Kuraklık
yılında insanların başına korkunç bir kıtlık geldiğinden, Halife Hz. Ömer,
müslümanlarla birlikte istiska namazı kılmak ve rahmet sahibi Allah
kendilerine yağmur yağdırsın diye yakarmak için açık araziye çıktı.
Ömer sağ eliyle
Abbas'ın sağ elini tutup göğe kaldırdı ve:
"Allah'ım!
Aramızdayken Peygamber'in vasıtasıyla senden yağmur isterdik.
Allahım! Bugün de Peygamber'inin amcası vasıtasıyla
senden yağmur istiyoruz, bize yağmur ver." dedi
Daha
müslümanlar oradan ayrılmadan susuzluğu gideren ve toprağı verimlileştiren yağmur
şiddetli bir şekilde yağmaya başladı.
Sahâbîler
Abbas'la kucaklaşmaya, onu öpmeye ve şöyle diyerek kutlamaya başladılar:
"Sana
kutlu olsun... Haremeyn'in (Mekke ve Medine) sâkisisin."
Kimdi bu Haremeyn'in
sâkisi..?
Hz.
Ömer'in Allah'a vasıta kıldığı adam kimdi?"
Ömer ki, takvasını,
önder kişiliğini, Allah'ın, Peygamber'in ve mü'minlerin nezdindeki mevkisini
hepimiz bilmekteyiz…
O Resûlullah
(s.a.v.)'in amcası Abbas idi..
Resûlullah
ona çok kıymet verir, onu sever ve güzel huylarını överek şöyle derdi:
"Bu, benim
atalarımdan geriye kalandır…"
Bu Kureyş'in en iyisi
olan Abbas b. Abdülmuttalib'tir..!!
Nasıl ki
Hamza (r.a.)'ı Resûlullah (s.a.v.)'in amcası ve arkadaşıysa Abbas (r.a.) da öyleydi.
Aralarındaki
fark sadece iki veya üç seneydi. Abbas (r.a.) Resûlullah (s.a.v.)'den yaşça
daha büyüktü…
Muhammed
(s.a.v.) ve amcası Abbas (r.a.) yaşıt iki çocuk ve aynı kuşaktan gençler idiler.
Aralarındaki sevginin
nedeni sadece akrabalık bağı değildi. Aynı zamanda yaşıt olmaları ve ömür boyu
süren bir arkadaşlıkları vardı…
Resûlullah
(s.a.v.)'in daima ilk başta itibar ettiği bir şey daha var ki, o da Abbas'ın
ahlâk ve huyu idi.
Abbas (r.a.) çok cömertti;
âdeta iyilikseverliğin amcası ya da dayısı gibiydi..!!
Akraba ve yakınlarına çok
bağlıydı; ne malını, ne yetkisini, ne de gücünü onlardan esirgemezdi…
Birçok
konuda dâhi denilebilecek ölçüde zeki biriydi. Bu zekâsı ve onu destekleyen Kureyş
nezdindeki yüksek mevkisi sayesinde Resûlullah (s.a.v.) davasını açıkladığında
onu birçok eziyet ve kötülükten koruyabildi..
Daha önce kendisinden
bahsederken söylemiş olduğumuz gibi Hamza Ebû Cehl'in kibrine ve Kureyş'in
zulmüne keskin kılıcıyla karşı koyuyordu.
Abbas ise, bütün bunlara zekâ ve yeteneğiyle karşı
koyuyordu. Bu iki özellik İslâm'ın hakkını savunan kılıçların göstermiş olduğu
yararlılığın aynısını yapmışlardır.!!
Abbas İslâm'ını Mekke
fethedildiği yıl ilan etmişti. Bu da bazı tarihçilerin kendisini geç müslüman
olanlar arasında saymasına neden olmuştur…
Tarihî başka
rivayetlere göre ise, o ilk müslümanlardandı; fakat İslâm'ını gizliyordu.
Resûlullah
(s.a.v.)'in hizmetkârı Ebû Râfi şöyle der:
"Ben Abbas b.
