Sabiha Ateş Alpat

 

Güneş

Doğudan Doğar

“Roman”


BEKA YAYINLARI :  76

Roman Serisi :  44

 

Güneş Doğudan Doğar

Sabiha Ateş Alpat

1. Basım, Aralık 2002

 Yayına Hazırlayan

Osman Arpaçukuru

Dizgi

Fatma Arpaçukuru

Kapak Tasarım

Ferhat Çınar

Baskı ve Cilt

Bayrak Matbaası

Sabiha Ateş Alpat

Güneş

Doğudan Doğar

“Roman”

BEKA YAYINLARI

Çatalçeşme Sok. Üretmen Han No: 18

Tel.&Faks: 0212 512 51 66 - 512 45 43

Cağaloğlu – İstanbul

Sabiha Ateş Alpat

1964 yılında Kars’ın Digor ilçesinde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini burada bitirdi. Seksen İhtilali öncesi dönemde sağ-sol davasından, okullarda had safhada olan karmaşa yüzünden okula devam edemedi. Ailesi, aynı sebepten 1978 yılında Kocaeli-İzmit’e göç etmek zorunda kaldı. Özel bir şirkette ustabaşı olarak çalışmaya başladı. Burada çalışırken İslam’la tanıştı. İşten ayrılarak özel hocalardan Kur’an-ı Kerim, Fıkıh Usulü, Tefsir Usulü, Tefsir, Arapça, Psikoloji, Pedagoji konularında dersler aldı. On beş yıllık evli olan yazarın yayımlanmış romanları sırasıyla şunlardır:

1. Ana Yüreği

2. Ölüm Çiçekleri

3. Zamanın Zeynebi

4. Sarsılmadan Uyanmak

5. Kardeş Kurşunu

6. Yozlaşmış Duygular

7. Güneş Doğudan Doğar

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

 

 

 

Hasan Ağa, elinde sigarası, başında şapka kanu­nuyla  tanıştığı şapkası, kapının önünde  bir sağa bir sola gidip geldikçe; bastığı  yerlerdeki karlar, kart kurt diye sesler çıkarıyordu.

Üç  saattir  içeriden  bir  haber  gelmemişti. Hanımı dördüncü kez doğum  yapacaktı.  Sancıları sıklaşınca köyde ebelik yapan Sultan Hanımı çağırmışlardı. Hasan Ağa, dayanamayıp kapının tokmağını hızlı hızlı vurup, seslendi:

-Dilaaan, gız Dilan içerde ne oliy?

Evin büyük kızı olan Dilan, babasının sesini du­yunca endişeyle bir anasına bir de Sultan anaya baktı. Ve çaresizce kapıya yöneldi kapıyı araladı, babasına cevap verdi:

-Bavo, Sultan ana diyi ki az kalmış.

Hasan Ağanın üç çocuğu vardı; büyük oğlu Mahmud, sonra da sırası ile Dilan ve Şilan isminde iki kızı...

Ağrı Dağı’nın eteklerinde, doğunun ücra köylerin­den biri  olan Gevro’da oturuyorlardı. Gevro köyü, Doğu ve Güneydoğunun birçok köyü gibi  insanca ya­şam şartla­rından uzak, devletin imkânlarının gitmediği yerleşim yerlerinden biriydi.

Köyde, elektrik, su, yol, okul, sağlık ocağı, cami yoktu. Peki ne vardı? Taş ve topraktan yapılan, dışarı­dan bakıldığın­da birer taş yığınını andıran, yüz elliye yakın ev ve köylünün kazma kürek çalışarak yaptığı yol... Ve bir de din haline gelmiş  töreler vardı.

Okul olmadığı için erkeklerde bile okuma yazma oranı, yok denecek kadar azdı.

Hasan Ağa, kasabadaki okulda okuması için, kışın, oğlu Mahmud’u halasının yanına gönderiyordu. Dilan ve Şilan ise köyün öteki kızları gibi, her şeyden mahrum, okuma yazmadan da bîhaber olarak büyüyorlardı.

Hasan Ağa kapının önünde gezinirken, Mahmud’un geldiğini gördü. Kasabadan köye kızak bulduğu zaman,  eve geliyordu Mahmud. Babasını görünce seslendi:

- Bavo ğayre (hayırdır)?

- Ğayre. Ana doğum yapi, inşallah Ahmet olacak.

O sırada kapı gıcırdayarak açıldı. Sultan Ana ellerini kurulaya kurulaya dışarı çıktı. Beklemenin çare olmadı­ğını düşüne­rek Hatice Hanıma:

- Bacı çare yoğdur.  Ben söylim, demiş ve haberi vermek için dışarı çıkmıştı.

Hasan Ağa, Sultan Ebeyi görünce, gözleri ışıldaya­rak sordu:

- Bacı gedeye (oğlandır) değil mi? Sultan Ebe, duy­mamış gibi davranarak:

-Şükür, kurtuldu. Ğanımın sağdır, çocuk da eydir, di­yerek cevap verdi. Hasan Ağa sorusunu tekrarladı:

- Gedeye değil mi? Valla adı Ahmet'tir. Sevinçle Mahmud’a seslendi:

- Mahmuud! Hele koçu getiresen, ben kesim. Mahmud ahıra doğru koşarken, Sultan Ebenin sesi du­yuldu:

- Gardaş, Dilan'a bacı olmuş.

Hasan Ağanın, dünya başına yıkılmıştı adetâ. De­mek yine kız olmuştu. Elindeki sigarayı yere attı ve hınçla ezdi. Sultan Ebe de aynı köyden olduğundan, bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Söylendi:

-"Bir daha hamile kalana kadar, vayy Hatice bacı­nın haline". Hasan Ağa, ahıra koşan Mahmud'un arka­sından seslendi:

- Mahmuud, Mahmuud!

- He, bavo ne diysen?

-Bırak koç ağırda kalsın... Bunun ne demek oldu­ğunu anlayan Mahmud, nedenini sorma gereğini duy­madı. Hasan Ağa sinirle eve girdi. Ağzının dolusunca hanımına tükürerek:

-Ben sana gede (oğlan) demiştim. Evimi kendin gibi zavallı doldurisen. Allah senin de belânı versin çocuğu­nun da.

Hasan Ağa, kapıyı hızla çarpıp çıktı. Evin büyük kızı Dilan’ın gözyaşları yine gözlerine hücum etmiş; ama akmaya cesaret edememişti. Babası, aniden geri dö­nerse onu ağladığına pişman ederdi.

“Acaba erkekler neden üstündü? Analar hep oğlan doğursaydı, o zaman erkekler evlenecek kadın bulabile­cekler miydi? Oğlan ya da kız doğurmak kadının elinde miydi?”

Sanki Peygamberimiz’in henüz gönderilmediği dö­nem olan, Cahilliye hortlamıştı. Hayır hayır, sankisi faz­laydı; Cahilliye altın devrini yaşıyordu.

O zaman da kız çocukları horlanır, ikinci sınıf insan muamelesi bile görmezlerdi.

Mirastan hiç pay alamaz, toplumda da devamlı aşa­ğılanırlardı. Öyle ki, bir babanın kızı olduğunda, bunu utanç vesilesi yapar ve baba hiç çekinmeden onu alır, götürür, sonra da diri diri toprağa gömerdi. Allah (c.c.), Kur’an’da bu olayı şöyle bildirmiş ve Cahilliye toplu­munu gözler önüne sermiştir:

“Onlardan biri, kız ile müjdelenince kendisi; çok öfkelenmiş olarak yüzü sim­siyah kesilir.

Kendisine (kız doğumuyla) müjde ve­rilen şeyin (zannınca) kötülüğünden do­layı toplumdan (utanıp) gizlenir (ve şimdi ne yapacağını düşünür): Aşağılanma (ve utanç) içinde onu sağ tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Bakın ki hüküm verdikleri şey ne kötüdür!” (Nahl, 58-59)

Sonra, O gelmişti; O, Allah’ın sevgilisi, eşsiz rehber, baş öğretmen, O Muhammedü’l-Emin’di.

“Kadınlar sizin emanetinizdir. Onlara iyi davranın, haklarını gözetin. Zor kullanarak gasbetmeyin” diye buyurdu. Lâkin, O’nun yeryüzünden kaldırdığı birçok zulüm, Emperyalist oyunlar sonucunda geri dönmüştü. Bunda elbette kendi suçumuz da vardı. Zira biz de oyuna gelmiştik. Bütün bunları, doğunun ücra köşe­sinde yaşayan Dilan kız nereden bilecekti?

- Dilaan kııız, seye diyem. Niye duymisen beni?

        Dilan düşüncelerinden anasının sesiyle sıyrıldı:

- He ana, ne diysen?

- Ne diyem, duymisen beni. Ne düşünisen?

- Keşke kız olmasaydım, diyem. Bu adam biz do­ğunca da böyle yaptı değil mi?

- Hele bağ. Öyle düşünme. Ben eyi  değilem,  git Sultan Anayı çağır. Dilan endişelenmişti.  Birden telaş­landı:

- Ne oldu ane? Neyin var?

- Hele git, git de Sultan Anayı çağır. Çabuğ gelesen!

 Dilan koşarak çıktı. On dakika sonra, Sultan Anayı ge­tirmişti. Sultan Ana, bildiği yöntemlerle Hatice Ha­nıma müdahale ederek kanamasını durdurmayı başar­mıştı. Biraz daha yanında oturduktan sonra, kalkıp evine  gitti.

Hasan Ağa o gece eve gelmemiş , ablasının evinde kalmıştı. Âdeta utanç yaşıyordu; çünkü üç kızı peş peşe olmuştu. Ertesi gün eve geldiğinde suratı asıktı ve ken­dini bu duruma alıştırana kadar da, bu böyle devam edecekti.

 Ertesi günün sabahında erkenden kalkan Hatice ana,  küçük evin,  küçük  penceresinin, iple büzülerek yapılıp, çivilerle pencerenin çerçevesine tutturulmuş perdesini araladı. Camlar buz tutmuş, dışarı gözükmüyordu. Tırnağının ucuyla buzları biraz kazıdı. Evet, ortalık ışımaya başlamıştı. Dilan'ın  yatağına yö­neldi. İki odalı  bir evde, hepsi  aynı  odayı  paylaşıyor­lardı; çünkü kış ve hava soğuktu. Sobaları ise sadece bir tane idi.

- Dilaan! Kız Dilan rav, ( kalk) sabah oldi. Mahmut  geç kalacağ!

- Anaa, az daha yatim.

- Kağ, bavo kızar, kağ!

Dilan,  istemese de  kalkmak  zorundaydı. Kalktı ve hemen sobayı yakmaya koyuldu. Borular dolmuş, soba  bir  türlü  yanmıyordu.

- Niye bu soba yanmi! diye bağırdı yatağından kal­kan Hasan ağa.

- Borular dolmuş bavo, diye cevap verdi Dilan.

- Ellerin kırığ mı? Niye temizlemiysen? Oğlan geç kalacağ. Allah belânızı versin! Hani sofra? Sofrada hazır değil! Bu oğlan aç mı gedecek?

- Ekmek yoğdur ki.

- Niye yoğ? Dün toplamamişsen mi?

Hasan Ağa köyün çobanlığını yapıyordu. Her gün hane başına bir ekmek istihkakı vardı. Dilan ile Şilan sı­rayla topluyorlardı. Bu ekmek toplama işi, Dilan'ı canın­dan bezdirmişti. Ekmek toplarken, seçip yanığını veren­ler, verirken azarlayanlar ve üstelik topladığı ekmekleri sırtında taşıması onu kahrediyordu Dilan'ı. Bezgin bez­gin cevap bekleyen babasına, cevap verdi:

- Dün çoğ tipi vardı, gidemedik bavo.

- Zıkkım demiş gidemedik! Niye, ucunda ölüm mü vardır? Oğlan şimdi aç mı gidecağ? Siz kurban olasaz buna!

Oldukça sinirlenmişti. Zaten bahane arayan Hasan Ağa için, bundan daha iyi  bir bahane olamazdı.  Sinirle  yerden aldığı maşayı Dilan'a fırlattı. Dilan, kafasını  kur­tarmış; ama  maşa omzuna denk gelmişti. Hatice ana dayanamamıştı,  söylendi:

- Ağa ne yapisen? Kızı öldürecağsın.

- Ötersin. Sus, sen de sus. Kendin gibi zavallı doldurisen evi, bir de konuşisen öyle mi?

Susmuşlardı. Mahmud hazırlanıp, kasabaya giden kızağa yetişti. Yaklaşık yarım saat sonra Dilan, ekmek çuvalını alarak köyün yollarına düştü. Ağlıyordu, ne kadar da zor bir işti bu. Babası erkektir diyerek, Mahmud’a hiç yaptırmamıştı bu işi. Çaldığı her iki kapı­nın birinden azar yemek, Dilan'ı canından bezdirmiş­ti.

Dilan eve döndüğünde, elleri ve ayakları âdeta buz tutmuştu. İçinde tanıdığı;  ama  isim  bulamadığı  birta­kım duygularla savaş halindeydi. İçeri girdi, sofrayı kurmak için kilere yönel­mişti ki, amcası silah elinde içeri girdi. Abisi,  Hasan Ağaya:

- Ağam,  Berivan kaçmış! Yoğdur,  her yeri  aradım; ama bulamadım. Hasan Ağanın gözleri, fal taşı gibi açıl­mıştı. Yerinden fırladı, kardeşinin yakasından tutarak:

- Yoğ  mudur? Sen ne diysen? Hemo doğru mu?

- Yoğdur ağam, kaçmış! Davran hele! Peşine düşüp bulalım. Namu­sumuz gitti ağam, namusumuz! Şerefimizi kurtaralım ağam, namusu­muzu kurtaralım!

- Bilisen mi? Kime kaçmış?

- Ne bilem ağam, ne bilem. Davran hele. Ane evde ağlı.

Hasan Ağa paltosuna sarıldı, çıktılar. Dilan endi­şeyle anasına:

- Vayy Berivan’ın haline, valla vuracağlar onu.

Ha­tice Hanım kızını destekledi:

- He ya, vururlar. O da  abisinin sözünden niye çığı ki?

Dilan itiraz etti:

- Zorla kırk yaşındakiyle nasıl evlensin ki?

- Ama kırk baş koyun az değil ki, sen niye öyle diyisen?

- Ane! Niye biz hayvan mıyız ki, alınıp satılıyız.  Berivan niye koyunlarla mı evleniy ki?

- Sus! Sen ne biçim konuşisen, bizim töremiz öyle.

- Hay töremiz bata!

- Kız sus, ne söylisen?

- Töre diye, Berivan kırk yaşında adama koyun kar­şılığı satılıy. Ne edelim böyle töreyi?

- Hele bağ, bavo seni de verecağ.

Dilan, anasına  baktı. Yüzündeki  ifadeyi  kelimele­rin  anlatması mümkün değildi. Hırsla sordu:

- Kime?

- Abdo'nun oğluna. Geçen gün kapıda konuşırdı. "Altmış hayvan isterem, yirmisi koç olsun" diyi.

-Ben gitmem, evlenmek istemiyem.

- Heş (sus) o nasıl söz? Büyüklere karşı gelme!

- Ana, bu yanlış, yanlış bu!

- Ne yanlış?

- Yanlış olan bir şeyler var.

- Ne ki?

- Ne bilem işte? Doğmuşuz, kız olmuşuz kavga çık­mış; ama çoğu işi yine biz yapmışız. Büyümüşüz şimdide koyun karşılığı satılıyız. Peki niye doğmuşuz? Onu da bilmiyem. Ama bana öyle gelir ki...

Hatice Hanım, kızının konuştuklarını hayra yorma­mış, endişelenmişti. Hemen müdahale ederek sözünü kesti:

- Sen fazla konuşirsen. Kağ, kağ da sobaya bağ. Bebe üşüyeceğ.

Dilan, duymamış gibi konuşmasını sür­dürdü:

- Ane kız, ben de okula gitseydim, okusaydım.

- Ne yapacağsın? Niye,  memur olacağsın?

- Yoooğ. Abim askere giderken ben de ona mektup ya­zardım.

- Çok konuşisen! Kağ diyem sana.

Dilan, anasını daha fazla kızdırmadan kalktı. O gün ikindiye kadar Berivan'ı aramışlar; ama bulamamışlardı. Hırsla geri dönen Hasan Ağa ile kardeşi Hemo, soğuğun ve açlığın etkisiyle oldukça öfkeliydiler. Hemo, tekme ile evinin kapısını açtı. Anası, ikindi namazını kılıyordu. Tüfeğini çektiği gibi anasını arkadan vurdu. Anası yere yığılınca, yaptığının farkına vardı. Ba­ğırarak dışarı fırladı ve koşmaya başladı. Bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu:

- Ben aneyi vurduuum! Aneyi vurduuum! Ane öldüüüü! Ben vurduuum!

Hasan Ağa  şaşkın bir hâlde; bir karde­şine, bir eve bakakalmıştı. Taâ ki komşular gelene ka­dar da öylece kaldı.

Gozel Hanım, törelere, asabiyete kurban gitmişti, ölmüştü. Evlât kurşunuyla, arkadan vurularak.

Yaklaşık üç saat sonra jandarmalar, Kaymakam Bey köye gelmiş; olay yerinde incelemeler yapıyorlardı. Jan­darma Komutanı, Kayma­kam Beye:

- Cehalete bakar mısın? Kaymakam Bey,  insan ana­sını vurur mu? dedi.

Kaymakam Osman Bey de çok üzülmüştü,  cevap verdi:

- Yazık, gerçekten çok yazık.

- Görgü denen bir şey yok adamlarda. Hırsızlık de­sen, pislik desen, cehalet desen hepsi bunlarda toplan­mış. Şuraya bak! Ölüye ağlamaları bile görgüsüzce, di­yerek; ağıt yakıp, kendilerini döven hanımları gösterdi.

O sırada jandarma,  Dilan'ın ifadesini alıyordu. Dilan, Komutanın söylediklerine oldukça sinirlenmişti. Daya­namayarak cevap verdi:

- Sizinkiler çok mu görgülü Komutan Bey?

Komutan, bu tepkiyi hiç beklemiyordu. Az bir şaş­kın­lığın ardın­dan cevap verdi:

- Konuşma bakayım.T abi ki görgülü, şuraya bak;  her tarafınız ahır kokuyor.

- Sizinkiler görgüyü nereden bulmuşlar?

- Ha ha ha haaa!   Görgü bulunmaz, okuyarak alınır kızım!

- Begim! Siz okul açtınız da biz  gitmedik öyle mi? Siz yol yaptınız da biz yürümedik öyle mi? Her tarafımız pislikmiş. Ben sırtımda yarım saatlik yoldan su taşıyem. Köyümde çeşmem yok. Ge­tirdiğim suyu kıyamiyem ki içem. Siz çeşme yaptınız da biz içmedik, kendimizi te­mizlemedik öyle mi? Sizinkiler boyağ sürüp gezerken; biz ellerimizin çatlağına merhem bulamayız.

- Keeees! Fazla konuştun.

- Zaten hep kesiyiz, hiç konuşmadık ki.

Osman Kaymakam, Komutanın  koluna  girerek, onu  oradan  uzaklaştırdı ve:

- Çavuşum, bırak, boş ver, dedi.

Komutan hâlâ söyleni­yordu:

- Yobazlar n’ olacak. Bana bıraksalar hepsini asa­rım, asmak lâzım bunları.

- Neden?

- Ne neden?

- Neden asalım ki? Bunlarda bizim insanımız, bu ül­kenin insanı hem...

- Hem ne?

- Hem korlaşmış bir ateşe, ufak bir rüzgar yeter; hemen alevlenir.

- Ne demek bu?

- Ne demek mi? Yaşadıkları şartlara baksanıza. Biz devlet olarak vergilerini aldık, alıyoruz da. Oylarını al­mayı da biliyoruz; ama iş imkanı açmayı, yol yapmayı, okul açmayı bilmiyoruz. Baksanıza cenaze için hocayı bile, kasabadan hem de bin bir güç­lükle getirdiler. Şayet okuma yazma bilmiyorlarsa, bunun suçlusu kimdir? İyi tespit etmek lâzım gelmez mi?

- Geçen gün sohbet esnasında demiştiniz ki: "Kasa­baya gelip okuyanlarda da başarı oranı az" Okul olsa ne yazar.

- Çavuşum, aklın yanında, insanı başarıya götüren başka etkenler de vardır. Bizim çocuklarımızla, bunların çocuklarının arasındaki fark açıktır. Bizler gerektiğinde özel hocalar tutarken, bazıları karnını doyurmaya ekmek bulamıyor.

- Olamaz! Laik cumhuriyetin kaymakamı böyle konuşamaz! Ne yani bütün suç bizde mi?

- Teessüf ederim. Bu söylediğimin Laiklikle ne ala­kası var? Sadece düşüncemi söylüyorum. Hem büyükle­rimiz demişler ki suç altın kürk olsa, kimse üstüne almaz.

- Komutanım, komutanım...

Koşa koşa gelen asker selâm durduktan sonra:

- Hemo'yu yakaladık komutanım.

- Sahi mi? Nerdeymiş it?

- Samanlıkta...Şeyy yalnız.

- Yalnız ne?

- Sanırım akli dengesi kaybolmuş.

- Rol yapıyordur.

- Komutanım, hareketleri normal değil.

Osman Kay­makam yine araya girerek:

- Bu durumda rol yapamaz.

- Nereden biliyorsun?

- Kendinizi onun yerine koyarsanız; anneyi öldür­menin şokunu yaşarken, rol nasıl yapacaksınız?

- Sen de bunların avukatı gibi konuşuyorsun.

Osman Kaymakam susmuştu. “Allah'tan Kürt deği­lim, yoksa bu komu­tan beni de Kürtçülük propaganda­sından ihbar ederdi” diye düşündü. Hemo'yu hapisha­neye götürdüler. Önce bir doktora götürmek mi? Bu hortumculara özel bir durumdu...

Gozel Hanımı da mezara götürdüler. Buralarda kimse kışın ölmek istemezdi. Mezar açmak çok da kolay değildi. Kış mevsimi de insanların hayatları gibi zorlu geçi­yordu Gevro’da.

Dilan, babaannesinin vefatına çok üzülmüştü. Ne olurdu sanki evlendirilirken  kendilerinin de  fikri  alın­saydı? Karşı çıkmanın sonucu işte ortadaydı. Anasına ara sıra sitem ediyordu bu durumdan. Ama aldığı cevap hep aynıydı:

- Ne yapalım, Allah öyle etmiş (hâşâ). Aybe (ayıp­tır) bavoya karşı gelinmez.

Oysa ki baş muallimimiz Hz. Peygamber, evlendi­rirken kızın rızasının alınmasını beyan etmiş. İmamları­mız da “kızı zorla evlendirmek caiz değil” diye fetva vermişlerdi.

Aradan bir ay  geçmişti. Hasan Ağa oturmuş ça­yını yudumlarken, kapı hızlı hızlı vuruldu.

Hasan Ağa, Şilan'a seslendi:

- Şilan! Kız kapıya bak.

Kapıya bakıp gelen Şilan, ba­basına:

- Bavo! Abdo Ağanın çobanı seni çağırıyy, dedi.

Kapıda koyun, kuzu seslerini duyan Hatice ana, camdan baktığında, koyun  sürüsünü  gördü. Yüreği  burkuldu. Rengi  kaçmıştı. Bunu fark eden Dilan sordu:

- Ane! Kapıda ne var?

- Senin başlığın gelmiş.

- Ne diysen sen?

- Bavo seni verdi. Koyunları getirmişler.

Dilan, olduğu  yerde öylece  kalakalmıştı.  Rengi  kaçmış, buz gibi olmuştu.

- Kime? diye sordu çaresizce. Ses tonunda haklı bir isyan vardı. Oysa o, törelerin kendini kurban almasına izin vermeyecek­ti. Çaresiz, gözü yaşlı sordu:

- Kime verdiniz? Benim niye haberim yok?

- Sus, bavo duyar, seni öldürür.

Dilan'ın babasını düşünecek hâli yoktu. İsyan yüklü konuşmasını sürdürdü:

- Ane biraz insaf, biraz merhamet! Kimdir? Nedir? Neyin nesidir?

Gidişatı benimsemiş Hatice Hanım, Dilan'ı anla­makta zorlanıyordu.

-Duymamişsen mi? dedi ve ekledi:

-Abdo Ağanın oğludur.

Dilan çaresizdi. Boyun eğmekten başka yapacak bir şey yoktu. Başlık parası yerine gelen koyunlar ağıla, Abdo Ağanın getirdiği yüzük de Dilan'ın parmağına gir­mişti.

›š
İKİNCİ BÖLÜM

 

 

 

 

Aradan bir yıl geçmiş ve Dilan evlenmişti. Evin yükü şimdi de Şilan'ın omuzlarındaydı. Yaylaya çıka­caklardı, hazırlık yapılıyordu. Evin küçük kızı Berivan artık yürüyordu. Birkaç gündür kavga etmek için, he­men her şeyi bahane ediyordu Hasan Ağa. Hatice Ha­nım, eşi­nin neden böyle davrandığını biliyordu. İçin için kahro­luyordu; fakat hamile kalmak da kendi elinde de­ğildi ki?

Birkaç hafta sonra nihayet kendisinde birtakım de­ğişik­liklerin olduğunu fark etti. Yanılmıyordu, hamileydi. Düşündü:

- Ya yine kız olursa? Aman Allah korusun! dedi kendi kendine. Böyle bir şey olursa, Hasan Ağanın ev­lenmesi içten bile değildi.

Kocasına haber vermeliydi. Hiç olmazsa doğuma kadar rahat ederdi:

- Ne edisen orda?

Seslenen Sultan Ebeydi. Hatice Hanım cevap verdi:

- Hoş gelmişsen ne edim? Gebe kalmışem.

- Hele şükür! İnşallah gede getiresen.

- İnşallah.

- Heç demisen niye gelmişem?

- Hoş gelmişsen, niye gelmişen?

- Şilan için. Onu, komşunun oğluna istiler de.

-  Hangi komşunun?

- Memo Ağanın oğluna. Bilisen çok zenginler. Sek­sen baş koyun verecekler ha!

Sesin geldiğini duyan Şilan kapıya çıkmış ve duy­duklarına inanamamıştı. Henüz on altısına yeni gir­mişti. Bu hayat onu canın­dan bezdirmişti.

- Ne diysen Sultan Ana? Sakın babam duymasın! di­yerek itiraz etti.

Ama Sultan Ananın da itirazı vardı:

- Sersem! Sen ne diysen? Yaylaları var, koyunları var, sığırları var görmisen mi?

- Koyunları,  sığırları başlarına  geçe! Ben istemiyem!  Zaten bıkmışem bu hayattan.

- Vahh! Hele görisen mi ne diyi? Niye seni Estenbola mı vere­cekler?

- Allah’ını sevisen babam duymasın! Yalvarırem! Elini  öpiyem. babam duymasın!

- Ayıptır! Büyüklere karşı gelisen.

- Hep ezilmek! Hep ezilmek için mi var olmuşuz? Baba ezi, büyük­ler ezi, töreler ezi! Bitti mi? Nerdee! Re­jim ezi, koca ezi! Bizi ezmeyen heç Allah'ın kulu yok mudur?

- Heş! (sus) Sen ne biçim konuşisen?

- Yalan mı diyem? Bağ hele yaz geliy! Kış uykusun­dan kalkmış gibi oliyiz, kasabayı yüzümüz göri. Hemen gidiyiz yaylaya, yolumuz yoğdur yürüyek, omuzlarımıza alıp  suyumuzu getiriyiz, kıyamıyız ki içek! Niye? Çünkü yol uzağdır. Suyu getirmek zordur. Okulumuz yoğdur ki derdimizi  anlatacak kadar  okuyak  yazak. Sormiler bize, veriler kocaya! Çocuğ doğurmisen eziler, kız doğurisen eziler! Ben evlenmek istemiyem!

Hatice Hanım, kızının konuştuklarına oldukça şaşır­mıştı. Endi­şeyle sağa sola baktı. Şükür, kocası ortalık­larda gözükmüyordu. Kızına seslendi:

- Şilan! Şilan sus! Sen çok konişisen!

- Niye yalandır ane?

Sultan Ana da  bu alışılmışlığın  dışında  olan  ko­nuşmalara şaşırmıştı:

- Sen bunları nerde öğrendin? diye sordu.

- Hayattan öğrendim. Bir yerden öğrenmem mi ge­rekir? Yaşıyorum ya! illâ biri mi öğretecek? He Sultan Ana söylesene,ben niye okuma bilmiyem? Gevro'lu olduğum için mi? Yoksa doğulu olduğum için mi?

-  Hani imkân yoğdur ki. Sen nerde okuyasan?

- Niye imkân yoğdur? Zorluklarla hayvan besle, yaylaya git, dert çek, zıkkım çek, gelsin vergini alsın! Ama imkân kime gitsin? İstanbulluya mı? İmkân yoksa vergi niye var?

Şak şak şak, diye gelen el şaklatma sesiyle geri dön­düler. Abisi Mahmud, Şilan'ı alkışlıyordu. Hatice Ana oğlunu görünce gözleri ışıldadı, yüzü güldü:

- Mahmuuud! Kurban sen gelmişsen! Hoş gelmiş­sen.

- Hoş bulduk ana. Sultan Anaya dönerek:

- Sultan ane, sen de hoş gelmişsen dedi.

Sonra Şilan'a dönerek kendisine endişeyle bakan kardeşine gülümsedi ve:

- Hay ağzına sağlık, ne güzel konuşisen! dedi.

Şilan şaşkın gözlerle abisine baktı. Törelerin sık bo­ğaz ettiği bir ortamda, abisi onun konuştuklarını onay­lamıştı. Mahmud, Şilan'ın bakışları arasında konuşma­sını sürdürdü:

- Doğru söylüyorsun bacım. Bizi kimse adam yerine koymuyor; hatta varlığımızı bile kabul etmeyenler var.

-  O ne demek ki! Ben anlayamadım?

- Kürt diye bir kimse yokmuş. Bizler dağlarda kalan Türklermişiz. Yürüdükçe karlardan kart kurt diye ses çıkmış da, oradan "Kürt" kalmış adımız. 

Şilan şaşkın bir o kadar da safça sordu:

- Yaa, öyle mi olmuş? Peki dilimiz, şivemiz niye ayrı? O da mı kart kurttan olmuş?

- Yok be bacım. Biz Kürd’üz, dilimizde Kürtçe. Bunlar bizi kabullenmedikleri için palavra atıyorlar. Her neyse bunları seninle sonra konuşuruz. Sahi babam nerde?

Hatice Ana ile Sultan Anaya, Mahmud'un konuştuk­ları kuş dili gibiydi. Hiçbir şey anlamamışlardı? Mahmud'un sorusunu anası cevapladı:

- Bavo Erzurum'a gitmiş. Orda iş bulacağ. Bizi de götürecağ. Belki yaylaya gitmeyiz.

- Ne yani! Gevro'dan gidiyor muyuz?

- Anasının  ölümünden  sonra,  durmak  istemi  bu­ralarda. Apo (amca) Hemo da hapiste, bavoya ağır geliy!

Mahmud duraklamıştı. Sustu. Kimseye bir şey çak­tırmamalıydı; yoksa bütün planı boşa çıkardı. Konuşa­caktı;fakat sakin sakin konuşmalıydı. Heyecanlandığını hissetti. Sakin olmaya çalışarak:

- Ane! Ben de İstanbul'a gideceğim.

Hatice Ananın yüreği sanki yerinden çıkacakmış gibi oldu:

- İstanbul'a mı? diye sordu.

- He ya. Nasılsa okul kapandı, Çalışmaya gideyim, arkadaşlar gidiyorlar da.

O akşam Hasan Ağanın eve döndüğünde getirdiği haber Şilan açısından çok önemliydi. Şimdiye kadar Gevro'dan dışarı adım atmamıştı. Erzu­rum'un bir kö­yüne taşına­caklardı. Böylelikle komşunun oğlundan da kurtulmuş olacaktı.

Mahmud da babasına İstanbul'a gitmek istediğini, arkadaşının orada iş ayarladığını anlattı. Biraz uğraştık­tan sonra babasını ikna etmişti. Ne var ki Hasan Ağa üç ay sonra öğrenecekti gerçeği. Mahmud, İstanbul'a değil, yeni yeni filizlenen terör örgütüne katıl­mıştı; yani dağa çıkmıştı.          

