KALPLER FARKLI

 

İslam Ümmeti düşmanlarına karşı zafer ka­zanıp, o dönemdeki –islamın doğuş yılları- en büyük devletlerden birine son verdiğinde o devletin halkı islam’a yönelmeye başladı. Bu insanlar İslamı bir inanç olarak alıp, onun proğramı üzere yürüdüler. Bir anda bu devle­tin daha önceki önde gelen insanları kendile­rini toplumlarından uzak kalmış bir halde buldular. Ve kendileri için, daha önceki halk arasındaki konumlarını kaybetmemek için Müslüman olduklarını ilan ettiler. Öyle ki toplumları ile bağlarını kaybetmeyip, kendi ülkelerinde insanların üzerindeki etkileri kal­ması için sadece dilleri ile Müslüman oldukla­rını söyleyip kalpleri ile iman etmediler. Üm­metin bedeninde, içten kurt gibi kemirerek eski saltanatlarını geri getirmek için, bu yıkım için çalışmaya karar verdiler. Bunuda kendile­rinden bu devleti çekip alanları ortadan kaldı­rarak ve Mecusiliklerini, onu ortadan kaldırıp gömenlerden sonra halklarına iade ederek yapacaklardı. Bunu ellerine geçen ilk fırsatta yapacaklardı. İşte bu şekilde, bu tür kişiler İslam ümmetinin halkları içinde ümmetin bir üyesi gibi, fakat en tehlikeli düşman olarak kaldılar. Çünkü bunlar içerden çalışıyorlardı. İç durumlar kendilerine gizlenmiyor, her şey kendileri için ümmetin evlatlarından olmaya devam ettikçe apaçık oluyordu. Aynı za­man­da da ümmete katılımları sebebi ile de gizli kapaklı çalışıyorlardı. Günler birbirini takip et­ti, yıllar geçti. Rasulullah (s.a.v.)’in halifeleri birbirini takip etti. Hulefa-i Raşid’in dördüncüsü Ali (r.a) da hayatını şehid olarak tamamladı. Oğlu Hasan (r.a), Ebu Süfyan’ın oğlu Mu­a­viye(r.a) için Hilafetten vaz geçti. Muavi­ye’ye biat edildi. O da bu işi en hayırlı bir şe­kilde yerine getirdi. İslam fetihleri ilk dönemlerine yeniden döndü. Yeniden güven en üst dereceye ulaştı ve nefisler rahata ka­vuştu.

İslam topraklarındaki ani durumlar hali­feye, vefatından sonra idare işini yerine geti­recek bir kimseye biat etmeyi gerektirdi. Ve Muaviye (r.a) maslahat gereği oğlu Yezid’in bu işi yapmasını uygun gördü. Oğlunu bu iş için aday gösterdi ve onu görevlendirdi. Buna dair İslam şehirlerinin Medine hariç onaylarını aldı. Medinelilerinde kendilerine göre ko­numlarını ve görüşlerinin olması doğaldır; ve onlarda bu seçimi reddetiler. Seçim bey’at demek değildir. Halife öldüğünde bey’at ye­niden alınabilir. Halifelik şura iledir, mirasla değildir. Halife oğlunu aday gösterebilir. Ama daha sonra Müslümanlarda ya kabul ederler yada red ederler. Ve bir defa olur. Eğer oğul Müslümanların kabulu ile seçilmiş ise onun da kendi oğlunu aday göstermesi doğru de­ğildir.

Muğire b. Şûbe (r.a), Ömer b. Hattab ya­ralandığında, oğlu Abdullah’ı halifeliğe gö­revlendirmesini teklif etmiş, bu sahih değildir diyede kimse karşı çıkmamıştır. Ancak Ömer (r.a) ona cevap vererek şöyle demiştir: Bizim sizin bu işinize ihtiyacımız yok. Ben bu işi beğenmedim ki tutupta ailemden birini Halife yapmaya çabalayayım. Eğer bu işte hayır varsa biz nasibimizi aldık. Eğer şerse Ömer’in ailesine onlardan birinin hesaba çekilip, Ümmeti Muhammed (s.a.v.)’in durumu hak­kında sorulması yeter. Kendimi zorladım, ailemi bazı şeylerden de mahrum bıraktım. Eğer g ünahsız ve sevapsız bir şekilde ucu ucuna kurtulduysam ben kesinlikle mutlu­yum. Aynı şekilde Ali(r.a)ta İbn Mülcem’in kılıcı ile vurulduğunda –Allah ona lânet etsin- Cündeb b. Abdullah yanına geldi ve dedi ki: “Ey mü’minlerin emiri! Şayet seni kaybeder­sek, Hasan’a biat edelim mi?”, işte bu du­rum da bu sahih değildir diye cevap veril­me­di. Fakat Ali (r.a) şöyle buyurdu: “Size ne böyle emrederim, nede bundan nehyederim. Siz bu işi daha iyi görüyorsunuz”. Muaviye (r.a)’in bu konuda Ömer ve Ali (r.a) gibi iki önderi ve örneği bulunuyor.

