Gıybet Sadece Dil İle Yapılmaz
Gıybet Edenin Dünyadaki Durumu
Gıybet Edenin Kabirdeki Durumu
Gıybet Edenin Cehennemdeki Durumu
Caiz Olan Durumlarda Bile Gıybetten Kaçınılmalı
Koğuculuk Büyük Bir Fitne Ve Bozgunculuktur
Hamd âlemlerin rabbi
olan Allah'a, salat ve selam Sevgili Peygamberimize, âline, ashabına, ve onlara
tabi olanlara olsun.
Peygamberlerin
hedeflerinden biri, belki de en önemlisi insanların nefislerini çirkin
ahlaktan, kötülükten ve hayvani sıfatlardan temizleyip arındırmak, ahlâki
fazilet ve değerleri güçlendirmek, ruhen ve manen kemale ermelerini
sağlamaktır. Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur" Ben güzel
ahlakı tamamlamak için gönderildim."[1]
Müslümanlar olarak
kendimizi bedenen ve fikren geliştirmekte, fakat ruhen ve ahlaken gelişim için
ciddi bir çaba göstermemekteyiz. Bu nedenle ailemizle, anne-babamızla,
akrabalarımızla, arkadaşlarımızla olan ilişkilerimizde ve ticari hayatımızdaki
söz ve davranışlarımızda kırıcı ve incitici olabilmekte, bir müslümana
yakışmayan sözler sarf edebilmekte ve kötü davranışlar sergileyebilmekteyiz.
Bu-hari ve Müslim'in rivayetine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Ki
m Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş ise ya hayırlı söz söylesin veya sükût
etsin/'
Bu tavsiyeye rağmen ne
dünya ne de ahiretimize faydası olmayan, fitne ve fesada yol açan, gıybet,
iftira, koğuculuk gibi zararlı konuşmalar yaparak kardeşimizi küçük düsürmekte,
şerefine leke sürmekte, hasenatımızı yok etmekte ve vaktimizi boşa
harcamaktayız.
Allah'a yakınlaşmanın
ve kemale ermenin en önemli adımı ruhsal alanda bir inkılâp gerçekleştirmek ve
nefsi terbiye etmektir. Zira Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmakta-dır:"İyi
bilin ki, vücut içinde bir lokmacık et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün
vücut iyi olur, o bozuk olursa bütün vücut bozulur. İşte o et parçası
kalbdir."[2] Onun içindir ki, Hasan
Basri, İmam Gazali, Abdulkadir-i Geylani gibi büyük âlimlerimiz, vaizlerimiz,
mürşidlerimiz kalbi ve nefsi hastalıkları ıslah etmek amacıyla güzel ahlakı,
nefis terbiyesini, ihlası, takvayı içeren ciltler dolusu kitaplar yazmışlardır.
Asırlar boyunca vaizler ve mürşidler bu eserlerin irfan okyanusundan
yararlanarak müslümanlara dersler vermişler; müslümanların kemale erebilmeleri
ve ruhsal dünyalarında inkılaplar gerçekleştirebilmeleri için çaba
sarfetmişlerdir.
Bir müslümanın nebevi
yolda yürüyebilmesi, sabrı kuşa-nabilmesi ve dilini kontrol edebilmesi için
nefis terbiyesi ile ilgili bu tür kitaplardan faydalanması gerekir. Bugün müslümanların
bu tür eserlere büyük bir ihtiyacı vardır. Söz ve davranışlarımızla örnek
olabilmemiz için ruhi arınmaya önem vermemiz gerekir. Ancak okuma kültürü
gelişmemiş bir toplum olarak İhyau Ulumiddin gibi ^binlerce sayfalık eserleri
okumaktan aciz olduğumuzdan nefsimizi terbiye edememekte ve bir müslümana
yakışmayan gıybet, dedikodu, koğuculuk gibi tehlikeli hastalıklardan
kurtulamamak-tayız. Toplumun her tabakasının sıkılmadan ve anlayarak okuması
için gıybet, bühtan ve koğuculuk konuları gereksiz cümlelerden arındırılarak,
akıcı ve sade bir dille yazılmış olup küçük bir kitapçık haline getirilmiştir.
Bu kitapçıkta neyin
gıybet, bühtan ve nemime olduğu, bu kebair günahların dünya ve ahiretteki
fesadı, toplumsal zararları, bu günahlara bulaşmamamız için neler yapmamız
gerektiği veya eğer bulaşmışsak nasıl te*be edip geri dönebileceğimiz ve
bunların sonuçları anlatılmaktadır.
Ruhi arınma ile ilgili
bu konuları kaleme almamın sebebi iman ve ahlâkı fesada uğratan, müslümam
dünya ve ahi-rette rezil rüsva eden, Müslümanlar arasında kin, öfke ve
düşmanlığa yol. açan, sevgi, saygı ve kardeşlik bağlarını kopararak
Müslümanları güçsüz duruma düşüren ve dinin te-r ellerini sarsan bu amansız hastalıkların
tedavilerine yardımcı olmak, Müslümanlar arasındaki kardeşlik ve dayanışmanın
güçlenmesine katkıda bulunmaktır.
İrşad okyanusundan bir
damla alıp kardeşlerimin içmesi ve hayırlara vesile olması dileğiyle...
Batman/2004 Mehmet
ENSARİ
Dil, insana verilmiş
büyük ilahi nimetlerden biridir. Çünkü insan, Allah'a yakınlaşmak için yaptığı
zikrin büyük bir kısmını dil ile gerçekleştirmekte ve iletişimini dil
vasıtasıyla sağlamaktadır. Allah u Teala her türlü ihtiyacını gidermesi için
insana konuşma gücü vermiştir. İnsan gereği kadar konuştuğu yani ya Allah'ı
zikretmek, ya emr-i bil ma'ruf ve nehy-i anü münker yapmak, ya da zaruri olan
meramını anlatmak için konuştuğu takdirde bu büyük ilahi nimetten doğru bir
şekilde faydalanmış olur. Ancak faydasız ve gereksiz şeyler konuşursa bu büyük
ilahi nimete karşılık küfran-ı nimet etmiş olur. Çokça şakalaşmak, boş şeyler
konuşmak ve beyhude sözlere kulak asmak kalbi öldürür.
Nitekim Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın zikri dışında aşırı derecede
fazla konuşmaktan sakınınız. Zira çok konuşmak Allah'ın zikri dışında kalbin
katılaşmasına sebep olur ve Allah'tan en uzak olan kimse ise kalbi katılaşmış
olandır.”[3]
Sahabeden bazısı şöyle
dedi:" Kalbinde kasvet, bedeninde bir zayıflık, rızkında bir darlık
görürsen, bil ki, üstüne düşmeyen, dünya ve ahiretine yaramayan şeylerden söz
etmişsindir."
İnsan, gereğinden
fazla konuşmamalı, faydasız ve lüzumsuz sözlerden, hatta çirkin ve Allah'ın
zikri dışındaki sözlerden kaçınmalıdır. Zira Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurmaktadır:" Kişinin İslami güzelliklerinden biri de (manasız,
faydasız) ve kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesidir.”[4]
Bir rivayete göre
şöyle anlatıldı:
Lokman Hekim, Habeşli
bir köle idi. Bir gün efendisi ona şöyle dedi:
"Evlat, bize şu
koyunu kes, en güzel yerinden iki parça et getir.
Lokman Hekim, koyunun
dilini ve kalbini getirdi. Bir başka sefer, yine efendisi ona şöyle dedi:
" Bize şu koyunu kes, en kötü yerinden iki parça et getir." Lokman Hekim,
yine koyunun dilini ve kalbini getirdi. Efendisi, bunun manasını sordu, o da
şöyle açıkladı: "Bu cesette, o iki parça etten daha güzeli yoktur, eğer
iyilik yolunda olursa. Yine bu cesette, o iki parça etten daha kötüsü yoktur,
eğer kötülük yolunda olursa."
Nasıl ki deprem gibi
doğal afetler, binalan yerle bir edip büyük felaketlere yol açıyorsa, dil
nimeti de şer yolunda kullanıldığı zaman ümmetin birliğini bozacak kadar büyük
bir afete dönüşür. Eğer onu terbiye ederek ehilleştirir ve dizginlerini ele
alırsak ondan hayır yolunda faydalanabiliriz. Eğer ehilleştiremez de onu kendi
haline bırakırsak, kısa bir süre zarfında öyle bir hal alır ki, kiminle
konuşursa gıybet konuşur, karıştığı her topluluğa fitne ve fesat tohumlan
eker, iman ve kardeşlik bağlarını koparır. Hem sahibinin hem de toplumun
kalbinde telafisi mümkün olmayan derin yaralar açar. Dilin şerrinden ancak
hayır konuşan veya sükût edenler kurtulur.
Nitekim Resul-i Ekrem
(s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Susan kurtulmuştur."[5]
Hz. İsa (a.s)'a dediler
ki: "Bize öyle bir ameli tavsiye et ki, onunla cennete girelim!
Hz. İsa (a.s) şöyle
buyurdu:
* Hiç
konuşmayınız." Dediler ki:
" Buna gücümüz
yetmez!" Hz. İsa (a.s) şöyle buyurdu:
* O halde sadece
hayırlı söz konuşunuz!"
İnsanın dilini
koruyabilmesi için çok konuşmaktan kaçınması, ölçülü konuşması, Allah'ın
rızasını kazandıran ve ahiret gününde kendisine fayda veren şeyleri konuşması
gerekir. Eğer bunu yapamıyorsa sükût etmelidir ki selamet bulsun. Çünkü selamet
sükûttadır. Şeytan, ancak sükûtla mağlup edilir.
Nitekim biri
Resulullah (s.a.v)'e geldi ve şöyle dedi:
" Ya Resulullah,
bana bir tavsiyede bulun."
Resulullah (s.a.v)
şöyle buyurdu:
* Hayır söz hariç;
dilini koru. Eğer böyle yaparsan, şeytanı mağlup edersin."[6]
Onun için bir müslüman
dilini korumalıdır. Çünkü dili korumak, şeytana karşı korunmaktır. Ayrıca Allah
u Teala, dilini koruyan kimsenin ayıplarını kapatır. Yine Resul-i Ek-rem(s.a.v)
şöyle buyurmuştur:" Dilini koruyan bir kimsenin avretini Alİah u Teala
örter."[7]
Amr b. Dinar
anlatıyor: Bir kişi, Resulullah'ın yanında fazla konuştu. Resulullah(s.a.v)
kendisine:
" Senin dilinin
önünde kaç perde vardır?" diye sordu. O kişi cevaben şöyle dedi:
* Dişlerim
ve dudaklarım vardır." Bunun
üzerine Resulullah(s.a.v) şöyle buyurdu:
* Acaba senin için bu
perdelerde konuşmanı engelleyecek bir kuvvet yok mudur?"[8]
Allah, ahiret gününde
her insanı konuşmalarından dolayı hesaba çekecek, zamanını ve enerjisini
nerede tükettiğini bir bir soracaktır.
Nitekim bir rivayete
göre:
Muaz b:Cebel (r.a)
Yemen'e gönderildiği zaman, Resulullah'tan nasihat istedi.
Resulullah (s.a.v)
dilini işaret etti ve şöyle buyurdu:
* Sana şu dile sahip
olmanı tavsiye ederim." Muaz b. Cebel (r.a) dedi ki:
"Ya Resulullah!
Biz söylediklerimizden sorumlu muyuz?"
Resulullah (s.a.v)
şöyle buyurdu:
" Ey Cebel'in
oğlu! İnsanları ateşe yüz üstü sürükleyen, dillerinin kazancından başka ne
olabilir?"[9]
Kur'an'a göre
şekillenmeyen toplumlarda tevhid yerine şirk, iman yerine küfür, adalet yerine
zulüm hâkim olur. Böyle toplumlarda ins ve cin şeytanlar, iman ehlini fitneye
düşürmek için teyakkuz halinde beklemektedirler. Nebevi yolda yürüyen fertlerin
şeytandan korunabilmesi için, gıybet, dedikodu, nemime gibi büyük günahlardan
dilini muhafaza etmesi gerekir. Zira iç dünyasında bir inkılâp gerçekleştiremeyen;
dış dünyasında bir inkılâp gerçekleştiremez ve İslami davanın bir neferi
olamaz. İç ve dış dünyamızda bir inkılap gerçekleştirebilmemiz için en büyük
düşmanımız olan nefs-i emmare ile çok yönlü bir savaşa girerek onu yenmemiz
gerekir. Nefisle cihad etmek o kadar önemli ve hayati bir savaştır ki Resul-i
Ekrem(s.a.v) onu Cihad-ı ekber olarak tarif etmiştir. Çünkü söz ve
amellerimizin, ahiretteki akibetimizin nasıl olacağı nefsin durumuna bağlıdır.
Eğer nefsin dizginlerini elimize alabilirsek o zaman dilin afetlerinden
korunabilir ve ruhen kemale erebiliriz. Aksi halde çirkin ahlak ve kötü
amellere yönelmemiz kaçınılmazdır. Onun içindir ki Resul-i Ekrem(s.a.v) nefis
ile cihad etmeyi bize emrederek şöyle buyurmuştur: "Kişinin asıl düşmanı nefsidir."
"Gerçek mücahit, nefsiyle cihad edendir."[10] Buna
göre bir müslüman her şeyden önce kendisini ıslah etmeli ki, başkasını ıslah
edebilsin. Şeytanı ve nefs-i emmare-yi yenebilmenin ilk adımı dili gıybetten
korumaktır. Çünkü konuşması düzgün olanın diğer amelleri de düzgün olur.
Resul-i Ekrem(s.a.v),
bir rivayette şöyle buyurdu: "Ademoğlu sabahladığı vakit tüm azalar hep
birlikte dil için yalvarırlar. Dile hitaben şöyle derler:
"Bizim hakkımızda
Allah'tan kork! Eğer sen, doğru olursan biz de doğru oluruz. Eğer sen, bozulur
eğri yola saparsan, haktan ayrılırız."[11]
Diğer bir rivayette
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuş-tur:"Kulun kalbi doğru olmadıkça imanı
doğru olamaz. Dili doğru olmadıkça kalbi de doğru olamaz."[12]
İnsan, ilahi nimeti
zayi etmemek için dünyevi meseleler hakkında gereğinden fazla konuşmayıp onun
yerine dilini Allah'ı zikirle, duayla, istiğfarla, ilmi ve faydalı sosyal ve
kültürel meselelerle meşgul etmelidir.
Nitekim Resul-İ
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu: " Allah u Teala her konuşanın dilinin
yanındadır. Binaenaleyh ne söylediğini bilen kişi Allah'tan korksun."
Resulullah(s.a.v),
ashabına sordu:
" Gıybet nedir
bitir misiniz?" Ashab:
" Allah ve Resulü
daha iyi bilir," dediler.
Bunun üzerine Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
" Kardeşini,
hoşlanmadığı bir şeyle anarsan, gıybetini etmiş olursun."
Sahabeden biri:
" Ya Resulullah!
Şayet dediğim şey kardeşimde varsa ne olur?" diye sorunca.
Resul-i Ekrem(s.a.v)
şöyle buyurdu:
"Eğer dediğin şey
kardeşinde varsa, onun gıybetini etmiş olursun; söylediğin şey onda yoksa ona
iftira etmiş olursun."[13]
Rivayetlere ve
imamların tanımına göre; gıybet, kişinin yüzüne karşı söylenmesinden
hoşlanmayacağı bir ayıbını, kusurunu veya eksikliğini gıyabında veya huzurunda
söylemektir. Müslümanm hoşlanmadığı bu kusuru, ister bedeninde, ister
ahlakında, ister asaletinde, ister dünya işlerinde, ister dini işlerinde, ister
elbisesinde olsun... hiçbir fark yoktur. Bütün bu hususlarla ilgili kişinin
duyduğu vakit hoşlanmayacağı sözleri arkasından veya yüzüne karşı söylemek
gıybettir.
Gıybet değişik
şekillerde gerçekleşebilir:
a- İnsanın
Bedeni İle İlgili Kusurlarını Söylemek: Bir kişi hakkında kördür, topaldır,
keldir, şaşıdır, kısa boyludur, uzun boyludur ve çirkindir gibi kişinin
duyduğunda hoşlanmayacağı kusurlannı söylemek gıybettir. Mesela, iki kişi
evlendiklerinde damat tarafı; damat güzeldir, gelin çok çirkindir veya gelin
tarafı; damat kısa boyludur veya geline layık değildir gibi sözler sarf
etmektedirler. Bu tür sözler gıybettir.
Bir rivayete göre,
Resul-i Ekrem(s.a.v)'in yanma kısa boylu bir kadın geldi. Kadın çıkıp
gittikten sonra, Hz. Aişe(r.a) şöyle dedi:
"Boyu da ne kadar
kısa!
Bunu işiten Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Kadının gıybetini
ettin, ya Aişe!"
Hz. Aişe(r.a) dedi ki:
"Onda olan hali
anlattım. Başka bir şey demedim ki."
Bunun üzerine Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Ama, onun
bahsedilmesinden hiç hoşlanmayacağı bir yanını anlattın."[14]
Diğer bir rivayete
göre, Hz. Aişe (r.a) diyor ki: Ben Resul-i Ekrem'e:
"Size Safiyye'nin
boyunun kısalığı gibi kusurları yetmiyor mu?" dedim. Bunun üzerine Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Öyle bir söz
söyledin ki, denize karışsa onu kirletir, rengini bozar ve onu kokuturdu."[15]
Ashab, Resul-i
Ekrem'in yanındat bir kimseden söz ettiler: "Filan kişi çok zayıf
kimsedir, yardımcısı olmadan kendi
başına ne yiyebilir ne
de misafirliğe gidebilir." dediler.
Resul-i Ekrem(s.a.v):
"Onu gıybet ettiniz" buyurdu. Onlar: "Biz onda olanı
söyledik" dediler. Resul-i Ekrem(s.a.v):
"İşte gıybet de
odur."[16] buyurdu.
b- İnsanın Elbisesiyle İlgili Kusurlarını
Söylemek: Bir kimse hakkında pantolonu kısadır, eteği uzundur, elbisesi eskidir
veya ceketi kirlidir gibi kişinin duyduğunda hoşlanmayacağı ayıplarını
söylemek gıybettir.
Nitekim Hz. Aişe (r.a)
diyor ki: Resul-i Ekrem(s.a.v)'in yanında bulunduğum bir sırada bir kadın geldi
ve gitti. Ben:
" Bu kadın ne
uzun etekli! "dedim.
Resul-i Ekrem(s.a.v):
" Ağzındakini
tükür![17]
"buyurdu, ben de bir et parçası tü-kürdüm, dedi.
c- Dünya
İşleri İle İlgili Kusurlarını Söylemek: Bir kimse hakkında terbiyesizdir, çok
yer, çok uyur, ailesi çok gezer, evi temiz değildir gibi kişinin duyduğunda
rahatsız olacağı sözleri söylemek gıybettir.
Resul-i
Ekrem(s.a.v)'in huzurunda iki kişiden biri arkadaşına dedi ki:
" Muhakkak filan
adam çok uyuyor."
Bu sözden sonra bu iki
kişi Resul-i Ekrem(s.a.v)'den bir yiyecek istediler ki, onunla ekmeklerini
yesinler. Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
" Siz yemek
yediniz!" Onlar:
* Biz yemedik." dediler.
Bunun üzerine Resul-î
Ek-rem(s.a.v) şöyle buyurdu:
* Evet, siz kardeşinizin gıybetini ederek
etinden yediniz."[18]
Bir rivayete göre;
Resul-i Ekrem(s.a.v) bir sefere çıktığında iki zengin kişiye dünyalığı olmayan
birini arkadaş ediyordu. Böylece, onların yediklerinden yesin, konağa varmadan
önce gidip yerlerini hazırlasın ve sofralarını kursun.
Böyle bir seferde
Resul-i Ekrem(s.a.v), Selman-ı Farisi'yi iki kişiye vermişti. Bir gün, bir yere
gittiler. Selman onlara iyi bir şey hazırlamamıştı. Ona şöyle dediler:
" Resul-i
Ekrem(s.a.v)'e git; fazla katık varsa, bizim için iste." Selman gidince
arkasından şöyle dediler:
" Selman su
kuyusuna gitse, suyu kurutur."
Selman Resul-i
Ekrem(s.a.v)'e gitti. Onların dediğini anlatınca, Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurdu:
" Git onlara
söyle: katığı yediniz."
Selman gelip durumu
onlara bildirdi.
Bunun üzerine ikisi
de, Resul-i Ekrem(s.a.v)'in yanına gittiler; dediler ki:
"Biz daha bir şey
yemedik ki," Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurdu:
"Ama ben
ağzınızda et kızıllığı görüyorum." Onlar şöyle dediler:
"Bizde bir şey
yok ki; biz bugün hiç et yemedik ki."
Bunun üzerine Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
" Siz,
kardeşinizin gıybetini ettiniz."
Sonra onlara sordu:
" Ölü eti yemeği
sever misiniz?"
" Hayır,
sevmeyiz." dediler.
Resul-i Ekrem(s.a.v);
şöyle buyurdu:
" Ölü
etiniç'yemeği nasıl kötü görüyorsanız, kardeşinizin gıybetini de etmeyiniz.
Kardeşinin gıybetini eden kimse, kardeşinin etini yemiş olur."
İşte, bunun üzerine şu
ayet nazil oldu:
" ...Biriniz
diğerinizin gıybetini etmesin. Hanginiz ölmüş kardeşinin etini yemeği sever?
Bundan tiksindiniz değil mi? Öyleyse Allah'tan korkun!..."[19]
d- Ahlakı
İle İlgili Kusurlarını Söylemek: Bir kişi hakkında kötü huyludur, acizdir,
zayıftır, korkaktır, cimridir, öfkelidir gibi kişiyi rencide edici şeyleri
söylemek gıybettir.
Ebu Hureyre(r.a),
diyor ki: Resul-i Ekrem(s.a.v)'in yanında oturuyorduk, bir adam kalktı gitti.
Orada bulunanlar:
"Ya ResuluMah,
filan adam çok zayıf ve çok aciz bir kimsedir/' dediler.
Bunun üzerine Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Arkadaşınızı
gıybet ettiniz ve etini yediniz."[20]
İbrahim b.Edhem'i
şöyle anlattılar:
Bir yemeğe davet
edilmişti. Sıradan biri dedi ki:
"Hani filan kişi
gelmemiş/'
Bir başkası da, o
gelmeyen için şöyle dedi:
" O, ağır hareket
eden bir insandır."
Bunu duyan İbrahim b.
