DEDESİ ABDULMUTTALİP SEVGİLİ TORUNU HAZRETİ,İ MUHAMMED
ALEYHİSSALÂTÜ VESSELAM ANLATIYOR
Babasının Kabrini Ziyaret Ve Annesinin Vefatı
Nur Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam Dedesinin Yanında
AMCASI EBU TALİB SEVGİLİ YEĞENî HAZRET-İ MUHAMMED
ALEYHİSSALATÜ VESSELAMI ANLATIYOR
Muhammedû'l-Emin Aleyhissalâtü Vesselam
Yakın Akrabayı Davet ve Ebu Leheb
«(Ey Resulüm) En Yakın Akraba Ve Hısımlarını (Ahiret
Azabı İle) Korkut!»
Hz. Hamza t. diyallahu anh'ınm Müslüman Oluşu
Hz. Ömer radiyallahu anh'in Müslüman Oluşu
Sevgili Peygamberimiz
aleyhissaiâtü vesselamı çocuklarımıza Öğretmek, bir Müslüman olarak
görevimizdir. Çocuklarımız için bu konuda mevcut olan ihtiyaca katkıda
bulunmak adına yapılan bu çalışma, bir hayra mebnidir.
İşte bu sorumluluktan
dolayı elinizde tuttuğunuz «Dedesi Abdulmuttalib, Amcası Ebu Talib ve Damadı
Hazret-i Ali radiyallahu Dilinden SEVGİLİ PEYGAMBERİMİZ vesselam» adlı bu
eser, bu gayeyle kaleme alındı.
Eserde Sevgili
Peygamberimiz aleyhissaiâtü vesselam, her ne kadar dedesi, amcası ve damadının
dilinden anlatıiıyorsa da, gerçekte elbette onların dilinden anlatılmamıştır.
Siyer-i Nebi
aleyhissaiâtü vesselam konusunda yazılan birçok meşhur eserden de faydalanılarak,
söz konusu üç şahsın dilinden o örnek hayat anlatılmıştır. Böyle bir metodun tercih edilmesinin
nedeni, o örnek hayatın çocuklarımızın zihinlerinde ve gönüllerinde daha kalıcı
olması isteğinden dolayıdır.
Yine bu eserin
ilköğretim öğrencilerine hatta gençlere- yönelik, faydalı olacağı inancındayız.
Bu eserin başlıca
özellikleri şöyle sıralanabilir:
1- Sevgili
Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselamın hayatını, O'na en yakın olan ve O'nu en
iyi tanıyanların diliyle anlatması...
2- Sevgili
Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselamın hayatını zihinlerde ve gönüllerde daha
kalıcı kılmak için; akıcı, sürekli, ilgi çekici adeta masalımsı bir anlatımla
aktarması...
3- Sevgili
Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselamın hayatından yeri geldikçe, birtakım nasihatlerle
dersler vermesi...
4- Eserde
CC (Celle Celaiuhu), AS (aleyhissalâtü vesselam), RA (Radiyallahu
Anh) ve Hz. (Hazret-i) gibi kısaltmalar, şu sebepten dolayı
kullanılmamıştır: Anlatan şahısların
yaşadıkları zaman göz önüne alındığında, eserin üslubunun buna müsait
olmamasıdır.
Temennimiz; «Sevgili
Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselamın her yönüyle alınması gereken en güzel
örnek insan olduğu» gerçeğinin unutulmamasıdır. Hiç olmazsa bu gerçeğin, ilgi
çekici bir üslubia en kalıcı bir şekilde çocuklarımızın zihinlerine
nakşolunmasıdır.
Şayet bu konuda
çocuklarımıza bir faydamız dokunursa ne mutlu bize!..
Muvaffakiyet Allah
(cc)'dandır.
Dua Yayıncılık
Hamd âlemlerin Rabbi
olan Allah'a, Salât ve Selam âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili
Peygamberimiz aleyhissaiâtü vesselama, temiz Ehl-i Beytine ve Ashabına
olsun!..
Sevgili Çocuklar! Her
çeşit kötülüğün süratle yayıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Ahlaksızlık her
tarafı kuşatmış, huzursuzluk herkesi sarmış, adeta iyilik ve iyiler mumla
aranır olmuş. Yaşadığımız bu sıkıntıların kaynağı ise; son derece muhtaç
olduğumuz o «Örnek İnsan»dan, O'nun güzel ahlâkından mahrum oluşumuzdur.
Halbuki bizi çok
seven/ dünya ve ahiretimiz için nice örnekler gösteren ve hayatı bizim için
mükemmel bir örnek olan Sevgili Peygamberimiz aleyhissaiâtü vesselamın o örnek
hayatına, Yüce Allah şu ayetiyle dikkatleri çekmiştir: «Andolsun,
sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü
umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için, Allah'ın Resulünde güzel bir örnek
vardır.» [1]
Böylece bizim İçin en
güzel «Örnek İnsan», Yüce Allah tarafından gösterilmiştir. Madem ki Allah'ın
Resulü aleyhissalâtü vesselam en güzel örnektir; öyleyse:
O'nun gibi yaşamak,
O'nun gibi hayatı
bilmek,
O'nun ahlakıyla
ahlaklanmak,
O'nu her yönüyle örnek
almak, bir Müslüman olarak bizim görevimizdir. Çünkü O'nu bize «Örnek İnsan»
olarak gösteren Yüce Allah'tır. Yaşadığımız bu zamanda da biz, bu «Örnek
İnsan»a çok muhtacız.
Sevgili Çocuklar!
Bilelim ki;
O'nu tanımak, Kur'ân'ı
anlamakAavramaktır.
O'nu tanımak, en güzel
ahlâk sahibi olmaktır.
O'nu tanımak; sevgiyi,
şefkati ve merhameti öğrenmektir.
