"Şu balkon fena
değil" diye geçirdi içinden. Kolayca tırmanabilirdi. Balkona açılan kapıyı
açmak ise çok kolaydı. Çelik kapılarla uğraşmanın alemi yoktu. Akşama keşif
için küçük bir tur, yeterli olacaktı.
Zengin bir semtte
dolaşıyordu genç adam. Dikkat çekmesin diye kıyafetine oldukça Özen
göstermişti. Bu semtin birçok sakini akşam yemeği için dışarı çıkıyor, gece geç
saatlerde dönüyorlardı. Bu, bir hırsız için bulunmaz fırsattı.
"Fırsatları
değerlendirmek gerekir" diye düşündü Vedat. Sanatını iyi icra ettiğine
inanıyordu. Her şeyi hesaba katmaya çalışıyor, olabilecek muhtemel
aksiliklerin önlemini almaya özen gösteriyordu. Yine de hiç umulmadık
risklerle, sürprizlerle karşılaşmak her zaman mümkündü. Aslında zaten mesleğin
bizzat kendisi oldukça riskliydi. Birkaç kez enselenmiş ve bir sefer iki ay
kadar cezaevinde kalmıştı. Cezaevi uzmanlaşma sürecine katkıda bulunduğu için
iyi gelmişti. Artık daha dikkatli, daha planlıydı. Ama şehrin polisi,
onu fişlemişti bir
kere. Sanatını icra etmek için mekan değiştirmesi kanaatine varmış ve büyük
şehre gelmişti. Burada kimse
onu tanımıyordu.
"Çalışmak benim
ruhuma aykırı" diye geçirdi içinden. "Ailem ısrarla bir işe girmemi
istiyor."
Kibirli bir gülümseme
yayıldı yüzüne. Gururla baktı ellerine. Kendisinde bu maharet varken ne diye
çalışacaktı. "Varsın birileri çalışsın." Bu, aslında dünyanın
kanunuydu. Tabii ki birileri çalışacak, birileri de yiyecekti. Herkes aynı
oranda akıllı değildi. Zaten dünyada kerizler olmazsa akıllılar nasıl ekmek
yiyecekti? Hem mesele bu kadar basit de değildi. Bu işleyiş dünya boyutunda bir
şeydi. Bir çok ülke çalışıyor, ancak birkaç ülke rahat ve konfor içinde yaşıyordu.
Kimsenin de buna tepki gösterdiği yoktu. Demek ki kanun buydu.
"Hele bir akşam
olsun" dedi içinden. Her zamanki gibi keyifli bir heyecan sardı bedenini.
Son kez baktı çevresine. Cebindeki sigara paketlerinden en kalitelisinden bir
sigara çıkarıp yaktı. Sokağı terk ederken akşama kadar ortalıkta görünmenin
sakıncalı olacağını düşünüyordu.
Zaman su gibi geçti
bilardo salonunda. Göz attığında, saatinin akrebi sekizin üzerine gelmek
üzereydi. Kendinden emin hareketlerle çıktı salondan. Elinde tuttuğu otuz üçlü
teşbihi cebine yerleştirdi. Gökte bir parça bile bulutun olmadığı hoş bir bahar
akşamı başlıyordu. Derin birkaç solukla, temiz havayı çekti ciğerlerine. Sakin
adımlarla yürümeye başladı.
Sokak sakindi. Birkaç
dakikada bir geçip giden arabalardan başka sessizliği bozan bir şey yoktu.
Tespit ettiği evleri birer birer gözetlemeye başladı.
İlk evin ışıkları yanıyordu. Yoluna devam etti Vedat. İkinci evin ışıkları
kapalıydı. Üç katlı, bahçeli, lüks bir binanın üçüncü katıydı bu. Bahçeye
yaklaştığında bir köpeğin havlama sesiyle irkildi. Hemen uzaklaştı bahçeden.
Yoluna devam etme kararı aldı. Keskin dişlerini göstererek hırlayan bir kurt
köpeğinin ona hiçte dostça davranmayacağı belliydi. Bekçi köpekleri büyük
tehlikeydi onun mesleği için. Aslında köpekleri saf dışı
etmenin bazı yollarını öğrenmişti,"
ama belaya bulaşmanın gereği yoktu. Böyle girişimlerde her an işlerin ters
gitme ihtimali söz konusuydu.
Sokağın sonlarına
varırken umutları söner gibi oldu. Tam "şansımı başka yerde
deneyeyim" diye düşünürken gözüne bir bina daha ilişti. İkinci ve üçüncü
katlarda üst üste iki dairenin lambaları sönüktü. Üçüncü-kattaki dairede
şansını deneyecekti.
Usulca süzüldü bahçe
kapısından. Bahçede köpek bulunduğuna dair bir emare yoktu. "Şansım iyi
gidiyor" dedi içinden. Binaya yaklaştı. Bir iki silkinip el-ayak bileklerini
hareket ettirdi. Binanın dış kapısı kapalıydı. Bunun Vedat için bir önemi
yoktu. Çünkü onun zaten kapıyı kullanmaya niyeti yoktu.
Balkonun
parmaklıklarına tutunup kendisini yukarı doğru çekti. Sessizliğe azami özeni
gösteriyordu. Birinci kattakiler işitmesin diye biraz da acele ile ikinci katın
balkonuna tırmandı. Akrobatik hareketlerle parmaklığın üzerine çıkıp üst
balkonun saçaklarını tutu. Üçüncü kata çıkması da kolay oldu. Bir dakikanın
sonunda üçüncü katın balkonunda nefesleniyordu. Sürat ve yeteneğiyle gurur duyuyordu.
Kapıya yanaştı.
Dikkatle dinledi içeriyi, kimse yoktu. Kapı kolunu çevirince güldü içinden,
"Şanslı günümdeyim". Kapı kilitli değildi. Gerçi kilitli olsaydı da
pek bir şey fark etmezdi. Bu tür kilitleri açmak Vedat'ın en fazla iki
dakikasını alıyordu.
Kapı salona
açılıyordu. İçeri girdiğinde gözleri karanlığa alışsın diye bir süre durdu.
Sonra süratle girişti işe. Kısa bir aramadan sonra evin yatak odasını buldu.
Yükte hafif, pahada ağır şeyler, genellikle bu odalarda bulunurdu. Dikkatle
çekmeceleri karıştırmaya başladı. Olabildiğince ortalığı dağıtmamaya özen
gösteriyordu. Ortalık dağınıksa ev sahipleri hemen hırsızlığın farkına
varırlardı. Ama dağınıklık göze çarpmıyorsa uyanmaları uzun sürebiliyordu.
Aramalar sonuçsuz
kaldıkça öfkelenmeye başladı Vedat. Her yeri aradığına kanaat edince bir
sıkıntı kapladı kendisini. Bir şey bulamamıştı. Bir daha baştan itibaren gözden
geçirmeye başladı aradığı yerleri. Canı sıkıldığı için tedbiri elden bırakmış,
çekmeceleri boşaltmaya başlamıştı. Makyaj malzemelerinin bulunduğu tuvalet
aynasının altındaki ilk çekmecede bir anormallik olduğunu fark etti. Çekmecenin
dibi oynuyordu. Eliyle dibini ve yanlarını kontrol edince ek bir bölüm olduğunu
anladı. Yan tarafa açılan küçük gizli bir çekmece daha... "Zekice bir
düşünce" dedi içinden. Ama işte kendisinden kaçmıyordu. Çekmeceyi açtığında
gözleri parladı. İki künye, iki kolye, yüzükler, küpeler hiç de fena değildi
kendisi için. Cebinden çıkardığı poşete Özenle yerleştirdi mücevherleri. Aynı
özenle poşeti katlayıp cebine koydu. Daha fazla aramasına gerek olmadığını
düşündü. Odayı olduğu gibi bırakıp salona geçti. "Bir göz atmakta fayda
var" diye geçirdi içinden. Dış kapının Önünden gelen sesler, yüreğini
hoplattı. Tehlikeli bir durum ortaya çıkabilirdi. "Belki başka daireye
gidecekler" düşüncesiyle teselli olmaya çalıştı. Kapını zili, kanarya
sesiyle ötmeye başlayınca irkildi Vedat. Hızla balkona koştu. Zili çalan ev
sahibi olamazdı, ama yine de beklemek riskliydi. Balkonda
derin birkaç soluk alıp, sakinleşmeye
çalıştı. Geldiği şekilde aşağı inecekti: Etrafı gözleriyle dikkatle süzdü.
Parmaklığa tutunup aşağı inmeye başladı. İkinci katın parmaklığına inmek
üzereyken, bir ses duydu. Gerçek miydi acaba? Kalbi hızla atmaya başladı.
Hayır, kulakları yanlış duymuyordu. Polis araçlarının siren sesiydi duyduğu ve
bu ses hızla yaklaşıyordu. Vedat, dondu kaldı öylece. Toparlanmaya çalıştı
sonra. Ama tedbir ve soğukkanlılık yoktu artık davranışlarında. Ayağını
parmaklık demirine basıp ikinci katın balkonuna inecekti, fakat kaygan bir
yere basmıştı. Ellerini bıraktığında bir ayağı da boşluğa düştüğünden
dengesini kaybetti. Can havliyle saçağı tutmaya çalıştı, ama onu da başaramadı.
Aşağı düştü. Düştüğü yerde zemin topraktı, ama kafasını alt katın saçağına
çarptığı için kendinden geçti.
- Bayılmış, dedi bir polis.
- Ambulans çağırayım
mı? dedi bir diğeri.
- Kafası kanıyor. Bir yere çarpmış olmalı.
Ambulans çağırsan iyi olur.
- Tipi hırsıza benzemiyor.
- Belki apartman sakinlerindendir.
- Olabilir. İçip balkondan düşmüştür.
- Hayır! dedi sertçe elli yaşın biraz üzerinde
bir bayan. Apartmanda kalanlardan değil!
- Merkezi ara! dedi
polis, arkadaşına. Şüpheli bir durum olduğunu söyle.
- Baş üstüne!
Vedat gözlerini
aralayınca çevresinde bir kalabalık gördü. Polisler, erkekler, kadınlar,
çocuklar... "Eyvah" dedi içinden. "Yine yakayı ele verdik."
Ambulans gelince
yerden kaldırdılar genç adamı. Elini cebine attı Vedat. Bir şey yoktu.
"Düşmüş olmalı" diye düşündü. Üzerinde yakalanmaması iyi bir şeydi.
İçten içe kararını verdi. Ne olursa olsun hırsızlık yaptığını kabul etmeyecekti.
Ambulansa
bindirilirken, aralık tuttuğu gözlerini kapattı. Muayene, tetkik ve röntgen
çekimleri sırasında hiç açmadı gözlerini. Kafasına dikiş atılırken dişlerini
sıkmasına rağmen dayanamayıp birkaç kez inledi. Doktorun polislere söylediği
sözleri duyduğunda artı rol yapmanın anlamsız olacağım düşündü.
- Hiçbir şeyi yok, dedi doktor.
Gözlerini açtı Vedat.
Polisler, onu sedyeden kaldırmaya geldiklerinde hiç direnmedi. Polislerin
arasında sakince yürüyerek çıktı hastahaneden.
Karakola gidinceye kadar hiçbir şey sormadılar.
Evlerin arasında küçük
bir karakola geldiler. Gözlerinden uyku akan bir memur oturuyordu masa
başında. Sıkıntılı bir yüzle baktı Vedata. Önündeki
daktiloya bir kağıt yerleştirdi. Bir süre tuşlara baktıktan sonra vazgeçti. Bir
parça kağıt çıkardı çekmeceden. Vedat'ın rahat duruşu canını sıkıyordu
memurun. Kalemlikten bir tükenmez kalem aldı:
-Adın, soyadın?
Sesi emrediciydi. Bir
süre düşündü Vedat. Hırsızlığını kamtlayamazlarsa da
fişli olduğu için ellerinden kurtulması zor olurdu. Parlak bir fikir oluştu
zihninde. Kardeşi Sedat... "Nedenolmasın".
Onun-ismini pekala söyleyebilirdi. "Nasıl olsa benim kimliğim yok.
Sedat'ı araştırsınlar araştıracakları kadar. Namazında niyazında melek gibi çocuk."
Gözlerinde bir ışıltıyla baktı memura:
- Doğum yerin?
- Diyarbakır.
- Doğum tarihin?
- 1975
- Kimliğin nerde? Ne
yaptın kimliği?
- Kaybettim.
- Bu, hırsızlıktan
kaçıncı yakalanışın?
- Ben hırsız değilim. Memur öfkelendi.
- Hırsız değilsin de gece gece
ne arıyorsun elalemin bahçesinde? Yoksa apartmanda
bir tanıdığın mı var?
- Tanıdığım yok. Yolda ayağım kaydı. Başımı kaldırım
taşma çarptım. Bahçeye nasıl girdiğimi hatırlamıyorum.
Memur, "Sen
bunları külahıma anlat" der gibi baktı yüzüne. Vedat'm.
Vedat bu bakışları hiç umursamadı.
- Şehre ne zaman geldin?
- Bir haftadır.
- Ne için geldin?
- Çalışmak için.
Memur elini telefon
ahizesine atarken, alaycı bakışlarla baktı Vedata:
- Görüşeceğiz, dedi.
Vedat umursamıyordu. Kardeşi
ile ilgili bilgileri verip büyük oranda paçayı sıyırmıştı. Tek yapacağı
ifadelerinde çelişkiye düşmemek için dikkatli davranmaktı. Memur, kağıda not
aldığı bilgileri vererek sabıkası olup olmadığını soruyordu. Beş-on dakikaya
kalmaz Sedat'ın temiz sicili karakola ulaşır, kendisi de rahat ederdi.
Çok çabuk çaldı
telefon. Vedat, gülümsedi şüpheli bakışlarla kendisine bakan memura. İşte her
şey ortaya çıkıyordu. Ama sanki bir terslik vardı. Telefonu dinleyen memurun
gözleri iri iri açıldı. Dudağında belirgin bir
titreme gözüktü.
- Tamam tamam... olur, dikkat ederim... Sizi bekliyorum... Acele
etseniz iyi olur..
Memurun yüzünde
uykudan eser kalmamıştı. Telefonu yerine bıraktıktan sonra tedirgin bakışlarla
baktı Vedata. Heyecanlanmıştı. Belinden tabancasını
çıkardı:
- Çabuk arkanı dön!
Çabuk diyorum!..
Memur bağırıyordu.
Sesinde hem korku, hem de öfke vardı. Vedat, şaşkınlık içinde bocaladı bir
süre. Çabucak toparlanıp memurun dediğini yaptı. Üzerine çevrili soğuk bir
namlu vardı.
- Yüzüstü yat!
Yüzüstü yattı Vedat!
Ne olduğunu arılamıyordu. Memur dizleriyle sırtına bastıktan sonra ellerini
arkadan kelepçeledi. Sonra da çekilip sandalyesine oturdu..
Azıcık dönmeye çalıştı
Vedat.
- Bu ne demek oluyor memur bey?! diye sordu;
biraz sitemkâr bir ses tonuyla.
- Deprenme yerinden! diye bağırdı memur.
Deprenir-sen vururumjona göre. Konuşma!
Vedat," korkmaya
başladı. Başına hiç böyle bir şey gelmemişti. Suçüstü yakalandığında bile böyle
davranmamışlardı kendisine. Bir karışıklık, bir yanlışlık olmalıydı. En iyisi
şimdilik ses çıkarmamaktı. Kısa süre içinde işin içyüzü açığa çıkardı.
Fazla zaman geçmeden
karakol hareketlendi. İçeri birkaç kişinin hızla girdiğini fark etti Vedat.
- Bu mu? diye sordu bir ses.
- Evet, dedi memur.
Hemen
gözlerini,bağladılar Vedat'ın. İki kişi kollarından tutup onu kaldırdı. Hızla
karakoldan çıktılar. Vedat dehşet içindeydi. Tüm bunlar ne anlama geliyordu?
Ellerin arkadan kelepçelenmesi, gözlerin bağlanması, sert davranışlar.. .
Nereye bastığını göremiyordu. Bir arabaya bindirildi ve araba hiç beklemeden
yola çıktı. Ne kadar yol kat ettiler bilmiyordu, ama durur durmaz yine
kollarından tutup sürüklercesine götürdüler onu. Önünü göremediği için basamaklara
çarptı ayağını. Sendeledi, ama hiç bekletmeden yürütmeye devam ettiler.
Durdurulduğunda kalp atışları hızlanmıştı. Nerdeydi, çevresinde kimler vardı bilmiyordu. Bir görevli
üstünü aramaya başladı. Çok titiz ve dikkatli bir aramaydı. Ceplerinden çıkan
her şeyi aldılar. Az miktarda para, sigara paketleri, çakmak, mendil, otuz
üçlük bir tespih... başka bir şey yoktu üzerinde. Fazla umursamadı, ama
kolundaki saati aldıklarında huzursuzluğu arttı.
- Otur!
Gırtlaktan boğucu bir
şekilde çıkan, ürkütücü ve soğuk bir sesti. Hemen itaat etti Vedat.
- Kaç gün oldu buraya geleli?!
- Bir haftadır.
- Nerde kaldın bu bir
haftada?!
- Bir otelde...
- Hangi otel?
- Çamlıca oteli.
- Niçin geldin buraya?
- Çalışmak için...
Sert bir tokat
darbesiyle sarsıldı Vedat. Farklı yönlerden ardı ardına gelen sorulara cevap
vermeye çalışırken, beklemediği bir anda gelen tokat, allak-bullak etti
zihnini. Gözünde şimşekler çakmıştı. Sol kulağı çınlamaya devam ediyordu.
- Bize masal
anlatmaktan vazgeç! diye bağırdı biri. Bunlara karnımız tok.
- Artık elimizdesin. Seni kimse kurtaramaz,
dedi ikincisi.
- Şimdi baştan
başlayalım, dedi üçüncüsü.
- Niçin geldin buraya?
- Kim gönderdi seni?
- Burada kiminle görüştün?
Bir şaşkınlık
girdabına tutulmuştu Vedat. "Kim, nereden, niçin, hangi..." uzayıp
gidiyordu sorular. Her soru biraz daha karıştırıyordu kafasını. Böyle bir
sorguyla daha önce hiç karşılaşmamıştı.
- Tamam... Demek bu dilden anlamıyorsun. Biz de
anladığın dilden konuşuruz. Çıkar üzerindeki elbiseleri!
Kısa bir sürede,
üzerindeki tüm elbiseleri çıkarmıştı. Gözleri bağlanmış bir halde sırtını duvara
dayadılar. Sonra tazyikli su seansı... Vedat, çığlıklar atmaya başladı. Sağa sola
kaçmaya çalıştı, engel oldular. İyice ıslatılarak hırpalandıktan sonra suyu
kestiler. Biraz yürütüp durdurdular. Farklı bir mekanda olduğunu anladı. Elleri
arkadan bağlandı yeniden. Hemen ardından kollan bir yerlere bağlandı. Vedat'ın
korkusu gittikçe artıyordu.
Bir anda ayakları
yerden kesildi. Kollarından asılı kalmıştı. Tüm yük kollara binmişti. Büyük bir
ağrı duymaya başladı. Omuzlarına sürekli bıçaklar batırılıyor, kolları yavaş yavaş kopuyor gibiydi. İnlemeye başladı. Parmak uçlarına
bir şeyle bağlanınca korkudan bir titreme nöbetine tutuldu. Evet, evet bu
elektrikti. Ama neden?., basit bir hırsızdı kendisi. Hatta o bile değil.
Polise göre yakalanan Vedat değil Sedat'tı. Sedat'ın hiçbir kötü ayağı yoktu.
Çocukluğunda bile pis hiçbir işe bulaşmamıştı. Namazı, niyazı, çevresine
saygısı... herkes seviyordu onu... Yoksa... bu bir
sene içinde değişmiş miydi? Silah
kaçakçılığı ya da uyuşturucu işine mi bulaşmıştı Sedat? Öyle ya polis habire "Kim seni gönderdi, kiminle görüştün" türü
sorular soruyordu.
Korkunç bir acı duydu
Vedat. Elektrik işkencesi başlamıştı. Vücudu sarsıldıkça kollarına binen yük
artıyor, acıları katlanıyordu. Elektrik işkencesi aralıklı olarak bir saat
devam etti. Vedat artık kollarını hissedemez olmuştu. Sonra ne olduysa bir
anda kestiler işkenceyi.
- Ne diyorsun? dedi
biri.
- Tamam, dedi Vedat.
Size gerçeği söyleyeceğim.
- Ha şöyle yola gel len!
Ne diye kendine işkence etti-riyon. Akıllı bir adama benziyon oysa.
Vedat'ı askıdan
indirdiklerinde bir süre dengede duramadı. Kollarını çözdüler, ama o zaten
kollarını hissetmiyordu. İki kişi birkaç dakika ellerine, kollarına masaj
yaptı.
- Evet seni dinliyoruz.
"Artık gizlemenin
anlamı yok" diye düşündü Vedat. "Belki de beni tanıdılar da onlara
yanlış bilgi verdim diye böyle kızdılar."
- O binaya hırsızlık
yapmak için gitmiştim.
- Anlamadım.
- Benim ismim Sedat
değil Vedaftır. Ben sabıkalı bir hırsızım. Bu şehre
de hırsızlık için geldim. Ama işte ilk işimde yakalandım. Size başta yalan
söyledim. Buraya çalışmak
için gelmemişim.
Dişlerin arasından
öfkeyle çıktığı belli olan yılan ıslığını andıran bir ses Vedat'ın kanını
dondurdu.
- Sen bizi aptal
yerine koymaya mı çalışıyorsun? Sana oyun oynamak neymiş, şimdi gösteririm.
Sırt üstü yatırdılar Vedatı. Kollarına ayaklarına büyük ağırlıklar çöktü.
Kıpırdayacak durumu kalmamıştı. Korku içerisinde ne olacağını beklerken, biri
hayalarını sıkmaya başladı. Acı içinde çığlıklar attı. Bütün gücüyle yüklenip
sağa sola hareket etmeye çalıştı, ama başaramadı.
- Tamam tamam! diye
bağırdı. Şimdi gerçeği söyleyeceğim,
- Evet, seni
dinliyoruz. Ama sakın bir daha bize yalan söyleme!
Kesik kesik soludu Vedat. Kafasını bir türlü çalıştıramıyor, bir
çözüm yolu bulamıyordu. Durumunu bir kez daha izah etmeyi düşündü.
- Benim ismim Vedat'tır. Hırsızlıktan sabıkalı
olduğum için kardeşim Sedat'ın ismini söyledim.
İki işkenceci
sıkıntıyla baktılar birbirlerine. Biri "ne yapalım?" der gibi baktı
diğerine. Diğeri:
- Bence bizimle dalga geçiyor, dedi. İşkenceci
memnun bir sırıtışla süzdü Vedatı.
- Öyleyse devam edelim.
- Bugünlük yeter. Yarın akşam devam ederiz.
Vedat'ı götürüp tuvalet kapışma bağladılar.
- Bir bardak su, bir defa tuvalet. Tamam mı?
- Baş üstüne komutanım!
Biraz
uzaklaştıklarında fısıltılarına kulak kabarttı Vedat.
- Sözleri pek inandırıcı değil, ama biz yine de
Diyarbakıra soralım.
"İyi" diye
geçirdi içinden Vedat. "Sorarlarsa her şey ortaya çıkar, ben de
kurtulurum.