Göçleri, Erzurum'un civar köylerinden Çiçekli’ye varmıştı. Burasının adından başka hiçbir  yeri Çiçekli’ye  benzemiyordu. Kırsal bir bölgeydi.

Göçleri gelmişti. Sanki göç de ne vardı ki? Birkaç tabak, iki tencere, yataklar bir de, koyunların yünün­den elde ettikleri keçe; yani yer yaygısı.

O gece, Muhtarın evinde kaldılar. Hatice Hanım Türkçe’yi tam bilemediği için muhtarın hanımının ko­nuştuklarını anlamakta zorlanıyordu.

Muhtarın küçük kızı Selma, oyuncaklarını dökmüş oynarken, Berivan, boynu bükük, çekingen çekingen bir kenardan bakıyordu. Bu manzaraya içi parçalanan Ha­tice Hanım:

- Vayy anaaam! Bunların oyuncakları bile bizim ger­çek ev eşyalarımızdan daha güzelmiş, diye söylendi.

Muhtarın karısı içeri girdi. Berivan'ın kenardan bak­tığını görünce kızına:

- Kızım! Kardeşi de oynatsana, günah! Baksana ke­nardan bakı­yor, dedi.

- Ben türtlerle oynamam! dedi küçük Selma, konuş­tuğunun ne anlama geldiğini bilmeden.

Muhtarın hanımı bozulmuştu. “Anlamamışlardır” diye düşündü. Ama bozulan sadece muhtarın  hanımı de­ğildi. Çocuğun  söyledikleri Şilan'ın kafasına balyoz gibi inmişti.

Ertesi gün köyün çobanına ait olan eve taşındılar. Babasının işe  başlamasıyla, ekmek  toplama  işi  yine  başlamıştı. Berivan küçük olduğuna göre, iş yine Şilan'a düşüyordu.

Günler geçiyordu. Henüz hiç arkadaşı yoktu Şilan’ın. Hiç kimse, Şilan ile arkadaşlık etmek istemiyordu. Bu durum Şilan'ı oldukça üzüyor, adını koyamadığı birtakım duyguların oluşmasına sebep olu­yordu. “Acaba çoban olduğumuz için mi bizi hor görü­yorlar?” diye dü­şünüyor, bu duruma kendisi de bir an­lam veremiyordu. Oynadıkları oyuna çağır­malarını ne kadar da isterdi. Yaşıtları oynarken, o da kenardan ba­kıyordu. Kendiliğinden de gidip, oyuna katılmıyordu. Yavaş yavaş bu insanlara karşı kin besle­meye başla­mıştı.

Okulların açılmasına az bir zaman kalınca, Hasan Ağa İstanbul'daki yeğenine mektup yazdırıp, Mahmud'un gelmesini istemişti. Gelen  mektup, Hasan Ağanın âdeta yıkımı olmuş­tu. Mektupta yeğeni şöyle yazmıştı:

Apo (amca) Hasan,

Mahmut buraya heç gelmemiştir. Nerde olduğuna gelince herhalde dağa gitmiştir. Ellerinden öperim.

Bu haber Hasan Ağanın ve Hatice Hanımın yürek­lerine kor bir ateş gibi düşmüştü. Tek oğluydu, canıydı ciğeriydi. Dağa nasıl gider ­de  ölürdü? Hasan Ağanın, hayvanlara bakma işini Şilan'a bırakarak yollara düştü. Köy köy, dağ dağ oğlunu ara­yacak, gelip okumasını sağlaya­caktı. Aramasına araya­caktı; ama nerede bula­caktı, nasıl ulaşa­caktı? İçine evlat ateşi düşmüştü. O ateş, mecnun misali Hasan Ağayı yol­lara düşürmüştü.

Sabah erkenden kalkan Şilan, boynunda ekmek tor­bası, elinde çubuğu köyün sürüsünü toplamaya başla­mıştı. Yarı uykulu bir şekilde, sağa sola koşuşan koyun­ları toplamaya çalışıyordu. Nefret ediyordu yaşa­maktan! Köy halkından, küçümseyen, acıyan bakışlar­dan, okula gidenlerden her şeyden nefret ediyordu. Köyü çıkana kadar ağladı. Ovanın sessizliği Şilan'ı ür­pertiyordu. Al­lah’ tan anası öğleyin kontrol için geli­yordu da bu durum, kor­kularını alt etmesine yardımcı oluyordu.

Ağlayarak geldi ovaya. sürü otlarken o da elindeki çubuğu rastgele yere vuruyor; âdeta ezilmişliğin, hor görülmüşlüğün hıncını topraktan çıkarıyor, vuruyor, vuruyordu...

Öğlene doğru olmuş, hava birden kararmaya baş­lamıştı. Eyvah! Yağmur yağacaktı. Şilan sürüyü bir araya toplamaya başladı. Gök gürlüyor, korkunç şim­şekler çakıyordu. Gök gürültüsünden sağa sola koşan hay­vanları toplamak kolay olmuyordu.

Birden dolu yağmaya başladı. Düşen her dolu ca­nını acıtıyordu. Fındık ve ceviz büyüklüğündeki dolular Şilan'ı sanki taşa tutmuşlardı. Şilan koşmaya başladı. Hayvanları bırakmıştı. Bir an önce eve yetişmek istiyordu. Koştu koştu koştu. Yorulmuştu, ayağı takıldı ve düştü. Yumruklarıyla yeri döverken, gözlerinden yaş, du­daklarından da şu cümleler dökülü­yordu :

-Bıktım bıktım! Yeter artık, yaşamak istemiyorum!

On gün sonra, Hasan Ağa dönmüştü. Mahmut 'dan bir haber alamamıştı. Bütün dağ köylerini dolaşmıştı.  Terör örgütü ile irtibat kurmayı ve oğlunun hiç olmazsa yerini sormayı umut ediyordu. Ama heyhat! Oğlundan haber alamamıştı. Bu arada köylerin ne kadar karışık oldu­ğunu görmüştü. Köylülere, müthiş derecede ırkçılık propagandası yapılıyordu. Gittiği her köyden onlarca genç civan, dağlara çıkmıştı.

Bölgede bir oyun oynanıyor; lâkin başrolleri kimin oynadığı pek ayırt edilemiyordu.

Bölge kırsal olmasına rağmen birtakım dış güçlerin iştahını kabartıyordu. Meselâ İsrail! Gözü bölgede idi. Büyük İsrail Devleti’nin hayalini kuran İsrail, Güney­doğu’yu da kendisine vaad edilmiş varsayıyordu. Yani Güneydoğu, Arz-ı Mev’ud toprakları arasındaydı. Söy­lenene göre, çizilmiş haritaları bile vardı. Emellerine ulaşmak için her yolu meşru gören İsrail’in bu konuya karışmadığını kim söyleyebilirdi?

Ermeniler!

Ermeniler de doğunun kendilerine ait olduğuna inanıyorlardı. Tarih, Ermenilerin doğu halkına yaptıkla­rının şahidi idi.

Sonra Rusya!

Rusya da bu durumdan kendine vazife çıkarmak isteyenlerdendi. Bölgede müthiş bir “Komünizm” pro­pagandası başlamıştı. Yeter ki İslam’dan uzaklaşılsın da küfrün hangi çeşidi olursa olsun fark etmezdi, gayri müslimler için!

Ne demişti kutlu Peygamber: “Küfür tek millettir.” Sahi ne idi Komünizm?

İnsanlığı, Amerikan ve İngiliz emperyalizminden kurtarmak için ortaya çıkmış ve her türlü sömürgeden kurtarma bayrağını açmış, insana barışı vaat ederken, kendi ihtilalinde 17.5 milyon insanın cesedi üzerine bina olmuştu. İnsanı mide ve maddeden ibaret bir yaratık olarak görüp, her şey devlet içindir. Burjuva sınıfı yok­tur, söylemlerini ön plana çıkarmış, sömürgeye karşıyız, derken, yönetim kadrosu halkı sömüren, Lenin adlı kişi­nin fikirleri, düşünceleri üzerine kurulmuş, diğer “izm” ler  gibi bir “izm” idi.

Her şey devlet için dediğinden, insanların  en tabii haklarını bile ellerinden almışlardı.

“Din, insanları uyutan bir afyondur” diyecek kadar sefil, beyinsiz birinin ortaya koyduğu bu ideolojinin kendisi zulümdü. İnsanlara barış, mutluluk ve huzuru nasıl verecekti. Kendisi milyonlarca insanın canına kas­tederek telef ederken, kendi ülkesindeki insanlar inim inim inlerken, başkalarına nasıl mutluluk verecekti ki?

Hatice hanım kocasını kapıda görünce heyecanla sordu:

- Ağam, sen Mahmud’u bulmuşsen?   

- Yoğ nerde bulmuşem, bulamamişem.

Bu cevap Hatice Hanımın yüreğine hançer gibi saplanmıştı. Şilan ise kendi kendine mırıldandı:

- Erkek çocukta bayram edersin, kız çocukta yas tutarsın. Ama yine de çileyi kızların çeker.

"Yoğ" cevabı Hatice Hanımı adeta kahretmiş, bir anda çökertmişti. Ertesi gün Hatice Hanım sancılan­mıştı. Şilan ekmek topla­madan gelince anasının sancı­landı­ğını gördü. Ekmek torbasını eve bırakıp, muhtarın evine koştu. Muhtarın karısına:

- Anam  sancılandı, ebe  yok  mu?  Yardım  edebilir  misiniz? diye sordu heyecanla.

Muhtarın karısı cevap verdi:

- Ebe izinde, Erzurum'a götürmek gerekecek. Bekle geliyorum. İçeri girdi. Söylenmeye başladı.

- Durmadan  doğuruyorlar. Pisler! Bakabilseler  dert  değil. Allah kökünüzü kessin!

Şilan duyduklarına inanamadı. Bu kadar iki  yüzlü­lük olur muydu? Yüze başka, arkadan başka konuşu­yordu bu kadın.

Geri döndü ve hızlı hızlı yürümeye başladı. Yürür­ken de babası­na kızıp söyleniyordu:

- Sanki ne vardı bizi buralara mahkum edecek. İyi ki Mahmud abim gitmiş; gitsin de öcümüzü alsın!

Muhtarın karısı da arkadan yetişti:

- Şenay beklesene! diye seslendi.

Şilan geri döndü ve:

- Yardıma ihtiyacımız yok! Ayrıca benim adım Şenay değil Şilan.

Muhtarın karısı şaşkın:

- Neden? dedi. Biraz önce yardım isteyen sen değil miydin?

- Şimdi vazgeçtim. Biz size ne yaptık ki, bu kadar kı­zıyorsunuz. Sevmiyorsanız sevmeyin;  ama bu,  iki yüzlü konuşmanızı gerektirmez.

Muhtarın karısı  konuştuklarının  duyulduğunu  an­ladı.  Gayet pişkin:

- İşte böylesiniz! Hem yardım istiyor, hem de red­dediyorsunuz.

- Ben yardım istedim. Hakaret et demedim ki!

- Bak, bak, bak, bir de konuşuyor! Cahil ne olacak!

- Okumuş canını sevsinler. Unutmayın ki bu yer si­zin olduğu kadar bizim de. Benim de dedem Ermeni­lerle savaşırken can vermiş.

- Fazla konuşma!

Karşı taraftan gelen komşu Güldane hanım seslendi:

- Bacı hayrola! Bu Kürt kızıyla kavga mı ediyorsu­nuz?

- Anası doğuracakmış da!

- Eee, ne istiyor?

Şilan atıldı:

- Hiçbir şey, hiçbir şey istemiyorum!

Muhtarın karısı:

-Allah  fırsat  vermesin!  Okumamış,  bir de  okusa  dili  on karış olurdu valla.

-Okuyacaktım; ama birileri bunu çok gördü bana.

- Bak, bak! Görüyor musun Güldane Hanım bölü­cü­lük yapıyor? İyi ki bunlara hak verilmemiş!

- Ben bölücülük yapmıyorum! Bizi dışlayan, eğitim­siz, okulsuz kalmama sebep olanlar bölücülük yapıyor­lar. Asıl bölücülüğü benim  varlığımı  kabul  etmeyenler, dedelerimin  kanının  akıttığı bu topraklarda insanca ya­şamamı elimden alanlar, beni hor görenler, okulsuz, doktor­suz, yolsuz bırakanlar yapıyor!

Şilan koşmaya başladı. Eve geldiğinde, anasının sancıları iyice sıklaşmıştı. O arada muhtar da arabayla gelmişti. Hatice Hanımı alıp, Erzurum Numune Hastahanenesi’ne götür­düler. Zaten köy   fazla uzak değildi Erzurum'a.

Kapıda bekleyen Hasan Ağaya, Şilan müjdeyi ver­mişti:

- Baba, oğlandır!

- Doğru söylisen! Şükür çok şükür! Valla adı İsmail'­dir.

Hasan ağa rahatlamıştı. Oğlan olması onun yüzünü güldürmüştü.

O gece Şilan ile anası hastahanede yatmak zorun­daydılar. Yattıkları koğuş altı kişilikti.

Koğuştaki hanımlardan bazıları Şilanların aynı odaya yatı­rılmasından hoşlanmamıştı; birisi hariç. Kö­şede camın önündeki yatakta yatan bayan gülümseye­rek:

- Hoş geldiniz, geçmiş olsun. Gözünüz aydın! de­mişti.

Şilan çekingen bir edayla:

- Sağ olun,  diyerek cevap verdi.

Hatice  Hanımın  sancıları  bir  türlü  dinmiyordu.  İğne  saati gelmişti. Nöbetçi hemşire gelerek Şilan'a:

-  Aç şu annenin üzerini de iğnesini yapayım!

-  Tamam hemen açıyorum, diyerek davrandı Şilan.

Hemşirenin suratı asıktı. İğneyi çuvaldız batırır gibi sapladı. Şilan'a sordu:

- Adın ne senin?

- Şilan.

- Niye bu ismi koydun! Bölücülükte üstünüze yok.

Şilan şaşkın, birden “Bu eleştiriyi hak etmedim” diye düşündü ve cevap verdi:

- Hemşire Hanım isimler nasıl bölücülük yapıyor an­layamadım?

- İsim kıtlığı mı varmış?

Köşede camın kenarında, yatağında okuduğu ki­taptan başını kal­dıran Fatma Hanım ilgiyle  konuşulan­ları dinliyordu. Hemşire Hanım iğneyi vurduktan sonra yandaki yatakta yatan Hülya Hanıma sordu:

- Bu gün nasılsınız?

- İyiydim.

Şilan'ları işaret ederek:

- Gelene kadar...

Fatma  kitabını  kapattı. Feracesini  üzerine  aldı  ve  Hemşire Hanımın peşinden çıktı.

- Türkan Hemşire Hanım... diye seslendi arkasın­dan.

- Evet.

- Biraz konuşabilir miyiz?

- Ne hakkında?

-Biraz önce ki tutumunuz hakkında.

- Doktor Hanım, ne varmış tutumumda?

- Sanırım kız rencide oldu.

-Onlarda nice  anaları  rencide  ediyorlar. Duymuyor  musunuz haberleri? Gün geçmiyor ki ça­tışma olmasın.

- Haklısınız, askerlerimiz vuruluyor. Terörizme kur­ban gidiyor­lar; ama herkes terörist değil ki.

- Bakın, şimdi çok işim var Doktor Hanım. Ama bu konuyu saat ondan sonra konuşalım. Saat ona kadar ko­ğuşları dolaşmam gerekiyor.

Fatma geri döndüğünde Hatice Hanımı bebeğine sarılmış, hıçkı­rarak ağladığını gördü. Herhâlde bebek ölmüştü. Yatağa yanaştı, hayır, bebek  yaşıyordu. Ha­tice Hanımın boynuna sarıldı:

- Neden ağlıyorsun?

Hatice Hanım, Türkçe bilmediği için kızı cevapladı:

-Abim için...

- Ne oldu  abine?

Şilan akıllı bir kızdı. Tam "Dağa gitti" diyecekti ki, vazgeçti

- Kaybolmuş...

- Çok üzüldüm. Hadi toparla kendini, inşallah  bir gün çıkar gelir. Bak! Bebek de ağlıyor.  Hadi emzir ço­cuğunu.

Cebinden çıkardığı selpakla Hatice Hanımın göz­yaşlarını sildi. Hatice Hanım sakinleşmişti. Biraz sonra çocukla birlikte kendi­si de uykuya geçmişti. Hülya söyle­niyordu:

- Kimsenin kimseyi rahatsız etmeye hakkı yok.

- Haklısınız;  ama  biraz  anlamaya  çalışalım. Kadı­nın  yüreği yanıyor.

- Aman Fatma Hanımcığım sen de.

Doktor Fatma, Şilan'ı alarak koridora çıkardı. Yürü­yerek camın kenarına geldiler. Beşinci kattan kuşbakışı bakıyorlardı aşağı­ya. Fatma sordu:

- Abin dağa mı gitti, Şilan?

Şilan, gözleri yaşla dolu cevap verdi:

- Evet.

- Çok üzüldüm.

- Neden?

- Çünkü civanlara kurşun sıkacak.

- Benim abim de civan değil mi? Birileri de ona kur­şun sıkıyor.

- Öyle mi düşünüyorsun?

- Evet, öyle düşünüyorum. Can sadece sizin canınız mı?

- Yoo, herkesin canı, candır tabii.

- Bizim canımızı kabul etmiyorsunuz ki.

- Söylesene, haksızlığa haksızlıkla karşılık verilir mi?

- Nasıl yani?

- Abin dağa neden gitti?

- Hakkımızı aramak için!

- Ne hakkını?

- Elimizden alınan hakları.

- Dağda nasıl alacak bu bahsettiğin hakları? Adam öldürerek hak alınır mı hiç?

- Onlar da bizi öldürüyorlar!

Fatma elini, Şilan'ın omzuna koydu. Şefkatle yü­züne baktı, gözle­riyle gülümseyerek:

- Bak Şilan, Türkiye’de birtakım haksızlıklar, yanlış politi­kalar olduğu bir gerçek; ama yanlışa yanlış ile ce­vap verilir mi? Verilmez, öyle değil mi? Ben öyle inanı­yorum ki; bilmediğimiz bazı çevreler, bu konuyu kullana­rak bizi birbirimize düşürüyor.

- Siz Türk müsünüz?

-  Ne fark eder?

-  ...............   

Cevap vermemişti Şilan. Fatma Hanım  konuşmayı sürdürdü:

- Susuyor, cevap vermiyorsun. Sen de biliyorsun ki, zulmedene biz de zulmedersek, zalimden farkımız olmaz. Bizler insan eksenli düşünüp, öyle değerlendirmeliyiz. İllâ da şu ırktan olan kötü olacak diye bir kaide yok ya; insanın kötüsü kötüdür. Ama çok merak ettiysen söyle­yeyim; ben Türküm; ama Türk olmam Allah katında bana bir imtiyaz kazandırmaz; çünkü bütün kavimleri Allah yarattı.

- Köydekiler bizi hiç sevmiyorlar.

- Nereden biliyorsun?

- Orada yaşıyorum!

- Bak Şilan! İnsanın erkek ya da kadın olması, Kürt ya da Türk olması, Alman ya da İngiliz olması kendi elinde değildir; Allah'ın takdiridir. Buna karşı çıkan, her­hangi bir kavmi dışlayan, yok sayan, küçümse­yen, alay eden,  hor gören Allah'ın takdirine karşı çıkmış olur.

- Siz, bizi kabullenmiyorsunuz!

- Bir kere, siz ve biz diye bir ayırım yapmak yanlış. Hepimiz bu ülkenin insanıyız. Hepimizin dedesi bu ül­kenin savunmasını yaptı. Bu ülkede herkesin hakkı hu­kuku var.

- Ne hakkı? Bize hak mı veriyorsunuz? Türkiye’de hak hukuk mu var? Güdülen politikaları görmüyor mu­sunuz? İtilip kakılmayı ben mi istiyorum? Eğitimsizliği­min suçu benim mi? Dağlara taş­lara “Ne mutlu Türküm diyene!” yazıyorsunuz, okulda Kürt çocuklarına “Tür­küm, doğruyum!” diye bağırttırıyorsunuz. İngilizce’yi serbest bırakıp, benim dilimi yasaklıyorsunuz. Sonra da görgüsüz damgasını vuruyorsunuz. Toplumda gerekli olan kuralla­rı kendi dilimde öğrensem, ben de eğitimimi alıp, toplumdaki yerimi alsam kıyamet mi kopar? İllâ Türkçe okumak mı gerekiyor? Tamam, Türkçe’yi de öğreneyim. Ama dil öğrenmek için öğreneyim. İllâ da mecbur olmayayım.

Fatma,  Şilan'ın   zekâsına  hayran  kaldı. Bu  söyle­diklerine ne söylenebilirdi ki? İllâ da okumak gerek-mezdi, düşünmek yeterdi.

- Bak gördün mü? Haksız mıyım? Şunun konuşmala­rına bak sen!

Gelen Türkan Hemşirenin sesiydi. Sesin geldiği yöne döndüler. Şilan bozulmuştu.

Türkan Hemşire, Fatma Hanıma:

- Sizi arıyorum Doktor Hanım! dedi.

Şilan gayriihtiyarî:

- Doktor mu? diye söylendi. Türkan Hemşire Şilan'a dönerek:

- Kim öğretti bu konuştuklarını sana?

Şilan bozulmuştu.  Zaten  gıcık  oluyordu bu  hemşi­reye.  Cevap verdi:

- Kimsenin öğretmesi gerekmez. Kendim düşüne-mez miyim?

- Hani okul yüzü görmemiştin ya?

Doktor Fatma müdahale etti:

- Aman Türkan Hemşire Hanım! Her okul gören dü­şünebilseydi ülkenin durumu böyle olur muydu?

Hemşire odasına doğru yürümeye başladılar. Şilan ayrılacakken, Doktor Fatma seslendi:

- İstersen  gel,  konuşalım Şilan, dedi  ve  Türkan  Hemşireye dönerek:

- Mahsuru yok değil mi?

- Yoo, gelsin.

Şilan da kabul etti. Hemşire odasına gittiler. Ocağın üzerinde çay kaynıyordu. Türkan demlediği çayları, hazırladığı bardaklara koyarken sordu:

- Fatma Hanım, eğer gece sohbet edecek kimse bu­lamazsam mutlaka uyuyorum. Sonra da yoğun bakımda­kilerin ilaç ya da serum saati geçiyor. Sahi, benimle ko­nuşmak istediğiniz neydi?

- Önce bir soru sormak istiyorum, müsaadenizle.

- Tabi buyurun, sizi dinliyorum.

- Diyelim ki İngiltere’de yaşıyorsun, sana illâ da İn­giliz olacak­sın, deseler ne yaparsınız? Bir de Bulgaris­tan’daki Türklere yapılan baskılara hep birlikte karşı çıkıyoruz değil mi?.

- Elbette! Ama bunu neden sordunuz anlayama­dım?

- Siz benim birinci soruma cevap verir misiniz?

- Haa, elbette karşı çıkarım...

Türkan hemşire birden konuyu anlamıştı, devam etti konuşmasına:

- Ama lütfen yani, o başka, burası başka.

- Lütfen, objektif değerlendirmelerde bulunalım. Bul­garistan’da Türkçe isim koydurmuyorlar, sünnet yaptırmıyorlar; Türklerle bağlantılarını kurdurmuyorlar vs. Bütün bunları kınıyorsunuz değil mi?

- Elbette.

- Neden kınıyorsunuz?

- İnsan hak ve özgürlükleri var.

- Peki, bu insan hak ve özgürlüklerini sadece kendi­mize mi düşüneceğiz? Bunlar sadece bize mi lâzım?

- Şeyy...

- Şunu sormak istiyorum, isminizi neden Türkan koydunuz?

- Neden yasak mı?

- Hayır, merak ettim.

- Babam koyu bir milliyetçidir ve bu ismi koymak da en doğal hakkıdır.

- Peki, diğer bir vatandaş da böyle bir hakka sahip olmasın mı? Olmamalı mı?

Türkan Hemşire yine itiraz etti:

- Ama onlar bölücülük yapıyorlar!

- Nasıl?

- Aman Fatma Hanım! Daha  bu gün  haberlerde  kaç tane askerin vurulduğu söylendi; ama onlardan da vurmuşlar oh olsun!

Şilan'ın gözlerinden, hazır bekliyormuşçasına yaşlar boşaldı. Doktor Fatma:

- Ya! Öyle mi? Çok üzüldüm. Yazık, iki taraftan da kaç ananın yüreği yandı desene! Bu yanlış, hem de çok yanlış. Adam öldürmenin hiçbir haklı yanı olamaz!

- Ya gördünüz mü? İşte, ben de bunun için kızıyo­rum.

- Hayır, siz bataklığa değil, sineklere kızıyorsunuz. Bataklık varsa, sinekler olacak demektir. Çaresi de si­nekleri değil önce bataklığı kurutmaktır.

- Aynı şeyi söylüyoruz. Ben de kökten yok edelim, diyorum.

- Yanlış anladınız. Türkiye’de birtakım yanlış uygu­lamalar, yanlış politikalar sonucu bu duruma geldik. Osmanlı döneminde bu mesele, hiç problem olmuş mu? Ben diyorum ki; kendimize istediğimizi, başkaları için de istemedikçe erdemli olamayız. Do­layısıyla önce bu in­sanları dağlara sevk eden nedenleri düşünmek ge­rekir. Sonra varsa, hata düzeltilmeli ki; kanaatimce hata değil, hatalar var. Sonra Doğu ve Güneydoğuyu gör­mek, bölge sorunlarını görmek gerekiyor

- Nasıl yani?

- Hepimiz Afrika’daki açlıktan ölen insanlara acıyoruz; fakat bizim insanımızın çocukları da çöplük­ten ekmek topluyor, onları görmüyor, onlar için hare­kete geçmiyoruz. Kadın hakları diye lüks konferans sa­lonla­rında konuşmalar tertip ediyoruz; ama Doğu ve Güney­doğudaki kadınların çilesini görmüyoruz. Vurulan as­kerlerin analarıyla ağlıyoruz da, vurulan teröristin anası­nın çektiği acıyı anlamıyoruz!

Evet, bu insanlar kandırılıyor diye düşünüyorum. Konu hassas ve bilmediğimiz birileri de bu konuyu istis­mar ediyor. Zavallı gençler de kanıyorlar. Oysaki dağ­larda perişan yaşayarak, adam öldürerek hangi hakkı savunabilirsin? Hangi yanın haklı olur? Acaba diyorum, bölgede İsrail’in parmağı olmasın? Hayalini kurduğu “Büyük İsrail Devleti”ne kavuşabilmesi için tezgâh kur­muş olmasın? Bunun için de bu konuyu maşa etmesin? Sahi siz hiç kırsal kesime gittiniz mi?

- Siz de çok farklı konuşuyorsunuz.

Tam o sırada servise acil bir hasta geldi. Türkan Hemşire kalk­mak zorunda kaldı. Fatma Hanıma:

- Siz çayınızı için ben hemen geliyorum, diyerek çıktı.

     Gelen hasta Alman bir kadındı. Turistti. Aniden san­cılanmış, acile getirilmişti. Nöbetçi doktor, dahiliye­den, kalp cerrahisinden, ha­riciyeden de doktorları ça­ğırmıştı. Turistle ilgileniliyor; ser­viste, titiz, acil ve hızlı bir koşuş­turmayla işlerini yapmaya çalışıyorlardı. Yaklaşık bir saat sonra Türkan Hemşire dönmüştü. Fatma Hanımı oldukça üzgün buldu:

- Hayrola Doktor Hanım, üzgün müsünüz? diye sordu.

- Üzüldüm! Hem de çok üzüldüm!

- Bir şeyi yokmuş, evhamlı biri.

- Benim üzüntüm ondan değil, aynı alâkayı kendi insanımız da hakkedip; fakat göremediğindendi.

Türkan Hemşire, bir an bozulmuştu. Karşısında ko­nuşan bir doktordu, Türkan Hemşireye göre sıradan biri  değildi. Bozulduğunu fark ettirmeden konuyu de­ğiştirdi, yerine oturup, çayını yudumla­maya başlarken:

- Sahi, ne diyorduk? Haa! Kırsal kesimden bahsedi­yorduk. Gidip, gitmediğimi sormuştunuz.

- Gittim elbet. Doğrusu çok geri kalmış, toplumsal kurallardan oldukça habersizler.

Şilan, Türkan Hemşireye nefretle  bakıyordu. Zor  zaptediyordu kendini. İçinden "Şeytan diyor ki geçir saçını başını birbirine,  görgüyü, kuralı o zaman anlasın" diye  geçi­riyordu.  Ama  şu  kibar  hanım, Doktor Ha­nıma saygı­sızlık etmek istemiyordu.

Doktor Fatma, Şilan'ın bozulduğunu anladı. Tür­kan'ın sözünü keserek konuştu:

- Hemşire Hanım bir dakika! Ön yargılı ve kalıp içinde düşün­meyelim. İnsan insandır, bir insanın birta­kım şeylerden mahrum olması, o insanın insanlığın­dan bir şey eksiltmez. Köylünün biri Efendimizin(s.a.v) göre­bi­leceği bir yerde, hem de mescitte küçük tuvaletini yap­maya kalkınca, sahabe birden tepki veriyor. Ama Efen­dimiz (s.a.v.), o şefkat Peygamberi, o eşsiz önder, o ba­şöğret­men, köylü­yü anlıyor ve sahabesine tepki verme­meleri gerektiğini söylüyor. Bunun gibi örnekler çoktur; isteyen tarih kitaplarından yüzlercesini okuyabilir. Şimdi sormak istiyorum; bütün bunlara sebep olan ne­dir? Eği­timsizlik öyle değil mi?

- Elbette.

- Peki, eğitimsiz kalmalarına sebep olanların ya da etkenlerin hiç suçları yok mu?

- Okul açsan da, okumuyorlar ki!

- Ben sizin gibi düşünmüyorum. Meselâ insan top­lumsal bir varlık ve böyle olunca da toplumsal kurallar­dan haberdar olması gerekir. Peki, bu toplumsal kural­ları İngilizce okusam bir mahsuru var mı?

- Hayır! Neden olsun ki?

Türkan Hemşire sözün nereye geleceğini anlama­dan cevap vermişti. Doktor Fatma ise asıl söylemek is­tediğini tane tane söyledi:

- O hâlde, Kürtçe okuyunca neden olmasın?

Şilan hayran hayran baktı  Doktor  Fatma'ya,  gayriihtiyarî sordu:

- Yani siz, Kürtçe’ye karşı değil misiniz?

Doktor  Fatma  şefkatle  baktı  Şilan'a. Gülümsedi;  yüreğindeki insan sevgisini gözleriyle aktarmak istiyordu Şilan'a.

- Hayır,  dedi ve devam etti:

- Neden karşı olayım ki? Canım benim; çünkü bü­tün dilleri ve kavimleri Allah yaratmıştır. Allah,  Kur'an'ı Mübin’ de şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler; bir kavim diğer bir kavimle alay etmesin; olur ki, alay edi­lenler, kendilerinden daha hayırlı bulu­nurlar. Birbi­rinizi ayıplamayın, birbiri­nize kötü lâkap takmayın.”

Ayrıca bir başka âyette de insanları, kavimlere çeşitli hikmetlerden dolayı ayırdığını buyuruyor. Ve yine  diğer bir âyette, dilleri kendisinin yarattığını bize bildiriyor. Şimdi bunlara karşı olmak, Allah'ın âyetlerine karşı ol­mak anlamına gelmez mi? Elbette ki gelir! Dola­yısıyla bir Müslümanın karşı olması asla düşünülemez.

Büyüklerimizin  "Cahil  cesur  olur"  sözünü  doğru­larcasına atıldı Türkan Hemşire:

- Olur mu canım? Bunlar dağlarda kalan Türkler­miş. Karda yürürken kart kurt diye  çıkan seslerden ad­ları Kürt kalmış.

- Hayır!  diyerek bağırdı Şilan.

Sinirinden sesi titriyordu:

- Hayır, ben Kürd’üm! Beni yok sayamazsınız! Ben varım ve siz de bu gerçeği görmek zorundasınız!

Doktor Fatma Hanım tartışmanın münakaşaya dö­nüşmemesi için müdahale etti:

- Bir dakika! Lütfen, konuşmamızı farklı buutlara çekmeyelim. Şayet insanı ve insana uygun evrensel de­ğerlerden bahsedersek, o zaman bu ayrıştığımız nokta­lar, bizi kavgaya değil, kaynaşmaya götürür.

