Sabiha Ateş Alpat
Güneş
Doğudan Doğar
“Roman”
BEKA YAYINLARI : 76
Roman Serisi : 44
Güneş Doğudan Doğar
Sabiha Ateş Alpat
1. Basım, Aralık 2002
Yayına Hazırlayan
Osman Arpaçukuru
Dizgi
Fatma Arpaçukuru
Kapak Tasarım
Ferhat Çınar
Baskı ve Cilt
Bayrak Matbaası
Sabiha Ateş Alpat
Güneş
Doğudan Doğar
“Roman”
BEKA YAYINLARI
Çatalçeşme Sok. Üretmen Han No: 18
Tel.&Faks: 0212 512 51 66 - 512 45 43
Cağaloğlu – İstanbul
Sabiha Ateş Alpat
1964 yılında Kars’ın Digor ilçesinde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini burada bitirdi. Seksen İhtilali öncesi dönemde sağ-sol davasından, okullarda had safhada olan karmaşa yüzünden okula devam edemedi. Ailesi, aynı sebepten 1978 yılında Kocaeli-İzmit’e göç etmek zorunda kaldı. Özel bir şirkette ustabaşı olarak çalışmaya başladı. Burada çalışırken İslam’la tanıştı. İşten ayrılarak özel hocalardan Kur’an-ı Kerim, Fıkıh Usulü, Tefsir Usulü, Tefsir, Arapça, Psikoloji, Pedagoji konularında dersler aldı. On beş yıllık evli olan yazarın yayımlanmış romanları sırasıyla şunlardır:
1. Ana Yüreği
2. Ölüm Çiçekleri
3. Zamanın Zeynebi
4. Sarsılmadan Uyanmak
5. Kardeş Kurşunu
6. Yozlaşmış Duygular
7. Güneş Doğudan Doğar
BİRİNCİ BÖLÜM
Hasan Ağa, elinde sigarası, başında şapka kanunuyla tanıştığı şapkası, kapının önünde bir sağa bir sola gidip geldikçe; bastığı yerlerdeki karlar, kart kurt diye sesler çıkarıyordu.
Üç saattir içeriden bir haber gelmemişti. Hanımı dördüncü kez doğum yapacaktı. Sancıları sıklaşınca köyde ebelik yapan Sultan Hanımı çağırmışlardı. Hasan Ağa, dayanamayıp kapının tokmağını hızlı hızlı vurup, seslendi:
-Dilaaan, gız Dilan içerde ne oliy?
Evin büyük kızı olan Dilan, babasının sesini duyunca endişeyle bir anasına bir de Sultan anaya baktı. Ve çaresizce kapıya yöneldi kapıyı araladı, babasına cevap verdi:
-Bavo, Sultan ana diyi ki az kalmış.
Hasan Ağanın üç çocuğu vardı; büyük oğlu Mahmud, sonra da sırası ile Dilan ve Şilan isminde iki kızı...
Ağrı Dağı’nın eteklerinde, doğunun ücra köylerinden biri olan Gevro’da oturuyorlardı. Gevro köyü, Doğu ve Güneydoğunun birçok köyü gibi insanca yaşam şartlarından uzak, devletin imkânlarının gitmediği yerleşim yerlerinden biriydi.
Köyde, elektrik, su, yol, okul, sağlık ocağı, cami yoktu. Peki ne vardı? Taş ve topraktan yapılan, dışarıdan bakıldığında birer taş yığınını andıran, yüz elliye yakın ev ve köylünün kazma kürek çalışarak yaptığı yol... Ve bir de din haline gelmiş töreler vardı.
Okul olmadığı için erkeklerde bile okuma yazma oranı, yok denecek kadar azdı.
Hasan Ağa, kasabadaki okulda okuması için, kışın, oğlu Mahmud’u halasının yanına gönderiyordu. Dilan ve Şilan ise köyün öteki kızları gibi, her şeyden mahrum, okuma yazmadan da bîhaber olarak büyüyorlardı.
Hasan Ağa kapının önünde gezinirken, Mahmud’un geldiğini gördü. Kasabadan köye kızak bulduğu zaman, eve geliyordu Mahmud. Babasını görünce seslendi:
- Bavo ğayre (hayırdır)?
- Ğayre. Ana doğum yapi, inşallah Ahmet olacak.
O sırada kapı gıcırdayarak açıldı. Sultan Ana ellerini kurulaya kurulaya dışarı çıktı. Beklemenin çare olmadığını düşünerek Hatice Hanıma:
- Bacı çare yoğdur. Ben söylim, demiş ve haberi vermek için dışarı çıkmıştı.
Hasan Ağa, Sultan Ebeyi görünce, gözleri ışıldayarak sordu:
- Bacı gedeye (oğlandır) değil mi? Sultan Ebe, duymamış gibi davranarak:
-Şükür, kurtuldu. Ğanımın sağdır, çocuk da eydir, diyerek cevap verdi. Hasan Ağa sorusunu tekrarladı:
- Gedeye değil mi? Valla adı Ahmet'tir. Sevinçle Mahmud’a seslendi:
- Mahmuud! Hele koçu getiresen, ben kesim. Mahmud ahıra doğru koşarken, Sultan Ebenin sesi duyuldu:
- Gardaş, Dilan'a bacı olmuş.
Hasan Ağanın, dünya başına yıkılmıştı adetâ. Demek yine kız olmuştu. Elindeki sigarayı yere attı ve hınçla ezdi. Sultan Ebe de aynı köyden olduğundan, bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Söylendi:
-"Bir daha hamile kalana kadar, vayy Hatice bacının haline". Hasan Ağa, ahıra koşan Mahmud'un arkasından seslendi:
- Mahmuud, Mahmuud!
- He, bavo ne diysen?
-Bırak koç ağırda kalsın... Bunun ne demek olduğunu anlayan Mahmud, nedenini sorma gereğini duymadı. Hasan Ağa sinirle eve girdi. Ağzının dolusunca hanımına tükürerek:
-Ben sana gede (oğlan) demiştim. Evimi kendin gibi zavallı doldurisen. Allah senin de belânı versin çocuğunun da.
Hasan Ağa, kapıyı hızla çarpıp çıktı. Evin büyük kızı Dilan’ın gözyaşları yine gözlerine hücum etmiş; ama akmaya cesaret edememişti. Babası, aniden geri dönerse onu ağladığına pişman ederdi.
“Acaba erkekler neden üstündü? Analar hep oğlan doğursaydı, o zaman erkekler evlenecek kadın bulabilecekler miydi? Oğlan ya da kız doğurmak kadının elinde miydi?”
Sanki Peygamberimiz’in henüz gönderilmediği dönem olan, Cahilliye hortlamıştı. Hayır hayır, sankisi fazlaydı; Cahilliye altın devrini yaşıyordu.
O zaman da kız çocukları horlanır, ikinci sınıf insan muamelesi bile görmezlerdi.
Mirastan hiç pay alamaz, toplumda da devamlı aşağılanırlardı. Öyle ki, bir babanın kızı olduğunda, bunu utanç vesilesi yapar ve baba hiç çekinmeden onu alır, götürür, sonra da diri diri toprağa gömerdi. Allah (c.c.), Kur’an’da bu olayı şöyle bildirmiş ve Cahilliye toplumunu gözler önüne sermiştir:
“Onlardan biri, kız ile müjdelenince kendisi; çok öfkelenmiş olarak yüzü simsiyah kesilir.
Kendisine (kız doğumuyla) müjde verilen şeyin (zannınca) kötülüğünden dolayı toplumdan (utanıp) gizlenir (ve şimdi ne yapacağını düşünür): Aşağılanma (ve utanç) içinde onu sağ tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Bakın ki hüküm verdikleri şey ne kötüdür!” (Nahl, 58-59)
Sonra, O gelmişti; O, Allah’ın sevgilisi, eşsiz rehber, baş öğretmen, O Muhammedü’l-Emin’di.
“Kadınlar sizin emanetinizdir. Onlara iyi davranın, haklarını gözetin. Zor kullanarak gasbetmeyin” diye buyurdu. Lâkin, O’nun yeryüzünden kaldırdığı birçok zulüm, Emperyalist oyunlar sonucunda geri dönmüştü. Bunda elbette kendi suçumuz da vardı. Zira biz de oyuna gelmiştik. Bütün bunları, doğunun ücra köşesinde yaşayan Dilan kız nereden bilecekti?
- Dilaan kııız, seye diyem. Niye duymisen beni?
Dilan düşüncelerinden anasının sesiyle sıyrıldı:
- He ana, ne diysen?
- Ne diyem, duymisen beni. Ne düşünisen?
- Keşke kız olmasaydım, diyem. Bu adam biz doğunca da böyle yaptı değil mi?
- Hele bağ. Öyle düşünme. Ben eyi değilem, git Sultan Anayı çağır. Dilan endişelenmişti. Birden telaşlandı:
- Ne oldu ane? Neyin var?
- Hele git, git de Sultan Anayı çağır. Çabuğ gelesen!
Dilan koşarak çıktı. On dakika sonra, Sultan Anayı getirmişti. Sultan Ana, bildiği yöntemlerle Hatice Hanıma müdahale ederek kanamasını durdurmayı başarmıştı. Biraz daha yanında oturduktan sonra, kalkıp evine gitti.
Hasan Ağa o gece eve gelmemiş , ablasının evinde kalmıştı. Âdeta utanç yaşıyordu; çünkü üç kızı peş peşe olmuştu. Ertesi gün eve geldiğinde suratı asıktı ve kendini bu duruma alıştırana kadar da, bu böyle devam edecekti.
Ertesi günün sabahında erkenden kalkan Hatice ana, küçük evin, küçük penceresinin, iple büzülerek yapılıp, çivilerle pencerenin çerçevesine tutturulmuş perdesini araladı. Camlar buz tutmuş, dışarı gözükmüyordu. Tırnağının ucuyla buzları biraz kazıdı. Evet, ortalık ışımaya başlamıştı. Dilan'ın yatağına yöneldi. İki odalı bir evde, hepsi aynı odayı paylaşıyorlardı; çünkü kış ve hava soğuktu. Sobaları ise sadece bir tane idi.
- Dilaan! Kız Dilan rav, ( kalk) sabah oldi. Mahmut geç kalacağ!
- Anaa, az daha yatim.
- Kağ, bavo kızar, kağ!
Dilan, istemese de kalkmak zorundaydı. Kalktı ve hemen sobayı yakmaya koyuldu. Borular dolmuş, soba bir türlü yanmıyordu.
- Niye bu soba yanmi! diye bağırdı yatağından kalkan Hasan ağa.
- Borular dolmuş bavo, diye cevap verdi Dilan.
- Ellerin kırığ mı? Niye temizlemiysen? Oğlan geç kalacağ. Allah belânızı versin! Hani sofra? Sofrada hazır değil! Bu oğlan aç mı gedecek?
- Ekmek yoğdur ki.
- Niye yoğ? Dün toplamamişsen mi?
Hasan Ağa köyün çobanlığını yapıyordu. Her gün hane başına bir ekmek istihkakı vardı. Dilan ile Şilan sırayla topluyorlardı. Bu ekmek toplama işi, Dilan'ı canından bezdirmişti. Ekmek toplarken, seçip yanığını verenler, verirken azarlayanlar ve üstelik topladığı ekmekleri sırtında taşıması onu kahrediyordu Dilan'ı. Bezgin bezgin cevap bekleyen babasına, cevap verdi:
- Dün çoğ tipi vardı, gidemedik bavo.
- Zıkkım demiş gidemedik! Niye, ucunda ölüm mü vardır? Oğlan şimdi aç mı gidecağ? Siz kurban olasaz buna!
Oldukça sinirlenmişti. Zaten bahane arayan Hasan Ağa için, bundan daha iyi bir bahane olamazdı. Sinirle yerden aldığı maşayı Dilan'a fırlattı. Dilan, kafasını kurtarmış; ama maşa omzuna denk gelmişti. Hatice ana dayanamamıştı, söylendi:
- Ağa ne yapisen? Kızı öldürecağsın.
- Ötersin. Sus, sen de sus. Kendin gibi zavallı doldurisen evi, bir de konuşisen öyle mi?
Susmuşlardı. Mahmud hazırlanıp, kasabaya giden kızağa yetişti. Yaklaşık yarım saat sonra Dilan, ekmek çuvalını alarak köyün yollarına düştü. Ağlıyordu, ne kadar da zor bir işti bu. Babası erkektir diyerek, Mahmud’a hiç yaptırmamıştı bu işi. Çaldığı her iki kapının birinden azar yemek, Dilan'ı canından bezdirmişti.
Dilan eve döndüğünde, elleri ve ayakları âdeta buz tutmuştu. İçinde tanıdığı; ama isim bulamadığı birtakım duygularla savaş halindeydi. İçeri girdi, sofrayı kurmak için kilere yönelmişti ki, amcası silah elinde içeri girdi. Abisi, Hasan Ağaya:
- Ağam, Berivan kaçmış! Yoğdur, her yeri aradım; ama bulamadım. Hasan Ağanın gözleri, fal taşı gibi açılmıştı. Yerinden fırladı, kardeşinin yakasından tutarak:
- Yoğ mudur? Sen ne diysen? Hemo doğru mu?
- Yoğdur ağam, kaçmış! Davran hele! Peşine düşüp bulalım. Namusumuz gitti ağam, namusumuz! Şerefimizi kurtaralım ağam, namusumuzu kurtaralım!
- Bilisen mi? Kime kaçmış?
- Ne bilem ağam, ne bilem. Davran hele. Ane evde ağlı.
Hasan Ağa paltosuna sarıldı, çıktılar. Dilan endişeyle anasına:
- Vayy Berivan’ın haline, valla vuracağlar onu.
Hatice Hanım kızını destekledi:
- He ya, vururlar. O da abisinin sözünden niye çığı ki?
Dilan itiraz etti:
- Zorla kırk yaşındakiyle nasıl evlensin ki?
- Ama kırk baş koyun az değil ki, sen niye öyle diyisen?
- Ane! Niye biz hayvan mıyız ki, alınıp satılıyız. Berivan niye koyunlarla mı evleniy ki?
- Sus! Sen ne biçim konuşisen, bizim töremiz öyle.
- Hay töremiz bata!
- Kız sus, ne söylisen?
- Töre diye, Berivan kırk yaşında adama koyun karşılığı satılıy. Ne edelim böyle töreyi?
- Hele bağ, bavo seni de verecağ.
Dilan, anasına baktı. Yüzündeki ifadeyi kelimelerin anlatması mümkün değildi. Hırsla sordu:
- Kime?
- Abdo'nun oğluna. Geçen gün kapıda konuşırdı. "Altmış hayvan isterem, yirmisi koç olsun" diyi.
-Ben gitmem, evlenmek istemiyem.
- Heş (sus) o nasıl söz? Büyüklere karşı gelme!
- Ana, bu yanlış, yanlış bu!
- Ne yanlış?
- Yanlış olan bir şeyler var.
- Ne ki?
- Ne bilem işte? Doğmuşuz, kız olmuşuz kavga çıkmış; ama çoğu işi yine biz yapmışız. Büyümüşüz şimdide koyun karşılığı satılıyız. Peki niye doğmuşuz? Onu da bilmiyem. Ama bana öyle gelir ki...
Hatice Hanım, kızının konuştuklarını hayra yormamış, endişelenmişti. Hemen müdahale ederek sözünü kesti:
- Sen fazla konuşirsen. Kağ, kağ da sobaya bağ. Bebe üşüyeceğ.
Dilan, duymamış gibi konuşmasını sürdürdü:
- Ane kız, ben de okula gitseydim, okusaydım.
- Ne yapacağsın? Niye, memur olacağsın?
- Yoooğ. Abim askere giderken ben de ona mektup yazardım.
- Çok konuşisen! Kağ diyem sana.
Dilan, anasını daha fazla kızdırmadan kalktı. O gün ikindiye kadar Berivan'ı aramışlar; ama bulamamışlardı. Hırsla geri dönen Hasan Ağa ile kardeşi Hemo, soğuğun ve açlığın etkisiyle oldukça öfkeliydiler. Hemo, tekme ile evinin kapısını açtı. Anası, ikindi namazını kılıyordu. Tüfeğini çektiği gibi anasını arkadan vurdu. Anası yere yığılınca, yaptığının farkına vardı. Bağırarak dışarı fırladı ve koşmaya başladı. Bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
- Ben aneyi vurduuum! Aneyi vurduuum! Ane öldüüüü! Ben vurduuum!
Hasan Ağa şaşkın bir hâlde; bir kardeşine, bir eve bakakalmıştı. Taâ ki komşular gelene kadar da öylece kaldı.
Gozel Hanım, törelere, asabiyete kurban gitmişti, ölmüştü. Evlât kurşunuyla, arkadan vurularak.
Yaklaşık üç saat sonra jandarmalar, Kaymakam Bey köye gelmiş; olay yerinde incelemeler yapıyorlardı. Jandarma Komutanı, Kaymakam Beye:
- Cehalete bakar mısın? Kaymakam Bey, insan anasını vurur mu? dedi.
Kaymakam Osman Bey de çok üzülmüştü, cevap verdi:
- Yazık, gerçekten çok yazık.
- Görgü denen bir şey yok adamlarda. Hırsızlık desen, pislik desen, cehalet desen hepsi bunlarda toplanmış. Şuraya bak! Ölüye ağlamaları bile görgüsüzce, diyerek; ağıt yakıp, kendilerini döven hanımları gösterdi.
O sırada jandarma, Dilan'ın ifadesini alıyordu. Dilan, Komutanın söylediklerine oldukça sinirlenmişti. Dayanamayarak cevap verdi:
- Sizinkiler çok mu görgülü Komutan Bey?
Komutan, bu tepkiyi hiç beklemiyordu. Az bir şaşkınlığın ardından cevap verdi:
- Konuşma bakayım.T abi ki görgülü, şuraya bak; her tarafınız ahır kokuyor.
- Sizinkiler görgüyü nereden bulmuşlar?
- Ha ha ha haaa! Görgü bulunmaz, okuyarak alınır kızım!
- Begim! Siz okul açtınız da biz gitmedik öyle mi? Siz yol yaptınız da biz yürümedik öyle mi? Her tarafımız pislikmiş. Ben sırtımda yarım saatlik yoldan su taşıyem. Köyümde çeşmem yok. Getirdiğim suyu kıyamiyem ki içem. Siz çeşme yaptınız da biz içmedik, kendimizi temizlemedik öyle mi? Sizinkiler boyağ sürüp gezerken; biz ellerimizin çatlağına merhem bulamayız.
- Keeees! Fazla konuştun.
- Zaten hep kesiyiz, hiç konuşmadık ki.
Osman Kaymakam, Komutanın koluna girerek, onu oradan uzaklaştırdı ve:
- Çavuşum, bırak, boş ver, dedi.
Komutan hâlâ söyleniyordu:
- Yobazlar n’ olacak. Bana bıraksalar hepsini asarım, asmak lâzım bunları.
- Neden?
- Ne neden?
- Neden asalım ki? Bunlarda bizim insanımız, bu ülkenin insanı hem...
- Hem ne?
- Hem korlaşmış bir ateşe, ufak bir rüzgar yeter; hemen alevlenir.
- Ne demek bu?
- Ne demek mi? Yaşadıkları şartlara baksanıza. Biz devlet olarak vergilerini aldık, alıyoruz da. Oylarını almayı da biliyoruz; ama iş imkanı açmayı, yol yapmayı, okul açmayı bilmiyoruz. Baksanıza cenaze için hocayı bile, kasabadan hem de bin bir güçlükle getirdiler. Şayet okuma yazma bilmiyorlarsa, bunun suçlusu kimdir? İyi tespit etmek lâzım gelmez mi?
- Geçen gün sohbet esnasında demiştiniz ki: "Kasabaya gelip okuyanlarda da başarı oranı az" Okul olsa ne yazar.
- Çavuşum, aklın yanında, insanı başarıya götüren başka etkenler de vardır. Bizim çocuklarımızla, bunların çocuklarının arasındaki fark açıktır. Bizler gerektiğinde özel hocalar tutarken, bazıları karnını doyurmaya ekmek bulamıyor.
- Olamaz! Laik cumhuriyetin kaymakamı böyle konuşamaz! Ne yani bütün suç bizde mi?
- Teessüf ederim. Bu söylediğimin Laiklikle ne alakası var? Sadece düşüncemi söylüyorum. Hem büyüklerimiz demişler ki suç altın kürk olsa, kimse üstüne almaz.
- Komutanım, komutanım...
Koşa koşa gelen asker selâm durduktan sonra:
- Hemo'yu yakaladık komutanım.
- Sahi mi? Nerdeymiş it?
- Samanlıkta...Şeyy yalnız.
- Yalnız ne?
- Sanırım akli dengesi kaybolmuş.
- Rol yapıyordur.
- Komutanım, hareketleri normal değil.
Osman Kaymakam yine araya girerek:
- Bu durumda rol yapamaz.
- Nereden biliyorsun?
- Kendinizi onun yerine koyarsanız; anneyi öldürmenin şokunu yaşarken, rol nasıl yapacaksınız?
- Sen de bunların avukatı gibi konuşuyorsun.
Osman Kaymakam susmuştu. “Allah'tan Kürt değilim, yoksa bu komutan beni de Kürtçülük propagandasından ihbar ederdi” diye düşündü. Hemo'yu hapishaneye götürdüler. Önce bir doktora götürmek mi? Bu hortumculara özel bir durumdu...
Gozel Hanımı da mezara götürdüler. Buralarda kimse kışın ölmek istemezdi. Mezar açmak çok da kolay değildi. Kış mevsimi de insanların hayatları gibi zorlu geçiyordu Gevro’da.
Dilan, babaannesinin vefatına çok üzülmüştü. Ne olurdu sanki evlendirilirken kendilerinin de fikri alınsaydı? Karşı çıkmanın sonucu işte ortadaydı. Anasına ara sıra sitem ediyordu bu durumdan. Ama aldığı cevap hep aynıydı:
- Ne yapalım, Allah öyle etmiş (hâşâ). Aybe (ayıptır) bavoya karşı gelinmez.
Oysa ki baş muallimimiz Hz. Peygamber, evlendirirken kızın rızasının alınmasını beyan etmiş. İmamlarımız da “kızı zorla evlendirmek caiz değil” diye fetva vermişlerdi.
Aradan bir ay geçmişti. Hasan Ağa oturmuş çayını yudumlarken, kapı hızlı hızlı vuruldu.
Hasan Ağa, Şilan'a seslendi:
- Şilan! Kız kapıya bak.
Kapıya bakıp gelen Şilan, babasına:
- Bavo! Abdo Ağanın çobanı seni çağırıyy, dedi.
Kapıda koyun, kuzu seslerini duyan Hatice ana, camdan baktığında, koyun sürüsünü gördü. Yüreği burkuldu. Rengi kaçmıştı. Bunu fark eden Dilan sordu:
- Ane! Kapıda ne var?
- Senin başlığın gelmiş.
- Ne diysen sen?
- Bavo seni verdi. Koyunları getirmişler.
Dilan, olduğu yerde öylece kalakalmıştı. Rengi kaçmış, buz gibi olmuştu.
- Kime? diye sordu çaresizce. Ses tonunda haklı bir isyan vardı. Oysa o, törelerin kendini kurban almasına izin vermeyecekti. Çaresiz, gözü yaşlı sordu:
- Kime verdiniz? Benim niye haberim yok?
- Sus, bavo duyar, seni öldürür.
Dilan'ın babasını düşünecek hâli yoktu. İsyan yüklü konuşmasını sürdürdü:
- Ane biraz insaf, biraz merhamet! Kimdir? Nedir? Neyin nesidir?
Gidişatı benimsemiş Hatice Hanım, Dilan'ı anlamakta zorlanıyordu.
-Duymamişsen mi? dedi ve ekledi:
-Abdo Ağanın oğludur.
Dilan çaresizdi. Boyun eğmekten başka yapacak bir şey yoktu. Başlık parası yerine gelen koyunlar ağıla, Abdo Ağanın getirdiği yüzük de Dilan'ın parmağına girmişti.
İKİNCİ BÖLÜM
Aradan bir yıl geçmiş ve Dilan evlenmişti. Evin yükü şimdi de Şilan'ın omuzlarındaydı. Yaylaya çıkacaklardı, hazırlık yapılıyordu. Evin küçük kızı Berivan artık yürüyordu. Birkaç gündür kavga etmek için, hemen her şeyi bahane ediyordu Hasan Ağa. Hatice Hanım, eşinin neden böyle davrandığını biliyordu. İçin için kahroluyordu; fakat hamile kalmak da kendi elinde değildi ki?
Birkaç hafta sonra nihayet kendisinde birtakım değişikliklerin olduğunu fark etti. Yanılmıyordu, hamileydi. Düşündü:
- Ya yine kız olursa? Aman Allah korusun! dedi kendi kendine. Böyle bir şey olursa, Hasan Ağanın evlenmesi içten bile değildi.
Kocasına haber vermeliydi. Hiç olmazsa doğuma kadar rahat ederdi:
- Ne edisen orda?
Seslenen Sultan Ebeydi. Hatice Hanım cevap verdi:
- Hoş gelmişsen ne edim? Gebe kalmışem.
- Hele şükür! İnşallah gede getiresen.
- İnşallah.
- Heç demisen niye gelmişem?
- Hoş gelmişsen, niye gelmişen?
- Şilan için. Onu, komşunun oğluna istiler de.
- Hangi komşunun?
- Memo Ağanın oğluna. Bilisen çok zenginler. Seksen baş koyun verecekler ha!
Sesin geldiğini duyan Şilan kapıya çıkmış ve duyduklarına inanamamıştı. Henüz on altısına yeni girmişti. Bu hayat onu canından bezdirmişti.
- Ne diysen Sultan Ana? Sakın babam duymasın! diyerek itiraz etti.
Ama Sultan Ananın da itirazı vardı:
- Sersem! Sen ne diysen? Yaylaları var, koyunları var, sığırları var görmisen mi?
- Koyunları, sığırları başlarına geçe! Ben istemiyem! Zaten bıkmışem bu hayattan.
- Vahh! Hele görisen mi ne diyi? Niye seni Estenbola mı verecekler?
- Allah’ını sevisen babam duymasın! Yalvarırem! Elini öpiyem. babam duymasın!
- Ayıptır! Büyüklere karşı gelisen.
- Hep ezilmek! Hep ezilmek için mi var olmuşuz? Baba ezi, büyükler ezi, töreler ezi! Bitti mi? Nerdee! Rejim ezi, koca ezi! Bizi ezmeyen heç Allah'ın kulu yok mudur?
- Heş! (sus) Sen ne biçim konuşisen?
- Yalan mı diyem? Bağ hele yaz geliy! Kış uykusundan kalkmış gibi oliyiz, kasabayı yüzümüz göri. Hemen gidiyiz yaylaya, yolumuz yoğdur yürüyek, omuzlarımıza alıp suyumuzu getiriyiz, kıyamıyız ki içek! Niye? Çünkü yol uzağdır. Suyu getirmek zordur. Okulumuz yoğdur ki derdimizi anlatacak kadar okuyak yazak. Sormiler bize, veriler kocaya! Çocuğ doğurmisen eziler, kız doğurisen eziler! Ben evlenmek istemiyem!
Hatice Hanım, kızının konuştuklarına oldukça şaşırmıştı. Endişeyle sağa sola baktı. Şükür, kocası ortalıklarda gözükmüyordu. Kızına seslendi:
- Şilan! Şilan sus! Sen çok konişisen!
- Niye yalandır ane?
Sultan Ana da bu alışılmışlığın dışında olan konuşmalara şaşırmıştı:
- Sen bunları nerde öğrendin? diye sordu.
- Hayattan öğrendim. Bir yerden öğrenmem mi gerekir? Yaşıyorum ya! illâ biri mi öğretecek? He Sultan Ana söylesene,ben niye okuma bilmiyem? Gevro'lu olduğum için mi? Yoksa doğulu olduğum için mi?
- Hani imkân yoğdur ki. Sen nerde okuyasan?
- Niye imkân yoğdur? Zorluklarla hayvan besle, yaylaya git, dert çek, zıkkım çek, gelsin vergini alsın! Ama imkân kime gitsin? İstanbulluya mı? İmkân yoksa vergi niye var?
Şak şak şak, diye gelen el şaklatma sesiyle geri döndüler. Abisi Mahmud, Şilan'ı alkışlıyordu. Hatice Ana oğlunu görünce gözleri ışıldadı, yüzü güldü:
- Mahmuuud! Kurban sen gelmişsen! Hoş gelmişsen.
- Hoş bulduk ana. Sultan Anaya dönerek:
- Sultan ane, sen de hoş gelmişsen dedi.
Sonra Şilan'a dönerek kendisine endişeyle bakan kardeşine gülümsedi ve:
- Hay ağzına sağlık, ne güzel konuşisen! dedi.
Şilan şaşkın gözlerle abisine baktı. Törelerin sık boğaz ettiği bir ortamda, abisi onun konuştuklarını onaylamıştı. Mahmud, Şilan'ın bakışları arasında konuşmasını sürdürdü:
- Doğru söylüyorsun bacım. Bizi kimse adam yerine koymuyor; hatta varlığımızı bile kabul etmeyenler var.
- O ne demek ki! Ben anlayamadım?
- Kürt diye bir kimse yokmuş. Bizler dağlarda kalan Türklermişiz. Yürüdükçe karlardan kart kurt diye ses çıkmış da, oradan "Kürt" kalmış adımız.
Şilan şaşkın bir o kadar da safça sordu:
- Yaa, öyle mi olmuş? Peki dilimiz, şivemiz niye ayrı? O da mı kart kurttan olmuş?
- Yok be bacım. Biz Kürd’üz, dilimizde Kürtçe. Bunlar bizi kabullenmedikleri için palavra atıyorlar. Her neyse bunları seninle sonra konuşuruz. Sahi babam nerde?
Hatice Ana ile Sultan Anaya, Mahmud'un konuştukları kuş dili gibiydi. Hiçbir şey anlamamışlardı? Mahmud'un sorusunu anası cevapladı:
- Bavo Erzurum'a gitmiş. Orda iş bulacağ. Bizi de götürecağ. Belki yaylaya gitmeyiz.
- Ne yani! Gevro'dan gidiyor muyuz?
- Anasının ölümünden sonra, durmak istemi buralarda. Apo (amca) Hemo da hapiste, bavoya ağır geliy!
Mahmud duraklamıştı. Sustu. Kimseye bir şey çaktırmamalıydı; yoksa bütün planı boşa çıkardı. Konuşacaktı;fakat sakin sakin konuşmalıydı. Heyecanlandığını hissetti. Sakin olmaya çalışarak:
- Ane! Ben de İstanbul'a gideceğim.
Hatice Ananın yüreği sanki yerinden çıkacakmış gibi oldu:
- İstanbul'a mı? diye sordu.
- He ya. Nasılsa okul kapandı, Çalışmaya gideyim, arkadaşlar gidiyorlar da.
O akşam Hasan Ağanın eve döndüğünde getirdiği haber Şilan açısından çok önemliydi. Şimdiye kadar Gevro'dan dışarı adım atmamıştı. Erzurum'un bir köyüne taşınacaklardı. Böylelikle komşunun oğlundan da kurtulmuş olacaktı.