Olanları kafası
almıyordu. Tüm bunlar neden yapılıyordu? Acaba?.. Sedat bozulmuş, kötü işler
yapmaya mı başlamıştı? Hem de çok kötü işler yapmış olmalıydı ki, bu kadar
üzerinde duruyorlardı. Hırsızlık gibi suçların sorgusu da, cezası da belliydi.
Öyleyse... daha büyük, daha ağır suçların neler olabileceğini çıkaramıyordu.
Eğer uyuşturucu işiyse, onun mafyası vardı ve itibarlıydılar. Silah kaçakçılıklarının
çoğu resmi bir yerlere dayandığı için pek sorun çıkmıyordu. Bu işlerden dolayı
cezaevinde yatanlarla karşılaşmıştı. Onlar, operasyonların bile çoğu kez göz
boyama amacı taşıdığını söylemişlerdi. "Yüz kilo eroin yakalandığında bil
ki bir ton eroin geçmiştir" demişlerdi. Öyleyse neydi mesele?...
Akşama kadar acıları
yetmiyormuş gibi bu sorular Vedat'ın zihnini dövdü durdu. Tüm yalvarmalarına,
sızlanmalarına karşın bir bardak su ile iktifa etmek zorunda kaldı. Bir bardak
suyu da ancak akşama doğru verdiler. Tuvalet ihtiyacı için bir kez elleri
açıldı.
Akşam yeniden başladı
sorgu. Ne diyeceğini bilmiyordu Vedat. Kısa bir süre işkenceden kurtulabilmek
için her türlü suçlamayı kabule hazırdı, ama ne istediklerini tahmin bile
edemiyordu. Söylediklerine inanmıyorlardı.
Bir poşet geçirdiler
kafasına. Poşetin üst kısmı da açıktı. Boğazına sıkıca bağladıktan sonra
üstten su doldurmaya başladılar. Su, gözlerinin hizasına gelince nefesi
kesildi.
Kendisini boğmaya mı
çalışıyorlardı? Niyetleri boğ-maksa daha basit
yolları vardı. Ne yapmak istiyorlardı? Nefesi kesildi Vedat'ın. Bütün vücudu
gerildi. Yüzünün her tarafının patlayacakmış gibi şiştiğini sandı. Çırpımaya başladı. Poşetin bir ucunu indirip suyu
boşalttılar. Vedat kesik kesik öksürüklerle soluk
almaya çalıştı. İniltileri yavaş yavaş ağlamaya dönüştü. Bu arada
yalvarıyordu.
- Allah için... Ne
istediğinizi bilmiyorum... Ben ne
yapmışım?.. Ne
istediğinizi bilsem söylerim.
- Kes zırlamayı!
İşkencecilerden biri
yine işe girişti. Tam poşete şu dolduracakken, diğeri saati gösterdi:
- Maç başlayacak,
yukarı çıkalım.
- Bunu ne yapalım? Keyifle güldü:
- Tekerleğin içine
koy! Biz maç izlerken o da biraz dinlensin.
Birkaç kahkaha sesi
yükseldi.
Dizlerini karnına
doğru bastırarak kafasıyla birlikte bir araba lastiğinin içine sıkıştırdılar.
İlk anda pek bir şey hissetmedi Vedat. Kısa bir süre sonra göğsünde ve sırtında
büyük ağnlar başladı. Özellikle sırtındaki ağrı
durmadan artıyordu. Öyle sıkıştırılmıştı ki teprenemiyordu.
Dakikalar birbirini
kovaladı. Katlanarak büyüyen acılara rağmen zaman, Vedat için de durmaksızın
ilerledi. Nihayet ayak sesleri duydu. Maç bitmiş olmalıydı. Vedat'ın başında
toplandılar.
- Yeterince dinlendi,
dedi alaycı bir ses.
- Burası dinlenme tesisi değil..
- Öyle tabi... nerde kalmıştık.
Vedat yemden inlemeye
başladı. İçinde bulunduğu duruma dinlenme dediklerine göre kim bilir daha nasıl
işkence usulleri deneyeceklerdi. Biri kaba bir şekilde boynuna bastırarak onu
lastiğin içinden çıkardı. Vedat iki büklüm bir halde yere yuvarlandı.
Ayaklarını uzatmaya çalıştıkça belinde şiddetli ağrılar oluştu. Ağrıların
etkisiyle bacaklarının uyuştuğunu, üşüdüğünü hissetti.
- Bir faks gelmiş
komutanım.
- Getir bakalım.
Kağıttaki fotoğrafa ve
yerde kıvranan Vedat'a baktılar bir süre. Evet ta kendisiydi. Resmi kayıtlara
göre dedikleri doğruydu.
Vedat'ın gözlerini
açtılar. Şaşkınlık içinde süzdü çevresini. Önüne bıraktıkları elbiselerini
büyük zorluklarla giyebildi. Ondan aldıkları özel eşyalarını iade ettiler.
- Gidebilirsin
dediler. Biz seni Sedat sanmıştık, ona göre davrandık. Küçük bir yanlışlık
olmuş. Vedat olduğunu öğrendik.
- Peki Sedat'tan ne istiyorsunuz? diye sordu
Vedat. Onun kimseye bir zararı olmadı ki, namaz kılar, camiye gider, Kut7an
dersi verir... kimse ondan rahatsız olmaz.
Bilgiç bilgiç sırıttı görevli. Birkaç kez kafasını salladı. Cevap
vermedi.
Binadan çıktı Vedat.
Tahrip olmuş beden, tahrip olmuş bir zihinle ağır ağır,
zorlukla yürüdü. İşkencenin vücudunun her yerinde kalıcı rahatsızlıklara sebep
olduğunu biliyordu. Yaşadıklarının bir rüya, bir kabus olmasını öyle çok
istiyordu ki... ama her şey gerçekti. Son yirmi dört saat hayatım karartmıştı.
Vakit gece yansına
yaklaşırken ıssız caddelerde sen-deleye sendeleye
yürüdü Vedat. Bir çok kişi sarhoş sanıp yanından geçmek istemedi. Kimileri onu
evsiz barksız serserilerden sanıp çekindi. Ama onun zihninde büyük bir savaş
vardı. "Küçük bir yanlışlık öyle mî?" bu kadar kolay tarif edilebilir
miy^î yaşadıkları? Cevapsız sorular zihnini sersemletiyordu.
Durdu. Adım atacak
takati kalmamıştı. Diz üstü çöktü. İçinde ko^an
fırtınalar birkaç sözcükle bir feryat gibi çıktı dışan.
- Ula Sedooo! Sen ne yapmişşen bunlara!
Bunlar neye sana böyle düşman!
Köy mezarlığında
toplanmış, birbirleriyle alçak sesle konuşan kalabalığa, küçümser nazarlarla
baktı top sakallı adam. Sol omzuna astığı çantasına dokundu, sakalını
çekiştirdi. Sabırsızlığını açığa vuruyordu her hareketiyle.
Kırk yaşın biraz
üzerinde gösteriyordu. Üzerindeki ceketin, boynuna asmış olduğu fotoğraf
makinesini gizlememesi için çaba harcıyordu. Göbeğiyle zıt bir görüntü veren
kot pantolonu, bacaklarım öyle çok sıkmıştı ki, zorlukla giyilmiş intibaını
veriyordu. Yüzünde, kendinden emin, çevreyi önemsemez ve müstehzi ifadeler
vardı.
Sabah sekizde köye
gelmişti top sakallı, her şeyi yerinde izlemek için. Şimdi pişmandı bu kadar
erken geldiğine. Yetkililerin gelmesi büyük ihtimalle gecikecekti. Boş boş beklemek- hem de bir mezarlıkta- oldukça can sıkıcıydı.
Buraya kadar geldiğine göre çekip gidemezdi. Aslında gitmesine giderdi, ama
bu davranışıyla iyi bir gazetecinin davranışını sergilemiş olmazdı. Mesleği
merak ve araştırmaya dayanıyordu.
Köylüleri süzdü bir
süre. Kaba saba giyimlerine, ölçüsüz davranışlarına baktı tiksintiyle.
"Biz adam olmayız" dedi içinden. Köylülerin arasından konuşulabilecek
birini ya da birilerini tespit etmeye çalışıyordu. Yetkililer gelmeden önce
bir ön bilgiye sahip olabilirdi. Aslında konu pek önemli değildi, ama gazete
haber isterdi. Haber bulmak önemliydi. Gazete okuyucusu doymak bilmez bir
tüketiciydi. "Haber yoksa onu üretmek, allayıp- pullamak ve öylece
sunmak..." Ljstalardan öyle öğrenmişti. Büyük
bir mirasın, büyük bir birikimin üzerinde durduğunun bilincindeydi. Mesleğin
duayenleri kimi zaman haber bulamayınca "Dikilitaşı İstanbul'dan
Ankara'ya taşımaya (!)" karar vermişler, kimi zaman da "Hocanın eşeği
çalındığında", "Hoca eşek çaldı" türü haberlerle, toplumu bir
yerlere angaje etmeye çalışmışlardı. Yanlış mı yapmışlardı? Tabii ki hayır.
Eğitimsiz halk neyin kendisi için iyi olduğunun bilincinde değildi. Boş
inançlar, yoz gelenekler, toplumun muasır medeniyetler seviyesine çıkmasını
engelliyordu. Toplumun bunlardan kurtarılması için girişilecek her çaba
kutsaldı.
Göğsünü kabarttı top
sakallı. Topluma karşı sorumluluğunu yerine getiren, aydın fikirli bir
gazeteci olduğuna inanıyordu. Öyle ya bazen böyle sıradan bir"haber
için sabahın köründe kalkıp bir köy mezarlığında, tezek kokusuyla baş başa
kalma fedakarlığında bulunuyordu. Bazen basit bir olaydan yola çıkarak
tansiyonu yükseltiyor, toplumu, yetkilileri ve her zaman yetki almaya hazır
birilerini bir yerlere kanalize ediyordu. Ajitatif söylemlerde, duygusal kompreslerde oldukça
başarılıydı. Kendisini tanıyanlar
korkuyla karışık bir saygıyla
bakıyorlardı ona. Bu onu mutlu ediyordu.
Yaşlı bir köylüye
takıldı bakışları. Altmış yaşlarında olmasına rağmen, köylünün başında ne
kasket vardı ne de külah. Giyimi nispeten düzgündü. Kısa kesilmiş sakalı ve
anlamlı bakışlarıyla ciddi bir portre çiziyordu. Yüzünde sıradan bir köylünün
ablak yüz ifadesi yoktu. "Evet, neticede bir köylü" diye düşündü
gazeteci. "Ama köylülerin de hepsi bir değildir herhalde. Onlar da yaşam
tarzları ve dünyaya bakışlarıyla farklı kategorilerde değerlendirilebilirler.
Gerçi en üst sınıfları bile, ancak modern yaşamın kıyısına ulaşabiliyorlar, ama
bu da idare eder. Bir de aslında önemli olan zihindeki değişimdir. Modern yaşam
tarzına sahip tonla krro var metropollerde."
Köylünün yanına
yaklaştı gazeteci. Onu fark eden köylü, gayri ihtiyari toparlandı.
- Merhaba! dedi
gazeteci.
- Ve aleyküm es-selam, diye karşılık verdi köylü, ağız alışkanlığıyla.
Bir tereddüt anı
yaşadı gazeteci, konuşup konuşmama konusunda. Kendini bildi bileli bu Arapça
sözlerden hazzetmiyordu. Köylünün karşılığı ilk anda ona alay gibi gelmişti,
ama göz ucuyla baktığında adamın da şaşkınlık ve tereddüt içinde olduğunu gördü.
"Neyse" dedi
içinden. "Ben işime bakayım. Belki faydalı bir şeyler elde ederim."
- Ölüyü tanır
mıydınız? diye sordu gazeteci. Kıro: Cahil, görgüsüz,
kaba.
"Hay Allah!
Merhum mu demem gerekiyordu yoksa?" -İkisini de çok iyi tanırdım, dedi
köylü.
-İkisini de mi?... İki
kişi için mi otopsi yapılacak?
-İki kişi için ya.
Baba ile oğul birlikte iken Öldürüldüler.
Bir dedektif pozu
takındı gazeteci. Gözlerini hafifçe kıstı. Şüpheyle baktı köylüye.
-Öldürüldüklerinden
eminsin öyle mi?
-Eminim, dedi köylü.
Kışın sonlarıydı. Sisten dolayı göz gözü görmüyordu. Merhum, oğluyla beraber
erkenden evden çıkmış. Zaten hep erken çıkardı. Silah seslerini duyduğumda
cesaret edip evden çıkamadım hemen. Köyden kimse çıkmamış. Öğleye doğru
merhumun eşi gelip kaygılarını anlatınca çıktım evden. Sis azalmıştı. Tarlaya
vardığımda merhum ve oğlu kanlar içinde yerde<.yaüyorlardı.
Yanlarına vardım. İkisi de ölmüştü.
-Ya! Peki düşmanları
var mıydı?
Biraz bekledi yaşlı
adam. Vereceği cevabı düşündü bir süre. Konuşup konuşmama konusunda kaygıları
vardı, ama çabuk yendi onları. .
-Aslında düşmanı
yoktu. Dindar, dürüst, iyiliksever bir insandı. Oğlu da Öyle... köyde kimse
onlardan rahatsız olmazdı. Merhum, kavgalarda, çekişmelerde her zaman
arabulucuydu. Gerçi vurulmadan birkaç gün önce bazılarıyla tartışmıştı ama...
Bir ipucu bulmuş
olmanın kurnazlığıyla sırıttı gazeteci.
-Kimlerle tartıştı?
Tartışmanın sebebi neydi?
-Şey... dedi köylü.
Köyden birkaç genç son zamanlarda toplanır çok kötü sözler söylerlerdi.
Allah emredince.
-Ne gibi sözler? diye
araya girdi gazeteci.
-Allah'ı inkar
ederlerdi. Haşa, Allah yoktur, derlerdi. Cennet, Cehennem bu dünyadadır
derlerdi. Dindarlara hakaret ederlerdi. Buna benzer şeyler işte...
Dudak büktü gazeteci.
"Hımmm, demek işin ideolojik boyutu da
var."
-Siz o gençlerden mi
şüpheleniyorsunuz? diye sordu gazeteci.
-Hayır hayır! Kimsenin
günahını almak istemem. Kim yaptıysa Allah'tan bulsun.
Sustu köylü. Yine bir
tereddüt geçirdi. Gazetecinin soru soran bakışlarını üzerinde hissediyordu.
-Şey... Aslında merhum
kendisini kimin öldürdüğünü söyledi.
Gözleri iri iri açıldı gazetecinin.
-Kime söyledi? Sen
onları bulduğunda ölmüşlerdi, öyle değil mi? Yoksa senden önce birileri ulaşmış
mıydı?
-Hayır, dedi köylü. O
şekilde değil. Kız kardeşi merhumu rüyasında gördü. Merhum ona kendisini
öldüren iki kişiyi gösterdi.
Gazetecinin hayretle
açılmış gözleri önce büzüldü, sonra öfkeyle kısıldı. Tiksinerek baktı yaşlı
adama. Bakışlarıyla onu ezmek, hırpalamak istiyordu sanki.
"Deliye bak!
Rüyada söylemiş... yok ruhunu çağırtıp ona sorsaydınız. Bu kafayla biz adam
olmayız. El âlem soğuk füzyonla, gen mühendisliğiyle, klonlama ile nerelere
varmış, biz daha rüyayla, bilmem neyle uğraşıyoruz."
Köylü, durumu anlamış
gibi müsaade isteyip ayrıldı. Çevresine bir göz attı gazeteci. Dikkatsiz,
özensiz bakışlardı. Gözleri köy evlerine takılınca durdu. Derme -çatma evler...
birkaç betonarme evi çıkarsan, kalanları tümüyle kerpiçti.
"Gençler haksız
mı ulan! Cennetle, cehennemle, öte dünyayla uğraşırsanız hep böyle sefalet
içinde yaşarsınız. Yok tannymış, yok tabiat üstü
güçlermiş...daha neler ne-ler..." Gözlerinin
önüne görkemli -gökdelenler, devasa yapılar, lüks araçlar, aydınlık, hareketli
geceler geldi. Müzik sesleri, araçların motor gürültüleri, şuh kadın
kahkahaları duyar gibi oldu. İç geçirdi. Bir sırıtış yayıldı yüzüne.
"Medeniyet güzel şey."
Gelen giden yoktu. Bir
sigara yaktı gazeteci. Öfkeyle, emercesine bir nefes çekti ciğerlerine.
Bekleyiş, sıkıntısını artırıyordu. Değer miydi böyle bir olay için buralara
kadar gelmek? Aslında bu ayrıntıları önceden bilse, herhalde gelmezdi.
"Ne olacak, iki gerici işte. Hayatı insanlara zehir etmek isteyen iki
örümcek kafalı. Kim yapmışsa iyi yapmış. Böyle haşerelerden her zaman toplum
zarar görür." Ya yaşlı köylüye ne demeliydi? Yok kimseye zararı yokmuş,
yok rüyada katillerini göstermiş... bir sürü masal. Köylü milleti hep böyleydi.
Kim bilir adamı öyle yavaş yavaş ermiş ilan ederler,
sonra da tanrılaştırırlardı. Karakterleri buydu. Hep böyle olmuştu. Ünlü
romancının bir romanında da işlediği benzer bir olayı hatırladı. Romanda öyle
öldürme falan yoktu ama, köylünün çarpık zihniyetini çok güzel anlatıyordu.
"Tam Nobel' i hak eden bir yazar, ama nedense vermiyorlar işte. Adam
içinde o hasretle gidecek."
Kafasında bir çok şey
birbirine karışıyordu gazetecinin. Her şey eksik ve parça parçaydı. Aslında
geceden kalmaydı, ama fazla da içmemişti. Hani kendisi de dayamklılı-ğıyla övünürdü. Kimliğine ve konumuna yakışmıyordu bu kafa
karışıklığı. "Boş ver" dercesine kafasını salladı. Umutsuzca yola
çevirdi bakışlarım. Uzaktan birkaç arabaya ilişti gözleri. Gözlerini birkaç kez
kırpıştırıp açtı. Hayır, gözleri yanıltmamıştı onu. Gelenler vardı. Yanında
birileri olsa, onlarla, gelen arabaların resmi görevlileri taşıdığına dair bahse
girerdi. Rahat bir nefes aldı.
Üç araba art arda
mezarlığın önünde durdu. Gazeteci, kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle
arabalara yanaştı. Arabalardan, doktor, savcı, İl Sağlık Müdürü, Sağlık görevlileri
ve jandarmalar indi. Savcı, gazeteciyle karşılaşınca daha resmi bir poz takınma
ihtiyacı hissetti. Hemen yanında emir almaya hazır, bekleyen rütbeliye bir
şeyler fısıldadı. Rütbeli, köylülerin yanına giderken gazeteci de savcıya
sokuldu.
-Nasılsınız Savcı Bey!
-Teşekkür ederim, dedi
Savcı.
-Uzun zaman oldu görüşmeyeli.
Öyle değil mi?
Savcı, polis gecesinde
ortaya çıkan rezaleti hatırladı. Alkol sınırını aşan birkaç kişi ortalığı
birbirine katmıştı. Kendisi de biraz içmiş, o yüzden müdahale edememişti.
Gazeteci, bu olayı diline dolamış, savcıdan da alaycı bir üslupla söz etmişti.
Savcı, tiksinerek
baktı gazeteciye. O geceden beri uzak durmuştu ondan. Şimdi tereddüt ediyordu
ona yüz verip vermeme konusunda. Gazeteci milleti tehlikeliydi. Onlarla her
zaman iyi geçinmek en iyisiydi. Onlar isterlerse insanı göğe çıkarırlar,
isterlerse herkesin gözünden düşürürlerdi. İyi yerlere gelebilmek için
gazetecilerle iyi geçinmek gerektiğini biliyor, ama onlara güvenilemeyeceğini
de biliyordu.
-Öyle, dedi savcı.
Devlet işleri... koşturuyoruz. Sizde işler nasıl?
Sırıttı gazeteci.
-Bizde koşturuyoruz.
Toplumu bilgilendirmek gibi önemli bir misyonumuz var.
Pis İpir küfür geçti içinden savcının, "peh... toplumu bilgilendirmekmiş. İşiniz gücünüz skandal
aramak, birilerini karalamak...!"
-Tabi canım, zor iş
gazetecilik. Kimbilir ne zamandan beri burada
bekliyor sundur.
Gazeteci,
"Kıymetimiz bilinmiyor" der gibi bir hareket yaptı.
-Sabahın köründe
geldim buraya. İşin kötü tarafı pek de önemli bir haber değil..
-Bir iki manzara
fotoğrafı çeker, bir haber uydurursun, dedi savcı kinayeli bir sesle.
Gazeteci bozulduğunu
belli etmemeye çalıştı. "Ulan ne hin oğlu hinsin, ben bilirim. Aklı sıra
bizim, mesleğimizi icra ederken yalana, fotoğrafa göre habere başvurduğumuzu
söylemek istiyor."
-Buyurduğunuz gibi,
dedi gazeteci. Mezarlar açılırken bir fotoğraf çekeceğim. Otopsi konusunda
doktorun görüşlerini alacağım,
o kadar.
-Evet, dedi savcı
mezarlığı işaret ederek. Galiba mezarları açıyorlar. İşin kötü yanı
hazırlıksız geldik. Kokuya nasıl dayanacağız.
-Ne kadar olmuş ölüler
gömüleli? diye sordu gazeteci.
-Bir yıldan fazla. Tam
olarak on altı ay.
Yüzünü buruşturdu
gazeteci. Doktora ilişti gözleri. Doktor, önlemini almış ağız ve burnunu
kapatmıştı bir bezle.
Mezarları açmak için
birkaç köylü çalışmaya başladı. Doktor, savcı, jandarma ve sağlık görevlileri
birkaç metre uzakta bekliyorlar, çalışmayı izliyorlardı. Gazeteci, tümünü
alacak şekilde bir fotoğraf çekti. Yerini değiştirerek bir fotoğraf daha
çekti. Mezarlara yaklaşmaya niyeti yoktu. Köylüler, toprağı dışarıya atmaya
devam ederlerken, gazeteci, ceset kokusu ihtimaline karşı biraz daha uzaklaştı.
"Cesetleri görmem gerekmiyor." dedi içinden. Otopsiden sonra
doktorun görüşlerini alırım olur, biter." Mezarlığa sırtını dönüp bir
sigara yaktı.
Mezarlıkta
toplananlardan aniden sesler yükselmeye başlayınca irkildi gazeteci. Hızla
döndü. Hayret nidalan yükseliyor, yüzlerde şaşkınlık
bulutlan dönüp duruyordu. Bir tereddüt geçirdi gazeteci. Bir-iki adım atıp
durdu. Hayret!.. Hiç koku yoktu. Çekingen adımlarla yaklaştı kalabalığa. Bazı
köylülerin ağladığını fark etti. "Akrabaları olmalı." Resmi
görevlilerin de şaşkınlık içinde birbirlerine baktıklarını görünce, biraz daha
yaklaştı. "Ne oluyor burada" der-cesine
baktı doktora. Doktor, başıyla cenazeleri işaret etti.
Allah emredince.
Dönüp bakınca bir
ürperti kapladı bedenini. Cesetler açıkta idi ve onlarda hiçbir çürüme alameti
görünmüyordu. On altı ay ve taze cesetler... şaşkınlık, bulaşıcı bir hastalık
gibi hemen ona da sirayet etti. Çabuk toparlandı ama. O sırada bir köylünün hıçkırıklarla
kesilen sözleri yükseldi.
