EVLADIMI GERİ VERİN
ROMAN
BEKA YAYINLARI
ROMAN
Kitap
Evladımı Geri Verin
Yazarı
Sabiha Ateş Alpat
Yayına Hazırlayan
Osman Arpaçukuru
Kapak Tasarım
Ahmet Mayalı
Baskı ve Cilt
Bayrak Matbaası
1. Baskı: Mayıs 2004
BEKA YAYINLARI
Çatalçeşme Sok. Üretmen Han No: 18
Tel.&Faks: 0212 512 51 66 – 512 45 43
Cağaloğlu – İstanbul
EVLADIMI GERİ VERİN
ROMAN
SABİHA ATEŞ ALPAT
SABİHA ATEŞ ALPAT
1964 yılında Kars’ın Digor ilçesinde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini burada bitirdi. Seksen İhtilali öncesi dönemde sağ-sol davasından, okullarda had safhada olan karmaşa yüzünden okula devam edemedi. Ailesi, aynı sebepten 1978 yılında Kocaeli-İzmit’e göç etmek zorunda kaldı.
Yazarın yayımlanmış romanları şunlardır:
1. Ana Yüreği
2. Ölüm Çiçekleri
3. Zamanın Zeynebi
4. Sarsılmadan Uyanmak
5. Kardeş Kurşunu
6. Yozlaşmış Duygular
7. Güneş Doğudan Doğar
8. Evladımı Geri Verin
M |
erdivene oturmuş etrafı seyrediyordu Nuran. Sokakta heyecanla sağa sola koşuşan akranlarına bakıyordu. Bugün bayramdı; Ramazan bayramı. Birileri onun adını nedense “Şeker” bayramı koymuşlardı. Adı ne olursa olsun, Nuran ve kader arkadaşları için fark etmiyordu.
Küçük elini çenesine dayamış, boş ama yaşlı gözlerle etrafa bakıyordu. Değil bayramlık elbise, saçını bile taramamıştı. Nefret ediyordu herşeyden. Neden ve niçinleri cevapla-yamıyordu. Ama herşeye karşı aynı nefreti ve hıncı hissediyordu.
Onbir yaşındaydı. O ve abisi üç yıldır buradaydı. Abisi yakında başka bir yuvaya nakledilecekti. Şimdiden tasalanıyordu. Zira abisi kendisine sahip çıkıyor, kimseye ezdirmemeye çalışıyordu.
Kendilerini niçin bu yuvaya koymuştu babası? Bunu anlamakta zorluk çekiyordu. Ailesiyle ilgili fazla bir şey hatırladığı söylenemezdi. Tek hatırladığı şey; babasının, annesini çok sık ve öldüresiye dövdüğü idi. Ve bir sabah gözünü annesizliğe açmıştı. Öldü demişti babası. Ama cenaze yoktu ortalıkta. Ve sonra… Evet sonra birgün babasının kendilerini bu yuvaya bırakıp, sonrada aylarca uğramadığıydı. Son bir yıldır ise hiç gelmemişti.
Nuran ailesizliğin acısını küçücük yüreğinde hissediyordu. Çok acıydı. İnsanın kimsesiz kalması, sağ oldukları halde, yanlarında olmamak, olamamak.
Hasta olup kimsenin ilgilenmemesi, ananın kucağına atlayamamak. Hatta yaramazlık yaptığında anadan dayak yemek. Bunları yaşayamamak. Bütün bunları şu sokakta oynayan analı babalılar nereden bilecekti ki?.
-Nuraan, kız Nuran. Seslenen abisi Murat idi. Başını çevirdi:
-Ne var? Ne diyorsun? diye cevapladı.
-Sen ne yapıyorsun burada?
-Oturuyorum. Görmüyor musun?
-Grup annesi çağırıyor. Müdür baba ile kaymakam amca gelecekmiş. Herkes elini yüzünü yıkasın diyor.
-”Ben annemi istiyorum” diye bağırdı. Nuran hıçkırıklara boğuldu. Müdür babayı, kaymakam amcayı istemiyorum. Onlar annem kokmuyorlar. Ben annemi istiyorum.
Murat, kardeşini böyle görmek istemiyordu. Ama yapa-cak bir şey yoktu. Aynı duyguları kendisi de hissediyordu, lâkin sürekli duygularıyla mücadele edip, bastırıyordu. Abilik yapması ve dolayısıyla da güçlü olması gerektiğini düşünüyordu. Var gücüyle duygularını bastırarak konuştu:
-Eee, sen de fazla oluyorsun. Grup annemiz var ya. Yine dayak yersin, kalk ve söyleneni yap. Bu sırada yuvanın kapısında grup annesi Pakize belirdi ve sert bir ses tonuyla:
-Hayvan kızı hayvan. Herkes elini yüzünü yıkayıp, hazırlansın demedim mi?
-Geliyorum, Pakize anne, diyerek korkuyla kalktı yerinden ve hızla geçti grup annesinin önünden. “Hepiniz cehenneme gidin” diye söylenerek.
Kaymakam ve müdür babanın bayram ziyareti, çocuklardan bazıları için hiç bir anlam ifade etmiyordu. Hatta getirilen hediyelerin bile bir kıymeti yoktu. Çünkü, onlar her şeyden önce duygusal açlığı dorukta yaşayan kurbanlardı…
Yaklaşık bir saat sonra mutad ziyaret bitmiş, çocuklar yine kendileriyle başbaşa kalmışlardı. Ağlayanlar, ağlamayı kendine yediremeyip, çareyi hırçınlıkta bulanlar, merdiven diplerine çekilenler… Velhasıl hepsi kendileriyle başbaşa kalmışlardı.
Nuran en iyi anlaştığı akranı Hüsna ile dış kapının merdivenlerine oturmuştu. Hüsna annesini bekliyordu. Neden bu kadar gecikmişti acaba? Nuran, Hüsna’yı teselli etmek için, biraz da kıskanarak konuştu:
-Elbet gelir. Akıllım, ya biz ne yapalım? Ne gelenimiz var ne de gidenimiz.
Nuran sözünü bitirmeden, yuvanın bahçe kapısından mazlum bir hanım girdi. Hüsna’nın gözleri ışıldadı, yerinden fırlayarak:
-Hah, işte geldi, diyerek koştu annesine doğru. Her zamanki gibi annesinin gözleri yine yaşlıydı. Gülizar hanımın kocası ölmüştü. Kalan mirastan haklarına düşene kayınbiraderleri el koymuş vermemişlerdi. Oldukça zor günler yaşıyorlardı. Yüreği yanarak getirmişti çocuklarını yuvaya. Kendim aç kalsam da fark etmez, çocuklarım iyi kötü orada yemek yerler, günde üç öğün. Hem okula gidebilirler. Ben, önlük alamam, çanta alamam, hatta silgi bile alamam diyerek hayatta en zor kararını vermişti. Yuvalarda olanları duymuyor da değildi. Ama ahh bu çaresizlik diyerek bağrına taş basıyordu. Hüsna:
-Anaaa diye bağırarak sarıldı dizlerine. Gülizar hanım ise bitkin ve çaresizce sarıldı kızına.
-”Ana gelmeyeceksin diye çok korktum” dedi Hüsna. Gülizar hanım, dolmuşa verecek param yoktu. Sabah namazından beri yürüyorum, ancak gelebildim” diyemedi.
-”Gelmem olur mu? Ciğerparem” dedi yutkunarak. Bayram olduğu için sabah sabah araba yok.
-Ana lütfen beni buradan al. Aç kalayım ama senin kokun bana yeter.
Gülizar hanım duymamışçasına, cebinden çıkardığı şekerlerden verdi kızına. Başka bir şey getirememenin ezikliğiyle. Bir kaç tane de Nuran’a uzattı. Nuran çekinerek aldı şekerleri. Hüsna yine sitemle sordu:
-Önce abilerime gittin değil mi? Gülizar hanım müşfik bir sesle:
-Hayır, onlara daha gitmedim. Hadi sizinle şu bankta oturalım diyerek bankı gösterdi. Zira yürümekten ayakta duracak hali kalmamıştı.
Oturdular. Hüsna elindeki şekerlerle oynarken, başını önüne eğerek konuştu:
-Anne beni götür. Artık büyüdüm. Söz veriyorum senden hiç bir şey istemeyeceğim.
Gülizar hanımın parçalanan yüreğine bu sözler hançer gibi saplanıyordu. Gözyaşlarını zoraki saklamaya çalışarak cevap verdi :
-Canım benim, ciğerimin köşesi senden ayrı kalmak benim için kolay mı sanıyorsun? Zor, hemde çok zor sizden ayrı kalmak. Şu ilkokulu bitir, hemen alacağım. Tamam mı kızım? Nuran depresyon geçiriyordu. Sık sık nefes alıp verirken Gülizar hanıma sordu:
-Teyze, bu analar ve babalar çocuklarını hiç sevmezler mi?
-Öyle şey olur mu yavrum, sevmez olurlar mı?
-O halde neden buralara bırakıyorlar? Neden bizi doğurdular sanki?
Gülizar hanım durmadan içinden “Allah’ım lütfunla direncimi artır” diye dua ediyordu.
-Ahhh diyerek iç çekti ve devam etti konuşmasına:
-Bunu anlaman için daha çok küçüksün. Hangi ana kuzusundan ayrılmak isterki? Kim ciğerinin yanmasını isterki? Kim arzu eder, geceleri kâbus görmeyi? Kim arzu eder, lokmaların boğazına düğüm düğüm olmasını? Kim arzu eder hasret çekmeyi? Nuran aynı sitemle Gülizar’ın sözünü kesti:
-Hayır dedi, hayır ayrılmak istemeseler buraya koymazlardı. Niye doğurdular bizi? Madem terk edeceklerdi, doğur-masalardı. Burada hergün grup annesinden dayak yiyoruz. Üşüyoruz, kimse bize sarılmıyor. Elbisemiz sökülüyor, kimse dikmiyor. Herkes bize yetim diye bakıyor. Ben yetim değilim, yetim değilim ben. Nuran yerinden kalktı. Ağlayarak koş-maya başladı. Doğru yatağına gitti. Ne kadar ağladığının ve ne zaman uykuya geçtiğinin farkında değildi.
Gün akşama yaklaşınca Gülizar hanım kalkmak istedi. Kızından ayrılamıyordu. Alıp götüremiyordu da. Zaten nasıl götürsün ki;iki saatlik yolu küçük kızı nasıl yürürdü?
Bayramın ikinci günü gidecekti oğullarının yanına. İki oğlu Hasan ile Hüseyin erkek yurdunda kalıyorlardı.
-Hüsna’m benim dedi Gülizar hanım. Ciğerimin köşesi bana izin ver kalkayım. Akşam oldu, ancak giderim.
-Anne ben de geleyim diye inledi Hüsna. Okul mokul istemiyorum… Söz veriyorum çikolata da istemeyeceğim, dondurma da. İstersen ekmek bile yemem.
-Ahhh, kötü kader (Hâşâ). Ana kız ağlamaya başladılar. Gülizar hanım:
-Ben rahatmıyım sanıyorsun? canım benim, seni burada bırakmak benim için ne kadar zor bilemezsin. Ama ne yapayım ki çaresizim
Sabır yavrum, sabır. Ne yapalım kaderimiz böyle.
-İstemiyorum bu kaderi. Suçum ne benim? Neden herkeslere iyi kader neden?
Gülizar hanım bağrına taş basarak kalktı. Hüsna’yı yuvanın içine götürdü. Çocuklar yine etrafını sarmışlardı. Onlara birer şeker verememenin ızdırabını çekiyordu? Yetişebildiklerinin başını okşadı. Çocukların herbiri bir şey söylü-yordu:
-Benim de annem olur musun? Diğeri:
-Teyze bize neden şeker getirmedin? Bir diğeri:
-Müdür baba bizi dövüyor. Ben babamı istiyorum. Bir başkası:
-Hepsi, herkes yalan konuşuyor. Bizi kimse sevmiyor. Ve bir başkası:
-Gitmesen olmaz mı? Gülizar hanım:
-Olmaz ya, gitmesem olmaz. Ama bunu size nasıl anlatayım? Gülizar hanım gözyaşlarını silerek ciğer parçasını orada bırakarak ayrıldı yuvadan.
Durmadan ağlıyordu. Yollar, akraba ziyareti için sokaklara çıkanlarla doluydu. Gülizar hanım kendi kendine konuştu:
-Ne yaptım Allah’ım, benim suçum neydi? Nedir bu çilem? Çok şey mi istiyordum Sen’den? Kaldıramıyorum, kaldıramayacağım, yandım içerim yandı...
Gülizar hanım yanında ki taksiyi farketmedi. Taksi korna çalıyordu. Duymadığını gören taksinin şoförü, camdan başını çıkararak seslendi:
-”Teyzeee, sana sesleniyorum, bakar mısın?”
Gülizar hanım başını çevirdi. Hafif sakallı, genç biriyle yüzyüze geldi. Genç gülümsüyordu:
-”Teyzem be, az daha çarpacaktım. Bu ne dalgınlık? Sıkıntılıya benziyorsun, gideceğin yere götürebiliriz.
Gülizar, hemen geçmişte yaşadığı olayı hatırladı. Yine böyle bir durumla karşılaşmıştı. İnanmış taksiye binmiş, kaçırılmaktan zor kurtulmuştu. Taksinin kapısını açıp, kendini dışarı atmaya kalkışmasaydı, kimbilir başına neler gelirdi? Korkuyla cevap verdi:
-”Yoo, yerim yakın, ben giderim.”
Genç ısrar etti:
-”Lütfen size yardım etmeme izin verin. Bir derdiniz var galiba?”
O sırada taksinin arka kapısı açıldı. Tesettürlü, müte-bessim bir bayan gülümseyerek seslendi:
-”Selamun aleykum. Teyze biz de senin gittiğin yol üzere seyrediyoruz. Lütfen buyur, seni bırakalım. Bu mübarek günde bu sevaptan bizi mahrum etme. Allah “yolda kalmışa yardım etmemizi” emir buyurmuş, lütfen buyurun.
Gülizar hanım takside bayanın olduğunu görünce fikrini değiştirdi. Binmeliydi, çünkü yürüyecek takati kalmamıştı. Yolu da epey uzundu.
Taksideki hanım, Gülizar hanımın ağlamaktan gözlerinin kan çanağına döndüğünü görünce, taksiden indi. Üzülmüştü. Kimbilir ne derdi var? diye geçirdi içinden:
-Hadi teyze, bize güvenebilirsin, size yardım etmeme izin verin. Taksideki bey, eşimdir. Hadi lütfen binin. Gülizar’ın itiraz edecek hali yoktu. Taksiye bindi. Takside iki de çocuk vardı. Az bir zaman kimse konuşmadı. Taksideki bayan:
-Benim adım Saide. Teyzeciğim bir sıkıntınız var galiba? Yapabileceğimiz bir şey varsa, bize söyleyebilirmisin?
Gülizar hanım başını iki yana sallayarak “Yok” işareti yaptı. Gülizar hanımın durumu, taksideki aileyi oldukça üzmüştü. Hiç konuşmadan yol aldılar. Gülizar hanım, evini tam olarak öğrenmesinler diye, taksiden yolun aşağısında indi. Salih, Gülizar hanımı indirdikten sonra, taksisini bir türlü süremedi. Saide’nin ağladığını görünce:
-Bu hanımın hali bana da çok dokundu. Acaba ne derdi var? Nasıl öğrenebiliriz? Yaşlı gözlerle konuştu Saide:
-Ülkemizin milyonlarca çilekeşinden yanlızca biri. Ama çok dertli olduğu belli. Bu halk bu kadar mutsuzluğa layık mıydı? Salih, eşine itiraz etti:
-Yavaş ol hanım, Duyguların seni yanlış düşünmeye itmesin.
-Hâşâ, anladığın anlamda söylemedim. Elbette ki, bir topluluk neyi hak ederse, öyle idare edilir. Özümüzden uzaklaştıkça kimbilir daha neler neler göreceğiz. Kadının perişanlığına bakar mısın? Hadi fark ettirmeden takip edelim. Girdiği evi görelim, bir yolunu bulup, bu kadına yardım etmeliyiz.
-Takip etmek doğru olur mu?
-İnşaallah günah olmaz. Hadi çabuk ol, yoksa gözden kaybolacak.
Takip ettiler. Gülizar hanımın etrafı görecek hali yoktu. Taksinin kendisini takip ettiğini farketmedi. Gidip müstakil, küçük köhne evinin kapısını açtı. Perişan bir biçimde kapattı, arkasına bakmadan. Az sonra da odanın ışığı yandı.
Salih ve Saide bir türlü gidemiyorlardı. Acaba bu kadının ne derdi vardı? Akşam karanlık çöktüğü için, gidip kapısını çalarak ne pahasına olursa olsun, derdini öğrenmeye cesaret edemediler. Ve büyüklerle bayramlaşmak için, sürdüler arabalarını gidecekleri yere.
O gece Saide bir türlü uyuyamıyordu. Gülizar hanımın mazlum ve mağdur hali, gözünün önünden hiç gitmiyordu. Uyuyamadığını gören eşi Salih, hanımının duyarlılığından ziyadesiyle memnun bir şekilde konuştu:
-Duyarlılığını takdir ediyorum, canım benim. Ama şu ülkede mazlum ve mağdur olan sadece o hanım değil ki. Binlercesi var. O, milyonlarcasından sadece biri.
Saide’nin gözyaşları yanaklarından aşağı süzülürken eşine cevap verdi :
-Duyarlılığım bir işe yaramıyorki. Hem nasıl duyarsız olabiliriz ki; bizim inancımız buna müsade etmiyor. Hamd olsun ki böyle bir inanca sahibiz. Ama bir şeyler yapamamak çok üzücü. Bir şeyler yapılamaz mı, çâre olunamaz mı? Biz öyle bir inanışa sahibiz ki, zulüm etmek de yasak, zulme rıza göstermekde, zulme ses çıkarmamak da. Ne olacak bu insanların hali?
-Unutma, kişi gücünün yetmediğinden mesul değil.
-Ne yani, biz sorumlu değiliz mi? demek istiyorsun. Dedim ya, kişi ancak gücünün yettiğinden sorumludur.
-Peki kim sorumlu? Kim Bunun sorumlusu?.
Salih eşinin sinirlerinin boşaldığını fark etti. Kalktı, buzdolabından iki bardağa süt koydu. Eşine seslendi:
-Gel, seninle balkonda oturalım. Balkona çıktılar. Az bir zaman konuşmadan oturdular, gece serinliğinde. Yıldızlar gökyüzü süslemiş, yeryüzüne göz kırpıyorlardı. Saide Allah’ın şu ayetlerini hatırladı:
-“Allah gökleri ve yeri hak (ve hikmet gayesi) ile yarattı. Bu sebeple herkes (dünyada) kazandığının karşılığını görerek ve kimseye haksızlık edilmeyecektir.” (Casiye: 22)
-Beni yanlış anlamanı istemiyorum. Ben, biz mesul değiliz derken, hiç bir şey yapmayalım, bizi ilgilendirmez demedim. Elbette elimizden geleni yapmalıyız. Ama bu sorunu çözmüyor, köklü çözüm gerekli.
-Köklü çözüm için uğraşmak da bizim görevimiz değil mi? Bir şeyler yapmak zorundayız.
-Ben diyorum ki, hadi şimdi yatalım. Yarın ilk işimiz o eve gidip, teyzeyle bayramlaşmak olsun. Bize güvenirse derdini açar, yapabileceğimiz bir şey varsa yaparız.
-Şu an yapabileceğimiz başka bir şey de yok zaten.
Ertesi gün Salih ve Saide, Gülizar hanımın evinin önünde taksiden indiler. Saide nedense heyecanlıydı. Kapıyı çaldı. Beklemeye başladılar, cevap veren yoktu. Bir daha, bir daha çaldılar. Heyhat kapıyı açan yoktu. Saide merakla söylendi:
-Acaba bir şey olmuş olmasın? Eşi:
“Kapıyı kıramayız ya, şuradan bir komşuya sorup, bilgi alalım.” diyerek cevapladı Saide’yi.
Saide, yaklaşık 150 metre uzaklıkta olan bir evin kapısını çaldı. Evin hanımı açtı kapıyı. Saide Gülizar’ı sordu:
-Siz kimsiniz? diye sordu kadın. Neden soruyorsunuz?
-Yardım etmek istiyoruz, diyerek cevapladı Saide.
-Adı;Gülizar. Üç çocuğu var. Yetim yurdunda kalıyorlar. O da yuvaya gitmiştir. Başka gidecek bir yeri yok zaten.
-Kimsesi yok mu?
-Yok, yok. Kimsecikleri yok.
-Ne zaman gelir?
-Ancak akşama.
-Teşekkür ederim.
-Güle güle.
Saide döndü. Çocukları yuvada bir kadın? Peki neden bayram dolayısıyla almamış çocuklarını?
-Gülizar’ı bulup, mutlaka ona yardım etmeliyiz dedi eşine ve ekledi :
-Lütfen yuvaya gidelim.
-Hanım, oraya pat diye gidilmezki. Önce bir hazırlık yapmalıyız. Çocuklarin yanına boş gidemeyiz öyle değil mi? Kaç çocuk var, kaç tane kız, kaç tane oğlan? Bunları biImemiz, hem de rendevu almak gerekir, diyerek itiraz etti Salih.
-Galiba haklısın. Ama şimdiye dek yuvadaki kimsesizler, oradaki kimseli kimsesizler neden aklımıza gelmemiş? Neden çocuklarımızı alarak onlara gitmemişiz?
-İnşaalllah bundan sonra. Şimdi eve dönelim. Çocuklar evde, hem bakarsın misafirler gelir. Bugün, bayram biliyorsun.
-Evet, haklısın. Bugün bayram, Allah’ın mübarek kıldığı günlerden biri. Ama gel gör ki, bayramlarımızı bile yaşa-yamaz hale geldik.
Taksiye bindiler. Saide hiç yanından ayırmadığı kalem kağıdını çantasından çıkardı ve duygularını kağıda dökmeye başladı. Sorarım sana ey müslüman söyle kanamıyor mu yaran? Yok olmadıkça İslâm’a vuran, söyle bayram yapılır mı? Küfür, altın çağını yaşarken, müslümanlar ezilirken Gülizar’lar mağdurken söyle bayram yapılır mı? Salih de oldukça üzgün. Bu derdin devası vardı, var olmasına da, derde sahip çıkan müslümanlar yoktu ortalıklarda. Ümmetin dağınıklığı bir çok sıkıntıyı beraberinde getiriyordu. Salih üzgün bir halde şöyle söylendi:
-Bu işin tek çaresi var, o da her müslümanın üzerine düşen görevi titizlikle yerine getirmesi.
Diğer tarafta:
Gülizar hanım yürüyerek bir saatte varmış tı, çocuk esirgeme ve yetiştirme yurdunun erkek yuvasına. Dizlerinde derman, ağlamaktan gözlerinde fer kalmamıştı. Çocuklar, Gülizar hanımı görünce telaşlanmışlardı.
-Gülizar ana geldi deyip, birbirlerine bakıyorlardı. Gülizar hanım çocuklara seslendi:
-Çocuklar nasılsınız? Yavrularım nerdeler? Hasan’ım, Hüseyin’im nerdeler? çağırın gelsinler. Çok yoruldum, şuraya oturayım, dedi ve çöktü bahçedeki banka. Çocuklardaki telâşı görmemişti. Biraz sonra Hüseyin geldi. Annesine sarıldı. Gülizar hanım yaşlı gözlerle:
-Ahh, benim umudum, ciğerim, gözümün nuru. İnşaal-lah beni anlayabiliyorsunuzdur, evlatlarını terk eden bir ana olarak görmüyorsunuzdur. Hani, Hasan‘ım nerde? dedi. Hüseyin başını eğdi. Söylemek zorundaydı:
-Ana, Hasan yuvadan kaçmış.
-Kaçmış mı? dedi Gülizar hanım. Beyninden vurulmuşa dönmüştü
-Nereye? dedi ellerini dizlerine vurarak, nereye? diye inledi tekrar. Nereye kaçmış, ne zaman kaçmış?
-İki gün oldu. Müdür baba ile tartıştılar.
-Neden? Ne oldu?
-Bilmiyoruz ana, bilmiyoruz. Arıyorlarmış, ama daha bulunamadı. Gülizar hanım bütün yorgunluğunu unutmuştu. Ok gibi fırladı yerinden:
-Nerdeee, bu müdür baba? nerde? diyerek yuvaya doğru koşmaya başladı. Yuvanın kapısından içeri girdi. İlk bulduğu görevli Tahsin beydi:
-Oğlum nerde? diye inledi Gülizar. Tahsin bey namazında, mümtaz, merhametli biriydi:
-Sakin ol bacı dedi. Hele otur şu sandalyeye. Polise bildirdik, çok geçmez bulurlar.
-Sakin mi olayım, sakin mi olayım? Bey, sen ciğer yanması ne demektir bilir misin? Sen çaresizlik nedir bilir misin? sen evlatlıyken, evlatsızlık nedir bilir misin? Sen, çaresizliğin çaresini bulamamak nedir bilir misin? Oğlum nerde, neden kaçtı? Söylesene, ne oldu da kaçtı? Tahsin bey sağa sola baktı. Hafif kısık bir sesle konuştu:
-Benden duymuş olma. Müdür bey... sustu. Müdür sarkıntılık yapmaya kalkışmış, diyemedi. Gülizar hanımın beyninde şimşekler çaktı:
-Nasıl olur? Bu adam kafir mi? Çocukların müdür babası değil mi? Vicdansız herif.
Sus, kimse duymasın. Bir şey tutturamazsın, sonra başına iş açarsın.
-Susayım mı? Susayım mı? Söylesene nasıl susayım? Zaten en iyi yaptığımız şey susmak değil mi? Sus sus sus.
-Yapacak bir şey yok. Bir yerde taşlar bağlı, köpekler serbes ise ne yapılabilir ki?
-Ne mi yapılabilir? Bir Allah’ın kulu çıkıp, taşları serbest bırakmaz mı? Bırakmaya çalışamaz mı? Taşlardan yana olamaz mı? Allah sorsun, mazluma sahip çıkmayanlara, bizi süründürenlere, halimizi anlamayanlara, bizi görmeyenlere Allah sorsun. Gülizar hanım gözlerinin karardığını hissetti. Ve olduğu yere yığıldı, bayılmıştı.
Bir saat sonra kendine geldi. Hüseyin, baş ucunda ağ-lıyordu:
-Anam benim, lütfen ölme. Beraber oturmasak da, dizine başımı koyamasam da, aynı sofrayı paylaşamasak da ölme. Sağ olduğunu bilmek yeter bana. Lütfen ölme diyor-du.
Gülizar hanım kalktı, halini anlatmaya kelimeler yetmez-di. Birden kızı geldi aklına. Ya kızının başına da böyle şeyler gelirse?
-Allah’ım kime güveneyim diye inledi. Ne yapayım, perişan oldum. Yetmez mi Allah’ım? Yetmez mi, suçum ne, suçum ne benim? Tahsin beye dönerek:
-Bey, namazlı niyazlı birisin. Söyler misin? Şimdi ben ne yapayım? Nereye gideyim?
-Polise git. Suç duyurusunda bulun. Belki aramayı hızla-dırırlar. Hasan bulunur ve mahkemeye çıkarırlarsa, belki bu sapık adamı buradan alırlar. Hiç bir personel memnun değil. Namaz kılan persolene kan kusturuyor.
Gülizar hanım, oğlu Hüseyin’i yanına alarak, en yakın polis karakoluna gitti. Ayakları su toplamıştı. Yürümekte zorluk çekiyordu. Hüseyin, anasının yürüyerek geldiğinin farkında idi. Dişini sıkıyordu, okulu bitirsin, bir işe girsin anasına bu günleri unutturacaktı.
O akşam Gülizar hanım yuvanın önündeki bankda sabahlamıştı. Salih ve Saide ise o akşam Gülizar hanımın evine uğramışlardı, ama bulamamışlardı. Getirdikleri yiyecek ve giyecek malzemeleri kapının önüne bırakmış “Lütfen bir ihtiyacın olunca bizi ara” diye not ve telefon numarası bırakmışlardı. Gülizar hanım iki gün sonra eve gelecek, lâkin kapıda bir şey bulamayacaktı. Çünkü kendisi gibi fakir olan komşusu gizlice bırakılanları almış, notu da yırtmış atmıştı.
Hasan iki gün sonra bulunmuştu. Mahkemeye çıkarılmıştı. Hasan’dan cesaret alan bir kaç çocuk daha Müdür baba (?)dan aynı sorundan dolayı şikayetçi olmuştu. Ve sonuç olarak Müdür baba (?) başka bir yuvaya sürülmüştü. Yerine başka bir Müdür baba atanmasına karar verilmişti; Ömer müdür baba... Gülizar hanım çaresizliğin verdiği çaresizlikle iki gün sonra yine yürüyerek evinin yolunu tutmuştu. Açlıktan nefesi kokuyordu. Ekmek alacak parası yoktu. Takati kalmadığı için, yol kenarına, bir taşın üzerine oturdu. Dinlenirken gözü karıncalara takıldı. Ağızlarına aldıkları yiyecekleri, büyük bir çabayla yuvalarına doğru taşımaya gayret ediyorlardı. Bir müddet boş gözlerle izledi karıncaları. Ve birden kaldırdı ellerini, göz pınarları bütün gücüyle boşalmış, yaşlar yanaklarından aşağı iz iz akmaya başlamıştı. Tıpkı sellerin toprakta iz iz aktığı gibi. Yürekten, acıyla yalvardı Allah’a:
“Ey kimsesizlerin kimsesi olan Allah’ım! Yerdeki karıncanın, deniz dibindeki balığın, gökte uçan serçenin rızkını veriyorsun. Ben de Sen’in yarattığınım. Terk ettinse mutlaka hakettiğimdendir. Ama biliyorum ki; Sen’in rahmetin gazabını geçmiştir. Biliyorum, Sen’i hakkıyla tanıyamıyorum. Biliyorum, kulluğum hakkıyla değil, biliyorum, Sana yakışır bir amelim yok. Ama ben Sen’in yarattığın bir kul, Sende benim yaradanımsın, öldüreceksen beni açlıktan öldür. Rızkımın kefili, vekili Sen’sin”.
Biraz sonra kalktı, ağır ve bitkin adımlarla evine doğru yol almaya başladı. Bitap bir şekilde evine yaklaşırken, evinin önünde iki adamın sağa sola bakındıklarını gördü. Yaklaştı. Adamlardan biri Gülizar hanıma doğru gelerek sordu:
-Teyze iyi bayramlar, biz Şaban amcanın evini arıyorduk.
Gülizar bitkin bir şekilde sordu:
-Hangi Şaban?
-Şaban Çelikkol.
-Ne yapacaksınız, Şaban Çelikkol’u? O, öldü. Diğer adam:
-Öldüğünü biliyoruz. Evini arıyoruz.
-Evi burası.
-Kimse yok mu?
-Ben hanımıyım.
-Hah işte, teyze bizim aradığımız sensin. Acelemiz var. Gitmemiz gerekiyor, biz Konya’dan geldik, dönmemiz gerekiyor.
-Şaban’dan ne istiyorsunuz?
-Bir şey istediğimiz yok. Şaban, benim asker arkadaşımdı. Çok sıkıntılı bir günümde, gelen parasını benimle paylaşmıştı. Tabi, elbette ki, Allah’tan gelen bu iyiliğe Şaban vesile olmuştu. Şimdi ben de hazır yolum bu tarafa düşmüşken, ufak bir hediye getirdim. Kabul edersen sevinirim. Lütfen buyur, deyip, cebinden çıkardığı zarfı uzattı Gülizar’a. Gülizar şaşkın elini uzatıp aldı zarfı. Öteki adam ise, taksinin bagajından paket paket eşya çıkarıp, kapının önüne koyuyordu.
Biraz sonra adamlar gitmişti. Gülizar arkalarından baka-kalmıştı. Yolda yaptığı duayı hatırladı. Kalbi Allah’a karşı minnetle doldu. Duasına hemen icabet etmişti.
Zarfda oldukça yüklü bir para vardı. Kutularda ise çocuklara altı ay yetecek kadar kumanya vardı.
