HAKİKAT YOLCULARI

 

1- Bölüm

 

Yaz mevsiminin ilk ayı olan haziran, bu yılın çok sıcak olacağını ilan edercesine bunaltıcı geçiyordu. Karasal iklimin yaşandığı bu bölgede hayat süren insanlar, genelde sıcağa alışkındı. Ancak kurak geçen bâzı yıllarda sıcaklık o derece artardı ki, insanı canından bezdirecek bir hal alırdı, insanlar, yaz mevsiminin nasıl geçeceğini mayıs ayının ikinci yarısıyla haziranın ilk on günü arasındaki zaman di­limine göre az çok tahmin edebiliyorlardı. Özellikle yaşlı kesim, uzun yılların verdiği tecrübelerden dolayı tahminle­rinde hemen hiç şaşmazdı. İşte haziran ayındaki bu bunal­tıcı sıcaklık; tecrübeyle sabit, dayanılmaz bir mevsim bek­lentisini güçlü kılıyordu.

Öğle sıcağının kendisini iyice hissettirdiği bir sırada, iki katlı, geniş avlulu, müstakil evin misafir odasında oturan dört genç, tavan vantilatörünün sağladığı kısmi serin­lik altında, geleceklerini belirleyecek bir sınavın arifesinde koyu bir sohbete dalmışlardı. 17-18 yaşlarındaki gençler, lise son sınıfta okuyorlardı. Sevgiye dayalı, menfaatten uzak bir arkadaşlıkları vardı. Aynı okulda okudukları gibi, bir­likte aynı dershaneye de gitmişlerdi. Dördünün de ailesi orta halli, yüksek bir gelir seviyesine sahip olmayan, bil­dikleri kadarıyla İslam'ı yaşamaya çalışan mütedeyyin bir yapıdaydı. Bu yüzden çocuklarını normal liselerin yerine İmam Hatip Lisesine göndermişlerdi.

Bekir'in eviydi şu anda toplandıkları ev. Avlusunda ko­ca bir dut ağacı ve dalların altına verilmiş desteklerle güzel bir çardak oluşturulmuş bir asma vardı. Mevsimi geldiğin­de çok güzel, tatlı ve cins üzümler veriyordu. Dut ağacı ise, yapılan aşıyla yarı beyaz, yarı siyah iri dutlarla beğeniyor­du. Gençlerin önünde her ikisinden de birer tabak duru­yordu. Odada karşılıklı iki kanepe, yerde fazla pahalı ol­mayan halılar, kitaplık olarak da kullanılan ve içinde kulla­nılmayan tabak, bardak ve fincanların bulunduğu bir vitrin vardı. Duvara asılı, bezden bir Kabe motifi odanın dekoru­nu tamamlıyordu,

Bekir, Ahmet ve Abdülaziz şehirde oturuyorlardı. Yu­suf ise köyden gelmişti okumak için. İlkokulu köyde okuduktan sonra, derslerindeki başarısının da etkisiyle, babası onu İmam Hatip Lisesinin orta kesimine yazdırmış, girdiği devlet parasız yatılı sınavını kazanmasıyla da okulun pan­siyonunda kalmaya başlamıştı. Yedi yıldan beridir yatılı okuyordu Yusuf. Köyüne sadece tatillerde gidiyor, diğer zamanlarını ise okulun bulunduğu bu şehirde geçiriyordu. İlk zamanlarda çocukluğun etkisiyle ailesinden ayrı kal­mak ve tanımadığı bir ortama girmek ona zor gelmiş, bu yüzden sıkılmış, hatta okulu bırakıp köyüne dönmeyi ciddi ciddi düşünmüştü. Ama zaman İlerledikçe hem okulunu sevmiş, hem de yaşıtlarıyla birlikte pansiyonda kalmaktan hoşlanmıştı. Okulunu sevip'..ortama alıştıkça da derslerinde günden güne artan bir başarıya ulaşmıştı.

Bekir ile Yusuf, ortaokuldan beri aynı sınıftaydılar. Ah­met, lise birde, Abdülaziz ise lise ikinci sınıfta onların sını­fına dâhil olmuştu. Her dördü de öğretmenleri tarafından takdir ediliyordu. Düzenleri, uyumları, sosyal ilişkileri, ah­laki olgunlukları, diğer öğrenciler arasında onlara bir say­gınlık kazandırmıştı. Özellikle Yusuf un köylülükten gelen saf ve temiz ahlakı, ilişkilerinde art niyet taşımaması, ağır başlı ve doğru sözlülüğü onu okulda farklı kılıyordu. Her dört genç de derslerinden arta kalan zamanlarında kendile­rini okumaya vermiş, azımsanmayacak'bir bilgi birikimine sahip olmuşlardı. Bu nedenle dünyaya bakış açılarında da bir farklılık oluşmuş, dünyanın mahsul toplama yeri değil, ancak tohum ekme tarlası olduğunu öğrenmişlerdi. Üstad Bediüzzaman'm; "Bu dünya dârü'l-hizmettir; külfet ve me­şakkat ile ücret ölçüİür. Dârü'l-mükâfat değil" şeklinde be­yan ettiği düsturu iyi kavramışlardı. Hayatlarını da bu ka­idenin öğretileri çerçevesinde şekillendirmişlerdi. İşte şim­di de hayatlarının dünyevi kısmının bundan sonraki rotası­nı çizecek bir sınava saatler kalmıştı. Koyulaşan sohbetleri­nin ana hattını sınav oluşturuyordu. Bir müddet suskun ka­lan gençlerden ilk konuşan Bekir oldu.

-Ne dersiniz, dördümüz de kazanır mıyız?

Bu soru daha önce her biri tarafından defalarca sorulmuştu; ama şimdi verilecek cevap daha bir önem arz edi­yordu. Bekir'in sorusuyla düşüncelerinden sıyrılan gençle­rin yüzüne güven dolu tebessümler yayıldı. Soruyu Abdülaziz cevapladı.

-Elbette kazanacağız Bekir. Yoksa bir şüphen mi var?

Ahmet de Abdülaziz'e destek verdi.

-Hazırlığımız tamam. Defalarca deneme sınavlarına girdik ve hepsinde de başarılı olduk. Bunda da başarılı olup dilediğimiz üniversitelere gireceğiz, merak etme. Sence de öyle değil mi Yusuf?

-Eğer her şey yapılan hazırlıklarla tamamlanmış olsay­dı, 'Evet' derdim.

Yusuf un ihtimal barındıran cevabı Bekir'i meraklan­dırdı.

-Nasıl yani? Çok gizemli konuştun Yusuf. Bunu biraz aç ki biz de anlayalım. Öyle değil mi arkadaşlar?

Ahmet ile Abdülaziz de Bekir'i destekleyince, Yusuf bi­raz da sıkılarak ne demek istediğini anlattı.

-Bakın arkadaşlar, biz sadece çalıştık, çabaladık. Bunlar sınavı kazanmak için birer tedbir. Ama her zaman tedbirle­ri yerine getirmek, amaca ulaşmak için yeterli olmayabilir. Her şey Allah'ın elindedir ve O dilemeden hiçbir şey olmaz. Bunu okuduğumuz kitaplardan da az çok biliyoruz. Biz Al­lah'tan hayırlı olanı dileyelim. Elbette hazırlığımıza güve­neceğiz. Ama asıl güvenmemiz gereken ve yardım dileyece­ğimiz merci, Yüce Allah olmalıdır. Dikkat ettim de, hep 'Ka­zanacağız' dediniz. Oysa en azından 'İnşaallah' demeniz la­zımdı. Yani, 'Alİah dilerse!' Evet, doğrusu bu! Allah dilemedikçe, dünyanın bilgilerini yutmuş olsak da faydası yoktur.

Gençler adeta derin bir uykudan uyanmış, bununla be­raber utanmışlardı. Bir an gaflete dalıp başarıyı sadece sebeplere bağlamanın yanlışlığından hemen sıyrıldılar.

-Haklısın Yusuf.

-Nasıl da gaflete dalıyor insan!

-İşte arkadaşlığımızın en güzel yanı bu, dedi Bekir. Bi­rimiz unuttuğunda, diğeri hatırlatıyor, birimiz gaflete daldığında diğeri uyarıyor. Hep öyle kalalım ve bunu hiç terk etmeyelim.

-Evet, dedi Yusuf. Bunu hep devam ettirelim. Hayır üzerine kurulu arkadaşlıklarda rahmet vardır. Belki bu sınavdan sonra her birimiz ayrı bir yere gideceğiz. Her nere­de olursak olalım, İslam'ı seven kişilerle bu tip arkadaşlık-lar ve dostluklar oluşturalım. Bunun yanı sıra şartlar ne olursa olsun, bu arkadaşlığımız devam etsin. Birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye etmek birinci görevimiz olsun. Çün­kü Yüce Allah (cc) Maide Suresi 2. ayetinde şöyle buyuru­yor: "... İyilikte ve fenalıktan sakınmakta yardımlasın, gü­nah işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmaym. Allah'tan sa-kınm, Allah'ın cezası şiddetlidir." Bu ayetin bi^e gösterdiği istikamette yürümek lazımdır. Kendi adıma söyleyeyim ki, bana hatamı söyleyip uyaran arkadaşıma minnettar kalı­rım.

-Sanki ayrılacakmışiz gibi konuştun, dedi Abdülaziz. -Bir daha ne zaman bir araya geleceğimiz belli değil. En fazla birkaç ay içinde ayrı yerlerde olacak, ister istemez bu­lunduğumuz çevreden arkadaşlar edineceğiz. Birbirimizi çok nadir göreceğimiz kesin. Zaten ben birkaç gün içinde köye gidip sınavlar açıklanmcaya kadar gelmeyeceğim. Al­lah izin verir de kazanırsak; ben Tıbba, Ahmet Hukuk'a, sen Dişçiliğe, Bekir de İnşaat fakültesine gidecek. Dolayısıyla is­tesek de istemesek de ayrılmış olacağız.

Yusufun söylediği şeyler diğerlerini duygulandırdı. Birbirlerini seviyorlardı ve ayrılık onlar için zor olacaktı. Yıllarca süren arkadaşlıklarında acı-tatlı çok şey paylaşmış­lar, birçok ortak anıları olmuştu. Lisenin bitmesiyle zorunlu bir ayrılık olacağını hepsi biliyordu, ama bu gerçek ilk kez Yusuf tarafından dile getirilmişti. Gençler bir süre susup düşünceye daldı. Yoğun bir duygu ortamı oluşmuştu. San­ki ayrılık gelip çatmış ve birbirlerini artık hiç görmeyecek-lermiş gibi hüzünlenmişlerdi. Hepsinin boğazına bir şeyler oturmuş gibiydi. Ahmet, hepsinden daha duygusaldı. Nemlenen gözleriyle konuştu.

-Öyle deme Yusuf, ben sizden nasıl ayrılırım? Vallahi nerede olsanız da sizi arayıp bulurum.

-Ayrılıktan bahsederken aramızdaki bu güzel bağların kopacağından söz etmiyorum zaten. Başta da söylediğim gibi her fırsatta birbirimizi arayıp soracağız İnşaallah.

O ana kadar suskun kalan Abdülaziz, Yusufun susmasıyla araya girdi.  

-Yusuf haklı Ahmet! Gerçekçi olmak lazım... Önümüz­de bir ayrılığın olacağı kesin. Ama bu ayrılık sadece bedeni olacak. Düşüncede, duygularda, hayallerde hep birlikte ola­cağız. Üstad'm; "Zaten mesleğimizde zaman, mekân sohbe­timize mâni olamaz. Şarkta, garpta, hatta âhirette, berzahta olsa da beraberiz" şeklinde ifade ettiği gibi inşaallah kalben ve ruhen hep birlikte olup asla ayrılmayacağız.

-Doğru, dedi Bekir. Şu sınavı ister kazanalım, ister kay­bedelim; ister bu şehirde isterse başka bir şehirde okuyalım; dostluğumuzun, arkadaşlığımızın, kardeşliğimizin önüne hiçbir şey engel olamayacak inşaallah.

Hep birlikte ,'inşaallah' dediler. Yine bir müddet suskun kaldılar. Sonra sessizliği Yusuf bozdu.

-Bakın arkadaşlar, sınav için çalışıp çabaladık. Ama bu, sınavı kazanacağımızın garantisi değil. Olabilir ki, Allah'ın hakkımızdaki takdirinde kazanma olmasın. Bu durumda sakın ola ki Allah'ın razı olduğunun dışında bir harekette bulunmayalım. Üzülmek normaldir; ama bunu daha da ile­riye götürüp dünyanın sonuymuş gibi görmek elbette güzel olmaz. Takdirde ve kaderde ne varsa dolacak. Bunun dışın­da bir şey beklemeyelim. Hem geleceğimizi bir sınavın so­nucuna bağlamak da doğru olmaz. Yarın bizim gibi bir mil­yonu aşkın genç, sınava girecek. Herkes umudunu, gelece­ğini, hayallerini buna bağlamış. Oysa böyle olmamalı. Asıl Önemli olan dünya imtihanını nasıl vereceğimizdir. Yarın mahşer gününde kitabımızın sağdan mı, soldan mı verile­ceğidir önemli olan... Ve burada, yani dünyada yaptığımız her şey, akıbetimizi, ahiretteki durumumuzu belirleyecek.

Sınava makam, mevki, meslek veya mal yönüyle bak­mak da yanlış... Önemli olan, Allah'ın katındaki makamdır. Meslek ve mal konusu ise, Allah'ın Rezzak ismi dahilinde­dir. Mal ve mülk O'nundur. O, dilediğine hesapsız rızık ve­rendir.

-Doğru, haklısın, dedi Bekir. İnşaallah biz de sınava bu gözle bakacak ve bu anlayışla gireceğiz. Sonra da Allah'a te­vekkül edip sonucuna rıza göstereceğiz.

-İnşaallah, dediler hep birlikte...

 

2- Bölüm

 

Hâva sisli ve karanlıktı. Boş bir arazide şaşkın bir halde dolanıp duruyordu Yusuf. Her ne kadar kendisinde köylülükten gelen pervasızlık damarı varsa da, nedenini bilmediği bir korku gelip yüreğine oturmuştu. Sanki her ta­şın arkasında bir şeyler çıkacak ve ona saldıracakmış gibi her an tetikte bekliyordu. Uzaklardan, çok uzaklardan belli belirsiz sesler geliyordu; ama ne olduğu konusunda en kü­çük bir tahmin dahi yürütemiyordu. Sonra sisler yavaş ya­vaş dağılmaya yüz tuttu. Sislerin ardından bazı karartılar belirdi. Yusuf korkuyordu; ama o karartılara doğru gitmek­ten de alıkoyamıyordu kendisini. Az sonra karartılar iyice belirginleşti. Kalabalık bir insan topluluğuna benziyordu. Sanki savaştan çıkmış, ya da günlerce güneş altında çölde aç-susuz bir halde mesafeler kat etmiş gibi bitkin, düşe kal­ka, inleyerek yürüyorlardı. Tüm korkularını unutmuş; bu acayip insanlara, o ana kadar hiç hissetmediği kadar büyük bir merakla bakıyordu. Kalabalığın içinde her yaştan kadın ve erkeğin oluşu, merakını daha bir artırıyordu. "Kimdi bunlar, başlarına nasıl bir felaket gelmişti, nereye gidiyor­lardı?.." Bütün bu sorular zihnini kurcalıyor; ama hiçbirine cevap bulamıyordu.

Birden, yan tarafından gelen tamdık ve müşfik bir ses­le kendine geldi. Bu ses, sevgili annesinindi. O nur yüzlü, şefkatli, ayrılırken hep gözyaşı döken, dualarını esirgeme­yen sevgili anacığı... İyi de, annesinin ne işi vardı burada? Aslında pek de ürkütücü olmayan; ama buna rağmen yü­reğine bir ürperti veren bu kar anlık, sisli, kayalıklarla kap­lı arazide ne işi olabilirdi ki annesinin? Sesin geldiği yöne dönerse, annesini göremeyecek endişesiyle bakmaya kor­kuyordu. Bir an öyle durdu kaldı. Annesi ona hâlâ sesleni­yordu.

-Yavrum, Yusuf!..

Sesi çok yanık ve ağlamaklıydı. Yusuf un içi bir hoş ol­du. Hızla dönüp annesine baktı. Bakmasıyla "Anne?! N'ol­du sana?" diye bir çığlık atması bir oldu. Annesi de az ev­vel gördüğü insanlar gibi perişan ve bitkin bir haldeydi. Yu­suf, endişe ve telaşla tekrar bağırdı:

-Anneciğim, ne oldu, nedir bu halin?

-Yavrum, Yusuf!..

-Anacığım, bana söyle haydi, neyin var senin?

-Ben hastayım yavrum. Hem de ölümcül bir hastalığım var benim.

-Ö.. Ölümcül bir hastalık mı? Ne... Ne zaman yakalan­dın bu hastalığa?

-Bilmiyorum Yusuf. Yakalandım işte.

-Doktorlara gittiniz mi?

-Gittim oğlum, gittim. "Çaresi yok" dediler.

-Hastalık neymiş peki?

- Doktorlar da bilmiyorlar. İşte şu gördüğün İnsanların hepsi de aynı hastalığın pençesinde.

Yusuf annesiyle konuşurken, diğer insanları unutmuş­tu. Annesinin hatırlatma siy la onlara bakıp tekrar annesine sordu:

-Bunlar kim anne, tanıyor musun onları?

-Tanıyıp tanımamam neyi değiştirir ki oğlum? Onlar da benim gibi hasta ve gariban insanlar. Hepsinin yardıma ih­tiyaçları var.

-Yardıma mı? Ne yardımı anacığım, hepsinin çaresi ol­mayan ölümcül bir hastalığa yakalandığını söylemedin mi?

-Evet söyledim. Ama sen yardınf edersen... Allah'tan ümit kesilmez oğlum. Yardım et onlara, yardım et bize oğlum!..

-İyi de anacığım ben ne yapabilirim, nasıl yardım ede­bilirim?

-Doktor olacaksın ya oğlum!.. Ellerin şifa dağıtacak Al­lah'ın izniyle. Bana, bu insanlara, fakir-fukaraya yardım edeceksin. Yoksa sütümü sana helal etmem.

-Ama anacığım...

-Sus Yusuf, bir şey söyleme. Ben diyeceğimi dedim. Analık hakkıma riayet et. Anacığım üzme, tamam mı yavrum?!.

Annesi son sözlerini bir sis bulutu içinde söylemiş ve hem o, hem de diğer acayip kılıklı insanlar görünmez olmuşlardı. Yusuf olanlara bir anlam verememiş, yine Önceki korku haliyle tek başına kalakalmişh, Birden bire sahne de­ğişti. Bu kez çok güzel, yeşilin her tonuyla süslü, çeşitli çi­çeklerden yayılan kokuların insanı mest ettiği bir yerdeydi. Artık tüm korkuları gitmişti. Az ilerisinde bir sandık duru­yordu. Ona yaklaşınca, kapak kendiliğinden açıldı. İçerisi­ne tıka-basa doldurulmuş değerli taşlardan süs eşyaları et­rafa saçıldı. Yusuf, hayranlıkla hazineye bakarken göreme­diği; ama çok yakınından geldiği anlaşılan bir ses tarafın­dan çağrıldı.

-Yusuf!

Sesin sahibini görmek için etrafına bakındı Yusuf; ama kimseyi göremedi. Tekrar sandığın içindeki göz alıcı taşlara bakmaya ve hayranlıkla onlara dokunmaya başladı. Taşla­rın güzelliği kendisini cezbetmiş ve etrafında olan-biten her şeyi unutmuştu. Yine o görünmeyen sesle kendine geldi.

-Yusuf!..

-Hm?.

-Nasıl, hoşuna gitti mi sandıktakiler?

-Evet, çok güzel...

-Senin olmasını ister misin?

-Evet isterim tabii ki!.. Ama... Ama sen de kimsin, hem niçin görünmüyorsun?

-Sen beni görmüyor musun şimdi?

-Elbette ki görmüyorum. Sesin var; ama sen yoksun.

Sesin sahibi kahkahalarla gülmeye başladı. Uzun süren bir gülüşün ardından tekrar konuştu.

-Şimdi sen beni göremiyor musun gerçekten?

-Hayır, göremiyorum.

-Etrafına iyice bak. Ben etrafında gördüğün her şeyim.

-Nasıl yani?

-Etrafında gördüğün bütün güzellikler, sandıktaki ha­zineler... Velhasıl canını çeken, nefsinin hoşuna giden her şeyim ben.

-Yine anlamadım.

-Sen de çok safsın be Yusuf. Ben Dünya'yım, Dünya! Şimdi anladın mı artık?

-Evet anladım.

-İyi o zaman.

-Peki, benden ne istiyorsun?

-Ben kimseden bir şey istemem, sadece veririm. Ama herkese değil tabii.

-Peki, kime verirsin?               

-İsteyenlere.

-Karşılıksız mı?

-Öyle sayılır. İstemesini bilen herkese veririm.

-İsteyen, nasıl istemeli peki?

-Benim istediğim özelliklere sahip olsun, yeter.

-Senin istediğin özellikler mi?

-Evet, benim istediğim özellikler. Yani; cimri, kıskanç, hasut, mağrur, kibirli ve acımasız... Ayrıca beni istemeli, bana tamah etmeli. Verdiklerimi kimseyle paylaşmamalı. Eğer böyle olursan, sana da veririm.

-Senin bu şartların ağır! Bu durumda senden bir şey is­teyecek değilim.

-Aklını kullan Yusuf!

-Aklımı kullandığım için teklifini reddediyorum zaten.

-Şu önündeki sandığa bak. 'Onları istemiyorum' diye­mezsin. Buna kimse inanmaz.

Yusuf, bu ikaz üzerine tekrar sandığa ve etrafa saçılmış mücevherata baktı. Bunlar öyle göz alıcıydı ki, Yusuf u ade­ta kendisinden geçirip akli melekelerini durma noktasına getirdi. Gâh eliyle okşuyor, gâh avuçlayıp havaya kaldıra­rak tekrar sandığa döküyordu. Bir müddet bu hal üzere kal­dı Yusuf. Sonra kendisini Dünya olarak tanıtan sesin muha­tabı oldu.

-Evet Yusuf, Ne diyorsun, sana vermemi ister misin on­ları?

-İsterim, isterim ama...

-Ama'sı yok Yusuf. Sen istemezsen, isteyenler çok. Fa­kat ben senin almanı istiyorum.

-Bilmiyorum ki!..

-Bunda bilmeyecek bir şey yok. "Evet, istiyorum" de, olsun bitsin.

-Karşılığında ne istiyorsun peki?

-Çok basit. Hiç de zorlanmayacağın bir şey istiyorum senden.

-Neymiş o?

-Az evvel gördüğün insanlar var ya...

-Evet.

-İşte onlara yardım etmeyeceksin, o kadar.

-Ama onların bana ihtiyacı var. Hem annem de onların arasındaydı. Ben bunu yapamam.

-Yapamam da ne demek? Elbette yaparsın. Onlar öle­cek zaten. Ama sen yaşayacaksın. Eğer elindekileri böylelerine harcarsan, senin de onlardan bir farkın kalmaz. Aklım başına al. Sahip olduklarını hep artırmaya çalış. Duyguları­nın esiri olma. Ne diye başkaları için hayatını ziyan edecek­sin ki?.. İnsan dünyaya bir kere gelir. Eğer akıllı olmazsan bu kısacık ömrünü boşuna harcamış olacaksın. Şimdi söyle bakalım şu sandıktaki mücevherleri ve onlardan çok daha fazlasını istiyor musun, yoksa istemiyor musun?

Yusuf yeniden sandığın başına çöktü. Dünya'nm sun­duğu teklif ile annesinin sözleri kıyasıya boğuşuyordu. Beyninin içi bir arı kovanı gibi uğulduyordu. Bir sandığa bakıyor, içindekilerin alıcı güzelliği karşısında gözleri ka­maşıyor; diğer taraftan, az evvel gördüğü insanları ve anne­sini düşünüyor, bunları okuduğu ve öğrendiği şeylerle kı­yaslıyordu. İçinden çıkılmaz bir duriimla karşı karşıya idi ve tek başına bu ikilemden kurtulamayacağını anlamıştı. Bir yardıma ihtiyacı vardı. Kendisini bu ikilemden kurtara­cak, karar vermesini sağlayacak birisinin yanında olmasını hiç bu kadar istememişti. Gözlerini kapatıp içten gelen bir sesle "Rabbim yardım et bana. Ben Senin zayıf ve aciz bir kulunum. Beni hidayetten ayırma" diye inledi. Gözlerini açtığında ne sandık, ne de sandıktan yerlere saçılan mücev­heratı görebildi. Etrafına bakındı. Az evvelki yeşillikler, çi­çek kokuları tamamen kaybolmuştu. Şaşkındı Yusuf, ama biraz önceki ikilemden kurtulduğu için de rahatlamıştı. Uzaklardan, çok uzaklardan yumuşak, hoş ve tanıdık bir sesin kendisini çağırdığını duydu. Bu, annesinin sesiydi. Onu göremiyordu, ama ses gittikçe yaklaşıyor ve ne dediği belirginleşiyordu.

-Yusufum, diyordu annesi. Yusufum kalk haydi na­maz vakti geçiyor.

-Namaz?!.

-Evet yavrum. Sabah namazı...

Bu ikaz üzerine hızla doğruldu Yusuf. Bir müddet şaş­kınlıkla etrafına bakındı. Sahne yine değişmiş, karanlık bir odada bulmuştu kendisini. Ellerini yüzüne kapatıp gözleri­ni ovdu. Tekrar etrafına bakındı. Bu kez sahne ona tanıdık geldi. Burası, kaldığı pansiyon odasıydı.

Uyku sersemliği geçip de şuuru açılınca, gördüklerinin bir rüya olduğunu anladı. Saatine baktı. Sabah namazı vak­tinin çıkmasına yaklaşık 45 dakika vardı. Yataktan hızla çı­kıp abdestini aldı. Önce sünnetini kılıp ardından farzını eda etti. Tesbihatmı yaptıktan sonra tevazu içinde Rabbine elle­rini açtı. Sonra halini usulca arz etti. Yüce Allah'a güzelce hamd edip, O'nun Resulü'ne (sav) salât ve selam getirdi. Ardından "Ya İlahi" dedi. "Ya İlahi, Sen benim Rabbimsin. Sen beni benden daha iyi bilirsin. Eğer içimde kötülüğe da­ir bir meylim olursa, onu fiiliyata dökmemi engelle. Beni kötülüklerden, nefsime uymaktan, fuhşiyattan, şehvetlerin esiri olmaktan koru. Beni bir an bile nefsimle baş başa bırak­ma. 'Çünkü nefs, daima kötülüğü emredicidir' Ya İlahi! Rahmetinin kapılarını aç bana. Gireceğim sınavın sonucunu dünyam ve ahiretim için hayırlı kıl. Çünkü gaybm anahtar­ları Senin yanındadır. Sen bilensin, hüküm ve hikmet sahi­bisin. Ya İlahi! Beni aza kanaat eden, çoğa sahip olduğunda azmayıp şükreden kullarından eyle. Beni İslam dışı bir ha­yatı sevip tasvip etme şuursuzluğundan muhafaza et. Bana hidayet yollarını aç. Bana, Senin dostlarını tanıma ve onlar­la birlikte olma basiretini ver. Beni, razı olduğun kulların­dan eyle, dalalet ve sapıklıktan muhafaza et. Âmin vel ham-dulillahi Rabbil Âlemin. Vesselatu vesselamu ala Resulina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellem." Duasını bi­tirip ellerini yüzüne sürdü Yusuf.

Hava nerdeyse aydınlanmıştı. Gidip Kur'an-ı Kerim'ini aldı. Bir Yasin-i Şerif okuyup ölmüşlerinin ruhuna teslim et­ti. Sonra Cevşenden biraz okudu. Saat sabahın beşine yak­laşıyordu. Sınav, saat dokuzda başlayacaktı. Sınava gireceği okul fazla uzak olmadığı için acele etmesine gerek yoktu. "Saat yediye kadar uyusam iyi olacak" dedi. "Saat yedide kalkar, son hazırlıklarımı yapıp çıkarım. Kahvaltımı da dı­şarıda yaparım artık."

Tekrar yatağına girip uzandı. Gözlerini kapayınca, gece gördüğü rüya geldi aklına. Sonra Muhtarü'l-Ehadis'te geçen; "Sizden biri hoşlanmadığı bir rüya gördüğünde soluna üç defa tükürsün, üç defa şeytandan Allah'a sığınsın (Euzu çeksin) ve üzerine yattığı yanını çevirsin" mealindeki hadi­si hatırlayıp bunun gereğini yerine getirdi. "İnşaallah hayır­dır" dedi. "Bu rüya geleceğime dair bir şeyler barındırıyor; ama ne? Allah'tan hayırlısını umuyorum. Allah'ım, sana sı­ğındım, bana hayırdan başkasını nasip etme!" diyerek du­asını noktaladı. Az sonra da uyudu.

Yusuf, uzun boylu, boyuna göre zayıf, siyah saçlı, elma­cık kemikleri biraz çıkık biriydi. Siyah gözleri, sürekli dalgınmış izlenimi veriyordu. İnce burnu, esmer simasına ya­kışacak şekildeydi. Yüzünde ve bakışlarında mütevazılığın izleri okunuyordu.

Ailesinin ortanca çocuğu sayılırdı Yusuf. Kendisinden büyük ikisi erkek, ikisi kız olmak üzere dört; kendisinden küçük de ikisi erkek, birisi kız olan üç kardeşi vardı. Büyük kardeşler sadece ilkokulu okuyup bırakmışlardı. Yusuf ise öğretmenlerinin ısrarıyla babası tarafından okumak üzere şehre gönderilmişti. Özellikle annesi onun doktor olmasını istiyordu. Yusuf un da bu yöndeki meyli annesinin arzu­suyla birleşince, üniversite sınavında tıptan başka bir tercih yapmama kararma varmıştı. Aslında Yusuf un doktor olma isteği daha ortaokulda iken şahit olduğu bir hadiseden kay­naklanıyordu. O sıralarda rahatsız olduğu için okuldan izin alarak hastaneye gitmiş, muayene olmayı beklerken, kuca­ğında küçük bir çocuk olan, giyinişinden çok yoksul oldu­ğu anlaşılan yaşlı bir adam yanma oturmuştu. Adam ağlı­yordu. Yusuf merak etmiş, sormuştu.

-Niçin ağlıyorsun amca, bir şey mi oldu?

-Yok evladım. Bir şey olduğu yok. Çaresizliğime ağlıyo­rum.

-Neden, ne oldu ki amca?

-Kucağımdaki benim torunum. Çok hasta.

-İşte hastanedesin ya amca. Doktorlar muayene ederler, iyileştirirler înşaallah.

-Doktorlara baktırdım evladım. Birkaç tane film çekil­mesi lazımmış. Sordum, her biri için epey bir para lazım­mış. Ama benim hiç param yok. Yalvardım, yakardım, "Ne isterseniz yaparım" dedim; ama nafile. Parasız hiçbir şey yapamayacaklarını söylediler. İnsanlık ölmüş oğlum. İnsanlık paraya satılmış. Torunum gözümün önünde Ölüyor ve yardım edecek kimse yok. Allah'tan umut kesmek olmaz; ama derdimin dermanı yok..İşte, içinde bulunduğum bu ça­resizliktir ki beni ağlatıyor;.yüreğimi lime lime dağlıyor... Sen sen ol, insanlığını unutma oğlum. Bir gün büyük adam olursan bu durumda olan insanlara yardım elini uzatmak­tan geri durmaz.

Adam bunları söyledikten sonra yine ağlayarak toru­nunu bağrına basıp hızlı adımlarla uzaklaşmıştı. Sanki insanlığın olmadığına inandığı bu yerden kaçar gibiydi. Yu­suf arkasından bakakalmiş, küçük yüreği şahit olduğu bu hadiseyle burkulmuştu. İşte ta o zaman karar vermişti dok­tor olmaya. Sanki doktor olduğunda, kucağında torunu olan perişan kılıklı o ihtiyar adam yeniden çıkıp gelecek ve "Amca, insanlığını paraya satmayanlar hâlâ var. Torunun için ne gerekiyorsa ben yapacağım" diyecekti kendisine. Böylesine bir ukde kalmıştı yüreğinde o günden beri. Yu­suf, o adamın bir daha çıkıp gelmeyeceğini biliyordu belki; ama onun gibi nice insanın olduğunu ve günün birinde böyle biriyle karşılaşacağını da çok iyi biliyordu. O hadise Yusufun sadece doktor olma yönündeki kararını değil, belki de hayatının tamamını etkilemişti. İnsanlara karşı iyi­likte bulunma, hiç kimseyi hor görmeme, alçak gönüllü ol­ma... gibi özellikleri, şahit olduğu o olaydan sonra şekil­lenmiş ve Yusuf ta kalıcı birer ahlaki vasıf haline gelmişti. Çok yufka yürekliydi Yusuf. Küçük bir çocuğu para kazan­mak için çalışırken gördüğünde oturup ağlayacak kadar naşit tutar

Namazım, kendisini bildi bileli kılardı. Daha okula baş­ladığı sırada köy imamının yanma Ku/an dersi almaya gitmiş, Ku/an'ı kısa sürede öğrenmişti, O günden sonra da Kur'an-ı Kerim okumadan geçirdiği bir gününün olduğunu hatırlamıyordu. İslam'ı seven bir aileden olmasının avanta­jıyla ilk dini bilgilerini aileden almış, sonrasında da köy imamının camide verdiği derslere iştirak etmesiyle daha o yaşta 'ileri derecede' denecek kadar bir bilgiye sahip olmuş­tu. Köy imamı Yusuf u çok seviyordu. Zaten İmam Hatip Lisesi'ne gelişi, biraz da imamın telkinleri sonucu olmuştu.

Yıllar geçtikçe, okuldan aldığı dini bilgilerin kendisine yetmediğini gördü. Bu yüzden harçlığının nerdeyse tamamını kitap alımına tahsis etmişti. Okudukça ufku genişli­yor, kendisini bir karar verme zorunluluğunda hissediyor­du. O da şu idi: Tek başına İslamî bir yaşam sürmenin -he­le böyle bir zamanda- imkânsızlığını biliyordu. Bu yüzden, yanlış yaptığında kendisini uyaracak, kendisine hakkı tav­siye edecek, kendisi için bir oto kontrol mekanizması olacak arkadaş ya da arkadaşların birlikteliğine ihtiyaç duyuyor­du. Ama kim veya kimler? Okulda böylesi özelliklere az-çok sahip öğrenciler vardı. Ama neticede onlar da öğrenciy­di. Oysa Yusuf, kendi yaşıtı olan öğrencilerle sınırlı kalma­sını istemiyordu bu işin. Onun istediği; yaş, tecrübe ve biri­kim olarak toplumu peşinden sürükleyecek Allah dostlarıy­dı. İşte bu yüzden bunların kimler olabileceğine bir türlü karar veremiyordu. Gerçi Abdülaziz, Bekir ve Ahmet ile ar­kadaşlıkları bu ihtiyacı biraz hafifletiyordu; ama neticede

dört kişi olsalar da yine yalnız sayılırlardı. Hem dördü genç ve toydu. Bu zamanda insanın imani ve akidevi yönden kendisini muhafaza etmesi gerçekten çok zordu. Hele tek başına olunca zorluklar katmerleşiyordu. İnsanın kendi­sini muhafaza etmesinin-tek yolu, hak üzere olan, Allah'ın kitabını ve Hz. Resulullah (as)'m sünnetini rehber edinen insanlarla, yani Allah dostlarıyla birlikte olmaktan geçiyor­du. Okulda birçok kişi vardı. Hepsi de Yusuf un aradığı özelliklerin kendilerinde olduğunu iddia ediyor ve Yusuf u aralarına davet ediyorlardı. Ama o henüz bir karar verme­mişti. Bu konuyu birkaç kez arkadaşlarıyla konuşmuş, ara­larında fikir ayrılığı çıkınca bu konuyu konuşmaktan vaz­geçmişti. Yusuf un kafasında, kimlerle birlikte olması gerek­tiği belirgin bir şekilde öne çıkıyor, hatta içinden kendisini o kişilerle birlikte görüyordu; ama bu işi üniversite yıllarına bırakmıştı. Zaten sınavda ilk tercihi/bulunduğu şehrin üni­versitesi olacaktı. Bunun sebeplerinden birisi de, kafasında belirginleşen ve Allah dostları olduğundan kuşkusu kalma­dığı insanların burada faaliyet içinde olmasıydı.

Yusuf, küçük bir kahvaltı salonunda bir çorbayla karnı­nı doyurduktan sonra yürüyerek sınava gireceği okula yöneldi, Pek heyecanlı sayılmazdı. "Hayatımın sınavı", "Be­nim için ya hep, ya hiç" veya "Kazanamazsam, hayatımın sonu olacak" diyenlerin heyecan dolu bekleyişlerinin aksi­ne, o gayet sakindi. "Kazanırsam, güzel olur. Hem ben, hem de ailem sevineceğiz. Ama kazanamazsam da fazla üzülmem. Dünyanın sonu değil ya! Kısmetimde olandan başka­sını görecek değilim. Mevla'm ne takdir etmişse, o olur" di­yordu. "Önemli olan, bu dünya imtihanından başarıyla çık­mak. Hem bu imtihan sadece bir kereye mahsus! Ya başarı­lı olunur, ya başarısız. İkinci bir şansı yoktur insanın. Ayrı­ca bunda sadece iki tercih hakkı var. Buna karşın, istisnalar hariç herkes bir tercih yapıyor. Ama gel gör ki, çoğunluk tercih etmediği yeri kazanıyor. Hem de kayıt zorunluluğu olan ve asla mezuniyeti olmayan; içinde, Hakka tabi olma­ma inadının eritildiği, pişmanlığın öğretildiği, sadece kötü fiillerin karşılığının ödettirildiği korkunç okul... Evet, imti­hanı kaybetmek korkunç bir şey... Allah, tüm mü'minleri hayat imtihanında başarılı kılsın. Âmin!" Bu düşünceler içerisinde okula varmıştı.

Sınavın başlamasına bir saate yakın zaman vardı. Okul, -tabiri yerindeyse- ana-baba gününe dönmüştü. "Öğrenci­lerden çok veliler var" dense yerinde olurdu. Kimisi anne­siyle, kimi babasıyla, kimi de hem anne, hem de babasıyla gelmişti sınava. Bunlara bir de kardeşleri de eklersek, okul bahçesinin ve çevresinin bir panayır yerine döndüğünü söylemek doğru bir teşhis olurdu. Gelenlerin hemen hepsi­nin bayram yerine gider gibi, en güzel elbiselerini giymiş olması da bu teşhisi doğruluyordu. Havanın sıcak oluşu, el­biselerin ince ve açık olanlarının tercih edilmesine sebep ol­muştu. Özellikle bayanların kıyafetleri, Yusuf'u iğrendir-mişti. "Allah'ım!" dedi. "Bu insanların haya perdesi tama­mıyla yırtılmış. Namus, haya, ar gibi kavramlar unutulmuş, ya da utanılacak kavramlar haline gelmiş. Daha üniversite kapısında böylesine açılıp saçılan bu insanlar, acaba kazandıktan sonra ne yapacaklar? Allah'ım, Sen Müslümanların imanını muhafaza et ve bizi şeytanın oklarından koru."

Açık-saçık bayanların, aksine, tek-tük tesettürlü öğrenci ve velilerin oluşu, Yusuf a bir umut, bir göz aydınlığı, bir se­vinç olmuştu. Bunun için de Allah'a hamd etti.

Sınav saati yaklaştıkça, kalabalık git gide artıyordu. Bu kalabalık içinde, kendisini yalnız ve garip hissetti Yusuf. Kendisi gibi istisnalar hariç, hemen herkes birileriyle gel­mişti. Yusuf böyle dalgın dalgın düşünürken arkadan biri­sinin sesiyle irkildi.

-Yusuf, sen de burada mı giriyorsun sınava?

-OooL Sen misin îlyas? Aynı yerde giriyoruz demek.

İlyas, Yusuf la aynı okulda okuyan biriydi. Orta boylu, atletik yapılı, siyah saçlı ve yuvarlak yüzlüydü. Ela gözleri­nin ardında sevecen bakışları vardı. 'Sıcakkanlı ve insana güven veren bir görünüşe sahipti. İslami hassasiyetlerinden dolayı Yusuf un çok takdir ettiği birisiydi. Sürekli kendisi gibi İslam'ı seven ve kendisi gibi mütedeyyin olan kişilerle geziyordu. Okuldan tanışıklıkları vardı. Karşılıklı selanv laşıp birbirlerini soruyorlardı; ama samimi bir arkadaşlıkla­rı olmamıştı. İîyas, yanaşmak için çabalamıştı; ama Yusuf gruplar hakkında kararsızlık içinde olduğundan hep soğuk kalmıştı. Ama şimdi, hele böyle bir yerde İlyas'a rastlamış olmasına çok sevinmişti. Bu yüzden ona sıcak bir yakınlık göstermişti. Dostça bir tokalaşmanın ve hal-hatır sormanın ardından ilk konuşan İlyas oldu.

-Şu kalabalığa bak. Sanki düğüne gelmişler.

-Ben de az evvel bunu düşünüyordum. Birkaç kişi dı­şında herkes birileriyle gelmiş. İnsan kendisini garip hisse naşit tutar

hakikat yolcuları diyor.

-Ne gereği var ki velileri getirmenin?

-Manevi destek olsun diye getiriyorlar herhalde.

-Öyle olsa bile sınava girecek olana hiçbir faydaları ol­mayacak. Baksana Yusuf, veliler öğrencilerden daha heyecanlı görünüyorlar. Sanki sınava girecek olan onlar.

-Desene bu durumda destek olacaklarına, bilmeden baskı unsuru oluyorlar. Çocuklarına, her şeyin bu sınava bağlı olduğunu, eğer kazanamazlarsa, her şeyin biteceği mesajını vermiş oluyorlar dışarıda beklerken.

-Tabi bu da çocuğu strese sokmakta, bildiği soruları da cevaplayamamasma neden olmakta çoğu kez.

-O zaman biz rahatız desene İlyas.

-Elbette rahatız Yusuf. Üniversiteyi kazanmak; oku­mak, insanlara faydalı olmak açısından önemli... Ama bi­zim için asla son amaç olmamalıdır. Bundan dolayı kazana-masak da "Allah böyle diledi" deyip üzülmeyeceğiz, öyle değil mi?

-Ben de aynen öyle düşünüyorum İlyas:

-Haydi, yavaş yavaş içeri girelim. Ben 1. katta giriyo­rum, ya sen?

-İkinci katta, 2-B sınıfında.

-"Bismillah" deyip gidelim. Allah yardımcımız olsun.

-Kapıdaki aramalar da çok can sıkıcı. Sınava değil de sanki maça giriyormuş havası oluşuyor insanda.

-Dediğin doğru, ama biraz da gerekli bir şey... Başkası­nın yerine sınava girenler var, kopya çekmek için yanların­da çeşitli aletler getirenler var, arananlar var...

Yusuf ile İlyas konuşa konuşa giriş kapısına geldiler.

Önlerinde birkaç kişi vardı ve sıralarını beklemek zorun­daydılar. O sırada bayan öğrencilerin aramasını yapan ba­yan görevliler, tesettürlü bir öğrencinin içeri girmesini en­gellemeye çalışıyordu. Sesler yükselmişti. Bayan memur:

-Bakın hanımefendi, bu kıyafetinizle içeri giremezsiniz, diyordu.

-Neden, ne varmış kıyafetimde?

-Bir şeyi yok tabi; ama burada sınav yapılacak. Sizi bu kıyafetle alamayız.

-Kıyafetim sınavın olmasına engel mi oluyor?

-Sınavın olmasına engel değil tabi; ama insanların dik­katini dağıtacaksınız.

-Bu benim sorunum değil. Açık-saçık giyinen o kadar kişi dikkati dağıtmıyor da, benim kıyafetim mi dikkat dağı­tacak? Bakın bayan! Ben buraya sınava girmeye geldim ve bu benim en tabii hakkım. Şimdi izin verin de geçeyim.

-Bu mümkün değil. Kesin talimat var. Ya başını açarsın, ya da çekip gidersin.

-Ne demek oluyor şimdi bu?

-Ne demek Olduğunu sen anla artık. Kıyafet tercihini sen yapmışsın. Bunun zorluklarına da katlanacaksın. Şimdi söyle bakalım, başını açıyor musun, yoksa açmıyor musun?

-Hayır, asla! Başımı açmıyorum ve sınava gireceğim.

-Sen ne inatçı bir kızsın ya! Sana söyledim işte. Kesin ta­limat var. Emir bu, emir! Anlamıyor musun? Haydi, çık sı­radan da diğerlerini meşgul etme.

-Hayır çıkmıyorum. Ben sınava gireceğim.

Sinirler gerilmiş, sesler yükselmişti. Tesettürlü öğrenci içeri girmek için direniyordu. Genç bayan polis, tecrübesizliginden dolayı ne yapacağını bilemiyordu. Orada bir sorun olduğunu gören komiser; yanındaki şişman, kırmızı suratlı, kızıl saçlı, geniş yüzlü bayan polise oraya gitmesini işaret

Kırmızı suratlı polis, hadisenin olduğu yere gelince, te-settürlü öğrenciye sordu:

-Ne İstiyorsun kızım?

-Sınava girmek istiyorum.

-Bu kıyafetle mi?

-Evet, bu kıyafetle!

-Bak kızım, sana iyilikle söylüyorum. Başını aç, içeri gir. Yoksa defol git buradan. Camiye girmiyorsun be! Attırma şimdi tepemi!..

Kırmızı suratlının yüzü sinirden morarmıştı. Şimdiki hali çok korkunç görünüyordu. Aynen, çocuklara masallar­da anlatılan ve insan yiyen kadın devi andırıyordu. Konuş­tuğunda, kocaman ağzının içindeki aralıklı dişlerinin ara­sından etrafa tükürükler saçılıyordu. Buna rağmen tesettür-lü öğrencinin geri adım atmaya niyeti yoktu. Korkmadan karşılık verdi.

-Bu kıyafetle sadece camiye mi gidilir? Örtünmek Al­lah'ın emridir. Hiç kimse beni örtümü çıkarmaya zorlaya­maz. Şimdi bırakın geçeyim.

-Bak hele şu çok bilmişe!!! Allah örtünmeni emretmişse, kanunlar da açmanı emretmiş. Şimdi sen kanunlara karşı mı geliyorsun ha? Seni gidi terörist seni!.. Gel bakalım be­nimle. Seni emniyete götüreyim de aklın başına gelsin.

Kırmızı suratlı bayan polis, tesettürlü bayanın konuş­masını engellemek için koca eliyle ağzını kapatıp diğer eliyle de kolundan sıkıca kavrayarak arabaya doğru sürükledi. Tesettürlü bayan kurtulmak için çırpındıysa da buna güç yetiremedi. Elindeki sınav belgeleri yerlere saçılmıştı. Bu bir ibret tablosuydu. Okulun bahçesinde bulunan insanlar, bu ibret tablosunu sessiz ve tepkisiz bir şekilde izliyorlardı. Onların bu tepkisizliği, aslında daha büyük bir ibret vesika-siydi. Ruhlarnvölrnüşlüğüne; 'bana ne'ri anlayışın yaşam felsefesi olduğuna; olaylar karşısında tepkisizlik, duyarsız­lık ve vurdumduymazlığın hayatın bir parçası haline geldi­ğine dair üzücü ve gerçek bir örnekti az evvel yaşanan olay. Oysa gözlerinin önünde bir haksızlık yaşanmıştı. Bu bir adaletsizlikti. Olmaması, sıradan bir hadise gibi algılanma­ması gereken bir olay yaşanmıştı. Ne olmuştu bu insanlara? Niçin bu kadar ruhsuz, bu kadar duygusuz, bu kadar tep­kisiz olmuşlardı. Oysa yaşanan hadise, en taş kalpli olan in­sanı dahi ağlatacak kadar dramatikti. Hani bu ülkede yaşa­yan herkes eşitti?! Hani demokrasi, insan haklan ve bilmem daha neler vardı?! Hani hiç kimse dini inancından dolayı hor görülemezdi?! İnsanları uyutan tüm bu sihirli sözler bir anda sönüvermişti az evvelki hadiseyle. Hepsinin yalan ol­duğu, aslında böyle bir şeyin olmadığı, ya da olsa bile inançlı insanların bu işin dışında tutulduğu anlaşılmıştı.

Peki ya bu kalabalık?! Göğsünü gere gere "Elhamdülil­lah biz de Müslümaniz!" diyen bu insanlar niçin sadece izlemekle iktifa etmişlerdi? Niçin hep birlikte dikilip de "Du­run bir dakika! Bu kadar kişinin okumaya ne kadar hakkı varsa, bu kızcağızın da o kadar hakkı var. Örtünmek de, sı­nava girmek de onun en tabii hakkı. Buna engel olmanıza izin vermeyeceğiz" dememişlerdi? Bu ne garip, ne acayip, ne ibret dolu bir durumdu Ya Rabbi! Bu ne biçim işti? Sen, yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede yaşaya­caksın ve örtünden dolayı aşağılanıp rencide edileceksin. Üstelik hiç kimse buna sesini çıkarmayacak...

Yusuf ile İlyas, içleri burkularak izlemişlerdi hadiseyi. Kırmızı suratlı bayan polisin tesettürlü öğrenciyi böylesine aşağılayarak götürdüğü sırada İlyas kendisini kaybetmiş, gayri ihtiyari "İnsanlık değil bu!" diyerek o yöne doğru ha­reket etmişti. Vücudu gerilmiş, yumruklarını çelik gibi sık­mıştı. Yusuf da İlyas'm hislerini paylaşıyordu; ama nedense bunun faydasız bir hareket olduğuna inanmıştı. Bu yüzden İlyas'ı ikinci adımını atacağı sırada kolundan tutup kendine doğru çekti. İlyas'm duyacağı bir sesle;

-Dur İlyas! Ne yapıyorsun? dedi.

-Görmüyor musun Yusuf? Bacıya yaptıklarım görme­din mi?

-Görmez olur muyum İlyas? Tabii ki görüyorum; ama ne yapabiliriz ki? Benim de içim seninki gibi yanıyor. Gel şöyle, biraz dolaşalım, sonra gireriz içeri.

İlyas, hâlâ sakinleşmemişti. Vücudu halen gergindi ve sinirden titriyordu. Gözlerinin beyazı kızarmıştı. Yusuf ken­disine engel olmasa, hiç düşünmeden kırmızı suratlı polise saldıracak ve dinde bacısı olarak bildiği tesettürlü bayanı ellerinden kurtaracaktı. Birkaç dakika geçip biraz daha sa-kinleşince, bunun pek o kadar da akıllıca olmayacağını o da anlamıştı. Buna rağmen hiçbir şey yapamamanın ezikliğini yüreğinin ta derinliklerinde hissediyordu. Boğazı düğüm­lenmiş, gözleri sulanmıştı. Zorlukla konuştu.

-Bacıya yardımcı olamadık Yusuf. Gözümüzün önünde kurdun kuzuyu kaptığı gibi alıp götürdüler.

Yusuf da dolmuştu. O da İlyas gibi zorlukla konuştu.

-İyi ki ahiret var. İyi ki cehennem var. Zalimlerin yap­tıklarının karşılığını göreceklerini bilmek biraz olsun beni rahatlatıyor. Yoksa hırsımdan çatlayıp giderdim.

-Üstad'm dediği gibi "Cennet ucuz değil, cehennem da­hi lüzumsuz değil." Ne kadar doğru bir söz! Cennet hiç de ucuz değilmiş gerçekten. O bacı gibi, Allah'ın emirleri ko­nusunda tavizsiz olmak lazım. Allah'ın emirlerini hiçbir şe­ye değişmemek lazım! Biz de şahidiz ki, bacımız böyle yap­tı. Bunun karşılığında sınava alınmadığı gibi hakaretlere maruz kaldı. İşte cennetin ucuz olmadığının ki ik bir nu­munesi. Yine diğer tarafta bacıya zulmedenler... Az evvelki insanlıktan nasibini almamış görevliden tut da bunda payı olanlara kadar herkes bu zulmün ortağı. Bu da cehennemin olması gerektiğine, cehennemin çok lüzumlu bir yer ve ada­letin tecellisinin bir gereği olduğuna sadece küçük bir de­lil!..

-Üstad boşuna "Zalimler için yaşasın cehennem" de­memiş elbette.

-Bu hadiseden sonra sınava nasıl girilir ki?

-Doğrusu içimden girmek gelmiyor İlyas. Sanki girer­sem bacıya zulmedenlerin yanında olacakmışım gibi geli­yor bana.

-Al benden de o kadar Yusuf. Ben de bacıya ihanet et­miş gibi olacağımızdan korkuyorum.

-Peki, ne yapalım İlyas? Ne karar verirsen sana uyaca­ğım.

İlyas bir müddet düşündü. Sınava sadece 15 dakika gibi bir zaman kalmıştı. Bir karar vermesi gerekiyordu. Zor bir durumda hissetti kendisini. Çünkü birlikte olduğu arka­daşları sınava girmesini ve kazanmasını istemişti. Şahit ol­duğu bu hadise ise, duygularını yönlendiriyordu. Şimdi ise duygularıyla değil, gerçeklere göre hareket etmesi gereki­yordu. Yusuf a dönerek:

-Sınava girmemiz gerek Yusuf, dedi.

-Sen bilirsin İlyas. İçimde hiç heves yok ama...

-Sınava kendimiz için değil Yusuf, onlar için gireceğiz. İslami şuura sahip olan bizlerin insanlara faydalı olması ve insanlara İslam'ın güzelliklerini götürmesi için okuması la­zım... Eğer bugün burada İslami şuura sahip insanlar ol­saydı, durum böyle mi olurdu? Eğer topluma bir şuur vere­bilirsek, böylesi hadiseler yaşanmaz artık. O zaman bacıla­rımız da istediği gibi örtülü bir şekilde okullarını okuyacak­lardır. Haydi, artık gidelim. Unutma, sadece kendin için de­ğil, bu bacı için ve zulme uğrayan tüm mazlumlar ile doğru yola ulaşmayı bekleyen tüm insanlar için sınava giriyorsun. Bu yüzden kendini sınava ver ve konsantrenin bozulması­na müsaade etme. Anlaştık mı?

-Tamam İlyas, dediğin gibi olsun, anlaştık.

-Haydi gidelim. Allah yardımcımız olsun.

-Âmin!

-Ha Yusuf, eğer müsaitsen, sınav sonrası buluşalım.

-Tabii, neden olmasın?

-Çıkışta birbirimizi bekleyelim.

-Tamam, inşaallah!

 

3- Bölüm

 

Vakit, öğleye yaklaşıyordu. Elinde bir dosyayla mi­nibüsten inen Yusuf, Tıp Fakültesinin bahçesinden içeriye girdi. Saatine baktı. "Mesainin bitmesine yarım saat var" dedi kendi kendine. "Şimdi başlasam da^bitiremem. En iyi­si, etrafta biraz dolandıktan sonra namazımı kılayım. Ha­yırlısıyla kayıt işlemlerine öğleden sonra başlarım."

Sınav sonucunu, köyde tarlada çalışırken almıştı Yusuf. Babası ve iki abisi ile tarlada iken kendisinden iki küçük kardeşi elinde bir zarfla koşa koşa gelmiş ve zarfı Yusuf a vermişti. "Eğer bana bir şey gelirse, kimseye göstermeden bana getir" diye kardeşini tembihlemişti önceden. İşte o da bu tembih üzerine zarfı kaptığı gibi Yusuf a getirmişti. Da­ha Yusuf zarfı açmadan babası ile abileri de başına üşüş­müş, merak içinde çıkacak sonucu beklemişlerdi. Yusuf, so­nucu aşağı yukarı biliyordu. Çünkü sınav esnasında cevap­larını yanma almış, sonradan da kontrol ederek alacağı pu­anı üç aşağı beş yukarı hesaplamıştı. Kendisi köyde olduğu için sınav sonuç gazetesini takip edememiş; ancak arkadaşı Bekir kendisini telefonla arayarak kazandığını söylemişti. Ancak o ailesini haberdar etmemiş ve sonucun eline ulaş­masını beklemişti. Sınav sonuç belgesi eline ulaşınca da muziplik olsun diye onları merakta bırakmak için ağır hare­ketlerde bulunmuştu. Sonunda babası dayanamayarak;

-Oğlum haydi aç, ne duruyorsun? Bizi meraktan öldür­mek mi istiyorsun? demişti. Bunun üzerine Yusuf sanki üzülmüş gibi bir hava takınarak;

-Merak edecek bir şey yok baba. Kazanamamışım işte!.. diye cevap vermişti.

-Nasıl olur oğlum? Ama... Sen demiştin ki...

-Evet, baba. Kazanacağım demiştim. Demek ki kısmet­te yokmuş.

~Yaa! Ne yapalım oğlum? Neyse üzülme, Allah büyük­tür, înşaallah seneye kazanırsın.

Sonra babasının aklına yeni gelmiş gibi;

-E aç zarfı da görelim. Belki kazanmişsmdır, demişti.

Bunun üzerine Yusuf, bu oyunu daha fazla sürdürme­miş, zarfı açıp Tıp Fakültesini kazandığını müjdelemişti. Bu müjdeyle tarla yerinde bir bayram coşkusu yaşanmıştı. Yu­suf o gün yaşananları hatırlayınca, gayri ihtiyari gülümse­di.

Sınav sonucu eline ulaştıktan birkaç gün sonra şehre gelmiş, arkadaşlarıyla görüşmüştü. Onlar da kazanmışlar­dı; ama her birisi ayrı şehirlerdeki fakültelere yerleştirilmiş­lerdi. Böylece üniversiteye başlarken yolları ayrılmış olu-yordu/"Yeni bir hayat, yeni arkadaşlıklar ve görünüşe göre zor bir ortam... Allah doğru yoldan saptırmasın!" dedi ken­di kendine.

Fakültenin bahçesinde turlarken gördüğü şeyler kendi­sini şaşırtıyordu. Kızlı, erkekli bir grubun yanından geçer­ken; "Aman Allah'ım! Burası neresi? Burada nasıl yaşanı­lır?" demekten kendisini alamadı. Erkeklerle kızların sar­maş dolaş olmaları, hele bu kadar insan içinde sanki çok ta­bii bir şey yapıyorlarmış gibi gayet rahat davranmaları Yu­suf u çok şaşırtmış, kanını dondurmuştu. "Hayır hayır!.. Kesinlikle insanların yapacağı davranışlar değil bu" dedi. "Kızlarla erkeklerin birbirlerine sarılıp namüsait bir vazi­yette uzanmaları nasıl hoş görülebilir ki?! Yazık, çok yazık! Acaba aileleri bu yapılanları biliyor mu? 'Okusun da fayda­sı dokunsun' diye buralara gönderdikleri kızlarının ne halt karıştırdığından haberdar mı aileler, babalar, erkek kardeş­ler?! Kim bilir, belki de bunu peşinen kabullenmişler. Yoksa bugün, bu şartlarda kızlarını uzak yerlere gönderip başıboş bırakmak akıl kârı mı? Hem sadece kızların mı hayâlı olma­ya, namuslu davranmaya ihtiyacı var? Erkeklerin de ihtiya­cı yok mu? Bu davranışlar tek taraflı değil ki! Mesele çift ta­raflı ve her iki taraf da suçlu... Aslında suç sadece bu çocuk­ların değil. Onların ötesinde aile, çevre, toplum, eğitim sis­temi. .. Hepsi suçlu. Belki ben de yaptıklarının hata olduğu­nu söylemesem suçlarına ortak olacağım."

Bu düşüncelerle grubun yanından geçip gitti Yusuf. Ca­nı sıkılmış, tek başına geldiğine pişman olmuştu. Oldukça yabancı olduğu bir ortama girmişti. Ne kızları kızlara ben­ziyordu, ne erkekleri erkeklere. Küpe takan, uzun saçlarını arkada kurdeleyle bağlayan birçok erkek görmüştü, Bunun karşılığında, kızların çoğunluğu erkeklerin giydiklerinden giymişlerdi. Yani cinsiyetler birbirine karışmıştı.

-"Bir tanıdık görebilseydim keşke" diye temennide bu­lundu Yusuf. "Böyle bir yerde insanın tek başına dolaşması iyi olmaz. En iyisi mescide gideyim. Orada tamdık birileri­ni görebilirim belki. Tanıdık birileri olmasa bile, en azından 'insan olma' vasfına haiz insanların arasında olurum. Mes-cidde olmam, burada olmamdan kat kat iyidir."

Mescide doğru hızlı adımlarla yol aldı Yusuf. Mescidin yerini daha önceden biliyordu. İki yıl önce kardeşi fakülte hastanesinde yattığı için sık sık yanma gelmiş, namaz vakit­lerinde de genellikle mescide gitmişti. Bu yüzden yolunu şaşırmadan kısa sürede vardı mescide. Namaza daha vardı. Abdestli olduğu halde yeni bir abdest almayı tercih etti. Al­dığı abdest ve şimdi bulunduğu ortam kendisini rahatlat­mıştı. Kendisini bildi bileli, her sıkıldığında veya daraldı­ğında kendisini mescide atardı. Mescidi bir sığınak, bir ka­le, bir kalkan, bir kurtuluş kapısı olarak algılamıştı her za­man. Bugün bunu her zamankinden çok daha iyi anlıyordu. Yüce Allah (cc)'m yeryüzünün ilk mescidi olan Mescid-i Haram'ı 'emin yer1 kılması boşuna değildi. Yine Hz. Resu-lullah (as)'m hicretten sonraki ilk icraatının mescid inşası olması ve mescidi İslami toplum için bir temel yapması bo­şuna değildi. Ve yine mescidin asırlar boyunca garipler, kimsesizler, çaresizler için birer sığmak olması da boşuna değildi elbette. İşte Yusuf da bu bilinç ve idrakle atmıştı kendisini mescide. Hz. Resulullah (as)'ın sıkıntılı zamanlar­da "Bizi ferahlat ey Bilal!" diyerek insanları namaza çağır­masını istediği gibi, o da üzerine çöken bu daralmadan ta­mamıyla kurtulmak için mescide girip iki rekât mescid sün­netini kıldı. Selam verdiğinde, İlyas'ın sıcak tebessümüyle karşılaştı. Tanıdık ve dost bir simayı görmenin sevinci ve mutluluğuyla İlyas'a doğru gitti. İlyas'ın yanında siyah saç­lı, esmer, bıyıklı, 25 yaşlarında olduğunu gösteren biri daha vardı. Yusuf yanlarına varmadan, onlar da ayağa kalkmış­lardı. İlyas'ın yanındaki şahsın uzun boylu ve boyuyla orantılı fiziği, ayağa kalkınca daha iyi anlaşılıyordu. Onun da yüzüne dostane bir tebessüm yayılmıştı. Yusuf yanlarına varınca;

-Esselamu Aleyküm, diyerek tokalaşmak için elini uzattı.

-Ve Aleykumuesselam ve Rahmetullahi ve Berekatuh, diye karşılık verdi İlyas ve yanındaki. Dostça bir tokalaşma­nın ardından ilk konuşan İlyas oldu.

-Allah kabul etsin Yusuf.

-Allah razı olsun.                 

-Hayırdır, ne arıyorsun buralarda?

-Kayıt için gelmiştim. Gecikince, "Namaz kılayım da sonra devam ederim işime" diyerek buraya geldim. Ya sen ne için geldin?

-Ben de kayıt için gelmiştim. Diş hekimliğini kazandım. Seninki hangi bölüm?

-Tıp.

-Hayırlı olsun Yusuf. Kadri abi de tıpta okuyor. Dör­düncü sınıfta. Sahi sizi tanıştırmadım değil mi? Kadri abi, bu Yusuf. Bizim okulda okuyordu. İyi bir arkadaştır.

-Tanıştığımıza memnun oldum Yusuf kardeş. Bizim İl­yas seni görünce beni unuttu. Az daha tanıştırmayacak di­ye umudumu kesecektim.

Kadri'nin bu esprisine hep birlikte güldüler. Konuşmaya yine Kadri başladı.

-Demek Tıbbı kazandın ha?

-Evet abi.

-Artık meslektaş sayılırız. Kaydını yapmadığını söyle­miştin değil mi?

- ok abi; Daha yapmadım.

-İyi, namazdan sonra gider, işlerini birlikte yaparız.

-Sen zahmet etme abi, ben kendi başıma yapabilirim. Sen nasıl yapıldığım söyle yeter.

-Olur mu Yusuf, ne zahmeti! Ben de zaten onun için bu­radayım. Yani kayıt yapmaya gelen Müslüman kardeşleri­me yardım etmek amacıyla geldim buraya. Hem kayıt yap­tırırken daha iyi tanışmış oluruz. Sonra okulu da gezeriz birlikte. Yıllarının geçeceği bir mekânı şimdiden tanıman iyi olur.

-Abi, belki de İlyas için gelmişsin. Onun işi yarım kal­masın diyorum.

-Onu dert etme. İlyas'm kayıt işi bitti. O şimdi resmen diş hekimliği öğrencisi. Sıra geldi seni "Tıp öğrencisi" yap­maya. Öyle değil mi İlyas?

-Öyle abi. Sen Yusuf un naz ettiğine bakma. Eminim o da tanıdık birilerini görüp işini birlikte yapmak için can atı­yordu.

-Doğrusunu söylemek gerekirse, tam üstüne bastın İl­yas. Mescide gelmeden önce bahçede biraz turladım. Gördüklerim beni dehşete düşürdü. Kendimi yapayalnız ve sa­vunmasız hissettim. Belki tanıdık birisini, bir dost, bir arka­daş bulurum ümidiyle adeta koşarak kendimi buraya attım. Sizi karşıma Allah çıkardı. Sınavı kazanmanın sevincini sanki yeni yaşıyorum gibi.

Kadri dostça bir hareketle elini Yusuf un omzuna koy­du.

-Namazdan sonra daha detaylı konuşuruz, dedi. Bak işte ezan okunmaya başladı.

Aynı safta kıldılar namazı. Namazdan sonra mescidin yanında bulunan'yeşil alanda bir ağacın gölgesinde oturdular. Mesai daha başlamamıştı. Bir müddet suskun kalmışlar­dı. Her biri ayrı bir konu üzerine tefekküre dalmıştı. Kim bi­lir, belki de konuşmaya nasıl başlayacakları hususunu dü­şünüyorlardı.

İlyas ile Yusuf, sınavdan sonra birkaç kez görüşmüşler­di. Hatta bir defasında Yusuf'u arkadaşlarından birisinin düğününe de götürmüştü. Yusuf un orada gördüğü kalaba-Iık ve düğünün yapılış biçimi, İslamrgeleneklere uygunlu­ğu kendisini çok etkilemiş, ruhunda derin izler bırakmıştı. Bu yüzden İlyas ile olan arkadaşlığını ilerletmiş, onu bir dosttan öte bir kardeş olarak görmeye başlamıştı. Buna İs­lam kardeşliği ismini yakıştırmıştı kendi yanında. Bu ne­denle İlyas'ı gördüğüne çok sevinmişti. Artık İlyas'm birlik­te olduğu, gezip dolaştığı arkadaşlarına daha çok ilgi göste­riyor, aradığı tüm Özelliklerin bu insanlarda olduğunu gö­rüyordu. Söz konusu kişilerin gerek ahlaki, gerek imani ve gerekse İslami şahsiyet yönünden olgunluklarını düğünde kendi gözleriyle görmüştü. Bu yüzden İlyas'm yanında bu­lunan Kadri'nin de aynı özelliklere sahip olacağını tahmin etmiş ve ona bir kardeşin ağabeyine duyduğu yakınlığı duymuştu. Şimdi ona karşı hiç yabancılık hissetmiyor, san­ki kırk yıllık tanışıklıkları varmış gibi rahat hissediyordu kendisini. Yusuf bu düşünceler içindeyken Kadri'nin sesiy­le kendine geldi.

-Eee Yusuf kardeş, nasıl buldun burayı?

-Korkunç buldum abi. Ne desem, bilmiyorum ki!.. Yani böyle bir ortam beklemiyordum.

-Sen daha bir şey görmedin Yusuf kardeş. Çok daha fazlasına şahit olacaksın. Senin gördüklerin sadece keyif eh­li olanlar... Burada çeşit çeşit insanla yani ateist, marksist, sosyalist, faşist fikirli insanla karşılaşacaksın. Burada tek başına olmak kolay değil Yusuf kardeş. Yalnız olanı kapar­lar. Aynen kurdun kuzuyu kaptığı gibi. Adam kapma işi da­ha kayıt yerinde başlıyor. Her gruptan ya da fikirden kaşar­lanmış bir-iki kişi kayıt için gelenleri gözüne kestirir, sonra­ki zamanlarda acemi çaylak denen yenilerden uygun olan­larına kancayı takmak için her yolu denerler. Bunlara bir de uyuşturucu mafyalarını eklemek lazım. Buralarda çok şey­ler dönüyor Yusuf kardeş. Herkes kendisine eleman kapma derdinde. Bu uğurda çekişmelere, tartışmalara, hatta kav­galara şahit olacaksın. Bu durum, daha çok bir kişiye birden çok talipli olduğu zaman görülür; ama sıklıkla yaşanır. Tüm bunlara hazırlıklı olmak lazım!

-Desene burası adam kapma pazarıymış, diye söylendi

İlyas.

-Öyle de denebilir İlyas kardeş.

İlyas ile Yusuf, yeni olmalarının verdiği çekingenlik içinde Kadri'nin anlattıklarından tedirginlik duymuşlardı. İlyas, Yusuf a göre daha rahattı. Çünkü çok sayıda Müslü­man tanıdığı vardı üniversitenin çeşitli fakültelerinde. Yani yalnız değildi. Zor durumunda onu koruyacak, sıkıştığında ona destek olacak ve her an yardımına koşacak birçok arka­daşı vardı. Aralarında İslam kardeşliği ve dava arkadaşlığı bağlarıyla kenetlenmiş kardeşleri de... Ve her biri diğeri için canını seve seve verebilecek bir fedakârlığa sahiptiler. İşte îlyas bu yüzden Yusuf a göre daha rahattı. Ama Yusuf Öyle değildi. Onun İlyas gibi birbirine bağlı cemaatsel bir yapı oluşturan arkadaşları yoktu. Şimdilik İlyas'tan başka tanı­dığı da... Bu yüzden belli etmese de yüz hatlarından tedir­gin olduğu fark ediliyordu. Söylenenlerden dolayı düşün­ceye dalmış, elindeki kuru dal parçasıyla, bağdaş kurarak oturduğu yerde önündeki toprağa bir şeyler çiziktiriyordu. Bu hali birkaç dakika sürdü. Sonra başını kaldırıp Kadri'ye bakarak;

-İşimiz zor desene Kadri Abi, dedi sukut-u hayale uğ-ramış bir ruhun yansıttığı ses tonuyla.

Kadri, sevecen ve sıcak bir gülümsemeyle Yusufun omzundan tutup dostça sarstı.

-Biz ne güne duruyoruz Yusuf kardeş? Bugün biz Müs­lüman şahsiyetli insanlar olarak birbirimize destek olmaz, sahiplenmezsek ne diye yaşıyoruz bu dünyada?

-Alİah razı olsun Kadri Abi.

-Haydi, şimdi kalkalım da ayaküstü bir şeyler atıştıra­lım. Kayıt hengâmesinde yemek için zamanımız olmaz. Ben şimdiden acıktım.

Hep birlikte kalkıp kafeteryaya gittiler. Hafif bir şeyler yiyerek açlıklarını bastırdılar. Her ne kadar hesabı ödeme konusunda aralarında tartışma olduysa da Kadri;

-Durun arkadaşlar, sakin olun. Burada hesabı ödemek birkaç sebepten dolayı benim hakkım. Birincisi; ben ev sahibiyim, sizler de benim misafirimsiniz. İkincisi; ben büyü­ğüm, sizler yaşça benden küçüksünüz. Üçüncüsü de; ben burs alıyorum, siz ise daha burs için başvuru bile yapmadı­nız, diyerek meseleyi çözmüş ve hesaplan ödemişti. Yemek­ten sonra Yusuf un kayıt işlemlerine başladılar.

Kayıt işlemlerini yaparken bir yandan Yusuf un neler yapacağını söyleyerek yardımcı oluyor, diğer yandan da ka­yıt salonu içinde turlayan ve kayıt yapanları adeta göz hap­sine alan kişileri tanıtıyordu.

-İşte orada, pencerenin yanında duran kıvırcık saçlı, kirli pasaklı gibi duran adamı görüyor musun? -Evet.

-İşte o şahıs, mürted örgütün azılı adamlarından biri. Ağzı iyi laf yapar, devrimci geçinir ve adam kazanmak için bıkıp usanmadan çalışır. Ama pratikte devrimci söylemleri­nin zıddına hareket eder. Zaten söylediklerinin çoğunu ken­disinin de anladığı söylenemez. Ama laf üretme konusun­daki yeteneğini teslim etmek lazım.

-Hiç kendisiyle konuştun mu ki hakkında bu kadar bil­giye sahipsin? diye safça sordu Yusuf.

-Aslında kendisiyle konuşmama gerek yok. Bu tiplerin hepsi öyle... Laftan başka bir şey bildikleri yoktur. Çok şey konuşup birçok kavramı birbirine karıştırdıkları için muha­tapları bir şey bildiklerini zannedip büyülerine kapılır. İlgi­lendikleri veya kazandıkları kişileri böylece etkiledikten sonra asalak gibi sırtlarından geçinirler.

Sorunun cevabına gelince; evet bizzat onunla konuş­tum. Bana da dilbazhk yapmaya çalıştı; ama ona pabuç bırakmadım. Kullandığı kavramları yanlış yerlerde kullandığını, doğrusunun nasıl olması gerektiğini söyledikten son­ra, sonuçta da söz konusu kavramları İslam'ın bakış açısıy­la değerlendirip yanlışlığını, eksiklerini ortaya koydum. Et­rafımızda başka insanlar.da olduğu için foyasının açığa çık­masından korktu ve tartışmaya kendisi son verip gitti.

-Sen de az değirmişsin ha Kadri Abi! İlyas'dı bunu di­yen, Yusuf ise hayranlıkla dinliyordu onu. İlyas'ın iltifatına nasihat ederek cevap verdi Kadri:

-Bizler Müslüman olarak Yüce İslam dinini çok iyi an­lamalı, idrak edip yaşamalıyız. Bunun için çok okumak lazım. Kendi davasını tam kavrayamayan bir insan, diğer fi­kirlerin tacizlerine her zaman açık olur. Bizim ilk zamanla­rımızda fikri münakaşalar, tartışmalar çok sık olurdu. Bu yüzden karşıt fikirlerin de ne anlattığını anlamak için onla­rın kitaplarını okumak zorunda kaldık. Yüce Allah (cc)'ın kitabını, Hz. Resulullah (as)'ın sünnetini iyi idrak edip on­ların çer-çöp mesabesinde olan boş iddialarının da ne oldu­ğunu anlayınca, tartışmaların hemen hepsinden galip gel­dik. Bu tartışmaların sonucunda çok insan bize sempati duymaya başladı. Şimdilik öylesi tartışmalar pek yok. Artık iş fikri tartışmalardan fiili sürtüşmeler zeminine inmiş. Ama siz de aynı şekilde okumalı ve okuduklarınızla amel etmelisiniz. Zamanımız, imanı muhafaza etmenin zorlaştı­ğı, şeytan ve dostlarının tüm hile, vesvese ve silahlarıyla iman kalesine saldırdığı bir zamandır, İman hakikatlerini ve imana yönelik tehlike ve tehditleri iyi bilmek lazımdır. Bu­nu anlamanın ve idrak etmenin en güzel yolu da Risale-i Nur Külliyatını okumaktır. Evet, asrımızın yetiştirdiği en büyük Tevhid Kahramanı olan, ilmiyle amil Üstadımız Bezaman Said Nursi'nin eserleri olan Risale-i Nur Külliya-bu hasta asrımızın en iyi ilacıdır. Bu ilacı bolca kullanmak, yani dikkatli okuyup üzerinde mütalaa etmek lazımdır.

İlyas ile Yusuf, Kadri'nin anlattıklarını can kulağı ile dinliyorlardı. Kendilerinden yaşça büyük ve İslami geçmişi sebebiyle tecrübeli olması, onun anlattıklarını ilginç kılıyor­du. Bu arada kayıt işlemlerinin de sonuna gelmişlerdi. Yu­suf son belgeyi de doldurup imzasını attıktan sonra kayıt yerinde işleri sona ermişti. Yusuf, rahatlamış olarak, üzerin­deki bir yükten kurtulmanın verdiği mutlulukla, kendisine minnet duygulan beslediği Kadri'ye içtenlikle teşekkür etti.

-Allah razı olsun Kadri Abi. Sen olmasaydın, tek başı­ma bunun altından zor kalkardım. Ne de olsa acemiyim. İnsanın yanında tecrübeli birisinin olması çok güzelmiş. İşi­mizi yağdan kıl çeker gibi hallettik.

-Allah cümlemizden razı olsun Yusuf. Teşekkür etmene gerek yok. Mademki biz kardeşiz, o halde her durumda bir­birimize yardımcı olmak zorundayız. Kardeşin kardeş üze­rindeki haklarından birisi de budur. Yüce Allah (cc); "Mü'minler ancak kardeştir" diye buyurmuşken, bundan başka bir yol takıp etmemiz düşünülemez elbette.

-Haklısın Kadri Abi.

Son sözlerini mahcubiyet içinde söylemişti Yusuf. Bu gün yaşadığı şeyler, Kadri'nin şahsında gördükleri, onun dilinden dökülen sözler, ona büyük bir hayranlık, sevgi ve saygı duymasına neden olmuştu. Onunla birlikteyken ken­disini güven içinde hissediyordu. Tüm bunlar, ruhunda bir dalgalanmanın oluşmasına sebep oldu. Artık bir karar ver­mesi gerektiğine inanıyordu. "Böylesine insanları bir araya getiren bökesine bir birliktelikten daha fazla uzak kata vahyim diye geçirdi içjnden , Kadri her ikisine  de geziyorhangi binada hangi fakültenin gösteriyor, bu konuda bilgi veriyordu. Fakat bu anlatıları anladığl ya da  Kadri onun konuşmalara iştirak emdiğini, dafp 2 tıgmı fark etmekte gecikmemişti.                         

-Yusuf kardeş! diye seslendi

-Hm? bir şekilde onun bu dalgınl.ğma taküdi

-Ne o Yusuf kardeş, daldm gittin bakıyorum. Dikkat et yüzme bilmiyorsan fazla derinlere dalma

-Bir şey düşünüyordum Kadri Abi

-Bizimle paylaşmak ister misin, yoksa şimdilik kendine mı saklamak istiyorsun?

-Şey abi, doğrusunu istersen nereden başlayacağa bi­lemiyorum. Bir ara Allah kısmet ederse İnşaallah.                                         

 -Inşaallah Yusuf kardeş. Ha bu arada kalacak yerin var

-O zaman senin yurt işini de halletmek laz:m.

-O da şimdi mi yapılıyor?

-Evet. Haydi, geç kalmadan gidelim.

Hep birlikte öğrenci yurduna doğru ilerlediler. Yurt, kampusun içinde, yeşillikler arasında, dört katlı büyük bir binaydı. Yurdun manzarası hoşu.ıa gitmişti Yusuf un. Ama tanımadığı kişilerle kalma ihtimali de vardı. Bu ihtimal onu endişelendiriyordu. Bu endişesini Kadri'ye açtı.

-Yurt nasıl bir yer Kadri Abi?

-Kalacağın kişilere bağlı. İyi insanlarla kalırsan iyi, kö­tü insanlarla kalırsan kötü olur.

-Kalacağın yeri ve kişileri seçme özgürlüğü var mı?

-Bu fırsatın olur inşaaîlah.

-Peki, yanında kalabileceğim temiz insanları nereden bulacağım?

-Sen onu dert etme. Kafana göre kişilerle kalır, Müslü­manlığın icaplarını yerine getirirsin İnşaaîlah. Yurtta kalan çok arkadaş var, onlar sana bir yer ayarlarlar.

