SEVGİLİ PEYGAMBERİMİZ. 3

Eser Hakkında. 3

Takdim.. 3

BİRİNCİ KISIM.. 4

DEDESİ ABDULMUTTALİP SEVGİLİ TORUNU HAZRETİ,İ MUHAMMED ALEYHİSSALÂTÜ VESSELAM ANLATIYOR.. 4

BİRİNCİ BOLUM.. 4

Onur 4

Ebrehe Ve Fil Ordusu. 5

Cahiliye (Bilgisizlik) Devri 6

Büyük Doğum.. 6

Doğumla Gelen İlginç Olaylar 7

İKİNCİ BOLUM.. 8

Süt Annenin Kutlu Misafiri 8

Uğurlu Yetim.. 9

Bazı İlginç Tablolar 9

Annesinin Yanında. 10

Babasının Kabrini Ziyaret Ve Annesinin Vefatı 11

Nur Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam Dedesinin Yanında. 11

İKİNCİ KISIM.. 12

AMCASI EBU TALİB SEVGİLİ YEĞENî HAZRET-İ MUHAMMED ALEYHİSSALATÜ VESSELAMI ANLATIYOR.. 12

BİRİNCİ BOLUM.. 12

Ebu Talıb'ın Göz Nuru. 12

Yetim Çoban. 13

Rahip Bahira. 14

Muhammedû'l-Emin Aleyhissalâtü Vesselam.. 15

Hılfu'l-Fudul Derneği 15

Bir Hatıra. 16

İkinci Şam Yolculuğu. 16

İkinci Bolum.. 18

Kutlu Evlilik. 18

Evlatlık. 18

Küçük Ali 18

Kâ'be'nin Tamiri 19

Hira'dan Yükselen Nur 19

Vahyin Kesilmesi 20

İlk Müslümanlar 21

Üçüncü Bölüm.. 22

Çile Tabloları 22

Yakın Akrabayı Davet ve Ebu Leheb. 23

«(Ey Resulüm) En Yakın Akraba Ve Hısımlarını (Ahiret Azabı İle) Korkut!». 24

Bir Mucize. 25

Devam Eden İşkenceler 26

Tuhaf Teklifler 27

Velid bin Muğire'nin Fitnesi 27

Dördüncü Bölüm.. 28

Habeşistan'a Hicret 28

Hz. Hamza t. diyallahu anh'ınm Müslüman Oluşu. 28

Bazı Çekici Teklifler 29

Hz. Ömer radiyallahu anh'in Müslüman Oluşu. 29

Habeşistan'a İkinci Hicret 30

Boykot ve Ambargo. 31

İki Mucize. 32


SEVGİLİ PEYGAMBERİMİZ

 

Eser Hakkında

 

Sevgili Peygamberimiz aleyhissaiâtü ves­selamı çocuklarımıza Öğretmek, bir Müslüman olarak görevimizdir. Çocuklarımız için bu konu­da mevcut olan ihtiyaca katkıda bulunmak adına yapılan bu çalışma, bir hayra mebnidir.

İşte bu sorumluluktan dolayı elinizde tuttuğu­nuz «Dedesi Abdulmuttalib, Amcası Ebu Talib ve Damadı Hazret-i Ali radiyallahu Dilinden SEVGİLİ PEYGAMBERİMİZ ves­selam» adlı bu eser, bu gayeyle kaleme alındı.

Eserde Sevgili Peygamberimiz aleyhissaiâtü vesselam, her ne kadar dedesi, amcası ve dama­dının dilinden anlatıiıyorsa da, gerçekte elbette onların dilinden anlatılmamıştır.

Siyer-i Nebi aleyhissaiâtü vesselam konu­sunda yazılan birçok meşhur eserden de faydala­nılarak, söz konusu üç şahsın dilinden o örnek hayat anlatılmıştır. Böyle bir metodun tercih edil­mesinin nedeni, o örnek hayatın çocuklarımızın zihinlerinde ve gönüllerinde daha kalıcı olması isteğinden dolayıdır.

Yine bu eserin ilköğretim öğrencilerine hat­ta gençlere- yönelik, faydalı olacağı inancında­yız.

Bu eserin başlıca özellikleri şöyle sıralanabi­lir:

1- Sevgili Peygamberimiz aleyhissalâtü ves­selamın hayatını, O'na en yakın olan ve O'nu en iyi tanıyanların diliyle anlatması...

2- Sevgili Peygamberimiz aleyhissalâtü ves­selamın hayatını zihinlerde ve gönüllerde daha kalıcı kılmak için; akıcı, sürekli, ilgi çekici adeta masalımsı bir anlatımla aktarması...

3- Sevgili Peygamberimiz aleyhissalâtü ves­selamın hayatından yeri geldikçe, birtakım nasi­hatlerle dersler vermesi...

4- Eserde CC  (Celle Celaiuhu), AS  (aley­hissalâtü vesselam), RA (Radiyallahu Anh) ve Hz. (Hazret-i) gibi kısaltmalar, şu sebepten dolayı kullanılmamıştır:  Anlatan   şahısların  yaşadıkları zaman göz önüne alındığında, eserin üslubunun buna müsait olmamasıdır.

Temennimiz; «Sevgili Peygamberimiz aley­hissalâtü vesselamın her yönüyle alınması gere­ken en güzel örnek insan olduğu» gerçeğinin unutulmamasıdır. Hiç olmazsa bu gerçeğin, ilgi çekici bir üslubia en kalıcı bir şekilde çocukları­mızın zihinlerine nakşolunmasıdır.

Şayet bu konuda çocuklarımıza bir faydamız dokunursa ne mutlu bize!..

Muvaffakiyet Allah (cc)'dandır.

Dua Yayıncılık

 

Takdim

 

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a, Salât ve Selam âlemlere rahmet olarak gönderilen Sev­gili Peygamberimiz aleyhissaiâtü vesselama, te­miz Ehl-i Beytine ve Ashabına olsun!..

Sevgili Çocuklar! Her çeşit kötülüğün sürat­le yayıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Ahlaksızlık her tarafı kuşatmış, huzursuzluk herkesi sarmış, adeta iyilik ve iyiler mumla aranır olmuş. Yaşadı­ğımız bu sıkıntıların kaynağı ise; son derece muh­taç olduğumuz o «Örnek İnsan»dan, O'nun güzel ahlâkından mahrum oluşumuzdur.

Halbuki bizi çok seven/ dünya ve ahiretimiz için nice örnekler gösteren ve hayatı bizim için mükemmel bir örnek olan Sevgili Peygamberimiz aleyhissaiâtü vesselamın o örnek hayatına, Yüce Allah şu ayetiyle dikkatleri çekmiştir: «Andolsun, sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için, Allah'ın Resulün­de güzel bir örnek vardır.» [1]

Böylece bizim İçin en güzel «Örnek İnsan», Yüce Allah tarafından gösterilmiştir. Madem ki Allah'ın Resulü aleyhissalâtü vesselam en güzel örnektir; öyleyse:

O'nun gibi yaşamak,

O'nun gibi hayatı bilmek,

O'nun ahlakıyla ahlaklanmak,

O'nu her yönüyle örnek almak, bir Müslü­man olarak bizim görevimizdir. Çünkü O'nu bize «Örnek İnsan» olarak gösteren Yüce Allah'tır. Ya­şadığımız bu zamanda da biz, bu «Örnek İnsan»a çok muhtacız.

Sevgili Çocuklar! Bilelim ki;

O'nu tanımak, Kur'ân'ı anlamakAavramaktır.

O'nu tanımak, en güzel ahlâk sahibi olmaktır.

O'nu tanımak; sevgiyi, şefkati ve merhame­ti öğrenmektir.

Kısacası O'nu tanımak; çevresine faydalı, her yönüyle «Örnek Bir Müslüman» olmaktır.

Demek ki O'nu tanımaya ve örnek almaya olan ihtiyacımız; ekmek kadar, su kadar, nefes kadar hatta daha fazla önemlidir.

Sevgili çocuklar! Sizleri eserle baş başa bıra­kırken; bu çalışmamızın bizi yukarıda açıkladığı­mız gayemize ulaştırmasına vesile olmasını dile­riz. Çünkü kalblerin sahibi ve kalblere etki eden, sadece Allah'tır.

Gayret bizden, başarı Allah (cc)'dandır. Selam ve dua ile...

16 Şubat 2004 Mehmet Ali GÖNÜL

BİRİNCİ KISIM

 

DEDESİ ABDULMUTTALİP SEVGİLİ TORUNU HAZRETİ,İ MUHAMMED ALEYHİSSALÂTÜ VESSELAM ANLATIYOR

 

BİRİNCİ BOLUM

 

Onur

 

Mekkede ‘de bir ev…. Nurlu, güzel yüzlü iri yapılı, saçları beyaz kıllarla ;<apiı şirin bir ihtiyar... Uzun kirpikli, ince burunlu, yumuşak tenli ve düz yanaklı olan bu ihtiyar, hastaydı. Sırtını duvara da­yamış, yorganını karnına kadar üzerine çekmişti. Gözleri sabit bir noktaya bakıyordu. Aklı, dolu do­lu geçirdiği yıllarla meşguldü. Birden sırtının üşü­düğünü hissetti. Eli, yanındaki mindere uzandı. Minderi sırtı ile duvar arasına yerleştirdi. Tam yaslanmıştı ki şiddetli bir şekilde öksürmeye başladı.

Öhö, öho, öhö! Bu defa fena yakalandım şu hastalığa. Aa! Merhaba Sevgili Çocuklar! Beni mi izliyordunuz? Hastalık işte... İnsan benim gibi seksen yaşını'[2]geçmiş bir ihtiyar olunca, bir de hastalanınca elbette yataklara düşer. Her neyse... Beni bırakalım da sizleri soralım bakalım. Sizler nasılsınız? İyisiniz değil mi? Aman sağlığınıza dikkat edin! Yoksa benim gibi siz de hasta olur, öksürürsünüz. Efendim! Ne dediniz? Duymadım. Ben kim miyim? Kusura bakmayın çocuklar! Ken­dimi size tanıtmayı unuttum. İhtiyarlık işte...

Benim adım Şeybe. Tanımadınız değil mi? Aslında sizler beni çok İyi tanıyorsunuz. Fakat be­ni daha çok Abdulmuttalib adıyla biliyorsunuz. Tıpkı birçok insan gibi. Çünkü herkes benim ger­çek adımı Abdulmuttalib olarak biliyor.

Biliyor musunuz çocuklar? Şu anda sekiz yaşlarında olan şirin mi şirin, sizin gibi bir «Toru­num» var. Adı Muhammed. Ömrümün bu son günlerinde benim tek tesellim, tek sevincim O'dur. Az önce yatağımda O'nu düşünüyordum. O, bana oğlum Abdullah'tan kalan tek hatıra... Sevgili Torunum Muhammed'e karşı olan sevgimi tahmin edemezsiniz. Laf aramızda Torunumun şanının büyük olacağını tahmin ediyorum.

Bu sebeple size Sevgili Torunum Muham-med'in hayatını anlatmak istiyorum. Dinlemek is­ter misiniz? Küçük Muhammed'in çocukluğunu bilen biri olarak size O'nun hayatını anlatmak, benim İçin mutlulukların en büyüğüdür. Madem hazırsınız ben de anlatmaya başlayabilirim.

Sevgili çocuklar! Adem peygamber yaratıldı­ğında, Yüce Allah onun alnına bir «Nur» yerleş­tirmiş. Bu Nur, Adem peygamberin alnından ken­disinden sonraki diğer peygamberlerin alnına ge­çerek, atam İbrahim peygambere kadar gelmiş. İbrahim Peygamber benim dedelerimdendir. Ben, onun soyundanım.

Evet çocuklar, böylece o Nur babamın alnı­na kadar gelmiş. Ben doğunca da babamın alnın­dan, benim alnıma geçmiş. İnsanlar, alınlarımız­da o Nur'u gördüklerinde, bize karşı sevgi ve saygılarını gösteriyorlardı. O Nur, bizi insanlara karşı kıymetli kılıyordu.

Bir gün, Abdullah adında bir oğlum oldu. Benim alnımdaki o Nur, bu defa onun alnına geç­mişti. O Nur'un Abdullah'tan önce doğan çocuk­larıma geçmeyip Abdullah'a geçmesi, Abdullah'ı daha çok sevmeme sebep oldu. Abdullah'ın dı­şında dokuz oğlum daha var. Sizler en çok Ebu Talib, Ebu Leheb, Abbas ve Hamza'yi tanıyorsunuz. Abdullah sekizinci oğlumdu.

Yıllar sonra Abdullah 25 yaşlarında genç, yakışıklı bir delikanlı olunca, onu evlendirdim. Mekke'deki tüm genç kızlar onunla evlenmeye can atıyorlardı. Fakat nasipte Âmine varmış. Ge­linim Âmine, Zühreoğulları diye bilinen bir kabi­leden Vehb adındaki uzak bir akrabamızın kızıy­dı. Temiz ve iffetli biri olan Âmine, Torunum Mu-hammed'in annesi, Abdullah da babası olma şe­refine kavuştu. Oğlum Abdullah'ın evlenmesin­den sonra bir şey dikkatimi çekti çocuklar: Baba­mın alnından bana, benim de alnımdan oğlum Abdullah'ın alnına geçen o Nur, şimdi de gelinim Âmİne'nin alnında parlıyordu. Acaba bu durum neye işaret ediyordu? Merakla olacakları ben de sizin gibi bekliyordum.

Fakat çocuklar, aah çocuklar! Yüreğimi yakan bir olay var ki hâlâ unutamadım: Bundan sekiz yıl kadar önceydi. Oğlum Abdullah'ı henüz yeni evlendirmiştim. Evlendikten bir müddet sonra da bir ticaret kervanıyla Şam şehrine gitti. Meğer dönüşte yoldayken hastalanmış. Yolculuk yapamayacak ka­dar hasta olduğu için, ticaret kervanı Medine şehri­ne yetiştiğinde, oğlum Abdullah Medine'deki dayı­ları NeccaroğuIIarı kabilesinin yanında kalmış. Kervan, onsuz Mekke'ye doğru yola koyulmuş.

Herkes gibi ben de heyecanla kervanı karşı­lamaya koştum. Herkesin yakını geri dönmüştü. Ama oğlum Abdullah yoktu. Yüreğim daralmış, aklıma kötü şeyler gelmişti. Daha sonra oğlum Abdullah'ın vefat ettiği haberini aldım. Dayıları­nın tüm çabalarına rağmen iyileşmemişti. Yüce Allah onu genç yaşta yanma aldı. Kalbim buna nasıl   dayanacaktı?  Gözlerim  gece-gündüz  yaş döktü. Oğlumun vefatı, beni daha da ihtiyarlattı. O sıralarda gelinim Âmine'nin hamile olması, üzüntümü daha çok artırıyordu. Çünkü gelinim ko­casız, doğacak Torunum şimdiden babasız kalmış­tı. Henüz doğmadan yetimdi Sevgili Torunum.

 

Ebrehe Ve Fil Ordusu

 

Sevgili Çocuklar! Oğlumun acısını unutma­ya çalışırken, aradan bir müddet geçmişti. Bir gün, yaşadığımız bu Mekke şehrinin güneyinde bulunan Yemen şehrinin Valisi olan Ebrehe adlı bir adamın, ordusuyla üzerimize geldiğini duy­dum. Meğer Kâ'be'mizi yıkmaya geliyormuş. Kâ'be, şehrimiz Mekke'de bulunan, «Beytullah»

(Allah'ın evi) diye bilinen kutsal bir evdir. İnsan­lar her yıl, her taraftan Kâ'be'yi ziyarete gelir, «hacı» olup dönerler. Biz Mekke'Iiler, Kâ'be'nin şehrimizde olmasından dolayı, diğer şehirlere karşı hep övünmüşüzdür.

Durup dururken Ebrehe'nin Kâ'be'yi yıkma isteğine anlam veremiyordum. Meğer bir gün Eb-rehe, Yemen'deki insanların grup grup şehirden ayrıldıklarını görmüş. Vakit hac zamanıymış... Ebrehe, bu insanların nereye gittiklerini sorunca, Allah'ın evi olan Kâ'be'yi ziyaret için yola çıktık­larını öğrenmiş. İçindeki haset ve kıskançlık duy­gulan kabarmış. «Sıradan taşlarla yapılmış olan Kâ'be'de bu insanlar ne buluyorlar?» diye düşü­nüyor, «ne özelliği var Kâ'be'nin?» diyormuş.

Bu kıskanç duygularla dolan Ebrehe, Kâ'be'ye karşılık adı «Kulieys» olan çok büyük bir ibadet evi yapmış. İçini ve dışını altın, gümüş ve değerli taş­larla süslemiş. Burayı bitirdikten sonra, insanları burayı ziyaret etmeleri için zorlamış. Kimsenin ar­tık Kâ'be'yi ziyaret etmesine de izin vermemiş. Fa­kat tüm baskı ve zorlamalara rağmen, kimse Kul­ieys denen bu süslü yeri ziyaret etmiyormuş. Ayrıca insanlar, Ebrehe'ye bundan dolayı çok kızmış­lar. Çünkü Kâ'be, Allah'ın evi olduğu İçin kutsal ve önemliydi. Ebrehe'nin yaptırdığı Kulieys ise, hiçbir kutsallığa ve değere sahip değildi.

Bu sebeple Nevfel adında bir adam, Ebre­he'ye kızıp onun yaptırdığı bu süslü yere pisle­miş. Bunu bir bahane olarak kabul eden Ebre­he'nin ordusuyla Kâ'be'mizi yıkmak için Mek­ke'ye doğru geldiğini duydum. Söylenildiğine gö­re ordusunun önünde adı Mahmud olan çok bü­yük kocaman bir fil varmış. Onun arkasında da 13 tane fil daha varmış. Önlerine çıkan her şeyi yakıp yıkıyorlarmış.

Bu şekilde Ebrehe, ordusuyla Mekke'nin ya­kınlarına kadar geldi. Mekke'lilerin otlaklarda olan tüm hayvanlarına el koydu. Hatta benim iki-yüz devemi de alıp götürdü. Bunun üzerine, ben de Ebrehe'yle görüşmeye gittim. El koyduğu de­velerimi ondan almalıydım.

Ebrehe'nin beni gördüğünde benden etki­lendiğini gördüm. Çünkü ben, Mekke'de hatırı sa­yılır biriyim. Kendi kabilem olan Kureyş kabilesi­nin de başkanıyım. Ebrehe bana hürmet gösterdi, ikramda bulundu. Beraberce oturduk. Bana:

İsteğin nedir? diye sordu. Ben de:

İsteğim, el koyduğunuz 200 devemi bana geri vermenizdir dediğimde, Ebrehe önce şaşırdı, sonra da öfkelendi. Ama göstermemeye çalışarak;

Seni ilk gördüğümde hoşuma gitmiştin. Kâ'be'yi yıkmamam için ricaya geldiğini zannet­miştim. Fakat görüyorum ki, sen sadece develeri­ni istiyorsun. Kâ'be'yi yıkmamam için istekte bu­lunmadın, dedi. Ona:

Ben sadece develerin sahibiyim. Onları isterim. Elbette Kâ'be'nin de sahibi vardır. Onu, O koruyacaktır, dedim.

Kâ'be'yi yıkmaktan kimse beni men ede­mez, diyerek kızdı. Ona karşı koyacak gücümüz olmadığı için:

Orası  beni  ilgilendirmez.  İşte sen, işte Kâ'be, dedim ve tekrar develerimi istedim.

Sonunda Ebrehe, develerimi geri verdi. Ben de Ebrehe'nin Kâ'be'ye bir şey yapmaması için develerimin hepsini kurbanlık olarak adadım.

Halk, çok korkuyordu. Onlara «Korkmayıniz! Bu Kâ'be'nin sahibi vardır. Onu koruyacaktır!» de­dim. Halka güven aşıladım. Ebrehe'nin askerlerinin zararlarından korunmaları İçin, dağlara çıkmalarını söyledim. Sonra Kâ'be'nin kapısının önüne geldim. Kapının halkasına tütündüm, Yüce Allah'a yalvar­dım: «Ey Allah'ım! Bir kulun dahi kendi evini korur. Sen de hürmeti ve saygınlığı tehlikeye uğramış olan bu evini koru. Onların güçleri, Sen'in gücüne asla üstün gelemeyecektir...» dedim.

Ertesi sabah Ebrehe, ordusuyla Mekke'ye yü­rüdü. Mekke'ye yakın bir yerde ordusunun başın­daki Mahmud adlı kocaman fil, aniden durdu. Hepimiz dağlardan bakıyor, olanları seyrediyor­duk. Ne yaptılarsa Allah'ın azabından korkup çö­ken Mahmud'u yerden kaldıramadılar. Filin yö­nünü Mekke'ye ters yöne doğru çevirdiklerinde, fil kalkıp hızla uzaklaşıyordu. Mekke'ye doğru çevirdiklerinde ise bir adım dahi atmıyordu. San­ki yere saplanıp kalıyordu. Çünkü Allah'ın kutsal evine saldırılmayacağım, saldıranın da cezalandı­rılacağını Mahmud anlamıştı. Bir fil bile bunu an­lamışken, Ebrehe anlamamakta ısrar ediyordu.

Onlar bu haldeyken, aniden binlerce kuş sesleri duyduk. Allah'ım! Ne müthiş bir manza­raydı çocuklar! Sanki yer-gök kuşlarla dolmuştu. Bu kuşlar (Ebabil Kuşları) kırlangıçlara benziyor-lardı. İkisi ayaklarında, biri de gagalarında olmak üzere üç adet ufak taş taşıyorlardı. Bu taşları Eb­rehe'nin ordusu üzerine bırakıyorlardı. Bir anda her taraf ana-baba gününe döndü. Çünkü taşlar kime isabet ediyorsa hemen ölüyordu. Ordusu paramparça olan Ebrehe de yaralandı. Ordusunu ve askerlerini bırakıp kaçtı. Daha sonraları duy­duğuma göre, Ebrehe Yemen'e vardıktan sonra ölmüş. Böylece Yüce Allah küçük kuşlardan mey­dana gelen askerleriyle, Ebrehe'nİn o gösterişli as­kerlerini öldürdü ve evi olan Kâ'be'sini korudu.

Ben ve Mekke halkı, dağlardan tüm bu olan­ları hayret ve ibretle izliyorduk. Kuşlar gittikten sonra dağlardan indik. Ebrehe'nİn askerlerinin derileri dökülmüştü. Meğer kuşların taşıdığı taşlar kime isabet etmişse, derisi dökülerek ölmüştü. Yüce Allah onları böylece cezalandırdı. Kendi evi olan Kâ'be'yi de korumuş oldu.   .

Çocuklar! Bu olaydan yıllar önce, kaybolan bugünkü Zemzem  kuyusunun  yerini,  rüyamda Allah bana göstermişti. Ben de onu bulup ortaya çıkarmıştım. Bunun için Mekke halkı her ne kadar bana saygı gösteriyorduysa da, bu olaydan sonra beni daha çok sevdi; daha çok saygı gösterdi. Çünkü Yüce Allah, Kâ'be'nin kapısının halkasına tutunarak  yaptığım   duayı   kabul  etmişti.   Fakat ben, Yüce Allah'ın Ebrehe'yi cezalandırıp evini korumasına daha çok sevinmiştim.  Daha önce adadığım kurbanlık develerimin hepsini, kurban olarak kestim. Mekke'nin fakir ve yoksulları, gün­lerce yiyip neşelendiler. Bu olay da «Fil Olayı» diye halkın arasında meşhur oldu.

 

Cahiliye (Bilgisizlik) Devri

 

Sevgili çocuklar! Yaşadığım bu zamanda in­sanlarımız hem Allah'a inanıyor hem de adı Lat, Menat, Uzza, Hubel olan çeşitli putlara tapıyor­lar. Putlar; hürmet ettiğimiz, kâhinler ve sihirbaz­lar, danışıp sözlerini dinlediğimiz, fal okları ise başvurduğumuz sıradan şeylerdir. Ayrıca insanla­rımızın hoş olmayan çok kötü birtakım adetleri de var: Kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleri gibi. «Neden bunu yapıyorlar?» dediğinizi duyar gibiyim. Çünkü kız çocuklarından utanıyorlar. Bu kötü adet içimize ne zaman yerleşmiş, nasıl kabul görmüş; doğrusu ben de hatırlamıyorum. Fakat düşünüyorum da bu, olsa olsa içimizdeki akılsız­ların ve Allah'tan korkmayanların işidir. Ama öm­rümün şu son günlerinde genellikle tüm Araplar-da kötülüğün hızla arttığını görüyorum. Bu gidi­şattan endişe etmemek mümkün değil!

Çünkü haksızlık ve zulüm her tarafı sarmış. İyilik adına ne varsa yeryüzünden silinmiş. İnsan­ların birbirlerini öldürmeleri çoğalmış... Güçlü olanların zayıfları ezdiğini, kabilelerini basıp ka­dın ve çocuklarını esir aldıklarını çokça duyuyo­rum. Hırsızlık ve fuhuş çoğalmış ve gittikçe artı­yor. İçki ve kumar ise halkımızı birbirine düşürmüş. Yani insanlarımız ahlâktan ve faziletten git­tikçe uzaklaşıyoriar.