Edhem şöyle dedi:
" Olan iş, benim
mideme oldu. Yemeğe gittim, gıybetle karşılaştım. "
Çıkıp gitti. Üç gün
müddetle hiçbir şey yemedi.
e- Asaleti
İle İlgili Kusurlarını Söylemek: Annesi hizmetçidir, babası çöpçüdür, kapıcıdır,
çiftçidir veya ayakkabı boyacısıdir gibi kişiyi küçük düşürücü sözleri söylemek
gıybettir.
Hz.Aişe(r.a) diyor ki:
Safiyye'nin devesi hastalanmıştı. Zeyneb'de yedek bir deve bulunuyordu. Resul-i
Ekrem(s.a.v) Zeyneb'e: " Yanındaki yedek deveyi ona ver."
buyurdu.Zeyneb:
" O yahudiye
deveyi vereyim mi?"[21]
dedi. (Zeyneb, bu sözü ile daha önce Yahudi olan ve hicretin yedinci yılında
müslüman olup Peygamberimiz (s.a.v) ile evlenen Safiy-ye'yi geçmişteki
asaletinden dolayı küçük düşürmek istemişti.) Buna son derece üzülen Resul-i
Ekrem(s.a.v), uzun bir süre Zeyneb'in yanma uğramadı.
f- Dini
İşleri İle İlgili Kusurlarını Söylemek: Bir kimse hakkında fasıktır,
yalancıdır, anne ve babasına itaat etmez, zalimdir, namaza tembeldir, daha
Fatiha'yı bile düzgün okuyamıyor, üçkâğıtçıdır, helal ve harama aldırmaz gibi
duyduğunda kişiyi rahatsız edici kusurlarını söylemek gıybettir.
Geriye başka bir husus
kaldı. Rivayetlerden anlaşıldığı gibi müslümanlann sırlarını ifşa etmek de
haramdır. Yani ister ahlaki, ister yaratışsal, isterse ameli olsun müslümanlann
saklı kalmış, açığa çıkmamış kusurlarının açıklanıp ifşa edilmesi haramdır.
(Kırk Hadis Şerhi)
Gıybet, Kur'an, sünnet
ve ümmetin icmaı ile haramdır. Allah u Teala Kur'an-ı Kerim'de gıybeti
çirkinlik bakımından ölü çti yemeye benzeterek şöyle buyuruyor:
" Hanginiz ölmüş
kardeşinin etini yemeyi sever? "Bazı alimler diyorlar ki, bu ayeti kerime
duyulunca herkes buna cevap vermeli ve "Hayır, sevmeyiz" demelidir.
Bundan sonradır ki Allah u Teala şöyle buyurmuştur:
"Bundan
tiksindiniz değil mi?"[22]
Abdullah b. Mesud(r.a)
diyor ki:
"Resul-i
Ekrem(s.a.v)'in huzurunda bulunuyorduk. Aramızdan birisi kalkıp gitti.
Oturanlardan birisi de onu gıybet etti ve ayıpladı. Bunun üzerine Resul-i
Ekrem(s.a.v):
"Dişlerini
karıştır." buyurdu. Adam:
"Niçin dişlerimi
karıştırayım? Et yemedim ki" dedi. Resul-i Ekrem(s.a.v):
"Gıybet ettiğin
kardeşinin etini yedin."[23] buyurdu.
Gıybet, doğruyu
söylemek olduğuna göre haram olmasının hikmeti, insanın şerefini ve kişiliğini
korumaktır. Allah u Teala'nın kişinin eti ile şerefi arasında bir benzerlik
kurması, kişinin her ikisinden de üzüntü duymasındandır.
Kişinin eti yendiği
vakit canı acıyıp üzüldüğü gibi, şerefi ile oynanıp, kalbinin kırılacağı
sözleri duyması da onu üzer. Allah u Teala, gıybeti kardeş eti yemek gibi
çirkin göstererek müslümanlan gıybetten şiddetli bir şekilde men etmekte ve
gıybete hiçbir yol bırakmamaktadır. Çünkü insan başkasına kızarak etini ve ciğerini
yiyemiyorsa, kendi kardeşinin etini hiç yiyemez, buna yüreği dayanamaz. O halde
nasıl ki, kardeşimizin etini yemeğe tahammül gösteremiyorsak, başkasının
gıybetim ederek şerefi ile oynanmasına da tahammül göstermememiz gerekir. Aklı
başında olan kimsenin insanların etini yemesi, normal bir davranış olmadığı
gibi, ırz ve şerefiyle oynaması da normal bir davramş değildir. Çünkü insanın
şerefi ve haysiyeti etinden çok daha kıymetlidir.
Bir rivayete göre
Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Riba (faiz) yetmiş bu kadar
kapıdır. Bunların en ehveni, müslüman olarak kişinin annesiyle cinsi
münasebette bulunması gibidir. Bir dirhem riba, otuz beş zinadan daha
şiddetlidir. Ribanin en şiddetlisi ve en kötüsü müslümanın gizli hallerini açıklamaktır."[24]
Resul-i Ekrem (s.a.v),
veda hutbesinde şöyle buyurdu: "Bu şehrinizde, bu beldenizde bu gününüzün
hürmeti gibi
birbirinize
kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız haramdır. Haberiniz olsun, tebliğ ettim
mi?"[25]
Resul-i Ekrem (s.a.v),
gıybeti ümmetine haram kıldı ve onu can ve malın haramlığı ile birlikte anlattı
ve bunu tekid ederek beldenin ve şehrin haramlığı gibi haram kabul etti.
Gıybetin deniz suyuna
karıştığında suyu bozup rengini ve kokusunu değiştireceği, gıybet edenlerin
cehennemde hem kendi etlerini hem de başkalarının etlerini yiyerek, hatta cife
ve leş yiyerek azab olunacakları rivayetlerden anlaşılmaktadır. Nasıl ki ölü
eti yemek tiksindiricidir, ona benzeyen ve fesadı ondan da büyük olan gıybet
de öyledir. Kur'an ayetleri ve hadisler, gıybetin kebairden olduğunu ifade
etmektedirler.
Gücü yettiği halde
gıybete susup onu yasaklamamak da kebairdendir. Çünkü gücü yeten kimsenin
münker olan şeyi önlememesi büyük günahlardandır. Gıybet ise münker fiillerin
en çjrkinlerindendir. Rivayetlerde gıybet hakkında şiddetli men ve çok büyük
bir korkutma vardır.
Masiyet olan gıybet
kullanılış şekline ve amacına göre bazen küfür, nifak veya mubah olabilir:
Bir müslümanın gıybeti
edildiğinde orada bulunanlardan biri gıybet edene dese ki:
" Allah'tan kork,
gıybet etme! "
O da buna karşılık:
" Bu, gıybet
değil; ben doğruyu söylüyorum" derse, Allah'ın haram kıldığı gıybeti
helal saymış olur.
Bir kimse, Allah'ın
haram ettiğini helal sayarsa, kafir olur.
Bazen kişinin çok
basit gördüğü ve hiç önemsemediği bazı söz ve ameller vardır ki,
yapıldıklarında çok kötü sonuçlar doğurmakta ve kişinin ebedi olarak cehenneme
girmesine sebep olabilmektedir.
Nitekim Resul-i Ekrem
(s.a.v) şöyle buyurmaktadır: -
" Bir ku!
Allah'ın gazabını gerektiren bir kelimeyi ona önem vermeyerek söyleyiverir.
Hâlbuki Allahu Teala o kötü söz sebebiyle o kimseyi cehennemin dibine
indirir."[26]
İlim ve takva ehlinin
tabirleriyle yapılan gıybettir. Böyle kişiler hem gıybet etmekte, hem de
gıybetten kaçındıklarını gösterir bir tutum sergilemektedirler. Fakat bilmezler
ki, bu tutumlarıyla iki kötülüğü, hem gıybet hem de ikiyüzlülüğü bir arada
yapmış olurlar. Bu kişilerin yanında birinden söz edilince söze şöyle
başlarlar:" Allah bizi filan amelden korusun" veya "Haya eksikliğinden
Allah'a sığınırız."
Bu sözlerden
maksatları o kişinin ayıbını isim vermeden ima yoluyla kınamak ve gıybetlerini
takva ehlinin tabirleriyle kamufle etmektir. Böyle yaparlarken vera sahibi
salih bir kimse gibi görünmek isterler. Böylesine bir hareket münafıklıktır.
Bir insanın ismini
vererek gıybetini yapmaktır. Fakat gıybetin haram olduğu kabul edilerek yapılan
gıybettir. Bu tür gıybet edenler kebair bir günah işlediklerinden günahkârdırlar.
Tevbe etmeleri gerekir. Ancak tevbe etmek için gıybet edilen kimseye gidip,
"Seni çekiştirdim, hakkını helal et."diyerek helalleşmek ve sonra da
Allah'tan bağış talebinde bulunmak zorundadır.(Bazı alimler de "Eğer söz
ona ulaşmamışsa tevbe ve istiğfar yeterlidir" demişlerdir.)
Açıktan günah
işleyenlerin gıybetidir. Fasıkların ve bid'at ehlinin gıybetidir. Bunu
anlatanın amacı, halkı onların şerrinden korumak olmalıdır. Fakat caiz olan
durumlarda bile gıybetten kaçınmak gerekir. Çünkü helâl olan bir ameli harama
girmek korkusuyla terk etmek takvanın gereği olup takva ehline yakışan da
budur.
Gıybetin müslümar.
hakkında sakıncalı olması üç sebeptendir. Bunlar; eziyet, Allah'ın yarattığım
ayıplamak ve vakti boş yere geçirmektir.
Hne kadar gıybet
genellikle sözlerle yapılıyorsa da aynı maksadı ima, işaret, hareket, yazı ve
benzeri şeylerle de gerçekleştirmek mümkündür. Nevevi diyor ki: " Hatta
bir kimsenin yürüyüşünü taklid etmek de gıybettir."
Resul-i Ekrem (s.a.v),
Hz. Aişe'nin bir kadının taklidini yaptığını görünce şöyle buyurdu:
“Ben bir başkasını
taklit etmem. Hatta bana şu kadar şu kadar (pek çok dünyalık) verilse
bile!"[27]
Hz. Aişe(r.a) diyor
ki:
''Evimize bir kadın
geldi. Kadın gittikten sonra:
"Ne kısa boyludur"
diye elimle işaret ettiğim vakit Resul-i Ekrem(s.a.v):
"Sen onu gıybet
ettin, kalk da onunla helalleş."[28] buyurdu.
Gıybet çeşitlerinin en
çirkini, kendisine salih insan süsü vererek yapılan gıybettir. Çünkü bu kişiler
maksatlarını ilim ve takva ehlinin tabirleriyle anlatırlar. Bunlar gıybet
etmekte, ama sanki gıybetten kaçındıklarını gösterir bir tutum sergilemektedirler.
Fakat bilmezler ki, böyle yapmakla iki kötülüğü; hem gıybet hem de riyakârlığı
bir arada yapmış olurlar.
Böyle kişilerin
yanında birinden söz edilince: "Elhamdulillah bir makam peşinde
değiliz" veya "Allah u Teala bizi filan amelden korusun" diyerek
o kişinin böyle olduğunu ima yoluyla anlatarak gıybet etmiş olurlar. Böyle bir
gıybet salih amel örtüsüyle örtülmüş bir gıybettir.
Kimi zaman da kişi
hıyanetini daha da ileri götürerek vebalini daha da ağırlaştırır. Mesela
"Gerçekten filan kişi çok iyi biridir. Kendini ilme ve ibadete vermiştir.
Fakat ne yazık ki o da bizim gibi haramlara bulaşmıştır." der. Buradaki
maksadı, o kişiyi yererken diğer taraftan kendini övmektedir. Böyle yapmakla
gıybet, riya ve kendini tezkiye etme gibi üç büyük günahı bir arada işlemiş
olur.
Gıybetin çeşitlerinden
biri de " Arkadaşımızın başına gelenlere çok üzüldüm. Allah onu hidayet
etsin."diyerek çekiştirdiği kişiye üzüldüğünü belirtmek ve dostluk
gösterisinde bulunmakla bir nifak, ikiyüzlülük örneği göstermektir. Çünkü kişi
bu ifadesinde samimi değildir. Eğer gerçekten onun durumuna üzülmüş olsaydı,
onun meselesinden söz ederek onu teşhir etmez ve gıybetini etmezdi. Onun için
gizlice dua ederdi.
Bir kişinin kötü
fiilini, isim vermeden başkasına tariz yoluyla anlatmak için " Bugün
birisi bize uğradı da şöyle böyle yaptı." dediğimizde, dinleyenlerden biri
o gün bize gelenin kim olduğunu bilmezse veya o konuşmamızdan belirli bir kişiyi
arılamazsa gıybet etmiş olmayız. Nitekim Resul-i Ek-rem(s.a.v) bir kimsenin
herhangi bir hareketinden hoşlanmadığı zaman şöyle buyururdu:"Bazı
kimselere ne olur ki şöyle şöyle yaparlar."[29]
Böylece Resul-i
Ekrem(s.a.v), belirli bir kimseden bahsetmezdi.
Nasıl ki haram olan
gıybet, kebiredendir Aynı şekilde gıybete kulak verip onu dinlemek de haramdır.
Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v), şöyle buyurmuştur:
"(Gıybeti)
dinleyen de gıybet edenlerden birisidir."[30]
Bir rivayete göre;
Resul-i Ekrem(s.a.v), bir adamı zina ettiğinden ötürü recmetti. Bu sırada
Ensar'dan iki kişi konuşurken, birinin diğerine:
" Bu adam köpek
gibi öldürüldü.." dediğini duydu. Bir süre sustuktan sonra Resul-i
Ekrem(s.a.v) kalktı, yürüdü ve ayaklarını dikmiş bir eşek ölüsüne rast geldi,
Resul-i Ekrem(s.a.v) yanındakilere dönerek o iki adama şöyle buyurdu:
"Şu eşek
ölüsünden yer misiniz?" Onlar:
"Ya Resulullah!
Bunu kim yer?" dediler.
Resul-i Ekrem(s.a.v)
şöyle buyurdu:
"Az önce kardeşiniz
hakkında söylediğiniz sözle bundan daha fenasını yemiş oldunuz. Nefsimi kudret
elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, o adam şimdi cennetteki ırmaklarda
yüzüyor."[31]
Burada Resul-i
Ekrem(s.a.v), ikisini birden leş yemeğe davet ederek her ikisini de suçluyor
ve gıybet ettiklerini söylüyor. Hâlbuki o sözü söyleyen birisiydi, diğeri de
onu dinliyordu. Fakat gıybeti dinleyen de günahta ona ortak olmuştu.
Yapılan gıybete susup
onu önlememek de kebairdendir. Çünkü gıybet, kötülüklerin en çirkinlerindendir.
Yanımızda gıybet edeni dil ile reddetmeliyiz. Eğer o kişi gıybete devam ederse
başka bir sözle konuyu dağıtarak konuşmasını kesme-liyiz. Eğer bu da fayda
sağlamazsa gıybeti kalp ile inkâr edip, gıybet meclisini bir bahane ile terk
etmeliyiz. Eğer gıybeti engellemeye gücümüz yetmiyorsa, o meclisi terk ermeye
gücümüz yeter. Aksi halde sükût edip gıybeti engellemezsek biz de gıybet etmiş
oluruz.
Nitekim Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
* Yanında bir din
kardeşi gıybet edilir de onu önlemeye gücü yettiği halde ona yardım ederse
(gıybeti önlerse), kıyamet günü Allah u Teala da ona yardım eder. Şayet gücü
yettiği halde onu korumaz ve yardım etmezse, Allah u Teala da onu dün-ya ve
ahirette zelil kılar."[32]
Yine Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
" Kim kardeşinin
gıybet edilmesine engel olursa Alİah onun için bin şer kapısını kapatır. Ama
engel olmazsa o da gıybet etmiş gibi sayılır."[33]
Resul-i Ekrem(s.a.v)
gıybeti ve gıybete kulak vermeyi nehy ettikten sonra şöyle buyurdu:
"Kim bir mecliste
bir kardeşinin gıybetinin edildiğini duyar da o gıybeti reddederse Alİah u
Teala ondan dünya ve ahirette bin şerrin kapısını reddeder, kapatır. Ve eğer
gücü yetmesine rağmen onu reddetmezse, kendisine gıybetçinin günahının yet-msş
katı yazılır."[34]
Büyük alimlerden Şeyh
Ensari (rıdvanullahî teala aleyh) buyuruyor ki:
" Anlaşıldığı
kadarıyla burada söz konusu olan red biçimi, gıybetten nehy etmekten başka bir
şeydir ve redden maksat, gıybeti edilen kişiyi yokluğunda destekleyip
korumaktır. Şu halde eğer söz konusu olan ayıp dünyevi bir ayıp ve kusur asıl
ayıp kusurun Allah u Teala'nın ayıp olarak tanıttığı masiyetler olduğu ve Allah
u Teala'nın ayıp saymadığı şeylerle kardeşinin ayıplanmaması gerektiğini
göstermen gerekir. Eğer ayıp dini ise kardeşini bundan koruman ve kurtarman
lazım. Müminler de kimi zaman masiyetle müptela olabilirler. Eğer bu durumdaki
kişi halinden haberdar değil ise ona durumunu hatırlatmak gerekecektir. Bunun
yolu da onu ayıplayıp kınamak değil, ona nasihat etmektir. Çünkü senin o
ayıplaman ve kınamanın Allah'ın katında onun masiyetinden büyük olması da
mümkündür,"
"Eğer gıybetçiye
dilimizle sus deyip kalben onun gıybetini dinlemek istiyorsak, bu münafıklık
olur. Kimi zaman da dinleyici gıybeti engelleyeceğine onu gıybete teşvik eder.
Belki de hadis-i şerifte sözü geçen " Gıybetçinin günahından yetmiş kat
daha fazla günahkar olanlar" bu tür kişilerdir." (Kırk Hadis Şerhi)
Resul-i Ekrem(s.a.v)
şöyle buyurmuştur:
“Din kardeşinin
şerefini, gıybet edene karşı savunan kimseyi Allah u Teala kıyamet günü
cehennemden uzaklaştırır."[35]
Bir hikâyeye göre,
peygamberlerden biri bir rüya gördü; kendisine şöyle dendi:
"Sabah olunca
karşına çıkandan kaç."
Sabah oldu; dışarı
çıktı. Yola koyulup gitti. Karşısına kokmuş bir eşek leşi çıktı. Onu bırakıp
kaçtı.
Akşam olunca, şu duayı
yaptı:
"Ya Rabbi, emrini
yerine getirdim. Bu işin manasını bana bildir."
Rüya gördü, rüyasında
şöyle anlatıldı: "O gördüğün gıybettir. İnsanların gıybetini edenlerden
kaç."
Gücü yettiği halde
gıybete susup onu engellememek büyük bir günahtır. Çünkü gücü yeten kimsenin
münker olan şeyi önlememesi büyük günahlardandır. Gıybet ise kötülüklerin en
çirkinlerinden olup büyük bir münkerdir. Her insanın gıybeti engellemeye gücü
yeter. Gıybeti engellemeye gücümüzün yetmediği yerde, en azından o meclisi
terk ederek gıybete karşı tavır takınmamız gerekir ki, vebalden kurtulalım.
Çünkü gıybeti dinleyen olmazsa veya gıybet önlenirse, gıybet eden de bir daha
gıybet etmeye cesaret edemez. Fakat gıybeti dinlemek, ona itirazda bulunmamak
ve gıybet meclisinde oturmak insanları bu günaha daha fazla teşvik eder.
Bir kişi, kendisinin
gıybet edildiğini işittiği zaman gıybet edene karşı nasıl bir tavır
takınmalıdır? O da onun gıybetini yapmalı mı? Gıybete gıybetle karşılık vermek
çok tehlikeli bir davranıştır. Çünkü haddi aşarak zarara düşme ihtimali çok
fazladır. En güzel tavır sükût edip sabır göstermek ve Allah'a havale etmektir.
Çünkü Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
"Fakirlik günün
için ırzından karzda bulun (yani ödünç ver)."
Bunun manası:
"Seni ayıplamak, zemmetmek suretiyle gıybet eden kimseye hemen mukabele
etmeye, hakkını dünyada almaya kalkma. Karzda bulun (yani ödünç ver), onu fakir
olacağın kıyamet gününde alırsın demektir. (Kutub-i Site, Hadis Ansiklopedisi)
O halde gıybetimizi
edene karşı takınacağımız en güzel tavır gıybet ateşini sabır ve sükût ile
söndürmektir. Gıybete gıybetle karşılık, hayırları yiyip tüketen yangına
körükle gitmektir.
Zan, keşin bir delil
olmaksızın, başkasının kötü bir iş yaptığını hayâlinden geçirmektir. Zan iki
türlüdür.
1- Günah
olan zan, yani su-i zan
2- Günah
olmayan zan ( Bir müslüman hakkında hüsn-ü zanda bulunfrıak esas olduğundan
üçüncü olarak da Hüsn-ü zandan söz edilebilir.)
Günah olan zan yani
su-i zan, gözün görmediği, kulağın işitmediği bir hususta kalbin kötülükle
hükmetmesi ve dilin onu söylemesidir.
Günah olmayan zan,
konuşulmayan, içte kalan zandır. Belki kalbe gelen şek ve şüphe etmekte
affedilmiştir. Kötü söz gibi su-i zan da haramdır. Mesela " Bir erkekle bir
kadını baş başa konuşurlarken gördüğümüzde, kalbimizde kötü bir düşünce
oluşabilir; fakat bu kötü düşüncemizi başkasına söylediğimizde günah işlemiz
oluruz. Çünkü onların başka bir sebepten dolayı bir araya gelmiş olma ihtimali
vardır.
Nitekim Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Aman aman zandan
sakının, zira zan, sözlerin en çok yalan olanıdır."[36]
Bir adamın ağzı içki
kokuyor diye ona ceza uygulanamaz. Çünkü bu kokunun başka şeyden olma ihtimali
vardır. Adamın ağzı kokuyor diye içki içtiğine dair kötü zanda bulunmak
haramdır. Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki
Allahu Teala müslümanın canını, malını ve onun hakkında kötü zanda bulunmayı
haram kılmıştır.[37]
Ayrıca anlatılan bir
rivayete göre: Selman-ı Farisi bir toplulukla sefere çıkmıştı. Aralarında Hz.
Ömer de vardı. Pir yere indiler. Çardaklarını kurdular. Sofralarını
hazırladılar. Ama Selman onlara yardım edemeden uyudu. Oradakilerden bazıları
şöyle dediler:
"Bu adamın kastı
ne? Hazıra konmak istiyor. Kurulmuş çardak, yapılmış yemek bekliyor."