-Şimdi rahatladım işte Kadri Abi. Allah razı olsun.

-Allah cümlemizden razı olsun Yusuf kardeş. Kardeşlik böyle günler içindir. Sahi senin bu akşam kalacak yerin var mı, işimizi bitirinceye kadar akşam olacak.

Kadri'nin bu sorusuna İlyas cevap verdi.

-Kalacağı yeri var Kadri Abi. Bu akşam benim misafi­rim. Oturur bir güzel muhabbet ederiz bu gece.

-Çok iyi! Haydi, şimdi işimizi bitirelim.

 

4- Bölüm

 

- Ben burada ineceğim Ali Amca.

- Tamam oğlum, duruyorum. Babana selamımı iletmeyi unutma.

- Aleykumusselam Ali Amca, başmı^gözüm üstüne. İle­tirim inşaaîlah.

Vakit ikindiden sonraydı. Köy minibüsünden inen Yu­suf, kayıt işlemlerini bitirmiş olmanın rahatlığıyla evine doğru yol aldı. Koy kahvehanesi yolu üzerindeydi. Yusuf, köylülerin okuyan kişilere olan saygısını bildiğinden, ihti­yarlar tarafından abartılı bir saygıya muhatap olmamak için kimsenin kendisini görmemesini diliyordu. Ama bu dileği gerçekleşmeyecekti. Çünkü bu saat, ihtiyar kesimin kahve­hane önünde oturup sohbet ettikleri bir saatti. Nitekim öy­le de oldu. Yusuf daha uzakta iken iki ayrı grup halinde en az beş-altı kişinin oturduğunu gördü. İçinden: "İnşaaîlah beni yanlarına çağırmazlar" diye bir temennide bulundu. Bu temenniyle kahvehanenin önüne geldiğinde selam verip geçti. Önce sadece selamını almakla yetindi yaşlılar. Sonra kendi aralarında konuştular.

-Bu genç de kimdi Veli? Benim gözlerim iyi seçmiyor.

-İbrahim'in Yusuf uydu Hüseyin Dayı.

Başında beyaz namaz takkesi bulunan Sabri Amca gir­di araya.

-Doktor olacakmış, diyorlar. Doğru mu?

-He ya, doğru!

Hüseyin Dayı:

-Veli, senin sesin gürdür. Hele fazla uzaklaşmadan ça­ğır da yanımıza gelsin, bir çayımızı içsin.

Yusuf un korktuğu başına gelmiş, çağrıldığı yere gelin­ce, dedesi yaşındaki insanlar ona hürmet edip saygı göstererek yer göstermişlerdi. Yusuf, utana sıkıla yanlarına otur­muştu. Zaten mizacından gelen bir utangaçlığı vardı. Bir de buna şimdiki durum eklenince yüzü kızarmış, alnı boncuk boncuk terlemişti. İlk konuşan Hüseyin Dayı oldu.

-Doktor mu olacaksın evladım?

-Evet dayı. Allah kısmet ederse, inşaallah.

-Bizi gururlandırdın evladım. Köyden kolay kolay adam çıkmıyor. Hepimiz cahil insanlarız. Çocuklarımızı okutmak yerine, bir an önce hayvanlara baksın, tarla işleri­ni yapsın deyip acele ediyoruz.

-Doğru söyledin, dedi Sabri Amca. İbrahim'in kafası bi­zimkinden daha fazla çalışıyormuş demek ki. Yusuf u şehre gönderdiğinde 'Parmak kadar çocuğu tek başına nasıl gön­derdin, okuyup da ne olacak?' deyip kızmıştık ona. Ama şimdi onun haklı, bizim ise haksız olduğumuz nasıl da çık­tı ortaya! Helal olsun babana Yusuf. dur  

Sabri Amca son sözlerini söylerken elini Yusuf un sırtı­na vurmuştu.

-Hakikaten de öyle, dedi Veli. İbrahim bizim en akıllı­mız çıktı.

-Eee evladım, işlerini bitirdin mi, hayırlısıyla ne zaman dönüyorsun? diye sordu Hüseyin Dayı.

-Kaydımı yaptım Hüseyin Dayı. Dersler önümüzdeki hafta başlayacak. Ben de birkaç gün içinde geri döneceğim. Kitap, defter vb. ihtiyaçlarımı karşılayacağım.

-Kalacak yerin var mı peki?

-Yurtta kalacağım. Onun için de kaydımı yaptırdım,

-Çok iyi evladım, çok iyi. Allah seni muvaffak eder İn­şaallah. Sen bizim yüz akımızsın. Ne ihtiyacın varsa, çekin­meden söyleyebilirsin.

-Allah razı olsun Hüseyin Dayı. Şimdilik bir ihtiyacım yok. Yurtta kalacağım için pek fazla giderim olmaz herhal­de. Diğer ihtiyaçlar içinse, Allah Kerim'dir dayı.

-Amenna... Amenna! Bak evladım, sana bir tavsiyede bulunacağım. Aman bunu aklından çıkarma. Ne olursa olsun, hiçbir zaman dinini, imanını, İslami kimliğini unutma! Senin aslın budur. Aslını unutan, insanlığını da unutur. Ben, senden böyle bir şey beklemiyorum; ama dünya hali evla­dım. Şu yaşlı gözlerim nelere şahit olmadı ki?! Bizim rah­metli Abbas'm oğlu Metin'i hatırlarsınız. Babası, onu okut­mak için evini şehre götürdü. Sonunda bin bir zahmet, zor­luk ve sıkıntıyla okuttuğu Metin öğretmen oldu. Çok geç­meden kendisi gibi bir öğretmenle evlendi. Tabi Metin za­vallı babasını, kardeşlerini, ailesini tamamıyla unutup onları sormaz oldu. Bir gün zavallı babasının yolu, oğlunun bu­lunduğu şehre düşmüş. 'Oğlumdur, beni evine alır, eşek de­ğil ya bu!' diyerek evine gitmiş. Oğlu onu kovmamış; ama gördüğü muamele ve ahlaksızlık, hele misafirliğine gelen arkadaşları ve eşleriyle olan ilişki ve konuşmaları ona çok ağır gelmiş. Dayanamayıp içi kan ağlayarak evi terk edip gitmiş. Zavallı Abbas, bu üzüntüyle günden güne eridi ve çok geçmeden Hakk'm rahmetine kavuştu. Dediklerine gö­re Metin, hâşâ 'Alİah yokf diyormuş. 'İnsan öldükten sonra toprak olup gidecek. Her şey bu dünyayla sınırlı, ahiret de­nen bir şey yok.' diyormuş. Bunları diyen birinin İslam'la alakası kalmış olabilir mi ağalar? Tövbe tövbe! Bu sözler in­sanı dinden çıkarır, Allah'ın azabına müstahak kılar. İşte ev­ladım... Bu meseleyi sana anlatmamın sebebi, ne olursa ol­sun doğru yoldan sapmaman içindir. Daima kendinden dü­şük olanları düşün. Alçak gönüllü ol ki, Allah da sana yar­dımcı olup işlerini rast getirsin. Tamam mı evladım?

-Anladım Hüseyin Dayı. Siz yeter ki dualarınızı esirge­meyin. Inşaalîah dediklerinizi unutmayacağım.

Yusuf, çayını bitirmişti. İzin alıp evine gitmek üzere kalktı. Yusuf gittikten sonra da ihtiyarlar kendi aralarında onun edep, haya ve saygısı üzerine bir müddet konuştular.

Akşam yemeğinden sonra neşeli bir hava hâkimdi Yu­suf lann evine. Annesi, çok sevdiği oğluna bakıp bakıp iç çekiyor, içten içe başarısı ve doğru yoldan ayrılmaması için dua ediyordu. Kardeşleri, Yusuf un etrafında pervane gibiy­diler, imam Hatip Lisesi'ne gittiğinden beri tatil dönüşlerin­de kardeşlerine Kufan-ı Kerim dersleri veriyor, okulda öğrendiklerini onların anlayacağı şekliyle anlatıyor, haram ve helali öğretiyordu. O, kardeşlerine gösterdiği bu sevgi ve yakınlık sebebiyle zaten .onların nezdinde müstesna bir ye­re sahip olmuştu. Yusuf ün eve gelişi, kardeşleri için ayrı bir mutluluk kaynağıydı. Bu mutluluk şimdi daha bir katlan­mıştı. Yusuf a büyük bir hayranlıkla bakıyorlar, tavır ve davranışlarında belli ki onu örnek alıyorlardı. Babası ise Yu­suf un artık büyüdüğünü, büyük adam olmak için yola çık­tığını görmekten gayet memnundu. Oğluyla övünüyor, ona baktıkça gururlanıyordu. Büyük kardeşleri yoktu evde. Çünkü onlar evlenip ayrılmışlardı. Ama onlar da diğer gün­ler için kardeşlerini yemeğe çağırmışlardı. Yusuf un ablası ise başka köye gelin gitmişti. Ona, izin alıp birkaç günlüğü­ne baba evine gelmesi için haber göndermişlerdi. Yusuf, ab­lasını çok seviyordu. Çünkü ablası tesettüre önem veriyor, İslam'ın emrettiklerini hakkıyla yerine getirmeye çalışıyor­du. Yusuf tan birkaç yaş büyük olmasına rağmen, kardeşi­nin sözlerini dinliyor, nasihatlerine uyuyordu. Daha evlen­meden önce ibadetlerine verdiği önem ve gösterdiği hassa­siyet, onun saliha bir kadın olacağını gösteriyordu. Evlen­dikten sonra da bu durumunu devam ettirmiş, mutlu bir yuvanın temelini atmıştı. Böyle bir ablası olduğu için çok seviniyordu Yusuf ve şimdiki sevinç ve mutluluğunu onun­la da paylaşmak istiyordu.

Ailesinin kendisine gösterdiği aşırı ilgi, bazen kendisi­ni rahatsız etmiyor değildi. O, her şeyin eskisi gibi doğal kalmasını, kendisine karşı tavırlarında bir değişimin olma­masını istiyordu; ama bunun mümkün olmadığını da biliyordu. Bütün bu ilgi ve alakaya rağmen o, mütevazılığm-dan taviz vermiyordu. Ona göre hayatında değişen hiçbir şey olmamıştı. Bir ay, bir yıl önceki Yusuf ne ise, şimdi de, bir yıl sonra da ve Alİah izin verirse hayatının sonuna kadar yine o olacaktı. Hayatında olgunlaşma, kişiliğinde kemale doğru gidiş olacaktı elbette; ama mütevazılık ve alçak gö­nüllülüğü artacak, eksilmeyecekti. Bu, onun kendi kendine verdiği bir sözdü.

Evin içindeki neşe ve mutluluk ortamı, çay içerken de devam ediyordu. Yusuf un babası İbrahim, odanın başköşe­sine serili yün döşeğin ortasına oturmuş, sağma Yusuf u, so­luna da küçük oğlu Kasım'ı almıştı. İbrahim Efendi'nin ya­şı elliye daha ulaşmamıştı; ama saçlarındakî kırlık hiç de azımsanmayacak kadar çoğalmıştı. Uzun boylu, yapılı bi­riydi. Kolları kalın, çelik gibi sertti. Elleri, çalışmaktan nasır­laşmıştı. Beyaz tenliydi; ama güneşin yaktığı yüzü, bunu pek göstermiyordu. Yüzü geniş ve sağlıklı görünüyordu. Yüzüne göre oturaklı burnu vardı. Gür bıyıkları, konuşur­ken tebessüm ediyor izlenimi veriyordu, G,ür ve kalkık kaş­larının altındaki iri siyah gözleri bu akşam her zamankin­den daha canlı ve parlak görünüyorlardı. İbrahim Efendi, ikinci çayına attığı şekeri karıştırırken hanımına hitaben: -Yusuf un yorganını hazırladın mı? dedi.

-Yorgan, yastık, her bişeyini hazırladım.

-Aman hanım, bir eksik bırakma. Hem yiyeceklerden de pekmez, peynir, yağ vs. gibi Yusuf un sevdiği şeylerden hazırla. Fazla olsun da az olmasın hanım. Yusuf um merttir, tek başına yemez.

Sözün burasında Yusuf girdi araya.

-Buna gerek yok baba.

-Nasıl gerek olmaz oğlum? Yurt dediğin de askeriye gi­bi bir yerdir. Nohut, mercimek ve patatesten başka bir şey vermezler.

Annesi de onun bu sözüne üzülmüştü.

-Ne diyorsun yavrum? Biz burada yeriz de sen aç mı kalacaksın? Bak baban ne diyor, bizim boğazımızdan nasıl geçer?

Yusuf, sözlerine açıklık getirme zorunda hissetti kendi­sini.

-Ben 'gerek yok' derken, götürmeyeceğim, demedim ki... Ben anacığımın peynirini, pekmezini yemezsem nasıl yaşarım? Fakat şimdilik götürmeyeceğim. Çünkü daha ace-miyim. Hangi odada, kimlerle kalacağım bile belli değil, Hem yurda yiyecek maddeleri almıyor mu, alınmıyor mu, bunu da bilmiyorum. Uzak bir şehre gitmiyorum ki, yine aynı yerdeyim. Canım sıkıldığı gibi yanınızdayım. Yorgan ile yastık da şimdilik kalsın. Havalar soğumaya başlayınca, gelip alırım. Tabi eğer yurtta, dışarıdan yastık, yorgan vb. şeylerin getirilmesine izin veriliyorsa... Hani her yerin bir kuralı vardır. Ben şimdilik bunları bilmediğim için alınıp alınmadığını bilmiyorum.

-Doğru düşünüyorsun oğlum. O zaman anlaştık, dedi babası. Ben de zannetmiştim ki, evden bir şey götürmek istemiyorsun.

-Öyle şey olur mu babacığım? Her daima sizin desteği­nize, sevginize, özellikle de dualarınıza ihtiyacım olacak.

Mü'minin mü'mine, misafirin ev sahibine ve ana-babaların çocuklarına yaptıkları duaların Alİah tarafından reddolun-madığmı biliyorsunuz değil mi? Çünkü Resulullah (sav) Tirmizi'de geçen bir Hadis-i Şeriflerinde; "(Allah'ın kabul ettiği) üç müstecab dua vardır, bunların icabete mazhariyet­leri hususunda hiç bir şekk yoktur: Mazlumun duası, misa­firin duası, babanın evladına duası!" Özellikle anacığım, senin seher vakitlerinde yaptığın o uzun dualarında bana sürekli yer ayırmanı istiyorum.

-Seni hiç unuttuğum yok ki, oğlum... Seni o küçük ya­şında yatılıya gönderdiğimizde nasıl gözyaşları döktüm, nasıl ağladım bilemezsin. Günlerce boğazımda bir yumruk varmış gibi yediğim-içtiğim boğazımda kalıyordu. Ne za­man sevdiğin bir yemek yapsam, başında doyasıya ağlar, 'acaba yavrum ne yiyecek bu akşam, aç mı, tok mu, önüne gelen yemeği beğendi mi?' diye düşünerek ben de yiyemez­dim. Ana yüreği bu evladım... Bir ananın ciğerparesinden ayrılması kolay olmuyor. Ama Allah'ıma kurban olayım, iş­te bizi bu günlere getirdi. Ya Rabbim, sana şükürler olsun ki, bana bu günleri gösterdin, bize bu mutluluğu yaşattın.

Annesi susunca, babası araya girdi.

-Bak Yusuf. Allah'a hamd olsun ki sen iyi yetiştin. Ter­biyeli, edepli, saygılısın. Doğrusu şehre gidip de bozulma­dan gelenlerin sayısı çok az. Bu yüzden bütün köylülerin sana karşı sevgi ve saygıları var. Çocuklarına seni örnek gösteriyorlar. Allah yolunda olduğun, namazını terk etme­diğin, diğer ibadetlerine devam ettiğin sürece, bu devam edecek. Köylülerin ahlakını bilirsin. Bir insanı kolay kolay sevip yüceltmezler, ama yücelttikleri birisini, en küçük bir hatasında çok kolay alçaltıp kötü sıfatlarla dedikodu malze­mesi yaparlar. Artık o kişi zemzem suyuyla da yıkansa, bir daha kendisini beğendiremez.

Biliyorsun ki benim kardeşlerim olmadı oğlum. Ben tek başıma yetiştim. Allah'ın ecel takdiri anamla babama erken yetişti. Ben daha ^beş yaşlarında iken önce babam, ondan birkaç ay sonra da anam Hakk'ın rahmetine kavuştular. Şimdi onları hatırlamıyorum bile. Rahmetli babam Seyit Ali çok dindar biriymiş; helali-haramı iyi biliyormuş diyorlar. Başkasının hakkı üzerine geçmesin, çoluk çocuğunun boğa­zından haram lokma geçmesin diye çok dikkat ediyormuş. Yanında kaldığım rahmetli amcam da böyleydi. Bu ahlakı bana da aşıladı. Allah'a hamd olsun, şimdiye kadar bilerek evime haram olacak bir çöp dahi almadım. Çocuklarım he­lal yesin, boğazlarından haram geçmesin diye çok dikkat et­tim. Malımın içine bilmeden bir şeyler girmiş olabilir şüphesinden kurtulmak için zekâtımı fazlasıyla verip bol bol sadaka dağıtıyorum. Çünkü Peygamber Efendimiz (sav) "Malınızı zekâtla temizleyin" demiştir. Ben de zekâtımı bu inançla veriyorum. Bunun karşılığını Yüce Allah (cc) bana fazlasıyla verdi. Babamın tek evladı olarak küçük yaşta ye-tim-öksüz kaldığım halde bana evlatlar verdi. Malımı gün­den güne çoğalttı. Allah'a hamd olsun, köyde durumu iyi olan birkaç kişiden biriyim. Rahmetli amcamın vefat eder­ken bana söylediklerini şimdi ben de sana söylüyorum: Eğer sen harama el uzatır, içki içer, ya da başkasının namu­suna yan gözle bakarsan, ahirette iki elim yakanda olacak.

Sana babalık hakkımı helal etmem, ona göre. Ben böyle bir şey yapmayacağını biliyorum. Daha lisede iken arkadaşla­rınla birlikte Kur'an-ı Kerim'e olan bağlılığınız, ibadetlerinize düşkünlüğünüz ve İslam'ın esaslarına uyma konusunda­ki gayretiniz takdire değer; ama dünya bu. Sen daha genç­sin, şeytan asla boş durmuyor. İnsana en zayıf yerinden yaklaşır. Yüce Allah (cc) Bakara Suresi 208. ayet-i kerimede "... Şeytana ayak uydurmayın, o sizin apaçık düşmanmız-dır" dernek suretiyle bizleri şeytana karşı uyarmıştır. Bu yüzden dikkatli olmalısın. Her şeye rağmen ben sana güve­niyorum oğlum.

-Merak etme baba! Allah'ın izniyle senin nasihatlerine uyacağım. Allah'ın haram kıldığı şeylere, nefis ve şeytanın telkinatına karşı içimde nefretten başka bir his taşımıyo­rum. Nas Suresi'nde; "De ki: İnsanlardan ve cinlerden ve in­sanların gönüllerine vesvese veren o sinsi vesvesecinin şer­rinden, insanların İlahı, insanların Hükümranı ve insanla­rın Rabbi olan Allah'a sığınırım" şeklinde buyurulduğu gi­bi, şeytan ve vesveselerinden sürekli Yüce Allah (cc)'a sığı­nıyorum. İnşaallah hayatım boyu hep öyle devam edece­ğim. Ama buna rağmen insan kendisine güvenmemeli. Se­nin de dediğin gibi şeytan her an pusuda bekliyor. Benim anladığım şey şudur baba: Bu zamanda arkadaş çevresi çok önemli. İyi yolda devam etmenin de, kötü yola sapmanın da tek müsebbibi arkadaş çevresidir. Eskiler boşuna 'Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim' ya da 'Çürük elma yanındakini de bozar1 dememişler. Resulullah (sav) da: "Kişi dostunun dini üzerinedir, öyle ise her biriniz, dost edindiği kimselere dikkat etsin" diyerek arkadaş seçi­minde hangi kıstasa dikkat edeceğimize bir Ölçü getirmiştir. Allah'a hamd olsun ki, şimdiye kadar edindiğim arkadaşla­rın hepsi iyi kimselerdi. Arkadaşlarımın hepsi namazında, niyazında, helal ve haramı bilen insanlardı. İnşaailah bun­dan sonra da böyle olacak. Ilyas'm arkadaşları eski arkadaş­larımdan, senin de gördüğün ve az evvel övgüyle bahsetti­ğin arkadaşlarımdan çok daha iyiler. Kufan'a ve İslam'a bağlılıkları, Allah'ın emrettiklerini yapmadaki tavizsizlikleri, nehyettiklerinden de uzak durmadaki aşın hassasiyetle­ri, eski arkadaşlarımdan çok daha fazla. Onları bir görsen baba...  Aynı  okulda  olduğumuz halde, şimdiye kadar onunla nasıl samimiyet kurmadım, ben de anlamıyorum. Kadri Abiyi size anlattım zaten. Yüzünden nur akıyordu. Bu zamanda sahabeleri Örnek edinen bin ancak bu kadar olur baba. Kadri Abi yurtta da işimi ayarlayıp beni arkadaş­larının araşma almaya çalışacak. Daha ne isteyebilirim ki, öyle değil mi baba?

-Öyle oğlum, öyle... Sen bu işi iyi anlamış, yolunu iyi seçmişsin. Benim gibi' cahillerin nasihatlerine ihtiyacın kal­mamış.

-Öyle deme baba. Benim her zaman senin nasihatlerine ihtiyacım var. Senden olmasa, ben bu yolu kendi başıma na­sıl seçerdim? Daha küçükken beni camiye göndermeseydin. İmam Hatip Lisesi yerine başka bir okula gönderseydin, böyle olabilir miydim? İnsan küçükken ne ise, büyükken de odur. 'Ağaç yaşken eğilir' demişler. Bunun için sana hep minnettar kalacağım baba.

-Benim görevim bu oğlum. Her babanın çocuklarına Allah'ı tanıtması, namazı emretmesi, helal ve haramı öğret­mesi görevidir. Peygamber Efendimiz (sav), Kütüb-ü Sit-te'de geçen bir hadislerinde: "Çocuğun babası üzerindeki haklarından biri de terbiyesini güzel yapmasıdır" şeklinde biz babalara yol göstermiş ve bizi çocuğumuzun terbiyesiy­le vazifeli kılmıştır. Sen de aynı şekilde bunları çpluk-çocu-ğuna öğretmekle vazifelisin. Şu üç günlük dünyada tek ser­mayemiz, dünyada yaptığımız iyilikler olacak. Bunu sakın aklından çıkarma.

-Çıkarmam baba.

Yusuf un kardeşi Kasım, yapılan bu ciddi konuşmalar­dan sıkılmıştı. Onun da abisine söylemek istedikleri vardı. Küçük bir sessizliğin olmasını fırsat bilerek araya girdi.

-Yusuf abi, ne zaman doktor olacaksın?

-Allah izin verir de bir kaza bela olmazsa, altı yol son­ra.

-Üff! Daha çok var.

-Sayınca insana çok geliyor, ama başlayınca bir de bakı­yorsun ki bitmiş.

-Ben de senin gibi doktor olacağım Yusuf abi.

-İnşaallah kardeşim! Peki, niye doktor? Mesela mühen­dis, avukat ya da ne bileyim öğretmen olmak istemiyorsun?

-Yok. Ben de senin gibi olmak istiyorum.

-Tamam canım. Sen bilirsin. İnşaallah olursun.

-İnşaallah.

-Peki, benim gibi yatılı okuyabilecek misin, buna hazır mısın?

-Evet abi, hazırım.

-Babam ne diyor bu işe?

Sorunun asıl muhatabı babasıydı. İki kardeşin kendi aralarındaki tatlı sohbetlerine iştirak etti.

-Daha bunu düşünmek için bir senemiz var. Doğrusu Ka-sım'ı göndermeye içim pek el vermiyor; ama ne bileyim. Ço­cuklarımın en küçüğü Kasım. Evlenenler yuvadan uçup gitti­ler. Sen daha çocukken ayrıldın. Kala kala elimde Hatice, Fat­ma bir de Kasım kalmış. Hatice ile Fatma da çok geçmeden evlenip gidecekler. O zaman ananla ben tek başımıza ne yapa­rız? Elimize bir tas su verecek kimsemiz olmayacak.

Yusuf un kız kardeşleri babalarının sözlerinden dolayı utanmış, başlarını öne eğmişlerdi. Babası söylediklerinde haklıydı. Buna rağmen Kasım'ı okutmamak olmazdı. Kısa bir sessizlikten sonra;

-Peki Kasım, derslerin nasıl? diye sordu Yusuf.

-Hepsi pekiyi abi. Şimdiye kadar karnemde pekiyiden başka notum olmadı. Okulun en çalışkanıyım.

-Aferin benim kardeşime! Peki, Kur'an-ı Kerim'i ne yaptın bakalım?

-Yarısından biraz ilerdeyim abi.

-Hangi cüzde?

-16. cüzü biraz geçmişim.

-Peki, bu arada tecvid kaidelerini de tam olarak öğren­miş misin?

-Daha tam değil; ama ders alanların içinde tecvidi ve okuması en iyi olan benim. Dersimi her okuduğumda hocam bana 'Aferin, çok güzel' diyor.

-Güzel. Bunun için de sana koca bir aferin. Sen camiye düzenli git, hocanın dediklerini yap, ben de okul için baba­mı ikna etmeye çalışırım. Tamam mı?

-Tamam abi.

Sözün burasında yine babası girdi araya.

-Dur oğlum, şimdiden söz verme. Bunun için daha bir senemiz var. Hem bunun için pek istekli değilim. Kasım da giderse, ananla ben yalnız kalırız. Hem Kasım daha küçük, tek başına ne yapar?

-Merak etme baba. Allah büyüktür. Yalnızlıktan korkun olmasın, bir sürü torunun var, onlardan birilerini yanma alırsın. Kasım için de endişelenme. Ben ne yaptıysam, o da onu yapacak. Ayrıca ben de şehirdeyim. Sıkıldıkça onun ya­nına giderim.

-Hele bir ilkokulu bitirsin de sonrasına Allah kerim oğ­lum. Zaten okutmamaya benim de gönlüm razı değil.

-Tamam, Kasım. Bak oldu bu iş.

Kasım'm sevincine diyecek yoktu. Yusuf ile babası, bir müddet onun sevincine iştirak ettiler. Sonra babasının aklı­na yeni gelmiş gibi

-Ha oğlum, az daha unutuyordum. Köyün imamı Said Hoca seni soruyordu. "Yarın bana mutlaka uğrasın." diyor­du. Sana emeği çok geçmiş onun. Unutma da, yarın yanma git, olur mu?

-Olur baba. Zaten o çağırtmasa da kendim gidecektim yanma. Onun dualarını almadan köyden ayrılıp gidemezdim. Said hocamı çok sevdiğimi biliyorsun. Çok iyi, çok mübarek bir insandır o. Onun nasihatleri her zaman önümü aydınlattı. Şimdi de onun nasihatlerine ihtiyacım olacak. -Doğru diyorsun oğlum.

Ertesi gün öğle namazından çok önce Said Hoca'nm evinin yolunu tuttu Yusuf. Küçüklüğünden beri ona derin bir sevgi ve saygısı vardı. Kur'an-i Kerim'i onun yanında öğrenmiş, ilk dini bilgileri onun dilinden öğrenmişti. Ders anlatımı ve üslubu o kadar güzel ve tatlıydı ki Yusuf ile bir­likte derse gelen çocuklar ondan aynlamıyorlardı. Buna rağmen disiplinliydi. Nerede mükâfat, nerede ceza verece­ğini çok iyi biliyor, ceza verdiklerini incitmiyor, hem onu, hem de diğerlerini eğitiyordu. Yusuf un İmam Hatip oku­masında da yine onun payı vardı. Çünkü babası onu okut­maya karar verdiğinde Said Hoca'ya danışmış, o da İmam Hatip'i tavsiye etmişti. Bu yönlendirmesinden dolayı her zaman için ona minnet duyuyordu Yusuf. İşte bu düşünce­ler içinde Said Hoca'nm evine varmıştı. Taşlarla çevrili av­lusunun içindeki birkaç ağaçtan birisinin gölgesine otur­muştu Said Hoca. Başındaki beyaz sarığı, bütünüyle beyaz­lamış sakalıyla uyum içindeydi. Alnında derin kırışıklıklar oluşmuştu. Sakalının dışında kalan teni, pembemsi bir gö­rünümdeydi. Bıyıklarını, üst dudağı görünecek şekilde kı-saltmiştı. Üzerinde, beyaz bir mintan vardı. Onun üzerine de bir yelek giymişti.

Yusuf, avludan girdikten sonra beyazlar içindeki hoca­sına sevgiyle baktı. İçinde ona karşı derin bir muhabbet duyduğunu hissetti. Kendisine her zaman doğru yolu gösteren, güzel nasihatlerde bulunan, bilmediklerini öğreten hocasına yaklaşınca, son derece saygılı bir şekilde selam verdi. Yaşlı hocası, yanma gelip selam verenin Yusuf oldu­ğunu görünce, yüzüne bir sevgi tebessümü yayıldı. Sevinç­le her iki kolunu yana açıp;

-Ve aleyna aleykumusselam Yusuf evladım. Selamı ve­renden de alandan da Allah razı olsun. Gel hele, gel gel. Öz­lemiştim seni.

Yusuf hemen uzanıp hocasının havada duran sağ elini öpüp alnına koydu. Said Hoca da iki eliyle yanaklarını tu­tup alnından öptü ve sevgiyle ellerini hafifçe yanaklarına vurup yanma oturttu.

Yusuf, hocasının sağ tarafına dizleri üzerine oturdu. Sa­id Hoca da Yusuf a karşı aşırı bir sevgi besliyordu. Bu, Yu­suf un İslami duyarlılığı, sünnete olan bağlılığı, güzel ahla­kı, saygısı... vb. özelliklerinden kaynaklanıyordu. Bu yüz­den Yusuf u her gördüğünde yüzüne bir sevinç parıltısı ge­lip oturuyordu. Şimdi de öyleydi ve bu sevincini hanımıyla paylaşmak istiyordu. Yüzünü çevirip içeriye seslendi:

-Saadet!.. Saadet!.. Bak kim geldi? Hele soğuk bir ayran getir Yusuf a.

Az sonra, beyaz başörtüsünü takmış, geleneksel köylü kıyafetleri içinde nur yüzlü ihtiyar bir kadın bir elinde sü­rahi, diğer elinde bir tepsiyle çikageldi. Yusuf u görünce yü­zünü sevinç bürüdü. Yaşından beklenmeyen bir çeviklikle onlara doğru ilerledi.

-Yusuf, yavrum!.. Sen ne zaman geldin böyle? diyerek elindekileri bıraktı. Yusufun yanaklarını avuçlarına alıp sevgiyle sıvazladı. Bu sevgi ve muhabbetten sonra cevapverdi Yusuf.

-Köye dün geldim Saadet ana.

-Ah canım benim. Saadet anan kurban olsun sana, ne zaman döneceksin peki?  

-Allah kısmet ederse Cuma günü döneceğim ana.

-Bu Cuma mı?

-Evet ana, bu'Cuma.

-Ah canım benim.

Saadet ana konuşurken, Said Hoca araya girdi.

-Siz sonra konuşursunuz hanım. Zaten bu akşam ye­mekte bizde kalacak, öyle değil mi Yusuf?

-Şey hocam... Hakkınızı helal edin; ama daha önce ağa­beylerime söz vermiştim.

-Ya... Öyle mi? Ne yapalım, biz de öğle yemeğini yeriz birlikte olmaz mı?

-Olur hocam.

-Saadet Hanım, hemen bir tavuk kestir de öğle yemeği için yetiştir.

-Tamam hoca, hemen işe başlıyorum.

Saadet hanım kalktıktan sonra Said Hoca ile Yusuf bir müddet havadan sudan konular üzerine konuştular. Daha sonra hoca sözü okula kaydırdı. Hoca'nın üniversite hak­kında pek bilgisi yoktu. Zaten yıllardır pek şehre gittiği de söylenemezdi. Köyün sadelik ve saflığını her zaman şehrin kalabalık ve dağdağasına tercih etmişti. Bu nedenle modern okulların, hele üniversitelerin serbest ortamından haberdar değildi. Bu yüzden öncelikle üniversite hakkında bilgi iste­di Yusuf tan.

-Üniversite dedikleri nasıl bir şey evladım?

-Hocam, üniversite...

Yusuf, kayıt yapmaya giderken ilk gördüğü şeyleri, ar­kadaşlarından duyduklarını bir bir anlattı. Hoca, toplumda bir bozulmanın yaşandığını biliyordu elbette; ama Yusuf un anlattığı kadarıyla bir uçurumun eşiğine gelindiğini bilmi­yordu. Hele istikbali ellerinde tutacak olan gençlerin bozul­manın ana mihverini teşkil etmesi ve ilim yuvaları olması gereken okulların bizzat buna zemin hazırlaması Hoca'yı korkutmuş, topluma dair endişelerini artırmıştı. Sukut-u hayale uğramış bir ruh haliyle konuştu.

-Her şeyin başı İslam'dır evladım. İslam varsa, toplum­da haya, edep, namus kavramları yerli yerindedir ve içleri doludur. Ama İslam yoksa bu kavramlar olmadığı gibi, bu­nun tam zıddı olan kavramlar toplumda çok sıradan şeyler gibi karşılanır. Yüce Allah (cc) aralıklarla gönderdiği pey­gamberlerine kitaplar, yani şeriatler verdi ki, insanlar son­radan da ona uyup yolunu şaşırmasın.

Yüce Peygamberimiz (as), son peygamberdir. Ondan sonra peygamber gelmeyecektir. Yüce kitabımız Kur/an-ı Kerim de kıyamete kadar baki kalacak, hükümleri bozul­mayacak, üzerinde tahrif yapılamayacak olan bir kitaptır. Yüce Allah (cc) Hicr Suresi 9. ayet-i kerimede bu durumu "Doğrusu Kitabı Biz indirdik, onun koruyucusu elbette Bi­ziz" şeklinde beyan ederek onun korunmasını bizzat kendi üzerine aldığını bildirmiştir. Bu kitaba uyan, doğru yoldan sapmaz. Karanlıkta kalmaz, helal ile haram arasında-boca­lamaz. Çünkü neyin haram, neyin helal olduğunu bilir. Bu kitaba uyan, hayatının her anında mutludur. Aza kanaat eder, ihtiyacından fazlasına şükreder, bir kısmını fakir, fukaraya verip onları sevindirir. Bu kitaba uyan kişilerde nef­si hastalıklar olmaz. Çünkü Allah'ın her an, her yerde hazır ve nazır olduğunu, her şeyi duyan Semi' olduğunu, her şe­yi gören Basir olduğunu ve. her şeyden haberdar olan Habir olduğunu bilirler.

Evet Yusuf... Bu kitaba uyan, Yüce Yaratıcısını tanır. Onu tanıyan kâinata, eşyaya, insana, kısacası her şeye başka gözle bakar. Bunların niçin yaratıldığı üzerinde tefekkür eder. Sonra kendisinin dünyaya bir oyun ve eğlence için gönderilmediğini anlar. Görevinin yeryüzünde halifelik ol­duğunu, Allah'a hakkıyla kulluk yapmak için yaratılmış ol­duğunu, dağların bile yüklenmekten kaçındığı bir yükün altına girdiğini ve bunu hakkıyla yerine getirmek zorunda olduğunu anlar. Böyle birisi ise hak yolda tek başına da kal­sa, önüne çıkan her türlü zorluğa karşı Meydan okuyup üs­tesinden gelebilir. Çünkü kâinatın yaratıcısının her an göze­tim ve kollaması altında olduğunu bilir. İbrahim (as)'e ateşi serin ve selametli kılan, Musa (as)'ya denizi ikiye ayıran, İsa (as)'yi tuzaklardan koruyup katma yükselten, gözümüzün nuru Peygamberimiz (sav)'i örümcek ağıyla koruyan Yüce Allah (cc)'ın, kendisine de yardım edeceğini bilir. İşte bu­nun içindir ki İslam nurunu taşıyan mücahitler yüz yıllar boyunca İ'layı Kelimetullah için korkusuzca savaşıp İslam Dinini ulaşabildikleri en uzak noktalara kadar götürdüler. Allah onların hepsini rahmetinde gark etsin ve bizi onların şefaatinden mahrum bırakmasın.

Buna karşın İslam düşmanları da boş durmadılar Yu­suf. Her dönemde bin bir hile ve entrika çevirdiler. Müslümanları Kufan, Sünnet ve Selef-i Salihin'in yolundan uzaklaştırmak için çeşitli tezgâh ve oyunlar kurdular. Müslü­manları kadın, içki, şehevi arzu ve istekler vb. şeylerle dün­yaya bağlamaya çalıştılar. Müslümanlar arasında tefrika çı­karıp onları birbirlerine kırdırdılar. Alİah onların azabını ar­tırsın, onları helak etsin. Peki bütün bunlar kimin başının altından çıktı, biliyor musun Yusuf?

-Yahudilerin mi hocam?

-Evet evladım Yahudiler. Peki, o lanetli kavmin bunları niçin yaptığını da biliyor musun?

Yusuf un cevap vermesine fırsat bırakmadan kendi so­rusunu yine kendisi cevapladı Said hoca.

-Onların bu düşmanlığı kıskançlıklarından geliyor Yu­suf. Çünkü onlar son peygamberin kendilerinden, yani İshak oğullarından olacağını bekliyorlardı. Ama Peygamberi­miz (as) Araplardan, yani İsmail oğullarından gönderilince kıskançlıkları onları düşmanlığa sürükledi. Kendi kitapla­rında, Kur'an-ı Kerim'in deyimiyle 'kendi evlatlarını tanı­malarından daha iyi tanıdıkları' Peygamberimiz (sav)'in bütün özellikleri geçtiği halde onu yalanlayıp inkâr ettiler. Zaman zaman Peygamberimiz (sav)'e suikast bile tertiple­diler; ama Allah, kendi Resulü'nü korudu. Medine İslam devletinde Müslümanlarla müttefik oldukları halde, müş­riklerle anlaşıp onları Medine üzerine yürümeye teşvik etti­ler. İşte böyle... Onların melanetleri saymakla bitmez. O za­mandan ta günümüze kadar durup dinlenmeden çalışıp İs­lam'ı Müslümanların hayatından çıkarmak için her hileye başvurdular. Bu çalışmalarını kıyamete kadar da sürdüre­ceklerdir. İşte bu uğraş ve çalışmaların sonunda tamamıyla olmasa da İslam'ın önemli temel taşlarını Müslümanlara unutturup içi boşaltılmış bir İslam ile avunmasını başarabil-diler. Müslümanların birliğini parçaladılar. Ümmeti bölüp birbirine düşman olan halklar çıkardılar. Eskiden Müslü­manlar; "Elhamdülillah Müslüman'ım" diyorlardı; ancak sorulduğu takdirde hangi millete mensup olduğunu söylü­yorlardı. Ama bu gün, öncelikle hangi milletten olduğunu söylüyorlar. Kavrniyetçilik İslam'da reddedilmiştir Yusuf. "Arap'in Acem'e üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva­dadır." diye buyurmuyor mu Resul-i Ekrem (sav)? Buna rağmen bazıları sözde "özgürlük getireceğiz" diyerek kavmiyetçilik ayağıyla ortaya çıkmışlar. Ancak onların Özgür­lük dedikleri şey tamamen köleliktir. Yani nefse kölelik, kul­lara kölelik, ideolojiye kölelik... İnsanları sırf İslam'dan uzaklaştırmak için fuhşu, açık-saçıklığı yaygmlaştırıp din­dar halkımızın manevi değerlerine .saldırmaya, İslam'ın kutsal kabul ettiği her şeye saldırmaya, dindar Müslüman­ları hor görüp ölümle tehdit etmeye başladılar. Bunlar İs­lam'ı tamamıyla arkasına atmış, dinsizliği esas alan fikirler­le hareket ediyorlar. "Özgürlük olmadan, namaz olmaz" di­yorlar. Bunlar hepsi yalan dolan. Namaz için mazeret ol­maz. Uyku ve baygınlık hali dışında namaz her şart ve du­rumda kılınmalıdır. Bunlar; "Bizi köleleştiren İslam'dır" di­yorlar. Sümme hâşâ! İslam, insanları özgürleştiren, kula kulluktan kurtarıp sadece Allah'a kul yapan bir dindir. Bu dinde kölelik değil, özgürlük vardır. Sakın ha Yusuf, kavmi­yetçilik ayağıyla yanına geldiklerinde onlara yüz verme. Onların söyledikleri hiçbir çözüm doğru değildir. Onların çözümü insanları korkutup öldürerek sindirmek ve İslam'la alakası olmayan bozuk fikirleri insanların beynine sokmaktır. Sırf İslam hâkim olmasın diye yapmadıklarını bırakmı­yorlar. İslam'a bağlı olan, dinini yaşayan âlim ve mü'min insanlarımızı öldürüyorlar, buna güç yetiremediklerine ise çeşitli iftiralar atarak insanların gözünden düşürmeye çalı­şıyorlar. Şimdiden çevre köyleri basıp insanlara zulmetme­ye, karşı koyanları öldürmeye başladılar. Kızları kandırarak dağa çıkarmaya, erkeklerle birlikte çatışmalara girmeye zorluyorlar. Dağlarda kızlarla erkekler aynı mağaralarda kalıyorlar. Onların şimdiden İslam toplumuna verdikleri zararın haddi hesabı yok Yusuf. Sözde vatanlarını işgalden kurtarıp halkı kölelikten kurtar a caklarmış!.. En büyük köle­liği onlar getiriyorlar. Bu yüzden onların hiçbir çözümü çö­züm değildir.

Tek çözüm, yegâne yol ve kurtuluş; İslam'dır. İslam'da her şey için çözüm vardır. Yeter ki yeniden topyekûn İslam'a dönelim. Bunun için senin ve senin gibi gençlerin yü­kü ağırdır Yusuf. Çok çalışmalısınız. İslam düşmanlarından çok daha fazla çalışmalısınız ki, şimdiye kadar kaybettikle­rimizi yeniden kazanabilelim.

-Haklısın hocam. Dediklerini unutmayacağım İnşaallah.

-Ooo Yusuf, zaman hayli ilerlemiş. Neredeyse vakit gi­recek. Haydi, camiye gidelim. Sonra döner hem yemeğimi­zi yer, hem de konuşmamıza devam ederiz.

Ertesi gün sabah namazını kılıp tesbihatım yaptıktan sonra uzun uzun dua etti. Ardından, âdeti üzere Kur'an-ı dur

Kerim okudu. Bunu uzun zamandan beridir alışkanlık hali­ne getirmişti. Sabah namazından sonra okuduğu Kur'an-ı Kerim kendisini rahatlatıyor, ruhuna manevi bir hafiflik ve­riyordu. O, Kur'an-ı Kerim ile başlanılan günlerin hayırla geçeceğine inanıyordu. Bazen, herhangi bir nedenden dola­yı okumasa, ruhu sıkılıyor, gönlü damlıyordu. Gün kendisi­ne göre geçmez gibi sıkıntı veriyordu.

Kur'an-ı Kerim'i kapatıp saygıyla kaldırdıktan sonra başındaki namaz takkesini çıkarıp yatağına uzandı. Uyumayı denedi; ama kafasında daldan dala atlayan düşünce­ler uyumasına fırsat vermiyordu. Kaç kez düşüncelerinden kurtulmak için Euzu besmele çekip yatağın içinde döndüy­se de uyuyamayacağmı anladı.

Yaz mevsiminin son günlerini yaşıyorlardı. Pencereden serin bir rüzgâr esiyordu. Hava, neredeyse tamamen aydın­lanmıştı. Dışarıda hareketlilik çoktan başlamıştı bile. Ço­banların, tarlasına gidenlerin, suya giden kadınların sesleri ile yayıktan çıkan ve tokmak sesini andıran ritmik sesler birbirine karışmıştı. Çok yalın, bozulmamış, sade bir yaşa­mın sesiydi bunlar. Yusuf bu sesleri şehrin bin bir çeşit gü-rü'tüsüyle karşılaştırdı bir süre. Köy hayatının şehir hayatı­na göre ne kadar temiz, sağlıklı, tabiî olduğunu düşündü.

Artık uyuyacağı yoktu. Kalkıp giyindi. Eşyalarının ara­sından kalın, mavi bir defter çıkardı. Bu, onun lise ikinci sı­nıftan beri tuttuğu günlüğüydü. Daha doğrusu bir günlük­ten ziyade, kendisince kayda değer gördüğü olayları kay­dettiği ve okuduğu kitaplardan önemli gördüğü yerleri ik­tibas yapıp zaman zaman üzerinde yorumlar yaptığı, çeşit­li gözlemlerini yazdığı, sıkıldıkça kendi kendine bir nevi sohbet etmek amacıyla tuttuğu bir defterdi. Yusuf bu defte­re çok önem veriyor, gözü gibi koruyordu.

Kalemini gömleğinin cebine yerleştirdikten sonra ses­sizce evden çıkacaktı ki annesine yakalandı.

-Hayırdır oğlum, sabah sabah nereye böyle?

-Uykum kaçtı anacığım.

-Vah yavrum!... Yatağın rahat değil miydi?

-Yok anacığım, çok rahattı. Buranın temiz havası, rahat yatağı, ayrıca insanın kendi evi olmasından dolayı azıcık uyku bile insana yetiyor. Sabah namazından sonra uyuya­yım dedim uyuyamadım. Yatakta duracağıma çıkıp biraz temiz hava alayım dedim.

-Bir şeyler yeseydin de öyle gitseydin oğlum.

-Yok ana, gerek yok. Erken döner, birlikte yaparız kah­valtımızı înşaallah.

-Dur, süt kaynatmıştım, bir bardak süt iç bari.

-Tamam anacığım, sıcak bir bardak sütü seve seve içe­rim.

Annesinin getirdiği sütü içtikten sonra köyün mezarlı­ğına doğru yol aldı. Annesinin arkadan kendisine bakacağını bildiğinden önce başka bir yola saptı. Gözden kayboldu­ğuna emin olunca da mezarlığın olduğu tepeye doğru yö­neldi. Köylüler mezarlığı bu tepeye kurmuşlardı. Tepe biraz yüksekçeydi ve genç bir insanı dahi yoruyordu çıkarken. Yusuf, fazla zaman kaybetmemek için biraz hızlıca çıkmış ve sıcağın etkisiyle de terlemişti. Geleceği yere varınca, mendiliyle terini silip derin derin soluklandı. Sonra Resulullah (sav)'ın bir kabristana girdiğinde söylediği "Essela-mu Aleyküm dare kavm-i mü'minin (Selam size olsun ey mü'minler yurdunun ahalisi)! Biz de înşaallah size iltihak edeceğiz" mealindeki sözünü yüksek sesle tekrarlayarak önce bir fatiha okuyup ölülerin ruhlarına teslim etti. Sonra dedesinin mezarının başına gidip hafif bir sesle ezbere bil­diği Yasin-i Şerifi okuyup başta Resulullah (sav)'a ve tüm Peygamberlere, sonra evliya ve sıddıklara, şehitlere, en so­nunda da hassaten dedesiyle ninesi olmak üzere tüm ölüle­rin ruhlarına hediye etti. Sonra, kabirlerin bittiği noktanın biraz ilerisindeki yaşlı bir çınar ağacının tam dibindeki otu­rak şeklinde olan taşın üzerine oturup sırtını ağaca yasladı. Buradan bütün köy görülebiliyordu. Doğanın tüm güzelliği ayaklarının altındaydı şimdi. Doğal bir renk cümbüşü var­dı. Tarlalar, parsel parsel ayrılmıştı ve her biri ayrı bir rengi barındırıyordu. Biçilmiş tarlalar sarı, sürülmüş tarlalar kır­mızı, nadasa bırakmak için yakılan tarlalar siyah, ürünü ha­len biçilemeyecek kadar olgunlaşmamış tarlalar yeşil bir görüntü arz ediyordu. Renkler öyle bir ahenkle dizilmişler­di ki bakanı mest ediyordu. Köyde tatlı bir hareketlilik ve buna bağlı olarak zar zor duyulan sesler vardı. Serin ve in­sanı rahatlatan tatlı bir meltemi hissetti. Bir müddet önün­deki manzarayı izlemekle yetindi Yusuf. Daha sonra defte­rini açıp boş bir sayfayı çevirdi. Yazacaklarını kafasında toparlamaya çalıştı. Ardından "Hayat böyle işte!... Zaman de­nen şey ne kadar da çabuk geçiyormuş. Dün çocuktuk, bu gün genç... Dün, çocuktan beklenen şeyler istenirdi, bu gün bir gençten... Dün liseliydik, bu gün üniversiteli... Dün ya­şayıp da bugün toprak altında olan şu kabir ehli gibi, zama­nı geldiğinde biz de öleceğiz. Dün ne olacağımız çoğumu­zun aklından geçmezken bu gün her birimiz isteyerek ya da istemeyerek önümüze çıkan bir mesleğin kapısından içeri girdik. Üzerimize yüklenen yük, beklenen sorumluluk çok ağır..." diye başladığı yazısını son birkaç gündür yaşadık­larını, üniversite kapısından ilk girişinden, köyde gördüğü teveccühe kadar her şeyi kendi kalemi, kendine has üslubu ve kendi düşünce perspektifinden yazdı. Buna karşılık ken­di sorumluluklarını, neler yapması gerektiğini, kendisine biçilen rolün üstesinden gelmek için nasıl çabalaması gerek­tiğini de aktardı defterine. Bu defterin kendi iç dünyasına, duygu ve düşüncelerine, umut ve beklentilerine bir tercü­man olmasını istiyordu. İleriki yıllarda bunu bir vesika ola­rak kullanacaktı belki de. Bu yüzden kelimelerini hassasi­yetle seçiyor, düşüncelerini net cümlelerle dile getiriyordu. Vakit epey ilerlemişti. Yazdıklarını bir kez seslice okuduk­tan sonra her zaman yaptığı gibi hamd ve salâvatla başladı­ğı bir duayla noktaladı yazısını.

"Rabbim, ben senin zayıf bir kulunum. Önümde açılan yeni hayatımda beni yalnız bırakma; beni her daim koru­yup gözettiğin gibi, bundan böyle de koruyup gözet. Ya İla­hi, benim yüzümü, senin rızan dışında kalacak hiçbir ame­le yöneltme. Benim zayıflığımı, nefsime karşı acizliğimi bi­liyorsun. O halde beni bir an bile olsa nefsimle baş başa bı­rakma. Beni Sırat-el Müstakim'den ayırma. Beni doğru yo­la ilet. Gazaba uğrayanlannkine değil. Âmin velhamdulilla-hi Rabbil alemin. Vesselatu vesselamu ala Resulina Muham-medin ve ala alihi ve sahbihi ve selem."

 

5- Bölüm

 

Çântasını yere bırakıp kendisine ayrılmış olan dola­bının kapısını açtı. "Temizlemek lazım" diye geçirdi için­den. Hemen işe başlamadı. Yatağının üzerine oturup bulun­duğu odayı süzdü. Dört kişilik bir odaydı. Yataklar; ranza yerine tekli olup pansiyonda içine pamuk doldurulmuş döşeklerin aksine süngerdi. İki yatağın çarşaf ve yastık yüz­lerinin takılı olduğunu gördü. "Demek bu iki yatağın sahi­bi benden önce gelmişler. Kim bunlar acaba?" diye düşün­dü. "En geç akşama kadar tanışırız nasıl olsa..." dedi sesli­ce, Kapı tam ortadan açılıyordu. Kapıdan arta kalan duva­rın sağ ve soluna ikişer metal dolap yerleştirilmişti. Bunun dışında, her yatağın yanı başına birer etajer bırakılmıştı. Odanın ortasında dört kişinin kullanabileceği plastik beyaz bir masa ile etrafına dizilmiş beyaz plastik sandalyeler var­dı. Odanın iki kanatlı büyük bir penceresi ile pencerenin dip tarafına yerleştirilmiş her biri 12 gözden oluşan iki adet kalorifer peteği vardı. Duvarlar, yeşile çalan plastik bir bo­yayla boyanmıştı. Tavanda, eşit uzaklıklarla yerleştirilmiş iki adet flüoresan, odanın aydınlatılması için bırakılmıştı. "Pansiyona göre ne kadar da müreffeh bir yer!.." diye geçir­di içinden. Sonra pencerenin yanına gidip dışarıya baktı. Manzara epey iç açıcıydı. Yatağının hemen pencere kenarın­da olmasına sevindi. "Tam istediğim bir yer, bir de oda ar­kadaşlarım iyi olsa!.." dedi kendi kendine. Yusuf böyle dü­şünürken kapı açıldı. İçeri giren: -Selam! dedi. Yusuf, arkasına dönerken -Ve aleykumusselam, deyip selamını aldı. İçeri giren hırpani kılıklı biriydi. 1.80 boylarında vardı. Saçları kıvırcık, lüleli ve uzundu. Alt dudağının altında, sa­kal olduğu anlaşılan bir siyahlık vardı. Nedense Yusuf böy­lesi tipleri gördüğünde, onda aylarca yıkanmamış oldukla­rı intibaı uyanıyordu. Çok itici geliyordu bu tipler ona. Bu­na rağmen, son derece içten bir gülümsemeyle selamına karşılık vermişti.

-Benim adım Mert, dedi içeri giren.

Yusuf dostça elini uzatıp;

-Benim adım da Yusuf, dedi.

beriki uzatılan eli tutup sıkmak yerine, Amerikanvari bir selam şekliyle Yusuf un avuç içine kendi avuç içini vurdu.

-Ben Aydın'dan geldim. Hukuk okuyacağım. Ya sen? Mert in bu garip tokalaşmasına rağmen bozuntuya vermeden sükunetini korumaya çalışarak cevap verdi. -Benimkisi Tıp... Ben buralıyım.

-Madem buralısın, yurtta ne işin var peki?

-Ailem köyde oturuyor. Şehirde kalacak başka yerim yok.

Mert küçümser bir edayla Yusuf a baktı.

-Yaa?! Demek köylüsün. Gerçi tahmin etmiştim, ama...

Yusuf, Mert'in küçümseyen bakışlarını ve dudaklarına yayılan istihzayı fark etmişti. Bu tavır onun damarına dokunmuştu. İçtennçe hiddetlendi. Ona iyi bir ders vermesi gerektiğini düşündü. Sinirlendiği belli olan bir yüz ifade­siyle konuştu.

-Evet arkadaşım, köylüyüm. Köylülüğümden her za­man onur duydum. Köylüleri küçümseyen kimselere de acınacak kimseler gözüyle baktım.

Yusuf daha başka şeyler söyleyecekti belki; ama kapı­dan giren başka biri konuşmasına fırs.a£ vermedi. Kapıdan girer girmez, "İyi günler arkadaşlar!" diyerek selam verdi. Yusuf ile Mert de selamına karşılık verdiler. Yeni giren orta boylu, düzgün tıraşlı biriydi. Fazla gür olmayan bir bıyığı, birkaç günlük bir sakalı; üstünde de yakalı, kısa kollu bir ti­şört ile bir kot pantolon vardı. Ayağındaki beyaz spor ayak­kabıları pahalı cinstendi.

-Sizler yenisiniz herhalde, diyerek konuşmaya girdi ye­ni gelen. Benim adım Serdar. Tokatlıyım. Fen Fakültesi Bi­yoloji Bölümü 3. sınıftayım.

Böylece tanıştılar. Aralarında yurt ve okul hakkında kı­sa bir sohbet geçti. Yusuf un, bu kısa sohbetten edindiği iz­lenime göre ikisi de onun kafasında değillerdi. Bu yüzden dördüncü kişiyi merak ediyordu. Dolabını düzenlemek için ayağa kalkarken Serdara sordu.

-Bu yatağın sahibi de senin gibi eski mi?

-O mu? Ha evet... Suat adında biri... Eğitimde okuyor. Yatağı burada ama kendisi pek ortalarda görünmüyor. Bazen bir ay boyunca uğramadığı bile oluyor. Ne haltlar karış­tırdığım bilen yok. Sessizdir, pek konuşmaz; ama konuşun­ca oturaklı konuşur. Bugün de geleceğini pek sanmıyorum.

Böyle başlamıştı Yusuf un yurt hayatı. Tanımadığı, huy ve ahlaklarının kendisine uymadığı iki kişiyle aynı odaya düşmüştü. Diğer kişiyi henüz görmemişti; ama anlaşılan o da diğer ikisinden farklı olmayacaktı. Sabırlı olmalıydı. Kadri kendisine söz vermişti. Onu memnun olacağı bir oda­ya alacaktı. Kadri'den edinmiş olduğu izlenim, onun her halükârda verdiği sözü mutlaka yerine getireceğiydi. Bunu düşününce rahatladı Yusuf. Ama nereden bakarsan bak, bu­nun hemen olamayacağı, birkaç gün süreceği, hatta belki haftalar alabileceği gerçeğini göz ardı edemezdi. Neticede burası bir kurumdu ve kurum yönetimi bu konuda sorun çıkarabilirdi. Bu yüzden hoşlanmasa da oda arkadaşlarıyla kendi İslami şahsiyetini ön plana çıkaran bir ilişki sergile­meliydi. "Ben bir Müslüman'im"diye geçirdi içinden. "Her nerede olursam olayım, İslami şahsiyetimi ortaya koymam ve İslam'a aykırı bir söz, hareket veya fiil gördüğümde, gö­revimi yapıp düzeltmem lazım. Müslüman, ortama uyan değil, ortamı kendisine uydurandır. Burada bu kişilerle bir­likte kaldığım müddetçe bunu yapmaya çalışacağım. Bunu başaramasam bile, en azından onların kendi dünyevi gö­rüşlerine göre odada serbest hareket etmelerine ve İslam dı­şı, edep ve ahlaka aykırı hareketlerde bulunmalarına fırsat vermemeliyim. Aksi takdirde onlar bana değil, ben onlara uymuş olurum. Böylece şeytan tepkisiz kalışımı bana hoş gösterip bunun için yüzlerce mazeret uyduracak. Tepkisiz kalmayı kabullendikten sonra bu kez onların hareketlerini hoş gösterip içimde buna karşı bir meyil oluşturacak. Son­rası. .. Allah muhafaza!.. Her büyük şeyin başlangıcı aslında çok küçüktür. Küçük bir şeye kayıtsız kalmak, çok geçme­den daha büyüklerine kayıtsız kalmayı getirir. Böylece, İnandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi inanır' sözü yerini bulmuş olur. Ben Müslüman'ım ve Allah'ın izniyle inandı­ğım gibi yaşayacağım".

Dolabını yerleştirdikten sonra yatağını düzeltti. Serdar, Yusuf un bu işleri bildiğini görünce takılır bir şekilde sordu.

-Bu işleri biliyorsun bakıyorum. Nerede öğrendin?

-Ben yatılı okudum, oradan biliyorum.

-Ne yatılısı?

-İmam Hatip Lisesi'nin pansiyonunda yedi yıl kaldım.

Serdar dudaklarım büzerek sadece, 'mmm' diye bir ses çıkarmakla yetindi. Yusuf bunu nasıl yorumlayacağını bile­medi. Peşine de düşmedi. İşini bitirdikten sonra, dolabını kilitleyip kafeteryaya indi. Kafeterya kalabalıktı. Kızlı-er-kekli masalardan yükselen kahkaha ve şamataların aksine; sessiz bir şekilde sohbet etmeyi yeğleyen sadece kız, ya da sadece erkeklerden oluşan masalar da vardı. Bunun yanı sı­ra tek başlarına oturup önüne bakan, düşünceli, çevreyle bağlarını tamamen koparmış kişiler, kafeteryaya hâkim olan havayı tanımlamaya yetiyordu. Dışarıdan bakan tahlil­ci bir göz, kafeteryada oturanların psikolojileri üzerinde bir değerlendirme yapsa, yüzde doksan ihtimalle doğru sonuç­lar elde edebilirdi. Öğrencilerin hepsi ailelerinden, sevdik­lerinden, memleketlerinden yeni ayrılmışlardı; ama bu ay­rılığın tesiri herkese farklı şekilde yansımıştı.

Yusuf bir çay alarak nispeten sakin bir yere geçip otur­du. Çayım yudumlarken gününü nasıl değerlendirebilece­ğini düşündü. Vakit henüz erkendi ve daha öğle ezam bile okunmamıştı. "Tek başıma bu günü bitirmem mümkün de­ğil" diye düşündü. "Bu kadar insan içinde yalnızlığı yaşa­mak bu olsa gerek. Akşama kadar ne yapabilirim ki? En iyi­si şehir merkezine gitmek... İlyas'a da telefon açar, buluşu­ruz. Belki yurda yeni kayıt yapmış arkadaşları olabilir. Eğer varsa, en azından öğrenmiş olur, akşam döndüğünde de ta­nışma imkânı bulurum. Evet, bu iyi fikir... Namazımı kıl­dıktan sonra böyle yaparım inşaallah." Bu arada gürültüler­den, kızlı-erkekli masalardan yükselen kahkahalardan ve münasebetsiz şakalardan rahatsız olmuştu. Kafeteryadan bir an önce çıkmak için çayını hızlı hızlı yudumladı. Öyle ki neredeyse ağzını yakacaktı. Son yudumunu da alıp kalk­mak için doğrulurken bir el omzundan yakaladı. Yusuf, om­zundan yakalayan elin sahibini görmek için hızla dönerken Kadri'nin tebessüm eden yüzüyle karşılaştı. Sevinçle bağır­dı Yusuf.

-Vay, Kadri Abi sen misin? Hızır gibi yetiştin inan ki!..

-Yolumuz buraya düştü de, seni de soralım diye düşün­dük. Hayırdır bir şeyler mi oldu?

-Yoo.. Bir şey olduğu yok. Biraz canım sıkıldı, o kadar. Uğramakla çok iyi etmişsin hakikat yolcuları

-Ee, masana davet etmeyecek misin?

-Aslında burada oturmaktan canım sıkılmıştı. Kalkıp gidecektim, sen geldin.

-O zaman yatakhanelere çıkalım.

-Tamam abi, sen bilirsin. Sahi ne arıyorsun burada? Bil­diğim kadarıyla yurtta kalmıyordun.

-Hukuk Fakültesini kazanmış bir kardeşimizin kaydım yapmak için gelmiştim. Bu arada senin köyden gelip gelme­diğini öğrenmek için odana çıktım. Oda arkadaşların biraz önce çıktığım söylediler. Aşağı inip kafeteryaya göz gezdi­rince seni gördüm.

-Keşke o yeni arkadaşla tanıştırsaydm beni abi.

-Biz de onun yanına gidiyoruz zaten.

-Öyle mi? İşte buna sevindim abi. ,

Az sonra Rıza'nın odasmdaydılar. Rıza henüz dolabım yeni düzenlemiş, yatağını yapmaya yönelmişti. Kadri ile Yusuf un gelişiyle işine ara verdi. Rıza; esmer, siyah saçlı ve orta boyluydu. Düzgün bir fiziği, yeşile çalan ela gözleri vardı. Sakal ve bıyıklarının yeni yeni çıkmaya başladığı bel­li olan yakışıklı simasında utangaçlık ve saflığın izleri oku­nuyordu. Evinden ilk kez ayrılmış kişilere has bir hüzün ve sessizlik vardı üzerinde. Kadri tarafından Yusuf la tanıştırı­lıp üçü karşılıklı sohbet ettikten sonra, durgunluğu biraz gitmiş, gözlerindeki hüznün üzerine yeni bir arkadaş edin­menin sevinci gelip oturmuştu. Rıza, komşu bir ilden gel­mişti buraya. Daha önce kendisinden büyük abisi de bura­da üniversite okumuştu ve Kadri ile iyi arkadaştılar. Rıza, üniversiteyi kazanınca, abisi, Kadri'yi aramış, Rıza'nın işlerinde yardımcı olmasını istemişti. Kadri de bu işi seve seve üstlenmiş, arkadaşının kardeşini kendi kardeşi gibi görerek ona yardımcı olmuştu.

Kısa bir tanışma sohbetinin ardından Kadri iki elini bir­birine vurarak ayağa kalktı.

-Haydi bakalım, boş durmaya gelmez. Daha yatağını bile düzeltmemişiz, dedi.

Rıza, Kadri'nin örtülere uzandığını görünce, yüzü ha­fiften kızarmış bir halde ona engel olmaya çalıştı.

-Dur abi, ne yapıyorsun? Ben yaparım. Alti-üstü bir ya­tak. Sen ne diye zahmet edeceksin?

-Zahmeti olur mu Rıza? Biz kardeşiz. Her işte yardım­laşmak esas olmalı. Öyle değil mi?

Yusuf, yaşanan bu tatlı tartışmanın fazla uzamaması için araya girdi.

-Kadri abi, Rıza haklı. Sen otur, ben ona yardımcı olu­rum. Ben yedi yıldır bu işi yapıyorum. Hem böylece Rıza'ya pratik bir şekilde nasıl yapıldığını da göstermiş olurum.

-E haydi bakalım. Yalnız çabuk olun. Ezan okunmak üzere...

-Merak etme Kadri Abi. İki dakika bile sürmez.

İşleri bittikten sonra odadan çıktılar. Yurdu terk edip mescide doğru gittiler. Namazdan sonra mescidin çevresindeki ağaçlık bölgede bir ağacın dibinde oturdular. İlk konu­şan Yusuf oldu.

-Sizi görmesem, bugün sıkıntıdan patlayacaktım. Öğle n? mazını kıldıktan sonra şehir merkezine gidecek, eğer

şansım varsa Ilyas'ı evde bulacaktım. Ama Allah sizleri gönderdi.

-Kalp kalbe bakar derler Yusuf kardeş. Ben de Rıza kar­deşle buraya gelirken "İnşaallah Yusuf kardeş gelmiştir" di­ye dua ediyordum. Her neyse... Sormayı unutacaktım nere­deyse... Senin oda arkadaşların nasıl?

-Vallahi abi, ne desem?.. Daha pek bir şey konuşmadık; ama pek kafamayatmadılar. Biri Fen Fakültesi Biyoloji Bö­lümü 3. sınıf öğrencisi. Adı Serdar, Tokat'lı... Konuşkan gö­rünmüyor; ama gözlerinin gerisinde sanki asıl kimliğini saklayan bir bakışı var. Diğeri de Mert adında Aydm'lı biri. Rıza ile sınıf arkadaşı olacaklar herhalde. O da hukuku ka­zanmış. Serseri bir tip! Zamanın hovarda gençliğinden tipik bir örnek.

-Ya dördüncü şahıs?                

-Onu göremedim daha. Serdar'm dediğine göre pek uğ-ramıyormuş. O da eğitim öğrencisi... Benim oda arkadaşla­rım bunlar. Ya Rıza'nınkiler?!.

Yusuf un sorusunu Rıza cevapladı.

-Ben daha kimseyi görmedim. Geldiğimde bütün ya­taklar düzeltilmiş, dolaplara kilit vurulmuş bir halde gör­düm.

-İnşaallah senin oda arkadaşların içinde namaz kılanlar olur. Benimkilerde olacağını sanmıyorum.

-İnşaallah.

-Kadri Abi, kayıt yaptırırken oda ayarlaması yapacağı­nı söylemiştin. Unutmadın değil mi?

Gülümseyerek cevap verdi Kadri.

-Hiç unutur muyum Yusuf kardeş? Ama biraz sabırlı olmanız lazım. Yurtta kalan kardeşlerin hiçbiri daha gelme­miş. Zaten bu işi onlar ayarlayacak. Ben yurtta kalmadığım için bu işin nasıl yapıldığını doğrusu tam bilmiyorum. Ama yurtta kalan kardeşler, sağ olsunlar, cin gibidirler. Bu işi te­reyağından kıl çeker gibi hallederler. Tabi hemen bugün, ya da yarın olacak diye de kendinizi şartlandırmayın. Eğer kardeşler erken gelirse, inşaallah bir hafta, hadi bilemedin en geç on gün içinde gerekli ayarlamaları yaparlar ve sizler de rahat edeceğiniz kimselerle kalırsınız inşaallah.

-İdare bir sorun çıkarmaz, değil mi?

Rıza'ydı bunu soran.

-Bazen sorun çıkardığı oluyor; ama kısa zamanda halle­diliyor. Siz kafanızı bununla meşgul etmeyin. Siz şimdilik bulunduğunuz odadaki kişilerle iyi geçinmeye, aranızdaki mesafeyi gözetmeye çalışın. Siz namazlarınızı kılan, Allah'a ve Ahiret Gününe inanan imanlı kimselersiniz. Konuşmala­rınızda, davranışlarınızda, ilişkilerinizde Müslüman kimli­ğinize, İslami şahsiyetinize halel getirecek şeylerden kaçın­mak zorundasınız. Bunun kapsamı geniştir. Yani sizler hem örnek bir Müslüman şahsiyetin nasıl olması gerektiğini kendi şahsınızda gösterirken, aynı zamanda yanınızda İs­lam'a ve kutsal değerlere dil uzatılmasına da müsaade et­memeli; gayri İslami tavır, davranış ve amellerde bulunul­masına da gücünüz yettiğince engel olmalısınız. Yani Hz. Resulullah (sav)'m hadisinde belirtilen; "Bir münkeri gör­düğünüzde, onu elinizle; yapamıyorsanız, dilinizle düzel­tin. Onu da yapamıyorsanız, kalbinizle buğz edin. Ki bu imanın en zayıf halidir" şeklindeki emrin gereğini yerine ouh getirmek lazımdır. Bazı rivayetlerde, kalbiyle buğz etmeyen kimselerde ise hardal tanesi kadar bile imanın olmadığı be­lirtilmiştir.

Mümkün olduğunca tartışma, cedelleşme ve fiili sür­tüşmelerden kaçının. Artık üniversitelisiniz. Üniversite, her türlü fikir ve dünya görüşünün, tartışıldığı ve konuşulduğu bir yer. Özellikle acemi olarak gördükleri yenileri tartışma ortamına çekerek kafalarını bulandırıp soru işaretleri tak­maya çalışanlara dikkat etmeniz lazım.

Yusuf, Kadri'yi can kulağıyla dinliyordu. Kadri sözünü bitirince, biraz düşündü Yusuf. Sonra elindeki küçük çakıl taşını biraz ilerisinde duran çatlamış toprak oyuğuna atıp;

-Peki, ya istemediğimiz halde kendimizi bir tartışma ortamının içinde bulursak o zaman ne olacak? diye sordu.

Rıza da Kadri'nin vereceği cevabı merak ediyordu. Bu yüzden bütün dikkatini ona verdi. Kadri, yerden kuru bir ağaç dalı aldı. Söyleyeceklerini kafasında toparladıktan sonra tane tane konuştu.

-Böyle bir durumla karşı karşıya gelindiğinde "Tartış­mayacağım" deyip kaçmak olmaz. Öncelikle işimiz, tartışma adabını karşıdakine kabullendirmek olsun. Yani sözü­nüzü kesmesine, hakaret içeren ithamlarda bulunmalarına fırsat verilmemelidir. Bizim argümanımız İslam'dır, bunun dışında da hiçbir şeye ihtiyacımız yoktur. Argümanlarınızı kullanırken, sözlerinizin anlaşılır ve tane tane olmasına dik­kat etmelisiniz. Öfkelenmemeli, kızıp heyecana veya doldu­ruşa gelmemelisiniz. Çünkü karşıdaki, sağlam deliller kar­şısında, tartışmayı sabote etmek için rakibim öfkelendirmeyi bir taktik olarak kullanır. Onların söylediklerini iyi dinle­yip kavramak, sözlerindeki yanlış ve hataları iyi tespit et­meli, cevabınızı da doyurucu, net ve anlaşılır bir şekilde vermelisiniz.

Kadri'nin cevabından sonra bir müddet suskun kaldı­lar. Bu sessizliği Rıza bozdu.

-Yurtta namaz kılacak mescid gibi bir yer var mı Kadri abi?

-Kalorifer dairesinin yanında küçük bir mescid var.

-Odada namaz kılsak, bir şey olur mu abi?

-Şimdilik mescidde kılsanız daha iyi olur kanaatinde­yim. Odanızdakilerin kim olduğu halen belli değil. Nama­za karşı aşın kindar olanlar da olabilir odanızda. Sonraki zamanlarda, odada namaz kılmanızı aleyhinize kullanabilirler. Hem mescide inip cemaatle kılmak daha hayırlı olur. Ama oda ayarlaması yapıldıktan sonra istisnai durumlarda odanızda kılabilirsiniz. Tabi bu da cemaatle olmalı. Ancak dediğim gibi, mescidin havasını teneffüs edip manevi lez­zetinden istifade etmek için her namazı mescidde kılmak daha güzel ve hayırlı olur İnşaallah.

Okul ve yurt üzerine şekillenen sohbetleri, bir süre da­ha devam etti. Kadri, tecrübe ve birikimlerini aktarıyor, yeniler de onu can kulağıyla dinliyorlardı. Farkında olmasalar da vakit ilerlemişti. Kadri saatine baktıktan sonra gülümse­yerek espriyle karışık son bir tecrübesini daha aktarma ge­reği duydu.

-Evet gençler!.. Şimdiye kadar anlattığımı dikkatle din­lediniz; ama bunları yaşamayana kadar söylediklerimin havada kalacağını çok iyi biliyorum. Hatta çoğunu unutacak, bir kısmını da sohbet ettiğimiz bu yerde bırakacaksınız. Ama konuştuğumuz şeyler önünüze çıkıp bizzat yaşadığı­nızda, bunları bir bir hatırlayacak ve daha iyi anlayacaksı­nız. Anlatmakla görmek, ya da bizzat yaşamak arasında fark vardır.

-Olur mu abi? Anlattıklarını çok iyi anladık. Öyle değil mi Rıza?

-Evet ya!.. Ben de unutacağımızı sanmıyorum.

-İyi, sevindim... inşaallah beni yanıltırsınız da, bu tec­rübemi yeniden gözden geçirme zorunda bırakırsınız. Haydi, kalkalım artık. Vakit hayli ilerlemiş. Yurda geri dönelim de gelen kimse oldu mu diye bakalım. Sonra benim gitmem lazım. İsterseniz siz de gelin.

Hep birlikte yurda geldiler. Kadri aradığını bulamamış­tı. Kadri'nin ısrarına rağmen Yusuf ile Rıza kalmak isteyin­ce, tek başına şehir merkezine geri döndü.

Kadri, öğrenci arkadaşlarıyla tuttukları bir öğrenci evinde kalıyordu. Okula başladığından beri öğrenci evinde kalmayı tercih etmişti. Nedense yurtta kalmak aklından bi­le geçmemişti. Yurdun kendine has kural ve kaideleri, bir idaresi, yani insana yansıyan bir resmiliği vardı. Resmiyet ise beraberinde bir soğukluğu getiriyordu. İşte en çok da bu yönünü sevmiyordu Kadri. Bir de kalabalığı, gürültüyü,

her cinsten insanla sürekli yüz yüze gelmek zorunda kalmayı sevmiyordu. Evde kalmanın ise her açıdan faydası vardı. Evin kendine has bir sıcaklığı vardı en önce. Evde ka­lanlar, kuralları kendilerine göre belirleyebiliyorlardı. Bu­nun dışında en önemli avantajı, inancını daha iyi ve serbest­çe yaşayabilme imkânı vardı. İşte Kadri, en çok bu yönünü seviyordu evde kalmanın.

Evdeki sayı, genelde beş-altı civarında olmuştu. Zaman zaman artma, ya da eksilmeler olmuşsa da genelde bu sayı korunmuştu. Ama son mezunlardan sonra sadece Kadri ile Muhsin kalmışlardı. Muhsin, İlahiyat 3. Sınıfta okuyordu. O da Kadri gibi komşu bir ilden gelmişti. Daha önce yurtta ka­lan Muhsin, son bir yıldan bu yana kalmaya başlamıştı Kadri'nin kaldığı evde. Hâlâ memleketten gelmemişti. Da­ha doğrusu sabah evden çıkana kadar da gelmemişti ve bu­gün geleceğini tahmin etmiyordu Kadri.

Yusuf ile Rıza'dan ayrıldıktan sonra birkaç yere uğradı. İkindi namazım her zaman gittiği camide kıldı. Tesbihat ve duadan sonra hemen çıkmayıp mihrabın yanındaki boşluk­ta bir müddet zikirle uğraştı. Elif-ba dersi alan çocukların tatlı uğultusunu dinledi biraz. Sonra başındaki takkesini katlayıp cebine koyduktan sonra eve doğru gitti. Yolunun üzerindeki pazardan biraz öteberi aldı. "Tek başıma yemek yapıp yemek de sıkıcı olacak, ama bir-iki gün idare edece­ğiz. Muhsin gelmiş olsaydı ne iyi olurdu!.. Biraz hasret gi­derirdik hiç olmazsa..." dedi kendi kendine kapıyı açarken. Kadri içeri girdiğinde iki çift ayakkabı olduğunu fark etti ayakkabılıkta. "Allah Allah!" dedi şaşırarak. "Kim gelmiş acaba? Biri Muhsin olabilir de, ya diğeri kim?" Sessizce seslerin geldiği oturma odasına doğru gitti. Kapıdan fark ettir­meden bakınca, gördüklerinden büyük bir sevinç duyarak neşe ile girdi içeriye.        

-Vay vay vay!.. Kimler gelmiş hele, kimler gelmiş?!. Ya­hu Vedat kardeş, ben seni nerede ararken, sen nerede çıktın karşıma!

Üç arkadaş sevgi ve özlemle musafahalaştılar. Diğeri Muhsin'di, Vedat'la birlikte olan. Vedat ise yurtta kalan ve Kadri'nin bugün aradığı kişilerden biriydi. Mimarlıkta oku­yordu. Uzuna yakın orta boylu ve oturaklı bir fiziğe sahip­ti. Beyaz tenli, kırmızıya çalan saçları vardı. Kahverengi gözlerindeki zekâ pırıltıları hemen fark ediliyordu. Seyrek bir bıyığı ve hafiften bıraktığı düzgün, bakımlı bir sakalı vardı. Sakalının kırmızılığı, güneşte çok daha fazla belli edi­yordu.

Kadri, Vedat'ı çok seviyordu. Kaç kez yurttan ayrılıp eve yerleşmesini teklif ettiyse de Vedat kabul etmemişti. Ve­dat'ın bu teklifi reddedişinde geçerli bir nedeni vardı. O, her defasında: "Benim yurtta kalışımın sebebini biliyorsun. Yurtta kalan arkadaşlara yardımcı olmam lazım. Yoksa yurtta kalmak benim de hoşuma gitmiyor. Ama ne yapalım, birilerinin kalması lazım. Keşke tüm arkadaşların ev tutabi­lecek imkanları olsa da kimse yurtta kalmasa!.." diye maze­retini belirtir, Kadri'yi susmak zorunda bırakırdı. Aslında Vedat yurttan ayrılmak istese, belki de ilk karşı çıkan Kadri olacaktı. Çünkü Vedat'ın yurttaki görevi daha önemliydi ve Kadri bunun bilincindeydi. Onun bu teklifleri sadece kal­binden gelen duygulardan kaynaklanıyordu. Yoksa gerçekte Vedat'ın yurttan ayrılmaması gerektiğini belki Vedat'tan daha iyi biliyordu.

Musafahanm ardından otururlarken yine ilk konuşan

Kadri oldu.

-Yahu nereden çıktınız böyle? Tam bir sürpriz yaptınız ha!.. Birlikte mi, yoksa ayrı ayrı mı geldiniz? Soruya Muhsin cevap verdi:

-Birlikte geldik. Vedat bir haftadan beridir bizdeydi. -Vallahi bravo doğrusu... İnsan bir haber vermez mi? Belki ben de size katılırdım.

-Bak işte bu hiç aklımıza gelmedi doğrusu, diyerek ara­ya girdi Vedat.

-Boş ver, üzülmeyin. Haberim olsa da gelemezdim za­ten. Sizi biraz kıskandığım için lezzetinizi anlaştırayım, dedim.