Ayrıca duyduğuma göre şu anda dünyanın di­ğer ülkeleri de bizim gibi bozulmuş; ahlâktan, fazi­letten ve doğru yoldan uzaklaşmışlar. Gerek Rum (Bizans) ve İran, gerek dünyanın diğer ülkeleri ol­sun, oralara giden ticaret kervanlarımızdan duydu­ğuma göre, dünya tamamen ahlâktan ve faziletten uzaklaşmış, adeta bir «cahiliye devri» yaşıyor. İn­sanlığın böylesine cahilce bir hayat yaşadığı başka bir devir ne duydum, ne de gördüm. İçki, fuhuş, hırsızlık ve kız çocuklarını diri diri toprağa gömme­nin doğru şeyler olduğuna inanmadığım için, sev­gili çocuklar; asla içki içmedim, fuhuştan nefret et­tim, hırsızlık yapanı cezalandırdım. Kız çocukları­nı diri diri gömenlere de elimden geldiğince engel oldum. Fakirleri ve yoksulları her zaman doyur­dum. Çünkü ben, bu dünyanın dışında başka bir dünyanın olduğuna inanıyorum. Orada iyilik eden­ler mükâfat, kötülük yapanlar da ceza görecekler. Bu sebepledir ki Allah'ın evi olan Kâ'be'yi ziyaret edip, hacı olmak İçin gelen tüm insanlara Zemzem suyu ikram eder, ziyafetler veririm. Hat­ta Ramazan ayında da yalnız başıma Hira Mağa­rasına gider, çokça düşünür, Allah'a dua ile meş­gul olurum. Bunu ilk defa adet edinen benim. Bu nedenle zaman zaman duyuyorum ki, halkımız bana atam İbrahim peygambere nisbeten, «İkinci İbrahim» diyormuş.

Oğullarıma da sürekli ahlâklı ve faziletli ol­malarını tavsiye ediyorum. Size de bunu tavsiye etmekten mutluluk duyarım. Çünkü insan doğru sözlü, iyi huylu, cesaretli, adaletli, cömert, iyilik sever, şerefli ve saygın olduğu müddetçe ahlâklı ve faziletlidir. Böylesi insanları herkes sever, sa­yar, saygı gösterir. Bu zamanda bu özellikleri ta­şıyan insanlar az bulunur.

Fakat, laf aramızda Sevgili Torunum Muhammed'in bu özelliklerin hepsini, hatta daha fazlasını taşıyacağına, şanı büyük bir İnsan olaca­ğına inanıyorum. Çünkü birçok kâhin, sihirbaz, kral ve Yahudi ile Hıristiyan din adamları, zaman zaman bunu bana çokça söylediler. Bu sebeple Torunumun büyük bir insan olacağını her zaman her yerde söylemişimdir.

 

Büyük Doğum

 

Evet sevgili çocuklar! Benim gibi bir ihtiya­rın, torunundan bahsettiğinde heyecanlanmaması mümkün değil. Siz bu sevginin nasıl olduğunu, ancak benim gibi İhtiyar olunca anlarsınız.

Sahi size Torunum Muhammed'in doğu­mundan bahsedecektim değil mi? Sizinle böyle güzel bir şekilde tatlı tatlı konuşmaya dalınca, biraz fazla konuştum galiba. İhtiyarlığıma ve size olan sevgime bağışlayın.

Sevgili Torunum Muhammed'in doğduğu sekiz yıl önceki günü, bugün gibi hatırlıyorum: O gün Kâ'be'nin yanında kavmimden bazı insanlar­la beraber oturmuş, konuşuyordum. Bir müjdeci nefes nefese koşup yanıma geldi. Karşıma geçip; «Ey Abdulmuttaüb! Gelinin Âmine bir erkek ço­cuk doğurdu. Gel de gör!» deyince, yerimde du­ramadım. Soluğu gelinim Âmine'nin evinde al­dım. Nasıl geldim, ben de hatırlamıyorum çocuk­lar. O kadar çok sevinmiştim ki bu sevinçle geli­nimin evine varıp, yeni doğan Sevgili Torunuma sevgiyle baktım. Nasıl da tatlı, nasıl da şirindi...

Tüm sevgi, şefkat ve merhametimle, oğlum Abdullah'ın hatırasını kucağıma aldım. Aklıma onu Kâ'be'ye yani Allah'ın evine götürmek geldi. Hemen kucağımda Torunum, Kâ'be'ye vardım. Onun için hayır dualarda bulundum. Tekrar Ami-ne'ye geri gönderdim.

Durun bakayım! Şöyle bir düşüneyim. Eve-et! Torunum Muhammed, size az önce anlattığım «Fil OIayı»ndan 50-55 gün sonra doğdu. (Hicri takvim denilen takvime göre) Rebiülevvel ayının 12'sinde pazartesi günü sabaha doğru şafağın doğmasına yakın, bu şehirde yani Mekke'de (Miladı takvime göre de 571 yılı Nisan ayının 20'sin-de pazartesi günü) Sevgili Torunum Muhammed dünyaya gözlerini açtı.

O gün bir şey dikkatimi çekti çocuklar. Da­ha önce benim alnımdan oğlum Abdullah'ın alnı­na, Abdullah'ın evlenmesinden sonra da gelinim Âmine'nin  alnına  geçip  parlayan   o   «Nur»un, Âmine'nin alnında olmadığını fark ettim. Bu du­rum, gelinimin doğumundan hemen sonra dikka­timi çekmişti. Anlaşılan o «Nur», doğmuştu. De­mek ki Sevgili Torunum Muhammed, o Nur'un ta kendisiymiş. Adem peygamberden bu güne kadar alından alına geçip parlayan o Nur, Torunum Muhammed'in nuruymuş. Düşünüyorum da bizi ve atalarımızı üstün kılan ve şeref sahibi yapan yi­ne o «Nur»muş.

Fakat ben, bunca sevincimin yanı sıra hü­zünlüydüm. Çünkü Nur Muhammed'im, dünyaya gözlerini yetim olarak açmıştı. Annesi gibi, baba­sı Abdullah'ın da bu mutlu günümüzde, yanımız­da olmasını ne kadar çok arzulamiştım. Ama ila­hi takdir işte... Elden ne gelir.

 

Doğumla Gelen İlginç Olaylar

 

Sevgili çocuklar! Doğumuyla beraber, Toru­num Muhammed'in büyük bir insan olacağına yorduğum birçok ilginç olaylar yaşandı. Size bun­lardan bahsetmek istiyorum. Eminim siz de be­nim gibi şaşıracaksınız.

Doğumundan sonra gelinim Amine bana; «Gece rüyamda gördüm ki biri gelip; «Ey Amine! İyi bilmelisin ki, sen bu ümmetin efendisine hami­lesin. Doğduğu zaman adını 'Muhammet!' koya-sın!» dediğini söyledi. Kimseye de bunu söyleme­mesini tembihlemiş. Bu, beni daha çok sevindirdi.

Bir de Torunum Muhammed'in doğduğu za­man ellerini dayamış, başını da göğe kaldırmış olarak da doğması ve beşiğinde de gözlerini sü­rekli semaya dikmesi, beni ta o zamanlardan be­ri hep düşündürmüştür. Çünkü bu durum, normal doğumlarda görülen bir hâl değildi.

Yine gelinim Amine'nin söylediğine göre; doğum yaklaşınca kulağına şiddetli bir ses gelmiş. O da korkmuş. O esnada beyaz bir kuşun geldi­ğini görmüş. Kuş, kanadıyla Amine'nin sırtını sı­vazlamış. Aniden Âmine'den korku ve ürperme halleri geçmiş. Bir de etrafına bakmış ki gayet uzun boylu birçok kızlar, etrafında pervane ol­muş, hizmet ediyorlarmış. Gelinim şaşırmış. Be­yaz bir tas içinde ona şerbet sunmuşlar. İçer iç­mez her tarafını bir nur kaplamış. O anda da Sev­gili Torunum doğmuş. Yaa çocuklar! Anlaşılan gelinim, cennet hurilerini veya melekleri görmüş. Bu anlattıklarımı sadece gelinim yaşamamış. Ya­nındaki ebelerden Şifa Hatun da, doğum esnasın­da doğu ve batı arasının nurla dolduğunu görmüş.

Ayrıca Torunum Muhammed'in doğduğu sa­bah, şehrimizde ticaretle uğraşan bir Yahudi, Kâ'be'nin yanında oturan Kureyşlilerin yanına gel­miş: «Bu gece sizlerden birinin çocuğu doğdu mu?» diye sormuş. «Bilmiyoruz» demişler. Ertesi gün Torunumun doğduğunu haber alan bu Yahudi hemen koşup Torunumu görmüş ve sırtına bakmış.

Biliyor musunuz çocuklar? Sevgili Torunu­mun sırtında, tam kalbinin arkasında bir «Ben» (peygamberlik mührü) doğumuyla beraber bulu­nuyordu. O Yahudi bu «Ben»i görünce bayılmış. Ayıldıktan sonra: «Artık İsrailoğuIIarından pey-gamberlik gitti. Bundan sonra başka peygamber­ler gelme ümidi bitti. Vallahi Kureyşliler Öyle bir şerefe erecekler ki, şan ve şerefleri doğudan batı­ya kadar her yere ulaşacaktır!» demiş.

Bu sözler çok hoşuma gitmişti. Daha önce de size söylediğim gibi, Sevgili Torunum Muham­med'in büyük bir insan olacağını, birçok kimse­den duyacaktım. Bu Yahudi'nin söylediği de on­lardandı. Bu sıraladıklarımdan başka şeyler de olmuş. Yine daha sonraları, dünyanın başka ülkelerinde de Torunumun doğduğu geceye rastlayan bazı ilginç olayların olduğunu duydum. Onların hepsini de Torunum Muhammed'in şerefinin bü­yük olacağına bağladım.

Meselâ, İran hükümdarının sarayının 14 ku­lesi, o gece kendiliğinden yıkılmış. İranlı ateşe ta­pan Mecusilerin bin yıldan beri sönmeyen kutsal ateşleri, o gece sönmüş. Kutsal saydıkları Save adındaki gölleri kurumuş. Semave adındaki kutsal vadileri de, yine o gece su baskınına uğramış.

Daha ilginci, İran hükümdarının vezirinin görmüş olduğu bir rüyaymış. Meğer hükümdar az önce söylediklerimle beraber bu rüyayı da duyun­ca, daha çok korkmuş. Vezirin gördüğü rüyaya gö­re; birçok deve, hızlı koşan birçok atları, İran top­raklarına doğru kovalıyormuş. Hükümdar, bütün bu olayları ve rüyayı, Satih adında bir kâhine yorumlatmış. Satih'in dediğine göre; 14 kulenin yıkıl­ması on dört hükümdar sonra İran devletinin orta­dan kalkacağına, vezirin rüyasının ise ilahî vahyin, yani sema ile ilgili haberlerin çoğalacağına ve «Asa Sahibi Peygambersin geleceğine işaretıniş.

Bu haberler beni de düşündüğüm konuda, ya­ni Sevgili Torunumun şanının ve şerefinin büyük olacağı hususunda umutlandırıyor. Çünkü tüm bu olaylar O'nun doğum gecesinde olmuş.

Yine Sevgili Torunum Muhammed'in doğu­muyla Mekkemizde de ilginç şeyler oldu: Halkı­mızın Kâ'be'nin içine yerleştirdiği ve bulundukla­rı yere kurşun dökerek kaynak ettikleri üç yüz ait­miş put, o sabah yüzüstü devrilmiş bir halde bu­lundu.Halbuki hiç kimse onları yerinden sökemezdi. Nasıl yüzüstü düşmüşlerdi? Anlaşılmadı.

Mekke halkı, bu olayı aylarca konuştu. Ben­se olanları, yine Torunumun varlığına bağlıyo­rum. Ama mahiyetini hâlâ çözebilmiş değilim.

Ayrıca Yahudiler, Torunum Muhammed'in doğduğu gece, sağda solda «Ahmed'in Yıldı­zlanın doğduğunu söylüyorlardı. Meğer kutsal ki­tapları Tevrat'ta «Ahmed'in Yıldızı»[3]diye bilinen yıldızın doğduğu gece, «Ahmed» adlı bir pey­gamberin doğacağı yazılıymış.

Hatta o gece, gökyüzünden salkım salkım yıldızların döküldüğünü görenler de olmuş.

Sevgili çocuklar! Sizce tüm bunlar bir tesadüf, bir rastlantı olabilir mi? Ben, tüm bu olay ve geliş­melerin, Sevgili Torunum Muhammed'le ilgili ol­duğunu düşünüyorum. Bu sebeple O'nun şanının ve şerefinin büyük olacağına hep inanmışımdır.

Muhammed[4] aleyhissalâtü vesselam

Evet sevgili çocuklar! Gelinim Amine'nin de gördüğü rüya üzerine, Sevgili Torunuma «Muham-med» ismini koydum. Doğumunun yedinci günün­de de develer keserek, Mekke halkına ziyafetler verdim. Onlara adeta bir bayram şöleni yaşattım.

Ayrıca kabilem olan Kureyş'e de büyük bir ziyafet verdim. Sevincimi herkesle paylaştım. Herkes neşe içinde yiyor, içiyor; beni tebrik edi­yor, hayır dualarda bulunuyordu.

Bu şenlik içinde bir ara biri, bana şunu sordu:

Ey Abdulmuttalib! Doğumundan dolayı ziyafetler verdiğin bu Torununa ne isim verdin?

Muhammed İsmini verdim, dedim.

Neden aile fertlerinden birinin ismini ver­medin de Muhammed ismini verdin? deyince, şu­nu söylediğimi hatırlıyorum:

Muhammed ismini verdim. Çünkü gökte Allah'ın, yerde de insanların O'nu övmelerini is­tedim.

 

İKİNCİ BOLUM

 

Süt Annenin Kutlu Misafiri

 

Sevgili çocuklar! Gelinim Âmine, Sevgili Torunum Nur Muhammed'i sütü yetmediği için, ancak bir hafta emzirebiidi. Bu sebeple oğium Ebu Leheb'in cariyesi ve çok iyi bir kadın olan Süveybe Hatun, bir süre Küçük Muhammed'imi em-zirdi. Daha sonra Sevgili Torunumu süt anneye verdik.

Çocuklar! Belki siz de duymuşsunuz. Mek­ke'mizin yani bizim buraların havası çok sıcak ol­duğu için, çocuklara iyi gelmiyor. Bu nedenle ço­cuklarımızın daha sağlıklı ve daha sıhhatli olma­ları için havası güzel, rutubeti az, suyu tatlı olan ve kırlarda yaşayan kabilelere gönderiyoruz. Ora­da daha sağlıklı ve sağlam vücutlu oluyorlar.

Ayrıca şehirlerde konuşulan Arapça dili, köylerde ve kırsal kesimde konuşulan Arapça'ya göre daha bozuktur. Bu sebeple çocuklarımızı süt annelere verip, kırlarda yaşayan kabilelerin bo­zulmamış dillerini öğrenmelerini de istiyoruz. Onların bu bakım ve hizmetlerine karşılık, mem­nun olacakları bir ücret de veriyoruz. Bu adet, es­kiden beri atalarımızın yaptığı güzel bir adettir.

Sad bin Bekir kabilesi diye bilinen Sadoğulları kabilesi, kırsal alanda yaşayan, Arapça'yı çok güzel ve düzgün konuşan bir kabiledir. Herkes çocuklarını özellikle bu kabileden olan süt anne­lere veriyor.

O sene ben de Mekke'ye gelen süt anneler­den birine, Sevgili Torunum Muhammed'i ver­mek istedim. O yıl Sadoğulları kabilesinden yine süt anneler gelmişti. Fakat kimse Sevgili Torunu­mu almak İstemiyordu. Çünkü babasının olmadı­ğını öğrendiklerinde, iyi ücret alamayacaklarını düşünüyorlardı. Ayrıca o yıl, her tarafı bir kıtlık sarmıştı. Kadınlar da ailelerinin geçimlerine katkı­da bulunmak istiyorlardı. Çünkü hayvanları süt­ten kesilmiş, yağmurlar yağmadığından kuraklık artmıştı.

Mekke'ye inen Sadoğulları kabilesinden Halime adında bir kadın vardı. Kocası ve kuca­ğında süt emen bir çocuğuyla beraber yola çık­mışlardı. Onları taşıyan zayıf ve cılız bir merkebleri varmış. Halime'nin daha sonra anlattığına gö­re bu merkebleri, diğer kadınlardan yani kafile­den hep geride kalıyormuş. Bunun içindir ki kafi­lenin kadınları, Halime'ye kızıyorlarmış.

Halime ve kocası Haris, Mekke'ye gelene kadar, kafilenin İlk gelen kadınlarının hepsi, baka­bilecekleri birer zengin çocuk bulmuş. Kendileri ise eli boş kalmış. Bu üzüntüyle Halime, son bir umutla sokaklarda bir defa daha gezmeye karar vermiş. İşte tam o sırada, ben de Sevgili Torunum Muhammed için bir sütanne bulmak ümidiyle ge­zerken, Halime ile karşılaştım. Ona sordum:

Sen kimsin ey kadın?

Ben Sadoğulları  kabilesinden  bir kadı­nım.

İsmin nedir?

Halime,

Ne güzel! Ne güzel! Sad (mutluluk) ve hİ-lim (yumuşaklık) iki güzel özelliktir. Dünyanın hayrı, ahiretin izzet ve şerefi bu iki özelliktedir. Ey Halime! Benim yanımda yetim bir Torunum var. O'nu kabilenden bazı kadınlara emzirmeleri için teklif ettim; kabul etmediler. Onu emzirmeyi kabul etmez misin? Belki onun sebebiyle bolluk

ve berekete kavuşursun.

Bu teklifimden sonra Halime'de bir durgun­luk gördüm. Sanki tereddütlüydü:

Kocama danışmam için bana müsaade et, dedi ve ayrıldı.

Ben de orada oturup onu bekledim. Halime gidip kocası Haris'e durumu anlatmış. Eli boş dönmek istemiyormuş. Bundan dolayı Torunum Muhammed'i almaya karar vermişler. Biraz sonra geri geldiğinde teklifimi kabul ettiğini söyleyince, çok sevinmiştim.

Halime'yi hemen gelinim Amine'nin evine götürdüm. Amine'nin evi, her zamanki gibi sade ve mütevaziydi. Sevgili Muhammed'imin olduğu odaya alındı: Halime, Nur Muhammed'ime bak­mış. Süt gibi bembeyaz bir kumaşa sarılı bir hal­de, mışıl mışıl uyuyormuş. Altında yeşil ipekten bir sergi serili olan yetim Torunumun sevgisini, Halime'nin kalbine Yüce Allah yerleştirmiş. O'nu uyandırmaya kıyamamış. Sevgili Torunum Muhammed'in güzelliğine hayran kalmış. Ellerini ya­vaşça göğsü üzerine koyunca, Nur Yetimim uyan­mış. Gülümseyen gözleriyle Halime'ye bakmış.

Halime, O'nu kucağına alır almaz emzirme­ye başlamış. Normalde sütü kendi çocuğuna yet­mezken, o anda sütünün çoğaldığını fark etmiş. Bu duruma çok şaşıran Halime, Sevgili Torunum-

süt annenin kutlu misafirila yaşayacağı bolluk ve bereketin, o andan itiba­ren başladığının farkında değildi. Böylece hem kendi çocuğunu, hem de Sevgili Torunumu doya­sıya emzirmiş.

Halime ve gelinim odadan çıktıklarında, Ha­lime'nin kucağında sevgiyle kucaklanmış Sevgili Torunum Muhammed'i gördüm. O'nu alıp götür­düğünü bugün gibi hatırlıyorum.

Bundan sonra Halime, Sevgili Muham-med'imi her yıl bize getiriyor, birkaç gün kaldık­tan sonra tekrar götürüyordu. O'nu hem ben, hem de annesi Âmine, çok özlüyorduk. Hadi ben ney­se de, annesi daha çok üzülüyordu. Ona baktıkça içim parçalanıyordu. Kocasının yokluğuna henüz alışamamışken, bir de Sevgili oğlundan uzak kal­mak... Şimdi düşünüyorum da; o, ancak Yüce Al­lah'ın verdiği sabırla dayanıyordu. Yoksa bir an­ne, buna kolay kolay tahammül edemezdi,

 

Uğurlu Yetim

 

Sevgili çocuklar! Nur Muhammed'imin süt annesi Halime, her yıl Torunumu bize getirirken, başından geçen olayları da anlatıyordu. Bu se­beple aradan geçen yıllar içinde, Torunumun süt annesinde neler yaşadığını biliyorum. Neler yaşa­mamış ki...

Tüm bunları düşündükçe, Nur Yetimimin bü­yük bir şan ve şerefe kavuşacağına olan inancım pekişiyor. Hatta yaşayıp o zamanı görmeyi arzulu­yorum. Fakat bu hasta ve ihtiyar halimle, pek uzun yaşayacağımı zannetmiyorum çocuklar.

Anlattığına göre, Halime Sevgili Torunumla bizden ayrıldıktan sonra, kocası Haris'in yanına varmış. Hemen kabilelerine dönmek İçin, yola çıkmış bulunan diğer kadınların peşlerine düş­müşler. Fakat inanılmaz bir şey olmuş: Mekke'ye geiirken kafileden geride kalan o zayıf ve cılız merkepleri, birden canlanmış. Hatta diğer kadın­ların hayvanlarını geride bırakmış. Kafiledeki ka­dınlar Halime'ye: «Ey Halime! Gelirken üzerine bindiğin merkep bu değil miydi?» diye sorup hay­retler içinde kalmışlar.

Ben, bu durumu da Sevgili Torunumun var­lığına bağlıyorum. «Ondaki yüceliğin ve büyük­lüğün bir neticesidir,» diye düşünüyorum. Bunun içindir ki o merkep dahi güç ve kuvvet bulmuştu.

Neticede Halime ve kocası eve varmışlar. O yıl var olan kuraklıktan dolayı kabilelerinin hay­vanları, akşamları evlerine dönünce göğüslerinde ne süt bulunuyormuş, ne de tok oluyorlarmış.

Fakat Sevgili Torunum, Halime'nin evine götürüldüğü andan itibaren hem hayvanları bol

süt vermişler, hem de evlerinde bolluk ve bereket çoğalmış. Yüce Allah onlara birçok hayırlar ver­miş.

Hatta komşuları, Halime'nin hayvanlarını memeleri süt dolu ve besili olarak gördükleri za­man, kendi çobanlarına kizıyorlarmış: «Haİi-me'nin çobanı hayvanlarını nerede otlatıyorsa, siz de onunla birlikte otlatsanıza!» diyorlarmış. Daha sonraları Torunum Muhammed'Ie gelen bu bolluk ve bereket, tüm Sadoğulları kabilesine nasip olmuş. Böylece Sadoğulları kuraklık ve kıtlık­tan kurtulmuş.

Bundan dolayıdır ki kocası Haris, sürekli Halime'ye: «Ey Halime! Bu getirdiğin Yetimin ayağı ne uğurluymuş. O geldi geleli gecemiz-gündüzümüz hayroldu...» diyormuş.

Sevgili Torunum Nur Muhammed, süt anne­sinin yanında iki yıl kaldı. Oldukça gelişti, büyü­dü, çok güzel bir çocuk oldu.

Amine'ye getirilişinin ikinci yılında gelinim hasretle O'na sarıldı, bağrına bastı. Kavuşmanın sevinciyle gözyaşları döktü.

Halime ise bolluk ve bereket gördüğü yetim Muhammed'imi çok sevmişti. Ondan ayrılmak is­temiyordu. Gelinim Âmine'ye: «O'nun Mekke'de olan veba hastalığına yakalanmasından korkarım. İyice büyüyünceye kadar benim yanımda bırak-san iyi olur,» diye ısrar etti.

Gerçekten de o yıl, şehrimizde veba hastalı­ğı vardı. Amine de uygun görünce yetim Muham­med'imi, hastalanmasın diye tekrar Halime'yie geri gönderdik. Böylece Halime sevinçle geri dö­nerken biz yine hüzne gömüldük.

Bazı İlginç Tablolar

 

Sevgili çocuklar! «Halime, yaşadığı olayları her gelişinde bize anlatıyordu» demiştim ya; anattıklarından bir-iki tanesini size de anlatmak is­tiyorum. Torunuma neden bu kadar düşkün oldu­ğum hususunda siz de o zaman bana hak vere­ceksiniz:

Bir defasında Halime, Sevgili Torunumla bü­yük bir pazar yerine gitmiş. Gelecekle ilgili haber­ler verdiğini iddia eden bir kâhin de oradaymış. Herkes çocuğunu ona gösteriyor, geleceği hakkın­da bilgiler öğreniyormuş. Halime de küçük Toru­numu kâhine göstermek istemiş. Kâhin gözlerinde­ki kırmızılığa ve sırtındaki «Ben» (peygamberlik mührü)ne bakmış. Birden heyecanlanmış: «Ey Araplar!» diye bağırmış. Halk toplanınca: «Şu çocuğu öldürünüz. Çünkü onda hükümdarlık alameti vardır,» demiş. Bunun üzerine Halime, küçük Muhammed'imi alıp gizlice oradan uzaklaşmış. Halk: «Hangi çocuk?» deyince, kâhin ortadan kaybolan Torunumu görememiş. «Az önce bir çocuk gör­müştüm. O size üstün gelecek, putlarınızı kıracak, sizi yenecektir,» diye halka haber vermiş.

Daha sonra kâhin, Halime'nin yanında olan Torunumla yine karşılaşmış. Küçük Torunum ise Halime'nin çadırına girmiş. Kâhinin tüm ısrarları­na rağmen, Halime onu dışarı çıkarmamış. Kâhin ise; «Bu çocuk peygamberdir! Bu çocuk peygam­berdir!» diyerek aklını kaybedip delirmiş.

Yine bir defasında Şirin Muhammed'im ile süt kardeşi Abdullah, beraberce evlerinin arka ta­raflarında koyunlarını otlatıyorlarmış. Diğer süt kardeşi olan Şeyma ise evde duruyormuş.

Abdullah öğle sıcağında uykuya dalınca/ ko­yunlar sağa-sola dağılmış. Onları bir araya topla­mak için Yetim Muhammed'im, Abdullah'tan uzaklaşmış. O sırada beyaz elbiseli iki adam ani­den ortaya çıkmış ve Sevgili Muhammed'imi yaka­lamış.Ellerinde içi kar dolu altın bir tas varmış. Sev­gili Torunumu yere yatırıp göğsünü yarmışlar.

