KALPLER FARKLI
İslam Ümmeti düşmanlarına karşı
zafer kazanıp, o dönemdeki –islamın doğuş yılları- en büyük devletlerden
birine son verdiğinde o devletin halkı islam’a yönelmeye başladı. Bu insanlar
İslamı bir inanç olarak alıp, onun proğramı üzere yürüdüler. Bir anda bu devletin
daha önceki önde gelen insanları kendilerini toplumlarından uzak kalmış bir
halde buldular. Ve kendileri için, daha önceki halk arasındaki konumlarını
kaybetmemek için Müslüman olduklarını ilan ettiler. Öyle ki toplumları ile bağlarını
kaybetmeyip, kendi ülkelerinde insanların üzerindeki etkileri kalması için
İslam topraklarındaki ani
durumlar halifeye, vefatından sonra idare işini yerine getirecek bir kimseye
biat etmeyi gerektirdi. Ve Muaviye (r.a) maslahat gereği oğlu Yezid’in bu işi
yapmasını uygun gördü. Oğlunu bu iş için aday gösterdi ve onu görevlendirdi.
Buna dair İslam şehirlerinin Medine hariç onaylarını aldı. Medinelilerinde
kendilerine göre konumlarını ve görüşlerinin olması doğaldır; ve onlarda bu
seçimi reddetiler. Seçim bey’at demek değildir. Halife öldüğünde bey’at yeniden
alınabilir. Halifelik şura iledir, mirasla değildir. Halife oğlunu aday gösterebilir.
Ama daha sonra Müslümanlarda ya kabul ederler yada red ederler. Ve bir defa
olur. Eğer oğul Müslümanların kabulu ile seçilmiş ise onun da kendi oğlunu aday
göstermesi doğru değildir.
Muğire b. Şûbe (r.a), Ömer b.
Hattab yaralandığında, oğlu Abdullah’ı halifeliğe görevlendirmesini teklif
etmiş, bu sahih değildir diyede kimse karşı çıkmamıştır. Ancak Ömer (r.a) ona
cevap vererek şöyle demiştir: Bizim sizin bu işinize ihtiyacımız yok. Ben bu
işi beğenmedim ki tutupta ailemden birini Halife yapmaya çabalayayım. Eğer bu
işte hayır varsa biz nasibimizi aldık. Eğer şerse Ömer’in ailesine onlardan
birinin hesaba çekilip, Ümmeti Muhammed (s.a.v.)’in durumu hakkında sorulması
yeter. Kendimi zorladım, ailemi bazı şeylerden de mahrum bıraktım. Eğer g
ünahsız ve sevapsız bir şekilde ucu ucuna kurtulduysam ben kesinlikle mutluyum.
Aynı şekilde Ali(r.a)ta İbn Mülcem’in kılıcı ile vurulduğunda –Allah ona lânet
etsin- Cündeb b. Abdullah yanına geldi ve dedi ki: “Ey mü’minlerin emiri! Şayet
seni kaybedersek, Hasan’a biat edelim mi?”, işte bu durum da bu sahih
değildir diye cevap verilmedi. Fakat Ali (r.a) şöyle buyurdu: “Size ne böyle
emrederim, nede bundan nehyederim. Siz bu işi daha iyi görüyorsunuz”. Muaviye
(r.a)’in bu konuda Ömer ve Ali (r.a) gibi iki önderi ve örneği bulunuyor.
Yezide halife olarak biat
edildi. O da görevlerini yerine getirdi. Fakat kendinden öncekiler gibi
olamadı. Çünkü onlar Rasulullah’ın (s.a.v.) sahabeleri idiler.
Tuzakçılar işte bu noktayı
kötüye kullandılar. Onlar Müslümanların saltanatlarını sona erdirdiği, Mecusiliklerini
bitirdiği ve halkları islama dönen kimselerdi. Onlarda ya korkularından yada
bir şeyler kapma isteği ile Müslüman olduklarını ilan edenlerdir. Korkuları
fetihçi Müslümanlardan, arzuları da, Müslüman olan halkları ile bağları olupta
içten devleti yıkmadır. Dilleri ile Müslüman oldular, ama kalpleri iman etmedi.