Hemen çocuklarına gecikmiş de olsa, bayramlık almayı düşündü. Sürpriz yapmalıyım diyerek, o yorgunlukla çarşının yolunu tuttu. Dolmuşa binmek için durağa varıp, dolmuş beklemeye başladı. Dolmuş geldi, lâkin Gülizar binmedi ve ağlayarak evinin yolunu tuttu. Geri dönerken kendi kendine söyleniyordu:
-Ben, kendi çocuklarıma bayramlık alıcam, ya öteki yetimler, onlar ne olacak? Onca yetimin içinde sadece kendi çocuğumu nasıl sevindireyim?... Bütün çocuklara bu para yetmez ki, hepsine alsaydım..
Z |
ahide, elleri titreyerek kapının ziline dokundu. Kalbi çıkacakmışcasına çarpıyordu. Bu sokaktan ayrılalı uzun zaman olmuştu. Sokağa girdiğinde, ruhunda depresyonlar başlamıştı. Eski günleri hatırladıkça sanki yeni yaşıyormuşcasına acıları yenilenmişti. Kapıyı açan Hamide teyze, karşısındaki bayanı tanımamıştı:
-Buyurun, kimi aramıştınız? diye sordu. Karşısındakini tanımaya çalışarak:
-Hamide teyzeyi aramıştım diye cevapladı kapıda duran, tesettürlü bayan ve ekledi:
-Tanımadın mı? Ben Zahide’yim.
-Zahide mi? Hay Allah iyiliğini versin. Ne olmuşsun böyle? Amma da güzel olmuşsun. Gel gel, hele içeri gel. Zahide yi içeriye aldı:
-Otur şöyle, tanınmamak için mi böyle giyinmişsin? nerelerdesin? senden bir daha haber alamadık.
Zahide, sessiz sessiz ağlamaya başladı. Cevap bekleyen Hamide teyzeye cevap verdi:
-Hamide teyze, yavrularımı çok özledim. Artık dayanacak gücüm kalmadı. Kaçamak da olsa onları görmeye geldim. Sana güvendiğim için ilk önce senin kapını çaldım.
-İyi ettin kızım, iyi ettin. Hele çıkar şu üstündekileri, rahatla, konuşuruz.
Zahide etrafa göz gezdirdirdikten sonra sordu:
-Evde kimse var mı?
-Kim olacak kızım? Biliyorsun ben ve hacı amcandan başka kimse yok.
-Hacı amcamı soruyorum. Ben artık dinimi yaşamaya çalışıyorum ve tesettürsüz, namahrem olan erkeklerin yanına çıkmıyorum.
-Ohh, oh ne güzel, ne güzel. Buna çok sevindim. Rahat ol, evde kimse yok.
Zahide örtüsünü çıkardı. Çekyatın üzerine oturdu. Hamide teyze anlat bakalım dedi. Maşaallah, çok beğendim kızım, çok beğendim. Allah’a isyan içinde yaşamak sana yakışmıyordu.
-Teyze, önce sen anlat. Çocuklarım, Nuran’ım, Murad’ım nasıllar? Ne yapıyorlar?
Hamide teyze başını yere eğdi. Zahide telaşlandı:
-Yoksa, yoksa onlara bir şey mi oldu?
-Korkma dedi Hamide teyze, korkma düşündüğün gibi değil, yanlız.
-Yanlız ne?
-Kocan olacak o adam, buradan taşındı. Ama çocuklar, yuvada kalıyorlarmış.
-Yuvada mı? Ne yuvasında?
-Yetim yuvasında. Çocuk esirgeme kurumunun yuvasında.
-Hamide teyze, sen ne diyorsun?
-Evet, maalesef doğru. Adam içkiye, kumara devam etti. Sonunda evinden buzdolabı, televizyon, kısacası ne kadar göze gelir eşya varsa hepsini gelip aldılar. Sonunda evini de kaybetmiş. Ceketini alıp çıkmış. Nereye gittiğini bilmiyoruz.
Zahide, inleyerek konuştu:
-Olacağı buydu. İçki ve kumar iyi bir şey olsaydı, Allah yasak etmezdi. Allah’ın bütün yasaklarında binlerce hikmet var ve hepsi de insanoğlunun faydası için, amma kavrayacak akıl lazım. Ben de bir zamanlar örtüyü kabullenmiyor, açıklığın yasaklanmış olmasının hikmetini anlayamıyordum. Herşeyin kalp temizliğiyle alakalı olduğunu savunuyordum. Hamd olsun ki; hakikati görmeyi nasip etti Rabbim.
-Hay Allah razı olsun. Ne oldu? Nasıl bu kadar değiştin? Sen değil miydin, kaderi suçlayan, çıplaklığı savunan...
Evet haklısın, kaderi suçlardım. Neden biliyor musun? Yanlış kader anlayışımdan. Kaderin ne demek oldğunu bilmediğimden. Ama suç yanlız benim değilki. Öyle değil mi Hamide teyze?
Hamide teyze “Anlamadım” dercesine baktı Zahide’ye. Zahide derin bir “Ahhh” çekerek devam etti:
-Bana, kim olduğumu anlatmayanlarda Allah’ı bana tanıtmayanlarda, İslâm’ın, insanlar için gönderilmiş hayat sistemi olduğunu bildirmeyenlerde ve hatta dünyanın bir imtihan yeri olduğunu ve bu imtihanın mutlak bir sonu olduğunu, burada yapılan her şeyden ama herşeyden hesap verileceğini öğretmeyenlerde hiç suç yok mu?
-Haklısın kızım, çok haklısın. Allah bizleri affetsin. Çoluk çocuğumuza sahip çıkamadık.
-Tabi en büyük suç ise; dinimizi kulaktan dolma bilgilerle, ana babadan gördüğümüz şekliyle kabul edip, aslını okumayan bizlerin. Başkalarını suçlamakla kurtulamayız, aklımızı kullanmak gerekiyormuş. Bunu, biraz geç anladım. Meğer ne de güzel kanunlar varmış İslâm’da. Geçen gün boşanmayla ilgili bir ayet okudum, hayran kaldım.
-Boşanmayla ilgili âyet mi?
-Evet ya, Allah (c.c.) kadınlara zulmetmeyin! “Ya güzellikle tutun, ya da güzellikle ayrılın” (Bakara: 229) buyuruyor.
-Demek, ayrılırken de güzellikle ha. Nerdeee?
-Herkes kendinden sorumlu olduğuna göre, herkes düzeltmeye kendinden başlasa, birey olarak sıkı sıkı Kur’an’ın emirlerine yapışabilsek, toplum düzelecek İnşaallah.
-Sen, bütün bunları nereden öğrendin?
-Bir genç kızla tanıştım. Daha onsekizinde. Hafız, pırıl pırıl, gençliğini, o güzelim yıllarını Allah’a ve davasına vermiş biri. Gençliğin geçici olduğunun farkında ve bulunmaz bir nimet olduğunun da... Farkında olduğu için de; En güzel bir biçimde kullanmaya çalışan biri. Komşumuza Kur’an okuyup, anlatmaya gelmişti. Hayran kaldım. Yıllardır, sadece işimiz düşünce okuyup, ama manasına eğilmeyi ihmal ettiğimiz Kur’an’ımızı güzel okuyor ve kelime kelime manasını açıklıyordu. O açıkladıkça, kendimden, Kur’an’ımdan, Allah’ımdan utandım. Bu kitap, benim de kitabımdı. Ben de O’na karşı mesuldüm. Velhasıl konuştuk, ilgilendi benimle. Ondan arapça başta olmak üzere akaid, fıkıh gibi, bir müslümanın mutlaka öğrenmesi gereken dersler almaya başladım. Gördümki hakikaten büyük bir gaflet içerisindeymişim.
Kaderi anlattı bana; gördüm ki kader benim zannettiğim gibi değilmiş. Allah hiç bir kuluna kötü yazgı yazmazmış. Kulların iradeleri serbestmiş ve başlarına gelenlerin bir kısmı kendi elleriyle yaptıkları yüzündenmiş.
İmanı anlattı bana; gördüm ki “İman” “İnandım” diyerek hiç bir şey yapmamak değilmiş, Kuru bir laf, kuru iddiadan ibaret hiç değilmiş. İmanın bir manası, bir anlamı ve dahası Allah katında kabul olması için, bir takım şartları varmış.
İslam’ı anlattı bana; gördüm ki, “İslâm” teslimiyet gerektiriyormuş. Teslim olana da Müslüman deniyormuş. Teslimiyet olmadan müslüman olunmuyormuş.
Kur’an’ı anlattı bana; gördüm ki O Kur’an çağ dışı değil, çağlar üstüymüş. İndirilişinin bir anlamı, bir amacı varmış. Ve inananların hayatının kılavuzuymuş. Kılavuz olanın da, öğrettiği yoldan gitmek gerekiyormuş, yoksa kılavuzluğu kabul edilmiş olmazmış. O’na tutunmak gerekiyormuş. Öteki dünyada şefaatçi olacağı insanlar da varmış, şikayetçi olacağı insanlar da. Alimin biri, Furkan suresi otuzuncu ayetin açıklamasında şunları söylemiş “Kur’an’ı okumayan O’nu terketmiş sayılır. Okuyup manalarını düşünmeyen O’nu terketmiş sayılır. Okuyup manalarını düşünüp ama amel etmeyen de O’nu terketmiş sayılır”.
-Hangi sure dedin?
-Furkan suresi. Şöyle buyruluyor. “Ey Rabbim! Benim kavmim bu Kur’an’ı(n okunmasını ve hükümlerini) terk edilmiş bir halde bıraktılar.” (Furkan: 30)
-Aman Allah korusun. Eee sonra?
-Hz. Peygamber (s.a.v)’yi anlattı bana; gördümki eşsiz bir insanmış. Kur’an’ ın hayata hakim olması ve dolayısıyla da adaletin gelmesi için bir çok sıkıntıya katlanmış. O geldiğinde, insanlar oldukça sapıkmış. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömer, içkiyi su gibi tüketirlermiş. Ülke ekonomisi faiz sistemiyle dönüyormuş. Kadın şarkıcılar rağbet görüyor, genelevleri açıkmış. Kadın mirasdan hak alamadığı gibi, bir erkek on kadına kadar ya da daha fazla evleniyormuş. Yetimler itilip kakılıyor, insanlar Ebu cehlin kanunlarına göre idare ediliyormuş. Ve o gelmiş..
Uğraşmış, pislik içinde yüzen dünya insanlarına Allah’ın mesajını ulaştırmış. Ve dünyayı saadet, yani mutluluk asrına çevirip, gitmiş Rabb’ına. Görevini en güzel biçimde yapmış olarak. Ve bu görevi O’na inananlara devrederek.. Ama gel gör ki; Bizler O’nun mutluluk asrı olarak bıraktığı dünyayı, eski dönemden daha beter bir hale getirdik.
Ve ahireti anlattı bana; gördüm ki, ölüm ahirete geçiş kapısıymış. Herkes mutlaka hesaba çekilecekmiş. Yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını verecekmiş tek tek.
-Ne diyorsun sen? Yapmadığımızın neden hesabı olsun ki?
-Yapmamız gerekirken, yapmadıklarımız ve yapmamamız gerekirken yaptıklarımızın hesabı verilecekmiş.
Sırat köprüsü geçilecekmiş. Ve kolay geçmenin yolu, bu dünyadan geçiyormuş. Onun için ömrü Allah’ın razı olduğu şekilde tüketmek gerekiyormuş. Yoksa Peygamber kızı bile olsa farketmez, hak ettiğini bulacakmış.
Zahide sustu. İçi dolmuştu, iki kelime daha söylese ağlayacaktı. Hayatını boşa tüketmenin acısını yüreğinin derinliklerinde hissediyordu. Yutkundu, gözyaşlarına hakim olmaya çalışarak devam etti konuşmasına:
-Ya, işte böyle Hamide teyze. Evlilikteki mutsuzluğum için suçladığım kader, aslında kendi seçimimden dolayı başıma gelenmiş. Çünkü Allah ve O’nun eşsiz peygamberi, evlenirken uyulması gereken kuralları bildirmiş. Eş seçiminden tutda, çocuk eğitimine kadar.. Ben, bunların hangisine uydum ki? Şimdi, çocuklarım için üzülüyorum. Onların da boş, gayesiz büyümelerini istemiyorum. Ahh, onları bir kurtarabilsem. Ne yapmalıyım? Acaba yuvadan almama izin verirler mi?
-Bilmemki kızım? Yoldan geldin, acıkmışsındır. Birşeyler hazırlayayım, yiyelim. Sonra beraberce yuvaya gideriz. Hem, biraz sakinleşmiş olursun.
Bir saat sonra Zahide ve Hamide teyze Çocuk Esirgeme Kurumunun kapısında idiler. Zahide’nin kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Hamide teyze farkedince Zahide’ye:
-Kızım, istersen sen burada dur. Ben, içeri gireyim. Çocuklar seni aniden görmesinler. Hem, bakarsın tesettürün problem olur, dedi. Zahide Hamide teyzeye şaşkı şaşkın bakarak:
-Problem mi olur? diye sordu.
-Ne bileyim, bunların işi belli mi olur? Televizyonu görmüyor musun? Hergün başörtüsü problemi var.
-Problem, o insanların kafalarında. Başörtüsünde ne problem olacak? Kumaş parçasında problem mi olurmuş? Hadi beraber girelim içeri. Zaten çocuklar beni hemen tanıyamazlar.
İçeri girdiler. Zahidenin gözleri etrafı kolaçan etmeye başladı. Çocukları görünce içi parçalandı. Çorapsız. ayakkabısız olanlar. Üstleri yırtık ve kirli olanlar. Ağlayanlar ve birşeylere aldırmayıp yaramazlık yapanlar....
Kendilerini karşılayan görevliye müdür ile görüşmek istediklerini söylediler. Görevli:
-Biraz beklemeniz gerekecek. Şöyle buyurun oturun. Ben, haber vereyim dedi.
Görevlinin gösterdiği yere oturdular. Otururken, Zahide’nin gözleri çocuklarını arıyordu. Bu arada çocuklardan bazıları etraflarına toplandılar. Zahide tek tek okşadı yetişebildiklerini. Başını okşadığı kız çocuğuna sordu:
-Senin adın ne? güzel çocuk.
-Adım, Bahtsız. Oradan bir çocuk atıldı:
-Yalan söylüyor. Onun adı Gülşen.
-Hayır diye itiraz etti kız. Benim adım, Bahtsız. Zahide sordu:
-Peki, kim koydu bu ismi sana?
-Kendim.
-Neden? Neden, bu ismi tercih ettin?
-Bahtsızım da onun için.
-Öyle deme yavrum.
-Bahtsız olmasam, burada olurmuydum? Küçük kız, konuyu değiştirerek sordu:
-Teyze, sen neden böyle giyinmişsin?
-Neden mi giyinmişim? Güzel değil mi sence?
-Hava çok sıcak.
-Bizi yaradan Allah, kendisine inanan kadınların, sokakta erkekler tarafından bakılıp, rahatsız edilmemeleri için örtünmemizi istemiş. Ben de, onun için böyle giyindim.
-Ben, Onu sevmiyorum. Hamide teyze ağzını açıp kızacaktı ki, Zahide farkedip, engel oldu. Küçük kıza şefkatle sordu:
-Neden yavrum? Neden sevmiyorsun?
-Çünkü, beni bahtsız yapmış.
Zahide duydukları karşısında kahroluyordu. Küçük kızın saçlarını okşarken konuşmasını sürdürdü:
-Yavrum, diyelim ki;bir padişah var ve ferman buyurmuş, hiç kimse hanımına ve çocuklarına kötü davranmasın. Çocuklarınıza iyi sahip olun. Onlara haksızlık etmeyin. Onlar size emanettir. Şimdi bu fermanı okuyan halktan bazıları “evet padişamız doğru söylemiş” deyip söyleneni yapsa, bazılarıda yapmasa, önemsemese. Padişaha mı kızacağız, yapmayanlara mı? Padişah mı suçlu, yapmayanlar mı?
-Tabi, yapmayanlar suçlu.
-Canım kızım, tatlı yavrum, Allah bizlere, çocukların emanet olduğunu, iyi bakmamız gerektiğini, iyi terbiye etmezsek sorumlu olacağımızı bildirmiş.
-Gerçekten mi?
-Evet, gerçekten.
-Yani, Allah bildirmiş de, anamız ve babamız mı yapmamış?
-Aynen öyle kızım. Allah, iyi sahip çıkmamızı istemiş ama biz yapamamışız, yapmamışız.
-Şimdi, o beni sevmez mi?
-Sever yavrum, elbette sever.
Kız başını yere eğdi:
-Özür dilerim Allah’ım. Ben, bunu bilmiyordum, dedi mahcup bir edayla.
O sırada görevli gelip, müdürün kendilerini beklediğini bildirdi. Kalkıp, müdürün odasına gittiler. Müdür tepeden tırnağa Zahide’yi süzdükten sonra:
-Ne istiyorsunuz dedi, kabaca. Zahide kızmıştı, ama herkes yanında ne varsa onu harcar. Onun gibi kabalaşamam diye düşünerek cevap verdi:
-Afedersiniz, bir konu hakkında bilgi alacaktık.
-Evet, dedi müdür.
-Yuvanızda, Nuran Demir ile Murat Demir kardeşler kalıyormuş. Onları görebilir miyiz?
-Siz, nesi oluyorsunuz?
Zahide sustu “Anneleriyim” diyemedi. Sustuğunu gören müdür konuştu:
-Neyse, nesi olursanız olun. Artık burada kalmıyorlar. Zahide başının döndüğünü hissetti. Umutsuzluk duygusuna kapıldı:
-Kalmıyorlar mı? diyebildi, çaresizce. Hamide teyze atıldı:
-Müdür bey, peki nerede kalıyorlar?
-Murat, yaşından dolayı merkezdeki erkek yurduna nakledildi. Nuran da, varlıklı bir aileye evlatlık verildi.
-Nasıl olur?
-Oldu işte. Babası, yüklü bir para aldı karşılığında. Zahide duyduklarına inanamıyordu. Hamide teyze son bir soru daha sordu :
-Kim aldı? Müdür bey, adresi var mı?
-Var, ama size veremeyiz.
Müdürün odasından çıktılar. Zahide zor yürüyordu. Gözlerinden yaş, dilinden de “Hasbunallahu ve ni’mel vekil” zikri dökülüyordu. Hamide teyzeye zoraki:
-Bir yere oturalım, yürüyemeyeceğim dedi.
Bahçede bir bankın üzerine oturdular. Bazı çocuklar sardı yine etraflarını. Kızın biri sordu:
-Teyze, hasta mısın? geçmiş olsun.
-Sağol yavrum, dedi Zahide. Senin adın ne?
-Adım, Hüsna.
-Ne zamandan beri buradasın?
-Çok oldu. Ama bu yıl son.
-Öyle mi? Nereye gideceksin?
-Annemin yanına. Babam öldü. Biz çok fakiriz, onun için buradayım, okula gidiyorum. Şey, teyze buraya kimin için geldiniz ki?
-Kızım için dedi Zahide umutla. Bir ip ucu yakalayabilmek umuduyla. Kızım Nuran için.
-Nuran mı? O benim arkadaşımdı. Ama evlatlık gitti. Ne yapsın kimse gelmedi, arayanı soranı yoktu. Hem, yaşın dolunca Buradan zaten çıkartıyorlarmış. Zahide, umutla sordu:
-Adresi var mı?
-Yok, ama annemden bizim adresimizi aldı.
-Demek öyle.
-Neden gelmediniz ki? O, sizi çok bekledi.
-Peki, babası, babası hiç gelmedi mi?
-Bir kaç kez gelmişti. Sonra gelmedi.
Zahide ve Hamide teyze kalkıp, durağa doğru yola koyuldular. Merkezdeki yuvaya gideceklerdi. Zahide, metin olmaya gayret ediyordu. Durmadan sabır için dua ediyordu Allah’a.
Yaklaşık bir saat sonra, merkezdeki yuvayı bulmuşlardı. Bahçeye girdiler. Ortalık sakin gözüküyordu. Zahide içinden “Ne kadar da soğuk gözüküyor şu yuvanın binası” diye geçirdi. Merdivenleri çıkarken ayaklarının titrediğini hissetti. Girişteki görevli seslendi:
-Hanımefendi, hoşgeldiniz, buyurun size nasıl yardımcı olabilirim?
Zahide cevapladı:
-Müdür beyle görüşecektik.
-Randevunuz var mı?
-Hayır.
-O halde, siz şöyle oturun, ben haber vereyim.
Zahide etrafa göz gezdirmeye başladı. Artık delikanlı olmuş, erkek çocuklar vardı, bu yuvada. Kendilerini görenlerden kimse yanlarına gelmedi. Görebildiklerinin arasında Murad’ını aradı. Ama göremedi. On dakika sonra Müdürün odasında idiler. İçeri girdiklerinde, Müdür:
-Buyurun, hoşgeldiniz dedi ve ekledi:
-Sizi, biraz beklettim, af edersiniz.
-Rica ederim, önemli değil. Sizi, rahatsız edişimizin sebebi
-Estağfirullah, sizi dinliyorum. Ama önce buyurun şöyle oturun.
Gösterilen yere oturdular. Zahide biraz rahatlamıştı. Müdürün beklediğini görünce, hemen konuşmaya başladı. Sesi titriyordu:
-Yuvanızda, Murat Demir isminde bir çocuk kalıyormuş. Endişeyle baktı müdürün yüzüne. Hayır demesinden korkarak sürdürdü konuşmasını:
-Onun hakkında konuşacaktık.
-Evet dedi Müdür. Murat burada kalıyor. Annesi misiniz? Evet dercesine salladı başını Zahide.
-Anlıyorum dedi müdür. Lütfen rahat olun Dünya bu, her türlü imtihan bizim için. Elbetteki hiç bir ana, evladından ayrı kalmak istemez. Biz, bırakanlar değil, bırakanları, bırakmaya iten sebepleri kınıyoruz. Murat çok hırçın bir çocuk. Psikolojisi biraz bozuk, doğal olarak. Sizi hemen kabullenmeyecek diye düşünüyorum. Rencide olacaksınız, tepkisi çok farklı olabilir.
-Hayır, hayır rencide olmaya hakkım yok. Beni, kovmasını bile göze alarak geldim. Buna hazırım.
-İsterseniz, size yuvayı gezdireyim. Önce topluluk içerisinde görün çocuğunuzu.
-Mümkünse, buraya çağırttırsanız.
-Peki, siz bilirsiniz.
Müdür baba, görevliyi çağırdı. Murat Demir’i odama gönder, dedi. Aradan on dakika kadar bir zaman geçmişti. Müdür babanın odasının kapısı hızla açıldı. Kapıda beliren Murat’tı, kapıyı çalmadan, izin almadan açmış ve içeri girmişti. Zahide, oğluna baktı baktı baktı. Gömleğinin bir ucu pantolonunun içinde, bir kısmı dışarda, ceketinin kolu sökük, boynuna taktığı gravat yamuktu. Murat, kadınlara şöyle bir göz attı. Tanımamıştı. Müdür babasına dönerek konuştu:
-Ne oldu Ömer baba?
-Otur, şu boş sandalyeye otur bakalım.
Gösterilen yere oturdu sonra odadakilere bir daha baktı. Ve sordu:
-Ömer baba, bu karılar kim?
-Tanıştıracağım evlat. Bunlar, bizim misafirlerimiz.
-Onlara çay getireyim mi?
-Yoo, otur konuşalım. Müdür ayağa kalktı, Murat’a doğru yaklaşarak konuştu:
-Bu hanımlar, annenden haber getirmişler.
Murat başını kaldırıp, karşısındakilere baktı. Oturduğu yerden haykırdı:
-Benim annem öldü.
-Hayır, dedi Müdür baba ve devam etti:
-Sen de biliyorsun ki; annen ölmedi, ayrıldılar.
-Benim için öldü. Gidin ve o karıya böyle söyleyin, dedi. Karşısındakilere daha dikkatli bakınca, dudaklarından şu cümle döküldü:
-O, sensin, değil mi? Sen, o’sun. Ama benim için öldün. Öldün benim için. Şu giydiğin şeylere bak, nasıl da öcülere benziyorsun. Defol, defol, anladın mı beni? Defooool.
Murat kalktı, kapıyı hızla çarpıp çıktı. Müdür baba etkilenmişti. Zahide sessiz sessiz ağlıyordu. Müdür baba Zahide’ye dönerek teselli etmeye çalıştı:
-Bacım, ilk tepkiyi anlamak lazım. Aslında Murat böyle yaparak bile, size duyduğu özlemi dile getirdi. Duygularını sürekli bastırdığı için, şu an tamamen bir duygu patlaması yaşıyor. Geçmişte olan olmuş, şimdi mümtaz birine benziyorsunuz. Siz, biraz oturun, ben Murat ile bir konuşayım. Hamide teyze de ağlıyordu. Gözyaşlarını silerken konuştu: Müdür bey, bu konuda Zahide’nin bir suçu yok ki. Murat’ın babası içki kumar tutkunu biriydi. Bu yüzden.. Müdür baba Hamide teyzenin sözünü keserek konuştu:
-Biliyorum, biraz haberim var. Zira her çocuk hakkında biraz araştırma yaparım. Neyse, siz oturun, ben şimdi gelirim.
Müdür baba çıktı. Murad’ı nerede bulacağını biliyordu. Murat duygularını yoğun yaşadığı zamanlar, hep hareketli oyunlara yönelirdi. Duvarlara tırmanır, yapmadığı yaramazlık kalmazdı.
Ama bu defa müdür baba yanıldı. Murat bu defa, bahçedeki ücra bir banka oturmuş ağlıyordu. Ağlamak Murat için görülmemiş bir hareketti. Ama müdür baba buna sevindi. Gidip yanına oturdu ve elini Murat’ın omuzuna koydu:
-Seni anlıyorum dedi, her ne kadar yaşadıklarını tam yaşayamıyorsam da.
Murat cevap vermedi. Müdür baba devam etti konuşmasına:
-Biraz rahatladın mı?
-Konuşmak ister misin?
Murat’tan ses çıkmayınca:
-Peki, o halde ben kalkayım, deyip kalktı.
Biraz ilerlemişti ki Murat seslendi:
-Ömer babaaa. Müdür baba durdu. Murat:
-Gitme diye inledi. Müdür baba dönüp Murat’ın yanına oturdu.
Seni dinliyorum dedi, babacan, şefkat dolu bir sesle.
-Bana yardım eder misin?
-Elbette oğlum, elbette. Seni dinliyorum.
-İçimde farklı duygular var, hareketlerime farklı hareketler yansıyor. İçimdeki duyguların tam tersine hareket ediyorum. Oysa annemi herkesten daha çok özlüyor, herkesten daha çok seviyorum. Ama bunu ona söyleyemem... Bir an sustu, sonra endişeyle sordu:
-Gittiler mi?
-Hayır, gitmediler.
O sırada Zahide ile Hamide teyze kapıda belirmişlerdi. Onları gören müdür baba:
-Ama gidiyorlar, dedi.
Zahide ve Hamide teyze ağır adımlarla çıkıyorlardı bahçeden. Zahide’nin çok perişan olduğu her halinden belliydi. Bahçe kapısından henüz çıkmışlardı ki, Zahide arkadan gelen sesle olduğu yerek çakılıp kaldı. Seslenen Murat’tı ve:
-Annee, gitme diyordu.
Zahide olduğu yere yığıldı. Yarım saat sonra kendine geldiğinde bahçedeki bankın üzerindeydi ve Murat da baş uçundaydı. Yavaş yavaş kalktı. Oğluna sarıldı, sarıldı sarıldı… yılların özlemini bir anda çıkarmak istercesine.
Hamide teyze ve müdür baba onları yanlız bıraktılar. Bir
müddet sessiz sessiz ağladı ana oğul. İlk konuşan Zahide oldu:
-Üzgünüm oğlum, çok üzgünüm. Böyle olmasını hiç bir ana istemez. Ama buna rağmen beni anlamanı beklemiyorum. Sen, kendi çektiklerini daha iyi bilirsin. Ama yavrum, tek çeken sen değilsin, sizin özleminiz beni bitirdi. Hata sizin değil elbette, hata bizim, büyüklerin, sorumluluğunun farkında olmayan ana ve babaların. Aile ne demektir bilmeyen bizlerin, evlât sorumluluğu nedir? farkında olmayanların. Ama geçti, acaba yarınını bana ayırır mısın? İzin alıp, okula gitmesen, ben de Hamide teyzelerde kalsam, yarın buluşsak sonra.
-Eee sonra ne? Murat bozuldu birden. Demek anası kendisini sadece ziyarete gelmişti. Endişeyle baktı anasına. Zahide:
Sonra, beraberce karar versek yapmamız gerekenlere. Kabul edersen, birlikte yaşamanın yollarını bulsak. Sonra evet sonra da Kardeşini, Nuran’ımı arasak birlikte. Küçük ama güzel bir yuva kursak, içinde isyana, günaha ve huzursuzluğa yer olmayan bir aile kursak birlikte. Ne dersin?
Murat’ın gözleri ışıldadı. İçtenlikle ve ivedilikle cevapladı anasının sorusunu:
-Tamam ana, tamam. Bıktım, hayattan bıktım. Yeter değil mi ana? Yeter artık.
Zahide “Ana” sözünü bir daha, bir daha söyler misin? dedi, yalvarırcasına. Murat:
-Anam benim, diyerek sarıldı Zahide’ye.
Akşam olmuş, hava kararmaya başlamıştı. Ayrıldılar, yarın buluşmak üzere. Zahide eve dönerken, babasını aradı, oğlunu bulduğunu, bu gece Adapazarı’na dönemeyeceğini, İstanbul’da komşularında kalacağını, dönerken oğlu ile beraber döneceğini bildirdi.
O akşam çok yalnız kalmak istemesine rağmen, yük olmayayayım diye ev işlerinde Hamide teyzeye yardım etti. Hacı Arif beye balkonda hazırladılar sofrayı. Zahide ve Hamide birlikte yediler yemeği. Zahide bulaşıkları yıkadı, abdest alıp, yatacağı odasına çekildi kapısını arkadan kitledi. Odada küçük bir kitaplık vardı. Kitaplıktan Kur’an’ı mübini aldı. Rastgele bir yeri açıp okumaya başladı. Bir miktar okudu, sonra ne okuduğunu anlayabilmek için, mealine göz attı.
“Bizimle karşılaşmayı ummayanlar (İnanmak bahanesiyle): “Bize melekler indirilmeli veya Rabb’imizi görmeli değil miydik?” dediler. Andolsun ki onlar, kendi kendilerine büyüklük tasladılar ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar.
(Azap edecek) melekleri görecekleri gün, (bilsinler ki) o gün, artık günahkârlara hiçbir müjde yoktur. (Melekler onlara:” size cennet ve müjde yasak edilmiştir, yasak” diyecekler.
(Dünyada hayır namına) yaptıkları bir işi ele alacağız ve onu dağılmış toz zerresi yapacağız. (Çünkü, imansız ve riyakâr hiçbir işin değeri yoktur.)
O gün cennet ehlinin kalacakları yer daha iyi, dinlenecekleri yer daha güzeldir.
O günde gök, beyaz bulutlar halinde parçalanacak ve melekler (amel defterleriyle)indirildikçe indirilecek.
İşte o gün gerçek Mülk (hakimiyet) Rahman’ındır. Kâfirler/ inkarcılar için o, çok güç bir gündür.
O gün her zâlim, ellerini ısırıp: “Keşke ben, peygamberle beraber bir yol edineydim” diyecek.
“Yazıklar olsun bana, keşke falanı dost edinmeseydim. Andolsun ki, bana Kur’an gelmişken, beni zikirden (Allah’ı anmaktan ve Kur’an’dan) o saptırdı. Zâten Şeytan darlıkta insanı yalnız ve yardımcısız bırakandır.”
Peygamberde: “Ya Rabbi, benim kavmim Bu Kur’an’ı(n okunmasını ve hükümlerini) terk edilmiş bir halde bıraktılar.” der. (Furkan: 20-30)
Zahide Kur’an’ı kapattı, gözlerini yumdu ve ayetleri düşünmeye başladı. Ayetler hesap gününden bahsediyordu. Düşündü, öldüğünü ve yeniden dirildiğini. Meleklerin amel defterlerini dağıtışını, sırat köprüsünü ve terazilerin kuruluşunu. Divana çıkışını ve hiç eksiksiz hayatının hesabını, buluğ çağından öleceği güne kadar olan zaman dilimini.
Bütün bunlar hikaye değil, gerçeğin tâ kendisi diye geçirdi içinden. Akıllı ol Zahide, akıllı ol da, hazırlıklı git, boş geçirme sana verilen zamanı, yoksa pişmanlık sana fayda vermeyecek. Ya defterini soldan alırsan? Ya sıratı geçemezsen? Ya terazide sağ taraf ağır gelmezse?