-O zaman da söyledim.
Bunlar, mazlum şehidlerdir. Allah'a kul olmaktan
başka suçlan yoktu. Allah kahretsin katillerini! Onlar zalimce bir iş yaptılar. Bunlar şehidtir. İşte, Şehid
olduklarının delili! Bu kadar zamandır bedenleri çürümemiş!
Gazeteci, gittikçe
kabaran bir öfkeyle dinledi bu sözleri. Dişlerini yıkıyor, kaşlannı
çatıyordu. "İşte yeni bir efsane!... Cahil halk böyle boş inanışların
peşinden gitmeye dünden hazır zaten. Yok şehitmiş , yok bilmem neymiş; bir sürü
aptallık." Ama içinde bir ukde de yok değildi. Düşüncelerine cılız da
olsa bir isyan sesi yükseliyordu. "Ama cesetler neden çürümemiş? Tabiat
neden her zaman yaptığını yapmamış? Neden kefenler bile yer yer
çürümelerine rağmen, cesetler taze gibi görünüyor."
-Hayır! dedi
gırtlaktan çıkan kısık, ama öfkeli bir sesle. Mutlaka bunun bilimsel bir
açıklaması vardır.
Gözleri doktora
takıldı gazetecinin. Doktor, elleri yanlarına düşmüş, yüzünü kapatan örtüyü
indirmiş, ondan farklı bir hali yoktu. Ne diyeceklerini, ne yapacaklarını bilmiyor
bir haldeydiler. Yüksek sesle dile getirilen kanaatler, onları da etkisi altına
almış gibiydi.
Öfkeyle solumaya
başladı gazeteci. Böyle bir durumda, herkes kitlenin cehaletinin duygusal
baskısı altında savrulurken, birileri sorumluluğunun gereğini yerine getirmeliydi.
Bu tür rüzgârlar, ancak kararlı bir duruşla önlenebilirdi. Modern dünyada,
ilkel inanışların, dinsel efsanelerin yeri yoktu. Bu tip şeyler, sadece
kültürel bilgi, folklorik öğe, tarihi zenginlik kapsamında
değerlendirilmeliydi:
Hızla doktora
yaklaştı.
-Ne oluyor Doktor Bey!
dedi öfkeli bir sesle.
Doktor, gazetecinin
çatık kaşlarından ürktü. Başıyla cesetleri işaret etti.
-Çok garip bir durum,
dedi.
-Bilimsel bir
açıklaması yok mu?
Bir an afalladı
doktor. Ne diyeceğini şaşırdı. Daha doğrusu şaşkınlığı düşünmesini
engellemişti.
-Bilimsel bir açıklama
mı?,.
-Evet, bilimsel bir
açıklama. Neden toprak bu cesetleri çürütmedi. Bu şehit hikâyelerine
inanmıyorsun umarım.
-Hayır! dedi,
inandırıcı olmaya çalışarak. Tabii ki inanmıyorum.
Bir lamba yandı
gazetecinin kafasında. Doktorun gözlerinin içine baktı.
-Toprağın yapısından
kaynaklanıyor olmasın?
Doktor, boş bakışlarla
baktı gazetecinin kurnazca bakan gözlerine. Toprağın her yerde aynı özelliği
göstermediğini biliyordu. Ama cesetlerin çürümemesinin de toprağın yapısından
kaynaklanmadığını biliyordu. Cesedi, toprağın çürütücü etkisinden koruyabilmek
için bir çok kimyasal işleme ihtiyaç vardı. Ayrıca o işlemler bile cesedi
böyle koruyamazdı. Ama bunları söyleyemezdi.
- Evet, dedi
gazeteciye. Topraktaki kimyasal bileşimler her yerde aynı değildir. Buradaki
toprak, cesedi daha geç çürütür.
Soyut alanda bir zafer
kazandığını düşünerek sırıttı gazeteci. Bilimsel izahlarla boş inanışların
önüne geçecekti. Sorumlu bir aydın, konumunu ve sorumluluklarını bilmeliydi.
Bir sonraki gün gazeteye geçeceği haberin ve yapacağı yorumun çerçevesini
kafasında oluşturdu. Otopsinin bir önemi yoktu. Teknik ayrıntıları beklemeden
arabasına atlayıp köyden ayrıldı.
Gazeteye ulaştığında
hemen işe girişti. Haberi çok ayrıntıya girmeden yazdı. Doktorun bir cümlelik
açıklamasını on cümleye çıkardı. Köylülerle ilgili aşağılayıcı birkaç cümle
yazdı. Keyifle koltuğuna yayılıp yazdıklarını okudu.
- Şimdi sıra yorumda,
diye mırıldandı. "Bilim mi, Batıl inanışlar mı?" diye bir başlık
attı. Birkaç dakika düşündükten sonra yazmaya başladı.
"insanoğlu,
karanlık çağlardan kurtulmak için uzun ve zorlu bir süreç yaşadı. Bilimin
aydınlığından haberdar olmadığı yıllarda, insanoğlu, her şeyden korktu ve
kendini çok zayıf hissetti. Batıl inanışlar, efsaneler, mitolojiler hep o
korkuların eseri olarak ortaya çıktı. Kimi açıkgözler de insanların bu
zaaflarından yararlanıp, kurtarıcı, uyarıcı gibi pozisyonlarda ortaya çıktılar.
İnsanların emeği, gücü, aklı yıllarca bu şekilde sömürüldü. Karanlık devam
ettikçe, birileri bundan faydalandı. Ve bu birileri karanlığın her zaman devam
etmesini arzuladılar.
Gün geldi bilim güneşi
buzul çağını bitirip dünyayı aydınlattı. İnsanlar, her şeyi açık-seçik görünce artık korkmadılar.
Artık daha güçlü, daha akıllıydılar çünkü. Mitolojiler, efsaneler, batıl
inanışlar, sadece edebi eserlere malzeme olabildiler.
Evet, dünya
aydınlandı, ama bizde maalesef hala karanlık fikirlerle dolu kafalar var.
Bunlar, bilime değil, batıl inanışlara itibar ediyorlar. Kimyanın, biyolojinin
kat ettiği mesafeler, bu tipler için bir anlam ifade etmiyor.
Sevgili okuyucularım,
sanırım neden söz ettiğimi anlamışsınızdır. Evet, (...) köyündeki olaydan söz
ediyorum. Bir süre önce öldürülmüş iki kişi, otopsi için mezardan çıkarıldı.
Cesetlerinin çürümemiş olması ile ilgili çağdaş insanlara yakışmayan sözler
söylendi. Yok efendim şehitmişler de, yok efendim mazlumca öldürülmüşler de o
yüzden tanrı onların cesedini çürütmemiş. Ne ilkel düşünceler, öyle değil mi
sevgili okuyucularım? Birazcık bilimin ışığından faydalanmış kimse, böyle
cahilce yorumlarda bulunur mu acaba? Hiç sanmıyorum. Eski Mısır'da Firavun
cesetleri bilimsel usullerle mumyalanır, böylece çürümeleri engellenirdi. Yani
o cesetleri hala çürümemiş olan firavunlarda mı şehit? Maalesef böyle ilkel
düşüncelerden hala kurtulamamışız.
Bilim her şeye çözüm
getirir. Doğadaki her olayın bilimsel bir açıklaması vardır. Nitekim olay
yerine rapor tutmak için gelmiş olan aydın fikirli sayın doktorumuz, konuya
oldukça bilimsel bir açıklama getirdi. Toprak ile ilgili yaptığı kısa
araştırmadan sonra, oradaki toprağın yapısındaki kimyasal bileşimlerden dolayı
çürümeleri geciktirdiğini açıkladı. Yani konu dinsel değil, bilimseldi. Sanırım
tüm karanlık tablolara rağmen, geleceğe güvenle bakmamıza imkan sağlayan
olaylardan biridir bu. Böyle aydın fikirli, bilimi tek kılavuz edinmiş
doktorlarımızın, kimyagerlerimizin, biyologlarımızın bizi aydınlık ufuklara
taşıyacağından kuşkumuz yoktur. Yeni nesilleri bu inanç ve düşüncede
yetiştirebilirsek çağdaş uygarlığı yakalamamız hiç de zor
olmayacaktır."
Gazeteci arabasıyla
karanlık bir yolda ilerliyordu. Önünü göremiyor, sağını solunu göremiyordu.
Arabasının farlarını çalıştırmak istedi, ama sanki hepsi arızalıydı. İlerlemeye
devam ediyordu araba. Sarsıntıdan dolayı bozuk bir yolda olduğunu anladı.
İçinde, nereye sürüklendiğini bilmememin korkusu vardı.
Bir sarsıntıyla
arabasının farları çalıştı. Yol, iyice aydınlanmıştı. Köy yolundaydı. Biraz
dikkat edince köyün dışındaki mezarlığa doğru gittiğini anladı. Direksiyonu
çevirerek arabanın yönünü değiştirmek istedi ama, başaramadı. Araba
kontrolünde değildi. Mezarlığa iyice yaklaştığında araba yavaşladı. Biraz daha
ilerledikten sonra durdu. Kaç kez marş verdiyse de çalıştıramadı. Arabadan
indi. Yeni kazılmış gibi duran açık bir mezarın önündeydi. Korkuyla mezarın
karanlığına bakarken biri doğruldu. Onu tanımıştı gazeteci. Otopsi için mezarı
açılan adamdı. Yüzü hiç de bir ölünün yüzüne benzemiyordu. Heybetli Akışları
vardı.
-Sen Allah'a inanıyor
musun? diye bağırdı gazeteciye.
-Bi..
bi.. bilmiyorum, diye kekeledi gazeteci.
-Allah'ı bilmeyen
kendini bilmez. Kendini bilmeyen neyi bilir ki cahil!
Mezardan çıkan adam
sözünü bitirir bitirmez elinde tuttuğu bir gazete parçasını uzattı gazeteciye.
Bir yazıyı gösteriyordu.
-Bu yazıyı sen mi
yazdın?
-E... evet...
Adam kükremeye
başladı:
-Su, ateş, toprak,
Allah'ın emrindedir. Su boğar, ateş yakar, toprak çürütür, ama Allah izin
verdiği müddetçe. Allah, emredince, su boğmaz, ateş yakmaz, toprak çürütmez! Su
boğmaz, ateş yakmaz toprak çürütmez! Su boğmaz, ateş yakmaz, toprak çürütmez..
Bir çığlık atarak
uyandı gazeteci. Korkuyla baktı etrafına. Yatağmdaydı.
Hemen ışığı yaktı. Bir daha etrafına göz gezdirdi. Evet, bir kâbustu gördüğü.
Bu mesele onu fazla meşgul etmişti. Zihni, kâbuslar üretmeye başlamıştı.
Unut-malı, unutmaya çalışmalıydı. Tüm üşengeçliğine rağmen dolaba kadar gidip
büyük bir bardak içki aldı. Bu meseleyi unutmalıydı. Bardağının dibini görünce,
bir daha doldurdu. Yarma yeni olayların peşine düşecekti.
Alt kattan durmadan
insanlar akıyordu üst katın uzun malta'sma. Kısa süre
içinde yer bulmak zorlaşacaktı. Çocukların sesleri, koşuşturmaları, soğuk
mekânı şenlendiriyor, canlandırıyordu.
Son şebeke kapısını
geçip, pencere dibinde duvara dayandı çarşaflı kadın. Kırk yaşın biraz üzerinde
gösteriyordu. Hüzünlü yüzünde, bir annenin acısını, özlemini okumak mümkündü.
Gözleri her an bulutlar çağırıp, yağmurlar yağdırmaya hazırdı.
Açık görüş yerini gözleriyle
baştan başa yavaş yavaş taradı çarşaflı kadın.
Anneler, babalar, genç kadınlar, kızlar, çocuklar... çoğu sevinçle dolduruyordu
maltayı. Yüz yüze görüşmek, konuşmak, hasret
gidermek... ama annelerin yüzlerinde buruk bir sevinç ve büyük bir hüzün okudu
çarşaflı kadın. O da bir anneydi ve o hüznü iyi tanıyordu. Kuzucuğu,
ciğerparesi yıllardır zindandaydı.
-Hoş geldin teyze!
Her zaman karşılaştığı
gençlerden biriydi. O da İsmail'i gibi yıllardır içerdeydi. İsmail'in daha
gelmediğini görmüş, mahzun yüzlü anneye yaklaşmıştı. Sonra hoş geldin-ler, hal-hatır sormalar arttı. Tanıdığı-tammadığı
birçok kişi güler yüzle yaklaşıyor, kısa süre bir şeyler söylüyor dua dileğinde
bulunup gidiyordu.
Yüreği sevgiyle
yumuşadı, acıyla büzüldü çarşaflı kadının. Bu güzel davranışların altında
hiçbir menfaat hesabı yoktu. Yüzlerindeki gülümsemenin temizliği yüreklerinden
yansıyor olmalıydı. Peki ya zindan... Zindan suçluların ye-riyse
bu güzel insanlar neden buradaydı?
Kalbindeki acı yüzüne
kadar sirayet etti çarşaflı kadının. Gözlerini büzdü. Sesi çıkmıyordu, ama
içinde bir çok dua sözcüğü ard arda sıralanıyordu.
Tam karşısında yaşlıca bir kadının genç bir delikanlıya sarıldığını ve bir çok
kez yanaklarından öptüğünü görünce, doldu gözleri. Masalarda karşılıklı
oturanlara, duvar kenarına serdikleri battaniye ve minderlere yerleşenlere
baktı bir süre. Boşlukların birer birer dolduğunu fark etti.
"Benim İsmail'im
neden gelmedi?" dedi içinden. Gözünü yeniden kapıya dikti. Mahpuslar, o
kapıdan geliyordu her zaman. Bir ara kapıya kadar yaklaşmış, oradan aşağı inen
merdivenler görmüştü. "Kim bilir yerin kaç kat altında tutuyorlar
çocuklarımızı" diye düşünmüştü. Bir defa bunu oğluna da açmış, oğlu,
gülümseyerek izah etmişti meseleyi: Kaldıkları yerler iki katlıydı. Ranzalar üst
kattaydı. Alt katı yemekhane olarak kullanıyorlardı. Tuvalet ve banyo da alt
katta idi. Dışarı açılan kapı da alt katta olduğu için görüş yerine
merdivenleri kullanarak çıkıyorlardı. Yerin altında
falan değillerdi. Oğlunun hiç yalan
söylediğine şahit olmamıştı. İsmail'ine inanıyor, ona güveniyordu; ama
içindeki burukluk yine de geçmemişti.
Kapıdan gireni görünce
sevinçle açıldı gözü. Hemen toparlandı. İşte İsmail'i, ciğerparesi
karşısındaydı ve gülümseyerek ona doğru geliyordu. Ellerinde birer iri siyah
poşet taşıyor, ağır ağır annesine yaklaşıyordu.
Çarşaflı kadın, hızla
atıldı oğlunun geldiği yöne. Hasretle, sıkıca satıldı İsmail'e. Yanaklarından
öptü birkaç kez. İki eliyle oğlunun başını tutup, yüzüne baktı bir süre. İçinde
hüzün, sevinç, dinmez bir hasret, dalga dalga
kabarıyordu. Gözleri 4oldu. Bir adım kadar uzaklaşıp baktı oğluna tepeden
tırnağa. Gözleri doluydu, ama yüzü gülüyordu.
-Bir yere geçelim
anne! Böyle ortada durursak gelip geçenleri rahatsız ederiz.
Oğlunun sesini duymak,
duygu sağanağına yeni bir kapı açmıştı içinde çarşaflı kadının. Bir sevgi
şarkısı okudu kalbinde mutluluk kuşu. Oğlunu sessizce takip etti. Şebeke
kapısının yanma gelince durdu İsmail. Poşetlerinden birinden kahve renkli bir
battaniye çıkarıp yere serdi. Hemen ardından iki küçük minder bıraktı
battaniyenin üzerine.
-Oturalım, dedi
annesine.
Sessizce denileni
yaptı çarşaflı kadın. Bir süre daha sessizliğini devam ettirdi. Oğluna sadece
bakıyordu. Konuşmaya çekiniyor, eğer konuşursa ağlamaktan korkuyordu.
İsmail de annesine
gülümsüyordu. Annesinin her iki elini tutup birer defa öptü.
-Hoş geldin anne!
Çarşaflı kadın daha
fazla tutamadı kendini. Yan yana sıkışan bulutlar ani bir yağmur yağdırdı.
Gözyaşlarını engelleyen set kalkınca, yanakları çabucak ıslandı. Bir daha
boynuna sarıldı
oğlunun.
-Anan sana kurban
olsun İsmail'im. Senin hasretin ciğerimi nasıl yakıyor, Rabbim bilir. Canım
oğlum benim. Anan sana kurban olsun!
Sakinleşmek için
kendini zorladı çarşaflı kadın. Kendini tutmalı ya da en azından bunun için
çaba harcamahy-dı.
Hapishane zaten sıkıntı, dert, kederle doluydu. Oğlunun, İsmail'inin acılarını
arttırmamak için duygularını gizlemeye çalışmaydı.
Annesi sakinleşince,
İsmail yerinden doğruldu. Bir boşluk oluştu kadının yüreğinde. Bahar
çiçeklerine ayaz rüzgarı değer gibi oldu. Neden kalkıyordu İsmail? Soru dolu
bakışlarla baktı oğluna. İsmail durumu fark etti.
-Gidip kantinden bir
şeyler alayım, diye izahatta bulundu.
Elinden tuttu annesi.
Oturttu oğlunu. -Dur şimdi daha sana doyasıya bakamadım. Nereye gidiyorsun?
Otur şimdi, sonra gidersin.
Oturdu İsmail. Anasını
kırmadı. Zaten hiç kırmazdı anasını. Anası da onun bu yumuşak huyluluğunu çok
severdi. Dikkatle süzmeye başladı oğlunu çarşaflı kadın. Daha gencecik bir
delikanlıydı İsmail'i kendisinden kopartıldığmda.
Yirmisine daha basmamıştı o zaman. Tam beş yıl geçmişti. Koca beş yıl...
Cezaevi uzak olduğu için ancak iki üç ayda bir ziyarete gelebiliyordu. Her gelişinde
oğlunu biraz daha büyümüş, olgunlaşmış görüyordu.
İsmail, çok zayıf
görünüyordu annesinin gözlerine. Yanaklarına, çıkık elmacık kemiklerine baktı
oğlunun, çarşaflı kadın. Evet, oğlu oldukça zayıftı. Teni de aşın derecede
beyazlaşmıştı. "Hiç güneş görmüyor olmalılar" diye düşündü çarşaflı
kadın. "Zalimler bu karanlık yerlerde oğlumu öldürecekler. Belli
etmemeye' çalışıyor, ama çok zayıf ve halsiz. Gözlerinin altı siyahlaşmış.
Zaten gelirken de iki poşeti taşımakta zorlanıyordu. Allah kahretsin bize bu
zulmü reva görenleri! İki dünyada rahat yüzü görmezler inşaallah."
-Çok zayıflamışsın
oğlum.
Gülümsedi İsmail.
-Geçen gelişinde de
öyle diyordun ama, bende bir değişiklik yok.
İnandıncı olmak için tüm yüz mimiklerim kullanıyordu İsmail.
Ama annenin kalbi teskin olmuyordu bir türlü. Gözlerine mi inansın, yoksa duyduklanna mı?
-Size yemek veriyorlar
mı?
İsmail gülümsedi
yeniden.
-Tabi ki veriyorlar.
İnan bana anne siz, bizim yediğimizi yemiyorsunuz.
-Neden o kadar
zayıfsın öyleyse?
Anneyi ikna etmek
zordu. İsmail kısa bir kararsızlık geçirdi. Annesinin mahzun bakışlannda bir cevap beklentisi vardı.
-Şey anne... bu bir
yıldır Davudi oruç tutuyorum.
Bir şeyler kıpırdadı
içinde annenin. Bir kaygı filizlendi yeniden. Kuzucuğu, evladı ne diyordu?
-Ne orucu?
-Davudi oruç... yani
bir gün oruç tutuyorum bir gün tutmuyorum, zayıflamam ondandır.
-Tutmak zorunda mısın?
Annesinin elini tutup
sıktı İsmail. Gözlerinin içine baktı gülümseyerek.
-Hayır hayır, tutmak
zorunda değilim. Bu, nafile orucudur.
-Sen çok zayıfsın
oğlum. Şimdi tutma olmaz mı? Hastalanmandan korkarım.
Rica ve istekle
bakıyordu oğluna, anne. İsmail, kırmadı annesini:
-Bir süre ara veririm
Davudi oruca. Pazartesi, perşembe oruçlarını tutarım yalnızca.
Sevindi kadın. Buruk
bir gülümseme belirdi yüzünde.
-Herkesin sana selamı
vardı İsmail. Babanın işi vardı, gelemedi. İnşallah bir dahaki ziyarete...
geçen gün dayınlar bize misafirliğe gelmişlerdi. Hepsinin sana selamları vardı.
"Bize de dua etsin" dediler. Onlar için hindi kesip kızartmıştım.
Sonra sen geldin aklıma...
Sesi kırıldı yine
çarşaflı kadının. Bir şeyler düğümlendi boğazına. O günü hatırladı. Herkes
neşe içinde idi. Yemeğe otururlarken yine İsmail'ini hatırlamış, gözleri
dolmuştu.
-Boğazımdan geçmedi
İsmail'im. Sen zalimlerin ellerinde sıkıntılar içinde, ben hindi eti yiyeyim.
Hiç olacak dua
şey mi?
İsmail, sevgiyle baktı
annesine.
-Beni o kadar düşünme
anne. İnan durumum çok iyidir. Yemeklerimiz de fena değil. Dün köfte yedik,
önceki gün tavuk kızartması... inan anne, yemeklerimiz iyidir.
Ilık bir rüzgar esti
çarşaflı kadının gönlünde. İsmail'ini güzel yemekler yerken canlandırdı
karşısında. Biraz sevindi.
İsmail,: kantine doğru
yürürken ardından baktı annesi. Sevinç ve hüznü aynı anda hissetti. Büyümüş,
koca adam olmuştu İsmail. Tam beş yıl geçirmişti zindanda. Konuşması, davramşjarı olgunlaşmıştı. Kaç yıl daha kalacaktı acaba?
İsmail hep yuvarlak laflar ediyordu bu soruya karşılık. Bu kez tam olarak
Öğrenecekti.
İsmail, elinde poşetle
gelirken bir ışık yandı annesinin kafasmda. Olur
muydu acaba? Belki de olurdu. Adamlarda Allah korkusu yoktu, ama belki içlerinde
halen insanlığını kaybetmeyenler vardı. Üstelik düşündüğü şeylerde kimsenin
başı da derde girmeyecekti.
İsmail, oturur oturmaz
annesinin yüzündeki ışıltıyı fark etti. Gözlerindeki sevinci okuyabilmek için
hiç de uğraşmaya gerek yoktu.
Oğlunun ellerinden
tuttu çarşaflı kadın. Büyük bir şefkat ve sevgiyle baktı yüzüne.
-İsmail! dedi. Kaç
yılın kalmış?
İsmail şaşırdı bir an.
-Birkaç yıl dedi,
önemsemez davranarak.
-Kaç yıl?
Annesinin sesi
kararlıydı. Cevap bekliyordu.
-Dört yıl, dedi
İsmail.
