Yaz mevsiminin ilk ayı
olan haziran, bu yılın çok sıcak olacağını ilan edercesine bunaltıcı geçiyordu.
Karasal iklimin yaşandığı bu bölgede hayat süren insanlar, genelde sıcağa
alışkındı. Ancak kurak geçen bâzı yıllarda sıcaklık o derece artardı ki, insanı
canından bezdirecek bir hal alırdı, insanlar, yaz mevsiminin nasıl geçeceğini
mayıs ayının ikinci yarısıyla haziranın ilk on günü arasındaki zaman dilimine
göre az çok tahmin edebiliyorlardı. Özellikle yaşlı kesim, uzun yılların
verdiği tecrübelerden dolayı tahminlerinde hemen hiç şaşmazdı. İşte haziran
ayındaki bu bunaltıcı sıcaklık; tecrübeyle sabit, dayanılmaz bir mevsim beklentisini
güçlü kılıyordu.
Öğle sıcağının
kendisini iyice hissettirdiği bir sırada, iki katlı, geniş avlulu, müstakil
evin misafir odasında oturan dört genç, tavan vantilatörünün sağladığı kısmi
serinlik altında, geleceklerini belirleyecek bir sınavın arifesinde koyu bir
sohbete dalmışlardı. 17-18 yaşlarındaki gençler, lise son sınıfta okuyorlardı. Sevgiye
dayalı, menfaatten uzak bir arkadaşlıkları vardı. Aynı okulda okudukları gibi,
birlikte aynı dershaneye de gitmişlerdi. Dördünün de ailesi orta halli, yüksek
bir gelir seviyesine sahip olmayan, bildikleri kadarıyla İslam'ı yaşamaya
çalışan mütedeyyin bir yapıdaydı. Bu yüzden çocuklarını normal liselerin yerine
İmam Hatip Lisesine göndermişlerdi.
Bekir'in eviydi şu
anda toplandıkları ev. Avlusunda koca bir dut ağacı ve dalların altına
verilmiş desteklerle güzel bir çardak oluşturulmuş bir asma vardı. Mevsimi
geldiğinde çok güzel, tatlı ve cins üzümler veriyordu. Dut ağacı ise, yapılan
aşıyla yarı beyaz, yarı siyah iri dutlarla beğeniyordu. Gençlerin önünde her
ikisinden de birer tabak duruyordu. Odada karşılıklı iki kanepe, yerde fazla
pahalı olmayan halılar, kitaplık olarak da kullanılan ve içinde kullanılmayan
tabak, bardak ve fincanların bulunduğu bir vitrin vardı. Duvara asılı, bezden
bir Kabe motifi odanın dekorunu tamamlıyordu,
Bekir, Ahmet ve
Abdülaziz şehirde oturuyorlardı. Yusuf ise köyden gelmişti okumak için.
İlkokulu köyde okuduktan sonra, derslerindeki başarısının da etkisiyle, babası
onu İmam Hatip Lisesinin orta kesimine yazdırmış, girdiği devlet parasız yatılı
sınavını kazanmasıyla da okulun pansiyonunda kalmaya başlamıştı. Yedi yıldan
beridir yatılı okuyordu Yusuf. Köyüne sadece tatillerde gidiyor, diğer
zamanlarını ise okulun bulunduğu bu şehirde geçiriyordu. İlk zamanlarda
çocukluğun etkisiyle ailesinden ayrı kalmak ve tanımadığı bir ortama girmek
ona zor gelmiş, bu yüzden sıkılmış, hatta okulu bırakıp köyüne dönmeyi ciddi
ciddi düşünmüştü. Ama zaman İlerledikçe hem okulunu sevmiş, hem de yaşıtlarıyla
birlikte pansiyonda kalmaktan hoşlanmıştı. Okulunu sevip'..ortama alıştıkça da
derslerinde günden güne artan bir başarıya ulaşmıştı.
Bekir ile Yusuf,
ortaokuldan beri aynı sınıftaydılar. Ahmet, lise birde, Abdülaziz ise lise
ikinci sınıfta onların sınıfına dâhil olmuştu. Her dördü de öğretmenleri
tarafından takdir ediliyordu. Düzenleri, uyumları, sosyal ilişkileri, ahlaki
olgunlukları, diğer öğrenciler arasında onlara bir saygınlık kazandırmıştı.
Özellikle Yusuf un köylülükten gelen saf ve temiz ahlakı, ilişkilerinde art
niyet taşımaması, ağır başlı ve doğru sözlülüğü onu okulda farklı kılıyordu.
Her dört genç de derslerinden arta kalan zamanlarında kendilerini okumaya
vermiş, azımsanmayacak'bir bilgi birikimine sahip olmuşlardı. Bu nedenle
dünyaya bakış açılarında da bir farklılık oluşmuş, dünyanın mahsul toplama yeri
değil, ancak tohum ekme tarlası olduğunu öğrenmişlerdi. Üstad Bediüzzaman'm;
"Bu dünya dârü'l-hizmettir; külfet ve meşakkat ile ücret ölçüİür.
Dârü'l-mükâfat değil" şeklinde beyan ettiği düsturu iyi kavramışlardı.
Hayatlarını da bu kaidenin öğretileri çerçevesinde şekillendirmişlerdi. İşte
şimdi de hayatlarının dünyevi kısmının bundan sonraki rotasını çizecek bir
sınava saatler kalmıştı. Koyulaşan sohbetlerinin ana hattını sınav
oluşturuyordu. Bir müddet suskun kalan gençlerden ilk konuşan Bekir oldu.
-Ne dersiniz, dördümüz
de kazanır mıyız?
Bu soru daha önce her
biri tarafından defalarca sorulmuştu; ama şimdi verilecek cevap daha bir önem
arz ediyordu. Bekir'in sorusuyla düşüncelerinden sıyrılan gençlerin yüzüne
güven dolu tebessümler yayıldı. Soruyu Abdülaziz cevapladı.
-Elbette kazanacağız
Bekir. Yoksa bir şüphen mi var?
Ahmet de Abdülaziz'e
destek verdi.
-Hazırlığımız tamam.
Defalarca deneme sınavlarına girdik ve hepsinde de başarılı olduk. Bunda da
başarılı olup dilediğimiz üniversitelere gireceğiz, merak etme. Sence de öyle
değil mi Yusuf?
-Eğer her şey yapılan
hazırlıklarla tamamlanmış olsaydı, 'Evet' derdim.
Yusuf un ihtimal
barındıran cevabı Bekir'i meraklandırdı.
-Nasıl yani? Çok
gizemli konuştun Yusuf. Bunu biraz aç ki biz de anlayalım. Öyle değil mi
arkadaşlar?
Ahmet ile Abdülaziz de
Bekir'i destekleyince, Yusuf biraz da sıkılarak ne demek istediğini anlattı.
-Bakın arkadaşlar, biz
sadece çalıştık, çabaladık. Bunlar sınavı kazanmak için birer tedbir. Ama her
zaman tedbirleri yerine getirmek, amaca ulaşmak için yeterli olmayabilir. Her
şey Allah'ın elindedir ve O dilemeden hiçbir şey olmaz. Bunu okuduğumuz
kitaplardan da az çok biliyoruz. Biz Allah'tan hayırlı olanı dileyelim.
Elbette hazırlığımıza güveneceğiz. Ama asıl güvenmemiz gereken ve yardım
dileyeceğimiz merci, Yüce Allah olmalıdır. Dikkat ettim de, hep 'Kazanacağız'
dediniz. Oysa en azından 'İnşaallah' demeniz lazımdı. Yani, 'Alİah dilerse!'
Evet, doğrusu bu! Allah dilemedikçe, dünyanın bilgilerini yutmuş olsak da
faydası yoktur.
Gençler adeta derin
bir uykudan uyanmış, bununla beraber utanmışlardı. Bir an gaflete dalıp
başarıyı sadece sebeplere bağlamanın yanlışlığından hemen sıyrıldılar.
-Haklısın Yusuf.
-Nasıl da gaflete
dalıyor insan!
-İşte arkadaşlığımızın
en güzel yanı bu, dedi Bekir. Birimiz unuttuğunda, diğeri hatırlatıyor,
birimiz gaflete daldığında diğeri uyarıyor. Hep öyle kalalım ve bunu hiç terk
etmeyelim.
-Evet, dedi Yusuf.
Bunu hep devam ettirelim. Hayır üzerine kurulu arkadaşlıklarda rahmet vardır.
Belki bu sınavdan sonra her birimiz ayrı bir yere gideceğiz. Her nerede
olursak olalım, İslam'ı seven kişilerle bu tip arkadaşlık-lar ve dostluklar
oluşturalım. Bunun yanı sıra şartlar ne olursa olsun, bu arkadaşlığımız devam
etsin. Birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye etmek birinci görevimiz olsun. Çünkü
Yüce Allah (cc) Maide Suresi 2. ayetinde şöyle buyuruyor: "... İyilikte
ve fenalıktan sakınmakta yardımlasın, günah işlemek ve aşırı gitmekte
yardımlaşmaym. Allah'tan sa-kınm, Allah'ın cezası şiddetlidir." Bu ayetin
bi^e gösterdiği istikamette yürümek lazımdır. Kendi adıma söyleyeyim ki, bana
hatamı söyleyip uyaran arkadaşıma minnettar kalırım.
-Sanki ayrılacakmışiz
gibi konuştun, dedi Abdülaziz. -Bir daha ne zaman bir araya geleceğimiz belli
değil. En fazla birkaç ay içinde ayrı yerlerde olacak, ister istemez bulunduğumuz
çevreden arkadaşlar edineceğiz. Birbirimizi çok nadir göreceğimiz kesin. Zaten ben birkaç gün
içinde köye gidip sınavlar açıklanmcaya kadar gelmeyeceğim. Allah izin verir
de kazanırsak; ben Tıbba, Ahmet Hukuk'a, sen Dişçiliğe, Bekir de İnşaat
fakültesine gidecek. Dolayısıyla istesek de istemesek de ayrılmış olacağız.
Yusufun söylediği
şeyler diğerlerini duygulandırdı. Birbirlerini seviyorlardı ve ayrılık onlar
için zor olacaktı. Yıllarca süren arkadaşlıklarında acı-tatlı çok şey paylaşmışlar,
birçok ortak anıları olmuştu. Lisenin bitmesiyle zorunlu bir ayrılık olacağını
hepsi biliyordu, ama bu gerçek ilk kez Yusuf tarafından dile getirilmişti.
Gençler bir süre susup düşünceye daldı. Yoğun bir duygu ortamı oluşmuştu. Sanki
ayrılık gelip çatmış ve birbirlerini artık hiç görmeyecek-lermiş gibi
hüzünlenmişlerdi. Hepsinin boğazına bir şeyler oturmuş gibiydi. Ahmet,
hepsinden daha duygusaldı. Nemlenen gözleriyle konuştu.
-Öyle deme Yusuf, ben
sizden nasıl ayrılırım? Vallahi nerede olsanız da sizi arayıp bulurum.
-Ayrılıktan
bahsederken aramızdaki bu güzel bağların kopacağından söz etmiyorum zaten.
Başta da söylediğim gibi her fırsatta birbirimizi arayıp soracağız İnşaallah.
O ana kadar suskun
kalan Abdülaziz, Yusufun susmasıyla araya girdi.
-Yusuf haklı Ahmet!
Gerçekçi olmak lazım... Önümüzde bir ayrılığın olacağı kesin. Ama bu ayrılık
sadece bedeni olacak. Düşüncede, duygularda, hayallerde hep birlikte olacağız.
Üstad'm; "Zaten mesleğimizde zaman, mekân sohbetimize mâni olamaz.
Şarkta, garpta, hatta âhirette, berzahta olsa da beraberiz" şeklinde ifade ettiği gibi
inşaallah kalben ve ruhen hep birlikte olup asla ayrılmayacağız.
-Doğru, dedi Bekir. Şu
sınavı ister kazanalım, ister kaybedelim; ister bu şehirde isterse başka bir
şehirde okuyalım; dostluğumuzun, arkadaşlığımızın, kardeşliğimizin önüne hiçbir
şey engel olamayacak inşaallah.
Hep birlikte
,'inşaallah' dediler. Yine bir müddet suskun kaldılar. Sonra sessizliği Yusuf
bozdu.
-Bakın arkadaşlar,
sınav için çalışıp çabaladık. Ama bu, sınavı kazanacağımızın garantisi değil.
Olabilir ki, Allah'ın hakkımızdaki takdirinde kazanma olmasın. Bu durumda sakın
ola ki Allah'ın razı olduğunun dışında bir harekette bulunmayalım. Üzülmek
normaldir; ama bunu daha da ileriye götürüp dünyanın sonuymuş gibi görmek elbette
güzel olmaz. Takdirde ve kaderde ne varsa dolacak. Bunun dışında bir şey
beklemeyelim. Hem geleceğimizi bir sınavın sonucuna bağlamak da doğru olmaz.
Yarın bizim gibi bir milyonu aşkın genç, sınava girecek. Herkes umudunu,
geleceğini, hayallerini buna bağlamış. Oysa böyle olmamalı. Asıl Önemli olan
dünya imtihanını nasıl vereceğimizdir. Yarın mahşer gününde kitabımızın sağdan
mı, soldan mı verileceğidir önemli olan... Ve burada, yani dünyada yaptığımız
her şey, akıbetimizi, ahiretteki durumumuzu belirleyecek.
Sınava makam, mevki,
meslek veya mal yönüyle bakmak da yanlış... Önemli olan, Allah'ın katındaki
makamdır. Meslek ve mal konusu ise, Allah'ın Rezzak ismi dahilindedir. Mal ve
mülk O'nundur. O, dilediğine hesapsız rızık verendir.
-Doğru, haklısın, dedi
Bekir. İnşaallah biz de sınava bu gözle bakacak ve bu anlayışla gireceğiz.
Sonra da Allah'a tevekkül edip sonucuna rıza göstereceğiz.
-İnşaallah, dediler
hep birlikte...
Hâva sisli ve
karanlıktı. Boş bir arazide şaşkın bir halde dolanıp duruyordu Yusuf. Her ne
kadar kendisinde köylülükten gelen pervasızlık damarı varsa da, nedenini
bilmediği bir korku gelip yüreğine oturmuştu. Sanki her taşın arkasında bir
şeyler çıkacak ve ona saldıracakmış gibi her an tetikte bekliyordu. Uzaklardan,
çok uzaklardan belli belirsiz sesler geliyordu; ama ne olduğu konusunda en küçük
bir tahmin dahi yürütemiyordu. Sonra sisler yavaş yavaş dağılmaya yüz tuttu.
Sislerin ardından bazı karartılar belirdi. Yusuf korkuyordu; ama o karartılara
doğru gitmekten de alıkoyamıyordu kendisini. Az sonra karartılar iyice
belirginleşti. Kalabalık bir insan topluluğuna benziyordu. Sanki savaştan
çıkmış, ya da günlerce güneş altında çölde aç-susuz bir halde mesafeler kat
etmiş gibi bitkin, düşe kalka, inleyerek yürüyorlardı. Tüm korkularını
unutmuş; bu acayip insanlara, o ana kadar hiç hissetmediği kadar büyük bir
merakla bakıyordu. Kalabalığın içinde her yaştan kadın ve erkeğin oluşu,
merakını daha bir artırıyordu. "Kimdi bunlar, başlarına nasıl bir felaket gelmişti, nereye
gidiyorlardı?.." Bütün bu sorular zihnini kurcalıyor; ama hiçbirine cevap
bulamıyordu.
Birden, yan tarafından
gelen tamdık ve müşfik bir sesle kendine geldi. Bu ses, sevgili annesinindi. O
nur yüzlü, şefkatli, ayrılırken hep gözyaşı döken, dualarını esirgemeyen
sevgili anacığı... İyi de, annesinin ne işi vardı burada? Aslında pek de
ürkütücü olmayan; ama buna rağmen yüreğine bir ürperti veren bu kar anlık,
sisli, kayalıklarla kaplı arazide ne işi olabilirdi ki annesinin? Sesin
geldiği yöne dönerse, annesini göremeyecek endişesiyle bakmaya korkuyordu. Bir
an öyle durdu kaldı. Annesi ona hâlâ sesleniyordu.
-Yavrum, Yusuf!..
Sesi çok yanık ve
ağlamaklıydı. Yusuf un içi bir hoş oldu. Hızla dönüp annesine baktı.
Bakmasıyla "Anne?! N'oldu sana?" diye bir çığlık atması bir oldu.
Annesi de az evvel gördüğü insanlar gibi perişan ve bitkin bir haldeydi. Yusuf,
endişe ve telaşla tekrar bağırdı:
-Anneciğim, ne oldu,
nedir bu halin?
-Yavrum, Yusuf!..
-Anacığım, bana söyle
haydi, neyin var senin?
-Ben hastayım yavrum.
Hem de ölümcül bir hastalığım var benim.
-Ö.. Ölümcül bir
hastalık mı? Ne... Ne zaman yakalandın bu hastalığa?
-Bilmiyorum Yusuf.
Yakalandım işte.
-Doktorlara gittiniz
mi?
-Gittim oğlum, gittim.
"Çaresi yok" dediler.
-Hastalık neymiş peki?
- Doktorlar da
bilmiyorlar. İşte şu gördüğün İnsanların hepsi de aynı hastalığın pençesinde.
Yusuf annesiyle
konuşurken, diğer insanları unutmuştu. Annesinin hatırlatma siy la onlara
bakıp tekrar annesine sordu:
-Bunlar kim anne,
tanıyor musun onları?
-Tanıyıp tanımamam
neyi değiştirir ki oğlum? Onlar da benim gibi hasta ve gariban insanlar.
Hepsinin yardıma ihtiyaçları var.
-Yardıma mı? Ne
yardımı anacığım, hepsinin çaresi olmayan ölümcül bir hastalığa yakalandığını
söylemedin mi?
-Evet söyledim. Ama sen
yardınf edersen... Allah'tan ümit kesilmez oğlum. Yardım et onlara, yardım et
bize oğlum!..
-İyi de anacığım ben
ne yapabilirim, nasıl yardım edebilirim?
-Doktor olacaksın ya
oğlum!.. Ellerin şifa dağıtacak Allah'ın izniyle. Bana, bu insanlara, fakir-fukaraya
yardım edeceksin. Yoksa sütümü sana helal etmem.
-Ama anacığım...
-Sus Yusuf, bir şey
söyleme. Ben diyeceğimi dedim. Analık hakkıma riayet et. Anacığım üzme, tamam
mı yavrum?!.
Annesi son sözlerini
bir sis bulutu içinde söylemiş ve hem o, hem de diğer acayip kılıklı insanlar
görünmez olmuşlardı. Yusuf olanlara bir anlam verememiş, yine Önceki
korku haliyle tek başına kalakalmişh,
Birden bire sahne değişti. Bu kez çok güzel, yeşilin her tonuyla süslü,
çeşitli çiçeklerden yayılan kokuların insanı mest ettiği bir yerdeydi. Artık
tüm korkuları gitmişti. Az ilerisinde bir sandık duruyordu. Ona yaklaşınca,
kapak kendiliğinden açıldı. İçerisine tıka-basa doldurulmuş değerli taşlardan
süs eşyaları etrafa saçıldı. Yusuf, hayranlıkla hazineye bakarken göremediği;
ama çok yakınından geldiği anlaşılan bir ses tarafından çağrıldı.
-Yusuf!
Sesin sahibini görmek
için etrafına bakındı Yusuf; ama kimseyi göremedi. Tekrar sandığın içindeki göz
alıcı taşlara bakmaya ve hayranlıkla onlara dokunmaya başladı. Taşların
güzelliği kendisini cezbetmiş ve etrafında olan-biten her şeyi unutmuştu. Yine
o görünmeyen sesle kendine geldi.
-Yusuf!..
-Hm?.
-Nasıl, hoşuna gitti
mi sandıktakiler?
-Evet, çok güzel...
-Senin olmasını ister
misin?
-Evet isterim tabii
ki!.. Ama... Ama sen de kimsin, hem niçin görünmüyorsun?
-Sen beni görmüyor
musun şimdi?
-Elbette ki
görmüyorum. Sesin var; ama sen yoksun.
Sesin sahibi
kahkahalarla gülmeye başladı. Uzun süren bir gülüşün ardından tekrar konuştu.
-Şimdi sen beni
göremiyor musun gerçekten?
-Hayır, göremiyorum.
-Etrafına iyice bak.
Ben etrafında gördüğün her şeyim.
-Nasıl yani?
-Etrafında gördüğün
bütün güzellikler, sandıktaki hazineler... Velhasıl canını çeken, nefsinin
hoşuna giden her şeyim ben.
-Yine anlamadım.
-Sen de çok safsın be
Yusuf. Ben Dünya'yım, Dünya! Şimdi anladın mı artık?
-Evet anladım.
-İyi o zaman.
-Peki, benden ne
istiyorsun?
-Ben kimseden bir şey
istemem, sadece veririm. Ama herkese değil tabii.
-Peki, kime
verirsin?
-İsteyenlere.
-Karşılıksız mı?
-Öyle sayılır.
İstemesini bilen herkese veririm.
-İsteyen, nasıl
istemeli peki?
-Benim istediğim
özelliklere sahip olsun, yeter.
-Senin istediğin
özellikler mi?
-Evet, benim istediğim
özellikler. Yani; cimri, kıskanç, hasut, mağrur, kibirli ve acımasız... Ayrıca
beni istemeli, bana tamah etmeli. Verdiklerimi kimseyle paylaşmamalı. Eğer
böyle olursan, sana da veririm.
-Senin bu şartların
ağır! Bu durumda senden bir şey isteyecek değilim.
-Aklını kullan Yusuf!
-Aklımı kullandığım
için teklifini reddediyorum zaten.
-Şu önündeki sandığa
bak. 'Onları istemiyorum' diyemezsin. Buna kimse inanmaz.
Yusuf, bu ikaz üzerine
tekrar sandığa ve etrafa saçılmış mücevherata baktı. Bunlar öyle göz alıcıydı
ki, Yusuf u adeta kendisinden geçirip akli melekelerini durma noktasına
getirdi. Gâh eliyle okşuyor, gâh avuçlayıp havaya kaldırarak tekrar sandığa
döküyordu. Bir müddet bu hal üzere kaldı Yusuf. Sonra kendisini Dünya olarak
tanıtan sesin muhatabı oldu.
-Evet Yusuf, Ne
diyorsun, sana vermemi ister misin onları?
-İsterim, isterim
ama...
-Ama'sı yok Yusuf. Sen
istemezsen, isteyenler çok. Fakat ben senin almanı istiyorum.
-Bilmiyorum ki!..
-Bunda bilmeyecek bir
şey yok. "Evet, istiyorum" de, olsun bitsin.
-Karşılığında ne
istiyorsun peki?
-Çok basit. Hiç de
zorlanmayacağın bir şey istiyorum senden.
-Neymiş o?
-Az evvel gördüğün
insanlar var ya...
-Evet.
-İşte onlara yardım
etmeyeceksin, o kadar.
-Ama onların bana
ihtiyacı var. Hem annem de onların arasındaydı. Ben bunu yapamam.
-Yapamam da ne demek?
Elbette yaparsın. Onlar ölecek zaten. Ama sen yaşayacaksın. Eğer elindekileri
böylelerine harcarsan, senin de onlardan bir farkın kalmaz. Aklım başına al.
Sahip olduklarını hep artırmaya çalış. Duygularının esiri olma. Ne diye
başkaları için hayatını ziyan edeceksin ki?.. İnsan dünyaya bir kere gelir.
Eğer akıllı olmazsan bu kısacık ömrünü boşuna harcamış olacaksın. Şimdi söyle
bakalım şu sandıktaki mücevherleri ve onlardan çok daha fazlasını istiyor
musun, yoksa istemiyor musun?
Yusuf yeniden sandığın
başına çöktü. Dünya'nm sunduğu teklif ile annesinin sözleri kıyasıya
boğuşuyordu. Beyninin içi bir arı kovanı gibi uğulduyordu. Bir sandığa bakıyor,
içindekilerin alıcı güzelliği karşısında gözleri kamaşıyor; diğer taraftan, az
evvel gördüğü insanları ve annesini düşünüyor, bunları okuduğu ve öğrendiği
şeylerle kıyaslıyordu. İçinden çıkılmaz bir duriimla karşı karşıya idi ve tek
başına bu ikilemden kurtulamayacağını anlamıştı. Bir yardıma ihtiyacı vardı.
Kendisini bu ikilemden kurtaracak, karar vermesini sağlayacak birisinin yanında
olmasını hiç bu kadar istememişti. Gözlerini kapatıp içten gelen bir sesle
"Rabbim yardım et bana. Ben Senin zayıf ve aciz bir kulunum. Beni
hidayetten ayırma" diye inledi. Gözlerini açtığında ne sandık, ne de
sandıktan yerlere saçılan mücevheratı görebildi. Etrafına bakındı. Az evvelki
yeşillikler, çiçek kokuları tamamen kaybolmuştu. Şaşkındı Yusuf, ama biraz
önceki ikilemden kurtulduğu için de rahatlamıştı. Uzaklardan, çok uzaklardan
yumuşak, hoş ve tanıdık bir sesin kendisini çağırdığını duydu. Bu, annesinin
sesiydi. Onu göremiyordu, ama ses gittikçe yaklaşıyor ve ne dediği
belirginleşiyordu.
-Yusufum, diyordu
annesi. Yusufum kalk haydi namaz vakti geçiyor.
-Namaz?!.
-Evet yavrum. Sabah
namazı...
Bu ikaz üzerine hızla
doğruldu Yusuf. Bir müddet şaşkınlıkla etrafına bakındı. Sahne yine değişmiş,
karanlık bir odada bulmuştu kendisini. Ellerini yüzüne kapatıp gözlerini ovdu.
Tekrar etrafına bakındı. Bu kez sahne ona tanıdık geldi. Burası, kaldığı
pansiyon odasıydı.
Uyku sersemliği geçip
de şuuru açılınca, gördüklerinin bir rüya olduğunu anladı. Saatine baktı. Sabah
namazı vaktinin çıkmasına yaklaşık 45 dakika vardı. Yataktan hızla çıkıp
abdestini aldı. Önce sünnetini kılıp ardından farzını eda etti. Tesbihatmı
yaptıktan sonra tevazu içinde Rabbine ellerini açtı. Sonra halini usulca arz
etti. Yüce Allah'a güzelce hamd edip, O'nun Resulü'ne (sav) salât ve selam
getirdi. Ardından "Ya İlahi" dedi. "Ya İlahi, Sen benim
Rabbimsin. Sen beni benden daha iyi bilirsin. Eğer içimde kötülüğe dair bir
meylim olursa, onu fiiliyata dökmemi engelle. Beni kötülüklerden, nefsime
uymaktan, fuhşiyattan, şehvetlerin esiri olmaktan koru. Beni bir an bile
nefsimle baş başa bırakma. 'Çünkü nefs, daima kötülüğü emredicidir' Ya İlahi!
Rahmetinin kapılarını aç bana. Gireceğim sınavın sonucunu dünyam ve ahiretim
için hayırlı kıl. Çünkü gaybm anahtarları Senin yanındadır. Sen bilensin,
hüküm ve hikmet sahibisin. Ya İlahi! Beni aza kanaat eden, çoğa sahip
olduğunda azmayıp şükreden kullarından eyle. Beni İslam dışı bir hayatı sevip
tasvip etme şuursuzluğundan muhafaza et. Bana hidayet yollarını aç. Bana, Senin
dostlarını tanıma ve onlarla birlikte olma basiretini ver. Beni, razı olduğun
kullarından eyle, dalalet ve sapıklıktan muhafaza et. Âmin vel ham-dulillahi
Rabbil Âlemin. Vesselatu vesselamu ala Resulina Muhammedin ve ala alihi ve
sahbihi ve sellem." Duasını bitirip ellerini yüzüne sürdü Yusuf.
Hava nerdeyse
aydınlanmıştı. Gidip Kur'an-ı Kerim'ini aldı. Bir Yasin-i Şerif okuyup
ölmüşlerinin ruhuna teslim etti. Sonra Cevşenden biraz okudu. Saat sabahın
beşine yaklaşıyordu. Sınav, saat dokuzda başlayacaktı. Sınava gireceği okul
fazla uzak olmadığı için acele etmesine gerek yoktu. "Saat yediye kadar
uyusam iyi olacak" dedi. "Saat yedide kalkar, son hazırlıklarımı
yapıp çıkarım. Kahvaltımı da dışarıda yaparım artık."
Tekrar yatağına girip
uzandı. Gözlerini kapayınca, gece gördüğü rüya geldi aklına. Sonra
Muhtarü'l-Ehadis'te geçen; "Sizden biri hoşlanmadığı bir rüya gördüğünde
soluna üç defa tükürsün, üç defa şeytandan Allah'a sığınsın (Euzu çeksin) ve
üzerine yattığı yanını çevirsin" mealindeki hadisi hatırlayıp bunun
gereğini yerine getirdi. "İnşaallah hayırdır" dedi. "Bu rüya
geleceğime dair bir şeyler barındırıyor; ama ne? Allah'tan hayırlısını
umuyorum. Allah'ım, sana sığındım, bana hayırdan başkasını nasip etme!"
diyerek duasını noktaladı. Az sonra da uyudu.
Yusuf, uzun boylu,
boyuna göre zayıf, siyah saçlı, elmacık kemikleri biraz çıkık biriydi. Siyah
gözleri, sürekli dalgınmış izlenimi veriyordu. İnce burnu, esmer simasına yakışacak
şekildeydi. Yüzünde ve bakışlarında mütevazılığın izleri okunuyordu.
Ailesinin ortanca
çocuğu sayılırdı Yusuf. Kendisinden büyük ikisi erkek, ikisi kız olmak üzere
dört; kendisinden küçük de ikisi erkek, birisi kız olan üç kardeşi vardı. Büyük
kardeşler sadece ilkokulu okuyup bırakmışlardı. Yusuf ise öğretmenlerinin
ısrarıyla babası tarafından okumak üzere şehre gönderilmişti. Özellikle annesi
onun doktor olmasını istiyordu. Yusuf un da bu yöndeki meyli annesinin arzusuyla
birleşince, üniversite sınavında tıptan başka bir tercih yapmama kararma
varmıştı. Aslında Yusuf un doktor olma isteği daha ortaokulda iken şahit olduğu
bir hadiseden kaynaklanıyordu. O sıralarda rahatsız olduğu için okuldan izin
alarak hastaneye gitmiş, muayene olmayı beklerken, kucağında küçük bir çocuk
olan, giyinişinden çok yoksul olduğu anlaşılan yaşlı bir adam yanma oturmuştu.
Adam ağlıyordu. Yusuf merak etmiş, sormuştu.
-Niçin ağlıyorsun
amca, bir şey mi oldu?
-Yok evladım. Bir şey
olduğu yok. Çaresizliğime ağlıyorum.
-Neden, ne oldu ki
amca?
-Kucağımdaki benim
torunum. Çok hasta.
-İşte hastanedesin ya
amca. Doktorlar muayene ederler, iyileştirirler înşaallah.
-Doktorlara baktırdım
evladım. Birkaç tane film çekilmesi lazımmış. Sordum, her biri için epey bir
para lazımmış. Ama benim hiç param yok. Yalvardım, yakardım, "Ne
isterseniz yaparım" dedim; ama nafile. Parasız hiçbir şey
yapamayacaklarını söylediler. İnsanlık ölmüş oğlum. İnsanlık paraya satılmış.
Torunum gözümün önünde Ölüyor ve yardım edecek kimse yok. Allah'tan umut kesmek
olmaz; ama derdimin dermanı yok..İşte, içinde bulunduğum bu çaresizliktir ki
beni ağlatıyor;.yüreğimi lime lime dağlıyor... Sen sen ol, insanlığını unutma
oğlum. Bir gün büyük adam olursan bu durumda olan insanlara yardım elini
uzatmaktan geri durmaz.
Adam bunları
söyledikten sonra yine ağlayarak torununu bağrına basıp hızlı adımlarla
uzaklaşmıştı. Sanki insanlığın olmadığına inandığı bu yerden kaçar gibiydi. Yusuf
arkasından bakakalmiş, küçük yüreği şahit olduğu bu hadiseyle burkulmuştu. İşte
ta o zaman karar vermişti doktor olmaya. Sanki doktor olduğunda, kucağında
torunu olan perişan kılıklı o ihtiyar adam yeniden çıkıp gelecek ve "Amca,
insanlığını paraya satmayanlar hâlâ var. Torunun için ne gerekiyorsa ben
yapacağım" diyecekti kendisine. Böylesine bir ukde kalmıştı yüreğinde o
günden beri. Yusuf, o adamın bir daha çıkıp gelmeyeceğini biliyordu belki; ama
onun gibi nice insanın olduğunu ve günün birinde böyle biriyle karşılaşacağını
da çok iyi biliyordu. O hadise Yusufun sadece doktor olma yönündeki kararını
değil, belki de hayatının tamamını etkilemişti. İnsanlara karşı iyilikte
bulunma, hiç kimseyi hor görmeme, alçak gönüllü olma... gibi özellikleri,
şahit olduğu o olaydan sonra şekillenmiş ve Yusuf ta kalıcı birer ahlaki vasıf
haline gelmişti. Çok yufka yürekliydi Yusuf. Küçük bir çocuğu para kazanmak
için çalışırken gördüğünde oturup ağlayacak kadar naşit tutar
Namazım, kendisini
bildi bileli kılardı. Daha okula başladığı sırada köy imamının yanma Ku/an
dersi almaya gitmiş, Ku/an'ı kısa sürede öğrenmişti, O günden sonra da Kur'an-ı
Kerim okumadan geçirdiği bir gününün olduğunu hatırlamıyordu. İslam'ı seven bir
aileden olmasının avantajıyla ilk dini bilgilerini aileden almış, sonrasında
da köy imamının camide verdiği derslere iştirak etmesiyle daha o yaşta 'ileri
derecede' denecek kadar bir bilgiye sahip olmuştu. Köy imamı Yusuf u çok
seviyordu. Zaten İmam Hatip Lisesi'ne gelişi, biraz da imamın telkinleri sonucu
olmuştu.
Yıllar geçtikçe,
okuldan aldığı dini bilgilerin kendisine yetmediğini gördü. Bu yüzden
harçlığının nerdeyse tamamını kitap alımına tahsis etmişti. Okudukça ufku
genişliyor, kendisini bir karar verme zorunluluğunda hissediyordu. O da şu
idi: Tek başına İslamî bir yaşam sürmenin -hele böyle bir zamanda-
imkânsızlığını biliyordu. Bu yüzden, yanlış yaptığında kendisini uyaracak,
kendisine hakkı tavsiye edecek, kendisi için bir oto kontrol mekanizması
olacak arkadaş ya da arkadaşların birlikteliğine ihtiyaç duyuyordu. Ama kim
veya kimler? Okulda böylesi özelliklere az-çok sahip öğrenciler vardı. Ama
neticede onlar da öğrenciydi. Oysa Yusuf, kendi yaşıtı olan öğrencilerle
sınırlı kalmasını istemiyordu bu işin. Onun istediği; yaş, tecrübe ve birikim
olarak toplumu peşinden sürükleyecek Allah dostlarıydı. İşte bu yüzden
bunların kimler olabileceğine bir türlü karar veremiyordu. Gerçi Abdülaziz,
Bekir ve Ahmet ile arkadaşlıkları bu ihtiyacı biraz hafifletiyordu; ama
neticede
dört kişi olsalar da
yine yalnız sayılırlardı. Hem dördü genç ve toydu. Bu zamanda insanın imani ve
akidevi yönden kendisini muhafaza etmesi gerçekten çok zordu. Hele tek başına
olunca zorluklar katmerleşiyordu. İnsanın kendisini muhafaza etmesinin-tek
yolu, hak üzere olan, Allah'ın kitabını ve Hz. Resulullah (as)'m sünnetini
rehber edinen insanlarla, yani Allah dostlarıyla birlikte olmaktan geçiyordu.
Okulda birçok kişi vardı. Hepsi de Yusuf un aradığı özelliklerin kendilerinde
olduğunu iddia ediyor ve Yusuf u aralarına davet ediyorlardı. Ama o henüz bir
karar vermemişti. Bu konuyu birkaç kez arkadaşlarıyla konuşmuş, aralarında
fikir ayrılığı çıkınca bu konuyu konuşmaktan vazgeçmişti. Yusuf un kafasında,
kimlerle birlikte olması gerektiği belirgin bir şekilde öne çıkıyor, hatta
içinden kendisini o kişilerle birlikte görüyordu; ama bu işi üniversite
yıllarına bırakmıştı. Zaten sınavda ilk tercihi/bulunduğu şehrin üniversitesi
olacaktı. Bunun sebeplerinden birisi de, kafasında belirginleşen ve Allah
dostları olduğundan kuşkusu kalmadığı insanların burada faaliyet içinde olmasıydı.
Yusuf, küçük bir
kahvaltı salonunda bir çorbayla karnını doyurduktan sonra yürüyerek sınava
gireceği okula yöneldi, Pek heyecanlı sayılmazdı. "Hayatımın sınavı",
"Benim için ya hep, ya hiç" veya "Kazanamazsam, hayatımın sonu
olacak" diyenlerin heyecan dolu bekleyişlerinin aksine, o gayet sakindi.
"Kazanırsam, güzel olur. Hem ben, hem de ailem sevineceğiz. Ama
kazanamazsam da fazla üzülmem. Dünyanın sonu değil ya! Kısmetimde olandan başkasını
görecek değilim. Mevla'm ne takdir etmişse, o olur" diyordu. "Önemli
olan, bu dünya imtihanından başarıyla çıkmak. Hem bu imtihan sadece bir kereye
mahsus! Ya başarılı olunur, ya başarısız. İkinci bir şansı yoktur insanın.
Ayrıca bunda sadece iki tercih hakkı var. Buna karşın, istisnalar hariç herkes
bir tercih yapıyor. Ama gel gör ki, çoğunluk tercih etmediği yeri kazanıyor.
Hem de kayıt zorunluluğu olan ve asla mezuniyeti olmayan; içinde, Hakka tabi
olmama inadının eritildiği, pişmanlığın öğretildiği, sadece kötü fiillerin
karşılığının ödettirildiği korkunç okul... Evet, imtihanı kaybetmek korkunç
bir şey... Allah, tüm mü'minleri hayat imtihanında başarılı kılsın. Âmin!"
Bu düşünceler içerisinde okula varmıştı.
Sınavın başlamasına
bir saate yakın zaman vardı. Okul, -tabiri yerindeyse- ana-baba gününe dönmüştü.
"Öğrencilerden çok veliler var" dense yerinde olurdu. Kimisi annesiyle,
kimi babasıyla, kimi de hem anne, hem de babasıyla gelmişti sınava. Bunlara bir
de kardeşleri de eklersek, okul bahçesinin ve çevresinin bir panayır yerine
döndüğünü söylemek doğru bir teşhis olurdu. Gelenlerin hemen hepsinin bayram
yerine gider gibi, en güzel elbiselerini giymiş olması da bu teşhisi
doğruluyordu. Havanın sıcak oluşu, elbiselerin ince ve açık olanlarının tercih
edilmesine sebep olmuştu. Özellikle bayanların kıyafetleri, Yusuf'u
iğrendir-mişti. "Allah'ım!" dedi. "Bu insanların haya perdesi
tamamıyla yırtılmış. Namus, haya, ar gibi kavramlar unutulmuş, ya da
utanılacak kavramlar haline gelmiş. Daha üniversite kapısında böylesine açılıp
saçılan bu insanlar, acaba kazandıktan sonra ne yapacaklar? Allah'ım, Sen
Müslümanların imanını muhafaza et ve bizi şeytanın oklarından koru."
Açık-saçık bayanların,
aksine, tek-tük tesettürlü öğrenci ve velilerin oluşu, Yusuf a bir umut, bir
göz aydınlığı, bir sevinç olmuştu. Bunun için de Allah'a hamd etti.
Sınav saati
yaklaştıkça, kalabalık git gide artıyordu. Bu kalabalık içinde, kendisini
yalnız ve garip hissetti Yusuf. Kendisi gibi istisnalar hariç, hemen herkes
birileriyle gelmişti. Yusuf böyle dalgın dalgın düşünürken arkadan birisinin
sesiyle irkildi.
-Yusuf, sen de burada
mı giriyorsun sınava?
-OooL Sen misin îlyas?
Aynı yerde giriyoruz demek.
İlyas, Yusuf la aynı
okulda okuyan biriydi. Orta boylu, atletik yapılı, siyah saçlı ve yuvarlak
yüzlüydü. Ela gözlerinin ardında sevecen bakışları vardı. 'Sıcakkanlı ve
insana güven veren bir görünüşe sahipti. İslami hassasiyetlerinden dolayı Yusuf
un çok takdir ettiği birisiydi. Sürekli kendisi gibi İslam'ı seven ve kendisi
gibi mütedeyyin olan kişilerle geziyordu. Okuldan tanışıklıkları vardı.
Karşılıklı selanv laşıp birbirlerini soruyorlardı; ama samimi bir arkadaşlıkları
olmamıştı. İîyas, yanaşmak için çabalamıştı; ama Yusuf gruplar hakkında
kararsızlık içinde olduğundan hep soğuk kalmıştı. Ama şimdi, hele böyle bir
yerde İlyas'a rastlamış olmasına çok sevinmişti. Bu yüzden ona sıcak bir
yakınlık göstermişti. Dostça bir tokalaşmanın ve hal-hatır sormanın ardından
ilk konuşan İlyas oldu.
-Şu kalabalığa bak.
Sanki düğüne gelmişler.
-Ben de az evvel bunu
düşünüyordum. Birkaç kişi dışında herkes birileriyle gelmiş. İnsan kendisini
garip hisse naşit tutar
hakikat yolcuları
diyor.
-Ne gereği var ki
velileri getirmenin?
-Manevi destek olsun
diye getiriyorlar herhalde.
-Öyle olsa bile sınava
girecek olana hiçbir faydaları olmayacak. Baksana Yusuf, veliler öğrencilerden
daha heyecanlı görünüyorlar. Sanki sınava girecek olan onlar.
-Desene bu durumda
destek olacaklarına, bilmeden baskı unsuru oluyorlar. Çocuklarına, her şeyin bu
sınava bağlı olduğunu, eğer kazanamazlarsa, her şeyin biteceği mesajını vermiş
oluyorlar dışarıda beklerken.
-Tabi bu da çocuğu
strese sokmakta, bildiği soruları da cevaplayamamasma neden olmakta çoğu kez.
-O zaman biz rahatız
desene İlyas.
-Elbette rahatız
Yusuf. Üniversiteyi kazanmak; okumak, insanlara faydalı olmak açısından
önemli... Ama bizim için asla son amaç olmamalıdır. Bundan dolayı kazana-masak
da "Allah böyle diledi" deyip üzülmeyeceğiz, öyle değil mi?
-Ben de aynen öyle
düşünüyorum İlyas:
-Haydi, yavaş yavaş
içeri girelim. Ben 1. katta giriyorum, ya sen?
-İkinci katta, 2-B
sınıfında.
-"Bismillah"
deyip gidelim. Allah yardımcımız olsun.
-Kapıdaki aramalar da
çok can sıkıcı. Sınava değil de sanki maça giriyormuş havası oluşuyor insanda.
-Dediğin doğru, ama
biraz da gerekli bir şey... Başkasının yerine sınava girenler var, kopya
çekmek için yanlarında çeşitli aletler getirenler var, arananlar var...
Yusuf ile İlyas konuşa
konuşa giriş kapısına geldiler.
Önlerinde birkaç kişi
vardı ve sıralarını beklemek zorundaydılar. O sırada bayan öğrencilerin aramasını
yapan bayan görevliler, tesettürlü bir öğrencinin içeri girmesini engellemeye
çalışıyordu. Sesler yükselmişti. Bayan memur:
-Bakın hanımefendi, bu
kıyafetinizle içeri giremezsiniz, diyordu.
-Neden, ne varmış
kıyafetimde?
-Bir şeyi yok tabi;
ama burada sınav yapılacak. Sizi bu kıyafetle alamayız.
-Kıyafetim sınavın
olmasına engel mi oluyor?
-Sınavın olmasına
engel değil tabi; ama insanların dikkatini dağıtacaksınız.
-Bu benim sorunum
değil. Açık-saçık giyinen o kadar kişi dikkati dağıtmıyor da, benim kıyafetim
mi dikkat dağıtacak? Bakın bayan! Ben buraya sınava girmeye geldim ve bu benim
en tabii hakkım. Şimdi izin verin de geçeyim.
-Bu mümkün değil.
Kesin talimat var. Ya başını açarsın, ya da çekip gidersin.
-Ne demek oluyor şimdi
bu?
-Ne demek Olduğunu sen
anla artık. Kıyafet tercihini sen yapmışsın. Bunun zorluklarına da
katlanacaksın. Şimdi söyle bakalım, başını açıyor musun, yoksa açmıyor musun?
-Hayır, asla! Başımı
açmıyorum ve sınava gireceğim.
-Sen ne inatçı bir
kızsın ya! Sana söyledim işte. Kesin talimat var. Emir bu, emir! Anlamıyor
musun? Haydi, çık sıradan da diğerlerini meşgul etme.
-Hayır çıkmıyorum. Ben
sınava gireceğim.
Sinirler gerilmiş,
sesler yükselmişti. Tesettürlü öğrenci içeri girmek için direniyordu. Genç
bayan polis, tecrübesizliginden dolayı ne yapacağını bilemiyordu. Orada bir
sorun olduğunu gören komiser; yanındaki şişman, kırmızı suratlı, kızıl saçlı,
geniş yüzlü bayan polise oraya gitmesini işaret
Kırmızı suratlı polis,
hadisenin olduğu yere gelince, te-settürlü öğrenciye sordu:
-Ne İstiyorsun kızım?
-Sınava girmek
istiyorum.
-Bu kıyafetle mi?
-Evet, bu kıyafetle!
-Bak kızım, sana
iyilikle söylüyorum. Başını aç, içeri gir. Yoksa defol git buradan. Camiye
girmiyorsun be! Attırma şimdi tepemi!..
Kırmızı suratlının
yüzü sinirden morarmıştı. Şimdiki hali çok korkunç görünüyordu. Aynen,
çocuklara masallarda anlatılan ve insan yiyen kadın devi andırıyordu. Konuştuğunda,
kocaman ağzının içindeki aralıklı dişlerinin arasından etrafa tükürükler
saçılıyordu. Buna rağmen tesettür-lü öğrencinin geri adım atmaya niyeti yoktu.
Korkmadan karşılık verdi.
-Bu kıyafetle sadece
camiye mi gidilir? Örtünmek Allah'ın emridir. Hiç kimse beni örtümü çıkarmaya
zorlayamaz. Şimdi bırakın geçeyim.
-Bak hele şu çok
bilmişe!!! Allah örtünmeni emretmişse, kanunlar da açmanı emretmiş. Şimdi sen
kanunlara karşı mı geliyorsun ha? Seni gidi terörist seni!.. Gel bakalım benimle.
Seni emniyete götüreyim de aklın başına gelsin.
Kırmızı suratlı bayan
polis, tesettürlü bayanın konuşmasını engellemek için koca eliyle ağzını
kapatıp diğer eliyle de kolundan sıkıca kavrayarak arabaya doğru sürükledi.
Tesettürlü bayan kurtulmak için çırpındıysa da buna güç yetiremedi. Elindeki
sınav belgeleri yerlere saçılmıştı. Bu bir ibret tablosuydu. Okulun bahçesinde
bulunan insanlar, bu ibret tablosunu sessiz ve tepkisiz bir şekilde
izliyorlardı. Onların bu tepkisizliği, aslında daha büyük bir ibret
vesika-siydi. Ruhlarnvölrnüşlüğüne; 'bana ne'ri anlayışın yaşam felsefesi
olduğuna; olaylar karşısında tepkisizlik, duyarsızlık ve vurdumduymazlığın
hayatın bir parçası haline geldiğine dair üzücü ve gerçek bir örnekti az evvel
yaşanan olay. Oysa gözlerinin önünde bir haksızlık yaşanmıştı. Bu bir
adaletsizlikti. Olmaması, sıradan bir hadise gibi algılanmaması gereken bir olay
yaşanmıştı. Ne olmuştu bu insanlara? Niçin bu kadar ruhsuz, bu kadar duygusuz,
bu kadar tepkisiz olmuşlardı. Oysa yaşanan hadise, en taş kalpli olan insanı
dahi ağlatacak kadar dramatikti. Hani bu ülkede yaşayan herkes eşitti?! Hani
demokrasi, insan haklan ve bilmem daha neler vardı?! Hani hiç kimse dini
inancından dolayı hor görülemezdi?! İnsanları uyutan tüm bu sihirli sözler bir
anda sönüvermişti az evvelki hadiseyle. Hepsinin yalan olduğu, aslında böyle
bir şeyin olmadığı, ya da olsa bile inançlı insanların bu işin dışında
tutulduğu anlaşılmıştı.
Peki ya bu kalabalık?!
Göğsünü gere gere "Elhamdülillah biz de Müslümaniz!" diyen bu
insanlar niçin sadece izlemekle iktifa etmişlerdi? Niçin hep birlikte dikilip
de "Durun bir dakika! Bu kadar kişinin okumaya ne kadar hakkı varsa, bu
kızcağızın da o kadar hakkı var. Örtünmek de, sınava girmek de onun en tabii
hakkı. Buna engel olmanıza izin vermeyeceğiz" dememişlerdi? Bu ne garip,
ne acayip, ne ibret dolu bir
durumdu Ya Rabbi! Bu ne biçim işti? Sen, yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir
ülkede yaşayacaksın ve örtünden dolayı aşağılanıp rencide edileceksin. Üstelik
hiç kimse buna sesini çıkarmayacak...
Yusuf ile İlyas,
içleri burkularak izlemişlerdi hadiseyi. Kırmızı suratlı bayan polisin
tesettürlü öğrenciyi böylesine aşağılayarak götürdüğü sırada İlyas kendisini
kaybetmiş, gayri ihtiyari "İnsanlık değil bu!" diyerek o yöne doğru
hareket etmişti. Vücudu gerilmiş, yumruklarını çelik gibi sıkmıştı. Yusuf da
İlyas'm hislerini paylaşıyordu; ama nedense bunun faydasız bir hareket olduğuna
inanmıştı. Bu yüzden İlyas'ı ikinci adımını atacağı sırada kolundan tutup
kendine doğru çekti. İlyas'm duyacağı bir sesle;
-Dur İlyas! Ne
yapıyorsun? dedi.
-Görmüyor musun Yusuf?
Bacıya yaptıklarım görmedin mi?
-Görmez olur muyum
İlyas? Tabii ki görüyorum; ama ne yapabiliriz ki? Benim de içim seninki gibi
yanıyor. Gel şöyle, biraz dolaşalım, sonra gireriz içeri.
İlyas, hâlâ
sakinleşmemişti. Vücudu halen gergindi ve sinirden titriyordu. Gözlerinin
beyazı kızarmıştı. Yusuf kendisine engel olmasa, hiç düşünmeden kırmızı
suratlı polise saldıracak ve dinde bacısı olarak bildiği tesettürlü bayanı
ellerinden kurtaracaktı. Birkaç dakika geçip biraz daha sa-kinleşince, bunun
pek o kadar da akıllıca olmayacağını o da anlamıştı. Buna rağmen hiçbir şey
yapamamanın ezikliğini yüreğinin ta derinliklerinde hissediyordu. Boğazı düğümlenmiş,
gözleri sulanmıştı. Zorlukla konuştu.
-Bacıya yardımcı
olamadık Yusuf. Gözümüzün önünde kurdun kuzuyu kaptığı gibi alıp götürdüler.
Yusuf da dolmuştu. O
da İlyas gibi zorlukla konuştu.
-İyi ki ahiret var.
İyi ki cehennem var. Zalimlerin yaptıklarının karşılığını göreceklerini bilmek
biraz olsun beni rahatlatıyor. Yoksa hırsımdan çatlayıp giderdim.
-Üstad'm dediği gibi
"Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değil." Ne kadar doğru
bir söz! Cennet hiç de ucuz değilmiş gerçekten. O bacı gibi, Allah'ın emirleri
konusunda tavizsiz olmak lazım. Allah'ın emirlerini hiçbir şeye değişmemek
lazım! Biz de şahidiz ki, bacımız böyle yaptı. Bunun karşılığında sınava
alınmadığı gibi hakaretlere maruz kaldı. İşte cennetin ucuz olmadığının ki ik
bir numunesi. Yine diğer tarafta bacıya zulmedenler... Az evvelki insanlıktan
nasibini almamış görevliden tut da bunda payı olanlara kadar herkes bu zulmün
ortağı. Bu da cehennemin olması gerektiğine, cehennemin çok lüzumlu bir yer ve
adaletin tecellisinin bir gereği olduğuna sadece küçük bir delil!..
-Üstad boşuna
"Zalimler için yaşasın cehennem" dememiş elbette.
-Bu hadiseden sonra
sınava nasıl girilir ki?
-Doğrusu içimden
girmek gelmiyor İlyas. Sanki girersem bacıya zulmedenlerin yanında olacakmışım
gibi geliyor bana.
-Al benden de o kadar
Yusuf. Ben de bacıya ihanet etmiş gibi olacağımızdan korkuyorum.
-Peki, ne yapalım
İlyas? Ne karar verirsen sana uyacağım.
İlyas bir müddet
düşündü. Sınava sadece 15 dakika gibi bir zaman kalmıştı. Bir karar vermesi
gerekiyordu. Zor bir durumda hissetti kendisini. Çünkü birlikte olduğu arkadaşları
sınava girmesini ve kazanmasını istemişti. Şahit olduğu bu hadise ise,
duygularını yönlendiriyordu. Şimdi ise duygularıyla değil, gerçeklere göre
hareket etmesi gerekiyordu. Yusuf a dönerek:
-Sınava girmemiz gerek
Yusuf, dedi.
-Sen bilirsin İlyas.
İçimde hiç heves yok ama...
-Sınava kendimiz için
değil Yusuf, onlar için gireceğiz. İslami şuura sahip olan bizlerin insanlara
faydalı olması ve insanlara İslam'ın güzelliklerini götürmesi için okuması lazım...
Eğer bugün burada İslami şuura sahip insanlar olsaydı, durum böyle mi olurdu?
Eğer topluma bir şuur verebilirsek, böylesi hadiseler yaşanmaz artık. O zaman
bacılarımız da istediği gibi örtülü bir şekilde okullarını okuyacaklardır.
Haydi, artık gidelim. Unutma, sadece kendin için değil, bu bacı için ve zulme
uğrayan tüm mazlumlar ile doğru yola ulaşmayı bekleyen tüm insanlar için sınava
giriyorsun. Bu yüzden kendini sınava ver ve konsantrenin bozulmasına müsaade
etme. Anlaştık mı?
-Tamam İlyas, dediğin
gibi olsun, anlaştık.
-Haydi gidelim. Allah
yardımcımız olsun.
-Âmin!
-Ha Yusuf, eğer
müsaitsen, sınav sonrası buluşalım.
-Tabii, neden olmasın?
-Çıkışta birbirimizi
bekleyelim.
-Tamam, inşaallah!
Vakit, öğleye
yaklaşıyordu. Elinde bir dosyayla minibüsten inen Yusuf, Tıp Fakültesinin
bahçesinden içeriye girdi. Saatine baktı. "Mesainin bitmesine yarım saat
var" dedi kendi kendine. "Şimdi başlasam da^bitiremem. En iyisi,
etrafta biraz dolandıktan sonra namazımı kılayım. Hayırlısıyla kayıt
işlemlerine öğleden sonra başlarım."
Sınav sonucunu, köyde
tarlada çalışırken almıştı Yusuf. Babası ve iki abisi ile tarlada iken kendisinden
iki küçük kardeşi elinde bir zarfla koşa koşa gelmiş ve zarfı Yusuf a vermişti.
"Eğer bana bir şey gelirse, kimseye göstermeden bana getir" diye
kardeşini tembihlemişti önceden. İşte o da bu tembih üzerine zarfı kaptığı gibi
Yusuf a getirmişti. Daha Yusuf zarfı açmadan babası ile abileri de başına üşüşmüş,
merak içinde çıkacak sonucu beklemişlerdi. Yusuf, sonucu aşağı yukarı
biliyordu. Çünkü sınav esnasında cevaplarını yanma almış, sonradan da kontrol
ederek alacağı puanı üç aşağı beş yukarı hesaplamıştı. Kendisi köyde olduğu
için sınav sonuç gazetesini takip edememiş; ancak arkadaşı
Bekir kendisini telefonla arayarak
kazandığını söylemişti. Ancak o ailesini haberdar etmemiş ve sonucun eline ulaşmasını
beklemişti. Sınav sonuç belgesi eline ulaşınca da muziplik olsun diye onları
merakta bırakmak için ağır hareketlerde bulunmuştu. Sonunda babası
dayanamayarak;
-Oğlum haydi aç, ne
duruyorsun? Bizi meraktan öldürmek mi istiyorsun? demişti. Bunun üzerine Yusuf
sanki üzülmüş gibi bir hava takınarak;
-Merak edecek bir şey
yok baba. Kazanamamışım işte!.. diye cevap vermişti.
-Nasıl olur oğlum?
Ama... Sen demiştin ki...
-Evet, baba.
Kazanacağım demiştim. Demek ki kısmette yokmuş.
~Yaa! Ne yapalım
oğlum? Neyse üzülme, Allah büyüktür, înşaallah seneye kazanırsın.
Sonra babasının aklına
yeni gelmiş gibi;
-E aç zarfı da
görelim. Belki kazanmişsmdır, demişti.
Bunun üzerine Yusuf,
bu oyunu daha fazla sürdürmemiş, zarfı açıp Tıp Fakültesini kazandığını
müjdelemişti. Bu müjdeyle tarla yerinde bir bayram coşkusu yaşanmıştı. Yusuf o
gün yaşananları hatırlayınca, gayri ihtiyari gülümsedi.
Sınav sonucu eline
ulaştıktan birkaç gün sonra şehre gelmiş, arkadaşlarıyla görüşmüştü. Onlar da
kazanmışlardı; ama her birisi ayrı şehirlerdeki fakültelere yerleştirilmişlerdi.
Böylece üniversiteye başlarken yolları ayrılmış olu-yordu/"Yeni bir hayat,
yeni arkadaşlıklar ve görünüşe göre zor bir ortam... Allah doğru yoldan
saptırmasın!" dedi kendi kendine.
Fakültenin bahçesinde
turlarken gördüğü şeyler kendisini şaşırtıyordu. Kızlı, erkekli bir grubun
yanından geçerken; "Aman Allah'ım! Burası neresi? Burada nasıl yaşanılır?"
demekten kendisini alamadı. Erkeklerle kızların sarmaş dolaş olmaları, hele bu
kadar insan içinde sanki çok tabii bir şey yapıyorlarmış gibi gayet rahat
davranmaları Yusuf u çok şaşırtmış, kanını dondurmuştu. "Hayır hayır!..
Kesinlikle insanların yapacağı davranışlar değil bu" dedi. "Kızlarla
erkeklerin birbirlerine sarılıp namüsait bir vaziyette uzanmaları nasıl hoş
görülebilir ki?! Yazık, çok yazık! Acaba aileleri bu yapılanları biliyor mu?
'Okusun da faydası dokunsun' diye buralara gönderdikleri kızlarının ne halt
karıştırdığından haberdar mı aileler, babalar, erkek kardeşler?! Kim bilir,
belki de bunu peşinen kabullenmişler. Yoksa bugün, bu şartlarda kızlarını uzak
yerlere gönderip başıboş bırakmak akıl kârı mı? Hem sadece kızların mı hayâlı
olmaya, namuslu davranmaya ihtiyacı var? Erkeklerin de ihtiyacı yok mu? Bu
davranışlar tek taraflı değil ki! Mesele çift taraflı ve her iki taraf da
suçlu... Aslında suç sadece bu çocukların değil. Onların ötesinde aile, çevre,
toplum, eğitim sistemi. .. Hepsi suçlu. Belki ben de yaptıklarının hata olduğunu
söylemesem suçlarına ortak olacağım."
Bu düşüncelerle grubun
yanından geçip gitti Yusuf. Canı sıkılmış, tek başına geldiğine pişman
olmuştu. Oldukça yabancı olduğu bir ortama girmişti. Ne kızları kızlara benziyordu,
ne erkekleri erkeklere. Küpe takan, uzun saçlarını arkada kurdeleyle bağlayan
birçok erkek görmüştü, Bunun karşılığında, kızların çoğunluğu erkeklerin
giydiklerinden giymişlerdi. Yani cinsiyetler birbirine karışmıştı.
-"Bir tanıdık
görebilseydim keşke" diye temennide bulundu Yusuf. "Böyle bir yerde
insanın tek başına dolaşması iyi olmaz. En iyisi mescide gideyim. Orada tamdık
birilerini görebilirim belki. Tanıdık birileri olmasa bile, en azından 'insan
olma' vasfına haiz insanların arasında olurum. Mes-cidde olmam, burada olmamdan
kat kat iyidir."
Mescide doğru hızlı
adımlarla yol aldı Yusuf. Mescidin yerini daha önceden biliyordu. İki yıl önce
kardeşi fakülte hastanesinde yattığı için sık sık yanma gelmiş, namaz vakitlerinde
de genellikle mescide gitmişti. Bu yüzden yolunu şaşırmadan kısa sürede vardı
mescide. Namaza daha vardı. Abdestli olduğu halde yeni bir abdest almayı tercih
etti. Aldığı abdest ve şimdi bulunduğu ortam kendisini rahatlatmıştı.
Kendisini bildi bileli, her sıkıldığında veya daraldığında kendisini mescide
atardı. Mescidi bir sığınak, bir kale, bir kalkan, bir kurtuluş kapısı olarak
algılamıştı her zaman. Bugün bunu her zamankinden çok daha iyi anlıyordu. Yüce
Allah (cc)'m yeryüzünün ilk mescidi olan Mescid-i Haram'ı 'emin yer1 kılması
boşuna değildi. Yine Hz. Resu-lullah (as)'m hicretten sonraki ilk icraatının
mescid inşası olması ve mescidi İslami toplum için bir temel yapması boşuna
değildi. Ve yine mescidin asırlar boyunca garipler, kimsesizler, çaresizler
için birer sığmak olması da boşuna değildi elbette. İşte Yusuf da bu bilinç ve
idrakle atmıştı kendisini mescide. Hz. Resulullah (as)'ın sıkıntılı zamanlarda
"Bizi ferahlat ey Bilal!" diyerek insanları namaza çağırmasını
istediği gibi, o da üzerine çöken bu daralmadan tamamıyla kurtulmak için
mescide girip iki rekât mescid sünnetini kıldı. Selam verdiğinde, İlyas'ın
sıcak tebessümüyle karşılaştı. Tanıdık ve dost bir simayı görmenin sevinci ve
mutluluğuyla İlyas'a doğru gitti. İlyas'ın yanında siyah saçlı, esmer,
bıyıklı, 25 yaşlarında olduğunu gösteren biri daha vardı. Yusuf yanlarına
varmadan, onlar da ayağa kalkmışlardı. İlyas'ın yanındaki şahsın uzun boylu ve
boyuyla orantılı fiziği, ayağa kalkınca daha iyi anlaşılıyordu. Onun da yüzüne
dostane bir tebessüm yayılmıştı. Yusuf yanlarına varınca;
-Esselamu Aleyküm,
diyerek tokalaşmak için elini uzattı.
-Ve Aleykumuesselam ve
Rahmetullahi ve Berekatuh, diye karşılık verdi İlyas ve yanındaki. Dostça bir
tokalaşmanın ardından ilk konuşan İlyas oldu.
-Allah kabul etsin
Yusuf.
-Allah razı
olsun.
-Hayırdır, ne
arıyorsun buralarda?
-Kayıt için gelmiştim.
Gecikince, "Namaz kılayım da sonra devam ederim işime" diyerek buraya
geldim. Ya sen ne için geldin?
-Ben de kayıt için
gelmiştim. Diş hekimliğini kazandım. Seninki hangi bölüm?
-Tıp.
-Hayırlı olsun Yusuf.
Kadri abi de tıpta okuyor. Dördüncü sınıfta. Sahi sizi tanıştırmadım değil mi?
Kadri abi, bu Yusuf. Bizim okulda okuyordu. İyi bir arkadaştır.
-Tanıştığımıza memnun
oldum Yusuf kardeş. Bizim İlyas seni görünce beni unuttu. Az daha
tanıştırmayacak diye umudumu kesecektim.
Kadri'nin bu esprisine
hep birlikte güldüler. Konuşmaya yine Kadri başladı.
-Demek Tıbbı kazandın
ha?
-Evet abi.
-Artık meslektaş
sayılırız. Kaydını yapmadığını söylemiştin değil mi?
- ok abi; Daha
yapmadım.
-İyi, namazdan sonra
gider, işlerini birlikte yaparız.
-Sen zahmet etme abi,
ben kendi başıma yapabilirim. Sen nasıl yapıldığım söyle yeter.
-Olur mu Yusuf, ne
zahmeti! Ben de zaten onun için buradayım. Yani kayıt yapmaya gelen Müslüman
kardeşlerime yardım etmek amacıyla geldim buraya. Hem kayıt yaptırırken daha
iyi tanışmış oluruz. Sonra okulu da gezeriz birlikte. Yıllarının geçeceği bir
mekânı şimdiden tanıman iyi olur.
-Abi, belki de İlyas
için gelmişsin. Onun işi yarım kalmasın diyorum.
-Onu dert etme.
İlyas'm kayıt işi bitti. O şimdi resmen diş hekimliği öğrencisi. Sıra geldi
seni "Tıp öğrencisi" yapmaya. Öyle değil mi İlyas?
-Öyle abi. Sen Yusuf
un naz ettiğine bakma. Eminim o da tanıdık birilerini görüp işini birlikte
yapmak için can atıyordu.
-Doğrusunu söylemek
gerekirse, tam üstüne bastın İlyas. Mescide gelmeden önce bahçede biraz
turladım. Gördüklerim beni dehşete düşürdü. Kendimi yapayalnız ve savunmasız
hissettim. Belki tanıdık birisini, bir dost, bir arkadaş bulurum ümidiyle
adeta koşarak kendimi buraya attım. Sizi karşıma Allah çıkardı. Sınavı
kazanmanın sevincini sanki
yeni yaşıyorum gibi.
Kadri dostça bir
hareketle elini Yusuf un omzuna koydu.
-Namazdan sonra daha
detaylı konuşuruz, dedi. Bak işte ezan okunmaya başladı.
Aynı safta kıldılar
namazı. Namazdan sonra mescidin yanında bulunan'yeşil alanda bir ağacın
gölgesinde oturdular. Mesai daha başlamamıştı. Bir müddet suskun kalmışlardı.
Her biri ayrı bir konu üzerine tefekküre dalmıştı. Kim bilir, belki de
konuşmaya nasıl başlayacakları hususunu düşünüyorlardı.
İlyas ile Yusuf,
sınavdan sonra birkaç kez görüşmüşlerdi. Hatta bir defasında Yusuf'u arkadaşlarından
birisinin düğününe de götürmüştü. Yusuf un orada gördüğü kalaba-Iık ve düğünün
yapılış biçimi, İslamrgeleneklere uygunluğu kendisini çok etkilemiş, ruhunda
derin izler bırakmıştı. Bu yüzden İlyas ile olan arkadaşlığını ilerletmiş, onu
bir dosttan öte bir kardeş olarak görmeye başlamıştı. Buna İslam kardeşliği
ismini yakıştırmıştı kendi yanında. Bu nedenle İlyas'ı gördüğüne çok
sevinmişti. Artık İlyas'm birlikte olduğu, gezip dolaştığı arkadaşlarına daha
çok ilgi gösteriyor, aradığı tüm Özelliklerin bu insanlarda olduğunu görüyordu.
Söz konusu kişilerin gerek ahlaki, gerek imani ve gerekse İslami şahsiyet
yönünden olgunluklarını düğünde kendi gözleriyle görmüştü. Bu yüzden İlyas'm
yanında bulunan Kadri'nin de aynı özelliklere sahip olacağını tahmin etmiş ve
ona bir kardeşin ağabeyine duyduğu yakınlığı duymuştu. Şimdi ona karşı hiç
yabancılık hissetmiyor, sanki kırk yıllık tanışıklıkları varmış gibi rahat
hissediyordu kendisini. Yusuf bu
düşünceler içindeyken Kadri'nin sesiyle kendine geldi.
-Eee Yusuf kardeş,
nasıl buldun burayı?
-Korkunç buldum abi.
Ne desem, bilmiyorum ki!.. Yani böyle bir ortam beklemiyordum.
-Sen daha bir şey
görmedin Yusuf kardeş. Çok daha fazlasına şahit olacaksın. Senin gördüklerin
sadece keyif ehli olanlar... Burada çeşit çeşit insanla yani ateist, marksist,
sosyalist, faşist fikirli insanla karşılaşacaksın. Burada tek başına olmak
kolay değil Yusuf kardeş. Yalnız olanı kaparlar. Aynen kurdun kuzuyu kaptığı
gibi. Adam kapma işi daha kayıt yerinde başlıyor. Her gruptan ya da fikirden
kaşarlanmış bir-iki kişi kayıt için gelenleri gözüne kestirir, sonraki
zamanlarda acemi çaylak denen yenilerden uygun olanlarına kancayı takmak için
her yolu denerler. Bunlara bir de uyuşturucu mafyalarını eklemek lazım.
Buralarda çok şeyler dönüyor Yusuf kardeş. Herkes kendisine eleman kapma
derdinde. Bu uğurda çekişmelere, tartışmalara, hatta kavgalara şahit
olacaksın. Bu durum, daha çok bir kişiye birden çok talipli olduğu zaman
görülür; ama sıklıkla yaşanır. Tüm bunlara hazırlıklı olmak lazım!
-Desene burası adam
kapma pazarıymış, diye söylendi
İlyas.
-Öyle de denebilir
İlyas kardeş.
İlyas ile Yusuf, yeni
olmalarının verdiği çekingenlik içinde Kadri'nin anlattıklarından tedirginlik
duymuşlardı. İlyas, Yusuf a göre daha rahattı. Çünkü çok sayıda Müslüman
tanıdığı vardı üniversitenin çeşitli fakültelerinde. Yani yalnız değildi. Zor
durumunda onu koruyacak, sıkıştığında ona destek olacak ve her an yardımına
koşacak birçok arkadaşı vardı. Aralarında İslam kardeşliği ve dava arkadaşlığı
bağlarıyla kenetlenmiş kardeşleri de... Ve her biri diğeri için canını seve
seve verebilecek bir fedakârlığa sahiptiler. İşte îlyas bu yüzden Yusuf a göre
daha rahattı. Ama Yusuf Öyle değildi. Onun İlyas gibi birbirine bağlı cemaatsel
bir yapı oluşturan arkadaşları yoktu. Şimdilik İlyas'tan başka tanıdığı da...
Bu yüzden belli etmese de yüz hatlarından tedirgin olduğu fark ediliyordu.
Söylenenlerden dolayı düşünceye dalmış, elindeki kuru dal parçasıyla, bağdaş
kurarak oturduğu yerde önündeki toprağa bir şeyler çiziktiriyordu. Bu hali
birkaç dakika sürdü. Sonra başını kaldırıp Kadri'ye bakarak;
-İşimiz zor desene
Kadri Abi, dedi sukut-u hayale uğ-ramış bir ruhun yansıttığı ses tonuyla.
Kadri, sevecen ve
sıcak bir gülümsemeyle Yusufun omzundan tutup dostça sarstı.
-Biz ne güne duruyoruz
Yusuf kardeş? Bugün biz Müslüman şahsiyetli insanlar olarak birbirimize destek
olmaz, sahiplenmezsek ne diye yaşıyoruz bu dünyada?
-Alİah razı olsun
Kadri Abi.
-Haydi, şimdi kalkalım
da ayaküstü bir şeyler atıştıralım. Kayıt hengâmesinde yemek için zamanımız
olmaz. Ben şimdiden acıktım.
Hep birlikte kalkıp
kafeteryaya gittiler. Hafif bir şeyler yiyerek açlıklarını bastırdılar. Her ne
kadar hesabı ödeme konusunda aralarında tartışma olduysa da Kadri;
-Durun arkadaşlar, sakin
olun. Burada hesabı ödemek birkaç sebepten dolayı benim hakkım. Birincisi; ben
ev sahibiyim, sizler de benim misafirimsiniz. İkincisi; ben büyüğüm, sizler
yaşça benden küçüksünüz. Üçüncüsü de; ben burs alıyorum, siz ise daha burs için
başvuru bile yapmadınız, diyerek meseleyi çözmüş ve hesaplan ödemişti. Yemekten
sonra Yusuf un kayıt işlemlerine başladılar.
Kayıt işlemlerini
yaparken bir yandan Yusuf un neler yapacağını söyleyerek yardımcı oluyor, diğer
yandan da kayıt salonu içinde turlayan ve kayıt yapanları adeta göz hapsine
alan kişileri tanıtıyordu.
-İşte orada,
pencerenin yanında duran kıvırcık saçlı, kirli pasaklı gibi duran adamı görüyor
musun? -Evet.
-İşte o şahıs, mürted
örgütün azılı adamlarından biri. Ağzı iyi laf yapar, devrimci geçinir ve adam
kazanmak için bıkıp usanmadan çalışır. Ama pratikte devrimci söylemlerinin
zıddına hareket eder. Zaten söylediklerinin çoğunu kendisinin de anladığı
söylenemez. Ama laf üretme konusundaki yeteneğini teslim etmek lazım.
-Hiç kendisiyle
konuştun mu ki hakkında bu kadar bilgiye sahipsin? diye safça sordu Yusuf.
-Aslında kendisiyle
konuşmama gerek yok. Bu tiplerin hepsi öyle... Laftan başka bir şey bildikleri
yoktur. Çok şey konuşup birçok kavramı birbirine karıştırdıkları için muhatapları
bir şey bildiklerini zannedip büyülerine kapılır. İlgilendikleri veya
kazandıkları kişileri böylece etkiledikten sonra asalak gibi sırtlarından
geçinirler.
Sorunun cevabına
gelince; evet bizzat onunla konuştum. Bana da dilbazhk yapmaya çalıştı; ama
ona pabuç bırakmadım. Kullandığı kavramları yanlış yerlerde kullandığını,
doğrusunun nasıl olması gerektiğini söyledikten sonra, sonuçta da söz konusu
kavramları İslam'ın bakış açısıyla değerlendirip yanlışlığını, eksiklerini
ortaya koydum. Etrafımızda başka insanlar.da olduğu için foyasının açığa çıkmasından
korktu ve tartışmaya kendisi son verip gitti.
-Sen de az değirmişsin
ha Kadri Abi! İlyas'dı bunu diyen, Yusuf ise hayranlıkla dinliyordu onu.
İlyas'ın iltifatına nasihat ederek cevap verdi Kadri:
-Bizler Müslüman
olarak Yüce İslam dinini çok iyi anlamalı, idrak edip yaşamalıyız. Bunun için
çok okumak lazım. Kendi davasını tam kavrayamayan bir insan, diğer fikirlerin
tacizlerine her zaman açık olur. Bizim ilk zamanlarımızda fikri münakaşalar,
tartışmalar çok sık olurdu. Bu yüzden karşıt fikirlerin de ne anlattığını
anlamak için onların kitaplarını okumak zorunda kaldık. Yüce Allah (cc)'ın
kitabını, Hz. Resulullah (as)'ın sünnetini iyi idrak edip onların çer-çöp
mesabesinde olan boş iddialarının da ne olduğunu anlayınca, tartışmaların
hemen hepsinden galip geldik. Bu tartışmaların sonucunda çok insan bize
sempati duymaya başladı. Şimdilik öylesi tartışmalar pek yok. Artık iş fikri
tartışmalardan fiili sürtüşmeler zeminine inmiş. Ama siz de aynı şekilde okumalı
ve okuduklarınızla amel etmelisiniz. Zamanımız, imanı muhafaza etmenin zorlaştığı,
şeytan ve dostlarının tüm hile, vesvese ve silahlarıyla iman kalesine
saldırdığı bir zamandır, İman hakikatlerini ve imana yönelik tehlike ve
tehditleri iyi bilmek lazımdır. Bunu anlamanın ve idrak etmenin en güzel yolu
da Risale-i Nur Külliyatını okumaktır. Evet, asrımızın yetiştirdiği en büyük
Tevhid Kahramanı olan, ilmiyle amil Üstadımız Bezaman Said Nursi'nin eserleri
olan Risale-i Nur Külliya-bu hasta asrımızın en iyi ilacıdır. Bu ilacı bolca
kullanmak, yani dikkatli okuyup üzerinde mütalaa etmek lazımdır.
İlyas ile Yusuf,
Kadri'nin anlattıklarını can kulağı ile dinliyorlardı. Kendilerinden yaşça
büyük ve İslami geçmişi sebebiyle tecrübeli olması, onun anlattıklarını ilginç
kılıyordu. Bu arada kayıt işlemlerinin de sonuna gelmişlerdi. Yusuf son
belgeyi de doldurup imzasını attıktan sonra kayıt yerinde işleri sona ermişti.
Yusuf, rahatlamış olarak, üzerindeki bir yükten kurtulmanın verdiği
mutlulukla, kendisine minnet duygulan beslediği Kadri'ye içtenlikle teşekkür
etti.
-Allah razı olsun
Kadri Abi. Sen olmasaydın, tek başıma bunun altından zor kalkardım. Ne de olsa
acemiyim. İnsanın yanında tecrübeli birisinin olması çok güzelmiş. İşimizi
yağdan kıl çeker gibi hallettik.
-Allah cümlemizden
razı olsun Yusuf. Teşekkür etmene gerek yok. Mademki biz kardeşiz, o halde her
durumda birbirimize yardımcı olmak zorundayız. Kardeşin kardeş üzerindeki
haklarından birisi de budur. Yüce Allah (cc); "Mü'minler ancak kardeştir"
diye buyurmuşken, bundan başka bir yol takıp etmemiz düşünülemez elbette.
-Haklısın Kadri Abi.
Son sözlerini
mahcubiyet içinde söylemişti Yusuf. Bu gün yaşadığı şeyler, Kadri'nin şahsında
gördükleri, onun dilinden dökülen sözler, ona büyük bir hayranlık, sevgi ve
saygı duymasına neden olmuştu. Onunla birlikteyken kendisini güven içinde
hissediyordu. Tüm bunlar, ruhunda bir dalgalanmanın oluşmasına sebep oldu.
Artık bir karar vermesi gerektiğine inanıyordu. "Böylesine insanları bir
araya getiren bökesine bir birliktelikten daha fazla uzak kata vahyim diye
geçirdi içjnden , Kadri her ikisine de
geziyorhangi binada hangi fakültenin gösteriyor, bu konuda bilgi veriyordu.
Fakat bu anlatıları anladığl ya da Kadri
onun konuşmalara iştirak emdiğini, dafp 2 tıgmı fark etmekte gecikmemişti.
-Yusuf kardeş! diye
seslendi
-Hm?
bir şekilde onun bu dalgınl.ğma taküdi
-Ne o Yusuf kardeş,
daldm gittin bakıyorum. Dikkat et yüzme bilmiyorsan fazla derinlere dalma
-Bir şey düşünüyordum
Kadri Abi
-Bizimle paylaşmak
ister misin, yoksa şimdilik kendine mı saklamak istiyorsun?
-Şey abi, doğrusunu
istersen nereden başlayacağa bilemiyorum. Bir ara Allah kısmet ederse
İnşaallah.
-Inşaallah Yusuf kardeş. Ha bu arada kalacak
yerin var
-O zaman senin yurt
işini de halletmek laz:m.
-O da şimdi mi
yapılıyor?
-Evet. Haydi, geç
kalmadan gidelim.
Hep birlikte öğrenci
yurduna doğru ilerlediler. Yurt, kampusun içinde, yeşillikler arasında, dört
katlı büyük bir binaydı. Yurdun manzarası hoşu.ıa gitmişti Yusuf un. Ama
tanımadığı kişilerle kalma ihtimali de vardı. Bu ihtimal onu
endişelendiriyordu. Bu endişesini Kadri'ye açtı.
-Yurt nasıl bir yer
Kadri Abi?
-Kalacağın kişilere
bağlı. İyi insanlarla kalırsan iyi, kötü insanlarla kalırsan kötü olur.
-Kalacağın yeri ve
kişileri seçme özgürlüğü var mı?
-Bu fırsatın olur
inşaaîlah.
-Peki, yanında
kalabileceğim temiz insanları nereden bulacağım?
-Sen onu dert etme.
Kafana göre kişilerle kalır, Müslümanlığın icaplarını yerine getirirsin
İnşaaîlah. Yurtta kalan çok arkadaş var, onlar sana bir yer ayarlarlar.
-Şimdi rahatladım işte
Kadri Abi. Allah razı olsun.
