kötü insanların eline düşer diye korkuyorum.

-Haklısın, insan avcıları dolu, ama ilk fırsatta bulunur inşaallah, dua edelim.

-Demek, Hasanın sorumlusu yok, kendisi sorumlu.

-Hayır, meseleleri yanlış algılayıp, yanlış yorumlamaya­lım. Bu meseleler hemen ayak üstü anlatılacak meseleler değil ki, uzun zaman gerekiyor. Ama şu kadar soyleyeyim, zulüm görenlerin, haksızlığa maruz kalanların vebali, zulme ve haksızlığa ses çıkarmayan, zulmün ortadan kalkması için çaba sarfetmeyen herkesin, özellikle de müslümanlarındır.

 -Özellikle de müslümanların mı?

-Evet ya. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Size ne oldu da: Rabbimiz bize katından bir yardımcı yolla, di­yen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda mü­cadele etmiyorsunuz”. (Nisa: 75)

Hüseyin sustu. Hiç bir şey bilmiyordu, anlaşılan bütün toplumsal yaraların çözümü Kur’an’daydı...


Z

 

ahide Adapazarı’na döndüğünde, artık baba evinde kalmalarının uygun olmayacağını anlamış, ev arıyordu. Babasının evine yakın istiyordu, bir ay içinde, hemen iki sokak ötede küçük bir ev kiralamıştı. Babası iki çekyat ve birde  dikiş makinası ancak alabilmişti kızına. Pazardan alarak kendi elleriyle diktiği tülleri asarken, kapının zili çaldı.

Kapıyı Murat açtı. Kapıda duran yirmi yaşlarında, hafif sakallı bir genç:

-Zahide ablamızın tuttuğu ev burası mı? diye sordu.

Murat cevap verdi:

-Evet, ne istiyorsun? sen kimsin?

Genç şaşırmıştı:

-Bir şey istemiyorum. Anneniz evde mi? diye sordu. Sesi duyan Zahide elindeki işi bırakıp kapıya yöneldi. Gelen Mü­mine hanımın oğlu Ebubekr’di. Mü’mine hanımla iyi arkadaş, samimi birer dost idiler. Aynı davaya baş koymuş, aynı dert ile dertlenen, Allah’ın rızasına talip, Rasul’ün özlemiyle yanan iki dost....

Kapının arkasından seslendi:

-Efendim, Ebubekr hoşgeldin.

-Selamun aleykum, Zahide teyze, hoşbulduk.

-Aleykum selâm. Seni dinliyorum.

-Vakıftan birşeyler gönderdiler. Onları nereye boşaltayım.

-Zahmet olmuş, bir şeye ihtiyacımız yoktu. Murat atıldı:

-Nasıl yoktu? vardı vaar, ne getirdiniz?

Birden az ilerde bekleyen kamyoneti gördü. Ebubekr’in cevap vermesini beklemeden, kamyonetin yanına gitti. Zahide işinin zor olduğunu düşünerek Ebubekr’e:

-Kusura bakma, Muratı yeni getirdim, zamana ihtiyacı var.

-Önemli değil teyze, anlıyorum sizi. Rabbim emekleri­nizi kabul buyursun. Bizim de yapabileceğimiz bir şey olursa, hazır olduğumuzu unutmayın lütfen.

-Allah razı olsun.

-Esteğfirullah, görevimiz değil mi? Her müslüman, in­sanların hidayeti için çalışmak, çabalamak, elinden geleni yapmak zorunda değil mi? Asıl kurtuluşun bunlar için oldu­ğunu Rabbimiz bildir­memiş mi? Bozuk toplumun sorum­lusu, birazda sorumsuz müslümanlar değil mi?.

Ebubekr arabaya doğru gitti. Zahide’nin üyesi olduğu vakıftan hanımlar buzdolabı, çamaşır makinası gibi evin za­ruri ihtiyaçla­rın aralarında temin edip göndermişlerdi..

Zahide gelen eşyaları yerleştirirken, kalbi Allah’ı zikredi­yor, hamdediyor, O’nu tesbih ediyordu.

Evin camına, kocaman harflerle “Dikiş dikilir, Piko çe­ki­lir” diye yazıp astı. Dışarıya göre, daha uygun bir fiat be­lirledi.

Arkadaşları sipariş alması için, gittikleri her yerde tanıtı­mını yapıyorlardı. Kısa sürede etrafta tanınmaya başladı. Ar­ka­daşlarıyla yaptığı derslerin dışında, artık eskisi kadar sosyal aktiviteye katılamıyor. Zamanı siparişlere ayırıyordu. Bu arada manevi eğitim olan zikir ibadetinide hiç ihmâl etmiyordu zira zikir yol azığıydı. Allah’a yakınlaşmanın, kal­bin mutmain olmasının, adıydı.

Murad’ın inançsızlığı Zahide için çok büyük bir dertti. Tek korkusu vardı; Ya Murat yapılan tebliğlere, olumlu ce­vap vermezse?... O zaman ne yapardı?. Birden Rabbimizin sözünü hatırladı;

“Sen, ne kadar üstüne düşsen de, yine insanla­rın çoğu iman edecek değillerdir”. (Yusuf: 103)

Bunun için gece namazlarında, gecenin feyzinden isti­fade ederek Rabbına, Murad’ın hidayeti için yalvarıyordu.

Zahide’nin ikinci derdi, kızı Nuran’dı. Acaba şimdi nere­de? Ne yapıyordu? Bütün yürek yangınlığıyla kızını da koy­muştu dualarının başına...

O gün her zamanki gibi Murat’ı okula gönderdi. Çama­şırları makinaya atarken, oğlunun pantolonunun cebinde bir ağırlık hissetti. Elini attı, bir paket sigara. Öteki cebine baktı, onda da çakmak vardı. Demek oğlu sigaraya başlamıştı. Za­hide ne yapsın, nasıl davransın bilemiyordu. Allah bili­yordu ki; O, bütün hücreleriyle isyan olan herşeye is­yan ediyordu.

Ani bir kararla, sigara ve çakmağı çamaşır makinasının üstüne koydu, giyinmeye başladı. Bir yandan da söyleni­yordu:

-İş çığrından iyice çıkmadan bir şeyler yapmalıyım? Şimdi sigara, yarın başka birşeyle karşıma çıkmadan bir şeyler yapma­lıyım...

Hemen üyesi olduğu vakıfa gitti. Oğlu ile ilgilendiğinden bu yana, pek uğrayamıyordu. Vakıf başkanı Münevver abla­sını görmesi, onunla istişare etmesi gerekiyordu. Münevver hanım Zahideyi görünce çok sevindi. Musafahalaşıp, ku­cak­laştılar. Mü­nevver hanım merakla sordu:

-Ne yapıyorsun? Seni çok özledik.

-Ben de sizi özledim. Ama biraz daha zamana ihtiyacım var.

-Elbette yavrum, elbette. Önce mescidin içi, sorununu hallet. Sahi, durum nasıl? Oğlun için neler yapıyorsun?

-Ne kadar aciziz, insanoğlu ne kadar aciz. Buna rağmen kendini birşey zannediyor. Zahide sustu. Derin bir “Offf” çekti. Devamla:

-Henüz yerleşme ve alışma aşamasındayız diye düşüne­rek, pek bir şey yapmadım. Ama baktım ki, o bana alış­ma­dan önce sigaraya alışmış. Anladım ki kaybedecek vaktim yok.

-Elbette kızım, elbette. Hiç kuşkusuz eğitim işi ihmale gelmez. Yalnız...

Zahide korkmuştu, Ablasının gözlerinde cevabını arar­ca­sına sordu:

-Yalnız ne?...

-Gençlik psikolojisini göz önünde bulundurarak hareket etmek lazım. Biliyorsun, insanları İslâm’a çağırmanın da bir metodu var. Rabbimiz şöyle buyuruyor “Rabb’inin yo­luna/ dinine hikmetle ve güzel öğütle davet et”. (Nahl: 125) Dikkatli ol­maz­san, kazanayım derken iyice kaybedersin.

-Onun için uğradım. Ne yapayım? Nereden başlayayım? Oğlumun inanç sorunu var.

Münevver hanım duyduklarına üzülmüştü, Hz Nuh’u ha­tırladı. Hz Nuh’un oğullarından biri küfrü seçerek, Hz Nuh’un yanında yer almamıştı. Hz Nuh babalık hissiyatıyla ona dua etmişti.

“Allah Nuh Peygamberi ikaz etmişti. Nitekim ayeti keri­mede şöyle buyrulmuştu: “Ey imân edenler, eğer imâna karşı küfrü sevip tercih ederlerse, babalarınızı, kardeşlerinizi (bile) dost edinmeyin”. (Tevbe: 23)

Demek ki ana, baba, evlat, kardeş kim olursa olsun küfrü tercih ediyorlarsa, mü’minler ile bağını koparmış olu­yordu.

Münevver hanımın daldığını gören Zahide endişeyle sordu:

-Ne oldu abla? Neden daldınız?

-Birden Hz Nuh’u hatırladım. O tarihi günleri tefekkür ediyordum.

Zahide de tarih okumuştu. Tarihin sadece hikayeden ibaret olmadığını da çok iyi biliyordu. Kur’an’in belli bir bö­lümü tarihi kıssalardan oluşuyordu. Bunun inananlar için çok büyük anlamı vardı. Zahide üzgün üzgün konuştu. Ses tonunda yanan bir yüreğin acısı görünüyordu:

-Biliyorum ablam, biliyorum. Yalnız şu düşünce üze­rine hareket ediyorum. Şöyle ki; Benim oğluma tebliğ eden, ha­kikatle­ri gösteren kimse olmadı. Şimdi ona TEVHİD’i ve ya­radılış gayemizi anlatmak istiyorum. Gücüm nisbetince haki­katleri gösterip, cennet ve cehennemin varlığını bildir­mek istiyorum.

Ölüm gerçeğinden hareketle o gün pişman olanların du­rumuna düşmemesi için gayretimi göstereceğim. Halâ küfrü tercih ederse o zaman, işte o zaman....

Zahide sustu. Yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyordu. Başını eğdi, aman Allah’ım ne zor bir imtihan diye düşündü. Yutkunarak sözünü tamamladı:

-İşte o zaman, onun dini ona, benim dinim banadır. Rabbimin emirlerine boynum kıldan incedir. Herşey O’nun ve yine dönüş O’nadır. Hâl böyleyken inanan bir insana, kendi kafasına göre ve duygularına kapılarak hareket etmek yakışmaz ki. Ama ablam benim, dua ediyorum, Beni bu­nunla imtihan etmesin.

Münevver hanım, Zahide de ki teslimiyete her zaman hayran olmuştu. Zahide inananlara karşı toprak gibiydi, ama konu din olunca, Rasul olunca granit kaya kesiliyordu:

-Amin dedi Münevver hanım. Müşfik bir sesle devam etti konuşmasına:

-Tebrik ediyorum seni, boşuna endişelenmişim. Rabb­‘i­miz azze ve celle şöyle buyuruyor ya “Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız (size hem emanet, hem de sizi günaha sürükle­mek bakımından) bir fitne (bir imtihan) dır”. (Enfal: 28)

-İman ettim âmenna. Ne buyurmuşsa haktır ve gerçek­tir. Buna siz de şahid olun ki, kulluğumun gereğini unutma­yacağım.

-Hiç bir mü’mine kadın ve mü’min erkek dünyalıkların kendisi için fitne olmasına izin vermemeli. Herneyse şimdi ne yapmamız gerekiyor, onu düşünelim. Sen nereden başlamak istiyorsun?

-Bugün ona bir hediye aldım. Güzel bir yemek hazırla­yıp, ona özel yaptığımı söyleyeceğim. Önce yüreğinin kapı­sını bana ve mesajıma açmasını sağlamalıyım. Eğer bunu yap­mazsam, kapalı yürek kapısından içeri sızamam diye korku­yorum. Münevver hanımın gözleri dolu dolu olmuştu. Zahide konuşurken, o bir anda asırlar öncesine gitmiş, Mekke so­kaklarında dolaşı­yordu. Sanki Hz Peygamber ye­mek hazır­lamış, akrabalarını çağır­mış, yemek sonrası tebliğ yapıyor gibi. O nazik ve merhamet dolu sesiyle çağırıyordu nasipsiz­leri. Birden Ebu Leheb’i canlandırdı gözünde, ye­meği sabote etmişti. Kimbilir ne kadar üzülmüştür, diye mırıldandı... Za­hide merakla sordu:

-Kim?

-Efendim, seni duyamadım, af edersin diyerek döndü ondört asır öncesinden.

-Üzüldüğünden bahsettiniz de. Kim? diye sormuştum.

-Benim muttaki kardeşim, hangi konuşmamızda bizi düşündürmü­yorsun ki?... Allah senden razı olsun. Bana, yine zamanda yolculuk yaptırdın. Efendimizi düşündüm. Hani yemek hazırlayıp, davet nasipsizlerini davet etmişti.

Münevver hanım bir müddet sustu. Sonra Zahide’ye:

-Allah (c.c.) bize, 0’nu sevmeyi, O’nu seveni sevmeyi, herkesin tekrar eski cahiliyyeye döndüğü şu asrımızda O’na inanan, bunun anlamını bilen, O’na sahip çıkan biri eylesin. Sana gelince; İyi düşünmüşsün. Yalnız şunu unutmayalım inşaallah, hidayet hiç kimsenin cebinde değildir ki, çıkarıp karşı tarafın gönlüne koysun. Hidayetin de şartları var. Biz elimizden geleni yapıp, sonra duayı elden bırakmayalım. Bir müddet uğraş, olumlu cevap alırsan, daha sonra vakfımı­zın düzenlediği, eğitim amaçlı kamp­lara, gezilere dahil ede­riz. Allah yar ve yardımcın olsun.

-Amin. Duaya ihtiyacım var, lütfen bana dua edin. Bu arada vakıftaki görevim de epey aksadı. Bir müddet daha idare etmenizi rica etsem.

-Elbette, elbette canım. Canını sıkma, birinci önceliğin ailendir, seni özlüyoruz. İnşaallah herşey yoluna hayırlı bir şekilde girecektir.

Vedalaşıp ayrıldı. Yolda dalgın dalgın yürürken, kıl payı trafik kazası atlattı. Eve vardığında kendisini yorgun hissedi­yordu. Saate baktı, kuşluk vakti geçmek üzereydi. Hemen abdest aldı ve kaçırmamaya özen gösterdiği kuşluk namazını kıldı. Namazda da ayrı bir huzur hissediyordu. Sanki her namaz kıldığında yeniden diriliyor, enerji alıyordu. Namaz hakkıyla ikame edildi­ğinde bütün gönüllere şifa olurdu. Hertürlü kötülüğün ortadan kalkması namazın ikamesine bağlıydı. Zira Allah (c.c.) şöyle buyuruyordu “Kitaptan sana vahyedileni oku ve namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz ha­yâsızlıktan ve kötü şeyden alıkoyar. Allah’­ın zikri (namaz) ne büyüktür. Allah yaptıklarınızı bilir”. (Ankebut: 45)

Hesap günü bilinciyle, kul olduğunun farkında olarak bi­tirdi namazını. Ve açtı ellerini o yüce dergâha. Yardım istedi Rabbın dan. Sonra seccadenin üzerine biraz uzandı. Yorul­muştu çünkü. Biraz dinlendikten sonra kalktı. Yemeği ha­zırladı, sofrayı özenerek düzenledi. Konuşma provaları yapı­yordu kendi kendine. Beğenmi­yor yeniden cümleler kuru­yordu. Gülümsedi, endişelenecek bir şey yok, ilk kez hakkı ve sabrı tavsiye etmeyeceğim ya diye söylendi. Sonra Allah en güzel vekildir duasını okudu. Pencerenin önüne oturdu, Kur’an mealini alarak kaldığı yer­den okumaya başladı: “De ki (Allah şöyle buyuruyor): “Ey nefislerine karşı (günah işle­yip)aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin

Çünkü Allah (şirk ve inkardan başka, dilediği kimseler­den) bütün günahları bağışlar. Şüphesiz O çok bağışlayandır.

(Bundan böyle) Size azap gelmeden önce Rabbinize dö­nüp tevbe edin ve O’na (gönülden) teslim olun. Sonra yar­dım edilmezsiniz. Siz farkında olmazken, ansızın size azap gelip çatmadan önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline (Kur’an’a) uyun.

(Yoksa o azap günü) kişi: Allah’a karşı aşırı gitmemden dolayı yazıklar olsun bana. Gerçekten ben (Kur’an ve mü­minler­le) hakikaten alay edenlerdenim”diye (üzüle)cektir”. (Zümer: 53-56)

Zahide yaşlı gözlerle kaldırdı kafasını. Rabb’im dedi yü­rek­ten:

-Rabb’im o gün utanan ve pişman olanlardan eyleme. Lâkin o gün pişman olmamak, bugünün hazırlığına bağlı. Akıllı ol Zahide, akıllı ol da Rabb’inin emretmediği, sevme­diği hiç bir şey yapma.

Kalktı, hürmetle kapattı Kitabını ve dolaba koydu. Mut­fağa yöneldi. Birden kızını hatırladı, yüreğinde oluşan sızıyı tarif etmek mümkün değildi. Mırıldandı:

-Allah’ım imtihanımı, çekemeyeceğim kadar uzatma. Acılar dehlizinde yüzerken, Seni bana unutturma. duygula­rıma kapılıp, he­sap günü mahcup olacağım bir şeyi yap­mayı bana nasip etme.

N

 

ihayet akşam olmuş, Murat’ın gelmesine az bir zaman kal­mıştı. Özenle hazırladı masayı Zahide. Kapının zili çalınca, Zahide mutlu gözükmeye çalışarak yö­neldi kapıya. Kapıyı açtı, gelen Muratı.

-Hoş geldin, diyerek karşıladı oğlunu. İçinden “Allah’ım lutfunla hoş bulmasını nasib et” diye dua etti. Murat lava­boya yöneldiğinde, sigarasını makinanın üzerinde gördü. Bir an bozuldu. Sonra bozulmamış gibi davranarak:

-Analık, bu sigara arkadaşımındı, diyerek bir yalan attı. Zahide inanmamıştı ama bir şey demedi. Murat lavabodan dönünce, masanın itinalı hazırlandığını gördü, şaşırdı, hay­retle sordu:

-Analık, neyi kutluyoruz? Zahide sükunetle cevap verdi:

-Bugün, oğluma bir ikramda bulunmak istedim. Çünkü sen, benim için kıymetlisin.

-Sahi mi? Ben kıymetli miyim?

-Elbette. Ayrıca. Murat sözünü keserek:

-Ayrıca ne? diye sordu.

-Sana küçük bir hediye aldım, umarım beğenirsin... di­yerek Zahide paketi çıkarıp, Murat’a uzattı. Murat hediyeye uzanırken

-Vay be, Kader...

Zahide sözünü tamamlamaması için öksürür gibi yaptı. Murat düşünmeden ve bilgisizce konuştuğu için. İnsanı imansız edecek sözler söylüyor, Zahide de buna çok üzülüyordu. Zira küfür olabilecek bir sözü söy­le­menin, ya da işi yapmanın mazereti yoktu...

Murat hediyeyi açtı, güzel bir gömlek almıştı anası ona. Duy­gulandı, gidip anasına sarılmak istiyor, ama yapamı-yordu. Benim de onu sevdiğimi bilse ne olur ki? diye dü­şündü.

Zahide, hiç bir hareket göremediği oğluna sordu:

-Nasıl beğendin mi?

-Evet, çok güzel. Hayatımda ilk kez hediye aldım.

-Sana ikinci bir hediyem daha var.

-Ne o analık, banka mı soydun?

-Biraz dikkatli konuşsak, sanırım daha iyi olacak. Bili­yor­sun ben, müslüman biriyim, duygularım inciniyor.

Murat bozuldu. Anlayamıyordu, anası kendisini mi çok seviyordu, yoksa dinini mi? Öyle gözüküyordu ki, anası di­nini herkesten ve dünyalık herşeyden daha çok seviyordu..

Zahide konuşmasını sürdürdü:

-İnsanoğlu sosyal bir varlıktır. Dolayısıyla toplumsal ku­rallara uymak, insanlık gereğidir.

-Sen, toplum değilsin ki?

-Amacımız iyi insan olmaksa. Bu iyiliği en çok ailemiz hak etmiyor mu? Lafı değiştirerek:

-Yemeğe oturalım mı? diye sordu.

-He ya, epey acıktım. Haa, yemekten sonra arkadaş­larla biraz takılacağız, ne dersin?

-Kısıtlıyorum sanma, ama bugün ikimizin gecesi, başka güne ertelesen olmaz mı?

Murat biraz durdu. Sonra:

-O zaman, yemekten önce gidip haber vereyim.

Kalkıp çıktı, Zahide endişeyle bekledi pencerenin önünde. Bir müddet sonra, sokağın başında Murat gö­ründü. Zahide derin bir nefes aldı, kısmen rahatlamıştı. Mu­rat ver­diği sözde durmuştu.

Zahide’nin bilmediği bir şey vardı. Sürekli Allah’a sığınan Zahide, Allah’ın yardımını görüyordu. Bu gece yine Allah’ın büyük bir yardımı ulaşmıştı. Bu geceyi düzenlemeyi nasib et­mişti. Murat bu gece eroin satıcılarının kucağına düşmekten kıl payı kurtulmuştu. Taşıyıcılık yapmak için arkadaşı onu bir yere götürecekti.

Eve vardı, sofraya oturdular. Zahide oğluna:

-Sana bir süprizim daha var dedi.

-Öyle mi? Neymiş o?

-Okul derslerine yardımcı olsun diye, seni dershaneye gönde­rmek istiyorum.

-Analık, o kadar parayı nereden bulacaksın?