Oğluna biraz daha
yaklaştı çarşaflı kadın. Sıkıca tuttu ellerinden. Gözlerinde büyük bir istek,
büyük bir rica vardı. Hüzün bulutlarının arasından şimdi arada bir umut gözüküyordu.
-Acaba, dedi.
Yetkililere başvursak nasıl olur?
Merak etti İsmail.
-Niçin?
-Dört yılın en azından
iki yılını senin yerine ben burada geçirsem... Ne dersin, kabul ederler mi
acaba?
Soluksuzdu. Lambaları
kısmen karartılmış bir koğuş yatakhanesinin loş bir ranzasında, soluklar
üretememenin sancılarıyla' acılar çekiyordu. Tecritlerden gelen
sesler,düşüncelerini bölüyor, soluklar üretecek iklimlere ulaşmasim
engelliyordu. Bedenler yoruluyordu beton ve demirin
baskısı altında. Zindan, bir karabasan
gibi insanların üzerine çökerken, akıl daha fazla baskıya dayanamıyor; bedeni,
hazları ve açılarıyla baş başa bırakıyor ve kaçıyordu. Yüreğine hüznü gergef gergef işleyen mazlum için gözleri sarartacak bir umut
intizarından vazgeçip Rabbin rahmetine daha çok yönelmekten başka bir yol
yoktu.
Örtülerle kaçtı serin
geceden. Aslında kaçtığı gerçeğin gecesi, ya da gece gerçeğiydi. Yoksa
örtülerle oluşturduğu gecelerden kalp çarpıntılarına dönüşen hasret nöbetleri
haricinde kaçmıyordu. O zamanlarda serbest bıraktığı hayal kuşunun umutlarla
örülü küçük dünyada dolaşmasından zevk alıyordu. Tek sıkıntı ayrıntılardı.
Kurgunun tam orta yerinde ayrıntılar, sıkıntılı baş ağrılarına dönüşüyordu.
Böyle anlarda ufuk belirsizîeşiyor, "Sil
baştanlar" zihnini yoruyor, sessiz "ah"lar içinde bir resmi
geçit yapıyordu.
Battaniyeyi azıcık
aralayınca bir serinlik yaladı alnını. Başını biraz daha çıkardı. Gayri
ihtiyari perdeye yöneldi bakışları. "Karartma" diye tanımlıyordu
perdenin arkasında geçirdiği anları. Bir zamanlar karartmalar, porsumuş bedene
inat, duyguların doludizgin meydanlara atılarak rüzgârla yarıştığı anlardı.
Ama şimdi... Bir taraftan küçük fluore-sant'm soğuk ışığı, öte taraftan kule projektörünün öfkeyi
dalga dalga kabartan inatçı saldırısı... Gündüzün
karartmaları daha bir masum, daha bir sükûn yüklüydü. Zaten defterinde çokça
yer eden de o gündüz karartmalarıydı.
Bir an yine bir şeyler
yazma isteği geçti içinde. Defterine bakınca bir bezginlik hissetti. Böyle
zamanlarda her şeyden vazgeçip zihni temizleme, tüm bağlardan kurtulup duru bir
tövbeye, duru bir secdeye ulaşma isteği dolardı içine. Ama girişimleri
genellikle başarısızlıkla sonuçlanır, dünyaya karşı kayıtsız kalma isteği, bir
mazi rüzgânyla alabora olurdu. Gözlerinden,
yanaklarına süzülen ılık akışkan, bir sessiz feryadın senfonisi eşliğinde
canlanan bir hüzün tablosu olarak kayıt altına alınıyordu hazır gözcüler
tarafından. İçindeki bezginlik devam ederken, hemen yanı başında, yastığının
kenarında duvara dayadığı kitaplara baktı. Birileri ne çok zaman harcamış ne
çok uğraşmıştı onları yazmak için. Oysa ölüm vardı. Onu andığında yüreğinin
soğuduğunu, gözlerinin donduğunu, hüzün ve sevinçlerin adım atamaz hale
geldiğini hissetti. Gelecek bir keskin kılıç darbesiyle kesildi, aniden. Her
şey, her şey kayboldu çevresinden, hayallerinden. Korkak bakışlarla baktı sevgilere,
umutlara, tatlı ayak bağlarına. Yüzüne yayılmaya başlayan hafif gülümseme
kesildi bir anda. Önünde bir çukur vardı dibi belirsiz. Toplayamadığı
soluklarının belli sayıda olduğunu hatırladı. Karanlığın korkunçluğu, soğuk
titremeler, soğuk terler, sessiz ahlar ve sonu gelmez hasretlerle belirdi.
Ölüm, tüm gerçekliğiyle ete kemiğe büründü gözlerinin önünde.
Ani bir hareketle,
kaçmak ister gibi, çekti başına battaniyeyi. Gözlerini yummaktan korkuyor, ama
düşüncelerinin dağılmasını da istemiyordu. İçinde şiddetli diyaloglar,
itiş-kakışlar başladı. Silahlar çekildi savaş meydanında. Sevgiler, hasretler,
pişmanlıklar, tövbeler, hüzünler, kahırlar, yalnızlık anlarının tadları gözyaşları ve daha başkaları... Yani hayatın satır
aralarında bir görünüp bir kaybolan tüm ayrıntılar doldurdu savaş meydanını.
Her şey ortaya yığılmış, psikolojik savaş süreci başlamıştı. Bir kıvılcım çok
şeye yol açabilirdi.
Elini soğuk terlerle
ıslanmış alnına götürdü. Perdeyi aralayıp gerçeğin serin gecesini kucaklama
isteği geçti içinden. O anda gerçekle arasında yüzlerce perde bulunduğunu
hissetti. Zaman adı verilen kaim perdeyi ve onu aşmanın zorluğunu düşündü. Bir
düşünce şimşek gibi geçti zihninden. "Geceyi bir örtü yaptık."
Gecenin birçok şeyi örttüğünü daha yeni düşünmeye başladı. Gece insancıkları,
günahları, yanlışları, özlemleri, acıları, zulümleri örtüyordu. Hemen
ardından "Soluk almaya başlayın sabah"la insanlar unutkanlık
tezgâhlarında perdeler örmeye devam ediyorlardı. Gece bir örtüydü evet.
Kimileri gece ile zulmü ve günahları örtüp gizlerken, kimileri de secdelerle,
geçmiş günahların örtülmesi için yakarışlarda bulunuyordu. Bazen
perdeler aralanıyor, çekilen acı ve
sıkıntılar küçüldükçe küçülüyor, yüreğin tam ortasına bir yüce sevgi
oturuyordu.
Alnında gezinen eli,
seyrelmiş ve ağarmış saçlarını hatırlatınca, bir burukluk doldu içine.
Durmaksızın geçen zaman, ağaran saçlar, buruşan alın, vücut sistemlerinin birer
birer iflasa doğru gitmeleri... Yaşanan bir imtihan dün-yasiydı
ve süreç herkes için aynıydı. Geçmişin inatçı zorbaları, insanlar üzerinde
rableşen tağutları geçti gözlerinin önünden. Maddi
hiçbir sıkıntı ve zorlukla karşılaşmamış olan Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller, Yezidler ve diğerleri...
Onlar için de aynı imtihan süreci yaşanmıştı. Zaman yine geçiyordu. Yine inatçı
zorbalar seleflerini takip ediyor, insanları fırkalara ayırıyor, kadınları
Pazar malzemesi olarak kullanıyorlardı. Herkesin saçları zaman rüzgarıyla ağa-rabilirdi. Her ne kadar birileri saçlarının aklarını
boyalarla örtüp, karanlık gözlüklerle dünyaya baksa da, uyduruk gecesinin hiç
bitmeyeceğini düşünse de zaman durmadan ilerliyordu. Önemli olan zamanla
saçlarını ağarması değil, korkunun saçları ağarttığı günde ak-pak bir yüze
sahip olmaktır!" diye düşündü. Acziyetini
çaresizliğini, güçsüzlüğünü hatırladı. Yüreğinden kopup gelen sözcükler dudaklarından
dökülürken, sığındığı yüce makamın verdiği rahatlık yayıldı vücuduna:
"La havle vela kuvvete illa billâh"
Çap çap çap!..
Uzun bir koridor ve
yalnızca ayak sesleri... Sağlı sollu, kollarımdan tutup sürüklercesine
çekiştiren yüzlerde bir kaygı okuyorum. Rütbelinin talimatları doğrultusunda
bana bakmaya bile korkuyorlar. Yürüyoruz ya da sürükleniyorum. Birazcık
cesaret toplayanlar suçumu soruyorlar. Yalnızca gülümsüyorum. "Duruşmada
öğrenirsiniz" demeye getiriyorum. Koridor bitmek bilmiyor ve bu arada
kollarım çekildikçe kelepçenin zinciri bileğime oturuyor. Saatlerdir bileğime
takılı kelepçe, terimle birleşip bileğimde pas oluşturuyor. Bana karşı soğuk
davranıyor, ama ben dostluğumuzun hatırına onunla bir hasbi hale giriyorum...
Evet dostum! Sana
sayın, sevgili, muhterem veya bunlara benzer bir şeyle hitap etmiyorum. Çünkü
benim için bunlardan hiçbiri değilsin. "Dostum" dediğime bakma,
seninle zoraki dost olduk. Doğrusu seninle karşılaşmayı umuyordum her zaman.
Sen zulmün, sömürünün, köleleştirmenin sembolü iken, ırkıyla, servetiyle,
sosyal konumu ve makamıyla şeytan-laşan yaratıkların
elindeki en korkutucu silah iken, benim gibi zulme hiçbir zaman meyletmediği için Allah'a şükreden
biriyle karşılaşmaman imkânsızdı. Seninle tarihin birçok döneminde
karşılaştık. Sen hep soğuk, acımasız ve keskindin. Hiç bir zaman benim
şikâyetlerim senin yanında bir şey ifade etmedi. Öyle ya herkes konumunu
bilmeli, öyle davranmalıydı. Sen zulmün tüm araçları gibi görevine sadıktın.
Ah dostum! Bileğimi
öyle sıktın ki parmaklarım uyuşmaya, bu arada üşümeye başladı. Kollanm çekildikçe üşüme artacak. Ama bir şikâyetim yok
senden yana. Herkes vazifesini gereği gibi yapmalı öyle değil mi? Birileri beni
kollarımdan sü-rüklercesine
çekiyor. Üzerindeki kıyafetin ve aldığı emrin gereğini yapıyor. Yani senin
görevini yerine getirdiğin gibi. Peki ya ben? Benim vazifemi kim belirliyor,
biliyor musun? Hani herkes bir yerlere kulluk ediyor ya, işte ben de Allah'ın
kuluyum ve benim vazifemi O belirliyor. "Nasıl sakınmak gerekiyorsa öyle
sakın" şeklinde belirliyor vazifemi. "Asla zulmetme!" diyor
bana. "Karşı çık" diyor, "Seni kendine kul etmek isteyen
yalancılara." Ve ben her çağın Firavun ve Nemrutlarına bir ibrahim kıyamıy-la karşılık
veriyor ve "Lailahe illallah" diyorum. Kimi
zaman ateşlere atılıyor, kimi zaman boğazlanıyor, kimi zaman zindanlarda
sabrın aa kadehinden içmek zorunda kalıyorum.
Salon beni yanlış
anlama dostum!
Ellerim üst üste ama
bu birilerine saygıdan dolayı değil. Senin yüzünden dostum. Bileğimi daha fazla
sıkmaman için öyle durmak zorunda kalıyorum. Bu arada tüm önlemlerime rağmen
ellerim uyuşmaya devam ediyor. Ben bundan aalar çekiyor,
ama sıkılmıyorum. Biz birbirimizi iyi tanıyoruz öyle değil mi? Rabbim bana
"Onlar ancak size eza verebilirler" diyor.
Sen var incit
bileğimi, sana kızmıyorum. Seni büyük hesap gününde şahitlik için çağıracağım
dostum. O gün emir yalnızca Allah'ındır. Çağrılan herkes ve her şey isteyerek
ya da istemeyerek, gelmek zorundadır. Ve sen dostum, o gün benim kime kulluk
ettiğimi söyleyeceksin. Kimin emrini yerine getirerek bileğimi sıktığını
söyleyeceksin. Seninle dostluğum daha ne kadar sürer bilmiyorum ama şunu
biliyorum ki her şeyi olduğu gibi seninle geçen bu anı da kaydediyor şerefli
kâtipler. Onlara selâm olsun...
Çap çap çap!..
Günler su gibi akıp
geçiyor. Her gelişimde farklı kişilerle yürüdüm bu koridorlarda. Kader
çizgileri kimlerinki ile kesişmedi ki... Aynı'sevgiliye
gönül vermiş olmanın suçunu şerefle taşıyan, avuçlan yanma pahasına kor
ateşleri avuçlayan garipler... Soğuk mekânlan
soluklan ile ısıtan aşkın yürekler...
Bazen bir mazi rüzgân çarptı zihnime. Ezilmenin, karşılaştığım muamelenin
dayanılmaz ağırlığı allında kaldım. Aa ve tatlı
anılar, hani o "hayatın tadı, tuzu olan" ayrıntılar, büyük bir hızla
geçti gözlerimin önünden. "Sen neden buradasın?" diye sitem eden
nefsime; Yusuf dostlarını hatırlattım. Üstadı, Sey-yid Kutup'u ve diğerlerini... Geçen zaman dalgalan arasında
Firavunu, Haccac'ı, Stalini
gösterdim. Evet, herkes gitti. Ama şimdi firavun nerde Musa (a.s) nerde? Üstad nerde üstada eziyet edenler nerde... Geçen zaman
kime ne kazandırmış...
Çap çap çap!..
Koridor bitiyor.
Duruşma salonuna çıkan merdivenlerdeyiz. Berbat bir ortam... Sigara
izmaritleri, gazete parçalan, kâğıt peçeteler... Duruşma salonundaki devletin
soğuk yüzü, bu ortamdan haberdar
mı acaba? Aslında bu, o kadar da önemli değil. Bizim için halı serecek
değiller ya. Her ne kadar kalın kitaplarda bizden "Zanlı" diye söz
edilse de, süreç devam etse de "Hüküm verenlerin" kanaati yeter de
artar bile.
Duruşma salonunun
önündeyim. Duruşma başlasa da şu zincirlerle olan zoraki dostluğumdan bir
nebzeliğine kurtul-sam. Ama sanırım içerdekilerin pek acelesi yok. Öyle ya
devlet memurluğunun rutin işleyişi...
Askerlerin duvarlarda
yazdığı ilginç yazılara takılıyor gözlerim. Bu yazılara bakılırsa askerlik
upuzun bir gecedir. Karanlık, soğuk ve sıkıa olan bu
gecenin şafağı kurtuluştur. Duvarlar baştanbaşa şafağın tarihini belirten
rakamlarla dolu. Duruşma salonunun kapısı da bundan nasibini almış. Her taraf
karanlık geceden kurtuluşun özlemiyle tutuşanlar tarafından kirletilmiş.
Duruşma salonuna açılan kapı ise gecenin bitmesini değil sürmesini isteyen
soğuk yüzlü birkaç kişinin karşısına çıkarıyor insanı.
Mübaşirin sesi ve
zincirlerin çözülmesi için gözüken telaş. Asma kilidin anahtarını bulmakta
zorlanan askere, çıkışıyor rütbeli. Nihayet zincirler çözülüyor. Hamd olsun Allah'a. Bileğimi ovuşturmaya fırsat bile
bulamadan kendimi soğuk bakışlı dört kişinin karşısında buluyorum. En soldaki
çok kötü bakıyor. Nedenini bilmiyorum, ama herhalde bu kinin bir sebebi
vardır. Ben kendisini hiç tanımıyorum. Hatta adını bile bilmiyorum. Ama sanırım
bu zat benim hakkımda çok şey biliyor, ya da bildiğini sanıyor. Düşmanlığının
sebebi mi? Sanırım tek sebep onun tanrısına ibadet etmeyi kabul et-meyişimdir. Şimdi ona sorsanız soğuk kitaplardan mekanik
dua sözlerle bir sürü rakam sıralayacaktır, ama inanın bana tek sebep budur.
"Lailahe illallah"...
Ortadaki bir şeyler
söylüyor sayfalan çevirirken. Kulağım uğulduyor, bir şey anlamıyorum
dediklerinden. Aslında dediklerini tahmin etmiyor değilim. Hani Firavun iman
eden sihirbazlara demişti ya "Demek benden izin almadan iman ettiniz öyle
mi? Göreceksiniz kimin cezası daha şiddetliymiş." Yani hazır olun
cezama...
En soldakinin kindar
bakışlarına aldırmadan ben izlemeye başlıyorum onları. İkisi kâtibe bir şeyler
yazdırırken, sağdaki umursamaz tavırlarla, nerde olduğuna bakmadan, bir sigara
yakıyor. Derin iki nefes çektikten sonra pencereye bakıp dalıyor. Şu1 an kim
bilir nerdedir. Gece geç saatlere kadar içip sabah uyanmak zorunda kaldığı
için mi bu durgunluğu, pek belli değil, ama gözlerinin altındaki siyahlık ve
tor-bacıklar bir şeyler anlatıyor. Bir ara umursamaz
bakışlarını önce ziyaretçilere sonra bize çeviriyor. Sanırım onun gözlerinde
basit ayrıntılardan başka bir şey değiliz. Sadece bir dosya ve birkaç rakam...
Bir ara gayri ihtiyari
arkaya döndüğümde, mahzun birkaç bakışın üzerimde kilitlendiğini fark
ediyorum. Kendimi zorlayıp gülümsemeye, bir baş selamı vermeye çalışıyorum.
Onların yüzündeki acı gülümsemeyi, büyük kederi fark ettiğimden benim yüzümde
de aynı ifadenin oluştuğunu hissediyorum. Gözlerim yanmaya, burun direğim
sızlamaya başladığında, daha fazla dayanamıyor, yüzümü çeviriyor, karşımdaki
sahneyi izlemeye devam ediyorum. En soldaki sert sert
bakıyor bana. Sanırım bu tavrımla onun mabedine saygısızlık yaptığımı
düşünüyor. Umursamıyorum.
Duruşma bitiyor Artık pertie kapanacak. İtiş-kakış arasında arkaya ^nüp bif seıam
verebiliyorum kelepçesiz eller ile. Onlara ^.di birçok şey söylemek isterdim.
Örneğin Yakup'un güzel Arından söz etmek... Ama daha kapı ağzında bileğime or.ruyor kelepçe yeniden. Kollarıma
girenler şimdi biraz daha Merdivenlerden inerken solumdaki-nin
iç çekişiyle hr>Â baküğını
fark ediyorum. Koridora girmeden bir komut;, duruyoruz, sebebini bilmeden.
Solumda-kinin üzerime kib.;^ bakışlarına karşılık
verdiğimde gözlerinin dolduğun, soruyorum. Bunun kıyafetiyle uygunluk arz
etmediğini gizlemeye çalışıyor yüzünü. Galiba benim dinlemedişm
duruşmayı o dinlemiş. Beni mahkemeye götürürken kin bilir neler düşünüyordu
hakkımda. Şimdi dolu gözlerle be^y^ ve biz koridora çıkmadan hemen önce kırık
sözlerle, a.ıcak şu kadarını söyleyebiliyor.
"Üzülme! Allah sabredenler;;, beraberdir " Çap çap
çap1..
Koridordayu yjne ve ner
a£jım atışımızda aynı sesler çıkıyor. Yerler ıslak.
(;ap çap çapj Ben sv^ai üzerime sıçramasın diye
dikkatli dikkafii adımlarımı atarken, postallar hızla
iniyor ıslak zemine. Çabam m^e Sular üstüme sıçrıyor. Bu halde, kelepçeH eller ile Oracık bir zindan arabasında namaz
kılmak zorunda kalacağın-,.
Mahkeme koridoru ^
parça daha alıyor yaşamımdan. Rabbin kutlu adını anıyor ve gülümsüyorum
kelepçeye. Selam olsun
şerefli kâtiplere
Çap çap çap!..
Çocuk hızla koşuyordu.
On yaşın biraz üzerinde gösteriyordu. Çıplak ayaklan, sert zemine, taşlara,
dikenlere Nefes nefese kalmış, yorulmuştu. Ama umursamıyordu. Köyün dışındaki
eve kadar koşusunu sürdürmesi gerektiğine inanmıştı. Aynı gün içinde üçüncü
koşusuydu bu.
İnsana ilk bakışta her
an yıkılacak intibaını veren kerpiç evin önünde tedirgin bakışlarla bakan
adamın yanında durdu çocuk. Adam, konuşmasını bekledi birkaç saniye; ama soluğu
kesilen çocuk konuşamıyordu.
Adam, daha fazla
sabredemedi:
- Gelmiş mi? dedi
sertçe.
Çocuk konuşamadı bir
süre daha. Nefes nefeseydi. Bunun daha da devam edeceğini-anlayınca başıyla
"Hayır" anlamında işaret yaptı.
Olduğu yere yığıldı
adam. Başını ellerinin arasına aldı. En az bir aylık kadar gözüken sakalını
çekiştirdi. Dudağını ısırdı. Çaresizlik belini büküyordu. Ayıp olmazsa bağıra
bağıra ağlamak istiyordu. O da bir çözüm değildi, ama
belki rahatlardı biraz.
- Ne oldu?
Dönüp sesin geldiği
tarafa baktı adam. Eşiydi seslenen. Yüzüne bakmaya utanıyordu. Aslında onun da
kendisiyle aynı durumda olduğunu, aynı acılan çektiğini biliyordu, ama evin
erkeği kendisiydi. Çözümü kendisinin bulması gerekiyordu.
- Daha gelmemiş...
Başını kaldırmadı
adanı. Kısa bir süre çöktüğü yerde parmaklarıyla yeri eşeledi. Aniden doğruldu.
Eşinin yanından geçip eve girdi. Yer yatağında acıyla kıvranan oğluna baktı.
Oğlu büyük bir acı çekiyordu. Zorlukla açabildiği gözlerinin altında belirgin
morluklar vardı. Dudakları çatlamıştı. Ahmed'i,
yıllarca beklediği umudu, sevgisi göz göre göre
eriyordu. "Keşke acılar benim bedenime geçseydi Ah-med'im!"
diye inledi ancak kendisinin duyabileceği bir sesle. "On yıl bekledik
seni. Adaklar adadık, dualar ettik gelmen için. Allah seni bize hediye etti de
sevindirdi, kırık kalbimizi. Şimdi sen hastasın ve ben hiçbir şey
yapamıyorum."
Silkindi bir an. Her
şeyi göze almalı ve bir şeyler yapmalıydı.
- Mahmud!
diye seslendi dışarı doğru. Mahmud içeri girdi.
Dinlenmişti.
- Eşeği hazırla!
Hemen gözden kayboldu Mahmud.
- Ne düşünüyorsun
Cemal?
Eşinin sorusuna döndü
adam. Kısa bir süre göz göze geldiler.
- Ahmed'i
götüreceğim.
- Ama ya karakol?
Kadının sesinde hem
çaresizlik hem de itiraz vardı. Ama böyle eli-kolu bağlı duramazdı. Cemal:
- Başka çarem yok...
"Falakaysa,
falaka" dedi içinden. Ahmed'i, biricik evladı
bu halde iken kendini düşünemezdi.