Hilafet konusunu kabile meselesi yaptılar. İşte bu ilk defa hevaların ortaya
çıkışı, kalplerin farklılığı ve Ümmet’in ayrılışı idi.
Tuzakçılar hedeflerini gerçekleştirmek
için, Halifeliği Yezid b. Muaviyeden çekip almaya, Halifeliği Ümeyye oğullarından
almaya ve Ali b. Ebu Talib’in oğullarına vermeye çağırmaya başladılar. Tabi ki
bu Ali b. Ebu Talib’inde kendilerinden olduğu, Hâşim oğullarına sevgiden dolayı
değildi. Bilakis fitne çıkararak cahili mücadeleleri yeniden geri getirmek ve
cahili âdetleri geri getirerek İslam’da uzaklaştırma içindi. Rasulullah (s.a.v.)
Haşim oğullarından olduğundan dolayı onları seçtiler. Rasulullah’a (s.a.v.)
yakınlığından dolayıda Ali b. Ebu Tâlib (r.a)’ı seçtiler. Ve özellikle bu çağrıları
Ali (r.a)’ın Rasulullah’ın kızı Fatıma (r.a)’dan olan çocukları içindi. Bu
tercihle ve bu çağrı ile daha çok destek ve daha kuvvetli savunma imkanı ile
karşılaştılar. Gerçekte kendilerine göre Haşim oğulları ile Ümeyye oğulları
arasında veya Ali ile Muaviye arasında veya Hasanla, Yezid arasında hiçbir fark
olmadığını biliyorlardı. Kalplerde olan buydu, kalplerde olanı da Allah’tan
başka kimse bilemez. Fakat onlar bundan farklı gözüküyorlar, yalancı olan bir
sevgi, doğru olmayan canlı bir şevkat ve içerisinde yalandan başka bir şey
olmayan müdafa ortaya koyuyorlardı.
Bunun delili şunlardır:
İşte böylece, kendilerinin
Müslümanlardan olduğunu gösteren bir cemaat farklı mecraya kaydı ve Ebu
Talibciler ismiyle bir kalp daha ayrılmış oldu. Onların aslında böyle bir
ayrılığa hakları da yoktur. Müslümanlar hak yolda oldukları müddetçe tek bir ümmettirler.
Bu yapılan ise heva ve heveslerin kayması idi. Allah bizleri ve onları mustekim
olan yola ve doğru metoda ulaştırsın.
Avrupa devletleri ve onların
peşinden de kilise en güzel çalışma metodunun, Müslümanların arasına ihtilaf
çıkarmak için tefrika sokmak olduğunu anladılar. Tefrika olunca da cihad
sancağı artık indirilirdi. Her iki durum da da İslam Ümmeti zayıflardı. Çünkü
parçalanma olur ve o manevi ruh biterdi.
Avrupalı kışkırtıcı ekibi,
Müslümanların bir çok kavimden oluştuğunu fark ettiler; Araplar, Berberiler,
Türkler, Farslar, Kürtler… Vb. bir çok ırklar. En iyi çalışmanın, “ırkçılık”
diye bilinen, İslam dışı taassupçuluğu harekete geçirmek olduğunu anladılar.
Çalışmalar gizlice başladı.
Çok büyük çabalar sarf edildi. Bunun için bazen âdice, bazen de alçakça
vesileler ve yollar seçildi. Bazen kadınlar da bu proğramda yer aldılar.
Allah’a hamd olsun, bu çalışmalar hiçbir meyve vermedi. Aynı şekilde türlü
türlü olan yollarında bir faydası olmadı. Sebebi ise ırkçılık fikrinin İslama
yabancı olması ve içinde İslami metoda muhalif noktaların bulunması idi. Bundan
dolayı Müslümanlar arasında bu fikir temel bulmadı. Böylece bütün çabalar
başarısızlıkla sonuçlandı.