-Tanıdığım bir vakıf var, onun dershanesi hem kaliteli hem uygun. Bugün görüştüm, fiyatta yardımcı olacaklar.  Murat kesin bir kararla itiraz etti:

-Dinci bir vakıfsa gitmem.  

Zahide kızdığını fark ettirmemeye çalışarak:

-Anlayamadım, dedi.

-Şeyyy, basbayağı dinci işte.

-Yani, oradakiler müslüman ise gitmem mi? diyorsun.  Zira dinsiz insan yoktur ki.

-Vardır analık, vaar. Meselâ.

-Meselâ kim?

Ben demedi, diyemedi:

-Şeyy dedi ve devam etti:

-Öğretmenim, yani İstanbuldaki edebiyatçı.

-Seninle Bu konuyu biraz konuşalım.

-Boşveeer.

-Hayır, boşveremem konuşmak istiyorum. Bana dinsiz­liği tanımlasana.

-Nasıl yani?

-İnandığın dinsizlik nasıl bir şeydir, anlat.  

-İnandığım mı?

-Evet ya, inandığın. Demek ki, inançsız insan yoktur. Ama kimisi hakikati göremeyecek kadar kör olduğu için, inanmaz. Kimisi hakikatin kendisine inanır. Kimisi farklı fel­sefi görüşlerin doğruluğuna, kimisi ise insan kafasının mah­sûlü olan ideoloji­lere izm’lere inanır. Velhasıl inançsız insan yoktur.

-Evet, dediğin şeyy doğru gibi. Mantığıma uydu.

-Doğru gibi değil, doğru. Velev ki senin mantığın al­masa dahi. Zira mantık denen şey sınırlıdır, sınırsız olanları nasıl alsın ki?

-Cevap vermedin. Şimdi sen, inancını bana anlatsana. Açık olmakta fayda var, bizden, bize yakın kimse yok. O halde birbiri­mizi tanıyalım. Benim hakkımdır oğlumu tanı­mak. Oğlumun fikir­lerini bilmem gerekir. Hem üstelik kü­çük değilsin, Bu yıl lise bitecek, yarın ünüversiteye gidecek­sin.

Murat sustu. Annesi oldukça ciddi gözüküyordu. Kararlı bir tavrı vardı. Demekki, annem beni seviyor ama inandığı davasını daha çok seviyor diye düşündü içinden...

Murat’ın sustuğunu gören Zahide, sesine yumuşaklık katarak sürdürdü konuşmasını:

-Allah ile aranın iyi olmadığını biliyorum. İstersen bura­dan başlayalım..

-Olmak zorunda mı?

-Demek inanıyorsun. Ama sevgi sorunun var öyle mi?

-Aslında inanmıyordum. Ama geçen gün Fen Bilimleri hocamız öyle şeyler anlattı ki, ben de hak verdim, O var. Zahide Buna sevinmişti. Gözleri ışıldadı:

-Bak tabağında duran yemeklere. Bu taneleri topraktan çıkaran kim? Kurudan yeşil, yeşilden de kuru çıkarıyor. Yani dirilikten ölüm, ölümden sonra diriliş gibi.

Ya şu kayısı kompostosunun kaysıları, her bir çekirde­ği­nin içinde kocaman ağaçlar var, bunları kim yer­leştirmiş ve niçin yerleştirmiş?

Murat annesinin sözünü keserek bağırdı:

-Anladık be, evet yıldızlar, ay, güneş herbiri kendi yörün­gesinde yüzüyorlarmış, kendi kendine olması imkansızmış, Bu da Kur’an’ da yazıyormuş. Sonra binbir çeşit hayvan var­mış, bunların her-birinin özellikleri ayrı ayrıymış, her do­ğan hayvan kendi özel­liklerini bilerek doğuyormuş. Eh, hay­van, diyorsun ağzında, kendi kendine anasının karnında öğrene-mez ya, elbette bir öğretenleri var. Sonra, insan yav­rusu, emmeyi, acıkınca ağlamayı ve bir takım şeyleri bilerek dünyaya geliyormuş, zaten insanoğlunun dünyaya geliş se­rüveni bile başlı başına mucizeymiş. Sonra....

Murat sustu, elindeki kaşığı sert bir şekilde masaya bı­raktı. Sinirlenmişti. Zahide şaşırdı, oğlu neler konuşuyordu. Merakla sordu:

-Evet, sonra ne?

-Sonra insan vücudu, beyin, mide, kalp, bağırsaklar vs vs. herbir organ et parçası ama hepsi de hangi işlemi yap­ması ge­rekiyorsa, onu biliyor. Kalp, kan pompalıyor, mide hazmediyor, res­men fabrika görevi yapıyor da, kan yapan maddeyi kana, et yapan maddeyi ete, kıl yapanı saçlara gönderiyor. Bağırsak dışarı atıyor, beyin düşünüyor falan, filan. Evet var, anladık O var. El­bette bütün bunlar bir tesa­düf olamaz, et parçalarının görevle­rini bilmesi, can bulur bulmaz hemen görevlerini yapmaya başla­maları tesadüf olamaz.

Murat ayağa kalktı, sesini dahada yükselterek:

-Anladık, anladık O var. Var… Bağırırcasına konuşu­yordu. Zahide endişeliydi. Kaş yapayım derken, göz çıkar­maktan korkuyordu. Müm­kün mertebe sakin gözükmeye çalışarak sordu:

-Peki neden?

Murat hiddetle tekrar bağırdı:

-Ne, ne neden?

-Bütün bu dizayn, hayvanlar, bitkiler, yeryüzü, hava ok­sijen, hidrojen, meyveler.

Murat anasının sözünü tamamlamasına fırsat vermeden, bağırarak konuşmasını sürdürdü:

-Anladık be, anladık. Sen de fen hocası gibi bitkilerin, meyve­lerin, hayvanların yani herşeyin insanoğluna hizmet ettiğini mi söylemeye çalışıyorsun.  Tamam, anladık, kabul ettik. Daha ne istiyorsunuz? Herşey insanoğluna hizmet edi­yormuş, ne yapayım yani, etmeseydi.

-Yaşayamazdın. Hem, senden birşey istemiyorum.

-Neden, Bu konuları açıyorsunuz? Neden? Sevmek mi zorundayım? Yazgıma bakar mısın? Yetim yurtlarında sürün­düm.

Zahide Murat’ın kullandığı kelimelerden ürkmüştü. Se­sini yükselterek Murat’ın sözünü kesti:

-Yeter artık, haddini bilmelisin. Kime karşı konuştuğuna bir bak... Ne kadar gücün var? Söylesene Murat bey, karşı durduğun, sevmediğin, bir nevi savaştığın kim? Kime karşı geliyorsun? Kimden hesap sormaya kalkıyorsun, haddini bilmez, terbiyesiz seni... Zahide sustu, kızmıştı, hem de çok. Murat anasını ilk kez böyle kızgın görüyordu.

Zahide başını iki yana kızgınlıkla sallayarak, konuşmasını sürdürdü:

-Birşey bildiğin yok, konuştuğun sözler cehalet kokuyor. Yazgı nedir nasıldır? Kulun hatalarını yazgıya yüklemekle eline ne geçecek. Şunları o beynine yaz;

Dünyada iki yol vardır. Biri Allahın pak, temiz, insanı dünya ve ahirette mutluluğa ve huzura kavuşturan yol. Di­ğeri Şeytanın yolu, insanı Burada ve öteki dünyada bedbaht eden yol. Sana Şeytanın yoluna gitme denmişse. sen hâlâ gerçeği göremeyecek kadar kör, hakikati duymayacak kadar beyin­sizsen, akılsızsan bunun suçu gözünü, kulağını ve yü­reğini hakikate açmadığın için senindir. Anlayabildin mi?

Zahide soluklandı. Dayanamıyordu, canından bir parça, en çok sevdiği şeylere karşı pervasızca konuşuyordu, Buna iman etmiş bir yürek nasıl dayanabilirdi ki...

-Bak dedi, varlığımın, yaşamamın sebebi olan şeylere karşı pervasızca konuşmana dayanamıyorum. Haddini bil­melisin, tamam mı, anladın mı?

Murat annesinin hiddetinden ürkmüştü. Gelip masaya oturdu. Başını yere eğdi ve sessiz sessiz ağlamaya başladı. Zahide bir an pişmanlık hissetti. Sonra içinden”Hayır Allah’ın Tevbe suresindeki yirmidördüncü ayetini hatırla” dedi.

Bir müddet sessizce durdular. Zahide, içinden durma­dan dua ediyor ve şöyle diyordu:

-”Allah’ım herşey senin kudret elinde, lutfunla Murat’ımın kalbini hidayete aç”.

İkisi de susmuş, hiç bir şey konuşmuyorlardı. Zahide zor anlar yaşıyordu. Bir anda kafasında yığınla düşünce beliri­yordu.

İnsanın ezeli ve ebedi düşmanı olan Şeytan ise, hiç bir anı kaçırmamaya özen göstererek, her iki tarafa da vesvese veriyor. Doğru düşünmelerini engellemeye çalışıyordu. Mu­rat aniden hıçkı­rarak ağlamaya başladı. Zahide korkmuştu:

-Murat’ım, dedi şefkatle, Murat’ım, ciğerparem. Murat anasının konuşmasına fırsat vermeyerek, sözünü kesti:

-Ana, ana beni anlamıyorsun. Çıldırmak üzereyim, rahat mıyım sanıyorsun. İçimdeki fırtınayı hissedebilseydin, göre­bilseydin bir dakika bile dayanamazdın. Mahvoldum ben, delirmek üzereyim. Bittim, yaşamak istemiyorum, öl­mek istiyorum, ölmek istiyorum... Zahide cesaretini topla­yarak, kendinden emin bir şekilde konuş­tu:

-Sonra ne olacak? Ölmek son değildir ki? Ölüp yok ola­cağını mı zannediyorsun? Asıl hayat ondan sonra başlaya­cak. Üstelik dünya hayatının gereğini yapmamışsan, orada ölüp de gitmek iste­diğin bir başka dünya yok. Tek şey isteye­ceksin, tekrar dünyaya dönmek. Ama ne fayda iş işten geçmiştir artık. Dönmek, iyi kulluk yapabilmek, Kur’an ve Sünnetin gereklerini yapıp öyle gitmek. Lâkin dinle, dinle de bak, bak ki Kur’an ne buyuruyor.

-“Küfre sapanlara gelince:0nlar için cehennem ateşi var­dır. Onlara(ölümle)hükmedilmez ki ölsünler. (Cehennemin) azabı da üzerlerinden hafifletilmez. Onlar orada şöyle bağrı­şırlar: “Ey Rabbimiz, bizi çıkar ki, (evvelce) yapmış olduğumuzu değil, salih amel işleyelim. “(Denilir ki:)”Size orada, iyice dü­şünecek bir kimsenin, düşüneceği ve öğüt alacağı kadar ömür vermedik mi? Halbuki size uyarıcı da gelmişti.” (Fatır: 37)

Yetti mi? Hayır yetmedi. Bak bakalım başka bir yerinde ne buyrulmuş:

-”Kim zikrimden(Kur’an ve hükümlerinden) yüz çevirirse, (hevasına/nefsine hoş gelene uyarsa) şüphesiz ki onun için dar bir geçim/sıkıntılı bir hayat vardır. Kıyamet günü de kör olarak dirilteceğiz.

“Rabb’im niçin beni kör haşrettin?Halbuki, ben hakika­ten(dünyada) gören kimse idim” der.

“Allah buyurdu ki;

Ayetlerimiz sana geldi de sen (okuyup hükümleriyle amel etmeyi) unuttun.

İşte biz (Rabbının âyetlerinden habersiz ömrünü) israf edenleri ve Rabbının âyetlerine inanmayanları böyle cezalan-dırız.”

Zahide sustu, yutkundu. Gözyaşlarını içine akıtarak de­vam etti:

-Onun için aklını kullan. Sana verilen fırsatı iyi değerlen­dir, pişman olmayacağın şeyler yap, gençliğinede güvenme, zira gençlik geçicidir, hem de bu gençliği sana veren vardır. Havaya kullan diye vermedi ki.

Zahide inleyerek, adetâ yalvarırcasına sürdürdü konuş­masını:

-Seni seviyorum Murat. Ebedi hayatının mahvolma­sını istemiyo­rum. Kurtulmanı istiyorum. Peygamber’den uzak kalacaksın korkusu beni bitiriyor.

Peygamber’in yanına gidebilmenin bir bedeli olmalı ki; var. Zahide de sustu. Ana, oğul bir müddet sessiz sessiz ağ­ladılar. İkiside oldukça üzgündü. Bir müddet sonra Murat sofradan kalktı ve:

-Yatmak istiyorum diyerek, yemek yemeden odasına gitti. Öylece uzandı yatağına ve bir müddet sonra uykuya daldı.

Zahide perişandı ama yapabilecek bir şeyi yoktu. Sofra­nın üstünü gazeteyle kapatıp, abdest almak için lavaboya yöneldi. Yatsı namazını kıldı. Bir müddet sonra da seccade­nin üzerinde uykuya daldı..

 

D

 

iğer tarafta:

Saide evden çıkmak için hazırlanırken, bir ara camdan dışarı baktı. Yağmur yağıyordu. Her baktığı yerde, baktığı yerin sanat­kârını görmeye gayret eden Saide, yağ­mura ba­karken:

-Rabb’im bize rahmet indirdiğin, onu da tane tane indir­diğin için Sana hamd olsun. Ya kovadan dökülür gibi yağdır­saydın? diye söylendi ve derin düşüncelere daldı. Camın önünden ayrı­lırken mırıldandı hüzünle:

-Yoksa, gökyüzü Ümmet-i Muhammed için ağlıyor mu? Başsız, vahdetsiz, devletsiz haline. Kur’an’ın özünden uzak bir islâm anlayışlarına? Kimbilir, belkide Mescidi Aksanın esare­tine ağlıyordur? Ya da Filistinli çocukların kollarının kı­rılma­sına? Kimbilir, kimbilir...?

Dertliydi her bilinçli müslüman gibi. Öyle ki, artık kendi­si­ne “Nasılsınız?” sorusunu soranlara içten içe kızar duruma gelmişti. Çünkü, Ümmetin gençleri adetâ sel gibi cehen­neme akıyorlardı, çünkü kadınlar, artık en mahrem yerlerini açmaktan perva etmiyorlardı. Ümmette vahdet yoktu, herkes kendi grubuna, kendi görüşüne çağırıyordu. Çünkü, İslâm’ın ana mesele­lerini konuşmak, elinde kor tut­maya benzemişti. Kısacası, bir müslüman için manen iyi ol­maya bir sebep yoktu...

Bu yağmurda çocukla gitmem zor olur diye düşünerek, atöl­yeyi aradı ve eşini bağlattırdı? Ve kendisini götürüp, götü­remeyeceğini sordu. Salih:

-Hemen giderse götürebileceğini, yoksa iş görüşmeleri­nin olduğunu soyledi. Saide:

-Biraz erken olacak ama olsun. Diyerek kapattı telefonu. Yak­laşık yirmi dakika sonra, Salih taksiyle gelmişti. Saide hazırladığı notlarını kontrol etti. Hemen çıkıp bindi taksiye. Eşini bekletmeyi hiç sevmezdi. Bazı evlerde hanımın hazırla­nı­şı sorun bile oluşturuyordu. Oysa vaktin kıymetini iyi bilen bir müslüman dakik yaşamalıydı. Zira Allah Kur’an’ı mubinde “Zamanlarının kıymetini bilmeyen, zamanlarını Al­lah’ın razı olacağı şekilde değerlendirmeyenlerin sonunun hüsran ola­cağını bildirmişti”.

Saide, gideceği adresi yazdığı kağıdı eşine uzattı. Salih, yazılı kağıda baktı ve söylendi:

-Epey uzakmış. Yolcu arabasıyla zor olurdu. Neyse, hadi bismil­lah. Eşine sevgiyle ve gıptayla baktı. Yine dudakları kıpır kıpırdı. Gülümsedi. ve:

-İnsanın Saliha bir hanımı olması ne büyük bir nimet dedi. Saide:

-Muhakkak öyle, insanın salih bir eşe sahip olması çok büyük bir nimet.

Allah seni cennet hatunu eylesin. Sana yetişemiyorum. Hiç bir vakti kaçırmıyorsun.

-Estağfirullah bey. Biz birbirimizi tamamlıyoruz.

Salih konuyu değiştirerek sordu:

-Konun hazır mı? Ne anlatacaksın bugün?

-Hazırlandım Allah’ın izniyle.

Konuşurlarken yolun nasıl bittiğini anlamamışlardı. Saide taksi­den inerken, Salih seslendi:

-İşin kaçta biter? Boş olursam gelip alayım.

-Sanıyorum üç gibi...

-Üç çeyrek’e kadar gelmezsem, gelemeyeceğim demek­tir.

-Anlaştık canım.

-Allah yardımcın olsun ve sadece hakkı söyletsin İnşaallah.

-Amin, Allah razı olsun. Güle güle.

Salih gitti, Saide bir müddet ardından sevgiyle baktı. Ve mırıl­dandı :

-Allah’ım eşimin hidayetini artır. Şehadet bilincini artır. Ve beni de onun dini hakkında fitne olmaktan muhafaza bu­yur.

Dönüp sohbet yapacağı eve yöneldi. Zile dokundu. Adeti değildi erken rahatsız etmek, lâkin istisna hallerde olmuyor değildi. Kapıyı açan ev sahibi Meliha hanım, Saide’yi gö­rünce gözleri ışıldadı ve sevinçle:

-Ooo hoca hanım buyurun, hoşgeldiniz dedi. Sadie:

-Biraz erken oldu ama, eşimin işi vardı diyerek mazeret belirtti. Ev sahibi, erken gelişinden memnuniyet duymuştu:

-Aaa hoca hanım, o nasıl söz? Kör istemiş bir göz, Allah vermiş iki göz. Biz zaten sizinle olmaktan oldukça memnu­nuz. İyi olmuş, çok iyi diyerek Saide’yi içeri davet etti. Saide: gibi erken gelen bir kaç hanım daha vardı. Saide gelenlerle tektek musafahalaştı ve gösterilen yere oturdu. Köşede otu­ran bir hanım oldukça mazlum görünüyordu. Saide içinden kendi kendine söylendi:

-Bu kadın, bana hiç yabancı gelmedi. Kim acaba? Dü­şündü düşündü, ama bir türlü hatırlayamadı. Saatine baktı, sohbete daha yarım saat vardı. O sırada bir kız çocuğu gi­rip, o kadının yanına oturdu.

Sadie gelmiş olanlara tek tek hatır sormaya başladı. Sıra o kadına gelmişti.

-Teyzem, sen nasılsın?

-Allah’ıma hamd olsun, İyiyim.

-Sanki sizi bir yerden tanıyor gibiyim.

-Bilmem ki? diye cevapladı kadın.

-Yanınızdaki kızınız mı?

-Evet, hoca teyzesi. İsmi de Hüsna.

Nihayet sohbet saati gelmişti. Saide sohbetine başla­mıştı. Saide:

-Haddim değil, Ben kim, O’nu anlatmak kim. O’ndan özür dileyerek, O ‘ ndan bahsedeceğim diyerek, güzeller güzeli Hz. Muhammed’den (s.a.v) bahsetmeye başladı. Önce kün­yesini, sonra da kısa olarak Peygamberlik döne­mine kadar olan hayatından ve o dönemin verdiği mesajlar­dan bahsetti. Yetim kalışındaki mesaj, çobanlık yapmasın­daki mesaj, ümmi oluşundaki mesaj...

Sonra vahiy ile başlayan TEVHİD mücadelesinden söz etmeye başladı :

-Sevgili hanımlar, bütün mesele TEVHÎD’in iyi kavra-nılmasında. Kuru bir kelime olarak telaffuz etmek de­ğil, içini doldurmak. Geldiği manayı bilerek, kabullenerek, bilinçli olarak inanmak. Allah (c.c), Peygamberini görev-lendirerek, yarattığı kullarına şunu öğretmesini istedi:

-“Tevhid birlemek” demek, o halde; İmanda tevhid, amelde tevhid ve ahlâkda tevhid. “ Bizler Tevhid’i iyi kavra­malı ve her birimiz yaşayan birer Kur’an olmalıyız. Tevhid derken, hayatı ilgilendiren her me­selede hükmü Allah’tan almak kasdedilir.

Anlattı anlattı. Kırk kişilik ortamda çıt çıkmıyor, herkes ilgiyle dinliyordu. Bu feyzi gören Saide’de coştukça coşuyor, susayan gönülleri sulamaya çalışıyordu.

Nihayet konuşmasını bitirdi. Ama aklı hâlâ o kadın­daydı. Herkes yavaş yavaş dağılırken, birden hatırladı. Evet bu o kadındı. Bir bayram günü taksilerine almışlardı. Çok perişan görünüyordu. Zaten çok çile çektiği yüz hatla­rından belli olu­yordu. Bu hanım Gülizar’dan başkası değildi. Çıkmakta olan Gülizâr hanıma seslendi:

-Teyze, biraz kalabilir misin, vaktin var mı? Gülizâr ha­nım, döndü vaazdan etkilenerek ağlamıştı. Gözlerini silerek sordu:

-Bana mı dediniz?

-Evet teyze, mümkünse.

-Tabi kalabilirim.

Hüsna da annesiyle kalmıştı. Saide, için için kendine kı­zarak

-Nasılda daha sonra unuttum, oysa her ay uğramayı dü­şünmüştüm. Ah (?) lânetli Şeytan, nasıl da inananların sa­ğından, solundan, ar­kalarından ve önünden yaklaşarak iyi­liklerin arasına perde oluyorsun, diye söylendi. Gülizâr ha­nıma dönerek:

Teyze hakkını helâl et, dedi. Gülizâr hanım mahcup ol­muştu:

-Estağfirullah, dedi. Hoca hanım ne hakkı, asıl siz helâl edin.