- Ama ya seni
karakolda tutarlarsa Ahmed'in durumu ne olacak?-
Bunu düşünememişti
Cemal. Elinden geldiğince kasabaya uğrâmıyordu karakolun önünden geçmemek
için. Ama işte mecbur kalıyordu. Şapkası olmadığı için iki kez falakaya
yatırılmıştı karakolda. İlkinde utanmış ve kimseye söylemek istememişti, ama
eşi hemen anlamıştı. Zaten o, her zaman kafasında geçen şeyleri bile anlıyordu.
Sabırlı, akıllı/halden anlayan bir kadındı eşi.
Elleri yanma düştü
Cemal'in. Eşinin uyarısı ona unuttuğu bir şeyi hatırlatmıştı. İkinci falakadan
sonra karakol komutanı "Bir daha şapkasız buradan geçersen seni mahkemeye
veririm. Oradan da kendini mapus damında
bulursun" demişti. Mahkeme; hapishane, hatta yağlı urgan demekti. Kasaba
Camii İmamı, başından sarığı çıkarıp şapkayı giymediği için mahkemeye
verilmişti. Sonra da "Devletin nizama tını tağyire teşebbüsten"
yağlı urgan...
Elini boğazına attı
Cemal. Soğuk terler, ensesinden başlayarak beline kadar indi. Bir-iki yutkundu.
- Eşeği hazırladım amca!
Mahmud'tu konuşan. Yaşına göre oldukça akıllı ve
olgundu Mahmud.
Oğlu Ahmed'in en iyi arkadaşıydı. Birkaç gündür evin
önünden ayrılmıyordu. Arada bir üzüntüyle göz atıyordu hasta yatağındaki
amcaoğluna.
Cevap vermeden bir
süre durdu Cemal. İçinde isyanlar, öfkeler, güç yetmezliğin ağıtlarına
karışıyordu. Bir Mahmud'a bir de Ahmed'e
baktı.
- Mahmud! dedi. Bir
koşu bak gel, Sadık Dayı gelmiş mi?
Ok gibi fırladı Mahmud. Gideceği yere kadar durmayacağına emindi Cemal. O
gün, dördüncü kezdir gidiyordu Sadık Dayının evine.
Sadık Dayı, köyde
şapkası olan tek kişiydi. Maddi durumu iyi olduğu için hemen bir şapka almış ve
böylece bir defa bile dayak yememişti. Allah var, iyi adamdı Sadık Dayı. Köyün
çoğu onun şapkasıyla gidiyordu kasabaya. O da her isteyene şapkasını veriyor,
hiç de minnet etmiyordu. "İyi adam iyiliğiyle anılır" dedi içinden
Cemal.
Şehre bir ziyarete
gitmiş ve iki gündür dönmemişti Sadık Dayı. Köylü çok zor durumda da kalsa
falakayı göze alıp gitmiyordu kasabaya. Sadık Dayının yokluğu kasaba yolunu
ıssızlaştırmıştı bu iki gündür. Bu gün gelmesi gerekiyordu, ama yoktu hala.
"Ah Sadık Dayı,
tam zamanını buldun gidecek" diye geçirdi içinden Cemal. Ahmed'ini doktora götürmek için gerekli parayı temin etmiş
ve sabahtan itibaren şapkayı beklemeye başlamıştı. Ahmed'ini
doktora götürecek, doktorun vereceği ilaçlarla acılarını dindirecekti.
- İşte getirdim amca!
Mahmud, elinde şapkayla içeri dalmıştı. Sevinçten gözlerinin
içi gülüyordu. Yine nefes nefeseydi, ama müjdeyi bir çırpıda söyleyivermişti.
Cemal de sevindi. Bir
kuş kıpırdar gibi oldu göğsünde. Şapkayı başına geçirirken karısına döndü.
- Cahide! Ahmed'imi hazırla! Acele et!
Elini cebine atıp bir
şeyler aradı. Parası yerindeydi. Başında şapkayla kendini güvende hissetti.
Mahzun gözlerle Ahmed'e bakan Mahmud'a
takıldı gözleri.
- Sen de hazırlan Mahmud!
Bana yardımın dokunur.
Mahmud, sevinçten uçacak gibi oldu. Hızla eve doğru
koşmaya^başladı. Kasabaya ayakkabısız gidemezdi. Dayısının verdiği pabuçları
ayağına giyip döndü. Eskimesin diye kullanmıyordu pabuçları.
Mahmud, eşeğe bindi önce. Önünde oturtulan Ah-med'i düşmesin diye sıkıca tuttu. Ahmed,
oldukça halsizdi. Cemal, yularından tutup eşeği kasaba yoluna sürdü. Kasabaya
kadar yol, iki saat kadar sürüyordu. Hasta biri yanlarında olmazsa uzun bir
yol sayılmazdı köylüler için.
Cemal, arada bir dönüp
Ahmed'e bakıyordu. Ahmed'in
gözlerinin altındaki morarma artmış, benzi sararmaya başlamıştı. Mahmud, onu sıkı sıkıya tutmazsa her an düşebilirdi. Cemal,
bazen hızlanmak, acele doktora varmak istiyordu. Ama hemen sonra Ahmed'in düşme, rahatsız olma ihtimalinden dolayı yine
yavaşlıyordu.
Karakol göründüğünde
bir telaş yansıdı Cemal'in davranışlarına. Gözlerine belirgin bir kaygı oturdu.
Elini basma götürdü gayri ihtiyari. Bir güven hisseder gibi oldu.
Öyle ya şapkası vardı.
Karakolun Önünden geçebilir, kimse ona bir şey diyemezdi. Her şeye rağmen
kumandanla karşılaşmamayı diliyordu.
Karakola yüz metre
kadar yaklaşmışlardı ki Mah-mud'un
çığlığı yükseldi. Kendine geldi Cemal.
- Amcaaa!
Dönüp baktı. Ahmed düşmek üzereydi. Demek Mah-mud'un gücü artık onu tutmaya yetmiyordu. Hemen eşeği
durdurup Ahmed'in yanına geldi. Derin derin soluyordu Ahmed. Arada bir
iç geçiriyor gibi oluyordu. Cemal, elini oğlunun boynuna atınca irkildi
birdenbire. Çocukcağız yanıyordu yüksek ateşten. İhtimamla tutup indirdi oğlunu
eşeğin üzerinden. Yolun kenarına sırt üstü yatırdı. "Eşeğin sırtında yolculuk,
halsiz bedenine rahatsızlık vermiş belki" diye düşündü. Biraz soluklanır,
sonra yollarına devam ederlerdi.
Ahmed'in dudakları kurumuştu. Babası başına bağlı tülbendi
çözüp ıslattı. Hafifçe kurumuş dudaklarına değdirdi oğlunun. Ahmed'in gözleri yarı açık, göğsü hızlı hızlı
inip kalkıyordu.
- Ahmed!
Ahmed'im. Aç gözünü oğlum. Çok kalmadı kasabaya.
Seni orda doktora götüreceğim.
Ahmed, cevap vermiyordu. Elleriyle birkaç kez hafifçe yeri
dövdü. Soluklan yavaşladı. Soğuk terler aktı sırtına Cemal'in. Korkuyla
irileşti gözleri. Bu, sekerat denen ölüm öncesi andı.
- Hayır hayır, dedi
inleyerek.
Ahmed'in ellerini tuttu. Ruhun çıkmasını engellemek ister gibi
sıkıca kucakladı oğlunu. Ama nefesi kesilmişti çocuğun. Cemal, şapkanın
başından düştüğünü fark etmedi. Doktor, para, Sadık Dayı, falaka, karakol,
kumandan... Zihni savaş alanına döndü. Herkes her şey birbirine karışıyordu.
Kumandan bazen Sadık Dayı oluyor, ona şapka uzatıyor, bazen Sadık Dayı
kumandan oluyor onu falakaya yatırıyordu. Sopalar ayağına indikçe kumandanın
kahkahaları ile Cahide'nin çığlıkları birbirine
karışıyordu. Hızla çıkıp kaçıyordu'köyden,
karakoldan... Başının etrafında dönen bir şeyler görüyordu. Başına, sırtına,
kollarına çarpıp kendisini yaralayan bu şeyin bir şapka olduğunu fark ediyordu.
Sadık dayının şapkası... Ahmed, korunmak için
arkasına sığınıyordu ama şapka döne done ona da saldırıyordu. Ahmed, çığlıklar atıyor, her tarafı yaralanıyordu. Tüm
çabasına rağmen oğlunu kurtaramıyordu şapkanın darbelerinden.
- Ahmeeeed!
Hüngür hüngür ağlamaya başladı Cemal. Sıkı sıkıya sarıldı oğluna.
Sonra kesildi ağlaması. Oğlunu bırakıp boş gözlerle baktı etrafına. Gözü
şapkaya ilişti. Hemen kaldırıp tozunu silkeledi. Evirip çevirdikten sonra, Ahmed'in basma geçirdi şapkayı. Ayağa kalkıp bir adım
uzaklaştı. Sonra yine yaklaşıp biraz daha düzeltti şapkayı. Gülmeye başladı.
Ayak sesleri duyunca durakladı. Sağ tarafa baktı. Kumandan iki askerle
birlikte ona doğru geliyordu. Hemen Ah-med'i tutup
kaldırdı biraz. Yanına oturttu sonra. Gülerek baktı askerlere.
- Ne oluyor burada!
diye bağırdı kumandan.
Hızla ayağa kalktı
Cemal. Ahmed'i gösterdi askerlere.
- Onu dövemezsiniz. Mahkemeye veremezsiniz. Bakın
Ahmed'in şapkası var. Tamam mı? Onu dövemezsiniz.
Baba-oğula tiksintiyle baktı kumandan. Askerlerine döndü.
- Gidelim, dedi.
Delilerle uğraşıyoruz, diye mırıldanmaya devam etti.
Mahmud, ağlayarak köye doğru koşarken, Cemal bağırmaya
devam ediyordu.
- Ahmed'imi
dövemezsiniz! Kimse onu dövemez! Onun şapkası var...
Gece tüm cüssesiyle
çökmüştü şehrin üstüne. Ana caddelerdeki kısmi aydınlık ara sokaklara
girildikçe yerini kesif bir karanlığa bırakıyordu. Karanlık sokaklar caddeye
doğru ağzını açmış canavarlara benziyordu. Kışı haber veren soğuk rüzgârın
gazete parçaları ve naylos poşetleri savururken
çıkardığı sesler, gerilimli ortama iyi bir fon oluşturuyordu.
"Çok geç
oldu" diye düşündü Ramazan. Sessiz sokaklarda ister istemez dikkat
çekecekti. Şehrin merkezi yerleri, ana caddeleri o anda bile az da olsa
işlekti. Kenar mahallelerde beş- on dakikada birine rastlamak bile zordu. Bir
saat önce bile çıksa şimdiki gibi dikkat çekmeyecekti.
"Allah'a tevekkül
etmekten başka yapacak bir şey yok" dedi içinden. "Çıkmak zorunda
kalmasaydım, zaten çıkmayacaktım. Her şey insanın istediği gibi gelişmiyor. Çabalar
bir yere kadar devam eder, ondan sonra her şeyi oluruna bırakmak
gerekiyor." İbrahim (a.s)'ı düşündü bir an. Onu ve ailesini... Tarihin ne
parlak, ne muhteşem bir tablo-suydu onların yaşamı. Baba, ateşin karşısında,
anne ıssız
bir çölde bebeğiyle bir başını Dgul keskin bıçak karşısında.... İnsanı tepeden tırnağa ttreten büyük bir tevekkül, büyük bir teslimiyet...
Yürürken etrafına göz
imayı ihmal etmiyordu Ramazan. Gözlerinden hiçbir çeviri kaçmamasına dikkat
ediyor, bu arada her sese de sulak kabartıyordu. Saatine bakmak için biraz duraklac; Kenarındaki tuşa basarak aydınlattığı saatim
görünce ılımlarını hızlandırma ihtiyacı hissetti.
Bir caddeye gelince drdu. Dikkatle, iyice taradı çevreyi. Kulak kabarttı. Hiç icnse gözükmüyor, hiçbir ses duyulmuyordu. Bir daha sürdü
etrafı. Görebildiği alan içinde art arda yolun kenara park etmiş üç otomobil
ile bir kamyonetten başka bir şev görünmüyordu. Tam karşısındaki binaya baktı
bir dakıu kadar. Anormal bir durum
göze çarpmıyordu.
Hızla caddenin karşı
tayfına geçti. Bir kez daha seri bakışlarla sağa sola baktıktar
«ara beş katlı binaya yaklaştı. Dış kapı açıktı. Yavaşça içsi süzüldü. Parmak
uçlarına basıyor, sessizliğe azami özer: gösteriyordu. Eli, merdiven
lambalarını yakmak için gayr. ihtiyari butona gitti. Tam basacaktı ki kendine
geldi. Bacaktan vazgeçti. Gözleri karanlığa alışsın diye biraz bezdikten sonra
sessizce merdivenleri çıkmaya başladı. Binrei kata
çıktı. Merdivenlerin üzerindeki pencerelerden cacieye
bir göz attı. İkinci katın merdivenlerine yönelmek üzmeyken bir şey çekti
dikkatini. Kaldırımın kenarına park ecsı
otomobillerden birinde bir kıvılcım çakmıştı. Demek e'.-vordu
ki otomobil boş değildi. Ramazan, dikkatini aynı araca yoğunlaştırmca
bir karartı görür gibi oldu. Büyük ihtimalfe biri
sabredemeyip sigarasını yakmıştı. Aslında birilerine bir işaret vermek istemiş
de olabilirdi.
"Ortalık hiç de
göründüğü gibi ıssız değil" diye düşündü Ramazan. Bina gözetleniyor
olabilirdi. Bir kaygı belirdi içinde. Suyun karanlıkları içinde gizlenmiş ağa
takılan bir balık gibi hissetti kendini. Kısa süreli bir tereddüt yaşadı. Sonra
yine yavaşça çıkmaya devam etti merdivenleri. İkinci kata çıktığında bir daha
göz attı caddeye. Bir hareketlilik yoktu. Üçüncü kata çıktığında kaygısının
arttığını hissetti. Kapının önünde sessizce durdu on saniye kadar. Zile basmak
üzereyken vazgeçti. Dikkatle kapıya bakmaya başladı. Ahşap kapıda yerden otuz
santim kadar yukarıda belirgin bir ezilme fark etti. Nefesini tutup eğildi.
Yanılmamıştı. Kapıda bir değil birkaç yerde kırıklık ve eziklikler vardı. Bir
şimşek çaktı kafasında. "İçeride karakol olmalı". Öyle ya, dışardan
hiçbir anormal görüntü yoktu. Dairenin lambaları yanıyordu. Dışarıda binayı
gözetleyenler arabalarını caddenin nispeten karanlık bir köşesine park
etmişlerdi.
Sessiz, ama hızlı
hareketlerle aşağıya yöneldi Ramazan. Birinci kata geldiğinde araba
kapılarının açılıp kapanma seslerini duydu. Caddeye bir göz attı. Bir an donar
gibi oldu. Boş sandığı otomobillerden birkaç kişi inmiş, birkaç kişi de
iniyordu. Yedi-sekiz kadar kişiydi. Binaya doğru yürümeye başladılar.
Bazılarının elinde uzun namlulu silahlar vardı.
"İşim bitti
galiba" diye düşündü Ramazan. "Buraya kadarmış galiba." Ya teslim olmayacak,
öldürülecekti, ya da yakalanacak, işkence ve zindanın tadına varacaktı. Aklına
ilk gelen şeyi yapü. Önünde durduğu dairenin kapısını
çaldı hafifçe. Tedirginlikle bir yukarı bir aşağı baktı. Tam o sırada kapı
açıldı. Altmış yaşlannda başında beyaz bir namaz
örtüsü bulunan yaşlı bir kadm açtı kapıyı. Şaşkınlık
ve merak dolu bakışlarda baktı Ramazan'a. "Gizlemenin anlamı yok"
diye düşündü Ramazan.
-Anacığım, dedi titrek
bir sesle. Polis peşimde. Evinde gizlenebilir miyim?
Binanın girişinde ayak
sesleri duyunca, cevap beklemeden içeri daldı Ramazan. Kadının şaşkınlığı
biraz daha artmıştı. Ne diyeceğini, nasıl bir tepki vereceğini bilemiyordu.
-Ama evladım, benden
başka kimse yok evde...
- Korkma anacığım,
dedi Ramazan. Hırsız ya da namussuz biri değilim. Sadece bir Müslüman'ım. Eğer
burada yakalanırsam "beni tehdit edip zorla içeri girdi" dersin.
Kadının korkusu bir
nebze olsun azaldı. Temiz yüzlü, insana her haliyle güven veren bu gençten bir
zarar gelmeyeceğine inandı. Mahcup ve tedirgin tavırlarına üzüntüyle baktı.
Ama itirazı sürüyordu.
- Evladım! Nereye
gizleneceksin ki?... Bu evde bir şey yok. Küçük oğlumla beraber kalıyorduk, o
da askere gitti.
Hızla içeriye bir göz
attı Ramazan. Gerçekten de evde çok az eşya vardı. Yerlerde eski kilimler,
minderler, eski yaylı bir somya, üç gözlü bir ocak, küçük bir buzdolabı... Evde
başka göze çarpacak bir şey yoktu.
Merdivenlerde
koşuşturma sesleri gelince somyaya yaklaştı genç adam. Sesler arttıkça içindeki
kaygı da artıyordu. Yavaşça eğilerek somyanın altına girdi. Dizleri üstüne
çökerek sol yanağını yere bıraktığı ellerinin üzerine koydu. Bu şekilde somya
örtüsünün altından odanın içini de görebilecekti.
Daire kapılan
açılıyor, arada bir bağırma- çağırma sesleri yükseliyordu. Birileri
öfkelenmişti. Tuzak iyi kurulmuş, avcılar iyi yer tutmuştu. Tüm bunlara rağmen
av elden kaçarsa, öfkeleri daha da artacaktı. Hem dairenin içinde, hem de dışanda yer tutmuşlardı. Av'm
binaya girdiğini görmüşlerdi, dairelerden birinde olmalıydı. Yer yarılıp içine
girecek değildi ya...
"Allah'ım,
kendime değil sana güveniyorum. Her şeye kadir olan sensin. Ben sana ve dinine
inandım. Ben, yakalamalarından, işkenceden, zindandan, ölümden korkmuyorum,
bunu sen biliyorsun. Beni fitneye düşürmelerinden korkuyorum. Nurunu
tamamlayacağını biliyor, vaadine inanıyorum. Benim çabam ve tedbirim fitneye
düşmekten korktuğum içindir. Ey kendisine sığınanları koruyan! Ey mazlumların
sahibi!"
Karşı dairenin kapısı
açıldı. Öfkeli bağırmalar, özür üslubunda karşılıklar, cılız tepkiler... Herkes
şartlan, coğrafyayı iyi özümsemişti. Herkes rolünü iyi biliyordu. "Şimdi
buruya da gelecekler" diye mınldandı yaşlı kadm, korku dolu bir sesle. Gelecekler ve genç adamı
yakalayacaklardı. Onu hiç tanımıyordu ama yakalanması ihtimali üzüyordu yaşlı
kadını. "Yakalanırsa annesi çok üzülecek" diye geçirdi içinden.
"Hiçbir zaman
kendime güvenmedim ey Rabbim! Sen, dilediğini aziz kılar, yüceltir, dilediğini
zelil kılar alçal-tırsın. Sen güç yetirirsin, ben yetiremem. Tarih boyunca peygamberler,
Salih insanlar, her zaman küfrün fitnesine karşı senden yardım istediler. İşte
Ashabı Kehf... Tüm inanç ve içtenliklerine rağmen
dikkatli davranıyorlar ve şöyle diyorlardı. "Birinizi bu paranızla şehre
gönderin de temiz olan yiyecekten size getirsin. Oldukça hassas davransın ve
sakın sizi kimseye sezdirmesin. Çünkü onlar üzerinize çıkarlarsa sizi taşa
tutarlar veya dinlerine geri çevirirler. Bu durumda ebedi olarak kurtuluş
bulamazsınız." Ey Rabbim eğer dininden dönersem biliyorum ki hem dünyam
hem de ahiretim gider. Yardım et Rabbim! İbrahim
(as)'ı ateşe karşı korudun, Yunus (as)'ı balığın karnında korudun. İman eden Kehf ashabını korudun. Habibin
Muhammed Mustafa (sav)'i yalın kılıç bekleyen müşriklerin arasından geçerken
korudun. Bana da yardım et Rabbim!"
Dairenin kapısı
çalındı. Bir tereddüt anı yaşadı yaşlı kadın. Sonra yavaş yavaş
yürüdü kapıya. Kapıyı açtı. Korkuyla baktı kapıdaki silahlı adamlara. Hepsi de
sivil giyimliydi. Bina sakinlerinden emekli bir bekçi de kapıda gelenlerle
birlikteydi.
- Evde senden başka
kimse yok mu? dedi tok sesli şişman bir polis.
Bir tereddüt yaşadı
yaşlı kadın.
- Yok, dedi. Ben
yalnızım.
Kadının tereddütü memurun dikkatinden kaçmadı.
Allah bizeyeter.
Bekçi emeklisinine döndü.
- Kadın doğru
söylüyor, dedi emekli bekçi. Bir oğlu yanında kalıyordu, o da askere gitti.
Memur haşin
bakışlarıyla bir süre hırpaladı kadını.
- Bu gece kimseye
kapıyı açtın mı?
- Hayır, dedi yaşlı
kadın. Öfkeyle soludu memur.
- Yer yarılıp da içine
girmedi ya, diye bağırdı. Arayın evi!
"İşte
başladı" diye geçirdi içinden Ramazan. "Birazdan bulurlar. Ey
Rabbim! Ey Rabbim! Sen her şeye kadirsin. Tüm günahlarımdan tevbe
ediyor, sana sığmıyorum. Sen onların gözlerini görmez et! Ve ce'alna min beyni eydihim şedden ve min halfihim şedden fe eğşeynahum fehum la yubsirun. Eve gitmem ve burada karakol oîciuğunu
haber vermem gerekir. Sen onların gözlerini görmez et! Sana sığınıyorum, beni
koru! Sana sığınıyorum. Sana sığmıyorum, beni koru! Sana sığmıyorum, Sana
sığmıyorum, Sana sığmıyorum."
İki ayak somyanın
önünde durdu. Sonra eğildi ayakların sahibi. Örtüyü kaldırdığında Ramazan,
onunla göz göze geldi. Boş gözlerle baktı somyanın altına. Örtüyü indirip çekildi.
Ramazan, donup
kalmıştı. Dudakları deprenmiyor; ama kalbi mütemadiyen aynı kelimeleri
tekrarlıyordu. "Ey Rabbim! Ey Rabbim! Ey Rabbim!..."
- Tamam, dedi tok bir
ses öfkeyle. Allah kahretsin!
Gidelim.
Memurların hepsi de
öfkeliydi evi terk ettiklerinde. Bu son daireydi. Kafalan almıyordu. Onca
hazırlık boşa mı gidecekti?
Yaşlı kadın da
şaşkınlıktan dona kalmıştı. Her şeyi görmüştü. Memurun somyanın Örtüsünü
kaldırmasını, Ra-mazan'm
şaşkın bakışlarını ve polislerin öfkeyle evden ayrılmasını... dairenin
kapısını örttükten sonra, yaklaştı somyaya. Titrek bir sesle sordu.
- Bu nasıl bir şeydi
oğlum? Seni nasıl görmediler?
Ramazan, kımıldamıyor,
dudaklarını bile oynatmıyordu. Gözlerini yummuştu. Kalbinde durmadan Allah'ı hamd ile teşbih ediyordu.