-Allah’ım sana sığındım diye inledi. Lütfen ayaklarımı ve kalbimi dininde sabit kıl, diye dua etti.
Hesap günü bilinciyle, hesap gününün kolay olması için, daha dikkatli yaşamalıyım kararlığıyla kalkıp yatsı namazını kıldı. İki rekât da istihare namazı kıldı ve açtı ellerini duaya. Hz. Peygamberin Taif dönüşünde yaptığı dua gibi yalvardı Allah’ına. Sonra koydu başını yastığa ve ne zaman uykuya geçtiğinin farkında olmadan, bir müddet sonra geçebildi uykuya.
Sabah namazıyla kalktı yataktan. Rüyasını hatırlamaya çalıştı, hatırlayamadı. İçinin huzurlu olduğunu farketti. Verdiği karar doğruydu, oğlunu yuvadan alacak, ev tutacaktı. Dikiş ve piko biliyordu, çalışacaktı, gayret edecekti. “REZZAK” olan Allah mutlaka rızkını verirdi.
O gece Murat da uyuyamamıştı. İyi ki Ömer baba var diye düşünüyordu. Her sıkıldığında, doğru karar vermesine yardımcı oluyordu...
Kararlaştırdıkları gibi, o gün okula gitmedi. Camdan sürekli yolu gözlüyordu. Yoksa anası gelmeyecek miydi? Hayır bunu bana yapamaz, buna hakkı yok diye geçirdi içinden.
Karmakarışık düşüncelerle boğuşurken, o sırada yuvanın bahçe kapısından bir bayanın girdiğini gördü. Bu anasıydı. Bir solukta indi merdivenleri. Kapıda kucaklaştılar, ana ve oğul sarmaş dolaş oturdular kuytuda bir bankın üzerine. İlk önce Zahide konuştu:
-Artık beraber yaşamalıyız. Benimle geleceksin değil mi?
Murat hiç tereddüt etmeden cevapladı anasının sorusunu:
-Tabi ana, elbette gelirim. Ailesiz kalmak çok acı ana, çok. Allah babamı kahretsin.
-Allah korusun, öyle deme oğlum. Yiğidim, ciğerparem, umudum benim, öyle deme.
-Allah belâsını versin, hep onun yüzünden çektik bu acıları. Ana, buralarda neler çektik bilemezsin. Bütün zorluklar bir yana, bize, acıyan gözlerle bakılması, zavallılar olarak görülmek mahvetti bizi.
Zahide oğlunu anlayabiliyordu. gözleri dolu dolu konuştu:
-Anlıyorum seni. Ama yine de babana belâ okuma. Sen istemesende, o senin baban. Bize belâ okumak yakışmaz, gücümüz yettiği kadar dua etmeliyiz. Peygamber Efendimiz’e O’nun karşıtları çok zulüm yapmışlar. Çok çile çektirmişler, ama hiç bir zaman beddua etmemiş.
Murat okuldaki ateist öğretmen Selda Bölükbaşının etkisiyle Allah ve Peygamberine karşı büyük bir inkar içindeydi. Din olarak, dinsizliği seçmişti. Peygamber’den bahsedilmesinden hoşlanmamıştı. Anasına cevap vermedi, Zahide bir çokları gibi değildi. Müslümanlığının ne manaya geldiğinin, niçin inandığının farkında olan, bilinçli bir hanımdı. Murat anasının tepkisinden çekinip, cevap vermemişti.
Zahide oğlunun yüzüne baktı. Yüzüne yansıyan ifadeden bir şeyler anlamıştı. İçinden “İşte şimdi vuruldum, tâa yüreğimden”diye geçirdi. Ama Murat’ın suçu yoktu, zira kişiliğin, kimliğin sağlıklı olabilmesi için önce sağlıklı bir aile, sağlıklı bir çevre ve sağlıklı bir eğitim gerekliydi. Bunların hiç birine sahip değildi. Şefkatle baktı oğlunun yüzüne. Murat’ın yüzündeki endişeyi fark etti. Eliyle okşadı başını:
-Merak etme, seni anlıyorum dedi. Suç senin değil ki. En büyük gerçeği inkar edecek kadar kör olanların göremedikleri ışığı başkalarına göstermeleri mümkün değil.
Murat anasının okşaması hiç bitmesin istiyordu. Yüzüne baktı, öteki elini tuttu ve öptü. Sonra da dediklerini anladım dercesine baktı anasına. Zahide de oğlunun elini öptü ve:
Seninle daha çok konuşuruz inşaallah dedi. En büyük gerçek Allah’ın varlığıdır yavrum. Allah’ı inkar etmek, kendini inkar etmek anlamına gelir. Kur’an’ın bir ayetinde şöyle buyruluyor:
“Göklerde ve yerde (inanmak için) nice âyet (delil) vardır ki, onlar, (ona ibretle bakmayıp) ondan yüz çevirerek geçerler” Sonra diğer bir âyette şöyle buyruluyor:
“Allah gece ile gündüzü (değişik hallere) evirip çeviriyor. Şüphesiz ki bunda basiret sahipleri (hakikati görebilenler) için elbette ibret vardır.
Allah (türlerine göre) her hayvanı (önce kendi şekil ve özellikleriyle ana maddesi) sudan yarattı: Bunlardan kimi karnı üzerinde(sürünmekle) yürür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi de dört ayağı üzerinde yürür. Allah dilediğini yaratır, çünkü Allah her şeye kadirdir”. (Nur: 44-45)
Ama aynı Kur’an yine şöyle beyan ediyor: “De ki: “Göklerde ve yerde neler var bakın(da ibret alın)” Ama bunca âyetler (ibretler) ve uyarmalar inanmayacak bir kavme ne fayda verir? (Yunus: 101)
Allah doğru söyledi, inanmak istemeyene ne fayda verir? Baksana ateistlere dilleriyle Allah’ı inkar ediyorlar da, dillerinin nasıl konuştuğunu düşünemiyorlar. Kulaklarıyla duyduklarını inkar ediyorlar da, kulaklarının nasıl duyduğunu anlamıyorlar. Akıllarıyla inkara sapıyorlar da, akıllarının nereden geldiğini, nasıl olduğunu anlayamıyorlar, yani anlamak istemiyorlar. Murat anasının sözünü keserek merakla sordu: -Niçin anlamak istemesinler? Tatmin olmuyorlardır belkide. Zahide bütün ızdırabını içine gömerek cevap verdi:
-Elbette herkesin sığındığı bahane farklı olabilir. Lâkin hepsinin bahanesinin altında yatan sebep şu: Teslim olmak nefislerine ağır geliyor. Onlar inanıp müslüman olsalar, hayatlarını Allah’ın istediği şekilde tanzim etmek mecburiyetleri olacak. Bu da nefislerin kabullenmediği, kabullenemediği yani
Allah’a karşı kibirlendiği bir durumdur.
Bir müddet sustu. Korktuğu başına mı gelmişti? Karamsarlığa kapılmamalıydı. Kararlı olmaya, dik durmaya, hiç bir mazarete sığınmadan, kimliğinin gereğini yerine getirmeye her zamankinden daha çok ihtiyacı vardı. Çünkü karşısında evlâdı vardı. Ve Allah (c.c.) “Mal ve evlat fitnedir” buyurarak, mal ve evlada sahip olanların dikkatli olmasını, bunların Allah yolundan alıkoyan şeyler olmaması gerektiğini beyan etmişti.
-Neyse dedi, şimdi işlemlere bakalım. Seninle daha çook konuşuruz.
Kalktılar. Yüreklerindeki umutla Müdür babanın odasına doğru ilerlemeye başladılar. O gün saatler akşam beşi gösterirken, işlemlerini bitirmiş Adapazarı’na doğru trenle yola çıkmışlardı. Zahide işinin zorluğunun farkındaydı. Durmadan sığınılması gereken yere iltica ediyordu.
D |
iğer tarafta:
Gülizar hanım sabah ezanıyla uyandı. Anasından gördüğü kadarıyla namazını kıldı. Bir türlü gördüğü rüyanın etkisinden kurtulamıyordu. Kendi kendine “Rüyalarım bana bir şeyler söylüyor, ama ne deyip duruyordu”.
‘Namazdan sonra evinin kapısını açtı. Yavaş yavaş kış yaklaşıyordu. Hava serindi. Güneş nazlı nazlı yüzünü göstermeye başlamıştı, her zamanki gibi Rabbinin emirlerine amade olarak. Artık doğma emrini alana kadar da hep doğacak, görevini yapacak, âlemlerin Rabbına teslimiyetin ne olduğunu lisanı hali ile tebliğ edecekti tüm insanlara.
Gülizar hanım kuru ekmeğinin arasına iki zeytin koyup, kapı eşiğine oturdu ve yemeye başladı. Henüz dilimini bitirmemişti ki, ani bir hareketle kalktı, kapıyı kilitleyip, yuvaya doğru yol almaya başladı. Epey yürüdü, takati kalmamıştı, eskisi kadar yürüyemiyordu. Önüne ilk gelen durakta beklemeye başladı ve ilk gelen dolmuşa binerek yuvaya en yakın yerde indi.
Yuvaya vardığında Hüsna okula gitmeye hazırlanıyordu, gözleri yaşlıydı. Anasını görünce, her zamanki gibi gidip sarılmadı anasına. Anası yaklaştı kızına ve kucakladı kızını. Hüsna buz gibi duruyordu:
-Neden ağlamışsın? Hüsna’m neyin var? diye sordu Gülizar. Hüsna’nın cevabı sitem doluydu:
-Ne yapacaksın ana? Derman mı olacaksın? Gülizar’ın cevabı şaşırtıcıydı:
-Biliyor musun, seni almaya geldim.
Hüsna duyduklarına inanamadı, elindeki çantaya yere fırlatarak bağırdı:
-Kurtulduuum, yaşasın kurtuldum.
-Yavaş ol kızım, kimse duymasın. Hadi şimdi söyle neden ağlıyordun?
Hüsna başını yere eğdi ve ağlamaklı cevap verdi:
-Kalemim yok, defterim yok. Başımda bit çıkmış, öğretmenim hergün kızıyor. Okulda herkes bana yetim diyor. Ben yetim değilim, yetim olmak istemiyorum. Kimsenin bana acımasını istemiyorum Gülizarın içi burkuldu. Kızının sözünü keserek konuştu:
-Tamam, artık geçti. Evimize gideceğiz. Allah’a dayanacağız gidip abinleri de alacağım. Yerdeki karıncanın, havadaki kuşun rızkını veren Allah, elbet bizim de rızkımızı bir yerden gönderir
Müdür baba henüz gelmemişti. Beklemeye başladılar. Saat dokuzotuzu gösterirken müdür baba gelmişti. Gerekli işlemleri yaptılar ve öğle saatlerine doğru artık Hüsna yurttan çıkmıştı. Kendisini kuşlar gibi özgür hissediyordu. Yuvadan çıktılar anasının etrafında sekerek yürüyordu. Kâh önüne kâh arkasına geçiyordu. Durağa geldiler, duran otobüsten inenleri görünce Hüsna söylendi:
-Aaaa, o teyze. Gülizar sordu:
-O teyze kim? -Nuran’ın annesi.
Zahide yuvaya doğru ilerlemeye başladı. Hüsna’nın yanından geçerken Hüsna seslendi:
-Teyze, Nuran gelmediki.
Zahide Hüsna’ya baktı, tanıdı. Bu Nuran’nın arkadaşıydı.
-Nuran için değil kızım, ben seni görmeye gelmiştim dedi. Gülizar hanımla tanıştılar. Zahide ısrarla Nuran ararsa bana bildirin diye âdeta yalvardı. Adres ve telefon numarasını vererek ayrıldı İstanbul’dan...
Gülizar uzun zamandır sakladığı parayla, kızına pazardan güzel bir elbise aldı. Oğullarına da birer tişört aldı. Sonra oğullarının kaldığı yurda gittiler. Gülizar yavrularını başına toplamaya kararlıydı. Sanki iradesi elinde değildi, iyice düşünmemişti, nasıl böyle karara vardığını bilmiyordu...
Yuvaya geldiklerinde danışmaya gitti. Tahsin bey vardı danışmada. Fikrini söyledi. Tahsin bey tedirgindi, ama Gülizar hanımın onu farkedecek hali yoktu. Cevap bekleyen Gülizar anlamlı anlamlı baktı Tahsin beye. Tahsin bey:
-Olur olmasına da, şeeyyy dedi.
- Şey ne demek? diye sordu Gülizar:
-Hasan, maalesef Hasan yine kaçmış. Gülizar duyduklarına inanmak istemeyerek:
-Aman Allah’ım bu kaçıncı oldu. ne zaman? ne zaman oldu?
-Dün.
Gülizar hanım “Allah’ım aklıma mukayyet ol” diye dua etti. Çaresizce bahçeye yöneldi, Hüseyin’in okuldan gelmesini bekleyecekti.
Hüseyin okuldan geldiğinde anasını ve kız kardeşini bahçede görünce şaşırdı. Bitkin ve yüzü soluktu. Gülizar hanım hemen telâşla sordu:
-Umudum benim, rengin neden kaçık hasta mısın?
-Bilmiyorum ana, bilmiyorum... dedi Hüseyin.
-Nasıl bilmiyorsun ciğerparem? Derdin ne, söyle bana.
- Derdim mi? Ana hangi dertten bahsediyorsun, dertsiz neremiz kaldı? Aklımı oynatmama az kaldı, kalbimden çok kötü şeyler geçiyor, engel olamıyorum. Dilime dökmekten korkuyorum.
-Neden yavrum neden? Otur şöyle yanıma, otur da konuş benimle, nedir içinden geçenler?
Hüseyin ağlamaya başladı, bir yandan da bağırıyordu:
-Nasıl söyleyeyim ana? Allah’tan korkuyorum. Şu halimize bak, Hasan yine yok, kaçtı. Sen tek başına evdesin, bir gün ölsen haberimiz bile olmayacak. Bacım desen o kominist müdürün yönetiminde, güvende mi, soruyorum güvende mi? okula gidiyoruz, vazgeçtim, okul harçlığı değil istediğim, beslenme değil, ütülü kıyafetler değil, boyalı ayakkabılar değil, kalem, silgi bile bulamıyoruz. Niçin yaratıldık? Suçumuz.....
-Şiişşşt, tamam sakin ol Hüseyin, sakin ol oğlum. Gel, seninle biraz konuşalım.
Hüseyin sesin geldiği tarafa döndü, gelen Ömer baba idi. Öğle namazından dönerken, sesi duymuş, ne oluyor diye bakayım derken Hüseyin’in durumunu görmüştü. Çocuk depresyon geçiriyordu. İçli, duygusal bir çocuktu. Müdür Ömer baba gözlemlemişti, her an bu depresyonu bekliyordu. Yaklaştı ve babacan bir tavırla elini Hüseyin’in omuzuna koydu. Gülizar hanım ise şaşkın, Hasan’ı unutmuş, Hüseyin, de gördüğü duygu patlaması karşısında ne yapacağını bilemez bir halde olduğu yerde kalmıştı. Hüsna ise anasına sarılmış korkulu gözlerle abisine bakıyordu.
-Gel dedi Müdür baba, gel şu banka oturalım...
Oturdular. Müdür baba bir müddet havadan sudan konuşarak Hüseyin’i sakinleştirmeye çalıştı. Hüseyin müdür babasına sarılarak hıçkıra hıçkıra ağladı, biraz rahatlamıştı. Biraz sakinleşmişti ama anasına bakmaya cesaret edemiyordu, zira tekrar ağlamaktan korkuyordu. Müdür baba Hüseyin’in başını okşarken sordu:
-Şimdi konuşabilir miyiz seninle?
-Evet dercesine salladı başını.
-Şimdi biraz daha iyisin değil mi?
-Evet, müdür baba.
-Bak evlât, seni anlamıyorum sanma. Benzer şeyleri ben de yaşadım. Hatta daha buhranlı günlerim olmuştu. Uzun hikaye ama emin ol seninkinden daha kötüydü. Ben de senin gibi, hâşâ milyonlarca defa hâşâ Allah’ı suçlardım. Bundan dolayı dinsizliği seçmiştim. Oysa ki varlığının her zerrede gözüktüğünü de biliyordum. Yani benimkisi inâdi küfür idi. Kısaca söyleyeyim ki senin içinden geçirip de söyleyemediğin vesveselere ben de kapılmıştım. Hatta dilime aldıklarım bile vardı.
Hüseyin hayretle sordu:
-Ama siz namaz kılıyorsunuz?
-Evet ya kılıyorum, akıllı olanın başka seçeneği mi var?
-Nasıl yani?
-Nasıl mı? Ölümü görüpde hazırlık yapmayanın aklı var mı sanıyorsun? Dönüşün O’na olduğunu görüp de, hayatına çeki düzen vermeyeni akıllı mı sanırsın? Dinle, dinle de aklını kullan evlât aklını. Buhranlı bir günümdeydi, yuvadan kaçtım.
-Yuvadan mı? Müdür baba sende mi yuvada kaldın?
-He ya evlât yuvada kaldım.
-Eee sonra. Sonra nasıl müdür baba oldunuz?
Dinle evlât, müdür babamıza kızıp yuvadan kaçtım. Akşama kadar sokaklarda aylak aylak dolaştım. Eğer inat ettiğim, kendisine karşı haddi aştığım, âlemlerin yaratıcısı yegâne merhamet sahibi önüme o ak sakallıyı çıkarmasaydı, belkide hâlâ köprü altlarında bali çeken, eroincilerin sermayesi şeklinde yaşayıp gidecektim.
-Ak sakallı dediğin de kim?
-Tanımıyordum. Üstgeçitte bir öteye, bir beriye gidip gelirken, ne yapmam gerektiğini düşünüp, bir çıkış yolu bulamıyordum. Boşlukta hissediyordum kendimi. Hiç bir şeyin anlamı yoktu benim için. O sırada üstgeçitten ak sakallı bir ihtiyar geçiyordu, fabrikadan gece vardiyesinden çıkmış, evine gidiyordu. Muhsin amca. Dikkatini çekmişim, gözlemlemiş, sahipsiz olduğuma kanaat ettikten sonra, beni ikna ederek evine götürdü. Hanımı vefat etmiş, yalnız yaşayan biriydi.
Hüseyin’in oldukça dikkatini çekmişti müdür babasının hikayesi. Merakla sordu:
-Eee, sonra müdür baba, sonra ne oldu?
-Bana yemek yedirdi, banyo yapmamı sağladı. Temiz çamaşır vererek rahatlamamı sağladı. Sonra konuşmaya başladık, adımı sordu, sonunda yuvadan kaçtığımı anladı. Sonra ona dedimki:
-Güvenip nasıl beni evinize aldınız? Sizi öldürebilirim.
Dedi ki :
“Allah’ın izni olmadan kimseye ölüm yoktur. (Ölüm) vâdeye yazılmış bir yazıdır”. (Al-i İmran:145)
Dedim:
-Size bir zarar verebilirim. Dedi ki:
“Allah kuluna kâfi değil mi?”. O dilemedikten sonra zarar verecek kimdir?.
Dedim ki:
-Benden sana ne? Neden ilgilendiniz benimle?
Dedi ki:
“Kim zerre kadar iyilik ederse ve zerre kadar kötülük ederse, Allah katında onu bulacaktır”. (Zilzal: 7-8)
Dedim ki:
-Ya paranızı çalıp kaçarsam?
Dedi ki:
“Daima diri (Baki) olan Allah’a güvenip dayan, Ona hamd ederek tesbih et. O’nun kullarının günahlarından haberdar olması yeter”. (Furkan: 58)
Allah’tan bahsettiğini anlayınca Allah’a olan sevgisizliğim yüzüme yansımış olacak ki, Muhsin amca anlamış ve müthiş derecede üzülmüştü. Bense niçin üzüldüğünü anlayamamıştım.
-Niçin üzülmüş?
-Üzülmesi gerektiği için. Hiç bir imanlı, aklı selim insan, insanlar cehenneme doğru son surat giderken sevinmez öyle değil mi? Hiç bir müslümanın “bana ne” deme hakkı yoktur. Bunun sorumluluğunu bir büyük İslâm âlimi şöyle özetliyor: “Bizim hiç duracak zamanımız yoktur. Ümmet-i Muhammed’in evlatları cehenneme bir sel olup giderken, biz onlara seyirci kalamayız. Bu selden ne kütük kurtarsak kârdır. Mezara dahi gidiyor olsak hizmet denilince koşmak zorundayız”.
-Peki sonra ne oldu?
-Kalkıp çay yaptı. Uykun yoksa biraz konuşalım dedi.
-Tamam dedim, çayını yudumlarken:
-Kaderini suçluyorsun değil mi? Ömercik dedi. Sesindeki samimiyetten içim ısınmıştı.
-Nereden bildiniz bey amca, dedim. Güldü, buruk bir tebessümdü.
-Bak evlât dedi, sana anlatayım, sonra istersen yine suçlarsın diyerek anlatmaya başladı. Önce yaradılış gayemizi anlattı.
-Neymiş?
-Çile çekmek mi?
-Sus evlât sus da dinle.
-Dinliyorum müdür baba dinliyorum.
-Sana bir örnek vereyim; Diyelimki fabrika kurmaya gücü ve imkanı yeten biri var. Ve bu adam gücünü kullanarak fabrika kurdu. Ona; niçin bu fabrikayı kurdun? diye hesap sorulur mu?
-Yoo, istediğini yapar.
-Peki, fabrikanın kurallarını açık açık belirtip, işçi alsa, kuralları baştan belirtip, sonra her işçiye bir bekçi vermese, yani serbest bıraksa ve kuralları ihlal edeni işten atacağını bildirse, kuralı ihlal eden bir işçinin işten atıldığını düşün... Suç işçide midir? Yoksa onu işe alan fabrika sahibinde mi?
-Elbetteki işçide.
-İşte Allah’ın kainat ve içindekileri yaratmaya gücü yeter, ve kimse O’na “niçin yaratttın?” diyemez. Mülk O’nun olduğu için dilediği kuralı koyar. Kurala uyanların ikramiyelerini bildirmiş, kurala uymayanların atılacakları yeri de beyan etmiştir. Sonrada irademizi serbest bırakmıştır. Suç elbetteki kural tanımaz asilerindir.
-Ama...
-Ama ne?
Hüseyin başını yere eğdi. Sessiz sessiz ağlamaya başladı ve mırıldandı:
-Hiç bir şey, müdür baba hiç bir şey. Hiç.
Müdür baba babacan bir tavırla elini Hüseyin’in omzuna koydu ve konuştu:
-Oğlum Hüseyin, insanlar kendi ellerine verilen serbest iradeyi kötüye kullanıyorlarsa, onları muhatap alıp, yani adam yerine koyan mı suçludur? Hâşâ binlerce defa. Yani biri sana acıyıp ihtiyacını gider diye para verecek, sen de o parayla içki içecek, sonra da sana yardım edeni suçluyacaksın. Böyle mantık olur mu?
Hüseyin birden bağırdı:
-Ya ben mi suçluyum? Kim, söyle müdür baba kim suçlu? Müdür baba da sesini biraz yükselterek cevap verdi, belliki biraz kızmıştı:
-Elbette tek başına sen suçlu değilsin. Allah’ı tanımana engel olan herkes, İslâm’ı öğrenmene mâni olan herkes, Rasulü anlamana engel olan herkesin bunda payı var. Ama suçun bize düşen tarafıda var. Hem kimseyi suçlayarak biryere varamazsın. Başkalarını suçlamak şeytan mantığıdır.
-Ne demek bu?
-Hz. Adem yaratıldığında, Allah’ın secde emrine karşı çıkan Şeytan kovuldu. Sonra da Allah’a şöyle dedi:
“Beni azgınlığa mahkum ettin. Ben de bu sebeple yemin ederim ki Âdemoğullarını saptırmak için Senin doğru yolunun üstün de pusu kurup oturacağım. Sonra, andolsun onlara; önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım. Sen de onların çoğunu şükrediciler olarak bulamayacaksın.” (A’raf: 16-17)
Dikkatli dinle âyeti, hem emre kendin uymayacak, hem de suçlu arayacaksın. Şeytan’ın mantığı nasıl da sürüyor. Günah işle; çevreyi suçla. Günah işle ana babayı suçla vs vs.
Hüseyin cevap vermedi. Müdür baba devam etti:
-Hz. Adem ve eşi cennette, kendilerine yasaklanmış ağacın meyvesinden, Şeytanın aldatmacasına kanarak yediler. Bak sonra Hz Adem’in dediğine, mazeret sunmadan, dürüstçe, Şeytan’ın yüzünden oldu diyerek bahane aramadan;”Ey Rabbimiz, kendimize zulmettik, bizi bağışlamaz, bizi esirgemezsen herhalde zarara uğrayanlardan olacağız”.
Müdür baba sustu. Hüseyin, Müdür babanın ne demek istediğini anlamıştı. Müdür baba diyordu ki; herkes belli bir dönemden sonra, kendi yaptığının sorumlusudur. Başkalarını suçlamakla sorumluluktan kurtulamaz. Etken olanlar ise ayrıca mesuldürler.
Bir müddet öylece suskun kaldılar. Daha sonra ilk konuşan Hüseyin oldu:
-Müdür baba!
Müdar baba başını kaldırıp, şefkatle baktı Hüseyin’e: -Efendim, dedi. Söyle ne istiyorsan konuş. Seni dinliyorum.
-Hasan bulunabilecek mi?
-İnşaallah.
-Kötü insanların eline düşer diye korkuyorum.
-Haklısın, insan avcıları dolu, ama ilk fırsatta bulunur inşaallah, dua edelim.
-Demek, Hasanın sorumlusu yok, kendisi sorumlu.
-Hayır, meseleleri yanlış algılayıp, yanlış yorumlamayalım. Bu meseleler hemen ayak üstü anlatılacak meseleler değil ki, uzun zaman gerekiyor. Ama şu kadar soyleyeyim, zulüm görenlerin, haksızlığa maruz kalanların vebali, zulme ve haksızlığa ses çıkarmayan, zulmün ortadan kalkması için çaba sarfetmeyen herkesin, özellikle de müslümanlarındır.
-Özellikle de müslümanların mı?
-Evet ya. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Size ne oldu da: Rabbimiz bize katından bir yardımcı yolla, diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda mücadele etmiyorsunuz”. (Nisa: 75)
Hüseyin sustu. Hiç bir şey bilmiyordu, anlaşılan bütün toplumsal yaraların çözümü Kur’an’daydı...
Z |
ahide Adapazarı’na döndüğünde, artık baba evinde kalmalarının uygun olmayacağını anlamış, ev arıyordu. Babasının evine yakın istiyordu, bir ay içinde, hemen iki sokak ötede küçük bir ev kiralamıştı. Babası iki çekyat ve birde dikiş makinası ancak alabilmişti kızına. Pazardan alarak kendi elleriyle diktiği tülleri asarken, kapının zili çaldı.
Kapıyı Murat açtı. Kapıda duran yirmi yaşlarında, hafif sakallı bir genç:
-Zahide ablamızın tuttuğu ev burası mı? diye sordu.
Murat cevap verdi:
-Evet, ne istiyorsun? sen kimsin?
Genç şaşırmıştı:
-Bir şey istemiyorum. Anneniz evde mi? diye sordu. Sesi duyan Zahide elindeki işi bırakıp kapıya yöneldi. Gelen Mümine hanımın oğlu Ebubekr’di. Mü’mine hanımla iyi arkadaş, samimi birer dost idiler. Aynı davaya baş koymuş, aynı dert ile dertlenen, Allah’ın rızasına talip, Rasul’ün özlemiyle yanan iki dost....
Kapının arkasından seslendi:
-Efendim, Ebubekr hoşgeldin.
-Selamun aleykum, Zahide teyze, hoşbulduk.
-Aleykum selâm. Seni dinliyorum.
-Vakıftan birşeyler gönderdiler. Onları nereye boşaltayım.
-Zahmet olmuş, bir şeye ihtiyacımız yoktu. Murat atıldı:
-Nasıl yoktu? vardı vaar, ne getirdiniz?
Birden az ilerde bekleyen kamyoneti gördü. Ebubekr’in cevap vermesini beklemeden, kamyonetin yanına gitti. Zahide işinin zor olduğunu düşünerek Ebubekr’e:
-Kusura bakma, Muratı yeni getirdim, zamana ihtiyacı var.
-Önemli değil teyze, anlıyorum sizi. Rabbim emeklerinizi kabul buyursun. Bizim de yapabileceğimiz bir şey olursa, hazır olduğumuzu unutmayın lütfen.
-Allah razı olsun.
-Esteğfirullah, görevimiz değil mi? Her müslüman, insanların hidayeti için çalışmak, çabalamak, elinden geleni yapmak zorunda değil mi? Asıl kurtuluşun bunlar için olduğunu Rabbimiz bildirmemiş mi? Bozuk toplumun sorumlusu, birazda sorumsuz müslümanlar değil mi?.
Ebubekr arabaya doğru gitti. Zahide’nin üyesi olduğu vakıftan hanımlar buzdolabı, çamaşır makinası gibi evin zaruri ihtiyaçların aralarında temin edip göndermişlerdi..
Zahide gelen eşyaları yerleştirirken, kalbi Allah’ı zikrediyor, hamdediyor, O’nu tesbih ediyordu.
Evin camına, kocaman harflerle “Dikiş dikilir, Piko çekilir” diye yazıp astı. Dışarıya göre, daha uygun bir fiat belirledi.
Arkadaşları sipariş alması için, gittikleri her yerde tanıtımını yapıyorlardı. Kısa sürede etrafta tanınmaya başladı. Arkadaşlarıyla yaptığı derslerin dışında, artık eskisi kadar sosyal aktiviteye katılamıyor. Zamanı siparişlere ayırıyordu. Bu arada manevi eğitim olan zikir ibadetinide hiç ihmâl etmiyordu zira zikir yol azığıydı. Allah’a yakınlaşmanın, kalbin mutmain olmasının, adıydı.
Murad’ın inançsızlığı Zahide için çok büyük bir dertti. Tek korkusu vardı; Ya Murat yapılan tebliğlere, olumlu cevap vermezse?... O zaman ne yapardı?. Birden Rabbimizin sözünü hatırladı;
“Sen, ne kadar üstüne düşsen de, yine insanların çoğu iman edecek değillerdir”. (Yusuf: 103)
Bunun için gece namazlarında, gecenin feyzinden istifade ederek Rabbına, Murad’ın hidayeti için yalvarıyordu.
Zahide’nin ikinci derdi, kızı Nuran’dı. Acaba şimdi nerede? Ne yapıyordu? Bütün yürek yangınlığıyla kızını da koymuştu dualarının başına...
O gün her zamanki gibi Murat’ı okula gönderdi. Çamaşırları makinaya atarken, oğlunun pantolonunun cebinde bir ağırlık hissetti. Elini attı, bir paket sigara. Öteki cebine baktı, onda da çakmak vardı. Demek oğlu sigaraya başlamıştı. Zahide ne yapsın, nasıl davransın bilemiyordu. Allah biliyordu ki; O, bütün hücreleriyle isyan olan herşeye isyan ediyordu.
Ani bir kararla, sigara ve çakmağı çamaşır makinasının üstüne koydu, giyinmeye başladı. Bir yandan da söyleniyordu:
-İş çığrından iyice çıkmadan bir şeyler yapmalıyım? Şimdi sigara, yarın başka birşeyle karşıma çıkmadan bir şeyler yapmalıyım...
Hemen üyesi olduğu vakıfa gitti. Oğlu ile ilgilendiğinden bu yana, pek uğrayamıyordu. Vakıf başkanı Münevver ablasını görmesi, onunla istişare etmesi gerekiyordu. Münevver hanım Zahideyi görünce çok sevindi. Musafahalaşıp, kucaklaştılar. Münevver hanım merakla sordu:
-Ne yapıyorsun? Seni çok özledik.
-Ben de sizi özledim. Ama biraz daha zamana ihtiyacım var.
-Elbette yavrum, elbette. Önce mescidin içi, sorununu hallet. Sahi, durum nasıl? Oğlun için neler yapıyorsun?
-Ne kadar aciziz, insanoğlu ne kadar aciz. Buna rağmen kendini birşey zannediyor. Zahide sustu. Derin bir “Offf” çekti. Devamla:
-Henüz yerleşme ve alışma aşamasındayız diye düşünerek, pek bir şey yapmadım. Ama baktım ki, o bana alışmadan önce sigaraya alışmış. Anladım ki kaybedecek vaktim yok.