Kısacası O'nu tanımak;
çevresine faydalı, her yönüyle «Örnek Bir Müslüman» olmaktır.
Demek ki O'nu tanımaya
ve örnek almaya olan ihtiyacımız; ekmek kadar, su kadar, nefes kadar hatta daha
fazla önemlidir.
Sevgili çocuklar!
Sizleri eserle baş başa bırakırken; bu çalışmamızın bizi yukarıda açıkladığımız
gayemize ulaştırmasına vesile olmasını dileriz. Çünkü kalblerin sahibi ve
kalblere etki eden, sadece Allah'tır.
Gayret bizden, başarı
Allah (cc)'dandır. Selam ve dua ile...
16 Şubat 2004 Mehmet
Ali GÖNÜL
Mekkede ‘de bir ev….
Nurlu, güzel yüzlü iri yapılı, saçları beyaz kıllarla ;<apiı şirin bir
ihtiyar... Uzun kirpikli, ince burunlu, yumuşak tenli ve düz yanaklı olan bu
ihtiyar, hastaydı. Sırtını duvara dayamış, yorganını karnına kadar üzerine
çekmişti. Gözleri sabit bir noktaya bakıyordu. Aklı, dolu dolu geçirdiği
yıllarla meşguldü. Birden sırtının üşüdüğünü hissetti. Eli, yanındaki mindere
uzandı. Minderi sırtı ile duvar arasına yerleştirdi. Tam yaslanmıştı ki
şiddetli bir şekilde öksürmeye başladı.
Öhö, öho, öhö! Bu defa
fena yakalandım şu hastalığa. Aa! Merhaba Sevgili Çocuklar! Beni mi
izliyordunuz? Hastalık işte... İnsan benim gibi seksen yaşını'[2]geçmiş
bir ihtiyar olunca, bir de hastalanınca elbette yataklara düşer. Her neyse... Beni bırakalım da
sizleri soralım bakalım. Sizler nasılsınız? İyisiniz değil mi? Aman sağlığınıza
dikkat edin! Yoksa benim gibi siz de hasta olur, öksürürsünüz. Efendim! Ne
dediniz? Duymadım. Ben kim miyim? Kusura bakmayın çocuklar! Kendimi size
tanıtmayı unuttum. İhtiyarlık işte...
Benim adım Şeybe.
Tanımadınız değil mi? Aslında sizler beni çok İyi tanıyorsunuz. Fakat beni
daha çok Abdulmuttalib adıyla biliyorsunuz. Tıpkı birçok insan gibi. Çünkü
herkes benim gerçek adımı Abdulmuttalib olarak biliyor.
Biliyor musunuz
çocuklar? Şu anda sekiz yaşlarında olan şirin mi şirin, sizin gibi bir «Torunum»
var. Adı Muhammed. Ömrümün bu son günlerinde benim tek tesellim, tek sevincim
O'dur. Az önce yatağımda O'nu düşünüyordum. O, bana oğlum Abdullah'tan kalan
tek hatıra... Sevgili Torunum Muhammed'e karşı olan sevgimi tahmin edemezsiniz.
Laf aramızda Torunumun şanının büyük olacağını tahmin ediyorum.
Bu sebeple size
Sevgili Torunum Muham-med'in hayatını anlatmak istiyorum. Dinlemek ister
misiniz? Küçük Muhammed'in çocukluğunu bilen biri olarak size O'nun hayatını
anlatmak, benim İçin mutlulukların en büyüğüdür. Madem hazırsınız ben de
anlatmaya başlayabilirim.
Sevgili çocuklar! Adem
peygamber yaratıldığında, Yüce Allah onun alnına bir «Nur» yerleştirmiş. Bu
Nur, Adem peygamberin alnından kendisinden sonraki diğer peygamberlerin alnına
geçerek, atam İbrahim peygambere kadar gelmiş. İbrahim Peygamber benim
dedelerimdendir. Ben, onun soyundanım.
Evet çocuklar, böylece
o Nur babamın alnına kadar gelmiş. Ben doğunca da babamın alnından, benim
alnıma geçmiş. İnsanlar, alınlarımızda o Nur'u gördüklerinde, bize karşı sevgi
ve saygılarını gösteriyorlardı. O Nur, bizi insanlara karşı kıymetli kılıyordu.
Bir gün, Abdullah
adında bir oğlum oldu. Benim alnımdaki o Nur, bu defa onun alnına geçmişti. O
Nur'un Abdullah'tan önce doğan çocuklarıma geçmeyip Abdullah'a geçmesi,
Abdullah'ı daha çok sevmeme sebep oldu. Abdullah'ın dışında dokuz oğlum daha
var. Sizler en çok Ebu Talib, Ebu Leheb, Abbas ve Hamza'yi tanıyorsunuz.
Abdullah sekizinci oğlumdu.
Yıllar sonra Abdullah
25 yaşlarında genç, yakışıklı bir delikanlı olunca, onu evlendirdim. Mekke'deki
tüm genç kızlar onunla evlenmeye can atıyorlardı. Fakat nasipte Âmine varmış.
Gelinim Âmine, Zühreoğulları diye bilinen bir kabileden Vehb adındaki uzak
bir akrabamızın kızıydı. Temiz ve iffetli biri olan Âmine, Torunum Mu-hammed'in
annesi, Abdullah da babası olma şerefine kavuştu. Oğlum Abdullah'ın evlenmesinden
sonra bir şey dikkatimi çekti çocuklar: Babamın alnından bana, benim de
alnımdan oğlum Abdullah'ın alnına geçen o Nur, şimdi de gelinim Âmİne'nin
alnında parlıyordu. Acaba bu durum neye işaret ediyordu? Merakla olacakları ben
de sizin gibi bekliyordum.