Mahmud da babasına İstanbul'a gitmek istediğini, arkadaşının orada iş ayarladığını anlattı. Biraz uğraştıktan sonra babasını ikna etmişti. Ne var ki Hasan Ağa üç ay sonra öğrenecekti gerçeği. Mahmud, İstanbul'a değil, yeni yeni filizlenen terör örgütüne katılmıştı; yani dağa çıkmıştı.
Göçleri, Erzurum'un civar köylerinden Çiçekli’ye varmıştı. Burasının adından başka hiçbir yeri Çiçekli’ye benzemiyordu. Kırsal bir bölgeydi.
Göçleri gelmişti. Sanki göç de ne vardı ki? Birkaç tabak, iki tencere, yataklar bir de, koyunların yününden elde ettikleri keçe; yani yer yaygısı.
O gece, Muhtarın evinde kaldılar. Hatice Hanım Türkçe’yi tam bilemediği için muhtarın hanımının konuştuklarını anlamakta zorlanıyordu.
Muhtarın küçük kızı Selma, oyuncaklarını dökmüş oynarken, Berivan, boynu bükük, çekingen çekingen bir kenardan bakıyordu. Bu manzaraya içi parçalanan Hatice Hanım:
- Vayy anaaam! Bunların oyuncakları bile bizim gerçek ev eşyalarımızdan daha güzelmiş, diye söylendi.
Muhtarın karısı içeri girdi. Berivan'ın kenardan baktığını görünce kızına:
- Kızım! Kardeşi de oynatsana, günah! Baksana kenardan bakıyor, dedi.
- Ben türtlerle oynamam! dedi küçük Selma, konuştuğunun ne anlama geldiğini bilmeden.
Muhtarın hanımı bozulmuştu. “Anlamamışlardır” diye düşündü. Ama bozulan sadece muhtarın hanımı değildi. Çocuğun söyledikleri Şilan'ın kafasına balyoz gibi inmişti.
Ertesi gün köyün çobanına ait olan eve taşındılar. Babasının işe başlamasıyla, ekmek toplama işi yine başlamıştı. Berivan küçük olduğuna göre, iş yine Şilan'a düşüyordu.
Günler geçiyordu. Henüz hiç arkadaşı yoktu Şilan’ın. Hiç kimse, Şilan ile arkadaşlık etmek istemiyordu. Bu durum Şilan'ı oldukça üzüyor, adını koyamadığı birtakım duyguların oluşmasına sebep oluyordu. “Acaba çoban olduğumuz için mi bizi hor görüyorlar?” diye düşünüyor, bu duruma kendisi de bir anlam veremiyordu. Oynadıkları oyuna çağırmalarını ne kadar da isterdi. Yaşıtları oynarken, o da kenardan bakıyordu. Kendiliğinden de gidip, oyuna katılmıyordu. Yavaş yavaş bu insanlara karşı kin beslemeye başlamıştı.
Okulların açılmasına az bir zaman kalınca, Hasan Ağa İstanbul'daki yeğenine mektup yazdırıp, Mahmud'un gelmesini istemişti. Gelen mektup, Hasan Ağanın âdeta yıkımı olmuştu. Mektupta yeğeni şöyle yazmıştı:
Apo (amca) Hasan,
Mahmut buraya heç gelmemiştir. Nerde olduğuna gelince herhalde dağa gitmiştir. Ellerinden öperim.
Bu haber Hasan Ağanın ve Hatice Hanımın yüreklerine kor bir ateş gibi düşmüştü. Tek oğluydu, canıydı ciğeriydi. Dağa nasıl gider de ölürdü? Hasan Ağanın, hayvanlara bakma işini Şilan'a bırakarak yollara düştü. Köy köy, dağ dağ oğlunu arayacak, gelip okumasını sağlayacaktı. Aramasına arayacaktı; ama nerede bulacaktı, nasıl ulaşacaktı? İçine evlat ateşi düşmüştü. O ateş, mecnun misali Hasan Ağayı yollara düşürmüştü.
Sabah erkenden kalkan Şilan, boynunda ekmek torbası, elinde çubuğu köyün sürüsünü toplamaya başlamıştı. Yarı uykulu bir şekilde, sağa sola koşuşan koyunları toplamaya çalışıyordu. Nefret ediyordu yaşamaktan! Köy halkından, küçümseyen, acıyan bakışlardan, okula gidenlerden her şeyden nefret ediyordu. Köyü çıkana kadar ağladı. Ovanın sessizliği Şilan'ı ürpertiyordu. Allah’ tan anası öğleyin kontrol için geliyordu da bu durum, korkularını alt etmesine yardımcı oluyordu.
Ağlayarak geldi ovaya. sürü otlarken o da elindeki çubuğu rastgele yere vuruyor; âdeta ezilmişliğin, hor görülmüşlüğün hıncını topraktan çıkarıyor, vuruyor, vuruyordu...
Öğlene doğru olmuş, hava birden kararmaya başlamıştı. Eyvah! Yağmur yağacaktı. Şilan sürüyü bir araya toplamaya başladı. Gök gürlüyor, korkunç şimşekler çakıyordu. Gök gürültüsünden sağa sola koşan hayvanları toplamak kolay olmuyordu.
Birden dolu yağmaya başladı. Düşen her dolu canını acıtıyordu. Fındık ve ceviz büyüklüğündeki dolular Şilan'ı sanki taşa tutmuşlardı. Şilan koşmaya başladı. Hayvanları bırakmıştı. Bir an önce eve yetişmek istiyordu. Koştu koştu koştu. Yorulmuştu, ayağı takıldı ve düştü. Yumruklarıyla yeri döverken, gözlerinden yaş, dudaklarından da şu cümleler dökülüyordu :
-Bıktım bıktım! Yeter artık, yaşamak istemiyorum!
On gün sonra, Hasan Ağa dönmüştü. Mahmut 'dan bir haber alamamıştı. Bütün dağ köylerini dolaşmıştı. Terör örgütü ile irtibat kurmayı ve oğlunun hiç olmazsa yerini sormayı umut ediyordu. Ama heyhat! Oğlundan haber alamamıştı. Bu arada köylerin ne kadar karışık olduğunu görmüştü. Köylülere, müthiş derecede ırkçılık propagandası yapılıyordu. Gittiği her köyden onlarca genç civan, dağlara çıkmıştı.
Bölgede bir oyun oynanıyor; lâkin başrolleri kimin oynadığı pek ayırt edilemiyordu.
Bölge kırsal olmasına rağmen birtakım dış güçlerin iştahını kabartıyordu. Meselâ İsrail! Gözü bölgede idi. Büyük İsrail Devleti’nin hayalini kuran İsrail, Güneydoğu’yu da kendisine vaad edilmiş varsayıyordu. Yani Güneydoğu, Arz-ı Mev’ud toprakları arasındaydı. Söylenene göre, çizilmiş haritaları bile vardı. Emellerine ulaşmak için her yolu meşru gören İsrail’in bu konuya karışmadığını kim söyleyebilirdi?
Ermeniler!
Ermeniler de doğunun kendilerine ait olduğuna inanıyorlardı. Tarih, Ermenilerin doğu halkına yaptıklarının şahidi idi.
Sonra Rusya!
Rusya da bu durumdan kendine vazife çıkarmak isteyenlerdendi. Bölgede müthiş bir “Komünizm” propagandası başlamıştı. Yeter ki İslam’dan uzaklaşılsın da küfrün hangi çeşidi olursa olsun fark etmezdi, gayri müslimler için!
Ne demişti kutlu Peygamber: “Küfür tek millettir.” Sahi ne idi Komünizm?
İnsanlığı, Amerikan ve İngiliz emperyalizminden kurtarmak için ortaya çıkmış ve her türlü sömürgeden kurtarma bayrağını açmış, insana barışı vaat ederken, kendi ihtilalinde 17.5 milyon insanın cesedi üzerine bina olmuştu. İnsanı mide ve maddeden ibaret bir yaratık olarak görüp, her şey devlet içindir. Burjuva sınıfı yoktur, söylemlerini ön plana çıkarmış, sömürgeye karşıyız, derken, yönetim kadrosu halkı sömüren, Lenin adlı kişinin fikirleri, düşünceleri üzerine kurulmuş, diğer “izm” ler gibi bir “izm” idi.
Her şey devlet için dediğinden, insanların en tabii haklarını bile ellerinden almışlardı.
“Din, insanları uyutan bir afyondur” diyecek kadar sefil, beyinsiz birinin ortaya koyduğu bu ideolojinin kendisi zulümdü. İnsanlara barış, mutluluk ve huzuru nasıl verecekti. Kendisi milyonlarca insanın canına kastederek telef ederken, kendi ülkesindeki insanlar inim inim inlerken, başkalarına nasıl mutluluk verecekti ki?
Hatice hanım kocasını kapıda görünce heyecanla sordu:
- Ağam, sen Mahmud’u bulmuşsen?
- Yoğ nerde bulmuşem, bulamamişem.
Bu cevap Hatice Hanımın yüreğine hançer gibi saplanmıştı. Şilan ise kendi kendine mırıldandı:
- Erkek çocukta bayram edersin, kız çocukta yas tutarsın. Ama yine de çileyi kızların çeker.
"Yoğ" cevabı Hatice Hanımı adeta kahretmiş, bir anda çökertmişti. Ertesi gün Hatice Hanım sancılanmıştı. Şilan ekmek toplamadan gelince anasının sancılandığını gördü. Ekmek torbasını eve bırakıp, muhtarın evine koştu. Muhtarın karısına:
- Anam sancılandı, ebe yok mu? Yardım edebilir misiniz? diye sordu heyecanla.
Muhtarın karısı cevap verdi:
- Ebe izinde, Erzurum'a götürmek gerekecek. Bekle geliyorum. İçeri girdi. Söylenmeye başladı.
- Durmadan doğuruyorlar. Pisler! Bakabilseler dert değil. Allah kökünüzü kessin!
Şilan duyduklarına inanamadı. Bu kadar iki yüzlülük olur muydu? Yüze başka, arkadan başka konuşuyordu bu kadın.
Geri döndü ve hızlı hızlı yürümeye başladı. Yürürken de babasına kızıp söyleniyordu:
- Sanki ne vardı bizi buralara mahkum edecek. İyi ki Mahmud abim gitmiş; gitsin de öcümüzü alsın!
Muhtarın karısı da arkadan yetişti:
- Şenay beklesene! diye seslendi.
Şilan geri döndü ve:
- Yardıma ihtiyacımız yok! Ayrıca benim adım Şenay değil Şilan.
Muhtarın karısı şaşkın:
- Neden? dedi. Biraz önce yardım isteyen sen değil miydin?
- Şimdi vazgeçtim. Biz size ne yaptık ki, bu kadar kızıyorsunuz. Sevmiyorsanız sevmeyin; ama bu, iki yüzlü konuşmanızı gerektirmez.
Muhtarın karısı konuştuklarının duyulduğunu anladı. Gayet pişkin:
- İşte böylesiniz! Hem yardım istiyor, hem de reddediyorsunuz.
- Ben yardım istedim. Hakaret et demedim ki!
- Bak, bak, bak, bir de konuşuyor! Cahil ne olacak!
- Okumuş canını sevsinler. Unutmayın ki bu yer sizin olduğu kadar bizim de. Benim de dedem Ermenilerle savaşırken can vermiş.
- Fazla konuşma!
Karşı taraftan gelen komşu Güldane hanım seslendi:
- Bacı hayrola! Bu Kürt kızıyla kavga mı ediyorsunuz?
- Anası doğuracakmış da!
- Eee, ne istiyor?
Şilan atıldı:
- Hiçbir şey, hiçbir şey istemiyorum!
Muhtarın karısı:
-Allah fırsat vermesin! Okumamış, bir de okusa dili on karış olurdu valla.
-Okuyacaktım; ama birileri bunu çok gördü bana.
- Bak, bak! Görüyor musun Güldane Hanım bölücülük yapıyor? İyi ki bunlara hak verilmemiş!
- Ben bölücülük yapmıyorum! Bizi dışlayan, eğitimsiz, okulsuz kalmama sebep olanlar bölücülük yapıyorlar. Asıl bölücülüğü benim varlığımı kabul etmeyenler, dedelerimin kanının akıttığı bu topraklarda insanca yaşamamı elimden alanlar, beni hor görenler, okulsuz, doktorsuz, yolsuz bırakanlar yapıyor!
Şilan koşmaya başladı. Eve geldiğinde, anasının sancıları iyice sıklaşmıştı. O arada muhtar da arabayla gelmişti. Hatice Hanımı alıp, Erzurum Numune Hastahanenesi’ne götürdüler. Zaten köy fazla uzak değildi Erzurum'a.
Kapıda bekleyen Hasan Ağaya, Şilan müjdeyi vermişti:
- Baba, oğlandır!
- Doğru söylisen! Şükür çok şükür! Valla adı İsmail'dir.
Hasan ağa rahatlamıştı. Oğlan olması onun yüzünü güldürmüştü.
O gece Şilan ile anası hastahanede yatmak zorundaydılar. Yattıkları koğuş altı kişilikti.
Koğuştaki hanımlardan bazıları Şilanların aynı odaya yatırılmasından hoşlanmamıştı; birisi hariç. Köşede camın önündeki yatakta yatan bayan gülümseyerek:
- Hoş geldiniz, geçmiş olsun. Gözünüz aydın! demişti.
Şilan çekingen bir edayla:
- Sağ olun, diyerek cevap verdi.
Hatice Hanımın sancıları bir türlü dinmiyordu. İğne saati gelmişti. Nöbetçi hemşire gelerek Şilan'a:
- Aç şu annenin üzerini de iğnesini yapayım!
- Tamam hemen açıyorum, diyerek davrandı Şilan.
Hemşirenin suratı asıktı. İğneyi çuvaldız batırır gibi sapladı. Şilan'a sordu:
- Adın ne senin?
- Şilan.
- Niye bu ismi koydun! Bölücülükte üstünüze yok.
Şilan şaşkın, birden “Bu eleştiriyi hak etmedim” diye düşündü ve cevap verdi:
- Hemşire Hanım isimler nasıl bölücülük yapıyor anlayamadım?
- İsim kıtlığı mı varmış?
Köşede camın kenarında, yatağında okuduğu kitaptan başını kaldıran Fatma Hanım ilgiyle konuşulanları dinliyordu. Hemşire Hanım iğneyi vurduktan sonra yandaki yatakta yatan Hülya Hanıma sordu:
- Bu gün nasılsınız?
- İyiydim.
Şilan'ları işaret ederek:
- Gelene kadar...
Fatma kitabını kapattı. Feracesini üzerine aldı ve Hemşire Hanımın peşinden çıktı.
- Türkan Hemşire Hanım... diye seslendi arkasından.
- Evet.
- Biraz konuşabilir miyiz?
- Ne hakkında?
-Biraz önce ki tutumunuz hakkında.
- Doktor Hanım, ne varmış tutumumda?
- Sanırım kız rencide oldu.
-Onlarda nice anaları rencide ediyorlar. Duymuyor musunuz haberleri? Gün geçmiyor ki çatışma olmasın.
- Haklısınız, askerlerimiz vuruluyor. Terörizme kurban gidiyorlar; ama herkes terörist değil ki.
- Bakın, şimdi çok işim var Doktor Hanım. Ama bu konuyu saat ondan sonra konuşalım. Saat ona kadar koğuşları dolaşmam gerekiyor.
Fatma geri döndüğünde Hatice Hanımı bebeğine sarılmış, hıçkırarak ağladığını gördü. Herhâlde bebek ölmüştü. Yatağa yanaştı, hayır, bebek yaşıyordu. Hatice Hanımın boynuna sarıldı:
- Neden ağlıyorsun?
Hatice Hanım, Türkçe bilmediği için kızı cevapladı:
-Abim için...
- Ne oldu abine?
Şilan akıllı bir kızdı. Tam "Dağa gitti" diyecekti ki, vazgeçti
- Kaybolmuş...
- Çok üzüldüm. Hadi toparla kendini, inşallah bir gün çıkar gelir. Bak! Bebek de ağlıyor. Hadi emzir çocuğunu.
Cebinden çıkardığı selpakla Hatice Hanımın gözyaşlarını sildi. Hatice Hanım sakinleşmişti. Biraz sonra çocukla birlikte kendisi de uykuya geçmişti. Hülya söyleniyordu:
- Kimsenin kimseyi rahatsız etmeye hakkı yok.
- Haklısınız; ama biraz anlamaya çalışalım. Kadının yüreği yanıyor.
- Aman Fatma Hanımcığım sen de.
Doktor Fatma, Şilan'ı alarak koridora çıkardı. Yürüyerek camın kenarına geldiler. Beşinci kattan kuşbakışı bakıyorlardı aşağıya. Fatma sordu:
- Abin dağa mı gitti, Şilan?
Şilan, gözleri yaşla dolu cevap verdi:
- Evet.
- Çok üzüldüm.
- Neden?
- Çünkü civanlara kurşun sıkacak.
- Benim abim de civan değil mi? Birileri de ona kurşun sıkıyor.
- Öyle mi düşünüyorsun?
- Evet, öyle düşünüyorum. Can sadece sizin canınız mı?
- Yoo, herkesin canı, candır tabii.
- Bizim canımızı kabul etmiyorsunuz ki.
- Söylesene, haksızlığa haksızlıkla karşılık verilir mi?
- Nasıl yani?
- Abin dağa neden gitti?
- Hakkımızı aramak için!
- Ne hakkını?
- Elimizden alınan hakları.
- Dağda nasıl alacak bu bahsettiğin hakları? Adam öldürerek hak alınır mı hiç?
- Onlar da bizi öldürüyorlar!
Fatma elini, Şilan'ın omzuna koydu. Şefkatle yüzüne baktı, gözleriyle gülümseyerek:
- Bak Şilan, Türkiye’de birtakım haksızlıklar, yanlış politikalar olduğu bir gerçek; ama yanlışa yanlış ile cevap verilir mi? Verilmez, öyle değil mi? Ben öyle inanıyorum ki; bilmediğimiz bazı çevreler, bu konuyu kullanarak bizi birbirimize düşürüyor.
- Siz Türk müsünüz?
- Ne fark eder?
- ...............
Cevap vermemişti Şilan. Fatma Hanım konuşmayı sürdürdü:
- Susuyor, cevap vermiyorsun. Sen de biliyorsun ki, zulmedene biz de zulmedersek, zalimden farkımız olmaz. Bizler insan eksenli düşünüp, öyle değerlendirmeliyiz. İllâ da şu ırktan olan kötü olacak diye bir kaide yok ya; insanın kötüsü kötüdür. Ama çok merak ettiysen söyleyeyim; ben Türküm; ama Türk olmam Allah katında bana bir imtiyaz kazandırmaz; çünkü bütün kavimleri Allah yarattı.
- Köydekiler bizi hiç sevmiyorlar.
- Nereden biliyorsun?
- Orada yaşıyorum!
- Bak Şilan! İnsanın erkek ya da kadın olması, Kürt ya da Türk olması, Alman ya da İngiliz olması kendi elinde değildir; Allah'ın takdiridir. Buna karşı çıkan, herhangi bir kavmi dışlayan, yok sayan, küçümseyen, alay eden, hor gören Allah'ın takdirine karşı çıkmış olur.
- Siz, bizi kabullenmiyorsunuz!
- Bir kere, siz ve biz diye bir ayırım yapmak yanlış. Hepimiz bu ülkenin insanıyız. Hepimizin dedesi bu ülkenin savunmasını yaptı. Bu ülkede herkesin hakkı hukuku var.
- Ne hakkı? Bize hak mı veriyorsunuz? Türkiye’de hak hukuk mu var? Güdülen politikaları görmüyor musunuz? İtilip kakılmayı ben mi istiyorum? Eğitimsizliğimin suçu benim mi? Dağlara taşlara “Ne mutlu Türküm diyene!” yazıyorsunuz, okulda Kürt çocuklarına “Türküm, doğruyum!” diye bağırttırıyorsunuz. İngilizce’yi serbest bırakıp, benim dilimi yasaklıyorsunuz. Sonra da görgüsüz damgasını vuruyorsunuz. Toplumda gerekli olan kuralları kendi dilimde öğrensem, ben de eğitimimi alıp, toplumdaki yerimi alsam kıyamet mi kopar? İllâ Türkçe okumak mı gerekiyor? Tamam, Türkçe’yi de öğreneyim. Ama dil öğrenmek için öğreneyim. İllâ da mecbur olmayayım.
Fatma, Şilan'ın zekâsına hayran kaldı. Bu söylediklerine ne söylenebilirdi ki? İllâ da okumak gerek-mezdi, düşünmek yeterdi.
- Bak gördün mü? Haksız mıyım? Şunun konuşmalarına bak sen!
Gelen Türkan Hemşirenin sesiydi. Sesin geldiği yöne döndüler. Şilan bozulmuştu.
Türkan Hemşire, Fatma Hanıma:
- Sizi arıyorum Doktor Hanım! dedi.
Şilan gayriihtiyarî:
- Doktor mu? diye söylendi. Türkan Hemşire Şilan'a dönerek:
- Kim öğretti bu konuştuklarını sana?
Şilan bozulmuştu. Zaten gıcık oluyordu bu hemşireye. Cevap verdi:
- Kimsenin öğretmesi gerekmez. Kendim düşüne-mez miyim?
- Hani okul yüzü görmemiştin ya?
Doktor Fatma müdahale etti:
- Aman Türkan Hemşire Hanım! Her okul gören düşünebilseydi ülkenin durumu böyle olur muydu?
Hemşire odasına doğru yürümeye başladılar. Şilan ayrılacakken, Doktor Fatma seslendi:
- İstersen gel, konuşalım Şilan, dedi ve Türkan Hemşireye dönerek:
- Mahsuru yok değil mi?
- Yoo, gelsin.
Şilan da kabul etti. Hemşire odasına gittiler. Ocağın üzerinde çay kaynıyordu. Türkan demlediği çayları, hazırladığı bardaklara koyarken sordu:
- Fatma Hanım, eğer gece sohbet edecek kimse bulamazsam mutlaka uyuyorum. Sonra da yoğun bakımdakilerin ilaç ya da serum saati geçiyor. Sahi, benimle konuşmak istediğiniz neydi?
- Önce bir soru sormak istiyorum, müsaadenizle.
- Tabi buyurun, sizi dinliyorum.
- Diyelim ki İngiltere’de yaşıyorsun, sana illâ da İngiliz olacaksın, deseler ne yaparsınız? Bir de Bulgaristan’daki Türklere yapılan baskılara hep birlikte karşı çıkıyoruz değil mi?.
- Elbette! Ama bunu neden sordunuz anlayamadım?
- Siz benim birinci soruma cevap verir misiniz?
- Haa, elbette karşı çıkarım...
Türkan hemşire birden konuyu anlamıştı, devam etti konuşmasına:
- Ama lütfen yani, o başka, burası başka.
- Lütfen, objektif değerlendirmelerde bulunalım. Bulgaristan’da Türkçe isim koydurmuyorlar, sünnet yaptırmıyorlar; Türklerle bağlantılarını kurdurmuyorlar vs. Bütün bunları kınıyorsunuz değil mi?
- Elbette.
- Neden kınıyorsunuz?
- İnsan hak ve özgürlükleri var.
- Peki, bu insan hak ve özgürlüklerini sadece kendimize mi düşüneceğiz? Bunlar sadece bize mi lâzım?
- Şeyy...
- Şunu sormak istiyorum, isminizi neden Türkan koydunuz?
- Neden yasak mı?
- Hayır, merak ettim.
- Babam koyu bir milliyetçidir ve bu ismi koymak da en doğal hakkıdır.
- Peki, diğer bir vatandaş da böyle bir hakka sahip olmasın mı? Olmamalı mı?
Türkan Hemşire yine itiraz etti:
- Ama onlar bölücülük yapıyorlar!
- Nasıl?
- Aman Fatma Hanım! Daha bu gün haberlerde kaç tane askerin vurulduğu söylendi; ama onlardan da vurmuşlar oh olsun!
Şilan'ın gözlerinden, hazır bekliyormuşçasına yaşlar boşaldı. Doktor Fatma:
- Ya! Öyle mi? Çok üzüldüm. Yazık, iki taraftan da kaç ananın yüreği yandı desene! Bu yanlış, hem de çok yanlış. Adam öldürmenin hiçbir haklı yanı olamaz!
- Ya gördünüz mü? İşte, ben de bunun için kızıyorum.
- Hayır, siz bataklığa değil, sineklere kızıyorsunuz. Bataklık varsa, sinekler olacak demektir. Çaresi de sinekleri değil önce bataklığı kurutmaktır.
- Aynı şeyi söylüyoruz. Ben de kökten yok edelim, diyorum.
- Yanlış anladınız. Türkiye’de birtakım yanlış uygulamalar, yanlış politikalar sonucu bu duruma geldik. Osmanlı döneminde bu mesele, hiç problem olmuş mu? Ben diyorum ki; kendimize istediğimizi, başkaları için de istemedikçe erdemli olamayız. Dolayısıyla önce bu insanları dağlara sevk eden nedenleri düşünmek gerekir. Sonra varsa, hata düzeltilmeli ki; kanaatimce hata değil, hatalar var. Sonra Doğu ve Güneydoğuyu görmek, bölge sorunlarını görmek gerekiyor
- Nasıl yani?
- Hepimiz Afrika’daki açlıktan ölen insanlara acıyoruz; fakat bizim insanımızın çocukları da çöplükten ekmek topluyor, onları görmüyor, onlar için harekete geçmiyoruz. Kadın hakları diye lüks konferans salonlarında konuşmalar tertip ediyoruz; ama Doğu ve Güneydoğudaki kadınların çilesini görmüyoruz. Vurulan askerlerin analarıyla ağlıyoruz da, vurulan teröristin anasının çektiği acıyı anlamıyoruz!
Evet, bu insanlar kandırılıyor diye düşünüyorum. Konu hassas ve bilmediğimiz birileri de bu konuyu istismar ediyor. Zavallı gençler de kanıyorlar. Oysaki dağlarda perişan yaşayarak, adam öldürerek hangi hakkı savunabilirsin? Hangi yanın haklı olur? Acaba diyorum, bölgede İsrail’in parmağı olmasın? Hayalini kurduğu “Büyük İsrail Devleti”ne kavuşabilmesi için tezgâh kurmuş olmasın? Bunun için de bu konuyu maşa etmesin? Sahi siz hiç kırsal kesime gittiniz mi?
- Siz de çok farklı konuşuyorsunuz.
Tam o sırada servise acil bir hasta geldi. Türkan Hemşire kalkmak zorunda kaldı. Fatma Hanıma:
- Siz çayınızı için ben hemen geliyorum, diyerek çıktı.
Gelen hasta Alman bir kadındı. Turistti. Aniden sancılanmış, acile getirilmişti. Nöbetçi doktor, dahiliyeden, kalp cerrahisinden, hariciyeden de doktorları çağırmıştı. Turistle ilgileniliyor; serviste, titiz, acil ve hızlı bir koşuşturmayla işlerini yapmaya çalışıyorlardı. Yaklaşık bir saat sonra Türkan Hemşire dönmüştü. Fatma Hanımı oldukça üzgün buldu:
- Hayrola Doktor Hanım, üzgün müsünüz? diye sordu.
- Üzüldüm! Hem de çok üzüldüm!
- Bir şeyi yokmuş, evhamlı biri.
- Benim üzüntüm ondan değil, aynı alâkayı kendi insanımız da hakkedip; fakat göremediğindendi.
Türkan Hemşire, bir an bozulmuştu. Karşısında konuşan bir doktordu, Türkan Hemşireye göre sıradan biri değildi. Bozulduğunu fark ettirmeden konuyu değiştirdi, yerine oturup, çayını yudumlamaya başlarken:
- Sahi, ne diyorduk? Haa! Kırsal kesimden bahsediyorduk. Gidip, gitmediğimi sormuştunuz.
- Gittim elbet. Doğrusu çok geri kalmış, toplumsal kurallardan oldukça habersizler.
Şilan, Türkan Hemşireye nefretle bakıyordu. Zor zaptediyordu kendini. İçinden "Şeytan diyor ki geçir saçını başını birbirine, görgüyü, kuralı o zaman anlasın" diye geçiriyordu. Ama şu kibar hanım, Doktor Hanıma saygısızlık etmek istemiyordu.
Doktor Fatma, Şilan'ın bozulduğunu anladı. Türkan'ın sözünü keserek konuştu:
- Hemşire Hanım bir dakika! Ön yargılı ve kalıp içinde düşünmeyelim. İnsan insandır, bir insanın birtakım şeylerden mahrum olması, o insanın insanlığından bir şey eksiltmez. Köylünün biri Efendimizin(s.a.v) görebileceği bir yerde, hem de mescitte küçük tuvaletini yapmaya kalkınca, sahabe birden tepki veriyor. Ama Efendimiz (s.a.v.), o şefkat Peygamberi, o eşsiz önder, o başöğretmen, köylüyü anlıyor ve sahabesine tepki vermemeleri gerektiğini söylüyor. Bunun gibi örnekler çoktur; isteyen tarih kitaplarından yüzlercesini okuyabilir. Şimdi sormak istiyorum; bütün bunlara sebep olan nedir? Eğitimsizlik öyle değil mi?
- Elbette.
- Peki, eğitimsiz kalmalarına sebep olanların ya da etkenlerin hiç suçları yok mu?
- Okul açsan da, okumuyorlar ki!
- Ben sizin gibi düşünmüyorum. Meselâ insan toplumsal bir varlık ve böyle olunca da toplumsal kurallardan haberdar olması gerekir. Peki, bu toplumsal kuralları İngilizce okusam bir mahsuru var mı?
- Hayır! Neden olsun ki?
Türkan Hemşire sözün nereye geleceğini anlamadan cevap vermişti. Doktor Fatma ise asıl söylemek istediğini tane tane söyledi:
- O hâlde, Kürtçe okuyunca neden olmasın?
Şilan hayran hayran baktı Doktor Fatma'ya, gayriihtiyarî sordu:
- Yani siz, Kürtçe’ye karşı değil misiniz?
Doktor Fatma şefkatle baktı Şilan'a. Gülümsedi; yüreğindeki insan sevgisini gözleriyle aktarmak istiyordu Şilan'a.
- Hayır, dedi ve devam etti:
- Neden karşı olayım ki? Canım benim; çünkü bütün dilleri ve kavimleri Allah yaratmıştır. Allah, Kur'an'ı Mübin’ de şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler; bir kavim diğer bir kavimle alay etmesin; olur ki, alay edilenler, kendilerinden daha hayırlı bulunurlar. Birbirinizi ayıplamayın, birbirinize kötü lâkap takmayın.”
Ayrıca bir başka âyette de insanları, kavimlere çeşitli hikmetlerden dolayı ayırdığını buyuruyor. Ve yine diğer bir âyette, dilleri kendisinin yarattığını bize bildiriyor. Şimdi bunlara karşı olmak, Allah'ın âyetlerine karşı olmak anlamına gelmez mi? Elbette ki gelir! Dolayısıyla bir Müslümanın karşı olması asla düşünülemez.
Büyüklerimizin "Cahil cesur olur" sözünü doğrularcasına atıldı Türkan Hemşire:
- Olur mu canım? Bunlar dağlarda kalan Türklermiş. Karda yürürken kart kurt diye çıkan seslerden adları Kürt kalmış.
- Hayır! diyerek bağırdı Şilan.