-Elbette kızım, elbette. Hiç kuşkusuz eğitim işi ihmale gelmez. Yalnız...
Zahide korkmuştu, Ablasının gözlerinde cevabını ararcasına sordu:
-Yalnız ne?...
-Gençlik psikolojisini göz önünde bulundurarak hareket etmek lazım. Biliyorsun, insanları İslâm’a çağırmanın da bir metodu var. Rabbimiz şöyle buyuruyor “Rabb’inin yoluna/ dinine hikmetle ve güzel öğütle davet et”. (Nahl: 125) Dikkatli olmazsan, kazanayım derken iyice kaybedersin.
-Onun için uğradım. Ne yapayım? Nereden başlayayım? Oğlumun inanç sorunu var.
Münevver hanım duyduklarına üzülmüştü, Hz Nuh’u hatırladı. Hz Nuh’un oğullarından biri küfrü seçerek, Hz Nuh’un yanında yer almamıştı. Hz Nuh babalık hissiyatıyla ona dua etmişti.
“Allah Nuh Peygamberi ikaz etmişti. Nitekim ayeti kerimede şöyle buyrulmuştu: “Ey imân edenler, eğer imâna karşı küfrü sevip tercih ederlerse, babalarınızı, kardeşlerinizi (bile) dost edinmeyin”. (Tevbe: 23)
Demek ki ana, baba, evlat, kardeş kim olursa olsun küfrü tercih ediyorlarsa, mü’minler ile bağını koparmış oluyordu.
Münevver hanımın daldığını gören Zahide endişeyle sordu:
-Ne oldu abla? Neden daldınız?
-Birden Hz Nuh’u hatırladım. O tarihi günleri tefekkür ediyordum.
Zahide de tarih okumuştu. Tarihin sadece hikayeden ibaret olmadığını da çok iyi biliyordu. Kur’an’in belli bir bölümü tarihi kıssalardan oluşuyordu. Bunun inananlar için çok büyük anlamı vardı. Zahide üzgün üzgün konuştu. Ses tonunda yanan bir yüreğin acısı görünüyordu:
-Biliyorum ablam, biliyorum. Yalnız şu düşünce üzerine hareket ediyorum. Şöyle ki; Benim oğluma tebliğ eden, hakikatleri gösteren kimse olmadı. Şimdi ona TEVHİD’i ve yaradılış gayemizi anlatmak istiyorum. Gücüm nisbetince hakikatleri gösterip, cennet ve cehennemin varlığını bildirmek istiyorum.
Ölüm gerçeğinden hareketle o gün pişman olanların durumuna düşmemesi için gayretimi göstereceğim. Halâ küfrü tercih ederse o zaman, işte o zaman....
Zahide sustu. Yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyordu. Başını eğdi, aman Allah’ım ne zor bir imtihan diye düşündü. Yutkunarak sözünü tamamladı:
-İşte o zaman, onun dini ona, benim dinim banadır. Rabbimin emirlerine boynum kıldan incedir. Herşey O’nun ve yine dönüş O’nadır. Hâl böyleyken inanan bir insana, kendi kafasına göre ve duygularına kapılarak hareket etmek yakışmaz ki. Ama ablam benim, dua ediyorum, Beni bununla imtihan etmesin.
Münevver hanım, Zahide de ki teslimiyete her zaman hayran olmuştu. Zahide inananlara karşı toprak gibiydi, ama konu din olunca, Rasul olunca granit kaya kesiliyordu:
-Amin dedi Münevver hanım. Müşfik bir sesle devam etti konuşmasına:
-Tebrik ediyorum seni, boşuna endişelenmişim. Rabb‘imiz azze ve celle şöyle buyuruyor ya “Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız (size hem emanet, hem de sizi günaha sürüklemek bakımından) bir fitne (bir imtihan) dır”. (Enfal: 28)
-İman ettim âmenna. Ne buyurmuşsa haktır ve gerçektir. Buna siz de şahid olun ki, kulluğumun gereğini unutmayacağım.
-Hiç bir mü’mine kadın ve mü’min erkek dünyalıkların kendisi için fitne olmasına izin vermemeli. Herneyse şimdi ne yapmamız gerekiyor, onu düşünelim. Sen nereden başlamak istiyorsun?
-Bugün ona bir hediye aldım. Güzel bir yemek hazırlayıp, ona özel yaptığımı söyleyeceğim. Önce yüreğinin kapısını bana ve mesajıma açmasını sağlamalıyım. Eğer bunu yapmazsam, kapalı yürek kapısından içeri sızamam diye korkuyorum. Münevver hanımın gözleri dolu dolu olmuştu. Zahide konuşurken, o bir anda asırlar öncesine gitmiş, Mekke sokaklarında dolaşıyordu. Sanki Hz Peygamber yemek hazırlamış, akrabalarını çağırmış, yemek sonrası tebliğ yapıyor gibi. O nazik ve merhamet dolu sesiyle çağırıyordu nasipsizleri. Birden Ebu Leheb’i canlandırdı gözünde, yemeği sabote etmişti. Kimbilir ne kadar üzülmüştür, diye mırıldandı... Zahide merakla sordu:
-Kim?
-Efendim, seni duyamadım, af edersin diyerek döndü ondört asır öncesinden.
-Üzüldüğünden bahsettiniz de. Kim? diye sormuştum.
-Benim muttaki kardeşim, hangi konuşmamızda bizi düşündürmüyorsun ki?... Allah senden razı olsun. Bana, yine zamanda yolculuk yaptırdın. Efendimizi düşündüm. Hani yemek hazırlayıp, davet nasipsizlerini davet etmişti.
Münevver hanım bir müddet sustu. Sonra Zahide’ye:
-Allah (c.c.) bize, 0’nu sevmeyi, O’nu seveni sevmeyi, herkesin tekrar eski cahiliyyeye döndüğü şu asrımızda O’na inanan, bunun anlamını bilen, O’na sahip çıkan biri eylesin. Sana gelince; İyi düşünmüşsün. Yalnız şunu unutmayalım inşaallah, hidayet hiç kimsenin cebinde değildir ki, çıkarıp karşı tarafın gönlüne koysun. Hidayetin de şartları var. Biz elimizden geleni yapıp, sonra duayı elden bırakmayalım. Bir müddet uğraş, olumlu cevap alırsan, daha sonra vakfımızın düzenlediği, eğitim amaçlı kamplara, gezilere dahil ederiz. Allah yar ve yardımcın olsun.
-Amin. Duaya ihtiyacım var, lütfen bana dua edin. Bu arada vakıftaki görevim de epey aksadı. Bir müddet daha idare etmenizi rica etsem.
-Elbette, elbette canım. Canını sıkma, birinci önceliğin ailendir, seni özlüyoruz. İnşaallah herşey yoluna hayırlı bir şekilde girecektir.
Vedalaşıp ayrıldı. Yolda dalgın dalgın yürürken, kıl payı trafik kazası atlattı. Eve vardığında kendisini yorgun hissediyordu. Saate baktı, kuşluk vakti geçmek üzereydi. Hemen abdest aldı ve kaçırmamaya özen gösterdiği kuşluk namazını kıldı. Namazda da ayrı bir huzur hissediyordu. Sanki her namaz kıldığında yeniden diriliyor, enerji alıyordu. Namaz hakkıyla ikame edildiğinde bütün gönüllere şifa olurdu. Hertürlü kötülüğün ortadan kalkması namazın ikamesine bağlıydı. Zira Allah (c.c.) şöyle buyuruyordu “Kitaptan sana vahyedileni oku ve namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz hayâsızlıktan ve kötü şeyden alıkoyar. Allah’ın zikri (namaz) ne büyüktür. Allah yaptıklarınızı bilir”. (Ankebut: 45)
Hesap günü bilinciyle, kul olduğunun farkında olarak bitirdi namazını. Ve açtı ellerini o yüce dergâha. Yardım istedi Rabbın dan. Sonra seccadenin üzerine biraz uzandı. Yorulmuştu çünkü. Biraz dinlendikten sonra kalktı. Yemeği hazırladı, sofrayı özenerek düzenledi. Konuşma provaları yapıyordu kendi kendine. Beğenmiyor yeniden cümleler kuruyordu. Gülümsedi, endişelenecek bir şey yok, ilk kez hakkı ve sabrı tavsiye etmeyeceğim ya diye söylendi. Sonra Allah en güzel vekildir duasını okudu. Pencerenin önüne oturdu, Kur’an mealini alarak kaldığı yerden okumaya başladı: “De ki (Allah şöyle buyuruyor): “Ey nefislerine karşı (günah işleyip)aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin
Çünkü Allah (şirk ve inkardan başka, dilediği kimselerden) bütün günahları bağışlar. Şüphesiz O çok bağışlayandır.
(Bundan böyle) Size azap gelmeden önce Rabbinize dönüp tevbe edin ve O’na (gönülden) teslim olun. Sonra yardım edilmezsiniz. Siz farkında olmazken, ansızın size azap gelip çatmadan önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline (Kur’an’a) uyun.
(Yoksa o azap günü) kişi: Allah’a karşı aşırı gitmemden dolayı yazıklar olsun bana. Gerçekten ben (Kur’an ve müminlerle) hakikaten alay edenlerdenim”diye (üzüle)cektir”. (Zümer: 53-56)
Zahide yaşlı gözlerle kaldırdı kafasını. Rabb’im dedi yürekten:
-Rabb’im o gün utanan ve pişman olanlardan eyleme. Lâkin o gün pişman olmamak, bugünün hazırlığına bağlı. Akıllı ol Zahide, akıllı ol da Rabb’inin emretmediği, sevmediği hiç bir şey yapma.
Kalktı, hürmetle kapattı Kitabını ve dolaba koydu. Mutfağa yöneldi. Birden kızını hatırladı, yüreğinde oluşan sızıyı tarif etmek mümkün değildi. Mırıldandı:
-Allah’ım imtihanımı, çekemeyeceğim kadar uzatma. Acılar dehlizinde yüzerken, Seni bana unutturma. duygularıma kapılıp, hesap günü mahcup olacağım bir şeyi yapmayı bana nasip etme.
N |
ihayet akşam olmuş, Murat’ın gelmesine az bir zaman kalmıştı. Özenle hazırladı masayı Zahide. Kapının zili çalınca, Zahide mutlu gözükmeye çalışarak yöneldi kapıya. Kapıyı açtı, gelen Muratı.
-Hoş geldin, diyerek karşıladı oğlunu. İçinden “Allah’ım lutfunla hoş bulmasını nasib et” diye dua etti. Murat lavaboya yöneldiğinde, sigarasını makinanın üzerinde gördü. Bir an bozuldu. Sonra bozulmamış gibi davranarak:
-Analık, bu sigara arkadaşımındı, diyerek bir yalan attı. Zahide inanmamıştı ama bir şey demedi. Murat lavabodan dönünce, masanın itinalı hazırlandığını gördü, şaşırdı, hayretle sordu:
-Analık, neyi kutluyoruz? Zahide sükunetle cevap verdi:
-Bugün, oğluma bir ikramda bulunmak istedim. Çünkü sen, benim için kıymetlisin.
-Sahi mi? Ben kıymetli miyim?
-Elbette. Ayrıca. Murat sözünü keserek:
-Ayrıca ne? diye sordu.
-Sana küçük bir hediye aldım, umarım beğenirsin... diyerek Zahide paketi çıkarıp, Murat’a uzattı. Murat hediyeye uzanırken
-Vay be, Kader...
Zahide sözünü tamamlamaması için öksürür gibi yaptı. Murat düşünmeden ve bilgisizce konuştuğu için. İnsanı imansız edecek sözler söylüyor, Zahide de buna çok üzülüyordu. Zira küfür olabilecek bir sözü söylemenin, ya da işi yapmanın mazereti yoktu...
Murat hediyeyi açtı, güzel bir gömlek almıştı anası ona. Duygulandı, gidip anasına sarılmak istiyor, ama yapamı-yordu. Benim de onu sevdiğimi bilse ne olur ki? diye düşündü.
Zahide, hiç bir hareket göremediği oğluna sordu:
-Nasıl beğendin mi?
-Evet, çok güzel. Hayatımda ilk kez hediye aldım.
-Sana ikinci bir hediyem daha var.
-Ne o analık, banka mı soydun?
-Biraz dikkatli konuşsak, sanırım daha iyi olacak. Biliyorsun ben, müslüman biriyim, duygularım inciniyor.
Murat bozuldu. Anlayamıyordu, anası kendisini mi çok seviyordu, yoksa dinini mi? Öyle gözüküyordu ki, anası dinini herkesten ve dünyalık herşeyden daha çok seviyordu..
Zahide konuşmasını sürdürdü:
-İnsanoğlu sosyal bir varlıktır. Dolayısıyla toplumsal kurallara uymak, insanlık gereğidir.
-Sen, toplum değilsin ki?
-Amacımız iyi insan olmaksa. Bu iyiliği en çok ailemiz hak etmiyor mu? Lafı değiştirerek:
-Yemeğe oturalım mı? diye sordu.
-He ya, epey acıktım. Haa, yemekten sonra arkadaşlarla biraz takılacağız, ne dersin?
-Kısıtlıyorum sanma, ama bugün ikimizin gecesi, başka güne ertelesen olmaz mı?
Murat biraz durdu. Sonra:
-O zaman, yemekten önce gidip haber vereyim.
Kalkıp çıktı, Zahide endişeyle bekledi pencerenin önünde. Bir müddet sonra, sokağın başında Murat göründü. Zahide derin bir nefes aldı, kısmen rahatlamıştı. Murat verdiği sözde durmuştu.
Zahide’nin bilmediği bir şey vardı. Sürekli Allah’a sığınan Zahide, Allah’ın yardımını görüyordu. Bu gece yine Allah’ın büyük bir yardımı ulaşmıştı. Bu geceyi düzenlemeyi nasib etmişti. Murat bu gece eroin satıcılarının kucağına düşmekten kıl payı kurtulmuştu. Taşıyıcılık yapmak için arkadaşı onu bir yere götürecekti.
Eve vardı, sofraya oturdular. Zahide oğluna:
-Sana bir süprizim daha var dedi.
-Öyle mi? Neymiş o?
-Okul derslerine yardımcı olsun diye, seni dershaneye göndermek istiyorum.
-Analık, o kadar parayı nereden bulacaksın?
-Tanıdığım bir vakıf var, onun dershanesi hem kaliteli hem uygun. Bugün görüştüm, fiyatta yardımcı olacaklar. Murat kesin bir kararla itiraz etti:
-Dinci bir vakıfsa gitmem.
Zahide kızdığını fark ettirmemeye çalışarak:
-Anlayamadım, dedi.
-Şeyyy, basbayağı dinci işte.
-Yani, oradakiler müslüman ise gitmem mi? diyorsun. Zira dinsiz insan yoktur ki.
-Vardır analık, vaar. Meselâ.
-Meselâ kim?
Ben demedi, diyemedi:
-Şeyy dedi ve devam etti:
-Öğretmenim, yani İstanbuldaki edebiyatçı.
-Seninle Bu konuyu biraz konuşalım.
-Boşveeer.
-Hayır, boşveremem konuşmak istiyorum. Bana dinsizliği tanımlasana.
-Nasıl yani?
-İnandığın dinsizlik nasıl bir şeydir, anlat.
-İnandığım mı?
-Evet ya, inandığın. Demek ki, inançsız insan yoktur. Ama kimisi hakikati göremeyecek kadar kör olduğu için, inanmaz. Kimisi hakikatin kendisine inanır. Kimisi farklı felsefi görüşlerin doğruluğuna, kimisi ise insan kafasının mahsûlü olan ideolojilere izm’lere inanır. Velhasıl inançsız insan yoktur.
-Evet, dediğin şeyy doğru gibi. Mantığıma uydu.
-Doğru gibi değil, doğru. Velev ki senin mantığın almasa dahi. Zira mantık denen şey sınırlıdır, sınırsız olanları nasıl alsın ki?
-Cevap vermedin. Şimdi sen, inancını bana anlatsana. Açık olmakta fayda var, bizden, bize yakın kimse yok. O halde birbirimizi tanıyalım. Benim hakkımdır oğlumu tanımak. Oğlumun fikirlerini bilmem gerekir. Hem üstelik küçük değilsin, Bu yıl lise bitecek, yarın ünüversiteye gideceksin.
Murat sustu. Annesi oldukça ciddi gözüküyordu. Kararlı bir tavrı vardı. Demekki, annem beni seviyor ama inandığı davasını daha çok seviyor diye düşündü içinden...
Murat’ın sustuğunu gören Zahide, sesine yumuşaklık katarak sürdürdü konuşmasını:
-Allah ile aranın iyi olmadığını biliyorum. İstersen buradan başlayalım..
-Olmak zorunda mı?
-Demek inanıyorsun. Ama sevgi sorunun var öyle mi?
-Aslında inanmıyordum. Ama geçen gün Fen Bilimleri hocamız öyle şeyler anlattı ki, ben de hak verdim, O var. Zahide Buna sevinmişti. Gözleri ışıldadı:
-Bak tabağında duran yemeklere. Bu taneleri topraktan çıkaran kim? Kurudan yeşil, yeşilden de kuru çıkarıyor. Yani dirilikten ölüm, ölümden sonra diriliş gibi.
Ya şu kayısı kompostosunun kaysıları, her bir çekirdeğinin içinde kocaman ağaçlar var, bunları kim yerleştirmiş ve niçin yerleştirmiş?
Murat annesinin sözünü keserek bağırdı:
-Anladık be, evet yıldızlar, ay, güneş herbiri kendi yörüngesinde yüzüyorlarmış, kendi kendine olması imkansızmış, Bu da Kur’an’ da yazıyormuş. Sonra binbir çeşit hayvan varmış, bunların her-birinin özellikleri ayrı ayrıymış, her doğan hayvan kendi özelliklerini bilerek doğuyormuş. Eh, hayvan, diyorsun ağzında, kendi kendine anasının karnında öğrene-mez ya, elbette bir öğretenleri var. Sonra, insan yavrusu, emmeyi, acıkınca ağlamayı ve bir takım şeyleri bilerek dünyaya geliyormuş, zaten insanoğlunun dünyaya geliş serüveni bile başlı başına mucizeymiş. Sonra....
Murat sustu, elindeki kaşığı sert bir şekilde masaya bıraktı. Sinirlenmişti. Zahide şaşırdı, oğlu neler konuşuyordu. Merakla sordu:
-Evet, sonra ne?
-Sonra insan vücudu, beyin, mide, kalp, bağırsaklar vs vs. herbir organ et parçası ama hepsi de hangi işlemi yapması gerekiyorsa, onu biliyor. Kalp, kan pompalıyor, mide hazmediyor, resmen fabrika görevi yapıyor da, kan yapan maddeyi kana, et yapan maddeyi ete, kıl yapanı saçlara gönderiyor. Bağırsak dışarı atıyor, beyin düşünüyor falan, filan. Evet var, anladık O var. Elbette bütün bunlar bir tesadüf olamaz, et parçalarının görevlerini bilmesi, can bulur bulmaz hemen görevlerini yapmaya başlamaları tesadüf olamaz.
Murat ayağa kalktı, sesini dahada yükselterek:
-Anladık, anladık O var. Var… Bağırırcasına konuşuyordu. Zahide endişeliydi. Kaş yapayım derken, göz çıkarmaktan korkuyordu. Mümkün mertebe sakin gözükmeye çalışarak sordu:
-Peki neden?
Murat hiddetle tekrar bağırdı:
-Ne, ne neden?
-Bütün bu dizayn, hayvanlar, bitkiler, yeryüzü, hava oksijen, hidrojen, meyveler.
Murat anasının sözünü tamamlamasına fırsat vermeden, bağırarak konuşmasını sürdürdü:
-Anladık be, anladık. Sen de fen hocası gibi bitkilerin, meyvelerin, hayvanların yani herşeyin insanoğluna hizmet ettiğini mi söylemeye çalışıyorsun. Tamam, anladık, kabul ettik. Daha ne istiyorsunuz? Herşey insanoğluna hizmet ediyormuş, ne yapayım yani, etmeseydi.
-Yaşayamazdın. Hem, senden birşey istemiyorum.
-Neden, Bu konuları açıyorsunuz? Neden? Sevmek mi zorundayım? Yazgıma bakar mısın? Yetim yurtlarında süründüm.
Zahide Murat’ın kullandığı kelimelerden ürkmüştü. Sesini yükselterek Murat’ın sözünü kesti:
-Yeter artık, haddini bilmelisin. Kime karşı konuştuğuna bir bak... Ne kadar gücün var? Söylesene Murat bey, karşı durduğun, sevmediğin, bir nevi savaştığın kim? Kime karşı geliyorsun? Kimden hesap sormaya kalkıyorsun, haddini bilmez, terbiyesiz seni... Zahide sustu, kızmıştı, hem de çok. Murat anasını ilk kez böyle kızgın görüyordu.
Zahide başını iki yana kızgınlıkla sallayarak, konuşmasını sürdürdü:
-Birşey bildiğin yok, konuştuğun sözler cehalet kokuyor. Yazgı nedir nasıldır? Kulun hatalarını yazgıya yüklemekle eline ne geçecek. Şunları o beynine yaz;
Dünyada iki yol vardır. Biri Allahın pak, temiz, insanı dünya ve ahirette mutluluğa ve huzura kavuşturan yol. Diğeri Şeytanın yolu, insanı Burada ve öteki dünyada bedbaht eden yol. Sana Şeytanın yoluna gitme denmişse. sen hâlâ gerçeği göremeyecek kadar kör, hakikati duymayacak kadar beyinsizsen, akılsızsan bunun suçu gözünü, kulağını ve yüreğini hakikate açmadığın için senindir. Anlayabildin mi?
Zahide soluklandı. Dayanamıyordu, canından bir parça, en çok sevdiği şeylere karşı pervasızca konuşuyordu, Buna iman etmiş bir yürek nasıl dayanabilirdi ki...
-Bak dedi, varlığımın, yaşamamın sebebi olan şeylere karşı pervasızca konuşmana dayanamıyorum. Haddini bilmelisin, tamam mı, anladın mı?
Murat annesinin hiddetinden ürkmüştü. Gelip masaya oturdu. Başını yere eğdi ve sessiz sessiz ağlamaya başladı. Zahide bir an pişmanlık hissetti. Sonra içinden”Hayır Allah’ın Tevbe suresindeki yirmidördüncü ayetini hatırla” dedi.
Bir müddet sessizce durdular. Zahide, içinden durmadan dua ediyor ve şöyle diyordu:
-”Allah’ım herşey senin kudret elinde, lutfunla Murat’ımın kalbini hidayete aç”.
İkisi de susmuş, hiç bir şey konuşmuyorlardı. Zahide zor anlar yaşıyordu. Bir anda kafasında yığınla düşünce beliriyordu.
İnsanın ezeli ve ebedi düşmanı olan Şeytan ise, hiç bir anı kaçırmamaya özen göstererek, her iki tarafa da vesvese veriyor. Doğru düşünmelerini engellemeye çalışıyordu. Murat aniden hıçkırarak ağlamaya başladı. Zahide korkmuştu:
-Murat’ım, dedi şefkatle, Murat’ım, ciğerparem. Murat anasının konuşmasına fırsat vermeyerek, sözünü kesti:
-Ana, ana beni anlamıyorsun. Çıldırmak üzereyim, rahat mıyım sanıyorsun. İçimdeki fırtınayı hissedebilseydin, görebilseydin bir dakika bile dayanamazdın. Mahvoldum ben, delirmek üzereyim. Bittim, yaşamak istemiyorum, ölmek istiyorum, ölmek istiyorum... Zahide cesaretini toplayarak, kendinden emin bir şekilde konuştu:
-Sonra ne olacak? Ölmek son değildir ki? Ölüp yok olacağını mı zannediyorsun? Asıl hayat ondan sonra başlayacak. Üstelik dünya hayatının gereğini yapmamışsan, orada ölüp de gitmek istediğin bir başka dünya yok. Tek şey isteyeceksin, tekrar dünyaya dönmek. Ama ne fayda iş işten geçmiştir artık. Dönmek, iyi kulluk yapabilmek, Kur’an ve Sünnetin gereklerini yapıp öyle gitmek. Lâkin dinle, dinle de bak, bak ki Kur’an ne buyuruyor.
-“Küfre sapanlara gelince:0nlar için cehennem ateşi vardır. Onlara(ölümle)hükmedilmez ki ölsünler. (Cehennemin) azabı da üzerlerinden hafifletilmez. Onlar orada şöyle bağrışırlar: “Ey Rabbimiz, bizi çıkar ki, (evvelce) yapmış olduğumuzu değil, salih amel işleyelim. “(Denilir ki:)”Size orada, iyice düşünecek bir kimsenin, düşüneceği ve öğüt alacağı kadar ömür vermedik mi? Halbuki size uyarıcı da gelmişti.” (Fatır: 37)
Yetti mi? Hayır yetmedi. Bak bakalım başka bir yerinde ne buyrulmuş:
-”Kim zikrimden(Kur’an ve hükümlerinden) yüz çevirirse, (hevasına/nefsine hoş gelene uyarsa) şüphesiz ki onun için dar bir geçim/sıkıntılı bir hayat vardır. Kıyamet günü de kör olarak dirilteceğiz.
“Rabb’im niçin beni kör haşrettin?Halbuki, ben hakikaten(dünyada) gören kimse idim” der.
“Allah buyurdu ki;
Ayetlerimiz sana geldi de sen (okuyup hükümleriyle amel etmeyi) unuttun.
İşte biz (Rabbının âyetlerinden habersiz ömrünü) israf edenleri ve Rabbının âyetlerine inanmayanları böyle cezalan-dırız.”
Zahide sustu, yutkundu. Gözyaşlarını içine akıtarak devam etti:
-Onun için aklını kullan. Sana verilen fırsatı iyi değerlendir, pişman olmayacağın şeyler yap, gençliğinede güvenme, zira gençlik geçicidir, hem de bu gençliği sana veren vardır. Havaya kullan diye vermedi ki.
Zahide inleyerek, adetâ yalvarırcasına sürdürdü konuşmasını:
-Seni seviyorum Murat. Ebedi hayatının mahvolmasını istemiyorum. Kurtulmanı istiyorum. Peygamber’den uzak kalacaksın korkusu beni bitiriyor.
Peygamber’in yanına gidebilmenin bir bedeli olmalı ki; var. Zahide de sustu. Ana, oğul bir müddet sessiz sessiz ağladılar. İkiside oldukça üzgündü. Bir müddet sonra Murat sofradan kalktı ve:
-Yatmak istiyorum diyerek, yemek yemeden odasına gitti. Öylece uzandı yatağına ve bir müddet sonra uykuya daldı.
Zahide perişandı ama yapabilecek bir şeyi yoktu. Sofranın üstünü gazeteyle kapatıp, abdest almak için lavaboya yöneldi. Yatsı namazını kıldı. Bir müddet sonra da seccadenin üzerinde uykuya daldı..
D |
iğer tarafta:
Saide evden çıkmak için hazırlanırken, bir ara camdan dışarı baktı. Yağmur yağıyordu. Her baktığı yerde, baktığı yerin sanatkârını görmeye gayret eden Saide, yağmura bakarken:
-Rabb’im bize rahmet indirdiğin, onu da tane tane indirdiğin için Sana hamd olsun. Ya kovadan dökülür gibi yağdırsaydın? diye söylendi ve derin düşüncelere daldı. Camın önünden ayrılırken mırıldandı hüzünle:
-Yoksa, gökyüzü Ümmet-i Muhammed için ağlıyor mu? Başsız, vahdetsiz, devletsiz haline. Kur’an’ın özünden uzak bir islâm anlayışlarına? Kimbilir, belkide Mescidi Aksanın esaretine ağlıyordur? Ya da Filistinli çocukların kollarının kırılmasına? Kimbilir, kimbilir...?
Dertliydi her bilinçli müslüman gibi. Öyle ki, artık kendisine “Nasılsınız?” sorusunu soranlara içten içe kızar duruma gelmişti. Çünkü, Ümmetin gençleri adetâ sel gibi cehenneme akıyorlardı, çünkü kadınlar, artık en mahrem yerlerini açmaktan perva etmiyorlardı. Ümmette vahdet yoktu, herkes kendi grubuna, kendi görüşüne çağırıyordu. Çünkü, İslâm’ın ana meselelerini konuşmak, elinde kor tutmaya benzemişti. Kısacası, bir müslüman için manen iyi olmaya bir sebep yoktu...
Bu yağmurda çocukla gitmem zor olur diye düşünerek, atölyeyi aradı ve eşini bağlattırdı? Ve kendisini götürüp, götüremeyeceğini sordu. Salih:
-Hemen giderse götürebileceğini, yoksa iş görüşmelerinin olduğunu soyledi. Saide:
-Biraz erken olacak ama olsun. Diyerek kapattı telefonu. Yaklaşık yirmi dakika sonra, Salih taksiyle gelmişti. Saide hazırladığı notlarını kontrol etti. Hemen çıkıp bindi taksiye. Eşini bekletmeyi hiç sevmezdi. Bazı evlerde hanımın hazırlanışı sorun bile oluşturuyordu. Oysa vaktin kıymetini iyi bilen bir müslüman dakik yaşamalıydı. Zira Allah Kur’an’ı mubinde “Zamanlarının kıymetini bilmeyen, zamanlarını Allah’ın razı olacağı şekilde değerlendirmeyenlerin sonunun hüsran olacağını bildirmişti”.
Saide, gideceği adresi yazdığı kağıdı eşine uzattı. Salih, yazılı kağıda baktı ve söylendi:
-Epey uzakmış. Yolcu arabasıyla zor olurdu. Neyse, hadi bismillah. Eşine sevgiyle ve gıptayla baktı. Yine dudakları kıpır kıpırdı. Gülümsedi. ve:
-İnsanın Saliha bir hanımı olması ne büyük bir nimet dedi. Saide:
-Muhakkak öyle, insanın salih bir eşe sahip olması çok büyük bir nimet.
Allah seni cennet hatunu eylesin. Sana yetişemiyorum. Hiç bir vakti kaçırmıyorsun.
-Estağfirullah bey. Biz birbirimizi tamamlıyoruz.
Salih konuyu değiştirerek sordu:
-Konun hazır mı? Ne anlatacaksın bugün?
-Hazırlandım Allah’ın izniyle.
Konuşurlarken yolun nasıl bittiğini anlamamışlardı. Saide taksiden inerken, Salih seslendi:
-İşin kaçta biter? Boş olursam gelip alayım.
-Sanıyorum üç gibi...
-Üç çeyrek’e kadar gelmezsem, gelemeyeceğim demektir.
-Anlaştık canım.
-Allah yardımcın olsun ve sadece hakkı söyletsin İnşaallah.
-Amin, Allah razı olsun. Güle güle.
Salih gitti, Saide bir müddet ardından sevgiyle baktı. Ve mırıldandı :
-Allah’ım eşimin hidayetini artır. Şehadet bilincini artır. Ve beni de onun dini hakkında fitne olmaktan muhafaza buyur.
Dönüp sohbet yapacağı eve yöneldi. Zile dokundu. Adeti değildi erken rahatsız etmek, lâkin istisna hallerde olmuyor değildi. Kapıyı açan ev sahibi Meliha hanım, Saide’yi görünce gözleri ışıldadı ve sevinçle:
-Ooo hoca hanım buyurun, hoşgeldiniz dedi. Sadie:
-Biraz erken oldu ama, eşimin işi vardı diyerek mazeret belirtti. Ev sahibi, erken gelişinden memnuniyet duymuştu:
-Aaa hoca hanım, o nasıl söz? Kör istemiş bir göz, Allah vermiş iki göz. Biz zaten sizinle olmaktan oldukça memnunuz. İyi olmuş, çok iyi diyerek Saide’yi içeri davet etti. Saide: gibi erken gelen bir kaç hanım daha vardı. Saide gelenlerle tektek musafahalaştı ve gösterilen yere oturdu. Köşede oturan bir hanım oldukça mazlum görünüyordu. Saide içinden kendi kendine söylendi:
-Bu kadın, bana hiç yabancı gelmedi. Kim acaba? Düşündü düşündü, ama bir türlü hatırlayamadı. Saatine baktı, sohbete daha yarım saat vardı. O sırada bir kız çocuğu girip, o kadının yanına oturdu.
Sadie gelmiş olanlara tek tek hatır sormaya başladı. Sıra o kadına gelmişti.
-Teyzem, sen nasılsın?