Selman uyanınca ona dediler ki:
"Resulullah'a
git. Bize katık iste. Yemeğimize katık yapalım." Selman, Resulullah'a
gitti. Onların dediğini anlattı. Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Onlara git
söyle; katık bulup yediler."
Selman gelip onlara
söyleyince şöyle dediler:
"Biz daha bir şey
yemedik ki."
Selman dedi ki:
"Resulullah size
yalan söylemez. Gidin, durumu kendiniz bildirin."
Resulullah'a gittiler.
Resul-i Ekrem(s.a.v) onlara şöyle buyurdu:
"Arkadaşınız
uyurken, diyeceğinizi dediniz, katığınızı aldınız."
Bundan sonra, onlara
şu ayeti kerime'yi okudu-
"Ey iman edenler!
Zannın bir çoğundan sakının, zira zannın bir kısmı günahtır..."[38]
Her zaman İslam
düşmanlarının saldırılarına maruz kalan müslümanlarm kardeşlik ve dayanışma
bağlarını güçlü tutmaları ve ihtilafa düşmemeleri gerekir. Çünkü fertler
arasındaki bir kırgınlık mücadeleyi olumsuz yönde etkileyecektir. Onun için
İslam dini, kardeşlik bağlarını zayıflatan her şeyi yasaklayıp, müslümanlarm
birbirleri hakkında daima hayır ve iyilik düşünmesini tavsiye etmiştir. Oysa
zan, kesin bir delile dayanmadığından, hissedilen duygular ve akla gelen
düşünceler olduğundan kardeşlik müessesesini temelden sarsmaktadır. .
Bazen şeytan, insana
vesvese vererek kalpte kötü zan oluşturur ve-insana: "Senin bu zannın
müminin ferasetin-dendir, zira .mümin Allah'ın nuruyla bakar." dedirtir.
Hâlbuki kalpte oluşan bu düşünceler şeytanın vesvesesinden başka bir şey
değildir. Bu vesveselerden kurtulmak için kalpte oluşan zan hakkında düşünmemek
ve araştırma yapmamak gerekir.
Nitekim Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
" Üç şey müminde
bulunur. Fakat bunlardan kurtuluş çaresi vardır. Bunlardan biri su-i zandır.
Su-i zandan kurtulmanın yolu, üzerine düşmemek ve araştırma yapmamaktır."[39]
Ne zaman, bir müslüman
hakkında kalbinde bir zan oluşursa, hemen onun hakkında hüsn ü zan besle ve
onun için hayır duası et. Böylece şeytanı kızdırmış ve kendinden uzaklaştırmış
olursun.
Nitekim Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Mü'mine hayır
zanda bulunun."
Su-i zannın kötü
meyvelerinden birisi de tecessüs etmektir. Gıybet, su-i zan ve tecessüs aynı
ayette yasaklanmışlardır. Tecessüs, insanların gizli hallerini araştırmak, sırlarını
ortaya çıkarmaya çalışmaktır. Bir rivayete göre; Ab-durrahman b. Avf (r.a)
şöyle buyuruyor:
" Bir gece Hz.
Ömer (r.a) ile beraber Medine sokaklarında dolaşırken birden ışığı yanan bir
ev gözümüze ilişti. Işığı yanan o eve gittiğimiz zaman, baktık ki, kapısı
kilitli olup içeriden bağrışma sesleri gelmektedir. Bunun üzerine Hz. Ömer
(r.a) elimden tutup bana dedi ki:
" Bu evin kime
ait olduğunu biliyor musun?" Ben de:
" Hayır
bilmiyorum" dedim. Hz. Ömer(r.a):
" Bu ev Rabia b.
Ümeyye b. Halefin evidir. Onlar şu anda içki içiyorlar. İçeri girelim mi ne
diyorsun?"
Ben dedim ki:
-Ya Emir el mü'minin!
Benim görüşüm şudur: Allah'ın bize yasak ettiği bir fiili şimdi yapmak
istiyoruz. Çünkü Allah u Teala, Hucurat suresi 12. ayetinde:" Sakın
tecessüs etmeyiniz" buyurmaktadır.
Bunun üzerine Hz.Ömer
(r.a), geriye döndü ve onları olduğu gibi bırakıp gitti.
Hz. Ömer (r.a)'ın, bu
davranışı insanların ayıplarının örtülmesinin farz olduğuna ve başkasının
gizli taraflarının araştırılmamasına delalet eder.
Resul-i Ekrem(s.a.v)
şöyle buyurmuştur:
" Ey dilleri ile
iman edip, imanı gönüllerine akmayan topluluk, Müslümanları gıybet etmeyin,
onların gizli hallerini araştırmayın. Çünkü müslümanların gizli hallerini
araştıran kimsenin kusurlarını da Alİah u Teala araştırır. Allah u Teala kimin
kusurlarını araştırırsa- evinin ortasında da olsa- onu açığa çıkarıp rezil
eder."[40]
Adamın biri Abdullah
b. Mesud(r.a)'e:
" Şu Velid b.
Ukbe'ye baksana, sakalından hala şarap damlaları akıyor." dedi. İbn-i
Mesud(r.a):
“ Biz araştırmaktan
nehyolunduk, görürsek ona göre muamele yaparız." dedi.
Zira Allahu Teala
şöyle buyurmuştur:
" Sakın tecessüs
etmeyiniz"[41]
Yani, kardeşinizin
gizli yanım araştırmayınız.
Bir rivayete göre;
Asr-ı saadette kötü bir koku duyuluyordu. O koku çıkınca, Resul-i Ekrem(s.a.v)
şöyle buyururdu:
" Bazı
münafıklar, bazı müslümanların gıybetini etti; çı-kan bu koku ondandır."[42]
Bazı âlimlere
sordular:
" Gıybetin kötü
kokusu, Resul-i Ekrem(s.a.v)'in zamanında belli olurdu; şimdi belli olmuyor.
Bunun hikmeti nedir?"
Alimlerden şu cevabı
aldılar:
"Bu zamanda
gıybet çoğaldı. Onunla burunlar doldu. Bu yüzden gıybetin çirkin kokusu artık
hissedilmiyor."
Mesela: Bir adam
mezbahaya gider; orada kötü kokudan hiç duramaz. Fakat orada çalışanlar yerler,
içerler ve orada otururlar. Orada hiç bir koku almazlar. Çünkü burunları o
kokuya alışmıştır. Burunlarımız da gıybetin kokusu ile dolduğundan gıybetin
kokusunu hissedemiyoruz.
Resul-i Ekrem(s.a.v)
şöyle buyurmuştur:
"Herhangi bir
müslüman diğer bir müslümanı şerefinin düşeceği ve küçük düşürüleceği yerde
rezil etmeye çalışırsa, yükselmek istediği ve yardıma muhtaç olduğu yerde Allah
Teala onu rezil ve perişan eder. Herhangi bir müslüman diğer müslümanın
şerefine eksiklik gelecek ve hürmetsizliğine vesile olacak yerlerde şerefini
korur ve ona yardım ederse, kendisinin yardıma muhtaç olduğu yerde Allah u
Teala da ona yardım eder."[43]
Bir rivayete göre,
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu: "Bir müslümanın gıybetini yapan
kişinin orucu batıl olur, abdesti bozulur ve kıyamet günü ağzından leş
kokusundan daha iğrenç bir koku olduğu halde çıkagelir. Orada bulunanlar
kendisinden eziyet çeker ve eğer bu durumdan tevbe etmeden ölürse, Allah'ın
haram kıldığı bir şeyi helal saymış olarak ölür."[44]
Öyle söz\ve ameller
vardır ki, bunlar sahibinin kalbinde iman olduğunu gösterir. İşte gıybet de bu
sözlerden biridir. Allah'ın kendisini her yaptığından hesaba çekeceğine inanan
kişinin mutlaka yaptıklarına ve söylediklerine dikkat edip, çirkin bir amelden
kaçınmaması mümkün müdür? Eğer sonuçlarını ve büyüklüğünü bilerek gıybet etmeye
yö-nelmişsek, bilelim ki gerçek anlamda iman henüz kalbimizde yer etmiş
değildir. Eğer imana sahip olursak mutlaka amellerde kendini gösterir;
İnsanların gıybetini etmekten kaçınırız.
Ayrıca hepimizin
insanlardan gizli kalan birçok kusuru vardır. Allah'ın gizleyip örttüğü küçük
ve büyük hatta ağza alınmayacak kadar iğrenç kusurlarımızın ortaya çıkmasını
istemiyorsak, başkasının kusurlarını araştırmayalım ki, Allah u Teala örtüsünü
üzerimizden kaldırıp bizi rezil rüsva etmesin.
Bir kişiyi işlediği
günahından dolayı kınayıp, ayıplayanın o günahı dünyada
işleyeceğine dair ResululIah(s.a.v)'den şu rivayet gelmiştir:
" Bir kimse
kardeşini bir kusuru ile ayıplarsa, o kusuru iş-lemeden, o kimse ölmez."[45]
Bu rivayet, insanın
tüylerini diken diken etmektedir. Onun için hiçbir zaman kimseyi işlediği bir
günahından dolayı sakın ola ki, ayıplayıp kınamayalım. İster küçük ister büyük
günah olsun... Çünkü kişi ayıpladığı günahı kesinlikle işler. Fakat kiminin
işlediği günah gizli kalır, kiminin de aşikâr olur.
Peygamber (s.a.v),
buyuruyor ki:
" Küfrün ilk
aşaması kişinin kardeşinden bir şey duyup da o sözü başkalarına söyleyerek
kardeşini küçük düşürmeye çalışmasıdır. Böyle kimseler için hiçbir nasip ve
hisse yoktur."[46]
Bu rivayetler,
gıybetçinin dünyadaki durumunu haber vermektedir. Gıybetçi bu durumuyla rezil
rüsva sayılmaktadır.
Bir. rivayete göre,
Resul-i Ekrem(s.a.v) bir mezarlığa geldi, iki yeni mezarın başında durdu ve:
"Filan erkekle,
filan kadını defnettiniz mi? buyurdu. Ashab:
"Evet,
defnettik" deyince Resul-i Ekrem(s.a.v):
"İşte şimdi
onlardan birini oturtup dövüyorlar. Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a
yemin ederim ki, öyle dövdüler ki, parçalanmamış hiçbir organı kalmamıştır.
Mezarı ateş alevleri içinde yanmaktadır. Öyle çığlıklar atmaktadır ki,
feryadını insanlar ve cinlerden başka her canlı duymaktadır. Eğer dünyalık
kalplerinizi kaplamasaydı, benîm duyduğumu siz de duyardınız." buyurdu.
Sonra:
"Şimdi de öbürünü
dövüyorlar. Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, öyle
dövdüler ki, bunun da yediği dayaktan kırılmamış bir parçası kalmamıştır. Mezarı
ateş alevleri içinde kalmış, feryadını insanlarla cinlerden başka her canlı
duymaktadır. Eğer dünyalık kalplerinizi kaplamamış olsaydı, siz de benim
duyduğumu duyardınız." buyurdu.
Ashab sordu:
"Bunların günahı
ne idi, ya Resulullah?
Resul-i Ekrem(s.a.v)
şöyle buyurdu:
"Biri idrardan
sakınmazdı, diğeri de insanları çekiştirir, (gıybet etmek suretiyle) etlerini
yerdi."
Ashab, Resul-i
Ekrem(s.a.v)'e sordu:
"Bunlar ne zamana
kadar azab görecekler?"
Resul-i Ekrem(s.a.v)
cevaben şöyle buyurdu:
"Onu Allah'tan
başka kimse bilmez/'[47]
Resul-i Ekrem(s.a.v)
şöyle buyurmuştur:
"Miraca
çıkarıldığımda bir topluluğun yanından geçtim. Bunlar bakırdan olan tırnakları
ile yüzlerini ve göğüslerini tırmalıyorlardı."
"Ey Cibril,
bunlar kimlerdir? diye sordum. Cebrail:
"Bunlar (gıybet
etmek suretiyle ) insanların etini yiyenler, onların şeref ve namuslarına dil
uzatanlardır." buyurdu.
Yine Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Miraç gecesi
göğüslerinden asılmış bir takım erkekler ve kadınlar gördüm. Bunun üzerine
Cebrail Aleyhisselam'a sordum:
"Bunlar
kimlerdir, ey Cibril? Cebrail aleyhisselam:
"Bunlar, dilleri
ile çekiştirip yüzünden de alay edenlerdir; Bu, "Dili ile çekiştirip
yüzünden de alay eden kimsenin vay haline" ayetinin tecellisidir."[48] dedi.
Katade, çoğunlukla
kabir azabı; gıybet, nemime ve idrardan korunmamak üzere üç şeydendir, der.
Resul-i Ekrem(s.a.v)
şöyle buyurmuştur:
"Dört sınıf insan
vardır ki, çektikleri sıkıntı ve azab ile cehennem halkını da rahatsız
ederler. Bunlar " Eyvah helak olduk, mahvolduk " diye bağıra bağıra
Hamim ile Cahim arasında dolaşıp dururlar. Cehennem halkının bazısı diğer
bazısına:
"Bunlara ne
oluyor ki, bizim azabımız bize yetmiyormuş gibi bir de bunlar bizi rahatsız
ediyorlar." derler. Bunlardan birisi, kendi etini yiyip durur... Etini
yiyen için:
"Buna ne oluyor
ki, bizim azabımız bize yetmiyormuş gibi bir de bu bize eziyet ediyor?"
diye sorar. Diğeri:
"O, gıybet ile
dünyada insanların etini yer ve onları çekiştirirdi."[49] diye
cevap verir.
Gıybet edicinin
kıyamet günü kendi etini yiyeceğine ilişkin olarak Resul-i Ekrem(s.a.v)'den şu
rivayet gelmiştir:
"Dünyada (gıybet
etmek suretiyle ) din kardeşinin etini yiyen kimseye kıyamet günü (kardeşi ölü
olduğu halde eti) takdim edilir ve " Bunu diri olarak yediğin gibi ölü
olarak da ye " denir. Adam da bu eti yer, yüzü buruşur, suratı ekşir ve
feryadı figan eder."[50]
Yine şöyle rivayet
edilmiştir:
" Resul-i
Ekrem(s.a.v) Miraca çıkarıldığı gece cehenneme baktı ve orada leş yiyen
birtakım insanlar gördü. Bunun üzerine:
* Bunlar kimlerdir, Ey
Cebrail? diye sordu. Cebrail(a.s):
* Bunlar dünyada
(gıybet etmek suretiyle) insanların etlerini yiyenlerdir."[51] dedi.
Hz. Hüseyin'in oğlu
Ali (r.a), başkasının gıybetini yapan birini görünce ona:
" Gıybet etme!
Zira gıybet, insan köpeklerinin yiyecekleridir" dedi.
Ahiret âleminde
herkesin suretinin işlediği amellere göre şekillenebileceğinden gafiliz. Gıybet
eden kişi, cehennemde hem başkasının etini yiyebilir hem kendi etini yiyebilir,
hem leş yiyen bir köpek suretinde olabilir ve hem de cehennem köpeklerinin
yediği bir leşe dönüşebilir. Belki de gıybet işlediği amellere bağlı olarak
pek çok surete sahip olabilir. Bu günahın uhrevi ve melekuti sureti oldukça
korkunç ve çirkin bir surettir ve bedeni azabın dışında ayrıca kişiyi
peygamberler, melekler ve insanların huzurunda rezil de etmektedir. O halde
gıybetçi kişi hem dünyada hem de kabirde rezil rüsvadır ve cehennemde de bu
rezil rüsvalığı devam edecektir.
Nitekim bir rivayette,
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
''İnsanların
kusurlarını yüzlerinde ve gıyablarında söyleyenler, koğuculuk yapanlar ve
kusursuz olanlara kusur arayanları Allah u Teala kıyamet gününde köpek
suretinde haşrede-cektir."[52]
İnsanı gıybet etmeye
teşvik eden sebepler çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır:
Bir kimse kendisini
kızdırıp öfkelendiren kişinin kötülüklerini söyleyerek öfkesini dindirmeye
çalışır. Bazen söyledikleri onu tatmin etmeyince içinde bir kin oluşur ve devamlı
olarak karşıdakinin kötülüklerini söyler ve onu çekiştirir. Kin ve öfke insanı
gıybete sürükleyen büyük sebeplerdendir.
Bir kimse yanında
başkasını çekiştirenlere katılmak suretiyle gıybete başlar. Onların
yerdiklerini o da yerer. Onların öfkelendiği kişiye o da Öfkelenir. Böylece
onların söylediklerini tasvip ettiğini ima eder ve onlarla beraber olduğunu
göstermeye çalışır. Bazen de onlar gibi bir başkasını gıybet etmeye başlar ve
helak olur.
Halil b. Rebii şöyle
anlattı:" Ben, bir gün mescitte oturuyordum. Yanımdakiler, bir adamı
çekiştirmeye başladılar. Onları böyle yapmaktan alıkoymak istedim. Durdular; az
sonra bir başkasını çekiştirmeye başladılar. Haliyle çekiştirilen adamı ben de
çekiştirmeye başladım. O gece, bir rüya gördüm. Bana uzun boylu, siyah bir adam
geldi. Elinde bir tepsi vardı. İçinde de, bir parça domuz eti
bulunuyordu." "Bunu ye!" dedi. Ben de şöyle dedim: "Ben mi
domuz eti yiyeceğim? Vallahi yemem." Bunun üzerine beni şiddetle sarstı ve
şöyle dedi: "Yiyeceksin, çünkü sen bundan daha fenasını yedin." Bir yandan
da, o domuz etini ağzıma tıkmaya çalışıyordu. Bu arada uyandım. Vallahi otuz
kırk gün kadar aradan zaman geçti. Her yemek yiyişimde, o domuz etinin kokusunu
ağzımda duyuyordum."
Bir başkasının
kendisini küçük düşürecek sözler söyleyeceğini veya bir başkasının huzurunda,
aleyhinde şahadette bulunarak kendisini kötüleyeceğini sezdiği için ondan önce
davranarak, onun kötülüklerini saymak suretiyle onu yerer ve onu çekiştirerek
küçük düşürmeye çalışır ki böylece aleyhinde söylenecek sözlere itibar
edilmesin.
Kendisine nispet
edilen şeyden kendisini arındırmak için başkasının da kendisiyle o kötü fiile
ortak olduğunu zikrediyor ta ki işlediği kötülük hususunda nefsini mazur
göstersin. Kendini temize çıkarmak için başkasının gıybetini yapıyor.
Başkasını tenkit etmek
suretiyle kendi nefsini yükseltmektir. Mesela, " Filan adam cahildir veya
akılsızdır" diyerek kendisinin ondan daha âlim veya daha akıllı olduğunu
vurgulamak ister. Böylece adamın gıybetim yaparak nefsini yüceltir.
Hasedinden dolayı
gıybet eder.' Yani insanlar tarafından övülen, sevilen ve ikram edilen bir
kimseye gösterilen ilgiyi hazmedemediği için, o kişinin geçmişteki ayıplarını
söyleyerek onu kötülemeye çalışır, ta ki o kişi insanların gözünden düşsün,
ona ikram etmekten, onu övmekten ve onu sevmekten vazgeçsinler. Çünkü
insanların o kişiye değer vermelerini ve onu övmelerini görmek, ona çok ağır
geliyor. Hased, gıybeti tahrik eden en önemli sebeplerdendir.
Eğlenmek, şakalaşmak
veya vakit geçirmek için gıybet edilir. Başkasının konuşmasını ve hareketlerini
taklid ederek yanındakileri güldürmeye, eğlendirmeye çalışır. Böylece
başkasının kusurlarını zikrederek gıybet etmiş olur.
Karşısındaki ipsanı
tahkir etmek için, onu alaya alarak gıybet etmiş olur.
Gıybetin üç özel
sebebi vardır ki, âlimler dahi burada hataya düşmektedirler. Çünkü bunlarda
hayrın İçinde gizli bir şer vardır.
Bir kimsenin kusurunu
şaşkınlık şeklinde ifade etmektir.
Mesela, " Filan
adama şaşıyorum, o ahlaksız karısıyla nasıl geçiniyor?"diyerek
şaşkınlığını ifade ederken adamın kusurlarını dile getirmekte aynı zamanda
ismini de zikretmektedir. Bu kişi şaşkınlığında haklı olabilir. Fakat adamın
ismini vermekle, gıybet etmiş olmaktadır.
Şefkat ve rahmettir.
Bir kimsedeki kusuru, üzüldüğünden dolayı ifade etmektir. Mesela, "
Yazık, zavallı adamın bu yaptığına üzüldüm" veya " Filan adam çok
güzel bir müslümandır. Başına gelen belalar beni çok üzdü." diyerek şefkat
ve merhametinden dolayı üzüntüsünü dile getirirken, adamın kusurlarını
açıklamakta ve ismini zikretmektedir. Bu kişinin üzülmesi, şefkat ve merhamet
etmesi hayırdır. Fakat samimi de olsa şeytan kendisini aldatır, adamın ismini
verdirmek suretiyle sevabını iptal eder ve onu gıybete sürüklemiş olur.
Allah için
öfkelenmektir. Kişi, başkasının yaptığı bir münkeri gördüğünde veya işittiğinde
Allah için öfkelenir. Fakat başkasının yanında o kişinin ismini söyleyip,
kötülüğünü açıkladığında gıybet etmiş olur (kişinin münkerde fıs-ka varması
farklıdır. Çünkü fasıkm gıybeti olmaz). Oysa o kişiye emr-i bil ma'ruf ve
nehy-i anil münkeri gizlice yapması ve o adamın ismini gizlemesi gerekirdi.
Nitekim bir rivayete
göre; Resul-i Ekrem(s.a.v) zamanında bir grup insan otururken bir kişi
yanlarından geçti ve onlara selam verdi. Onlar onun selamım aldılar. O kişi
onları geçtiği zaman, içlerinden birisi dedi ki:
"Ben Allah için
bu adama buğzediyorum."
Orada oturan diğer
şahıslar:
"Sen kötü
konuştun. Allah'a yemin ederiz ki, biz gider senin söylediklerini ona
söyleriz." dediler. Sonra içlerinden birisine:
"Ey filan adam!
Kalk ona yetiş! Bu adamın söylediğini kendisine söyle" dediler.
