EBÛ HÜREYRE

Vahiy Çağının Belleği

Gerçekten insanın zekâsının hesabı sorulu­yor…

Olağanüstü yeteneklerin sahipleri, şükran ve armağan almaları gerektiği zamanlar ço­ğunlukla bunun bedelini öderler..!!

Yüce sahâbî Ebû Hüreyre de bunlardan bi­ridir...

Belleğinin gücü ve geniş kapasiteli oluşu bakımından olağanüstü bir yeteneğe sahipti…

Allah ondan razı olsun, dinlemeyi çok iyi bilir, hafızasında çok iyi ezberleyip, depo­lardı...

İşitir, anlar ve ezberlerdi. Sonra aradan ne kadar zaman geçerse geçsin ve yaşı ne kadar ilerlerse ilerlesin, öğrendiklerinden neredeyse ne bir kelime, ne de bir harf unuturdu…!

Bu nedenle yeteneği, onu, Resûlullah'ın as­habı arasında hadisleri en çok ezberleyen ve sonunda rivayeti en çok olan kişi olmaya ha­zırladı.

Resûlullah (s.a.v.) hakkında uydurma hadis söyleyenlerin zamanı geldiğinde onlar Ebû Hüreyre'yi, onun Resûlullah (s.a.v.)'den riva­yetteki ününü en çirkin şekilde kullanarak kendilerine alet ettiler. Her hadis uydurdukla­rında da "Ebû Hüreyre şöyle anlattı" demeye başladılar..!

 Eğer bütün sahtekârlık ve dıştan sokuş­turmaları reddederek, hadisin hizmetine ha­yatlarını adayıp, bu uğurda olağanüstü çabalar ortaya koyan yüce büyüklerin gayretleri olma­saydı, onun hakkında korkulan olacaktı… Re­sûlullah (s.a.v.)'in muhaddisi olarak Ebû Hü­rey­re'nin ününü yok edecekler, kendisini şüphe ve endişeyle yaklaşılması gereken bir konuma düşüreceklerdi.

İşte o zaman Ebû Hüreyre (r.a.) müfsid­lerin bir yolla İslâm'ın içine sızdırarak, günah ve zararını ona yükleyecek oldukları uydurmalar ve yalanlar ahtapotundan kur­tuldu…

Şimdi... Bir vaizin, konuşmacının veya cuma hatibinin, nesiller boyu nakledilen "Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle dedi: Resûlullah (s.a.v.) dedi ki..." sözünü duyduğunda...

Derim ki, bu ismi bu şekilde duyduğunda ya da çoğunlukla hadis, siret, fıkıh ve genel olarak dinî kitaplarda rastladığında bil ki, sahâbîlerin arasında Hz. Peygamberle birlikte­liği ve dinlemesi en çok olan bir kişiyle karşı­laştın...

Çünkü Peygamber (s.a.v.)'den ezberlediği hikmetli sözler ve muhteşem hadislerden olu­şan servetinin bir eşi daha az bulunur…

Ebû Hüreyre, sahibi olduğu bu yetenek ve bu servetle sahâbîlerin içinde seni; Resûlullah (s.a.v.) ve ashabının yaşadığı o günlere götü­rebilecek ve eğer sen sağlam imanlı ve ince ruhluysan, hayata anlam veren, ona akıl ve olgunluk kazandıran Muhammed (s.a.v.) ve ashabının ihtişam dolu yaşamlarına şahit olan o ufuklarda seni uçurabilecek kudrette olan, en çok odur.

Eğer bu satırlar Ebû Hüreyre'yi tanımak ve onun hakkında söylenenleri duymak için arzu­larını harekete geçirdiyse, şimdi dur ve bekle…

O İslâm inkılâbının gerçekleştirmiş olduğu bütün büyük değişimlerin üzerine yansıdığı kişilerden biridir…

Bir işçiden beyefendiye...

Zorluklar arasında yitik birinden bir imam ve âlime...

Taş yığınlarının önünde secde eden birin­den, tek ve güç sahibi Allah'a iman eden birine dönüşmeye doğru giden bütün değişimlerin yansıdığı biridir…

İşte kendisi şöyle diyor:

"Yetim olarak büyüdüm. Miskin olarak hic­ret ettim. Gazvân'ın kızı Busre'nin yanında ka­rın tokluğuna çalışan bir işçiydim..!!

Konakladıklarında onlara hizmet eder, yola çıktıklarında onların peşinden giderdim...