Şilan, moral bozukluğunun da etkisiyle Doktor Fat­ma'nın ne demek istediğini anlamamıştı. Anlamadım dercesine baktı Fatma'nın yüzüne. Doktor Fatma aynı sevecenlikle ve şefkatle gülümsedi. Hemen yanında otu­ran Şilan'ın omzuna elini koydu ve konuşmaya devam etti:

- Değil mi ki bütün kavimleri ve dilleri yaratan Al­lah'tır? O yaratan Allah "Hiç kimsenin kimseye üstün­lüğü yok. Üstünlük, sadece iman  etmenizde  ve  sonra da  imanın  gereğini  yerine getirmeniz olan takvadadır” bu­yurmaktadır. O hâlde insan baz alın­malı; kavim, soy, sop, makam değil.

Bu sırada Hatice Hanım, Şilan'ı çağırmıştı. Kalkıp çıktı, aklında bir yığın soru işaretiyle...

Doktor Fatma ne iyi bir insandı. Herkes onun gibi düşünse ne olurdu sanki? Allah'tan bahsediyordu, belli ki O'nu iyi tanıyordu. Ya ben? Ben niye tanımıyorum? Sadece yaratan olduğu­nu biliyorum o kadar. Peki bu yetiyor mu? Hayır! Kocaman bir hayır!

“Kahrolun okumamın önündeki engeller!”, diye söy­lendi hırsla. “Lânet olsun size, beni cahilliğe mah­kum edenler, lânet olsun size!”.

Annesinin yanına geldiğinde annesi ağlıyordu.

- Ağrın mı var ana? diye sordu.

- He, ağrım var. Yüreğim ağırıy. Ahh Mahmud! Yü­re­ğimi yağısen.

- Sus ane! Bizi anlayacak ve bize kızacaklar.

Hatice Hanımın yüreğindeki acı, söz dinlemiyordu ki. Yeni oğlu olmuştu; lâkin bu bebe, Mahmud'un acısını hafiflet­mek yerine, alev­lendirmişti. O da kendi lisanıyla şöyle diyordu:

- Oğlumu elimden alanlar; Allah belânızı versin!

 

 

›š


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

 

 

 

Çiçekli Köyü’nde daha fazla duramamıştı Hasan Ağa. Oradan gelip dağlarda oğlunu aramak oldukça zor olu­yordu. Taşınmalıydı; fakat nereye? Gevro'ya dönmek istemiyordu. Anasının vurulmasından sonra dar gelmişti Gevro, Hasan Ağaya. Çiçekli’de senesini doldurup an­laşma süresi sona ermeden, gideceği yeri ayarlamalıydı.  Öyle de yaptı. Ağrı'nın civarında olan Iğdır'a yer­leşti.

Evde herkes küçük İsmail'in hizmetçisi gibiydi. Ha­san Ağa gözü gibi baktığı İsmail'in ağladığını gördü­ğünde; bağırıp çağırıyor, kimi zaman da evdekileri sıra dayağına çekiyordu.

Mahmud'un gidişi Hasan Ağayı psikolojik olarak hasta etmişti. Bütün asabiyetine ve katı görünmesine rağmen, gizlilerde ağlıyordu.

- Ola Mahmuuud, geri gelesen ne olur? diye feryat­lar ediyordu. Bir yandan da nerede ufak bir umut ışığı be­lirse, bulurum umudu ile hemen koşuyordu. Gitme­diği köy, dolaşmadığı dağ kalmamıştı. Nereye gitse bir haber alamıyordu. Eve televizyon almıştı. Her haber çıktığında  eve bir ölüm sessizliği çöküyordu. Öldürü­lenler arasında oğullarının isminin okunacağı korkusu yüreklerini daral­tıyordu.

Şilan'ın amcasının kızı Keriman da koyu bir komü­nistti ve dağdakileri destekliyordu. Keriman'ın ko­nuş­malarından Şilan da etkilenmiş, koyu bir ırkçı ol­muştu. Öyle ki gerektiği zaman canımı bile veririm, diyordu. Evlenmeyi hiç düşünmüyordu; ama bölgede töre ka­nunları dokunulmazdı. Kızlar on beş yaşına geldik­lerinde evlenmeleri gerekirdi. Şilan isteyenlerin birçoğunu geri çevirmeyi başarmıştı; ama bu defa babasını ikna etmesi mümkün gözükmüyordu. Annesi her za­manki gibi İsma­il'in beşiğini sallarken  Mahmud'a ağıt yakıyordu.

- Vayy, vay vayy, vay! Vayy, yüreğim yanıy Mah-muud!!

Açmisen, hastamisen, sağmisen Mahmuud? Demi-sen mi anam ağlar, demisen mi anam yanar Mahmuud? Vayy yüreğim yanıy Mahmuud! Açmişem televizi de demiş dağda savaş olmuuuş; susmişem, yüre­ğim yanmış, korkmuşem deye oğlun ölmüş!

Şilan'ın yüreği de parçalanıyordu. Dayanamayarak annesine kızdı:

- Yeter ana! Yeter artık!

- Çı? (ne diysen?)

- Daha yeter diyorum. Mahvoldun, yeter artık!

- Hani, benim yüreğime sözüm geçiy mi?

O sırada Hasan Ağa içeri girdi. Herkes susmuştu. Hanımı gözyaş­larını saklamaya çalıştı. Zira dayak ye­mesi içten bile değildi. Hasan Ağa hiçbir şey konuşma­dan telefonun başına gitti, telefon tuşlarına basıp bek­ledi. Karşı taraftan cevap verilince konuşma­ya başladı. Evdekiler de pür dikkat Hasan Ağayı dinlemeye başla­dılar:

- Tamam, bu akşam gelirseniz gelin, yarın işim var deyip, kapat­tı telefonu. Evdekilere döndü:

- Akşama Şilan'a yüzük takılacak tamam mı? Hazır­lık yapın! Ben çıkıyorum, koyun kesecem.

Şilan olduğu  yerde  kalakalmış, buz  gibi  olmuştu. Hiçbir  şey demedi, diyemedi. Babası çıktıktan sonra:

- Ana  kime  veriyorsunuz  beni?

Sesi  isyan  doluydu, sitem doluydu. Anası, Şilan'ın hissettiklerinden habersiz cevapladı:

- Ali.

- Kim bu Ali?

- Memet Ağanın oğludur. Okumuş ha! Zengindir, dükkânı var.

- Ben evlenmek istemiyorum ki, daha on yedi yaşın­dayım!

-Sus! Bavo duyarsa hepimizi öldürür.

- Ya ana, sen tanıyor musun?

- Yooğ, bavo tanıy.

Şilan çaresizdi. Bu durumda “evet” demekten başka çaresi yoktu. O gün akşama kadar ağladı; ama bunun çare olmadığını kendi de biliyordu. Yapacak bir şeyi  yoktu. Gücü; ancak  gözyaşlarına yetiyordu.

O gün akşam, Şilan'a yüzük takılmış ve doğuda bir kız daha, törelere kurban edilmişti. Kimdi bunun sorum­lusu? Bu soru hep sorulacak; ama kimse suçu üstüne almayacak, kimse cevap vermeyecekti!

Şilan, ilk gördüğünde Ali'ye hemen ısınamamıştı. Zaten düğün gününden önce de görmemişti. Öyle da­vullu, zurnalı düğün yapılmadı; çünkü Mahmud'un gidi­şini duyduktan sonra evde hep yas vardı.

Şilan, tanımadığı bir aile ortamında bulmuştu ken­dini. Kalabalık bir aileydi Ali'nin  ailesi.  Ana, baba, gö­rümceler, kayınlar  ve bir de  hayvanlarıyla ilgilenen çobanları. Herkes aynı evi payla­şıyordu.

Evleri bahçe içinde, topraktan yapılmış üç odadan ibaretti. Mutfak olarak kullandıkları yer, hemen girişte, bir köşeydi. Raf çakmışlar, önünde de ocağı kondur­dukları tahtadan bir masa.

Bahçede sondaj vurarak çıkarttıkları kuyu suyu vardı. Su ihtiyaçlarını buradan temin ediyorlardı.

Şilan' ın işi ağırdı. Kaynana ve kaynata kalkmadan, kalkmak zorundaydı. Onlar yatmadan da dinlenmeye çekilmek yoktu. Ev halkıyla aynı sofrayı paylaşmak tö­relere aykırıydı. Sofrayı koyup, kenarda bekliyordu. Herkes yiyip çekildikten sonra, yemek kal­mışsa bir kö­şede ye­meğini yiyip, hemen işine koyuluyordu.

Kaynana ve kaynatasıyla konuşması da törelere ay­kırıydı. Mera­mını işaretle anlatması gerekiyordu. Gelinin sesini duyurması saygısızlık olarak telâkki ediliyordu, yörede ...

Binlerce kadın da bu töreye uymak zorundaydı. Hem de bu törenin bir şaman töresi olduğundan haber­siz  olarak...

Şilan nereden bilebilirdi ki; kaynata nâmahrem ol­mayıp, hem de baba  hükmünde olduğundan, onunla  yemek  yemesi, sesini  duyması anormal değil; aksine helâldi. Bu yanlış törelere uyarak, Allah'ın helâlini ha­ram saymış olduğunu nereden bilebilirdi ki?

Bu töre yasalarını körü körüne  taklit  eden sadece  Şilan değildi ki. Kur'an'ın şu fermanından habersiz ola­rak birçok insan vardı:

“Dillerinizin (birçok şeyleri) yalanla nitelendirmesinden dolayı (kendi kafa­nıza göre:) «Bu helâl, bu haramdır» de­meyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydur­muş olursunuz. Allah’a karşı yalan uydu­ranlar ise şüp­hesiz iflah olmazlar.”

 

 

›š
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

 

 

 

Kiraladıkları ev iki odalı, beton sıvalı, küçük bir mutfağı ve bir de banyosu olan bir evdi. Buraların im­kânına göre lüks bile sayılırdı.

Şark hizmeti için gönderilen Turan Öğretmen, ha­nımı Kübra'yı getirdiğinde “İnan bulabildiğim en iyi ev buydu. Ankara'nın şartlarına bakılırsa iyi değil; ama ne yapalım, daha iyisini bulma şansımız yok.” demişti.

Kübra, tuvaletin bahçede oluşundan ve bir de ka­nali­zasyonun bulunmayışından oldukça rahatsız ol­muştu. Tuvalet için kuyular eşiliyor ve etrafı örülerek görüntüyü engelliyor ve bu kuyuyu tuvalet olarak kulla­nıyorlardı. Doğu ve Güneydoğunun sorunları olduğunu biliyordu; ama doğrusu bu kadarını da beklemiyordu. Çare yoktu, şark hizmeti bitene kadar sabredeceklerdi.

Kübra'yı sıkan bir şey daha vardı; arkadaşsız olması ve ak­rabaları­nın uzaklığı. Yöre halkının birçoğunun Türkçe bilmemesi de onun için ayrı bir sorundu; zira konuşsa da anlaşmada zorluk çekiyordu.

Taşındığı ilk günlerde günü hep tedirginlikle geçi­yordu; ama son günlerde içindeki adını koyamadığı, endişe, yavaş yavaş kaybolmuştu.

Ankara'dan geldiğinin üzerinden yaklaşık iki ay geçmişti. Evin işini bitirmiş, kapının önüne ektikleri çi­çekleri suluyordu. Bahçe duvarının arkasından gelen sesle düşüncelerinden sıyrıldı. Sesin  geldiği  yöne  ba­şını  çevirince, bir  bayanın  kendisine "Gel" diye el sal­ladı­ğını gördü. Hortumu bıraktı, tedirginlikle duvara  yak­laştı. Bayan  kendisine  gülümsüyordu. Gülümse­mesi o kadar içtendi ki, Kübra'nın içi bir anda güvenle dol­muştu. İçinden "Allah'ım ne kadarda doğal, zerre kadar yapmacıklık yok" diye geçirirken hanım konuş­maya başladı:

- Ça diki? (ne yapıyorsun?) Hele serçe vare  de. (hoş gelmişsin) Kübra bön bön baktı kadına. Acaba ne diyordu? Kadın elindeki sıcacık  tandır  ekmeklerini  Kübra'ya  uzatırken  konuşmasını sürdürdü:

- Du garibe. (sen garipsin) Çı lazıme mira beje. (neye ihtiya­cın olursa bana söyle) Ez ni harivim ninim, ciranem. (biz yabancı sayılmayız, komşuyuz)

Kübra ekmekleri aldı, mis gibi kokuyordu. Ama ka­dının konuşma­sından hiçbir şey anlamamıştı.

- Teşekkür ederim. Allah razı olsun, dedi.

Kadın konuşmasını sürdürürken, Kübra anlamı-yorum mânâsında işaret etti. Kadın evine döne­rek seslendi:

- Berfooo!! Berfooo hele vare! (gel !).

Bir iki dakika sonra bir genç kız çıkageldi. Temiz yüzlü, seve­cen biriydi. Kadın bir şeyler anlattı, kız güldü. Sonra da başladı kadının söylediklerini tercüme etmeye:

- Önce hoş geldiniz, diyeyim. Biraz geç oldu ama ku­surumuza bakmayın, Bu hanım, benim anam. Adı Ğece yani Türkçe’de Hatice. Benim adımda Berfin.

- Memnun oldum. Benim adım da Kübra. Anneni­zin konuştuklarını anlayamadım.

- Anam da zaten onun için beni çağırdı. Diyor ki; Biz komşuyuz sakın gariplik çekmesin. Kızlarım var, yar­dım istersen gelirler. Bir şeye ihtiyacın olursa bizden çekinme­sin.

- Siz gülünce zannettim ki komik bir şey anlatıyor.

- İnsan konuşulanı anlamayınca, belki de bana gül­düler sanabi­lir. Anam diyor ki "Ben Türkçe bilmiyorum, kusuruma bakmasın" Ben de, bunun neresi kusur dedim de, bana "Sus! Misafirimize ayıp olmasın" dedi, onun için gülmüştüm. Sahi buraları nasıl buldunuz? Memle­ketiniz neresi?

- Ankara.

- O zaman sorumu geri alayım. Tabii ki yaşam şartla­rını beğen­memişsinizdir .

-Yoo, estağfirullah.

- Ankara ile burasının yaşam standardı bir değil. Umarım çok zorlanmazsınız.

- Benim sizden farkım yok. Lütfen öyle konuşma­yın!

- Evet, haklısınız. Ben de biliyorum, sizin bizden far­kı­nızın olmadığını; ama birileri oralara sunduğu imkân­ları benden esirgiyor. Farkımız şurada; ben doğunun çilekeş çocuğu, siz, siz ise...  Şeyy neyse şimdi bunun sırası değil. Madem komşuyuz, bu meseleleri daha çok konuşuruz.

Kübra, Berfin'in konuştuklarını anlamaya çalıştı.  Bu sitem kimeydi? Lâfı değiştirdi:

- Doğrusu arkadaşsızlıktan sıkılıyorum. Sizinle arka­daş olmak isterdim.

- Bunun önünde bir engel yok. Bunu ben de iste­rim. Bak ne diyeceğim, bu gün benim arkadaşlarım bize gele­cekler; siz de gelmek ister misiniz? Onlarla tanışırdı­nız.

- Memnun olurum. Gelmeye çalışacağım.Teşekkür ederim. Öğle olmuş Turan Öğretmen yemeğe gelmişti.  Kübra, Berfin ile olan diyalogunu anlattı ve kendisini davet ettiğini söyledi. Turan Öğret­men de hanımının yalnızlığına üzü­lüyordu:

- Git tabi, git de çevre edin; ama lütfen dikkatli ol!Konuş­malarına dikkat et!

- Hayatım, dedi Kübra, bu endişe neden?

- Buralar kozmopolit yerlerdir. Kimsenin tepkisini çekmeyelim; duyuyorsun, kim, kimi niçin vurduğu belli değil.

- Biz, Allah’tan başka hiç kimseden Allah kadar korkmayacağı­mıza, “kâlu belâ” da söz vermemiş miy­dik? Unuttun mu? Hem, unuttuğun bir şey daha var, takdir ne ise o olur.

- Korku, fıtrî bir duygudur Bizim için tehlikeli olan, Allah’tan korktuğumuz kadar başka şeylerden de kork­maktır. Yoksa hiç korku yaşamayacaksın diye bir şey mümkün değildir. Hem bu durum sadece korku duygu­suyla sınırlı değildir ki. Örneğin; severken de hiçbir şeyin sevgisini Allah'ın sevgisi düzeyine çıkartılmamalı. Güven duygusunda da bu böyle vs. O zaman şirk gündeme girer. Hem, hayatım! Canım benim! Senin de unuttuğun bir şey var.

- Nedir o?

- Efendimiz Muhammed (s.a.v.): “Önce deveni bağla, sonra tevekkül et.” Buyurmuştur. Ben de tedbir amaçlı söylemiştim. Yoksa korkuyoruz diye, dava için bir şey yapmayıp, bekleyelim demek istememiştim.

Tam o sırada kapı çaldı. Kübra, sofradan kalkıp ka­pıya baktı. Gelen küçük bir kızdı. Saçlarını iki örük ya­pıp, omuzlarından aşağı salmıştı. Ayağında lastik ayak­kabı, dizden aşağı eteği ve eteğin altında da topuklara kadar pijaması. Yanakları al al, başını eğerek konuştu:

- Ablam seni çağırıy...

Kübra, şefkatle kızın başını ok­şadı ve sordu:

- Senin ablan kim?

- Berfo, dedi. Kızın utangaçlığı yüzüne olduğu gibi yansı­mıştı.

Kübra, kızın alnından öptükten sonra, tekrar sordu:

-Peki, adın ne senin?

- Gülçiçek.

- Maşallah! Gerçekten de Gülçiçek'sin sen. Bekle, hazırlanıp geleyim.Kübra içeri girdi. Turan Öğretmen sordu:

- Gelen kimmiş?

- Berfin'in kardeşi. Beni almaya gelmiş. Müsaadenle ben çıka­yım.

-Tabii, çıkabilirsin. Yalnız unutma! Davetçi, davet et­meden önce biraz da olsa davet edeceği muhatabını tanımak zorunda. Karşı tarafın anlama kapasitesi, zaaf­ları, durumları bilinmeli.

- Bunu daha önce de söylemiştin.

- Canım benim, beni yanlış anlama! Davan için na­sıl sancı çektiğini ben biliyorum; sadece hatırlattım.

- Teşekkür ederim. Hadi Allaha emanet ol!

Kübra,  tesettürünü  giyerek  çıktı.  Hemen  bahçe  duvarından atlayarak geçtiler. Berfin, kapıda karşıladı Kübra'yı ve şaşırdı. Kadın sanki uzak bir yere gidiyormuş gibi giyinmişti. Şaşırmış olması normaldi; çünkü Berfin'in Allah'ın şöyle buyurduğundan haberi yoktu:

“Mü'min (Allah'a inanan) kadınlara da söyle: (Her­hangi bir ihtiyaç için) dışarı çıktıklarında dış örtülerini giysin­ler.”

İçeri girdiler. Berfin'in arkadaşları da şaşırmışlardı. Ayıp olma­sın diye, "Susun!" işareti yapmıştı Berfin.

Toprak ve kerpiçten yapılmış, iki odalı bir evdi. Yerler, yünden yapılma, adına "Keçe" dedikleri bir çeşit kilimle döşeliydi. El yapımı yer minderleri ve yastıklar, kilim deseni dokunmuştu. Kübra içinden "Sünnet üzere,ne kadar sade bir ev" diye geçirir­ken". Berfin ar­kadaşlarıyla tanıştırmaya başladı:

- Ya hevan! (ey arkadaşlar) Bu, komşumuz Kübra Hanım, Ankaralı; ama buraya  Aydın'dan gelmiş. Lütfen siz de kendinizi  tanıştı­rın. Ben,  çaya  bakıp  geleyim.

Kübra  gülümsedi. Gelenler  dört kişiydi. En başta otu­ran:

- Buyurun, oturun; ama önce üzerinizi çıkarın!

Kübra tedirginliğine anlam veremiyordu. Sıkılarak sordu:

- Şeyy, erkek gelmez mi? Biz ev ortamında..

Yine aynı genç kız sözünü keserek:

- Sizi anlıyorum. Rahatınıza bakın, Berfo'ya söyleriz halleder. Kübra, tesettürünü çıkarıp, duvardaki çiviye astı ve yer minderlerinden birine oturdu. Kızlar kendile­rini tanıtmaya başladı­lar. İlk konuşan yine en baştakiydi:

- Adım Keriman. Berfo'yla akrabayız. On dokuz ya­şındayım. İki yıllık üniversite bitirdim.

- Benim adım da Fatma.; ama bana Fatte derler. Ben de liseyi bitirdim.

-Benim adım da Hene; yani Hanife. Ben lise mise bitiremedim. Keriman ile Fatte bizim şanslılarımızdan. Eee, ağa kızı olmanın azıcık avantajı olsun, öyle değil mi?

O sırada Berfin, çay bardaklarıyla içeri girdi:

- Tanışma faslı bittiyse, biri bana yardım etsin.

Kısa zamanda kaynaşmışlardı. Kübra'nın anlam ve­remediği tedir­ginliği  gitmiş, yerini  rahatlığa bırakmıştı. Çok sıcak bir ortamdı. Hiç kimse kendini yapmacık bir ha­rekete zorlamıyordu. Kübra'ya her şey çok doğal gel­mişti. Çok misafirperver ve candan insanlardı.  Hele,  ev  sahibinin misafire olan hassasiyetini hissetmemek müm­kün değildi. Berfin'in annesi  iki de bir gelip kızını:

- Mevanlarımıza (misafirlerimize) hizmet et, diye uyarması, gülüşmelere sebep oluyordu. Berfin, yine bir uyarı aldıktan sonra, konuşmaya başladı:

- Kübra Hanım, lütfen mazur görün! Kültürümüz farklı, yöremiz farklı, anlayışımız farklı.

Keriman atıldı:

- Zaten farklı muamele de görüyoruz.

Berfin:

- Ehh,  bu kadar farkımız olduğuna göre. Neyse başlama şimdi Keriman!

Kübra'ya dönerek devam etti konuşmasına:

- Biz de misafir çok önemlidir ve mutlaka yemek ik­ramı vardır. Anamın rahatsızlığı yemek değil de, çay pasta verdiğim için.

Kübra, Berfin'in konuşmasını beğenmişti. Gayet  düzgün Türkçe konuşuyordu:

- Anlıyorum. Biliyor musunuz? Hz. İbrahim Pey­gamber de, gelen misafirlerine yemek hazırlarmış. İk­ramsız asla bırakmazmış. Sahi, Berfin, sen nereden me­zunsun?

Berfin önce  bir  kahkaha attı.  Sonra yüzünde  acı bir  ifade belirdi. Kübra'ya bakarak cevap verdi:

- Kendi okulumdan.

Kübra, anlamadım dercesine baktı Berfin'e. Berfin  devam etti, her harfinde sitem, isyan olan konuşmasına:

- Okula gitmedim, gidemedim. Kendi çabalarımla okuma yazma öğrendim. Bizim buralarda imkânlar kı­sıtlı ve özellikle de kadınlar hem törelerin, hem de im­kânsızlıkların kurbanı oluyor­lar. Okuyabilenlerimiz de yok denecek kadar az, onlarda bir şekilde kendini büyük şehirlere atabilenlerimiz.

Keriman, Berfo'nun sözünü kesti:

- Kübra Hanım, Berfo ağzını açtı mı daha sustura­ma­yız. Müthiş bir militandır. Okumamış; ama okuyanları cebinden çıkarır.

Berfo tekrar güldü. Gülüşü çok anlamlıydı:

- Bir dokun bin ah işit, demişler. Ne  yapalım, biz doğunun çilekeş çocuğuyuz. Başka yerlerde konuşturmuyorlar,  kendi aramızda konuşalım bari. De­şarj oluruz hiç değilse.

Kübra, merakla sordu:

- Töre kurbanı dediniz, nasıl yâni?

- Nasıl mı? Dudakların uçuklamasın sakın! Anlata­yım: Burada töreler çok katıdır. Kız için, gelin için, daha doğrusu herkes için.

-  Bir örneklendirme yapabilir misin?

- Tabi. Meselâ;  kızlar evlenecekleri  adamı  seçme  hakkına genelde sahip değiller. Başlık olmadan evlenilmez; koyun, sığır, para, artık ne varsa verir; ancak ondan sonra kızı alabilirler. Gelinler, kayna­na ve kay­natanın yanında konuşmaz, yemez, içmez, çocuklarını sevemezler. Herkesten erken kalkmak ve herkesten geç yatmak zorundadırlar.

- Allah Allah, çok ilginç! dedi Kübra hayretle.

Berfin:

- Daha ne ilginçlikler var. Dokunamazsınız töre­lere, Milletve­killeri gibi dokunulmazlıkları vardır. An­layış ola­rak, kızlar başını açamazlar, okul zaten yok. Olsa da başörtüyle gitmek yasak.

Kübra, duyduklarına inanamamıştı.  Demek insan­lar  dindardılar.

Kübra'nın şaşkınlığını anlayan Berfin:

- Yoo yoo, anladığınız gibi değil. Baş örtüsü takın­tımız var; ama geleneksel anlamda. Şöyle ki; illâ da başta bir bez olmalı. Yoksa saçlar tam örtülmüş yada örtülmemiş fark etmez. Tabi biz burada bataklığı değil, sivrisinekleri konuşuyoruz. Asıl bataklığı konuşmak ge­rek.

- Evet, haklısın! dedi Kübra. Herkes susmuş Kübra ile Berfin'in ikili konuşmasını dinliyordu. Berfin:

- Asıl sebep eğitimsizlik diyerek konuşmasını sür­dürdü:

- Hele şimdilerde çok az da olsa büyük şehirlere gi­dip okuya­bilenlerimiz var. Eğitim de, benim halkımın de­ğil, devletin sorunudur; ama, maalesef biz gereken ilgiyi göremiyoruz. Sadece oy zamanı hatırlanan bir toplulu­ğuz. Neden hatırlasınlar ki? Benim varlığımı, di­limi kabul etmiyorlar ki. Neticede ne oluyor? Birileri bu meseleleri istismar ederek, aynı ülkenin insanını birbi­rine düşü­rüp, yine birbirlerine kurşun attırıyor­lar.

Keriman atıldı:

- Berfo yine başlama! Ne istismarından bahsediyor­sun? Hakkı­mızı almayalım mı? Ben, İstanbul'da oku­dum. Nasıl dışlandığımı ben bilirim. İyi diyalogumuz olan; ama Kürt olduğumu bilmeyen bir hanıma, Kürt olduğumu söylediğim zaman bana "Olsun onlar da in­san" demez mi? Ben de: “Ya ne olmalarını bekli-yordun?” diye bağırmışım elimde olmadan. Ne demek istediğimi acaba anlatabil­dim mi?

- Yine de yanılıyorsun amca kızı. Adam öldürmenin hiçbir haklı yanı olmaz. Bunu Kürt, Türk, Laz yapmış; önemli değil.

Keriman'ın sinirlendiği ses tonundan belli oluyordu:

-Bak, dedi ve devam etti hiddetle:

- Sen dönen dolapları bilmiyorsun. Topluma çık, çık da nasıl dışlandığımızı bir gör! Nasıl hor görüldüğümüzü bir gör de, sonra konuş!

- Yine başlamayalım. Hem Kübra Hanımı da sık­maya hakkımız yok. Bu konuları seninle defalarca ko­nuştuk. Ben, hakkımız alın­masın demiyorum; a ma hak­sızlık ederek hak alınmaz, hakkımızı başkalarının hak­kına tecavüz etmeden alalım diyorum.

- Sanki başkaları benim hakkıma tecavüz etmiyor.

- Sen de başkalarının hakkına tecavüz edince, baş­kalarından ne farkın kalır? Kübra'ya dönerek sordu:

- Öyle değil mi? Haksız mıyım?

Kübra birden kendini hararetli bir tartışmanın içinde bulmuş­tu. Berfin'in cevap beklediğini görünce konuştu:

- Öyle bir dalış yaptınız ki, birden konuya adapte olamadım. İzin verirseniz önce konuyu anlamaya çalı­şayım. Sonra fikrimi söylerim. Şimdi sen söyler misin? Neyi savunuyorsun? Keriman'la anlaşamadığınız nokta neresi?

- Ben, doğulu insanların  ezildiğini, özellikle de  ır­kımın  hor görüldüğünü  görüyorum. Bu toplumda  böyle, bunun  içinde bir de kadın eziliyor; hem de iki türlü.

- Nasıl ?

- Nasıl mı? Birincisi: Yöre halkı olduğundan ki, ha­yat şartları­nı görüyorsun. Normal bir hayat yaşama şan­sın­dan uzak. Ömrü, ahır, yayla ve evin arasında geçiyor. Doğurmaz, suçlu; kız doğu­rur yine suçlu.

İkincisi ise: Halkımın katı töreleri eziyor kadını. Bu da yine eğitimsizlikten kaynaklanıyor. Yetkililer ise; ba­tıya üniversite, doğuya hapishane açıyor.

Kübra:

- Çok sitemli konuşuyorsun. Ben, üniversiteye gittim de ne oldu? Okuyamadım. Türküm; ama okuyamadım. Konuyu tek kendi açından değerlendirme!

- Evet, haklısın. Sizin de sıkıntılarınız var. Müslü­manlık açısından da kamusal alanda yasaklar var. Hatta menfa­atlerine dokunursa, fert bazında dahi yasaklaya­bilecek­lerini bile düşünü­yorum. Şimdi, Keriman'a diyorum ki, bu haksızlıklara dağa çıkıp asker vurarak “dur!” denilmez, denilmemeli. Haksızlıklar, haksızlık yapılmadan dile geti­rilip, ortadan kaldırılmalı. O da diyor ki; Hayır, dağdakiler haklarını arıyorlar. Kübra, Berfin'in zekâsına, konuşma­sına ve yorumuna hayran kalmıştı.

- Sana katılıyorum Berfin. Cehalet insanlığın en baş düşmanı­dır.  Ayrıca  belirtmek isterim  ki, Peygamber Efendimize  gelen ilk emir "Oku"dur. İlk inen âyetler aynen şöyle:

“Oku, Yaratan Rabbinin adıyla. O in­sanı alak'tan yarattı. Oku, insana bilmedi­ğini öğreten, kalemle (yaz­mayı) öğreten Rabb'in en büyük kerem sahibi­dir.”(Alak,1-5)

Dikkat edecek olursak namaz kıl, oruç tut değil, ilk emir okumakla başlamıştır. Diğer bir âyet de aynen şöyle:

“De ki: "Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?”

Berfin şaşırmıştı. Söylendi:

- Allah Allah! Kur'an da böyle şeylerde yazılı mı?

- Evet; çünkü Kur'an hayat kitabıdır. Allah bize "Oku" diye­rek emretti. Biz Kitabı, yalnızca yüzünden okuduk. Oysaki Allah'ın bildirdiği okumak bu değildi.

Eğitim sorunu, en önemli sorunlardan biridir; fakat bir tarih profesörünün de dediği gibi: “Okumak de­mek, magazin oku, dergi oku, gazete oku değil;  Rabb’in ka­nunu olan Kur'an'ı oku ve yine O’nun istediği gibi oku!” Hakikati okumak gerek. Burada bir sorun daha var. O da; bizi okula almıyorlar diye oturup bekle­memeli, ken­dimizi geliştirecek imkânlar üretmeliyiz.

De­minden beri sessizce dinleyen Fatte, Kübra'nın sözünü kesti:

- Af edersiniz! Sözünüzü kestim;  ama bir şey söy­lemek istiyorum.

 - Buyurun.

- İnancınız açısından okumanın ne demek olduğunu özetlediniz. Zaten  bu  okullarda  bahsettiğiniz  gibi  bir  eğitim  yok, öyle değil mi?

- Sistem öyle kurulmamış; ama bu demek değildir ki bir Müslüman doktorluk okumaz, mühendislik okumaz.

Bu defa konuşan Berfin'di:

- Ama biraz önce bahsettiğiniz ve beni de oldukça şa­şırtan âyette, okumaya Allah'ın adıyla başlanması gerek­tiğini söylüyor­dunuz, burasını açıklayabilir misiniz?

- Elbette. Sadece okumak işinde değil, bir Müslü­man her işine besmeleyle başlamalı. Bu, şu anlama ge­liyor; Bir Müslüman besmele çekmeden bir iş yapmaz, besmele çekemeyeceği işi de yapmaz; ama parantez içinde şunu da vurgulamak isterim; kişi önce kendini bilmeli. Kimim? Niçin varım? Nereden geldim? Nereye gideceğim? Sonra illâ eğitim, illâ eğitim.