Tam bu sırada uykudan uyanan Abdullah, olanları görünce, koşarak annesi Halime'ye haber vermiş. Halime, telaş ve korku içinde olay yerine koşmuş. Fakat sadece Sevgili Torunum küçük Muhammed'imi bulmuş. Yüzü, hafif beyazmış. Olanları sormuş. Yetim Muhammed'im şöyle an­latmış olanı biteni: «... Süt kardeşimle birlikte ko­yunları otlatıyorduk. O uykuya daldığı için, dağı­lan koyunları toplamak üzere uzaklaştım. O sıra­da üzerlerinde beyaz elbise bulunan iki adam, içi kar dolu altından bir tas ile yanıma geldi. Beni tu­tup göğsümü yardılar. Kalbimi çıkardılar. Onu da yarhp içinden siyah ve donmuş (pıhtılaşmış) bir kan parçasını çıkarıp attılar. Sonra göğsümü ve kalbimi o karla iyice yıkayıp temizlediler...»

süt annenin kutlu misafiri

Sevgili çocuklar! Haİime'nin kocası Haris, bu olaydan önce bir grup Yahudi'nin ve bazı kâ­hinlerin, Nur Muhammed'imi öldürme girişimin­de bulunduklarını biliyormuş. Bu sebeple Toru­numun göğsünün yarılması olayından dolayı da çok korkmuş: «Ey Halime! Bu çocuğun başına bir felaket gelmeden önce, onu hemen ailesine götü­rüp teslim et» demiş.

Ömrünün dört yılını süt annesinin yanında geçiren Sevgili Muhammed'im, beş yaşında iken, annesi Âmine'ye teslim edilmek üzere Mekke'ye getirildi. Fakat yolda Haİime'nin yanında, her na­sılsa kaybolmuş. Halime durumun farkına varın­ca, şaşkınlık ve üzüntü içinde feryat ve figan et­miş. Ne yapacağını bilememiş.

Doğruca bana geldiği anı hatırlıyorum. O gün ne kadar da üzgün, ne kadar da telaşlıydı. Önce onu sakinleştirdim. Sonra endişeyle Sevgili Muhammed'imi aradım. Hatta tüm kabilem be­nimle beraber aradı. Ama yine de bulamadık.

Kabilemle beraber doğruca Kâ'be'ye gidip ellerimi Allah'a açtım. Tıpkı Fil Oîayı'nda olduğu gibi Allah'a yalvardım: «Ya Rab! Kavmimin hepsi aradıysa da, Torunumu bulamadı. Ne olur, Mu­hammed'imi bana geri ver Allah'ım!» diye gözle­rim dolu dolu ağladım.

O anda bir ses duydum: «Ey insanlar! Feryat etmeyiniz! Şüphesiz ki Muhammedin Rabbi var­dır! Onu yardımsız bırakmaz ve kaybetmez!» de­di. Bunun üzerine: «Onun nerede olduğunu bize haber ver!» dedim. O ses, şöyle dedi: «O, Tihame vadisinde sağdaki ağacın yanındadır.»

Bu haberi duyduktan sonra hiç durur mu­yum? Hemen oraya koştum. Sevgili Torunum Mu-hammed'imi, söylenildiği yerde buldum. Şefkatle kucağıma aldım. Doğruca Âmine'ye getirip teslim ettim. Bundan dolayı da Mekke halkına ziyafetler verip, sevincimi herkesle paylaştım. Halime de Sevgili Muhammed'imin bulunmasına sevinmişti. Ona ücret olarak memnun olacağından fazlasıyla mal verip, kabilesine geri gönderdim.

 

Annesinin Yanında

 

Evet sevgili çocuklar! Görüyorsunuz ya! İhti­yarım; ama hafızam o kadar da zayıflamamış. Çok konuştuğum için ağzım kurudu. İzninizle bir tas su içeyim...

Ooh! Elhamdülillah (Allah'a hamdolsun). Siz de su içerken «Elhamdülillah» diyorsunuz de­ğil mi? Aferin size.

Eveet! Ne diyordum çocuklar? Haa! Hatırladım. Halime'yi kabilesine geri gönderdiğimi söy­lemiştim. Kaldığım yerden devam edeyim:

Halime, Nur Muhammed'imi beş yaşına gir­diği zaman gelinim Âmine'ye teslim etti. Bundan sonra Küçük Muhammed'imin hayatında yeni bir dönem başladı. Artık annesinin yanında kalacak, onun her konuda sevinci olacak ve onun terbiye­sinde büyüyecekti.

Sevgili Muhammed'im, süt annesinin yanın­da dilimiz Arapça'yı çok güzel ve düzgün bir şe­kilde konuşmayı öğrenmiş, oldukça sıhhatli ve sağlıklı bir çocuk olmuştu. Gül gibi güzel bir şe­kilde yetişmiş, fidan gibi büyümüştü.

Annesinin yanında da gün geçtikçe serpilip büyüyen Küçük Muhammed'im, annesinin göz­bebeğiydi. Biliyor musunuz çocuklar? Torunum-dur diye söylemiyorum. Fakat gerçekten Küçük Muhammed'im yaşından umulmadık bir olgun­luk gösteriyor, her konuda annesine yardımcı olu­yor, ona mutluluk veriyordu. Çünkü her ziyare­timde gelinim Âmine'nin gözlerindeki mutluluğu, hemen fark ediyordum.

Ayrıca Küçük Muhammed'im de annesine karşı çok saygılı olmasının yanı sıra, temizliğine çok dikkat ediyor, asla üstünü başını kirletmiyordu.

Annesi, bu sebeple O'na hayrandı. Herkes Sevgili Muhammed'imin bu güzel ahlâkını sevi­yor, beğeniyordu.

Arkadaşları da O'nu çok seviyor, O'nunla beraber olmayı çok istiyorlardı. O da arkadaşları­na yardımcı olmaktan mutluluk duyuyordu. Arka­daşlarına en güzel şekilde davranıyor, asla kırıcı olmuyordu. Haydi, siz söyleyin çocuklar. Böyle bir Torun sevilmez mi? Ömrümün şu son günle­rinde benim tek teselli kaynağım O'dur.

 

Babasının Kabrini Ziyaret Ve Annesinin Vefatı

 

Sevgili çocuklar! Günler böylece geçip gi­derken bir gün gelinim Âmine, kocası Abdul­lah'ın kabrini ziyaret etmek istedi. Bunun için Medine'ye gitmek gerekiyordu. Çünkü oğlum Ab­dullah, orada vefat etmiş, dayıları tarafından ora­da mezara konulmuştu.

Amine, hem bu ziyareti yapmak, hem de Nur Muhammed'imin dayılarında bir müddet kal­mak istiyordu.

Nihayet altı yaşına girmiş olan Torunumla beraber, yanlarında da Torunumun dadısı Ümmü Eymen olduğu halde, Medine'ye doğru yola çıktı­lar. dur

Sıcak bir havada yola çıkan gelinim Âmine, birkaç gün sonra Medine'ye varmış. İlk iş olarak, kocasının mezarını ziyaret etmiş. Amine, sanki elinden tuttuğu Yetim Muhammed'imi kocasına göstermek istermişçesine, Abdullah'ın mezarı ba­şına götürmüş. Yüreğinden yaralı bir ceylan gibi olan gelinim, kocasının mezarı başında uzun uzun ağlamış.

Daha sonraları Sevgili Torunumun dadısı Ümmü Eymen'in bana anlattığına göre, Sevgili Torunum Muhammed de babasının mezarına gözyaşlarını armağan etmiş. Hangi çocuk olsaydı ağlardı, üzülürdü babasının mezarı başında; değil mi çocuklar?

Nur Muhammed'im, bir ay kadar annesiyle beraber dayılarının yanında kaldı. Orada yüzme­yi de öğrendi. Yaşıtı olan arkadaşlarıyla güzel günler geçirdi.

Yine Ümmü Eymen'in anlattığına göre, Sevgi­li Torunum Medine'de olduğu günlerden bir gün, dayılarının evi önündeyken; bazı Yahudiler onu görmüşler. Ona bakıp: «Bu ümmetin peygamberi, işte bu çocuk olsa gerek» demişler. Meğer Allah'ın göndereceği «Son Peygambersin özellikleri, Yahu­di ve Hıristiyan'ların kitaplarında yazıfıymış. Hatta onlar, kendi çocuklarını tanır gibi onu tanıyorlarmış. Zaman zaman bizlere de bu peygamberin yakında ortaya çıkacağını söylüyorlar.

Ümmü Eymen'in haberdar etmesi üzerine, gelinim Amine, Yahudilerin söylediklerinden kork­muş. Sevgili Muhammed'ime bir zarar gelmesin di­ye, Mekke'ye dönmeye karar vermiş. Hemen hazır­lıklarını yapıp yola çıkmışlar. Bir müddet yol aldık­tan sonra, gelinim Âmine aniden rahatsızlanmış. «Ebva» denilen köyün yakınlarında vefat etmiş.

Fakat ölmeden önce Yetim Muhammed'ini yanına çekmiş, doyasıya seyretmiş. Küçük ellerini, gözlerini öpmüş. Sonra da daha önce hamileyken gördüğü rüyasını kastederek şöyle demiş: «... Eğer rüyamda gördüklerim doğruysa, sen yüce ve cö­mert olan Allah tarafından, insanlara helal ve ha­ramı bildirmek üzere gönderileceksin... Her yaşa­yan ölür. Her yeni eski olur. Her yaşlanan da ölür. Ben de öleceğim. Fakat adım, ebediyyen anılacak­tır. Çünkü temiz bir oğul doğurmuş, arkamda ha­yırlı bir evlat bırakmış bulunuyorum...» Bu son sözlerinden sonra ruhunu Allah'a teslim etmiş.

 

Nur Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam Dedesinin Yanında

 

Neyse çocuklar! Sizi de üzmeden devam edeyim: Ümmü Eymen, gelinim Âmine'nin defnedilmesinden sonra hem yetim, hem de öksüz kalan Sevgili Torunum Muhammed'imi bana ge­tirdi. Başlarından geçenleri ayrıntılarıyla anlattı. Artık Nur Muhammed'im annesiz ve babasızdı. Fakat ben henüz ölmedim sevgili çocuklar. Onu hiçbir zaman yalnız bırakmadım, bırakmayaca­ğım da. Bundan dolayıdır ki o da beni çok sever. Onu özenle büyütüyorum. Şefkatimi, merhameti­mi ve sevgimi hiçbir zaman ondan esirgemedim. Yanımdan ayırmadım. Gözbebeğim gibi üzerine titriyorum. Laf aramızda onu çok seviyorum.

Size bir anımı anlatmak istiyorum çocuklar: Benim Kâ'be'nin duvarı gölgesinde, sürekli serili olan koyun postundan bir minderim var. Kureyş'in başkanı olduğum için, oğullarım dahi hiç kimse orada yerimde oturmaya cesaret etmez. Fa­kat Sevgili Muhammed'im, bu konuda serbesttir. İstediği zaman minderimin üzerine oturabilir. Ni­tekim oturuyor da.

Bir gün oğullarımdan birisi, küçük Muhammed'imin minderime oturmasına engel oldu. Bu­nun üzerine Sevgili Torunum ağladı. İhtiyar yüre­ğim buna dayanmadı. Onlara kızdım:

Küçük Muhammed'imi bırakınız! O'nun kendisinden önce geçmiş ve sonradan gelecek hiçbir Arabın kavuşamayacağı bir şerefe kavuşacağını umuyorum, dedim. Torunumu alıp yanıma oturttum.

Ben, onsuz yemek de yemem. Çünkü sofra­da o olduğunda her zaman bir bereket, bir bolluk görüyorum çocuklar. Dizime oturtup, en güzel yemeği ona yediririm. Fakat ona olan bu sevgime karşılık, ondan hiçbir zaman uygunsuz bir hare­ket, bir davranış görmedim. Sizin gibi çocuk ol­masına rağmen, çok terbiyelidir benim Torunum. Onda büyük adamların ahlakını görüyorum.

Şöyle bir hatıram var ki, bu konuda beni hak­lı çıkarıyor: Bir gün yine Kâ'be'nin yanında oturu­yordum. Müdlicoğullan diye bilinen bir kabile var. Bu kabileden olanlar, insanların ayak izlerine ba­karak, bir insanın nasıl özellikler taşıdığını bilirler.

İşte bu kabileden olan bir grup insan, Kâ'be'ye doğru gelirken, Nur Muhammed'imin yerdeki ayak izlerini görmüş, izlemişlerdi. Toru­num yanıma gelince, peşinden onlar da geldiler.

Bu çocuk senin soyundan mıdır? dediler.

Evet, dedim.

Onların söylediği şu sözleri hiç unutmam:

O'nu iyi koru! Çünkü biz, İbrahim pey­gamberin makamındaki ayak izine, bu çocuğun ayak izinden daha çok benzeyenini görmedik.

Torunumda büyük adamların ahlakı ve şanı olduğunu söylemekte haksız mıyım çocuklar?

Yine benim, Hıristiyanların din adamı olan bir dostum vardı. Bir gün onunla sohbet ediyor­duk. Bana; «İsmail peygamberin soyundan gele­cek olan 'Son Peygamber'in sıfatlarını kitaplarda bulduk. Doğum yeri burası (Mekke)dir. Özellik­leri şunlar şunlardır» dedi.

Biz böyle konuşurken, aniden Sevgili Mu-hammed'im çıkageldi. Dostum olan Hıristiyan din adamı, Nur Muhammed'imi görünce, ona İyi­ce dikkat etti. Bana da bazı sorular sordu. Netice­de bana; «Onu iyi koruyunuz!» dedi.

İşte bu sebeple Nur Muhammed'imi titizlik­le koruyorum. Çünkü yaşadığım ve şahit olduğum birçok olay, bana O'nun şanı büyük bir insan ola­cağını gösteriyor.

Evet çocuklar! Galiba başınızı ağrıttım. Hem ben de çok yoruldum. İnsan ihtiyar olunca benim gibi çabuk yoruluyor. Şu anda dışarıda oynayan Sevgili Torunum Muhammed, sekiz yaşında gür­büz bir çocuk. Onun hakkında günlerce konuş-sam yine de bıkmam. Fakat dediğim gibi sizi de yormak istemem.

Bu sebeple sizi yalnız bırakacağım. Şöyle uzanıp  yatağımda   biraz   dinlenmek   istiyorum.

Umarım kusura bakmazsınız. Müsaadenizle ço­cuklar... Hoşça kalın, sizler de Torunum gibi iyi, terbiyeli ve ahlaklı çocuklar olun emi?

 

İKİNCİ KISIM

 

AMCASI EBU TALİB SEVGİLİ YEĞENî HAZRET-İ MUHAMMED ALEYHİSSALATÜ VESSELAMI ANLATIYOR

 

BİRİNCİ BOLUM

 

Ebu Talıb'ın Göz Nuru

 

Merhaba sevgili çocuklar! Benim adım Ebu Talib. Sevgili Muhammed'in dedesi Abdul-muttalib, benim babamdır. Sizin de anladığınız gibi ben Sevgili Muhammed'in amcasıyım.

Şu anda 87 yaşlarında[5] bir ihtiyarım. Birkaç gün önce Kureyşlilerin bana, Yeğenim Muham-med'e, O'na uyan tüm Müslümanlara ve akraba­larımıza uyguladığı ambargo[6] ve boykottan[7] ye­ni çıktık. Üç yıl boyunca birçok hakaretler gör­dük. Nice çileler çektik. Kendi çektiklerimden çok, Sevgili Yeğenim Muhammed'in çektiklerine ve gördüğü hakaretlere üzülüyorum.

Merak mı ettiniz neler çektiğimizi? Pekâla çocuklar, size Sevgili Yeğenimin neler çektiğini anlatacağım. Fakat anlatacaklarımı daha iyi anla­manız için, Sevgili Yeğenim Muhammed'i yanı­ma aldığım günden itibaren anlatmaya başlar­sam, daha güzel anlayacağınıza inanıyorum. Ye­ğenimin o günden bu güne kadar yaşadıklarını anlatmak, bana da mutluluk verir.

Tabii ki o günden bu güne yıllar geçti. Yeğe­nimi evlendirdim. Çocukları oldu. Şu anda da İs­lâm dininin peygamberi olarak hâlâ benim koru-marndadır. Onu hâlâ çok seviyorum. Hayatımın sonuna kadar da yanında olmaya devam edece­ğim.

Evet sevgili çocuklar! Hazır mısınız? Nasıl? Demek hazırsınız. Öyleyse bana birazcık müsaade edin. Şöyle rahatça oturayım. Evet, şu sedire de yerleştim mi tamamdır! Hah şöylee! Şimdi oldu.

Sevgili çocuklar! Yıllar önce babam Abdui-muttalib, hastalanıp yataklara düştüğünde, gittikçe sağlığı bozuldu. Bir müddet sonra da vefat etti.

Üzüldünüz değil mi? Ben de o gün çok üzül­müştüm. Ama elden ne gelir. Her neyse...

Hatırladığım kadarıyla babam, o hastalık günlerinden birinde beni ve diğer kardeşlerimi çağırmıştı. Ebu Leheb, Hamza, Abbas, Zübeyr, ben ve diğer kardeşlerim babam Abdulmuttalib'in hasta döşeği etrafında oturduk. Dikkatli ve saygı­lı bir şekilde, edeplice onu dinliyorduk.

Hiç unutmam; Küçük Muhammed de dede­sinin etrafında pervane misali dolanıyor, ona hiz­met etmeye çalışıyordu. Babam Abdulmuttalib, küçük Muhammed'in elinden tuttu, yanına oturt­tu. Babamın bizi küçük Muhammed için çağırdı­ğını biliyordum. Zaman zaman çok sevdiği Sevgi­li Muhammed'i, emin birine teslim etmeden ölür­se gözleri açık gideceğini söyler dururdu. Bize, ölümün kendisine yaklaştığını ve yakında ölece­ğini söyledi. Geride bırakacağı Sevgili Muham-med'e iyi bakmamızı tavsiye etti.

Ben ve Zübeyir Sevgili Yeğenimizi yanımıza ve korumamıza almak istediğimizi söyledik. Bu­nun üzerine aramızda kura çekildi. Sevgili Yeğe­nim Muhammed bana kaldı. Zaten bu sırada o da gelip, boynuma sarılmıştı.

Çünkü amcaları içinde -aramızda kalsın ço­cuklar- beni daha çok seviyordu. Tabi ben de Ye­ğenimi çok seviyordum. Aramızda amca-yeğen ilişkisine dayanan Özel bir sevgi vardı. Yüce Allah O'nu bana sevdirmişti.

Babam da Sevgili Muhammed'in benim ko­rumamda kalmasından memnundu. Çünkü mın arzusu da benden yanaydı. Bundan sonra ba­na dönerek;

O, ilahi bir emanettir. O'nu sana emanet ediyorum. Her şeye rağmen O'nu koruyacağına dair, bana açık bir şekilde söz vermeni istiyorum ki gönlüm rahat olsun, gözlerim arkada kalmasın, dedi. Ona:

Sen hiç merak etme babacığım. Onu ken­di çocuklarıma, hatta canıma bile tercih ederim. Bana güvenebilirsin. Hayatta olduğum müddetçe onun zarar görmeyeceğine söz veriyorum, dedim.

O gün babam, sanki tamamen iyileşmiş gibi sevindi; mutlu oldu. Fakat yakalandığı bu hastalık onu bırakmadı. Neticede seksen yaşını aşmış ola­rak vefat etti. Torununun sevgisine doymayan ba­bama, Mekke halkının hepsi ağladı. Fakat belki de içimizde en çok ağlayan, en çok üzülen Sev­gili Yeğenim Muhammed oldu. O gün, O'nu ba­bamın cenazesi arkasına takılmış, ağlar bir halde gördüğümü hiçbir zaman unutmadım...

Babam Abdulmuttalib'in vefatından sonra sekiz yaşındaki Sevgili Yeğenim Muhammed, ar­tık benim evimde, benim korumamdaydı. Halbu­ki çocuklar, aslında ben çok fakir bir insanım. Fa­kat gönlümün zengin, nefsimin kanaatkar olduğu­nu, tüm Mekke halkı bilir. Bu sebepledir ki babamın vefatından sonra, Kureyşlilerin seyyidi ve ile­ri gelenlerinden oldum. Herkes tarafından saygı ve hürmet gördüm.

Ben de babam gibi kötü alışkanlıkları olma­yan, içki içmeyen biriyim. Kötü ve çirkin olan şeylerden uzak dururum. Size de tavsiye ederim. Bir de Sevgili Yeğenim Muhammed'İn üzeri­ne titrerim. Çocuklarım çok olmasına rağmen, be­nim gözümde Yeğenimin yeri apayrıdır. Onu ço­cuklarımdan  üstün tutarım  dersem,  abarttığımı zannetmeyin.   Hazırlanan  yemeğe o gelmeden başlamam. Neden mi? Çünkü babam henüz ha­yattayken fark etmiş ve şahit olmuştum ki, Yeğe­nim Muhammed sofrada olduğu zaman, ben ve çocuklarım doyarak kalkıyorduk. Muhakkak ki bu hâl, O'nun varlığının bereketine bağlıydı.

Sevgili çocuklar! Yeğenim Muhammed sekiz yaşında olmasına rağmen, hiçbir zaman sofrada uygunsuz hareketlerde bulunduğunu görmedim. Benim çocuklarım gibi sofra kurulur kurulmaz, yemeklere saldırmazdı. Zamanını bekler, acele etmez, Öylece yerdi. Hatta rahatsız olmasın diye, ona ayrı sofra dahi kurduğum olurdu. Açlıktan ve susuzluktan, gerek çocukluğunda olsun, gerek büyüklüğünde olsun, hiç şikayette bulunduğunu duymadım.

Yeğenim küçük Muhammed'in hayran oldu­ğum bir yönü de sabahları yatağından kalktığın­da, ellerini yüzünü yıkayıp parlak yüzlü, sürmeli gözlü ve saçları taranmış olarak güne başlamasıy-di. Halbuki benim çocuklarım, sabahleyin yatak­larından kalktıklarında gözleri çapaklı, suratları asıktı. O'nun kadar temizliğe dikkat etmezlerdi.

Ben, Yeğenimi çok severim. Ama hanımım Fatıma, onu benden daha çok sever. Sanki Yüce Allah, hanımımın kalbine, O'nun sevgisini ben­den daha çok yazmış. Kendi çocukları aç durur­ken, önce Sevgili Muhammed'i doyurur, saçlarını tarar, gül yağıyla yağlardı. Yeğenim Muham­med'in sevgisi bir başkadır çocuklar.

 

Yetim Çoban

 

Sevgili çocuklar! Günler geçiyor, bir inci olan Yeğenim Muhammed, gittikçe büyüyor, ser­piliyordu. On yaşlarına basmıştı. Daha önce size söylediğim gibi, ben fakir bir insanım. Sevgili Ye­ğenim bu küçük yaşında dahi benim fakirliğimi düşünüp, bana yardım etti.

Sakın «O küçüktü. Nasıl yardım etmiş olabi­lir?» demeyin! Anlatayım: Benim koyunlarım var­dı. Onlara ücretle çoban tutmamam için, Küçük  Yeğenim koyunlarıma çobanlık yapmak istedi. Hem de çobanliğıyia övünüyordu. Çünkü çobanlık, utanılacak bir şey değil.

Zannedersem O'nun gibi yüksek yaratılışta olan insanlar için çobanlık, manevi bir eğitimdi. Bu düşüncemi bugünkü tecrübeme dayanarak söylüyorum. O zamanlar Yeğenimin, peygamber olarak ortaya çıkacağını bilmiyordum. Ayrıca Da­vut ve Musa peygamberlerin de çobanlık yaptık­larını duymuştum.

Böylece Yetim Çoban Yeğenim, geçimime az da olsa yardımda bulunuyordu. Çünkü yeni bir ço­ban tutmadım ve hayvanlarım için de ayrıca çoban parası vermedim. Bir yıl kadar Sevgili Yeğenimin yaptığı çobanlıktan çok faydalar gördüm.

Bazen O'nun, çobanlığı esnasında yeryüzü­nü ve gökyüzünü uzun uzun gözetleyip düşündü­ğünü, dalıp dalıp gittiğini duyuyordum. Sevgili Yeğenimin, her zaman hayır ve iyilik düşündüğü­nü biliyorum. Boykottan çıktığımız bugün İtiba­rıyla düşünüyorum da, Yüce Allah'ın O'nu pey­gamberliğe hazırladığı neticesine varıyorum. Çünkü O'nun peygamberliğini ilan ettiği dönemi yaşıyorum. Zaten Kureyş'in bize ambargo ve boy­kot uygulaması da, Yeğenimin peygamberliğini ilan etmesinden dolayıydı.

 

Rahip [8]Bahira

 

Sevgili çocuklar! Yeğenim Muhammed on iki yaşlarında iken, Şam şehrine ticaret yapmak gayesiyle gitmeye karar verdim. Şam, Mekke'mizden birkaç aylık uzak bir mesafededir. Bu kadar uzak olan bir yere yapacağım yolculuğa, Sevgili Muhammed'i götürmeyi istemedim. Çünkü, «Bu uzun yolculuğa dayanamaz» diye düşünüyordum.

Bu meseleyi aile içinde de konuşmuş oldu­ğumdan, Yeğenim duymuş ve O'nu götürmeye­ceğim için çok üzülmüş. Fakat bunu kimseye söy­lememiş. O'nu böyle mahz|fn görünce:

Ey Yeğenim! Ne oldu sana? Herhalde se­ni götürmeyip geride bırakacağım için ağlıyorsun, dedim. O da:

Evet amcacığım. Beni kime bırakıp gidi­yorsun? Ne babam var, ne annem!., deyince, sev­gili çocuklar, İliklerime kadar titredim. O kadar çok duygulandım, o kadar çok duygulandım ki:

Vallahi seni yanımda götüreceğim. Hiçbir zaman ne sen benden ayrılacaksın, ne de ben senden ayrılacağım, dedim. Bunun üzerine se­vinçle boynuma bir   anlısı vardı ki anlatamam çocuklar!