Yezide halife olarak biat edildi. O da gö­revlerini yerine getirdi. Fakat kendinden ön­cekiler gibi olamadı. Çünkü onlar Rasulul­lah’ın (s.a.v.) sahabeleri idiler.

Tuzakçılar işte bu noktayı kötüye kullan­dılar. Onlar Müslümanların saltanatlarını sona erdirdiği, Mecusiliklerini bitirdiği ve halkları islama dönen kimselerdi. Onlarda ya korkula­rından yada bir şeyler kapma isteği ile Müs­lüman olduklarını ilan edenlerdir. Korkuları fetihçi Müslümanlardan, arzuları da, Müslü­man olan halkları ile bağları olupta içten devleti yıkmadır. Dilleri ile Müslüman oldular, ama kalpleri iman etmedi. Hilafet konusunu kabile meselesi yaptılar. İşte bu ilk defa heva­ların ortaya çıkışı, kalplerin farklılığı ve Ümmet’in ayrılışı idi.

1- Kabîlecilik: Yezid b. Muaviye’ye baba­sından sonra biat edildi. Tuzakçıların dilleri ha­­rekete geçti. Fakat şura veya miras mese­lesini gündeme getirmediler. Çünkü bu yönü ile konuyu dile getirseler ortada bir ihtilaf ol­mazdı. Fitne ortaya çıkmazdı. Delilleri güçlü olurdu ve olaya destek verme şok olurdu. Çünkü konu İslami idi ve konuşmalar İslami bir çerçevede olurdu. Fakat tuzakçılar birlik, sözlerin bir olmasını ve safların birliğini istemiyorlardı. Bilakis fitne çıkarmak ve ihtilaf oluşturmak için çalışıyorlardı. Zira hedefleri ve arzuladık­ları şey zaten bu idi. Ümmeti ele geçirmek ve saltanatlarını devletlerini ve Mecusiliklerini geri getirmek için ümmeti zayıflatmak isti­yorlardı. Bundan dolayı konuyu ka­bile yönü ile gündeme getiriyorlardı. Zira cahiliyede iken Haşim oğulları ile Ümeyye oğulları ara­sında bir mücadele ve yarış vardı. Her iki aşi­retle Kureyş kabilesinin kollarından olan Abdulmenaf oğullarındandı. İslam gelince mücadele bitti ve her ikiside İslam ümmeti içerisine girdiler. İslam kendinden önceki şey­leri siler atar. Tuzakçılar da İslamın öldür­dü­ğünü yeniden cahiliyeye döndermek için diriltmeye başladılar. İşte bu yıkımdır, yara­lamadır ve fitneyi harekete geçirmedir.

Tuzakçılar hedeflerini gerçekleştirmek için, Halifeliği Yezid b. Muaviyeden çekip al­maya, Halifeliği Ümeyye oğullarından almaya ve Ali b. Ebu Talib’in oğullarına vermeye ça­ğırmaya başladılar. Tabi ki bu Ali b. Ebu Talib’inde kendilerinden olduğu, Hâşim oğullarına sevgiden dolayı değildi. Bilakis fitne çıkararak cahili mücadeleleri yeniden geri getirmek ve cahili âdetleri geri getirerek İs­lam’da uzaklaştırma içindi. Rasulullah (s.a.v.) Haşim oğullarından olduğundan dolayı onları seçtiler. Rasulullah’a (s.a.v.) yakınlığından dolayıda Ali b. Ebu Tâlib (r.a)’ı seçtiler. Ve özellikle bu çağrıları Ali (r.a)’ın Rasulullah’ın kızı Fatıma (r.a)’dan olan çocukları içindi. Bu tercihle ve bu çağrı ile daha çok destek ve daha kuvvetli savunma imkanı ile karşılaştılar. Gerçekte kendilerine göre Haşim oğulları ile Ümeyye oğulları arasında veya Ali ile Muaviye arasında veya Hasanla, Yezid arasında hiçbir fark olmadığını biliyorlardı. Kalplerde olan buydu, kalplerde olanı da Allah’tan başka kimse bilemez. Fakat onlar bundan farklı gö­züküyorlar, yalancı olan bir sevgi, doğru olmayan canlı bir şevkat ve içerisinde yalan­dan başka bir şey olmayan müdafa ortaya koyuyorlardı.