Hep birlikte güldüler. Bir müddet hasret giderip tatilde neler yaptıkları üzerinde konuştular. Sonra Vedat yeni hatırlamış gibi;

-İlk geldiğinde, sanki beni aradığından filan bahsettin. Hayırdır, n'oldu? diye bir soru yöneltti Kadri'ye.

-Doğru, seni arıyordum. Neredeyse bütün günümü yurtta geçirdim bugün.

-Niye, bir şey mi vardı? Yeni kayıt yapanlar mı var? -Evet. İki genç var yeni kayıt yapanlardan. Birinin adı Yusuf... Benim meslektaşım. Diğeri de Rıza. Bizim İrfan'ın kardeşi.

-Eğitimci İrfan mı? -Evet o.

-Nereyi kazanmış peki?

-Hukuk fakültesini.

-Aferin çocuğa. Abisi gibi var mı peki?

-Daha çocuk sayılır. Utangaç ve sıkılgan biri...

-İrfan da utangaçtı. Demek ki bu huy onlarda aile boyu!

-Haya imandan gelir. İrfan'm takvasına hayranlığımızı ne çabuk unuttunuz? Onun bazen 'aşırıdır' diye bizi kızdı­ran hayası, muttaki kişiliğini şekillendirmede büyük bir et­ki yapmıştır. Rıza da onun gibi. Rıza'ya baktığımda, sanki İrfan'ın gençlik hali karşımda duruyordu.

-Yusuf nasıl biri?

-Düğünde tanıştırdığım İlyas'ı hatırlıyor musun?

-Şu İmam Hatipte okuyan genci mi diyorsun?

-Evet, o. İşte Yusuf onun arkadaşı. Daha doğrusu birkaç aydır arkadaş olmuşlar. Ama îlyas'ın anlattığına göre okul­daki örnek kişiler arasında gösteriliyormuş.

-Bizim arkadaşları tanıyor mu?

-Tam değil. İlyas onu bir düğüne götürmüş. Çok etki­lendiğini söylüyor. Göründüğü kadarıyla, İslam'ı yaşayan şahsiyetlerle birlikte olmaya susamış durumda. Çok oku­muş, iyi bir kültürü var. Tam ifade etmese de kendisini şim­diden arkadaşımız olarak görüyor.

-İyi o zaman. Allah doğru yoldan ayırmasın. -Amin. Şimdi senden istediğim şudur. Yusuf a daha ön­ceden, "Seni hoşnut olacağın bir odaya alacağız" diye söz vermiştim. Şimdi kaldığı odada bulunanlar sağlam ayakka­bı değiller. En kısa zamanda oda ayarlaması yap. Rıza'nın oda arkadaşlarını görmedik; ama sen onu da ayarlayacağın hakikat yolcuları

bir yere yerleştir. Hatta Yusuf la birlikte kalsalar iyi olur. Yu­suf ta da biraz utangaçlık olduğu için Rıza ile iyi anlaşırlar. -Bunu dert etme. İnşaallah en kısa zamanda halledece­ğiz.

-Şimdi yeni kayıt yapan başka arkadaşlar da vardır. Onları da hemen tespit edip oda durumlarını ayarlaman gerekecek. İşin zor kardeşim.

-Zorluklan kolaylaştıran Yüce Allah (cc)'a dua edin ye­ter benim için. Ayrıca ben yalnız değilim ki... Yardım edecek birçok kardeş var. Onları unuttunuz mu yoksa? İsterse­niz hemen kalkıp gideyim.

-Olur mu canım? Şimdi gitsen ne değişecek ki? Nerdeyse akşam olacak. Yarın sabah birlikte gider, sizi tanıştırırım. -İyi! Ben de şaka yapmıştım zaten. Bu akşam yurtta kal­maya hiç niyetim yoktu.

-Ha Vedat! Yusuf a şimdilik arkadaşların oluşturduğu

birliktelikten bahsetme olur mu?

-Olur, olur da niçin bahsetmeyeyim. Sen, "İslam'ı yaşa­yan şahsiyetlerle birlikte olmaya susamış durumda" diye

söylemedin mi?

-Evet, öyle söyledim. Buna rağmen sen yine de anlat­ma. Sadece arkadaşlarla tanıştır, onların kendi aralarındaki ilişkilerini, yaşantılarını, kardeşlik bağlarını kendi gözleriy­le görsün. Yusuf, yeterince aklı başında biri... İslam'ı seven ve kendine dert edinmiş biri. Kısa zaman içinde teklifin Yu­suf tan geleceğine inanıyorum. Kendi gözlemleri, inceleme ve iradesiyle bizim arkadaşlığımızı kabul eden birisi, tebliğ sonucu gelen birisinden daha iyidir. Bizi anlamaya, çizgimi­ze uymaya, prensiplerimize bağlanmaya ve gelişim göstermeye daha fazla müsait olur. Böylece kısa sürede saflar için­deki yerini sağlamlaştırıp en aktif görevlerde rol almak için öncülük eder.                   

-Haklısın galiba Kadri; Ben işin o tarafını düşünmemiş­tim. İnşaallah dediğin gibi yaparım. Peki ya Rıza nasıl biri? Arkadaşları tanıyor mu?

-Ben Rıza'yı 4aha önceden de görmüştüm. Tatillerde bir-iki kez İrfan'la birlikte evlerine gitmiştik. Rıza o zaman lise Öğrencisiydi; ama henüz çocuktu. O sıralarda camiye gidip ders veriyordu. Babası arkadaşlarımızı seviyor! İrfan iki bacısını arkadaşlarla evlendirdi. Yani temiz bir ailesi var. Rıza küçüklüğünden beri İslam ile iç içe anlayacağın.

-İrfan gibi birisinin kardeşi de İrfan gibi olur herhalde..

-Haliyle.

-Irfan'ı özleyeceğim. Onun gibi birisinin yokluğuna alışmak zor olacak.

-Gel onu bir de bana söyle. Yediğimiz, içtiğimiz ayrı git­mezdi biliyorsun. Birlikte ne zorluklar, ne sıkıntılar yaşa­dık!.. O kadar çok anımız var ki onunla... Ama kader işte! Ayrılık mukadder bir şey ne yazık ki... Günü geldiğinde hepimiz çeşitli sebeplerle ayrılacağız. Zor olsa da alışmak lazım böyle şeylere... İrfan gibileri zor bulunur. O bir to­hum gibidir. Gittiği yeri şimdiden bereketlendirmeye başla­mış. Mezun olup memleketine gider gitmez hemen akraba, eş-dost, mahalleden tanıdıkları ile ilgilenip onlarla sık sık İslami sohbetler yapıyormuş. Mahallelerinde bulunan ca­mide Kur'an derslerinin yanı sıra İslami dersler vermekle işe başlamış. Arkadaşlarla ilişkileri sıkı bir şekilde devam ediyor zaten. Öğretmenlik ataması da yapılmış, inşallah gittiği okulda Öğrencileriyle de aynı tempoda ilgilenip onla­rı İslami konularda bilinçlendirecektir.

-İnşaallah. Ondan da bu beklenir ancak.

Kadri, Muhsin'in yokluğunu yeni fark etmişti. Muhsin kalkalı epey zaman olmuştu yanlarından ve bir daha da dönmemişti. Vedat'la koyu bir sohbete dalan Kadri, onun yokluğunu ancak şimdi fark etmişti.

-Muhsin nereye kayboldu, diye sordu.

-Bilmem... Biz konuşurken kalktı. Abdest tazelemeye gittiğini sandım; ama abdest o kadar uzun sürmez ki...

O sırada Muhsin elinde bir tepsiyle içeri girdi.

-Beni mi çekiştiriyordunuz? deyip gülerek çay tepsisini

orta yere bıraktı.

-Oldu mu şimdi? Benim işimi benden aldın, diye sitem­de bulundu Kadri.

-"Bu bir hayır yarışıdır" diye kendi aramızda aldığımız karan ne çabuk unuttun Kadri!

-Unutmadım tabi ki kararımızı. Unutmadım, ama siz misafir sayılırsınız. Misafirin kalkıp çayı hazırlaması... Neyse ben de akşam yemeğini hazırlarım.

-O görev de bitti. Şu anda pilav pişmek üzere... Güve-d de yeni bıraktım ocağa.

-Senden korkulur Muhsinciğim. Ne diyeyim? Hayırla­rın hepsini sırtlayıp götürdün. Ben de arkandan bakakaldım.

 

6- Bölüm

 

Güzel bir sonbahar günüydü. Üniversitede dersler başlayalı yaklaşık bir ay kadar olmuştu. Yusuf, hayatının bu yeni dönemini yadırgasa da, yeni tanıştığı arkadaşları saye­sinde yabancısı olduğu bu yeni ortarna ahşmaya çalışıyor­du. Daha doğrusu, "Ortama alışmaya çalışıyor" denemez­di, sadece böyle bir ortamda öğrenime nasıl devam edilir, onu öğrenmeye çalışıyordu. Çünkü alışmak demek, kabul­lenmek, ya da bazı şeyleri kanıksamak demek olacaktı. Oy­sa ne Yusuf un, ne de Yusuf un tanıştığı kimselerin buna alışmasına imkân yoktu. Üniversitenin her alanında görü­len münkerlerin, işlenen haramların, İslam dışı bir yaşayı­şın haddi hesabı yoktu. Tüm bunların iman sahibi kişilerce hoş görülmesi, kabullenilmesi ya da bunlara kayıtsız kalın­ması düşünülemezdi.

İki hafta kadar önce yurtta oda ayarlaması yapılmış, Yusuf ile Rıza kendileri gibi İslam'ı yaşayan iki öğrenciyle aynı odaya alınmıştı. Bu ayarlamaya çok sevinmişti Yusuf. Rıza'dan sonra Abdullah ve Ümit ile tanışma imkânı bulmuştu. Abdullah, İnşaat Fakültesi ikinci sınıf öğrencisiydi. Ümit ise Fen Fakültesi Fizik bölümüne yeni kayıt yapmıştı. Ancak bu ayarlama yapılana kadar geçen zaman, Yusuf a asırlar gibi uzun gelmişti. Hele yurtta geçirdiği ilk geceyi unutamıyordu. Gördüğü ve yaşadığı şeylerin gerçek oldu­ğuna inanamamış, bunların bir kâbus olduğunu, uyandı­ğında her şeyin geçeceğini, gördüklerinin kaybolacağını sanmıştı. Ama Yusuf ne uykudaydı, ne de gördükleri sandı­ğı gibi kâbustu. Üniversite gençliğinin, yurt hayatının ta kendisiydi.

. İlk gece çok etkilemişti Yusuf u. Hem yabancı bir yatak­ta olmanın verdiği yabancılık, hem gördüğü şeyler ve hem de sözde belli bir saatten sonra yasak olmasına rağmen çı­karılan gürültü, bir de Mert ile olan tartışmaları onu uyut-mamıştı. Uyumak için ne kadar çabaladıysa da uykusu da­ha çok kaçmıştı. O da kalkıp giyinmiş, defter ve kalemini alarak kafeteryaya inmişti. Açık bir pencerenin yanındaki masaya geçmiş ve defterini açarak yaşadığı bu ilk geceyi şöyle kaydetmişti:

 

Yurttaki İlk Gecem

 

Yurttaki ilk gecemi geçiriyorum. Daha doğrusu gece mi beni geçiriyor, yoksa ben mi geceyi geçiriyorum, bilemiyo­rum. Tam bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Ama niçin hayal kı­rıklığı yaşadığımı da doğrusu bilmiyorum. Ne bekliyordum ki, umduğumu bulamamanın şaşkınlığını yaşayayım? Her­kesin genel kabul gören ahlak ölçülerine göre hareket etme­lerini mi bekliyordum? Hayır! Böyle bir şey beklemediğimi ben be biliyorum. Ama belki de bilinçaltına yerleşmiş bir temenninin boşa çıkmasının verdiği sukut-u hayale uğramış­lık duygusunu yaşıyorum. Belki de beklediğimin çok üs­tünde bir bozulmuşluk, kokuşmuşluk, çürümüşlük gördüğümdendir. Ya da belki ahlaksızlığı ahlak olarak telakki eden kişilerin diğerleri arasında daha fazla kabul görmesi, popüler olmasıdır beni rahatsız eden, uykularımı kaçıran.

Evet... İnsan ile herhangi bir havyan arasındaki fark, bazen sadece dış görünüşte kalır. Fizik olarak insan suretin­de olan bazı yaratıklar, bazen öyle aşağılık olur ki, onlara hayvan demek, hayvanı aşağılamak manasına gelir. Yüce Alİah (cc), A'raf Suresi 179. ayet-i kerimede onların durumu için: "Andolsun ki, birçok cini ve insanı cehennemlik olarak yarattık. Onların kalpleri var. Fakat anlamazlar, gözleri var, fakat görmezler, kulakları var, fakat işitmezler. Onlar hay­vanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan da sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler" demek suretiyle onların hayvanlardan da aşağı olduğunu bildirmiştir. İşte ben bu gece sureten in­san; ama hal ve hareket, edep ve ahlak ile yaşayışta hayvan­dan daha aşağı yaratıkların olabileceğine şahit oldum. Hem de sadece bir-iki kişi değil, onlarca, belki de yüzlerce... İn­san olma onuruna erememiş, hayvanlaşmayı şeref addeden yaratıkları görmek ne kadar da üzüntü verici bir durum!.. Bunu ancak insan olarak yaratılmanın şükrünü eda edenler anlar.

Peki nedir beni dehşete düşüren görüntüler, duydu­ğum sözler, "Keşke görmeseydim" diye pişmanlık duydu­ğum manzaralar?.. Bu deftere yazmak istemezdim; ama ga­liba üniversitenin gerçeği bu!.. Ve bu gerçeği bir şekilde yazmam gerekecek. Ama şunu da şimdiden belirteyim ki, yazacağım şeyler, gerçeğin sadece küçük bir cüzü olacak. Hepsini olduğu gibi yazıp sevgili defterimi, içimi döktü­ğüm sırdaşımı kirletmek istemiyorum. Doğrusu da bu ola­cak herhalde!..

Sadece şortla, onu da bırakın sadece donla gezen, orta­lıkta serseri mayın gibi dolaşanları gördü bu gözler. Birbiri­nin sırtına binen, kötü el şakaları yapan, birbirlerine hayâ­sızca teklifler yapan, buna karşılık etraftan kahkahalarla destek çıkanlar paraladı yüreğimi. Beni iğrendirdi, midemi bulandırdı. Konuşmaların hepsi küfürlü, hepsi argo, hepsi hayâsızca... Konuşmaların başlangıç ve bitişi küfür... Sa­nırsın ki, konuşma çizgileri, ya da noktalama işaretlerinin yerine küfürlü sözler gelmiş. Sınıflarında bulunan, ya da ar­kadaşlık yaptıkları kızlar hakkında ulu orta söylenen sözler, yapılan şerefsizce planlar normal bir insanın dahi kanını dondurmaya yeterken, etraftan yapılan katılımlar, hayvan­ca gülüşmeler ve sözler!.. Bunların yanı sıra "Eşekler gibi iç­tim" diyerek övünen, içtiği içkinin sarhoşluğuyla çevresine hava atıp naralar savuran, en olmadık sözlerle oraya bura­ya sataşan, ardından da hayvanlar gibi böğürerek kusanla­rın çokluğu!.. İşte böyle bir yurtta ve böyle bir ortamda ge­çiriyorum ilk gecemi.

Yazık!.. Çok yazık... Üniversite böyle mi olmalıydı? Yurt böyle mi?.. Bunların hepsi öğrenci, insanlığa hizmet et­mede rol alacak insanlar... Böyle bir gençlikle, böyle bir ka­fayla insanlığın geleceğinden bahsetmek mümkün mü? Ha­yır, asla!.. dur

Kimisi doktor olacak bunların, hastayı nasıl tedavi ede­cek? Kimisi öğretmen olacak, sözde öğrenci yetiştirecek... Öğretmen aynı zamanda örnek olmalı, ideal adamı olmalı. Öğrencinin gözünde ulaşılması gereken bir noktada olmalı. Öğrencilerine bir şeyler verebilecek, onlara maneviyatını, dinini, diyanetini, kutsal değerlere saygı göstermesini Öğre­tecek bir bilgi ve birikime sahip olmalı... Ama bu insan su­retinde olan müsveddelerin yapacağı öğretmenlik nerede, ideal öğretmenin yapacağı öğretmenlik nerede?!..

Kimisi hukukçu olacak bunların... Hoş, İslam'ın olma­dığı yerde adaletten bahsetmek abesle iştigal olur. Buna rağmen mevcut hukukun ilkelerine göre bile adaletin sağ­lanması için çaba gösterebilecekleri ahlaki yeterliliklere sa­hip değil hiçbiri... Adaleti sağlayacak kişjnin insan olması, örnek bir ahlaka sahip olması, iyi ile kötüyü ayırt edebile­cek vicdani özelliklere sahip olması gerekmektedir. Eğer tüm hukukçular böyleyse, elveda olmayan adalet!..

Sözde mimar-mühendis olacak bunların bir kısmı... Kendi insanlığını inşa etmekten aciz, iç mimarisi darmada­ğın olan birisinin yapılar inşa etmesi, bu yapılara mimari özellikler yüklemesi düşünülebilir mi? İnsandaki üstün mimari yapının farkında olmayan, insanın iskelet sisteminde­ki müthiş mühendislik harikasını göremeyen gözlerin, eser­ler meydana getirmesini düşünmek fazla iyimser bir yakla­şım olmaz mı?

Yazık!.. Hem de ne yazık... Eyvah ki ne eyvah!.. Nasıl bir gençlik oluşturulmuş Allah'ım!.. Kof, içi boş, düşünce yapısı sıfır... Düşünemeyen, akletmeyen, önünü göremeyen bir gençlik... Bütün dertleri günü geçirmek, eğlenmek, hayvani dürtülerini tatmin etmek olan bir gençlik... Ve 'İş­te modern çağın çağdaş gençliği!' diye onlarla Övünen, oluşturdukları tepkisiz, düşüncesiz, amaçsız, başıboş, serse­ri toplulukları, zevkten ağızlan sulanarak izleyen sözde toplum mühendisleri...

Toplumu bunlar mı yönlendirecek?.. Geleceğin idareci­leri, önde gelenleri, mevki ve makam sahipleri bunlar mı olacak? Aman Allah'ım!.. Düşündükçe hafakanlar basıyor beni... Sen kurtar Ya Rabbim! Halkı bu durumdan, İslam'ın aydınlığına ulaştırmak için çalışanlara da yardım et! Bu işi ancak Sen düzeltirsin...

Her şey gelip İslam'a dayanıyor sonunda. Ah İslam!.. Gözümün nuru, Rabbimin hidayet kaynağı İslam!.. Sen gittin gideli tadı yok hayatın inan. Bugün her zamankinden çok daha fazla muhtacız sana. Sen gittin gideli yüzlerde nur, gözlerde basiret, gönüllerde Allah korkusu kalmadı. İman çekildi kalplerden sen gittin gideli. İnsanlar işte böyle müsveddeleşti, nzıktan bereket çekilip gitti seninle beraber. Ah İslam, Yüce Rabbimin bizim için seçip beğendiği Din!.. Değerini bilemedik senin biliyorum. Bu kadar ceza yeter bi­ze... Yokluğunda sana susamışhğın verdiği azap yetti ar­tık... Yokluğun acı veriyor bize ta kılcal damarlarımızda hissettiğimiz. Sen yoksun ya, haramlar helal oldu da gıkı çıkmadı kimsenin. Toplum ürkmüş develer gibi savrulmuş ortalığa, toparlayacak bir çoban yok. Gençlik bir koyun sü­rüsü gibi, çoban niyetine kurtlara emanet edilmiş de ana-babaların haberi yok. İnsan-ı kamil yetişmiyor artık!.. İnsanniyetine işte bu üniversite gençliği gibi insan bozuntuları doldurmuş ortalığı... Ama ümitvarız yine de geleceğinden, bizi kucaklayacağından. Bizim sana olan susamışlığımızı bildiğinden ümitvarız. Seni sinelerinde yaşayan gönüllerin bitmediğini, seni başlarına taç yapan iman sahiplerinin seni iştiyakla beklediklerini, seherlerde ağlayan gözlerle seni ar­zuladıklarını, dualarında Hamd'den sonra seni zikrettikle­rini bildiğinden de ümitvarız. Ve yine ümitvarız ki, sen de bize en az sana müştak olduğumuz kadar iştiyak duymak­tasın. Geleceksin, biliyorum. Üstadımızın da dediği gibi: "Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür şada, İslâm'ın sadası olacaktır" Evet geleceksin, biliyo­rum. Bildiğim için de ümitsiz değilim. Çünkü Yüce Allah (cc) Yusuf Suresi 87. ayette Hz. Yakub (asi'un dilinden; "Al­lah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin; doğrusu kâfirler­den başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez" demektedir. Evet geleceksin; ama gelişin uzun zaman almasın!..

Evet, sevgili defterim. Seninle hasbıhalim rahatlattı be­ni. Şafak sökmek üzere; ama bende uyku namına bir şey yok. Seninle vedalaşma vakti geldi!.. Buna rağmen bu ak­şam Mert ile aramızda geçen tartışmayı yazmak için içimde kuvvetli bir istek duyuyorum. Onu da yazdıktan sonra se­ninle vedalaşacağım ve namaza gidip âlemlerin Rabbiyle hasbıhal edeceğim.

Akşam yatmadan önce temizliğimi yapıp abdest aldık­tan sonra, gördüğüm o pislikler ve duyduğum mide bulandırıcı sözlerle moral bozukluğu içinde yatağıma gelmiştim. Yatağıma uzanıp sünnet olan zikirleri yaptığım sırada Mert gürültüler çıkarıp yüksek sesle konuşarak içeri girdi. "Ya sabır!" diyerek gözlerimi kapattım. Mert ise kendi kendine konuşmaya devam ediyordu. Söylediklerinden hatırladık­larım şunlar:

-Üniversite, dedikleri kadar varmış ha! Oh be dünya varmış!.. Özgürlük diye buna derler işte. Aile derdin yok, baba nasihati işitme zorunluluğun yok. İstediğin gibi yaşa git. Hele hukuk tam bana göre bir yer. Kızların sayısı, erkek­lerden daha fazla neredeyse! Kullan kullan değiştir yapaca­ğım!.. Arı olup her çiçekten bal alacağım. Heyyyt be! Yaşa­sın özgürlük!

Mert'in kızlar için kullandığı son cümleler gücüme git­mişti. Bu yüzden ona cevap verme zorunda hissettim kendimi. Sonra aramızda şöyle bir diyalog geçti:

-Mert!

-Söyle be oda arkadaşım, uykunu mu bozdum? Ne öy­le tavuklar gibi erkenden tünemişsin yatağa... Kalk da muhabbet edelim biraz.

-Bak Mert, seninle bu şartlarda, bu üslupta muhabbet edemeyiz.

-Neden, ne olmuş üslubumuza?

-Öncelikle saygılı olmasını öğrenmelisin. Birbirimize gereken saygıyı göstermezsek, senin deyiminle muhabbet

edemeyiz.

-Ben saygısızlık mı yapıyorum şimdi?

-Belki farkında değilsin; ama evet. Uyumaya çalışan bi­risini gürültü çıkararak rahatsız etmek saygısızlık değil mi sence? Hem sonra senin üslubun bana kırıcı geliyor. Havalı ve argo konuşmaları sevmiyorum. Muhabbet edeceksek, benim hoşlanmadığım şekilde konuşmaktan vazgeçmeli­sin. Sözlerini biraz tartarak konuşmasını öğrenmelisin.

-Senin de şartların ağır ama... Şunun şurasında bir ne­şemiz vardı, onun da içine... yani onu da kaçırdın gayri...

-Kızlar için sarf ettiğin cümleleri neşeden mi sayıyor­sun Mert?

-Ya ne olması lazımdı? Genciz biz arkadaş! Hayatımızı yaşamaya bakmalıyız.

-Herkes hayatını böyle yaşamaya kalkarsa ne olur?

-Ne olur?

-Sana bir soru soracağım; ama yanlış anlama. Sadece sana bir şeyi kavratmak için soruyorum.

-Tamam sor.                           

-Senin kız kardeşin, ya da yakın akrabalarından yetiş­kin kızlar var mı?

-Kız kardeşim var.

-Okul okuyor mu?

-Lise sonda okuyor.

-Üniversiteye gidecek mi?

-Evet.

-Peki, senin gibi düşünen kişiler, senin yaptığın gibi kız kardeşine de yaklaşsalar ne olur?

-O kişinin canına okurum. Ayrıca kardeşim akıllı kızdır, nasıl hareket edeceğini iyi bilir.

-Sence, senin az evvel "Kullanıp kullanıp atacağım, bir arı gibi her çiçekten bal alacağım" dediğin kızlar da kendi­lerine göre yeterince akıllı, nasıl hareket edeceklerini bilen ve onlara kötü gözle bakacakların "canına okuyacak" senin gibi kardeşleri yok mu?

-E olabilir tabi... Ne olacak?

-Olacağı şu: Bu dünya, etme-bulma dünyasıdır, demiş­ler. Ne ekersen onu biçersin. Başkasının bacısına kötülük yapan, kendi bacısına da kötülük yapılmasını peşinen ka­bul etmiş demektir. Senin kendi bacına gösterdiğin sevgi ve değer, başkasının bacısına göstereceğin saygı ve değerle pa­raleldir. Aksi halde, eğer bu düşüncelerinde devam eder­sen, hiç şüphen olmasın ki, senin bacın da bir başkası tara­fından kullanılıp atılacaktır. Yol yakınken aklını başına al. Özgürlük senin anladığın gibi başıboşluk, sınır tanımazlık, ahlaki değerleri çiğnemek değildir. Özgürlük; kuralsızlık, kayıtsızlık değildir. Mutlak manada özgürlük yoktur. En basit tanımıyla da baksan, herkesin özgürlüğü, bir diğeri­nin özgürlük sınırlarına kadardır. Senin özgürlüğün, bir başkasının özgürlük sınırlarını ihlal etme hakkını vermez. 'Genç olan hayatını yaşasın' diyorsun. Yaşasın, yaşasın da nereye kadar? Kendi hayatını yaşarken, başkasının hayatını karartarak mı? Bütün gençlerin senin gibi düşündüğünü ve hayatlarını yaşadıklarını bir tasavvur et gözlerinde hele... Ortalık toz-duman içinde kalır. Anarşi, cinayet, talan, yağ­ma gırla gider. Irzlar kirletilir, namus güvenliği ortadan kal­kar. Can, mal, din, nesil, akıl emniyeti kalmaz.

-Tamam Yusuf hoca, tamam!.. Aklımı karmakarışık et­tin bıraktın. Baba gibi nasihat ediyorsun adama. Ben babamdan kurtulduğum için sevinirken, sen ona rahmet oku­tuyorsun nasihat bakımından. Söylediğin şeyler doğru; ama ben senin gibi olamam. En azından şimdilik... Biraz yaşayıp özgürlüğümün tadını almadan, bazı konularda he­vesimi kırmadan dediklerini yapamayacağım. Hatta düşü­nüp ikilemde bile kalmak istemiyorum. Anladın mı?

-Sadece kendine yazık edersin.

-Bu benim hayatım.

-Yaşamını karartacağın kimselerin hayatı, senin değil ama... Ayrıca anne-babanın hayatı da senin değil. Onlar "Oğlumuz okusun da adam olsun" diye gönderdiler seni buraya. Oğullarını yıllar sonra "İnsanlık değerlerini çiğne­yen biri" olarak gördüklerinde, ne yapacaklar hiç düşün­dün mü?

-Bu da onların sorunu! Üff! Üzerime çok geldin hoca. Artık beni rahat bırak.                         ,

-Seni rahat bırakmamın tek yolu, düşüncelerini ve ya­pacaklarını ulu orta seslice söylememendir. Senin düşüncelerini ve yapacaklarını hoş görmüyor ve tasvip etmiyorum. Tamamen karşıyım buna. İtiraz edeceğim, karşı duracağım şeyler söylemediğin müddetçe, seni rahat bırakırım. Aksi halde beni hep karşında bulacaksın.

İşte ilk gecem böyle geçti yurtta. Allah, benim ve tüm Müslümanların yardımcısı olsun. Müslümanca yaşamanın hüner istediği bir ortam var burada. Ne kadar sakınırsan sa­kın, bir taraftan sıçrıyor insanın üzerine pislikler. Gözlerini kapatsan, kulağın işitiyor. Kulaklarını kapatsan, gözlerin görüyor. Ey eşrefü'1-mahlûkat olarak yarattığın insanı dile­diğinde esfelesafilin seviyesine düşüren Allah'ım! Bizi gü­nahlardan, haramlardan, şeytan işi pisliklerden, hayvani amellerden muhafaza et. Bizi takva libasına büründürdü­ğün kullarından eyle. Amin!.. Amin! Amin!.. Vel hamdulil-lahi Rabbil Âlemin...

Yusuf, yurttaki ilk gecesini yeniden yaşamıştı durduğu pencere önünde. Dersten çıktıktan sonra buraya gelmiş, pencereden dışarıyı izlerken düşünceleri onu bir ay öncesi­ne götürmüştü. Bu günlük dersleri yoktu artık. Cuma na­mazının vaktinin girmesini beklerken durduğu yerde dalıp gitmiş, hafızasına kazınmış olan bu hatırasından dolayı yü­züne acı bir ifade yayılmıştı. Etrafta olup bitenlerin farkın­da olmadığı gibi yanma kadar sokulan Vedat'ı da göreme­mişti. Vedat, Yusuf un ayrı bir dünyada olduğunu anlayın­ca, omzundan tutup hafifçe sıktı. Yusuf, bu hareketle uyku­dan uyanır gibi silkinip kendisine tebessüm eden yüze bak­tı. Biraz mahcup bir şekilde:

-Sen miydin Vedat abi? Geldiğini hiç fark etmedim, de­di.

-Fark etmediğini biliyorum Yusuf. Selam verdiğimi bile duymadın. Hangi dünyalara seyr-u sefer eylemiştin, söyle de birlikte gidelim bundan böyle.

-Yok abi, bir yerlere gittiğim yoktu. Değişik bir ortama girdim, alışmaya çalışıyorum. Bazen istemeden de olsa, böyle dalıyorum işte.

-Başta hepimiz senin gibiydik Yusuf. Zamanla kendine gelirsin. Ne acı bir durum ki, bunlar hayatın gerçekleri, zamanın ta kendisi!..

-Sakınılması büyük hüner isteyen bir gerçek!

-Evet haklısın, büyük hüner istiyor. Ama Allah yardım edip sakınmak isteyenlere hem kabiliyet bahşediyor, hem de hidayet yollarını gösteriyor.

-Allah'a hamd olsun. O'nun yardımı olmasa, böylesine kuvvetli bir akıntıdan kimse kendisini kurtaramaz.

-Akıntı kuvvetli olabilir; ama Yüce Allah (cc)'ın dostla­rına verdiği iman, en güçlü akıntıların bile tersine yüzecek kadar kuvvetli. Şeytanın hileleri zayıftır Yusuf. Şeytanın hi­leleri, mecazi tabirle "Suyun üzerindeki köpük gibidir." Su­yun üzerindeki köpüğün iman ve basiretli gözler karşısın­da hiçbir ehemmiyeti yoktur. Bu güçlü akıntının kaynağı olan şeytan ve nefis, akıntıya kapılanlara amellerini güzel göstermiş, onları her şeyin oyun ve eğlenceden ibaret oldu­ğu yalanma inandırmış. Hayatın sadece bu dünyayla sınır­lı olduğunu, ahiretin olmadığını, ona inananların boş ku­runtular peşinde olduğunu, böyle bir şey olsa bile çok uzak olduğunu, bu yüzden hayatın en güzel bir şekilde yaşan­ması gerektiğini yerleştirmiş akıllara. İnsan dünyaya bir kez gelirmiş, bu yüzden de hayatım yaşamalıymış. Tek he­def koymuş şeytan insanın önüne: Doymayan gözlerini do-yuruncaya kadar dünyalık mal, makam ve şöhret ile nefsi­ni tatmin edinceye kadar şehvete kölelik... Oysa bu asla gerçekleştirilemeyecek bir hedeftir. İnsanın ne gözü doyar, ne de nefsi... Hep daha fazlasını ister durur. Hep daha faz­lasını isteme duygusu her insanda vardır. Allah'ın hidayeti olmasa, şeytanın ha bire dürtüklediği bu duygunun peşinden gitmemeye imkân olmazdı. Bize iman nasip edip doğ­ru yoiu gösteren ve bizi Müslüman kullarından eyleyen Yü­ce Rabbimize sonsuz hamdu senalar olsun.

-Amin. Elhamdülillah!.. Sahi Vedat abı, senin ne işin var burada?

Dersim yoktu. Ne yapayım, diye düşünürken, aklıma sen geldin. Ben de biraz sohbet etmek için sana geldim. Öz­lemiştim seni. Zaten Cuma namazına az kaldı. Beraber na­maza da gideriz belki.

-İyi etmişsin abi. Benim de dersim bitmişti.

-Tamam o zaman. Eğer başka bir işin yoksa camiye doğru gidelim. Burasının havası sıkıyor insanı.

-Gidelim abi.

 

7- Bölüm

 

Kadri'nin oturduğu öğrenci evi kalabalıktı o akşam. Kadri ile Muhsin'in yanı sıra Vedat, Eğitimde okuyan Ramazan, Fen Fakültesinden Musa, Veterinerlikten Zekeriya, Tıptan Muharrem ile İnşaat Fakültesinden Murat vardı. Da­ha önce yurtta kalan Ramazan ile Zekeriya da bu dönem öğrenci evinde kalmaya başlamışlardı. Böylece evde kalan­ların sayısı dörde çıkmıştı. Musa ile Muharrem bir başka öğrenci evinde kalıyordu. Murat ise Vedat ile birlikte yurt­tan gelmişti. Muhsin'in aşçılığında yapılan yemek yenilmiş, çaylar içilmişti. Yatsı namazı da cemaatle kılındıktan sonra gençler aralarında sohbete başlamışlardı. Sıcak ve içten bir sohbetti. Yapmacık ve süsten uzak bir ortam vardı. Espriler yapıyor, bazen birbirlerine takılıyordu gençler. Ama ne ta­kılmalarında, ne de esprilerinde bir aşırılık, bir kırıcılık var­dı. Şakanın da bir ölçüsünün olması gerektiğinin bilincin­deydi gençler. Çünkü onlar, Yüce Peygamberleri (sav)'nin de şaka yaptığını; ama şakadan da olsa, gerçeğin dışında bir şey söylemediğini biliyorlardı. İstihza, alay etme, kardeşinin yaptıklarını küçümseme, konuştuklarını hafife alma, hele yaratılıştan kaynaklanan fiziki arızalan diline dolama suretiyle sıkıntı verme gibi davranışlardan tamamen uzak­tılar ve böylesi davranışların İslam kardeşliğini zedeleyici, gönülleri soğutucu ve kalpleri kırıcı kötü hasletler olduğu­nun farkındaydılar elbette... O kalp ki; imanın merkezi!.. O kalp ki; Yüce Allah (cc)'ın "Ben yere, göğe sığmam; ancak mü'min kulumun kalbine sığarım" diyerek yücelttiği iman yeri... O kalp ki; o iyi olduğunda, onu taşıyan insanın da iyi olduğu, kötülüğünde ise, sahibinin de kötü olduğu etkileyi­ci bir organ... O kalp ki; vicdan denen fıtri duyguların kont­rol merkeziydi. İşte böyle bir kalbin hassasiyetini ve kutsi­yetini biliyordu gençler. Bu yüzden onun kırılmaması ve memnuniyeti için azami çaba sarf ediyordular.

Kısa bir duraksamayı fırsat bilen Kadri, Musa'ya döne­rek:

-Sahi Musa, ev işini nasıl hallettiniz? diye sordu.

-Sorma gitsin!.. Bir ev bulana kadar canımız çıktı. Yeni aldığım ayakkabılarımın tabanlarını kiralık ev sora sora es­kittim.

Bu espriye hep beraber güldüler. Kadri sorularına de­vam etti.

-Niçin, kiralık ev yok muydu?

-Sorun, kiralık evin olmaması değil. İstemediğin kadar ev vardı.

-Eee?..

-Eee'si şu: Hiç kimse öğrenciye ev vermek istemiyor.

Soru bu kez Vedat'tan geldi.

-Öğrencilere karşı bir önyargı olduğunu biliyordum da, bu kadar ileri bir dereceye çıktığını bilmiyordum. Yani öğ­renciye evini kiralayacak kimse kalmamış mı? Hem öğren­cilerin nesi var ki böyle bir tepki oluşmuş?

Vedat'ın sorusunu Muharrem yanıtladı.

-Senin ev arama derdin olmadığı için bilmemen normal tabii. Öğrencilerin bir şeyi yok; ama öğrenci evinde kalmış olan öğrencilerde sorun var. İnsanlar öğrencilere karşı o ka­dar tepkili ki, konuşmaya dahi yanaşmıyorlar. "İşin ne?" sorusuna, "Öğrenciyim" cevabını verdiğin anda hemen "Kiralık evim yok" diyerek konuşmayı kesiyorlar.

-Allah Allah!.. Eskiden ev sahiplerinin kiracı seçmek gi­bi bir adetleri yoktu. Onlar sadece kiralarına bakardı. Ha öğrenci olmuş, ha başka bir şey... Fark etmiyordu onlar için.

Musa söze karışarak;

-Ama fark ediyor işte. Adamların öğrencilere kiralık ev vermemesinin o kadar çok nedeni var ki!.. Hem de hepsi haklı sebepler... Onların yerinde olsam, ben de aynı titizli­ği gösterirdim.

O ana kadar sessiz kalıp konuşulanları ilgiyle dinleyen Murat, Musa'nın son sözlerinden sonra oturduğu kanepede öne doğru biraz eğilerek merakla sordu.

-Neymiş öğrencilere ev verilmemesinin haklı sebepleri?

Murat'ın bu sorusu üzerine herkes Musa'nın vereceği cevabı duymak için bakışlarını ona yöneltmişlerdi. Musa söyleyeceklerini kafasında toparladıktan sonra tane tane konuştu:

-Ev sahiplerinin, öğrenci olduğumuzu duyduklarında ev vermemelerinin altında öğrencilerle ilgili edinmiş olduk­ları bazı yargılar yatıyordu. Ya kendileri, ya dostları-tanı-dıkları, ya komşu veya mahallelileri daha önce öğrencilere ev vermiş; ama sonradan kiraya verdiklerine pişman ol­muşlardı. Gördüğüm kadarıyla en önemli sebeplerden biri­si, öğrencilerin genel ahlak ilkelerine uymamalarıdır. Yani; toplumun örf ve adetlerine, dini hassasiyetlerine, yerleşmiş namus anlayışına ters hareketlerde bulundukları için bir önyargı oluşmuş. Haklılar tabii ki. Ev verdiğin adamlar gi­yiniş ve yaşam tarzıyla, farklı bir görüntü sergiler; kız arka­daşlarıyla sarmaş-dolaş eve kadar gelir, hatta eve davet eder; mahalledeki kızlara yan gözle bakarsa, olacağı budur. Buna bir de gece yarılarına kadar gürültü yapma ve evde partiler verip sabahlara kadar tepinme, zaman zaman sar­hoş olup ortalığı velveleye verme de eklenince, bundan baş­ka bir sonuç beklenmemeli tabi. Evi hor kullanmaları da cabası... E siz olsanız, kendilerini 'öğrenciyim' diye tanıtan kimselere evinizi kiralar mısınız?

-Vermem! Ben olsam böylesi kişilere evimi kiralamam. Ama bu durumda iyi insanlar ne olacak? Herkesi aynı kefe­ye koymak da iyi olmaz ki!., dedi Murat

-Doğru, dedi Musa. Ama insanların çoğu işin o tarafını düşünmüyor. Onların gözünde öğrenci, öğrencidir. Bazı ki­şilerden edindikleri tecrübeyi tüm öğrenciler için genelle­mişler. Tabi arada kalan ve işi bozulan biz oluyoruz. Yani ev bulmak için bütün şehri sokak sokak dolaşmak zorunda ka­lan biz oluyoruz.

-Peki siz nasıl buldunuz şimdiki evi?

-Bunu da Muharrem anlatsın, dedi Musa.

Sözün kendisine verilmesi üzerine, oturduğu yerde ko­nuşma pozisyonu aldı. Muharrem, orta boylu, minyon tip­li, seyrek bıyıkları ve hafif sakalı olan biriydi. Ciddi olduğu zamanlarda bile yüzünden tebessüm eksik olmayan Mu­harrem, ev buldukları günü hatırlayınca aydınlık yüzüne bir mutluluk havası hakim oldu. Aynı duygularla anlatma­ya başladı.

-Normalde ben ayrı yerde, Musa da ayrı yerde ev arı­yorduk. Böylece ev bulma şansımızın daha yüksek olması­nı amaçlamıştık. Ama o gün birlikte dolaşmaya karar ver­miştik. Dolaşa dolaşa nihayet şimdiki evimizin bulunduğu yere geldik. Bir binanın üçüncü katıydı^ve pencereye 'Kira­lık' diye yazı asılmıştı. Binanın altındaki bakkaldan sahibi­ni sorduk. Az sonra sahibi geldi. 60 yaşlarında, beyaz sakal­lı, nur yüzlü bir amcaydı. Evi hakkında konuştuk. Tam an­laşacakken öğrenci olduğumuzu anlayınca, vazgeçti. Sebe­bi de, aynı binanın, beşinci katında daha önceden kalan öğ­rencilerin çıkardığı rezaletlermiş. Sonuçta bina sakinleri hep birlikte onları kovmak zorunda kalmışlar. Amcaya ken­dimizi anlatmaya çabalamamız boş bir uğraş oldu. Bizi din­lemiyordu bile. Sonuçta, "Ben öğrenciye ev vermem. Boşu­na nefes tüketmeyin" deyip gitti.

Biz yorgunluk ve bitkinlikten perişan bir halde amca­nın arkasında bakakaldık. O sırada akşam ezanı okundu. Ezan sesinden caminin yakın bir yerde olduğu anlaşılıyor­du. Günlerden Perşembe olduğu için ikimiz de oruçluyduk.

Bakkala caminin yerini sorduk. İki sokak ötedeymiş. İftarı­mızı açmak için ekmek, domates, biraz da üzüm alıp cami­ye gittik. Avlusu olan küçük, şirin bir mahalle mescidiydi. Abdest alıp namazımızı kıldık. Sonra imamdan iftarımızı açmak için izin istedik. Sağ olsun imam anlayışlı biriydi. Bi­ze caminin içindeki, imam odası olarak kullanılan bir böl­mede yer gösterdi. Meğer ev sahibi amca namaz kıldığımı­zı ve imamla konuştuktan sonra yemeğimizi yediğimizi görmüş. İmama gidip durumu sormuş, o da oruçlu olduğu­muzu, iftarımızı açmak için izin istediğimizi, kendisinin de seve seve bu izni verdiğini söylemiş. Tabi biz tüm bu konu­şulanlardan habersiz, yemeğimizi yemeye başlamıştık. Az sonra ihtiyar amcanın girdiğini gördük. Yüzüne yayılan bir mahcubiyetle;

-Allah kabul etsin evlatlarım, dedi. Sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti:

-Allah razı olsun amca. Buyur, Allah ne verdiyse, birlik­te yiyelim.

-Sağ olun çocuklar, sağ olun. Yanınıza oturayım; ama ben yemeyeceğim.

Amca yanımıza oturdu, ama tüm ısrarlarımıza rağmen bir şey yemedi. Arada bir sorular sormaktan da geri kalmı­yordu.

-Siz öğrenciydiniz öyle değil mi?

-Evet amca. Ben tıptayım, Musa da Fen Fakültesinde okuyor.

-Yaa!.. Ama siz namaz kılıyorsunuz?!.

-Evet amca namaz kılıyoruz. Bizim gibi öğrencilerin namaz kılması neden şaşırttı sizi, öğrenciler namaz kılamaz mı?

-Kılar, kılar da oğlum. Ben hiç görmedim. Hem bu genç yaşınızda, hem öğrencisiniz... Pek şaşırdım doğrusu. O hal­de bu tuttuğunuz oruç da sünnet orucu olmalı, öyle değil mi?

-Evet amca, dediğin gibi sünnet orucu. Bugün Perşem­be. Peygamberimizin (sav) daimi sünnetlerinden olan Pazartesi ve Perşembe günlerini genelde oruçlu geçiriyoruz.

-Yani siz sünnetlere de bu kadar bağlısınız ha?!.

-Evet amca. Yapabildiğimiz kadarıyla, Peygamberimi­zin (sav) tüm sünnetlerini yapmaya gayret ediyoruz.

Bu cevabın ardından amcanın sevinçten adeta dili tu­tulmuş, ağlamaya başlamıştı. Gözlerinden süzülen yaşlar neredeyse sakallarını ıslatmıştı. O böyle ağlarken, biz yeme­ğimizi bitirip mütevazı soframızı topladık. Orada artık işi­miz bitmişti. Amcaya:

-Amca izin verirsen gideceğiz. Artık geç oldu, deyince gözyaşlarını sildi ve:

-Ben sizi şimdi bırakırsam, sizin gibi dinine bağlı genç­leri bir daha nereden bulacağım? Eğer bu ihtiyar amcanızı kırmayacaksanız, gelin birlikte evime gidelim. İftarınızı aç­tınız, çayınızı da bizim evde içersiniz. Keşke daha önceden bilseydim de sizin için iftar yemeği hazırlasaydım... Ama ne bileyim, sizi de diğerleri gibi sandım. Gerçi yüzleriniz­den anlamalıydım ama... İhtiyarlık işte!.. Haydi çocuklar, bu ihtiyar amcanızı kırmayın.

-Ama geç oldu amca. Arkadaşlar merak ederler. Bizden ev için haber bekliyorlar.

-Ev işini dert etmeyin çocuklar. O iş tamam. Evi size verdim gitti. Haydi gidelim artık.

-Peki amca gidelim.,

Böylece evine gittik. Oturup çayını içtik. Sohbet edip daha iyi tanıştık. Amcanın ismi Hakkı. Bir de kendisi gibi nur yüzlü, tatlı mı tatlı bir eşi var Hakkı amcanın. Onun da adı Hayriye. Ama tüm mahalleli ona 'Hayriye ana' diyor­muş. İyiliksever, fakir-fukara annesi... Bizi de çok sevdi.

İşte böyle arkadaşlar. Evimizi böyle bulduk. Yüce Allah (cc)'m kendisine ibadet eden ve Resulü (sav)'nün sünnetine uyanlara ikram ettiğini o gün gözlerimizle gördük. Doğru­su artık ev bulmaktan umudumuzu kesmiştik. Ama namaz ve orucun bereketi ve hürmetine Yüce Allah (cc) bize hem güzel bir ev verdi, hem de ana-babamız yerine geçen temiz, nur yüzlü, Allah'ın yolunda, güzel iki insanı ev sahibimiz yaparak bize lütufta bulundu. O'na ne kadar hamd etsek azdır.

Muharrem hikâyesini bitirince, gençler namaz, oruç ve diğer ibadetlerin bereketleri üzerinde konuştular bir süre. Kısmi bir sessizliğin sağlandığı bir anda Kadri sözü alarak konuşmaya başladı.

-Bu akşam bir araya gelmemizin sebeplerinden birisi de aslında bu konuydu. Yani öğrenci evlerinde kalan arkadaşların uymaları gereken birtakım prensip ve kuralları be­lirlemek için bir araya gelmiş bulunuyoruz. Bizler Müslümanız. Her Müslüman nerede bulunursa bulunsun, hayatı­na bir düzen vermek zorundadır. İster tek başına olsun, isterse toplu bir şekilde bulunsun bu fark etmez, mutlaka bir programı olmalıdır. Yoksa bizim de şikâyet edilen ve insan­ların kendilerinden kaçtığı .diğer şahıslardan ne farkımız kalır? Bulunduğumuz yerlerde güzel bir iz bırakmak zo­rundayız. Öyle ki, oralardan ayrıldığımızda mahalleli ardı­mızdan bizi hayırla ansın. Yani bir Müslümanın nasıl olma­sı gerektiğini hem yaşantımızla, hem hal ve hareketlerimiz­le, hem konuşma ve davranışlarımızla ve hem de ilişkileri­mizle ortaya koymak zorundayız. İnsanlar bize bakarak ör­nek bir Müslüman profilini görmelidirler. Yoksa vebal altın­da kalabiliriz.

Aramızda yurtta kalan kardeşler de var. Belirleyeceği­miz kural ve prensiplerin bir kısmı, yurtta aynı odada kalan kardeşler için de geçerli olacak. Bizler Müslümanız. Müslü-man demek, hayatının her anında ve her alanında düzenli ve programlı olan kişi demektir. Düzensiz ve programsız bir Müslümanın olması düşünülemez. Nasıl ki okulda, günlük yaşantımızda, derslerimizde... velhasıl her şeyimiz­de programlı olmamız gerekiyor ve Allah'ın izniyle oluyor­sak, kaldığımız evlerde de aynı şekilde programlı olmak zo­rundayız. İşte bu gece bunu konuşacağız. Ben kendi yanım­da bazı hususlar belirledim. Eksik kalan yerleri de hep bir­likte tamamlarız İnşaallah. Öncelikle ev atmosferinin nasıl olması gerektiğini belirlememiz lazımdır. Yani ev içindeki yaşantımız, birbirimizle ilişkilerimiz, ibadi hayatımız nasıl olmalı, bunun için hangi hususları gözetmemiz lazım? Şim­di bununla ilgili aldığım notları okuyorum:

Evet, Hz. Resulullah (sav)'m şehri Medine'nin ilk zamanlarındaki atmosferinin oluşturulması en büyük arzu­muz, isteğimiz ve aynı zamanda hedefimiz olmalıdır. Bu­nun için;

Nasıl ki orada vahiy kültürü, Allah aşkı, kardeşlik, gü­zellik, hamd ve selam varsa; öğrenci evi ortamı da, sakinlerinin olumlu davranışları, fedakârlıkları, dayanışmaları ve yardımlaşmalarıyla aynen ilk İslam toplumu gibi bir orta­ma dönüşebilir. Tüm kardeşler bunun bilinci ve şuuru için­de hareket etseler, bu güzel amellerimiz uhrevi hayatımızı da güzelleştirecektir İnşaallah.

Evin içinde olsun, dışında olsun tüm ilişkilerde sünnet esas alınmalıdır. Namazlar cemaatle kılınmalı, Müekked ve gayrı Müekked sünnetlere riayet edilmeli, tesbihatlar mun­tazaman yerine getirilmelidir. Bu, Ümmet-i Muhammed (sav)'den olmamızın bir gereği ve bir bakıma zorunluluğu­dur aslında.

Mümkün mertebe seher vaktinde uyanık olmalı; gece ibadetine devam etmeliyiz.

Kadri bu tavsiyeyi okuduktan sonra Vedat aklına gelen bir soruyu yöneltti kendisine.

-Biz daha önceden yurtta kalan kardeşlere namazlarım mescidde kılmalarının daha iyi olacağını söylemiştik. Bu durum gece namazları için de geçerli olacak mı acaba?

Gece namazı için mescide gitmek, namaz kılacak olan kardeşin arzusuna kalmış bir durumdur. İster mescide gi­der, isterse odasında kılar. Çünkü gece namazı için yalnız kalmak ve ortamın karanlık olması daha çok arzu edilen bir durumdur. Böylece kişi kendisini daha iyi konsantre edip Rabbiyle daha güzel hasbihal edebilme imkanına kavuşu­yor. Yalnız, kardeşler bunu yaparken, diğer kardeşleri ra­hatsız etmemeye gayret gösterseler daha iyi olacaktır.

Vedat'ın sorusunu cevapladıktan sonra tekrar notlarını okumaya devam etti Kadri:

Risale-i Nurdan topluca günlük ders yapılmalı, bunun için tüm kardeşlerin müsait olduğu bir saat tespit edilerek dersimizi o saatte yapmalıyız.

Herkesin günlük Kur'an-ı Kerim okuma virdi olmalı­dır. Ayrıca Kur'an-ı Kerim okumasını bilmeyen ya da okuması henüz zayıf olan kardeşler bilen kardeşlerden ders al­malıdırlar. Bunun için de ayrıca bir ders saati tespit edilme­lidir.

Hepimiz, sıhhatimiz elverdiği ölçücle ve sınav günleri­ne denk gelmeyecek şekilde; Pazartesi-Perşembe, Eyyam-ı bid veya diğer nafile oruçlardan durumumuza uyan birisi­ni tutma konusunda gayret içine girmeliyiz. Bununla birlik­te herkes ferdi olarak Cevşenden günlük okuyacağı bir mik­tarı kendisine vird edinirse güzel olur.

Ev sakinlerinden müsait olanlar, varsa yakınlarında bu­lunan camiye düzenli bir şekilde, gidebildikleri kadarıyla vakit namazlarına gitmeli, cami cemaati ve imam ile güzel bir diyalog kurmaya gayret göstermelidirler.

Benim bu konuda söyleyeceklerim bunlardan ibaret. Eksik kalan yerler veya uygun görmediğiniz hususlar var­sa, söyleyebilirsiniz.

Kısa bir sessizliğin ardından Musa söz alıp eksik kalan bir hususu söyledi.

-Günlük Risale derslerinin yanında bir de İhlâs ve Uhuvvet Risalesi'ni okuyalım diyorum.

-Bak bu benim aklıma gelmemişti işte. Zaten Üstad'ın da dediği gibi en az 15 günde bir okunması gereken bir risale. Eğer herkes bu konuda mutabık ise bundan böyle iki haftada bir cuma günleri dönüşümlü olarak İhlâs ve Kar­deşlik Risalesi'ni de okuyalım. Yani bir hafta İhlâs Risale­si'ni, bir hafta da Uhuvvet Risalesi'ni okuruz. Bu, ister top­lu bir şekilde ders olarak yapılır, isterse her kardeş kendi başına okur.

Başka bir husus yoksa diğer konuya geçeceğim. O da şudur: Temizlik ve nöbet, misafir davet etme ve evin düzeni meselesi... Dikkat ettiğim kadarıyla öğrencilerin kaldığı evlerde tartışmaların ekserisi bundan çıkmaktadır. Eğer gö­revler belli olmazsa, herkes işleri bir diğerine bırakır. So­nuçta işler yerinde kalır. Düzen ve intizam bozulur böylece temizlik denen bir şey kalmaz, ortalık dağınık olur ve bir süre sonra da evin içinde keşmekeş yaşanır. Bunu engelle­menin en güzel yolu, herkesin görevinin belli olmasıdır. Bu­nun için:

Temizlik ve bulaşık, alış-veriş, yemek yapma gibi gö­revler belirlenip her biri bir arkadaş tarafından yerine getirümelidir. Tabi bu görevler dönerli bir şekilde yapılacak böylece bir kişi her gün aynı görevi yapmamış olacak. Ama burada dikkat edilmesi gereken husus şudur: Her ne kadar her arkadaş bir işle vazifeli olsa da herkes sorumluluk bilin­ciyle hareket etmeli, yardımlaşma konusunda azami gayret göstermelidir. Her işimizde hayır kazanma boyutunu göz dua önünde bulundurarak rıza-i İlahiye nail olmak için vesileler aramalıyız.

İlgilendiğimiz, tebliğ yaptığımız kişileri belli aralıklarla eve misafirliğe çağırırsak iyi olur sanırım. Böylece samimi­yet ve kaynaşma ortamı hazırlamış oluruz. Ancak burada da uyulması gereken bir husus var. Eğer her arkadaş kendi kafasından birilerini çağırırsa, ortaya bir düzensizlik çıkar. Bu da diğer arkadaşların hoşnutsuzluğuna sebebiyet vere­ceği gibi, misafir edilenlerin de yeterince ilgi ve alaka gör­memesine yol açar. Bu yüzden misafir edilecek kişiler, evde kalan kardeşlerin kendi aralarında yapacakları istişarelerle belirlenmelidir. Sanırım böyle yapmak en doğru ve en fay­dalı yol olacaktır.

Yukarıdaki hususa ek olarak şuna da uymak gereklidir: Arkadaşlar, habersiz bir şekilde eve'misafir getirmemeye Özen göstermelidirler. Gerek evin, gerekse de ev sakinleri­nin müsait olmama durumları olabileceği için her iki taraf açısından da mahcubiyetler yaşanabilir. Bu nedenle haber­siz bir şekilde misafir getirilmemesi hususu önemlidir. Tabi zorunlu haller bundan istisna tutulmalıdır.

Evin bir odası mescid olarak kullanılmalıdır. Bu oda; namaz kılma, Kur'an-ı Kerim okuma, zikir ve tefekkür ama­cı dışında başka amaçlarla kullanılmamalı, temizliğine aza­mi dikkat edilmelidir. Öyle ki, bu odaya girildiğinde insanı manevi bir huzur kuşatabilsin.

Evde, belli bir saatten sonra sessizlik olmalı, arkadaşla­rın uyudukları odalarda ışıklar söndürülmelidir. Ders çalış­mak veya kitap okumak isteyenler, bunu başka bir odada sessiz bir şekilde yapmalıdırlar.

Arkadaşların kaldıkları evlerde televizyonun olmama­sı tercih ve arzu edilen bir durumdur. Eğer varsa da günde bir-iki kez haber ve haber programlan için açılmalı, bu da yemek ve çay saatleri gibi arkadaşların toplu bulunduğu vakitlere denk getirilmelidir.

Bir önemli husus da iktisat meselesidir. Tüm harcama­larımızda israftan ve lükse kaçan şeylerden kaçınmalıyız. Rabbimizin A'raf Suresinin 31. ayetinde belirttiği; "... Yiyin, için, ama israf etmeyin" hükmüne her zaman için uymalı­yız. En güzel ölçü budur. Bunda ne kendimizi mahrum et­me vardır, ne de israf!., iktisatta aynı zamanda bereket de vardır. Malumunuz hayat şartları ağırlaşmış. Ailelerimiz, kazandıklarını sırf okumamız için bin bir zorluğa katlana­rak, boğazlarından, giyim-kuşamlarmdan fedakârlık yapıp bizlere göndermektedirler. İktisatlı olmaz ve har vurup har­man savurursak, ailelerimizin emeğine yazık etmiş oluruz. Zaten İslami şahsiyetimize de müsriflik yakışmaz. Eğer har­camalarımızda sürekli kendimizden daha düşük seviyede­ki insanları düşünürsek, sanırım iyi bir tasarruf durumu ya­kalayabiliriz. Üstadımız Said-i Nursi (r.aleyh) de iktisat hakkında, 'İktisat Risalesi'nde' şöyle demektedir: "Evet, ik­tisat hem bir şükr-ü manevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâ-hiyeye karşı bir hürmet, hem kat'î bir surette sebeb-i bere­ket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem mane­vî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem ni­met içindeki lezzeti hissetmesine ve zahiren lezzetsiz görü­nen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahim ne­ticeleri vardır.

Evet, iktisat kat'î bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kat'î deliller var ki, had ve hesaba gelmez."

Evet arkadaşlar, bu mesele de böyle... İslami yaşantı­mız, düzen ve intizamımız için gerçekten gerekli ve hayati konular bunlar... Tüm kardeşlerin bu söylenenlere uyma konusunda severek ve isteyerek, kalbinde bir şevk duyarak katkıda bulunması, hayır ve hasenat hanemize yüklü puan­lar kazandıracaktır. Eğer tüm amellerimize hizmet anlayışı­nı yerleştirir ve ilahi rızaya nail olmayı amaçlarsak, hiç kuş­kusuz Allah'ın sevgisine, rızasına ve her daim yardımına mazhar olacağız. Bunun yolu, ev içinde yaptığımız işleri bir angarya olarak değil; bilakis bir mü'minin diğer mü'min kardeşlerini rahat ettirmek için yaptığı hizmet olarak algıla­maktan ve bunu gönül huzuru ile yapmaktan geçer. Yani, temizlik yapan arkadaş; "Ben bu temizliği; kardeşlerim te­miz, rahat ve müreffeh bir ortamda yaşasınlar diye Allah rı­zası için yapıyorum" niyetiyle çalışırsa, hakeza yemek ya­pan böyle düşünse... vs. bu durumda evlerimizin fiziki ya­pısı olmasa da, manevi havasının cennetten bir farkı olur mu? Böylesi bir ortamdan melekler de hiç eksik olmayacak ve sürekli bizlere rahmet okuyup affımız için Yüce Rabbi-mize dua edeceklerdir.

Kadri, bu minvalde biraz daha konuştuktan sonra sus­tu. Evde bulunan gençlerin hepsi, Kadri'nin canlandırdığı manevi tabloyu düşünüyordu. Hepsinin arzusu, Allah'ın rızasına ve sevgisine mazhar olmaktı. Bunun için şimdiye ka­dar hiçbir fedakârlıktan çekinmemişler, Allah'ın rızasının içinde bulunduğunu umdukları hiçbir ameli yapmaktan ge­ri durmamışlardı. İşte Kadri'nin şimdi söyledikleri de Al­lah'ın rızasına mazhar olma vesilelerinden bazılarıydı. El­bette bunlara uymak gerekliydi. Bir Müslüman için prog­ramlı olmak, 'olmazsa olmaz' türünden bir özellikti. Şimdi söylenenler de program ve düzen için gerekli olan küçük; ama sonuçlan büyük olan ilkelerdi. Elbette uyulacaktı bu il­kelere... Hem düzen için, hem de Kadri'nin de dediği gibi Allah'ın rızasına nail olmak için.

Kısa bir suskunluğun ardından Muharrem, aklına yeni gelen ve konuşulan konularla bir ölçüde bağlantılı olan bir soruyu yöneltti Kadri'ye:

-Bazen arkadaşların ellerinde her türden gazete ve der­gi görüyorum. Hatta abone olanlar bile var. Bu doğru mu acaba?

-Doğrusu ben de zaman zaman rastladım buna. Aslın­da buna hiç gerek yok. Buna da bir çözüm getirmek yerin­de olacaktır. Eğer siz de uygun görürseniz, bundan böyle kardeşler, özel bazı haberler için olmadıkça, İslami gazete ve dergiler dışında gazete ve dergi almasınlar. Diğer gazete ve dergilerin alımı hem maddi yönden, hem de fikri ve aki-devi yönden zarardan başka bir şey getirmez bizlere.

Gençlerin hepsi bu konuda mutabık kaldılar. Sohbetle­ri bu çerçevede biraz daha sürdü. Söz, üniversiteye yeni ka­yıt yapan öğrencilere gelince, Musa ortaya bir fikir attı;

-Yeni kayıt yapan arkadaşların çoğunu henüz tanımıyoruz. Hem bir tanışma vesilesi olması, hem de güzel bir vakit geçirip aramızda kaynaşma olması için hafta sonunda bir piknik yapsak nasıl olur?

Ortaya atılan bu yeni fikir ile gençlerin yüzüne bir se­vinç dalgası yayıldı. Hepsi bu konuda olumlu görüş belirt­ti. Kadri de bunu onaylayarak;

-Doğrusu bunun için daha uygun bir zaman bulama­yız, dedi. Hem şu an havaların tam olarak serinlemediği, hem de derslerde yoğunluğun başlamadığı bir zaman. O halde hemen hazırlıklara başlayalım.

Bunun üzerine gençler kendi aralarında pikniğin plan ve programı hakkında hazırlıklar yapmaya başladılar. Kimlerin geleceği, nereye gidileceği, orada uyulacak program üzerine detaylı bir şekilde konuşuyor, -hiçbir ayrıntıyı kaçır­mamaya çalışıyorlardı. Genelde her yıl, biri okulların açıldı­ğı bu mevsimde, biri de ilkbaharın son ayları olan final dö­nemine girilmeden önce, iki kez piknik yapıyorlardı. Pik­niklerde amaçlanan şey elbette salt bir eğlenme değildi. On­lar piknik gibi sosyal aktiviteleri de tanışıp kaynaşma, kar­deşlik duygularını pekiştirme amaçlı kullanıyorlardı. Elbet­te hedef her halükârda Yüce Allah (cc)'m rızasını kazan­maktı ve piknik yerinde yapılan tüm aktiviteler hep bu he­sap üzerine bina edilirdi. Bu, aynı zamanda Müslümanm hayatının donuk olmadığını, zaman zaman eğlenme ve din­lenmeye de vakit ayırabildiğini gösteren, bir müslümanın nasıl eğlendiğini pratik bir şekilde ortaya koyan alternatif bir programdı. Eğlenirken, dinlenen; dinlenirken, öğrenen; öğrenirken, eğiten ve eğitirken, Allah'ın rızasına ulaşmayı nihai hedef olarak gören alternatif bir program... Dünyevi çıkar beklentisinden uzak; insani, fıtri ve daha da önemlisi İslami duyguların ön plana çıkarıldığı alternatif bir prog­ram.. . Günümüz dünyasında her şeyin maddiyatla ölçülüp tartıldığı, insanların duygu ve hislerden mücerret birer ro­bot muamelesi gördüğü, çıplaklığın, fuhşiyatın, her türlü hayasızlığın yaşam biçimi olarak dayatıldığı bir zamanda; "Hayır, asıl olan budur. İnsanlığın yüksek değerleri İs­lam'dadır. Yüce Allah (cc)'m istediği hayatın örneği, işte bu­rada!.. Gelin, kıyasınızı yapın. Eğer gerçekten aklederseniz; iyi, güzel ve doğrunun Yüce İslam Dininin sunduğu değer­lerde olduğunu görürsünüz" diye adeta tüm insanlığa hay­kıran bir program...

Gençler, tecrübeliydiler bu konuda. Kısa süre içinde hiçbir ayrıntıyı atlamadan güzel bir program çıkardılar. Yurtta kalanlara Vedat; öğrenci evlerinde kalan ve diğerleri­ne de Musa ile Muharrem haber verecekti. Gelmek isteyen­ler, en geç cuma akşamına kadar kararlarını verecek, araba cumartesi günü saat 07.30'da hareket edecekti.

Bu arada Kadri de piknik alanında kısa bir müddet ol­sa da vaaz vermesi için, üniversite çevresinden olmayan, okuyup kendisini geliştirmiş, genelde dolaşıp insanlara İs­lam'ı anlatmak için vaaz ve irşatlarda bulunan tanıdık bir hoca'ya ricada bulunacak ve onun da pikniğe gelmesini sağlayacaktı.

 

8- Bölüm

 

Anlaştıkları üzere saat 07.30'da hareket etmişti ara­ba. Tümü üniversite öğrencilerinden, ama çoğunluğu yeni olan 28 kişiyi taşıyan yarım otobüs, sabahın seyrek trafiğin­de şehrin doğu çıkışma doğru hızla yol alıyordu. Az sonra şehir içi trafiği, yerini şehirlerarası yolun çok daha seyrek olan trafiğine terk etti. Otobüs şehirlerarası yolda hızla iler­lerken gençler sabah mahmurluğunu üstlerinden atmak için kendi aralarında sohbete başlamış, otobüsün içini bir uğultu kaplamıştı.

Güzel bir sonbahar sabahıydı. Gökyüzüne pürüzsüz bir mavilik hâkimdi. Sabahın ilk saatleri olmasına rağmen; güneş, yaz günlerini aratmayacak bir şekilde ısıtmaya baş­lamıştı bile. Öğrencileri taşıyan otobüs, kısa bir süre sonra şehrin son yerleşim yerlerini de arkasında bırakmıştı. Artık yolun sağında ve solunda biçilmiş tarlalar göze çarpıyordu. Otlar; yaz mevsiminin bittiğini ilan edercesine sararmış,

ağaçlar yapraklarını dökmeye başlamıştı. Tabiatın bu mevsimdeki hali, insanın gençlikten sonra ihtiyarlayan ömrünü hatırlatıyordu. Öyle ya, tabiat da insan ömrüne benzer ev­reler geçiriyordu. İlkbahar, doğum ve çocukluk; yaz, genç­lik ve olgunluk; sonbahar, ihtiyarlık ve ömrün son anları; kış da ölümü anımsatıyordu. Allah'ın kevni ayetlerinden olan tabiat, her yıl ölümü ve yeniden dirilmeyi gösteriyor­du insanlara. Ama bunu görmek için göz lazımdı elbette. Hakikati görmeyen gözlerin budaktan ne farkı kalırdı ki?.. Ne yazık ki, kafasında bir çift budak deliği taşıyan insanla­rın sayısı, hakiki manada gören gözlere sahip olan insanla­rın sayısından çok daha fazlaydı. Hakikate karşı kör olan insanların sayıca çokluğu, inananları ümitsizliğe düşürmü-yordu elbette. Çünkü onlar Üstadları Bediüzzaman Said Nursi (Rh.a)'nin "İslamiyet güneş gibidir, üflemekle sön­mez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar" şeklindeki veciz sözü­nün doğruluğunu biliyorlardı. Yine onlar Yüce Allah (cc)'m "Allah nurunu tamamlayacaktır, kafirler istemese de!.." şeklindeki ilahi vaadine canı gönülden iman etmişlerdi.

Oturduğu koltukta camdan dışarıyı seyredip bu dü­şüncelerle tefekküre dalan Yusuf, "Allah vaadinden dön­mez" dedi hafif bir sesle ve bunu kalbiyle onaylayıp vücu­dunun tüm hücreleriyle tasdik ettirdi. Yusuf un bir şeyler mırıldandığını duyan yol arkadaşı Rıza, kendisine hitap edildiğini sanarak;

-Anlamadım Yusuf, bir şey mi söyledin? dedi.

Rıza'nın konuşmasıyla daldığı düşüncelerden sıyrıldı.

 

 

Yusuf. Rıza'yi cevapsız bırakmamak için:

-Yok, hayır. Biraz dalmıştım da, kendi kendime konuş­tum herhalde.                   

-Öyle mi? Ben de bir şeyler söylüyorsun sandım.

-Daha çok var mı gideceğimiz yere?

-Ben de senin gibi bilmiyorum gideceğimiz yeri. Ama sanırım 15-20 dakika içinde orada oluruz înşaallah.

-İnşaallah.

Otobüs içindeki uğultu halen devam ediyordu. Ön sıra­larda oturan birinin şoföre uzattığı kasetin çalınması üzerine uğultular azaldı, sonra da tamamıyla kesildi. Kasetten yükselen ses, yanık ve duyguluydu. Gençler, bu sesin ku­laklarına taşıdığı ilahinin gizemli dünyasına dalmışlardı. Kasetin seslendirdiği bazen hüzünlü, bazen hareketli ilahi­ler eşliğinde otobüs ana yoldan sapıp tali yola girdi. Bu yol, piknik alanına giden şose bir yoldu. Çukurlar ve yer yer taş­ların bulunduğu bozuk şose yolda hızı düştü otobüsün. Yaklaşık on dakika sonra da inecekleri yere geldiler. Araba buradan daha ileriye gidemiyordu. Gençlerin piknik alanı olarak belirledikleri yere varmaları için en az beş dakikalık bir yürüyüş daha yapmaları gerekiyordu. Çünkü onlar ba­raj gölünün arka taraflarında bulunan küçük bir göletin ya­rımda piknik yapacaklardı. Baraj gölünün çevresindeki asıl piknik alanları genelde kalabalık olduğu ve aileler ya da kızlı-erkekli öğrenci grupları tarafından kullanıldığı için ra­hat edemeyeceklerini biliyorlardı. Burası, o bölgeye kısmen uzaktı ve yolu düzgün değildi. Bu yüzden genelde kullanılmıyordu. Ama piknik yapmak için diğer alanlardan hiçbir eksiği yoktu. Gençlerin burayı tercih etmesinin başlıca sebe­bi, kendilerinden başka kimsenin buraya gelmeyecek olma­sını tahmin etmeleriydi. Böylece programlarını rahatça ye­rine getirebileceklerdi.

Otobüsün durmasıyla gençler yavaş yavaş indiler ara­badan. Eşyalar da indirildikten sonra şoför, Vedat'ın yanma

geldi.

-Ben artık gideceğim. Sizi almaya saat kaçta geleyim?

-Akşam namazından bir buçuk saat önce burada olabi­lir misin?

-Evet, olabilirim.

-Tamam, biz o saatte tam burada olacağız.

-Anlaştık. Ben gidiyorum o zaman. Haydi size iyi eğ­lenceler.

Şoför vedalaşıp arabasına binecekken, Vedat arkasın­dan seslendi:

-Bizi burada unutma ha! Yoksa geceyi burada geçirmek

zorunda kalırız.

Şoför arkasına döndü ve kendinden emin bir şekilde te­bessüm edip sempatik bir hareket yaparak cevap verdi.

-Merak etme arkadaş! Siz benim için emanetsiniz. Ben emanetimi zayi etmem. Haydi Allah'a ısmarladık.

-Güle güle!.. Allah yolunu açık etsin.

Şoför kıvrak hareketlerle arabayı yola koyup uzaklaşır­ken, Vedat arkasından bakıyordu. Onun durup arabanın peşinden baktığını gören Musa yanma yaklaştı.

-Ne o, otobüs gitti diye hüzünlendin mi yoksa?

-Usta şoförmüş doğrusu...

-Evet öyle. Aynı zamanda sağlam bir adam. Haydi işi­mize bakalım. Arkadaşlar bizi bekliyorlar.

-Tamam.

-Kadri ne zaman gelecek?

-Bir saate kalmaz Hoca ile birlikte taksiyle gelecekler. Onlar gelene kadar biz yerleşme işini bitirelim.

Gençler, arabadan indirilen eşyanın başında bekliyor­lardı. Piknik yapacakları yere gidip etrafı gözden geçiren Murat ile Muharrem geri dönmüş, alanın müsait olduğunu söylemişlerdi. Bunun üzerine gençler getirdikleri eşyaları ellerine alarak yaklaşık beş dakikalık bij yürüyüşle belirle­dikleri alana geldiler. Asıl piknik alanı kadar olmasa bile burası da ağaçlıklıydı. Futbol oynamaya müsait düzgün ve geniş bir alanı vardı. Biraz ötede, etrafı kayalarla çevrilmiş ve suya girmek için gayet elverişli küçük bir gölet bulunu­yordu. Burasının en güzel yanı da, göletin hemen yanında bulunan ve içme suyunu karşılayan güzel, şirin ve gayet so­ğuk bir suyu olan bir kaynağın bulunmasıydi. Ayrıca araç­la geliş imkânından kısmen yoksun olduğu için genelde kimse tarafından tercih edilmiyor, bu yüzden sakin bir pik­nik yapmak isteyenlere elverişli bir imkân sunuyordu.

Gençler, beraberlerinde getirdikleri eşyaları büyük bir ağacın yanma bıraktılar. Aşçılık görevini üstlenmiş bulunan Muhsin, yanına aldığı iki gençle beraber eşyaları tasnif etti.

Kap kaçaklar ayrı bir yere, sebzeler ayrı, meyveler de ayrı bir yere toplatıldı. Çay için gerekli olan malzemeler ve meş­rubat türü içecekler de ayrı bir yere bırakıldı. Muhsin, ilk etapta çay yapmak için hazırlıklara başladı. Su almaya gi­den genç daha dönmeden, piknik alanından görülebilecek bir noktada bir taksinin durduğu görüldü. Taksiden inen üç kişiden birinin Kadri olduğu seçilebiliyordu. Gençler, me­raklı bir bekleyiş içerisinde bakışlarını yeni gelenlere yö­neltmişlerdi. Az sonra meraklar dağıldı. Kadri'nin yanında­kiler, daha önce gelmesi konusunda plan yaptıkları Hoca ve başka bir gençti. Yeni gelenler, diğerleriyle selamlaştılar. Yer gösterildi, oturdular. Ağaç gölgesine serilen kilimlerin üze­rine oturan gençler bir halka oluşturdular. Musa, etrafa da­ğılan diğerlerini de topladı. Kısa bir sohbet ve sessizliğin ar­dından bir genç eline Kur'an-ı Kerim'i alarak dizlerinin üze­rine oturdu. Daha önce kararlaştırılan yeri açtı ve güzel bir okuyuşla Euzu Besmele çekip Rahman Suresi'ni okumaya başladı. Gencin billur sesinden yankılanan ilahi kelimeler kulaklara, oradan da yüreklere mecra bulup akıyordu. Kalpler yumuşamış, kimi gözler nemlenmişti. "... Rablerin-den korkanların bu Kitap'tan derileri ürperir; sonra hem derileri hem de kalpleri Allah'ın zikriyle yumuşar. İşte bu Kitap, Allah'ın doğruluk rehberidir; Onunla dilediğini doğ­ru yola iletir..." (Zümer: 23) şeklinde Kur'anî bir ifadeyle ta­nıtılan mü'minlik vasfı, gençlerde alenen belirgin bir hal al­mıştı. Herkes okunan ayetlerin derin manalarının atmosfe­rine kaptırmıştı kendini. Kimseden çıt çıkmıyor, gözler baş­ka bir şeyle meşgul olmasın diye herkes önüne bakıyor, kulaklar sadece ilahi kelama kilitlenmiş bir şekilde başka bir ses duymuyordu. Sabahın serin meltemiyle birlikte gönül­lere akan ilahi kelam, okuyan gencin "Sadakallahülazim" demesiyle son buldu. Gençler daha bu atmosferden sıyrılmadan bu kez başka birisi, okunan ayetlerin mealini oku­maya başladı.

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...

Rahman olan Allah Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona düşüncesini açıklamayı öğretti. Güneşin ve ayın konumları ve hareketleri belirli bir hesaba dayanır. Bitkiler ve ağaçlar O'nun buyruğuna boyun eğerler. O, göğü yüksek yarattı ve tartı ilkesini koydu: Tartıda titiz olun diye... Teraziyi doğru tutunuz, sakın eksik tartmayın. Allah, yeryüzünü canlıların ayakları altına serdi. Orada türlü türlü*meyveler, salkımlı hurma ağaçları var. Yine orada yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler var. Ey insanlar ve cinler! Peki, Rabbinizin hangi ni­metini yalanlıyorsunuz? O insanı pişmiş çamuru andıran kuru balçıktan yarattı. Cinleri de dumansız alevden yarattı. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? O iki do­ğunun da Rabbidir, iki batının da. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? Acı ve tatlı sulu iki denizi birbiri üzerine salarak yan yana getirdi. Ama aralarında birbirleri­ne karışmalarını önleyen bir engel vardır. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? Her iki denizden de inci ve mercan çıkar. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyor­sunuz? O'nun denizlerde yüzen, dağlar gibi iri gemileri vardır. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

Yeryüzündeki her şey yok olacaktır. Sadece kerem sahibi, Yüce Rabbinin varlığı süreklidir. Peki, Rabbinizin hangi ni­metini  yalanlıyorsunuz?  Göktekiler ve yerdekiler hep O'ndan bir şey isterler. O her gün (her an) yeni bir işle meş­guldür. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? Ey insanlar ve cinler, yakında sizinle hesaplaşmak için Özel vakit ayıracağız. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlı­yorsunuz? Ey cinler ve insanlar, eğer göklerin ve yerin sınır­larım aşarak kaçmaya gücünüz yetiyorsa kaçınız. Fakat an­cak özel bir gücünüz varsa bunu başarabilirsiniz. Peki, Rab­binizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? Üzerinize duman­sız alev ve bakır eriy'ği püskürtülür de bu azaptan sizi kur­taran bulunmaz. Peki, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlı­yorsunuz? Gök parçalanıp da kırmızı gül renginde bir yağ eriyiğine dönüştüğü zaman; peki, Rabbinizin hangi nimeti­ni yalanlıyorsunuz? O gün ne insana ne de cin'e suçu sorul­maz. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? Suç­lular yüz ifadelerinden tanınarak perçemlerinden ve ayak­larından yakalanırlar. Peki, Rabbinizin hangi nimetini ya­lanlıyorsunuz? İşte suçluların yalanladıkları cehennem bu­dur. Cehennem ile kaynar su arasında mekik dokurlar. Pe­ki, Rabbinizin hangi nimetim yalanlıyorsunuz? Rabbinin huzuruna çıkacağı andan korkanlara cennette bir konut ve­rilecektir. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? Bu cennet konutlarının bahçeleri sık dallı ağaçlarla kaplıdır. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? Bu iki ko­nutta birer pınar akmaktadır. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? Bu konutların bahçelerindeki ağaçlar­da her meyvenin iki çeşidi vardır. Peki, Rabbinizin hangi ni­metini yalanlıyorsunuz? Bu konutlarda ağırlananlar astar­ları yaldızlı atlastan minderlere yaslanırlar. Her iki konutun bahçelerindeki ağaçların meyveleri yere yakındır, kolayca devşirilebilirler. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyor­sunuz? Bu konutlarda gözleri erkeklerinden başkasını gör­meyen, daha önce ne insan ve ne de cin kökenli bir erkeğin, el değdirmediği eşler vardır. Peki, Rabbinizin hangi nimeti­ni yalanlıyorsunuz? O eşler sanki birer yakut ve mercandır­lar. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? İyili­ğin, iyilikten başka bir karşılığı olabilir mi? Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? Bu iki cennet konutunda âli düzeyde iki cennet konutu daha vardır. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? Bu konutların renkleri ko­yu yeşildir. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsu­nuz? İki konutta sürekli kaynayan iki pınar vardır: Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? İki konutun bahçelerinde de çeşitli meyve, hurma ve nar ağaçları vardır. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? O konut­larda iyi huylu, güzel kadınlar vardır. Peki, Rabbinizin han­gi nimetini yalanlıyorsunuz? O kadınlar ceylan gözlüdürler ve çadırlarının dışına hiç çıkmazlar. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? Daha önce onlara ne cin ne insan kökenli hiçbir erkeğin eli değmemiştir. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz Bu konutlarda ağırlananlar

yeşil yastıklara ve güzel işlemeli minderlere yaslanırlar. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? Kerem sahi­bi, ulu Rabbinin adı ne yücedir!"