Böylece Yeğenim Muhammed'i de yanıma alarak yola çıktım. Busra denen kasabaya geldiği­mizde, orada dinlenmek için konakladık. Meğer burada Bahira adında bir rahip yaşarmış. Biz Bus-ra'ya yaklaşırken, o da kilisesinin[9] penceresinden kervanımızın gelişini seyrediyormuş. Aniden bir şey dikkatini çekmiş: Bir bulut, kervanımızla be­raber ilerliyormuş. Kervanımız nereye doğru git­se, bulut da oraya doğru yöneliyor, ayrıimıyor-muş. Böylece sürekli gölge yapıyormuş.

Biz  konakladığımızda,   bir  ağacın   altında oturan küçük Muhammed'e o bulut, gölge yap­mış. Hatta rahip, o ağacın gölge olsun diye Yeğe­nime dallarını eğdiğinin de farkına varmış. Bunla­ra şahit olan Bahira, çok şaşırmış. Çünkü yanında çok eski bir kitap varmış: O kitapta; Busra'ya bir peygamberin yolculuk yapacağı, Yeğenimin otur­duğu o ağacın altında dinleneceği, sürekli bir bu­lut tarafından gölgeleneceği, altında dinleneceği ağacın da dallarını ona gölge yapmak için eğece­ği yazılıymış. Bu özellikler gelecek son peygam­berin özellikleriymiş.

Aslında Busra'ya doğru yola çıktığımızdan bu yana Yeğenime gölge yapan bulutu, ben de farketmiştim. Hatta altında dinlendiği ağacın dal­larını O'na gölge yaptığını da... Fakat rahip Bahi­ra kadar dikkat etmemiştim. Çünkü Bahira'nın yanındaki eski kitapta yazılı olanlardan haberim yoktu. Ama rahip Bahira'dan bu özelliklerin kitaplarında yazılı olduğunu sonradan duyunca hem sevindim, hem şaşırdım. Çünkü Yeğenimin şan ve şerefinin büyük olacağını babam hep söy­ler dururdu.

Rahip Bahira, bu gördüklerine şahit olunca, işin sırrını çözmek için hemen bir ziyafet hazırladı; hepimizi davet etti. Hepimiz gidip sofraya oturduk. Tuhaf bir şekilde hepimizin yüzlerine bakıyordu.

Her hâlde görmek istediğini bulamamıştı ki:

Arkadaşlarınızdan gelmeyen var mı? diye sordu.

Sadece en küçüğümüz olan bir çocuk kaldı, dedim.

Kervanımızın yanında biz yemek yiyene ka­dar, gözcülük yapması İçin Yeğenim Muham-med'i bırakmıştım. Rahip Bahira, ısrarla O'nun da gelmesini istedi. Bu ısrar karşısında ben de Sevgi­li Yeğenimi getirmesi için, birini gönderdim. Kü­çük Muhammed yemek yerken, Bahira O'nu dik­katli bir şekilde süzüyordu.

Sonradan kendisiyle konuştuğumda, kitapla­rında özellikleri yazılı olup, gelecek son peygam­berin tüm özelliklerini, Sevgili Yeğenim Muhammed'de gördüğünü söyledi.

Bu arada yemek yemekle meşgul olan Yeğe­nim Muhammed'e yaklaştı. Aralarında şöyle bir konuşma geçti:

Ey çocuk! Sana bazı şeyler soracağım. Lat ve Uzza hakkı için soracaklarıma cevap ver.

Lat ve Uzza'ya yemin vererek bana bir şey sorma. Vallahi ben, onlardan nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmem.

Öyleyse Allah adına soracaklarıma cevap ver.

İstediğini sor.

Bahira, merak ettiği şeyleri sordu. Aldığı ce­vaplar onu tatmin etmişti. Yeğenim Muhammed'in sırtına da baktı. Yeğenimin sırtındaki «Ben» (peygamberlik mührü)nü de gördükten sonra hiçbir şüphesi kalmamıştı.

O, Yeğenim Muhammed'in «Son Peygam­bersin tüm özelliklerini taşıdığına inanıyordu. Bundan dolayı da beni bir kenara çekip, bir de benimle konuştu:

Bu çocuk senin soyundan mıdır?

Oğlumdur.

O senin oğlun olamaz. Babasının sağ ol­maması lazım, dedi. Doğrusu şaşırmıştım. Ona:

O, benim kardeşimin oğludur, dedim.

Babasına ne oldu?

Annesi O'na hamileyken, babası vefat etti.

Annesi ne oldu?

O da vefat etti.

Doğru söyledin.

Bu konuşmanın sonunda Bahira'nın bana söylediklerini asla unutamam:

Bu Yeğenini memleketine hemen geri götür. Yahudilerin O'na zarar vermelerinden sakın. Vallahi Yahudiler, benim O'nda gördüğüm şeyleri aniarlarsa O'na kötülük yapmaya kalkışacaklardır. Senin bu Yeğenin, ileride çok büyük bir şan sahibi olacaktır. O'nu memlekete götürmekte acele et!..

Doğrusu Bahira'nın bu sözlerinden sonra, içime korku düştü. Doğumundan beri Yeğenim-deki ilginç durumlardan dolayı özellikle babam beni tembihlemiş, dikkatli olmamı söylemişti. Ben de hemen Şam'a gitmekten vazgeçip, orada ticare. mallarımı sattım. Sevgili Yeğenimle bera­ber Mekke'ye geri döndüm.

 

Muhammedû'l-Emin Aleyhissalâtü Vesselam

 

Evet sevgili çocuklar! Sevgili Yeğenim Mu-hammed, gençlik yıllarına erişmişti. Yüzü daima parlayan bir nurla kaplıydı. Görenlerin O'nu sev­memesi mümkün değildi. Gören: «Bu yüzün sahi­bi yalancı olamaz,» diyordu. Gülümsediğinde, dişleri inci gibi parlardı. Kimseyle arasını boz­maz, kimseye kötü söz söylemezdi. Daima sö­zünde durur, doğru söylerdi. Bu özelliğinden do­layı kabilem Kureyş, Yeğenime «Muhammedû'l-Emin» (Güvenilir Muhammed) dedi. O günden bu yana hâlâ Yeğenim bu şekilde çağrılıyor. Sevgili Yeğenim böylece, bu şekilde meşhur oldu.

Ayrıca hiç kimseyle çekişmez, çok konuş­maz, faydasız ve boş şeylerle uğraşmazdı. Hiç kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından ayıp kınamazdı. Başkasının ayıp ve kusurunu merak etmez, araştırmazdı. Konuşanın sözünü kesmeyi ayıp sayar, dinlerdi. O konuştuğunda, herkes de O'nu hayranlıkla dinlerdi. Lat ve Uzza'yı da hiçbir zaman sevmedi. Sizin de dikkati­nizi mutlaka çekmiştir çocuklar: Rahip Bahira, O'na Lat ve Uzza üzerine yemin etmesini istedi­ğinde, onları sevmediğini söylemişti. Rahip de O'na «Allah adına» yemin verdirmişti.

Sevgili Yeğenim en iyi özelliklere sahip olup, çok güzel ahlâklıydı. İtiraf etmeliyim ki şu yaşı itibariyle dahi, içimizdeki en olgun ve ahlâkı en iyi olan yine O'dur. Çocukluğunda ve gençli­ğindeki o güzel huy ve ahlâkı hâlâ mükemmel, hâlâ güzeldir. Zaman zaman düşünüyorum da, Yeğenimin Allah'ın terbiyesinde büyüdüğünden başka bir neticeye varamıyorum. Çünkü benim O'na verebileceğim bir şey olsaydı, mutlaka ken­di çocuklarım da bundan etkilenirdi. Babam için de aynı şey söz konusudur.

Tabi siz de haklı olarak, Yeğenimin Allah'ın terbiyesinde büyüdüğünü nereden bildiğimi soracaksınız, değil mi? Size bu konuda dikkatimi çe­ken birkaç ilginç olayı anlatayım da görün. Emi­nim siz de bu düşünceme katılacaksınız çocuklar: Bir defasında bir duvar örüyordum. Sevgili Muhammed de taş taşıyarak bana yardımcı oluyor­du. Biz Araplar, boydan boya uzun fistanlı elbise­ler giyeriz. Bunun için Yeğenim Muhammed de taş taşırken, elbisesinin eteğine koyarak taşımak iste­miş. Tam taşıyacakken aniden bayıldığını gördüm. Hemen yanına koştum. Biraz uğraştıktan sonra ayildı. İyice kendine gelince neden bayıldığını sor­dum. O da «Üzerinde beyaz bir elbise bulunan bi­ri bana gelip sertçe 'örtün' dedi.» deyince, Allah'ın O'nu çıplak olmaktan menettİğini anladım.

Bir defasında da bayram günlerimizin birin­de, ısrarla O'nu bayram meydanına götürmüştük. Meydandaki büyük putların yanındaydık. Aynı şekilde aniden orada da bayıldı. Meğer söylediği­ne göre; uzun boylu, beyaz elbiseli biri O'na gö­rünmüş ve: «Ey Muhammed! Geri çekil. Sakın o puta el sürme!» diye haykırmış. Ben de bunun üzerine bir daha O'nu ne putların yanına, ne de bayram şenliklerine götürdüm.

Yine bir defasında dağda koyunlarıma ço­banlık yaparken, akşama doğru şehİre gelip yapı­lan bir düğünü seyretmek istemiş. Sürüsünü çoban arkadaşına emanet olarak bırakıp, düğün evi­nin yanına kadar gelmiş. Seyretmek için bir taşın arkasına oturup dayanmış. O anda üzerine bir uy­ku çökmüş. O da uyumuş. Uyandığında güneş doğmuş. Hemen arkadaşının yanına dönmüş.

Ertesi gece, yine gitmek istemiş. Fakat aynı şekilde yine uyuyakalmış. Güneşin sıcaklığıyla uyanınca doğruca arkadaşına gidip başından ge­çenleri anlatmış.

İki defa da uyuyakalmasını bir ikaz olarak kabul eden Sevgili Yeğenim, bundan sonra bu tür yerlere uğramamış. İnanıyorum ki Yüce Allah, O'nu söylediğim bu üç olaydaki gibi bir terbiyey­le kötülükten uzak tutuyor, koruyordu. Şimdi siz de bana hak veriyorsunuz değil mi çocuklar? Eğer babam veya ben, böyle üstün bir terbiye verebil-seydik, kendi çocuklarımızı neden bundan mah­rum edelim ki? Ama ben Muhammedi çocukla­rımdan her zaman üstün biri olarak görüyorum.

Hılfu'l-Fudul[10] Derneği

 

Sevgili Çocuklar! Yeğenim Muhammed 20 yaşlarındayken, benimle beraber «Ficar Savaşı» diye bilinen savaşa katıldı. Zannedersem, bir-iki defa bu savaşta yanımda bulundu. Fakat Yeğeni­min bir davranışı, dikkatimden kaçmadı. Kendisi savaşa bizzat katılmayıp düşmanımızın bize attı­ğı okları topluyor, bana veriyordu. Sanki isteksiz­liği yardı. Bunu O'nun yüksek yaratılışına bağlı­yorum. Çünkü İnsanlara karşı çokça şefkatli ve merhametlidir Sevgili Yeğenim.

Aslında Yeğenim haklıydı çocuklar! Çünkü biz büyükler de bazen kötü şeyler yaparız. Tıpkı yaptığımız bu kötü savaş gibi... Bir hiç yüzünden savaşmıştık. Ayrıntılarını anlatıp başınızı ağrıtmak İstemem. Fakat daha sonra savaştıklarımızla ba­rışmış, işi tatlıya bağlamıştık.

Bu dönemde Mekke'miz, özellikle yabancı­lar için -gerçi hâlâ da böyledir- güvenilir bir yer değildi. Can, mal ve namus güvenliği kalmamıştı. Haksızlıklar diz boyuydu. Fakat ben, ilerde Sevgi­li Yeğenimin Mekke'yi, adı gibi emin ve güvenilir bir belde hâline getireceğine inanıyorum.

Evet çocuklar! Günlerden bir gün Ye-men'den yabancı bir adam, şehrimize ticaret yap­mak için gelmişti. Mekke'mizde As bin Vail adın­da, zengin ve ileri gelen bir adam var. As, bu ya­bancı adamın bir deve yükü olan malını, satın al­mış. Fakat ücretini vermeyip adamı sürekli oyala­mış. Yabancı adam ne yapmışsa parasını alamamış. Ebu Kubeys dağı dediğimiz şehre bakan, da­ğa çıkmış. Mekke'ye doğru bağırarak, uğradığı zulmü anlatmış ve yardım istemiş.

Bunun üzerine kabilem Kureyş'ten bazı şe­refli kimseler, bu zulme bir çözüm getirmek iste­diler. Yaşlı ve şereflilerimizden olan Abdullah bin Cûda'nın evinde toplandılar: Mekke'ye gelen ya­bancılar dahil olmak üzere zulme ve haksızlığa uğramış bir kimse bırakmamak, zulme uğrayanın hakkını geri alıncaya kadar onunla birlikte hare­ket etmek ve bundan böyle Mekke'de zulme izin vermemek şeklinde bazı kararlar aldılar. Bu ka­rarlar üzerine yemin ettiler. Bu sebeple bir teşki­lat, yani bir çeşit dernek kurdular. Adına da «Hıl-fu'l-Fudul» dediler. Meğer bu işin başını kardeşim Zübeyr[11] çekiyormuş.

Bu derneğin ilk işi, bahsettiğim o Yemenli yabancının malını, As bin Vail'den almak oldu. Tüm bunları niçin mi anlattım?

Sevgili çocuklar! O zamanlar henüz 20 ya­şında olan Sevgili Yeğenim Muhammed de bu derneğe katılmıştı da ondan... Çünkü zulme ve haksızlığa karşı durmak, O'nun ahlakıdır. Onun bu davranışını çok takdir ettim, çok beğendim.

Ben inanıyorum ki sizler de haksızlığı hiç sev­mez, karşı durursunuz. Çünkü haksızlığa göz yummak, Allah'a inanan hiç kimseye yakışmaz. Madem siz de Yeğenimi çok seviyorsunuz, O'nun gibi haksızlığa göz yummayın.

 

Bir Hatıra

 

Sevgili çocuklar! Yeğenim Muhammed, genç bir delikanlı olmuştu. Bir gün bana gelip bir sorunundan bahsetti: Meğer zaman zaman bazı şeyler (melekler) O'na görünüyor ve O'nu birbiri­ne işaret ederek: «Bu, O'dur. Fakat henüz davet zamanı gelmedi,» diyorlarmış, Sevgili Yeğenim de ürkmüş ve çekinmişti. Hastalanmış olabilece­ğinden korktuğunu söyledi.

Bunun üzerine ben de O'nu, kitap ehli (Ya­hudi veya Hıristiyan) olan bir doktora götürüp gösterdim. Doktor, Genç Muhammed'i iyice mu­ayene etti. Sonra tebessümle şöyle dedi:

Ey Ebu Talib! Hiç endişe etme! Bu müba­rek vücut, her türlü hastalıktan uzaktır. Gözüne zaman zaman görünenler ise peygamberlik için kalpleri kontrol eden meleklerdir. Bunun gördük­leri şeytanlar değildir.

Böylece ben de rahatladım. Bir kez daha anlamıştım ki Yeğenimin şanı büyük olacaktı. Ama şimdi düşünüyorum da, meğer Yüce Allah Sevgi­li Yeğenim Muhammed'i, o zamanlardan beri peygamberlik İçin hazırhyormuş da bunu ne ben, ne de O anlamıştı.

 

İkinci Şam Yolculuğu

 

Sevgili çocuklar! Fakir biri olduğumu daha önce söylemiştim. Bu aralar durumum gittikçe da­ha kötüye gidiyordu. Her ne kadar ufak-tefek çapta ticaret yapıyorduysam da, zorlukla geçiniyordum. Mekke'mizde, çok zengin bir kadın vardı. Ticaretle  uğraşıyordu,   birtakım   insanları   ücret karşılığında çalıştırıyordu. Bazı mallarını onlara veriyo ', başka şehirlere gönderip o malları satma­ları karşılığında, çalıştırdığı bu adamlara bolca ücret veriyordu.

İlerde Sevgili Muhammed'in eşi olacak bu kadının adı, Hatice binti Huveylid idi. Bu sıralar­da Sevgili Yeğenim Muhammed, 25 yaşlarındaydı. Bugüne kadar küçük çapta bir ticaret yapmış­tı. Fakat tüm Mekke'de Muhammed'ül-Emin diye çağrılıyordu. Çünkü Sevgili Yeğenimin, gerçekten hiçbir şekilde yalan söylemediğini biliyorlardı. Dolayısıyla Mekke halkının güvenini kazanmıştı.

Hâl böyle olunca, ben de gidip Hatice'yle gö­rüşmek istedim. Neden mi? Çünkü duyduğum ka­darıyla Hatice, Şam şehrine bir ticaret kervanı gön-derecekmiş. Ancak güvenilir bir adam arıyormuş.

Önce Sevgili Yeğenim Muhammed'e konu­yu açtım. Hatice'ye gidip, kendisinin kervanın başında olmasını teklif edeceğimi söyledim. Şef­katli Yeğenim: «Amcacığım! Nasıl istiyorsan öyle yap!» dedi. Zannedersem o da fakirliğini bildiği için, bu şekilde bana yardımcı olmak istedi. Çok anlayışlıdır Yeğenim çook!..

Hatice, bu konuşmamızdan haberdar olun­ca; Yeğenim Muhammed'i çağırdı. O'na: «Seni Şam'a ticaret mallarımın başında göndermek için çağırdım. Senin son derece doğru sözlü, güveni­lir ve iyi ahlâklı olduğunu biliyorum. Sana kav­minden hiç kimseye vermediğim ücretin birkaç katını vereceğim» demiş.

Yeğenim Muhammed de bu haberi bana verdiğinde: «Bu, Allah'ın sana verdiği bir rıziktır,» dedim. Çok sevindim. Fakat ücretin belirlenmedi­ğini görünce, gidip Hatice ile görüştüm. Ücret olarak dört adet genç ve erkek deve üzerinde an­laştık. O zamana göre bu, çok iyi bir ücretti.

Böylece Sevgili Yeğenim, Hatice'nin ticaret mallarını Şam'a götürüp satmak üzere ola çıktı.

Beraberinde, Hatice'nin Meysere adında çok sa­dık bir kölesi de vardı. Meğer Hatice, Meysere'yi Yeğenimi.kastederek- «O'na hiçbir işte itaatsizlik etme. Hiçbir görüşüne de aykırı davranma. Bir dediğini iki etme ve her halini bana bildir,» diye tembihlemiş.

Kervan üç ay süren bir yolculuğa çıktı. Meğer Meysere bu yolculukta birçok şeye şahit olmuş:

Meselâ; kervandaki yüklü iki deve yorulduk­ları için, kafilenin gerisinde kalmış. Meysere, du­rumu Sevgili Yeğenim Muhammed'e bildirmiş. O da yorgun develerin yanlarına gidip, ellerini onla­rın ayaklarının altına ve bileklerine sürmüş. De­veler hemen koşup kervanın önüne geçmişler. Sanki onlara yeni bir can gelmiş gibi olmuşlar.

Buna şahit olan Meysere, bunu aklının bir köşesine kaydetmiş. Yeğenime daha çok bağlan­mış. Hizmetini de büyük bir saygt ve saadetle yapmaya koyulmuş.

Kervan, Şam şehrine varmadan önce Busra şehrine varmış. Yeğenim henüz 12 yaşındayken, Ben de onu Busra'ya götürmüştüm. Hatırladınız mı çocuklar? O zamanlar Busra'da bize ziyafet veren rahip Bahira vardı. Meğer o Öldüğü için, yerine Nastura adında yeni bir rahip geçmiş. Bu rahip de Yeğenimin kafilesinin gelip, kiliselerine yakın yaşlı bir zeytin ağacının gölgesinde konak­ladığını görmüş. Nastura, meğer Meysere'yi tanı­yormuş. Hemen Meysere'ye koşmuş:

Ey Meysere! Şu ağacın altında konakla­yan Zat kimdir? demiş.

O, Kureyş'in saygıdeğer halkından olan bir kimsedir, demiş Meysere. Rahip Nastura, bu cevap üzerine durmuş ve:

Şimdiye kadar şu ağacın altında peygam­berden başka kimse oturmamıştır, demiş. Rahip Nastura sorularına devam etmiş:

O'nun gözlerinde biraz kırmızılık var mı­dır?

Evet, gözlerinden hiç ayrılmayan bir kır­mızılık vardır.

İşte O'dur. O, peygamberlerin sonuncu­sudur.

Meysere çok şaşırmış. Bunu da aklında tutmuş.

Sevgili Yeğenim Muhammed, orada ticaret mallarının hepsini satmış. Alması gerekenleri de al­mış. Allah'ın lütfuyla çok büyük bir kâr elde etmiş. Meysere ve kervanın diğer adamları, hiç böyle bir kâr görmemişler. Meysere bunu da unutmamış.

Kervan, Mekke'ye geri dönmek üzere yola koyulmuş. Fakat çöl, çok sıcak ve dayanılmaz-mış. Bir ara Meysere, Yeğenim Muhanmed'e ba­kınca gözlerine inanamamış. Çünkü bulut şeklin­de iki melek, Sevgili Yeğenimi gölgeliyormuş. Hatta Yeğenim, ne tarafa yönelse, bulut şeklinde­ki o iki melek de oraya yönelip, çölün yakıcı sı­caklığından Yeğenimin rahatsız olmasına engel oluyorlarmış. Tıpkı 12 yaşındayken Yeğenimi Busra'ya getirdiğimde, onu sürekli gölgeleyen b '-lut gibi. Hatırladınız değil mi?

Tüm bunlara şahit olan Meysere, Mekke'ye vardıklarında; görüp şahit olduklarını bir bir Hati­ce'ye anlatmış: Geride kalan yüklü iki devenin nasıl kervanın önüne geçtiklerini, rahip Nastu-ra'hıri söylediklerini, Yeğenimin hiç kimsenin ka­zanamadığından daha fazla kâr kazandığını, iki meleğin bulut şeklinde onu gölgelediğini, işinde­ki dürüstlüğünü, güvenilirliğini, ahlâkını, yemek yedikten sonra kalktığında yemeğinin hiç azalma­mış gibi duran bereketini...

Zaten ticaret kervanı Mekke'ye girerken, Ha-ti :e de o sırada evinin damında kadınlarla sohbet ediyormuş. Kervanı fark ettiklerinde, iki meleğin bulut şeklinde Sevgili Muhammed'i gölgelediğini hem o, hem de diğer kadınlar görmüş. Hayretler içinde kalmışlar.

Sevgili Yeğenim, Hatice'ye gidip bu ticaret­ten dolayı elde ettiği geliri, kârıyla beraber bildir­di. Bu kazanca çok sevinen Hatice de, Yeğenim Muhammed'e ücreti olan dört deveyi, birçok he­diyelerle beraber verdi.

Sevgili Yeğenim Muhammed, Hatice'nin ya­nından ayrıldıktan sonra, Hatice; Meysere'nin söylediklerini ve gördüğü bulut şeklindeki o iki meleği düşünmüş. Hemen amcasının oğlu Varaka bin Nevfel'e koşmuş. Varaka, Hıristiyandı. Gele­cek olan Son Peygamber hakkında eski kitaplar­dan okuduğu birçok bilgilere sahipti. Hatice, Meysere'nin gördüklerini ona anlatmış. Varaka da ona şunu söylemiş:

Ey Hatice! Eğer bu söylediklerin doğruy­sa hiç şüphe yok ki Muhammed, bu ümmetin peygamberi olacaktır. Ben zaten gelecek olan peygamberin bu ümmetten çıkacağını biliyorum. Bu zaman, tam O'nun geleceği zamandır, demiş. Hatice, Varaka'nın bu söylediklerini derin derin düşünmüş.

 

İkinci Bolum

 

Kutlu Evlilik

 

Sevgiii çocuklar! Hatice bİnti Huveylid, çok zeki ve akıllı bir kadındı. Ahlakı, dürüstlüğü ve güvenilir Üğiyle meşhur olan Yeğenim Muhammed'e, evlenmeye karar vermiş. Bu sebeple Ye­ğenime evlenme teklif etmek için, aracı bir kadın göndermiş.

Aracı kadın Yeğenimle konuşmuş. O'na ne­den evlenmediğini sormuş. Sevgili Yeğenim ise, evlenecek kadar malı olmadığını söylemiş. Aracı kadın O'na, Hatice'nin evlenme teklifini yapmış. Hatice'nin mala değer vermediğini söylemiş. Hal böyle olunca Yeğenim Muhammed, evlenme tek­lifini kabul etmiş.

Çocuklar! Kötülük ve ahlaksızlığın aşırı bir şekilde yaşandığı bu devirde Hatice; iffetli, ahlak­lı ve namuslu olduğundan dolayı, herkes tarafından «Tahire» (temiz kadın) diye biliniyordu. Ger­çekten de öyledir. Az önce de dediğim gibi Yeğe­nim Muhammed, Hatice'nin teklifini kabul ettik­ten sonra, gelip durumu bana anlattı. Ben de am­cası olarak gidip Hatice'yi, babası öldüğü için, amcasından istedim.

Neticede sade bir düğün yaptık. Bu sırada Yeğe­nim 25, Hatice 40 yaşlanndaydı. Fakat Yüce Allah, on­ların kalplerini yakınlaştırdı. Aralarında gönül ve ruh be­raberliğine dayanan bir sevgi meydana getirdi.

Böylece Hatice ileride de söyleyeceğim gibi «Son Peygamber» olarak ortaya çıkan Sevgili Muhammed'in hanımı olma şerefine kavuştu. Yeğenim Muhammed'İ, eşi Hatice'den şu yaşıma kadar hep razı ve hoşnut ola­rak gördüm.