Abdülmuttalib'in yanında genç bir hizmetçi idim. İslâmiyet evimize geldiğinde
Abbas, Ümmü'l-Fazl ve ben müslüman olduk. Abbas ise İslâm'ını gizliyordu…"
Bu, Abbas'ın, Bedir
savaşından önceki durumunu ve müslüman oluşunu anlatan Ebû Râfi'nin bir rivayetidir.
Demek ki, Abbas
müslümandı…
Resûlullah (s.a.v.)
ve ashabının hicret etmesinden sonra Mekke'de kalması, hedefine en iyi şekilde
ulaşan bir planın gereğiydi.
Aslında Kureyş,
Abbas'ın gizli niyetine yönelik kuşkularını sürdürüyor olmakla birlikte ona
cephe almanın bir çıkar yolunu da bulamamıştı. Çünkü o, görünürde onların
istediği yol ve din üzereydi...
Bedir savaşı
olduğunda Kureyş bunu, Abbas'ın iç yüzünü ortaya çıkarmak için bir fırsat
bildi..
Abbas
(r.a.), Kureyş'in, oyunlarını tezgâhlamak ve emellerine ulaşmak için
hazırladığı o çirkin hileyi gözden kaçırmayacak kadar zekiydi.
Abbas, Medine'de bulunan Hz. Peygamler (s.a.v.)'e
Kureyş'in hareket haberini ulaştırmayı başarması hâlinde Kureyş de onu inanmadığı
ve istemediği bir savaşa katmayı başarmış olacaktı. Fakat bu, çok geçmeden Kureyşliler
için bir hezimet ve yenilgiye dönüşecekti...
Ve iki gurup Bedir'de
karşılaşır…
Her iki topluluğun
geleceğini belirlemek üzere kılıçlar, korkunç bir şiddetle çarpışmaya başlar…
Resûlullah (s.a.v.) ashabına
şöyle haykırıyordu:
"Haşim
oğullarından ve başkalarından, savaşla ilgileri olmayan, istemeyerek katılan
adamlar vardır. Biriniz onlardan biriyle karşılaştığında onu öldürmesin…
Kim Ebü'l-Bahterî b. Hişam
b. Hâris b. Esed ile karşılaşırsa, onu öldürmesin…
Kim Abbas b.
Abdülmuttalib'le karşılaşırsa, onu öldürmesin... Çünkü o istemeyerek katıldı…"
Resûlullah bu emriyle, Amcası
Abbas'ın bir meziyetini kastetmemekteydi; çünkü bu meziyetlerin ne yeri ne de
zamanıydı.
Resûlullah (s.a.v.)
hak savaşında ashabının başlarının uçuştuğunu görüp de müşrik olduğunu bilmesi
hâlinde amcası öldürülürken ona şefaat edecek biri değildir.
Evet...
Resûlullah
(s.a.v.) kendisi ve İslâm için birçok fedakârlıkta bulunmuş olmasına rağmen amcası
Ebû Tâlib için mağfiret dilemekten kaçınmıştı…
Bedir
savaşına gelip de müşrik olan kardeşlerini ve babalarını öldürenlere, "Amcamı
bunun dışında tutun onu öldürmeyin..!!" demesi akıllıca ve mantıklı
bir davranış değildir.
Fakat Resûlullah (s.a.v.)
amcasının gerçeğini ve İslâm'ını gizlediğini ve başkalarından daha çok İslâm
için yaptığı görünmeyen hizmetleri ve onun savaşa zorla ve istemeyerek
katıldığını biliyorsa, o zaman durumu bu olan birini kurtarmak için elinden
gelen her şeyi yapması onun görevidir...
Oysa Ebü'l-Bahterî İslâm'ını gizlemediği ve
Abbas'ın yaptığı gibi İslâm'a gizlice yardımda bulunmadığı hâlde bütün iyiliği;
Kureyş ileri gelenlerinin müslümanlara yaptığı zulüm ve eziyetlere katılmayıp,
onların bu yaptıklarından hoşnut olmaması ve Bedir savaşına onlarla birlikte
istemeyerek katılmış olmasıydı…
Eğer bu durumda olan
Ebü'l-Bahterî öldürülmemek için Resûlullah'ın şefaatine nail olduysa…
İslâm'a birçok
yararlılıklar göstermiş olan bir adam ve İslâm'ını gizleyen bir müslüman bu şefaate
daha çok layık değil midir..?