Kapı yeniden çalındı.
Yaşlı kadın uyanır gibi oldu. Kapıda yine sesler yükseliyordu. Kadın, kendini
kaybetmiş, daha onlar uzaklaşmadan konuşmuştu. Kapıyı açtı. Birkaç kişi bir
anda daldı içeri. Hızla dağıldılar etrafa. Şişman memur yaşlı kadına yaklaştı.
- Kiminle konuştun
kadın!
- Kimseyle konuşmadım
evladım.
- Sesin geldi kadın!
Birine seslendin.
Yaşlı kadın, memurun
çatık kaşlarını görünce korktu. Başını önüne eğdi.
- işiniz çok zor, Allah yardımcınız olsun
dedim. Ne geceniz var, ne gündüzünüz...
İnanmaz tavırlarla
baktı kadına şişman polis. Arkadaşlarına seslendi.
- Dikkatli arayın! Sığınak, gizli bölme
olabilir bir yerlerde.
Dairenin her yerini
inceden inceye aramaya başladılar. Duvarlar, zemin, banyo, tuvalet... her
tarafı kontrol ettiler. Çekiçle vurup boşluk aradılar duvarlarda. İki kez somyanın
örtüsünü kaldırıp altına baktılar.
Memurlar, bir süre
daha aramalarına devam ettiler. Evi terk ettiler sonra eli boş olarak.
Yaşlı kadın, yaş
dolmuş gözleriyle baktı Ramazan'a. Yürümek istedi, ama sanki dizlerinin bağı
çözülmüştü. Diz üstü çöktü yaşlı kadın.
Ramazan, yerden
doğrulurken vücudunun ürperdiğini hissetti. Onun da göz yaşlan yanaklanndan süzülüyordu. Dudakian
yine deprenmiyordu, ama kalbinde art arda aynı sözler tekrarlanıyordu.
"Allah bize
yeter, O ne güzel vekildir."
Pencereye yanaştı genç
adam. Hafif bir rüzgar saçlarım yalarken bir an gevşediğini; hoş bir duygunun
bedenini sardığını hissetti. Baharın bembeyaz bulutlan arada bir küçük
muziplikler yaparak güneşi Örtüyor, sonra bir köşeye kaçıp kayboluyorlardı.
Mavi gökyüzü derinliğiyle insanda gizemli bir hava bırakıyor, berraklığıyla da
mahzun
kalpleri okşuyordu..
Genç adam öyle
dalmıştı ki odaya birinin girdiğini fark etmemişti. Hayal atını bulutlann arasında gezdirmeye devam ediyordu.
-Mesud!
İrkildi genç adam.
Bükük bir boyun ve mahcup bakışlarla döndü, kendisine seslenen ev sahibine. -
Buyur gel, yemek yiyelim.
Sessizce itaat etti Mesud. Yemek, küçük tepsinin üzerinde yere bırakılmıştı.
İki kap yemek, su bardakları, sürahi ve iki tandır ekmeği vardı tepsinin
üzerinde. Karşılıklı oturup yemeğe başladılar. Ev sahibi, Mesud
utanmasın diye yemekten başını kaldırmıyor, sürekli meşgul görüntüsü vermeye
özen gösteriyordu.
Yemeğini bitirince
kafasını kaldırdı. Mesud'un tabağı neredeyse olduğu
gibi duruyordu. Birkaç kaşık ya vurmuş, ya vurmamıştı. Bir an utandı ev sahibi.
Belki de Mesud'un sevmediği bir yemekti. Neden daha
başta bunu sormayı akıl etmemişti ki?... Belki o söylemezdi, ama kendisinin bunu
düşünmesi gerekirdi.
- Hakkını helal et,
dedi ev sahibi mahcup bir yüz ifadesiyle. Sorm'adım,
belki de bu sevmediğin bir yemekti. Gidip başka bir şeyler getireyim.
- Hayır hayır! dedi Mesud. Yemekle bir
sorunum yok.
Ben aç değilim.
Ev sahibi itiraz etti.
- Düriden
beri doğru-dürüst bir şey yemedin.
- Ama ben gerçekten aç
değilim.
Çaresizce başını salladı
ev sahibi. Sbfrayı alıp çıktı. Hemen de geri döndü.
Bir süre sessizce bakıştılar. Mesut karşılaştıkça bakışlarını kaçırıyor, bir
noktaya sabitliyordu. Ev sahibi onun sıkıntısını anlıyor, ama onun açılmasını
bekliyordu.
- Orhan'ı göremedim,
diye giriş yaptı ev sahibi. Haber bıraktım, gelince buraya uğrayacak.
- İyi, diyebildi Mesud sadece.
- Bak Mesud! dedi ev sahibi. Durumundan az çok haberim var.
Sıkılmana gerek yok. Yalnızca nasıl kurtuldun, onu merak ediyorum.
Derin bir soluk aldı Mesud. Gözlerinin önünde canlanan bazı hatıraları
uzaklaştırmak ister gibi gözlerini yumup başını salladı. Konuşup konuşmama
konusunda tereddüt yaşıyordu. Ev sahibine baktı. Onu tanıyor ve güveniyordu.
Davranışlarından
içtenliğini anlamamaya imkan yoktu.
- Nerden başlayayım?
diye sordu kısık bir sesle.
- İstersen baştan
başla.
- Evet, dedi Mesud. Baştan başlayayım.
Birkaç saniye sessizce
durdu. Eskiye doğru bir yolculuk yapacaktı, o yüzden düşüncelerini toplama
ihtiyacı duydu. Sakin; fakat yorgun bir sesle başladı konuşmaya.
- İki seneyi aşkın bir
süreydi, aranıyordum. Çok fazla eve uğramıyor, hatta memlekete bile pek
gitmiyordum. Babam her yerde beni sorduruyormuş. Hangi arkadaşı görsem,
bundan söz ediyordu. Ben de bir ara uğradım eve. Niyetim meraklarını bir
süreliğine gidermekti. Babam ısrarla kalmamı istiyordu. Ben ona tehlikeden,
yakalanmaktan söz edince baklayı ağzından çıkardı. Ona göre bir tehlike yoktu.
Amcamın bazı tanıdıkları vasıtasıyla polisle görüşmüşler; benimle ilgili arama
emrinin kaldırılması konusunda güvence almışlardı. Yalnızca bir şartlan vardı.
Ben emniyete giderek, "İşte buradayım, kaçmak, gizlenmek istemiyorum"
diyecektim. Onlar da benimle ilgili dosyayı kapatacaklardı. Babam çok kesin
konuşuyordu. Ben, aracılara güvenmediğimi, bu işin bu kadar basit olmadığını
söyleyince çok kızdı. Bağırıp çağırmaya başladı: Aslında boşuna benim için
uğraşıyorlarmış, ben böyle sefil ve derbeder yaşamayı hak etmişim. "Git!
Hangi çöplükte gebereceğin beni ilgilendirmez" diye bitirdi sözlerini.
Devreye annem girdi. Ağlayarak benim için endişelendiğini, başıma bir şey
gelmesinden korktuğunu söyledi. Oldukça zor durumdaydım. Annemi, babamı
kırmak istemiyordum, ama ortada bir hile, bir tezgah olduğunu seziyor, oyuna
gelmek istemiyordum.
Evden ayrılmaya karar
verdim. Kapıya vardığımda amcam girdi içeri. O, biraz daha ikna edici bir dil
kullanmaya özen gösteriyordu. Bana, yaptığı görüşmelerden, aracılardan,
verilen ve daha verilecek paranın miktarından söz etti. Amcam her şeyi
yaptığını, artık bundan fazla bir şeyin elinden gelemeyeceğini söyledi. Seçim
bana kalmıştı. Ya ailemin çabasını önemseyecek, onlara güvenecektim, ya da
hepsiyle ilişkimi koparacaktım. Tam bir ikileme düşmüştüm. Sürekli başka
evlerde kalmak beni sıkmaya başlamıştı. Acaba gerçekten dedikleri mümkün
müydü? Annem devreye girdi yeniden. Her şeyi hazırladıklarını, beni evlendireceklerini
söyledi. Babam, arabanın anahtarından, amcam ise yerii
bir iş kurmaktan söz etti. Söyledikleri cazip şeylerdi. Ama ya arkadaşlarım? Ya
süre gelen mücadele?., her şeylerim feda eden insanların yanında ben ne yapmıştım
ki? Ama amcam öyle düşünmüyordu. Bu badireyi atla-tıncaya
kadar bir köşeye çekilmemi öneriyordu. İnancımı yine yaşayabileceğimi, yine
ibadetlerimi yerine getirebileceğimi söylüyordu amcam.
İki arada bir derede
kalmıştım. Yaşadığım hayatın beni sıkan şekli, cazip teklifler ve mazim...
İçimden bir ses bana "Sen çok çektin. Bırak biraz da başkaları çeksin.
Evlenmek, çoluk-çocuğa karışmak senin de hakkın" diyordu. Bana mantıklı
ve ikna edici geldi bu fikir. Öyle ya ibadetlerimi yine yapacaktım, yine dinimi
öğrenmek ve öğretmek için çaba harcayacaktım. Bunun için ille de polisle kaçıp
kovalamaca oynamaya gerek yoktu. Zaten işler benim yokluğumla kesintiye
uğramayacaktı.
Söylediklerini yapmayı
kabul ettim. Öyle çok sevindiler ki... bir an onca zamandır onları üzdüğüm için
utanmaya başladım. Sabahleyin amcamla birlikte polis merkezine gitmeye karar
verdik. Böylece o gece evden ayrılmadım. Bir süre sustu Mesud.
Yaşadıklarını anlatmaya devam edecekti, ama sıkıntılı bir yere gelmişti. Aynı
anları yaşıyormuş gibi utanç ve kahır belirdi gözlerinde. Ev sahibi de aynı
sıkıntılı atmosfere girmişti.
- Ertesi gün babam ve
amcamla birlikte merkeze gittik. Aracı olan şahsı bulup durumu izah ettiler.
Adam, garip garip sırıtarak baktı bana. Sonra babam
ile amcama geri dönmelerini, birkaç saat içinde beni de göndereceğini söyledi.
Onlar giderken bir uykudan uyanır gibi oldum. Bu, bal gibi bir oyundu. Hepimizi
kandırmışlardı.
Babam ile amcam
gittikten on dakika kadar sonra iki kişi gelip beni bir araca bindirdiler. Daha
araç birkaç yüz metre gitmemişti ki, biri arkadan gözlerimi bağladı. İçimde
büyük bir pişmanlık vardı, ama iş işten geçmiş gibiydi. Hayıflanma bir fayda
sağlamıyordu. İçimden "Keşke ölseydim de bunu kabul etmeseydim"
diyordum.
Gözlerimi açtıklarında
nerede olduğumu çabuk anladım. Bir işkence yeriydi. Birkaç kişi gelip başıma
dikildi. Beni merkezden getiren, ön plandaydı ve sırıtmaya devam ediyordu.
- Evet, Mesud Bey!
dedi. Nihayet görüşebildik. Bu yaptığımızı yanlış anlama. Prosedür işte.
Ben bir şey
söylemedim. Bir dakika kadar bana baktılar. Konuşmamı bekliyorlardı, ama ben
ne diyeceğimi bilemiyordum.
- Evet, başla, dedi
aynı görevli.
- Neye başlayayım?
dedim.
Kaşlarını çattı.
Yüzünü yüzüme yaklaştırarak:
- Naz yapma, oğlum!
diye bağırdı. Teslim olmayı sen istemedin mi?
Ben, bazı isimler
söylememi istediğini sandım. Böyle bir şeyi asla yapmayacaktım.
- Amcamla
anlaşmıştınız. İşte teslim oldum. Bir köşeye çekilip kimseye karışmayacağım-
Daha ne istiyorsunuz?
Yakamdan tutup sarstı
beni birkaç kez.
- Oğlum! Bak gözlerime, aptal birine benziyor
muyum? Biz senden uyduruk-kıytırık bilgiler istemiyoruz. İşbirliği istiyoruz.
Bizimle beraber çalışmanı istiyoruz. Senin gibi birini kolay kolay sokağa salar mıyız?
Tüylerim diken diken oldu. Şimdi söz ederken bile midem bulanıyor. Bunun
adı ihanet idi.
- Hayır, dedim sesimi yükselterek. Anlaşmada bu
yoktu.
Bir tokat çarptı
yüzüme. Gözümde şimşekler çaktı. Sol kulağım uğuldadı bir süre. Sonra gülmeye
başladı bana tokat atan. Beni işaret etti arkadaşlarına.
- İşlemlerini yapıp
götürün. Bizim çocukların yanında kalsın.
Aradan iki saat
geçmeden kendimi bir hücrede buldum. Beni bıraktıkları hücrede dört kişi daha
vardı. "Bizim çocuklar" dedikleri işbirlikçilerdi. Benimle ilgili
onlara bilgi vermişlerdi. Bir hafta boyunca beni ikna etmek için uğraştılar.
Kabul ettiğim takdirde elde edeceğim imkanlardan söz ediyorlardı. Arada bir
içlerinden bir veya ikisini sabah götürüyorlar, akşam geri getiriyorlardı. Ben
onlardan uzak durmaya çalışıyordum.
Bir haftanın sonunda
beni sorguya götürdüler. Bu kez oldukça sert davrandılar. Üç gün kaldım sorgu
yerinde. En az dört- beş kez tekme-tokat dövdüler beni. Sonra yeniden hücreye
bıraktılar.
Gözleri doldu Mesud'un. Boynunu bükmüş, iç geçiriyordu. Etrafına bakındı
bir an. Bir kâbustan uyanmış gibi açıldı yüzü. Ama hemen sonra geri döndü
hatıralarına. Yüzü ekşidi, gözleri büzüldü:
-İğrenç bir yerdi
hücre. Sadece mekân için değil, oradakiler ve orada bulunma amaçları için iğrenç
diyorum. İhanetlerle kararmış kalplerin her kötülüğe tevessül edebileceğine
orada şahit oldum . İçlerindeki pislikleri, yaptıkları pislikleri birbirlerine
anlatıyorlardı. Ölüm, daha güzeldi orda yaşamaktan. Evet, ölüm daha güzeldi.
Günahkâr bir şekilde Rabbin katına gitmek zor bir şey tabi, ama ihanetlerle
gitmek korkunç. İnsan hangi yüzle Allah'ın rahmetini umabilir, dileyebilir o
cürümle. Evet, ölümü istedim, hem de Allah'a yakararak. Bu arada bana yanaşmaya,
beni kandırmaya çalışmaya devam ediyorlardı. İlkin fark etmediler, ama sonra
namaz kıldığımı gördüklerinde benden uzaklaştılar.
İki hafta sonra
yeniden beni götürdüler sorguya. Bu kez iş, kaba dayakla kalmadı. İki gün
boyunca işkence ettiler. Gittikçe takatim tükeniyordu. Dışarıdaki arkadaşlarımın
benden "hain" diye söz ettiklerini söylediler. Bu her şeyden daha
fazla yaraladı beni. Babam ve amcama kızmıyor, kendime kızıyordum. Öyle ya
onlar kandırılmıştı, ama benim o oyuna gelmemem gerekirdi. Bazı şeyler gözümü
kamaştırmıştı.
Beni ömür boyu
zindanda tutmakla tehdit ediyorlardı. Ahiretimin
gittiğini, bu arada dünyamın da gitmekte olduğunu görüyordum. Otuz yıl., dile
kolay... "Eğer onlara bir-iki yıl yardımcı olursam en azından dünyam
kurtulacak." Benden çok fazla şey istemediklerini söylüyorlardı. Beni
bazı yerlere yüzü kapalı götürecekler, ben tanıdıklara rastlarsam gerçek
kimliklerini söyleyecektim. Sonra yeni bir yüz, yeni bir hayat., yeniden
ibadetlerime dönebilir, tevbe ederek iyi bir Müslüman
olabilirdim.
"Tamam"
dedim. Kabul ettiğimi söyledim. Yalnızca bana birkaç gün daha müsaade
etmelerini istedim. Hücreye geldiğimde iki gün boyunca ağladım. Beraber sıkıntılara
göğüs gerdiğimiz, beraber sevinip üzüldüğümüz insanlara, kardeşlerime ihanet
edecektim öyle mi? Eğer Öyle bir şey yapsaydım; ben artık kendfme
insan gözüyle bakamazdım. Hayır! Bilinçli bir ihaneti hangi tevbe temizleyebiHrdi ki?...
Beni tekrar sorguya
çağırdıklarında her şeye kararlılıkla direnmeye karar vermiştim. Ancak sorgu
yoktu. Beraberimde birini daha çıkardılar. Arabadaki görevliler bir
operasyondan söz ediyorlardı. Biz de onlara operasyonda yardımcı olacaktık(!)
"Akıllı ol!" diyordu benimle gelen işbirlikçi. "Bu dünyada
herkes kendini düşünüyor, biz de kendimizi düşünmeliyiz." Ters ters baktım ona. Tavrıma bir anlam vermedi ki başka şeyle
ilgilenmeye başladı. Aptal herif! Kendini düşünen, kendi eliyle kendini
cehenneme atar mı? Öyle ya, onurunu kaybetmiş kişiler için birkaç günlük
dünya hayatında kemikçi köpekliği yapmanın adı kendini düşünmek oluyordu...
Elimizi
kelepçelememiş, gözümüzü bağlamamışlardı. Emniyetin bahçesine girince arabadan
indirdiler bizi. Yanımdaki bu işi defalarca yaptığı için onlara güven vermişti.
Ekibi toplamak için binaya girdiklerinde biz bahçede yalnız kalmıştık. Kapıdaki
nöbetçiden başka etrafta kimse gözükmüyordu. Duvara baktım. Fazla yüksek
değildi. Her şeyi göze alıp duvara doğru koştum. "Vururlarsa
vursunlar" dedim içimden. Ölüm daha güzeldir öyle bir yaşamdan.
Duvarı aştıktan sonra
caddede biraz daha koştum. Önüme çıkan ilk sokağa daldım. Sonra yine koştum. On
dakika kadar sağlı- sollu sokaklarda devam ettim koşuya. Sonra bir minibüse
binip buraya geldim. Sen beni tanıyorsun. Hakkımda ne düşündüğünü bilmiyorum,
ama ölümü bir daha oraya dönmeye tercih edeceğimi bilmeni istiyorum.
- İyi ki buraya
geldin, dedi ev sahibi. Kandırıldığını duymuştum. İyi ki buraya geldin.
Mesud, karşılık vermedi. Ev sahibi de ne diyeceğini
bilmiyordu. Teselli mi etmeli, destek mi vermeli yoksa kendi haline mi
bırakmalıydı? Kararsızca baktı çevresine bir süre. Üçüncü şıkta karar kıldı.
- Ben, dedi ev sahibi. Yan odadayım. Bir
ihtiyacın olursa çağır.
- Olur, dedi Mesud.
Kapının kapanma sesini
duyduğunda Mesud da pencereye yöneldi yeniden.
Sokağa, binalara, en sonunda göğe dikti bakışlarını. Beyaz bulutların
parlaklığı ve hoş görüntüsüyle kendinden geçti. Çocukluk hatıraları canlandı
gözlerinde. Arkadaşlıklar, oyunlar... masum bir gülümseme yayıldı yüzüne.
Art arda park eden
araçların çıkardığı sesler, onu kopardı hayallerinden. İki otomobil bir
minibüstü duran binanın önünde. Biraz dikkatle bakınca irkildi. Emniyetin sivil
araçlarıydı. İnenlere dikkat etti. İkisi kendisini sorgulayanlardı. Yanlarında
elleri kelepçeli bir genç vardı.
Gözleri yuvalarından
fırlayacakmış gibi iri iri açıldı Mesud'un.
Ev sahibini çağırdı. Cevap alamayınca birkaç kez sertçe vurdu kapıya. Mesud'un rengi kaçmış, yüzüne bakınca anormal bir şeylerin
vuku bulduğunu anladı ev sahibi.
- Ne oldu? dedi
heyecanla.
- Geldiler, dedi Mesud. Beni almaya geldiler.
Hızla fiencereye koştu ev sahibi. Kelepçeli genci görünce
üzüntüyle başını salladı.
- Senin için değil,
benim için gelmişler.*-İtiraz etti Mesud.
- Ama ben onları
tanıyorum.
- Ben de kelepçeli
genci tanıyorum, dedi ev sahibi. Mesud, yerinde
duramıyordu.
- Arkada bir balkon
daha yok mu?
- Ama üçüncü kattayız.
Burası atlamak için çok yüksek.
- Bir bakalım!...
Hızla mutfağın
balkonuna gittiler. Gerçekten de çok yüksekti. Henüz o bölgede kimse yoktu, ama
atlayıp kaçmak da çok zordu.
- Görüyorsun ki çok
yüksek, dedi ev sahibi. Kararlılık kıvılcımları çaktı Mesud'un
gözlerinde.
- Başka bir yol var
mı?
Cevap vermedi ev
sahibi. Başka bir yol olmadığım o da biliyordu. Ama beton zemine çakılmak demekti
atlamak.
- Kötü olur,
diyebildi.
- Ölümden fazlası var
mı? dedi Mesud. Ölüm oraya gitmekten daha güzeldir.
Kapı hızlı hızlı çalınmaya başlandı. Kısa, ama gergin bir bakışma
yaşandı iki kişi arasında.
Mesud, bir göz açıp kapama süresi içinde balkon parmaklığının
diğer tarafına geçti.
- Hayır! diye bağırdı
ev sahibi.
Boşluğa bıraktı
kendini Mesud. Sert bir şekilde önce sağ ayağının
sonra da sağ omzunun üzerine düştü. Sağ ayağında ve dizinde büyük bir ağrı
hissetti.
Bir kurşun sesi duydu
ev sahibi. Hemen sonra Me-sud'a
doğru yürüyen eli tabancalı birini gördü. Demek her tarafı tutmuşlardı.
Kurşun, Mesud'un alnından bir parça alıp gitmişti. Mesud, kendisine doğru sırıtarak gelen adamı gördü. Onu
tanımıştı. Öfkeyle baktı ona.
- Buraya kadarmış,
dedi tabancalı adam, sırıtarak. Belli belirsiz bir gülümseme okundu Mesud'un gözlerinde. Dudakları aralandı.
- Ölüm daha
güzeldir... Ey Rabbim!...
Şiddetle çalman kapıya
bakmadı ev sahibi. Açılmadığını görünce tekmelemeye başlamışlardı.
"Kırsınlar" dedi içinden. Mesud'un önce
kıvranan sonra yavaş yavaş hareketsiz kalan bedenine
baktı büyük bir kahırla. Kapı kırılırken tepkisiz bir yüzle seyretti sadece.
Yine yorgun bir halde
çıktım yatağımdan. Gece boyunca yastığımla boğuşmaktan bitap düşmüştüm. Sağ
yanıma uzandım olmadı, sol yanıma uzandım yine olmadı. Kulağım, boynum ağrımaya
başladığında, yastığı suçladım her zamanki gibi: Yeterince yumuşak değildi, ya
da ne bileyim işte alçaktı, genişti, yüksekti gibi izahlar... Oysa sabah
olduğunda her zamanki gibi aklıselimle düşünüyor ve sorunun yastıktan değil de
benim iflah olmaz iç diyaloglarımdan kaynaklandığını buluyordum. Bazen kendimi
kınıyor, kabre, yalnızlık mekânına bırakıldığımda taş yastıktan hiç de şikâyet
edemeyeceğimi düşünüyordum.