Fakat çocuklar, aah
çocuklar! Yüreğimi yakan bir olay var ki hâlâ unutamadım: Bundan sekiz yıl
kadar önceydi. Oğlum Abdullah'ı henüz yeni evlendirmiştim. Evlendikten bir
müddet sonra da bir ticaret kervanıyla Şam şehrine gitti. Meğer dönüşte
yoldayken hastalanmış. Yolculuk yapamayacak kadar hasta olduğu için, ticaret
kervanı Medine şehrine yetiştiğinde, oğlum Abdullah Medine'deki dayıları
NeccaroğuIIarı kabilesinin yanında kalmış. Kervan, onsuz Mekke'ye doğru yola
koyulmuş.
Herkes gibi ben de
heyecanla kervanı karşılamaya koştum. Herkesin yakını geri dönmüştü. Ama oğlum
Abdullah yoktu. Yüreğim daralmış, aklıma kötü şeyler gelmişti. Daha sonra oğlum
Abdullah'ın vefat ettiği haberini aldım. Dayılarının tüm çabalarına rağmen
iyileşmemişti. Yüce Allah onu genç yaşta yanma aldı. Kalbim buna nasıl dayanacaktı?
Gözlerim gece-gündüz yaş döktü. Oğlumun vefatı, beni daha da
ihtiyarlattı. O sıralarda gelinim Âmine'nin hamile olması, üzüntümü daha çok
artırıyordu. Çünkü gelinim kocasız, doğacak Torunum şimdiden babasız kalmıştı.
Henüz doğmadan yetimdi Sevgili Torunum.
Sevgili Çocuklar!
Oğlumun acısını unutmaya çalışırken, aradan bir müddet geçmişti. Bir gün,
yaşadığımız bu Mekke şehrinin güneyinde bulunan Yemen şehrinin Valisi olan
Ebrehe adlı bir adamın, ordusuyla
üzerimize geldiğini duydum. Meğer Kâ'be'mizi yıkmaya geliyormuş. Kâ'be,
şehrimiz Mekke'de bulunan, «Beytullah»
(Allah'ın evi) diye
bilinen kutsal bir evdir. İnsanlar her yıl, her taraftan Kâ'be'yi ziyarete
gelir, «hacı» olup dönerler. Biz Mekke'Iiler, Kâ'be'nin şehrimizde olmasından
dolayı, diğer şehirlere karşı hep övünmüşüzdür.
Durup dururken
Ebrehe'nin Kâ'be'yi yıkma isteğine anlam veremiyordum. Meğer bir gün Eb-rehe,
Yemen'deki insanların grup grup şehirden ayrıldıklarını görmüş. Vakit hac
zamanıymış... Ebrehe, bu insanların nereye gittiklerini sorunca, Allah'ın evi
olan Kâ'be'yi ziyaret için yola çıktıklarını öğrenmiş. İçindeki haset ve
kıskançlık duygulan kabarmış. «Sıradan taşlarla yapılmış olan Kâ'be'de bu
insanlar ne buluyorlar?» diye düşünüyor, «ne özelliği var Kâ'be'nin?»
diyormuş.
Bu kıskanç duygularla
dolan Ebrehe, Kâ'be'ye karşılık adı «Kulieys» olan çok büyük bir ibadet evi
yapmış. İçini ve dışını altın, gümüş ve değerli taşlarla süslemiş. Burayı
bitirdikten sonra, insanları burayı ziyaret etmeleri için zorlamış. Kimsenin artık
Kâ'be'yi ziyaret etmesine de izin vermemiş. Fakat tüm baskı ve zorlamalara
rağmen, kimse Kulieys denen bu süslü yeri ziyaret etmiyormuş. Ayrıca insanlar,
Ebrehe'ye bundan dolayı çok kızmışlar. Çünkü Kâ'be, Allah'ın evi olduğu İçin
kutsal ve önemliydi. Ebrehe'nin yaptırdığı Kulieys ise, hiçbir kutsallığa ve
değere sahip değildi.
Bu sebeple Nevfel
adında bir adam, Ebrehe'ye kızıp onun yaptırdığı bu süslü yere pislemiş. Bunu
bir bahane olarak kabul eden Ebrehe'nin ordusuyla Kâ'be'mizi yıkmak için Mekke'ye
doğru geldiğini duydum. Söylenildiğine göre ordusunun önünde adı Mahmud olan
çok büyük kocaman bir fil varmış. Onun arkasında da 13 tane fil daha varmış.
Önlerine çıkan her şeyi yakıp yıkıyorlarmış.
Bu şekilde Ebrehe,
ordusuyla Mekke'nin yakınlarına kadar geldi. Mekke'lilerin otlaklarda olan tüm
hayvanlarına el koydu. Hatta benim iki-yüz devemi de alıp götürdü. Bunun
üzerine, ben de Ebrehe'yle görüşmeye gittim. El koyduğu develerimi ondan
almalıydım.
Ebrehe'nin beni
gördüğünde benden etkilendiğini gördüm. Çünkü ben, Mekke'de hatırı sayılır
biriyim. Kendi kabilem olan Kureyş kabilesinin de başkanıyım. Ebrehe bana
hürmet gösterdi, ikramda bulundu. Beraberce oturduk. Bana:
İsteğin nedir? diye
sordu. Ben de:
İsteğim, el koyduğunuz
200 devemi bana geri
vermenizdir dediğimde, Ebrehe önce şaşırdı, sonra da öfkelendi. Ama
göstermemeye çalışarak;
Seni ilk gördüğümde
hoşuma gitmiştin. Kâ'be'yi yıkmamam için ricaya geldiğini zannetmiştim. Fakat
görüyorum ki, sen sadece develerini istiyorsun. Kâ'be'yi yıkmamam için istekte
bulunmadın, dedi. Ona:
Ben sadece develerin
sahibiyim. Onları isterim. Elbette Kâ'be'nin de sahibi vardır. Onu, O
koruyacaktır, dedim.