Bunun delili şunlardır:

1- Hüseyn b. Ali (r.a)’tan, kendilerine ulaş­­ma­sından sonra uzaklaştılar ve onu düş­ma­nına teslim ettiler. Ve şehid düştü. Fiilen onu sevselerdi- iddaa ettikleri gibi onu teslim etmezler, bilakis ona canlarını ve ailelerini feda ederlerdi.

2- Onlar Hasan b. Ali (r.a)’ı, Muaviye(r.a) lehine Hilafetten vaz geçti diye kötü görü­yorlar. Ve ailesini, ondan sonra gelen torunla­rını da Hüseyinin öz kardeşi olmasına rağ­men hep şu günü müze kadar kötü görüyor­lar. Gerçekte ise sadece Hüseyn (r.a)’ın aile­sini seviyorlardı. Ve Hüseyin’in neslini sadece, annesi eski Fars kralı Yezducerd’in kızından olan Ali Zeynel abidin’e atfediyorlardı. Kendi­lerini imamlar diye isimlendirdiklerinin hepsi de “Selêfe”(r.a) isimli kadının neslindendir. İşte her şey bu uzak manadan dolayı idi.

3- Onlar Ebu Talib oğullarından uzak ka­lıp Abbasilere katıldılar. Ve bu katılım onların devletlerinin kuruluş temeli ve dayanağı oldu. Yapılanların hepsi de bu konuda görmüş ol­dukları maslahattan dolayı idi.

4- Ne zaman ki Abbasi devletinin gücünü gördüler, ki onların kabul etmeyip savaştıkları tek hedef ümmetin gücü idi. Zira hiçbir za­man İslam devletinin güçlü olmasını isteme­diler; çünkü uğrunda çalıştıkları: “İslam dev­letini yıkma”, hedeflerini gerçekleştirmek isti­yorlardı. Şimdi de tam tersine dönüp, kur­duk­ları devletin zıttına oldular. Daha dün be­raber olduklarının karşısına çıktılar. Bu da kendilerini bağlayan hiçbir ilkenin olmadığını gösteriyordu. Bilakis tek hedef içlerindeki İs­lam devletini yıkma düşüncesi idi.

5- Bu kimseler, Ebu Tâlib oğulları adına çalıştıklarını iddaa edenlerle, Abbasi hilafeti­nin çatısı altındaki Müslüman halkın önderleri arasında; hem Abbasi oğullarının hem de Ebu Tâlib oğullarının akraba bağı olarak Haşim oğullarına dayandığını bile bile fitne çıkarmak için çalışıyorlardı. O zaman asıl hedef Ümmeti zayıflatmak için fitne çıkar­maktır; yoksa idda ettikleri gibi Haşim oğulla­rını desteklemek ve onlara yardım değildir.

6- Tuzak kuran fitneciler çalışmalarında başarısız olup hedeflerine ulaşamayınca-hatta o hedefe yaklaşamadılar bile-anladılar ki ça­lıştıkları hedefin ulaşılması zor. İşte bu insan­lar, İslamın üyesi olduklarını, onun için çalış­tıklarını idda ediyorlar ve onun metodu üzere olduklarını etrafa gösteriyorlardı. Başarısızlık­lardan sonra İslam hilafetine son vermek ve İslam topraklarının istilası için putçu Moğol­lulardan yardım istediler. Bu istekleri gerçek­leşti ve Moğollular Bağdat’a girdiler. Halifeyi öldürüp, hilafeti lağvettiler ve türlü türlü saldı­rıları yaptılar. Böylece, kendilerinin İslam Üm­metinden olduklarını idda etmelerine rağ­men, o tuzakçıların kalpleri artık zahiren kardeşlerinden ayrılmıştı.