-Allah cümlemizden
razı olsun Yusuf kardeş. Kardeşlik böyle günler içindir. Sahi senin bu akşam
kalacak yerin var mı, işimizi bitirinceye kadar akşam olacak.
Kadri'nin bu sorusuna
İlyas cevap verdi.
-Kalacağı yeri var
Kadri Abi. Bu akşam benim misafirim. Oturur bir güzel muhabbet ederiz bu gece.
-Çok iyi! Haydi, şimdi
işimizi bitirelim.
- Ben burada ineceğim
Ali Amca.
- Tamam oğlum,
duruyorum. Babana selamımı iletmeyi unutma.
- Aleykumusselam Ali
Amca, başmı^gözüm üstüne. İletirim inşaaîlah.
Vakit ikindiden
sonraydı. Köy minibüsünden inen Yusuf, kayıt işlemlerini bitirmiş olmanın
rahatlığıyla evine doğru yol aldı. Koy kahvehanesi yolu üzerindeydi. Yusuf,
köylülerin okuyan kişilere olan saygısını bildiğinden, ihtiyarlar tarafından
abartılı bir saygıya muhatap olmamak için kimsenin kendisini görmemesini
diliyordu. Ama bu dileği gerçekleşmeyecekti. Çünkü bu saat, ihtiyar kesimin
kahvehane önünde oturup sohbet ettikleri bir saatti. Nitekim öyle de oldu.
Yusuf daha uzakta iken iki ayrı grup halinde en az beş-altı kişinin oturduğunu
gördü. İçinden: "İnşaaîlah beni yanlarına çağırmazlar" diye bir
temennide bulundu. Bu temenniyle kahvehanenin önüne geldiğinde selam verip
geçti. Önce sadece selamını almakla yetindi yaşlılar. Sonra
kendi aralarında konuştular.
-Bu genç de kimdi
Veli? Benim gözlerim iyi seçmiyor.
-İbrahim'in Yusuf uydu
Hüseyin Dayı.
Başında beyaz namaz
takkesi bulunan Sabri Amca girdi araya.
-Doktor olacakmış,
diyorlar. Doğru mu?
-He ya, doğru!
Hüseyin Dayı:
-Veli, senin sesin
gürdür. Hele fazla uzaklaşmadan çağır da yanımıza gelsin, bir çayımızı içsin.
Yusuf un korktuğu
başına gelmiş, çağrıldığı yere gelince, dedesi yaşındaki insanlar ona hürmet
edip saygı göstererek yer göstermişlerdi. Yusuf, utana sıkıla yanlarına oturmuştu.
Zaten mizacından gelen bir utangaçlığı vardı. Bir de buna şimdiki durum
eklenince yüzü kızarmış, alnı boncuk boncuk terlemişti. İlk konuşan Hüseyin
Dayı oldu.
-Doktor mu olacaksın
evladım?
-Evet dayı. Allah
kısmet ederse, inşaallah.
-Bizi gururlandırdın
evladım. Köyden kolay kolay adam çıkmıyor. Hepimiz cahil insanlarız.
Çocuklarımızı okutmak yerine, bir an önce hayvanlara baksın, tarla işlerini
yapsın deyip acele ediyoruz.
-Doğru söyledin, dedi
Sabri Amca. İbrahim'in kafası bizimkinden daha fazla çalışıyormuş demek ki.
Yusuf u şehre gönderdiğinde 'Parmak kadar çocuğu tek başına nasıl gönderdin,
okuyup da ne olacak?' deyip kızmıştık ona. Ama şimdi onun haklı, bizim ise
haksız olduğumuz nasıl da çıktı ortaya! Helal olsun babana Yusuf. dur
Sabri Amca son
sözlerini söylerken elini Yusuf un sırtına vurmuştu.
-Hakikaten de öyle,
dedi Veli. İbrahim bizim en akıllımız çıktı.
-Eee evladım, işlerini
bitirdin mi, hayırlısıyla ne zaman dönüyorsun? diye sordu Hüseyin Dayı.
-Kaydımı yaptım
Hüseyin Dayı. Dersler önümüzdeki hafta başlayacak. Ben de birkaç gün içinde
geri döneceğim. Kitap, defter vb. ihtiyaçlarımı karşılayacağım.
-Kalacak yerin var mı
peki?
-Yurtta kalacağım.
Onun için de kaydımı yaptırdım,
-Çok iyi evladım, çok
iyi. Allah seni muvaffak eder İnşaallah. Sen bizim yüz akımızsın. Ne ihtiyacın
varsa, çekinmeden söyleyebilirsin.
-Allah razı olsun
Hüseyin Dayı. Şimdilik bir ihtiyacım yok. Yurtta kalacağım için pek fazla
giderim olmaz herhalde. Diğer ihtiyaçlar içinse, Allah Kerim'dir dayı.
-Amenna... Amenna! Bak
evladım, sana bir tavsiyede bulunacağım. Aman bunu aklından çıkarma. Ne olursa
olsun, hiçbir zaman dinini, imanını, İslami kimliğini unutma! Senin aslın
budur. Aslını unutan, insanlığını da unutur. Ben, senden böyle bir şey
beklemiyorum; ama dünya hali evladım. Şu yaşlı gözlerim nelere şahit olmadı
ki?! Bizim rahmetli Abbas'm oğlu Metin'i hatırlarsınız. Babası, onu okutmak
için evini şehre götürdü. Sonunda bin bir zahmet, zorluk ve sıkıntıyla
okuttuğu Metin öğretmen oldu. Çok geçmeden kendisi gibi bir öğretmenle
evlendi. Tabi Metin zavallı babasını, kardeşlerini, ailesini tamamıyla unutup
onları sormaz oldu. Bir gün zavallı babasının yolu, oğlunun bulunduğu şehre
düşmüş. 'Oğlumdur, beni evine alır, eşek değil ya bu!' diyerek evine gitmiş.
Oğlu onu kovmamış; ama gördüğü muamele ve ahlaksızlık, hele misafirliğine gelen
arkadaşları ve eşleriyle olan ilişki ve konuşmaları ona çok ağır gelmiş.
Dayanamayıp içi kan ağlayarak evi terk edip gitmiş. Zavallı Abbas, bu üzüntüyle
günden güne eridi ve çok geçmeden Hakk'm rahmetine kavuştu. Dediklerine göre
Metin, hâşâ 'Alİah yokf diyormuş. 'İnsan öldükten sonra toprak olup gidecek.
Her şey bu dünyayla sınırlı, ahiret denen bir şey yok.' diyormuş. Bunları
diyen birinin İslam'la alakası kalmış olabilir mi ağalar? Tövbe tövbe! Bu
sözler insanı dinden çıkarır, Allah'ın azabına müstahak kılar. İşte evladım...
Bu meseleyi sana anlatmamın sebebi, ne olursa olsun doğru yoldan sapmaman
içindir. Daima kendinden düşük olanları düşün. Alçak gönüllü ol ki, Allah da
sana yardımcı olup işlerini rast getirsin. Tamam mı evladım?
-Anladım Hüseyin Dayı.
Siz yeter ki dualarınızı esirgemeyin. Inşaalîah dediklerinizi unutmayacağım.
Yusuf, çayını
bitirmişti. İzin alıp evine gitmek üzere kalktı. Yusuf gittikten sonra da
ihtiyarlar kendi aralarında onun edep, haya ve saygısı üzerine bir müddet
konuştular.
Akşam yemeğinden sonra
neşeli bir hava hâkimdi Yusuf lann evine. Annesi, çok sevdiği oğluna bakıp
bakıp iç çekiyor, içten içe başarısı ve doğru yoldan ayrılmaması için dua
ediyordu. Kardeşleri, Yusuf un etrafında pervane gibiydiler, imam Hatip
Lisesi'ne gittiğinden beri tatil dönüşlerinde kardeşlerine Kufan-ı Kerim
dersleri veriyor, okulda öğrendiklerini onların anlayacağı şekliyle anlatıyor,
haram ve helali öğretiyordu. O, kardeşlerine gösterdiği bu sevgi ve yakınlık
sebebiyle zaten .onların nezdinde müstesna bir yere sahip olmuştu. Yusuf ün
eve gelişi, kardeşleri için ayrı bir mutluluk kaynağıydı. Bu mutluluk şimdi
daha bir katlanmıştı. Yusuf a büyük bir hayranlıkla bakıyorlar, tavır ve
davranışlarında belli ki onu örnek alıyorlardı. Babası ise Yusuf un artık
büyüdüğünü, büyük adam olmak için yola çıktığını görmekten gayet memnundu.
Oğluyla övünüyor, ona baktıkça gururlanıyordu. Büyük kardeşleri yoktu evde.
Çünkü onlar evlenip ayrılmışlardı. Ama onlar da diğer günler için kardeşlerini
yemeğe çağırmışlardı. Yusuf un ablası ise başka köye gelin gitmişti. Ona, izin
alıp birkaç günlüğüne baba evine gelmesi için haber göndermişlerdi. Yusuf, ablasını
çok seviyordu. Çünkü ablası tesettüre önem veriyor, İslam'ın emrettiklerini
hakkıyla yerine getirmeye çalışıyordu. Yusuf tan birkaç yaş büyük olmasına
rağmen, kardeşinin sözlerini dinliyor, nasihatlerine uyuyordu. Daha evlenmeden
önce ibadetlerine verdiği önem ve gösterdiği hassasiyet, onun saliha bir kadın
olacağını gösteriyordu. Evlendikten sonra da bu durumunu devam ettirmiş, mutlu
bir yuvanın temelini atmıştı. Böyle bir ablası olduğu için çok seviniyordu
Yusuf ve şimdiki sevinç ve mutluluğunu onunla da paylaşmak istiyordu.
Ailesinin kendisine
gösterdiği aşırı ilgi, bazen kendisini rahatsız etmiyor değildi. O, her şeyin
eskisi gibi doğal kalmasını, kendisine karşı tavırlarında bir değişimin olmamasını
istiyordu; ama bunun mümkün olmadığını da biliyordu. Bütün bu ilgi ve alakaya
rağmen o, mütevazılığm-dan taviz vermiyordu. Ona göre hayatında değişen hiçbir
şey olmamıştı. Bir ay, bir yıl önceki Yusuf ne ise, şimdi de, bir yıl sonra da
ve Alİah izin verirse hayatının sonuna kadar yine o olacaktı. Hayatında
olgunlaşma, kişiliğinde kemale doğru gidiş olacaktı elbette; ama mütevazılık ve
alçak gönüllülüğü artacak, eksilmeyecekti. Bu, onun kendi kendine verdiği bir
sözdü.
Evin içindeki neşe ve
mutluluk ortamı, çay içerken de devam ediyordu. Yusuf un babası İbrahim, odanın
başköşesine serili yün döşeğin ortasına oturmuş, sağma Yusuf u, soluna da
küçük oğlu Kasım'ı almıştı. İbrahim Efendi'nin yaşı elliye daha ulaşmamıştı;
ama saçlarındakî kırlık hiç de azımsanmayacak kadar çoğalmıştı. Uzun boylu,
yapılı biriydi. Kolları kalın, çelik gibi sertti. Elleri, çalışmaktan nasırlaşmıştı.
Beyaz tenliydi; ama güneşin yaktığı yüzü, bunu pek göstermiyordu. Yüzü geniş ve
sağlıklı görünüyordu. Yüzüne göre oturaklı burnu vardı. Gür bıyıkları, konuşurken
tebessüm ediyor izlenimi veriyordu, G,ür ve kalkık kaşlarının altındaki iri
siyah gözleri bu akşam her zamankinden daha canlı ve parlak görünüyorlardı.
İbrahim Efendi, ikinci çayına attığı şekeri karıştırırken hanımına hitaben:
-Yusuf un yorganını hazırladın mı? dedi.
-Yorgan, yastık, her
bişeyini hazırladım.
-Aman hanım, bir eksik
bırakma. Hem yiyeceklerden de pekmez, peynir, yağ vs. gibi Yusuf un sevdiği
şeylerden hazırla. Fazla olsun da az olmasın hanım. Yusuf um merttir, tek
başına yemez.
Sözün burasında Yusuf
girdi araya.
-Buna gerek yok baba.
-Nasıl gerek olmaz
oğlum? Yurt dediğin de askeriye gibi bir yerdir. Nohut, mercimek ve patatesten
başka bir şey vermezler.
Annesi de onun bu
sözüne üzülmüştü.
-Ne diyorsun yavrum?
Biz burada yeriz de sen aç mı kalacaksın? Bak baban ne diyor, bizim
boğazımızdan nasıl geçer?
Yusuf, sözlerine
açıklık getirme zorunda hissetti kendisini.
-Ben 'gerek yok'
derken, götürmeyeceğim, demedim ki... Ben anacığımın peynirini, pekmezini
yemezsem nasıl yaşarım? Fakat şimdilik götürmeyeceğim. Çünkü daha ace-miyim.
Hangi odada, kimlerle kalacağım bile belli değil, Hem yurda yiyecek maddeleri
almıyor mu, alınmıyor mu, bunu da bilmiyorum. Uzak bir şehre gitmiyorum ki,
yine aynı yerdeyim. Canım sıkıldığı gibi yanınızdayım. Yorgan ile yastık da
şimdilik kalsın. Havalar soğumaya başlayınca, gelip alırım. Tabi eğer yurtta,
dışarıdan yastık, yorgan vb. şeylerin getirilmesine izin veriliyorsa... Hani her
yerin bir kuralı vardır. Ben şimdilik bunları bilmediğim için alınıp
alınmadığını bilmiyorum.
-Doğru düşünüyorsun
oğlum. O zaman anlaştık, dedi babası. Ben de zannetmiştim ki, evden bir şey
götürmek istemiyorsun.
-Öyle şey olur mu
babacığım? Her daima sizin desteğinize, sevginize, özellikle de dualarınıza
ihtiyacım olacak.
Mü'minin mü'mine,
misafirin ev sahibine ve ana-babaların çocuklarına yaptıkları duaların Alİah
tarafından reddolun-madığmı biliyorsunuz değil mi? Çünkü Resulullah (sav)
Tirmizi'de geçen bir Hadis-i Şeriflerinde; "(Allah'ın kabul ettiği) üç
müstecab dua vardır, bunların icabete mazhariyetleri hususunda hiç bir şekk
yoktur: Mazlumun duası, misafirin duası, babanın evladına duası!"
Özellikle anacığım, senin seher vakitlerinde yaptığın o uzun dualarında bana
sürekli yer ayırmanı istiyorum.
-Seni hiç unuttuğum
yok ki, oğlum... Seni o küçük yaşında yatılıya gönderdiğimizde nasıl
gözyaşları döktüm, nasıl ağladım bilemezsin. Günlerce boğazımda bir yumruk
varmış gibi yediğim-içtiğim boğazımda kalıyordu. Ne zaman sevdiğin bir yemek
yapsam, başında doyasıya ağlar, 'acaba yavrum ne yiyecek bu akşam, aç mı, tok
mu, önüne gelen yemeği beğendi mi?' diye düşünerek ben de yiyemezdim. Ana
yüreği bu evladım... Bir ananın ciğerparesinden ayrılması kolay olmuyor. Ama
Allah'ıma kurban olayım, işte bizi bu günlere getirdi. Ya Rabbim, sana
şükürler olsun ki, bana bu günleri gösterdin, bize bu mutluluğu yaşattın.
Annesi susunca, babası
araya girdi.
-Bak Yusuf. Allah'a
hamd olsun ki sen iyi yetiştin. Terbiyeli, edepli, saygılısın. Doğrusu şehre
gidip de bozulmadan gelenlerin sayısı çok az. Bu yüzden bütün köylülerin sana
karşı sevgi ve saygıları var. Çocuklarına seni örnek gösteriyorlar. Allah
yolunda olduğun, namazını terk etmediğin, diğer ibadetlerine devam ettiğin
sürece, bu devam edecek. Köylülerin ahlakını bilirsin. Bir insanı kolay kolay
sevip yüceltmezler, ama yücelttikleri birisini, en küçük bir hatasında çok
kolay alçaltıp kötü sıfatlarla dedikodu malzemesi yaparlar. Artık o kişi
zemzem suyuyla da yıkansa, bir daha kendisini beğendiremez.
Biliyorsun ki benim
kardeşlerim olmadı oğlum. Ben tek başıma yetiştim. Allah'ın ecel takdiri anamla
babama erken yetişti. Ben daha ^beş yaşlarında iken önce babam, ondan birkaç ay
sonra da anam Hakk'ın rahmetine kavuştular. Şimdi onları hatırlamıyorum bile.
Rahmetli babam Seyit Ali çok dindar biriymiş; helali-haramı iyi biliyormuş
diyorlar. Başkasının hakkı üzerine geçmesin, çoluk çocuğunun boğazından haram
lokma geçmesin diye çok dikkat ediyormuş. Yanında kaldığım rahmetli amcam da
böyleydi. Bu ahlakı bana da aşıladı. Allah'a hamd olsun, şimdiye kadar bilerek
evime haram olacak bir çöp dahi almadım. Çocuklarım helal yesin, boğazlarından
haram geçmesin diye çok dikkat ettim. Malımın içine bilmeden bir şeyler girmiş
olabilir şüphesinden kurtulmak için zekâtımı fazlasıyla verip bol bol sadaka
dağıtıyorum. Çünkü Peygamber Efendimiz (sav) "Malınızı zekâtla
temizleyin" demiştir. Ben de zekâtımı bu inançla veriyorum. Bunun
karşılığını Yüce Allah (cc) bana fazlasıyla verdi. Babamın tek evladı olarak
küçük yaşta ye-tim-öksüz kaldığım halde bana evlatlar verdi. Malımı günden
güne çoğalttı. Allah'a hamd olsun, köyde durumu iyi olan birkaç kişiden
biriyim. Rahmetli amcamın vefat ederken bana söylediklerini şimdi ben de sana söylüyorum:
Eğer sen harama el uzatır, içki içer, ya da başkasının namusuna yan gözle
bakarsan, ahirette iki elim yakanda olacak.
Sana babalık hakkımı
helal etmem, ona göre. Ben böyle bir şey yapmayacağını biliyorum. Daha lisede
iken arkadaşlarınla birlikte Kur'an-ı Kerim'e olan bağlılığınız, ibadetlerinize
düşkünlüğünüz ve İslam'ın esaslarına uyma konusundaki gayretiniz takdire
değer; ama dünya bu. Sen daha gençsin, şeytan asla boş durmuyor. İnsana en
zayıf yerinden yaklaşır. Yüce Allah (cc) Bakara Suresi 208. ayet-i kerimede
"... Şeytana ayak uydurmayın, o sizin apaçık düşmanmız-dır" dernek
suretiyle bizleri şeytana karşı uyarmıştır. Bu yüzden dikkatli olmalısın. Her
şeye rağmen ben sana güveniyorum oğlum.
-Merak etme baba!
Allah'ın izniyle senin nasihatlerine uyacağım. Allah'ın haram kıldığı şeylere,
nefis ve şeytanın telkinatına karşı içimde nefretten başka bir his taşımıyorum.
Nas Suresi'nde; "De ki: İnsanlardan ve cinlerden ve insanların
gönüllerine vesvese veren o sinsi vesvesecinin şerrinden, insanların İlahı,
insanların Hükümranı ve insanların Rabbi olan Allah'a sığınırım" şeklinde
buyurulduğu gibi, şeytan ve vesveselerinden sürekli Yüce Allah (cc)'a sığınıyorum.
İnşaallah hayatım boyu hep öyle devam edeceğim. Ama buna rağmen insan kendisine
güvenmemeli. Senin de dediğin gibi şeytan her an pusuda bekliyor. Benim
anladığım şey şudur baba: Bu zamanda arkadaş çevresi çok önemli. İyi yolda
devam etmenin de, kötü yola sapmanın da tek müsebbibi arkadaş çevresidir.
Eskiler boşuna 'Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim' ya da
'Çürük elma yanındakini de bozar1 dememişler. Resulullah (sav) da: "Kişi
dostunun dini üzerinedir, öyle ise her biriniz, dost edindiği kimselere dikkat
etsin" diyerek arkadaş seçiminde hangi kıstasa dikkat edeceğimize bir
Ölçü getirmiştir. Allah'a hamd olsun ki, şimdiye kadar edindiğim arkadaşların
hepsi iyi kimselerdi. Arkadaşlarımın hepsi namazında, niyazında, helal ve
haramı bilen insanlardı. İnşaailah bundan sonra da böyle olacak. Ilyas'm
arkadaşları eski arkadaşlarımdan, senin de gördüğün ve az evvel övgüyle
bahsettiğin arkadaşlarımdan çok daha iyiler. Kufan'a ve İslam'a bağlılıkları,
Allah'ın emrettiklerini yapmadaki tavizsizlikleri, nehyettiklerinden de uzak
durmadaki aşın hassasiyetleri, eski arkadaşlarımdan çok daha fazla. Onları bir
görsen baba... Aynı okulda
olduğumuz halde, şimdiye kadar onunla nasıl samimiyet kurmadım, ben de
anlamıyorum. Kadri Abiyi size anlattım zaten. Yüzünden nur akıyordu. Bu zamanda
sahabeleri Örnek edinen bin ancak bu kadar olur baba. Kadri Abi yurtta da işimi
ayarlayıp beni arkadaşlarının araşma almaya çalışacak. Daha ne isteyebilirim
ki, öyle değil mi baba?
-Öyle oğlum, öyle...
Sen bu işi iyi anlamış, yolunu iyi seçmişsin. Benim gibi' cahillerin
nasihatlerine ihtiyacın kalmamış.
-Öyle deme baba. Benim
her zaman senin nasihatlerine ihtiyacım var. Senden olmasa, ben bu yolu kendi
başıma nasıl seçerdim? Daha küçükken beni camiye göndermeseydin. İmam Hatip
Lisesi yerine başka bir okula gönderseydin, böyle olabilir miydim? İnsan
küçükken ne ise, büyükken de odur. 'Ağaç yaşken eğilir' demişler. Bunun için
sana hep minnettar kalacağım baba.
-Benim görevim bu
oğlum. Her babanın çocuklarına Allah'ı tanıtması, namazı emretmesi, helal ve
haramı öğretmesi görevidir. Peygamber Efendimiz (sav), Kütüb-ü Sit-te'de geçen
bir hadislerinde: "Çocuğun babası üzerindeki haklarından biri de
terbiyesini güzel yapmasıdır" şeklinde biz babalara yol göstermiş ve bizi
çocuğumuzun terbiyesiyle vazifeli kılmıştır. Sen de aynı şekilde bunları
çpluk-çocu-ğuna öğretmekle vazifelisin. Şu üç günlük dünyada tek sermayemiz,
dünyada yaptığımız iyilikler olacak. Bunu sakın aklından çıkarma.
-Çıkarmam baba.
Yusuf un kardeşi
Kasım, yapılan bu ciddi konuşmalardan sıkılmıştı. Onun da abisine söylemek
istedikleri vardı. Küçük bir sessizliğin olmasını fırsat bilerek araya girdi.
-Yusuf abi, ne zaman
doktor olacaksın?
-Allah izin verir de
bir kaza bela olmazsa, altı yol sonra.
-Üff! Daha çok var.
-Sayınca insana çok
geliyor, ama başlayınca bir de bakıyorsun ki bitmiş.
-Ben de senin gibi
doktor olacağım Yusuf abi.
-İnşaallah kardeşim!
Peki, niye doktor? Mesela mühendis, avukat ya da ne bileyim öğretmen olmak
istemiyorsun?
-Yok. Ben de senin
gibi olmak istiyorum.
-Tamam canım. Sen
bilirsin. İnşaallah olursun.
-İnşaallah.
-Peki, benim gibi
yatılı okuyabilecek misin, buna hazır mısın?
-Evet abi, hazırım.
-Babam ne diyor bu
işe?
Sorunun asıl muhatabı
babasıydı. İki kardeşin kendi aralarındaki tatlı sohbetlerine iştirak etti.
-Daha bunu düşünmek
için bir senemiz var. Doğrusu Ka-sım'ı göndermeye içim pek el vermiyor; ama ne
bileyim. Çocuklarımın en küçüğü Kasım. Evlenenler yuvadan uçup gittiler. Sen
daha çocukken ayrıldın. Kala kala elimde Hatice, Fatma bir de Kasım kalmış.
Hatice ile Fatma da çok geçmeden evlenip gidecekler. O zaman ananla ben tek
başımıza ne yaparız? Elimize bir tas su verecek kimsemiz olmayacak.
Yusuf un kız
kardeşleri babalarının sözlerinden dolayı utanmış, başlarını öne eğmişlerdi.
Babası söylediklerinde haklıydı. Buna rağmen Kasım'ı okutmamak olmazdı. Kısa
bir sessizlikten sonra;
-Peki Kasım, derslerin
nasıl? diye sordu Yusuf.
-Hepsi pekiyi abi.
Şimdiye kadar karnemde pekiyiden başka notum olmadı. Okulun en çalışkanıyım.
-Aferin benim
kardeşime! Peki, Kur'an-ı Kerim'i ne yaptın bakalım?
-Yarısından biraz
ilerdeyim abi.
-Hangi cüzde?
-16. cüzü biraz
geçmişim.
-Peki, bu arada tecvid
kaidelerini de tam olarak öğrenmiş misin?
-Daha tam değil; ama
ders alanların içinde tecvidi ve okuması en iyi olan benim. Dersimi her
okuduğumda hocam bana 'Aferin, çok güzel' diyor.
-Güzel. Bunun için de
sana koca bir aferin. Sen camiye düzenli git, hocanın dediklerini yap, ben de
okul için babamı ikna etmeye çalışırım. Tamam mı?
-Tamam abi.
Sözün burasında yine
babası girdi araya.
-Dur oğlum, şimdiden
söz verme. Bunun için daha bir senemiz var. Hem bunun için pek istekli değilim.
Kasım da giderse, ananla ben yalnız kalırız. Hem Kasım daha küçük, tek başına
ne yapar?
-Merak etme baba.
Allah büyüktür. Yalnızlıktan korkun olmasın, bir sürü torunun var, onlardan
birilerini yanma alırsın. Kasım için de endişelenme. Ben ne yaptıysam, o da onu
yapacak. Ayrıca ben de şehirdeyim. Sıkıldıkça onun yanına giderim.
-Hele bir ilkokulu
bitirsin de sonrasına Allah kerim oğlum. Zaten okutmamaya benim de gönlüm razı
değil.
-Tamam, Kasım. Bak
oldu bu iş.
Kasım'm sevincine
diyecek yoktu. Yusuf ile babası, bir müddet onun sevincine iştirak ettiler.
Sonra babasının aklına yeni gelmiş gibi
-Ha oğlum, az daha
unutuyordum. Köyün imamı Said Hoca seni soruyordu. "Yarın bana mutlaka
uğrasın." diyordu. Sana emeği çok geçmiş onun. Unutma da, yarın yanma
git, olur mu?
-Olur baba. Zaten o
çağırtmasa da kendim gidecektim yanma. Onun dualarını almadan köyden ayrılıp
gidemezdim. Said hocamı çok sevdiğimi biliyorsun. Çok iyi, çok mübarek bir
insandır o. Onun nasihatleri her zaman önümü aydınlattı. Şimdi de onun
nasihatlerine ihtiyacım olacak. -Doğru diyorsun oğlum.
Ertesi gün öğle
namazından çok önce Said Hoca'nm evinin yolunu tuttu Yusuf. Küçüklüğünden beri
ona derin bir sevgi ve saygısı vardı. Kur'an-i Kerim'i onun yanında öğrenmiş,
ilk dini bilgileri onun dilinden öğrenmişti. Ders anlatımı ve üslubu o kadar
güzel ve tatlıydı ki Yusuf ile birlikte derse gelen çocuklar ondan
aynlamıyorlardı. Buna rağmen disiplinliydi. Nerede mükâfat, nerede ceza vereceğini
çok iyi biliyor, ceza verdiklerini incitmiyor, hem onu, hem de diğerlerini
eğitiyordu. Yusuf un İmam Hatip okumasında da yine onun payı vardı. Çünkü
babası onu okutmaya karar verdiğinde Said Hoca'ya danışmış, o da İmam Hatip'i
tavsiye etmişti. Bu yönlendirmesinden dolayı her zaman için ona minnet
duyuyordu Yusuf. İşte bu düşünceler içinde Said Hoca'nm evine varmıştı.
Taşlarla çevrili avlusunun içindeki birkaç ağaçtan birisinin gölgesine oturmuştu
Said Hoca. Başındaki beyaz sarığı, bütünüyle beyazlamış sakalıyla uyum
içindeydi. Alnında derin kırışıklıklar oluşmuştu. Sakalının dışında kalan teni,
pembemsi bir görünümdeydi. Bıyıklarını, üst dudağı görünecek şekilde
kı-saltmiştı. Üzerinde, beyaz bir mintan vardı. Onun üzerine de bir yelek
giymişti.
Yusuf, avludan
girdikten sonra beyazlar içindeki hocasına sevgiyle baktı. İçinde ona karşı
derin bir muhabbet duyduğunu hissetti. Kendisine her zaman doğru yolu gösteren,
güzel nasihatlerde bulunan, bilmediklerini öğreten hocasına yaklaşınca, son
derece saygılı bir şekilde selam verdi. Yaşlı hocası, yanma gelip selam verenin
Yusuf olduğunu görünce, yüzüne bir sevgi tebessümü yayıldı. Sevinçle her iki
kolunu yana açıp;
-Ve aleyna
aleykumusselam Yusuf evladım. Selamı verenden de alandan da Allah razı olsun.
Gel hele, gel gel. Özlemiştim seni.
Yusuf hemen uzanıp
hocasının havada duran sağ elini öpüp alnına koydu. Said Hoca da iki eliyle
yanaklarını tutup alnından öptü ve sevgiyle ellerini hafifçe yanaklarına vurup
yanma oturttu.
Yusuf, hocasının sağ
tarafına dizleri üzerine oturdu. Said Hoca da Yusuf a karşı aşırı bir sevgi
besliyordu. Bu, Yusuf un İslami duyarlılığı, sünnete olan bağlılığı, güzel
ahlakı, saygısı... vb. özelliklerinden kaynaklanıyordu. Bu yüzden Yusuf u her
gördüğünde yüzüne bir sevinç parıltısı gelip oturuyordu. Şimdi de öyleydi ve
bu sevincini hanımıyla paylaşmak istiyordu. Yüzünü çevirip içeriye seslendi:
-Saadet!.. Saadet!..
Bak kim geldi? Hele soğuk bir ayran getir Yusuf a.
Az sonra, beyaz
başörtüsünü takmış, geleneksel köylü kıyafetleri içinde nur yüzlü ihtiyar bir
kadın bir elinde sürahi, diğer elinde bir tepsiyle çikageldi. Yusuf u görünce
yüzünü sevinç bürüdü. Yaşından beklenmeyen bir çeviklikle onlara doğru
ilerledi.
-Yusuf, yavrum!.. Sen
ne zaman geldin böyle? diyerek elindekileri bıraktı. Yusufun yanaklarını
avuçlarına alıp sevgiyle sıvazladı. Bu sevgi ve muhabbetten sonra cevapverdi
Yusuf.
-Köye dün geldim
Saadet ana.
-Ah canım benim.
Saadet anan kurban olsun sana, ne zaman döneceksin peki?
-Allah kısmet ederse
Cuma günü döneceğim ana.
-Bu Cuma mı?
-Evet ana, bu'Cuma.
-Ah canım benim.
Saadet ana konuşurken,
Said Hoca araya girdi.
-Siz sonra
konuşursunuz hanım. Zaten bu akşam yemekte bizde kalacak, öyle değil mi Yusuf?
-Şey hocam...
Hakkınızı helal edin; ama daha önce ağabeylerime söz vermiştim.
-Ya... Öyle mi? Ne
yapalım, biz de öğle yemeğini yeriz birlikte olmaz mı?
-Olur hocam.
-Saadet Hanım, hemen
bir tavuk kestir de öğle yemeği için yetiştir.
-Tamam hoca, hemen işe
başlıyorum.
Saadet hanım
kalktıktan sonra Said Hoca ile Yusuf bir müddet havadan sudan konular üzerine
konuştular. Daha sonra hoca sözü okula kaydırdı. Hoca'nın üniversite hakkında
pek bilgisi yoktu. Zaten yıllardır pek şehre gittiği de söylenemezdi. Köyün
sadelik ve saflığını her zaman şehrin kalabalık ve dağdağasına tercih etmişti.
Bu nedenle modern okulların, hele üniversitelerin serbest ortamından haberdar
değildi. Bu yüzden öncelikle üniversite hakkında bilgi istedi Yusuf tan.
-Üniversite dedikleri
nasıl bir şey evladım?
-Hocam, üniversite...
Yusuf, kayıt yapmaya
giderken ilk gördüğü şeyleri, arkadaşlarından duyduklarını bir bir anlattı.
Hoca, toplumda bir bozulmanın yaşandığını biliyordu elbette; ama Yusuf un
anlattığı kadarıyla bir uçurumun eşiğine gelindiğini bilmiyordu. Hele
istikbali ellerinde tutacak olan gençlerin bozulmanın ana mihverini teşkil
etmesi ve ilim yuvaları olması gereken okulların bizzat buna zemin hazırlaması
Hoca'yı korkutmuş, topluma dair endişelerini artırmıştı. Sukut-u hayale uğramış
bir ruh haliyle konuştu.
-Her şeyin başı
İslam'dır evladım. İslam varsa, toplumda haya, edep, namus kavramları yerli
yerindedir ve içleri doludur. Ama İslam yoksa bu kavramlar olmadığı gibi, bunun
tam zıddı olan kavramlar toplumda çok sıradan şeyler gibi karşılanır. Yüce
Allah (cc) aralıklarla gönderdiği peygamberlerine kitaplar, yani şeriatler
verdi ki, insanlar sonradan da ona uyup yolunu şaşırmasın.
Yüce Peygamberimiz
(as), son peygamberdir. Ondan sonra peygamber gelmeyecektir. Yüce kitabımız
Kur/an-ı Kerim de kıyamete kadar baki kalacak, hükümleri bozulmayacak,
üzerinde tahrif yapılamayacak olan bir kitaptır. Yüce Allah (cc) Hicr Suresi 9.
ayet-i kerimede bu durumu "Doğrusu Kitabı Biz indirdik, onun koruyucusu
elbette Biziz" şeklinde beyan ederek onun korunmasını bizzat kendi
üzerine aldığını bildirmiştir. Bu kitaba uyan, doğru yoldan sapmaz. Karanlıkta
kalmaz, helal ile haram arasında-bocalamaz. Çünkü neyin haram, neyin helal
olduğunu bilir. Bu kitaba uyan, hayatının her anında mutludur. Aza kanaat eder,
ihtiyacından fazlasına şükreder, bir kısmını fakir, fukaraya verip onları
sevindirir. Bu kitaba uyan kişilerde nefsi hastalıklar olmaz. Çünkü Allah'ın
her an, her yerde hazır ve nazır olduğunu, her şeyi duyan Semi' olduğunu, her
şeyi gören Basir olduğunu ve. her şeyden haberdar olan Habir olduğunu
bilirler.
Evet Yusuf... Bu
kitaba uyan, Yüce Yaratıcısını tanır. Onu tanıyan kâinata, eşyaya, insana,
kısacası her şeye başka gözle bakar. Bunların niçin yaratıldığı üzerinde
tefekkür eder. Sonra kendisinin dünyaya bir oyun ve eğlence için gönderilmediğini
anlar. Görevinin yeryüzünde halifelik olduğunu, Allah'a hakkıyla kulluk yapmak
için yaratılmış olduğunu, dağların bile yüklenmekten kaçındığı bir yükün
altına girdiğini ve bunu hakkıyla yerine getirmek zorunda olduğunu anlar. Böyle
birisi ise hak yolda tek başına da kalsa, önüne çıkan her türlü zorluğa karşı
Meydan okuyup üstesinden gelebilir. Çünkü kâinatın yaratıcısının her an gözetim
ve kollaması altında olduğunu bilir. İbrahim (as)'e ateşi serin ve selametli
kılan, Musa (as)'ya denizi ikiye ayıran, İsa (as)'yi tuzaklardan koruyup katma
yükselten, gözümüzün nuru Peygamberimiz (sav)'i örümcek ağıyla koruyan Yüce
Allah (cc)'ın, kendisine de yardım edeceğini bilir. İşte bunun içindir ki
İslam nurunu taşıyan mücahitler yüz yıllar boyunca İ'layı Kelimetullah için
korkusuzca savaşıp İslam Dinini ulaşabildikleri en uzak noktalara kadar
götürdüler. Allah onların hepsini rahmetinde gark etsin ve bizi onların
şefaatinden mahrum bırakmasın.
Buna karşın İslam
düşmanları da boş durmadılar Yusuf. Her dönemde bin bir hile ve entrika
çevirdiler. Müslümanları Kufan, Sünnet ve Selef-i Salihin'in yolundan
uzaklaştırmak için çeşitli tezgâh ve oyunlar kurdular. Müslümanları kadın,
içki, şehevi arzu ve istekler vb. şeylerle dünyaya bağlamaya çalıştılar. Müslümanlar
arasında tefrika çıkarıp onları birbirlerine kırdırdılar. Alİah onların
azabını artırsın, onları helak etsin. Peki bütün bunlar kimin başının altından
çıktı, biliyor musun Yusuf?
-Yahudilerin mi hocam?
-Evet evladım
Yahudiler. Peki, o lanetli kavmin bunları niçin yaptığını da biliyor musun?
Yusuf un cevap
vermesine fırsat bırakmadan kendi sorusunu yine kendisi cevapladı Said hoca.
-Onların bu düşmanlığı
kıskançlıklarından geliyor Yusuf. Çünkü onlar son peygamberin kendilerinden,
yani İshak oğullarından olacağını bekliyorlardı. Ama Peygamberimiz (as)
Araplardan, yani İsmail oğullarından gönderilince kıskançlıkları onları
düşmanlığa sürükledi. Kendi kitaplarında, Kur'an-ı Kerim'in deyimiyle 'kendi
evlatlarını tanımalarından daha iyi tanıdıkları' Peygamberimiz (sav)'in bütün
özellikleri geçtiği halde onu yalanlayıp inkâr ettiler. Zaman zaman
Peygamberimiz (sav)'e suikast bile tertiplediler; ama Allah, kendi Resulü'nü
korudu. Medine İslam devletinde Müslümanlarla müttefik oldukları halde, müşriklerle
anlaşıp onları Medine üzerine yürümeye teşvik ettiler. İşte böyle... Onların
melanetleri saymakla bitmez. O zamandan ta günümüze kadar durup dinlenmeden
çalışıp İslam'ı Müslümanların hayatından çıkarmak için her hileye başvurdular.
Bu çalışmalarını kıyamete kadar da sürdüreceklerdir. İşte bu uğraş ve
çalışmaların sonunda tamamıyla olmasa da İslam'ın önemli temel taşlarını
Müslümanlara unutturup içi boşaltılmış bir İslam ile avunmasını
başarabil-diler. Müslümanların birliğini parçaladılar. Ümmeti bölüp birbirine
düşman olan halklar çıkardılar. Eskiden Müslümanlar; "Elhamdülillah
Müslüman'ım" diyorlardı; ancak sorulduğu takdirde hangi millete mensup
olduğunu söylüyorlardı. Ama bu gün, öncelikle hangi milletten olduğunu
söylüyorlar. Kavrniyetçilik İslam'da reddedilmiştir Yusuf. "Arap'in Acem'e
üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır." diye buyurmuyor mu Resul-i
Ekrem (sav)? Buna rağmen bazıları sözde "özgürlük getireceğiz"
diyerek kavmiyetçilik ayağıyla ortaya çıkmışlar. Ancak onların Özgürlük
dedikleri şey tamamen köleliktir. Yani nefse kölelik, kullara kölelik,
ideolojiye kölelik... İnsanları sırf İslam'dan uzaklaştırmak için fuhşu,
açık-saçıklığı yaygmlaştırıp dindar halkımızın manevi değerlerine .saldırmaya,
İslam'ın kutsal kabul ettiği her şeye saldırmaya, dindar Müslümanları hor
görüp ölümle tehdit etmeye başladılar. Bunlar İslam'ı tamamıyla arkasına
atmış, dinsizliği esas alan fikirlerle hareket ediyorlar. "Özgürlük
olmadan, namaz olmaz" diyorlar. Bunlar hepsi yalan dolan. Namaz için
mazeret olmaz. Uyku ve baygınlık hali dışında namaz her şart ve durumda
kılınmalıdır. Bunlar; "Bizi köleleştiren İslam'dır" diyorlar. Sümme
hâşâ! İslam, insanları özgürleştiren, kula kulluktan kurtarıp sadece Allah'a
kul yapan bir dindir. Bu dinde kölelik değil, özgürlük vardır. Sakın ha Yusuf,
kavmiyetçilik ayağıyla yanına geldiklerinde onlara yüz verme. Onların
söyledikleri hiçbir çözüm doğru değildir. Onların çözümü insanları korkutup
öldürerek sindirmek ve İslam'la alakası olmayan bozuk fikirleri insanların
beynine sokmaktır. Sırf İslam hâkim olmasın diye yapmadıklarını bırakmıyorlar.
İslam'a bağlı olan, dinini yaşayan âlim ve mü'min insanlarımızı öldürüyorlar,
buna güç yetiremediklerine ise çeşitli iftiralar atarak insanların gözünden
düşürmeye çalışıyorlar. Şimdiden çevre köyleri basıp insanlara zulmetmeye,
karşı koyanları öldürmeye başladılar. Kızları kandırarak dağa çıkarmaya,
erkeklerle birlikte çatışmalara girmeye zorluyorlar. Dağlarda kızlarla erkekler
aynı mağaralarda kalıyorlar. Onların şimdiden İslam toplumuna verdikleri
zararın haddi hesabı yok Yusuf. Sözde vatanlarını işgalden kurtarıp halkı
kölelikten kurtar a caklarmış!.. En büyük köleliği onlar getiriyorlar. Bu
yüzden onların hiçbir çözümü çözüm değildir.
Tek çözüm, yegâne yol
ve kurtuluş; İslam'dır. İslam'da her şey için çözüm vardır. Yeter ki yeniden
topyekûn İslam'a dönelim. Bunun için senin ve senin gibi gençlerin yükü
ağırdır Yusuf. Çok çalışmalısınız. İslam düşmanlarından çok daha fazla
çalışmalısınız ki, şimdiye kadar kaybettiklerimizi yeniden kazanabilelim.
-Haklısın hocam.
Dediklerini unutmayacağım İnşaallah.
-Ooo Yusuf, zaman
hayli ilerlemiş. Neredeyse vakit girecek. Haydi, camiye gidelim. Sonra döner
hem yemeğimizi yer, hem de konuşmamıza devam ederiz.
Ertesi gün sabah
namazını kılıp tesbihatım yaptıktan sonra uzun uzun dua etti. Ardından, âdeti
üzere Kur'an-ı dur
Kerim okudu. Bunu uzun
zamandan beridir alışkanlık haline getirmişti. Sabah namazından sonra okuduğu
Kur'an-ı Kerim kendisini rahatlatıyor, ruhuna manevi bir hafiflik veriyordu.
O, Kur'an-ı Kerim ile başlanılan günlerin hayırla geçeceğine inanıyordu. Bazen,
herhangi bir nedenden dolayı okumasa, ruhu sıkılıyor, gönlü damlıyordu. Gün
kendisine göre geçmez gibi sıkıntı veriyordu.
Kur'an-ı Kerim'i
kapatıp saygıyla kaldırdıktan sonra başındaki namaz takkesini çıkarıp yatağına
uzandı. Uyumayı denedi; ama kafasında daldan dala atlayan düşünceler uyumasına
fırsat vermiyordu. Kaç kez düşüncelerinden kurtulmak için Euzu besmele çekip
yatağın içinde döndüyse de uyuyamayacağmı anladı.
Yaz mevsiminin son
günlerini yaşıyorlardı. Pencereden serin bir rüzgâr esiyordu. Hava, neredeyse
tamamen aydınlanmıştı. Dışarıda hareketlilik çoktan başlamıştı bile. Çobanların,
tarlasına gidenlerin, suya giden kadınların sesleri ile yayıktan çıkan ve
tokmak sesini andıran ritmik sesler birbirine karışmıştı. Çok yalın,
bozulmamış, sade bir yaşamın sesiydi bunlar. Yusuf bu sesleri şehrin bin bir
çeşit gü-rü'tüsüyle karşılaştırdı bir süre. Köy hayatının şehir hayatına göre
ne kadar temiz, sağlıklı, tabiî olduğunu düşündü.
Artık uyuyacağı yoktu.
Kalkıp giyindi. Eşyalarının arasından kalın, mavi bir defter çıkardı. Bu, onun
lise ikinci sınıftan beri tuttuğu günlüğüydü. Daha doğrusu bir günlükten
ziyade, kendisince kayda değer gördüğü olayları kaydettiği ve okuduğu
kitaplardan önemli gördüğü yerleri iktibas yapıp zaman zaman üzerinde yorumlar
yaptığı, çeşitli gözlemlerini yazdığı, sıkıldıkça kendi kendine bir nevi
sohbet etmek amacıyla tuttuğu bir
defterdi. Yusuf bu deftere çok önem veriyor, gözü gibi koruyordu.
Kalemini gömleğinin
cebine yerleştirdikten sonra sessizce evden çıkacaktı ki annesine yakalandı.
-Hayırdır oğlum, sabah
sabah nereye böyle?
-Uykum kaçtı anacığım.
-Vah yavrum!...
Yatağın rahat değil miydi?
-Yok anacığım, çok rahattı.
Buranın temiz havası, rahat yatağı, ayrıca insanın kendi evi olmasından dolayı
azıcık uyku bile insana yetiyor. Sabah namazından sonra uyuyayım dedim
uyuyamadım. Yatakta duracağıma çıkıp biraz temiz hava alayım dedim.
-Bir şeyler yeseydin
de öyle gitseydin oğlum.
-Yok ana, gerek yok.
Erken döner, birlikte yaparız kahvaltımızı înşaallah.
-Dur, süt
kaynatmıştım, bir bardak süt iç bari.
-Tamam anacığım, sıcak
bir bardak sütü seve seve içerim.
Annesinin getirdiği
sütü içtikten sonra köyün mezarlığına doğru yol aldı. Annesinin arkadan
kendisine bakacağını bildiğinden önce başka bir yola saptı. Gözden kaybolduğuna
emin olunca da mezarlığın olduğu tepeye doğru yöneldi. Köylüler mezarlığı bu
tepeye kurmuşlardı. Tepe biraz yüksekçeydi ve genç bir insanı dahi yoruyordu
çıkarken. Yusuf, fazla zaman kaybetmemek için biraz hızlıca çıkmış ve sıcağın
etkisiyle de terlemişti. Geleceği yere varınca, mendiliyle terini silip derin
derin soluklandı. Sonra Resulullah (sav)'ın bir kabristana girdiğinde söylediği
"Essela-mu Aleyküm dare kavm-i mü'minin (Selam size olsun ey mü'minler
yurdunun ahalisi)! Biz de înşaallah size iltihak edeceğiz" mealindeki
sözünü yüksek sesle tekrarlayarak önce bir fatiha okuyup ölülerin ruhlarına
teslim etti. Sonra dedesinin mezarının başına gidip hafif bir sesle ezbere bildiği
Yasin-i Şerifi okuyup başta Resulullah (sav)'a ve tüm Peygamberlere, sonra
evliya ve sıddıklara, şehitlere, en sonunda da hassaten dedesiyle ninesi olmak
üzere tüm ölülerin ruhlarına hediye etti. Sonra, kabirlerin bittiği noktanın
biraz ilerisindeki yaşlı bir çınar ağacının tam dibindeki oturak şeklinde olan
taşın üzerine oturup sırtını ağaca yasladı. Buradan bütün köy görülebiliyordu.
Doğanın tüm güzelliği ayaklarının altındaydı şimdi. Doğal bir renk cümbüşü vardı.
Tarlalar, parsel parsel ayrılmıştı ve her biri ayrı bir rengi barındırıyordu.
Biçilmiş tarlalar sarı, sürülmüş tarlalar kırmızı, nadasa bırakmak için
yakılan tarlalar siyah, ürünü halen biçilemeyecek kadar olgunlaşmamış tarlalar
yeşil bir görüntü arz ediyordu. Renkler öyle bir ahenkle dizilmişlerdi ki
bakanı mest ediyordu. Köyde tatlı bir hareketlilik ve buna bağlı olarak zar zor
duyulan sesler vardı. Serin ve insanı rahatlatan tatlı bir meltemi hissetti.
Bir müddet önündeki manzarayı izlemekle yetindi Yusuf. Daha sonra defterini
açıp boş bir sayfayı çevirdi. Yazacaklarını kafasında toparlamaya çalıştı.
Ardından "Hayat böyle işte!... Zaman denen şey ne kadar da çabuk
geçiyormuş. Dün çocuktuk, bu gün genç... Dün, çocuktan beklenen şeyler
istenirdi, bu gün bir gençten... Dün liseliydik, bu gün üniversiteli... Dün yaşayıp
da bugün toprak altında olan şu kabir ehli gibi, zamanı geldiğinde biz de
öleceğiz. Dün ne olacağımız çoğumuzun aklından geçmezken bu gün her birimiz
isteyerek ya da istemeyerek
önümüze çıkan bir mesleğin kapısından içeri girdik. Üzerimize yüklenen yük,
beklenen sorumluluk çok ağır..." diye başladığı yazısını son birkaç gündür
yaşadıklarını, üniversite kapısından ilk girişinden, köyde gördüğü teveccühe
kadar her şeyi kendi kalemi, kendine has üslubu ve kendi düşünce
perspektifinden yazdı. Buna karşılık kendi sorumluluklarını, neler yapması
gerektiğini, kendisine biçilen rolün üstesinden gelmek için nasıl çabalaması
gerektiğini de aktardı defterine. Bu defterin kendi iç dünyasına, duygu ve
düşüncelerine, umut ve beklentilerine bir tercüman olmasını istiyordu. İleriki
yıllarda bunu bir vesika olarak kullanacaktı belki de. Bu yüzden kelimelerini
hassasiyetle seçiyor, düşüncelerini net cümlelerle dile getiriyordu. Vakit
epey ilerlemişti. Yazdıklarını bir kez seslice okuduktan sonra her zaman
yaptığı gibi hamd ve salâvatla başladığı bir duayla noktaladı yazısını.
"Rabbim, ben
senin zayıf bir kulunum. Önümde açılan yeni hayatımda beni yalnız bırakma; beni
her daim koruyup gözettiğin gibi, bundan böyle de koruyup gözet. Ya İlahi,
benim yüzümü, senin rızan dışında kalacak hiçbir amele yöneltme. Benim
zayıflığımı, nefsime karşı acizliğimi biliyorsun. O halde beni bir an bile
olsa nefsimle baş başa bırakma. Beni Sırat-el Müstakim'den ayırma. Beni doğru
yola ilet. Gazaba uğrayanlannkine değil. Âmin velhamdulilla-hi Rabbil alemin.
Vesselatu vesselamu ala Resulina Muham-medin ve ala alihi ve sahbihi ve
selem."
Çântasını yere bırakıp
kendisine ayrılmış olan dolabının kapısını açtı. "Temizlemek lazım"
diye geçirdi içinden. Hemen işe başlamadı. Yatağının üzerine oturup bulunduğu
odayı süzdü. Dört kişilik bir odaydı. Yataklar; ranza yerine tekli olup
pansiyonda içine pamuk doldurulmuş döşeklerin aksine süngerdi. İki yatağın çarşaf
ve yastık yüzlerinin takılı olduğunu gördü. "Demek bu iki yatağın sahibi
benden önce gelmişler. Kim bunlar acaba?" diye düşündü. "En geç
akşama kadar tanışırız nasıl olsa..." dedi seslice, Kapı tam ortadan
açılıyordu. Kapıdan arta kalan duvarın sağ ve soluna ikişer metal dolap
yerleştirilmişti. Bunun dışında, her yatağın yanı başına birer etajer
bırakılmıştı. Odanın ortasında dört kişinin kullanabileceği plastik beyaz bir
masa ile etrafına dizilmiş beyaz plastik sandalyeler vardı. Odanın iki kanatlı
büyük bir penceresi ile pencerenin dip tarafına yerleştirilmiş her biri 12
gözden oluşan iki adet kalorifer peteği vardı. Duvarlar, yeşile çalan plastik
bir boyayla boyanmıştı. Tavanda, eşit uzaklıklarla yerleştirilmiş
iki adet flüoresan, odanın aydınlatılması
için bırakılmıştı. "Pansiyona göre ne kadar da müreffeh bir yer!.."
diye geçirdi içinden. Sonra pencerenin yanına gidip dışarıya baktı. Manzara
epey iç açıcıydı. Yatağının hemen pencere kenarında olmasına sevindi.
"Tam istediğim bir yer, bir de oda arkadaşlarım iyi olsa!.." dedi
kendi kendine. Yusuf böyle düşünürken kapı açıldı. İçeri giren: -Selam! dedi.
Yusuf, arkasına dönerken -Ve aleykumusselam, deyip selamını aldı. İçeri giren
hırpani kılıklı biriydi. 1.80 boylarında vardı. Saçları kıvırcık, lüleli ve
uzundu. Alt dudağının altında, sakal olduğu anlaşılan bir siyahlık vardı.
Nedense Yusuf böylesi tipleri gördüğünde, onda aylarca yıkanmamış oldukları
intibaı uyanıyordu. Çok itici geliyordu bu tipler ona. Buna rağmen, son derece
içten bir gülümsemeyle selamına karşılık vermişti.
-Benim adım Mert, dedi
içeri giren.
Yusuf dostça elini
uzatıp;
-Benim adım da Yusuf,
dedi.
beriki uzatılan eli
tutup sıkmak yerine, Amerikanvari bir selam şekliyle Yusuf un avuç içine kendi
avuç içini vurdu.
-Ben Aydın'dan geldim.
Hukuk okuyacağım. Ya sen? Mert in bu garip tokalaşmasına rağmen bozuntuya vermeden
sükunetini korumaya çalışarak cevap verdi. -Benimkisi Tıp... Ben buralıyım.
-Madem buralısın,
yurtta ne işin var peki?
-Ailem köyde oturuyor.
Şehirde kalacak başka yerim yok.
Mert küçümser bir
edayla Yusuf a baktı.
-Yaa?! Demek köylüsün.
Gerçi tahmin etmiştim, ama...
Yusuf, Mert'in
küçümseyen bakışlarını ve dudaklarına yayılan istihzayı fark etmişti. Bu tavır
onun damarına dokunmuştu. İçtennçe hiddetlendi. Ona iyi bir ders vermesi
gerektiğini düşündü. Sinirlendiği belli olan bir yüz ifadesiyle konuştu.
-Evet arkadaşım,
köylüyüm. Köylülüğümden her zaman onur duydum. Köylüleri küçümseyen kimselere
de acınacak kimseler gözüyle baktım.
Yusuf daha başka
şeyler söyleyecekti belki; ama kapıdan giren başka biri konuşmasına fırs.a£
vermedi. Kapıdan girer girmez, "İyi günler arkadaşlar!" diyerek selam
verdi. Yusuf ile Mert de selamına karşılık verdiler. Yeni giren orta boylu,
düzgün tıraşlı biriydi. Fazla gür olmayan bir bıyığı, birkaç günlük bir sakalı;
üstünde de yakalı, kısa kollu bir tişört ile bir kot pantolon vardı.
Ayağındaki beyaz spor ayakkabıları pahalı cinstendi.
-Sizler yenisiniz
herhalde, diyerek konuşmaya girdi yeni gelen. Benim adım Serdar. Tokatlıyım.
Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü 3. sınıftayım.
Böylece tanıştılar.
Aralarında yurt ve okul hakkında kısa bir sohbet geçti. Yusuf un, bu kısa
sohbetten edindiği izlenime göre ikisi de onun kafasında değillerdi. Bu yüzden
dördüncü kişiyi merak ediyordu. Dolabını düzenlemek için
ayağa kalkarken Serdara sordu.
-Bu yatağın sahibi de
senin gibi eski mi?
-O mu? Ha evet... Suat
adında biri... Eğitimde okuyor. Yatağı burada ama kendisi pek ortalarda
görünmüyor. Bazen bir ay boyunca uğramadığı bile oluyor. Ne haltlar karıştırdığım
bilen yok. Sessizdir, pek konuşmaz; ama konuşunca oturaklı konuşur. Bugün de
geleceğini pek sanmıyorum.
Böyle başlamıştı Yusuf
un yurt hayatı. Tanımadığı, huy ve ahlaklarının kendisine uymadığı iki kişiyle
aynı odaya düşmüştü. Diğer kişiyi henüz görmemişti; ama anlaşılan o da diğer
ikisinden farklı olmayacaktı. Sabırlı olmalıydı. Kadri kendisine söz vermişti.
Onu memnun olacağı bir odaya alacaktı. Kadri'den edinmiş olduğu izlenim, onun
her halükârda verdiği sözü mutlaka yerine getireceğiydi. Bunu düşününce
rahatladı Yusuf. Ama nereden bakarsan bak, bunun hemen olamayacağı, birkaç gün
süreceği, hatta belki haftalar alabileceği gerçeğini göz ardı edemezdi.
Neticede burası bir kurumdu ve kurum yönetimi bu konuda sorun çıkarabilirdi. Bu
yüzden hoşlanmasa da oda arkadaşlarıyla kendi İslami şahsiyetini ön plana
çıkaran bir ilişki sergilemeliydi. "Ben bir Müslüman'im"diye geçirdi
içinden. "Her nerede olursam olayım, İslami şahsiyetimi ortaya koymam ve
İslam'a aykırı bir söz, hareket veya fiil gördüğümde, görevimi yapıp düzeltmem
lazım. Müslüman, ortama uyan değil, ortamı kendisine uydurandır. Burada bu
kişilerle birlikte kaldığım müddetçe bunu yapmaya çalışacağım. Bunu
başaramasam bile, en azından onların kendi dünyevi görüşlerine göre odada
serbest hareket etmelerine ve İslam dışı, edep ve ahlaka aykırı hareketlerde
bulunmalarına fırsat vermemeliyim. Aksi takdirde onlar bana değil, ben onlara
uymuş olurum. Böylece şeytan tepkisiz kalışımı bana hoş gösterip bunun için
yüzlerce mazeret uyduracak. Tepkisiz kalmayı kabullendikten sonra bu kez
onların hareketlerini hoş gösterip içimde buna karşı bir meyil oluşturacak. Sonrası.
.. Allah muhafaza!.. Her büyük şeyin başlangıcı aslında çok küçüktür. Küçük bir
şeye kayıtsız kalmak, çok geçmeden daha büyüklerine kayıtsız kalmayı getirir.
Böylece, İnandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi inanır' sözü yerini bulmuş
olur. Ben Müslüman'ım ve Allah'ın izniyle inandığım gibi yaşayacağım".
Dolabını
yerleştirdikten sonra yatağını düzeltti. Serdar, Yusuf un bu işleri bildiğini
görünce takılır bir şekilde sordu.
-Bu işleri biliyorsun
bakıyorum. Nerede öğrendin?
-Ben yatılı okudum,
oradan biliyorum.
-Ne yatılısı?
-İmam Hatip Lisesi'nin
pansiyonunda yedi yıl kaldım.
Serdar dudaklarım
büzerek sadece, 'mmm' diye bir ses çıkarmakla yetindi. Yusuf bunu nasıl
yorumlayacağını bilemedi. Peşine de düşmedi. İşini bitirdikten sonra, dolabını
kilitleyip kafeteryaya indi. Kafeterya kalabalıktı. Kızlı-er-kekli masalardan
yükselen kahkaha ve şamataların aksine; sessiz bir şekilde sohbet etmeyi
yeğleyen sadece kız, ya da sadece erkeklerden oluşan masalar da vardı. Bunun
yanı sıra tek başlarına oturup önüne bakan, düşünceli, çevreyle bağlarını
tamamen koparmış kişiler, kafeteryaya hâkim olan havayı tanımlamaya yetiyordu.
Dışarıdan bakan tahlilci bir göz, kafeteryada oturanların psikolojileri
üzerinde bir değerlendirme yapsa,
yüzde doksan ihtimalle doğru sonuçlar elde edebilirdi. Öğrencilerin hepsi
ailelerinden, sevdiklerinden, memleketlerinden yeni ayrılmışlardı; ama bu ayrılığın
tesiri herkese farklı şekilde yansımıştı.
Yusuf bir çay alarak
nispeten sakin bir yere geçip oturdu. Çayım yudumlarken gününü nasıl
değerlendirebileceğini düşündü. Vakit henüz erkendi ve daha öğle ezam bile
okunmamıştı. "Tek başıma bu günü bitirmem mümkün değil" diye
düşündü. "Bu kadar insan içinde yalnızlığı yaşamak bu olsa gerek. Akşama
kadar ne yapabilirim ki? En iyisi şehir merkezine gitmek... İlyas'a da telefon
açar, buluşuruz. Belki yurda yeni kayıt yapmış arkadaşları olabilir. Eğer
varsa, en azından öğrenmiş olur, akşam döndüğünde de tanışma imkânı bulurum.
Evet, bu iyi fikir... Namazımı kıldıktan sonra böyle yaparım inşaallah."
Bu arada gürültülerden, kızlı-erkekli masalardan yükselen kahkahalardan ve
münasebetsiz şakalardan rahatsız olmuştu. Kafeteryadan bir an önce çıkmak için
çayını hızlı hızlı yudumladı. Öyle ki neredeyse ağzını yakacaktı. Son yudumunu
da alıp kalkmak için doğrulurken bir el omzundan yakaladı. Yusuf, omzundan
yakalayan elin sahibini görmek için hızla dönerken Kadri'nin tebessüm eden
yüzüyle karşılaştı. Sevinçle bağırdı Yusuf.
-Vay, Kadri Abi sen
misin? Hızır gibi yetiştin inan ki!..
-Yolumuz buraya düştü
de, seni de soralım diye düşündük. Hayırdır bir şeyler mi oldu?
-Yoo.. Bir şey olduğu
yok. Biraz canım sıkıldı, o kadar. Uğramakla çok iyi etmişsin hakikat yolcuları
-Ee, masana davet
etmeyecek misin?
-Aslında burada
oturmaktan canım sıkılmıştı. Kalkıp gidecektim, sen geldin.
-O zaman yatakhanelere
çıkalım.
-Tamam abi, sen
bilirsin. Sahi ne arıyorsun burada? Bildiğim kadarıyla yurtta kalmıyordun.
-Hukuk Fakültesini
kazanmış bir kardeşimizin kaydım yapmak için gelmiştim. Bu arada senin köyden
gelip gelmediğini öğrenmek için odana çıktım. Oda arkadaşların biraz önce
çıktığım söylediler. Aşağı inip kafeteryaya göz gezdirince seni gördüm.
-Keşke o yeni
arkadaşla tanıştırsaydm beni abi.
-Biz de onun yanına
gidiyoruz zaten.
-Öyle mi? İşte buna
sevindim abi. ,
Az sonra Rıza'nın
odasmdaydılar. Rıza henüz dolabım yeni düzenlemiş, yatağını yapmaya yönelmişti.
Kadri ile Yusuf un gelişiyle işine ara verdi. Rıza; esmer, siyah saçlı ve orta
boyluydu. Düzgün bir fiziği, yeşile çalan ela gözleri vardı. Sakal ve
bıyıklarının yeni yeni çıkmaya başladığı belli olan yakışıklı simasında
utangaçlık ve saflığın izleri okunuyordu. Evinden ilk kez ayrılmış kişilere
has bir hüzün ve sessizlik vardı üzerinde. Kadri tarafından Yusuf la tanıştırılıp
üçü karşılıklı sohbet ettikten sonra, durgunluğu biraz gitmiş, gözlerindeki
hüznün üzerine yeni bir arkadaş edinmenin sevinci gelip oturmuştu. Rıza, komşu
bir ilden gelmişti buraya. Daha önce kendisinden büyük abisi de burada
üniversite okumuştu ve Kadri ile iyi arkadaştılar. Rıza,
üniversiteyi kazanınca, abisi, Kadri'yi
aramış, Rıza'nın işlerinde yardımcı olmasını istemişti. Kadri de bu işi seve
seve üstlenmiş, arkadaşının kardeşini kendi kardeşi gibi görerek ona yardımcı
olmuştu.
Kısa bir tanışma
sohbetinin ardından Kadri iki elini birbirine vurarak ayağa kalktı.
-Haydi bakalım, boş
durmaya gelmez. Daha yatağını bile düzeltmemişiz, dedi.
Rıza, Kadri'nin
örtülere uzandığını görünce, yüzü hafiften kızarmış bir halde ona engel olmaya
çalıştı.
-Dur abi, ne
yapıyorsun? Ben yaparım. Alti-üstü bir yatak. Sen ne diye zahmet edeceksin?
-Zahmeti olur mu Rıza?
Biz kardeşiz. Her işte yardımlaşmak esas olmalı. Öyle değil mi?
Yusuf, yaşanan bu
tatlı tartışmanın fazla uzamaması için araya girdi.
-Kadri abi, Rıza
haklı. Sen otur, ben ona yardımcı olurum. Ben yedi yıldır bu işi yapıyorum.
Hem böylece Rıza'ya pratik bir şekilde nasıl yapıldığını da göstermiş olurum.
-E haydi bakalım.
Yalnız çabuk olun. Ezan okunmak üzere...
-Merak etme Kadri Abi.
İki dakika bile sürmez.
İşleri bittikten sonra
odadan çıktılar. Yurdu terk edip mescide doğru gittiler. Namazdan sonra
mescidin çevresindeki ağaçlık bölgede bir ağacın dibinde oturdular. İlk konuşan
Yusuf oldu.
-Sizi görmesem, bugün
sıkıntıdan patlayacaktım. Öğle n? mazını kıldıktan sonra şehir merkezine
gidecek, eğer
şansım varsa Ilyas'ı
evde bulacaktım. Ama Allah sizleri gönderdi.
-Kalp kalbe bakar
derler Yusuf kardeş. Ben de Rıza kardeşle buraya gelirken "İnşaallah
Yusuf kardeş gelmiştir" diye dua ediyordum. Her neyse... Sormayı
unutacaktım neredeyse... Senin oda arkadaşların nasıl?
-Vallahi abi, ne
desem?.. Daha pek bir şey konuşmadık; ama pek kafamayatmadılar. Biri Fen
Fakültesi Biyoloji Bölümü 3. sınıf öğrencisi. Adı Serdar, Tokat'lı... Konuşkan
görünmüyor; ama gözlerinin gerisinde sanki asıl kimliğini saklayan bir bakışı
var. Diğeri de Mert adında Aydm'lı biri. Rıza ile sınıf arkadaşı olacaklar
herhalde. O da hukuku kazanmış. Serseri bir tip! Zamanın hovarda gençliğinden
tipik bir örnek.
-Ya dördüncü
şahıs?
-Onu göremedim daha.
Serdar'm dediğine göre pek uğ-ramıyormuş. O da eğitim öğrencisi... Benim oda
arkadaşlarım bunlar. Ya Rıza'nınkiler?!.
Yusuf un sorusunu Rıza
cevapladı.
-Ben daha kimseyi
görmedim. Geldiğimde bütün yataklar düzeltilmiş, dolaplara kilit vurulmuş bir
halde gördüm.
-İnşaallah senin oda
arkadaşların içinde namaz kılanlar olur. Benimkilerde olacağını sanmıyorum.
-İnşaallah.
-Kadri Abi, kayıt
yaptırırken oda ayarlaması yapacağını söylemiştin. Unutmadın değil mi?
Gülümseyerek cevap
verdi Kadri.
-Hiç unutur muyum
Yusuf kardeş? Ama biraz sabırlı olmanız lazım. Yurtta kalan kardeşlerin hiçbiri daha gelmemiş. Zaten
bu işi onlar ayarlayacak. Ben yurtta kalmadığım için bu işin nasıl yapıldığını
doğrusu tam bilmiyorum. Ama yurtta kalan kardeşler, sağ olsunlar, cin
gibidirler. Bu işi tereyağından kıl çeker gibi hallederler. Tabi hemen bugün,
ya da yarın olacak diye de kendinizi şartlandırmayın. Eğer kardeşler erken
gelirse, inşaallah bir hafta, hadi bilemedin en geç on gün içinde gerekli
ayarlamaları yaparlar ve sizler de rahat edeceğiniz kimselerle kalırsınız
inşaallah.
-İdare bir sorun
çıkarmaz, değil mi?
Rıza'ydı bunu soran.
-Bazen sorun çıkardığı
oluyor; ama kısa zamanda hallediliyor. Siz kafanızı bununla meşgul etmeyin.
Siz şimdilik bulunduğunuz odadaki kişilerle iyi geçinmeye, aranızdaki mesafeyi
gözetmeye çalışın. Siz namazlarınızı kılan, Allah'a ve Ahiret Gününe inanan imanlı
kimselersiniz. Konuşmalarınızda, davranışlarınızda, ilişkilerinizde Müslüman
kimliğinize, İslami şahsiyetinize halel getirecek şeylerden kaçınmak
zorundasınız. Bunun kapsamı geniştir. Yani sizler hem örnek bir Müslüman
şahsiyetin nasıl olması gerektiğini kendi şahsınızda gösterirken, aynı zamanda
yanınızda İslam'a ve kutsal değerlere dil uzatılmasına da müsaade etmemeli;
gayri İslami tavır, davranış ve amellerde bulunulmasına da gücünüz yettiğince
engel olmalısınız. Yani Hz. Resulullah (sav)'m hadisinde belirtilen; "Bir
münkeri gördüğünüzde, onu elinizle; yapamıyorsanız, dilinizle düzeltin. Onu
da yapamıyorsanız, kalbinizle buğz edin. Ki bu imanın en zayıf halidir" şeklindeki emrin
gereğini yerine ouh getirmek
lazımdır. Bazı rivayetlerde, kalbiyle buğz etmeyen kimselerde ise hardal tanesi
kadar bile imanın olmadığı belirtilmiştir.
Mümkün olduğunca
tartışma, cedelleşme ve fiili sürtüşmelerden kaçının. Artık üniversitelisiniz.
Üniversite, her türlü fikir ve dünya görüşünün, tartışıldığı ve konuşulduğu bir
yer. Özellikle acemi olarak gördükleri yenileri tartışma ortamına çekerek
kafalarını bulandırıp soru işaretleri takmaya çalışanlara dikkat etmeniz
lazım.
Yusuf, Kadri'yi can
kulağıyla dinliyordu. Kadri sözünü bitirince, biraz düşündü Yusuf. Sonra
elindeki küçük çakıl taşını biraz ilerisinde duran çatlamış toprak oyuğuna
atıp;
-Peki, ya
istemediğimiz halde kendimizi bir tartışma ortamının içinde bulursak o zaman ne
olacak? diye sordu.
Rıza da Kadri'nin
vereceği cevabı merak ediyordu. Bu yüzden bütün dikkatini ona verdi. Kadri,
yerden kuru bir ağaç dalı aldı. Söyleyeceklerini kafasında toparladıktan sonra
tane tane konuştu.
-Böyle bir durumla
karşı karşıya gelindiğinde "Tartışmayacağım" deyip kaçmak olmaz.
Öncelikle işimiz, tartışma adabını karşıdakine kabullendirmek olsun. Yani sözünüzü
kesmesine, hakaret içeren ithamlarda bulunmalarına fırsat verilmemelidir. Bizim
argümanımız İslam'dır, bunun dışında da hiçbir şeye ihtiyacımız yoktur.
Argümanlarınızı kullanırken, sözlerinizin anlaşılır ve tane tane olmasına dikkat
etmelisiniz. Öfkelenmemeli, kızıp heyecana veya dolduruşa gelmemelisiniz.
Çünkü karşıdaki, sağlam deliller karşısında, tartışmayı sabote etmek için
rakibim öfkelendirmeyi bir taktik olarak kullanır. Onların söylediklerini iyi
dinleyip kavramak, sözlerindeki yanlış ve hataları iyi tespit etmeli,
cevabınızı da doyurucu, net ve anlaşılır bir şekilde vermelisiniz.
Kadri'nin cevabından
sonra bir müddet suskun kaldılar. Bu sessizliği Rıza bozdu.
-Yurtta namaz kılacak
mescid gibi bir yer var mı Kadri abi?
-Kalorifer dairesinin
yanında küçük bir mescid var.
-Odada namaz kılsak,
bir şey olur mu abi?
-Şimdilik mescidde
kılsanız daha iyi olur kanaatindeyim. Odanızdakilerin kim olduğu halen belli
değil. Namaza karşı aşın kindar olanlar da olabilir odanızda. Sonraki
zamanlarda, odada namaz kılmanızı aleyhinize kullanabilirler. Hem mescide inip
cemaatle kılmak daha hayırlı olur. Ama oda ayarlaması yapıldıktan sonra
istisnai durumlarda odanızda kılabilirsiniz. Tabi bu da cemaatle olmalı. Ancak
dediğim gibi, mescidin havasını teneffüs edip manevi lezzetinden istifade
etmek için her namazı mescidde kılmak daha güzel ve hayırlı olur İnşaallah.
Okul ve yurt üzerine
şekillenen sohbetleri, bir süre daha devam etti. Kadri, tecrübe ve
birikimlerini aktarıyor, yeniler de onu can kulağıyla dinliyorlardı. Farkında
olmasalar da vakit ilerlemişti. Kadri saatine baktıktan sonra gülümseyerek
espriyle karışık son bir tecrübesini daha aktarma gereği duydu.
-Evet gençler!..
Şimdiye kadar anlattığımı dikkatle dinlediniz; ama bunları yaşamayana kadar
söylediklerimin havada kalacağını çok iyi biliyorum. Hatta çoğunu unutacak, bir
kısmını da sohbet ettiğimiz bu yerde bırakacaksınız. Ama konuştuğumuz şeyler
önünüze çıkıp bizzat yaşadığınızda, bunları bir bir hatırlayacak ve daha iyi
anlayacaksınız. Anlatmakla görmek, ya da bizzat yaşamak arasında fark vardır.
-Olur mu abi?
Anlattıklarını çok iyi anladık. Öyle değil mi Rıza?
-Evet ya!.. Ben de
unutacağımızı sanmıyorum.
-İyi, sevindim...
inşaallah beni yanıltırsınız da, bu tecrübemi yeniden gözden geçirme zorunda
bırakırsınız. Haydi, kalkalım artık. Vakit hayli ilerlemiş. Yurda geri dönelim
de gelen kimse oldu mu diye bakalım. Sonra benim gitmem lazım. İsterseniz siz
de gelin.
Hep birlikte yurda
geldiler. Kadri aradığını bulamamıştı. Kadri'nin ısrarına rağmen Yusuf ile
Rıza kalmak isteyince, tek başına şehir merkezine geri döndü.
Kadri, öğrenci
arkadaşlarıyla tuttukları bir öğrenci evinde kalıyordu. Okula başladığından
beri öğrenci evinde kalmayı tercih etmişti. Nedense yurtta kalmak aklından bile
geçmemişti. Yurdun kendine has kural ve kaideleri, bir idaresi, yani insana
yansıyan bir resmiliği vardı. Resmiyet ise beraberinde bir soğukluğu
getiriyordu. İşte en çok da bu yönünü sevmiyordu Kadri. Bir de kalabalığı, gürültüyü,
her cinsten insanla
sürekli yüz yüze gelmek zorunda kalmayı sevmiyordu. Evde kalmanın ise her
açıdan faydası vardı. Evin kendine has bir sıcaklığı vardı en önce. Evde kalanlar,
kuralları kendilerine göre belirleyebiliyorlardı. Bunun dışında en önemli
avantajı, inancını daha iyi ve serbestçe yaşayabilme imkânı vardı. İşte Kadri,
en çok bu yönünü seviyordu evde kalmanın.
Evdeki sayı, genelde
beş-altı civarında olmuştu. Zaman zaman artma, ya da eksilmeler olmuşsa da
genelde bu sayı korunmuştu. Ama son mezunlardan sonra sadece Kadri ile Muhsin
kalmışlardı. Muhsin, İlahiyat 3. Sınıfta okuyordu. O da Kadri gibi komşu bir
ilden gelmişti. Daha önce yurtta kalan Muhsin, son bir yıldan bu yana kalmaya
başlamıştı Kadri'nin kaldığı evde. Hâlâ memleketten gelmemişti. Daha doğrusu
sabah evden çıkana kadar da gelmemişti ve bugün geleceğini tahmin etmiyordu
Kadri.
Yusuf ile Rıza'dan
ayrıldıktan sonra birkaç yere uğradı. İkindi namazım her zaman gittiği camide
kıldı. Tesbihat ve duadan sonra hemen çıkmayıp mihrabın yanındaki boşlukta bir
müddet zikirle uğraştı. Elif-ba dersi alan çocukların tatlı uğultusunu dinledi
biraz. Sonra başındaki takkesini katlayıp cebine koyduktan sonra eve doğru
gitti. Yolunun üzerindeki pazardan biraz öteberi aldı. "Tek başıma yemek yapıp
yemek de sıkıcı olacak, ama bir-iki gün idare edeceğiz. Muhsin gelmiş olsaydı
ne iyi olurdu!.. Biraz hasret giderirdik hiç olmazsa..." dedi kendi
kendine kapıyı açarken. Kadri içeri girdiğinde iki çift ayakkabı olduğunu fark
etti ayakkabılıkta. "Allah Allah!" dedi şaşırarak. "Kim gelmiş
acaba? Biri Muhsin olabilir de, ya diğeri kim?" Sessizce seslerin geldiği
oturma odasına doğru gitti. Kapıdan fark ettirmeden bakınca, gördüklerinden
büyük bir sevinç duyarak neşe ile girdi içeriye.
-Vay vay vay!.. Kimler
gelmiş hele, kimler gelmiş?!. Yahu Vedat kardeş, ben seni nerede ararken, sen
nerede çıktın karşıma!
Üç arkadaş sevgi ve
özlemle musafahalaştılar. Diğeri Muhsin'di, Vedat'la birlikte olan. Vedat ise
yurtta kalan ve Kadri'nin bugün aradığı kişilerden biriydi. Mimarlıkta okuyordu.
Uzuna yakın orta boylu ve oturaklı bir fiziğe sahipti. Beyaz tenli, kırmızıya
çalan saçları vardı. Kahverengi gözlerindeki zekâ pırıltıları hemen fark
ediliyordu. Seyrek bir bıyığı ve hafiften bıraktığı düzgün, bakımlı bir sakalı
vardı. Sakalının kırmızılığı, güneşte çok daha fazla belli ediyordu.
Kadri, Vedat'ı çok
seviyordu. Kaç kez yurttan ayrılıp eve yerleşmesini teklif ettiyse de Vedat
kabul etmemişti. Vedat'ın bu teklifi reddedişinde geçerli bir nedeni vardı. O,
her defasında: "Benim yurtta kalışımın sebebini biliyorsun. Yurtta kalan
arkadaşlara yardımcı olmam lazım. Yoksa yurtta kalmak benim de hoşuma gitmiyor.
Ama ne yapalım, birilerinin kalması lazım. Keşke tüm arkadaşların ev tutabilecek
imkanları olsa da kimse yurtta kalmasa!.." diye mazeretini belirtir,
Kadri'yi susmak zorunda bırakırdı. Aslında Vedat yurttan ayrılmak istese, belki
de ilk karşı çıkan Kadri olacaktı. Çünkü Vedat'ın yurttaki görevi daha
önemliydi ve Kadri bunun bilincindeydi. Onun bu teklifleri sadece kalbinden
gelen duygulardan kaynaklanıyordu. Yoksa gerçekte Vedat'ın yurttan ayrılmaması
gerektiğini belki Vedat'tan daha iyi biliyordu.
Musafahanm ardından
otururlarken yine ilk konuşan
Kadri oldu.
-Yahu nereden çıktınız
böyle? Tam bir sürpriz yaptınız ha!.. Birlikte mi, yoksa ayrı ayrı mı geldiniz?
Soruya Muhsin cevap verdi:
-Birlikte geldik.
Vedat bir haftadan beridir bizdeydi. -Vallahi bravo doğrusu... İnsan bir haber
vermez mi? Belki ben de size katılırdım.
-Bak işte bu hiç
aklımıza gelmedi doğrusu, diyerek araya girdi Vedat.
-Boş ver, üzülmeyin.
Haberim olsa da gelemezdim zaten. Sizi biraz kıskandığım için lezzetinizi
anlaştırayım, dedim.
Hep birlikte güldüler.
Bir müddet hasret giderip tatilde neler yaptıkları üzerinde konuştular. Sonra
Vedat yeni hatırlamış gibi;
-İlk geldiğinde, sanki
beni aradığından filan bahsettin. Hayırdır, n'oldu? diye bir soru yöneltti
Kadri'ye.
-Doğru, seni
arıyordum. Neredeyse bütün günümü yurtta geçirdim bugün.