Sinirinden sesi titriyordu:
- Hayır, ben Kürd’üm! Beni yok sayamazsınız! Ben varım ve siz de bu gerçeği görmek zorundasınız!
Doktor Fatma Hanım tartışmanın münakaşaya dönüşmemesi için müdahale etti:
- Bir dakika! Lütfen, konuşmamızı farklı buutlara çekmeyelim. Şayet insanı ve insana uygun evrensel değerlerden bahsedersek, o zaman bu ayrıştığımız noktalar, bizi kavgaya değil, kaynaşmaya götürür.
Şilan, moral bozukluğunun da etkisiyle Doktor Fatma'nın ne demek istediğini anlamamıştı. Anlamadım dercesine baktı Fatma'nın yüzüne. Doktor Fatma aynı sevecenlikle ve şefkatle gülümsedi. Hemen yanında oturan Şilan'ın omzuna elini koydu ve konuşmaya devam etti:
- Değil mi ki bütün kavimleri ve dilleri yaratan Allah'tır? O yaratan Allah "Hiç kimsenin kimseye üstünlüğü yok. Üstünlük, sadece iman etmenizde ve sonra da imanın gereğini yerine getirmeniz olan takvadadır” buyurmaktadır. O hâlde insan baz alınmalı; kavim, soy, sop, makam değil.
Bu sırada Hatice Hanım, Şilan'ı çağırmıştı. Kalkıp çıktı, aklında bir yığın soru işaretiyle...
Doktor Fatma ne iyi bir insandı. Herkes onun gibi düşünse ne olurdu sanki? Allah'tan bahsediyordu, belli ki O'nu iyi tanıyordu. Ya ben? Ben niye tanımıyorum? Sadece yaratan olduğunu biliyorum o kadar. Peki bu yetiyor mu? Hayır! Kocaman bir hayır!
“Kahrolun okumamın önündeki engeller!”, diye söylendi hırsla. “Lânet olsun size, beni cahilliğe mahkum edenler, lânet olsun size!”.
Annesinin yanına geldiğinde annesi ağlıyordu.
- Ağrın mı var ana? diye sordu.
- He, ağrım var. Yüreğim ağırıy. Ahh Mahmud! Yüreğimi yağısen.
- Sus ane! Bizi anlayacak ve bize kızacaklar.
Hatice Hanımın yüreğindeki acı, söz dinlemiyordu ki. Yeni oğlu olmuştu; lâkin bu bebe, Mahmud'un acısını hafifletmek yerine, alevlendirmişti. O da kendi lisanıyla şöyle diyordu:
- Oğlumu elimden alanlar; Allah belânızı versin!
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Çiçekli Köyü’nde daha fazla duramamıştı Hasan Ağa. Oradan gelip dağlarda oğlunu aramak oldukça zor oluyordu. Taşınmalıydı; fakat nereye? Gevro'ya dönmek istemiyordu. Anasının vurulmasından sonra dar gelmişti Gevro, Hasan Ağaya. Çiçekli’de senesini doldurup anlaşma süresi sona ermeden, gideceği yeri ayarlamalıydı. Öyle de yaptı. Ağrı'nın civarında olan Iğdır'a yerleşti.
Evde herkes küçük İsmail'in hizmetçisi gibiydi. Hasan Ağa gözü gibi baktığı İsmail'in ağladığını gördüğünde; bağırıp çağırıyor, kimi zaman da evdekileri sıra dayağına çekiyordu.
Mahmud'un gidişi Hasan Ağayı psikolojik olarak hasta etmişti. Bütün asabiyetine ve katı görünmesine rağmen, gizlilerde ağlıyordu.
- Ola Mahmuuud, geri gelesen ne olur? diye feryatlar ediyordu. Bir yandan da nerede ufak bir umut ışığı belirse, bulurum umudu ile hemen koşuyordu. Gitmediği köy, dolaşmadığı dağ kalmamıştı. Nereye gitse bir haber alamıyordu. Eve televizyon almıştı. Her haber çıktığında eve bir ölüm sessizliği çöküyordu. Öldürülenler arasında oğullarının isminin okunacağı korkusu yüreklerini daraltıyordu.
Şilan'ın amcasının kızı Keriman da koyu bir komünistti ve dağdakileri destekliyordu. Keriman'ın konuşmalarından Şilan da etkilenmiş, koyu bir ırkçı olmuştu. Öyle ki gerektiği zaman canımı bile veririm, diyordu. Evlenmeyi hiç düşünmüyordu; ama bölgede töre kanunları dokunulmazdı. Kızlar on beş yaşına geldiklerinde evlenmeleri gerekirdi. Şilan isteyenlerin birçoğunu geri çevirmeyi başarmıştı; ama bu defa babasını ikna etmesi mümkün gözükmüyordu. Annesi her zamanki gibi İsmail'in beşiğini sallarken Mahmud'a ağıt yakıyordu.
- Vayy, vay vayy, vay! Vayy, yüreğim yanıy Mah-muud!!
Açmisen, hastamisen, sağmisen Mahmuud? Demi-sen mi anam ağlar, demisen mi anam yanar Mahmuud? Vayy yüreğim yanıy Mahmuud! Açmişem televizi de demiş dağda savaş olmuuuş; susmişem, yüreğim yanmış, korkmuşem deye oğlun ölmüş!
Şilan'ın yüreği de parçalanıyordu. Dayanamayarak annesine kızdı:
- Yeter ana! Yeter artık!
- Çı? (ne diysen?)
- Daha yeter diyorum. Mahvoldun, yeter artık!
- Hani, benim yüreğime sözüm geçiy mi?
O sırada Hasan Ağa içeri girdi. Herkes susmuştu. Hanımı gözyaşlarını saklamaya çalıştı. Zira dayak yemesi içten bile değildi. Hasan Ağa hiçbir şey konuşmadan telefonun başına gitti, telefon tuşlarına basıp bekledi. Karşı taraftan cevap verilince konuşmaya başladı. Evdekiler de pür dikkat Hasan Ağayı dinlemeye başladılar:
- Tamam, bu akşam gelirseniz gelin, yarın işim var deyip, kapattı telefonu. Evdekilere döndü:
- Akşama Şilan'a yüzük takılacak tamam mı? Hazırlık yapın! Ben çıkıyorum, koyun kesecem.
Şilan olduğu yerde kalakalmış, buz gibi olmuştu. Hiçbir şey demedi, diyemedi. Babası çıktıktan sonra:
- Ana kime veriyorsunuz beni?
Sesi isyan doluydu, sitem doluydu. Anası, Şilan'ın hissettiklerinden habersiz cevapladı:
- Ali.
- Kim bu Ali?
- Memet Ağanın oğludur. Okumuş ha! Zengindir, dükkânı var.
- Ben evlenmek istemiyorum ki, daha on yedi yaşındayım!
-Sus! Bavo duyarsa hepimizi öldürür.
- Ya ana, sen tanıyor musun?
- Yooğ, bavo tanıy.
Şilan çaresizdi. Bu durumda “evet” demekten başka çaresi yoktu. O gün akşama kadar ağladı; ama bunun çare olmadığını kendi de biliyordu. Yapacak bir şeyi yoktu. Gücü; ancak gözyaşlarına yetiyordu.
O gün akşam, Şilan'a yüzük takılmış ve doğuda bir kız daha, törelere kurban edilmişti. Kimdi bunun sorumlusu? Bu soru hep sorulacak; ama kimse suçu üstüne almayacak, kimse cevap vermeyecekti!
Şilan, ilk gördüğünde Ali'ye hemen ısınamamıştı. Zaten düğün gününden önce de görmemişti. Öyle davullu, zurnalı düğün yapılmadı; çünkü Mahmud'un gidişini duyduktan sonra evde hep yas vardı.
Şilan, tanımadığı bir aile ortamında bulmuştu kendini. Kalabalık bir aileydi Ali'nin ailesi. Ana, baba, görümceler, kayınlar ve bir de hayvanlarıyla ilgilenen çobanları. Herkes aynı evi paylaşıyordu.
Evleri bahçe içinde, topraktan yapılmış üç odadan ibaretti. Mutfak olarak kullandıkları yer, hemen girişte, bir köşeydi. Raf çakmışlar, önünde de ocağı kondurdukları tahtadan bir masa.
Bahçede sondaj vurarak çıkarttıkları kuyu suyu vardı. Su ihtiyaçlarını buradan temin ediyorlardı.
Şilan' ın işi ağırdı. Kaynana ve kaynata kalkmadan, kalkmak zorundaydı. Onlar yatmadan da dinlenmeye çekilmek yoktu. Ev halkıyla aynı sofrayı paylaşmak törelere aykırıydı. Sofrayı koyup, kenarda bekliyordu. Herkes yiyip çekildikten sonra, yemek kalmışsa bir köşede yemeğini yiyip, hemen işine koyuluyordu.
Kaynana ve kaynatasıyla konuşması da törelere aykırıydı. Meramını işaretle anlatması gerekiyordu. Gelinin sesini duyurması saygısızlık olarak telâkki ediliyordu, yörede ...
Binlerce kadın da bu töreye uymak zorundaydı. Hem de bu törenin bir şaman töresi olduğundan habersiz olarak...
Şilan nereden bilebilirdi ki; kaynata nâmahrem olmayıp, hem de baba hükmünde olduğundan, onunla yemek yemesi, sesini duyması anormal değil; aksine helâldi. Bu yanlış törelere uyarak, Allah'ın helâlini haram saymış olduğunu nereden bilebilirdi ki?
Bu töre yasalarını körü körüne taklit eden sadece Şilan değildi ki. Kur'an'ın şu fermanından habersiz olarak birçok insan vardı:
“Dillerinizin (birçok şeyleri) yalanla nitelendirmesinden dolayı (kendi kafanıza göre:) «Bu helâl, bu haramdır» demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise şüphesiz iflah olmazlar.”
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Kiraladıkları ev iki odalı, beton sıvalı, küçük bir mutfağı ve bir de banyosu olan bir evdi. Buraların imkânına göre lüks bile sayılırdı.
Şark hizmeti için gönderilen Turan Öğretmen, hanımı Kübra'yı getirdiğinde “İnan bulabildiğim en iyi ev buydu. Ankara'nın şartlarına bakılırsa iyi değil; ama ne yapalım, daha iyisini bulma şansımız yok.” demişti.
Kübra, tuvaletin bahçede oluşundan ve bir de kanalizasyonun bulunmayışından oldukça rahatsız olmuştu. Tuvalet için kuyular eşiliyor ve etrafı örülerek görüntüyü engelliyor ve bu kuyuyu tuvalet olarak kullanıyorlardı. Doğu ve Güneydoğunun sorunları olduğunu biliyordu; ama doğrusu bu kadarını da beklemiyordu. Çare yoktu, şark hizmeti bitene kadar sabredeceklerdi.
Kübra'yı sıkan bir şey daha vardı; arkadaşsız olması ve akrabalarının uzaklığı. Yöre halkının birçoğunun Türkçe bilmemesi de onun için ayrı bir sorundu; zira konuşsa da anlaşmada zorluk çekiyordu.
Taşındığı ilk günlerde günü hep tedirginlikle geçiyordu; ama son günlerde içindeki adını koyamadığı, endişe, yavaş yavaş kaybolmuştu.
Ankara'dan geldiğinin üzerinden yaklaşık iki ay geçmişti. Evin işini bitirmiş, kapının önüne ektikleri çiçekleri suluyordu. Bahçe duvarının arkasından gelen sesle düşüncelerinden sıyrıldı. Sesin geldiği yöne başını çevirince, bir bayanın kendisine "Gel" diye el salladığını gördü. Hortumu bıraktı, tedirginlikle duvara yaklaştı. Bayan kendisine gülümsüyordu. Gülümsemesi o kadar içtendi ki, Kübra'nın içi bir anda güvenle dolmuştu. İçinden "Allah'ım ne kadarda doğal, zerre kadar yapmacıklık yok" diye geçirirken hanım konuşmaya başladı:
- Ça diki? (ne yapıyorsun?) Hele serçe vare de. (hoş gelmişsin) Kübra bön bön baktı kadına. Acaba ne diyordu? Kadın elindeki sıcacık tandır ekmeklerini Kübra'ya uzatırken konuşmasını sürdürdü:
- Du garibe. (sen garipsin) Çı lazıme mira beje. (neye ihtiyacın olursa bana söyle) Ez ni harivim ninim, ciranem. (biz yabancı sayılmayız, komşuyuz)
Kübra ekmekleri aldı, mis gibi kokuyordu. Ama kadının konuşmasından hiçbir şey anlamamıştı.
- Teşekkür ederim. Allah razı olsun, dedi.
Kadın konuşmasını sürdürürken, Kübra anlamı-yorum mânâsında işaret etti. Kadın evine dönerek seslendi:
- Berfooo!! Berfooo hele vare! (gel !).
Bir iki dakika sonra bir genç kız çıkageldi. Temiz yüzlü, sevecen biriydi. Kadın bir şeyler anlattı, kız güldü. Sonra da başladı kadının söylediklerini tercüme etmeye:
- Önce hoş geldiniz, diyeyim. Biraz geç oldu ama kusurumuza bakmayın, Bu hanım, benim anam. Adı Ğece yani Türkçe’de Hatice. Benim adımda Berfin.
- Memnun oldum. Benim adım da Kübra. Annenizin konuştuklarını anlayamadım.
- Anam da zaten onun için beni çağırdı. Diyor ki; Biz komşuyuz sakın gariplik çekmesin. Kızlarım var, yardım istersen gelirler. Bir şeye ihtiyacın olursa bizden çekinmesin.
- Siz gülünce zannettim ki komik bir şey anlatıyor.
- İnsan konuşulanı anlamayınca, belki de bana güldüler sanabilir. Anam diyor ki "Ben Türkçe bilmiyorum, kusuruma bakmasın" Ben de, bunun neresi kusur dedim de, bana "Sus! Misafirimize ayıp olmasın" dedi, onun için gülmüştüm. Sahi buraları nasıl buldunuz? Memleketiniz neresi?
- Ankara.
- O zaman sorumu geri alayım. Tabii ki yaşam şartlarını beğenmemişsinizdir .
-Yoo, estağfirullah.
- Ankara ile burasının yaşam standardı bir değil. Umarım çok zorlanmazsınız.
- Benim sizden farkım yok. Lütfen öyle konuşmayın!
- Evet, haklısınız. Ben de biliyorum, sizin bizden farkınızın olmadığını; ama birileri oralara sunduğu imkânları benden esirgiyor. Farkımız şurada; ben doğunun çilekeş çocuğu, siz, siz ise... Şeyy neyse şimdi bunun sırası değil. Madem komşuyuz, bu meseleleri daha çok konuşuruz.
Kübra, Berfin'in konuştuklarını anlamaya çalıştı. Bu sitem kimeydi? Lâfı değiştirdi:
- Doğrusu arkadaşsızlıktan sıkılıyorum. Sizinle arkadaş olmak isterdim.
- Bunun önünde bir engel yok. Bunu ben de isterim. Bak ne diyeceğim, bu gün benim arkadaşlarım bize gelecekler; siz de gelmek ister misiniz? Onlarla tanışırdınız.
- Memnun olurum. Gelmeye çalışacağım.Teşekkür ederim. Öğle olmuş Turan Öğretmen yemeğe gelmişti. Kübra, Berfin ile olan diyalogunu anlattı ve kendisini davet ettiğini söyledi. Turan Öğretmen de hanımının yalnızlığına üzülüyordu:
- Git tabi, git de çevre edin; ama lütfen dikkatli ol!Konuşmalarına dikkat et!
- Hayatım, dedi Kübra, bu endişe neden?
- Buralar kozmopolit yerlerdir. Kimsenin tepkisini çekmeyelim; duyuyorsun, kim, kimi niçin vurduğu belli değil.
- Biz, Allah’tan başka hiç kimseden Allah kadar korkmayacağımıza, “kâlu belâ” da söz vermemiş miydik? Unuttun mu? Hem, unuttuğun bir şey daha var, takdir ne ise o olur.
- Korku, fıtrî bir duygudur Bizim için tehlikeli olan, Allah’tan korktuğumuz kadar başka şeylerden de korkmaktır. Yoksa hiç korku yaşamayacaksın diye bir şey mümkün değildir. Hem bu durum sadece korku duygusuyla sınırlı değildir ki. Örneğin; severken de hiçbir şeyin sevgisini Allah'ın sevgisi düzeyine çıkartılmamalı. Güven duygusunda da bu böyle vs. O zaman şirk gündeme girer. Hem, hayatım! Canım benim! Senin de unuttuğun bir şey var.
- Nedir o?
- Efendimiz Muhammed (s.a.v.): “Önce deveni bağla, sonra tevekkül et.” Buyurmuştur. Ben de tedbir amaçlı söylemiştim. Yoksa korkuyoruz diye, dava için bir şey yapmayıp, bekleyelim demek istememiştim.
Tam o sırada kapı çaldı. Kübra, sofradan kalkıp kapıya baktı. Gelen küçük bir kızdı. Saçlarını iki örük yapıp, omuzlarından aşağı salmıştı. Ayağında lastik ayakkabı, dizden aşağı eteği ve eteğin altında da topuklara kadar pijaması. Yanakları al al, başını eğerek konuştu:
- Ablam seni çağırıy...
Kübra, şefkatle kızın başını okşadı ve sordu:
- Senin ablan kim?
- Berfo, dedi. Kızın utangaçlığı yüzüne olduğu gibi yansımıştı.
Kübra, kızın alnından öptükten sonra, tekrar sordu:
-Peki, adın ne senin?
- Gülçiçek.
- Maşallah! Gerçekten de Gülçiçek'sin sen. Bekle, hazırlanıp geleyim.Kübra içeri girdi. Turan Öğretmen sordu:
- Gelen kimmiş?
- Berfin'in kardeşi. Beni almaya gelmiş. Müsaadenle ben çıkayım.
-Tabii, çıkabilirsin. Yalnız unutma! Davetçi, davet etmeden önce biraz da olsa davet edeceği muhatabını tanımak zorunda. Karşı tarafın anlama kapasitesi, zaafları, durumları bilinmeli.
- Bunu daha önce de söylemiştin.
- Canım benim, beni yanlış anlama! Davan için nasıl sancı çektiğini ben biliyorum; sadece hatırlattım.
- Teşekkür ederim. Hadi Allaha emanet ol!
Kübra, tesettürünü giyerek çıktı. Hemen bahçe duvarından atlayarak geçtiler. Berfin, kapıda karşıladı Kübra'yı ve şaşırdı. Kadın sanki uzak bir yere gidiyormuş gibi giyinmişti. Şaşırmış olması normaldi; çünkü Berfin'in Allah'ın şöyle buyurduğundan haberi yoktu:
“Mü'min (Allah'a inanan) kadınlara da söyle: (Herhangi bir ihtiyaç için) dışarı çıktıklarında dış örtülerini giysinler.”
İçeri girdiler. Berfin'in arkadaşları da şaşırmışlardı. Ayıp olmasın diye, "Susun!" işareti yapmıştı Berfin.
Toprak ve kerpiçten yapılmış, iki odalı bir evdi. Yerler, yünden yapılma, adına "Keçe" dedikleri bir çeşit kilimle döşeliydi. El yapımı yer minderleri ve yastıklar, kilim deseni dokunmuştu. Kübra içinden "Sünnet üzere,ne kadar sade bir ev" diye geçirirken". Berfin arkadaşlarıyla tanıştırmaya başladı:
- Ya hevan! (ey arkadaşlar) Bu, komşumuz Kübra Hanım, Ankaralı; ama buraya Aydın'dan gelmiş. Lütfen siz de kendinizi tanıştırın. Ben, çaya bakıp geleyim.
Kübra gülümsedi. Gelenler dört kişiydi. En başta oturan:
- Buyurun, oturun; ama önce üzerinizi çıkarın!
Kübra tedirginliğine anlam veremiyordu. Sıkılarak sordu:
- Şeyy, erkek gelmez mi? Biz ev ortamında..
Yine aynı genç kız sözünü keserek:
- Sizi anlıyorum. Rahatınıza bakın, Berfo'ya söyleriz halleder. Kübra, tesettürünü çıkarıp, duvardaki çiviye astı ve yer minderlerinden birine oturdu. Kızlar kendilerini tanıtmaya başladılar. İlk konuşan yine en baştakiydi:
- Adım Keriman. Berfo'yla akrabayız. On dokuz yaşındayım. İki yıllık üniversite bitirdim.
- Benim adım da Fatma.; ama bana Fatte derler. Ben de liseyi bitirdim.
-Benim adım da Hene; yani Hanife. Ben lise mise bitiremedim. Keriman ile Fatte bizim şanslılarımızdan. Eee, ağa kızı olmanın azıcık avantajı olsun, öyle değil mi?
O sırada Berfin, çay bardaklarıyla içeri girdi:
- Tanışma faslı bittiyse, biri bana yardım etsin.
Kısa zamanda kaynaşmışlardı. Kübra'nın anlam veremediği tedirginliği gitmiş, yerini rahatlığa bırakmıştı. Çok sıcak bir ortamdı. Hiç kimse kendini yapmacık bir harekete zorlamıyordu. Kübra'ya her şey çok doğal gelmişti. Çok misafirperver ve candan insanlardı. Hele, ev sahibinin misafire olan hassasiyetini hissetmemek mümkün değildi. Berfin'in annesi iki de bir gelip kızını:
- Mevanlarımıza (misafirlerimize) hizmet et, diye uyarması, gülüşmelere sebep oluyordu. Berfin, yine bir uyarı aldıktan sonra, konuşmaya başladı:
- Kübra Hanım, lütfen mazur görün! Kültürümüz farklı, yöremiz farklı, anlayışımız farklı.
Keriman atıldı:
- Zaten farklı muamele de görüyoruz.
Berfin:
- Ehh, bu kadar farkımız olduğuna göre. Neyse başlama şimdi Keriman!
Kübra'ya dönerek devam etti konuşmasına:
- Biz de misafir çok önemlidir ve mutlaka yemek ikramı vardır. Anamın rahatsızlığı yemek değil de, çay pasta verdiğim için.
Kübra, Berfin'in konuşmasını beğenmişti. Gayet düzgün Türkçe konuşuyordu:
- Anlıyorum. Biliyor musunuz? Hz. İbrahim Peygamber de, gelen misafirlerine yemek hazırlarmış. İkramsız asla bırakmazmış. Sahi, Berfin, sen nereden mezunsun?
Berfin önce bir kahkaha attı. Sonra yüzünde acı bir ifade belirdi. Kübra'ya bakarak cevap verdi:
- Kendi okulumdan.
Kübra, anlamadım dercesine baktı Berfin'e. Berfin devam etti, her harfinde sitem, isyan olan konuşmasına:
- Okula gitmedim, gidemedim. Kendi çabalarımla okuma yazma öğrendim. Bizim buralarda imkânlar kısıtlı ve özellikle de kadınlar hem törelerin, hem de imkânsızlıkların kurbanı oluyorlar. Okuyabilenlerimiz de yok denecek kadar az, onlarda bir şekilde kendini büyük şehirlere atabilenlerimiz.
Keriman, Berfo'nun sözünü kesti:
- Kübra Hanım, Berfo ağzını açtı mı daha susturamayız. Müthiş bir militandır. Okumamış; ama okuyanları cebinden çıkarır.
Berfo tekrar güldü. Gülüşü çok anlamlıydı:
- Bir dokun bin ah işit, demişler. Ne yapalım, biz doğunun çilekeş çocuğuyuz. Başka yerlerde konuşturmuyorlar, kendi aramızda konuşalım bari. Deşarj oluruz hiç değilse.
Kübra, merakla sordu:
- Töre kurbanı dediniz, nasıl yâni?
- Nasıl mı? Dudakların uçuklamasın sakın! Anlatayım: Burada töreler çok katıdır. Kız için, gelin için, daha doğrusu herkes için.
- Bir örneklendirme yapabilir misin?
- Tabi. Meselâ; kızlar evlenecekleri adamı seçme hakkına genelde sahip değiller. Başlık olmadan evlenilmez; koyun, sığır, para, artık ne varsa verir; ancak ondan sonra kızı alabilirler. Gelinler, kaynana ve kaynatanın yanında konuşmaz, yemez, içmez, çocuklarını sevemezler. Herkesten erken kalkmak ve herkesten geç yatmak zorundadırlar.
- Allah Allah, çok ilginç! dedi Kübra hayretle.
Berfin:
- Daha ne ilginçlikler var. Dokunamazsınız törelere, Milletvekilleri gibi dokunulmazlıkları vardır. Anlayış olarak, kızlar başını açamazlar, okul zaten yok. Olsa da başörtüyle gitmek yasak.
Kübra, duyduklarına inanamamıştı. Demek insanlar dindardılar.
Kübra'nın şaşkınlığını anlayan Berfin:
- Yoo yoo, anladığınız gibi değil. Baş örtüsü takıntımız var; ama geleneksel anlamda. Şöyle ki; illâ da başta bir bez olmalı. Yoksa saçlar tam örtülmüş yada örtülmemiş fark etmez. Tabi biz burada bataklığı değil, sivrisinekleri konuşuyoruz. Asıl bataklığı konuşmak gerek.
- Evet, haklısın! dedi Kübra. Herkes susmuş Kübra ile Berfin'in ikili konuşmasını dinliyordu. Berfin:
- Asıl sebep eğitimsizlik diyerek konuşmasını sürdürdü:
- Hele şimdilerde çok az da olsa büyük şehirlere gidip okuyabilenlerimiz var. Eğitim de, benim halkımın değil, devletin sorunudur; ama, maalesef biz gereken ilgiyi göremiyoruz. Sadece oy zamanı hatırlanan bir topluluğuz. Neden hatırlasınlar ki? Benim varlığımı, dilimi kabul etmiyorlar ki. Neticede ne oluyor? Birileri bu meseleleri istismar ederek, aynı ülkenin insanını birbirine düşürüp, yine birbirlerine kurşun attırıyorlar.
Keriman atıldı:
- Berfo yine başlama! Ne istismarından bahsediyorsun? Hakkımızı almayalım mı? Ben, İstanbul'da okudum. Nasıl dışlandığımı ben bilirim. İyi diyalogumuz olan; ama Kürt olduğumu bilmeyen bir hanıma, Kürt olduğumu söylediğim zaman bana "Olsun onlar da insan" demez mi? Ben de: “Ya ne olmalarını bekli-yordun?” diye bağırmışım elimde olmadan. Ne demek istediğimi acaba anlatabildim mi?
- Yine de yanılıyorsun amca kızı. Adam öldürmenin hiçbir haklı yanı olmaz. Bunu Kürt, Türk, Laz yapmış; önemli değil.
Keriman'ın sinirlendiği ses tonundan belli oluyordu:
-Bak, dedi ve devam etti hiddetle:
- Sen dönen dolapları bilmiyorsun. Topluma çık, çık da nasıl dışlandığımızı bir gör! Nasıl hor görüldüğümüzü bir gör de, sonra konuş!
- Yine başlamayalım. Hem Kübra Hanımı da sıkmaya hakkımız yok. Bu konuları seninle defalarca konuştuk. Ben, hakkımız alınmasın demiyorum; a ma haksızlık ederek hak alınmaz, hakkımızı başkalarının hakkına tecavüz etmeden alalım diyorum.
- Sanki başkaları benim hakkıma tecavüz etmiyor.
- Sen de başkalarının hakkına tecavüz edince, başkalarından ne farkın kalır? Kübra'ya dönerek sordu:
- Öyle değil mi? Haksız mıyım?
Kübra birden kendini hararetli bir tartışmanın içinde bulmuştu. Berfin'in cevap beklediğini görünce konuştu:
- Öyle bir dalış yaptınız ki, birden konuya adapte olamadım. İzin verirseniz önce konuyu anlamaya çalışayım. Sonra fikrimi söylerim. Şimdi sen söyler misin? Neyi savunuyorsun? Keriman'la anlaşamadığınız nokta neresi?
- Ben, doğulu insanların ezildiğini, özellikle de ırkımın hor görüldüğünü görüyorum. Bu toplumda böyle, bunun içinde bir de kadın eziliyor; hem de iki türlü.
- Nasıl ?
- Nasıl mı? Birincisi: Yöre halkı olduğundan ki, hayat şartlarını görüyorsun. Normal bir hayat yaşama şansından uzak. Ömrü, ahır, yayla ve evin arasında geçiyor. Doğurmaz, suçlu; kız doğurur yine suçlu.
İkincisi ise: Halkımın katı töreleri eziyor kadını. Bu da yine eğitimsizlikten kaynaklanıyor. Yetkililer ise; batıya üniversite, doğuya hapishane açıyor.
Kübra:
- Çok sitemli konuşuyorsun. Ben, üniversiteye gittim de ne oldu? Okuyamadım. Türküm; ama okuyamadım. Konuyu tek kendi açından değerlendirme!
- Evet, haklısın. Sizin de sıkıntılarınız var. Müslümanlık açısından da kamusal alanda yasaklar var. Hatta menfaatlerine dokunursa, fert bazında dahi yasaklayabileceklerini bile düşünüyorum. Şimdi, Keriman'a diyorum ki, bu haksızlıklara dağa çıkıp asker vurarak “dur!” denilmez, denilmemeli. Haksızlıklar, haksızlık yapılmadan dile getirilip, ortadan kaldırılmalı. O da diyor ki; Hayır, dağdakiler haklarını arıyorlar. Kübra, Berfin'in zekâsına, konuşmasına ve yorumuna hayran kalmıştı.
- Sana katılıyorum Berfin. Cehalet insanlığın en baş düşmanıdır. Ayrıca belirtmek isterim ki, Peygamber Efendimize gelen ilk emir "Oku"dur. İlk inen âyetler aynen şöyle:
“Oku, Yaratan Rabbinin adıyla. O insanı alak'tan yarattı. Oku, insana bilmediğini öğreten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabb'in en büyük kerem sahibidir.”(Alak,1-5)
Dikkat edecek olursak namaz kıl, oruç tut değil, ilk emir okumakla başlamıştır. Diğer bir âyet de aynen şöyle:
“De ki: "Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?”
Berfin şaşırmıştı. Söylendi:
- Allah Allah! Kur'an da böyle şeylerde yazılı mı?
- Evet; çünkü Kur'an hayat kitabıdır. Allah bize "Oku" diyerek emretti. Biz Kitabı, yalnızca yüzünden okuduk. Oysaki Allah'ın bildirdiği okumak bu değildi.
Eğitim sorunu, en önemli sorunlardan biridir; fakat bir tarih profesörünün de dediği gibi: “Okumak demek, magazin oku, dergi oku, gazete oku değil; Rabb’in kanunu olan Kur'an'ı oku ve yine O’nun istediği gibi oku!” Hakikati okumak gerek. Burada bir sorun daha var. O da; bizi okula almıyorlar diye oturup beklememeli, kendimizi geliştirecek imkânlar üretmeliyiz.
Deminden beri sessizce dinleyen Fatte, Kübra'nın sözünü kesti:
- Af edersiniz! Sözünüzü kestim; ama bir şey söylemek istiyorum.
- Buyurun.
- İnancınız açısından okumanın ne demek olduğunu özetlediniz. Zaten bu okullarda bahsettiğiniz gibi bir eğitim yok, öyle değil mi?
- Sistem öyle kurulmamış; ama bu demek değildir ki bir Müslüman doktorluk okumaz, mühendislik okumaz.