-Hatırlıyor musun, bir bayram günüydü. Seni taksiye almıştık. Gülizâr hanım hemen hatırladı. Acı dolu günlerini unutması ne mümkündü:

-Özür dilerim, hoca hanım, siz olduğunuzu nereden bi­leyim.

-Asıl ben özür dilerim. Size daha sonra uğrayama­dık. Ama telefon numarası bırakmıştım, ara diye not düş­müş­tüm?...

-Nereye? diye sordu Gülzâr.

-Kapının önüne, ufak bir hediyeyle beraber.

-Demek ki ben eve gelene kadar almışlar, elime geç­medi.

-Herneyse, şimdi nasılsın? O zaman çok merak etmiş­tim, ama ser veriyor, sır vermiyordun.

-Herkese güven olmuyor ki, kusuruma bakmayın.

-Estağfirullah, haklısın, hem de çok haklısın. Toplumu­muz maale­sef çöküntü içerisinde. İnsan topluma bakıyor da, böyle mi olmalıydı MUHAMMED’Î bir toplum. Böyle mi olma­lıydı ALLAH’A inanan bir toplum?. Kur’an’a inanan bir top­lum olmalıydı. Oysa inancın bir anlamı olmalıydı. KUR’AN’A inanan bir toplumun, diğer bütün toplumlardan bir ayrıcalığı vardı. İnsanı değiştirmeyen bir inanç, Kur’an’ı bir inanç de­ğildi. Saide derin bir “ah!” çekti. Gözlerinden iki damla yaş süzülürken mırıldandı:

-Kaldır başını YA RASULALLAH, kaldır başınıda halimize bak. Bıraktığın emânete sahip çıkamadık. Sustu, sonra Gülizar hanıma bakarak:

-Herneyse, düzelecek inşaallah, sen bana kendini anlat.

Gülizar hanım hayatını kısaca anlattı. Saide gözyaşları içinde dinledi Gülizar’ı. Hele Gülizar hanımın:

-”Hoca hanım, biz ne dünyalık yaşayabildik, ve ne de ahireti hazırlayabildik.” deyip ağlaması çok dokunmuştu Saide’ye. Saide:

-”İnşaalllah, isyan içinde olmadıktan sonra, Burada çek­tikleri­niz günahlarınıza kefaret olur” dedi.

-Ben kim oluyorumda takdire isyan edeceğim. Allah’ıma sığı­nırım. Allah’ın, benden ve çocuklarımdan yüz çevirmesi, bu çek­tiklerimin bin katı daha ağır gelir bana. Ama O, ken­disine daya­nanları elbette mahcup etmez.

Saide duyduğu sözlerden oldukça memnun kalmıştı. Tamam dedi kendi kendine, endişelenecek bir şey yok, gü­venebilirim inşallah. Ama herzaman yaptığı gibi eşiyle isti­şare etmeden, Gülizar’a bir şey demedi.

Saat üç’ü gösterirken, Salih gelmiş kornaya basıyordu. Sa­ide yine görüşürüz diyerek ayrıldı Gülizar’dan. Arabaya bindi durumu Salih’e anlattı.

Salih dikkatle dinledi hanımını. Hanımnı dinlerken, “da­vanın derdini çeken bir hanımı olduğu için, ne kadar hamd etsem azdır” diye düşünüyordu. Saide susunca sordu:

-Anlatmandaki sebep nedir? Sen boşuna anlatmazsın.

-Diyorum ki, zaten medreseye bir aşçı lazımdı. Kız da tam yetişecek çağda, onu da okuturuz. Biliyorsun ki, hayat kitabımız Kur’an’ı Kerim’de yetimler için hususi âyetler indi­rilmiş. Salih endişeyle cevap verdi:

-Hemen nasıl güveneceğiz?

-Bana, zararsız gibi geldi. Allah’a tevekkül edelim, O bizi razı olduğu şekilde yönlendirsin. Biz, O’ndan bunu istiyoruz.

-Amin diyerek karşılık verdi Salih.

Saide’nin gözleri ışıldadı. Eşi kabul etmişti. Sevgiyle baktı eşine:

-Seninle evlenmemi nasib ettiği için Rabbime hamd ol­sun. İn­sanın salih bir eşe sahip olması ne büyük bir nimet.

-Evet, aynen öyle.

Ertesi gün Saide erkenden kalktı. Eşinden, mümkünse arabayı evde bırakmasını istedi. Saat on’a doğru, Gülizar ha­nıma gitmek için yola çıktı. Şoförlüğü acemice idi. Titrek ellerle çeviri­yordu direksiyonu. Ehliyet aldığından beri, hiç trafiğe çıkma­mıştı.

Trafik kurallarına büyük bir titizlikle uyarak seyretti yolda. Ve Gülizar hanımın evinin önünde durduğunda, rahat bir nefes aldı, kendini sıkmaktan yorulmuştu.

Gülizar, kapıda Saide’yi görünce sevinmişti. İçeri buyur etti. Hüseyin evdeydi. Saide:

-Başka bir odaya geçmemiz mümkün mü? diye sordu.

-Hoca teyzesi, o daha çocuk. Şimdi çıkacaktı zaten diye cevap verdi Gülizar. Hüseyin çıkınca Sadie sordu:

-Kaç yaşında?

-Onyedisine girdi.

-Onyedi yaş küçük mü?

-Cehalet işte, hoca hanım cehalet.

-Allah’ın emrini yaşarken titizlik göstermek, kişinin dini­nin sağlamlığındandır. Sonra, meseleleri kafamıza göre de­ğerlendire­rek yargıya varmak, bizi bidat’e, delalete götürür. Şuna kendimi­zi alıştırmamız gerekir; “konu ne olursa olsun, o konuda Allah ve Rasul’ü ne buyurmuşlarsa, o şekliyle tat­bik etmek.” Zaten başkasını da Allah kabul etmeyeceğini buyuru­yor.

-Evet, haklısın.

Saide eve bakınca içi parçalanmıştı. Evde iki çekyat, oturulacak hali yoktu. Yere serilen kilim ise kaç yerden ya­malanmıştı. Çekyata oturdu ve:

-Hemen geliş sebebimi söyleyeyim Gülizar teyze dedi. Gülizar meraklanmıştı. Tabi boşuna gelmezdi ama sebep neydi. Dikkat kesti Saide’ye. Saide kendinden emin konuş­masını sürdüre­rek :

-Bizim bir medresemiz var. Kızını orada okutmak istiyoruz.

-Masraflar, dedi Gülizar umutsuzca:

-Masrafları eşim üstleniyor. Ayrıca bize bir aşçı lazım. Eğer istersen orada ücretle çalışabilirsin. Böylelikle sana acı veren ev temizliklerine gitmezsin.

Gülizar duyduklarına inanamıyordu. Saide devamla:

-Medresenin alt katında iki odalı yarım dairemiz var. Oraya yerleşmenizi istiyoruz, Burayı da kiraya verir, oğlunun okul masraf­larını karşılarsın. Kayıp oğluna gelince, onun için de birşeyler yaparız İnşâallah.

Gülizar kulaklarının uğuldadığını hisetti. Üç gün önce yaşadı­ğı olay geldi gözlerinin önüne. Ev temizliğine gitmişti. Gitti­ği evde temizlik yapmış, evin salonuna sıra gelmişti. Vit­rindeki içki şişelerini görünce beyninden vurulmuşa dön­müştü. Ağlayarak ağzından şu sözler dökülmüştü:

-Ey büyük Allah’ım, ben biliyorum Sen’in has kulun de­ğilim. Ama içki içenlere hizmet ettirecek kadar değersiz mi­yim Sen’in katında? Sen bilirsin, Sen benim vekilimsin. Eğer razıysan, ben hizmet ederim. Razı değilsen içkicilere hizmet etmemden, o zaman Sen bilirsin. Şu garip kaldığım dün­yada Sende “kulum” demezsen ben nerelere gideyim Allah’ım. Çaresizim, çare Sen’de. Güçsüzüm, güç sadece Sen’in. Bu çile beni sana yaklaştıracaksa çekmeye razıyım, yok değilse El-Fettah ismin hürmetine kapılar aç...

Ağlayarak işini bitirmişti. Aldığı para belki haram olur korkusuyla kullanmadı. Çok bilgisi yoktu, fırsat buldukça vaazla­ra gidiyor, hesap gününden endişe ediyor, tek tek ha­yatın hesabı­nın sorulacağı o günden korkuyordu. Hesap gü­nünü hesaba katmadan yaşayanların ahiretteki halleri hiç de hoş olmayacaktı. Allah’­ın huzuruna, hesap için dikilmeden önce hayatımızın hesabını yapmak gerekiyor, diye düşünü­yordu. Çünkü geçen gün, yine vaaz dinlerken hoca şöyle demişti:

-”Allah’ın yolu olan İslâm’ı yaşamadan, Kur’an’da bildiri­len hayat sistemini hayata geçirmeden, Allah’ın mağfiretine bel bağlamak yanlıştır. Bile bile günah deryasına dalanlar için Allah “Kahhar”dır. Birgün kavak ağacı, çam ağacına şöyle demiş “Ben de senin gibi bir ağacım”. Çam ağacı şu ibretli cevabı vermiş “Kış gelince görüşürüz”. Dolayısıyla Kur’an’ı yaşayanla yaşamayan bir olmaz”.

Saide Gülizar’ın daldığını görünce endişeyle sordu:

-Kabul etmeyecek misin?.

Gülizar ağlamaklı bir sesle cevap verdi:

-Bu kadar iyiliğin karşılığında, benden beklenen nedir?

-Senden bir şey beklenmez, Allah iyiliklerin karşılığını bolca verendir. Yalnız, aşçılık yapacağın yerde bazı iş kural­ları var.

Gülizar yerinden kalktı, Saide’ye doğru geldi ve Saide’nin eline sarıldı:

-Verin elinizi öpeyim. Saide hızla çekti elini:

-Lütfen yapmayın, bunu size Allah bahşetti. Lütfen yap­mayın.

Sarılıp ağladılar? Gülizar biraz sakinleştikten sonra, göz­yaş­larını silerken, konuştu:

-Elbette ki bu Allah’ın bir lutfudur. Ben size teşekkür et­mek istemiştim.

Saide boş vakit geçirmeyi sevmezdi. Şu kısacık ömürde boşa harcanacak vakit olmamalı diye düşünürdü. Allah’ın, Kur’an’da yer yer zamana yemin etmesinin çok büyük an­lamlarının var olduğunu biliyordu. Her geçen gün, güzel değerlendirilmezse, bir daha geri getirilemeyecek büyük fır­satlar götürüyordu. Hemen yapılması gerekenleri sıraladı:

-Teyze, şu çekyatları ve bu durumda olan eşyalarını ge­tirme. Eskiciye verip, değerlendirebilirsin. Müsade et, eve göz atıp eksikleri tesbit edelim.

Beraberce eşyalara baktılar. Hiç bir eşyası kullanılabile­cek durumda değildi. Yorgan ve yastık, bir de bir kaç parça mutfak eşyasını almasını söyledi ve eve gerekenlerin liste­sini yaptı.

Oradan ayırlırken, içindeki manevi hazzın tarifi mümkün değil­di. Nefsine meydan vermemek için, Rabb’ına sığınmayı unutmadı. Mekke fethi geldi aklına. Hiç kan akıtılmadan müşrik devlet yıkılmış, Mekke fethedilmişti. Allah’ın sevdiği olacak ka­dar güzel olan, o yegâne rehber, âlemlere rahmet RASULULLAH’ın Mekke’ye girişini hatırladı. O’nu hatırla­yınca gözleri buğulandı, özle­mi arttı. İki damla hasret gözyaşı ya­naklarından süzülürken mırıldandı:

-Seni çok özledim, çok özledim seni, selam sana ya Rasulallah.

Eve varır varmaz hemen kayınvalidesini aradı ve sordu:

 -Anne, çocuklar canını sıktılar mı? Mümkünse öğleden sonra alayım onları.

Kayınvalidesi şefkatle cevapladı:

-Ahh, benim güzel gelinim. Sen yeter ki Allah yolunda ol. Torunlarla uğraşmak benim için eğlence. Ben biliyorum ki, sen vaktini boşa harcamaz ve insanı da istismar etmez­sin. Hem ben de sana böylelikle ortak olmuş oluyorum. Edişelenme ve işini rahat yap.

Saide teşekkür ederek telefonu kapattı. Hemen arka­daşlarından Zehra’yı aradı:

-Alo, Selâmun aleykum.

-Aleykum selâm abla.

-Hemen arkadaşlardan iki kişiyi ara, yarım saate kadar bizde olun.

-Tamam abla.

Saide telefonu kapattı, hemen mutfağa geçti. Gelecek kardeşlerine ikram etmek için, hemen kek yapıp fırına sürdü, aradan bir saat kadar bir zaman geçmişti ki arkadaşları gel­mişti. Hal hatır sorduktan sonra, Saide Asr suresini okudu ardından mealini:

-”Asr’a (zamana) yemin olsun ki, muhakkak insan kesin bir ziyan içindedir. Ancak imân edip de salih amel( ve hare­ket)lerde bulunanlar, hem de birbirlerine hakkı ve sabrı tav­siye edenler hâriçtir (onlar ziyandan kurtulmuş­lardır). “

Saide başını kaldırdı, arkadaşlarına baktı ve şöyle devam etti:

-Bakın arkadaşlar, biliyorsunuz ki, sahabe bu sureyi okumadan birbirlerinden ayrılmazlardı. Bu surede kurtumak isteyenlerin nasıl kurtulabileceklerinin yolu esaslara bağlan­mış. İyi tahlil etmek, ve muhteşem bir nimet olan zamanı O’nun razı olacağı şekilde değerlendirmek gerekiyor. Çünkü O, kurtulmayı şarta bağlamış, bu şartlara uymayanların hüs­rana uğrayacaklarını kesin bir ifadeyle beyan ediyor. Bildiği­niz gibi, Bu şartlar şunlar:

İlk olarak: İMAN ki; imânın bir eylemi olmalı. Eylemi olmayan bir imândan söz edilmiyor. Nerede imândan söz edilmişse, ar­dından hemen salih amelden söz ediliyor. İmân insan haya­tına yeni bir yaşam şekli, yeni bir bakış açısı, yeni bir dü­şünce yapısı yani, yeni bir insan modeli getirmelidir.

İkinci olarak:

İmânın gereği olan, hak rızası için yapılmış ve kendisi de hak olan eylem, salih amel. Hak için hak olacak de­dik; ey­lem Allah için olurken, yine O’nun ölçüsü dahilinde olmalı, zira Allah’ın razı olmayacağı bir şekilde bir amel ya­pılması halinde kabul görmez.

Üçüncü olarak:

Birbirimize hakkı anlatmak, hak için çalışmak, hakkın hakimiye­tine çaba sarfetmek. Ahh, ahh ne güzel bir şey, ne muhteşem bir şeref, Peygamber’den bunca asır sonra gelip, O’nun bayrağını bizden sonraki kuşaklara taşıyabilme müca­delesinde bizimde adımızın olması. Yarın ahirette;”Ya Rasulallah! Ben de, ben de bu kervandan biriyim, her ne ka­dar en gerisinde olsam da bu kervanın, yinede ben de, bende sana inananlardanım.

Sustu. Gözleri buğulanmıştı, derin bir “Ahh” çektikten sonra:

-”Rabbim, mahrum etme. Burada göremedik, orada bizi mahrum etme. O’na olan aşkımızı artır, orada tanınanlardan eyle bizi” diye dua etti. Kardeşlerinin yüzüne baktı ve:

Söyleyin bana dedi, söyleyin yan yatarak, hayatı anlam­sız tüketerek, altından çok daha kıymetli zamanlarımızı heder etmek olacak şey değildir öyle değil mi?

Dördüncü olarak da:

-Hakkı tavsiye ederken, başa gelebilecek sıkıntılara sa­bır. Demek ki sabır azık. Sabırsız olmaz, karşımıza mutlaka irili ufaklı engeller veya sabretmemiz gereken başka engeller çıka­caktır. Azimle, dayanarak isyana düşmeden işimize de­vam edeceğiz. Sonuç mu? Sonuç âyetle bildirilmiş, mutlak kurtuluş.

İşte arkadaşlar bugün bize Allah’ın rızasını kazanma ça­basında bir evi temizlemek ve bazı eksiklerini temin etmek düştü diyerek Gülizar’ı ve hikayesini anlattı.

Zehra, Meliha, Fatma ve Saide dört arkadaş başbaşa vermiş karınca kararınca Allah’ın dini için birşeyler yapmaya çalışı­yorlardı. İlk söz alan Zehra idi:

-Hocam, kendimi birden dernek toplantısında hissettim.

Saide gülümsedi:

-Herbiriniz birer dernek. Birlikteliğimizi Rabbim daim kıl­sın!

Hep bir ağızdan:

-Amin dediler, bu temenniye. Sonra yapılacak işleri sı­raya koyup, taksim ettiler işleri.

Zehra kendi çevresinden, iki halı ve soba temin edecekti. Fatma, fakirlere yardım derneğiyle irtibata geçip, yakacak soru­nunu halledecekti. Meliha sohbet yaptığı yerden yardım talep edecek, Saide de tekstil atölyesi işleten beyinden iki adet çekyat isteyecekti. Saide sordu:

-Temizlik işini ne yapacağız? Meliha:

-Ben hallederim dedi. Saide:

-Ben de gelebilirim.

-Olmaz hocam diye itiraz etti Zehra. Siz yeterince yoru­luyor­sunuz zaten.

Çaylarını içip, yapmaları gerekenleri yapmak için dağıl­dılar Saide arkalarından bakarken mırıldandı:

-Şu birlikteliğe Şeytan nasıl da kızıyordur. Rabbim her türlü fitneye karşı bizi koru.

Bir hafta içinde Gülizar hanım ve çocuklarının hayatında yeni bir sahife açılmıştı. Az bir paraya, eski evlerini kiraya bile vermişlerdi.

Saide, Gülizar’a kursu gezdirmiş ve yapması gerekenleri tek tek anlatmıştı. Akşam yemeklerini de kurstan indirir, evde yemek yapmak zorunda kalmazsın demişti. Gülizar olanlara inana­mıyor, kendini rüyada sanıyordu. Bir hafta sonra:

Saide kursu kontrol etmek ve hocaların haftalık dersle­rini almak için kursa gelmişti. Saide’nin gelişi herkesi heye­canlan­dırmıştı. Herkes tarafından seviliyordu. Saide’nin derdi İslâm’dı. Daha ne yapılabilir? diye durmadan düşünen, Allah­ın rızasını arayan bir mücahideydi o. O biliyordu ki, “Benlik” hizmetin kan­seriydi.

Hocaları odaya toplayarak, gidişatla ilgili bilgi aldı. Öğ­ren­cilerin durumlarını sordu. Sonra şu nasihatte bulundu:

-Arkadaşlar,

Titiz davranmak ve tevhid’î bir iman, tevhid’î bir amel ve tevhid’î bir ahlâk’a sahip bir neslin yetişmesine gayret etmeli­yiz. Bu, her müslümanın mükellef olduğu bir ibadet­tir... Sonra sorumlu hocaya dönerek:

-Yeni gelen kızımız nasıl, annesinden memnun musu­nuz?

Hocahanım:

-Kızın biraz piskolojik problemleri var. Anası iyi, işini ti­tiz­likle yapıyor.

Lâkin.

Saide korkmuştu. Endişeyle sordu:

-Lâkin?

-Çok ağlıyor. Gözü hep yaşlı. Sanırım bir oğlu kayıp­mış.

-Evet, biliyorum dedi Saide.

Hocahanım:

-Ne kadar da dertli insanımız var. Nedir bu dertlerin se­be­bi? Çocuklarımız, ümmetin çocukları, ümmetin gençleri elimizden kayıp kayıp gidiyor. İçlerinden elinden tutabildikle­rimiz bir ya da iki tane. Hocam, şu gençliğin haline bakar mısınız? Muhammed’î bir gençliğin özelliklerinden ne kadar da uzak. Bugün siyer dersinde münafıkların başı Abdullah bin Ubeyy’in oğlu, Hz. Abdullah’ı okudum. Münafıkların başı olan babası, Rasulullah’ın canını sıkıyor, O’nu üzüyor. Ama oğul Medine’nin kapısında durup:

-“Sen zelilsin, Rasul azizdir. O izin vermedikçe Medine’ye giremezsin”. Düşündüm, nerde gençler, Hz. Muhammed’e inandığını söyleyen gençler nerede? Dursalar kalplerinin ka­pılarında ve:

-Buraya Rasul sevgisinden başkası giremez, diye bekçilik etseler. Dursalar evlerinin kapılarında ve:

-Buraya, Rasul’un sünnetinden başkası giremez, diye bekçilik etseler. Ve böylece bekleseler mahallelerimizi, ülke­mizi öyleki heryere sadece Rasul girse, o girse sadece...

Saide gıpta ile baktı talebesine, arkadaşına, dava karde­şine ve:

-Bütün bunların sebebi ne biliyor musun? dedi. Hoca hanım ve odadakiler cevap ararcasına baktılar Saide’ye. Saide devamla:

-Rasullerin getirdiği şeriatlerin esasını teşkil eden beş emniyetin yokluğu. Elbetteki bu beş esas İslâm’ın hakim ol­duğu yerlerde esas alınır. Ancak insanların mutluluğu, İs­lâm olursa olur. Yoksa hep birileri mutlu, çoğunluk mutsuz ola­caktır.