Evet...
O müslüman ve o
yardımcı, Abbas idi...
Bazı şeyleri görmek
için biraz geriye dönelim...
İkinci Akabe Biatı'nda Resûlullah'ın Medine'ye hicret
etmesi için yetmiş üç erkek ve iki kadından oluşan ensâr heyeti geldiğinde
Resûlullah bu heyetin ve biatın haberini amcasına bildirdi. Resûlullah
(s.a.v.)'in amcasına güveni tamdı.
Gizlice
kararlaştırılan buluşma anı geldiğinde Resûlullah, amcası Abbas birlikte ensârın
beklediği yere gittiler.
Abbas gelenlerin sağlamlığını
sınamak ve Peygamberi güvence altına almak istedi…
Bırakalım da
hadiseyi görüp işittiği gibi heyet üyelerinden biri anlatsın…
İşte size Ka'b b.
Mâlik (r.a.):
"...Resûlullah
(s.a.v.), Abbas b. Abdülmuttalib'le birlikte gelinceye kadar dağlar arasında
vadide bekledik... Abbas şöyle dedi: "Ey Hazrecliler! Bildiğiniz gibi
Muhammed bizdendir. Biz onu kavmimizden koruduk. O kendi kavmi arasında aziz
ve ülkesinde güven içindedir. Fakat o size katılmak ve size gelmek için bütün
bunları reddetti.
Eğer siz
davetinizin gereğini yerine getireceğinize ve ona muhalefet edenlerden onu koruyacağınıza
inanıyorsanız o zaman bunu üstlenebilirsiniz.
Eğer size
geldikten sonra onu koruyamayacağınıza ve bırakacağınıza inanıyorsanız, şimdiden
onu bırakın.."
Abbas bu
kesin ve net sözlerini söylerken gözleri bir kartal gibi, sözlerinin etkisini
ve ona karşı takınılan tavırları anlamak için ensârın yüzlerinde geziniyordu.
Abbas
bununla yetinmedi. Muhteşem zekâsı, hakikati maddî ölçüleri içinde görebilen ve
bir uzman gibi bütün boyutlarıyla ele alabilen pratik bir zekâydı.
O sırada
ensârla konuşmasını zeki bir soruyla devam ettirdi.
"Bana
savaşı anlatın, düşmanınızla nasıl savaşırsınız?"
Abbas,
Kureyş'e yönelik bilgi ve tecrübesiyle, şirk ve İslâm arasındaki savaşın
kaçınılmaz olduğunu görmekteydi. Kureyş dininden, gururundan ve inadından ödün
vermeyecekti.
İslâm'da
batıl karşısında meşru haklarından ödün vermeyeceğine göre...
Öyleyse
ensâr -Medine ahalisi- savaş olduğunda buna hazırlıklı mıydı..?
Onlar -teknik açıdan- Kureyş'e denkler miydi, savaş ve
saldırı sanatını iyi biliyorlar mıydı..?
Bu nedenle:
"Bana
savaşı anlatın, düşmanınızla nasıl savaşırsınız?" sorusunu sormuştu.
Abbas'ı dinleyen
ensâr, dağ gibi sarsılmaz adamlar idiler.
Abbas
konuşmasını bitirir bitirmez -özellikle de o etkin sorusunu sorar sormaz- ensâr
söze katıldı.
Abdullah b. Amr b.
Harâm soruya cevap vererek söze başladı:
"Vallahi! Biz savaşçıyız... Onunla beslendik,
onun için eğitildik ve atalarımızdan miras aldık.
Bitinceye kadar ok atarız…
Kırılıncaya kadar
mızraklarla dövüşürüz...
Sonra
kılıçlarımızla yürür, düşmandan ya da bizden en hızlı olanlar ölünceye kadar savaşırız…"
Abbas sevinçle cevap
verdi:
"Öyleyse siz
savaşçısınız… Zırhlarınız var mı..?"