Bu defa konuşan Berfin'di:
- Ama biraz önce bahsettiğiniz ve beni de oldukça şaşırtan âyette, okumaya Allah'ın adıyla başlanması gerektiğini söylüyordunuz, burasını açıklayabilir misiniz?
- Elbette. Sadece okumak işinde değil, bir Müslüman her işine besmeleyle başlamalı. Bu, şu anlama geliyor; Bir Müslüman besmele çekmeden bir iş yapmaz, besmele çekemeyeceği işi de yapmaz; ama parantez içinde şunu da vurgulamak isterim; kişi önce kendini bilmeli. Kimim? Niçin varım? Nereden geldim? Nereye gideceğim? Sonra illâ eğitim, illâ eğitim.
- Söylediklerinizde bir çelişki var, dedi Berfin.
Kübra şaşkın:
- Nasıl yani? diye sordu.
- Eve geldiniz, erkek gelip gelmeyeceğini sordunuz. Okullarda başörtüyle okusanız bile, erkeklerle aynı ortamı paylaşacaksınız. Bunu nasıl açıklayacaksınız?
Kübra:
- Ben “okumak” derken, önce Allah’ın kitabını ve Peygamber’in sünnetini iyi okumaktan bahsettim. Sonra da tüm şartlar müsait olursa, doktorluk da okuyabilirsin, mühendislik de. Kadın için şartlara bağlı olarak buna bir engel yok.
- Ama bahsettiğin ortamı nerede bulacaksın? Başörtüsüne bile tahammülleri yok bunların.
- Allah’ın huzuruna gittiğim de; bana bu okullardan niye diploman yok? Neden doktor olmadın? diye sormayacak ki!
- Sizi anladım, dedi Berfin ve sitemle devam etti:
- Siz, okuma yazma bilmemenin ne demek olduğunu bilemezsiniz!
- Ama bak öğrenmişsin, diyerek itiraz etti Kübra:
Ve devam etti itirazına:
- Zor olmuştur; fakat düşünen, akleden insan için alternatif çözüm yok değil. Dedim ya, her şeyden önce "Ben kimim?" sorusunu cevaplamalı insan. Oturuşunu değiştirip, bağdaş kurarken, bir yandan da konuştu Keriman:
- Nasıl yani? Ben, Keriman’ım işte.
- O anlamda demek istememiştim. Meselâ ben Müslüman’ım. Hedefim ne? Dünya nimetini iyi değerlendirip, gideceğim yere Allahımın rızasını kazanmış olarak gitmek. O halde, bu hedefe giderken, hareket alanım ne kadardır? Allahım benden ne istemektedir?
Konuşmanın başından beri sessizlikle konuşulanları dinleyen Hene, içinden Kübra'ya kızmıştı. Belli ettirmemeye çalışarak konuştu:
- Ben de Müslüman’ım. Öyle "Allahımın" dediniz ki; sanki sadece sizinmiş gibi.
- Estağfirullah, anladığınız mânâda demek istememiştim. Tabi ki Allah her şeyin ve herkesin sahibidir. Söylemek istediğim en açık biçimde şu ki; boş, bomboş, hedefsiz, amaçsız olunmamalı. Dünya görüşümüz ne olursa olsun, o görüşe göre şekillenmiş net bir kimlik ortaya koyabilmeliyiz; sonra nereye gidersek gidelim, kimliğimizi koruyabilmeli ve kimliğimiz için bedel ödeyebilmeliyiz. İşte, bundan sonra sorunlar konuşulmalı; çünkü getireceğin çözümler senin, benim ve toplumun mutluluğu için olmak zorunda. Hangi kriterlere göre çözüm önereceğiz? Ve bunların hangisi mâkul? Buna da muhataplar karar verir. Bunun için önce "Ben kimim?" sorusu cevaplanmalı diyorum.
Herkesin sustuğunu gören Kübra, tedirgin olmuştu. “Acaba yanlış mı konuştum?” diye düşündü ve sordu:
- Haksız mıyım?
Cevap veren Keriman'dı:
- Sanırım bu söylediklerinize katılmamak mümkün değil, katılıyorum. Yalnız unuttuğunuz bir şey var;bu ülkede net kimlik ortaya koymak mümkün mü? Kimliğini kabul etmiyorlar ki? Meselâ, ben Kürd'üm; ama onlar "Hayır değilsin" diyorlar.
Kübra itirazını sürdürdü:
- Kusura bakmayın; fakat bence bir takım politik söylemlere kurban gitmeyelim. Kürd'ün kimliği nedir? İdeolojileri farklı mıdır? Sorabilir miyim? Dünya görüşünüz nedir? Daha açık bir ifadeyle, haksızlıklara karşı çıkarken, haksızlığın karşısına koyduğunuz sistemin adı nedir?.
Keriman bir an bu soruların karşısında bocalamıştı. Kübra Hanım hiç de sıradan biri değildi. Belli bir birikimi olduğu konuşmalarından belli oluyordu. Kübra hanım susmuş, Keriman'dan cevap bekliyordu. Keriman ise hırçın bir yapıya sahipti. Biraz zorlanınca konuşmayı tartışmaya çevirir, tartışmanın da dozunu kaçırabilirdi. Bunu bilen Berfin Keriman'dan önce atıldı:
- Lütfen! Ağız tadıyla bir konuşma yapalım. Sonuçta herkes fikriyatında serbesttir. En azından ev ortamında; zira ülkemizde düşünce ifade etmek öyle çok da kolay değil.
Kübra gülümsedi:
- Tedirginliğinizi anlayamadım. Biz medeni insanlarız konuşuruz; lâkin kavga etmeyiz. Ayrı düşüncelerde olmamız kavga etmemizi gerektirmez, öyle değil mi? Bunu benim dinim “Dinde zorlama yoktur” diyerek ifade eder.
Keriman:
- Ben, Komünizm’i savunuyorum. Eşitliği; ancak onunla sağlayabiliriz diyorum.
- Yani, siz Allah'a inanmıyorsunuz öyle mi?
- Hayır, inanıyorum; ama sistem olarak Komünizm sisteminden yanayım.
Kübra, Keriman'a acımıştı. İnsan, cahil olunca üniversite diploması ona ne yapsın? diye geçirdi içinden:
- Demek Allah'a inancınız var?
- Elbette. Zira bütün bu düzenin bu kadar mükemmel koyulması ki; biyoloji okudum, her şeyden önce insan vücudundaki harika dizaynın, sistemin, metabolizmanın kendi kendine olmayacağını biliyorum. Tesadüfler zinciri bu kadar hârika işlemez. Mutlaka onlara bir şekil ve çeki düzen veren var ve bu da Allah'tır.
- Demek vücudumuzdaki harika sistemin kendi kendine olamayacağına inanıyorsunuz, bu harikayı, gökyüzü harikalarını, hayvanlar alemindeki harikaları kısacası kainatı bu kadar harikulâde yaratmaya kimsenin gücünün yetmeyeceğine, buna yalnızca Allah'ın muktedir olduğuna inanıyorsunuz, öyle mi?
- Elbette, kesinlikle! Hiçbir filozof, hiçbir mucid bunu yapamaz. Tesadüfe de inanmıyorum; çünkü tesadüf bu kadar harikulâde olmaz, olamaz.
- Peki bu kadar harikulâdeleri , yaratan Allah - ki O'nun gücü her şeye yeter- insanları yönetmeye gücü yetmez mi? Hâşâ, binlerce defa hâşâ. Bütün bu sayılanları yaratacak; ama yarattığı dünyaya Komünizm, Laiklik, Demokrasi, Sosyalizm, Kemalizm ya da başka bir ideoloji daha çok yakışacak, daha uygun olacak? Böyle bir şey olur mu?
Fatte merakla sordu:
- Sizin savunduğunuz ideoloji hangisi?
- Hâşâ! Ben ideolojilerden yana değilim. Zira ideolojileri ortaya koyan insanlardır. Mesela; Komünizmi, Lenin; Laikliği, Batı dünyası; Demokrasiyi ise Yunanlılar. Hakeza her bir sistemin bir sahibi ya da sahipleri var. Bütün bunları birer insan ortaya koymuştur. Ortaya koyan insandır, benim gibi, senin gibi. İnsanları yönetmek için, devlet yönetimi için kurallar çıkarmışlardır. Oysa benim kanun koyucum Allah'tır. Beni ve âlemi yaratmıştır.Her şeyi herkesten daha iyi bilendir. Dünya ve ahiret mutluluğu için gerekli olanı da en iyi bilen O'dur. İslâm sistemini vaaz etmiş,Peygamber aracılığıyla bildirmiştir.Ve de diğer ideolojilere üstünlüğü ortadadır. Birini Allah vaaz etmiş, diğerini insan uydurmuştur.
Berfin'in şaşkınlığı yüzünden okunuyordu.Atıldı:
- Bir dakika, bir dakika! şimdi sen Allah da insanları yönetmeye talip mi? diyorsun.
- Hâşâ! Arkadaşlar bu Allah'ın hakkıdır zaten; çünkü dünya O'nun, mülk O'nun, insanları yaratan O, ahiret O'nun ve yine dönüş; ancak O'na’dır.
Herkes pür dikkat Kübra'yı dinliyordu. Fatte konuştu:
- Anladım, sen siyasal İslâmcısın.
- Allah Allah! İslâm İslâm'dır. Bunun siyasalcısı, siyasal olmayanı olmaz. İslâm bir bütündür ve bütün hükümleri de, Kur'an ve O'nun açıklayıcısı olan Sünnette yer alır. Bunları ayırmadan inanıp, teslim olana da Müslüman denir.
Keriman kızmıştı. Sinirle söylendi:
- Ne yani, biz Müslüman değil miyiz?
Kübra da aynı kararlılıkla cevabını verdi:
- Buna, ben değil kendin karar vereceksin. Tercih senin, İslâmiyet’i kabul edersen o zaman şartlarını, rükünlerini, koruma yollarını, Allah katında Müslüman kabul edilmenin yollarını öğrenecek ve kimliğine sahip çıkacaksın.
Keriman yine bildik kelimeleri tekrar etti:
- Yine de hakkımı Komünizm’in yoluyla daha çabuk alabileceğime inanıyorum.
- Bak arkadaş, sen diyorsun ki; Ben Allah'a inanırım; ama kurallarına inanmam. Allah da buyuruyor ki:
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "İman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?” (Ankebut, 2)
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56)
“O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.” (Mülk, 2)
Keriman'ın sustuğunu görünce, Kübra konuşmasını sürdürdü:
- Komünizm kurulurken milyonlarca kişinin kanını içti. Kendisi zulüm olan bir ideoloji size nasıl hak vaat edebilir ki? Diyorsunuz ki, bize haksızlık yapılıyor, onun için dağa çıktık ve hakkımızı alacağız.
- Evet, aynen öyle!
- Peki, varsayalım ki emelinize ulaştınız, başa geldiniz. Bu gün gördüğünüzü ileri sürdüğün haksızlıkları, siz karşı tarafa yapacaksınız. O zamanda zulüm, el değiştirip devam edecek. Oysa insanlığı, insanı en iyi bilen Allah'ın vaaz ettiklerine kulak kabartıp, insanlar için öngördüğü sisteme boyun eğersek o zaman zulüm ortadan kalkar.
- Herkes Müslüman olmak zorunda mı? İnanmayana zorla, “Müslüman ol” diyebilir miyiz?
- Hayır, herkes Müslüman olacak diye bir mecburiyet yok. Zaten iman gönül işidir. Kalpten olmayan iman Allah katında kabul değildir. Biraz öncede söyledim; "Dinde zorlama yoktur" diye. İnanmayan kendi dininde kalır. İslâm nizamı onun da rahat yaşamasını sağlar, bazı şartlara bağlı olarak. Hem sana bir soru sorabilir miyim? İnsanların mutluluğu için savunduğun sistemin ana ilkeleri nelerdir? Ya da hangi ilkesi tüm insanlığa mutluluk verebilir ki? İşte görüyoruz Rusya'yı ve göreceksin çok sürmeyecek; çünkü süremez.
- Çok kesin konuşuyorsunuz.
Keriman o an kabullenmemişti; lakin yıllar sonra Kübra'nın dediği çıkacak Allah'ın izniyle Rusya parçalanacak, dolayısıyla da Komünizm çökecekti.
Kübra kendinden emin bir şekilde konuşmasını sürdürdü:
- Zamanla göreceksiniz. Halbuki, Allah vaaz ettiği sistemde insanlığın mutluluğu için, beş şeyi koruma altına almıştır. Bunları sıralayacak olursak:
1) İnsanların din emniyeti.
2) Can emniyeti.
3) Mal emniyeti.
4) Akıl emniyeti.
5) Nesil emniyeti.
Bütün bunlara bakın! İnsanların huzurunu temin etmek için yeterli kurallardır. Tabi bunların açıklaması uzun, burada buna girmeyeceğim; ama düşünün ki, aklınız, canınız, malınız, evlatlarınız, her şeyden önemlisi inancınız emniyette. Anarşi için sebep kaldı mı?.
Herkes susmuş, Kübra'yı dinliyordu. “Hakkını yememek lâzım güzel konuşuyor”, diye düşünüyorlardı. Söylediklerine doğru dürüst itiraz edemiyorlardı. Konuşmasını bir âyet ya da hadisle destekliyordu.
Berfin müdahale etme gereği duydu:
- Heeey! Bakın çaylarınız soğudu. Bu hararetli konuşmaya nokta koyalım, daha sonra çoook konuşuruz. Aksi takdir de anamdan dayak yedirteceksiniz bana.
Başından beri konuşulanları sessiz sessiz dinleyen Hene, Berfin'e hak verdi:
- Evet, konuyu kapatsak iyi olur; çünkü konuşmalarınızın hepsini anlayamadım. Eee, okul yüzü görmedim; dolayısıyla da kafam karıştı. Siz neler neler konuştunuz; ben hâlâ kimlik üzerinde düşünüyordum.
Kübra mahcup bir edayla özür diledi:
- Özür dilerim. İleri gittim galiba?
- Yooo, hayır! dedi Berfin ve devam etti:
- Özür dileyecek bir şey yok. Özellikle benim için zevkti; ama konuşmaya dalınca ikramları unuttunuz; dedim ya anamdan dayak yemek istemem.
Konu kapanmış, konuşmalarını sıradan şeylerle sürdürmüşlerdi. Kübra, oradan ayrılırken, manevî ortamlardan uzun zamandır uzak kalmış olmasının kendinde oluşturduğu boşluğu fark etmiş ve manevî ortamların değerini bir kez daha anlamıştı.
Üç ay sonra....
Kübra ile Berfin arkadaş olmuşlardı. Aynı düşünceye sahip değillerdi; fakat müşterek noktaları vardı. İkisi de haksızlığa, zulme karşıydı. Ve asla haklarını ararken, birilerine haksızlık yapılmasından yana değillerdi.
Berfin'in annesi Ğece Hanım, Kübra "Gariptir" diyerek elinden gelen her iyiliği yapıyordu. Süt, yoğurt, taze peynir ve özellikle de tandırda pişirdiği sıcacık ekmeklerden mutlaka Kübra'ya pay ayırırdı. Halı silkelediğini, ya da cam sildiğini görsün, hemen kızlarından birini yardıma gönderirdi.
Kübra, yörenin komşuluk ilişkilerine hayran olmuştu. Komşu hanımların duvar başı sohbetleri ise meşhurdu. Bazen ayaküstü saatlerce sohbet ederlerdi.
Annesinin hasta olduğu haberini alan Turan Öğretmen, annesini ziyaret etmek istiyordu. O gün yola çıkmak için izin almıştı; fakat Kübra yalnız kalmaktan çekindiği için, ne yapalım, diye kara kara düşünüyorlardı. Sonra Berfin'e teklif etmeye karar verdiler. Kübra hemen üzerini giyip gitti. Berfin “Memnuniyetle”, demiş ve eklemişti:
- Yalnız bir sorun var. Fatte bizde, onu yalnız bırakmam doğru olmaz. Nezaketen de olsa ona da teklif yapabilir miyiz?.
Kübra:
- Lütfen rica edin, o da gelsin, diyerek cevap vermişti.
Kübra sevinçle evine döndü ve eşine:
- Gözün arkada kalmadan git. Allah yolunu açık etsin! diyerek yolcu etti.
Eşini uğurladıktan sonra, mutfağa geçti, akşam için hazırlık yaptı. Akşam namazını kılarken kızlar gelmişlerdi. Kübra selâm verdikten sonra kapıyı açtı:
- Özür dilerim, dedi mahcup bir edayla: “Sizi beklettim; ama namazdaydım.”
Fatte, kapıyı aralayan Kübra'ya hayranlıkla baktı. “Topuklara kadar inen elbisesi, başında beyaz baş örtüsü, yüzündeki aydınlık bir ifadeyle ne kadar da güzel görünüyor”, diye geçirdi içinden.
Kübra onları içeriye buyur etti. Biraz hoş sohbetten sonra, Kübra'nın hazırladığı yemekleri yediler, beraberce bulaşıkları dökme suyla yıkadılar; çünkü evlerde musluk, musluklarda da su yoktu ki?
Çaylarını ve Kübra'nın hazırladığı tatlıları alarak odaya geçtiler. Biraz sonra koyu bir muhabbete dalmışlardı.Bir ara Fatte, beklenmedik bir soru sordu Kübra'ya:
- Kübra abla! Sen Kürtleri seviyor musun?
Kübra şaşırdı:
- Bu da nereden çıktı?! dedi hayretle.
- Bizi hiç dışlamadınız da.
- Estağfirullah, o ne demek? Fatıma’cığım her ne kadar mükemmel olmasam da, unutma ki; ben Müslüman’ım. Ve sahip olduğum kimlik başkalarını dışlamayı, hor görmeyi, küçük görmeyi yasaklıyor. Efendimiz buyuruyorlar ki" Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez". Kibir ise; kendini beğenip, başkalarına üstünlük taslamaktır. Asla ırk eksenli düşünmem, insan eksenli düşünürüm ki, inancım da bunu emrediyor. Düşünsenize dünyada kaç çeşit ırk var. Her biri "Benim ırkım üstündür" diyerek hak iddia etse dünyada kaos olur. Oysaki herkes insan hakları, evrensel değerler etrafında bütünleşse ortada kargaşa yerine huzur, barış, esenlik, mutluluk olur.
Berfin sordu:
- Evrensel değerler derken, İnsan Hakları Beyannamesi’nden mi bahsediyorsun?
Kübra, ikinci bir şaşkınlığı daha yaşadı. Okul yüzü görmediğini söyleyen Berfin uluslar arası bir beyannameden bahsediyordu.
- Sen, o beyannameyi okudun mu? diye sordu.
- Evet! diye cevapladı Berfin, kendinden emin bir şekilde.
- Peki, nasıl buldun?
- Şimdi bir çoğunu unuttum; ama size katılıyorum ve illâ insan hakları diyorum. Herkese ve her zaman.
- Peki, bu hakları kim belirleyecek? Ya da şöyle sorayım; insan hakları diye ortaya konan kuralların evrensel olabilmesi, herkesi, her ırkı kuşatabilmesi için, her şeyi, herkesten iyi bilen birinin ortaya koyması gerekmez mi? Adalet için, hakkın ikâmesi için bu gerekli değil mi?
- Evet, buna itiraz edemem. Haklısın.
- İşte! Allah Kur'an'ı Kerim’de insan hakları, kadın hakları, çocuk hakları, yetim hakları, Müslüman olanların ve olmayanların haklarını beyan etmiştir. Ayrıca Efendimiz Muhammed (s.a.v.) çeşitli vesilelerle ve özellikle de Vedâ Hutbesi’nde buyurduğu hadisi şeriflerde bu haklara vurgu yapmıştır. Şimdi ben diyorum ki, elimizde büyük bir hazine var; ama biz bu hazinenin kıymetini bilmiyoruz. Hem bu hazine, ona inanan içinde mutluluktur, huzurdur, inanmayan içinde özgürlüktür, rahat yaşamdır. Tabi, vurgulanması gereken bir şey var ki o da; inanmayanın ahirette bir payı yoktur.
- Peki, inanmayan için nasıl huzur oluyor?
- İslâm sisteminde yaşayan; fakat Müslüman olmayanların hakları da güvence altındadır ve sözde de değildir, tatbiki tarihte de vardır. Gayri müslimler hiçbir zorluk çekmeden, İslâm düzeninde yaşamış ve memnun kalmışlardır.
Fatte çayını bitirmişti:
- Ben, bir çay daha alayım, dedi ve ekledi:
- Aslında ben de Müslümanım. Daha doğrusu kendimi Müslüman zannediyorum; ama bunların hiçbirinden haberim yok. Doğrusu büyük şehirlilerden gelen birinin, böyle cana yakın olacağını hiç düşünmemiştim. Onlar beni sevmediği için, ben de onları hiç sevmiyorum; ama sizin farkınız var.
Kübra üzülmüştü. Tabi ırka dayalı politikalar, uygulamalar devam ettikçe nefret de artacak, eksilmeyecekti. Derin bir "Ahhh" çekti:
- Üzüldüm, gerçekten çok üzüldüm. Efendimiz, Vedâ Hutbesi’nde "Arabın aceme, acemin de araba bir üstünlüğü yoktur" buyuruyor. Üstünlük “Allah'tan hakkıyla korkmak” anlamına gelen “takva” iledir. Hz. Allah şöyle buyuruyor “Biliniz ki, Allah katında en iyiniz, en kıymetliniz, takvası ziyade olanınızdır.” Önemli olan Allah katında üstün olmaktır. Artık bu ırkî söylemleri bir kenara bırakalım. Berfin:
- Bırakalım demekle olmuyor ki. Türkiye'ye bakmak lâzım, gerçekleri görmek lâzım. Subjektif değerlendirmeler gerçekçi değil ki. Kalkmasını ben de istiyorum; ama dağda bir yığın insan ölüyor. Askerin anası kadar, karşı tarafın anasının da yüreği yanıyor, gören kim?
Kübra'nın canı sıkılmıştı:
- Yine aynı noktaya geldik. Sürekli aynı şeyleri konuşmak bize ne fayda sağlayacak?
- Umarım bu tek taraflı düşündüğünüzü göstermez.
- Bu konudaki fikrimi söylemiştim.
Fatte:
- Özür dilerim, fikrinizi bilmek isterdim.
- Yine söylüyorum ben Müslüman’ım ve bir Müslüman olaylara İslâm çerçevesinden bakar, kendi fikri değil, İslâm’ın düşüncesi vardır. Önce Allah ve Rasul'ünün konu hakkındaki beyanlarına bakar, açık bir şey yoksa o zaman, ana ilkeler olan iman ilkelerine ters düşmeden fikir beyan eder. Çünkü Allah, Kur’an’da “Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan idarecilere itaat edin. Bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, hemen onu Allah'a ve Rasul'üne arz ediniz; eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız”? diye buyuruyor.
- Ne demek, “Sizden olan idareci?"
- Yani, Müslüman idareciler. İslâm ahkamıyla amel eden idareciler. Allah Rasul'ü beyanlarında ırk için vuranın da, vurulanın da akıbeti için iyi şeyler söylememişlerdir. Amaç asla vurmak, öldürmek değildir. İslâm insana hayat vermesi için gelmiştir. Efendimiz Mekke’de on üç yıl, Medine’de on yıl kaldı. Toplam yirmi üç yıl, peygamberlik görevini ifâ etti. Mekke’de çok çile çekti; fakat hiç kimseye "Vurun!" demedi. Sıkıntılar had safhaya ulaştığı zaman bile. Üstelik işkenceler tarif edilemeyecek kadar iğrençti. Böyle bir dönemde destek için Taif denilen şehre gitti. Orada da taş ve sopalarla şehre sokulmadı. Çok zor bir gündü. Mahzun ve yalnızdı, Allah'a dua etti: “Allahım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor ve hakir görüldüğümü; ancak sana arz ve şikayet ederim.
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Herkesin hor görüp de dalına bindiği biçârelerin Rabbî sensin. Benim de Rabbim sensin. Sen beni, kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek, hatta işimin dizginlerini eline verdiğin akrabadan bir dosta bile beni bırakmayacak kadar bana merhametlisin.
Allahım! Senin gazabına uğramayayım da, çektiklerim ne olursa olsun katlanırım. Fakat senin af ve merhametin bana bunları göstermeyecek kadar geniştir. Allahım! Senin gazabına uğramaktan, ilâhi rızana uzak kalmaktan sana, senin o karanlıkları aydınlatan, dünya ve âhiret işlerini yoluna koyan ilâhi nuruna sığınırım.
Allahım! Sen hoşnut oluncaya kadar affını dilerim. Allahım! Her kudret ve kuvvet; ancak Seninle kaimdir.”
Kübra susmuştu; zira ne zaman bu duayı okusa gönlü hüzünlenir, gözleri, yaşlarla dolar, sanki o an oradaymış gibi olayı yaşardı. Yutkundu, gözyaşlarını ele vermemeye gayret ederek konuşmasına devam etti:
- Sonra, dağlarla görevli melek geldi ve şöyle dedi:
- Ya Muhammed! İzin ver, Mekke’nin dağını onların başına geçireyim. Bu izin kimseye verilmedi şimdiye kadar.
Ama âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber şunu buyurdular :
“Hayır! Benim istediğim bu değil. Belki hidayete gelirler, doğru yolu bulurlar.” Mesele, adam öldürmek de değildir, adam diriltmektedir. Hem ayrıca İslâm'da adam öldürmek büyük suçtur. Ve Önderimiz, Efendimiz hazretleri hiçbir zaman nefsi için, ırkı için intikam almamış, kavgaya girmemiştir. O'nun derdi sadece ve sadece Allah'ın davasıydı. Allah'ın davası söz konusu olunca, yapılması gerekeni yapar, diğer meselelerde af ve hoşgörü yolunu tutardı. Irk için mücadele etmemiş, hatta parmağını dahi oynatmamış ve bunu defalarca da vurgulamıştır. Benim olaya bakış açım bu. Başta da söyledim ya, ben bir Müslümanım. Müslüman, olaylara İslâm gözlüğüyle bakmak zorundadır. Diğer bir deyimle, Müslüman’ın ilk ve son sözlerini Allah ve O'nun Peygamberi söyler.
Susmuşlardı, Kübra’yı kırdıklarını düşünüyorlardı. Berfin, 0nun gönlünü almanın yolunu düşünmeye başladı. Biraz sustuktan sonra:
- Şeyy, dedi yutkunarak devam etti:
-Bayağı merak ettim. Şu Kur'an'ı , bana öğretir misin? Biz şimdiye kadar hep ölülere okuduk. Oysa ki Kur'an hakkında ilginç şeyler söylüyorsun. Bu kadar konuyu içerdiğini hiç düşünmemiştim doğrusu.
Kübra beklemediği şeyleri duyuyordu. Çok sevinmişti. Hiç düşünmeden:
- Tabii, memnuniyetle, diyerek cevapladı.
Berfin, Kübra'ya jest yapmak istemişti. Kübra'yı sıkıştırdıklarından dolayı gönlünü almak istemişti. Ama haberi yoktu; çünkü o gece Berfin ve Fatte'nin yeniden doğuşunun gecesi olacaktı.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Diğer tarafta…
Bahçede kuyu suyunun başında, dondurucu soğuğa rağmen, yığınla bulaşığı yıkamaya çalışan, atkı ile sırtına bağladığı çocuğunu da bir yandan sallamaya çalışırken, gözyaşları da bulaşık sularına karışan ana Şilan'dan başkası değildi. Kendini hizmetçi gibi hissediyordu. Evde bütün işlere yetişmek zorundaydı . Eşinden ilgi görmediği gibi, zaman zaman dayak yediği de oluyordu. Hem de sudan bahanelerle. Kaynanasının verdiği sıkıntı ise on kişinin verdiği sıkıntıya bedeldi. Oğlu Turgut sırtında, küçük oğlu Mustafa ise beşikte hasta yatıyordu. Çocukları çok sevdiği halde ilgilenememesi Şilan’ı kahrediyordu. Oğlu kaç gündür hastaydı; fakat doktora götüren yoktu.
Bulaşıkları yarım bırakıp sırtında uyuyan çocuğu içeriye götürdü. Bu arada Mustafa'ya da göz attı. Yine ateşi vardı:
- Anan ölsün oğlum! Çaresizim ben ne yapayım? Şansızlığımız burada yaşamak mı? Buranın insanı olmak mı? Töreler mi? Kim? Ben de bilmiyorum. Anan ölsün oğuul! Beni affet, çaresizim!
Kapı açıldı, kaynanasıydı, söylendi:
- Ne ediysen? Hayvanlar gelecek, yemek hazır değil . Bulaşık bitmedi. Çabuk da, çabuk ol!
Şilan kaynanasının yüzüne baktı. Söylemek istediği şeyler çoktu; ama söyleyememek yüreğini âdeta patlamaya hazır bombaya çeviriyordu.
Kaynanası devamla:
- Evlenmeyi bilisen, iş yetiştirmeyi bilmisen. Becere-miysen, oğluma niye karı mı yoktur? Oğlum Aslan gibidir.
Şilan patladı, artık dayanamamıştı:
- Aha oğlun, aha sen! Evlendir, evlendir de düş yakamdan, dedi; ama nasıl söyleyebildi kendisi bile inanamadı. Çünkü "Gelinlik yapma" töresini çiğnemişti. Gelin, büyüklerle konuşmazdı, meramını işaretle anlatırdı.
Kaynanası da şok olmuştu. Bas bas bağırmaya başladı:
- Edepsiz! Sen görürsün! Akşam Ali gelsin, sana haddini bildirir. Sen ne biçim karısın? Tüü sana tüü!
Tükürerek odasına gitmişti. Şilan olacakları tahmin edebiliyordu. Ağlayarak suyun başına döndü. Kime sığınmalıydı? bu haksızlıklara nasıl dur diyecekti? Ya da kim dur diyecekti? Hayat ne kadar da anlamsızdı? Yoksa hayatın bir anlamı vardı da, kendisi mi bilmiyordu? Sorular, sorular, Şilan'ı hep meşgul ediyor; ama bir türlü cevaplarını bulamıyordu.
Bulaşıkları bitirdiğinde alıp içeri götürdü. Bütün vücudu, özellikle de parmakları soğuktan sızlıyordu. Hemen sofrayı kurmaya başladı. Sofrayı odaya götürmeden önce Mustafa'ya baktı. Bir değişiklik yoktu. Dönüp sofrayı götürdü. Odaya girdiğinde kaynanası sıcak sobanın arkasında yatmış uyuyordu. Evde kendisine tek değer veren kaynatasıydı. Şilan'ın soğuktan moraran ellerini görünce acımıştı:
- Kızım üşüdün, biraz ısın da sonra yap dedi.
Şilan duymamış gibi yaptı. Duysa ne olacaktı ki cevap verme hakkını elinden almışlardı...
Akşam, Ali'nin, geliş saatlerinde kaynanası ağlamaya başlamıştı. Ali gelince de olayı kendi açısından, abartarak anlattı. Ali anasını dinledikten sonra çıktı, ocağın başında ekmek pişiren Şilan'a bir tekme attı ve:
- Bir daha şikâyet duymak istemiyorum anlaşıldı mı? diye bağırdı.