Mealin okunmasının ardından kısa bir sessizlik oldu. Kufan-ı Kerim'e saygıdan dolayı dizleri üzerine oturan gençlerin bir kısmı oturuşlarını değiştirdiler. Böylesi güzel bir yerde, mü'minlerden oluşan bir topluluk içinde okunan Kur'an-ı Kerim ve meali, gençlerde tarif edilemeyen bir te­sir bırakmıştı. Temiz ruhların Rableriyle sıkı bir rabıta kur­duğu, manevi olarak cesetlerden soyutlanıldığı bir atmosfer yakalanmıştı. Düşünceler, tefekkür odaklıydı. Yüce Allah (cc)'m kulları için yarattığı sonsuz nimetlerin gizliden gizli­ye şükrü yapılıyordu. Ayetlerde geçen ve ahirette mü'min kulları bekleyen nimetlere kavuşmanın heyecan, coşku ve biraz da sabırsızlığı doldurmuştu gönülleri. Sıkça tekrarla­nan "Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" ayetini düşündüklerinde ise, kalplerinde bir ürperme olu­şuyor ve iç dünyalarında "Haşa! Biz Allah'ın hiçbir nimeti­ni yalanlama dalaleti içinde değiliz ve olmayacağız. Biz Rabbimizden hoşnuduz. Biz Rabbimize iman ettik ve imanımızda sadığız" diyerek Rablerine olan imanlarını tazeli­yorlardı.

Meal okunduğu sırada birkaç kişiyle birlikte kahvaltı hazırlamakla meşgul olan Muhsin müsait bir yerde sofra­yı hazırlamıştı. Onun çağırmasıyla gençler düşüncelerin­den sıyrılarak kahvaltı yapmak için hareketlendiler.

Neşe içinde yapılan kahvaltının ardından sofra da ay­nı neşe içinde kaldırıldı. Daha sonra gençler yine aynı yerde toplandılar. Hoca herkesi görebilecek bir pozisyonday­dı. Belliydi ki iman sahibi bu kadar genci bir arada görmenin sevincini yaşıyordu. Gençler ise Hoca'ya duydukları saygıdan dolayı konuşmuyor, ilk sözün Hoca'dan gelmesi için sessizlik içinde bekliyorlardı. Sessizlik artınca; "Kar­deşlerim!" diye hitap etti Hoca, gür, tok ve kendinden emin bir sesle. Başlar, sesin sahibine doğru yöneldi. Hoca, 50-55 yaşlarında, uzun boylu, boyuyla orantılı bir kiloya sahipti. Beyazlaşan sakalında yer yer siyahlıklar göze çar­pıyordu. Başında siyah bir takke vardı. Kalın kaşları, iri si­yah gözleri ve geniş, nurani yüzüyle çok heybetli ve ken­dinden emin bir görünüşü vardı. İlk bakışta saygın oldu­ğu anlaşılan simasında, şefkat ve merhametin parıltılarım okumak mümkündü.                       Dikkatler tamamıyla kendisine yönelince Hoca tekrar konuşmaya başladı.

-Kardeşlerim! Bu kadar mü'min bir araya gelmişken birbirimizle tanışmadan gidersek olmaz. Bildiğiniz gibi tanışmak sünnettir. Bu sünneti ihya edelim istiyorum.

-Hocam, müsaade ederseniz, ben kardeşleri tek tek ta­nıtayım, diyerek araya girdi Kadri.

-İyi olur Kadri kardeşim.

Kadri, sağdan başlayarak gençleri isim, memleket ve okudukları bölümleriyle birlikte tanıttı. Tanışma faslı bitince Hoca tekrar sözü aldı.

-Biliyorum, buraya eğlenme ve dinlenmeye, tanışıp

kaynaşmaya, güzel bir vakit geçirmeye geldiniz. Ama bizler Müslümanız. Her nerede olursak olalım, hakkı ve sabrı tav­siye etmek üzerimize bir vazife olarak yüklenmiştir. Zama­nınızı çok da fazla alma niyetinde değilim. Biraz sohbet et­tikten sonra eğlencenize bakarsınız.

Biraz sustu Hoca. Gözlerini gençlerin yüzünde gezdir­di. Belli ki, sohbetten memnun olmayan bir yüz arıyordu. Ama bulamadı. Gençlerin heyecanla kendisini bekledikleri­ni anlayınca, sevindi. Yüzüne bir sevinç dalgası yayıldı. Ay­nı tatlı ve etkileyici üslubuyla konuşmasına devam etti.

-Kardeşlerim! Az evvel okunan ayetlerde de gördüğü­müz gibi, Rabbimiz 'Rahman' sıfatının yansımalarını biz kullarına hadsiz-hesapsız bir şekilde göstermiş ve bizi son­suz nimetleri içinde gark etmiştir. Elbette bunun şükrü ve hamdi yapılmalıdır. Hiçbir şeyin karşılıksız olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Baba ile oğul arasında, kardeş ile kar­deş arasında bile karşılıksız iyilikler yapılmazken; Yüce Al­lah (cc), biz kullarına kendi rahmet hazinelerinden hesapsız bir şekilde rızık vermiştir. Karşılığında ne istiyor peki? Ni­metlerin yalanlanmamasını, yani nimetlere karşı şükrün eda edilmesini istiyor.

Kardeşlerim! Şükür ve hamd, sadece dilimizle söyledi­ğimiz bir-iki kelimeden ibaret değildir. Peki, nasıl yapılır şükür? Öncelikle Yüce Rabbimizin tek yaratıcı, tek ilah, tek rızık verici, yegâne güç ve kudret sahibi olduğunu bilerek yapılır. Yani katıksız bir tevhid anlayışına ulaşarak yapılır şükrün en güzeli... Bu anlayışta her şey Allah'a dayandırı­lır. Her şeyin başında ve sonunda O vardır. O Ezel'dir, Ebed'dir. Her şeyden önce var olan ve her şeyden sonra da var olacak olandır. Kâinatın, dünya ve içindekilerin, yer, gök ve arasında bulunanların, meleklerin, insanların ve cin­lerin, doğunun ve batının yegâne Rabbi ve ilahıdır O. Bu inancı ve imanı tüm hücrelerimizde yaşamaktır O'na hak­kıyla şükretmek. O'ndan başkasından korkmamak, O'ndan başkasını sevmemek, O'ndan başkasından yardım isteme­mek, O'ndan başkasına kul olmamak ve O'ndan başkasına sığınmamaktır şükrün en güzel edası...

Hoca, konuştukça açılıyor, sesi gittikçe yükseliyordu. Üslubu tatlı, çekici ve etkileyiciydi. Gençler anlattıklarım can kulağıyla dinliyor, anlatılanlar karşısında damarların­daki kanın coştuğunu hissediyorlardı. Sohbet yaklaşık 20 dakika sürmüş, gençler kendilerini imam yönden takviye etme fırsatı yakalamışlardı. Bu yüzden Hoca konuşmasının sonunda salâvat getirip Asr Suresi'ni okuduktan sonra "El Fatiha!" dediğinde gençler oradan kalkmak istememişler, adeta Hoca'nın yeniden konuşmaya başlamasını ister şekil­de beklemişlerdi.

Kadri kimsenin kalkmadığını görünce, Hoca'dan izin isteyip gençlere seslendi.

-Arkadaşlar, haydi kalkalım. Buraya oturmaya geime-dik. Önce dengeli iki takım çıkaralım da güzel bir maç yapalım. Tabii bu arada isteyen kardeşler suya da girebilir. Yalnız suya girecek kardeşler için Vedat abimiz bir-iki husu­su hatırlatacak.

Kadri'nin işaret etmesiyle Vedat gençlerin duyabileceği bir sesle suya girme ile ilgili talimatları sıralamaya başladı.

-Arkadaşlar, biz buraya eğlenmeye geldik. Eğer suya girerken bazı kurallara uymazsak, Allah korusun, dönüşümüz hüsran olabilir. Bu yüzden şimdi söyleyeceğim husus­lara herkesin uyması gereklidir.

Öncelikle yüzme bilmeyen kardeşlerin suya girmeme­si tercih edilir. Ama buna rağmen girmek isteyen olursa, kenarda ve suyun sığ olduğu yerde girsin. Bununla birlik­te yanında yüzme bilen birilerini de bulundurmayı unutmasın.

Suya girmeden önce iyi yüzme bilen üç arkadaş, sığ yerleri belirleyecek. Onların belirledikleri yerlerde suya girilecek. Yine bu üç arkadaş bir yerde sınır belirleyecek, on­ların ötesine kimse açılmak için gitmeyecek. Bu arkadaşlar aynı zamanda cankurtaranlık görevini de üstlenecekler.

Şimdi söyleyeceğim şey çok önemlidir. Su içinde kesin­likle şakalar yapılmayacak, özellikle yüzme bilmeyen arka­daşları zor durumda bırakacak hareketlerden kesinlikle ka­çınılacak.

Suya girecek arkadaşlar, İslam'ın uygun görrrediği bir pozisyonda, yani göbek ve diz arası vücut bölgesi görünecek şekilde girmeyecekler.

Evet arkadaşlar, söyleyeceklerim bunlardan ibaret. Al­lah hepinizden razı olsun.

Vedat sözünü bitirmişti; ama suya doğru giden kimse olmamıştı. Bunun nedeni, gençlerden birinin sorduğu soruyla anlaşıldı.

-Daha sabahın erken saatleri olduğu için su soğuk olur şimdi. Önce top oynayıp terledikten sonra suya girsek olmaz mı? Hem o zamana kadar hava da, su da daha iyi ıS1. nır; hem de terimizden kurtulmuş oluruz.

-Olur tabi ki. Bu iyi bir fikir! Arkadaşlar nasıl istiyorlar­sa öyle yapsınlar.

Bunun üzerine gençler top oynamak için müsait olan alana doğru yöneldiler. Yüzlerde neşe ve sevincin yansıması, seslerin mutluluk dolu havasıyla birleşiyor, ortaya tadı­na doyum olmayan bir atmosfer çıkıyordu. Böyle bir za­manda, böyle insanlar çıkabilir miydi? Hem de tamamı ha­yatının baharında olan, nefis ve şeytanın insanı en çok dürt­tükleri bir yaştayken böylesi gençler olabilir miydi? Her şeyin Allah rızasını kazanmaya endekslendiği, sportif faali­yetlerde dahi O'nun rızasına uygun hareket edildiği bu yer, bu zaman, ya da bu gençler gerçek miydi? Tarihin, "Asr-ı Saadet" diye İftiharla sunduğu bir zamandan mı kopup gel­miştiler? Hayır, elbette ki hayır! Zaman, bu zamandı ve gençler bu zamanın çocuklarıydı. Yaşananların hepsi de gerçekti. Öyleyse, kendi zamanlarının yaşam tarzına tama­men zıt bir yaşayışı, fıtrata uygun, insani his ve duyguların ön planda olduğu, menfaat ve çıkar ilişkilerinden uzak sa­dece kardeşlik ve fedakârlık temellerine oturtulmuş bir ar­kadaşlığı benimseyen bu gençler nereden almıştı bu kültü­rü? Bu erdeme nasıl ulaşmışlardı? Dahası, sadece tarih kitaplarında okunup özlemiyle 'ah'lar çekilen "Asr-ı Saadet" benzeri bir yaşantıya nasıl ulaşmışlardı?

Tüm bu soruların tek bir cevabı vardı elbette: İslam!.. Evet İslam'dı tüm bu soruların tek cevabı... Yani Kur'an, Sünnet ve Selef-i Salihinin ölçü olduğu bir yaşam modeli... Allah'ın insanlar için seçip beğendiği, plan ve projesini ken­disinin yaptığı Yüce Din!... Teori ve pratiğin, yani Kur'an ve sünnetin ilahi dokunuşla harmanlandığı, çağlar üstü, eski­meyen, dinamik, hükümlerinin kıyamete kadar baki kalaca­ğı kutsal İslam Dini... İşte böyle bir dinin mensupları, ne zaman hakkıyla amel etseler, Asr-ı Saadetler yaşanır, Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler, Mus'ablar, Ebu Zerler yeniden ortaya çıkardı. Tıpkı bu gençlerde olduğu gibi...

Kenarda durup futbola iştirak etmeyen Yusuf un dü­şünceleri bu minvalde yoğunlaşıyor, kalbinde bir coşku, ta­rif edilmez bir heyecan yaşıyordu. Kaleler kurulup takımlar belirlendikten sonra Kadri'nin ortaya gelip:

-Arkadaşlar, her işimizde olduğu gibi sporu da ne için yaptığımızı biliyorsunuz. Biz sporu, cahil kesimin kazanma hırsıyla değil, kardeşlik duygularımızı daha iyi pekiştirmek için yapıyoruz. Maçtan sonra bir taraf kazanıp bir taraf kay­betmeyecek, bilakis her iki taraf da, yani kardeşlik kazana­cak. Hakemliği Vasfi yapacak. Futbolun doğasında var olan sertlik konusunda biraz dikkat edilirse, hakeme fazla iş düşmez sanırım. Haydi hepinize başarılar!., demesi ve az sonra maçın başlamasının ardından düşüncelere dalmıştı Yusuf. Ancak maç bittikten sonra sıyrılabilmişti düşüncele­rinden. Suya girmek isteyenler gölete doğru giderken Yusuf da o niyetle arkalarından koşup yetişti. Gençler, daha önce belirlenen tavsiyeler çerçevesinde suya girdiler.

Bu arada Muhsin'in organizatörlüğünde beş kişi, öğle yemeğini hazırlamak için işe koyuldular. Muhsin, yemek için getirilen malzemeleri ortaya çıkarınca, gençlerden biri hayretini gizleyemedi.

-Vay be!.. Gerçekten bravo doğrusu!.. Hiçbir şey unu­tulmamış. Ben kırk yıl düşünsem bunların hepsini bir araya toplayamazdım.

-Tabi ya, ne sandın? dedi bir diğeri. Bunların hepsi tec­rübe işi... Muhsin abi yıllardır yapıyor bu işi. Öyle değil mi Muhsin abi?

-Şimdi boş verin bunları da biz işimize bakalım. Vakit azaldı. Bu güzel havada herkes kurt gibi acıkmıştır şimdi.

Yemeği zamanında hazırlamazsak bizi yerler, ona göre...

Muhsin'in bu ikazıyla hepsi neşe içinde hazırlıklara gi­riştiler. Aşçıbaşı Muhsin'di ve diğerleri onun talimatıyla ha­reket ediyorlardı. Vakit öğleye yaklaştıkça yemeğin nefis kokusu etrafa yayılmaya başlamıştı bile. Muhsin bulundu­ğu yerden Kadri'yi aradı. Bulunca da yanına gitti.

-Yemek neredeyse hazır sayılır. Ezana da az kaldı. Ön­ce namaz mı kılalım, yoksa yemek mi yiyelim?

-Eğer tam olarak hazır değilse, aceleye getirmeyelim.

-Yirmi dakika içinde tam olarak hazır olur.

-O zaman önce namaz kılalım. Nerdeyse vakit girecek.

-Tamam, benim için de iyi olur.

Muhsin gittikten sonra Kadri, Riza'yı çağırdı yanına.

-Rıza kardeş, git suya giren arkadaşlara söyle de abdestlerini alıp gelsinler. Namaz için hazırlık yapacağız. Son­ra da şu taşın üzerine çıkıp ezan okursun. -Tamam Kadri Abi.

Rıza, Kadri'nin isteğini yerine getirmek için hızla uzak­laştı oradan. Yalnız kalan Kadri, boşta olan gençlerin yanı­na giderek namaz yerini hazırlama işini onlarla birlikte yapmaya koyuldu. Ağaçların arasındaki gölge kısma kilim­ler serildi. Yer henüz hazırlanmıştı ki, Rıza'nın tüm piknik alanına yayılan ezan sesi duyuldu. Ezan sesiyle birlikte ab-desti olmayan gençler çabucak abdest almak için hareket­lendiler. Diğerleri de namaz kılmak için hazırlanan yere doğru gittiler.

Kadri, sünnetler kılındıktan sonra hocanın yanına gi­derek:

-Hocam, namazı siz kıldırmaz mıydınız? dedi. Hoca başıyla onaylayıp Öne geçti. Huşu içinde kılman öğle namazının ardından tesbihat ve dua yapıldı. Hoca'nın Arapça olarak yaptığı uzun duadan sonra farzdan sonraki sünnetler kılındı.

Namaz kılınmış, Muhsin'in aşçıbaşüığmda yapılan ne­fis öğle yemeği yenilmiş, ardından çaylar içilmişti. Gençlerin kafasına "Acaba şimdi sırada ne var?" gibi bir soru ta-kılma'dan Musa ayağa kalktı. "Arkadaşlar!" dedi yüksek bir sesle. Uğultular kesilip bakışlar kendisine yönelince konuş­maya başladı.

-Arkadaşlar! Namazımızı kılıp yemeğimizi yedik. Çay­larımızı da içtik. Biliyorum, çoğunuz, "Şimdi ne yapacağız?" diye düşünüyorsunuzdur. Akşama kadar buradayız. Bizim, pikniklerde sürekli yaptığımız şeylerden biri de bil­gi yarışmasıdır. Hem İslami konularda, hem de genel kül­türden hazırlanmış çok güzel sorularımız var. Katılıp katıl­mamak isteğe bağlıdır. Katılmak isteyenler, en fazla üç kişi­lik gruplar oluştursun. Soruları ben soracağım. Puanlamayı da Murat ile Mehmet yapacaklar. On dakika içinde gruplar belirlensin. On dakika sonra başlayacağız.

Musa'nın bu ilanıyla birlikte bir hareketlilik yaşandı. Kısa süre içinde altı grup oluştu. Gruplar birbirlerinden eşit uzaklıktaki mesafelere oturup yarışmanın yapılmasını bek­lediler.

Musa ve değerlendirme heyeti, tüm grupları görecek şekilde karşılarına oturdular. Musa, yarışmadan önce gruplara yarışma kuralları için kısa bir hatırlatmada bulundu:

-Arkadaşlar, öncelikle her grup bir sözcü belirleyecek. Sözcünün dışında verilecek cevaplar kabul edilmeyecektir. Her bir soru için cevaplama süresi bir dakikadır. Sözcü ar­kadaş cevabını verip 'tamam' dedikten sonra, ben sorunun asıl cevabım okuyacağım. Buna göre puan takdirini, puan­lamayı yapan arkadaşlar belirleyecek.

Bu yarışmada da amacımız, bilgilerimizi pekiştirme ve bilmediklerimizi öğrenmedir. Böylece, eğlenmek için geldi­ğimiz bu yerden de bir şeyler öğrenip ayrılacak ve iki günü­müzün bir olma ziyanından kurtulmuş olacağız.

Son olarak, yarışmaya geçmeden önce her grup kendi­sine bir sahabe veya âlim ismi seçip bildirsin. Ayrıca, birinci olacak gruba ödül verileceğini de bilmenizi isterim.

Böylece yarışma başladı. Yusuf buna da iştirak etmeyip izlemeyi tercih etti. O, bugün gözlem yapmayı ve oluşturu­lan havayı teneffüs etmeyi bu tür aktivitelere katılmaya ter­cih ediyordu. Üniversiteye başladığından beri birlikte oldu­ğu bu İnsanların, kafasında belirginleşen soruların tek çözü­mü olabileceğini bugün bir kez daha görme şansı olmuştu. O, günümüzdeki gayri İslami yaşantının yerine İslam'ı ika­me edecek kişilerin katıksız bir akideye, tavizsiz bir İslami yaşantıya ve yüksek kardeşlik duygularına sahip olmasının gerekli ve zaruri olduğuna inanmıştı. Bu özelliklere sahip kişiler birlikte hareket etmeli, birbirini sevip saymalı, bu da­vada önceliği olanların sözünü dinlemeli ve Ustad'm da de­yimiyle "Fena fil ihvan" düsturunu benimsemeliydiler. Bu insanlar tam da onun kafasında belirginleşen örnek kişilik­lerle birebir örtüşüyordu. İşte bu yüzden sadece bir yerde durmayıp oradan oraya gidiyor, bir grubun yanında biraz oturduktan sonra kalkıp başka bir grup gencin yanında otu­ruyordu. Yüzünde; aradığını bulmanın, istediğini elde et­menin ve son kararını vermiş olmanın sevinç ve huzuru okunuyordu.

Onun bu tavırları Kadri'fıin gözünden de kaçmamıştı. İşi olduğundan dolayı daha fazla beklemeyen Hoca'yı yolculadıktan sonra geri dönerken gözleriyle Yusuf'u aradı. Onunla biraz konuşup durumunu öğrenmek istiyordu. Aramasına fazla gerek kalmadı. Yusuf u, birkaç kişinin ya­nından kalkmış, nereye gideceğini gözüne kestirmek için ayakta bekler bir halde gördü ve onu ismiyle çağırdı. Ken­disine seslenildiğini duyan Yusuf, sesin geldiği yöne bakın­ca Kadri'nin eliyle 'gel' işareti yaptığını gördü. Aslında Yu­suf da bugün yaşadığı mutluluk ve coşkuyu, yüreğinde hapsedemediği ve her an taşmak üzere olan duyguları Kad-ri'ye açmak ve onunla paylaşmak istiyordu. Ama Kadri'nin sürekli meşgul oluşu, bu isteğini yerine getirmesine engel olmuştu. Bu yüzden Kadri tarafından çağrılması kendisini sevindirmiş ve yüzünde belirgin bir sevinçle ona doğru git­mişti. Yanma vardığında selam verdi.

-Ve Aleykumusselam ve rahmetullahi ve berakatuh, di­yerek selamına karşılık verdi Kadri.

-Bir şey mi vardı Kadri Abi?

-Yok, öylesine çağırdım. Biraz konuşalım istedim.

-Doğrusu ben de seninle konuşmak istiyordum Kadri abi. Ama çok meşguldün, seni işinden alıkoymak istemedim.

-Hayırdır inşaallah Yusuf. Gerçi yüzündeki sevince ba­kılırsa...

-Evet abi. Bugün çok mutluyum. Yani sebebini tam ola­rak açıklayamayacağım, kelimelerle ifade edemediğim bir mutluluk ve sevinç yaşıyorum.

-Allah bunu daim kılsın Yusufi Ben de oradan oraya gi­dişini, yapılan faaliyetlere iştirak etmediğini görünce sıkılı­yorsun sanmıştım. Mutlu olduğuna sevindim. Haydi gel şuraya oturalım. Ayakta durup söyleyeceklerini bir çırpıda anlatmak istemezsin herhalde.

-Yok abı. Zaten benim söyleyeceklerimden çok, senin yapacağın izahatlar önemli.

Kadri, Yusuf un; "Senin yapacağın izahatlar önemli" açıklamasını pek anlayamamış, şaşırmış bir yüz haliyle Yusuf'a bakmıştı. Birkaç metre ileride bulunan bir ağacın göl­gesine oturduklarında açıklama istercesine sordu:

-Hangi izahatları yapacaktım, pek anlayamadım Yusuf. Daha önce sana bir şey mi söylemiştim yoksa?

-Yok Kadri Abi, senin bu konuda bana verdiğin bir söz yok. Ben senden bazı konularda bilgi isteyeceğim. Eğer izah edip beni aydınlatırsan, bugünkü sevinç ve mutluluğum ta­mamlanmış olacak.

-Anladım Yusuf. Söyle bakalım şimdi!.. Seni dinliyo­rum. Umarım seni memnun edecek izahatları yaparım.

-Ben çocukluğumdan beri İslami bir terbiye ile büyü­düm diyebilirim. Kendimi bildim bileli namazlarımı kılıyorum. Köyde iken hem Kur’an-ı Kerim dersi, hem de Islami bilgiler için köy imamının yanma camiye gidiyordum. Da­ha o zamanlardan beri caminin benim yanımdaki değeri ay­rıdır. Camileri birer huzur kaynağı olarak görürüm hep. Sonra İmam Hatip'e geldim. Okulda da İslami bilgiler öğre­tiliyordu. Bir süre sonra okuldan aldığım bilgiler bana yet-memeye başladı. Bulabildiğim kadarıyla kitap okumaya başladım. Sınıfımızda bulunan üç arkadaşım daha vardı. Kendi aramızda okuduklarımızın mütalaasını yapıyor, bir­birimize anlatıyor ve amel etmeye çalışıyorduk. Bizim yap­tığımızın yeterli olmadığını biliyordum. Çünkü insan bildikçe, öğrendikçe daha çok mesuliyet sahibi oluyor. Bildik­lerini başkalarına anlatmak, doğru yolu göstermek gibi bir zorunluluk altına giriyor. İnsanın sadece kendi kendine okuyup amel etmesinin Alİah katında kurtuluşa vesile ol­mayacağını anlamıştım. Çünkü etrafımızda cehalet, çirkef­lik, kokuşmuşluk... velhasıl gayri İslami ne varsa ağlarını örmüş, bizi çepeçevre kuşatmıştı. Ne kadar sakınırsan sa­kın, mutlaka bir yerlerden bulaşma İhtimali her zaman var­dı. Bu yüzden İslami şuura sahip birisinin kendisine bir ya­şam alanı oluşturmak için etrafına örülmüş ağlardan kurtulması gerektiğini anlamıştım. Yani tebliğ yapılmalıydı. Ne kadar çok kişi İslami bir hayatı benimserse, bir Müslüman için, inancına göre yaşam alanı o kadar genişleyecekti.

Anladığım bir başka husus danalardı okuduklarım­dan. O da Müslümanların birlik olma zorunluluğuydu. Ya­ni Kur'an ve sünneti esas alan, mensuplarının mü'minlik vasfıyla kardeş olduğu bir birlik. Ben böyle bir şeyi çok ara­dım. Okulumuzda böyle olduklarını söyleyen gruplar var­dı; ama hiçbirisi kafamda şekillenen şeyin ölçülerine tam olarak uymuyordu. İlyas'ı tanıdım sonra. Tabi biraz geç ol­muştu onu tanımam. Üniversite sınavına girerken Alİah yo­lumuzu birleştirmişti. Onunla okuldan bir tanışıklığımız vardı; ama oturup hiç konuşmamıştık. Sonradan onunla candan iki dost olduk. Yıllardır onu tanıyormuşum gibi candan, samimi, benimle aynı duygu ve hisleri paylaşan, hatta çoğu zaman benden daha tavizsiz olan biriydi. Beni bir-iki kez düğünlere götürdü. Bu sayıda bilinçli Müslümanın bir araya geldiğini ilk kez orada gördüm. Sonra üniver­siteye geldim. Seni, Vedat abiyi ve diğer Müslüman kardeş­lerimi tanıdım. Üniversitenin bütün bu çirkefliğinin yanın­da, sizleri baharın müjdecisi olan çiçekler gibi gördüm. Siz­leri tanıdığım için her zaman Yüce Allah (cc)'a hamd ediyo­rum. Sizlerin kardeşliği, İslami yaşantınız, ilmi ve kültürel birikiminiz bana 'İşte aradığım kişiler bunlar!..' dedirtiyor. Bu düzen, bu intizam, kendinden önce kardeşini düşünme anlayışı, en küçük bir şeyde dahi Allah'ın rızasını gözetme, ya da ne bileyim bir top oynamayı dahi Allah'ın rızasına uygun hale getirme... Bütün bunlar nasıl oluyor, nasıl yapı­lıyor, bana anlatabilir misin Kadri Abi?

Yusuf susuncaya kadar sözünü kesmedi Kadri. Hayat hikâyesi, İslam'a olan aşkı, İslami endişeleri, toplumun gi­dişatını dert edinip çözüm arayışı hoşuna gitmişti. Arayış­larını mantıklı buluyor, sağlam bir akideye ve derin bir İsla­mi kültüre sahip olmasının tezahürleri olarak görüyordu. Vereceği cevabı, yani anlatacaklarını da teoride bildiğine emindi. Bu yüzden söze nereden başlayacağını bilemiyordu Kadri. Yusuf un yüzüne bakıp gülümsedi, elini omzuna atıp dostça sıktı.

-Biliyor musun Yusuf? diye söze başladı Kadri. İslam, iki temel kaynak üzerine bina edilmiştir. Bunlar, Kur'an ve sünnettir. Kur’an-ı Kerim'i bir teori, bir yapılandırma proje­si olarak ele alırsak, sünnet de onun pratik olarak uygulanış şeklidir. Dolayısıyla Kur'an ve sünnet, ayrılmaz bir bütün­dür. Sünnet, yani Hz. Resulullah (sav)'m hayatını, "Toplumu vahye uydurma projesi" olarak görebiliriz. Bu ne de­mektir? Bu, Hz. Resulullah (sav)'m şahsında ve yaşayışın­da; Yüce Allah (cc)'ın, Müslüman kullarından nasıl olmala­rı, ne yapmaları gerektiğinin pratik bir izahıdır. İşte Asr-ı Saadet dediğimiz örnek toplum, kâmil insanlar topluluğu, Kur'an ve sünnetin katıksız bir şekilde benimsenmesiyle or­taya çıkmıştır. Onlar, insanlar için kıyamete kadar bir mo­del, bir örnek oluşturmuşlardır. Böyle bir toplumun oluşa­bileceğini, bunun tek şartının da Kur'an ve sünnete bağlılık olduğunu yaşantılarıyla haykırmışlar ve bizlere güzel bir miras bırakmışladır.

Kadri sözlerine ara verip sustu. Adeta tarih içinde yol­culuk yapıp o asra misafir olmuş gibi gözleri boşluğa bakıyordu. Sonra derin bir nefes alıp kaldığı yerden devam etti:

-Peki günümüzde böyle bir şey olabilir mi? Neden ol­masın?!. Yüce Allah (cc), İslam'ı sadece bir döneme, bir top­luluğa indirmediğine, bu din kıyamete kadar 'Allah'ın in­sanlar için seçtiği son din' olarak kalacağına göre... Yüce Kitabımızın hükümleri değişmeden baki kalacağına ve kı­yamete kadar Allah'ın koruması altında olacağına göre... Ve Hz. Resulullah (as)'ın sünneti detaylı bir şekilde günü­müzde olduğuna göre neden olmasın? Neden yeni Asr-ı Sa­adetler yaşanmasın?!

Yüce Allah (cc), Al-i İmran 104. ayet-i kerimesinde: "Sizden, iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan meneden bir cemaat olsun. İşte başarıya erişenler yalnız on­lardır." diye buyuruyor, İşte bu cemaat, Müslüman toplumu bir istikamet üzere tutma ile vazifelidir. Yani İslami olan şeylere yöneltme, gayri İslami olan şeylerden de sakındır­ma görevi... Böyle bir Cemaat her zaman olmalıdır. Aksi halde helallerin yerini haramlar alır, zulüm ve haksızlık ço­ğalır, şirkin yansımaları her eve kadar uğrar. Nitekim günü­müz insanlığı bunu yaşamıyor muydu bir zamana kadar? Evet, bunların hepsi vardı. Ama Yüce Allah (cc)'ın 'Bir ce­maat olsun!' diye emrettiği topluluk sayesinde bunlar kıs­men azaldı. İşte bu gördüğün Müslümanların kendi arala­rında oluşturdukları topluluk, yani ayet'in tanımıyla cema-at'in İslami tebliğ ve irşatları, iyilik yapanları cennetle müj­deleyip, kötülükte ısrar edenleri Yüce Alİah (cc)'ın cehen­nem azabıyla korkutması sayesinde çok güzel gelişmeler ol­du. Çalışmalar meyvelerini veriyor yavaş yavaş.

Bir kişi ne kadar birikimli olursa olsun, yapacağı çalış­malar ve gayretler sınırlı olur. Verimi fazla olmaz. Ama in­sanların bir araya gelip bilgilerini, birikimlerini, tecrübe ve akıllarını, güç ve enerjilerini birleştirmelerinden oluşan Cemaat'in İslami alandaki çalışmaları daha kuşatıcı ve daha verimli olmaktadır. Üstad'm deyimiyle; bir kişi, sayısal ola­rak sadece bir sayısını ifade ediyor. Ama iki kişinin yan ya­na gelmesi sayısal olarak ikiyi değil, iki birin yan yana gel­mesi gibi on bir kuvvetinde bir sayıyı, üç kişi de yüz on bir sayısını ifade ediyor. Yani birlikten güç ve kuvvet doğar.

Cemaat nedir peki? Cemaat; temeli Kufan-ı Kerim ve sünnete dayanan, işlerini şura ile yürüten, mensupları arasında iman, akide ve kardeşlik bağları bulunan, İslam'ı bir bütün olarak gören herkesi kardeş bilip kucaklayan, toplu­mun bozulan yapısını düzeltip artan zulüm ve haksızlığı kaldırıp yerine İslam'ın çağlar üstü adaletini getirmeyi amaçlayan bir mü'minler topluluğudur. Her ne suretle olursa olsun, İslam'ın önceliğini kendi şahsi menfaatlerin­den üstün tutan, her yerde hakkı söyleyip Hak için çalışan, bu uğurda hiçbir1 kmayıcımn kınamasından korkmayan bir mü'minler topluluğu... Bağlılarının, Yüce Allah'ın Saff Su­resi 4. ayet-i kerimesinde: "Doğrusu Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları se­ver" şeklinde tanımladığı bir mü'minler topluluğu... İşte bunun adı Cemaat'tir. Bu gördüğün kardeşlerin büyük çoğunluğu da Cemaat mensubu mü'minlerdir.

Durdu Kadri. Biraz soluklandı. Anlattıklarının nasıl bir etki bıraktığını anlamak için göz ucuyla Yusuf a baktı. Yu­suf un yüzünde bir tebessüm, bir aydınlık, gözlerinde de sevinç parıltıları gördü.

Kadri yeniden konuşmaya başlayacaktı ki Yusuf kendi­sine döndü. Kararlı; ama içinde heyecan kıpırtıları barındı­ran bir ses tonuyla;

-Kadri Abi, dedi.

-Evet?!

-Şey diyecektim Kadri Abi... Cemaat beni de kabul eder mi? Yani beni de arkadaşlığa kabul etmeniz için şartlar neyse, ne yapmam gerekiyorsa hepsini yapmaya hazırım.

Kadri'nin yüzüne bir sevinç tebessümü yayıldı, yüzü mutlulukla aydınlandı. Yusuf a baktı. Onunla tanıştığından

dür beri kendisine kanı kaynayan bu imanlı gence sevgiyle bak­tı. Şimdiye kadar sadece kardeş olarak gördüğü Yusuf la bundan böyle dava arkadaşlığı, yol ve amaç birliği yapa­caklardı. İki omzundan tutup ayağa kaldırdı ve kendine çe­kip sıkı sıkıya sarıldı. Her ikisi de duygulanmıştı. Hatta Yu­suf un gözleri buğulanmış, genzinde bir yanma hissetmişti. Ağlamamak için yutkunuyor, Kadri'nin gözlerine bakma­maya çalışıyordu. Kadri'nin de ondan farkı yoktu. Kendisi­ni ilk toparlayan Kadri oldu. Yerlerine yeniden oturdukla­rında Yusuf un sorusunu cevapladı.

-Bak Yusuf, daha önceden de anlattığım gibi; Cemaat, inananlardan müteşekkil bir topluluktur. Allah'a hakkıyla inanan, İslam'ı bir yaşam biçimi olarak kabul eden, hayatı­nın her safhasında Resuluüah (as)'ı ve onun sünnetini reh­ber edinen, Allah'ın emir ve yasaklarına uyan her mü'min zaten bu Cemaatin tabii mensubu sayılır. Bununla birlikte arkadaşlarla birlikte olmayı arzu eden her Müslümamn, ar­kadaşların koyduğu prensiplere, emir ve talimatlara uyma zorunluluğu vardır. Tabii bunların hiçbirisi Kur1 an ve Sün­nete muhalif değildir.

-Şurandan itibaren her şeyimle arkadaşların hizmetin­deyim abi.

Bu konu üzerinde konuşmaya devam ettiler. Onları bu sohbetten ayıran ise ikindi ezanı oldu. Ezanla birlikte sohbetlerine son verip namaz kılınacak yere doğru ilerlediler.

İkindi namazını müteakip kimse yerinden kalkmadı. Herkesin üzerinde tatlı bir yorgunluk vardı. Kadri de böyle bir anı bekliyordu. Herkesin birlikte olduğunu görünce:

-Arkadaşlar! dedi. Bu güzel anınızı bozmak istemiyo­rum; ama hazır bir aradayken Önemli gördüğün bir mevzuyu söylemek istiyorum.

Nasıl ki, İslam'ı yaşamak bir Müslüman olarak tek tek hepimizin üzerinde bir vazife ise, aynen bunun gibi inandı­ğımız dini başkalarına tebliğ etmekle de mükellefiz. Özel­likle okulların açıldığı ilk dönemler, tebliğin en verimli ol­duğu dönemlerdir. İslam'ı yaşamayan, İslam'dan habersiz olan, ya da İslam'ı sadece bir vicdan meselesi olarak gören öğrencilerle ilgilenmeli, en güzel şekliyle tebliğ görevimizi yerine getirmeliyiz. Bunu yaparken Yüce Allah (cc)'ın Nahl Suresi 125. ayet-i kerimesinde "Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir" şeklinde belirttiği gibi hareket etmeli, yine Resulullah (sav)'m; "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın ve müjdeleyin, nefret ettirmeyin..." emrini en güzel şe­kilde yerine getirmeliyiz. Bununla birlikte diğer gruplara mensup Müslümanlarla da ilişkilerimizi kardeşlik hukuku temelinde geliştirmeye özen göstermeliyiz.

Kadri bu konu üzerinde kısa bir müddet daha konuş­tuktan sonra;

-Benim söyleyeceklerim bundan ibarettir. Zaten hepini­zin bildiği bir meseleydi. Ben sadece hatırlatmak istedim, dedi.

Kadri sözlerini bitirir bitirmez Vedat hemen araya girip;

-Arkadaşlar, biraz da ilahilerle burayı çınlatmaya ne dersiniz? diye sordu.

Toplulukta belli bir memnuniyet havası oluştu ve İyi olur!' sesleri yükseldi.

-İlk kim başlamak ister?

-Ben! diye heyecanla ortaya atıldı Abdullah. 20 yaşla­rında, düzgün giyimli, hafif sakallı, saç tıraşından kendine iyi baktığı hemen belli olan biriydi. İnşaat Fakültesi 2. sını­fında okuyordu.

-Tamam, başlayabilirsin.

Abdullah, Yunus Emre'nin "Arayu arayu bulsam izini" ilahisini ayrı bir makamda ve çok duygulu bir şekilde söy­lemeye başladı. Doğrusu çok güzel ve yanık bir sesi vardı Abdullah'ın. Dinleyenlerin hepsi duygulanmıştı bu ilahi­den. Abdullah'ın ardından İlyas başladı söylemeye. İslam'a bağlılığı anlatan biraz canlı bir marştı bu. Nakaratlara din­leyiciler de eşlik ederek doğal bir koro oluşturuyorlardı. İl­yas susunca hazırda bekleyen bir başkası devraldı marş söylemeyi. Böylece ara vermeden söylenen marşlar ve ilahi­ler sürüp gitti. Ta ki Muhsin'in gözetiminde hazırlanan meyve tabaklan önlerine gelinceye kadar...

Neşe içinde yenen meyvelerle birlikte tatlı bir sohbete daldı gençler kendi aralarında. Öyle ki zamanın hızla geçti­ğinin farkında bile olmamışlardı. Kadri'nin hatırlatması ol­masa, Öyle sürüp gidecekti sohbetleri... Kadri saatine bak­tıktan sonra oturduğu yerden ''Arkadaşlar!" diye seslendi. Sesler kesilip bakışlar ona yönelince de: dur -Arkadaşlar! Vakit hayli ilerledi. Neredeyse araba bizi almak için geri gelecek. Buradan gitmeden önce bir halay çekip de öyle gitsek nasıl olur? dedi.

Gençler bu teklife olumlu tepki verdi.

-Haydi o zaman eşyalarımızı toplayıp bir yere yığalım da araba gelmeden ortalıkta bir şey bırakmayalım.

Hızla hareket edildi, eşyalar kısa sürede toplanıp bir ağacın altına bırakıldı. Birkaç kişi tüm piknik alanını göz­den geçirip unutulan bir şey olup olmadığını kontrol etti. Herkes kendi üst-başma bakıp kaybettiği bir şeyi var mı diye gözden geçirdi. Tüm bu hareketlerin ardından gençler orta yere geldiler. Birbirlerinin omzundan tutacak şekilde kollarını birleştirdiler. Baştaki iki kişinin söylediği parça eş-liginde halay'a başladılar. Söylenen parça gayet hoş ve an­lamlıydı. Mekke'de çile ve işkence altında inleyen Müslü­manların Hz. Resulullah (sav)'a şikâyetlerini anlatıyordu. Şöyle diyordu söylenen parça:

Habbab Mekke'de daralır durur

Koşar adımla Resul'e varır.

Zulüm, işkence kavurur beni

Kıyam ne zaman Ya Resulullah? Ramda vadisi inler de inler İşkence gören mü'mini dinler Ne zamana dek zulüm, işkence Kıyam ne zaman Ya Resulullah?

Böylece uzayıp gidiyordu. Baştaki iki kişi söylüyor, di­ğerleri tekrarlıyordu. Ayaklar parçanın ritmiyle bir kalkıyor, bir iniyor, oluşturulan çember etrafında dönülüyordu. Halay, ardı ardına söylenen üç marşla sona erdi. Gençler ha­layın hareketliliği sebebiyle terlemiş, kimisi tatlı bir yorgun­luğun etkisiyle kendini yere atmıştı. Yüzlerde mutluluk, gözlerde sevinç parıltıları eksik olmuyordu.

-Haydi arkadaşlar, eşyalarımızı alıp gidelim. Neredey­se araba gelecek.

Kadri'nin bu uyarısıyla herkes eline bir şeyler alıp ara­banın geleceği yere doğru yürüdüler. Son kalan iki kişi, bir yere toplanan çöpleri büyük bir poşete koyup ağzım sıkıca bağladıktan sonra şehirde bir çöp bidonuna atmak üzere yanlarında götürdüler. Bu, Müslümanların bulundukları ve kullandıkları yeri temiz tutma anlayışının bir gereğiydi. Çünkü onlar, temizliği imanın bir gereği olarak görüyorlar­dı. Bu yüzden arkalarında çöp bırakmak onların anlayışıy­la ters düşen bir davranış olacaktı.

Gençler, arabanın geleceği noktaya vardıklarında, uzaktan arabanın da geldiğini fark ettiler. Beş dakika geçmeden yanlarındaydı. Eşyalar yüklendi, gençler yerlerini aldıktan sonra otobüs şehre doğru hareket etti. Otobüste be­lirgin bir sessizlik vardı. Gençlerin üzerindeki tatlı yorgun­luk, yerini rehavete bırakmıştı. Oturdukları koltuklarda şehre dönerken, beraberlerinde güzel ve doyumsuz bir gün geçirmiş olmanın unutulmaz anılarını da götürüyorlardı. Yusuf ise, akşam defterine yazacağı şeylerin hayalini kur­maya başlamıştı bile...

 

9- Bölüm

 

Zaman, önünde bir engel tanımaksızın hızla ilerli­yor, beraberinde insanlara acılar, mutluluklar, pişmanlıklar, ayrılıklar... yaşatarak geçip gidiyordu. Zamanı gelmiş olan­lar ecel şerbetini içiyor, yerini yeni doğan çocuklara bırakı-yordu. Ölüm, geride kalanlara acılar yaşatırken, doğum ise beraberinde sevinç ve mutluluk getiriyordu. Oysa her iki olay da aynı kaynaktan yansıyan emirlerin neticesiydi. Ne­den birisinin sonucunda ağlayış, vaveyla, figan ve gözyaşı hâkim olurken, diğerinde ise sevinç ve mutluluk yaşanıyor, ziyafetler veriliyordu? Ve yine netice itibariyle, ağlayanlar da, gülenler de; hepsi, her şey, herkes Allah'ın değil miydi? Elbette Allah, her şeyin yegâne maliki ve tasarruf yetkisine sahip tek merciydi. Ve Allah, eşyaya verdiği kanun gereği, sırası gelenin ruhunu kabzedecek, diğer taraftan da yine sı­rası gelene can verip onu dünyaya gönderecekti...

"Her şey sırayla" diye mırıldandı Yusuf öğle yemeği için sırada beklerken. Havalar hissedilir derecede soğumuş, koridor ve kantinler öğrenciler için dışarıda dolaşmaktan daha cazip hale gelmişti. Yusuf, bir müddet dışarıda dolaş­mış, yemek kuyruğunun seyrekleşmesini beklemişti. Kuy­rukta fazla beklemeyeceğini tahmin ettiği bir anda da gelip sıraya geçmişti. Kendisi gibi geç kalan birkaç kişi dışında sı­ranın sonunda sayılırdı; ama buna rağmen önünde daha çok kişi vardı. Masalar, hâlâ yemeklerini yiyen öğrencilerle doluydu. Yemeğim bitiren kalkıyor, onun yerine yeni birisi oturuyordu. Bulunduğu yerde bu manzarayı takip eden Yu­suf, tekrar mırıldandı.

-Yaşamak bile sırayla!.. Doğmak sırayla, ölmek sıray­la... İnsanın hayatı, iradesi dışında bir sıranın peşine takıl­mış gidiyor. Bunun da ismi zaman... İnsanı cenderesine al­mış, öğütüp duruyor şu zaman denilen olgu. Ömür defte­rinde kendisine biçilen zamanı tamamlayanlar, zaman mef­humunun, hükümsüz kaldığı bir dünyaya ilk adımını atı­yorlar. Tıpkı rahmetli Said Hocam gibi!.. Allah, mekânını cennet eylesin ve onu nimetleriyle rızıklandırsm. Onu kabir azabından emin kılsın. Âmin!

Hocasını hatırlayınca, gayri ihtiyari gözleri buğulandı. Köye her gittiğinde kendisine nasihat eden, ona doğru yolu gösterip hakkı tavsiye eden hocası yoktu artık. Aniden ra­hatsızlanıp birkaç günlük yatağa bağlılıktan sonra dar-ı be­kaya intikal etmiş, arkasından bütün bir köyü, hatta çevre köyleri gözü yaşlı bırakmıştı. En çok da onu kendi babası kadar seven Yusuf üzülmüştü ölümüne. Resulullah (sav)'ın "Bir mü'min için mutlaka (semadan) iki kapı vardır: Birin­den ameli yükselir, diğerinden de rızkı iner. Bu mü'min ölünce, her iki kapı da ağlarlar" şeklinde haber verdiği üzere, bir müminin ölümüne Yüce Allah (cc)'m bütün iyi yara_ tıkları ağlardı. Hatta, Kur'an-ı Kerim'de Duhan Suresi 29 ayet-i kerimesinde geçen "Ne gök ne yer onların üzerine ağ­lamadı" cümlesini yorumlayan Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi (Rh.a)'m şunları söylediğini hatırladı: "Mefhum-u sarihiyle ferman ediyor ki: 'Ehl-i dalâlenin ölmesiyle insan ile alâkadar olan semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani: Onların ölmesiyle memnun oluyorlar.' Ve mefhum-u işarisiyle ifade ediyor ki: 'Ehl-i hidayetin öl­mesiyle semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyor­lar, firaklarım istemiyorlar.' Çünkü: Ehl-i iman ile bütün kâ­inat alâkadardır, ondan memnundur. Zira iman ile Halık-ı kâinatı bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip, hür­met ve muhabbet ederler. Ehl-i dalâlet, gibi tahkir ve zımnî adavet etmezler.

Ey insan, düşün! Sen ala külli hal öleceksin. Eğer nefis ve şeytana tâbi isen, senin komşuların, belki akrabaların, se­nin şerrinden kurtulmak için mesrur olacaklar. Eğer euzu billahi mineşşeytanirracim deyip Kur'an'a ve Habib-i Rah-man'a tabi isen o vakit semavat ve arz ve mevcudat, herke­sin derecesine nisbeten, senin derecene göre senin firakın­dan müteessir olup manen ağlarlar. Ulvi bir matem ile ve haşmetli bir teşyi ile, kabir kapısıyla girdiğin beka âlemin­de senin derecene nisbeten senin için bir hüsn-i istikbal var olduğuna işaret ederler."

Haberi cuma günü ikindiye doğru öğrenmiş, apar-topar köye gidip cenazeye yetişmek istemişti. Ancak çok istemesine rağmen yetişememişti. Ertesi gün, yani cumartesi günü de Kadri ile Vedat başta olmak üzere beş arkadaşı kö­ye taziye için gelmişlerdi.

Hocanın taziyesi köy camiinde yapılmış ve kalabalık bir insan topluluğu katılmıştı. Diğer köylerden de gelenler olmuştu. Yusuf'un arkadaşlarının taziyeye gelmesi, başta babası olmak üzere tüm köylülerin memnuniyetine sebep olmuştu. Kadri, kalabalığa hitaben "Ölüm ve yaşam" üzeri­ne özetle şöyle bir konuşma yapmıştı:

"Mülk Suresi 2. ayetinde "O, hanginizin daha güzel amel yapacağınızı sınamak için ölümü ve hayatı yaratan­dır" şeklinde ifade edilen hakikat, ölümün yaratılma hik­metidir. Bu nedenle ölüm, mezara konulmakla biten bir ha­yat değil; bilakis 'güzel amel yapma' sınavının verildiği bu fani dünyadan ayrılış, ebedi Ahiret hayatı için bir başlangıç­tır. Hayata ve ölüme böyle bakmak gerekiyor. Dünyanın ya­ratılması ve hayatın varlığı, insanın 'güzel amel yapma' im­tihanından geçmesi için birer vesiledir. Peki, güzel amel ne­dir o halde?

'Güzel amel'; en kısa, en net ve genel tabiriyle 'Yüce Al­lah'a kulluk etmek' olarak açıklanabilir. Çünkü Yüce Allah (cc), Zariyat Suresi 56. ayet-i kerimesinde: "Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" diye bu­yurmaktadır. Kulluk, Yüce Allah (cc)'m birliğine, tekliğine; eşi, benzeri ve ortağı olmadığına; her şeyin evvelinde var olduğu gibi, her şeyin ahirinde de var olacağına iman et­mektir. O, her türlü eksiklik ve noksanlıktan münezzehtir. O, doğmamış ve doğurmamıştır. Tüm kâinatı, canlı ve can­sızları yaratan O olduğu gibi, tüm canlıların rızkını da veren O'dur. O, her sesi işiten, her şeyi gören, her şeyi bilen, insana kendi nefsinden daha yakın olandır.

Böyle bir yaratıcıya iman eden birisi, O'na karşı yapa­cağı kulluğunu zedelememelidir. Yani O'ndan başkasından bir şey beklememeli, O'ndan başkasına kulluk yapmamalı­dır. Rızık, mal, can, evlat vs. korkusu yüzünden Rabbine kulluktan ger durmamalı, kulluğunu zedeleyecek sözler­den, hal ve hareketlerden kaçınmalıdır. Yüce Allah (cc)'ın istediği şekilde kulluğunu yerine getirmiş olanlar, "güzel amelde bulunma" imtihanını başarmış olurlar.

Kulluk, yani güzel amelde bulunma ise; Allah'ın emir ve yasaklarına tam anlamıyla uymak demektir. Böyle bir in­san günahlardan sakınır, haramlara bulaşmaz. Yüce Allah (cc)'ın kendisine helal kıldığı şeylerle yetinerek sevaplarını çoğaltır. Böylece Yüce Allah (cc)'ın sevgisine mazhar olur. Yüce Allah (cc) birisini sevdiğinde, onun sevgisini diğer in­sanların da kalbine koyar. İşte bugün rahmetli hocamızın taziyesinde bizi buluşturan hakikat, onun sevgisi, aramız­dan ayrılışının üzüntüsü, yokluğuna karşı duyduğumuz hasret ise; bu, hocamızın Rabbine karşı iyi bir kul olduğunu ve 'güzel amelde bulunma' imtihanını başarıyla verdiğinin göstergesidir. Allah ona rahmet etsin ve cennetiyle mükâ­fatlandırsın.

Evet; dünya, tam anlamıyla bir imtihan meydanıdır. Dünyadaki her şey, insanı cezbedici ve kendine doğru çekicidir. Yüce Alİah (cc)'ı unutturan çok albenisi vardır dünya­nın. Bu gerçek, Al-i İmran Suresi 14. ayette şöyle dile getiril­miştir: "Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının ni­metleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katandadır."

İşte, kısacık dünya hayatının yine fani olan bu çekicili­ğine aldanmamak lazımdır. Aksi halde imtihanı kaybetmiş, ölüm ile birlikte başlayacak sonsuz bir hayatta hüsrana uğ­rama tehlikesiyle karşı karşıya kalmış olacağız.  Oysa ger­çek hayat, ahiret hayatıdır. Ahiret hayatımızın mamur ol­ması için, dünyadaki amellerimizi mamur hale getirmek zorundayız. Çünkü "Dünya Ahiretin tarlasıdır" diye bu­yurmuştur Resulullah (sav). Yani bu dünya tarlasına ne ekersen, onu biçersin. Tarlasına günah, isyan, büyüklenme, riya vs. ekip haramlarla gübreleyen, tabii ki Ahirette karşı­lığım cehennem azabı olarak biçecektir. Yine tarlasına iyilik, itaat, sevgi, yardımlaşma, hoşgörü, yani kulluk ve güzel amel eken, bunu helallerle gübreleyen birisinin ahirette kar­şılığını sonsuz cennet nimetleri olarak biçmesinden daha doğal ve Yüce Allah (cc)'m adaletine uygun ne olabilir? Çünkü Yüce Allah (cc) AH Imran Suresi 185. ayetinde: "Her insan Ölümü tadacaktır. Kıyamet günü, ecirleriniz size mut­laka ödenecektir. Ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulan kimse artık kurtulmuştur. Dünya hayatı, zaten, sadece alda­tıcı bir geçinmeden ibarettir" derken, Fatır Suresi 36. ayette: "İnkâr edenlere cehennem ateşi vardır. Ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler; kendilerinden cehennemin azabı da ha­fifletilmez. Her inkarcıyı böylece cezalandırırız" demekte­dir. En'am Suresi 32. ayette ise Yüce Allah (cc) dünya ve ahi­ret hayatı arasındaki kıyası şu veciz ifadeyle yapmaktadır:

"Dünya hayatı sadece oyun ve oyalanırındır; ahiret yurdu, sakınanlar için daha iyidir. Düşünmüyor musunuz?"

Tüm bu ayetler bize insanın aslında dünya için değil, ahiret için yaratıldığını göstermektedir. Dünya hayatı ise, sonsuz hayat olan ahiret âleminde kimin cennette, kimin ce­hennemde yaşayacağının anlaşılması için bir imtihan mey­danıdır. Ölüm, bu iki hayat arasında bir geçiş kapısıdır. Dünya hayatı sürdükçe, imtihan da sürecektir. Ölümün ne zaman, nerede geleceği belli olmadığı için her an ölecekmiş gibi ölüme hazırlıklı olmalıyız. Resulullah (sav)'ın "Lezzet­leri anlaştıran ölümü sıkça anınız" tavsiyesi doğrultusun­da, her günü, yaşadığımız son gün gibi hesaplayarak ölüme hazırlık yapmalı ve sonsuz olan ahiret hayatında cenneti kazanmak için Allah'ın emir ve yasaklarına harfiyen uyma­lıyız. Güzel amellerimizi çoğaltıp en güzel şekilde kulluk görevimizi yerine getirmeliyiz."

Kadri'nin konuşmasından sonra gençlere karşı bir hay­ranlık ve sempati oluşmuş, onları evlerine misafir etmek için köylüler arasında adeta bir yarış başlamıştı. Sonunda her biri bir başka köylünün evine misafir olmuş, Yusuf un haricindekiler sabah hep birlikte dönmüşlerdi.

Yusuf, bulunduğu yemek sırasında halen hocasını ve taziyeyi düşünüyordu. Onun böylesine ani gidişi Yusuf u çok üzmüş, bu gidişi her nedense erken bulmuştu. Biraz düşündükten sonra da 'erken' sözcüğünü düzeltmek zorunda hissetti kendisini. Çünkü Yüce Allah (cc)'ın ecel ka­nununda, kimin ne kadar yaşayacağı takdir edilmişti. Me­zarlıklar, her yaşta ölen insanların kabirleriyle doluydu. Bir bebeğin ölümü de, yaşlı bir insanın ölümü de takdir edilen bir ömrün ecel kanunuyla sona erişiydi. Dolayısıyla bir er-kenlikten söz etmek doğru olmazdı. Kim, ne kadar yaşama­sı gerekiyorsa, ancak o kadar yaşayabiliyordu. Çünkü Yüce Allah (cc)'m Yunus Suresi 49. ayette; "Her ümmet için bir süre vardır; süreleri sona erince bir saat bile geciktirilmezler ve Öne de alınmazlar" şeklinde bildirdiği kesin hükmü var­dı. Ama insandı bu!.. İnsan zayıftı, insan aceleciydi ve insan sabırsızdı. Ölüm olgusu ile her gün hemhal olmasına rağ­men, Ölüme karşı bir ünsiyet kazanılmamış, hep acı ve ke­der ile karşılanmıştı... Yusuf bunları düşününce, kendi ken­dine biraz hayıflandı. Çünkü kendisi sıkıldıkça mezarlıkla­rı ziyaret ediyor, oraları en güzel tefekkür alanları olarak görüyordu. Mezarlıklar, insanın nefsiyle baş başa kaldığı, kendisini tanıdığı ve ölüm ile ölüm ötesini düşünebildiği yerlerdi.

Yusuf belki daha çok düşünecekti; ama Vedat onu bu düşüncelerinden ayırdı. Yusuf, yemek kuyruğunda bekledi­ği bir sırada Vedat içeri girmiş, tüm yemekhaneyi gözleriy­le tarayarak onu yemek sırasında bulmuştu. Bir süre ona bakıp aralarında bir telepati olmasını beklemiş; ama Yu­suf un iyice daldığını fark edince, kendisi yanma gitmiş, ko­lunu tutup selam vermişti. Yusuf, yanma kadar gelip kolun­dan tutan Vedat'ı daha önceden fark etmemiş olmasına ha­yıflanarak selamını mahcubiyetle almıştı. Selamlaşmadan sonra Vedat onu bulunduğu yerden çıkararak:

-Gel, biz sıranın sonuna gidelim. Eğer burada durur­sam, arkadakiler benim sıraya kaynak yaptığımı sanacaklar, dur

-Doğru abi. Kendimize öyle bir laf getirmeyelim. Zaten milletin gözü şimdiden üzerimize çevrilmiş durumda...

İkisi gidip sıranın sonunda durdular. Vedat'ın tıp fakül­tesinin kafeteryasına gelip kendisini araması Yusuf u meraki and ırmıştı. Bu yüzden ilk konuşan kendisi oldu.

-Hayrola Vedat Abi, sen buraya pek sık gelmezdin?

-Seni görmek için gelmiştim. Dershaneler tarafına bak­tım, dışarıyı gözden geçirdim, seni bulamadım. Sonra Muharrem'i gördüm. Uzaktan senin kafeteryaya geldiğini gör­müş. Bunun üzerine ben de buraya geldim. Bakıyorum da sona kalmışsın.

-Aslında sona kalmam bugüne has değil. Soğuklar baş­ladığından beri böyle. Çok kalabalık oluyor içerisi. Ben de kalabalık ve gürültüden fazla hoşlanmadığım için genelde böyle sona kalıyorum.

-Haklısın Yusuf. Aynı sebeplerden dolayı çok arkadaş senin gibi davranıyor. Neyse ben fazla kalmayacağım. Öğ­leden sonra dersin var mı?

-İki dersim var; ama son dersin hocası izinliymiş galiba. Aslında ilk derse de girmeyebilirim.

-Yok yok dersine gir, fazla acil bir durum yok. Saat 15.00'te yurtta olursan iyi olur. Biraz konuşacağız.

-Tamam abi, o saatte yurtta olurum inşaallah. Kimin odasına geleyim?

-En uygun oda sizinkisi. Diğer arkadaşlar da oraya ge­lecekler. Ben şimdi gidiyorum.

-Dur Vedat Abi, nereye gidiyorsun? Eminim yemek yememişsindir.

-Doğru, yemedim. Ama benim yemek kartım burada geçerli değil.

-Sorun değil abi. Resulullah (sav), İbn-i Mace'de geçen bir hadislerinde: "Bir kişinin yemeği iki kişiye kâfidir. İki ki­şinin yemeği üç-dört kişiye kâfidir. Dört kişinin yemeği, beş-altı kişiye kâfidir" demiyor mu? Buraya kadar gelmiş­ken seni bırakmam. Ya birlikte yeriz, ya da ben de seninle birlikte çıkar giderim.

-Beni iyice bağladın Yusuf. Ne yapalım, dediğin gibi ol­sun.

-Anlaştıysak, senin sırada beklemene gerek yok. Bir yerde oturup rahatına bak. Ben yemeği alıp gelirim.

-Tamam, ben şuradaki boş masaya oturuyorum.

Anlaştıkları üzere, saat tam 15.00'te öğrenci yurdunda Yusufun odasında toplanmışlardı. Yaklaşık 15 kişi vardı odada. Buraya gelmeden önce yurdun mescidinde ikindi namazını kılmışlar, sonra birer ikişer odaya gelmeye başla­mışlardı. En son Vedat ile Murat gelmiş, içeridekilerle se-lamlaşıp tek tek tokalaşmışlardı. Herkes yerine oturmuş, kendi aralarında sohbete başlamıştı. 5-10 dakika süren bu sohbetin ardından Vedat'ın sesi duyuldu.

-Arkadaşlar, diye başladı. Sohbetinizi bölmek istemez­dim; ama buraya bir amaç için toplandık. Eğer müsaadeniz olursa, başlamak istiyorum.

Diğerleri de zaten bunu bekliyorlardı. Murat ile Vedat ayrı ayrı ulaşabildiklerine buraya gelmelerini söylemiş; ama nedenini söylememişlerdi. Bu yüzden bir merak için­deydiler ve Vedat'ın konuşmaya başlamasından memnuni­yet duymuşlardı. Sesler kesilip dikkatler Vedat'a yönelince, Asr Suresini okuyup tekrar konuşmaya başladı.

-Arkadaşlar! ^Biliyorum, hepiniz niçin toplandığımızı merak ediyorsunuzdur. İstedim ki, kendi aramızda biraz konuşup gerek okul içinde, gerekse de yurtta nasıl hareket edeceğimiz üzerine bir yol belirleyelim. Herkes fikrini ser­bestçe söylesin. Birimizin aklına gelmeyen bir şey, başka bi­rimizin aklına gelebilir. Fikir, fikre kapı açar. Bu yüzden kü­çük de olsa, aklınıza geleni söylemekten çekinmeyin. Tela-huk-u efkâr, yani fikirlerin birleşiminden güzel neticeler el­de edilir.

Vedat, bu kısa giriş konuşmasının ardından sustu ve gözlerini odada kendisini dikkatlice dinleyen gençlerin yüzlerinde gezdirdi. Gençlerin kendisini dikkatle dinledi­ğini görünce sevindi. Kaldığı yerden konuşmasına devam etti.

-Bizler Müslümanız. Elbette bu 'Müslüman' kelimesi sözde değil, özdedir. Yani İslam, en küçük bir boşluk kalma­yacak şekilde hayatımızın her anına nüfuz etmeli, dolayı­sıyla şahsiyetimiz de bu doğrultuda sekilienmelidir. Şimdi kendi içinizden "Nerden çıktı bu? Bizim İslami şahsiyeti­mizde bir eksiklik mi var?" diye düşünceler geçiriyor olabi­lirsiniz. Düşünmüş olsanız da size hak veririm. Çünkü bir­birimizi tanıyoruz ve bu konuda birbirimizden hiç şüphemiz yok. Ama şunu unutmayalım ki, İslami şahsiyet ölün­ceye kadar sürekli yeni kazanırnlarla takviye edilen bir sü­reçtir. Burada bulunan kardeşlerden hiçbirinin "Benim İsla­mi şahsiyetim tamamlandı. Artık alacağım bir şey kalmadı. Ben insan-ı kâmilim" diyeceğini sanmıyorum. Hepimizin haddi hesabı olmayan hataları, hiç küçümsenmeyecek ka­dar eksiklikleri var. Dolayısıyla önce bu konuya Özel bir ehemmiyet göstermeli, iman-amel ilişkisini hayatımızda en güzel şekliyle pratize etmeliyiz. Müslüman gençler olarak en öncelikli vazifemiz budur. Çünkü bizler, okumuş insan­lar olarak her an toplumun gözleri önünde olacağız. Şunu unutmayalım ki, bizim en küçük bir hatamız, İslam düş­manları tarafından -hâşâ- İslam'a mal edilerek bunun pro­pagandası yapılacak ve bu şekilde topluma lanse edilecek­tir. Hiç kimse Yusuf, Abdullah, Vedat, Murat... hata yaptı demez. Şunu iyi bilelim ki, onlar bizim her hatamızı İslam'a mal ederler. O halde bu gerçeği hiçbir an unutmamalı ve buna azami dikkat etmeliyiz. Gerek okuduğumuz fakülte­lerde, gerekse de bulunduğumuz yurtta tevazuumuz, iyi­likseverliğimiz, temizliğimiz, ihtiyacı olanlara yardımcı oluşumuz, güzel ahlakımız, doğruluk, sözünde durma, ah­de vefa... vs. her konudaki ahlaki meziyetlerimizle tam bir örnek kişilik sergilemeliyiz. Öyle ki, sadece bu ahlaki mezi­yetlerimiz ve güzel davranışımızla da olsa, kişiliğimiz bir tebliğ unsuru olmalıdır. Yani dışarıdan bakıp gözlem yapan birisi, herhangi birimizde İslam'ın güzelliğini, ulviliğini, ilahi ligim ve yaşanılabilirliğini; bunun karşılığında İslam'ı yaşamayanlarda da gayri İslami bir hayatın çirkinlik ve beyhudeliğini görebilmeli ve seçimini yapabilmelidir. İsla­mi şahsiyetimizle sergileyeceğimiz örnek bir hayat çizgisi, insanlara İslami bir yaşamı özendirmelidir.

Sanırım bu konuda daha fazla söz sarf etmeye gerek yok. Zaten hepimiz bunun bilincindeyiz. Şimdi de yurtta ve okuduğumuz bölümlerde neler yapacağız, davranışlarımız nasıl olmalıdır, diğer öğrencilerle ilişkilerimizde nelere dik­kat edeceğiz, biraz da bunun üzerinde durmakta fayda var.

Bundan böyle zorunlu olmadıkça arkadaşlarımız, na­maz kılmayan öğrencilerin bulunduğu odalarda kalmasalar daha iyi olacak inşaallah. Galiba şu an itibariyle 5-6 karde­şimiz bu tür odalarda kalıyorlar. Bu meseleye biraz eğilsek iyi olacak. Bulunduğumuz odalarda kalanların tamamının bizim arkadaşlardan olmasına özen göstereceğiz. Ancak bu mümkün olmadığı takdirde; kardeşlerimiz, bizimle birlikte olmayan diğer Müslüman kardeşlerin bulunduğu odalarda kalabilirler. İman ve akidemizin muhafazası; islami şahsi­yetimizin törpülenmemesi; hiçbir eleştiri, kınama veya zor­luk görmeden Müslümanlığımızın gereklerini rahatça yeri­ne getirebilmemiz için Müslüman öğrencilerin bulunduğu odalarda kalmak hem dünya ve hem de ahiretimiz açısın­dan daha hayırlıdır. Böylece gereksiz tartışmalardan, hoş­lanmayacağımız şeyleri görmekten de kurtulmuş olacağız.

Ancak, dışımızdaki diğer Müslüman kardeşlerin oda­sında kalacak arkadaşların uyması gereken bazı hususlar da olacaktır elbette. Bizim anlayış, görüş ve düşünceleri­miz, diğer Müslüman kardeşlerimizden farklı olabilir. Bu

durum asla bir tartışma ve çatışma ortamının oluşmasına zemin oluşturmamalıdır. Görüş ve düşünceler farklı olsa da, temelde Müslüman olmamız itibariyle hepimiz karde­şiz. İhtilaflı meselelerin mevzubahis olmasına katiyen izin vermemeli, ümmetin üzerinde ittifak ettiği konular üzerin­de konuşulmalıdır. Bu son söylediğim husus, sadece yurt hayatı için değil, her zaman ve zemin için geçerli olan bir durumdur. Bütün arkadaşlar bu hususa azami bir şekilde özen göstermelidirler.

Yine söz konusu odalarda kalacak kardeşler, hakkı ve sabrı tavsiye etme hususunda diğerlerine öncülük etmeli, İslam'ı yaşama hususunda örnek bir kişilik sergilemelidir.

Kaldığımız odalarda mutlaka bir düzen ve intizam ol­malıdır. Düzen, tertip ve temizliğimiz bizi diğer öğrencilerden ilk bakışta ayırabilmelidir.

Odalarımızda belli bir saatten sonra ışıklar söndürül-meli, uyumak isteyen arkadaşlara engel olmamalıyız. Uykusu gelmeyen veya ders çalışmak, kitap okumak isteyen­ler çalışma odalarında bu işlerini yapabilirler.

Bildiğiniz gibi kafeteryada televizyon sürekli açık tu­tulmaktadır. Televizyonlarda herhangi bir kontrol olmadığı için her türlü fuhşiyat ve rezillik görüntüleri, normal yaşam stili olarak insanlara sunulmaktadır. Tabii ki burada göste­rilen görüntüler; haramlardan sakınma, günaha girmeme anlayışımızla ters düşmektedir. Elbette kendimizi bundan muhafaza etmek zorundayız. Bu nedenle, zorunlu haller müstesna olmak üzere, kafeteryaya sadece haberlerin oldu­ğu saatte inersek, bizim için daha hayırlı olur. Zorunlu hal­lerde inmemiz gerektiğinde de mutlaka bir kardeşimizle birlikte olmaya özen göstermeliyiz. Bu, hem otokontrol açı­sından, hem de tek olmamızdan cesaret alıp sataşmak iste­yen karşıt görüşlü kimselerin ve İslam düşmanlarının cesa­retini kırma açısından önemli bir tedbirdir.

Bir önemli husus da şudur: Bizim bir şanssızlığımız ya da dezavantajımız mı diyelim, yurdun kız-erkek karma bir yurt oluşudur. Bu da kafeteryayı ortak kullanma sorununa yol açmış durumda. Bu yüzden yemek ve benzeri sebepler­le kafeteryayı kullanma zorunda kaldığımızda, bayanların kısmen seyrek olduğu saatler tercih edilirse daha iyi olur kanaatindeyim. Bu durumda da yine yalnız olmamaya gay­ret gösterip mümkünse birlikte olmaya çalışalım.

Ayrıca gerek komşu odalarımızda, gerekse de alt ve üst katlarımızda kalan öğrencilerden müsaitplanlann odalarını ziyaret edip sohbet edebiliriz. Tabi sohbetimizin temeli İs­lam olmalıdır. Komşuluk haklarına azami dikkat etmeliyiz. Bununla birlikte üst sınıfta okuyan kardeşler kendi bölüm­lerine yeni kayıt yaptıran alt sınıftaki öğrencilere ders ve benzeri konularda yardımcı olup gerekli ilgi ve alakayı gös­termelidirler.

Benim bu konuda söyleyeceklerim bundan ibaret. Mu­hakkak sizin de ekleyecekleriniz, anlamadıklarınız, ya da sorularınız vardır şimdi. Artık sözü size bırakıyorum.

Vedat susup odadakiler içinde konuşmak isteyen olup olmadığına baktı. Bir müddet kimseden ses çıkmadı. Belliy­di ki herkes bir başkasının önceliği almasını bekliyordu. Sessizliğin uzadığını gören Abdullah, utangaç bir tavırla:

-Ben bir şey soracaktım Vedat abi, dedi.

-Tabi Abdullah sorabilirsin.

Abdullah bir-iki kez öksürüp boğazını temizledi. Sora­cağı sorunun içeriğinden miydi, bilinmez yüzü hafifçe kı­zardı. Kısık ve titrek bir sesle sorusunu sordu.

-Şey Vedat Abi, hepimiz biliyoruz ki, sınıflarımızda ol­sun ya da bulunduğumuz fakültelerde olsun tesettürlü, İs­lam'ı yaşayan bacılarımız var. Bunlar herhangi bir konuda bizden yardım istediklerinde ne yapacağız? Bunu sorma­mın sebebi de şudur: Sınıfımızda bulunan tesettürlü bir ba­cı, bugün ders arasında beni çağırıp "Biz Müslüman bayan­lar, kendi aramızda konuştuk. Bir sorunumuz olduğunda sizlere iletmeyi kararlaştırdık. Bunu kabul eder misiniz?" diye sordu.

-Sen ne cevap verdin ona?

-Ben de ona "Buna ben kendi başıma karar veremem. Arkadaşlarımla konuşmam lazım. Muhtemelen size olumlu bir cevap verilir. Ancak olumlu olması durumunda bile bir erkek ile bayanın konuşması uygun düşmeyeceği için bu­nun nasıl olacağı konusunda da size bir cevap verilecektir" dedim.

-İyi bir cevap vermişsin.

-Aslında bunun böyle uluorta söylenmesi belki uygun olmadı. Yalnız olduğumuz bir sırada söyleyecektim; ama bu mesele sadece benim değil, burada bulunan tüm arka­daşların her an, her yerde karşılaşabileceği bir mesele oldu­ğu için burada anlatmayı uygun gördüm. Bu konuda net bir çerçeve çizilip nasıl bir tavır takınacağımız belirlenseydi iyi

-İyi bir konuya parmak bastın Abdullah. O bacının ta­lebini yanıma not alıyorum. İnşaallah arkadaşlarla konuşarak Müslüman bacılarımızın sorunlarının iletilmesi husu­sunda nasıl bir ilişki kurulması gerektiğine karar vereceğiz.

"Onlara karşı tavrımız nasıl olmalıdır?" sorusunun ce­vabına gelince... Aslında bu belli bir durumdur. İslam'ın koyduğu çizgiler 'neyse, bizim de çerçevemiz odur. Ne ek­sik, ne de fazla. Bir erkeğin hangi adla olursa olsun bir ba­yanla yalnız kalması, uzun süreli oturması, dolaşması asla caiz değildir. Nitekim bunun sonucunda.'bazı olumsuz du­rumların yaşandığı, tebliğ adı altında birlikte olan erkek ve bayanın daha sonraları işi batının flört anlayışına kadar gö­türdükleri duyduğumuz hadiselerdendir. Bu konuda bir yozlaşmanın yaşandığı görülüyor. Bu kçtrıuya özellikle dik­kat etmemiz lazımdır. Bununla birlikte onları her an koru­yup gözetme vazifemizin olduğunu da unutmamak lazım­dır. Özellikle İslam düşmanlarının onları rencide etmesine, tesettürlerinden dolayı horlama ve istihzalarına asla müsa­ade etmemeliyiz. Hele fiili bir hakaret söz konusu olduğun­da buna göz yummamız söz konusu olamaz. Kendi öz bacı­larımızı nasıl koruyor, gözetiyorsak, onları da aynı şekilde koruyup gözeteceğiz. Sanırım bu mesele anlaşılmıştır.

-Allah razı olsun Vedat Abi, anladım.

Abdullah susunca, başka birisinin konuşmasına zaman bırakmadan unuttuğu bir şeyi söylemek için tekrar konuştu Vedat.

-Bir de şu var tabi. Acil bir durum, zorunlu bir hal olur da Müslüman bir bacıyla konuşmak zorunda kalırsak, bu konuşma çok kısa tutulmalı ve İslami adap çerçevesinde ya­pılmalıdır.

-Mademki söz bayanlardan açıldı, diye bir giriş yaptı Hakkı adında 21 yaşındaki esmer, siyah saçlı, uzun boylu Diş Hekimliği 3. sınıfında okuyan genç. Açık bayanlara kar­şı tavrımız nasıl olacak? Bilindiği gibi çoğunda haya adına bir şey yok. Bu gibi bayanlar özellikle namaz kılan, İslami bir şahsiyeti olan veya aile terbiyesi güçlü, efendi ve utan­gaç öğrencilere yaklaşmakta ve onların içine düştükleri mahcubiyet ve kötü durumdan adeta zevk almaktadırlar. Bunları hepten bozmak mı lazım, yoksa?!.

Hakkı sorusunu yarım bıraktı ve gerisini "Nasıl yapa­lım?" anlamına gelecek şekilde mimik hareketleriyle tamamladı. Aslında kendisi genel tavrın nasıl olduğunu bili­yordu; ama odadaki gençlerin çoğunluğunu üniversiteye yeni kayıt yapmış gençler oluşturuyordu ve o bu sorusunu aslında onlar için sormuştu bir bakıma. Mevzubahis olan konu 'bayanlar1 olduğu için gençlerin birçoğu hayalarından dolayı başlarını önlerine eğmişler, adeta gözlerini birbirle­rinden kaçırır bir duruma gelmişlerdi. Ama konu önemliy­di ve sürekli karşılaştıkları bir meseleydi. Bu yüzden de Ve­dat'ın vereceği cevabı merakla beklemeye başlamışlardı.

Vedat da sorunun önemini biliyordu. Bu yüzden vere­ceği cevabı önce kafasında iyice toparladı ve derin bir nefes alarak konuşmaya başladı.

-Öncelikle şunu söyleyeyim, diye başladı sözlerine. Kız öğrencilerle herhangi bir diyalog olmamalı, bunun için bile­rek ya da bilmeyerek zemin oluşturulmamalıdır. Tabi mecburiyetleri bundan istisna tutuyorum. İslami yaşantıyı ha­yatımızın her safhasında pratize etmeye çalışan biz Müslü­manların çizgisi budur. Sınırlarımızdaki bayan öğrencilerle diyalog içine girmek, hele hele yalnız ortamlarda bulun­mak, islami anlayışımıza ters düştüğü gibi, iman ve akide­mizde kırılmalara yol açar. Buna çok dikkat etmek lazımdır.

Bayanlarla diyalog içine girmeme gerekliliğinin bir baş­ka sebebi daha var ki, o da şudur: Eskiden beri, İslami olma­yan gruplar ve şu anda da mürted örgüt, kendilerine taraf­tar bulmak amacıyla kızları kullanmışlardır. Bu, son zaman­larda çok daha fazla yapılmaya başlandı. Hakkı kardeşi­mizin de dediği gibi, kendilerinin gayri İslami fikir ve ya­şantıları karşısında en güçlü mukavemet gösteren Müslü­man öğrencilerden bu yolla adam kazanıp aramıza tefrika koymayı hedeflemektedirler. Bazen de bizim ilgilendiği­miz temiz fıtrattı, saf öğrencileri bu metotla tuzağa düşü­rüp onları bizden koparıyorlar. Kızların bu faaliyetleri ha­ricinde, aile terbiyesi almamış, haram ve günahları hiçe sa­yan bazıları var ki, onlar sadece günlerini geçirmek, içinde bulundukları anı yaşamak için, şehevi arzu ve nedenlerle erkekleri bozmaya çalışıyorlar. Bunun örnekleri çoktur. Eminim şimdi aramızda böyle bir hadiseyi yaşamış arka­daşlarımız vardır.