Dediler ki:
"Evet. Hepimizin
zırhları var…"
Sonra
Resûlullah (s.a.v.)'le ensâr arasında olağanüstü güzellikte bir konuşma cereyan
etti. İnşallah ileride bunu ele alacağız.
Abbas'ın
Akabe biatındaki tutumu buydu…
Onun bu muhteşem tutumu, o gün ister İslâm'a gizlice
inanmış olsun isterse hâlâ bunu düşünüyor olsun, göçüp gitmekte olan karanlıkla
gelmekte olan aydınlığın kuvvetleri arasındaki konumunu belirlemekte
sağlamlığının ve yiğitliğinin boyutlarını ortaya koymaktadır..!!
Bu
yumuşak huylu, sessiz ve suskun adamın fedakârlığını kanıtlamak, ihtiyaç
duyulup da şartlar gerektirdiğinde mekânı ve zamanı tamamıyla kucaklayan; fakat
bu zorlayıcı şartlar dışında gözlerden uzak ve yüreklerde gizli olan o eşsiz kahramanlığı
savaş alanında ortaya koymak için Huneyn savaşı olur…
Hicretin
sekizinci yılında Allah, Resûlü ve dini için Mekke'nin kapılarını açınca, bu
dinin bu kadar hızlı bir şekilde bütün bu zaferleri gerçekleştirmiş olması,
Arap yarımadasında hâkim bulunan bazı Arap kabilelerinin ağırına gitmişti…
Hevazin,
Nasr, Cuşem kabileleri ve diğerleri toplanıp, Resûlullah ve müslümanlara karşı
her şeyi sona erdirecek olan bir savaş yapmaya karar verdiler...
"Kabileler"
kelimesi bizi yanıltıp, Resûlullah'ın hayatı boyunca yaptığı savaşları, karakteristik
açıdan sadece küçük dağ çarpışmaları sanmamıza neden olmasın. Çünkü bu kabilelerle
kendi yuvalarında yapılan savaşlardan daha kıyıcı ve şiddetli savaşlar
yoktu..!!
Bu gerçeği bilmek,
sadece Resûlullah ve ashabının ortaya koymuş oldukları harikulade çaba hakkında
doğru bir değerlendirme yapmamızı sağlamaz. Aynı zamanda mü'minlerin ve
İslâm'ın kazandığı zaferin kıymetini bilmemizi ve bu zafer ve başarıyla
belirginleşen Allah'ın tevfikini açık bir şekilde görmemizi ve bu hususlarda
güvenilir ve doğru bir değerlendirme yapmamızı da sağlar.
O kabileler keskin
savaşçılardan oluşan dalga dalga saflar hâlinde ortaya çıktılar. Müslümanlar da
on iki bin kişiyle karşılarında yer aldılar...
On iki bin..?
Ve kimlerden..?
Dün Mekke'yi fethederek,
putları ve şirki son ve yok edici uçurumuna sürükleyip, hiçbir karşı koyan ve
kötülük yapan olmaksızın bayrakları gökyüzünü dalgalanarak kaplayanlardan!!
Bu gurur verici bir şeydi…
Nihayet müslümanlar da
insandılar. Böylece çoklukları, düzenli oluşları ve Mekke'de kazandıkları
büyük zaferin kendilerine verdiği gurur karşısında zayıf düştüler ve şöyle dediler.
"Bugün sayıca bizden az
olanlara yenilmeyeceğiz..!"