-Niye, bir şey mi
vardı? Yeni kayıt yapanlar mı var? -Evet. İki genç var yeni kayıt yapanlardan.
Birinin adı Yusuf... Benim meslektaşım. Diğeri de Rıza. Bizim İrfan'ın kardeşi.
-Eğitimci İrfan mı?
-Evet o.
-Nereyi kazanmış peki?
-Hukuk fakültesini.
-Aferin çocuğa. Abisi
gibi var mı peki?
-Daha çocuk sayılır.
Utangaç ve sıkılgan biri...
-İrfan da utangaçtı.
Demek ki bu huy onlarda aile boyu!
-Haya imandan gelir.
İrfan'm takvasına hayranlığımızı ne çabuk unuttunuz? Onun bazen 'aşırıdır' diye
bizi kızdıran hayası, muttaki kişiliğini şekillendirmede büyük bir etki
yapmıştır. Rıza da onun gibi. Rıza'ya baktığımda, sanki İrfan'ın gençlik hali
karşımda duruyordu.
-Yusuf nasıl biri?
-Düğünde tanıştırdığım
İlyas'ı hatırlıyor musun?
-Şu İmam Hatipte
okuyan genci mi diyorsun?
-Evet, o. İşte Yusuf
onun arkadaşı. Daha doğrusu birkaç aydır arkadaş olmuşlar. Ama îlyas'ın
anlattığına göre okuldaki örnek kişiler arasında gösteriliyormuş.
-Bizim arkadaşları
tanıyor mu?
-Tam değil. İlyas onu
bir düğüne götürmüş. Çok etkilendiğini söylüyor. Göründüğü kadarıyla, İslam'ı
yaşayan şahsiyetlerle birlikte olmaya susamış durumda. Çok okumuş, iyi bir
kültürü var. Tam ifade etmese de kendisini şimdiden arkadaşımız olarak
görüyor.
-İyi o zaman. Allah
doğru yoldan ayırmasın. -Amin. Şimdi senden istediğim şudur. Yusuf a daha önceden,
"Seni hoşnut olacağın bir odaya alacağız" diye söz vermiştim. Şimdi
kaldığı odada bulunanlar sağlam ayakkabı değiller. En kısa zamanda oda
ayarlaması yap. Rıza'nın oda arkadaşlarını görmedik; ama sen onu da
ayarlayacağın hakikat yolcuları
bir yere yerleştir.
Hatta Yusuf la birlikte kalsalar iyi olur. Yusuf ta da biraz utangaçlık olduğu
için Rıza ile iyi anlaşırlar. -Bunu dert etme. İnşaallah en kısa zamanda
halledeceğiz.
-Şimdi yeni kayıt
yapan başka arkadaşlar da vardır. Onları da hemen tespit edip oda durumlarını
ayarlaman gerekecek. İşin zor kardeşim.
-Zorluklan
kolaylaştıran Yüce Allah (cc)'a dua edin yeter benim için. Ayrıca ben yalnız
değilim ki... Yardım edecek birçok kardeş var. Onları unuttunuz mu yoksa?
İsterseniz hemen kalkıp gideyim.
-Olur mu canım? Şimdi
gitsen ne değişecek ki? Nerdeyse akşam olacak. Yarın sabah birlikte gider, sizi
tanıştırırım. -İyi! Ben de şaka yapmıştım zaten. Bu akşam yurtta kalmaya hiç
niyetim yoktu.
-Ha Vedat! Yusuf a
şimdilik arkadaşların oluşturduğu
birliktelikten
bahsetme olur mu?
-Olur, olur da niçin
bahsetmeyeyim. Sen, "İslam'ı yaşayan şahsiyetlerle birlikte olmaya
susamış durumda" diye
söylemedin mi?
-Evet, öyle söyledim.
Buna rağmen sen yine de anlatma. Sadece arkadaşlarla tanıştır, onların kendi
aralarındaki ilişkilerini, yaşantılarını, kardeşlik bağlarını kendi gözleriyle
görsün. Yusuf, yeterince aklı başında biri... İslam'ı seven ve kendine dert
edinmiş biri. Kısa zaman içinde teklifin Yusuf tan geleceğine inanıyorum.
Kendi gözlemleri, inceleme ve iradesiyle bizim arkadaşlığımızı kabul eden
birisi, tebliğ sonucu gelen birisinden daha iyidir. Bizi anlamaya, çizgimize
uymaya, prensiplerimize bağlanmaya ve gelişim göstermeye daha fazla müsait
olur. Böylece kısa sürede saflar içindeki yerini sağlamlaştırıp en aktif
görevlerde rol almak için öncülük eder.
-Haklısın galiba
Kadri; Ben işin o tarafını düşünmemiştim. İnşaallah dediğin gibi yaparım. Peki
ya Rıza nasıl biri? Arkadaşları tanıyor mu?
-Ben Rıza'yı 4aha
önceden de görmüştüm. Tatillerde bir-iki kez İrfan'la birlikte evlerine
gitmiştik. Rıza o zaman lise Öğrencisiydi; ama henüz çocuktu. O sıralarda
camiye gidip ders veriyordu. Babası arkadaşlarımızı seviyor! İrfan iki bacısını
arkadaşlarla evlendirdi. Yani temiz bir ailesi var. Rıza küçüklüğünden beri
İslam ile iç içe anlayacağın.
-İrfan gibi birisinin
kardeşi de İrfan gibi olur herhalde..
-Haliyle.
-Irfan'ı özleyeceğim.
Onun gibi birisinin yokluğuna alışmak zor olacak.
-Gel onu bir de bana
söyle. Yediğimiz, içtiğimiz ayrı gitmezdi biliyorsun. Birlikte ne zorluklar,
ne sıkıntılar yaşadık!.. O kadar çok anımız var ki onunla... Ama kader işte!
Ayrılık mukadder bir şey ne yazık ki... Günü geldiğinde hepimiz çeşitli
sebeplerle ayrılacağız. Zor olsa da alışmak lazım böyle şeylere... İrfan
gibileri zor bulunur. O bir tohum gibidir. Gittiği yeri şimdiden
bereketlendirmeye başlamış. Mezun olup memleketine gider gitmez hemen akraba,
eş-dost, mahalleden tanıdıkları ile ilgilenip onlarla sık sık İslami sohbetler
yapıyormuş. Mahallelerinde bulunan camide Kur'an derslerinin yanı sıra İslami
dersler vermekle işe başlamış. Arkadaşlarla ilişkileri sıkı bir şekilde devam
ediyor zaten. Öğretmenlik ataması da yapılmış, inşallah
gittiği okulda Öğrencileriyle de aynı
tempoda ilgilenip onları İslami konularda bilinçlendirecektir.
-İnşaallah. Ondan da
bu beklenir ancak.
Kadri, Muhsin'in
yokluğunu yeni fark etmişti. Muhsin kalkalı epey zaman olmuştu yanlarından ve
bir daha da dönmemişti. Vedat'la koyu bir sohbete dalan Kadri, onun yokluğunu
ancak şimdi fark etmişti.
-Muhsin nereye
kayboldu, diye sordu.
-Bilmem... Biz
konuşurken kalktı. Abdest tazelemeye gittiğini sandım; ama abdest o kadar uzun
sürmez ki...
O sırada Muhsin elinde
bir tepsiyle içeri girdi.
-Beni mi
çekiştiriyordunuz? deyip gülerek çay tepsisini
orta yere bıraktı.
-Oldu mu şimdi? Benim
işimi benden aldın, diye sitemde bulundu Kadri.
-"Bu bir hayır
yarışıdır" diye kendi aramızda aldığımız karan ne çabuk unuttun Kadri!
-Unutmadım tabi ki
kararımızı. Unutmadım, ama siz misafir sayılırsınız. Misafirin kalkıp çayı
hazırlaması... Neyse ben de akşam yemeğini hazırlarım.
-O görev de bitti. Şu
anda pilav pişmek üzere... Güve-d de yeni bıraktım ocağa.
-Senden korkulur
Muhsinciğim. Ne diyeyim? Hayırların hepsini sırtlayıp götürdün. Ben de
arkandan bakakaldım.
Güzel bir sonbahar
günüydü. Üniversitede dersler başlayalı yaklaşık bir ay kadar olmuştu. Yusuf,
hayatının bu yeni dönemini yadırgasa da, yeni tanıştığı arkadaşları sayesinde
yabancısı olduğu bu yeni ortarna ahşmaya çalışıyordu. Daha doğrusu,
"Ortama alışmaya çalışıyor" denemezdi, sadece böyle bir ortamda
öğrenime nasıl devam edilir, onu öğrenmeye çalışıyordu. Çünkü alışmak demek,
kabullenmek, ya da bazı şeyleri kanıksamak demek olacaktı. Oysa ne Yusuf un,
ne de Yusuf un tanıştığı kimselerin buna alışmasına imkân yoktu. Üniversitenin
her alanında görülen münkerlerin, işlenen haramların, İslam dışı bir yaşayışın
haddi hesabı yoktu. Tüm bunların iman sahibi kişilerce hoş görülmesi,
kabullenilmesi ya da bunlara kayıtsız kalınması düşünülemezdi.
İki hafta kadar önce
yurtta oda ayarlaması yapılmış, Yusuf ile Rıza kendileri gibi İslam'ı yaşayan
iki öğrenciyle aynı odaya alınmıştı. Bu ayarlamaya çok sevinmişti Yusuf.
Rıza'dan sonra Abdullah ve Ümit ile tanışma imkânı bulmuştu. Abdullah, İnşaat
Fakültesi ikinci sınıf öğrencisiydi. Ümit ise Fen Fakültesi Fizik bölümüne yeni
kayıt yapmıştı. Ancak bu ayarlama yapılana kadar geçen zaman, Yusuf a asırlar
gibi uzun gelmişti. Hele yurtta geçirdiği ilk geceyi unutamıyordu. Gördüğü ve
yaşadığı şeylerin gerçek olduğuna inanamamış, bunların bir kâbus olduğunu,
uyandığında her şeyin geçeceğini, gördüklerinin kaybolacağını sanmıştı. Ama
Yusuf ne uykudaydı, ne de gördükleri sandığı gibi kâbustu. Üniversite
gençliğinin, yurt hayatının ta kendisiydi.
. İlk gece çok
etkilemişti Yusuf u. Hem yabancı bir yatakta olmanın verdiği yabancılık, hem
gördüğü şeyler ve hem de sözde belli bir saatten sonra yasak olmasına rağmen çıkarılan
gürültü, bir de Mert ile olan tartışmaları onu uyut-mamıştı. Uyumak için ne
kadar çabaladıysa da uykusu daha çok kaçmıştı. O da kalkıp giyinmiş, defter ve
kalemini alarak kafeteryaya inmişti. Açık bir pencerenin yanındaki masaya
geçmiş ve defterini açarak yaşadığı bu ilk geceyi şöyle kaydetmişti:
Yurttaki ilk gecemi
geçiriyorum. Daha doğrusu gece mi beni geçiriyor, yoksa ben mi geceyi
geçiriyorum, bilemiyorum. Tam bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Ama niçin hayal
kırıklığı yaşadığımı da doğrusu bilmiyorum. Ne bekliyordum ki, umduğumu
bulamamanın şaşkınlığını yaşayayım? Herkesin genel kabul gören ahlak
ölçülerine göre hareket etmelerini mi bekliyordum? Hayır! Böyle bir şey
beklemediğimi ben be biliyorum. Ama belki de bilinçaltına yerleşmiş bir
temenninin boşa çıkmasının verdiği sukut-u hayale uğramışlık duygusunu
yaşıyorum. Belki de beklediğimin çok üstünde bir bozulmuşluk, kokuşmuşluk,
çürümüşlük gördüğümdendir. Ya da belki ahlaksızlığı ahlak olarak telakki eden
kişilerin diğerleri arasında daha fazla kabul görmesi, popüler olmasıdır beni
rahatsız eden, uykularımı kaçıran.
Evet... İnsan ile
herhangi bir havyan arasındaki fark, bazen sadece dış görünüşte kalır. Fizik
olarak insan suretinde olan bazı yaratıklar, bazen öyle aşağılık olur ki,
onlara hayvan demek, hayvanı aşağılamak manasına gelir. Yüce Alİah (cc), A'raf
Suresi 179. ayet-i kerimede onların durumu için: "Andolsun ki, birçok cini
ve insanı cehennemlik olarak yarattık. Onların kalpleri var. Fakat anlamazlar,
gözleri var, fakat görmezler, kulakları var, fakat işitmezler. Onlar hayvanlar
gibidirler. Hatta hayvanlardan da sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler"
demek suretiyle onların hayvanlardan da aşağı olduğunu bildirmiştir. İşte ben
bu gece sureten insan; ama hal ve hareket, edep ve ahlak ile yaşayışta hayvandan
daha aşağı yaratıkların olabileceğine şahit oldum. Hem de sadece bir-iki kişi
değil, onlarca, belki de yüzlerce... İnsan olma onuruna erememiş,
hayvanlaşmayı şeref addeden yaratıkları görmek ne kadar da üzüntü verici bir
durum!.. Bunu ancak insan olarak yaratılmanın şükrünü eda edenler anlar.
Peki nedir beni
dehşete düşüren görüntüler, duyduğum sözler, "Keşke görmeseydim"
diye pişmanlık duyduğum manzaralar?.. Bu deftere yazmak istemezdim; ama galiba
üniversitenin gerçeği bu!.. Ve bu gerçeği bir şekilde
yazmam gerekecek. Ama şunu da şimdiden
belirteyim ki, yazacağım şeyler, gerçeğin sadece küçük bir cüzü olacak. Hepsini
olduğu gibi yazıp sevgili defterimi, içimi döktüğüm sırdaşımı kirletmek
istemiyorum. Doğrusu da bu olacak herhalde!..
Sadece şortla, onu da
bırakın sadece donla gezen, ortalıkta serseri mayın gibi dolaşanları gördü bu
gözler. Birbirinin sırtına binen, kötü el şakaları yapan, birbirlerine hayâsızca
teklifler yapan, buna karşılık etraftan kahkahalarla destek çıkanlar paraladı
yüreğimi. Beni iğrendirdi, midemi bulandırdı. Konuşmaların hepsi küfürlü, hepsi
argo, hepsi hayâsızca... Konuşmaların başlangıç ve bitişi küfür... Sanırsın
ki, konuşma çizgileri, ya da noktalama işaretlerinin yerine küfürlü sözler
gelmiş. Sınıflarında bulunan, ya da arkadaşlık yaptıkları kızlar hakkında ulu
orta söylenen sözler, yapılan şerefsizce planlar normal bir insanın dahi kanını
dondurmaya yeterken, etraftan yapılan katılımlar, hayvanca gülüşmeler ve
sözler!.. Bunların yanı sıra "Eşekler gibi içtim" diyerek övünen,
içtiği içkinin sarhoşluğuyla çevresine hava atıp naralar savuran, en olmadık
sözlerle oraya buraya sataşan, ardından da hayvanlar gibi böğürerek kusanların
çokluğu!.. İşte böyle bir yurtta ve böyle bir ortamda geçiriyorum ilk gecemi.
Yazık!.. Çok yazık...
Üniversite böyle mi olmalıydı? Yurt böyle mi?.. Bunların hepsi öğrenci,
insanlığa hizmet etmede rol alacak insanlar... Böyle bir gençlikle, böyle bir
kafayla insanlığın geleceğinden bahsetmek mümkün mü? Hayır, asla!.. dur
Kimisi doktor olacak
bunların, hastayı nasıl tedavi edecek? Kimisi öğretmen olacak, sözde öğrenci
yetiştirecek... Öğretmen aynı zamanda örnek olmalı, ideal adamı olmalı.
Öğrencinin gözünde ulaşılması gereken bir noktada olmalı. Öğrencilerine bir
şeyler verebilecek, onlara maneviyatını, dinini, diyanetini, kutsal değerlere
saygı göstermesini Öğretecek bir bilgi ve birikime sahip olmalı... Ama bu
insan suretinde olan müsveddelerin yapacağı öğretmenlik nerede, ideal
öğretmenin yapacağı öğretmenlik nerede?!..
Kimisi hukukçu olacak
bunların... Hoş, İslam'ın olmadığı yerde adaletten bahsetmek abesle iştigal
olur. Buna rağmen mevcut hukukun ilkelerine göre bile adaletin sağlanması için
çaba gösterebilecekleri ahlaki yeterliliklere sahip değil hiçbiri... Adaleti
sağlayacak kişjnin insan olması, örnek bir ahlaka sahip olması, iyi ile kötüyü
ayırt edebilecek vicdani özelliklere sahip olması gerekmektedir. Eğer tüm
hukukçular böyleyse, elveda olmayan adalet!..
Sözde mimar-mühendis
olacak bunların bir kısmı... Kendi insanlığını inşa etmekten aciz, iç mimarisi
darmadağın olan birisinin yapılar inşa etmesi, bu yapılara mimari özellikler
yüklemesi düşünülebilir mi? İnsandaki üstün mimari yapının farkında olmayan,
insanın iskelet sistemindeki müthiş mühendislik harikasını göremeyen gözlerin,
eserler meydana getirmesini düşünmek fazla iyimser bir yaklaşım olmaz mı?
Yazık!.. Hem de ne
yazık... Eyvah ki ne eyvah!.. Nasıl bir gençlik oluşturulmuş Allah'ım!.. Kof,
içi boş, düşünce yapısı sıfır... Düşünemeyen, akletmeyen, önünü göremeyen bir
gençlik... Bütün dertleri günü geçirmek, eğlenmek, hayvani dürtülerini tatmin
etmek olan bir gençlik... Ve 'İşte modern çağın çağdaş gençliği!' diye onlarla
Övünen, oluşturdukları tepkisiz, düşüncesiz, amaçsız, başıboş, serseri
toplulukları, zevkten ağızlan sulanarak izleyen sözde toplum mühendisleri...
Toplumu bunlar mı
yönlendirecek?.. Geleceğin idarecileri, önde gelenleri, mevki ve makam
sahipleri bunlar mı olacak? Aman Allah'ım!.. Düşündükçe hafakanlar basıyor
beni... Sen kurtar Ya Rabbim! Halkı bu durumdan, İslam'ın aydınlığına ulaştırmak
için çalışanlara da yardım et! Bu işi ancak Sen düzeltirsin...
Her şey gelip İslam'a
dayanıyor sonunda. Ah İslam!.. Gözümün nuru, Rabbimin hidayet kaynağı İslam!..
Sen gittin gideli tadı yok hayatın inan. Bugün her zamankinden çok daha fazla
muhtacız sana. Sen gittin gideli yüzlerde nur, gözlerde basiret, gönüllerde
Allah korkusu kalmadı. İman çekildi kalplerden sen gittin gideli. İnsanlar işte
böyle müsveddeleşti, nzıktan bereket çekilip gitti seninle beraber. Ah İslam,
Yüce Rabbimin bizim için seçip beğendiği Din!.. Değerini bilemedik senin
biliyorum. Bu kadar ceza yeter bize... Yokluğunda sana susamışhğın verdiği
azap yetti artık... Yokluğun acı veriyor bize ta kılcal damarlarımızda
hissettiğimiz. Sen yoksun ya, haramlar helal oldu da gıkı çıkmadı kimsenin.
Toplum ürkmüş develer gibi savrulmuş ortalığa, toparlayacak bir çoban yok.
Gençlik bir koyun sürüsü gibi, çoban niyetine kurtlara emanet edilmiş de
ana-babaların haberi yok. İnsan-ı kamil yetişmiyor artık!.. İnsanniyetine işte
bu üniversite gençliği gibi insan bozuntuları doldurmuş ortalığı... Ama
ümitvarız yine de geleceğinden, bizi kucaklayacağından. Bizim sana olan
susamışlığımızı bildiğinden ümitvarız. Seni sinelerinde yaşayan gönüllerin
bitmediğini, seni başlarına taç yapan iman sahiplerinin seni iştiyakla
beklediklerini, seherlerde ağlayan gözlerle seni arzuladıklarını, dualarında
Hamd'den sonra seni zikrettiklerini bildiğinden de ümitvarız. Ve yine
ümitvarız ki, sen de bize en az sana müştak olduğumuz kadar iştiyak duymaktasın.
Geleceksin, biliyorum. Üstadımızın da dediği gibi: "Evet, ümitvar olunuz.
Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür şada, İslâm'ın sadası
olacaktır" Evet geleceksin, biliyorum. Bildiğim için de ümitsiz değilim.
Çünkü Yüce Allah (cc) Yusuf Suresi 87. ayette Hz. Yakub (asi'un dilinden;
"Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin; doğrusu kâfirlerden başkası
Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez" demektedir. Evet geleceksin; ama
gelişin uzun zaman almasın!..
Evet, sevgili
defterim. Seninle hasbıhalim rahatlattı beni. Şafak sökmek üzere; ama bende
uyku namına bir şey yok. Seninle vedalaşma vakti geldi!.. Buna rağmen bu akşam
Mert ile aramızda geçen tartışmayı yazmak için içimde kuvvetli bir istek
duyuyorum. Onu da yazdıktan sonra seninle vedalaşacağım ve namaza gidip
âlemlerin Rabbiyle hasbıhal edeceğim.
Akşam yatmadan önce
temizliğimi yapıp abdest aldıktan sonra, gördüğüm o pislikler ve duyduğum mide
bulandırıcı sözlerle moral bozukluğu içinde yatağıma gelmiştim. Yatağıma uzanıp
sünnet olan zikirleri yaptığım sırada Mert gürültüler çıkarıp yüksek sesle konuşarak içeri girdi.
"Ya sabır!" diyerek gözlerimi kapattım. Mert ise kendi kendine
konuşmaya devam ediyordu. Söylediklerinden hatırladıklarım şunlar:
-Üniversite, dedikleri
kadar varmış ha! Oh be dünya varmış!.. Özgürlük diye buna derler işte. Aile
derdin yok, baba nasihati işitme zorunluluğun yok. İstediğin gibi yaşa git.
Hele hukuk tam bana göre bir yer. Kızların sayısı, erkeklerden daha fazla
neredeyse! Kullan kullan değiştir yapacağım!.. Arı olup her çiçekten bal
alacağım. Heyyyt be! Yaşasın özgürlük!
Mert'in kızlar için
kullandığı son cümleler gücüme gitmişti. Bu yüzden ona cevap verme zorunda
hissettim kendimi. Sonra aramızda şöyle bir diyalog geçti:
-Mert!
-Söyle be oda
arkadaşım, uykunu mu bozdum? Ne öyle tavuklar gibi erkenden tünemişsin
yatağa... Kalk da muhabbet edelim biraz.
-Bak Mert, seninle bu
şartlarda, bu üslupta muhabbet edemeyiz.
-Neden, ne olmuş
üslubumuza?
-Öncelikle saygılı
olmasını öğrenmelisin. Birbirimize gereken saygıyı göstermezsek, senin
deyiminle muhabbet
edemeyiz.
-Ben saygısızlık mı
yapıyorum şimdi?
-Belki farkında
değilsin; ama evet. Uyumaya çalışan birisini gürültü çıkararak rahatsız etmek
saygısızlık değil mi sence? Hem sonra senin üslubun bana kırıcı geliyor. Havalı
ve argo konuşmaları sevmiyorum. Muhabbet edeceksek, benim hoşlanmadığım şekilde
konuşmaktan vazgeçmelisin. Sözlerini biraz tartarak konuşmasını öğrenmelisin.
-Senin de şartların
ağır ama... Şunun şurasında bir neşemiz vardı, onun da içine... yani onu da
kaçırdın gayri...
-Kızlar için sarf
ettiğin cümleleri neşeden mi sayıyorsun Mert?
-Ya ne olması lazımdı?
Genciz biz arkadaş! Hayatımızı yaşamaya bakmalıyız.
-Herkes hayatını böyle
yaşamaya kalkarsa ne olur?
-Ne olur?
-Sana bir soru
soracağım; ama yanlış anlama. Sadece sana bir şeyi kavratmak için soruyorum.
-Tamam sor.
-Senin kız kardeşin,
ya da yakın akrabalarından yetişkin kızlar var mı?
-Kız kardeşim var.
-Okul okuyor mu?
-Lise sonda okuyor.
-Üniversiteye gidecek
mi?
-Evet.
-Peki, senin gibi
düşünen kişiler, senin yaptığın gibi kız kardeşine de yaklaşsalar ne olur?
-O kişinin canına
okurum. Ayrıca kardeşim akıllı kızdır, nasıl hareket edeceğini iyi bilir.
-Sence, senin az evvel
"Kullanıp kullanıp atacağım, bir arı gibi her çiçekten bal alacağım"
dediğin kızlar da kendilerine göre yeterince akıllı, nasıl hareket
edeceklerini bilen ve
onlara kötü gözle bakacakların "canına okuyacak" senin gibi
kardeşleri yok mu?
-E olabilir tabi... Ne
olacak?
-Olacağı şu: Bu dünya,
etme-bulma dünyasıdır, demişler. Ne ekersen onu biçersin. Başkasının bacısına
kötülük yapan, kendi bacısına da kötülük yapılmasını peşinen kabul etmiş
demektir. Senin kendi bacına gösterdiğin sevgi ve değer, başkasının bacısına
göstereceğin saygı ve değerle paraleldir. Aksi halde, eğer bu düşüncelerinde
devam edersen, hiç şüphen olmasın ki, senin bacın da bir başkası tarafından
kullanılıp atılacaktır. Yol yakınken aklını başına al. Özgürlük senin anladığın
gibi başıboşluk, sınır tanımazlık, ahlaki değerleri çiğnemek değildir.
Özgürlük; kuralsızlık, kayıtsızlık değildir. Mutlak manada özgürlük yoktur. En
basit tanımıyla da baksan, herkesin özgürlüğü, bir diğerinin özgürlük
sınırlarına kadardır. Senin özgürlüğün, bir başkasının özgürlük sınırlarını
ihlal etme hakkını vermez. 'Genç olan hayatını yaşasın' diyorsun. Yaşasın,
yaşasın da nereye kadar? Kendi hayatını yaşarken, başkasının hayatını
karartarak mı? Bütün gençlerin senin gibi düşündüğünü ve hayatlarını
yaşadıklarını bir tasavvur et gözlerinde hele... Ortalık toz-duman içinde
kalır. Anarşi, cinayet, talan, yağma gırla gider. Irzlar kirletilir, namus
güvenliği ortadan kalkar. Can, mal, din, nesil, akıl emniyeti kalmaz.
-Tamam Yusuf hoca,
tamam!.. Aklımı karmakarışık ettin bıraktın. Baba gibi nasihat ediyorsun
adama. Ben babamdan kurtulduğum için sevinirken, sen ona rahmet okutuyorsun
nasihat bakımından. Söylediğin şeyler doğru; ama ben senin gibi olamam. En
azından şimdilik... Biraz yaşayıp özgürlüğümün tadını almadan, bazı konularda
hevesimi kırmadan dediklerini yapamayacağım. Hatta düşünüp ikilemde bile
kalmak istemiyorum. Anladın mı?
-Sadece kendine yazık
edersin.
-Bu benim hayatım.
-Yaşamını karartacağın
kimselerin hayatı, senin değil ama... Ayrıca anne-babanın hayatı da senin
değil. Onlar "Oğlumuz okusun da adam olsun" diye gönderdiler seni
buraya. Oğullarını yıllar sonra "İnsanlık değerlerini çiğneyen biri"
olarak gördüklerinde, ne yapacaklar hiç düşündün mü?
-Bu da onların sorunu!
Üff! Üzerime çok geldin hoca. Artık beni rahat bırak. ,
-Seni rahat bırakmamın
tek yolu, düşüncelerini ve yapacaklarını ulu orta seslice söylememendir. Senin
düşüncelerini ve yapacaklarını hoş görmüyor ve tasvip etmiyorum. Tamamen
karşıyım buna. İtiraz edeceğim, karşı duracağım şeyler söylemediğin müddetçe,
seni rahat bırakırım. Aksi halde beni hep karşında bulacaksın.
İşte ilk gecem böyle
geçti yurtta. Allah, benim ve tüm Müslümanların yardımcısı olsun. Müslümanca
yaşamanın hüner istediği bir ortam var burada. Ne kadar sakınırsan sakın, bir
taraftan sıçrıyor insanın üzerine pislikler. Gözlerini kapatsan, kulağın
işitiyor. Kulaklarını kapatsan, gözlerin görüyor. Ey eşrefü'1-mahlûkat olarak
yarattığın insanı dilediğinde esfelesafilin seviyesine düşüren Allah'ım! Bizi
günahlardan, haramlardan, şeytan işi pisliklerden, hayvani
amellerden muhafaza et. Bizi takva
libasına büründürdüğün kullarından eyle. Amin!.. Amin! Amin!.. Vel
hamdulil-lahi Rabbil Âlemin...
Yusuf, yurttaki ilk
gecesini yeniden yaşamıştı durduğu pencere önünde. Dersten çıktıktan sonra
buraya gelmiş, pencereden dışarıyı izlerken düşünceleri onu bir ay öncesine
götürmüştü. Bu günlük dersleri yoktu artık. Cuma namazının vaktinin girmesini
beklerken durduğu yerde dalıp gitmiş, hafızasına kazınmış olan bu hatırasından
dolayı yüzüne acı bir ifade yayılmıştı. Etrafta olup bitenlerin farkında
olmadığı gibi yanma kadar sokulan Vedat'ı da görememişti. Vedat, Yusuf un ayrı
bir dünyada olduğunu anlayınca, omzundan tutup hafifçe sıktı. Yusuf, bu
hareketle uykudan uyanır gibi silkinip kendisine tebessüm eden yüze baktı.
Biraz mahcup bir şekilde:
-Sen miydin Vedat abi?
Geldiğini hiç fark etmedim, dedi.
-Fark etmediğini
biliyorum Yusuf. Selam verdiğimi bile duymadın. Hangi dünyalara seyr-u sefer
eylemiştin, söyle de birlikte gidelim bundan böyle.
-Yok abi, bir yerlere
gittiğim yoktu. Değişik bir ortama girdim, alışmaya çalışıyorum. Bazen
istemeden de olsa, böyle dalıyorum işte.
-Başta hepimiz senin
gibiydik Yusuf. Zamanla kendine gelirsin. Ne acı bir durum ki, bunlar hayatın
gerçekleri, zamanın ta kendisi!..
-Sakınılması büyük
hüner isteyen bir gerçek!
-Evet haklısın, büyük
hüner istiyor. Ama Allah yardım edip sakınmak isteyenlere hem kabiliyet
bahşediyor, hem de hidayet yollarını gösteriyor.
-Allah'a hamd olsun.
O'nun yardımı olmasa, böylesine kuvvetli bir akıntıdan kimse kendisini
kurtaramaz.
-Akıntı kuvvetli
olabilir; ama Yüce Allah (cc)'ın dostlarına verdiği iman, en güçlü akıntıların
bile tersine yüzecek kadar kuvvetli. Şeytanın hileleri zayıftır Yusuf. Şeytanın
hileleri, mecazi tabirle "Suyun üzerindeki köpük gibidir." Suyun
üzerindeki köpüğün iman ve basiretli gözler karşısında hiçbir ehemmiyeti
yoktur. Bu güçlü akıntının kaynağı olan şeytan ve nefis, akıntıya kapılanlara
amellerini güzel göstermiş, onları her şeyin oyun ve eğlenceden ibaret olduğu yalanma
inandırmış. Hayatın sadece bu dünyayla sınırlı olduğunu, ahiretin olmadığını,
ona inananların boş kuruntular peşinde olduğunu, böyle bir şey olsa bile çok
uzak olduğunu, bu yüzden hayatın en güzel bir şekilde yaşanması gerektiğini
yerleştirmiş akıllara. İnsan dünyaya bir kez gelirmiş, bu yüzden de hayatım
yaşamalıymış. Tek hedef koymuş şeytan insanın önüne: Doymayan gözlerini
do-yuruncaya kadar dünyalık mal, makam ve şöhret ile nefsini tatmin edinceye
kadar şehvete kölelik... Oysa bu asla gerçekleştirilemeyecek bir hedeftir.
İnsanın ne gözü doyar, ne de nefsi... Hep daha fazlasını ister durur. Hep daha
fazlasını isteme duygusu her insanda vardır. Allah'ın hidayeti olmasa,
şeytanın ha bire dürtüklediği bu duygunun peşinden gitmemeye imkân olmazdı.
Bize iman nasip edip doğru yoiu gösteren ve bizi Müslüman kullarından eyleyen
Yüce Rabbimize sonsuz hamdu senalar olsun.
-Amin.
Elhamdülillah!.. Sahi Vedat abı, senin ne işin var burada?
Dersim yoktu. Ne
yapayım, diye düşünürken, aklıma sen geldin. Ben de biraz sohbet etmek için
sana geldim. Özlemiştim seni. Zaten Cuma namazına az kaldı. Beraber namaza da
gideriz belki.
-İyi etmişsin abi.
Benim de dersim bitmişti.
-Tamam o zaman. Eğer
başka bir işin yoksa camiye doğru gidelim. Burasının havası sıkıyor insanı.
-Gidelim abi.
Kadri'nin oturduğu
öğrenci evi kalabalıktı o akşam. Kadri ile Muhsin'in yanı sıra Vedat, Eğitimde
okuyan Ramazan, Fen Fakültesinden Musa, Veterinerlikten Zekeriya, Tıptan
Muharrem ile İnşaat Fakültesinden Murat vardı. Daha önce yurtta kalan Ramazan
ile Zekeriya da bu dönem öğrenci evinde kalmaya başlamışlardı. Böylece evde
kalanların sayısı dörde çıkmıştı. Musa ile Muharrem bir başka öğrenci evinde
kalıyordu. Murat ise Vedat ile birlikte yurttan gelmişti. Muhsin'in aşçılığında
yapılan yemek yenilmiş, çaylar içilmişti. Yatsı namazı da cemaatle kılındıktan
sonra gençler aralarında sohbete başlamışlardı. Sıcak ve içten bir sohbetti.
Yapmacık ve süsten uzak bir ortam vardı. Espriler yapıyor, bazen birbirlerine
takılıyordu gençler. Ama ne takılmalarında, ne de esprilerinde bir aşırılık,
bir kırıcılık vardı. Şakanın da bir ölçüsünün olması gerektiğinin bilincindeydi
gençler. Çünkü onlar, Yüce Peygamberleri (sav)'nin de şaka yaptığını; ama
şakadan da olsa, gerçeğin dışında bir şey söylemediğini biliyorlardı. İstihza,
alay etme, kardeşinin yaptıklarını küçümseme, konuştuklarını hafife alma, hele
yaratılıştan kaynaklanan fiziki arızalan diline dolama suretiyle sıkıntı verme
gibi davranışlardan tamamen uzaktılar ve böylesi davranışların İslam
kardeşliğini zedeleyici, gönülleri soğutucu ve kalpleri kırıcı kötü hasletler
olduğunun farkındaydılar elbette... O kalp ki; imanın merkezi!.. O kalp ki;
Yüce Allah (cc)'ın "Ben yere, göğe sığmam; ancak mü'min kulumun kalbine
sığarım" diyerek yücelttiği iman yeri... O kalp ki; o iyi olduğunda, onu
taşıyan insanın da iyi olduğu, kötülüğünde ise, sahibinin de kötü olduğu
etkileyici bir organ... O kalp ki; vicdan denen fıtri duyguların kontrol
merkeziydi. İşte böyle bir kalbin hassasiyetini ve kutsiyetini biliyordu
gençler. Bu yüzden onun kırılmaması ve memnuniyeti için azami çaba sarf
ediyordular.
Kısa bir duraksamayı
fırsat bilen Kadri, Musa'ya dönerek:
-Sahi Musa, ev işini
nasıl hallettiniz? diye sordu.
-Sorma gitsin!.. Bir
ev bulana kadar canımız çıktı. Yeni aldığım ayakkabılarımın tabanlarını kiralık
ev sora sora eskittim.
Bu espriye hep beraber
güldüler. Kadri sorularına devam etti.
-Niçin, kiralık ev yok
muydu?
-Sorun, kiralık evin
olmaması değil. İstemediğin kadar ev vardı.
-Eee?..
-Eee'si şu: Hiç kimse
öğrenciye ev vermek istemiyor.
Soru bu kez Vedat'tan
geldi.
-Öğrencilere karşı bir
önyargı olduğunu biliyordum da, bu kadar ileri bir dereceye çıktığını
bilmiyordum. Yani öğrenciye evini kiralayacak kimse kalmamış mı? Hem öğrencilerin
nesi var ki böyle bir tepki oluşmuş?
Vedat'ın sorusunu
Muharrem yanıtladı.
-Senin ev arama derdin
olmadığı için bilmemen normal tabii. Öğrencilerin bir şeyi yok; ama öğrenci
evinde kalmış olan öğrencilerde sorun var. İnsanlar öğrencilere karşı o kadar
tepkili ki, konuşmaya dahi yanaşmıyorlar. "İşin ne?" sorusuna,
"Öğrenciyim" cevabını verdiğin anda hemen "Kiralık evim
yok" diyerek konuşmayı kesiyorlar.
-Allah Allah!..
Eskiden ev sahiplerinin kiracı seçmek gibi bir adetleri yoktu. Onlar sadece
kiralarına bakardı. Ha öğrenci olmuş, ha başka bir şey... Fark etmiyordu onlar
için.
Musa söze karışarak;
-Ama fark ediyor işte.
Adamların öğrencilere kiralık ev vermemesinin o kadar çok nedeni var ki!.. Hem
de hepsi haklı sebepler... Onların yerinde olsam, ben de aynı titizliği
gösterirdim.
O ana kadar sessiz
kalıp konuşulanları ilgiyle dinleyen Murat, Musa'nın son sözlerinden sonra
oturduğu kanepede öne doğru biraz eğilerek merakla sordu.
-Neymiş öğrencilere ev
verilmemesinin haklı sebepleri?
Murat'ın bu sorusu üzerine
herkes Musa'nın vereceği cevabı duymak için bakışlarını ona yöneltmişlerdi.
Musa söyleyeceklerini kafasında toparladıktan sonra tane tane konuştu:
-Ev sahiplerinin,
öğrenci olduğumuzu duyduklarında ev vermemelerinin altında öğrencilerle ilgili
edinmiş oldukları bazı yargılar yatıyordu. Ya kendileri, ya
dostları-tanı-dıkları, ya komşu veya mahallelileri daha önce öğrencilere ev
vermiş; ama sonradan kiraya verdiklerine pişman olmuşlardı. Gördüğüm kadarıyla
en önemli sebeplerden birisi, öğrencilerin genel ahlak ilkelerine
uymamalarıdır. Yani; toplumun örf ve adetlerine, dini hassasiyetlerine,
yerleşmiş namus anlayışına ters hareketlerde bulundukları için bir önyargı
oluşmuş. Haklılar tabii ki. Ev verdiğin adamlar giyiniş ve yaşam tarzıyla,
farklı bir görüntü sergiler; kız arkadaşlarıyla sarmaş-dolaş eve kadar gelir,
hatta eve davet eder; mahalledeki kızlara yan gözle bakarsa, olacağı budur.
Buna bir de gece yarılarına kadar gürültü yapma ve evde partiler verip
sabahlara kadar tepinme, zaman zaman sarhoş olup ortalığı velveleye verme de
eklenince, bundan başka bir sonuç beklenmemeli tabi. Evi hor kullanmaları da
cabası... E siz olsanız, kendilerini 'öğrenciyim' diye tanıtan kimselere
evinizi kiralar mısınız?
-Vermem! Ben olsam
böylesi kişilere evimi kiralamam. Ama bu durumda iyi insanlar ne olacak?
Herkesi aynı kefeye koymak da iyi olmaz ki!., dedi Murat
-Doğru, dedi Musa. Ama
insanların çoğu işin o tarafını düşünmüyor. Onların gözünde öğrenci,
öğrencidir. Bazı kişilerden edindikleri tecrübeyi tüm öğrenciler için genellemişler.
Tabi arada kalan ve işi bozulan biz oluyoruz. Yani ev bulmak için bütün şehri
sokak sokak dolaşmak zorunda kalan biz oluyoruz.
-Peki siz nasıl
buldunuz şimdiki evi?
-Bunu da Muharrem
anlatsın, dedi Musa.
Sözün kendisine verilmesi
üzerine, oturduğu yerde konuşma pozisyonu aldı. Muharrem, orta boylu, minyon
tipli, seyrek bıyıkları ve hafif sakalı olan biriydi. Ciddi olduğu zamanlarda
bile yüzünden tebessüm eksik olmayan Muharrem, ev buldukları günü hatırlayınca
aydınlık yüzüne bir mutluluk havası hakim oldu. Aynı duygularla anlatmaya
başladı.
-Normalde ben ayrı
yerde, Musa da ayrı yerde ev arıyorduk. Böylece ev bulma şansımızın daha
yüksek olmasını amaçlamıştık. Ama o gün birlikte dolaşmaya karar vermiştik.
Dolaşa dolaşa nihayet şimdiki evimizin bulunduğu yere geldik. Bir binanın
üçüncü katıydı^ve pencereye 'Kiralık' diye yazı asılmıştı. Binanın altındaki
bakkaldan sahibini sorduk. Az sonra sahibi geldi. 60 yaşlarında, beyaz sakallı,
nur yüzlü bir amcaydı. Evi hakkında konuştuk. Tam anlaşacakken öğrenci
olduğumuzu anlayınca, vazgeçti. Sebebi de, aynı binanın, beşinci katında daha
önceden kalan öğrencilerin çıkardığı rezaletlermiş. Sonuçta bina sakinleri hep
birlikte onları kovmak zorunda kalmışlar. Amcaya kendimizi anlatmaya
çabalamamız boş bir uğraş oldu. Bizi dinlemiyordu bile. Sonuçta, "Ben
öğrenciye ev vermem. Boşuna nefes tüketmeyin" deyip gitti.
Biz yorgunluk ve
bitkinlikten perişan bir halde amcanın arkasında bakakaldık. O sırada akşam
ezanı okundu. Ezan sesinden caminin yakın bir yerde olduğu anlaşılıyordu.
Günlerden Perşembe olduğu için ikimiz de oruçluyduk.
Bakkala caminin yerini
sorduk. İki sokak ötedeymiş. İftarımızı açmak için ekmek, domates, biraz da
üzüm alıp camiye gittik. Avlusu olan küçük, şirin bir mahalle mescidiydi.
Abdest alıp namazımızı kıldık. Sonra imamdan iftarımızı açmak için izin
istedik. Sağ olsun imam anlayışlı biriydi. Bize caminin içindeki, imam odası
olarak kullanılan bir bölmede yer gösterdi. Meğer ev sahibi amca namaz kıldığımızı
ve imamla konuştuktan sonra yemeğimizi yediğimizi görmüş. İmama gidip durumu
sormuş, o da oruçlu olduğumuzu, iftarımızı açmak için izin istediğimizi,
kendisinin de seve seve bu izni verdiğini söylemiş. Tabi biz tüm bu konuşulanlardan
habersiz, yemeğimizi yemeye başlamıştık. Az sonra ihtiyar amcanın girdiğini
gördük. Yüzüne yayılan bir mahcubiyetle;
-Allah kabul etsin
evlatlarım, dedi. Sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti:
-Allah razı olsun
amca. Buyur, Allah ne verdiyse, birlikte yiyelim.
-Sağ olun çocuklar,
sağ olun. Yanınıza oturayım; ama ben yemeyeceğim.
Amca yanımıza oturdu,
ama tüm ısrarlarımıza rağmen bir şey yemedi. Arada bir sorular sormaktan da
geri kalmıyordu.
-Siz öğrenciydiniz
öyle değil mi?
-Evet amca. Ben
tıptayım, Musa da Fen Fakültesinde okuyor.
-Yaa!.. Ama siz namaz
kılıyorsunuz?!.
-Evet amca namaz
kılıyoruz. Bizim gibi öğrencilerin namaz kılması neden şaşırttı sizi,
öğrenciler namaz kılamaz mı?
-Kılar, kılar da
oğlum. Ben hiç görmedim. Hem bu genç yaşınızda, hem öğrencisiniz... Pek
şaşırdım doğrusu. O halde bu tuttuğunuz oruç da sünnet orucu olmalı, öyle
değil mi?
-Evet amca, dediğin
gibi sünnet orucu. Bugün Perşembe. Peygamberimizin (sav) daimi sünnetlerinden
olan Pazartesi ve Perşembe günlerini genelde oruçlu geçiriyoruz.
-Yani siz sünnetlere
de bu kadar bağlısınız ha?!.
-Evet amca.
Yapabildiğimiz kadarıyla, Peygamberimizin (sav) tüm sünnetlerini yapmaya
gayret ediyoruz.
Bu cevabın ardından
amcanın sevinçten adeta dili tutulmuş, ağlamaya başlamıştı. Gözlerinden
süzülen yaşlar neredeyse sakallarını ıslatmıştı. O böyle ağlarken, biz yemeğimizi
bitirip mütevazı soframızı topladık. Orada artık işimiz bitmişti. Amcaya:
-Amca izin verirsen
gideceğiz. Artık geç oldu, deyince gözyaşlarını sildi ve:
-Ben sizi şimdi
bırakırsam, sizin gibi dinine bağlı gençleri bir daha nereden bulacağım? Eğer
bu ihtiyar amcanızı kırmayacaksanız, gelin birlikte evime gidelim. İftarınızı
açtınız, çayınızı da bizim evde içersiniz. Keşke daha önceden bilseydim de
sizin için iftar yemeği hazırlasaydım... Ama ne bileyim, sizi de diğerleri gibi
sandım. Gerçi yüzlerinizden anlamalıydım ama... İhtiyarlık işte!.. Haydi
çocuklar, bu ihtiyar amcanızı kırmayın.
-Ama geç oldu amca.
Arkadaşlar merak ederler. Bizden ev için haber bekliyorlar.
-Ev işini dert etmeyin
çocuklar. O iş tamam. Evi size verdim gitti. Haydi gidelim artık.
-Peki amca gidelim.,
Böylece evine gittik.
Oturup çayını içtik. Sohbet edip daha iyi tanıştık. Amcanın ismi Hakkı. Bir de
kendisi gibi nur yüzlü, tatlı mı tatlı bir eşi var Hakkı amcanın. Onun da adı
Hayriye. Ama tüm mahalleli ona 'Hayriye ana' diyormuş. İyiliksever,
fakir-fukara annesi... Bizi de çok sevdi.
İşte böyle arkadaşlar.
Evimizi böyle bulduk. Yüce Allah (cc)'m kendisine ibadet eden ve Resulü
(sav)'nün sünnetine uyanlara ikram ettiğini o gün gözlerimizle gördük. Doğrusu
artık ev bulmaktan umudumuzu kesmiştik. Ama namaz ve orucun bereketi ve
hürmetine Yüce Allah (cc) bize hem güzel bir ev verdi, hem de ana-babamız
yerine geçen temiz, nur yüzlü, Allah'ın yolunda, güzel iki insanı ev sahibimiz
yaparak bize lütufta bulundu. O'na ne kadar hamd etsek azdır.
Muharrem hikâyesini
bitirince, gençler namaz, oruç ve diğer ibadetlerin bereketleri üzerinde
konuştular bir süre. Kısmi bir sessizliğin sağlandığı bir anda Kadri sözü
alarak konuşmaya başladı.
-Bu akşam bir araya
gelmemizin sebeplerinden birisi de aslında bu konuydu. Yani öğrenci evlerinde
kalan arkadaşların uymaları gereken birtakım prensip ve kuralları belirlemek
için bir araya gelmiş bulunuyoruz. Bizler Müslümanız. Her Müslüman nerede
bulunursa bulunsun, hayatına bir düzen vermek zorundadır. İster tek başına
olsun, isterse toplu bir şekilde bulunsun bu fark etmez, mutlaka bir programı
olmalıdır. Yoksa bizim de şikâyet edilen ve insanların kendilerinden kaçtığı
.diğer şahıslardan ne farkımız kalır? Bulunduğumuz yerlerde güzel bir iz
bırakmak zorundayız. Öyle ki, oralardan ayrıldığımızda mahalleli ardımızdan
bizi hayırla ansın. Yani bir Müslümanın nasıl olması gerektiğini hem
yaşantımızla, hem hal ve hareketlerimizle, hem konuşma ve davranışlarımızla ve
hem de ilişkilerimizle ortaya koymak zorundayız. İnsanlar bize bakarak örnek
bir Müslüman profilini görmelidirler. Yoksa vebal altında kalabiliriz.
Aramızda yurtta kalan
kardeşler de var. Belirleyeceğimiz kural ve prensiplerin bir kısmı, yurtta
aynı odada kalan kardeşler için de geçerli olacak. Bizler Müslümanız. Müslü-man
demek, hayatının her anında ve her alanında düzenli ve programlı olan kişi
demektir. Düzensiz ve programsız bir Müslümanın olması düşünülemez. Nasıl ki
okulda, günlük yaşantımızda, derslerimizde... velhasıl her şeyimizde programlı
olmamız gerekiyor ve Allah'ın izniyle oluyorsak, kaldığımız evlerde de aynı
şekilde programlı olmak zorundayız. İşte bu gece bunu konuşacağız. Ben kendi
yanımda bazı hususlar belirledim. Eksik kalan yerleri de hep birlikte
tamamlarız İnşaallah. Öncelikle ev atmosferinin nasıl olması gerektiğini
belirlememiz lazımdır. Yani ev içindeki yaşantımız, birbirimizle ilişkilerimiz,
ibadi hayatımız nasıl olmalı, bunun için hangi hususları gözetmemiz lazım? Şimdi
bununla ilgili aldığım notları okuyorum:
Evet, Hz. Resulullah
(sav)'m şehri Medine'nin ilk zamanlarındaki atmosferinin oluşturulması en büyük
arzumuz, isteğimiz ve aynı zamanda hedefimiz olmalıdır. Bunun için;
Nasıl ki orada vahiy kültürü,
Allah aşkı, kardeşlik, güzellik, hamd ve selam varsa; öğrenci evi ortamı da,
sakinlerinin olumlu davranışları, fedakârlıkları, dayanışmaları ve
yardımlaşmalarıyla aynen ilk İslam toplumu gibi bir ortama dönüşebilir. Tüm
kardeşler bunun bilinci ve şuuru içinde hareket etseler, bu güzel amellerimiz
uhrevi hayatımızı da güzelleştirecektir İnşaallah.
Evin içinde olsun,
dışında olsun tüm ilişkilerde sünnet esas alınmalıdır. Namazlar cemaatle
kılınmalı, Müekked ve gayrı Müekked sünnetlere riayet edilmeli, tesbihatlar muntazaman
yerine getirilmelidir. Bu, Ümmet-i Muhammed (sav)'den olmamızın bir gereği ve
bir bakıma zorunluluğudur aslında.
Mümkün mertebe seher
vaktinde uyanık olmalı; gece ibadetine devam etmeliyiz.
Kadri bu tavsiyeyi
okuduktan sonra Vedat aklına gelen bir soruyu yöneltti kendisine.
-Biz daha önceden
yurtta kalan kardeşlere namazlarım mescidde kılmalarının daha iyi olacağını
söylemiştik. Bu durum gece namazları için de geçerli olacak mı acaba?
Gece namazı için
mescide gitmek, namaz kılacak olan kardeşin arzusuna kalmış bir durumdur. İster
mescide gider, isterse odasında kılar. Çünkü gece namazı için yalnız kalmak ve
ortamın karanlık olması daha çok arzu edilen bir durumdur. Böylece kişi
kendisini daha iyi konsantre edip Rabbiyle daha güzel hasbihal edebilme
imkanına kavuşuyor. Yalnız, kardeşler bunu yaparken, diğer kardeşleri rahatsız
etmemeye gayret gösterseler daha iyi olacaktır.
Vedat'ın sorusunu
cevapladıktan sonra tekrar notlarını okumaya devam etti Kadri:
Risale-i Nurdan
topluca günlük ders yapılmalı, bunun için tüm kardeşlerin müsait olduğu bir
saat tespit edilerek dersimizi o saatte yapmalıyız.
Herkesin günlük
Kur'an-ı Kerim okuma virdi olmalıdır. Ayrıca Kur'an-ı Kerim okumasını bilmeyen
ya da okuması henüz zayıf olan kardeşler bilen kardeşlerden ders almalıdırlar.
Bunun için de ayrıca bir ders saati tespit edilmelidir.
Hepimiz, sıhhatimiz
elverdiği ölçücle ve sınav günlerine denk gelmeyecek şekilde;
Pazartesi-Perşembe, Eyyam-ı bid veya diğer nafile oruçlardan durumumuza uyan birisini
tutma konusunda gayret içine girmeliyiz. Bununla birlikte herkes ferdi olarak
Cevşenden günlük okuyacağı bir miktarı kendisine vird edinirse güzel olur.
Ev sakinlerinden
müsait olanlar, varsa yakınlarında bulunan camiye düzenli bir şekilde, gidebildikleri
kadarıyla vakit namazlarına gitmeli, cami cemaati ve imam ile güzel bir diyalog
kurmaya gayret göstermelidirler.
Benim bu konuda
söyleyeceklerim bunlardan ibaret. Eksik kalan yerler veya uygun görmediğiniz
hususlar varsa, söyleyebilirsiniz.
Kısa bir sessizliğin
ardından Musa söz alıp eksik kalan bir hususu söyledi.
-Günlük Risale
derslerinin yanında bir de İhlâs ve Uhuvvet Risalesi'ni okuyalım diyorum.
-Bak bu benim aklıma
gelmemişti işte. Zaten Üstad'ın da dediği gibi en az 15 günde bir okunması
gereken bir risale. Eğer herkes bu konuda mutabık ise bundan böyle iki haftada
bir cuma günleri dönüşümlü olarak İhlâs ve Kardeşlik Risalesi'ni de okuyalım.
Yani bir hafta İhlâs Risalesi'ni, bir hafta da Uhuvvet Risalesi'ni okuruz. Bu,
ister toplu bir şekilde ders olarak yapılır, isterse her kardeş kendi başına
okur.
Başka bir husus yoksa
diğer konuya geçeceğim. O da şudur: Temizlik ve nöbet, misafir davet etme ve
evin düzeni meselesi... Dikkat ettiğim kadarıyla öğrencilerin kaldığı evlerde
tartışmaların ekserisi bundan çıkmaktadır. Eğer görevler belli olmazsa, herkes
işleri bir diğerine bırakır. Sonuçta işler yerinde kalır. Düzen ve intizam
bozulur böylece temizlik denen bir şey kalmaz, ortalık dağınık olur ve bir süre
sonra da evin içinde keşmekeş yaşanır. Bunu engellemenin en güzel yolu,
herkesin görevinin belli olmasıdır. Bunun için:
Temizlik ve bulaşık,
alış-veriş, yemek yapma gibi görevler belirlenip her biri bir arkadaş
tarafından yerine getirümelidir. Tabi bu görevler dönerli bir şekilde yapılacak
böylece bir kişi her gün aynı görevi yapmamış olacak. Ama burada dikkat
edilmesi gereken husus şudur: Her ne kadar her arkadaş bir işle vazifeli olsa
da herkes sorumluluk bilinciyle hareket etmeli, yardımlaşma konusunda azami
gayret göstermelidir. Her
işimizde hayır kazanma boyutunu göz dua önünde bulundurarak rıza-i İlahiye nail
olmak için vesileler aramalıyız.
İlgilendiğimiz, tebliğ
yaptığımız kişileri belli aralıklarla eve misafirliğe çağırırsak iyi olur
sanırım. Böylece samimiyet ve kaynaşma ortamı hazırlamış oluruz. Ancak burada
da uyulması gereken bir husus var. Eğer her arkadaş kendi kafasından birilerini
çağırırsa, ortaya bir düzensizlik çıkar. Bu da diğer arkadaşların
hoşnutsuzluğuna sebebiyet vereceği gibi, misafir edilenlerin de yeterince ilgi
ve alaka görmemesine yol açar. Bu yüzden misafir edilecek kişiler, evde kalan
kardeşlerin kendi aralarında yapacakları istişarelerle belirlenmelidir. Sanırım
böyle yapmak en doğru ve en faydalı yol olacaktır.
Yukarıdaki hususa ek
olarak şuna da uymak gereklidir: Arkadaşlar, habersiz bir şekilde eve'misafir
getirmemeye Özen göstermelidirler. Gerek evin, gerekse de ev sakinlerinin
müsait olmama durumları olabileceği için her iki taraf açısından da
mahcubiyetler yaşanabilir. Bu nedenle habersiz bir şekilde misafir
getirilmemesi hususu önemlidir. Tabi zorunlu haller bundan istisna
tutulmalıdır.
Evin bir odası mescid
olarak kullanılmalıdır. Bu oda; namaz kılma, Kur'an-ı Kerim okuma, zikir ve
tefekkür amacı dışında başka amaçlarla kullanılmamalı, temizliğine azami
dikkat edilmelidir. Öyle ki, bu odaya girildiğinde insanı manevi bir huzur
kuşatabilsin.
Evde, belli bir
saatten sonra sessizlik olmalı, arkadaşların uyudukları odalarda ışıklar
söndürülmelidir. Ders çalışmak veya kitap okumak isteyenler, bunu başka bir
odada sessiz bir şekilde
yapmalıdırlar.
Arkadaşların
kaldıkları evlerde televizyonun olmaması tercih ve arzu edilen bir durumdur.
Eğer varsa da günde bir-iki kez haber ve haber programlan için açılmalı, bu da
yemek ve çay saatleri gibi arkadaşların toplu bulunduğu vakitlere denk
getirilmelidir.
Bir önemli husus da
iktisat meselesidir. Tüm harcamalarımızda israftan ve lükse kaçan şeylerden
kaçınmalıyız. Rabbimizin A'raf Suresinin 31. ayetinde belirttiği; "...
Yiyin, için, ama israf etmeyin" hükmüne her zaman için uymalıyız. En
güzel ölçü budur. Bunda ne kendimizi mahrum etme vardır, ne de israf!.,
iktisatta aynı zamanda bereket de vardır. Malumunuz hayat şartları ağırlaşmış.
Ailelerimiz, kazandıklarını sırf okumamız için bin bir zorluğa katlanarak,
boğazlarından, giyim-kuşamlarmdan fedakârlık yapıp bizlere göndermektedirler.
İktisatlı olmaz ve har vurup harman savurursak, ailelerimizin emeğine yazık
etmiş oluruz. Zaten İslami şahsiyetimize de müsriflik yakışmaz. Eğer harcamalarımızda
sürekli kendimizden daha düşük seviyedeki insanları düşünürsek, sanırım iyi
bir tasarruf durumu yakalayabiliriz. Üstadımız Said-i Nursi (r.aleyh) de
iktisat hakkında, 'İktisat Risalesi'nde' şöyle demektedir: "Evet, iktisat
hem bir şükr-ü manevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâ-hiyeye karşı bir hürmet,
hem kat'î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı
sıhhat, hem manevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet
içindeki lezzeti hissetmesine ve zahiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki
lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif
olduğundan, vahim neticeleri vardır.
Evet, iktisat kat'î
bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kat'î deliller
var ki, had ve hesaba gelmez."
Evet arkadaşlar, bu
mesele de böyle... İslami yaşantımız, düzen ve intizamımız için gerçekten
gerekli ve hayati konular bunlar... Tüm kardeşlerin bu söylenenlere uyma
konusunda severek ve isteyerek, kalbinde bir şevk duyarak katkıda bulunması, hayır
ve hasenat hanemize yüklü puanlar kazandıracaktır. Eğer tüm amellerimize
hizmet anlayışını yerleştirir ve ilahi rızaya nail olmayı amaçlarsak, hiç kuşkusuz
Allah'ın sevgisine, rızasına ve her daim yardımına mazhar olacağız. Bunun yolu,
ev içinde yaptığımız işleri bir angarya olarak değil; bilakis bir mü'minin
diğer mü'min kardeşlerini rahat ettirmek için yaptığı hizmet olarak algılamaktan
ve bunu gönül huzuru ile yapmaktan geçer. Yani, temizlik yapan arkadaş;
"Ben bu temizliği; kardeşlerim temiz, rahat ve müreffeh bir ortamda
yaşasınlar diye Allah rızası için yapıyorum" niyetiyle çalışırsa, hakeza
yemek yapan böyle düşünse... vs. bu durumda evlerimizin fiziki yapısı olmasa
da, manevi havasının cennetten bir farkı olur mu? Böylesi bir ortamdan melekler
de hiç eksik olmayacak ve sürekli bizlere rahmet okuyup affımız için Yüce
Rabbi-mize dua edeceklerdir.
Kadri, bu minvalde
biraz daha konuştuktan sonra sustu. Evde bulunan gençlerin hepsi, Kadri'nin
canlandırdığı manevi tabloyu düşünüyordu. Hepsinin arzusu, Allah'ın rızasına ve
sevgisine mazhar olmaktı. Bunun için şimdiye kadar hiçbir fedakârlıktan
çekinmemişler, Allah'ın rızasının içinde bulunduğunu umdukları hiçbir ameli
yapmaktan geri durmamışlardı. İşte Kadri'nin şimdi söyledikleri de Allah'ın rızasına
mazhar olma vesilelerinden bazılarıydı. Elbette bunlara uymak gerekliydi. Bir
Müslüman için programlı olmak, 'olmazsa olmaz' türünden bir özellikti. Şimdi
söylenenler de program ve düzen için gerekli olan küçük; ama sonuçlan büyük
olan ilkelerdi. Elbette uyulacaktı bu ilkelere... Hem düzen için, hem de
Kadri'nin de dediği gibi Allah'ın rızasına nail olmak için.
Kısa bir suskunluğun
ardından Muharrem, aklına yeni gelen ve konuşulan konularla bir ölçüde
bağlantılı olan bir soruyu yöneltti Kadri'ye:
-Bazen arkadaşların
ellerinde her türden gazete ve dergi görüyorum. Hatta abone olanlar bile var.
Bu doğru mu acaba?
-Doğrusu ben de zaman
zaman rastladım buna. Aslında buna hiç gerek yok. Buna da bir çözüm getirmek
yerinde olacaktır. Eğer siz de uygun görürseniz, bundan böyle kardeşler, özel
bazı haberler için olmadıkça, İslami gazete ve dergiler dışında gazete ve dergi
almasınlar. Diğer gazete ve dergilerin alımı hem maddi yönden, hem de fikri ve
aki-devi yönden zarardan başka bir şey getirmez bizlere.
Gençlerin hepsi bu
konuda mutabık kaldılar. Sohbetleri bu çerçevede biraz daha sürdü. Söz,
üniversiteye yeni kayıt yapan öğrencilere gelince, Musa ortaya bir fikir attı;
-Yeni kayıt yapan
arkadaşların çoğunu henüz tanımıyoruz. Hem bir tanışma vesilesi olması, hem de
güzel bir vakit geçirip aramızda kaynaşma olması için hafta sonunda bir piknik
yapsak nasıl olur?
Ortaya atılan bu yeni
fikir ile gençlerin yüzüne bir sevinç dalgası yayıldı. Hepsi bu konuda olumlu
görüş belirtti. Kadri de bunu onaylayarak;
-Doğrusu bunun için
daha uygun bir zaman bulamayız, dedi. Hem şu an havaların tam olarak
serinlemediği, hem de derslerde yoğunluğun başlamadığı bir zaman. O halde hemen
hazırlıklara başlayalım.
Bunun üzerine gençler
kendi aralarında pikniğin plan ve programı hakkında hazırlıklar yapmaya
başladılar. Kimlerin geleceği, nereye gidileceği, orada uyulacak program
üzerine detaylı bir şekilde konuşuyor, -hiçbir ayrıntıyı kaçırmamaya
çalışıyorlardı. Genelde her yıl, biri okulların açıldığı bu mevsimde, biri de
ilkbaharın son ayları olan final dönemine girilmeden önce, iki kez piknik
yapıyorlardı. Pikniklerde amaçlanan şey elbette salt bir eğlenme değildi. Onlar
piknik gibi sosyal aktiviteleri de tanışıp kaynaşma, kardeşlik duygularını
pekiştirme amaçlı kullanıyorlardı. Elbette hedef her halükârda Yüce Allah
(cc)'m rızasını kazanmaktı ve piknik yerinde yapılan tüm aktiviteler hep bu hesap
üzerine bina edilirdi. Bu, aynı zamanda Müslümanm hayatının donuk olmadığını,
zaman zaman eğlenme ve dinlenmeye de vakit ayırabildiğini gösteren, bir
müslümanın nasıl eğlendiğini pratik bir şekilde ortaya koyan alternatif bir
programdı. Eğlenirken, dinlenen; dinlenirken, öğrenen; öğrenirken, eğiten ve
eğitirken, Allah'ın rızasına ulaşmayı nihai hedef olarak gören alternatif bir program...
Dünyevi çıkar beklentisinden uzak; insani, fıtri ve daha da önemlisi İslami
duyguların ön plana çıkarıldığı alternatif bir program.. . Günümüz dünyasında
her şeyin maddiyatla ölçülüp tartıldığı, insanların duygu ve hislerden mücerret
birer robot muamelesi gördüğü, çıplaklığın, fuhşiyatın, her türlü hayasızlığın
yaşam biçimi olarak dayatıldığı bir zamanda; "Hayır, asıl olan budur.
İnsanlığın yüksek değerleri İslam'dadır. Yüce Allah (cc)'m istediği hayatın
örneği, işte burada!.. Gelin, kıyasınızı yapın. Eğer gerçekten aklederseniz;
iyi, güzel ve doğrunun Yüce İslam Dininin sunduğu değerlerde olduğunu
görürsünüz" diye adeta tüm insanlığa haykıran bir program...
Gençler,
tecrübeliydiler bu konuda. Kısa süre içinde hiçbir ayrıntıyı atlamadan güzel
bir program çıkardılar. Yurtta kalanlara Vedat; öğrenci evlerinde kalan ve
diğerlerine de Musa ile Muharrem haber verecekti. Gelmek isteyenler, en geç
cuma akşamına kadar kararlarını verecek, araba cumartesi günü saat 07.30'da
hareket edecekti.
Bu arada Kadri de
piknik alanında kısa bir müddet olsa da vaaz vermesi için, üniversite
çevresinden olmayan, okuyup kendisini geliştirmiş, genelde dolaşıp insanlara İslam'ı
anlatmak için vaaz ve irşatlarda bulunan tanıdık bir hoca'ya ricada bulunacak
ve onun da pikniğe gelmesini sağlayacaktı.
Anlaştıkları üzere
saat 07.30'da hareket etmişti araba. Tümü üniversite öğrencilerinden, ama
çoğunluğu yeni olan 28 kişiyi taşıyan yarım otobüs, sabahın seyrek trafiğinde
şehrin doğu çıkışma doğru hızla yol alıyordu. Az sonra şehir içi trafiği,
yerini şehirlerarası yolun çok daha seyrek olan trafiğine terk etti. Otobüs
şehirlerarası yolda hızla ilerlerken gençler sabah mahmurluğunu üstlerinden
atmak için kendi aralarında sohbete başlamış, otobüsün içini bir uğultu
kaplamıştı.
Güzel bir sonbahar
sabahıydı. Gökyüzüne pürüzsüz bir mavilik hâkimdi. Sabahın ilk saatleri
olmasına rağmen; güneş, yaz günlerini aratmayacak bir şekilde ısıtmaya başlamıştı
bile. Öğrencileri taşıyan otobüs, kısa bir süre sonra şehrin son yerleşim
yerlerini de arkasında bırakmıştı. Artık yolun sağında ve solunda biçilmiş
tarlalar göze çarpıyordu. Otlar; yaz mevsiminin bittiğini ilan edercesine
sararmış,
ağaçlar yapraklarını
dökmeye başlamıştı. Tabiatın bu mevsimdeki hali, insanın gençlikten sonra
ihtiyarlayan ömrünü hatırlatıyordu. Öyle ya, tabiat da insan ömrüne benzer evreler
geçiriyordu. İlkbahar, doğum ve çocukluk; yaz, gençlik ve olgunluk; sonbahar,
ihtiyarlık ve ömrün son anları; kış da ölümü anımsatıyordu. Allah'ın kevni ayetlerinden
olan tabiat, her yıl ölümü ve yeniden dirilmeyi gösteriyordu insanlara. Ama
bunu görmek için göz lazımdı elbette. Hakikati görmeyen gözlerin budaktan ne
farkı kalırdı ki?.. Ne yazık ki, kafasında bir çift budak deliği taşıyan
insanların sayısı, hakiki manada gören gözlere sahip olan insanların
sayısından çok daha fazlaydı. Hakikate karşı kör olan insanların sayıca
çokluğu, inananları ümitsizliğe düşürmü-yordu elbette. Çünkü onlar Üstadları
Bediüzzaman Said Nursi (Rh.a)'nin "İslamiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez.
Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece
yapar" şeklindeki veciz sözünün doğruluğunu biliyorlardı. Yine onlar Yüce
Allah (cc)'m "Allah nurunu tamamlayacaktır, kafirler istemese de!.."
şeklindeki ilahi vaadine canı gönülden iman etmişlerdi.
Oturduğu koltukta
camdan dışarıyı seyredip bu düşüncelerle tefekküre dalan Yusuf, "Allah
vaadinden dönmez" dedi hafif bir sesle ve bunu kalbiyle onaylayıp vücudunun
tüm hücreleriyle tasdik ettirdi. Yusuf un bir şeyler mırıldandığını duyan yol
arkadaşı Rıza, kendisine hitap edildiğini sanarak;
-Anlamadım Yusuf, bir
şey mi söyledin? dedi.
Rıza'nın konuşmasıyla
daldığı düşüncelerden sıyrıldı.
Yusuf. Rıza'yi
cevapsız bırakmamak için:
-Yok, hayır. Biraz
dalmıştım da, kendi kendime konuştum herhalde.
-Öyle mi? Ben de bir
şeyler söylüyorsun sandım.
-Daha çok var mı
gideceğimiz yere?
-Ben de senin gibi
bilmiyorum gideceğimiz yeri. Ama sanırım 15-20 dakika içinde orada oluruz
înşaallah.
-İnşaallah.
Otobüs içindeki uğultu
halen devam ediyordu. Ön sıralarda oturan birinin şoföre uzattığı kasetin
çalınması üzerine uğultular azaldı, sonra da tamamıyla kesildi. Kasetten
yükselen ses, yanık ve duyguluydu. Gençler, bu sesin kulaklarına taşıdığı
ilahinin gizemli dünyasına dalmışlardı. Kasetin seslendirdiği bazen hüzünlü,
bazen hareketli ilahiler eşliğinde otobüs ana yoldan sapıp tali yola girdi. Bu
yol, piknik alanına giden şose bir yoldu. Çukurlar ve yer yer taşların
bulunduğu bozuk şose yolda hızı düştü otobüsün. Yaklaşık on dakika sonra da
inecekleri yere geldiler. Araba buradan daha ileriye gidemiyordu. Gençlerin
piknik alanı olarak belirledikleri yere varmaları için en az beş dakikalık bir
yürüyüş daha yapmaları gerekiyordu. Çünkü onlar baraj gölünün arka
taraflarında bulunan küçük bir göletin yarımda piknik yapacaklardı. Baraj
gölünün çevresindeki asıl piknik alanları genelde kalabalık olduğu ve aileler
ya da kızlı-erkekli öğrenci grupları tarafından kullanıldığı için rahat
edemeyeceklerini biliyorlardı. Burası, o bölgeye kısmen uzaktı ve yolu düzgün
değildi. Bu yüzden genelde kullanılmıyordu. Ama piknik yapmak için diğer
alanlardan hiçbir eksiği yoktu. Gençlerin burayı tercih etmesinin başlıca sebebi,
kendilerinden başka kimsenin buraya gelmeyecek olmasını tahmin etmeleriydi.
Böylece programlarını rahatça yerine getirebileceklerdi.
Otobüsün durmasıyla
gençler yavaş yavaş indiler arabadan. Eşyalar da indirildikten sonra şoför,
Vedat'ın yanma
geldi.
-Ben artık gideceğim.
Sizi almaya saat kaçta geleyim?
-Akşam namazından bir
buçuk saat önce burada olabilir misin?
-Evet, olabilirim.
-Tamam, biz o saatte
tam burada olacağız.
-Anlaştık. Ben
gidiyorum o zaman. Haydi size iyi eğlenceler.
Şoför vedalaşıp
arabasına binecekken, Vedat arkasından seslendi:
-Bizi burada unutma
ha! Yoksa geceyi burada geçirmek
zorunda kalırız.
Şoför arkasına döndü
ve kendinden emin bir şekilde tebessüm edip sempatik bir hareket yaparak cevap
verdi.
-Merak etme arkadaş!
Siz benim için emanetsiniz. Ben emanetimi zayi etmem. Haydi Allah'a ısmarladık.
-Güle güle!.. Allah
yolunu açık etsin.
Şoför kıvrak
hareketlerle arabayı yola koyup uzaklaşırken, Vedat arkasından bakıyordu. Onun
durup arabanın peşinden baktığını gören Musa yanma yaklaştı.
-Ne o, otobüs gitti
diye hüzünlendin mi yoksa?
-Usta şoförmüş
doğrusu...
-Evet öyle. Aynı
zamanda sağlam bir adam. Haydi işimize bakalım. Arkadaşlar bizi bekliyorlar.
-Tamam.
-Kadri ne zaman
gelecek?
-Bir saate kalmaz Hoca
ile birlikte taksiyle gelecekler. Onlar gelene kadar biz yerleşme işini
bitirelim.
Gençler, arabadan
indirilen eşyanın başında bekliyorlardı. Piknik yapacakları yere gidip etrafı
gözden geçiren Murat ile Muharrem geri dönmüş, alanın müsait olduğunu
söylemişlerdi. Bunun üzerine gençler getirdikleri eşyaları ellerine alarak yaklaşık
beş dakikalık bij yürüyüşle belirledikleri alana geldiler. Asıl piknik alanı
kadar olmasa bile burası da ağaçlıklıydı. Futbol oynamaya müsait düzgün ve
geniş bir alanı vardı. Biraz ötede, etrafı kayalarla çevrilmiş ve suya girmek
için gayet elverişli küçük bir gölet bulunuyordu. Burasının en güzel yanı da,
göletin hemen yanında bulunan ve içme suyunu karşılayan güzel, şirin ve gayet
soğuk bir suyu olan bir kaynağın bulunmasıydi. Ayrıca araçla geliş imkânından
kısmen yoksun olduğu için genelde kimse tarafından tercih edilmiyor, bu yüzden
sakin bir piknik yapmak isteyenlere elverişli bir imkân sunuyordu.
Gençler,
beraberlerinde getirdikleri eşyaları büyük bir ağacın yanma bıraktılar. Aşçılık
görevini üstlenmiş bulunan Muhsin, yanına aldığı iki gençle beraber eşyaları
tasnif etti.
Kap kaçaklar ayrı bir
yere, sebzeler ayrı, meyveler de ayrı bir yere toplatıldı. Çay için gerekli olan malzemeler
ve meşrubat türü içecekler de ayrı bir yere bırakıldı. Muhsin, ilk etapta çay
yapmak için hazırlıklara başladı. Su almaya giden genç daha dönmeden, piknik
alanından görülebilecek bir noktada bir taksinin durduğu görüldü. Taksiden inen
üç kişiden birinin Kadri olduğu seçilebiliyordu. Gençler, meraklı bir bekleyiş
içerisinde bakışlarını yeni gelenlere yöneltmişlerdi. Az sonra meraklar
dağıldı. Kadri'nin yanındakiler, daha önce gelmesi konusunda plan yaptıkları
Hoca ve başka bir gençti. Yeni gelenler, diğerleriyle selamlaştılar. Yer
gösterildi, oturdular. Ağaç gölgesine serilen kilimlerin üzerine oturan gençler
bir halka oluşturdular. Musa, etrafa dağılan diğerlerini de topladı. Kısa bir
sohbet ve sessizliğin ardından bir genç eline Kur'an-ı Kerim'i alarak
dizlerinin üzerine oturdu. Daha önce kararlaştırılan yeri açtı ve güzel bir
okuyuşla Euzu Besmele çekip Rahman Suresi'ni okumaya başladı. Gencin billur
sesinden yankılanan ilahi kelimeler kulaklara, oradan da yüreklere mecra bulup
akıyordu. Kalpler yumuşamış, kimi gözler nemlenmişti. "... Rablerin-den
korkanların bu Kitap'tan derileri ürperir; sonra hem derileri hem de kalpleri
Allah'ın zikriyle yumuşar. İşte bu Kitap, Allah'ın doğruluk rehberidir; Onunla
dilediğini doğru yola iletir..." (Zümer: 23) şeklinde Kur'anî bir
ifadeyle tanıtılan mü'minlik vasfı, gençlerde alenen belirgin bir hal almıştı.
Herkes okunan ayetlerin derin manalarının atmosferine kaptırmıştı kendini.
Kimseden çıt çıkmıyor, gözler başka bir şeyle meşgul olmasın diye herkes önüne
bakıyor, kulaklar sadece ilahi kelama kilitlenmiş bir şekilde başka bir ses
duymuyordu. Sabahın serin meltemiyle birlikte gönüllere akan ilahi kelam,
okuyan gencin "Sadakallahülazim" demesiyle son buldu. Gençler daha bu
atmosferden sıyrılmadan bu kez başka birisi, okunan ayetlerin mealini okumaya
başladı.
"Rahman ve Rahim
olan Allah'ın adıyla...
Rahman olan Allah
Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona düşüncesini açıklamayı öğretti. Güneşin
ve ayın konumları ve hareketleri belirli bir hesaba dayanır. Bitkiler ve
ağaçlar O'nun buyruğuna boyun eğerler. O, göğü yüksek yarattı ve tartı ilkesini
koydu: Tartıda titiz olun diye... Teraziyi doğru tutunuz, sakın eksik
tartmayın. Allah, yeryüzünü canlıların ayakları altına serdi. Orada türlü
türlü*meyveler, salkımlı hurma ağaçları var. Yine orada yapraklı taneler, hoş
kokulu bitkiler var. Ey insanlar ve cinler! Peki, Rabbinizin hangi nimetini
yalanlıyorsunuz? O insanı pişmiş çamuru andıran kuru balçıktan yarattı. Cinleri
de dumansız alevden yarattı. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? O
iki doğunun da Rabbidir, iki batının da. Peki, Rabbinizin hangi nimetini
yalanlıyorsunuz? Acı ve tatlı sulu iki denizi birbiri üzerine salarak yan yana
getirdi. Ama aralarında birbirlerine karışmalarını önleyen bir engel vardır.
Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? Her iki denizden de inci ve
mercan çıkar. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? O'nun
denizlerde yüzen, dağlar gibi iri gemileri vardır. Peki, Rabbinizin hangi
nimetini yalanlıyorsunuz?
Yeryüzündeki her şey
yok olacaktır. Sadece kerem sahibi, Yüce Rabbinin varlığı süreklidir. Peki,
Rabbinizin hangi nimetini
yalanlıyorsunuz? Göktekiler ve
yerdekiler hep O'ndan bir şey isterler. O her gün (her an) yeni bir işle meşguldür.
Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? Ey insanlar ve cinler, yakında
sizinle hesaplaşmak için Özel vakit ayıracağız. Peki, Rabbinizin hangi nimetini
yalanlıyorsunuz? Ey cinler ve insanlar, eğer göklerin ve yerin sınırlarım
aşarak kaçmaya gücünüz yetiyorsa kaçınız. Fakat ancak özel bir gücünüz varsa
bunu başarabilirsiniz. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
Üzerinize dumansız alev ve bakır eriy'ği püskürtülür de bu azaptan sizi kurtaran
bulunmaz. Peki, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Gök parçalanıp
da kırmızı gül renginde bir yağ eriyiğine dönüştüğü zaman; peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz? O gün ne insana ne de cin'e suçu sorulmaz.
Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? Suçlular yüz ifadelerinden
tanınarak perçemlerinden ve ayaklarından yakalanırlar. Peki, Rabbinizin hangi
nimetini yalanlıyorsunuz? İşte suçluların yalanladıkları cehennem budur.
Cehennem ile kaynar su arasında mekik dokurlar. Peki, Rabbinizin hangi nimetim
yalanlıyorsunuz? Rabbinin huzuruna çıkacağı andan korkanlara cennette bir konut
verilecektir. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? Bu cennet
konutlarının bahçeleri sık dallı ağaçlarla kaplıdır. Peki, Rabbinizin hangi
nimetini yalanlıyorsunuz? Bu iki konutta birer pınar akmaktadır. Peki,
Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? Bu konutların bahçelerindeki ağaçlarda
her meyvenin iki çeşidi vardır. Peki, Rabbinizin hangi nimetini
yalanlıyorsunuz? Bu konutlarda ağırlananlar astarları yaldızlı atlastan
minderlere yaslanırlar. Her iki konutun bahçelerindeki ağaçların meyveleri yere
yakındır, kolayca devşirilebilirler. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
Bu konutlarda gözleri erkeklerinden başkasını görmeyen, daha önce ne insan ve
ne de cin kökenli bir erkeğin, el değdirmediği eşler vardır. Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz? O eşler sanki birer yakut ve mercandırlar.
Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? İyiliğin, iyilikten başka bir
karşılığı olabilir mi? Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? Bu iki
cennet konutunda âli düzeyde iki cennet konutu daha vardır. Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz? Bu konutların renkleri koyu yeşildir. Peki,
Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? İki konutta sürekli kaynayan iki
pınar vardır: Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? İki konutun
bahçelerinde de çeşitli meyve, hurma ve nar ağaçları vardır. Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz? O konutlarda iyi huylu, güzel kadınlar vardır.
Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz? O kadınlar ceylan gözlüdürler
ve çadırlarının dışına hiç çıkmazlar. Peki, Rabbinizin hangi nimetini
yalanlıyorsunuz? Daha önce onlara ne cin ne insan kökenli hiçbir erkeğin eli
değmemiştir. Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz Bu konutlarda
ağırlananlar
yeşil yastıklara ve
güzel işlemeli minderlere yaslanırlar. Peki, Rabbinizin hangi nimetini
yalanlıyorsunuz? Kerem sahibi, ulu Rabbinin adı ne yücedir!"
Mealin okunmasının
ardından kısa bir sessizlik oldu. Kufan-ı Kerim'e saygıdan dolayı dizleri
üzerine oturan gençlerin bir kısmı oturuşlarını değiştirdiler. Böylesi güzel
bir yerde, mü'minlerden oluşan bir topluluk içinde okunan Kur'an-ı Kerim ve
meali, gençlerde tarif edilemeyen bir tesir bırakmıştı. Temiz ruhların
Rableriyle sıkı bir rabıta kurduğu, manevi olarak cesetlerden soyutlanıldığı
bir atmosfer yakalanmıştı. Düşünceler, tefekkür odaklıydı. Yüce Allah (cc)'m
kulları için yarattığı sonsuz nimetlerin gizliden gizliye şükrü yapılıyordu.
Ayetlerde geçen ve ahirette mü'min kulları bekleyen nimetlere kavuşmanın
heyecan, coşku ve biraz da sabırsızlığı doldurmuştu gönülleri. Sıkça tekrarlanan
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" ayetini
düşündüklerinde ise, kalplerinde bir ürperme oluşuyor ve iç dünyalarında
"Haşa! Biz Allah'ın hiçbir nimetini yalanlama dalaleti içinde değiliz ve
olmayacağız. Biz Rabbimizden hoşnuduz. Biz Rabbimize iman ettik ve imanımızda
sadığız" diyerek Rablerine olan imanlarını tazeliyorlardı.
Meal okunduğu sırada
birkaç kişiyle birlikte kahvaltı hazırlamakla meşgul olan Muhsin müsait bir
yerde sofrayı hazırlamıştı. Onun çağırmasıyla gençler düşüncelerinden
sıyrılarak kahvaltı yapmak için hareketlendiler.
Neşe içinde yapılan
kahvaltının ardından sofra da aynı neşe içinde kaldırıldı. Daha sonra gençler
yine aynı yerde toplandılar. Hoca herkesi görebilecek bir pozisyondaydı. Belliydi
ki iman sahibi bu kadar genci bir arada görmenin sevincini yaşıyordu. Gençler
ise Hoca'ya duydukları saygıdan dolayı konuşmuyor, ilk sözün Hoca'dan gelmesi
için sessizlik içinde bekliyorlardı. Sessizlik artınca; "Kardeşlerim!"
diye hitap etti Hoca, gür, tok ve kendinden emin bir sesle. Başlar, sesin
sahibine doğru yöneldi. Hoca, 50-55 yaşlarında, uzun boylu, boyuyla orantılı
bir kiloya sahipti. Beyazlaşan sakalında yer yer siyahlıklar göze çarpıyordu.
Başında siyah bir takke vardı. Kalın kaşları, iri siyah gözleri ve geniş,
nurani yüzüyle çok heybetli ve kendinden emin bir görünüşü vardı. İlk bakışta
saygın olduğu anlaşılan simasında, şefkat ve merhametin parıltılarım okumak
mümkündü. Dikkatler
tamamıyla kendisine yönelince Hoca tekrar konuşmaya başladı.
-Kardeşlerim! Bu kadar
mü'min bir araya gelmişken birbirimizle tanışmadan gidersek olmaz. Bildiğiniz
gibi tanışmak sünnettir. Bu sünneti ihya edelim istiyorum.
-Hocam, müsaade
ederseniz, ben kardeşleri tek tek tanıtayım, diyerek araya girdi Kadri.
-İyi olur Kadri
kardeşim.
Kadri, sağdan
başlayarak gençleri isim, memleket ve okudukları bölümleriyle birlikte tanıttı.
Tanışma faslı bitince Hoca tekrar sözü aldı.
-Biliyorum, buraya
eğlenme ve dinlenmeye, tanışıp
kaynaşmaya, güzel bir
vakit geçirmeye geldiniz. Ama bizler Müslümanız. Her nerede olursak olalım, hakkı ve sabrı
tavsiye etmek üzerimize bir vazife olarak yüklenmiştir. Zamanınızı çok da
fazla alma niyetinde değilim. Biraz sohbet ettikten sonra eğlencenize
bakarsınız.
Biraz sustu Hoca.
Gözlerini gençlerin yüzünde gezdirdi. Belli ki, sohbetten memnun olmayan bir
yüz arıyordu. Ama bulamadı. Gençlerin heyecanla kendisini beklediklerini
anlayınca, sevindi. Yüzüne bir sevinç dalgası yayıldı. Aynı tatlı ve
etkileyici üslubuyla konuşmasına devam etti.
-Kardeşlerim! Az evvel
okunan ayetlerde de gördüğümüz gibi, Rabbimiz 'Rahman' sıfatının yansımalarını
biz kullarına hadsiz-hesapsız bir şekilde göstermiş ve bizi sonsuz nimetleri
içinde gark etmiştir. Elbette bunun şükrü ve hamdi yapılmalıdır. Hiçbir şeyin
karşılıksız olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Baba ile oğul arasında, kardeş ile
kardeş arasında bile karşılıksız iyilikler yapılmazken; Yüce Allah (cc), biz
kullarına kendi rahmet hazinelerinden hesapsız bir şekilde rızık vermiştir.
Karşılığında ne istiyor peki? Nimetlerin yalanlanmamasını, yani nimetlere
karşı şükrün eda edilmesini istiyor.
Kardeşlerim! Şükür ve
hamd, sadece dilimizle söylediğimiz bir-iki kelimeden ibaret değildir. Peki,
nasıl yapılır şükür? Öncelikle Yüce Rabbimizin tek yaratıcı, tek ilah, tek
rızık verici, yegâne güç ve kudret sahibi olduğunu bilerek yapılır. Yani
katıksız bir tevhid anlayışına ulaşarak yapılır şükrün en güzeli... Bu
anlayışta her şey Allah'a dayandırılır. Her şeyin başında ve sonunda O vardır.
O Ezel'dir, Ebed'dir. Her şeyden önce var olan ve her şeyden sonra da var
olacak olandır. Kâinatın, dünya ve içindekilerin, yer, gök ve arasında
bulunanların, meleklerin, insanların ve cinlerin, doğunun ve batının yegâne
Rabbi ve ilahıdır O. Bu inancı ve imanı tüm hücrelerimizde yaşamaktır O'na hakkıyla
şükretmek. O'ndan başkasından korkmamak, O'ndan başkasını sevmemek, O'ndan
başkasından yardım istememek, O'ndan başkasına kul olmamak ve O'ndan başkasına
sığınmamaktır şükrün en güzel edası...
Hoca, konuştukça
açılıyor, sesi gittikçe yükseliyordu. Üslubu tatlı, çekici ve etkileyiciydi.
Gençler anlattıklarım can kulağıyla dinliyor, anlatılanlar karşısında
damarlarındaki kanın coştuğunu hissediyorlardı. Sohbet yaklaşık 20 dakika
sürmüş, gençler kendilerini imam yönden takviye etme fırsatı yakalamışlardı. Bu
yüzden Hoca konuşmasının sonunda salâvat getirip Asr Suresi'ni okuduktan sonra
"El Fatiha!" dediğinde gençler oradan kalkmak istememişler, adeta
Hoca'nın yeniden konuşmaya başlamasını ister şekilde beklemişlerdi.
Kadri kimsenin
kalkmadığını görünce, Hoca'dan izin isteyip gençlere seslendi.
-Arkadaşlar, haydi
kalkalım. Buraya oturmaya geime-dik. Önce dengeli iki takım çıkaralım da güzel
bir maç yapalım. Tabii bu arada isteyen kardeşler suya da girebilir. Yalnız
suya girecek kardeşler için Vedat abimiz bir-iki hususu hatırlatacak.
Kadri'nin işaret
etmesiyle Vedat gençlerin duyabileceği bir sesle suya girme ile ilgili talimatları sıralamaya
başladı.
-Arkadaşlar, biz
buraya eğlenmeye geldik. Eğer suya girerken bazı kurallara uymazsak, Allah
korusun, dönüşümüz hüsran olabilir. Bu yüzden şimdi söyleyeceğim hususlara
herkesin uyması gereklidir.
Öncelikle yüzme
bilmeyen kardeşlerin suya girmemesi tercih edilir. Ama buna rağmen girmek
isteyen olursa, kenarda ve suyun sığ olduğu yerde girsin. Bununla birlikte
yanında yüzme bilen birilerini de bulundurmayı unutmasın.
Suya girmeden önce iyi
yüzme bilen üç arkadaş, sığ yerleri belirleyecek. Onların belirledikleri
yerlerde suya girilecek. Yine bu üç arkadaş bir yerde sınır belirleyecek, onların
ötesine kimse açılmak için gitmeyecek. Bu arkadaşlar aynı zamanda
cankurtaranlık görevini de üstlenecekler.
Şimdi söyleyeceğim şey
çok önemlidir. Su içinde kesinlikle şakalar yapılmayacak, özellikle yüzme
bilmeyen arkadaşları zor durumda bırakacak hareketlerden kesinlikle kaçınılacak.
Suya girecek
arkadaşlar, İslam'ın uygun görrrediği bir pozisyonda, yani göbek ve diz arası
vücut bölgesi görünecek şekilde girmeyecekler.
Evet arkadaşlar,
söyleyeceklerim bunlardan ibaret. Allah hepinizden razı olsun.
Vedat sözünü
bitirmişti; ama suya doğru giden kimse olmamıştı. Bunun nedeni, gençlerden
birinin sorduğu soruyla anlaşıldı.
-Daha sabahın erken
saatleri olduğu için su soğuk olur şimdi. Önce top oynayıp terledikten sonra
suya girsek olmaz mı? Hem o zamana kadar hava da, su da daha iyi ıS1. nır; hem
de terimizden kurtulmuş oluruz.
-Olur tabi ki. Bu iyi
bir fikir! Arkadaşlar nasıl istiyorlarsa öyle yapsınlar.
Bunun üzerine gençler
top oynamak için müsait olan alana doğru yöneldiler. Yüzlerde neşe ve sevincin
yansıması, seslerin mutluluk dolu havasıyla birleşiyor, ortaya tadına doyum
olmayan bir atmosfer çıkıyordu. Böyle bir zamanda, böyle insanlar çıkabilir
miydi? Hem de tamamı hayatının baharında olan, nefis ve şeytanın insanı en çok
dürttükleri bir yaştayken böylesi gençler olabilir miydi? Her şeyin Allah
rızasını kazanmaya endekslendiği, sportif faaliyetlerde dahi O'nun rızasına
uygun hareket edildiği bu yer, bu zaman, ya da bu gençler gerçek miydi?
Tarihin, "Asr-ı Saadet" diye İftiharla sunduğu bir zamandan mı kopup
gelmiştiler? Hayır, elbette ki hayır! Zaman, bu zamandı ve gençler bu zamanın
çocuklarıydı. Yaşananların hepsi de gerçekti. Öyleyse, kendi zamanlarının yaşam
tarzına tamamen zıt bir yaşayışı, fıtrata uygun, insani his ve duyguların ön
planda olduğu, menfaat ve çıkar ilişkilerinden uzak sadece kardeşlik ve
fedakârlık temellerine oturtulmuş bir arkadaşlığı benimseyen bu gençler
nereden almıştı bu kültürü? Bu erdeme nasıl ulaşmışlardı? Dahası, sadece tarih
kitaplarında okunup özlemiyle 'ah'lar çekilen "Asr-ı Saadet"
benzeri bir yaşantıya nasıl ulaşmışlardı?
Tüm bu soruların tek
bir cevabı vardı elbette: İslam!.. Evet İslam'dı tüm bu soruların tek cevabı...
Yani Kur'an, Sünnet ve Selef-i Salihinin ölçü olduğu bir yaşam modeli...
Allah'ın insanlar için seçip beğendiği, plan ve projesini kendisinin yaptığı
Yüce Din!... Teori ve pratiğin, yani Kur'an ve sünnetin ilahi dokunuşla
harmanlandığı, çağlar üstü, eskimeyen, dinamik, hükümlerinin kıyamete kadar
baki kalacağı kutsal İslam Dini... İşte böyle bir dinin mensupları, ne zaman
hakkıyla amel etseler, Asr-ı Saadetler yaşanır, Ebu Bekirler, Ömerler,
Osmanlar, Aliler, Mus'ablar, Ebu Zerler yeniden ortaya çıkardı. Tıpkı bu
gençlerde olduğu gibi...
Kenarda durup futbola
iştirak etmeyen Yusuf un düşünceleri bu minvalde yoğunlaşıyor, kalbinde bir
coşku, tarif edilmez bir heyecan yaşıyordu. Kaleler kurulup takımlar
belirlendikten sonra Kadri'nin ortaya gelip:
-Arkadaşlar, her
işimizde olduğu gibi sporu da ne için yaptığımızı biliyorsunuz. Biz sporu,
cahil kesimin kazanma hırsıyla değil, kardeşlik duygularımızı daha iyi
pekiştirmek için yapıyoruz. Maçtan sonra bir taraf kazanıp bir taraf kaybetmeyecek,
bilakis her iki taraf da, yani kardeşlik kazanacak. Hakemliği Vasfi yapacak.
Futbolun doğasında var olan sertlik konusunda biraz dikkat edilirse, hakeme
fazla iş düşmez sanırım. Haydi hepinize başarılar!., demesi ve az sonra maçın
başlamasının ardından düşüncelere dalmıştı Yusuf. Ancak maç bittikten sonra
sıyrılabilmişti düşüncelerinden. Suya girmek isteyenler gölete doğru giderken
Yusuf da o niyetle arkalarından koşup yetişti. Gençler, daha önce belirlenen
tavsiyeler çerçevesinde suya girdiler.
Bu arada Muhsin'in
organizatörlüğünde beş kişi, öğle yemeğini hazırlamak için işe koyuldular.
Muhsin, yemek için getirilen malzemeleri ortaya çıkarınca, gençlerden biri
hayretini gizleyemedi.
-Vay be!.. Gerçekten
bravo doğrusu!.. Hiçbir şey unutulmamış. Ben kırk yıl düşünsem bunların
hepsini bir araya toplayamazdım.
-Tabi ya, ne sandın?
dedi bir diğeri. Bunların hepsi tecrübe işi... Muhsin abi yıllardır yapıyor bu
işi. Öyle değil mi Muhsin abi?
-Şimdi boş verin
bunları da biz işimize bakalım. Vakit azaldı. Bu güzel havada herkes kurt gibi
acıkmıştır şimdi.
Yemeği zamanında
hazırlamazsak bizi yerler, ona göre...
Muhsin'in bu ikazıyla
hepsi neşe içinde hazırlıklara giriştiler. Aşçıbaşı Muhsin'di ve diğerleri
onun talimatıyla hareket ediyorlardı. Vakit öğleye yaklaştıkça yemeğin nefis
kokusu etrafa yayılmaya başlamıştı bile. Muhsin bulunduğu yerden Kadri'yi
aradı. Bulunca da yanına gitti.
-Yemek neredeyse hazır
sayılır. Ezana da az kaldı. Önce namaz mı kılalım, yoksa yemek mi yiyelim?
-Eğer tam olarak hazır
değilse, aceleye getirmeyelim.
-Yirmi dakika içinde
tam olarak hazır olur.
-O zaman önce namaz
kılalım. Nerdeyse vakit girecek.
-Tamam, benim için de
iyi olur.
Muhsin gittikten sonra
Kadri, Riza'yı çağırdı yanına.
-Rıza kardeş, git suya
giren arkadaşlara söyle de abdestlerini alıp gelsinler. Namaz için hazırlık
yapacağız. Sonra da şu taşın üzerine çıkıp ezan okursun. -Tamam Kadri Abi.
Rıza, Kadri'nin
isteğini yerine getirmek için hızla uzaklaştı oradan. Yalnız kalan Kadri,
boşta olan gençlerin yanına giderek namaz yerini hazırlama işini onlarla
birlikte yapmaya koyuldu. Ağaçların arasındaki gölge kısma kilimler serildi.
Yer henüz hazırlanmıştı ki, Rıza'nın tüm piknik alanına yayılan ezan sesi
duyuldu. Ezan sesiyle birlikte ab-desti olmayan gençler çabucak abdest almak
için hareketlendiler. Diğerleri de namaz kılmak için hazırlanan yere doğru
gittiler.
Kadri, sünnetler
kılındıktan sonra hocanın yanına giderek:
-Hocam, namazı siz
kıldırmaz mıydınız? dedi. Hoca başıyla onaylayıp Öne geçti. Huşu içinde kılman
öğle namazının ardından tesbihat ve dua yapıldı. Hoca'nın Arapça olarak yaptığı
uzun duadan sonra farzdan sonraki sünnetler kılındı.
Namaz kılınmış,
Muhsin'in aşçıbaşüığmda yapılan nefis öğle yemeği yenilmiş, ardından çaylar
içilmişti. Gençlerin kafasına "Acaba şimdi sırada ne var?" gibi bir
soru ta-kılma'dan Musa ayağa kalktı. "Arkadaşlar!" dedi yüksek bir
sesle. Uğultular kesilip bakışlar kendisine yönelince konuşmaya başladı.
-Arkadaşlar!
Namazımızı kılıp yemeğimizi yedik. Çaylarımızı da içtik. Biliyorum, çoğunuz,
"Şimdi ne yapacağız?" diye düşünüyorsunuzdur. Akşama kadar buradayız.
Bizim, pikniklerde sürekli yaptığımız şeylerden biri de bilgi yarışmasıdır.
Hem İslami konularda, hem de genel kültürden hazırlanmış çok güzel sorularımız
var. Katılıp katılmamak isteğe bağlıdır. Katılmak isteyenler, en fazla üç kişilik
gruplar oluştursun. Soruları ben soracağım. Puanlamayı da Murat ile Mehmet
yapacaklar. On dakika içinde gruplar belirlensin. On dakika sonra başlayacağız.
Musa'nın bu ilanıyla
birlikte bir hareketlilik yaşandı. Kısa süre içinde altı grup oluştu. Gruplar
birbirlerinden eşit uzaklıktaki mesafelere oturup yarışmanın yapılmasını beklediler.
Musa ve değerlendirme
heyeti, tüm grupları görecek şekilde karşılarına oturdular. Musa, yarışmadan
önce gruplara yarışma kuralları için kısa bir hatırlatmada bulundu:
-Arkadaşlar, öncelikle
her grup bir sözcü belirleyecek. Sözcünün dışında verilecek cevaplar kabul
edilmeyecektir. Her bir soru için cevaplama süresi bir dakikadır. Sözcü arkadaş
cevabını verip 'tamam' dedikten sonra, ben sorunun asıl cevabım okuyacağım.
Buna göre puan takdirini, puanlamayı yapan arkadaşlar belirleyecek.
Bu yarışmada da
amacımız, bilgilerimizi pekiştirme ve bilmediklerimizi öğrenmedir. Böylece,
eğlenmek için geldiğimiz bu yerden de bir şeyler öğrenip ayrılacak ve iki günümüzün
bir olma ziyanından kurtulmuş olacağız.
Son olarak, yarışmaya
geçmeden önce her grup kendisine bir sahabe veya âlim ismi seçip bildirsin.
Ayrıca, birinci olacak gruba ödül verileceğini de bilmenizi isterim.
Böylece yarışma
başladı. Yusuf buna da iştirak etmeyip izlemeyi tercih etti. O, bugün gözlem
yapmayı ve oluşturulan havayı teneffüs etmeyi bu tür aktivitelere katılmaya
tercih ediyordu. Üniversiteye başladığından beri birlikte olduğu bu
İnsanların, kafasında belirginleşen soruların tek çözümü olabileceğini bugün
bir kez daha görme şansı olmuştu. O, günümüzdeki gayri İslami yaşantının yerine
İslam'ı ikame edecek kişilerin katıksız bir akideye, tavizsiz bir İslami
yaşantıya ve yüksek kardeşlik duygularına sahip olmasının gerekli ve zaruri
olduğuna inanmıştı. Bu özelliklere sahip kişiler birlikte hareket etmeli,
birbirini sevip saymalı, bu davada önceliği olanların sözünü dinlemeli ve
Ustad'm da deyimiyle "Fena fil ihvan" düsturunu benimsemeliydiler.
Bu insanlar tam da onun kafasında belirginleşen örnek kişiliklerle birebir
örtüşüyordu. İşte bu yüzden sadece bir yerde durmayıp oradan oraya gidiyor, bir
grubun yanında biraz oturduktan sonra kalkıp başka bir grup gencin yanında oturuyordu.
Yüzünde; aradığını bulmanın, istediğini elde etmenin ve son kararını vermiş
olmanın sevinç ve huzuru okunuyordu.
Onun bu tavırları
Kadri'fıin gözünden de kaçmamıştı. İşi olduğundan dolayı daha fazla beklemeyen
Hoca'yı yolculadıktan sonra geri dönerken gözleriyle Yusuf'u aradı. Onunla
biraz konuşup durumunu öğrenmek istiyordu. Aramasına fazla gerek kalmadı. Yusuf
u, birkaç kişinin yanından kalkmış, nereye gideceğini gözüne kestirmek için
ayakta bekler bir halde gördü ve onu ismiyle çağırdı. Kendisine seslenildiğini
duyan Yusuf, sesin geldiği yöne bakınca Kadri'nin eliyle 'gel' işareti
yaptığını gördü. Aslında Yusuf da bugün yaşadığı mutluluk ve coşkuyu,
yüreğinde hapsedemediği ve her an taşmak üzere olan duyguları Kad-ri'ye açmak
ve onunla paylaşmak istiyordu. Ama Kadri'nin sürekli meşgul oluşu, bu isteğini
yerine getirmesine engel olmuştu. Bu yüzden Kadri tarafından çağrılması
kendisini sevindirmiş ve yüzünde belirgin bir sevinçle ona doğru gitmişti.
Yanma vardığında selam verdi.
-Ve Aleykumusselam ve
rahmetullahi ve berakatuh, diyerek selamına karşılık verdi Kadri.
-Bir şey mi vardı
Kadri Abi?
-Yok, öylesine
çağırdım. Biraz konuşalım istedim.
-Doğrusu ben de
seninle konuşmak istiyordum Kadri abi. Ama çok meşguldün, seni işinden
alıkoymak istemedim.
-Hayırdır inşaallah
Yusuf. Gerçi yüzündeki sevince bakılırsa...
-Evet abi. Bugün çok
mutluyum. Yani sebebini tam olarak açıklayamayacağım, kelimelerle ifade
edemediğim bir mutluluk ve sevinç yaşıyorum.
-Allah bunu daim
kılsın Yusufi Ben de oradan oraya gidişini, yapılan faaliyetlere iştirak
etmediğini görünce sıkılıyorsun sanmıştım. Mutlu olduğuna sevindim. Haydi gel
şuraya oturalım. Ayakta durup söyleyeceklerini bir çırpıda anlatmak istemezsin
herhalde.
-Yok abı. Zaten benim
söyleyeceklerimden çok, senin yapacağın izahatlar önemli.
Kadri, Yusuf un;
"Senin yapacağın izahatlar önemli" açıklamasını pek anlayamamış,
şaşırmış bir yüz haliyle Yusuf'a bakmıştı. Birkaç metre ileride bulunan bir
ağacın gölgesine oturduklarında açıklama istercesine sordu:
-Hangi izahatları
yapacaktım, pek anlayamadım Yusuf. Daha önce sana bir şey mi söylemiştim yoksa?
-Yok Kadri Abi, senin
bu konuda bana verdiğin bir söz yok. Ben senden bazı konularda bilgi
isteyeceğim. Eğer izah edip beni aydınlatırsan, bugünkü sevinç ve mutluluğum tamamlanmış
olacak.
-Anladım Yusuf. Söyle
bakalım şimdi!.. Seni dinliyorum. Umarım seni memnun edecek izahatları
yaparım.
-Ben çocukluğumdan
beri İslami bir terbiye ile büyüdüm diyebilirim. Kendimi bildim bileli
namazlarımı kılıyorum. Köyde iken hem Kur’an-ı Kerim dersi, hem de Islami
bilgiler için köy imamının yanma camiye gidiyordum. Daha o zamanlardan beri
caminin benim yanımdaki değeri ayrıdır. Camileri birer huzur kaynağı olarak
görürüm hep. Sonra İmam Hatip'e geldim. Okulda da İslami bilgiler öğretiliyordu.
Bir süre sonra okuldan aldığım bilgiler bana yet-memeye başladı. Bulabildiğim
kadarıyla kitap okumaya başladım. Sınıfımızda bulunan üç arkadaşım daha vardı.
Kendi aramızda okuduklarımızın mütalaasını yapıyor, birbirimize anlatıyor ve
amel etmeye çalışıyorduk. Bizim yaptığımızın yeterli olmadığını biliyordum.
Çünkü insan bildikçe, öğrendikçe daha çok mesuliyet sahibi oluyor. Bildiklerini
başkalarına anlatmak, doğru yolu göstermek gibi bir zorunluluk altına giriyor.
İnsanın sadece kendi kendine okuyup amel etmesinin Alİah katında kurtuluşa
vesile olmayacağını anlamıştım. Çünkü etrafımızda cehalet, çirkeflik,
kokuşmuşluk... velhasıl gayri İslami ne varsa ağlarını örmüş, bizi çepeçevre
kuşatmıştı. Ne kadar sakınırsan sakın, mutlaka bir yerlerden bulaşma İhtimali
her zaman vardı. Bu yüzden İslami şuura sahip birisinin kendisine bir yaşam
alanı oluşturmak için etrafına örülmüş ağlardan kurtulması gerektiğini
anlamıştım. Yani tebliğ yapılmalıydı. Ne kadar çok kişi İslami bir hayatı
benimserse, bir Müslüman için, inancına göre yaşam alanı o kadar
genişleyecekti.
Anladığım bir başka
husus danalardı okuduklarımdan. O da Müslümanların birlik olma zorunluluğuydu.
Yani Kur'an ve sünneti esas alan, mensuplarının mü'minlik vasfıyla kardeş
olduğu bir birlik. Ben böyle bir şeyi çok aradım. Okulumuzda böyle olduklarını
söyleyen gruplar vardı; ama hiçbirisi kafamda şekillenen şeyin ölçülerine tam
olarak uymuyordu. İlyas'ı tanıdım sonra. Tabi biraz geç olmuştu onu tanımam.
Üniversite sınavına girerken Alİah yolumuzu birleştirmişti. Onunla okuldan bir
tanışıklığımız vardı; ama oturup hiç konuşmamıştık. Sonradan onunla candan iki
dost olduk. Yıllardır onu tanıyormuşum gibi candan, samimi, benimle aynı duygu
ve hisleri paylaşan, hatta çoğu zaman benden daha tavizsiz olan biriydi. Beni
bir-iki kez düğünlere götürdü. Bu sayıda
bilinçli Müslümanın bir araya geldiğini ilk kez orada gördüm. Sonra üniversiteye
geldim. Seni, Vedat abiyi ve diğer Müslüman kardeşlerimi tanıdım.
Üniversitenin bütün bu çirkefliğinin yanında, sizleri baharın müjdecisi olan
çiçekler gibi gördüm. Sizleri tanıdığım için her zaman Yüce Allah (cc)'a hamd
ediyorum. Sizlerin kardeşliği, İslami yaşantınız, ilmi ve kültürel birikiminiz
bana 'İşte aradığım kişiler bunlar!..' dedirtiyor. Bu düzen, bu intizam,
kendinden önce kardeşini düşünme anlayışı, en küçük bir şeyde dahi Allah'ın
rızasını gözetme, ya da ne bileyim bir top oynamayı dahi Allah'ın rızasına
uygun hale getirme... Bütün bunlar nasıl oluyor, nasıl yapılıyor, bana
anlatabilir misin Kadri Abi?
Yusuf susuncaya kadar
sözünü kesmedi Kadri. Hayat hikâyesi, İslam'a olan aşkı, İslami endişeleri,
toplumun gidişatını dert edinip çözüm arayışı hoşuna gitmişti. Arayışlarını
mantıklı buluyor, sağlam bir akideye ve derin bir İslami kültüre sahip
olmasının tezahürleri olarak görüyordu. Vereceği cevabı, yani anlatacaklarını
da teoride bildiğine emindi. Bu yüzden söze nereden başlayacağını bilemiyordu
Kadri. Yusuf un yüzüne bakıp gülümsedi, elini omzuna atıp dostça sıktı.
-Biliyor musun Yusuf?
diye söze başladı Kadri. İslam, iki temel kaynak üzerine bina edilmiştir. Bunlar,
Kur'an ve sünnettir. Kur’an-ı Kerim'i bir teori, bir yapılandırma projesi
olarak ele alırsak, sünnet de onun pratik olarak uygulanış şeklidir.
Dolayısıyla Kur'an ve sünnet, ayrılmaz bir bütündür. Sünnet, yani Hz.
Resulullah (sav)'m hayatını, "Toplumu vahye uydurma projesi" olarak
görebiliriz. Bu ne demektir? Bu, Hz. Resulullah (sav)'m şahsında ve yaşayışında;
Yüce Allah (cc)'ın, Müslüman kullarından nasıl olmaları, ne yapmaları
gerektiğinin pratik bir izahıdır. İşte Asr-ı Saadet dediğimiz örnek toplum,
kâmil insanlar topluluğu, Kur'an ve sünnetin katıksız bir şekilde
benimsenmesiyle ortaya çıkmıştır. Onlar, insanlar için kıyamete kadar bir model,
bir örnek oluşturmuşlardır. Böyle bir toplumun oluşabileceğini, bunun tek
şartının da Kur'an ve sünnete bağlılık olduğunu yaşantılarıyla haykırmışlar ve
bizlere güzel bir miras bırakmışladır.
Kadri sözlerine ara
verip sustu. Adeta tarih içinde yolculuk yapıp o asra misafir olmuş gibi
gözleri boşluğa bakıyordu. Sonra derin bir nefes alıp kaldığı yerden devam
etti:
-Peki günümüzde böyle
bir şey olabilir mi? Neden olmasın?!. Yüce Allah (cc), İslam'ı sadece bir
döneme, bir topluluğa indirmediğine, bu din kıyamete kadar 'Allah'ın insanlar
için seçtiği son din' olarak kalacağına göre... Yüce Kitabımızın hükümleri
değişmeden baki kalacağına ve kıyamete kadar Allah'ın koruması altında
olacağına göre... Ve Hz. Resulullah (as)'ın sünneti detaylı bir şekilde günümüzde
olduğuna göre neden olmasın? Neden yeni Asr-ı Saadetler yaşanmasın?!
Yüce Allah (cc), Al-i
İmran 104. ayet-i kerimesinde: "Sizden, iyiye çağıran, doğruluğu emreden
ve fenalıktan meneden bir cemaat olsun. İşte başarıya erişenler yalnız onlardır."
diye buyuruyor, İşte bu cemaat, Müslüman toplumu bir istikamet üzere tutma ile
vazifelidir. Yani İslami olan şeylere yöneltme, gayri İslami olan şeylerden de
sakındırma görevi... Böyle bir Cemaat her zaman olmalıdır. Aksi halde
helallerin yerini haramlar alır, zulüm ve haksızlık çoğalır, şirkin
yansımaları her eve kadar uğrar. Nitekim günümüz insanlığı bunu yaşamıyor
muydu bir zamana kadar? Evet, bunların hepsi vardı. Ama Yüce Allah (cc)'ın 'Bir
cemaat olsun!' diye emrettiği topluluk sayesinde bunlar kısmen azaldı. İşte
bu gördüğün Müslümanların kendi aralarında oluşturdukları topluluk, yani
ayet'in tanımıyla cema-at'in İslami tebliğ ve irşatları, iyilik yapanları
cennetle müjdeleyip, kötülükte ısrar edenleri Yüce Alİah (cc)'ın cehennem
azabıyla korkutması sayesinde çok güzel gelişmeler oldu. Çalışmalar
meyvelerini veriyor yavaş yavaş.
Bir kişi ne kadar
birikimli olursa olsun, yapacağı çalışmalar ve gayretler sınırlı olur. Verimi
fazla olmaz. Ama insanların bir araya gelip bilgilerini, birikimlerini,
tecrübe ve akıllarını, güç ve enerjilerini birleştirmelerinden oluşan Cemaat'in
İslami alandaki çalışmaları daha kuşatıcı ve daha verimli olmaktadır. Üstad'm
deyimiyle; bir kişi, sayısal olarak sadece bir sayısını ifade ediyor. Ama iki
kişinin yan yana gelmesi sayısal olarak ikiyi değil, iki birin yan yana gelmesi
gibi on bir kuvvetinde bir sayıyı, üç kişi de yüz on bir sayısını ifade ediyor.
Yani birlikten güç ve kuvvet doğar.
Cemaat nedir peki?
Cemaat; temeli Kufan-ı Kerim ve sünnete dayanan, işlerini şura ile yürüten,
mensupları arasında iman, akide ve kardeşlik bağları bulunan, İslam'ı bir bütün
olarak gören herkesi kardeş bilip kucaklayan, toplumun bozulan yapısını
düzeltip artan zulüm ve haksızlığı kaldırıp yerine İslam'ın çağlar üstü
adaletini getirmeyi amaçlayan bir mü'minler topluluğudur. Her ne suretle olursa
olsun, İslam'ın önceliğini kendi şahsi menfaatlerinden üstün tutan, her yerde
hakkı söyleyip Hak için çalışan, bu uğurda hiçbir1 kmayıcımn kınamasından
korkmayan bir mü'minler topluluğu... Bağlılarının, Yüce Allah'ın Saff Suresi
4. ayet-i kerimesinde: "Doğrusu Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar
gibi saf bağlayarak savaşanları sever" şeklinde tanımladığı bir mü'minler
topluluğu... İşte bunun adı Cemaat'tir. Bu gördüğün kardeşlerin büyük çoğunluğu
da Cemaat mensubu mü'minlerdir.
Durdu Kadri. Biraz
soluklandı. Anlattıklarının nasıl bir etki bıraktığını anlamak için göz ucuyla
Yusuf a baktı. Yusuf un yüzünde bir tebessüm, bir aydınlık, gözlerinde de
sevinç parıltıları gördü.
Kadri yeniden
konuşmaya başlayacaktı ki Yusuf kendisine döndü. Kararlı; ama içinde heyecan
kıpırtıları barındıran bir ses tonuyla;
-Kadri Abi, dedi.
-Evet?!
-Şey diyecektim Kadri
Abi... Cemaat beni de kabul eder mi? Yani beni de arkadaşlığa kabul etmeniz
için şartlar neyse, ne yapmam gerekiyorsa hepsini yapmaya hazırım.
Kadri'nin yüzüne bir
sevinç tebessümü yayıldı, yüzü mutlulukla aydınlandı. Yusuf a baktı. Onunla tanıştığından
dür beri kendisine
kanı kaynayan bu imanlı gence sevgiyle baktı. Şimdiye kadar sadece kardeş
olarak gördüğü Yusuf la bundan böyle dava arkadaşlığı, yol ve amaç birliği yapacaklardı.
İki omzundan tutup ayağa kaldırdı ve kendine çekip sıkı sıkıya sarıldı. Her
ikisi de duygulanmıştı. Hatta Yusuf un gözleri buğulanmış, genzinde bir yanma
hissetmişti. Ağlamamak için yutkunuyor, Kadri'nin gözlerine bakmamaya
çalışıyordu. Kadri'nin de ondan farkı yoktu. Kendisini ilk toparlayan Kadri
oldu. Yerlerine yeniden oturduklarında Yusuf un sorusunu cevapladı.
-Bak Yusuf, daha
önceden de anlattığım gibi; Cemaat, inananlardan müteşekkil bir topluluktur.
Allah'a hakkıyla inanan, İslam'ı bir yaşam biçimi olarak kabul eden, hayatının
her safhasında Resuluüah (as)'ı ve onun sünnetini rehber edinen, Allah'ın emir
ve yasaklarına uyan her mü'min zaten bu Cemaatin tabii mensubu sayılır. Bununla
birlikte arkadaşlarla birlikte olmayı arzu eden her Müslümamn, arkadaşların
koyduğu prensiplere, emir ve talimatlara uyma zorunluluğu vardır. Tabii
bunların hiçbirisi Kur1 an ve Sünnete muhalif değildir.
-Şurandan itibaren her
şeyimle arkadaşların hizmetindeyim abi.
Bu konu üzerinde
konuşmaya devam ettiler. Onları bu sohbetten ayıran ise ikindi ezanı oldu.
Ezanla birlikte sohbetlerine son verip namaz kılınacak yere doğru ilerlediler.
İkindi namazını
müteakip kimse yerinden kalkmadı. Herkesin üzerinde tatlı bir yorgunluk vardı.
Kadri de böyle bir anı bekliyordu. Herkesin birlikte olduğunu görünce:
-Arkadaşlar! dedi. Bu
güzel anınızı bozmak istemiyorum; ama hazır bir aradayken Önemli gördüğün bir
mevzuyu söylemek istiyorum.
Nasıl ki, İslam'ı
yaşamak bir Müslüman olarak tek tek hepimizin üzerinde bir vazife ise, aynen bunun
gibi inandığımız dini başkalarına tebliğ etmekle de mükellefiz. Özellikle
okulların açıldığı ilk dönemler, tebliğin en verimli olduğu dönemlerdir.
İslam'ı yaşamayan, İslam'dan habersiz olan, ya da İslam'ı sadece bir vicdan
meselesi olarak gören öğrencilerle ilgilenmeli, en güzel şekliyle tebliğ
görevimizi yerine getirmeliyiz. Bunu yaparken Yüce Allah (cc)'ın Nahl Suresi
125. ayet-i kerimesinde "Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır;
onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha
iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir" şeklinde belirttiği
gibi hareket etmeli, yine Resulullah (sav)'m; "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın
ve müjdeleyin, nefret ettirmeyin..." emrini en güzel şekilde yerine
getirmeliyiz. Bununla birlikte diğer gruplara mensup Müslümanlarla da
ilişkilerimizi kardeşlik hukuku temelinde geliştirmeye özen göstermeliyiz.
Kadri bu konu üzerinde
kısa bir müddet daha konuştuktan sonra;
-Benim söyleyeceklerim
bundan ibarettir. Zaten hepinizin bildiği bir meseleydi. Ben sadece
hatırlatmak istedim, dedi.
Kadri sözlerini
bitirir bitirmez Vedat hemen araya girip;
-Arkadaşlar, biraz da
ilahilerle burayı çınlatmaya ne dersiniz? diye sordu.
Toplulukta belli bir
memnuniyet havası oluştu ve İyi olur!' sesleri yükseldi.
-İlk kim başlamak
ister?
-Ben! diye heyecanla
ortaya atıldı Abdullah. 20 yaşlarında, düzgün giyimli, hafif sakallı, saç
tıraşından kendine iyi baktığı hemen belli olan biriydi. İnşaat Fakültesi 2.
sınıfında okuyordu.
-Tamam,
başlayabilirsin.
Abdullah, Yunus
Emre'nin "Arayu arayu bulsam izini" ilahisini ayrı bir makamda ve çok
duygulu bir şekilde söylemeye başladı. Doğrusu çok güzel ve yanık bir sesi
vardı Abdullah'ın. Dinleyenlerin hepsi duygulanmıştı bu ilahiden. Abdullah'ın
ardından İlyas başladı söylemeye. İslam'a bağlılığı anlatan biraz canlı bir
marştı bu. Nakaratlara dinleyiciler de eşlik ederek doğal bir koro
oluşturuyorlardı. İlyas susunca hazırda bekleyen bir başkası devraldı marş
söylemeyi. Böylece ara vermeden söylenen marşlar ve ilahiler sürüp gitti. Ta
ki Muhsin'in gözetiminde hazırlanan meyve tabaklan önlerine gelinceye kadar...
Neşe içinde yenen
meyvelerle birlikte tatlı bir sohbete daldı gençler kendi aralarında. Öyle ki
zamanın hızla geçtiğinin farkında bile olmamışlardı. Kadri'nin hatırlatması olmasa,
Öyle sürüp gidecekti sohbetleri... Kadri saatine baktıktan sonra oturduğu
yerden ''Arkadaşlar!" diye seslendi. Sesler kesilip bakışlar ona yönelince
de: dur -Arkadaşlar! Vakit hayli ilerledi. Neredeyse araba bizi almak için geri
gelecek. Buradan gitmeden önce bir halay çekip de öyle gitsek nasıl olur? dedi.
Gençler bu teklife
olumlu tepki verdi.
-Haydi o zaman
eşyalarımızı toplayıp bir yere yığalım da araba gelmeden ortalıkta bir şey
bırakmayalım.
Hızla hareket edildi,
eşyalar kısa sürede toplanıp bir ağacın altına bırakıldı. Birkaç kişi tüm
piknik alanını gözden geçirip unutulan bir şey olup olmadığını kontrol etti.
Herkes kendi üst-başma bakıp kaybettiği bir şeyi var mı diye gözden geçirdi.
Tüm bu hareketlerin ardından gençler orta yere geldiler. Birbirlerinin omzundan
tutacak şekilde kollarını birleştirdiler. Baştaki iki kişinin söylediği parça
eş-liginde halay'a başladılar. Söylenen parça gayet hoş ve anlamlıydı.
Mekke'de çile ve işkence altında inleyen Müslümanların Hz. Resulullah (sav)'a
şikâyetlerini anlatıyordu. Şöyle diyordu söylenen parça:
Habbab Mekke'de
daralır durur
Koşar adımla Resul'e
varır.
Zulüm, işkence kavurur
beni
Kıyam ne zaman Ya
Resulullah? Ramda vadisi inler de inler İşkence gören mü'mini dinler Ne zamana
dek zulüm, işkence Kıyam ne zaman Ya Resulullah?
Böylece uzayıp
gidiyordu. Baştaki iki kişi söylüyor, diğerleri tekrarlıyordu. Ayaklar
parçanın ritmiyle bir kalkıyor, bir iniyor, oluşturulan çember etrafında
dönülüyordu. Halay, ardı ardına söylenen üç marşla sona erdi. Gençler halayın
hareketliliği sebebiyle terlemiş, kimisi tatlı bir yorgunluğun etkisiyle
kendini yere atmıştı. Yüzlerde mutluluk, gözlerde sevinç parıltıları eksik
olmuyordu.
-Haydi arkadaşlar,
eşyalarımızı alıp gidelim. Neredeyse araba gelecek.
Kadri'nin bu
uyarısıyla herkes eline bir şeyler alıp arabanın geleceği yere doğru
yürüdüler. Son kalan iki kişi, bir yere toplanan çöpleri büyük bir poşete koyup
ağzım sıkıca bağladıktan sonra şehirde bir çöp bidonuna atmak üzere yanlarında
götürdüler. Bu, Müslümanların bulundukları ve kullandıkları yeri temiz tutma
anlayışının bir gereğiydi. Çünkü onlar, temizliği imanın bir gereği olarak
görüyorlardı. Bu yüzden arkalarında çöp bırakmak onların anlayışıyla ters
düşen bir davranış olacaktı.
Gençler, arabanın
geleceği noktaya vardıklarında, uzaktan arabanın da geldiğini fark ettiler. Beş
dakika geçmeden yanlarındaydı. Eşyalar yüklendi, gençler yerlerini aldıktan
sonra otobüs şehre doğru hareket etti. Otobüste belirgin bir sessizlik vardı.
Gençlerin üzerindeki tatlı yorgunluk, yerini rehavete bırakmıştı. Oturdukları
koltuklarda şehre dönerken, beraberlerinde güzel ve doyumsuz bir gün geçirmiş
olmanın unutulmaz anılarını da götürüyorlardı. Yusuf ise, akşam defterine
yazacağı şeylerin hayalini kurmaya başlamıştı bile...
Zaman, önünde bir
engel tanımaksızın hızla ilerliyor, beraberinde insanlara acılar, mutluluklar,
pişmanlıklar, ayrılıklar... yaşatarak geçip gidiyordu. Zamanı gelmiş olanlar
ecel şerbetini içiyor, yerini yeni doğan çocuklara bırakı-yordu. Ölüm, geride
kalanlara acılar yaşatırken, doğum ise beraberinde sevinç ve mutluluk
getiriyordu. Oysa her iki olay da aynı kaynaktan yansıyan emirlerin
neticesiydi. Neden birisinin sonucunda ağlayış, vaveyla, figan ve gözyaşı
hâkim olurken, diğerinde ise sevinç ve mutluluk yaşanıyor, ziyafetler
veriliyordu? Ve yine netice itibariyle, ağlayanlar da, gülenler de; hepsi, her
şey, herkes Allah'ın değil miydi? Elbette Allah, her şeyin yegâne maliki ve
tasarruf yetkisine sahip tek merciydi. Ve Allah, eşyaya verdiği kanun gereği,
sırası gelenin ruhunu kabzedecek, diğer taraftan da yine sırası gelene can
verip onu dünyaya gönderecekti...
"Her şey
sırayla" diye mırıldandı Yusuf öğle yemeği için sırada beklerken. Havalar
hissedilir derecede soğumuş, koridor ve kantinler öğrenciler için dışarıda
dolaşmaktan daha cazip hale
gelmişti. Yusuf, bir müddet dışarıda dolaşmış, yemek kuyruğunun
seyrekleşmesini beklemişti. Kuyrukta fazla beklemeyeceğini tahmin ettiği bir
anda da gelip sıraya geçmişti. Kendisi gibi geç kalan birkaç kişi dışında sıranın
sonunda sayılırdı; ama buna rağmen önünde daha çok kişi vardı. Masalar, hâlâ
yemeklerini yiyen öğrencilerle doluydu. Yemeğim bitiren kalkıyor, onun yerine
yeni birisi oturuyordu. Bulunduğu yerde bu manzarayı takip eden Yusuf, tekrar
mırıldandı.
-Yaşamak bile
sırayla!.. Doğmak sırayla, ölmek sırayla... İnsanın hayatı, iradesi dışında
bir sıranın peşine takılmış gidiyor. Bunun da ismi zaman... İnsanı cenderesine
almış, öğütüp duruyor şu zaman denilen olgu. Ömür defterinde kendisine
biçilen zamanı tamamlayanlar, zaman mefhumunun, hükümsüz kaldığı bir dünyaya
ilk adımını atıyorlar. Tıpkı rahmetli Said Hocam gibi!.. Allah, mekânını
cennet eylesin ve onu nimetleriyle rızıklandırsm. Onu kabir azabından emin kılsın.
Âmin!
Hocasını hatırlayınca,
gayri ihtiyari gözleri buğulandı. Köye her gittiğinde kendisine nasihat eden,
ona doğru yolu gösterip hakkı tavsiye eden hocası yoktu artık. Aniden rahatsızlanıp
birkaç günlük yatağa bağlılıktan sonra dar-ı bekaya intikal etmiş, arkasından
bütün bir köyü, hatta çevre köyleri gözü yaşlı bırakmıştı. En çok da onu kendi
babası kadar seven Yusuf üzülmüştü ölümüne. Resulullah (sav)'ın "Bir
mü'min için mutlaka (semadan) iki kapı vardır: Birinden ameli yükselir,
diğerinden de rızkı iner. Bu mü'min ölünce, her iki kapı da ağlarlar"
şeklinde haber verdiği üzere, bir müminin ölümüne Yüce Allah (cc)'m bütün iyi
yara_ tıkları ağlardı. Hatta, Kur'an-ı Kerim'de Duhan Suresi 29 ayet-i
kerimesinde geçen "Ne gök ne yer onların üzerine ağlamadı" cümlesini
yorumlayan Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi (Rh.a)'m şunları söylediğini
hatırladı: "Mefhum-u sarihiyle ferman ediyor ki: 'Ehl-i dalâlenin
ölmesiyle insan ile alâkadar olan semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde
ağlamıyorlar, yani: Onların ölmesiyle memnun oluyorlar.' Ve mefhum-u işarisiyle
ifade ediyor ki: 'Ehl-i hidayetin ölmesiyle semavat ve arz, onların cenazeleri
üstünde ağlıyorlar, firaklarım istemiyorlar.' Çünkü: Ehl-i iman ile bütün kâinat
alâkadardır, ondan memnundur. Zira iman ile Halık-ı kâinatı bildikleri için,
kâinatın kıymetini takdir edip, hürmet ve muhabbet ederler. Ehl-i dalâlet,
gibi tahkir ve zımnî adavet etmezler.
Ey insan, düşün! Sen
ala külli hal öleceksin. Eğer nefis ve şeytana tâbi isen, senin komşuların,
belki akrabaların, senin şerrinden kurtulmak için mesrur olacaklar. Eğer euzu
billahi mineşşeytanirracim deyip Kur'an'a ve Habib-i Rah-man'a tabi isen o
vakit semavat ve arz ve mevcudat, herkesin derecesine nisbeten, senin derecene
göre senin firakından müteessir olup manen ağlarlar. Ulvi bir matem ile ve
haşmetli bir teşyi ile, kabir kapısıyla girdiğin beka âleminde senin derecene
nisbeten senin için bir hüsn-i istikbal var olduğuna işaret ederler."
Haberi cuma günü ikindiye
doğru öğrenmiş, apar-topar köye gidip cenazeye yetişmek istemişti. Ancak çok
istemesine rağmen yetişememişti. Ertesi gün, yani cumartesi
günü de Kadri ile Vedat başta olmak üzere
beş arkadaşı köye taziye için gelmişlerdi.
Hocanın taziyesi köy
camiinde yapılmış ve kalabalık bir insan topluluğu katılmıştı. Diğer köylerden
de gelenler olmuştu. Yusuf'un arkadaşlarının taziyeye gelmesi, başta babası
olmak üzere tüm köylülerin memnuniyetine sebep olmuştu. Kadri, kalabalığa
hitaben "Ölüm ve yaşam" üzerine özetle şöyle bir konuşma yapmıştı:
"Mülk Suresi 2.
ayetinde "O, hanginizin daha güzel amel yapacağınızı sınamak için ölümü ve
hayatı yaratandır" şeklinde ifade edilen hakikat, ölümün yaratılma hikmetidir.
Bu nedenle ölüm, mezara konulmakla biten bir hayat değil; bilakis 'güzel amel
yapma' sınavının verildiği bu fani dünyadan ayrılış, ebedi Ahiret hayatı için
bir başlangıçtır. Hayata ve ölüme böyle bakmak gerekiyor. Dünyanın yaratılması
ve hayatın varlığı, insanın 'güzel amel yapma' imtihanından geçmesi için birer
vesiledir. Peki, güzel amel nedir o halde?
'Güzel amel'; en kısa,
en net ve genel tabiriyle 'Yüce Allah'a kulluk etmek' olarak açıklanabilir.
Çünkü Yüce Allah (cc), Zariyat Suresi 56. ayet-i kerimesinde: "Ben
insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" diye buyurmaktadır.
Kulluk, Yüce Allah (cc)'m birliğine, tekliğine; eşi, benzeri ve ortağı
olmadığına; her şeyin evvelinde var olduğu gibi, her şeyin ahirinde de var
olacağına iman etmektir. O, her türlü eksiklik ve noksanlıktan münezzehtir. O,
doğmamış ve doğurmamıştır. Tüm kâinatı, canlı ve cansızları yaratan O olduğu
gibi, tüm canlıların rızkını da veren O'dur. O, her sesi işiten, her şeyi
gören, her şeyi bilen, insana kendi nefsinden daha yakın olandır.
Böyle bir yaratıcıya
iman eden birisi, O'na karşı yapacağı kulluğunu zedelememelidir. Yani O'ndan
başkasından bir şey beklememeli, O'ndan başkasına kulluk yapmamalıdır. Rızık,
mal, can, evlat vs. korkusu yüzünden Rabbine kulluktan ger durmamalı, kulluğunu
zedeleyecek sözlerden, hal ve hareketlerden kaçınmalıdır. Yüce Allah (cc)'ın
istediği şekilde kulluğunu yerine getirmiş olanlar, "güzel amelde
bulunma" imtihanını başarmış olurlar.
Kulluk, yani güzel
amelde bulunma ise; Allah'ın emir ve yasaklarına tam anlamıyla uymak demektir.
Böyle bir insan günahlardan sakınır, haramlara bulaşmaz. Yüce Allah (cc)'ın
kendisine helal kıldığı şeylerle yetinerek sevaplarını çoğaltır. Böylece Yüce
Allah (cc)'ın sevgisine mazhar olur. Yüce Allah (cc) birisini sevdiğinde, onun
sevgisini diğer insanların da kalbine koyar. İşte bugün rahmetli hocamızın
taziyesinde bizi buluşturan hakikat, onun sevgisi, aramızdan ayrılışının
üzüntüsü, yokluğuna karşı duyduğumuz hasret ise; bu, hocamızın Rabbine karşı
iyi bir kul olduğunu ve 'güzel amelde bulunma' imtihanını başarıyla verdiğinin
göstergesidir. Allah ona rahmet etsin ve cennetiyle mükâfatlandırsın.
Evet; dünya, tam
anlamıyla bir imtihan meydanıdır. Dünyadaki her şey, insanı cezbedici ve
kendine doğru çekicidir. Yüce Alİah (cc)'ı unutturan çok albenisi vardır dünyanın.
Bu gerçek, Al-i İmran Suresi 14. ayette şöyle dile getirilmiştir:
"Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe,
nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı
aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir,
oysa gidilecek yerin güzeli Allah katandadır."
İşte, kısacık dünya
hayatının yine fani olan bu çekiciliğine aldanmamak lazımdır. Aksi halde
imtihanı kaybetmiş, ölüm ile birlikte başlayacak sonsuz bir hayatta hüsrana uğrama
tehlikesiyle karşı karşıya kalmış olacağız.
Oysa gerçek hayat, ahiret hayatıdır. Ahiret hayatımızın mamur olması
için, dünyadaki amellerimizi mamur hale getirmek zorundayız. Çünkü "Dünya
Ahiretin tarlasıdır" diye buyurmuştur Resulullah (sav). Yani bu dünya
tarlasına ne ekersen, onu biçersin. Tarlasına günah, isyan, büyüklenme, riya
vs. ekip haramlarla gübreleyen, tabii ki Ahirette karşılığım cehennem azabı
olarak biçecektir. Yine tarlasına iyilik, itaat, sevgi, yardımlaşma, hoşgörü,
yani kulluk ve güzel amel eken, bunu helallerle gübreleyen birisinin ahirette
karşılığını sonsuz cennet nimetleri olarak biçmesinden daha doğal ve Yüce
Allah (cc)'m adaletine uygun ne olabilir? Çünkü Yüce Allah (cc) AH Imran Suresi
185. ayetinde: "Her insan Ölümü tadacaktır. Kıyamet günü, ecirleriniz size
mutlaka ödenecektir. Ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulan kimse artık
kurtulmuştur. Dünya hayatı, zaten, sadece aldatıcı bir geçinmeden
ibarettir" derken, Fatır Suresi 36. ayette: "İnkâr edenlere cehennem
ateşi vardır. Ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler; kendilerinden cehennemin
azabı da hafifletilmez. Her inkarcıyı böylece cezalandırırız" demektedir.
En'am Suresi 32. ayette ise Yüce Allah (cc) dünya ve ahiret hayatı arasındaki
kıyası şu veciz ifadeyle yapmaktadır:
"Dünya hayatı
sadece oyun ve oyalanırındır; ahiret yurdu, sakınanlar için daha iyidir.
Düşünmüyor musunuz?"
Tüm bu ayetler bize
insanın aslında dünya için değil, ahiret için yaratıldığını göstermektedir.
Dünya hayatı ise, sonsuz hayat olan ahiret âleminde kimin cennette, kimin cehennemde
yaşayacağının anlaşılması için bir imtihan meydanıdır. Ölüm, bu iki hayat
arasında bir geçiş kapısıdır. Dünya hayatı sürdükçe, imtihan da sürecektir.
Ölümün ne zaman, nerede geleceği belli olmadığı için her an ölecekmiş gibi
ölüme hazırlıklı olmalıyız. Resulullah (sav)'ın "Lezzetleri anlaştıran
ölümü sıkça anınız" tavsiyesi doğrultusunda, her günü, yaşadığımız son
gün gibi hesaplayarak ölüme hazırlık yapmalı ve sonsuz olan ahiret hayatında
cenneti kazanmak için Allah'ın emir ve yasaklarına harfiyen uymalıyız. Güzel amellerimizi
çoğaltıp en güzel şekilde kulluk görevimizi yerine getirmeliyiz."
Kadri'nin
konuşmasından sonra gençlere karşı bir hayranlık ve sempati oluşmuş, onları
evlerine misafir etmek için köylüler arasında adeta bir yarış başlamıştı.
Sonunda her biri bir başka köylünün evine misafir olmuş, Yusuf un
haricindekiler sabah hep birlikte dönmüşlerdi.
Yusuf, bulunduğu yemek
sırasında halen hocasını ve taziyeyi düşünüyordu. Onun böylesine ani gidişi
Yusuf u çok üzmüş, bu gidişi her nedense erken bulmuştu. Biraz düşündükten
sonra da 'erken' sözcüğünü düzeltmek zorunda hissetti kendisini. Çünkü Yüce
Allah (cc)'ın ecel kanununda, kimin ne kadar yaşayacağı takdir edilmişti. Mezarlıklar,
her yaşta ölen insanların kabirleriyle doluydu. Bir
bebeğin ölümü de, yaşlı bir insanın ölümü
de takdir edilen bir ömrün ecel kanunuyla sona erişiydi. Dolayısıyla bir
er-kenlikten söz etmek doğru olmazdı. Kim, ne kadar yaşaması gerekiyorsa,
ancak o kadar yaşayabiliyordu. Çünkü Yüce Allah (cc)'m Yunus Suresi 49. ayette;
"Her ümmet için bir süre vardır; süreleri sona erince bir saat bile
geciktirilmezler ve Öne de alınmazlar" şeklinde bildirdiği kesin hükmü vardı.
Ama insandı bu!.. İnsan zayıftı, insan aceleciydi ve insan sabırsızdı. Ölüm
olgusu ile her gün hemhal olmasına rağmen, Ölüme karşı bir ünsiyet
kazanılmamış, hep acı ve keder ile karşılanmıştı... Yusuf bunları düşününce,
kendi kendine biraz hayıflandı. Çünkü kendisi sıkıldıkça mezarlıkları ziyaret
ediyor, oraları en güzel tefekkür alanları olarak görüyordu. Mezarlıklar,
insanın nefsiyle baş başa kaldığı, kendisini tanıdığı ve ölüm ile ölüm ötesini
düşünebildiği yerlerdi.
Yusuf belki daha çok
düşünecekti; ama Vedat onu bu düşüncelerinden ayırdı. Yusuf, yemek kuyruğunda
beklediği bir sırada Vedat içeri girmiş, tüm yemekhaneyi gözleriyle tarayarak
onu yemek sırasında bulmuştu. Bir süre ona bakıp aralarında bir telepati
olmasını beklemiş; ama Yusuf un iyice daldığını fark edince, kendisi yanma
gitmiş, kolunu tutup selam vermişti. Yusuf, yanma kadar gelip kolundan tutan
Vedat'ı daha önceden fark etmemiş olmasına hayıflanarak selamını mahcubiyetle
almıştı. Selamlaşmadan sonra Vedat onu bulunduğu yerden çıkararak:
-Gel, biz sıranın
sonuna gidelim. Eğer burada durursam, arkadakiler benim sıraya kaynak
yaptığımı sanacaklar, dur
-Doğru abi. Kendimize
öyle bir laf getirmeyelim. Zaten milletin gözü şimdiden üzerimize çevrilmiş
durumda...
İkisi gidip sıranın
sonunda durdular. Vedat'ın tıp fakültesinin kafeteryasına gelip kendisini
araması Yusuf u meraki and ırmıştı. Bu yüzden ilk konuşan kendisi oldu.
-Hayrola Vedat Abi,
sen buraya pek sık gelmezdin?
-Seni görmek için
gelmiştim. Dershaneler tarafına baktım, dışarıyı gözden geçirdim, seni
bulamadım. Sonra Muharrem'i gördüm. Uzaktan senin kafeteryaya geldiğini görmüş.
Bunun üzerine ben de buraya geldim. Bakıyorum da sona kalmışsın.
-Aslında sona kalmam
bugüne has değil. Soğuklar başladığından beri böyle. Çok kalabalık oluyor
içerisi. Ben de kalabalık ve gürültüden fazla hoşlanmadığım için genelde böyle
sona kalıyorum.
-Haklısın Yusuf. Aynı
sebeplerden dolayı çok arkadaş senin gibi davranıyor. Neyse ben fazla
kalmayacağım. Öğleden sonra dersin var mı?
-İki dersim var; ama
son dersin hocası izinliymiş galiba. Aslında ilk derse de girmeyebilirim.
-Yok yok dersine gir,
fazla acil bir durum yok. Saat 15.00'te yurtta olursan iyi olur. Biraz
konuşacağız.
-Tamam abi, o saatte
yurtta olurum inşaallah. Kimin odasına geleyim?
-En uygun oda
sizinkisi. Diğer arkadaşlar da oraya gelecekler. Ben şimdi gidiyorum.
-Dur Vedat Abi, nereye
gidiyorsun? Eminim yemek yememişsindir.
-Doğru, yemedim. Ama
benim yemek kartım burada geçerli
değil.
-Sorun değil abi.
Resulullah (sav), İbn-i Mace'de geçen bir hadislerinde: "Bir kişinin
yemeği iki kişiye kâfidir. İki kişinin yemeği üç-dört kişiye kâfidir. Dört kişinin
yemeği, beş-altı kişiye kâfidir" demiyor mu? Buraya kadar gelmişken seni
bırakmam. Ya birlikte yeriz, ya da ben de seninle birlikte çıkar giderim.
-Beni iyice bağladın
Yusuf. Ne yapalım, dediğin gibi olsun.
-Anlaştıysak, senin
sırada beklemene gerek yok. Bir yerde oturup rahatına bak. Ben yemeği alıp
gelirim.
-Tamam, ben şuradaki
boş masaya oturuyorum.
Anlaştıkları üzere,
saat tam 15.00'te öğrenci yurdunda Yusufun odasında toplanmışlardı. Yaklaşık 15
kişi vardı odada. Buraya gelmeden önce yurdun mescidinde ikindi namazını
kılmışlar, sonra birer ikişer odaya gelmeye başlamışlardı. En son Vedat ile
Murat gelmiş, içeridekilerle se-lamlaşıp tek tek tokalaşmışlardı. Herkes yerine
oturmuş, kendi aralarında sohbete başlamıştı. 5-10 dakika süren bu sohbetin
ardından Vedat'ın sesi duyuldu.
-Arkadaşlar, diye
başladı. Sohbetinizi bölmek istemezdim; ama buraya bir amaç için toplandık.
Eğer müsaadeniz olursa, başlamak istiyorum.
Diğerleri de zaten
bunu bekliyorlardı. Murat ile Vedat ayrı ayrı ulaşabildiklerine buraya
gelmelerini söylemiş; ama nedenini söylememişlerdi. Bu yüzden bir merak içindeydiler
ve Vedat'ın konuşmaya başlamasından memnuniyet duymuşlardı. Sesler kesilip
dikkatler Vedat'a yönelince, Asr Suresini okuyup tekrar konuşmaya başladı.
-Arkadaşlar!
^Biliyorum, hepiniz niçin toplandığımızı merak ediyorsunuzdur. İstedim ki,
kendi aramızda biraz konuşup gerek okul içinde, gerekse de yurtta nasıl hareket
edeceğimiz üzerine bir yol belirleyelim. Herkes fikrini serbestçe söylesin.
Birimizin aklına gelmeyen bir şey, başka birimizin aklına gelebilir. Fikir,
fikre kapı açar. Bu yüzden küçük de olsa, aklınıza geleni söylemekten
çekinmeyin. Tela-huk-u efkâr, yani fikirlerin birleşiminden güzel neticeler elde
edilir.
Vedat, bu kısa giriş
konuşmasının ardından sustu ve gözlerini odada kendisini dikkatlice dinleyen
gençlerin yüzlerinde gezdirdi. Gençlerin kendisini dikkatle dinlediğini
görünce sevindi. Kaldığı yerden konuşmasına devam etti.
-Bizler Müslümanız.
Elbette bu 'Müslüman' kelimesi sözde değil, özdedir. Yani İslam, en küçük bir
boşluk kalmayacak şekilde hayatımızın her anına nüfuz etmeli, dolayısıyla
şahsiyetimiz de bu doğrultuda sekilienmelidir. Şimdi kendi içinizden
"Nerden çıktı bu? Bizim İslami şahsiyetimizde bir eksiklik mi var?"
diye düşünceler geçiriyor olabilirsiniz. Düşünmüş olsanız da size hak veririm.
Çünkü birbirimizi tanıyoruz ve bu konuda birbirimizden hiç şüphemiz yok. Ama
şunu unutmayalım ki, İslami şahsiyet ölünceye kadar sürekli yeni kazanırnlarla
takviye edilen bir süreçtir. Burada bulunan kardeşlerden hiçbirinin
"Benim İslami şahsiyetim tamamlandı. Artık alacağım bir şey kalmadı. Ben
insan-ı kâmilim" diyeceğini sanmıyorum. Hepimizin haddi hesabı olmayan
hataları, hiç küçümsenmeyecek kadar eksiklikleri var. Dolayısıyla önce bu
konuya Özel bir ehemmiyet göstermeli, iman-amel ilişkisini hayatımızda en güzel
şekliyle pratize etmeliyiz. Müslüman gençler olarak en öncelikli vazifemiz
budur. Çünkü bizler, okumuş insanlar olarak her an toplumun gözleri önünde
olacağız. Şunu unutmayalım ki, bizim en küçük bir hatamız, İslam düşmanları
tarafından -hâşâ- İslam'a mal edilerek bunun propagandası yapılacak ve bu
şekilde topluma lanse edilecektir. Hiç kimse Yusuf, Abdullah, Vedat, Murat...
hata yaptı demez. Şunu iyi bilelim ki, onlar bizim her hatamızı İslam'a mal
ederler. O halde bu gerçeği hiçbir an unutmamalı ve buna azami dikkat
etmeliyiz. Gerek okuduğumuz fakültelerde, gerekse de bulunduğumuz yurtta
tevazuumuz, iyilikseverliğimiz, temizliğimiz, ihtiyacı olanlara yardımcı
oluşumuz, güzel ahlakımız, doğruluk, sözünde durma, ahde vefa... vs. her
konudaki ahlaki meziyetlerimizle tam bir örnek kişilik sergilemeliyiz. Öyle ki,
sadece bu ahlaki meziyetlerimiz ve güzel davranışımızla da olsa, kişiliğimiz
bir tebliğ unsuru olmalıdır. Yani dışarıdan bakıp gözlem yapan birisi, herhangi
birimizde İslam'ın güzelliğini, ulviliğini, ilahi ligim ve yaşanılabilirliğini;
bunun karşılığında İslam'ı yaşamayanlarda da gayri İslami bir hayatın çirkinlik
ve beyhudeliğini
görebilmeli ve seçimini yapabilmelidir. İslami şahsiyetimizle sergileyeceğimiz
örnek bir hayat çizgisi, insanlara İslami bir yaşamı özendirmelidir.
Sanırım bu konuda daha
fazla söz sarf etmeye gerek yok. Zaten hepimiz bunun bilincindeyiz. Şimdi de
yurtta ve okuduğumuz bölümlerde neler yapacağız, davranışlarımız nasıl
olmalıdır, diğer öğrencilerle ilişkilerimizde nelere dikkat edeceğiz, biraz da
bunun üzerinde durmakta fayda var.
Bundan böyle zorunlu
olmadıkça arkadaşlarımız, namaz kılmayan öğrencilerin bulunduğu odalarda
kalmasalar daha iyi olacak inşaallah. Galiba şu an itibariyle 5-6 kardeşimiz
bu tür odalarda kalıyorlar. Bu meseleye biraz eğilsek iyi olacak. Bulunduğumuz
odalarda kalanların tamamının bizim arkadaşlardan olmasına özen göstereceğiz.
Ancak bu mümkün olmadığı takdirde; kardeşlerimiz, bizimle birlikte olmayan
diğer Müslüman kardeşlerin bulunduğu odalarda kalabilirler. İman ve akidemizin
muhafazası; islami şahsiyetimizin törpülenmemesi; hiçbir eleştiri, kınama veya
zorluk görmeden Müslümanlığımızın gereklerini rahatça yerine getirebilmemiz
için Müslüman öğrencilerin bulunduğu odalarda kalmak hem dünya ve hem de
ahiretimiz açısından daha hayırlıdır. Böylece gereksiz tartışmalardan, hoşlanmayacağımız
şeyleri görmekten de kurtulmuş olacağız.
Ancak, dışımızdaki
diğer Müslüman kardeşlerin odasında kalacak arkadaşların uyması gereken bazı
hususlar da olacaktır elbette. Bizim anlayış, görüş ve düşüncelerimiz, diğer
Müslüman kardeşlerimizden farklı olabilir. Bu
durum asla bir
tartışma ve çatışma ortamının oluşmasına zemin oluşturmamalıdır. Görüş ve düşünceler farklı
olsa da, temelde Müslüman olmamız itibariyle hepimiz kardeşiz. İhtilaflı
meselelerin mevzubahis olmasına katiyen izin vermemeli, ümmetin üzerinde
ittifak ettiği konular üzerinde konuşulmalıdır. Bu son söylediğim husus,
sadece yurt hayatı için değil, her zaman ve zemin için geçerli olan bir
durumdur. Bütün arkadaşlar bu hususa azami bir şekilde özen göstermelidirler.
Yine söz konusu
odalarda kalacak kardeşler, hakkı ve sabrı tavsiye etme hususunda diğerlerine
öncülük etmeli, İslam'ı yaşama hususunda örnek bir kişilik sergilemelidir.
Kaldığımız odalarda
mutlaka bir düzen ve intizam olmalıdır. Düzen, tertip ve temizliğimiz bizi
diğer öğrencilerden ilk bakışta ayırabilmelidir.
Odalarımızda belli bir
saatten sonra ışıklar söndürül-meli, uyumak isteyen arkadaşlara engel
olmamalıyız. Uykusu gelmeyen veya ders çalışmak, kitap okumak isteyenler
çalışma odalarında bu işlerini yapabilirler.
Bildiğiniz gibi
kafeteryada televizyon sürekli açık tutulmaktadır. Televizyonlarda herhangi
bir kontrol olmadığı için her türlü fuhşiyat ve rezillik görüntüleri, normal
yaşam stili olarak insanlara sunulmaktadır. Tabii ki burada gösterilen
görüntüler; haramlardan sakınma, günaha girmeme anlayışımızla ters düşmektedir.
Elbette kendimizi bundan muhafaza etmek zorundayız. Bu nedenle, zorunlu haller
müstesna olmak üzere, kafeteryaya sadece haberlerin olduğu saatte inersek,
bizim için daha hayırlı olur. Zorunlu hallerde inmemiz gerektiğinde de mutlaka
bir kardeşimizle birlikte olmaya özen göstermeliyiz. Bu, hem otokontrol açısından,
hem de tek olmamızdan cesaret alıp sataşmak isteyen karşıt görüşlü kimselerin
ve İslam düşmanlarının cesaretini kırma açısından önemli bir tedbirdir.
Bir önemli husus da
şudur: Bizim bir şanssızlığımız ya da dezavantajımız mı diyelim, yurdun
kız-erkek karma bir yurt oluşudur. Bu da kafeteryayı ortak kullanma sorununa
yol açmış durumda. Bu yüzden yemek ve benzeri sebeplerle kafeteryayı kullanma
zorunda kaldığımızda, bayanların kısmen seyrek olduğu saatler tercih edilirse
daha iyi olur kanaatindeyim. Bu durumda da yine yalnız olmamaya gayret
gösterip mümkünse birlikte olmaya çalışalım.
Ayrıca gerek komşu
odalarımızda, gerekse de alt ve üst katlarımızda kalan öğrencilerden
müsaitplanlann odalarını ziyaret edip sohbet edebiliriz. Tabi sohbetimizin
temeli İslam olmalıdır. Komşuluk haklarına azami dikkat etmeliyiz. Bununla
birlikte üst sınıfta okuyan kardeşler kendi bölümlerine yeni kayıt yaptıran
alt sınıftaki öğrencilere ders ve benzeri konularda yardımcı olup gerekli ilgi
ve alakayı göstermelidirler.
Benim bu konuda
söyleyeceklerim bundan ibaret. Muhakkak sizin de ekleyecekleriniz,
anlamadıklarınız, ya da sorularınız vardır şimdi. Artık sözü size bırakıyorum.
Vedat susup odadakiler
içinde konuşmak isteyen olup olmadığına baktı. Bir müddet kimseden ses çıkmadı.
Belliydi ki herkes bir başkasının önceliği almasını bekliyordu. Sessizliğin
uzadığını gören Abdullah, utangaç bir tavırla:
-Ben bir şey
soracaktım Vedat abi, dedi.
-Tabi Abdullah
sorabilirsin.
Abdullah bir-iki kez
öksürüp boğazını temizledi. Soracağı sorunun içeriğinden miydi, bilinmez yüzü
hafifçe kızardı. Kısık ve titrek bir sesle sorusunu sordu.
-Şey Vedat Abi,
hepimiz biliyoruz ki, sınıflarımızda olsun ya da bulunduğumuz fakültelerde
olsun tesettürlü, İslam'ı yaşayan bacılarımız var. Bunlar herhangi bir konuda
bizden yardım istediklerinde ne yapacağız? Bunu sormamın sebebi de şudur:
Sınıfımızda bulunan tesettürlü bir bacı, bugün ders arasında beni çağırıp
"Biz Müslüman bayanlar, kendi aramızda konuştuk. Bir sorunumuz olduğunda
sizlere iletmeyi kararlaştırdık. Bunu kabul eder misiniz?" diye sordu.
-Sen ne cevap verdin
ona?
-Ben de ona "Buna
ben kendi başıma karar veremem. Arkadaşlarımla konuşmam lazım. Muhtemelen size
olumlu bir cevap verilir. Ancak olumlu olması durumunda bile bir erkek ile
bayanın konuşması uygun düşmeyeceği için bunun nasıl olacağı konusunda da size
bir cevap verilecektir" dedim.
-İyi bir cevap
vermişsin.
-Aslında bunun böyle
uluorta söylenmesi belki uygun olmadı. Yalnız olduğumuz bir sırada
söyleyecektim; ama bu mesele sadece benim değil, burada bulunan tüm arkadaşların
her an, her yerde karşılaşabileceği bir mesele olduğu için burada anlatmayı
uygun gördüm. Bu konuda net bir çerçeve çizilip nasıl bir tavır takınacağımız
belirlenseydi iyi
-İyi bir konuya parmak
bastın Abdullah. O bacının talebini yanıma not alıyorum. İnşaallah
arkadaşlarla konuşarak Müslüman bacılarımızın sorunlarının iletilmesi hususunda
nasıl bir ilişki kurulması gerektiğine karar vereceğiz.
"Onlara karşı tavrımız
nasıl olmalıdır?" sorusunun cevabına gelince... Aslında bu belli bir
durumdur. İslam'ın koyduğu çizgiler 'neyse, bizim de çerçevemiz odur. Ne eksik,
ne de fazla. Bir erkeğin hangi adla olursa olsun bir bayanla yalnız kalması,
uzun süreli oturması, dolaşması asla caiz değildir. Nitekim bunun
sonucunda.'bazı olumsuz durumların yaşandığı, tebliğ adı altında birlikte olan
erkek ve bayanın daha sonraları işi batının flört anlayışına kadar götürdükleri
duyduğumuz hadiselerdendir. Bu konuda bir yozlaşmanın yaşandığı görülüyor. Bu
kçtrıuya özellikle dikkat etmemiz lazımdır. Bununla birlikte onları her an
koruyup gözetme vazifemizin olduğunu da unutmamak lazımdır. Özellikle İslam
düşmanlarının onları rencide etmesine, tesettürlerinden dolayı horlama ve
istihzalarına asla müsaade etmemeliyiz. Hele fiili bir hakaret söz konusu
olduğunda buna göz yummamız söz konusu olamaz. Kendi öz bacılarımızı nasıl
koruyor, gözetiyorsak, onları da aynı şekilde koruyup gözeteceğiz. Sanırım bu
mesele anlaşılmıştır.
-Allah razı olsun
Vedat Abi, anladım.
Abdullah susunca,
başka birisinin konuşmasına zaman bırakmadan unuttuğu bir şeyi söylemek için
tekrar konuştu Vedat.
-Bir de şu var tabi.
Acil bir durum, zorunlu bir hal olur da Müslüman bir bacıyla konuşmak zorunda
kalırsak, bu konuşma çok kısa
tutulmalı ve İslami adap çerçevesinde yapılmalıdır.
-Mademki söz
bayanlardan açıldı, diye bir giriş yaptı Hakkı adında 21 yaşındaki esmer, siyah
saçlı, uzun boylu Diş Hekimliği 3. sınıfında okuyan genç. Açık bayanlara karşı
tavrımız nasıl olacak? Bilindiği gibi çoğunda haya adına bir şey yok. Bu gibi
bayanlar özellikle namaz kılan, İslami bir şahsiyeti olan veya aile terbiyesi
güçlü, efendi ve utangaç öğrencilere yaklaşmakta ve onların içine düştükleri
mahcubiyet ve kötü durumdan adeta zevk almaktadırlar. Bunları hepten bozmak mı
lazım, yoksa?!.
Hakkı sorusunu yarım
bıraktı ve gerisini "Nasıl yapalım?" anlamına gelecek şekilde mimik
hareketleriyle tamamladı. Aslında kendisi genel tavrın nasıl olduğunu biliyordu;
ama odadaki gençlerin çoğunluğunu üniversiteye yeni kayıt yapmış gençler
oluşturuyordu ve o bu sorusunu aslında onlar için sormuştu bir bakıma.
Mevzubahis olan konu 'bayanlar1 olduğu için gençlerin birçoğu hayalarından
dolayı başlarını önlerine eğmişler, adeta gözlerini birbirlerinden kaçırır bir
duruma gelmişlerdi. Ama konu önemliydi ve sürekli karşılaştıkları bir
meseleydi. Bu yüzden de Vedat'ın vereceği cevabı merakla beklemeye
başlamışlardı.
Vedat da sorunun
önemini biliyordu. Bu yüzden vereceği cevabı önce kafasında iyice toparladı ve
derin bir nefes alarak konuşmaya başladı.
-Öncelikle şunu
söyleyeyim, diye başladı sözlerine. Kız öğrencilerle herhangi bir diyalog
olmamalı, bunun için bilerek ya da bilmeyerek zemin oluşturulmamalıdır. Tabi
mecburiyetleri bundan istisna tutuyorum. İslami yaşantıyı hayatımızın her
safhasında pratize etmeye çalışan biz Müslümanların çizgisi budur.
Sınırlarımızdaki bayan öğrencilerle diyalog içine girmek, hele hele yalnız
ortamlarda bulunmak, islami anlayışımıza ters düştüğü gibi, iman ve akidemizde
kırılmalara yol açar. Buna çok dikkat etmek lazımdır.
Bayanlarla diyalog
içine girmeme gerekliliğinin bir başka sebebi daha var ki, o da şudur: Eskiden
beri, İslami olmayan gruplar ve şu anda da mürted örgüt, kendilerine taraftar
bulmak amacıyla kızları kullanmışlardır. Bu, son zamanlarda çok daha fazla
yapılmaya başlandı. Hakkı kardeşimizin de dediği gibi, kendilerinin gayri
İslami fikir ve yaşantıları karşısında en güçlü mukavemet gösteren Müslüman
öğrencilerden bu yolla adam kazanıp aramıza tefrika koymayı hedeflemektedirler.
Bazen de bizim ilgilendiğimiz temiz fıtrattı, saf öğrencileri bu metotla
tuzağa düşürüp onları bizden koparıyorlar. Kızların bu faaliyetleri haricinde,
aile terbiyesi almamış, haram ve günahları hiçe sayan bazıları var ki, onlar
sadece günlerini geçirmek, içinde bulundukları anı yaşamak için, şehevi arzu ve
nedenlerle erkekleri bozmaya çalışıyorlar. Bunun örnekleri çoktur. Eminim şimdi
aramızda böyle bir hadiseyi yaşamış arkadaşlarımız vardır.