-Doğru, var Vedat Abi. Bunu yaşayanlardan biri de be­nim, diye heyecan ve öfke karışımı bir ses tonuyla konuşmaya girdi Kasım. Bütün gözler, orta boylu, tıknaz, kumral ve yuvarlak yüzlü gence çevrildi. Mimarlık 1. sınıfında oku­yordu. Bu şekilde konuşmaya girmesi ve herkesin ona bakmasından dolayı mahcup oldu. Bunu düzeltmek için:

-Şey Vedat Abi, hakkınızı helal edin. Siz konuşurken, aklıma başımdan geçen bir olay geldi. Ne zaman hatırlasam, istemeden de olsa, işte böyle sinirleniyorum, dedi.

Vedat ona bakıp tebessüm etti.

-Bizimle paylaşmak ister misin? Anlatmak İstemiyor­san, seni zorlamayız tabi.

-Anlatabilirim abi. Okula yeni başladığımız günlerdi. Sınıfımızda çok utangaç, çok temiz fıtrath bir arkadaş var­dı. Birkaç gün içinde onunla yakınlaştık. Namaz kılmıyor­du; ama içinde o istek vardı. Bazen benim namazdan dön­düğümü görünce, "Keşke ben de senin gibi kılabilseydim!" diyerek iç geçiriyordu. Ben de ona; "Eğer istiyorsan, sana öğreteyim, birlikte kılarız" diyordum. Önce tereddütler ge­çirdiyse de sonraları kabul etti.

O sırada başkaları da onu saflarına çekmeye çalışıyor­lardı. Fakat o hiç kimseye yüz vermiyor, sadece benimle arkadaşlık yapıyordu. Onun namaza başlamasıyla beraber, sı­nıfımızda bulunan kızlardan biri onunla alaka kurmaya başladı. Önceleri benim bundan haberim olmadı. Çünkü çok utangaç olduğu için anlatmaya utanıyordu. Kız da be­nimle birlikte olmadığı zamanlan gözetiyormuş demek ki... Tabi bir iki hafta içinde çocukta değişmeler oldu. Na­mazları aksatmaya başladı. Benden kaçtığını hissediyor­dum. Doğrusu pek fazla da önemsemedim. Namaza yeni başladığı için alışamamıştır, diye düşünüyordum. Meğer o sıralarda ilişkileri ilerlemiş, pastanelerde buluşmaya başla­mışlardı. Benden uzaklaşmasını da o kız telkin ediyormuş.

Bir gün onları samimi bir şekilde konuşurken gördüğümde artık iş işten geçmişti.

Kasım sustu. Çok üzüldüğü belli olan bir ruh haliyle Önüne baktı. Sonra derin bir nefes alıp sözünü tamamladı.

-İşte böyle abi. O tertemiz genci böyle bozdular. Bunda biraz da kendimi suçiu buluyorum. Eğer ben onu yalnız bı­rakmayıp ona gereken yardımı yapsaydım, bu durum ol­mayacaktı belki de!..

-Kendini fazla üzme Kasım. Allah'ın dilediğinden baş­kası olmaz. Eğer Allah; hakkında hayır takdir etmişse, Allah'ın izniyle yine dönecektir. Onun için duacı olmak lazım. Senin i u meselen de bize gösteriyor ki, tuzaklara karşı dik­katli olmak zorundayız. Kendimiz uyanık olacağımız gibi, kendilerine tebliğ yaptığımız kişileri de uyarmak zorunda­yız. Bu, bir Hak-Batıl mücadelesidir. Batıl, Hakka galip gel­mek için her yolu mubah görüyor. Günümüzün en cazip, en kolay ve en tehlikeli silahı da bayanların kullanılmasıdır. Bunun önünde durabilmek için her an dikkatli ve uyanık olmalı, şeytanın müdahalesi için en küçük bir gedik dahi bı­rakmamalıyız. Her zaman için Yüce Allah (cc)'m ahirette bizler için hazırladığı nimetleri düşünmeli, dünyevi arzu ve istekleri elimizin tersiyle itmesini bilmeliyiz.

Evet arkadaşlar, başka sorunuz yoksa ben başka bir ko­nuya geçeceğim.

-Benim bir sorum olacak, dedi Yusuf. Malum, çoğumuz yeniyiz. Kime, nasıl davranacağımızı; nerde, nasıl bir tavır koyacağımızı pek bilmiyoruz. Ben Özellikle hocalara karşı nasıl bir ilişki içine girmemiz gerektiğini soracağım. İslam'ı sevenler var, sevmeyenler var. Müslüman olan var, İslam düşmanı olanlar var. Hepsine aynı tavrı göstermemiz ge­rekmiyor herhalde.

Bir de bazen derslerde İslam'a dil uzattıkları oluyor. Mesela geçenlerde Anatomi dersine giren hoca, hücre yapısını anlatırken; "İşte tabiat ananın yarattığı en mükemmel şey bu hücredir. Düşünün, insanın serüveni, bir evrim süre­ci içinde bu hale geldi. Tabiat ana bize lütufta bulunarak maymun olarak kalmak şuursuzluğundan kurtarıp bizi in­san yaptı. Evrim süreci içinde hangi aşamalardan geçtiğimi­zi bilmek zorundayız. Eğer Darvin olmasaydı, halen insa­nın Adem ile Havva'dan geldiği safsatasına inanıyor ola­caktık" gibi mealen hatırladığım, bir inkâr mantığı içinde sözler söyledi. Üniversiteye öğretim görevlisi olma seviye­sine gelmiş bir doçentin böylesi cahilce şeyler söylemesi çok zoruma gitti. Kaç kez "Kalkayım da ona cevabını vereyim" dedim; ama genel tavrı bilmediğim için bir yanlışlık yap­maktan korktum. Bu konuda biraz bilgi verilirse, iyi olur Vedat abi.

-Ben de tam bu konuya geliyordum Yusuf. Her zaman söylediğimiz gibi biz Müslümanız ve insanlara karşı, insan­ca muamele etmek durumundayız. Ama ne yazık ki, insan­ların hepsinin Müslümanlara karşı tavırları insani değil. Bu nedenle bizim de herkese aynı tavrı sergilememiz mümkün değil.

Eğer izin verirseniz, ben kimle, nasıl bir ilişki içinde olacağımızı anlatmak için insanları kategorilere ayıracağım. Öncelikle Müslümanları söyleyeceğim.

Bir defa arkadaşlardan olsun veya olmasın, bütün Müs­lümanlarla sıcak bir ilişki içinde olmalıyız. Onlarla, İslam'ın emrettiği kardeşlik sınırları çerçevesinde, yapıcı bir diyalog kurulmalıdır. Hiçbir Müslümanla tartışmalı ve ihtilaflı ko­nularda müzakere etmemeye, cedelleşmeye girmemeye gayret göstermeliyiz. Eğer irademiz dışında bir tartışma or­tamı oluşursa, bunu bitirmeye karşı taraftan daha çok istek­li olmalıyız.

Beraber oturulduğunda, gezildiğinde veya karşılıklı zi­yaretlerde bulunulduğunda; konuşulacak konular, ümme­tin üzerinde ittifak ettiği meseleler olmalıdır. Bunun dışın­da, amelde, ahlakta, ibadette fayda verecek konular konuşulmalı, bu yönde nasihatler yapılmalıdır. Özellikle gıybet­ten kaçınmalı, ne biz yapmalı, ne de yanımızda yapılması­na izin vermeliyiz. Gıybet ortamı oluştuğu zaman konuyu kapatmaya ya da değiştirmeye çalışmalı, eğer bu yapılamı­yorsa, ortamı terk etmeliyiz.

Müslüman öğrencilere maddi ve manevi her alanda, el­den gelen her türlü yardım yapılmalıdır. Eğer ferdi olarak ihtiyaç duyulan konuda yardımcı olamayacaksak, durum arkadaşlara iletilmelidir.

İslami şahsiyete sahip öğretim görevlileriyle güzel bir diyalog olmalı, ortam müsaitse, bazen odalarına gidip ziya­ret edilmelidirler. İhtilaflı meselelere girilmemesi, ümmetin ittifakla kabul ettiği konuların konuşulması gerektiği husu­su burada da geçerlidir.

Son olarak da şunu söyleyebiliriz: İslami şahsiyetlerin­den dolayı baskı gören, şiddete maruz kalan veya dışlanan öğrenci ve öğretim görevlilerine maddi ve manevi her ko­nuda destek ve imkânlarımız nispetinde dayanışma içinde olmalıyız.

Yukarıda anlattığım şeyler, birinci kategoriye giren in­sanlar, yani Müslüman ve İslami şahsiyete sahip kişilerle ilişkilerimiz hakkındaydı. Eğer bu anîaşıldiysa, ikinci kate­goriye girenlerle, yani İslam'ı yaşamayan, ancak İslam'a düşman da olmayan kişilerle nasıl bir ilişkimizin olması ge­rektiği meselesine geleceğim.

Evet, bu gibi kişilerle diyalogumuz normal olmalıdır. Yani normal insani ilişkiler neyi gerektiriyorsa, öyle olmalı­dır. Bunlara mümkün mertebe nasihat yapılmalıdır. Bir di­yalog olmasa dahi onlara karşı soğuk davranılmamalıdır.

Yine bu kategoriye giren öğretim görevlilerine karşı da yapıcı bir diyalog sergilemeli, onlara karşı davranış ve ko­nuşmalarımızda soğuk olmamalıyız.

Üçüncü kategorimiz ise İslam'a düşman olanlardır.

İslam'a düşman olan kişilerle veya ideolojik gruplarla herhangi bir diyalogumuz olmamalıdır. Zaruri konuşmalar olacaksa da hal-hatır sormaktan öteye geçmemelidir. Bu tip öğrencilerle tartışma ve cedelleşmeden kaçınılmalıdır. Ama akidevi konularda, İslam'a dil uzatmaları durumunda gere­ken neyse yapılmalı ve susturulmalidırlar.

Bu gruba giren öğretim görevlilerine karşı tavrımız da şöyle olacak -Yusuf bu senin sorunun cevabıdır, burayı iyi dinle!- Evet, ne diyordum? İslam'a düşman olan öğretim görevlileriyle de diyalogumuz, öğrenci-öğretici ilişkisini geçmemelidir. Bunlarla gereksiz ideolojik tartışmalara girilmemeli, derslerde İslam'a dil uzatmaları durumunda, işle­rinin ders anlatmak olduğu söylenmeli, İslami değerlere ha­karet etmemeleri gerektiği.hatırlatılmalıdır. Bu öğretim gö­revlilerine ders takıntısı, devamsızlık vs. şeylerle koz veri­lip onlarla muhatap olunmamahdır. Bu tür sorunları olan arkadaşlar varsa da onlara ağız eğmemeli, derslerini kendi çabalarıyla düzeltmeye gayret göstermelidir. Yani hiçbir şe­kilde kendimizi onlara muhtaç bir duruma düşürmeyelim.

Bu konu üzerine de söyleyeceklerim bu kadar. Zamanı­nızı fazla aldım galiba. Eğer sorusu olan. yoksa sohbetimizi bitirebiliriz.

-Derslerimizde bir değişiklik olacak mı, yoksa eskisi gi­bi yapmaya devam mı edeceğiz? diye sordu Ümit.

-Yok, hayır. Bir değişiklik yok. Dersler eskisi gibi de­vam edecek. Önceden nasıl yapıyordüysanız, Risale derslerini yine aynı şekilde yapmaya devam edeceksiniz. Kur"an-ı Kerim dersleri de hakeza aynı şekilde devam ediyor.

-İyi, devam ettiğine sevindim. Çünkü çok hoşuma git­mişti ve epey istifade ediyordum.

Vedat, Ümit'in samimi cevabı karşısında tebessüm etti. Odadaki tüm gençlerde bir suskunluk başlamıştı. Herkes, Vedat'ın söylediklerini zihninde toparlamaya çalışıyor, bel­li ki söylenenleri unutmamak için zihin jimnastiği yapıyor­du. Vedat, bu suskunluk anında gençlerin yüzlerine tek tek bakmıştı. Yüzlerdeki ifade, konuşulanların olumlu bir etki yaptığı yönündeydi. Sohbet sırasında iyi bir atmosfer yaka­lamışlardı. Bu atmosferin etkisi, yüzlerde açıkça okunabili­yordu. Bundan dolayı sevindi Vedat. Kısa bir süre daha bekledi. Kimsenin katılımda bulunmadığını görünce, derse baş­larken okuduğu Asr Suresini yeniden okuyup bitirdi.

Dersin ardından kısa bir müddet odadan ayrılmak iste­meyen gençler, akşam ezanının yaklaştığını hatırlayınca, ki­misi mescide gitmek, kimisi de abdest almak için birer-ikişer çıkmaya başladılar. Odada sadece Vedat, Murat ve oda sakin­leri kalmışlardı. Son olarak Vedat ile Murat da mescide git­mek için çıkmaya hazırlandılar. Vedat oda kapısına vardığın­da Yusuf a seslendi.

-Yusuf! Gel, mescide birlikte gidelim.

-Tamam Vedat Abı, geldim.

Vedat ile Murat, Yusuf u alıp mescide doğru ilerlerken, Vedat:

-Yusuf, yarın akşam müsait misin? diye sordu.

-Nasıl yani, anlayamadım.

-Yani yarın akşam boş musun, herhangi bir işin var mı? demek istedim.

-Yok Vedat Abi, ne işim olabilir ki?..

-İyi o zaman. Kadri Abi seni yarın akşam yemeği için ev­lerine davet etmiş.

-Beni mi?!. İnan ki çok sevindim Vedat Abi. Zaten ben de onların evine gitmek için bahane kolluyordum ne zamandan beridir. Ayrıca Kadri abiyi de özlemiştim. Sözde meslektaşız; ama mübareğin okulda durduğu yok ki!.. Şey, sadece beni mi çağırmış Vedat Abi?

-Ümit ile Rıza'yı da davet etmiş. Onlara da sen söy­lersin.

-Abdullah Abi yok mu?

-Hayır, Abdullah davetli değil.

-Ama Vedat Abi yanlış bir anlamaya sebep olmaz mı? Yani aynı odadan üç kişi yemeğe davet ediliyor, ama birisi dışarıda bırakılıyor.

Vedat Yusuf a bakıp tebessüm etti. Bu ince düşüncesin­den dolayı onu takdir etti. Sevgiyle elini omzuna atıp cevap verdi.

-Hayır Yusuf, inşaallah yanlış anlaşılmaz. Abdullah ol­gun bir arkadaştır. Bu yemeğin sadece üniversiteye yeni ka­yıt yapan arkadaşlara yönelik olduğunu biliyor.

-İyi, rahatladım Vedat Abi. Yalnız bir sorum daha var.

-O nedir?

-Ben Kadri Abinin evini bilmiyorum. Sanırım Ümit ile Rıza da bilmiyorl ardır.                     

-Orasını kafana takma. Sizi ben götüreceğim. Ayrıca sizden başkaları da gelecek. Onları da orada görürsünüz artık.

-Son bir şey daha söyleyeceğim Vedat Abi.

-Evet, söyle bakalım.

-Bizim sınıfta ilgilendiğim bir arkadaş vardı. Hasan! Hani daha önce sana anlatmıştım. Çoktandır namaza başla­mış; ama benden başka henüz kimseyle tanışıp samimi ol­mamış. Onu da getirsek nasıl olur? Bu vesileyle birçok ki­şiyle tanışma imkânı bulur, Müslümanların samimiyetini, İslam'a bağlılığını, ahlakını... kendi gözleriyle görmüş olur. Sanırım onun için çok faydalı olacaktır.

Vedat biraz düşündükten sonra Yusuf un söyledikleri­ne karşılık verdi.

-Bunun için sana hemen cevap veremem Yusuf. İnşaallah bunu yarın söylerim sana. -Tamam Vedat Abi, anlaştık.

 

10- Bölüm

 

Öğleden sonraki ikinci ders de bitince, öğrencilerin çoğunluğu fakülteyi terk etmeye başlamışlardı. Mevsim kış olduğundan günler epey kısaydı ve öğleden sonraki ikinci ders bitmeden ikindi vakti giriyordu.Bu yüzden üçüncü dersi olanlar, ders arasında alelacele mescide gidiyorlar, na­mazlarını eda edip derslerine yetişmeye çalışıyorlardı.

Hava soğuktu. Durmadan esen sert rüzgâr, insanın yü­zünü jilet gibi kesiyor, çoğunlukla gözlerin yaşarmasına sebep oluyordu. Yusuf ile Hasan dersten çıktıktan sonra, fa­kültenin bahçesine inmişlerdi. Havanın soğukluğu, ikisini de kararsız bırakmıştı. Yusuf saatine baktı. Henüz bir saat­ten fazla vakitleri vardı. Hasan'm kendisine baktığını gö­rünce sordu:

-Ne dersin, namazımızı burada mı kılalım, yoksa yurda gidip oranın mescidinde mi kılalım?

-Sen bilirsin; ama bence burada kılsak daha iyi olur.

-Bence de... Namazı vaktinde kılmak çok daha hayırlı­dır. Haydi, o zaman gidelim.

Hasan, Yusuf un yaşındaydı. O da ilk senesinde sınavı kazanmış ve Tıp Fakültesine kayıt yaptırmıştı. Okula başla­dıklarından beri aynı sırada oturmuşlar ve çok geçmeden aralarında güçlü bir arkadaşlık oluşmuştu. İlk zamanlarda namaz kılmayan bu temiz fıtratlı, güzel ahlaklı genç, Yu­suf ta gördüğü güzel meziyetlerden etkilenmiş ve çok geç­meden namaza başlamış, Yusuf tan aldığı kitaplarla da İsla-mi bilgisini ilerletmişti. Beyaz teni, uzuna yakın orta boyu, yeşile çalan ela gözleri, yakışıklı siması ve sportmen vücu­duyla kızlar için bir cazibe merkeziydi. İlk etapta onunla ar­kadaşlık kurmak isteyen kızlar, Hasan'ın yüz vermemesi neticesinde hayal kırıklığı yaşamışlar; sonradan Islami bir hayatı benimseyip yolunu netleştirmesinin ardından da ta­mamen ümitlerini kesmişlerdi. Yusufun arkadaşlığından oldukça etkilenen Hasan, gün geçtikçe gelişme kaydediyor, ondaki İslami şahsiyet gittikçe güçlü bir hal alıyordu. Yusuf, onun diğer Müslümanlarla tanışmasının ve aralarındaki güçlü kardeşlik ilişkilerini bizzat kendi gözleriyle görmesi­nin zamanının geldiğine ve Kadri'nin bu yemek davetine onun da icabet etmesi gerektiğine inanmıştı.

Hasan, Yusufun davet haberini alınca epey sevinmişti. Evleri şehir merkezinde olduğu için ailesinin kendisini me­rak etmemesi için telefon açmış ve akşam gecikebileceğini haber vermişti. Sonra da gün boyu zamanın gelmesi için he­yecanlı bir bekleyiş içine girmişti.

Namazlarını kılıp camiden çıktıklarında saat üçe geli­yordu. Vedat onları saat 3.45'te şehir merkezindeki bir parktan alacaktı. O yüzden aceleyle yurda gitmeleri gerekiyordu. Yurt, fakülteden 7-8 dakikalık bir uzaklıktaydı. Hem yürüyor, hem konuşuyorlardı.

-İnşaallah diğer arkadaşlar da hazırdırlar, dedi Yusuf.

-Diğerleri dediğin kaç kişi olacaklar Yusuf?

-Ümit ile Rıza. Yani bizimle beraber dört kişi olacağız. Ama bizden başka da gelecekler varmış. Şimdilik kim olduklarını bilmiyorum.

-Biliyorsun Yusuf, ben ilk defa böyle bir ortama girece­ğim. Çok istiyorum; ama bununla beraber biraz da heyecanlıyım. Hani nasıl hareket edeceğimi bilmezsem mahcup olabilirim.

-Tek korkun bu olsun Hasan. Doğrusunu istersen, ben de ilk kez öğrenci evinde verilmiş olan bir davete gideceğim. Buna rağmen benim öyle bir endişem yok. Müslüman­lar kardeştirler. Hiç kardeş kardeşe karşı mahcup olur mu? Kendi evinde nasıl rahat ve serbest hareket ediyorsan, ora­da da aynı şekilde davran. Utanılacak, sıkılacak bir durum yok. Beklediğinden çok daha güzel ve sıcak bir ortam bula­cağından emin olabilirsin.

-Biliyor musun Yusuf? Şimdiye kadar nasıl namaz kıl­mamışım, nasıl İslam'dan uzak kalmışım, hayret ediyorum. Bundan önceki hayatıma öyle hayıflanıyorum ki, anlata­mam. Bu hep senin sayende oldu. Sen olmasan... Allah bi­liyor ya, belki de çok daha değişik bir halde olabilirdim. Ha­ni üniversite ortamını biliyorsun. Allah seni vesile kılarak beni islam'la tanıştırdı. Bu yüzden sana hep minnettar kala­cağım. Sen benim için sadece bir arkadaş değil, kardeşten de ötesin.

-Allah razı olsun Hasan. Sen de benim için öylesin. Resulullah (sav) sevdiklerimize sevgimizi izhar etmemizi em­rediyor. Benim de seni çok sevdiğimi biimeni istiyorum. Al-lahu Teala, hidayeti layık olana verir. Sendeki güzellikler­den dolayı, Allah senin İslam'la tanışmanı sağladı. Benim bundaki payım çok az. Ben sadece senin hidayetin için Al­lah tarafından bir vesile kılındım. Eğer Allah senin hidaye­te gelmeni dilemeseydi, benim 3'aptığım hiçbir şey fayda vermeyecekti. Bu yüzden Allah'a çokça şükret ve duaların­da beni de anmayı unutma.

Hasan, ne dese de Yusufun mütevazılığmdan taviz vermeyeceğini biliyordu. Tanıştıklarından beri hayran ol­duğu Yusufun ahlakından en çok da mütevazılık yönünü seviyordu zaten. Bu yüzden daha fazla konuşmadan sustu. Zaten yurdun kapısından giriş de yapmışlardı. Doğruca Yu­sufun odasına çıktılar. Ümit ile Rıza onları bekliyordu. Yu­suf, onları birbirleriyle tanıştırdı. Kitaplarını dolabına yer­leştirirken sordu.

-Fazla bekletmedik İnşaallah Sorusunu Ümit yanıtladı.

-Hayır, biz de yeni geldik sayılır. Rıza ile ikindi nama­zımızı burada, mescidde kıldık. Gerçi Rıza'mn öğleden son­ra dersi olmadığı için erken gelmişti. Benim ise bir dersim vardı. Burada biraz oyalandık, yani sizi fazla bekledik sayıl­maz.

-Evet arkadaşlar, ben de hazırım. İsterseniz çıkalım ar­tık.

-Tamam, çıkalım, dediler hep beraber.

Tam çıkacaklarken Yusuf, Hasan'm elindeki kitapları fark etti. Ona yük olmaması için bir teklifte bulundu.

-Hasan, istersen kitaplarını burada bırak. Ben pazartesi günü sana getiririm. Boşuna sana yük olmasın.

-Aslında ben hafta sonu çalışmayı düşünüyordum; ama bu seferlik kalsın. Seni mi kıracağım? Ben de başka bir derse çalışırım.  

-Tamam, ver kitaplarını. Arkadaşlar, siz minibüs dura­ğına doğru yavaş yavaş gidin. Ben Hasan'm kitaplarını bırakıp arkanızdan yetişirim.

Az sonra minibüs durağmdaydılar. Çok beklemeden minibüs geldi. En son Yusuf bindi. Yusuf bindikten sonra kapıyı kapatan muavine elinde tuttuğu parayı uzatıp ya­vaşça "dört kişi" dedi. Sonra arka koltukta oturan arkadaşlarının yanma gidip oturdu. Minibüs yola çıktıktan sonra Ümit cebinden çıkardığı parayı muavine uzatıp "Buradan dört kişinin parasını kes" dedi. Muavin:

- Ödendi, dedi.

Ümit, Yusufun. erken davranıp yol parasını ödediğini anlamıştı. Gıpta ve serzeniş dolu bir ifadeyle Yusuf a baktı. Yusuf ise söylenecek sözlere muhatap olmamak için hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi başım çevirmiş, pencereden dı­şarıyı izlemeye başlamıştı. Minibüs onları inecekleri yere bı­raktığında saat 15.35'i gösteriyordu. Yusuf ile Rıza önde, Ümit ile Hasan onların arkasında olmak üzere hızlı adım­larla Vedat'ın kendilerini alacağı parka doğru ilerlediler. Parka vardıklarında Vedat'ın kendilerini beklediğini gördü­ler. Selamlaşıp ayaküstü halhatır sordular. Yusuf, onu Hasan ile tanıştırdı. Bu kısa sohbetten sonra Vedat:

-Ben Hasan kardeşle önden gidiyorum. Böylece eve va­rana kadar biraz konuşur, tanışırız. Kaldırımları fazla işgal etmemek için siz de birer-ikişer arkamızdan gelirsiniz. Yal­nız sağa-sola takılıp bizi kaybetmeyin ha! Çünkü biz biraz hızlı yürüyeceğiz ki, akşam namazına zamanında yetişebi­lelim, dedi.

Bu uyarıyla Hasan'm koluna girip yürümeye başladı Vedat. Ümit ile Rıza onların yaklaşık on metre ardından, Yusuf ise ortadaki ikiliden beş metre mesafeyle yürüyordu. Hava oldukça soğuktu. Gençler üşümemek için mont ve ka­banlarının yakalarını kaldırmışlar, fermuarlarını en sona kadar çekmişlerdi.

Saat 16.00'ya ulaştığında gidecekleri evin sokağına var­mışlardı. Vedat ile Hasan arkadan gelenlerin yaklaşmaları için biraz bekleyip binaya girdiler. Üç daire üzerine inşa edilmiş eski binanın dördüncü katındaki 12 numaralı daire­nin kapısına vardıklarında biraz soluklandılar. Arkadan ge­len gençler de merdiveni çıktıklarında, Vedat zile arka arka­ya üç kez bastı. Çok geçmeden kapı Zekeriya tarafından açıldı. Gelenler içeriye alındı. Gençler, ayakkabılarını he­men kapı yanında bulunan ayakkabılığa bıraktıktan sonra antreyi geçip salona geldiler. Yusuf ile Hasan hiçbir ayrıntı­yı kaçırmadan her şeyi gözlemlemeye çalışıyorlardı. Salon­da Ramazan ile Muhsin onları bekliyordu. Sıcak bir selam­laşmanın ardından hararetle musafahalaştılar. Vedat Muh­sin'e takılarak;

-Muhsin, biz donmak üzereydik; ama senin bu sıcak tebessümün içimizi ısıttı.

-Haydi haydi, montlarınızı çıkarın da içeriye geçin. Herkes sizi bekliyor.          

Gençler, mont ve kabanlarını salondaki askılığa asıp Muhsin'in gösterdiği odaya geçtiler. İçende Kadri'nin dışında beş kişi daha vardı. İlyas'm dışındakiler öğrenci olmayıp genelde esnaf, işçi veya memurdular. Bunlar, Kadri'nin ken­dilerine İslam'ı anlattığı ve onlarla birlikte ders yaptığı Müs-lümanlardı. Vedat ve beraberindekilerin odaya girmesiyle içeridekiler ayağa kalktılar. Aynı sıcak selamlaşma ve hara­retli musafahalaşma burada da yaşandı. Diğer misafirlerin arasında İlyas'm da olması, Yusuf için güzel bir sürpriz olmuştu. Uzun zamandır görmediği arkadaşını sevinç ve mut­luluk dolu duygularla selamladı. İlyas'tgn da aynı şekilde karşılık geldi. Gençler oturduktan sonra birbirleriyle tanış­mayanlar tanıştırıldı. Karşılıklı merhabalaşmalar ve hal-hatır sormalar yapılırken, Ramazan kapıyı araladı ve herkesin du­yacağı bir sesle:

-Arkadaşlar! Abdesti olmayanlar sırayla gelsinler! dedi.

Abdesti olmayanlar hazırlık yaparken, Yusuf bulun­dukları odayı gözden geçirmeye başladı. Büyükçe bir oday­dı. Duvar kenarlarına karşılıklı iki kanepe yerleştirilmişti. Duvarların kanepelerden arta kalan kenarlarına minderler, onların üzerine de sırt yastıkları dizilmişti. Yerde pahalı ol­mayan kilimler vardı. Odanın ortasına gelmeyecek şekilde, daha çok kapıya yakın bir yere konulmuş olan kömür soba­sı, odanın ısınmasını sağlıyordu. Duvarlara yer yer asılan, nefis hat sanatlarıyla işlenmiş ayet ve besmelelerin oluşturduğu levhalar, odanın dekoruna ayrı bir güzellik katıyordu. Yusuf u en çok hayrette bırakan şey ise odaya giriş duvarı­nın sağdaki duvarla birleştiği köşeye konulan birbirine bi­tiştirilmiş iki ayrı kitaplığın beşer raftan oluşan tüm rafları­nın kitapla dolu olmasıydı. Çeşitli ebatta ve büyüklükte, ciltli-ciltsiz kitaplar özenle dizilmişti. Belli ki, ev sakinleri bu kitaplara özel bir önem gösteriyorlardı. Kitaplığın üst ra­fına konulan kırmızı ciltli kitaplar ilk bakışta dikkatleri çe­kiyordu. Yusuf bunların Risale-i Nur Külliyatı olduğunu bi­liyordu. Odanın en lüks yeri kitaplıktı, bunun dışında gayet sadeydi. Buna rağmen içten, insana huzur veren ve insanın içini ısıtan bir atmosfere sahipti.

Yusuf un dikkatini en çok odanın, daha doğrusu içeri girdiklerinden beri evin bölümlerinden gördüğü yerlerin temizlik ve düzeni çekmişti. Her şey yerli yerindeydi ve hiçbir dağınıklık göze çarpmıyordu. Doğrusu, bayanların olmadığı, sadece genç erkeklerin yaşadığı bir evde böylesi­ne bir temizlik ve düzenin olacağını beklemiyordu. O bun­ları düşünürken, birkaç kişi abdest almak için odadan sıray­la çıkmış, abdest aldıktan sonra da geri dönmüşlerdi. Ra­mazan, tekrar içeri girip abdest almak isteyen olup olmadı­ğım sordu. Cevap gelmeyince de:

-Abdest alacak kimse kalmadığına göre, mescide geçe­biliriz, dedi.

"Mescid" lafını duyduklarında misafirlerin hepsi şaşır­mıştı. Kadri, onların şaşkınlığını görünce, gülümseyerek açıklamada bulundu.

-Dışarıya çıkmayacağız arkadaşlar. Biz evin bir odasını sadece namaz kılmak ve Kur'an-ı Kerim okumak için kulla­nıyoruz. Bu yüzden oraya mescid adını vermişiz. Zaten git­tiğimizde görürsünüz. Haydi gidelim. Ya Allah!

Mescid olarak kullanılan odaya geldiklerinde, gördüğü şeylerden dolayı Hasan'ın içi içine sığmıyordu. Yerler, ay­nen mescidlerde olduğu gibi farklı halılarla kapatılmıştı. İçerisi bir elektrik sobasıyla ısıtılmıştı. Kıble yönündeki du­vara, imamın durduğu yerin karşısına gelecek şekilde, mih­rap olduğunun anlaşılması için yeşil bir seccade asılmıştı. Seccadenin üzerinde güzel bir Kabe motifi vardı. Kıble du­varının sağ duvarla birleştiği köşegene tutturulan rafa çeşit­li ebatlarda mealli ve mealsiz Kufan'lar yerleştirilmişti. Bu odanın duvarlarında da levhalar vardı. Bunun dışında sol duvara asılmış bezden bir Mescid-i Nebevi tablosu, odaya ayrı bir sıcaklık ve güzellik katmıştı. Mihrap görevi gören yeşil seccadenin yanındaki üçlü plastik askıya beyaz ku­maştan dikilmiş bir cübbe ve beyaz bir sarık asılmıştı.

Herkes odaya gelince, Ramazan kamet getirdi. Muhsin de namazı kıldırmak için öne geçti. Cübbeyi üzerine giyip sarığı sardı. Ellerini kaldırıp 'Allahümme rabbe hazihi daveti't-tamme...' duasını okuduktan sonra tekbir getirip na­maza başladı.

Huşu içinde kılman akşam namazı bitmiş, farza bağlı müekked sünnet ile nafilelerden olan Evvabin namazı kılın­mıştı. Namaz sonrasında yine oturma odasına geçtiler. Ha­san, mescid olarak kullanılan bu güzel odadan istemeye is­temeye ayrıldı. Böylesi bir ortamla karşılaşacağım hayal da­hi edememişti. Ama gerçekti işte.

-Müslüman gençlerin yaşadığı bir ev, ne güzel bir or-tammış meğer!., diye geçirdi içinden. Ben bu sıcaklık ve iç­tenliği kendi evimde bile göremedim şimdiye kadar. İlişki­ler ne kadar güzel, ne kadar kardeşçe, ne kadar tabii ve ne kadar samimi!.. Dur bakalım, bu daha başlangıç. Allah bilir daha neler göreceğim.

Oturma odasına gelip herkes yerine oturduktan sonra Muhsin herkese hitaben:

-İnşaallah fazla acıkmamışsınızdır arkadaşlar. Yemek ancak yatsıdan sonra hazır olacak. Hesapta olmayan bir ak­silik oldu ve yemek tam pişecekken tüp bitti. Hakkınızı he­lal edersiniz inşaallah.

Odada "helal olsun!" sesleri yükseldi. Zaten misafirle­rin çoğunun aklında yemeği ne zaman yiyeceklerine dair bir soru yoktu. Onlar, misafirdiler ve ev sahipleri ne zaman hazırlasalar, yemeği o zaman yiyeceklerdi. Çoğunluğunu yurtta kalanlar teşkil ettiği için geç yemeğe alışkındılar. Bu yüzden hiçbirisinin dert ettiği yoktu bunu.

Bu zaman boşluğu Kadri'nin işine gelmişti. Vedat'la konuşacakları olduğundan bu onun için fırsattı. Muhsin'in özür beyan etmesinin ardından gençlere:

-Anlaşılan yemeği yatsı namazından sonra yiyeceğiz arkadaşlar. Bu da iyice tanışıp kaynaşmanız için bir fırsattır. Benle Vedat çıkıp sizi yalnız bırakacağız. Siz de bu arada konuşursunuz, dedi.

Kadri ile Vedat odadan çıkıp mescide gittiler. Sobanın fişini prize takıp yanında oturdular. Kadri, Vedat'ın yüzüne bakıp tebessüm ederek: -Sorduğun meselelerin cevaplarını konuşalım, dedi.

"Cevaplar" sözünü duyunca, yüzü aydınlandı Ve­dat'ın. Cevapların erken gelişine sevinmişti. Vedat, yapısı itibariyle fazla beklemekten hoşlanmazdı. Bir meseleyi ilet­tiğinde, bunun mümkün olan en kısa zamanda sonuçlandı­rılmasını isterdi. Kadri, onun bu özelliğini bildiğinden elini çabuk tutar, onu bekletmemeye çalışırdı.

Vedat'ın sevindiğini gören Kadri, küçük bir kâğıda yaz­dığı ve sadece kendisinin anlayabileceği bir-iki kelimelik hatırlama notlarını sırasıyla anlatmaya başladı.

-Birinci mesele, Müslüman bacıların sorunlarını veya iletmek istediklerini ne şekilde iletecekleri meselesiydi. Bu, gayet mühim bir meseledir. Bayanlarla erkeklerin velev ki kısa bir meselenin izahı için bile olsa, .tyr araya gelmeleri uygun düşmez. Bu, şeytanın özgürce cirit attığı en verimli ortamdır.

Öyleyse biz nasıl hareket etmeli, bayanların sorunların­dan ne şekilde haberdar olmalıyız?

Bunun çözümü şudur: Eşi de aynı zamanda üniversite­de okuyan Salih kardeşimiz bir köprü olacak. Yani Müslüman bayanlar sorunlarını Salih'in eşine söyleyecekler, Salih de bize iletecek. Cevaplar da yine aynı yolla bayanlara gö­türülecek. Aynı zamanda kız öğrencilerden namaz kılıp açık olanlar olduğu gibi, namaz kılmayıp gayet terbiyeli ve hayâlı olanlar bulunmaktadır. Bu tip öğrencilerle yine Salih kardeşimizin eşi vasıtasıyla örtülü bayanların ilgilenmesi sağlanır.

-Peki, Abdullah'tan cevap bekleyen bacının durumu ne olacak? Abdullah'ın ona bir şey demesine gerek var mı?

-Hayır, bir şey demesine gerek yok. Zaten Salih karde­şin eşi gidip kendisini görecek. Ama eğer buluşma gerçekleşmeden gelip Abdullah'a "O mesele ne oldu?" diye sorar­sa, "Bir bayan gelip sizi görecek" desin.

-Tamam. Bu iyi oldu işte. Doğrusu Salih'in durumu ak­lıma hiç gelmemişti. Eşinin de üniversitede okuduğunu tamamen unutmuştum.

-Vaktimiz dar, gençlerle ilgilenmek gerekecek. O yüz­den diğer meselelerin de cevaplarını çabucak vereyim de kalkalım.

-Kulağım sende, bekliyorum.

Kadri, Vedat'ın kendisine iletmiş olduğu meselelere tek tek cevap verdi. Bu meseleler, genelde yurtta kalan Müslü­man öğrencilerin sorunları, istekleri, önerileri; ya da ders­lerde karşılaşılan sorunlar, sınıflarında ve bölümlerinde karşılaştıkları sorun ve sıkıntılar vs. gibi şeylerdi. Kadri bu meseleler üzerinde Vedat'la istişare ediyor, sorunların bir kısmını onlar kendi aralarında hallediyordu. Kadri, çözüm getirilemeyen karmaşık sorunları ise ayıklayarak bunları çözüm için başka arkadaşlarına sunuyor, çözümü onlar ve­riyordu.

Konuşmaları yatsı namazına kadar sürdü. Ramazan kapıyı tıklatıp içeri girdiğinde işlerini bitirmiş ve toparlanmışlardı. Ramazan:

-Eğer müsaitseniz arkadaşları namaz için çağıralım, de­di.

-Tabi tabi. Gelsinler, biz de hazırız.

Ramazan çıkıp diğerlerine haber verdi. Yatsı namazı da Ramazan'm müezzinliği, Muhsin'in imamlığında kılındı. Tesbihat ve duanm ardından Muhsin'in güzel bir makamla okuduğu 'Mülk Suresi', gençlerin gönüllerini coşturmuş, bu ilahi sözlerin ahengi onları mest etmişti. En çok da Ha-san'dı tüm bu olanlardan etkilenen. Nasıl etkilenmesin ki?!. Daha düne kadar namaz kılmayan, İslam'dan uzak yaşa­yan; ancak bunun eksikliğini yüreğinde her an hisseden bu genç, şimdi hayalini bile kuramadığı bir atmosferin tam or­tasında bulmuştu kendisini. Burada gördükleri, onun önce den sıkça duyduğu "İslam bu asırda yaşanmaz" safsatasını uyduranlara tokat gibi çarpıyor, görmek istemeyen gözlere parmağını sokuyordu. İslam'ın ta kendisiydi burada gör­dükleri. Yusufun kendisine verdiği kitaplarda okuduğu şeyler; yani ahlak, edep, kardeşlik, fedakârlık, ibadet vs. her şey fazlasıyla vardı burada. Bu ev, İslam toplumunun bir prototipiydi adeta. Demek ki yaşanabiliyordu İslam. Hem de ilk günkü gibi canlı ve dipdiri... Aynı canlılık ve dirilik yarın, öbür gün ve kıyamete kadar da devam edecekti.

Namazın ardından yine oturma odasına geçtiler. Zeke-riya, ortaya kalın bir muşambadan uzunca bir sofra serdi. Ardından Kadri dâhil, ev sahiplerinin hareketli; ama bir o kadar da neşeli hazırlıkları başladı. Her biri bir şey getiri­yor, diğerine iş bırakmamak için hızlıca hareket ediyor ve önce kapmak için çaba sarf ediyordu. Zaman zaman birbir­lerine takılıyorlar, hızlı hareket etmediği için işi elinden alı­nanlar, alanlara sitem ediyor, ortaya izlenmesi haz veren güzel bir manzara çıkıyordu. Misafirlerden bazıları kendilerini tutamayıp onlara yardım etmeye çalıştıysalar da, ev sa­hiplerinin esprilerle süsledikleri yardımı ret istemleri mec­buren kabul edilmek zorunda kaldı.

Yemek, etsiz bir kuru fasulye ile bulgur pilavından olu­şuyordu. Yanında yeşil soğan, turşu ve ayran da vardı. Gençlerin eli, bir öğrenci evi için lüks sayılabilecek yemeğe iştahla uzandı. Birlikte olmanın ve kardeşliğin oluşturduğu sıcak bir ortamdan mıydı, yoksa aşçının ustalığı mıydı bi­linmez; ama yemek hakikaten nefis olmuştu. Özellikle yurt yemeklerinden kendilerine gına gelmiş gençler, bu yemek­ler karşısında takdirlerini sıralamaktan geri durmadılar. Övgüye ilk Vedat başladı.

-Maşaallah! Allah'ın verdiği bu güzel nimetleri, damak zevkimizi ihya edecek hale dönüştüren bu usta aşçıdan Al­lah razı olsun. Evden ayrıldığımdan beri böylesine güzel bir yemek yememiştim doğrusu.

Vedat'tan sonra diğer misafirler methiyelerini sıralama­ya başladılar. Yemeğin aşçısı Muhsin ise bu aşırı övgülerden sıkılma noktasına gelmişti. Konuyu değiştirmek için;

-Arkadaşlar, yemeği bol bol yemeğe bakın. Çünkü Ri-yazü's-salihin'de geçen bir hadise göre Resulullah (sav) şöyle buyurmaktadır: "Kul üç şeyden sorguya çekilmez: Sa­hur yemeğinden, İftar yemeğinden ve dost ve kardeşleriyle yediği yemeklerden." Bu durumda ne kadar yersek yiye­lim, bizim için bir sorumluluğu yoktur. Bu yüzden yemeği­nizi yemeye bakın. Siz konuştukça yemek azalıyor, ona gö­re. Aç kalırsanız karışmam, dedi.

Vedat, Muhsin'in söylediklerini desteklemek için;

-Doğru, ben de aynı kaynakta başka bir hadise rastla­mıştım. O hadiste de Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Kul, kardeşleriyle (dostlar) beraber yediği şeylerden hesa­ba çekilmez." İşte gördüğünüz gibi Yüce Allah (cc) bize ne kadar rahmet etmiş ve ne kadar büyük nimetler vermiştir! Bizim yediğimiz yemeklerin çoğu ya sahur, ya iftar ya da kardeşlerimizle birlikte yediklerimizden oluşuyor. Müslü­man olduğumuz için Yüce Allah (cc)'a ne kadar hamd etsek azdır.

Konunun dağıldığını gören Ramazan söze karıştı.

-Rahat olun arkadaşlar. Muhsin abinin 'yemek yok' de­diğine bakmayın. O tedbirlidir, bir o kadar insanı daha doyuracak yemek var.

Vedat'ın susmaya niyeti yoktu. Yaratığı bir espriyle Ra­mazan ile Zekeriya'ya takıldı.

-Yahu ben de hep merak ederdim şu bizim yurdun de­mirbaşları olan Zekeriya ile Ramazan niçin yurttan ayrıldılar diye. Meğer sebebi Muhsin abinin leziz yemekleriymiş. Şimdiye kadar nasıl düşünemedim? Ah kafam!..

Vedat'ın bu esprisine hem misafirler, hem de ev sahip­leri güldüler. Ramazan bu ithamdan kurtulmak için topu Zekeriya'ya attı.

-Durumu sen anlat Zekeriya! Niçin ayrıldığımızı iyice anlatmazsak Vedat abinin ithamından kurtulamayız.

Zekeriya su içtiği bardağı sofraya bırakırken konuştu.

-Aslında sebeplerden bir tanesi Muhsin abinin aşçılığı. Malum, bu gidişle daha uzun yıllar bekâr yaşayacağız. Bu müddet boyunca her gün yumurta ve makarnaya talim edeceğimiz yok ya! Muhsin abinin zengin yemek kültüründen talim almaya geldik. Fena da olmadı hani. Yavaş yavaş çı­raklıktan çıkıyoruz. İyi değil mi yani?

Muhsin bu konuşmaları durduramayacağını anlamıştı. Bu yüzden yemeğini aceleyle yiyip sofradan kalktı. Mutfa­ğa gidip çay için su koydu. Yemek halen devam ediyordu ve karşılıklı esprilerin şen ve neşe dolu sesleri ta mutfağa kadar geliyordu.

Muhsin, Müslüman kardeşlerine hizmet etmeyi sevi­yordu. Çalışkan ve yerinde durmayan bir yapısı vardı. Bu yüzden, bugün nöbet sırası olmamasına rağmen bütün ye­mek yapım işini üstlenmişti. Asıl nöbetçi olan Zekeriya ıs­rar etmesine etmiş; ama cüzi bir yardımdan öte bir faaliyet­te bulunamamıştı. O, yaptığı hizmetleri uhrevi kazanç elde etmek için yapıyordu. Bu yüzden yaptıklarından dolayı övülmeyi hiç sevmiyordu. Arkadaşları da onun bu yönünü bildikleri için sırf takılmak amacıyla onu övmekten geri durmuyorlardı. Şüphesiz bunun sebebi, f/uhsin'in herkes tarafından seviliyor olmasıydı.

Az sonra herkes doyup sofradan kalkmıştı. Kadri, çok önceden doymasına rağmen, ev sahibi olması hasebiyle mi­safirlerin rahat bir şekilde yemeklerini yiyip utanmamaları için en sona kadar sofrada kalmıştı. Yemekten sonra aynı hareketlilik bu kez sofrayı kaldırmak için yaşandı. Sofra kaldırılırken, îlyas çaktırmadan Yusuf u çağırıp onu mutfa­ğa götürdü ve ikisi bulaşıkları yıkamak için hazırlık yapma­ya başladılar. Bu hareketlilik içinde onların niyetini son an­da fark eden Zekeriya:

-Vay vay vay!.. Hele şunlara bakın!.. Bizim bir hayır ka­zanma hesabımız vardı, onu da bu kaçaklar kapacaklar. Öy­le yağma yok. Siz çekilin bakalım kenara, dedi.

İlyas ile Yusuf un çekilmeye niyeti yoktu. îlyas diretti.

-Ama Zekeriya Abi, bizim de bu çorbada bir tuzumuz olsun.

-Siz zaten davete icabet etmekle yeteri kadar tuz attınız. Bu bizim işimiz. Kadri Abi duyarsa üzülür.

Bu kez Yusuf direnmek istedi.

-Bir-iki kap kaçak yıkamaktan ne zarar gelir ki abi? Mü­saade edin de biz yıkayalım.

-Olmaz Yusuf kardeşim, olmaz. Siz misafirsiniz, biz de ev sahibi. Herkes kendi rolünü oynayacak.

-Tamam, sen de bize yardım et,*üçümüz yıkayalım. Hem bize göstermiş olursun.

Kapıda durup konuşmalara şahit olan Ramazan ile Kadri, Yusuf un son sözlerinden sonra mutfağa girdiler. Kadri, yüzüne yapmacık bir kızgınlık ifadesi vererek:

-Ne oluyor, bunlar niçin mutfağımıza kadar gelmişler? dedi.

-Bulaşıkları yıkamak istiyorlarmış, diye karşılık verdi Zekeriya.

-Bak sen! Ramazan, sen bu kardeşlerimizi odaya götür ve başlarında bekle ki, bir daha mutfağa gelmesinler.

Kadri'nin gerçekten kızdığını sanan iki genç, istemeye istemeye mutfaktan çıktılar. Daha mutfak kapısının yanındayken Kadri ile Zekeriya'nın arkalarından güldüklerini duydular. Dönüp onlara baktıklarında, Kadri'nin kollarını açmış bir şekilde sevgiyle gülerek kendilerine doğru geldi­ğini gördüler. Az evvel kendilerine kızan, şimdi de sevgi dolu bir yüz ifadesiyle gülerek kendilerine doğru gelen Kadri'nin bu tavırlarına bir anlam veremediler. Şaşkınlıkla­rı, Kadri'nin onlarla en samimi, sıcak ve dostane duygular­la musafaha etmesiyle doruğa ulaştı. Onların bu şaşkınlığı­nı fark eden Kadri:

-Size kızacağımı mı sandınız be Müslümanlar?!. Ben Müslüman kardeşlerime nasıl kızarım? Baktım, sizin çıkmaya niyetiniz yok, bizim de misafirleri çalıştırma âdetimiz yok. 'Ne yapayım?' diye düşünürken aklıma bu numara geldi. Eğer kalbinizi kırdıysam, hakkınızı helal edin, dedi.

Yusuf ile Ilyas bu numarayı yutmuşlardı. Hatta Kad-ri'nîn kendilerine gerçekten kızdığını sanarak biraz da üzülmüşlerdi. Şimdi ise meselenin anlaşılmasıyla rahatla­mışlardı. Bu duygular içinde:

-Helal olsun Kadri Abı, dediler.

-O zaman siz odaya gidin de rahatınıza bakın. Biz de işimizi bitirip geliyoruz.

Böylece Yusuf ile İlyas'm bu teşebbüsleri ustalıkla püs-kürtülmüştü. Gençler, çaylarını içmişler, tatlı bir sohbetin akışına kaptırmışlardı kendilerini. Çoğu öğrenci oldukları için okul ve dersler üzerinde de konuşuluyordu. Ama soh­betin ana konusu bu değildi elbette. İslam, Müslümanların durumu, Asr-ı saadetten Örnekler, sahabelerin Örnek kişiliği ve en önemlisi de Yüce Allah (cc)'m yegâne güç ve kudret sahibi olduğu gerçeği, sohbetin temelini ve neredeyse bütü­nünü oluşturuyordu. Burada boş sözler, gıybet, bayağılık yoktu. Büyüğün küçüğe karşı gururlanması, bilgelik tasla­ması ya da sözlerini hafife alması gibi bir durum yoktu. Bi­lakis, herkesin konuşması, sohbete iştirak etmesi, bildikleri­ni anlatması, bilmediklerini sorup öğrenmesi için gerekli ortam hazırlanıyordu. Böyle bir ortamda Yüce Allah (cc)'ın onları rahmetiyle bürüdüğü ve meleklerin etraflarını kuşattığından da kuşku yoktu. Çünkü Müslim ve Tirmizi'de ge­çen bir Hadis-i Şerifte, Ebû Müslim el-Eğarr diyor ki: Ben şehâdet ederim ki, Ebû Hüreyre ve Ebû Said (r.anhuma) Re-sulullah (sav)'m şöyle söylediğine şehâdet ettiler. "Bir ce­maat oturup Allah'ı zikrederse, mutlaka melekler etrafları­nı sarar. Allah'ın rahmeti onları bürür, üstlerine sekine iner ve Allah onları yanında bulunan büyük meleklere anar." İş­te onların durumu bu hadisin kapsamryla bire bir örtüşü-yordu. Bundan da en çok faydalanan Hasan'dı şüphesiz. Konuşulanların bir kelimesini dahi kaçırmamak için tüm dikkatini veriyor, kafasına takılanları da ardı ardına soru­yordu. Soruları genelde Kadri cevaplandırıyordu. Ama ba­zen Kadri'nin, "Muhsin Abi buna daha iyi cevap verir" di­yerek Muhsin'in anlatmasını istediği de oluyordu.

Kadri, bu kadar Müslümanin bir araya toplanmış olma­sını fırsat bilerek Müslümanlara iletilmesi ve Müslümanlar tarafından uygulanması gereken bir konuyu hatırlatmayı uygun buldu. Bu konu, Müslümanlar tarafından tavsiye edilen ziyaretleşmelere teşvik konusuydu. Kadri, sohbetin koyulaştığı ve İslam üzerine konuşulduğu bir anda;

-Arkadaşlar! dedi. Her birimiz; içinde bulunduğumuz makam, mevki ve ekonomik durum nasıl olursa olsun kendimizi, çocuklarımızı, akrabalarımızı, komşularımızı ve toplumumuzu cehennem ateşinden kurtarmak için azami gayret sarf etmeliyiz. Bu bağlamda Kur'an-ı Kerim ve sün­netten niçin uzaklaştığımızı düşünmeliyiz. İslam'ı neden amellerimize yansıtamadığımızı, ümmetin başına gelen be­la ve musibetlerin nedenini tefekkür ederek İslami mükelle­fiyetimizi birbirimize anlatmalı, hatırlatmalıyız. Bunun için de akraba, komşu ve diğer insanlarla iç içe olmalı ve bu or­tamı oluşturmak için gerekli vesilelerden faydalanmalıyız.

İster işçi-memur, ister esnaf-sanatkâr, ister tüccar-çiftçi, ister öğrenci olalım her birimizin bulunduğumuz ortamın dışındaki insanlarımızla kaynaşmak için de özel ziyaret programları olmalıdır. Buna göre;

Akrabaların yani anne, baba, kardeş, bacı, amca, hala, dayı, teyze, yeğenlerin ziyaretlerine ziyadesiyle önem verip bunu düzenli olarak devam ettirmeliyiz.

Komşularımıza özel ilgi göstererek halhatırlarmı so­rup sorunlarıyla ilgilenmeliyiz. Bununla birlikte eş-dost ziyaretleriyle dostluklarımızı pekiştirmeliyiz.

Mağdur, yoksul, sahipsiz, ilgisiz kalmış insanları ziya­ret edip kendilerine teselli vermeli ve ihtiyaçlarını karşıla­maya çalışmalıyız.

Yetimlerin ziyaretine çok Önem vermeliyiz. Bu bağlam­da komşuluğumuzda, semtimizde veya başka bir semtte bulunan yetimleri tespit edip ziyaret ederek şefkat ve mer­hametle ihtiyaçlarını karşılamaya yardımcı olmalı, onları sevindirmeliyiz.

Hasta tanıdıklarımızı ziyaret ederek teselli etmeli ve İnsanlarımızın düğün, sünnet gibi merasimlerinde sevinçlerini paylaşacağımız gibi; musibetzedeleri de ziyaret ederek acılarını paylaştığımızı ve onlarla beraber olduğu­muzu gösterelim.

Tanıdığımız yaşlıları, Âlim ve salih şahsiyetleri ziyaret ederek hürmet etmeli, tavsiye ve dualarını almalıyız.

İş, öğrencilik, askerlik, yolculuk vs. gibi çeşitli vesileler­le geçmişte bir süre beraber kaldığımız Müslümanları ziya­ret edip dostluğumuzu pekiştirmeliyiz. Bununla birlikte ikamet ettiğimiz eski köy, mahalle, ilçe veya şehirdeki tanı­dıkları ziyaret ederek diyalogumuzu devam ettirmeliyiz.

Yukarıda bahsi geçen sınıfları imkânlarımız elverdiğin­ce ziyaret etmeli, sıcak ilgi ve alakayı sürdürmeliyiz. Hz. Peygamber (sav)'in uygulama ve tavsiyeleri bizden bunu istemektedir. Ashab-ı Kiram ve Selef-i Salihin de bunu en iyi bir şekilde yerine getirmiştir. Müslümanların bugün içinde bulunduğu durum göz önünde bulundurulduğunda ziyaret işinin ne kadar elzem bir ihtiyaç olduğu anlaşılır.

Evet kardeşlerim, müslümanların bu tavsiyelerini en güzel şekilde yerine getireceğinize inanıyorum. Benim bu konuda söyleyeceklerim bundan ibarettir. Allah razı olsun!

-Cümlemizden razı olsun! dediler hep birlikte.

Misafirler ve ev sahipleri bir müddet bu konu üzerine konuştular. Ama bu arada zaman da su gibi akıp gidiyordu. Her şeyin bir zevali olduğu gibi, bu güzel anın da bir zeva­li olacaktı elbette. Vedat saatine bakıp şaşkınlıkla:

-Ooo!.. Saat bayağı ilerlemiş. Hiç de farkına varmamışız. Bizim hemen kalkmamız lazım. Aksi halde bu kış orta­sı yurda yürüyerek gitmek zorunda kalacağız, dedi.

Vedat'ın bu uyarısıyla odada bir hareketlilik yaşandı. Yurttan gelenler, ev sahiplerinin "Bu gece burada kalın" ısrarlarına rağmen ayağa kalkmışlar, gitmeleri gerektiği yö­nünde görüş belirtmişlerdi. Yusuf ise önce kalkmış, sonra ani bir kararla yerine oturmuştu. Vedat onun oturduğunu görünce:

-Yusuf, sen gelmiyor musun? diye sordu.

-Gelecektim; ama vazgeçtim. Eğer ev sahipleri kabul ederse, bu gece burada kalacağım.

Kadri Yusuf un kararından memnunluk duyarak:

-Ev sahipleri baş-göz üzerine kabul ediyor Yusuf. Baş­ka kalmak isteyen varsa hiç çekinmeden kalabilir.

Yusuf un oturması, Kadri'nin de son teklifiyle beraber gençler birbirlerine baktılar. Hasan kalıp gitme arasında kı­sa bir tereddüt geçirdi. Sonra da "Misafirlikte Yusuf a tabi olacağım. O ne yaparsa ben de onu yapacağım" şeklinde kendisini şartlandırdığını hatırlayınca, o da Yusuf un yanı­na oturdu. Yusuf, Hasan'ın kalmasına sevindi. Ama İlyas'm da kalmasını istiyordu. Eliyle onu çağırıp "Gel, sen de otur, burada kal" şeklinde işarette bulundu. İlyas da Yusuf u kır-mayıp oturdu. Diğer gençler salona çıktılar. Hasan'ın aklına ailesinin kendisini merak edeceği ve başına bir iş gelmiş olabileceğini düşünerek korkacakları düşüncesi geldi. Yu­suf a:

-Benim eve telefon açmam lazım, dedi.

-Tamam, ikimiz çıkıp açalım, sonra döneriz.

Onlar da diğerlerinin ardından salona çıktılar. Kadri onları görünce:

-Ne o Yusuf, karar mı değiştirdiniz?

-Hayır Kadri abi. Hasan eve telefon açıp gelmeyeceğini bildirecek. Çıkıp geleceğiz.

-Telefonu iyi düşündünüz. Sen git otur, Hasan'la Rama­zan birlikte gitsinler. Yakındaki markette telefon var. Arka­daşlar çıktıktan sonra onlar da çıkarlar.

-Tamam abi.

Misafir üç genç ile ev sahipleri gecenin ilerleyen saatle­rinde kendilerini koyu bir sohbetin kollarına bırakmışlardı. Ancak zamanın ilerlemesi, erken uyumayı adet edinenlerin uykusunun gelmesine sebebiyet vermişti. Esnemeye başla­yan ve uyku alametleri yüzlerinden okynan kişileri gören Kadri;

-Arkadaşlar, uykusu gelenler uyuyabilirler. Uykusu ol­mayanlar da benimle gelsinler diğer odaya geçelim.

Kadri'nin bu uyarısıyla her üç misafir ile Ramazan aya­ğa kalktılar. Beş genç, evin üçüncü odasına geçtiler. Bu oda, diğerine göre kısmen çıplaktı. Burada da iki eski kanepe vardı. Yerde, diğer odadakine nazaran daha eski kilimler bulunuyordu ve odanın tamamını kapatmaya yetmemişti. Girişin sağ tarafındaki köşeye bırakılmış birkaç kasanın üzerine, yatmakta kullandıkları döşek, yastık, yorgan ve battaniyeler istiflenmiş, üstüne de bir bez örtülmüştü. Ki­limlerin altına, betonun soğuğunu kesmek için mukavvala­rın serildiği, üstüne basılınca anlaşılıyordu. Duvarda sade­ce büyükçe bir "Besmele" levhası asılmıştı. Odayı ısıtmak için sadece bir elektrik sobası vardı. Bu oda, az evvel otur­dukları odaya göre çok daha küçük olduğundan ısıtmak için bir soba yeterli iş görüyordu.

Gençler odaya geldiklerinde yaptıkları ilk iş, sobanın fişini prize takmak oldu. Misafirlerin üşüdüğünü gören Kadri;

-Az sonra burası epey ısırur arkadaşlar. Şimdilik soba­ya iyice yaklaşalım da oda ısınana kadar üşümemiz geçsin.

Bu arada Muhsin ile Zekeriya da yatakları taşımaya gelmişlerdi. Zekeriya, Kadri'ye hitaben;

-Siz burada mı uyuyacaksınız, yoksa siz de uyumak için diğer odaya mı geleceksiniz?

-Hepimiz oraya sığmayız herhalde. En iyisi ben misa­firlerimizle birlikte burada kalayım. Kanepeleri de hesaba katarak yatak dağılımını yapın.

-Yatak sorunumuz yok zaten.

-İyi, o halde siz kendiniz için götüreceklerinizi alın, biz uyuduğumuzda hazırlığımızı yaparız.

Muhsin ile Zekeriya çıktıktan bir süre sonra Ramazan;

-Güzel bir çay içeriz değil mi? dedi.

-Hem de nasıl! diye cevapladı Kadri.

-Hemen hazırlıyorum.

Yalnız gürültü yapmamaya çalış. Aman komşularımızı rahatsız etmeyelim. Bizim bu saatte uyanık olmamıza alışık değiller. O yüzden en ufak bir gürültümüz onları rahatsız eder.

-Merak etmeyin. Bir kedi kadar sessiz olacağım.

Ramazan; 'Bir kedi kadar7 derken, kedi taklidi yapmış, yaptığı espriyle herkesi güldürmüştü. Onun mutfağa gidişiyle Kadri bir meseleyi açıklamak zorunda hissetti kendi­sini:                                

-Bizim bu odaya gelişimiz sizi rahatsız etmemiştir inşaallah. Biz diğer odayı hem oturmak, hem de uyumak için kullanıyoruz. Kendi aramızda aldığımız kararlara göre bel­li bir saatten sonra uyumak için ışıkları kapatıyoruz. Uyku­su gelmeyen, kitap okumak isteyen ve ders çalışması gere­ken arkadaşlar olursa, ışıklar kapandıktan sonra bu odayı kullanıyor. Tabii burada da gürültü yapmak suretiyle diğer­lerini rahatsız etmemek şart...

-Bizim de yurtta böyle bir kuralımız var, dedi Yusuf. Çok güzel ve gerekli bir husus bence... Her insanın duru­mu bir olmadığı için uyumak isteyenler için alınmış güzel bir tedbir.

-Benle Hasan bu gibi şeylerden habersiziz. Aile evinde kalmakla, öğrenci evi ya da yurtta kalmak arasında çok farklar var. Hem avantajları, hem de dezavantajları var ev­de kalmanın. Bazen size gıpta ediyorum doğrusu. Sürekli arkadaşlarla birlikte olmak, insana hakkı ve sabrı tavsiye eden birilerinin olması gayet güzel ve faydalı... İnsan her gün yeni şeyler öğrenebilir, yeni kazanımlar elde edebilir. Yani, insan kitaplarda okuduğu şeylerin pratiğini bizzat ya­şayarak öğrenebiliyor.

-Hakikaten öyle, diyerek İlyas'ı tasdik etti Hasan. Sizin yanınızda konuşmak haddim değil. Çünkü ben namaza ve bildiğim, öğrendiğim kadarıyla İslam'ı yaşamaya daha bir­kaç ay önce başladım. Sağ olsun Yusuf un anlatımları ve onun verdiği kitaplardan bir şeyler öğrendim. Ama bu gece gördüklerim ve yaşadığım şeyler, bu güne kadar öğrendik­lerimden daha fazla.

Kadri, gençlerin bu samimi ve içten değerlendirmele­rinden dolayı son derece sevinip mutlu oldu. Düzen, intizam, temizlik, fedakârlık ve kardeşliğin açıkça izhar edildi­ği bir ortamın güzelliği hemen fark edilebiliyor ve bundan istifade sağlanabiliyordu demek ki. Bu elbette güzel bir du­rumdu. Evde uyguladıkları bu program, hem kendilerinin güzel bir ortamda yaşamaları için faydalı olmuş, hem de dı­şarıdan gelip de bu havayı teneffüs edenlere fayda sağla­mıştı. Amaçlanan hedefi yakalayabilmiş olmalarından dola­yı Allah'a şükretti içinden. O böyle düşünürken Yusuf me­rak ettiği bir konuyu sordu;

-Bildiğim kadarıyla böyle yerlerde nöbet sistemi olur Kadri abi. Ama gördüğüm şeylerden, sizde bunun olmadı­ğı izlenimi uyandı.

-Bizde de nöbet sistemi var Yusuf. Hem de hepimiz her gün nöbetçiyiz.

-Nasıl yani? Pek anlayamadım.

-Şöyle; bizim belirli görevlerimiz var. Mutfak görevi, yani yemek ve bulaşık, temizlik görevi ve alış-veriş... Her bir görevi birimiz yerine getiriyoruz. Tabi her gün birisi açıkta kaldığı için istirahat ediyor. Görevler de dönüşümlü yapılıyor bu arada. Ama bunların hepsi aslında sadece işle­rin düzenli yürümesi için belirlenmiş olan şeyler. Bu açıdan bizim nöbet sistemimiz, bildiğin diğer yerlerin ve kişilerin sisteminden biraz farklı. Onlar nöbetçi olan kişiye tam bir hizmetçi gözüyle bakıp o günkü tüm işleri ondan bekliyor­lar. Oysa bizde bu böyle değil. Hepimiz birbirimize yardım­cı olmakta ve hayırda yarışmaktayız. Allah'ın rızasını gö­zetmek ve bu uğurda çalışmak bizim için asıldır. Böyle bir yerde bunun en güzel yollarından biri de Müslüman kar­deşlere hizmet etmek ve ihtiyaçlarını gidermektir. İşte sen­de uyanan izlenim bu sebeple oluştu.

-Anladım Kadri Abi. Hakikaten akşam gördüğüm şey­lerden çok etkilendim.

-Kitaplığınız da bayağı zengin Kadri Abi. Bu kadar kitabı nasıl temin ettiniz? diye bir soru yöneltti Hasan, Kadri'ye. Anlaşılan kitaplığın zenginliği kendisini hayret­te bırakmıştı.

-Bir defada bu kadar zenginleşmedi tabi ki. Bu evi tut­tuğumuzdan beri kalan kardeşlerin gerek evlerinden getirdikleri kitaplar ve gerekse de aldığımız bursların bir kısmı­nı sırf kitap alımı için tahsis etmemiz sayesinde kitaplık bu aşamaya geldi.

-Hepsini okudunuz mu? diye sorularına devam etti Hasan. Bu birkaç ay içinde okuduğu kitapların sayısı, gördüğü kitaplığa göre çok cılız kalıyordu. Bunun ezikliğinin verdiği ses tonu sorusuna da yansımıştı. Onun ruh halini Kadri de fark etmişti. Bu yüzden kelimelerini özenle seçme­ye çalışarak cevap verdi.

-"Hepimiz o kitapların tamamını okuduk" dersem, doğru olmaz Hasan kardeş. Bir liste yapmışız. Sırasıyla bu listedeki kitapların hepsi okunmadan diğerine geçilemiyor.

Ayrıca kitaplıktaki kitapların bir kısmı da araştırma amaçlı.

Bu yüzden onların da okunmuş olduklarını söyleyemem.

-Kitap ödünç veriyor musunuz abi?

-Okumak istersen, seve seve veririz Hasan kardeş. Sen canını sıkma. Ama beni dinlersen, çıkardığımız listeye göre okursan, sana daha faydalı olacaktır.

-Ben de böyle istiyorum zaten.

-İyi, sabah sana listeyi veririz. Sırayla hangi kitapları okuman gerekiyorsa Muhsin abiye söyle, o sana verir. Bizim kitapların çıkışını yanında not alan odur. Eğer listede daha önce okudukların varsa, onu atlayabilirsin. Haftada bir tane okuyabilir misin?

-Okuyabilirim abi.

-Bizim bir şartımız daha var tabi.

-Söyle abi, yapmaya hazırım.

-Okuduğun kitabı anlamadan diğerlerine geçemezsin. Bunun için haftada bir kitap fazla olmaz mı?

-Yok abi, fazla olmaz. Ben okumayı seviyorum. Yusuf a sorabilirsin.

Yusuf un Hasan'ı tasdik etmesi üzerine Kadri:

-Tamam. Sana haftada bir kitap vereceğiz. Bitirdiğinde gelip Ramazan Abiye kitaplardan anladığını anlattıktan sonra diğer bir kitabı alabilirsin. Anlaştık mı?

-Anlaştık abi.

Bu arada Ramazan elinde bir tepsiyle içeri girdi. Tepsi­nin üzerindeki tabaklarda peynir, pekmez ve zeytin vardı. Tepsiyi yere bırakırken:

-Acıkmış olabileceğinizi düşündüm, dedi.

-Çok iyi yaptın Ramazan, diye karşılık verdi Kadri. Benim de aklımdan geçiyordu doğrusu.

-Çayı da getirip geleyim, deyip yeniden çıktı odadan.

Ramazan'ın kahvaltılıklardan oluşan sofrasından hafif­çe atıştırdıktan sonra tekrar eski yerlerine oturdular. Anlaşı­lan akşam yedikleri yemekten sonra fazla acıkmamışlardı.

Çaydan sonra yarım saat kadar daha oturdular. Bu sa­ate kadar oturmaya alışkın olmayan gençlerin gözlerinde uyku alametleri, yüzlerinde ise yorgunluğun izleri okunu­yordu. Yusuf esnemeye, ara sıra göz ucuyla çaktırmadan sa­atine bakmaya başlamıştı. Gece uyanmayı alışkanlık haline getirdiği için genelde erken uyurdu. Bu nedenle bu saate kadar uyanık kalmak ona ağır gelmişti. Sohbetin güzelliği, konuşulan şeylerin çekiciliği olmasa, oturduğu yerde uyu­muş kalmış olacaktı belki de... Onun bu durumu Kadri'nin de gözünden kaçmamıştı. Saatine bakıp:

-Ooo saat neredeyse bire geliyor. Artık uyuyalım ister­seniz, dedi.

Bu teklif en çok Yusuf un hoşuna gitmişti. Diğerlerinin de hoşnut kaldığı belliydi. Kadri hemen ayağa kalkıp yere iki yatak serdi. Sonra da:

-İki kişi kanepede, iki kişi de yerde yatacağız. Kim ne­rede yatmak istiyorsa, orada yatsın, dedi.

-Ben yerde yatacağım, dedi Yusuf. Yer yatağında yat­mayı özlemişim.

-Ben de yerde yatmak istiyorum, dedi Hasan hemen Yusuf un ardından.

-İyi, benle İlyas'a da kanepeler kaldı.

-Ben de diğer odaya geçeyim, dedi Ramazan. Allah rahatlık versin.

Ramazan çıktıktan sonra Kadri:

-Uyumadan önce ihtiyaçlarını giderecek olanlar, diledi­ği gibi hareket edebilirler. Evin her tarafı müsait, dedi.

Misafirler sırayla çıkıp geldiler. En son Yusuf çıktı. Ab-destini alıp döndü. Ardından da Kadri çıktı. O da abdest al­dı. Gençlerin bulunduğu odaya gireceği sırada: "Vakit epey geç oldu. Teheccüd namazına kalkamayabilirim. Geceyi ibadetsiz geçirmemek için iki rekât da olsa nafile namaz kıl-sam iyi olacak" diye düşündü. Sonra dönüp mescide gitti. Kapıyı açıp içeri girdi. Işığı açmak için anahtara elini uzat­tığı anda içeride bir hareketlilik fark etti. "Birisi namaz kılı­yor herhalde, rahatsız etmeyeyim" diyerek elini anahtardan çekti. Gözleri karanlığa alışınca, namaz kılanın Yusuf oldu­ğunu anladı. Kur*an rafının bulunduğu duvarın kenarında, gayet huşu içinde Rabbinin huzurunda kıyam durmuştu Yusuf. Onun namaz kıldığını gören Kadri'nin Yusuf a duy­duğu sevgi, tarif edemeyeceği kadar çoğaldı. Ona saygı ve gıpta dolu duygular içinde baktı. Kıldığı namaz ile bütünle­şip çevre ile alakasını kesen, içeriye birinin girdiğinden ha­bersiz Rabbiyle hasbıhal eden Yusuf, Kadri'nin gözünde ulaşılmaz bir konumdaydı şimdi. Bir an onun yerinde ol­mayı, onun bu ihlâs ve takvasına sahip olmayı, onun gibi abidane ibadet etmeyi diledi. İçinden geçirdiği bu arzuyu Rabbine bir dua olarak arz etti. Tanıştıklarından beri sami­miyetine, mütevazılığma, İslami şahsiyetine, ahlakına, az ve öz konuşmasına hayran olduğu bu genç kardeşine de dua etmeyi ihmal etmeyip onu Rabbiyle baş başa bırakarak hakikat yolcular kendisinden dolayı rahatsız olmaması için mescidden çıktı. Oturma odasına gitti. Namazını orada kılacaktı.

Yusuf, gece uyumadan önce abdest almayı ve abdestli bir şekilde uyumayı adet haline getirmişti. Ayrıca uyumadan önce sünnet olan ayetleri okur, zikir ve duaları yapar, sonra sağ yanı üzerine dönüp uyurdu. Bu, onda öylesine bir alışkanlık yapmıştı ki, birkaç kez üşenip de yapmadığında, yatağına girmeden önce çok uykulu olduğu halde uyuma-mıştı. Bu yüzden nerede olursa olsun ve saat kaç olursa ol­sun, bu alışkanlığını aksatmamaya özen gösteriyordu. Bu gece ise farklı olarak Kadri'nin düşündüğü gibi teheccüd namazı için uyanamama ihtimalini düşünerek uyumadan önce gecenin tümünü namazsız geçirmemek için Rabbinin huzuruna yönelmişti.                     

Yusuf yatağına gelip uzandığında Hasan'm hâlâ uya­nık olduğunu gördü. Fısıltıyla sordu: -Neden hâlâ uyumadın? -Uykum kaçtı, uyuyamadım. -Yatağın seni rahatsız mı ediyor yoksa? -Yok Yusuf, ondan değil. Burada gördüklerimi, bu ak­şam konuşulanları düşünüyordum. Her şey o kadar güzel ve benim açımdan inanılmaz ki, anlatamam. Tüm konuşu­lanlar, davranışlar, hatta şakalarda bile Allah'ın rızasının gözetildiği bir ortam. Hele Kadri abinin ziyaretleşmelerle il­gili söyledikleri ne kadar da doğru şeylerdi. Onu dinlerken kendi eksikliğimi, bu konuda aile ve akrabalarımı ne kadar da ihmal ettiğimi gördüm.  Belki inanmazsın ama, gerçek­ten kendimi adeta bir rüyada gibi hissediyorum. Sanki gözümü kapatıp uyusam, uyandığımda bu gördüklerim de kaybolacak, bir rüya olarak kalacak diye korkuyorum. Bili­yor musun Yusuf, içim içime sığmıyor. Kadri abi, Muhsin abi, diğer ev sakinleri, bu akşamki misafirler, Vedat abi... hepsi o kadar candan, o kadar samimi, o kadar dost, o ka­dar sıcak ve içten ki, şimdiye kadar böyle insanlarla hiç ta­nışmadım. Beni buraya getirip bu güzel insanlarla tanıştırdığın için sana müteşekkirim Yusuf. Allah senden razı ol­sun. Eğer beni de kardeşleri olarak kabul ederlerse, onların her dediğini yapacak, ömrüm boyunca izlerinden gidece­ğim. Çünkü onlarda iyilik, güzellik ve doğruluktan başka bir şey görmeyeceğimden eminim.

-Söylediklerinin hepsi doğru Hasan! Üniversiteye baş­lamadan önce ben de senin gibi sayılırdım. Namaz kılardım; ama yalnız sayılırdım. İnsan yalnız olduğunda namaz ve diğer ibadetlerinin sadece kendisine faydası oluyor. Na­sıl hareket edeceğini bilemiyor insan çoğu kez. Yalnız bir Müslümarun günahlardan sakınması, günlük yaşamda ola­ğan hale gelmiş haramlardan kendisini muhafaza etmesi çok zor. Ben o zorluğu bizzat yaşayanlardandım. Bu güzel insanlarla tanışıp senin verdiğin karar gibi onlarla birlikte olmaya başlayınca, hayat hem kolaylaştı ve hem de hayatın manasını kavramaya başladım. İnsan dünyaya sadece oyun ve eğlence olsun diye gelmediğini anlıyor. Zaman geçtikçe artık birtakım şeylere eski gözle bakmayacak, her şeye bir anlam yükleyecek ve farklı bir değer vereceksin. Her şeyi Allah'ın rızası temelinde değerlendirecek, eşyayı da bu te­mel çerçevesinde algılayacaksın. Bunları konuşmak için çok zamanımız olacak inşaallah.Kararın beni çok sevindirdi. Allah, seni kendi yolunda sarsılmadan yürüyenlerden eyle­sin.                           

-Cümlemizi!..

-Sahi Hasan, evi nasıl buldun?

-Bizim evimizden daha temiz ve düzenli. Daha ne diye­bilirim? Sen de ilk defa geldiğini söylemiştin. Peki ya sen nasıl buldun? Seni en çok ne etkiledi?

-Ben, bir Müslümanın hayatının programlı olması ge­rektiğinin pratiğini gördüm. Sözde değil, özde olan bir program. Çok tabiî, insanın fıtratına ve doğasına aykırı ol­mayan, temelinin Allah'ın rızasını kazanma çerçevesine oturtulduğu bir program!.. Düzen, tertip ve temizlik de bu programın doğal sonucu olarak ortaya çıkmış. Evde yaşa­yanların hepsi birbirini seviyor, birbirine saygılı ve birbirini dinliyor. Düşünsene!.. Günlük olarak kimin ne yapacağı belli... Herkes kendi görevini yapıyor; ama bunun yanında herkes her işe koşturuyor. "Benim hizmetim daha fazla ol­sun da ben daha çok hayır kazanayım" düşüncesinde her­kes. Kitapların düzeni, kitapların geliş gidişi dahi bir kişi­nin sorumluluğu altında. Bununla birlikte, gözlemlediğim kadarıyla katı bir kuralcılık değil, herkesin severek uyduğu ve insanı rahatsız etmeyen bir düzen var. Tüm bunlar çok hoşuma gitti Hasan. İnançsız bir insan, Müslümanların kal­dığı bir öğrenci evi ile sıradan insanların kaldığı herhangi bir öğrenci evinde bir saat kalsa, aradaki farkın dağlar gibi olduğunu görecek ve bunun İslam'dan kaynaklanan yüce değerlerin etkisiyle meydana geldiğini kabul edip iman etmek zorunda kalacaktır.

Beni en çok etkileyen şeyi sormuştun... Aslında burada geçirdiğim her dakikada, gördüğüm her şey beni etkiledi. Bir odanın sadece mescit olarak kullanılması başlı basma bir olay... Diğer taraftan ev sahiplerinin hizmet anlayışı, misafirperverliği, birbirlerine yardımcı olmak için koşuş­turmaları... Hepsi, her şey beni etkiledi Hasan.

-Söylediklerinin tümüne katılıyorum Yusuf.

-Neyse şimdi yatalım, vakit çok geç oldu. Bunları daha sonra uzun uzadıya konuşuruz inşaallah.

Hasan son cümlesini söylerken kapı açılıp içeriye Kad­ri girdi. Hasan ile Yusuf un fısıldaşmalarım duymuştu. Yatağına doğru giderken, sessizce:

-Siz hâlâ uyumadınız mı? diye sordu.