Kâ'be'yi yıkmaktan
kimse beni men edemez, diyerek kızdı. Ona karşı koyacak gücümüz olmadığı için:
Orası beni
ilgilendirmez. İşte sen, işte
Kâ'be, dedim ve tekrar develerimi istedim.
Sonunda Ebrehe,
develerimi geri verdi. Ben de Ebrehe'nin Kâ'be'ye bir şey yapmaması için
develerimin hepsini kurbanlık olarak adadım.
Halk, çok korkuyordu.
Onlara «Korkmayıniz! Bu Kâ'be'nin sahibi vardır. Onu koruyacaktır!» dedim.
Halka güven aşıladım. Ebrehe'nin askerlerinin zararlarından korunmaları İçin,
dağlara çıkmalarını söyledim. Sonra Kâ'be'nin kapısının önüne geldim. Kapının
halkasına tütündüm, Yüce Allah'a yalvardım: «Ey Allah'ım! Bir kulun dahi kendi
evini korur. Sen de hürmeti ve saygınlığı tehlikeye uğramış olan bu evini koru.
Onların güçleri, Sen'in gücüne asla üstün gelemeyecektir...» dedim.
Ertesi sabah Ebrehe,
ordusuyla Mekke'ye yürüdü. Mekke'ye yakın bir yerde ordusunun başındaki
Mahmud adlı kocaman fil, aniden durdu. Hepimiz dağlardan bakıyor, olanları
seyrediyorduk. Ne yaptılarsa Allah'ın azabından korkup çöken Mahmud'u yerden
kaldıramadılar. Filin yönünü Mekke'ye ters yöne doğru çevirdiklerinde, fil
kalkıp hızla uzaklaşıyordu. Mekke'ye doğru çevirdiklerinde ise bir adım dahi
atmıyordu. Sanki yere saplanıp kalıyordu. Çünkü Allah'ın kutsal evine
saldırılmayacağım, saldıranın da cezalandırılacağını Mahmud anlamıştı. Bir fil
bile bunu anlamışken, Ebrehe anlamamakta ısrar ediyordu.
Onlar bu haldeyken,
aniden binlerce kuş sesleri duyduk. Allah'ım! Ne müthiş bir manzaraydı
çocuklar! Sanki yer-gök kuşlarla dolmuştu. Bu kuşlar (Ebabil Kuşları)
kırlangıçlara benziyor-lardı. İkisi ayaklarında, biri de gagalarında olmak
üzere üç adet ufak taş taşıyorlardı. Bu taşları Ebrehe'nin ordusu üzerine
bırakıyorlardı. Bir anda her taraf ana-baba gününe döndü. Çünkü taşlar kime
isabet ediyorsa hemen ölüyordu. Ordusu paramparça olan Ebrehe de yaralandı.
Ordusunu ve askerlerini
bırakıp kaçtı. Daha sonraları duyduğuma göre, Ebrehe Yemen'e vardıktan sonra
ölmüş. Böylece Yüce Allah küçük kuşlardan meydana gelen askerleriyle,
Ebrehe'nİn o gösterişli askerlerini öldürdü ve evi olan Kâ'be'sini korudu.
Ben ve Mekke halkı,
dağlardan tüm bu olanları hayret ve ibretle izliyorduk. Kuşlar gittikten sonra
dağlardan indik. Ebrehe'nİn askerlerinin derileri dökülmüştü. Meğer kuşların
taşıdığı taşlar kime isabet etmişse, derisi dökülerek ölmüştü. Yüce Allah
onları böylece cezalandırdı. Kendi evi olan Kâ'be'yi de korumuş oldu. .
Çocuklar! Bu olaydan
yıllar önce, kaybolan bugünkü Zemzem
kuyusunun yerini, rüyamda Allah bana göstermişti. Ben de onu
bulup ortaya çıkarmıştım. Bunun için Mekke halkı her ne kadar bana saygı
gösteriyorduysa da, bu olaydan sonra beni daha çok sevdi; daha çok saygı
gösterdi. Çünkü Yüce Allah, Kâ'be'nin kapısının halkasına tutunarak yaptığım
duayı kabul etmişti.
Fakat ben, Yüce Allah'ın Ebrehe'yi cezalandırıp evini korumasına daha
çok sevinmiştim. Daha önce adadığım
kurbanlık develerimin hepsini, kurban olarak kestim. Mekke'nin fakir ve
yoksulları, günlerce yiyip neşelendiler. Bu olay da «Fil Olayı» diye halkın
arasında meşhur oldu.
Sevgili çocuklar!
Yaşadığım bu zamanda insanlarımız hem Allah'a inanıyor hem de adı Lat, Menat,
Uzza, Hubel olan çeşitli putlara tapıyorlar. Putlar; hürmet ettiğimiz,
kâhinler ve sihirbazlar, danışıp sözlerini dinlediğimiz, fal okları ise
başvurduğumuz sıradan şeylerdir. Ayrıca insanlarımızın hoş olmayan çok kötü
birtakım adetleri de var: Kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleri gibi.
«Neden bunu yapıyorlar?» dediğinizi duyar gibiyim. Çünkü kız çocuklarından
utanıyorlar. Bu kötü adet içimize ne zaman yerleşmiş, nasıl kabul görmüş;
doğrusu ben de hatırlamıyorum. Fakat düşünüyorum da bu, olsa olsa içimizdeki
akılsızların ve Allah'tan korkmayanların işidir. Ama ömrümün şu son
günlerinde genellikle tüm Araplar-da kötülüğün hızla arttığını görüyorum. Bu
gidişattan endişe etmemek mümkün değil!