Gönderdikleri adanı, o
adama yetişti ve söylenen sözü adama nakletti. Bunun üzerine adam, Resulullah'a
geldi ve kendisine söyleneni Resulullah'a bildirdi. Resul-i Ek-rem(s.a.v)
kendisine:
"Aleyhinde
konuşan adamı çağır!" diye emir verdi. O da gidip adamı çağırdı.Adam
Resul-i Ekrem(s.a.v)'in huzuruna gelerek söylediğini itiraf etti. Resul-i
Ekrem(s.a.v) adama sordu:
"Bu adama neden
buğzediyorsun?" Adam:
"Ben onun
komşusuyum ve onun durumunu biliyorum. Allah'a yemin ederim, şu farz namazdan
başka onun hiçbir namaz kıldığını görmedim." dedi.
Gıybeti edilen adam
Resulullah'a:
"Ey Allah'ın
Resulü! Bu adamdan sor! Farz namazımı vaktinde kılmadığı mı veya güzel abdest
almadığımı veyahut namazdaki rüku ve secdeyi çirkin bir şekilde yaptığımı
görmüş müdür? "dedi.
Bunun üzerine Resul-i
Ekrem(s.a.v), adamdan sordu. Adam, "Hayır" cevabını verdikten sonra
şöyle devam etti:
"Yemin ederim ki
Ramazan ayından başka hiçbir ay oruç tuttuğunu görmedim."
Gıybeti edilen adam,
Resulullah'a:
"Ey Allah'ın
Resulü! Kendisinden sor! Ramazan ayında hiç oruç tutmadığımı görmüş
müdür?"
Resul-i Ekrem(s.a.v)
adamdan sordu. Adam "Hayır" cevabını verdikten sonra şöyle devam
etti:
"Allah'a yemin
ederim ki, Ramazan ayında hiçbir dilenciye veya fakire bir şey verdiğini
görmedim. Zekat hariç malından bir şeyi Allah yolunda infak ettiğini görmedim.
Gıybeti yapılan adam Resulullah'a:
"Ey Allah'ın
Resulü! Kendisinden sor! Acaba zekatımı hiç eksik verdim mi veya zekatımı hiç
geciktirdim mi?"
Resul-i Ekrem(s.a.v),
adamdan sordu. Adam " Hayır" cevabını verdi. Bunun üzerine Resul-i
Ekrem(s.a.v), gıybet eden adama şöyle dedi:
"Kalk! (Buradan git).
Umulur ki, o adam senden hayırlıdır."[53]
Şaşmak, merhamet etmek
ve öfkelenmek Allah için olduğu zaman, adamın adını açıklamakta sakınca
olmadığını sanmak, büyük bir hatadır. Hâlbuki isim vermekle, bilmeyerek gıybet
etmiş oluruz. Eğer sözlerimizle münkeri kaldırıp hayrı ikame etmeyi diliyor ve
bunun çabasına giriyorsak durum farklıdır.
Bu büyük günah, iman ve ahlakı fesada uğratmakta,
insanı dünya ve ahirette rezil ve rüsva etmekte, ferd ve cemiyet hayatında
büyük yaralar açmaktadır. Gıybet, müslü-manların birlik ve beraberliğine engel
olmakta, sevgi, saygı ve kardeşlik bağlarım koparmakta, aralarına kin, öfke,
düşmanlık, fitne ve fesad tohumları ekmektedir. Böylece Müslümanlar güçsüz
duruma düşürülmekte ve küfrün devamı sağlanmaktadır.
Yeryüzünde üay-i
kelimetullah'm hâkim olabilmesi için İslam davasının fertleri bir vücut olmalı
ve her fert bu vücudun bir organı olmalıdır. Nasıl ki, bir vücudun organları
birbirini tamamlıyorsa, İslami davanın fertleri de birbirlerinin
eksikliklerini tamamlamalı ve kusurlarını örtmelidirler. Nasıl ki, bir vücudun
bir organı rahatsız olunca, bütün vücut rahatsız oluyorsa, ümmetin bir
ferdinin üzüntüsü, sıkıntısı ve acısı diğer fertler tarafından da
paylaşılmalıdır.
Toplumun bireyleri,
birbirlerinin eksik ve zayıf yönlerini araştırmaman, birbirlerinin özel ve
mahrem yaşantılarını merak etmemeli, birbirlerinin sırlarını ifşa etmemeli ki,
aralarında kardeşlik ve dayanışma duyguları gelişsin. Bir davanın gücü ve
başarısı, fertler arasındaki sevgi, saygı, kardeşlik ve dayanışma bağlarının sağlamlığına
bağlıdır. Resul-i Ekrem(s.a.v) İslam'ın ilk dönemlerinde müslümanları birbirine
kardeşlik bağıyla bağladı ve "Muhakkak ki müminler kardeştir."[54]
ayetiyle de bütün dünya müslümanları birbirine kardeş kılındı. Mekke'deki
müslümanlar Allah'ın emriyle Medine'ye hicret ettiklerinde, Resul-i
Ekrem(s.a.v) her Mekkeli muhaciri, bir Medineli ensar ile kardeş yaptı. Bu
Medine'li ensar, hiç görmediği, tanımadığı, güvenilirliğini bilmediği Mekkeli
muhacir kardeşini bağrına bastı. Evini, yiyeceğini, giyeceğini, işini ve
arazisini muhacir kardeşiyle paylaştı. İşte muhacir ile ensar arasında oluşan
bu kardeşlik bağı aynı Allah'a iman etmelerinden oluşmaktaydı. Onların
düşünceleri, amaçlan birdi: Allah'ın rızasını kazanmak... Medine'deki ilk
İslam devleti işte bu kardeşlik ve dayanışma üzerine inşa edildi.
Müslümanlar
birbirlerine iyilik, sevgi ve saygı göstermek, yardım etmek, kardeş ve destek
olmakla sorumlu ve yükümlüdürler. Ve bu maksadın gerçekleşmesine yardıma olan
her şey makbul olduğu gibi, gerçekleşmesine engel olan her şey de reddedilmiş
ve günah sayılmıştır. Gıybet, toplumda kin, öfke, düşmanlık ve fesada yol
açmaktadır. Kardeşlik, birlik ve dayanışma esaslarını yıkmakta ve Müslümanların
gücünü zayıflatmaktadır.
Her müslümanın kendi
şahsını ve din kardeşini gıybetten koruması ve kardeşlik bağlarının güçlenmesi
için ne gerekiyorsa yapması gerekir.
Resul-i Ekrem(s.a.v)
şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü adamın kitabı önüne serilir/' Adam:
"Ey Rabbim
işlediğim, şu ve şu hasenatım nerde, onlar amel defterimde yazılı değil?"
der. Allah u Teala:
"İnsanları gıybet
etmen sebebiyle onlar mahvoldu." buse yurur.[55]
Bir rivayete göre;
Resul-i Ekrem(s.a.v), halkın bir gün oruç tutmalarını emretti ve:
"Ben kendisine
izin vermeden sakın hiç biriniz iftar etmesin." buyurdu. Resul-i
Ekrem(s.a.v)ıin emri üzerine halk oruç tuttu. İftar vakti oruç tutanlar,
Resul-i Ekrem(s.a.v)'e geliyor ve:
"Ya Resulullah,
akşam oldu, iftar edeyim mi?" diye soruyor.
Resul-i
Ekrem(s.a.v)'de ona iftar için izin veriyordu. Sonunda adamın biri geldi ve
dedi ki:
"Ya Resulullah,
ailemizden iki genç kız oruç tuttular, iftar için sizden izin istemekten
utanıyorlar, izin ver de oruçlarını açsınlar."
Resul-i Ekrem(s.a.v),
adamın bu sözüne aldırış etmedi ve ondan yüz çevirdi. Adam üç defa aynı şekilde
Resul-i Ek-rem(s.a<v)'den izin istedi. Resul-i Ekrem(s.a.v) her seferinde ondan
yüz çevirdi. Adam dördüncü defa izin isteyince Resul-i Ek-rem(s.a.v) adama bakıp
şöyle buyurdu:
"Onlar oruç
tutmadılar. Sabahtan akşama kadar insanların etini yiyen nasıl oruç tutar? Git
onlara söyle! Eğer oruçlu iseler kussunlar."
Adam kalktı genç
kızların yanına gitti, durumu onlara bildirdi, onlar da kan ve et kustular.
Bunun üzerine adam, Resul-i Ekrem(s.a.v)'e gelip, durumu ona haber verdi,
Resul-i Ekrem(s.a.v)
şöyle buyurdu:
"Nefsim-i kudret
elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, o kan ve et parçası midelerinde
kalsaydı, onları cehennem ateşi mutlaka yakardı."[56]
Başka bir rivayete
göre, oruçlu iken başkalarını çekiştiren bu kız çocuklarından biri kusunca,
kadeh yarıya kadar et ve kan doldu. Diğeri de kusunca kadehin kalan kısmı
doldu. Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"İşte şu iki kız,
Allah'ın helal kıldığı yemekle oruç tuttular, Allah'ın haram kıldığı gıybet İle
iftar ettiler; insanları çekiştire çekiştire etlerini yediler."[57]
Birkaç dakikalık
gevezelik ve şehvetini tatmin etmek için hayatın boyunca bin bir zahmetle
kıldığın namazları, tuttuğun oruçları, çektiğin tespihleri, verdiğin sadakaları
ve diğer hasenatlarını yapacağın gıybet ile bir anda yakıp yok edeceksin.
Nitekim Resul-i Ekrem
(s.a.v) şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet günü bir kişi Allah'ın huzuruna
getirilir ve eline amel defteri verilir. Ama işlediği hasenatı amel defterinde göremez.
Bunun üzerine der ki:
"Ya Rabbi! Bu
benim amel defterim değil. Hasenatımı içinde göremiyorum."
Kendisine denilir ki:
"Muhakkak ki
Rabbin yamlgan ve unutkan değildir. Senin amellerin halkın gıybetini etmenden
ötürü mahvoldu."
Ondan hemen sonra bir
başkası Allah'ın huzuruna getirilir ve kendisine amel defteri verilir. O kişi
amel defterinde işlemediği hasenatın kayıtlı olduğunu görür. Bunun üzerine
derki:
"Ya Rabbi! Bu
benim amel defterim değil. Çünkü ben bu güzel amelleri işlemedim."
Ona denilir ki:
"Filan kişi senin
gıybetini etmişti. Bu nedenle de onun hasenatı sana yazıldı."[58]
Bir rivayete göre;
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Namazı beklemek
üzere mescidte oturmak bir başka sonucu doğurmadığı sürece ibadettir."
Ashab sordu:
"Ya Resulullah!
Hangi sonucu doğurmadığı sürece?"
Resul-i Ekrem(s.a.v)
şöyle buyurdu:
"Gıybeti"[59]
Rivayet edildiğine
göre, bir gün Hasan Basri' ye dediler ki:
"Filan kimse,
senin gıybetini etti."
Bunun üzerine Hasan
Basri ona, bir tabak yaş hurma yolladı ve şu haberi gönderdi:
"Duyduğuma göre,
iyiliklerini bana hediye etmişsin, îen de o hediyene tam olarak karşılık
vermeyi isterdim; ama yapamadım. Beni mazur gör!"
Gıybet olan bir sözle,
bazen bir cemaat, bir mezhep, bir kavim veya bir ailenin mensupları toptan
rencide edildiği için hem ümmetin birliği ciddi şekilde yaralar alarak
müs-lümanlar güçsüz duruma düşürülmekte hem de öbür âleme büyük bir veballe
gidilmektedir.
Rivayetler gıybetin
bütün salih amelleri, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi yiyip bitireceğini
ifade etmektedir. Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Kulun hasenatını
yakıp kül etmede gıybet, kuru şeyleri yakan kül eden ateşten daha
etkilidir."[60]
ONUNCU ASIL: Ekser
taife-î mahlûkatta olduğu gibi, ef'al(fiiUer) ve a'mâl-i beşeriyede (beşeri
amellerde) bazı harika fertler bulunur. O fertler, eğer iyilikte ileri
gitmişse, o nevilerin medar-ı fahirleridir(övünç sebepleridir), yoksa medar-ı
şeametleridir (uğursuzluk sebebidirler). Hem gizleniyorlar; adeta birer şahs-ı
manevî, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sair fertlerin herbirisi, o
olmaya çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek, o mükemmel narika fert mutlak,
müphem bulunup, her yerde bulunması mümkün... Şu ifham itibarıyla, mantıkça
kaziye-i mümkinetmümkün olan hüküm) suretinde, külliyetine hükmedilebilir.
Yani, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Meselâ, "Kim iki
rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır." İşte, iki rekât namaz
bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Herbir iki rekât namazda, bu
mânâ külliyetle mümkündür.
Demek, şu nevideki
rivayetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabulün madem şartları
vardır; külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattir,
mutlaktır; veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdisteki külliyet
ise, imkân itibarıyladır.
Meselâ, "Gıybet,
kati gibidir." demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, kati gibi bir-
zehr-i katilden daha muzırdır.
Meselâ, "Bir
güzel söz, bir abdı âzâd etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer."
Şimdi, tergib veya teşvik için, o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette
her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve
serden nefreti tahrik etmektir.(24. söz, shf.151)
"BEŞİNCİ NOKTA
(Kur'an'ın) Beyanındaki beraattir; yani, tefevvuk(üstünlük) ve metanet ve
haşmettir. Nasıl ki nazmında cezaletfrekabetsiz ifade güzelliği), lâfzında fesahat,
mânâsında belagat, üslûbunda bedâat var. Beyanında dahi faik bir beraat vardır.
Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham(anlatmak) ve
ifhamfikna ile iskat etmek)[61] gibi
bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabi-yede beyânât-ı Kur'âniye en yüksek
mertebededir...
Makam-ı zemm ve zecirde
binler misâllerinden meselâ:[62]
ayetinde zemmi altı
derece zemmi altı derece zemme-der(kötüler, çirkin gösterir). Gıybetten altı
derece şiddetle zecreder(meneder). Şöyle ki: Malûmdur: Âyetin başındaki hemze,
sormak (âyâ) mânâsmdadır. O sormak mânâsı, su gibi âyetin bütün kelimelerine
girer.
İşte birinci hemze ile
der: (Âyâ) sual ve cevab mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir
şeyi anlamıyor?
İkincisi: Âyâ, sevmek,
nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur(nef-ret edilen,
sevilmeyen) bir işi sever?
Üçüncüsü; kelimesiyle der: Cemâatten hayatını alan
hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir
ameli kabul eder?
Dördüncüsü: kelâmıyla
der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşını dişle
parçalamayı yapıyorsunuz?
Beşincisi: kelimesiyle
der: Hiç rikkat-i rin-siyeniz(cinsi şefkatiniz), hiç sıla-i rahminiz yok mu ki,
böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı manevîsini
insafsızca dişliyorsunuz? Hiç aklınız yok mu ki, kendi azanızı kendi dişinizle
divâne gibi ısıriyorsunuz?
Altıncısı: kelâmıyla
der: Vicdanınız nerede... Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bp halde bir
kardeşine karşı, etini yemek gibi en müstekreh(iğrenç) bir iş yapılıyor? Demek
zemm ve gıybet, aklen, kalben ve insâni-yeten ve vicdanen ve fıtraten ve
asabiyeten ve milliyeten mezmumdur. İşte bak! Nasılki, şu âyet, îcazkârâne altı
mertebe zemmi zemmetmekle i'câzkârane altı derece o cürümden zecreder. (25.
söz)
"...yerde olan
netâic(neticeler) ve semerâtın mahzenleri oralardadır ve mahsulâtı o tarafa
gider.
Deme ki,"Havaî
bir Elhamdülillah kelimem nasıl mücessem bir meyve-i Cennet olur?"
Çünkü, sen gündüz
uyanıkken güzel bir söz söylersin; bazan rüyada güzel bir elma şeklinde yersin.
Gündüz çirkin bir sözün, gecede acı birşey suretinde yutarsın. Bir gıybet
etsen, murdar bir et suretinde sana yedirirler. Öyleyse, şu dünya uykusunda
söylediğin güzel sözlerin ve çirkin sözlerin, meyveler suretinde, uyanık âlemi
olan âlem-i âhirette yersin ve yemesini istib'âd(uzak görmek, ihtimal vermemek)
etmemelisin." (Otuz birinci söz)
"Eğer dersen:
"İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adavet( düşmanlık) var. Hem
damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.''
Elcevap: Sû-i hulk ve
fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel
edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil,
vazgeçemiyorsun. Senin, manevî bir nedamet(piş-manlık), gizli bir tevbe ve
zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu
anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu mektubun bu meb-hasmı yazdık,
tâ bu manevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını
haksızlıkla teşhir etmesin." (Yirmi ikinci mektup)
Yirmi beşinci Söz'ün
Birinci Şulesinin Birinci Şua'nın Beşinci Noktasının makam-ı zemm ve zecrin
misallerinden olan bir tek âyetin, mu'cizane altı tarzda gıybetten
ten-fir(nefret ettirmesi) etmesi; Kur'an'm nazarında gıybet ne kadar
şeni'(çirkin) bir şey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç
bırakmamış. Evet Kur'an'm beyanından sonra beyan olamaz, ihtiyaç da yoktur.
İşte âyetin altı
derece zemmi, zemmeder. Gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder. Şu âyet
bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit, manası gelecek tarzda oluyor.
Şöyle ki:
Malûmdur: Âyetin
başındaki hemze, sormak (âyâ) ma-nasmdadır. O sormak manası, su gibi âyetin
bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-ü zımnî var.
İşte birincisi, hemze
ile der: Âyâ, sual ve cevab mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin
bir şey'i anlamıyor?
ikincisi: Lafzıyla
der: Âyâ, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en
menfur bir işi sever?
Üçüncüsü: A.Kİ
kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne
olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?
Dördüncüsü: Kelâmıyla
der: insaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasma arkadaşınızı diş ile
parçalamayı yapıyorsunuz?
Beşincisi: Kelimesiyle
der: Hiç rikkat-i cinsi-yeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok
cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı manevîsini insafsızca
dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi azanızı kendi dişinizle divane
gibi ısırıyorsunuz?
Altıncısı: bu
kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir
halde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz?
Demek şu âyetin
ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delaletiyle: Zemm ve gıybet, aklen ve
kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur. İşte bak
nasıl şu âyet, îcazkârane altı mertebe zemmi zemmetmekle, i'cazkârane altı
derece o cürümden zecreder.
Gıybet, ehl-i adavet
ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis
sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez. Nasıl meşhur bir zât demiş:
Yani: "Düşmanıma
gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünki
gıybet; zaîf ve zelil ve aşağıların silâhıdır."
Gıybet odur ki: Gıybet
edilen adam hazır olsa idi ve işit-se idi, kerahet edip danlacaktı. Eğer doğru
dese, zâten gıybettir. Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftiradır. İki katlı
çirkin bir günahtır.
Gıybet, mahsus birkaç
maddede caiz olabilir:
Birisi: Şekva
suretinde bir vazifedar adama der, tâ yardım edip o rnunkeri, o kabahati ondan
izale etsin ve hakkını ondan alsın.
Birisi de: Bir adam
onunla teşrik-i mesaî(işbirliği) etmek ister. Senin \\e meşveret eder. Sen de
sırf maslahat için garazsız olarak, meşveretin hakkını eda ermek için desen:
"Onun ile teşrik-i mesaî etme. Çünki zarar göreceksin."
Birisi de: Maksadı,
tahkir ve teşhir(göz önüne sermek) değil; belki maksadı, tarif ve tanıttırmak
için dese: "O topal ve serseri adam filân yere gitti."
Birisi de: O gıybet
edilen adam fâsık-ı mütecahirdir(açıktan açığa, kimseden sıkılmadan günah
işleyen). Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor;
zulmü ile telezzüzdezzet almak) ediyor, sıkılmayarak aşikâre bir surette
işliyor.
İşte bu mahsus
maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir. Yoksa
gıybet, nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a'mal-i sâlihayı(salih
amelleri) yer bitirir.
Eğer gıybet etti
veyahut isteyerek dinledi; o vakit (Allah'ım, bizi ve gıybetini ettiğimiz zatı
mağfiret et!) demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, "Beni
helâl et" demeli.
Said Nursî (yirmi
ikinci mektup)
Rivayetlerde gıybet,
dedikodu, iftira gibi çirkin sıfatlar kalbin hastalıkları olarak
zikredilmiştir. Vücut hastalıklarının ve bedendeki yaraların tedavisi kolay
ise de, manevi yaraların, kalp ve nefis hastalıklarının tedavisi zordur. Çoğu
kere de mümkün değildir. Bedeni hastalıklarda vücudun dengesi bozulur ve bir
ağrı oluşur. Ancak bu ağrı ve sızı sınırlı olup sadece ölünceye kadar devam
edebilir. Fakat gıybet edilen kişinin kaybolan haysiyet ve şerefini iade etmek
çok zordur.
Gıybetin pis kokusu
etrafa kötülükler, düşmanlıklar, günahlar yayar, toplumda nice rahatsızlıklar
ve hastalıklar meydana getirir. Kalp ve nefis hastalıkları cemiyette derin
yaralar açıp, kul hakkına girdiğinden dünya ile sınırlı olmayıp öbür âlemde işkence
ve azaplara sebep olur. Çoğumuz şeytan ve nefs-i emmarenin tutsağı olduğumuz
halde kalbi hastalığımızın farkına varmıyor ve kendimizi tedavi etmeyi
aklımızdan bile geçirmiyoruz. Çünkü kalbi hastalıkları küçümsememiz, onların
acı ve kötü akıbetlerinden gafil olmamız, nefsimizi ıslah edip arındırmaktan
bizi gafil etmiştir. Nefsin ve ruhun hastalığını teşhis ettikten sonra onları tedavi
ve bertaraf etmeye gayret göstermemiz gerekir. Bu büyük günah, yararlı ilim ve
amel ile tedavi edilebilir.
Gıybetin İlmi
Tedavisi:
Gıybetin doğuracağı
kötü sonuçları düşünmek gerekir. Ayrıca gıybetin, toplumdaki kardeşlik ve
dayanışmayı dinamitleyerek müslümanları güçsüz duruma düşürdüğü ve insanı
büyük bir vebal altına koyduğu bilinmelidir.
Hasan Basri diyor ki:
" Vallahi, vücudu
yiyen haşerelerin vücuda olan zararı, gıybetin dine olan zararından daha fazla
değildir."
Gıybetin dünyadaki
sonuçlarından biri de gıybet edenin halkın gözünden düşmesi, itibar ve güvenini
yitirmesidir. Çünkü gıybet eden ve onu bunu çekiştiren kişilere hiçbir değer
verilmez. Bu tür kişiler, Allah'ın ayetlerini bile okusa-lar kimse bunlara
kulak vermez ve onları dikkate almaz.