Küçük aynama bir göz
atınca saçlarıma birkaç tarak darbesi atmam gerektiği kanaatine vardım. Bezgin
bir halde düzeltmeye çalıştım üzerimdeki elbiseleri. Saate baktım. On'a
geliyordu. Havalar daha tam ısınmadan havalandırmaya çıkıp beş-on dakika volta
atmam gerektiğini düşündüm. Hemen her gün sabah ve akşama doğru volta atmak
için havalandırmaya çıkardım.
Havalandırmada sükûnet
çekti dikkatimi. Böylesi daha çok hoşuma gidiyordu. Bir başıma yirmi beş
metrelik mesafeyi gidip gelirken yeşil teşbihimin taneleri parmaklarımın arasından
kayıyordu. Yalnızken hızlı gidip geliyordum. Yanımda biri varken ya konuşmaya
dalıyor yavaşlıyordum, ya da ya-nımdakinin
hızına ayak uydurmak zorunda kalıyordum. Her iki durumda da doğal süreç
kesintiye uğruyordu.
Bir çift gözü üzerimde
hissedince içten gelen bir dürtüyle bakma ihtiyacı hissettim. Evet, yanılmamıştım.
Tam köşede, koğuşun havalandırma duvarıyla birleştiği noktada, sırtını yağmur
suyu oluğuna dayamış halde bana bakıyordu Osman. Ben de ona bakınca indirdi
başını. Ben voltama devam ederken o, koğuşa doğru yürüdü.
Kırk yaşlarına
yaklaşmıştı Osman. Ağaran saçlarından çok kırışmış alnı ele veriyordu yaşını.
Aslında ilk bakışta kırktan da fazla gösteriyordu. Okuma yazması olmayan,
maddi durumu oldukça düşük, tam bir garibandı Osman. Dört çocuğunun karnını
doyurabilmek için birçok ağır işe koşan, ama tevekkülünü hiçbir zaman
kaybetmeyen kanaatkar biriydi. Dindar ve içtendi, ama neden yakalandığını
bilmiyor, anlamıyordu. Yüzünde mazlumiyeti çizgi çizgi okumak mümkündü.
Bir kez Osman'a
gördüğüm bir rüyayı anlatmıştım. Rüyada onunla beraber bir araca binmiş
gidiyorduk. Ona rüyayı anlattığımda hayra yormuş, mahzun yüzü biraz aydınlanmıştı.
Bu meselenin üzerinden iki hafta kadar geçmişti ki yine bir gece ranzaya
çekilmiştim. Yatmaya hazırlanıyordum. Ona "Sen yatmıyor musun?"diye
sormuştum. Bükük boynuyla bir tutamak arar gibi bakmıştı etrafına. "Uykum
yok" demişti. Kaygılar uyutmuyordu mazlumu. Bana "sen uyu ve güzel
şeyler gör" demişti. Neden söz ettiğini anlamamıştım ilkin. İzahat
bekleyen bakışlarla bakmıştım ona. "Hani geçen gece görmüştün ya"
demişti. Jetonum daha yeni düşmüştü. Zulme" lanet okuyarak çekilmiştim
ranzama".
On dakikalık voltamı
tamamladığıma kanaat getirerek koğuşa döndüm. Yatağıma doğru giderken,
Osman'ın ranzasının yânından geçtim. Osman, kendinden geçmiş elinde tuttuğu bir
fotoğrafa bakıyordu. Ben selam verince toparlandı. Ranzasında yer açtı.
- Gel otur!
- Seni rahatsız
etmeyeyim, dedim.
Gülümsedi. Kahverengi
gözlerinde az da olsa bir sevinç pırıltısı gördüm.
- Rahatsız olmam,
dedi.
Elinde tuttuğu
fotoğrafı kaldırmak üzereyken sordum.
- Çocukların mı?
Yüzü titredi.
Alnındaki kırışıklar biraz daha belir-ginleşti
- Evet...
- Bakabilir miyim?
Uzattı fotoğrafı.
Elbiselerinden, yüzlerinden mazlu-miyet
akan dört çocuğun fotoğrafıydı. Ben fotoğrafa bakarken Osman, beni gözlüyordu.
- Bizi ne zaman
bırakırlar?
Ne zor bir soru aman
ya Rabbim! Bir kez daha lanet okudum zalimlere. Fotoğrafı uzattım.
- Bilmiyorum, dedim
sadece.
"Keşke bilseydim.
Keşke gücüm yetseydi de sana biraz teselli verebilseydim."
- Seni neyle suçluyorlar?
diye sordum. -Bilmiyorum, dedi şaşkın bir yüzle.
Bir aylık bir
şaşkınlığı yeniden nüksetmişti.
- Bana anlatmak ister
misin?
İçli içli baktı yüzüme. Sanki o da birine açılmak istiyor, ama
çekiniyordu.
- Havalandırmaya
çıkalım, dedi.
Ses çıkarmadan dediğini
yaptım. İki küçük tabureyi alarak gölgelik bir yere oturduk. Birkaç dakika
sessizliği dinledik. Sonra Osman bozdu sessizliği.
- Eve geldiklerinde
gece iki civarıydı. Ne istediklerini sordum. Biri sertçe boynuma bastırıp beni
yüzüstü yere yatırdı. Evde ne yaptıklarını bilmiyorum. Çünkü başımı kaldırmama
izin vermediler. Sabah ezanı okunurken beni arabayla nezarete götürdüler. Çok
kişi vardı orda. Ben on kişi saydım bir hücrede. Onun gibi birkaç hücre daha
varmış. Kimse kimseyle konuşmuyordu.
Akşama kadar kimse
bizi sormadı. Yalnızca iki defa tuvalete çıktık. Öğlenleyin
parası bizden olmak üzere ekmek ile bozuk domates verdiler. Geceleyin birer birer hüc~ redekileri
götürdüler. Giden geri gelmiyordu. Biri sessizce gidenlerin başka hücreye götürüldüklerini söyledi. Çok
küçük, bir kişinin içinde zorlukla oturabildiği kuyu gibi hücreler... Gözüm
korktu.
Beni çağırdıklarında
çok heyecanlandım. Aslında heyecandan çok biraz korku biraz da meraktı
benimki. Belki beni neden çağırdıklarını öğrenecektim.
Gözümü bağlayıp beni
götürdüler. Biraz yürüdükten sonra biri omzumdan bastırarak:
- Otur! dedi bana.
- Yere mi? diye
sordum.
- İstersen bir koltuk
getirelim, dedi bir diğeri. Ben ci4di olduğunu sandım.
- İyi olur, dedim.
Belki yer temiz değildir.
- Otur lan! diye
bağırdı bir üçüncüsü.
Yere çömeldim önce.
Sonra bağdaş kurup daha rahat oturdum.
- Şimdi, dedi bağıran
kişi. Bize yardım edersen seni hemen evine geri göndeririz.
Sesi yumuşaktı bu kez.
Bu adamlar ne istiyor arılamıyordum. Benim gibi bir gariban onlara nasıl
yardım edebilirdi ki?.. Bir "Lahavle" çektim içimden.
- Sanırım anlaştık,
diye devam etti. Bize camiye gelenlerin ismini söyle! Aslında sen söylemezsen
de biz zaten biliyoruz, ama senin doğru söyleyip söylemediğini kontrol
edeceğiz.
Allah Allah... ne diyor bunlar yahu... Camiye gelenleri öğrenip
de ne yapacaklar? "Ya sabır" dedim bu kez.
- Tamam söyleyeyim.
Hacı Abdulkadir, Hacı Süleyman, Sofi İsmail, Tablacı
Cemal...
Bir tokat patladı
yüzüme. Gözlerimden kıvılcımlar çaktı, kulaklarım uğuldadı. Sonra bağırmaya
başladı. Art arda pis küfürler sıraladı. Biraz durduktan sonra yine bağırarak
sordu:
- Beni bir daha keriz
yerine koyma ulan. Şimdi söyle! Camiye niçin gidiyorsun?
- Namaz kılmak için...
- Başka?!
- Vaaz dinlemek
için...
- Ne gibi vaazlar?!
- Namaz- abdest
hakkında, peygamberimizin hayatı hakkında vaazlar...
- Peki, kim veriyor bu
vaazları?
Şimdi anladım. Bunlar
benden Kur'an dersi veren gençlerin ismini
istiyorlar. İşte bu olmaz.
- Bilmiyorum, dedim.
Bir tokat daha ve bir
daha... Ani ve nerden geldiği belli olmayan tokatlar insanı mahvediyor. Daha
kaç tokat yiyeceğim kim bilir...
Biri kulağıma yanaştı.
Alıp-verdiği nefesleri duyuyordum- Kulağımı patlatırcasma
bağırmaya başladı. Arada bir ağza alınmayacak küfürler savuruyordu.
- Ne demek bilmiyorum
ulan! Kimi kandırıyorsun? Seslerden dört-beş kişi olduklarını tahmin ediyordum.
- Bak, dedi sesini
yumuşatarak. Biz seninle ilgili her şeyi biliyoruz. Yaşını, nerde askerlik
yaptığını, kaç çocuğun olduğunu, onların isimlerini, son beş yılda hangi
işlerde çalıştığmı.... Biz tüm bunları nerden
biliyoruz? Elimizde seninle ilgili çok şey var. O yüzden bizi kandırmaya
kalkışma! Tamam mı?
- Ama, diye itiraz
ettim. Bunların tümünü beni buraya getiren kişiye anlatmıştım zaten.
- Sen akıllanmayacaksın.
İlle de "bana işkence yapın" diyorsun. Madem ki o kadar istiyorsun,
sen bilirsin. Şimdi kalk ayağa!
Ayağa kalktım.
Aralarında konuşuyorlardı. Biri diğerlerine emrediyordu. Beni su sesi gelen
bir yere götürdüler.
- Elbiselerini çıkar!
dedi biri.
Sesi korkutucuydu.
Elbiselerimi hemen çıkarmaya başladım. Gömlek ve atletimi çıkardım ilkin*
İçimden "Herhalde şimdi beni kırbaçlayacaklar" diye geçiriyordum.
- Alttakileri de
çıkar!
" Bunlann niyetleri kötü. Bana çok kızmışlar anlaşılan."
Pantolonu da çıkarıp beklemeye başladım. Üzerimde sadece don kalmıştı. Çok
utanıyordum.
-Kalanı da çıkar!
Üzerinde hiçbir şey kalmasın!
"Herhalde şaka
yapıyor" diye düşündüm. Dizimin altına sert bir darbe indiğinde şaka
yapmadığını anladım. Ama bunlar deli miydi ki, üzerimdeki her şeyi çıkarmamı
istiyorlardı? Niyetleri neydi? "Dövecekîerse
dövsünler, ama neden elbiselerimi çıkarmamı istiyorlar?"
İkinci bir darbe daha
gelmeden alttakini de çıkardım. Gürültülü bir müzik sesiyle beraber bir şeyin
karnımı kestiğini hissettim. Elimi .attığımda elim ıslandı. Bu kan olamazdı,
çünkü karnımda bir yara yoktu. Sonra hayalarımda ve yüzümde aynı acıyı duydum.
Su idi. Evet, tazyikli suyla beni dövüyorlardı. Ellerimi, hayalarımı korumak
için aşağı indirdiğimde suyu yüzüme tutuyorlar, ellerimi yukarı kaldırdığımda
suyu aşağı tutuyorlardı. Karnıma, dizlerime, omuzlarıma, kısaca nereyi açıkta
bulsalar oraya tutuyorlardı. Suyu kestiklerinde her tarafım sızlıyordu. Beni
daha önce oturduğum yere götürdüler. Aynı sesler bana yine bağırıp çağırmaya
başladılar. Üzerimde hiç elbise yoktu. O halde oturttular beni.
- Evet! diye bağırdı
biri. Devam edelim mi yoksa bize söyleyeceğin bir şeyler var mı?
- Size ne söyleyeyim?
- Sana camiye gitmeni
söyleyen kişiyi...
- Bana camiye gitmemi rahmetli dedem söylerdi
her zaman.
Art arda iki tokat...
Yine çok kızmışlardı.
- Komutanım, dedi biri. Anlaşmaya çalışmanın
bir faydası yok. Bizi enayi yerine koyuyor. Onu bana teslim et.
- Biraz daha bekle!
Dosyasını getirin de ona bazı şeyler hatırlatalım.
"Ne dosyası?
Bunlar neden söz ediyor." Kafam karışıyordu.
- Eveeet...
dosyan da epey kabankrnış. Bir, iki, üç... hım... tam
on beş sayfa. Şuradan bir sayfa çıkaralım. Bakalım buna ne diyeceksin.
Kısa bir sessizlik
oldu. Sayfa hışırtılarını duyuyordum. Sorgulayanlardan birisi iyice yaklaştı
bana.
- "Bir amcam MTTB'de görevliydi"
demişsin. Buna ne diyeceksin?
Ben mi yanlış anladım,
yoksa o mu yanlış söyledi? Ben bunu kime demişim? İtiraz ettim.
- Üç amcam var. Hiç
biri de PTT'de çalışmıyor. İkisi çiftçi biri de esnaftır.
Yüzüme sağlı-sollu çok
sayıda darbe indi. Bu kez tokat değil yumruk atıyorlardı. Sırt üstü yere
düşmüştüm. Yerde de bir süre beni tekmelediler. Çok acımasızdılar. Tekmelerin
nereye rast geldiği hiç önemli değildi onlar için.
- Yeter! diye bağırdı
soruları soran. Yatırın onu. Anlayacağı dilden konuşalım.
Beni yatırdılar. Her
tarafım ıslaktı. Korkuyla bekle-meye başladım.
Osman, sustu bir süre.
Ben de onun gibi gergindim. Yüzünü kaçırdı benden. O anı yeniden yaşıyormuş
gibiydi.
- Ceryanı o
zaman tanıdım, diye devam
etti. Bilmeyen yok, o yüzden anlatmaya gerek de yok. Ne kadar devam
etti bilmiyorum, ama durduklarında perişan bir haldeydim.
- Bir daha ıslatın,
diye emir verdi soruları soran.
Beni götürüp yeniden
ıslattılar. Az öncesini ve düşüncelerimi hatırladım ve gülmek geçti içimden.
Ben suyu işkence sanmıştım ilkin. İkinci gidişimde suyun beni rahatlattığını
fark ettim. Evet yine acıtıyordu, ama içimdeki yanma biraz azalır gibi
oluyordu.
Eski yerimdeydim. Yine
oturttular beni. Tokatm nereden geleceği belli
olmadığı için kendimi her an hazır tutmalıydım.
- Devam edelim mi?...
Konuşmak istedim,
olmadı. Ağzımı açtım ama kelimeler çıkmamak için direniyordu sanki.
-Siz bilirsiniz...
Aman Allah'ım! Bu
boğuk, bu bitkin ses benim sesim miydi? Bedenimi kendime yabancı hissettim. Ne
yapmışlardı bana?
- Amcalarını geçtik,
dedi yumuşak bir ses. O meseleler eskide kaldığı için unutmuş olabilirsin. Ama
bak burada ne demişsin. "Askeri kanattan akrabalarım var." Şimdi söyle
bize, kimdir bu akrabaların?
Neden bahsettiğini
anlamıyordum. Yine garip şeyler söylüyordu. Askerin kanadı, kanatlı asker,
kanatlı akraba, akraba asker... bunların hiçbiri uymuyordu gerçeğe. Yoksa
bunlar cinler miydi? Belki de bu yaşadığım bir rüyaydı ve rüyada cinler beni
sorguluyordu. Öyle ya onların yüzünü görmüyordum. Hemen a'tım
bu düşünceyi kafamdan. Beni getirirlerken onların bir kısmını görmüştüm.
Basbayağı insana benziyorlardı. Üstelik silahları ve arabaları da vardı.
Bir şeyler söylemem ve
bu arada tokatlara da hazırlıklı olmam gerekiyordu. Ama ne diyecektim şimdi?
Doğru söylersem kızıyorlar, yalan söylersem... ne söyleyebilirim ki? En iyisi
alttan almak galiba.
- Valla komutanım, ben
hayatımda hiç kanatlı asker görmedim. Hiçbir akrabamda da asker kanadı yok.
Belki başka bir şeyin, büyük bir kuşun kanadını görmüşler de iftira edip size
öyle söylemişler.
Kısa bir sessizlik
oldu. Hayret! Tokatlar inmedi bu kez. Pis küfürler etti soruları soran. Beni
götürmesini söyledi birine.
Beni götüren önce
gözlerimi açtı. Arkaya bakmadan elbiselerimi giymemi söyledi. Yine gözlerimi
bağladıktan sonra beni hücreye bıraktı. Tam gidecekti ki, onu durdurdum.
- Su içmek istiyorum,
dedim., -Olmaz/dedi.
- Ama çök susadım,
içim yanıyor.
- Olmaz diyorum sana!
Su içmek zararlıdır.
Ne diyordu bu? Kan
beynime sıçradı. Bunca şeyden sonra...
- Niye, ceryan zararlı değil mi onu veriyorsunuz?
Şaşırmış kalmıştı.
Hiçbir şey söylemeden beni hücreye bırakıp gitti. Saatlerce su içmeme izin
vermediler. Zararlıymış...
Birkaç gün sonra beni
birkaç kişiyle beraber adliyeye götürdüler. Bir odaya girmemi söylediler.
İçerde masanın arkasında çok sert bakan biri oturuyordu. Adımı soyadımı
söyledi. Sonra ayağa kalktı.
- Emniyette "Size
ifade vermiyorum" demişsin, dedi, dişlerinin arasından.
Ben yine anlamamıştım.
- Efendim, dedim.
Ben...
- Tamam tamam,
diyerek sözü ağzıma tıkadı. Çık dışarı.
Çıktım ve beni buraya
getirdiler.
Son sözlerini
söyledikten sonra yine başını eğdi Osman. Anlatacakları bitmişti. Elimi omzuna
bıraktım.
- Sen mazlum birisin,
dedim. Allah'u Teala
çektiklerini günahlarına kefaret kılsın. Allah'ın yanında hiç bir şey
kaybolmaz.
Kafasını iki yana
salladı birkaç kez. Müsaade isteyip kalktı. Koğuşa doğru yürüdü. Ben onun
ardından bakarken onun sözlerini tekrarlıyordum: "Ceryan
zararlı değil mi onu veriyorsunuz?"...
Tarih bilmem kaç. Ne
önemi var ki tarihin? Bu kaç gündür zindanda bir zindan yaşıyorum. Gece ve
gündüz birbirine karışıyor. Hücrede zaten ışık yok, koridordaki lamba da
kapatıldığında iyice kararıyor çevrem. Dışarıda güneş mi çıkmış, dünya aydmlıkmış, ben bilmiyorum. Lütfedip ampulleri
yaktıklarında gece olduğunu anlıyorum. Aslında saatim de var, ama saat bunun
için değil herhalde. Ben bir müslümanım ve sırf namaz
vakitleri için bile olsa zamanı izlemekle yükümlüyüm, ama sanırım bu gece ve
gündüzü kapsamıyor. Gece ve gündüz için saate bakmak gerekmiyor. Acaba şair
"Zamanı saatlerine bakarak anlıyorlar" derken modernitenin
harcadığı yaşamlar karşısında insanın çaresizliğini mi anlatmak istiyordu?
" Gün ortasında
karanlık"ı hatırlıyorum bir an. Yıllar geçti üzerinden o romanı okuyalı. Rubaşov da dar bir hücrede geçirmişti günlerini. Gün
ortasında karanlık tabiri hücre için mi kullanılmıştı yoksa ideolojideki
göreceli sapmanın tanımı mıydı, tam hatırlamıyorum. Günün ortasmda
bir karanlık yaşıyorum ve
bu isim hücremin ortamını çok güzel tanımlıyor. Rubaşov,
çocuklarını yemeye başlayan bir devrimin kurbanlarındandı. Sahi kurban
kelimesi neden bu kadar yavanlaştınldı? Kurban
sadece feda etmek değil bazen feda olmayı bilmektir. En iyisi ilk fırsatta yine
Şeriati'ye başvurmak. Feda olmayı bilen biri, feda
olmayı tabii ki daha iyi anlatır.
İki, iki, iki... en,
boy, yükseklik... dar, karanlık, boğucu. Tavana ve yere monteli sağlam demir
bir ranza. Ranzanın üzerinde bir yatak... yoksa başka bir şey mi desem? Evet
bir sünger yatak... üzerinde mavi renkte olduğunu tahmin ettiğim kirli bir örtü
var. Rengini tahmin ediyorum, çünkü yıllardır yıkanmadığı için yer yer soluk bir kahverengine dönmüş. Süngerin üçte biri açıkta...
ismi yatak... ona da şükür. Ya çıplak ranzayla baş başa kalsaydım?...
Kaygılar, hüzünler
ağrılara dönüşüp yer buluyor başımda. Bölünüyor düşüncelerim. Ufuksuz mekânda
gerçeklerden kopmak, hayal denizlerine dalmak istiyorum. Kulakların ihanetine
uğruyorum hemen. Açılan bir asma kilit ve gürültülü sürgü mekanizması bir köpek
balığına dönüşüp hayâl denizindeki gezimi bir anda kâbusa çeviriyor.
Kafamı parmaklığa
dayadım. Parmaklık diyorum, ama üç tarafı duvar olan bir kafes de denebilir.
Çünkü parmaklıklar yerden tavana, duvardan duvara uzanıyor. Geriye dönmek,
hücreye bakmak istemiyorum. Parmaklığa böyle tutunmak içten içe yaralıyor
beni, ama yapacak başka bir şey yok. Hücre, belki de aylardır yıkanmamış.
İçerde akmayan bir çeşme var. Bu arada hücrenin iki bölümden oluştuğunu
söylemeliyim. Duvar dibinde parmaklığa dönük olarak yerleştirilen ranza boyu
kadar olan kısım hücrenin birinci bölümü. Ranza boyundan sonra bir metre
uzunluğunda bir metre yüksekliğinde bir ara duvar... böylece ikiye bölünmüş
hücre. Her ne kadar kafeslerin arkasındaki hayvanlar gibi görülüyorsak da
yüreklerinden taşan yüce insanı değerlerin(l) bir tezahürü olarak lütfedip
tuvaleti ayırmışlar. Gidip baktım. Karanlıkta, gözüm alışmcaya
kadar bir süre bekledim. Akmayan bir çeşme de orda var. Ha bir de yerde bir
delile... Sanırım tuvalet bu olmalı...
Boşluk dolduruyor
zihnimde boş kalan bölgeleri. Boşlukta savruluyorum. Mazi rüzgârları bazen
serin anlar taşıyorlar yanıma bu Ağustos sıcağında. Kesik kesik
ve boşluklar... bir keskin "ah" kopuyor ta içimden istem dışı. Bir
bahar sağanağı şeklinde üzerime saldıran duyguların arasından sözler süzüyorum
kanayan yanlarım için. Evet, boşlukları doldurmak gerekir sevgilerle. Feda
olmayı bilmek tüm acı ve zorluklara rağmen. Yaşamın boşlukları dolmaz-sa hannasa gün doğar. Oysa yaşam
boyunca takva azığını yüklenmeyi emrediyor yüce Rabbim. Boşluksuz bir hayat,
boşluksuz bir yürüyüş... her an direniş, her an mücadele... Boşlukları
doldurmanın mücadelesini veren Fanon'un yolu ta
Cezayir'e kadar gitmişti. Buna karşılık modernitenin
doğurduğu yalnızlıklar ve ıstıraplarla Pavesa'nın
hasta ruhu yaşamayı bir uğraşı olarak tarif ediyordu.