İşte ben buydum. Allah beni onunla evlen­dirdi. Dini hâkim ve Ebû Hüreyre'yi imam ya­pan Allah'a hamdolsun...!"

Hicretin yedinci yılında Hayber'deyken Pey­gamber (s.a.v.)'in yanına geldi, isteyerek ve arzuyla müslüman oldu.

Peygamber (s.a.v.)'i görüp ona biat ettiği andan itibaren uyku zaman­­ları dışında ondan hemen hemen hiç ayrılmadı.

İşte müslüman olduğu andan Peygamber'in (s.a.v.) Yüce Dost'a (Allah'a) gittiği ana kadar Resûlullah (s.a.v.)'le birlikte yaşadığı dört yıl böyle geçti..

Biz diyebiliriz ki, bu dört yıl başlı başına bir ömürdü... Geniş ve uzundu. Dinleme, yapma ve her türlü güzel sözle dopdoluydu.

 

 


Ebû Hüreyre yetkin tabiatıyla Allah'ın di­nine hizmet verebildiği büyük dönemi yaka­ladı…

Sahâbe arasında savaş kahramanları çoktu…

Fakihler, davetçiler ve öğretmenler çoktu...

Fakat toplum, yazıdan ve yazanlardan yok­sundu. O çağlarda sadece Araplar değil, bütün insanlık yazıya önem vermiyorlardı ve yazı hiçbir toplumda gelişmişliğin işaretlerinden biri sayılmıyordu…

Pek yakın bir zamana kadar Avrupa bile böyleydi…

Başta "Şarlman" olmak üzere birçok kral büyük imkân ve zekâya sahip olmalarına rağ­men okuma yazma bilmeyen ümmilerden idi­ler.

 


Sohbetimize dönüp, öğretilerini ve kültü­rünü muhafaza edecek olanlar için İslâm'ın kurduğu yeni toplumun ihtiyacına Ebû Hü­rey­re'nin, tabiatıyla yetişmesini görelim. O zaman sahâbenin arasında yazı yazanlar azdı. Ayrıca herkesin Resûlullah (s.a.v.)'in söylediği her hadisi kaydedebilecek boş zamanı yoktu.

Ebû Hüreyre yazan biri değildi; fakat ha­fızdı ve ezberlemek için gerekli olan boş vakte sahipti. Ekebileceği bir toprağı, peşinden koşa­cağı bir ticareti yoktu…!!

Kendisi geç müslüman olduğu için de ka­çır­mış olduğu zamandan oluşan açığı kapat­maya azmetmişti. Bu da ancak Resûlullah (s.a.v.)'le oturmayı ve onun peşinde olmayı sür­dürmekle olacaktı…

O Allah'ın, kendisine vermiş olduğu bu ye­teneğin farkındaydı. O yetenek, Resûlullah (s.a.v.)'in davasına güç, genişlik ve dinamizm kazandırarak, Allah'ın, sahibinden hoşnut kal­masına neden olan kuvvetli ve yüksek kapa­siteli hafızasıydı.

Öyleyse neden, bu kültürü hıfzedip gelecek nesillere taşımayı üstlenenlerden biri olmasın­dı…?

Evet.. Yeteneklerinin kendisini hazırladığı ve hiç gecikmeden yapması gereken görevi buydu...

Ebû Hüreyre daha önce de söylemiş oldu­ğumuz gibi yazmasını bilen biri değildi; fakat çabuk ezberleyen, kuvvetli hafızası olan bi­riydi...

Onun ne ekeceği bir toprağı, ne de kendi­sini meşgul edecek bir ticareti vardı. Bu ne­denle ne yolculukta ne de yerleşik hâlde Resûlullah'ın yanından hiç ayrılmıyordu…

Böylece olanca incelikleriyle kendini ve ha­fızasını, Resûlullah'ın hadislerini ezberlemeye adadı…

Resûlullah (s.a.v.) vefat ettiğinde, bazı dost­larının da hayrete düşmesine neden olan ve: "Bütün bu hadisleri nereden duydu ve ne zama­n ezberledi" dedirtecek kadar miktarda hadis rivayet etti...

Ebû Hüreyre, arkadaşlarından bazılarının içi­ne düşen şüphe izlerini yok edercesine bu meseleyi şu sözleriyle aydınlığa kavuşturdu:

"Diyorsunuz ki: "Ebû Hüreyre Resûlull­ah'­tan çok hadis rivayet etti."

Ve diyorsunuz ki: "Kendisinden önce müs­lüman olan muhacirler bile bu kadar hadis rivayet etmediler."