Hz. Ömer (r.a) bir gün
Kabe'ye baktı ve şöyle dedi:
" Ne büyüksün ve
büyük hürmetin vardır, ama Allah katında müminin hürmeti senden daha
büyüktür."
İnsanın hürmeti ve
haysiyeti o kadar büyüktür ki; Eğer gıybetçi, insanların onur ve şerefine dil
uzatırsa, Allah u Teala'nm onun ayıplarım teşhir etmesi, onu dünya ve ahi-rette
rezil ve rüsva etmesi kaçınılmazdır. Ve bu masiyetin ne kadar korkunç ve iğrenç
olduğunu bilmek gerekir. Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
* Faiz yetmiş iki
kapıdır. En ehveni, kişinin annesiyle zina etmesi gibidir. En büyük faiz de;
kişinin din kardeşinin ırzına dil uzatmasıdır."[63]
Kıyamet günü, perdeler
gözlerden kaldırılınca kişi kendisiyle birlikte dünyadan getirdiği suretlerle
haşrolunur ve bu suretler vasıtasıyla işkence görür. Nasıl ki yırtıcılık ve leş
yemek köpeğe has bir huy ise gıybetçi de ölü kardeşinin etini yemek için öbür
âlemde leş yiyen bir köpek suretinde olacaktır.
Muaz b. Cebel(r.a) der
ki:
* Sur'a üfürüleceği gün, artık siz dalga dalga
geleceksiniz.[64] ayetinin tefsirini Resulullah'tan sorunca, Resulullah'ın
gözlerinden yaşlar akmaya başladı ve bana şöyle buyurdu:
* Ey Muazî Ümmetimden on grup değişik ve
diğerlerinden farklı suretlerde mahşere çıkarılacaklardır.
Bazıları maymun
suretinde, bazıları domuz suretinde çıkarılırlar mahşere... Maymun şeklinde
mahşere çıkarılan kişiler: Başkalarını çekiştirenler ve dedikodu
edenlerdir..."
Bu masiyetin dünyevi
ve uhrevi sonuçlarmı biraz düşün. Kabirde ve ahirette amellerinin dönüşeceği
çirkin suretleri, çekeceğin büyük azabı ve karşılaşacağın sıkıntıları gözünün
Önüne getirmeye çalış. Birkaç dakikalık gevezelik için bütün bunlar değer mi?
Gıybet ile ilgili korkunç sahneleri anlatan kitaplara başvur ve bu masiyetin
sonuçlarının ne kadar tehlike arz ettiğini gör!
Rivayetlere göre
sevabı çok olan, cennete; günahı ağır olan ise cehenneme gider. Durum bu olunca
gıybet sebebiyle sevaplarının yok olup günahlarının çoğalmasından sakınman
gerekir. Rivayetlerde gıybetini ettiğin kişiye senin iyiliklerinin verileceği
ve onun günahlarının sana yazılacağı bildirilmiştir. Birkaç dakikalık
gevezelik ve şehvetini tatmin etmek için, hayatın boyunca bin bir zahmetle
kıldığın namazları, tuttuğun oruçları, çektiğin tespihleri, verdiğin sadakaları
ve diğer hasenatlarını gıybet ile bir anda yakıp yok etmen akıl kân mıdır? Ayet
ve hadislere iman eden, kendi hasenatını korumak ve başkasının günahlarını yüklenmemek
için gıybetten sakınmaz mı? Eğer gıybetini ettiğin kişiye düşman isen, bu
düşmanlığının gereği olarak onun gıybetini etmemen gerekir. Çünkü düşmanının
gıybetini etmekle ona iyilik etmekte ve kendine ise kötülük etmektesin. Hasan
Basri, kendisine gıybet eden kimseyi sever ve ona hürmet eder; " O benim
için ibadet ediyor." derdi.
O halde edeceğin
gıybet yüzünden amel defterin günahlarla dolabilir ve insanların arasında
rezil rüsva olabilirsin. Gıybetini ettiğin düşmanının amel defterini hasenatla
doldurabilir ve böylece onu aziz ve saygın kılabilirsin. Onun için Allah'tan
kork ve gıybetten kaçın ki akıbetin kötü olmasın.
Gıybetin diğer bir
tedavisi, gıybeti tahrik eden sebepleri yok etmektir.
Öfkelendiğin zaman
sükût et ve Allah'ı zikret. Kızdığın için birini çekiştirmek istediğin zaman,
Allah u Teala'nın da sana öfkeleneceğini düşünerek gıybetten vazgeçmelisin.
Nitekim Resul-i
Ekrem(s.a.v) buyurdu ki:
" Muhakkak ki,
cehennemin bir kapısı vardır. O kapıdan ancak dünyada kinini isyan etmek
suretiyle dindiren girer!"[65]
Eğer bir insanı
yaratılışmdaki bir kusurundan dolayı ayıplıyorsan, bil ki neuzu billah (Allah'a
sığınırız) Allah'ı ayıplamış olursun. Çünkü bir sanatı yeren, sanatçıyı yermiş
olur.
Nitekim Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
" Allah'a ve
ahirete iman edip benim peygamberliğime şehadet getiren kimse evine kapansın,
hatalarına ağlasın. Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse, faydalanmak için
hayır söylesin, şerre sükût etsin ki selamet bulsun ve kendisinde var olan
hastalıklarla başkalarını yermeye kalkışmasın. Şayet adamın kusurları
yaratılışında ise, o zaman onu değil, yaratanı yermiş olursun. Zira bir sanatı
yermek, onu yapanı yermektir."
Adamın biri Hakim'in
birine:
" Ey
suratsız!" diye seslendi. Hakim:
" Yüzümü ben yaratmadım
ki onu kusursuz ve güzel yapayım. Şayet ke'ndinde 'bir kusur bulmuyorsan- ki
bu imkânsızdır- o zaman Allah'a şükret ki, seni kusursuz olarak
yaratmıştır." diye cevap verdi.
Hasetten dplayı gıybet
edeceğin zaman bilmelisin ki, küfran-ı nimet etmekte ve kendi iyiliklerini yok
etmektesin.
Nitekim Rısul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu.
* Dikkatli olunuz. Allah'ın nimetlerine düşman
olanlar vardır/' Ashab sordu:
* Allah'ın nimetlerine
kim düşman olabilir?" Resul-i Ekrem(s.a.v) cevaben şöyle buyurdu:
" Allah'ın
kullarına verdiği ihsandan dolayı, onlara hased edenler."
Ayrıca Resul-i
Ekrem(s.a.v) buyurdu ki:
“Ateş odunu yaktığı
gibi, hasette iyilikleri yer bitirir."[66]
Başkalarını güldürmek,
eğlendirmek ve vakit geçirmek için hesapsız bir çift laf ettiğinde akıbetinin
ne olacağını hiç düşündün mü?
Bu konuda Resul-i
Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: " Muhakkak ki kişi bir kelime söyler, o
kelime ile yanında oturanları güldürür ve o kelimeden dolayı süreyyadan daha
uzak bir mesafeden cehenneme düşüp yuvarlanır."[67]
Bir rivayete göre, Hz.
İsa'nın havarileriyle birlikte bir köpek leşinin önünden geçtiği sırada
havariler dediler ki:
" Şu leş ne kadar
da kötü kokuyor!" Bunun üzerine Hz. İsa(a.s), şöyle buyurdu:
" Dişleri ne kadar
da beyaz."
Hz. İsa'nın nefsi,
öylesine arınmış ki, Allah'ın bir yaratığından bu şekilde kötü söz edilmesine
rıza göstermedi. Onlar onun noksanını gördüler. Ama Hz. İsa (a.s), onun güzel
yanını onlara hatırlattı. Elbette insanlık mürebbilerinin böylesine arınmış
bir nefse sahip olması gerekmektedir.
Sanki Hz. İsa (a.s),
bu sözüyle havarilerini, köpeğin gıybetini dahi yapmaktan men ediyor ve onlara
Allah'ın yaratığından söz ettiklerinde, güzel yönlerinden başkasını zikretmemelerini
tavsiye ediyordu.
Diğer bir rivayette
Hz. İsa(a.s) şöyle buyurdu:
" Pisliğe konan
sinek gibi insanların ayıplarına dikkat edip durmayın."
Müslüman, yaralan
kanatan değil, yaraları tedavi eden bîr merhem olmalıdır. Bir kişideki kötü
tarafları değil, ondaki güzellikleri görmelidir.
Başkasının kusur ve
kabahatlerini sayıp dökmeyi düşündüğün zaman, hemen kendi kusurlarını hatırla
ve onlarla
meşgul ol.
Nitekim Resul-i Ekrem
(s.a.v), şöyle buyurdu:" Cennet o kimseye olsun ki, kendisinin ayıpları,
kendisini başkalarının ayıplarıyla meşgul olmaktan alıkoymuştur."[68]
Hiçbir ayıp insanın
kendi ayıplarını görmemesinden ve kendisinin binlerce ayıbı olmasına rağmen hep
başkalarının ayıplarından söz edip, o ayıplan, kendi ayıplarına Örtü kılmasından
daha kötü değildir. Sende var olan kusur ile insanları kötülemekten
vazgeçtiğin vakit, artık meşgalen kendi nefsin olur, başkaları ile uğraşıp
durmazsın. İşte o zaman kendini ıslah etmiş olursun.
Zatın biri şöyle
diyor:" Geçmiş büyüklerin pek çoklarını gördük. Onlar ibadeti namazda,
oruçta değil, insanların dedikodusunu yapmamakta ararlardı."
Hasan Basri diyor
ki:"Başkasından bahsetmek ya gıybettir, ya bühtandır, ya da ifkdir.
Bunların hepsi Allah'ın kitabında yasaklanmıştır. Gıybet, onda olan kusur ve
ayıpları saymaktır. Bühtan, onda olmayanı ona takmaktır. Ifk ise hakkında
duyduğunu söylemektir.
Unutma ki dünyada
işlediğin bütün ameller kayda alınmakta ve kıyamet günü bir film şeridi gibi
herkese gösterilmektedir. Ağza almaktan utandığın hatta hatırladığında yüzünü
kızartan\ayıpların, bir başkasının ayıplarını örtmek karşılığında kayıttan
silinmekte ve Allah'ın örtüsü altına girmektedir. Bundan daha sevindirici ne
olabilir? Sen bir müslümanın gizli hallerini başkasına açıklamayacaksın, Allah
u Teala da buna karşılık senin kusurlarını örtecektir.
Nitekim Resul-i Ekrem
(s.a.v), şöyle buyurmaktadır:
" Kim müslüman
kardeşinin ayıbını örterse, Allah'ta kıyamet günü onun ayıbını örter. Her kim
de Müslüman kardeşinin ayıbını açarsa, Allah da onun ayıbını açar hatta evinin
içinde bile olsa onu rezil eder."[69]
Rivayet edildiğine
göre, Hz. İsa(a.s), arkadaşlarına bir gün şöyle dedi:
" Şu hususta
görüşünüz nedir? Uyuyan birinin edep yeri açılsa, onu örter misiniz?"
" Evet
örteriz" dediler.
Hz.İsa(a.s) şöyle
dedi:
" Ama siz kalan
kısmı da açıyorsunuz." Arkadaşlannın:
" Sübhanallah,
biz onu nasıl açarız?" demeleri üzerine şöyle buyurdu:
“Yanınızda biri
anlatılmıyor mu? Siz, hemen onda bulunanı en kötü halle anlatmaya
başlıyorsunuz. Böylece, onun kalan örtüsünü de açmış oluyorsunuz."
Bir müslümanın ayıbını
örttüğün zaman belki o müslü-man tevbe edip değişerek günahından arınır.
Nitekim bir rivayete göre;
Hz. Ömer(r.a), bir
gece Medine sokaklarında geziyordu. Bir evin içinde şarkı söyleyen bir erkeğin
sesini işitti. Duvarın üzerine çıkıp baktığında, bir erkeğin yanında bir kadın
ile içki vardı. Bu durum karşısında Hz. Ömer (r.a) şöyle haykırdı:
" Ey Allah'ın
düşmanı! Sen Allah'a isyan ettiğin halde Allah'ın senin ayıbını örteceğini mi
sandın?
Bu hitap karşısında
adam, Hz. Ömer(r.a)'e şöyle dedi:
" Ya Emir el
mü'minin! Eğer ben bir yönden Allah'a isyan etmişsem, sen üç yönden Allah'a
isyan etmiş oluyorsun. Allah u Teala, Hucurat suresinin 12. ayetinde:"
Sakın tecessüs etmeyiniz" (yani insanların gizli hallerini
araştırmayınız.) buyurduğu halde sen tecessüs ettin. Yine Allah u Teala,
Bakara suresinin 189. ayetinde:" İyilik ve taat, evlere arkalarından
girmeniz değildir. Lakin iyilik ve taat Allah'tan korkan ve günahtan sakınan
kimselerin yaptığı iştir. Evlere kapılarından girin..." buyurduğu halde,
sen duvardan tırmanarak içeriye girdin. Yine Allah u Teala, Nur suresinin 27.
ayetinde:" Ey iman edenler, kendi evlerinizden başka evlere sahipleriyle
ün-siyet etmeden ve selam vermeden girmeyin..." buyurduğu halde, sen izin
almadan ve selam vermeden içeri girdin."
Bu durum karşısında
Hz. Ömer (r.a), adamı cezalandırmadı. Fakat tevbe etmesini şart koştuktan
sonra adamı kendi haline bırakıp gitti.
Aradan yıllar geçti.
Bir gün Hz. Ömer (r.a) cemaate namaz kıldırdıktan sonra arka saflarda o adamı
görünce yanına çağırıp ona şöyle dedi:
" Haberin olsun,
o durumunu daha kimseye söylemiş değilim."
İşte biz de Hz. Ömer
gibi birbirimizin kusurlarına örtü olmalıyız ki, aramızdaki kardeşlik bağlan
kopmasın, Allah'ın rahmet ve hidayet örtüsü üzerimizden eksik olmasın.
Ancak bir müslümanın
gizli hallerini açıklayıp başkalarına duyurduğunda belki o kişi insanlardan
utanır ve müslümanlardan uzaklaşır. Zamanla belki de namazlarını bile terk
eder.
Nitekim Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
" Eğer sen
müslümanların ayıplarını araştırırsan onları ifsad etmiş veya ifsad etmeye
yaklaşmış olursun."[70]
Ukbe b. Amir'in katibi
Dahir ebul-Haysem, Ukbe b. Amir'e:
" Doğrusu bizim
komşularımız vardır, içki içerler. Ben ise onları yakalamaları için asayiş
memurlarını çağırıyorum." dedi. Ukbe:
" Böyle yapma,
onlara nasihat et ve onları tehdit et." dedi. Dahir:
" Ben onları bu
işten nehyettim. Fakat onlar vazgeçmediler, ben de onları yakalamaları için
polis çağırıyorum." dedi. Bunun üzerine Ukbe şöyle dedi:
" Yazıklar olsun
sana, böyle yapma, zira ben Resul-i Ek-rem(s.a.v)'in şöyle buyurduğunu işittim:
" Her kim (bir
müslümanın) ayıbını örterse diri diri mezara gömülmüş bir kız çocuğunu
diriltmiş gibi (sevaba nail) olur.[71]
Gıybetin kötü
akıbetinden kurtulmak için
Hz. Ömer(r.a)'m şu tavsiyesini unutmayalım:
" Allahu Teala'yı
her zaman anın, zira onu anmak şifadır. İnsanları anıp durmayın, zira o
hastalıktır."
Nefsin bu günahtan
arındırılması ve dilin gemlerinin ele alınması için laubali olmaktan ve çok
konuşmaktan kaçınılması, dilin Allah'ın zikrine alıştırılması gerekmektedir.
Bir sözü konuşmadan önce onun şer'i hükmünü düşün ve muhasebesini iyi yap.
Aynı şekilde günah olan sözleri dinleme. Mümin kimse, konuşmak isteyince
düşünür, herhangi bir zarar gelmeyeceğini anlarsa sözünü söyler. Eğer zarara
uğrayacağını veya zarara uğrama tehlikesi varsa sözünü söylemez ve sükut eder.
Münafık ise, sözünün neye mal olacağını düşünmez ve pervasızca konuşur.
Nitekim Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
" Mü'min bir
kimsenin dili, kalbinin arkasındadır. Konuşmak istediği zaman kalbiyle o şeyi
düşünür, sonra diliyle onu geçiştirir. Münafığın dili, kalbinin önündedir. Bir
şeyi kastettiğinde diliyle söyler, kalbi ile düşünmez."[72]
Bir rivayete göre, Hz.
Ebubekir(r.a), ağzına küçük taşları koyar, nefsini konuşmaktan onlarla
menederdi. Hz.Ebube-kir(r.a), diline işaret ederek şöyle buyururdu:
" Beni
tehlikelere sokan budur."
Nitekim Rebi b.
Haysem, şöyle anlatırdı:
" Sabah olduğu
zaman, yanına bir kalem, bir de kağıt alırdı. O gün ne konuşursa yazardı,
saklardı; akşam olunca da nefsini hesaba çekerdi."
Bir kişi her gece
uyumadan önce o gün ne konuştuğunu ve ne dinlediğini iyice muhasebe edip,
gıybete kaçan konuşmalarını diğer gün yapmamak için çaba gösterirse ve bu çalışmasına
ciddi bir şekilde devam ederse, inşaallah bir süre sonra nefis ıslah olur ve
dil kontrol altına alınmış olur. Bunun sonucu olarak dil gıybetten korunmuş
olur.
Ulema ve Fukaha
(ndvanullahi aleyhim) kimi hususları gıybetin haramlığmın dışında
tutmuşlardır. Ancak gıybet sayesinde şer'i bir sonuca ulaşılabiliyorsa,
garezsiz, sırf hak ve maslahat için, gıybet bazen mubah ve bazen de vacip
olabilir. Yoksa ateşin odunu yakıp yok ettiği gibi; gıybet de salih amelleri
yer bitirir.
Gıybete izin veren
hususlar altı tanedir:
1- Haksızlığa
uğrayan bir kimse bu haksızlığı giderebileceğine inandığı bir yetkiliye
uğradığı zulmü anlatabilir. Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
" Muhakkak ki,
hak sahibi olan alacaklı için, söz söylemek yetkisi vardır."[73]
Mesela, bir kimse
çeşitli şeyleri bahane ederek her gün hanımına hakaret edip onu dövüyorsa,
kadın kendisine yapılan bu zulmü önleyebileceğine inandığı bir kişiye kocasını
şikâyet edebilir. Çünkü bu kimseye yapılan haksızlığın önlenmesi ancak
kendisine yapılan kötülükleri bir başkasına anlatmasıyla mümkündür.
2- Bir
münkeri veya kötülüğü önleyebileceğine inanılan bir kimseye o kötülüğü
işleyenin tutum ve davranışları açıklanabilir.
Hz. Ömer'e, Ebu
Cendel'in Şam'da içki içtiği haberi geldiğinde, Ebu Cendel'e şu mektubu yazdı:
" Rahman ve Rahim
olan Allah'ın adı ile, Ha, Mim! Bu kitabın indirilişi Aziz ve Alim olan Allah
tarafmdandır. O, günah bağışlayla, tevbe kabul edici, azabı şiddetli, kerem
sahibi AUah'dır ki, O'ndan başka ilah yoktur, hem dönüş de O'nadır."[74]
Hz. Ömer'in bu mektubu
üzerine, Ebu Cendel tevbe etti ve Hz. Ömer, bu haberi kendisine ulaştıranı
gıybet yapmakla suçlamamı. Çünkü bu haberi Hz. Ömer'e ulaştıranın amacı, Ebu
Cendel'in işlediği münkeri kaldırması içindi. Böyle durumlarda günah işleyenin
arkasından konuşmak "nehy-i anil münker" den sayıldığı için vaciptir.
Ancak kişinin bunu şer-i amaçla mı yoksa şeytani amaçla mı yaptığını çok iyi
bilmesi gerekir. Burada gıybeti ilahi amaçla yaptığı için bu, ibadettir. Halini
düzelten Ebu Cendel için de ilahi bir lütuf ve rahmettir. Eğer ilahi amaç
olmasaydı, haberi ulaştıran gıybet etmiş olurdu.
3- Bir
konuda fetva almak için kişinin kötü davranışları açıklanabilir. Yani "
Bir kişinin kardeşim veya eşim hakkımı gasp etti. Hakkımı ondan nasıl
alabilirim?" gibi sözlerle kendisine yol gösterilmesini istemesidir.
Ebu Süfyan'ın karısı
Hind, Resul-i Ekrem(s.a.v)'e: " Ya Resulullah, Ebu Süfyan çok cimri bir
insandır. Bana ve çocuğuma yetecek kadar nafaka vermiyor. Acaba onun haberi
olmaksızın onun malından alabilir miyim?" diye sordu.
Resul-i Ekrem(s.a.v)
cevaben şöyle buyurdu:
" Normal olarak,
sana ve çocuğuna yetecek kadar al."[75]
Burada isim zikretmek
ne kadar mubah ise de, en güzeli müphem olarak konuşmaktır. Yani "Kardeşi
veya eşi kendisine şöyle zulmeden bir kişi ne yapabilir?" şeklinde fetva
isteyip hakkında konuştuğu kişinin adını anmadan içine düştüğü sıkıntıdan
kurtulmaya çalışmalıdır.
4- Müslümam
serden korumak ve ona öğüt vermek için fasıkın fışkı açıklanabilir. Münafık bir
kimsenin yanına giden bir müslümana, o münafığın nifakının geçeceğinden
korktuğun zaman, o müslümana, münafık kimsenin nifakını açıklayabilirsin.
Bilmeyerek bir
"bel'am'ın" peşinden giden insanlara o "bel'am'ın" fışkını
açıklayarak, onları korumak gerekir.
Dolandırıcı bildiği
kimseye serveti emanet etmek, iffetsiz bildiği kişiye kadını emanet etmek gibi
hususlarda karşı tarafı uyarması vaciptir. Mesela; bir evlenme hususunda kötü
bildiği veya kötülük yapacağı kesin olan bir kişiyi karşı tarafa tanıtmalıdır.
Kendisine bu hususta danışılmasa da meşveret ediyormuş gibi söze girmeli ve
kötülüğü önlemelidir. Eğer o kişinin " Bu sana hayırlı değildir"
sözüyle evlenmekten vazgeçeceğim biliyorsa daha fazla ileri gitmesi gerekmez.
Eğer ancak o kişinin bir kusurunu açıklamak suretiyle evlilikten vazgeçeceğini
biliyorsa, bir kusuru açıkça söylemekte beis yoktur. Bunu söylemek, darda kalan
kimsenin ölü eti yiyebilmesine benzer. Nasıl ki ondan ölmeyecek kadarını yiyebilirse,
burada da ihtiyaç kadarını açıklayabilir. İhtiyaçtan fazlası açıklanırsa haram
olur.