- Söylediklerinizde bir çelişki var, dedi Berfin.

Kübra şaşkın:

- Nasıl yani? diye sordu.

- Eve geldiniz, erkek gelip gelmeyeceğini sordunuz. Okullarda başörtüyle okusanız bile, erkeklerle aynı or­tamı paylaşacaksınız. Bunu nasıl açıklayacaksınız?

Kübra:

- Ben “okumak” derken, önce Allah’ın kitabını ve Peygamber’in sünnetini iyi okumaktan bahsettim. Sonra da tüm şartlar müsait olursa, doktorluk da okuyabilirsin, mühendislik de. Kadın için şartlara bağlı olarak buna bir engel yok.

- Ama bahsettiğin ortamı nerede bulacaksın? Ba­şörtüsüne bile tahammülleri yok bunların.

- Allah’ın huzuruna gittiğim de; bana bu okullardan niye diploman yok? Neden doktor olmadın? diye sor­mayacak ki!

- Sizi anladım, dedi Berfin ve sitemle devam etti:

- Siz, okuma yazma bilmemenin ne demek oldu­ğunu bilemezsiniz!

- Ama bak öğrenmişsin, diyerek itiraz etti Kübra:

Ve devam etti itirazına:

- Zor olmuştur; fakat düşünen, akleden in­san için alter­natif çözüm yok değil. Dedim ya, her şeyden önce "Ben kimim?" sorusunu cevaplamalı insan. Oturuşunu değiştirip, bağdaş kurarken, bir yandan da konuştu Keriman:

- Nasıl yani? Ben, Keriman’ım işte.

- O anlamda demek istememiştim. Meselâ ben Müslüman’ım. Hedefim ne? Dünya nimetini iyi değerlen­dirip, gideceğim yere Allahımın rızasını kazan­mış olarak gitmek. O halde, bu hedefe giderken, hare­ket alanım ne kadardır? Allahım benden ne istemektedir?

Konuşmanın başından beri sessizlikle konuşulanları dinleyen Hene, içinden Kübra'ya kızmıştı. Belli ettirme­meye çalışarak konuştu:

- Ben de Müslüman’ım. Öyle "Allahımın" dediniz ki;  sanki sadece sizinmiş gibi.

- Estağfirullah, anladığınız mânâda demek isteme­miştim. Tabi ki Allah her şeyin ve herkesin sahibidir. Söylemek istediğim en açık biçimde şu ki; boş, bomboş, hedefsiz, amaçsız olunmamalı. Dünya görüşümüz ne olursa olsun, o görüşe göre şekillenmiş net bir kimlik ortaya koyabilmeliyiz; sonra nereye gidersek gide­lim, kimliğimizi koruyabilmeli ve kimliğimiz için bedel öde­yebilmeliyiz. İşte, bundan sonra sorunlar konuşulmalı; çünkü getireceğin çözümler senin, benim ve toplumun mutluluğu için olmak zorunda. Hangi kriterlere göre çö­züm önereceğiz? Ve bunların hangisi mâkul? Buna da muhataplar karar verir. Bunun için önce "Ben kimim?" sorusu cevaplanmalı diyorum.

Herkesin sustuğunu gören Kübra, tedirgin olmuştu. “Acaba yanlış mı konuştum?” diye düşündü ve sordu:

- Haksız mıyım?

Cevap veren Keriman'dı:

- Sanırım bu söylediklerinize katılmamak mümkün değil, katı­lıyorum. Yalnız  unuttuğunuz bir şey var;bu ülkede net kimlik ortaya koymak mümkün mü? Kimli­ğini kabul etmiyorlar ki? Meselâ, ben Kürd'üm; ama onlar "Hayır değilsin" diyorlar.

Kübra itirazını sürdürdü:

- Kusura bakmayın; fakat bence bir takım politik söy­lemlere kurban gitmeyelim. Kürd'ün kimliği nedir? İde­olojileri farklı mıdır? Sorabilir miyim? Dünya görüşü­nüz nedir? Daha açık bir ifadeyle, haksızlıklara karşı çıkar­ken, haksızlığın karşısına koyduğunuz sistemin adı nedir?.

Keriman bir an bu soruların karşısında bocalamıştı. Kübra Hanım hiç de sıradan biri değildi. Belli bir biri­kimi olduğu konuşmalarından belli oluyordu. Kübra hanım susmuş, Keriman'dan cevap bekliyordu. Keriman ise hırçın bir yapıya sahipti. Biraz zorlanınca konuşmayı tartışmaya çevirir, tartışmanın da dozunu kaçırabilirdi. Bunu bilen Berfin Keriman'dan önce atıldı:

- Lütfen! Ağız  tadıyla  bir  konuşma  yapalım. So­nuçta  herkes fikriyatında serbesttir. En azından ev or­tamında;  zira ülkemizde düşünce ifade etmek öyle çok da kolay değil.

Kübra gülümsedi:

- Tedirginliğinizi anlayamadım. Biz medeni insanla­rız konuşu­ruz; lâkin kavga etmeyiz. Ayrı düşüncelerde ol­mamız kavga etme­mizi gerektirmez, öyle değil mi? Bunu benim dinim “Dinde zorlama yoktur” diyerek ifade eder.

Keriman:

- Ben, Komünizm’i savunuyorum. Eşitliği; an­cak onunla sağlayabiliriz diyorum.

- Yani, siz Allah'a inanmıyorsunuz öyle mi?

- Hayır, inanıyorum; ama sistem olarak Komünizm sisteminden yanayım.

Kübra, Keriman'a acımıştı. İnsan, cahil olunca üni­versite diplo­ması ona ne yapsın? diye geçirdi için­den:

- Demek Allah'a inancınız var?

- Elbette. Zira bütün bu düzenin bu kadar mükem­mel koyulması ki; biyoloji okudum, her şeyden önce insan vücudundaki harika dizaynın, sistemin, metabo­lizmanın kendi kendine olmayacağını biliyorum. Tesa­düfler zinciri bu kadar hârika işlemez. Mutlaka onlara bir şekil ve çeki düzen veren var ve bu da Allah'tır.

- Demek vücudumuzdaki harika sistemin kendi ken­dine olamaya­cağına inanıyorsunuz, bu hari­kayı, gök­yüzü harikalarını, hay­vanlar alemindeki harika­ları kısa­cası kainatı bu kadar hariku­lâde yaratmaya kim­senin gücünün yetmeyeceğine, buna yalnızca Allah'ın  mukte­dir olduğuna ina­nıyorsunuz, öyle mi?

- Elbette, kesinlikle! Hiçbir filozof, hiçbir mucid bunu yapamaz. Tesadüfe de inanmıyorum; çünkü tesa­düf bu kadar harikulâde olmaz, olamaz.

- Peki bu kadar harikulâdeleri , yaratan Allah - ki O'nun gücü her şeye yeter- insanları yönetmeye gücü yetmez mi? Hâşâ, binlerce defa hâşâ. Bütün bu sayı­lanları yarata­cak; ama yarattığı dünyaya Komünizm, Laiklik, Demokrasi, Sosyalizm, Kemalizm ya da başka bir ideoloji daha çok yakışacak, daha uygun ola­cak? Böyle bir şey olur mu?

Fatte merakla sordu:

- Sizin savunduğunuz ideoloji hangisi?

- Hâşâ! Ben ideolojilerden yana değilim. Zira ideo­lo­jileri ortaya koyan insanlardır. Mesela; Komünizmi, Le­nin; Laikliği, Batı dünyası; Demokrasiyi ise Yunanlı­lar. Ha­keza her bir sistemin bir sahibi ya da sahipleri var. Bütün bunları birer insan ortaya koymuştur. Ortaya koyan insandır, benim gibi, senin gibi. İnsanla­rı yönet­mek için, devlet yönetimi için kurallar çıkarmışlardır. Oysa benim kanun koyucum Allah'tır. Beni ve âlemi yaratmış­tır.Her şeyi herkesten daha iyi bilendir. Dünya ve ahiret mutluluğu için gerekli olanı da en iyi bilen O'­dur. İslâm sistemini vaaz etmiş,Peygamber aracılığıyla bildirmiş­tir.Ve de diğer ideoloji­lere üstünlüğü ortadadır. Birini Allah vaaz etmiş, diğerini insan uydurmuştur.

Berfin'in şaşkınlığı yüzünden okunuyordu.Atıldı:

- Bir dakika, bir dakika! şimdi sen Allah da insanları yönetme­ye talip mi? diyorsun.

- Hâşâ! Arkadaşlar bu Allah'ın hakkıdır zaten; çünkü dünya O'nun, mülk O'nun, insanları yaratan O, ahiret O'nun ve yine dönüş;  ancak O'na’dır.

Herkes pür dikkat Kübra'yı dinliyordu. Fatte ko­nuştu:

- Anladım, sen siyasal  İslâmcısın.

- Allah Allah! İslâm İslâm'dır. Bunun siyasalcısı, siya­sal olmayanı olmaz. İslâm bir bütündür ve bütün hü­kümleri de, Kur'an ve O'nun açıklayıcısı olan Sünnette yer alır. Bunları ayırmadan inanıp, teslim olana da Müslüman denir.

Keriman  kızmıştı. Sinirle söylendi:

- Ne yani, biz Müslüman değil miyiz?

Kübra da aynı kararlılıkla  cevabını verdi:

- Buna, ben değil kendin karar vereceksin. Tercih senin, İslâmiyet’i kabul edersen o zaman şartlarını, rü­künlerini, koruma yollarını, Allah katında Müslüman kabul edilmenin yollarını öğrenecek ve kimliğine sahip çıkacaksın.

Keriman yine bildik kelimeleri tekrar etti:

- Yine de hakkımı Komünizm’in yoluyla daha çabuk alabileceğime inanıyorum.

- Bak arkadaş, sen diyorsun ki; Ben Allah'a inanı­rım; ama kurallarına  inanmam. Allah da  buyuruyor  ki:

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "İman ettik" demeleriyle bırakılı­vereceklerini mi sandılar?” (Ankebut, 2)

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56)

“O, hanginizin daha güzel iş yapaca­ğınızı denemek için ölümü ve hayatı ya­rattı. O, üstündür, bağışlayan­dır.” (Mülk, 2)

Keriman'ın sustuğunu görünce, Kübra konuşmasını sürdürdü:

- Komünizm kurulurken milyonlarca kişinin kanını içti. Kendisi zulüm olan bir ideoloji size nasıl hak vaat edebilir ki? Diyorsunuz  ki, bize  haksızlık  yapılıyor, onun  için  dağa çıktık ve hakkımızı alacağız.

- Evet, aynen öyle!

- Peki, varsayalım ki emelinize ulaştınız, başa geldi­niz. Bu gün gördüğünüzü ileri sürdüğün haksızlıkları, siz karşı tarafa yapacaksınız. O zamanda zulüm, el değişti­rip de­vam edecek. Oysa insanlığı, insanı en iyi bilen Allah'ın vaaz ettiklerine kulak kabartıp, insanlar için ön­gördüğü sisteme boyun eğersek o zaman zulüm ortadan kalkar.

- Herkes Müslüman olmak zorunda mı? İnanma­yana zorla, “Müslüman ol” diyebilir miyiz?

- Hayır, herkes Müslüman olacak diye bir mecburi­yet yok. Zaten iman gönül işidir. Kalpten olmayan iman Allah katında kabul değildir. Biraz öncede söyledim; "Dinde zorlama yoktur" diye. İnanmayan kendi dininde kalır. İslâm nizamı onun da rahat yaşamasını sağlar, bazı şartlara bağlı olarak. Hem sana bir soru sorabilir miyim? İnsanların mutluluğu için savunduğun sistemin ana ilke­leri neler­dir? Ya da hangi ilkesi tüm insanlığa mutluluk vere­bilir ki? İşte görüyoruz Rusya'yı ve göreceksin çok sürmeye­cek; çünkü süremez.

- Çok kesin konuşuyorsunuz.

Keriman o an kabullenmemişti; lakin yıllar sonra Kübra'nın dediği çıkacak Allah'ın izniyle Rusya parçala­nacak, dolayısıyla da Komünizm çökecekti.

Kübra kendinden emin bir şekilde konuşmasını sür­dürdü:

- Zamanla  göreceksiniz. Halbuki, Allah vaaz ettiği sistemde insanlığın mutluluğu için, beş şeyi koruma al­tına almıştır. Bun­ları sıralayacak olursak:

1) İnsanların din emniyeti.

2) Can emniyeti.

3) Mal emniyeti.

4) Akıl emniyeti.

5) Nesil emniyeti.

Bütün bunlara bakın! İnsanların huzurunu temin et­mek için yeterli kurallardır. Tabi bunların açıklaması uzun, burada buna girmeyeceğim; ama düşünün ki, aklınız, canınız, malınız, ev­latlarınız, her şeyden önemlisi inancınız emniyette. Anarşi için sebep kaldı mı?.

Herkes susmuş, Kübra'yı dinliyordu. “Hakkını yeme­mek lâzım güzel konuşuyor”, diye düşünüyorlardı. Söyle­diklerine doğru dürüst itiraz edemiyorlardı. Konuş­masını bir âyet ya da hadisle  destekliyordu.

Berfin müdahale etme gereği duydu:

- Heeey! Bakın çaylarınız soğudu. Bu hararetli ko­nuşmaya nokta koyalım, daha sonra çoook konuşuruz. Aksi takdir de anam­dan dayak yedirteceksiniz bana.

Başından beri konuşulanları sessiz sessiz dinleyen Hene, Berfin'e hak verdi:

- Evet, konuyu kapatsak iyi olur; çünkü konuşmala­rınızın hepsini anlayamadım. Eee, okul yüzü görme­dim; dolayısıyla da kafam karıştı. Siz neler neler konuş­tunuz; ben hâlâ kimlik üzerinde düşünüyordum.

Kübra mahcup bir edayla özür diledi:

- Özür dilerim. İleri gittim galiba?

- Yooo, hayır! dedi Berfin ve devam etti:

- Özür dileyecek bir şey yok. Özellikle benim için zevkti; ama konuşmaya dalınca ikramları unuttu­nuz; dedim ya anamdan dayak yemek istemem.

Konu kapanmış, konuşmalarını sıradan şeylerle sür­dürmüşlerdi. Kübra, oradan ayrılırken, manevî ortamlar­dan uzun zamandır uzak kalmış olmasının kendinde oluşturduğu boşluğu fark etmiş ve manevî  ortamların değerini bir kez daha anlamıştı.

Üç ay sonra....

Kübra ile Berfin arkadaş olmuşlardı. Aynı düşün­ceye sahip değillerdi; fakat müşterek noktaları vardı. İkisi de haksızlığa, zulme karşıydı. Ve asla haklarını arar­ken, birilerine haksızlık yapılmasından yana değillerdi.

Berfin'in annesi Ğece Hanım, Kübra "Gariptir" diye­rek elinden gelen her iyiliği yapıyordu. Süt, yoğurt, taze peynir ve özellikle de tandırda pişirdiği sıcacık ekmek­lerden mutlaka Kübra'ya pay ayırırdı. Halı silkelediğini, ya da cam sildiğini görsün, hemen kızlarından birini yardıma gönderirdi.

Kübra, yörenin komşuluk ilişkilerine hayran ol­muştu. Komşu hanımların duvar başı sohbetleri ise meşhurdu. Bazen ayaküstü saatlerce sohbet ederlerdi.

Annesinin hasta olduğu haberini alan Turan Öğret­men, annesi­ni ziyaret etmek istiyordu. O gün yola çık­mak için izin almıştı; fakat Kübra yalnız kalmaktan çekin­diği için, ne yapalım, diye kara kara düşünüyor­lardı. Sonra Berfin'e teklif etmeye karar verdiler. Kübra he­men üzerini giyip gitti. Berfin “Memnuniyetle”, demiş ve eklemişti:

- Yalnız bir sorun var.  Fatte  bizde,  onu yalnız  bı­rakmam doğru olmaz. Nezaketen de olsa ona da teklif yapabilir miyiz?.

Kübra: 

- Lütfen rica edin, o da gelsin, diyerek cevap ver­mişti.

Kübra sevinçle evine döndü ve eşine:

- Gözün arkada kalmadan git. Allah yolunu açık et­sin! diyerek yolcu etti.

Eşini uğurladıktan sonra, mutfağa geçti, akşam için hazırlık yaptı. Akşam namazını kılarken  kızlar gelmiş­lerdi. Kübra  selâm verdikten sonra kapıyı açtı:

- Özür dilerim, dedi mahcup bir edayla: “Sizi beklet­tim; ama namazdaydım.”

Fatte, kapıyı aralayan Kübra'ya hayranlıkla baktı. “Topuklara kadar inen elbisesi, başında beyaz baş ör­tüsü, yüzündeki aydınlık bir ifadeyle ne kadar da güzel görü­nüyor”, diye geçirdi içinden.

Kübra onları içeriye buyur etti. Biraz hoş sohbetten sonra, Kübra'nın hazırladığı yemekleri yediler, beraberce bulaşıkları dökme suyla yıkadılar; çünkü evlerde mus­luk, musluklarda da su yoktu ki?

Çaylarını ve Kübra'nın hazırladığı tatlıları alarak odaya geçtiler. Biraz sonra koyu bir muhabbete dalmış­lardı.Bir ara Fatte, beklenmedik bir soru sordu Kübra'ya:

- Kübra abla! Sen Kürtleri seviyor musun?

Kübra şaşırdı:

- Bu da nereden çıktı?! dedi hayretle.

- Bizi hiç dışlamadınız da.

- Estağfirullah, o ne demek? Fatıma’cığım her ne ka­dar mükem­mel olmasam da, unutma ki; ben Müslüman’ım. Ve sahip olduğum kimlik başkalarını dış­lamayı, hor görmeyi, küçük görmeyi yasaklı­yor. Efen­dimiz buyuruyorlar ki" Kalbinde zerre kadar ki­bir olan cennete giremez". Kibir ise; kendini beğe­nip, başkala­rına üstünlük taslamaktır. Asla ırk ek­senli düşünmem, insan eksenli düşünürüm ki, inan­cım da bunu emredi­yor. Düşünsenize dünyada kaç çeşit ırk var. Her biri "Benim ırkım üstündür" diye­rek hak iddia etse dünyada kaos olur. Oysaki her­kes insan hakları, evrensel değerler etrafında bü­tünleşse ortada kargaşa yerine huzur, barış, esenlik, mutluluk olur.

Berfin sordu:

- Evrensel değerler derken, İnsan Hakları Beyan­namesi’nden mi bahsediyorsun?

Kübra, ikinci bir şaşkınlığı daha yaşadı. Okul yüzü görmediğini söyleyen Berfin uluslar arası bir beyanna­meden bahsediyordu.

- Sen, o beyannameyi okudun mu? diye sordu.

- Evet! diye cevapladı Berfin,  kendinden emin bir şekilde.

- Peki, nasıl buldun?

- Şimdi bir çoğunu unuttum;  ama size katılıyorum ve  illâ insan hakları diyorum. Herkese ve her zaman.

- Peki,  bu hakları kim belirleyecek? Ya da şöyle so­rayım; insan hakları diye ortaya konan kuralların evren­sel olabilmesi, herkesi,  her ırkı kuşatabilmesi  için, her şeyi, herkesten iyi bilen birinin ortaya koyması gerekmez mi? Adalet için, hakkın ikâmesi için bu gerekli değil mi?

- Evet, buna itiraz edemem. Haklısın.

- İşte! Allah Kur'an'ı Kerim’de insan hakları, kadın hakları, çocuk hakları, yetim hakları, Müslüman olanla­rın ve olmayanların haklarını beyan etmiştir. Ayrıca Efen­dimiz Muhammed (s.a.v.) çeşitli vesilelerle ve özel­likle de Vedâ Hutbesi’nde buyurduğu hadisi şeriflerde bu haklara vurgu yapmıştır. Şimdi ben diyorum ki, eli­mizde büyük bir hazine var; ama biz bu hazinenin kıy­meti­ni bilmiyoruz. Hem bu hazine, ona inanan içinde mutlu­luktur, hu­zurdur, inanmayan içinde özgürlüktür, rahat yaşamdır. Tabi, vurgu­lanması gereken bir şey var ki o da; inanmayanın ahirette bir payı yoktur.

- Peki, inanmayan için nasıl huzur oluyor?

- İslâm  sisteminde  yaşayan; fakat  Müslüman  ol­mayanla­rın  hakları da güvence altındadır ve sözde de değildir, tatbiki tarihte de vardır. Gayri müslimler hiçbir zorluk çek­meden, İslâm düzeninde yaşamış ve memnun kalmışlar­dır.

Fatte çayını bitirmişti:

- Ben, bir çay daha alayım, dedi ve ekledi:

- Aslında ben de Müslümanım. Daha doğrusu ken­dimi Müslüman zannediyorum; ama bunların hiçbirin­den haberim yok. Doğrusu büyük şehirlilerden gelen birinin, böyle cana yakın olacağını hiç düşünmemiş­tim. Onlar beni sevme­diği için, ben de onları hiç sevmiyorum; ama sizin farkı­nız var.

Kübra üzülmüştü. Tabi ırka dayalı politikalar, uy­gulamalar devam ettikçe nefret de artacak, eksilmeye­cekti. Derin bir "Ahhh" çekti:

- Üzüldüm, gerçekten çok üzüldüm. Efendimiz,  Vedâ  Hutbesi’nde "Arabın aceme, acemin de araba bir üstünlüğü yoktur" buyuruyor. Üstünlük “Allah'tan hak­kıyla korkmak” anlamına gelen “takva” iledir.  Hz.  Al­lah şöyle buyuruyor “Biliniz ki, Allah katında en  iyi­niz, en  kıymetliniz,  takvası  zi­yade  olanınızdır.” Önemli olan Allah katında üstün olmaktır. Artık bu ırkî söylem­leri bir kenara bıra­kalım. Berfin:

- Bırakalım demekle olmuyor ki. Türkiye'ye bakmak lâzım, ger­çekleri görmek lâzım. Subjektif değerlen­dirmeler gerçekçi değil ki. Kalkmasını ben de istiyorum; ama dağda bir yığın insan ölüyor. Aske­rin anası kadar, karşı tarafın anasının da yüreği ya­nıyor, gören kim?

 Kübra'nın canı sıkılmıştı:

- Yine aynı noktaya geldik. Sürekli aynı şeyleri ko­nuşmak bize ne fayda sağlayacak?

- Umarım bu tek taraflı düşündüğünüzü göstermez.

- Bu konudaki fikrimi söylemiştim.

Fatte:

- Özür dilerim, fikrinizi bilmek isterdim.

- Yine söylüyorum ben Müslüman’ım ve bir Müslü­man olaylara İslâm çerçevesinden bakar, kendi fikri de­ğil, İslâm’ın düşüncesi vardır. Önce Allah ve Rasul'ünün konu hakkındaki beyanlarına bakar, açık bir şey yoksa o zaman, ana ilkeler olan iman ilkele­rine ters düşmeden fikir beyan eder. Çünkü Allah, Kur’an’da “Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan idarecilere itaat edin. Bir şey hakkında anlaşmazlığa dü­şerseniz, hemen onu Allah'a ve Rasul'üne arz ediniz; eğer Allah'a ve ahiret gününe ina­nıyorsanız”? diye buyuruyor.

- Ne demek, “Sizden olan idareci?"

- Yani, Müslüman idareciler. İslâm ahkamıyla amel eden idare­ciler. Allah Rasul'ü beyanlarında ırk için vura­nın da, vurulanın da akıbeti  için  iyi  şeyler  söyleme­miş­lerdir. Amaç  asla  vurmak, öldürmek değildir. İslâm in­sana hayat vermesi için gelmiştir. Efendimiz Mekke’de on üç yıl, Medine’de  on yıl kaldı. Toplam yirmi üç yıl, pey­gamberlik görevini ifâ etti. Mekke’de çok çile çekti; fakat hiç kimseye  "Vurun!"  demedi. Sıkıntılar had saf­haya ulaştığı zaman bile. Üstelik işkenceler tarif edile­meyecek kadar iğrençti. Böyle bir dönemde destek için Taif denilen şehre gitti. Orada da taş ve sopalarla şehre sokulmadı. Çok zor bir gündü. Mahzun ve  yalnızdı, Allah'a  dua  etti: “Allahım! Kuvvetsiz  ve ça­resiz kaldığımı, halk naza­rında hor ve hakir görüldüğümü; ancak sana arz ve şika­yet ederim.

Ey merhametlilerin  en merhametlisi! Herkesin hor görüp de dalına bindiği bi­çârelerin Rabbî sensin. Benim de Rabbim sensin. Sen beni, kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek, hatta işimin dizginlerini eline verdiğin akrabadan bir dosta bile beni bırakmaya­cak kadar bana merhametlisin.

Allahım! Senin gazabına uğramayayım da, çektikle­rim ne olursa olsun katlanı­rım. Fakat senin af ve mer­hametin bana bunları göstermeyecek kadar geniş­tir. Allahım! Senin gazabına uğramaktan, ilâhi rızana uzak kalmaktan sana, senin o karanlıkla­rı aydınlatan, dünya ve âhiret işlerini yoluna koyan ilâhi nuruna sığını­rım.

Allahım! Sen hoşnut oluncaya kadar affını dilerim. Allahım! Her kudret ve kuvvet; ancak Seninle kaimdir.”

Kübra susmuştu; zira ne zaman bu duayı okusa gönlü hüzünlenir, gözleri, yaşlarla dolar, sanki o an ora­daymış gibi olayı yaşardı. Yutkundu,  gözyaşlarını ele vermemeye gayret ederek konuşmasına devam etti:

- Sonra, dağlarla görevli melek geldi ve şöyle dedi:

- Ya Muhammed! İzin ver, Mekke’nin dağını onların başına geçire­yim. Bu izin kimseye verilmedi şimdiye ka­dar.

Ama âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber şunu buyurdu­lar :

“Hayır! Benim istediğim bu değil. Belki hidayete ge­lirler, doğ­ru yolu bu­lurlar.” Mesele, adam öldürmek de değildir, adam diriltmektedir. Hem ayrıca İslâm'da adam öldürmek büyük suçtur. Ve Önderimiz, Efendimiz haz­retleri hiçbir zaman nefsi için, ırkı için intikam almamış, kavgaya gir­memiştir. O'nun derdi sadece ve sadece Al­lah'ın dava­sıydı. Allah'ın davası söz konusu olunca, ya­pılması gere­keni yapar, diğer meselelerde af ve hoşgörü yolunu tu­tardı. Irk için mücadele etmemiş, hatta parma­ğını dahi oynatmamış ve bunu defalarca da vurgulamış­tır. Benim olaya bakış açım bu. Başta da söyledim ya, ben bir Müslümanım. Müslüman, olaylara İslâm gözlü­ğüyle bakmak zorundadır. Diğer bir deyimle, Müslüman’ın ilk ve son sözlerini Allah ve O'nun Pey­gamberi söyler.

Susmuşlardı, Kübra’yı  kırdıklarını  düşünüyorlardı. Berfin, 0nun gönlünü almanın yolunu düşünmeye baş­ladı. Biraz sustuktan sonra:

- Şeyy, dedi yutkunarak devam etti:

-Bayağı merak ettim. Şu Kur'an'ı , bana öğretir mi­sin? Biz şimdiye kadar hep ölülere okuduk. Oysa ki Kur'an hakkında ilginç şeyler söylüyorsun. Bu kadar konuyu içerdiğini hiç düşünmemiş­tim doğrusu.

Kübra beklemediği  şeyleri  duyuyordu.  Çok  se­vinmişti.  Hiç düşünmeden:

- Tabii, memnuniyetle, diyerek cevapladı.

Berfin, Kübra'ya jest yapmak istemişti. Kübra'yı sı­kıştırdık­larından dolayı gönlünü almak istemişti. Ama haberi yoktu; çünkü o gece Berfin ve Fatte'nin yeniden doğuşunun gecesi olacaktı.

 

›š
BEŞİNCİ BÖLÜM

 

 

 

 

Diğer tarafta…

Bahçede kuyu suyunun başında, dondurucu so­ğuğa rağmen, yığın­la bulaşığı yıkamaya çalışan, atkı ile sırtına bağladığı çocuğunu da bir yandan sallamaya çalışırken, gözyaşları da bulaşık sularına karışan ana Şilan'dan başkası değildi. Kendini hizmetçi gibi hissedi­yordu. Evde bütün işlere yetişmek zorundaydı . Eşin­den ilgi görmediği gibi, zaman zaman dayak yediği de olu­yordu. Hem de sudan bahanelerle. Kaynanasının ver­diği sıkıntı ise on kişinin verdiği sıkıntıya bedeldi. Oğlu Tur­gut sırtında, kü­çük oğlu Mustafa ise beşikte hasta yatı­yordu. Çocukları çok sevdiği halde ilgilenememesi Şilan’ı kahrediyordu. Oğlu kaç gündür hastaydı; fakat doktora götüren yoktu.

Bulaşıkları yarım bırakıp sırtında uyuyan çocuğu içeriye götürdü. Bu arada Mustafa'ya da göz attı. Yine ateşi vardı:

- Anan ölsün oğlum! Çaresizim ben ne yapayım? Şansızlığımız burada yaşamak mı? Buranın insanı olmak mı? Töreler mi? Kim? Ben de bilmiyorum. Anan ölsün oğuul! Beni affet, çaresizim!

Kapı açıldı, kaynanasıydı, söylendi:

- Ne ediysen? Hayvanlar gelecek, yemek hazır değil . Bulaşık bitmedi. Çabuk da, çabuk ol!

Şilan kaynanasının yüzüne baktı. Söylemek istediği şeyler çoktu; ama söyleyememek yüreğini âdeta patla­maya hazır bombaya çeviriyordu.

Kaynanası devamla:

- Evlenmeyi bilisen, iş yetiştirmeyi bilmisen. Becere-miysen, oğluma niye karı mı yoktur? Oğlum As­lan gibidir.

Şilan patladı, artık dayanamamıştı:

- Aha oğlun, aha sen! Evlendir, evlendir de düş ya­kamdan, dedi; ama nasıl  söyleyebildi  kendisi  bile  ina­namadı. Çünkü "Gelinlik yapma" töresini çiğnemişti. Gelin, büyüklerle konuşmazdı, meramı­nı işaretle anla­tırdı.

Kaynanası da şok olmuştu. Bas bas bağırmaya baş­ladı:

- Edepsiz! Sen görürsün! Akşam Ali gelsin, sana had­dini bildirir. Sen ne biçim karısın? Tüü sana tüü!

Tükürerek odasına gitmişti. Şilan olacakları tahmin edebiliyor­du. Ağlayarak suyun başına döndü. Kime sığınmalıydı? bu haksız­lıklara nasıl dur diyecekti? Ya da kim dur diyecekti? Hayat ne kadar da anlamsızdı? Yoksa hayatın bir anlamı vardı da, kendisi mi bilmiyordu? So­rular, sorular, Şilan'ı hep meşgul ediyor; ama bir türlü cevaplarını bulamıyordu.

Bulaşıkları bitirdiğinde alıp içeri götürdü. Bütün vü­cudu, özellikle de parmakları soğuktan sızlıyordu. He­men sofrayı kurmaya başladı. Sofrayı odaya götürme­den önce Mustafa'ya baktı. Bir değişiklik yoktu. Dönüp sofrayı götürdü. Odaya girdiğinde kaynanası sıcak so­banın arkasında yatmış uyuyordu. Evde kendi­sine tek değer veren kaynatasıydı. Şilan'ın soğuktan moraran ellerini görünce acımıştı:

- Kızım üşüdün, biraz ısın da sonra yap dedi.

Şilan duymamış gibi yaptı. Duysa ne olacaktı ki ce­vap verme hakkını elinden almışlardı...

Akşam, Ali'nin, geliş saatlerinde kaynanası ağlamaya başla­mıştı. Ali gelince de olayı kendi açısından, abartarak  anlattı. Ali anasını dinledikten sonra çıktı, ocağın ba­şında ekmek  pişiren Şilan'a bir tekme attı ve:

- Bir daha şikâyet duymak istemiyorum anlaşıldı mı? diye bağırdı.

Şilan yine sustu. Ne söyleyebilirdi ki? Ne söylerse söylesin kâr etmeyecekti. Boş gözlerle baktı eşine. As­lında anlayabilen için bakışları çok şey ifade ediyordu ya...