-Allah’ıma hamd olsun, İyiyim.
-Sanki sizi bir yerden tanıyor gibiyim.
-Bilmem ki? diye cevapladı kadın.
-Yanınızdaki kızınız mı?
-Evet, hoca teyzesi. İsmi de Hüsna.
Nihayet sohbet saati gelmişti. Saide sohbetine başlamıştı. Saide:
-Haddim değil, Ben kim, O’nu anlatmak kim. O’ndan özür dileyerek, O ‘ ndan bahsedeceğim diyerek, güzeller güzeli Hz. Muhammed’den (s.a.v) bahsetmeye başladı. Önce künyesini, sonra da kısa olarak Peygamberlik dönemine kadar olan hayatından ve o dönemin verdiği mesajlardan bahsetti. Yetim kalışındaki mesaj, çobanlık yapmasındaki mesaj, ümmi oluşundaki mesaj...
Sonra vahiy ile başlayan TEVHİD mücadelesinden söz etmeye başladı :
-Sevgili hanımlar, bütün mesele TEVHÎD’in iyi kavra-nılmasında. Kuru bir kelime olarak telaffuz etmek değil, içini doldurmak. Geldiği manayı bilerek, kabullenerek, bilinçli olarak inanmak. Allah (c.c), Peygamberini görev-lendirerek, yarattığı kullarına şunu öğretmesini istedi:
-“Tevhid birlemek” demek, o halde; İmanda tevhid, amelde tevhid ve ahlâkda tevhid. “ Bizler Tevhid’i iyi kavramalı ve her birimiz yaşayan birer Kur’an olmalıyız. Tevhid derken, hayatı ilgilendiren her meselede hükmü Allah’tan almak kasdedilir.
Anlattı anlattı. Kırk kişilik ortamda çıt çıkmıyor, herkes ilgiyle dinliyordu. Bu feyzi gören Saide’de coştukça coşuyor, susayan gönülleri sulamaya çalışıyordu.
Nihayet konuşmasını bitirdi. Ama aklı hâlâ o kadındaydı. Herkes yavaş yavaş dağılırken, birden hatırladı. Evet bu o kadındı. Bir bayram günü taksilerine almışlardı. Çok perişan görünüyordu. Zaten çok çile çektiği yüz hatlarından belli oluyordu. Bu hanım Gülizar’dan başkası değildi. Çıkmakta olan Gülizâr hanıma seslendi:
-Teyze, biraz kalabilir misin, vaktin var mı? Gülizâr hanım, döndü vaazdan etkilenerek ağlamıştı. Gözlerini silerek sordu:
-Bana mı dediniz?
-Evet teyze, mümkünse.
-Tabi kalabilirim.
Hüsna da annesiyle kalmıştı. Saide, için için kendine kızarak
-Nasılda daha sonra unuttum, oysa her ay uğramayı düşünmüştüm. Ah (?) lânetli Şeytan, nasıl da inananların sağından, solundan, arkalarından ve önünden yaklaşarak iyiliklerin arasına perde oluyorsun, diye söylendi. Gülizâr hanıma dönerek:
Teyze hakkını helâl et, dedi. Gülizâr hanım mahcup olmuştu:
-Estağfirullah, dedi. Hoca hanım ne hakkı, asıl siz helâl edin.
-Hatırlıyor musun, bir bayram günüydü. Seni taksiye almıştık. Gülizâr hanım hemen hatırladı. Acı dolu günlerini unutması ne mümkündü:
-Özür dilerim, hoca hanım, siz olduğunuzu nereden bileyim.
-Asıl ben özür dilerim. Size daha sonra uğrayamadık. Ama telefon numarası bırakmıştım, ara diye not düşmüştüm?...
-Nereye? diye sordu Gülzâr.
-Kapının önüne, ufak bir hediyeyle beraber.
-Demek ki ben eve gelene kadar almışlar, elime geçmedi.
-Herneyse, şimdi nasılsın? O zaman çok merak etmiştim, ama ser veriyor, sır vermiyordun.
-Herkese güven olmuyor ki, kusuruma bakmayın.
-Estağfirullah, haklısın, hem de çok haklısın. Toplumumuz maalesef çöküntü içerisinde. İnsan topluma bakıyor da, böyle mi olmalıydı MUHAMMED’Î bir toplum. Böyle mi olmalıydı ALLAH’A inanan bir toplum?. Kur’an’a inanan bir toplum olmalıydı. Oysa inancın bir anlamı olmalıydı. KUR’AN’A inanan bir toplumun, diğer bütün toplumlardan bir ayrıcalığı vardı. İnsanı değiştirmeyen bir inanç, Kur’an’ı bir inanç değildi. Saide derin bir “ah!” çekti. Gözlerinden iki damla yaş süzülürken mırıldandı:
-Kaldır başını YA RASULALLAH, kaldır başınıda halimize bak. Bıraktığın emânete sahip çıkamadık. Sustu, sonra Gülizar hanıma bakarak:
-Herneyse, düzelecek inşaallah, sen bana kendini anlat.
Gülizar hanım hayatını kısaca anlattı. Saide gözyaşları içinde dinledi Gülizar’ı. Hele Gülizar hanımın:
-”Hoca hanım, biz ne dünyalık yaşayabildik, ve ne de ahireti hazırlayabildik.” deyip ağlaması çok dokunmuştu Saide’ye. Saide:
-”İnşaalllah, isyan içinde olmadıktan sonra, Burada çektikleriniz günahlarınıza kefaret olur” dedi.
-Ben kim oluyorumda takdire isyan edeceğim. Allah’ıma sığınırım. Allah’ın, benden ve çocuklarımdan yüz çevirmesi, bu çektiklerimin bin katı daha ağır gelir bana. Ama O, kendisine dayananları elbette mahcup etmez.
Saide duyduğu sözlerden oldukça memnun kalmıştı. Tamam dedi kendi kendine, endişelenecek bir şey yok, güvenebilirim inşallah. Ama herzaman yaptığı gibi eşiyle istişare etmeden, Gülizar’a bir şey demedi.
Saat üç’ü gösterirken, Salih gelmiş kornaya basıyordu. Saide yine görüşürüz diyerek ayrıldı Gülizar’dan. Arabaya bindi durumu Salih’e anlattı.
Salih dikkatle dinledi hanımını. Hanımnı dinlerken, “davanın derdini çeken bir hanımı olduğu için, ne kadar hamd etsem azdır” diye düşünüyordu. Saide susunca sordu:
-Anlatmandaki sebep nedir? Sen boşuna anlatmazsın.
-Diyorum ki, zaten medreseye bir aşçı lazımdı. Kız da tam yetişecek çağda, onu da okuturuz. Biliyorsun ki, hayat kitabımız Kur’an’ı Kerim’de yetimler için hususi âyetler indirilmiş. Salih endişeyle cevap verdi:
-Hemen nasıl güveneceğiz?
-Bana, zararsız gibi geldi. Allah’a tevekkül edelim, O bizi razı olduğu şekilde yönlendirsin. Biz, O’ndan bunu istiyoruz.
-Amin diyerek karşılık verdi Salih.
Saide’nin gözleri ışıldadı. Eşi kabul etmişti. Sevgiyle baktı eşine:
-Seninle evlenmemi nasib ettiği için Rabbime hamd olsun. İnsanın salih bir eşe sahip olması ne büyük bir nimet.
-Evet, aynen öyle.
Ertesi gün Saide erkenden kalktı. Eşinden, mümkünse arabayı evde bırakmasını istedi. Saat on’a doğru, Gülizar hanıma gitmek için yola çıktı. Şoförlüğü acemice idi. Titrek ellerle çeviriyordu direksiyonu. Ehliyet aldığından beri, hiç trafiğe çıkmamıştı.
Trafik kurallarına büyük bir titizlikle uyarak seyretti yolda. Ve Gülizar hanımın evinin önünde durduğunda, rahat bir nefes aldı, kendini sıkmaktan yorulmuştu.
Gülizar, kapıda Saide’yi görünce sevinmişti. İçeri buyur etti. Hüseyin evdeydi. Saide:
-Başka bir odaya geçmemiz mümkün mü? diye sordu.
-Hoca teyzesi, o daha çocuk. Şimdi çıkacaktı zaten diye cevap verdi Gülizar. Hüseyin çıkınca Sadie sordu:
-Kaç yaşında?
-Onyedisine girdi.
-Onyedi yaş küçük mü?
-Cehalet işte, hoca hanım cehalet.
-Allah’ın emrini yaşarken titizlik göstermek, kişinin dininin sağlamlığındandır. Sonra, meseleleri kafamıza göre değerlendirerek yargıya varmak, bizi bidat’e, delalete götürür. Şuna kendimizi alıştırmamız gerekir; “konu ne olursa olsun, o konuda Allah ve Rasul’ü ne buyurmuşlarsa, o şekliyle tatbik etmek.” Zaten başkasını da Allah kabul etmeyeceğini buyuruyor.
-Evet, haklısın.
Saide eve bakınca içi parçalanmıştı. Evde iki çekyat, oturulacak hali yoktu. Yere serilen kilim ise kaç yerden yamalanmıştı. Çekyata oturdu ve:
-Hemen geliş sebebimi söyleyeyim Gülizar teyze dedi. Gülizar meraklanmıştı. Tabi boşuna gelmezdi ama sebep neydi. Dikkat kesti Saide’ye. Saide kendinden emin konuşmasını sürdürerek :
-Bizim bir medresemiz var. Kızını orada okutmak istiyoruz.
-Masraflar, dedi Gülizar umutsuzca:
-Masrafları eşim üstleniyor. Ayrıca bize bir aşçı lazım. Eğer istersen orada ücretle çalışabilirsin. Böylelikle sana acı veren ev temizliklerine gitmezsin.
Gülizar duyduklarına inanamıyordu. Saide devamla:
-Medresenin alt katında iki odalı yarım dairemiz var. Oraya yerleşmenizi istiyoruz, Burayı da kiraya verir, oğlunun okul masraflarını karşılarsın. Kayıp oğluna gelince, onun için de birşeyler yaparız İnşâallah.
Gülizar kulaklarının uğuldadığını hisetti. Üç gün önce yaşadığı olay geldi gözlerinin önüne. Ev temizliğine gitmişti. Gittiği evde temizlik yapmış, evin salonuna sıra gelmişti. Vitrindeki içki şişelerini görünce beyninden vurulmuşa dönmüştü. Ağlayarak ağzından şu sözler dökülmüştü:
-Ey büyük Allah’ım, ben biliyorum Sen’in has kulun değilim. Ama içki içenlere hizmet ettirecek kadar değersiz miyim Sen’in katında? Sen bilirsin, Sen benim vekilimsin. Eğer razıysan, ben hizmet ederim. Razı değilsen içkicilere hizmet etmemden, o zaman Sen bilirsin. Şu garip kaldığım dünyada Sende “kulum” demezsen ben nerelere gideyim Allah’ım. Çaresizim, çare Sen’de. Güçsüzüm, güç sadece Sen’in. Bu çile beni sana yaklaştıracaksa çekmeye razıyım, yok değilse El-Fettah ismin hürmetine kapılar aç...
Ağlayarak işini bitirmişti. Aldığı para belki haram olur korkusuyla kullanmadı. Çok bilgisi yoktu, fırsat buldukça vaazlara gidiyor, hesap gününden endişe ediyor, tek tek hayatın hesabının sorulacağı o günden korkuyordu. Hesap gününü hesaba katmadan yaşayanların ahiretteki halleri hiç de hoş olmayacaktı. Allah’ın huzuruna, hesap için dikilmeden önce hayatımızın hesabını yapmak gerekiyor, diye düşünüyordu. Çünkü geçen gün, yine vaaz dinlerken hoca şöyle demişti:
-”Allah’ın yolu olan İslâm’ı yaşamadan, Kur’an’da bildirilen hayat sistemini hayata geçirmeden, Allah’ın mağfiretine bel bağlamak yanlıştır. Bile bile günah deryasına dalanlar için Allah “Kahhar”dır. Birgün kavak ağacı, çam ağacına şöyle demiş “Ben de senin gibi bir ağacım”. Çam ağacı şu ibretli cevabı vermiş “Kış gelince görüşürüz”. Dolayısıyla Kur’an’ı yaşayanla yaşamayan bir olmaz”.
Saide Gülizar’ın daldığını görünce endişeyle sordu:
-Kabul etmeyecek misin?.
Gülizar ağlamaklı bir sesle cevap verdi:
-Bu kadar iyiliğin karşılığında, benden beklenen nedir?
-Senden bir şey beklenmez, Allah iyiliklerin karşılığını bolca verendir. Yalnız, aşçılık yapacağın yerde bazı iş kuralları var.
Gülizar yerinden kalktı, Saide’ye doğru geldi ve Saide’nin eline sarıldı:
-Verin elinizi öpeyim. Saide hızla çekti elini:
-Lütfen yapmayın, bunu size Allah bahşetti. Lütfen yapmayın.
Sarılıp ağladılar? Gülizar biraz sakinleştikten sonra, gözyaşlarını silerken, konuştu:
-Elbette ki bu Allah’ın bir lutfudur. Ben size teşekkür etmek istemiştim.
Saide boş vakit geçirmeyi sevmezdi. Şu kısacık ömürde boşa harcanacak vakit olmamalı diye düşünürdü. Allah’ın, Kur’an’da yer yer zamana yemin etmesinin çok büyük anlamlarının var olduğunu biliyordu. Her geçen gün, güzel değerlendirilmezse, bir daha geri getirilemeyecek büyük fırsatlar götürüyordu. Hemen yapılması gerekenleri sıraladı:
-Teyze, şu çekyatları ve bu durumda olan eşyalarını getirme. Eskiciye verip, değerlendirebilirsin. Müsade et, eve göz atıp eksikleri tesbit edelim.
Beraberce eşyalara baktılar. Hiç bir eşyası kullanılabilecek durumda değildi. Yorgan ve yastık, bir de bir kaç parça mutfak eşyasını almasını söyledi ve eve gerekenlerin listesini yaptı.
Oradan ayırlırken, içindeki manevi hazzın tarifi mümkün değildi. Nefsine meydan vermemek için, Rabb’ına sığınmayı unutmadı. Mekke fethi geldi aklına. Hiç kan akıtılmadan müşrik devlet yıkılmış, Mekke fethedilmişti. Allah’ın sevdiği olacak kadar güzel olan, o yegâne rehber, âlemlere rahmet RASULULLAH’ın Mekke’ye girişini hatırladı. O’nu hatırlayınca gözleri buğulandı, özlemi arttı. İki damla hasret gözyaşı yanaklarından süzülürken mırıldandı:
-Seni çok özledim, çok özledim seni, selam sana ya Rasulallah.
Eve varır varmaz hemen kayınvalidesini aradı ve sordu:
-Anne, çocuklar canını sıktılar mı? Mümkünse öğleden sonra alayım onları.
Kayınvalidesi şefkatle cevapladı:
-Ahh, benim güzel gelinim. Sen yeter ki Allah yolunda ol. Torunlarla uğraşmak benim için eğlence. Ben biliyorum ki, sen vaktini boşa harcamaz ve insanı da istismar etmezsin. Hem ben de sana böylelikle ortak olmuş oluyorum. Edişelenme ve işini rahat yap.
Saide teşekkür ederek telefonu kapattı. Hemen arkadaşlarından Zehra’yı aradı:
-Alo, Selâmun aleykum.
-Aleykum selâm abla.
-Hemen arkadaşlardan iki kişiyi ara, yarım saate kadar bizde olun.
-Tamam abla.
Saide telefonu kapattı, hemen mutfağa geçti. Gelecek kardeşlerine ikram etmek için, hemen kek yapıp fırına sürdü, aradan bir saat kadar bir zaman geçmişti ki arkadaşları gelmişti. Hal hatır sorduktan sonra, Saide Asr suresini okudu ardından mealini:
-”Asr’a (zamana) yemin olsun ki, muhakkak insan kesin bir ziyan içindedir. Ancak imân edip de salih amel( ve hareket)lerde bulunanlar, hem de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriçtir (onlar ziyandan kurtulmuşlardır). “
Saide başını kaldırdı, arkadaşlarına baktı ve şöyle devam etti:
-Bakın arkadaşlar, biliyorsunuz ki, sahabe bu sureyi okumadan birbirlerinden ayrılmazlardı. Bu surede kurtumak isteyenlerin nasıl kurtulabileceklerinin yolu esaslara bağlanmış. İyi tahlil etmek, ve muhteşem bir nimet olan zamanı O’nun razı olacağı şekilde değerlendirmek gerekiyor. Çünkü O, kurtulmayı şarta bağlamış, bu şartlara uymayanların hüsrana uğrayacaklarını kesin bir ifadeyle beyan ediyor. Bildiğiniz gibi, Bu şartlar şunlar:
İlk olarak: İMAN ki; imânın bir eylemi olmalı. Eylemi olmayan bir imândan söz edilmiyor. Nerede imândan söz edilmişse, ardından hemen salih amelden söz ediliyor. İmân insan hayatına yeni bir yaşam şekli, yeni bir bakış açısı, yeni bir düşünce yapısı yani, yeni bir insan modeli getirmelidir.
İkinci olarak:
İmânın gereği olan, hak rızası için yapılmış ve kendisi de hak olan eylem, salih amel. Hak için hak olacak dedik; eylem Allah için olurken, yine O’nun ölçüsü dahilinde olmalı, zira Allah’ın razı olmayacağı bir şekilde bir amel yapılması halinde kabul görmez.
Üçüncü olarak:
Birbirimize hakkı anlatmak, hak için çalışmak, hakkın hakimiyetine çaba sarfetmek. Ahh, ahh ne güzel bir şey, ne muhteşem bir şeref, Peygamber’den bunca asır sonra gelip, O’nun bayrağını bizden sonraki kuşaklara taşıyabilme mücadelesinde bizimde adımızın olması. Yarın ahirette;”Ya Rasulallah! Ben de, ben de bu kervandan biriyim, her ne kadar en gerisinde olsam da bu kervanın, yinede ben de, bende sana inananlardanım.
Sustu. Gözleri buğulanmıştı, derin bir “Ahh” çektikten sonra:
-”Rabbim, mahrum etme. Burada göremedik, orada bizi mahrum etme. O’na olan aşkımızı artır, orada tanınanlardan eyle bizi” diye dua etti. Kardeşlerinin yüzüne baktı ve:
Söyleyin bana dedi, söyleyin yan yatarak, hayatı anlamsız tüketerek, altından çok daha kıymetli zamanlarımızı heder etmek olacak şey değildir öyle değil mi?
Dördüncü olarak da:
-Hakkı tavsiye ederken, başa gelebilecek sıkıntılara sabır. Demek ki sabır azık. Sabırsız olmaz, karşımıza mutlaka irili ufaklı engeller veya sabretmemiz gereken başka engeller çıkacaktır. Azimle, dayanarak isyana düşmeden işimize devam edeceğiz. Sonuç mu? Sonuç âyetle bildirilmiş, mutlak kurtuluş.
İşte arkadaşlar bugün bize Allah’ın rızasını kazanma çabasında bir evi temizlemek ve bazı eksiklerini temin etmek düştü diyerek Gülizar’ı ve hikayesini anlattı.
Zehra, Meliha, Fatma ve Saide dört arkadaş başbaşa vermiş karınca kararınca Allah’ın dini için birşeyler yapmaya çalışıyorlardı. İlk söz alan Zehra idi:
-Hocam, kendimi birden dernek toplantısında hissettim.
Saide gülümsedi:
-Herbiriniz birer dernek. Birlikteliğimizi Rabbim daim kılsın!
Hep bir ağızdan:
-Amin dediler, bu temenniye. Sonra yapılacak işleri sıraya koyup, taksim ettiler işleri.
Zehra kendi çevresinden, iki halı ve soba temin edecekti. Fatma, fakirlere yardım derneğiyle irtibata geçip, yakacak sorununu halledecekti. Meliha sohbet yaptığı yerden yardım talep edecek, Saide de tekstil atölyesi işleten beyinden iki adet çekyat isteyecekti. Saide sordu:
-Temizlik işini ne yapacağız? Meliha:
-Ben hallederim dedi. Saide:
-Ben de gelebilirim.
-Olmaz hocam diye itiraz etti Zehra. Siz yeterince yoruluyorsunuz zaten.
Çaylarını içip, yapmaları gerekenleri yapmak için dağıldılar Saide arkalarından bakarken mırıldandı:
-Şu birlikteliğe Şeytan nasıl da kızıyordur. Rabbim her türlü fitneye karşı bizi koru.
Bir hafta içinde Gülizar hanım ve çocuklarının hayatında yeni bir sahife açılmıştı. Az bir paraya, eski evlerini kiraya bile vermişlerdi.
Saide, Gülizar’a kursu gezdirmiş ve yapması gerekenleri tek tek anlatmıştı. Akşam yemeklerini de kurstan indirir, evde yemek yapmak zorunda kalmazsın demişti. Gülizar olanlara inanamıyor, kendini rüyada sanıyordu. Bir hafta sonra:
Saide kursu kontrol etmek ve hocaların haftalık derslerini almak için kursa gelmişti. Saide’nin gelişi herkesi heyecanlandırmıştı. Herkes tarafından seviliyordu. Saide’nin derdi İslâm’dı. Daha ne yapılabilir? diye durmadan düşünen, Allahın rızasını arayan bir mücahideydi o. O biliyordu ki, “Benlik” hizmetin kanseriydi.
Hocaları odaya toplayarak, gidişatla ilgili bilgi aldı. Öğrencilerin durumlarını sordu. Sonra şu nasihatte bulundu:
-Arkadaşlar,
Titiz davranmak ve tevhid’î bir iman, tevhid’î bir amel ve tevhid’î bir ahlâk’a sahip bir neslin yetişmesine gayret etmeliyiz. Bu, her müslümanın mükellef olduğu bir ibadettir... Sonra sorumlu hocaya dönerek:
-Yeni gelen kızımız nasıl, annesinden memnun musunuz?
Hocahanım:
-Kızın biraz piskolojik problemleri var. Anası iyi, işini titizlikle yapıyor.
Lâkin.
Saide korkmuştu. Endişeyle sordu:
-Lâkin?
-Çok ağlıyor. Gözü hep yaşlı. Sanırım bir oğlu kayıpmış.
-Evet, biliyorum dedi Saide.
Hocahanım:
-Ne kadar da dertli insanımız var. Nedir bu dertlerin sebebi? Çocuklarımız, ümmetin çocukları, ümmetin gençleri elimizden kayıp kayıp gidiyor. İçlerinden elinden tutabildiklerimiz bir ya da iki tane. Hocam, şu gençliğin haline bakar mısınız? Muhammed’î bir gençliğin özelliklerinden ne kadar da uzak. Bugün siyer dersinde münafıkların başı Abdullah bin Ubeyy’in oğlu, Hz. Abdullah’ı okudum. Münafıkların başı olan babası, Rasulullah’ın canını sıkıyor, O’nu üzüyor. Ama oğul Medine’nin kapısında durup:
-“Sen zelilsin, Rasul azizdir. O izin vermedikçe Medine’ye giremezsin”. Düşündüm, nerde gençler, Hz. Muhammed’e inandığını söyleyen gençler nerede? Dursalar kalplerinin kapılarında ve:
-Buraya Rasul sevgisinden başkası giremez, diye bekçilik etseler. Dursalar evlerinin kapılarında ve:
-Buraya, Rasul’un sünnetinden başkası giremez, diye bekçilik etseler. Ve böylece bekleseler mahallelerimizi, ülkemizi öyleki heryere sadece Rasul girse, o girse sadece...
Saide gıpta ile baktı talebesine, arkadaşına, dava kardeşine ve:
-Bütün bunların sebebi ne biliyor musun? dedi. Hoca hanım ve odadakiler cevap ararcasına baktılar Saide’ye. Saide devamla:
-Rasullerin getirdiği şeriatlerin esasını teşkil eden beş emniyetin yokluğu. Elbetteki bu beş esas İslâm’ın hakim olduğu yerlerde esas alınır. Ancak insanların mutluluğu, İslâm olursa olur. Yoksa hep birileri mutlu, çoğunluk mutsuz olacaktır.
O sırada kapı tıkladı. İçeri giren öğrenci, Saide’ye hitaben:
-Özür dilerim hocam, konuşmanızı bölmek istemezdim, lâkin arkadaşlar sizi çok özlemişler, bize biraz vakit ayırır mısınız? Saide şefkatle baktı öğrenciye:
-İnşaallah dedi. Öğrenci çıktıktan sonra arkadaşlarına dönerek:
-Görüyor musunuz edep güzeldir, ama bir genç kızda daha güzeldir. Allah muvaffak etsin, ne edepli bir genç. Zaten Ümmet olan gence de bu yakışır. Ben de Sen’in ümmetindenim Ya Rasulallah dedikten sonra, Bunu hayatıyla tasdik edenden daha bahtiyar kim olabilir? Dedi. Ahh, ahh inşallah asrımızın gençliği öyle bir kendine gelecek ki, melekler bile şaşıracak, Allah’ın ne güzel kulları geldi dünyaya diyecekler.
Sonra, ve sonra ötelere gittiklerinde, yüzleri güneş gibi parlayacak, O’nun sancağı altında iyilerle beraber haşroluna-caklar, burada göremedikleri âlemlerin Sultanını orada doyasıya göreceklerdir, inşaalllah. Ama unutmamaları gereken birşey var o da; 0’nun getirdiği sistemi hayatlarının her alanına hakim kılmak ve tekrar yeryüzünde hakim olması için, 0’nun koyduğu çizgi içinde mücadele vermek. Rabbim nasib et... Hep bir ağızdan:
-Amin… Dediler.
Saide devamla:
-Biz O’nu göremedik, zira aynı asırda yaşamadık. Tek ümidimiz ahirette görebilmek. Şayet O’nun getirdiğini hayatımıza hakim kılmazsak, orada O’nun yanına bizi alırlar mı?
Bir an sustular. O’ndan bahsedildiği zaman yürekleri aynı şey için çarpıyordu. O’na olan özlemlerini gözlerinden dökülen hasret damlaları dile getiriyordu. 0’na kavuşma ümidiyle işlerine daha bir sıkı sarılıyorlardı...
Öğrencilerin hepsi salonda toplanmış, Saide’yi bekliyorlardı. Saide çıktı, selâm verdi, hepsinin hal hatırını tek tek sordu. Gözü Gülizar’ın kızına takıldı. Çekingen bir hali vardı. En köşede oturmuştu.
-Sen nasılsın güzel kızım, alışabildin mi? diye sordu Saide.
-İyiyim hocam. Teşekkür ederim, diye cevap verdi küçük kız.
-Sevgili gençler, sıkıntınız var mı? İsteğiniz, arzunuz.... Hep bir ağızdan:
-Hamd olsun sıkıntımız yok, derdimiz ise büyük diye cevap verdiler. Saide şaşkınlıkla sordu:
-Hayrola?
Öğrenciler yine hep bir ağızdan:
-Müslümanca yaşayıp, müslümanca ölebilmek ve alemlere rahmet olana kavuşabilmek...
Saide duyduğu cevaptan oldukça memnun kalmıştı:
-Sevgili gençler dedi, Rabb’im sizi umduğunuza nail etsin. Lâkin unutmayın ki; Mekke’de yaşamak, Mekkemizi yaşamak zordur. Ama ancak Mekke’sini yaşayanlar kazanmışlardır. Elbette “İman ettim” demek kuru bir idda ve içi boş bir laf değildir. “İman ettim” demenin bir anlamı, belli bir sorumluluğu ve bir bedeli vardır.
Sünnetullahtır, “iman ettim” diyen samimiyet sınavından geçer. Sınav soruları kulun derecesine göre değişir. Yüksek sınıfta olan, yani dereceleri yükselenlerin sınavlarıda zorlaşır. Alemlere Rahmet olana ümmet olmak bir şereftir, ama liyâkat lazımdır, Ümmet olma şerefini taşımak lazımdır. Mekke dönemini iyi tahlil etmek gerek, o yiğitlerin yiğitlikleri sayesinde Medine kuruldu. Bedeller ödenmişti, imandan sonra. Hemde ne bedeller… Zulümler işkenceler, sıçak kumlar, açlıklar, taşlanmalar, ambargolar, ihbarlar, takipler.... Neden? Çünkü Allah’ın kanunlarının hakim olmadığı yerlerde Bundan başka ne olurki? Bakın toplumumuza, yine ahlaksızlık ahlak halini almadı mı? İnsanlar mutsuz değiller mi? açlıktan çocuklar çöplüklerden ekmek toplamıyorlar mı? Topluma bir bakın, ne görüyorsunuz neler görüyorsunuz? Bunun sebebi nedir? Elbetteki İslâmsızlık, islâm’ın hakim olduğu yerlerde beş emniyet vazgeçilmezdir. Nedir bunlar? Can, mal, nesil, akıl ve din emniyetidir. Rabb’im nasib etsin inşaallah. Soruyorum sevgili gençler, Bu toplumun erkekleri, kadınları, gençleri Allah’ın istediği gibi midirler?
Evet, işte böyle toplumlarda “İman ettim” diyen, iman ettikten sonra gereğini yapanlar, çıkan engellere rağmen imanın buyruğundan çıkmayanlar, kimsenin kınamasına aldırmadan dik durarak inancını yaşayanlar, eğilmeyenler Mekkesini yaşayanlar gibidirler.
Mekke’de yaşadı Sümeyye, Mekkesini yaşadı. Mekkede yaşadı Ammar Mekke’sini yaşadı, Habbablar, Yasirler vs vs. Allah hepsinden razı olsun. Şimdi;
-Sen sevgili gencim, sen Sümeyye olamazsın ama Sümeyye gibi olmanın kapısı kapalı değildir.
Sen; Esma olamazsın ama Esma gibi olabilirsin. Sen zaten şimdinin Esma’sı değil misin?
İşte bugünün dünyasında ve imanın imtihanında sana onların yolunu takip etmek düşer. Sabır, ihlas, takva ve zühd ile yola çıkarsan bunu başarırsın, biiznilllah. İşte bunlara müjde vardır, müjdeler vardır. Bakın ne buyurmuş Hakimler hakimi Allah’ımız:
-“İman edenler, (Allah ve Rasulü’nün gösterdiği yöne ve yönteme) hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler Allah katında derece bakımından daha büyüktür. İşte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
Rabbleri onlara, katından bir rahmet, hoşnutluk ve onlarara (bitmez tükenmez) nîmet bulunan cennetleri müjdeler. Orada ebedi kalacaklardır? Muhakkak ki en büyük mükafat Allah katındadır”. (Tevbe: 20-22)
Peki bu nasıl olacak? Elbette ki okuyarak, çünkü bilen ile bilmeyen bir olmaz buyurmuş Rabb’imiz. Allah’ın ilk emridir okumak. Ama neyi? nasıl? niçin? okumamız gerektiğinin bilincinde olmalıyız. Bir takım geçici hesapların yüzünden ahiretimizi harap etmek iman ehlinin, aklı selimin yapabileceği bir iş olmasa gerek.
Elinizde gençlik gibi bir nimet var. Bunun kıymetini bilin ve kul olma yarışında birbirinize çelme takmadan yarışın. Unutmayın ki bir kişi tevhide inandıktan sonra inancını, amellerini düşünce dünyasını, kültürünü, ahlâkını, siyasetini, olaylara bakış açısını Allah’ın kanunlarına göre ayarlamak zorundadır ve bu bir zorunluluktur, keyfiyet değildir. Sözlerimi bitirirken;
Sizlerden derslerinize iyi çalışmanızı, Allah ve Rasulü’nün istediği gibi birer genç olmanızı ve RASUL’ün davasını omuzlamanızı bizden sonrakilere ulaşması için gayret içinde olmanızı ve razı olunmuş olarak can vermenizi temenni ediyorum.
Yani hayatınızı ucuza satmayın, anlam katın yaşantınıza, değer katın zamanlarınıza. Allah’a emanet olun ve bana da dua edin. Sizi Allah rızası için seviyorum sevgili MUHAM-MED’ler. Siz ki gençliğini Şeytanın elinde oyuncak etmeyenler, imanını yaşantılarıyla tasdik edenlersiniz. Öğrenciler hep bir ağızdan cevap verdiler:
-Biz de sizi seviyoruz hocam. Bizi Müslümanlardan kılan Allah’a hamd olsun.
Saide etkilenmişti:
-Bu sözü çok seviyorum, hadi bir daha bir daha söyleyin.