O sırada kapı tıkladı. İçeri giren öğrenci, Saide’ye hita­ben:

-Özür dilerim hocam, konuşmanızı bölmek istemezdim, lâkin arkadaşlar sizi çok özlemişler, bize biraz vakit ayırır mı­sınız? Saide şefkatle baktı öğrenciye:

-İnşaallah dedi. Öğrenci çıktıktan sonra arkadaşlarına dönerek:

-Görüyor musunuz edep güzeldir, ama bir genç kızda daha güzeldir. Allah muvaffak etsin, ne edepli bir genç. Za­ten Ümmet olan gence de bu yakışır. Ben de Sen’in ümme­tindenim Ya Rasulallah dedikten sonra, Bunu hayatıyla tas­dik edenden daha bahtiyar kim olabilir? Dedi. Ahh, ahh in­şallah asrımızın gençliği öyle bir kendine gelecek ki, melekler bile şaşıracak, Allah’ın ne güzel kulları geldi dünyaya diye­cekler.

Sonra, ve sonra ötelere gittiklerinde, yüzleri güneş gibi parlayacak, O’nun sancağı altında iyilerle beraber haşroluna-caklar, burada göremedikleri âlemlerin Sultanını orada do­yasıya göreceklerdir, inşaalllah. Ama unutmamaları gereken birşey var o da; 0’nun getirdiği sistemi hayatlarının her ala­nına hakim kılmak ve tekrar yeryüzünde hakim olması için, 0’nun koyduğu çizgi içinde mücadele vermek. Rabbim nasib et... Hep bir ağızdan:

-Amin… Dediler.

Saide devamla:

-Biz O’nu göremedik, zira aynı asırda yaşamadık. Tek ümidim­iz ahirette görebilmek. Şayet O’nun getirdiğini haya­tımıza hakim kılmazsak, orada O’nun yanına bizi alırlar mı?

 Bir an sustular. O’ndan bahsedildiği zaman yürekleri aynı şey için çarpıyordu. O’na olan özlemlerini gözlerinden dö­külen hasret damlaları dile getiriyordu. 0’na kavuşma ümi­diyle işleri­ne daha bir sıkı sarılıyorlardı...

Öğrencilerin hepsi salonda toplanmış, Saide’yi bekli­yorlardı. Saide çıktı, selâm verdi, hepsinin hal hatırını tek tek sordu. Gözü Gülizar’ın kızına takıldı. Çekingen bir hali vardı. En kö­şede oturmuştu.

-Sen nasılsın güzel kızım, alışabildin mi? diye sordu Saide.

-İyiyim hocam. Teşekkür ederim, diye cevap verdi küçük kız.

-Sevgili gençler, sıkıntınız var mı? İsteğiniz, arzunuz.... Hep bir ağızdan:

-Hamd olsun sıkıntımız yok, derdimiz ise büyük diye ce­vap verdiler. Saide şaşkınlıkla sordu:

-Hayrola?

Öğrenciler yine hep bir ağızdan:

-Müslümanca yaşayıp, müslümanca ölebilmek ve alem­lere rahmet olana kavuşabilmek...

Saide duyduğu cevaptan oldukça memnun kalmıştı:

-Sevgili gençler dedi, Rabb’im sizi umduğunuza nail et­sin. Lâ­kin unutmayın ki; Mekke’de yaşamak, Mekkemizi ya­şamak zordur. Ama ancak Mekke’sini yaşayanlar kazanmış­lardır. Elbette “İman ettim” demek kuru bir idda ve içi boş bir laf değildir. “İman ettim” demenin bir anlamı, belli bir sorumluluğu ve bir bedeli vardır.

Sünnetullahtır, “iman ettim” diyen samimiyet sınavın­dan geçer. Sınav soruları kulun derecesine göre değişir. Yüksek sınıfta olan, yani dereceleri yükselenlerin sınavlarıda zorlaşır. Alem­lere Rahmet olana ümmet olmak bir şereftir, ama liyâ­kat lazımdır, Ümmet olma şerefini taşımak lazımdır. Mekke dönemini iyi tahlil etmek gerek, o yiğitlerin yiğitlikleri saye­sinde Medine kuruldu. Bedeller ödenmişti, imandan sonra. Hemde ne bedeller… Zulümler işkenceler, sıçak kumlar, açlıklar, taşlanmalar, ambargolar, ihbarlar, takipler.... Ne­den? Çünkü Allah’ın kanunlarının hakim olmadığı yerlerde Bundan başka ne olurki? Bakın toplumumuza, yine ahlak­sızlık ahlak halini almadı mı? İnsanlar mutsuz değiller mi? açlıktan çocuklar çöplüklerden ekmek toplamıyorlar mı? Topluma bir bakın, ne görüyorsunuz neler görüyorsunuz? Bunun sebebi nedir? Elbetteki İslâmsızlık, islâm’ın hakim olduğu yerlerde beş emniyet vazgeçilmezdir. Nedir bunlar? Can, mal, nesil, akıl ve din emniyetidir. Rabb’im nasib etsin inşaallah. Soruyorum sevgili gençler, Bu toplumun erkekleri, ka­dınları, gençleri Allah’ın istediği gibi midirler?

Evet, işte böyle toplumlarda “İman ettim” diyen, iman ettikten sonra gereğini yapanlar, çıkan engellere rağmen imanın buyruğundan çıkmayanlar, kimsenin kına­masına aldırmadan dik durarak inancını yaşayanlar, eğilme­yenler Mekkesini yaşayan­lar gibidirler.

Mekke’de yaşadı Sümeyye, Mekkesini yaşadı. Mekkede yaşadı Ammar Mekke’sini yaşadı, Habbablar, Yasirler vs vs. Allah hepsin­den razı olsun. Şimdi;

-Sen sevgili gencim, sen Sümeyye olamazsın ama Sümeyye gibi olmanın kapısı kapalı değildir.

Sen; Esma olamazsın ama Esma gibi olabilirsin. Sen zaten şimdinin Esma’sı değil misin?

İşte bugünün dünyasında ve imanın imtihanında sana onların yolunu takip etmek düşer. Sabır, ihlas, takva ve zühd ile yola çıkarsan bunu başarırsın, biiznilllah. İşte bunlara müjde vardır, müjdeler vardır. Bakın ne buyurmuş Hakim­ler hakimi Allah’ımız:

-“İman edenler, (Allah ve Rasulü’nün gösterdiği yöne ve yönteme) hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canla­rıyla cihad edenler Allah katında derece bakımından daha bü­yük­tür. İşte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

Rabbleri onlara, katından bir rahmet, hoşnutluk ve onlarara (bitmez tüken­mez) nîmet bulunan cennetleri müjde­ler. Orada ebedi kalacaklardır? Muhakkak ki en büyük müka­fat Allah ka­tındadır”.  (Tevbe: 20-22)

Peki bu nasıl olacak? Elbette ki okuyarak, çünkü bilen ile bilmeyen bir olmaz buyurmuş Rabb’imiz. Allah’ın ilk emri­dir okumak. Ama neyi? nasıl? niçin? okumamız gerektiğinin bilin­cin­de olmalıyız. Bir takım geçici hesapların yüzünden ahiretimizi harap etmek iman ehlinin, aklı selimin yapabile­ceği bir iş olmasa gerek.

Elinizde gençlik gibi bir nimet var. Bunun kıymetini bilin ve kul olma yarışında birbirinize çelme takmadan yarışın. Unut­mayın ki bir kişi tevhide inandıktan sonra inancını, amellerini düşünce dünyasını, kültürünü, ahlâkını, siyasetini, olaylara bakış açısını Allah’ın kanunlarına göre ayarlamak zorundadır ve bu bir zorunluluktur, keyfiyet değildir. Sözle­rimi bitirirken;

Sizlerden derslerinize iyi çalışmanızı, Allah ve Rasulü’nün istediği gibi birer genç olmanızı ve RASUL’ün davasını omuzla­manızı bizden sonrakilere ulaşması için gayret içinde olmanızı ve razı olunmuş olarak can vermenizi te­menni edi­yorum.

Yani hayatınızı ucuza satmayın, anlam ka­tın yaşantınıza, değer katın zamanlarınıza. Allah’a emanet olun ve bana da dua edin. Sizi Allah rızası için seviyorum sevgili MUHAM-MED’ler. Siz ki gençliğini Şeytanın elinde oyuncak etmeyen­ler, imanını yaşantılarıyla tasdik edenlersiniz. Öğrenciler hep bir ağızdan cevap verdiler:

-Biz de sizi seviyoruz hocam. Bizi Müslümanlardan kılan Allah’a hamd olsun.

Saide etkilenmişti:

-Bu sözü çok seviyorum, hadi bir daha bir daha söyle­yin.

Çocuklar hep bir ağızdan tekrar ettiler. Saide:

-“Şahid ol Ya Rabb, şahid ol” dedi. Vedalaşıp ayrıldı­ğında, öğ­rencilerin gidişatından dolayı içi huzurla dolmuştu.

 

 

 

Z

 

ahide o geceden sonra Murat’a konuyu bir daha aç­mamıştı. Murat eve geldiğinde fazla konuşmuyor, okula gi­diyor ama dersler­le ilgilenmiyordu. Zaman zaman okulun etrafında boş boş dolaşı­yordu.

Bu içe dönüklük Zahide’yi endişelendiriyordu. Onun için endişelenen biri daha vardı, Fen Bilimleri öğretmeni Tarık bey. O gün yine Murat’ın derse ilgisizliği gözünden kaçmamıştı. Dersi anlattı. Evrendeki muhteşem ve eşsiz dengeden bahsetmişti. Ufak bir dengesizliğin meydana getireceği felaketten bah­setti. Ama Murat’ın hocasını duyacak hali yoktu. Tarık hoca ders bitince Murat’a seslendi:

-Murat!

Murat umursamazca baktı hocasına ve:

-Efendim, dedi.

-Seninle biraz konuşabilir miyiz?

-Ne konuşacağız?

-İstersen dedim.

-Tamam konuşalım.

-Bahçeye çıkalım mı?

-Tamam, benim için fark etmez.

Bahçeye çıktılar. Bir ilkbahar günüydü. Ağaçlar yavaş yavaş uyanmış, meyveye durmanın ön hazırlığı içerisinde çiçeklerini açıyorlardı. Yeniden dirilişin delili olarak kupkuru odundan renk renk çiçekler ve ardından tat tat, çeşit çeşit meyveleriyle görebilen gözler için, hissedebilen yürekler, du­yabilen kulaklar için haykırıyorlardı. “İşte Allah, ölüleri böy­lece diriltir” diyerek haykırıyorlardı.

Tarık hoca da bir kaç yıl öncesine kadar ateist biriydi. Kominizmin hızlı savunucularındandı. Fen dersindeki de­neylerin­den sonra ulaştığı sonuçlar onu hayrete düşür­müştü. Hayrete düştükçe de derinleştirmiş, derinleşen her de­ney onu Allah’a götürmüştü.

Bahçede ağacın altındaki banka oturdular. Hafif bir esinti vardı ve yeni açan ağaçların kokusunu taşıyordu.

-Ne güzel, değil mi? dedi Tarık hoca Murat anlamamıştı ve sordu:

-Nedir güzel olan?

-Kokulara bakar mısın, çeşit çeşit.

-Konu yine din mi?

-Hem hayır, hem evet.

Murat boş boş baktı hocasına, anlamadım dercesine. Tarık hoca devamla:

-Evet, çünkü dinsiz hiç bir şey yoktur. Yani diğer bir de­yim­le her konu dinin konusudur. İnanan herkesin her işi din­lidir. Yarısı dinli, yarısı dinsiz iş olmaz.

-Eeee?

-Hayır, çünkü senin anladığın manada, sana vaaz vere­cek değilim. Durgun gözüküyorsun, varsa bir sıkıntın ki; öyle gözü­küyor, paylaşabilirz. Yardımcı olabileceğim bir şey varsa sevini­rim.

-Evet durgunum, çünkü derdim yok dertlerim var. Ama söyler’misiniz, dinsiz işiniz olmadığına göre, benim sıkıntımla ilgilenmeni­zin neresi dinli.

Tarık hoca gülümsedi:

-Çok hoş bir soru sordun.

Allah, kitabında buyuruyor ki; -“Allah’a kulluk edin, hiç bir şeyi (yücelterek ilahlaştırıp buyruğuna girmekle) Allah’a ortak koşmayın. (Sonra) ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksul­lara, yakın ve uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kal­mışa ve ellerinizin altında bulunanlara iyilik edin. Allah, ken­dini beğenenleri ve böbürlenenleri sevmez”. (Nisa: 36)

-Yani, karşılığında sevap alacaksınız?

 -Evet, aynen öyle.

-Boşverin, benim derdim çok, sizin başınızı ağrıtmaya­yım.

-Konuşmak istemiyorsan başka, ama ben zevkle dinle­rim seni.

Murat sustu, biraz sonra inci gibi yaşlar boşalmaya baş­ladı gözlerinden. Tarık hoca babacan bir tavırla elini Murat’ın omuzuna koydu:

-Konuş dedi şefkatle, içindeki savaşı anlayabiliyorum. Aynı şeyleri bende yaşadım, inşallah biz kazanacağız. Susa­rak, yada kendinden kaçarak içindeki savaşı dindiremezsin.

-Boşluktayım, içimde büyük bir baskı hissediyorum, adını bilmiyorum. Mutsuz ve huzursuzum. Anneme kavuş­tum, mutlu olacağımı sanıyordum, olmadı. Gitmek, bir yer­lere gitmek istiyorum, lâkin kimsesiz çocukların hali ortada, yuvadan kaçanlar köprü altla­rında, herkesin istismarına uğruyorlar. Eroincilerin, pislik peşinde olanların, kimi sayayım ki herkesin işte… Nerde müslümanlar? Onlar niçin sahip çıkmıyorlar? Yoksa onlara yardım ibadet değil de, be­nimle konuşmak mı ibadet sayılıyor? Tarık hoca:

-Bitti mi? diye sordu sakince.

Murat cevap vermeden baktı hocaya. Hoca devamla:

-Evet her nedense her fedakarlık, her iyi şey bizden bekle­niyor, lâkin yapmaya kalktığında önün kesiliyor. Varoş ço­cukları, köprü altı çocukları toplumun yarası. Ve de fert ça­lışmasıyla çözülebilecek bir mesele değil. Belki bir midye kurtarırsın, ya öteki midyeler?

Varsayalım bir müslüman çıkıp yetim yuvası açtı. Niçin açacak?

Allah rızası için, o halde onları da Allah’ın rızasına uygun bakıp terbiye etmesi gerekir öyle değil mi? Gel görki irtica yaygarasıyla yapmadıklarını bırakmazlar. Kaldı ki; bu çözüm değildir, zira fert çalışmasıyla çözülebilecek bir sorun değil­dir bu.

-Peki çözüm ne? diye sitem etti Murat.

-Çözüm İslâm da. İslâm’ın hakim olmadığı yerde vur­gu­nun, soy­gunun, zulmün velhasıl haksızlıkların önünü al­mak mümkün değil­dir. Elbetteki istismara uğruyorlar, ama soru­yorum niçin müslümanları suçluyorsun? Seksen küsur yıldır ülkeyi İslâm mı yöne­tiyor? İslâm mı bu durumun se­bebi? soruyorum hangi düzen bu çocukları bu hale getirdi?. Dinle, hayat kitabımız Kur’an’da şöyle buyrulmuştur:

-”Yetime eziyet etme”, (Duha: 9) “Yetimi itip kakma”. (Maun: 2) Bir de şu âyeti dinle: “Yetimlere (baliğ olunca) mallarını verin, (kendinizdeki) kötüyü(onlardaki) iyi ile değiştirmeyin. Onların mallarını kendi malınıza katıp yemeyin. Çünkü bu büyük bir günahtır”. (Nisa: 2) Bir de şunu dinle “(Ey yetimlerin veli ve vâsileri) Yetimleri nikâh ça­ğına erişinceye kadar (gözetin ve) yoklayın. Eğer onlarda(ken-dilerine idare edebilecek) bir olgunluk görürseniz mallarını he­men kendilerine verin”. (Nisa: 6) “Kendilerini mallarından yedirin, giy­dirin, ve onlara güzel söz söyleyin (Gönüllerini hoş tutun)”. (Nisa: 5)

Ben Kur’an’da geçen yetim haklarını anlatmakla bitire­mem, sen de hepsini bir anda algılayamaz, anlayamazsın. Şimdi soruyorum buâyetleri okuduğunda, yetim hakkından dolayı kılı kırk yaran sahabenin uygulamasının, müthiş ör­nekliğine rağmen, bu hükümlerin dipdiriliğinin devamına rağmen, bunları uygulamayı yasak edenler mi suçludur yoksa müslümanlık mı? Suçlu kim? İslâm’ın hakim olduğu yerde, halife ihmal etseydi, onu alır yerine Allah’­ın hükümle­rini uygulamada ihmalkâr davaranmayan biri getirilirdi. Mu­rat güreşde yenilmiş pehlivan gibi hissediyordu kendini, ama yenildim zannederek, yenilgiyi de kabullenemiyordu. Ne ce­vap vereyim diye düşünürken. Tarık hoca konuşma­sına de­vam etti:

-Yapma be Murat, Allah ile savaşan hiç kimse bedbaht­lıktan, hüsrandan kurtulamaz. Allah’ın gücü herşeyin üs­tün­dedir. O’nun emirlerine karşı gelerek, O’nun arzında O’na kafa tutmak akıl işi değeldir. Ne kadar kaçarsan kaç, so­nunda yakalanacaksın ve istesen de, istemesen de O’nun huzuruna çıkacaksın Bunun için Allah şöyle buyuruyor “Eynel mefer”, yani “Kaçış nereye?”.

İman et ve teslim ol, göreceksin bütün iç huzursuzlukla­rın bitecek.

-Gençliğimi yaşayamıyacak mıyım?

-Yaşayacaksın, en güzel bir biçimde. Huseynler gibi, Ammarlar gibi, Mus’ablar gibi. Gençliğin anlam kazana­cak. Geçici olan bu gençliğin, ebediyete tebdil edecekde hep genç kalacaksın

-Yani, öbür tarafta mı?

-Evet.

Çok mu uzak? Ne zaman öleceğini biliyor musun? velev ki uzun yaşa, ne kadar uzun olursa olsun sonunda öl­meye­cek misin?

-Şu ahiretten biraz bahseder misiniz? Durmadan ahiret deyip duruyorsunuz.

-Bahsedeyim, iyi dinle, çok iyi dinle. Ahiret:

Ölümle başlayan, ebedi hayat. Diğer bir deyimle ger­çek hayat. İnkârı mümkün olmayan gerçek.

Murat, hocasının sözünü keserek:

-Ama inanmayanlar da var? dedi.

-Evet var, ama onlar Ku’ran’ın deyimiyle “Beyinsizler” dir. İnsan güneşe gözünü kapatıp, sonrada “Güneş yok” dese, güneş yok mu olur. Ölümü inkar edemiyorlar, ötesi için ha­zırlık yapmak nefislerine ağır geliyor, kolayı seçiyorlar “Güneş yok” diyorlar

Oysa bu seçimin faturası ağır, bu seçim kolay bir seçim değil. O gün herkes hesap verecektir. Allah (c.c.) şöyle buyu­ru­yor:

-”O gün hesap için arzolunursunuz da sizden hiç bir sır (Allah’a) gizli kalmaz”. (Hakka: 18) İnsanın mutluluğu, ancak ahirete iman etmekle mümkündür.

-Peki, annem niçin mutsuz?

-Sordun mu? Mutsuz mu?

-Hayır sormadım, ama hep gözleri yaşlı. Bir de çektiği sıkın­tı çok, nasıl mutlu olacak ki?

-Önce sor bakalım, belkide ağlayışının özel nedenleri vardır. Murat birden sesini yükseltti:

-Ya özgürlüğüm, öz­gürlüğüm ne olacak?

Tarık hoca Murat’ın verdiği savaşı anlıyor ve dua edi­yordu kazanması için. Sakin bir şekilde cevapladı:

-Bu meseleler uzun meseleler, her şeyi birden anlata­mam ki. Ama şundan emin ol, bütün şahsi özgürlükler İs­lâm’dadır. “Her türlü kayıttan geçip, yalnız Allah’a kul ol­ma­nın adıdır Özgürlük!!!”

Saatine baktı ve:

-Ooo. ders saatini geçirmişiz. Daha sonra, daha detaylı konuşa­biliriz, dedi ve:

-Müsadenle diyerek kalktı. Hiç kalkmaya niyeti olmayan Murat da az sonra kalkarak, yavaş yavaş hocasının arkasın­dan yürüdü okula.

Murat o gün eve geldiğinde, annesi mutfakta akşam yemeği­ni hazırlamakla meşguldü. Yine yorgun gözüküyordu. Yerlere dökülen iplik kırıntılarına bakılırsa, yine akşama ka­dar çalış­mıştı.

Murat içeri girip, defterlerini masanın üzerine koydu. İs­tek­siz isteksiz mutfağa geçti. Annesi:

 -Hoşgeldin oğlum, dedi.

Murat kısık bir sesle:

-Selamun aleykum ana, diyerek cevapladı.

Zahide duyduklarına inanamadı. Kulaklarının uğuldadı­ğını hissediyordu sanki. Gözlerine hücum eden yaşların ak­mamasına gayret ederek:

-Ve aleykum selam ve rahmetullah, dedi titrek bir sesle.

Bu Murat’ın ilk verdiği selâmdı. Bir an sessizlik oldu. Sonra Murat ani bir hareketle anasına doğru atıldı, boynuna sarıldı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Ağladı ağladı ağladı.

 Onun hıçkırıklarına Zahide’nin sessiz sessiz, durgun sel gibi akan gözyaşları eşlik ediyordu Hiç bir şey konuşmadan bir müddet öylece kaldılar. Zahide şaşkındı. Acaba sırası mıydı bir şeyler anlatmanın? Neden ağladığını sormalı mıydı? Düşündü, hayır bazen suskunluk bile çok şey anlatırdı in­sana.