Şilan yine sustu. Ne söyleyebilirdi ki? Ne söylerse söylesin kâr etmeyecekti. Boş gözlerle baktı eşine. Aslında anlayabilen için bakışları çok şey ifade ediyordu ya...
Ertesi gün kaynanası erkenden kalktı, yapılacak işlerin talimatını verdi ve kız kardeşigile gitti. Ali de erkenden kalkıp kahvaltısını yaptıktan sonra işine gitmişti. Kaynatası ve evin hayvan bakıcısı Hasso içerde, sobanın başında oturuyorlardı. Şilan her zamanki gibi odasından çıkmadan önce Mustafa'nın altını değiştirmek istemişti; ama uyuduğu için kıyamamıştı uyandırmaya. Bulaşıkları yine gözyaşları içerisinde yıkadı. İçeri geldiğinde Mustafa'ya baktı, hâlâ uyuyordu. Söylendi:
- Ahh canım oğlum, anan ölsün! Sen de anana acıdın, bu gün ağlamıyorsun. Yoksa dünkü halim sana dokundu mu? Odadan çıktı. Yemek yapıp, öğle sofrasını kurdu. Onlar yerken tekrar çocuğa bakmak istedi. Hayret, hâlâ uyuyordu. Uyanmasından korktuğu için dokunmamıştı; ama içine de bir kurt düştü. Çekine çekine elini çocuğuna dokundurdu. İşte gerçekle yüz yüze gelmişti. Oğlu ölmüştü. Kim bilir belki de geceden? Ama Şilan daha on yedi yaşında çilenin içine düşmüştü, anlayamamıştı. Şimdi ağlaması da törelere aykırıydı. Büyük bir olgunlukla odadan çıktı. Kaynatasının bulunduğu odaya girdi, becerip söyleyemedi, çıktı. Yüreği yanıyordu, tekrar odaya girdi. Hizmetçi Hasso'ya hitaben:
- Hasso, bavoya söyle Mustafa ölmüş...
Kendini avluya zor attı. Patlayacak gibi oluyordu. Ellerini sıktı ve bağırdı:
- Kahrolun töreler! Sizi koyanlara lânet olsun! Ağlamayı bana yasak edenler, yüreğimi kora, göz yaşlarımı ateşe çevirenler kahrolun! Kahrolun gözyaşını bile bana çok görenler, kahrolun.
Odaya girip Mustafa'ya sarıldı:
- Beni affet evlâdım! Affet yavrum! Para var; ama seni doktora töreler götürmedi. Affet yavrum, yalvarırım affet! Beni affet... Sen meleksin, ne olur gittiğin yere selâm söyle. Ne olur, bana bir çare, bana bir çare gönder oralardan. Ne olur, beni kurtaracak bir yol. Ötelerden yavrum, ötelerden.. Bana ötelerden bir çare...
Şilan'ın yüreğindeki abi acısına bir de evlât acısı eklenmişti. Mustafa'nın ölümü Ali'yi de çok etkilemişti. Durgunlaşmış, eve bir gölge gibi girer, çıkar olmuştu.
Bazı akşamları eve oldukça geç geliyor; fakat nerede olduğunu, neden geç geldiğini anlatmıyordu.
Her evden hiç olmazsa bir kişinin dağa gidip terör örgütüne katıldığı bir yerde, Ali'nin bu durumu, ev halkını tedirgin ediyordu. Kaynanası bunun acısını Şilan'dan çıkarıyordu. Ali ise Şilan'a eskisi kadar kötü davranmıyordu. Şilan'ın ise, Ali'nin geç gelmesi umurunda bile değildi. “Sanki erken gelse oturup iki lâf mı ediyoruz?” diye düşünüyordu. Bir gün olsun: “Hanım günün nasıl geçti?” diye sormuş muydu ki? “Seni anlıyorum, yoruluyorsun; ama elimden bir şey gel-miyor” dese yetecekti, ama nerdeee?
O akşam Ali yine ortalıklarda yoktu. Herkes yatmıştı. Şilan da oğluna sarılmış, yatağa uzanmış düşünüyordu. Acaba şu dünyaya niye gelmişti? Bu anlamsız hayatı yaşamak zorunda mıydı? Çileden başka ne vardı? Birden abisi Mahmud'u hatırladı. Ne yapıyordu acaba? Babası durmadan onu arıyor, hiçbir yerde izine rastlayamıyor, bir haber dahi alamıyordu. Aç mıydı? Hasta mıydı? Ya vurulmuşsa? Bu düşünceyle yüreğindeki kor gözlerine hücum etti; yanaklarını yakarak aşağı süzülürken mırıldandı:
- Gardaş, can gardaş yoksa mahşere mi kaldı görüşmek? Civan gardaşım kendini de yaktın, bizi de! Söylesene; ama nasıl söyleyeceksin ki? Duymazsın ki beni. Acaba görüşebilecek miyiz? Yoksa görüşmek mahşere mi kaldı?
Birden irkildi. Mahşer mi? Acaba nasıl olacak? Adını duyduk; ama acaba mahiyeti nasıldı? “Allah'ım ot gibiyim, dua etmeyi, doğru dürüst namaz kılmayı bile bilmiyorum; ama nereden bileyim? Okuma bilmiyorum, yazma bilmiyorum.”
Şilan bu düşüncelerle uykuya dalmak üzereyken, kapı yavaşça açıldı, Ali gelmişti. Şilan gözlerini açmadı. Uyumuş numarası yaparak, göz ucuyla Ali'yi izliyordu. Ali, koynundan çıkardığı kitabı divanın üzerine koydu. Sonra seccadeyi serdi ve namaz kılmaya başladı. Şilan gördüklerine inanamıyordu. Ali namaz kılıyordu, oysa ki Ali'nin oruç tuttuğu dâhi görülmemişti.
Ali namazını bitirdikten sonra, duasını yaptı. Şilan'a yaklaştı, bir şeyler mırıldandı. Şilan duyamamıştı. Yalnız son kelimesini anlayabilmişti. Ali:
- Bilemedim, demişti. Şilan merak etti. Acaba Ali neyi bilemedim, diyordu? Bilemediği şey neydi?
Ali gaz lambasını kapatıp yattı. Ertesi sabah erkenden kalktı. Abdestini aldı, sonra Şilan'ı çağırdı:
- Şilan kalk, sabah oldu.
Şilan “rüyada mıyım?” diye düşünd.ü Ali'ye neler oluyordu böyle? Anlam veremiyordu. Neler olduğunu bilmiyordu; ama iyi şeyler olduğu ortadaydı.
Ali dükkân işletiyordu. Bir vesileyle Turan Öğretmenle tanışmış, arkadaşlıkları ilerleyince de Turan Öğretmenin derslerine katılmaya başlamıştı. Kadın haklarını işleyince, Şilan'a zulmettiğini anlamıştı. İslâm kadına mükemmel haklar vermişti; lâkin uygulayan erkek olmadığı için, bu güzellikler görülmüyordu.
Turan Öğretmen, kadın haklarını şöyle sıraladı:
- Kadına vara yoğa kızamazsınız. Ailemle oturmak zorundasınız, diye zorlayamazsınız. Yaptığı işi beğen-memezlik yapamazsınız. Kusurlarını yüzüne vuramazsınız. Ana ve babasını ziyaretten men edemezsiniz.
Ali, Şilan'ı düşünüyordu. Dinlenme hakkı, konuşma hakkı, ölçüler içerisinde gezme hakkı, hepsi elinden alınmıştı; ama yalnızca Şilan'ın mı? Doğu ve Güneydoğu kadının hangisi çilekeş değildi ki?
Ali, kendisini eli kolu bağlı hissediyordu. Geçenlerde Turan Öğretmen “Atalar dininden” bahsetmişti. İlgili âyeti açıklarken “Körü körüne bağlanılan ve İslâm'a uymayan, İslâm düşüncesiyle bağdaşmayan; ama biz büyüklerimizden böyle gördük diyerek, uygulanan her töre, her hareket bu kapsama girer”, demiş ve eklemişti: “İnanan insan hakikati duyduğunda bahane aramaz. İmana gelmek için, duyduğunu kabullenmek için pazarlık yapmaz. Duyduğu hakikati nefsî oyunlarla farklı mânâlara çekmez, çekemez. Hakikati batıl ile değiştirmez. Duyduğunda duymamış gibi hareket etmez, edemez; çünkü imanı buna müsaade etmez.”
Ya akşamki derse ne demeliydi? İsrailoğulları’nın Yahudileşme sürecini ne de güzel anlatmıştı. Demek İsrailoğulları sonradan Yahudi ismini almışlardı; dinlerinin hükümlerini kulak ardı ederek, dinlerine ihanet ettikleri için!
Demek Kur’an’da en çok bahsedilen bir kavim de İsrailoğulları idi. Yahudileşme sürecini anlatıyordu, bu da boşuna değildi. Mesaj vermek içindi. “Ey Muhammed ümmeti! Dininize ihanet ederseniz, hükümlerini unutursanız, teslim olmak için pazarlık yaparsanız, siz de aynı konuma düşersiniz” mesajını vermek içindi.
Ali bu dersin devamını oldukça merak ediyordu; ama haftaya kadar sabretmek zorundaydı. Ortam çok karışıktı; ancak haftada bir toplanabiliyorlardı.
Ali'nin daldığını gören Şilan seslendi:
- Ali! Çayı hazırladım, anan çağırıyor.
Ali, Şilan'a baktı ve gözleriyle gülümsedi. Şilan şaşkın şaşkın kendi kendine söylendi:
-Allah Allah! Ali'ye neler oluyor?
Bir hafta sonra…
Ali dükkânında bir şeyler atıştırdı. Kitabını açıp haftalık dersine son bir kez göz attı. Saat dolunca da, dükkânı kapatıp çıktı. Turan Öğretmenlerin yolunu tuttu, içindeki manevî haz onu tarifsiz mutlu ediyordu. "Keşke bu duyguları Şilan da yaşasa.” diye düşünüyordu; ama şimdilik yapacak bir şeyi olmadığından sabrediyordu.
Yolda giderken ders arkadaşlarından olan Halil'e rastladı:
- Selamün aleyküm Ali abi, dedi Halil ve kulağına eğilerek:
- Musa'ların evine gideceğiz,diye fısıldadı.
- Neden? Ne oldu ki?
- Tedbir için.
- Peki, vardır hocanın bir bildiği, haydi gidelim öyleyse. On beş dakika sonra herkes gelmiş, ders halkası tamamlanmıştı. Turan Öğretmen "Allah'a hamd ve Rasul'üne salatu selam getirdikten sonra söze başladı:
- Arkadaşlar, bölge çok kozmopolit bir bölge. Bu ani yer değişikliğimiz bundan. Gerçi yaptığımız yasak değil; fakat çekemeyenler bir bardak suda fırtına koparırlar.
Bugünkü dersimizin konusu: Toplumun ve Milletlerin Dejenere Olmasının Sebepleri. Herkes kitaptan verilen bölüme çalıştı mı?
Hepsi birden:
- Evet, cevabını vermişti. Bu cevap Turan Öğretmeni oldukça memnun ediyordu. Turan Öğretmen seçtiği bu insanlarla önce ikili diyalog kurmuş, muhatabını tanımış, sonra da ders halkasına almıştı. Bu davetçinin dikkat etmesi gereken bir noktaydı.
Yanılmamıştı. Seçtiği bu güzel insanlar, verdikleri sözü yerine getirmek için ellerinden geleni, fazlasıyla yapmaya çalışıyorlardı.
Turan Öğretmenin dikkatinden kaçmayan bir nokta daha vardı; o da buradaki insanların, öğretmenlere ve hocalara hürmet ve hizmetleri sonsuzdu. Öğretmen ve hocalara saygıda kusur etmemeye çalışıyorlardı.
-Peki, dedi Turan Öğretmen ve devam etti:
-Allah'ım hepinizden razı olsun. O halde bir iki cümle ile anlatmaya çalışalım, ardından ben tamamlayayım konuyu. Herkes bir iki cümle ile İsrailoğulları’nın Yahudileşme sürecinden bahsetti.
Turan Öğretmen konunun anlaşılmış olduğunu, anlatılanlardan anlamıştı. Buna çok sevinmişti:
- Konuyu özetlemek gerekirse, diyerek konuşmasına başladı:
- İstifade ettiğimiz kaynaklarda şu satırlar öne çıkmakta:
Bir: Biz her gün “Fatiha” sûresini defalarca oku-yoruz; dolayısıyla her gün kırk defa "Allahım! Yahudileşmekten ve Hristiyanlaşmaktan sana sığınırız." diye yalvarıyoruz. Demek ki konu oldukça ehemmiyetli. O halde, ne yapmış İsrailoğulları, yani Yahudiler, bunu iyice bilmek gerekiyor.
İki: Muhammed ümmetiyim diyerek, ümmet bilincine varmadan, aklımızı ve idrakimizi kullanmadan rastgele yaşarsak, aynı akıbetin bizi de beklediğini unutmamalıyız. Şimdi, maddeleyelim Yahudilerin yaptıklarını:
l. Hakikate teslim olmak için, iman etmek için Peygamberleriyle pazarlığa girmişler. Bakara suresi 118’e bakıyoruz
2. Hakikatleri tahrif etmişler. Bunu da; bazen hakikati gizleyerek, bazen hakkı unutarak, bazen de hakkı batıl ile değiştirerek yapmışlar.
3. Kutsal kavim, kutsal ümmet olduklarını iddia etmişler. Irklarının kutsal olduğuna inanmışlar ve sayılı günler dışında bize ateş dokunmayacak demişler. Bakara 184'e bakıyoruz.
4. Körü körüne atalarını taklit etmişler. Taklitin maymun için bir meziyet olduğunu da unutmayalım. Yani; kimlik kaybı.
5. Dünyevîleşmişler. Dünyayı ön planda tutarak, ahireti unutmuşlar
6. Ahlâken kokuşmuşlar.
7. Allah'ı hakkıyla takdir edememişler.
Turan Öğretmen susmuştu. Ali, şaşkınlığını gizleyememişti:
- Hocam, dedi ve ekledi:
- Biraz kıyaslama yapınca, günümüz toplumuyla ne kadar benzerlikler var. Hayret ettim. Bu ümmetin de bu sürece çoktan girmiş olduğunda da hiç şüphe yok. Aman Allahım, silkinmek gerek. Öze dönüş gerek; ama nasıl?
Turan Öğretmen yüreğe ilk kor düşünce, duyulan heyecanı çok iyi bilirdi. İnsan, o ilk heyecanla dünyayı hemen değiştirmek isterdi. Oysa ki, bir de hayatın gerçekleri vardı. Bu dava, ani heyecan davası değildi. İslâm adına İslâmsızlık yapılamazdı. İslâm adına atılan her adım Kur'an ve Sünnet’in ruhuna uygun olmalıydı:
- Bakın arkadaşlar! İslâm insanı diriltmek için gelmiştir. Gönüllere taht kurmak için gelmiştir, insanın mutluluğu için gelmiştir. Ne yapmak mı lâzım? diyorsunuz. O halde hemen bu dinin en mükemmel uygulayacısı, bizim de yegâne rehber ve başöğretmenimiz Efendimiz hazretlerine bakalım. Hangi döneme bakacağız; tabi ki Mekke dönemine. Ne yapmıştır? İslâm'ın nurunu gönüllere akıttı. Bir hocamızın da dediği gibi "Önce yürek devleti". Önce bedenimizin başkenti olan kalbimizde İslâm hakim olmalı. Sonra diğer azalarımızın başkente bağlı olarak hareket etmesi. İslâm kaliteye önem verir, kuru kalabalıklara ya da sayıya değil. Kaliteli insanlar, mutlaka imanlarının imtihanında başarılı olanlardır. Musa sordu:
- İmanın imtihanı mı?
- Evet, aynen öyle. "İman ettim" demek kolay, önemli olan bunu ispat etmek. Sahabeye bakın! Her biri imanın imtihanından geçmişler. Bir de bize bakın, değil ki zorluklar, ufak menfaatler karşısında bile iki büklüm oluyoruz. Bu imtihandan geçenlerin örnekleri tarih kitaplarında yeterince zikredilmiştir. Efendimiz Muhammed’in (s.a.v.) bizzat kendisi bile nice sıkıntılara maruz kalmıştı. Aç kalmış, açlıktan karnına taş bağlamıştı. Elleri kırılasıcalar taş yağmuruna tutmuşlar, başından yaralanmıştı. Daha neler neler...
Ali merakla sordu:
- Hocam, peki işe nereden başlayacağız?
- Güzel bir soru. Başlayacağımız nokta bellidir. Allah'ın "Oku" emrinden başlayacağız. Önce Allah'ın kitabı ile barışacağız. Musa itiraz etti:
- Hâşâ be hocam! Biz onunla, hiç küsmedik ki?
Derin bir "Ahhh" çekti Turan Öğretmen:
- Barıştık mı? dedi ve ekledi:
“Size bir örnek vereyim. Diyelim ki çok ama çok sevdiğiniz biri dış ülkeye gitti. Uzunca bir aradan sonra size mektup yazdı. Sizler o mektubu rafa koyup da birkaç gün sonra okurum der misiniz?”
Kimseden ses çıkmamıştı. Sözü nereye getireceğini kestirememişlerdi. Turan Öğretmene bakıyorlardı. Turan Hoca tekrarladı:
-Der misiniz? Verilen cevap "Hayır" idi.Turan Öğretmen devamla:
-Peki açtınız ki; o çok sevdiğiniz her kimse, kendi dilini unutmuş, size yabancı bir dille yazmış. Siz o mektubu yabancı dille okuyup, rafa koyar mısınız? Yoksa o dili bilen birine mi başvurursunuz?
Ali pür dikkat hocayı dinliyordu , konuştu :
- Hocam! Yabancı dille okursak, sevdiğimizin ne dediğini anlayamayız ki? Hem böyle okumak, okumak anlamına gelmez ki. Turan Öğretmen istediği cevabı almıştı:
- Evet doğru olan da, o dili bilen birini bulmaktır. Peki Allah mektubu olan Kur’an’ı okumak için, neden ramazanları ya da perşembe akşamlarını bekliyoruz. Arapça gönderilen bu mektubu anlamak için, neden Arapça’yı bilen birine müracaat etmeyiz? Yarın hesap günü bize "Ey kulum ben sana sevgili değil miydim ki, başka sevgiliden gelen mektuba verdiğin ehemmiyeti benim mektubuma vermedin?" derse ne cevap veririz?
Şimdi, “Nereden başlayacağız?” sorusuna cevap verelim. Önce ilim öğrenmekten başlayacağız. Kur'an ile aramızdaki engelleri kaldıracağız ki; Kur'an'ı iyi anlayabilelim. İslâm'ı önce nefsimize hakim kılmalıyız. Hayatımızı İslâmî hükümlere göre düzene koymalıyız. Sonra; “Davet nedir? Davetçi kimdir ve Nasıl olmalıdır?” Bunları öğrendikten sonra, en yakınımızdan başlayarak İslâm'ı, tüm gönüllere ulaştıracağız. Musa, Turan Öğretmenin sözünü kesti:
- Desenize çok işimiz var, çoook.
Tam o sırada kapı hızlı hızlı vurulmaya başladı:
- Tak ,tak, tak, tak!
Turan Öğretmen odadakilerin yüzüne baktı ve mırıldandı "Çay içiyoruz"
Kapıyı açtılar. Gelenler, Turan Öğretmenin tahmin ettiği gibi polislerdi. Hepsini alıp karakola götürdüler. Tek tek sorguya alındılar. Sıra ev sahibi Musa'ya gelmişti. Sorgu memuru:
- Bak! Senden öncekiler her şeyi anlattılar. Turan Öğretmen de konuştu. Musa şaşırmıştı:
- Konuştu mu? diye sordu.
- Evet, tabi konuştu. Şimdi sen konuşmazsan bütün suç senin boynunda kalır, canını kurtarmak için konuş. Hem konuşursan seni kurtaracağıma söz veriyorum. Hiç kimseye konuştuğunu söylemem.
Musa içinden "Önceki saf Musa olsaydım, beni kandırabilirdin. Şimdi mü'minim ve ferasetim var" diye geçirdi. Saf rolüne devam etti:
- Bütün suç benim üzerimde mi kalır?
- Aynen öyle.
- Peki, hangi suç?
- Fazla uzatma da söyle! Neden toplanmıştınız?
- Eee, öğretmenim söylemiş ya?
- Kes gevezeliği de konuş!
- Komiserim bir şey bilmiyorum ki? Ne konuşayım? Benden habersiz bir şey yapıyorlarsa onu bilmem, biz oturup sohbet ediyorduk.
- Ne sohbetiymiş, ettiğiniz sohbet?
- Ordan burdan.
- Peki, bu gün ne konuştunuz?
- Yahudilerden konuştuk.
- Yahudilerden mi?
- Evet. Nasıl dinlerine sırt çevirdiklerini anlattık. Sonra evlâdımıza, çoluk çocuğumuza sahip çıkalım; kimsenin tuzağına düşüp de dağa kaçmasın. Kimseye kurşun sıkmasın, kimi, niye öldürdüğünü bilmeden civanları vurmasın, demiştik. Ne bileyim komiserim herkes bir şeyler konuştu. Hepsini aklımda nasıl tutayım. Tutamam ki öyle değil mi?
- Başka başka?
- Başka, dedim ya aklıma gelmiyor. Hem anlatmışlar ya benim aklıma gelmeyenleri de, onlar anlatmışlardır.
- Çık dışarı!
Gece geç saatlere kadar sorguları sürdü. Sonra hepsi bırakılmışlardı. Komiserin raporuna şu not düşülmüştü "Herhangi bir örgüt bağlantısı tespit edilememiştir. Şu an itibariyle zararlı değillerdir".
Eve geç gelen Turan Öğretmen, hanımının yatmayıp, kendisini beklediğini gördü. Selâm verdi. Selâmını alan hanımı telâşla sordu:
- Nerede kaldın? Seni çok merak ettim.
- Meraklanacak bir şey yok.
- İyi de hiç böyle geç kalmazdın.
- Önemli değil.
- Ben de yakalanmış olmanızdan korktum.
- Ufak bir sorgu geçirdik.
- Sorgu mu dedin? Bak korktuğum boşuna değilmiş.
- Korkulacak bir şey yok. Şöyle güzel bir çay yap, hem içelim, hem de konuşuruz ha! Ne dersin?
Turan Öğretmen, abdest aldı. Yatsı namazını kıldı. Kübra da çay yapıp, yanında aperatif şeylerle sehpaya koydu. Çekyatın üzerine oturdular. Kübra çayları doldururken sordu:
- Neler olduğunu anlatacak mısın?
- Anlatayım. Ders bitmişti ki, kapı çalındı. Polisler gelmişti. Hepimizi götürdüler, sorgudan sonra bıraktılar.
- Ne yapmayı düşünüyorsun? Dersleri bir müddet bıraksan.
- Aman hanım! Sen ne diyorsun? Zaten bir şey yaptığımız yok.
- Ama görüyorsun! Gurbet ellerde, başımıza iş almayalım.
- Şişşşş, diyerek parmağını hanımının ağzına götürdü. Hanımını susturarak konuştu:
- Bunu sen mi söylüyorsun? Hayatım, canım benim, biliyorsun ki insanlar "İnandım" demekle kurtuluşa ereceklerini sanmamaları gerekiyor. Sahi, bu hangi âyetti?
-Ankebut ikinci âyet.
“İnsanlar (dünyada çeşitli çile ve güçlüklerle) imtihan edilmeden (sadece) inandım (iman ettim) demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar? And olsun ki biz onlardan öncekileri de sıkıntılarla imtihan ettik. Allah elbette (imanda) doğru olanı da bilir, yalancıları da bilir.”
- Bak gördün mü? Âyet ne kadar da açık. Hatırlasana canım, seninle Hz. Muhammed'in Mekke hayatını incelemiştik, ne sıkıntılara göğüs germişler. "İnandım" diyen kişi, imanının imtihanını verir, denemeden geçirilir. Dolayısıyla önümüze çıkan her bir sıkıntı, her bir zorluk denenmemiz içindir. Samimi olana düşen, sabır ve sebattır. Hem biliyorsun ki boş durulacak zaman değildir. Ömür geçiyor. Üstelik batıl davalar hiçbir şey vaad etmediği halde, o davaların sahiplerinin fedakarlıklarını gördükçe ben Müslümanlığımdan utanıyorum. Oysa ki Allah kendi davası için, bak neler vaad ediyor.
Turan Öğretmen, uzanıp sehpanın üstündeki Kur'an mealini aldı ve Lokman sûresinin 33'üncü âyetini açıp okudu:
“Ey insanlar, Rabb'inizin emrine uygun yaşayın. Babanın çocuğa fayda veremeyeceği, çocuğun da babasına fayda veremeyeceği bir günden korkun. Şüphesiz ki Allah'ın vaadi gerçektir. Dünya hayâtı sizi asla aldatmasın. O çok aldatıcı (şeytan) da sizi Allah(ın affı) ile sakın aldatmasın (günaha daldırmasın ve ibadetten alıkoymasın)”.
Bak! Rabb'imiz ne buyuruyor. O'nun dini için uğraşmak da bir emir olduğuna göre, şeytanın çeşitli sebeplerle bizi aldatmasına izin vermemeliyiz, öyle değil mi? Sana Nisa sûresinden bir âyet okuyacaktım. 95'inci âyet:
"Mü'minlerden özürsüz olarak oturanlarla; mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda mücadele edenler bir değildir. Allah mallarıyla ve canlarıyla mücadele edenleri, derece bakımından oturanlara üstün kıldı. Onlara katından dereceler, bağış ve rahmet vardır".
- Haklısın canım. Kadınlık duygusu işte! Sonuna kadar haklısın. Ama unuttun mu? Seninle anlaşmamız vardı; birimiz yamulduğunda, ötekimiz onu doğrultacaktı. Dedim ya kadınız ve zayıfız. Allah korusun! Din konusunda sana fitne olmak istemem.
- Sen benim başımın tacısın. Hadi yatalım, Allah kalbimizi ve ayaklarımızı dininde sabit kılsın.
- Amin. Sahi unuttum, sana önemli bir şey söyleyecektim.
- Öyle mi? Neymiş o? Yoksa yine derslerinizde problem mi çıktı?
- Aklın, fikrin ders ortamlarında. Hayır, her şey iyi gidiyor. Yalnız, geçen gün bahsettiğim kadından şüphelerim devam ediyor. Allah biliyor ya, hiç gözüm tutmadı.
- Dikkatli ol. Korkulacak bir şey yok. Yasak bir şey yapmıyoruz. İnsanlara Kur'an öğretmek suç değil ya? Zaten korkuyu..
Kübra eşinin sözünü kesti:
- Korkuyu korkutmamız gerekiyor. Korkularımızın esiri olmamalıyız. Gülüştüler; zira bu, her konunun sonunda Turan Öğretmenin tekrar ettiği bir sözdü.
- Yine araya lâf girdi, söylesene önemli şey neydi?
- Misafirimiz var.
- Ne misafiri? Kimmiş?
- Allah'ın misafiri.
- Ne zaman gelecekmiş?
- Kadın mı, yoksa erkek mi bilmem; ama dokuz ay sonra gelecek. Kim olduğuna gelince de, senin çocuğun.
Turan öğretmenin gözleri ışıldamıştı:
-Aman Allahım! Sana hamdolsun! Gözümüz aydın olsun! İnşallah hakkıyla yetiştiririz.
Sarıldılar. Sonra kalkıp abdest alarak, iki rekat namaz kılıp yattılar.
Ertesi gün erkenden kalktılar. Kübra evini toparladı. Talebeleri gelecekti. Saat dolunca kapı çalındı. Kübra kapıyı açtı. Berfin ve arkadaşları kapıda idiler. Berfin gülümsedi:
- Selamün aleyküm.
- Ve Aleyküm selâm. Buyurun hoş geldiniz.
Talebelere her geçen gün biri daha ekleniyordu. Sayıları on beşi geçmişti. İçlerinde biri vardı ki, Kübra'nın gözü onu hiç tutmamıştı. Sürekli farklı sorular soruyordu. Sanki bir açık arıyormuş gibi...
Kübra zanna kapıldığını düşünerek zaman zaman üzüntü duyuyordu. Kur'an dersini verdikten sonra, yeni başladığı ilmihal dersini anlattı. Herkes gitmeye hazırlanırken Berfin Kübra'ya:
- Kübra yenge, vaktin varsa biraz kalabilir miyim?
- Tabi, olabilir.
Hemen o bayan da atıldı:
- Şeyy, mahsuru yoksa ben de kalabilir miyim?
Berfin, Kübra'nın cevaplamasına fırsat vermeden atıldı:
- Kusura bakma! Ben biraz özel görüşmek istiyor-dum da! Zehra abla! Sen sonra görüşsen olmaz mı?
Zehra'nın diyecek sözü kalmamıştı:
- Peki, dedi ve kalktı.
Herkes gitmişti. Berfin başını yere eğdi, ağlıyordu. Kübra şaşkın, Berfin'in konuşmasını bekledi. Bir müddet sonra Berfin konuşmaya başladı:
- Kübra yenge, aslında ben Kur'an okumaya sana jest yapmak için başlamıştım; ama sen Kur'an'ı bize çok farklı öğrettin.
Kübra telâşlanmıştı:
- Nasıl yani?
- Nasıl mı? Olması gereken gibi. Sadece yüzünden okutmadın. Okuduğun, öğrettiğin her âyetin iniş sebebini, alınması gereken dersi, her şeyden önemlisi Kur'an'ın niye geldiğini, bizlere mesajının ne olduğunu tecvidiyle, mahreciyle birlikte verdin.
- Zaten okumak demek bu değil midir? Yoksa, hiç anlamadan, etkilenmeden alıp ezberlemek okumak sayılmaz ki.
- Evet haklısın. Bir de, bize anlattığın imanî meselelerden sonra; ben de iman etmeye karar verdim.
- Estağfirullah. Sen zaten Müslüman değil miydin?
- Yoo, kendimizi kandırmaya gerek yok. Baksana sahabeye, Müslüman olmadan önce yaşantısı başka, ahlâkı başka, kültürü başka, siyaseti başka. Müslüman olduktan sonra hepsi başkalaşıyor, başka, bambaşka insan oluyor. Bu ne demek? İman etmenin bir manası var demek. Zaten "Ben Müslüman’ım" demek Allah'a teslimiyetini ilân etmek demek değil midir? Eee, teslimiyet yoksa, ilânın ne anlamı kalıyor? Söylesene!
- Bu tespitlerine söyleyecek sözüm yok
- Şimdi ben, teslimiyetimi ilân ediyorum. Bana yardım edin. Nereden başlamalıyım? Sahabe gibi "U" dönüşü yapmam mümkün değil; ama ne yapmam lâzım? Söyler misin, ne?
- Sakin ol Berfin! Yavaş yavaş; ama emin adımlarla hedefimiz olan, Allah rızasına uygun bir hayat yaşamaya çalışmalıyız. Hedefimize giderken, koşarak yorulup yolda kalmaktansa emin adımlarla daim olmalıyız.
- Nereden başlamalıyım?
- Bizim bir şanssızlığımız var.
- Nedir o?
- Yeni Müslüman olan biri ile biz aynı değiliz.
- Nasıl yani? Anlayamadım.