Çünkü haksızlık ve
zulüm her tarafı sarmış. İyilik adına ne varsa yeryüzünden silinmiş. İnsanların
birbirlerini öldürmeleri çoğalmış... Güçlü olanların zayıfları ezdiğini,
kabilelerini basıp kadın ve çocuklarını esir aldıklarını çokça duyuyorum.
Hırsızlık ve fuhuş çoğalmış ve gittikçe artıyor. İçki ve kumar ise halkımızı
birbirine düşürmüş. Yani insanlarımız ahlâktan ve faziletten gittikçe
uzaklaşıyoriar.
Ayrıca duyduğuma göre
şu anda dünyanın diğer ülkeleri de bizim gibi bozulmuş; ahlâktan, faziletten
ve doğru yoldan uzaklaşmışlar. Gerek Rum (Bizans) ve İran, gerek dünyanın diğer
ülkeleri olsun, oralara giden ticaret kervanlarımızdan duyduğuma göre, dünya
tamamen ahlâktan ve faziletten uzaklaşmış, adeta bir «cahiliye devri» yaşıyor.
İnsanlığın böylesine cahilce bir hayat yaşadığı başka bir devir ne duydum, ne
de gördüm. İçki, fuhuş, hırsızlık ve kız çocuklarını diri diri toprağa gömmenin
doğru şeyler olduğuna inanmadığım için, sevgili çocuklar; asla içki içmedim,
fuhuştan nefret ettim, hırsızlık yapanı cezalandırdım. Kız çocuklarını diri
diri gömenlere de elimden geldiğince engel oldum. Fakirleri ve yoksulları her
zaman doyurdum. Çünkü ben, bu dünyanın dışında başka bir dünyanın olduğuna
inanıyorum. Orada iyilik edenler mükâfat, kötülük yapanlar da ceza görecekler.
Bu sebepledir ki Allah'ın evi olan Kâ'be'yi ziyaret edip, hacı olmak İçin gelen
tüm insanlara Zemzem suyu ikram eder, ziyafetler veririm. Hatta Ramazan ayında
da yalnız başıma Hira Mağarasına gider, çokça düşünür, Allah'a dua ile meşgul
olurum. Bunu ilk defa adet edinen benim. Bu nedenle zaman zaman duyuyorum ki,
halkımız bana atam İbrahim peygambere nisbeten, «İkinci İbrahim» diyormuş.
Oğullarıma da sürekli
ahlâklı ve faziletli olmalarını tavsiye ediyorum. Size de bunu tavsiye
etmekten mutluluk duyarım. Çünkü insan doğru sözlü, iyi huylu, cesaretli,
adaletli, cömert, iyilik sever, şerefli ve saygın olduğu müddetçe ahlâklı ve
faziletlidir. Böylesi insanları herkes sever, sayar, saygı gösterir. Bu
zamanda bu özellikleri taşıyan insanlar az bulunur.
Fakat, laf aramızda
Sevgili Torunum Muhammed'in bu özelliklerin hepsini, hatta daha fazlasını
taşıyacağına, şanı büyük bir İnsan olacağına inanıyorum. Çünkü birçok kâhin,
sihirbaz, kral ve Yahudi ile Hıristiyan din adamları, zaman zaman bunu bana
çokça söylediler. Bu sebeple Torunumun büyük bir insan olacağını her zaman her
yerde söylemişimdir.
Evet sevgili çocuklar!
Benim gibi bir ihtiyarın, torunundan bahsettiğinde heyecanlanmaması mümkün
değil. Siz bu sevginin nasıl olduğunu, ancak benim gibi İhtiyar olunca
anlarsınız.
Sahi size Torunum
Muhammed'in doğumundan bahsedecektim değil mi? Sizinle böyle güzel bir şekilde
tatlı tatlı konuşmaya dalınca, biraz fazla konuştum galiba. İhtiyarlığıma ve
size olan sevgime bağışlayın.
Sevgili Torunum
Muhammed'in doğduğu sekiz yıl önceki günü, bugün gibi hatırlıyorum: O gün
Kâ'be'nin yanında kavmimden bazı insanlarla beraber oturmuş, konuşuyordum. Bir
müjdeci nefes nefese koşup yanıma geldi. Karşıma geçip; «Ey Abdulmuttaüb!
Gelinin Âmine bir erkek çocuk doğurdu. Gel de gör!» deyince, yerimde duramadım.
Soluğu gelinim Âmine'nin evinde aldım. Nasıl geldim, ben de hatırlamıyorum
çocuklar. O kadar çok sevinmiştim ki bu sevinçle gelinimin evine varıp, yeni
doğan Sevgili Torunuma sevgiyle baktım. Nasıl da tatlı, nasıl da şirindi...
Tüm sevgi, şefkat ve
merhametimle, oğlum Abdullah'ın hatırasını kucağıma aldım. Aklıma onu Kâ'be'ye
yani Allah'ın evine götürmek geldi. Hemen kucağımda Torunum, Kâ'be'ye vardım.
Onun için hayır dualarda bulundum. Tekrar Ami-ne'ye geri gönderdim.
Durun bakayım! Şöyle
bir düşüneyim. Eve-et! Torunum Muhammed, size az önce anlattığım «Fil
OIayı»ndan 50-55 gün sonra doğdu. (Hicri takvim denilen takvime göre)
Rebiülevvel ayının 12'sinde pazartesi günü sabaha doğru şafağın doğmasına
yakın, bu şehirde yani Mekke'de (Miladı takvime göre de 571 yılı Nisan ayının
20'sin-de pazartesi günü) Sevgili Torunum Muhammed dünyaya gözlerini açtı.