-Doğru, var Vedat Abi.
Bunu yaşayanlardan biri de benim, diye heyecan ve öfke karışımı bir ses
tonuyla konuşmaya girdi Kasım. Bütün gözler, orta boylu, tıknaz, kumral ve
yuvarlak yüzlü gence çevrildi. Mimarlık 1. sınıfında okuyordu. Bu şekilde
konuşmaya girmesi ve herkesin ona bakmasından dolayı mahcup oldu. Bunu
düzeltmek için:
-Şey Vedat Abi,
hakkınızı helal edin. Siz konuşurken, aklıma başımdan geçen bir olay geldi. Ne
zaman hatırlasam, istemeden de olsa, işte böyle sinirleniyorum, dedi.
Vedat ona bakıp tebessüm
etti.
-Bizimle paylaşmak
ister misin? Anlatmak İstemiyorsan, seni zorlamayız tabi.
-Anlatabilirim abi.
Okula yeni başladığımız günlerdi. Sınıfımızda çok utangaç, çok temiz fıtrath
bir arkadaş vardı. Birkaç gün içinde onunla yakınlaştık. Namaz kılmıyordu;
ama içinde o istek vardı. Bazen benim namazdan döndüğümü görünce, "Keşke
ben de senin gibi kılabilseydim!" diyerek iç geçiriyordu. Ben de ona;
"Eğer istiyorsan, sana öğreteyim, birlikte kılarız" diyordum. Önce
tereddütler geçirdiyse de sonraları kabul etti.
O sırada başkaları da
onu saflarına çekmeye çalışıyorlardı. Fakat o hiç kimseye yüz vermiyor, sadece
benimle arkadaşlık yapıyordu. Onun namaza başlamasıyla beraber, sınıfımızda
bulunan kızlardan biri onunla alaka kurmaya başladı. Önceleri benim bundan
haberim olmadı. Çünkü çok utangaç olduğu için anlatmaya utanıyordu. Kız da benimle
birlikte olmadığı zamanlan gözetiyormuş demek ki... Tabi bir iki hafta içinde
çocukta değişmeler oldu. Namazları aksatmaya başladı. Benden kaçtığını
hissediyordum. Doğrusu pek fazla da önemsemedim. Namaza yeni başladığı için
alışamamıştır, diye düşünüyordum. Meğer o sıralarda ilişkileri ilerlemiş,
pastanelerde buluşmaya başlamışlardı. Benden uzaklaşmasını da o kız telkin
ediyormuş.
Bir gün onları samimi
bir şekilde konuşurken gördüğümde artık iş işten geçmişti.
Kasım sustu. Çok
üzüldüğü belli olan bir ruh haliyle Önüne baktı. Sonra derin bir nefes alıp
sözünü tamamladı.
-İşte böyle abi. O
tertemiz genci böyle bozdular. Bunda biraz da kendimi suçiu buluyorum. Eğer ben
onu yalnız bırakmayıp ona gereken yardımı yapsaydım, bu durum olmayacaktı
belki de!..
-Kendini fazla üzme
Kasım. Allah'ın dilediğinden başkası olmaz. Eğer Allah; hakkında hayır takdir
etmişse, Allah'ın izniyle yine dönecektir. Onun için duacı olmak lazım. Senin i
u meselen de bize gösteriyor ki, tuzaklara karşı dikkatli olmak zorundayız.
Kendimiz uyanık olacağımız gibi, kendilerine tebliğ yaptığımız kişileri de uyarmak
zorundayız. Bu, bir Hak-Batıl mücadelesidir. Batıl, Hakka galip gelmek için her
yolu mubah görüyor. Günümüzün en cazip, en kolay ve en tehlikeli silahı da
bayanların kullanılmasıdır. Bunun önünde durabilmek için her an dikkatli ve
uyanık olmalı, şeytanın müdahalesi için en küçük bir gedik dahi bırakmamalıyız.
Her zaman için Yüce Allah (cc)'m ahirette bizler için hazırladığı nimetleri
düşünmeli, dünyevi arzu ve istekleri elimizin tersiyle itmesini bilmeliyiz.
Evet arkadaşlar, başka
sorunuz yoksa ben başka bir konuya geçeceğim.
-Benim bir sorum
olacak, dedi Yusuf. Malum, çoğumuz yeniyiz. Kime, nasıl davranacağımızı; nerde,
nasıl bir tavır koyacağımızı pek bilmiyoruz. Ben Özellikle hocalara karşı nasıl
bir ilişki içine girmemiz gerektiğini soracağım. İslam'ı
sevenler var, sevmeyenler var. Müslüman
olan var, İslam düşmanı olanlar var. Hepsine aynı tavrı göstermemiz gerekmiyor
herhalde.
Bir de bazen derslerde
İslam'a dil uzattıkları oluyor. Mesela geçenlerde Anatomi dersine giren hoca,
hücre yapısını anlatırken; "İşte tabiat ananın yarattığı en mükemmel şey
bu hücredir. Düşünün, insanın serüveni, bir evrim süreci içinde bu hale geldi.
Tabiat ana bize lütufta bulunarak maymun olarak kalmak şuursuzluğundan kurtarıp
bizi insan yaptı. Evrim süreci içinde hangi aşamalardan geçtiğimizi bilmek
zorundayız. Eğer Darvin olmasaydı, halen insanın Adem ile Havva'dan geldiği
safsatasına inanıyor olacaktık" gibi mealen hatırladığım, bir inkâr
mantığı içinde sözler söyledi. Üniversiteye öğretim görevlisi olma seviyesine
gelmiş bir doçentin böylesi cahilce şeyler söylemesi çok zoruma gitti. Kaç kez
"Kalkayım da ona cevabını vereyim" dedim; ama genel tavrı bilmediğim
için bir yanlışlık yapmaktan korktum. Bu konuda biraz bilgi verilirse, iyi
olur Vedat abi.
-Ben de tam bu konuya
geliyordum Yusuf. Her zaman söylediğimiz gibi biz Müslümanız ve insanlara
karşı, insanca muamele etmek durumundayız. Ama ne yazık ki, insanların
hepsinin Müslümanlara karşı tavırları insani değil. Bu nedenle bizim de herkese
aynı tavrı sergilememiz mümkün değil.
Eğer izin verirseniz,
ben kimle, nasıl bir ilişki içinde olacağımızı anlatmak için insanları
kategorilere ayıracağım. Öncelikle Müslümanları söyleyeceğim.
Bir defa arkadaşlardan
olsun veya olmasın, bütün Müslümanlarla sıcak bir ilişki içinde olmalıyız.
Onlarla, İslam'ın emrettiği kardeşlik sınırları çerçevesinde, yapıcı bir
diyalog kurulmalıdır. Hiçbir Müslümanla tartışmalı ve ihtilaflı konularda
müzakere etmemeye, cedelleşmeye girmemeye gayret göstermeliyiz. Eğer irademiz
dışında bir tartışma ortamı oluşursa, bunu bitirmeye karşı taraftan daha çok
istekli olmalıyız.
Beraber oturulduğunda,
gezildiğinde veya karşılıklı ziyaretlerde bulunulduğunda; konuşulacak konular,
ümmetin üzerinde ittifak ettiği meseleler olmalıdır. Bunun dışında, amelde,
ahlakta, ibadette fayda verecek konular konuşulmalı, bu yönde nasihatler
yapılmalıdır. Özellikle gıybetten kaçınmalı, ne biz yapmalı, ne de yanımızda
yapılmasına izin vermeliyiz. Gıybet ortamı oluştuğu zaman konuyu kapatmaya ya
da değiştirmeye çalışmalı, eğer bu yapılamıyorsa, ortamı terk etmeliyiz.
Müslüman öğrencilere
maddi ve manevi her alanda, elden gelen her türlü yardım yapılmalıdır. Eğer
ferdi olarak ihtiyaç duyulan konuda yardımcı olamayacaksak, durum arkadaşlara
iletilmelidir.
İslami şahsiyete sahip
öğretim görevlileriyle güzel bir diyalog olmalı, ortam müsaitse, bazen
odalarına gidip ziyaret edilmelidirler. İhtilaflı meselelere girilmemesi,
ümmetin ittifakla kabul ettiği konuların konuşulması gerektiği hususu burada
da geçerlidir.
Son olarak da şunu
söyleyebiliriz: İslami şahsiyetlerinden dolayı baskı gören, şiddete maruz
kalan veya dışlanan öğrenci
ve öğretim görevlilerine maddi ve manevi her konuda destek ve imkânlarımız
nispetinde dayanışma içinde olmalıyız.
Yukarıda anlattığım
şeyler, birinci kategoriye giren insanlar, yani Müslüman ve İslami şahsiyete
sahip kişilerle ilişkilerimiz hakkındaydı. Eğer bu anîaşıldiysa, ikinci kategoriye
girenlerle, yani İslam'ı yaşamayan, ancak İslam'a düşman da olmayan kişilerle
nasıl bir ilişkimizin olması gerektiği meselesine geleceğim.
Evet, bu gibi
kişilerle diyalogumuz normal olmalıdır. Yani normal insani ilişkiler neyi
gerektiriyorsa, öyle olmalıdır. Bunlara mümkün mertebe nasihat yapılmalıdır.
Bir diyalog olmasa dahi onlara karşı soğuk davranılmamalıdır.
Yine bu kategoriye
giren öğretim görevlilerine karşı da yapıcı bir diyalog sergilemeli, onlara
karşı davranış ve konuşmalarımızda soğuk olmamalıyız.
Üçüncü kategorimiz ise
İslam'a düşman olanlardır.
İslam'a düşman olan
kişilerle veya ideolojik gruplarla herhangi bir diyalogumuz olmamalıdır. Zaruri
konuşmalar olacaksa da hal-hatır sormaktan öteye geçmemelidir. Bu tip
öğrencilerle tartışma ve cedelleşmeden kaçınılmalıdır. Ama akidevi konularda,
İslam'a dil uzatmaları durumunda gereken neyse yapılmalı ve
susturulmalidırlar.
Bu gruba giren öğretim
görevlilerine karşı tavrımız da şöyle olacak -Yusuf bu senin sorunun cevabıdır,
burayı iyi dinle!- Evet, ne diyordum? İslam'a düşman olan öğretim
görevlileriyle de diyalogumuz, öğrenci-öğretici ilişkisini geçmemelidir.
Bunlarla gereksiz ideolojik tartışmalara girilmemeli, derslerde İslam'a dil
uzatmaları durumunda, işlerinin ders anlatmak olduğu söylenmeli, İslami
değerlere hakaret etmemeleri gerektiği.hatırlatılmalıdır. Bu öğretim görevlilerine
ders takıntısı, devamsızlık vs. şeylerle koz verilip onlarla muhatap
olunmamahdır. Bu tür sorunları olan arkadaşlar varsa da onlara ağız eğmemeli,
derslerini kendi çabalarıyla düzeltmeye gayret göstermelidir. Yani hiçbir şekilde
kendimizi onlara muhtaç bir duruma düşürmeyelim.
Bu konu üzerine de
söyleyeceklerim bu kadar. Zamanınızı fazla aldım galiba. Eğer sorusu olan.
yoksa sohbetimizi bitirebiliriz.
-Derslerimizde bir
değişiklik olacak mı, yoksa eskisi gibi yapmaya devam mı edeceğiz? diye sordu
Ümit.
-Yok, hayır. Bir
değişiklik yok. Dersler eskisi gibi devam edecek. Önceden nasıl
yapıyordüysanız, Risale derslerini yine aynı şekilde yapmaya devam edeceksiniz.
Kur"an-ı Kerim dersleri de hakeza aynı şekilde devam ediyor.
-İyi, devam ettiğine
sevindim. Çünkü çok hoşuma gitmişti ve epey istifade ediyordum.
Vedat, Ümit'in samimi
cevabı karşısında tebessüm etti. Odadaki tüm gençlerde bir suskunluk
başlamıştı. Herkes, Vedat'ın söylediklerini zihninde toparlamaya çalışıyor, belli
ki söylenenleri unutmamak için zihin jimnastiği yapıyordu. Vedat, bu suskunluk
anında gençlerin yüzlerine tek tek bakmıştı. Yüzlerdeki ifade, konuşulanların
olumlu bir etki yaptığı yönündeydi. Sohbet sırasında iyi bir atmosfer yakalamışlardı.
Bu atmosferin etkisi, yüzlerde açıkça okunabiliyordu. Bundan dolayı sevindi
Vedat. Kısa bir süre daha bekledi. Kimsenin katılımda bulunmadığını görünce,
derse başlarken okuduğu Asr Suresini yeniden okuyup bitirdi.
Dersin ardından kısa
bir müddet odadan ayrılmak istemeyen gençler, akşam ezanının yaklaştığını
hatırlayınca, kimisi mescide gitmek, kimisi de abdest almak için birer-ikişer
çıkmaya başladılar. Odada sadece Vedat, Murat ve oda sakinleri kalmışlardı.
Son olarak Vedat ile Murat da mescide gitmek için çıkmaya hazırlandılar. Vedat
oda kapısına vardığında Yusuf a seslendi.
-Yusuf! Gel, mescide
birlikte gidelim.
-Tamam Vedat Abı,
geldim.
Vedat ile Murat, Yusuf
u alıp mescide doğru ilerlerken, Vedat:
-Yusuf, yarın akşam
müsait misin? diye sordu.
-Nasıl yani,
anlayamadım.
-Yani yarın akşam boş
musun, herhangi bir işin var mı? demek istedim.
-Yok Vedat Abi, ne
işim olabilir ki?..
-İyi o zaman. Kadri
Abi seni yarın akşam yemeği için evlerine davet etmiş.
-Beni mi?!. İnan ki
çok sevindim Vedat Abi. Zaten ben de onların evine gitmek için bahane
kolluyordum ne zamandan beridir. Ayrıca Kadri abiyi de özlemiştim. Sözde meslektaşız;
ama mübareğin okulda durduğu yok ki!.. Şey, sadece beni mi çağırmış Vedat Abi?
-Ümit ile Rıza'yı da
davet etmiş. Onlara da sen söylersin.
-Abdullah Abi yok mu?
-Hayır, Abdullah
davetli değil.
-Ama Vedat Abi yanlış
bir anlamaya sebep olmaz mı? Yani aynı odadan üç kişi yemeğe davet ediliyor,
ama birisi dışarıda bırakılıyor.
Vedat Yusuf a bakıp
tebessüm etti. Bu ince düşüncesinden dolayı onu takdir etti. Sevgiyle elini
omzuna atıp cevap verdi.
-Hayır Yusuf,
inşaallah yanlış anlaşılmaz. Abdullah olgun bir arkadaştır. Bu yemeğin sadece
üniversiteye yeni kayıt yapan arkadaşlara yönelik olduğunu biliyor.
-İyi, rahatladım Vedat
Abi. Yalnız bir sorum daha var.
-O nedir?
-Ben Kadri Abinin
evini bilmiyorum. Sanırım Ümit ile Rıza da bilmiyorl ardır.
-Orasını kafana takma.
Sizi ben götüreceğim. Ayrıca sizden başkaları da gelecek. Onları da orada
görürsünüz artık.
-Son bir şey daha
söyleyeceğim Vedat Abi.
-Evet, söyle bakalım.
-Bizim sınıfta
ilgilendiğim bir arkadaş vardı. Hasan! Hani daha önce sana anlatmıştım.
Çoktandır namaza başlamış; ama benden başka henüz kimseyle tanışıp samimi olmamış.
Onu da getirsek nasıl olur? Bu vesileyle birçok kişiyle tanışma imkânı bulur,
Müslümanların samimiyetini, İslam'a bağlılığını, ahlakını... kendi gözleriyle
görmüş olur. Sanırım onun için çok faydalı olacaktır.
Vedat biraz
düşündükten sonra Yusuf un söylediklerine karşılık verdi.
-Bunun için sana hemen
cevap veremem Yusuf. İnşaallah bunu yarın söylerim sana. -Tamam Vedat Abi,
anlaştık.
Öğleden sonraki ikinci
ders de bitince, öğrencilerin çoğunluğu fakülteyi terk etmeye başlamışlardı.
Mevsim kış olduğundan günler epey kısaydı ve öğleden sonraki ikinci ders bitmeden
ikindi vakti giriyordu.Bu yüzden üçüncü dersi olanlar, ders arasında alelacele
mescide gidiyorlar, namazlarını eda edip derslerine yetişmeye çalışıyorlardı.
Hava soğuktu. Durmadan
esen sert rüzgâr, insanın yüzünü jilet gibi kesiyor, çoğunlukla gözlerin
yaşarmasına sebep oluyordu. Yusuf ile Hasan dersten çıktıktan sonra, fakültenin
bahçesine inmişlerdi. Havanın soğukluğu, ikisini de kararsız bırakmıştı. Yusuf
saatine baktı. Henüz bir saatten fazla vakitleri vardı. Hasan'm kendisine
baktığını görünce sordu:
-Ne dersin, namazımızı
burada mı kılalım, yoksa yurda gidip oranın mescidinde mi kılalım?
-Sen bilirsin; ama
bence burada kılsak daha iyi olur.
-Bence de... Namazı
vaktinde kılmak çok daha hayırlıdır. Haydi, o zaman gidelim.
Hasan, Yusuf un
yaşındaydı. O da ilk senesinde sınavı kazanmış ve Tıp Fakültesine kayıt
yaptırmıştı. Okula başladıklarından beri aynı sırada oturmuşlar ve çok
geçmeden aralarında güçlü bir arkadaşlık oluşmuştu. İlk zamanlarda namaz
kılmayan bu temiz fıtratlı, güzel ahlaklı genç, Yusuf ta gördüğü güzel
meziyetlerden etkilenmiş ve çok geçmeden namaza başlamış, Yusuf tan aldığı
kitaplarla da İsla-mi bilgisini ilerletmişti. Beyaz teni, uzuna yakın orta
boyu, yeşile çalan ela gözleri, yakışıklı siması ve sportmen vücuduyla kızlar
için bir cazibe merkeziydi. İlk etapta onunla arkadaşlık kurmak isteyen kızlar,
Hasan'ın yüz vermemesi neticesinde hayal kırıklığı yaşamışlar; sonradan Islami
bir hayatı benimseyip yolunu netleştirmesinin ardından da tamamen ümitlerini
kesmişlerdi. Yusufun arkadaşlığından oldukça etkilenen Hasan, gün geçtikçe
gelişme kaydediyor, ondaki İslami şahsiyet gittikçe güçlü bir hal alıyordu.
Yusuf, onun diğer Müslümanlarla tanışmasının ve aralarındaki güçlü kardeşlik
ilişkilerini bizzat kendi gözleriyle görmesinin zamanının geldiğine ve
Kadri'nin bu yemek davetine onun da icabet etmesi gerektiğine inanmıştı.
Hasan, Yusufun davet
haberini alınca epey sevinmişti. Evleri şehir merkezinde olduğu için ailesinin
kendisini merak etmemesi için telefon açmış ve akşam gecikebileceğini haber
vermişti. Sonra da gün boyu zamanın gelmesi için heyecanlı bir bekleyiş içine
girmişti.
Namazlarını kılıp
camiden çıktıklarında saat üçe geliyordu. Vedat onları saat 3.45'te şehir merkezindeki
bir parktan alacaktı. O yüzden aceleyle yurda gitmeleri gerekiyordu. Yurt,
fakülteden 7-8 dakikalık bir uzaklıktaydı. Hem yürüyor, hem konuşuyorlardı.
-İnşaallah diğer
arkadaşlar da hazırdırlar, dedi Yusuf.
-Diğerleri dediğin kaç
kişi olacaklar Yusuf?
-Ümit ile Rıza. Yani
bizimle beraber dört kişi olacağız. Ama bizden başka da gelecekler varmış.
Şimdilik kim olduklarını bilmiyorum.
-Biliyorsun Yusuf, ben
ilk defa böyle bir ortama gireceğim. Çok istiyorum; ama bununla beraber biraz
da heyecanlıyım. Hani nasıl hareket edeceğimi bilmezsem mahcup olabilirim.
-Tek korkun bu olsun
Hasan. Doğrusunu istersen, ben de ilk kez öğrenci evinde verilmiş olan bir
davete gideceğim. Buna rağmen benim öyle bir endişem yok. Müslümanlar
kardeştirler. Hiç kardeş kardeşe karşı mahcup olur mu? Kendi evinde nasıl rahat
ve serbest hareket ediyorsan, orada da aynı şekilde davran. Utanılacak, sıkılacak
bir durum yok. Beklediğinden çok daha güzel ve sıcak bir ortam bulacağından
emin olabilirsin.
-Biliyor musun Yusuf?
Şimdiye kadar nasıl namaz kılmamışım, nasıl İslam'dan uzak kalmışım, hayret
ediyorum. Bundan önceki hayatıma öyle hayıflanıyorum ki, anlatamam. Bu hep
senin sayende oldu. Sen olmasan... Allah biliyor ya, belki de çok daha değişik
bir halde olabilirdim. Hani üniversite ortamını biliyorsun. Allah seni vesile
kılarak beni islam'la tanıştırdı. Bu yüzden sana hep minnettar kalacağım. Sen benim
için sadece bir arkadaş değil, kardeşten de ötesin.
-Allah razı olsun
Hasan. Sen de benim için öylesin. Resulullah (sav) sevdiklerimize sevgimizi
izhar etmemizi emrediyor. Benim de seni çok sevdiğimi biimeni istiyorum.
Al-lahu Teala, hidayeti layık olana verir. Sendeki güzelliklerden dolayı,
Allah senin İslam'la tanışmanı sağladı. Benim bundaki payım çok az. Ben sadece
senin hidayetin için Allah tarafından bir vesile kılındım. Eğer Allah senin
hidayete gelmeni dilemeseydi, benim 3'aptığım hiçbir şey fayda vermeyecekti.
Bu yüzden Allah'a çokça şükret ve dualarında beni de anmayı unutma.
Hasan, ne dese de
Yusufun mütevazılığmdan taviz vermeyeceğini biliyordu. Tanıştıklarından beri
hayran olduğu Yusufun ahlakından en çok da mütevazılık yönünü seviyordu zaten.
Bu yüzden daha fazla konuşmadan sustu. Zaten yurdun kapısından giriş de
yapmışlardı. Doğruca Yusufun odasına çıktılar. Ümit ile Rıza onları
bekliyordu. Yusuf, onları birbirleriyle tanıştırdı. Kitaplarını dolabına yerleştirirken
sordu.
-Fazla bekletmedik
İnşaallah Sorusunu Ümit yanıtladı.
-Hayır, biz de yeni
geldik sayılır. Rıza ile ikindi namazımızı burada, mescidde kıldık. Gerçi
Rıza'mn öğleden sonra dersi olmadığı için erken gelmişti. Benim ise bir dersim
vardı. Burada biraz oyalandık, yani sizi fazla bekledik sayılmaz.
-Evet arkadaşlar, ben
de hazırım. İsterseniz çıkalım artık.
-Tamam, çıkalım,
dediler hep beraber.
Tam çıkacaklarken
Yusuf, Hasan'm elindeki kitapları fark etti. Ona yük olmaması için bir teklifte
bulundu.
-Hasan, istersen
kitaplarını burada bırak. Ben pazartesi günü sana getiririm. Boşuna sana yük
olmasın.
-Aslında ben hafta
sonu çalışmayı düşünüyordum; ama bu seferlik kalsın. Seni mi kıracağım? Ben de
başka bir derse çalışırım.
-Tamam, ver
kitaplarını. Arkadaşlar, siz minibüs durağına doğru yavaş yavaş gidin. Ben
Hasan'm kitaplarını bırakıp arkanızdan yetişirim.
Az sonra minibüs
durağmdaydılar. Çok beklemeden minibüs geldi. En son Yusuf bindi. Yusuf
bindikten sonra kapıyı kapatan muavine elinde tuttuğu parayı uzatıp yavaşça
"dört kişi" dedi. Sonra arka koltukta oturan arkadaşlarının yanma
gidip oturdu. Minibüs yola çıktıktan sonra Ümit cebinden çıkardığı parayı
muavine uzatıp "Buradan dört kişinin parasını kes" dedi. Muavin:
- Ödendi, dedi.
Ümit, Yusufun. erken
davranıp yol parasını ödediğini anlamıştı. Gıpta ve serzeniş dolu bir ifadeyle
Yusuf a baktı. Yusuf ise söylenecek sözlere muhatap olmamak için hiçbir şeyden
haberi yokmuş gibi başım çevirmiş, pencereden dışarıyı izlemeye başlamıştı.
Minibüs onları inecekleri yere bıraktığında saat 15.35'i gösteriyordu. Yusuf
ile Rıza önde, Ümit ile Hasan onların arkasında olmak üzere hızlı adımlarla
Vedat'ın kendilerini alacağı parka doğru ilerlediler. Parka vardıklarında
Vedat'ın kendilerini beklediğini gördüler. Selamlaşıp ayaküstü halhatır
sordular. Yusuf, onu Hasan ile tanıştırdı. Bu kısa sohbetten sonra Vedat:
-Ben Hasan kardeşle
önden gidiyorum. Böylece eve varana kadar biraz konuşur, tanışırız.
Kaldırımları fazla işgal etmemek için siz de birer-ikişer arkamızdan gelirsiniz.
Yalnız sağa-sola takılıp bizi kaybetmeyin ha! Çünkü biz biraz hızlı
yürüyeceğiz ki, akşam namazına zamanında yetişebilelim, dedi.
Bu uyarıyla Hasan'm
koluna girip yürümeye başladı Vedat. Ümit ile Rıza onların yaklaşık on metre
ardından, Yusuf ise ortadaki ikiliden beş metre mesafeyle yürüyordu. Hava
oldukça soğuktu. Gençler üşümemek için mont ve kabanlarının yakalarını
kaldırmışlar, fermuarlarını en sona kadar çekmişlerdi.
Saat 16.00'ya
ulaştığında gidecekleri evin sokağına varmışlardı. Vedat ile Hasan arkadan
gelenlerin yaklaşmaları için biraz bekleyip binaya girdiler. Üç daire üzerine
inşa edilmiş eski binanın dördüncü katındaki 12 numaralı dairenin kapısına
vardıklarında biraz soluklandılar. Arkadan gelen gençler de merdiveni
çıktıklarında, Vedat zile arka arkaya üç kez bastı. Çok geçmeden kapı Zekeriya
tarafından açıldı. Gelenler içeriye alındı. Gençler, ayakkabılarını hemen kapı
yanında bulunan ayakkabılığa bıraktıktan sonra antreyi geçip salona geldiler.
Yusuf ile Hasan hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan her şeyi gözlemlemeye
çalışıyorlardı. Salonda Ramazan ile Muhsin onları bekliyordu. Sıcak bir selamlaşmanın
ardından hararetle musafahalaştılar. Vedat Muhsin'e takılarak;
-Muhsin, biz donmak
üzereydik; ama senin bu sıcak tebessümün içimizi ısıttı.
-Haydi haydi,
montlarınızı çıkarın da içeriye geçin. Herkes sizi bekliyor.
Gençler, mont ve
kabanlarını salondaki askılığa asıp Muhsin'in gösterdiği odaya geçtiler. İçende
Kadri'nin dışında beş kişi daha vardı. İlyas'm dışındakiler öğrenci olmayıp
genelde esnaf, işçi veya memurdular. Bunlar, Kadri'nin kendilerine İslam'ı
anlattığı ve onlarla birlikte ders yaptığı Müs-lümanlardı. Vedat ve
beraberindekilerin odaya girmesiyle içeridekiler ayağa kalktılar. Aynı sıcak
selamlaşma ve hararetli musafahalaşma burada da yaşandı. Diğer misafirlerin
arasında İlyas'm da olması, Yusuf için güzel bir sürpriz olmuştu. Uzun zamandır
görmediği arkadaşını sevinç ve mutluluk dolu duygularla selamladı. İlyas'tgn
da aynı şekilde karşılık geldi. Gençler oturduktan sonra birbirleriyle tanışmayanlar
tanıştırıldı. Karşılıklı merhabalaşmalar ve hal-hatır sormalar yapılırken,
Ramazan kapıyı araladı ve herkesin duyacağı bir sesle:
-Arkadaşlar! Abdesti
olmayanlar sırayla gelsinler! dedi.
Abdesti olmayanlar
hazırlık yaparken, Yusuf bulundukları odayı gözden geçirmeye başladı. Büyükçe
bir odaydı. Duvar kenarlarına karşılıklı iki kanepe yerleştirilmişti.
Duvarların kanepelerden arta kalan kenarlarına minderler, onların üzerine de
sırt yastıkları dizilmişti. Yerde pahalı olmayan kilimler vardı. Odanın
ortasına gelmeyecek şekilde, daha çok kapıya yakın bir yere konulmuş olan kömür
sobası, odanın ısınmasını sağlıyordu. Duvarlara yer yer asılan, nefis hat
sanatlarıyla işlenmiş ayet ve besmelelerin oluşturduğu levhalar, odanın
dekoruna ayrı bir güzellik katıyordu. Yusuf u en çok hayrette bırakan şey ise
odaya giriş duvarının sağdaki duvarla birleştiği köşeye konulan birbirine bitiştirilmiş
iki ayrı kitaplığın beşer raftan oluşan tüm raflarının kitapla dolu olmasıydı.
Çeşitli ebatta ve büyüklükte, ciltli-ciltsiz kitaplar özenle dizilmişti. Belli
ki, ev sakinleri bu kitaplara özel bir önem gösteriyorlardı. Kitaplığın üst rafına
konulan kırmızı ciltli kitaplar ilk bakışta dikkatleri çekiyordu. Yusuf
bunların Risale-i Nur Külliyatı olduğunu biliyordu. Odanın en lüks yeri
kitaplıktı, bunun dışında gayet sadeydi. Buna rağmen içten, insana huzur veren
ve insanın içini ısıtan bir atmosfere sahipti.
Yusuf un dikkatini en
çok odanın, daha doğrusu içeri girdiklerinden beri evin bölümlerinden gördüğü
yerlerin temizlik ve düzeni çekmişti. Her şey yerli yerindeydi ve hiçbir
dağınıklık göze çarpmıyordu. Doğrusu, bayanların olmadığı, sadece genç
erkeklerin yaşadığı bir evde böylesine bir temizlik ve düzenin olacağını
beklemiyordu. O bunları düşünürken, birkaç kişi abdest almak için odadan sırayla
çıkmış, abdest aldıktan sonra da geri dönmüşlerdi. Ramazan, tekrar içeri girip
abdest almak isteyen olup olmadığım sordu. Cevap gelmeyince de:
-Abdest alacak kimse
kalmadığına göre, mescide geçebiliriz, dedi.
"Mescid"
lafını duyduklarında misafirlerin hepsi şaşırmıştı. Kadri, onların
şaşkınlığını görünce, gülümseyerek açıklamada bulundu.
-Dışarıya çıkmayacağız
arkadaşlar. Biz evin bir odasını sadece namaz kılmak ve Kur'an-ı Kerim okumak
için kullanıyoruz. Bu yüzden oraya mescid adını vermişiz. Zaten gittiğimizde
görürsünüz. Haydi gidelim. Ya Allah!
Mescid olarak
kullanılan odaya geldiklerinde, gördüğü şeylerden dolayı Hasan'ın içi içine
sığmıyordu. Yerler, aynen mescidlerde olduğu gibi farklı halılarla
kapatılmıştı. İçerisi bir elektrik sobasıyla ısıtılmıştı. Kıble yönündeki duvara,
imamın durduğu yerin karşısına gelecek şekilde, mihrap olduğunun anlaşılması
için yeşil bir seccade asılmıştı. Seccadenin üzerinde güzel bir Kabe motifi
vardı. Kıble duvarının sağ duvarla birleştiği köşegene tutturulan rafa çeşitli
ebatlarda mealli ve mealsiz Kufan'lar yerleştirilmişti. Bu odanın duvarlarında
da levhalar vardı. Bunun dışında sol duvara asılmış bezden bir Mescid-i Nebevi
tablosu, odaya ayrı bir sıcaklık ve güzellik katmıştı. Mihrap görevi gören
yeşil seccadenin yanındaki üçlü plastik askıya beyaz kumaştan dikilmiş bir
cübbe ve beyaz bir sarık asılmıştı.
Herkes odaya gelince,
Ramazan kamet getirdi. Muhsin de namazı kıldırmak için öne geçti. Cübbeyi
üzerine giyip sarığı sardı. Ellerini kaldırıp 'Allahümme rabbe hazihi daveti't-tamme...'
duasını okuduktan sonra tekbir getirip namaza başladı.
Huşu içinde kılman
akşam namazı bitmiş, farza bağlı müekked sünnet ile nafilelerden olan Evvabin
namazı kılınmıştı. Namaz sonrasında yine oturma odasına geçtiler. Hasan,
mescid olarak kullanılan bu güzel odadan istemeye istemeye ayrıldı. Böylesi
bir ortamla karşılaşacağım hayal dahi edememişti. Ama gerçekti işte.
-Müslüman gençlerin
yaşadığı bir ev, ne güzel bir or-tammış meğer!., diye geçirdi içinden. Ben bu
sıcaklık ve içtenliği kendi evimde bile göremedim şimdiye kadar. İlişkiler ne
kadar güzel, ne kadar kardeşçe, ne kadar tabii ve ne kadar samimi!.. Dur
bakalım, bu daha başlangıç. Allah bilir daha neler göreceğim.
Oturma odasına gelip
herkes yerine oturduktan sonra Muhsin herkese hitaben:
-İnşaallah fazla
acıkmamışsınızdır arkadaşlar. Yemek ancak yatsıdan sonra hazır olacak. Hesapta
olmayan bir aksilik oldu ve yemek tam pişecekken tüp bitti. Hakkınızı helal
edersiniz inşaallah.
Odada "helal
olsun!" sesleri yükseldi. Zaten misafirlerin çoğunun aklında yemeği ne
zaman yiyeceklerine dair bir soru yoktu. Onlar, misafirdiler ve ev sahipleri ne
zaman hazırlasalar, yemeği o zaman yiyeceklerdi. Çoğunluğunu yurtta kalanlar
teşkil ettiği için geç yemeğe alışkındılar. Bu yüzden hiçbirisinin dert ettiği
yoktu bunu.
Bu zaman boşluğu
Kadri'nin işine gelmişti. Vedat'la konuşacakları olduğundan bu onun için
fırsattı. Muhsin'in özür beyan etmesinin ardından gençlere:
-Anlaşılan yemeği
yatsı namazından sonra yiyeceğiz arkadaşlar. Bu da iyice tanışıp kaynaşmanız
için bir fırsattır. Benle Vedat çıkıp sizi yalnız bırakacağız. Siz de bu arada
konuşursunuz, dedi.
Kadri ile Vedat odadan
çıkıp mescide gittiler. Sobanın fişini prize takıp yanında oturdular. Kadri,
Vedat'ın yüzüne bakıp
tebessüm ederek: -Sorduğun meselelerin cevaplarını konuşalım, dedi.
"Cevaplar"
sözünü duyunca, yüzü aydınlandı Vedat'ın. Cevapların erken gelişine
sevinmişti. Vedat, yapısı itibariyle fazla beklemekten hoşlanmazdı. Bir
meseleyi ilettiğinde, bunun mümkün olan en kısa zamanda sonuçlandırılmasını
isterdi. Kadri, onun bu özelliğini bildiğinden elini çabuk tutar, onu
bekletmemeye çalışırdı.
Vedat'ın sevindiğini
gören Kadri, küçük bir kâğıda yazdığı ve sadece kendisinin anlayabileceği
bir-iki kelimelik hatırlama notlarını sırasıyla anlatmaya başladı.
-Birinci mesele,
Müslüman bacıların sorunlarını veya iletmek istediklerini ne şekilde
iletecekleri meselesiydi. Bu, gayet mühim bir meseledir. Bayanlarla erkeklerin
velev ki kısa bir meselenin izahı için bile olsa, .tyr araya gelmeleri uygun
düşmez. Bu, şeytanın özgürce cirit attığı en verimli ortamdır.
Öyleyse biz nasıl
hareket etmeli, bayanların sorunlarından ne şekilde haberdar olmalıyız?
Bunun çözümü şudur:
Eşi de aynı zamanda üniversitede okuyan Salih kardeşimiz bir köprü olacak.
Yani Müslüman bayanlar sorunlarını Salih'in eşine söyleyecekler, Salih de bize
iletecek. Cevaplar da yine aynı yolla bayanlara götürülecek. Aynı zamanda kız
öğrencilerden namaz kılıp açık olanlar olduğu gibi, namaz kılmayıp gayet
terbiyeli ve hayâlı olanlar bulunmaktadır. Bu tip öğrencilerle yine Salih
kardeşimizin eşi vasıtasıyla örtülü bayanların ilgilenmesi sağlanır.
-Peki, Abdullah'tan
cevap bekleyen bacının durumu ne olacak? Abdullah'ın ona bir şey demesine gerek var mı?
-Hayır, bir şey
demesine gerek yok. Zaten Salih kardeşin eşi gidip kendisini görecek. Ama eğer
buluşma gerçekleşmeden gelip Abdullah'a "O mesele ne oldu?" diye
sorarsa, "Bir bayan gelip sizi görecek" desin.
-Tamam. Bu iyi oldu
işte. Doğrusu Salih'in durumu aklıma hiç gelmemişti. Eşinin de üniversitede
okuduğunu tamamen unutmuştum.
-Vaktimiz dar,
gençlerle ilgilenmek gerekecek. O yüzden diğer meselelerin de cevaplarını
çabucak vereyim de kalkalım.
-Kulağım sende,
bekliyorum.
Kadri, Vedat'ın
kendisine iletmiş olduğu meselelere tek tek cevap verdi. Bu meseleler, genelde
yurtta kalan Müslüman öğrencilerin sorunları, istekleri, önerileri; ya da derslerde
karşılaşılan sorunlar, sınıflarında ve bölümlerinde karşılaştıkları sorun ve
sıkıntılar vs. gibi şeylerdi. Kadri bu meseleler üzerinde Vedat'la istişare
ediyor, sorunların bir kısmını onlar kendi aralarında hallediyordu. Kadri,
çözüm getirilemeyen karmaşık sorunları ise ayıklayarak bunları çözüm için başka
arkadaşlarına sunuyor, çözümü onlar veriyordu.
Konuşmaları yatsı
namazına kadar sürdü. Ramazan kapıyı tıklatıp içeri girdiğinde işlerini
bitirmiş ve toparlanmışlardı. Ramazan:
-Eğer müsaitseniz
arkadaşları namaz için çağıralım, dedi.
-Tabi tabi. Gelsinler,
biz de hazırız.
Ramazan çıkıp
diğerlerine haber verdi. Yatsı namazı da Ramazan'm müezzinliği, Muhsin'in
imamlığında kılındı. Tesbihat ve duanm ardından Muhsin'in güzel bir makamla
okuduğu 'Mülk Suresi', gençlerin gönüllerini coşturmuş, bu ilahi sözlerin
ahengi onları mest etmişti. En çok da Ha-san'dı tüm bu olanlardan etkilenen.
Nasıl etkilenmesin ki?!. Daha düne kadar namaz kılmayan, İslam'dan uzak yaşayan;
ancak bunun eksikliğini yüreğinde her an hisseden bu genç, şimdi hayalini bile
kuramadığı bir atmosferin tam ortasında bulmuştu kendisini. Burada gördükleri,
onun önce den sıkça duyduğu "İslam bu asırda yaşanmaz" safsatasını
uyduranlara tokat gibi çarpıyor, görmek istemeyen gözlere parmağını sokuyordu.
İslam'ın ta kendisiydi burada gördükleri. Yusufun kendisine verdiği kitaplarda
okuduğu şeyler; yani ahlak, edep, kardeşlik, fedakârlık, ibadet vs. her şey
fazlasıyla vardı burada. Bu ev, İslam toplumunun bir prototipiydi adeta. Demek
ki yaşanabiliyordu İslam. Hem de ilk günkü gibi canlı ve dipdiri... Aynı
canlılık ve dirilik yarın, öbür gün ve kıyamete kadar da devam edecekti.
Namazın ardından yine
oturma odasına geçtiler. Zeke-riya, ortaya kalın bir muşambadan uzunca bir
sofra serdi. Ardından Kadri dâhil, ev sahiplerinin hareketli; ama bir o kadar da
neşeli hazırlıkları başladı. Her biri bir şey getiriyor, diğerine iş
bırakmamak için hızlıca hareket ediyor ve önce kapmak için çaba sarf ediyordu.
Zaman zaman birbirlerine takılıyorlar, hızlı hareket etmediği için işi elinden
alınanlar, alanlara sitem ediyor, ortaya izlenmesi haz veren
güzel bir manzara çıkıyordu.
Misafirlerden bazıları kendilerini tutamayıp onlara yardım etmeye çalıştıysalar
da, ev sahiplerinin esprilerle süsledikleri yardımı ret istemleri mecburen
kabul edilmek zorunda kaldı.
Yemek, etsiz bir kuru
fasulye ile bulgur pilavından oluşuyordu. Yanında yeşil soğan, turşu ve ayran
da vardı. Gençlerin eli, bir öğrenci evi için lüks sayılabilecek yemeğe iştahla
uzandı. Birlikte olmanın ve kardeşliğin oluşturduğu sıcak bir ortamdan mıydı, yoksa
aşçının ustalığı mıydı bilinmez; ama yemek hakikaten nefis olmuştu. Özellikle
yurt yemeklerinden kendilerine gına gelmiş gençler, bu yemekler karşısında
takdirlerini sıralamaktan geri durmadılar. Övgüye ilk Vedat başladı.
-Maşaallah! Allah'ın
verdiği bu güzel nimetleri, damak zevkimizi ihya edecek hale dönüştüren bu usta
aşçıdan Allah razı olsun. Evden ayrıldığımdan beri böylesine güzel bir yemek
yememiştim doğrusu.
Vedat'tan sonra diğer
misafirler methiyelerini sıralamaya başladılar. Yemeğin aşçısı Muhsin ise bu
aşırı övgülerden sıkılma noktasına gelmişti. Konuyu değiştirmek için;
-Arkadaşlar, yemeği
bol bol yemeğe bakın. Çünkü Ri-yazü's-salihin'de geçen bir hadise göre
Resulullah (sav) şöyle buyurmaktadır: "Kul üç şeyden sorguya çekilmez: Sahur
yemeğinden, İftar yemeğinden ve dost ve kardeşleriyle yediği yemeklerden."
Bu durumda ne kadar yersek yiyelim, bizim için bir sorumluluğu yoktur. Bu
yüzden yemeğinizi yemeye bakın. Siz konuştukça yemek azalıyor, ona göre. Aç
kalırsanız karışmam, dedi.
Vedat, Muhsin'in
söylediklerini desteklemek için;
-Doğru, ben de aynı
kaynakta başka bir hadise rastlamıştım. O hadiste de Resulullah (sav) şöyle
buyurmuştur: "Kul, kardeşleriyle (dostlar) beraber yediği şeylerden hesaba
çekilmez." İşte gördüğünüz gibi Yüce Allah (cc) bize ne kadar rahmet etmiş
ve ne kadar büyük nimetler vermiştir! Bizim yediğimiz yemeklerin çoğu ya sahur,
ya iftar ya da kardeşlerimizle birlikte yediklerimizden oluşuyor. Müslüman
olduğumuz için Yüce Allah (cc)'a ne kadar hamd etsek azdır.
Konunun dağıldığını
gören Ramazan söze karıştı.
-Rahat olun
arkadaşlar. Muhsin abinin 'yemek yok' dediğine bakmayın. O tedbirlidir, bir o
kadar insanı daha doyuracak yemek var.
Vedat'ın susmaya
niyeti yoktu. Yaratığı bir espriyle Ramazan ile Zekeriya'ya takıldı.
-Yahu ben de hep merak
ederdim şu bizim yurdun demirbaşları olan Zekeriya ile Ramazan niçin yurttan
ayrıldılar diye. Meğer sebebi Muhsin abinin leziz yemekleriymiş. Şimdiye kadar
nasıl düşünemedim? Ah kafam!..
Vedat'ın bu esprisine
hem misafirler, hem de ev sahipleri güldüler. Ramazan bu ithamdan kurtulmak
için topu Zekeriya'ya attı.
-Durumu sen anlat
Zekeriya! Niçin ayrıldığımızı iyice anlatmazsak Vedat abinin ithamından
kurtulamayız.
Zekeriya su içtiği
bardağı sofraya bırakırken konuştu.
-Aslında sebeplerden
bir tanesi Muhsin abinin aşçılığı. Malum, bu gidişle daha uzun yıllar bekâr
yaşayacağız. Bu müddet boyunca her gün yumurta ve makarnaya talim edeceğimiz
yok ya! Muhsin abinin zengin yemek kültüründen talim almaya geldik. Fena da
olmadı hani. Yavaş yavaş çıraklıktan çıkıyoruz. İyi değil mi yani?
Muhsin bu konuşmaları
durduramayacağını anlamıştı. Bu yüzden yemeğini aceleyle yiyip sofradan kalktı.
Mutfağa gidip çay için su koydu. Yemek halen devam ediyordu ve karşılıklı
esprilerin şen ve neşe dolu sesleri ta mutfağa kadar geliyordu.
Muhsin, Müslüman
kardeşlerine hizmet etmeyi seviyordu. Çalışkan ve yerinde durmayan bir yapısı
vardı. Bu yüzden, bugün nöbet sırası olmamasına rağmen bütün yemek yapım işini
üstlenmişti. Asıl nöbetçi olan Zekeriya ısrar etmesine etmiş; ama cüzi bir
yardımdan öte bir faaliyette bulunamamıştı. O, yaptığı hizmetleri uhrevi
kazanç elde etmek için yapıyordu. Bu yüzden yaptıklarından dolayı övülmeyi hiç
sevmiyordu. Arkadaşları da onun bu yönünü bildikleri için sırf takılmak
amacıyla onu övmekten geri durmuyorlardı. Şüphesiz bunun sebebi, f/uhsin'in
herkes tarafından seviliyor olmasıydı.
Az sonra herkes doyup
sofradan kalkmıştı. Kadri, çok önceden doymasına rağmen, ev sahibi olması
hasebiyle misafirlerin rahat bir şekilde yemeklerini yiyip utanmamaları için
en sona kadar sofrada kalmıştı. Yemekten sonra aynı hareketlilik bu kez sofrayı
kaldırmak için yaşandı. Sofra kaldırılırken, îlyas çaktırmadan Yusuf u çağırıp
onu mutfağa götürdü ve ikisi bulaşıkları yıkamak için hazırlık yapmaya
başladılar. Bu hareketlilik içinde onların niyetini son anda fark eden
Zekeriya:
-Vay vay vay!.. Hele
şunlara bakın!.. Bizim bir hayır kazanma hesabımız vardı, onu da bu kaçaklar
kapacaklar. Öyle yağma yok. Siz çekilin bakalım kenara, dedi.
İlyas ile Yusuf un
çekilmeye niyeti yoktu. îlyas diretti.
-Ama Zekeriya Abi,
bizim de bu çorbada bir tuzumuz olsun.
-Siz zaten davete
icabet etmekle yeteri kadar tuz attınız. Bu bizim işimiz. Kadri Abi duyarsa
üzülür.
Bu kez Yusuf direnmek
istedi.
-Bir-iki kap kaçak
yıkamaktan ne zarar gelir ki abi? Müsaade edin de biz yıkayalım.
-Olmaz Yusuf kardeşim,
olmaz. Siz misafirsiniz, biz de ev sahibi. Herkes kendi rolünü oynayacak.
-Tamam, sen de bize
yardım et,*üçümüz yıkayalım. Hem bize göstermiş olursun.
Kapıda durup
konuşmalara şahit olan Ramazan ile Kadri, Yusuf un son sözlerinden sonra
mutfağa girdiler. Kadri, yüzüne yapmacık bir kızgınlık ifadesi vererek:
-Ne oluyor, bunlar
niçin mutfağımıza kadar gelmişler? dedi.
-Bulaşıkları yıkamak
istiyorlarmış, diye karşılık verdi Zekeriya.
-Bak sen! Ramazan, sen
bu kardeşlerimizi odaya götür ve başlarında bekle ki, bir daha mutfağa
gelmesinler.
Kadri'nin gerçekten
kızdığını sanan iki genç, istemeye istemeye mutfaktan çıktılar. Daha mutfak
kapısının yanındayken Kadri ile Zekeriya'nın arkalarından güldüklerini
duydular. Dönüp onlara baktıklarında, Kadri'nin kollarını
açmış bir şekilde sevgiyle gülerek
kendilerine doğru geldiğini gördüler. Az evvel kendilerine kızan, şimdi de
sevgi dolu bir yüz ifadesiyle gülerek kendilerine doğru gelen Kadri'nin bu
tavırlarına bir anlam veremediler. Şaşkınlıkları, Kadri'nin onlarla en samimi,
sıcak ve dostane duygularla musafaha etmesiyle doruğa ulaştı. Onların bu
şaşkınlığını fark eden Kadri:
-Size kızacağımı mı
sandınız be Müslümanlar?!. Ben Müslüman kardeşlerime nasıl kızarım? Baktım,
sizin çıkmaya niyetiniz yok, bizim de misafirleri çalıştırma âdetimiz yok. 'Ne
yapayım?' diye düşünürken aklıma bu numara geldi. Eğer kalbinizi kırdıysam,
hakkınızı helal edin, dedi.
Yusuf ile Ilyas bu
numarayı yutmuşlardı. Hatta Kad-ri'nîn kendilerine gerçekten kızdığını sanarak
biraz da üzülmüşlerdi. Şimdi ise meselenin anlaşılmasıyla rahatlamışlardı. Bu
duygular içinde:
-Helal olsun Kadri
Abı, dediler.
-O zaman siz odaya
gidin de rahatınıza bakın. Biz de işimizi bitirip geliyoruz.
Böylece Yusuf ile
İlyas'm bu teşebbüsleri ustalıkla püs-kürtülmüştü. Gençler, çaylarını içmişler,
tatlı bir sohbetin akışına kaptırmışlardı kendilerini. Çoğu öğrenci oldukları
için okul ve dersler üzerinde de konuşuluyordu. Ama sohbetin ana konusu bu
değildi elbette. İslam, Müslümanların durumu, Asr-ı saadetten Örnekler,
sahabelerin Örnek kişiliği ve en önemlisi de Yüce Allah (cc)'m yegâne güç ve
kudret sahibi olduğu gerçeği, sohbetin temelini ve neredeyse bütününü oluşturuyordu.
Burada boş sözler, gıybet, bayağılık yoktu. Büyüğün küçüğe karşı gururlanması, bilgelik
taslaması ya da sözlerini hafife alması gibi bir durum yoktu. Bilakis,
herkesin konuşması, sohbete iştirak etmesi, bildiklerini anlatması,
bilmediklerini sorup öğrenmesi için gerekli ortam hazırlanıyordu. Böyle bir
ortamda Yüce Allah (cc)'ın onları rahmetiyle bürüdüğü ve meleklerin etraflarını
kuşattığından da kuşku yoktu. Çünkü Müslim ve Tirmizi'de geçen bir Hadis-i
Şerifte, Ebû Müslim el-Eğarr diyor ki: Ben şehâdet ederim ki, Ebû Hüreyre ve
Ebû Said (r.anhuma) Re-sulullah (sav)'m şöyle söylediğine şehâdet ettiler.
"Bir cemaat oturup Allah'ı zikrederse, mutlaka melekler etraflarını
sarar. Allah'ın rahmeti onları bürür, üstlerine sekine iner ve Allah onları
yanında bulunan büyük meleklere anar." İşte onların durumu bu hadisin
kapsamryla bire bir örtüşü-yordu. Bundan da en çok faydalanan Hasan'dı
şüphesiz. Konuşulanların bir kelimesini dahi kaçırmamak için tüm dikkatini
veriyor, kafasına takılanları da ardı ardına soruyordu. Soruları genelde Kadri
cevaplandırıyordu. Ama bazen Kadri'nin, "Muhsin Abi buna daha iyi cevap
verir" diyerek Muhsin'in anlatmasını istediği de oluyordu.
Kadri, bu kadar
Müslümanin bir araya toplanmış olmasını fırsat bilerek Müslümanlara iletilmesi
ve Müslümanlar tarafından uygulanması gereken bir konuyu hatırlatmayı uygun
buldu. Bu konu, Müslümanlar tarafından tavsiye edilen ziyaretleşmelere teşvik
konusuydu. Kadri, sohbetin koyulaştığı ve İslam üzerine konuşulduğu bir anda;
-Arkadaşlar! dedi. Her
birimiz; içinde bulunduğumuz makam, mevki ve ekonomik durum nasıl olursa olsun
kendimizi, çocuklarımızı, akrabalarımızı, komşularımızı ve toplumumuzu cehennem
ateşinden kurtarmak için azami gayret sarf etmeliyiz. Bu bağlamda Kur'an-ı Kerim
ve sünnetten niçin uzaklaştığımızı düşünmeliyiz. İslam'ı neden amellerimize
yansıtamadığımızı, ümmetin başına gelen bela ve musibetlerin nedenini tefekkür
ederek İslami mükellefiyetimizi birbirimize anlatmalı, hatırlatmalıyız. Bunun
için de akraba, komşu ve diğer insanlarla iç içe olmalı ve bu ortamı
oluşturmak için gerekli vesilelerden faydalanmalıyız.
İster işçi-memur,
ister esnaf-sanatkâr, ister tüccar-çiftçi, ister öğrenci olalım her birimizin
bulunduğumuz ortamın dışındaki insanlarımızla kaynaşmak için de özel ziyaret
programları olmalıdır. Buna göre;
Akrabaların yani anne,
baba, kardeş, bacı, amca, hala, dayı, teyze, yeğenlerin ziyaretlerine
ziyadesiyle önem verip bunu düzenli olarak devam ettirmeliyiz.
Komşularımıza özel
ilgi göstererek halhatırlarmı sorup sorunlarıyla ilgilenmeliyiz. Bununla
birlikte eş-dost ziyaretleriyle dostluklarımızı pekiştirmeliyiz.
Mağdur, yoksul,
sahipsiz, ilgisiz kalmış insanları ziyaret edip kendilerine teselli vermeli ve
ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmalıyız.
Yetimlerin ziyaretine
çok Önem vermeliyiz. Bu bağlamda komşuluğumuzda, semtimizde veya başka bir
semtte bulunan yetimleri tespit edip ziyaret ederek şefkat ve merhametle
ihtiyaçlarını karşılamaya yardımcı olmalı, onları sevindirmeliyiz.
Hasta tanıdıklarımızı
ziyaret ederek teselli etmeli ve İnsanlarımızın düğün, sünnet gibi merasimlerinde sevinçlerini
paylaşacağımız gibi; musibetzedeleri de ziyaret ederek acılarını paylaştığımızı
ve onlarla beraber olduğumuzu gösterelim.
Tanıdığımız yaşlıları,
Âlim ve salih şahsiyetleri ziyaret ederek hürmet etmeli, tavsiye ve dualarını
almalıyız.
İş, öğrencilik,
askerlik, yolculuk vs. gibi çeşitli vesilelerle geçmişte bir süre beraber
kaldığımız Müslümanları ziyaret edip dostluğumuzu pekiştirmeliyiz. Bununla
birlikte ikamet ettiğimiz eski köy, mahalle, ilçe veya şehirdeki tanıdıkları
ziyaret ederek diyalogumuzu devam ettirmeliyiz.
Yukarıda bahsi geçen
sınıfları imkânlarımız elverdiğince ziyaret etmeli, sıcak ilgi ve alakayı
sürdürmeliyiz. Hz. Peygamber (sav)'in uygulama ve tavsiyeleri bizden bunu
istemektedir. Ashab-ı Kiram ve Selef-i Salihin de bunu en iyi bir şekilde
yerine getirmiştir. Müslümanların bugün içinde bulunduğu durum göz önünde
bulundurulduğunda ziyaret işinin ne kadar elzem bir ihtiyaç olduğu anlaşılır.
Evet kardeşlerim,
müslümanların bu tavsiyelerini en güzel şekilde yerine getireceğinize
inanıyorum. Benim bu konuda söyleyeceklerim bundan ibarettir. Allah razı olsun!
-Cümlemizden razı
olsun! dediler hep birlikte.
Misafirler ve ev
sahipleri bir müddet bu konu üzerine konuştular. Ama bu arada zaman da su gibi
akıp gidiyordu. Her şeyin bir zevali olduğu gibi, bu güzel anın da bir zevali
olacaktı elbette. Vedat saatine bakıp şaşkınlıkla:
-Ooo!.. Saat bayağı
ilerlemiş. Hiç de farkına varmamışız. Bizim hemen kalkmamız lazım. Aksi halde
bu kış ortası yurda yürüyerek gitmek zorunda kalacağız, dedi.
Vedat'ın bu uyarısıyla
odada bir hareketlilik yaşandı. Yurttan gelenler, ev sahiplerinin "Bu gece
burada kalın" ısrarlarına rağmen ayağa kalkmışlar, gitmeleri gerektiği yönünde
görüş belirtmişlerdi. Yusuf ise önce kalkmış, sonra ani bir kararla yerine
oturmuştu. Vedat onun oturduğunu görünce:
-Yusuf, sen gelmiyor
musun? diye sordu.
-Gelecektim; ama
vazgeçtim. Eğer ev sahipleri kabul ederse, bu gece burada kalacağım.
Kadri Yusuf un
kararından memnunluk duyarak:
-Ev sahipleri baş-göz
üzerine kabul ediyor Yusuf. Başka kalmak isteyen varsa hiç çekinmeden
kalabilir.
Yusuf un oturması,
Kadri'nin de son teklifiyle beraber gençler birbirlerine baktılar. Hasan kalıp
gitme arasında kısa bir tereddüt geçirdi. Sonra da "Misafirlikte Yusuf a
tabi olacağım. O ne yaparsa ben de onu yapacağım" şeklinde kendisini
şartlandırdığını hatırlayınca, o da Yusuf un yanına oturdu. Yusuf, Hasan'ın
kalmasına sevindi. Ama İlyas'm da kalmasını istiyordu. Eliyle onu çağırıp
"Gel, sen de otur, burada kal" şeklinde işarette bulundu. İlyas da
Yusuf u kır-mayıp oturdu. Diğer gençler salona çıktılar. Hasan'ın aklına
ailesinin kendisini merak edeceği ve başına bir iş gelmiş olabileceğini
düşünerek korkacakları düşüncesi geldi. Yusuf a:
-Benim eve telefon
açmam lazım, dedi.
-Tamam, ikimiz çıkıp
açalım, sonra döneriz.
Onlar da diğerlerinin
ardından salona çıktılar. Kadri onları görünce:
-Ne o Yusuf, karar mı
değiştirdiniz?
-Hayır Kadri abi.
Hasan eve telefon açıp gelmeyeceğini bildirecek. Çıkıp geleceğiz.
-Telefonu iyi
düşündünüz. Sen git otur, Hasan'la Ramazan birlikte gitsinler. Yakındaki
markette telefon var. Arkadaşlar çıktıktan sonra onlar da çıkarlar.
-Tamam abi.
Misafir üç genç ile ev
sahipleri gecenin ilerleyen saatlerinde kendilerini koyu bir sohbetin
kollarına bırakmışlardı. Ancak zamanın ilerlemesi, erken uyumayı adet
edinenlerin uykusunun gelmesine sebebiyet vermişti. Esnemeye başlayan ve uyku
alametleri yüzlerinden okynan kişileri gören Kadri;
-Arkadaşlar, uykusu
gelenler uyuyabilirler. Uykusu olmayanlar da benimle gelsinler diğer odaya
geçelim.
Kadri'nin bu
uyarısıyla her üç misafir ile Ramazan ayağa kalktılar. Beş genç, evin üçüncü
odasına geçtiler. Bu oda, diğerine göre kısmen çıplaktı. Burada da iki eski
kanepe vardı. Yerde, diğer odadakine nazaran daha eski kilimler bulunuyordu ve
odanın tamamını kapatmaya yetmemişti. Girişin sağ tarafındaki köşeye bırakılmış
birkaç kasanın üzerine, yatmakta kullandıkları döşek, yastık, yorgan ve
battaniyeler istiflenmiş, üstüne de bir bez örtülmüştü. Kilimlerin altına,
betonun soğuğunu kesmek için mukavvaların serildiği, üstüne basılınca
anlaşılıyordu. Duvarda sadece büyükçe bir "Besmele" levhası
asılmıştı. Odayı ısıtmak için
sadece bir elektrik sobası vardı. Bu oda, az evvel oturdukları odaya göre çok
daha küçük olduğundan ısıtmak için bir soba yeterli iş görüyordu.
Gençler odaya
geldiklerinde yaptıkları ilk iş, sobanın fişini prize takmak oldu. Misafirlerin
üşüdüğünü gören Kadri;
-Az sonra burası epey
ısırur arkadaşlar. Şimdilik sobaya iyice yaklaşalım da oda ısınana kadar
üşümemiz geçsin.
Bu arada Muhsin ile
Zekeriya da yatakları taşımaya gelmişlerdi. Zekeriya, Kadri'ye hitaben;
-Siz burada mı
uyuyacaksınız, yoksa siz de uyumak için diğer odaya mı geleceksiniz?
-Hepimiz oraya
sığmayız herhalde. En iyisi ben misafirlerimizle birlikte burada kalayım.
Kanepeleri de hesaba katarak yatak dağılımını yapın.
-Yatak sorunumuz yok
zaten.
-İyi, o halde siz
kendiniz için götüreceklerinizi alın, biz uyuduğumuzda hazırlığımızı yaparız.
Muhsin ile Zekeriya
çıktıktan bir süre sonra Ramazan;
-Güzel bir çay içeriz
değil mi? dedi.
-Hem de nasıl! diye
cevapladı Kadri.
-Hemen hazırlıyorum.
Yalnız gürültü
yapmamaya çalış. Aman komşularımızı rahatsız etmeyelim. Bizim bu saatte uyanık
olmamıza alışık değiller. O yüzden en ufak bir gürültümüz onları rahatsız eder.
-Merak etmeyin. Bir
kedi kadar sessiz olacağım.
Ramazan; 'Bir kedi
kadar7 derken, kedi taklidi yapmış, yaptığı espriyle herkesi güldürmüştü. Onun
mutfağa gidişiyle Kadri bir meseleyi açıklamak zorunda hissetti kendisini:
-Bizim bu odaya
gelişimiz sizi rahatsız etmemiştir inşaallah. Biz diğer odayı hem oturmak, hem
de uyumak için kullanıyoruz. Kendi aramızda aldığımız kararlara göre belli bir
saatten sonra uyumak için ışıkları kapatıyoruz. Uykusu gelmeyen, kitap okumak
isteyen ve ders çalışması gereken arkadaşlar olursa, ışıklar kapandıktan sonra
bu odayı kullanıyor. Tabii burada da gürültü yapmak suretiyle diğerlerini
rahatsız etmemek şart...
-Bizim de yurtta böyle
bir kuralımız var, dedi Yusuf. Çok güzel ve gerekli bir husus bence... Her
insanın durumu bir olmadığı için uyumak isteyenler için alınmış güzel bir
tedbir.
-Benle Hasan bu gibi
şeylerden habersiziz. Aile evinde kalmakla, öğrenci evi ya da yurtta kalmak
arasında çok farklar var. Hem avantajları, hem de dezavantajları var evde
kalmanın. Bazen size gıpta ediyorum doğrusu. Sürekli arkadaşlarla birlikte
olmak, insana hakkı ve sabrı tavsiye eden birilerinin olması gayet güzel ve
faydalı... İnsan her gün yeni şeyler öğrenebilir, yeni kazanımlar elde
edebilir. Yani, insan kitaplarda okuduğu şeylerin pratiğini bizzat yaşayarak
öğrenebiliyor.
-Hakikaten öyle,
diyerek İlyas'ı tasdik etti Hasan. Sizin yanınızda konuşmak haddim değil. Çünkü
ben namaza ve bildiğim, öğrendiğim kadarıyla İslam'ı yaşamaya daha birkaç ay
önce başladım. Sağ olsun Yusuf un anlatımları ve onun verdiği kitaplardan bir şeyler öğrendim. Ama bu
gece gördüklerim ve yaşadığım şeyler, bu güne kadar öğrendiklerimden daha
fazla.
Kadri, gençlerin bu
samimi ve içten değerlendirmelerinden dolayı son derece sevinip mutlu oldu.
Düzen, intizam, temizlik, fedakârlık ve kardeşliğin açıkça izhar edildiği bir
ortamın güzelliği hemen fark edilebiliyor ve bundan istifade sağlanabiliyordu
demek ki. Bu elbette güzel bir durumdu. Evde uyguladıkları bu program, hem
kendilerinin güzel bir ortamda yaşamaları için faydalı olmuş, hem de dışarıdan
gelip de bu havayı teneffüs edenlere fayda sağlamıştı. Amaçlanan hedefi
yakalayabilmiş olmalarından dolayı Allah'a şükretti içinden. O böyle
düşünürken Yusuf merak ettiği bir konuyu sordu;
-Bildiğim kadarıyla
böyle yerlerde nöbet sistemi olur Kadri abi. Ama gördüğüm şeylerden, sizde
bunun olmadığı izlenimi uyandı.
-Bizde de nöbet
sistemi var Yusuf. Hem de hepimiz her gün nöbetçiyiz.
-Nasıl yani? Pek
anlayamadım.
-Şöyle; bizim belirli
görevlerimiz var. Mutfak görevi, yani yemek ve bulaşık, temizlik görevi ve
alış-veriş... Her bir görevi birimiz yerine getiriyoruz. Tabi her gün birisi
açıkta kaldığı için istirahat ediyor. Görevler de dönüşümlü yapılıyor bu arada.
Ama bunların hepsi aslında sadece işlerin düzenli yürümesi için belirlenmiş
olan şeyler. Bu açıdan bizim nöbet sistemimiz, bildiğin diğer yerlerin ve
kişilerin sisteminden biraz farklı. Onlar nöbetçi olan kişiye tam bir hizmetçi
gözüyle bakıp o günkü tüm işleri ondan bekliyorlar. Oysa bizde bu böyle değil.
Hepimiz birbirimize yardımcı olmakta ve hayırda yarışmaktayız. Allah'ın
rızasını gözetmek ve bu uğurda çalışmak bizim için asıldır. Böyle bir yerde
bunun en güzel yollarından biri de Müslüman kardeşlere hizmet etmek ve
ihtiyaçlarını gidermektir. İşte sende uyanan izlenim bu sebeple oluştu.
-Anladım Kadri Abi.
Hakikaten akşam gördüğüm şeylerden çok etkilendim.
-Kitaplığınız da bayağı
zengin Kadri Abi. Bu kadar kitabı nasıl temin ettiniz? diye bir soru yöneltti
Hasan, Kadri'ye. Anlaşılan kitaplığın zenginliği kendisini hayrette
bırakmıştı.
-Bir defada bu kadar
zenginleşmedi tabi ki. Bu evi tuttuğumuzdan beri kalan kardeşlerin gerek
evlerinden getirdikleri kitaplar ve gerekse de aldığımız bursların bir kısmını
sırf kitap alımı için tahsis etmemiz sayesinde kitaplık bu aşamaya geldi.
-Hepsini okudunuz mu?
diye sorularına devam etti Hasan. Bu birkaç ay içinde okuduğu kitapların sayısı,
gördüğü kitaplığa göre çok cılız kalıyordu. Bunun ezikliğinin verdiği ses tonu
sorusuna da yansımıştı. Onun ruh halini Kadri de fark etmişti. Bu yüzden
kelimelerini özenle seçmeye çalışarak cevap verdi.
-"Hepimiz o
kitapların tamamını okuduk" dersem, doğru olmaz Hasan kardeş. Bir liste
yapmışız. Sırasıyla bu listedeki kitapların hepsi okunmadan diğerine
geçilemiyor.
Ayrıca kitaplıktaki
kitapların bir kısmı da araştırma amaçlı.
Bu yüzden onların da
okunmuş olduklarını söyleyemem.
-Kitap ödünç veriyor musunuz
abi?
-Okumak istersen, seve
seve veririz Hasan kardeş. Sen canını sıkma. Ama beni dinlersen, çıkardığımız
listeye göre okursan, sana daha faydalı olacaktır.
-Ben de böyle
istiyorum zaten.
-İyi, sabah sana
listeyi veririz. Sırayla hangi kitapları okuman gerekiyorsa Muhsin abiye söyle,
o sana verir. Bizim kitapların çıkışını yanında not alan odur. Eğer listede
daha önce okudukların varsa, onu atlayabilirsin. Haftada bir tane okuyabilir
misin?
-Okuyabilirim abi.
-Bizim bir şartımız
daha var tabi.
-Söyle abi, yapmaya
hazırım.
-Okuduğun kitabı
anlamadan diğerlerine geçemezsin. Bunun için haftada bir kitap fazla olmaz mı?
-Yok abi, fazla olmaz.
Ben okumayı seviyorum. Yusuf a sorabilirsin.
Yusuf un Hasan'ı
tasdik etmesi üzerine Kadri:
-Tamam. Sana haftada
bir kitap vereceğiz. Bitirdiğinde gelip Ramazan Abiye kitaplardan anladığını
anlattıktan sonra diğer bir kitabı alabilirsin. Anlaştık mı?
-Anlaştık abi.
Bu arada Ramazan
elinde bir tepsiyle içeri girdi. Tepsinin üzerindeki tabaklarda peynir, pekmez
ve zeytin vardı. Tepsiyi yere bırakırken:
-Acıkmış
olabileceğinizi düşündüm, dedi.
-Çok iyi yaptın
Ramazan, diye karşılık verdi Kadri. Benim de aklımdan geçiyordu doğrusu.
-Çayı da getirip
geleyim, deyip yeniden çıktı odadan.
Ramazan'ın
kahvaltılıklardan oluşan sofrasından hafifçe atıştırdıktan sonra tekrar eski
yerlerine oturdular. Anlaşılan akşam yedikleri yemekten sonra fazla
acıkmamışlardı.
Çaydan sonra yarım
saat kadar daha oturdular. Bu saate kadar oturmaya alışkın olmayan gençlerin
gözlerinde uyku alametleri, yüzlerinde ise yorgunluğun izleri okunuyordu.
Yusuf esnemeye, ara sıra göz ucuyla çaktırmadan saatine bakmaya başlamıştı.
Gece uyanmayı alışkanlık haline getirdiği için genelde erken uyurdu. Bu nedenle
bu saate kadar uyanık kalmak ona ağır gelmişti. Sohbetin güzelliği, konuşulan
şeylerin çekiciliği olmasa, oturduğu yerde uyumuş kalmış olacaktı belki de...
Onun bu durumu Kadri'nin de gözünden kaçmamıştı. Saatine bakıp:
-Ooo saat neredeyse
bire geliyor. Artık uyuyalım isterseniz, dedi.
Bu teklif en çok Yusuf
un hoşuna gitmişti. Diğerlerinin de hoşnut kaldığı belliydi. Kadri hemen ayağa
kalkıp yere iki yatak serdi. Sonra da:
-İki kişi kanepede,
iki kişi de yerde yatacağız. Kim nerede yatmak istiyorsa, orada yatsın, dedi.
-Ben yerde yatacağım,
dedi Yusuf. Yer yatağında yatmayı özlemişim.
-Ben de yerde yatmak
istiyorum, dedi Hasan hemen Yusuf un ardından.
-İyi, benle İlyas'a da
kanepeler kaldı.
-Ben de diğer odaya
geçeyim, dedi Ramazan. Allah rahatlık versin.
Ramazan çıktıktan
sonra Kadri:
-Uyumadan önce
ihtiyaçlarını giderecek olanlar, dilediği gibi hareket edebilirler. Evin her
tarafı müsait, dedi.
Misafirler sırayla
çıkıp geldiler. En son Yusuf çıktı. Ab-destini alıp döndü. Ardından da Kadri
çıktı. O da abdest aldı. Gençlerin bulunduğu odaya gireceği sırada:
"Vakit epey geç oldu. Teheccüd namazına kalkamayabilirim. Geceyi ibadetsiz
geçirmemek için iki rekât da olsa nafile namaz kıl-sam iyi olacak" diye
düşündü. Sonra dönüp mescide gitti. Kapıyı açıp içeri girdi. Işığı açmak için
anahtara elini uzattığı anda içeride bir hareketlilik fark etti. "Birisi
namaz kılıyor herhalde, rahatsız etmeyeyim" diyerek elini anahtardan
çekti. Gözleri karanlığa alışınca, namaz kılanın Yusuf olduğunu anladı. Kur*an
rafının bulunduğu duvarın kenarında, gayet huşu içinde Rabbinin huzurunda kıyam
durmuştu Yusuf. Onun namaz kıldığını gören Kadri'nin Yusuf a duyduğu sevgi,
tarif edemeyeceği kadar çoğaldı. Ona saygı ve gıpta dolu duygular içinde baktı.
Kıldığı namaz ile bütünleşip çevre ile alakasını kesen, içeriye birinin
girdiğinden habersiz Rabbiyle hasbıhal eden Yusuf, Kadri'nin gözünde ulaşılmaz
bir konumdaydı şimdi. Bir an onun yerinde olmayı, onun bu ihlâs ve takvasına
sahip olmayı, onun gibi abidane ibadet etmeyi diledi. İçinden geçirdiği bu
arzuyu Rabbine bir dua olarak arz etti. Tanıştıklarından beri samimiyetine,
mütevazılığma, İslami şahsiyetine, ahlakına, az ve öz konuşmasına hayran olduğu
bu genç kardeşine de dua etmeyi ihmal etmeyip onu Rabbiyle baş başa bırakarak
hakikat yolcular kendisinden dolayı rahatsız olmaması için mescidden çıktı.
Oturma odasına gitti. Namazını orada kılacaktı.
Yusuf, gece uyumadan
önce abdest almayı ve abdestli bir şekilde uyumayı adet haline getirmişti.
Ayrıca uyumadan önce sünnet olan ayetleri okur, zikir ve duaları yapar, sonra sağ
yanı üzerine dönüp uyurdu. Bu, onda öylesine bir alışkanlık yapmıştı ki, birkaç
kez üşenip de yapmadığında, yatağına girmeden önce çok uykulu olduğu halde
uyuma-mıştı. Bu yüzden nerede olursa olsun ve saat kaç olursa olsun, bu
alışkanlığını aksatmamaya özen gösteriyordu. Bu gece ise farklı olarak
Kadri'nin düşündüğü gibi teheccüd namazı için uyanamama ihtimalini düşünerek
uyumadan önce gecenin tümünü namazsız geçirmemek için Rabbinin huzuruna
yönelmişti.
Yusuf yatağına gelip
uzandığında Hasan'm hâlâ uyanık olduğunu gördü. Fısıltıyla sordu: -Neden hâlâ
uyumadın? -Uykum kaçtı, uyuyamadım. -Yatağın seni rahatsız mı ediyor yoksa?
-Yok Yusuf, ondan değil. Burada gördüklerimi, bu akşam konuşulanları
düşünüyordum. Her şey o kadar güzel ve benim açımdan inanılmaz ki, anlatamam.
Tüm konuşulanlar, davranışlar, hatta şakalarda bile Allah'ın rızasının
gözetildiği bir ortam. Hele Kadri abinin ziyaretleşmelerle ilgili söyledikleri
ne kadar da doğru şeylerdi. Onu dinlerken kendi eksikliğimi, bu konuda aile ve
akrabalarımı ne kadar da ihmal ettiğimi gördüm.
Belki inanmazsın ama, gerçekten kendimi adeta bir rüyada gibi
hissediyorum. Sanki gözümü kapatıp uyusam, uyandığımda bu gördüklerim de
kaybolacak, bir rüya olarak kalacak diye korkuyorum. Biliyor musun Yusuf, içim
içime sığmıyor. Kadri abi, Muhsin abi, diğer ev sakinleri, bu akşamki
misafirler, Vedat abi... hepsi o kadar candan, o kadar samimi, o kadar dost, o
kadar sıcak ve içten ki, şimdiye kadar böyle insanlarla hiç tanışmadım. Beni
buraya getirip bu güzel insanlarla tanıştırdığın için sana müteşekkirim Yusuf.
Allah senden razı olsun. Eğer beni de kardeşleri olarak kabul ederlerse,
onların her dediğini yapacak, ömrüm boyunca izlerinden gideceğim. Çünkü
onlarda iyilik, güzellik ve doğruluktan başka bir şey görmeyeceğimden eminim.
-Söylediklerinin hepsi
doğru Hasan! Üniversiteye başlamadan önce ben de senin gibi sayılırdım. Namaz
kılardım; ama yalnız sayılırdım. İnsan yalnız olduğunda namaz ve diğer
ibadetlerinin sadece kendisine faydası oluyor. Nasıl hareket edeceğini
bilemiyor insan çoğu kez. Yalnız bir Müslümarun günahlardan sakınması, günlük
yaşamda olağan hale gelmiş haramlardan kendisini muhafaza etmesi çok zor. Ben
o zorluğu bizzat yaşayanlardandım. Bu güzel insanlarla tanışıp senin verdiğin
karar gibi onlarla birlikte olmaya başlayınca, hayat hem kolaylaştı ve hem de
hayatın manasını kavramaya başladım. İnsan dünyaya sadece oyun ve eğlence olsun
diye gelmediğini anlıyor. Zaman geçtikçe artık birtakım şeylere eski gözle
bakmayacak, her şeye bir anlam yükleyecek ve farklı bir değer vereceksin. Her
şeyi Allah'ın rızası temelinde değerlendirecek, eşyayı da bu temel
çerçevesinde algılayacaksın. Bunları konuşmak için çok zamanımız olacak
inşaallah.Kararın beni çok sevindirdi. Allah, seni kendi yolunda sarsılmadan
yürüyenlerden eylesin.
-Cümlemizi!..
-Sahi Hasan, evi nasıl
buldun?
-Bizim evimizden daha
temiz ve düzenli. Daha ne diyebilirim? Sen de ilk defa geldiğini söylemiştin.
Peki ya sen nasıl buldun? Seni en çok ne etkiledi?
-Ben, bir Müslümanın
hayatının programlı olması gerektiğinin pratiğini gördüm. Sözde değil, özde
olan bir program. Çok tabiî, insanın fıtratına ve doğasına aykırı olmayan,
temelinin Allah'ın rızasını kazanma çerçevesine oturtulduğu bir program!..
Düzen, tertip ve temizlik de bu programın doğal sonucu olarak ortaya çıkmış.
Evde yaşayanların hepsi birbirini seviyor, birbirine saygılı ve birbirini
dinliyor. Düşünsene!.. Günlük olarak kimin ne yapacağı belli... Herkes kendi
görevini yapıyor; ama bunun yanında herkes her işe koşturuyor. "Benim
hizmetim daha fazla olsun da ben daha çok hayır kazanayım" düşüncesinde
herkes. Kitapların düzeni, kitapların geliş gidişi dahi bir kişinin
sorumluluğu altında. Bununla birlikte, gözlemlediğim kadarıyla katı bir
kuralcılık değil, herkesin severek uyduğu ve insanı rahatsız etmeyen bir düzen
var. Tüm bunlar çok hoşuma gitti Hasan. İnançsız bir insan, Müslümanların kaldığı
bir öğrenci evi ile sıradan insanların kaldığı herhangi bir öğrenci evinde bir
saat kalsa, aradaki farkın dağlar gibi olduğunu görecek ve bunun İslam'dan
kaynaklanan yüce değerlerin etkisiyle meydana geldiğini kabul edip iman etmek
zorunda kalacaktır.
Beni en çok etkileyen
şeyi sormuştun... Aslında burada geçirdiğim her dakikada, gördüğüm her şey beni
etkiledi. Bir odanın sadece mescit olarak kullanılması başlı basma bir olay...
Diğer taraftan ev sahiplerinin hizmet anlayışı, misafirperverliği, birbirlerine
yardımcı olmak için koşuşturmaları... Hepsi, her şey beni etkiledi Hasan.
-Söylediklerinin
tümüne katılıyorum Yusuf.
-Neyse şimdi yatalım,
vakit çok geç oldu. Bunları daha sonra uzun uzadıya konuşuruz inşaallah.
Hasan son cümlesini
söylerken kapı açılıp içeriye Kadri girdi. Hasan ile Yusuf un fısıldaşmalarım
duymuştu. Yatağına doğru giderken, sessizce:
-Siz hâlâ uyumadınız
mı? diye sordu.
Sorusunu Yusuf
cevapladı.
-Biz de konuşmamızı
bitirmiştik zaten Kadri abi.
-İyi, haydi uyuyun,
sabah namazına kalkamayız sonra.
-Tamam Kadri Abi,
Allah rahatlık versin, dedi ikisi birlikte.
-Amin, cümlemize!..
Aylar ayları
kovalamış, oldukça sert geçen kışın ardından bahar yavaş yavaş yüzünü göstermişti.