Sorusunu Yusuf cevapladı.

-Biz de konuşmamızı bitirmiştik zaten Kadri abi.

-İyi, haydi uyuyun, sabah namazına kalkamayız sonra.

-Tamam Kadri Abi, Allah rahatlık versin, dedi ikisi bir­likte.

-Amin, cümlemize!..

 

11- Bölüm

 

Aylar ayları kovalamış, oldukça sert geçen kışın ar­dından bahar yavaş yavaş yüzünü göstermişti. Tabiat, Ölümünden sonra yeni bir dirilişle çıkmıştı akleden insanların karşısına. Ağaçlar tomurcuklanmaya, kimisi çiçek açmaya, filiz ve sürgün vermeye başlamıştı bile. Kırlar yeşillenmiş, renk renk çiçeklerle bezenmişti. Kuşların şen ötüşleri ve yu­va yapmak için oradan oraya konup uçmaları izleyenlere derin bir haz veriyordu. Bütün bir kışı toprak altında geçi­ren böcekler, karıncalar, sürüngen hayvanlar yuvalarından çıkmışlar, doğaya ayrı bir canlılık katmışlardı. Çobanların hayvanlarını otlaklara, meralara götürmek için çaldığı ıslık­lar, kuzularla annelerinin birbirlerinden ayrı düşmelerin­den dolayı bağrışmaları tatlı bir melodi gibi geliyordu Yu­suf un kulaklarına. Öğle arasında Hasan'la birlikte fakülte bahçesinin insanlardan uzak bir yerine çekilmişler, doğayı seyre dalmışlardı. Bulundukları yerden çiftçilerin tarlaların­daki hummalı çalışmaları görülebiliyordu. Rüzgâr onların seslerini ara sıra bir uğultu şeklinde ulaştırıyordu.

Yusuf köylülerin çalışmalarını seyredip uzaktaki koyun sürülerinden belli belirsiz yayılan çıngırak seslerini dinler­ken aklma kendi köyü geldi. Anasını, babasını, kardeşlerini hatırlayınca içini bir hüzün kapladı. Onların yanında olma­yı arzuladı bir an. Hasan, onun bu düşünceli halini görün­ce sordu.

-Hayrola Yusuf, daldın yine.

-Hiiç!.. Aklıma bizim köy geldi de... Şimdi orada da in­sanlar koşuşturup duruyorlardır.

-Köy hayatı zor olmalı, öyle değil mi?

-Zor olmasına zor; ama ben seviyorum.

-Nice zamandır şehirdesin, hâlâ unutamadın mı köyü?

-Şehre bir türlü alışamadım ki, köyü unutayım Hasan. Şehrin bu gürültüsüne, beton yapılarına, kalabalığına alışa­madım gitti. Bazen boğulacak gibi oluyorum. Eğer Müslü­man kardeşlerimle tamşmasaydım, herhalde şehir hayatına fazla dayanamazdım. Siz kardeşlerimle birlikte olmak bana son derece huzur veriyor. En sıkıntılı olduğum anlarda bile, bir kardeşle sohbet ettiğimde bütün sıkıntılarımın geçtiğini, rahatladığımı hissediyorum. Bu, Yüce Allah (cc)'ın biz Müs­lüman kullarına verdiği bir nimetten başka bir şey değil Ha­san. Bir de üniversitenin şehir dışında olması da benim açımdan çok iyi. Doğanın olduğu yerde hayat var Hasan. İşte ben köyü bunun için seviyorum. Köyün yalınlığını, do­ğayla iç içeriğini, insanlarının sadeliğini seviyorum. Bunla­rın hiçbirisi şehirde yok

-Haklısın Yusuf. Sizin köy nasıl, güzel mi?

-Güzel de ne demek? Cennetten bir köşe adeta... Tabi benim gözümde... Özellikle ilkbaharda çok güzel oluyor. Bağı-bahçeleri, ağaçları çok, kaynak sulan bol bir köy... Te­peleri, bayırları, vadileriyle çok şirin bir yer, bizim köyü­müz.

-Öyle anlattın ki, göresim geldi.

-Yahu Hasan, şimdiye kadar niye aklıma gelmedi ki? Gel, arkadaşlardan izin ahp bir hafta sonu bize gidelim.

-Olur mu?

-Neden olmasın? Ne zaman hazır olursan gideriz. İster­sen hemen bu hafta gidelim ha, ne dersin?

-Dur hele, havalar biraz daha güzelleşsin. Bugünler tam yağmur zamanı. Gidip de yağmura yakalanırsak, bü­tün hafta sonunu evde geçirmek zorunda kalırız, öyle değil mi?

-Sen de haklısın. Ama bana söz ver, geleceksin tamam mı?

-Söz Yusuf, seni mi kıracağım? Hem ben de merak edi­yorum sizin köyü!..

İkisi konuşurlarken arkalarından gelen bir sesle geriye dönüp baktılar. Gelen Muharrem'di. Yüzünden hiç eksilme­yen tebessüm ile onlara doğru geliyordu. Yanlarına geldi­ğinde selam verdi.

-Ve Aleykumusselam ve Rahmetullahi ve Berekatuh, diyerek selamına karşılık verdiler. Oturdukları yerden kalk­mışlar, Muharrem'i ayakta karşılamışlardı.

-Sizi aramadığım yer kalmadı, diye sitem etti gençlere Muharrem. Sonra aklıma Yusuf un sessizliği ve doğayla iç içe olmayı sevdiği gelince, buraya geldim.

-Hayırdır Muharrem Abi, bir mesele mi var? diye sor­du Yusuf şaşkınlık ve merak dolu duygularla.

-Merak edilecek bir şey yok. Kadri Abi kafeteryada sizi bekliyor. Birlikte Ahmet Hoca'yi ziyarete gideceğiz. Bu kez soru Hasan'dan geldi.

-Farmakoloji dersine giren hocadan mı bahsediyor­sun?

-Evet, ondan bahsediyorum. Namaz kılan ve İslami du­yarlılığı olan biri... Ziyaret edip bir çayını içeceğiz. Haydi

gidelim.

Bölüm binasına girip kafeteryanın olduğu yöne doğru yönelirken Yusuf aklına takılan bir soruyu yöneltti Muharrem'e.

-Ahmet Hoca dersimize girmiyor. Yani bizi tanımıyor.

Bu bir sorun olmaz değil mi?

-İyi ya, tanışmış olursunuz. Bizim de dersimize girmi­yor. Zaten farmakoloji dersi ileriki sınıflarda başlıyor. Ama Müslüman öğrencilerle İslami duyarlılığı olan hocaların birbirleriyle tanışmaları ve her ortamda birbirlerine destek olmaları lazımdır.

-Anladım.

Kafeterya kapısından içeri girdiler. Kadri orta yerlerde bir masada, kapıyı görecek şekilde oturmuştu. İçeri girenle­ri görünce elini kaldırıp kendisini görmelerini sağladı.

Gençler yanma gelince oturduğu sandalyeden kalktı. Karşı­lıklı selamlaşıp tokalaştılar. Masanın çevresindeki sandalye­lere otururlarken Kadri yanlarından geçen çaycıdan dört çay istedi. Sonra da hemen konuya girdi.

-Arkadaşlar, daha önce haber veremediğim için kusura bakmayın. Sabah ilk dersin teneffüsünde söyleyecektim; ama bir aksilik oldu. Öğle arasında da sizi aradım; ama bu defa da bulamadım. Neyse... Bizim daha önce aldığımız ba­zı kararlar vardı, biliyorsunuz. Hani İslami şahsiyete sahip Müslüman hocaları ziyaret edecektik. Uzun süredir bu zi­yaretleri başlatmışız. Galiba siz şu ana kadar hiç kimseyi zi­yaret etmediniz. Muharrem size söylemiştir. Bugün hep bir­likte Ahmet Hoca'ya bir ziyarette bulunacağız. Bundan böyle de sizinle bir ekip olup Ahmet Hoca ve onun duru­munda bulunan diğer öğretim görevlilerini sık sık ziyaret edeceğiz inşaallah.

Bu sırada çaylar geldi. Çaycı bardakları gençlerin önü­ne bırakırken Kadri söylediklerinin gençlerde nasıl bir etki uyandırdığını anlamak için yüzlerine baktı. Yusuf ta mem­nuniyet, Hasan'da ise hafif bir utangaçlık ve sıkılganlık fark etti. Çayını karıştırırken Hasan'm sıkıntısını giderecek keli­meleri seçmeye özen göstererek konuşmasına devam etti.

-Belki içinizden "Koca öğretim görevlisinin odasında insan nasıl hareket eder, bilmiyoruz. Utanır, sıkılırız" diye geçiriyor olabilirsiniz.

Hasan, içinden geçenlerin Kadri tarafından kelimelere döküldüğünü duyunca hafiften kızardı. Kendi kendine "Kalbimden geçenleri mi okudu ne?" diye düşündü. Tüm dikkatini Kadri'nin ağzından çıkacak sözlere verdi.

-Bunun için hiç sıkılmanıza gerek yok. Öğretim görev­lisi de olsa, o da bizim gibi bir insan. Hem de Müslüman bir insan. Elbette hal ve hareketlerimizde, konuşma ve üslubu­muzda ona gereken saygıyı göstereceğiz. Zaten bu bizim Müslüman olmamızın gerektirdiği bir durum. Ama bu özel­liğimiz, gideceğimiz yerde rahat etmeyeceğiz anlamında ol­mamalı. Bu ziyaretimizi, birkaç müslümanın, Müslüman bir kardeşini sorması şeklinde algılasanız, utanıp sıkılmanız için bir sebep kalmaz inşaallah.

-İnşaallah! dedi Hasan içten gelen ve rahatlamış bir ses tonuyla. Yusuf:

-Ne zaman gideceğiz abi? diye sordu. -Öğleden sonra kaç dersiniz var?

-Sadece bir dersimiz var.

-İyi. Sizi dersten sonra yine burada bekleyeceğiz. Benle Muharrem'in dersi yok.

-Tamam Kadri Abi.

-O halde siz dersinize gidin. Zaman kalmadı sayılır. Dersten sonra görüşürüz inşaallah.

Yusuf ile Hasan selam verip ayrıldılar oradan. Kadri ile Muharrem onların gidişlerini izledi. Kapıdan çıkıp kaybol­duklarında, hâlâ o yöne bakmakta olan Kadri:

-Yusuf gibi sağlam bir imana sahip gençler ender bulu­nur, dedi. Allah şahittir ki, onu çok seviyorum ve ona gıpta ediyorum. Arkadaşlar arasındaki geçmişi daha birkaç ay ol-lasına rağmen itaat ve samimiyeti, tebliğ alanındaki çalış* laları hakikaten takdire şayan şeyler.

-Haklısın Kadri Abi. Yusuf derin bir İslami bilgiye sa-ûp olduğu gibi, İslami konularda da hepimizden daha tavizsiz. İbadet ve takvasına gıpta etmemek elde değil.

-Hasan da onun gibi... O da kısa süre içinde çok mesa­fe kat etti. Su gibi kitap okuyor ve okuduklarını anlayıp mukayese yapabiliyor. Hep Yusuf un izinden gidiyor. Yusuf ne yapsa, o da aynısını yapıyor. Bazen Hasan'a baktığımda, onda Yusuf u görüyorum. Yusuf ile Hasan çok güzel bir iki­li oluşturmuşlar. Onların bu örnek kardeşliği hepimiz için ders alınması gereken bir durum aslında. Hayırlı işlerde sü-rekli birbirlerine destek ve örnek oluyorlar. Birbirlerini teş­vik ediyorlar. Onların bu durumu, Maide Suresi 2. ayette geçen "... İyilikte ve fenalıktan sakınmakta yardımlasın, günah işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmaym. Allah'tan sakının, Allah'ın cezası şiddetlidir." şeklinde belirtilen mü'minlerin özelliklerinin bir tefsiri gibi adeta.

-Söylediklerin tamamen doğru Kadri Abi. İleride İslami çalışmalara çok katkıda bulunacakları kesin.

-Zaten şimdiden epey bir katkıları var.

-Yusuf un yurtta yaptığı tebliğ faaliyetlerinden haberim var da, Hasan'm neler yaptığından haberim yok.

-Yusuf sadece yurtta değil, okul içinde de durmadan tebliğ için çalışıyor. İslam'ın güzelliğini götürebildiği herkese götürüyor. Tabi Hasan ile birlikte yapıyor bu işleri. Biliyor musun, onların vesilesiyle birçok kişi namaza başlamış. Bununla birlikte onlara öğle arasında okul mescidinde Kur'an-ı Kerim dersi de veriyorlar. Tabi Hasan Kur'an-ı Ke-rim'i yeni yeni Öğrendiği için daha çok Yusuf veriyor dersi. Hatta Yusuf; mürted örgütün ilgilendiği bir köylüsünü on­ların elinden yaptığı güzel tebliği sayesinde kurtardı. Bu durum onların Yusuf a karşı epey kinlenmelerine neden ol­muş. Bir-iki kez sözlü sürtüşmeleri de olmuş. Yusuf yiğit bir çocuk olduğu için hepsine birden meydan okumuş. Bize ge­len haberlere göre Yusuf a diş biliyorlarmış. Ona karşı fiili bir tavır içine girebilirler. Bu yüzden Yusuf u hiçbir an yal­nız bırakmamak lazımdır. Okulda Hasan sürekli onunla birlikte, yurtta da onu yalnız bırakmamak gerekiyor.

-İnşaallah buna dikkat etmeye çalışırız Kadri abi. Ama eğer Yusuf a bir şey yapacak olurlarsa...

-Allah'ın izniyle hiçbir halt edemezler. Biz tedbirlerimi­zi alalım, yeter.

-Hasan'ı anlatacaktın, o nasıl bir çalışma yapıyormuş? -Hasan da aile ve akrabalarından başlamış tebliğ faaliyetlerine. Daha önce geleneksel bir şekilde örtünen anne ve bacıları, şimdi islam'ın emrettiği bir şekilde tam bir tesettü­re bürünmüşler. İki erkek kardeşini de camiye götürüp Kur'an-ı Kerim dersi almalarını sağlamış. Evinde şimdi tam bir İslami yaşam hâkim. Akraba çevresinden de birçok gençle ilgilenip namaza başlamalarını ve Kufan-ı Kerim dersi almalarını sağlamış. Ailesi ve akrabaları tarafından çok sevildiği için onun anlattıklarını zorlanmadan kabullenmişler. Yaa, gördün mü?.. Demek ki, sadece Allah'ın rı­zasını umarak ihlâsla çalışan bir Müslüman, birçok insanın gafletten kurtulup uyanmasına ve içinde bulundukları ca­hili hayatı terk edip Allah'ın dinine iltica etmelerine vesile olabiliyor. Böylece Allah'ın dini olan yüce İslam, suya atılan taşın oluşturduğu halkalar misali genişleyerek yayılır.

-Doğrusu Hasan'm bu yönünü bilmiyordum. Onun bu utangaçlığını ve topluluk içindeyken sıkılganlığını bildiğimden böyle şeyleri yapabilmesi için zamana ihtiyacı olur, diyordum. Allah'a şükür ki, bu kanaatimde yanılmışım.

-Cevherler her zaman saklıdır Muharrem kardeş. Sade­ce durdukları yerlerde keşfedilmeyi beklerler. Hasan ise beklemekle kalmamış, adeta "Beni keşfedin!" diye haykır­mış. Evet, Hasan'ın utangaçlığı ve sıkılganlığı var; ama bu temiz fıtratından, iyi bir karaktere sahip olmasından ve sağ­lam bir imana sahip olmasından kaynaklanıyor. Allah on­dan razı olsun ve kendi yolu üzerinde sabit ve daim kılsın.

-Amin!..

Kadri ile Muharrem oturdukları yerden kalkmadan dersin bitmesini beklediler. Genelde Yusuf ile Hasan üzerinde yoğunlaştı sohbetleri. Kalan zaman içinde de okulda­ki Müslüman öğrencilerin durumu ve karşıt fikirli öğrenci­lerin onların önüne çıkardıkları engeller üzerine konuştular. Engeller çoktu elbette. Üniversite yönetiminin İslam'a ve Müslüman öğrencilere olan karşıtlığı başlı başına bir sorun­du. Hatta en büyük sorunun üniversite yönetimi olduğu ra­hatça söylenebilirdi. Özellikle yurtta kalan Müslüman öğrenciler, yönetimin çıkardığı engellerden çok muzdariptiler. Hem yurt mescidinin, hem de üniversite mescidinin sadece namaz vakitlerinde açık tutulması uygulamasına geçilmeye çalışılmış; ancak bunda başarılı olunamamıştı. Bununla birlikte yönetimin bu uygulamadan vazgeçtiği söylenemezdi. Yönetimin çıkardığı bir başka sorun da yurtta özellikle Müslüman öğrencilerin odalarına yönelik sık sık arama yaptırması ve "İrticai faaliyette bulundukları" gerekçesiyle ihbar edip gözaltına alınmalarına sebep olmasıydı. Bu, ol­dukça sıkıntı oluşturuyordu. Bu bağlamda grup farkı ol­maksızın tüm Müslüman gruplardan birçok kişi gözaltma alınmıştı. Gerçi gözaltma almanlar suçsuz bulunup hemen bırakılıyorlardı; ama sürekli bir baskı hali yaşamak stres oluşturuyordu. Tüm bunlara rağmen Müslüman öğrenciler hiçbir ödün vermeden Yüce Allah (cc)'ın kendilerinden iste­miş olduğu yaşam şeklini devam ettirme konusunda azim­liydiler. Hatta bu durum, Müslüman Öğrencilerin birbirleri­ne daha çok kenetlenmelerine de vesile oluyordu.

Yönetim, sol görüşe yakın olduğu için İslam'a ve Müs­lümanlara karşı tavır takmıyordu. Bu durum, karşıt fikirli öğrencilerin ve özellikle de mürted örgüte bağlı öğrencile­rin ellerini güçlendirerek ekmeklerine yağ sürüyor, onları daha da pervasız kılıyordu. Yönetim onların hiçbir faaliye­tine mani olmadığı gibi, onlara her türlü imkânı da sağlı­yordu. Zaten mürted örgüt elemanları, yönetim üzerinde oluşturdukları korku psikozu sayesinde sözü geçen öğren­cilere karşı yönetimin sesini kesmişti. Diledikleri zaman diledikleri yerde forum düzenliyorlar, diledikleri gibi gösteri yapıp slogan atabiliyorlardı. İstedikleri zaman piyes yapıp konser veriyorlardı. Onlara kimsenin bir şey dediği yoktu. Buna karşın Müslüman öğrenciler bir yerde toplansalar, yö­netim emniyet birimlerini hemen alarma geçiriyordu.

İşte tüm bunlar, mürtedierin ve İslam düşmanı diğer öğrencilerin durumdan vazife çıkararak Müslüman öğrencilere yönelik sözlü, hatta yer yer fiili sataşma sonucunu do­ğurmuştu. Çünkü fikri platformda hiçbir varlık göstereme­mişlerdi. Her tartışma onların yenilgileriyle neticelenmiş, yandaşlarının kafalarında soru işaretleri, çelişki ve tered­dütler oluşmuştu. Bu durum onlar tarafından kolay kolay hazmedilememiş, Müslümanları yeni tartışma ortamlarına çekmek istemişlerdi. Ancak Müslüman,öğrencilerin "Onlar­la hiçbir tartışmaya girilmeyecek" şeklinde aldıkları karar­dan dolayı bunu başaramamışlar ve tartışma platformunda intikam alma hevesleri kursaklarında kalmıştı. Bu ise onla­rı daha saldırgan yapmış, Müslümanları tek gördükleri yer­lerde intikam hırsıyla onlara tacizde bulunmak istemişler, bunda da başarılı olamamışlardı. Ama gelecek günler, onla­rın daha da organizeli bir şekilde Müslümanların karşısın­da duracaklarının sinyalini veriyordu.

İşte Kadri ile Muharrem, oturdukları yerde kısaca bu­nun tahlilini yapmışlardı. Dersin bitiş saati geldiğinde:

-Bu meseleleri daha detaylı konuşmamız gerekecek. Ne yapmak gerekiyorsa, konuşup tespit eder, sonra Müslümanlara bildiririz, diyerek sohbetlerini noktaladı Kadri.

Dersin bitmesiyle kafeteryada bir kalabalık oluştu. Az sonra Yusuf ile Hasan kapıda göründüler. Kadrj ile Muhar-rem'in hâlâ eski yerlerinde oturduklarını görünce, onlara doğru yöneldiler. Yanlarına geldiklerinde tebessüm ederek sıcak bir selam verdiler. Kadri ile Muharrem de aynı içten­likle selamlarına karşılık verdi. Yeni gelenler daha oturma­dan:

-Eğer hazırsanız, gidelim, dedi Kadri.

Yusuf ile Hasan birbirlerine bakıp;

-Biz hazırız, dediler.

Dördü birden yavaş ve emin adımlarla yürüyüp kafe­teryadan çıktılar. Sola dönüp önlerine çıkan ilk merdiven­lerden yukarıya çıktılar. 1. kata geldiklerinde sağa dönüp öğretim üyelerinin odalarının bulunduğu koridora yöneldi­ler. 3. odanın kapısının önüne geldiklerinde durup biraz so­luklandılar. Kadri önde, diğerleri arkadaydılar. Kadri kapı­yı çalmadan önce arkadaşlarına dönüp;

-İnşaallah yanında kimse yoktur, diye temennide bu­lundu.

Hocasının karşısına çıkacağı için bir talebede olması gereken saygınlığı takınarak son bir kez üst-başma çeki düzen verip kapıyı tıklattı. İçeriden; "Giriniz!" sesini du­yunca, kapının kolunu indirip usulca içeriye girdi. Odada hocasından başka kimseyi görmeyince sevindi. Saygıyla selam verip;

-Girebilir miyim hocam? dedi.

Ahmet Hoca da Kadri'yi görünce sevinmiş, selamını içtenlikle alarak ayağa kalkmış ve ona doğru yönelerek;

-Gir Kadri, gir. Daha ne bekliyorsun kapıda? diyerek sevgiyle cevap verdi.

-Yanımda başka arkadaşlar da var hocam. Rahatsız et­meyelim sonra!..

-Ne rahatsızlığı Kadri?.. Çağır, onlar da gelsinler.

Ahmet Hoca'nm bu içten davetini kapıda duyan üç genç, saygı dolu ifadelerle selam vererek içeri girdiler. Masanın önüne geçen Ahmet Hoca, dört genç ile tokalaştıktan sonra onlara yer gösterdi. Sonra da gidip yerine oturdu.

Ahmet Hoca, 45 yaşlarında, orta boylu, yaşma göre at­letik bir yapıdaydı. Esmer bir siması ve dudaklarının üstün­de kırptığı gür ve düzgün bıyıkları vardı. Göz kenarları kı­rışmış, alnında derin izler oluşmuştu. Saçları, çoğunlukla kırlaşmış, bıyıklarına da yer yer aklar düşmüştü. Yaşma gö­re yaşlılık alametleri kendisinde biraz fazla görünmüştü; ama hafif çukurlaşmış gözlerindeki canlılık ve delici bakış­ları, hâlâ gençliğin nişanelerini olduğu gibi taşıyordu. Mes­lek hayatında başarılıydı; ama inanç ve düşünceleri sebe­biyle önü hep kesilmiş, sürekli gözetim altında tutulmuştu. Esmer yüzünde bu itilmişliğin ve haksızlığa uğramışlığın yorgunluğunu okumak mümkündü. Fakat konuşması ve dik duruşuyla hiçbir şeyden yılmayan ve tüm zorluklara meydan okuyan bir görüntü sergiliyordu.

Herkes yerine oturdu. Kısa bir hal-hatır faslından son­ra, Kadri arkadaşlarını tanıştırdı Ahmet Hoca ile. Sonra da:

-Hocam, bildiğiniz gibi üniversitenin genelinde İslami şahsiyete sahip herkese, yani hem Öğrencilere ve hem de hocalara karşı bir zıtlaşma oluşmuş. İslam'a düşman olan tüm gruplar, Müslümanlara karşı bir blok oluşturup birlik­te hareket ediyorlar. Sizin yalnız olmadığınızı, her durum­da size elimizden gelen desteği vereceğimizi bilmenizi iste­dik. Ziyaretimizin sebebi hem bu, hem de arkadaşları sizin­le tanıştırmaktı. İnşaallah rahatsız etmemişizdir, diyerek zi­yaretlerinin sebebini kısaca açıkladı.

Ahmet Hoca Kadri'nin sözlerine tebessüm ederek ce­vap verdi.

-Hayır Kadri, beni rahatsız etmediniz. Bilakis gelişiniz­le kalbime sürür verdiniz. Bu genç kardeşlerimle tanıştığıma da çok memnun oldum. "Kardeşlerim" dememi yadır­gamayın lütfen! Bu odada öğretmen-öğrenci ilişkisi yok, abi-kardeş ilişkisi var.

-Sağ olun hocam, teşekkür ederiz, dediler hep birlikte. -Destek olma meselesine gelince... Bunun için de teşek­kür ederim. Lakin bizim Allah'tan başka korkumuz yok. Evelallah hiç kimse bizi yıldırıp yolumuzdan döndüremez. İslam düşmanları yıllardır Müslümanlara karşı hep baskı ve tecrit politikası uyguladı da ne oldu? Onlar gün be gün eriyip unutuldular, ama Müslümanlar bunca eziyet ve bas­kılara rağmen çoğalıp güçlendiler. Bununla birlikte, Müslü­manların da yekvücut olmaları ve İslam düşmanlarına kar­şı birlik oluşturmaları gerektiğine inanıyorum. Müslüman­lar, kardeş olmanın gereklerini yerine getirme durumunda­dırlar. Müslümanlar buna hiçbir zaman bugün olduğu kadar ihtiyaç duymamışlardır. Bu bağlamda sizin bu çabanızı takdirle karşılıyorum.

-Teşekkür ederim hocam. Biz, Allah'ın bizden istedikle­rini yerine getirmeye çalışıyoruz. Allah, bizden kardeş olmamızı istiyor. Böyle bir zamanda mü'minin mü'minden başka dostunun olmayacağı aşikârdır. Yüce Allah (cc)'m Ni­sa 144. ayetinde: "Ey inananlar! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah'ın aleyhinize apaçık bir ferman ver­mesini mi istersiniz?" şeklindeki emri yolumuzu aydınlatır­ken, yine Yüce Allah (cc) Hucurat 10. ayetindeki "Mümin­ler ancak kardeştir" fermanıyla da kimlerle dost ve kardeş olmamız gerektiğini açıkça belirtmiştir. Biz bunun için çalı­şıyoruz. Bir mü'mine, yani bir kardeşimize gelecek en kü­çük bir darbe, hepimize inmiş gibi bizleri^rahatsız etmelidir. Numan b. Beşir (ra)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerifte Resulullah (sav) şöyle demektedir: "Birbirlerine merhamet, şefkat ve sevgi konusunda mü'minleri bir vücut gibi görür­sün. Vücudun bir organı rahatsız olursa, diğer organlar uyumadan, hararetle birbirlerini ona çağırırlar." Bu hadisi hayatımıza geçirmeye bugün her zamankinden daha fazla muhtacız.

Kadri'yi dikkatle dinleyen Ahmet Hoca, onun ilmine ve Müslümanlar için taşıdığı endişe ve sorumluluk duyguları­na hayran oldu. Bu genç yaşma rağmen kendisini adadığı bu Yüce Dava'nm yükü ağırdı. İleriki zamanda Önlerine ni­ce zorluklar, nice badireler çıkacaktı. Buna rağmen hem Kadri'de ve hem de diğerlerinde, her şeye hazır olmanın, ne olursa olsun bu yolda yürüyeceklerinin azim ve kararlılığı­nı gördü. Çünkü onlar, ezbere bir iş yapmıyorlar, sadece sloganik sözler üretmiyorlardı. Görünüşe göre onlar ne söy­lediğini bilen, söylediklerim de yapan ve yaşayan kimseler­di. Bu ise imanın ta kendisiydi. Karşısındaki gençlere bakan Ahmet Hoca, Üstad Bediüzzaman (rh.a)'ın; "İman hem nur­dur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisa-tın tazyikatından kurtulabilir" sözlerini anımsadı. Doğruy­du demek ki bu söz. Bu gençlerin azlıklarına aldırmadan, İslam düşmanı grupların sayısal üstünlüğü elinde bulun­duran tüm güçlerine karşı durmayı göze almaları, hakiki imanın yansımasından başka bir şey değildi.

Kadri'yi daha önceden tanıyordu Ahmet Hoca. İki yıl­dan beridir derslerine giriyordu. Sınıfında sağlam kişiliği, oturaklı yapısı, ciddiyeti ve İslami konulardaki tavizsizliği ile hemen kendisini belli ediyordu. Zaten cıvık bir öğrenci kitlesinin içinde böyle birini ilk bakışta fark etmemek de mümkün değildi doğrusu. Sonraki Samanlarda tanışmışlar, zaman zaman konuşmuşlardı. Ahmet Hoca, sevdiği ve tak­dir ettiği bu öğrencisinin fikir ve görüşlerini göz ardı etmez­di. Şimdi de anlattığı şeyler, bir Müslümamn diğer Müslü­man'a karşı olan hukuku ve İslam'ın çizdiği çerçevede ol­ması gerekenlerdi. Bu nedenle ona yüzde yüz hak veriyor­du. Derin bir nefes alarak Kadri'ye mukabelede bulundu.

-Aah Kadri kardeşim ah!.. Biz, Müslümanlar olarak imandan sonra neyi kazandıysak, hep bu kardeşlik bilincimiz sayesinde kazandık. Neyi kaybettiysek de, hep bu bi­linci yitirmemizden dolayı kaybettik. İslam, kardeşlik bilin­cinin yerleştirilmesiyle kuvvet kazandı. Allah Resulü (sav)'nün Medine'ye hicretinden sonra, mescid inşasına başlamasının hemen akabinde Ensar ile Muhacir Müslü­manları kardeş yapmasının ardında nice hikmetler vardır. O zaman öyle bir kardeşlik tesis edildi ki, şimdiye kadar emsalini görmedik, bundan böyle göreceğimiz de muhal... İşte o kardeşlik sayesinde nice zorluklar kolaylaştı; nice ba­direler engel olmaktan çıktı. Açlık,- yerini tokluğa terk etti. Bedir'deki zafer bununla kazanıldı, Uhud'daki musibet ve hüzün bununla sükûn buldu. Hendek'te küfür koalisyonu­na karşı bununla baş edildi. Hayber, Mekke ve daha nice yerler bununla fethedildi. Bunun sayesindeydi ki, Müslü­manların verdiği korku, bir aylık mesafedeki düşman ordu­sunu dağıtmaya yetti.

İslam düşmanları, Müslümanların bu özelliğini keşfet­mekte gecikmediler. Ümmet yekvücut oldukça, kendilerinin rahatlık yüzü görmeyeceklerini anladılar. Çareler dü­şündüler. Sonra da ümmetin arasına fitne tohumlan ektiler. Bu tohumlar o kadar hızlı filizlenip yayıldı ki, bir anda üm­met fırkalara ayrıldı. Her yerde kardeş kanı döküldü. İşte Kadri kardeşim, bugün hâlâ o zaman atılan fitne tohumla­rının acısını çekiyoruz, Ümmet bölük pörçük olmuş durum­da. Küçük küçük sözüm ona milli devletler kurulmuş. Hep­sinin de yöneticileri emperyalist, İslam düşmanı devletlerin gönüllü uşağı durumunda. Bir yerde İslam güçlenmeye görsün, kendi halklarının hainleri olan bu uşaklar, en acı­masız, en gaddar, en zalimane yöntemlerle bunu durdurmaya çalışıyorlar. Bugün hâlâ Müslümanların kam, kendi­lerine "Müslüman'ım" diyen bu uşak ruhlu, aşağılık yöne­ticiler ve onların av köpekleri konumunda olanların elleriy­le dökülmektedir.

Ahmet Hoca, ümmetin içinde bulunduğu içler acısı ha­li çarpıcı örneklerle biraz daha anlattı. Belliydi ki, uzun zamandır rahatsız olduğu bu konulan birileriyle konuşma imkânı olmamıştı. Bu yüzden, soluklanmak için durduğu anlar haricinde anlatıp durdu.

Anlattığı şeyler, gençlerin habersiz olduğu veya bilme­diği konular değildi. Ama Ahmet Hoca o kadar canlı, o kadar içten, o kadar geniş bir örnek perspektifiyle anlatıyordu ki, gençler sanki tüm bunlardan habersizmişler gibi ilgiyle dinliyorlardı. Bunda, Ahmet Hoca'nm akıcı ve etkileyici üs­lubunun da rolü vardı elbette.

Ahmet Hoca, çizdiği tablo sebebiyle gençlerin üzüldü­ğünü, zaman zaman öfkelenip kaşlarının çatıldığını, gayri ihtiyari dişlerinin sıkıldığını gördü. Bu yüzden konuşması­nı biraz da iyimser ifadelerle bitirmeyi düşündü.

-Ama, diye devam etti konuşmasına. Bu hep böyle sü­rüp gitmez elbette. Tüm bu zorluklara, baskılara, kıyımlara, engellemelere rağmen İslam Ümmeti arasında büyük bir uyanış var. Allah'ın yüce dini İslam'ı ihya etmek için canla­rını dişlerine takan Müslümanların sayısı her geçen gün ar­tıyor. Müslümanların yaşadığı tüm coğrafyalarda büyük bir hızla İslam'a dönüş var. Memleketleri işgal altında olan Müslümanların kahraman evlatları, cihad sancağını bir da­ha indirmemek üzere kaldırmış ve işgalci emperyalistlere büyük kayıplar verdirmişlerdir. Bunun en güzel örneği, ümmetin iftiharı ve yüz akı olan Çeçenlerin Ruslara karşı kahramanca direnişidir. Bununla birlikte Filistinlilerin Ya­hudilere, Keşmirli Müslümanların Hindulara karşı cihadı, Moro'daki Müslümanların Filipinlerdeki mücadelesi ve is­mini daha yeni yeni duymaya başladığımız coğrafyalarda bulunan Müslümanların uyanış ve silkinişleri... gelecek için bize büyük umutlar veriyor. Tüm bu direnişler, kayna­ğım İslam'dan almaktadır elbette. İşte tüm bunlara baktı­ğımda, gelecek yılların İslam'ın ve Müslümanların lehine gelişmeler barındıracağına inanıyorum. Ümitli olmak lazım arkadaşlar. Hem Üstad Bediüzzaman (rh.a): "Ümitvar olu­nuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür şada İslam'ın sadasi olacaktır!" diye müjdelemiyor mu bizi?.. Öyleyse Al­lah'tan ümidimizi kesmeden ihlâsla çalışmak lazım... Ben sizde bunu görüyorum. Zaman sizin lehinize ilerliyor. Size güveniyorum. Ben de size elimden gelen desteği gösterip her türlü yardımı yapacağım.

Ahmet Hoca'nm bu iltifatlarına teşekkürle mukabelede bulundu gençler. Bir müddet daha karşılıklı sohbet ettiler. İkindi ezanı okunmuştu. Hesapladıklarından daha fazla oturmuşlardı. Kadri ziyaretleri kısa tutmayı adet edinmişti. Çünkü ziyaretin en efdalinin kısa olanı olduğunu biliyordu.

Ama buna rağmen Ahmet Hoca'ya yaptıkları ziyaret uzun sürmüştü. Saatine baktıktan sonra:

-Hocam, vakit epey ilerledi. Müsaade ederseniz artık kalkalım, dedi.

-Ne aceleniz var? Ne güzel oturup sohbet ediyorduk!..

-Bu seferlik böyle olsun hocam. İnşaallah sizi sık sık zi­yaret ederiz. Zaten ikindi vakti de girmiş. Biliyorsunuz, na­mazın en efdali, vaktinde kılınanıdır.

-Doğru ya, haklısın. Vakit de ne çabuk geçiyor!.. Hiç farkında olmadık doğrusu. Arkadaşlar, sizinle sohbet etmek gerçekten güzeldi. Allah sizden razı olsun, sizi çıktığınız bu mübarek yolda muvaffak kılsın. Ha, unutmadan söyleye­yim. Hangi konuda olursa olsun, yapabileceğim bir şeyler varsa, mutlaka haberim olsun.

-İnşaallah hocam. Biz artık çıkalım. Esselamu aleykum!

-Ve Aleykumusselam ve Rahmetullahi ve Berekatuh!

 

12- Bölüm

 

Ramazan ayı... Rahmet kapılarının ardına kadar açıldığı, bolluk ve bereketin gözle görülür oranda arttığı mübarek ay... Cennet kapılarının açılıp cehennem kapıları­nın kapatıldığı, şeytanların zincire vurulduğu hayır ve ha­senat mevsimi... Yüce Peygamber (sav)'in Buhari'nin nak­lettiği bir hadisinde: "Kim inanarak ve sevabını Allah'tan umarak Ramazan'ı ihya ederse, geçmiş günahları bağışla­nır" diye müjdelediği af ve mağfiret iklimi... içinde, 'bin ay­dan daha hayırlı olan ve Kur'an-ı Kerim'in inmeye başladı­ğı geceyi' barındıran lütuf ve esenlik günleri... Allah'a ya­kınlaşmanın vesilelerinden biri olan Kur'an-ı Kerim'in çok­ça okunduğu tilavet ayı... Ve her şeyden önemlisi, "Oruçlu­nun ağız kokusu Allah indinde misk kokusundan daha de­ğerlidir" şeklindeki bir iltifat ve müjdenin muhatabı olan mü'minlerin, tuttukları orucun karşılığını sadece Allah'ın bildiği ihsan ayı...

İşte böyle bir ayda oruç farziyetini en güzel şekliyle ye­rine getirmenin idraki içindeydi Müslümanlar. Mübarek

Ramazan ayı sevinç ve mutlulukla karşılanmış, ondan en güzel ve en verimli şekilde istifade etmenin tatlı telaşına düşülmüştü.

Ramazan ayı, Müslümanlar için bir muhasebe ayıydı aym zamanda. Yıl içinde yapılan yanlışların, ibadetlerdeki eksikliklerin, gevşeklik ve gafletin görüldüğü; böylece bo­zulan rotanın yeniden Allah'ın gösterdiği istikamete doğru yönlendirildiği bir düşünce ve tefekkür vesilesiydi. Kalple­rin yumuşadığı, daha düşük durumda olanların, yiyecek bir lokma ekmeği, ekmeğinin yanında katığı bulunmayan­ların hatırlandığı şefkat ayıydı. Kalpler; olabildiğince yu­muşar, şefkat ve merhamet duygularıyla dolardı. "Tok olan­lar açlık çekenlerin halinden ne anlar?" sözünün rafa kaldı­rıldığı, insanların bir ay müddetince aç bırakılarak açların halinin idrak edilmesinin sağlandığı bir aydı Ramazan. İşte bu doğrultuda olabildiğince çok hasenat yapmaya çalışan mü'minler, Allah'a yakınlaşmak için vesileler arıyorlardı. Ramazan ayında Allah'a yakınlaşmanın en iyi vesilelerin­den biri de hiç şüphesiz gönül zenginliği içinde iftar yemek­leri vermek ve bu yemeğe özellikle fakir, yoksul ve Öğrenci­leri çağırmaktı. Maddi durumu iyi olan arkadaşlar, Rama­zan ayma girildiğinden beri, sırf Allah rızası için iftar yemekleri veriyor, mevlitler okutuyorlardı. Kadri ve arkadaş­ları da isteğe göre durumu müsait olanlar arasında iftar programlan yapmışlardı.

İlyas da, ailesiyle danıştıktan sonra, Ramazan ayı bo­yunca beş kez, her biri yirmi kişilik olacak şekilde iftar yemeği verebileceğini arkadaşlara bildirmişti. Arkadaşlar da onun bu bildirimi doğrultusunda Ramazan'ın dördüncü günü için ilk davetini vermesini ve bu yemeğe yurtta kalan öğrencileri çağırmasını istemişti. O da öyle yapmış, duru­mu ailesine söyledikten sonra okuluna gitmiş, orada Ve­dat'la konuşup kendisiyle beraber yirmi kişiyi çağırmasını söylemişti.

İşte akşam namazına bir saat kala İlyas'ı minibüs dura­ğında bekleten sebep buydu. Vedat'la öyle anlaşmışlardı. Vedat, bulabildiği kadar arkadaşla birlikte akşam namazına bir saat kala bu durağa gelecek, buradan da hep birlikte II-yas'ın evine gideceklerdi. İlyas fazla beklemeden karşıda duran belediye otobüsünden inen Vedat ve diğer arkadaşla­rını gördü. Yurtta kalsalar da hepsiyle tanışıyorlardı. Vedat ve beraberindekiler otobüsten indikten, sonra karşıya geçip İlyas'm yanma geldiler. Sevinç ve heyecanla kendilerini bekleyen İlyas'a ilk selam veren Vedat oldu.

-Selamun aleykum!

-Ve Aleykumusselam ve Rahmetullahi ve Berekatuh. Hoş geldiniz Vedat abi, herkes tamamdır İnşaallah.

-Hoş bulduk İlyas. Yusuf İle Ümit'i saymazsak hepimiz tamamız. Yani şu an 13 kişi var burada.

İlyas gelenlerin hepsiyle tek tek tokalaştıktan sonra; -Ben, 20 kişiye kadar getirebilirsiniz demiştim Vedat abi. 13 kişiyle gelmenize üzüldüm. Annem de az kişi getir­diğim için kızacak bana, dedi. Ben Ramazan'ın başında ona Resulullah (sav)'ın Muhtarü'l-Ehadis'te geçen ve İmam Ah­met'ten rivayet edilen; "Kim bir oruç tutana iftarını yaptı­rırsa, oruç tutanın sevabından hiçbir şey noksan olmaksızın onun sevabı kadar sevap alır" şeklindeki hadisini okuduk­tan sonra o kadar sevindi ki, her gün iftar yemeği vermek istediğini söyledi. Şimdi de arkadaşlarım gelecek diye sa­bahtan beri sevinç ve heyecan içinde alacağı sevabı düşüne­rek hazırlık yapıyor.

-Allah ondan razı olsun ve yaptığı bu hayırlı amelin karşılığını cennet nimetleri olarak versin. Boşta kalan arkadaşlar sadece bu kadar. Bir de Yusuf la Ümit vardı. Diğer kardeşlerin hepsi, başka Müslümanların davetlisi olarak if­tara gittiler.

-Yusuf la Ümit bir yere davetli değilseler, onlar niçin gelmediler peki?

-İslam'ı tebliğ ettikleri birisiyle sohbet ediyorlardı. 'Biz sonra geliriz' diyerek kaldılar. Fırsat bulurlarsa, onlar da ge­lecekler.

-İyi iyi. İki kişinin daha gelecek olması, annemin üzün­tüsünü daha aza indirir belki. Yusuf u da görmeyeli epey zaman olmuştu. Hakikaten çok özlemişim kendisini. İnşaal-lah fazla gecikmeden gelirler.

- İnşaallah.

-Haydi, gidelim o zaman. -Tamam İlyas kardeş gidelim.

Öte yandan Yusuf ile Ümit, yurttaki işlerini bitirmişler, îlyas'ın davetine icabet etmek için minibüs durağına gel­mişlerdi. Ancak minibüsün gelmesi uzun sürdüğü için ge­cikmişlerdi. Şehir merkezine gelip minibüsten indiklerinde iftara 15 dakikadan daha az bir süre kalmıştı. İki genç gide­cekleri yere varmak için acele ederken bir yandan da konuşuyorlardı.

-Neredeyse ezan okunacak Yusuf. Daha çok var mı gi­deceğimiz yere?               .

-Ezandan önce yetişiriz İnşaallah.

-Geciktiğimiz için arkadaşlar bizi merak ediyorlardır şimdi.

-Benim de endişem o zaten. Yoksa iftara yetişmesek de bir şey olmaz. Allah bu akşamki rızkımızı elbette verecektir. Ha İlyas'm evinde, ha başka bir yerde...

-Haklısın da Yusuf, ayıptır söylemesi ben bugün çok acıktım. Midemde rahatsızlık olduğu için sahurda yemek yememiştim.   

-Rahatsız miydin?! Niçin söylemedin? Seni doktora gö­türür, muayene ettirirdik en azından.

-Önemli bir sorun yok Yusuf, endişelenme. Bende za­man zaman böyle rahatsızlıklar oluyor. Galiba midem biraz hassas olduğu için yemekler çok çabuk dokunuyor bana. Ama şimdi iyiyim, merak etme.

-İyi, buna sevindim işte. Allah'a hamd olsun.

-Elhamdülillah! Neyse sen gideceğimiz yere çok kaldı mı, onu söyle Yusuf?

Yusuf, Ümit'in sorusunu cevaplamadan arkadan "Yu­suf Abi, Yusuf Abi!" diye kendisini çağıran bir ses işitti. İki­si de sesin sahibini görmek için hızla döndüler. Kendilerini çağıran, Hüsameddin adında, İmam Hatip Lisesi 3. sınıfta okuyan bir gençti. Babası Muhammed Hoca, emekli imam­dı ve aynı zamanda iyi bir âlimdi. Emekli olmasına rağmen kendi mahallesindeki camide imamlık yapıp burada Fıkıh, Siyer, Hadis ve Tefsir gibi İslami dersler vermeye devam ediyordu. Yusuf, sonraları bir vesileyle Muhatnmed Ho-ca'yla tanışmış, tanıştıkları sırada orada bulunan Hüsamed-din'in Yusuf u okuldan tanıması sebebiyle de birkaç kez ev­lerinde kalmıştı. Bu tanışmayla birlikte Yusuf, hafta sonla­rında ve hafta içi derslerin yoğun olmadığı zamanlarda, îmam Hatip Lisesinde belli bir seviyeye ulaştırdığı Arapça öğrenimini tamamlamak için Muhammed Hoca'dan ders almaya başlamış, bunu düzenli bir şekilde devam ettirmiş­ti. Bu derslere İlyas ile Hüsameddin de katılıyorlardı. İşte Yusuf un Hüsameddin'le olan bu ders arkadaşlığı, ikisi ara­sında sevgi ve saygıya dayalı güçlü bir kardeşlik bağı oluş­turmuştu. Hüsameddin Yusuf u kendisine örnek olarak alı­yor, onun güzel ahlakından, edep ve hayasından, İslami bil­gi ve kültüründen istifade etmeye çalışıyordu. Hatta bu yıl gireceği üniversite sınavında Tıp Fakültesini hiç düşünme­diği halde, sırf Yusuf orada okuyor diye, önüne ilk hedef olarak tıbbı koymuştu.

Yusuf, kendilerini çağıran sesin sahibinin Hüsameddin olduğunu görünce dalgınlığına hayıflandı. Çünkü şu an tam da Muhammed Hoca'run evinin bulunduğu binanın bi­raz ötesindeydiler. Hüsameddin, elinde birkaç poşetle bina­ya gireceği sırada onları fark etmişti. Yusuf u bu iftar vakti evlerinin yakınında görmesi onu epey sevindirmişti. Yüzü­ne yayılan bu sevinçle Yusuf ile Ümit'in yanma gitti. Selam-laşıp tokalaştıktan sonra:

-Yusuf Abi, bu vakitte dışarıda ne işiniz var? Ezan ha okundu, ha okunacak! diye sordu Hüsameddin.

-Sorma Hüsameddin! İlyas'in evine gidiyoruz. Arka­daşlarla oraya davet edilmiştik. İkimiz yurtta biraz oyalanınca geciktik. Şimdi de yetişmek için acele ediyoruz. -Boş verin oraya gitmeyi, artık yetişemezsiniz.

-Fazla kalmadı zaten, iki-üç sokak sonra oradayız.

-Sizi bu vakitte burada görmüşken kafiyen bırakmam Yusuf Abi.

-Yapma Hüsameddin, İlyas kardeşin gönlü kalacak, kalbi kırılacak sonra.

-Orasını bana bırak Yusuf Abi. Ben ona telefon açar, du­rumu izah ederim. Babam da seni görünce çok sevinecek. Hem başka misafirler de var. Siz yalnız olmayacaksınız.

-Onlar kim peki?

-Babamın hem cami cemaatinden/4ıem mahalleden, hem de ders verdiği Müslümanlardan oluşan karışık bir grup. On kişinin üzerinde vardırlar. Genelde hepsi orta yaş ve üzeri...

Yusuf, Ümit'e bakıp onun da fikrini almak için gözle­rindeki ifadeyi okumak istedi. Ümit, başını sallayıp olumlu karşıladığını belirtince;

-Tamam Hüsameddin, dediğin gibi olsun. Yalnız İlyas sana kızarsa, karışmam ha, ona göre!

-Anlaştık Yusuf Abi.

-Ümit'le tanışmıyorsun herhalde değil mi?

-Şimdi tanışmış olduk Yusuf Abi.

-Olsun, ben yine de tanıştırayım.

Yusuf onları tanıştırdıktan sonra Hüsameddin biraz ön­den gidip içeriyi müsait etti. Kapıda bekleyen iki genci içeri aldı. Misafirlerin bulunduğu odaya almadan önce babası­nı çağırıp durumu izah etti. Babası da oğlunun bu misafir­perverliğinden memnun ve sevinmiş bir halde onları diğer misafirlerin yanma aldı. Gençler içeriye girince selam verdi­ler. İki genç diğerleriyle tek tek tokalaşırken, Muhammed Hoca:

-Allah bize iki genç kardeşimizi daha misafir olarak gönderdi. İnşaallah onlarla birlikte soframız daha bereketli olacak, dedi.

Yusuf ile Ümit içeri girdiklerinde sofra neredeyse hazır­lanmıştı. Fazla lükse kaçılmamakla birlikte sofrada duran yemekler iştah kabartıcıydı. Son eksikliklerin de tamamlan­masıyla birlikte misafirler sofranın etrafında toplandılar. Çok geçmeden okunan ezanın sesi duyuldu. Muhammed Hoca: "Aziz Allah, Aziz Allah, şefaat ya Resulullah!" diye­rek ezana mukabele etti. Sonra ellerini kaldırıp iftarda okunması sünnet olan ve Ebu Davud'dan rivayet edilen "Ey Allahım! Senin rızan için oruç tuttum ve Senin rızkınla orucumu açıyorum..." şeklindeki hadisi okuduktan sonra Müslümanların içinde bulunduğu zor durumlar için kısa bir duada bulundu ve 'Âmin' deyip elleriyle yüzünü mes-hetti, Onunla birlikte ellerini dua pozisyonunda kaldırmış olan misafirler de onun yaptığı gibi yaptılar. Sonra hem ev sahibi olması, hem de orada bulunanların en yaşlısı olması hasebiyle Muhammed Hoca; 'Bismillah!' deyip sünnet ol­duğu üzere bir hurma alarak orucunu açtı. Ardından da misafirlerin elleri yine besmeleyle hurmalara uzandı.

Herkes yemeğini yedikten sonra Muhammed Hoca oğluna dönerek:

-Hüsameddin, oğlum! Büyük odayı müsait et de akşam namazımızı geciktirmeden kılalım, dedi.

Babasının bu uyarısıyla odadan hızla çıkıp az sonra ge­ri geldi Hüsameddin.

-Tamamdır baba, gidebiliriz.

-Haydi ya Allah!

Muhammed Hoca'nm imamlığı, Hüsameddin'in de müezzinliğinde akşam namazı kılınırken, diğer odada sofra toplanmış, içerisi temizlenip havalandırılarak tekrar otur­mak için hazırlanmıştı. Namazdan sonra Muhammed Hoca ve misafirler tekrar ilk oturdukları odaya geçtiler. Onlar da­ha yeni oturmuşken, Hüsameddin çayları getirip misafirle­re ikram etmeye başlamıştı bile. Herkes çayını aldıktan son­ra Muhammed Hoca misafirlerine hitaben:

-Kardeşlerim! dedi.

Tüm dikkatler ona yönelince devam etti.

-Kardeşlerim! Mademki bu mübarek Ramazan akşamı vesilesiyle bir araya geldik, o halde Rabbimizin adını yücelttiği, Rahmet ve bereket ayı olan bu kudsi aydan daha fazla istifade etmek için ne yapmak gerektiği konusunda birkaç söz söyleyeceğim. Bu arada çaylarımızı da içer, son­ra hep birlikte teravih namazımızı kılmak için camiye gide­riz inşaallah. Bildiğiniz gibi, Müslümanlar her nerede olur­larsa olsunlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmek, iyi­liği emredip kötülükten sakmdırmakla mükelleftirler. Mü­saadeniz olursa, ben de bu mükellefiyetin gereğini yerine getirmeye çalışacağım.

Evet; Resulullah (sav), Buhari'de geçen bir Hadis-i Şeri­finde: "Kim inanarak ve sevabını Allah'tan umarak Rama-zan'ı ihya ederse geçmiş günahları bağışlanır" diye buyur­muştur. Yine Peygamber Efendimiz (sav) üç aylara ulaştı­ğında; "Allah'ım! Receb ve Şaban'ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan'a ulaştır" şeklinde dua ederdi. Bundan anlıyoruz ki; Ramazan ayı, semanın rahmet kapılarının açıldığı, mü­minlerin mağfiretle müjdelendiği, cehennem kapılarının kapandığı ve şeytanların zincire vurulduğu kudsi bir aydır.

Bizleri bu mübarek aya ulaştıran Yüce Allah'a sonsuz hamd-u senalar olsun. Bir sonraki Ramazan ayma ulaşıp ulaşamayacağımızı bilemeyiz. Bu konuda hiç kimsenin bir garantisi yoktur. Bu yüzden hali hazırda içinde bulunduğu­muz bu aydan en güzel şekilde istifade etme konusunda azami bir gayret göstermeliyiz. Aynı şekilde aile, akraba, komşu ve arkadaşlarımızın da bu aydan en güzel şekilde is­tifade edebilmeleri için onlara da yol göstermeli ve yardım­cı olmalıyız. Peki, nasıl istifade etmeli ve bunun için neler yapmalıyız?

Hepimiz, bilincimiz ve imkânımız nispetinde bazı gü­zel amelleri yıl içinde zaman zaman yapmaya çalışırız. Ramazan ayı; bizler için, yıl içinde aralıklarla yaptığımız tüm hasene ve ibadetlerin düzenli ve çokça yapıldığı bir ay ol­malıdır. Ramazan ayında hayırlı amellerimizi artırmalı, okumalı ve okuduklarımızla amel etmeliyiz. Özellikle Sün~ net-i Seniye'ye hakkıyla uyma konusunda azami gayret göstermeliyiz.

Tuttuğumuz Ramazan orucuna, fıkhı yönden bir halel gelmemesi için, öncelikle Ramazan orucu ile ilgili ilmihal bilgilerini okumalı ve orucun fıkhı boyutunu tam olarak öğ­renmeliyiz. Bildiğiniz gibi oruç, sadece gün boyu aç ve su­suz kalmaktan ibaret değildir. Bilakis tüm uzuvlarımızla oruçlu olmalıyız. Yani gözümüzü haramdan, dilimizi gıy­betten, kulaklarımızı haram sözler işitmekten, kalbimizi masivadan sakmdırmalıyız.

Üstad Bediüzzaman'm risalelerinden 'Ramazan Risa­lesi'ni anlayarak okumak, Ramazan aymm hikmetini anlamamız açısından önümüze derin ufuklar açacaktır. Ayrıca Ramazan ayında Resulullah (sav)'m hayatıyla ilgili kısa bir siyer kitabı da okumak faydalı olacaktır.

Yüce kitabımız Kur'an-i Kerim, Rabbimiz tarafından Cebrail (as) vasıtasıyla bu ayda inmeye başlamıştır. Cebrail (as) ile Peygamberimiz (sav), her Ramazan ayında Kur'an-ı Kerim'i mukabele yapmışlardır. Hatta Peygamberimiz (sav)'in vefatından önceki Ramazan ayında bu mukabele iki kez yapılmıştır. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim tilavetinin hem çok hayırlı bir ibadet olmasından, hem de Resulullah (sav)'ın müekked sünnetinden olduğu için, o zamandan gü­nümüze kadar tüm Müslümanlar, Ramazan aylarında Kur'an-ı Kerim tilavetine ağırlık vermişlerdir. Bizler de ay­nı bilinçle Kur'an-ı Kerim'i çokça okumalıyız. Zira okunan her bir harfin sevabının on misliyle fazlalaştığını biliyoruz. Çünkü Cuma günleri, Ramazan ayı ve özellikle de Kadir Gecesi'nde okunan her bir harfin sevabının yüzler, hatta binler misliyle ziyadeleştiğini hidayet önderi Peygamberi­miz (sav) müjdelemiştir.

Özellikle erkek mü'minler, Ramazan ayında camilerde mukabele şeklinde okunan hatimlere iştirak etmelidirler. Böylece ResuluUah (sav)'m mukabele sünneti ihya edilmiş olur. Aynı şekilde mü'mine bacılar da mukabele şeklinde cüz okumak için çocukları, komşuları ve akrabalarıyla hal­kalar oluşturmalıdır. Öyle ki her sokakta, her binada bir mukabele grubu oluşsun. Bunun yanında hepimiz, ferdi olarak da Kur'an-ı Kerim tilavetine ağırlık vermeliyiz. Özel­likle geceleri, tertil üzere ve manasını anlamaya çalışarak Kur'an-ı Kerim'i okumak maneviyatımızı güçlendirecektir. Ramazan ayı; muhatap olduğumuz ilahi mesajı yeniden alı-yormuşuz gibi bizde bir coşku oluşturmalıdır. Böylelikle Müslümanlar olarak tüm benliğimizle ilahi mesajı idrak et­me gayretinde olmalıyız.

-Hocam! dedi, iri yapılı, 45 yaşlarında olduğu anlaşılan hafif sakallı misafir. İyi diyorsunuz da, bazılarımız Kur'an-ı Kerim okumasını bilmiyoruz. Bunun için ne yapabiliriz?

Muhammed Hoca, soru soran Müslüman'a bakıp te­bessüm etti. Sonra kaldığı yerden konuşmasına devam etti.

-Zaten ben de bu hususa değinecektim Mustafa karde­şim. Tabi ki hepimiz Kur'an-ı Kerim okumasını bilmiyor olabiliriz. Ancak bu, hiç öğrenemeyeceğimiz anlamına gel­mez, öyle değil mi? Bilmiyorsak, bu durumda yaşımıza, ya da bulunduğumuz ortam ve şartlara bakmadan, mübarek Ramazan ayını Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek için bir fırsat bil­meliyiz. Okumasını bilmeyen kardeşlerimiz, eğer imkân varsa kendilerine en yakın camide, bu mümkün değilse ev­de veya işyerinde bilen bir kardeşten ders  alabilirler.

Kur'an-ı Kerim Öğrenmeye ihlâs ve azimle bir başlangıç ya­pılırsa, Rabbimiz; mübarek Ramazan'm da feyiz ve bereke-tiyle, bunu bize kolaylaştıracaktır inşaallah.

Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek isteyen kardeşlere, okuma­sını bilenler yardımcı olmalıdır. Hepimiz her ortamda ders vermek için gayret sarf etmeliyiz. ResuluUah (sav)'ın Sahih-i Buhârî'de geçen; "Sizin en hayırlınız Kur'an-ı Kerim'i öğ­renen ve onu öğretendir" hadisini kendimize şiar edinmeli­yiz.

Ramazan ayında boş söz ve davranışlardan kaçınmak gerekir. Bunun için düzenli olarak yerine getireceğimiz virdler ve zikirler edinmeliyiz. Rabbimizi çokça anmak, Peygamberimiz (sav)'e bolca salâvat getirmeli sık sık tövbe ve istiğfar etmeliyiz. Öyle ki kalbimiz hiçbir şekilde gaflete gelmesin ve dilimiz de sürekli zikirle meşgul olsun.

Hayatımızın her aşamasında Hz. ResuluUah (sav)'ın Sünnet-i Seniyyesine uymamız gerekir. Üstad Bediüzzaman'ın dediği gibi; "Sünnete ittiba ile adetlerimiz ibadete dönüşür." Günlük yaşantımızda sünnete uyma noktasında hepimiz az-çok gayret gösteriyoruz belki; ancak bu yeterli değildir. Sünnete uyma konusundaki mevcut zaaf ve eksik­liklerimizi tespit etmeli ve bu Ramazan ayını, hayatımızın her aşamasının Hazreti ResuluUah (sav)'ın Sünnet-i Seniy-yesi ile şekillenmesi için bir başlangıç yapmalıyız. Yüce Rabbimiz Al-i İmran Suresi 31. ayet-i kerimesinde: "(Habi-bim Ya Muhammed!) De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız, o halde bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarını­zı bağışlasın' Allah Gafurdur, Rahimdir." şeklinde buyuralak Sünnet-i Seniyyeye tabi olmanın ne kadar önemli ve ge­rekli olduğunu kesin bir şekilde biz Müslümanlara ilan et­miştir.

Rabbimizin bir lütfü olarak, Ramazan'a has ibadetler­den biri de teravih namazıdır. Hepimiz teravih namazını camilerde cemaatle kılmalıyız. Bu konuda rehavete kapılarak üşengeç davranmamalı, azami gayret göstermeliyiz. Tera­vih namazlarına çocuklarımızı, akraba ve komşularımızı da götürmeliyiz. Mü'mine bacılarımız ise teravih namazlarını evlerinde aile fertleri ve komşularıyla birlikte cemaatle kıla­bilirler. Bunun için aynı sokakta, aynı binada oturan bayan­lar bir araya gelmeli ve teravih namazı kılmalıdırlar. Ama mutlaka camilerde teravih namazı kılma arzusunda olan bacılarımız olursa, gidecekleri caminin eve yakın olmasına ve camide bayanlara tahsis edilmiş tamamen müsait bir iba­det yerinin bulunmasına dikkat etmelidirler. Ayrıca camiye gidip gelirken yanlarında mutlaka bir mahremlerinin bu­lunmasına ve giriş çıkış zamanlarının erkeklerle aynı olma­masına da dikkat etmelidirler.

Ramazan ayındaki Müekked sünnetlerden biri de itikâ-fa girmektir. Buhari'de nakledilen bir hadiste Hz. Resulul-lah (sav)'ın hanımı Hz. Aişe annemiz, Hz. Resulullah (sav)'m vefat edinceye kadar Ramazanın son on gününde itikâfa girdiğini rivayet etmiştir. Bu güzel sünneti ihya et­mek için hepimiz gayret sarf etmeliyiz. Yapabilirsek Rama­zanın son on gününde, buna gücümüz yetmezse en az bir gün, eğer koşullarımız buna da elvermiyorsa itikâfm hayır ve sevabından mahrum kalmamak için bir anlık da olsa bu sünneti yerine getirmeliyiz.

Ramazan ayında kabir ziyaretlerini arttırmak gerekir. Çünkü kabir ziyaretleri vasıtasıyla, "Lezzetleri acılaştiran ölümü anmayı sıklaştınn" hadisinde belirtilen ve herkesin kaçınılmaz sonu olan ölüme her an hazırlıklı olma konu­sunda hayatımızı düzenleyebiliriz. Bu sayede Rabbimizle rabıtamızı güçlendirmek suretiyle kendimizi günahlardan koruyacağımız gibi, vefat etmiş yakınlarımızı daha çok ha­tırlamış ve ziyaretlerde okuyacağımız Kur'an-ı Kerim'le, yapacağımız dualarla hem kendimize, hem de onlara sevap kazandırmış oluruz inşaallah.

Ramazan, aynı zamanda mü'minler arasında sosyal da­yanışmanın geliştiği ve kardeşliğin pekiştiği bir aydır. Bunun gereklerini yerine getirebilmek için Öncelikle küskün olduğumuz bir mü'min varsa, haklı veya haksız olduğumu­za bakmadan hemen barışmalı ve kalplerini kazanıp helal­lik almalıyız. Aynı şekilde küskün olduklarını bildiğimiz akraba, komşu ve arkadaşlarımızı barıştırmak için çaba sarf etmeliyiz.

Yine dayanışma ve kardeşliğimizi pekiştirmek için iftar yemekleri vermeliyiz. Bu iftarlara yakın akraba, komşu ve çevremizdeki fakirleri davet etmeliyiz. Verilen iftarlarda is­raftan kaçınmalı, makul ölçülerde hareket etmeliyiz. Bizleri iftara davet eden tüm kardeşlerimizin de davetlerine icabet etmeliyiz.

Hasta olan akraba, komşu ve mü'min kardeşlerimizi zi­yaret etmeli, onların hal-hatır ve ihtiyaçlarını sormalıyız.

İmkânlarımız Ölçüsünde maddi ve manevi konularda yardımcı olmalı, hiçbir şey yapamıyorsak dahi en azından on­ları dualarımızdan eksik etmemeli ve onlardan da dua tale­binde bulunmalıyız.

Fıtır sadakalarımızı,  fakir olan  akraba, komşu ve mü'min kardeşlerimize vermeliyiz. Sadece Fıtır sadakası vermekle yetinmemeli, gücümüz oranında sadakalarımızı arttırmalı, çevremizdeki fakirleri gözetmeli ve onların ihti­yaçlarına koşabilmeliyiz. Unutmayalım ki; israftan kaçına­rak makui ölçülerde hareket edersek, her zaman için vere­cek bir sadakamız mutlaka olacaktır. İnsanlar, sadakanın maddi olarak yüksek miktarda olması gerektiğini zannedi­yorlar. Birçoğumuz da bu düşünceyi paylaşıyoruz. Bu yüz­den yüksek miktarda sadaka vermeye gücü yetmeyenler, maalesef hiç sadaka vermemektedirler. Oysa bu anlayış yanlıştır. Çünkü önemli olan, sadaka verme ve bunun seva­bını kazanabilmektir. Bu nedenle sadakanın miktarına bak-mamalı, cüzi bir miktar da olsa, vermekten imtina etmeme­li ve gücümüz nispetinde sadaka vermeyi adet edinmeliyiz. Ramazan ayında mü'minlere şevk ve umut veren en büyük hediye; Rabbimizin, biz kullarına bir lütfü olan Ka­dir Gecesi'dir. Bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi'nin feyiz ve bereketinden nasiplenebilmek için tüm Ramazan gecelerini Kufan-ı Kerim okuyarak, namaz kılıp zikir ve duayla ihya etmeye gayret göstermeliyiz. Özellikle de Ra-mazan'm son on gününde ibadetlerimizi arttırmalıyız. Ka­dir Gecesi'nin vaktinin tam olarak bilinmemesinin hikmeti; mü'minleri ibadete rağbet ettirmek ve şevklerini canlı tut­maktır. Bizler de, ihlâsla Rabbimize yönelmeliyiz ki, Rabbiniz bizi bu geceden nasiplenen kullarından eylesin.

Yüce Allah'ın, Ramazan orucunu tutan mümin kulları­na bir hediye olarak bahşettiği Bayram gününde ise sünnet olan bayram guslü almalı, en temiz elbiselerimizi giyerek bayram namazını eda etmek için müdavimi olduğumuz ca­miye gitmeliyiz. Bayram namazı eda edildikten sonra, tüm cami cemaatiyle tek tek bayramlaşmak, akabinde cami ce­maatinden de gelenler olursa, birlikte kabristanlara gidip vefat eden yakınlarımızın ve İslam yolunda şehit olan kar­deşlerimizin kabirlerini ziyaret ederek Ku/an-ı Kerim oku­malıyız. Evimize geldiğimizde tüm aile efradı ile bayram-laştıktan sonra sırasıyla komşu, akraba, varsa hastaların ve tüm Müslüman kardeşlerimizin bayram ziyaretine gitmeli­yiz. Ayrıca şehid ve tutuklu ailelerini ziyaret edip bayram­larını tebrik ederek onları sevindirmeliyiz. Özellikle babala­rı şehid olan veya cezaevinde bulunan çocukların üzüntüle­rini hafifletmek için elimizden gelen çabayı sarf etmeliyiz. Kendi çocuklarımızı bayramda sevindirmek için yaptığımız harcamaların bir kısmını şehid ve tutuklu çocuklarına da ayıralım. Unutmayalım ki, yetimleri sevindirmek çok bü­yük bir sevaptır.

Ramazan ayı manevi açıdan Rabbimize en çok yaklaş­tığımız, arındığımız ve korunduğumuz müstesna bir aydır. Bu ayda eda edeceğimiz tüm ibadetlerin akabinde ümmet için çokça dua etmeliyiz. Özellikle iftar, sahur ve Kadir ge­cesi gibi müstesna vakitlerde yapacağımız dualarda; Rabbi­mizin İslam ümmetini selamete çıkarması, İslam dini için mücadele veren tüm mü'minlere yardım edip muhafaza etmesi, tüm ümmetin vahdeti ve doğru yola ulaşabilmesi için tazarru ile dua etmeliyiz. Aynı şekilde, İslam coğrafyalarına musallat olmuş emperyalist, siyonist devletlerin ve İslam düşmanı kâfirlerin de helak olmaları için Rabbimize yalvarmalıyız.

Allah nasip ederse, ibadetlerle ve ameli güzelliklerle yaşanacak Ramazan ayı sonunda, yaptığımız tüm ibadetlerin muhasebesini yapmalıyız. Elimizden geldikçe Ramazan sonrası da bu ibadetlere devam etme azminde olmalıyız. Şüphesiz Ramazan ayının kendine has bir bereketi vardır. Bu ayda ibadetler ziyadeleşir. Ama bizler bu güzellikleri sa­dece Ramazan ayı ile sınırlandırmayarak, tüm seneye, hat­ta hayatımıza yaymalıyız. Bu konuda Allah'ın yardımını di­leyerek amellerimizi süreklileştirme çabasında olmalı ve Ramazan'ı, kendimizi manevi yönden daha çok geliştirmek için bir fırsat olarak görmeliyiz.

Allahu Teala'dan; lütf-u keremiyle razı olacağı, ibadet­lerle dolu dolu yaşayacağımız ve mağfiretimize vesile olacak bir Ramazan ayını hepimize nasip etmesini diliyorum. Benim söyleyeceklerim bu kadar. Allah hepinizden ra­zı olsun.

-Âmin, cümlemizden! dediler hep birlikte. Odada bir müddet karıştırılan bardaklardan ve içilen çaylardan gelen seslerden başka ses çıkmadı. Herkes Mu-hammed Hoca'nm anlattıklarının muhasebesini yaparak söylenenlerin doğruluğunu ve yapmaları gerektiği konusu­nu düşünüyordu. Bu sessizlik hali fazla uzun sürmedi. Son­ra Ramazan Ayı'mn güzelliği ve bereketi üzerine sohbet ettiler. Ta ki Muhammed Hoca'nm oğlu Hüsameddin içeri gi­rene kadar. Hüsameddin içeri girince babasına dönerek say­gıyla:

-Baba, yatsı ezanına on dakika kaldı, dedi.

Muhammed Hoca bu ihtar üzerine misafirlerine:

-O halde kalkalım, haydi ya Allah! dedi.

-Misafirler ı-azırlanırken Muhammed Hoca oğluna ses­lendi:

-Hüsameddin, oğlum! İçeriyi müsait et de çıkalım. Am­calarının ayakkabılarını da hazırla.

-Tamam baba.

Muhammed Hoca, misafirlerini alarak birlikte camiye gitmişlerdi. Cami, normal büyüklükte olmasına rağmen in­sanlarla dolup taşmıştı. Ramazan'm harar ve bereketinden istifade etmek isteyen Müslümanlar, dünyanın cennete açı­lan kapıları mesabesindeki camilere akın ediyorlardı. Cen­netin yolu elbette Allah'a hakkıyla kul olmaktan geçiyordu. Allah'a kulluğun en bariz olarak görüldüğü mekânlar ise camilerdi. Hele Ramazan'da camilerin tadı bir başka olur­du. Manevi lezzetin doruğuna ulaşmak isteyen rnü'minler, Allah'ın evi olan bu mekânlarda aradıklarını kolayca bulu­yorlar, kalpleri Allah aşkı, Peygamber (sav) sevgisiyle do­lup taşıyordu. Ramazan boyunca camilerde okunan Kur1 an­lar, kılınan namazlar, yanık kalplerle, huşu ve gözyaşlarıyla demlenen dualar, yeryüzünü bir rahmet şemsiyesi gibi bü-rüyordu.

İşte bu akşam da yine dopdoluydu cami. Genç, ihtiyar, kadın, çocuk demeden camiyi tıka-basa doldurmuştu Müslümanlar. Caminin asma katının ön tarafı bir perdeyle kapa­tılarak kadınlara tahsis edilmiş, böylece kadınların da tera­vihlerin coşkusunu yaşamaları sağlanmıştı. Gerçekten de teravih namazlarında büyük bir coşku ve heyecan vardı. Yaşamayan bunu bilemezdi elbette. Bu; anlatılmaz, ancak yaşanırdı. Camide; çocuk, genç, yaşlıların oluşturduğu ka­labalık içinde kalbini Rabbine açarak gönlünde coşku, se­vinç, heyecan duyup Rabbinin huzurunda secdeye giden bir Müslümanm, kendileriyle birlikte saf tutan meleklerin kanatlarının hareketiyle yüzüne gelen serin havayı fark et­memesi düşünülemezdi. İşte öyle bir şeydi Ramazan gece­lerinde, camide teravih namazını kılmak... Hele her dört re­kâttan sonra yüksek sesle getirilen salâvatlar, coşkunun de­recesini çok daha artırıyordu. Namaz bitip de evine dönen Müslümanlar, yaptıkları ibadetin hazzını ve manevi lezzeti­ni bir sonraki güne kadar yüreklerinde ve gönüllerinde ya­şıyorlardı.

Muhammed Hoca, bu camide imamlık yaptığı için mi­safirleriyle birlikte camiye geldikten sonra imam odasına geçti. Cübbesini giyip sarığını bağladıktan sonra dört rekât sünnet namazı kıldı. Sonra müezzinin kamet getirmesiyle farza başladı.

Yatsı namazı ve teravihlerin ardından cami boşalmış, Muhammed Hoca'nın misafirleri de iftar daveti için teşekkür edip evlerine gitmişlerdi. Yusuf ile Ümit de gitmek iste­miş; ancak Muhammed Hoca onlara izin vermeyerek;

-Bu gece vakti nereye gideceksiniz Yusuf kardeşim? Yurda yetişene kadar vakit gece yarısını bulur. Hem bu saatte araba bulmak da meseledir. Bu gece bizde kalır, yarın okulunuza gidersiniz. Ben size izin versem bile Hüsamed-din izin vermeyecektir, demişti. Orada bulunan Hüsamed-din de bunu doğrulamış ve kalmaları için ısrar etmesiyle de iki genç, baba-oğulu kıramamış ve kalmaya karar vermiş­lerdi.

Teravih dönüşü Muhammed Hoca bir müddet üç gen­cin yanında oturmuş onlarla sohbet etmiş ve derin ilmiyle Ramazan ayı'nın Önemi üzerine bilgiler sunarak Asr-ı Sa­adette bu ayın nasıl yaşandığı konusunda çarpıcı hikâyeler anlatmıştı. Sonra da gençleri yalnız bırakarak onların ya­nından ayrılmıştı. Muhammed Hoca odadan çıktıktan son­ra baş başa kalan gençler, daha rahat bir sohbet imkânına kavuştular. Söze ilk önce Ümit başladı.

-Böyle bir baban olduğu için çok şanslısın Hüsamed-din. İnsanın İslami bir aile yapısı içinde yetişmesinin tadı bir başka olsa gerek. Keşke benim ailemde de İslami bir ya­pı olsaydı! Nasip meselesi işte...

Hüsameddin, Ümit'in ailesi için söylediklerinden dola­yı teşekkür ettikten sonra onun aile yapısının nasıl olduğunu sordu.

-Senin ailende İslami bir yapı yok mu Ümit abi? Yani annenle baban namazlarını da kılmıyorlar mı?

-Namazlarını kılıyorlar tabi; ama İslam sadece namaz kılmaktan ibaret değil ki... Mesela benim camiye gitmeme, arkadaşlarla birlikte olmama şiddetle karşı çıkıyorlar.

-Ama niye? Bunun elbette bir sebebi olmalı. Eminim ki, camiye giden birisinin iyilikten başka bir şey yapmadığını onlar da biliyorlardır.

Hüsameddin'in bu sorusunu Yusuf cevapladı. -Elbette camiye gitmenin, Kur'an-ı Kerim öğrenip öğ­retmenin, namaz kılmanın çok iyi bir şey olduğunu onlar da çok iyi biliyorlar. Camiye giden çocuk ve gençlerin top­lum içinde örnek alınacak bir ahlaka sahip olduğunu, ha­ram ve günahlardan kaçınıp iyilik ve hayırdan başka bir şey yapmadıklarını neredeyse toplumun hepsi biliyor ve kabul ediyor. Ama gerek mürted Örgütün camiye giden gençleri hedef almaları ve gerekse de camiye gidenlerin suçlu gibi görülüp devlet tarafından cezaevlerine atılmaları aileleri korkutuyor. Camiye gittikleri ya da arkadaşlarla birlikte ol­dukları için mürted örgüt tarafından şehid edilen birçok ar­kadaşımız olduğu gibi sırf bu yüzden yüzlerce kardeşimiz zindanlarda esaret altında yaşamak zorunda kalmışlardır. Anne-babaların evlatlarını tehlikeden koruma duyguları çok fazla gelişmiş. Hatta o kadar fazla ki, çocuklarının doğ­ru yolda olduklarını bildikleri halde, onları tehlikeden ko­ruma kasdıyla yollarından ayırmak için her yola başvur­maktadırlar. Bu konuda İslam'ın hilafına bazı davranışlar içine girdikleri bile olmaktadır. Aslında ailelerin bu refleksi­ni anlayışla karşılamak lazım... Onlar da kendilerine göre haklıdırlar. Çünkü hiçbir ebeveyn çocuğunun başına iste­mediği bir durumun gelmesini istemez.

Ümit, Yusuf un sözlerini bitirmesini beklemeden araya girdi.

-İyi de Yusuf, onlara ben de hak veriyorum; ama onlar sadece kendilerinin haklı görülmesi ile yetinmiyorlar kla da bizim dediğimiz gibi yapacaksın' deyip diretiyorlar.

Onların dediklerini yapsam, bu mübarek ve kutlu İslam da­vasını bırakmam gerekecek. Bu kabul edilebilir mi?

Yusuf gülümseyerek', sakince yanıtladı Ümit'in soru­sunu.

-Ben, 'Onları haklı görmek lazım' derken, 'Bu konuda onların dediklerine uymalıyız' şeklinde bir kastım olmadı. Dünyevi konularda onları dinleme ve itaat etme yükümlü­lüğümüz var, ancak Allah'a isyan sayılacak konularda itaat etme gibi bir zorunluluğumuz asla yoktur. Çünkü "Halık'a isyan konusunda mahlûka itaat yoktur" diye bize yol gös­termiş Resulullah (sav). Ayrıca Yüce Allah (cc) kutsal kitabı­mız Kur'an-ı Kerim'in Lokman Suresi 15. ayet-i kerimesin­de: "Ey insanoğlu! Ana baba, seni, körü körüne Bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme; dünya işlerinde onlarla güzel geçin; Bana yönelen kimsenin yoluna uy; so­nunda dönüşünüz Banadır. O zaman, yaptıklarınızı size bil­diririm." diye buyurmuştur. Görüldüğü gibi Yüce Allah (cc)'ın bu konudaki buyruğu kesindir. Bununla birlikte aile­lerimiz hususunda sabırlı davranmak gerekir. Onlara saygı ve sevgide asla kusurlu davranmamalıyız. Onlar belki bi­zim kadar okumamış, İslami konularda araştırma yapma­mış olabilirler; ancak İslam'ı sevme hususunda bizden daha aşağı değillerdir. Onların korkularını yenmeleri için sabırlı olmalı, bildiklerimizi onlara da anlatmalıyız. Yüce Allah (cc)'m bir konuda vermiş olduğu hükmün hiçbir şekilde de­ğişmeyeceğini, O dilemedikçe hiç kimsenin bize zarar vere­meyeceğini ayetlerle, Peygamber Efendimiz (sav)'in hadisleriyle ve Asr-ı Saadet'ten örnekler vererek kavratmalıyız. Siyeri onların anlayacağı şekilde, onların seviyelerine göre anlatabilirsek, mutlaka bize hak verecekler ve korkularını yeneceklerdir. Çünkü onlar bizim iyiliğimizi istiyorlar. O halde hangi ana-baba çocuğunun ahirette cehennemde yan­masına rıza gösterir? Evde boş olduğumuz vakitlerde sü­rekli Kur'an-ı Kerim okumalı, aile fertleriyle en güzel bir şe­kilde ilişki içine girmeli, büyüklerimize saygılı olup küçük­lerimizi de sevmeliyiz. Aile içinde göstereceğimiz güzel ah­lak, olgunluk, tevazu, ağırbaşlılık tüm aile içinde örnek ol­malı, herkes tarafından fark edilmelidir. Tüm bu güzel has­letlerin İslam'dan kaynaklandığını onlar da anlayacaklar­dır. Aile ve akrabalarımız İslam'ı yaşayan bir kişi ile yine akrabalarımız içinde İslam'ı yaşamayan başka birisinin kı­yasını yapabilmelidirler. İşte o zaman İslam'ın güzelliği or­taya çıkacak ve bize karşı olan tutumların hepsi sona ere­cektir.