Bir rivayete göre,
Fatma binti Kays (radiyallahu anha) şöyle anlatıyor:" Bir gün Resul-i
Ekrem (s.a.v)'e geldim ve: "Ya Resulullah, Ebul-Cehm ve Muaviye bana taliptirler,
hangisiyle evleneyim?" diye sordum. Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Muaviye malı
olmayan bir yoksuldur. Ebul-Cehm ise değneği omzundan yere koymaz.( yani
kadınları çok döver)[76]
Burada nefsin
tuzaklarına dikkat etmek ve ihtiyatla hareket etmek gerekir. Amacımız Allah'ın
rızası değil de, öfkemizi tatmin etmek olabilir. Burası, nefse aldanabilmenin
yeridir. Çünkü bazen bir kişiye olan öfkemiz, bizi böyle bir açıklamaya teşvik
edebilir. Zira şeytan bizi aldatıp, öfkemize şefkat kılıfı örterek bizi
gıybete kaydırabilir. Eğer bu açıklama nefsanî heva ve hevese bulanmış halde
yapılıyorsa ve o kişiyi küçük düşürme amacı taşıyorsa gıybet etmiş oluruz.
5- Ayıbını
belirten bir lakab ile tamnan*t>ir insanı bu kusuru ile tarif ederek
tanıtmak caizdir. Mesela, adamın bir gözünün kör, bir ayağının topal, bir
elinin çolak, kulağının sağır veya dilsiz olduğunu söyleyerek onu tarif
etmektir. Maksat adamı kolaylıkla tanıtmak olup, onu küçük düşürmek
olmadığından, onu bu kusurları ile tarif etmek caiz görülmüştür. Bir de bu
şekilde tarifi yapılan kişi bundan rahatsız olmamaktadır. Çünkü bu lakapla
şöhret olmuştur. Eğer bu organ eksikliklerim söylemeden kişiyi tarif etmek
mümkün ise, uygun olan başka ismi ile onu anlatmaktır.
İbni Şirin, kör olan
İbrahim en-Nehai'den bahsederken elini gözünün üzerine koyup öyle konuştu, kör
İbrahim demedi.
6- Açıkça
günah işleyen ve günah işlemeye aldırış etmeyen kimselerin işledikleri
günahlarını anlatmak caizdir. Ancak bu kişilerin gizli kalan başka kusurlarını
açıklamak caiz değildir. Mesela, Bir kişi açıkça içki içiyor fakat gizlice
kumar oynuyorsa, içki içtiğini söyleyebiliriz, fakat kumar oynadığını
söyleyemeyiz.
Selef-i Salihin derler
ki, üç zümre vardır ki, bunların gıyabında konuşmak gıybet olmaz.
1- Zalim bir
idarecinin,
2- Açıktan
kötülük işleyen bir kimsenin,
3- Bidat
ehli birinin,
Bu üç zümre de
günahlarını açıkça işlerler. Bunların işleri ve yolları anlatılırsa, gıybet
sayılmaz.
Ancak, bedenlerinde
bir ayıp varsa o da söylenirse, o gıybet olur. Ancak, tuttukları yol ve
işledikleri fiil anlatüır-sa, bir beis yoktur. Bunlar anlatılmalı ki, halk
onlardan korunsun.
Burada bilinmesi
gereken en önemli şey, insanın kendini hiçbir zaman nefsin tuzaklarından
korunmuş saymaması, büyük bir dikkat ve ihtiyatla hareket etmesi ve gıybetin
caiz olduğu bu durumlardan birini kendine mazeret kabul etmeye kalkışmamasıdır.
Her ne kadar bu altı husus gıybetin haramlığmm dışında tutulmuşsa da nefsin ve
şeytanın tuzaklarına çok elverişli olan bu durumlardan kaçınılmalı ve nefsin harama
bulaşmasına imkan sağlayabilecek hallerden uzak durulmalıdır. Çünkü nefis şer
ve kabahate eğilimlidir. Nefsin insanı şer'i yolla dahi aldatması ve helake sürüklemesi
mümkündür. Onun için caiz olan durumlarda bile fasıkm bir kusurunu açıklarken
bunu şer'i amaçla mı yoksa şeytani amaçla mı yaptığımızı iyi bilmemiz gerekir.
Fakat sadece caiz olan durumlarda gıybetin terk edilmesi daha evladır.
Gıybetin ferdi ve
toplumsal tahribatının çok büyük ve diğer günahlara nazaran etkilerinin daha
fazla olması nedeniyle Allah li Teala bu günahın tevbesini şarta bağlamıştır.
Bu günah, kul hakkına girdiğinden, affedilmesi, öncelikle gıybeti edilen
kimsenin affetmesine bağlıdır.
Nitekim Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Gıybetten kork,
çünkü gıybet zinadan daha tehlikeli ve günahtır. "
Sahabe sordu:
"Niçin ya
Resulullah? Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
''Çünkü zina eden kişi
tevbe ederse, Allah tevbesini kabul eder, fakat gıybet eden kimseyi gıybeti yapılan
kişi affetmedik-çe Allah gıybetçiyi affetmez."[77]
Hiç kimseye ne
malının, ne çocuklarının ne de dünya ve içindekilerinin fayda sağlamayacağı
kıyamet günü gelmeden Önce, herkes kendisini gıybetten korumak, gıybete engel
olmak ve gıybetini ettiği kimseden gidip helallik almak ve tevbe etmek
zorundadır. Çünkü kim helalleşmeden borçlu olarak ölürse o borç veya haksızlık
sebebiyle tecavüzde bulunmuş ise, zulmü nispetinde borçlunun sevabı hak
sahibine verilir, sevabı yetmediği takdirde hak sahibinin günahı onun sırtına
yükletilir.
Nitekim Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Bir kimse kardeşinin şeref ve haysiyetine
veya malına haksız olarak taarruz etmiş ise altın ve gümüş bulunmayan (kıyamet
) gününden önce gidip o kardeşiyle helalleşsin. Çünkü o gün onun hasenat ve
sevabından alınıp hak sahibine verilir. Eğer iyiliği yoksa kardeşinin günahları
alınıp kendisine yükletilir."[78]
Gıybet, kul hakkına
girdiğinden eğer gıybetçinin imkânı varsa, helallik istemesi lazımdır.
Gıybetten tevbe etmek için, gıybet edilen kimseye gidip, " seni
çekiştirdim senin gıybetini yaptım, hakkını helal et." diyerek
helalleşmek ve sonra da Allah'tan bağış talebinde bulunmak gerekir. Eğer
gıybeti edilen kişiye ulaşılamazsa veya ölmüş ise en uygunu gıybet edilen
kimse için bolca istiğfar ve dua etmek, kıyamet günü ona verilmek üzere bol bol
iyilik ve ibadetler yapmak gerekir. Çünkü sözlerinle eziyet ettiğin,
kırdığm'veya küçük düşürdüğün kişi İbn-i Şirin gibi biri olup seni
affetmeyebilir.
Nitekim biri Ibn-i
Sirin'e geldi ve şöyle dedi:
" Senin gıybetini
ettim. Bana hakkını helal et."
İbn-i Şirin şöyle
dedi:
" Ben, Allah'ın
haram ettiğini nasıl helâl edebilirim?"
Bir rivayete göre
Allah u Teala, Hz. Musa aleyhisselama şöyle variyetti.
" Bir kimse,
gıybetten tevbe edip ölürse, o kimse cennete en son giren olacaktır. Gıybete
devam halinde iken ölse, cehenneme ilk girenler arasında olacaktır."
Resul-i Ekrem (s.a.v),
gıybeti tarif ederken şöyle buyurmuştur:
" Eğer dediğin
şey kardeşinde varsa, onun gıybetini etmiş olursun. Söylediğin şey onda yoksa
ona bühtan etmiş, iftira etmiş olursun."[79]
Hasan-ı Basri diyor
ki:
" Bir kişiyi
anmak ya gıybettir veya bühtandır veyahut ifkdir. Bunların hepsi Allah'ın
kitabında yasaklanmıştır. Gıybet, onda olan kusur ve ayıpları söylemektir.
Bühtan, onda olmayanı ona takmaktır. İfk ise hakkında duyduğunu
söylemektir."
İftira, bir kişide
olmayan bir kusurun veya ayıbın o kişide olduğunu söylemektir. Yani insanın
işlemediği bir kötü fiille suçlanmasıdır.
İftira çok çirkin bir
kebiredir. İftira, insana, onda bulunmayan bir kötülüğü nispet etmek
olduğundan gıybetten daha kötü bir davranıştır. Çünkü hem yalan bir sözdür hem
de insanın aşın derecede üzülmesine sebep olmaktadır. İftira hakkında şiddetli
rivayetler bulunmaktadır.
Bir rivayete göre,
Karun; Hz. Musa'nın amcasının oğlu olup büyük bir servet sahibi idi. Firavun ve
Haman gibi, Karun da, Hz. Musa'yı tekzib ve red etmişti. Hz. Musa (a.s); Karun'un,
bu kötü tutum ve davranışlarını akrabası olduğu için af ve müsamaha içinde
karşıladı.
Firavun; Karun'u
İsrailoğullanna vali tayin etmişti. İsrailo-ğullanna zulmünü ve taşkınlığını
onun vasıtası ile yapardı. Karun; Hz. Musa ve Hz. Harun'dan sonra,
İsrailoğullarının en bilgilisi idi. Musa(a.s); İsrailoğullanna, zekâtı
emredince, Karun, îsrailoğullannı toplayıp onlara:
"Bu, size oruç,
namaz ve bir takım şeyler getirmiş, siz de onlara katlanmış bulunuyorsunuzdur.
Ona, mallarınızı verme külfetini, yüklenecek misiniz?" dedi.
İsrailoğullan:
"Biz ona
mallarımızın zekatını verme külfetini, yüklenmeyeceğiz!" senin görüşün
nedir?" dediler. Karun:
" Benim görüşüm:
ona bir fahişeyi gönderelim. Ona, kendisiyle temasta bulunmak istediği
iftirasını atmasını ve halk arasında bu iftirayı yaymasını emredelim!"
dedi.
Aldıkları karar gereği
Karun; İsrailoğullanndan bir fahişeyi kiraladı. Karun; israiloğullannın,
meclislerinde toplandıkları gün, Musa aleyhisselama:
"Ey Musa!
Hırsızlık,edenin, cezası nedir?" diye sordu. Hz. Musa:
"Elinin kesilmesidir'"
dedi. Karun:
"Zina edenin
cezası nedir?" diye sordu. Hz. Musa:
"Recm
edilmesidir" dedi. Karun:
"Zina eden, sen
olsan da böyle midir?" diye sordu.
Hz. Musa:
"Evet" dedi.
Karun:
"Sen zina
etmişsin!" dedi. Hz. Musa:
"Yazıklar olsun
sana! Kiminle etmişim?" dedi. Karun:
"Filanca
kadınla!" dedi ve Hz. Musa, hemen o kadını çağırttı:
'Tevrat'ı indiren
Alİah adına doğru konuş, Karun'un söylediği doğru mudur?" dedi.
Kadın:
"Madem ki, sen
Allah adına yemin ettirdin. Ben de Allah adına yemin ederim ki: Sen, zina
etmemişsin ve Allah'ın Resulüsün! Allah düşmanı Karun, bu iftirayı etmem için
beni kiraladı." dedi.
Hz. Musa(a.s), hemen
kalkıp secdeye kapandı ve ağladı:
"Ya Rab! Senin
düşmanın, benim eziyet edicim, benim rezil rüsva olmamı ve ayıplanmamı
istiyor" diyerek Karun aleyhinde, Allah'a dua edince; Yüce Allah:
"Yere istediğini,
emret! Sana, itaat edecektir!" diye vahyetti.
Bunu üzerine,
Musa(a.s) yere:
" Ey yer! Tut
onlan, yut!" dedi ve her dediğinde yer Onla-rı biraz yuttu. Ta ki tamamen
kaybolup gittiler.[80]
Rivayete göre, Karun
ve adamları kıyamete kadar her gün bir insan boyu yerin dibine geçirilmektedir.
Bu durum ölümden
önceki durum olup iftiracının kıyamet günündeki durumuna ilişkin olarak da
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
" Herhangi bir
kimse, müslüman bir kimseye, kendisinde olmayan bir şeyi dünyada onu ayıplamak
için isnad edecek olursa, Allah u Teala, kıyamet gününde söylediği sözün yalan
olduğu meydana çıkıncaya kadar cehennemde onu yakar."[81]
Bir rivayete göre de
Resul-i Ekrem(s.a.v) ashabına sordu: " Müflis kimdir, bilir misiniz?"
Ashab dedi ki: " Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimsedir. Bunun
üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu: "Ümmetimden müflis o kimsedir
ki, kıyamet gününde namazı, orucu ve zekatı ile gelir. Bundan sonra sövdüğü
gelir, iftira ettiği gelir, malını yediği gelir, kanını döktüğü gelir ve dövdüğü
gelir. Onun iyiliklerinden bunların her birine verilir. Fakat üzerindeki
hakları ödemeden iyilikleri tükenir. Bu sefer hak sahiplerinin günahları ona
yükletilir ve sonra o kimse cehenneme atılır."[82]
İftira o, kadar çirkin
ve etkili bir silahtır ki tarih boyunca İslam düşmanları ve münafıklar,
peygamberlere ve onların varisleri olan İslam âlimlerine çeşitli İftiralar
atarak onların şahsiyetlerini hedef almışlardır. Bedir savaşında kazanılan
büyük zaferden sonra İslam hızla yayılıyor ve İsla-mİ hareket her geçen gün
biraz daha güçleniyordu. Kâfir güçler, İslam'ı askeri savaşlarla sindirip yok
edemeyeceklerini anlayınca, psikolojik bir savaş için ahlaki bir cephe açtılar.
Amaçlan kişiliği, güzel ahlakı ve yaşantısıyla halkın kalplerini fetheden Hz.
Peygamber (s.a.v) ve ashabını çeşitli iftiralarla karalayarak onları manen
çökertmek ve çığ gibi büyüyen ilahi davanın önünde bir set oluşturmaktı. Tarih
boyunca İslam'ın karşı karşıya kaldığı çeşitli karalama kampanyalarının en
tehlikelisi ve en şiddetlisi olan İfk olayının taşeronu münafık başı Abdullah
b. Übey b. Selül idi. Hz. Peygamber (s.a.v), Medine'ye gelmeden önce halk ibni
Se-lül'ü kral yapmaya karar vermişti. Peygamber (s.a.v), Medine'ye gelince
kral olamadı ve bütün çıkarlarının elden gideceğini anlayınca müslümanlardan
nefret etmeye ve onların aleyhine olacak her çirkin komploda münafıkça görev almaya
başladı. İfk olayına yol açan meseleyi Hz.Aişe (r.a)'nm kendi ağzından
dinleyelim:
"Resulullah(s.a.v),
bir sefere çıkacağı zaman kadınları arasında kura çekerdi. Kura kime çıkarsa
onu birlikte götürürdü. Yine bu savaşta da kura bana çıkmıştı. Ben de örtünme
ayetinin inmesinden sonra gerçekleşen bu sefere peygamber (s.a.v)'le birlikte
katıldım (H.5. yılda yapılan Beni Mustalik Gazvesi). Ben hevdecte (devenin
üstündeki örtülü odacıkta) yolculuk ediyordum. Resulullah(s.a.v) savaşı bitirince
geri döndük. Geceleyin yolda Medine yakınlarında bir yerde konaklamıştık.
Hareket emri geldiğinde hevdec-ten inerek rahatlamak için kampın dışına çıktım.
Dönüp de konakladığımız yere yaklaştığımda gerdanlığımın bir yerlerde düşmüş
olduğunu farkettim. Aramak için geri döndüm, fakat bu arada kervan hareket
etmiş ve ben de arkalarında yalnız kalmıştım. Hevdeci taşıyan dört kişi, boş
olduğunun farkına varmadan onu deveye yüklemişler ve benim içinde olduğumu
zannederek yola koyulmuşlardı. O günlerde yiyecek kıtlığından dolayı zayıftım.
Üstelik ben küçük yaşlarda bir kadındım. Onun için hevdecimi taşıyanlar içinde
olmadığımdan şüphelenmemişler. Çarşafıma bürünüp geride kaldığım anlaşılır da
gelir beni götürürler ümidiyle yere oturdum. Bu arada uyumuşum. Safvan b.
Muattal es-Sülemi ordunun artçısı idi (Ordunun geride kalan eşyasını toplayıp
sonra sahiplerine vermekle görevliydi). Uzaktayken uyuyan bir insan karartısı
görmüştü. Yanıma gelince beni tanıdı. Çarşafımla yüzümü örttüm. Vallahi O,bana
tek kelime bile söylemedi."İnna lillahi ve inna ileyhi raciun (Allah'tan
geldik yine Allah'a döneceğiz)"ayetini okudu. Bundan başka hiçbir sözünü
duymadım. Devesini çöktürdü ve kenarda durdu, ben de bindim. Deveyi yularından
çekiyordu. Nihayet mola verdikleri bir yerde orduya yetiştik. Hakkımda bundan
başka bir şey söyleyenler helak olmuşlardır. Günahın büyüğünü de Abdullah b.
Ubey b. Selül üstlendi. Medine'ye varınca hastalandım ve bir aydan daha fazla
yatakta kaldım. İnsanlar iftira olayı ile ilgili kişilerin dedikodusunu
yapıyordu. İftira haberi şehirde yayılmış ve Resulullah(s.a.v)'in kulağına da
ulaşmıştı. Benimse hiç bir şeyden habepifn yoktu. Resulullah'm eskiden olduğu
gibi hastalığımla ilgilenmediğini görüyordum. Yanıma geldiğinde selam veriyor
ve hastalığınız nasıl diye soruyor, sonra da gidiyordu. Çnun bu hali beni
şüphelendiriyordu. İyileşinceye kadar bir kötülük olduğunu sezmedim. Bir gün
ben ve Mıstah'ın annesi Manasi denen yere doğru yola çıktık. Burası tuvaletler
yapılmadan önce ihtiyacımızı gidermek amacı ile tuvalet olarak kullandığımız
bir yerdi. Ancak geceleri oraya gidebilirdik. Ben ve Ümmü Mıstah oraya doğru
yol aldık. Bu kadın Ebu Ruhm b. Sahr b. Amirin kızı ve babam Ebubekir(r.a)'m
teyzesidir. İhtiyacımızı giderip dönünce, Ümmü Mıstah'ın ayağı eteğine takılıp
sendeledi. Bunun üzerine:
"Mıstah helak
olsun" dedi. Ben de:
"Ne kötü söz
söyledin. Bedir savaşına katılmış bir kişiye böyle söylenir mi? dedim. O da:
"Vay başıma
gelenler, onun ne söylediğini duymadın mı?"dedi. Ben:
"Ne
soylüyor?"diye sordum. Bunun üzerine hakkımda çıkarılan o asılsız
dedikoduyu(ifk) dillerine dolayanların sözlerini bana anlattı. Bunun üzerine
hastalığım bir kat daha arttı. Evime döndüğüm zaman Resulullah(s.a.v) de eve
geldi ve:
"Hastalığınız
nasıl?"diye sordu. Ben de:
"Bana izin ver,
anne-babamm yanma gideyim" dedim. Ben bu haberi annemden iyice öğrenmek
istiyordum. Baha izin verdi. Kalktım, anne-babamm yanına gittim. Anneme:
"Anneciğim,
insanlar benim hakkımda neler konuşuyor-lar?"diye sordum. Annem:
"Kızım, bu konuda
kendini fazla üzme. Allah'a and olsun ki, kocası tarafından sevilip de
ortaklarının, hakkında dedikodu çıkarmadıkları güzel kadın çok azdır"
dedi.
"Subhanallah,
demek insanlar bunu bile söyleyebilmişler" dedim. O gece sabaha kadar
ağladım. Gözyaşlarım hiç dinmedi, gözüme uyku girmedi.
Vahiy gecikince
Resulullah (s.a.v) eşinden ayrılmak için Ali b. Ebu Talib(r.a) ve Usame b. Zeyd
(r.a)'ı çağırtmış. Usa-me(r.a) Hz. Peygamber (s.a.v)'in ailesinin temizliğini,
onlar hakkında beslediği derin sevgiyi belirterek olumlu yönde görüş bildirmiş
ve:
'Ta Resulullah, eşini
bırakma, Allah'a andolsun ki, onun hakkında iyilikten başka bir şey
bilmiyoruz" demiş. Ali b. Ebu Talip(r.a) ise:
"Ya Resulullah,
Alİah seni sıkıntıya sokmaz. Aişe dışında birçok kadın vardır. Onun cariyesinden
sor, o size doğ-ruyu söyler" demiş. Bunun üzerine Resulullah(s.a.v)
Beri-re'yi çağırtmış ve:
"Ey Berire,
Aişe'de seni kuşkulandıracak bir şey gördün mü? diye sormuş. Berire:
"Hayır, seni hak
peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, onda ayıplayacağım bir
davranışa rastlamadım. O evde hamur yoğururken uyuya kalan ve hamurunu
koyunlara kaptıran genç bir kadıncağızdır." demiş.
Bunun üzerine
Hz.Peygamber(s.a.v) kalktı, minbere çıkarak Abdullah b. Ubey b. SelüTden
şikâyet ederek şöyle buyurdu:
"Eşim hakkında
dedikodular çıkararak bana eziyet eden bu adamdan beni kim kurtaracak? Vallahi
ben, eşim hakkında iyilikten başka Bir şey bilmiyorum. Sözünü ettikleri
adamında sadece iyiliğini biliyorum. Bensiz evime girmiş değildir."
Bunun üzerine Sa'd b.
Muaz(r.a) ayağa kalkarak:
"Ya Resulullah,
vallahi seni ben ondan kurtaracağım. Eğer bu adam Evs kabilesinden ise boynunu
vururuz. Eğer Hacrec'li kardeşlerimizden biri ise, ne emredersen, emrini yerine
getiririz" dedi.
Bu söz üzerine Sa'd b.
Ubade(r.a), ayağa kalktı. O Haz-rec'in büyüklerindendi. Salih bir insandı.
Fakat kabilecilik duygusuna yenik düştü ve öfkeyle, Sa'd b. Muaz'a şöyle dedi.
"Allah'a andolsun
ki, yalan söylüyorsun. Ne onu öldürebilirsin ne de buna gücün yeter."