Çocuklar hep bir ağızdan tekrar ettiler. Saide:
-“Şahid ol Ya Rabb, şahid ol” dedi. Vedalaşıp ayrıldığında, öğrencilerin gidişatından dolayı içi huzurla dolmuştu.
Z |
ahide o geceden sonra Murat’a konuyu bir daha açmamıştı. Murat eve geldiğinde fazla konuşmuyor, okula gidiyor ama derslerle ilgilenmiyordu. Zaman zaman okulun etrafında boş boş dolaşıyordu.
Bu içe dönüklük Zahide’yi endişelendiriyordu. Onun için endişelenen biri daha vardı, Fen Bilimleri öğretmeni Tarık bey. O gün yine Murat’ın derse ilgisizliği gözünden kaçmamıştı. Dersi anlattı. Evrendeki muhteşem ve eşsiz dengeden bahsetmişti. Ufak bir dengesizliğin meydana getireceği felaketten bahsetti. Ama Murat’ın hocasını duyacak hali yoktu. Tarık hoca ders bitince Murat’a seslendi:
-Murat!
Murat umursamazca baktı hocasına ve:
-Efendim, dedi.
-Seninle biraz konuşabilir miyiz?
-Ne konuşacağız?
-İstersen dedim.
-Tamam konuşalım.
-Bahçeye çıkalım mı?
-Tamam, benim için fark etmez.
Bahçeye çıktılar. Bir ilkbahar günüydü. Ağaçlar yavaş yavaş uyanmış, meyveye durmanın ön hazırlığı içerisinde çiçeklerini açıyorlardı. Yeniden dirilişin delili olarak kupkuru odundan renk renk çiçekler ve ardından tat tat, çeşit çeşit meyveleriyle görebilen gözler için, hissedebilen yürekler, duyabilen kulaklar için haykırıyorlardı. “İşte Allah, ölüleri böylece diriltir” diyerek haykırıyorlardı.
Tarık hoca da bir kaç yıl öncesine kadar ateist biriydi. Kominizmin hızlı savunucularındandı. Fen dersindeki deneylerinden sonra ulaştığı sonuçlar onu hayrete düşürmüştü. Hayrete düştükçe de derinleştirmiş, derinleşen her deney onu Allah’a götürmüştü.
Bahçede ağacın altındaki banka oturdular. Hafif bir esinti vardı ve yeni açan ağaçların kokusunu taşıyordu.
-Ne güzel, değil mi? dedi Tarık hoca Murat anlamamıştı ve sordu:
-Nedir güzel olan?
-Kokulara bakar mısın, çeşit çeşit.
-Konu yine din mi?
-Hem hayır, hem evet.
Murat boş boş baktı hocasına, anlamadım dercesine. Tarık hoca devamla:
-Evet, çünkü dinsiz hiç bir şey yoktur. Yani diğer bir deyimle her konu dinin konusudur. İnanan herkesin her işi dinlidir. Yarısı dinli, yarısı dinsiz iş olmaz.
-Eeee?
-Hayır, çünkü senin anladığın manada, sana vaaz verecek değilim. Durgun gözüküyorsun, varsa bir sıkıntın ki; öyle gözüküyor, paylaşabilirz. Yardımcı olabileceğim bir şey varsa sevinirim.
-Evet durgunum, çünkü derdim yok dertlerim var. Ama söyler’misiniz, dinsiz işiniz olmadığına göre, benim sıkıntımla ilgilenmenizin neresi dinli.
Tarık hoca gülümsedi:
-Çok hoş bir soru sordun.
Allah, kitabında buyuruyor ki; -“Allah’a kulluk edin, hiç bir şeyi (yücelterek ilahlaştırıp buyruğuna girmekle) Allah’a ortak koşmayın. (Sonra) ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın ve uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve ellerinizin altında bulunanlara iyilik edin. Allah, kendini beğenenleri ve böbürlenenleri sevmez”. (Nisa: 36)
-Yani, karşılığında sevap alacaksınız?
-Evet, aynen öyle.
-Boşverin, benim derdim çok, sizin başınızı ağrıtmayayım.
-Konuşmak istemiyorsan başka, ama ben zevkle dinlerim seni.
Murat sustu, biraz sonra inci gibi yaşlar boşalmaya başladı gözlerinden. Tarık hoca babacan bir tavırla elini Murat’ın omuzuna koydu:
-Konuş dedi şefkatle, içindeki savaşı anlayabiliyorum. Aynı şeyleri bende yaşadım, inşallah biz kazanacağız. Susarak, yada kendinden kaçarak içindeki savaşı dindiremezsin.
-Boşluktayım, içimde büyük bir baskı hissediyorum, adını bilmiyorum. Mutsuz ve huzursuzum. Anneme kavuştum, mutlu olacağımı sanıyordum, olmadı. Gitmek, bir yerlere gitmek istiyorum, lâkin kimsesiz çocukların hali ortada, yuvadan kaçanlar köprü altlarında, herkesin istismarına uğruyorlar. Eroincilerin, pislik peşinde olanların, kimi sayayım ki herkesin işte… Nerde müslümanlar? Onlar niçin sahip çıkmıyorlar? Yoksa onlara yardım ibadet değil de, benimle konuşmak mı ibadet sayılıyor? Tarık hoca:
-Bitti mi? diye sordu sakince.
Murat cevap vermeden baktı hocaya. Hoca devamla:
-Evet her nedense her fedakarlık, her iyi şey bizden bekleniyor, lâkin yapmaya kalktığında önün kesiliyor. Varoş çocukları, köprü altı çocukları toplumun yarası. Ve de fert çalışmasıyla çözülebilecek bir mesele değil. Belki bir midye kurtarırsın, ya öteki midyeler?
Varsayalım bir müslüman çıkıp yetim yuvası açtı. Niçin açacak?
Allah rızası için, o halde onları da Allah’ın rızasına uygun bakıp terbiye etmesi gerekir öyle değil mi? Gel görki irtica yaygarasıyla yapmadıklarını bırakmazlar. Kaldı ki; bu çözüm değildir, zira fert çalışmasıyla çözülebilecek bir sorun değildir bu.
-Peki çözüm ne? diye sitem etti Murat.
-Çözüm İslâm da. İslâm’ın hakim olmadığı yerde vurgunun, soygunun, zulmün velhasıl haksızlıkların önünü almak mümkün değildir. Elbetteki istismara uğruyorlar, ama soruyorum niçin müslümanları suçluyorsun? Seksen küsur yıldır ülkeyi İslâm mı yönetiyor? İslâm mı bu durumun sebebi? soruyorum hangi düzen bu çocukları bu hale getirdi?. Dinle, hayat kitabımız Kur’an’da şöyle buyrulmuştur:
-”Yetime eziyet etme”, (Duha: 9) “Yetimi itip kakma”. (Maun: 2) Bir de şu âyeti dinle: “Yetimlere (baliğ olunca) mallarını verin, (kendinizdeki) kötüyü(onlardaki) iyi ile değiştirmeyin. Onların mallarını kendi malınıza katıp yemeyin. Çünkü bu büyük bir günahtır”. (Nisa: 2) Bir de şunu dinle “(Ey yetimlerin veli ve vâsileri) Yetimleri nikâh çağına erişinceye kadar (gözetin ve) yoklayın. Eğer onlarda(ken-dilerine idare edebilecek) bir olgunluk görürseniz mallarını hemen kendilerine verin”. (Nisa: 6) “Kendilerini mallarından yedirin, giydirin, ve onlara güzel söz söyleyin (Gönüllerini hoş tutun)”. (Nisa: 5)
Ben Kur’an’da geçen yetim haklarını anlatmakla bitiremem, sen de hepsini bir anda algılayamaz, anlayamazsın. Şimdi soruyorum buâyetleri okuduğunda, yetim hakkından dolayı kılı kırk yaran sahabenin uygulamasının, müthiş örnekliğine rağmen, bu hükümlerin dipdiriliğinin devamına rağmen, bunları uygulamayı yasak edenler mi suçludur yoksa müslümanlık mı? Suçlu kim? İslâm’ın hakim olduğu yerde, halife ihmal etseydi, onu alır yerine Allah’ın hükümlerini uygulamada ihmalkâr davaranmayan biri getirilirdi. Murat güreşde yenilmiş pehlivan gibi hissediyordu kendini, ama yenildim zannederek, yenilgiyi de kabullenemiyordu. Ne cevap vereyim diye düşünürken. Tarık hoca konuşmasına devam etti:
-Yapma be Murat, Allah ile savaşan hiç kimse bedbahtlıktan, hüsrandan kurtulamaz. Allah’ın gücü herşeyin üstündedir. O’nun emirlerine karşı gelerek, O’nun arzında O’na kafa tutmak akıl işi değeldir. Ne kadar kaçarsan kaç, sonunda yakalanacaksın ve istesen de, istemesen de O’nun huzuruna çıkacaksın Bunun için Allah şöyle buyuruyor “Eynel mefer”, yani “Kaçış nereye?”.
İman et ve teslim ol, göreceksin bütün iç huzursuzlukların bitecek.
-Gençliğimi yaşayamıyacak mıyım?
-Yaşayacaksın, en güzel bir biçimde. Huseynler gibi, Ammarlar gibi, Mus’ablar gibi. Gençliğin anlam kazanacak. Geçici olan bu gençliğin, ebediyete tebdil edecekde hep genç kalacaksın
-Yani, öbür tarafta mı?
-Evet.
Çok mu uzak? Ne zaman öleceğini biliyor musun? velev ki uzun yaşa, ne kadar uzun olursa olsun sonunda ölmeyecek misin?
-Şu ahiretten biraz bahseder misiniz? Durmadan ahiret deyip duruyorsunuz.
-Bahsedeyim, iyi dinle, çok iyi dinle. Ahiret:
Ölümle başlayan, ebedi hayat. Diğer bir deyimle gerçek hayat. İnkârı mümkün olmayan gerçek.
Murat, hocasının sözünü keserek:
-Ama inanmayanlar da var? dedi.
-Evet var, ama onlar Ku’ran’ın deyimiyle “Beyinsizler” dir. İnsan güneşe gözünü kapatıp, sonrada “Güneş yok” dese, güneş yok mu olur. Ölümü inkar edemiyorlar, ötesi için hazırlık yapmak nefislerine ağır geliyor, kolayı seçiyorlar “Güneş yok” diyorlar
Oysa bu seçimin faturası ağır, bu seçim kolay bir seçim değil. O gün herkes hesap verecektir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
-”O gün hesap için arzolunursunuz da sizden hiç bir sır (Allah’a) gizli kalmaz”. (Hakka: 18) İnsanın mutluluğu, ancak ahirete iman etmekle mümkündür.
-Peki, annem niçin mutsuz?
-Sordun mu? Mutsuz mu?
-Hayır sormadım, ama hep gözleri yaşlı. Bir de çektiği sıkıntı çok, nasıl mutlu olacak ki?
-Önce sor bakalım, belkide ağlayışının özel nedenleri vardır. Murat birden sesini yükseltti:
-Ya özgürlüğüm, özgürlüğüm ne olacak?
Tarık hoca Murat’ın verdiği savaşı anlıyor ve dua ediyordu kazanması için. Sakin bir şekilde cevapladı:
-Bu meseleler uzun meseleler, her şeyi birden anlatamam ki. Ama şundan emin ol, bütün şahsi özgürlükler İslâm’dadır. “Her türlü kayıttan geçip, yalnız Allah’a kul olmanın adıdır Özgürlük!!!”
Saatine baktı ve:
-Ooo. ders saatini geçirmişiz. Daha sonra, daha detaylı konuşabiliriz, dedi ve:
-Müsadenle diyerek kalktı. Hiç kalkmaya niyeti olmayan Murat da az sonra kalkarak, yavaş yavaş hocasının arkasından yürüdü okula.
Murat o gün eve geldiğinde, annesi mutfakta akşam yemeğini hazırlamakla meşguldü. Yine yorgun gözüküyordu. Yerlere dökülen iplik kırıntılarına bakılırsa, yine akşama kadar çalışmıştı.
Murat içeri girip, defterlerini masanın üzerine koydu. İsteksiz isteksiz mutfağa geçti. Annesi:
-Hoşgeldin oğlum, dedi.
Murat kısık bir sesle:
-Selamun aleykum ana, diyerek cevapladı.
Zahide duyduklarına inanamadı. Kulaklarının uğuldadığını hissediyordu sanki. Gözlerine hücum eden yaşların akmamasına gayret ederek:
-Ve aleykum selam ve rahmetullah, dedi titrek bir sesle.
Bu Murat’ın ilk verdiği selâmdı. Bir an sessizlik oldu. Sonra Murat ani bir hareketle anasına doğru atıldı, boynuna sarıldı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Ağladı ağladı ağladı.
Onun hıçkırıklarına Zahide’nin sessiz sessiz, durgun sel gibi akan gözyaşları eşlik ediyordu Hiç bir şey konuşmadan bir müddet öylece kaldılar. Zahide şaşkındı. Acaba sırası mıydı bir şeyler anlatmanın? Neden ağladığını sormalı mıydı? Düşündü, hayır bazen suskunluk bile çok şey anlatırdı insana.
Murat sakinleştikten sonra odasına çekildi. Zahide hamdederek hazırladı sofrayı. Okunan akşam ezanını dinledi saygıyla. Sonra namazını kıldı, dualar etti Allah’a. Ve Murat’ı yemeğe çağırmak için, Murat’ın odasına gitti. Kapıyı açtı ve gözlerine inanamadı, oğlu diz çökmüş ve el açmıştı. Dua ediyordu, evet evet yanlış görmüyorum oğlum dua ediyor diye düşünürken, gözü yerdeki ipe kaydı. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Aman Allah’ım Murat intihar etmek için hazırlık yapmış, dua ediyordu. Ok gibi fırladı Zahide ipi kaptı. Murat da duasını bitirmişti, bir an bakıştılar. Murat suç üstü yakalanmanın psikolojisiyle gözlerini kaçırdı. Zahide yaklaştı ve var gücüyle Murat’a bir tokat indirdi. Ve:
-Umarım bu senin aklını başına getirir, ne yapmaya çalışıyorsun? dedi. Ve ikinci tokatı indirdi. Suratlara vurmanın yasak olduğunu bir anda unutmuştu.
-Bıktım diye bağırdı Murat. Bıktım madem cehennem var, çok günah yapmadan ölmek istiyorum.
-Aptaaal diye bağırarak kesti Murat’ın sözünü. Sersem böyle yapılarak cehennemden kurtulunmaz. Cennete gitmek istiyorsan, cennetin yolunu öğrenmen lazım. Cennet Allah’ın, oraya her yoldan girilmez ki. Yolu da belirlenmiş, giriş şartları da. Yeter artık Murat, anlıyor musun beni? Yeter, ateşe gitme diye elimden geleni yapıyorum, sen ise habire kaçıyorsun. Korkak mısın sen? İslâm’ı yaşayacak kadar yürekli değil misin? “La ilahe illallah” diyecek ve teslim olacak kadar aklın yok mu? Her yönüyle kimliğine teslim olacak kadar kişiliğin yok mu? Şeytan’a teslim olacak kadar beyinsiz misin? Daha fazla günah yapmamak için ölüp ebedi yanacağına, daha iyi kulluk ederek, ebedi kurtulsana.
-Herşey günah, diye bağırdı Murat. Zahide daha bir gür sesle cevap verdi:
-Neymiş o günah olan? Şartlanmış kafanla konuşuyorsun, İslâm Allah’ın gönderdiği bir dindir. İslam hakkında konuşmadan önce düşün Murat bey. Kaç kitap okudun İslâm hakkında, söylesene ne biliyorsun İslâm hakkında?.
-Bırak diyorum sana, çık odamdan. Ölmek istiyorum, ölmek istiyorum.
-Sahi mi, gerçekten ölmek istiyorsun öyle mi? Niye namaz kıldın? Niçin dua ediyordun? Demek ki oralara inanıyorsun. Allah’ın istemediği şekilde gidersen nasıl karşılar dersin? Ha söylesene törenle mi? Yaptığın korkaklığa bakar mısın?
-Bana korkak deme.
-Korkaksın, yüreksizsin. Namaz kılacak kadar, itaat edecek kadar, dahası kimlik tercihi yapacak kadar bir yüreğe sahip olmadığın için, kolayı seçiyorsun. Ama Bu kolay, başka kolaylara benzemez.
-Çık buradan ana, çık diyorum sana.
-Öyle mi, peki çıkıyorum. Sen bilirsin, illâ da cehenneme gitmek istiyorsan güle güle.
Zahide odanın anahtarını çaktırmadan aldı ve çıktı, kapıyı örttü. Murat şaşırmıştı. Annesi gerçekten de çıkmıştı. Kalktı, eline hazırladığı ipi aldı, gardoraba yöneldi. Anahtar deliğinden gözetleyen Zahide’nin kalbi duracak gibiydi. O arada telefon edip, babasını çağırmayı düşündü, sonra vazgeçti çünkü bir an bile kapıdan ayrılmayı göze alamıyordu.
Murat, elinde ip bir müddet kapıya baktı. Sonra gardoraba ilerledi ve kapısını açtı. Zahide bayılmak üzereydi. Son anda müdahale etmek istiyor, kolay kolay canına kıyamayacağını düşünüyordu. Dudakları kurumuş, nefes almakta zorluk çekiyordu.
Murat bir an durdu ve mırıldandı:
-Nereye gidiyorum ben? Ne yapmaya çalışıyorum? Annemin dediğine bakılırsa cehenneme. Ne yapıyorum? Kimim? Kime karşı geliyorum?.
Bu sorgulama Şeytanın işine gelmemişti. Tam bir yandaş bulmuşken, kaybetmek istemiyordu. Her zamanki gibi, günaha sürüklediği anlarda yaptığı gibi durmadan vesvese veriyordu.
Murat birden elindeki ipi yere attı. Dolabın kapağına bir tekme fırlattı ve bağırmaya başladı:
-Bıktııım, bıktım. Kahrolun bana Allah’ı anlatmayanlar. Kahrolun beni bunalıma sürükleyenler, kahrolun dinimi yaşatmayanlar, irademe ipotek koyanlar, gözlerimi perdeleyenler, Peygamberle arama set çekenler, hepinizin canı cehenneme, kahrolun, kahrolun, kahrolun…
Murat kendini yatağa attı ve ağlamaya başladı. Zahide derin bir “Ohhh” çekti. En azından ilkini atlattım diye düşündü.
Murat bir müddet ağladıktan sonra uykuya geçti. Zahide odanın kapısında bekledi, bekledi, bekledi. Nasıl ayrılsaydı ciğer paresi bu haldeyken. Teheccüd namazının vakti gelmişti. O şu âyetleri okuduktan sonra gece namazına ve zikre önem veriyordu. Alemlerin Rabbı şöyle vaad ediyordu:
“Şüphesiz ki müttâkiler (Allah’ın emirlerine uygun yaşayanlar), Rabblerinin kendilerine verdiğini alıp razı olmuş olarak cennette pınarların başındadırlar. Çünkü onlar bundan önce güzel hareket ederlerdi.
(Onlar ibâdet etmek için, ancak) gecenin bir kısmında uyurlar, seherlerde onlar istiğfar ederlerdi”. (Zariyat: 15-18)
(İşte) o kimseler ayaktayken, otururken, yanları üstünde yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler (ve derler ki:) “Ey Rabbimiz bunu boş yere yaratmadın. Seni tenzih ederiz, bizi ateş azabından koru”. (Al-i İmran: 191)
Güzel sonuçlara kavuşmak umuduyla gecenin bereketinden, rahmetinden istifade etmeye çalışıyordu. Herkes uykudayken O Rabbı ile buluşmanın hazzını yaşıyordu. Kalktı abdest aldı. Murat’ın kapısının önünde kıldı namazını, aldı eline tesbihini.
Her “Allah” dedikçe bütün zerrelerine kadar titredi. Her “Allah” dedikçe, yıkadı gözyaşları seccadesini.
O herkes uykudayken âlemlere rahmet olarak gönderilene selât ve selâm göndermekten de büyük zevk duyardı. Selât ve selâm gönderirken, kalbi yine Medine aşkıyla, hasretiyle, özlemiyle kavrulmaya başladı. Bir kere, ahh bir kere olsun gelebilsem temennisiyle akıttı gözyaşlarını...
Sonra dua etti. Rabbından hayırlar istedi, her zamanki gibi. Birden Nuran düştü yâdına. Rabbım dedi içi yanarak:
-”Rabbım Sen’in her şeye kadir olduğuna inandım, koru onu.
Duasını bitirmemişti ki, Murat bir feryatla fırladı yatağından:
-Anneeee, anneeeee… Hızla açtı kapıyı, açar açmaz annesiyle göz göze geldi, titriyordu. Gözü yaşlı Zahide baktı oğluna merakla sordu:
-Ne oldu oğul, neyin var?
Murat atıldı anasının boynuna, titremeye devam ederek: -Korkuyorum, korkuyorum diye inledi. Zahide:
-Konuş benimle, neden korkuyorsun? Anlat, bana bir şeyler anlat.
Sesinde çaresizlik hissediliyordu.
Murat:
-Rüya gördüm dedi. Bir mezarlıktaydım, birden her bir mezardan küçük bir delik açıldı. Nedir? diye bakarken, alevler sardı mezarları. Çok korktum. Koşmaya başladım. Topaç gibi dönerek koşuyordum, yol ayrımına geldim, nereye gideyim derken, başımı kaldırdım, evde, camdan bana baktığını gördüm. Zahide dikkatlice dinledi oğlunu:
-Rabbıma hamd olsun. İbret alan için herşey kendisini Rabb’ına yaklaştıran bir vasıta olur. Bak evlât, Allah’ın izniyle bu rüyada sana mesaj var. Ev İslâm’ın tâ kendisidir. Elbetteki yine de tercih senindir.
-Bilmiyorum anne, bilmiyorum… Rüyamdaki ateş gibi bir ateş hiç görmemiştim...
-Allah buyuruyor ki:”
(O acısı) tâ yüreklere işleyecek Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir (asla sönmez)”. (Hümeze: 6-7) “Şüphesiz cehennem (günahkârların düşmesini bekleyen) bir gözetleme yeridir, hem de azgınların dönüp varacağı bir yerdir. Devirler boyunca orada kalacaklardır. Orada ne bir serinlik, ne de içilecek bir şey tatmazlar. Yalnız yaptıklarına uygun bir ceza olarak kaynar su, bir de irin… Çünkü onlar, bir hesap görüleceğini ummuyorlardı”. (Nebe: 21-27)
Bunlar birer hakikattir. Dolayısıyla hesap gününü hesaba katarak yaşamamız lazımdır. Eninde ve sonunda, hazırlanalım ya da hazırlanmayalım hesaba çekileceğimizi hesap ederek yaşamalıyız.
-Beni o vakfa kayıt ettirir misin?
Zahide beklemediği bu soru karşısında âdeta şok oldu, ne diyeceğini bilemedi, sarıldı oğlunun boynuna:
-Murad’ım, Murad’ım benim, oğlum, ciğerim, yavrum benim. Bir müddet öylece kaldılar. Sonra sessizce ayrılan Murat, hiç konuşmadan yatağına uzandı.
Ertesi gün Zahide’nin ilk işi vakfa gitmek oldu. Hanımların başkanı Münevver hanım yoktu, yetkiliyle konuştu. Kontenjan dolmuştu ama Zahide’ye yer ayrıldı. Zahide tam ayrılcakken Vakıf yetkilisi arkasından seslendi:
-Bacım, Cuma akşamından pazara kadar sürecek olan bir kamp programı var, haberiniz olsun oğlunuzu getirmek isterseniz.
Zahide ne kadar sevindi tarif edemezdi:
-Evet, tabi getiririm. Sağolun Allah razı olsun.
Eve dönerken yere basmıyor, havada uçuyordu sanki. Ne yapsam acaba nasıl hamd etsem Sana Allah’ım, bütün hamdler Sana’dır, diye diye geldi evine.
Ü |
ç gün sonra:
Zahide titizlikle hazırladığı oğlunun çantasına son bir kez göz attı. Lazım olabilecek herşeyi koymuştu. Murat elinde seccade girdi salona ve seslendi:
-Anne, bunu unutmuşsun galiba?
Zahide başını kaldırdığında oğlunun elindeki seccadeyi gördü. Şaşkınlıkla beraber, yaşadığı tarifsiz duyguları dile dökmesi mümkün değildi. Bir şey demeden aldı seccadeyi valize koydu. Murat:
-Anne dedi ve başını yere eğdi.
Zahide cevap verdi merakla:
-Efendim.
-Şeyy, diyecektim ki şu abdest ve namazı bana tarif etsen, yanlışlarıma bir bakayım oradakilere karşı ayıp olmasın.
Zahide’nin içi sızladı, zira ayıp olmasın diye yapılan ibadetin hayrı olmadığı gibi zararı vardı. Zira ibadet hiç katıksız Allah için yapılmalıydı. Aksi olursa şirk bulaşmış olurdu. Ama şimdi bunu Murat’a nasıl anlatsındı? Nasıl desindi? Cevap gecikince Murat tekrar sordu:
-Anlatmayacak mısın? Zahide düşüncelerinden sıyrılarak:
-Evet, evet anlatayım. Mübarek olsun kararın, daim olsun ve hakk katında kabul olanlardan olsun. Biraz durduktan sonra:
-Boşver be Murat, insanların aferinini de, ayıplamasınıda boşver evvelâ şunu unutma, madem karar verdin, tercihini yaptın ve müslümanlığı, yani teslim olmayı seçtin, o zaman tek dikkate alacağın şey Allah’ın rızası olmalı, ibadet kapsamında ki hayatın her yönü ibadet kapsamındadır-herşeyimiz Allah için olmalı. Allah’ın rızasını değil de, başka başka niyetler taşırsak o zaman namaz bile, oruç bile, hacc bile ibadet kapsamından çıkar.
Murat annesini anlamaya çalıştı. Demek ki insanların ayıplaması önemli değilmiş, diye düşündü.
Annesi namazı ve abdesti tekrar tekrar anlattı. Ne kadar da çok duası vardı:
-Anne dedi heyecanla, hergün bir dua borcum olsun, hergün bir tane ezberleyeyim, sen de beni dinle olur mu?
-Olmaz mı? Elbette olur, Murad’ım elbette olur. Allah azmini artırsın, şevkini artırsın.
Hazırlanıp çıktılar. Vakfa kadar beraber gitti Zahide. Bütün gençler önemliydi, lâkin Murad’ın geldiği ortam açısından ilgiye daha çok ihtiyacı vardı. Böyle düşünüyordu anasının yüreği. Grup başkanını ve hocaefendiyi görüp, durumu izah etti. Her ikisi de merak etmemesini söylediler.
Zahide, arabalar hareket edene kadar ayrılmadı vakfın önünden. Arabalar nihayet kalkmıştı. El sallarken Murad’ına “İnşaallah bir gün böyle cihada yollarım seni” diye dua ediyordu.
Üç saatlik bir yolculuktan sonra, arabalar kamp yerine varmıştı. Görevliler çadırları kurdular. Gruplar ayrıldı. Yemyeşil ormanlığın içinde bir yerdi burusı. Küçük bir dere akıyordu kamp yerinin yakınından.
Büyük bir çadırda namazlar için kurulmuştu. Her görevli titizlikle görevlerini yerine getirmeye çalışıyordu. Her biri Allah yoluna baş koymuş bu gençlere hizmet etmek için koşturuyordu.
Akşam yemekten sonra, cemaatle namaz kılmak için. abdest alan çadırdan mescitte yerini aldı. Safa durduklarında Murat Murat’lıktan çıkıyor, başka bir Murat oluyordu. Sanki uykudan uyanıyormuş gibi, sanki önceki hayatı kötü bir düş, korkunç bir kâbusmuş gibi, ancak şimdi uyanıyormuş gibi. Ahmet hoca tekbir aldı “Allah’u Ekber”, Murat sanki bu sözü yeni duyuyormuş, sanki daha önce hiç “Allah” lafzını duymamış gibiydi. Bu ne müthiş bir kelimeydi. Evet O’ndan başka büyük yok, 0’ndan büyük yoktu, O’ndan başka otorite sahibi yoktu ve bunu Murat şimdi anlıyordu. Şimdi anlayabiliyordu.
Namazdan sonra program dağıtıldı ve gençler program hakkında bilgilendirildi:
Sabah namazında kalkılacak, ardından ders yapılacak, işrak namazları kılınıp biraz yatılacak, kahvaltı ardından spor, namaz ardından ders, sonra dağa tırmanış, atıcılık kısacası dolu dolu bir programdı.
Herkes yatmak için yataklarına çekildi. Murat dışarıda yatmaya alışkın değildi tedirgindi. İçine çöken gariplik duygusundan bir türlü kurtulamıyordu. Sessiz sessiz ağlamaya başladı. Biraz sonra:
-Evlât neyin var? sesiyle irkildi. Gelen gece nöbetine kalan grup hocası Osman hoca idi.
-Yok bir şeyim hocam, dedi Murat.
-O halde, neden ağlıyorsun? Konuşalım mı?
-Burada mı?
-İstersen dışarıya çıkabilirz.
-Tamam.
Dışarı çıktılar. Gökyüzünde yıldızlar adetâ göz kırpıyorlardı sanki. Osman hoca şefkatle babacan bir şeklide sordu:
-Sıkıntın nedir?
-Bilmiyorum hocam, bilmiyorum. İçimde birşeylerin olduğunu fark ediyorum, ama adını koyamıyorum.
-İyiye işarettir inşaallah. Sen kendini bulduğun için, kendini yeni tanıdığın için, içinde geçmiş için pişmanlık, hidayete kavuştuğun için mutluluk, ne yapman gerektiğini bilemediğin için şaşkınlık ve de şimdiye kadar bulmamış olmanın utançlığı var. Bu keşmekeş duyguları ayırt edemediğin için kendini garip hissediyorsun, öyle değil mi?
Murat, hayran hayran baktı Osman hocaya. Sanki içinden geçenleri okumuştu. Osman hoca devam etti:
-Rahat olmaya bak evlât, rahat olmaya bak. Zira O öyle büyük bir Allah’ki, kendine yönelenleri, tevbe eden, pişman olanları boş çevirmez. O, kapısına gidenlere, kapısını açan Kerim, Gafur, Rahman ve Rahim olan bir Allah’tır.
-Yani, beni kabul edecek mi?
-Elbette, sakın ümitsizliğe kapılma. Derslere başladın, bak göreceksin Allah’ı ve Rasul’ünü tanıdıkça çok seveceksin.
-Teşekkür ederim hocam, Allah razı olsun.
Bir müddet sustular. Osman hoca Murat’ın neler düşündüğünü merak ediyor, ama soramıyordu. Az bir müddet sonra Murat yerinden kalktı. Gökyüzüne baktı, ormana baktı. Müthiş görünüyordu kainat.. Karanlıkta biraz ilerledi ormana doğru. Osman hoca tedirgin bir şekilde, yavaş yavaş takip etti Murat’ı. Murat birden bağırmaya başladı:
-Ben, Seni seviyorum Allah’ım. Habibini de seviyorum. Ben seviyorum Seni. Seni bana tanıtmadılar, engel oldular, set çektiler, onun için dolandım sağda solda. Seni seviyorum, seviyorum seni. Buldum seni buldum, kabul etmesen de bir yere gitmeyeceğim. Kabul edene kadar kapındayım Allahım, Allah’ım, Allah’ım… Osman hoca yaklaştı, omu-zundan tuttu ve:
-Hadi, dedi hadi yat. Gecenin bir yarısında, herşey uyuyorken biz secdeye kalkacağız. İsteklerimizi O’na arz etmek için, herkes herşey uyuyorken kalkıp, sadece O’na secde edeceğiz. Hadi yat artık.
Murat biraz rahatlamıştı. Sessizce döndü yatağına. Ne zaman uykuya geçtiğini bilmiyordu. Şefkatli bir elin, namaza çağırmasıyla uyandı. Sabahın alaca karanlığında, ormanın derinliklerinde kuşların ötüşü, yaprakların hışırtısı anlayabilenler için, adetâ bir zikir yarışına girmiş gibiydiler. Ormana müthiş bir ahenk ve güzellik katıyorlardı sesleriyle.
Kamptaki gençler sanki özenle seçilmişlerdi. Herbiri ayrı ayrı güzel meziyetlere sahiptiler. Üzerlerinde birer Muhammed’î gence yakışır vakarları vardı. Onların her bir hali Murat’ın yeni bir Murat olmasına katkı yapıyordu...