7- Müslümanların hilafeti yeniden bu sa­haya geri döndü, Müslümanlarda cihad mey­danlarına geri döndüler. Zaferler artık Avru­paya doğru idi. Ve İslam fetihleri geri dönmüştü. Tuzak kuranlarda hilafetin yok­luğu ile birlikte kendilerine devlet kurmuş­lardı. Tuzakçıların devleti olan “Safevi” devleti kendi bölgesinde güçlenmiş ve Hilafet mer­kezinin karşısına çıkmış, Müslümanlarla sa­vaşmak için çalışıyordu. Tüm bu olanlar, Safevi halkının İslam ümmetinden olduklarını idda etmelerine rağmen oluyordu.

8- Sömürgeci Portekizliler gelip Müslü­manlarla kendi topraklarında savaşıp, top­rak­larını işgal etmek için çalışıyorlardı. Müs­lümanlarda topraklarını savunmak için hare­kete geçtiler. Topraklarını savunmak için sal­dırgan ve zalim Portekiz savaşçılarının kar­şısında durdular. Tam bu sırada da kendileri­nin İslam ümmetinden olduğunu idda eden Safeviler, Müslüman askerlerin zıddına olarak Portekiz savaşçılarının tarafında olmak için, mezhebi bir ismin altında taassuplarından dolayı Ebu Talip taraftarlarına saldırdılar.

İşte böylece, kendilerinin Müslümanlar­dan olduğunu gösteren bir cemaat farklı mecraya kaydı ve Ebu Talibciler ismiyle bir kalp daha ayrılmış oldu. Onların aslında böyle bir ayrılığa hakları da yoktur. Müslümanlar hak yolda oldukları müddetçe tek bir üm­mettirler. Bu yapılan ise heva ve heveslerin kayması idi. Allah bizleri ve onları mustekim olan yola ve doğru metoda ulaştırsın.

2- Kavmiyetçilik: Hilafet devleti yeniden sahneye dönüp, fetihler dönemi ve İslami da­vetler geri peş peşe zaferler başlayınca; Avrupa devletlerinin elleri bağlandı. Çünkü cihad sancağı kaldırılıp, davet için çalışma fikri önde tutulursa, hiçbir zaman askeri ola­rak karşılık vermeye ve engel olmaya güç yetiremiyorlardı.

Avrupa devletleri ve onların peşinden de kilise en güzel çalışma metodunun, Müslü­manların arasına ihtilaf çıkarmak için tefrika sokmak olduğunu anladılar. Tefrika olunca da cihad sancağı artık indirilirdi. Her iki du­rum da da İslam Ümmeti zayıflardı. Çünkü parçalanma olur ve o manevi ruh biterdi.

Avrupalı kışkırtıcı ekibi, Müslümanların bir çok kavimden oluştuğunu fark ettiler; Arap­lar, Berberiler, Türkler, Farslar, Kürt­ler… Vb. bir çok ırklar. En iyi çalışmanın, “ırkçılık” diye bilinen, İslam dışı taassupçu­luğu harekete geçirmek olduğunu anladılar.

Çalışmalar gizlice başladı. Çok büyük çabalar sarf edildi. Bunun için bazen âdice, bazen de alçakça vesileler ve yollar seçildi. Bazen kadınlar da bu proğramda yer aldılar. Allah’a hamd olsun, bu çalışmalar hiçbir mey­ve vermedi. Aynı şekilde türlü türlü olan yollarında bir faydası olmadı. Sebebi ise ırkçı­lık fikrinin İslama yabancı olması ve içinde İslami metoda muhalif noktaların bulunması idi. Bundan dolayı Müslümanlar arasında bu fikir temel bulmadı. Böylece bütün çabalar başarısızlıkla sonuçlandı.

Bu defa da Irkçı fikri, Müslümanlar ara­sında yaşamalarından dolayı Hristiyanların on­larla bağı olduğunu düşünerek Hristiyanla­rın bu fikri taşımaları kararına var­dılar. Zira onlar, Müslümanların etkilendikleri noktaları biliyorlardı. ancak hedefe yakın olanların bilebileceği en güzel metodu uygu­layabilirlerdi. Örneğin, bazen tek bir nokta bile onlarda ırkçılığa ve etkilenmeye sebep olabilirdi. Birçok gayretler sarf edildi ve bu maksatla, Arap ülkelerinde özellikle Hristiyan­ların çok olduğu şam bölgesinde birçok merkezler kuruldu.