Bunun üzerine Sa'd b.
Muaz(r.a)'m amcasının oğlu Usayd b. Hudayr kalktı ve Sa'd b. Ubade'ye:
"Allah'a andolsun
ki, yalancı sensin. Onu mutlaka öldüreceğiz. Sen ise münafıksın ve bir
münafığı savunuyorsun" dedi.
Bu sözler üzerine Evs
ve Hazrec arasında bir kavga çıktı. Öyle ki birbirlerini öldürmeye bile
teşebbüs ettiler. Resulullah(s.a.v), minberde devamlı onları yatıştırıyor ve
susturmaya çalışıyordu. Nihayet sustular ve Resulullah(s.a.v)'de minberden
indi. O gün hep ağladım.
Gözyaşlarım dinmiyor,
bir an bile uyuyamıyordum. Anne ve babam da benimle sabahladılar. İki gece bir
gün ağladım. Öyle ki ağlamaktan ciğerlerimin parçalandığını sandım. Anne ve
babam yanımdayken ve ben ağlarken Ensar'dan bir kadın eve girmek için izin
istedi, izin verdiler. Yanıma gelip oturdu ve benimle beraber ağlamaya başladı.
Biz bu durumda iken Resulullah(s.a.v) geldi, selam verip oturdu. Benim hakkımda
çıkarılan dedikoduların yayıldığı günden beri yanımda hiç oturmamıştı. Bir ay
beklemiş, ama hakkımda kendisine vahiy inmemişti. Şehadet getirdi ve bana dedi
ki:
"Senin hakkında
şöyle şöyle sözler bana ulaştı. Şayet suçsuz isen, kuşkusuz yüce Allah seni
temize çıkaracaktır. Fakat eğer bir günah işlemişsen Allah'tan af dile ve O'na
tevbe et. Çünkü kul günahını itiraf edip Allah'a tevbe ederse, Allah onun
tevbesini kabul eder."
Resulullah(s.a.v)
sözlerini bitirince gözyaşlarını dindi. Babama:
"Benim yerime
Resulullah'a cevap ver" dedim. Babam da:
"Vallahi,
Resulullah'a ne diyeceğimi bilemiyorum" dedi. Bu sefer anneme:
"Benim yerime
Resulullah'a cevap ver"dedim.
Annem de:
"Vallahi,
Resulullah'a ne diyeceğimi bilemiyorum" dedi. Ben o zaman henüz çok genç
olduğum için Kur'an'dan çok ayet ezbere bilmezdim. Dedim ki:
"Allah'a andolsun
ki, insanların hakkımda konuştuğu şeyleri siz de duymuşsunuzdur. Bu sözler
içinizde yer etti ve onun doğruluğuna inandınız. Eğer ben size, suçsuzumdesem
bana inanmayacaksınız. Fakat ben, Allah'ın işlemediğimi bildiği bir günahı
işlediğimi söylersem bana inanacaksınız. Vallahi sizinle kendim için Yusuf
aleyhisselamın babasının (Hz.Yakub'un) şu sözünden uygun bir örnek bulamıyorum:
"Artık bana güzel
bir sabır gerekiyor. Bu anlattıklarınıza karşılık yardımına sığınılacak olan
ancak Allah'tır."(Yusuf:18)
Sonra yüzümü döndüm ve
yatağıma uzandım. Vallahi ben, suçsuz pfduğumu biliyordum ve Allahu Teala'nın
da suçsuzluğumu ilan edeceğine inanıyordum. Fakat ben,Al-lah'm hakkımda bir
ayet indirerek beni temize çıkaracağını tahmin edememiştim. Durunıumun,Allah'm
hakkımda bir ayet indirmesine değmeyecek kadar basit olduğunu zannediyordum.
Fakat ben, Resulullah(s.a.v)'in Allalj tarafından suçsuz olduğumu gösteren bir
rüya görmesini bekliyordum.
Henüz Resulullah
(s.a.v) yerinden kalkmamıştı ve ailemden kimse dışarı çıkmamıştı ki, Allah u
Teala Resulüne ayetler indirmeye başladı.Yüzü her vahiy zamanındaki gibi
aydınlanmıştı. Sevinçliydi ve yüzü gülüyordu. Bana söylediği ilk söz:
"Ey Aişe, Allah'a
hamdet! Kuşkusuz Allah seni temize çıkardı" demek oldu.
Annem de bana:
"Kızım kalk ve
Resulullah (s.a.v)'e git (O'na teşekkür et)" dedi.Ben de:
"Allah'a andolsun
ki, onun için kalkıp gitmem ve Allah'tan başka kimseye hamd etmem. Çünkü benim
suçsuzluğumu vahiyle bildiren O'dur" dedim.
Allah u Teala:
"O ağır iftirayı
atanlar,sizin içinizden bir gruptur. Bu olayı kendiniz için kötü bir şey
sanmayınız. Aksine o sizin için bir iyiliktir. O grubun içinde bulunan herkes
payına düşen günahın cezasını görecektir. Suçun büyük bölümünü omuzlarında taşıyan
o grubun elebaşısı ise büyük bir azaba çarpı-lacaktır.(Nur:ll) diye başlayan on
ayeti indirmişti.(Nur:1121)
Babam Ebubekir,
önceden Mıstah'a akrabamız olması ve fakir oluşundan dolayı mali yardımda
bulunurdu. Bu ayetler inince:
"Vallahi, Aişe'ye
attığı iftiradan sonra Mıstah'a hiçbir zaman mali yardımda
bulunmayacağım" dedi. Bunun üzerine Allah u Teala şu ayeti indirdi:
"Sizden zengin ve
cömert olup akrabalarına, yoksullara, muhacirlere ve Alİah yolundakilere yardım
etmeyeceklerine dair yemin etmesinler. Affetsinler, işlenen kusurları görmezden
gelsinler. Yoksa Allah'ın sizi affetmesini istemiyor musunuz? Allah
affedicidir, merhametlidir."(Nur-22) Bunun üzerine babam Ebubekir:
"Evet, ben,
Allah'ın beni affetmesini isterim" dedi ve Mıstah'a yaptığı yardıma devam
etti ve dedi ki:
"Vallahi bu
yardımı hiçbir zaman kesmeyeceğim."[83]
İslam tarihine ifk
hadisesi olarak geçen olayda İslam düşmanlarının iffet ve fazilet sahibi Hz.
Aişe'ye çirkin bir iftira atmaları, insanlara İffet ve hayayı emreden, onları ıslah
etmeye çalışan, İslam davasının önderi Hz. Peygam-ber(s.a.v)'i karalamaya
yönelik bir saldırıydı. Askeri ve ekonomik tüm önlemlere rağmen İslam'ın
devlet olmasına ve hızla yayılmasına engel olamayan kâfir güçler, tek çareyi
müslümanlar arasında fitne ve fesat çıkarmakta bulmuşlardı. İslam'a duyulan
sempatiyi yok etmek ve peygambere olan güveni sarsmak için münafıklar öyle
korkunç bir plan hazırlamışlardı ki, seçkin sahabeler bile bu iftiradan etkilenmişlerdi.
Bu plan, Medine'yi bir ay boyunca sarsacak ve bazı sahabelerin neredeyse
helakine sebep olacak kadar ustaca ve profesyonelce hazırlanmıştı. Bu iftirayı
ortaya atan bir kişi ya da birkaç kişi değildi. Bu büyük iftirayı ortaya atan
sadece Abdullah b. Ufrey b. Selül değildi. O sadece bu işten çıkar uman bir
taşerondu. Bu sistematik ve planlı iftirayı organize edenlfer örgütlenmiş
yahudi ve münafık güçler olup o dönemin derin güçleriydi. İftiranın boyutu
öylesine büyüktü ki, müslümanlar sarsılmıştı. Nitekim Resul-i Ek-rem(s.a.v),
minbere çıkarak iftirayı yayan Abdullah b. Ubey b. Selul'den şikâyet ederek
şöyle buyurmuştu:
" Ey müslümanlar
topluluğu, eziyeti ta aileme kadar uzanan bu adamdan beni kim kurtarır? Vallahi
ben, eşim hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Yine bir adamı dillerine
dolu-yorlar ki, onun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum. O adam ben
olmadıkça ailemin yanına girmezdi."
Bunun üzerine Evs
kabilesinden olan Sa'd b. Muaz(r.a) ayağa kalkarak, " O adamın boynunu
vuracağını ve Resulullah'a yardım edeceğini" söylemiş, Hazrec kabilesinden
olan Sa'd b. Ubade(r.a) ise kabilecilik duygusu kabardığından Sa'd b. Muaz'ı
yalancılıkla suçlayıp bir münafığı savunmuştu. Karşılıklı sözler üzerine Evs
ve Hazrec kabilesi arasında kavga çıkmış ve birbirlerini öldürmeye teşebbüs etmişlerdi.
Resurullah'm onları yatıştırması sonucu kardeş kanının dökülmesi son anda
önlenebilmişti. Nihayet nazil olan ayetler, bu korkunç plana son vermişti. İfk
olayı Hz.Ai-şe(r.a)'nın şahsında, Hz.Peygamber (s.a.v)'i ve İslam'ı hedef alan
bir iftiraydı. Bu yüzden Allah u Teala bu asılsız sorunu çözümlemek, bu planlı
komployu başarısız kılmak, İslama ve islam peygamberine karşı başlatılan
psikolojik savaşa müdahale etmek için Hz. Aişe'nin suçsuzluğunu bildiren
ayetleri indiriyor, peygamberin ailesini aklıyor ve bu iftirayı dillerine
dolayan münafıkları deşifre ediyordu. Böylesine önemli bir konuda hem o günkü
müslümanların hem de peygamber'den sonra gelecek olan müslümanların nasıl bir
yol ve nasıl bir tavır takınmaları gerektiği konusunda izleyecekleri doğru
yolu gösteriyordu. Allah u Teala iftira konusunda müslümanları şiddetli bir
şekilde uyarmış ve iftira edenler için dünya ve ahirette acıklı bir azab
olduğunu buyurmuştu.
İslam düşmanları
cahiliye üzerine inşa edilmiş sömürü düzenlerini korumak ve devam ettirebilmek
amacıyla İsla-mi hareketi bastırmak ve onu yok etmek için, her türlü silahı
kullandılar ve her yola başvurdular. İftira olayı, Adem aleyhisselamdan
günümüze kadar devam eden tevhid ve şirk, hak ve batıl mücadelesinde İslam
karşıtı güçlerin devamlı olarak başvurup medet umdukları en büyük silahlarıdır.
İfk olayı ne ilk ne de son iftiralarıydı. Daha önce de Muhammed-ul Emin
dedikleri Hz. Muhammed (s.a. v)'i karalamak, kötülemek, halkın gözünde küçük
düşürmek ve halkın peygamber hakkında kötü düşüncelere sahip olmalarım
sağlamak için Hz. Peygambere bazen kâhin, bazen sihirbaz, bazen mecnun ve
bazen de şair diyerek çeşitli iftira ve ithamlarda bulundular. Mekke'li
kâfirler Arabistan'ın çeşitli yerlerindeki pazarlarda, panayırlarda özellikle
de hac ve ticaret için Mekke'ye gelen yabancılara müslümanlar aleyhinde yalan,
yanlış propagandalar yaparak İslam ve müslümanlar hakkında çeşitli şüphe ve
vesveseler uyandırmaya, fitne ve fesat tohumları ekmeye çalışıyorlardı.
İbn-i İshak, Hakim ve
Beyhaki'den nakledilen bir rivayete göre;"Kureyşliler büyük bir toplantı
düzenlediler ve Hac zamanında Hz. Muhammed (s.a.v) aleyhine geniş çaplı bir
iftira kampanyası başlatmaya karar verdiler. Bundan sonra Velid b. Muğire orada
toplananlara dedi ki, "Eğer gelen hacılara her birirriiz ayrı ayrı şeyler
söylersek, kimse bize inanmayacaktır. Onun için Muhammed hakkında hepimiz aynı
şeyi söyleyelim. Kimileri:"Muhammed'in bir kâhin olduğunu
söyleyelim."dediler. Velid b. Muğire ise dedi ki:"Vallahi o kâhin değildir.
Zira biz kâhinlerin nasıl olduğunu biliyoruz. Onlar sahtekârdır, her zaman bir
şey mırıldanırlar ve laf ebeliği yaparlar. Kur'an'ı Kerim'in bununla hiçbir
alakası yoktur." Bazıları:" Muhammed'in mecnun blduğunu söyleyelim."
dediler. Velid b. Muğire dedi ki:"Muhammed, mecnun da değildir. Biz
delilerin nasıl olduğunu biliyoruz. Delilikte insanların ne kadar saçma sapan
konuştuklarını biliyoruz. Muhammed'in söylediği kelamın bir delinin sözleri
olduğunu nasıl söyleyebiliriz?" Bazıları dediler ki:"O halde hacılara
onun şair olduğunu söyleyelim." Velid b. Muğire dedi ki:"O şair de
değildir. Biz şiirin bütün türlerini biliyoruz. Onun kelamı, şiirin bu
türlerinden hiçbirine uymuyor." Oradakiler dediler ki:"O zaman ona
sihirbaz diyelim." Velid b. Muğire dedi ki:"O sihirbaz da değildir.
Çünkü sihirbazları biz biliriz ve sihir için hangi yöntemlere başvurduklarını
da biliriz. Bu unvan da Muhammed'e uymuyor." Daha sonra Velid b. Muğire
dedi ki:"Bu gibi uydurmalardan hangisini yaparsanız yapın, herkes bunların
haksız bir iftira olduğunu sanacaktır. Vallahi, onun kelamı çok cazibeli ve
tesirlidir. Onun kökleri çok derin ve dalları meyvelidir." Bunun üzerine
Ebu Cehil, Velid b. Muğire'ye yüklenerek Muhammed ile ilgili mutlaka bir
propaganda malzemesi gerektiğini ısrarla söyledi. Bundan sonra Velid b. Muğire
bir süre düşündü. Ve dedi ki:"Gerçeğe yakın bir şey söylemek gerekirse
diyebiliriz ki, bu adam(Hz.Muhammed) bir büyücüdür. Biz Araplara deriz ki bu
adam öyle bir kelam getirmiştir ki, bunun yüzünden baba oğlundan, kardeş
kardeşinden ve çocuklar büyüklerinden uzaklaşabiliyor." Velid'in bu
teklifini herkes benimsedi ve bu iftira üzerinde anlaştılar. Daha sonra,
hazırlanan bu plana göre Hac için gelen hacıların arasına Kureyşli adamlar
karıştı ve onlara:"Burada bir büyücü var, ondan uzak durun, zira o aramızı
bozuyor ve ailelerimizi bölüyor."demeye başladılar."
O halde bizler de Hz.
Muhammed'i önder olarak kabul eden İslam davasının fertleri olarak İslam'a,
âlimlerimize ve şahsımıza karşı yapılacak her türlü iftiraya karşı daima hazırlıklı
ve uyanık olmalıyız.
Günümüzde de İslam
düşmanları, münafık kişileri kullanarak, televizyon, gazete ve dergilerinde
İslami cemaatler ve karizmatik âlimler hakkında iftiralarda bulunarak, yalan ve
çarpıtılmış bilgilerden oluşan yazılar yayınlayarak, müs-lümanlar arasında
ihtilaflar çıkarıp, İslam'a olan sevgi ve güvenlerini sarsmaya
çalışmaktadırlar. Böylece insanların içine şüpheler sokarak, Müslümanları
zayıflatmak, parçalamak ve yok etmek isterler. Aslında bu asılsız iftirayı
kaleme alan yazarlar bir piyon olup bunları yönlendiren derin odaklardır
İslam çlüşmanlan ve
münafıklar, salih insanlann zayıf yönlerini kollamakta, oyun ve hilelerini ona
göre sinsice planlamaktadırlar. Bu fitnelerden korunmak için bir iftira
karşısında asla zaafa düşmemeli, zanna dayalı hareket etmemeli ve kardeşimiz
hakkında hayır ve iyilikten başka bir şey düşünmemeliyiz.
Nitekim Alİah u Teala
şöyle buyurmuştur: Keşke o iftirayı
işittiğiniz zaman erkek ve kadın müminler, kendi içlerinde hüsnü zanda
bulunup:" Hayır, bu açık bir iftiradır. " deselerdi."[84]
Bedir Savaşı'na
katılmış bir sahabe, ifk hadisesinde duyduğu iftirayı gereği gibi muhakeme
etmemiş, konuyu vicdanına götürmemiş, sadece konuşmuş ve iftiranın yayılmasına
alet olmuştu. Hatta müşrikleri hicvetmek için söylediği şiirlerle
peygamberimiz^.a.v)'in iltifatına mazhar olmuş Hassan b. Sabit bile bu iftirayı
diline dolamıştı. Medine'yi sarsan bu olayı tam bir ay boyunca konuştular. Oysa
daha duyulur duyulmaz itibar edilmemesi ve reddedilmesi gereken çok iğrenç bir
yalandı. Çünkü iftiraya uğrayan kişi sıradan biri değildi.
İffet ve temizliğin
sembolü, peygamberimiz (s.a.v)'in eşi ve "Allah'a andolsun ki, biz cabiüye
döneminde bile böyle bir suçlamaya uğramadık. İslam'da mı bu suçlamayı
kabulleneceğiz?" diyen Hz.Ebubekir (r.a)'m kızı Hz.Aişe(r.a) idi. Peygamber
(s.a.v), Hz. Ebubekir (r.a),Hz. Aişe(r.a) ve diğer müs-lümanlann bir ay boyunca
çektikleri acıları, yaşadıkları sıkıntıları ve ruh hallerini düşünün?
Bir iftirayı konuşup
deşifre edeceğimize, ilahi emirlere göre hareket edip, vicdanımızın sesiyle
muhakeme etmeliyiz. Nitekim aşağıdaki iki rivayet bazı müslümanların İfk
olayını duyduklarında iftirayı gereği gibi muhakeme edip, konuyu kalplerine danışıp
iftiraya ihtimal vermediklerini göstermektedir.
İmam Muhammed b.
İshak'm rivayetine göre; Ebu Eyyüb'ün karısı Ümmü Eyyüb:
"Ya Ebu Eyyüb,
İnsanların Aişe hakkında neler söylediklerini duydun mu?"der. Ebu Eyyüb:
"Evet, duydum,
ama yalandır. Sen böyle bir şey yapar miydin Ey Ümmü Eyyüb?"der. Ümmü
Eyyüb:
"Hayır, vallahi
böyle bir şey yapmazdım" der. Bunun üzerine Ebu Eyyüb:
"Oysa Allah'a
andolsun ki, Aişe senden hayırlıdır" der.
İmam Mahmud b. Ömer
ez-Zemahşeri "el-Keşşaf" adlı tefsirinde Ebu Eyyüb el-Ensarinin Ümmü
Eyyüb'e şöyle dediğini nakleder:
"Neler
konuşuluyor görüyor musun? Ümmü Eyyüb:
"Şayet sen
Safvan'ın yerinde olsaydın, Resulullah'ın ırzına, namusuna kötü gözle bakar
mıydm?"diye sorar. Ebu Eyyüb:
"Hayır"der.
Bunun üzerine Ümmü Eyyüb:
-Ben de Aişe'nin
yerinde olsaydım Resulullah'a ihanet etmezdim. Oysa Aişe, benden, Safvan da
senden hayırlıdır" der.
Bir müslüman, duyduğu
bir iftira hakkında kesinlikle sükût etmeli, kardeşinin geçmişte yaptığı güzel
davranışları hatırlamalı ve onun hakkında hüsnü zan besleyip Zeyneb binti Cahş
ve Usame b. Zeyd (r.a) gibi:"Vallahi kardeşim hakkında hayırdan başka bir
şey düşünemiyorum ve bu apaçık bir iftiradır." demelidir.
Zira Allah u Teala
şöyle buyurmaktadır:
" O iftirayı
duyduğunuz zaman: v Bunu söylemek bize gerekmez, haşa bu büyük bir iftiradır,
"demeliydiniz."[85]
Hz. Aişe der ki: ResuH
Ekrem(s.a.v) benim durumum hakkında Zeynep Binti Cahş'a sormuş:
" Ey Zeyneb! Aişe
hakkında ne biliyorsun ve görüşün nedir?" O da:
" Ya Resulullah,
ben kulağımı ve gözümü işitip duymadığım şeyden sakınırım. Vallahi Aişe
hakkında bayırdan başka bir şey bilmiyorum, demiş. Hâlbuki Zeyneb,
Resulullah'ın hanımları arasında benimle en çok rekabet edendi. Allah onu
takvası sebebiyle iftiraya bulaşmaktan korudu. Hâlbuki Zey-neb'in kız kardeşi
Hamne ise bu hususta onunla münakaşa etmiş ve iftira olayına karışarak helak
olmuştu."[86]
Yine Hz. Aişe (r.a)
der ki: Resulullah (s.a.v) vahiy gecikince benim durumum hakkında Usame b.
Zeyd (r.a)'e sormuş. Usame b. Zeyd (r.a) Resul-i Ekrem(s.a.v)'e:
" Ya Resulullah!
O senin eşindir. Biz onun iyiliklerinden başka bir şey bilmeyiz" demiş.
Şu bir gerçektir ki bu
günkü radyo, televizyon, gazete, dergi gibi kitle iletişim araçları
emperyalistlerin ve İslam karşıtı güçlerin tekelindedir. Onların haber
kanallarından süzülerek bize ulaşan her habere, her konuya karşı, daima uyanık
ve şüphe içinde olmamız ve kendi tenkit süzgecimizden geçirmemiz gerekir ki,
onların tuzağına düşmeyelim. Onun için bir müslüman veya Müslümanlar hakkında
kitle iletişim araçlarından bir haber duyduğumuzda buna itibar etmemeli ve bu
haberi dikkate alıp insanlar arasında konuşmamalıyız. İslam düşmanlarının
çirkin iftira ve ithamları karşısında soğukkanlı davranmalı, sabırlı olmalı ve
tavrımızın ne olması gerektiği konusunda Kur'an ve sünnete müracaat etmeliyiz.
Nitekim Allah u Teala
şöyle buyurmaktadır:
* Ey iman edenler,
Allah'a itaat edin. Peygamberine ve sizden o!an emir sahiplerine de itaat
edin. Sonra bir şeyde ihtilafa düşerseniz, hemen onu Allah'a ve Resulüne arz edin;
Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanan müminler iseniz. Bu, hem daha hayırlı
hem de netice itibariyle daha güzeldir."[87]
Aksi halde bu yalanlar
karşısında acze düşüp, iftiraların yayılmasına alet olabilir ve büyük bir
hataya düşebiliriz.