Göğün onları savaştan daha
üstün ve yüce bir amaca hazırlıyor olmasına rağmen askerî güçlerine güvenmeleri
ve zaferleriyle gurur duymaları, şifa veren bir darbeyle bile olsa hemen
kurtulmaları gereken yanlış bir ameldi…
Şifa verici darbe,
savaşın başlangıcında oluşan ani ve büyük hezimet idi. Ta ki Allaha sığınıp,
kendi güçleri yerine O'nun gücüne dayanınca hezimet bir zafere döndü. Bu arada
vahiy nâzil olup müslümanlara şöyle diyordu:
"Huneyn
gününde çokluğunuz hoşunuza gitmişti ve sizi hiçbir şeyden korumamıştı. Bütün
genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelmişti. Sonra arkalarınızı dönerek kaçtınız…
Sonra
Allah, mü'minler ve Resûlü üzerine sükûnetini indirdi. Ve görmediğiniz askerler
indirerek küfredenlere azap verdi. Kâfirlerin cezası budur..." (Tevbe,
O gün Abbas'ın sesi
ve kararlılığı, cesaretin ve direnişin en parlak örneklerindendi. Müslümanlar,
Tihame vadilerinin birinde toplanmış, düşmanlarının gelmesini beklerken,
müşrikler onlardan önce vadiye gelerek ilk saldırı imkânını elde etmiş hâlde
silahları hazır bir vaziyette aralıklara ve oyuklara gizlendiler.
Bir gaflet anında
müslümanların üzerine şiddetle saldırdılar. Öyle ki her birinin bir tarafa, uzaklara
kaçmasına neden oldu...
Resûlullah (s.a.v.)
ani hücumun müslümanları ne hâle getirdiğini gördü ve beyaz atının sırtına
çıkarak haykırdı:
"Ey insanlar
nereye..?!
Bana gelin…
Ben peygamberim, sözümde
doğruyum...
Ben Abdülmuttalib'in oğluyum..."
O sırada Resûlullah
(s.a.v.)'in etrafında Ebû Bekir, Ömer, Ali b. Ebû Tâlib, Abbas b. Abdülmuttalib,
Abbas'ın oğlu Fazl, Ca'fer b. Hâris, Rebîa b. Hâris, Üsâme b. Zeyd, Eymen b.
Ubeyd ve ashabtan küçük bir grup dışında kimse kalmamıştı…
Orada
erkekler ve kahramanlar arasına yüksek mevki edinen bir de kadın vardı...
O Ümmü Süleym bint
Milhan idi…
Müslümanların korku
ve endişelerini gördü. Kocası Talha'nın devesine binerek Peygamber'in yanına
geldi…
Hamileydi. Çocuğu
karnında hareket edince, abasını çıkarıp, karnına sıkıca bağladı. Sağ eline
aldığı hançeriyle Resûlullah (s.a.v.)'in yanına vardığında Resûlullah (s.a.v.)
gülümseyerek ona şöyle dedi:
"Ümmü Süleym, sen misin…?"
O da şöyle dedi:
"Evet.. Ya
Resûlullah! Babam ve annem sana feda olsun…
Yanından kaçanları,
seninle savaşanları öldürdüğün gibi öldür. Onlar bunu hak ediyorlar…"
Rabbinin vaadine sımsıkı sarılan Resûlullah'ın
yüzündeki gülümsemenin parıltısı arttı ve ona şöyle dedi:
"Ey Ümmü Süleym! Allah
yetti ve gereğini en güzel şekilde yaptı!..."
Resûlullah
(s.a.v.) orada böyle bir durumdayken, Abbas onun yanında ve atının yularını
ayakları arasına alarak, tehlike ve ölüme meydan okuyordu…
Peygamber
(s.a.v.) insanlara haykırmasını emretti. Abbas cüsseli ve gür sesliydi. Şöyle
haykırmaya başladı:
"Ey ensâr...!!
Ey biat
edenler…!!"
Sesi
âdeta kaderin davetçisi ve habercisiydi...
Sesi ani
saldırının şiddetinden korkup vadinin etrafına dağılmış olanların kulaklarına
değer değmez tek bir sesle cevap verdiler:
"Buyur...!!
Buyur…!!"
Bir fırtına gibi
döndüler. Hatta atı veya devesi yürüyemeyenler, zırhını, kılıcını ve yayını
alıp, yaya olarak Abbas'ın sesinin geldiği tarafa koştular...
Savaş kıyıcı ve
şiddetli bir şekilde yeniden başladı. Resûlullah (s.a.v.) o zaman şöyle haykırdı:
"Savaş asıl şimdi kızıştı…!"