- Müslümanlığa yeni adım atan biri tamamen dinini inşâ ve ihya ediyor. Ya biz? Biz öyle miyiz? Biz çarpık din anlayışını bırakıp, özüne uygun dine dönüp, onu ihya ve inşa etmemiz gerekiyor. Bu da bir eve yeni başlayıp yapan ile, eski evi yıkıp, yeniden yapana benzi-yor ki, bu daha zor.
- Galiba ne demek istediğini anladım. Koyun sürüsünden farkımız yok.
- Estağfirullah.
- İnsana verilmiş en değerli nimet olan akıl ve iradeyi kullanmadıktan sonra, şeklen farklı olsak ne yazar? Düşünüyorum da, Kur'an ile, Allah ile aramıza görünmez birçok setler koymuşlar.
- Maalesef doğru.
- Şimdi ne gerekiyorsa yapacağım. İşim zor biliyorum. Keskin, hem de çok keskin törelerimiz var. Geçen gün bir âyet okumuştunuz. Nasıldı? Hani şu kör taklitten bahseden?
- Lokman sûresinden mi bahsediyorsun?
- Bir zahmet yine okur musun?
- Memnuniyetle.
Kübra, hemen yanı başındaki Kur’an’ı alıp, Lokman sûresinin yirmi birinci âyetini okumaya başladı:
“Onlara: Allah'ın indirdiği (Kur’an’ı)na uyun" denildiği zaman: "Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeylere uyarız" derler. Şeytan onları alevli ateşin azabına çağırıyorsa da mı (babalarının yolunda gidecekler).”
- Görüyor musun? Âyet ne kadar da açık. Sahi, bana Arapça öğretir misin? Allah'ın kelâmını okurken anlayabilmek müthiş bir şey olsa gerek.
- Neden olmasın? Buna çok sevindim.
Berfin durdu. İçindeki endişe yüzüne yansımıştı. Kübra merakla sordu:
- Hayrola bir durum mu var?
- Evet, dedi Berfin. Kübra'ya baktı ve kendinden emin bir şekilde konuştu:
- Şu Zehra abla.
Kübra heyecanlanmıştı:
- Ne olmuş Zehra ablaya?
- Şeyy, beni yanlış anlamayın; ama ona karşı biraz dikkatli olsanız.
- Neden?
- Nedenini sormasanız?
- Olmaz ki! Nedenini bilmem gerekmez mi?
- Ben, ondan şüpheleniyorum.
- Ne gibi?
- Ajan olabilir.
- Sen, neler söylüyorsun?
- Sanıyorum.
- Ama kesin kanıt yoksa, bu iftira olur.
- Geçen gün çarşıdaydım. Zehra ablayı karakoldan çıkarken gördüm.
- Bu delil olur mu? Belki bir işi vardır.
- Konuştuklarına dikkat ettin mi, bilmiyorum? Ama genelde siyasi konulardan konu açıp, size sorular yöneltiyor ve bugünkü sorusuna baksanıza "Nereyle hareket ediyorsunuz" diyor.
- Evet, dikkatimi çekmişti; ama önemli mi? Zira korkulacak, ya da telâşlanacak bir şey yok. Endişeye de gerek yok, her şeyimiz ortada.
- Bizim buraları sen bilmezsin! Kim kimdir? Kime hizmet ediyor? Çok ayırt etmek mümkün olmaz.
- Boş ver. Biz Allahımıza hizmet edelim de, kimseyle işimiz olmaz.
- Yine de dikkat de fayda vardır. Neyse şimdi hiç vakit geçirmeden bana bir tesettür temin etmek lâzım. Desteğe ihtiyacım var. Tepki göreceğim kesin, hele de Keriman'dan. İlk diyeceği şey "Davaya ihanet ettin" olacak ve babamı, anamı etkilemeye çalışacak; ama onları boş ver, doğru bildiğim şeyde inatçıyımdır. Tesettürü nasıl temin edebiliriz?
- Nasıl bir şey istiyorsun?
- Nasılı mı var? Seninki gibi istiyorum.
- Ama, hemen çarşafı kaldırabilecek misin?
- Bir şeyi yaptın mı, tam yapacaksın. Nasıl alabiliriz? Sen onu söyle.
- O zaman, arkadaşıma telefon edelim, alıp, bize posta yoluyla göndersin.
- Hah, bu iş oldu. Allah razı olsun. Daha fazla vaktini almayayım diyerek kalktı.
Kübra çok sevinmişti. Neden sevinmesin ki? Bir kişi daha gaflet uykusundan kalkmış, cennet yolcusu olmuştu. Berfin’in arkasından kapıyı kapatırken, dudaklarından şu hadisi şerif döküldü:
“Vallahi, senin vesilenle bir tek kişiye hidayet verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülerden daha hayırlıdır.”
ALTINCI BÖLÜM
Ali, Turan Öğretmenin hanımının yaptığı derslere Şilan'ın da katılmasını çok istiyordu; ama bu şimdilik imkânsızdı, zira annesi asla izin vermezdi. Şilan'a artık eskisi gibi davranmıyordu. Daha yumuşak, daha hoşgörülüydü.
Şilan, yine hamileydi. İşlerin yoğunluğundan istirahat bile edemiyordu. İlkbahar yaklaştıkça yayladaki zorlukları hatırlıyor, yaza sağ çıkmak istemiyordu.
O akşam herkes yatağına çekilmişti. Şilan akşam bulaşıklarını yıkayıp, rafa dizdi. Ali'de yeni gelmiş yatsı namazını kılıyordu. Aniden kapı güm güm diye vurulmaya başladı. Şilan:
- Bu saatte kim olabilir? diyerek kapıya yöneldi ve:
- Kim o? diye seslendi.
- Benim, Abdülkerim.
Gelen Şilan'ın amcasının oğluydu.Kapıyı açtı:
- Hayırdır! diye sordu telâşla.
- Apo Hasan rahatsızlanmış. Ali nerdedir?.
Sese Ali de çıkmıştı. Şilan çekine çekine kaynanasına seslendi, izin aldı. Hazırlanıp çıktılar. Öteki mahallede oturuyordu, Şilan'ın babası.
Giderlerken devriyeler önlerini keserek nereye gittiklerini sordular. Tatmin olana kadar konuşmayı sürdürüp, sonra da gizlice takip ettiler.
Şilan eve vardığında anası ağlıyordu. Ablası Dilan da gelmişti. Endişeyle bağırdı:
- Ne oldu? Hele söyleyin ne oldu?
Kimse cevap vermiyordu. Babası ise ortalıklarda gözükmüyordu:
- Babam nerde? Biri bana neler olduğunu anlatsın.
Kimse sanki Şilan'ı duymuyordu. Küçük kız kardeşi Berivan cevap verdi sonunda:
- Dediler Mahmud vurulmuş. Babam gitti, iki gündür haber yok. Korkuyoruz ki babamı da yakaladılar.
Şilan dizlerine vurarak oturdu."Aman Allahım! Kardeş acısı ne büyük bir şeymiş" diye mırıldandı. Şilan'ın yüreği resmen yanıyordu. İçindeki acıyı tarif etmesi mümkün değildi.
Saatler de bir türlü geçmek bilmiyordu. Saat gecenin yarısı olduğunda kapı çalındı hep birden kapıya yöneldiler. Kapıyı açtılar. Gelen Hasan Ağaydı. Çok yorgun ve bitkindi.İçeri girdi. Hiçbir şey konuşmadan divana uzandı. Yattığı yerde sigarasını yaktı. Kimse cesaret edip bir şey soramıyordu.Hatice Hanım daha fazla dayanamayarak feryat etmeye başlamıştı:
- Ne oldu? Mahmut ölmüş? Hele de (söyle), yüreğim parçalandı lo lo lo! Hele de (söyle), hasret mi gitti? Hele de, lo lo lo!
Hasan Ağadan ses çıkmıyordu. Habire sigarasının birini yakıp, diğerini söndürüyordu. Şilan cesaretini toplayarak sordu:
- Bavo, bir şeyler söyle.
- Heş (sus), kafamı bozma!
Şilan babasının sinirini biliyordu. Kafası eserse dayak atması içten bile değildi; ama tekrar cesaretini toplayarak sordu:
- Abimi gördün mü?
- Görmedim! diye bağırdı Hasan Ağa:
- Nerden göreyim? Bir cenaze getirdiler, o değildi. Hatice Hanım sesini yükselterek ağlamasını sürdürdü:
-Vayy, vayyy, vayyy, vay! Yüreğim yaniy Mahmu-uud. Gel, hele gelesen ananın halini göresen oğuuul! Perişan etmişsen beni! Oğuuul ne işin vardır dağda! Anayı niye ağlatısen oğuuul?
Hasan Ağa, depresyon geçiriyordu. Ani bir hareketle yerinden fırladı ve hanımını tekmelemeye başladı. Vurdukça vuruyordu. Aynı ortamı paylaşmayayım diye öteki odaya geçen Ali, patırtıya çıktı.Kaynatasını tuttu, sakinleştirdi. Şilan’ı orada bırakarak eve döndü.
Şilan, geldiğinden beri üçüncü paket sigarasını açan babasına yaklaştı. Elini tuttu ve gözyaşları gökten inen yağmur gibi yerleri sularken; konuştu:
- Bavo, niye böyle yapıyorsun? Anamın suçu yok ki? O ne yapsın? Belangazdır (zavallı), elinden bir şey gelmiyor, yüreği yanıyor. Hasan Ağa Şilan'a baktı. Ağlamaktan gözleri kıpkırmızı olmuştu. Şilan'a acımıştı:
- Ne yapayım? Aslan gibi oğlum gitti, içim yanıyor. Niye gitmiş? Koca bir hiiç yere. Kimseye gücüm yetmiyor. Ya sigaraya saldırıyorum, ya da anana.
- Ya o, içinin yangınını nasıl söndürsün? Kime saldırsın? Tam o sıra da kapı çalındı. Saat gecenin üçünü geçmişti. Gelen jandarma ve polislerdi. Yine evi aramaya gelmişlerdi. Ayakkabılarıyla girdiler içeriye ve yine her tarafı didik didik aradılar. Hasan Ağayı sorgulamak için götürdüler. Oğlunun peşine her gidişinin ardından, bu durumu yaşadıkları için alışmışlardı.
Şilan, havanın ayazına rağmen kapıda oturmuş babasını bekliyordu. Elindeki mendil gözyaşlarından ıslanmıştı.Yarı bulutlu bir havaydı, ay, zaman zaman bulutların arkasına gizlenip, çıkıyordu. Şilan derin düşüncelere dalmıştı. Bu hayat niçin di? Bu ay, bu güneş ve yıldızlar hiçbir yere bağlanmadan yukarıda nasıl duruyorlardı? Bu hayat neden bu kadar anlamsızdı? Hayatın sonu neydi? Ölüm... Ya ölüm neydi? Son muydu? Yoksa sonun başlangıcı mı?
Şilan ne okul, ne de medrese görmemişti. Bütün bunların anlamsız olmadığını nereden bilecekti ki? O, hakikatleri okumamış, yaşayan birini de görmemişti. Nereden bilebilirdi ki Allah'ın Zariyat sûresi 56' da şöyle buyurduğunu "Ben insanları ve cinleri yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım".
Dünya hayatı imtihan içindi ve sonunda hesabın görüleceği yere gidilecekti. Allah, Yunus sûresinde şöyle buyuruyordu: "İşte orada herkes, önceden (dünyada) yapmış olduğunun sonucuyla karşılaşacaktır. (artık) hepsi gerçek mevlâları olan Allah'a döndürülürler, uydurdukları (putlar, putlaşanlar, ikonalar) da kendilerinden kaybolup gider". Ay, Güneş ve Dünya’daki her şey insanın hayatının idâmesi için gerekliydi ve hiçbiri boşuna değildi. Dünya, ahireti kazanmak için imtihan salonuydu. Ve yarın dünya hayatının hesabı sorulacaktı; ama Şilan bunu nereden bilebilecekti ki?
Birden abisini hatırladı.. Acaba yaşıyor muydu? Ya ölmüşse? Niçin ölmüş olacaktı? Anayı, babayı, aileyi bu hale koyacak kadar ne vaat etmişlerdi ki? Ne vaat edebilirlerdi ki? Cennetleri mi vardı? Ağzından şu cümleler döküldü:
- Allah rızası için dön ve gel. Yeter artık, bittik. Hasretlik bizi bitirdi. Yanlış, bu yanlış! Böyle olmaz, anaların yüreği yanıyor. Yeter artık, dön gel! Özlemedin mi? Duyguların mı kayboldu? Gardaaaş, yoksa öldün de onun için mi gelemiyorsun? Eğer öyleyse, seni hiç göremeyeceğiz. Belki öteki dünyada? Ha, acaba görür müyüm? Allahım onu cennetine koy. Cennetine mi? Ne için öldü ki? Davası ne idi ki? Nerede öldü ki? Onu dağa götürenler, ona cenneti verebilirler mi ki? Aman Allah'ım, eğer öldüyse, bu dünyası da gitti, o dünyası da. Gardaaaş kendini de yaktın, bizi de. Korkarım orada da yanacaksın. Olmaaaaz! Yeteeer, yeteeeer artık! Bu düşünceler beni deli edecek.
Sese ablası Dilan çıkmıştı. Şilan'ın kolundan tuttu ve salladı:
- Sen ne yapisen? Komşular başımıza dökülecek, bağırma!
Şilan'ın ablasının söylediklerini anlayacak hali yoktu.
- Bırak kolumu! Yeter, yeter,yeter artık! Omuzlarım çöktü!
- Sus, Şilan sus! Dert sadece senin değil ki? Hepimiz aynı kardeş acısını çekiyoruz. Sakin ol!
- Kaldıramıyorum artık! Nasıl sakin olayım? Nedir bu kahır? Nedir bu çile? Nedir bu dert? Kim, kimler sardı bu derdi başımıza? Kim, söylesene kim bunun sorumlusu?!
- Kız sus diyorum sana!
Dilan zorla kaldırdı Şilan'ı oturduğu yerden. Koluna girdi ve eve sürükleyerek soktu.
Şilan habire bağırıp, ağlıyordu.
YEDİNCİ BÖLÜM
Hastahane koridorunda sabırsızlıkla bekleyen iki bayan, sağa sola gidip gelmekten yorulmuşlardı. İkisi de tepeden tırnağa örtülü, pür tesettür idiler. Nitekim iki saat sonra doğumhanenin kapısı açıldı. Hemşire, elinde bir bebekle çıktı. Berfin ve Fatte koştular.
Hemşire:
- Nur topu gibi bir kız, diyerek müjdeyi verdi.
Berfin heyecanla sordu:
- Annenin durumu nasıl?
- İyi, korkulacak bir durum yok.
Koridorun başındaki Turan Öğretmen de koşarak geldi. Bebeğini kucağına aldı. Sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okudu. Önceden hazırladığı hurmayı ezip damağına tattırdı. Kayıt yaptırırken adını "Büşra" koydu. İsmini, Kübra böyle istemişti.
Kübra, yatakta yattığı müddetçe Berfin ve ailesi onu hiç yalnız bırakmamışlardı. Diğer komşular da gereken ilgiyi gösteriyorlardı. Kübra, büyük şehirlerde görmediği bu komşuluk ilişkilerinden oldukça etkileniyordu. Komşular sıraya girmiş, bir hafta boyunca her öğün yemek getirmişlerdi: Süt, yoğurt, tereyağı ise cabası...
Evin bütün işini, Turan Öğretmen işe gittikten sonra, Berfin gelip yapıyordu. Kübra bu ilginin altında eziliyor, ağzını açacak olsa hemen Berfin müdahale ediyor:
- Lütfen bir şey konuşma. Sen, bana yaptığın iyiliğin farkında değilsin. Hidayetime vesile oldun, deyip konuşturmuyordu.
Berfin'in dönüş yapması ailesini rahatsız etmişti. Hele bir de Keriman gelip etkilediği zaman, bu rahatsızlık daha da büyüyordu.
O gün akşam, Turan Öğretmen işten geldikten sonra Berfin çıkıp gitmişti. Turan Öğretmen Kübra'nın hâlini sorduktan sonra, çocuğunu kucaklayıp öptü. Ve hanımına:
- Hanım, sana bir müjdem var.
- Sahi mi? Neymiş?
- Berfin bacıya bir talip çıktı.
- Aman Allahım sana hamd olsun! Buna çok sevindim. Peki kim?
- Ders halkamızdan biri. Adı Salih. Gerçekten de salih biri. Münasip bir zamanda konuyu kendisine aç. Çocuk da buralı. Yalnız…
- Yalnız ne?
- İslâm'a uymayan törelerin, problem olabileceğini söyledi ve ekledi: "Töreler adına İslâm'a ters düşemem haberleri olsun".
Kübra, ertesi günü iple çekti. Turan gider gitmez Berfin'e seslendi. Uykudan kalkan Berfin aceleyle geldi. Merak etmişti. Meseleyi öğrendikten sonra:
- Allah iyiliğini versin! Çok korkuttun beni. Sabah sabah ne oldu ? diye endişelenmiştim.
Biraz düşündü. Sonra Kübra'ya:
- Bana biraz zaman verin. Kardeş doğru söylemiş, töre kanunları kılıç gibidir. Başlık adına alınan koyun, gelinlik tutma, sonra..
Biraz durdu Berfin, derin bir iç çektikten sonra sürdürdü konuşmasını:
- Senin anlayacağın; kırmam gereken yığınla put var önümde...
- Allah yardımcın olsun. Arkandayım ve elimden gelen her şeyi yaparım.
- Biliyorum, bundan hiç şüphem yok! Allah razı olsun; lâkin iş bana düşüyor. İşte şimdi ettiğim “şehadeti” ispat zamanı geldi. Tabiri caizse Hz. İbrahim'in baltasını elime alıp, işe koyulmam gerekiyor. Lâfla peynir gemisi yürümez derler; ama işim zor, bunu da biliyorum..
İstişare ve istihareden sonra Berfin, tamamiyle tevhidî bir iman sahibine yakışır şartlar öne sürerek Salih'in teklifine “Evet” demişti. Şartları konuşup anlaştıktan sonra konuyu annesine açtı. Ve kesin kararlı olduğunu vurguladı:
- Ana, babama söyle reddetmesin. Ben istiyorum, vermezse korkarım ki kendisi pişman olur! demişti.
Anası duyduklarına inanamamış, âdeta şok olmuştu. Doğuda kaçmak demek; adam öldürmek demek, kan davası demek... Yani yığınla belâ demekti. Kızına kızdı:
- Berfo dü çıdı beji? (sen ne konuşuyorsun)
Ama, Berfin kararlı bir şekilde konuşmasını sürdürdü:
- Evet, doğru duydun. Babamla ona göre konuşsan iyi olur. Berfin anasıyla böyle konuşmak zorunda kaldığı için rahatsızlık duyuyordu. Ama taktik icâbı böyle davranması gerektiğini çok iyi biliyordu.
Ğece Hanım, eşinin uygun bir zamanını kollayarak, Berfo'nun konusundan bahsetti. Tanımıyordu; ama, o da taktik icâbı oğlan tarafına methiyeler dizdi.
Turan Öğretmen ve ders halkasından birkaç kişi Salih'in babasıyla birlikte geldiler dünürcü olarak. Biraz hoş sohbetten sonra Turan Öğretmen konuyu açtı. Berfin'in babası önce biraz naz yaptı. Turan Öğretmenin ikna konuşmalarından sonra, kararını açıklamadan önce:
- Ehh, madem çok istiyorsunuz, o halde şartları konuşalım, dedi. Turan Öğretmen işin zorluğunun farkındaydı. Sordu:
- Şartlarınız nelerdir?
- Seksen baş koyun isterem.
- Seksen baş mı? Sen ne yapıyorsun amca? Bu kadar koyunu nereden bulacaklar?
- Hocam, senin hatırın için elli olsun.
Turan Öğretmen, “Nerden başlayayım?” diye düşünürken, yanında gelen arkadaşlar sonunun tartışmayla, kavgayla bitmesinden endişeliydiler.
Turan Öğretmen önce "Müslüman ne demektir?" Ne anlama gelir? hakkında kısa bir konuşma yaptı. Sonra, İslâm'da evlenmenin ne anlama geldiğini, evliliğin getirdiği sorumluluklardan bahsetmeye başladı:
- İslâm'da kadının kocaya karşı kocanın da kadına karşı sorumlulukları var. Her ikisi de bu konuda Allah'a karşı sorumludur. Erkeğin hak ve görevleri arasında malî yükümlülükler var; fakat başlık olarak değil.
- Ben anlamamişem.
- Erkek, nikâh kıyılırken hanımın şart koştuğu ve adına da mihir dendiği, yine ne kadar olacağını hanımın belirlediği belli bir yükün altına giriyor. Bunu ödemek zorunda. Ve hanım istediği kadar isteyebilir ve bu da hanımın güvencesi için gereklidir.
- El-hak, doğru söylisen; ama bizim töremiz böyledir. İstiyorsa, o mihiri de versin; ama koyunsuz olmaz.
- İkisini birden nasıl ödesin?
- Ehh, mihir olmasa da olur.
- Olmaz amca! Çünkü mihiri Allah hak olarak koymuş.
- Dedim ya hocam, bizim töremiz böyledir.
- Ben “İslâm” diyorum, sen "töre" diyorsun. Olmaz ki ama. Üstelik ikimiz de Müslüman’ız.
- Hocam, etme eyleme! Bizim de kendimize göre adımız var. Herkes, kızını başlıksız verdi diyecek ve beni kınayacaklar. Hiç olmazsa kırk olsun.
Adamın ikna olması zor gözüküyordu. "Beni kınarlar", diyor başka bir şey demiyordu. Allah'ın emirlerini yaşarken, kimsenin kınamasını dikkate almaması gerektiğinden habersiz olarak diretiyordu.
Turan Öğretmenin ikna çabaları sonuç vermedi. Adam yakayı kurtarabilmek için:
- Biraz düşünmek için zaman verin, dedi. Dünürcüler gittikten sonra hanımına:
- Başlıksız, bedava kız istiler. Söyleyin gelmesinler, dedi.
Ğece Hanımın yüreği küt küt atmaya başlamıştı. Korkuyordu, ya kızı kaçarsa? “O zaman daha çok rezil oluruz”, diye düşünüyordu. Eşine cevap verdi:
- Dış danabe bıra bide. (bir şey olmaz, ver gitsin) Eşi kızmıştı. Hıncını hanımdan alırcasına bağırdı:
- Ne diysen sen. Kızı bedava verdi dedirtmem.
Ğece Hanım ısrarını sürdürdü:
- Kız istiy, ver! Yoksa yere bakarsın.
- Sen ne diysen be kadın? Vermem, olmaz!Hele bir parmağını oynatsın; vururum onu!
Konuşmaları duyan Berfin, odaya girdi. Heyecanlıydı, kendince büyük bir iş yaptığını düşünüyordu. Zira Allah için, O'nun dini için, O'nun emirlerine ters bir uygulamaya kıyam etmişti. Bu heyecan farklı bir heyecandı. İlk tanıyordu bu duyguları. Adeta elinde "Lâ" baltasıyla, Hz İbrahim'in devirdiği putları, kırdığını, yok ettiğini hissediyordu.
Kendinden emin; fakat sesi titreyerek konuştu:
- Baba, beni dağdaki çobana bile verebilirsin; ama asla bir hayvan gibi satılmayı kabul etmeyecek ve koyun karşılığı gitmeyeceğim!
Babası şok olmuştu. Bir ân şaşırdı. Sonra hiddetle bağırdı:
- Hep, o hocanın karısı seni yoldan çıkardı! Hepinizi duman ederem! Babaya, töreye karşı gelmek nedir, göstererem size!
- Hayır baba! Yanlış düşünüyorsun. Benim aklım başımda. Kimse değil, ben istemiyorum!
Anası elini, yüzüne ve dizlerine vuruyor, dövünüyordu. Hiç olmadık bir şeydi; Berfo evlilik meselesini babasıyla konuşuyordu. Babası sesini daha da yükselterek:
- Yıkıl karşımdan! diye bağırdı.
Berfo, “İlk aşama için bu kadar yeter.” diye düşünerek odadan çıktı. Babasının sabaha kadar gözüne uyku girmemişti. Köşeye sıkışmıştı. Bir tarafta halkın söylentisi, diğer tarafta kızın kaçma tehlikesi. Her iki durumda da kınanacaktı. Halk kınayacaktı(?) Bilmiyordu ki Müslüman insan, halkın ne dediğine değil, Hakk'ın ne dediğine önem verirdi. O, Kur'an'da ki şu fermandan da habersizdi: “Allah yolunda mücadele ederler ve herhangi bir kınayıcının kınamasından asla korkmazlar.” Müslüman bir kimsenin halkın dinine değil, Hakk'ın dinine uyması gerektiğinden de, dinin bazı emirlerini gelenek ya da alışılageldiği için yapıldığında ibadet anlamı taşımayacağından da habersizdi. Alıştığı için namaz kılmak, oruç tutmak gibi...
Bütün bunların alışıldığı için değil, Allah'ın rızası için, ibadet bilinciyle, O'nu "ilâh olarak" tanıdığımız için, O'ndan uzak kalmanın korkusunu yaşayarak yapılması gerektiğinden de habersizdi.
Karar vermekte çok zorlanmıştı. Kızının kaçması daha korkunç geldiği için, sabah kalktığında hanımına şöyle dedi:
- Kızın kaçması daha büyük ayıptır. Tamam, söyleyin gelsinler; ama hiç kimseden başlıksız verdiğimi duymayayım. Duyulursa hepinizin canını yakarım! Ayrıca ne kadar? diye soran olursa elli baş koyun diyeceksiniz anlaşıldı mı?.
Berfin babasının kararını duyunca "Elhamdülillah bir put devrildi" diye söylendi. Hemen Kübra'ya haber verdi. Kübra, Berfin'in zekâsına hayran oluyordu. Okula gitmemiş, kendi çabalarıyla okuma yazma öğrenmişti. Kitap okuyor, müthiş yorum yapıyordu. Kur'an ve Arapça’yı da öğrenmişti. Tevhidî kavradıktan sonra hayatı değişmişti Berfin'in. Şehadetin manasını ders olarak almış ve öğrendikten sonra kendine has üslubuyla:
- Yani, “Eşhedu en lâ ilâhe demek” Allah’ım yemin ederim ki hayatımda ibadetlerim, sosyal yaşantım, hukuk sistemim, akraba ilişkilerim, kısacası her şeyim Sen'in emirlerin çerçevesinde olacak. Buna yemin ediyorum demek... Doğru anlamış mıyım? demiş, konuyu özetlemişti.
Şimdi de bu olayda put kavramını nasıl da iyi anladığını göstermişti; çünkü putlar sadece somut değil, soyut putlar "da vardı. Somutlar gözle görülüyordu; ama asıl korkunç olan gözle görülmeyenlerdi.
Berfin, nişanlılık döneminde zaman zaman ağlamış, lâf yemiş, azarlanmıştı. Psikolojisi bozulmuştu; ama yine de bildiği doğrulardan asla vazgeçmemişti. Kendine sürekli şunu telkin etmişti:
- Dayan Berfin! Habbab'ı ateşle yaktılar; Sümey-ye'yi mızrakladılar; Bilâl'i taşlarla ezdiler; Uhdud ashabını ateşten çukurlara doldurdular. Hepsi ama hepsi sabrederek imanlarının imtihanlarını verdiler. Dayan ve “eşhedü” diyerek Allah’a verdiğin söze sadık kal!
Sekiz ay sonra…
Berfin zoru başarmış, bütün şartları zorlayarak Müslüman kadına yakışır bir kararlılık ve vakarla düğün işlerine batıl karıştırmamıştı.
Eğitim çalışmalarında Kübra'nın sağ koluydu. Elinden gelen gayreti gösteriyordu. Davaya hizmet etmek için evlenmiş bir eşe sahip olmak. Berfin için büyük bir nimetti.
O sabah, duyduğu haberin şokuyla erkenden koşmuştu Kübra'nın yanına. Kübra erkenden Berfin'i görünce telâşlanmıştı. Hemen içeri aldı ve merakla sordu:
- Hayrola Berfin? Neyin var? Ne oldu? Çabuk söyle.
- Haberler kötü.
- Ne oldu? Meraktan öldüm.
- Bizde tanıştırmıştım, Hene diye birini hatırlıyor musun?
Kübra biraz düşündü ve sonra:
- Haa, evet, evet hatırladım. Ne olmuş ona?
- Dağa gitmeye hazırlanıyormuş.
- Emin misin? Kim söyledi?
- Onunla akrabayız.
- Evet biliyorum.
- Kendisi bana söyledi. Bana, oldukça güvenir; ama bir şeyler yapmalıyız. Lütfen bir çözüm bulalım!
- Hay Allah! Ne korkunç! Dağa gitmekle kendine yazık edecek! Ne yapsak acaba? Bir çözüm düşünmemiz gerek. Onunla nasıl görüşebilirim?
- Aklıma bir fikir geldi.
- Hadi söyle!
- Kız kardeşime söyleyeyim, yarın bize davet etsin. Ben de gelirim. Seni ziyaret maksadıyla onu alır, size getiririm.
- Ya gelmezse?
- O zaman sen gelirsin; ama sizde olması rahat konuşmamızı sağlar.
- Tamam, denemeye değer.
Anlaştılar ve ayrıldılar. Ertesi gün planlarını uygulamışlardı. Hene plandan habersiz olarak, akrabası olan Ğece Hanımlara gelmişti. Sonra Berfin de geldi. Bir saat sonra Berfin Hene'ye:
-Kübra yengeyi epeydir görmedim. Ona uğrayacağım, gelmek ister misin? diyerek teklifte bulundu. Önce “Hayır” diyen Hene, sonra fikrini değiştirmiş, “Dur, ben de geleyim” demişti. Kübra'nın kapısını çaldıklarında Kübra kendi kendine “Sakin ol” telkinleri yapıyordu. Bir şey bilmiyormuş gibi karşıladı:
- Buyurun, hoş geldiniz.
- Hoş bulduk, dediler ikisi birden.
- Sizi yakalamışken asla çay içirmeden göndermem diye ısrar edip, oturmalarını sağladı. Önce kuşkulanan Hene, Kübra'nın rahat tutumu karşısında rahatlamıştı. Epey sohbet ettiler; fakat bir türlü konu açılmıyordu. Kübra içinden dua ederek "Allahım! Lütfen hayırlı bir kapı aç" diyordu. Ve birden, hiç beklenmedik bir anda Hene:
- Bu, son görüşmemiz olabilir dedi.
Kübra hiç bozuntuya vermeden sordu:
- Hayrola! Yolculuk mu var?
- Evet,
- Nereye?
- Davam için gideceğim.
- Yani, dağa mı?
Hene cevap vermemişti. Kübra devam etti:
- Yazık değil mi sana?
- Neden yazık?
- Dağ, bir bayanın yaşayabileceği yer midir?
- Fedakârlık etmezsek, savaş kazanılmaz.
- Kime karşı ve niçin? Söyler misin Hene, neyin savaşını vereceksin?
- Ezilmişliğimin!
- Birilerini ezerek mi? Birilerine zulmederek mi? Birilerini öldürerek mi?
- ........................
- Yine susuyorsun. Söylesene oralarda ölürsen ne olacak?
-Canımı davama vermiş olacağım.