Murat sakinleştikten sonra odasına çekildi. Zahide hamdederek hazırladı sofrayı. Okunan akşam ezanını dinledi saygıyla. Sonra namazını kıldı, dualar etti Allah’a. Ve Murat’ı yemeğe çağırmak için, Murat’ın odasına gitti. Kapıyı açtı ve gözlerine inanamadı, oğlu diz çökmüş ve el açmıştı. Dua ediyordu, evet evet yanlış görmüyorum oğlum dua ediyor diye düşünürken, gözü yerdeki ipe kaydı. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Aman Allah’ım Murat intihar etmek için hazırlık yap­mış, dua ediyordu. Ok gibi fırladı Zahide ipi kaptı. Murat da duasını bitirmişti, bir an bakıştılar. Murat suç üstü yakalan­manın psikolojisiyle gözlerini kaçırdı. Zahide yaklaştı ve var gücüyle Murat’a bir tokat indirdi. Ve:

-Umarım bu senin aklını başına getirir, ne yapmaya çalı­şıyor­sun? dedi. Ve ikinci tokatı indirdi. Suratlara vurmanın yasak olduğunu bir anda unutmuştu.

-Bıktım diye bağırdı Murat. Bıktım madem cehennem var, çok günah yapmadan ölmek istiyorum.

-Aptaaal diye bağırarak kesti Murat’ın sözünü. Sersem böyle yapılarak cehennemden kurtulunmaz. Cennete gitmek istiyorsan, cennetin yolunu öğrenmen lazım. Cennet Allah’ın, oraya her yoldan girilmez ki. Yolu da belirlenmiş, giriş şartları da. Yeter artık Murat, anlıyor musun beni? Yeter, ateşe gitme diye elimden geleni yapıyorum, sen ise habire kaçıyorsun. Korkak mısın sen? İslâm’ı yaşayacak kadar yü­rekli değil mi­sin? “La ilahe illallah” diyecek ve teslim olacak kadar aklın yok mu? Her yönüyle kimliğine teslim olacak ka­dar kişiliğin yok mu? Şeytan’a teslim olacak kadar beyinsiz misin? Daha fazla günah yapmamak için ölüp ebedi yana­cağına, daha iyi kulluk ederek, ebedi kurtulsana.

-Herşey günah, diye bağırdı Murat. Zahide daha bir gür sesle cevap verdi:

-Neymiş o günah olan? Şartlanmış kafanla konuşuyor­sun, İslâm Allah’ın gönderdiği bir dindir. İslam hakkında ko­nuşmadan önce düşün Murat bey. Kaç kitap okudun İslâm hakkında, söylesene ne biliyorsun İslâm hakkında?.

-Bırak diyorum sana, çık odamdan. Ölmek istiyorum, ölmek istiyo­rum.

-Sahi mi, gerçekten ölmek istiyorsun öyle mi? Niye na­maz kıldın? Niçin dua ediyordun? Demek ki oralara inanıyor­sun. Allah’ın istemediği şekilde gidersen nasıl karşılar der­sin? Ha söylesene törenle mi? Yaptığın korkaklığa bakar mı­sın?

-Bana korkak deme.

-Korkaksın, yüreksizsin. Namaz kılacak kadar, itaat ede­cek kadar, dahası kimlik tercihi yapacak kadar bir yüreğe sahip olmadığın için, kolayı seçiyorsun. Ama Bu kolay, başka kolaylara benzemez.

-Çık buradan ana, çık diyorum sana.

-Öyle mi, peki çıkıyorum. Sen bilirsin, illâ da cehenneme gitmek istiyorsan güle güle.

Zahide odanın anahtarını çaktırmadan aldı ve çıktı, ka­pıyı örttü. Murat şaşırmıştı. Annesi gerçekten de çıkmıştı. Kalktı, eli­ne hazırladığı ipi aldı, gardoraba yöneldi. Anahtar deliğinden gözetleyen Zahide’nin kalbi duracak gibiydi. O arada telefon edip, babasını çağırmayı düşündü, sonra vaz­geçti çünkü bir an bile kapıdan ayrılmayı göze alamıyordu.

Murat, elinde ip bir müddet kapıya baktı. Sonra gardoraba ilerledi ve kapısını açtı. Zahide bayılmak üzereydi. Son anda müdahale etmek istiyor, kolay kolay canına kıya­mayacağını düşü­nüyordu. Dudakları kurumuş, nefes al­makta zorluk çekiyordu.

Murat bir an durdu ve mırıldandı:

-Nereye gidiyorum ben? Ne yapmaya çalışıyorum? An­nemin dediğine bakılırsa cehenneme. Ne yapıyorum? Ki­mim? Kime karşı geliyorum?.

Bu sorgulama Şeytanın işine gelmemişti. Tam bir yan­daş bulmuşken, kaybetmek istemiyordu. Her zamanki gibi, günaha sürük­lediği anlarda yaptığı gibi durmadan vesvese veriyordu.

Murat birden elindeki ipi yere attı. Dolabın kapağına bir tekme fırlattı ve bağırmaya başladı:

-Bıktııım, bıktım. Kahrolun bana Allah’ı anlatmayanlar. Kahrolun beni bunalıma sürükleyenler, kahrolun dinimi ya­şatmayanlar, irademe ipotek koyanlar, gözlerimi perdele­yenler, Peygamberle arama set çekenler, hepinizin canı ce­henneme, kahrolun, kahrolun, kahrolun…

Murat kendini yatağa attı ve ağlamaya başladı. Zahide derin bir “Ohhh” çekti. En azından ilkini atlattım diye dü­şündü.

Murat bir müddet ağladıktan sonra uykuya geçti. Za­hide odanın kapısında bekledi, bekledi, bekledi. Nasıl ayrıl­saydı ciğer paresi bu haldeyken. Teheccüd namazının vakti gel­mişti. O şu âyetleri okuduktan sonra gece namazına ve zikre önem veriyordu. Alemlerin Rabbı şöyle vaad ediyordu:

“Şüphesiz ki müttâkiler (Allah’ın emirlerine uygun yaşa­yanlar), Rabblerinin kendilerine verdiğini alıp razı olmuş ola­rak cennette pınar­ların başındadırlar. Çünkü onlar bundan önce güzel hareket ederlerdi.

(Onlar ibâdet etmek için, ancak) gecenin bir kısmında uyurlar, seherlerde onlar istiğfar ederlerdi”. (Zariyat: 15-18)

(İşte) o kimseler ayaktayken, otururken, yanları üstünde yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler (ve derler ki:) “Ey Rabbimiz bunu boş yere yarat­madın. Seni tenzih ederiz, bizi ateş azabından koru”. (Al-i İmran: 191)

Güzel sonuçlara kavuşmak umuduyla gecenin bereke­tinden, rahmetinden istifade etmeye çalışıyordu. Herkes uy­kudayken O Rabbı ile buluşmanın hazzını yaşıyordu. Kalktı abdest aldı. Murat’ın kapısının önünde kıldı namazını, aldı eline tesbihini.

Her “Allah” dedikçe bütün zerrelerine kadar titredi. Her “Allah” dedikçe, yıkadı gözyaşları seccadesini.

O herkes uykudayken âlemlere rahmet olarak gönderi­lene selât ve selâm göndermekten de büyük zevk duyardı. Selât ve selâm gönderirken, kalbi yine Medine aşkıyla, has­retiyle, özlemiy­le kavrulmaya başladı. Bir kere, ahh bir kere olsun gelebilsem temennisiyle akıttı gözyaşlarını...

Sonra dua etti. Rabbından hayırlar istedi, her zamanki gibi. Birden Nuran düştü yâdına. Rabbım dedi içi yanarak:

-”Rabbım Sen’in her şeye kadir olduğuna inandım, koru onu.

Duasını bitirmemişti ki, Murat bir feryatla fırladı yatağın­dan:

-Anneeee, anneeeee… Hızla açtı kapıyı, açar açmaz an­nesiyle göz göze geldi, titriyordu. Gözü yaşlı Zahide baktı oğluna merakla sordu:

-Ne oldu oğul, neyin var?

Murat atıldı anasının boynuna, titremeye devam ederek: -Korkuyorum, korkuyorum diye inledi. Zahide:

-Konuş benimle, neden korkuyorsun? Anlat, bana bir şeyler anlat.

Sesinde çaresizlik hissediliyordu.

Murat:

-Rüya gördüm dedi. Bir mezarlıktaydım, birden her bir mezardan küçük bir delik açıldı. Nedir? diye bakarken, alev­ler sardı mezarları. Çok korktum. Koşmaya başladım. To­paç gibi dönerek koşuyordum, yol ayrımına geldim, nereye gide­yim derken, başımı kaldırdım, evde, camdan bana baktığını gördüm. Zahide dikkatlice dinledi oğlunu:

-Rabbıma hamd olsun. İbret alan için herşey kendisini Rabb’ına yaklaştıran bir vasıta olur. Bak evlât, Allah’ın iz­niyle bu rüyada sana mesaj var. Ev İslâm’ın tâ kendisidir. Elbetteki yine de tercih senindir.

-Bilmiyorum anne, bilmiyorum… Rüyamdaki ateş gibi bir ateş hiç görmemiştim...

-Allah buyuruyor ki:”

(O acısı) tâ yüreklere işleyecek Allah’ın tutuşturulmuş ate­şidir (asla sönmez)”. (Hümeze: 6-7) “Şüphesiz cehennem (günahkârların düşmesini bekleyen) bir gözetleme yeridir, hem de azgınların dönüp varacağı bir yerdir. Devirler boyunca orada kalacaklar­dır. Orada ne bir serinlik, ne de içile­cek bir şey tatmazlar. Yal­nız yaptıklarına uygun bir ceza olarak kaynar su, bir de irin… Çünkü onlar, bir hesap görüleceğini ummuyorlardı”. (Nebe: 21-27)

Bunlar birer hakikattir. Dolayısıyla hesap gününü hesaba katarak yaşamamız lazımdır. Eninde ve sonunda, hazırlana­lım ya da hazır­lanmayalım hesaba çekileceğimizi hesap ede­rek yaşamalıyız.

-Beni o vakfa kayıt ettirir misin?

Zahide beklemediği bu soru karşısında âdeta şok oldu, ne diyeceğini bilemedi, sarıldı oğlunun boynuna:

-Murad’ım, Murad’ım benim, oğlum, ciğerim, yavrum benim. Bir müddet öylece kaldılar. Sonra sessizce ayrılan Murat, hiç konuşmadan yatağına uzandı.

Ertesi gün Zahide’nin ilk işi vakfa gitmek oldu. Hanım­la­rın başkanı Münevver hanım yoktu, yetkiliyle konuştu. Kon­tenjan dolmuştu ama Zahide’ye yer ayrıldı. Zahide tam ayrılcakken Vakıf yetkilisi arkasından seslendi:

-Bacım, Cuma akşamından pazara kadar sürecek olan bir kamp programı var, haberiniz olsun oğlunuzu getirmek isterseniz.

Zahide ne kadar sevindi tarif edemezdi:

-Evet, tabi getiri­rim. Sağolun Allah razı olsun.

Eve dönerken yere basmıyor, havada uçuyordu sanki. Ne yapsam acaba nasıl hamd etsem Sana Allah’ım, bütün hamdler Sana’dır, diye diye geldi evine.


 

Ü

ç gün sonra:

Zahide titizlikle hazırladığı oğlunun çantasına son bir kez göz attı. Lazım olabilecek herşeyi koymuştu. Murat elinde secca­de girdi salona ve seslendi:

-Anne, bunu unutmuşsun galiba?

Zahide başını kaldırdığında oğlunun elindeki seccadeyi gördü. Şaşkınlıkla beraber, yaşadığı tarifsiz duyguları dile dökmesi mümkün değildi. Bir şey demeden aldı seccadeyi valize koydu. Murat:

-Anne dedi ve başını yere eğdi.

Zahide cevap verdi merakla:

-Efendim.

-Şeyy, diyecektim ki şu abdest ve namazı bana tarif et­sen, yanlışlarıma bir bakayım oradakilere karşı ayıp olmasın.

Zahide’nin içi sızladı, zira ayıp olmasın diye yapılan iba­detin hayrı olmadığı gibi zararı vardı. Zira ibadet hiç katıksız Allah için yapılmalıydı. Aksi olursa şirk bulaşmış olurdu. Ama şimdi bunu Murat’a nasıl anlatsındı? Nasıl desindi? Cevap gecikince Murat tekrar sordu:

-Anlatmayacak mısın? Zahide düşüncelerinden sıyrıla­rak:

-Evet, evet anlatayım. Mübarek olsun kararın, daim ol­sun ve hakk katında kabul olanlardan olsun. Biraz durduk­tan sonra:

-Boşver be Murat, insanların aferinini de, ayıplamasınıda boşver evvelâ şunu unutma, madem karar verdin, tercihini yaptın ve müslümanlığı, yani teslim olmayı seçtin, o zaman tek dikkate alacağın şey Allah’ın rızası olmalı, ibadet kapsa­mında ki hayatın her yönü ibadet kapsamındadır-herşeyimiz Allah için olmalı. Allah’ın rızasını değil de, başka başka ni­yetler taşırsak o zaman namaz bile, oruç bile, hacc bile iba­det kapsamından çıkar.

Murat annesini anlamaya çalıştı. Demek ki insanların ayıplaması önemli değilmiş, diye düşündü.

Annesi namazı ve abdesti tekrar tekrar anlattı. Ne ka­dar da çok duası vardı:

-Anne dedi heyecanla, hergün bir dua borcum olsun, hergün bir tane ezberleyeyim, sen de beni dinle olur mu?

-Olmaz mı? Elbette olur, Murad’ım elbette olur. Allah azmini artırsın, şevkini artırsın.

Hazırlanıp çıktılar. Vakfa kadar beraber gitti Zahide. Bü­tün gençler önemliydi, lâkin Murad’ın geldiği ortam açı­sın­dan ilgiye daha çok ihtiyacı vardı. Böyle düşünüyordu anası­nın yüreği. Grup başkanını ve hocaefendiyi görüp, du­rumu izah etti. Her ikisi de merak etmemesini söylediler.

Zahide, arabalar hareket edene kadar ayrılmadı vakfın önün­den. Arabalar nihayet kalkmıştı. El sallarken Murad’ına “İnşaallah bir gün böyle cihada yollarım seni” diye dua edi­yordu.

Üç saatlik bir yolculuktan sonra, arabalar kamp yerine varmıştı. Görevliler çadırları kurdular. Gruplar ayrıldı. Yemye­şil ormanlığın içinde bir yerdi burusı. Küçük bir dere akı­yordu kamp yerinin yakınından.

Büyük bir çadırda namazlar için kurulmuştu. Her gö­revli titizlikle görevlerini yerine getirmeye çalışıyordu. Her biri Al­lah yoluna baş koymuş bu gençlere hizmet etmek için koştu­ru­yordu.

Akşam yemekten sonra, cemaatle namaz kılmak için. abdest alan çadırdan mescitte yerini aldı. Safa durdukla­rında Murat Murat’lıktan çıkıyor, başka bir Murat oluyordu. Sanki uykudan uyanıyormuş gibi, sanki önceki hayatı kötü bir düş, korkunç bir kâbusmuş gibi, ancak şimdi uyanıyor­muş gibi. Ahmet hoca tekbir aldı “Allah’u Ekber”, Murat sanki bu sözü yeni duyuyormuş, sanki daha önce hiç “Allah” lafzını duy­mamış gibiydi. Bu ne müthiş bir kelimeydi. Evet O’ndan başka büyük yok, 0’ndan büyük yoktu, O’ndan başka otorite sahibi yoktu ve bunu Murat şimdi anlıyordu. Şimdi anlayabiliyordu.

Namazdan sonra program dağıtıldı ve gençler program hakkında bilgilendirildi:

Sabah namazında kalkılacak, ardından ders yapılacak, işrak namazları kılınıp biraz yatılacak, kahvaltı ardından spor, namaz ardından ders, sonra dağa tırmanış, atıcılık kı­sacası dolu dolu bir programdı.

Herkes yatmak için yataklarına çekildi. Murat dışarıda yatma­ya alışkın değildi tedirgindi. İçine çöken gariplik duy­gusundan bir türlü kurtulamıyordu. Sessiz sessiz ağlamaya başladı. Biraz sonra:

-Evlât neyin var? sesiyle irkildi. Gelen gece nöbetine ka­lan grup hocası Osman hoca idi.

-Yok bir şeyim hocam, dedi Murat.

-O halde, neden ağlıyorsun? Konuşalım mı?

-Burada mı?

-İstersen dışarıya çıkabilirz.

-Tamam.

Dışarı çıktılar. Gökyüzünde yıldızlar adetâ göz kırpıyor­lardı sanki. Osman hoca şefkatle babacan bir şeklide sordu:

-Sıkıntın nedir?

-Bilmiyorum hocam, bilmiyorum. İçimde birşeylerin ol­duğunu fark ediyorum, ama adını koyamıyorum.

-İyiye işarettir inşaallah. Sen kendini bulduğun için, ken­dini yeni tanıdığın için, içinde geçmiş için pişmanlık, hida­yete kavuştuğun için mutluluk, ne yapman gerektiğini bile­mediğin için şaşkınlık ve de şimdiye kadar bulmamış olma­nın utançlığı var. Bu keşmekeş duyguları ayırt edemediğin için kendini garip hissediyorsun, öyle değil mi?

Murat, hayran hayran baktı Osman hocaya. Sanki için­den geçenleri okumuştu. Osman hoca devam etti:

-Rahat olmaya bak evlât, rahat olmaya bak. Zira O öyle büyük bir Allah’ki, kendine yönelenleri, tevbe eden, pişman olanları boş çevirmez. O, kapısına gidenlere, kapısını açan Kerim, Gafur, Rahman ve Rahim olan bir Allah’tır.

-Yani, beni kabul edecek mi?

-Elbette, sakın ümitsizliğe kapılma. Derslere başladın, bak göreceksin Allah’ı ve Rasul’ünü tanıdıkça çok sevecek­sin.

-Teşekkür ederim hocam, Allah razı olsun.

Bir müddet sustular. Osman hoca Murat’ın neler dü­şündüğünü merak ediyor, ama soramıyordu. Az bir müd­det sonra Murat yerin­den kalktı. Gökyüzüne baktı, ormana baktı. Müthiş görünüyordu kainat.. Karanlıkta biraz ilerledi ormana doğru. Osman hoca tedirgin bir şekilde, yavaş ya­vaş takip etti Murat’ı. Murat birden bağırmaya başladı:

-Ben, Seni seviyorum Allah’ım. Habibini de seviyorum. Ben seviyorum Seni. Seni bana tanıtmadılar, engel oldular, set çekti­ler, onun için dolandım sağda solda. Seni seviyo­rum, seviyorum seni. Buldum seni buldum, kabul etmesen de bir yere gitmeyeceğim. Kabul edene kadar kapındayım Al­lahım, Allah’ım, Allah’ım… Osman hoca yaklaştı, omu-zundan tuttu ve:

-Hadi, dedi hadi yat. Gecenin bir yarısında, herşey uyu­yorken biz secdeye kalkacağız. İsteklerimizi O’na arz etmek için, herkes herşey uyuyorken kalkıp, sadece O’na secde edeceğiz. Hadi yat artık.

Murat biraz rahatlamıştı. Sessizce döndü yatağına. Ne zaman uykuya geçtiğini bilmiyordu. Şefkatli bir elin, namaza çağırma­sıyla uyandı. Sabahın alaca karanlığında, ormanın derinliklerinde kuşların ötüşü, yaprakların hışırtısı anlayabi­lenler için, adetâ bir zikir yarışına girmiş gibiydiler. Ormana müthiş bir ahenk ve güzellik katıyorlardı sesleriyle.

Kamptaki gençler sanki özenle seçilmişlerdi. Herbiri ayrı ayrı güzel meziyetlere sahiptiler. Üzerlerinde birer Mu­ham­med’î gence yakışır vakarları vardı. Onların her bir hali Mu­rat’ın yeni bir Murat olmasına katkı yapıyordu...

Büyük bir şevkle kıldılar namazı. Namazdan sonra Mu­rat İslâm adına ilk dersini alacaktı. Grubun yol emiri Ahmet hoca kıldırmıştı namazı. Ne iş yapılırsa Ahmet hocaya soru­yorlardı. Murat arkadaşlarından birine:

-Ne demek Bu “Yol emiri” diye sormuş ve şu cevabı al­mıştı:

-Önderimiz Rasulullah buyurmuşlarki “Üç kişi dahi yola çıksa­nız, birini emir seçin”, yani başkan. Müslümanların ge­çici olan yolculuklarda bile başkansızlığı caiz değil. Ama biz, yıllardır başsızız. Ne büyük bir vebal...

-Başbakanımız var ya? diye sordu. Arkadaşı:

-Müslümanları temsil edecek bir başkanın, ancak ve an­cak Allah’ın Kitabını uygulaması gerekir. Kanunları Allah ve Rasulü’nden almayanlar bizim temsilcilerimiz olamaz...

Murat anlamamıştı, ama susmuştu. Arkadaşı kendinden emin bir şekilde söylüyordu söylediklerini. Ahmet hoca­nın konuşmaya başlamasıyla düşüncelerinden sıyrıldı.

Ahmet Hoca:

-Sevgili gençler, diyerek başladı konuşmasına. Hamd edip, âlem­lere Sultan olana salât ve selâm getirdikten sonra devam etti:

 -İlk dersimiz yaratılış hakkında olacak İnşaallah.

-Allah (c.c.) dünyayı yarattı. Ve onu dizayn etti. Yeryü­zünü ve gökyüzünü yıldızlarla donattı. Denizleri, karaları, dağları, ovaları, yerdeki böcekleri, havadaki kuşları, ağaçtaki meyve­leri, daldaki çiçekleri, herşeyi ama herşeyi mükemmel bir şe­kilde yarattı.