Büyük bir şevkle kıldılar namazı. Namazdan sonra Murat İslâm adına ilk dersini alacaktı. Grubun yol emiri Ahmet hoca kıldırmıştı namazı. Ne iş yapılırsa Ahmet hocaya soruyorlardı. Murat arkadaşlarından birine:
-Ne demek Bu “Yol emiri” diye sormuş ve şu cevabı almıştı:
-Önderimiz Rasulullah buyurmuşlarki “Üç kişi dahi yola çıksanız, birini emir seçin”, yani başkan. Müslümanların geçici olan yolculuklarda bile başkansızlığı caiz değil. Ama biz, yıllardır başsızız. Ne büyük bir vebal...
-Başbakanımız var ya? diye sordu. Arkadaşı:
-Müslümanları temsil edecek bir başkanın, ancak ve ancak Allah’ın Kitabını uygulaması gerekir. Kanunları Allah ve Rasulü’nden almayanlar bizim temsilcilerimiz olamaz...
Murat anlamamıştı, ama susmuştu. Arkadaşı kendinden emin bir şekilde söylüyordu söylediklerini. Ahmet hocanın konuşmaya başlamasıyla düşüncelerinden sıyrıldı.
Ahmet Hoca:
-Sevgili gençler, diyerek başladı konuşmasına. Hamd edip, âlemlere Sultan olana salât ve selâm getirdikten sonra devam etti:
-İlk dersimiz yaratılış hakkında olacak İnşaallah.
-Allah (c.c.) dünyayı yarattı. Ve onu dizayn etti. Yeryüzünü ve gökyüzünü yıldızlarla donattı. Denizleri, karaları, dağları, ovaları, yerdeki böcekleri, havadaki kuşları, ağaçtaki meyveleri, daldaki çiçekleri, herşeyi ama herşeyi mükemmel bir şekilde yarattı.
Bütün bu saydıklarımın herbiri kendi sahasının araştırma konusudur. Ama fizikçiler, kimyagerler, astronotlar, jeloji uzmanları, denizin derinliklerine dalan dalgıçlar araştırdıklarında zerre kadar düzensizlik, dengesizlik göremezler. Bir mükemmellik var herbirinde.
Sevgili gençler,
-Sanki yeryüzüne bir misafir gelecek, bir konuk var da, müthiş bir hazırlık yapılıyor yeryüzünde. Adetâ herşey yerini almış, misafiri karşılamaya hazırlanıyor. Herbiri eksiksiz görevinin başında. Baksanıza; rüzgar esmem, yağmur yağmam, kuşlar ötmem, ağaçlar yemiş vermem demiyor, herbiri gelecek misafirin rahat yaşaması için, kendisine verilen görevi harfiyyen yerine getirmeye hazırlanıyor.
Sonra Allah (cc) insanı yaratıyor. Yeryüzüne gönderiyor bir görevli olarak, bir de görev yükleyerek. Yani “Halife” olarak. Peki bizden istenen nedir?
Yeryüzünde O’nun emirlerinin ikâmesi için çalışmak. Bize verdiği onca teçhizatı yani; ellerimizi, gözlerimizi, aklımızı, ayaklarımızı yani hepsini, ama hepsini O’nun adına, O’nun için kullanmak.
Her sabah kalktığımızda, verilen yeni fırsatı iyi değerlendirmeli, O’ nun adına, O’nun için yürümeli, 0’nun adına, O’nun için bakmalı, O’nun için yaşamalı ve O’nun için ölmeliyiz. Bize verilen emanetleri; yani Kur’an ve sünneti, yani Şeriatı, yani canlarımızı, evlatlarımızı muhafaza etmek için mücadele içinde olmalıyız. Ve Allah’ın dininin yeryüzüne hakim olması için, hiç ama hiç bir fedakarlıktan kaçmamalıyız.
Ne için yaratıldık ve nereye döneceğiz? sorusunu hep canlı tutmalıyız gündemimizde.
Sonunda hesap verileceği bir hayatın sahibiyiz. O’na döndüğümüzde, bize sorulacak;Yeryüzünde kimin için yürüdün? Kim için uzandı ellerin? Gözlerin kimin için, nelere baktı? Ayakların kim için yürüdü? Ya dilin kim için neleri konuştu? Ya kalbin, kim için kimleri sevdi?
İşte insan bu süreçten mümkünü yok geçecek. Hazırlansın ya da hazırlanmasın, inansın ya da inanmasın, bu hesap bütün insanlığı beklemektedir.
Yiğit gençler, sevgili gençler! Bunca yıl sonra gelip, Muhammed’î olmaya karar veren güzel insanlar:
Bizler hesap gününü hesaba katarak yaşamak zorundayız. Tamam mı gencim? Evet sizi anlıyorum, herkes, herşey çok değişti. Ama biz, bizler olumsuz manada değişmeyeceğiz, değişeceğiz lâkin, bu değişiklik Kur’an ve Sünnet ışığında sürekli kemâle giden, Allah’a yaklaştıran bir değişiklik olacak. Öyle bir yaşayacağız ve İslâm’a öyle bir sahip çıkacağız ki; bütün insanlık yeryüzüne acaba sahabeler mi geldi sanacak. Muhammed’î mesajı çağlara siz taşıyacaksınız.
Küfürle savaşınız, Tağut’la davanız, zulümle mücadeleniz, nefsinizle mücadeleniz hiç bitmeyecek, tamam mı yiğidim? Kur’an’ın ölülere okunan, ruhsuz, anlaşılmadan ramazanlarda okunmak için gelmediğini, O’nun bir hayat kitabı olduğunu, içinde hukuk, siyaset, ibadet, muamelat, ibret alınması için geçmiş ümmetleri anlatan kıssalar, yani tarih kısacası, 0’na inanan için tek ve yegâne bir rehber olduğunu unutmayacaksın.
Siyeri, yani Peygamberimiz’in hayatını iyi okuyacak, verilen mesajları iyi anlayacak ve bu davaya öyle sarılacaksın. Onlar gibi, tıpkı ilkler gibi, sağa sola sapmadan, sadece onların izinde olacaksın tamam mı? Kimliğine, kimlik bilincine sahip olacaksın ve asla batılın karşısında ezilip büzülmeyecek, kapris yapmayacaksın, anlaştık mı gencim anlaştık mı?
Ders bitmişti. Murat dersin nasıl geçtiğini hiç anlamamış, bitmesini de hiç istememişti. Grup arkadaşı Yunus’un omuzuna dokunmasıyla başını çevirdi. Yunus tebessüm ederek konuştu. Tebessümün sadaka gibi olduğunu duyduğundan beri, tebessümü hiç eksik etmiyordu yüzünden:
-Hocamızdan izin aldım, biraz dolaşalım mı?
-Tabi, olur. Ne tarafa?
-Yüzelli metreyi geçmemek üzere istediğimiz tarafa.
Yavaş yavaş yürümeye başladılar. Yunus kendinden bahsetti kısaca. İslâm’la nasıl tanıştığını anlattı. Küçük yaşta babasız kalmış, ayakkabı boyayarak hem eve bakıyor, hem de okuyordu. Yağmurlu birgünde başına muşamba geçirmiş, müşteri beklerken Ahmet hoca görmüş ve elinden tutmuştu.
Murat içinden”Çeken sadece ben değilmişim” diye geçirdi. Yunus:
-Şimdi dedi heyecanla, şimdi tek hedefim var.
-Nedir o? dedi merakla Murat.
-Şehit olmak. Biliyor musun Murat, ben şehit olmak istiyorum.
-İyi ama nasıl? Ülkemizde savaş yok ki?
-Bütün arz Allah’ın değil mi?
-Evet öyle.
-O halde, nerede olursa olsun, Allah’in hükümlerinin ikâmesi için savaşır ve vurulursam şehid olmam mı?
-Nasıl yani?
-Her savaşta vurulan, ya da her vurulan asker şehit olmaz ki. Öyle olsaydı Amerika’nın vurulan askerleri de şehid olurdu. Şehit olmak için kestirme iki şart var.
-Nedir onlar?
-Birincisi, Müslüman olmak.
İkincisi; Savaşın Allah’ın kanunlarının yüryüzüne hakim olması için olması. Haa. en önemlisi de, bu niyetle çarpışmak. Çünkü Müslüman olup da başka niyetlerle çarpışırsan yine de şehit olmazsın. Hem de iman açısından tehlikelidir.
-Ne? -Allah rızasından başka niyetler taşımak.
-Peki, sen nasıl şehit olacaksın?
-Çeçenya, Çeçenyaya gideceğim. Nasip olur da şehit olursam, hemen Önderim’in yanına gidip, ebedi mutluluğu yakalayacağım.
-Şehit olmak için illâ da oraya mı gitmek gerek?
-Hayır, saydığım şartlar olduktan sonra yer fark etmez, ama şu anda orada sıcak savaş var, onun için Çeçenya.
Murat birden kendinin ölüme gitmeye kalktığı günü hatırladı. Utandı, kendinden bile utandı. Mırıldandı:
-Demek ki O’na, 0’nun razı olduğu şekilde gitmek gerek.
Yunus:
-Ne dedin? seni duyamadım.
-Yok birşey, sesli düşündüm. Dönelim mi?
-Evet evet, dönelim. Başımızdaki emire itaat farzdır. Velevki hoşumuza gitmese bile. Kur’an ve sünnet ışığında olan tüm emirlerine.
Kamp süresince onyedi yaşındaki Murat yeniden doğmuştu. Gözlerindeki sis perdesi, cehaletin örttüğü perdeler kalkıyor, perdeler kalktıkça Murat yeni bir Murat oluyordu, hakikatlerle yüz yüze geliyordu.
Hocasının anlattığı derslerden çok şey kazanmıştı. Hz Mus’ab ın hikayesinden çok etkilenmişti. Hz Bilâl’in hikayesinden de. Sahabeleri ilk kez duymuştu. Herbiri birer kahramandı, herbiri birer ışık. Hep sahte kahramanları tanımıştı şimdiye kadar.
Gerçek kahramanlar hep kaçırılmıştı gözlerden.
Kamp toplandığında, sırt çantasını omuzladı Murat ve arabaya binmeden dönüp kamp yaptıkları yere baktı. Duygulandı, bu yeri hiç unutmayacağım diye düşünerek söylendi:
-Elveda yeniden doğduğum yer… Elveda, Mus’abların, Bilâllerin yolunu sürdürmeye and içtiğim yer… 0rada, ötelerde, âlemlere Rahmet olanın yanında bana şahitlik etmen dileğiyle hoşçakal...
Geliyorum anne, geliyorum. Oğlun geliyor. Murad’ın geliyor, yeniden doğdum, geliyorum...
Yapılan bir kaç saatlik yolculuktan sonra Murat eve ulaşmıştı. Heyecanla dokundu evin ziline. Sanki bir gariplik vardı evde. Akşam olmasına rağmen, annesi ışık yakmamıştı henüz. Tekrar dokundu zile. Tam o sırada bahçe kapısından dayısı göründü ve:
-Muraaat, Muraat diye seslendi. Murat döndü, içine ürperti girmişti:
-Efendim dayı diyerek cevap verdi.
-Şeyy, annen bizde, ben de seni almaya geldim.
-Neden? Ben de sanıyordum ki…
-Ne sanıyordun?
-Annem beni evde karşılar.
-Ufak bir sorun var. Yoksa o da isterdi seni evde karşılamayı
Murat’ın yüreği ağzına geldi:
-Yoksa, yoksa anneme bir şey mi oldu?
-Ufak bir rahatsızlık geçirdi. Sen yoksun diye, bizde eve götürdük.
-Annannem yanındaydı ya? Nesi var annemin?
-Gidince görürsün, önemli değil, gidelim beraber gelirsiniz. Hadi gidelim mi?
-Şu çantamı bırakayım. Dedi ve akşam namazını kılmadığını hatırladı. Dayısına:
-Akşam namazını kılmam gerekiyor, içeri gelir misin? Dayısı şaşırdı:
-Öyle mi? diye kekeledi.
-Evet, annemin duaları kabul oldu. Nasıl sevinecek kimbilir? Ben, yeniden doğdum dayı, aklı olan ölü yaşamaz, ot gibi yaşamaz. Denesene, mükemmel bir şey…
Çantasından çıkardığı anahtarla kapıyı açarken. dayısı içinden mırıldandı :
-Yazık ki, annen bu mutluluğu anlayamayacak, yaşayamayacak....
Namazını kıldı. Kendini namaza verememişti. Kampda kıldığı namazla, şimdi kıldığının aynı hazda olmadığını anladı. Annesi kafasına takılmıştı. Yine de acele etmeden yavaş yavaş kıldı namazını. Çünkü namazın din konusunda ince bir çizgi olduğunu, namazsız müslüman olunamayacağını öğrenmişti artık.
Namazını bitirdi, aceleyle çıktılar evden. Dayısının taksisine bindiler. Murat şaşırdı. Çünkü dayısı başka yollara sapıyordu, evin sokağını geçtiklerinde, Murat telaşla sordu:
-Nereye gidiyoruz? Dayı Allah için söyle, neler oluyor?
-Telaşlanma, ablam hastahanede şu an.
-Nesi var? diye bağırdı Murat.
-Bir şok atlattığını söylüyor doktorlar, hayatı tehlike atlatılmış, yalnız.
-Yalnız ne ne olmuş, niçin şok yaşamış?
-Belki konuşamayabilirmiş.
-Ne olmuş ama? Aman Allah’ ım... Murat ağlamaya başladı. Dayısı üzgün ve bir o kadarda şaşkın. Bu gamsız çocukmuydu. Murat ne yapacağını bilemez bir durumda tekrar sordu:
-Dayı, ne oldu, neler oldu? Lütfen söyle Nasıl oldu?
-O gün annem pazara çıkmış, annen evdeymiş, döndüğünde yerde yatarken görmüş, ağzından köpük geliyormuş. Haber verdi hemen hastahaneye götürdük.
-Anam canım anam, senin mutlu olacağın bir haberle gelmiştim. Elele verip, İslâm için mücadele edecektik, senin yüzünü güldürecektim.
Nihayet hastahaneye vardılar. Hızla çıktılar merdivenleri. Çok yormamak kaydıyla Zahide’nin yanına girmelerine izin verdi doktor. Zahide, oğlunu gördüğünde gözleri ışıldamıştı. lâkin sadece bakmış, bakabilmişti. Kimbilir kucaklayamamanın acısıyla iki damla gözyaşı boşalırken gözlerinden, Murat’ın çığlığı ortalığı çınlattı. Hemen çıkardılar dışarı. İkinci bir sarsıntıda kaybederiz diyordu doktorlar...
Ertesi gün pazartesiydi. Murat okula gitmedi, hastaha-nenin koridorundan ayrılmıyordu. Fırsat buldukça anasının yattığı odanın kapısına gidiyor, içi yana yana anasına bakıyordu. Haberi alan Ahmet hoca, Osman hoca ve kamp arkadaşları hemen hastahaneye koşmuştu. Vakıftaki hanımlar ise, refakat için sıraya girmiş, Zahide’nin hür türlü ihtiyacını zevkle yerine getiriyorlardı. Tek amaçları kardeşlik imtihanından yüz akıyla çıkmaktı…
B |
ir hafta sonra…
Murat hastahaneden hiç ayrılmamış, bankın üzerinde yatıp kalkmıştı. Namazını hastahanenin mescidinde kılmış, o sırada müslüman bir doktorla tanışmıştı. Doktor abi dediği, doktor Süleyman’ı çok sevmişti. Doktor abisi de bu gençle ilgilenmişti.
Salı günüydü, annesini hastahaneden çıkaracaklardı. Geçirdiği rahhatsızlık sebebiyle Zahide artık konuşamayacaktı. Konuşsa bile abuk subuk kelimelr konuşacaktı. Doktorların tanısı buydu.
Murat annesinin taburcu işleriyle uğraşırken, isminin anons edildiğini ve girişteki danışmaya gelmesinin gerektiğini duydu. Danışmaya geldiğinde hafif sakallı bir genç:
-Murat kardeş sizmisiniz? diye sordu.
-Evet, benim. Siz kimsiniz?
-Ben vakıftan geliyorum. Adım, Adem. Taksi getirdim. Ablamız çıkacakmış bugün.
-Zahmet olmuş, dayımın taksisi de vardı.
-Zahmet olur mu? Kardeşlik görevimiz.
Zahide’yi çıkardılar. Eve vardılar, vakıftaki hanımlar erkenden gelmiş, evi temizlemiş, yemek yapmış, Zahide’nin yatağını düzenlemişlerdi. Murat bu kadar iyiliğin altında eziliyordu.
Zahide’yi itinâ ile, incitmemeye dikkat ederek yatağına yatırdılar. Evden ayrılacakları zaman Münevver hanım, Murat’ a seslendi kapının arkasından:
-Murat oğlum, biz gidiyoruz. Annene iyi bak, gerçi anneannen de burada. En ufak bir ihtiyaçta vakfa haber vermeyi unutma. Sakın çekinme, çünkü bizler kardeşiz. Aynı can, aynı cananız.
-Sağolun Münevver teyze, sağolun. Söyler misin teyze-söyler misin bana? Tam bulmuşken kaybetmenin adı nedir?
Murat ağlıyordu. Münevver hanımın içi sızladı, titrek bir sesle:
-Sabır evlâdım, sabır… Bunun adı imtihandır. İmanın imtihanıdır bu. Tıpkı ilkler gibi boyun eğmek düşer bize. Bilâller, Mus’ab’lar gibi. İman ettim demek kolay değildir be Murat, bedel gerektirir, isbat gerektirir. Ama herşeyin düzeleceğine dair inancını yitirme. Allah’a emanet ol.
-Güle güle, duanızda unutmayın teyze, duanızda unutmayın annemi...
Hanımlar çıktılar oldukça üzgündüler. Ama teslimiyet ruhuyla boyun eğmek gerektiğinin bilincindeydiler.
Hanımlar gidince Murat, hemen annesinin yanına gitti. Sadece bakıyordu Zahide. Konuşulanları anlamıyor, sadece bakıyordu.
Ahh, konuşmak ne büyük bir nimetti. Ya akıl? insan bir ömür şükretmeye kalksa ödeyebilir miydi hakkını? Nasıl ödeyecekti ki, zira şükrederken bile gücü yine Allah veriyordu. Ya bir de Allah’ın yarattığı aklı ve diğer organları Allah’ın istediği gibi kullanmayıp, isyan da ediyorlardı. Bu aklın kârımıydı...?
Murat anasının elini tuttu, öptü, öptü, öptü:
-Anne dedi titrek bir sesle, annem benim, ben varım sen hiç üzülme, ben sana bakacağım. Şimdiye dek hep çilemi çektim şimdi sıra bende, söyle birşeyler söyle bana, yemek getireyim mi?
Annesi sadece baktı oğluna, sadece baktı. Murat işaretle konuştu annesine. Annesi sadece başını salladı, “Hayır” anlamında. Anneannesi yarın gelicekti. O gece, annesinin yatağının başında sandalyede sabahladı. Kafası bomboş olmuştu sanki, hiç bir şey düşünemiyordu. Ne yapmalıydı, nasıl yapmalıydı? Bilmiyordu, bilemiyordu… Şu an tek bildiği şey isyan etmemesi gerektiğiydi…
Sabah olmuş, ezanlar okunmaya başlamıştı. Kalktı pencereyi aralayarak dışarı baktı. Muhteşem bir hava vardı, manzara eşsizdi. Güneş nazlı nazlı doğmaya hazırlanıyordu. Yeryüzü ise pür dikkat doğum olayına şehadet ediyordu. Sadece arada bir bazı kuşların sanki “Ha gayret”dercesine cıvıltılarıydı sessizliği bozan.
Murat şimdiye kadar bu gözle bakmamıştı, bakamamıştı kâinata. Hocasının okuduğu âyeti hatırladı: “îman edenlere daha vakit gelmedi mi ki kalbleri zikrullâh ve nazil olan Kur’an ile huşu (korku, yakınlık ve huzur) bulsun”. (Hadid: 16) Hocası bu ayeti okumuş ve kâinatta herşeyin Allah’ı zikrettiğini söylemişti. Biz demişti, söyleyin bana, ya biz ne kadar zikrediyoruz? Ne kadar “Zikr” nedir?” diyebiliyoruz Konuşma özelliği olan bizler, ne kadar zikretmeliyiz, ne kadar hakkı anlatmalıyız...
Gözü bahçeye kaydı ve bir noktada takılıp kaldı. Bütün vücudu adetâ gerilim geçirmeye başladı. Bütün tüyleri diken diken olmuştu. Saçlarına sanki biri asılmış, gökyüzüne doğru çekiştiriyordu. Gördüğü manzara karşısında cezbelenmişti. Bu hale daha fazla dayanamayarak bağırmaya başladı:
-Allah’u Ekber, Allah’u Ekber, inandım Sen’den başka büyük yok. Allah’u Ekber, Seni tesbih ederim. Allah’u Ekber Seni tenzih ederim.
Murat annesinin ektiği soğanları, kıvırcıkları izlerken gözü, yeni yapraklanan ağaca kaymış ve ağacın dalında sadece iki yaprakta takılıp kalmıştı. İki yaprak sanki “Yeryüzünde herşey Allah’ı tesbih eder” âyetini tefsir edercesine sallanıyor ve titriyorlardı. Murat, ağacın öteki yapraklarına baktı, etrafa baktı rüzgardan eser yoktu.
Gözleri yaşla döndü pencereden, annesi uyuyordu. Abdest alıp, namazını kıldı, açtı ellerini duaya. Artık sığınacağı yeri ve sığınılması gereken kapıyı biliyordu...
Seccadenin üzerinde hafif uykuya dalmıştı ki, kapı çaldı.
Kalkıp kapıyı açtı, gelen anneannesiydi. Ağlamaktan gözleri kıpkırmızı olmuştu. İlk sözü:
-Annen nasıl?diye sormak oldu. Murat yorgun ve bitkindi. Cevap verdi:
-Uyuyor.
-Gece bakabildin mi?
-Hiç uyumadım.
-Ahh, benim dertli oğlum. Pardesüsünü çıkarırken Murat’a:
-Sen git yat, ben kahvaltıyı hazırlar seni çağırırım, dedi.
-Tamam dedi Murat, uysal bir sesle. Ve uzanmak için oturma odasına gitti. Çekyata uzandı. Ayaklarını uzattığında, ayağına bir şey battı. İğne zannederek doğruldu, ayağına batan kalemdi. Ve yanında da bir ajanda defteri vardı. Ajandayı aldı, annesinin günlüğüydü bu. Bütün uykusu kaçmıştı. Hemen defteri açtı, odanın kapısını sessizce kitledi, oturdu çekyatın üzerine. Son yazdığı sahifeyi açtı, belki annesinin hastalığına sebebiyet veren sebepler hakkında ipucu bulurum diye düşünerek, okumaya başladı:
-Nuran’ım;
Bir bilsen seni nasıl özledim. Çok özledim seni, seni çok özledim...
Hasretinle birlikte içimi kavuran bir şey daha var. O da Rabb’ını tanımadan bir hayat yaşıyor olma ihtimalin. Bu dünyanın cefâsı geçici, seni orada göremezsem, ya ayrı dünyanın insanlarıysak...? Nuran’ım!
Biliyor musun, abin artık bir mü’min, bir müslüman. Nasıl mutlu oldum bilemezsin. Elbette ahirete inanan her ananın yüreği, çocuklarım ateşte yanmasın, diye atar. Nerelerdesin? Ha acaba…
Acaba nerelerdesin? Birgün çıkıp gelmez misin? ya da, ya da bir haber uçuramaz mısın? Yoksa anacığını özlemedin mi? Nuran’ım nerelerdesin...?
Murat uzun zamandır unuttuğu kardeşini hatırladı. Gözleri, Murat’a isyan edercesine habire akıyordu. Ajandanın yaprağını çevirdi, okumaya başladı:
Allah’ım Hamd Sana’dır. Hamdler Sana’dır. Sen benim ilahımsın. Sen’den başka ilah, yani kanun koyan, yani yöneten tanımıyorum. Bütün hüküm Sen’in, hüküm bütünüyle Sen’indir.
Bana Murad’ımı bağışladın. Ey alemlerin sahibi kızımı da buldurur musun? Nerede olursa olsun kendine kul eyler misin? İlahi Sen’in yolunda olsun görmesem de olur. Kızıma hidayet lütfeder misin?
Murat bir yaprak daha çevirdi,
“Efendim” diye başlıyordu yazı. Murat daha bir dikkat kesti. Bu kimdi acaba?0kumaya devam etti:
-Efendim;
Bir bilsen seni nasıl seviyor ve Seni nasıl özlüyorum. Ben biliyorum, Sana layık bir ümmet değilim, olamadım, güçsüz ve sahipsizim. Sen’in sevginle büyütmediler bizi. Sen’i tanıtmadılar bize, sağda solda dolandık durduk Sen’i tanıyana kadar.
-Efendim;
Sana salât ve selâm olsun. Bütün selâmlar sana olsun.
Ahhh, nasıl gelmek istiyorum Medine, bir bilsen. Nasıl gelmek istiyorum, huzuruna girip:
-”Efendim, ben geldim, ben geldim Efendim. Layık olmasamda Seni selamlamaya, huzuruna girmeye yüzüm olmasa da, yinede geldim. Merhamet timsâli olan Sen, selâmımı almaz mısın?
Bu yıl can dostlarımdan gitti bir kaçı. Ben, yine boynu bükük, el salladım onlara ve dedim ki “Ne olur, ne olur selâmımı söyleyin? 0’nun huzurunda beni unutmayın, dedim. Yine gelemedim Efendim… Yine gelemedim… Ama umudumu yitirmedim, belki, belki başka bir zamana, belki başka bahara...
Ahhh;
Annelerimiz;
Sen’inle büyütselerdi bizi. Hep Sen’i anan şarkılar söyleselerdi ninnilerinde.
Babalarımız;
Her oturuşta Sen’i fısıldasalardı kulaklarımıza. Sen’i anlatsalardı bize gece hikayelerinde.
Öğretmenlerimiz;
Ahh, öğretmenlerimiz Sen’i öğretselerdi bize… O küçücük beyinlerimizin kirlenmesine izin vermeselerdi. Davanı anlatsalardı bize… Ve ötelerde olsan bile, bizden haberdar edildiğini söyleselerdi. Hadi topyekün O’nun davasına sarılmak için andlarınızı yenileyin deselerdi.
Ve;
And içirselerdi; heryerde, her zaman Mü’min’liğin gereğini yapmaya. Doğruluğun, çalışkanlığın, mutluluğun sadece sana tabi olmakta olduğunu anlatsalardı. Sonra, sonra yasa olarak, Allah’ın yasasından başka yasa olmadığını haykırtsa-lardı.
Velhâsıl bilemedik Seni Efendim. Bildirmediler bize… Yuvarlandık durduk hep. Seni bulana kadar çok zaman geçti Efendim. Yine de bulduk ya, Seni buldurana hamdler olsun. Sana’da binlerce selât ve selâm olsun.
Murat kanının donduğunu hissediyordu. “Canım anam, Allah seni sevdiğine kavuştursun. Değil mi ki, herşey O’nun kudret elinde” diye dua etti ve sahifeyi çevirdi:
Bugün aylardan Haziran; yıl, 2002:
Siyerden dersimi çalıştım. Güzeller güzelinin hayatından bir kesit daha okudum. Taif idi konu. Taif, ahh Taif;
Düşünüyorum, kafamı çatlatırcasına. Acaba diyorum Taif’in mesajı nedir? diye.
Nasıl taşladınız O’nu? Beddua mı etmeliyim taşlayanlara? Ama bakıyorum âlemlere Rahmet “Bilmiyorlar Allah’ım, bilseler yapmazlar” diyor.
Peki ben, Bugünün müslümanı, Taif’i okurken sadece ağlamalı mıyım? Sadece gözyaşı mı dökmeliyim? Yoksa hiç bitmeyecek Taiflilere karşı Zeyd mi kesilmeliyim?
Acaba evlerine Hz. Muhammed’in (s.a.v) sünnetini sokmayanlar, devletlerinde O’nun getirdiği sistemi istemeyenler, 0’ nun mesajına yasak koyanlar taşlamış mı olurdu onu?
Ya ben, ben nerede duruyordum. Canım pahasına değil, kınanma ve alay edilme pahasına Zeyd kesilebiliyor muyum?
Yoksa, yoksa evlerinin başköşesine televizyonu yerleştirenler fark gözetmeden heryeri, herşeyi izleyenler O’nun sünnetini kapıya koymuş, O’nun sünnetine kapılarını kapatmış mı oluyordu? Söz veriyorum Allah’ım, söz veriyorum Sana, kâlu belâdaki gibi söz veriyorum. Yalnız başıma kalsam da, kalsam da tek başıma yine de, yinede modernizmin çarkına düşmeden, çağdaş fikir akımlarına kapılmadan, İslâm’dan başka hiç bir sisteme ve yönteme tenezzül etmeden, Asrı saadetin anlayışıyla anlayışımı, yaşayışıyla yaşayışımı, sitilleriyle sitilimi hiç ayırmayacağım.
Yani Zeyd’in yanında, Zeyd’ in hizmetçisi olarak yaşamaya çalışacağım…
Murat annesindeki iç derinliğine hayran kalmıştı. “Ne yapmalıyım? Allah’ım çaresizim çâre Sen’sin. ne kadar acizim, beni bırakma. Lütfen tut elimden. Seni bulmuşken başka yollara sapmama izin verme” diyerek dua etti.
Artık gözlerine gücü yetmiyordu. Kapattı ajandayı uzandı çekyata. Az sonra derin bir uykuya daldı.
Ü |
ç ay sonra;
Okullar bir aydır kapanmış, Murat liseyi bitirmişti. Kafasındaki düşünceler gitgide netleşiyordu. Nuran’ı bulmalıyım, ama nasıl? diyordu. Anneme bundan daha büyük bir hediye olamaz, anneme bu süprizi yapmalıyım, diye düşünüyordu.
Vakıfla sürekli irtibat halindeydi. Hocasıyla da sürekli görüşüyor, derslerine katlıyor, kendini yeniliyordu. Ücretli olarak da vakfın kütüphanesinde çalışıyordu. Vakfın verdiği maaş evi geçindirmesine yetiyordu.
Günlerden Cuma idi. Namaz vakti yaklaşınca Murat kütüphaneyi kapattı, derse yetişmek için yola koyuldu. Cuma saatinden istifadeyle Ahmet hocanın yaptığı sohbete genel de gençler katılıyordu. Murat mescide vardığında iki rekat tahıyyetul mescit namazı kıldı. Yazdığı notu hocasının rahlesine koyarak, boş bulduğu yere oturdu. Arkadaşlarıyla selâmlaştı. Hepsi birşeylerle meşguldü. Kimisi tesbih çekiyor, kimisi Kur’an okuyor, kimisi ise tefekküre dalmıştı. Murat da düşüncelere daldı. Hocasıyla konuşacaktı. Nereden başlaması gerektiğini düşünüyordu. Ahmet hoca mescide girdiğinde, herkeste ufak bir toparlanma oldu. Hoca takva sahibi biriydi. Sünneti seniyeyi oldukça dikkat ederek yaşamaya çalışıyordu.
Hoca yerine oturdu. Rahlesindeki kağıdı okudu. Kağıtta şöyle yazılıydı: “Hocam, ben Murat. Vaktiniz varsa, sizinle konuşmak istediğim bir konu var. “Hoca başını kaldırdı, Murat’a bakarak gözleriyle “Evet” işareti yaptı.
Hoca sohbetine başladığında, gençlerin elinde kalem kağıt, pür dikkat hocayı dinliyorlardı. Konu cemaatin önemi ve davetçinin engelleriydi. Unutmayın demişti hocaları, nefsiniz en büyük engeldir. Siz bu engeli aşarsanız, zoru başarmış olursunuz. Bunun için nefsin oyunlarını iyi bilmek gerekir. Nefis, beraber iş yapmaya engeldir. Onun için nefsi iyi tanımak zorunluluğu vardır. Gençler! Gece ibadetine önem vermek zorundayız. Nefsi terbiye eden en büyük etmenlerden biridir gece ibadeti. Bizden öncekiler bütün geceyi uykuyla geçirenler için şöyle demişlerdir “Kişinin günahı ağırlaşınca, gece namazına kalkmaz, kalkamaz”
Murat’ın hocasının sohbetinden seçebildiği ifadeler bunlardı. Sohbet bittiğinde namaz vakti gelmişti. “Hayyales-salah” nidasıyla kıyama kalkıldı. Murat Rabbına niyaz etti: “Allah’ım kalkış nasib et. Bize gerçek kıyamlar nasib et!!!”