Gerçekten de savaş kızışmıştı…
Hevazin ve Sakif
ölüleri yerlerde yuvarlanmaya başladı ve Allah'ın atları Lat'ın atlarını mağlup
etti. Allah, Resûlü ve mü'minler üzerine sükûnetini indirdi..!
Resûlullah (s.a.v.)
amcası Abbası çok seviyordu. Hatta Bedir savaşının bittiği gün amcası geceyi
esir geçirdi diye uyuyamadı…
Resûlullah (s.a.v.)
bu sevgisini gizlemiyordu. Uykusuzluğunun nedeni sorulduğunda, Allah'ın
kendisine büyük bir zafer kazandırdığı Peygamber şöyle cevap verdi:
"Bağlıların içinde
Abbas'ın iniltisini duydum..."
Müslümanlardan
bazıları Resûlullah'ın sözlerini duydu. Biri esirlerin bulunduğu yere gidip,
Abbas'ın bağlarını çözdü ve gelip Resûlullah'a haber verdi:
"Ey Allah'ın
elçisi…!
Ben Abbas'ın bağını
biraz gevşettim."
Fakat neden sadece
Abbas?
O zaman Resûlullah
arkadaşına şöyle dedi:
"Git ve bunu
bütün esirler için yap…"
Evet.. Peygamber'in
amcasını sevmesi, onu aynı şartların birleştirdiği insanlardan ayrıcalıklı
kılması anlamına gelmez.
Esirlerden fidye
alınması kararlaştırıldığında Resûlullah (s.a.v.) amcasına şöyle dedi:
"Ey Abbas...!
Senin, kardeşinin
oğlu Akîl b. Ebû Tâlib'in, Nevfel b. Hâris'in ve Benî Hâris b. Fihr'in kardeşi
dostun Utbe b. Amr'ın fidyelerini ver; çünkü sen zenginsin..."
Abbas esaretten
fidyesiz kurtulmak istedi ve şöyle:
"Ey Allah'ın
Resûlü! Ben müslüman idim; fakat beni zorladılar…
"Fakat
Resûlullah, fidyede ısrar etti. Bu hususta inen vahiy şöyle diyordu:
"Ey Peygamber!
Elinizde bulunan esirlere söyle ki, Allah kalplerinizde hayır olduğunu biliyorsa,
sizden alınandan daha hayırlısını size verecek ve size mağfiret edecektir.
Allah mağfiret eden ve esirgeyendir." (Enfâl,
Böylece Abbas
kendisinin ve beraberindekilerin fidyesini vererek Mekke'ye döndü... Bundan
böyle Kureyş, bir daha onu aklından ve tuttuğu hidâyet yolundan saptıramadı.
Bir müddet sonra da malını toplayıp, eşyalarını alarak, mü'minlerin kafilesinde
ve İslâm kervanında yerini almak üzere, Hayber'de bulunan Resûlullah
(s.a.v.)'in yanına geldi. Müslümanların saygı ve sevgi odağı hâline geldi.
Şüphesiz onlar Resûlullah'ın ona olan saygısını, sevgisini ve onun için
söylediği şu sözü biliyorlardı:
"Abbas babam gibidir…
Ona zarar veren, bana zarar
vermiş gibidir..."
Abbas mübarek bir
nesil verdi…
Ümmetin âlimlerinden
Abdullah b. Abbas, bu mübarek nesilden biriydi…
Otuz ikinci senenin
recep ayının on dördüncü cuma günü birinin şöyle haykırdığını duydular:
"Abbas b.
Abdülmuttalib'i görenlere Allah rahmet eylesin! Biliniz ki, Abbas artık öldü…!"
Medine'nin şimdiye
kadar görmediği çok sayıda insan, onun cenazesine katılmak için çıktı. O zaman
müslümanların halifesi olan Hz. Osman (r.a.) namazını kıldırdı. Ebü'l-Fazl'ın
cesedi Bakî mezarlığının toprağı altında sükûnete erdi... Ve Allah'a verdikleri
sözde duran iyilerin arasında huzur içinde uyudu…