Dikkatinizi çekerim ki, muhacir kardeşle­ri­mi pazarlardaki ticaretleri ve ensâr kardeşle­rimi de toprakları meşgul ediyordu...

Ben ise, Resûlullah (s.a.v.) ile en çok otu­ran, onlar yokken bile orada bulunan, unut­tuklarında -ezberlediğini- unutmayan zavallı bir adamdım..."

Bir gün Peygamber (s.a.v.) şöyle dedi: "Kim sözlerim bitinceye kadar ridasını açar, sonra da onu toplarsa, benden işittiği hiçbir şeyi unutmaz..!"  Ben de eteğimi açtım. O ko­nuşmasını bitirince ben de ridamı topladım. Allah'a yemin olsun ki, ondan duyduğum hiçbir şeyi unutmadım...

Allaha yemin ederim ki, Allah'ın kitabında bulunan şu âyet olmasaydı asla size hadis söy­lemezdim:

"İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayetin kendisi olan âyetleri insanlar için biz kitapta açıkladıktan sonra gizleyenler var ya mutlaka onlara Allah lanet eder. Lanet edebile­cek olanlar da lanet ederler." (Bakara, 159)

Ebû Hüreyre, Resûlullah (s.a.v.)'den çok ri­va­yet etmedeki eşsizliğinin sırrını böyle açık­lıyor.

Birinci olarak, o Peygamber (s.a.v.) ile bir­likte olmak için başkalarından daha müsaitti.

İkinci olarak, kuvvetli bir hafızası vardı. Resûlullah ona dua etti ve daha da kuvvet­lendi…

Üçüncü olarak, konuşmayı çok istediği için hadis rivayet etmiyordu; aksine bu hadisleri açıklamak dinî ve hayatî bir sorumluluk idi. Yoksa hakikati ve iyiliği gizleyen ve görevini yerine getirmeyen biri olarak kötü akıbetin beklediği biri olurdu…

Bundan dolayı hiçbir engel ve zorluk tanı­maksızın hadis rivayet etmeye devam etti. Ta ki, Halife Hz. Ömer kendisine şöyle dedi:

"Ya Resûlullah'tan hadis rivayet etmeyi bı­rak ya da seni Devs'e geri gönderirim."

 Yani vatanına ve ailene…

Hz. Ömer'in bu yasaklaması, Ebû Hürey­re'yi itham etmek anlamına değil; Ömer'in bizzat kendisinin ortaya koyduğu bir görüşü desteklemek içindi. O da şuydu: Özel­likle bu dönemde müslümanlara düşen, yü­reklerde ve akıllarda yer edip sağlamlaşıncaya kadar Kur'ân'­dan başka bir şeyi okuyup ez­berle­me­meleridir.

Kur'ân, İslâm'ın kitabı, yasası ve sözlüğü­dür. Resûlullah (s.a.v.)'den rivayet edilen ha­dislerin çokluğu, özellikle de Resûlullah (s.a.v.)'in vefatından sonraki ve Kur'ân'ın toplandığı bu yıllarda gereksiz ve yersiz olan bir karışıklığa neden olabilirdi…

Bu nedenle Ömer (r.a.):

"Sadece Kur'ânla meşgul olun; çünkü Kur'ân Allah'ın kelamıdır."

Ve...

"Kendisiyle amel olunanların dışında Re­sû­lullah (s.a.v.)'den rivayet etmeyi azaltın." diyordu.

Ebû Musa el-Eş'arî'yi Irak'a gönderdiğinde ona şöyle dedi:

"Mescidlerinde Kur'ân okurlarken arının uğul­daması gibi uğuldayan bir topluluğa rast­ladığında onları oldukları gibi bırak ve onları hadisle meşgul etme. Bu işin sorumluluğunda ben senin ortağınım.."

Kur'ân-ı Kerîm, kendisinden olmayan bir şeyin içine sızmayacağı bir şekilde güvenilir bir yolla toplanmıştı.

Fakat Ömer (r.a.)'ın, hadislerin tahrif edil­mesine veya Resûlullah (s.a.v.)'e iftira edip İslâma zarar vermede kullanılmasına karşı elin­de bir güvence yoktu. Ama kendinden ve güve­nirliğinden emin biri olarak da saklanma­sının günah ve yanlış olduğuna inandığı ilim ve hadislerin gizlenmesini de istemiyordu.