Bu defa da Irkçı fikri,
Müslümanlar arasında yaşamalarından dolayı Hristiyanların onlarla bağı
olduğunu düşünerek Hristiyanların bu fikri taşımaları kararına vardılar. Zira
onlar, Müslümanların etkilendikleri noktaları biliyorlardı. ancak hedefe yakın
olanların bilebileceği en güzel metodu uygulayabilirlerdi. Örneğin, bazen tek
bir nokta bile onlarda ırkçılığa ve etkilenmeye sebep olabilirdi. Birçok gayretler
sarf edildi ve bu maksatla, Arap ülkelerinde özellikle Hristiyanların çok
olduğu şam bölgesinde birçok merkezler kuruldu.
Bu merkezler şunlardır:
Bu Merkezin adı: “Suriye
Bilim Merkezi”dir. Kendisinin farklı dinlerden şahsiyetleri kabul ettiğini
ilan etti. Fâris eş-Şadyak’ta kuruculardan biri idi. Kendisine Ahmed ismini
seçti ki Müslümanlar kendilerine katılımını kabul etsinler. Bu hile bazı basit
Müslümanların üzerinde etkili oldu ve bu Merkeze katıldılar. Bu Merkez bazı başarılar
elde edince, daha önceki iki Merkezde aralarında bir yarış ve ihtilaf olduğunu
idda etmelerine rağmen bir araya geldiler.
Fakat
bu hileli siyaset bazı
problemlerle de karşı karşıya kaldı.
a) Arap topraklarında bulunan
bazı bölgelerde yaşayan Hristiyanlar, Müslümanlarla uyum içerisinde
değillerdi. Bundan dolayı “Arap Irkçılığı” fikrini kabul etmeleri de zordu.
Özellikle Mısır gibi yerlerde, Hristiyanlar arap değillerdi. Hristiyanların
aslı “Kıpti” idi. Kıptiler de Arap asıllı değillerdi. Tahrikçileri, Hristiyan
Arabları buradan nakletmeye itende budur. Birinci Dünya Savaşından önce Şam
topraklarından bazı Hristiyan arabları Mısır’a naklettiler. Böylece Mısırda
oranları yüzde altı buçuktan (%
Bu dönemde şamdan Mısır’a
geçen şahsiyetlerden biri de Corci Zidan[2]
ve kardeşi İbrahimdir. Ve yine Selim Halil Tegla[3]
ve kardeşi Beşâra… vs dir.
Dikkat edilirse bu kişiler
fikirlerinin yayılması ve seslerinin işitilip, istedikleri düşüncelerin
yayılması için gazete, dergi ve kitap yayımında çalışıyorlardı. Mısırdaki
Irkçı düşünce bu çekirdeğin çabaları ile oluştu. Her ne kadar Şamda ki gibi
taraflar bulma
b) Arab olmayan bazı toplumların
içerisinde ne Hristiyan vardı, ne de kendilerinden başka ırk. Peki İslam Ümmetini
birbirini boğazlayan grupçuklara kim ayıracaktı o zaman. Çünkü Müslümanlar
nezdinde inançlarına ve birliklerine karşı çıkanlar kabul görmezlerdi. Bu
defa da tahrikçiler Hilafetin merkezi Türkiye’de diye, dışardan bazı gayri Müslim
aileleri buraya getirmeyi uygun gördüler. Zira Irkçı fikirlerin gündeme
gelmesi, başkalarını, bu fikre karşı çıkarak harekete geçirebilirdi. Veya diğer
ırkların üstün olduğu fikri ile karşı çıkmalar olurdu. Böylece bazı aileler
geldi. Bu gelen şahsiyetlerden biri de “Sâti el-Hasri”[4]
idi. gelenlerin hepsi ırkçı fikirler için çalışanlara katıldılar. Gelenlerin en
çoğuda, dilleri ile İslamı kabul edip kalpleri ile iman etmeyen ve “Yahudi
dönmesi” diye tanınan kişilerdi. “Dönme” kelimesi, “dönmek” ten türemiştir.