O gün bir şey
dikkatimi çekti çocuklar. Daha önce benim alnımdan oğlum Abdullah'ın alnına,
Abdullah'ın evlenmesinden sonra da gelinim Âmine'nin alnına
geçip parlayan o
«Nur»un, Âmine'nin alnında olmadığını fark ettim. Bu durum, gelinimin
doğumundan hemen sonra dikkatimi çekmişti. Anlaşılan o «Nur», doğmuştu. Demek
ki Sevgili Torunum Muhammed, o Nur'un ta kendisiymiş. Adem peygamberden bu güne
kadar alından alına geçip parlayan o Nur, Torunum Muhammed'in nuruymuş.
Düşünüyorum da bizi ve atalarımızı üstün kılan ve şeref sahibi yapan yine o
«Nur»muş.
Fakat ben, bunca
sevincimin yanı sıra hüzünlüydüm. Çünkü Nur Muhammed'im, dünyaya gözlerini
yetim olarak açmıştı. Annesi gibi, babası Abdullah'ın da bu mutlu günümüzde,
yanımızda olmasını ne kadar çok arzulamiştım. Ama ilahi takdir işte... Elden
ne gelir.
Sevgili çocuklar!
Doğumuyla beraber, Torunum Muhammed'in büyük bir insan olacağına
yorduğum birçok ilginç olaylar yaşandı.
Size bunlardan bahsetmek istiyorum. Eminim siz de benim gibi şaşıracaksınız.
Doğumundan sonra
gelinim Amine bana; «Gece rüyamda gördüm ki biri gelip; «Ey Amine! İyi
bilmelisin ki, sen bu ümmetin efendisine hamilesin. Doğduğu zaman adını
'Muhammet!' koya-sın!» dediğini söyledi. Kimseye de bunu söylememesini
tembihlemiş. Bu, beni daha çok sevindirdi.
Bir de Torunum
Muhammed'in doğduğu zaman ellerini dayamış, başını da göğe kaldırmış olarak da
doğması ve beşiğinde de gözlerini sürekli semaya dikmesi, beni ta o
zamanlardan beri hep düşündürmüştür. Çünkü bu durum, normal doğumlarda görülen
bir hâl değildi.
Yine gelinim Amine'nin
söylediğine göre; doğum yaklaşınca kulağına şiddetli bir ses gelmiş. O da
korkmuş. O esnada beyaz bir kuşun geldiğini görmüş. Kuş, kanadıyla Amine'nin
sırtını sıvazlamış. Aniden Âmine'den korku ve ürperme halleri geçmiş. Bir de
etrafına bakmış ki gayet uzun boylu birçok kızlar, etrafında pervane olmuş,
hizmet ediyorlarmış. Gelinim şaşırmış. Beyaz bir tas içinde ona şerbet
sunmuşlar. İçer içmez her tarafını bir nur kaplamış. O anda da Sevgili
Torunum doğmuş. Yaa çocuklar! Anlaşılan gelinim, cennet hurilerini veya melekleri görmüş. Bu
anlattıklarımı sadece gelinim yaşamamış. Yanındaki ebelerden Şifa Hatun da,
doğum esnasında doğu ve batı arasının nurla dolduğunu görmüş.
Ayrıca Torunum
Muhammed'in doğduğu sabah, şehrimizde ticaretle uğraşan bir Yahudi, Kâ'be'nin
yanında oturan Kureyşlilerin yanına gelmiş: «Bu gece sizlerden birinin çocuğu
doğdu mu?» diye sormuş. «Bilmiyoruz» demişler. Ertesi gün Torunumun doğduğunu
haber alan bu Yahudi hemen koşup Torunumu görmüş ve sırtına bakmış.
Biliyor musunuz
çocuklar? Sevgili Torunumun sırtında, tam kalbinin arkasında bir «Ben»
(peygamberlik mührü) doğumuyla beraber bulunuyordu. O Yahudi bu «Ben»i görünce
bayılmış. Ayıldıktan sonra: «Artık İsrailoğuIIarından pey-gamberlik gitti.
Bundan sonra başka peygamberler gelme ümidi bitti. Vallahi Kureyşliler Öyle
bir şerefe erecekler ki, şan ve şerefleri doğudan batıya kadar her yere
ulaşacaktır!» demiş.
Bu sözler çok hoşuma
gitmişti. Daha önce de size söylediğim gibi, Sevgili Torunum Muhammed'in büyük
bir insan olacağını, birçok kimseden duyacaktım. Bu Yahudi'nin söylediği de onlardandı.
Bu sıraladıklarımdan başka şeyler de olmuş. Yine daha sonraları, dünyanın başka
ülkelerinde de Torunumun doğduğu geceye rastlayan bazı ilginç olayların
olduğunu duydum. Onların hepsini de Torunum Muhammed'in şerefinin büyük
olacağına bağladım.
Meselâ, İran
hükümdarının sarayının 14 kulesi, o gece kendiliğinden yıkılmış. İranlı ateşe
tapan Mecusilerin bin yıldan beri sönmeyen kutsal ateşleri, o gece sönmüş.
Kutsal saydıkları Save adındaki gölleri kurumuş. Semave adındaki kutsal
vadileri de, yine o gece su baskınına uğramış.
Daha ilginci, İran
hükümdarının vezirinin görmüş olduğu bir rüyaymış. Meğer hükümdar az önce
söylediklerimle beraber bu rüyayı da duyunca, daha çok korkmuş. Vezirin
gördüğü rüyaya göre; birçok deve, hızlı koşan birçok atları, İran topraklarına
doğru kovalıyormuş. Hükümdar, bütün bu olayları ve rüyayı, Satih adında bir
kâhine yorumlatmış. Satih'in dediğine göre; 14 kulenin yıkılması on dört
hükümdar sonra İran devletinin ortadan kalkacağına, vezirin rüyasının ise
ilahî vahyin, yani sema ile ilgili haberlerin çoğalacağına ve «Asa Sahibi
Peygambersin geleceğine işaretıniş.