Bundan dolayı, duyup bildiği hadisleri söy­leyebilme fırsatı bulamadı; yoksa rivayet eder ve söylerdi

Fakat bütün bunların dışında Ebû Hü­rey­re'nin çok hadis rivayet etmesine ilişkin şüphelerinin oluşmasında büyük etkisi olan başka bir sebep daha vardı.

Bu da o günlerde Resûlullah (s.a.v.)'in hak­kında çok rivayetlerde bulunan; fakat as­habın, hadislerine çok güvenmediği bir başka muhaddisin daha olmasıydı. Bu zat önceleri ya­hudi iken, İslâma giren "Ka'b el-Ahbar" idi.

 

 


Mervan b. Hakem bir gün Ebû Hüreyre'nin ezber gücünü ölçmek istedi. Onu yanına ça­ğırtıp, beraberce oturdular ve ondan Resûlul­lah (s.a.v.)'den hadisler okumasını is­tedi. Aynı zamanda kâtibini de perdenin arka­sında oturtarak, Ebû Hüreyre'nin her söyledi­ğini yazmasını istedi…

Bir yıl sonra Mervan onu tekrar çağırdı ve kâtibinin yazdığı hadislerin aynısını ona söy­letti. Ebû Hüreyre onlardan bir tek kelimeyi daha unutmamıştı..!!

Ebû Hüreyre kendisi hakkında şöyle di­yor­du:

"Abdullah b. Amr b. Âs dışında Resûlullah (s.a.v.)'in ashabı içinde benden daha çok ha­dis rivayet eden yoktu. O yazıyordu; ben yaz­mıyordum."

İmam Şâfiî (rah.a.) onun için şöyle di­yor­du:

"Ebû Hüreyre, zamanında hadis rivayet eden­lerin ezberi en kuvvetli olanıydı."

Buhârî (rah.a.) de onun için şöyle diyordu:

"Sekiz yüz veya daha fazla sahâbî, tâbiin ve ilim ehli kişiler Ebû Hüreyre'den rivayette bulunmuştur."

İşte böyle… Ebû Hüreyre, kendisine kalıcılık ve ebediyet nasip olan büyük bir okuldu...

Ebû Hüreyre, çok ibadet eden ve Allah'tan korkan biriydi. Bütün gece kızı ve eşiyle nö­betleşe ibadet ederdi. Gecenin üçte birini o, üçte birini eşi, üçte birini de kızı ibadetle geçi­rirdi. İşte böylece Ebû Hüreyre'nin evinde ge­cenin bir saati bile ibadet zikir ve namazsız geçmezdi.!!

Resûlullah (s.a.v.)'le birlikte olma uğruna kimsenin çekmediği kadar açlık çekti…

O bize açlığın, bağırsaklarını nasıl kemirdi­ğini… Karnına taş bağlayıp, elleriyle midesini nasıl sıktığını… Sonra saralı olmadığı hâlde bazı arkadaşları onu saralı zannedecek kadar mescidde açlıktan yere düşüp kıvrandığını an­latır…

Müslüman olduktan sonra biri dışında ha­yatındaki hiçbir problem onu zorlamıyordu. Onun yüzünden gözüne uyku girmiyordu….

Bu problem annesiydi! Müslüman olmayı kabul etmemişti...

Sadece bununla kalmayarak, Resûlullah (s.a.v.) hakkında kötü sözler söyleyip, oğluna eziyet ediyordu…

Bir gün Ebû Hüreyre'ye Resûlullah (s.a.v.) hakkında kötü şeyler söyledi. Ebû Hüreyre ağla­yarak ve hüzün içinde çıkıp, Resûlullah (s.a.v.)'in mescidine geldi.

Şimdi sözün geriye kalanını anlatması için ona kulak verelim:

"Resûlullah'a ağlayarak geldim ve ona şöyle dedim: "Ey Allahın elçisi! Ebû Hüreyre'nin annesini İslâm'a davet ederdim ve o da reddederdi. Bu günde onu davet ettim; ama senin hakkında hoşlanmadığım şeyler söyledi bana. Allah'a, Ebû Hüreyre'nin anne­sini İslâm'a hidâyet etmesi için dua et!.."

Resûlullah (s.a.v.) şöyle dedi:

"Allah'ım! Ebû Hüreyre'nin annesini hidâ­yete erdir…"

Resûlullah (s.a.v.)'in duasının müjdesini vermek için koşarak çıktım. Kapıya vardığımda kapalıydı ve içeriden su sesi geliyordu. Bana: "Ey Ebû Hüreyre yerinde kal.." dedi. Sonra elbisesini giyip, örtüsünü aceleyle örterek: "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muham­med'in onun kulu ve elçisi olduğu şehâdet ederim." diyerek çıktı.