Türkçe’de “Mürted” olmayı ifade eder.
Bu kişilerin aslı yahudidir.
Ama misyonlarını yerine getirmek için islamı kabul ettiler. İlk dinlerini terk
edincede “Mürtedler” diye tanındılar. Sonra bu ad bu grubun ismi oldu.
Bu “Dönme” cemaati ve bunlara
benzeyen ırkçı Turancılar dan bunlara katılanlar “Türkçülük” fikrini ortaya
attılar. İnsanları bu fikre katılmaya çalıştılar. Bütün gayretleri ile
çalıştılar ve ön plana çıktılar. Hilafetin asıl sahiplerinin Türkler olduğunu
ilan ettiler. Bu ilan göründüğü kadarı ile Araplara yapılmış fiili bir reddiye
idi. Çünkü Araplarda Hilafetin kendi hakları olduğunu söylüyorlardı. Hilafet ne
onlarındır nede diğerlerinindi. Bilakis Hilafet Müslümanlar arasında şura
iledir. Ona ehil olana Halife olarak biat edilir. Bu konuda Müslümanlardan ilim
ehli ve düşünürler karar verir. Bir anda her grubu kendi ırkı lehine ırkçılık
duygusu kapladı. Özellikle de konu hilafetle birlikte gündeme gelince. Hatta
bazı ilim sahibi sıfatını taşıyanlar veya kendilerine ilim nisbet edilenler
dahi bu çamur deryasına düştüler. Bunlar ve diğer ırk mensubları çok ileri
uçlara gidince, bazı Müslüman kavimleri kendi konumlarını göstererek veya
ırklarının özellikleri ile övünerek onlarada bulaşan bir ırkçılık başladı.
İşte böylece inançta tek olan
İslam ümmeti, ırkçılıkla farklı farklı kalpler oldular. İlk olarak kabileler
başladı ve belli bir inanca dayanan mezhep seçildi. Kabile mensupları da o
mezhebe sebepsizce tabi oldular. Bu mezhebe sarılıp, bu mezhebi savundular. O
mezhebin eksiklerini gizlediler ve aslından uzaklaştırdılar. İslamın daha önce
sahip oldukları yetkilerini elinden aldığı kişilerin torunları, bu güçün
kendilerine dönmesini istiyorlardı. İslamın Mecusiliklerini sildiği kişilerin
torunları onu diriltip gölgesinde yaşamak ve Mecusiliğin proğramı ve öğretileri
ile yaşamak istiyorlardı. Bu niyetlerinden çekinerek garip eğitim ve
öğretimleri ile birlikte İslami görünüyorlardı. Böylelikle Müslümanlarla aralarında
ki mücadele devam edecek ve bir anda hissi olarak bazı fertler kendilerine katılacaklardı!
Böylece kalplerine garip öğretiler sızınca da İslamın asıl akidesinden ve
gerçek tâbilerinden uzak kalacaklardı. Böylece İslam ümmeti iki farklı mezhebe
ayrıldı. Bu mezhebin farkı ise, cahili davetçilerin yaydığı babalarının
saltanatı ve Mecusi inancı idi.
Ayrıca davetleri bazı
şahısları insan üstün bir konuma çıkararak islamın öğretilerini yıkıyorlardı.
İlk Müslümanlardan ve İslamın kuruluşun da sahip oldukları konumdan dolayı
faziletli olan sahabilere çirkin söz söylüyorlardı. Bu temele saldırı İslam
binasına saldırı idi. Bu grup veya mezheb tek olan İslam ümmetinin %
[1] Fâris eş-Şadyak: Fâris b. Yusuf b. Mansur eş-Şadyak. Lübnan’da
[2] Corci Habib b. Zîdân. Beyrut’ta
[3] Selim Halil Teğla.
[4] Sâti el-Hasrî.