Bütün bu saydıklarımın herbiri kendi sahasının araştırma konusudur. Ama fizikçiler, kimyagerler, astronotlar, jeloji uzman­ları, denizin derinliklerine dalan dalgıçlar araştırdıkla­rında zerre kadar düzensizlik, dengesizlik göremezler. Bir mükemmellik var herbirinde.

Sevgili gençler,

-Sanki yeryüzüne bir misafir gelecek, bir konuk var da, müthiş bir hazırlık yapılıyor yeryüzünde. Adetâ herşey yerini almış, misafiri karşılamaya hazırlanıyor. Herbiri eksiksiz göre­vinin başında. Baksanıza; rüzgar esmem, yağmur yağmam, kuşlar ötmem, ağaçlar yemiş vermem demiyor, herbiri gele­cek misafirin rahat yaşaması için, kendisine veri­len görevi harfiyyen yerine getirmeye hazırlanıyor.

Sonra Allah (cc) insanı yaratıyor. Yeryüzüne gönderiyor bir görevli olarak, bir de görev yükleyerek. Yani “Halife” ola­rak. Peki bizden istenen nedir?

Yeryüzünde O’nun emirlerinin ikâmesi için çalışmak. Bize verdiği onca teçhizatı yani; ellerimizi, gözlerimizi, aklı­mızı, ayaklarımızı yani hepsini, ama hepsini O’nun adına, O’nun için kullanmak.

Her sabah kalktığımızda, verilen yeni fırsatı iyi değerlen­dirmeli, O’ nun adına, O’nun için yürümeli, 0’nun adına, O’­nun için bakmalı, O’nun için yaşamalı ve O’nun için ölme­liyiz. Bize verilen emanetleri; yani Kur’an ve sünneti, yani Şe­riatı, yani canlarımızı, evlatlarımızı muhafaza etmek için mücadele içinde olmalıyız. Ve Allah’ın dininin yeryüzüne hakim olması için, hiç ama hiç bir fedakarlıktan kaçmamalıyız.

Ne için yaratıldık ve nereye döneceğiz? sorusunu hep canlı tutmalıyız gündemimizde.

Sonunda hesap verileceği bir hayatın sahibiyiz. O’na döndüğü­müzde, bize sorulacak;Yeryüzünde kimin için yürü­dün? Kim için uzandı ellerin? Gözlerin kimin için, nelere baktı? Ayakların kim için yürüdü? Ya dilin kim için neleri ko­nuştu? Ya kalbin, kim için kimleri sevdi?

İşte insan bu süreçten mümkünü yok geçecek. Hazır­lansın ya da hazırlanmasın, inansın ya da inanmasın, bu he­sap bütün insanlığı beklemektedir.

Yiğit gençler, sevgili gençler! Bunca yıl sonra gelip, Muhammed’î olmaya karar veren güzel insanlar:

Bizler hesap gününü hesaba katarak yaşamak zorunda­yız. Tamam mı gencim? Evet sizi anlıyorum, herkes, herşey çok değişti. Ama biz, bizler olumsuz manada değişmeyece­ğiz, değişeceğiz lâkin, bu değişiklik Kur’an ve Sünnet ışı­ğında sürekli kemâle giden, Allah’a yaklaştıran bir değişiklik olacak. Öyle bir yaşayacağız ve İslâm’a öyle bir sahip çıka­cağız ki; bütün insanlık yeryüzüne acaba sahabeler mi geldi sanacak. Muhammed’î mesajı çağlara siz taşıyacaksınız.

Küfürle savaşınız, Tağut’la davanız, zulümle mücadele­niz, nef­sinizle mücadeleniz hiç bitmeyecek, tamam mı yiği­dim? Kur’an’ın ölülere okunan, ruhsuz, anlaşılmadan ra­ma­zanlarda okunmak için gelmediğini, O’nun bir hayat ki­tabı olduğunu, içinde hukuk, siyaset, ibadet, muamelat, ib­ret alınması için geçmiş ümmet­leri anlatan kıssalar, yani ta­rih kısacası, 0’na inanan için tek ve yegâne bir rehber oldu­ğunu unutmayacaksın.

Siyeri, yani Peygamberimiz’in hayatını iyi okuyacak, veri­len mesajları iyi anlayacak ve bu davaya öyle sarılacaksın. Onlar gibi, tıpkı ilkler gibi, sağa sola sapmadan, sadece on­ların izinde olacaksın tamam mı? Kimliğine, kimlik bilin­cine sahip olacaksın ve asla batılın karşısında ezilip büzülme­ye­cek, kapris yapmaya­caksın, anlaştık mı gencim anlaştık mı?

Ders bitmişti. Murat dersin nasıl geçtiğini hiç anlama­mış, bit­mesini de hiç istememişti. Grup arkadaşı Yunus’un omuzuna dokunmasıyla başını çevirdi. Yunus tebessüm ede­rek konuştu. Tebessümün sadaka gibi olduğunu duydu­ğun­dan beri, tebessümü hiç eksik etmiyordu yüzünden:

-Hocamızdan izin aldım, biraz dolaşalım mı?

-Tabi, olur. Ne tarafa?

-Yüzelli metreyi geçmemek üzere istediğimiz tarafa.

Yavaş yavaş yürümeye başladılar. Yunus kendinden bahsetti kısaca. İslâm’la nasıl tanıştığını anlattı. Küçük yaşta babasız kalmış, ayakkabı boyayarak hem eve bakıyor, hem de okuyordu. Yağmurlu birgünde başına muşamba geçir­miş, müşteri beklerken Ahmet hoca görmüş ve elinden tut­muştu.

Murat içinden”Çeken sadece ben değilmişim” diye ge­çirdi. Yunus:

-Şimdi dedi heyecanla, şimdi tek hedefim var.

-Nedir o? dedi merakla Murat.

-Şehit olmak. Biliyor musun Murat, ben şehit olmak istiyorum.

-İyi ama nasıl? Ülkemizde savaş yok ki?

-Bütün arz Al­lah’ın değil mi?

-Evet öyle.

-O halde, nerede olursa olsun, Allah’in hükümlerinin ikâmesi için savaşır ve vurulursam şehid olmam mı?

-Nasıl yani?

-Her savaşta vurulan, ya da her vurulan asker şehit ol­maz ki. Öyle olsaydı Amerika’nın vurulan askerleri de şehid olurdu. Şehit olmak için kestirme iki şart var.

-Nedir onlar?

-Birincisi, Müslüman olmak.

İkincisi; Savaşın Allah’ın kanunlarının yüryüzüne hakim olması için olması. Haa. en önemlisi de, bu niyetle çarpış­mak. Çünkü Müslüman olup da başka niyetlerle çarpışırsan yine de şehit olmazsın. Hem de iman açısından tehlikelidir.

-Ne? -Allah rızasından başka niyetler taşımak.

-Peki, sen nasıl şehit olacaksın?

-Çeçenya, Çeçenyaya gideceğim. Nasip olur da şehit olursam, hemen Önderim’in yanına gidip, ebedi mutluluğu yakalayacağım.

-Şehit olmak için illâ da oraya mı gitmek gerek?

-Hayır, saydığım şartlar olduktan sonra yer fark etmez, ama şu anda orada sıcak savaş var, onun için Çeçenya.

Murat birden kendinin ölüme gitmeye kalktığı günü ha­tırladı. Utandı, kendinden bile utandı. Mırıldandı:

-Demek ki O’na, 0’nun razı olduğu şekilde gitmek gerek.

Yunus:

-Ne dedin? seni duyamadım.

-Yok birşey, sesli düşündüm. Dönelim mi?

-Evet evet, dönelim. Başımızdaki emire itaat farzdır. Velevki hoşumuza gitmese bile. Kur’an ve sünnet ışığında olan tüm emir­lerine.

Kamp süresince onyedi yaşındaki Murat yeniden doğ­muştu. Gözler­indeki sis perdesi, cehaletin örttüğü perdeler kalkıyor, perdeler kalktıkça Murat yeni bir Murat oluyordu, hakikatlerle yüz yüze geliyordu.

Hocasının anlattığı derslerden çok şey kazanmıştı. Hz Mus’ab ın hikayesinden çok etkilenmişti. Hz Bilâl’in hikaye­sinden de. Sahabeleri ilk kez duymuştu. Herbiri birer kahra­mandı, herbiri birer ışık. Hep sahte kahramanları ta­nımıştı şimdiye kadar.

Gerçek kahramanlar hep kaçırılmıştı gözlerden.

Kamp toplandığında, sırt çantasını omuzladı Murat ve arabaya binmeden dönüp kamp yaptıkları yere baktı. Duy­gulandı, bu yeri hiç unutmayacağım diye düşünerek söy­lendi:

-Elveda yeniden doğduğum yer… Elveda, Mus’abların, Bilâllerin yolunu sürdürmeye and içtiğim yer… 0rada, öte­lerde, âlemlere Rahmet olanın yanında bana şahitlik etmen dile­ğiyle hoşçakal...

Geliyorum anne, geliyorum. Oğlun geliyor. Murad’ın ge­liyor, yeniden doğdum, geliyorum...

Yapılan bir kaç saatlik yolculuktan sonra Murat eve ulaş­mıştı. Heyecanla dokundu evin ziline. Sanki bir gariplik vardı evde. Akşam olmasına rağmen, annesi ışık yakma­mıştı he­nüz. Tekrar dokundu zile. Tam o sırada bahçe ka­pısından dayısı göründü ve:

-Muraaat, Muraat diye seslendi. Murat döndü, içine ür­perti girmişti:

-Efendim dayı diyerek cevap verdi.

-Şeyy, an­nen bizde, ben de seni almaya geldim.

-Neden? Ben de sanıyordum ki…

-Ne sanıyordun?

-Annem beni evde karşılar.

-Ufak bir sorun var. Yoksa o da isterdi seni evde karşılamayı

Murat’ın yüreği ağzına geldi:

-Yoksa, yoksa anneme bir şey mi oldu?

-Ufak bir rahatsızlık geçirdi. Sen yoksun diye, bizde eve götürdük.

-Annannem yanındaydı ya? Nesi var annemin?

-Gidince görürsün, önemli değil, gidelim beraber gelir­siniz. Hadi gidelim mi?

-Şu çantamı bırakayım. Dedi ve akşam namazını kılma­dığını hatırladı. Dayısına:

-Akşam namazını kılmam gerekiyor, içeri gelir misin? Dayısı şaşırdı:

-Öyle mi? diye kekeledi.

-Evet, annemin duaları kabul oldu. Nasıl sevinecek kimbilir? Ben, yeniden doğdum dayı, aklı olan ölü yaşamaz, ot gibi yaşamaz. Denesene, mükemmel bir şey…

Çantasından çıkardığı anahtarla kapıyı açarken. dayısı içinden mırıldandı :

-Yazık ki, annen bu mutluluğu anlayamayacak, yaşa­yamayacak....

Namazını kıldı. Kendini namaza verememişti. Kampda kıldığı namazla, şimdi kıldığının aynı hazda olmadığını an­ladı. Annesi kafasına takılmıştı. Yine de acele etmeden ya­vaş yavaş kıldı namazını. Çünkü namazın din konusunda ince bir çizgi olduğunu, namazsız müslüman olunamayaca­ğını öğ­renmişti artık.

Namazını bitirdi, aceleyle çıktılar evden. Dayısının taksi­sine bindiler. Murat şaşırdı. Çünkü dayısı başka yollara sapı­yordu, evin sokağını geçtiklerin­de, Murat telaşla sordu:

-Nereye gidiyoruz? Dayı Allah için söyle, neler oluyor?

-Telaşlanma, ablam hastahanede şu an.

-Nesi var? diye bağırdı Murat.

-Bir şok atlattığını söylüyor doktorlar, hayatı tehlike at­la­tılmış, yalnız.

-Yalnız ne ne olmuş, niçin şok yaşamış?

-Belki konu­şamayabilirmiş.

-Ne olmuş ama? Aman Allah’ ım... Murat ağlamaya başladı. Dayısı üzgün ve bir o kadarda şaşkın. Bu gamsız çocukmuydu. Murat ne yapacağını bilemez bir durumda tek­rar sordu:

-Dayı, ne oldu, neler oldu? Lütfen söyle Nasıl oldu?

-O gün annem pazara çıkmış, annen evdeymiş, döndü­ğünde yerde yatarken görmüş, ağzından köpük geliyor­muş. Haber verdi hemen hastahaneye götürdük.

-Anam canım anam, senin mutlu olacağın bir haberle gelmiştim. Elele verip, İslâm için mücadele edecektik, senin yüzünü güldüre­cektim.

Nihayet hastahaneye vardılar. Hızla çıktılar merdivenleri. Çok yormamak kaydıyla Zahide’nin yanına girmelerine izin verdi doktor. Zahide, oğlunu gördüğünde gözleri ışıldamıştı. lâkin sadece bakmış, bakabilmişti. Kimbilir kucaklayama­manın acısıyla iki damla gözyaşı boşalırken gözlerinden, Mu­rat’ın çığlığı ortalığı çınlattı. Hemen çıkardılar dışarı. İkinci bir sarsıntıda kaybederiz diyordu doktorlar...

Ertesi gün pazartesiydi. Murat okula gitmedi, hastaha-nenin koridorundan ayrılmıyordu. Fırsat buldukça anasının yattığı odanın kapısına gidiyor, içi yana yana ana­sına bakı­yordu. Haberi alan Ahmet hoca, Osman hoca ve kamp ar­kadaşları hemen hastahane­ye koşmuştu. Vakıftaki hanımlar ise, refakat için sıraya girmiş, Zahide’nin hür türlü ihtiyacını zevkle yerine getiriyorlardı. Tek amaç­ları kardeşlik imtiha­nından yüz akıyla çıkmaktı…

B

 

ir hafta sonra…

Murat hastahaneden hiç ayrılmamış, bankın üze­rinde yatıp kalkmıştı. Namazını hastahanenin mescidinde kılmış, o sırada müslüman bir doktorla tanışmıştı. Doktor abi dediği, doktor Süleyman’ı çok sevmişti. Doktor abisi de bu gençle ilgilenmişti.

Salı günüydü, annesini hastahaneden çıkaracaklardı. Geçirdiği rahhatsızlık sebebiyle Zahide artık konu­şamaya­caktı. Konuşsa bile abuk subuk kelimelr konuşa­caktı. Dok­torların tanısı buydu.

Murat annesinin taburcu işleriyle uğraşırken, isminin anons edildiğini ve girişteki danışmaya gelmesinin gerekti­ğini duydu. Danışmaya geldiğinde hafif sakallı bir genç:

-Murat kardeş sizmisiniz? diye sordu.

-Evet, benim. Siz kimsiniz?

-Ben vakıftan geliyorum. Adım, Adem. Taksi getirdim. Ablamız çıkacakmış bugün.

-Zahmet olmuş, dayımın taksisi de vardı.

-Zahmet olur mu? Kardeşlik görevimiz.

Zahide’yi çıkardılar. Eve vardılar, vakıftaki hanımlar er­kenden gelmiş, evi temizlemiş, yemek yapmış, Zahide’nin yatağını düzenlemişlerdi. Murat bu kadar iyiliğin altında ezili­yordu.

Zahide’yi itinâ ile, incitmemeye dikkat ederek yatağına yatırdılar. Evden ayrılacakları zaman Münevver hanım, Murat’ a seslendi kapının arkasından:

-Murat oğlum, biz gidiyoruz. Annene iyi bak, gerçi an­ne­annen de burada. En ufak bir ihtiyaçta vakfa haber ver­meyi unutma. Sakın çekinme, çünkü bizler kardeşiz. Aynı can, aynı cananız.

-Sağolun Münevver teyze, sağolun. Söyler misin teyze-söyler misin bana? Tam bulmuşken kaybetmenin adı nedir?

Murat ağlıyordu. Münevver hanımın içi sızladı, titrek bir sesle:

-Sabır evlâdım, sabır… Bunun adı imtihandır. İmanın imtihanı­dır bu. Tıpkı ilkler gibi boyun eğmek düşer bize. Bilâller, Mus’ab’lar gibi. İman ettim demek kolay değildir be Murat, bedel gerektirir, isbat gerektirir. Ama herşeyin düze­leceğine dair inancını yitirme. Allah’a emanet ol.

-Güle güle, duanızda unutmayın teyze, duanızda unut­mayın annemi...

Hanımlar çıktılar oldukça üzgündüler. Ama teslimiyet ruhuy­la boyun eğmek gerektiğinin bilincindeydiler.

Hanımlar gidince Murat, hemen annesinin yanına gitti. Sadece bakıyordu Zahide. Konuşulanları anlamıyor, sadece bakıyordu.

Ahh, konuşmak ne büyük bir nimetti. Ya akıl? insan bir ömür şükretmeye kalksa ödeyebilir miydi hakkını? Nasıl öde­yecekti ki, zira şükrederken bile gücü yine Allah veriyordu. Ya bir de Allah’ın yarattığı aklı ve diğer organları Allah’ın iste­diği gibi kullanmayıp, isyan da ediyorlardı. Bu aklın kâ­rımıydı...?

Murat anasının elini tuttu, öptü, öptü, öptü:

-Anne dedi titrek bir sesle, annem benim, ben varım sen hiç üzülme, ben sana bakacağım. Şimdiye dek hep çilemi çektim şimdi sıra bende, söyle birşeyler söyle bana, yemek getireyim mi?

Annesi sadece baktı oğluna, sadece baktı. Murat işaretle konuştu annesine. Annesi sadece başını salladı, “Hayır” an­lamın­da. Anneannesi yarın gelicekti. O gece, annesinin ya­tağının başında sandalyede sabahladı. Kafası bomboş ol­muştu sanki, hiç bir şey düşünemiyordu. Ne yapmalıydı, na­sıl yapmalıydı? Bilmi­yordu, bilemiyordu… Şu an tek bil­diği şey isyan etmemesi gerekti­ğiydi…

Sabah olmuş, ezanlar okunmaya başlamıştı. Kalktı pen­cereyi aralayarak dışarı baktı. Muhteşem bir hava vardı, manzara eş­sizdi. Güneş nazlı nazlı doğmaya hazırlanıyordu. Yeryüzü ise pür dikkat doğum olayına şehadet ediyordu. Sa­dece arada bir bazı kuşların sanki “Ha gayret”dercesine cıvıl­tılarıydı sessiz­liği bozan.

Murat şimdiye kadar bu gözle bakmamıştı, bakamamıştı kâinata. Hocasının okuduğu âyeti hatırladı: “îman edenlere daha vakit gelmedi mi ki kalbleri zikrullâh ve nazil olan Kur’an ile huşu (korku, yakınlık ve huzur) bulsun”. (Hadid: 16) Hocası bu ayeti okumuş ve kâinatta herşeyin Allah’ı zikrettiğini söylemişti. Biz demişti, söyleyin bana, ya biz ne kadar zikrediyoruz? Ne ka­dar “Zikr” nedir?” diyebiliyoruz Konuşma özelliği olan bizler, ne kadar zikretme­liyiz, ne kadar hakkı anlatmalıyız...

Gözü bahçeye kaydı ve bir noktada takılıp kaldı. Bütün vücudu adetâ gerilim geçirmeye başladı. Bütün tüyleri diken diken olmuştu. Saçlarına sanki biri asılmış, gökyüzüne doğru çekişti­riyordu. Gördüğü manzara karşısında cezbe­lenmişti. Bu hale daha fazla dayanamayarak bağırmaya başladı:

-Allah’u Ekber, Allah’u Ekber, inandım Sen’den başka büyük yok. Allah’u Ekber, Seni tesbih ederim. Allah’u Ekber Seni tenzih ederim.

Murat annesinin ektiği soğanları, kıvırcıkları izlerken gözü, yeni yapraklanan ağaca kaymış ve ağacın dalında sa­dece iki yaprakta takılıp kalmıştı. İki yaprak sanki “Yeryü­zünde herşey Allah’ı tesbih eder” âyetini tefsir edercesine sal­lanı­yor ve titriyorlardı. Murat, ağacın öteki yapraklarına baktı, et­rafa baktı rüzgardan eser yoktu.

Gözleri yaşla döndü pencereden, annesi uyuyordu. Abdest alıp, namazını kıldı, açtı ellerini duaya. Artık sığına­cağı yeri ve sığınılması gereken kapıyı biliyordu...

Seccadenin üzerinde hafif uykuya dalmıştı ki, kapı çaldı.

Kalkıp kapıyı açtı, gelen anneannesiydi. Ağlamaktan gözleri kıpkırmızı olmuştu. İlk sözü:

-Annen nasıl?diye sormak oldu. Murat yorgun ve bit­kindi. Cevap verdi:

-Uyuyor.

-Gece bakabildin mi?

-Hiç uyumadım.

-Ahh, benim dertli oğlum. Pardesüsünü çıkarırken Mu­rat’a:

-Sen git yat, ben kahvaltıyı hazırlar seni çağırırım, dedi.

-Tamam dedi Murat, uysal bir sesle. Ve uzanmak için oturma odasına gitti. Çekyata uzandı. Ayaklarını uzattığında, ayağına bir şey battı. İğne zannederek doğruldu, ayağına batan kalemdi. Ve yanında da bir ajanda defteri vardı. Ajan­dayı aldı, annesinin günlüğüydü bu. Bütün uykusu kaçmıştı. Hemen defteri açtı, odanın kapısını sessizce kitledi, oturdu çekyatın üzerine. Son yazdığı sahifeyi açtı, belki annesinin hastalığına sebebiyet veren sebepler hak­kında ipucu bulu­rum diye düşünerek, okumaya başla­dı:

-Nuran’ım;

Bir bilsen seni nasıl özledim. Çok özledim seni, seni çok özledim...

Hasretinle birlikte içimi kavuran bir şey daha var. O da Rabb’ını tanımadan bir hayat yaşıyor olma ihtimalin. Bu dünya­nın cefâsı geçici, seni orada göremezsem, ya ayrı dün­yanın insanlarıysak...? Nuran’ım!