-Haklısın, hem de çok haklısın Yusuf. Aslında tüm bun­ları bilmeme rağmen uygulama noktasında bazen zayıflık gösteriyorum. Bu da ailemin bana karşı olan tutumlarından kaynaklanıyor. Daha doğrusu bana engel olmaya çalıştıkla­rında çok iyi bildiğim şeyleri yapamaz hale geliyorum. Ama inşaallah bu konuda daha dikkatli olacağım. Çünkü hem ana-babamı, hem de kardeşlerimi çok seviyorum. On­ların da İslam'ı en güzel şekilde yaşamalarını ve Yüce Al­lah'ın katma ak bir alınla çıkmalarını istiyorum. İnşaallah bu konuda daha gayretli ve daha dikkatli olacağım.

-İnşaallah!

 

13- Bölüm

 

- Arkadaşlar, neredeyse akşam ezanı okunacak. Hazırsanız camiye gidelim.

-Ben hazırım Kadri Abi, dedi Ramazan.

Kollarını sıvamış olan Muhsin:  

-Ben abdestimi tazeleyip geliyorum. Fazla uzun sürmez, dedi.

Mutfakta yemek hazırlamakla meşgul olan Zekeriya'dan ses gelmeyince Kadri oda kapısına kadar gelip ona seslendi.

-Sen camiye gelmeyecek misin Zekeriya kardeş? Muhsin Abi abdestini alınca çıkacağız, ona göre!..

Zekeriya elindeki işi bırakıp oturma odasının kapısına kadar geldi.

-Ben yemeği yetiştiremedim. Siz gidin, ben namazımı bu­rada kılacağım.

-Peki. Biz yatsıyı da kılıp öyle geleceğiz. Bizi merak etme.

-Tamam; ama geç kalmayın.

Bu sırada Muhsin abdestini alıp dönmüş, yüz ve kolla­rım kurulayıp hazırlanmıştı. Çıkmadan önce cebinden çıkardığı küçük esans şişesinin kapağını açıp arkadaşlarına ikram etti.

-Camiye giderken güzel elbiseler giymek ve güzel ko­kular sürünmek sünnettir, diyerek arkadaşlarının kendisine uzanan sağ ellerinin sırtına sürdü. En son kendisi de sürün­dükten sonra elleriyle yüzünü mesnetti. Sonra küçük şişesi­ni itinayla kapatıp cebine koydu.

Cami fazla uzak değildi evlerine. Hemen iki sokak öte­deydi. Gençler, her müsait olduklarında, vakit namazlarını camide cemaatle birlikte kılıyorlardı. Cami onlar için çok şey ifade ediyordu. Çünkü onlar, Allah'a yakınlaşma vesile­lerinden biri olarak görüyorlardı camiyi Öyle ya, günümüz gençliğinin kahvehane, meyhane, disko vb. mekruh ya da günahların işlendiği çeşitli mekânlarda zaman öldürerek Allah'tan uzaklaşmasına karşılık, Kadri ve arkadaşlarının Allah'ın evine gidip Allah'ın hoşnut ve razı olduğu şeyleri yapması, elbette caminin Allah'a yakınlaştırıcı bir mekân olmasından kaynaklanıyordu. Hem Allah Resulü (sav)'nün; hiçbir gölgenin olmadığı günde, Arş'm gölgesi altında göl­geleneceklerini müjdelediği yedi sınıf insandan bir sınıfın, "Kalbi camilere bağlı gençler" olması, onların camiye ilgile­rini ve bağlılıklarını daha çok artırıyordu. Cami onların ev ve okuldan sonraki üçüncü adresleri olmuştu adeta. Öğren­ci olmalarından doğan bir aksilik veya hesapta olmayan bir durum olmadığı müddetçe camiyi aksatmamaya özen gös­teriyorlardı. Böyle durumlarda bile, içlerinden en azından biri camiye gider, vakit namazını cemaatle kıldıktan sonra dönerdi.

Okumuş kesimin kendi manevi değerlerine, gelenek ve göreneklerine sırt çevirip küçümsediği, bunun yerine batılı değerlere sarıldığı böylesi bir zamanda, Kadri ve arkadaşla­rının caminin müdavimlerinden olması, bütün mahalleli üzerinde olumlu bir etki bırakmıştı. Kendi öz değerlerine bağlı, dini bütün, imanı kâmil bu gençler, kendilerinden bi­riymiş gibi davranıyor, okumuşluğun kibir ve gururundan en küçük bir iz bile taşımıyorlardı. Bunun yanı sıra mahal­lelinin derdiyle dertleniyor, düşkünlere ve yardıma muhtaç olanlara kendi güçleri nispetince gereken yardımı, ilgi ve alakayi gösteriyorlardı. Hastalan ziyaret etmek, tedavi ol­maya imkânı olmayanlara yardımcı olmak; fakir öğrencile­re araç-gereç ve elbise temin etmek; sınavlara hazırlanan öğrencilere hem kendileri, hem de tanıdıkları öğretmenler vasıtasıyla destek olmak; işsiz olup evine aş götüremeyenlere Müslüman esnaf aracılığıyla erzak temininde bulun­mak, yaptıkları faaliyetlerin sadece birkaçım teşkil ediyor­du. Tüm bunlar, özellikle bina sakinleri olmak üzere, onları tanıyan herkesin takdir ve hayranlığını kazanmalarına vesi­le olmuştu.

Üç genç binadan çıkarken hemen sağda, üçüncü katta oturan İhsan Amca'ya rastladılar. Gençler onu hararetle se­lamladılar. İhsan Amca onları çok seviyordu, bu yüzden her birini tek tek alınlarından öptü. Yaşı 60'ın üzerindeydi İh­san Amca'nm. Demiryolu işçiliğinden emekliydi. Çocukları evlenip ondan ayrılmışlar, kendisi gibi yaşlı hayat arkada­şıyla yalnız yaşıyordu. Bembeyaz sakalı, güler yüzü, başın­dan hiç çıkarmadığı gri külahıyla eli öpülesi bir ihtiyardı. Etrafında çocukları olmadığı için Kadri ve arkadaşlarını ço­cukları gibi görür, zaman zaman onları yemeğe davet eder, ya da yemek gönderirdi. Doğrusu Kadri ve arkadaşları da ona saygı ve sevgide kusurda bulunmuyor, çocuklarının yokluğunu aratmıyorlardı.

Selamlaşmanın ardından İhsan Amca: -Hayrola çocuklar, nereye böyle? diye sordu. Sorusunu Kadri cevapladı.

-Camiye gidiyorduk İhsan amca. Neredeyse ezan oku­nacak.

-He ya vakit tamam... Ben de geleyim; ama önce şunla­rı Gülistan ananıza götürmem lazım.

"Şunları" derken elindeki poşetleri göstermişti İhsan Amca. Ramazan hemen uzanıp elindeki poşetleri aldı.

-Sen zahmet etme İhsan Amca. Ben hemen koşup sizin eve bırakırım. Gülistan anaya da senin camiye gittiğini söy­lerim, dedi.

-Sağ ol evladım. Allah ne muradın varsa versin. Allah hepinizi salih kullarından eylesin.

-Âmin, İhsan Amca! Allah senden de razı olsun. Haydi, siz gidin, ben size yetişirim, diyerek elindeki poşetlerle hız­la binaya girip merdivenleri tırmandı Ramazan.

Camiye doğru giderlerken Muhsin cebinden küçük esans şişesini çıkarıp İhsan Amca'ya ikram etti.

Cami; iki katlı, geniş bir avlusu olan şirin bir yerdi. Faz­la uzun olmayan minaresi, binaların arasından pek görünmezdi. Bu yüzden yabancı birisi oralarda bir cami buluna­bileceğini sormadan bilemezdi. Vakit namazlarında fazla kalabalık olmayan cemaat, özellikle Cuma namazlarmda dolup taşardı. Böyle zamanlarda avlu da kullanılır, camiye sığmayan cemaat, yanlarında getirdikleri seccadelerini avluya sererek Cuma namazlarını eda ederlerdi.

Birkaç ay Önce tayin edilen yeni imamın gelmesiyle bir­likte farz namazlardan sonra camiye kilit vurma alışkanlığı terkedilmişti. Bununla birlikte özellikle ikindiden sonra ve akşam ile yatsı arasında hem Kufan-ı Kerim dersi ve hern de îslami ilimlerden dersler verilmeye başlanmıştı. Özellik­le ikindiden sonra imamın çeşitli İslami ilimlerde yaptığı derslere yoğun bir ilgi vardı. Önceleri sadece caminin mü­davimleri olan ihtiyar kesimin iştirak ettiği derslere zaman­la her yaştan insan katılmaya başlamıştı. Tabii ki, ders hal­kasında belli bir istikrarın olduğu söylenemezdi. Sayı bazen artıyor, bazen azalıyordu. Buna rağmen ders her gün de­vam ediyor, insanlar bundan etkileniyordu. 30 yaşlarında genç bir imam olan Eşref Hoca'nın sabır ve gayreti, günden güne etkisini artırıyordu. İnsanların İslam'ı doğru bir şekil­de anlamalarını ve İslam'ın asıl kaynaklarından beslenme­leri gerektiğini kendisine dert edinen Eşref Hoca'nın tüm çabası, onlara camiyi sevdirmek ve cami ile içli-dışli olmalarını sağlamak üzerine yoğunlaşmıştı. Çünkü cami, Al­lah'ın eviydi. Allah'ın evine gelmek, Allah'a misafir olmak demekti. Allah'a misafir olan bir insanın ise Allah'ın göster­diği dosdoğru yolda yürümesi kolaylaşacak, camiye gelme­diği zamanlarda da caminin sahibiyle manevi bir rabıtası olduğundan eğri yollara sapmaktan imtina edecekti. İşte Eşref Hoca bu bilinçle hareket ediyor, yılmadan, yorulma­dan çabalıyordu.

Eşref Hoca'nın bu derslerine fırsat buldukça Kadri ve arkadaşları da katılıyorlardı. Onların bu katılımı Eşref Hoca'ya moral takviyesi olup daha fazla gayret göstermesine vesile olurken, derse karşı ilgisi olmayan bazı kişilerin de derslere iştirak etmesine sebep olmuştu. Böylece üniversite öğrencileriyle Eşref Hoca arasında sıkı ve güzel bir dostluk oluşmuştu. Hatta Eşref Hoca'nın olmadığı zamanlarda der­se ara verilmemesi için bazen Kadri, bazen de Muhsin onun ricası üzerine dersi devam ettiriyorlardı.

Akşam namazından sonra ise tamamen Kur'an-ı Kerim dersi veriliyordu. Buna ilgi büyüktü. Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek isteyen her yaştan insan, akşam namazında camiye koşuyordu. Ders almak isteyenlerin çokluğu, Eşref Ho­ca'nın Kadri ve arkadaşlarından yardım istemesine sebep olmuştu. Onlar da bu isteği seve seve kabul etmişlerdi. Ge­nelde her akşam en az iki kişi ders vermek için kalıyordu camide.

Kendilerini İhsan Amca'nın hızına göre ayarlayan gençler, cami avlusuna girdiklerinde henüz ezanın okun­masına 15 dakika kalmıştı. Bu yüzden direkt olarak camiye girmeyip duvar kenarında ayaküstü sohbet eden dört-beş kişilik gruba doğru yaklaştılar. Yaşları 45 ile 60 arasında de­ğişen bu insanlardan Mahmut Dayı ile İsmail Amca gençle­rin oturduğu bina sakini erindendi ler. Diğer üçü de komşu binalarda kalıyorlardı. Kadri ve arkadaşları, kendi binala­rında kalan Mahmut Dayı ve İsmail Amca ile tanışıyorlardı. Zaten tüm bina sakinleri ile güzel bir komşuluk ilişkisi sür­dürüyorlardı. Zaman zaman onları evlerinde ziyaret edip kısa bir müddet oturup kalkıyorlar, ya da geçen Ramazan ayında yaptıkları gibi sırayla her akşam bir-iki dairenin er­kek sakinlerini iftara davet ediyorlardı. Kadri ve arkadaşla­rının bu ve benzeri komşuluk görevlerini ifa etmeleri önce garip karşılanmıştı. Çünkü şehirleşmeyle beraber komşu­luk ilişkileri yozlaşıp zamanla unutulmaya yüz tutmuş, ay­nı binada kalanlar birbirlerini tanımayacak, karşılaştıkların­da selam vermeyecek kadar yabancılaşmışlardı. Ama genç­lerin sabırlı, güler yüzlü, alçak gönüllü ve hikmetli yakla­şımları sayesinde bu durum yavaş yavaş kırılmaya başlan­mıştı. Onların ön ayak olmalarıyla birlikte aynı bina içinde­ki komşular birbirlerini ziyaret etmeye, sıkıntı ve sorunlarıyla ilgilenmeye başlamışlardı. Bu ise, binadaki yaşamı ta­mamen değiştirmiş, insanları daha bir güler yüzlü ve mut­lu kılmıştı. Başta bu tür şeylere yanaşmayanlar da bu deği­şimi görünce kendilerini değiştirme ihtiyacı hissetmişlerdi.

İhsan Amca ve üç genç sohbet edenlere yaklaşınca, se­lam verdiler. Her biri ayrı ayrı selamlarına mukabele etti. Sonra birbirleriyle tokalaştılar. Mahmut Dayı:

-Yahu İhsan Amca, almışsın koluna üç genci, keyfine diyecek yok hani, diyerek İhsan Amca'ya takıldı.

İhsan Amca gençlere bakıp sevgiyle gülümseyerek ce­vap verdi.

-Alİah şahittir ki, ben bu gençleri öz evlatlarımdan da­ha çok seviyorum. Doğrusu onlar bana öz evlatlarımdan da daha yakın. Çocuklarımın da onlar gibi olması için neler vermezdim ki!..

-Vallahi İhsan Amca, hepimiz senin dediğini söylüyo­ruz. Onlar bu genç yaşlarında bize yol göstermeselerdi, halimiz haraptı bizim.

Gençler bu iltifatlardan sıkılmışlardı. Muhsin ile Rama­zan önlerine bakıyor, söylenenleri duymamaya çalışıyorlar­dı. Kadri onların iltifatlarına iltifatla mukabelede bulundu.

-Öyle deme Mahmut Dayı. Bizim yaptığımız hiçbir şey yok. Sizlerdeki güzellikler olmasa, bizim elimizden ne gelir­di ki?!.

-Yoo, öyle deme!., diye söze karıştı İsmail Amca. Biz da­ha önceden de birçok insan gördük. Öğrencisini, memuru­nu, makam sahibini gördük; ama sizin gibilerini hiç görme­dik. Bizim şu ana kadar gördüklerimiz hep kendini beğe­nen, bizim gibi insanlara üstten bakan, bir selamı dahi çok gören gururlu insanlardı. Ama siz... Sizler çok farklısınız evladım. Bu yaşımızda bizlere yol-yordam öğrettiniz. Bize kendimize gelmeyi, unuttuğumuz değerleri hatırlamayı öğ­rettiniz. Bu az bir şey değil. Sizin için çok duacıyım çocuk­lar. Allah sizden razı olsun ve ne muradınız varsa versin. -Amin! dediler hep birlikte İsmail Amcanın duasına. Kadri, bu meyandaki sözlerin uzayıp gideceğini anla­mıştı. Bu yüzden konuyu değiştirmesi gerekiyordu. Mah­mut Dayıya dönerek:

-Mahmut Dayı, biz bu amcalarımızla daha tanışmıyo­ruz. Gerçi zaman zaman camide karşılaşıyoruz; ama bu tanışmak için yeterli değil. Eğer sakıncası yoksa bizi amcalar­la tanıştırsaydmız sevinirdik.

-Elbette Kadri evladım, elbette. Bak bunu bile akıl ede­medik işte. Neyse, bu benim iş arkadaşım ve aynı zamanda adaşım. Yani o da DSİ'de çalışıyor. Yakında beraber emekli olacağız inşaallah. Bizim yan binada oturuyor.

Bu, Hüsnü amcamız. O da komşu binamızda oturuyor. Mahallemizin seyyar sahasıdır. En ucuz ve temiz malları

onda bulabilirsiniz.

Şu gördüğün yaşlı delikanlı da Sinan Amcanız. Bizim iki bina ötemizde oturuyor. Kendisi duvar ustasıdır. Yaşma bakmayın ha, pehlivan gibidir.

Mahmut Dayı böylece, diğer üçünü onlarla tanıştırdı. Yeni tanıştıkları bu insanlarla gençler arasında sıcak bakışlarla bir ünsiyet peyda olmuştu. İnsanların birbirlerini tanı­maları gerekiyordu. İnsan yalnız başına yaşayan bir varlık değildi çünkü. İhtiyaçları, duyguları, beklentileri vardı. Karşılıklı bir etkileşim içindeydi sürekli. Bu etkileşim içinde herkes üzerine düşen görevi yapmalı, bir diğerine karşı olan sorumluluğunu yerine getirmeliydi. Bu da ancak tanış­makla mümkündü elbette. Sağlam bir toplum olmanın yo­lu, birbirlerini tanıyan, birbirlerinin ihtiyaçlarını gideren, yardıma muhtaç durumda bulunan insanlara el uzatan in­sanların kaynaşmasıyla mümkün olabilirdi. Hucurat Suresi 13. ayet-i kerimede; "... Sizi, tanışasınız ctiye kabilelere ayır­dık..." denilirken, tanışmanın önemine ve gerekliliğine vurgu yapılmıştır. Öyle ya, tanışma olmasa, kim kimin ha­linden haberdar olurdu ki? Hastanın tedaviye, borçlunun paraya, yetimin bakıma, fakirin ekmeğe... ihtiyacı olduğu -velev ki kapı komşusu olsun- nereden bilinecekti? Kimsesiz bir yaşlının evinde yalnız başına öldüğü nereden bilinecek­ti, günler sonra cesedi kokmadan?

Toplumun bireyleri olan insanların sorunlarının çözü­müne en büyük katkıyı yapacak yollardan biriydi tanışma, selamı yayma ve sosyal ilişkileri geliştirme. Çünkü insan sosyal bir varlıktı. Hele tamamı Müslümanlardan oluşan bir toplum için bunun terk edilmesi, başlı başına İslam'ın sos­yal hayattan çekilmesinin ana sebeplerinden birisiydi. 'Emr-i bil ma'ruf ve nehy-i anil münker'in terk edilip unutulması, hep insanların birbirlerine yabancılaşmasının so­nuçlarından değil miydi? Sadece kendini düşünen, komşu­sundan habersiz yaşayan, bencil insanlarla dolu bir toplu­ma gidiş, İslam'ın sosyal hayata dair şiarlarının unutulma­sının neticesiydi. Yüce İslam Peygamberi (sav)'nin; "Kom­şusu açken tok yatan bizden değildir" ikazı unutulalı yıllar olmuştu. Seıcmlaşma tamamen kalkmıştı toplumdan. İn­sanlar birbirlerine yabancı, soğuk ve hiçbir anlam ifade et­meyen varlıklar gözüyle bakıyordu. Var olan ilişkiler ise menfaat temelinde şekillenmişti nice zamandır. Böyle bir toplumun sağlıklı bir toplum olduğu söylenemezdi elbette. Bu gidişat değişmeliydi.  Ekseni İslam olan, kaynağını Kur’an ve sünnetten alan bir "Öze dönüş" yaşanmalıydı. Bu öyle bir dönüş olmalıydı ki, yeni bir Asr-ı Saadeti bağrında saklasın. Toplum buna yatkındı. Dalları koparılıp ağaçlar gövdelerinden kesilmiş olsalar da kökleri sağlamdı. Yeter ki bakımı iyi yapılıp yeteri kadar suyu verilsin. Tümüyle kesi­lip sadece kökleri bırakılan bir ormanın yeniden yeşerip bir orman halini almayacağını söylemek akıl kârı değildi şüp­hesiz. Ama bunun için sabır, emek ve zaman lâzımdı.

İşte Kadri ve arkadaşları, kendilerini böyle ulvi bir gö­reve adamışlardı. İşleri zordu; ama bu zorluk onların gay­retlerini engellemiyor, bilakis perçinliyordu. Onlar, Allah yolunda çekilen zorluk ve sıkıntıların karşılığını, kat kat gö­receklerinden emindiler. Bu yüzden yapabilecekleri en kü­çük bir şeyi yapmaktan, atabilecekleri her adımı atmaktan geri durmuyorlar, gecelerini gündüzlerine katarak çalışma­larına devam ediyorlardı. Yani ellerinden geleni sonuna ka­dar yapıyorlar, gerisini de Allah'a havale ediyorlardı. Her şey O'nun dilemesine bağlıydı. O, bir şeyin olmasını diledi­ğinde, tüm insanlar ve cinler bir araya gelip engellemeye çalışsalar, engelleyemezlerdi. Yok eğer O, bir şeyin olmasını dilemezse, tüm insanlar ve cinler bir araya gelip yapmaya çalışsalar da yapamazlardı. Mü'min Suresi 68. ayette geçti­ği gibi; "... O, bir şeyin olmasını dilediğinde ona 'Ol' der, o da oluverir." Evet, iş bu kadar basitti Allah (cc) için.

Yeni tanışan gençlerle yaşlılar daha konuşmaya fırsat bulmadan kısa minarenin hoparlöründen yükselen ezan, dikkatlerin bir anda bir noktada toplanıp seslerin kesilme­sine sebep oldu. Topluluk, ezanın ilk cümleleriyle birlikte sanki anlaşmışlar gibi kendilerinin duyacağı bir sesle; "Aziz Allah, Aziz Allah, şefaat ya Resulullah!" diyerek "Aîlah-u Ekber" sesine mukabelede bulundular. Sonra da sünnet ol­duğu üzere müezzinle birlikte ezan: cümlelerini sessizce tekrarladılar. Ezanın bitimiyle de ezan duasını okuyup elle­rini yüzlerine sürdüler. İhsan Amca;

-Haydi ya Allah, artık içeri girelim. Ezan da okundu, diyerek topluluğun önüne geçip kapıya doğru yürümeye başladı. Diğerleri de onu takip ettiler. Mahmut Dayı biraz arkada kalıp Kadri'nin koluna girdi ve adeta kulağına fısıl­dayarak;

-Kadri yeğenim, namazdan sonra bana hatırlat da sana bir şey söyleyeceğim, dedi.

-Tamam, Mahmut Dayı hatırlatırım. Önemli bir sorun yoktur inşaallah.

-Yok, yok meraklanma. Namazdan sonra konuşuruz.

-Nasıl istersen Mahmut Dayı.

Diğerlerinin ardından camiye girdiklerinde, imam besini giymiş, müezzinin kamet getirmesini bekliyordu. Cemaat, her yaşta insanların oluşturduğu karma bir görüntü sergiliyordu. Önceki yıllarda sanki belli bir yaşın üzerinde­ki insanlara has kılınmış bir görünüm içinde olan camiler, bugün her yaştaki insanların rahatlıkla gittiği ibadet yerleri haline gelmişti. Bu durum, camilerin "Allah'ın evi" olduğu gerçeğini çok daha belirgin bir hale getirmişti. Allah'ın evi demek, Allah'ın razı olduğu amellerin yapıldığı yer demek­ti. Allah'ın evi demek, Allah'ın dininin öğretildiği yer de­mekti. Allah'ın kitabının, Resulü olan Muhammed Mustafa (sav)'nm sünnetinin öğretildiği, haramlardan sakındırılıp helallerin teşvik edildiği, örnek bir Müslümanın nasıl olma­sı gerektiğinin öğretildiği yerler demekti. Orada meleklerle aynı hava teneffüs edilir, manevi lezzetin zirvesine ulaşılır, Allah'ın rahmetine mazhar olunurdu. Camiler böyleydi iş­te... Yıllarca unutulmaya yüz tutan bu gerçek, yavaş da ol­sa yeniden hatırlanıp hayat buluyordu.

Çocuk, genç ve yaşlılardan oluşan cemaat, Eşref Ho-ca'mn imamlığında akşam namazlarını eda etmiş, tesbihat ve duanın ardından farza bağlı iki rekâthk sünnetlerini kıl­mışlardı. Kimisi, Kadri ve arkadaşlarının yaptığı gibi Evva-bin sünnetlerini de kılmıştı. Kur'an-i Kerim dersi almak için bekleyen 15-20 kişilik bir grup ve akşam ile yatsı arasını zi­kir ve tefekkürle geçirmeyi adet edinen birkaç yaşlı dışında kimse kalmamıştı. Mahmut Dayı, namazım bitirdikten son­ra bir köşeye çekilmiş, Kadri'nin namazını bitirmesini bek­lemeye başlamıştı. Çok geçmeden Kadri selam verip nama­zım bitirdi. Etrafa göz gezdirip Mahmut Dayı'yı ararken onu oturduğu yerde kendisini eliyle çağırırken gördü, yanına gitti. Oturmadan;

-Allah kabul etsin Mahmut Dayı, dedi.

-Ecmain yeğenim. Gel.şöyle yanıma otur, gel.

Kadri, gösterilen yere oturup sırtını duvara yasladı. Bağdaş kurup oturmuş olan ve elindeki 99'luk tespihini çekmeye devam eden Mahmut Dayı'ya;

-Doğrusu söyleyeceklerini merak ediyorum Mahmut Dayı. Kötü bir şeyler olmamıştır inşaallah, dedi merak ve biraz da endişe taşıyan bir yüz ifadesiyle.

-Önceden de söyledim ya yeğenim... Merak edilecek bir şey yok. Bir konuda sana danışıp fikrini alacaktım.

-İyi, buna sevindim Mahmut Dayı. Kötü bir durum ol­masın da... Evet, ben dinlemeye hazırım.

Tespihini çekip salâvat getirmeye devam eden Mahmut Dayı, şehadet parmağıyla son boncuğumda çektikten sonra tespihini toplayıp cebine koydu. Dudaklarının hareketin­den bir şeyler okuduğu anlaşılıyordu. Sonra sağ eliyle yü­zünü sıvazladıktan sonra Kadri'ye bakıp;

-Nereden başlayayım, bilmiyorum ki... dedi. Hani na mazdan önce tanıştırdığım komşumuz Sinan Usta var ya...

-Evet, onu pehlivan diye tanıtmıştın.

-Doğru, kendisi mahallemizin en iyi insanlarından biri­dir. Şimdiye kadar kimsenin ondan incinmiş olduğunu san­mıyorum. Herkesin iyiliğini isteyen, kimsenin hakkında kö­tü düşünmeyip ardından konuşmayan birisi... Karısı ve ço­cukları da öyle. Aynı zamanda çok da fakir. İşi olduğu za­man çalışıyor; ama özellikle kışın inşaat işleri pek olmadığı için yokluk içinde kalıyor. Buna rağmen hiçbir gün halin­den şikâyet ettiğini, birilerinden yardım istediğini gören olmamış. Doğrusunu söylemek gerekirse, açlıktan ölecek du­ruma gelse de kimseden bir şey istemeyecek kadar gururlu biridir.

-Takdir edilecek bir şahsiyeti varmış Sinan amcanın.

-Evet, Öyledir Sinan Usta. Ama bu şahsiyeti bazen ken­disine, ya da çocuklarına zarar verebiliyor.

-Nasıl yani?

-Meselâ şimdi olduğu gibi... Lise 2. sınıfa giden bir oğ­lu var Sinan ustanın. Günlerdir hastaymış. Doktora götürecek parası yok. Kimseye de söylemiyor. Çocuk eriyip gidi­yormuş evde.

-Sen nasıl haberdar oldun peki? Kendisi mi söyledi? -Yok be yeğenim!.. Sinan Usta böyle bir şeyi söyler mi hiç? Geçenlerde bizim hanım onların evine gitmişti de ken­di gözleriyle görmüş. Yoksa çocuk ölmeden kimsenin habe­ri olmazdı.

-Bu kötü işte! Peki ne yapabiliriz bu durumda? İstersen birlikte onlara gidelim Mahmut Dayı. Her ne kadar mezun olmamışsam da doktor sayılırım. Belki bir faydam doku­nur. Eğer beni aşan bir durum olursa, sonrasını düşünürüz. -Ben de sana bunu söyleyecektim zaten. Benim gözüm­de sen mezun olmuş ve klinik açmış doktorlardan daha iyi­sin. Binada muayene edip ilaç verdiğin kişiler senden öv­güyle bahsediyorlar.

-Öyle deme Mahmut Dayı. Ben daha öğrenciyim. Dok­torluk biraz da tecrübe işidir. Benim muayene ettiğim kişilerin ciddi bir rahatsızlıkları yoktu ki... -Neyse, neyse!.. Eğer hazırsan gidelim. -Tamam Mahmut Dayı, sen beni biraz bekle de ben arkadaşlarıma durumu izah edip geleyim. Gecikirsem, beni merak etmesinler.

-Olur evladım, olur. Ben çıkıp seni avluda bekleyece­ğim.

Kadri, Muhsin'in ders verdiği grubun yanma gidip ar­kadaşını çağırdı. Kısaca meseleyi özetleyip Mahmut Dayı'ya yetişmek üzere camiden çıktı. Az sonra Sinan Usta'mn evine doğru yola çıkmışlardı bile. Birkaç dakika sonra Sinan Usta'mn oturduğu binadan içeri girmişlerdi. İki daire üzeri­ne inşa edilmiş binanın zemin katında iki numaralı evde oturuyordu Sinan Usta.

Zili yoktu evin. Bu yüzden kapıya parmaklarının dış ta­rafıyla birkaç kez vurdu Mahmut Dayı. Çok geçmeden örtülü bir genç kız kapıyı yarım bir şekilde açıp gelenlere bak­tı. Kadri, kapıyı açanın bir bayan olduğunu görünce, yüzü­nü çevirdi. Mahmut Dayı;

-Baban evde mi kızım? diye sordu genç kıza.

-Evde amca. Ben kendisine haber vereyim.

Genç kız kapıyı kapatmadan babasını çağırmak üzere geri döndü. Birkaç saniye sonra Sinan Usta kapıda göründü. Daha bir şey söylemeden Mahmut Dayı selam verip ko­nuşmaya başladı.

-Kadri ile camiden çıkınca bir çayını içmeye niyetlenip buraya geldik. Eğer rahatsız olmayacaksan tabi!..

Sinan Usta, evine misafir gelmesinden hoşlanan birisiy­di. Fakir olmasına aldırmaz, misafirini en güzel şekilde ağarlardı. Çünkü o, misafirin bereket getirdiğine ve rızkını yanında taşıdığına inanmıştı. Bu yüzden Mahmut Dayının misafirlik niyetiyle geldiğini duyunca yüzü aydınlandı. Sevinçle:

-Başım-gözüm üstüne geldiniz komşu. Hiç misafirden

rahatsız olunur mu? Gelin, gelin, içeri geçin şöyle!..

Gelenler içeri girip Sinan Usta'nın gösterdiği odaya geçtiler. Ev gayet sade, hatta çıplak sayılırdı. Evin her yerinde fakirliğin izlerini görmek mümkündü. Buna rağmen çok temiz ve düzenliydi. Bu da, ev sakinlerinin hallerinden şi­kâyetçi olmadıkları ve huzur içinde yaşadıklarının ipuçları­nı veriyordu.

Zemini eski, ama temiz bir kilimle kaplı odaya girdik­lerinde, duvar kenarına itinayla serilmiş minderlerin üzeri­ne oturdular. Minderlerin üzerinde sırt yastıkları vardı. Mi­safirler yerlerini alıp oturunca, Sinan Usta da karşılarına ge­çip oturdu. Yeniden merhabalaştılar. Gelenlerden dolayı ga­yet memnun olan Sinan Usta:

-Ne iyi ettiniz de geldiniz komşu. Beni çok sevindirdi­niz.

-Allah razı olsun Sinan Usta, Allah razı olsun. Gerçi biz misafirlik için değil, başka bir amaçla geldik ama... -Nasıl bir amaçla komşu?

-Yahu Sinan Usta, ben sâdede geleyim en iyisi. Bizim hanım size gelmiş geçenlerde. Oğlunun hasta olduğunu duydum. E bizim Kadri de doktor. Bir baksın dedik.

Mahmut Dayı'nm son sözleri, hüzün ve sevinç karışımı bir duyguya kapılmasına sebep olmuştu Sinan Usta'nın. Oğlunu çok seviyordu; ama doktora götürebilecek parası yoktu. Oğlunun bu durumu kendisini çok üzüyordu. Bu durumun dışarıya yansımasından dolayı üzülmüş; ama muayene edebilecek birisinin gelmesi de sevinmesine vesile olmuştu. Bu duygular içinde, biraz da sıkılgan bir halde önüne bakarak konuştu:

-Oğlum çok hasta komşu, çok!.. Gözümün önünde eri­yip gidiyor. Yemekten-içmekten kesilmiş. Ne yese hemen dışarı atıyor. 'Hastalıktır, gelir-geçer1 dedim; ama nafile. İyi­leşeceğine sürekli kötüye doğru gidiyor. Benim de bu aralar durumum kötüydü, doktora götüremedim. Duadan başka elimden bir şey gelmiyor komşu! Sizi buraya Allah gönder­di. Demek ki, her şeyi duyan, dualara icabet eden Allah, be­nim dualarımı kabul etmiş. Allah senden razı olsun komşu.

Fiziki olarak gerçekten bir pehlivanı andıran, hiç kim­seye muhtaç olmamak için evladının hastalığını bile kabullenen Sinan Usta, durumunu anlatırken adeta bir çocuk gi­bi büzülmüştü. Yüzü mahcubiyetten kızarmış, ağlamamak İçin kendini zor tutmuştu. Buna rağmert boğazının düğüm-lenişine ve sesinin titremesine hakim olamamıştı.

Misafirler de duygulanmıştı Sinan Usta'nın bu duru­mundan. Kadri, onun mahcubiyet sıkıntısını daha fazla yaşamaması için:

-Sinan Amca, daha fazla beklemeyelim istersen. Hemen bakayım durumuna, dedi. Eğer buraya gelemiyorsa, biz bu­lunduğu yere gidelim.

-Sana zahmet olmayacaksa evladım, biz oraya gitsek daha iyi olur. Mecbur olmadıkça yataktan çıkamıyor oğlum.

-Tamam Sinan Amca, biz gidelim.

-Siz biraz bekleyin ben içeriyi müsait edeyim de kadın kısmı kalmasın içerde.

Sinan Usta odadan çıkıp birkaç dakika sonra geri döndü. Kapıda durup:

-Tamam gidebiliriz. Yalnız anası yanından ayrılmak is­temiyor, kusura bakmazsın evladım. Zaten o da senin ananın yaşında» yani anan sayılır.

-Önemli değil Sinan Amca, haydi gidelim. Önce Sinan Usta çıktı, arkasından da misafirler çıktılar. Sinan Usta onları hastanın bulunduğu odaya götürdü. Oda­da yer yatağında yatan hasta çocuk, annesi ve 13-14 yaşla­rında başka bir erkek çocuk daha vardı. Sinan Usta ve misa­firlerin gelmesiyle kadın ve çocuk ayağa kalktılar. Hasta da yatağında doğrulmak istedi; ancak gelenler buna müsaade etmediler.

Kadri, çocuğun başucuna oturup üzerinden yorganı kaldırdı. Elini alnına koydu, ateşler içinde yanıyordu. İyi bir muayeneden geçirebilmesi için stetoskoba ve tansiyon ölçüm aletine ihtiyacı vardı. Sinan Usta'ya dönerek:

-Benim eve gidip aletlerimi almam gerekecek, dedi. -Sen zahmet etme oğlum. Ali'ye söyle, o gidip sizin ev­den alsın.

AH, Sinan Usta'nın odada bulunan diğer oğluydu. Orta ikinci sınıfa gidiyordu. Çakmak çakmak yanan gözlerinde zekâ parıltılarını okumak mümkündü. Görev için isminin telaffuz edilmesi kendisini gururlandırrmştı. Hemen Öne atılarak:

-Evet abi. Bana söyle, ben getirebilirim.

-Evimizi biliyor musun?

-Söylersen bulabilirim.

Kadri cebinden çıkardığı not defterine malzemelerin is­mini yazıp Ali'ye uzattı. Ona güvendiğini belli eden bir tutuşla elini omzuna atıp,

-Al Aliciğim, bunu bizim eve götürüp Zekeriya Abine ver. İşi yoksa o da seninle beraber gelsin. Haydi, acele et. Göreyim seni.

Ali kâğıdı alıp kendisine tarif edilen eve gitmek üzere hızla çıktı. On dakika geçmeden Zekeriya ile birlikte malze­meleri getirmişlerdi. Kadri, hastayı uzun uzun muayene et­ti. Ona çeşitli sorular sorup cevabını aldı. Sonunda teşhisini koymuştu. Nefesini tutmuş bir şekilde kendisini izleyen Si­nan Ustaya dönüp:

-Tifo! dedi.

Sinan Usta, soru ve endişe dolu gözlerle baktı Kadri'ye. _ Kadri onun ne demek istediğini anlamıştı. Bir şev söyleme-sine fırsat bırakmadan yine kendisi açıklamada bulundu.

-Endişelenecek bir durum yok. Mehmet iyileşecek inşaallah. Yalnız biraz ilerlemiş gibi görünüyor. Ben tifo olduğu­na kesin kanaat ettim de, tam emin olmamız için bazı tahlil­ler alınması lazım.

Sinan Usta yine bitkin bir yüz ifadesi ve söyleneni ya­pamayacak birinin ezikliğiyle baktı Kadri'nin yüzüne. Kadri yüzünü ondan çevirip hastaya döndü.

-Mehmet'i yarın saat onda fakülteye getirebilirseniz, biz gerekenleri yaparız. Hatta sizin getirmenize de gerek yok. Zekeriya abisi onu getirir. Biz orada tahlillerini alır, du­rumunu öğrendikten sonra getiririz, dedi.

-Peki ya para durumu? diye sıkılarak sordu Sinan Usta. Fakültede bir şey yapmak için dünyanın parası lazım. Ben bunun altından kalkamam oğlum.

-Sen orasını dert etme Sinan Amca. Sen işin o tarafını bize bırak ve hiç endişelenme. Biz orada Mehmet'i sadece muayene ettireceğiz. Olmazsa, onu Müslüman kardeşleri­mizin açmış oldukları sağlık kabinine götürürüz. Tahlil ve­ya röntgen gerekirse, orada; orada imkân yoksa yine Müs­lüman kardeşlerimizin açmış oldukları kliniklerde yaptırı­rız. Mehmet'in ilaçlarını da alıp geri getiririz. Oldu mu Si­nan Amca? Mehmet'i de artık merak etme. Allah'ın izniyle en kısa zamanda ayağa kalkıp okuluna gidecek. Ben bu ge­ce rahat etmesi için Mehmet'e bazı ilaçlar vereceğim. Bu ge­ce güzel bir uyku çeker artık.

Mehmet zorlukla konuşup teşekkür etti. Kadri'nin yo­ğun ilgisiyle gözlerine biraz canlılık gelmişti. Minnet dolu gözlerle ve zoraki tebessüm ederek Kadri'ye baktı.

Sinan Usta rahatlamış, oğluyla ilgili endişeleri yerini iyimserliğe bırakmıştı. Bu akşamki misafirleri Allah'ın gönderdiğinden kuşkusu yoktu. Bu, dualarının apaçık bir şekil­de kabul edildiğinin en güzel nişanesiydi. Hızır gibi yardı­mına yetişen ve bunun karşılığında hiçbir şey istemeyen bu genç adam, onun gözünde ulaşılmaz bir konumdaydı şim­di. Ona göre bu gençler, tüm iyi sıfatları kendilerinde barın­dıran Allah'ın sevgili kullarıydılar. Onlara duyduğu sevgi­nin haddi yoktu şimdi. Bu akşam olanlardan dolayı bir ço­cuk gibi seviniyordu. O bunları düşünürken; Kadri, Ali'yle ilgilenmeye başlamıştı. Onu yanma çağırıp konuştu:

-Kaçıncı sınıfa gidiyorsun Ali?

-Orta 2. sınıfa gidiyorum.

-Derslerin nasıl?

-Çok iyi abi. Bu dönem takdirname aldım.

-Aferin sana. Sınavlara girecek misin?

-Gireceğim abi. Parasız yatılı sınavlarını kazanırsam, babama yük olmadan okuyabileceğim.

-Çok güzel! Kendine güveniyor musun peki? -Allah izin verirse güveniyorum abi, ama...

-Ama'sı ne Ali?

-Çalışmak için hiç kitabım yok. Arkadaşlarımın çoğu kurslara gidiyor.

-Sınavlara kaç ay var?

-İki ay kadar.

-Peki, biz sana özel kurs versek gelir misin? Hem sana kitap da buluruz belki, ha ne dersin?

Ali kulaklarına inanamamıştı. Sevincinden ne diyeceği­ni şaşırmıştı. Cevap vermeden önce babasına bakıp nasıl tepki vereceğini anlamaya çalıştı. Babasının da kendisi gibi sevindiğini görünce;                    

-Evet Kadri abi, gelirim. Hem de koşa koşa... dedi.

-Sinan Amca da izin verirse yarın yatsıdan sonra gelir­sin, tamam mı?

-Tamam abi.

Sinan Usta:

-Oğlum rahatsız olmayasınız? dedi.

-Yok amca, yok. Rahatsızlık değil, mutluluk duyarız. Bir kardeşimize derslerinde yardımcı olmanın hayrı bize yeter. Ayrıca bizim binada oturan iki kardeşimiz daha geli­yor ders almak için.

-Allah sizden razı olsun oğlum. Allah ne muradınız varsa versin. Rabbim sizin gibi gençleri çoğaltsın.

Misafirler biraz daha oturup çaylarını içtikten sonra kalktılar. Geride dua eden diller, sevinen yüzler, mutlulukla aydınlanan gözler bırakmışlardı. Kadri ise birilerine yar­dımcı olmanın huzur ve süruru içindeydi.

Kadri ile Zekeriya, Mahmut Dayı'yı evine bırakıp ken­di evlerine giden merdivenleri çıkarken Zekeriya gülerek:

-Ali ile beraber beş oldu, dedi.

-Nasıl, anlayamadım?

-Ali ile dedim, öğrenci sayımız beşe yükseldi.

-Eskiden ikiydi, şimdi de Ali, etti üç. Diğer ikisi nere­den çıktı Zekeriya?

-Bu akşam Muhsin abi camide Kufan-ı Kerim dersi ve­rirken Ali'nin durumunda olan iki kişiyi çağırmış. Onlar da kabul etmişler. Bizim yan binada oturuyorlarmış.

-İyi, iyi! Bak buna sevindim işte. İyilikten, yardımsever­likten hiçbir zaman zarar gelmez. "İnsan, ihsanın kölesidir" diye boşuna söylememişler. Bizim ihsanımız mal-mülk de­ğil elbette. Bizim ihsanımız da insanlara iyilik yapıp yar­dımlarda bulunmaktır. Allah bu vesileyle hem derse gele­cek kardeşlerimizin, hem de ailelerinin kalplerini İslam üzere sabit kılar inşaallah.

-İnşaalîah!

Bu temennilerle ve gönül huzuruyla kapının ziline bas­tılar.

 

14. Bölüm

 

Bir cumartesi sabahıydı. Kadrilerin evinde kahvaltı yapılmış, herkes ferdi olarak Duha namazını kılıp günlük Kufan-ı Kerim cüzlerini okuduktan sonra Risale dersine oturmuşlardı. Saat onda yapılan bu derse, ev sakinlerinin dışında İlyas ile Hasan da katılıyorlardı. Dersi, Kadri ile Muhsin sırayla yapıyorlardı. Bugün ise sıra Muhsin'indi.

Derse henüz başlamışlardı ki, kapının zili çalındı. Gençler, 'Gelen kim acaba?' dercesine birbirlerine baktılar. Bu saatte bekledikleri kimse yoktu. Vedat olabilirdi; ancak o da genelde öğleden sonra geliyordu. Zor günler yaşıyordu gençler. Mürted örgütün Müslümanlara yönelik taciz ve saldırıları artmıştı son zamanlarda. Bundan korunmak için daha dikkatli ve tedbirli hareket etmek zorundaydılar. Bu tedbirler polisin gözünden kaçmıyor, zaten sürekli baskı ve takip altında tuttukları Müslüman öğrencileri adeta göz hapsine alarak hareketlerini kısıtlıyorlardı. Buna karşın mürted örgüt elemanları ve İslam karşıtı diğer gruplar, da­ha rahat davranıyorlardı. Onların tek bir amacı vardı bu saldırılarmda. O da; Müslüman öğrencilerin seslerini kesmek, onları korkutup tebliğ ve irşad çalışmalarına engel olmak, böylece tüm okulda tek egemen güç haline gelebilmekti. Doğrusu daha önce karşılarına çıkan tüm grupları bu yolla susturmayı başarmışlardı; ama Müslüman öğrenciler böyle­si tehditlere pabuç bırakacak türden değildiler. Mürtedlerin tüm tehdit, taciz ve saldırılarına karşı korkusuzca direniyor, geri adım atmak şöyle dursun, bilakis daha da ilerliyorlar­dı. Hatta kendilerine yapılan saldırıları karşılıksız bırakma­yıp misliyle mukabele ediyorlardı.

Okuldaki bu sıcak ortam, hem okul içinde, hem de okul dışında Müslümanları açık hedef haline getirmişti. Bunun­la birlikte her gün gözaltına almalar sürüp gidiyordu. İşte bir cumartesi sabahı hiç beklenmeyen bir anda gelen zil se­si, ders yapmakta olan Kadri ve arkadaşlarım kötü bir ha­ber gelecek endişesiyle tedirgin etmişti. Hepsinin kafasın­dan geçen düşünce aynıydı. Buna göre kapının ardındaki kişi veya kişiler ya polisti ya da bir Müslüman'a yapılmış olan bir saldırıyı haber vermeye gelen bir arkadaş... Genç­lerin tereddüdü kısa sürdü. Ramazan, Kadri'nin kendisine işaret etmesiyle kalkıp kapıya gitti. Kapı merceğinden ba­kıp kapıda duran kişiyi görünce tüm endişelerinin kaybol­duğunu gördü. Bu rahatlık içinde içeriye seslendi.

-Kadri Abi, bir dakika gelebilir misin?

Kadri, gelenin kim olduğunu bilmediğinden hâlâ endi­şeliydi. Ramazan'ın yanma gelince:

-Hayırdır inşaallah Ramazan! Gelen kimmiş? dedi.

-Eşref Hoca!

-Eşref Hoca mı? E haydi aç kapıyı, daha ne duruyor­sun?

Ramazan kapıyı açınca, Eşref Hoca utangaç bir tavır ve mahcup olduğu anlaşılan bir yüz ifadesiyle selam verdi.

-Esselamu aleykum! Sizi rahatsız etmedim inşaallah.

Selamını Kadri aldı.

-Ve Aleykumusselam ve Rahmetullahi ve Berekatuh! Buyrun, içeri geçin Hocam, kapıda beklemeyin.

-Belki işiniz vardır, ya da müsait değilsinizdir. Ben geç­meyeyim.

-Olur mu hocam? Buraya kadar gelmişsiniz. Bir de içe­ri girmeden, bir çayımızı içmeden kapıdan mı döneceksiniz?

-Hani diyordum belki...               

-Hayır Hocam, içeri girmenize hiçbir engel yok. Haydi buyurun, bizi son derece sevindireceksiniz.

-Teşekkür ederim Kadri kardeş.

Kadri, Eşref Hoca'yı diğer odaya götürdü. Otururlar­ken Eşref Hoc.ı'nm gelişinden dolayı memnuniyetini belir­ten Kadri:

-Ne iyi ettiniz de geldiniz hocam! dedi. Emin olun ki geldiğinize çok sevindim.

-Allah razı olsun Kadri kardeş. Ben de sizin gibi iman sahibi kardeşlerimi görünce son derece seviniyor, mutlu oluyorum. Lakin her zaman fırsat bulup gelemiyorum.

-Sizin Allah için yaptığınız çalışmaları takdir ve hay­ranlık içinde izliyoruz. Bu çalışmalar arasında vakit bula­mamanız gayet normal. Zaten camide sıklıkla görüşüyoruz.

Bunun yanında zaman zaman fırsat bulup da gelirseniz si­zinle sohbet etmekten bahtiyar oluruz.

-Estağfirullah! Sizin çalışmalarınız yanında benimkisi ne ki? Benimki ile sizinki arasında kıyas dahi yapılamaz. Si­zin camilerde vermiş olduğunuz dersler, cami cemaati ile tek tek ilgilenmeniz, onları evlerinde ziyaret etmeleriniz, yi­ne cami çevresinde oturan insanları ziyaret edip Islami soh­betlerde bulunmanız gerçekten çok faydalı ve takdire şayan faaliyetlerdir. Siz cemaat halinde çalıştığınızdan daha plan­lı ve programlısınız. Bunun da verimi doğal olarak daha fazla oluyor. Oysa ben tek başıma olduğum için ferdi olarak çalışıyorum. Bunun da verimi az oluyor.

-Bu konuda size hak veriyorum. Ama siz kendi çalış­malarınızı küçümsemeyin hocam. Sizin gibi gayretli imamların varlığı bizim için sevinç vesilesi oluyor. Hakikaten ca­milerde halkın etkilendiği, saygı duyduğu, ilmine güvendi­ği, İslam'ı önce kendi hayatında yaşayan ve İslam'ı hayatı­nın en temel gayesi yapmış imamlar, halkın uyanışında çok büyük etkilere sahiptirler. İnanıyorum ki, sizin çalışmaları­nız da bizim cami cemaati ve onların yakınları için bilinç­lenme ve şuur vesilesi olacaktır.

-İnşaallah Kadri kardeş. Bütün dualarım ve temennile­rim hep bu doğrultudadır. Hidayeti veren Allah'tır. Bu konuda biz de vesile olursak, ne mutlu bizlere.

-Haklısınız hocam.

Eşref Hoca odaya Kadri'den başka kimsenin gelmedi­ğini görünce merakını yenemeyerek;

-Diğer kardeşler neredeler, bir yere mi gittiler yoksa?

-Hayır hocam, onlar diğer odadalar. Bizim günlük programlarımız içinde Risale dersi de var. Siz geldiğinizde biz dersimize yeni başlamıştık. Az sonra bitirirler. Onlar da sizinle sohbet etmeye sevineceklerdir. Arkadaşlar sizi kar­deş bilip çok seviyorlar. Bunu bilmenizi istedim.

-Allah hepinizden razı olsun Kadri kardeş! 'Kalp kalbe karşıdır' derler. Gerçekten öyleymiş. Ben de sizleri kendi öz kardeşlerimden daha çok seviyorum.

-Allah sizden de razı olsun hocam. Sahi hocam, bu zi­yaretinizi neye borçluyuz?

-Az daha unutuyordum. Senden bir ricada bulunacak­tım aslında.

-Estağfirullah hocam. Siz söyleyiıt hele, yapabileceğim bir şeyse seve seve yapacağımı biliyorsunuz zaten.

-Doğru, biliyorum. Eğer işin yoksa ve programına da engel olmayacaksa, yarın ikindi vakti camideki dersi senin yapmanı isteyecektim. Ben bugün akşama doğru köye gide­ceğim ve Allah kısmet ederse ancak pazartesi günü dönece­ğim.

-Olur hocam, inşaallah yaparım. Yarın için anlatmamı istediğiniz özel bir konu var mı, yoksa konuyu benim mi seçmemi istiyorsunuz?

-İstediğin konuyu anlatmakta serbestsin. Cami cema­atinin ihtiyaçlarını biliyorsun. Bu doğrultuda bir konu anlatırsın.

-Eğer konu seçiminde serbest isem, o halde cami ve ca­milere karşı sorumluluklarımızı içeren bir konu hazırlasam iyi olmaz mı acaba?

-Çok iyi olur. Ne zamandır benim de aklımda böyle bir düşünce vardı; fakat bu konuyu hazırlamak için fırsat bula­mamıştım. Toplumumuz Müslüman bir toplum. Her ne ka­dar İslam'ın özünden sapmalar olmuşsa da insanlar İslam'ı hâlâ seviyorlar; İslam'ın kutsal değerlerine saygıları var. Eğer insanların düzelip istikamete girmeleri ve yeniden öz­lerine dönmelerini istiyorsak, bunun yolu camilerden geçi­yor. İnsanlar camileri sever ve onlara bağlanır, bizler de ca­milere eski fonksiyonunu kazandirabilirsek, bu durumda İslam; dilden kalbe, kalpten de amellere yansıyacaktır. Bu da Özlemini çektiğimiz ilk İslam toplumunun yeniden oluş­ması sürecini hızlandıracaktır.

-Çok doğru hocam! Bizim arkadaşlar da bu yüzden cami­lerin üzerinde hassasiyetle durup insanları camilere yönlen­dirmek için büyük bir enerji sarf ediyor. Allah'ın yardımıyla bunun semerelerini de alıyoruz. Her gün bir önceki günden daha fazla Müslüman camilerin manevi havasından istifade etmek için camilere geliyor. Hem de eskisi gibi sadece belli bir yaşın üzerindeki Müslümanlar değil, özellikle umudumuz olan çocuk ve gençler olmak üzere her yaştan insanlar geliyor camilere. Bunun için Allah'a ne kadar hamd etsek azdır.

-Elhamdülillah!

Kadri ile Eşref Hoca'nm sohbetleri, Ramazan'm içeri gir­mesiyle kesildi. Ramazan içeri girince:

-Biz dersimizi bitirdik Kadri Abi. Çay da hazır! Siz mi di­ğer odaya geleceksiniz, yoksa biz mi buraya gelelim? dedi.

-Biz oraya geleceğiz Ramazan,

-O zaman hemen gelin de çayı soğutmayalım.

Ramazan odadan çıkıp arkadaşlarının yanma döndük­ten birkaç dakika sonra Kadri ile Eşref Hoca da diğer odaya geçtiler. Derslerini bitirmiş olan gençler, Eşref Hoca ile Kad-ri'nin yanlarına gelmeleriyle ayağa kalktılar. Eşref Hoca, ayağa kalkıp kendisi ile tokalaşmayı bekleyen gençlerle tek tek tokalaşti. Kendisine gösterilen yere oturan Eşref Hoca ile gençler arasında kısa sürede güzel ve tatlı bir sohbet or­tamı oluştu. Karşılıklı olarak Allah'ın hatırlatıldığı, hakkın ve sabrın tavsiye edildiği, zaman zaman ayet ve hadislerin okunduğu sohbet, zamanın hızla geçtiğini unutturmuştu gençlere. Eğer Muhsin bir refleksle saatine bakmasaydı, öğ­le vaktinin girmek üzere olduğunu da bilemeyeceklerdi. Muhsin'in ikazı ile gençler hep birlikle camiye gitmek için evden çıktılar.

Ertesi gün, ikindi namazından sonra Kadri ile Zekeriya camide kalmış, Muhsin ile Ramazan eve dönmüşlerdi. Kad­ri, Eşref Hoca'nm yokluğunda anlatacağı konuyu araştırmış ve hazırlamıştı. Bir kâğıda aldığı kısa notlarını camiye gelir­ken cebinde getirmişti. Vakit namazını kılanların bir kısmı ayrılmıştı camiden. Eşref Hoca'nm derslerine devam eden ve çoğu yaşlılardan oluşan yirmi kişilik bir grup kalmış, her zaman ders yaptıkları yerde halka kurarak oturmuşlardı. Eşref Hoca bugün gelemeyeceğini, kendisinin yerine Kad-ri'nin ders anlatacağını söylediği için Kadri'nin gelmesini bekliyorlardı. Kadri, arkadaşlarını eve gönderdikten sonra Zekeriya ile birlikte ders halkasına doğru geldi. Kendisi Eş­ref Hoca'nm yerine, arkadaşı da halkanın arasına oturdu. Cebinden notlarını çıkarıp Asr Suresi'ni okuduktan sonra;

-Muhterem Müslümanlar! diyerek dersine başladı. Eş­ref Hocamız olmadığı için müsaadeniz olursa, bugünkü dersi ben anlatacağım inşaallah. Bugünkü konumuz, İs­lam'da çok mühim bir yere sahip olan ve Müslümanlar için ilk günden bugüne kadar önemini yitirmeyen camiler ko­nusudur. Yani camilerin biz Müslümanlar için ne gibi bir anlam taşıdığını ve bizim camilere karşı sorumluluklarımı­zın neler olduğunu anlatmaya çalışacağım İnşaallah.

Bildiğiniz gibi yeryüzündeki ilk mescid, Mekke'de bu­lunan Mescid-i Haram, yani Kabe'dir. Beytullah, yani Allah'ın evi olarak da adlandırılan bu mescid, ilk olarak Hz. Adem tarafından inşa edilmiş, zaman içinde yıkılıp kaybol­muş, sonra da Allah'ın emriyle Hz. İbrahim ve Hz. İsmail tarafından temelleri üzerinde yeniden İnşa edilmiştir.

İslamiyet geldikten sonra ilk Müslümanlar baskı ve iş­kence altında oldukları için bir araya gelip topluca namaz kılamıyorlardı. Bu yüzden Mekke'de bir mescid yapma ih­tiyaçları olmamıştır. Hem zaten Mescid-i Haram vardı ve gizliden de olsa, Müslümanlar ferdi olarak gidip orada na­maz kılıyorlardı. Burada dikkatinizi bir noktaya çekmek is­tiyorum. Müslümanlar o dönemde Mekke müşriklerinin her türlü baskı, eziyet ve işkencelerine maruz kalmalarına ve birçoğu imanlarını gizlemiş olmasına rağmen, yürekle­rinde taşıdıkları imanla mescide duydukları Özlemin önüne geçemiyor ve her şeyi göze alarak Kabe'ye gidip gizliden de olsa namaz kılıyorlardı. Bu, son derece önemli ve dikkate değer bir noktadır.

Resulullah (sav)'m Medine'ye hicret etmesiyle Müslü­manlar artık baskı ve işkenceden kurtulmuşlar, ibadetlerini rahat bir şekilde yerine getirebilecek duruma gelmişlerdi. İslam, sadece ferdi bazda yaşanan bir din olmadığı, daha çok toplumsal olarak yaşanması gereken bir din olduğu için Müslümanların ibadetlerini toplu olarak yapabilecekleri bir yere ihtiyaç vardı. O yer de elbette mescid olmalıydı İaten mescid, kelime anlamı olarak da 'secde edilen yer1 anlamı­na geliyordu.

Peygamberimiz (sav); hicret ettiğinde, daha Medine'ye varmadan ilk uğradığı yer olan Küba'da birkaç gün kalma-sına rağmen hemen bir mescid inşa etmiştir. Oradan ayrılıp Medine'ye varır varmaz da, henüz ikamet edeceği yeri bile belirlemeden Mescid-i Nebevi'nin kurulacağı yeri belirle­miş ve hiç vakit kaybetmeden inşasına başlamıştır. Yani Re­sulullah (sav), Medine'ye gelir gelmez yaptığı diğer iki önemli icraatı mescid inşasından sonraya bırakmıştır. İslam Tarihinde çok önemli bir yer tutan diğer iki icraatın biri En-sar île Muhacir arasında kardeşliğin tesis edilmesi, diğeri ise İslam Devletinin esaslarını belirleyen ve büyük önem arz eden Medine anlaşmasının yapılmasıdır. Sadece bu bile, yani söz konusu üç icraattan mescid inşasının birinci sıraya alınması hadisesi, mescidlerin İslam'daki yerini ve Müslü­manlar için ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu an­lamak için yeterlidir.

Yüce Peygamberimiz (sav)'in önderliğinde inşa edilen Mescid-i Nebevi, sadece bir ibadethane olarak kalmamış, Allah'ın kitabı ve İslam'ın yüce değerlerinin öğretildiği bir medrese; toplumsal sorunların çözüldüğü bir merkez; ya­bancı heyetlerin kabul edildiği, anlaşmaların yapıldığı, önemli kararların alındığı devlet başkanlığı konutu olarak da kullanılmıştır. Zaman zaman yabancılar için bir misafir­hane, yoksul ve kimsesiz Müslümanların barınıp ilim öğ­rendikleri yatılı bir üniversite hükmündeydi aynı zamanda. Görüldüğü gibi mescid Müslümanların her şeyiydi.

Resulullah (sav), Hulefa-i Raşidin ve onları takip eden Müslümanlar hâkim oldukları coğrafyalarda camilerden gerek ilmi, gerek içtimai ve gerekse ibadet alanlarında çok istifade etmişlerdir. Müslümanların tarih boyunca ulaşabil­dikleri, tebliği götürdükleri yerlerde; kurdukları köy ve ka­sabalarda; fethettikleri yerlerde yaptıkları işlerin başında mescid yapımı gelmiştir. Müslümanlar, yaptıkları cami ve külliyelerle o yerlerdeki insanlara çok hizmet etmişlerdir.

Müslümanlar cami yapımını o kadar önemsemiştir ki, bir yere gittiklerinde o yerin Müslümanlara ait olup olmadığını ezan sesinin gelip gelmediğinden ve o yerde mesci­din olup olmadığından anlıyor, ona göre hareket ediyor­lardı.

Yüce Allah (cc), Tevbe Suresi 17. ve 18. ayetlerde: "Puta tapanların kendilerinin inkarcı olduklarını itiraf edip du­rurken Allah'ın mescidlerini onarmaları gerekmez. Onların işledikleri boşa gitmiştir, cehennemde temelli kalacaklardır. Allah'ın mescidlerini sadece, Allah'a ve ahiret gününe inanan, namaz kılan, zekât veren ve ancak Allah'tan korkan kimseler onarır. İşte onlar doğru yolda bulunanlardan ola­bilirler." şeklinde buyurarak mescide taraftar olup olmama­yı; küfürle imanı ayıran bir alamet olarak belirleyip önümü­ze koymuştur.

Muhterem Müslümanlar!

Mescidlerin Müslümanlar için Önemi böylesine ileri bir düzeyde olduğu gibi, mescidleri seven ve bağlı olan Müslü­manların Allah katındaki mükâfatı da o denli büyüktür. Ri-yazü's-Salihin'de geçen bir Hadis-i Şerifte Resulullah (sav) şöyle buyurmaktadır:

"Cenabı Allah şu yedi sınıf insanı kendi manevî gölge­sinde barındırır:

1- Adaletli devlet başkanı.

2- Allah'ın ibadetiyle yetişen genç.

3- Kalbiyle mescitlere bağlı kimse.

4- Allah için birbirini seven ve bu uğurda bir araya ge­lip bu sevgiyle ayrılan kimseler.

5- Mevki sahibi ve güzel bir kadının ahlak dışı davetini 'Ben Allah'tan korkarım' cevabıyla reddeden kimse.

6- Sağ elin verdiği sadakayı sol eli duymayacak şekilde gizli sadaka veren kimse.

7- Issız bir yerde Allah'ı zikrederek gözleri yaşla dolup taşan kimse."

Yine Kütüb-ü Sitte'de geçen ve Ebu Hüreyre (ra)'den ri­vayet edilen bir Hadiste Resulullah (sav) şöyle söylemiştir: "Müslüman bir kimse, namaz ve zikir için mescidi vatan edindiği (çokça gitmeyi alışkanlık haline getirdiği) zaman Allah'ın onun bu halinden duyduğu sevinç, tıpkı gurbette adamı olan kimselerin onun yanlarına dönmesiyle (kavuş­maktan) duydukları sevinç gibidir." Bu hadisten de anla­şıldığı üzere mescidlerle haşir-neşir olan Müslümanlar Yüce Allah'ın sevgi ve iltifatına mazhar olurlar. Tüm bu müjdelerden dolayı Müslümanlar mescidleri hayatlarının vazgeçilmez bir unsuru ve İslam'ın temel taşlarından biri haline getirmişlerdir. Müslümanların mescidlere olan bu bağlılığı, İslam düşmanlarının kalbine korku düşürmüş ve Müslümanların camilere bağlılıklarının devam etmesi ha­linde onlar üzerinde pek fazla etkili olamayacaklarını an­lamışlardı. İslam düşmanları bundan dolayı Müslümanla­rı camiden uzaklaştırmayı ve cami ile aralarını açmayı en önemli faaliyetleri içine almışlar ve bu yönde çok gayret sarf etmişlerdir.

Günümüzde İslam'dan ve Müslümanlardan korkanlar özellikle gençleri camiden uzaklaştırmak için çeşitli tezgâh­lar ve oyunlar kurmaktadırlar. Bu senaryonun bir gereği olarak "Merkez camilerin dışındaki camiler ezandan 30 da­kika Önce açılır; namaz kılındıktan 30 dakika sonra kapatı­lır" diye bir kural koymuşlardır. Bildiğiniz gibi Eşref Hoca gelene kadar bu durum bizim camimizde de geçerliydi. Ya­ni farz namazlardan sonra burası da kapatılıyordu. Belirti­len bu süre dışında camiye giden birisi farz namazını bile cami içerisinde değil de girişte ayakkabıların da konulduğu dar bir holde veya cami dışında kılmak zorunda kalmakta­dır. Bunun Müslüman bir toplum içinde yapılması kabul edilebilir bir durum değildir. Çünkü Yüce Allah (cc) Bakara dur.Romun Suresi 114. ayet-i kerimesinde: "Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anılmasını yasak eden ve oraların yıkılması­na çalışan kimseden daha zalim kim vardır? Onların orala­ra korkmadan girememeleri gerekir. Dünyada rezillik onla­radır, ahirette büyük azab da onlaradır" demiştir.

Biz Müslümanlar, caminin eski fonksiyonlarını bütü­nüyle icra ettiremesek bile, az da olsa yapabileceğimiz şeyler mutlaka vardır. Bu doğrultuda hepimiz, elimizden gele­ni yapmanın gayreti içinde olmalıyız. Böylelikle camiden uzaklaştırılmış olan veya uzaklaştırılmaya çalışılan Müslü­manları camiye yönlendirerek mürtedlerin, kâfirlerin ve iş­gal güçlerinin emel ve planlarını boşa çıkarmalıyız. Bu bağ­lamda yapabileceğimiz şeyleri siz Muhterem Müslümanla­ra hatırlatarak bu önemli meseleye dikkatinizi çekmek istiyorum:

Ev ve işyerimizden sonra üçüncü adresimiz, ev ve işye-rimize en yakın olan cami olsun.

Camiye giderken elbisemizin ve üst-başımızm temiz olmasına dikkat etmeliyiz. Camiler, meleklerin en sık bulunduğu mekânlar olduğu için camiye gelmeden önce onla­rı rahatsız eden koku verici yiyecekleri yemekten kaçınma­lıyız. Yüce Allah Araf Suresi 31. ayette: "Ey Âdemoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yiyin için fakat israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez" şeklin­de buyurmuştur.

Mümkün mertebe günün beş vakit namazını, olmazsa müsait olduğumuz vakit namazlarını, özellikle sabah, akşam ve yatsı namazlarını evimize veya işyerimize en yakın camide kılalım. Kutub-u Sitte'de Hz. Ömer'den nakledilen bir hadiste Resulullah (sav) şöyle buyuruyor: "Kim bir mes­citte cemaatle birlikte yatsının ilk rekâtını kaçırmadan kırk gece namaz kılarsa Allah Teala hazretleri, bu namazlar ve­silesiyle onun için ateşten bir azatlık yazar"

Ev ve işyerimizin bakımı, onarımı, temizliği ve eksik­likleri bizi nasıl ilgilendiriyorsa, müdavimi olduğumuz caminin sorunları hakkında da aynı şekilde duyarlı olmalıyız. Gücümüzün yettiği her türlü yardımı ve desteği vermeliyiz. Ailemizin, akrabalarımızın ve komşularımızın dert ve prob­lemleriyle ilgilenmek, onlara yardımcı olmak, ihtiyaçlarını gidermek nasıl İslami sorumluluklarımızdan ise, aynen bu­nun gibi cami cemaatinin müdavimleri, cami imamı ve mü­ezzininin de varsa dert ve problemleriyle ilgilenmeyi ve yardımcı olmayı da kendimize görev bilmeliyiz. Cami mü­davimlerinden birisi namaza gelmediğinde bunu hemen fark etmeli, kendisini ziyaret ederek niçin gelmediğini öğ­renmeliyiz.

10 yaşından büyük erkek çocuklarımızı ve kardeşleri­mizi camiye götürelim. Biz olmasak bile vakit namazlarım camide kılmaları hususunda tavsiye ve teşvikte bulunalım. Sevdiklerimizin, akraba ve komşularımızın gönlünü camiye bağlamak, camide cemaatle kılman namazın fazile­tinden istifade etmelerini sağlamak için onları da camiye, cemaatle namaz kılmaya getirmek için gayret edelim.

10 yaşından küçük çocuklarımızı da haftanın 1-2 günü yanımızda camiye getirerek kendilerine cemaatle kılman namazın sevabım anlatalım.

Camilerin onarılmasına, inşasına, Müslümanların ca­milerden ilmen ve amelen tam olarak faydalanmalarına engel olanları ve buna engel olma sebeplerini anlatalım. Cami inşa edenlerin ahiretteki mükâfatı, camileri imha edenlerin uğratılacakları azabı anlatalım. Az evvel okuduğum Bakara Suresi 114. ayet ile Tevbe Suresi 17 ve 18. ayetleri sıkça ha­tırlatalım.

Tarihi süreç içerisinde bir müddet Müslümanların hâki­miyetinde kaldıktan sonra kâfirlerin denetimine geçen yerlerdeki camilerin başlarına gelenleri öğrenip başkalarına anlatalım. Özellikle Mescid-i Aksa'ya yapılanlar, Buha-ra'da, Semerdkand'ta ve İspanya'da Endülüs İslam Devlo-tinden kalma camilere yapılan saldırı ve yıkımları unutma­yalım.

Mescid-i Nebevi'nin ziyaret edilmesi aşkını ve orada kılman namazın faziletini anlatalım. Mescid-i Aksa'nin Müslümanların ilk kıblesi olduğunu, Yahudilerin Mescid-i Aksa'yı işgalini, Mescid-i Aksa üzerindeki oyunlarını, ora­nın Yahudi işgalinden kurtarılması gerektiğini, bu hususta tüm Müslümanların mükellef olduğunu; Kudüs'ün kurtu­luşu için mücadele eden Müslümanların karşılaştıkları sı­kıntıları anlatalım.

Yine ülkemizde, zamanında cami olarak kullanılan fakat şu an kullanılmasına müsaade edilmeyen, tahrip edilen, başka amaçlar için kullanılan camilerin durumu ve bunun sebeplerini anlatalım.

Müdavimi olduğumuz caminin yapımında Müslüman1" *arın gösterdikleri fedakârlıkları, camide yaptıkları hizmetleri, çocuklarımıza ve yeri geldiğinde cami cemaatine anla­talım.

Cenab-ı Allah; bizleri, çocuklarımızı, akrabalarımızı, komşularımızı ve sevdiklerimizi camide cemaatle namaz kılan müdavimlerden ve camiye karşı sorumluluğunu yeri­ne getirenlerden eylesin. Beni dinlediğiniz için Allah hepi­nizden razı olsun.

Kadri, dersini anlattıktan sonra Asr Suresini okuyup dersi kapattı. Ders halkasında oturanların ders sonunda sordukları sorulardan ve yüzlerinde belirgin bir şekilde edindiği intibadan anladığı kadarıyla anlattığı konu etkili olmuştu.

 

15- Bölüm

 

Yusuf, cuma günü son dersten çıktıktan sonra Kad­ri ile biraz dolaşmış, ikindi namazını üniversite mescidinde kıldıktan sonra Kadri'yi minibüs durağından yolculamiş, sonra da yurda dönmüştü. Sağa-sola uğramadan direkt odasına çıkmış, Ümit'in kendisinden önce geldiğini gör­müştü. Selamlaşmadan sonra Ümit'in neşeli tavırları ve sanki kendisini merakta bırakmaya çalışan hali dikkatini çekmişti. Kendi kendine anlatmaya niyeti olmadığını gö­rünce, kendisi sordu:

-Hayırdır, Ümit? Çok neşelisin bugün!..

-Ben mi? yok canım, sana öyle gelmiştir.

-Var var!.. Sende bir şeyler var. Söyle de neşene ortak olalım.

-Benim her zamanki halim bu. Olsa, başta sana söyle­mez miydim?

-Peki, öyle olsun. Bak bir daha sormam ona göre. Biraz sabretsem zaten dayanamaz, kendin anlatırsın.

Yusuf, Ümit'i daha fazla üstelemeden yatağına oturup kitaplarını karıştırmaya başladı. Ümit'in bu halini merak ediyordu. Bu durumun kendisiyle alakalı olduğuna adı gi­bi emindi neredeyse. Ama o, Yusuf u merakta bırakmayı se­viyordu. Zaman zaman böyle davrandığı oluyordu. Yusuf, çok sevdiği arkadaşının bu Özelliğini iyi biliyordu. İyi bildi­ği bir özelliği daha vardı Ümit'in. O da, Ümit'in yanında çevresini merakta bırakabileceğine inandığı bir şeyleri var­sa, fazla üsteleme yapılmadığı zamanlarda dayanamayıp kendisinin anlatrnasıydı. Bu yüzden sanki Ümit yokmuş gi­bi hareket etmeye başladı Yusuf. Bir yandan da çaktırma­dan Ümit'i izliyordu.

Ümit, çetin bir cevize rastladığını anlamıştı. Yusuf un hayran olduğu sabrını iyi biliyordu. Ama buna rağmen pes etmeye niyeti yoktu. İlahiler mırıldanmaya başladı. Sonra eline bir kitap alıp dikkat çekici bölümlerini seslice okudu. Buna rağmen Yusuf oralı bile olmuyordu. Bu da onun sabır­sızlanmasına sebep oluyordu. En son, pencerenin yanma gi­dip dışarıyı izlemeye başladı. Birkaç dakikalık bir bekleyiş­ten sonra daha fazla dayanamayarak arkadaşına döndü. Döner dönmez Yusufun bakışlarını kaçırdığını gördü. Ümit, aslında Yusufun da meraklandığını, bu yüzden ken­disini izlediğini anlamıştı. Buna rağmen İşi daha fazla uzat­mak istemedi. Gülümseyerek arkadaşına seslendi: -Yusuf!..

.Yusuf, sanki Ümit'in varlığından yeni haberdar oluyor­muş gibi silkinircesine başını kaldırdı. İki arkadaş göz göze gelince birbirlerine tebessüm ettiler. Gözleri bir anlık zaman içinde çok şey anlattı birbirlerine. Ümit, Yusufun karşısındaki sandalyede oturup sordu:

-İzmir'de tanıdığın kimse var mı?

-İzmir mi? Bildiğim kadarıyla orada hiçbir akrabam yok.

-İyi düşün! Belki de vardır.

-Yok Ümit. Olsa bilmez miydim?

-Bekir Keskintaş kim peki?

-Bekir Keskintaş?! Bu benim lise arkadaşım. Tabi ya, şimdi İzmir'de okuyor. Nasıl da aklıma gelmedi!.. Ama sen "Tanıdığın var mı?" diye sorunca, benim aklıma akraba kıs­mı geldi. Ee, ne olmuş Bekir'e?

-Sana mektup yazmış.

-Mektup mu? Hani nerede?!

-Yanımda!..                                

Yusufun sorularına Ümit çok kayıtsız bir şekilde cevap veriyordu. Arkadaşının sabırsızca hareketlen onu keyiflen-dirmîşti. Anlaşılan az evvel Yusufun kendisine olan kayıt­sızlığının acısını çıkarıyor, bir nevi intikam alıyordu. Yusuf; sevinç, heyecan ve biraz da merak karışımı bir ses tonuyla:

-E haydi, versene mektubu Ümit! Daha ne duruyorsun? dedi.

-Vereceğim Yusuf. Dur acele etme. Vereceğim ama...

-Ama'sı ne bunun? Amacın beni meraktan çatlatmak bu yoksa?

-Alİah korusun! Öyle bir amacım yok. Hani az evvel hiç Urnursamıyordun, ne oldu şimdi ha?

Kozlar yine Ümit'in eline geçmişti. Yusuf onun gözle­mdeki zekice gülümsemeyi fark edince alttan aldı.

-Tamam Ümit, tamam. Kabul ediyorum, sen kazandın. Doğrusu az evvel de senin halini çok merak ediyordum; ama nasıl olsa anlatacaksın diyerek biraz sabretmeye çalış­tım. Şimdi ödeştik. Artık mektubu verebilirsin.

-Hah şöyle sâdede gel işte!

Ümit, yerinden kalkıp dolabını açtı ve bir kitabın arası­na koyduğu mektubu alıp Yusuf a uzattı. Yusuf, zarfı alıp açmadan önce uzun uzun inceledi. O bir anlık zaman dili­mi içinde Bekir ile geçirdikleri acı-tatlı tüm hatıralar bir bir canlandı gözünde. Sınava girmeden önce birbirlerine ver­dikleri sözleri hatırladı. Bekir'in sözüne sadık biri olduğunu biliyordu elbette; ama aradan aylar geçtiği halde haberleş-memişlerdi. Burada, kendi memleketinde okuyan bir insa­nın dahi tek başına bozulmadan, çevreye ayak uydurma­dan dik durması neredeyse mümkün değilken, uzak yerler­de, batılılaşmanın ve İslam dışı hayatın en yoğun olduğu bir bölgede okuyan birisinin durumu nasıl olurdu acaba? Mektubu açmak ve çok sevdiği arkadaşıyla kâğıt üzerinde dahi olsa tek yönlü bir sohbet yapmak için sabırsızlanıyor­du. Zarfın üzerinde adresinin yazılı olması da Yusufu sevin,    misti. Böylece ona hemen cevap yazabilecekti.

Zarfı iyice inceledikten sonra itinayla açtı. Pencerenin yanına gidip bir sandalyeye oturdu. Zarftan çıkardığı iki sayfalık mektubu eline aldı. Ümit, onun mektupla baş başa kalması için kendi işleriyle uğraşmaya başladı. Katlanmış kâğıtları sevinç ve heyecan karışımı bir yüz ifadesiyle açtık­tan sonra okumaya başladı.

"Sevgili Dostum, Unutulmaz Arkadaşım, Can Kardeşim Yusuf!" diye başlamıştı mektubuna Bekir. Bu hitap karşısında duygulanmaktan kendisini alamamıştı Yusuf. Devam etmeden önce Bekir'in hayalini kafasında canlan­dırıp karşısına aldı. Bu halet-i nahiyeyle okumasına devam etti. Sanki kendisi okumuyor da Bekir konuşuyormuş gibi bir hisse kapıldı. Selam bölümünü geçtikten sonra mektup­tan başım kaldırıp "Ve Aleykumusselam ve Rahmetullahi ve Berekatuh, Bekir kardeşim!" diyerek selamını aldı. Sonra devam etti.

"Çok uzun zaman geçti ayrılığımızın üzerinden Yusuf... Aslında bir sene bile olmadı, biliyorum. Ama bana yıllar geçmiş kadar uzun geldi. Buradaki her günüm benim için ayrı bir azap, ayrı bir çile... Dayanması çok zor Yusuf! Anlatması bile bir o kadar zor.