-Ya ahiret? Allah için yapılmayan fedâkârlıkların orada bir kıymeti var mıdır sence? Allah'ın davası için verilmeyen canı, oralarda nasıl karşılarlar dersin? Ya burada bizi böyle batıl davaların peşinde koşturanlar, orada bize fayda sağlayabilirler mi dersin? Kur'an bu tür önderlerin orada bize bir fayda sağlayamayacağını şu şekilde buyuruyor, A'raf 38’de: “(Allah onlara:) “Sizden evvel cin ve insanlardan gelip geçmiş ümmetlerle birlikte siz de ateşe girin” buyurur. Her ümmet girdikçe (kendisine uyup tâbi olduğu) yoldaşlarına ve önderlerine lânet eder. Nihayet hepsi birbiri ardından orada toplanınca sonraki (izinden giden)ler evvelkiler için: “Ey Rabbimiz! İşte bunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten iki kat daha azap ver” derler. (Allah) buyurur ki: “Her biri için bir kat fazla (azap) vardır. Fakat siz onu bilmezsiniz”.
Hene yine susmuş, cevap vermemişti. Kübra devam etti:
- Susuyor, cevap vermiyorsun. Yoksa ahirete inanmıyor musun? Şunu bil ki, güneşe gözünü kapatıp da, güneş yoktur diyenden daha aptal biri yoktur. Onun yok demesiyle güneş gerçekten yok mu olur? Vaat edilen gün gelip çattığında "Ben böyle olacağını sanmamıştım" diyebilir miyiz dersin? Sana gitme demiyorum! Düşün diyorum, sadece düşün!
Hene söylemiş olduğundan pişman olmuştu. Sitemle konuştu:
- Hepiniz aynısınız. Bizi küçük gördüğünüz gibi, davamızı da küçük görüyorsunuz. Sanki, sadece benim davam mı batıl? Sadece benim davama mı ahirette yer yok?
- Hayır, yanlış anlıyorsun. Öyle bir şey diyen yok. Tabi ki Allah'ın davasının dışında ki bütün davaların Allah katında değeri aynıdır. Bunu ifade eden bir hadiste Efendimiz şöyle buyururlar "Küfür tek millettir". Ben öyle bir ayırım yapmadım. Batıl, batıldır. Batılın yerlisi, yabancısı, ırkı, aşireti olmaz.
- Beni kandırmaya çalışmayın! Eziliyorum, buna ses çıkarmıyorsun; çünkü senin....
Kübra, Hene'nin konuşmasına izin vermedi. Sinirlenmişti. Asabi olmak, davetçiye yakışmayan bir durumdu; ama insan bu ya, zaafları oluyordu. Bağırdı:
- Asıl yanılan sensin, ben herkesi terörist mi saydım. Hayır! Bilakis sizden gördüğüm yakınlık, komşuluk ilişkileri ve insanlığa hayran kaldım. Sizdeki alçak gönüllülük, sıcak kanlılık beni size hayran etti. Asıl anlamayan sensin.
- Bizim yaşadıklarımızı siz yaşamıyorsunuz ki!
- Şu, sizi bizi kaldır ortadan! Hepimiz Hz. Adem'in çocuklarıyız. Soyumuz sonuç da bir.
- Ama ayırım yapıyorsunuz.
- Neyi, kimi ayırıyorum? Söylesene! Ben de Müslümanım, üstelik çok da önemli değil, hem de Ankaralıyım; ama okuyamadım. Herhangi bir kamu da çalışamıyorum, oğlumu alıyor; ama beni ordu evlerine bırakmıyorlar. Dağlarda oğlum çarpışır, iyidir; ama ben örtülü olduğum için, tu, kakayım. Onlar rahat okusun diye, kardeşim polistir; ama ben okula giremem. Adım irticacıdır, gericiyim, rejim düşmanıyım, siyasal İslâmcıyım, bana takmadıkları isim kalmadı. Oysa ben sadece Müslümanım. Ve dinimin emirlerini yaşamaktan başka gayem, derdim yoktur. Vergimi alır, tepe tepe kullanırlar; ama başımda ki bir metre beze tahammülleri yoktur. Söylesene nerem ezilmiyor? Kim dışlanmıyor? kim tu kaka edilmiyor? Ne yani adam mı öldüreyim? Hak için, hak gaspedilmez ki. Mücadele edelim; ama, meşru hududlara ne oldu?
Berfin, “meşru” kelimesinden rahatsızlık duyarak araya girdi:
- Kimin meşru hududundan bahsediyorsun sen?
Berfin celâllenmişti. Kübra Berfin'e döndü, ona gıpta ederek cevap verdi:
- Tabii ki, bana meşruiyet sınırlarını Allah koyar. O da bana, insanların canları ve malları dokunulmazdır buyuruyor.
Hene susmuştu. Kübra konuşurken ağlamıştı, bu Hene'yi oldukça etkilemişti. Doğru konuşuyordu, onun da dertleri vardı; ama ısrarla "Haksızlık yapılarak, hak alınmaz" deyip duruyordu.
- Biraz düşünmem gerek, dedi Hene.
Kübra içten içe sevinmişti. “İnşallah Rabbim doğru yolu gösterir” diye dua ediyordu.
Ama şartlanmış, kalıplanmış kafa yapısını, bu konuşma bir müddet etkilemişti. Birkaç ay sonra Hene dağa çıkacak, bir yıl sonra bir tankın önünde can verecekti.
Ve fani hayata gözlerini kapayıp, ebedi hayata doğacaktı. Gerçeklerle yüz yüze geldiğinde batılın peşinden gitmek ona bir fayda sağlamayacak ve bunun pişmanlığı da asla işe yaramayacaktı.
Kübra bunu duyduğunda kendi davası hesabına,kendi için üzülecekti. Müslüman’ım diyenler sabah namazına kalkacak kadar bir fedakarlığı göze alabiliyorlar mıydı acaba? Mırıldandı:
- Gayret içinde olanlar, sizi tenzih ederim...
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Aradan iki yıl geçmişti ki Turan Öğretmenin Bilâl isminde bir oğlu olmuştu. Oğlunun doğumundan yaklaşık üç ay sonra, elinde bir zarfla, öğlen eve geldi ve hanımına:
- Bil bakalım, elimdeki ne? dedi. Gözlerinin içi gülüyordu.
- Ben nereden bileyim, diye cevapladı Kübra. Merak etmişti.
- Tayinim hanımcığım, tayinim.
- Sahi mi? Aman Allah'ım, peki nereye çıkmış?
- Kocaeli-İzmit.
- İzmit mi?
- İzmit-Gölcük.
Berfin, bu haberi duyduğunda oldukça üzülmüştü. Ama Kübra'dan aldığı ilimle boş durmayacak, çalışmalara devam edecekti. Kübra'nın evi hemen bir ay içinde taşınmıştı, ayrılmak çok zor olmuştu. Birkaç yıl çalışmanın ürünü olarak on beş kişilik bir ders grubu bırakmıştı arkasında.
Berfin, Kübra'yı yolcu ettikten üç gün sonra, ders arkadaşlarını toplayıp bir konuşma yaptı:
- Arkadaşlar, bu dava insanlara bağlı bir dava değildir. Kübra yengenin olmaması bizi üzmekle beraber, kervan yürümek zorundadır. Şimdi, bu davayı duymayanlara, biz, duyurmak zorundayız. Şimdi evlerimize gidip, neler yapabiliriz noktasında düşünerek, fikir üretelim. İki gün sonra buluşur, “Ne yapabiliriz?” diye tartışır, karara bağlarız.
İki gün sonra buluşmak üzere ayrıldılar. Berfin, iki gün boyunca çok düşündü. Elindeki kitapları karıştırdı. Düzenli, mâkul bir program hazırladı. İki gün sonra erkenden kalktı. Arkadaşlarına mantı hazırladı. Eşini işe göndermeden önce, beraberce programı gözden geçirdiler.
Saat on üçü gösterirken arkadaşları gelmeye başlamışlardı. Arkadaşları tamamlanınca, Berfin oturumu açtı:
- Allah'a hamd, O'nun Rasul'üne salatu selam olsun. Arkadaşlar hamd olsun O'na ki, bize hidayet nurunu görmeyi nasip etti. Şimdi, bu nuru daha çok insanın görebilmesi için uğraş vermek zorundayız. Bu bir sorumluluktur.
Bizim buralarda ilminden istifade edebileceğimiz kimse yok, ama alternatif üretebiliriz. Şimdiye dek okuduklarımızı amele dökmek ve bir yandan da kendimizi hem ilmen de, hem kültürel olarak geliştirmeliyiz. Hatırlıyor musunuz? Kübra yenge:
“Sürekli değişim içerisinde olmak zorundayız; fakat bu değişim yozlaşma ve çürüme noktasında olmamalı. Gelişim noktasında olmalı” derdi her zaman. Şimdi ben diyorum ki, ne yapabiliriz, teklifleriniz var mı?
Fatıma (Fatte):
- Bizi hazırlıksız yakaladın sayılır. Sen ne düşündün?
- Önce siz tekliflerinizi sunun.
- Biliyorsun, fikir konusunda sana yetişemiyoruz. Bence tekliflerini önce sen açıkla , biz içinden tercih yapalım. Gülüştüler. Berivan acıkmıştı, takıldı:
- Valla, aklım mutfaktaki mantılarda iken fikir üretebileceğimi hiç zannetmiyorum.
Bu, ikinci kez gülüşmelere sebep olmuştu. Ama aklı, fikri davaya hizmette olan Berfin'in taviz vereceği yoktu:
-Önce iş, sonra mantı. Önce programı çıkaracağız, sonra mantı da hediyesi olacak. Fatte:
- Hadi kardeşim, tekliflere açığız.
- Ben düşündüm ki önce en acil öğrenmemiz gereken konuları belirleyelim. Sonra bir takvime bağlayarak ders yapalım.
Fatte:
- Makul gözüküyor, yalnız kitap sorununu nasıl halledeceğiz?
Berfin cevapladı:
- Önce karar, sonra çözüm!
Berfin'in konuşması kızları heyecana gark etmişti. Herkes ilk maddede anlaştı. Berfin:
-Kitap sorununu da kendimize kütüphane kurarak halledeceğiz. Bütün kızlar şaşırmıştı. Hep birden sordular:
- Kütüphane mi?
- Evet, yanlış duymadınız.
- Ama nasıl olacak bu?
- Arkadaşlar acele etmeyelim. İkinci teklifim şu: Kültür ağırlıklı olmak kaydıyla, belli aralıklarla bir kitap okuyup, tartışalım. Berivan:
- Eh, kitap sorununu çözeceksin ya, bu kolay bir iş. Bari şu çözümü söyle de, ona göre evet ya da hayır diyelim.
- Peki. Bakın hepimiz halı yastık örmeyi biliyoruz. Bizim kiler boş, oraya tezgâh kurup, yastık dokuyacak sonra da satacağız. Kübra yengeye haber salacağız, bize paramızla kitap alıp gönderecek. Bizim de ortak bir kütüphanemiz olacak.
Fatıma:
- Berfin, sen iyi misin? Hayal görüyorsun.
- Hayır, hayal gördüğümü zannetmiyorum! İnsan istesin ve bir de azmetsin, Allah'ın izniyle her zorluğu başarır.
- Programında başka neler var? dedi Berivan ve devam etti:
- Hele konuş, elindeki kağıtlarda başka neler yazılı?
- Sosyal çalışmaya önem vermeliyiz. Her birimiz etrafımızda ki insanlara Kur'an öğretelim. Bunun dışında, sırf genç kızlara yönelik bir çalışma yapalım. Bu ay da bir olabilir. Kübra yenge anlatmıştı, onlar Ankara'da kitap günü yapıyorlarmış. Biz de adına kitap günü diyebiliriz. Programın içeriği ise:
1. Şahsiyet tanıtımı köşesi ki, tarihe mal olmuş insanları tanıyalım ve buna da kadınlardan başlayalım.
2. Kitap tanıtımı köşesi, bilince yönelik kitapları tercih ederiz.
3. Yarışma köşesi.
4. Zamanla tiyatro köşesi konabilir. İçimizde rol kabiliyetine sahip olan arkadaşlar, anlamlı parodiler hazırlayabilirler.
Berivan hayretle sordu:
- Berfo, kendini Ankara da mı sandın?
- Neden?
- Kübra hocamız bunları anlattı; ama bizim burada böyle şeyler olur mu?
- Neden olmasın? Etrafımızda yığınla genç kız var. Hem, bilinçlenmeye bizim kadınımızın, kızımızın hakkı yok mu? Onlar Ankaralıların anlayacağı dille yapıyorlarmış, biz de halkımızın anlayacağı dille yaparız.
Uyuşan ayağını düzeltirken konuştu, Fatıma:
- Mantıklı! Ben onaylıyorum. Her geçen gün komünizmin ya da başka şeylerin ağına düşenlere, ışık tutmalıyız.
Biraz üzerinde tartıştıktan sonra, bu fikirde kabul edilmişti. Başından beri hiç konuşmayan Emine söz aldı:
- Haklısınız,benim elimden tutulmasaydı, ben, şimdi belki de dağdaydım. Ama çabuk göze çarparız, bizi rahat bırakmazlar.
Berfin:
- Hele bir ilerleyelim. Biz yasak bir şey yapmayalım, tedbir alırız, takdir Allah'ındır. Şimdiden korkularımıza yenik düşmeyelim.
- Haklısın, dedi Fatıma ve sordu:
- Başka konuşacak şeylerin var mı?
- Evet. Ramazan yaklaşıyor, halkımızın anlamsız bir biçimde, hatim etmeleri kanıma dokunuyor. Bir ay boyunca gidip Allah'ın kelâmını okuyor, dinliyorlar da, yeniden dirilmiyorlar, dirilemiyorlar. Ramazanda hepimiz kendi bölgemizde Kur'an okuyalım ve özellikle de imandan bahseden âyetlere ağırlık vererek, Kur'an'ı halkımıza anlatalım. Kur'an'ın neden geldiğini, bize nelerden bahsettiğini anlatalım, Allah'ı tanımak nedir? O'nu sevmek nedir? Bunları anlatalım. Ne diyorsunuz?
- Buna ne denebilir ki? diye cevap verdi arkadaşları. Berfin devam ederek:
- Ramazanın feyzinden istifadeyle bunu yaptıktan sonra, Cuma günlerini değerlendirmenin yolunu arayalım. Cuma saatlerinde, Kur'an okuyup aynı çalışmayı sürdürebiliriz. Bitmedi; ayrıca aramızda bir fon tertip edelim, sonra elimize geçeni bu havuza atalım, sadaka günü tertip ederek, her hafta bir yoksul aileye yardım yapalım. Doğum yapana, hasta olana, cenazeye mutlaka gidelim.
Fatıma dayanamamıştı:
- Hop hop hop, yavaş ol! Kendi sorumluluklarımız da var, bu kadar işi nasıl yapacağız?
- Canım benim, hep birden konuşunca çok gibi geldi. Her gün doğum yapan, her gün ölen olmayacak ya? Şimdi önce sorumlulukları paylaşalım.
Berivan sordu:
- Nasıl yani?
- Nasıl mı? Meselâ fon sorumlusunu seçelim; bir başkanımız olsun, sadaka gününün sorumlusu olsun vs. Güzel bir disiplin içerisinde yürütelim, organizeli ve muntazam.
- Yani örgüt mü kuruyoruz? diye sordu Emine.
- Hayır! dedi Berfin kesin bir ifadeyle:
- Bu, disipline olmak, dayanışma duygusunu geliştirmek.
Kararlaştırmışlardı. Herkes kendi sorumluluğunu üstlenmişti. On beş günde bir değerlendirme yapmayı kararlaştırdılar. Sonra hep beraber mantıyı pişirip yediler. Bulaşıkları yıkadılar. Güzel bir çay demleyip içerlerken programın üzerinde konuştular. Ertesi gün Berfin'in kilerini düzenlemek üzere sözleşerek ayrıldılar.
Diğer tarafta…
Şilan, üçüncü çocuğuna doğum yapmıştı. Artık hayattan kesinlikle bir şey anlamıyordu. Büyük bir boşluktaydı. Benim kadar dertli biri daha var mı? diye düşünüyordu. Babasının, abisi Mahmud'tan sonra psikolojik hastalığa yakalanmasıyla, annesine verdiği eziyet, anasının; "Oğluuum Mahmuuuud" diyerek ciğerlerinin âdet yanması. Mustafa’nın ölüm şekli, kaynanası, töreler ve evin ağır iş yükü. Bütün bunlar Şilan'ı canından bezdirmişti. Tek tesellisi Ali'nin, derslere gittikten sonra, Şilan'a davranışının düzelmiş olmasıydı.
Turan Öğretmenin gidişinin üzerinden yaklaşık iki yıl geçmişti. Ali, kaç gündür düşündüğü konuyu, nihayet annesine açtı. Annesi önce karşı çıkmış; sonra Ali, “Ana, bölgenin karışıklığını biliyorsun, çocuklarım da büyüyor onların geleceğini düşünmem gerekiyor" diyerek ikna etmişti. Odadan çıktığında elinde bulaşıklar, içeri girmekte olan Şilan'a:
- Bavulumu hazırla, dedi.
- Ne bavulu?
- Yarın İzmit'e gidiyorum.
- İzmit’e mi? Neden?
- Ne yapacaksın?
- Bilmek hakkım değil mi?
Ali içinden kendi kendine kızdı. "Takıntılardan kurtulmak ne kadar da zormuş. O benim hanımımdı, bilmesi hakkı".
- Gidiyorum, orada dükkan açacağım.
- Ya biz? diye sordu, Şilan çekinerek.
- İşlerimi yoluna koyup, sonra sizi de götüreceğim.
Şilan duyduklarına inanamamıştı. Hiçbir şey sormadı, soramadı. Ali İzmit'e gelmiş, akrabalarının bulunduğu Gölcük'te bir dükkân bulmuştu. Dükkânı açmak, ardından ev bulmak biraz zaman almıştı. Hele üç çocuklu olduğunu ve bir de doğulu olduğunu duyan ev vermek istemiyordu. Nihayet tek katlı müstakil bir ev kiralamıştı. Memleketine telefon açıp, abisinden Şilan ve çocukları hazırlamalarını istedi. Şilan, bu işe sevinsin mi, yoksa varı yoğu anasından uzaklaştığı için üzülsün mü? bilmiyordu. Bavul ve balyalarını hazırlarken mırıldandı:
- Acaba beni nasıl günler bekliyor?
Anasından ayrılmak oldukça zor olmuştu. Anası için de durum aynıydı. Mahmud'un acısına şimdi de Şilan'ın hasreti ekleniyordu. Son kez kucaklaşırken zor ayırmışlardı, ana, kızı birbirinden.
Acı ve az da olsa tatlı günlerinin olduğu memleketini bırakmış ve hiç tanımadığı, kendisi için meçhul olan bir yolculuğa gidiyordu Şilan...
DOKUZUNCU BÖLÜM
Saliha Hoca Hanım, kuşluk namazından henüz selâm vermişti ki, telefon çaldı. Telefonu kaldırdığında, tanımadığı bir erkek sesiyle karşılaştı. Telefondaki ses:
- Alo, Selâmün aleyküm dedi.
- Ve aleyküm selâm.
- Bacım, adım Ali. Turan Öğretmen numaranızı verdi. Eşinizle görüşebilir miyim?
- Eşim evde yok. Notunuz varsa alabilirim.
- İş telefonu var mı?
- Evet, bir dakika vereyim...
Saliha Hanım numarayı verip, kapattı telefonu. Turan Öğretmeni ve Kübra'yı iyi tanıyordu.
Henüz tefsir dersinin başına oturmuştu ki, telefon tekrar çaldı. Bu defa arayan eşi Abdülkerim’di:
- Akşama müsait misin? dedi. Şayet müsaitsen çay içmeye gidelim, diyordu. “Evet” cevabını verip, telefonu kapattı. Saliha Hanım, tekrar tefsir dersinin başına döndü. Fatiha sûresini çalışıyor, çalışırken de mest oluyordu. Müthiş bir sûreydi. Kur'an'ın hangi sûresi müthiş değildi ki, istisnasız hepsi mucizelerle doluydu. Kur'an'ı anlamaya çalışmak kadar güzel bir iş, güzel bir duygu olamazdı.
Nitekim akşam olunca Abdülkerim eve gelmiş ve Saliha Hanım da yeni bir arkadaşla tanışacağını öğrenmişti. Bu, Şilan'dan başkası değildi. Turan Öğretmen de Abdülkerim'i aramış, Ali ile ilgilenmesini istemişti.
Şilan da heyecanlıydı. Dört aydır gelmiş olmasına rağmen daha kapısını kimse açmamıştı. Gelenin bir de hoca olduğunu duyması heyecanını iki katına çıkarmıştı. Kültürlerinde vardı, ilim ehline ellerinden geldiğince hürmet ederlerdi.
Ali, Abdülkerim'i dükkânına götürmüştü. Saliha Hanım kapıyı tıklattı. Şilan kapıyı açtı, önce şaşırdı, kapıda tepeden tırnağa örtülü, sadece yüzünün az bir kısmı gözüken bir hanım duruyordu. Hemen kendine geldi:
- Hoş gelmişsen! İçeri buyur, dedi .
Saliha Hanım:
- Selâmün aleyküm, diyerek gülümsedi.
Ve içeri girdi. Tanıştılar. Şilan'ın çekingen tavrı, Saliha'nın gözünden kaçmamıştı. Saliha'nın gözünden kaçmayan bir nokta daha vardı o da, Şilan'ın hiç yapmacık tavrının olmadığı idi. O kadar doğal hâliyle davranıyordu ki âdeta "Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol" sözünün canlı örneğiydi. Kendince hazırladığı ikramları koydu. Yığınla hazırlık yapıp, ardından "Kusuruma bakmayın" diyenlere inat, çayı ve peyniri çekinmeden koymuştu bu yeni misafirin önüne.
Çocukları oldukça hırçındı. Saliha sordu:
- Çocukların hırçınlığı çok bariz bir şekilde ortada, nedeni nedir acaba?
- Bilmem ki. Bizim orada böyle değillerdi. Dört aydır insan yüzü gördükleri yok. Kimse gelmedi, kapımızı açmadı. Kübra Hanım hariç. Sizi görünce şımardılar herhalde.
Diğer tarafta, Ali uzun zamandır çektiği derdin ilacını bulmuş hissiyatıyla, Abdülkerim'e:
- Hoca, bacıma söyler misin, bizim hanımla ilgilensin? İlme ihtiyacı var, diyerek ricada bulunmuştu.
Saliha eşiyle oradan ayrılırken, hoş bir insanla tanışmış olmanın huzurunu yaşıyordu.
Bir hafta sonra, Saliha'nın Kur'an talebelerine bir yenisi daha eklenmişti. Bu da Şilan'dan başkası değildi. Otuz yaşına gelmiş, hiç okul yüzü görmemişti.
Çekingen bir tavırla oturdu ve sırasını beklemeye başladı. Bir yandan da derse gelenleri kolaçan ediyordu. Sıra kendisine geldiğinde kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Heyecanını fark eden Saliha Hanım, konuşturarak heyecanını yatıştırmaya çalıştı.
Saliha Hanım, evinin bir odasını mescit yapmıştı. Öğleye kadar hanım ve genç kızlara Kur'an, Arapça, Tefsir gibi konularda dersler veriyordu.
Şilan’ın içinde bulunduğu grup Akaid ve Kur’an dersi alıyordu. Saliha Hanım, Kur’an’dan okuttuğu bölüm hakkında açıklamalar yapıyor ve ısrarla Kur’an’ı anlamaya yönelik çabalarımızın olması gerektiğini vurguluyordu.
Şilan, bir ay geçmeden Kur’an’ı öğrenmiş ve okuma yazma dersi almaya başlamıştı. Âdeta yılların acısını, hıncını çıkarıyordu. İçindeki okuma aşkı yine alevlenmişti.
Öğrendikçe kendini yeniliyor, yenilendikçe ilme olan iştiyakı daha da artıyordu.
Ve bu sabah, yine derse gelmiş ve yine herkesi şaşırtmıştı; çünkü Şilan tesettüründe de yenilik yapmış, takva bir mü'mineye yakışır şekilde, ölçülere riayet ederek kapanmıştı.
Ali, hanımındaki bu hızlı gelişimden oldukça memnundu. Elinden gelen her türlü kolaylığı sağlamaya çalışıyordu. Şilan ise, duygularını anlatmaya kelime bulamıyordu. Yere basmıyor, âdeta havalarda uçuyordu. “Aman Allahım! Hidayeti bulmak, Sana giden yolları görmek, Sen'in için yaşamak, Sana kavuşmayı ummak ne müthiş bir şeydi.”
İlk geldiği günlerde gurbet Şilan'ı oldukça etkilemişti. Ama Saliha ablasıyla tanıştıktan sonra gurbete, hasrete dayanmak daha kolay olmuştu Şilan için. Dertlerini dinleyecek bir ablası vardı.
O gün Saliha Hanım, Şilan'ı ve ailesini akşam yemeğine davet etmişti. Şilan dersten sonra gitmemiş, Saliha ablasına yardım ediyordu. Çocuklarla ise o gün eşi ilgileniyordu. Akşam olduğunda çocuklar ve erkeklerde işten gelmişlerdi. Yemekler yendi, Şilan'ın yardımıyla bulaşıklar yıkandı. Saliha Hanım, mutfakta çay demliyordu. Çayı hazırlayıp içeri girdiğinde Şilan’ı ağlarken buldu ve oldukça şaşırdı. Meraklanmıştı, telaşla sordu:
- Hayrola Şilan! Ne oldu?
Şilan, ağladığının fark edilmesinden oldukça rahatsız olmuştu. Cevap verdi, ağladığını kamufle etmeye çalışarak:
- Yok, yok bir şeyim.
Saliha Hanım itiraz etti:
- Olur mu canım? Bir şey olmasa ağlar mısın?
Birden haberlere takıldı gözü. Dağda çatışma olduğunu, beş askerin vurulduğunu, buna karşılık çok sayıda teröristin vurulduğunu söylüyordu.
- Yoksa, asker de biri mi var?.
Şilan ağlamaktan cevap verememişti. Başını iki yana salladı sadece. Saliha Hanım iyice merak etmişti. Israr etti:
- O zaman, ne? Yoksa ananı mı özledin?
Sustu; çünkü Şilan cevap vermiyordu. Az sonra Şilan susmuştu, gözlerini sildi. Saliha ablasına baktı:
- Abla, hakkını helâl et! Sen benim her şeyimsin, seninle tanıştıktan sonra buraları sevdim, acım hafifledi. Anam da sensin, bacımda, ablamda, hocam da sensin.
- Dur dur! Ben o kadarına lâyık değilim. Hem ablansam, neden ağlamanın sebebini söylemiyorsun?
- Haber beni etkiledi.
- Neden? Şeyy, yani ben de etkileniyorum, üzülmemek elde değil; ama seni...
Şilan ablasının sözünü keserek konuştu:
- Senden saklayacak değilim. Benim abim de dağda. Öldürülenlerin isimlerini vermedi; ama her çatışmada yüreğime kor düşüyor. Hem sadece benim mi? Anamın yüreğine de, babamın yüreğine de, bacımın yüreğine de.
Saliha Hanım duyduklarına inanamıyordu. Çok şaşırmıştı. Şilan ise konuşmalarını sürdürüyordu, gözyaşlarının eşliğinde:
- Hemen hemen on yıl oldu, haber alamadık. Babamın gitmediği, aramadığı dağ kalmadı. Ne ölüsünü görebildik, ne de dirisine rastladık. Onun acısı bizi bitirdi be abla! Öldüğünü bilsek, şükredeceğiz; ama haber alamamak çok kötü. Ne olduğunu, ne yaptığını bilememek çok kötü!
- Nasıl oldu? Neden böyle bir şey yaptı?
- Nasıl olduğunu bilmiyorum; ama nedenini sorarsan çoook ama çook neden var?
- Ne demek bu? Hiçbir şey adam öldürmenin nedeni olamaz, öyle değil mi?. Hele de İslâm'da adam öldürmenin büyük günahı var.
- Sen, bizim oralara hiç gittin mi be abla? Yaşam şartlarını yakından gördün mü? Sen hiç yok sayıldın mı? Bir yolculuğa çıkarken bilmem kaç yerde yolun kesilip de arandın mı? Cüzdanın istenirken "Ver lan cüzdanını" diyerek hakaret yedin mi? Evin arandı da izin belgesi isteyince, karşılığında küfür yedin mi? Sırf ırkından dolayı terörist muamelesi gördün mü? Potansiyel suçlu olarak görüldün mü?
Şilan'ın peş peşe gelen soru yağmurunun karşısında şaşıran Saliha Hanım, Şilan'ın yanına oturdu. Elini omzuna koydu. Yanık yanık ağlaması dokunmuştu Saliha'ya:
- Bak bacım! dedi şefkatle ve devam etti:
- Seni anlıyorum. Kardeş acısı zor; ama duygular başka, hayatın gerçekleri başkadır.Bu konuyu seninle sonra konuşmak isterim.
- Neden şimdi değil?
- Çünkü çok duygusal bir andasın. Beni yanlış anlamandan korkarım.
Şilan da sarıldı Saliha ablasına:
- Ahh! Ablacığım, seni nasıl seviyorum bir bilsen! Hiç seni yanlış anlar mıyım? Hayatımda senin gibi birini hiç görmedim..
- Estağfirullah, Şilan öyle söyleme. Şimdi ben de kendimi gerçekten bir şey zannedeceğim. Nefis ne kadar sinsidir bilir misin sen? Hemen kendini beğenmeye başlar.
- Sen öyle söylesen de benim kanaatimi değiştiremezsin. Bak abla, ben çok çile çekmiş biriyim, dolayısıyla acıyla pişmişim. Duygularıma öyle kolay esir düşmem inşallah.
- Yani?
- Yani, şimdi konuşabiliriz.
- Şu demin saydığın nedenler, adam öldürmek için birer sebep midir?
-………………..
- Neden sustun? Sen de biliyorsun ki, bunlar sebep olmaz, olamaz, olmamalı. Peygamberimiz Mekke'de iken nice sıkıntılar çekti, nice işkencelere maruz kaldı. Hem sadece Efendimiz değil, O’na inanan herkes işkenceden nasipleniyordu. Gelip de "Bir şeyler yapmayacak mıyız?" dediklerinde O: "Sabır" demiştir, "Sabır, sizden öncekilerin başlarına daha şiddetli şeyler gelmişti". Yani anlayacağın adam öldürmeye teşvik değil, imâ bile etmemişti. Hatta Taife gitti de.
- Taif mi?
- Evet, Arabistan’ın bir şehri. Orada, O’nu taşlayarak, şehre bile sokmadılar. Dağları başlarına uçurmak için melek geldi de, o izin vermedi. Buna rağmen haksızlıklar karşısında susmuyor, fakat hak ararken haksızlık yapmıyordu. O zamanlarda kurulan ve insan haklarını savunan “Erdemliler Derneği”ne kendisi de katılmıştı. Hılf-ul fudul denilen bu dernek, zulme uğrayanın hakkını savunma paktıydı.
- Ama bize zulmediliyor.
- Siz de zulmedenlere. Peki fark nerede? Zulmedenin adı zalim değil mi? Ben, haksızlıkları yok saymıyorum. Haksızlıklar var; lakin haksızlık yaparak hak alınmaz, alınmamalı diyorum.