Tabiat, Ölümünden sonra yeni bir dirilişle çıkmıştı akleden insanların
karşısına. Ağaçlar tomurcuklanmaya, kimisi çiçek açmaya, filiz ve sürgün
vermeye başlamıştı bile. Kırlar yeşillenmiş, renk renk çiçeklerle bezenmişti.
Kuşların şen ötüşleri ve yuva yapmak için oradan oraya konup uçmaları
izleyenlere derin bir haz veriyordu. Bütün bir kışı toprak altında geçiren
böcekler, karıncalar, sürüngen hayvanlar yuvalarından çıkmışlar, doğaya ayrı
bir canlılık katmışlardı. Çobanların hayvanlarını otlaklara, meralara götürmek
için çaldığı ıslıklar, kuzularla annelerinin birbirlerinden ayrı düşmelerinden
dolayı bağrışmaları tatlı bir melodi gibi geliyordu Yusuf un kulaklarına. Öğle
arasında Hasan'la birlikte fakülte bahçesinin insanlardan uzak bir yerine
çekilmişler, doğayı seyre dalmışlardı. Bulundukları yerden çiftçilerin
tarlalarındaki hummalı çalışmaları görülebiliyordu. Rüzgâr onların
seslerini ara sıra bir uğultu şeklinde
ulaştırıyordu.
Yusuf köylülerin
çalışmalarını seyredip uzaktaki koyun sürülerinden belli belirsiz yayılan
çıngırak seslerini dinlerken aklma kendi köyü geldi. Anasını, babasını,
kardeşlerini hatırlayınca içini bir hüzün kapladı. Onların yanında olmayı
arzuladı bir an. Hasan, onun bu düşünceli halini görünce sordu.
-Hayrola Yusuf, daldın
yine.
-Hiiç!.. Aklıma bizim
köy geldi de... Şimdi orada da insanlar koşuşturup duruyorlardır.
-Köy hayatı zor
olmalı, öyle değil mi?
-Zor olmasına zor; ama
ben seviyorum.
-Nice zamandır
şehirdesin, hâlâ unutamadın mı köyü?
-Şehre bir türlü
alışamadım ki, köyü unutayım Hasan. Şehrin bu gürültüsüne, beton yapılarına,
kalabalığına alışamadım gitti. Bazen boğulacak gibi oluyorum. Eğer Müslüman
kardeşlerimle tamşmasaydım, herhalde şehir hayatına fazla dayanamazdım. Siz
kardeşlerimle birlikte olmak bana son derece huzur veriyor. En sıkıntılı
olduğum anlarda bile, bir kardeşle sohbet ettiğimde bütün sıkıntılarımın
geçtiğini, rahatladığımı hissediyorum. Bu, Yüce Allah (cc)'ın biz Müslüman
kullarına verdiği bir nimetten başka bir şey değil Hasan. Bir de üniversitenin
şehir dışında olması da benim açımdan çok iyi. Doğanın olduğu yerde hayat var
Hasan. İşte ben köyü bunun için seviyorum. Köyün yalınlığını, doğayla iç
içeriğini, insanlarının sadeliğini seviyorum. Bunların hiçbirisi şehirde yok
-Haklısın Yusuf. Sizin
köy nasıl, güzel mi?
-Güzel de ne demek?
Cennetten bir köşe adeta... Tabi benim gözümde... Özellikle ilkbaharda çok
güzel oluyor. Bağı-bahçeleri, ağaçları çok, kaynak sulan bol bir köy... Tepeleri,
bayırları, vadileriyle çok şirin bir yer, bizim köyümüz.
-Öyle anlattın ki,
göresim geldi.
-Yahu Hasan, şimdiye
kadar niye aklıma gelmedi ki? Gel, arkadaşlardan izin ahp bir hafta sonu bize
gidelim.
-Olur mu?
-Neden olmasın? Ne
zaman hazır olursan gideriz. İstersen hemen bu hafta gidelim ha, ne dersin?
-Dur hele, havalar
biraz daha güzelleşsin. Bugünler tam yağmur zamanı. Gidip de yağmura
yakalanırsak, bütün hafta sonunu evde geçirmek zorunda kalırız, öyle değil mi?
-Sen de haklısın. Ama
bana söz ver, geleceksin tamam mı?
-Söz Yusuf, seni mi
kıracağım? Hem ben de merak ediyorum sizin köyü!..
İkisi konuşurlarken
arkalarından gelen bir sesle geriye dönüp baktılar. Gelen Muharrem'di. Yüzünden
hiç eksilmeyen tebessüm ile onlara doğru geliyordu. Yanlarına geldiğinde
selam verdi.
-Ve Aleykumusselam ve
Rahmetullahi ve Berekatuh, diyerek selamına karşılık verdiler. Oturdukları
yerden kalkmışlar, Muharrem'i ayakta karşılamışlardı.
-Sizi aramadığım yer
kalmadı, diye sitem etti gençlere Muharrem. Sonra aklıma Yusuf un sessizliği ve
doğayla iç içe olmayı sevdiği gelince, buraya geldim.
-Hayırdır Muharrem
Abi, bir mesele mi var? diye sordu Yusuf şaşkınlık ve merak dolu duygularla.
-Merak edilecek bir
şey yok. Kadri Abi kafeteryada sizi bekliyor. Birlikte Ahmet Hoca'yi ziyarete
gideceğiz. Bu kez soru Hasan'dan geldi.
-Farmakoloji dersine
giren hocadan mı bahsediyorsun?
-Evet, ondan
bahsediyorum. Namaz kılan ve İslami duyarlılığı olan biri... Ziyaret edip bir
çayını içeceğiz. Haydi
gidelim.
Bölüm binasına girip
kafeteryanın olduğu yöne doğru yönelirken Yusuf aklına takılan bir soruyu
yöneltti Muharrem'e.
-Ahmet Hoca dersimize
girmiyor. Yani bizi tanımıyor.
Bu bir sorun olmaz
değil mi?
-İyi ya, tanışmış
olursunuz. Bizim de dersimize girmiyor. Zaten farmakoloji dersi ileriki
sınıflarda başlıyor. Ama Müslüman öğrencilerle İslami duyarlılığı olan
hocaların birbirleriyle tanışmaları ve her ortamda birbirlerine destek olmaları
lazımdır.
-Anladım.
Kafeterya kapısından
içeri girdiler. Kadri orta yerlerde bir masada, kapıyı görecek şekilde
oturmuştu. İçeri girenleri görünce elini kaldırıp kendisini görmelerini
sağladı.
Gençler yanma gelince
oturduğu sandalyeden kalktı. Karşılıklı selamlaşıp tokalaştılar. Masanın
çevresindeki sandalyelere otururlarken Kadri yanlarından geçen çaycıdan dört
çay istedi. Sonra da hemen konuya girdi.
-Arkadaşlar, daha önce
haber veremediğim için kusura bakmayın. Sabah ilk dersin teneffüsünde
söyleyecektim; ama bir aksilik oldu. Öğle arasında da sizi aradım; ama bu defa
da bulamadım. Neyse... Bizim daha önce aldığımız bazı kararlar vardı,
biliyorsunuz. Hani İslami şahsiyete sahip Müslüman hocaları ziyaret edecektik.
Uzun süredir bu ziyaretleri başlatmışız. Galiba siz şu ana kadar hiç kimseyi
ziyaret etmediniz. Muharrem size söylemiştir. Bugün hep birlikte Ahmet
Hoca'ya bir ziyarette bulunacağız. Bundan böyle de sizinle bir ekip olup Ahmet
Hoca ve onun durumunda bulunan diğer öğretim görevlilerini sık sık ziyaret
edeceğiz inşaallah.
Bu sırada çaylar
geldi. Çaycı bardakları gençlerin önüne bırakırken Kadri söylediklerinin
gençlerde nasıl bir etki uyandırdığını anlamak için yüzlerine baktı. Yusuf ta
memnuniyet, Hasan'da ise hafif bir utangaçlık ve sıkılganlık fark etti. Çayını
karıştırırken Hasan'm sıkıntısını giderecek kelimeleri seçmeye özen göstererek
konuşmasına devam etti.
-Belki içinizden
"Koca öğretim görevlisinin odasında insan nasıl hareket eder, bilmiyoruz.
Utanır, sıkılırız" diye geçiriyor olabilirsiniz.
Hasan, içinden
geçenlerin Kadri tarafından kelimelere döküldüğünü duyunca hafiften kızardı.
Kendi kendine "Kalbimden
geçenleri mi okudu ne?" diye düşündü. Tüm dikkatini Kadri'nin ağzından
çıkacak sözlere verdi.
-Bunun için hiç
sıkılmanıza gerek yok. Öğretim görevlisi de olsa, o da bizim gibi bir insan.
Hem de Müslüman bir insan. Elbette hal ve hareketlerimizde, konuşma ve üslubumuzda
ona gereken saygıyı göstereceğiz. Zaten bu bizim Müslüman olmamızın
gerektirdiği bir durum. Ama bu özelliğimiz, gideceğimiz yerde rahat
etmeyeceğiz anlamında olmamalı. Bu ziyaretimizi, birkaç müslümanın, Müslüman
bir kardeşini sorması şeklinde algılasanız, utanıp sıkılmanız için bir sebep
kalmaz inşaallah.
-İnşaallah! dedi Hasan
içten gelen ve rahatlamış bir ses tonuyla. Yusuf:
-Ne zaman gideceğiz
abi? diye sordu. -Öğleden sonra kaç dersiniz var?
-Sadece bir dersimiz
var.
-İyi. Sizi dersten
sonra yine burada bekleyeceğiz. Benle Muharrem'in dersi yok.
-Tamam Kadri Abi.
-O halde siz dersinize
gidin. Zaman kalmadı sayılır. Dersten sonra görüşürüz inşaallah.
Yusuf ile Hasan selam
verip ayrıldılar oradan. Kadri ile Muharrem onların gidişlerini izledi. Kapıdan
çıkıp kaybolduklarında, hâlâ o yöne bakmakta olan Kadri:
-Yusuf gibi sağlam bir
imana sahip gençler ender bulunur, dedi. Allah şahittir ki, onu çok seviyorum
ve ona gıpta ediyorum. Arkadaşlar
arasındaki geçmişi daha birkaç ay ol-lasına rağmen itaat ve samimiyeti, tebliğ
alanındaki çalış* laları hakikaten takdire şayan şeyler.
-Haklısın Kadri Abi.
Yusuf derin bir İslami bilgiye sa-ûp olduğu gibi, İslami konularda da
hepimizden daha tavizsiz. İbadet ve takvasına gıpta etmemek elde değil.
-Hasan da onun gibi...
O da kısa süre içinde çok mesafe kat etti. Su gibi kitap okuyor ve
okuduklarını anlayıp mukayese yapabiliyor. Hep Yusuf un izinden gidiyor. Yusuf
ne yapsa, o da aynısını yapıyor. Bazen Hasan'a baktığımda, onda Yusuf u
görüyorum. Yusuf ile Hasan çok güzel bir ikili oluşturmuşlar. Onların bu örnek
kardeşliği hepimiz için ders alınması gereken bir durum aslında. Hayırlı
işlerde sü-rekli birbirlerine destek ve örnek oluyorlar. Birbirlerini teşvik
ediyorlar. Onların bu durumu, Maide Suresi 2. ayette geçen "... İyilikte
ve fenalıktan sakınmakta yardımlasın, günah işlemek ve aşırı gitmekte
yardımlaşmaym. Allah'tan sakının, Allah'ın cezası şiddetlidir." şeklinde
belirtilen mü'minlerin özelliklerinin bir tefsiri gibi adeta.
-Söylediklerin tamamen
doğru Kadri Abi. İleride İslami çalışmalara çok katkıda bulunacakları kesin.
-Zaten şimdiden epey
bir katkıları var.
-Yusuf un yurtta
yaptığı tebliğ faaliyetlerinden haberim var da, Hasan'm neler yaptığından
haberim yok.
-Yusuf sadece yurtta
değil, okul içinde de durmadan tebliğ için çalışıyor. İslam'ın güzelliğini
götürebildiği herkese götürüyor. Tabi Hasan ile birlikte yapıyor bu işleri.
Biliyor musun, onların vesilesiyle birçok kişi namaza başlamış. Bununla
birlikte onlara öğle arasında okul mescidinde Kur'an-ı Kerim dersi de
veriyorlar. Tabi Hasan Kur'an-ı Ke-rim'i yeni yeni Öğrendiği için daha çok
Yusuf veriyor dersi. Hatta Yusuf; mürted örgütün ilgilendiği bir köylüsünü onların
elinden yaptığı güzel tebliği sayesinde kurtardı. Bu durum onların Yusuf a
karşı epey kinlenmelerine neden olmuş. Bir-iki kez sözlü sürtüşmeleri de
olmuş. Yusuf yiğit bir çocuk olduğu için hepsine birden meydan okumuş. Bize gelen
haberlere göre Yusuf a diş biliyorlarmış. Ona karşı fiili bir tavır içine
girebilirler. Bu yüzden Yusuf u hiçbir an yalnız bırakmamak lazımdır. Okulda
Hasan sürekli onunla birlikte, yurtta da onu yalnız bırakmamak gerekiyor.
-İnşaallah buna dikkat
etmeye çalışırız Kadri abi. Ama eğer Yusuf a bir şey yapacak olurlarsa...
-Allah'ın izniyle
hiçbir halt edemezler. Biz tedbirlerimizi alalım, yeter.
-Hasan'ı anlatacaktın,
o nasıl bir çalışma yapıyormuş? -Hasan da aile ve akrabalarından başlamış tebliğ
faaliyetlerine. Daha önce geleneksel bir şekilde örtünen anne ve bacıları,
şimdi islam'ın emrettiği bir şekilde tam bir tesettüre bürünmüşler. İki erkek
kardeşini de camiye götürüp Kur'an-ı Kerim dersi almalarını sağlamış. Evinde
şimdi tam bir İslami yaşam hâkim. Akraba çevresinden de birçok gençle ilgilenip
namaza başlamalarını ve Kufan-ı Kerim dersi almalarını sağlamış. Ailesi ve
akrabaları tarafından çok sevildiği için onun anlattıklarını zorlanmadan
kabullenmişler. Yaa, gördün mü?.. Demek ki, sadece Allah'ın rızasını umarak
ihlâsla çalışan bir Müslüman, birçok insanın gafletten kurtulup uyanmasına ve
içinde bulundukları cahili hayatı terk edip Allah'ın dinine iltica etmelerine
vesile olabiliyor. Böylece Allah'ın dini olan yüce İslam, suya atılan taşın
oluşturduğu halkalar misali genişleyerek yayılır.
-Doğrusu Hasan'm bu
yönünü bilmiyordum. Onun bu utangaçlığını ve topluluk içindeyken sıkılganlığını
bildiğimden böyle şeyleri yapabilmesi için zamana ihtiyacı olur, diyordum.
Allah'a şükür ki, bu kanaatimde yanılmışım.
-Cevherler her zaman
saklıdır Muharrem kardeş. Sadece durdukları yerlerde keşfedilmeyi beklerler.
Hasan ise beklemekle kalmamış, adeta "Beni keşfedin!" diye haykırmış.
Evet, Hasan'ın utangaçlığı ve sıkılganlığı var; ama bu temiz fıtratından, iyi
bir karaktere sahip olmasından ve sağlam bir imana sahip olmasından
kaynaklanıyor. Allah ondan razı olsun ve kendi yolu üzerinde sabit ve daim
kılsın.
-Amin!..
Kadri ile Muharrem
oturdukları yerden kalkmadan dersin bitmesini beklediler. Genelde Yusuf ile
Hasan üzerinde yoğunlaştı sohbetleri. Kalan zaman içinde de okuldaki Müslüman
öğrencilerin durumu ve karşıt fikirli öğrencilerin onların önüne çıkardıkları
engeller üzerine konuştular. Engeller çoktu elbette. Üniversite yönetiminin
İslam'a ve Müslüman öğrencilere olan karşıtlığı başlı başına bir sorundu.
Hatta en büyük sorunun üniversite yönetimi olduğu rahatça söylenebilirdi.
Özellikle yurtta kalan Müslüman öğrenciler, yönetimin çıkardığı engellerden çok
muzdariptiler. Hem yurt mescidinin, hem de üniversite mescidinin sadece namaz
vakitlerinde açık tutulması uygulamasına geçilmeye çalışılmış; ancak bunda başarılı
olunamamıştı. Bununla birlikte yönetimin bu uygulamadan vazgeçtiği
söylenemezdi. Yönetimin çıkardığı bir başka sorun da yurtta özellikle Müslüman
öğrencilerin odalarına yönelik sık sık arama yaptırması ve "İrticai
faaliyette bulundukları" gerekçesiyle ihbar edip gözaltına alınmalarına
sebep olmasıydı. Bu, oldukça sıkıntı oluşturuyordu. Bu bağlamda grup farkı olmaksızın
tüm Müslüman gruplardan birçok kişi gözaltma alınmıştı. Gerçi gözaltma almanlar
suçsuz bulunup hemen bırakılıyorlardı; ama sürekli bir baskı hali yaşamak stres
oluşturuyordu. Tüm bunlara rağmen Müslüman öğrenciler hiçbir ödün vermeden Yüce
Allah (cc)'ın kendilerinden istemiş olduğu yaşam şeklini devam ettirme
konusunda azimliydiler. Hatta bu durum, Müslüman Öğrencilerin birbirlerine
daha çok kenetlenmelerine de vesile oluyordu.
Yönetim, sol görüşe
yakın olduğu için İslam'a ve Müslümanlara karşı tavır takmıyordu. Bu durum,
karşıt fikirli öğrencilerin ve özellikle de mürted örgüte bağlı öğrencilerin
ellerini güçlendirerek ekmeklerine yağ sürüyor, onları daha da pervasız
kılıyordu. Yönetim onların hiçbir faaliyetine mani olmadığı gibi, onlara her
türlü imkânı da sağlıyordu. Zaten mürted örgüt elemanları, yönetim üzerinde
oluşturdukları korku psikozu sayesinde sözü geçen öğrencilere karşı yönetimin
sesini kesmişti. Diledikleri zaman diledikleri yerde forum düzenliyorlar,
diledikleri gibi gösteri yapıp slogan atabiliyorlardı. İstedikleri zaman piyes
yapıp konser veriyorlardı. Onlara kimsenin bir şey dediği yoktu. Buna karşın
Müslüman öğrenciler bir yerde toplansalar, yönetim emniyet birimlerini hemen
alarma geçiriyordu.
İşte tüm bunlar,
mürtedierin ve İslam düşmanı diğer öğrencilerin durumdan vazife çıkararak
Müslüman öğrencilere yönelik sözlü, hatta yer yer fiili sataşma sonucunu doğurmuştu.
Çünkü fikri platformda hiçbir varlık gösterememişlerdi. Her tartışma onların
yenilgileriyle neticelenmiş, yandaşlarının kafalarında soru işaretleri, çelişki
ve tereddütler oluşmuştu. Bu durum onlar tarafından kolay kolay
hazmedilememiş, Müslümanları yeni tartışma ortamlarına çekmek istemişlerdi.
Ancak Müslüman,öğrencilerin "Onlarla hiçbir tartışmaya girilmeyecek"
şeklinde aldıkları karardan dolayı bunu başaramamışlar ve tartışma
platformunda intikam alma hevesleri kursaklarında kalmıştı. Bu ise onları daha
saldırgan yapmış, Müslümanları tek gördükleri yerlerde intikam hırsıyla onlara
tacizde bulunmak istemişler, bunda da başarılı olamamışlardı. Ama gelecek
günler, onların daha da organizeli bir şekilde Müslümanların karşısında
duracaklarının sinyalini veriyordu.
İşte Kadri ile
Muharrem, oturdukları yerde kısaca bunun tahlilini yapmışlardı. Dersin bitiş
saati geldiğinde:
-Bu meseleleri daha
detaylı konuşmamız gerekecek. Ne yapmak gerekiyorsa, konuşup tespit eder, sonra
Müslümanlara bildiririz, diyerek sohbetlerini noktaladı Kadri.
Dersin bitmesiyle
kafeteryada bir kalabalık oluştu. Az sonra Yusuf ile Hasan kapıda göründüler. Kadrj
ile Muhar-rem'in hâlâ eski yerlerinde oturduklarını görünce, onlara doğru
yöneldiler. Yanlarına geldiklerinde tebessüm ederek sıcak bir selam verdiler.
Kadri ile Muharrem de aynı içtenlikle selamlarına karşılık verdi. Yeni
gelenler daha oturmadan:
-Eğer hazırsanız,
gidelim, dedi Kadri.
Yusuf ile Hasan
birbirlerine bakıp;
-Biz hazırız, dediler.
Dördü birden yavaş ve
emin adımlarla yürüyüp kafeteryadan çıktılar. Sola dönüp önlerine çıkan ilk
merdivenlerden yukarıya çıktılar. 1. kata geldiklerinde sağa dönüp öğretim
üyelerinin odalarının bulunduğu koridora yöneldiler. 3. odanın kapısının önüne
geldiklerinde durup biraz soluklandılar. Kadri önde, diğerleri arkadaydılar.
Kadri kapıyı çalmadan önce arkadaşlarına dönüp;
-İnşaallah yanında
kimse yoktur, diye temennide bulundu.
Hocasının karşısına
çıkacağı için bir talebede olması gereken saygınlığı takınarak son bir kez
üst-başma çeki düzen verip kapıyı tıklattı. İçeriden; "Giriniz!"
sesini duyunca, kapının kolunu indirip usulca içeriye girdi. Odada hocasından
başka kimseyi görmeyince sevindi. Saygıyla selam verip;
-Girebilir miyim
hocam? dedi.
Ahmet Hoca da Kadri'yi
görünce sevinmiş, selamını içtenlikle alarak ayağa kalkmış ve ona doğru
yönelerek;
-Gir Kadri, gir. Daha
ne bekliyorsun kapıda? diyerek sevgiyle cevap verdi.
-Yanımda başka
arkadaşlar da var hocam. Rahatsız etmeyelim sonra!..
-Ne rahatsızlığı
Kadri?.. Çağır, onlar da gelsinler.
Ahmet Hoca'nm bu içten
davetini kapıda duyan üç genç, saygı dolu ifadelerle selam vererek içeri
girdiler. Masanın önüne geçen Ahmet Hoca, dört genç ile tokalaştıktan sonra
onlara yer gösterdi. Sonra da gidip yerine oturdu.
Ahmet Hoca, 45
yaşlarında, orta boylu, yaşma göre atletik bir yapıdaydı. Esmer bir siması ve
dudaklarının üstünde kırptığı gür ve düzgün bıyıkları vardı. Göz kenarları kırışmış,
alnında derin izler oluşmuştu. Saçları, çoğunlukla kırlaşmış, bıyıklarına da
yer yer aklar düşmüştü. Yaşma göre yaşlılık alametleri kendisinde biraz fazla
görünmüştü; ama hafif çukurlaşmış gözlerindeki canlılık ve delici bakışları,
hâlâ gençliğin nişanelerini olduğu gibi taşıyordu. Meslek hayatında
başarılıydı; ama inanç ve düşünceleri sebebiyle önü hep kesilmiş, sürekli
gözetim altında tutulmuştu. Esmer yüzünde bu itilmişliğin ve haksızlığa
uğramışlığın yorgunluğunu okumak mümkündü. Fakat konuşması ve dik duruşuyla
hiçbir şeyden yılmayan ve tüm zorluklara meydan okuyan bir görüntü
sergiliyordu.
Herkes yerine oturdu.
Kısa bir hal-hatır faslından sonra, Kadri arkadaşlarını tanıştırdı Ahmet Hoca
ile. Sonra da:
-Hocam, bildiğiniz
gibi üniversitenin genelinde İslami şahsiyete sahip herkese, yani hem Öğrencilere ve hem
de hocalara karşı bir zıtlaşma oluşmuş. İslam'a düşman olan tüm gruplar,
Müslümanlara karşı bir blok oluşturup birlikte hareket ediyorlar. Sizin yalnız
olmadığınızı, her durumda size elimizden gelen desteği vereceğimizi bilmenizi
istedik. Ziyaretimizin sebebi hem bu, hem de arkadaşları sizinle
tanıştırmaktı. İnşaallah rahatsız etmemişizdir, diyerek ziyaretlerinin
sebebini kısaca açıkladı.
Ahmet Hoca Kadri'nin
sözlerine tebessüm ederek cevap verdi.
-Hayır Kadri, beni
rahatsız etmediniz. Bilakis gelişinizle kalbime sürür verdiniz. Bu genç
kardeşlerimle tanıştığıma da çok memnun oldum. "Kardeşlerim" dememi
yadırgamayın lütfen! Bu odada öğretmen-öğrenci ilişkisi yok,
abi-kardeş ilişkisi var.
-Sağ olun hocam,
teşekkür ederiz, dediler hep birlikte. -Destek olma meselesine gelince... Bunun
için de teşekkür ederim. Lakin bizim Allah'tan başka korkumuz yok. Evelallah
hiç kimse bizi yıldırıp yolumuzdan döndüremez. İslam düşmanları yıllardır
Müslümanlara karşı hep baskı ve tecrit politikası uyguladı da ne oldu? Onlar
gün be gün eriyip unutuldular, ama Müslümanlar bunca eziyet ve baskılara
rağmen çoğalıp güçlendiler. Bununla birlikte, Müslümanların da yekvücut olmaları
ve İslam düşmanlarına karşı birlik oluşturmaları gerektiğine inanıyorum.
Müslümanlar, kardeş olmanın gereklerini yerine getirme durumundadırlar.
Müslümanlar buna hiçbir zaman bugün olduğu kadar ihtiyaç duymamışlardır. Bu
bağlamda sizin bu çabanızı takdirle karşılıyorum.
-Teşekkür ederim
hocam. Biz, Allah'ın bizden istediklerini yerine getirmeye çalışıyoruz. Allah,
bizden kardeş olmamızı istiyor. Böyle bir zamanda mü'minin mü'minden başka
dostunun olmayacağı aşikârdır. Yüce Allah (cc)'m Nisa 144. ayetinde: "Ey
inananlar! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah'ın aleyhinize
apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?" şeklindeki emri yolumuzu
aydınlatırken, yine Yüce Allah (cc) Hucurat 10. ayetindeki "Müminler
ancak kardeştir" fermanıyla da kimlerle dost ve kardeş olmamız gerektiğini
açıkça belirtmiştir. Biz bunun için çalışıyoruz. Bir mü'mine, yani bir
kardeşimize gelecek en küçük bir darbe, hepimize inmiş gibi bizleri^rahatsız
etmelidir. Numan b. Beşir (ra)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerifte
Resulullah (sav) şöyle demektedir: "Birbirlerine merhamet, şefkat ve sevgi
konusunda mü'minleri bir vücut gibi görürsün. Vücudun bir organı rahatsız
olursa, diğer organlar uyumadan, hararetle birbirlerini ona çağırırlar."
Bu hadisi hayatımıza geçirmeye bugün her zamankinden daha fazla muhtacız.
Kadri'yi dikkatle
dinleyen Ahmet Hoca, onun ilmine ve Müslümanlar için taşıdığı endişe ve
sorumluluk duygularına hayran oldu. Bu genç yaşma rağmen kendisini adadığı bu
Yüce Dava'nm yükü ağırdı. İleriki zamanda Önlerine nice zorluklar, nice
badireler çıkacaktı. Buna rağmen hem Kadri'de ve hem de diğerlerinde, her şeye hazır
olmanın, ne olursa olsun bu yolda
yürüyeceklerinin azim ve kararlılığını gördü. Çünkü onlar, ezbere bir iş
yapmıyorlar, sadece sloganik sözler üretmiyorlardı. Görünüşe göre onlar ne söylediğini
bilen, söylediklerim de yapan ve yaşayan kimselerdi. Bu ise imanın ta
kendisiydi. Karşısındaki gençlere bakan Ahmet Hoca, Üstad Bediüzzaman
(rh.a)'ın; "İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden
adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisa-tın
tazyikatından kurtulabilir" sözlerini anımsadı. Doğruydu demek ki bu söz.
Bu gençlerin azlıklarına aldırmadan, İslam düşmanı grupların sayısal üstünlüğü
elinde bulunduran tüm güçlerine karşı durmayı göze almaları, hakiki imanın
yansımasından başka bir şey değildi.
Kadri'yi daha önceden
tanıyordu Ahmet Hoca. İki yıldan beridir derslerine giriyordu. Sınıfında
sağlam kişiliği, oturaklı yapısı, ciddiyeti ve İslami konulardaki tavizsizliği
ile hemen kendisini belli ediyordu. Zaten cıvık bir öğrenci kitlesinin içinde
böyle birini ilk bakışta fark etmemek de mümkün değildi doğrusu. Sonraki
Samanlarda tanışmışlar, zaman zaman konuşmuşlardı. Ahmet Hoca, sevdiği ve takdir
ettiği bu öğrencisinin fikir ve görüşlerini göz ardı etmezdi. Şimdi de
anlattığı şeyler, bir Müslümamn diğer Müslüman'a karşı olan hukuku ve İslam'ın
çizdiği çerçevede olması gerekenlerdi. Bu nedenle ona yüzde yüz hak veriyordu.
Derin bir nefes alarak Kadri'ye mukabelede bulundu.
-Aah Kadri kardeşim
ah!.. Biz, Müslümanlar olarak imandan sonra neyi kazandıysak, hep bu kardeşlik
bilincimiz sayesinde kazandık. Neyi kaybettiysek de, hep bu bilinci
yitirmemizden dolayı kaybettik. İslam, kardeşlik bilincinin yerleştirilmesiyle
kuvvet kazandı. Allah Resulü (sav)'nün Medine'ye hicretinden sonra, mescid
inşasına başlamasının hemen akabinde Ensar ile Muhacir Müslümanları kardeş
yapmasının ardında nice hikmetler vardır. O zaman öyle bir kardeşlik tesis
edildi ki, şimdiye kadar emsalini görmedik, bundan böyle göreceğimiz de
muhal... İşte o kardeşlik sayesinde nice zorluklar kolaylaştı; nice badireler
engel olmaktan çıktı. Açlık,- yerini tokluğa terk etti. Bedir'deki zafer
bununla kazanıldı, Uhud'daki musibet ve hüzün bununla sükûn buldu. Hendek'te
küfür koalisyonuna karşı bununla baş edildi. Hayber, Mekke ve daha nice yerler
bununla fethedildi. Bunun sayesindeydi ki, Müslümanların verdiği korku, bir
aylık mesafedeki düşman ordusunu dağıtmaya yetti.
İslam düşmanları,
Müslümanların bu özelliğini keşfetmekte gecikmediler. Ümmet yekvücut oldukça,
kendilerinin rahatlık yüzü görmeyeceklerini anladılar. Çareler düşündüler.
Sonra da ümmetin arasına fitne tohumlan ektiler. Bu tohumlar o kadar hızlı
filizlenip yayıldı ki, bir anda ümmet fırkalara ayrıldı. Her yerde kardeş kanı
döküldü. İşte Kadri kardeşim, bugün hâlâ o zaman atılan fitne tohumlarının
acısını çekiyoruz, Ümmet bölük pörçük olmuş durumda. Küçük küçük sözüm ona
milli devletler kurulmuş. Hepsinin de yöneticileri emperyalist, İslam düşmanı
devletlerin gönüllü uşağı durumunda. Bir yerde İslam güçlenmeye
görsün, kendi halklarının hainleri olan
bu uşaklar, en acımasız, en gaddar, en zalimane yöntemlerle bunu durdurmaya
çalışıyorlar. Bugün hâlâ Müslümanların kam, kendilerine
"Müslüman'ım" diyen bu uşak ruhlu, aşağılık yöneticiler ve onların
av köpekleri konumunda olanların elleriyle dökülmektedir.
Ahmet Hoca, ümmetin
içinde bulunduğu içler acısı hali çarpıcı örneklerle biraz daha anlattı.
Belliydi ki, uzun zamandır rahatsız olduğu bu konulan birileriyle konuşma
imkânı olmamıştı. Bu yüzden, soluklanmak için durduğu anlar haricinde anlatıp
durdu.
Anlattığı şeyler,
gençlerin habersiz olduğu veya bilmediği konular değildi. Ama Ahmet Hoca o
kadar canlı, o kadar içten, o kadar geniş bir örnek perspektifiyle anlatıyordu
ki, gençler sanki tüm bunlardan habersizmişler gibi ilgiyle dinliyorlardı.
Bunda, Ahmet Hoca'nm akıcı ve etkileyici üslubunun da rolü vardı elbette.
Ahmet Hoca, çizdiği
tablo sebebiyle gençlerin üzüldüğünü, zaman zaman öfkelenip kaşlarının
çatıldığını, gayri ihtiyari dişlerinin sıkıldığını gördü. Bu yüzden konuşmasını
biraz da iyimser ifadelerle bitirmeyi düşündü.
-Ama, diye devam etti
konuşmasına. Bu hep böyle sürüp gitmez elbette. Tüm bu zorluklara, baskılara,
kıyımlara, engellemelere rağmen İslam Ümmeti arasında büyük bir uyanış var.
Allah'ın yüce dini İslam'ı ihya etmek için canlarını dişlerine takan
Müslümanların sayısı her geçen gün artıyor. Müslümanların yaşadığı tüm
coğrafyalarda büyük bir hızla İslam'a dönüş var. Memleketleri işgal altında
olan Müslümanların kahraman evlatları, cihad sancağını bir daha indirmemek
üzere kaldırmış ve işgalci emperyalistlere büyük kayıplar verdirmişlerdir.
Bunun en güzel örneği, ümmetin iftiharı ve yüz akı olan Çeçenlerin Ruslara
karşı kahramanca direnişidir. Bununla birlikte Filistinlilerin Yahudilere,
Keşmirli Müslümanların Hindulara karşı cihadı, Moro'daki Müslümanların
Filipinlerdeki mücadelesi ve ismini daha yeni yeni duymaya başladığımız
coğrafyalarda bulunan Müslümanların uyanış ve silkinişleri... gelecek için bize
büyük umutlar veriyor. Tüm bu direnişler, kaynağım İslam'dan almaktadır
elbette. İşte tüm bunlara baktığımda, gelecek yılların İslam'ın ve
Müslümanların lehine gelişmeler
barındıracağına inanıyorum. Ümitli olmak lazım arkadaşlar. Hem Üstad
Bediüzzaman (rh.a): "Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en
yüksek gür şada İslam'ın sadasi olacaktır!" diye müjdelemiyor mu bizi?..
Öyleyse Allah'tan ümidimizi kesmeden ihlâsla çalışmak lazım... Ben sizde bunu
görüyorum. Zaman sizin lehinize ilerliyor. Size güveniyorum. Ben de size
elimden gelen desteği gösterip her türlü yardımı yapacağım.
Ahmet Hoca'nm bu
iltifatlarına teşekkürle mukabelede bulundu gençler. Bir müddet daha karşılıklı
sohbet ettiler. İkindi ezanı okunmuştu. Hesapladıklarından daha fazla
oturmuşlardı. Kadri ziyaretleri kısa tutmayı adet edinmişti. Çünkü ziyaretin en
efdalinin kısa olanı olduğunu biliyordu.
Ama buna rağmen Ahmet
Hoca'ya yaptıkları ziyaret uzun sürmüştü. Saatine baktıktan sonra:
-Hocam, vakit epey
ilerledi. Müsaade ederseniz artık kalkalım, dedi.
-Ne aceleniz var? Ne
güzel oturup sohbet ediyorduk!..
-Bu seferlik böyle
olsun hocam. İnşaallah sizi sık sık ziyaret ederiz. Zaten ikindi vakti de
girmiş. Biliyorsunuz, namazın en efdali, vaktinde kılınanıdır.
-Doğru ya, haklısın.
Vakit de ne çabuk geçiyor!.. Hiç farkında olmadık doğrusu. Arkadaşlar, sizinle
sohbet etmek gerçekten güzeldi. Allah sizden razı olsun, sizi çıktığınız bu
mübarek yolda muvaffak kılsın. Ha, unutmadan söyleyeyim. Hangi konuda olursa
olsun, yapabileceğim bir şeyler varsa, mutlaka haberim olsun.
-İnşaallah hocam. Biz
artık çıkalım. Esselamu aleykum!
-Ve Aleykumusselam ve
Rahmetullahi ve Berekatuh!
Ramazan ayı... Rahmet
kapılarının ardına kadar açıldığı, bolluk ve bereketin gözle görülür oranda
arttığı mübarek ay... Cennet kapılarının açılıp cehennem kapılarının
kapatıldığı, şeytanların zincire vurulduğu hayır ve hasenat mevsimi... Yüce
Peygamber (sav)'in Buhari'nin naklettiği bir hadisinde: "Kim inanarak ve
sevabını Allah'tan umarak Ramazan'ı ihya ederse, geçmiş günahları bağışlanır"
diye müjdelediği af ve mağfiret iklimi... içinde, 'bin aydan daha hayırlı olan
ve Kur'an-ı Kerim'in inmeye başladığı geceyi' barındıran lütuf ve esenlik
günleri... Allah'a yakınlaşmanın vesilelerinden biri olan Kur'an-ı Kerim'in
çokça okunduğu tilavet ayı... Ve her şeyden önemlisi, "Oruçlunun ağız
kokusu Allah indinde misk kokusundan daha değerlidir" şeklindeki bir
iltifat ve müjdenin muhatabı olan mü'minlerin, tuttukları orucun karşılığını
sadece Allah'ın bildiği ihsan ayı...
İşte böyle bir ayda
oruç farziyetini en güzel şekliyle yerine getirmenin idraki içindeydi
Müslümanlar. Mübarek
Ramazan ayı sevinç ve
mutlulukla karşılanmış, ondan en güzel ve en verimli şekilde istifade etmenin
tatlı telaşına düşülmüştü.
Ramazan ayı,
Müslümanlar için bir muhasebe ayıydı aym zamanda. Yıl içinde yapılan
yanlışların, ibadetlerdeki eksikliklerin, gevşeklik ve gafletin görüldüğü;
böylece bozulan rotanın yeniden Allah'ın gösterdiği istikamete doğru
yönlendirildiği bir düşünce ve tefekkür vesilesiydi. Kalplerin yumuşadığı,
daha düşük durumda olanların, yiyecek bir lokma ekmeği, ekmeğinin yanında
katığı bulunmayanların hatırlandığı şefkat ayıydı. Kalpler; olabildiğince yumuşar,
şefkat ve merhamet duygularıyla dolardı. "Tok olanlar açlık çekenlerin
halinden ne anlar?" sözünün rafa kaldırıldığı, insanların bir ay
müddetince aç bırakılarak açların halinin idrak edilmesinin sağlandığı bir aydı
Ramazan. İşte bu doğrultuda olabildiğince çok hasenat yapmaya çalışan
mü'minler, Allah'a yakınlaşmak için vesileler arıyorlardı. Ramazan ayında
Allah'a yakınlaşmanın en iyi vesilelerinden biri de hiç şüphesiz gönül
zenginliği içinde iftar yemekleri vermek ve bu yemeğe özellikle fakir, yoksul
ve Öğrencileri çağırmaktı. Maddi durumu iyi olan arkadaşlar, Ramazan ayma
girildiğinden beri, sırf Allah rızası için iftar yemekleri veriyor, mevlitler
okutuyorlardı. Kadri ve arkadaşları da isteğe göre durumu müsait olanlar
arasında iftar programlan yapmışlardı.
İlyas da, ailesiyle
danıştıktan sonra, Ramazan ayı boyunca beş kez, her biri yirmi kişilik olacak
şekilde iftar yemeği verebileceğini arkadaşlara bildirmişti. Arkadaşlar da
onun bu bildirimi doğrultusunda
Ramazan'ın dördüncü günü için ilk davetini vermesini ve bu yemeğe yurtta kalan
öğrencileri çağırmasını istemişti. O da öyle yapmış, durumu ailesine
söyledikten sonra okuluna gitmiş, orada Vedat'la konuşup kendisiyle beraber
yirmi kişiyi çağırmasını söylemişti.
İşte akşam namazına
bir saat kala İlyas'ı minibüs durağında bekleten sebep buydu. Vedat'la öyle
anlaşmışlardı. Vedat, bulabildiği kadar arkadaşla birlikte akşam namazına bir
saat kala bu durağa gelecek, buradan da hep birlikte II-yas'ın evine gideceklerdi. İlyas fazla beklemeden
karşıda duran belediye otobüsünden inen Vedat ve diğer arkadaşlarını gördü.
Yurtta kalsalar da hepsiyle tanışıyorlardı. Vedat ve beraberindekiler otobüsten
indikten, sonra karşıya geçip İlyas'm yanma geldiler. Sevinç ve heyecanla
kendilerini bekleyen İlyas'a ilk selam veren Vedat oldu.
-Selamun aleykum!
-Ve Aleykumusselam ve
Rahmetullahi ve Berekatuh. Hoş geldiniz Vedat abi, herkes tamamdır İnşaallah.
-Hoş bulduk İlyas.
Yusuf İle Ümit'i saymazsak hepimiz tamamız. Yani şu an 13 kişi var burada.
İlyas gelenlerin
hepsiyle tek tek tokalaştıktan sonra; -Ben, 20 kişiye kadar getirebilirsiniz
demiştim Vedat abi. 13 kişiyle gelmenize üzüldüm. Annem de az kişi getirdiğim
için kızacak bana, dedi. Ben Ramazan'ın başında ona Resulullah (sav)'ın
Muhtarü'l-Ehadis'te geçen ve İmam Ahmet'ten rivayet edilen; "Kim bir oruç
tutana iftarını yaptırırsa, oruç tutanın sevabından hiçbir şey noksan
olmaksızın onun sevabı kadar
sevap alır" şeklindeki hadisini okuduktan sonra o kadar sevindi ki, her
gün iftar yemeği vermek istediğini söyledi. Şimdi de arkadaşlarım gelecek diye
sabahtan beri sevinç ve heyecan içinde alacağı sevabı düşünerek hazırlık
yapıyor.
-Allah ondan razı
olsun ve yaptığı bu hayırlı amelin karşılığını cennet nimetleri olarak versin.
Boşta kalan arkadaşlar sadece bu kadar. Bir de Yusuf la Ümit vardı. Diğer
kardeşlerin hepsi, başka Müslümanların davetlisi olarak iftara gittiler.
-Yusuf la Ümit bir
yere davetli değilseler, onlar niçin gelmediler peki?
-İslam'ı tebliğ
ettikleri birisiyle sohbet ediyorlardı. 'Biz sonra geliriz' diyerek kaldılar.
Fırsat bulurlarsa, onlar da gelecekler.
-İyi iyi. İki kişinin
daha gelecek olması, annemin üzüntüsünü daha aza indirir belki. Yusuf u da
görmeyeli epey zaman olmuştu. Hakikaten çok özlemişim kendisini. İnşaal-lah fazla
gecikmeden gelirler.
- İnşaallah.
-Haydi, gidelim o
zaman. -Tamam İlyas kardeş gidelim.
Öte yandan Yusuf ile
Ümit, yurttaki işlerini bitirmişler, îlyas'ın davetine icabet etmek için
minibüs durağına gelmişlerdi. Ancak minibüsün gelmesi uzun sürdüğü için gecikmişlerdi.
Şehir merkezine gelip minibüsten indiklerinde iftara 15 dakikadan daha az bir
süre kalmıştı. İki genç gidecekleri yere varmak için acele ederken bir yandan
da konuşuyorlardı.
-Neredeyse ezan
okunacak Yusuf. Daha çok var mı gideceğimiz yere? .
-Ezandan önce
yetişiriz İnşaallah.
-Geciktiğimiz için
arkadaşlar bizi merak ediyorlardır şimdi.
-Benim de endişem o
zaten. Yoksa iftara yetişmesek de bir şey olmaz. Allah bu akşamki rızkımızı
elbette verecektir. Ha İlyas'm evinde, ha başka bir yerde...
-Haklısın da Yusuf,
ayıptır söylemesi ben bugün çok acıktım. Midemde rahatsızlık olduğu için
sahurda yemek yememiştim.
-Rahatsız miydin?!
Niçin söylemedin? Seni doktora götürür, muayene ettirirdik en azından.
-Önemli bir sorun yok Yusuf,
endişelenme. Bende zaman zaman böyle rahatsızlıklar oluyor. Galiba midem biraz
hassas olduğu için yemekler çok çabuk dokunuyor bana. Ama şimdi iyiyim, merak
etme.
-İyi, buna sevindim
işte. Allah'a hamd olsun.
-Elhamdülillah! Neyse
sen gideceğimiz yere çok kaldı mı, onu söyle Yusuf?
Yusuf, Ümit'in
sorusunu cevaplamadan arkadan "Yusuf Abi, Yusuf Abi!" diye kendisini
çağıran bir ses işitti. İkisi de sesin sahibini görmek için hızla döndüler.
Kendilerini çağıran, Hüsameddin adında, İmam Hatip Lisesi 3. sınıfta okuyan bir
gençti. Babası Muhammed Hoca, emekli imamdı ve aynı zamanda iyi bir âlimdi.
Emekli olmasına rağmen kendi mahallesindeki camide imamlık yapıp burada Fıkıh,
Siyer, Hadis ve Tefsir gibi İslami
dersler vermeye devam ediyordu. Yusuf, sonraları bir vesileyle Muhatnmed
Ho-ca'yla tanışmış, tanıştıkları sırada orada bulunan Hüsamed-din'in Yusuf u
okuldan tanıması sebebiyle de birkaç kez evlerinde kalmıştı. Bu tanışmayla
birlikte Yusuf, hafta sonlarında ve hafta içi derslerin yoğun olmadığı zamanlarda,
îmam Hatip Lisesinde belli bir seviyeye ulaştırdığı Arapça öğrenimini
tamamlamak için Muhammed Hoca'dan ders almaya başlamış, bunu düzenli bir
şekilde devam ettirmişti. Bu derslere İlyas ile Hüsameddin de katılıyorlardı.
İşte Yusuf un Hüsameddin'le olan bu ders arkadaşlığı, ikisi arasında sevgi ve
saygıya dayalı güçlü bir kardeşlik bağı oluşturmuştu. Hüsameddin Yusuf u
kendisine örnek olarak alıyor, onun güzel ahlakından, edep ve hayasından,
İslami bilgi ve kültüründen istifade etmeye çalışıyordu. Hatta bu yıl gireceği
üniversite sınavında Tıp Fakültesini hiç düşünmediği halde, sırf Yusuf orada
okuyor diye, önüne ilk hedef olarak tıbbı koymuştu.
Yusuf, kendilerini
çağıran sesin sahibinin Hüsameddin olduğunu görünce dalgınlığına hayıflandı. Çünkü
şu an tam da Muhammed Hoca'run evinin bulunduğu binanın biraz ötesindeydiler.
Hüsameddin, elinde birkaç poşetle binaya gireceği sırada onları fark etmişti.
Yusuf u bu iftar vakti evlerinin yakınında görmesi onu epey sevindirmişti. Yüzüne
yayılan bu sevinçle Yusuf ile Ümit'in yanma gitti. Selam-laşıp tokalaştıktan
sonra:
-Yusuf Abi, bu vakitte
dışarıda ne işiniz var? Ezan ha okundu, ha okunacak! diye sordu Hüsameddin.
-Sorma Hüsameddin!
İlyas'in evine gidiyoruz. Arkadaşlarla oraya davet edilmiştik. İkimiz yurtta
biraz oyalanınca geciktik. Şimdi de yetişmek için acele ediyoruz. -Boş verin
oraya gitmeyi, artık yetişemezsiniz.
-Fazla kalmadı zaten,
iki-üç sokak sonra oradayız.
-Sizi bu vakitte
burada görmüşken kafiyen bırakmam Yusuf Abi.
-Yapma Hüsameddin,
İlyas kardeşin gönlü kalacak, kalbi kırılacak sonra.
-Orasını bana bırak
Yusuf Abi. Ben ona telefon açar, durumu izah ederim. Babam da seni görünce çok
sevinecek. Hem başka misafirler de var. Siz yalnız olmayacaksınız.
-Onlar kim peki?
-Babamın hem cami
cemaatinden/4ıem mahalleden, hem de ders verdiği Müslümanlardan oluşan karışık
bir grup. On kişinin üzerinde vardırlar. Genelde hepsi orta yaş ve üzeri...
Yusuf, Ümit'e bakıp
onun da fikrini almak için gözlerindeki ifadeyi okumak istedi. Ümit, başını sallayıp
olumlu karşıladığını belirtince;
-Tamam Hüsameddin,
dediğin gibi olsun. Yalnız İlyas sana kızarsa, karışmam ha, ona göre!
-Anlaştık Yusuf Abi.
-Ümit'le tanışmıyorsun
herhalde değil mi?
-Şimdi tanışmış olduk
Yusuf Abi.
-Olsun, ben yine de
tanıştırayım.
Yusuf onları
tanıştırdıktan sonra Hüsameddin biraz önden gidip içeriyi müsait etti. Kapıda
bekleyen iki genci içeri aldı. Misafirlerin bulunduğu odaya almadan önce babasını
çağırıp durumu izah etti. Babası da oğlunun bu misafirperverliğinden memnun ve
sevinmiş bir halde onları diğer misafirlerin yanma aldı. Gençler içeriye
girince selam verdiler. İki genç diğerleriyle tek tek tokalaşırken, Muhammed
Hoca:
-Allah bize iki genç
kardeşimizi daha misafir olarak gönderdi. İnşaallah onlarla birlikte soframız
daha bereketli olacak, dedi.
Yusuf ile Ümit içeri
girdiklerinde sofra neredeyse hazırlanmıştı. Fazla lükse kaçılmamakla birlikte
sofrada duran yemekler iştah kabartıcıydı. Son eksikliklerin de tamamlanmasıyla
birlikte misafirler sofranın etrafında toplandılar. Çok geçmeden okunan ezanın
sesi duyuldu. Muhammed Hoca: "Aziz Allah, Aziz Allah, şefaat ya
Resulullah!" diyerek ezana mukabele etti. Sonra ellerini kaldırıp iftarda
okunması sünnet olan ve Ebu Davud'dan rivayet edilen "Ey Allahım! Senin
rızan için oruç tuttum ve Senin rızkınla orucumu açıyorum..." şeklindeki
hadisi okuduktan sonra Müslümanların içinde bulunduğu zor durumlar için kısa
bir duada bulundu ve 'Âmin' deyip elleriyle yüzünü mes-hetti, Onunla birlikte
ellerini dua pozisyonunda kaldırmış olan misafirler de onun yaptığı gibi
yaptılar. Sonra hem ev sahibi olması, hem de orada bulunanların en yaşlısı
olması hasebiyle Muhammed Hoca; 'Bismillah!' deyip sünnet olduğu üzere bir
hurma alarak orucunu açtı. Ardından da misafirlerin elleri yine besmeleyle
hurmalara uzandı.
Herkes yemeğini
yedikten sonra Muhammed Hoca oğluna dönerek:
-Hüsameddin, oğlum!
Büyük odayı müsait et de akşam namazımızı geciktirmeden kılalım, dedi.
Babasının bu
uyarısıyla odadan hızla çıkıp az sonra geri geldi Hüsameddin.
-Tamamdır baba,
gidebiliriz.
-Haydi ya Allah!
Muhammed Hoca'nm
imamlığı, Hüsameddin'in de müezzinliğinde akşam namazı kılınırken, diğer odada
sofra toplanmış, içerisi temizlenip havalandırılarak tekrar oturmak için
hazırlanmıştı. Namazdan sonra Muhammed Hoca ve misafirler tekrar ilk
oturdukları odaya geçtiler. Onlar daha yeni oturmuşken, Hüsameddin çayları
getirip misafirlere ikram etmeye başlamıştı bile. Herkes çayını aldıktan sonra
Muhammed Hoca misafirlerine hitaben:
-Kardeşlerim! dedi.
Tüm dikkatler ona
yönelince devam etti.
-Kardeşlerim! Mademki
bu mübarek Ramazan akşamı vesilesiyle bir araya geldik, o halde Rabbimizin
adını yücelttiği, Rahmet ve bereket ayı olan bu kudsi aydan daha fazla istifade
etmek için ne yapmak gerektiği konusunda birkaç söz söyleyeceğim. Bu arada
çaylarımızı da içer, sonra hep birlikte teravih namazımızı kılmak için camiye
gideriz inşaallah. Bildiğiniz gibi, Müslümanlar her nerede olurlarsa
olsunlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmek, iyiliği emredip
kötülükten sakmdırmakla mükelleftirler. Müsaadeniz olursa, ben de bu
mükellefiyetin gereğini yerine getirmeye çalışacağım.
Evet; Resulullah
(sav), Buhari'de geçen bir Hadis-i Şerifinde: "Kim inanarak ve sevabını
Allah'tan umarak Rama-zan'ı ihya ederse geçmiş günahları bağışlanır" diye
buyurmuştur. Yine Peygamber Efendimiz (sav) üç aylara ulaştığında;
"Allah'ım! Receb ve Şaban'ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan'a
ulaştır" şeklinde dua ederdi. Bundan anlıyoruz ki; Ramazan ayı, semanın
rahmet kapılarının açıldığı, müminlerin mağfiretle müjdelendiği, cehennem
kapılarının kapandığı ve şeytanların zincire vurulduğu kudsi bir aydır.
Bizleri bu mübarek aya
ulaştıran Yüce Allah'a sonsuz hamd-u senalar olsun. Bir sonraki Ramazan ayma
ulaşıp ulaşamayacağımızı bilemeyiz. Bu konuda hiç kimsenin bir garantisi
yoktur. Bu yüzden hali hazırda içinde bulunduğumuz bu aydan en güzel şekilde
istifade etme konusunda azami bir gayret göstermeliyiz. Aynı şekilde aile,
akraba, komşu ve arkadaşlarımızın da bu aydan en güzel şekilde istifade edebilmeleri
için onlara da yol göstermeli ve yardımcı olmalıyız. Peki, nasıl istifade
etmeli ve bunun için neler yapmalıyız?
Hepimiz, bilincimiz ve
imkânımız nispetinde bazı güzel amelleri yıl içinde zaman zaman yapmaya
çalışırız. Ramazan ayı; bizler için, yıl içinde aralıklarla yaptığımız tüm
hasene ve ibadetlerin düzenli ve çokça yapıldığı bir ay olmalıdır. Ramazan
ayında hayırlı amellerimizi artırmalı, okumalı ve okuduklarımızla amel
etmeliyiz. Özellikle Sün~ net-i Seniye'ye hakkıyla uyma konusunda azami gayret
göstermeliyiz.
Tuttuğumuz Ramazan
orucuna, fıkhı yönden bir halel gelmemesi için, öncelikle Ramazan orucu ile
ilgili ilmihal bilgilerini okumalı ve orucun fıkhı boyutunu tam olarak öğrenmeliyiz.
Bildiğiniz gibi oruç, sadece gün boyu aç ve susuz kalmaktan ibaret değildir.
Bilakis tüm uzuvlarımızla oruçlu olmalıyız. Yani gözümüzü haramdan, dilimizi
gıybetten, kulaklarımızı haram sözler işitmekten, kalbimizi masivadan
sakmdırmalıyız.
Üstad Bediüzzaman'm
risalelerinden 'Ramazan Risalesi'ni anlayarak okumak, Ramazan aymm hikmetini
anlamamız açısından önümüze derin ufuklar açacaktır. Ayrıca Ramazan ayında
Resulullah (sav)'m hayatıyla ilgili kısa bir siyer kitabı da okumak faydalı
olacaktır.
Yüce kitabımız
Kur'an-i Kerim, Rabbimiz tarafından Cebrail (as) vasıtasıyla bu ayda inmeye
başlamıştır. Cebrail (as) ile Peygamberimiz (sav), her Ramazan ayında Kur'an-ı
Kerim'i mukabele yapmışlardır. Hatta Peygamberimiz (sav)'in vefatından önceki
Ramazan ayında bu mukabele iki kez yapılmıştır. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim
tilavetinin hem çok hayırlı bir ibadet olmasından, hem de Resulullah (sav)'ın
müekked sünnetinden olduğu için, o zamandan günümüze kadar tüm Müslümanlar,
Ramazan aylarında Kur'an-ı Kerim tilavetine ağırlık vermişlerdir. Bizler de aynı
bilinçle Kur'an-ı Kerim'i çokça okumalıyız. Zira okunan her bir harfin
sevabının on misliyle fazlalaştığını biliyoruz. Çünkü Cuma günleri, Ramazan ayı
ve özellikle de Kadir Gecesi'nde okunan her bir harfin sevabının yüzler, hatta
binler misliyle ziyadeleştiğini hidayet önderi Peygamberimiz (sav)
müjdelemiştir.
Özellikle erkek
mü'minler, Ramazan ayında camilerde mukabele şeklinde okunan hatimlere iştirak
etmelidirler. Böylece ResuluUah (sav)'m mukabele sünneti ihya edilmiş olur.
Aynı şekilde mü'mine bacılar da mukabele şeklinde cüz okumak için çocukları,
komşuları ve akrabalarıyla halkalar oluşturmalıdır. Öyle ki her sokakta, her
binada bir mukabele grubu oluşsun. Bunun yanında hepimiz, ferdi olarak da
Kur'an-ı Kerim tilavetine ağırlık vermeliyiz. Özellikle geceleri, tertil üzere
ve manasını anlamaya çalışarak Kur'an-ı Kerim'i okumak maneviyatımızı
güçlendirecektir. Ramazan ayı; muhatap olduğumuz ilahi mesajı yeniden
alı-yormuşuz gibi bizde bir coşku oluşturmalıdır. Böylelikle Müslümanlar olarak
tüm benliğimizle ilahi mesajı idrak etme gayretinde olmalıyız.
-Hocam! dedi, iri
yapılı, 45 yaşlarında olduğu anlaşılan hafif sakallı misafir. İyi diyorsunuz
da, bazılarımız Kur'an-ı Kerim okumasını bilmiyoruz. Bunun için ne yapabiliriz?
Muhammed Hoca, soru
soran Müslüman'a bakıp tebessüm etti. Sonra kaldığı yerden konuşmasına devam
etti.
-Zaten ben de bu
hususa değinecektim Mustafa kardeşim. Tabi ki hepimiz Kur'an-ı Kerim okumasını
bilmiyor olabiliriz. Ancak bu, hiç öğrenemeyeceğimiz anlamına gelmez, öyle
değil mi? Bilmiyorsak, bu durumda yaşımıza, ya da bulunduğumuz ortam ve
şartlara bakmadan, mübarek Ramazan ayını Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek için bir
fırsat bilmeliyiz. Okumasını bilmeyen kardeşlerimiz, eğer imkân varsa
kendilerine en yakın camide, bu mümkün değilse evde veya işyerinde bilen bir
kardeşten ders alabilirler.
Kur'an-ı Kerim
Öğrenmeye ihlâs ve azimle bir başlangıç yapılırsa, Rabbimiz; mübarek Ramazan'm
da feyiz ve bereke-tiyle, bunu bize kolaylaştıracaktır inşaallah.
Kur'an-ı Kerim'i
öğrenmek isteyen kardeşlere, okumasını bilenler yardımcı olmalıdır. Hepimiz
her ortamda ders vermek için gayret sarf etmeliyiz. ResuluUah (sav)'ın Sahih-i
Buhârî'de geçen; "Sizin en hayırlınız Kur'an-ı Kerim'i öğrenen ve onu
öğretendir" hadisini kendimize şiar edinmeliyiz.
Ramazan ayında boş söz
ve davranışlardan kaçınmak gerekir. Bunun için düzenli olarak yerine
getireceğimiz virdler ve zikirler edinmeliyiz. Rabbimizi çokça anmak,
Peygamberimiz (sav)'e bolca salâvat getirmeli sık sık tövbe ve istiğfar
etmeliyiz. Öyle ki kalbimiz hiçbir şekilde gaflete gelmesin ve dilimiz de
sürekli zikirle meşgul olsun.
Hayatımızın her
aşamasında Hz. ResuluUah (sav)'ın Sünnet-i Seniyyesine uymamız gerekir. Üstad
Bediüzzaman'ın dediği gibi; "Sünnete ittiba ile adetlerimiz ibadete
dönüşür." Günlük yaşantımızda sünnete uyma noktasında hepimiz az-çok
gayret gösteriyoruz belki; ancak bu yeterli değildir. Sünnete uyma konusundaki
mevcut zaaf ve eksikliklerimizi tespit etmeli ve bu Ramazan ayını, hayatımızın
her aşamasının Hazreti ResuluUah (sav)'ın Sünnet-i Seniy-yesi ile şekillenmesi
için bir başlangıç yapmalıyız. Yüce Rabbimiz Al-i İmran Suresi 31. ayet-i
kerimesinde: "(Habi-bim Ya Muhammed!) De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız, o
halde bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın'
Allah Gafurdur, Rahimdir." şeklinde buyuralak Sünnet-i Seniyyeye tabi
olmanın ne kadar önemli ve gerekli olduğunu kesin bir şekilde biz Müslümanlara
ilan etmiştir.
Rabbimizin bir lütfü
olarak, Ramazan'a has ibadetlerden biri de teravih namazıdır. Hepimiz teravih
namazını camilerde cemaatle kılmalıyız. Bu konuda rehavete kapılarak üşengeç
davranmamalı, azami gayret göstermeliyiz. Teravih namazlarına çocuklarımızı,
akraba ve komşularımızı da götürmeliyiz. Mü'mine bacılarımız ise teravih
namazlarını evlerinde aile fertleri ve komşularıyla birlikte cemaatle kılabilirler.
Bunun için aynı sokakta, aynı binada oturan bayanlar bir araya gelmeli ve
teravih namazı kılmalıdırlar. Ama mutlaka camilerde teravih namazı kılma
arzusunda olan bacılarımız olursa, gidecekleri caminin eve yakın olmasına ve
camide bayanlara tahsis edilmiş tamamen müsait bir ibadet yerinin bulunmasına
dikkat etmelidirler. Ayrıca camiye gidip gelirken yanlarında mutlaka bir
mahremlerinin bulunmasına ve giriş çıkış zamanlarının erkeklerle aynı olmamasına
da dikkat etmelidirler.
Ramazan ayındaki
Müekked sünnetlerden biri de itikâ-fa girmektir. Buhari'de nakledilen bir
hadiste Hz. Resulul-lah (sav)'ın hanımı Hz. Aişe annemiz, Hz. Resulullah
(sav)'m vefat edinceye kadar Ramazanın son on gününde itikâfa girdiğini rivayet
etmiştir. Bu güzel sünneti ihya etmek için hepimiz gayret sarf etmeliyiz.
Yapabilirsek Ramazanın son on gününde, buna gücümüz yetmezse en az bir gün,
eğer koşullarımız buna da elvermiyorsa itikâfm hayır ve sevabından mahrum
kalmamak için bir anlık da olsa bu sünneti yerine getirmeliyiz.
Ramazan ayında kabir
ziyaretlerini arttırmak gerekir. Çünkü kabir ziyaretleri vasıtasıyla,
"Lezzetleri acılaştiran ölümü anmayı sıklaştınn" hadisinde belirtilen
ve herkesin kaçınılmaz sonu olan ölüme her an hazırlıklı olma konusunda
hayatımızı düzenleyebiliriz. Bu sayede Rabbimizle rabıtamızı güçlendirmek
suretiyle kendimizi günahlardan koruyacağımız gibi, vefat etmiş yakınlarımızı
daha çok hatırlamış ve ziyaretlerde okuyacağımız Kur'an-ı Kerim'le,
yapacağımız dualarla hem kendimize, hem de onlara sevap kazandırmış oluruz
inşaallah.
Ramazan, aynı zamanda
mü'minler arasında sosyal dayanışmanın geliştiği ve kardeşliğin pekiştiği bir
aydır. Bunun gereklerini yerine getirebilmek için Öncelikle küskün olduğumuz
bir mü'min varsa, haklı veya haksız olduğumuza bakmadan hemen barışmalı ve
kalplerini kazanıp helallik almalıyız. Aynı şekilde küskün olduklarını
bildiğimiz akraba, komşu ve arkadaşlarımızı barıştırmak için çaba sarf
etmeliyiz.
Yine dayanışma ve
kardeşliğimizi pekiştirmek için iftar yemekleri vermeliyiz. Bu iftarlara yakın
akraba, komşu ve çevremizdeki fakirleri davet etmeliyiz. Verilen iftarlarda israftan
kaçınmalı, makul ölçülerde hareket etmeliyiz. Bizleri iftara davet eden tüm
kardeşlerimizin de davetlerine icabet etmeliyiz.
Hasta olan akraba,
komşu ve mü'min kardeşlerimizi ziyaret etmeli, onların hal-hatır ve
ihtiyaçlarını sormalıyız.
İmkânlarımız Ölçüsünde
maddi ve manevi konularda yardımcı olmalı, hiçbir şey yapamıyorsak dahi en azından
onları dualarımızdan eksik etmemeli ve onlardan da dua talebinde
bulunmalıyız.
Fıtır
sadakalarımızı, fakir olan akraba, komşu ve mü'min kardeşlerimize
vermeliyiz. Sadece Fıtır sadakası vermekle yetinmemeli, gücümüz oranında
sadakalarımızı arttırmalı, çevremizdeki fakirleri gözetmeli ve onların ihtiyaçlarına
koşabilmeliyiz. Unutmayalım ki; israftan kaçınarak makui ölçülerde hareket
edersek, her zaman için verecek bir sadakamız mutlaka olacaktır. İnsanlar,
sadakanın maddi olarak yüksek miktarda olması gerektiğini zannediyorlar.
Birçoğumuz da bu düşünceyi paylaşıyoruz. Bu yüzden yüksek miktarda sadaka
vermeye gücü yetmeyenler, maalesef hiç sadaka vermemektedirler. Oysa bu anlayış
yanlıştır. Çünkü önemli olan, sadaka verme ve bunun sevabını kazanabilmektir.
Bu nedenle sadakanın miktarına bak-mamalı, cüzi bir miktar da olsa, vermekten
imtina etmemeli ve gücümüz nispetinde sadaka vermeyi adet edinmeliyiz. Ramazan
ayında mü'minlere şevk ve umut veren en büyük hediye; Rabbimizin, biz kullarına
bir lütfü olan Kadir Gecesi'dir. Bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi'nin
feyiz ve bereketinden nasiplenebilmek için tüm Ramazan gecelerini Kufan-ı Kerim
okuyarak, namaz kılıp zikir ve duayla ihya etmeye gayret göstermeliyiz.
Özellikle de Ra-mazan'm son on gününde ibadetlerimizi arttırmalıyız. Kadir
Gecesi'nin vaktinin tam olarak bilinmemesinin hikmeti; mü'minleri ibadete
rağbet ettirmek ve şevklerini canlı tutmaktır. Bizler de, ihlâsla Rabbimize
yönelmeliyiz ki, Rabbiniz bizi bu geceden nasiplenen kullarından eylesin.
Yüce Allah'ın, Ramazan
orucunu tutan mümin kullarına bir hediye olarak bahşettiği Bayram gününde ise
sünnet olan bayram guslü almalı, en temiz elbiselerimizi giyerek bayram
namazını eda etmek için müdavimi olduğumuz camiye gitmeliyiz. Bayram namazı
eda edildikten sonra, tüm cami cemaatiyle tek tek bayramlaşmak, akabinde cami
cemaatinden de gelenler olursa, birlikte kabristanlara gidip vefat eden
yakınlarımızın ve İslam yolunda şehit olan kardeşlerimizin kabirlerini ziyaret
ederek Ku/an-ı Kerim okumalıyız. Evimize geldiğimizde tüm aile efradı ile
bayram-laştıktan sonra sırasıyla komşu, akraba, varsa hastaların ve tüm
Müslüman kardeşlerimizin bayram ziyaretine gitmeliyiz. Ayrıca şehid ve tutuklu
ailelerini ziyaret edip bayramlarını tebrik ederek onları sevindirmeliyiz.
Özellikle babaları şehid olan veya cezaevinde bulunan çocukların üzüntülerini
hafifletmek için elimizden gelen çabayı sarf etmeliyiz. Kendi çocuklarımızı
bayramda sevindirmek için yaptığımız harcamaların bir kısmını şehid ve tutuklu
çocuklarına da ayıralım. Unutmayalım ki, yetimleri sevindirmek çok büyük bir
sevaptır.
Ramazan ayı manevi
açıdan Rabbimize en çok yaklaştığımız, arındığımız ve korunduğumuz müstesna
bir aydır. Bu ayda eda edeceğimiz tüm ibadetlerin akabinde ümmet için çokça dua
etmeliyiz. Özellikle iftar, sahur ve Kadir gecesi gibi müstesna vakitlerde
yapacağımız dualarda; Rabbimizin İslam ümmetini selamete çıkarması, İslam dini
için mücadele veren tüm
mü'minlere yardım edip muhafaza etmesi, tüm ümmetin vahdeti ve doğru yola
ulaşabilmesi için tazarru ile dua etmeliyiz. Aynı şekilde, İslam coğrafyalarına
musallat olmuş emperyalist, siyonist devletlerin ve İslam düşmanı kâfirlerin de
helak olmaları için Rabbimize yalvarmalıyız.
Allah nasip ederse,
ibadetlerle ve ameli güzelliklerle yaşanacak Ramazan ayı sonunda, yaptığımız
tüm ibadetlerin muhasebesini yapmalıyız. Elimizden geldikçe Ramazan sonrası da
bu ibadetlere devam etme azminde olmalıyız. Şüphesiz Ramazan ayının kendine has
bir bereketi vardır. Bu ayda ibadetler ziyadeleşir. Ama bizler bu güzellikleri
sadece Ramazan ayı ile sınırlandırmayarak, tüm seneye, hatta hayatımıza
yaymalıyız. Bu konuda Allah'ın yardımını dileyerek amellerimizi
süreklileştirme çabasında olmalı ve Ramazan'ı, kendimizi manevi yönden daha çok
geliştirmek için bir fırsat olarak görmeliyiz.
Allahu Teala'dan;
lütf-u keremiyle razı olacağı, ibadetlerle dolu dolu yaşayacağımız ve
mağfiretimize vesile olacak bir Ramazan ayını hepimize nasip etmesini
diliyorum. Benim söyleyeceklerim bu kadar. Allah hepinizden razı olsun.
-Âmin, cümlemizden!
dediler hep birlikte. Odada bir müddet karıştırılan bardaklardan ve içilen
çaylardan gelen seslerden başka ses çıkmadı. Herkes Mu-hammed Hoca'nm
anlattıklarının muhasebesini yaparak söylenenlerin doğruluğunu ve yapmaları
gerektiği konusunu düşünüyordu. Bu sessizlik hali fazla uzun sürmedi. Sonra
Ramazan Ayı'mn güzelliği ve bereketi üzerine sohbet ettiler. Ta ki Muhammed
Hoca'nm oğlu Hüsameddin içeri girene kadar. Hüsameddin içeri girince babasına
dönerek saygıyla:
-Baba, yatsı ezanına
on dakika kaldı, dedi.
Muhammed Hoca bu ihtar
üzerine misafirlerine:
-O halde kalkalım,
haydi ya Allah! dedi.
-Misafirler
ı-azırlanırken Muhammed Hoca oğluna seslendi:
-Hüsameddin, oğlum!
İçeriyi müsait et de çıkalım. Amcalarının ayakkabılarını da hazırla.
-Tamam baba.
Muhammed Hoca,
misafirlerini alarak birlikte camiye gitmişlerdi. Cami, normal büyüklükte
olmasına rağmen insanlarla dolup taşmıştı. Ramazan'm harar ve bereketinden
istifade etmek isteyen Müslümanlar, dünyanın cennete açılan kapıları
mesabesindeki camilere akın ediyorlardı. Cennetin yolu elbette Allah'a
hakkıyla kul olmaktan geçiyordu. Allah'a kulluğun en bariz olarak görüldüğü
mekânlar ise camilerdi. Hele Ramazan'da camilerin tadı bir başka olurdu.
Manevi lezzetin doruğuna ulaşmak isteyen rnü'minler, Allah'ın evi olan bu
mekânlarda aradıklarını kolayca buluyorlar, kalpleri Allah aşkı, Peygamber
(sav) sevgisiyle dolup taşıyordu. Ramazan boyunca camilerde okunan Kur1 anlar,
kılınan namazlar, yanık kalplerle, huşu ve gözyaşlarıyla demlenen dualar,
yeryüzünü bir rahmet şemsiyesi gibi bü-rüyordu.
İşte bu akşam da yine
dopdoluydu cami. Genç, ihtiyar, kadın, çocuk demeden camiyi tıka-basa
doldurmuştu Müslümanlar. Caminin asma katının ön tarafı bir perdeyle kapatılarak
kadınlara tahsis edilmiş, böylece kadınların da teravihlerin coşkusunu
yaşamaları sağlanmıştı. Gerçekten de teravih namazlarında büyük bir coşku ve
heyecan vardı. Yaşamayan bunu bilemezdi elbette. Bu; anlatılmaz, ancak
yaşanırdı. Camide; çocuk, genç, yaşlıların oluşturduğu kalabalık içinde
kalbini Rabbine açarak gönlünde coşku, sevinç, heyecan duyup Rabbinin
huzurunda secdeye giden bir Müslümanm, kendileriyle birlikte saf tutan
meleklerin kanatlarının hareketiyle yüzüne gelen serin havayı fark etmemesi
düşünülemezdi. İşte öyle bir şeydi Ramazan gecelerinde, camide teravih
namazını kılmak... Hele her dört rekâttan sonra yüksek sesle getirilen
salâvatlar, coşkunun derecesini çok daha artırıyordu. Namaz bitip de evine
dönen Müslümanlar, yaptıkları ibadetin hazzını ve manevi lezzetini bir sonraki
güne kadar yüreklerinde ve gönüllerinde yaşıyorlardı.
Muhammed Hoca, bu
camide imamlık yaptığı için misafirleriyle birlikte camiye geldikten sonra
imam odasına geçti. Cübbesini giyip sarığını bağladıktan sonra dört rekât
sünnet namazı kıldı. Sonra müezzinin kamet getirmesiyle farza başladı.
Yatsı namazı ve
teravihlerin ardından cami boşalmış, Muhammed Hoca'nın misafirleri de iftar
daveti için teşekkür edip evlerine gitmişlerdi. Yusuf ile Ümit de gitmek istemiş;
ancak Muhammed Hoca onlara izin vermeyerek;
-Bu gece vakti nereye
gideceksiniz Yusuf kardeşim? Yurda yetişene kadar vakit gece yarısını bulur.
Hem bu saatte araba bulmak da meseledir. Bu gece bizde kalır, yarın okulunuza
gidersiniz. Ben size izin versem bile Hüsamed-din izin vermeyecektir, demişti.
Orada bulunan Hüsamed-din de bunu doğrulamış ve kalmaları için ısrar etmesiyle
de iki genç, baba-oğulu kıramamış ve kalmaya karar vermişlerdi.
Teravih dönüşü
Muhammed Hoca bir müddet üç gencin yanında oturmuş onlarla sohbet etmiş ve
derin ilmiyle Ramazan ayı'nın Önemi üzerine bilgiler sunarak Asr-ı Saadette bu
ayın nasıl yaşandığı konusunda çarpıcı hikâyeler anlatmıştı. Sonra da gençleri
yalnız bırakarak onların yanından ayrılmıştı. Muhammed Hoca odadan çıktıktan
sonra baş başa kalan gençler, daha rahat bir sohbet imkânına kavuştular. Söze
ilk önce Ümit başladı.
-Böyle bir baban
olduğu için çok şanslısın Hüsamed-din. İnsanın İslami bir aile yapısı içinde
yetişmesinin tadı bir başka olsa gerek. Keşke benim ailemde de İslami bir yapı
olsaydı! Nasip meselesi işte...
Hüsameddin, Ümit'in
ailesi için söylediklerinden dolayı teşekkür ettikten sonra onun aile
yapısının nasıl olduğunu sordu.
-Senin ailende İslami
bir yapı yok mu Ümit abi? Yani annenle baban namazlarını da kılmıyorlar mı?
-Namazlarını
kılıyorlar tabi; ama İslam sadece namaz kılmaktan ibaret değil ki... Mesela
benim camiye gitmeme, arkadaşlarla birlikte olmama şiddetle karşı çıkıyorlar.
-Ama niye? Bunun
elbette bir sebebi olmalı. Eminim ki, camiye giden birisinin iyilikten başka
bir şey yapmadığını onlar
da biliyorlardır.
Hüsameddin'in bu
sorusunu Yusuf cevapladı. -Elbette camiye gitmenin, Kur'an-ı Kerim öğrenip öğretmenin,
namaz kılmanın çok iyi bir şey olduğunu onlar da çok iyi biliyorlar. Camiye
giden çocuk ve gençlerin toplum içinde örnek alınacak bir ahlaka sahip
olduğunu, haram ve günahlardan kaçınıp iyilik ve hayırdan başka bir şey
yapmadıklarını neredeyse toplumun hepsi biliyor ve kabul ediyor. Ama gerek
mürted Örgütün camiye giden gençleri hedef almaları ve gerekse de camiye
gidenlerin suçlu gibi görülüp devlet tarafından cezaevlerine atılmaları
aileleri korkutuyor. Camiye gittikleri ya da arkadaşlarla birlikte oldukları
için mürted örgüt tarafından şehid edilen birçok arkadaşımız olduğu gibi sırf
bu yüzden yüzlerce kardeşimiz zindanlarda esaret altında yaşamak zorunda
kalmışlardır. Anne-babaların evlatlarını tehlikeden koruma duyguları çok fazla
gelişmiş. Hatta o kadar fazla ki, çocuklarının doğru yolda olduklarını
bildikleri halde, onları tehlikeden koruma kasdıyla yollarından ayırmak için
her yola başvurmaktadırlar. Bu konuda İslam'ın hilafına bazı davranışlar içine
girdikleri bile olmaktadır. Aslında ailelerin bu refleksini anlayışla
karşılamak lazım... Onlar da kendilerine göre haklıdırlar. Çünkü hiçbir ebeveyn
çocuğunun başına istemediği bir durumun gelmesini istemez.
Ümit, Yusuf un
sözlerini bitirmesini beklemeden araya girdi.
-İyi de Yusuf, onlara
ben de hak veriyorum; ama onlar sadece kendilerinin haklı görülmesi ile yetinmiyorlar
kla da bizim dediğimiz gibi yapacaksın' deyip diretiyorlar.
Onların dediklerini
yapsam, bu mübarek ve kutlu İslam davasını bırakmam gerekecek. Bu kabul
edilebilir mi?
Yusuf gülümseyerek',
sakince yanıtladı Ümit'in sorusunu.
-Ben, 'Onları haklı görmek
lazım' derken, 'Bu konuda onların dediklerine uymalıyız' şeklinde bir kastım
olmadı. Dünyevi konularda onları dinleme ve itaat etme yükümlülüğümüz var,
ancak Allah'a isyan sayılacak konularda itaat etme gibi bir zorunluluğumuz asla
yoktur. Çünkü "Halık'a isyan konusunda mahlûka itaat yoktur" diye
bize yol göstermiş Resulullah (sav). Ayrıca Yüce Allah (cc) kutsal kitabımız
Kur'an-ı Kerim'in Lokman Suresi 15. ayet-i kerimesinde: "Ey insanoğlu!
Ana baba, seni, körü körüne Bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat
etme; dünya işlerinde onlarla güzel geçin; Bana yönelen kimsenin yoluna uy; sonunda
dönüşünüz Banadır. O zaman, yaptıklarınızı size bildiririm." diye
buyurmuştur. Görüldüğü gibi Yüce Allah (cc)'ın bu konudaki buyruğu kesindir.
Bununla birlikte ailelerimiz hususunda sabırlı davranmak gerekir. Onlara saygı
ve sevgide asla kusurlu davranmamalıyız. Onlar belki bizim kadar okumamış,
İslami konularda araştırma yapmamış olabilirler; ancak İslam'ı sevme hususunda
bizden daha aşağı değillerdir. Onların korkularını yenmeleri için sabırlı
olmalı, bildiklerimizi onlara da anlatmalıyız. Yüce Allah (cc)'m bir konuda
vermiş olduğu hükmün hiçbir şekilde değişmeyeceğini, O dilemedikçe hiç
kimsenin bize zarar veremeyeceğini ayetlerle, Peygamber Efendimiz (sav)'in
hadisleriyle ve Asr-ı Saadet'ten örnekler vererek kavratmalıyız. Siyeri onların
anlayacağı şekilde, onların seviyelerine göre anlatabilirsek, mutlaka bize hak
verecekler ve korkularını yeneceklerdir. Çünkü onlar bizim iyiliğimizi
istiyorlar. O halde hangi ana-baba çocuğunun ahirette cehennemde yanmasına
rıza gösterir? Evde boş olduğumuz vakitlerde sürekli Kur'an-ı Kerim okumalı,
aile fertleriyle en güzel bir şekilde ilişki içine girmeli, büyüklerimize
saygılı olup küçüklerimizi de sevmeliyiz. Aile içinde göstereceğimiz güzel ahlak,
olgunluk, tevazu, ağırbaşlılık tüm aile içinde örnek olmalı, herkes tarafından
fark edilmelidir. Tüm bu güzel hasletlerin İslam'dan kaynaklandığını onlar da
anlayacaklardır. Aile ve akrabalarımız İslam'ı yaşayan bir kişi ile yine
akrabalarımız içinde İslam'ı yaşamayan başka birisinin kıyasını
yapabilmelidirler. İşte o zaman İslam'ın güzelliği ortaya çıkacak ve bize
karşı olan tutumların hepsi sona erecektir.