Lisedeki günlerimiz gözümün önünden gitmiyor hiç. Belki de bana yaşama sevinci veren tek şey, yaşadığımız o güzel anılar. İnsan olduğumuzun bilinciyle yaşadığımız, dünyaya niçin gönderildiğimizi anladığımız ve bu doğrul­tuda hareket ettiğimiz, görevimizin ne olduğunu bildiğimiz ve kulluk bilincine ulaştığımız o güzel günler ne de güzel­miş Yusuf, ne mübarek günlermiş!..  O zaman bunun değerini pek idrak edememiş olduğumu yeni yeni an­lamaya başlıyorum. Balık, suyun kıymetini ancak sudan çıktığı zaman anlıyormuş ya, işte ben de öyleyim Yusuf. Ay­nen sudan çıkmış balık gibiyim. Seni, Ahmet'i, Abdulaziz'i çok,  ama  çok özledim.  Kardeşliğimizi;  kendimizi  bir diğerine feda edişimizi ve en önemlisi kardeşimizi kendi nefsimize tercih ettiğimiz o günleri çok özledim.

Haramlara ve günahlara düşmemek, nefsimizin güzel gösterdiği fiillere yönelmemek, şeytanın yolundan gitmemek için birbirimize yaptığımız nasihatleri hatırlar mısın Yusuf? Ya hakkı ve sabrı tavsiye etmede yarıştığımız o gün­leri?.. Unutmazsın, biliyorum Yusuf. Bugün o anlara ne kadar muhtacım, ne kadar da muhtacım anlatamam kar­deşim!.. Sen ibadet konusunda en âbidimiz, Allah korkusu yönünden en muttakimiz, nasihat etmede en gayretlimiz, İslami kişilik yönünden en örnek olanımız, en ahlaklı ve en edeplimizdin. Bunları söylediğim için bana kızdığını ve yüzünün kızardığını görür gibi oluyorum. Ben bunları seni övmek için söylemiyorum kardeşim. Dilimden dökülen gerçeklerdir bunlar. İşte bütün bu özelliklerinden dolayı seni Öyle özledim, öyle Özledim ki... Bunu anlatmaya kelimeler kifayet etmez. Ne zaman daralsam, seninle yap­tığımız sohbetlerle avunuyorum. Ama şimdi artık anılar avutamaz oldu beni Yusuf. Çok daraldım, çok sıkıldım buralarda!.. Şimdi yanımda olmanı ve bana biraz sabır tav­siye etmeni ne çok isterdim, biliyor musun?

Cephede, yoğun ateş altında, mermisi biten bir asker gibi hissediyorum kendimi. İslam dışı bir hayatın ağır tazyiki altında kalmışım. Samimice tutabileceğim bir dost eli bulamadım. Doğrusunu istersen, bunda benim de suçum yok değil. Üniversiteyi kazanmış olmanın rehaveti, büyük şehirlere gelmiş olmanın başıboşluğu ve biraz da yalnız başına kalmış olmanın acemiliği yüzünden ilk başlarda bir şey yapmadım. Yani sözleştiğimiz üzere insanları bulun­dukları İslam dışı hayattan kurtarmak için gayret göstermedim. Sözün özü ben sözümü tutmadım Yusuf. Affet beni, affet kardeşim. Hem dahası da var, anlatmaya yüzümün tutmadığı... Ama ne olursa olsun, sana anlatacağım Yusuf. Bugün seninle her konuda dertleşmeye söz verdim. Her ne kadar sözünü tutmayan biri olmuşsam da bugün bu sözümü tutacağım. Tıpkı eski günlerdeki gibi sana açılacağım ve hayali de olsa nasihatlerini dinleyeceğim. Hem sana anlatmasam, kime anlatacağım? Kim anlar der­dimi buralarda? Halimi kim anlar, duyduğum vicdan azabını, Rabbine isyan etmiş birisinin kalbi ezikliğini, ruhu, dinmeyen fırtınaların azgın dalgalarıyla boğuşan birisinin halet-i ruhiyesini kim anlar buralarda? Söyle be Yusuf, kim anlar beni senden başka?..

Evet kardeşim, satırlarımdan da anladığın gibi ben sözümü tutmamakla birlikte çok da"ha fena şeyler yaptım. Zaman zaman namazlarımı aksattığım günler oldu. Evet, doğru duydun. Bazen namaz kılmadığım oldu. Küçük şey­leri bahane ettim bunun için. Zamanın olmadığına, derslere yetişmenin daha öncelik taşıdığına inanarak kendi kendimi kandırdım kaç kez. Hani o, bir vaktini kaçırmamak için hayatımızı feda edeceğimizi söylediğimiz "Dinin direği" olan namazdan bahsediyorum Yusuf. Bu satırları okuduğunda bana acıdığını görür gibi oluyorum. Hayır Yusuf, hayır. Böyle birine acıman gerekmez, bilakis tiksin­men lazım. Ben bunu hak ettim.

İşte böyle!.. Namazda gevşeklik gösterip aksatmaya başlayınca, şeytan bazı şeyleri güzel göstermeye başladı bana. Çevremdeki insanların yaşadığı hayatı kanıksamaya başladım. Hatta onlara meylettiğim zamanlar oldu. Çev-remdekilerin "hacı, hoca" şeklindeki takılmalarına, istihza ve hakaretlerine maruz kalmamak için bazı şeylerden ödün vermek zorunda kaldım. Yani kendimi onlara benzetmeye çalıştım. Ne garip değil mi? Güya benim onları kendime benzetmem gerekiyorken, onlar beni kendilerine benzet­tiler. Bunların hepsi benim zayıflığımdan kaynaklandı. İlk zamanlarda gerekli olan tepkiyi göstermemiş olmamın, İs-lami kişiliğimi kabul ettiremememin acısını işte böyle çek­tim. Hz. Ömer'in (ra) "İnandığı gibi yaşamayan, yaşadık­larına inanır." sözünü şimdi çok daha iyi anlıyorum.

Elhamdülillah ki, büyük günah sayılabilecek fiillerde bulunmadım. Ama namazı aksatmış olmamın günahı tüm günahların üstünde değil mi? Allah'ı tanıyan, İslam'ı bilen birisinin İslam dışı bir hayata meyletmesinin günahı af-fedilebilecek bir şey mi? Söylesene Yusuf, Allah affeder mi beni? Bu durumda bana yine 'kardeşim' diyecek misin? Biliyorum, 'Tövbe et, Allah Gafur ve Rahim'dir" diyeceksin. Amenna! Ben yüz kere, bin kere tövbe ettim Yusuf. Yaşadık­larımdan dolayı pişman olma duygusunu kalbime kor bir ateş gibi koyan, kuvvetli bir silkinişle beni uyandıran ve beni tövbe etmeye hidayet eden Yüce Allah (cc)'a sonsuz hcTnd-u senalar olsun.

Biliyor musun Yusuf, Allah pişman olmam için de seni sebep kıldı. Nasıl oldu deme, dur anlatıyorum. Geç uyuduğum bir gece rüyamda seni gördüm. Sen çok güzel, yeşillikler içinde bir bahçedeydin. Bahçede her türlü çiçek ve meyve ağaçları vardı. Kuşların cıvıltıları her yanı kaplamıştı. Sen, beyaz elbiseler içinde, bir kaynak suyun başın­da oturmuştun. Etrafında da yine aynı elbiseleri giymiş, nur yüzlü çocuk, genç ve yaşlılar vardı. Size bakıp da imren­memek elde değildi. Adeta cennetin içindeydiniz. Ben ise o bahçenin dışındaydım. Benim bulunduğum yer İse kıraç, dikenlerle kaplı, yılan ve akreplerle dolu bir yerdi. Avazım çıktığı kadar "Yusuf beni buradan kurtar, yanma al!" diye bağırıyordum. Sonunda sesimi duyup yanındakilerle beraber bahçenin kenarına kadar geldin. Bana bakıp "Buraya gelmenin bedeli ağırdır Bekir. Bedelini yerine getirmezsen seni yanıma alamam." dedin. Ben yine bağırarak; "Bedeli nedir Yusuf, söyle yerine getireyim" deyince, sen: "İslam'ı nerede olursan ol yaşaman, hiçbir kmayıcınm kınamasından korkmadan Allah'a kulluk yap­man, Allah'ın emirlerini her şeyden üstün tutmandır" diye söyleyerek yanındakilerle beraber arkanı dönüp gittin. Ben, bulunduğum yerde korku içinde "Beni kurtar Yusuf, beni yanına al!" diye bağırmaya devam ediyordum. Sonunda kendi sesimle uyandım. Uyandığımda sabah namazının vakti çıkmak üzereydi. Namazımı kıldıktan sonra uyuya­madım. Gördüğüm rüyanın üzerinde düşünmeye baş­ladım. Rüya gayet açıktı. Hatamı anlamıştım. Sen, birlikte olduğun insanlarla beraber manen cennet hayatını yaşıyor­ken, bense yaşadığım bu hayatla manen cehennemi yaşıyordum. Hem bu dünyada, hem de ahirette cenneti yaşamak için senin söylediğin bedeli yerine getirmek gerekiyordu. Üniversiteye başladıktan sonra yaşadıklarımı düşünmeye başladım. Hatalarımı çok yalın bir şekilde gördüm. Öyle bir pişmanlık gelip oturdu ki yüreğime/ an­latamam. Ağladım, ağladım, ağladım. Gözyaşlarımla günahlarımı yıkamaya çalıştım. Yüce Allah (cc)'ın der­gâhına sığındım. Beni affetmesi için 'Tevvab' sıfatına iltica ettim. O günden sonra yüzümün doğru düzgün gül­mediğini söylesem yalan olmaz herhalde.

İşte böyle Yusuf!.. Sen, memleket dışında uzak yerlerde okumanın zorluklarını söylemiştin de biz yine kendi bildi­ğimizi yapmıştık. Sen haklıydın kardeşim. Her zaman oldu­ğu gibi bunda da haklı çıktın. Şimdi yeniden doğmuş gibi­yim. Tövbemin gereklerini yerine getirmeye çalışıyorum. Ayrıca geç de olsa sözümü tutmak için gayret ediyorum. Ama tek başımayım. Buralarda yalnızlık zordur Yusuf. En büyük yalnızlığın, kalabalıklar içindeki yalnızlık olduğunu yaşarken anladım.

Seni üzdüğümü biliyorum; ama sen dünyada da ahiret-te de kardeşimsin. Mektupla da olsa, seninle konuştuğum için çok rahatladım. Bundan sonra ne yapmam gerektiği konusunda bana yol göster. Beni nasihatlerinden ve dualarından mahrum bırakma. Sık sık mektuplaşahm, oldu mu? Son olarak seni Yüce Allah (cc)'ın selamıyla selamlar, O'nun 'Hafiz' sıfatına emanet ederim."

Kardeşin Bekir

Yusuf mektubu bitirmiş; ama oturduğu yerden kal-kamamiştı. Okudukları onu son derece müteessir etmiş, gözyaşları yanağını ıslatmıştı. Belki odada yalnız olsa/ hıç­kırıklarla ağlayacaktı; ama gözyaşlarının bile Ümit tarafımdan görülmesini istemiyordu. Oysa Ümit odadan çoktan çıkmıştı, fakat Yusuf un bundan haberi yoktu. Ümit, ar­kadaşının mektubu okumaya başladığını ve mektubun tesiriyle yüzünde oluşan duygusal ifadeyi görünce, onu yalnız bırakmak istemiş ve sessizce çıkıp gitmişti.

Yusuf, hâlâ yalnız olduğunu bilmeden, cebinden çıkar­dığı mendiliyle gözlerini sildi. Biraz sakinleşip mantıklı düşünmeye çalıştı. Yıllarca yiyip-içtikleri ayrı gitmeyen, ay­nı düşünceyi paylaşıp aynı fikri savunan, aynı amaç doğ­rultusunda hareket eden bu can dostunun anlattıklarını kafasında canlandırıp anlamaya çalıştı. Niçin bu duruma düşmüş, bu zayıflığı neden göstermişti? İman ve akidesinin sağlam olduğuna inandığı dostunun böylesine basit bahanelerle namazlarını aksatmış olmasına inanamıyordu. "Ah süslü hayat!" diye inledi adeta. İstemediği halde sesli söylemişti bunu. Ümit'in duyup duymadığını anlamak için arkasına baktı. Ümit'in odada olmadığını görünce sevindi. Yalnız olması onu biraz rahatlatmıştı. Yerinden kalkıp odanm içinde bir aşağı, bir yukarı yürümeye başladı. Bu kez sesrın duyulması endişesini taşımadan yeniden; "Ah süslü hayat!" dedi. "Sen, nice imanlı insanları öğüttün cen­derende. Ah, şeytanın insanlara güzel gösterdiği eğlence, başıboşluk ve zevk-u sefadan ibaret olan hayat! Sen Bekir gibi bir Müslümanm bile aklını çelebiliyorsan, peki ya din­den, imandan haberi olmayanlar ne yapsın? Ya sen Bekir kardeşim, ya sana ne oldu da sen bu hayata meylettin? Sen dünyaya oyun ve eğlence olsun diye gönderilmediğimizi bilmiyor muydun? Kaç kez seninle Hadid Suresi'nin 20. ayeti olan; "Bilin ki, dünya hayatı oyun, oyalanma, süslen­me, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir.  Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitkiye benzer; sonra kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çerçöp olur. Ahirette çetin azap da var­dır. Allah'ın hoşnutluğu ve bağışlaması da vardır; dünya hayatı ise sadece aldatıcı bir geçinmedir" ilahi fermanının üzerinde konuşup müzakere ettik birlikte. Sana ne diye­bilirim ki kardeşim? İnsan zayıfmış gerçekten. İmanın muhafazası zormuş bu zamanda. Kor bir ateş gibiymiş iman, tutanın elini yakıyor. Şeytan her an pusuda, insana en zayıf olduğu yanından habire hücum ediyor. Yollar diken­lerle, uçurumlarla, akla hayale gelmeyen tehlikelerle dolu. Bu yolu tek başına aşmak, menzile varmak gerçekten zor­muş sevgili arkadaşım. Bunu bir kez daha öğrenmiş olduk. Bundan dolayı seni nasıl kınayabilirim ki? Belki de düş­tüğün bu duruma rağmen gerçeği çabucak görüp ayağa kalkman ve Yüce Allah (cc)'a tekrar iltica etmenden dolayı seni kutlamak ve alnından öpmek gerekiyor." dedi.

Yürümesini keserek gidip pencerenin önünde durdu. Biraz düşünüp ne yapması gerektiğine karar vermeye çalıştı. Sonra yine "Bekir'e yardım etmem lazım; ama nasıl? Onun en büyük sorunu tek başına olması... Öncelikle yal­nızlıktan kurtulması lazım. Çünkü yalnız olmak her zaman şeytanın taarruzlarına açık olmak demektir. Keşke oralarda okuyan, ya da ikamet eden tanıdık Müslümanlar olsaydı!.. Ama belki de vardır. Bu meseleyi hemen Vedat abiyle konuşsam iyi olacak. Oralarda birileri varsa, onun haberi olabilir." dedi kendi kendine. Saatine baktı. Akşam namazına çok az kalmıştı. Zaten güneş yavaş yavaş bat­maya yüz tutmuştu. Mektubu cebine koyup odadan hemen çıktı ve abdestini tazeleyip mescide doğru hızlı; ama biraz düşünceli bir şekilde yürümeye başladı.

Akşam namazı cemaatle kılınmış, tesbihat ve duanın ardından sünnetler eda edilmişti. Az evvel tıka-basa dolu olan mescid, şimdi kısmen boşalmış, sadece Kur'an-ı Kerim okuyan, ya da Kur'an-ı Kerim dersi alan öğrenciler ile tefek­kür veya zikirle meşgul olan bazı gençler kalmıştı. Yusuf, namazdan önce Vedat'la konuşmak istemiş; ancak Vedat namazdan sonra daha rahat konuşabileceklerini söyleyerek beklemesini söylemişti. Bu yüzden Vedat ile Yusuf da mes-cidde kalmışlar ve kimseyi rahatsız etmernek için bir köşeye çekilmişlerdi. Vedat, mescidde olduğunun bilinciyle, ibadetle meşgul olanları rahatsız etmemek için çok sessiz bir şekilde;

-Evet Yusuf, anlat bakalım, bir derdin, bir sıkıntın yok­tur inşaallah, dedi.

Yusuf, cebinden çıkardığı mektubu Vedat'a uzatarak:

-Aslında bir sorunum var Vedat Abi. Ama anlatabil­mem için önce bu mektubu oku! dedi.

Vedat, şaşırmış bir yüz ifadesiyle mektubu aldı. Okumadan önce Yusufun yüzüne bakıp bir şeyler an­lamaya çalıştı. Sonra:

-Kim bu Bekir? diye sordu.

-Bir arkadaşım. Lisede birlikte okuyorduk. Allah'ı tanıyan, İslam'ı bilen, imanı sağlam ve iyi amel sahibi biriydi. Tabi bu söylediklerim, o zaman için geçerli olan şeyler­di. Şimdi ise...

-Şimdi nasıl, değişmiş mi yoksa? -Mektubu okursan anlarsın Vedat abi. Vedat bu uyarıyla elinde tuttuğu mektubu okumak için gözlerine yaklaştırdı. Sırtını duvara yaslayıp okumaya baş­ladı. Yusuf, Vedat'ın mektubu bitirmesini beklerken bazen ona bakıyor, değişen yüz hatlarından Bekir'in yazdıkları karşısında üzüldüğünü anlayabiliyordu.  Vedat gibi en sıkıntılı olduğu anlarda bile neşesinden bir şey kaybet­meyen biri bile bu mektup karşısında büyük üzüntü yaşamıştı. Nasıl üzülmesin ki? Yüreğinde iman taşıyan bir insanın, Müslüman kardeşinin düştüğü olumsuz duruma karşı üzülmemesi düşünülemezdi. Hele bu insan, Vedat gibi İslam'ı ve Müslümanların durumunu kendisine dert edinen biriyse, bundan başkası beklenemezdi elbette. Çün­kü burada söz konusu olan şey, bir Müslümamn imanı ve ondan da ötesi ahiret hayatının heba olma tehlikesiydi. "Müjdeleyici ve korkutucu" olarak gönderilen bir Peygam-ber'in (sav) takipçisi durumunda olan Vedat ve arkadaşları, tüm insanların  ahiretteki  kurtuluşları için çabalarken, bütün bunların bilincinde olan bir Müslümamn düştüğü bu durum elbette onların kalbine acı, yüreklerine izdırap verir­di.   Bu,   Müslümanların   kardeş   olma   gerçeğinin   bir tezahürüydü.

Vedat mektubu bitirdikten sonra katlayıp Yusuf a uzat­tı. Üzgün olduğu ilk bakışta anlaşılan bir yüz ifadesiyle bir süre konuşmadan boşluğa baktı. Sonra Yusuf a bakmadan, gözleri hâlâ diktiği boşlukta olduğu halde:

-Yazık! dedi. Gerçekten yazık olmuş.

-Haklısın Vedat Abi.

-İnsan zayıf yaratılmıştır Yusuf. Allah, insana topraktan şekil verdikten sonra kendi ruhundan üfleyerek can vermiş­tir. Dolayısıyla insanın yapısında, topraktan yaratılmış ol­manın getirdiği süfli özellikler bulunduğu gibi, Allah'ın ruhundan üflemesiyle verilen canın getirmiş olduğu ulvi özellikler de bulunmaktadır. İnsan bir sarkaç gibi bu iki özellik arasında gidip gelmektedir. İnsanın yaşadığı ortam, arkadaş çevresi, aileden gördüğü şeyler ve fıtri özellikleri hangi tarafa yakınsa, insanın kendisi de o yöne doğru mey­leder. İşte senin arkadaşının da durumu bundan ibaret Yusuf... Siz birlikteyken İslamî bir yaşamla içli-dışlıydi. Ama gittiği yerde böyle bir yaşam olmadığı için sürekli İs­lam dışı bir hayatla içli-dışlı oldu. Bu da zaman içinde onun bozulmasına sebep oldu.

-Doğru Vedat Abi. İyi bir tahlilde bulundun. Mantığım da bu tahlilin doğruluğunu tasdik ediyor; ancak duygularım, hislerim ve beklentilerim Bekir'in böyle bir hayata meyletmeyeceği yönündeydi.

-Hislerinde fazla yanıldığını söyleyemeyiz aslında.

-Nasıl yani?

-Bak Yusuf, az evvel insanın zayıflığından bahsettim. Şeytan da insanın bu zayıflığını bildiğinden akla hayale gel­meyen vesveselerle insana yaklaşır. İnsanın önüne yüzlerce yol, akli ve mantıki yüzlerce çözüm bırakır. Ta ki ona yap­tıracağı bir ameli güzel gösterene kadar. Bu şekilde insana bir kötülük yaptırdıktan sonra artık gerisi gelir. Bir kez ipini şeytana kaptıran kimsenin yeniden iflah olması -Allah'ın yardımı müstesna- çok zordur. Bekir de mektupta anlattığı kadarıyla bir dönem şeytana uymuş. Sonradan da Yüce Al­lah (cc)'m yardımıyla hatasını anlayıp tövbe etmiş. Bu, as­lında pek o kadar da kötü bir şey değil. Yani sonuç itibarıy­la demek istiyorum ki insanın hata yapması kadar doğal bir şey yoktur Yusuf. Önemli olan ise hatasını anladıktan sonra bunda ısrar etmeyip geri dönmesini bilmektir. İşte Bekir bunu başarmış. Bu yüzden senin Bekir hakkında taşıdığın hüsnü zannın doğruymuş ve seni yanıltmamış. Bu durum­da, Bekir kardeşimizin meziyetli bir şahsiyete sahip ol­duğunu söyleyebiliriz. Olayı bu şekilde değerlendirirsek daha doğru düşünmüş olacağımızı sanıyorum.

-Aslında ben de böyle düşünmek istiyorum Vedat abi. Buna rağmen bundan sonrası için bazı endişeler de taşımıyor değilim. Bekir oralarda kaldığı müddetçe, sürekli bu hayatın içinde olacak. İnsanın zayıf olduğunu ve şey­tanın bu doğrultuda çalıştığını sen söyledin az evvel. Bu durumda onun yeniden şeytana uymaması için yardımcı olmam gerektiğini düşünüyorum.

-Bunun için aklından geçen bir şeyler var mı?

-Var, ama senin yardımına ihtiyacım var.

-E söyle o zaman, ne duruyorsun? Yapabileceğim bir şeyse yardım edeceğimi biliyorsun zaten.

-Diyordum ki, Bekir'in şeytana uymasının sebebi, ken­disi gibi düşünen, kendisi gibi İslam'ı yaşayan birilerinin yanında olmamasıdır. Zaten mektubunda da kısmen buna değiniyordu. Biz burada sürekli müslüman kardeşlerimizle oturup kalktığımız halde, kafeteryaya bile yalnız başımıza inmezken, o uzak bir memlekette, İslam dışı bir hayatın, pislik ve çirkefliğin tam ortasında yalnız başına... İnsanın yalnızken, kendisini muhafaza etmesi çok zor... Bunu biz­zat ben de kayıt yapmaya geldiğim ilk zamanlarda yaşamıştım. Eğer Müslüman kardeşlerimle tanışmasam çok zorluk çekerdim herhalde.

-Haklısın Yusuf. Hem de çok haklısın... Galiba ne demek istediğini anlıyorum. "Orada tanıdığın birileri var mı?" diyeceksin öyle değil mi?

-Evet abi, aynen öyle diyeceğim. Tanıdığın, bildiğin bir­ileri varsa, Bekir'in onlarla tanışmasını sağlasaydık iyi olur­du.

-Orada tanıdığım birkaç kişi var Yusuf. Hem öğrenci olan var, hem de ikamet eden var. Ben sana öğrenci olanlar­dan ikisinin isim ve adreslerini veririm. Ne zaman cevap yazmayı düşünüyorsun? -Hemen bu gece!

-Tamam. Ben yatsıdan sonra sana getiririm. Yazacağın mektupta bunları Bekir'e bildirirsin. Ben de ayrıca o arkadaşlara mektup yazar, Bekir'i yalnız bırakmamalarını tembihlerim. Oldu mu?

-Oldu abi. Ben yarın sabah hemen göndereceğim inşaallah.

-Ne acelen var Yusuf? Bekle, ben de yazayım, birlikte veririz postaya.

-Ben daha fazla bekleyemem abi. Zaten bu konuda kendimi suçluyorum. Eğer onunla bağlarımı koparmarmş olsaydım, belki bugün bunları konuşuyor olmazdık.

-O halde bana da bu gece yazmaktan başka bir yol bırakmıyorsun. Ne yapalım yazacağız artık... Bitirince sana veririm, şehre gitmişken benimkileri de postaya verirsin. Aslında beklesen, yarın öğleden sonra ben de Kadri abiye uğrayacaktım, böylece birlikte giderdik.

-Çok isterdim abi. Ama ben erkenden çıkıp eski ar­kadaşlarımın evine gidecek ve onların adreslerini alacağım. Bekir beni düştüğüm gafletten uyandırıp sorumluluklarımı hatırlattı. Diğer arkadaşlarımla da hemen irtibata geçmem lazım.

-Tamam Yusuf, anlaştık. Nasıl olsa seni bu kararından

döndür emeyeceğim.

-Anlatmam gereken başka bir şey daha var Vedat abi.

-O da Bekir'le mi ilgili?

-Hayır Vedat abi. Bu başka bir mesele...

-Anlatsana, seni dinliyorum.

-Bugün öğle yemeğinden sonra mescide giderken mürted Örgüte bağlı birkaç kişi yolumu kesti.

-Ne? Neden hemen söylemedin Yusuf? E, ne oldu peki?

-Bir şey olmadı Vedat Abi. Aslında pek önemsemedi­ğim için neredeyse unutmuştum. Hani hatırlarsan bizim köylümüz Burhan vardı. Daha önceden mürted örgüte sem­patizandı ve sürekli onlarla dolaşıyordu. Ama ilgilenmem sayesinde onlardan ayrıldı ve Allah'ın izniyle namaza baş­ladı. Bunun dışında okulda tebliğ yapmam da onların gücüne gitmiş. İşte mescide giderken onlardan dört kişi

 

"Bundan böyle ölüm yok" hitabını işittiğin anda cehennem­likler arasında olabileceğini hiç aklından geçirdin mi?

Her hak sahibinin hakkını eksiksiz alacağı, hatta "Boy­nuzsuz keçinin, boynuzludan hakkını alacağı" hadisçe belirtilen o adalet gününde hesap verebilir misin? Hakkını verebilir misin ey nefsim sende hakkı olanların, bilmeden incitmiş olduğun, kalbini kırdığın insanların? Peygamber­lerin dahi 'Nefsim, nefsim!' diye endişelendikleri Kıyamet Günü'nde kurtuluştan yana ümidin var mı? "Ah keşke top­rak olsaydım!" diye pişmanlık içinde olanlardan mı, yoksa "Ey huzura eren nefis! Razı edici ve razı edilmiş olarak Rab-bine dön. İyi kullarım araşma katıl. Cennetime gir." diye hitap edilen mutlu kimselerden mi olacaksın?

Ölüm zor ey nefsim! Ölüm ötesi ondan,da zor... Farz et ki öldün, seni yıkadılar. Sonra da musalla taşma koyup namazını kıldılar. Ardından omuzlarda taşındın, seni bir çukurun başına getirdiler. Dünyaya ait olan her şeyi o çuku­run başında terk edip tek başına daracık bir yere koyup üzerine toprak attılar... Ondan sonrasını bir düşün nefsim! Asıl önemli olan ondan sonrası çünkü!.. Münkir ile Nekir'in suallerine doğru cevaplar verebilecek misin? Amellerin kabrine sana her an eza veren, seni kınayan korki'" canavar suretinde mi gelecek, yoksa alınan, varlığı sana huzur suretinde mi gelecek? Dahası, dan bir çukur mu, yoksa cenneV mi dönecek? Kabir seni öyle bir küçük bir meşakkate, incinmeye, eziyete dayanamayan sen, yerin bir metre altında bu kadar şeye nasıl tahammül edeceksin, hiç düşündün mü bunu? Hiç düşündün mü ger­çekten ölmek nasıl bir şey, hesap vermek nasıl bir şey? "Ölüm sarhoşluğu bir gün Hakk'ı getirir de 'İşte ey insan bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir' denir." (Kar: 19) şek­linde Yüce Allah (cc) tarafından belirtilen hakikat mutlaka gerçekleşecek. O an gelip kapma dayandığında Rabbinin huzuruna ak bir alınla mı, yoksa kara bir yüzle mi çıkacak­sın? Dünyadaki amellerin, ya da Yüce Allah (cc)'a yaptığın kulluğunla şimdiden "Ben O'nun huzuruna ak bir alınla çıkmayı hak ettim" diyebilir misin? "Ben, Ahirette kur­tuluşa erenlerden olacağım" diyebilir misin? İşte ey nefsim, böyle uzayıp giden sorulara nasıl cevap vereceğini düşün, bunun üzerinde tefekkür et ve bu doğrultuda yapman gerekenleri bir an bile olsa erteleme!...

Yusuf, yazmaya ara verip başını kaldırarak etrafa bak­tı. Güneşin batıya doğru kayması, öğle vaktinin bir müddet önce girmiş olduğunu gösteriyordu. Bunu teyit etmek için saatine baktı. Doğruydu. Öğle ezam okunalı neredeyse yarım saati geçiyordu. Yazarken zaman çok çabuk geçmiş, uzaklarda minaresi görünen camiden okunan ezan sesini de duymamıştı. Cemaati kaçırmış olduğuna üzüldü. Daha fazla gecikmemek için yazısını kısa kesecekti mecburen. Kısa bir müddet nasıl sonuçlandıracağını düşünüp tekrar başladı yazmaya.

"Dünya bir girdap gibi kendisine bağlananları çekip yutarken, ey nefsim tek kurtuluş yolu Allah'ın ipine sıkı oua  Romnn sıkıya sarılmaktır. Senden önce ahirete intikal etmiş olan Peygamberler, veliler ve Alİah dostlarının andıkları gibi ölümü anman, onların hazırlığı gibi hazırlık yapman lazım­dır. Yoksa dünya girdabından kurtulamazsın! Yoksa im­tihanı kaybedersin! Yoksa ahirette pişmanlık acısıyla yanan­lardan olursun. Alİah muhafaza!

Ahirette affedilenlerden olmak, Mahşer gününde Arş'm gölgesi altında gölgelenmek, kabir azabından emin olmak için Allah yolunda şehid olmak gerekir ey nefsim! "Şehidin, borcu hariç bütün günahları affedilir" diyen, son-ra da "Her ölenin ameline son verilir, ancak Allah yolunda ölen murabit müstesna. Çünkü onun ameli kıyamet gününe kadar artırılır. Ayrıca o, kabir azabına da uğratılmaz" şek­linde müjde veren Peygamber Efendimiz (sav)'in gösterdiği bu kutsal Ölüm şerbetini korkusuzca içmek gerekir. Hep diri kalmak için Allah yolunda ölmek gerekir. Rabbimizin ikram ve övgülerine mazhar olmak için şehid olman gerekir ey nefsim! "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler san­ma. Bilakis onlar diridirler, Rab'leri katında rızıklanmak-tadirlar." (AH İmran: 169)

Allah'ım! Bize hem dünyada, hem de Ahirette iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru.

Allah'ım! Beni, ana ve babamı, müminleri Hesap Günü'nde mağfiret et!

Allah'ım! Beni, kabir azabından emin olan, tüm günah­ları affedilen, ölüm acısı duymayan ve Yüce Allah (cc) tarafından rızıklanan şehid kullarından eyle!

Âmin, Vellhamdulillahi Rabbil Âlemin"

Yazısını bitiren Yusuf, kalkmadan önce bir kez okudu yazdıklarını. Kâğıtlarını katlayıp cebine yerleştirirken:

-Fazla karışık olmuş galiba. Duygularımı tam manasıy­la ifade edemedim. Deftere geçirirken düzeltme yapmam gerekebilir. Ama en iyisi böyle bırakmak... Nasıl yazılmış­sa, öyle kalsın, dedi.

Ayağa kalkıp gerildi ve bir-iki kez eğilip kalktı. Sonra da;

-Haydi, Yusuf acele et! Namazı bu kadar geciktirmiş ol­man ile az evvel yazdıkların çelişiyor, ona göre!., dedi.

Kendi kendine yaptığı bu ikaz vücudunun ürper-mesine neden oldu. Solgun bir yüzle, camiye gitmek için mezarlıktan hızla ayrıldı.

Dun a Romnn

 

16- Bölüm

 

- Allah kabul etsin Yusuf. Cuman mübarek olsun.

-Ecmain Vedat Abi. Seninki de mübarek olsun.

-Bir yere gitmeyeceksen, burada bekle de namazdan çıkan arkadaşlara ikindi namazından sonra yurtta olmalarını söyle.

Tamam, Vedat Abi. Hangi odaya gelsinler?

-Sizin odaya gelmelerini söyle. Herkes birbirini haberdar etsin. Ha bu arada yalnız başına dolaşma.

-Dolaşmam abi, merak etme. Zaten Hasan'm namazını bitirmesini bekliyorum. İkimiz birlikte haber veririz arkadaş­lara.

-İşi yoksa onu da getirebilirsin.

-Tamam, Vedat Abi

-İyi, ben gidiyorum. Esselamu aleyküm!

-Ve aleykumusselam ve rahmetullahi ve berekatuh.

Vedat oradan ayrıldıktan sonra Yusuf mescidin önünde durarak namazdan çıkan Müslümanlara Vedat'ın mesajını iletti. Mescidde kimsenin kalmadığına emin olunca  da Hasan'la birlikte bahçe içerisinde dolaşıp Müslümanların öğ­le arası sohbet edip dinlendikleri yerlere de uğradı. Oralarda gördüklerinden haberdar olmayanları da haberdar etti.

Nihayet ikindi namazı kılınmış, namazını kılanlar ikişer-üçer kişilik gruplarla Yusuf'ların odasına doluşmaya baş­lamışlardı. Yusuf ile Hasan diğer Müslümanlardan önce, tes-bihatın hemen ardından odaya gelmişler, odanın diğer sakin­leriyle beraber hazırlık yapmışlardı. Gelecek olan Müs­lümanların dört tane yatağa sığmayacaklarını bildiklerinden oturmaları için yere battaniye de sermişlerdi. Vedat mescid-den, yanındaki iki kişiyle birlikte en son çıktı. Onların da gel­mesiyle, artık gelecek kimse kalmamıştı.

Odada çok sayıda Müslüman öğrenci vardı. Kimisi yataklarda, kimisi de yere serilen battaniyelerin üzerine oturmuştu. Hepsi de bu toplantının nedenini merak ediyordu. Çünkü yurt içinde, herkesin katıldığı böylesine toplantılar pek sık olmuyordu. Ama özellikle Vedat'ın genele bildirdiği bazı özel konular olduğunda buna benzer toplantılar yapıl­dığı oluyordu.

Vedat, pencere önünde, herkesi görebilecek şekilde yer­de oturduktan sonra diğer Müslümanların kendisine yönelen ve konuşmasını bekleyen bakışlarını hissedip daha fazla bekletmemek için, her zaman yaptığı gibi Asr Suresini oku­yarak açılışı yaptı. Sonra da;

-Kardeşlerim! diye hitap ederek sözlerine başladı.

-Çok farklı bir sebeple toplandık bugün. îslami çalışma, tebliğ ve halkı bilinçlendirme faaliyetlerimizle alakalı; ama bugüne kadar yapmadığımız bir konuda konuşacağız İnşaallah.

Vedat konuşmasına ara verdi ve odada bulunan genç­lerin yüzlerine bakıp sözlerinin etkisini anlamaya çalıştı. Gençler merak içinde ve pür dikkat konuşmasına devam et­mesini bekliyorlardı. Ardından derin bir nefes alıp konuş­masına devam etti.

-Kendi aramızda, konusu serbest olan, yani her isteyenin istediği konuda yazabileceği şiir, kompozisyon, makale ve marş-ilahi sözü yarışması düzenledik. Seçeceğiniz konular; ahlaki kavramlar, ayet tefsiri, siyerde belli bir konuyu ele al­ma, Asr-ı Saadet ile günümüzün bazı özelliklerinin karşılaş­tırılması, sahabelerin fedakârlığı, İslam'dan Önceki cahiliye dönemi ile günümüzde yaşanan durumların karşılaştırılması vs. olabilir. Her konuda dereceye giren kardeşlere 'çam sakızı, çoban armağanı' türünden ödül verilecektir. Yarışma konulan dışında piyes ve skeç yazmak isteyen kardeşler yazabilirler. Gün olur da bazı etkinlikler düzenlersek, bunları sahneleriz inşaallah.

-Yarışma gayesiyle yazılacak yazıların uzunluğu veya kısalığı için belli bir limit olacak mı Vedat abi?

Bunu soran, Eğitim Fakültesi Edebiyat Bölümü 2. sınıfın­da okuyan Bilal'dı. Çok okuyan ve edebiyata karşı ilgisi olan biriydi. Şairlik yönüyle birlikte sesi de güzel olduğu için yaz­dığı şiirleri besteliyor ve güzel sesiyle yorumluyordu. Bu yüzden arkadaşları ona 'Ozan' lakabını takmışlardı.

Soruyu soranın Bilal olduğunu anlayan Vedat, gülüm­seyerek cevap verdi.

-Şair ve edipler hemen kendilerini belli ediyorlar. Evet, Bilal kardeş belli bir limit var. Şiirlerde herhangi bir ölçü ve sınırlama yok; ancak yazılar iki dosya kâğıdını geçmeyecek uzunlukta olacak.

-En geç ne zamana kadar teslim edilecek? diye sordu Kasım.

-Bugünden itibaren üç hafta içinde! Tabii erken bitiren olursa, daha önceden de verebilir.

Vedat sözünü bitirince Yusuf hemen araya girdi.

-Yazıların nasıl yazılacağı konusunda biraz bilgi vere­bilir misin Vedat abi? Yani yazılarda uymamız gereken bir çerçeve mutlaka olmalıdır, öyle değil mi? Çoğumuz bu işe yabancıyız. Yazı olsun, şiir olsun, yazarken nelere dikkat et­memiz gerekecek?

-Evet Yusuf kardeşim, güzel bir konuya değindin. Hem yazılarımızın çerçevesi ve hem de dikkat edeceğimiz husus­lar konusunda bazı notlar almıştım. Bunları İnşaallah söy­leyeceğim.

Özellikle şimdi söyleyeceğim hususlar çok önemli ol­duğu için iyi dinlemenizi istiyorum. Yarışmaya iştirak edecek kardeşlerin bu hususları tam anlamıyla göz önünde bulundurması gerekiyor.

Bildiğiniz gibi, bizim bütün faaliyet ve çalışmalarımız İs-lami yaşantıyı ve sünneti ihya etmeye yöneliktir. Dolayısıyla hangi konuda olursa olsun, yazı yazacak kardeşlerin yazılarında bu temel amacı mutlak surette yansıtması gerek­mektedir.

Yazılarda Müslümanların ittifak ettiği ve vahdete kat­kıda bulunacak İslam kardeşliği, mesuliyet ve mensubiyet şuuru, İslami şahsiyetin oluşması vb. konulara ağırlık veril­meli ve en güzel şekilde işlenmelidir.

Yazacağımız konulan işlerken; Müslümanlara, Kur'an-ı Kerim'e, Sünnete, Ashaba, Selef-i Salihine ve İslam kültür külliyatına bakışta Üstad Bediüzzaman'm çizgisi takip edil­melidir. Tabii ki, bu çizgiyi takip edebilmek için onun bu ve benzeri konulardaki düşünce ve yaklaşımlarını iyice öğrenip uygulamak zorundayız. Üstad Bediüzzaman'm vahdete yönelik tespitleri ve tefrikayı önlemeye yönelik reçeteleri, hastalıklara şifa olan ilaçlardır. Kendimizi ve İslam ümmetini bu ilaçlan kullanmak zorunda olan hastalar gibi görmeliyiz.

Yazılarda müspet hareket edilmeli ve müspet olan şeyler yazılmalıdır. Özellikle sloganik ifade ve yaklaşımlardan kaçınılmalıdır. Yazılacak menfi şeyler, kullanılacak sloganik ifadeler belki yazıları edebi yönden veya örneklendirme açısından zenginleştirebilir; ancak toplumun geneline indir­gendiğinde bu gibi şeylerin hiçbir faydası olmayacaktır. Oy­sa yazılarımızda gözeteceğimiz en temel amaçlardan biri, faydalı olma yönüdür. Yani yazılarımızı okuyan veya din­leyen insanlar bundan faydalanmalı, istifade etmeli, etkilen-meli ve ders çıkarmalıdırlar. Faydasız bir yazının yazarına yorgunluktan başka bir şey kazandırmayacağını unut­mamak lazımdır.

Evet, yazılarımızda dikkat etmemiz gereken bir başka husus da şudur: Tüm Müslümanlara karşı olumlu bir yak­laşım sergilenmelidir. İslami kesim ve şahıslar eleştirilmek zorunda kalındığında, yapılan eleştiriler insaflı, yapıcı ve hatalarını kavratmaya yönelik olmalıdır. Asıl eleştiriler, İslam düşmanlarına yönlendirilmelidir.

Şimdi söyleyeceğim husus çok önemlidir. Özellikle ırk­çılık, mealcilik, akılcılık ve tekfircilik gibi zararlı akımları öven veya bu akımlara teşvik eden ifadelere hiçbir şekilde yer verilmemelidir. Bununla birlikte şüpheli ve zihinlerde karışıklığa, şüpheye, soru işaretlerine neden olacak konular işlenmemelidir.

Ümmet içinde birtakım ihtilaflı meselelerin olduğu bir gerçektir. Ancak bizler, ümmet içinde var olan ihtilaflı mese­lelere mümkün mertebe yazılarımızda yer vermemeliyiz. Bunun yerine ümmetin ittifak ettiği meseleleri daha çok gün­demde tutup işlemeliyiz. Ayrıca geçmiş tarihlerde veya günümüzde vuku bulan ve gündeme getirildiğinde tartışma ve ihtilafa sebebiyet verebilecek hadiseler işlenmemelidir.

Son olarak da şuna dikkat etmeliyiz: Bir konuyla ilgili ayet, hadis, başkasına ait bir söz veya bir alıntı yapıldığında mutlaka kaynak belirtilmelidir. Özellikle yazılarda geçen ayet ve hadis mealleri iyice kontrol edilmelidir. Bu konuya gereken hassasiyet gösterilmeli ve anlam bozukluğu oluş­turacak hatalar yapılmamalıda;

Yazıların çerçevesi ve uyulması gereken hususlar böyle Yusuf. Bu konuda anlaşılmayan bir nokta var mı? -Anladım Vedat Abi. Allah razı olsun. -Ecmain Yusuf. Allah cümlemizden razı olsun. Evet ar­kadaşlar, şimdiye kadar konuştuğumuz şeylerle ilgili sorusu olan veya katkıda bulunmak isteyen kardeşler varsa çekin­meden konuşsun.

-Ben bir soru sorabilir miyim? dedi yerde oturan Cahit adındaki genç. Eğitim Fakültesi İngilizce öğretmenliği 3. Sınıfında okuyordu. Orta boylu, beyaz tenli ve kıvırcık saç­lıydı.

-Tabii ki sorabilirsin, diye karşılık verdi Vedat.

-Benim biraz kafam karıştı sanki. Daha doğrusu belirtilen hususlarla düzenlenen yarışma arasında bir bağlantı kuramadım.

Gençlerin hepsinin bakışları Cahit'in üzerinde yoğunlaş­mış, sözlerirti nasıl sonuçlandıracağını beklemeye başlamış­lardı. Vedat ise onun anlamadığı hususu daha iyi açıklaması için araya girdi.

-Kafanın karışmasına sebep olan şeyi biraz daha açabilir-sen, ben de ona göre iyi bir açıklama yapabilirim. Belki baş­ka arkadaşların da belirteceğin hususlarda anlamadıkları noktalar olabilir.

Cahit, kendisine yönelen bakışları fark ettiği için biraz da sıkılarak konuştu.

-Tam olarak nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum Vedat abi. Sen yazıların çerçevesi ile ilgili hususları belirtirken, sanki yazılarımızı herkes okuyacakmış gibi bir ıntibâya kapıldım. Madem kendi içimizde yapacağımız, küçük çaplı bir yarış­ma; o halde çerçeve ile ilgili söylenen şeyler biraz geniş çaplı bir durumu ifade etmiyor mu?

Cahit sorusunu bitirince Vedat ona takdir dolu bir tebes­sümle baktı. Dile getirdiği meselede haklıydı. Ortada bir çelişki gibi duran söz konusu durum dikkatinden kaçmamış­tı. Onun bu sorusu, diğer gençlerin de merakını celp etmişti. Vedat bu yüzden bakışlarını Cahit'ten ayırarak tüm gençlerin yüzlerinde gezdirdi ve tebessümünden bir şey kaybetmeden açıklamada bulundu.

-Cahit kardeşimizin dikkatini takdir ermemek elde değil. Aslında bunu başta açıklamam gerekiyordu; ama her neden­se unuttum. Evet, Cahit'in dediği gibi kendi içimizde bir yarışma düzenlendi; ama yazılarımıza geniş çaplı bir çerçeve verildi. Bunun nedeni şu: Bizler Müslümanız ve hayatımızın her anında bir Müslüman gibi hareket etmek durumundayız. İster yazılarımızda olsun, ister söylemlerimizde olsun veya isterse insanlarla günlük ilişkilerimizde olsun bu çizgiden as­la sapmamak gerekiyor. Dilimizi, kalbimizi, zihnimizi, kalemimizi ve elimizi buna alıştırmak zorundayız. Yani az evvel söylediğim hususlar her ne kadar yarışma içinse bile, aslında bunlar kendi aramızdaki normal konuşma ve iliş­kilerde de uyulması gereken önemli hususlardır. Bunu böyle bilip böyle anlamak lazımdır.

Şunu unutmamak gerekiyor ki, günümüzde Müslüman­lar sistemli bir şekilde Kur’an ve Sünnetten uzaklaştırılmak­ta, İslam'a ve Müslümanlara düşmanlık yapılmakta ve Müs­lümanlar cehalet ve çirkefliğin içine çekilmektedir. Bunlar yetmiyormuş gibi, İslam coğrafyası fiili olarak işgal edilerek Müslümanların mukaddesatına, namusuna, malına el uzatıl­makta ve kanlan akıtılmaktadır.

İşte belirlenen bu çerçeve, dolaylı da olsa kâfirlerin, zalimlerin, şeytan ve şeytan uşaklarının bu saldırı ve faaliyet­lerine katkıda bulunma gibi bir tehlikeye düşmemek için bir­birimizle yardımlaşma amacına yöneliktir. Bu yardımlaş­mayı yazılarımız, söylemlerimiz ve pratiğimizle göstereceğiz inşaallah!

Odada uğultu halinde inşaallah' sesleri yükseldi.

-Bu açıklama soruna bir cevap oldu mu Cahit kardeş?

-Evet abi, şimdi anladım.

Gençler arasında kısa bir sessizlik oldu. Belliydi ki her­kes kendi yeteneğini ölçüyor, yarışmaya katılıp katılamaya­cağına karar vermeye çalışıyordu. Bilal, onların bu suskunluğunu ikinci sorusuyla bozdu. Sorusu onun Edebiyat Bölümünde okuduğunu belli ettiriyordu.

-Vedat Abi, yazılarımızda nasıl bir dil ve üslup kullan­malıyız? Çünkü günümüzde aydın geçinen çoğu yazarlar, sırf entelektüel bir birikime sahip olduklarını göstermek için yazılarım herkes tarafından anlaşılmayan kelimelerle süs­lemektedirler. Kardeşlerimizin yazacağı şeyler bu tarzda ol­mamalı kanaatindeyim, öyle değil mi?

Bilal'ın bu sorusu, gençler arasında gülüşmelere neden oldu. Onun edebiyata olan ilgisini bildiklerinden kendisine sağdan-soldan takılanlar oldu. Vedat onun sorusuna soruyla karşılık verdi.

-İstifade edilmeyen bir eserin edebi değeri ne olursa ol­sun, halkın nazarında bir manası veya kıymeti olur mu Bilal kardeş?                                        

-Elbette ki olmaz.

-O halde yazılarımızın tamamı istifadeye yönelik ol­malıdır. Yani, ister kitap yazalım, ister şiir, ister makale, deneme, hikâye veya öykü yazalım, göz önünde bulun­duracağımız ilk husus, ondan istifade edilmesidir. Yani vücu­da getirdiğimiz eserler vesilesiyle insanlar bir şeyler öğ­reniyor, İslam'a yöneliyor, sünnete sarılıp bidatlerden kaçınıyorsa, doğru bir iş yapıyoruz demektir. Bunun için an­laşılır, duru, herkesin kabul ettiği sade bir dil kullanılmalıdır. Anlaşılmayan, şatafatlı, süslü, buna karşın içi boş kelimeler­le doldurulmuş bir yazının toplumun geneline faydalı ol­duğunu söyleyemeyiz.

Her konuda olduğu gibi, dil ve üslup konusunda da bizim için en büyük örnek, Resulullah (sav)'tır. Bildiğiniz gibi o bir şeyi açıklarken en kısa anlatımı seçmiş, herkesin an­ladığı kelimeleri kullanmıştır. Cümlelerini seçerken az, öz ve net konuşmaya özen göstermiş, çok sade bir dil kullanmıştır. Hatta Efendimiz (sav)'in kendisi bir hadislerinde: "Bana bir­çok manaları cami, en beliğ ifadeler verildi ve benim için söz­ler tamamıyla kısaltıldı. Yani, en az sözle birçok manaları ifade etmek meleke-i lisaniyesi ihsan buyruldu." İşte böyle bir Peygamber (sav)'in takipçileri olan bizler de onu örnek al­malıyız.

Cümlelerimizi mümkün olduğunca kısa tutmalı, cüm­ledeki özne-yüklem ilişkisine dikkat etmeliyiz. Aksi halde cümleler bozuk olacaktır. İçinde bozuk cümlelerin olduğu bir yazının ana fikri ne olursa olsun, okuyana sıkıntı verecektir. Bu da ister istemez yazının istifade düzeyini düşürecektir. Eminim ki, bir konuda araştırma yapıp yorulan ve öğrendik­lerini insanlarla paylaşmak için araştırmasını yazıya döken hiçbir kardeşimiz ondan istifade edilmemesini istemez. Bu yüzden araştırma ve düşüncelerimizi yazıya dökerken olan­ca dikkat ve özeni göstermeliyiz.

Evet, Bilal kardeş! Biraz daha konuşursam, senin uz­manlık alanına girmiş olacağım. Aslında bu hususları senin bize açıklaman gerekiyordu ya, neyse...

Sanırım artık sizin soracağınız, benim de söyleyeceğim bir şey kalmadı. Müsaadeniz varsa, toplantımızı artık bitire­biliriz.

Gençlerden olumsuz bir tepki gelmeyince, Vedat baş­larken okuduğu Asr Suresi'ni yeniden okuyup toplantıyı bitirdi.

 

17- Bölüm

 

Dönem sonu gelmiş, final sınavları öncesi son döne­mece girilmişti. Yurtta kalan öğrencilerin bir kısmı, sınav öncesi verilen bir haftalık tatilden istifade ederek mem­leketlerine gitmişlerdi. Yusuf un oda arkadaşları da sınavlara daha moralli girmek için evlerine gitmiş, onu yalnız bırakmışlardı. Ancak çoğunluğu memleketlerine gitmemiş, yurtta kalmayı tercih etmişlerdi. Bunun en büyük sebebi, tatile gitmekle İslami çalışmalarına ara vermek is­tememeleriydi. Onlar İslami çalışmalar hususunda çok duyarlıydılar ve bunu hiçbir şekilde sekteye uğratmak is­temiyorlardı. Bu yüzden çoğunluk tatillerde bile evlerine gitmek istemiyor, gidenler de en kısa zamanda dönüyorlar­dı- Yusuf da köyüne gitmekle yurtta kalmak arasında tam bir tercih koyamıyordu. Aslında gitmek istemiyordu; ancak bugün her nedense evine gidip ailesini görmek arzusuna kapılmıştı. Buna tek başına karar vermek istemiyor, Vedat'la danışma ihtiyacı hissediyordu.

Bir müddet Vedat'ı aradı, bulamayınca akşam namazına kadar bekledi Yusuf. Namazını mescitte kıldıktan sonra tekrar odasına çıktı. Vedat'ın artık gelmeyeceğini an­layınca yurttan çıkıp minibüsle şehir merkezine, oradan da Kadri'nin evine geldi. Ev sakinlerinden Muhsin karşıladı Yusufu. Odaya girdiğinde Vedat'ın da evde olduğunu görünce sevindi. Selamlaşıp musafahalaştılar. Evde Kadri, Vedat ve Muhsin'den başka kimse yoktu. Üçü de Yusuf un gelişine sevinmişti. Kadri'de hem memnuniyet, hem de gece vakti ani gelişinden dolayı bir endişe havası vardı. Bu duyguyla sordu:

-Hayrola Yusuf, gecenin bu vaktinde pek çıkmazdın?

-Doğru Kadri abi, haklısın, ama bugün farklı... Yurtta yalnız kalınca canım sıkıldı, ben de buraya geldim.

-Hiç kimse mi kalmamış?

-Çok kişi vardı da, bizim oda sakinlerinin hepsi tatile gidince odada ben yalnız kaldım. Aslında ben de gitmeyi düşünüyordum; ama Vedat abiyi göremeyince bugün gidemedim. Yurtta da canım sıkılınca buraya geldim.

-Gitmek için mi, kalmak için mi?

-Öğle namazından ta akşam namazına kadar Vedat abiyi bekledim. Ona haber vermeden gitmek istemedim. Akşam namazında da gelmeyince buraya geldim. Uzun zamandır köye gitmedim. Eğer siz de uygun görürseniz bir­kaç günlüğüne gitmek istiyorum.

Vedat, Yusufun neredeyse bütün gün boyunca ken­disini beklemiş olmasından dolayı üzüldü. Yusuf, sözünü Diift

bitirince Kadri'nin cevap vermesine fırsat bırakmadan araya girdi:

-Hakkını helal et Yusuf. Ben sabah saat 10.00 civarların­da çıkıp buraya geldim. Giden arkadaşlar dünden haber vermişlerdi. Haber vermeyen kardeşlerin kalacaklarını düşünmüştüm. Bu yüzden de yurda dönmedim.

-Gerçekten gitmek istiyor musun? şeklinde isteksiz­liğini belli eden bir soru yöneltti Kadri.

-Eğer rızanız varsa, evet abi gitmek istiyorum.

-Aslında ben senin kalmanı istiyorum. Tabi benim bu İsteğim kişisel bir şey. Yani gitmemeni gerektirecek bir durum yok. Ramazan ile Zekeriya da gittikleri için ev boş sayılır. Finallere kadar Vedat ile beraber burada kalabilirsin. Nedenini bilmiyorum; ama içimde kalmanm gitmenden daha iyi olacağı yönünde bir duygu var.

-Sen en iyisi duygularına kapılma! diyerek araya girdi Muhsin. Sözlerinde, Kadri'yi kalben rahatlatmak isteyen umursamaz bir tavır gözleniyordu. Bu rahatlıkla sözlerine devam etti.

-Yusuf da evhamlara kapılacak şimdi. Üniversiteye yeni kayıt yapan çoğu arkadaş evlerine gittiler. Ayrıca Yusuf uzun zamandır köyüne gitmemiş. İslami çalışmaları için sürekli fedakârlık yapıp evine gitmiyor. Aslına bakarsan, ben de Yusufun bizimle kalmasını istiyorum; ama onun da köyüne gidip ailesini ziyaret etmeye hakkı var. Eğer kal­masını gerektirecek önemli bir durum yoksa bence izin ver gitsin. Tabi yine de sen bilirsin.

-Muhsin haklı, dedi Vedat. Hem yılın en güzel gün-lerindeyiz. Köy bu mevsimde çok güzel olur. Zaten Yusuf un gitmek istemesinin de en büyük sebebi bu bence. Öyle değil mi Yusuf?

-Haklısın Vedat Abi, beni iyi tanımışsın. Tabi ailemi, özellikle de anamı çok özledim.

Kadri görüşünde yalnız kalmıştı. Muhsin'le Vedat'ın sözleri, kısmen de olsa onu rahatlatmıştı. Bununla birlikte Bediüzzaman Said Nursi'nin "Takdir-i Huda kuvve-i bazu ile dönmez" sözünü hatırlayarak kerhen de olsa Yusuf un gitmesine izin vermesi gerektiğini düşündü. Gülümseyerek kısmen rahatlamış bir ses tonuyla:

-Tamam Yusuf. Arkadaşlar haklı. Burada yokluğunu hissettirecek pek fazla bir iş yok şimdilik. Gönül rahatlığıyla köyüne gidebilirsin. Bizden de selam söyleyip bizim adımıza ananla babanın ellerinden öpersin.

-Aleykumusselam Kadri Abi. Allah razı olsun.

-Tabi, hemen gitmeyeceksin değil mi?

-Yok abi, bu saatte araba mı bulunur? Allah izin verirse yarın öğleye doğru giderim. Gitmeden önce Hasan'ı da görüp öyle gideceğim.

Yusuf, gitmesi yönünde verilen karara sevinmişti. As­lında Kadri'nin isteksizliği bu sevincine gölge düşürmüyor değildi. Başka bir zaman olsa, Kadri sözleriyle değil sadece ima yoluyla bir şeyi yapmasını istemese, ne olursa olsun onu asla yapmaz, Kadri'ye muhalefet etmezdi. Ama şimdi farklıydı. O da içinde sebebini bilmediği bir istek duyuyordu gitmek için. Daha düne kadar da gitme konusunda bu kadar arzulu değildi. Ama ne olduysa bugün sabahtan beri köy özlemi ve ailesini görme arzusu gelip oturmuştu yüreğine.

Dört arkadaş, gece yarısına kadar sohbet edip uyudu­lar. Yusuf, sabahleyin saat on sularında vedalaşıp evden ayrıldı. Oradan Hasanların evine geldi. Burada yaklaşık yarım saat oturduktan sonra Hasan'la birlikte çıktılar. Köy arabası saat 12.30'da kalkıyordu. Yaklaşık bir buçuk saatleri vardı. Yusuf yanına eşyalarını almadığı için yurda gitmeleri gerekiyordu. Öyle yaptılar. Yusuf, elbiselerini çantasına dol­dururken gözü bir nevi günlük olarak kullandığı defterine ilişti. Defterini bırakmayla götürme arasında tereddütte kaldı. Eline alıp kısa bir müddet bakarak ne yapacağına karar vermeye çalıştı. Sonra çantasına koymak için eğildiği esnada, ani bir kararla vazgeçip Hasan'a uzattı.

-Hasan bu defteri Kadri Abiye verebilir misin? Tekrar onlara gidecek vaktim yok.

-Neyin nesi bu defter?

-Önemli değil Hasan. Günlük gibi bir şey... Bazı konularda tutmuş olduğum notlar, düşünceler ve kendime göre yapmış olduğum tespitler.

-Bundan hiç haberim olmadı Yusuf.

-Doğrusunu istersen hiç kimsenin haberi yok. Oda ar­kadaşlarımın bile...

-Okumama izin yok o halde, öyle değil mi?

Yusuf işin burasını hiç düşünmemişti. Böyle bir şey her insanın merakını çekerdi. İçindekileri okumak, yazı sahib­inin duygu ve düşüncelerini, iç dünyasını ve ruhunun derinliklerini öğrenmek ve böylece onu daha iyi tanımak basünlamayan bir istek olurdu. Hele bu, Hasan gibi en yakın arkadaşı olursa, söz konusu merak ve istek daha faz­la olurdu. Bu yüzden ona cevap vermeden önce gözlerinin içine bakıp kendisini anlamasını isteyen bir mesaj gönder­meye çalıştı. Sonra da:

-Birisine okutacak olsam, inan ki o kişi sen olurdun Hasan. Ama şimdilik kimsenin okumasını istemiyorum. Ama içimde öyle bir his var ki yakında okuyabileceğini söy­lüyor.

-Nasıl yani?

-Nasılım ben de bilmiyorum. Neyse biz burada fazla zaman kaybetmeyelim. Sen şunu al da ben gittikten sonra Kadri abiye verirsin. Benim için yanında muhafaza ederse sevinirim.

-Okumak isterse ne olacak?

-Aramızda geçen konuşmayı da söylersin. Gerisi ona kalmış,

-Niçin yanında götürmüyor sun peki?

-Aslında hiç yanımdan ayırmıyordum; ama şimdi içim­den öyle geldi. Doğrusunu istersen bunun sebebini ben de bilmiyorum.

-Bu gün çok gizemli konuşuyorsun Yusuf.

-Bilmiyorum. Hiç farkında değilim.

-Sende bir iş var; ama Allah hayır etsin.

-Bir şeyim yok Hasan. Ben iyiyim. Bunun üstüne fazla düşme artık. Haydi çıkalım, yoksa arabayı kaçıracağım.

-İki arkadaş yurttan çıkıp şehir merkezine, oradan da köy arabalarının kalktığı durağa geldiler. Genelde hepsi eskimiş yarım otobüslerin durduğu bu küçük garaj, köyden gelen insanlarla doluydu. Yusuf, köylerine giden arabanın durduğu yere gidip muavinden bilet aldı. Kısa bir müddet ayaküstü konuşup hal hatır sorduktan sonra çantasını yol­culuğu geçireceği koltuğun altına bırakıp Hasan'ın yanına döndü. Kalan süreyi garajdaki bir çay ocağına oturup soh­bet ederek geçirdiler. Arabanın kalkış zamanı geldiğinde iki arkadaş hararetle kucaklaşıp vedalaştılar. Yusuf, arabanın basamaklarını çıkarken, Tirmizi ve Nesei'den rivayet edilen ve herhangi bir bineğe binerken okunması sünnet olan "Al­lah'a hamdolsun. Bunu bize musahhar kılıp bize itaat et­tiren, bütün eksikliklerden münezzehtir. Hâlbuki biz buna güç yetirenler değildik ve muhakkak biz Rabbimize döneceğiz. Allah'a hamdolsun. Allah her şeyden büyüktür. Sen bütün eksikliklerden münezzehsin. Şüphesiz ben nef­sime zulmettim. O halde beni bağışla. Hiç şüphe yok ki sen­den başka hiç kimse günahları bağışlamaz" şeklindeki hadisi dua niyetiyle okudu ve kendisini izleyen Hasan'a dönüp;

-Allah'a ısmarladık Hasan, dualarında beni unutma! dedi.

-Sen de beni unutma Yusuf. Allah'a emanet ol, hayırla gidip hayırla gelirsin inşaallah.

Yusuf arabaya binince, onları garaja girdiklerinden beri izleyen bir kişi, telefon kulübesine girip tuşlara dokundu. Karşı taraftan telefon açılınca, 'Tamam!' deyip telefonu kapattı ve tekrar garaja gelip arabanın hareket etmesini bek­lemeye başladı.

Yusuf, köy arabası hareket edinceye kadar yerinden ay-rılmayip kendisini hüzünlü gözlerle izleyen Hasan'a son bir kez el salladı. Köy otobüsü Hasan'ı geride bırakıp garaj­dan çıkınca, Yusufun boğazı düğümlenip gözleri doldu. Bu, Hasan'la ilk vedalaşmaları olmamasına rağmen, böy­lesine duygulanmasını kendisi de garipsedi. Bir mani çık­madığı takdirde en geç bir hafta sonra yeniden birlikte olacaklardı; ama nedense bu ayrılığın, buluşması olmayan bir ayrılık olduğu hissine kapılmıştı. Hayrın ve şerrin yaratıcısı olan Yüce Alİah (cc)'a sığınıp O'ndan hayır diledi. Sonra da camdan dışarıya bakıp Rabbinin nimetlerini tefek­kür etmeye başladı.

Yarım otobüs şehrin son evlerini de arkasında bırakmış, şehirlerarası yolda hızla ilerlemeye başlamıştı. Yusuf, yolun sağ ve solunda uzanan tarlalara ve hummalı bir şekilde çalışan insanlara bakıyor, benzer bir çalışmanın kendi köyünde de olduğunu düşünüyordu. İnsanların helal kazanç için alın teri dökmesini ve kazandıklarını helal yol­larda harcamasını bir ibadet gibi görüyordu. Bu yüzden köy işleri ağır olsa da seviyordu. Çünkü o, oturduğu yerden yorulmadan, alın teri dökmeden, başkalarının sırtından para kazanıp zenginleşen insanlardan iğreniyordu. Böylesi insanların hiçbir değeri yoktu onun gözünde. Ne onların malları, ne de makamları onun için bir şey ifade etmiyordu. Hele bu tip insanların sahip oldukları servetleri sebebiyle büyüklenip gurura kapılmaları, onlara karşı içinde bir tik­sinti oluşmasına sebep olmuştu. Muhtaçların ihtiyaçları için harcanmayan bir malın, yardıma ihtiyacı olanların derdine çözüm olmayan bir makamın; yetimlere, yoksullara, darda olan ya da kimsesizlere faydası dokunmayan bir servetin sahibine zarardan başka ne faydası olabilirdi ki Kıyamet Günü'nde? Ona göre zenginlerin mallarında yoksulların da hakkı vardı ve bu hak yerine getirilmeliydi. Aksi halde top­lumdaki denge bozulacak, zenginlerle fakirler arasında derin uçurumlar oluşacaktı. Toplumsal huzurun, birlik ve kardeşliğin oluşmasının yollarından biri, zenginlerin fakir­leri gözetmesinden geçiyordu. Bu bir dengeydi ve bu den­geyi sağlayacak olan anlayış da İslami bilinç ve şuurla sağ­lanabilirdi.

Araba ana yoldan şose yola saptığında, Yusuf cebinden çıkardığı tespihi çekmeye, günlük virdlerinden oluşan zikirlerle dudakları hafifçe kıpırdanmaya başlamıştı. Yolun bozuk oluşu sebebiyle araba sarsılıyor, koltuklara sinmiş olan toz havalanıyordu. Yolcuların kendi aralarındaki soh­beti motorun gürültüsüne karışıyordu. Genelde birbirleriy­le akraba ya da tanıdık olan yolcuların birbirlerine takılmak için laf yetiştirmeleri, doğal ve yalın sohbetleri içeride hoş bir ortam oluşturmuştu. Bir süre tebessüm ederek bu hoş ortamdan tat almaya baktı Yusuf. Sonra gözlerini yumup zikirlerine devam etti.

Çok geçmeden acı bir fren sesiyle oturduğu yerden ir­kilerek sıçradı. Yolcular hızla öne, sonra arkaya doğru savruldular. Yolcular arasında 'ne oluyor?' tarzında gürültüler ve meraklı sorular uçuştu. Az sonra arabanın neden dur­duğu anlaşıldı. Yola, arabaların durdurulması için bir ağaç kütüğü bırakılmıştı. Kütüğün arkasında ve yolun sağında ve solunda silahlı adamlar bulunuyordu. Adamların yüz­leri kefiyeyle örtülmüştü. Ellerinde bulunan uzun namlulu silahlarla durmak zorunda kalan köy arabasına doğru yak­laştılar. Hakaretler altında yolcuları arabadan indirdiler. İş­lerinin acele olduğu anlaşılıyordu. Bu yüzden ellerinden geldiğince hızlı davranıyor, yavaş hareket edenlere kızıp bağırıyor, bazen dipçik vura vura onları yol kenarında topluyorlardı. Tüm yolcular indirilip yol kenarında dizildikten sonra gurubun sorumlusu olduğu anlaşılan biri tarafından yolculara mürted örgütün propagandası yapılırken bir baş­kası ise yolcuların kimlik kontrolünü yapıyordu. Yusuf un kimliğine bakan yüzü kefiyeli, elbiseleri kirli, etrafa ekşi bir ter kokusu yayan militan, aradığını bulmuş olmanın sevin­ciyle;

-Kenara geç, dedi.

-Niçin geçecekmişim? diye sordu Yusuf.

-Sana ne diyorsam onu yap! Burada emirleri biz veririz.

-Geçmezsem ne olacak?

-Seni ve buradakilerin hepsini öldürürüz.

-Allah dilemedikçe, siz hiçbir şey yapamazsınız.

Eli silahlı adam öfkelenmişti. Onların konuşmalarına şahit olan iki kişi daha yanlarına gelmiş, Yusuf a gözdağı vermeye başlamışlardı. Kimlik kontrolü yapan, kendisini daha fazla tutamayıp Yusufun karnına şiddetli bir dipçik darbesi vurdu. Yusuf, karnına gelen dipçik darbesinin acısıyla iki büklüm yere yığılırken, adam yanlarına gelen diğer iki kişiye sertçe talimat verdi.

-Alın götürün bunu!

İki kişi Yusufun kollarından tutup onu yolcuların arasından ayırdılar. Propaganda yapan adam işini bitirdik­ten sonra, diğer militanlarla birlikte oradan ayrılıp Yusuf u götüren iki kişinin peşinden hızla gittiler.

Diğer yolcular, Yusuf için bir şey yapamamanın ezikliği ve üzüntüsü içindeydiler. Bir süre. ne yapacaklarını bilmeden oldukları yerde kaldılar. Sonra korku ve şaşkınlık­larını üzerlerinden atıp arabaya doğru giderken peş peşe gelen silah sesleriyle oldukları yerde mıhlandılar. Herkes ne olduğunu anlamış, Yusuf için ağlamaya, kimisi de yanık yanık ağıt yakmaya başlamıştı.

Sınav tarihlerini öğrenmek maksadıyla üniversiteye gelen Kadri ile Vedat, işlerini bitirdikten sonra ikindi namazlarını kılmış, Tıp Fakültesinin bahçesinde gezinmeye başlamışlardı. Hastanenin acil kapısına doğru geldiklerinde gördükleri kalabalık ilgilerini çekmişti. Biraz daha üerlediklerinde kalabalığın içinde gördükleri bazı kişilerin tanıdık olduklarını fark ettiler. İkisi de içlerinde taşıdıkları en­dişelerini dile getirmekten korkarak birbirlerine baktılar. Buna rağmen gözlerinin duygularına tercüman olmasına engel olamamışlardı. Kadri kalabalığa tekrar bakıp;

-Şu kapının önünde oturup ağlayan adam, Yusuf un babası İbrahim Amca, öyle değil mi? Bana yanıldığımı söy­le Vedat!

-Maalesef ibrahim Amca... Ama hemen telaşlanma. Önemli bir durum yok inşaallah.

-Daha ne olsun Vedat? Yusuf! Yusuf un başına bir şey gelmiş olmalı. Haydi, daha ne duruyorsun?

İki genç koşarak kalabalığın içinden İbrahim amcanın yanma vardılar. Ağlamaktan yanma kadar gelen gençleri fark etmeyen İbrahim Amcanın önüne çömeldiler. Kadri korku, heyecan ve endişe dolu bir sesle;

-Hayırdır inşaallah İbrahim Amca, ne oldu, ne işiniz var burada?

İbrahim Amca gelenlerin Yusufun arkadaşları ol­duğunu görünce, sessiz ağlayışları hıçkırığa dönüştü. Konuşmak, bir şeyler söylemek istiyor; ama buna güç yetiremiyordu. O dao gibi adam yaşadığı bu ani olaydan dolayı büzülmüş, ufalmış gibiydi. Kadri'ye cevap vermek için tüm gücünü toplayıp zorlukla;

-Yusufum... Civanım... diyebildi.

Bu iki kelime yetmişti Kadri'ye. İbrahim Amcayı gör­düğünden beri içinde hapsetmeye çabaladığı gözyaşları Dua

kendiliğinden boşalıverdi. İbrahim Amcayı orada bırakıp koşarak acil servisten içeri daldı. Vedat da onun ardmday-dı. Bir umutla Yusuf u aradılar. Bulamayınca doktora sor­dular. "Bize geldiğinde artık çok geçti. Vücudu delik deşik olmuştu. Muhtemelen vurulduğu yerde ölmüş. Şimdi ölüm raporu için morgda bekletiliyor" cevabını aldıklarında soluğu morgda aldılar. Morg görevlisinden izin alıp Yusufun bulunduğu yere geldiler. İki arkadaş, Yusufu ruhunu teslim ettiği andaki açık gözleri, tebessüm eden dudakları ve gittiği yerden memnun olduğu izlenimi veren mutlu simasıyla gördüklerinde hıçkırıklarını tutamadılar. Başında durup dakikalarca ağladılar. Kadri, İbrahim Am­cayı hatırladığında zorlukla konuşup;

-Inna lillahi ve inna ileyhi raciun (şüphesiz ki biz Al­lah'tan geldik ve muhakkak yine O'na dönücüleriz) dedi. "Kardeşimiz bizden önce cennete gitti. Vallahi onun bu tebessümü ve yüzündeki mutluluk, Allah'ın rızasına er­diğinin en büyük delilidir. Onun bu genç yaşında Rabbine en güzel şekilde kulluk yaptığına şahidiz. O muradına erdi. Özlemiyle yandığı şehadete nihayet kavuştu ve Yüce Dost'a misafir oldu. Hepimizin istediği bu değil mi zaten? Ama ne olursa olsun, Yusufun ayrılığına alışamayacağım Vedat. Benim için çok zor olacak alışmak...

Artık şehidimiz için yapacak bir şeyimiz yok. Burada zaman kaybetmeyelim ve yukarıda teselliye ihtiyacı olanların yanma gidelim. Başta da Yusufun babasına... Ben ib­rahim Amcanın yanma giderken, sen de ulaşabildiğin arkadaşları arayıp hemen buraya gelmelerini söyle. Hasan'a haber verirken Yusuf tan bahsetme!" Sonra Yusuf un temiz alnından öperek örtüyü başına çektiler.

Vedat'ın haber vermesiyle bir saat içinde kalabalık genç bir topluluk, acil servisin önünde hazır olmuştu. Bunlardan biri de Hasan'dı. Yusuf un şehadet haberi ona ulaştığında yaşadığı duygulan anlatmaya kelimeler kifayet etmezdi. Öyle ya, Yusuf onun için çok şey ifade ediyordu. O, Hasan için sadece bir arkadaş, bir dost değil; bir öğretmen, hidayetine sebep olduğu bir mürşitti. Bu yüzden Yusuf un şehadetiyle ilgili verilen habere önce inanamadı. Sonra adeta bir şok hali yaşayarak etrafına anlamsız ve boş göz­lerle baktı. Ardından olduğu yere çöküp gözyaşlarını koyuverdi. Öyle içten, öyle yanık, öyle duygulu ağlıyordu ki, görenler ona eşlik etmekten kendilerini atamıyorlardı. Kendisinin ihtiyacı olmasına rağmen Hasan'ı teselli etme işi Vedat'a düşmüştü. Bir ara sakinleşir gibi olduysa da Yusuf un babası yanma gelip;

-Hasan oğlum, gel seni bir koklayayım. Senden Yusufun kokusu geliyor, diyerek başını, saçlarını kok­laması, yüzünü-gözünü öpmesi, hem Hasan'm hem de et-raftakilerin eskisinden daha şiddetli bir şekilde ağlama krizine tutulmasına sebep olmuştu.

Hastane raporları alındıktan sonra defin işlemleri için hemen köye dönüldü. Başta Kadri, Vedat ve Hasan olmak üzere   kalabalık   bir   Müslüman   topluluğu,   tuttukları arabalarla Yusuf a karşı vazifelerini yapmak üzere köylülerle birlikte Yusufun köyüne gitmişlerdi. Kadri ile Vedat ilk şoku atlattıktan sonra Allah'ın takdirine boyun eğip daha sağlıklı düşünmeye başladılar. Başta Hasan olmak üzere şokun etkisinden kurtulmayan diğer gençlere Allah'ın tak­dirini ve her şeyin Allah'ın elinde olduğunu hatırlatarak teselli verdiler. Şehadet makamının ulviliğini ayet ve hadis­lerle anlatıp tüm Müslümanların bu arzu ve istekle yanıp tutuştuklarını hatırlattılar. Gençler, bu hatırlatmalar kar­şısında istiğfarda bulunarak Allah'a sığınmışlardı.

Kadri, Vedat ve Hasan'ın haricindeki gençlerin hepsi Yusufun toprağa verilişinin ertesi günü geri dönmüştü. Diğer üç genç ise iki gün daha kalarak Yusufun babasına destek olmuştu. Taziye camide yapıldığı için Kadri birkaç kez gelenlere vaaz ve nasihatlerde bulunmuştu. Gençler üçüncü gün İbrahim Amcadan izin alarak dönmek istemiş­ler, Yusufun kabrini ziyaret ederek babasından helallik dilemişlerdi. Vedalaşırken yeniden duygulu anlar yaşandı. İbrahim Amca özellikle Hasan'dan ayrılmak istemiyor, bağ­rına basarak öpüyor, öpüyordu. Kadri ona;

-Bizler her ne kadar Yusuf değilsek de, bizi de oğlun olarak kabul et İbrahim Amca. Sen oğlunu, biz de kar­deşimizi kaybettik. Senin acın, bizim de acımizdır. Allah'ın takdirine rıza göstermekten başka elden ne gelir ki? İki Cihanın Efendisi (sav), oğlu ibrahim (as)'in vefatında; "Göz ağlar, kalp hüzünlenir. Senin yokluğunda ey İbrahim, Al­lah'ın razı olduğundan başka söz söylemeyiz" demişti. Bize de bundan başkasını söylemek yakışmaz. Hepimiz nasıl olsa Öleceğiz. Ne mutlu Yusuf gibi Allah'ın yolunda, islam'a hizmet aşkıyla çalıştığından dolayı şehid olarak O'nun huzuruna gidenlere!" deyip son kez elini öptü; vedalaşti. Arabaya binmeden tekrar geriye dönüp;

-Biz fırsat buldukça sık sık ziyarete geleceğiz inşaallah, dedi.

Gençler geri döndükten sonra Hasan'm yolda bahset­tiği defteri almak için Hasanlara gittiler. Hasan defteri verirken;

-Kadri abi, eğer sakıncası yoksa işin bittiğinde bana verebilir misin? Yusuf tan bana bir hatıra olsun, dedi.

-Elbette Hasan. Onun en yakın arkadaşı olarak bu senin hakkın.

-Allah razı olsun Kadri Abi.

Kadri eve döndükten sonra yatsı namazım müteakip Yusuf un defterini okumaya başladı. Okuduğu her satırda Yusufu görüyor, onun Allah'a olan imanını daha çok müşahede ediyordu. Çevirdiği her sayfa Yusuf a olan hayranlığım arttırırken, böylesi bir Müslüman'ı artık göre­meyecek olmanın acısı yüreğini daha çok yakmaya başlıyordu. Defterde yazılanlar, Yusuf un iç dünyasıydı. Onun gönül zenginliği, İslam'a olan düşkünlüğü, Müslümanlara karşı sevgisinin yansımasıydı. Onun arifliği, abidliği, katık­sız imanı nakış nakış işlemişti satırlarına.

Sabah ezanının gönülleri coşturan sesini işittiğinde, defterin son satırlarını okuyordu Kadri. Başını kaldırıp defteri kapattığında, yanakları gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Ayağa kalktığında;

-Bu defteri tüm arkadaşlar okumalı! Bu zamanın arifinin, abidinin, kâmil iman sahibinin yazdıklarını herkes okumalı. Bu defterden hepimizin kendimize göre alacağı sayısız dersler ve örnekler var, dedi.

Abdest almak için hazırlık yaparken bir yandan göz­yaşlarını siliyor, bir yandan da konuşuyordu:

-Şehid olacağını biliyor muydun yoksa kardeşim? Seninle daha çok birlikte olamamak, o güzel ahlâkından yeterince istifade edememek yakıyor şimdi içimi biliyor musun? Böyle ansızın, böyle acıyla dolu, ardında böylesine pareli yürekler bırakarak gitmen sana olan özlemimizi her geçen gün artıracak, biliyorsun. "Keşke izin vermeseydim" diyesim geliyor; ama takdir tamamlanmışsa, tedbirin ne önemi var ki? Sen istediğini kazandın, bize de hasret ve, gözyaşı düştü. Allah'ın nimetleri sana mübarek olsun kar­deşim.