Nitekim Allah u Teala
şöyle buyurmuştur:
" Ey iman
edenler, eğer fasıkın biri, size bir haber getirirse, onu araştırın. Yoksa
bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz."[88]
İftira, insanı hem
dünya hem de ahirette helake sürüklemektedir. İftiranın doğurduğu kötü
sonuçlarını ve ahiretteki korkunç azabını düşünün.
Bir rivayete
göre;"Mirac gecesinde Hz. Peygamber (s.a.v) bazı kimselerin dil ve
dudaklarının makaslarla kesildiğini gördü. Bunların kim olduğunu sordu. Dediler
ki, "Bunlar dedikoduculardır ki serbestçe konuşuyor ve fitne yaratıyorlardı."
Şeref ve vicdan sahibi
bir insan, takva ve iffet sahibi bir kimsenin şerefine dil uzatmamak ve kendini
bu şerefsizlikten uzak tutmalıdır.
Şüphesi^ iftira atmak,
büyük günahlardandır. Çünkü her günah bir şarta bağlıyken iftira üç şarta
bağlanmıştır.
Yapılan bühtan
(iftira)dan tevbe etmek için;
1- Bühtanı
kimin yanında yapmışsa onlara gidip şöyle diyecek:
"Ben, filan
kişiyi size şöyle anlatmıştım. Biliniz ki, o kişi hakkında söylediğim sözler
yalandır. "
2- Kime
iftira ettiyse, ona gidip şöyle diyecek:
" Sana iftira
ettim. Hakkını helal et."
3- Bütün
bunlardan sonra, Allah'tan bağış talebinde bulunup tevbe edecektir.
Ara bozmak maksadıyla
insanların sözlerini birbirine taşımaktır. Koğuculuk demek, açıklanması hoş
görülmeyen şeyi açıklamaktır. Koğuculuğun genel anlamı, bir sırrı açıklamak ve
örtülü kalması istenen şeyin yüzünden perdeyi kaldırmaktır. Eğer koğuculuk
yaptığı şey, o kişide bir eksiklik ve kusur ise, o zaman koğuculuk yanında bir
de gıybet etmiş olur. Koğuculuk (nemime) yapana "nemmam" adı
verilir.
Bazen nemmam yerine
kattat kullanılır. Kattat ile nemmam ikisi de bir anlamda, söz gezdiren
demektir. Fakat anlam itibariyle aralarındaki fark şudur: Nemmam, beraber
bulunduğu bir topluluğu dinler, sonra gider konuşulanı haber verir. Kattat
ise, onların haberi olmadan gizlice dinler, her şeyi öğrenir ve sonra da gider
başkalarına haber verir.
Resul-i Ekrem(s.a.v)
şöyle buyurdu:
"Kişi konuşma
yaparken dönüp etrafına bakarsa, onun bu konuşması, dinleyenin yanında emanet
olduğuna delalet eder. (ifşa etmesi haramdır.)"[89]
O halde bir kişinin
söylenmesini istemediği veya müslü-manların gizlenmesini emrettiği şeyler bir
sır olup kimseye açıklanmamalıdır. Nitekim Sabit'in rivayetine göre;
Enes (r.a) diyor ki:
"Resul-i
Ekrem(s.a.v), Ben çocuklarla oynarken yanıma geldi ve bize selam verdi. Beni
bir iş için yolladı. Bu yüzden annemin yanma geç geldim." Annem:
"Neden geç
kaldın?" diye sordu. Ben:
"Resul-i Ekrem
(s.a.v) beni bir işe yollamıştı." dedim. Annem:
"O işi
neydi?" diye sorunca ben de:
"O bir
sırdır" dedim. Bunun üzerine annem:
"Resul-i fikreni
(s.a.v)'in sırrını hiç kimseye söyleme." dedi.
Enes (r.a ) dedi ki:
"Ey Sabit! Eğer
bu sırrı bir kimseye söyleyecek olsaydım muhakkak sana söylerdim."[90]
Bir kişinin sözlerini
veya İslam'ın maslahatı ve müslü-manların güvenliği ile ilgili sırları deşifre
etmek haram olup koğuculuktur. Ayrıca müslümanlarla ilgili bilgileri birilerine
ulaştırmak da bir tür koğuculuktur.
Nitekim Hasan Basri
şöyle buyurdu:
"Arkadaşının
sırrını konuşmak hainliktir."
Kva'bu-l Ahbar'ın
anlattığına göre: İsrail oğullarında kıtlık olmuştu. Musa (a.s) onları alıp üç
defa yağmur duasına çıktığı halde yağmur yağmadı. Bunun üzerine Musa (a.s):
"Ya Rabbi!
Kulların üç defa yağmur duasına çıktı, onlara yağmur yağdırmadın. Dualarına
icabet etmedin." diye niyazda bulundu. Allah u Teala:
''Aranızda devamlı
koğuculuk yapan birisi varken du-amzı kabul etmem." buyurdu. Musa (a.s ):
"Ya Rabbi, o
kimdir? Onu bize bildir ki aramızdan çıkaralım." dedi.
Alİah u Teala şöyle
buyurdu:
"Ey Musa! Ben
sizi koğuculuktan men ederken kendim koğuculuk yapar mıyım? Hepiniz birden
tevbe ediniz."
Hep birden tevbe
ettiler ve yağmur yağdı.
Katade, "
Çoğunlukla kabir azabı gıybet, nemime ve idrardan korunmamak üzere üç
şeydendir." der.
Ebu Hureyre (r.a)
diyor ki:
" Resul-i Ekrem
(s.a.v) ile beraber yürüyorduk. İki mezara uğradık, (mezar başında bir süre
oturduk.) Resul-i Ekrem (s.a.v) kalktı, biz de onunla beraber kalktık. Resul-i
Ekrem (s.a.v)'in rengi öyle değişti ki, gömleğinin kolu tir tir titriyordu. Bu
hali görünce ashab:
" Ya Resulullah,
ne oluyor?" diye sordu. Resul-i Ek-rem(s.a.v):
" Benim duyduğumu
duymuyor musunuz?" buyurdu. Ashab:
" Hayır
duymuyoruz, nedir o duyduğunuz?" dediler. Resul-i Ekrem(s.a.v):
* Bu kabirdekiler azab
görüyorlar. Hem de kendilerince azab görmeleri büyük bir şey için değildir.
Evet, günahları büyüktür. Fakat onlara göre korunması kolay olan iki günahtan
dolayı azab görüyorlar." buyurdu. Ashab:
" Nedir o
günahlar?" diye sordular. Resul-i Ekrem(s.a.v):
" Bunlardan biri
idrardan sakınmaz, iyice taharetlenmez-di. Diğeri de dili ile insanlara eziyet
eder ve koğuculuk yapardı." buyurdu. Sonra iki yaş hurma dalı istedi.
Bunları mezarların üstüne koydu. Bunun üzerine ashab:
" Ya Resulullah,
niçin böyle yaptınız?" diye sordular. Re-sul-i Ekrem (s.a.v);
" ( Bu dal yaş
kaldığı sürece ) azabları hafifler." buyurdu. Ashab:
" Ya Resulullah ,
acaba bunlar ne zamana kadar azab olurlar?" diye sordular. Bunun üzerine
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
" O gayb'dır; onu
ancak Allah bilir. Gaflet edip dedikoduya dalmasaydınız siz de benim
duyduklarımı duyardınız."[91]
Dinimizin üzerinde
önemle durduğu sıfatlardan biri de laf getirip götürme huyudur. Bu rezil huy,
fertler arasındaki münasebetleri bozarak toplumun huzuruna tesir ettiğinden
ve içtimai bütünlüğü yaraladığı için^şiddetle yasaklanmıştır.
Bazı günahlar sadece
günahı işleyene zarar vermektedir. Bazı günahlar da vardır ki bütün toplumu
etkilemekte ve toplumun düzenini bozmaktadır. İşte gıybet ve koğuculuk gibi
hastalıklar bu türdendir. Koğucunun yaptığı tahribatı şeytan bile yapamaz.
Koğucunun fitnesi şeytanın fitnesinden daha tehlikeli ve korkunçtur. Çünkü
şeytan insana gizli bir vesvese verir. Allah'ın adını zikreder bu vesveseden
kurtulursun. Fakat koğucu öyle değil karşına çıkar seninle konuşur ve konuştuklarına
birtakım ilaveler de yaparak gidip onları anlatır. Koğucunun şerri o kadar
büyüktür ki bazen insanların birbirlerini öldürmelerine bile yol açmaktadır.
Hammad b. Seleme'den
şöyle anlatıldı:
Adamın biri, köle
almaya gider. Bir kölenin fiyatını çok ucuz bulur. Sebebini sorar. Sahibi der
ki:
" Bu köle
koğucudur, onun için ucuzdur." Alan kimse, bu ayıbı Önemsemez, köleyi
alır, eve gelir. Köle yeni efendisinin yanında bir süre kaldıktan sonra,
adamın hanımına gider; şöyle der:
" Sen kocana bu
kadar hizmet ediyorsun, ama kocan seni sevmiyor. Seni bırakıp başkası ile
evlenmek istiyor. Seni sevmesini, üzerine titremesini ister misin?" Kadın:
" Elbette
isterim" der. Köle:
" Ben büyücüyüm.
Kocan uyuduğu zaman bir ustura al. Sakalının alt kısmından bir kaç kıl kes,
bana getir büyü yapayım, seni sevsin." der. Zavallı kadın buna inanır.
Köle hemen kadının kocasına gider; şöyle der:
" Efendim, karın
seni aldatıyor. Seni öldürüp başkasına gidecek; istersen uyur gibi yap; bunu
gözünle gör."
Adam uyur gibi yapar.
Köle koşar, kadına haber verir. Kadın birkaç tane kıl almak için ustura ile
adama doğru yaklaşınca, adam gerçekten karısının kendisini öldürmek istediğini
zannederek hemen kalkıp usturayı elinden alarak kadının boğazım keser. Köle
hemen kalkar kadının akrabalarına haber verir. Onlar da gelip kadının kocasını
öldürürler. Bu sefer köle koşar erkeğin yakınlarına haber verir... Böylece bir
aile ve iki kabileyi mahveder.
Resul-i Ekrem(s.a.v)
şöyle buyurdu:
“Sizin eri şerlilerinizi
size haber vereyim mi?" Ashabı Kiram:
" Evet, ya
Resulullah" dediler. Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
" Onlar ki
koğuculuk yaparlar, dostların arasını bozarlar, tertemiz insanlarda ayıplar
arar ve yakıştırmalar yaparlar."[92]
Nuh aleyhisselamm
karısı, Nuh'un mecnun olduğunu yayıyordu. Lut aleyhisselamm karısı da, gelen
misafirleri kavmine haber veriyordu. Bu çirkin hareketlerinden dolayı Allah u
Teala da elim azabı ile onları helak etti.
Nitekim Resul-i Ekrem
(s.a.v) şöyle buyurdu:
" Koğuculuk yapan
cennete giremez"[93]
Yine Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Kattat kimse
cennete giremez."[94]
Başka bir rivayete
göre; Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
" Allahu Teala,
cenneti yarattıktan sonra, ona konuş emrini verdi.
Cennet şöyle konuştu:
* Bana gelen, saadeti bulur." Bunun üzerine Allahu Teala, şöyle buyurdu:
" İzzet ve celalime yemin ederim ki, şu sekiz kişi, sende mekan
tutamayacaktır:
1- İçkiye
devam eden
2- Zina
yapmaya devam eden
3- Koğuculuk
eden,
4- Deyyus
olan,
5- İş başına
geçip, halka zulümle ağalık yapan,
6- Kadına
yapılan cinsi fiilden kendine de yapılan erkek ya da kendini karıya benzeten
erkek,
7- Sılay-ı
rahmi kesen
8- Şunu şunu
yapacağını Alİah adına and içerek söyleyip vaad eden ve bu vaadini yerine
getirmeyen."[95]
Diğer bir rivayete
göre; Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
" Kim ki, haksız
yere bir sözü, bir müslümanı lekelendirmek için yayarsa, Allahu Teala onu
kıyamet gününde ateşle lekelendirir."[96]
Yine Resul-i
Ekrem(s.a.v) buyurdu ki:
" Söz taşımak ve
kin cehennemdir. Aynı zamanda bunların ikisi de bir müslümanda bulunmaz."[97]
Nemimenin tedavi
yollan, gıybetin tedavisinde anlatılan çarelerdir: Koğucu, sana gelse,
"falan kimse sana şöyle şöyle yaptı; şöyle şöyle dedi" derse, bu
durumda sana altı şey yapmak düşer:
1- Onun
sözüne inanmamalısın. Çünkü koğucu, ittifakla fasıktır ve şahitliği makbul
sayılmaz. Nitekim Allah u Teala şöyle buyurdu:" Ey iman edenler, eğer
fasıkın biri size bir haber getirirse onu inceleyin. Yoksa bilmeyerek bir
kavme fenalık edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz."[98] Yani
bir fasık size bir haber getirirse, durumunu inceleyin. Acele etmeyin,
yanlışlıkla bir kavme sataşmayasınız.
2- Koğucuyu
çirkin olan o işinden vazgeçirmeli ve nasihat etmelisin. Çünkü bir münkeri
engellemek vaciptir. Nemime ise münkerlerin büyüklerindendir. Nitekim Allah u
Teala şöyle buyurdu:" Sizler, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz.
İyiliği emreder, kötülükten de nehyedersiniz ve Allah'a inanırsınız.[99]
3- Tevbe
etmediği takdirde koğucuya Allah için buğzetme-lisin. Çünkü o kimse, asidir.
Asiye buğzetmek ise vaciptir.
4- Aleyhinde
konuştuğu için senin yanında bulunmayan durumunu bilmediğin kimseye kötü zan
beslememelisin.
Çünkü müslüman bir
kimseye kötü zan beslemek haramdır.
Zira Allahu Teala
şöyle buyurmuştur:
" Zannın çoğundan
sakınınız, muhakkak zannın bir kısmı günahtır."[100]
5- Koğucunun
o sözünü araştırma cihetine gidip casusluk etmemelisin. Onun sözü, doğru mu,
değil mi? Bu yolda bir araştırma yapmamalısın.
Çünkü, Allahu Teala
buyurdu ki:
"Sakın tecessüs
etmeyiniz"
Yani, kardeşinizin
gizli yanını araştırmayınız.
6- Koğucuyu
menettiğin nemmamlığı kendin yapmamalısın. Yani sen de, sana getirdiği bir
haberi başkasına anlatmakla, aynı duruma düşmemelisin. Böyle yapmak da,
koğuculuk-tur.
Seleften birisi bir
arkadaşını ziyarete gider. Sohbet esnasında bir dostu hakkında dedikodu yapar
ve onu çekiştirir. Bunun üzerine ziyaret olunan zatın canı sıkılır ve şöyle
der:
Bu ziyaretinle bana
yük oldun. Bana üç eziyet getirdin:
1- Sevdiğim
kardeşime beni düşman ettin.
2- Huzurumu
kaçırdın ve kalbimi bu işlerle meşgul ettin.
3- Seni,
emin, güvenilir bir insan biliyordum. Onu da sarstın.
Resul-i Ekrem(s.a.v)
şöyle buyurdu:
" Benim katımda
en sevimliniz, ahlakça en güzel olan ve çevresi ndekilerle en güzel
geçinenİzdir ki, onlar herkesi sever ve herkes te onları sever. Benim katımda
en sevimsizleriniz ise koğuculuk yapan, dostların arasını açan ve temiz
kimselerde kusur arayanlardır."[101]
Rivayet ediliyor ki,
Ömer b. Abdulaziz'e bir adam gelerek: "Senin hakkında falan kimse şöyle
dedi" der. Bunun üzerine Ömer b. Abdulaziz şöyle dedi:
"İstersen bunu
tahkik edelim. Eğer yalancı çıkarsan şu ayetin hükmü altına girersin;
"Eğer bir fasık, size bir haber getirirse inceleyin."[102]
Eğer duyduğun doğru çıkarsa, şu ayetin hükmü altına girersin. "Halkla çok
alay eder ve haber gezdirmek suretiyle çokça koğuculuk yapar.[103]
Her iki halde de
mesulsün. Eğer istersen, tetkik etmeden seni affedelim de bu iş böyle
kalsın!"
Adam şöyle dedi:
"Beni affet, ya
emir el müzminin' Bir daha böyle bir şey yapmayacağım"'
Kendisine dedikodu
ulaşan kimseye düşen, onu tasdik etmemek, aleyhinde konuştuğu söylenen kimseye
karşı kötü zanda bulunmamak, söyleneni araştırmaya kalkmamak, laf getireni
ayıplayıp, bunu bir daha yapmamasını söylemek, eğer vazgeçmezse ona öfkelenmek
ve nemmamın söylediğini yaymaya kalkışmamaktır. Aksi takdirde kendisi de nemmam
olur.
Hasan Basri diyor ki:
"Bir başkasının
sözünü sana ulaştıran; senin sözünü de bir başkasına ulaştırır. Yani koğucu yüz
verilecek insan değildir. Ona hiçbir surette güvenilmez. Ona nasıl nefret
duyulmasın ki, yalandan, gıybetten, iftiradan, hainlikten, karıştırmaktan,
çekememezlikten, hile ile insanların arasını bozmaktan hiçbir vakit kurtulamaz.
Koğucu, Allah u Teala'nm birleştirmek istediğini ayırmak için uğraşan ve
yeryüzünde bozgunculuk yapan kimsedir. Nitekim Allah u Teala şöyle
buyurmuştur:
"Yol, ancak
insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere
tecavüz ve haksızlıkta
bulunanların aleyhinedir. İşte can yakıcı azab bunlaradır."[104]
Eğer kardeşiniz
hakkındaki hüsnü zannımızm su-i zanna, sevgimizin nefrete ve dostluğumuzun
düşmanlığa dönüşmesini istemiyorsak koğucuyu konuşturmamalıyız.
İbni Mesud (r.a)
anlatıyor: Resul-i Ekrem(s.a.v) buyurdu ki:" Bana kimse ashabımın birinden
( canımı sıkacak ) bir şey getirmesin. Zira ben, sizin karşınıza, içimde hiçbir
şey olmadığı halde çıkmak istiyorum."[105]
Hadiste Resul-i Ekrem(s.a.v), Ashabından herhangi biri hakkında hoşuna
gitmeyecek bir söz, bir davranış veya kötü bir sıfatın kendisine ulaştırılmasını,
ashabı hakkındaki hüsnü zannını rencide edecek bir şikâyetin olmamasını talep
etmektedir.
Lokman Hekim oğluna
dedi ki:
" Senin
arkadaşların o kimseler olsun ki, sen onlardan onlar da senden ayrıldıkları
zaman, ne sen onlann aleyhine, ne de onlar senin aleyhinde konuşsunlar."
Dilimin ve nefs-i
emmarenin şerrinden Allah u Tealaya sığınırım.
Velhamdu lillahi
rabbil alemin.
[1] Ahmed
[2] Buharı ve Müslim
[3] Buhari
[4] Tirmizi
[5] Tirmizi
[6] İbn-i Ebi Dünya
[7] Taberani
[8] İbn-i Ebi dünya
[9] İbn-i Mace
[10] Tirmizi
[11] Tirmizi
[12] Heraiti
[13] Müslim, 4/2001 ; Tirmizi, 4/239
[14] Tirmizi, Ebu Davud
[15] Tirmizi, Ebu Davud
[16] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/506
[17] İbn-i Ebi Dünya
[18] Taberani
[19] Hücurat:12
[20] Et-Tergib ve't-Terhib,3/506
[21] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/505
[22] Hücurat:12
[23] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/506, Taberani
[24] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/504, Beyhaki
[25] Müslim, 2/889
[26] Buhari ve Müslim
[27] Ebu Davud, Tirmizi
[28] İbn-i Eb-i Dünya
[29] Ebu Davud
[30] Taberani
[31] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/509, İbn-i Hibban
[32] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/518, Isbahani
[33] Kırk Hadis Şerhi
[34] Kırk Hadis Şerhi
[35] Tirmizi, 4/327
[36] Müslim
[37] Beyhaki
[38] Hücurat:12
[39] Taberani
[40] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/239
[41] Hucurat:12
[42] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/511, Ahmed
[43] Ebu Davud, 4/271
[44] El-Mihaccet El-Beyza, c.5, $.251
[45] Tirmizi
[46] Kırk Hadis Şerhi
[47] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/513, İbn-i Cerir
[48] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/510, Beyhaki
[49] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/507, Taberani
[50] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/508, Taberani
[51] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/510, Ahmed
[52] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/500, İbn-i Hibban
[53] Ahmed
[54] Hücura
[55] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/515, Isbahani
[56] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/507, Ebu DAvud
[57] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/507, Ahmed, Beyhaki
[58] Cami ej- Ahbar, s.171
[59] Kırk hadis şerhi
[60] EI-Mi^a'ccet El-Beyza, c.5, s.264
[61] İfham (he ile)anlatmak; ifham (ha ile) ikna ile iskât
etmek
[62] Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır
mı?" Hucurât Sûresi, 49:12
[63] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/503, Taberani
[64] Nebeil8
[65] Beyhaki, Nesai, ibn-i Ebi Dünya
[66] İbn-i Mace
[67] İbn-i Ebi Dünya
[68] Bezzar
[69] İbn-i Mace, 2/850
[70] Tirmizi, 4/378
[71] Tirmizi, 4/378
[72] Heraiti
[73] Buhari ve Müslim
[74] Mümin:l-2
[75] Buhari ve Müslim
[76] Buhari ve Müslim
[77] İbn-i Ebi Dünya, Kırk Hadis Şerhi
[78] Buhari ve Müslim
[79] Müslim ve Tirmizi
[80] Peygamler Tarihi, Mustafa Asım Koksal
[81] Et-Tergib ve't-Terhib,3/515,Taberani
[82] Müslim,4/1997
[83] Buhari ve Müslim
[84] Nur:12
[85] Nur:16
[86] Buhari ve Müslim
[87] Nisa:59
[88] Hücurat:6
[89] İbn-i Ebi Dünya
[90] Buhari ve Müslim
[91] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/497, Taberani
[92] Ahmed
[93] Buhari ve Müslim
[94] Buhari ve Müslim
[95] Nesai, Ahmed
[96] İbn-i Ebi Dünya
[97] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/498, Taberani
[98] Hücurat:6
[99] Al-iİmran:llü
[100] Hücurat:12
[101] Taberani, Bezzar
[102] Hücurat:6
[103] Kalem:ll
[104] Şura:42
[105] Tirmizi, Ebu Davud