-Haklısın, hem de çok
haklısın Yusuf. Aslında tüm bunları bilmeme rağmen uygulama noktasında bazen
zayıflık gösteriyorum. Bu da ailemin bana karşı olan tutumlarından
kaynaklanıyor. Daha doğrusu bana engel olmaya çalıştıklarında çok iyi bildiğim
şeyleri yapamaz hale geliyorum. Ama inşaallah bu konuda daha dikkatli olacağım.
Çünkü hem ana-babamı, hem de kardeşlerimi çok seviyorum. Onların da İslam'ı en
güzel şekilde yaşamalarını ve Yüce Allah'ın katma ak bir alınla çıkmalarını
istiyorum. İnşaallah bu konuda daha gayretli ve daha dikkatli olacağım.
-İnşaallah!
- Arkadaşlar, neredeyse
akşam ezanı okunacak. Hazırsanız camiye gidelim.
-Ben hazırım Kadri
Abi, dedi Ramazan.
Kollarını sıvamış olan
Muhsin:
-Ben abdestimi
tazeleyip geliyorum. Fazla uzun sürmez, dedi.
Mutfakta yemek
hazırlamakla meşgul olan Zekeriya'dan ses gelmeyince Kadri oda kapısına kadar
gelip ona seslendi.
-Sen camiye gelmeyecek
misin Zekeriya kardeş? Muhsin Abi abdestini alınca çıkacağız, ona göre!..
Zekeriya elindeki işi
bırakıp oturma odasının kapısına kadar geldi.
-Ben yemeği
yetiştiremedim. Siz gidin, ben namazımı burada kılacağım.
-Peki. Biz yatsıyı da
kılıp öyle geleceğiz. Bizi merak etme.
-Tamam; ama geç
kalmayın.
Bu sırada Muhsin
abdestini alıp dönmüş, yüz ve kollarım kurulayıp hazırlanmıştı. Çıkmadan önce
cebinden çıkardığı küçük esans şişesinin kapağını açıp arkadaşlarına
ikram etti.
-Camiye giderken güzel
elbiseler giymek ve güzel kokular sürünmek sünnettir, diyerek arkadaşlarının
kendisine uzanan sağ ellerinin sırtına sürdü. En son kendisi de süründükten
sonra elleriyle yüzünü mesnetti. Sonra küçük şişesini itinayla kapatıp cebine
koydu.
Cami fazla uzak
değildi evlerine. Hemen iki sokak ötedeydi. Gençler, her müsait olduklarında,
vakit namazlarını camide cemaatle birlikte kılıyorlardı. Cami onlar için çok
şey ifade ediyordu. Çünkü onlar, Allah'a yakınlaşma vesilelerinden biri olarak
görüyorlardı camiyi Öyle ya, günümüz gençliğinin kahvehane, meyhane, disko vb.
mekruh ya da günahların işlendiği çeşitli mekânlarda zaman öldürerek Allah'tan
uzaklaşmasına karşılık, Kadri ve arkadaşlarının Allah'ın evine gidip Allah'ın
hoşnut ve razı olduğu şeyleri yapması, elbette caminin Allah'a yakınlaştırıcı
bir mekân olmasından kaynaklanıyordu. Hem Allah Resulü (sav)'nün; hiçbir
gölgenin olmadığı günde, Arş'm gölgesi altında gölgeleneceklerini müjdelediği
yedi sınıf insandan bir sınıfın, "Kalbi camilere bağlı gençler"
olması, onların camiye ilgilerini ve bağlılıklarını daha çok artırıyordu. Cami
onların ev ve okuldan sonraki üçüncü adresleri olmuştu adeta. Öğrenci
olmalarından doğan bir aksilik veya hesapta olmayan bir durum olmadığı müddetçe
camiyi aksatmamaya özen gösteriyorlardı. Böyle durumlarda bile, içlerinden en
azından biri camiye gider, vakit namazını cemaatle kıldıktan sonra
dönerdi.
Okumuş kesimin kendi
manevi değerlerine, gelenek ve göreneklerine sırt çevirip küçümsediği, bunun yerine batılı değerlere
sarıldığı böylesi bir zamanda, Kadri ve arkadaşlarının caminin müdavimlerinden
olması, bütün mahalleli üzerinde olumlu bir etki bırakmıştı. Kendi öz
değerlerine bağlı, dini bütün, imanı kâmil bu gençler, kendilerinden biriymiş
gibi davranıyor, okumuşluğun kibir ve gururundan en küçük bir iz bile
taşımıyorlardı. Bunun yanı sıra mahallelinin derdiyle dertleniyor, düşkünlere
ve yardıma muhtaç olanlara kendi güçleri nispetince gereken yardımı, ilgi ve
alakayi gösteriyorlardı. Hastalan ziyaret etmek, tedavi olmaya imkânı
olmayanlara yardımcı olmak; fakir öğrencilere araç-gereç ve elbise temin
etmek; sınavlara hazırlanan öğrencilere hem kendileri, hem de tanıdıkları öğretmenler
vasıtasıyla destek olmak; işsiz olup evine aş götüremeyenlere Müslüman esnaf
aracılığıyla erzak temininde bulunmak, yaptıkları faaliyetlerin sadece
birkaçım teşkil ediyordu. Tüm bunlar, özellikle bina sakinleri olmak üzere,
onları tanıyan herkesin takdir ve hayranlığını kazanmalarına vesile olmuştu.
Üç genç binadan
çıkarken hemen sağda, üçüncü katta oturan İhsan Amca'ya rastladılar. Gençler
onu hararetle selamladılar. İhsan Amca onları çok seviyordu, bu yüzden her
birini tek tek alınlarından öptü. Yaşı 60'ın üzerindeydi İhsan Amca'nm.
Demiryolu işçiliğinden emekliydi. Çocukları evlenip ondan ayrılmışlar, kendisi
gibi yaşlı hayat arkadaşıyla yalnız yaşıyordu. Bembeyaz sakalı, güler yüzü,
başından hiç çıkarmadığı gri külahıyla eli öpülesi bir ihtiyardı. Etrafında
çocukları olmadığı için Kadri ve arkadaşlarını çocukları gibi görür, zaman
zaman onları yemeğe davet eder, ya da yemek gönderirdi. Doğrusu Kadri ve arkadaşları da ona saygı ve
sevgide kusurda bulunmuyor, çocuklarının yokluğunu aratmıyorlardı.
Selamlaşmanın ardından
İhsan Amca: -Hayrola çocuklar, nereye böyle? diye sordu. Sorusunu Kadri
cevapladı.
-Camiye gidiyorduk
İhsan amca. Neredeyse ezan okunacak.
-He ya vakit tamam...
Ben de geleyim; ama önce şunları Gülistan ananıza götürmem lazım.
"Şunları"
derken elindeki poşetleri göstermişti İhsan Amca. Ramazan hemen uzanıp elindeki
poşetleri aldı.
-Sen zahmet etme İhsan
Amca. Ben hemen koşup sizin eve bırakırım. Gülistan anaya da senin camiye
gittiğini söylerim, dedi.
-Sağ ol evladım. Allah
ne muradın varsa versin. Allah hepinizi salih kullarından eylesin.
-Âmin, İhsan Amca!
Allah senden de razı olsun. Haydi, siz gidin, ben size yetişirim, diyerek
elindeki poşetlerle hızla binaya girip merdivenleri tırmandı Ramazan.
Camiye doğru
giderlerken Muhsin cebinden küçük esans şişesini çıkarıp İhsan Amca'ya ikram
etti.
Cami; iki katlı, geniş
bir avlusu olan şirin bir yerdi. Fazla uzun olmayan minaresi, binaların
arasından pek görünmezdi. Bu yüzden yabancı birisi oralarda bir cami bulunabileceğini
sormadan bilemezdi. Vakit namazlarında fazla kalabalık olmayan cemaat,
özellikle Cuma namazlarmda dolup taşardı. Böyle zamanlarda avlu da kullanılır,
camiye sığmayan cemaat, yanlarında getirdikleri seccadelerini avluya sererek
Cuma namazlarını eda ederlerdi.
Birkaç ay Önce tayin
edilen yeni imamın gelmesiyle birlikte farz namazlardan sonra camiye kilit
vurma alışkanlığı terkedilmişti. Bununla birlikte özellikle ikindiden sonra ve
akşam ile yatsı arasında hem Kufan-ı Kerim dersi ve hern de îslami ilimlerden dersler
verilmeye başlanmıştı. Özellikle ikindiden sonra imamın çeşitli İslami
ilimlerde yaptığı derslere yoğun bir ilgi vardı. Önceleri sadece caminin müdavimleri
olan ihtiyar kesimin iştirak ettiği derslere zamanla her yaştan insan
katılmaya başlamıştı. Tabii ki, ders halkasında belli bir istikrarın olduğu
söylenemezdi. Sayı bazen artıyor, bazen azalıyordu. Buna rağmen ders her gün devam
ediyor, insanlar bundan etkileniyordu. 30 yaşlarında genç bir imam olan Eşref
Hoca'nın sabır ve gayreti, günden güne etkisini artırıyordu. İnsanların İslam'ı
doğru bir şekilde anlamalarını ve İslam'ın asıl kaynaklarından beslenmeleri
gerektiğini kendisine dert edinen Eşref Hoca'nın tüm çabası, onlara camiyi
sevdirmek ve cami ile içli-dışli olmalarını sağlamak üzerine yoğunlaşmıştı.
Çünkü cami, Allah'ın eviydi. Allah'ın evine gelmek, Allah'a misafir olmak
demekti. Allah'a misafir olan bir insanın ise Allah'ın gösterdiği dosdoğru
yolda yürümesi kolaylaşacak, camiye gelmediği zamanlarda da caminin sahibiyle
manevi bir rabıtası olduğundan eğri yollara sapmaktan imtina edecekti. İşte
Eşref Hoca bu bilinçle hareket ediyor, yılmadan, yorulmadan çabalıyordu.
Eşref Hoca'nın bu
derslerine fırsat buldukça Kadri ve arkadaşları da katılıyorlardı. Onların bu
katılımı Eşref Hoca'ya moral takviyesi olup daha fazla gayret göstermesine
vesile olurken, derse karşı ilgisi
olmayan bazı kişilerin de derslere iştirak etmesine sebep olmuştu. Böylece
üniversite öğrencileriyle Eşref Hoca arasında sıkı ve güzel bir dostluk
oluşmuştu. Hatta Eşref Hoca'nın olmadığı zamanlarda derse ara verilmemesi için
bazen Kadri, bazen de Muhsin onun ricası üzerine dersi devam ettiriyorlardı.
Akşam namazından sonra
ise tamamen Kur'an-ı Kerim dersi veriliyordu. Buna ilgi büyüktü. Kur'an-ı
Kerim'i öğrenmek isteyen her yaştan insan, akşam namazında camiye koşuyordu.
Ders almak isteyenlerin çokluğu, Eşref Hoca'nın Kadri ve arkadaşlarından
yardım istemesine sebep olmuştu. Onlar da bu isteği seve seve kabul etmişlerdi.
Genelde her akşam en az iki kişi ders vermek için kalıyordu camide.
Kendilerini İhsan
Amca'nın hızına göre ayarlayan gençler, cami avlusuna girdiklerinde henüz
ezanın okunmasına 15 dakika kalmıştı. Bu yüzden direkt olarak camiye girmeyip
duvar kenarında ayaküstü sohbet eden dört-beş kişilik gruba doğru yaklaştılar.
Yaşları 45 ile 60 arasında değişen bu insanlardan Mahmut Dayı ile İsmail Amca
gençlerin oturduğu bina sakini erindendi ler. Diğer üçü de komşu binalarda
kalıyorlardı. Kadri ve arkadaşları, kendi binalarında kalan Mahmut Dayı ve
İsmail Amca ile tanışıyorlardı. Zaten tüm bina sakinleri ile güzel bir komşuluk
ilişkisi sürdürüyorlardı. Zaman zaman onları evlerinde ziyaret edip kısa bir
müddet oturup kalkıyorlar, ya da geçen Ramazan ayında yaptıkları gibi sırayla
her akşam bir-iki dairenin erkek sakinlerini iftara davet ediyorlardı. Kadri
ve arkadaşlarının bu ve benzeri komşuluk görevlerini ifa etmeleri önce garip
karşılanmıştı. Çünkü şehirleşmeyle beraber komşuluk ilişkileri yozlaşıp
zamanla unutulmaya yüz tutmuş, aynı binada kalanlar birbirlerini tanımayacak,
karşılaştıklarında selam vermeyecek kadar yabancılaşmışlardı. Ama gençlerin
sabırlı, güler yüzlü, alçak gönüllü ve hikmetli yaklaşımları sayesinde bu
durum yavaş yavaş kırılmaya başlanmıştı. Onların ön ayak olmalarıyla birlikte aynı
bina içindeki komşular birbirlerini ziyaret etmeye, sıkıntı ve sorunlarıyla
ilgilenmeye başlamışlardı. Bu ise, binadaki yaşamı tamamen değiştirmiş,
insanları daha bir güler yüzlü ve mutlu kılmıştı. Başta bu tür şeylere
yanaşmayanlar da bu değişimi görünce kendilerini değiştirme ihtiyacı
hissetmişlerdi.
İhsan Amca ve üç genç
sohbet edenlere yaklaşınca, selam verdiler. Her biri ayrı ayrı selamlarına
mukabele etti. Sonra birbirleriyle tokalaştılar. Mahmut Dayı:
-Yahu İhsan Amca,
almışsın koluna üç genci, keyfine diyecek yok hani, diyerek İhsan Amca'ya
takıldı.
İhsan Amca gençlere
bakıp sevgiyle gülümseyerek cevap verdi.
-Alİah şahittir ki,
ben bu gençleri öz evlatlarımdan daha çok seviyorum. Doğrusu onlar bana öz
evlatlarımdan da daha yakın. Çocuklarımın da onlar gibi olması için neler
vermezdim ki!..
-Vallahi İhsan Amca,
hepimiz senin dediğini söylüyoruz. Onlar bu genç yaşlarında bize yol
göstermeselerdi, halimiz haraptı bizim.
Gençler bu
iltifatlardan sıkılmışlardı. Muhsin ile Ramazan önlerine bakıyor, söylenenleri
duymamaya çalışıyorlardı. Kadri onların iltifatlarına iltifatla mukabelede
bulundu.
-Öyle deme Mahmut
Dayı. Bizim yaptığımız hiçbir şey yok. Sizlerdeki güzellikler olmasa, bizim
elimizden ne gelirdi ki?!.
-Yoo, öyle deme!.,
diye söze karıştı İsmail Amca. Biz daha önceden de birçok insan gördük.
Öğrencisini, memurunu, makam sahibini gördük; ama sizin gibilerini hiç görmedik.
Bizim şu ana kadar gördüklerimiz hep kendini beğenen, bizim gibi insanlara
üstten bakan, bir selamı dahi çok gören gururlu insanlardı. Ama siz... Sizler
çok farklısınız evladım. Bu yaşımızda bizlere yol-yordam öğrettiniz. Bize
kendimize gelmeyi, unuttuğumuz değerleri hatırlamayı öğrettiniz. Bu az bir şey
değil. Sizin için çok duacıyım çocuklar. Allah sizden razı olsun ve ne
muradınız varsa versin. -Amin! dediler hep birlikte İsmail Amcanın duasına.
Kadri, bu meyandaki sözlerin uzayıp gideceğini anlamıştı. Bu yüzden konuyu
değiştirmesi gerekiyordu. Mahmut Dayıya dönerek:
-Mahmut Dayı, biz bu
amcalarımızla daha tanışmıyoruz. Gerçi zaman zaman camide karşılaşıyoruz; ama
bu tanışmak için yeterli değil. Eğer sakıncası yoksa bizi amcalarla
tanıştırsaydmız sevinirdik.
-Elbette Kadri
evladım, elbette. Bak bunu bile akıl edemedik işte. Neyse, bu benim iş
arkadaşım ve aynı zamanda adaşım. Yani o da DSİ'de çalışıyor. Yakında beraber
emekli olacağız inşaallah. Bizim yan binada oturuyor.
Bu, Hüsnü amcamız. O
da komşu binamızda oturuyor. Mahallemizin seyyar sahasıdır. En ucuz ve temiz
malları
onda bulabilirsiniz.
Şu gördüğün yaşlı
delikanlı da Sinan Amcanız. Bizim iki bina ötemizde oturuyor. Kendisi duvar ustasıdır.
Yaşma bakmayın ha, pehlivan gibidir.
Mahmut Dayı böylece,
diğer üçünü onlarla tanıştırdı. Yeni tanıştıkları bu insanlarla gençler
arasında sıcak bakışlarla bir ünsiyet peyda olmuştu. İnsanların birbirlerini
tanımaları gerekiyordu. İnsan yalnız başına yaşayan bir varlık değildi çünkü.
İhtiyaçları, duyguları, beklentileri vardı. Karşılıklı bir etkileşim içindeydi
sürekli. Bu etkileşim içinde herkes üzerine düşen görevi yapmalı, bir diğerine
karşı olan sorumluluğunu yerine getirmeliydi. Bu da ancak tanışmakla mümkündü
elbette. Sağlam bir toplum olmanın yolu, birbirlerini tanıyan, birbirlerinin
ihtiyaçlarını gideren, yardıma muhtaç durumda bulunan insanlara el uzatan insanların
kaynaşmasıyla mümkün olabilirdi. Hucurat Suresi 13. ayet-i kerimede; "...
Sizi, tanışasınız ctiye kabilelere ayırdık..." denilirken, tanışmanın
önemine ve gerekliliğine vurgu yapılmıştır. Öyle ya, tanışma olmasa, kim kimin
halinden haberdar olurdu ki? Hastanın tedaviye, borçlunun paraya, yetimin
bakıma, fakirin ekmeğe... ihtiyacı olduğu -velev ki kapı komşusu olsun- nereden
bilinecekti? Kimsesiz bir yaşlının evinde yalnız başına öldüğü nereden
bilinecekti, günler sonra cesedi kokmadan?
Toplumun bireyleri
olan insanların sorunlarının çözümüne en büyük katkıyı yapacak yollardan
biriydi tanışma, selamı yayma ve sosyal ilişkileri geliştirme. Çünkü insan
sosyal bir varlıktı. Hele tamamı Müslümanlardan oluşan bir toplum için bunun
terk edilmesi, başlı başına İslam'ın sosyal hayattan çekilmesinin ana
sebeplerinden birisiydi. 'Emr-i bil ma'ruf ve nehy-i anil münker'in terk edilip
unutulması, hep insanların birbirlerine yabancılaşmasının sonuçlarından değil
miydi? Sadece kendini düşünen, komşusundan habersiz yaşayan, bencil insanlarla
dolu bir topluma gidiş, İslam'ın sosyal hayata dair şiarlarının unutulmasının
neticesiydi. Yüce İslam Peygamberi (sav)'nin; "Komşusu açken tok yatan
bizden değildir" ikazı unutulalı yıllar olmuştu. Seıcmlaşma tamamen
kalkmıştı toplumdan. İnsanlar birbirlerine yabancı, soğuk ve hiçbir anlam
ifade etmeyen varlıklar gözüyle bakıyordu. Var olan ilişkiler ise menfaat
temelinde şekillenmişti nice zamandır. Böyle bir toplumun sağlıklı bir toplum
olduğu söylenemezdi elbette. Bu gidişat değişmeliydi. Ekseni İslam olan, kaynağını Kur’an ve
sünnetten alan bir "Öze dönüş" yaşanmalıydı. Bu öyle bir dönüş
olmalıydı ki, yeni bir Asr-ı Saadeti bağrında saklasın. Toplum buna yatkındı.
Dalları koparılıp ağaçlar gövdelerinden kesilmiş olsalar da kökleri sağlamdı.
Yeter ki bakımı iyi yapılıp yeteri kadar suyu verilsin. Tümüyle kesilip sadece
kökleri bırakılan bir ormanın yeniden yeşerip bir orman halini almayacağını
söylemek akıl kârı değildi şüphesiz. Ama bunun için sabır, emek ve zaman
lâzımdı.
İşte Kadri ve
arkadaşları, kendilerini böyle ulvi bir göreve adamışlardı. İşleri zordu; ama
bu zorluk onların gayretlerini engellemiyor, bilakis perçinliyordu. Onlar,
Allah yolunda çekilen zorluk ve sıkıntıların karşılığını, kat kat göreceklerinden
emindiler. Bu yüzden yapabilecekleri en küçük bir şeyi yapmaktan,
atabilecekleri her adımı atmaktan geri durmuyorlar, gecelerini gündüzlerine
katarak çalışmalarına devam ediyorlardı. Yani ellerinden geleni sonuna kadar
yapıyorlar, gerisini de Allah'a havale ediyorlardı. Her şey O'nun dilemesine
bağlıydı. O, bir şeyin olmasını dilediğinde, tüm insanlar ve cinler bir araya
gelip engellemeye çalışsalar, engelleyemezlerdi. Yok eğer O, bir şeyin olmasını
dilemezse, tüm insanlar ve cinler bir araya gelip yapmaya çalışsalar da
yapamazlardı. Mü'min Suresi 68. ayette geçtiği gibi; "... O, bir şeyin
olmasını dilediğinde ona 'Ol' der, o da oluverir." Evet, iş bu kadar
basitti Allah (cc) için.
Yeni tanışan gençlerle
yaşlılar daha konuşmaya fırsat bulmadan kısa minarenin hoparlöründen yükselen
ezan, dikkatlerin bir anda bir noktada toplanıp seslerin kesilmesine sebep
oldu. Topluluk, ezanın ilk cümleleriyle birlikte sanki anlaşmışlar gibi
kendilerinin duyacağı bir sesle; "Aziz Allah, Aziz Allah, şefaat ya
Resulullah!" diyerek "Aîlah-u Ekber" sesine mukabelede
bulundular. Sonra da sünnet olduğu üzere müezzinle birlikte ezan: cümlelerini
sessizce tekrarladılar. Ezanın bitimiyle de ezan duasını okuyup ellerini
yüzlerine sürdüler. İhsan Amca;
-Haydi ya Allah, artık
içeri girelim. Ezan da okundu, diyerek topluluğun önüne geçip kapıya doğru
yürümeye başladı. Diğerleri de onu takip ettiler. Mahmut Dayı biraz arkada
kalıp Kadri'nin koluna girdi ve adeta kulağına fısıldayarak;
-Kadri yeğenim,
namazdan sonra bana hatırlat da sana bir şey söyleyeceğim, dedi.
-Tamam, Mahmut Dayı
hatırlatırım. Önemli bir sorun yoktur inşaallah.
-Yok, yok meraklanma.
Namazdan sonra konuşuruz.
-Nasıl istersen Mahmut
Dayı.
Diğerlerinin ardından
camiye girdiklerinde, imam besini giymiş, müezzinin kamet getirmesini
bekliyordu. Cemaat, her yaşta insanların oluşturduğu karma bir görüntü
sergiliyordu. Önceki yıllarda sanki belli bir yaşın üzerindeki insanlara has
kılınmış bir görünüm içinde olan camiler, bugün her yaştaki insanların
rahatlıkla gittiği ibadet yerleri haline gelmişti. Bu durum, camilerin
"Allah'ın evi" olduğu gerçeğini çok daha belirgin bir hale
getirmişti. Allah'ın evi demek, Allah'ın razı olduğu amellerin yapıldığı yer
demekti. Allah'ın evi demek, Allah'ın dininin öğretildiği yer demekti.
Allah'ın kitabının, Resulü olan Muhammed Mustafa (sav)'nm sünnetinin
öğretildiği, haramlardan sakındırılıp helallerin teşvik edildiği, örnek bir
Müslümanın nasıl olması gerektiğinin öğretildiği yerler demekti. Orada
meleklerle aynı hava teneffüs edilir, manevi lezzetin zirvesine ulaşılır,
Allah'ın rahmetine mazhar olunurdu. Camiler böyleydi işte... Yıllarca
unutulmaya yüz tutan bu gerçek, yavaş da olsa yeniden hatırlanıp hayat
buluyordu.
Çocuk, genç ve
yaşlılardan oluşan cemaat, Eşref Ho-ca'mn imamlığında akşam namazlarını eda
etmiş, tesbihat ve duanın ardından farza bağlı iki rekâthk sünnetlerini kılmışlardı.
Kimisi, Kadri ve arkadaşlarının yaptığı gibi Evva-bin sünnetlerini de kılmıştı.
Kur'an-i Kerim dersi almak için bekleyen 15-20 kişilik bir grup ve akşam ile
yatsı arasını zikir ve tefekkürle geçirmeyi adet edinen birkaç yaşlı dışında
kimse kalmamıştı. Mahmut Dayı, namazım bitirdikten sonra bir köşeye çekilmiş,
Kadri'nin namazını bitirmesini beklemeye başlamıştı. Çok geçmeden Kadri selam
verip namazım bitirdi. Etrafa göz gezdirip Mahmut Dayı'yı ararken onu oturduğu
yerde kendisini eliyle çağırırken gördü, yanına gitti. Oturmadan;
-Allah kabul etsin
Mahmut Dayı, dedi.
-Ecmain yeğenim.
Gel.şöyle yanıma otur, gel.
Kadri, gösterilen yere
oturup sırtını duvara yasladı. Bağdaş kurup oturmuş olan ve elindeki 99'luk
tespihini çekmeye devam eden Mahmut Dayı'ya;
-Doğrusu
söyleyeceklerini merak ediyorum Mahmut Dayı. Kötü bir şeyler olmamıştır
inşaallah, dedi merak ve biraz da endişe taşıyan bir yüz ifadesiyle.
-Önceden de söyledim
ya yeğenim... Merak edilecek bir şey yok. Bir konuda sana danışıp fikrini
alacaktım.
-İyi, buna sevindim
Mahmut Dayı. Kötü bir durum olmasın da... Evet, ben dinlemeye hazırım.
Tespihini çekip
salâvat getirmeye devam eden Mahmut Dayı, şehadet parmağıyla son boncuğumda
çektikten sonra tespihini toplayıp cebine koydu. Dudaklarının hareketinden bir
şeyler okuduğu anlaşılıyordu. Sonra sağ eliyle yüzünü sıvazladıktan sonra
Kadri'ye bakıp;
-Nereden başlayayım,
bilmiyorum ki... dedi. Hani na mazdan önce tanıştırdığım komşumuz Sinan Usta
var ya...
-Evet, onu pehlivan
diye tanıtmıştın.
-Doğru, kendisi
mahallemizin en iyi insanlarından biridir. Şimdiye kadar kimsenin ondan
incinmiş olduğunu sanmıyorum. Herkesin iyiliğini isteyen, kimsenin hakkında kötü
düşünmeyip ardından konuşmayan birisi... Karısı ve çocukları da öyle. Aynı
zamanda çok da fakir. İşi olduğu zaman çalışıyor; ama özellikle kışın inşaat
işleri pek olmadığı için yokluk içinde kalıyor. Buna rağmen hiçbir gün halinden
şikâyet ettiğini, birilerinden yardım istediğini gören olmamış. Doğrusunu
söylemek gerekirse, açlıktan ölecek duruma gelse de kimseden bir şey
istemeyecek kadar gururlu biridir.
-Takdir edilecek bir
şahsiyeti varmış Sinan amcanın.
-Evet, Öyledir Sinan
Usta. Ama bu şahsiyeti bazen kendisine, ya da çocuklarına zarar verebiliyor.
-Nasıl yani?
-Meselâ şimdi olduğu
gibi... Lise 2. sınıfa giden bir oğlu var Sinan ustanın. Günlerdir hastaymış.
Doktora götürecek parası yok. Kimseye de söylemiyor. Çocuk eriyip gidiyormuş
evde.
-Sen nasıl haberdar
oldun peki? Kendisi mi söyledi? -Yok be yeğenim!.. Sinan Usta böyle bir şeyi
söyler mi hiç? Geçenlerde bizim hanım onların evine gitmişti de kendi
gözleriyle görmüş. Yoksa çocuk ölmeden kimsenin haberi olmazdı.
-Bu kötü işte! Peki ne
yapabiliriz bu durumda? İstersen birlikte onlara gidelim Mahmut Dayı. Her ne
kadar mezun olmamışsam da doktor sayılırım. Belki bir faydam dokunur. Eğer
beni aşan bir durum olursa, sonrasını düşünürüz. -Ben de sana bunu
söyleyecektim zaten. Benim gözümde sen mezun olmuş ve klinik açmış
doktorlardan daha iyisin. Binada muayene edip ilaç verdiğin kişiler senden övgüyle
bahsediyorlar.
-Öyle deme Mahmut
Dayı. Ben daha öğrenciyim. Doktorluk biraz da tecrübe işidir. Benim muayene
ettiğim kişilerin ciddi bir rahatsızlıkları yoktu ki... -Neyse, neyse!.. Eğer
hazırsan gidelim. -Tamam Mahmut Dayı, sen beni biraz bekle de ben arkadaşlarıma
durumu izah edip geleyim. Gecikirsem, beni merak etmesinler.
-Olur evladım, olur.
Ben çıkıp seni avluda bekleyeceğim.
Kadri, Muhsin'in ders
verdiği grubun yanma gidip arkadaşını çağırdı. Kısaca meseleyi özetleyip
Mahmut Dayı'ya yetişmek üzere camiden çıktı. Az sonra Sinan Usta'mn evine doğru
yola çıkmışlardı bile. Birkaç dakika sonra Sinan Usta'mn oturduğu binadan içeri
girmişlerdi. İki daire üzerine inşa edilmiş binanın zemin katında iki numaralı
evde oturuyordu Sinan Usta.
Zili yoktu evin. Bu
yüzden kapıya parmaklarının dış tarafıyla birkaç kez vurdu Mahmut Dayı. Çok
geçmeden örtülü bir genç kız kapıyı yarım bir şekilde açıp gelenlere baktı.
Kadri, kapıyı açanın bir bayan olduğunu görünce, yüzünü çevirdi. Mahmut Dayı;
-Baban evde mi kızım?
diye sordu genç kıza.
-Evde amca. Ben
kendisine haber vereyim.
Genç kız kapıyı
kapatmadan babasını çağırmak üzere geri döndü. Birkaç saniye sonra Sinan Usta
kapıda göründü. Daha bir şey söylemeden Mahmut Dayı selam verip konuşmaya
başladı.
-Kadri ile camiden
çıkınca bir çayını içmeye niyetlenip buraya geldik. Eğer rahatsız olmayacaksan
tabi!..
Sinan Usta, evine
misafir gelmesinden hoşlanan birisiydi. Fakir olmasına aldırmaz, misafirini en
güzel şekilde ağarlardı. Çünkü o, misafirin bereket getirdiğine ve rızkını
yanında taşıdığına inanmıştı. Bu yüzden Mahmut Dayının misafirlik niyetiyle
geldiğini duyunca yüzü aydınlandı. Sevinçle:
-Başım-gözüm üstüne
geldiniz komşu. Hiç misafirden
rahatsız olunur mu?
Gelin, gelin, içeri geçin şöyle!..
Gelenler içeri girip
Sinan Usta'nın gösterdiği odaya geçtiler. Ev gayet sade, hatta çıplak
sayılırdı. Evin her yerinde fakirliğin izlerini görmek mümkündü. Buna rağmen
çok temiz ve düzenliydi. Bu da, ev sakinlerinin hallerinden şikâyetçi
olmadıkları ve huzur içinde yaşadıklarının ipuçlarını veriyordu.
Zemini eski, ama temiz
bir kilimle kaplı odaya girdiklerinde, duvar kenarına itinayla serilmiş
minderlerin üzerine oturdular. Minderlerin üzerinde sırt yastıkları vardı. Misafirler
yerlerini alıp oturunca, Sinan Usta da karşılarına geçip oturdu. Yeniden
merhabalaştılar. Gelenlerden dolayı gayet memnun olan Sinan Usta:
-Ne iyi ettiniz de
geldiniz komşu. Beni çok sevindirdiniz.
-Allah razı olsun
Sinan Usta, Allah razı olsun. Gerçi biz misafirlik için değil, başka bir amaçla
geldik ama... -Nasıl bir amaçla komşu?
-Yahu Sinan Usta, ben
sâdede geleyim en iyisi. Bizim hanım size gelmiş geçenlerde. Oğlunun hasta
olduğunu duydum. E bizim Kadri de doktor. Bir baksın dedik.
Mahmut Dayı'nm son
sözleri, hüzün ve sevinç karışımı bir duyguya kapılmasına sebep olmuştu Sinan
Usta'nın. Oğlunu çok seviyordu; ama doktora götürebilecek parası yoktu. Oğlunun
bu durumu kendisini çok üzüyordu. Bu durumun dışarıya yansımasından dolayı
üzülmüş; ama muayene edebilecek birisinin gelmesi de sevinmesine vesile
olmuştu. Bu duygular içinde, biraz da sıkılgan bir halde önüne bakarak konuştu:
-Oğlum çok hasta
komşu, çok!.. Gözümün önünde eriyip gidiyor. Yemekten-içmekten kesilmiş. Ne
yese hemen dışarı atıyor. 'Hastalıktır, gelir-geçer1 dedim; ama nafile. İyileşeceğine
sürekli kötüye doğru gidiyor. Benim de bu aralar durumum kötüydü, doktora
götüremedim. Duadan başka elimden bir şey gelmiyor komşu! Sizi buraya Allah
gönderdi. Demek ki, her şeyi duyan, dualara icabet eden Allah, benim
dualarımı kabul etmiş. Allah senden razı olsun komşu.
Fiziki olarak
gerçekten bir pehlivanı andıran, hiç kimseye muhtaç olmamak için evladının
hastalığını bile kabullenen Sinan Usta, durumunu anlatırken adeta bir çocuk gibi
büzülmüştü. Yüzü mahcubiyetten kızarmış, ağlamamak İçin kendini zor tutmuştu.
Buna rağmert boğazının düğüm-lenişine ve sesinin titremesine hakim olamamıştı.
Misafirler de
duygulanmıştı Sinan Usta'nın bu durumundan. Kadri, onun mahcubiyet sıkıntısını
daha fazla yaşamaması için:
-Sinan Amca, daha
fazla beklemeyelim istersen. Hemen bakayım durumuna, dedi. Eğer buraya
gelemiyorsa, biz bulunduğu yere gidelim.
-Sana zahmet olmayacaksa
evladım, biz oraya gitsek daha iyi olur. Mecbur olmadıkça yataktan çıkamıyor oğlum.
-Tamam Sinan Amca, biz
gidelim.
-Siz biraz bekleyin
ben içeriyi müsait edeyim de kadın kısmı kalmasın içerde.
Sinan Usta odadan
çıkıp birkaç dakika sonra geri döndü. Kapıda durup:
-Tamam gidebiliriz.
Yalnız anası yanından ayrılmak istemiyor, kusura bakmazsın evladım. Zaten o da
senin ananın yaşında» yani anan sayılır.
-Önemli değil Sinan
Amca, haydi gidelim. Önce Sinan Usta çıktı, arkasından da misafirler çıktılar.
Sinan Usta onları hastanın bulunduğu odaya götürdü. Odada yer yatağında yatan
hasta çocuk, annesi ve 13-14 yaşlarında başka bir erkek çocuk daha vardı.
Sinan Usta ve misafirlerin gelmesiyle kadın ve çocuk ayağa kalktılar. Hasta da
yatağında doğrulmak istedi; ancak gelenler buna müsaade
etmediler.
Kadri, çocuğun
başucuna oturup üzerinden yorganı kaldırdı. Elini alnına koydu, ateşler içinde
yanıyordu. İyi bir muayeneden geçirebilmesi için stetoskoba ve tansiyon ölçüm
aletine ihtiyacı vardı. Sinan Usta'ya dönerek:
-Benim eve gidip
aletlerimi almam gerekecek, dedi. -Sen zahmet etme oğlum. Ali'ye söyle, o gidip
sizin evden alsın.
AH, Sinan Usta'nın
odada bulunan diğer oğluydu. Orta ikinci sınıfa gidiyordu. Çakmak çakmak yanan
gözlerinde zekâ parıltılarını okumak mümkündü. Görev için isminin telaffuz
edilmesi kendisini gururlandırrmştı. Hemen Öne atılarak:
-Evet abi. Bana söyle,
ben getirebilirim.
-Evimizi biliyor
musun?
-Söylersen
bulabilirim.
Kadri cebinden
çıkardığı not defterine malzemelerin ismini yazıp Ali'ye uzattı. Ona
güvendiğini belli eden bir tutuşla elini omzuna atıp,
-Al Aliciğim, bunu
bizim eve götürüp Zekeriya Abine ver. İşi yoksa o da seninle beraber gelsin.
Haydi, acele et. Göreyim seni.
Ali kâğıdı alıp
kendisine tarif edilen eve gitmek üzere hızla çıktı. On dakika geçmeden
Zekeriya ile birlikte malzemeleri getirmişlerdi. Kadri, hastayı uzun uzun
muayene etti. Ona çeşitli sorular sorup cevabını aldı. Sonunda teşhisini
koymuştu. Nefesini tutmuş bir şekilde kendisini izleyen Sinan Ustaya dönüp:
-Tifo! dedi.
Sinan Usta, soru ve
endişe dolu gözlerle baktı Kadri'ye. _ Kadri onun ne demek istediğini
anlamıştı. Bir şev söyleme-sine fırsat bırakmadan yine kendisi açıklamada
bulundu.
-Endişelenecek bir durum
yok. Mehmet iyileşecek inşaallah. Yalnız biraz ilerlemiş gibi görünüyor. Ben
tifo olduğuna kesin kanaat ettim de, tam emin olmamız için bazı tahliller
alınması lazım.
Sinan Usta yine bitkin
bir yüz ifadesi ve söyleneni yapamayacak birinin ezikliğiyle baktı Kadri'nin
yüzüne. Kadri yüzünü ondan çevirip hastaya döndü.
-Mehmet'i yarın saat
onda fakülteye getirebilirseniz, biz gerekenleri yaparız. Hatta sizin
getirmenize de gerek yok. Zekeriya abisi onu getirir. Biz orada tahlillerini
alır, durumunu öğrendikten sonra getiririz, dedi.
-Peki ya para durumu?
diye sıkılarak sordu Sinan Usta. Fakültede bir şey yapmak için dünyanın parası
lazım. Ben bunun altından kalkamam oğlum.
-Sen orasını dert etme
Sinan Amca. Sen işin o tarafını bize bırak ve hiç endişelenme. Biz orada Mehmet'i sadece muayene ettireceğiz.
Olmazsa, onu Müslüman kardeşlerimizin açmış oldukları sağlık kabinine
götürürüz. Tahlil veya röntgen gerekirse, orada; orada imkân yoksa yine Müslüman
kardeşlerimizin açmış oldukları kliniklerde yaptırırız. Mehmet'in ilaçlarını
da alıp geri getiririz. Oldu mu Sinan Amca? Mehmet'i de artık merak etme.
Allah'ın izniyle en kısa zamanda ayağa kalkıp okuluna gidecek. Ben bu gece
rahat etmesi için Mehmet'e bazı ilaçlar vereceğim. Bu gece güzel bir uyku
çeker artık.
Mehmet zorlukla
konuşup teşekkür etti. Kadri'nin yoğun ilgisiyle gözlerine biraz canlılık
gelmişti. Minnet dolu gözlerle ve zoraki tebessüm ederek Kadri'ye baktı.
Sinan Usta rahatlamış,
oğluyla ilgili endişeleri yerini iyimserliğe bırakmıştı. Bu akşamki misafirleri
Allah'ın gönderdiğinden kuşkusu yoktu. Bu, dualarının apaçık bir şekilde kabul
edildiğinin en güzel nişanesiydi. Hızır gibi yardımına yetişen ve bunun
karşılığında hiçbir şey istemeyen bu genç adam, onun gözünde ulaşılmaz bir
konumdaydı şimdi. Ona göre bu gençler, tüm iyi sıfatları kendilerinde barındıran
Allah'ın sevgili kullarıydılar. Onlara duyduğu sevginin haddi yoktu şimdi. Bu
akşam olanlardan dolayı bir çocuk gibi seviniyordu. O bunları düşünürken;
Kadri, Ali'yle ilgilenmeye başlamıştı. Onu yanma çağırıp konuştu:
-Kaçıncı sınıfa
gidiyorsun Ali?
-Orta 2. sınıfa
gidiyorum.
-Derslerin nasıl?
-Çok iyi abi. Bu dönem
takdirname aldım.
-Aferin sana.
Sınavlara girecek misin?
-Gireceğim abi.
Parasız yatılı sınavlarını kazanırsam, babama yük olmadan okuyabileceğim.
-Çok güzel! Kendine
güveniyor musun peki? -Allah izin verirse güveniyorum abi, ama...
-Ama'sı ne Ali?
-Çalışmak için hiç
kitabım yok. Arkadaşlarımın çoğu kurslara gidiyor.
-Sınavlara kaç ay var?
-İki ay kadar.
-Peki, biz sana özel
kurs versek gelir misin? Hem sana kitap da buluruz belki, ha ne dersin?
Ali kulaklarına
inanamamıştı. Sevincinden ne diyeceğini şaşırmıştı. Cevap vermeden önce
babasına bakıp nasıl tepki vereceğini anlamaya çalıştı. Babasının da kendisi
gibi sevindiğini görünce;
-Evet Kadri abi,
gelirim. Hem de koşa koşa... dedi.
-Sinan Amca da izin
verirse yarın yatsıdan sonra gelirsin, tamam mı?
-Tamam abi.
Sinan Usta:
-Oğlum rahatsız
olmayasınız? dedi.
-Yok amca, yok.
Rahatsızlık değil, mutluluk duyarız. Bir kardeşimize derslerinde yardımcı
olmanın hayrı bize yeter. Ayrıca bizim binada oturan iki kardeşimiz daha geliyor
ders almak için.
-Allah sizden razı
olsun oğlum. Allah ne muradınız varsa versin. Rabbim sizin gibi gençleri
çoğaltsın.
Misafirler biraz daha
oturup çaylarını içtikten sonra kalktılar. Geride dua eden diller, sevinen
yüzler, mutlulukla aydınlanan gözler bırakmışlardı. Kadri ise birilerine yardımcı
olmanın huzur ve süruru içindeydi.
Kadri ile Zekeriya,
Mahmut Dayı'yı evine bırakıp kendi evlerine giden merdivenleri çıkarken
Zekeriya gülerek:
-Ali ile beraber beş
oldu, dedi.
-Nasıl, anlayamadım?
-Ali ile dedim,
öğrenci sayımız beşe yükseldi.
-Eskiden ikiydi, şimdi
de Ali, etti üç. Diğer ikisi nereden çıktı Zekeriya?
-Bu akşam Muhsin abi
camide Kufan-ı Kerim dersi verirken Ali'nin durumunda olan iki kişiyi
çağırmış. Onlar da kabul etmişler. Bizim yan binada oturuyorlarmış.
-İyi, iyi! Bak buna
sevindim işte. İyilikten, yardımseverlikten hiçbir zaman zarar gelmez.
"İnsan, ihsanın kölesidir" diye boşuna söylememişler. Bizim ihsanımız
mal-mülk değil elbette. Bizim ihsanımız da insanlara iyilik yapıp yardımlarda
bulunmaktır. Allah bu vesileyle hem derse gelecek kardeşlerimizin, hem de
ailelerinin kalplerini İslam üzere sabit kılar inşaallah.
-İnşaalîah!
Bu temennilerle ve gönül
huzuruyla kapının ziline bastılar.
Bir cumartesi
sabahıydı. Kadrilerin evinde kahvaltı yapılmış, herkes ferdi olarak Duha
namazını kılıp günlük Kufan-ı Kerim cüzlerini okuduktan sonra Risale dersine
oturmuşlardı. Saat onda yapılan bu derse, ev sakinlerinin dışında İlyas ile
Hasan da katılıyorlardı. Dersi, Kadri ile Muhsin sırayla yapıyorlardı. Bugün
ise sıra Muhsin'indi.
Derse henüz
başlamışlardı ki, kapının zili çalındı. Gençler, 'Gelen kim acaba?' dercesine
birbirlerine baktılar. Bu saatte bekledikleri kimse yoktu. Vedat olabilirdi;
ancak o da genelde öğleden sonra geliyordu. Zor günler yaşıyordu gençler.
Mürted örgütün Müslümanlara yönelik taciz ve saldırıları artmıştı son
zamanlarda. Bundan korunmak için daha dikkatli ve tedbirli hareket etmek
zorundaydılar. Bu tedbirler polisin gözünden kaçmıyor, zaten sürekli baskı ve
takip altında tuttukları Müslüman öğrencileri adeta göz hapsine alarak
hareketlerini kısıtlıyorlardı. Buna karşın mürted örgüt elemanları ve İslam
karşıtı diğer gruplar, daha rahat davranıyorlardı. Onların tek bir amacı vardı
bu saldırılarmda. O da; Müslüman öğrencilerin seslerini kesmek, onları korkutup
tebliğ ve irşad çalışmalarına engel olmak, böylece tüm okulda tek egemen güç
haline gelebilmekti. Doğrusu daha önce karşılarına çıkan tüm grupları bu yolla
susturmayı başarmışlardı; ama Müslüman öğrenciler böylesi tehditlere pabuç
bırakacak türden değildiler. Mürtedlerin tüm tehdit, taciz ve saldırılarına
karşı korkusuzca direniyor, geri adım atmak şöyle dursun, bilakis daha da
ilerliyorlardı. Hatta kendilerine yapılan saldırıları karşılıksız bırakmayıp
misliyle mukabele ediyorlardı.
Okuldaki bu sıcak
ortam, hem okul içinde, hem de okul dışında Müslümanları açık hedef haline
getirmişti. Bununla birlikte her gün gözaltına almalar sürüp gidiyordu. İşte
bir cumartesi sabahı hiç beklenmeyen bir anda gelen zil sesi, ders yapmakta
olan Kadri ve arkadaşlarım kötü bir haber gelecek endişesiyle tedirgin
etmişti. Hepsinin kafasından geçen düşünce aynıydı. Buna göre kapının ardındaki
kişi veya kişiler ya polisti ya da bir Müslüman'a yapılmış olan bir saldırıyı
haber vermeye gelen bir arkadaş... Gençlerin tereddüdü kısa sürdü. Ramazan,
Kadri'nin kendisine işaret etmesiyle kalkıp kapıya gitti. Kapı merceğinden bakıp
kapıda duran kişiyi görünce tüm endişelerinin kaybolduğunu gördü. Bu rahatlık
içinde içeriye seslendi.
-Kadri Abi, bir dakika
gelebilir misin?
Kadri, gelenin kim
olduğunu bilmediğinden hâlâ endişeliydi. Ramazan'ın yanma gelince:
-Hayırdır inşaallah
Ramazan! Gelen kimmiş? dedi.
-Eşref Hoca!
-Eşref Hoca mı? E
haydi aç kapıyı, daha ne duruyorsun?
Ramazan kapıyı açınca,
Eşref Hoca utangaç bir tavır ve mahcup olduğu anlaşılan bir yüz ifadesiyle
selam verdi.
-Esselamu aleykum!
Sizi rahatsız etmedim inşaallah.
Selamını Kadri aldı.
-Ve Aleykumusselam ve
Rahmetullahi ve Berekatuh! Buyrun, içeri geçin Hocam, kapıda beklemeyin.
-Belki işiniz vardır,
ya da müsait değilsinizdir. Ben geçmeyeyim.
-Olur mu hocam? Buraya
kadar gelmişsiniz. Bir de içeri girmeden, bir çayımızı içmeden kapıdan mı
döneceksiniz?
-Hani diyordum
belki...
-Hayır Hocam, içeri
girmenize hiçbir engel yok. Haydi buyurun, bizi son derece sevindireceksiniz.
-Teşekkür ederim Kadri
kardeş.
Kadri, Eşref Hoca'yı
diğer odaya götürdü. Otururlarken Eşref Hoc.ı'nm gelişinden dolayı
memnuniyetini belirten Kadri:
-Ne iyi ettiniz de
geldiniz hocam! dedi. Emin olun ki geldiğinize çok sevindim.
-Allah razı olsun
Kadri kardeş. Ben de sizin gibi iman sahibi kardeşlerimi görünce son derece
seviniyor, mutlu oluyorum. Lakin her zaman fırsat bulup gelemiyorum.
-Sizin Allah için
yaptığınız çalışmaları takdir ve hayranlık içinde izliyoruz. Bu çalışmalar
arasında vakit bulamamanız gayet normal. Zaten camide sıklıkla görüşüyoruz.
Bunun yanında zaman
zaman fırsat bulup da gelirseniz sizinle sohbet etmekten bahtiyar oluruz.
-Estağfirullah! Sizin
çalışmalarınız yanında benimkisi ne ki? Benimki ile sizinki arasında kıyas dahi
yapılamaz. Sizin camilerde vermiş olduğunuz dersler, cami cemaati ile tek tek
ilgilenmeniz, onları evlerinde ziyaret etmeleriniz, yine cami çevresinde
oturan insanları ziyaret edip Islami sohbetlerde bulunmanız gerçekten çok
faydalı ve takdire şayan faaliyetlerdir. Siz cemaat halinde çalıştığınızdan
daha planlı ve programlısınız. Bunun da verimi doğal olarak daha fazla oluyor.
Oysa ben tek başıma olduğum için ferdi olarak çalışıyorum. Bunun da verimi az
oluyor.
-Bu konuda size hak
veriyorum. Ama siz kendi çalışmalarınızı küçümsemeyin hocam. Sizin gibi
gayretli imamların varlığı bizim için sevinç vesilesi oluyor. Hakikaten camilerde
halkın etkilendiği, saygı duyduğu, ilmine güvendiği, İslam'ı önce kendi
hayatında yaşayan ve İslam'ı hayatının en temel gayesi yapmış imamlar, halkın
uyanışında çok büyük etkilere sahiptirler. İnanıyorum ki, sizin çalışmalarınız
da bizim cami cemaati ve onların yakınları için bilinçlenme ve şuur vesilesi
olacaktır.
-İnşaallah Kadri
kardeş. Bütün dualarım ve temennilerim hep bu doğrultudadır. Hidayeti veren
Allah'tır. Bu konuda biz de vesile olursak, ne mutlu bizlere.
-Haklısınız hocam.
Eşref Hoca odaya
Kadri'den başka kimsenin gelmediğini görünce merakını yenemeyerek;
-Diğer kardeşler
neredeler, bir yere mi gittiler yoksa?
-Hayır hocam, onlar
diğer odadalar. Bizim günlük programlarımız içinde Risale dersi de var. Siz
geldiğinizde biz dersimize yeni başlamıştık. Az sonra bitirirler. Onlar da
sizinle sohbet etmeye sevineceklerdir. Arkadaşlar sizi kardeş bilip çok
seviyorlar. Bunu bilmenizi istedim.
-Allah hepinizden razı
olsun Kadri kardeş! 'Kalp kalbe karşıdır' derler. Gerçekten öyleymiş. Ben de
sizleri kendi öz kardeşlerimden daha çok seviyorum.
-Allah sizden de razı
olsun hocam. Sahi hocam, bu ziyaretinizi neye borçluyuz?
-Az daha unutuyordum.
Senden bir ricada bulunacaktım aslında.
-Estağfirullah hocam.
Siz söyleyiıt hele, yapabileceğim bir şeyse seve seve yapacağımı biliyorsunuz
zaten.
-Doğru, biliyorum.
Eğer işin yoksa ve programına da engel olmayacaksa, yarın ikindi vakti camideki
dersi senin yapmanı isteyecektim. Ben bugün akşama doğru köye gideceğim ve
Allah kısmet ederse ancak pazartesi günü döneceğim.
-Olur hocam, inşaallah
yaparım. Yarın için anlatmamı istediğiniz özel bir konu var mı, yoksa konuyu
benim mi seçmemi istiyorsunuz?
-İstediğin konuyu
anlatmakta serbestsin. Cami cemaatinin ihtiyaçlarını biliyorsun. Bu doğrultuda
bir konu anlatırsın.
-Eğer konu seçiminde
serbest isem, o halde cami ve camilere karşı sorumluluklarımızı içeren bir
konu hazırlasam iyi
olmaz mı acaba?
-Çok iyi olur. Ne
zamandır benim de aklımda böyle bir düşünce vardı; fakat bu konuyu hazırlamak
için fırsat bulamamıştım. Toplumumuz Müslüman bir toplum. Her ne kadar
İslam'ın özünden sapmalar olmuşsa da insanlar İslam'ı hâlâ seviyorlar; İslam'ın
kutsal değerlerine saygıları var. Eğer insanların düzelip istikamete girmeleri
ve yeniden özlerine dönmelerini istiyorsak, bunun yolu camilerden geçiyor.
İnsanlar camileri sever ve onlara bağlanır, bizler de camilere eski
fonksiyonunu kazandirabilirsek, bu durumda İslam; dilden kalbe, kalpten de
amellere yansıyacaktır. Bu da Özlemini çektiğimiz ilk İslam toplumunun yeniden
oluşması sürecini hızlandıracaktır.
-Çok doğru hocam!
Bizim arkadaşlar da bu yüzden camilerin üzerinde hassasiyetle durup insanları
camilere yönlendirmek için büyük bir enerji sarf ediyor. Allah'ın yardımıyla
bunun semerelerini de alıyoruz. Her gün bir önceki günden daha fazla Müslüman
camilerin manevi havasından istifade etmek için camilere geliyor. Hem de eskisi
gibi sadece belli bir yaşın üzerindeki Müslümanlar değil, özellikle umudumuz
olan çocuk ve gençler olmak üzere her yaştan insanlar geliyor camilere. Bunun
için Allah'a ne kadar hamd etsek azdır.
-Elhamdülillah!
Kadri ile Eşref
Hoca'nm sohbetleri, Ramazan'm içeri girmesiyle kesildi. Ramazan içeri girince:
-Biz dersimizi
bitirdik Kadri Abi. Çay da hazır! Siz mi diğer odaya geleceksiniz, yoksa biz
mi buraya gelelim? dedi.
-Biz oraya geleceğiz
Ramazan,
-O zaman hemen gelin
de çayı soğutmayalım.
Ramazan odadan çıkıp
arkadaşlarının yanma döndükten birkaç dakika sonra Kadri ile Eşref Hoca da
diğer odaya geçtiler. Derslerini bitirmiş olan gençler, Eşref Hoca ile
Kad-ri'nin yanlarına gelmeleriyle ayağa kalktılar. Eşref Hoca, ayağa kalkıp
kendisi ile tokalaşmayı bekleyen gençlerle tek tek tokalaşti. Kendisine
gösterilen yere oturan Eşref Hoca ile gençler arasında kısa sürede güzel ve
tatlı bir sohbet ortamı oluştu. Karşılıklı olarak Allah'ın hatırlatıldığı,
hakkın ve sabrın tavsiye edildiği, zaman zaman ayet ve hadislerin okunduğu
sohbet, zamanın hızla geçtiğini unutturmuştu gençlere. Eğer Muhsin bir
refleksle saatine bakmasaydı, öğle vaktinin girmek üzere olduğunu da
bilemeyeceklerdi. Muhsin'in ikazı ile gençler hep birlikle camiye gitmek için
evden çıktılar.
Ertesi gün, ikindi
namazından sonra Kadri ile Zekeriya camide kalmış, Muhsin ile Ramazan eve
dönmüşlerdi. Kadri, Eşref Hoca'nm yokluğunda anlatacağı konuyu araştırmış ve
hazırlamıştı. Bir kâğıda aldığı kısa notlarını camiye gelirken cebinde
getirmişti. Vakit namazını kılanların bir kısmı ayrılmıştı camiden. Eşref
Hoca'nm derslerine devam eden ve çoğu yaşlılardan oluşan yirmi kişilik bir grup
kalmış, her zaman ders yaptıkları yerde halka kurarak oturmuşlardı. Eşref Hoca
bugün gelemeyeceğini, kendisinin yerine Kad-ri'nin ders anlatacağını söylediği
için Kadri'nin gelmesini bekliyorlardı.
Kadri, arkadaşlarını eve gönderdikten sonra Zekeriya ile birlikte ders
halkasına doğru geldi. Kendisi Eşref Hoca'nm yerine, arkadaşı da halkanın
arasına oturdu. Cebinden notlarını çıkarıp Asr Suresi'ni okuduktan sonra;
-Muhterem Müslümanlar!
diyerek dersine başladı. Eşref Hocamız olmadığı için müsaadeniz olursa,
bugünkü dersi ben anlatacağım inşaallah. Bugünkü konumuz, İslam'da çok mühim
bir yere sahip olan ve Müslümanlar için ilk günden bugüne kadar önemini
yitirmeyen camiler konusudur. Yani camilerin biz Müslümanlar için ne gibi bir
anlam taşıdığını ve bizim camilere karşı sorumluluklarımızın neler olduğunu
anlatmaya çalışacağım İnşaallah.
Bildiğiniz gibi
yeryüzündeki ilk mescid, Mekke'de bulunan Mescid-i Haram, yani Kabe'dir.
Beytullah, yani Allah'ın evi olarak da adlandırılan bu mescid, ilk olarak Hz.
Adem tarafından inşa edilmiş, zaman içinde yıkılıp kaybolmuş, sonra da
Allah'ın emriyle Hz. İbrahim ve Hz. İsmail tarafından temelleri üzerinde
yeniden İnşa edilmiştir.
İslamiyet geldikten
sonra ilk Müslümanlar baskı ve işkence altında oldukları için bir araya gelip
topluca namaz kılamıyorlardı. Bu yüzden Mekke'de bir mescid yapma ihtiyaçları
olmamıştır. Hem zaten Mescid-i Haram vardı ve gizliden de olsa, Müslümanlar
ferdi olarak gidip orada namaz kılıyorlardı. Burada dikkatinizi bir noktaya
çekmek istiyorum. Müslümanlar o dönemde Mekke müşriklerinin her türlü baskı,
eziyet ve işkencelerine maruz kalmalarına ve birçoğu imanlarını gizlemiş
olmasına rağmen, yüreklerinde taşıdıkları imanla mescide duydukları Özlemin
önüne geçemiyor ve her şeyi göze alarak Kabe'ye gidip gizliden de olsa namaz
kılıyorlardı. Bu, son derece önemli ve dikkate değer bir noktadır.
Resulullah (sav)'m
Medine'ye hicret etmesiyle Müslümanlar artık baskı ve işkenceden kurtulmuşlar,
ibadetlerini rahat bir şekilde yerine getirebilecek duruma gelmişlerdi. İslam,
sadece ferdi bazda yaşanan bir din olmadığı, daha çok toplumsal olarak
yaşanması gereken bir din olduğu için Müslümanların ibadetlerini toplu olarak
yapabilecekleri bir yere ihtiyaç vardı. O yer de elbette mescid olmalıydı İaten
mescid, kelime anlamı olarak da 'secde edilen yer1 anlamına geliyordu.
Peygamberimiz (sav);
hicret ettiğinde, daha Medine'ye varmadan ilk uğradığı yer olan Küba'da birkaç
gün kalma-sına rağmen hemen bir mescid inşa etmiştir. Oradan ayrılıp Medine'ye
varır varmaz da, henüz ikamet edeceği yeri bile belirlemeden Mescid-i
Nebevi'nin kurulacağı yeri belirlemiş ve hiç vakit kaybetmeden inşasına
başlamıştır. Yani Resulullah (sav), Medine'ye gelir gelmez yaptığı diğer iki
önemli icraatı mescid inşasından sonraya bırakmıştır. İslam Tarihinde çok
önemli bir yer tutan diğer iki icraatın biri En-sar île Muhacir arasında
kardeşliğin tesis edilmesi, diğeri ise İslam Devletinin esaslarını belirleyen
ve büyük önem arz eden Medine anlaşmasının yapılmasıdır. Sadece bu bile, yani
söz konusu üç icraattan mescid inşasının birinci sıraya alınması hadisesi,
mescidlerin İslam'daki yerini ve Müslümanlar için ne kadar hayati bir öneme
sahip olduğunu anlamak için yeterlidir.
Yüce Peygamberimiz
(sav)'in önderliğinde inşa edilen Mescid-i Nebevi, sadece bir ibadethane olarak
kalmamış, Allah'ın kitabı ve İslam'ın yüce değerlerinin öğretildiği bir
medrese; toplumsal sorunların çözüldüğü bir merkez; yabancı heyetlerin kabul
edildiği, anlaşmaların yapıldığı, önemli kararların alındığı devlet başkanlığı
konutu olarak da kullanılmıştır. Zaman zaman yabancılar için bir misafirhane,
yoksul ve kimsesiz Müslümanların barınıp ilim öğrendikleri yatılı bir
üniversite hükmündeydi aynı zamanda. Görüldüğü gibi mescid Müslümanların her
şeyiydi.
Resulullah (sav),
Hulefa-i Raşidin ve onları takip eden Müslümanlar hâkim oldukları coğrafyalarda
camilerden gerek ilmi, gerek içtimai ve gerekse ibadet alanlarında çok istifade
etmişlerdir. Müslümanların tarih boyunca ulaşabildikleri, tebliği götürdükleri
yerlerde; kurdukları köy ve kasabalarda; fethettikleri yerlerde yaptıkları
işlerin başında mescid yapımı gelmiştir. Müslümanlar, yaptıkları cami ve
külliyelerle o yerlerdeki insanlara çok hizmet etmişlerdir.
Müslümanlar cami yapımını
o kadar önemsemiştir ki, bir yere gittiklerinde o yerin Müslümanlara ait olup
olmadığını ezan sesinin gelip gelmediğinden ve o yerde mescidin olup
olmadığından anlıyor, ona göre hareket ediyorlardı.
Yüce Allah (cc), Tevbe
Suresi 17. ve 18. ayetlerde: "Puta tapanların kendilerinin inkarcı
olduklarını itiraf edip dururken Allah'ın mescidlerini onarmaları gerekmez.
Onların işledikleri boşa gitmiştir, cehennemde temelli kalacaklardır. Allah'ın
mescidlerini sadece, Allah'a ve ahiret gününe inanan, namaz kılan, zekât veren
ve ancak Allah'tan korkan kimseler onarır. İşte onlar doğru yolda bulunanlardan
olabilirler." şeklinde buyurarak mescide taraftar olup olmamayı; küfürle
imanı ayıran bir alamet olarak belirleyip önümüze koymuştur.
Muhterem Müslümanlar!
Mescidlerin
Müslümanlar için Önemi böylesine ileri bir düzeyde olduğu gibi, mescidleri
seven ve bağlı olan Müslümanların Allah katındaki mükâfatı da o denli
büyüktür. Ri-yazü's-Salihin'de geçen bir Hadis-i Şerifte Resulullah (sav) şöyle
buyurmaktadır:
"Cenabı Allah şu
yedi sınıf insanı kendi manevî gölgesinde barındırır:
1- Adaletli
devlet başkanı.
2- Allah'ın
ibadetiyle yetişen genç.
3- Kalbiyle
mescitlere bağlı kimse.
4- Allah
için birbirini seven ve bu uğurda bir araya gelip bu sevgiyle ayrılan kimseler.
5- Mevki
sahibi ve güzel bir kadının ahlak dışı davetini 'Ben Allah'tan korkarım'
cevabıyla reddeden kimse.
6- Sağ elin
verdiği sadakayı sol eli duymayacak şekilde gizli sadaka veren kimse.
7- Issız bir
yerde Allah'ı zikrederek gözleri yaşla dolup taşan kimse."
Yine Kütüb-ü Sitte'de
geçen ve Ebu Hüreyre (ra)'den rivayet edilen bir Hadiste Resulullah (sav)
şöyle söylemiştir: "Müslüman bir kimse, namaz ve zikir için mescidi vatan
edindiği (çokça gitmeyi alışkanlık haline getirdiği) zaman
Allah'ın onun bu halinden duyduğu sevinç,
tıpkı gurbette adamı olan kimselerin onun yanlarına dönmesiyle (kavuşmaktan)
duydukları sevinç gibidir." Bu hadisten de anlaşıldığı üzere mescidlerle
haşir-neşir olan Müslümanlar Yüce Allah'ın sevgi ve iltifatına mazhar olurlar.
Tüm bu müjdelerden dolayı Müslümanlar mescidleri hayatlarının vazgeçilmez bir
unsuru ve İslam'ın temel taşlarından biri haline getirmişlerdir. Müslümanların
mescidlere olan bu bağlılığı, İslam düşmanlarının kalbine korku düşürmüş ve
Müslümanların camilere bağlılıklarının devam etmesi halinde onlar üzerinde pek
fazla etkili olamayacaklarını anlamışlardı. İslam düşmanları bundan dolayı
Müslümanları camiden uzaklaştırmayı ve cami ile aralarını açmayı en önemli
faaliyetleri içine almışlar ve bu yönde çok gayret
sarf etmişlerdir.
Günümüzde İslam'dan ve
Müslümanlardan korkanlar özellikle gençleri camiden uzaklaştırmak için çeşitli
tezgâhlar ve oyunlar kurmaktadırlar. Bu senaryonun bir gereği olarak
"Merkez camilerin dışındaki camiler ezandan 30 dakika Önce açılır; namaz
kılındıktan 30 dakika sonra kapatılır" diye bir kural koymuşlardır.
Bildiğiniz gibi Eşref Hoca gelene kadar bu durum bizim camimizde de geçerliydi.
Yani farz namazlardan sonra burası da kapatılıyordu. Belirtilen bu süre
dışında camiye giden birisi farz namazını bile cami içerisinde değil de girişte
ayakkabıların da konulduğu dar bir holde veya cami dışında kılmak zorunda
kalmaktadır. Bunun Müslüman bir toplum içinde yapılması kabul edilebilir bir
durum değildir. Çünkü Yüce Allah (cc) Bakara dur.Romun
Suresi 114. ayet-i kerimesinde:
"Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anılmasını yasak eden ve oraların
yıkılmasına çalışan kimseden daha zalim kim vardır? Onların oralara korkmadan
girememeleri gerekir. Dünyada rezillik onlaradır, ahirette büyük azab da
onlaradır" demiştir.
Biz Müslümanlar,
caminin eski fonksiyonlarını bütünüyle icra ettiremesek bile, az da olsa
yapabileceğimiz şeyler mutlaka vardır. Bu doğrultuda hepimiz, elimizden geleni
yapmanın gayreti içinde olmalıyız. Böylelikle camiden uzaklaştırılmış olan veya
uzaklaştırılmaya çalışılan Müslümanları camiye yönlendirerek mürtedlerin,
kâfirlerin ve işgal güçlerinin emel ve planlarını boşa çıkarmalıyız. Bu bağlamda
yapabileceğimiz şeyleri siz Muhterem Müslümanlara hatırlatarak bu önemli
meseleye dikkatinizi çekmek istiyorum:
Ev ve işyerimizden
sonra üçüncü adresimiz, ev ve işye-rimize en yakın olan cami olsun.
Camiye giderken
elbisemizin ve üst-başımızm temiz olmasına dikkat etmeliyiz. Camiler,
meleklerin en sık bulunduğu mekânlar olduğu için camiye gelmeden önce onları
rahatsız eden koku verici yiyecekleri yemekten kaçınmalıyız. Yüce Allah Araf
Suresi 31. ayette: "Ey Âdemoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi
giyinerek gidin; yiyin için fakat israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri
sevmez" şeklinde buyurmuştur.
Mümkün mertebe günün
beş vakit namazını, olmazsa müsait olduğumuz vakit namazlarını, özellikle
sabah, akşam ve yatsı namazlarını evimize veya işyerimize en yakın
camide kılalım. Kutub-u Sitte'de Hz.
Ömer'den nakledilen bir hadiste Resulullah (sav) şöyle buyuruyor: "Kim bir
mescitte cemaatle birlikte yatsının ilk rekâtını kaçırmadan kırk gece namaz
kılarsa Allah Teala hazretleri, bu namazlar vesilesiyle onun için ateşten bir
azatlık yazar"
Ev ve işyerimizin
bakımı, onarımı, temizliği ve eksiklikleri bizi nasıl ilgilendiriyorsa,
müdavimi olduğumuz caminin sorunları hakkında da aynı şekilde duyarlı
olmalıyız. Gücümüzün yettiği her türlü yardımı ve desteği vermeliyiz.
Ailemizin, akrabalarımızın ve komşularımızın dert ve problemleriyle
ilgilenmek, onlara yardımcı olmak, ihtiyaçlarını gidermek nasıl İslami
sorumluluklarımızdan ise, aynen bunun gibi cami cemaatinin müdavimleri, cami
imamı ve müezzininin de varsa dert ve problemleriyle ilgilenmeyi ve yardımcı
olmayı da kendimize görev bilmeliyiz. Cami müdavimlerinden birisi namaza
gelmediğinde bunu hemen fark etmeli, kendisini ziyaret ederek niçin gelmediğini
öğrenmeliyiz.
10 yaşından büyük
erkek çocuklarımızı ve kardeşlerimizi camiye götürelim. Biz olmasak bile vakit
namazlarım camide kılmaları hususunda tavsiye ve teşvikte bulunalım.
Sevdiklerimizin, akraba ve komşularımızın gönlünü camiye bağlamak, camide
cemaatle kılman namazın faziletinden istifade etmelerini sağlamak için onları
da camiye, cemaatle namaz kılmaya getirmek için gayret edelim.
10 yaşından küçük
çocuklarımızı da haftanın 1-2 günü yanımızda camiye getirerek kendilerine
cemaatle kılman namazın sevabım anlatalım.
Camilerin
onarılmasına, inşasına, Müslümanların camilerden ilmen ve amelen tam olarak
faydalanmalarına engel olanları ve buna engel olma sebeplerini anlatalım. Cami
inşa edenlerin ahiretteki mükâfatı, camileri imha edenlerin uğratılacakları
azabı anlatalım. Az evvel okuduğum Bakara Suresi 114. ayet ile Tevbe Suresi 17
ve 18. ayetleri sıkça hatırlatalım.
Tarihi süreç
içerisinde bir müddet Müslümanların hâkimiyetinde kaldıktan sonra kâfirlerin
denetimine geçen yerlerdeki camilerin başlarına gelenleri öğrenip başkalarına
anlatalım. Özellikle Mescid-i Aksa'ya yapılanlar, Buha-ra'da, Semerdkand'ta ve
İspanya'da Endülüs İslam Devlo-tinden kalma camilere yapılan saldırı ve
yıkımları unutmayalım.
Mescid-i Nebevi'nin
ziyaret edilmesi aşkını ve orada kılman namazın faziletini anlatalım. Mescid-i
Aksa'nin Müslümanların ilk kıblesi olduğunu, Yahudilerin Mescid-i Aksa'yı
işgalini, Mescid-i Aksa üzerindeki oyunlarını, oranın Yahudi işgalinden
kurtarılması gerektiğini, bu hususta tüm Müslümanların mükellef olduğunu;
Kudüs'ün kurtuluşu için mücadele eden Müslümanların karşılaştıkları sıkıntıları
anlatalım.
Yine ülkemizde,
zamanında cami olarak kullanılan fakat şu an kullanılmasına müsaade edilmeyen,
tahrip edilen, başka amaçlar için kullanılan camilerin durumu ve bunun
sebeplerini anlatalım.
Müdavimi olduğumuz
caminin yapımında Müslüman1" *arın gösterdikleri fedakârlıkları, camide
yaptıkları hizmetleri, çocuklarımıza ve yeri geldiğinde cami cemaatine anlatalım.
Cenab-ı Allah;
bizleri, çocuklarımızı, akrabalarımızı, komşularımızı ve sevdiklerimizi camide
cemaatle namaz kılan müdavimlerden ve camiye karşı sorumluluğunu yerine
getirenlerden eylesin. Beni dinlediğiniz için Allah hepinizden razı olsun.
Kadri, dersini
anlattıktan sonra Asr Suresini okuyup dersi kapattı. Ders halkasında
oturanların ders sonunda sordukları sorulardan ve yüzlerinde belirgin bir
şekilde edindiği intibadan anladığı kadarıyla anlattığı konu etkili olmuştu.
Yusuf, cuma günü son
dersten çıktıktan sonra Kadri ile biraz dolaşmış, ikindi namazını üniversite
mescidinde kıldıktan sonra Kadri'yi minibüs durağından yolculamiş, sonra da yurda
dönmüştü. Sağa-sola uğramadan direkt odasına çıkmış, Ümit'in kendisinden önce
geldiğini görmüştü. Selamlaşmadan sonra Ümit'in neşeli tavırları ve sanki
kendisini merakta bırakmaya çalışan hali dikkatini çekmişti. Kendi kendine
anlatmaya niyeti olmadığını görünce, kendisi sordu:
-Hayırdır, Ümit? Çok
neşelisin bugün!..
-Ben mi? yok canım,
sana öyle gelmiştir.
-Var var!.. Sende bir
şeyler var. Söyle de neşene ortak olalım.
-Benim her zamanki
halim bu. Olsa, başta sana söylemez miydim?
-Peki, öyle olsun. Bak
bir daha sormam ona göre. Biraz sabretsem zaten dayanamaz, kendin anlatırsın.
Yusuf, Ümit'i daha
fazla üstelemeden yatağına oturup kitaplarını karıştırmaya başladı. Ümit'in bu halini
merak ediyordu. Bu durumun kendisiyle alakalı olduğuna adı gibi emindi
neredeyse. Ama o, Yusuf u merakta bırakmayı seviyordu. Zaman zaman böyle
davrandığı oluyordu. Yusuf, çok sevdiği arkadaşının bu Özelliğini iyi
biliyordu. İyi bildiği bir özelliği daha vardı Ümit'in. O da, Ümit'in yanında
çevresini merakta bırakabileceğine inandığı bir şeyleri varsa, fazla üsteleme
yapılmadığı zamanlarda dayanamayıp kendisinin anlatrnasıydı. Bu yüzden sanki
Ümit yokmuş gibi hareket etmeye başladı Yusuf. Bir yandan da çaktırmadan
Ümit'i izliyordu.
Ümit, çetin bir cevize
rastladığını anlamıştı. Yusuf un hayran olduğu sabrını iyi biliyordu. Ama buna
rağmen pes etmeye niyeti yoktu. İlahiler mırıldanmaya başladı. Sonra eline bir
kitap alıp dikkat çekici bölümlerini seslice okudu. Buna rağmen Yusuf oralı
bile olmuyordu. Bu da onun sabırsızlanmasına sebep oluyordu. En son,
pencerenin yanma gidip dışarıyı izlemeye başladı. Birkaç dakikalık bir
bekleyişten sonra daha fazla dayanamayarak arkadaşına döndü. Döner dönmez
Yusufun bakışlarını kaçırdığını gördü. Ümit, aslında Yusufun da meraklandığını,
bu yüzden kendisini izlediğini anlamıştı. Buna rağmen İşi daha fazla uzatmak
istemedi. Gülümseyerek arkadaşına seslendi: -Yusuf!..
.Yusuf, sanki Ümit'in
varlığından yeni haberdar oluyormuş gibi silkinircesine başını kaldırdı. İki
arkadaş göz göze gelince birbirlerine tebessüm ettiler. Gözleri bir anlık zaman
içinde çok şey anlattı birbirlerine. Ümit, Yusufun karşısındaki sandalyede
oturup sordu:
-İzmir'de tanıdığın
kimse var mı?
-İzmir mi? Bildiğim
kadarıyla orada hiçbir akrabam yok.
-İyi düşün! Belki de
vardır.
-Yok Ümit. Olsa bilmez
miydim?
-Bekir Keskintaş kim
peki?
-Bekir Keskintaş?! Bu
benim lise arkadaşım. Tabi ya, şimdi İzmir'de okuyor. Nasıl da aklıma
gelmedi!.. Ama sen "Tanıdığın var mı?" diye sorunca, benim aklıma
akraba kısmı geldi. Ee, ne olmuş Bekir'e?
-Sana mektup yazmış.
-Mektup mu? Hani
nerede?!
-Yanımda!..
Yusufun sorularına
Ümit çok kayıtsız bir şekilde cevap veriyordu. Arkadaşının sabırsızca
hareketlen onu keyiflen-dirmîşti. Anlaşılan az evvel Yusufun kendisine olan
kayıtsızlığının acısını çıkarıyor, bir nevi intikam alıyordu. Yusuf; sevinç,
heyecan ve biraz da merak karışımı bir ses tonuyla:
-E haydi, versene
mektubu Ümit! Daha ne duruyorsun? dedi.
-Vereceğim Yusuf. Dur
acele etme. Vereceğim ama...
-Ama'sı ne bunun?
Amacın beni meraktan çatlatmak bu yoksa?
-Alİah korusun! Öyle
bir amacım yok. Hani az evvel hiç Urnursamıyordun, ne oldu şimdi ha?
Kozlar yine Ümit'in
eline geçmişti. Yusuf onun gözlemdeki zekice gülümsemeyi fark edince alttan
aldı.
-Tamam Ümit, tamam.
Kabul ediyorum, sen kazandın. Doğrusu az evvel de senin halini çok merak
ediyordum; ama nasıl olsa anlatacaksın diyerek biraz sabretmeye çalıştım.
Şimdi ödeştik. Artık mektubu verebilirsin.
-Hah şöyle sâdede gel
işte!
Ümit, yerinden kalkıp
dolabını açtı ve bir kitabın arasına koyduğu mektubu alıp Yusuf a uzattı.
Yusuf, zarfı alıp açmadan önce uzun uzun inceledi. O bir anlık zaman dilimi
içinde Bekir ile geçirdikleri acı-tatlı tüm hatıralar bir bir canlandı gözünde.
Sınava girmeden önce birbirlerine verdikleri sözleri hatırladı. Bekir'in
sözüne sadık biri olduğunu biliyordu elbette; ama aradan aylar geçtiği halde
haberleş-memişlerdi. Burada, kendi memleketinde okuyan bir insanın dahi tek
başına bozulmadan, çevreye ayak uydurmadan dik durması neredeyse mümkün
değilken, uzak yerlerde, batılılaşmanın ve İslam dışı hayatın en yoğun olduğu
bir bölgede okuyan birisinin durumu nasıl olurdu acaba? Mektubu açmak ve çok
sevdiği arkadaşıyla kâğıt üzerinde dahi olsa tek yönlü bir sohbet yapmak için
sabırsızlanıyordu. Zarfın üzerinde adresinin yazılı olması da Yusufu
sevin, misti. Böylece ona hemen cevap
yazabilecekti.
Zarfı iyice
inceledikten sonra itinayla açtı. Pencerenin yanına gidip bir sandalyeye
oturdu. Zarftan çıkardığı iki sayfalık mektubu eline aldı. Ümit, onun mektupla
baş başa kalması için kendi işleriyle uğraşmaya başladı. Katlanmış kâğıtları
sevinç ve heyecan karışımı bir yüz ifadesiyle açtıktan sonra okumaya başladı.
"Sevgili Dostum,
Unutulmaz Arkadaşım, Can Kardeşim Yusuf!" diye başlamıştı mektubuna Bekir.
Bu hitap karşısında duygulanmaktan kendisini alamamıştı Yusuf. Devam etmeden
önce Bekir'in hayalini kafasında canlandırıp karşısına aldı. Bu halet-i
nahiyeyle okumasına devam etti. Sanki kendisi okumuyor da Bekir konuşuyormuş gibi
bir hisse kapıldı. Selam bölümünü geçtikten sonra mektuptan başım kaldırıp
"Ve Aleykumusselam ve Rahmetullahi ve Berekatuh, Bekir kardeşim!"
diyerek selamını aldı. Sonra devam etti.
"Çok uzun zaman
geçti ayrılığımızın üzerinden Yusuf... Aslında bir sene bile olmadı, biliyorum.
Ama bana yıllar geçmiş kadar uzun geldi. Buradaki her günüm benim için ayrı bir
azap, ayrı bir çile... Dayanması çok zor Yusuf! Anlatması bile bir o kadar zor.
Lisedeki günlerimiz
gözümün önünden gitmiyor hiç. Belki de bana yaşama sevinci veren tek şey,
yaşadığımız o güzel anılar. İnsan olduğumuzun bilinciyle yaşadığımız, dünyaya
niçin gönderildiğimizi anladığımız ve bu doğrultuda hareket ettiğimiz,
görevimizin ne olduğunu bildiğimiz ve kulluk bilincine ulaştığımız o güzel
günler ne de güzelmiş Yusuf, ne mübarek günlermiş!.. O zaman bunun değerini pek idrak edememiş
olduğumu yeni yeni anlamaya başlıyorum. Balık, suyun kıymetini ancak sudan
çıktığı zaman anlıyormuş ya, işte ben de öyleyim Yusuf. Aynen sudan çıkmış
balık gibiyim. Seni, Ahmet'i, Abdulaziz'i çok,
ama çok özledim. Kardeşliğimizi; kendimizi
bir diğerine feda edişimizi ve en önemlisi kardeşimizi kendi nefsimize
tercih ettiğimiz o günleri çok özledim.