Bu merkezler şunlardır:

1- Bilim ve Fen Merkezi Beyrut’ta Ameri­kan Hristiyanlaştırma Elçileri tarafından 1844 de ortaya çıkmıştır. Kurucu üyelerin arasında Bartu el-Bustâni ve Nâsif el-Yazıcî’de vardır.

2- Şarkiyat Merkezi. Protestan Hristiyan­laştır­ma Elçileri tarafından 1847’de kurulmuştur. Kurucuları, kendilerinin daha önce kurulan Merkezle yarıştıklarını idda edi­yor­lar­dı. Böyle ce, belki birkaç müslümanı noktalarda Müslümanlarla sürtüşmeli oldu­ğun­dan –örneğin Haçlı savaşları gibi- bu Merkezlerde Avrupalı bağlantısı gözükmü­yordu. Amerikanın bu dönemde Haçlılık’tan ve sömürgecilikten uzak olması temeline dayanarak bu Merkezlerin Amerikan’cı oldu­ğunu idda ediyorlardı. Fakat bu hilelerin hiç biri so­nuç vermedi. Çünkü Müslümanların bu Hris­tiyanlaştırıcı elçilerle bir alakası ola­mazdı. Bila­kis asıl olan bu elçilerin zıddına ve onlara muhalif olmaktı.

3- Bu tahrikçiler Müslümanların içindeki sosyal gerçeği anladılar ve başka bir hileye başvurdular. Hristiyan bir Merkez kurdular ve üyeliklerine İslamı kabul etmiş olan Hristiayan asıllı “Faris eş-Şadyak[1] da seçtiler. Kendisi Mârin Hristiyanlarındandır.

Bu Merkezin adı: “Suriye Bilim Mer­ke­zi”­dir. Kendisinin farklı dinlerden şahsiyet­leri kabul ettiğini ilan etti. Fâris eş-Şadyak’ta kuruculardan biri idi. Kendisine Ahmed is­mini seçti ki Müslümanlar kendilerine katılı­mını kabul etsinler. Bu hile bazı basit Müslü­man­ların üzerinde etkili oldu ve bu Merkeze katıldılar. Bu Merkez bazı başarılar elde edince, daha önceki iki Merkezde aralarında bir yarış ve ihtilaf olduğunu idda etmelerine rağmen bir araya geldiler.

Fakat bu hileli siyaset bazı
problemlerle de karşı karşıya kaldı.

a) Arap topraklarında bulunan bazı böl­gelerde yaşayan Hristiyanlar, Müslümanlarla uyum içerisinde değillerdi. Bundan dolayı “Arap Irkçılığı” fikrini kabul etmeleri de zordu. Özellikle Mısır gibi yerlerde, Hristiyanlar arap değillerdi. Hristiyanların aslı “Kıpti” idi. Kıpti­ler de Arap asıllı değillerdi. Tahrikçileri, Hris­tiyan Arabları buradan nakletmeye itende bu­dur. Birinci Dünya Savaşından önce Şam top­rak­larından bazı Hristiyan arabları Mısır’a naklettiler. Böylece Mısırda oranları yüzde altı buçuktan (% 6.5)yüzde yediye (% 7) yükseldi.

Bu dönemde şamdan Mısır’a geçen şah­siyetlerden biri de Corci Zidan[2] ve kardeşi İbrahimdir. Ve yine Selim Halil Tegla[3] ve kar­deşi Beşâra… vs dir.

Dikkat edilirse bu kişiler fikirlerinin yayıl­ması ve seslerinin işitilip, istedikleri düşünce­lerin yayılması için gazete, dergi ve kitap ya­yımında çalışıyorlardı. Mısırdaki Irkçı düşünce bu çekirdeğin çabaları ile oluştu. Her ne ka­dar Şamda ki gibi taraflar bulmasada.