Kasım, onların ilk çocuklarıydı. Zeyneb, Rukiye, Fatıma, Ümmü Gülsüm, Abdullah (Tayyib veya Tahir) adında altı çocukları oldu.[12]

Yeğenim Muhammed'in ilk çocuğu Kasım olduğu için, Yeğenime bizim adetlerimize göre «Ebu'l-Kasım» da diyorlar. Yani «Kasım'ın Babası» demek istiyorlar.

Evlendikten sonra Yeğenim, Hatice'nin evine taşındı. Artık orası eviydi. Muflu bir şekilde yaşayıp gidiyorlardı.

 

Evlatlık

 

Sevgili çocuklar! Hatice'nin Zeyd adında si­zin gibi küçük bir kölesi vardı. Yeğenim Muhammed, Hatice'den Zeyd'i kendisine vermesini iste­miş. Hatice de Zeyd'i hemen O'na hediye etmiş. Daha önce de söylediğim gibi Sevgili Yeğenim Muhammed, şefkat ve merhamet sahibi bir insan­dır. İnsanların köle olmasına gönlü hiçbir zaman razı olmadığı için, Zeyd'i hemen serbest bıraktı. Zeyd, artık özgürdü. İstediği yere gidebilir, istedi­ğini yapabilirdi.

Fakat Zeyd, Yeğenim Muhammed'İ bırakıp gitmemiş. Çünkü O'nu çok sevmiş, ayrılmak iste­memiş. Yaa çocuklar! Benim Yeğenim sevilmez mi? Bu sebeple O'nu çok sevdiğimi, O bir yana dünya bîr yana bilmenizi isterim. Yeğenim hakkın­da böyle güzel şeyler duyduğumda, inanın ki gu­rurlanıyorum çocuklar. Çünkü bana göre ne Ku-reyş'in içinde, ne de gelmiş geçmiş insanlar İçinde, hatta gelecek insanlar içinde de O'na denk bir in­san asla olamaz. O benim iftiharım, övünç kayna-ğımdır.

Neyse!.. Lafı uzatmayayım. Size bahsettiğim Zeyd'in babası, yıllar sonra oğlunun Mekke'de ol­duğunu haber almış. Meğer Zeyd'i yıllar önce eşkiyalar kaçırıp köle olarak satmış. Hatice de onu sa­tın almış. Babası, doğruca Yeğenim Muhammed'in yanına gelmiş. Oğlu Zeyd'i, bedeli kadar para kar­şılığında alıp memlekete götürmek istemiş. Fakat inanılmaz bir şey olmuş. Zeyd, babası ile gitmek is­tememiş. Halbuki Yeğenim, babası ile gidip gitme­me konusunda Zeyd'i serbest bırakmış.

Zeyd'in bu bağlılığı ve sevgisinden dolayı Sevgili Yeğenim Muhammed, Zeyd'i evlatlık ola­rak kabul ettiğini tüm Mekke halkına duyurdu. Böylece Zeyd'in babası da oğlunun güvenilir bir insanın yanında rahatlık içinde olduğunu görün­ce, gönlü huzur içinde memleketine döndü.

 

Küçük Ali

 

Sevgili çocuklar! Yeğenim Muhammed'i se­kiz yaşından beri yanımda büyüttüğümü biliyor­sunuz. O'nu iyi ve kötü günlerimde yanımdan hiç ayırmadım. O'na karşı son görevim olan evliliği­ni de yapıp evlendirdim. Tüm bunları fakirliğime rağmen yaptım. O'nu evlendirdikten sonra da, fa­kirliğim hâlâ devam ediyordu. Oldukça zor gün­ler yaşıyordum. Hatta çocuklarıma bakamayacak duruma gelmiştim. Fakat bu sırada vefakâr olan Yeğenim Muhammed sayesinde bu sıkıntılarım biraz olsun azaldı.

Meğer Yeğenim, evlendikten sonra da be­nim fakirliğimi unutmamış. Bana yardımcı olma­nın yollarını aramış. Diğer amcası Abbas'a gidip danışmış. Fikrini ona da açmış. Aralarında anlaş­mış olarak bana geldiler. Küçük Ali'mi Yeğenim Muhammed, Cafer adındaki diğer oğlumu da kar­deşim Abbas yanına aldı. Artık bu iki oğluma on­lar bakacak, evlerinde büyüteceklerdi. Böylece benim de geçimim biraz hafifledi.

Yeğenim Muhammed'i bundan dolayı çok takdir ettim. Çünkü dar günümde bana yardımcı olup bizi unutmadığını göstermişti. Hanımım Fa-tıma ise, Yeğenimin bu davranışından daha çok etkilendi. Bizi unutmadığından dolayı sevindi. Düşünüyorum da bu hareket, ancak O'nun bü­yüklüğünü ve şefkatini gösteren, O'na yakışan bir hareketti.

Dört-beş yaşlarında olan oğlum Ali'nin ha­yatında, artık yeni bir dönem başlıyordu. Bundan böyle o, Sevgili Muhammed'in evinde ve O'nun terbiyesinde kalacaktı. Benim umudum ise, kü­çük Ali'min O'nun ahlakıyla ahlaklanmasıydı.

 

Kâ'be'nin Tamiri

 

Evet sevgili çocuklar! Doğrusu Sevgili Yeğe­nimin hayatını anlatmak kadar, bana lezzet veren bir şey olamaz. Fakat size de söylediğim gibi çok ihtiyar biriyim. Bu kadar çok konuşunca ağzım kurudu. İzninizle şuradaki kaptan biraz su içeyim de kaldığım yerden devam edeyim.

Fakat ortalıkta da kimseler görünmüyor ki... Hayır hayır! Siz zahmet etmeyin çocuklar! Ben, şöyle bir doğruldum mu suyu alabilirim. Ta­mam, aldım. Sizin büyüklerinize karşı saygılı ve hürmetli olmanız, hoşuma gitti. Aferin çocuklar! Ohh! Su da güzelmiş doğrusu. Su gibi aziz olun sevgili çocuklar.

Eminim ki hepiniz büyüklerinize su getir­mek, sofra sermek/kaldırmak gibi ufak-tefek yar­dımları yapıyorsunuz. Çünkü Yeğenim Muhammed'in ahlâkı da böyledir. Onca yıl yanımda bü­yüdü, beni hiç yardımsız bırakmadı. O'nu sevdi­ğinize göre; O'nun yaptıklarını örnek almak, O'nun ahlakıyla ahlâklanmak istemenizi takdir ediyorum.

Nasıl? Devam etmemi mi istiyorsunuz? Pe­kâla çocuklar! Sevgili Yeğenim Muhammed, ko­caman bir adam olmuştu. Hattâ 35 yaşlarındaydı.

Bu sıralarda kabilem Kureyş'in ileri gelen büyükleri, Kâ'be'yi yıkıp yeniden yapmayı düşü­nüyorlardı. Kâ'be'yi en son atam İbrahim pey­gamber yapmıştı. Ondan sonra birkaç tamirattan geçmesine rağmen, iyice yıpranmış, çökmüştü. Ayrıca seller ve yağan yağmurun etkisiyle de sağ­lamlığını kaybetmişti. Son olarak bir kadının yak­tığı ateşten dolayı Kâ'be'nin örtüsünün yanması, Kâ'be'nin yeniden yapılması isteklerinin artması­na sebep oldu.

Böylesine hayırlı bir işe başlanılacağı esna­da, yabancı bir geminin yakınımızdaki Kızıideniz'de kıyıya saplandığı duyuldu. Meğer gemide yük olarak; kereste, beyaz taş, demir gibi inşaat malzemeleri varmış. Bunlar tam ihtiyaç duyulan şeylerdi. Bu malzeme satın alındı. Ayrıca gemide Bizans asıllı yabancı bir marangozun olduğu haberi alınınca, bu adamla da Kâ'be'nin yapımında çalışması için anlaşıldı.

Böylece her kabile, Kâ'be'nin yıkılıp yapıl­ması için kendi payına düşen yerin taşlarını tek tek söktü. Sonunda Kâ'be'nin temelindeki taşlara ulaşıldı. Bu sırada temeldeki bir taşa vurulan kaz­ma darbesi sonucu taşın hareket etmesiyle, Mek­ke şehrimiz birden sarsıldı. Sanki deprem olmuş-çasına panik yaşandı. Halk korktu. Daha fazla de­rine gidilmeye cesaret edilmedi.

Neticede; her kabile, kadını ve erkeğiyle kendi payına düşen yeri yaptı. Sıra «Hacerü'1-Es-ved»[13] denen kutsal siyah taşın yerine yerleştiril­mesine gelinmişti. Fakat şimdiye kadar birlik için­de çalışan kabileler arasında, bu konuda bir an­laşmazlık çıktı. Neden mi? Çünkü çocuklar, Ha-cerü'l-Esved kutsal ve mübarek bir taş olduğu için, kim onu yerine yerleştirirse çok şerefli ve iti­barlı bir iş yapmış olacaktı. Bu sebeple her kabile bu şerefe kavuşmak istiyordu. Anlaşmazlık arttı. Hattâ bundan dolayı savaş yeminleri dahi yapıldı.

Tam bu sırada kalabalık içinde bulunan yaşlı bir büyüğümüz, birbiriyle çekişen halka: «Ey Kureyşliler! Anlaşamadığınız bu işte Mescid-i Ha-ram'a[14] şu kapısından ilk girecek olanı, aranızda hakem yapınız,» diye seslendi. Kastettiği kapı «Ben-i Şeybe» dediğimiz kapıydı. Yapılan bu teklif mantıklı göründü. Herkes bunu kabul edince, göz­ler heyecan içinde, büyük bir merakla Ben-i Şeybe kapısına yöneldi. Acaba gelen kim olacaktı?

Ortalık büyük bir sessizlik içindeyken, bir şahsın Ben-i Şeybe kapısında içeri süzüldüğü gö­rüldü. Kalabalık tarafından görülür görülmez «El-Emin! El-Emin! O'nun vereceği hükme razıyız,» diye sevinç çığlıkları atıldı. Meğerse gelen Sevgi­li Yeğenim Muhammed'di. Herkesin güvenini ka­zanan Tek Adam olduğu için, kendisine herkes tarafından «Güvenilir Muhammed» anlamında «Muhammedü'1-Emin» deniliyordu.

Nitekim sorun, Sevgili Muhammed'e anlatıl­dı. Aralarında hüküm verilmesi istendi. Sevgili Yeğenim hiç tereddüt etmeden: «Hemen bana bir örtü getiriniz!» dedi. Hacerü'l-Esved dediğimiz si­yah taşı, elleriyle örtünün içine koydu. Her kabi­leden bir adamın gelip örtünün köşelerinden tut­masını istedi. Adamlar, Hacerü'l-Esved'i konulacak yere kadar kaldırdılar. Yeğenim Muhammed de onu elleriyle alıp yerine yerleştirdi.

Bu adil ve güze! hareket karşısında, tüm Ku-reyşüler sevindi ve memnun oldular. Çünkü nere­deyse aralarında savaşa sebep olacak bir sorunu, Sevgili Muhammedü'l-Emin, hiç kimseyi incitme­yecek şekilde zekice çözmüştü. Doğrusu bu soru­nun hâl edilmesinde Yeğenimin çözümünden başka aklıma uygun bir çözüm gelmiyor. Düşü­nüyorum da belki de Yüce Allah, O'nu bu sorunu çözmek için oraya yönlendirmişti. Kim bilir?..

Hira'dan Yükselen Nur

 

Sevgili çocuklar! Yeğenim Muhammed, 40 yaşlarına doğru çeşitli değişiklikler yaşıyordu. Sevmediği putlara tapmanın artması, içki ve zina­nın çoğalması, insanların yaptıkları haksızlıklar sonucu zulmün gittikçe fazlalaşmasıyla Sevgili Yeğenim, Mekke'den çıkıp yalnızlığa çekiliyordu.

Bu sebeple Hira Dağında bulunan bir mağa­raya zaman zaman gider, düşünürdü. Şu an düşü­nüyorum da meğer Yüce Allah, O'nu peygamber­lik görevine hazırlıyormuş. İnsanlığın bozulan ah­lakını ve durumunu düşünmesi için, Yüce Allah O'na yalnızlığı sevdirmişti.

Yalnız olduğu zamanlarda bazen birtakım parlak ışıklar görüyor ve çeşitli sesler işîtiyormuş. Ürküyormuş; ama evine döndüğünde de hanımı Hatice'nin tesellileriyle rahatiıyormuş.

Daha sonra gördüğü rüyalar, ertesi gün ol­duğu gibi çıkıyormuş. Bu rüyaları, sadık; yani doğru rüyalarmış. Söylenildiğine göre altı ay ka­dar bu sadık rüyaları görmüş. Anlaşılan bu hâli peygamberliğinin başlangıcıymış.

Gitgide Sevgili Yeğenim Muhammed'e yal­nızlık, iyice sevdirilmişti. Böylece her yıl adet edindiği üzere Ramazan ayı geldiğinde, yine Hi­ra Dağındaki mağaraya çekilmişti. Aklıma babam Abdulmuttaiib geldi. O da her Ramazan ayında yalnızlığa çekilir, düşünür, dua ederdi.

Evet, bu sıralarda Sevgili Muhammed, 40 yaşlanndaydı. Mağarada yalnız kaldığı zaman ce­vaplarını bulamadığı düşüncelere dalar, bir ümit ışığı bulmaya çalışırmış. Orada kaldığı süre için­de hanımı Hatice'nin kendisi için hazırladığı yi­yecekle yetmiyormuş.

İşte tam bu zamanlardan bir zamandı. Aylar­dan Ramazan'ın 17'sİ, günlerden pazartesi gece-siymiş. Düşünmekten uyuyakalmış olan Sevgili Muhammed, seher vaktiyle birlikte «Cebrail» de­nilen kutsal meleği görmüş. Çok güzel bir surette ve güzel kokular saçan Cebrail, O'nu kucaklayıp sıkmış. Bırakıp «Oku!» demiş. Yeğenim Muham-med'in okuma yazması olmadığı için: «Ben oku­ma bilmem,» demiş. İkinci kucaklayışta Cebrail O'nu çok sıkmış. Bırakıp yine «Oku!» demiş. Ye­ğenim Muhammed tekrar «Ben okuma bilmem,» demiş. Melek Cebrail üçüncü defa O'nu daha çok sıkıp; «Oku!» deyince, Sevgili Muhammed: «Neyi okuyayım?» diye sormuş. O zaman Melek Ceb­rail: «Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku. Ki O, pıbtılaşmış bir kan'dan insanı yarattı. Kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin, bol kerem ve ihsan sahibidir...»[15] demiş. Meğer Cebrail'in söyledikleri, Yeğenim Muhammed'e Yüce Allah'tan inen «Kur'ân» adlı kutsal kitaptaki ayetlermiş. Sevgili Yeğenim, Ceb­rail'in söylediklerini okumuş. Daha sonra Cebra­il, kaybolmuş. Böylece Yüce Allah'tan gelen ilk vahiy[16] Sevgili Muhammed'in kalbine nakşolmuş. Sağlam bir şekilde yerleşmiş.

Yeğenim Muhammed/ bu İlk vahyin etkisiy­le ürpermiş ve titreyerek eve doğru yol almış. Yo­lunun üzerindeki tüm taşlar ve ağaçlar O'nu: «Es-Selamu aleyke Ya Resulaliah[17] diye selamlıyor, tebrik ediyorlarmış.

Eve vardığında; «Beni örtünüz! Beni örtü­nüz!» demiş. Hanımı Hatice hemen üzerini Ört­müş. Biraz dinlendikten sonra rahatlamış bir şe­kilde kalkmış. Başından geçenleri hanımı Hati­ce'ye anlatmış. Endişelerini dile getirmiş. Halbuki Hatice O'nu tanıyordu: Ahlakı ve fazileti yüksek olan böyle bir insana şeytan zarar veremez, cin O'na dokunamazdı. Öyleyse O'na görünen başka bir şey olmalıydı.

Bu düşünceler içinde Hatice, güven veren bir sesle O'na: «Hiç üzülme! Vallahi Allah seni hiçbir zaman utandırmaz. Çünkü sen akrabanı korur, acizlerin yükünü taşır, yoksula verir, misa­firi ağırlar, doğruyu söyler, emanete ihanet et­mezsin,» demiş.

Hemen kocasını, yani Yeğenim Muhammed'i alıp amcasının oğlu Varaka bin Nevfel'e götürmüş. Çünkü Varaka, daha önce de söyledi­ğim gibi çok bilgili olup Hıristiyan dininin bir aİi-miydi. Hem de eski kitapları bilen ve okuyan bi­riydi. Beklenen «Son Peygamber» hakkında bir­çok bilgileri biliyordu.

Hatice'nin kocası olan Yeğenim Muhammed, yaşadıklarını tek tek Varaka'ya anlatmış. Varaka, olanları dinledikten sonra sevinçle haykırmış:

Müjde ey Muhammed! Bu gördüğün Musa peygambere Yüce Allah'ın gönderdiği Namus-u Ekber (Cebrail)'dir. Ah! Keşke kavmin Sen'i yur­dundan çıkaracakları zaman sağ olsaydım, demiş. Sevgili Yeğenim ise:

Kavmim Beni (Mekke'den) çıkaracak mı? diye sormuş.

Varaka:

Evet; Sen'i yurdundan çıkaracaklar. Çün­kü Sen'in gibi bir şey (Vahiy) getiren yoktur ki, düşmanlığa uğramasın. Şayet (senin) davet günle­rine yetişirsem tüm gücümle sana yardım ede­rim,» demiş.

Kısa bir müddet sonra ölen Varaka, peygam­berlik yolunun ne kadar çileli bir yol olduğuna işaret etmişti. Ben, peygamberlik yolunun çilele­rini bilmem. Ama Yeğenimin kavminden neler çektiğini biliyorum. İleride size bunları anlattı­ğımda, bana hak vereceksiniz. Yeğenimin inancı uğruna kavmi tarafından bu kadar haksızlıklara uğrayacağı, hiçbir zaman aklıma gelmemişti.

 

Vahyin Kesilmesi

 

Sevgili çocuklar! Yüce Allah'ın lütfuna kavu­şan Yeğenim Muhammed'in sevinci, kısa sürmüş­tü. Çünkü ona gelen ilahî haberler, bir müddet kesilmişti. Ne Cebrail adlı kutsal melek geliyor, ne de bir işaret görünüyormuş. Daha sonra duy­duğuma göre, vahyin kesildiği bu (40 gün, altı ay, üç yıllık) dönemde «İsrafil» adındaki bir başka melek «Son Peygamber» olan Yeğenime gelip, O'nu teselli ediyormuş. Yeğenim de üzülüyormuş. Çünkü sürekli beklenti içindeymiş.

Derken bugün-yarın bir gün yürürken, ani­den gökten bir ses işitmiş. Başını kaldırıp baktı­ğında yer ile gök arasında bir kürsü üzerinde otur­muş duran Cebrail'i görmüş. Korku ve dehşet içinde evine dönmüş. «Beni örtünüz! Beni örtü­nüz!» demiş.

Örtüler içine bürünmüş bir haldeyken Ceb­rail O'na gelmiş ve şu ayetleri getirmiş: «Ey örtü­ye bürünen (Peygamber!) Kalk! (Sana iman etme­yenleri azapla) korkut! Rabbini yücelt. Elbiseni temiz tut! Kötü şeyleri terk et.»

Böylece vahiy denilen ilahî haberler, kesin­tisiz bir şekilde bugüne kadar geldi ve hâlâ da gelmeye devam ediyor.

Fakat çocuklar! Dikkatimi çektiği için size de hatırlatmak "istedim: Sizin de dikkatinizi çekti mi bilmiyorum? Yeğenime inen ayetlerden biri şöyle diyor: «Elbiseni temiz tut!» Muhakkak ki Yeğeni­me inen ilahî haberlerin hepsi, iyi nasihatlerdir.

Daha önce de Yeğenimin sizlerin yaşındayken, te­mizliğe ne kadar Önem verdiğini size anlatmıştım. Bu ilahî haber de bu önemi destekliyor değil mi? Çünkü üstümüzü başımızı temiz tutmamız, kirlet­mememiz hem ailemizin, hem de çevremizdeki insanların takdir ve övgülerini çeker.

Temizlik, her zaman dikkat edilecek bir ko­nudur. Şayet dikkat edilmezse insan kirlenir, has­ta olur, acf çeker. Aslında sizin temizliğe dikkat eden ve elbiselerini de temiz tutan çocuklar oldu­ğunuzdan şüphem yok. Çünkü siz temiz olan Ye­ğenimi seven, temiz çocuklarsınız. O'nu sevenler O'nun gibi olmaya çalıştıklarına göre, muhakkak ki sizler de Yeğenim gibi temiz ve titizsiniz. Bu vesile ile sizleri temizliğinizden dolayı tebrik et­mek istiyorum.

 

İlk Müslümanlar

 

Evet sevgili çocuklar! Artık Yeğenim Mu-hammed, Yüce Allah tarafından bozulan ve gittik­çe güzel ahlâktan uzaklaşan insanlığa gönderilen bir «Peygamber» olarak ortaya çıkmıştı.

O, insanları Allah'tan başka ilah olmadığına ve kendisinin de Allah'ın elçisi olduğuna inanma­ya davet ediyordu. İlk önce hanımı ve hayat arkadaşı olan Hatice'ye durumu açmış. Çok zeki ve akıllı bir kadın olan Hatice, hiç durur mu? Hemen Sevgili Yeğenime iman etmiş. Sevgili Yeğenim de hanımı Hatice'nin iman etmesine çok sevinmiş.

Çocuklar! Allah'a inanıp Yeğenim Muham-med'in Allah'ın peygamberi olduğuna inanan kimselere «Müslüman» deniliyor. Zaten siz, bunu biliyorsunuz.

İşte, Yeğenim Muhammed'e inanan ve Müs­lüman olan Hatice'ye Yeğenim, Cebrail'in kendi­sine öğrettiği gibi abdest almasını öğretmiş. Yine Cebrail'in öğrettiği gibi beraber namaz kılmışlar. Söylenildiğine göre; bir günde sabah-akşam ol­mak üzere bu ilk zamanlarda iki defa, ikişer rekât namaz kılıyorlarmış.

Sevgili Yeğenim, Kureyşlileri «İslâm» adında­ki bu yeni ve son ilahî dine davet etmeye devam et­ti. Henüz buraya kadar benim de olan bitenlerden pek haberim yoktu. Daha sonraları size anlattığım şekilde ben de gelişmeleri öğrenecektim.

Biliyor musunuz çocuklar? Oğlum küçük Ali de Yeğenim Muhammed'e inanıp «iman eden­lersin ilklerinden olmuş.

Hatırlarsanız oğlum Ali'yi dört-beş yaşların­da iken, Sevgili Yeğenim Muhammed yanına al­mıştı. Artık O'nun eğitimi ve terbiyesindeydi.

Bu sıralarda on yaşlarında olan oğlum Ali, bir gün Sevgili Muhammed ve hanımı Hatice'yi namaz kılarken görmüş:

Ya Muhammed! Nedir bu? diye sormuş. Yeğenim Muhammed ise:

Bu, Allah'ın kendisi için seçtiği dindir. Ben, seni bir ve tek olan Allah'a imana ve O'na ibadete; ne faydası ne de zararı olmayan Lat ve Uzza'yı reddetmeye davet ediyorum, demiş.

Oğlum Ali, Sevgili Muhammed'in bu teklifi­ne karşılık:

Bugüne kadar bu dini hiç işitmedim. Ba­bama danışmadıkça bir şey diyemem, demiş.

Sevgili Yeğenim Muhammed ise küçük Ali'nin bana danışmasıyla bu işin yayılacağını dü­şünmüş. Çünkü henüz davetini gizliden gizliye yapıyor, kimsenin duymasını istemiyormuş. Bu sebeple:

Ey Ali!   Sana  söylediklerimi  yaparsan, yap! Şayet yapmayacaksan, sana söylediğim bu işi gizli tut; hiç kimseye söyleme, demiş.

Sevgili çocuklar! Oğlum Ali, sizin gibi zeki bir çocuktur. Güzel ve doğru olan her şeyi kabul eder. Kötü şeylerden yüz çevirir, uzak durur. Gü­zel bir ahlâk sahibidir. Ahlâkı, Sevgili Muhammed'den ona yansımıştır. Zaten «Gül» ile arka­daşlık edene «Gül»ün kokusu siner değil mi?

Nitekim o gece küçük Ali'm, küçük; ama büyük aklıyla Yeğenimin söylediklerini düşün­müş. Sabah olur olmaz Sevgili Muhammed'in ya­nına gitmiş.

Allah beni yaratırken babama sormadı ki, ben de O'na ibadet etmek için gidip kendisine danışayım, diyerek «Kelime-i Şehadet» getirip Müslüman olmuş. Tabi sonradan oğlumun bu söylediklerini duyduğumda hiç kızmadım. Hatta oğluma hak verdim. Çünkü doğru söylemişti.

Bu arada «İslama davet halkası» hızla genişli­yordu. Sevgili Yeğenim Muhammed ile Ebu Bekir, çok iyi ve samimi iki arkadaştı. Dolayısıyla bu ve­sileyle Yeğenim Muhammed, kendisinin Allah'ın Resulü oluduğunu söyleyerek, Ebu Bekir'i İslâm'a davet etmiş. Ebu Bekir, hiç tereddüt etmeden he­men Müslüman olmuş. Çünkü yıllardır Yeğenim Muhammed'le yaptığı arkadaşlıklarında herkes gibi Sevgili Muhammed'i hep doğru sözlü, güvenilir ve asla yalan söylemeyen biri olarak tanımış. Bunun için de Müslüman olmada tereddüdü olmamış. Zaten Ebu Bekir'i hep beğenmiş, takdir etmişimdir.