Bu haberler beni de
düşündüğüm konuda, yani Sevgili Torunumun şanının ve şerefinin büyük olacağı
hususunda umutlandırıyor. Çünkü tüm bu olaylar O'nun doğum gecesinde olmuş.
Yine Sevgili Torunum
Muhammed'in doğumuyla Mekkemizde de ilginç şeyler oldu: Halkımızın Kâ'be'nin
içine yerleştirdiği ve bulundukları yere kurşun dökerek kaynak ettikleri üç
yüz aitmiş put, o sabah yüzüstü devrilmiş bir halde bulundu.Halbuki hiç kimse
onları yerinden sökemezdi. Nasıl yüzüstü düşmüşlerdi? Anlaşılmadı.
Mekke halkı, bu olayı
aylarca konuştu. Bense olanları, yine Torunumun varlığına bağlıyorum. Ama
mahiyetini hâlâ çözebilmiş değilim.
Ayrıca Yahudiler,
Torunum Muhammed'in doğduğu gece, sağda solda «Ahmed'in Yıldızlanın doğduğunu
söylüyorlardı. Meğer kutsal kitapları Tevrat'ta «Ahmed'in Yıldızı»[3]diye
bilinen yıldızın doğduğu gece, «Ahmed» adlı bir peygamberin doğacağı
yazılıymış.
Hatta o gece,
gökyüzünden salkım salkım yıldızların döküldüğünü görenler de olmuş.
Sevgili çocuklar!
Sizce tüm bunlar bir tesadüf, bir rastlantı olabilir mi? Ben, tüm bu olay ve
gelişmelerin, Sevgili Torunum Muhammed'le ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu
sebeple O'nun şanının ve şerefinin büyük olacağına hep inanmışımdır.
Muhammed[4]
aleyhissalâtü vesselam
Evet sevgili çocuklar!
Gelinim Amine'nin de gördüğü rüya üzerine, Sevgili Torunuma «Muham-med» ismini
koydum. Doğumunun yedinci gününde de develer keserek, Mekke halkına ziyafetler
verdim. Onlara adeta bir bayram şöleni yaşattım.
Ayrıca kabilem olan
Kureyş'e de büyük bir ziyafet verdim. Sevincimi herkesle paylaştım. Herkes neşe
içinde yiyor, içiyor; beni tebrik ediyor, hayır dualarda bulunuyordu.
Bu şenlik içinde bir
ara biri, bana şunu sordu:
Ey Abdulmuttalib!
Doğumundan dolayı ziyafetler verdiğin bu Torununa ne isim verdin?
Muhammed İsmini
verdim, dedim.
Neden aile
fertlerinden birinin ismini vermedin de Muhammed ismini verdin? deyince, şunu
söylediğimi hatırlıyorum:
Muhammed ismini
verdim. Çünkü gökte Allah'ın, yerde de insanların O'nu övmelerini istedim.
Sevgili çocuklar!
Gelinim Âmine, Sevgili Torunum Nur Muhammed'i sütü yetmediği için, ancak bir
hafta emzirebiidi. Bu sebeple oğium Ebu Leheb'in cariyesi ve çok iyi bir kadın
olan Süveybe Hatun, bir süre Küçük Muhammed'imi em-zirdi. Daha sonra Sevgili
Torunumu süt anneye verdik.
Çocuklar! Belki siz de
duymuşsunuz. Mekke'mizin yani bizim buraların havası çok sıcak olduğu için,
çocuklara iyi gelmiyor. Bu nedenle çocuklarımızın daha sağlıklı ve daha
sıhhatli olmaları için havası güzel, rutubeti az, suyu tatlı olan ve kırlarda
yaşayan kabilelere gönderiyoruz. Orada daha sağlıklı ve sağlam vücutlu
oluyorlar.
Ayrıca şehirlerde
konuşulan Arapça dili, köylerde ve kırsal kesimde konuşulan Arapça'ya
göre daha bozuktur. Bu sebeple
çocuklarımızı süt annelere verip, kırlarda yaşayan kabilelerin bozulmamış
dillerini öğrenmelerini de istiyoruz. Onların bu bakım ve hizmetlerine
karşılık, memnun olacakları bir ücret de veriyoruz. Bu adet, eskiden beri
atalarımızın yaptığı güzel bir adettir.
Sad bin Bekir kabilesi
diye bilinen Sadoğulları kabilesi, kırsal alanda yaşayan, Arapça'yı çok güzel
ve düzgün konuşan bir kabiledir. Herkes çocuklarını özellikle bu kabileden olan
süt annelere veriyor.
O sene ben de Mekke'ye
gelen süt annelerden birine, Sevgili Torunum Muhammed'i vermek istedim. O yıl
Sadoğulları kabilesinden yine süt anneler gelmişti. Fakat kimse Sevgili Torunumu
almak İstemiyordu. Çünkü babasının olmadığını öğrendiklerinde, iyi ücret alamayacaklarını
düşünüyorlardı. Ayrıca o yıl, her tarafı bir kıtlık sarmıştı. Kadınlar da
ailelerinin geçimlerine katkıda bulunmak istiyorlardı. Çünkü hayvanları sütten
kesilmiş, yağmurlar yağmadığından kuraklık artmıştı.
Mekke'ye inen
Sadoğulları kabilesinden Halime adında bir kadın vardı. Kocası ve kucağında
süt emen bir çocuğuyla beraber yola çıkmışlardı. Onları taşıyan zayıf ve cılız
bir merkebleri varmış. Halime'nin daha sonra anlattığına göre bu merkebleri,
diğer kadınlardan yani kafileden hep geride kalıyormuş. Bunun içindir ki kafilenin
kadınları, Halime'ye kızıyorlarmış.