b) Arab olmayan bazı toplumların içeri­sinde ne Hristiyan vardı, ne de kendilerinden başka ırk. Peki İslam Ümmetini birbirini bo­ğazlayan grupçuklara kim ayıracaktı o za­man. Çünkü Müslümanlar nezdinde inançla­rına ve birliklerine karşı çıkanlar kabul gör­mezlerdi. Bu defa da tahrikçiler Hilafetin mer­kezi Türkiye’de diye, dışardan bazı gayri Müslim aileleri buraya getirmeyi uygun gör­düler. Zira Irkçı fikirlerin gündeme gelmesi, başkalarını, bu fikre karşı çıkarak harekete geçirebilirdi. Veya diğer ırkların üstün olduğu fikri ile karşı çıkmalar olurdu. Böylece bazı aileler geldi. Bu gelen şahsiyetlerden biri de “Sâti el-Hasri”[4] idi. gelenlerin hepsi ırkçı fikirler için çalışanlara katıldılar. Gelenlerin en çoğuda, dilleri ile İslamı kabul edip kalpleri ile iman etmeyen ve “Yahudi dönmesi” diye tanınan kişilerdi. “Dönme” kelimesi, “dön­mek” ten tü­remiştir. Türkçe’de “Mürted” ol­mayı ifade eder.

Bu kişilerin aslı yahudidir. Ama misyonla­rını yerine getirmek için islamı kabul ettiler. İlk dinlerini terk edincede “Mürtedler” diye tanındılar. Sonra bu ad bu grubun ismi oldu.

Bu “Dönme” cemaati ve bunlara benze­yen ırkçı Turancılar dan bunlara katılanlar “Türkçülük” fikrini ortaya attılar. İnsanları bu fikre katılmaya çalıştılar. Bütün gayretleri ile çalıştılar ve ön plana çıktılar. Hilafetin asıl sahiplerinin Türkler olduğunu ilan ettiler. Bu ilan göründüğü kadarı ile Araplara yapılmış fiili bir reddiye idi. Çünkü Araplarda Hilafetin kendi hakları olduğunu söylüyorlardı. Hilafet ne onlarındır nede diğerlerinindi. Bilakis Hi­lafet Müslümanlar arasında şura iledir. Ona ehil olana Halife olarak biat edilir. Bu konuda Müslümanlardan ilim ehli ve düşünürler karar verir. Bir anda her grubu kendi ırkı lehine ırk­çılık duygusu kapladı. Özellikle de konu hilafetle birlikte gündeme gelince. Hatta bazı ilim sahibi sıfatını taşıyanlar veya kendilerine ilim nisbet edilenler dahi bu çamur deryasına düştüler. Bunlar ve diğer ırk mensubları çok ileri uçlara gidince, bazı Müslüman kavimleri kendi konumlarını göstererek veya ırklarının özellikleri ile övünerek onlarada bulaşan bir ırkçılık başladı.

İşte böylece inançta tek olan İslam üm­meti, ırkçılıkla farklı farklı kalpler oldular. İlk olarak kabileler başladı ve belli bir inanca da­yanan mezhep seçildi. Kabile mensupları da o mezhebe sebepsizce tabi oldular. Bu mezhebe sarılıp, bu mezhebi savundular. O mezhebin eksiklerini gizlediler ve aslından uzaklaştırdılar. İslamın daha önce sahip ol­dukları yetkilerini elinden aldığı kişilerin to­runları, bu güçün kendilerine dönmesini isti­yorlardı. İslamın Mecusiliklerini sildiği kişilerin torunları onu diriltip gölgesinde yaşamak ve Mecusiliğin proğramı ve öğretileri ile yaşa­mak istiyorlardı. Bu niyetlerinden çekinerek garip eğitim ve öğretimleri ile birlikte İslami görünüyorlardı. Böylelikle Müslümanlarla ara­larında ki mücadele devam edecek ve bir an­da hissi olarak bazı fertler kendilerine katı­lacaklardı! Böylece kalplerine garip öğretiler sızınca da İslamın asıl akidesinden ve gerçek tâbilerinden uzak kalacaklardı. Böylece İslam ümmeti iki farklı mezhebe ayrıldı. Bu mezhe­bin farkı ise, cahili davetçilerin yaydığı baba­larının saltanatı ve Mecusi inancı idi.

Ayrıca davetleri bazı şahısları insan üstün bir konuma çıkararak islamın öğretilerini yıkı­yorlardı. İlk Müslümanlardan ve İslamın ku­ruluşun da sahip oldukları konumdan dolayı faziletli olan sahabilere çirkin söz söylüyor­lardı. Bu temele saldırı İslam binasına saldırı idi. Bu grup veya mezheb tek olan İslam ümmetinin % 6.4 den daha fazlasını teşkil etmemekte idi. Öğretilerinin içerisinde sahih olmayan ve incelemelerde hile yapılmış olan gizli noktalar vardı. Diğer grupta, ümmetin geri kalanını teşkil etmekte idi. Öğretilerinde, bu ümmetin daha önce geçen selefine bağlı­lıklarından dolayı açıklık hakimdi. Ey İslam evlatları! Hepiniz proğramın ve yolun doğru­luğuna, sözün sağlamlığına ve amellerde ihlâsa dikkat edin. İşte bu grupta olanlar Irk­çılık fikrine tabi oldular ve kalpleri farklılaştırıp Ümmeti parça parça ettiler.