Biliyor musun, abin artık bir mü’min, bir müslüman. Na­sıl mutlu oldum bilemezsin. Elbette ahirete inanan her ana­nın yüreği, ço­cuklarım ateşte yanmasın, diye atar. Nereler­desin? Ha acaba…

Acaba nerelerdesin? Birgün çıkıp gelmez misin? ya da, ya da bir haber uçuramaz mısın? Yoksa anacığını özlemedin mi? Nuran’ım nerelerdesin...?

Murat uzun zamandır unuttuğu kardeşini hatırladı. Göz­leri, Murat’a isyan edercesine habire akıyordu. Ajandanın yaprağını çevirdi, okumaya başladı:

Allah’ım Hamd Sana’dır. Hamdler Sana’dır. Sen benim ilahımsın. Sen’den başka ilah, yani kanun koyan, yani yö­ne­ten tanımıyo­rum. Bütün hüküm Sen’in, hüküm bütünüyle Sen’indir.

Bana Murad’ımı bağışladın. Ey alemlerin sahibi kızımı da buldurur musun? Nerede olursa olsun kendine kul eyler mi­sin? İlahi Sen’in yolunda olsun görmesem de olur. Kızıma hidayet lütfeder misin?

Murat bir yaprak daha çevirdi,

“Efendim” diye başlıyordu yazı. Murat daha bir dikkat kesti. Bu kimdi acaba?0kumaya devam etti:

-Efendim;

Bir bilsen seni nasıl seviyor ve Seni nasıl özlüyorum. Ben biliyorum, Sana layık bir ümmet değilim, olamadım, güçsüz ve sahipsizim. Sen’in sevginle büyütmediler bizi. Sen’i tanıt­ma­dılar bize, sağda solda dolandık durduk Sen’i tanıyana kadar.

-Efendim;

Sana salât ve selâm olsun. Bütün selâmlar sana olsun.

Ahhh, nasıl gelmek istiyorum Medine, bir bilsen. Nasıl gelmek istiyorum, huzuruna girip:

-”Efendim, ben geldim, ben geldim Efendim. Layık olmasamda Seni selamlamaya, huzuruna girmeye yüzüm olmasa da, yinede geldim. Merhamet timsâli olan Sen, se­lâmımı almaz mısın?

Bu yıl can dostlarımdan gitti bir kaçı. Ben, yine boynu bükük, el salladım onlara ve dedim ki “Ne olur, ne olur selâmımı söyleyin? 0’nun huzurunda beni unutmayın, dedim. Yine gelemedim Efendim… Yine gelemedim… Ama umu­dumu yitirmedim, belki, belki başka bir zamana, belki başka ba­hara...

Ahhh;

Annelerimiz;

Sen’inle büyütselerdi bizi. Hep Sen’i anan şarkılar söyle­selerdi ninnilerinde.

 Babalarımız;

Her oturuşta Sen’i fısıldasalardı kulaklarımıza. Sen’i an­latsalardı bize gece hikayelerinde.

Öğretmenlerimiz;

Ahh, öğretmenlerimiz Sen’i öğretselerdi bize… O küçü­cük beyinle­rimizin kirlenmesine izin vermeselerdi. Davanı anlat­salardı bize… Ve ötelerde olsan bile, bizden haberdar edildi­ğini söylese­lerdi. Hadi topyekün O’nun davasına sarıl­mak için andlarınızı yenileyin deselerdi.

Ve;

And içirselerdi; heryerde, her zaman Mü’min’liğin gere­ğini yapma­ya. Doğruluğun, çalışkanlığın, mutluluğun sa­dece sana tabi olmakta olduğunu anlatsalardı. Sonra, sonra yasa olarak, Allah’ın yasası­ndan başka yasa olmadığını haykırtsa-lardı.

Velhâsıl bilemedik Seni Efendim. Bildirmediler bize… Yu­var­landık durduk hep. Seni bulana kadar çok zaman geçti Efendim. Yine de bulduk ya, Seni buldurana hamdler olsun. Sana’da binlerce selât ve selâm olsun.

Murat kanının donduğunu hissediyordu. “Canım anam, Allah seni sevdiğine kavuştursun. Değil mi ki, herşey O’nun kudret elinde” diye dua etti ve sahifeyi çevirdi:

Bugün aylardan Haziran; yıl, 2002:

Siyerden dersimi çalıştım. Güzeller güzelinin hayatından bir kesit daha okudum. Taif idi konu. Taif, ahh Taif;

Düşünüyorum, kafamı çatlatırcasına. Acaba diyorum Taif’in mesajı nedir? diye.

Nasıl taşladınız O’nu? Beddua mı etmeliyim taşlayan­lara? Ama bakıyorum âlemlere Rahmet “Bilmiyorlar Allah’ım, bilseler yapmazlar” diyor.

Peki ben, Bugünün müslümanı, Taif’i okurken sadece ağlamalı mıyım? Sadece gözyaşı mı dökmeliyim? Yoksa hiç bitmeyecek Taiflilere karşı Zeyd mi kesilmeliyim?

Acaba evlerine Hz. Muhammed’in (s.a.v) sünnetini sokmayan­lar, devletleri­nde O’nun getirdiği sistemi istemeyenler, 0’ nun mesajına yasak koyanlar taşlamış mı olurdu onu?

Ya ben, ben nerede duruyordum. Canım pahasına de­ğil, kınanma ve alay edilme pahasına Zeyd kesile­biliyor muyum?

Yoksa, yoksa evlerinin başköşesine televizyonu yerleşti­renler fark gözetmeden heryeri, herşeyi izleyenler O’nun sün­netini kapıya koymuş, O’nun sünnetine kapılarını kapatmış mı oluyordu? Söz veriyorum Allah’ım, söz veriyorum Sana, kâlu belâdaki gibi söz veriyorum. Yalnız başıma kalsam da, kalsam da tek başıma yine de, yinede modernizmin çarkına düşmeden, çağdaş fikir akımla­rına kapılmadan, İslâm’dan başka hiç bir sisteme ve yönteme tenezzül etmeden, Asrı saadetin anlayışıyla anlayışımı, yaşayışıyla yaşayışımı, sitil­leriyle sitilimi hiç ayırmayacağım.

Yani Zeyd’in yanında, Zeyd’ in hizmetçisi olarak yaşa­maya çalışacağım…

Murat annesindeki iç derinliğine hayran kalmıştı. “Ne yapmalıyım? Allah’ım çaresizim çâre Sen’sin. ne kadar aci­zim, beni bırakma. Lütfen tut elimden. Seni bulmuşken başka yollara sapmama izin verme” diyerek dua etti.

Artık gözlerine gücü yetmiyordu. Kapattı ajandayı uzandı çekyata. Az sonra derin bir uykuya daldı.

Ü

 

ç ay sonra;

Okullar bir aydır kapanmış, Murat liseyi bitirmişti. Kafasındaki düşünceler gitgide netleşiyordu. Nuran’ı bulma­lıyım, ama nasıl? diyordu. Anneme bundan daha büyük bir hediye olamaz, anneme bu süprizi yapmalıyım, diye düşünü­yordu.

Vakıfla sürekli irtibat halindeydi. Hocasıyla da sürekli gö­rüşüyor, derslerine katlıyor, kendini yeniliyordu. Ücretli ola­rak da vakfın kütüphanesinde çalışıyordu. Vakfın verdiği maaş evi geçindirmesine yetiyordu.

Günlerden Cuma idi. Namaz vakti yaklaşınca Murat kü­tüp­haneyi kapattı, derse yetişmek için yola koyuldu. Cuma sa­atinden isti­fadeyle Ahmet hocanın yaptığı sohbete genel de gençler katılı­yordu. Murat mescide vardığında iki rekat tahıyyetul mescit namazı kıldı. Yazdığı notu hocasının rahle­sine koyarak, boş bulduğu yere oturdu. Arkadaşlarıyla se­lâmlaştı. Hepsi birşeylerle meşguldü. Kimisi tesbih çekiyor, kimisi Kur’an okuyor, kimisi ise tefekküre dalmıştı. Murat da düşüncelere daldı. Hocasıyla konuşacaktı. Nereden başla­ması gerektiğini düşünüyordu. Ahmet hoca mescide girdi­ğinde, herkeste ufak bir toparlanma oldu. Hoca takva sahibi bi­riydi. Sünneti seniyeyi oldukça dikkat ederek yaşamaya çalı­şıyordu.

Hoca yerine oturdu. Rahlesindeki kağıdı okudu. Kağıtta şöyle yazılıydı: “Hocam, ben Murat. Vaktiniz varsa, sizinle ko­nuşmak istediğim bir konu var. “Hoca başını kaldırdı, Mu­rat’a bakarak gözleriyle “Evet” işareti yaptı.

Hoca sohbetine başladığında, gençlerin elinde kalem kağıt, pür dikkat hocayı dinliyorlardı. Konu cemaatin önemi ve davetçinin engelleriydi. Unutmayın demişti hocaları, nef­siniz en büyük engeldir. Siz bu engeli aşarsanız, zoru ba­şar­mış olursunuz. Bunun için nefsin oyunlarını iyi bilmek gere­kir. Nefis, beraber iş yapmaya engeldir. Onun için nefsi iyi tanımak zorunluluğu vardır. Gençler! Gece ibadetine önem vermek zorundayız. Nefsi terbiye eden en büyük et­menler­den biridir gece ibadeti. Bizden öncekiler bütün geceyi uy­kuyla geçirenler için şöyle demişler­dir “Kişinin gü­nahı ağırla­şınca, gece namazına kalkmaz, kalkamaz”

Murat’ın hocasının sohbetinden seçebildiği ifadeler bunlardı. Sohbet bittiğinde namaz vakti gelmişti. “Hayyales-salah” nida­sıyla kıyama kalkıldı. Murat Rabbına niyaz etti: “Allah’ım kalkış nasib et. Bize gerçek kıyamlar nasib et!!!”

Namazdan sonra herkes dağılmış, mescitte Ahmet hoca ve Murat kalmıştı yalnızca:

Murat, hizmet ehli insanların vakitlerinin boşa harcan­maması gerektiğinin bilincinde olarak, konuşacaklarını ön­ceden tasarla­mıştı. Annesinin durumunu ve Nuran’ı anlattı. Hayatından ilk kez bahsediyordu. Özgeçmişini kısaca an­lattı. Ahmet Hoca az bir şeyler biliyordu Murat hakkında. Bu de­taydan bayağı etkilendi. Sormak istediğini de merak etmeye başladı. Murat kendinden emin bir sesle sordu:

-Kardeşimi bulmak istiyorum, ne yapmalıyım?. Anne-min durumu iyiye gidiyor. Belki onu görürse iyice açılır. Hem açılmasa bile bulmak istiyorum. Murat susunca, ho­cası ko­nuştu:

-Seni anladım evlâdım. Lâkin bulduğun zaman umma­dığın şeylerle karşılaşabilirsin. Elbette bulmalıyız, ama her türlü hale hazır olmalıyız. Beni anlıyor musun?

Murat’da bu ihtimali düşünmüştü “Evet” dercesine sal­ladı başını.

Hoca devam etti konuşmasına:

-Bunu, büyüklerimizle istişare edelim. Vakıf yetkilileri­mize danışalım, seni haberdar ederiz, inşaallah.

O günden sonra Murat gelecek haberi iple çekmeye başladı. Aradan onbeş gün geçmişti ki, yine Cuma günü sohbette, hocası:

-Seninle görüşelim demişti.

Murat heyecanlanmıştı. Kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. Nitekim hocası sohbetten sonra:

-İnşaallah, kızımızı arayacağız. Murat’ın gözleri ışıldadı:

-Allah razı olsun hocam, verin ellerinizi öpeyim dedi he­yecan­la. Estağfirullah evlât. Sen, bizim bir parçamızsın. Biz kardeşiz. Birimizin derdi, hepimizin derdi olmalı. Vakfımızın İstanbul şubesine gideceksin, misafirhanede kalacaksın. Oradaki arkadaş­lara bilgi verildi, seninle ilgilenecekler. Ye­tim yuvasından başlayarak elinizden geleni yapacaksınız. Allah’ın yardımı sizinle olsun. Amma, mü’minliğimizi unut­madan, karşılaşılabilecek olumsuzluklara hazırlıklı olmalıyz. Gözün arkada kalmasın, çünkü Münevver bacımız, annenle ilgilen­mesi için görevlendirildi.

-Allah razı olsun hocam. Sizlerle tanıştırdığı için Rabbı-ma sonsuz hamdler olsun.

Ü

 

ç gün sonra…

Vakıftaki müslümanlar Murat’ı içtenlikle karşıladılar. Mu­rat geliş sebebini izah etmeye kalktığında nur yüzlü, ak sa­kallı Salim dede:

-Biliyoruz evlât. Hiç bir şey anlatmana gerek yok. Yarın inşaallah Emin beyle beraber yuvaya gideceksiniz. Murat, Emin beye baktı. Gerçekten de kendinden emin görünü­yordu. Gülümsedi Murat’a ve:

-Merak etme dedi, İstanbul kazan, biz kepçe dolaşaca­ğız. Murat tebessüm etti. Cebinden çıkardığı zarfı Salim de­deye uzatarak:

-Lütfen bunu buyurun masraflar için dedi.

Salim dede, tatlı tatlı kızarak:

-Koy onu cebine evlât, biz misafire kendin pişir kendin ye,demeyiz. Bilmezmisin ki bizde misafire ikram ibadettir.

-Olmaz muhterem, lütfen.

Salim dede:

-Eğer cebine koymazsan ilk ikramım dayak olacak. Gü­lüştüler. İman ne büyük bir nimetti. Okumayan, bilme­yen, yaşa­mayan nereden anlayacaktı.?

Beyaz taksi “Sadık tekstil” fabrikasının önünde durdu. Taksiden inen Emin bey, bekçiye:

-Hüseyin Özbay ile görüşecektik, dedi. Bekçi sordu:

-Rendevu var mı?

-Hayır.

-O zaman biraz zor. İçeri telefon etmem lazım. Burada ve müsaitse olur. Bu iş yerindeki işçilerin hemen hemen hepsi, özel işlerini iş saatinde görüşmezler.

O sırada fabrikanın kapısında siyah bir taksi durdu. Bek­çinin hareketlerinden anlaşıldığına göre, gelen önemli bi­riydi. Arabadan inen sakallı genç:

-Selâmun aleykum diyerek selâm verdi ve ardından sordu:

-Nasıl yardımcı olabiliriz? Adım Salih, buranın emanetçi­siyiz. Emin bey sevinmişti:

-Hamd âlemlerin Rabb’ına olsun. Biz, Darul Erkam vak­fından geliyoruz dedi.

-Öyle mi, hoşgeldiniz, sefâ getirdiniz. Vakfın bir ihtiyacı mı var?

-Hayır. Daha özel bir sebepten buradayız.

-Girelim, ofise geçelim, konuşuruz. Buyurun, buyu­run lütfen.

Murat’da taksiden indi. Fabrikaya girdiler. Salih beyi gö­renin yüzünde sevgiden kaynaklanan bir tebessüm oluşu­yordu. Beş dakika sonra, Salih beyin odasında idiler. Salih bey hemen çay ikram etti. Çaylarını içerken, Emin bey olayı kı­saca hikaye etti. Yuva­ya gittiklerini, oradan Hüseyin’in eski evlerine, oradakilerin de Hüseyin’in burada çalıştığını, onunla Nuran’ın izi hakkında konuşacaklarını anlattı. Üç gündür başladıklarını, önemli bir ip ucu bulamadıklarını anlattı.

Salih bey etkilenmişti. İnsanlığın perişanlığının sebebi belliydi, ama o çatıyı oluşturacak insanların yetişememesi yüzünden, insanlığın derdine çare olunamıyordu.

-Hüseyin bir kaç yıldır burada çalışıyor dedi. Onun da Hasan isminde bir kardeşi kayıp.

Murat:

-Hasan da mı kayıp? dedi üzüntüyle.

-Evet, tanıyor mu­sunuz?

-Evet, aynı yuvada kalmıştık. Bulamayacak mıyız yoksa?

-Umudunu yitirme.

Hüseyin’i beklerken, odanın duvarları Murad’ın dikkatini çekmiş­ti, göz gezdirdi ve içinden söylendi:

-Allah’ım mü’min ve muttaki olmak ne büyük bir şey. Şuraya bak Murat, adamda hiç fabrikatör havası, patron edası yok. Çaycı­sına, hizmetçisine ne güzel davranıyor. Ya şu büronun sadeliği? Hz Ömer’in “Adalet mülkün temelidir” sözünü yazıp asmış okuya­bileceği bir yere. Bir duvara “Mülk Allah’ındır, ey nefsim sakın aldanma” diğer bir tabela tam kar­şısında “Size verilenlerden hesaba çekileceksiniz” meâlinde bir âyet. Murat bunları düşünürken, Hüseyin kapıyı tıklatarak girdi içeri.

-Hoşgeldiniz dedikten sonra:

-Buyur Salih abi beni çağırmışsınız dedi Salih beye.

-Oturur musun? dedi Salih ve sordu:

-Bu beyleri tanıyor musun? Hüseyin baktı. Tanıyama­mıştı. Endişeyle:

-Hayır dedi. Korkuyordu, sanki bir gün biri çıkacak, ya­kaladık­ları huzuru ellerinden alacaktı. Murat:

-Ben, çocuk esirgemeden Murat dedi.

Hüseyin ani bir hareketle yerinden fırlayarak sarıldı Mu­rat’a

-Vayy, kardeşim sen misin? Sen Murat mısın? Hamd ol­sun sende doğru yolu bulmuşsun.

-Nasıl oldu? Beni nasıl buldun?

-Uzun hikaye,Buraya Nuran’dan bir haber alabilmek umuduyla geldik.

-Nuran için mi?

-Hüsna ile arkadaştılar.Belki bir ip ucu yakalarız.

-Sanıyorum,bir ara bahsetmişti.

-Peki,nasıl görüşebiliriz? Yarın sana uğrasak. Salih bey araya girdi:

-Yarına gerek yok,şimdi hallederiz,deyip eşine telefon açtı. Yarım saat kadar sonraydı, telefon çaldı. Murat’ın yüreği ağzına gelmişti. Pür dikkat dinledi telefonu. Telefonu kapat­tıktan sonra, Salih bey:

-Bir yıl önce aramış,ama adres vermemiş, Okuduğunu ifade etmiş, hepsi o kadar. Maalesef hepsi bu kadar.

Henüz lafını bitirmişti ki, telefon tekrar çaldı. Arayan eşiydi ve Hüsna’nın sonradan hatırladığı bir bilgiyi aktarı­yordu:

-Bursa’da Gazi lisesi.

Murat içten bir:

-Elhamdülillah, dedi. En azından bir şehir adı geçirmişti eline.

Tekrar görüşmek dileğiyle ayrıldılar Hüseyin’den. Hüse­yin dış kapıya kadar uğurladı eski dert arkadaşını. Sarıldı Mu­rat’a ve kulağına fısıldadı:

İnşaallah, benim gibi aradığına pişman olmazsın.

-Nasıl yani?

-Hasan’ı aradım ve buldum. Bulmaz olaydım. Ne sen sor, ne de ben söyleyeyim. Ama duymamış ol. Ne anneme, ne de Salih beye bir şey söylemedim, söyleyemezdim, zaten artık kardeş de sayılmazdık.

Hüseyin, Hasan’ın çirkef hayatından daha fazla açıklama yapmadı.

Yapamadı.

Murat:

-Kim bütün bunların suçlusu biliyorsun değil mi? diye sorun­ca, Hüseyin cevap verdi:

-Bilmez olur muyum, bilmez olur muyum? Hakikati görmemizi engelleyen herkes...

Sarılarak vedâlaştılar. Hasan’ın durumundan etkilenen Murat, Nuran’ı aramaktan vazgeçmedi. Bulacaktı, elinden tutabilirse tutacaktı, olmazsa herkes kendi yoluna giderdi...

Vakıftakilere teşekkür ederek ayrıldı vakıftan. Adapaza-rına döndü. İlk olarak annesini görmek istiyordu. Zile do­kundu, anne­annesi açtı kapıyı. Murat hemen sordu:

-Annem nasıl?

-Kaç gündür, bakışları kapıya kilitlendi. Sadece kapıyı gözlü­yor, sadece...

Murat hemen annesinin odasına girdi. Zahide yine ka­pıyı gözlü­yordu. Murat’ı görünce, gözleri ışıldamıştı birden:

-Allaaah, diye bağırdı. Murat annesine sarıldı, sarıldı:

-Korkma anam benim, sakın korkma, ben, seni hiç bı­rakmayacağım, dedi.

Zahide o günden sonra “Allah” lafzını söylemeye başla­mıştı, Murat: seviniyordu, annesi artık “Allah” lafzını söyleye­biliyor­du. Doktorların söylediğinin aksine, en anlamlı sözü söylüyordu Zahide.

Ertesi gün hemen vakfa gitti. Sorumluyu bulup, durum hakkında bilgi verdi. Ve işinin başına döndü. Yorgun, bitkin ama umutluy­du.

Ü

 

ç gün sonra…

Murat evin ihtiyaçlarını almış, eve bırakmış ve Bur­sa’nın yolunu tutmuştu. Bursa’ya vardığında, yine Vakıfın şu­besine uğramış, ayarlanan avukatla Gazi lisesine gitmişlerdi. Okulun bağlı bulunduğu milli eğitim şube müdürlüğüne git­tiler. Avu­kat Metin bey konuştu müdürle. Sonunda Nuran’ın izi bulunmuştu, ama Nuran bu okuldan mezun olalı iki yıl olmuştu. Murat yine umudunun yeşerdiği yerde, kurudu­ğunu hissetti. Başı çatlayacak gibi ağırıyordu. Vakfa dönüp dinlenmeliyim, anamın bana ihtiyacı var diye düşüne­rek döndü vakfa.