Ertesi  gün kaynanası erkenden  kalktı, yapılacak  işlerin talimatını verdi ve kız kardeşigile gitti. Ali de er­kenden kalkıp kahvaltısını  yaptıktan  sonra  işine  git­mişti.  Kaynatası  ve evin hayvan bakıcısı Hasso içerde, sobanın başında oturuyorlardı. Şilan her zamanki  gibi  odasından  çıkmadan önce  Mustafa'nın  altını değiştirmek istemişti; ama uyuduğu için kıyamamıştı uyandır­maya.  Bulaşıkları  yine  gözyaşları  içerisinde  yıkadı.  İçeri gel­diğinde Mustafa'ya baktı, hâlâ uyuyordu. Söy­lendi:

- Ahh canım oğlum, anan ölsün! Sen de anana acı­dın, bu gün ağlamıyorsun. Yoksa dünkü halim sana do­kundu mu? Odadan çıktı. Yemek yapıp, öğle sofrasını kurdu. Onlar yerken tekrar çocuğa bakmak istedi. Hay­ret, hâlâ uyuyordu. Uyanmasından korktuğu için do­kunmamıştı; ama içine de bir kurt düştü. Çekine çekine elini çocuğuna dokundurdu. İşte gerçekle yüz yüze gel­mişti. Oğ­lu ölmüştü. Kim bilir belki de geceden? Ama Şilan daha on yedi yaşında çilenin içine düşmüştü, an­layamamıştı. Şimdi ağlaması da töre­lere aykırıydı. Bü­yük bir olgunlukla odadan çıktı. Kaynatasının bulun­duğu odaya girdi, becerip söyleyemedi, çıktı. Yüreği yanı­yordu, tekrar odaya girdi. Hizmetçi Hasso'ya hita­ben:

- Hasso, bavoya söyle Mustafa ölmüş...

Kendini avluya zor attı. Patlayacak gibi oluyordu. Ellerini sıktı ve bağırdı:

- Kahrolun töreler! Sizi koyanlara lânet olsun! Ağla­mayı bana yasak edenler, yüreğimi kora, göz yaşlarımı ateşe çevirenler kahrolun! Kahrolun gözyaşını bile bana çok görenler, kahrolun.

Odaya girip Mustafa'ya sarıldı:

- Beni affet evlâdım! Affet yavrum! Para var; ama seni doktora töreler götürmedi. Affet yavrum, yalvarırım af­fet! Beni affet... Sen meleksin, ne olur gittiğin yere selâm söyle. Ne olur, bana bir çare, bana bir çare gön­der ora­lardan. Ne olur, beni kurtara­cak bir yol. Öteler­den yav­rum, ötelerden.. Bana ötelerden bir çare...

Şilan'ın yüreğindeki abi acısına bir de evlât acısı eklen­mişti. Mustafa'nın ölümü Ali'yi de çok etkilemişti. Durgunlaşmış, eve bir gölge gibi girer, çıkar olmuştu.

Bazı akşamları eve oldukça geç geliyor; fakat ne­rede olduğunu, neden geç geldiğini anlatmıyordu.

Her evden hiç olmazsa bir kişinin dağa gidip terör örgütüne katıldı­ğı bir yerde, Ali'nin bu durumu, ev hal­kını tedirgin ediyordu. Kaynanası bunun acısını Şilan'dan çıkarıyordu. Ali ise Şilan'a eskisi kadar kötü davranmıyordu. Şilan'ın ise, Ali'nin geç gelmesi umu­runda bile değildi. “Sanki erken gelse oturup iki lâf mı ediyoruz?” diye düşünüyordu. Bir gün olsun: “Hanım günün nasıl geçti?” diye sormuş muydu ki? “Seni anlıyorum, yoruluyorsun; ama elimden bir şey gel-miyor” dese yete­cekti, ama nerdeee?

O akşam Ali yine ortalıklarda yoktu. Herkes yat­mıştı. Şilan da oğluna sarılmış, yatağa uzanmış düşünü­yordu. Acaba şu dünyaya niye gelmişti? Bu anlamsız hayatı yaşamak zorunda mıydı? Çileden başka ne vardı? Birden abisi Mahmud'u hatırladı. Ne yapıyordu acaba?  Babası durmadan onu arıyor,  hiçbir yerde  izine  rastlayamıyor, bir haber dahi alamıyordu. Aç mıydı? Hasta mıydı? Ya vurulmuşsa? Bu düşünceyle yüreğin­deki kor gözlerine hücum etti; yanaklarını yakarak aşağı süzülürken mırıl­dandı:

- Gardaş, can gardaş yoksa mahşere mi kaldı gö­rüşmek? Civan gardaşım kendini de yaktın, bizi de! Söylesene; ama nasıl söyleye­ceksin ki? Duymazsın ki beni. Acaba görüşebilecek miyiz? Yoksa görüşmek mah­şere mi kaldı?

Birden irkildi. Mahşer mi? Acaba nasıl olacak? Adını duyduk; ama  acaba mahiyeti nasıldı? “Allah'ım ot gibi­yim, dua etmeyi, doğru dürüst namaz kılmayı bile bilmiyorum; ama nereden bile­yim? Okuma bilmiyorum, yazma bilmiyorum.”

Şilan bu düşüncelerle uykuya dalmak üzereyken, kapı yavaş­ça açıldı, Ali gelmişti. Şilan gözlerini açmadı. Uyumuş numarası yaparak,  göz ucuyla Ali'yi izliyordu. Ali, koynundan çıkardığı kitabı divanın üzerine koydu.  Sonra seccadeyi serdi ve namaz kılmaya  başladı.  Şilan  gördüklerine  inanamıyordu. Ali  namaz kılıyordu, oysa ki Ali'nin oruç tuttuğu dâhi görülmemişti.

Ali namazını bitirdikten sonra, duasını yaptı. Şilan'a yaklaştı, bir şeyler mırıldandı. Şilan duyamamıştı. Yalnız son kelimesini anlayabilmişti. Ali:

- Bilemedim, demişti. Şilan merak etti. Acaba Ali neyi bile­medim, diyordu? Bilemediği şey neydi?

Ali gaz lambasını kapatıp yattı. Ertesi sabah erken­den kalktı. Abdestini aldı, sonra Şilan'ı çağırdı:

- Şilan kalk, sabah oldu.

Şilan “rüyada mıyım?” diye düşünd.ü Ali'ye neler olu­yordu böyle? Anlam veremiyordu. Neler olduğunu bilmiyordu; ama iyi şeyler olduğu ortadaydı.

Ali dükkân işletiyordu. Bir vesileyle Turan Öğret­menle tanışmış, arkadaşlıkları ilerleyince de Turan Öğ­retmenin dersle­rine katılmaya başlamıştı. Kadın hakla­rını işleyince, Şilan'a zulmettiğini anlamıştı. İslâm kadına mükemmel haklar vermişti; lâkin uygulayan erkek olma­dığı için, bu güzellikler görülmüyordu.

Turan Öğretmen, kadın haklarını şöyle sıraladı:

- Kadına vara yoğa kızamazsınız. Ailemle  oturmak  zorundasınız,  diye  zorlayamazsı­nız. Yaptığı işi beğen-memezlik yapamazsınız. Kusurlarını yüzüne vuramazsınız. Ana ve babasını ziyaretten men edemezsiniz.

Ali, Şilan'ı düşünüyordu. Dinlenme hakkı, konuşma hakkı, ölçü­ler içerisinde gezme hakkı, hepsi elinden alınmıştı; ama yalnızca Şilan'ın mı? Doğu ve Güney­doğu kadının hangisi çilekeş değildi ki?

Ali, kendisini eli kolu bağlı hissediyordu. Geçen­lerde Turan Öğretmen “Atalar dininden” bahsetmişti. İlgili âyeti açıklarken “Körü körüne bağlanılan ve İslâm'a uy­mayan, İslâm düşüncesiyle bağdaşmayan; ama biz bü­yüklerimizden böyle gördük diyerek, uygu­lanan her töre, her hareket bu kapsama girer”, demiş ve ekle­mişti: “İnanan insan hakikati duyduğunda bahane aramaz. İmana gelmek için, duyduğunu kabullenmek için pazar­lık yapmaz. Duydu­ğu hakikati nefsî oyunlarla farklı mâ­nâlara çekmez, çekemez. Hakikati batıl ile değiştirmez. Duyduğunda duymamış gibi hare­ket etmez, edemez; çünkü imanı buna müsaade etmez.”

Ya akşamki derse ne demeliydi? İsrailoğulları’nın Yahudileşme sürecini ne de güzel anlatmıştı. Demek İsrailoğulları sonra­dan Yahudi ismini almışlardı; dinleri­nin hükümlerini kulak ardı ederek, dinlerine ihanet et­tikleri için!

Demek Kur’an’da en çok bahsedilen bir kavim de İsrailoğulları idi. Yahudileşme sürecini anlatıyordu, bu da boşuna değildi. Mesaj vermek içindi. “Ey Muham­med ümmeti! Dininize ihanet ederseniz, hükümlerini unutur­sanız, teslim olmak için pazarlık yaparsanız, siz de aynı konuma düşersiniz” mesajını vermek içindi.

Ali bu dersin devamını oldukça merak ediyordu; ama haftaya kadar sabretmek zorundaydı. Ortam çok karışıktı; ancak haftada bir toplanabiliyorlardı.

Ali'nin daldığını gören Şilan seslendi:

- Ali! Çayı hazırladım, anan çağırıyor.

Ali, Şilan'a baktı ve gözleriyle gülümsedi. Şilan şaş­kın şaşkın kendi kendine söylendi:

-Allah Allah! Ali'ye  neler oluyor?

Bir hafta sonra…

Ali dükkânında bir şeyler atıştırdı. Kitabını açıp haf­talık dersine son bir kez göz attı. Saat dolunca da, dük­kânı kapatıp çıktı. Turan Öğretmenlerin yolunu tuttu, içindeki manevî haz onu tarifsiz mutlu ediyordu. "Keşke bu duyguları Şilan da yaşasa.” diye düşünüyordu; ama şimdilik yapacak bir şeyi olmadığın­dan sabrediyordu.

Yolda giderken ders arkadaşlarından olan Halil'e rastladı:

- Selamün aleyküm Ali abi, dedi Halil ve kulağına eğilerek:

- Musa'ların evine gideceğiz,diye fısıldadı.

- Neden? Ne oldu ki?

- Tedbir için.

- Peki, vardır hocanın bir bildiği, haydi gidelim öyleyse. On beş dakika sonra herkes gelmiş, ders halkası tamamlanmıştı. Turan Öğretmen "Allah'a hamd ve Rasul'üne salatu selam getir­dikten sonra söze başladı:

- Arkadaşlar, bölge çok kozmopolit bir bölge. Bu ani yer deği­şikliğimiz bundan. Gerçi yaptığımız yasak değil; fakat çekemeyen­ler bir bardak suda fırtına koparırlar.

Bugünkü dersimizin konusu: Toplumun ve Milletle­rin Dejenere Olmasının Sebepleri. Herkes kitaptan veri­len bölüme çalıştı mı?

Hepsi birden:

- Evet, cevabını vermişti. Bu cevap Turan Öğret­meni oldukça memnun ediyordu. Turan Öğretmen seç­tiği bu insanlarla önce ikili diyalog kurmuş, muhatabını tanı­mış, sonra da ders halkasına almıştı. Bu davetçinin dikkat etmesi gereken bir noktaydı.

Yanılmamıştı. Seçtiği bu güzel insanlar, verdikleri sözü yerine getirmek için ellerinden geleni, fazlasıyla yapmaya çalışıyorlardı.

Turan Öğretmenin dikkatinden kaçmayan bir nokta daha vardı; o da buradaki insanların, öğretmenlere ve hocalara hürmet ve hizmetleri sonsuzdu. Öğretmen ve hocalara saygıda kusur etme­meye çalışıyorlardı.

-Peki, dedi Turan Öğretmen ve devam etti:

-Allah'ım hepinizden razı olsun. O halde bir iki cümle ile anlatmaya çalışalım, ardından ben tamamla­yayım konuyu. Herkes bir iki cümle ile İsrailoğulları’nın Yahudileşme sürecin­den bahsetti.

Turan Öğretmen konunun anlaşılmış olduğunu, an­latılanlardan anlamıştı. Buna çok sevinmişti:

- Konuyu özetlemek gerekirse, diyerek konuşmasına başladı:

- İstifade ettiğimiz kaynaklarda şu satırlar öne çık­makta:

Bir: Biz her gün “Fatiha” sûresini defalarca oku-yoruz; dolayısıy­la her gün kırk defa "Allahım! Yahu­dileşmekten ve Hristiyanlaşmaktan sana sığınırız." diye yalvarıyo­ruz. Demek ki konu oldukça ehemmiyetli. O halde, ne yapmış İsrailoğulları, yani Yahudiler, bunu iyice bilmek gerekiyor.

İki: Muhammed ümmetiyim  diyerek, ümmet bilin­cine  varmadan, aklımızı  ve  idrakimizi  kullanmadan  rastgele  yaşarsak, aynı akıbetin bizi de beklediğini unut­mamalıyız. Şimdi, maddeleyelim Yahudilerin yaptıkla­rını:

l. Hakikate teslim olmak için, iman etmek için Pey­gamberleriyle pazarlığa girmişler. Bakara suresi 118’e bakıyoruz

2. Hakikatleri tahrif etmişler. Bunu da; bazen haki­kati gizleye­rek, bazen hakkı unutarak, bazen de hakkı batıl ile değiştirerek yapmışlar.

3. Kutsal kavim, kutsal ümmet olduklarını iddia et­mişler. Irkla­rının  kutsal  olduğuna  inanmışlar  ve  sayılı  günler  dışında bize ateş dokunmayacak demişler. Ba­kara 184'e bakıyoruz.

4. Körü körüne atalarını taklit etmişler. Taklitin maymun için bir meziyet olduğunu da unutmayalım. Yani; kimlik kaybı.

5. Dünyevîleşmişler. Dünyayı ön planda tuta­rak, ahireti unutmuşlar

6. Ahlâken kokuşmuşlar.

7. Allah'ı hakkıyla takdir edememişler.

Turan Öğretmen susmuştu. Ali, şaşkınlığını gizleye­memişti:

- Hocam, dedi ve ekledi:

- Biraz kıyaslama yapınca, günümüz toplumuyla ne kadar benzer­likler var. Hayret ettim. Bu ümmetin de bu sürece çoktan girmiş olduğunda da hiç şüphe yok. Aman Allahım, silkinmek gerek. Öze dönüş gerek; ama nasıl?

Turan Öğretmen yüreğe ilk kor düşünce, duyulan heyecanı çok iyi bilirdi. İnsan, o ilk heyecanla dünyayı hemen değiştir­mek isterdi. Oysa ki, bir de hayatın ger­çekleri vardı. Bu dava, ani heyecan davası değildi. İslâm adına İslâmsızlık yapılamaz­dı. İslâm adına atılan her adım Kur'an ve Sünnet’in ruhuna uygun olmalıydı:

- Bakın arkadaşlar! İslâm insanı diriltmek için gel­miştir. Gönüllere taht kurmak için gelmiştir, insanın mut­luluğu için gelmiştir. Ne yapmak mı lâzım? diyorsunuz. O halde hemen bu dinin en mükemmel uygulayacısı, bizim de yegâne rehber ve başöğretmenimiz Efendimiz hazretlerine bakalım. Hangi döneme bakacağız; tabi ki Mekke dönemine. Ne yapmıştır? İslâm'ın nurunu gö­nüllere akıttı. Bir hocamızın da dediği gibi "Önce yürek devleti". Önce bedenimizin başkenti olan kalbimizde İslâm hakim olmalı. Sonra diğer azalarımızın başkente bağlı olarak hareket etmesi. İslâm  kaliteye  önem  ve­rir, kuru  kalabalıklara  ya  da sayıya değil. Kaliteli in­sanlar,  mutlaka imanlarının imtihanında başarılı olanlar­dır. Musa sordu:

- İmanın imtihanı mı?

- Evet, aynen öyle. "İman  ettim"  demek  ko­lay, önemli olan bunu ispat etmek. Sahabeye ba­kın! Her biri  imanın imtihanından geçmişler. Bir de bize bakın, değil ki zorluklar, ufak menfaatler karşısında bile iki büklüm oluyoruz. Bu imtihandan geçenlerin örnekleri tarih ki­taplarında yeterince zikredilmiştir. Efendimiz Mu­ham­med’in (s.a.v.) bizzat kendisi bile nice sıkıntılara ma­ruz kalmıştı.  Aç kalmış, açlıktan karnına taş bağla­mıştı. El­leri kırılasıcalar  taş  yağmuruna  tutmuşlar, başından yaralanmıştı.  Daha neler neler...

Ali merakla sordu:

- Hocam, peki işe nereden başlayacağız?

- Güzel bir soru. Başlayacağımız nokta bellidir. Al­lah'ın "Oku" emrinden başlayacağız. Önce Allah'ın kitabı ile barışaca­ğız. Musa itiraz etti:

- Hâşâ be hocam! Biz onunla, hiç küsmedik ki?

Derin bir "Ahhh" çekti Turan Öğretmen:

- Barıştık mı? dedi ve ekledi:

“Size bir örnek vereyim. Diyelim ki çok ama çok sevdiğiniz biri dış ülkeye gitti. Uzunca bir aradan sonra size mektup yazdı. Sizler o mektubu rafa koyup da bir­kaç gün sonra okurum der misiniz?”

Kimseden ses çıkmamıştı. Sözü nereye getireceğini kestirememişlerdi. Turan Öğretmene bakıyorlardı. Tu­ran Hoca tekrarladı:

-Der misiniz? Verilen cevap "Hayır" idi.Turan Öğ­retmen devamla:

-Peki açtınız ki; o çok sevdiğiniz her kimse, kendi dilini unutmuş, size yabancı bir dille yazmış. Siz o mek­tubu yabancı dille okuyup, rafa koyar mısınız? Yoksa o dili bilen birine mi başvurursunuz?

Ali pür dikkat hocayı dinliyordu , konuştu :

- Hocam! Yabancı dille okursak, sevdiğimizin ne de­diğini anlayamayız ki? Hem böyle okumak, okumak anlamına gelmez ki. Turan Öğretmen istediği cevabı al­mıştı:

- Evet doğru olan da, o dili bilen birini bulmaktır. Peki Allah mektubu olan Kur’an’ı okumak için, neden ramazanları ya da perşembe akşamlarını bekliyoruz. Arapça gönderilen bu mektubu anlamak için, neden Arapça’yı bilen birine müracaat etmeyiz? Yarın hesap günü bize "Ey kulum ben sana sevgili değil miydim ki, başka sevgiliden gelen mektuba verdiğin ehemmiyeti benim mektubuma vermedin?" derse ne cevap veririz?

Şimdi, “Nereden başlayacağız?” sorusuna cevap ve­re­lim. Önce ilim öğrenmekten başlayacağız. Kur'an ile aramızdaki engelleri kaldıracağız ki; Kur'an'ı iyi anlaya­bilelim. İslâm'ı önce nefsimize hakim kılmalıyız. Hayatı­mızı İslâmî hükümlere göre düzene koymalıyız. Sonra; “Davet nedir? Davetçi kimdir ve Nasıl olmalıdır?” Bun­ları öğren­dikten sonra, en yakınımızdan başlayarak İs­lâm'ı, tüm gönüllere ulaştıracağız. Musa, Turan Öğret­menin sö­zünü kesti:

- Desenize çok işimiz var, çoook.

Tam o sırada kapı hızlı hızlı vurulmaya başladı:

- Tak ,tak, tak, tak!

Turan Öğretmen odadakilerin yüzüne  baktı ve mı­rıldandı "Çay içiyoruz"

Kapıyı açtılar. Gelenler, Turan Öğretmenin tahmin ettiği gibi polislerdi. Hepsini alıp karakola götürdüler. Tek tek sorguya alındılar. Sıra ev sahibi Musa'ya gel­mişti. Sorgu memuru:

- Bak! Senden öncekiler her şeyi anlattılar. Turan Öğ­retmen de konuştu. Musa şaşırmıştı:

- Konuştu mu? diye sordu.

- Evet, tabi konuştu. Şimdi sen konuşmazsan bütün suç senin boynunda kalır, canını kurtarmak için konuş. Hem konuşursan seni kurtaracağıma söz veriyorum. Hiç kimseye konuştuğunu söylemem.

Musa içinden "Önceki saf Musa olsaydım, beni kandırabilirdin. Şimdi mü'minim ve ferasetim var" diye geçirdi. Saf rolüne devam etti:

- Bütün suç benim üzerimde mi kalır?

- Aynen öyle.

- Peki, hangi suç?

- Fazla uzatma da söyle! Neden toplanmıştınız?

- Eee, öğretmenim söylemiş ya?

- Kes gevezeliği de konuş!

- Komiserim bir şey bilmiyorum ki? Ne konuşayım? Benden haber­siz bir şey yapıyorlarsa onu bilmem, biz oturup sohbet ediyorduk.

- Ne sohbetiymiş, ettiğiniz sohbet?

- Ordan burdan.

- Peki, bu gün ne konuştunuz?

- Yahudilerden konuştuk.

- Yahudilerden mi?

- Evet. Nasıl dinlerine sırt çevirdiklerini anlattık. Sonra evlâdımıza, çoluk çocuğumuza sahip çıkalım; kimsenin tuzağına düşüp de dağa kaçmasın. Kimseye kurşun sıkmasın, kimi, niye öldürdüğünü bilmeden ci­vanları vurmasın, demiştik. Ne bileyim komiserim her­kes bir şeyler konuştu. Hepsini aklımda nasıl tuta­yım. Tutamam ki öyle değil mi?

- Başka başka?

- Başka, dedim ya aklıma gelmiyor. Hem anlatmış­lar ya benim aklıma gelmeyenleri de, onlar anlatmışlar­dır.

- Çık dışarı!

Gece geç saatlere kadar sorguları sürdü. Sonra hepsi bırakılmış­lardı. Komiserin  raporuna şu not dü­şülmüştü "Herhangi bir örgüt bağlantısı tespit edile­me­miştir. Şu an itibariyle zararlı değillerdir".

Eve geç gelen Turan Öğretmen, hanımının yatma­yıp, kendisini beklediğini gördü. Selâm verdi. Selâmını alan hanımı telâşla sordu:

- Nerede kaldın? Seni çok merak ettim.

- Meraklanacak bir şey yok.

- İyi de hiç böyle geç kalmazdın.

- Önemli değil.

- Ben de yakalanmış olmanızdan korktum.

- Ufak bir sorgu geçirdik.

- Sorgu mu dedin? Bak korktuğum boşuna değil­miş.

- Korkulacak bir şey yok. Şöyle güzel bir çay yap, hem içelim, hem de konuşuruz ha! Ne dersin?

Turan Öğretmen, abdest aldı. Yatsı namazını kıldı. Kübra da çay yapıp, yanında aperatif şeylerle sehpaya koydu. Çekyatın üzerine oturdular. Kübra çayları dol­dururken sordu:

- Neler olduğunu anlatacak mısın?

- Anlatayım. Ders bitmişti ki, kapı çalındı. Polisler gelmişti. Hepimizi götürdüler, sorgudan sonra bıraktılar.

- Ne yapmayı düşünüyorsun? Dersleri bir müddet bı­raksan.

- Aman hanım! Sen ne diyorsun? Zaten bir şey yaptı­ğımız yok.

- Ama görüyorsun! Gurbet ellerde, başımıza iş alma­yalım.

- Şişşşş, diyerek parmağını hanımının  ağzına gö­türdü.  Hanımını susturarak konuştu:

- Bunu sen mi söylüyorsun? Hayatım, canım benim, biliyorsun ki insanlar "İnandım" demekle kurtuluşa ere­ceklerini sanmama­ları gerekiyor. Sahi, bu hangi âyetti?

-Ankebut ikinci âyet.

“İnsanlar (dünyada çeşitli çile ve güçlüklerle) imti­han edilme­den (sadece) inandım (iman ettim) demele­riyle bıra­kılacakla­rını mı sandılar? And olsun ki biz on­lardan öncekileri de sıkıntılarla imtihan ettik. Allah  el­bette (imanda) doğru olanı da bilir, yalancıları da bilir.”

- Bak gördün mü? Âyet ne kadar da açık. Hatırla­sana canım, se­ninle Hz. Muhammed'in Mekke hayatını ince­lemiştik, ne sıkıntı­lara göğüs germişler. "İnandım" diyen kişi, imanının imtihanını verir, denemeden geçiri­lir. Dola­yısıyla önümüze çıkan her bir sıkıntı, her bir zorluk de­nenmemiz içindir. Samimi olana düşen, sabır ve sebat­tır. Hem biliyorsun ki boş durulacak zaman de­ğil­dir. Ömür geçiyor. Üstelik batıl davalar hiçbir şey vaad etmediği halde, o davaların sahiplerinin fedakar­lıklarını gördükçe ben Müslümanlığımdan utanıyorum. Oysa ki Allah kendi davası için, bak neler vaad ediyor.

Turan Öğretmen, uzanıp sehpanın üstündeki Kur'an mealini aldı ve Lokman sûresinin 33'üncü âyetini açıp okudu:

“Ey insanlar, Rabb'inizin emrine uy­gun yaşa­yın. Babanın çocuğa fayda ve­remeyeceği, çocuğun da babasına fayda veremeyeceği bir günden korkun. Şüp­hesiz ki Allah'ın vaadi gerçektir. Dünya hayâtı sizi asla aldatmasın. O çok alda­tıcı (şeytan) da sizi Allah(ın affı) ile sakın aldatmasın (günaha daldırmasın ve iba­detten alıkoymasın)”.

Bak! Rabb'imiz ne buyuruyor. O'nun dini için uğ­raşmak da bir emir olduğuna göre, şeytanın çeşitli se­beplerle bizi aldatmasına izin vermemeliyiz, öyle değil mi? Sana Nisa sûresinden bir âyet okuyacaktım. 95'inci âyet:

"Mü'minlerden özürsüz olarak otu­ranlarla; malla­rıyla ve canlarıyla Allah yolunda mücadele edenler bir değildir. Allah mallarıyla ve canlarıyla mücadele eden­leri, derece bakımından oturanlara üstün kıldı. Onlara katından dereceler, bağış ve rahmet vardır".

- Haklısın canım. Kadınlık duygusu işte! Sonuna ka­dar haklı­sın. Ama unuttun mu? Seninle anlaşmamız vardı; birimiz yamulduğunda, ötekimiz onu doğrulta­caktı. Dedim ya kadınız ve zayıfız. Allah korusun! Din konusunda sana fitne olmak istemem.

- Sen benim başımın tacısın. Hadi yatalım, Allah kal­bimizi ve ayaklarımızı dininde sabit kılsın.

- Amin. Sahi unuttum,  sana önemli bir şey söyle­yecektim.

- Öyle mi? Neymiş o? Yoksa yine derslerinizde prob­lem mi çıktı?

- Aklın, fikrin ders ortamlarında. Hayır, her şey iyi  gi­diyor. Yalnız, geçen gün bahsettiğim kadından şüp­hele­rim devam ediyor. Allah biliyor ya, hiç gözüm tut­madı.

- Dikkatli ol. Korkulacak bir şey yok. Yasak bir şey yapmı­yoruz. İnsanlara Kur'an öğretmek suç değil ya? Zaten korkuyu..

Kübra eşinin  sözünü kesti:

- Korkuyu korkutmamız gerekiyor. Korkularımızın esiri olmamalı­yız. Gülüştüler; zira bu, her konunun so­nunda Turan Öğretmenin tekrar ettiği bir sözdü.

- Yine araya lâf girdi, söylesene önemli şey neydi?

- Misafirimiz var.

- Ne misafiri?  Kimmiş?

- Allah'ın misafiri.

- Ne zaman gelecekmiş?

- Kadın mı, yoksa erkek mi bilmem; ama dokuz ay sonra gelecek. Kim olduğuna gelince de, senin ço­cuğun.

Turan öğretmenin gözleri ışıldamıştı:

-Aman Allahım! Sana hamdolsun! Gözümüz aydın olsun! İnşallah hakkıyla yetiştiririz.

Sarıldılar. Sonra kalkıp abdest alarak, iki rekat na­maz kılıp yattılar.

Ertesi gün erkenden kalktılar. Kübra evini topar­ladı. Tale­beleri gelecekti. Saat dolunca kapı çalındı. Kübra kapıyı açtı. Berfin ve arkadaşları kapıda idi­ler. Berfin gülümsedi:

- Selamün aleyküm.

- Ve Aleyküm selâm. Buyurun hoş geldiniz.

Talebelere her geçen gün biri daha ekleniyordu. Sa­yıları on beşi geçmişti. İçlerinde biri vardı ki, Kübra'nın gözü onu hiç tutmamıştı. Sürekli farklı sorular soru­yordu. Sanki bir açık arıyormuş gibi...

Kübra zanna kapıldığını düşünerek zaman zaman üzüntü duyu­yordu. Kur'an dersini verdikten sonra, yeni başladığı ilmihal dersini anlattı. Herkes gitmeye hazırla­nırken Berfin Kübra'ya:

- Kübra yenge, vaktin varsa biraz kalabilir miyim?

- Tabi, olabilir.

Hemen o bayan da atıldı:

- Şeyy, mahsuru yoksa ben de kalabilir miyim?

Berfin, Kübra'nın cevaplamasına fırsat vermeden atıldı:

- Kusura bakma! Ben biraz özel görüşmek  istiyor-dum  da! Zehra abla! Sen sonra görüşsen olmaz mı?

Zehra'nın diyecek sözü kalmamıştı:

- Peki, dedi ve kalktı.

Herkes gitmişti. Berfin başını yere eğdi, ağlıyordu. Kübra şaşkın, Berfin'in konuşmasını bekledi. Bir müddet sonra Berfin konuşmaya başladı:

- Kübra yenge, aslında ben Kur'an okumaya sana jest yapmak için başlamıştım; ama sen Kur'an'ı bize çok farklı öğrettin.

Kübra telâşlanmıştı:

- Nasıl yani?

- Nasıl mı? Olması gereken gibi. Sadece yüzünden okutmadın. Okuduğun, öğrettiğin her âyetin iniş sebe­bini, alınması gereken dersi, her şeyden önemlisi Kur'an'ın niye geldiğini, bizlere mesajının ne olduğunu tecvidiyle, mahreciyle birlikte verdin.

- Zaten okumak demek bu değil midir? Yoksa, hiç anlamadan, etkilenmeden alıp ezberlemek okumak sayılmaz ki.

- Evet haklısın. Bir de, bize anlattığın imanî mesele­lerden sonra; ben de iman etmeye karar verdim.

- Estağfirullah. Sen zaten Müslüman değil miydin?

- Yoo, kendimizi kandırmaya gerek yok. Baksana sahabeye, Müslüman olmadan önce yaşantısı başka, ahlâkı başka, kültürü başka, siyaseti başka. Müslüman olduktan sonra hepsi başkalaşıyor, başka, bambaşka insan oluyor. Bu ne demek? İman etmenin bir manası var demek. Zaten "Ben Müslüman’ım" demek Allah'a teslimiyetini ilân etmek demek değil midir? Eee, tesli­miyet yoksa, ilânın ne anlamı kalıyor? Söylesene!

- Bu tespitlerine söyleyecek sözüm yok

- Şimdi ben, teslimiyetimi ilân ediyorum. Bana yar­dım edin. Ne­reden başlamalıyım? Sahabe gibi "U" dö­nüşü yapmam mümkün değil; ama ne yapmam lâzım? Söyler misin, ne?

- Sakin ol Berfin! Yavaş yavaş; ama emin adımlarla hedefimiz olan, Allah rızasına uygun bir hayat yaşamaya çalışmalıyız. Hede­fimize giderken, koşarak yorulup yolda kalmaktansa emin adımlar­la daim olmalıyız.

- Nereden başlamalıyım?

- Bizim bir şanssızlığımız var.

- Nedir o?

- Yeni Müslüman olan biri ile biz aynı değiliz.

- Nasıl yani? Anlayamadım.

- Müslümanlığa yeni adım atan biri tamamen dinini  inşâ  ve  ihya  ediyor. Ya biz? Biz öyle miyiz? Biz çarpık din anlayı­şını bırakıp, özüne uygun dine dönüp, onu ihya ve inşa etmemiz gerekiyor. Bu da bir eve yeni baş­layıp yapan ile,  eski  evi  yıkıp,  ye­niden yapana benzi-yor ki,  bu daha zor.