Üzüntüden ağladığım gibi sevinçten ağla­yarak, Resûlullah'ın yanına koşarak geldim ve dedim ki: "Müjde ya Resûlullah! Allah duanı kabul etti... Allah Ebû Hüreyre'nin annesini İs­lâm'a hidâyet eyledi."

Sonra şöyle dedim:

"Ya Resûlullah! Beni ve annemi, mü'min­le­re sevdirmesi için Allah'a dua et."

O da şöyle dedi:

"Allah'ım! Bu kulunu ve annesini bütün mü'­min­lere sevdir…"

Ebû Hüreyre bir mü'min ve mücahid olarak hiçbir savaştan ve itaat gerektiren hiçbir işten kaçınmaksızın yaşadı.

Hz. Ömer hilafeti sırasında onu Bahreyn va­lisi yaptı. Bildiğimiz gibi Ömer (r.a.) valile­rini sıkı bir şekilde kontrol ederdi…

Eğer birini vali yaptığında o sadece iki el­bise sahibiyse, valiliği kendisine bıraktırdığı gün bırakması ve dünyada o iki elbiseden başka bir şeye sahip olmaması gerekirdi. Bir tek elbiseye malik olarak -valiliği- bırakması ise tercihe şâyândır..!!

Ancak valiliği bıraktığında üzerinde varlık alâmetleri görülürse, kaynağı ne olursa olsun, Ömer'in hesabından kurtulamazdı..!

 Hz. Ömer'in ihtişam ve olağanüstülükle doldurduğu bir başka dünyaydı.

Ebû Hüreyre Bahreyn valisi olduğunda ken­disine helâl kaynaklardan mal biriktirdi. Hz. Ömer bunu öğrenince onu Medine'ye aldı…

Bırakalım Ebû Hüreyre onunla aralarında geçen konuşmayı bize kendi anlatsın:

Ömer bana şöyle dedi:

"Ey Allah'ın ve kitabının düşmanı! Allah'ın malını mı çaldın..?!"

Ona şöyle dedim:

"Ben ne Allah'ın, ne de kitabının düşmanı­yım...!! Fakat onlara düşman olanların düş­ma­nıyım. Ne de Allah'ın malını çalan biri­yim..!!"

Dedi ki:

"On binleri kendine nereden topladın?"

Dedim ki:

"Atlarım vardı, yavruladılar ve verilen ar­mağanlar."

Ömer şöyle dedi:

"Onları müslümanların hazinesine (bey­tül­mal) ver..!!"

"Allah'ım Emirü'l-mü'minine mağfiret eyle!"

Bir müddet sonra Ömer, Ebû Hüreyre'yi çağırtıp ona tekrar valilik teklif etti; fakat o bunu reddedip özür diledi.

Ömer Ona: "Niçin kabul etmiyorsun?" dedi.

Ebû Hüreyre ona şöyle dedi:

"Yaptıklarım kötülenmesin, malım alınma­sın ve cezalandırılmayayım diye…" 

Sonra şunu söyledi:

"Bilmeden hükmetmekten ve kötü söz söylemekten korkuyorum…"

Bir gün Allah'a kavuşma arzusu çoğaldı.

Kendisini ziyarete gelenler, hastalığından şifa bulması için dua ederlerken o ısrarla Al­lah'a şöyle diyordu:

"Allah'ım! Sana kavuşmayı istiyorum, sen de benim kavuşmamı iste..!"

Yetmiş sekiz yaşında hicretin elli doku­zuncu yılında vefat etti. Cenazesini kaldıranlar dönerlerken, dilleri Resûlullah (s.a.v.)'den ri­vayet edip onlara ezberlettiği birçok hadisi söylüyordu.

Herhalde yeni müslüman olanlardan biri yanındakine dönüp soruyordu: "Bu dünyadan göç eden şeyhimize neden Ebû Hüreyre kün­yesi verildi."

Bunu bilen arkadaşı şöyle cevap veriyordu:

"Cahiliyyede de adı Abdüşşşems (güneşin kulu) idi. Müslüman olunca Resûlullah ona Ab­durrahman adını verdi... Hayvanları çok se­verdi. Yedirdiği, taşıdığı, temizlediği ve koru­duğu bir kedisi vardı. Kedi onu gölgesi gibi ta­kip ederdi...

İşte böylece ona Ebû Hüreyre (kedicik ba­bası) denildi..."