Namazdan sonra herkes dağılmış, mescitte Ahmet hoca ve Murat kalmıştı yalnızca:
Murat, hizmet ehli insanların vakitlerinin boşa harcanmaması gerektiğinin bilincinde olarak, konuşacaklarını önceden tasarlamıştı. Annesinin durumunu ve Nuran’ı anlattı. Hayatından ilk kez bahsediyordu. Özgeçmişini kısaca anlattı. Ahmet Hoca az bir şeyler biliyordu Murat hakkında. Bu detaydan bayağı etkilendi. Sormak istediğini de merak etmeye başladı. Murat kendinden emin bir sesle sordu:
-Kardeşimi bulmak istiyorum, ne yapmalıyım?. Anne-min durumu iyiye gidiyor. Belki onu görürse iyice açılır. Hem açılmasa bile bulmak istiyorum. Murat susunca, hocası konuştu:
-Seni anladım evlâdım. Lâkin bulduğun zaman ummadığın şeylerle karşılaşabilirsin. Elbette bulmalıyız, ama her türlü hale hazır olmalıyız. Beni anlıyor musun?
Murat’da bu ihtimali düşünmüştü “Evet” dercesine salladı başını.
Hoca devam etti konuşmasına:
-Bunu, büyüklerimizle istişare edelim. Vakıf yetkililerimize danışalım, seni haberdar ederiz, inşaallah.
O günden sonra Murat gelecek haberi iple çekmeye başladı. Aradan onbeş gün geçmişti ki, yine Cuma günü sohbette, hocası:
-Seninle görüşelim demişti.
Murat heyecanlanmıştı. Kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. Nitekim hocası sohbetten sonra:
-İnşaallah, kızımızı arayacağız. Murat’ın gözleri ışıldadı:
-Allah razı olsun hocam, verin ellerinizi öpeyim dedi heyecanla. Estağfirullah evlât. Sen, bizim bir parçamızsın. Biz kardeşiz. Birimizin derdi, hepimizin derdi olmalı. Vakfımızın İstanbul şubesine gideceksin, misafirhanede kalacaksın. Oradaki arkadaşlara bilgi verildi, seninle ilgilenecekler. Yetim yuvasından başlayarak elinizden geleni yapacaksınız. Allah’ın yardımı sizinle olsun. Amma, mü’minliğimizi unutmadan, karşılaşılabilecek olumsuzluklara hazırlıklı olmalıyz. Gözün arkada kalmasın, çünkü Münevver bacımız, annenle ilgilenmesi için görevlendirildi.
-Allah razı olsun hocam. Sizlerle tanıştırdığı için Rabbı-ma sonsuz hamdler olsun.
Ü |
ç gün sonra…
Vakıftaki müslümanlar Murat’ı içtenlikle karşıladılar. Murat geliş sebebini izah etmeye kalktığında nur yüzlü, ak sakallı Salim dede:
-Biliyoruz evlât. Hiç bir şey anlatmana gerek yok. Yarın inşaallah Emin beyle beraber yuvaya gideceksiniz. Murat, Emin beye baktı. Gerçekten de kendinden emin görünüyordu. Gülümsedi Murat’a ve:
-Merak etme dedi, İstanbul kazan, biz kepçe dolaşacağız. Murat tebessüm etti. Cebinden çıkardığı zarfı Salim dedeye uzatarak:
-Lütfen bunu buyurun masraflar için dedi.
Salim dede, tatlı tatlı kızarak:
-Koy onu cebine evlât, biz misafire kendin pişir kendin ye,demeyiz. Bilmezmisin ki bizde misafire ikram ibadettir.
-Olmaz muhterem, lütfen.
Salim dede:
-Eğer cebine koymazsan ilk ikramım dayak olacak. Gülüştüler. İman ne büyük bir nimetti. Okumayan, bilmeyen, yaşamayan nereden anlayacaktı.?
Beyaz taksi “Sadık tekstil” fabrikasının önünde durdu. Taksiden inen Emin bey, bekçiye:
-Hüseyin Özbay ile görüşecektik, dedi. Bekçi sordu:
-Rendevu var mı?
-Hayır.
-O zaman biraz zor. İçeri telefon etmem lazım. Burada ve müsaitse olur. Bu iş yerindeki işçilerin hemen hemen hepsi, özel işlerini iş saatinde görüşmezler.
O sırada fabrikanın kapısında siyah bir taksi durdu. Bekçinin hareketlerinden anlaşıldığına göre, gelen önemli biriydi. Arabadan inen sakallı genç:
-Selâmun aleykum diyerek selâm verdi ve ardından sordu:
-Nasıl yardımcı olabiliriz? Adım Salih, buranın emanetçisiyiz. Emin bey sevinmişti:
-Hamd âlemlerin Rabb’ına olsun. Biz, Darul Erkam vakfından geliyoruz dedi.
-Öyle mi, hoşgeldiniz, sefâ getirdiniz. Vakfın bir ihtiyacı mı var?
-Hayır. Daha özel bir sebepten buradayız.
-Girelim, ofise geçelim, konuşuruz. Buyurun, buyurun lütfen.
Murat’da taksiden indi. Fabrikaya girdiler. Salih beyi görenin yüzünde sevgiden kaynaklanan bir tebessüm oluşuyordu. Beş dakika sonra, Salih beyin odasında idiler. Salih bey hemen çay ikram etti. Çaylarını içerken, Emin bey olayı kısaca hikaye etti. Yuvaya gittiklerini, oradan Hüseyin’in eski evlerine, oradakilerin de Hüseyin’in burada çalıştığını, onunla Nuran’ın izi hakkında konuşacaklarını anlattı. Üç gündür başladıklarını, önemli bir ip ucu bulamadıklarını anlattı.
Salih bey etkilenmişti. İnsanlığın perişanlığının sebebi belliydi, ama o çatıyı oluşturacak insanların yetişememesi yüzünden, insanlığın derdine çare olunamıyordu.
-Hüseyin bir kaç yıldır burada çalışıyor dedi. Onun da Hasan isminde bir kardeşi kayıp.
Murat:
-Hasan da mı kayıp? dedi üzüntüyle.
-Evet, tanıyor musunuz?
-Evet, aynı yuvada kalmıştık. Bulamayacak mıyız yoksa?
-Umudunu yitirme.
Hüseyin’i beklerken, odanın duvarları Murad’ın dikkatini çekmişti, göz gezdirdi ve içinden söylendi:
-Allah’ım mü’min ve muttaki olmak ne büyük bir şey. Şuraya bak Murat, adamda hiç fabrikatör havası, patron edası yok. Çaycısına, hizmetçisine ne güzel davranıyor. Ya şu büronun sadeliği? Hz Ömer’in “Adalet mülkün temelidir” sözünü yazıp asmış okuyabileceği bir yere. Bir duvara “Mülk Allah’ındır, ey nefsim sakın aldanma” diğer bir tabela tam karşısında “Size verilenlerden hesaba çekileceksiniz” meâlinde bir âyet. Murat bunları düşünürken, Hüseyin kapıyı tıklatarak girdi içeri.
-Hoşgeldiniz dedikten sonra:
-Buyur Salih abi beni çağırmışsınız dedi Salih beye.
-Oturur musun? dedi Salih ve sordu:
-Bu beyleri tanıyor musun? Hüseyin baktı. Tanıyamamıştı. Endişeyle:
-Hayır dedi. Korkuyordu, sanki bir gün biri çıkacak, yakaladıkları huzuru ellerinden alacaktı. Murat:
-Ben, çocuk esirgemeden Murat dedi.
Hüseyin ani bir hareketle yerinden fırlayarak sarıldı Murat’a
-Vayy, kardeşim sen misin? Sen Murat mısın? Hamd olsun sende doğru yolu bulmuşsun.
-Nasıl oldu? Beni nasıl buldun?
-Uzun hikaye,Buraya Nuran’dan bir haber alabilmek umuduyla geldik.
-Nuran için mi?
-Hüsna ile arkadaştılar.Belki bir ip ucu yakalarız.
-Sanıyorum,bir ara bahsetmişti.
-Peki,nasıl görüşebiliriz? Yarın sana uğrasak. Salih bey araya girdi:
-Yarına gerek yok,şimdi hallederiz,deyip eşine telefon açtı. Yarım saat kadar sonraydı, telefon çaldı. Murat’ın yüreği ağzına gelmişti. Pür dikkat dinledi telefonu. Telefonu kapattıktan sonra, Salih bey:
-Bir yıl önce aramış,ama adres vermemiş, Okuduğunu ifade etmiş, hepsi o kadar. Maalesef hepsi bu kadar.
Henüz lafını bitirmişti ki, telefon tekrar çaldı. Arayan eşiydi ve Hüsna’nın sonradan hatırladığı bir bilgiyi aktarıyordu:
-Bursa’da Gazi lisesi.
Murat içten bir:
-Elhamdülillah, dedi. En azından bir şehir adı geçirmişti eline.
Tekrar görüşmek dileğiyle ayrıldılar Hüseyin’den. Hüseyin dış kapıya kadar uğurladı eski dert arkadaşını. Sarıldı Murat’a ve kulağına fısıldadı:
İnşaallah, benim gibi aradığına pişman olmazsın.
-Nasıl yani?
-Hasan’ı aradım ve buldum. Bulmaz olaydım. Ne sen sor, ne de ben söyleyeyim. Ama duymamış ol. Ne anneme, ne de Salih beye bir şey söylemedim, söyleyemezdim, zaten artık kardeş de sayılmazdık.
Hüseyin, Hasan’ın çirkef hayatından daha fazla açıklama yapmadı.
Yapamadı.
Murat:
-Kim bütün bunların suçlusu biliyorsun değil mi? diye sorunca, Hüseyin cevap verdi:
-Bilmez olur muyum, bilmez olur muyum? Hakikati görmemizi engelleyen herkes...
Sarılarak vedâlaştılar. Hasan’ın durumundan etkilenen Murat, Nuran’ı aramaktan vazgeçmedi. Bulacaktı, elinden tutabilirse tutacaktı, olmazsa herkes kendi yoluna giderdi...
Vakıftakilere teşekkür ederek ayrıldı vakıftan. Adapaza-rına döndü. İlk olarak annesini görmek istiyordu. Zile dokundu, anneannesi açtı kapıyı. Murat hemen sordu:
-Annem nasıl?
-Kaç gündür, bakışları kapıya kilitlendi. Sadece kapıyı gözlüyor, sadece...
Murat hemen annesinin odasına girdi. Zahide yine kapıyı gözlüyordu. Murat’ı görünce, gözleri ışıldamıştı birden:
-Allaaah, diye bağırdı. Murat annesine sarıldı, sarıldı:
-Korkma anam benim, sakın korkma, ben, seni hiç bırakmayacağım, dedi.
Zahide o günden sonra “Allah” lafzını söylemeye başlamıştı, Murat: seviniyordu, annesi artık “Allah” lafzını söyleyebiliyordu. Doktorların söylediğinin aksine, en anlamlı sözü söylüyordu Zahide.
Ertesi gün hemen vakfa gitti. Sorumluyu bulup, durum hakkında bilgi verdi. Ve işinin başına döndü. Yorgun, bitkin ama umutluydu.
Ü |
ç gün sonra…
Murat evin ihtiyaçlarını almış, eve bırakmış ve Bursa’nın yolunu tutmuştu. Bursa’ya vardığında, yine Vakıfın şubesine uğramış, ayarlanan avukatla Gazi lisesine gitmişlerdi. Okulun bağlı bulunduğu milli eğitim şube müdürlüğüne gittiler. Avukat Metin bey konuştu müdürle. Sonunda Nuran’ın izi bulunmuştu, ama Nuran bu okuldan mezun olalı iki yıl olmuştu. Murat yine umudunun yeşerdiği yerde, kuruduğunu hissetti. Başı çatlayacak gibi ağırıyordu. Vakfa dönüp dinlenmeliyim, anamın bana ihtiyacı var diye düşünerek döndü vakfa.
Akşama kadar namaz saatleri hariç yatarak geçirdi. Bir şey düşünemiyor, düşünmek de istemiyordu. Akşam üzeri yattğı odanın kapısı çaldı. Kalkıp açtı Murat, mütebessim bir genç kapıda duruyordu:
-Selamun aleykum, adım Enes, misafirhanede arkadaşlar toplandı, tanışmak için bir program düzenlendi, seni davet etmek için geldim, gelir misin?
Sıkıntılıydı, ama gitmeliydi. Hazırlanıp indi. Sıkıntısıyla kimseyi rahatsız etmemek için azami gayret sarfediyordu. Sofra kuruldu. Program sorumlusu ilk önce kendini tanıttı, ardından:
-Buyurun, herkes sırayla kendini tanıtsın. Tanışmak sünnettir biliyorsunuz, dedi.
Herkes sırayla kendini tanıttı, sıra en sona kalan gençte idi :
-Adım Turgut, onsekiz yaşındayım, Gazi lisesinden mezunum.
Murat’ın gözleri ışıldadı birden. Umutları tekrar yeşermeye durdu. Sıra Murat’da idi, o da kendini kısaca tanıttı. Sonra Turgut’a yaklaşarak:
-Biraz konuşabilir miyiz? diye sordu.
-Tabi dedi Turgut içtenlikle.
Murat sordu, Turgut cevapladı. Nuran’ı tanıyordu Turgut. İslâm ile tanışmadan önce, kısa bir arkadaşlıkları olmuştu. Turgut müslümanlığının farkına varınca, kızlarla arkadaşlığı bırakmıştı
Turgut’un son sözleri Murat’ın umutlarını tüketmeye yetmişti:
-Polisin kızıydı, sanırım tayinleri Adana’ya çıktı. Nuran hemşireliği kazanmıştı, Sivas’ta okuyacaktı.
Murat gücünün tükendiğini hissediyordu. Adana, Sivas? Kimbilir oradan sonra başka nereler çıkacaktı karşısına? Turgut, Murat’daki endişeyi fark edince:
-Kolay, kolay olacak. Sivas’da halamlar var, yarın telefon açar, ünüversiteden bilgi almalarını söyleriz, endişelenme her derdin bir çâresi vardır.
Ertesi gün Sivastan gelecek haberi bekledi akşama kadar. Vakıftan çıkmamış, dinlenmişti. Saat akşamın altısını gösterirken, Turgut kapıda göründü:
-Selamun aleykum, dedi heyecanla. Murat telâşla sordu:
-Haber var mı?
-Hemşireliği bu yıl bitirmiş. Nerede görev yaptığını bilmiyorlar. Ama merak etme, polisin telefonunu buldum.
-Sahi mi? Peki ne olacak şimdi?
-Modernler ya, telefon edeceğim, ama önce sana sorayım dedim.
-Tamam, hadi çıkalım.
-Buradan ararız.
-Burası vakfın malı, olmaz.
-Başkanımız öyle söyledi.
-Yine de olmaz.
-İtaat etsek daha iyi olur. Biliyorsun itaat, haram işler olmadıkça farzdır.
-Peki, geç de ara, lütfen. Meraktan öleceğim yoksa.
Murat’ın kalbi Bu kadar heyecanı kaldıramıyordu. Başının döndüğünü hissetti. Tansiyonu düşmüştü. Oturdu, Turgut onu yatırırken mindere. söylendi:
-Sakin ol azizim, sabır bizim azığımız. Biliyorsun ki iyilerin imtihanı hep zorlu olmuştur.
Murat biraz kendini toparlayınca, Turgut telefonun tuşlarına dokundu. Karşıdan gelen “Alo” sesiyle konuşmaya başladı:
-Benim adım Turgut, kızınızın arkadaşıyım, diyerek konuşmak istediğini söyledi.
Karşı taraf bir kaç soru sorduktan sonra, Nuran hakkında bilgi verdi. Nuran Tokat devlet hastahanesinde hemşirelik yapmaya başlamıştı.
Murat, haberi duyunca nisbeten rahatlamıştı. Tokat uzaktı, ama yerini bulmuştu ya olsun.
Turgut o akşam vakıfta Murat’ın yanında kaldı.
Zahide Murat’ın girişiminden habersiz, iki gündür yine kapıya çakılıp kalmıştı. Murat içeri girince, ağlamaya ve yine “Allah, Allah” demeye başladı. Allah şimdilik sadece kendi ismini söylemesine izin vermişti Zahide’ye
Murat ertesi gün Vakfa gitti, hiç bir şey konuşmadan işinin başına geçti. Kimseye birşey söylemek istemiyordu. Şahsi sorunlarımla uğraştırıyorum, oysa İslâm için uğraşılması gerek diye düşünüyordu.
İkinci gün hocası telefonla aramış, bilgi aktarmadığı için Murat’a sitemvari kızmıştı ve:
-Hazırlan, Tokat’a gideceksin demişti. Anlaşılan Bursa şubesi olanları rapor etmişti.
Tokat’ta vakıfın şubesi yoktu. Onun için, vakfın sosyal işlerinden sorumlu avukat Erkan’ı Murat ile beraber göndereceklerdi…
B |
ir hafta sonra…
Tokat devlet hastahanesine varan Murat ve Erkan bey, danışmaya, Nuran Güler’in hangi bölümde çalıştığını sordular. Henüz cevap almamışlardı ki Murat’ın omuzundan bir el tuttu. Geri döndüğünde Turgut ile yüzyüze geldi.
-Turgut, sen misin ne arıyorsun burada?
-Kardeşimizi arıyorum? Beni vakıftan gönderdiler, sana yardımcı olabilmem için, olabilirsem mutlu olacağım. Murat mırıldandı:
-Allah’ım İslâm’ın kardeşliği ne büyük bir nimet. Hamd olsun bizi kardeş kıldın, diyerek sarıldı Turgut’un boynuna. Turgut:
-Gel, dedi. Ve bahçeye çıktılar. Murat heyecanla:
-Konuş dedi, konuş ki, heyecandan ölmek üzereyim.
-Gece nöbetçisiymiş, Bugün hastahanede değil. Evin adresini ve telefonunu vermediler. Çocuk servisinde çalışıyormuş.
-O olduğundan emin misin?
-Evet, eminim.
-Ne yapacağız şimdi?
-Kalacak bir yer bulmalıyız.
-Evet dedi Erkan bey.
-Bir otel bulalım.
Murat o gece hiç uyuyamamıştı. Kardeşine bu kadar yaklaştığına inanamıyordu. Sabah erkenden kalktılar. Yarıbu-çuk bir kahvaltı yapıp, hastahaneye gittiler. Henüz çok erkendi. Bahçeye oturdular ve gelen personeli izlemeye başladılar. Nuranı görme umuduyla baktılar gelenlere.
Görememişlerdi. Nihayet mesai saati gelince Turgut, çocuk polikliniğine çıktı ve kapıdaki görevliye:
-Nuran hemşire hanımla görüşecektim dedi. Görevli:
-Bir dakika çağırayım diyerek, içeri gitti. Beş dakika sonra karşıdan Nuran gözüktü, evet bu, oydu. Turgut, Nuran’ın diz üstü kıyafetini görmemek için başını yere eğdi. Nuran, yaklaştı ve Turgut’a:
-Buyurun ben Nuran? Siz kimsiniz? Turgut hafifçe başını kaldırdı:
-Ben Turgut, hatırladınız mı?
-Aaa, Turgut sen misin? Ne işin var buralarda? Sonra:
-Hoşgeldin diyerek uzattı elini. Boşlukta kalan elini geri çekerken mahcup olmanın kızgınlığını gizleyerek:
-Afedersin unuttum, senin dünyaya küstüğünü bir an unuttum. Söyler misin dünyalı birini niye arıyorsun? Benimle ne işin var?
Nuran Turgut’a ilgi duyuyordu. Ama Turgut’un seviyeli duruşu okuldayken onu çok kızdırmıştı. Turgut’u görünce eski duygularının depreştiğini hissetti.
-Biraz konuşabilir miyiz?
-Ne hakkında?
-Çok önemli, lütfen beni dinlemeye vakit ayır. Nuran umutlandı, ama içinden “Turgut bey, artık çok geç” diye geçirdi. Yine de konuşma isteğini kırmadı:
-Peki, bahçeye inebiliriz. Ama bir dakika, arkadaşa haber vereyim.
Bahçeye inerken Nuran sordu:
-Söyler misin beni nasıl buldun? beni oldukça şaşırttın.
-Zor olmadı, anneni aradım.
-Peki neden?
-Çok önemli nedenim var.
-Ayrı dünyanın insanıyız, hem, hem ben nişanlanmak üzereyim.
-Hayır olur inşaallah,
Hastahanenin kapısında göründüklerinde Murat dayanamamış, hafif bir baygınlık geçirmişti. Turgut sakin olmaya çalışarak:
-Galiba biri rahatsızlanmış müdahale etseydin, dedi.
-Elbette dedi Nuran hemşire, yeni görev heyecanıyla. Boynundaki tansiyon aletiyle, tansiyonunu ölçtü:
-Tansiyonu düşmüş ilk yardımdan sedye getirin, dedi doktor edasıyla.
Murat’ı ilk yardıma kaldırdılar. Turgut konuşmakta zorlanıyordu, Nuran dayanamayarak konuştu:
-Çıkar şu ağzındaki baklayı. Biz eski dostuz, bu tedirginlik neden?
-Lütfen sakin ol, sana çok önemli şeyler söyleyeceğim.
-Seni dinliyorum.
-Biraz önce rahatsızlanan genç varya?
-Evet, ne olmuş o gence?
-O gencin adı, Murat.
-Murat mı? dedi Nuran. Rengi kaçmıştı, titremeye başladı. Kızarak konuştu:
-Murat’sa Murat banane bundan,
-Senin için geldi buralara. Abin o senin.
-Yapma be, abimse şimdiye kadar neredeydi?
Elim ekmeğe yetince mi ortaya çıktı? Hiç kusura bakmasın, benden zırnık alamaz.
Turgut, Nuran’ın zihniyetini anlayabiliyordu:
-İstersen ön yargılı olma diyerek Murat’ı ve olanları anlattı. Nuran ağlamaya başladı:
-Bilmiyorum, dedi. Bilmiyorum, yıllarca hasret çektim. Anamın, abimin, olmaz olası babamın bile hasretini çektim. Ama bir o kadar da içim kin dolu bunlara… Niçin niçin beni ellere bıraktılar? Neler çektim kimse bilemez.
-Bunların sorumlusu annen ve Murat değil ki? Hangi ana çocuğundan ayrı kalmak ister ki?
Bence sen yanlış kimselere kızıyor, asıl suçluları unutuyorsun. Nuran ağladıkça yüzünün makyajı yüzüne bulaşmıştı. Turgut:
-Kalk dedi, kalk istersen yüzünü yıka, sonra Murat’ın yanına gidelim. Çok merak ettim durumu nasıl oldu acaba?
Nuran’da bir hareket görmeyince konuşmasına devam etti:
-Benim bildiğim Nuran altın kalplidir, kalk Nuran hadi, kalk gidelim, sen duygularını gizlemeye çalışma boşuna. Sen, gerçekten altın kalplisin.
Turgut daha fazla konuşmak istemedi. Şeytan fırsattan istifadeyle vesvese verebilirdi.
Nuran kalktı. Önce lavaboya, sonra ilk yardım servisine gitti. İlk yardım servisinden içeri girince bir an Murat ile göz göze geldiler:
-Abiii, diyerek atıldı abisinin boynuna. Yıllardır çektiği sıkıntının, hasretin acısını ağlayarak, hıçkırarak çıkarıyordu sanki.
Sakinleştikten sonra Murat, olup biteni detaylıca anlattı kardeşine. Nuran annesi için üzülmüştü. Demek gelmiş aramıştı, ama bulamamıştı Nuran’ı.
Bir yılı henüz doldurmadığı için izin hakkı olmayan Nuran’a başhekim durumu öğrenince izin vermişti, tam on gün.
Murat ve arkadaşları otogara bilet için giderken, Nuran da eve hazırlık yapmak için gitti. Nişanlanmak üzere olduğu erkek arkadaşını arayıp, bugün gideceğini on gün sonra geleceğini bildirdi.
Murat o gün bilet bulamamıştı:
-Bunda da bir hayır var, diyerek sabretti. Turgut ve Erkan bey iki kardeş rahat olsunlar diye ayrılmışlardı Murat’tan.
Öğleden sonra dolaşmak için iki kardeş çarşıya çıktı. Murat kardeşine uzun bir etek aldı. Nuran itiraz etmedi. Robot gibi olmuştu sanki, bir şey düşünemiyor, hayal dünyasında geziyordu sanki. Herşey ne kadar da hızlı gelişmişti.
Soğuk bir meşrubat içmek için, çay bahçesine girdiler ve köşedeki masaya oturdular. Nuran’ın gözü yan masaya takıldı. Gördüğüne inanamadı, yan masada arkadaşı, yani müstakbel nişanlısı ve yanında bir genç kız. Kardeşi olabilir mi diye düşündü, lâkin hareketleri kardeş olduklarını göstermiyordu. Sessiz sessiz ağlamaya başladı ve:
-Hep vurulmalı mıyım sırtımdan? Hep sömürülen ben mi olmalıyım?. Hep ben mi darbe yemeliyim himayesine sığındıklarımdan? Hep ben mi… hep ben mi...?
Murat durumu anlamıştı. Kızmamıştı kardeşine nasıl kızsın ki? Şimdiye kadar ona yanlışı ve doğruyu kimse anlatmamıştı ki.
Kimse ona hayatın hesabından bahsetmemişti ki hiç. Kimse ahiretin varlığını ve orada olacak zorlukları anlatmamıştı ki kardeşine. Konuştu:
-Canım kardeşim, mutluluğun, aldatılmamanın, sömürülmemenin, ezilmemenin tek ama tek adresi var, o da İSLAM’dır. İslâm’da kimse kimseyi aldatmaz, kimse kimseyi sömürmez. Kimse kadınları ezmez, sömürmez. Şayet mutlu olmak istiyorsan teslim olmalısın İslâm’a.
Bir müddet sustuktan sonra Nuran sordu:
-Ya işim, işim ne olacak? İslâm işime izin veriyor mu? şayet veriyorsa?
-Murat, Nuran’ın sözünü keserek konuştu:
-İmanda pazarlık olmaz Nuran, teslimiyette de. Bizi yaratan Allah’tır, biz kullar O’na şart koşamayız. Pazarlık yapanların imanı kabul olmaz. Herşeyin bir şartı vardır, senin işinin de. Ama, müslümanlığın da bir şartı vardır, mü’min kalınanında. Şart olmazsa insan, müslüman da olmaz, Mü’min de…
Bu sırada Kemal de Nuran’ı görmüş ve şaşırmıştı. Gitmiş olması gerekiyordu oysa... Nuran abisine:
-Kalkalım mı, dedi.
-Peki, dedi Murat.
İçmeden kalktılar meşrubatlarını. Konuşmadan yürüdüler bir müddet.
Sessizliği Murat bozdu. Bütün cesaretini toplayarak ve Allah’a sığınarak konuştu:
-Şayet dedi, şayet imanı seçersen, seni baştacı eder, yarım ekmeğimi seninle paylaşırım. Şayet bizimle yaşamak istersen, omuzlarımda taşımam gerekse bile taşırım.
Hiç bir şey konuşmadı Nuran. Hiç bir şey konuşamadı. Nuran gidiyor, Murat da onun gittiği yöne gidiyordu. Nuran bir kırtasiyeye girdi. Kağıt kalem aldı ve birşeyler yazdı, sonra bir zarf alarak yazdığı kağıdı içine koyup kapattı. Zarfa adresi yazdı. Abisine:
-Postahaneye gidelim, dedi.
Murat yazdığının ne olduğundan habersiz tabi oldu kardeşine. Postahaneye gelince, Nuran mektubu abisine uzatarak:
-Sen at istersen dedi. Murat mektuba baktı, hastahaneye yazılmıştı. Mektubu attı çıktı. Nuran ilk kez gözleriyle güldü abisine ve:
-Sen kazandın, attığın istifa mektubuydu, dedi. Murat ilk kez mutluluğun tarif edilmezini yaşıyordu. Sarıldı kardeşine ve güven veren bir sesle:
-Hiç, ama hiç pişman olmayacaksın, bundan emin ol, dedi.
U |
zun bir yolculuktan sonra Adapazarına varmışlardı. Eve yaklaşırken, Murat çekine çekine Nuran’a:
-Baskı yapıyorum sanma, ama annemin yanına başı örtülü girersen çok iyi olur. Herşeyi anlıyor, ama konuşamıyor. Bu, onu çok mutlu eder, ne dersin? diye sordu.
-”Tabi abi, neden olmasın.” diyerek cevapladı Nuran. Çok şey düşünüyordu, ama hiç bir şey konuşacak hali yoktu.
Eve vardıklarında önce Murat girdi odaya. Zahide’nin Murad’ı gördüğü zamanki ağlayışı yürekler sızlatıyordu. Zahide’nin annesi dayanamayıp, hıçkırmaya başlamıştı Murat’a:
-Gece gündüz uyumadı oğul, inledi durdu. Gözü kapıya çakıldı kaldı hep, bir daha gitme biryerlere, gitme, dayanamıyorum kızımın haline, dedi.
Murat:
-Artık anamın yanından hiç ayrılmayacağım diyerek cevapladı anneannesini ve dönüp anasına sarıldı:
-Anam benim, beni anlıyor musun? Dinle bak sana ne diyeceğim, Nuran’ı getirdim sana.
O sırada Nuran girdi içeri. Zahide baktı, baktı, baktı… Sonra feryatla şu sözler döküldü ağzından:
-Allah’u Ekber, Allah’u Ekber!!! Allah!!! Allah!!! Allahum-mesalli ala Muhammed!!! Allahummesalli ala Muhammed!!!
Zahide Nuran’ı tanımıştı. Odadaki manzarayı anlatmak mümkün değildi. Kucaklaştılar… ağlaştılar...
O günden sonra Zahide hep aynı sözleri tekrarlayıp duracaktı bir ömür boyu...
Murat’ın bu sonuçla dönmesi vakıftakileri sevindirmişti. O günden sonra Münevver hanım ve vakfın genç kızları özel ilgilenmeye başladılar Nuran’la.
Kısa zaman içerisinde Nuran da katılmıştı hidayet kervanına. Bu kervanın en önünde Rasullulah vardı. Sonra O’nu takip edenler, sonra onları takip edenler... Ebubekirler, Ömerler, Aliler, Haticeler, Aişeler, Fatımalar, Zeynepler ve daha niceleri… Artık Nuran da o kutlu kervanda bir fert olmanın mutluluğunu yaşıyordu.
Günlerden bir gün Murat, Nuran’a şöyle dedi:
-Nuran, seni büyüten aileye vefasızlık etmeyelim. Arasak, irtibat kursak diyorum.
-Hayır demişti Nuran, irtibata gerek yok. Ben hanımefendiyi ara sıra telefonla ararım. Bu konuyu bir daha konuşmayalım.
Murat üstelememişti. Nuran ise sebebini içinde bir sır saklayıp mahşere götürecek, sonra O’nun huzurunda, o adamdan yaptığı kötülüğün hesabını sorması için, onu Allah’a şikayet edecekti.
Bu yüzden Turgut’tan gelen evlenme teklifini içi sızlayarak reddetmişti.
-Mazisi temiz olan birini alsın, ben, ona layık değilim demişti. Ama Turgut vazgeçmeyecek, Nuran’a zaman tanıyacak ve sonra teklifini yineleyecekti.
B |
ir yıl sonraydı…
Havaalanında herkeste tarifsiz bir heyecan, heyecanlar dorukta ve bunlar arasında küçük bir aile.
Murat son muradını yapmak için işe koyulmuş ve anasını çok sevdiğini ziyaret etmesi için umruye götürüyordu. Nuran ise oraya layık olamamanın ezikliği içerisinde, affedilmek umuduyla buruk bir mutluluk yaşıyordu.
Nuran ve Murat annelerine hizmet için etrafında pervane… belki bununla Allah’ın rızasını kazanırız umudu…
Annesi çok dolaşamasa bile, kararlılar sırtlarında dolaştıracaklar Kabe’de ve Mescid-i Nebevi de.
Kimbilir Zül-Celâl vel-ikram olan Allah, evine gidenleri ikrâmsız göndermediğine göre, belkide analarına sağlığını ikram ederdi, kimbilir…
Bu duygu ve düşüncelerle uçtular İstanbul’dan. Büyük umutlarla, bulutların yanında, bulutlar gibi hafif ve mutlu bir şekilde kayboldular gözlerden el sallayan kalabalığı geride bırakarak…
-S O N-