Ayrıca size daha önce sözünü ettiğim Zeyd bin Harise adındaki, Yeğenim Muhammed'in özgür bıraktığı kölesi de Müslüman olmuş. Osman bin Affan, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Sad bin Ebi Vakkas ve Talha bin Ubeydullah

gibi genç-yaşlı birçok kimse de Ebu Bekir'in gay­retleri sonucu Müslümanlar arasına katılmışlar.

Hatta kardeşim Abbas'ın hanımı ve Yeğenim Muhammed'in de amcasının hanımı olan yenge­si Ümmü Fadl, Ebu Bekir'in kızı Esma, Ömer bin Hattab'ın kız kardeşi Fatıma gibi bazı kadınlar da müslüman olmuşlar.

Sayıları günden güne artan müslamanlara Bilal-i Habeşî, Habbab bin Eret, Said bin Zeyd, Ebu Seleme, Erkam bin Ebil-Erkam, Abdullah ve Kudame bin Affan kardeşler, Suheyb-i Rûmi ve Yasir ailesinden baba Yasir, hanımı Sümeyye, oğullan Ammar gibi birçokları da katıldı.

Durun bakalım! Şöyle bir düşüneyim: Evet evet! Bu söylediklerim doğrultusunda Müslüman olanları «ilk Müslüman olanlar» şeklinde sıralar­sak, şöyle bir tablo sıralayabilirim:

Kadınlardan ilk Müslüman olan: Hatice'ydi.

Çocuklardan ilk Müslüman olan: Oğlum Ali idi.

Hür erkeklerden ilk Müslüman olan: Ebu Be­kir'di.

Özgürlüğüne kavuşturulmuş kölelerden ilk Müslüman olan: Zeyd bin Harise idi.

Kölelerden ilk Müslüman olan ise Bilal-i Ha­beşi'ydi.

Allah'ın Resulü olan Yeğenim Muhammed, oğlum Ali'ye de söylediği gibi İlk zamanlarda İs­lâm'a daveti açıktan açığa yapmadı. Tek tek iliş­kide olduğu yakın çevresiyle davete başlamıştı. Meğer her Müslüman olan da, aynı şekilde yakın akraba ve komşularını İslâm'a davet ediyormuş. Böylece sayıları gittikçe artıyormuş.

Gün geçtikçe sağlam ve sarsılmayan bir Müslümanlar topluluğu oluşmuştu. Bu ilk Müslü­manların hepsi, benim gözlemime göre Yeğenim Muhammed'e gönülden bağlanmışlardı. Öyle ki içlerinde oluşan boşluğu, başka bir şeye ihtiyaç duymayacak kadar doldurmuşlardı. Tıpkı susayan gönüllerin kana kana içecekleri bir suyu bulmala­rı gibi.

 

Üçüncü Bölüm

 

Çile Tabloları

 

Sevgili çocuklar! Her ne kadar SevgiÜ Ye­ğenim Muhamnned ve O'na inanan diğer Müslü­manlar, bu yeni dinlerini gizleyip; gizli gizli in­sanları İslâm'a davet ediyorlardıysa da, Mekke halkı olarak ben dahil herkes, Müslümanların var­lığından haberdar olmuştuk.

Çünkü Müslüman olanların kiminin benim gibi oğlu, kiminin Bilal gibi kölesi, kiminin de komşusu/komşuluğu vardı. Yahut kimilerinin de birbirleriyle ticaret gibi başka bir ilişkisi söz konu­suydu.

Bu sebeplerden dolayı İslâm dini davası ve ona inananlar açığa çıkmıştı. Bu durum, İslâm'a girenlere ağır bedeller ödetiyordu. Bu ağır bedel­ler: İşkence ve hakaretler oldu.

Bu sıralarda oğlum Ali'nin henüz Müslüman olduğunu   bilmediğim   bir  gün,   hanımım   Fatma'dan bir haber aldım:

Oğlunu  sürekli  Muhammed'Ie beraber görüyorum. Başına güç yetiremeyeceğimiz bir iş gelmesinden korkuyorum, demişti.

Şimdi düşünüyorum da; demek ki hanımım Fatıma, halkın içinde Müslümanlar hakkında ko­nuşulanları duymuş, etkilenmişti. Bunun için de endişelerini bana söylemişti. Halbuki oğlum Ali, dort-beş yaşından beri zaten Yeğenim Muham-med'in evinde/yanında kalıyordu.

Ama o aralar gerçekten de oğlum Ali, orta­lıkta fazla görünmüyordu. Eşimin söyledikleri üzerine oğlumu ve Yeğenim Sevgili Muhammed'i aradım. Onları, Mekke'ye uzak bir vadide bul­dum. Sevgili Yeğenime:

Ey kardeşimin oğlu! dedim. Bu din nedir?

Ey Amca! dedi. Bu din, Allah'ın dinidir. Allah'ın meleklerinin, peygamberlerinin ve ata­mız İbrahim'in dinidir. Allah beni, peygamber olarak bu din ile bütün insanlara gönderdi...

Böyle bazı açıklamalarda bulundu. Bunun üzerine biraz düşündüm. O'na dikkatli olmasını tembihledim:

Ey Yeğenim! dedim. Sen, gönderildiğin din üzere devam et. Vallahi ben sağ oldukça, yapmak istediğini tamamlayıncaya kadar, Sana hiç kimse dokunamayacak ve hoşlanmayacağın bir şeyi de yapamayacaktır.

Bu arada oğlum Ali'yi de üzecek ya da utan­dıracak bir şey söylemedim. Fakat:

Ey oğulcuğum! Üzerinde bulunduğun bu din nedir? diye sordum. Oğlum şöyle konuştu:

Babacığım; ben Allah'a ve Resulüne iman edip O'nun Allah tarafından getirdiklerini de tas­dik ettim. O'nunla birlikte namaz kıldım ve ken­disine uydum.

Bunun üzerine:

Oğulcuğum! dedim. Amcanın oğlunun dinine sana da isteyerek girmek yakışır. O. seni ancak hayır ve iyiliğe davet eder. O'na itaat et.

Tabii bu şekildeki sözlerim her ikisini de memnun etti. Çok sevindiler. Ben de onları vadi­de bırakıp eve döndüm. Hanımım Fatıma sordu:

Oğlun nerede?

Ne yapacaksın onu?

Azatlı   kölemiz  Ecyad,  O'nu  Muhammed'le birlikte namaz kılarken gördüğünü bana söyledi, dedi. Ben de:

Sus! Sen onu kendi haline bırak. Vallahi amcasının oğluna destek çıkması ve yardımcı ol­ması, herkesten çok elbette ona düşer, dedim.

Ben böyle konuşup kızınca, hanımım Fatıma da bunun üzerine sustu.

Evet sevgili çocuklar! Yeğenim Muham-med'i hiçbir zaman yardımsız ve desteksiz bırak­mayacağım, O'nun söylediklerinin güzel şeyler olduğunu siz de biliyorsunuz.

Biraz önce de söylediğim gibi, Müslümanlar bu yeni dine mensup olmanın bedelini gerçekten çok ağır işkence ve hakaretlerle ödüyorlardı. Be­nim gibi onlara yardım eden ya da koruyan kim­se yok denecek kadar azdı.

Mesela Bilal-i Habeşi, Ümeyye bin Halef adında birinin kölesiydi. Müslüman olduktan sonra sahibi Ümeyye, onu kızgın çöl kumlarına yatırıp, aç ve susuz bırakarak işkence ediyordu. Hatta karnı üzerine koca koca taşlar koyuyordu. Bu yaptığı insanlık dışı işkenceyi"[18] Mekke halkı­nın hepsi biliyor; fakat susuyorlardı.

Ümeyye'nin Bilal gibi kimsesiz bir zavallıya işkence etmesinin sebebi; Bilal'i, yeni dini olan İslâm'dan döndürmek istemesiydi. Bu sebeple iş­kence anında Bilal'ı, sürekli «Allah'ın bir olduğu­nu» inkar etmesi için dövüyor, zorluyordu. Fakat Bilal, hiçbir zaman Ümeyye'ye bu zevki yaşatma­dı. Demiştim ya çocuklar; ilk Müslümanlar çok sağlam bir imana sahip insanlardı.

Ümeyye, Bilal'i vurdukça Bilal «Ahad! Ahad!»[19] diyordu. Bilal'ın bu haykırışları Ümey­ye'nin başına bir tokmak gibi iniyordu. Kızıp kö­püren Ümeyye, daha çok işkence ediyordu. Hat­ta Bilaî'in boynuna ip bağlıyor, sokaklarda sürün­dürerek, çocuklara taşlatıyordu. Sonunda Ebu Be­kir, Bilal'i Ümeyye'den satın alıp serbest bıraktı da Bilal, Ümeyye'nin işkencelerinden kurtuldu.

Burada aklıma gelmişken size şunu da söy­lemek istiyorum çocuklar: Ebu Bekir, zengin bir insan olduğu için, işkence gören Bilal gibi birçok zayıf köleyi satın alıp, Allah için özgür bırakıyor­du. Tıpkı Sevgili Yeğenimin Zeyd bin Harise'yi özgür bırakması gibi.

Evet! Size, işkence gören bir Müslüman gençten de bahsetmek istiyorum: Sad bin Ebi Vakkas... Sad, henüz 17 yaşlarında genç bir deli­kanlıydı. Annesine çok bağlı, onu çok seven ve hiç sözünden çıkmayan biriydi. Fakat Müslüman olunca, o çok sevdiği annesi Hamne'nin işkence­lerine uğramış. «Olamaz!» demeyin çocuklar. Maalesef bir anne, oğlu Müslüman olduğu için hiç çekinmeden oğluna işkence edebilmiş. Sad'ın annesi Hamne, oğlunun kendisine olan sevgisini kötüye kullanmış. Sad'a:

Allah, anne-baba ve akrabaya İyilik etme­yi emrediyor. Öyleyse sen Muhammed'in dininden vazgeçmeyi nceye kadar, ne bir şey yiyecek, ne de İçeceğim. Böylece insanlar seni annesinin katili olarak ayıplayacaklar, demiş. Ancak annesinin bu şekildeki tehdidine Sad, imamyla cevap vermiş:

Ey Anne! Yüz canın olsa, İslâm'ı bırak­mam için tek tek versen, yine de İslâmdan ayrıl­mam. Bundan sonra ister ye, ister yeme.

Annesi, Sad'm bu kararlı tutumu karşısında bakmış ki, olacak gibi değil. Sad dininden ayrıl­mıyor. Bunun üzerine tekrar yemeye ve içmeye başlamış. Fakat bu defa başka bir yol denemiş: Sad, bir gün evde namaz «kılarken annesi üzerine kapıyı kilitlemiş. Buna göre; Sad ya İslâmdan vaz-geçek ya da açlık ve susuzluktan ölüp gidecekmiş. Tam bu sırada Hamn'e'ye, diğer oğlu Amir'in de Müslüman olduğu haberi gelmiş. Umutsuzlu­ğa düşmüş. Sad'ı İslâmdan döndürmek isterken, Allah diğer oğlu Amir'e de İslâmı nasip etmiş. Yaa çocuklar! İşte böylesi anneler de varmış.

Yine Müslüman olanlardan Osman bin Af-fan'ın da, amcası Hakem bin Ebi'l As tarafından ka­lın iplerle direğe bağlanıp dövüldüğünü duydum. Halid bin Said ise İslâmı kabul ettikten sonra, baba­sı Ebu Uhayha tarafından sopalarla dövülmüş, hap­sedilmiş, aç ve susuz bırakılmış. Hatta babası zen­gin olduğu için, Halid'i malından mahrum edece­ğini söylemiş. Halid bunu hiç umursamamış. Çün­kü Allah'a iman onun için en büyük zenginlikmiş.

Size daha kimden bahsedeyim ki çocuklar. Bu söylediklerim benim duyduğum en hafif işken­celer ve eziyetlerdi. Aslında böyle üzücü şeyler­den bahsetmek istemiyorum. Fakat bilmenizde fayda gördüğüm için anlatıyorum. Çünkü Yeğenim Muhammed'in getirdiği İslâm dininin (ger­çeklerinin) insanlığın faydasına olduğunu biliyo­rum. Zaten zaman zaman bunu çeşitli vesilerle dile getirmişimdir.

Neticede gördüğüm kadarıyla Yüce Allah, bu işkence, eziyet ve çilelere karşı o ilk Müslü­manlara büyük bir sabır ve dayanma gücü veri­yordu, hâlâ da verdiğini görüyorum. Ambargo ve boykotta olduğumuz günlerde buna daha çok şa­hit oldum. Hepsi sabırla davranmanın mükafatını Allah'tan alacaklarına gönülden inanıyorlardı.

 

Yakın Akrabayı Davet ve Ebu Leheb

 

Evet sevgili çocuklar, o ana kadar gizliden gizliye insanları İslama davet eden Sevgili Yeğe­nim Muhammed'e şu emir nazil oldu:

«Artık sen emrolunduğun şeyi hiç çekinme­den açıkça ilan et...» [20]

Bunun üzerine Sevgili Yeğenim, davetini açıkça yapmaya başladı. Allah, O'na insanlardan korkmamasını, çekinmemesini söylemişti. Geçen üç yıllık gizli lavet döneminde Müslümanlar, açıktan açığa kitapları Kuran-ı Kerim'i okuyamı-yorlardı. Hatta namazlarını da kılamıyorlardı. Bu­nun için birbirlerine gözetleyici olup uzak vadilere, kuytu ve tenha yerlere gidiyor, oralarda namaz kılıyorlardı. Tıpkı az önce size Sevgili Yeğenim Muhammed'i ve oğlum Ali'yi bir vadide bulduğu­mu anlatmam gibi.

Peygamber olarak ortaya çıkışının dördüncü yılında Sevgili Muhammed'e, şu ilahi emir nazil oldu:

 

«(Ey Resulüm) En Yakın Akraba Ve Hısımları­nı (Ahiret Azabı İle) Korkut!»

 

Bu İlahî emir üzerine O da, önce yakın akra­baları olan bizlere davetini açıkladı: Oğlum Ali'ye bir kişilik yemek ve bir kap süt hazırlamasını söyle­miş. Sonra da yakın akrabalarımızı davet etmesini İstemiş. Tabi davet edilenlerin başında ben vardım. Bu sıralarda kız kardeşlerim, yani Sevgili Muham­med'in halaları, Yeğenimden amcası Ebu Leheb'i davet etmemesini istemişler. Çünkü Ebu Leheb çok kötü biriydi. Amcası olmasına rağmen, yeni dinin­den dolayı Yeğenim Muhammed'i de pek sevmez­di. Fakat nereden haber almışsa davetsiz bir şekil­de çıkageldi. Yeğenimin akrabaları olarak iki kadın olmak üzere ben, Hamza, Abbas ve Ebu Leheb top­lam 45 kişiydik. Yemek önümüze konuldu. Bir ki­şilik olan yemek ile hepimiz doymuştuk. İşin ilginç yanı, yemek hiç ekşitmemiş gibiydi. Doğrusu bu bir «mucize»ydi. Hepimiz şaşkın bir haldeyken,

Yeğenim konuşmaya hazırlandı. Fakat kardeşim Ebu Leheb, konuşmasına fırsat vermeyerek mucize yemeği kastedip;

Doğrusu biz bugünkü gibi bir sihir hiç görmedik, dedi. Hakarete varan konuşmalar yap­tı. Yeğenim ise hiç konuşamadı. Ebu Leheb, bu tavrıyla huzurumuzu kaçırmıştı. Nefret dolu ba­kışlarımız altında oradan ayrıldı.

Fakat Sevgili Muhammed, Allah'tan aldığı emre göre yakın akrabalarını mutlaka ikaz etme­ye ve uyarmaya kararlıydı. Bu sebeple ikinci bir ziyafet verdi.

Bu defa da önceki ziyafette hazır bulunanla­rın aynısı vardı. Yeğenim Muhammed, Allah'a hamd ederek şöyle konuştu:

Şüphesiz bilir ve bildiririm ki Allah'tan başka ilah yoktur. O birdir, eşi ve ortağı yoktur. Herhalde ot­lak aramaya gönderilen bir kimse, gelip de ailesine ya­lan söylemez. Vallahi ben tüm insanlara yalan söyle­miş olsam, yine size yalan söylemem. Tüm insanları al­datmış olsam, yine sizi aldatmam. Sizi kendisinden başka ilah olmayan Allah'a inanmaya davet ediyorum. Ben de O'nun özelde size, genelde tüm insanlığa gön­derdiği peygamberiyim. Vallahi sizler uyur gibi ölecek­siniz. Uykudan uyanır gibi de dirileceksiniz. Tüm yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. Yaptığınız iyilikle­rin mükafatını görecek, kötülüklerinizin cezasını çeke­ceksiniz. Bu, ya ebediyen Cennette ya da Cehennemde kalmaktır. İnsanlardan ahiret azabıyla korkuttuğum ilk kimseler, sizlersiniz.

Daha sonra bu yolda kimin kendisine yar­dımcı olacağını üç defa sordu. Her üç defasında da en küçüğümüz olan oğlum Ali kendisine des­tek olacağını söyledi. Ebu Leheb homurdansa da buna çok sevinmiştim. Çünkü oğlum Ali'ye am­casının oğlu olan Sevgili Muhammed'e destek vermesi yakışırdı.

Oğlumun bu desteğinden sonra, Sevgili Ye­ğenime bir destek de ben verdim: Kavmimle be­raber her zaman yanında olup kendisine yardım­cı olacağımı belirttim. Yeğenimin halaları da be­nim gibi O'na destek olmaya söz verdiler.

Fakat Ebu Leheb artık dayanamayıp, kızdı; köpürdü:

Başkaları O'nun elini tutup bu işten alı­koymadan ünce, siz O'nun elini tutup bundan alıkoyun...» dedi. İçindeki kini kustu. Ama ben ve kız kardeşlerim, Ebu Leheb'in bu çıkışına rağ­men, Yeğenimiz Muhammed'e destek çıktık. O'nu sahiplendik. Ebu Leheb kararlılığımızı gö­rünce sustu. Geri adım atmak zorunda kaldı.

Meğer Sevgili Yeğenim açık davetini biz ya­kın akrabalarına yaptığı gibi, Mekke halkının hep­sine yapmayı da düşünmüş. Hiç kimseden kork­madan emrolunduğu ilahî davayı hiç .çekinme­den, açıkça ilan etmeyi istiyormuş. Çünkü bu, O'na Allah'ın emriydi. Allah'ın emrinin olduğu konularda vallahi çocuklar, Yeğenim Muham-med'den daha istekli olan kimse görmedim. Hem de hiçbir şeyden korkmuyordu.

Yeğenim Muhammed bu düşüncesini ger­çekleştirmek için Mekke'ye bakan Safa Tepesine çıkmış:

Ya Sabahah! Ya Sabahah! diye bağırmış.

Bizdeki bir adete göre her kim o tepeye çı­kıp bu şekilde bağırırsa, çok önemli bir haber ve­recek demektir. Bundan dolayı da halk, grup grup Safa Tepesinin önünde toplanmış.

Sevgili Yeğenim Muhammed, onlara hitaben konuşmuş:-

Ey Kureyş topluluğu! Ben size bu dağın arkasında veya şu vadide size baskın yapmak is­teyen düşman atlılarının olduğunu veya sabaha-akşama baskına uğrayacağınızı söylesem, bana inanır mısınız?

Evet! Seni tasdik edip doğrularız. Şimdiye kadar Sende doğruluktan başka bir şey görmedik. Yanımızda herhangi bir suç ile suçlanmış da de­ğilsin.

Öyle ise ben, sizi önünüzde olup gelecek şiddetli bir azap ile korkutmakla görevliyim. Yü­ce Allah en yakın akrabalarımı azap ile korkut­mamı bana emretti. Sizi «Lailahe illallah»[21] de­meye davet ediyorum. Ben de O'nun kulu ve Re­sulüyüm.  Eğer  bunu  böylece  kabul  ederseniz Cennete gireceğinize kefil olurum. Sizler «Laila­he illallah» demedikçe ne bu dünyada, ne de ahi-rette size bir fayda veremem.

Toplanan halk bu acı gerçek karşısında söy­leyecek söz bulamamış. Halk böylece susmuş bir haldeyken, aniden bir ses duyulmuş. Meğer kar­deşim Ebu Leheb'miş. Kinini kusup Yeğenime o kadar insan içinde hakaretlerde bulunmuş:

Bizi bunun için mi çağırdın? diyerek Sev­gili Muhammed'in söylediği hakikatleri küçümsemiş.

Çocuklar! Düşünebiliyor musunuz! Bir kim­senin amcasının kendisine topluluk içerisinde ha­karet etmesi, ne kadar ayıp bir şey. Doğrusu şu Ebu Leheb'e de çok kızıyorum. Yeğenim Muhammed'in söylediklerini kabul etmeyebilir. Ama ne diye O'na hakaret ediyor? Kardeşim Ebu Leheb, bizim soyumuza hiç çekmemiş. Yüreğinde kin ve nefretten başka bir şey yok.

Fakat ne oldu, biliyor musunuz çocuklar? Yüce Allah, peygamberi olan Sevgili Yeğenim Muhammed'e hakaret eden amcası Ebu Leheb ve hanımı Ümmü Cemil'e ayet ayet, çok ağır tehdit­ler indirdi. Çünkü Ebu Leheb ve hanımı, her za­man ve her yerde Yeğenime ve inancına düşman­lıklarını açıkça gösteriyorlardı. İkisi de «Tebbet Sûresi» denilen bir sûre ile gazaba uğradı. Mekke halkı günlerce bunu konuştu. Tıpkı Ebu Leheb'in Safa Tepesi önünde, Sevgili Muhammed'e söyle­diği kötü sözlerin günlerce konuşulması gibi.

Tebbet Süresiyle gazaba uğrayan Ebu Leheb ve hanımı Ümmü Cemil, Sevgili Muhammed'e bü­yük bir kin ve düşmanlık besliyorlardı. Gideceği yollara Yeğenimin ayakları kanasın diye, geceleri dikenler döktüklerini duydum. Sonra düşündüm ki, bu İşi yapan Ümmü Cemil'e Kur'ân'da boşuna «odun hamalı» denilmemişti. Demek ki layıkmış.

Ebu Leheb ise oğulları Uteybe ve Utbe'ye, nişanlıları olan Yeğenim Muhammed'in kızları Rukİye ve Ümmü Gülsüm'ü, boşamalarını söyle­mişti. Hatta Uteybe, bununla da yetinmeyip Sevgili Muhammed'in o gül yüzüne tükürme terbiye­sizliğini dahi göstermiş. Yeğenim Muhammed de bunun üzerine Uteybe'ye:

Ey Rabbim! Onu bir aslana parçalat! diye beddua etmiş.

O zamanlar bu olayı duyduğumda, bu bed­duanın gerçekleşeceğini biliyordum. Çünkü Ye­ğenim Muhammed'in dua veya bedduaları her zaman kabul olmuştur.

Nitekim daha sonra Uteybe Şam şehrine ti­caret kervanıyla giderken, bir yerde konaklayacak ve sadece o, o kadar insan içinde bir aslan tara­fından parçalanacaktı.                                        

Ayrıca Ebu Leheb ve Ukbe bin Ebi Muayt, Sevgili Yeğenim Muhammed'in komşularıydı. İki­si de düşmanlıklarından dolayı, birtakım hayvan işkembelerini getirip Yeğenimin kapısının önüne alıyorlarmış. Pis kokular veren ve içindeki pislik­le beraber rahatsızlık veren hayvan işkembelerini, Yeğenim Muhammed kaldırıp; «Bu ne biçim komşuluk» diye sitem ediyormuş.

Halbuki komşunun komşuya karşı birçok haklan vardır. Karşılıklı saygı-sevgi göstermeleri, dar günlerinde ve zor zamanlarında birbirlerine yardımcı olmaları birbirlerine rahatsızlık verme­meleri gerekir. Fakat çocuklar! Ebu Leheb bu haklardan ne anlar? O kim, komşuluk kim?

Her ne kadar kardeşim Ebu Leheb, Yeğeni­me bu kadar hakaretler ediyor idiyse de, bazen kendisi de layık olduğu cevabı alıyordu. Nitekim bir gün Ebu Leheb, yine elindeki hayvan pisliği dolu işkembeyi Sevgili Yeğenim Muhammed'in kapısı önüne bırakacağı anda, küçük kardeşim Hamza onun bu yaptığını görmüş. Hamza, benim gibi yumuşak huylu biri değil. Çok sinirlenmiş. Hemen Ebu Leheb'in elindeki pislik dolu işkem­beyi alıp başından aşağıya dökmüş. Böylece Ebu Leheb hakkettiğini bulmuş. Bunu duyduğumda ne çok sevinmiştim çocuklar. Siz de sevindiniz değil mi? Çünkü Ebu Leheb bunu hakketmişti. Za­ten onun Tebbet Süresindeki Allah'ın gazabını, bu yaptığı zulümlerden dolayı hakkettiğini herkes biliyor. Ne demişti o ayetler:

«Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, Ebu Leheb'in elleri kurusun; nitekim kurudu da. Ona ne malı, ne de kazandığı fayda verdi. O, alevli bir ateşe girecek. Karısı da odun hamalı olarak... Boy­nunda bükülmüş bir ip olduğu halde.» [22]

 

Bir Mucize

 

Sevgili çocuklar! «Odun hamalı» olarak isimlendirilen  Ümmü  Cemil,  kendisi  hakkında inen bu ayetleri duyunca, Sevgili Muhammed'i taşlamak istemiş. O sırada Yeğenim Muham­med'in arkadaşı Ebu Bekir'le beraber Kâ'be'nin yanında oturduklarını haber almış. Elindeki taşla hemen oraya koşmuş. Maksadı Yeğenim Muham­med'i elindeki bu taşla vurmakmış.