- Galiba ne demek istediğini anladım. Koyun sürü­sünden farkı­mız yok.

- Estağfirullah.

- İnsana verilmiş en değerli nimet olan akıl ve  ira­deyi kullanmadıktan sonra, şeklen farklı olsak ne ya­zar? Düşünüyorum da, Kur'an ile, Allah ile aramıza görünmez birçok setler koymuşlar.

- Maalesef doğru.

- Şimdi ne gerekiyorsa yapacağım. İşim zor biliyo­rum. Keskin, hem de çok keskin törelerimiz var. Geçen gün bir âyet okumuştu­nuz. Nasıldı? Hani şu kör taklit­ten bahseden?

- Lokman sûresinden mi bahsediyorsun?

- Bir zahmet yine okur musun?

- Memnuniyetle.

Kübra,  hemen  yanı  başındaki  Kur’an’ı alıp, Lok­man  sûresinin yirmi birinci âyetini okumaya başladı:

“Onlara: Allah'ın indirdiği  (Kur’an’ı)na uyun" de­nildiği zaman: "Ha­yır, biz babalarımızı  üzerinde buldu­ğu­muz şeylere uyarız" derler. Şeytan onları alevli ateşin azabına çağırıyorsa da mı (babalarının yolunda gide­cekler).”

- Görüyor musun? Âyet ne kadar da açık. Sahi, bana Arapça öğretir misin? Allah'ın kelâmını okurken anlaya­bilmek müthiş bir şey olsa gerek.

- Neden olmasın? Buna çok sevindim.

Berfin durdu. İçindeki endişe yüzüne yansı­mıştı. Kübra merakla sordu:

- Hayrola bir durum mu var?

- Evet, dedi Berfin. Kübra'ya baktı ve kendinden emin bir şekilde konuştu:

- Şu Zehra abla.

Kübra heyecanlanmıştı:

- Ne olmuş Zehra ablaya?

- Şeyy, beni yanlış anlamayın; ama ona karşı biraz dikkatli olsanız.

- Neden?

- Nedenini sormasanız?

- Olmaz ki! Nedenini bilmem gerekmez mi?

- Ben, ondan şüpheleniyorum.

- Ne gibi?

- Ajan olabilir.

- Sen, neler söylüyorsun?

- Sanıyorum.

- Ama kesin kanıt yoksa, bu iftira olur.

- Geçen  gün  çarşıdaydım.  Zehra  ablayı  karakol­dan  çıkarken gördüm.

- Bu delil olur mu? Belki bir işi vardır.

- Konuştuklarına dikkat ettin mi, bilmiyorum? Ama genelde siyasi konulardan konu açıp, size sorular yönel­tiyor ve bugünkü sorusuna baksanıza "Nereyle hareket ediyorsunuz" diyor.

- Evet, dikkatimi çekmişti; ama önemli mi? Zira  kor­kulacak, ya da telâşlanacak bir şey yok. Endişeye de gerek yok, her şeyimiz ortada.

- Bizim buraları sen bilmezsin! Kim kimdir? Kime hizmet ediyor? Çok ayırt etmek mümkün olmaz.

- Boş ver. Biz Allahımıza hizmet edelim de,  kim­seyle işimiz olmaz.

- Yine de dikkat de fayda vardır. Neyse şimdi hiç vakit geçirmeden bana bir tesettür temin etmek lâzım. Desteğe ihtiya­cım var. Tepki göreceğim kesin, hele de Keriman'dan. İlk diye­ceği şey "Davaya ihanet ettin" ola­cak ve babamı, anamı etkileme­ye çalışacak; ama onları boş ver, doğru bildiğim şeyde inatçıyımdır. Tesettürü na­sıl temin edebiliriz?

- Nasıl bir şey istiyorsun?

- Nasılı mı var? Seninki gibi istiyorum.

-  Ama, hemen çarşafı kaldırabilecek misin?

- Bir şeyi yaptın mı, tam yapacaksın. Nasıl alabiliriz? Sen onu söyle.

- O zaman, arkadaşıma telefon edelim, alıp, bize posta yoluyla gön­dersin.

- Hah, bu iş oldu. Allah razı olsun. Daha fazla vak­tini almayayım diyerek kalktı.

Kübra çok sevin­mişti. Neden sevinmesin ki? Bir kişi daha gaflet uykusundan kalkmış, cennet yolcusu olmuştu. Berfin’in arkasından kapıyı kapatırken, dudaklarından şu hadisi şerif döküldü:

“Vallahi, senin vesilenle bir tek kişiye hidayet ve­rilmesi, senin için kıymetli de­velerden müteşekkil sürü­lerden daha ha­yırlıdır.”

 

 

›š


ALTINCI BÖLÜM

 

 

 

 

Ali, Turan Öğretmenin hanımının yaptığı derslere Şilan'ın da katılmasını çok istiyordu; ama bu şimdilik imkânsızdı, zira annesi asla izin vermezdi. Şilan'a artık eskisi gibi davranmıyordu. Daha yumuşak, daha hoşgö­rülüydü.

Şilan, yine hamileydi. İşlerin yoğunluğundan istira­hat bile edemi­yordu. İlkbahar yaklaştıkça yayladaki zorluk­ları hatırlıyor, yaza sağ çıkmak istemiyordu.

O akşam herkes yatağına çekilmişti. Şilan akşam bulaşıklarını yıkayıp, rafa dizdi. Ali'de yeni gelmiş yatsı namazını kılıyordu. Aniden kapı güm güm diye vurul­maya başladı. Şilan:

- Bu saatte kim olabilir? diyerek kapıya yöneldi ve:

- Kim o? diye seslendi.

- Benim, Abdülkerim.

Gelen Şilan'ın amcasının oğ­luydu.Kapıyı açtı:

- Hayırdır! diye sordu telâşla.

- Apo Hasan rahatsızlanmış. Ali nerdedir?.

Sese Ali de çıkmıştı. Şilan çekine çekine kaynana­sına seslen­di, izin aldı. Hazırlanıp çıktılar. Öteki mahal­lede oturuyordu, Şilan'ın babası.

Giderlerken devriyeler önlerini keserek nereye git­tiklerini sordular. Tatmin olana kadar konuşmayı sürdü­rüp, sonra da gizli­ce takip ettiler.

Şilan  eve  vardığında anası ağlıyordu. Ablası  Dilan da gelmişti. Endişeyle bağırdı:

- Ne oldu? Hele söyleyin ne oldu?

Kimse cevap vermiyordu. Babası ise ortalıklarda gözükmüyordu:

- Babam nerde?  Biri bana neler olduğunu anlatsın.

Kimse sanki Şilan'ı duymuyordu. Küçük kız kardeşi Berivan cevap verdi sonunda:

- Dediler Mahmud vurulmuş. Babam gitti, iki gün­dür haber yok. Korkuyoruz ki babamı da yakaladılar.

Şilan dizlerine vurarak oturdu."Aman Allahım! Kar­deş acısı ne büyük bir şeymiş" diye mırıldandı. Şilan'ın yüreği resmen yanıyordu. İçindeki acıyı tarif etmesi mümkün değildi.

Saatler de bir türlü geçmek bilmiyordu. Saat gece­nin yarısı olduğunda kapı çalındı hep birden kapıya yönel­diler. Kapıyı açtılar. Gelen Hasan Ağaydı. Çok yorgun ve bitkindi.İçeri girdi. Hiçbir şey konuşmadan divana uzandı. Yattığı yerde sigarasını yaktı. Kimse ce­saret edip bir şey soramıyordu.Hatice Hanım daha fazla dayana­mayarak feryat etmeye başlamıştı:

- Ne oldu? Mahmut ölmüş?  Hele de (söyle),  yüre­ğim par­çalandı  lo lo lo! Hele de (söyle), hasret mi gitti? Hele de, lo lo lo!

Hasan Ağadan ses çıkmıyordu. Habire sigarasının birini  yakıp, diğerini söndürüyordu.  Şilan cesaretini toplayarak sordu:

- Bavo, bir şeyler söyle.

- Heş (sus), kafamı bozma!

Şilan babasının sinirini biliyordu. Kafası eserse da­yak atması içten bile değildi; ama tekrar cesaretini top­layarak sordu:

- Abimi gördün mü?

- Görmedim! diye bağırdı Hasan Ağa:

- Nerden göreyim? Bir cenaze getirdiler, o değildi. Hatice Hanım sesini yükselterek ağlamasını sürdürdü:

-Vayy, vayyy, vayyy, vay! Yüreğim yaniy Mahmu-uud. Gel, hele gelesen ananın halini göresen oğuuul! Perişan etmişsen beni! Oğuuul ne işin vardır dağda! Anayı niye ağlatısen oğuuul?

Hasan Ağa, depresyon geçiriyordu. Ani bir hare­ketle yerinden fırladı ve hanımını tekmelemeye başladı. Vur­dukça vuruyordu. Aynı ortamı paylaşmayayım diye öteki odaya geçen Ali, patırtıya çıktı.Kaynatasını tuttu, sakinleştirdi. Şilan’ı orada bırakarak eve döndü.

Şilan, geldiğinden beri üçüncü paket sigarasını açan babasına yaklaştı. Elini tuttu ve gözyaşları gökten inen yağmur gibi yerleri sularken; konuştu:

- Bavo, niye böyle yapıyorsun? Anamın suçu yok ki? O ne yapsın? Belangazdır (zavallı), elinden bir şey gelmiyor, yüreği yanıyor. Hasan Ağa Şilan'a baktı. Ağ­lamaktan gözleri kıpkırmızı olmuştu. Şilan'a acımıştı:

- Ne yapayım? Aslan gibi oğlum gitti, içim yanı­yor. Niye git­miş? Koca bir hiiç yere. Kimseye gücüm yetmiyor. Ya sigaraya saldırıyorum, ya da anana.

- Ya o, içinin yangınını nasıl söndürsün? Kime sal­dırsın? Tam o sıra da kapı çalındı. Saat gecenin üçünü geçmişti. Gelen jandarma ve polislerdi. Yine evi ara­maya gelmişlerdi. Ayakkabılarıyla girdiler içeriye ve yine her tarafı didik didik aradı­lar. Hasan Ağayı  sorgulamak  için  götürdüler. Oğlunun  peşine her gidişinin ardından, bu durumu yaşadıkları için alışmışlardı.

Şilan, havanın ayazına rağmen kapıda oturmuş ba­basını bekliyordu. Elindeki mendil gözyaşlarından ıslan­mıştı.Yarı bulutlu bir havaydı, ay, zaman zaman bulutla­rın arkasına gizle­nip, çıkıyordu. Şilan derin düşüncelere dalmıştı. Bu hayat niçin di? Bu ay, bu güneş ve yıldızlar hiçbir yere bağlanmadan yukarıda nasıl duruyorlardı? Bu hayat neden bu kadar anlamsız­dı? Hayatın sonu neydi? Ölüm... Ya ölüm neydi? Son muydu? Yoksa sonun başlangıcı mı?

Şilan ne  okul,  ne de medrese  görmemişti. Bütün  bunların anlamsız olmadığını nereden bilecekti ki?  O, hakikatleri okumamış, yaşayan birini de görmemişti. Nereden bilebilirdi ki Allah'ın Zariyat sûresi  56' da şöyle buyurduğunu  "Ben insanları  ve cinleri  yal­nızca bana kulluk etsinler diye  yarat­tım".

Dünya hayatı imtihan içindi ve sonunda hesabın görüleceği yere gidilecekti. Allah, Yunus sûresinde şöyle buyuruyordu: "İşte orada herkes, önceden (dünyada) yapmış olduğunun sonu­cuyla karşılaşacaktır. (artık) hepsi gerçek mevlâları olan Allah'a döndürülür­ler, uy­durdukları (putlar, putlaşanlar, ikonalar) da ken­dilerinden kaybolup gider". Ay, Gü­neş ve Dünya’daki her şey insanın hayatının idâmesi için gerekliydi ve hiçbiri boşuna değildi. Dünya, ahireti kazanmak için imtihan salonuydu. Ve yarın dünya ha­yatının hesabı sorulacaktı; ama Şilan bunu nereden bilebilecekti ki?

Birden abisini hatırladı.. Acaba yaşıyor muydu? Ya ölmüşse? Niçin ölmüş  olacaktı?  Anayı, babayı,  aileyi  bu hale koyacak kadar ne vaat etmişlerdi ki? Ne vaat edebilirlerdi ki? Cennetleri mi vardı?  Ağzından şu cüm­leler döküldü:

- Allah rızası için dön ve gel. Yeter artık, bittik. Has­retlik bizi bitirdi. Yanlış, bu yanlış! Böyle olmaz, anaların yüreği yanıyor. Yeter artık, dön gel! Özlemedin mi? Duyguların mı kayboldu? Gardaaaş, yoksa öldün de onun için mi gelemiyorsun? Eğer öyleyse, seni hiç gö­remeyeceğiz. Belki öteki dünyada? Ha, acaba görür mü­yüm? Allahım onu cennetine koy. Cennetine mi? Ne için öldü ki? Davası ne idi ki? Nerede öldü ki? Onu dağa götü­renler, ona cenne­ti verebilirler mi ki? Aman Allah­'ım, eğer öldüyse, bu dünyası da gitti, o dünyası da. Gardaaaş kendini de yaktın, bizi de. Kor­karım orada da yanacaksın.  Olmaaaaz! Yeteeer,  yeteeeer artık! Bu düşünceler beni deli edecek.

Sese ablası Dilan çıkmıştı. Şilan'ın kolundan tuttu ve salla­dı:

      - Sen ne yapisen? Komşular başımıza dökülecek, bağırma!

Şilan'ın ablasının söylediklerini anlayacak  hali  yoktu.

- Bırak kolumu! Yeter, yeter,yeter artık! Omuzlarım çöktü!

- Sus, Şilan sus! Dert sadece senin değil ki? Hepimiz aynı kardeş acısını çekiyoruz. Sakin ol!

- Kaldıramıyorum artık! Nasıl sakin olayım? Nedir bu kahır? Nedir bu çile? Nedir bu dert? Kim, kimler sardı bu derdi başı­mıza? Kim, söylesene kim bunun sorumlusu?!

- Kız sus diyorum sana!

Dilan zorla kaldırdı Şilan'ı oturduğu yerden. Koluna girdi ve eve sürükleyerek soktu.

Şilan habire bağırıp, ağlıyordu.

 

›š


YEDİNCİ BÖLÜM

 

 

 

 

Hastahane  koridorunda  sabırsızlıkla  bekleyen  iki  bayan, sağa sola gidip  gelmekten yorulmuşlardı.  İkisi de  tepeden  tırnağa örtülü, pür tesettür idiler. Nitekim iki saat sonra doğumhanenin kapısı açıldı.  Hemşire, elinde bir bebekle çıktı. Berfin ve  Fatte koştular.

Hemşire:

- Nur topu gibi bir kız, diyerek müjdeyi verdi.

Berfin heyecanla sordu:

- Annenin durumu nasıl?

- İyi, korkulacak bir durum yok.

Koridorun başındaki Turan Öğretmen de koşarak geldi. Bebeğini kucağına aldı. Sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okudu. Önce­den hazırladığı hurmayı ezip damağına tattırdı. Kayıt yaptı­rırken adını "Büşra" koydu. İsmini, Kübra böyle istemişti.

Kübra, yatakta yattığı müddetçe Berfin ve  ailesi onu  hiç yalnız bırakmamışlardı. Diğer komşular da ge­reken ilgiyi gösteri­yorlardı. Kübra, büyük şehirlerde görmediği bu komşuluk ilişkile­rinden oldukça etkileni­yordu. Kom­şular sıraya girmiş, bir hafta boyunca her öğün yemek getirmiş­lerdi: Süt, yoğurt, tereyağı ise ca­bası...

Evin bütün işini, Turan Öğretmen işe gittikten sonra, Berfin gelip yapıyordu. Kübra bu ilginin altında eziliyor, ağzını açacak olsa hemen Berfin müdahale edi­yor:

- Lütfen bir şey konuşma. Sen, bana yaptığın iyili­ğin farkında değilsin. Hidayetime vesile oldun, deyip konuşturmuyordu.

Berfin'in dönüş yapması ailesini rahatsız etmişti. Hele bir de Keriman gelip etkilediği zaman, bu rahatsız­lık daha da büyüyordu.

O gün akşam, Turan Öğretmen işten geldikten sonra Berfin çıkıp gitmişti. Turan Öğretmen Kübra'nın hâlini sorduktan sonra, çocuğunu kucaklayıp öptü. Ve hanı­mına:

- Hanım, sana bir müjdem var.

- Sahi mi? Neymiş?

- Berfin bacıya bir talip çıktı.

- Aman Allahım sana hamd olsun! Buna çok sevin­dim. Peki kim?

- Ders halkamızdan biri. Adı Salih. Gerçekten de sa­lih biri. Münasip bir zamanda konuyu kendisine aç. Ço­cuk da buralı. Yalnız…

- Yalnız ne?

- İslâm'a uymayan törelerin, problem olabileceğini söyledi ve ekledi: "Töreler adına İslâm'a ters düşemem haberleri olsun".

Kübra, ertesi günü iple çekti. Turan gider gitmez Berfin'e seslendi. Uykudan kalkan Berfin aceleyle geldi. Merak etmişti. Meseleyi öğrendikten sonra:

- Allah iyiliğini versin! Çok korkuttun beni. Sabah sa­bah ne oldu ? diye endişelenmiştim.

Biraz düşündü. Sonra Kübra'ya:

- Bana biraz zaman verin. Kardeş doğru söylemiş, töre kanunları kılıç gibidir. Başlık adına alınan ko­yun, gelinlik tutma, sonra..

Biraz durdu Berfin, derin bir iç çektikten sonra sür­dürdü konuşma­sını:

- Senin anlayacağın; kırmam gereken yığınla put var önümde...

- Allah yardımcın olsun. Arkandayım ve elimden ge­len her şeyi yaparım.

- Biliyorum, bundan hiç şüphem yok! Allah razı ol­sun; lâkin iş bana düşüyor. İşte şimdi ettiğim “şehadeti” ispat zamanı geldi. Tabiri caizse Hz. İb­rahim'in baltasını elime alıp, işe koyulmam gerekiyor. Lâfla peynir gemisi yürümez derler; ama işim zor, bunu da biliyorum..

İstişare ve istihareden sonra Berfin, tamamiyle  tev­hidî bir iman sahibine yakışır şartlar öne sürerek Salih'in tekli­fine “Evet” demişti. Şartları konuşup anlaştıktan sonra konuyu annesine açtı. Ve kesin kararlı olduğunu vurgu­ladı:

- Ana, babama söyle reddetmesin. Ben istiyorum, vermezse korka­rım ki kendisi pişman olur! de­mişti.

Anası duyduklarına inanamamış, âdeta şok ol­muştu. Doğuda kaçmak demek; adam  öldürmek  de­mek, kan  davası  demek... Yani  yığınla belâ demekti. Kızına kızdı:

- Berfo dü çıdı beji? (sen ne konuşuyorsun)

Ama, Berfin kararlı bir şekilde konuşmasını sür­dürdü:

- Evet, doğru duydun. Babamla ona göre konuşsan iyi olur. Berfin anasıyla böyle konuşmak zorunda kaldığı için rahatsız­lık duyuyordu. Ama  taktik icâbı  böyle  dav­ranması  gerektiğini çok iyi biliyordu.

Ğece Hanım, eşinin uygun bir zamanını kollayarak, Berfo'nun konusundan bahsetti. Tanımıyordu; ama, o da taktik icâbı oğlan tarafına methiyeler dizdi.

Turan Öğretmen ve ders halkasından birkaç kişi Sa­lih'in babasıyla birlikte geldiler dünürcü olarak. Biraz hoş sohbetten sonra Turan Öğretmen konuyu açtı. Berfin'in babası önce biraz naz yaptı. Turan Öğretmenin ikna konuşmalarından sonra, kararını açıklamadan önce:

- Ehh, madem çok istiyorsunuz, o halde şartları ko­nuşalım, dedi. Turan Öğretmen işin zorluğunun farkın­daydı. Sordu:

- Şartlarınız nelerdir?

- Seksen baş koyun isterem.

- Seksen baş mı? Sen ne yapıyorsun amca? Bu ka­dar koyunu nereden bulacaklar?

- Hocam, senin hatırın için elli olsun.

Turan Öğretmen, “Nerden başlayayım?” diye dü­şünür­ken, yanında gelen arkadaşlar sonunun tartış­mayla, kavgayla bitmesinden endişe­liydiler.

Turan Öğretmen önce "Müslüman ne demektir?" Ne anlama gelir? hakkında kısa bir konuşma yaptı. Sonra, İslâm'da evlenme­nin ne anlama geldiğini, evliliğin getir­diği sorumluluklardan bahsetmeye başladı:

- İslâm'da kadının kocaya karşı kocanın da kadına karşı sorumlulukları var. Her ikisi de bu konuda Allah'a karşı sorum­ludur. Erkeğin hak ve görevleri arasında malî yükümlülükler var;  fakat başlık olarak değil.

- Ben anlamamişem.

- Erkek, nikâh kıyılırken hanımın şart koştuğu ve adına da mihir dendiği, yine ne kadar olacağını hanımın belirlediği belli bir yükün altına giriyor. Bunu ödemek zorunda. Ve hanım istediği kadar isteyebilir ve bu da hanımın güvencesi için gereklidir.

- El-hak, doğru söylisen; ama bizim töremiz böyle­dir. İstiyorsa, o mihiri de versin; ama koyunsuz olmaz.

- İkisini birden nasıl ödesin?

- Ehh, mihir olmasa da olur.

- Olmaz amca!  Çünkü mihiri Allah hak olarak koy­muş.

- Dedim ya hocam, bizim töremiz böyledir.

- Ben “İslâm” diyorum, sen "töre" diyorsun. Olmaz ki ama. Üstelik ikimiz de Müslüman’ız.

- Hocam, etme eyleme! Bizim de kendimize göre adımız var. Her­kes, kızını başlıksız verdi diyecek ve beni kınayacaklar. Hiç olmazsa kırk olsun.

Adamın ikna olması zor gözüküyordu. "Beni kınar­lar", diyor başka bir şey demiyordu. Allah'ın emirlerini yaşarken, kimsenin kınamasını dikkate almaması gerek­tiğinden habersiz olarak diretiyordu.

Turan Öğretmenin ikna çabaları sonuç ver­medi. Adam yakayı kurtarabilmek için:

- Biraz düşünmek için zaman verin, dedi. Dünürcü­ler gittikten sonra hanımına:

- Başlıksız, bedava kız istiler. Söyleyin gelmesinler, dedi.

Ğece Hanımın yüreği küt küt atmaya başlamıştı. Korkuyordu, ya kızı kaçarsa? “O zaman daha çok rezil oluruz”, diye düşünüyordu. Eşine cevap verdi:

- Dış danabe bıra bide. (bir şey olmaz, ver gitsin) Eşi kızmıştı. Hıncını hanımdan alırcasına bağırdı:

- Ne diysen sen. Kızı bedava verdi dedirtmem.

Ğece Hanım ısrarını sürdürdü:

- Kız istiy, ver! Yoksa yere bakarsın.

- Sen ne diysen be kadın? Vermem, olmaz!Hele bir parmağını oynatsın; vururum onu!

Konuşmaları duyan Berfin, odaya girdi. Heyecan­lıydı, kendince büyük bir iş yaptığını düşünüyordu. Zira Allah için, O'nun dini için, O'nun emirlerine ters bir uy­gulamaya kıyam etmişti. Bu heyecan farklı bir heye­candı. İlk tanıyordu bu duyguları. Adeta elinde "Lâ" bal­tasıyla, Hz İbrahim'in devirdiği putları, kırdığını, yok ettiğini  hissediyordu.

Kendinden emin; fakat sesi titreyerek konuştu:

- Baba, beni dağdaki çobana bile verebilirsin; ama asla bir hayvan gibi satılmayı kabul etmeyecek ve koyun karşılığı gitme­yeceğim!

Babası şok olmuştu. Bir ân şaşırdı. Sonra hiddetle bağırdı:

- Hep, o  hocanın  karısı  seni  yoldan  çıkardı! He­pinizi  duman ederem! Babaya, töreye karşı gelmek nedir, göstererem size!

- Hayır baba! Yanlış düşünüyorsun. Benim aklım ba­şımda. Kimse değil, ben istemiyorum!

Anası elini, yüzüne ve dizlerine vuruyor, dövünü­yordu. Hiç olmadık bir şeydi; Berfo evlilik meselesini babasıyla konuşuyor­du. Babası sesini daha da yükselte­rek:

- Yıkıl  karşımdan!  diye  bağırdı. 

Berfo,  “İlk aşama  için  bu  kadar yeter.”  diye  dü­şünerek  odadan  çıktı.  Babasının  sabaha  kadar gö­züne uyku  girmemişti. Köşeye  sıkışmıştı. Bir  tarafta  halkın söy­lentisi, diğer tarafta kızın kaçma tehlikesi. Her iki du­rumda da kınanacaktı. Halk kınayacaktı(?)  Bilmiyordu ki Müslüman insan, halkın ne dediğine değil, Hakk'ın ne dediğine önem verirdi. O, Kur'an'da  ki  şu  fermandan  da  habersizdi: “Allah yolunda mü­cadele ederler ve herhangi bir kınayıcı­nın kınamasından asla korkmazlar.” Müs­lüman bir kimsenin halkın dinine değil, Hakk'ın di­nine uyması gerektiğinden de, dinin bazı emirlerini gele­nek ya da alışılageldiği için yapıldığında ibadet anlamı taşı­mayacağından da habersizdi. Alıştığı için namaz kıl­mak, oruç tutmak gibi...

Bütün bunların alışıldığı için değil, Allah'ın rızası için, ibadet bilinciyle, O'nu "ilâh olarak" tanıdığımız için, O'ndan uzak kalmanın korkusunu yaşayarak yapılması gerektiğinden de habersizdi.

Karar vermekte  çok zorlanmıştı. Kızının  kaçması  daha  korkunç geldiği için, sabah kalktığında hanımına şöyle dedi:

- Kızın kaçması daha büyük ayıptır. Tamam, söyle­yin gelsinler; ama hiç kimseden başlıksız verdiğimi duy­mayayım. Duyulursa hepinizin canını yakarım! Ay­rıca ne kadar? diye soran olursa elli baş koyun diyecek­siniz anlaşıldı mı?.

Berfin babasının kararını duyunca "Elhamdülillah bir put devrildi" diye söylendi. Hemen Kübra'ya haber verdi. Kübra, Berfin'in zekâsına hayran oluyordu. Okula gitmemiş, kendi çabala­rıyla okuma yazma öğrenmişti. Kitap okuyor, müthiş yorum yapıyor­du. Kur'an ve Arapça’yı da öğrenmişti. Tevhidî kavradıktan sonra ha­yatı değişmişti Berfin'in. Şehadetin manasını ders olarak almış ve öğrendikten sonra kendine has üslu­buyla:

- Yani, “Eşhedu en lâ ilâhe demek” Allah’ım  yemin ederim  ki hayatımda  ibadetlerim, sosyal  yaşantım, hukuk  sistemim, akraba ilişkilerim, kısacası  her şeyim  Sen'in  emirlerin  çerçevesinde olacak. Buna yemin edi­yorum demek... Doğru anlamış mıyım? demiş, konuyu özetlemişti.

Şimdi de bu olayda put kavramını nasıl da iyi anla­dığını göstermişti; çünkü putlar sadece somut değil,  soyut putlar "da vardı. Somutlar gözle görülüyordu; ama asıl korkunç olan gözle görülmeyenlerdi.

Berfin, nişanlılık döneminde zaman zaman ağla­mış, lâf yemiş, azarlanmıştı. Psikolojisi bozulmuştu; ama yine de bildiği doğrulardan asla vazgeçmemişti. Kendine sürekli şunu telkin etmişti:

- Dayan Berfin! Habbab'ı ateşle yaktılar; Sümey-ye'yi mızrakladılar; Bilâl'i taşlarla ezdiler; Uhdud ashabını ateşten çukur­lara doldurdular. Hepsi ama hepsi sabrederek imanlarının imtihanlarını verdiler. Da­yan ve “eşhedü” diyerek Allah’a verdiğin söze sadık kal!

Sekiz ay sonra…

Berfin zoru başarmış, bütün şartları zorlayarak Müslüman kadına yakışır bir kararlılık ve vakarla düğün işlerine batıl karıştırmamıştı.

Eğitim çalışmalarında Kübra'nın sağ koluydu. Elin­den gelen gayreti gösteriyordu. Davaya hizmet etmek için evlenmiş bir eşe sahip olmak. Berfin için büyük bir nimetti.

O sabah, duyduğu haberin şokuyla erkenden koş­muştu Kübra'nın yanına. Kübra erkenden Berfin'i gö­rünce telâşlanmıştı. Hemen içeri aldı ve merakla sordu:

- Hayrola Berfin? Neyin var? Ne oldu? Çabuk söyle.

- Haberler kötü.

- Ne oldu? Meraktan öldüm.

- Bizde tanıştırmıştım, Hene diye birini hatırlıyor mu­sun?

Kübra biraz düşündü ve sonra:

- Haa, evet, evet hatırladım. Ne olmuş ona?

- Dağa gitmeye hazırlanıyormuş.

- Emin misin? Kim söyledi?

- Onunla akrabayız.

- Evet biliyorum.

- Kendisi bana söyledi. Bana, oldukça güvenir; ama bir şeyler yapmalıyız. Lütfen bir çözüm bulalım!

- Hay Allah! Ne korkunç! Dağa gitmekle kendine ya­zık edecek! Ne yapsak acaba? Bir çözüm düşünmemiz gerek. Onunla nasıl görüşebilirim?

- Aklıma bir fikir geldi.

- Hadi söyle!

- Kız kardeşime söyleyeyim, yarın bize davet etsin. Ben de gelir­im. Seni ziyaret maksadıyla onu alır, size getiririm.

- Ya gelmezse?

- O zaman sen gelirsin; ama sizde olması rahat ko­nuşmamızı sağlar.

- Tamam, denemeye değer.

Anlaştılar ve ayrıldılar. Ertesi gün planlarını uygu­lamışlardı. Hene plandan habersiz olarak, akrabası olan Ğece Hanımlara gelmişti. Sonra Berfin de geldi. Bir saat sonra Berfin Hene'ye:

-Kübra yengeyi epeydir görmedim. Ona uğrayaca­ğım, gelmek ister misin? diyerek teklifte bulundu. Önce “Hayır” diyen Hene, sonra fikrini değiştirmiş, “Dur, ben de geleyim” demişti. Kübra'nın kapısını çaldıklarında Kübra kendi kendine “Sakin ol” telkin­leri yapı­yordu. Bir şey bilmiyormuş gibi karşıladı:

- Buyurun, hoş geldiniz.

- Hoş bulduk, dediler ikisi birden.

- Sizi yakalamışken asla çay içirmeden göndermem diye ısrar edip, oturmalarını sağladı. Önce kuşkulanan Hene, Kübra'nın rahat tutumu karşısında rahatlamıştı. Epey sohbet ettiler; fakat bir türlü konu açılmıyordu. Kübra içinden dua ederek "Allahım! Lütfen hayırlı bir kapı aç" diyordu. Ve birden, hiç beklenmedik bir anda Hene:

- Bu, son görüşmemiz olabilir dedi.

Kübra hiç bozuntuya vermeden sordu:

- Hayrola! Yolculuk mu var?

-  Evet,

-  Nereye?

- Davam için gideceğim.

- Yani, dağa mı?

Hene cevap vermemişti. Kübra devam etti:

- Yazık değil mi sana?

- Neden yazık?

- Dağ, bir bayanın yaşayabileceği yer midir?

- Fedakârlık etmezsek, savaş kazanılmaz.

- Kime karşı  ve niçin?   Söyler misin Hene, neyin  savaşını vereceksin?

- Ezilmişliğimin!

- Birilerini ezerek mi? Birilerine zulmederek mi? Bi­ri­lerini öldürerek mi?

- ........................

- Yine susuyorsun. Söylesene oralarda ölürsen ne olacak?

-Canımı davama vermiş olacağım.