Haramlara ve günahlara
düşmemek, nefsimizin güzel gösterdiği fiillere yönelmemek, şeytanın yolundan
gitmemek için birbirimize yaptığımız nasihatleri hatırlar mısın Yusuf? Ya hakkı
ve sabrı tavsiye etmede yarıştığımız o günleri?.. Unutmazsın, biliyorum Yusuf.
Bugün o anlara ne kadar muhtacım, ne kadar da muhtacım anlatamam kardeşim!..
Sen ibadet konusunda en âbidimiz, Allah korkusu yönünden en muttakimiz, nasihat
etmede en gayretlimiz, İslami kişilik yönünden en örnek olanımız, en ahlaklı ve
en edeplimizdin. Bunları söylediğim için bana kızdığını ve yüzünün kızardığını
görür gibi oluyorum. Ben bunları seni övmek için söylemiyorum kardeşim.
Dilimden dökülen gerçeklerdir bunlar. İşte bütün bu özelliklerinden dolayı seni
Öyle özledim, öyle Özledim ki... Bunu anlatmaya kelimeler kifayet etmez. Ne
zaman daralsam, seninle yaptığımız sohbetlerle avunuyorum. Ama şimdi artık
anılar avutamaz oldu beni Yusuf. Çok daraldım, çok sıkıldım buralarda!.. Şimdi
yanımda olmanı ve bana biraz sabır tavsiye etmeni ne çok isterdim, biliyor
musun?
Cephede, yoğun ateş
altında, mermisi biten bir asker gibi hissediyorum kendimi. İslam dışı bir
hayatın ağır tazyiki altında kalmışım. Samimice tutabileceğim bir dost eli
bulamadım. Doğrusunu istersen, bunda benim de suçum yok değil. Üniversiteyi
kazanmış olmanın rehaveti, büyük şehirlere gelmiş olmanın başıboşluğu ve biraz
da yalnız başına kalmış olmanın acemiliği yüzünden ilk başlarda bir şey
yapmadım. Yani sözleştiğimiz üzere insanları bulundukları İslam dışı hayattan
kurtarmak için gayret göstermedim. Sözün özü ben sözümü tutmadım Yusuf. Affet beni,
affet kardeşim. Hem dahası da var, anlatmaya yüzümün tutmadığı... Ama ne olursa
olsun, sana anlatacağım Yusuf. Bugün seninle her konuda dertleşmeye söz verdim.
Her ne kadar sözünü tutmayan biri olmuşsam da bugün bu sözümü tutacağım. Tıpkı
eski günlerdeki gibi sana açılacağım ve hayali de olsa nasihatlerini
dinleyeceğim. Hem sana anlatmasam, kime anlatacağım? Kim anlar derdimi
buralarda? Halimi kim anlar, duyduğum vicdan azabını, Rabbine isyan etmiş
birisinin kalbi ezikliğini, ruhu, dinmeyen fırtınaların azgın dalgalarıyla
boğuşan birisinin halet-i ruhiyesini kim anlar buralarda? Söyle be Yusuf, kim
anlar beni senden başka?..
Evet kardeşim,
satırlarımdan da anladığın gibi ben sözümü tutmamakla birlikte çok da"ha
fena şeyler yaptım. Zaman zaman namazlarımı aksattığım günler oldu. Evet, doğru
duydun. Bazen namaz kılmadığım oldu. Küçük şeyleri bahane ettim bunun için.
Zamanın olmadığına, derslere yetişmenin daha öncelik taşıdığına inanarak kendi
kendimi kandırdım kaç kez. Hani o, bir vaktini kaçırmamak için hayatımızı feda
edeceğimizi söylediğimiz "Dinin direği" olan namazdan bahsediyorum
Yusuf. Bu satırları okuduğunda bana acıdığını görür gibi oluyorum. Hayır Yusuf,
hayır. Böyle birine acıman gerekmez, bilakis tiksinmen lazım. Ben bunu hak
ettim.
İşte böyle!.. Namazda
gevşeklik gösterip aksatmaya başlayınca, şeytan bazı şeyleri güzel göstermeye
başladı bana. Çevremdeki
insanların yaşadığı hayatı kanıksamaya başladım. Hatta onlara meylettiğim zamanlar oldu.
Çev-remdekilerin "hacı, hoca" şeklindeki takılmalarına, istihza ve
hakaretlerine maruz kalmamak için bazı şeylerden ödün vermek zorunda kaldım.
Yani kendimi onlara benzetmeye çalıştım. Ne garip değil mi? Güya benim onları
kendime benzetmem gerekiyorken, onlar beni kendilerine benzettiler. Bunların
hepsi benim zayıflığımdan kaynaklandı. İlk zamanlarda gerekli olan tepkiyi
göstermemiş olmamın, İs-lami kişiliğimi kabul ettiremememin acısını işte böyle
çektim. Hz. Ömer'in (ra) "İnandığı gibi yaşamayan, yaşadıklarına
inanır." sözünü şimdi çok daha iyi anlıyorum.
Elhamdülillah ki,
büyük günah sayılabilecek fiillerde bulunmadım. Ama namazı aksatmış olmamın
günahı tüm günahların üstünde değil mi? Allah'ı tanıyan, İslam'ı bilen
birisinin İslam dışı bir hayata meyletmesinin günahı af-fedilebilecek bir şey
mi? Söylesene Yusuf, Allah affeder mi beni? Bu durumda bana yine 'kardeşim'
diyecek misin? Biliyorum, 'Tövbe et, Allah Gafur ve Rahim'dir" diyeceksin.
Amenna! Ben yüz kere, bin kere tövbe ettim Yusuf. Yaşadıklarımdan dolayı
pişman olma duygusunu kalbime kor bir ateş gibi koyan, kuvvetli bir silkinişle
beni uyandıran ve beni tövbe etmeye hidayet eden Yüce Allah (cc)'a sonsuz
hcTnd-u senalar olsun.
Biliyor musun Yusuf,
Allah pişman olmam için de seni sebep kıldı. Nasıl oldu deme, dur anlatıyorum.
Geç uyuduğum bir gece rüyamda seni gördüm. Sen çok güzel, yeşillikler içinde
bir bahçedeydin. Bahçede her türlü çiçek ve meyve ağaçları vardı. Kuşların cıvıltıları her yanı
kaplamıştı. Sen, beyaz elbiseler içinde, bir kaynak suyun başında oturmuştun.
Etrafında da yine aynı elbiseleri giymiş, nur yüzlü çocuk, genç ve yaşlılar
vardı. Size bakıp da imrenmemek elde değildi. Adeta cennetin içindeydiniz. Ben
ise o bahçenin dışındaydım. Benim bulunduğum yer İse kıraç, dikenlerle kaplı,
yılan ve akreplerle dolu bir yerdi. Avazım çıktığı kadar "Yusuf beni
buradan kurtar, yanma al!" diye bağırıyordum. Sonunda sesimi duyup
yanındakilerle beraber bahçenin kenarına kadar geldin. Bana bakıp "Buraya
gelmenin bedeli ağırdır Bekir. Bedelini yerine getirmezsen seni yanıma alamam."
dedin. Ben yine bağırarak; "Bedeli nedir Yusuf, söyle yerine
getireyim" deyince, sen: "İslam'ı nerede olursan ol yaşaman, hiçbir
kmayıcınm kınamasından korkmadan Allah'a kulluk yapman, Allah'ın emirlerini
her şeyden üstün tutmandır" diye söyleyerek yanındakilerle beraber arkanı
dönüp gittin. Ben, bulunduğum yerde korku içinde "Beni kurtar Yusuf, beni
yanına al!" diye bağırmaya devam ediyordum. Sonunda kendi sesimle uyandım.
Uyandığımda sabah namazının vakti çıkmak üzereydi. Namazımı kıldıktan sonra
uyuyamadım. Gördüğüm rüyanın üzerinde düşünmeye başladım. Rüya gayet açıktı.
Hatamı anlamıştım. Sen, birlikte olduğun insanlarla beraber manen cennet
hayatını yaşıyorken, bense yaşadığım bu hayatla manen cehennemi yaşıyordum.
Hem bu dünyada, hem de ahirette cenneti yaşamak için senin söylediğin bedeli
yerine getirmek gerekiyordu. Üniversiteye başladıktan sonra yaşadıklarımı
düşünmeye başladım. Hatalarımı çok yalın
bir şekilde gördüm. Öyle bir pişmanlık gelip oturdu ki yüreğime/ anlatamam.
Ağladım, ağladım, ağladım. Gözyaşlarımla günahlarımı yıkamaya çalıştım. Yüce
Allah (cc)'ın dergâhına sığındım. Beni affetmesi için 'Tevvab' sıfatına iltica
ettim. O günden sonra yüzümün doğru düzgün gülmediğini söylesem yalan olmaz
herhalde.
İşte böyle Yusuf!..
Sen, memleket dışında uzak yerlerde okumanın zorluklarını söylemiştin de biz
yine kendi bildiğimizi yapmıştık. Sen haklıydın kardeşim. Her zaman olduğu
gibi bunda da haklı çıktın. Şimdi yeniden doğmuş gibiyim. Tövbemin gereklerini
yerine getirmeye çalışıyorum. Ayrıca geç de olsa sözümü tutmak için gayret
ediyorum. Ama tek başımayım. Buralarda yalnızlık zordur Yusuf. En büyük
yalnızlığın, kalabalıklar içindeki yalnızlık olduğunu yaşarken anladım.
Seni üzdüğümü
biliyorum; ama sen dünyada da ahiret-te de kardeşimsin. Mektupla da olsa,
seninle konuştuğum için çok rahatladım. Bundan sonra ne yapmam gerektiği
konusunda bana yol göster. Beni nasihatlerinden ve dualarından mahrum bırakma.
Sık sık mektuplaşahm, oldu mu? Son olarak seni Yüce Allah (cc)'ın selamıyla
selamlar, O'nun 'Hafiz' sıfatına emanet ederim."
Kardeşin Bekir
Yusuf mektubu
bitirmiş; ama oturduğu yerden kal-kamamiştı. Okudukları onu son derece
müteessir etmiş, gözyaşları yanağını ıslatmıştı. Belki odada yalnız olsa/ hıçkırıklarla
ağlayacaktı; ama gözyaşlarının bile Ümit tarafımdan görülmesini istemiyordu.
Oysa Ümit odadan çoktan çıkmıştı, fakat Yusuf un bundan haberi yoktu. Ümit, arkadaşının
mektubu okumaya başladığını ve mektubun tesiriyle yüzünde oluşan duygusal
ifadeyi görünce, onu yalnız bırakmak istemiş ve sessizce çıkıp gitmişti.
Yusuf, hâlâ yalnız
olduğunu bilmeden, cebinden çıkardığı mendiliyle gözlerini sildi. Biraz
sakinleşip mantıklı düşünmeye çalıştı. Yıllarca yiyip-içtikleri ayrı gitmeyen,
aynı düşünceyi paylaşıp aynı fikri savunan, aynı amaç doğrultusunda hareket
eden bu can dostunun anlattıklarını kafasında canlandırıp anlamaya çalıştı.
Niçin bu duruma düşmüş, bu zayıflığı neden göstermişti? İman ve akidesinin
sağlam olduğuna inandığı dostunun böylesine basit bahanelerle namazlarını
aksatmış olmasına inanamıyordu. "Ah süslü hayat!" diye inledi adeta.
İstemediği halde sesli söylemişti bunu. Ümit'in duyup duymadığını anlamak için
arkasına baktı. Ümit'in odada olmadığını görünce sevindi. Yalnız olması onu
biraz rahatlatmıştı. Yerinden kalkıp odanm içinde bir aşağı, bir yukarı
yürümeye başladı. Bu kez sesrın duyulması endişesini taşımadan yeniden;
"Ah süslü hayat!" dedi. "Sen, nice imanlı insanları öğüttün cenderende.
Ah, şeytanın insanlara güzel gösterdiği eğlence, başıboşluk ve zevk-u sefadan
ibaret olan hayat! Sen Bekir gibi bir Müslümanm bile aklını çelebiliyorsan,
peki ya dinden, imandan haberi olmayanlar ne yapsın? Ya sen Bekir kardeşim, ya
sana ne oldu da sen bu hayata meylettin? Sen dünyaya oyun ve eğlence olsun diye
gönderilmediğimizi bilmiyor
muydun? Kaç kez seninle Hadid Suresi'nin 20. ayeti olan; "Bilin ki, dünya hayatı oyun,
oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan
ibarettir. Bu, yağmurun bitirdiği,
ekicilerin de hoşuna giden bir bitkiye benzer; sonra kurur, sapsarı olduğu
görülür, sonra çerçöp olur. Ahirette çetin azap da vardır. Allah'ın hoşnutluğu
ve bağışlaması da vardır; dünya hayatı ise sadece aldatıcı bir geçinmedir"
ilahi fermanının üzerinde konuşup müzakere ettik birlikte. Sana ne diyebilirim
ki kardeşim? İnsan zayıfmış gerçekten. İmanın muhafazası zormuş bu zamanda. Kor
bir ateş gibiymiş iman, tutanın elini yakıyor. Şeytan her an pusuda, insana en
zayıf olduğu yanından habire hücum ediyor. Yollar dikenlerle, uçurumlarla,
akla hayale gelmeyen tehlikelerle dolu. Bu yolu tek başına aşmak, menzile
varmak gerçekten zormuş sevgili arkadaşım. Bunu bir kez daha öğrenmiş olduk.
Bundan dolayı seni nasıl kınayabilirim ki? Belki de düştüğün bu duruma rağmen
gerçeği çabucak görüp ayağa kalkman ve Yüce Allah (cc)'a tekrar iltica etmenden
dolayı seni kutlamak ve alnından öpmek gerekiyor." dedi.
Yürümesini keserek
gidip pencerenin önünde durdu. Biraz düşünüp ne yapması gerektiğine karar
vermeye çalıştı. Sonra yine "Bekir'e yardım etmem lazım; ama nasıl? Onun
en büyük sorunu tek başına olması... Öncelikle yalnızlıktan kurtulması lazım.
Çünkü yalnız olmak her zaman şeytanın taarruzlarına açık olmak demektir. Keşke
oralarda okuyan, ya da ikamet eden tanıdık Müslümanlar olsaydı!.. Ama belki de
vardır. Bu meseleyi hemen Vedat abiyle konuşsam iyi olacak. Oralarda birileri
varsa, onun haberi olabilir." dedi kendi kendine. Saatine baktı. Akşam
namazına çok az kalmıştı. Zaten güneş yavaş yavaş batmaya yüz tutmuştu.
Mektubu cebine koyup odadan hemen çıktı ve abdestini tazeleyip mescide doğru
hızlı; ama biraz düşünceli bir şekilde yürümeye başladı.
Akşam namazı cemaatle
kılınmış, tesbihat ve duanın ardından sünnetler eda edilmişti. Az evvel
tıka-basa dolu olan mescid, şimdi kısmen boşalmış, sadece Kur'an-ı Kerim
okuyan, ya da Kur'an-ı Kerim dersi alan öğrenciler ile tefekkür veya zikirle
meşgul olan bazı gençler kalmıştı. Yusuf, namazdan önce Vedat'la konuşmak
istemiş; ancak Vedat namazdan sonra daha rahat konuşabileceklerini söyleyerek
beklemesini söylemişti. Bu yüzden Vedat ile Yusuf da mes-cidde kalmışlar ve
kimseyi rahatsız etmernek için bir köşeye çekilmişlerdi. Vedat, mescidde
olduğunun bilinciyle, ibadetle meşgul olanları rahatsız etmemek için çok sessiz
bir şekilde;
-Evet Yusuf, anlat
bakalım, bir derdin, bir sıkıntın yoktur inşaallah, dedi.
Yusuf, cebinden
çıkardığı mektubu Vedat'a uzatarak:
-Aslında bir sorunum
var Vedat Abi. Ama anlatabilmem için önce bu mektubu oku! dedi.
Vedat, şaşırmış bir
yüz ifadesiyle mektubu aldı. Okumadan önce Yusufun yüzüne bakıp bir şeyler anlamaya
çalıştı. Sonra:
-Kim bu Bekir? diye
sordu.
-Bir arkadaşım. Lisede
birlikte okuyorduk. Allah'ı tanıyan, İslam'ı bilen, imanı sağlam ve iyi amel
sahibi biriydi. Tabi bu söylediklerim, o zaman için geçerli olan şeylerdi.
Şimdi ise...
-Şimdi nasıl, değişmiş
mi yoksa? -Mektubu okursan anlarsın Vedat abi. Vedat bu uyarıyla elinde tuttuğu
mektubu okumak için gözlerine yaklaştırdı. Sırtını duvara yaslayıp okumaya başladı.
Yusuf, Vedat'ın mektubu bitirmesini beklerken bazen ona bakıyor, değişen yüz
hatlarından Bekir'in yazdıkları karşısında üzüldüğünü anlayabiliyordu. Vedat gibi en sıkıntılı olduğu anlarda bile
neşesinden bir şey kaybetmeyen biri bile bu mektup karşısında büyük üzüntü
yaşamıştı. Nasıl üzülmesin ki? Yüreğinde iman taşıyan bir insanın, Müslüman
kardeşinin düştüğü olumsuz duruma karşı üzülmemesi düşünülemezdi. Hele bu
insan, Vedat gibi İslam'ı ve Müslümanların durumunu kendisine dert edinen
biriyse, bundan başkası beklenemezdi elbette. Çünkü burada söz konusu olan
şey, bir Müslümamn imanı ve ondan da ötesi ahiret hayatının heba olma
tehlikesiydi. "Müjdeleyici ve korkutucu" olarak gönderilen bir
Peygam-ber'in (sav) takipçisi durumunda olan Vedat ve arkadaşları, tüm
insanların ahiretteki kurtuluşları için çabalarken, bütün bunların
bilincinde olan bir Müslümamn düştüğü bu durum elbette onların kalbine acı,
yüreklerine izdırap verirdi. Bu, Müslümanların kardeş
olma gerçeğinin bir tezahürüydü.
Vedat mektubu
bitirdikten sonra katlayıp Yusuf a uzattı. Üzgün olduğu ilk bakışta anlaşılan
bir yüz ifadesiyle bir süre konuşmadan boşluğa baktı. Sonra Yusuf a bakmadan,
gözleri hâlâ diktiği boşlukta olduğu halde:
-Yazık! dedi.
Gerçekten yazık olmuş.
-Haklısın Vedat Abi.
-İnsan zayıf
yaratılmıştır Yusuf. Allah, insana topraktan şekil verdikten sonra kendi
ruhundan üfleyerek can vermiştir. Dolayısıyla insanın yapısında, topraktan
yaratılmış olmanın getirdiği süfli özellikler bulunduğu gibi, Allah'ın
ruhundan üflemesiyle verilen canın getirmiş olduğu ulvi özellikler de
bulunmaktadır. İnsan bir sarkaç gibi bu iki özellik arasında gidip gelmektedir.
İnsanın yaşadığı ortam, arkadaş çevresi, aileden gördüğü şeyler ve fıtri
özellikleri hangi tarafa yakınsa, insanın kendisi de o yöne doğru meyleder.
İşte senin arkadaşının da durumu bundan ibaret Yusuf... Siz birlikteyken İslamî
bir yaşamla içli-dışlıydi. Ama gittiği yerde böyle bir yaşam olmadığı için
sürekli İslam dışı bir hayatla içli-dışlı oldu. Bu da zaman içinde onun
bozulmasına sebep oldu.
-Doğru Vedat Abi. İyi
bir tahlilde bulundun. Mantığım da bu tahlilin doğruluğunu tasdik ediyor; ancak
duygularım, hislerim ve beklentilerim Bekir'in böyle bir hayata meyletmeyeceği
yönündeydi.
-Hislerinde fazla
yanıldığını söyleyemeyiz aslında.
-Nasıl yani?
-Bak Yusuf, az evvel
insanın zayıflığından bahsettim. Şeytan da insanın bu zayıflığını bildiğinden
akla hayale gelmeyen vesveselerle insana yaklaşır. İnsanın önüne yüzlerce yol,
akli ve mantıki yüzlerce çözüm bırakır. Ta ki ona yaptıracağı bir ameli güzel
gösterene kadar. Bu şekilde insana bir kötülük yaptırdıktan sonra artık gerisi gelir. Bir
kez ipini şeytana kaptıran kimsenin yeniden iflah olması -Allah'ın yardımı
müstesna- çok zordur. Bekir de mektupta anlattığı kadarıyla bir dönem şeytana
uymuş. Sonradan da Yüce Allah (cc)'m yardımıyla hatasını anlayıp tövbe etmiş.
Bu, aslında pek o kadar da kötü bir şey değil. Yani sonuç itibarıyla demek
istiyorum ki insanın hata yapması kadar doğal bir şey yoktur Yusuf. Önemli olan
ise hatasını anladıktan sonra bunda ısrar etmeyip geri dönmesini bilmektir.
İşte Bekir bunu başarmış. Bu yüzden senin Bekir hakkında taşıdığın hüsnü zannın
doğruymuş ve seni yanıltmamış. Bu durumda, Bekir kardeşimizin meziyetli bir
şahsiyete sahip olduğunu söyleyebiliriz. Olayı bu şekilde değerlendirirsek
daha doğru düşünmüş olacağımızı sanıyorum.
-Aslında ben de böyle
düşünmek istiyorum Vedat abi. Buna rağmen bundan sonrası için bazı endişeler de
taşımıyor değilim. Bekir oralarda kaldığı müddetçe, sürekli bu hayatın içinde
olacak. İnsanın zayıf olduğunu ve şeytanın bu doğrultuda çalıştığını sen
söyledin az evvel. Bu durumda onun yeniden şeytana uymaması için yardımcı olmam
gerektiğini düşünüyorum.
-Bunun için aklından
geçen bir şeyler var mı?
-Var, ama senin
yardımına ihtiyacım var.
-E söyle o zaman, ne
duruyorsun? Yapabileceğim bir şeyse yardım edeceğimi biliyorsun zaten.
-Diyordum ki, Bekir'in
şeytana uymasının sebebi, kendisi gibi düşünen, kendisi gibi İslam'ı yaşayan
birilerinin yanında olmamasıdır. Zaten mektubunda da kısmen buna değiniyordu.
Biz burada sürekli müslüman kardeşlerimizle oturup kalktığımız halde,
kafeteryaya bile yalnız başımıza inmezken, o uzak bir memlekette, İslam dışı
bir hayatın, pislik ve çirkefliğin tam ortasında yalnız başına... İnsanın
yalnızken, kendisini muhafaza etmesi çok zor... Bunu bizzat ben de kayıt
yapmaya geldiğim ilk zamanlarda yaşamıştım. Eğer Müslüman kardeşlerimle
tanışmasam çok zorluk çekerdim herhalde.
-Haklısın Yusuf. Hem
de çok haklısın... Galiba ne demek istediğini anlıyorum. "Orada tanıdığın
birileri var mı?" diyeceksin öyle değil mi?
-Evet abi, aynen öyle
diyeceğim. Tanıdığın, bildiğin birileri varsa, Bekir'in onlarla tanışmasını
sağlasaydık iyi olurdu.
-Orada tanıdığım
birkaç kişi var Yusuf. Hem öğrenci olan var, hem de ikamet eden var. Ben sana
öğrenci olanlardan ikisinin isim ve adreslerini veririm. Ne zaman cevap
yazmayı düşünüyorsun? -Hemen bu gece!
-Tamam. Ben yatsıdan
sonra sana getiririm. Yazacağın mektupta bunları Bekir'e bildirirsin. Ben de
ayrıca o arkadaşlara mektup yazar, Bekir'i yalnız bırakmamalarını tembihlerim.
Oldu mu?
-Oldu abi. Ben yarın
sabah hemen göndereceğim inşaallah.
-Ne acelen var Yusuf?
Bekle, ben de yazayım, birlikte veririz postaya.
-Ben daha fazla
bekleyemem abi. Zaten bu konuda kendimi suçluyorum. Eğer onunla bağlarımı koparmarmş
olsaydım, belki bugün bunları konuşuyor olmazdık.
-O halde bana da bu
gece yazmaktan başka bir yol bırakmıyorsun. Ne yapalım yazacağız artık...
Bitirince sana veririm, şehre gitmişken benimkileri de postaya verirsin.
Aslında beklesen, yarın öğleden sonra ben de Kadri abiye uğrayacaktım, böylece
birlikte giderdik.
-Çok isterdim abi. Ama
ben erkenden çıkıp eski arkadaşlarımın evine gidecek ve onların adreslerini
alacağım. Bekir beni düştüğüm gafletten uyandırıp sorumluluklarımı hatırlattı.
Diğer arkadaşlarımla da hemen irtibata geçmem lazım.
-Tamam Yusuf,
anlaştık. Nasıl olsa seni bu kararından
döndür emeyeceğim.
-Anlatmam gereken
başka bir şey daha var Vedat abi.
-O da Bekir'le mi
ilgili?
-Hayır Vedat abi. Bu
başka bir mesele...
-Anlatsana, seni
dinliyorum.
-Bugün öğle yemeğinden
sonra mescide giderken mürted Örgüte bağlı birkaç kişi yolumu kesti.
-Ne? Neden hemen
söylemedin Yusuf? E, ne oldu peki?
-Bir şey olmadı Vedat
Abi. Aslında pek önemsemediğim için neredeyse unutmuştum. Hani hatırlarsan
bizim köylümüz Burhan vardı. Daha önceden mürted örgüte sempatizandı ve
sürekli onlarla dolaşıyordu. Ama ilgilenmem sayesinde onlardan ayrıldı ve
Allah'ın izniyle namaza başladı. Bunun dışında okulda tebliğ yapmam da onların
gücüne gitmiş. İşte mescide giderken onlardan dört kişi
"Bundan böyle
ölüm yok" hitabını işittiğin anda cehennemlikler arasında olabileceğini
hiç aklından geçirdin mi?
Her hak sahibinin
hakkını eksiksiz alacağı, hatta "Boynuzsuz keçinin, boynuzludan hakkını
alacağı" hadisçe belirtilen o adalet gününde hesap verebilir misin?
Hakkını verebilir misin ey nefsim sende hakkı olanların, bilmeden incitmiş
olduğun, kalbini kırdığın insanların? Peygamberlerin dahi 'Nefsim, nefsim!'
diye endişelendikleri Kıyamet Günü'nde kurtuluştan yana ümidin var mı? "Ah
keşke toprak olsaydım!" diye pişmanlık içinde olanlardan mı, yoksa
"Ey huzura eren nefis! Razı edici ve razı edilmiş olarak Rab-bine dön. İyi
kullarım araşma katıl. Cennetime gir." diye hitap edilen mutlu kimselerden
mi olacaksın?
Ölüm zor ey nefsim!
Ölüm ötesi ondan,da zor... Farz et ki öldün, seni yıkadılar. Sonra da musalla
taşma koyup namazını kıldılar. Ardından omuzlarda taşındın, seni bir çukurun
başına getirdiler. Dünyaya ait olan her şeyi o çukurun başında terk edip tek
başına daracık bir yere koyup üzerine toprak attılar... Ondan sonrasını bir
düşün nefsim! Asıl önemli olan ondan sonrası çünkü!.. Münkir ile Nekir'in
suallerine doğru cevaplar verebilecek misin? Amellerin kabrine sana her an eza
veren, seni kınayan korki'" canavar suretinde mi gelecek, yoksa alınan,
varlığı sana huzur suretinde mi gelecek? Dahası, dan bir çukur mu, yoksa cenneV
mi dönecek? Kabir seni öyle bir küçük bir meşakkate, incinmeye, eziyete dayanamayan sen, yerin bir
metre altında bu kadar şeye nasıl tahammül edeceksin, hiç düşündün mü bunu? Hiç
düşündün mü gerçekten ölmek nasıl bir şey, hesap vermek nasıl bir şey?
"Ölüm sarhoşluğu bir gün Hakk'ı getirir de 'İşte ey insan bu, senin öteden
beri kaçtığın şeydir' denir." (Kar: 19) şeklinde Yüce Allah (cc)
tarafından belirtilen hakikat mutlaka gerçekleşecek. O an gelip kapma
dayandığında Rabbinin huzuruna ak bir alınla mı, yoksa kara bir yüzle mi
çıkacaksın? Dünyadaki amellerin, ya da Yüce Allah (cc)'a yaptığın kulluğunla
şimdiden "Ben O'nun huzuruna ak bir alınla çıkmayı hak ettim"
diyebilir misin? "Ben, Ahirette kurtuluşa erenlerden olacağım"
diyebilir misin? İşte ey nefsim, böyle uzayıp giden sorulara nasıl cevap
vereceğini düşün, bunun üzerinde tefekkür et ve bu doğrultuda yapman
gerekenleri bir an bile olsa erteleme!...
Yusuf, yazmaya ara
verip başını kaldırarak etrafa baktı. Güneşin batıya doğru kayması, öğle
vaktinin bir müddet önce girmiş olduğunu gösteriyordu. Bunu teyit etmek için
saatine baktı. Doğruydu. Öğle ezam okunalı neredeyse yarım saati geçiyordu.
Yazarken zaman çok çabuk geçmiş, uzaklarda minaresi görünen camiden okunan ezan
sesini de duymamıştı. Cemaati kaçırmış olduğuna üzüldü. Daha fazla gecikmemek
için yazısını kısa kesecekti mecburen. Kısa bir müddet nasıl sonuçlandıracağını
düşünüp tekrar başladı yazmaya.
"Dünya bir girdap
gibi kendisine bağlananları çekip yutarken, ey nefsim tek kurtuluş yolu
Allah'ın ipine sıkı oua Romnn
sıkıya sarılmaktır. Senden önce ahirete
intikal etmiş olan Peygamberler, veliler ve Alİah dostlarının andıkları gibi
ölümü anman, onların hazırlığı gibi hazırlık yapman lazımdır. Yoksa dünya
girdabından kurtulamazsın! Yoksa imtihanı kaybedersin! Yoksa ahirette
pişmanlık acısıyla yananlardan olursun. Alİah muhafaza!
Ahirette
affedilenlerden olmak, Mahşer gününde Arş'm gölgesi altında gölgelenmek, kabir
azabından emin olmak için Allah yolunda şehid olmak gerekir ey nefsim!
"Şehidin, borcu hariç bütün günahları affedilir" diyen, son-ra da
"Her ölenin ameline son verilir, ancak Allah yolunda ölen murabit
müstesna. Çünkü onun ameli kıyamet gününe kadar artırılır. Ayrıca o, kabir
azabına da uğratılmaz" şeklinde müjde veren Peygamber Efendimiz (sav)'in
gösterdiği bu kutsal Ölüm şerbetini korkusuzca içmek gerekir. Hep diri kalmak
için Allah yolunda ölmek gerekir. Rabbimizin ikram ve övgülerine mazhar olmak
için şehid olman gerekir ey nefsim! "Allah yolunda öldürülenleri sakın
ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rab'leri katında
rızıklanmak-tadirlar." (AH İmran: 169)
Allah'ım! Bize hem
dünyada, hem de Ahirette iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru.
Allah'ım! Beni, ana ve
babamı, müminleri Hesap Günü'nde mağfiret et!
Allah'ım! Beni, kabir
azabından emin olan, tüm günahları affedilen, ölüm acısı duymayan ve Yüce
Allah (cc) tarafından rızıklanan şehid kullarından eyle!
Âmin, Vellhamdulillahi
Rabbil Âlemin"
Yazısını bitiren
Yusuf, kalkmadan önce bir kez okudu yazdıklarını. Kâğıtlarını katlayıp cebine
yerleştirirken:
-Fazla karışık olmuş
galiba. Duygularımı tam manasıyla ifade edemedim. Deftere geçirirken düzeltme
yapmam gerekebilir. Ama en iyisi böyle bırakmak... Nasıl yazılmışsa, öyle
kalsın, dedi.
Ayağa kalkıp gerildi
ve bir-iki kez eğilip kalktı. Sonra da;
-Haydi, Yusuf acele
et! Namazı bu kadar geciktirmiş olman ile az evvel yazdıkların çelişiyor, ona
göre!., dedi.
Kendi kendine yaptığı
bu ikaz vücudunun ürper-mesine neden oldu. Solgun bir yüzle, camiye gitmek için
mezarlıktan hızla ayrıldı.
Dun a Romnn
- Allah kabul etsin
Yusuf. Cuman mübarek olsun.
-Ecmain Vedat Abi.
Seninki de mübarek olsun.
-Bir yere
gitmeyeceksen, burada bekle de namazdan çıkan arkadaşlara ikindi namazından
sonra yurtta olmalarını söyle.
Tamam, Vedat Abi.
Hangi odaya gelsinler?
-Sizin odaya
gelmelerini söyle. Herkes birbirini haberdar etsin. Ha bu arada yalnız başına
dolaşma.
-Dolaşmam abi, merak
etme. Zaten Hasan'm namazını bitirmesini bekliyorum. İkimiz birlikte haber
veririz arkadaşlara.
-İşi yoksa onu da
getirebilirsin.
-Tamam, Vedat Abi
-İyi, ben gidiyorum.
Esselamu aleyküm!
-Ve aleykumusselam ve
rahmetullahi ve berekatuh.
Vedat oradan
ayrıldıktan sonra Yusuf mescidin önünde durarak namazdan çıkan Müslümanlara
Vedat'ın mesajını iletti.
Mescidde kimsenin kalmadığına emin olunca
da Hasan'la birlikte
bahçe içerisinde dolaşıp Müslümanların öğle arası sohbet edip dinlendikleri
yerlere de uğradı. Oralarda gördüklerinden haberdar olmayanları da haberdar
etti.
Nihayet ikindi namazı
kılınmış, namazını kılanlar ikişer-üçer kişilik gruplarla Yusuf'ların odasına
doluşmaya başlamışlardı. Yusuf ile Hasan diğer Müslümanlardan önce,
tes-bihatın hemen ardından odaya gelmişler, odanın diğer sakinleriyle beraber
hazırlık yapmışlardı. Gelecek olan Müslümanların dört tane yatağa
sığmayacaklarını bildiklerinden oturmaları için yere battaniye de sermişlerdi.
Vedat mescid-den, yanındaki iki kişiyle birlikte en son çıktı. Onların da gelmesiyle,
artık gelecek kimse kalmamıştı.
Odada çok sayıda
Müslüman öğrenci vardı. Kimisi yataklarda, kimisi de yere serilen
battaniyelerin üzerine oturmuştu. Hepsi de bu toplantının nedenini merak
ediyordu. Çünkü yurt içinde, herkesin katıldığı böylesine toplantılar pek sık
olmuyordu. Ama özellikle Vedat'ın genele bildirdiği bazı özel konular olduğunda
buna benzer toplantılar yapıldığı oluyordu.
Vedat, pencere önünde,
herkesi görebilecek şekilde yerde oturduktan sonra diğer Müslümanların
kendisine yönelen ve konuşmasını bekleyen bakışlarını hissedip daha fazla
bekletmemek için, her zaman yaptığı gibi Asr Suresini okuyarak açılışı yaptı.
Sonra da;
-Kardeşlerim! diye
hitap ederek sözlerine başladı.
-Çok farklı bir
sebeple toplandık bugün. îslami çalışma, tebliğ ve halkı bilinçlendirme
faaliyetlerimizle alakalı; ama bugüne kadar yapmadığımız bir konuda konuşacağız
İnşaallah.
Vedat konuşmasına ara
verdi ve odada bulunan gençlerin yüzlerine bakıp sözlerinin etkisini anlamaya
çalıştı. Gençler merak içinde ve pür dikkat konuşmasına devam etmesini
bekliyorlardı. Ardından derin bir nefes alıp konuşmasına devam etti.
-Kendi aramızda,
konusu serbest olan, yani her isteyenin istediği konuda yazabileceği şiir,
kompozisyon, makale ve marş-ilahi sözü yarışması düzenledik. Seçeceğiniz
konular; ahlaki kavramlar, ayet tefsiri, siyerde belli bir konuyu ele alma,
Asr-ı Saadet ile günümüzün bazı özelliklerinin karşılaştırılması, sahabelerin
fedakârlığı, İslam'dan Önceki cahiliye dönemi ile günümüzde yaşanan durumların
karşılaştırılması vs. olabilir. Her konuda dereceye giren kardeşlere 'çam
sakızı, çoban armağanı' türünden ödül verilecektir. Yarışma konulan dışında
piyes ve skeç yazmak isteyen kardeşler yazabilirler. Gün olur da bazı
etkinlikler düzenlersek, bunları sahneleriz inşaallah.
-Yarışma gayesiyle
yazılacak yazıların uzunluğu veya kısalığı için belli bir limit olacak mı Vedat
abi?
Bunu soran, Eğitim
Fakültesi Edebiyat Bölümü 2. sınıfında okuyan Bilal'dı. Çok okuyan ve
edebiyata karşı ilgisi olan biriydi. Şairlik yönüyle birlikte sesi de güzel
olduğu için yazdığı şiirleri besteliyor ve güzel sesiyle yorumluyordu. Bu
yüzden arkadaşları ona 'Ozan' lakabını takmışlardı.
Soruyu soranın Bilal
olduğunu anlayan Vedat, gülümseyerek cevap verdi.
-Şair ve edipler hemen
kendilerini belli ediyorlar. Evet, Bilal kardeş belli bir limit var. Şiirlerde
herhangi bir ölçü ve sınırlama yok; ancak yazılar iki dosya kâğıdını geçmeyecek
uzunlukta olacak.
-En geç ne zamana
kadar teslim edilecek? diye sordu Kasım.
-Bugünden itibaren üç
hafta içinde! Tabii erken bitiren olursa, daha önceden de verebilir.
Vedat sözünü bitirince
Yusuf hemen araya girdi.
-Yazıların nasıl
yazılacağı konusunda biraz bilgi verebilir misin Vedat abi? Yani yazılarda
uymamız gereken bir çerçeve mutlaka olmalıdır, öyle değil mi? Çoğumuz bu işe
yabancıyız. Yazı olsun, şiir olsun, yazarken nelere dikkat etmemiz gerekecek?
-Evet Yusuf kardeşim,
güzel bir konuya değindin. Hem yazılarımızın çerçevesi ve hem de dikkat
edeceğimiz hususlar konusunda bazı notlar almıştım. Bunları İnşaallah söyleyeceğim.
Özellikle şimdi
söyleyeceğim hususlar çok önemli olduğu için iyi dinlemenizi istiyorum.
Yarışmaya iştirak edecek kardeşlerin bu hususları tam anlamıyla göz önünde
bulundurması gerekiyor.
Bildiğiniz gibi, bizim
bütün faaliyet ve çalışmalarımız İs-lami yaşantıyı ve sünneti ihya etmeye
yöneliktir. Dolayısıyla hangi konuda olursa olsun, yazı yazacak kardeşlerin
yazılarında bu temel amacı mutlak surette yansıtması gerekmektedir.
Yazılarda
Müslümanların ittifak ettiği ve vahdete katkıda bulunacak İslam kardeşliği,
mesuliyet ve mensubiyet şuuru, İslami şahsiyetin oluşması vb. konulara ağırlık
verilmeli ve en güzel şekilde işlenmelidir.
Yazacağımız konulan
işlerken; Müslümanlara, Kur'an-ı Kerim'e, Sünnete, Ashaba, Selef-i Salihine ve
İslam kültür külliyatına bakışta Üstad Bediüzzaman'm çizgisi takip edilmelidir.
Tabii ki, bu çizgiyi takip edebilmek için onun bu ve benzeri konulardaki
düşünce ve yaklaşımlarını iyice öğrenip uygulamak zorundayız. Üstad
Bediüzzaman'm vahdete yönelik tespitleri ve tefrikayı önlemeye yönelik
reçeteleri, hastalıklara şifa olan ilaçlardır. Kendimizi ve İslam ümmetini bu
ilaçlan kullanmak zorunda olan hastalar gibi görmeliyiz.
Yazılarda müspet
hareket edilmeli ve müspet olan şeyler yazılmalıdır. Özellikle sloganik ifade
ve yaklaşımlardan kaçınılmalıdır. Yazılacak menfi şeyler, kullanılacak sloganik
ifadeler belki yazıları edebi yönden veya örneklendirme açısından
zenginleştirebilir; ancak toplumun geneline indirgendiğinde bu gibi şeylerin
hiçbir faydası olmayacaktır. Oysa yazılarımızda gözeteceğimiz en temel
amaçlardan biri, faydalı olma yönüdür. Yani yazılarımızı okuyan veya dinleyen
insanlar bundan faydalanmalı, istifade etmeli, etkilen-meli ve ders
çıkarmalıdırlar. Faydasız bir yazının yazarına yorgunluktan başka bir şey
kazandırmayacağını unutmamak lazımdır.
Evet, yazılarımızda
dikkat etmemiz gereken bir başka husus da şudur: Tüm Müslümanlara karşı olumlu
bir yaklaşım sergilenmelidir. İslami kesim ve şahıslar eleştirilmek zorunda
kalındığında, yapılan eleştiriler insaflı, yapıcı ve hatalarını kavratmaya
yönelik olmalıdır. Asıl eleştiriler, İslam düşmanlarına yönlendirilmelidir.
Şimdi söyleyeceğim
husus çok önemlidir. Özellikle ırkçılık, mealcilik, akılcılık ve tekfircilik
gibi zararlı akımları öven veya bu akımlara teşvik eden ifadelere hiçbir
şekilde yer verilmemelidir.
Bununla birlikte şüpheli ve zihinlerde karışıklığa, şüpheye, soru işaretlerine
neden olacak konular işlenmemelidir.
Ümmet içinde birtakım
ihtilaflı meselelerin olduğu bir gerçektir. Ancak bizler, ümmet içinde var olan
ihtilaflı meselelere mümkün mertebe yazılarımızda yer vermemeliyiz. Bunun
yerine ümmetin ittifak ettiği meseleleri daha çok gündemde tutup işlemeliyiz.
Ayrıca geçmiş tarihlerde veya günümüzde vuku bulan ve gündeme getirildiğinde
tartışma ve ihtilafa sebebiyet verebilecek hadiseler işlenmemelidir.
Son olarak da şuna
dikkat etmeliyiz: Bir konuyla ilgili ayet, hadis, başkasına ait bir söz veya
bir alıntı yapıldığında mutlaka kaynak belirtilmelidir. Özellikle yazılarda
geçen ayet ve hadis mealleri iyice kontrol edilmelidir. Bu konuya gereken
hassasiyet gösterilmeli ve anlam bozukluğu oluşturacak hatalar yapılmamalıda;
Yazıların çerçevesi ve
uyulması gereken hususlar böyle Yusuf. Bu konuda anlaşılmayan bir nokta var mı?
-Anladım Vedat Abi. Allah razı olsun. -Ecmain Yusuf. Allah cümlemizden razı
olsun. Evet arkadaşlar, şimdiye kadar konuştuğumuz şeylerle ilgili sorusu olan
veya katkıda bulunmak isteyen kardeşler varsa çekinmeden konuşsun.
-Ben bir soru
sorabilir miyim? dedi yerde oturan Cahit adındaki genç. Eğitim Fakültesi
İngilizce öğretmenliği 3. Sınıfında okuyordu. Orta boylu, beyaz tenli ve
kıvırcık saçlıydı.
-Tabii ki
sorabilirsin, diye karşılık verdi Vedat.
-Benim biraz kafam
karıştı sanki. Daha doğrusu belirtilen hususlarla düzenlenen yarışma arasında
bir bağlantı kuramadım.
Gençlerin hepsinin
bakışları Cahit'in üzerinde yoğunlaşmış, sözlerirti nasıl sonuçlandıracağını
beklemeye başlamışlardı. Vedat ise onun anlamadığı hususu daha iyi açıklaması
için araya girdi.
-Kafanın karışmasına
sebep olan şeyi biraz daha açabilir-sen, ben de ona göre iyi bir açıklama
yapabilirim. Belki başka arkadaşların da belirteceğin hususlarda anlamadıkları
noktalar olabilir.
Cahit, kendisine
yönelen bakışları fark ettiği için biraz da sıkılarak konuştu.
-Tam olarak nasıl
söyleyeceğimi bilemiyorum Vedat abi. Sen yazıların çerçevesi ile ilgili
hususları belirtirken, sanki yazılarımızı herkes okuyacakmış gibi bir ıntibâya
kapıldım. Madem kendi içimizde yapacağımız, küçük çaplı bir yarışma; o halde çerçeve
ile ilgili söylenen şeyler biraz geniş çaplı bir durumu ifade etmiyor mu?
Cahit sorusunu
bitirince Vedat ona takdir dolu bir tebessümle baktı. Dile getirdiği meselede
haklıydı. Ortada bir çelişki gibi duran söz konusu durum dikkatinden kaçmamıştı.
Onun bu sorusu, diğer gençlerin de merakını celp etmişti. Vedat bu yüzden
bakışlarını Cahit'ten ayırarak tüm gençlerin yüzlerinde gezdirdi ve
tebessümünden bir şey kaybetmeden açıklamada bulundu.
-Cahit kardeşimizin
dikkatini takdir ermemek elde değil. Aslında bunu başta açıklamam gerekiyordu;
ama her nedense unuttum. Evet, Cahit'in dediği gibi kendi içimizde bir yarışma
düzenlendi; ama yazılarımıza geniş çaplı bir çerçeve
verildi. Bunun nedeni şu: Bizler
Müslümanız ve hayatımızın her anında bir Müslüman gibi hareket etmek
durumundayız. İster yazılarımızda olsun, ister söylemlerimizde olsun veya
isterse insanlarla günlük ilişkilerimizde olsun bu çizgiden asla sapmamak
gerekiyor. Dilimizi, kalbimizi, zihnimizi, kalemimizi ve elimizi buna
alıştırmak zorundayız. Yani az evvel söylediğim hususlar her ne kadar yarışma
içinse bile, aslında bunlar kendi aramızdaki normal konuşma ve ilişkilerde de
uyulması gereken önemli hususlardır. Bunu böyle bilip böyle anlamak lazımdır.
Şunu unutmamak
gerekiyor ki, günümüzde Müslümanlar sistemli bir şekilde Kur’an ve Sünnetten
uzaklaştırılmakta, İslam'a ve Müslümanlara düşmanlık yapılmakta ve Müslümanlar
cehalet ve çirkefliğin içine çekilmektedir. Bunlar yetmiyormuş gibi, İslam
coğrafyası fiili olarak işgal edilerek Müslümanların mukaddesatına, namusuna,
malına el uzatılmakta ve kanlan akıtılmaktadır.
İşte belirlenen bu
çerçeve, dolaylı da olsa kâfirlerin, zalimlerin, şeytan ve şeytan uşaklarının
bu saldırı ve faaliyetlerine katkıda bulunma gibi bir tehlikeye düşmemek için
birbirimizle yardımlaşma amacına yöneliktir. Bu yardımlaşmayı yazılarımız,
söylemlerimiz ve pratiğimizle göstereceğiz inşaallah!
Odada uğultu halinde
inşaallah' sesleri yükseldi.
-Bu açıklama soruna
bir cevap oldu mu Cahit kardeş?
-Evet abi, şimdi anladım.
Gençler arasında kısa
bir sessizlik oldu. Belliydi ki herkes kendi yeteneğini ölçüyor, yarışmaya
katılıp katılamayacağına karar vermeye çalışıyordu. Bilal, onların bu
suskunluğunu ikinci sorusuyla bozdu. Sorusu onun Edebiyat Bölümünde okuduğunu
belli ettiriyordu.
-Vedat Abi,
yazılarımızda nasıl bir dil ve üslup kullanmalıyız? Çünkü günümüzde aydın
geçinen çoğu yazarlar, sırf entelektüel bir birikime sahip olduklarını
göstermek için yazılarım herkes tarafından anlaşılmayan kelimelerle süslemektedirler.
Kardeşlerimizin yazacağı şeyler bu tarzda olmamalı kanaatindeyim, öyle değil
mi?
Bilal'ın bu sorusu,
gençler arasında gülüşmelere neden oldu. Onun edebiyata olan ilgisini
bildiklerinden kendisine sağdan-soldan takılanlar oldu. Vedat onun sorusuna
soruyla karşılık verdi.
-İstifade edilmeyen
bir eserin edebi değeri ne olursa olsun, halkın nazarında bir manası veya
kıymeti olur mu Bilal kardeş?
-Elbette ki olmaz.
-O halde yazılarımızın
tamamı istifadeye yönelik olmalıdır. Yani, ister kitap yazalım, ister şiir,
ister makale, deneme, hikâye veya öykü yazalım, göz önünde bulunduracağımız
ilk husus, ondan istifade edilmesidir. Yani vücuda getirdiğimiz eserler
vesilesiyle insanlar bir şeyler öğreniyor, İslam'a yöneliyor, sünnete sarılıp
bidatlerden kaçınıyorsa, doğru bir iş yapıyoruz demektir. Bunun için anlaşılır,
duru, herkesin kabul ettiği sade bir dil kullanılmalıdır. Anlaşılmayan,
şatafatlı, süslü, buna karşın içi boş kelimelerle doldurulmuş bir yazının
toplumun geneline faydalı olduğunu söyleyemeyiz.
Her konuda olduğu
gibi, dil ve üslup konusunda da bizim için en büyük örnek, Resulullah
(sav)'tır. Bildiğiniz gibi
o bir şeyi açıklarken en kısa anlatımı seçmiş, herkesin anladığı kelimeleri
kullanmıştır. Cümlelerini seçerken az, öz ve net konuşmaya özen göstermiş, çok
sade bir dil kullanmıştır. Hatta Efendimiz (sav)'in kendisi bir hadislerinde:
"Bana birçok manaları cami, en beliğ ifadeler verildi ve benim için sözler
tamamıyla kısaltıldı. Yani, en az sözle birçok manaları ifade etmek meleke-i
lisaniyesi ihsan buyruldu." İşte böyle bir Peygamber (sav)'in takipçileri
olan bizler de onu örnek almalıyız.
Cümlelerimizi mümkün
olduğunca kısa tutmalı, cümledeki özne-yüklem ilişkisine dikkat etmeliyiz.
Aksi halde cümleler bozuk olacaktır. İçinde bozuk cümlelerin olduğu bir yazının
ana fikri ne olursa olsun, okuyana sıkıntı verecektir. Bu da ister istemez
yazının istifade düzeyini düşürecektir. Eminim ki, bir konuda araştırma yapıp
yorulan ve öğrendiklerini insanlarla paylaşmak için araştırmasını yazıya döken
hiçbir kardeşimiz ondan istifade edilmemesini istemez. Bu yüzden araştırma ve
düşüncelerimizi yazıya dökerken olanca dikkat ve özeni göstermeliyiz.
Evet, Bilal kardeş!
Biraz daha konuşursam, senin uzmanlık alanına girmiş olacağım. Aslında bu
hususları senin bize açıklaman gerekiyordu ya, neyse...
Sanırım artık sizin
soracağınız, benim de söyleyeceğim bir şey kalmadı. Müsaadeniz varsa,
toplantımızı artık bitirebiliriz.
Gençlerden olumsuz bir
tepki gelmeyince, Vedat başlarken okuduğu Asr Suresi'ni yeniden okuyup
toplantıyı bitirdi.
Dönem sonu gelmiş,
final sınavları öncesi son dönemece girilmişti. Yurtta kalan öğrencilerin bir
kısmı, sınav öncesi verilen bir haftalık tatilden istifade ederek memleketlerine
gitmişlerdi. Yusuf un oda arkadaşları da sınavlara daha moralli girmek için
evlerine gitmiş, onu yalnız bırakmışlardı. Ancak çoğunluğu memleketlerine
gitmemiş, yurtta kalmayı tercih etmişlerdi. Bunun en büyük sebebi, tatile
gitmekle İslami çalışmalarına ara vermek istememeleriydi. Onlar İslami
çalışmalar hususunda çok duyarlıydılar ve bunu hiçbir şekilde sekteye uğratmak
istemiyorlardı. Bu yüzden çoğunluk tatillerde bile evlerine gitmek istemiyor,
gidenler de en kısa zamanda dönüyorlardı- Yusuf da köyüne gitmekle yurtta
kalmak arasında tam bir tercih koyamıyordu. Aslında gitmek istemiyordu; ancak
bugün her nedense evine gidip ailesini görmek arzusuna kapılmıştı. Buna tek
başına karar vermek istemiyor, Vedat'la danışma ihtiyacı hissediyordu.
Bir müddet Vedat'ı
aradı, bulamayınca akşam namazına kadar bekledi Yusuf. Namazını mescitte
kıldıktan sonra tekrar odasına çıktı. Vedat'ın artık gelmeyeceğini anlayınca
yurttan çıkıp minibüsle şehir merkezine, oradan da Kadri'nin evine geldi. Ev
sakinlerinden Muhsin karşıladı Yusufu. Odaya girdiğinde Vedat'ın da evde
olduğunu görünce sevindi. Selamlaşıp musafahalaştılar. Evde Kadri, Vedat ve
Muhsin'den başka kimse yoktu. Üçü de Yusuf un gelişine sevinmişti. Kadri'de hem
memnuniyet, hem de gece vakti ani gelişinden dolayı bir endişe havası vardı. Bu
duyguyla sordu:
-Hayrola Yusuf,
gecenin bu vaktinde pek çıkmazdın?
-Doğru Kadri abi,
haklısın, ama bugün farklı... Yurtta yalnız kalınca canım sıkıldı, ben de
buraya geldim.
-Hiç kimse mi
kalmamış?
-Çok kişi vardı da, bizim
oda sakinlerinin hepsi tatile gidince odada ben yalnız kaldım. Aslında ben de
gitmeyi düşünüyordum; ama Vedat abiyi göremeyince bugün gidemedim. Yurtta da
canım sıkılınca buraya geldim.
-Gitmek için mi,
kalmak için mi?
-Öğle namazından ta
akşam namazına kadar Vedat abiyi bekledim. Ona haber vermeden gitmek istemedim.
Akşam namazında da gelmeyince buraya geldim. Uzun zamandır köye gitmedim. Eğer
siz de uygun görürseniz birkaç günlüğüne gitmek istiyorum.
Vedat, Yusufun
neredeyse bütün gün boyunca kendisini beklemiş olmasından dolayı üzüldü.
Yusuf, sözünü Diift
bitirince Kadri'nin
cevap vermesine fırsat bırakmadan araya girdi:
-Hakkını helal et
Yusuf. Ben sabah saat 10.00 civarlarında çıkıp buraya geldim. Giden arkadaşlar
dünden haber vermişlerdi. Haber vermeyen kardeşlerin kalacaklarını düşünmüştüm.
Bu yüzden de yurda dönmedim.
-Gerçekten gitmek
istiyor musun? şeklinde isteksizliğini belli eden bir soru yöneltti Kadri.
-Eğer rızanız varsa,
evet abi gitmek istiyorum.
-Aslında ben senin
kalmanı istiyorum. Tabi benim bu İsteğim kişisel bir şey. Yani gitmemeni
gerektirecek bir durum yok. Ramazan ile Zekeriya da gittikleri için ev boş
sayılır. Finallere kadar Vedat ile beraber burada kalabilirsin. Nedenini
bilmiyorum; ama içimde kalmanm gitmenden daha iyi olacağı yönünde bir duygu
var.
-Sen en iyisi
duygularına kapılma! diyerek araya girdi Muhsin. Sözlerinde, Kadri'yi kalben
rahatlatmak isteyen umursamaz bir tavır gözleniyordu. Bu rahatlıkla sözlerine
devam etti.
-Yusuf da evhamlara
kapılacak şimdi. Üniversiteye yeni kayıt yapan çoğu arkadaş evlerine gittiler.
Ayrıca Yusuf uzun zamandır köyüne gitmemiş. İslami çalışmaları için sürekli
fedakârlık yapıp evine gitmiyor. Aslına bakarsan, ben de Yusufun bizimle
kalmasını istiyorum; ama onun da köyüne gidip ailesini ziyaret etmeye hakkı
var. Eğer kalmasını gerektirecek önemli bir durum yoksa bence izin ver
gitsin. Tabi yine de sen bilirsin.
-Muhsin haklı, dedi
Vedat. Hem yılın en güzel gün-lerindeyiz. Köy bu mevsimde çok güzel olur. Zaten
Yusuf un gitmek istemesinin de en büyük sebebi bu bence. Öyle değil mi Yusuf?
-Haklısın Vedat Abi,
beni iyi tanımışsın. Tabi ailemi, özellikle de anamı çok özledim.
Kadri görüşünde yalnız
kalmıştı. Muhsin'le Vedat'ın sözleri, kısmen de olsa onu rahatlatmıştı. Bununla
birlikte Bediüzzaman Said Nursi'nin "Takdir-i Huda kuvve-i bazu ile
dönmez" sözünü hatırlayarak kerhen de olsa Yusuf un gitmesine izin vermesi
gerektiğini düşündü. Gülümseyerek kısmen rahatlamış bir ses tonuyla:
-Tamam Yusuf.
Arkadaşlar haklı. Burada yokluğunu hissettirecek pek fazla bir iş yok şimdilik.
Gönül rahatlığıyla köyüne gidebilirsin. Bizden de selam söyleyip bizim adımıza
ananla babanın ellerinden öpersin.
-Aleykumusselam Kadri
Abi. Allah razı olsun.
-Tabi, hemen
gitmeyeceksin değil mi?
-Yok abi, bu saatte
araba mı bulunur? Allah izin verirse yarın öğleye doğru giderim. Gitmeden önce
Hasan'ı da görüp öyle gideceğim.
Yusuf, gitmesi yönünde
verilen karara sevinmişti. Aslında Kadri'nin isteksizliği bu sevincine gölge
düşürmüyor değildi. Başka bir zaman olsa, Kadri sözleriyle değil sadece ima
yoluyla bir şeyi yapmasını istemese, ne olursa olsun onu asla yapmaz, Kadri'ye
muhalefet etmezdi. Ama şimdi farklıydı. O da içinde sebebini bilmediği bir
istek duyuyordu gitmek için. Daha düne kadar da gitme konusunda bu kadar arzulu
değildi. Ama ne olduysa bugün sabahtan beri köy özlemi ve ailesini görme arzusu
gelip oturmuştu yüreğine.
Dört arkadaş, gece
yarısına kadar sohbet edip uyudular. Yusuf, sabahleyin saat on sularında
vedalaşıp evden ayrıldı. Oradan Hasanların evine geldi. Burada yaklaşık yarım
saat oturduktan sonra Hasan'la birlikte çıktılar. Köy arabası saat 12.30'da
kalkıyordu. Yaklaşık bir buçuk saatleri vardı. Yusuf yanına eşyalarını almadığı
için yurda gitmeleri gerekiyordu. Öyle yaptılar. Yusuf, elbiselerini çantasına
doldururken gözü bir nevi günlük olarak kullandığı defterine ilişti. Defterini
bırakmayla götürme arasında tereddütte kaldı. Eline alıp kısa bir müddet
bakarak ne yapacağına karar vermeye çalıştı. Sonra çantasına koymak için
eğildiği esnada, ani bir kararla vazgeçip Hasan'a uzattı.
-Hasan bu defteri
Kadri Abiye verebilir misin? Tekrar onlara gidecek vaktim yok.
-Neyin nesi bu defter?
-Önemli değil Hasan.
Günlük gibi bir şey... Bazı konularda tutmuş olduğum notlar, düşünceler ve
kendime göre yapmış olduğum tespitler.
-Bundan hiç haberim
olmadı Yusuf.
-Doğrusunu istersen
hiç kimsenin haberi yok. Oda arkadaşlarımın bile...
-Okumama izin yok o
halde, öyle değil mi?
Yusuf işin burasını
hiç düşünmemişti. Böyle bir şey her insanın merakını çekerdi. İçindekileri okumak, yazı
sahibinin duygu ve düşüncelerini, iç dünyasını ve ruhunun derinliklerini
öğrenmek ve böylece onu daha iyi tanımak basünlamayan bir istek olurdu. Hele
bu, Hasan gibi en yakın arkadaşı olursa, söz konusu merak ve istek daha fazla
olurdu. Bu yüzden ona cevap vermeden önce gözlerinin içine bakıp kendisini
anlamasını isteyen bir mesaj göndermeye çalıştı. Sonra da:
-Birisine okutacak
olsam, inan ki o kişi sen olurdun Hasan. Ama şimdilik kimsenin okumasını
istemiyorum. Ama içimde öyle bir his var ki yakında okuyabileceğini söylüyor.
-Nasıl yani?
-Nasılım ben de
bilmiyorum. Neyse biz burada fazla zaman kaybetmeyelim. Sen şunu al da ben
gittikten sonra Kadri abiye verirsin. Benim için yanında muhafaza ederse
sevinirim.
-Okumak isterse ne
olacak?
-Aramızda geçen
konuşmayı da söylersin. Gerisi ona kalmış,
-Niçin yanında
götürmüyor sun peki?
-Aslında hiç yanımdan
ayırmıyordum; ama şimdi içimden öyle geldi. Doğrusunu istersen bunun sebebini
ben de bilmiyorum.
-Bu gün çok gizemli
konuşuyorsun Yusuf.
-Bilmiyorum. Hiç
farkında değilim.
-Sende bir iş var; ama
Allah hayır etsin.
-Bir şeyim yok Hasan.
Ben iyiyim. Bunun üstüne fazla düşme artık. Haydi çıkalım, yoksa arabayı
kaçıracağım.
-İki arkadaş yurttan
çıkıp şehir merkezine, oradan da köy arabalarının kalktığı durağa geldiler.
Genelde hepsi eskimiş yarım otobüslerin durduğu bu küçük garaj, köyden gelen
insanlarla doluydu. Yusuf, köylerine giden arabanın durduğu yere gidip
muavinden bilet aldı. Kısa bir müddet ayaküstü konuşup hal hatır sorduktan sonra
çantasını yolculuğu geçireceği koltuğun altına bırakıp Hasan'ın yanına döndü.
Kalan süreyi garajdaki bir çay ocağına oturup sohbet ederek geçirdiler.
Arabanın kalkış zamanı geldiğinde iki arkadaş hararetle kucaklaşıp
vedalaştılar. Yusuf, arabanın basamaklarını çıkarken, Tirmizi ve Nesei'den
rivayet edilen ve herhangi bir bineğe binerken okunması sünnet olan "Allah'a
hamdolsun. Bunu bize musahhar kılıp bize itaat ettiren, bütün eksikliklerden
münezzehtir. Hâlbuki biz buna güç yetirenler değildik ve muhakkak biz Rabbimize
döneceğiz. Allah'a hamdolsun. Allah her şeyden büyüktür. Sen bütün
eksikliklerden münezzehsin. Şüphesiz ben nefsime zulmettim. O halde beni
bağışla. Hiç şüphe yok ki senden başka hiç kimse günahları bağışlamaz"
şeklindeki hadisi dua niyetiyle okudu ve kendisini izleyen Hasan'a dönüp;
-Allah'a ısmarladık
Hasan, dualarında beni unutma! dedi.
-Sen de beni unutma
Yusuf. Allah'a emanet ol, hayırla gidip hayırla gelirsin inşaallah.
Yusuf arabaya binince,
onları garaja girdiklerinden beri izleyen bir kişi, telefon kulübesine girip
tuşlara dokundu. Karşı taraftan telefon açılınca, 'Tamam!' deyip telefonu
kapattı ve tekrar garaja gelip arabanın hareket etmesini beklemeye başladı.
Yusuf, köy arabası
hareket edinceye kadar yerinden ay-rılmayip kendisini hüzünlü gözlerle izleyen
Hasan'a son bir kez el salladı. Köy otobüsü Hasan'ı geride bırakıp garajdan
çıkınca, Yusufun boğazı düğümlenip gözleri doldu. Bu, Hasan'la ilk
vedalaşmaları olmamasına rağmen, böylesine duygulanmasını kendisi de
garipsedi. Bir mani çıkmadığı takdirde en geç bir hafta sonra yeniden birlikte
olacaklardı; ama nedense bu ayrılığın, buluşması olmayan bir ayrılık olduğu
hissine kapılmıştı. Hayrın ve şerrin yaratıcısı olan Yüce Alİah (cc)'a sığınıp
O'ndan hayır diledi. Sonra da camdan dışarıya bakıp Rabbinin nimetlerini tefekkür
etmeye başladı.
Yarım otobüs şehrin
son evlerini de arkasında bırakmış, şehirlerarası yolda hızla ilerlemeye
başlamıştı. Yusuf, yolun sağ ve solunda uzanan tarlalara ve hummalı bir şekilde
çalışan insanlara bakıyor, benzer bir çalışmanın kendi köyünde de olduğunu
düşünüyordu. İnsanların helal kazanç için alın teri dökmesini ve kazandıklarını
helal yollarda harcamasını bir ibadet gibi görüyordu. Bu yüzden köy işleri
ağır olsa da seviyordu. Çünkü o, oturduğu yerden yorulmadan, alın teri
dökmeden, başkalarının sırtından para kazanıp zenginleşen insanlardan
iğreniyordu. Böylesi insanların
hiçbir değeri yoktu onun gözünde. Ne onların malları, ne de makamları onun için
bir şey ifade etmiyordu. Hele bu tip insanların sahip oldukları servetleri
sebebiyle büyüklenip gurura kapılmaları, onlara karşı içinde bir tiksinti
oluşmasına sebep olmuştu. Muhtaçların ihtiyaçları için harcanmayan bir malın,
yardıma ihtiyacı olanların derdine çözüm olmayan bir makamın; yetimlere,
yoksullara, darda olan ya da kimsesizlere faydası dokunmayan bir servetin
sahibine zarardan başka ne faydası olabilirdi ki Kıyamet Günü'nde? Ona göre
zenginlerin mallarında yoksulların da hakkı vardı ve bu hak yerine
getirilmeliydi. Aksi halde toplumdaki denge bozulacak, zenginlerle fakirler
arasında derin uçurumlar oluşacaktı. Toplumsal huzurun, birlik ve kardeşliğin
oluşmasının yollarından biri, zenginlerin fakirleri gözetmesinden geçiyordu.
Bu bir dengeydi ve bu dengeyi sağlayacak olan anlayış da İslami bilinç ve
şuurla sağlanabilirdi.
Araba ana yoldan şose
yola saptığında, Yusuf cebinden çıkardığı tespihi çekmeye, günlük virdlerinden
oluşan zikirlerle dudakları hafifçe kıpırdanmaya başlamıştı. Yolun bozuk oluşu
sebebiyle araba sarsılıyor, koltuklara sinmiş olan toz havalanıyordu.
Yolcuların kendi aralarındaki sohbeti motorun gürültüsüne karışıyordu. Genelde
birbirleriyle akraba ya da tanıdık olan yolcuların birbirlerine takılmak için
laf yetiştirmeleri, doğal ve yalın sohbetleri içeride hoş bir ortam
oluşturmuştu. Bir süre tebessüm ederek bu hoş ortamdan tat almaya baktı Yusuf. Sonra gözlerini yumup
zikirlerine devam etti.
Çok geçmeden acı bir
fren sesiyle oturduğu yerden irkilerek sıçradı. Yolcular hızla öne, sonra
arkaya doğru savruldular. Yolcular arasında 'ne oluyor?' tarzında gürültüler ve
meraklı sorular uçuştu. Az sonra arabanın neden durduğu anlaşıldı. Yola,
arabaların durdurulması için bir ağaç kütüğü bırakılmıştı. Kütüğün arkasında ve
yolun sağında ve solunda silahlı adamlar bulunuyordu. Adamların yüzleri
kefiyeyle örtülmüştü. Ellerinde bulunan uzun namlulu silahlarla durmak zorunda
kalan köy arabasına doğru yaklaştılar. Hakaretler altında yolcuları arabadan
indirdiler. İşlerinin acele olduğu anlaşılıyordu. Bu yüzden ellerinden geldiğince
hızlı davranıyor, yavaş hareket edenlere kızıp bağırıyor, bazen dipçik vura
vura onları yol kenarında topluyorlardı. Tüm yolcular indirilip yol kenarında
dizildikten sonra gurubun sorumlusu olduğu anlaşılan biri tarafından yolculara
mürted örgütün propagandası yapılırken bir başkası ise yolcuların kimlik
kontrolünü yapıyordu. Yusuf un kimliğine bakan yüzü kefiyeli, elbiseleri kirli,
etrafa ekşi bir ter kokusu yayan militan, aradığını bulmuş olmanın sevinciyle;
-Kenara geç, dedi.
-Niçin geçecekmişim? diye
sordu Yusuf.
-Sana ne diyorsam onu
yap! Burada emirleri biz veririz.
-Geçmezsem ne olacak?
-Seni ve buradakilerin
hepsini öldürürüz.
-Allah dilemedikçe,
siz hiçbir şey yapamazsınız.
Eli silahlı adam
öfkelenmişti. Onların konuşmalarına şahit olan iki kişi daha yanlarına gelmiş,
Yusuf a gözdağı vermeye başlamışlardı. Kimlik kontrolü yapan, kendisini daha
fazla tutamayıp Yusufun karnına şiddetli bir dipçik darbesi vurdu. Yusuf,
karnına gelen dipçik darbesinin acısıyla iki büklüm yere yığılırken, adam yanlarına
gelen diğer iki kişiye sertçe talimat verdi.
-Alın götürün bunu!
İki kişi Yusufun
kollarından tutup onu yolcuların arasından ayırdılar. Propaganda yapan adam
işini bitirdikten sonra, diğer militanlarla birlikte oradan ayrılıp Yusuf u
götüren iki kişinin peşinden hızla gittiler.
Diğer yolcular, Yusuf
için bir şey yapamamanın ezikliği ve üzüntüsü içindeydiler. Bir süre. ne
yapacaklarını bilmeden oldukları yerde kaldılar. Sonra korku ve şaşkınlıklarını
üzerlerinden atıp arabaya doğru giderken peş peşe gelen silah sesleriyle
oldukları yerde mıhlandılar. Herkes ne olduğunu anlamış, Yusuf için ağlamaya,
kimisi de yanık yanık ağıt yakmaya başlamıştı.
Sınav tarihlerini
öğrenmek maksadıyla üniversiteye gelen Kadri ile Vedat, işlerini bitirdikten
sonra ikindi namazlarını kılmış, Tıp Fakültesinin bahçesinde gezinmeye
başlamışlardı. Hastanenin acil kapısına doğru geldiklerinde gördükleri
kalabalık ilgilerini çekmişti. Biraz daha üerlediklerinde kalabalığın içinde
gördükleri bazı kişilerin tanıdık olduklarını fark ettiler. İkisi de içlerinde
taşıdıkları endişelerini dile getirmekten korkarak birbirlerine baktılar. Buna
rağmen gözlerinin duygularına tercüman olmasına engel olamamışlardı. Kadri
kalabalığa tekrar bakıp;
-Şu kapının önünde
oturup ağlayan adam, Yusuf un babası İbrahim Amca, öyle değil mi? Bana
yanıldığımı söyle Vedat!
-Maalesef ibrahim
Amca... Ama hemen telaşlanma. Önemli bir durum yok inşaallah.
-Daha ne olsun Vedat?
Yusuf! Yusuf un başına bir şey gelmiş olmalı. Haydi, daha ne duruyorsun?
İki genç koşarak
kalabalığın içinden İbrahim amcanın yanma vardılar. Ağlamaktan yanma kadar
gelen gençleri fark etmeyen İbrahim Amcanın önüne çömeldiler. Kadri korku,
heyecan ve endişe dolu bir sesle;
-Hayırdır inşaallah
İbrahim Amca, ne oldu, ne işiniz var burada?
İbrahim Amca
gelenlerin Yusufun arkadaşları olduğunu görünce, sessiz ağlayışları hıçkırığa
dönüştü. Konuşmak, bir şeyler söylemek istiyor; ama buna güç yetiremiyordu. O
dao gibi adam yaşadığı bu ani olaydan dolayı büzülmüş, ufalmış gibiydi.
Kadri'ye cevap vermek için tüm gücünü toplayıp zorlukla;
-Yusufum... Civanım...
diyebildi.
Bu iki kelime yetmişti
Kadri'ye. İbrahim Amcayı gördüğünden beri içinde hapsetmeye çabaladığı
gözyaşları Dua
kendiliğinden
boşalıverdi. İbrahim Amcayı orada bırakıp koşarak acil servisten içeri daldı.
Vedat da onun ardmday-dı. Bir umutla Yusuf u aradılar. Bulamayınca doktora sordular.
"Bize geldiğinde artık çok geçti. Vücudu delik deşik olmuştu. Muhtemelen
vurulduğu yerde ölmüş. Şimdi ölüm raporu için morgda bekletiliyor"
cevabını aldıklarında soluğu morgda aldılar. Morg görevlisinden izin alıp
Yusufun bulunduğu yere geldiler. İki arkadaş, Yusufu ruhunu teslim ettiği
andaki açık gözleri, tebessüm eden dudakları ve gittiği yerden memnun olduğu
izlenimi veren mutlu simasıyla gördüklerinde hıçkırıklarını tutamadılar.
Başında durup dakikalarca ağladılar. Kadri, İbrahim Amcayı hatırladığında
zorlukla konuşup;
-Inna lillahi ve inna
ileyhi raciun (şüphesiz ki biz Allah'tan geldik ve muhakkak yine O'na
dönücüleriz) dedi. "Kardeşimiz bizden önce cennete gitti. Vallahi onun bu
tebessümü ve yüzündeki mutluluk, Allah'ın rızasına erdiğinin en büyük
delilidir. Onun bu genç yaşında Rabbine en güzel şekilde kulluk yaptığına
şahidiz. O muradına erdi. Özlemiyle yandığı şehadete nihayet kavuştu ve Yüce
Dost'a misafir oldu. Hepimizin istediği bu değil mi zaten? Ama ne olursa olsun,
Yusufun ayrılığına alışamayacağım Vedat. Benim için çok zor olacak alışmak...
Artık şehidimiz için
yapacak bir şeyimiz yok. Burada zaman kaybetmeyelim ve yukarıda teselliye
ihtiyacı olanların yanma gidelim. Başta da Yusufun babasına... Ben ibrahim
Amcanın yanma giderken, sen de ulaşabildiğin arkadaşları arayıp hemen buraya
gelmelerini söyle. Hasan'a haber verirken Yusuf tan bahsetme!" Sonra Yusuf
un temiz alnından öperek örtüyü başına çektiler.
Vedat'ın haber
vermesiyle bir saat içinde kalabalık genç bir topluluk, acil servisin önünde
hazır olmuştu. Bunlardan biri de Hasan'dı. Yusuf un şehadet haberi ona
ulaştığında yaşadığı duygulan anlatmaya kelimeler kifayet etmezdi. Öyle ya,
Yusuf onun için çok şey ifade ediyordu. O, Hasan için sadece bir arkadaş, bir
dost değil; bir öğretmen, hidayetine sebep olduğu bir mürşitti. Bu yüzden Yusuf
un şehadetiyle ilgili verilen habere önce inanamadı. Sonra adeta bir şok hali
yaşayarak etrafına anlamsız ve boş gözlerle baktı. Ardından olduğu yere çöküp
gözyaşlarını koyuverdi. Öyle içten, öyle yanık, öyle duygulu ağlıyordu ki,
görenler ona eşlik etmekten kendilerini atamıyorlardı. Kendisinin ihtiyacı
olmasına rağmen Hasan'ı teselli etme işi Vedat'a düşmüştü. Bir ara sakinleşir
gibi olduysa da Yusuf un babası yanma gelip;
-Hasan oğlum, gel seni
bir koklayayım. Senden Yusufun kokusu geliyor, diyerek başını, saçlarını koklaması,
yüzünü-gözünü öpmesi, hem Hasan'm hem de et-raftakilerin eskisinden daha
şiddetli bir şekilde ağlama krizine tutulmasına sebep olmuştu.
Hastane raporları
alındıktan sonra defin işlemleri için hemen köye dönüldü. Başta Kadri, Vedat ve
Hasan olmak üzere kalabalık bir
Müslüman topluluğu, tuttukları arabalarla Yusuf a karşı vazifelerini yapmak üzere
köylülerle birlikte Yusufun köyüne gitmişlerdi. Kadri ile Vedat ilk şoku
atlattıktan sonra Allah'ın takdirine boyun eğip daha sağlıklı düşünmeye
başladılar. Başta Hasan olmak üzere şokun etkisinden kurtulmayan diğer gençlere
Allah'ın takdirini ve her şeyin Allah'ın elinde olduğunu hatırlatarak teselli
verdiler. Şehadet makamının ulviliğini ayet ve hadislerle anlatıp tüm
Müslümanların bu arzu ve istekle yanıp tutuştuklarını hatırlattılar. Gençler,
bu hatırlatmalar karşısında istiğfarda bulunarak Allah'a sığınmışlardı.
Kadri, Vedat ve
Hasan'ın haricindeki gençlerin hepsi Yusufun toprağa verilişinin ertesi günü
geri dönmüştü. Diğer üç genç ise iki gün daha kalarak Yusufun babasına destek
olmuştu. Taziye camide yapıldığı için Kadri birkaç kez gelenlere vaaz ve
nasihatlerde bulunmuştu. Gençler üçüncü gün İbrahim Amcadan izin alarak dönmek
istemişler, Yusufun kabrini ziyaret ederek babasından helallik dilemişlerdi.
Vedalaşırken yeniden duygulu anlar yaşandı. İbrahim Amca özellikle Hasan'dan
ayrılmak istemiyor, bağrına basarak öpüyor, öpüyordu. Kadri ona;
-Bizler her ne kadar
Yusuf değilsek de, bizi de oğlun olarak kabul et İbrahim Amca. Sen oğlunu, biz
de kardeşimizi kaybettik. Senin acın, bizim de acımizdır. Allah'ın takdirine
rıza göstermekten başka elden ne gelir ki? İki Cihanın Efendisi (sav), oğlu
ibrahim (as)'in vefatında; "Göz ağlar, kalp hüzünlenir. Senin yokluğunda
ey İbrahim, Allah'ın razı olduğundan başka söz söylemeyiz" demişti. Bize
de bundan başkasını söylemek yakışmaz.
Hepimiz nasıl olsa Öleceğiz. Ne mutlu Yusuf gibi Allah'ın yolunda, islam'a
hizmet aşkıyla çalıştığından dolayı şehid olarak O'nun huzuruna
gidenlere!" deyip son kez elini öptü; vedalaşti. Arabaya binmeden tekrar
geriye dönüp;
-Biz fırsat buldukça sık
sık ziyarete geleceğiz inşaallah, dedi.
Gençler geri döndükten
sonra Hasan'm yolda bahsettiği defteri almak için Hasanlara gittiler. Hasan
defteri verirken;
-Kadri abi, eğer
sakıncası yoksa işin bittiğinde bana verebilir misin? Yusuf tan bana bir hatıra
olsun, dedi.
-Elbette Hasan. Onun
en yakın arkadaşı olarak bu senin hakkın.
-Allah razı olsun
Kadri Abi.
Kadri eve döndükten
sonra yatsı namazım müteakip Yusuf un defterini okumaya başladı. Okuduğu her
satırda Yusufu görüyor, onun Allah'a olan imanını daha çok müşahede ediyordu.
Çevirdiği her sayfa Yusuf a olan hayranlığım arttırırken, böylesi bir
Müslüman'ı artık göremeyecek olmanın acısı yüreğini daha çok yakmaya başlıyordu.
Defterde yazılanlar, Yusuf un iç dünyasıydı. Onun gönül zenginliği, İslam'a olan
düşkünlüğü, Müslümanlara karşı sevgisinin yansımasıydı. Onun arifliği,
abidliği, katıksız imanı nakış nakış işlemişti satırlarına.
Sabah ezanının
gönülleri coşturan sesini işittiğinde, defterin son satırlarını okuyordu Kadri.
Başını kaldırıp defteri kapattığında, yanakları gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Ayağa
kalktığında;
-Bu defteri tüm
arkadaşlar okumalı! Bu zamanın arifinin, abidinin, kâmil iman sahibinin
yazdıklarını herkes okumalı. Bu defterden hepimizin kendimize göre alacağı
sayısız dersler ve örnekler var, dedi.
Abdest almak için
hazırlık yaparken bir yandan gözyaşlarını siliyor, bir yandan da konuşuyordu:
-Şehid olacağını
biliyor muydun yoksa kardeşim? Seninle daha çok birlikte olamamak, o güzel
ahlâkından yeterince istifade edememek yakıyor şimdi içimi biliyor musun? Böyle
ansızın, böyle acıyla dolu, ardında böylesine pareli yürekler bırakarak gitmen
sana olan özlemimizi her geçen gün artıracak, biliyorsun. "Keşke izin
vermeseydim" diyesim geliyor; ama takdir tamamlanmışsa, tedbirin ne önemi
var ki? Sen istediğini kazandın, bize de hasret ve, gözyaşı düştü. Allah'ın
nimetleri sana mübarek olsun kardeşim.