 


 

 

 



[1]    Fâris eş-Şadyak: Fâris b. Yusuf b. Mansur eş-Şadyak. Lüb­nan’da 1799 yılında Aşkut köyünde doğdu. Anne ve Babası Marin Hristiyanlarındandır. Tahrikçilerle anlaştı ve yaşadığı ortamdan uzaklaşmak ve daha iyi bir Arapça için Mısır’a gitti. Daha sonra Malta adasına gidip, Amerikan Matbaasını idare etti. Yerine getireceği görev içinde yönlendirmeler almak üzere Avrupaya gitti. Tu­nusa gidip, orada Müslümanlığını açıkladı. Ve ahmed fâris diyeisimlendirildi. Kendisini tebrik için istanbula çağrıldı. İstanbulda “Cevâib” (Cevaplar) gazetesi ni çıkardı. Ve 23 sene burada kaldı. Şadyak İstanbul da 1886 yılında vefat etti.

[2]    Corci Habib b. Zîdân. Beyrut’ta 1858’de doğdu. Or­todok mezhebindendir. Beyrutta eğitim gördü ve kendisi için hazırlanan proğrama göre yetişti. Mısıra gitti ve “Hilal” dergisini çıkardı. Burada yirmi iki sene kaldı. Yanına kardeşi İbrahim’de geldi. Corci 1912 yılında vefat etti. İbrahim de 1956 yılında vefat etti.

[3]    Selim Halil Teğla. 1840’da Lübnanda Kefer Şeyme’de doğdu. Kendi memleketinde eğitim gördü. Daha sonra Beyrutta “Vatan okulu”nda okudu. Patrikiye’de Arap dilini okudu. 1870 yılında İskenderiye’ye gitti. “Ehram” gazetesini kurmakla imtiyaz sahibi oldu. Arap Hara­ke­ti’ni desteklemeyi reddetti ve matbaası yakıldı. Akabinde Suriyeye geçti. Daha sonra Kahire’ye geri döndü ve “Ehram” gazetesini çıkarmaya yeniden başladı. Hastalanınca Lübnan’a döndü. 1890 yılında “Beyt Meri” köyünde öldü. Kardeşi Beşâra’da ona gazetenin çıkarılmasında yardım ediyordu.

[4]    Sâti el-Hasrî. 1880’de San’a’da doğdu. Babası Hilal İsla­mı kabul etti ve Muhammed Hilal ismini aldı. Daha sonra İstanbula taşındı. Sâti Türkçe olarak eğitimle ilgili bir dergi çıkardı. Ayrıca Türkçe olarak 12 tane kitap yaz­dı. Çocuğuda sanki bir türk gibi idi veya Türkleşti. Sâti el-Hasri 1916 yılında, Kral Faysal b. Hüseyin’in daveti ile Suriye’ye geldi. Eğitim bakanlığına getirildi. Aslı olan arab ırkına döndüğünü ilan etti. Kendisinin arap asıllı olduğunu ve Halep şehrinden olduğunu söyledi. Fransızlar Suriye’yi işgal edince Bağdat’a geçti. Orada da Hukuk Fakultesinin başkanı ve Tarihi eserlerden sorumlu Müdür idi. Daha sonra 1940 yılında Bağdatı terk etmeye zorlandı. Suriye’ye döndü ve Halep şehrinde ikamet etti. Suriyenin başkenti şama davet edildi. Ve iki sene boyunca Eğitim bakanlığında İlmi Danışman olarak çalıştı. 1945 yılında Mısıra geçti. Arap Birliği kendisine ilmi çalışmalar enstütüsü kurma ve idare etme görevini verdi. Arapça olarak elliden fazla kitap yazdı. Arkadaşları da kitapların basımından önce kendisine yardım ediyorlardı. Bu kitapların on onbeş tanesi Arap ırkçılığı hakkındadır. Bağdat’ta 1968 yılında öldü.