-Ya ahiret? Allah için yapılmayan fedâkârlıkların orada bir kıymeti var mıdır sence? Allah'ın davası için verilmeyen canı, oralarda nasıl karşılarlar dersin? Ya burada bizi böyle batıl davaların peşinde koşturanlar, orada bize fayda sağlayabi­lirler mi dersin? Kur'an bu tür önderlerin orada bize bir fayda sağlayamayacağını şu şekilde buyuruyor, A'raf 38’de: “(Allah onlara:) “Sizden evvel cin ve insanlardan gelip geçmiş ümmetler­le birlikte siz de ateşe girin” buyurur. Her ümmet girdikçe (kendi­sine uyup tâbi olduğu) yoldaşla­rına ve önderlerine lânet eder. Nihayet hepsi birbiri ardından orada toplanınca sonraki (izinden giden)ler evvelkiler için: “Ey Rabbi­miz! İşte bunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten iki kat daha azap ver” derler. (Allah) buyurur ki: “Her biri için bir kat fazla (azap) vardır. Fakat siz onu bilmezsiniz”.

Hene yine susmuş, cevap vermemişti. Kübra devam etti:

- Susuyor, cevap vermiyorsun. Yoksa ahirete inanmıyor musun? Şunu bil ki,  güneşe gözünü kapatıp  da, güneş  yoktur diyen­den daha aptal biri yoktur. O­nun yok demesiyle güneş gerçekten yok mu olur?  Vaat edilen gün gelip çattığında "Ben böyle olaca­ğını san­mamıştım" diyebilir miyiz dersin? Sana gitme demiyorum! Düşün diyorum, sadece düşün!

Hene söylemiş olduğundan pişman olmuştu. Si­temle konuştu:

- Hepiniz  aynısınız. Bizi  küçük  gördüğünüz  gibi,  davamızı da küçük görüyorsunuz. Sanki, sadece benim davam mı batıl? Sadece benim davama mı ahirette yer yok?

- Hayır, yanlış anlıyorsun. Öyle bir şey diyen yok. Tabi ki Allah'ın davasının dışında ki bütün davaların Allah katında değeri aynıdır. Bunu ifade eden bir ha­diste Efendimiz şöyle buyururlar "Küfür tek millettir". Ben öyle bir ayırım yapmadım. Batıl, batıldır. Batılın yerlisi, yabancısı, ırkı, aşireti olmaz.

- Beni kandırmaya çalışmayın! Eziliyorum, buna ses çıkarmıyor­sun; çünkü senin....

Kübra, Hene'nin konuşmasına izin vermedi. Sinir­lenmişti. Asabi olmak, davetçiye yakışmayan bir du­rumdu;  ama insan bu ya, zaafları oluyordu. Bağırdı:

- Asıl yanılan sensin, ben herkesi terörist mi saydım. Hayır! Bilakis sizden gördüğüm yakınlık, kom­şuluk iliş­kileri ve insanlığa hayran kaldım. Sizdeki alçak gönüllü­lük, sıcak kanlılık beni size hayran etti. Asıl an­lamayan sensin.

- Bizim yaşadıklarımızı siz yaşamıyorsunuz ki!

- Şu, sizi bizi kaldır ortadan! Hepimiz Hz. Adem'in çocukla­rıyız. Soyumuz sonuç da bir.

- Ama ayırım yapıyorsunuz.

- Neyi, kimi ayırıyorum? Söylesene! Ben de Müslümanım, üste­lik çok da önemli değil, hem de Anka­ralıyım; ama okuyamadım. Herhangi bir kamu da çalışamıyorum, oğlumu alıyor; ama beni ordu evle­rine bırakmıyorlar. Dağlarda oğlum çarpışır, iyidir; ama ben örtülü olduğum için, tu, kakayım. Onlar rahat okusun diye, kardeşim polistir; ama ben okula giremem. Adım irticacıdır, gericiyim, rejim düşmanıyım, siyasal İslâmcı­yım, bana takmadıkları isim kalmadı. Oysa ben sadece Müslümanım. Ve dinimin emirlerini yaşamaktan başka gayem, derdim yoktur. Vergi­mi alır, tepe tepe kullanırlar; ama başımda ki bir metre beze ta­hammülleri yoktur. Söylesene nerem ezilmiyor? Kim dışlanmıyor? kim tu kaka edilmiyor? Ne yani adam mı öldüreyim? Hak için, hak gaspedilmez ki. Mücadele edelim; ama, meşru hududlara ne oldu?

Berfin, “meşru” kelimesinden rahatsızlık duyarak araya girdi:

- Kimin meşru hududundan bahsediyorsun sen?

Berfin celâllenmişti. Kübra Berfin'e döndü, ona gıpta ederek cevap verdi:

- Tabii ki, bana meşruiyet sınırlarını Allah koyar. O da bana, insanların canları ve malları dokunulmazdır buyuruyor.

Hene susmuştu. Kübra konuşurken ağlamıştı, bu Hene'yi oldukça etkilemişti. Doğru konuşuyordu, onun da dertleri vardı; ama ısrar­la "Haksızlık yapılarak, hak alınmaz" deyip duruyordu.

- Biraz düşünmem gerek, dedi Hene.

Kübra içten içe sevinmişti. “İnşallah Rabbim doğru yolu gösterir” diye dua ediyordu.

Ama şartlanmış, kalıplanmış kafa yapısını, bu ko­nuşma bir müddet etkilemişti. Birkaç ay sonra Hene dağa çıkacak, bir yıl sonra bir tankın önünde can vere­cekti.

Ve fani hayata gözlerini kapayıp, ebedi hayata do­ğacaktı. Gerçeklerle yüz yüze geldiğinde batılın peşinden gitmek ona bir fayda sağlamayacak ve bunun pişmanlığı da asla işe yarama­yacaktı.

Kübra bunu duyduğunda kendi davası hesa­bına,kendi için üzülecekti. Müslüman’ım diyenler sabah namazına kalkacak kadar bir fedakarlığı göze alabili­yorlar mıydı acaba? Mırıldandı:

- Gayret içinde olanlar, sizi tenzih ederim...

 

 

›š


SEKİZİNCİ BÖLÜM

 

 

 

 

Aradan iki yıl geçmişti ki Turan Öğretmenin Bilâl isminde bir oğlu olmuştu. Oğlunun doğumundan yakla­şık üç ay sonra, elinde bir zarfla,  öğlen eve geldi ve hanımına:

- Bil bakalım, elimdeki ne? dedi. Gözlerinin içi gü­lüyordu.

- Ben nereden bileyim, diye cevapladı Kübra. Me­rak etmişti.

- Tayinim hanımcığım, tayinim.

- Sahi mi? Aman Allah'ım, peki nereye çıkmış?

- Kocaeli-İzmit.

- İzmit mi?

- İzmit-Gölcük.

Berfin, bu haberi duyduğunda oldukça üzülmüştü. Ama Kübra'dan aldığı ilimle boş durmayacak, çalışma­lara devam edecekti. Kübra'nın evi hemen bir ay içinde taşınmıştı, ayrılmak çok zor olmuş­tu. Birkaç yıl çalışma­nın ürünü olarak on beş kişilik bir ders grubu bırakmıştı arkasında.

Berfin, Kübra'yı yolcu ettikten  üç gün sonra, ders ar­kadaş­larını toplayıp bir konuşma yaptı:

- Arkadaşlar, bu dava insanlara bağlı bir dava değil­dir. Kübra yengenin olmaması bizi üzmekle beraber, kervan yürümek zorundadır. Şimdi, bu davayı duyma­yanlara, biz, duyurmak zorunda­yız. Şimdi evlerimize gidip, neler yapabiliriz noktasında düşüne­rek, fikir ürete­lim. İki gün sonra buluşur, “Ne yapabiliriz?” diye tartı­şır, karara bağlarız.

İki gün sonra buluşmak üzere ayrıldılar. Berfin, iki gün bo­yunca çok düşündü. Elindeki kitapları karıştırdı. Dü­zenli, mâkul bir program hazırladı. İki gün sonra er­ken­den kalktı. Arkadaş­larına mantı hazırladı. Eşini işe gön­dermeden önce, beraberce programı gözden geçir­diler.

Saat on üçü gösterirken  arkadaşları  gelmeye  baş­lamışlardı. Arkadaşları tamamlanınca, Berfin oturumu açtı:

- Allah'a hamd, O'nun Rasul'üne salatu selam olsun. Arkadaşlar hamd olsun O'na ki, bize hidayet nurunu görmeyi nasip etti. Şimdi, bu nuru daha çok insanın gö­rebilmesi için uğraş vermek zorundayız. Bu bir sorum­luluktur.

Bizim buralarda ilminden istifade edebileceğimiz kimse yok, ama alternatif üretebiliriz. Şimdiye dek oku­duklarımızı amele dökmek ve bir yandan da kendimizi hem ilmen de, hem kültürel olarak geliştirmeliyiz. Hatırlıyor musunuz? Kübra yenge:

“Sürekli değişim içerisinde olmak zorundayız; fakat bu değişim yozlaşma ve çürüme noktasında olmamalı. Gelişim noktasında olmalı” derdi her zaman. Şimdi ben diyorum ki, ne yapabiliriz, teklifle­riniz var mı?

Fatıma (Fatte):

- Bizi hazırlıksız yakaladın sayılır. Sen ne düşündün?

- Önce siz tekliflerinizi sunun.

- Biliyorsun, fikir konusunda sana yetişemiyoruz. Bence teklif­lerini önce sen açıkla , biz içinden tercih ya­palım. Gülüştüler. Berivan acıkmıştı, takıldı:

- Valla, aklım mutfaktaki mantılarda iken fikir ürete­bilece­ğimi hiç zannetmiyorum.

Bu, ikinci kez gülüşmelere sebep olmuştu. Ama aklı, fikri davaya hizmette olan Berfin'in taviz vereceği yoktu:

-Önce iş,  sonra mantı.  Önce  programı  çıkaraca­ğız,  sonra mantı da hediyesi olacak. Fatte:

- Hadi kardeşim, tekliflere açığız.

- Ben düşündüm ki önce en acil öğrenmemiz gere­ken konuları belirleyelim. Sonra bir takvime bağlayarak ders yapalım.

Fatte:

- Makul gözüküyor, yalnız kitap sorununu nasıl halle­deceğiz?

Berfin cevapladı:

- Önce karar, sonra çözüm!

Berfin'in  konuşması  kızları  heyecana  gark  et­mişti.  Herkes ilk maddede anlaştı. Berfin:

-Kitap sorununu da kendimize kütüphane kurarak halledeceğiz. Bütün kızlar şaşırmıştı. Hep birden sordu­lar:

- Kütüphane mi?

-  Evet, yanlış duymadınız.

- Ama nasıl olacak bu?

- Arkadaşlar acele etmeyelim. İkinci teklifim şu: Kül­tür ağır­lıklı olmak kaydıyla, belli aralıklarla bir kitap okuyup, tartı­şalım. Berivan:

- Eh, kitap  sorununu  çözeceksin  ya,  bu  kolay  bir  iş. Bari şu çözümü  söyle de, ona göre evet ya da hayır diyelim.

- Peki. Bakın hepimiz halı yastık örmeyi biliyoruz. Bizim kiler boş, oraya tezgâh kurup, yastık dokuyacak  sonra da  sata­cağız. Kübra yengeye  haber  salaca­ğız, bize  paramızla kitap alıp gönderecek. Bizim de ortak bir kütüphanemiz olacak.

Fatıma:

- Berfin, sen iyi misin? Hayal görüyorsun.

- Hayır,  hayal  gördüğümü  zannetmiyorum! İnsan istesin ve bir de azmetsin, Allah'ın izniyle her zorluğu başarır.

- Programında başka neler var? dedi Berivan ve devam etti:

- Hele konuş, elindeki kağıtlarda başka neler yazılı?

- Sosyal çalışmaya önem vermeliyiz. Her birimiz et­rafımızda ki insanlara Kur'an öğretelim. Bunun dı­şında, sırf genç kızlara yönelik bir çalışma yapalım. Bu ay da bir olabilir. Kübra yenge anlatmıştı, onlar Ankara'da kitap günü yapıyorlarmış. Biz de adına kitap günü diye­biliriz. Programın içeriği ise:

1. Şahsiyet tanıtımı köşesi ki, tarihe mal olmuş in­sanları tanı­yalım ve buna da kadınlardan başlayalım.

2. Kitap tanıtımı köşesi, bilince yönelik kitapları  ter­cih ederiz.

3. Yarışma köşesi.

4. Zamanla tiyatro köşesi konabilir. İçimizde rol ka­biliyetine sahip olan arkadaşlar, anlamlı parodiler ha­zırla­yabilirler.

Berivan hayretle sordu:

- Berfo, kendini Ankara da mı sandın?

- Neden?

- Kübra hocamız bunları anlattı; ama bizim burada böyle şeyler olur mu?

- Neden olmasın? Etrafımızda yığınla genç kız var. Hem, bilinç­lenmeye bizim kadınımızın, kızımızın hakkı yok mu? Onlar Ankaralıların anlayacağı  dille yapı­yor­larmış,  biz  de  halkımızın anlayacağı dille yaparız.

Uyuşan ayağını düzeltirken konuştu, Fatıma:

- Mantıklı! Ben onaylıyorum. Her geçen gün komü­nizmin ya da başka şeylerin ağına düşenlere, ışık tutma­lıyız.

Biraz üzerinde tartıştıktan sonra, bu fikirde kabul edil­mişti. Başından beri hiç konuşmayan Emine söz aldı:

- Haklısınız,benim  elimden  tutulmasaydı, ben,  şimdi   belki de dağdaydım. Ama çabuk göze çarparız, bizi ra­hat bırakmazlar.

Berfin:

- Hele bir  ilerleyelim. Biz yasak  bir  şey  yapmaya­lım, tedbir alırız, takdir Allah'ındır. Şimdiden korkuları­mıza yenik düşmeyelim.

- Haklısın, dedi Fatıma ve sordu:

- Başka konuşacak şeylerin var mı?

- Evet. Ramazan yaklaşıyor, halkımızın anlamsız bir biçimde, hatim etmeleri kanıma dokunuyor. Bir ay bo­yunca gidip Allah'ın kelâmını okuyor, dinliyorlar da, yeniden dirilmiyorlar, dirilemiyorlar. Ramazanda hepi­miz kendi bölgemizde Kur'an okuyalım ve özellikle de imandan bahseden âyetlere ağırlık vererek, Kur'an'ı hal­kımıza anlatalım. Kur'an'ın neden geldiğini, bize ne­ler­den bahsettiğini anlatalım, Allah'ı tanımak nedir? O'nu sevmek nedir? Bunları anlatalım. Ne diyorsunuz?

- Buna ne denebilir ki? diye cevap verdi arkadaşları. Berfin devam ederek:

       - Ramazanın feyzinden istifadeyle bunu yaptıktan sonra, Cuma günlerini değerlendirmenin yolunu araya­lım. Cuma saatlerinde, Kur'an okuyup aynı çalışmayı sürdürebiliriz. Bit­medi; ayrıca aramızda bir fon tertip edelim, sonra elimize geçeni bu havuza atalım, sadaka günü tertip ederek, her hafta bir yoksul aileye yardım yapalım. Doğum yapana, hasta olana, cenazeye mut­laka gidelim.

Fatıma dayanamamıştı:

- Hop hop hop, yavaş ol!  Kendi  sorumlulukları­mız  da  var, bu kadar işi nasıl yapacağız?

- Canım benim,  hep birden konuşunca çok gibi geldi. Her gün doğum yapan, her gün ölen olmaya­cak ya? Şimdi önce sorumlulukla­rı paylaşalım.

Berivan sordu:

- Nasıl yani?

- Nasıl mı? Meselâ fon sorumlusunu seçelim; bir baş­kanımız olsun, sadaka gününün sorumlusu olsun vs. Güzel bir disiplin içerisinde yürütelim, organizeli ve muntazam.

- Yani örgüt mü kuruyoruz? diye sordu Emine.

- Hayır! dedi Berfin kesin bir ifadeyle:

- Bu, disipline olmak,  dayanışma duygusunu geliş­tirmek.

Kararlaştırmışlardı. Herkes kendi sorumluluğunu üstlenmiş­ti. On beş günde bir değerlendirme yapmayı kararlaştırdılar. Son­ra hep beraber mantıyı pişirip yedi­ler. Bulaşıkları yıkadılar. Güzel bir çay demleyip içerler­ken programın üzerinde konuştu­lar. Ertesi gün Berfin'in kilerini düzenlemek üzere sözleşerek ayrıldılar.


Diğer tarafta…

Şilan, üçüncü çocuğuna doğum yapmıştı. Artık ha­yattan kesin­likle bir şey anlamıyordu. Büyük bir boş­luktaydı. Benim kadar dertli biri daha var mı? diye dü­şünüyordu. Babasının, abisi Mahmud'tan sonra psiko­lojik hastalığa yakalanmasıyla, annesine verdiği eziyet, anasının; "Oğluuum Mahmuuuud" diyerek ciğerle­rinin âdet yanması. Mustafa’nın ölüm şekli, kaynanası, töreler ve evin ağır iş yükü. Bütün bunlar Şilan'ı canından bez­dirmişti. Tek tesellisi Ali'nin, derslere gittikten sonra, Şilan'a davranı­şının düzelmiş olmasıydı.

Turan Öğretmenin gidişinin üzerinden yaklaşık iki yıl geçmişti. Ali, kaç gündür düşündüğü konuyu, nihayet annesine açtı. Annesi önce karşı çıkmış; sonra Ali, “Ana, bölgenin karışıklığını biliyorsun, çocuklarım da büyüyor onların geleceğini düşünmem gerekiyor" diyerek ikna etmişti. Odadan çıktığında elinde bulaşıklar, içeri gir­mekte olan Şilan'a:

- Bavulumu hazırla, dedi.

- Ne bavulu?

- Yarın İzmit'e gidiyorum.

- İzmit’e mi? Neden?

- Ne yapacaksın?

- Bilmek hakkım değil mi?

Ali  içinden  kendi  kendine  kızdı. "Takıntılardan  kurtulmak ne kadar da zormuş. O benim hanımımdı, bilmesi hakkı".

- Gidiyorum, orada dükkan açacağım.

- Ya biz? diye sordu, Şilan çekinerek.

- İşlerimi yoluna koyup, sonra sizi de götüreceğim.

Şilan duyduklarına inanamamıştı. Hiçbir şey sor­madı, soramadı. Ali İzmit'e gelmiş, akrabalarının  bulun­duğu  Gölcük'te  bir dükkân bulmuştu. Dükkânı açmak, ardından ev bulmak biraz zaman almıştı. Hele üç ço­cuklu olduğunu ve bir  de doğulu  olduğunu du­yan ev  vermek  istemiyordu. Nihayet  tek  katlı  müsta­kil  bir ev  kiralamıştı. Memleketine  telefon  açıp, abi­sinden  Şilan  ve çocukları  hazırlamalarını  istedi. Şilan,  bu  işe  se­vinsin  mi, yoksa varı yoğu anasından uzak­laştığı için üzülsün mü? bilmi­yordu. Bavul ve balyalarını hazırlar­ken mırıldandı:

- Acaba beni nasıl günler bekliyor?

Anasından ayrılmak oldukça zor olmuştu. Anası için de durum aynıydı. Mahmud'un acısına şimdi de Şilan'ın hasreti ekleniyor­du. Son kez kucaklaşırken zor ayırmış­lardı, ana, kızı birbirin­den.

Acı ve az da olsa tatlı günlerinin olduğu memleke­tini bırak­mış ve hiç tanımadığı, kendisi için meçhul olan bir yolculuğa gidiyordu Şilan...

 

›š


DOKUZUNCU BÖLÜM

Saliha Hoca Hanım, kuşluk namazından henüz se­lâm vermişti ki, telefon çaldı. Telefonu kaldırdığında, tanı­madığı bir erkek sesiyle karşılaştı. Telefondaki ses:

- Alo, Selâmün aleyküm dedi.

- Ve aleyküm selâm.

- Bacım, adım Ali. Turan Öğretmen numaranızı verdi. Eşinizle görüşebilir miyim?

- Eşim evde yok. Notunuz varsa alabilirim.

- İş telefonu var mı?

- Evet, bir dakika vereyim...

Saliha Hanım numarayı verip, kapat­tı telefonu. Tu­ran Öğretmeni ve Kübra'yı iyi tanıyordu.

Henüz tefsir dersinin başına oturmuştu ki, telefon tekrar çaldı. Bu defa arayan eşi Abdülkerim’di:

- Akşama müsait misin? dedi. Şayet müsaitsen çay içmeye gide­lim, diyordu. “Evet” cevabını verip, telefonu ka­pattı. Saliha Hanım, tekrar tefsir dersinin başına döndü. Fatiha sûresini çalışıyor, çalışırken de mest olu­yordu. Müthiş bir sûreydi. Kur'an'ın hangi sûresi müthiş de­ğildi ki, istisnasız hepsi mucizelerle doluydu. Kur'an'ı an­lamaya çalışmak kadar güzel bir iş, güzel bir duygu ola­mazdı.

Nitekim akşam olunca Abdülkerim eve gelmiş ve Saliha Hanım da yeni bir arkadaşla tanışacağını öğren­mişti. Bu, Şilan'dan başkası değildi. Turan Öğretmen de Abdülkerim'i aramış, Ali ile ilgilenmesini istemişti.

Şilan da heyecanlıydı. Dört aydır gelmiş olmasına rağmen daha kapısını kimse açmamıştı. Gelenin bir de hoca olduğunu duyması heyecanını iki katına çıkarmıştı. Kültürlerinde vardı, ilim ehline ellerinden geldiğince hürmet ederlerdi.

Ali, Abdülkerim'i dükkânına götürmüştü. Saliha  Hanım  kapıyı tıklattı. Şilan kapıyı açtı, önce şaşırdı, ka­pıda tepeden tırnağa örtülü, sadece yüzünün az bir kısmı gözüken bir hanım duruyordu. Hemen kendine geldi:

- Hoş gelmişsen! İçeri buyur, dedi .

Saliha Hanım:

- Selâmün aleyküm, diyerek gülümsedi.

Ve içeri girdi. Tanıştılar. Şilan'ın çekingen tavrı, Saliha'nın gözünden kaçma­mıştı. Saliha'nın gö­zünden kaçmayan bir nokta daha vardı o da, Şilan'ın hiç yap­macık tavrının olmadığı idi. O kadar doğal hâ­liyle dav­ranıyordu ki âdeta "Ya olduğun gibi görün, ya da gö­ründüğün gibi ol" sözünün canlı örneğiydi. Ken­dince hazırladı­ğı ikramları koydu. Yığınla hazırlık yapıp, ar­dından "Kusuruma bakmayın" diyenlere inat, çayı ve peyniri çekinmeden koymuştu bu yeni misafirin önüne.

Çocukları oldukça hırçındı. Saliha sordu:

- Çocukların hırçınlığı çok bariz bir şekilde ortada,  nedeni nedir acaba?

- Bilmem ki. Bizim orada böyle değillerdi. Dört ay­dır insan yüzü gördükleri yok. Kimse gelmedi, kapımızı aç­madı. Kübra Hanım hariç. Sizi görünce şımardılar her­halde.

Diğer tarafta,  Ali uzun zamandır çektiği derdin ila­cını bulmuş hissiyatıyla, Abdülkerim'e:

- Hoca, bacıma söyler misin, bizim  hanımla  ilgilen­sin? İlme  ihtiyacı var, diyerek ricada bulunmuştu.

Saliha  eşiyle  oradan  ayrılırken, hoş  bir  insanla  tanışmış olmanın huzurunu yaşıyordu.

Bir hafta sonra, Saliha'nın Kur'an talebelerine bir yenisi daha eklenmişti. Bu da Şilan'dan başkası değildi. Otuz yaşına gelmiş, hiç okul yüzü görmemişti.

Çekingen bir tavırla oturdu ve sırasını beklemeye başladı. Bir yandan da derse gelenleri kolaçan edi­yordu. Sıra kendisine geldiğinde kalbi yerinden çıka­cakmış gibi atıyordu. Heyecanını fark eden  Saliha  Ha­nım, konuş­turarak  heyecanını  yatıştırmaya çalıştı.

Saliha Hanım, evinin  bir odasını mescit  yapmıştı. Öğleye kadar hanım ve genç kızlara Kur'an, Arapça, Tefsir gibi konularda dersler veriyordu.

Şilan’ın içinde bulunduğu grup Akaid ve Kur’an dersi alıyordu. Saliha Hanım,  Kur’an’dan okuttuğu bö­lüm  hakkında  açıklamalar yapıyor  ve  ısrarla  Kur’an’ı  anlamaya  yönelik çabalarımızın olması gerektiğini vurguluyordu.

Şilan, bir ay geçmeden Kur’an’ı öğrenmiş ve okuma yazma dersi almaya başlamıştı. Âdeta yılların acı­sını, hıncını çıkarı­yordu. İçindeki okuma aşkı yine alev­len­mişti.

Öğrendikçe kendini yeniliyor,  yenilendikçe ilme olan iştiyakı daha da artıyordu.

Ve bu sabah, yine derse gelmiş ve yine herkesi şa­şırtmıştı; çünkü Şilan tesettüründe de yenilik yap­mış, takva bir mü'mineye yakışır şekilde, ölçülere riayet ede­rek kapanmıştı.

Ali, hanımındaki bu hızlı gelişimden oldukça mem­nundu. Elinden gelen her türlü kolaylığı sağlamaya çalı­şıyordu. Şilan ise, duygularını anlatmaya kelime bulamıyordu. Yere basmıyor, âde­ta havalarda uçu­yordu. “Aman Allahım! Hidayeti bulmak, Sana giden yolları gör­mek, Sen'in için yaşamak, Sana kavuşmayı ummak ne müthiş bir şeydi.”

İlk geldiği günlerde gurbet Şilan'ı oldukça etkile­mişti. Ama Saliha ablasıyla tanıştıktan sonra gur­bete, hasrete dayan­mak daha kolay olmuştu Şilan için. Dert­lerini dinleyecek bir ablası vardı.

O gün Saliha Hanım, Şilan'ı  ve ailesini akşam ye­meğine davet  etmişti. Şilan  dersten  sonra  gitmemiş, Saliha  ablasına yardım ediyordu. Çocuklarla ise  o gün eşi ilgileniyordu. Akşam olduğunda çocuklar ve erkek­lerde işten gelmişlerdi. Yemekler yendi, Şilan'ın  yardı­mıyla  bulaşıklar  yıkandı.  Saliha  Hanım, mutfakta çay demliyordu. Çayı hazırlayıp içeri girdiğinde Şilan’ı ağ­larken  buldu  ve  oldukça  şaşırdı. Meraklanmıştı, telaşla sordu:

- Hayrola Şilan! Ne oldu?

Şilan, ağladığının fark edilmesinden oldukça rahat­sız olmuştu. Cevap verdi, ağladığını kamufle etmeye çalışa­rak:

- Yok, yok bir şeyim.

Saliha Hanım itiraz etti:

- Olur mu canım? Bir şey olmasa ağlar mısın?

Birden haberlere takıldı gözü. Dağda çatışma oldu­ğunu, beş askerin vurulduğunu, buna karşılık çok sayıda teröristin vurul­duğunu söylüyordu.

- Yoksa, asker de biri mi var?.

Şilan ağlamaktan cevap verememişti. Başını iki yana salladı sadece. Saliha Hanım iyice merak etmişti. Israr etti:

- O zaman, ne? Yoksa ananı mı özledin?

Sustu; çünkü Şilan cevap vermiyordu. Az  sonra Şilan susmuştu, gözlerini sildi. Saliha ablasına baktı:

- Abla, hakkını helâl et! Sen benim her şeyimsin, se­ninle tanış­tıktan sonra buraları sevdim,  acım hafifledi. Anam da sensin, bacımda, ablamda, hocam da sensin.

- Dur dur! Ben o kadarına lâyık değilim. Hem ablan­sam, neden ağlamanın sebebini söylemiyorsun?

- Haber beni etkiledi.

- Neden? Şeyy, yani ben de etkileniyorum, üzülme­mek elde değil; ama seni...

Şilan ablasının sözünü kese­rek konuştu:

- Senden saklayacak değilim. Benim abim de dağda. Öldürülen­lerin isimlerini vermedi; ama her ça­tışmada yüreğime kor düşü­yor. Hem sadece benim mi? Anamın yüreğine de, babamın yüreğine de, bacımın yüreğine de.

Saliha  Hanım  duyduklarına  inanamıyordu. Çok  şaşırmıştı. Şilan ise konuşmalarını sürdürüyordu,  göz­yaşlarının eşliğinde:

- Hemen hemen on yıl oldu, haber alamadık. Ba­bamın gitmediği, aramadığı dağ kalmadı. Ne ölüsünü görebildik, ne de dirisine rastladık. Onun acısı bizi bi­tirdi be abla! Öldüğünü bilsek, şükredeceğiz; ama haber alamamak çok kötü. Ne olduğunu, ne yaptığını bileme­mek çok kötü!

- Nasıl oldu? Neden böyle bir şey yaptı?

- Nasıl olduğunu bilmiyorum; ama nedenini  sorar­san çoook ama çook neden var?

- Ne demek bu? Hiçbir şey adam öldürmenin ne­deni olamaz, öyle değil mi?. Hele de İslâm'da adam öldürmenin büyük günahı var.

- Sen, bizim oralara hiç gittin mi be abla? Yaşam şartlarını yakından gördün mü? Sen hiç yok sayıldın mı? Bir yolculuğa çıkarken bilmem kaç yerde yolun kesilip de arandın mı? Cüzdanın istenirken "Ver lan cüzdanını" diyerek hakaret yedin mi? Evin arandı da izin belgesi isteyince, karşılığında küfür yedin mi? Sırf ırkından do­layı terörist muamelesi gördün mü? Potansiyel suçlu olarak görüldün mü?

Şilan'ın peş peşe gelen soru yağmurunun karşısında şaşıran Saliha Hanım, Şilan'ın yanına oturdu. Elini om­zuna koydu. Yanık yanık ağlaması dokunmuştu Saliha'ya:

- Bak bacım! dedi şefkatle ve devam etti:

- Seni anlıyorum. Kardeş acısı zor; ama duygular başka, hayatın gerçekleri başkadır.Bu konuyu seninle sonra konuşmak isterim.

- Neden şimdi değil?

- Çünkü çok  duygusal  bir  andasın.  Beni  yanlış  anlamandan korkarım. 

Şilan da sarıldı Saliha ablasına:

- Ahh! Ablacığım, seni nasıl seviyorum bir bilsen! Hiç seni yanlış anlar mıyım? Hayatımda senin gibi birini hiç görmedim..

- Estağfirullah, Şilan öyle söyleme. Şimdi ben de kendimi ger­çekten bir şey zannedeceğim. Nefis ne kadar sinsidir bilir misin sen? Hemen kendini beğenmeye başlar.

- Sen öyle söylesen de benim kanaatimi değiştire­mezsin. Bak abla, ben çok çile çekmiş biriyim, dolayı­sıyla acıyla pişmi­şim. Duygularıma öyle kolay esir düş­mem inşallah.

- Yani?

- Yani, şimdi konuşabiliriz.

- Şu demin saydığın nedenler, adam öldürmek için birer sebep midir?

-………………..

- Neden sustun? Sen de biliyorsun ki, bunlar sebep olmaz, ola­maz, olmamalı. Peygamberimiz Mekke'de iken nice sıkıntılar çekti, nice işkencelere maruz kaldı. Hem sadece Efendimiz değil, O’na inanan herkes işken­ceden nasipleniyordu. Gelip de "Bir şeyler yapmayacak  mıyız?"  dediklerinde O:  "Sabır"  demiştir,  "Sabır, siz­den öncekilerin başlarına daha şiddetli şeyler gelmişti". Yani anlayacağın adam öldürmeye teşvik değil, imâ bile et­memişti. Hatta Taife gitti de.

- Taif mi?

- Evet, Arabistan’ın bir şehri. Orada,  O’nu taşlaya­rak, şehre bile sokmadı­lar. Dağları başlarına uçurmak için melek geldi de, o izin vermedi. Buna rağmen hak­sızlıklar karşısında susmuyor,  fakat  hak ararken haksız­lık yapmıyordu. O zamanlarda kurulan ve insan hakla­rını savunan “Erdemliler Derneği”ne  kendisi de katıl­mıştı. Hılf-ul fudul denilen bu dernek,  zulme uğrayanın hakkını savunma paktıydı.

- Ama bize zulmediliyor.

- Siz de zulmedenlere. Peki fark nerede? Zulmede­nin adı zalim değil mi? Ben, haksızlıkları yok saymıyorum. Haksızlıklar var; lakin haksızlık yaparak hak alınmaz, alınmamalı diyorum.