Fakat ilginç bir şey olmuş: Yeğenimi bula­mamış. Sadece Ebu Bekir'i görmüş. Meğer Yeğe­nim de Ebu Bekir'le beraber oturuyormuş da Üm­mü Cemil O'nu göremiyormuş. Çünkü Yüce Al­lah Ümmü Cemil ile Yeğenimin arasına bir perde koymuş. Bu sebeple baktığı halde, Yeğenimi gö­rememiş Ümmü Cemil. Yani bakar kör olmuş...

Ümmü Cemil, Ebu Bekir'e Yeğenim Mu­hammed'in nerede olduğunu sormuş. Ebu Bekir önce bu soruya şaşırmış. Çünkü Yeğenim, yanın­da oturuyormuş. Sonra Ümmü Cemil'in Sevgili Muhammed'i göremediğini anlayınca sormuş:

Ne yapacaksın?

Arkadaşın  bana hakaret etmiş. Vallahi O'nu bulsaydım, şu taşı O'na vuracaktım.

Geri dönüp gidince Ebu Bekir, Yeğenim Mu-hammed'e:

Ya Resulallah! O seni görmedi mi? diye sormuş. Sevgili Yeğenim de: etti. Beni göremez hale getirdi, demiş.

 

Devam Eden İşkenceler

 

Bunları size anlatırken çok üzülüyorum sev­gili çocuklar! Yaşlı kalbimin duygulanmasını hoş görün. Yeğenim ve O'na uyan Müslümanların ne­ler çektiğini bilmenizi istiyorum. Sonra sizler de böyle zorluklarla karşılaşırsanız, Yeğenim Mu-hammed'in ve O'na uyan Müslümanların neler çektiklerini hatırlarsınız.

Evet çocuklar! Yeğenim Muhammed, benim korumamda olmasına rağmen, biraz önce söyle­diğim hakaretleri görmüştü. Kimsesi olmayan Bi­lal, Habbab, Yasir gibi kimsesizlerin gördüğü iş­kence ve hakaretler ise daha kötüydü.

Fakat Yüce Allah, hem Yeğenimi hem de O'na inananları yardımsız bırakmıyordu. Mesela; Amr bin Hİşam (Ebu Cehil) adında Yeğenim Muhammed'in çok azgın bir düşmanı var. Hâlâ da şiddetli bir şekilde hem Yeğenim ve O'na inanan­lara, hem de biz Haşim ve Mutalliboğullarına düşmanlık besliyor. Zaten bize ambargo ve boy­kot uygulamasında da onun rolü vardı.

Bir gün, Yeğenim Kâ'be'nin yanında namaz kılıyormuş. Bu adam kocaman bir taş almış, gidip dur.

Yeğenim Muhammed'in arkasında durmuş. Ama­cı, Sevgili Yeğenim Muhammed'i bu taşla öldürmekmiş. Bu gayeyle taşı havaya kaldırdığında, taş elleri arasında olduğu halde dona kalmış. Ne yap­mışsa kımıldayamamış. Sevgili Yeğenim, namazı­nı kılıp bitirdikten sonra, elleri çözülmüş. Fakat yapmak istediğini artık yapamamış. Anlaşılan Yü­ce Allah, peygamberi olan Yeğenimi korumuş.

Yine bir defasında alnı secdede olup namaz halinde olan Yeğenim Muhammed'in başını, taş­la bu adam ezmek istemiş. Yeğenime doğru yak­laştığında, önüne sadece kendisinin gördüğü ko­caman, dev bir deve çıkmış. Ağzını açıp Amr'ı (Ebu Cehil) yemek istemiş. Amr (Ebu Cehil), dev gibi olan devenin iri iri dişlerini görünce, büyük bir korkuyla elindeki taşı atmış. Gerisin geriye kaçmış. Yüce Rabbi Sevgili Yeğenimi bir defa da­ha korumuş.

Sevgili çocuklar! İslâm'ı kabul ettiklerini açı­ğa vuran ve peygamberleri olan Yeğenim gibi hiç kimseden korkmayan Ebu Bekir, Bilal, Habbab, Süheyb-i Rumi, Yasir ve ailesi ile beraber daha birçok Müslüman, tekrar tekrar işkence ve haka­retler görüyordu. Her gün Mekke'de birçok haber yayılıyordu.

Ebu  Bekir de, imanını açığa vurduğu  İçin Ebu Bekir de, imanını açığa vurduğu için birçok işkenceler gördü. Hatta aşireti kalabalık ol­masına rağmen, yine de hakaret ve eziyetlere uğ­radı. Bir defasında demir ayakkabılarla ona vuru­lan tekmeler sonucu, dayak yiyip bayıldığını duy­muş, çok üzülmüştüm. Çünkü Ebu Bekir çok say­gın ve değerli bir insandı. Hâlâ da öyledir. Ayrıca ticaret yaptığı için, Mekkelilerin; Ebu Bekir'le ti­caret yapmayarak ona zarar vermek istediklerini de duymuştum. Hatta sözlü hakaret ve küfürler de yapılıyormuş.

Bilal ise zaten kumlar üzerinde sırt üstü yatı­rılmış bir şekilde işkenceler görüyordu. Habbab da demirlerle dağlanıyor, sırtüstü sönmüş ateş parçaları üzerine yatırılıyormuş. Bu kadar işkence yetmiyormuş gibi, bir de o haldeyken göğsü üze­rine ayaklarla basılıyor/çıkılıyormuş. Ta ki sırtın­daki yağlar eriyinceye kadar... Bu arada Habbab acıya dayanamıyor, sürekli bayılıyormuş. Ama, işkencecilere İnat, dininden vazgeçmiyormuş.

Ya Yasir ailesine ne demeli çocuklar! Güne­şin etkisiyle kavrulan ve fırın gibi kızaran taşlara yatırılan Yasir'e, işkenceler yapılıyordu. Karısı Sü-meyye ve oğlu Ammar da yanında aynı işkence­leri görüyordu. İniltileri ve feryatları tüm çölü kaplıyordu.

Bir gün, tam o sıralarda Yeğenim Muham-med oradan geçiyormuş. Yasir:

Ya Resulallah! Bu iş daha ne zamana ka­dar sürüp gidecek, diye bağırmış. Sevgili Yeğenim Muhammed ise:

Sabredin ey Yasir ailesi! Sizin mükafatı­nız CENNET'tir, diye müjdeler vermiş.

Yasir ailesi, daha çok işkence görsün diye Amr bin Hişam'a (Ebu Cehil) verilmişti. Amr {Ebu Cehil) onlara çok ağır işkenceler ediyor, eziyetler­de bulunuyormuş.

Yine bir defasında kendisine yapılan haka­retlere o haliyle cevap veren Sümeyye, Amr bin Hİşam'ın (Ebu Cehil) bir mızrak darbesiyle -Yeğe­nim Muhammed ve O'na inananların deyimiyle,-«şehid» olmuş. Çocuklar! Müslüman kadınlardan ilk olarak şehid olan, Sümeyye'dir. Onun Öldürül­mesinden sonra, kocası Yasir de peşinden şehid edilmişti. Oğulları olan Ammar annesiz ve baba­sız kalmıştı. Fakat ben Ammar'ı bu haliyle dahi, gönlü Allah'a ve Resulü olan Yeğenime karşı aşk­la, sevgiyle dolu bir şekilde gördüm.

O sıralarda Müslümanları hep sabırlı görü­yordum çocuklar. Halbuki Sümeyye ve Yasir öl­dürülmüş, bir çoğu da işkence ve eziyetler görü­yordu. Müslümanlar, Sümeyye ve Yasir'in Allah dini uğrunda öldüklerini ve «şehid» olduklarını söylüyorlardı. İslâm'a göre «şehid» olan, cenne­te giriyor ve Allah'ın rızasını kazanıyormuş. Bu sebeple Müslümanlar, sanki şehid olmak için ya­pılan işkenceleri umursamıyorlardı. Allah'ın bir olduğunu haykırıyorlardı. Doğrusu onların sabır­larını ve kararlılıklarını hep takdir etmiş, övmü-şümdür. Ne mutlu onlara...

Daha birçok Örnekler verebileceğim işkence ve eziyetler gören Müslümanlar, tüm bu çilelerin Allah'ın bir imtihanı olduğunu söylüyorlardı. Yeğe­nim Muhammed'in ve bu ilk Müslümanların söyle­diklerine göre; imanın ilk derecesi «inanmak»mış. İkinci derecesi de «samimiyet» ve «sabır» imiş.

Şu an olan bitenler karşısında düşünüyorum da, aklıma Yüce Allah'ın bu ilk Müslümanları, kendi dininin sağlam ve sarsılmaz temel taşları olacak şekilde, çile ve eziyetlerle yetiştirdiğinden başka bir şey gelmiyor. Gördükleri işkence ve ha­karetler, imanlarını daha da artırıyordu. Hâl böy­le olunca şahsen gözümde Bilal, Habbab, Yasir gibi köleler yüceliyor; yere göğe sığmaz oluyor­lardı. Buna karşın Ebu Leheb, Amr bin Hişam (Ebu Cehil) gibiler ise gittikçe küçülüyorlardı.

Yeğenim Muhammed bu eziyetler karşı­sında teselliyi onda buluyor, onun desteğiyle ha­fifliyordu. Hatice, O'na ferahlık veren rahatlatıcı sözler söylüyor, dayanma gücünü arttırıyordu. Böylelikle vazifesini de kolaylaştırıyordu.

 

Tuhaf Teklifler

 

Yaa sevgili çocuklar! İşkenceciler Yeğenime ve O'na uyan Müslümanlara işkencelerin bir fay­da vermediğini gördüler. Onları bu şekilde dinle­rinden döndürmeyeceklerini anlayınca, yeni tu­zaklar/hileler denemeye başladılar.

Bunun için bu meseleye bir çözüm bulmak ümidiyle, bana geldiler. On kişi kadardılar. Yeğe­nim Muhammed'i bana şikayette bulundular. Ben de onlar; güzellikle, güleryüz ve yumuşak sözler­le başımdan savdım.

Bir müddet sonra tekrar geldiler. Yeğenim Muhammed'in insanları İslâm'a davet etme yo­lundaki gayretlerini dile getirdiler. Şunları söyle­diklerini hatırlıyorum:

Ey Ebu Talib! Aramızda yaşça, şeref ve makamca bizden ileridesin. Senden Yeğenini bi­zimle uğraşmaktan alıkoymanı istedik. Sense alı­koymadın.  Vallahi  putlarımıza dil  uzatmasına, akıllılarımızı akılsız saymasına, ilahlarımızı eleş­tirmesine tahammül edemeyiz. Ya O'nu bizimle uğraşmaktan vazgeçirirsin, ya da iki taraftan biri yok oluncaya kadar, O'nunla da seninle de çarpı­şırız.

Doğrusu durum çok ciddiydi. Açıkça beni tehdit etmişlerdi. Fakat çocuklar; onların, ataları­nın dinlerinde durmak gibi bir gayretleri de yok­tu. Asıl mesele; Yeğenimin getirdiği bu yeni dinin, onların   birtakım   menfaatlerini   engellemesiydi. Çünkü bu yeni din olan İSLÂM, onların yaptığı kötülükleri yüzlerine vuruyordu. Üstünlüğün köle ve efendi olmakla elde edilmeyeceğini belirtiyor­du. Üstünlüğün kötülükten korunmada ve Allah'a itaat etmede olduğunu söylüyordu. Bunlar ise, onların işine gelmiyordu. Bunu açıkça söyleye­mediklerinden, atalarının dinlerini savunuyorlar-mış gibi görünüyorlardı. Fakat ne olursa olsun, ne yaparlarsa yapsınlar Yeğenim Muhammed'i asla savunmasız bırakamazdım.

O'nu çağırıp durumu olduğu gibi O'na açık­ladım. Onların hoşlanmadığı şeyleri söylemekten vazgeçmesini istedim. Sevgili Yeğenim Muham-med'in bu sözlerimden dolayı çok üzüldüğünü gördüm. Fakat çok kararlı bir şekilde bana döne­rek, hiç unutamayacağım şu sözleri söyledi:

Ey amca! Vallahi bu işi bırakmam için Güneş'i sağ elime, Ay'ı da sol elime koysalar, yi­ne de bu dinden ve bu davetten vazgeçmem. Ya Allah bu dini hakim kılar, ya da bu uğurda canı­mı veririm.

Gözleri yaşardı ve ağladı. Meğer O, benim artık kendisini desteklemeyeceğimi düşünmüş. Ayağa kalktı. Tam gidecekken, beni yanlış anladı­ğını fark ettim.

Ey Yeğenim! dedim. Git! İstediğini söyle! İşine devam et! İstediğini yap. Vallahi ben, seni hiçbir zaman onlara teslim etmeyeceğim.

Bunun üzerine Sevgili Yeğenim Muhammed'in gözlerinin içi güldü, çok sevindi. Bu se­vinci davranışlarından da anlamıştım.

Yeğenim Muhammed'in o azgın düşmanları, Yeğenime sahip çıktığımı duyduklarında sert bir kayaya çarptıklarını anladılar. Bu defa yeni bir teklifle geldiler. Ne dediler çocuklar biliyor mu­sunuz? Çok tuhaf ve çok ahmakça bir şey teklif et­tiler.

Buna göre; Mekke'deki Velid bin Muğire adında Yeğenimin çok azılı bir düşmanının oğlu olan Umare'yi bana vereceklerdi. Umare, güçlü ve yakışıklı bir gençti. Buna karşılık, benden Ye­ğenim Muhammed'i isteyip öldüreceklerdi.

Bu haksız ve ahmakça teklifi bana söyledik­lerinde onlara şunu söyledim:

Siz bana oğlunuzu (Umare'yi) vereceksi­niz. Ben de onu sizin için besleyeceğim. Ben Ye­ğenimi (Muhammed) size vereceğim. Sİz de O'nu öldüreceksiniz, öyle mi? Vallahi bu asla olacak şey değii!

Hatta sevgili çocuklar, o kadar çok öfkelen­miştim ki, onlara ne kadar ciddi olduğumu göster­meliydim. Hemen aşiretim olan Haşimoğullarmin gençlerini topladım. Kâ'be'nin yanına gittim. Orada toplanmış bulunan Yeğenim Muhammed'in düşmanlarına:

Vallahi Muhammed'i öldürecek olursa­nız, sizden de hiçbir kimse sağ kalmaz. Siz de biz de yok olur gideriz, diyerek tehditler savurdum. Onları bir kere daha hayal kırıklığına uğrattım. Hele Amr bin Hişam'ın (Ebu Cehil) yüzünü bir görmeliydiniz  çocuklar.  Öfkesinden   kıpkırmızı olmuş, ne diyeceğini bilemiyordu.

Nasıl? İyi yapmış mıyım çocuklar? Onlar be­nim, Yeğenimi korumasız bırakacağımı düşün­müşlerdi. Ne kadar da aptalca bir şey... Ben, Ye­ğenim Muhammed'in tırnağını dahi dünyaya de­ğişmem.

 

Velid bin Muğire'nin Fitnesi

 

Evet sevgili çocuklar! Düşmanları Yeğenim Muhammed'e karşı bitmeyen bir kin ve düşman­lık besliyorlardı.

Yine duyduğuma göre hac mevsimi yaklaştı­ğı zaman, Yeğenimin başta gelen düşmanların­dan Veiid bin Muğire, diğer yandaşlarına bir tek­lif yapmış: Buna göre; yakında birçok yerden hac­ca gelecek insanlar, Yeğenim Muhammed'in di­nini duyacaklarmış. Dolayısıyla bu işin aslını öğ­renmek isteyeceklermiş. Bunun İçin de sorulacak sorulara cevap olarak, herkesin sözünü bir yap­ması gerektiğini söylemiş.

Bundan dolayı Yeğenim Muhammed için ki­mi kâhin, kimi mecnûn, kimi şâir, kimi da sihir­baz demeyi teklif etmiş. İşin tuhaf yanı Velid'in kendisi, Yeğenim Muhammed'in bunlardan hiç­biri olmadığını söylemesiymiş. Çünkü bu teklifle­rin hepsinin gerçek olmadığını herkes gibi o da biliyordu. Yeğenim Muhammed ne kâhin, ne mecnûn, ne şâir, ne de sihirbazdı. Fakat buna rağmen Velid, Yeğenim Muhammed için «sihir­baz» demeyi uygun gördüğünü söylemiş.

Böylece haccetmek için gelecek insanlara, Yeğenim Muhammed'i sormaları ihtimaline karşılık, sözierini bir yapmışlar. Ama Yeğenimin asla sihirbaz olmadığını onlar da biliyorlardı. Yalan söyiemek, gerçeği gizlemek onların bir özelliği­dir, içlerinde yaşadığım bu insanları ben tanımaz mıyım?

 

Dördüncü Bölüm

 

Habeşistan'a Hicret

 

Sevgili çocuklar! İzin verirseniz hem otu­ruşumu şöyle bir değiştireyim, hem de kuruyan ağzımı biraz ıslatayım... Ooh! Her zaman söyle­rim çocuklar! Su, çok güzel bir nimettir.

Yerimi de şöyle bir değiştirdim mi tamamdır. Şu yastığı da sağ tarafıma dayayayım. Eveet; şim­di kaldığım "yerden devam edebilirim sevgili ço­cuklar.

Sevgili Yeğenim Muhammed'in peygamber olarak gönderilişinin altıncı yılındaydık. Aylardan da Recep ayıydı. O'na ve Müslümanlara hâlâ iş­kence ve hakaretlere devam ediliyordu. Ne iba­detlerini yapmada ne de inançlarını yaşamada huzur bulmuyor, rahatlık görmüyorlardı.

Bu durumun farkında olan Sevgili Yeğenim Muhammed, kendisine uyanlara:

Siz, şimdi yeryüzüne dağılın! Allah sizi yine bir araya toplar, diye emretmişti.

Ya Resulallah! Nereye gidelim? diye so­ranlara da:

İşte oraya! diyerek Habeşistan'ı göstermiş şöyle demişti:

Habeş ülkesine gitseniz iyi olur. Orada halkına zulmetmeyen bir kral var. Orası doğruluk ülkesidir. Yüce Allah, size içinde bulunduğunuz sıkıntılardan bir çıkış yolu açıncaya kadar, orada bulununuz.

Gerçekten de çocuklar; Habeşistan Kralı Hı­ristiyan olmasına rağmen, çok adil ve halkına iyi davranan bir kraldı.

Böylece beş kadın ve 10 erkekten meydana gelen toplam 15 kişilik bir Müslüman grup, Habe­şistan'a hicret[23] etti. Gizlice yola çıkan bu Müslü­manlar, İslâm dininin ilk hicretini yaptılar.

Biz de sonradan gidişlerini duyduk. Hicret etmelerinin amacı, Rablerine karşı kulluklarını daha rahat yapabilmek, inançlarını da huzur için­de yaşayabilmek içindi.

Sonradan duyduğuma göre Osman bin Af-fan, Osman'ın hanımı ve Yeğenim Muhammed'in kızı olan Rukiyye, Ebu Huzeyfe ve hanımı, Zübeyr bin Avvam, Mus'ab bin Umeyr, Abdurrah-man bin Avf gibi seçkin Müslümanlar da gidenle­rin içindeymiş.

Fakat hakaretler ve işkenceler, geride kalan Müslümanlara hâlâ yapılıyordu: Her kabile kendi içinde hicret etmeye gücü yetmeyen Müslüman­ları yakalıyor, aç ve susuz bir şekilde hapsediyor­du. Ayrıca onları çöllere götürüp işkence yapıyor, demir taraklarla dağlıyorlardı. Bu yetmezmiş gibi boyunlarına bağladıkları iplerle sokaklarda dolaş­tırıyor, çocuklara taşlattırıyorlardı. Ama yine de tüm bu zorlukları yaşayan zavallı Müslümanların sevindiği olaylar da oluyordu.

 

Hz. Hamza t. diyallahu anh'ınm Müslüman Oluşu

 

Sevgili çocuklar! Müslümanların sevindiği bu olaylardan biri, kardeşim Hamza'nın Müslü­man olmasıydı. Hamza, Sevgili Muhammed'in peygamberliğinin altıncı yılında Müslüman oldu. Güreşçi ve aynı zamanda iyi bir avcıdır.

Bir gün av dönüşünde, bir cariye ona, Amr bin Hişam'ın (Ebu Cehil) Yeğenim Muhammed'e yaptığı hakaretleri anlatmış. Hamza çok öfkelen­miş. Akrabalık damarı kabarmış bir şekilde Kâ'be'nin yanında oturan Amr'a (Ebu Cehil) git­miş. Sert ağaçtan yapılmış yayını, olanca gücüyle kaldırıp başına vurmuş ve kanatmış. Bu esnada:

Sen misin Yeğenime sövüp sayan? İşte ben de O'nun dinindenim, O'nun söylediklerini söylüyorum. Gücün yetiyorsa o yaptıklarını bana da yap! diyerek meydan okumuş. Böylelikle Müs­lümanlığını ilan etmiş.

Amr bin Hişam'in (Ebu Cehil) arkadaşları, Hamza'yla kavga etmek için davranmışlarsa da Amr bırakmamış. Çünkü öfkesinden dolayı Ham­za'nın Müslüman olduğunu düşünmüş. Bu sebeple tam bir Müslüman olmaması için, kavga etmek istememiş.

Gerçekten de Hamza, öfkelenmiş olduğu için Müslüman olduğunu söylemiş ve bunu ilan da etmişti. Evine döndüğünde kendisinde şüphe­ler meydana gelmiş. Bu şüpheleri gidermek için, Yeğeni Muhammed'in yanına gitmiş. Sevgili Mu-hammed, Hamza'ya iman, Cennet, Cehennem gi­bi birçok konularda nasihatler etmiş. Böylece Hamza'nın kalbine iman, iyice yerleşmiş. Şüphe­leri kaybolmuş.

Müslümanlar ise, Hamza gibi bir pehlivanın iman etmesine çok sevindiler. Hatta Hamza'nın Müslüman olması bazı Müslümanlara işkence ya­pılmamasında etkili oldu. Çünkü Mekke'nin İleri gelenleri onun gibi bir kahramandan çekmiyor­lardı.

 

Bazı Çekici Teklifler

 

Sevgili çocuklar! Bu aralar neler olduğunu biliyor musunuz? Duyduğum kadarıyla Yeğenim Muhammed'e düşmanlık eden Mekke'nin ileri gelenleri, Yeğenimin peygamberlik davasından vazgeçmesini hâlâ ısrarla istiyorlarmış. Bunun için, birçok hile ve tuzaklar kuruyor, birçok değişik tekliflerle Sevgili Muhammed'in huzuruna ge-Üyorlarmış.

Onlardan Utbe bin Rebia adında biri, Yeğe­nime gidip bazı tekliflerde bulunmuş. Buna göre; Yeğenimin İslâm davasından ve peygamberlikten vazgeçmesi karşılığında, kendisini mal ve servet olarak Mekke'nin en zengini yapacakiarmış. Bunu kabul etmezse, O'nu kendilerine başkan yapacakiarmış. Şayet hastaysa en güzel şekilde tedavi edeceklermiş.

Utbe'nin bu tekliflerine karşılık Sevgili Yeğe­nim Muhammed, Fussilet Sûresi adıyla Rabbin-den inen ayetleri ona okumuş.

Ey Velid'in babası! Okuduklarımı dinle­din. Artık gerisini sen düşün, diyerek; onu kendi haiine bırakmış.

Utbe, okunan Kur'ân'dan çok etkilenmiş. Çünkü okunan ayetlerden Kur'ân'ın mucize olu­şunu, Cenneti müjdelemesini, Cehennemle kor­kutmasını dinlemiş.

Bu sözlerin, insan sözü olamayacağını anla­mış. Hemen kalkıp kendisini gönderen arkadaşla­rının yanına dönmüş. Onlara; Yeğenim Muham-med'den el çekmelerini, O'na dokunmayıp, uzak durmalarını söylemiş. dur * siyer

habeşistan'a hicret

Düşünüyorum da Yüce Allah, Sevgili Mu-hammed'i her durumda destekliyor, yardımsız bı­rakmıyordu. Düşmanlarının eliyle bile olsa...

Daha sonra Yeğenim Muhammed'e nefse hoş gelebilecek bazı teklifler daha yapmışlar. Ye­tinmeyip saçma sapan tekliflerinin dozunu artır­mışlar. Hatta bunları yaparsa Müslüman olabile­ceklerini dahi söylemişler.

Fakat anladığım kadarıyla maksatları Müslü­man olmak değil, Müslümanlar arasına bozgun­culuk sokmaktı.

Mesela; Safa Tepesi dediğimiz tepeyi altına çevirmesini, istemişler. Yeğenim de bunu rabbin-den dilemiş. Cebrail adlı melek, Yeğenim Mu­hammed'e bu konuda haber getirmiş. Rabbi, Ye­ğenim Muhammed'in bu dileğini yapacakmış. Fa­kat düşmanları buna rağmen iman etmezse, onla­rı helak edeceğini bildirmiş.

Merhamet peygamberi olan Sevgili Yeğe­nim, düşmanlarının Safa Tepesi altına dönüşse dahi yine iman etmeyeceklerini bildiği için, onla­rın bu tekliflerini reddetmiş.

Şefkati tüm insanları kapsayacak kadar çok olan Sevgili Muhammed, düşmanlarının da gün gelir Müslüman olacaklarını umuyordu. Tıpkı Ömer bin Hattab'ın Müslüman oluşu gibi.

 

Hz. Ömer radiyallahu anh'in Müslüman Oluşu

 

Evet sevgili çocuklar! Gelelim size Ömer'in Müslüman oluşunu anlatmaya... Az önce de söyle­miştim ya. Kardeşim Hamza'nın Müslüman olma­sıyla, mazlum Müslümanlar çok sevinmişti. Laf ara­mızda ben de çok sevinmiştim. Her ne kadar ben duygularımı kimseye göstermesem de, Müslüman­lar çok sevinçliydi. Hele Yeğenim Muhammed, en çol. sevinendi. O'na göre bir kimsenin Müslüman olması, mutlulukların en güzelidir. Hatta yer ve gök arasında oian her şeyden daha hayırlıdır.