- Başka çaremiz mi var?
- Şilan kardeşim! İnsanoğlu şaşkın; çünkü bir boşlukta. Maneviyat yoksunu olduk. Maneviyat boş olunca da yerini başka şeyler dolduruyor; ama hiçbiri de çâre olmuyor. Baksana! Vahyi kaldırdılar yerine ne koydular, çare oldu mu? Olabilir mi? Olması mümkün mü? Bütün halk sıkıntı içerisinde. Bu sıkıntı, sosyal alanda, ekonomik alanda, aile alanında velhâsıl her alanda.
Bizi sunulan cici demokrasilere baksana, kime hangi mutluluğu vermiş? Bir avuç tuzu kurunun dışında kim mutlu? Hiç kimse. Dağlarda nice gençler nedenini, niçinini bilmeden birbirlerine kurşun sıkıyorlar. Ne için? Niçin anarşiye başvuruyorlar?
- Biz de bunu söylüyoruz.
- Şartlanma lütfen, önyargılı olma! Dağlardakiler amaçlarına ulaşsalar ne olacak? Sonuçta birilerinin canı yanmaya devam etmeyecek mi? Sanki savundukları şeyler kime mutluluk, huzur getirecek?.
- Haksızlığa uğramayınca anlamak zor?
- Sitem etme! Ben senin ablanım ve iyiliğini istiyorum. Sanki sadece sıkıntıyı sen mi çekiyorsun? Biz de sıkıntılıyız, baksana başörtülülerimize, kapılarda perişanlar. İnancımızı yaşayamıyoruz horlanıyor, gerici oluyoruz. Kısacası kendi ülkemizde inancımızı yaşamak imkânından yoksunuz.
- Ama pasifiz. Yani Müslümanlar olarak.
- Unuttuğun bir şey var.
- Ne?
- Bizim hayat düzenimizi Allah vaaz ediyor. Ve uygulanış şeklini de Rasul'ümden alın, diyor. Böyle olunca da adalet gündeme giriyor. Dolayısıyla hakkını nasıl araman gerektiğini de, ne yapman gerektiğini de yine O'na ve Rasul'üne sormak sorumluluğumuz var.
- Peki, ne yapmak gerekiyor?
- Güzel bir soru. Hemen Mekke'ye bakıyoruz.
- Yani İslâm'ın hakim olmadığı döneme.
- Evet. Ne var Mekke’de? Tebliğ ve eğitim çalışmaları. Ve ardından gelen sıkıntılara sabır. Sabır, bir şey yapmadan beklemek demek değildir. Aksine iş yaparken gelen sıkıntılara katlanmaktır. Hepimiz, tüm Müslümanlar imanın imtihanından geçmek zorundayız. Öyle “inandım” demek kolay. Asıl imanı ispat etmek önemli, öyle değil mi?
- Seni tanımasam, bize karşı olduğunu sanırdım.
- Aman, Şilan sendee! Birtakım kuruntulardan kurtulmak gerekir. Bu konudaki naslar açıktır. Üstünlük sadece takva iledir. Siyah ya da Beyaz, Laz ya da Çerkez. Türk ya da Kürt olmakta değildir.
- Evet, biliyorum. Canım ablam benim! Çektiğimiz sıkıntıyı, acıyı ancak Allah bilir. Biz ister miydik biricik civanımıza hasret kalalım, acı çekelim, yüreğimiz yansın, biz ister miydik? Ama elimizden tutan yok, bize açıklayan yok, bu boşluğu dolduran yok. Gençlerimiz ziyan oluyor. Sen oraları bilmezsin; insanlar iki taş arasında kalmış, birçoğu ne yapacağını bilmez durumda.
- Ne açıdan?
Bu anarşi yüzünden. Elinden tutan, yardım eden yok ki. Teröristler yardım istiyor, verse suç, vermese suç. Verince devlete karşı suçlu, vermeyince teröriste karşı. Ahh, ah! Çok zor, zor, hem ne zor! İnsanın bir parçasına ne olduğunu bilmemek, ölü mü, yoksa sağ mı? Hasta mı yoksa aç mı? Bilmemek çok zor.
- Evet, inan bana seni anlıyorum. Bak sana ne diyeceğim; ben kadın haklarının konuşulup, tartışılacağı bir seminere davetliyim. Benimle gelmek ister misin?
- Buna sevinirim. Abla be! Beni yanlış anlama lütfen. Bu durumum geçen gün anlattığın "Asabiyet" konusuna girer mi? Bilmem ama vurulanları duyunca oldukça üzülüyorum. Nasıl üzülmeyeyim babam sinirsel hasta oldu, anam erken yaşlandı; babamın derdi bir yandan evlât acısı bir yandan. Kısacası hayatımız alt üst oldu, sanki çok düzenli bir hayatımız vardı da (?).
- Tabi ki evlât acısı zordur; ama zorluk başka, olayları objektif değerlendirmek başka şeydir. İnsan mutluluğu İslâm'dan başka bir yerde ararsa hata yapar, zaten bulamaz. İslâm sisteminin sahibi Allah'tır. Sahibi Allah olan bir sistem kusursuzdur. Haa, şunu da unutmamak gerekir, mutlaka ki bu sistemi uygulayanlarda hata olabilmiştir ve olmuştur da. Ama bu, sistemin aslını bağlamaz. İnsan kafasının mahsulü olan sistemler bütün insanlığa huzur, mutluluk getiremezler. Zaten İslâm ile bir başkası kıyas bile yapılamaz. Neden? Çünkü birinin sahibi Allah, diğerinin ki ise insan.
- Nerde bulacağız? Baksana halkın bir çoğu "Kahrolsun şeriat" diye bağırıyor.
- Biliyorsun ki "Kahrolsun Şeriat!" demek: Allah'ın düzeni kahrolsun demektir. Hem de bunu Allah'ın "Kahhar" isminden istiyorlar, mantıksızlığa bakar mısın?. Hem bir Müslüman hedefe yürümekle görevlidir, varır ya da varmaz o takdirdir. Biz, şimdi temiz nesillerin yetişmesi için elimizden gelen gayreti yapmalıyız. Bizim sorumluluğumuz bu. Bir Müslüman kadın olarak Allah'ın bizden ne istediğine bakmalı, haklarımızı iyi bilmeli ve yapılması gerekenlerde mutlaka yerimizi almalıyız.
- Haklısın. Şimdiye dek hep batıl zihniyetlere hizmet ettik. Bu açığı kapatmak gerek. İyi ki varsın be abla. Bana bu gurbet ellerde her şey oldun, ama her şey.
- Yine başladın ve yine abartıyorsun.
- Mütevazılığından böyle konuşuyorsun. Hem abla be, ben senin cenneti kazandığını söylemiyorum ki, bana iyiliğin çoktur diyorum.
- Neyse neyse, biraz daha konuşursan ben de kendimi gerçekten bir şey zannedeceğim. Biliyor musun? İnsanı yüzüne karşı övmek de hoş karşılanmamıştır.
- Öyle mi?
- Çünkü, nefis kendini beğenmeyi sever ve kibire kapılırsa her şeyi kaybeder. Kibir, nefis hastalıklarının en kötüsüdür diyebiliriz. Allah bizi nefsimizin şerrinden muhafaza buyursun.
- Amin. Ben bilmeden sana kötülük ediyormuşum desene. Hakkını helâl et.
- Helâl olsun. Sen de helâl et.
Diğer tarafta…
Berfin'in kilerini “Dar-ul Erkam”a çeviren, Berfin ve arkadaşlarında hummalı bir çalışma vardı. İki dikiş makinası, bir tane de halı tezgâhı koymuşlardı.
Sağduyulu ve halkın gerçeklerini yazan bir gazetede, İstanbul’da ki birtakım Müslüman hanım yazarların öncülüğünde Afganistan için kermes çalışması başlatılmış olduğunu ve inanan herkesi desteğe çağırdıklarını okumuşlardı.
Hemen istişare için toplanmışlar ve hem tanıdıklarının kapısını çalmayı ve hem de bir şeyler üretmeyi kararlaştırmışlardı. Her gün iki kişi mutfakla ilgileniyor, dört kişi sair mahalleleri dolanıp, tanıdıklarından yardım alıyorlardı. Diğer kızlar ise dikiş bilenler dikiş dikiyor, bir kısmı da tezgahta kol çantaları ve duvar aksesuarları üretiyorlardı.
Bu gün mahallelere gitme sırası Berfin ile Fatıma da idi. İşe uzak mahalleden başladılar. Ellerindeki çuvalı sırtlarında taşımaları gerekiyordu. Zira mahalle minibüsü ya da belediye arabası gibi bir olanakları yoktu.
Berfin'in tanıdığı, bir yıl Bursa da kalmış ve bu arada İslâm'ı tanımış Emine Hanımın kapısını çaldılar. İçeri girdiler, Emine Hanıma durumu izah ettiler. Emine Hanımın gözleri dolmuştu hamd etmişti; Allah'a ve Kübra'ya dua etmişti.
Berfin ve Fatıma, Emine Hanımın tüm ısrarına rağmen ikrama kalmamışlardı; çünkü dolaşacak çok kapıları vardı. Emine hanım da bir kaç adres verip “Selâmımı söyleyin, ilgilenirler” demişti. Her tanıdık bir ya da birkaç tanıdığa gönderiyordu. Besmele ile çıktıkları yolu, Allah, bu günü çok bereketli kılmıştı. Üç çuval malzeme toplanmıştı. Berfin birini sırtladı. Fatıma sırtlanmakta zorlanıyordu. Berfin'e:
- Ya Berfo! Ben bunu sırtımda götüremem!
- Neden o?
- Neden mi? Ayıptır, inan ki utanırım. Yolda insanlarla karşılaşacağız .
- Hatırlıyor musun? Tarih dersinde işlemiştik. Hz Ömer sırtına çuval alıp, fakire taşıyordu. Nefsi görüyor musun? Terbiye kardeşim, nefsi terbiye etmek lazım. Şimdi sen bunu niçin taşıyorsun?
- Allah için.
- O halde sorun nerede?
- Galiba haklısın. Hadi gidelim, geç oldu. Euzu besmele çekmem lâzım.
Zorlukla getirebildiler. Kızlar, evdeki çeyizlerinden de ne varsa ortaya koymuşlardı.
Son gün hepsini elden geçirdiler. Özenle paketlediler. Şimdi sıra postalamakta idi.
Dikkat çekmemek için, belli aralıklarla çuvalların ucundan tutup, postahaneye geldiler. Hepsi çok yorgun ama mutluydular. Yüzlerinde Allah için, O'nun dini için bir şeyler yapmanın huzuru vardı. Ama postahanede onları bir sürpriz bekliyordu.
Kızlar gelmiş, arkadan gelen Berfin'i bekliyorlardı. Berfin gözü pek, açık sözlü, uyanık bir yapıya sahipti. Berfin içeri girince kızların bazıları kalabalık olmasın diye dışarı çıktı. Berfin ilgili memurun yanına gitti.
- Bayan! İstanbul’a paket göndermek istiyorum, dedi.
Memur bayan başını, karıştırdığı evraklardan kaldırmadan cevap verdi:
- Bekleyin.
Yaklaşık yirmi dakika beklediler. Bayanın oyalandığı her halinden belliydi. Berfin içinden “lâ havle” çekiyordu.
Nihayet Memur Hanım çuvalları önüne koydurtup, içlerini kontrol etmeye başladı. Güzel güzel elişlerini görünce sordu:
- Bunlar kimin çeyizleri? Berfin cevapladı:
- Kendimizin.
- Nereye gönderiyorsunuz?
- İstanbul'a. Memur Hanım adrese baktı:
- Ne alâka, diye söylendi. Sonrada yanındaki memur arkadaşına dönerek:
- Şuraya bakar mısın? Ne güzel şeyler bunlar! Gönderdikleri yer bir vakıf. Ne alâka?
Berfin'e dönerek:
- İstanbul’daki vakıfla sizin çeyizinizin ne alâkası var?
Berfin kendinden emin bir şekilde cevapladı:
- Maddi bir bağımız yok. Gazetede ilan gördük, Rusya ile çarpışan Afganistan mücahidlerine yardım kermesi hazırlamışlar, biz de destek için gönderiyoruz.
Bayan, arkadaşına dönerek alaylı bir şekilde konuşmasını sürdürdü:
- Bunları hep böyle kandırıyorlar. Şu güzelim şeylere bak. Seçip seçip, kendilerine alacaklarından eminim. Zavallılar!
Berfin, deminden beri kendini zor zaptediyordu. Zavallı kelimesini duyunca patladı:
- İşinize baksanız daha iyi olur. Biz zavallı değiliz.
- Bak, bak, bak! Neler de biliyormuşsun sen?
- Bize hakaret etmek hakkını nereden alıyorsunuz?
- O örtünün altında, nereden buluyorsun bu lâfları.
- Bana bakın, örtüme dil uzatmaya kalkmayın! Lütfen işinizi yapın! Siz postahane memuru musunuz yoksa sorgu, yargı memuru mu?
- Fazla konuşma! Sizin gibileri çok gördük, örtünün altında...
Berfin, kadının sözünü tamamlamasına müsaade etmedi:
- Nedense Allah'ın düşmanlarının ortak eylemi; örtü düşmanlığı.
Uzanıp kadının yakasından tuttu ve konuşmasını sürdürdü:
- Bana bak! Ben senin gibi dudağı boyalı, parmağı cilalıları da gördüm; neler yaptıklarını da iyi bilirim. Ama ben senin gibi yobaz olmadığım için hepsini aynı kefeye koymuyorum. İşine bak duyuyor musun beni? İşine bak da gidelim!
Kadının rengi kaçmıştı. Anlaşılan zor kayaya çarpmıştı. Polis müdahale etti. Berfin ve arkadaşları, karakola götürüldüler. Çetin bir sorgulamadan sonra bırakıldılar. Eve gelip değerlendirme yaptılar. Arkadaşlarından bazıları:
- Bir müddet derslere ara verelim, dedilerse de Berfin itiraz etti:
- Hayır, biz yasak bir şey yapmıyoruz. Okuduğumuz kitaplar da yasak yayın değil. Tedbir demek, hiçbir şey yapmadan oturmak demek değildir ve oturulacak zamanda değildir. Bu işi başardık hamd olsun. Şimdi yeni programlar üzerinde konuşmalıyız. Ve taâ ki, Azrail canımızı almaya gelene kadar İslâm için, Allah'ın rızası için. Ahirete gittiğimiz de Muhammed (s.a.v.) yanında yer alabilmek için çalışmalı, çalışmalı ve yine çalışmalıyız. Çünkü Allah'ın katında oturan ile O'nun dini için çalışan bir değildir.
ONUNCU BÖLÜM
Salon tıklım tıklım doluydu. İnsanların insanca yaşama haklarını savunan derneğin davetlileri doldurmuştu salonu. Türkiye'nin dört bir yerinden gelen misafirler yerlerini almıştı. Şilan da Saliha ablasıyla gelmişti. Saliha Hanım da konuşmacılar arasında yerini almıştı. Tartışılacak konu “Kadın Hakları ve Türkiye’de Kadın” idi. Oluşturulan platformda her düşünceyi temsilen kadınlar vardı.
Kısa bir tanışma faslından sonra organizatör kadın açılış konuşmasını yaptı. Ve konuşmacılar sırayla kendi inanç ve düşünceleri açısından konuyu anlattı. Feministleri temsilen konuşan bayanın "Erkeklere ölüm" demediği kalmıştı.
Saliha Hanım da kendi inancı açısından "İslâm’da Kadın" konu başlığıyla sunmuştu konuşmasını. Güzel özetlemişti. Kadının yerlerde sürünmekten alınıp, baş tacı nasıl edildiğini, akıcı bir konuşma üslubuyla anlattı salondakilere. Şimdi sıra dinleyicilerde idi. Konuşmacılara soru sormak isteyen, soracaktı. İlk söz alan bir kadın, "Cumhuriyetle birlikte kadınlara haklar verilmiştir" diyen bayan konuşmacıya sordu:
- Türkiye’de kadının okuma hakkı var mıdır?
- Elbette var. Bunda hiç şüphe yok!
- Peki başörtülüler kadın değiller mi ki, okuma hakları ellerinden alınıyor? Türkiye’de birçok hak gibi, kadın hakları da yoktur. Salon alkıştan âdeta inledi. Bir diğeri Saliha Hanıma sordu:
- Örtünmeye mecbur olmak, kadının özgürlüğünü kısıtlamıyor mu?
- Ne münasebet hanımefendi! Özgürlük denilince bir yerleri açmak olarak algılamak kadar yanlış bir düşünce olabilir mi? Önce özgürlüğün tanımı yapılmalı. İnsan sosyal bir varlık ve toplumla yaşamak zorunda. Dolayısıyla toplumun huzuru için bazı noktalara dikkat etmesi gerekmez mi?.
Oturumu yöneten müdahale etti:
- Cevap süreniz doldu!
- Özür dilerim, toparlıyorum. Şu kadar diyorum ki: İslâm özgürlükleri kısıtlıyor diyenlerin, insanları sırf düşünüyor ve düşüncesini ifade ediyor diye her gün hapislere kapattıklarına şahit olmuyor muyuz?
Salonda bir alkış tufanı kopmuştu. Şilan ise iyice dolmuştu. Bunlar ne konuşuyorlardı? Deminden beri söz alıp almama konusunda, içiyle savaş halindeydi. Cesaretini toplayarak mikrofonu istedi. İçinden Euzu besmele çekip, Allah’a sığındı ve konuşmaya başladı:
- Selamünaleyküm. Ben doğulu bir kadınım. Deminden beri "Türkiye’de Kadın Hakları”ndan bahsediyorsunuz, cumhuriyetle kavuşulan hakları anlatıyorsunuz, Allah aşkına hangi haktan bahsediliyor? Ben anlayamadım! Özür diliyorum, ben köylüyüm ve okul yüzü görmemişim, konuşmam da olan hataların mazur görülmesini rica ederek söylemek istiyorum ki, ayaklardaki bir karış topuklu ayakkabıyla, çarık giyen kadını; parmaklardaki ojeyle, nasır tutan elleri; dudaklardaki boyayla, yaylada, tarlada susuzluktan çatlayan dudakları nasıl anlayacağız? Sormak istiyorum feministlere doğulu kadınlar için ne yapmışlardır? Bizim orada töreler vardır, baş örtüsü açılmaz ama dinsel değil, töresel bir kuraldır. Devlet, baş örtüsü takılmasına müsaade etmediği için; babalar kızlarını okula göndermiyor. Sormak işitiyorum bunlar kadın değil mi? Bunların okuma hakkı yok mu?
Bence burada fantezi yapılıyor. Türkiye'nin gerçeklerini görmek lâzım. Çağa uyacakmışız, Türkiye demek sadece İstanbul ve Ankara demek midir? Bizim orada kadın hâlâ dayak yiyor, hâlâ başlık parasıyla satılıyor, hâlâ eziliyor, hâlâ eziliyor... Bunun için bir çözüm öneriniz var mı? Neler yapılmalı? Bu sorumu sorduktan sonra diyorum ki, birtakım tuzu kuru, Türkiye'yi sadece Ankara ve İstanbul’dan ibaret sayıyor. Ben ise sizleri öteki Türkiye’yi görmeye, öteki Türkiye'nin varlığından haberdar olmaya, öteki Türkiye’den yükselen feryada kulak vermeye davet ediyorum.
Yarım saat sonra oturum bitmişti. Saliha ablasının etrafını sevenleri sarmış, çeşitli konularda görüş alış verişi yapıyorlardı. Bir saat kadar sonra Şilan ve Saliha Hanım, evlerinin yolunu tutarken, Saliha Hanım Şilan'a:
- Cesaretinden dolayı seni kutlamak gerek.
- Estağfirullah be abla, hak hak deyip durdular. Bir de İslâm’ın hakları kısıtladığını söylemezler mi? Kan beynime sıçradı. Yetmiş yıldır sanki ülkeyi İslâm yönetiyormuş da, bu kadar ezilen, sürülen, aç kalan, hırsızlık yapan, kendilerinin, kendi yönetimlerinin değil de, İslâm'ın suçuymuş. Tevbe tevbe...
- Sakin ol! Düşüncelere açık olmalıyız. Hakaret etmelerine izin vermeden ve biz de hakaret etmeden, açık yüreklilikle konuşmaya tahammüllü olmalıyız.
- Asıl seni tebrik etmek lâzım. İslâm da kadının yerini çok güzel özetledin.
- Hakikatler Rabbimin, be Şilan! Biz sadece aktardık. Aslında bu kadın meselesini kasıtlı olarak gündemde tutuyorlar diye düşünüyorum. Hem durmadan Müslüman kadını konuşuyoruz, Müslüman erkek nerde? Onu niye gündem etmiyorlar acaba? Toplumun bir yarısı kadın, diğer yarısı erkek, ikisi de sağlam olacak ki toplum sağlıklı olsun.
....Aradan üç yıl geçmişti. Bu zaman içerisinde Şilan okuma yazmayı, Kur'an' okumayı öğrenmiş ve Arapça dersleri almaya başlamıştı. Ayrıca Saliha Hanımın desteğiyle, bazı hanımlara ilmihal dersi vermeye de çalışıyordu. Anlatımı, hitabeti herkes tarafından beğeniliyordu.
Geldiğinden beri ilk kez memlekete gidecekti. Hazırlık yapıyordu. Hazırlıklarını tamamladı. Saliha ablasından izin aldı ve bir aylığına memleketin yolunu tuttu.
Saliha Hanım da Şilan’ı çok seviyordu. Gidişine üzülmüştü. Gayretli bir Müslümandı. Kübra Hanımın da katkısıyla, Berfin ve arkadaşlarına bir koli kitap göndermişti. Tanımıyordu; ama olsun, hayırda yarışmak sünnetti.
Kapının zili çaldığında Berfin kuşluk namazını kılıyordu. Selamlayıp kapıyı açtı. Kapıda tesettürlü biri vardı, tanıyamamıştı:
- Kimi aramıştınız?
- Berfin Hanımı?
- Benim buyurun?
- Adım Şilan. Buralıyım, İzmit'ten geliyorum. Kübra Hanımın vesilesiyle, Saliha ablamız sizi gıyaben tanıyor ve size ufak bir emânet gönderdi.
- Buyurun, buyurun! içeri girin.
Şilan içeri girdi. Berfin'e kısaca İzmit'ten bahsetti.Turan Öğretmen ve hanımının vesilesiyle, Saliha ablasıyla tanıştığını, yapılan çalışmaları anlattı. Berfin sordu:
- Şu Saliha abla, ondan biraz bahseder misin?
- İyi bir Müslüman. Birçok şeyi ona borçluyum. Kübra Hanım, sizden, gayretinizden ve buranın imkânlarından bahsetmişti, o da size kitap gönderdi.
- Kitap mı? Çok sevindim. İhtiyacımız vardı.
- Sanırım kolinin içinde mektup da var.
- Allah razı olsun. Eee, oralarda neler yapıyorsunuz? İmkânlar daha iyidir değil mi?
Şilan, kısaca özetledi. Sonra sordu:
- Ya sizler, sizler neler yapıyorsunuz?
- Biz mi? Biz, pek bir şey yapamıyoruz. Sizin kadar şanslı değiliz, zira bir hocamız bile yok.
- Ama zorlukla yapılan bir işin sevabıyla, kolaylıkla yapılan bir işin sevabı aynı değildir. Siz daha kârlısınız.
Şilan, Berfin'i çok sevmişti. Azimli, gayretli biriydi. Derin bir sohbete dalmışlardı, akşam olduğunun farkına varmadan...
Şilan geç olduğunu fark edince hemen kalktı. Eve geldiğinde babası yine anasını dövmüştü. Psikolojik sıkıntıları olan Hasan Ağa, artık bütün hıncını hanımından alıyordu.
Şilan ailesine, kardeşlerine, ablasına baktıkça kahroluyordu. Hakikatlerden uzak, boş, bomboş, ahireti olmayan bir hayat yaşamaları Şilan'ı üzüyordu..
Anasına biraz teselli verdi. Yapılacak bir şey yoktu, babasını değiştirmek mümkün olmadığına göre...
Akşam namazını kıldı. Sonra Saliha ablasını arayarak kitapları teslim ettiğini bildirdi. Çok özlemişti ablasını…
Aynı gece anasıyla dertleşen Şilan çok geç yatmıştı. Sabaha karşı dört sularında telefon çaldı. Vakitsiz çalması oldukça korkutmuştu ev halkını. Hatice Hanım yerinden fırlayarak:
- Mahmud'e eva Mahmud'e? (Mahmut mudur? arayan Mahmut mudur) Yüreği yerinden çıkacakmış gibi çarparak, zoraki konuşmuştu. Şilan telefonu aldı. Telefondaki ses:
- Selamün aleyküm. Ben Berfin, televizyonu açar mısın? dedi ve kapattı telefonu.
Şilan, ne olabileceğini kestiremeden kumandaya koştu. Televizyonu açtı. Açmasıyla da dizlerinin bağı çözüldü ve olduğu yere yığıldı. Dilinden “inna lillahi ve inna ileyhi raciun” dökülürken, göz yaşları da anında hücum etmişti gözlerine. Bütün kanalları taradı, hepsi söz birliği etmişçesine tek şeyde kilitlenmişti:
- Boyutu tam tespit edilemiyor sayın seyirciler. Merkez üssü Gölcük, ölü sayısının artmasından endişe ediliyor. Şilan derhal telefona koştu. Heyhat! Telefonlar işlemiyordu. Şilan, hiç bu kadar kendini çaresiz hissetmemişti. Acaba Saliha ablasına bir şey olmuş muydu? Ya arkadaşları?
Tarifi mümkün olmayan acılara bürünmüştü bir anda. Aman Allahım çaresizlik ne kötüydü. Âcizlik ne zordu? Ya insan, hep âciz değil miydi? Ufacık mikroplara yenik düşüp hasta olmuyor muydu? Azrail canını almaya geldiğinde “Vermem” diyemiyordu. Kısacası Allah'a muhtaç olmadığı bir an yoktu ki. Ama ne yazık ki yine de nankördü....
Şilan, her zaman olduğu gibi yine açmıştı ellerini çaresizlerin çaresine. Her şeyi duyana, icabet edene, haksızlık etmeyene, lütfedene, acıyana...
“Allahım! Her şey senin kudret elinde, ne olur dostlarımdan bir haber” diyerek yalvarıyordu Rabb’ine.
Saatler uzamış, zaman durmuş, işlemiyordu sanki. Saat sabahın dokuzunu gösterirken, bir yıl geçmiş gibiydi. Ve telefon çaldı, arayan Ali idi:
- Ben sağım. Saliha Hanımların evi yıkılmamış, kendilerini bilmiyorum diyebilmişti, hemen telefon kesilmişti.
Şilan, çaresiz ve perişandı. Ben de oralarda olsaydım, diye düşünüyordu.
İki gün boyunca televizyonun karşısına çakılmış kalmıştı. İki gün sonra Adapazarı’ndan cenazeler geldiğini duydu. Şilan hangi mahallede olduğunu öğrenip, gitti. Cenaze evine gelenlerin anlattıkları Şilan'ı iyice endişelendirmişti. Demek durum daha da vahimdi. Şansını denemeliydi. Eve döndü, babasına ısrarla yalvardı. Allah'a sığınarak, babasına yalvarmıştı. O istedikten sonra olmayacak bir şey yoktu. Ve babasını razı etmeyi başardı.
Hemen hazırlanıp, saat iki arabasıyla yola çıktılar.
Şilan, Gölcük'e girerken depremin üzerinden dört gün geçmişti. Yer hâlâ sakinleşmemiş, zaman zaman üzerindekilere “Kendinize gelin!” uyarısı yaparcasına sallanıyordu.
Eşiyle buluştu, babası hemen geri döndü. Şilan ise Saliha ablasının evine koştu. Ev ayakta; ama kimsecikler yoktu. Yardım etmek isteyip de bir şeyler yapamamak ne zor bir durumdu. O gün öğlene doğru acı haberi almışlardı. Turan Öğretmen, eşi ve iki çocuğu ailece göçmüşlerdi dünyadan. Şilan, şaşkın ve perişandı. Merak ediyordu, acaba başka kimler göçmüştü?
Son anda hatırladı. Evet! Saliha ablası herhangi bir durumda haberleşmek için, haberleşme zinciri kurmuştu.
Koştu, ilk zincirde kimseyi bulamadı. İkinciye, üçüncüyü derken dördüncü zincir olan Hanife Hanımı buldu. Hanife Hanımla sarılıp, ağlaştılar. Şilan sordu:
- Anlat hele, kimler gitti? Ablamız nerde?
- Ablamız sağ, Esentepe’de çadırda. Arkadaşlardan Gülten ve...
Hanife Hanım sözünü tamamlamadan başını yere eğdi. Gözlerinden yaş, dudaklarından şu ifadeler döküldü:
- Tokat yemiş bir topluluktan olmaktan utanıyorum. Söylesene Şilan! Sana bu olay neler anlatıyor? Anlatabiliyor mu?
- İnşallah anlatır. Dirayetli ve sağlam olmalıyız. Her şey Allah'tan. Çok acı, hem de çok. Kim öldü değil, kim kaldı, diye soruyoruz. Yine de dayanmaktan başka çaremiz yok. Ablamı göreyim, neler yapabiliriz, ona bakalım. Hadi selâmetle kal! Dua et.
Şilan, Esentepe’ye koştu. Saliha Hanımı Kur'an okurken buldu. Sarıldılar, duygu yüklüydüler. Ablasının yüzünde acı ve metanet vardı. Yaşadıklarını anlatamadı; çünkü cümleler yetmezdi. Şilan ise ablasının konuşmasını, bir şeyler söylemesini bekliyordu. Konuşur musun? dercesine baktı ablasına. Ablası da konuşmaya ne hacet dercesine elindeki Kur'an'ı uzattı Şilan'a. Şilan, gözyaşlarıyla okudu Naziat sûresinin mealini. Daha bir sıkı sarılmaya karar verdi Kur'an'a.
Acılarını yüreklerine gömerek, tokat yemiş bir topluluktan olmanın verdiği suçluluk psikolojisiyle, başları öne eğik, gönülleri buruk “Oturmanın sırası değil!” diyerek koştular, Ankara'nın gelemediği halkın yardımına. Yetişebildiklerine ve yapabildikleriyle.
Daha bir kararlı olarak, "Hatadan payımıza düşeni aldık." dercesine yapabildikleri iyilikleri iki katına çıkarmaya niyetlenerek, bu günü düne benzetmemek için, verilen fırsatı iyi değerlendirmek için...
Artık daha bir kararlıydılar, dava için, hizmet için, hayatı anlamlandırmak için, boş bomboş bir hayatla gitmemek için ve:
“(Ahirette) bize kavuşmayı ummayan (sadece) dünya hayatından hoşlanıp (gönlü) onunla yatışıp rahatlayan ve âyetlerimizden gafil olanlar var ya işte, kazandıkları (günahları)ndan dolayı, onların varacağı yer ateştir”
“Halbuki dünya hayatı, ahiret hayatının yanında basit, geçici bir faydalanmadan başka değildir” bilinciyle ve
“De ki: Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabb'ı olan Allah içindir” fermanını gerçekleştirmek için…n