Akşama kadar namaz saatleri hariç yatarak geçirdi. Bir şey düşünemiyor, düşünmek de istemiyordu. Akşam üzeri yattğı odanın kapısı çaldı. Kalkıp açtı Murat, mütebessim bir genç kapıda duruyordu:

-Selamun aleykum, adım Enes, misafirhanede arkadaş­lar toplandı, tanışmak için bir program düzenlendi, seni da­vet etmek için geldim, gelir misin?

Sıkıntılıydı, ama gitmeliydi. Hazırlanıp indi. Sıkıntısıyla kimseyi rahatsız etmemek için azami gayret sarfediyordu. Sofra kuruldu. Program sorumlusu ilk önce kendini tanıttı, ardından:

-Buyurun, herkes sırayla kendini tanıtsın. Tanışmak sünnettir biliyorsunuz, dedi.

Herkes sırayla kendini tanıttı, sıra en sona kalan gençte idi :

-Adım Turgut, onsekiz yaşındayım, Gazi lisesinden me­zunum.

Murat’ın gözleri ışıldadı birden. Umutları tekrar yeşer­meye durdu. Sıra Murat’da idi, o da kendini kısaca tanıttı. Sonra Turgut’a yaklaşarak:

-Biraz konuşabilir miyiz? diye sordu.

-Tabi dedi Turgut içtenlikle.

Murat sordu, Turgut cevapladı. Nuran’ı tanıyordu Tur­gut. İslâm ile tanışmadan önce, kısa bir arkadaşlıkları ol­muştu. Turgut müslümanlığının farkına varınca, kızlarla ar­kadaşlığı bırakmıştı

Turgut’un son sözleri Murat’ın umutlarını tüketmeye yetmişti:

-Polisin kızıydı, sanırım tayinleri Adana’ya çıktı. Nuran hemşireliği kazanmıştı, Sivas’ta okuyacaktı.

Murat gücünün tükendiğini hissediyordu. Adana, Sivas? Kimbilir oradan sonra başka nereler çıkacaktı karşısına? Turgut, Murat’daki endişeyi fark edince:

-Kolay, kolay olacak. Sivas’da halamlar var, yarın tele­fon açar, ünüversiteden bilgi almalarını söyleriz, endişelenme her derdin bir çâresi vardır.

Ertesi gün Sivastan gelecek haberi bekledi akşama ka­dar. Vakıftan çıkmamış, dinlenmişti. Saat akşamın altısını gösterir­ken, Turgut kapıda göründü:

-Selamun aleykum, dedi heyecanla. Murat telâşla sordu:

-Haber var mı?

-Hemşireliği bu yıl bitirmiş. Nerede görev yaptığını bilmiyor­lar. Ama merak etme, polisin telefonunu buldum.

-Sahi mi? Peki ne olacak şimdi?

-Modernler ya, telefon edeceğim, ama önce sana sora­yım dedim.

-Tamam, hadi çıkalım.

-Buradan ararız.

-Burası vakfın malı, olmaz.

-Başkanımız öyle söyledi.

-Yine de olmaz.

-İtaat etsek daha iyi olur. Biliyorsun itaat, haram işler olma­dıkça farzdır.

-Peki, geç de ara, lütfen. Meraktan ölece­ğim yoksa.

Murat’ın kalbi Bu kadar heyecanı kaldıramıyordu. Başı­nın döndüğünü hissetti. Tansiyonu düşmüştü. Oturdu, Tur­gut onu yatırırken mindere. söylendi:

-Sakin ol azizim, sabır bizim azığımız. Biliyorsun ki iyile­rin imtihanı hep zorlu olmuştur.

Murat biraz kendini toparlayınca, Turgut telefonun tuşla­rına dokundu. Karşıdan gelen “Alo” sesiyle konuşmaya baş­ladı:

-Benim adım Turgut, kızınızın arkadaşıyım, diyerek ko­nuşmak istediğini söyledi.

Karşı taraf bir kaç soru sorduktan sonra, Nuran hakkında bilgi verdi. Nuran Tokat devlet hastahanesinde hemşirelik yapmaya başlamıştı.

Murat, haberi duyunca nisbeten rahatlamıştı. Tokat uzaktı, ama yerini bulmuştu ya olsun.

Turgut o akşam vakıfta Murat’ın yanında kaldı.

Zahide Murat’ın girişiminden habersiz, iki gündür yine kapıya çakılıp kalmıştı. Murat içeri girince, ağlamaya ve yine “Allah, Allah” demeye başladı. Allah şimdilik sadece kendi ismini söylemesine izin vermişti Zahide’ye

Murat ertesi gün Vakfa gitti, hiç bir şey konuşmadan işi­nin başına geçti. Kimseye birşey söylemek istemiyordu. Şahsi sorun­larımla uğraştırıyorum, oysa İslâm için uğraşıl­ması gerek diye düşünüyordu.

İkinci gün hocası telefonla aramış, bilgi aktarmadığı için Murat’a sitemvari kızmıştı ve:

-Hazırlan, Tokat’a gideceksin demişti. Anlaşılan Bursa şubesi olanları rapor etmişti.

Tokat’ta vakıfın şubesi yoktu. Onun için, vakfın sosyal işlerinden sorumlu avukat Erkan’ı Murat ile beraber gönde­recek­lerdi…

B

 

ir hafta sonra…

Tokat devlet hastahanesine varan Murat ve Erkan bey, danışma­ya, Nuran Güler’in hangi bölümde çalıştığını sordular. Henüz cevap almamışlardı ki Murat’ın omuzundan bir el tuttu. Geri döndüğünde Turgut ile yüzyüze geldi.

-Turgut, sen misin ne arıyorsun burada?

-Kardeşimizi arıyorum? Beni vakıftan gönderdiler, sana yardım­cı olabilmem için, olabilirsem mutlu olacağım. Murat mırıldandı:

-Allah’ım İslâm’ın kardeşliği ne büyük bir nimet. Hamd olsun bizi kardeş kıldın, diyerek sarıldı Turgut’un boynuna. Turgut:

-Gel, dedi. Ve bahçeye çıktılar. Murat heyecanla:

-Konuş dedi, konuş ki, heyecandan ölmek üzereyim.

-Gece nöbetçisiymiş, Bugün hastahanede değil. Evin ad­resini ve telefonunu vermediler. Çocuk servisinde çalışıyor­muş.

-O olduğundan emin misin?

-Evet, eminim.

-Ne yapa­cağız şimdi?

-Kalacak bir yer bulmalıyız.

-Evet dedi Erkan bey.

-Bir otel bulalım.

Murat o gece hiç uyuyamamıştı. Kardeşine bu kadar yaklaştığı­na inanamıyordu. Sabah erkenden kalktılar. Yarıbu-çuk bir kahval­tı yapıp, hastahaneye gittiler. Henüz çok er­kendi. Bahçeye oturdular ve gelen personeli izlemeye başla­dılar. Nuranı görme umuduyla baktılar gelenlere.

Görememişlerdi. Nihayet mesai saati gelince Turgut, çocuk polikliniğine çıktı ve kapıdaki görevliye:

-Nuran hemşire hanımla görüşecektim dedi. Görevli:

-Bir dakika çağırayım diyerek, içeri gitti. Beş dakika sonra karşıdan Nuran gözüktü, evet bu, oydu. Turgut, Nuran’ın diz üstü kıyafetini görmemek için başını yere eğdi. Nuran, yaklaştı ve Turgut’a:

-Buyurun ben Nuran? Siz kimsiniz? Turgut hafifçe başını kaldırdı:

-Ben Turgut, hatırladınız mı?

-Aaa, Turgut sen misin? Ne işin var buralarda? Sonra:

-Hoşgeldin diyerek uzattı elini. Boşlukta kalan elini geri çekerken mahcup olmanın kızgınlığını gizleyerek:

-Afedersin unuttum, senin dünyaya küstüğünü bir an unuttum. Söyler misin dünyalı birini niye arıyorsun? Be­nimle ne işin var?

Nuran Turgut’a ilgi duyuyordu. Ama Turgut’un seviyeli duruşu okuldayken onu çok kızdırmıştı. Turgut’u görünce eski duygula­rının depreştiğini hissetti.

-Biraz konuşabilir mi­yiz?

-Ne hakkında?

-Çok önemli, lütfen beni dinlemeye vakit ayır. Nuran umutlandı, ama içinden “Turgut bey, artık çok geç” diye ge­çirdi. Yine de konuşma isteğini kırmadı:

-Peki, bahçeye inebiliriz. Ama bir dakika, arkadaşa haber vereyim.

Bahçeye inerken Nuran sordu:

-Söyler misin beni nasıl buldun? beni oldukça şaşırttın.

-Zor olmadı, anneni aradım.

-Peki neden?

-Çok önemli ne­denim var.

-Ayrı dünyanın insanıyız, hem, hem ben nişanlanmak üzereyim.

-Hayır olur inşaallah,

Hastahanenin kapısında göründüklerinde Murat daya­namamış, ha­fif bir baygınlık geçirmişti. Turgut sakin olmaya çalışarak:

-Galiba biri rahatsızlanmış müdahale etseydin, dedi.

-Elbette dedi Nuran hemşire, yeni görev heyecanıyla. Boynunda­ki tansiyon aletiyle, tansiyonunu ölçtü:

-Tansiyonu düşmüş ilk yardımdan sedye getirin, dedi doktor edasıyla.

Murat’ı ilk yardıma kaldırdılar. Turgut konuşmakta zor­la­nı­yordu, Nuran dayanamayarak konuştu:

-Çıkar şu ağzındaki baklayı. Biz eski dostuz, bu tedirgin­lik neden?

-Lütfen sakin ol, sana çok önemli şeyler söyleyeceğim.

-Seni dinliyorum.

-Biraz önce rahatsızlanan genç varya?

-Evet, ne olmuş o gence?

-O gencin adı, Murat.

-Murat mı? dedi Nuran. Rengi kaçmıştı, titremeye baş­ladı. Kız­arak konuştu:

-Murat’sa Murat banane bundan,

-Senin için geldi bu­ralara. Abin o senin.

-Yapma be, abimse şimdiye kadar neredeydi?

Elim ek­meğe yetince mi ortaya çıktı? Hiç kusura bak­masın, benden zırnık alamaz.

Turgut, Nuran’ın zihniyetini anlayabiliyordu:

-İstersen ön yargılı olma diyerek Murat’ı ve olanları an­lattı. Nuran ağlamaya başladı:

-Bilmiyorum, dedi. Bilmiyorum, yıllarca hasret çektim. Anamın, abimin, olmaz olası babamın bile hasretini çektim. Ama bir o kadar da içim kin dolu bunlara… Niçin niçin beni ellere bırak­tılar? Neler çektim kimse bilemez.

-Bunların sorumlusu annen ve Murat değil ki? Hangi ana çocu­ğundan ayrı kalmak ister ki?

Bence sen yanlış kimselere kızıyor, asıl suçluları unutu­yorsun. Nuran ağladıkça yüzünün makyajı yüzüne bulaş­mıştı. Turgut:

-Kalk dedi, kalk istersen yüzünü yıka, sonra Murat’ın ya­nına gidelim. Çok merak ettim durumu nasıl oldu acaba?

Nuran’da bir hareket görmeyince konuşmasına devam etti:

-Benim bildiğim Nuran altın kalplidir, kalk Nuran hadi, kalk gidelim, sen duygularını gizlemeye çalışma boşuna. Sen, gerçekten altın kalplisin.

Turgut daha fazla konuşmak istemedi. Şeytan fırsattan istifade­yle vesvese verebilirdi.

Nuran kalktı. Önce lavaboya, sonra ilk yardım servisine gitti. İlk yardım servisinden içeri girince bir an Murat ile göz göze geldiler:

-Abiii, diyerek atıldı abisinin boynuna. Yıllardır çektiği sı­kıntının, hasretin acısını ağlayarak, hıçkırarak çıkarıyordu sanki.

Sakinleştikten sonra Murat, olup biteni detaylıca anlattı karde­şine. Nuran annesi için üzülmüştü. Demek gelmiş aramıştı, ama bulamamıştı Nuran’ı.

Bir yılı henüz doldurmadığı için izin hakkı olmayan Nuran’a başhekim durumu öğrenince izin vermişti, tam on gün.

Murat ve arkadaşları otogara bilet için giderken, Nuran da eve hazırlık yapmak için gitti. Nişanlanmak üzere olduğu erkek arkadaşını arayıp, bugün gideceğini on gün sonra ge­leceği­ni bildirdi.

Murat o gün bilet bulamamıştı:

-Bunda da bir hayır var, diyerek sabretti. Turgut ve Er­kan bey iki kardeş rahat olsunlar diye ayrılmışlardı Murat’tan.

Öğleden sonra dolaşmak için iki kardeş çarşıya çıktı. Murat kardeşine uzun bir etek aldı. Nuran itiraz etmedi. Ro­bot gibi olmuştu sanki, bir şey düşünemiyor, hayal dünya­sında geziyordu sanki. Herşey ne kadar da hızlı gelişmişti.

Soğuk bir meşrubat içmek için, çay bahçesine girdiler ve köşedeki masaya oturdular. Nuran’ın gözü yan masaya takıldı. Gör­düğüne inanamadı, yan masada arkadaşı, yani müstakbel nişanlısı ve yanında bir genç kız. Kardeşi olabilir mi diye düşündü, lâkin hareketleri kardeş olduklarını göstermiyordu. Sessiz sessiz ağlamaya başladı ve:

-Hep vurulmalı mıyım sırtımdan? Hep sömürülen ben mi olmalı­yım?. Hep ben mi darbe yemeliyim himayesine sı­ğın­dıklarımdan? Hep ben mi… hep ben mi...?

Murat durumu anlamıştı. Kızmamıştı kardeşine nasıl kız­sın ki? Şimdiye kadar ona yanlışı ve doğruyu kimse anlat­mamıştı ki.

Kimse ona hayatın hesabından bahsetmemişti ki hiç. Kimse ahiretin varlığını ve orada olacak zorlukları anlatma­mıştı ki karde­şine. Konuştu:

-Canım kardeşim, mutluluğun, aldatılmamanın, sömü­rülmemenin, ezilmemenin tek ama tek adresi var, o da İSLAM’dır. İslâm’da kimse kimseyi aldatmaz, kimse kimseyi sömürmez. Kimse kadınları ezmez, sömürmez. Şayet mutlu olmak istiyorsan teslim olmalısın İslâm’a.

Bir müddet sustuktan sonra Nuran sordu:

-Ya işim, işim ne olacak? İslâm işime izin veriyor mu? şa­yet veriyorsa?

-Murat, Nuran’ın sözünü keserek konuştu:

-İmanda pazarlık olmaz Nuran, teslimiyette de. Bizi ya­ratan Allah’tır, biz kullar O’na şart koşamayız. Pazarlık ya­panların imanı kabul olmaz. Herşeyin bir şartı vardır, senin işinin de. Ama, müslümanlığın da bir şartı vardır, mü’min kalınanında. Şart olmazsa insan, müslüman da olmaz, Mü’min de…

Bu sırada Kemal de Nuran’ı görmüş ve şaşırmıştı. Git­miş olması gerekiyordu oysa... Nuran abisine:

-Kalkalım mı, dedi.

-Peki, dedi Murat.

İçmeden kalktılar meşrubatlarını. Konuşmadan yürü­dü­ler bir müddet.

Sessizliği Murat bozdu. Bütün cesaretini toplayarak ve Allah’a sığınarak konuştu:

-Şayet dedi, şayet imanı seçersen, seni baştacı eder, ya­rım ekmeğimi seninle paylaşırım. Şayet bizimle yaşamak is­tersen, omuzlarımda taşımam gerekse bile taşırım.

Hiç bir şey konuşmadı Nuran. Hiç bir şey konuşamadı. Nuran gidiyor, Murat da onun gittiği yöne gidiyordu. Nuran bir kırtasi­yeye girdi. Kağıt kalem aldı ve birşeyler yazdı, sonra bir zarf alarak yazdığı kağıdı içine koyup kapattı. Zarfa adresi yazdı. Abisine:

-Postahaneye gidelim, dedi.

Murat yazdığının ne olduğundan habersiz tabi oldu kar­deşine. Postahaneye gelince, Nuran mektubu abisine uzata­rak:

-Sen at istersen dedi. Murat mektuba baktı, hastahaneye yazıl­mıştı. Mektubu attı çıktı. Nuran ilk kez gözleriyle güldü abi­sine ve:

-Sen kazandın, attığın istifa mektubuydu, dedi. Murat ilk kez mutluluğun tarif edilmezini yaşıyordu. Sarıldı karde­şine ve güven veren bir sesle:

-Hiç, ama hiç pişman olmayacaksın, bundan emin ol, dedi.

U

 

zun bir yolculuktan sonra Adapazarına varmışlardı. Eve yakla­şırken, Murat çekine çekine Nuran’a:

-Baskı yapıyorum sanma, ama annemin yanına başı örtülü girersen çok iyi olur. Herşeyi anlıyor, ama konuşamıyor. Bu, onu çok mutlu eder, ne dersin? diye sordu.

-”Tabi abi, neden olmasın.” diyerek cevapladı Nuran. Çok şey düşünüyordu, ama hiç bir şey konuşacak hali yoktu.

Eve vardıklarında önce Murat girdi odaya. Zahide’nin Murad’ı gördüğü zamanki ağlayışı yürekler sızlatıyordu. Zahide’nin annesi dayanamayıp, hıçkırmaya başlamıştı Mu­rat’a:

-Gece gündüz uyumadı oğul, inledi durdu. Gözü kapıya çakıldı kaldı hep, bir daha gitme biryerlere, gitme, dayanamıyorum kızımın haline, dedi.

Murat:

-Artık anamın yanından hiç ayrılmayacağım diyerek ce­vapladı anneannesini ve dönüp anasına sarıldı:

-Anam benim, beni anlıyor musun? Dinle bak sana ne diyeceğim, Nuran’ı getirdim sana.

O sırada Nuran girdi içeri. Zahide baktı, baktı, baktı… Sonra feryatla şu sözler döküldü ağzından:

-Allah’u Ekber, Allah’u Ekber!!! Allah!!! Allah!!! Allahum-mesalli ala Muhammed!!! Allahummesalli ala Muhammed!!!

Zahide Nuran’ı tanımıştı. Odadaki manzarayı anlatmak mümkün değildi. Kucaklaştılar… ağlaştılar...

O günden sonra Zahide hep aynı sözleri tekrarlayıp du­racaktı bir ömür boyu...

Murat’ın bu sonuçla dönmesi vakıftakileri sevindirmişti. O günden sonra Münevver hanım ve vakfın genç kızları özel ilgi­lenmeye başladılar Nuran’la.

Kısa zaman içerisinde Nuran da katılmıştı hidayet ker­va­nına. Bu kervanın en önünde Rasullulah vardı. Sonra O’nu takip eden­ler, sonra onları takip edenler... Ebubekirler, Ömerler, Aliler, Haticeler, Aişeler, Fatımalar, Zeynepler ve daha niceleri… Artık Nuran da o kutlu kervanda bir fert ol­manın mutluluğunu yaşıyordu.

Günlerden bir gün Murat, Nuran’a şöyle dedi:

-Nuran, seni büyüten aileye vefasızlık etmeyelim. Ara­sak, irti­bat kursak diyorum.

-Hayır demişti Nuran, irtibata gerek yok. Ben hanıme­fendiyi ara sıra telefonla ararım. Bu konuyu bir daha konuş­mayalım.

Murat üstelememişti. Nuran ise sebebini içinde bir sır saklayıp mahşere götürecek, sonra O’nun huzurunda, o adamdan yaptığı kötülüğün hesabını sorması için, onu Al­lah’a şikayet edecekti.

Bu yüzden Turgut’tan gelen evlenme teklifini içi sızlaya­rak reddetmişti.

-Mazisi temiz olan birini alsın, ben, ona layık değilim demişti. Ama Turgut vazgeçmeyecek, Nuran’a zaman tanıya­cak ve sonra teklifini yineleyecekti.

B

 

ir yıl sonraydı…

Havaalanında herkeste tarifsiz bir heyecan, heye­canlar doruk­ta ve bunlar arasında küçük bir aile.

Murat son muradını yapmak için işe koyulmuş ve ana­sını çok sevdiğini ziyaret etmesi için umruye götürüyordu. Nuran ise oraya layık olamamanın ezikliği içerisinde, affe­dilmek umuduyla buruk bir mutluluk yaşıyordu.

Nuran ve Murat annelerine hizmet için etrafında per­vane… belki bununla Allah’ın rızasını kazanırız umudu…

Annesi çok dolaşamasa bile, kararlılar sırtlarında dolaştı­ra­caklar Kabe’de ve Mescid-i Nebevi de.

Kimbilir Zül-Celâl vel-ikram olan Allah, evine gidenleri ik­râmsız göndermediğine göre, belkide analarına sağlığını ik­ram ederdi, kimbilir…

Bu duygu ve düşüncelerle uçtular İstanbul’dan. Büyük umut­larla, bulutların yanında, bulutlar gibi hafif ve mutlu bir şekilde kayboldular gözlerden el sallayan kalabalığı geride bıra­karak…

 

-S O N-


Metin Kutusu: İnançları uğruna                sabreden, ama sonunda çaresiz kalıp yuvasını                  dağıtmak zorunda kalan bir ananın öyküsü…
Her satırına kadın                duyarlılığı sinmiş,                kadınların dünyasını          anlatan bir kitap.

 

 

 

 

 


      

 

 

 

 

 

Metin Kutusu: Töre, aşiret, terör  üçgeninde boğulan bir halkın öyküsü… 
Doğu’da terk edilmiş,              unutulmuş, yoksul ve cahil              bırakılmış mazlum halkın           öyküsü…
Yok edilmek, sindirilmek               istenen bir halkın yeniden            diriliş destanı…