Parmaklığın yere yakın
kısmında küçük bir boşluk var. Yemeği oradan uzatıyorlar. Kendini aşağılanmış
hissediyorsun. Sanki bir çöküntü oluşturup, boyun eğdirmek,
inandığına, acılarına, özlemlerine,
sevgilerine pişman ettirmek istiyorlar. Zaten resmiyetin soğuk ve çatık kaşlı
yüzü de iki gün önce burayı "tedip yeri" diye tarif etmişti. Bura-'
lan yaparken psikologlardan ve sanatçılardan da faydalanmış olabilirler. Onlar
insanı ruhen öldürmeyi daha iyi biliyorlar ya. İspanya iç savasında ünlü bazı
ressamların zindanlarda yaptıkları çizimlerle mahpuslara psikolojik işkence
yapıldığını okumuştum bir zamanlar.
Hücre kokuyor ve benim
başım ağrıyor bu iğrenç kokudan. Su yok ve suyun olmadığı yerde temizlik yok,
hayat yok. Çökük, kırık, harap bir haldeyim ve temiz bir soluk arıyor
ciğerlerim. Saymaya geliyor resmi üniformalılar. Sadece bir rakam, birkaç
numara olduğunu hatırlatıyorlar günde iki sefer. Suyun akmadığını söylüyorum.
Kaşlarını çatıp ters ters bakıyor görevli.
Tiksintiyle süzüyor hücreyi. Sonra suyun kendisini ilgilendirmediğini söylüyor.
Kimi ilgilendirdiğini soruyorum. "Bir dilekçe yaz" diyor.
Bir sigaraya, bir
saate, bir de ajandaya bakıyorum. Adına "Müşahede" dedikleri bu
iğrenç hücrede hüzün ve özlemlerimi döküyorum kalemimle. Okumak için sadece
kutlu kitap var. O da üç hücre arasında dolaşıyor.
Ezan okunuyor. Bir
serin rüzgar esiyor sanki. Yakan bir sesten yanık bir ciğerin kokusu yayılıyor.
Çevremdeki her şey bu terennüme eşlik ediyor sanki. Demir ve duvarın hiçkınrlarını duyar gibi oluyorum. Belki bu sözleri tasdik
ederken kendinden geçen başkaları da vardır ama, ben gözümdeki perdelerden,
kulağımdaki ağırlıklardan dolayı yalnızca demir ve betonu görüyorum. Oysa
biliyorum nice latif kulaklar bu yüceltme ve şehadetin
cezbesine kapılmış, kendinden geçmiştir.
Alİah büyüktür, Allah en büyüktür! Tufanlar, nemrut
ateşleri, Kızıldenizler, Ebrehe orduları... kendine,
gücüne, sanatına bakıp kendini bir şey sanan zalim ve müstekbir-ler... Allah büyüktür, Allah en büyüktür! Ve Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur! Şehadet ettim, Şehadet ediyorum
ve Şehadet edeceğim. Bu. bir ahd,
bir sözdür. Elest bezmine
dönüş, insanın kendisiyle barışması, kendini, Rabbini ve iblisi tanımasıdır.
Ben, Rabbin halifeliği yükünü şerefle taşıyarak evrendeki tüm zihayat ve
cemadatla beraber haykmyorum ve Şehadet
ediyorum ki Allah'tan başka ilah yoktur. Ey kovulmuş iblis, defol!
Yer yer boyası dökülmüş duvara dönüyorum. Allah'ın adıyla...
Yatağa değdirdiğim elimi, yüzüme ve kollanma sürüyorum. Allah'a şükür... Bu
belki bedeni temizliğe etki etmiyor, ama ruhu arındırıyor kirden pastan. Bir
zırh oluyor hannasm iğvasına
karşı. Bir huzurun ılıklığı yayılıyor içime. Evet, burası zindan. Yunus'un
balığın karnındaki mescidi, Yusuf un kuyusu, Hubeybin
hücresi... Hangisi? Biri mi yoksa hepsi mi?
Her neyse... Şimdi
sığınma, tevbe tutamağına yapışarak içten yönelme,
bağlardan uzaklaşma zamanı. Şimdi şu dar hücrede Şehid
Şeraiti'nin yolunu takip ederek namazın selamıyla ortalığı şenlendirme
zamanı...Şehid öğretmen, hücrede kendisini
yalnızlığa mahkûm edenlere namazın selamıyla müthiş bir cevap vermişti. Ve ben
diğer Yusuf dostlarını, Bediüzzaman'ı Seyyid Kutub'u da çağırıyorum.
Kıbleyi biliyorum. Onu
gelir gelmez diğer hücrelerle tartışarak tespit ettik. Temiz bir gömlek
seriyorum kirli yatağın üzerine. Secde yeri biraz sert olmalı. Bunun için ajandamı
kullanıyorum.
Namazı bitirip duaya
duruyorum. "Aslında çok fazla şey söylemene gerek yok" diye
fısıldıyor iblis. Evet her şeyin ortada olduğunu ben de biliyorum, ama her
fırsatta kulluk ve acizliğimi izhar etmeliyim. Her şeyi ayrıntısıyla sözcüklere
döküyorum. İçimdeki tüm hüzün, acı, özlem ve dileklerimi, yani yüreğimi
açıyorum Rabbime ve onun mağfiretini talep ediyorum.
Bir ses bölüyor
sessizliği ve dualarımı. Dikkat kesiliyorum. Sağ yandaki hücreden ismimle
çağrılıyorum. Parmaklığa yaklaştığımda müjdeyi alıyorum: Onun suyu akı-yormuş.
Bir pet şişeyi alıyorum sevinçle. Komşuya teşekkür, Allah'a şükür...
Yanık nağmeler
yayılıyor üst kattaki hücrelerin birinden. Acıyı, sevgiyi, inanç ve yiğitlikle
harmanlayan coğrafyamın dağlarından bir bahar rüzgârı eser gibi oluyor hemen
yanı başımda. Dikkatle dinliyorum nağmeleri. Biter bitmez yüksek sesle
teşekkürlerimi iletiyorum.
Saat gece on ikiye
doğru gelirken en az üçte ikisi dolu olan dört katlı, kırk sekiz hücreli
müşahedenin sesi soluğu kesiliyor. Ortalığı ölüm sessizliği kaplıyor. İnsan
kendini mezarda hissediyor bazen. Birebir örtüşmese de yakın bir durum. Ölü,
bir kalabalık tarafından getirilir. Mezar kazılıp hazırlandıktan sonra cenaze
içine yerleştirilir. Üstü örtülür.
Dualar, yasinler
okunur. Sonra yavaş yavaş terk edilir mezarlık. Son
kişi de ayrıldıktan sonra yalnız kalır ölü. İşte şimdi ben de yalnızım. Şimdi
muhasebe zamanı mı? Evet evet, defterlerin
kapanacağı, hazır bekleyen gözcülerin işlerinin sona ereceği zaman gelmezden
önce sık sık muhasebe yapmak gerekir. İşte ben
kabirden önce girdim kabre. Kabri düşünüp hazırlıklı olmak gerekir...
Kabirde yaşamaya
alışmak ya da alışmaya, çalışmak... Alışmak zor, ama gerekli. Burası, yaşarken
her şeyden koparılmak ve diri diri ölümü kabullenme
yeri... Evet burası DİRİLER KABRİ'dir. Bu tanımı
zindanı kendisine teklif edilen çirkefe tercih eden Hz. Yusuf yapmıştı. Zindanda
ölümün kucağına düşenlere bir muvahhid olarak sonsuz
yaşamda mutlu olabilmenin yolunu göstermişti. Zindandan ayrılırken kapıya
şöyle yazdığı söylenir Hz. Yusuf un: "Burası belalar konağı, DİRİLER
KABRİ, düşmanları sevindiren hakiki dostlar edinme yeridir.." DİRİLER KABRİ'nde ölümü öldüren tüm Yusuf dostlarına selam olsun!
Yutkunmaya çalıştı,
ama başaramadı. Boğazı şiştiği için mi yoksa yutkunacak gücü bulamadığından mı
başaramadığını anlayamadı. Ortada bir gerçek vardı; yutkunamı-yordu.
Kan kokan nefesi, onu tiksindirdi. Acı, buruk, kırık bir gülümseme belirdi
yüzünde. Yüz kasları bir tik'i çağrıştıran ani birkaç hareket yaptı. Gözleri aralandı.
"Kaç saat
geçti" diye sordu içinden. Üzerinde hiç elbise olmadığı halde kaç gün
geçmişti, bilmiyordu. Ama şunu biliyordu ki, günler, geceler geçmişti. Aslında
bundan da şüpheliydi. Bazen dakikaların günler kadar uzadığı anlar olurdu ya,
işte onlardan çokça yaşamıştı. Bitmek bilmeyen anlar... acıların üst üste
bindiği, insanın kendini salyalarını akıtıp keskin dişlerini gösteren aç
kurtlar arasında, yalnız, küçücük bir kuzu gibi hissettiği anlar...
Başını sağa-sola
çevirip hücreyi görmek istedi. Loş ışıkta çevreyi iyi bir şekilde görmeye imkan
yoktu. Zaten kendisi de öyle alıcı gözle bakma niyetinde değildi. Biraz merak,
biraz istem dışı bir davranış, biraz da bilinç altı korkularından emin olma
isteği...
Doğrulmak istedi,
başaramadı. Uzun bir aradan sonra kollarını hissetmeye başlamıştı, ama hala
kullanamıyordu. Kolları baştan başa iğneleniyor gibiydi, ama o, bundan
rahatsızlık duymuyordu. Aksine kollarının canlanmaya başladığım hissettiği
için- tam olarak tanımlayamadığı- buruk bir sevinci yaşıyordu da denebilirdi.
Elini hareket ettirmek
istediğinde bu, acılarının artmasına sebep oldu. Kollarına, omuzlarına batan
iğnelerin boyu uzamış ve kalınlığı artmıştı sanki. Birkaç gün önce-ya-ni daha kollan askıda bu hale
gelmeden Önce- yine bu acıları tatmıştı. Ahcak o
zaman bu şiddette değildi acıları. Belirli aralıklarla hassas yerlere elektrik
verilmiş ve bu, onu oldukça yıpratmıştı. Her tarafı kurumuştu sanki.
Ciğerlerindeki yanmayı durdurmak için su içmek istemiş, izin verilmemişti.
Kapıya bağlanmış ve saatlerce öyle kalmıştı. Birkaç saniyelik uykular ve
upuzun rüyalar... baharlar, yemyeşil bahçeler, pınarlar, şelâleler.... Birkaç
saat sonra gözündeki bezi yukarı doğru kaldırmıştı. Karşısında bir bank görmüş
ve onun altında, içinde su bulunan bir pet şişeye iliş-mişti
gözleri. Etrafa iyice kulak kabartmış, hiçbir ses duymayınca peti almak için
harekete geçmişti. Bileğinde artan acıya aldırmadan ayaklarını kullanarak
bankın altındaki pet şişeyi yanma çekmişti. Peti ellerine ulaştırması daha da zor
ve zahmetli olmuş, ama sonunda onu da başarmıştı. Susuzluğunu gidereceği için
sevinmiş, ama kapağı açıp birkaç yudum içtiğinde bütün vücuduna iğnelerin
battığını sanmış, bağırmamak için kendini zor tutmuştu. Aslında bağırmaya
çalışsa da sesinin çıkacağı meçhuldü. Vücudunun her yerine batan iğneler, uzun
süre çalıştıktan sonra yavaş yayerine batan iğneler,
uzun süre çalıştıktan sonra yavaş yavaş sırtına doğru kaymışlar, orda da
işlerini bir süre daha devam ettirdikten sonra durmuşlardı.
Elbiselerine baktı
bezgin, bıkkın bir halde. Giyinip giyinmeme konusunda tereddütlüydü. Aslında
giyinmeye güç yetirebileceğinden de şüpheliydi. Bütün enerjisini ortaya koyup
giyinse ve hemen ardından yeni bir seans için gelseler.... Gelirlerse
gelsinler, elbiselerini çıkaracak gücü yoktu. Varsın karga-tulumba götürüp
elbiselerini çıkarsınlar... Gülme isteği geçti içinden. Daha elbiselerini
giymemiş, nasıl çıkaracaklarını düşünüyordu.
Bir soru kurcalamaya
başladı zihnini. Acaba daha başka ne usulleri vardı? Ne türlü acılar çekecekti.
Vücudunda bir gerilme, başında bir dönme hissetti. Daha ne kadar tahammül
edebilecekti? Vücudu neden bu kadar dirençliydi? Neden artık uçup gitmiyordu
can kuşu?
"Acaba annem ne
yapıyor" diye geçirdi içinden. "Şimdi durmadan ağlıyordun" Babası
için aynı şeyleri söyleyemezdi. Aslında biraz beklemiyor, biraz da
yakıştıramıyordu babasına ağlamayı. Ama anne... "Seni özledim anne"
dedi içinden. Gözleri doldu. Bir an küçük bir çocuk olduğunu, başını annesinin
dizine bıraktığını düşündü. Anne; sevgiydi, şefkatti, korumaydı. Her şeydi, her
şeydi anne...
Yüz üstü döndü.
Dizlerini yavaş yavaş kendisine doğru çekerek bir
süre toparlanmaya çalıştı. Bütün gücünü toplayıp yavaşça doğruldu. Oturma
pozisyonuna gelince başının sol yan tarafında feci bir ağrı duymaya başladı.
Ağrı gittikçe şiddetlendi. Gayri ihtiyari ağzından birkaç inilti döküldü. Yine
uzanmayı düşündü bir an; ama hemen vazgeçti. Doğrulmak için harcadığı bunca
çabadan sonra... Dizlerini ileri doğru hareket ettirerek yarım metre kadar ilerledi.
Sırtını duvara dayadı. Başındaki şiddetli ağrı azalmaya başladı.
Tıkırtılar duydu.
Neydi acaba? Ayak sesleri... Bütün vücudu gerildi. Bu yeni bir işkence seansı
demekti. Bedeninden bir şeylerin yavaş yavaş
çekildiğini hissetti. Gücü, direnci tükeniyordu. Yeni bir yöntem... Yeni
acılar... Küçüldüğünü büzüldüğünü hissetti. Çaresizce baktı çevresine. Ağlama
isteği duydu bir an, ama ağlamadı.
Tıkırtılar azalmaya
başladı. Ayak sesleri uzaklaşıyor-du. Derin bir soluk
aldı. Şimdilik bir şey yok gibiydi. Ya biraz sonra... Neler yaşayacaktı, kim
bilir? İşkenceciler işlerini iyi öğrenmişlerdi. Ne kadar acı verirse versin
aynı usulü devam ettirmek bir fayda sağlamıyordu onlar için. İnsan bir süre
sonra alışabiliyor, acılar önemini kaybedebiliyordu.
"Şimdi bir dağ
başında olmak vardı" dedi içinden. Çiçekler, ağaçlar, kuş cıvıltıları...
Temiz havayla ürperen ciğerler, özgürlüğün ufuk açıcı mavi tablosunun baştan
çıkarıcılı-"ğı karşısında kendinden geçme...
"Ah, temiz birkaç soluk" diye mırıldandı.
Yine ayak sesleri...
Bir kara buluttan yayılan tüyler ürpertici kahkahalar karşısında çöküş... Bir
gök gürültüsü ve kaçışan kuşlar... bir acımasız sağanak ve toprakların ve çiçeklerin
ve ağaçlann kayıp gitmesi... Kupkuru kayalığa dönüşen
bir dağ başında, karanlık bir gecenin bağrında, çaresizliğin keskin
feryatlarıyla baş başa kalmak...
"Artık
yeter!" diye inledi. "Gücüm tükendi ey Rabbim!" Sesi, takati,
adımlan, umutlan tükenmişti, ya da öyle hissediyordu. Öyle ya, bir tükeniş
başka nasıl olabilirdi ki?.. İnsanlar, biraz daha yaşayabilmek için onca çaba
harcayıp, onca didinirken, kendisi ölüm meleğinin "merhaba" demesine
can atıyordu. Tükeniş bu olmalıydı.
Kollarını birkaç kez kaldınp indirdi. Omuzlarına dünyanın yükü binmesine,
kollarına yüzlerce iğne batmasına rağmen; bir haz duydu hareketlerinden. Ama
hemen sonra ağlama isteği geçti içinden. Sapasağlam kollan, öyle bir hale
gelmişti ki, şimdi azıcık hareket ettirebildiğinde seviniyordu. Zalimlere lanet
etti.
Yine ayak sesleri...
Bir an gerildi vücudu. Az öncesini hatırladı sonra. Sesler birazdan sönerdi
yine. Sonu "Of"la biten derin bir soluk aldı, verdi. Ama hayır!...
ayak sesleri yaklaşıyordu. Vücudu gerildi yeniden. Alnında bir kanncalan-ma hissetti. Gözlerini
büzmesine yol açacak şiddette bir ağrı dolaştı başında. İçinde sessiz bir
isyanın çığlıkları birbirini takip etti. Ayak sesleri yaklaşıyordu. Dayandığı
duvar, sırtını yakıyor gibiydi. Kollarını hareket ettiremediğini hayret ve
korkuyla fark etti.
Ayak sesleri durdu.
Hücrenin parmaklık kapısının önünde biri durmuş kendisine bakıyordu. Onu fark
etti, ama başını çevirip bakmadı. Hücrenin kapısındaki asma kilit sallandı.
Şimdi kapıyı açacak ve kendisini götüreceklerdi. Nereye?... Hangi yöntemi
deneyeceklerdi? Acıdan nasibini yeterince alamamış olan hangi organına
yükleneceklerdi? Gözünün önünde garip şekiller oluşmaya başladı. Hücre sallanmaya,
büzülmeye, iç içe geçmeye başladı.
"Aklımı
kaybediyorum galiba" dedi içinden. Korkuyla irileşti gözleri. Şimdi anahtarla
asma kilidi açacak ve kendisini götüreceklerdi. Kahkaha sesleri duyar gibi
oldu. Hemen ardından perde perde yükselen kadın
çığlıkları...
- "Ey Rabbim!
Sana sığmıyorum. Çaresizim, Bana yardım et. Ya da emanetini al artık."
Sözcükler belirsiz
hırıltılar gibi döküldü dudaklarından. Sırtını yakan duvardan kurtulmak için
sağ yanma, yere bıraktı kendini. Bir daha sallandı asma kilit. Ayak sesleri...
"Uzaklaşıyor mu? Evet evet, uzaklaşıyor..."
Sesler yavaş yavaş kesildi.
Bir hıçkınk düğümlendi boğazında. Sessiz, derin, kesintisiz
sözcüklerle bir yakarış dolaştı zihninde. İğneler, gerilmeler, ağrılar, acılar
bir bir kaybolmaya başladı. Dağ başlan, pınarlar,
çiçekler, ağaçlar kayboldu. Sözcülefkaldı orta yerde.
An, duru sözcükler...
Bir ses duyar gibi
oldu. Tatlı, okşayıcı, şefkat yüklü bir ses... doğrulup oturdu. Görünürde kimse
yoktu, ama sesi duymuştu. Çıplak olduğunu düşünüp utandı. Omuzlarına saplanan
bıçaklara, kollarına batan iğnelere aldırmadan, elbiselerini giymeye başladı.
Büyük bir mücadeleye girişti ağrılarla.
Elbiselerini giydikten
sonra yine sırtını duvara dayadı. Ayaklarını uzattı, gözlerini yumdu; dikkat
kesildi. Belki az önceki sesi bir daha duyabilirdi. Ya da en azından gözlerinin
zihninin ona oynadığı oyunlardan, uyanıkken gördüğü kâbuslardan bir nebze uzak
kalabilirdi. Hayallerini gece karan-liklannın
örttüğü, ağıtlann kesilmediği çıplak kayalıklardan,
rengarenk baharların aydınlık şafaklanna, serin
meltemlerin estiği diyarlara taşıyabilirdi.
Gözlerini yumdu. Ama
içinde tuhaf bir his durmadan onu dürtüklemeye başladı; gözlerini açması için. Daha bir-iki dakika
bile olmamıştı oysa.
Ağır ağır açtı gözlerini. Açmasıyla kapatması bir oldu.
Karşısında biri oturuyordu. Bir süre zihninde gördüklerini ölçmeye, tartmaya
çalıştı, ama bir sonuca ulaşamadı. Kapı açılmamış, hiçbir ses duymamıştı.
Öyleyse kimdi bu, hücrenin ortasında oturan şahıs?
Yeniden açtı
gözlerini. Bu kez kapatmadı. Gülümseyen, güven telkin eden berrak, güzel yüze
şaşkınlıkla bakakaldı. Beyaz elbiseli, bembeyaz sakallı bir adam tam karşısında
oturmuş ona gülümsüyordu. Birkaç kez gözünü açıp kapattı, karşısındaki
görüntünün gerçek olup olmadığını anlamak için. Görüntü kaybolmuyordu.
Sağ elini kaldırdı
beyaz elbiseli adam. Ağzından tane tane dökülen
sözcükler berrak ve etkileyiciydi:
- Bitti artık. Seni
bir daha götürmeyecekler. Sen sabrettin.
Daha fazla konuşmadı,
ama gülümsemeye devam ediyordu. Bir rahatlık yayıldı hücreye. Sıkıcı, boğucu
hava sanki bir süreliğine terk etti bulundukları mekânı.
Teninde hafif
ürpertiler dolaşırken acıları, biraz daha azaldı. Gördüklerinden aldığı hazzm tüm bedenine yayılması için bir daha yumdu
gözlerini. Bir süre bekledi. Gözlerini açtığında beyaz elbiseli yoktu. Nasıl
gelmişse öyle gitmişti.
Yine kapı açılmamış,
yine ses çıkmamıştı.
"Acaba ne demek
istedi," dedi içinden. "Bitti artık. Seni bir daha götürmeyecekler.
Sen sabrettin." Ne anlatmak istedi? Hem kimdi bu adam?
Ayak sesleri böldü
düşüncelerini. Ama sanki kaygıları uçup gitmişti. Şaştı kendi haline. Ayak
sesleri geliyordu ve yeni bir işkence seansı başlayabilirdi, ama kendisi hiç
kaygılanmıyordu.
Ayak sesleri iyice
yaklaştı. Birinin asma kilitle uğraştığını anladı çıkan seslerden. Dönüp
bakmadı.
- Hadi kalk!
Gidiyoruz.
Hücrenin kapısını açan
görevli onu bekliyordu. Zorlukla ayağa kalktı/Gözleri karardığı içirubir süre duvara tutundu. Ağır ağır
yürüdü kapıya doğru. Hücreden çıktı. Görevli, gözünü bağlamadan koridoru
işaret ederek yürümesini istiyordu. Küçük adımlarla ağır ağır
yürüdü. Birkaç kapıdan geçti. Bir kapıdan daha geçerken gökyüzünü gördü.
"Evet bitti"
dedi içinden. Artık nereye gittiği hiç önemli değildi. Beyaz elbiseli adam,
içindeki kaygıları fark etmiş, takatinin tükendiğini anlamış ve
"bitti" demişti.
Başını yukarı
kaldırdı. Beyaz bulutların gökyüzünün muhteşem maviliği üzerindeki danslarını
izledi kısa bir an kendisini bir arabaya bindirdiklerinde dudaklarından birkaç
sözcük döküldü.
- Allah, insana
taşıyacağından fazlasını yüklemez.