İşte bu sevinçlerin ikincisini de Yeğenim ve O'na uyan Müslümanlar yaşadı. Zira Ömer bin Hattab Müslüman olmuştu. Doğrusu çocuklar, ben de şaşırmıştım. Siz, Ömer'i bilmezsiniz. O, daha önce çok öfkeli ve Müslümanlara karşı çok şiddet­liydi. Ömer'in Müslüman olduğunu duyduğumda, Yeğenim Muhammed'in davası olan İslâm'ın, artık yok olmayacağına dair kanaatim daha da artmıştı. Her neyse... Sizi daha fazla merakta bırakmadan Ömer'in Müslüman oluşunu anlatayım:

Mekke'mizde Darü'n-Nedve dediğimiz bir yer var. Burası önemli işlerin görüşüldüğü toplantı yerimizdir. Meğer Yeğenime düşman olanların hepsi burada toplanmış, Sevgili Yeğenimi öldürmek için tartışıyorlarmiş. Ancak bu şekilde O'ndan kurtulabileceklermiş. Amr bin Hişam (Ebu Cehil} tarafından 100 deve ve değişik ödüller ortaya ko­nulmuş. Bu adam Sevgili Muhammed'in en aşırı düşmanı olup çok kötü biridir çocuklar.

Toplantıda bulunan Ömer bin Hattab, Amr (Ebu Cehil) ve diğerlerinin de teşvik etmesiyle, Yeğenim Muhammedi Öldürebileceğini söyle­miş. Böylece ödülü de o alacakmış.

Bu gayeyle yola çıkan Ömer, Nuaym adında birMüslümanla karşılaşmış. Nuaym, Ömer'in Ye­ğenim Muhammed'i öldürme niyetinde olduğunu Öğrenmiş. Yeğenim Muhammed'e haber vermek için, zaman kazanmak amacıyla Ömer'e kızkar-deşi Fatıma ve eniştesi Said bin Zeyd'in de Müs­lüman olduklarını söylemiş. Ömer bunu duyunca önce inanmak istememişse de, sonra çılgına dön­müş. Onlara derslerini vermek amacıyla yolunu değiştirerek, evlerine doğru yönelmiş.

O sırada Habbab bin Eret, Said ve hanımı Fa-tıma'ya, henüz yeni inmiş olan Tâhâ Süresindeki ayetleri okuyormuş. Kapının şiddetle vurulduğunu duymuşlar. Said, hemen Habbab't ve Kur'ân ayet­lerini saklamış. Ömer kızgın bir halde içeri dalmış. Okudukları şeyi duyduğunu ve onu hemen kendi­sine vermelerini söylemiş. Hızını alamayıp eniştesi

Said'i ve kızkardeşi Fatıma'yı dövmüş. Kanlar için­de yere serilen Fatıma, haykırmış:

Elinden geleni yap ey Ömer! Ben ve ko­cam artık Müslümanız. Allah'a ve Resulüne iman ettik.

Kızkardeşini kanlar içinde gören Ömer, mer­hamete gelmiş. Yumuşak bir sesle okudukları ayetleri istemiş. Kızkardeşi, Ömer'deki bu deği­şikliği farkedince Hemen gizledikleri Taha Sûresi­ni getirmiş.

Ömer, okuma-yazma bilen biriydi. Okuduk­ça değişmiş, kalbi yumuşamış, imana gelmiş. Elindeki ayetleri Övmüş. Bu sözlerin bir insana ait olamayacağını söylemiş.

Bunun üzerine gizlenmiş olan Habbab bin Eret, bulunduğu yerden sevinçle ortaya çıkmış:

Müjdeler olsun Ey Ömer! Allah'ın Resu­lünün; «Ey Allah'ım! Bu dini ya Amr bin Hişam (Ebu Cehil), ya da Ömer bin Hattab ile kuvvet­lendir,» diye dua ettiğini biliyorum, demiş.

Ömer, kızkardeşi Fatıma'nın evindeyken, doğruca Sevgili Yeğenim Muhammed'in yanına götürülmesini istemiş. Böylece Allah'a ve Resulü olan Yeğenim Muhammed'e İman edip Müslü­man olmuş.

Ömer'in iman etmesiyle Müslümanların, başta Yeğenimin sevincine diyecek yokmuş. Öy­lesine tekbirler getirmişler ki bulundukları yer olan «Erkam'ın evi» (Darü'l-Erkam), tekbirlerle inliyormuş. Kardeşim Hamza'nın Müslüman ol­masından üç gün sonrasına rastlanan bu sevindi­rici olay, zayıf ve ezilmiş Müslümanların güçleri­ne güç kattı.

40. Müslüman olan Ömer'in teklifiyle o gü­ne kadar gizli ve saklı ibadet eden Müslümanlar, bir sel gibi Kâ'be'ye akıp açıkta namaz kılmışlar. Meydan okurcasına namaz kılan Müslümanları gören Amr bin Hişam (Ebu Cehil) ve arkadaşları, şaşkınlık ve hayretle onları izliyorlarmış. En çok da Amr (Ebu Cehil) kahroluyormuş. Ömer'in Müslüman oluşu onu çok kötü etkilemiş.

Ömer, öldürmeye gittiği Yeğenim Muham-med'de hayat bulmuştu. Sanki yeniden dirilmiş gibiydi. Fakat Ömer'i Yeğenimi öldürmek için gönderenler ise, hırslarından deliye dönmüşlerdi.

 

Habeşistan'a İkinci Hicret

 

Sevgili çocuklar! Her ne kadar Müslümanlar günden güne çoğalıyorduysa da, yine en ağır iş­kencelerden kurtulamıyorlardı.

Buna karşılık daha önce Habeşistan'a hicret eden Müslümanların ise, Habeşistan Kralı tarafın­dan iyi korunduklarına dair haberler geliyordu. Bunu duyan Mekke'nin mazlum Müslümanları, peygamberleri olan Sevgili Yeğenim Muham-med'den Habeşistan'a gitmek için, ikinci bir izin aldılar.

Böylece oğlum Cafer'in başkanlığında 80 ile 100'ü aşkın kişiden meydana gelen bir grup, yola çıkmış. Aynen Habeşistan'a ilk defa gidenler gibi çok güzel karşılanmışlar. Kral onlara iyilikle dav­ranmış.

Müslümanların Habeşistan'a hicret etmeleri­nin haberi, Mekke'de yayılmıştı. Meğer Amr bin Hişam (Ebu Cehil) ve arkadaşları, ileride Müslü­manların güçlenerek geri döneceklerini düşünü­yor, endişelen'yorlarmış. Bu sebeple Habeşistan Kralıyla arası iyi olan Amr bin As ve Abdullah bin Ebi Rebia'yı, elçileri olarak Habeşistan Kralına göndermişler. Amaçları, Habeşistan'a giden Müs­lümanları Mekke'ye getirip onlara işkence ve zu­lüm yaparak, dinlerinden döndürmekmiş.

Yola çıkan elçiler, kralın huzuruna varmış­lar. Meğer Amr, kralın huzuruna girmeden önce, kralın vezirlerine çeşitli rüşvetler vermiş. Böylece onların desteğini  kazanmış.  Fakat kral, Amr'ın

Müslümanları kendisine vermesi teklifini, kabul etmemiş. Amr'ı reddetmiş. Amr'ın vezirlere rüşvet olarak dağıttığı malları da geri verip huzurundan kovmuş. Çünkü kral adaletli biriymiş. Kendi koru­masına girenleri himaye eder ve kimseye geri ver­mezmiş.

Hatta kral, oğlum Cafer'i huzuruna çağırmış. İşin aslını ondan da sormuş. Oğlum Cafer ona, daha önce karanlıklarda yaşadıklarını, akraba ve komşularına iyi davranmayıp ilgilerini kestikleri­ni, leş yediklerini, zayıflan ezdiklerini uzunca an­latan bir konuşma yapmış.

Daha sonra Yüce Allah'ın içlerinde soyunu, doğruluğunu ve güvenilirliğini bildikleri bir pey­gamber gönderdiğini söylemiş. Bu peygamberin -yani Yeğenim Muhammed'in- kendilerine Al­lah'ın tek ve bir olduğunu, eşi ve benzerinin bu­lunmadığını, kendisinin de O'nun elçisi olduğu­nu söylediğini belirtmiş. Ayrıca peygamberlerinin kendilerine doğru sözlü olmayı, akrabalarını zi­yaret etmeyi, emanetleri yerine getirmeyi, komşu­larla iyi geçinmeyi, kan dökmekten ve günah işle­mekten sakınmayı emrettiğini de dile getirmiş.

Bu sebeple O'na inandıklarını ve işkence gördüklerini, işkence gördükleri için de kralın ül­kesine sığındıklarını, zulüm ve haksızlık görmeyi ummadıklarını ifade etmiş.

Kral, oğlum Cafer'in yanında bulunan Kur'ân ayetlerini de oğlumdan dinlemiş. Çok et­kilenmiş, Dolayısıyla Müslümanları Amr bin As'a teslim etmemiş. Amr'ı ülkesinden kovmuş.

Yine kral, oğlum Cafer'den öğrendiği ayetler ve bilgiler sayesinde, Yeğenim Muhammed'in peygamberliğini kabul etmiş; fakat halkından çe­kindiği için imanını gizlemiş. Hatta kral, oğlum Cafer'in Hıristiyanların peygamberi İsa Hakkında Kur'ân'dan okuduğu ayetler karşısında;

Vallahi İsa bin Meryem, senin söylediğin­den fazla bir şey değildir. Arada şu çöp kadar bi­le fark yoktur, demiş.

Böylece Amr bin as ve Abdullah*bin Ebi Re-bia, Mekke'ye elleri boş olarak geri geldiler. Kra­lın onlara yaptıklarını öğrenen Mekke'nin ileri ge­lenleri bir yenilgi daha yaşadılar. Mekkeiiler ara­sında bu olay günlerce konuşuldu.

Oğlum Cafer'in Habeşistan'a göç etmesinden üç ay kadar sonra, Habeşistan'daki Müslümanlar arasında, Mekke'nin ileri gelenlerinden bazılarının, Müslüman olduklarına dair haberler yayılmış. Bu söylentiler üzerine içlerinde Osman bin Affan, Zü-beyr bin Avvam, Sad bin Ebi Vakkas, Osman bin Mazun, Mus'ab bin Umeyr gibi bazı Müslümanların bulunduğu bir grup, Mekke'ye geri döndü.

Mekke yakınlarında bir yerde, bu haberin asılsız olduğunu öğrendiler. Bazıları yine geri döndülerse de Osman bin Affan, Zübeyr bin Av­vam, Sad bin Ebi Vakkas, Osman bin Mazun gibi­leri, Mekke'ye bazılarının korumasında girebildi­ler. Yapılacak her türlü eziyet ve hakarete göğüs gerip, sabırlı bir şekilde yollarında yürümeye ka­rarlı olarak...

 

Boykot ve Ambargo

 

Sevgili Çocuklar! Kureyş'İn ileri gelenleri, Ye­ğenim Muhammed ve O'na uyan Müslümanlara düşmanlık etmekten, bir türlü vazgeçmiyorlardı.

Bundan üç yıl kadar önceydi. Aralarında uzun uzun görüştüler. Bu görüşmeler neticesinde; Sevgili Yeğenim Muhammed'i kendilerine teslim edinceye kadar, biz Muttalib ve Haşimoğulları kabilelerine boykot ve ambargo uygulamaya ka­rar verdiler.

Buna göre, biz Muttalib ve Haşimoğulları Sevgili Muhammed'i kendilerine teslim etmeyin-ceye kadar bizden ne kız alacaklar, ne de vere­ceklermiş. Ne bir şey satın alacak, ne de satacak-larmış.  Bizimle görüşülmeyecek,  konuşulmayacak, evlerimize gelinmeyecek, bize acınmayacak ve barış tekliflerimiz asla kabul edilmeyecekmiş. Bu şartlar üzerinde aralarında anlaşmış ve buna aykırı hareket etmemek üzere yemin etmişler.

Ayrıca söz konusu maddeleri bir sayfaya ya­zıp Kâ'be'nin duvarına asmışlar. Bu sayfayı da Mansur bin İkrime adında biri yazmıştı. Yeğeni­min bedduası üzerine, Mansur'un eli çolak (sakat) oldu.

Yeğenim ve O'na tabi olan Müslümanlara, düşmanları bu haksız ve zulüm dolu kararları uy­gulamaya geçtiler.

Buna karşın Haşimoğullarının hepsi Müslü­man olsun olmasın, Yeğenim Muhammed'i koru­mak uğruna, benim bulunduğum mahalleye ta­şındılar. Böylece hepimiz birbirimize kenetlenip bir mahallede toplandık. Birbirimize destek vere­rek akrabalık hakkını koruduk. Yeğenim Muham­med'i, asla onlara teslim etmeyecektik. O'nu her şartta koruyacaktık.

Üç yıl boyunca çocuklar, Kureyşliler bize çok eziyet çektirdiler. Hem Müslümanlar, hem de akrabalarım çok eziyetler gördü. Yeğenimin düş­manları, mahallemizin tüm giriş ve çıkışlarını tu­tup bize hiçbir yiyecek yahut gıdanın gönderil­mesine izin vermiyorlardı. Çocuklarımızın açlık feryatları, ihtiyarlarımızın inlemeleri sürüp gidiyordu. Açlıktan ölümler yaşadık. Sohbetimizin başında da size söylediğim gibi, çok zor günler geçirdik çocuklar, çok zor...

Boykot ve ambargodan yeni çıktığımız bu günlerde, hâlâ yaşadığımız o çile ve sıkıntıların etkisini üzerimden atmış değilim. Benim gibi ihti­yar birinin bu kadar eziyeti çekmesi, yaşlı kalbimi zorluyor çocuklar.

Fakat bu üç yıllık çile ve sıkıntı dönemimiz­de Yeğenim Muhammed'in hanımı Hatice'nin, maddi açıdan çok yardımlarını gördük. Servetini bizim için harcadı desem abartmış olmam. Ayrı­ca maddi durumları biraz iyi olan diğer Müslü­manların da cömertliklerini İnkar edemem. Hasıl-ı kelam; dediğim gibi Kureyşlilere karşı tek bir vücut olduk.

Ama tüm maddi yardımlara rağmen yetersiz­liğimiz yine de vardı. Koskoca iki aşiret ve diğer kabilelerden olan Müslümanlar dahil, bir araday­dık. Öyle ki aç kalanlarımızın bir çoğu, yiyecek bulamadıklarından ağaç yapraklarını yiyor, deri parçalarını su içinde yumuşatıp ateşe tuttuktan sonra onunla idare ediyorlardı.

Bu zor dönemde dahi Sevgili Yeğenim Mu­hammed'i  sürekli  yanımda  tutuyor,  ayırmıyordum. Adamlarımı O'nun evinin kapısında nöbet tutmakla görevlendirmiştim. Tedbirli olmak la­zımdı çocuklar. Hepimizi açlıktan öldürmeyi gö­ze alan bu azgın zalimler, Sevgili Yeğenimi her zaman öldürmek için tuzaklar kurabilirlerdi. Çok şükür bu süre içinde O'na bir şey olmadı.

Bu sırada çok ilginç bir şey oldu çocuklar! Sevgili Yeğenim Muhammed, bir gün bana Kâ'be'ye asılı olan sahifeye bir kurtçuğun musal­lat olduğunu söyledi. Dediğine göre, o kurtçuk o sahifedeki «Bismike Aliahümme»[24] cümlesi hariç, diğer bütün yazılı maddeleri yemiş. Nereden bil­diğini sorduğumda, Rabbinin kendisine haber verdiğini belirtti.

Yeğenim Muhammed'in hiçbir zaman yalan söylemediğini biliyordum. Çünkü O, çocuklu­ğundan beri Muhammedü'I-Emin diye biliniyor­du. Bu sebeple hemen Kâ'be'nin yanına gittim. Kureyş'in tüm ileri gelenleri orada oturuyordu. Yeğenim Muhammed'in verdiği haberi onlara söyledim. Kâ'be'de asılı olan sayfayı da kontrol etmelerini, boykot ve ambargodan vazgeçmeleri­ni istedim. Hatta onlara;

Eğer dediği doğru çıkmazsa Yeğenimi size teslim ederim, diye ümit de verdim.

Bunu rahatlıkla söyledim çocuklar. Neden mi? Çünkü ben, Yeğenimin verdiği o haberin asla yalan olmadığını biliyordum. Yeğenime güvenim sonsuzdur. O, yalan konuşmaz.

Nitekim kendilerine verdiğim bu haber üze­rine, hemen Kâ'be'de asılı duran sayfaya koştular. Sayfayı açtıklarında büyük bir şok yaşadılar. Çün­kü «Bismike Allahümme» cümlesi hariç, sayfada­ki zulüm dolu ifadelerin hepsinin bir kurtçuk ta­rafından yenilmiş olduğunu gördüler. Tüm ümit­leri ve hayalleri suya düşmüştü. Fakat yine her zamanki meşhur inatlarıyla bunun bir «mucize» oluşunu inkar ederek: «Bu da Muhammed'in si­hirlerinden bir sihirdir,» diye tepki vermekten başka bir şey yapmadılar.

Ben de onların bu durumundan faydalanıp, onları akrabalık haklarını korumaya ve üç yıldır bize uyguladıkları bu haksızlığa bir son vermeye davet ettim. İçlerinde bize uygulanan bu zulmü kabul etmeyen bazı akrabalarımız da vardı. On­lar, bu olayın vesilesiyle cesaretlenip öne çıktılar. Akrabalık haklarını korumak adına bu zulmün ortadan kalkmasına sebep oldular. «Bu durum, kar­deşlerimize karşı tarafımızdan yapılmış bir zu­lümdür,» diye boykot ve ambargoya karşı çıktılar.

Böylece Yeğenim Muhammed'in peygam­ber olarak ortaya çıkışının bu onuncu yılında, Müslümanlarla beraber Muttalib ve Haşimoğulla-rı olarak, boykot ve ambargonun kalkmasıyla ra­hatladık. Gerçekten de bu üç yıllık dönemde bir­çok eziyet ve sıkıntılar çektik çocuklar.

 

İki Mucize

 

Sevgili çocuklar! Yeğenim Muhammed'i hep zor durumda bırakmak isteyen düşmanları, O'ndan kendilerince olmayacak isteklerde bulu­nuyorlardı.

Boykot ve ambargoda olduğumuz yıllardı. Hatırladığım kadarıyla Yeğenimin peygamberliği­nin sekizinci yılıydı. İçlerinde Amr bin Hişam (Ebu Cehil) ve Velid bin Muğire gibi azılı düşmanlarının olduğu bir grup, Yeğenime Ay'ı ikiye ayırması ha­linde kendisine iman edeceklerine dair söz vermiş­ler. Rabbinin yanında nazlı olan Yeğenim Muham-med, ellerini semaya açmış. Bir anda Ay'ın bir par­çası Ebu Kubeys, diğeri de Kuaykıan Dağı üzerinde görülmüş. Yeğenim Muhammed ise;

Ey filan ve filan! Şahit olunuz! diye onla­ra seslenmiş.

Fakat kalpleri de kendileri gibi  kara olan düşmanları:

Bu da Muhammed'in süregelen sihirlerin­den bir sihirdir, deyip ne inanmış, ne de düşman­lıklarından vazgeçmişler.

Yine de kalplerine yerleşen kuşkulardan kur­tulmak için, etraftan gelen kervanlara mucizeyi görüp görmediklerini sormuşlar. Onlardan da Ay'ın ikiye ayrıldığını gördüklerine dair haber al­malarına rağmen, «Ebu Tafib'in Yetiminin sihri, semaya da tesir etti,» dediklerini işittim. Ne kadar acı bir durum değil mi çocuklar?

Yine sîze Yeğenimin bir mucizesinden daha bahsetmek istiyorum çocuklar: Mekke'mizde Rükâne adında Müslüman olmayan çok meşhur bir güreşçimiz var. Namı birçok yere yayılmış biridir. Hiç kimse onun sırtını yere getiremeyecek kadar güçlüdür.

Bir gün Sevgili Yeğenim Muhammed, Mek­ke'nin dışında onunla karşılaşmış. Herkese yaptı­ğı gibi onu da İslâm'a davet etmiş. Fakat Rükâne kabul etmemiş. Biraz da Sevgili Yeğenimi küçüm-semiş.

Sevgili Muhammed, onu güreşe davet etmiş. Şayet onu yenerse iman edip etmeyeceğini sor­muş. Rükâne, gururlu bir şekilde, eğer yenilirse iman edeceğini söylemiş.

Böylece güreş başlamış. Daha ilk karşılaşma­da Rükâne ne olduğunu anlamadan kendini yerde bulmuş. Hemen itiraz etmiş. İkinci defa güreşmiş­ler. Rükâne yine kendini yerde bulmuş. Tekrar iti­raz etmiş. Üçüncü defada da kendini sırtüstü yerde bulan Rükâne, hayretler içinde kalmış.

Verdiği söze göre Müslüman olması gerekir­ken, Rükâne iman etmediği gibi inkârdan da vazgeçmiyormuş. Yenilginin verdiği şoku üzerinden bir türlü atamamış. Sayıklar gibi yenilgisini kabul etmiyormuşçasına sürekli;

Şüphesiz ki sen bir sihirbazsın. Doğrusu şaştım kaldım bu işe, deyip bu mucizeye sırtını dönmüş.

Bunun üzerine Rükâne'nin iman etmesi için Sevgili Yeğenim, yakınlarındaki bir ağaca;

Allah'ın izniyle gel! demiş.

Ağaç toprağı yara yara Sevgili Muhammed'in yanına gelmiş. Ağaca tekrar yerine gitme­sini emredince, ağaç eski yerine dönmüş.

Bu mucize karşısında da iman etmeyen Rükâne'ye Sevgili Yeğenim haklı olarak;

Sana yazıklar olsum demiş.

Rükâne ise, o şaşkın haliyle Mekke'ye dön­müş. Olanları  halka anlatıp Yeğenim Muhammed'i «çok yetenekli bir sihirbaz» diye anlatmış. Zavallı Rükâne... Halbuki Yeğenimle ilgili bu hallere ve olağanüstülüklere hiç şaşırmamak ge­rek... Çocukluğundan beri şanının büyük olaca­ğını, babam Abdulmuttalib de hep söyler durur­du. Yanımda yaşadığı yıllar boyu böylesi birçok mucizelerine çok defa şahit oldum. O sebeple «Zavallı Rükâne» dedim...

Evet Sevgili çocuklar! Şu anda evimde oturmuş si­ze Sevgili Yeğenim Muhammed'in boykot ve ambargo­dan çıktığımız bugünlere kadar,benimle beraber geçir­diği hayatını anlatmaya çalışıyorum.

Neler çektiğini ve neler yaşadığını dilim döndü-günce söyledim. Umarım merakınızı az da olsa dindirebildim.

Çok yorgun bir ömür yaşadım. Tek amacım, bu­güne kadar Sevgili Yeğenim Muhammed'i düşmanla­rından elimden geldiğince korumaya çalışmaktı. Şim­di ise tek endişem: ben ölürsem bu azgınların Yeğe­nime benden sonra yapacaklarıdır. İnanıyorum ki Rabbi, O'nu her türlü tehlikeden koruyacaktır.

Çocuklar! Size Yeğenim Muhammed'in o gü­zel ahlakıyla ahlâklanmanızı tavsiye ediyorum. Çün­kü O, alınması gereken en güzel örnektir. Anlattıkla­rım, buna en büyük delil değil mi? Hoşçakalın. Al­lah'a emanet olun sevgili çocuklar.



[1] Ahzab, 21

[2] Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselamın dedesi Abdulmutta-lib'İn yaşı hakkında 80 veya 100 arası olduğuna dair değişik bazı görüşler de vardır.

[3] Son peygamber olan Hz. Muhammet! Aleyhissalâtü Vesselamın doğuşuna işaret eden yıldızdır. Ayrıca Sevgili Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselamın bir adı da Ahmed olup, Saf Sûresi al­tıncı ayette geçmektedir.

[4] Muhammed: Çok övülmüş, nıedh edilmiş demektir.

[5] Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselamın amcası Ebu Talib'in yaşı hakkında, değişik görüşler de vardır.

[6] Ambargo: Alış-veriş yapmayı engelleme, yasaklama

[7] Boykot: Her türlü ilişkiyi kesme.

[8] Rahip: Hıristiyan din adamı

[9] Kilise: Hıristiyanların ibadet yaptıkları yer, bina.

[10] Hılfu'l-Fudul: Faziletli (kimse)lerin yemini.

[11] Zübeyr'in Ebu Talib'in ağabeyi olduğunu söyleyen görüşler de

[12] Sevgili Peygamberimiz(sav)'in yedinci çocuğu Hz. İbrahim, Hz. Marİya'dan doğmuştur. İleride bahsedilecektir.

[13] Hacerü'l Esved: Kâ'be'nin doğu duvarının köşesinde yerden bir buçuk metre yükseklikte bulunan ve renginin siyah olması se­bebiyle "Siyah (aş" diye isimlendirilen bir taştır.

[14] Mescid-i Haram: Mekke şehrinde olup İçinde Kâ'be'nin bulun­duğu en büyük mescit (İbadet yeri)

[15] Alak, î-5

[16] Vahiy: Cebrail vasıtasıyla Allah'tan gelen ilahi sözler

[17] Allah'ın selamı üzerine olsun Ey Allah'ın Resulü!

[18] işkence: Şiddelü bir şekilde eziyet etme, acı çektirme, vurma, dövme

[19] Allah bir'dir! Allah bir'dir!

[20] Hicr, 94

[21] Allah'tan başka ilah yoktur.

[22] Tebbet, 1-5

[23] Hicret: Bir yerden başka bir yere göç etmek

[24] Ey Allah'ım Sen'İn adınla başlarım.