- Başka çaremiz mi var?

- Şilan kardeşim! İnsanoğlu şaşkın; çünkü bir boş­lukta. Manevi­yat yoksunu olduk. Maneviyat boş olunca da yerini başka şeyler dolduruyor; ama hiçbiri de çâre olmuyor. Baksana! Vahyi kaldır­dılar yerine ne koydular, çare oldu mu? Olabilir mi? Olması mümkün mü? Bütün halk sıkıntı içerisinde. Bu sıkıntı, sosyal alanda, ekono­mik alanda, aile alanında velhâsıl her alanda.

Bizi sunulan cici demokrasilere baksana, kime hangi mutluluğu vermiş? Bir avuç tuzu kurunun dışında kim mutlu? Hiç kimse. Dağlarda nice gençler nede­nini, niçinini bilmeden birbirlerine kurşun sıkıyorlar. Ne için? Niçin anarşiye başvuruyorlar?

- Biz de bunu söylüyoruz.

- Şartlanma lütfen, önyargılı olma! Dağlardakiler amaçlarına ulaşsalar ne olacak? Sonuçta birilerinin canı yanmaya devam etmeyecek mi? Sanki savundukları şeyler kime mutluluk, huzur getirecek?.

- Haksızlığa uğramayınca anlamak zor?

- Sitem etme! Ben senin ablanım ve iyiliğini istiyorum. Sanki sadece sıkıntıyı sen mi  çekiyorsun?  Biz de sıkıntılıyız, baksana başörtülülerimize, kapılarda peri­şanlar. İnancımızı yaşayamıyoruz horlanıyor, gerici olu­yoruz. Kısacası kendi ülkemizde inancımızı yaşamak imkânından yoksunuz.

- Ama pasifiz. Yani Müslümanlar olarak.

- Unuttuğun bir şey var.

- Ne?

- Bizim hayat düzenimizi Allah vaaz ediyor. Ve uy­gulanış şeklini de Rasul'ümden alın, diyor. Böyle olunca da ada­let gündeme giriyor. Dolayısıyla hakkını nasıl araman gerektiğini de, ne yapman gerektiğini de yine O'na ve Rasul'üne sormak sorumluluğumuz var.

- Peki, ne yapmak gerekiyor?

- Güzel bir soru. Hemen Mekke'ye bakıyoruz.

- Yani İslâm'ın hakim olmadığı döneme.

- Evet. Ne var Mekke’de? Tebliğ ve eğitim çalışma­ları. Ve ardından gelen sıkıntılara sabır. Sabır, bir şey yapmadan beklemek demek değildir. Aksine iş yapar­ken gelen sı­kıntılara katlanmak­tır. Hepimiz, tüm Müslü­manlar ima­nın imtihanından geçmek zorun­dayız. Öyle “inandım” demek kolay. Asıl imanı ispat etmek önemli, öyle değil mi?

- Seni tanımasam, bize karşı olduğunu sanırdım.

- Aman, Şilan sendee! Birtakım kuruntulardan kur­tulmak gerekir. Bu konudaki  naslar  açıktır.  Üstünlük  sadece  takva  iledir. Siyah ya da Beyaz, Laz ya da Çer­kez. Türk ya da Kürt olmakta değil­dir.

- Evet, biliyorum. Canım ablam benim! Çektiğimiz sıkıntıyı, acıyı ancak Allah bilir. Biz ister miydik biricik civanımıza hasret kalalım, acı çekelim, yüreğimiz yan­sın, biz ister miydik? Ama elimizden tutan yok, bize açık­layan yok, bu boşluğu dolduran yok. Gençlerimiz ziyan oluyor. Sen oraları bilmezsin; insanlar iki taş arasında kalmış, birçoğu ne yapacağını bilmez durumda.

- Ne açıdan?

Bu anarşi  yüzünden.  Elinden  tutan, yardım  eden  yok  ki. Teröristler yardım istiyor, verse suç, vermese  suç.  Verince devlete karşı suçlu, vermeyince teröriste  karşı. Ahh, ah!  Çok  zor, zor, hem ne  zor! İnsanın  bir  par­çasına  ne  olduğunu  bilmemek, ölü mü, yoksa sağ mı? Hasta mı yoksa aç mı? Bilmemek çok zor.

- Evet, inan bana seni anlıyorum. Bak sana ne diye­ceğim; ben kadın haklarının konuşulup, tartışılacağı bir seminere davet­liyim. Benimle gelmek ister misin?

- Buna sevinirim. Abla be! Beni yanlış anlama lüt­fen. Bu duru­mum geçen gün anlattığın "Asabiyet" konu­suna girer mi? Bilmem ama vurulanları duyunca ol­dukça üzülüyorum. Nasıl üzülmeyeyim babam sinirsel hasta oldu, anam erken yaşlandı; babamın derdi bir yandan evlât acısı bir yandan. Kısacası hayatımız alt üst oldu, sanki çok düzenli bir hayatımız vardı da (?).

- Tabi  ki  evlât  acısı   zordur; ama  zorluk  başka, olayları objektif değerlendirmek başka şeydir. İnsan mutluluğu İslâm'dan başka bir yerde ararsa hata yapar, zaten bulamaz. İslâm siste­minin sahibi Allah'tır. Sahibi Allah olan bir sistem kusursuz­dur. Haa, şunu da unut­mamak gerekir, mutlaka ki bu sistemi uygula­yanlarda  hata olabilmiştir ve olmuştur da. Ama bu, sistemin aslını bağlamaz. İnsan kafasının mahsulü olan sistemler bütün insanlığa huzur,  mutluluk getiremezler. Zaten  İslâm  ile bir başkası kıyas bile yapılamaz. Neden? Çünkü birinin sahibi Allah, diğerinin ki ise insan.

- Nerde bulacağız? Baksana halkın bir çoğu "Kahrol­sun şeriat" diye bağırıyor.

- Biliyorsun ki "Kahrolsun Şeriat!" demek: Allah'ın dü­zeni kahrolsun demektir. Hem de bunu Allah'ın "Kahhar" isminden isti­yorlar, mantıksızlığa bakar mısın?. Hem bir Müslüman hedefe yürümekle görevlidir, varır ya da varmaz o takdirdir. Biz, şimdi temiz nesillerin ye­tişmesi için elimizden gelen gayreti yapma­lıyız. Bizim sorumluluğumuz bu. Bir Müslüman kadın olarak Allah'ın bizden ne istediğine bakmalı, haklarımızı iyi bilmeli ve yapılması gerekenlerde mutlaka yerimizi almalıyız.

- Haklısın. Şimdiye dek hep batıl zihniyetlere hizmet ettik. Bu açığı kapatmak gerek. İyi ki varsın be abla. Bana bu gurbet ellerde her şey oldun, ama her şey.

- Yine başladın ve yine abartıyorsun.

- Mütevazılığından böyle konuşuyorsun. Hem abla be, ben senin cenneti kazandığını söylemiyorum ki, bana iyiliğin çoktur diyo­rum.

- Neyse neyse, biraz daha konuşursan ben de ken­dimi gerçekten bir şey zannedeceğim. Biliyor musun? İnsanı yüzüne karşı övmek de hoş karşılanmamıştır.

- Öyle mi?

- Çünkü, nefis kendini beğenmeyi sever ve kibire ka­pılırsa her şeyi kaybeder. Kibir, nefis hastalıklarının en kötüsüdür diyebiliriz. Allah bizi nefsimizin şerrinden mu­hafaza buyursun.

- Amin. Ben bilmeden sana kötülük ediyormuşum desene. Hakkını helâl et.

- Helâl olsun. Sen de helâl et.

Diğer tarafta…

Berfin'in kilerini “Dar-ul Erkam”a çeviren, Berfin ve ar­kadaş­larında hummalı bir çalışma vardı. İki dikiş makinası, bir tane de halı tezgâhı koymuşlardı.

Sağduyulu ve halkın gerçeklerini yazan bir gaze­tede, İstanbul’da ki birtakım Müslüman hanım yazarların öncülüğünde Afganis­tan için kermes çalışması başlatıl­mış olduğunu ve inanan herke­si desteğe çağırdıklarını okumuşlardı.

Hemen istişare için toplanmışlar ve hem tanıdıkları­nın kapısını çalmayı ve hem de bir şeyler üretmeyi ka­rarlaştır­mışlardı. Her gün iki kişi mutfakla ilgileniyor, dört kişi sair mahalleleri dolanıp, tanıdıklarından yardım alı­yorlardı. Diğer kızlar ise dikiş bilenler dikiş dikiyor, bir kısmı da tezgahta kol çantaları ve duvar aksesuarları üretiyorlardı.

Bu gün mahallelere gitme sırası Berfin ile Fatıma da idi. İşe uzak  mahalleden  başladılar. Ellerindeki  çuvalı sırtlarında taşımaları gerekiyordu. Zira mahalle minibüsü  ya  da  belediye arabası  gibi bir olanakları yoktu.

Berfin'in  tanıdığı, bir  yıl  Bursa  da  kalmış  ve  bu  arada İslâm'ı tanımış Emine Hanımın kapısını çaldılar. İçeri girdiler, Emine Hanıma durumu izah ettiler. Emine Hanımın gözleri dolmuştu hamd etmişti; Allah'a ve Kübra'ya dua etmişti.

Berfin ve Fatıma, Emine Hanımın tüm ısrarına rağ­men ikrama kalmamışlardı; çünkü  dolaşacak çok  ka­pıları  vardı. Emine  hanım da bir kaç adres verip “Selâ­mımı söyleyin, ilgilenirler” demişti. Her tanıdık bir ya da birkaç tanıdığa gönderiyordu. Besmele ile çıktıkları yolu, Allah, bu günü çok bereketli kılmıştı. Üç çuval malzeme toplanmıştı. Berfin birini sırtladı. Fatıma sırtlanmakta zorlanıyordu. Berfin'e:

- Ya Berfo! Ben bunu sırtımda götüremem!

- Neden o?

- Neden mi? Ayıptır, inan ki utanırım. Yolda insan­larla karşı­laşacağız .

- Hatırlıyor musun? Tarih dersinde işlemiştik. Hz Ömer sırtına çuval  alıp, fakire  taşıyordu. Nefsi  görü­yor  musun? Terbiye kardeşim, nefsi  terbiye  etmek lazım.  Şimdi  sen  bunu  niçin taşıyorsun?

- Allah için.

- O halde sorun nerede?

- Galiba haklısın. Hadi gidelim, geç oldu. Euzu besmele çekmem lâzım.

Zorlukla  getirebildiler.  Kızlar,  evdeki  çeyizlerinden  de ne varsa ortaya koymuşlardı.

Son gün hepsini elden geçirdiler. Özenle paketledi­ler. Şimdi sıra postalamakta idi.

Dikkat çekmemek için, belli aralıklarla çuvalların ucundan tutup, postahaneye geldiler. Hepsi çok yorgun ama mutluydular. Yüzlerinde Allah için, O'nun dini için bir şeyler yapmanın huzuru vardı. Ama postahanede onları bir sürpriz bekliyordu.

Kızlar gelmiş, arkadan gelen Berfin'i bekliyorlardı. Berfin gözü pek, açık sözlü, uyanık bir yapıya sahipti. Berfin içeri girince kızların bazıları kalabalık olmasın diye dışarı çıktı. Berfin ilgili memurun yanına gitti.

- Bayan! İstanbul’a paket göndermek istiyorum, dedi.

Memur bayan başını, karıştırdığı evraklardan kal­dırma­dan cevap verdi:

- Bekleyin.

Yaklaşık yirmi dakika beklediler. Bayanın oyalan­dığı her halin­den belliydi. Berfin içinden “lâ havle” çeki­yordu.

Nihayet  Memur  Hanım  çuvalları  önüne  koydur­tup, içlerini kontrol etmeye başladı. Güzel güzel elişlerini görünce sordu:

- Bunlar kimin çeyizleri? Berfin cevapladı:

- Kendimizin.

-  Nereye gönderiyorsunuz?

- İstanbul'a. Memur Hanım adrese baktı:

- Ne alâka, diye söylendi. Sonrada yanındaki me­mur arkadaşına dönerek:

- Şuraya bakar mısın? Ne güzel şeyler bunlar! Gön­derdikleri yer bir vakıf. Ne alâka?

Berfin'e dönerek:

- İstanbul’daki vakıfla sizin çeyizinizin ne alâkası  var?

Berfin kendinden emin bir şekilde cevapladı:

- Maddi  bir  bağımız  yok.  Gazetede  ilan  gördük, Rusya ile çarpışan Afganistan mücahidlerine yardım kermesi hazırlamışlar, biz de destek için gönderiyoruz.

Bayan, arkadaşına dönerek alaylı bir şekilde ko­nuşmasını sür­dürdü:

- Bunları hep böyle kandırıyorlar. Şu güzelim şey­lere bak. Se­çip seçip, kendilerine alacaklarından emi­nim. Zavallılar!

Berfin, deminden beri kendini zor zaptediyordu. Za­vallı kelime­sini duyunca patladı:

- İşinize baksanız daha iyi olur. Biz zavallı değiliz.

- Bak, bak, bak! Neler de biliyormuşsun sen?

- Bize hakaret etmek hakkını nereden alıyorsunuz?

- O örtünün altında, nereden buluyorsun bu lâfları.

- Bana bakın, örtüme dil uzatmaya kalkmayın! Lüt­fen işinizi yapın! Siz postahane memuru musunuz yoksa sorgu, yargı memuru mu?

- Fazla konuşma! Sizin gibileri  çok gördük, örtünün altında...

Berfin, kadının sözünü tamamlamasına müsaade et­medi:

- Nedense Allah'ın düşmanlarının ortak eylemi; örtü düşmanlığı.

Uzanıp kadının yakasından tuttu ve konuşmasını sürdürdü:

- Bana bak! Ben senin gibi dudağı boyalı, parmağı cilalıları da gördüm; neler yaptıklarını da iyi bilirim.  Ama ben senin gibi yobaz  olmadığım için  hepsini  aynı  kefeye  koymuyorum. İşine bak duyuyor musun beni? İşine bak da gidelim!

Kadının rengi kaçmıştı. Anlaşılan zor kayaya çarp­mıştı. Polis müdahale etti. Berfin ve arkadaşları, kara­kola götürüldüler. Çe­tin bir sorgulamadan sonra bırakıl­dılar. Eve gelip değerlendirme yaptılar. Arkadaşla­rından bazıları:

- Bir müddet derslere ara verelim, dedilerse de Berfin itiraz etti:

- Hayır, biz yasak bir şey yapmıyoruz. Okuduğumuz kitaplar da yasak yayın değil. Tedbir demek, hiçbir şey yapmadan otur­mak demek değildir ve oturulacak za­manda değildir. Bu işi başar­dık hamd olsun. Şimdi yeni programlar üzerinde konuşmalıyız. Ve taâ ki, Azrail canı­mızı almaya gelene kadar İslâm için, Allah'ın rızası için. Ahirete gittiğimiz de Muhammed (s.a.v.) yanında yer ala­bilmek için çalışmalı, çalışmalı ve yine çalışmalıyız. Çünkü Allah'ın katında oturan ile O'nun dini için çalışan bir değil­dir.

 

›š
ONUNCU BÖLÜM

 

 

 

 

Salon tıklım tıklım doluydu. İnsanların insanca ya­şama haklarını savunan derneğin davetlileri doldur­muştu salonu. Türkiye'nin dört bir yerinden gelen misa­firler yerlerini almış­tı. Şilan da Saliha ablasıyla gelmişti. Saliha Hanım da konuşma­cılar arasında yerini almıştı. Tartışılacak konu “Kadın Hakları ve Türkiye’de Kadın” idi. Oluşturulan platformda her düşünce­yi temsilen ka­dınlar vardı.

 Kısa bir tanışma faslından sonra organizatör kadın açılış konuşmasını yaptı. Ve konuşmacılar sırayla kendi inanç ve düşünceleri açısından konuyu anlattı. Femi­nistleri temsilen konuşan bayanın "Erkeklere ölüm" de­mediği kalmıştı.

Saliha Hanım da kendi  inancı  açısından  "İslâm’da  Kadın" konu başlığıyla sunmuştu konuşmasını. Güzel özetlemişti. Kadının yerlerde sürünmekten alınıp, baş tacı nasıl  edildiğini,  akıcı bir konuşma üslubuyla anlattı salondakilere. Şimdi sıra dinleyi­cilerde  idi.  Konuşma­cılara  soru  sormak  isteyen,  soracaktı. İlk söz alan bir kadın, "Cumhuriyetle birlikte kadınlara haklar verilmiş­tir" diyen bayan konuşmacıya sordu:

- Türkiye’de kadının okuma hakkı var mıdır?

- Elbette var. Bunda hiç şüphe yok!

- Peki başörtülüler kadın değiller mi ki, okuma hak­ları elle­rinden alınıyor? Türkiye’de birçok hak gibi,  ka­dın hakları da yoktur. Salon alkıştan âdeta inledi. Bir diğeri Saliha Hanıma sordu:

- Örtünmeye mecbur olmak, kadının özgürlüğünü kısıtlamıyor mu?

- Ne münasebet hanımefendi! Özgürlük denilince bir yerleri açmak olarak algılamak kadar yanlış bir dü­şünce olabilir mi? Önce özgürlüğün tanımı  yapılmalı.  İnsan sosyal bir varlık ve toplumla  yaşamak  zorunda. Dolayı­sıyla toplumun huzuru  için bazı noktalara dikkat et­mesi gerekmez mi?.

Oturumu yöneten müdahale etti:

- Cevap süreniz doldu!

- Özür dilerim, toparlıyorum. Şu kadar diyorum ki: İslâm özgür­lükleri kısıtlıyor diyenlerin, insanları sırf dü­şünüyor ve düşüncesini ifade ediyor diye her gün hapis­lere kapattıklarına şahit olmuyor muyuz?

Salonda bir alkış tufanı kopmuştu. Şilan ise iyice dolmuştu. Bunlar ne konuşuyorlardı? Deminden beri söz alıp almama konu­sunda, içiyle savaş halindeydi. Cesa­retini toplayarak mikrofonu istedi. İçinden Euzu besmele çekip, Allah’a sığındı ve konuşmaya başladı:

- Selamünaleyküm. Ben doğulu bir kadınım. De­minden beri "Tür­kiye’de Kadın Hakları”ndan bahsedi­yor­sunuz, cumhuriyetle kavuşu­lan hakları anlatıyorsu­nuz, Allah aşkına hangi haktan bahsedili­yor? Ben anla­yama­dım! Özür diliyorum, ben köylüyüm ve okul yüzü gör­memişim, konuşmam da olan hataların mazur gö­rülme­sini rica ederek söylemek istiyorum ki, ayaklardaki bir karış topuklu ayakkabıyla, çarık giyen kadını; par­mak­lardaki ojeyle, nasır tutan elleri; dudaklardaki bo­yayla, yaylada, tarlada susuz­luktan çatlayan dudakları nasıl anlayacağız? Sormak istiyorum feministlere doğulu ka­dınlar için ne yapmışlardır? Bizim orada töreler vardır, baş örtüsü açılmaz ama dinsel değil, töresel bir kuraldır. Devlet, baş örtüsü takılmasına müsaade etmediği için; babalar kızlarını okula göndermiyor.  Sormak işitiyo­rum bunlar kadın değil mi? Bunların okuma hakkı yok mu?

Bence burada fantezi yapılıyor. Türkiye'nin ger­çek­lerini görmek lâzım.  Çağa uyacakmışız, Türkiye de­mek sadece  İstanbul ve Ankara demek midir? Bizim orada kadın hâlâ dayak yiyor, hâlâ başlık parasıyla satı­lıyor, hâlâ eziliyor, hâlâ eziliyor... Bunun için bir çözüm öneri­niz var mı? Neler yapılmalı? Bu sorumu sorduktan sonra diyorum ki, birtakım tuzu kuru, Türkiye'yi sadece An­kara ve İstanbul’dan ibaret sayıyor. Ben ise sizleri öteki Türkiye’yi görmeye, öteki Türkiye'nin varlığından ha­berdar olmaya, öteki Türkiye’den yükselen feryada ku­lak vermeye davet ediyorum.

Yarım saat sonra oturum bitmişti. Saliha ablasının etra­fını sevenleri sarmış, çeşitli konularda görüş alış ve­rişi yapıyorlardı. Bir saat kadar sonra Şilan ve Saliha Hanım, evlerinin yolunu tutarken, Saliha Hanım Şilan'a:

- Cesaretinden dolayı seni kutlamak gerek.

- Estağfirullah be abla, hak hak deyip durdular. Bir de İslâm’ın hakları kısıtladığını söylemezler mi? Kan beynime sıçradı. Yetmiş yıldır sanki  ülkeyi  İslâm yöne­tiyormuş  da,  bu  kadar ezilen, sürülen, aç  kalan, hır­sızlık  yapan, kendilerinin, kendi yönetimlerinin değil de, İslâm'ın suçuymuş. Tevbe tevbe...

- Sakin ol! Düşüncelere açık olmalıyız. Hakaret et­melerine izin vermeden ve biz de hakaret etmeden, açık yüreklilikle konuşmaya tahammüllü olmalıyız.

- Asıl seni tebrik etmek lâzım. İslâm da kadının ye­rini çok güzel özetledin.

- Hakikatler Rabbimin, be Şilan! Biz sadece aktar­dık. Aslında bu kadın meselesini kasıtlı olarak gün­demde tutuyorlar diye düşünüyorum. Hem durmadan Müslüman kadını konuşuyoruz,  Müslüman erkek nerde? Onu niye gündem etmiyorlar acaba? Toplumun bir ya­rısı kadın, diğer yarısı erkek, ikisi de sağlam olacak ki toplum sağlıklı olsun.

....Aradan üç yıl geçmişti. Bu zaman içerisinde Şilan okuma yazma­yı, Kur'an' okumayı öğrenmiş ve Arapça dersleri almaya başla­mıştı. Ayrıca Saliha Hanımın deste­ğiyle, bazı hanımlara ilmihal dersi vermeye de çalışı­yordu. Anlatımı, hitabeti herkes tarafından beğenili­yordu.

Geldiğinden beri ilk kez memlekete gidecekti. Ha­zırlık yapı­yordu. Hazırlıklarını tamamladı. Saliha ablasın­dan izin aldı ve bir aylığına memleketin yolunu tuttu.

Saliha Hanım da Şilan’ı çok seviyordu. Gidişine üzülmüştü. Gayretli bir Müslümandı. Kübra Hanımın da katkısıyla, Berfin ve arkadaşlarına bir koli kitap gönder­mişti. Tanımıyordu;  ama olsun, hayırda yarışmak sün­netti.

Kapının zili çaldığında Berfin kuşluk namazını kılı­yordu. Selamlayıp kapıyı açtı. Kapıda tesettürlü biri vardı, tanıyama­mıştı:

- Kimi aramıştınız?

- Berfin Hanımı?

- Benim buyurun?

- Adım Şilan. Buralıyım, İzmit'ten geliyorum. Kübra Hanımın vesilesiyle, Saliha ablamız sizi gıyaben tanıyor ve size ufak bir emânet gönderdi.

- Buyurun, buyurun! içeri girin.

Şilan içeri girdi. Berfin'e kısaca İzmit'ten bah­setti.Turan Öğretmen ve hanımının vesilesiyle, Saliha abla­sıyla tanıştığını, yapılan çalışmaları anlattı. Berfin sordu:

- Şu Saliha abla, ondan biraz bahseder misin?

- İyi bir Müslüman. Birçok şeyi ona borçluyum. Kübra Hanım, sizden, gayretinizden ve buranın im­kân­larından  bahsetmişti, o da size kitap gönderdi.

- Kitap mı? Çok sevindim. İhtiyacımız vardı.

- Sanırım kolinin içinde mektup da var.

- Allah razı olsun. Eee, oralarda neler yapıyorsunuz? İmkân­lar daha iyidir değil mi?

Şilan, kısaca özetledi. Sonra sordu:

- Ya sizler, sizler neler yapıyorsunuz?

- Biz mi? Biz, pek bir şey yapamıyoruz. Sizin kadar şanslı değiliz, zira bir hocamız bile yok.

- Ama zorlukla yapılan bir işin sevabıyla, kolaylıkla yapılan bir işin sevabı aynı değildir. Siz daha kârlısınız.

Şilan,  Berfin'i  çok  sevmişti. Azimli, gayretli  bi­riydi.  Derin bir sohbete dalmışlardı, akşam olduğunun farkına varmadan...

Şilan geç olduğunu fark edince hemen kalktı. Eve geldiğinde babası yine anasını dövmüştü. Psikolojik sı­kıntıları olan Hasan Ağa, artık bütün hıncını hanımından alıyordu.

Şilan ailesine, kardeşlerine, ablasına baktıkça kah­roluyordu. Hakikatlerden uzak, boş, bomboş, ahireti olmayan bir hayat yaşa­maları Şilan'ı üzüyordu..

Anasına biraz teselli verdi. Yapılacak bir şey yoktu, baba­sını değiştirmek mümkün olmadığına göre...

Akşam namazını kıldı. Sonra Saliha ablasını araya­rak kitapları teslim ettiğini bildirdi. Çok özlemişti abla­sını…

Aynı gece anasıyla dertleşen Şilan çok geç yatmıştı. Sabaha karşı dört sularında telefon çaldı. Vakitsiz çal­ması oldukça korkutmuştu ev halkını. Hatice Hanım yerinden fırlayarak:

- Mahmud'e eva Mahmud'e? (Mahmut mudur? ara­yan Mahmut mudur) Yüreği  yerinden çıkacakmış  gibi  çarparak,  zoraki konuşmuştu. Şilan telefonu aldı. Tele­fondaki ses:

- Selamün aleyküm. Ben Berfin, televizyonu açar mısın?  dedi ve kapattı telefonu.

Şilan, ne olabileceğini kestiremeden kumandaya koştu. Televiz­yonu açtı. Açmasıyla da dizlerinin bağı çözüldü ve olduğu yere yığıldı. Dilinden “inna lillahi ve inna ileyhi raciun” dökülür­ken, göz yaşları da anında hücum etmişti gözlerine. Bütün kanal­ları taradı, hepsi söz birliği etmişçesine tek şeyde kilitlen­mişti:

- Boyutu  tam  tespit  edilemiyor sayın  seyirciler. Merkez üssü Gölcük, ölü sayısının artmasından endişe ediliyor. Şilan  derhal  telefona  koştu. Heyhat! Telefon­lar  işlemiyordu. Şilan, hiç bu kadar kendini çaresiz his­setmemişti. Acaba Saliha ablasına bir şey olmuş muydu? Ya arkadaşları?

Tarifi mümkün olmayan acılara bürünmüştü bir anda. Aman Allahım çaresizlik ne kötüydü. Âcizlik ne zordu? Ya insan, hep âciz değil miydi? Ufacık mikrop­lara yenik düşüp hasta olmuyor muydu? Azrail canını almaya geldiğinde “Vermem” diyemiyordu. Kısacası Allah'a  muhtaç olmadığı bir an yoktu ki. Ama ne yazık ki yine de nankördü....

Şilan, her zaman olduğu gibi yine açmıştı ellerini ça­resiz­lerin çaresine. Her şeyi duyana, icabet edene, hak­sızlık etmeyene, lütfedene, acıyana...

“Allahım! Her şey senin kudret elinde, ne  olur  dostlarımdan bir haber”  diyerek yalvarıyordu Rabb’ine.

Saatler uzamış, zaman durmuş, işlemiyordu sanki. Saat sabahın dokuzunu gösterirken, bir yıl geçmiş gi­biydi. Ve telefon çaldı, arayan Ali idi:

- Ben sağım. Saliha Hanımların evi yıkılmamış, ken­dilerini bilmiyorum diyebilmişti, hemen telefon kesil­mişti.

Şilan, çaresiz ve perişandı. Ben de oralarda  olsay­dım, diye düşünüyordu.

İki gün boyunca televizyonun karşısına çakılmış kalmıştı. İki gün sonra Adapazarı’ndan cenazeler geldi­ğini duydu. Şilan hangi mahallede olduğunu öğrenip, gitti. Cenaze evine gelenlerin anlattıkları Şilan'ı iyice endişelendirmişti. Demek durum daha da vahimdi. Şan­sını denemeliydi. Eve döndü, babasına ısrarla yalvardı. Allah'a sığınarak, babasına yalvarmıştı. O istedikten sonra olmayacak bir şey yoktu. Ve babasını razı etmeyi başardı.

Hemen hazırlanıp, saat iki arabasıyla yola çıktılar.

Şilan, Gölcük'e girerken depremin üzerinden dört gün geçmiş­ti. Yer hâlâ sakinleşmemiş, zaman zaman üzerindekilere “Kendini­ze gelin!” uyarısı yaparcasına sal­lanıyordu.

Eşiyle buluştu, babası hemen geri döndü. Şilan ise Saliha abla­sının evine koştu. Ev ayakta; ama kimsecikler yoktu. Yardım etmek isteyip de bir şeyler yapamamak ne zor bir durumdu. O  gün  öğlene  doğru  acı  haberi  almışlardı.  Turan  Öğretmen, eşi ve iki çocuğu ailece göçmüşlerdi  dünyadan.  Şilan, şaşkın ve perişandı. Me­rak ediyordu, acaba başka kimler göçmüştü?

Son anda hatırladı. Evet! Saliha ablası herhangi bir durumda haberleşmek için, haberleşme zinciri kur­muştu.

Koştu, ilk zincirde kimseyi bulamadı. İkinciye,  üçüncüyü derken dördüncü zincir olan Hanife Hanımı buldu. Hanife Hanımla sarılıp, ağlaştılar. Şilan sordu:

- Anlat hele, kimler gitti? Ablamız nerde?

- Ablamız sağ, Esentepe’de çadırda. Arkadaşlardan Gülten ve...

Hanife Hanım sözünü tamamlamadan başını yere eğdi. Gözlerinden yaş, dudaklarından şu ifadeler dö­küldü:

- Tokat yemiş bir topluluktan olmaktan utanıyorum. Söylesene Şilan! Sana bu olay neler anlatıyor? Anlatabi­liyor mu?

- İnşallah anlatır. Dirayetli ve sağlam olmalıyız. Her şey Allah'tan. Çok acı, hem de çok. Kim öldü değil, kim kaldı, diye soruyoruz. Yine de dayanmaktan başka ça­remiz yok. Ablamı göreyim, neler yapabiliriz, ona baka­lım. Hadi selâmetle kal! Dua et.

Şilan, Esentepe’ye koştu. Saliha Hanımı Kur'an okur­ken buldu. Sarıldılar, duygu yüklüydüler. Ablasının yü­zünde acı ve metanet vardı. Yaşadıklarını anlatamadı; çünkü cümleler yetmezdi. Şilan ise ablasının konuşma­sını, bir şeyler söylemesini bekliyordu. Konuşur musun? dercesine baktı ablasına. Ablası da konuşmaya ne hacet dercesine elindeki Kur'an'ı uzattı Şilan'a. Şilan, gözyaşla­rıyla okudu Naziat sûresinin mealini. Daha bir sıkı sarıl­maya karar verdi Kur'an'a.

Acılarını  yüreklerine  gömerek, tokat yemiş bir  topluluktan olmanın verdiği suçluluk psikoloji­siyle, baş­ları öne eğik, gönül­leri buruk “Oturmanın sırası değil!” diyerek koştular, Ankara'nın gelemediği halkın yardı­mına. Yetişebildiklerine ve yapabildikleriyle.

Daha bir kararlı olarak, "Hatadan payımıza düşeni aldık." dercesine yapabildikleri iyilikleri iki katına çıkar­maya niyet­lenerek, bu günü düne benzetmemek için, verilen fırsatı iyi değer­lendirmek için...

Artık daha bir kararlıydılar, dava için, hizmet için, hayatı anlamlandırmak için, boş bomboş bir hayatla gitmemek için ve:

“(Ahirette) bize kavuşmayı ummayan (sadece)  dünya hayatından hoşlanıp (gönlü) onunla yatışıp ra­hatlayan ve âyetlerimizden gafil olanlar var ya işte, ka­zandıkları (günahları)ndan dolayı, on­ların varacağı yer ateştir”

“Halbuki dünya hayatı, ahiret hayatı­nın yanında ba­sit, geçici bir faydalanma­dan başka değildir” bilinciyle ve 

“De ki: Benim namazım, ibadetlerim, ha­yatım ve ölümüm alemlerin Rabb'ı olan Allah içindir” fermanını gerçekleştir­mek için…n