Halime ve kocası
Haris, Mekke'ye gelene kadar, kafilenin İlk gelen kadınlarının hepsi, bakabilecekleri
birer zengin çocuk bulmuş. Kendileri ise eli boş kalmış. Bu üzüntüyle Halime,
son bir umutla sokaklarda bir defa daha gezmeye karar vermiş. İşte tam o
sırada, ben de Sevgili Torunum Muhammed için bir sütanne bulmak ümidiyle gezerken,
Halime ile karşılaştım. Ona sordum:
Sen kimsin ey kadın?
Ben Sadoğulları kabilesinden
bir kadınım.
İsmin nedir?
Halime,
Ne güzel! Ne güzel!
Sad (mutluluk) ve hİ-lim (yumuşaklık) iki güzel özelliktir. Dünyanın hayrı,
ahiretin izzet ve şerefi bu iki özelliktedir. Ey Halime! Benim yanımda yetim
bir Torunum var. O'nu kabilenden bazı kadınlara emzirmeleri için teklif ettim;
kabul etmediler. Onu emzirmeyi kabul etmez misin? Belki onun sebebiyle bolluk
ve berekete
kavuşursun.
Bu teklifimden sonra
Halime'de bir durgunluk gördüm. Sanki tereddütlüydü:
Kocama danışmam için
bana müsaade et, dedi ve ayrıldı.
Ben de orada oturup
onu bekledim. Halime gidip kocası Haris'e durumu anlatmış. Eli boş dönmek
istemiyormuş. Bundan dolayı Torunum Muhammed'i almaya karar vermişler. Biraz
sonra geri geldiğinde teklifimi kabul ettiğini söyleyince, çok sevinmiştim.
Halime'yi hemen
gelinim Amine'nin evine götürdüm. Amine'nin evi, her zamanki gibi sade ve
mütevaziydi. Sevgili Muhammed'imin olduğu odaya alındı: Halime, Nur
Muhammed'ime bakmış. Süt gibi bembeyaz bir kumaşa sarılı bir halde, mışıl
mışıl uyuyormuş. Altında yeşil ipekten bir sergi serili olan yetim Torunumun
sevgisini, Halime'nin kalbine Yüce Allah yerleştirmiş. O'nu uyandırmaya
kıyamamış. Sevgili Torunum Muhammed'in güzelliğine hayran kalmış. Ellerini yavaşça
göğsü üzerine koyunca, Nur Yetimim uyanmış. Gülümseyen gözleriyle Halime'ye
bakmış.
Halime, O'nu kucağına
alır almaz emzirmeye başlamış. Normalde sütü kendi çocuğuna yetmezken, o anda
sütünün çoğaldığını fark etmiş. Bu duruma çok şaşıran Halime, Sevgili Torunum-
süt annenin kutlu
misafirila yaşayacağı bolluk ve bereketin, o andan itibaren başladığının
farkında değildi. Böylece hem kendi çocuğunu, hem de Sevgili Torunumu doyasıya
emzirmiş.
Halime ve gelinim
odadan çıktıklarında, Halime'nin kucağında sevgiyle kucaklanmış Sevgili
Torunum Muhammed'i gördüm. O'nu alıp götürdüğünü bugün gibi hatırlıyorum.
Bundan sonra Halime,
Sevgili Muham-med'imi her yıl bize getiriyor, birkaç gün kaldıktan sonra
tekrar götürüyordu. O'nu hem ben, hem de annesi Âmine, çok özlüyorduk. Hadi ben
neyse de, annesi daha çok üzülüyordu. Ona baktıkça içim parçalanıyordu.
Kocasının yokluğuna henüz alışamamışken, bir de Sevgili oğlundan uzak kalmak...
Şimdi düşünüyorum da; o, ancak Yüce Allah'ın verdiği sabırla dayanıyordu.
Yoksa bir anne, buna kolay kolay tahammül edemezdi,
Sevgili çocuklar! Nur
Muhammed'imin süt annesi Halime, her yıl Torunumu bize getirirken, başından
geçen olayları da anlatıyordu. Bu sebeple aradan geçen yıllar içinde,
Torunumun süt annesinde neler yaşadığını biliyorum. Neler yaşamamış ki...
Tüm bunları
düşündükçe, Nur Yetimimin büyük bir şan ve şerefe kavuşacağına olan inancım
pekişiyor. Hatta yaşayıp o zamanı görmeyi arzuluyorum. Fakat bu hasta ve
ihtiyar halimle, pek uzun yaşayacağımı zannetmiyorum çocuklar.
Anlattığına göre,
Halime Sevgili Torunumla bizden ayrıldıktan sonra, kocası Haris'in yanına
varmış. Hemen kabilelerine dönmek İçin, yola çıkmış bulunan diğer kadınların
peşlerine düşmüşler. Fakat inanılmaz bir şey olmuş: Mekke'ye geiirken
kafileden geride kalan o zayıf ve cılız merkepleri, birden canlanmış. Hatta
diğer kadınların hayvanlarını geride bırakmış. Kafiledeki kadınlar Halime'ye:
«Ey Halime! Gelirken üzerine bindiğin merkep bu değil miydi?» diye sorup hayretler
içinde kalmışlar.
Ben, bu durumu da
Sevgili Torunumun varlığına bağlıyorum. «Ondaki yüceliğin ve büyüklüğün bir
neticesidir,» diye düşünüyorum. Bunun içindir ki o merkep dahi güç ve kuvvet
bulmuştu.
Neticede Halime ve
kocası eve varmışlar. O yıl var olan kuraklıktan dolayı kabilelerinin hayvanları,
akşamları evlerine dönünce göğüslerinde ne süt bulunuyormuş, ne de tok
oluyorlarmış.
Fakat Sevgili Torunum,
Halime'nin evine götürüldüğü andan itibaren hem hayvanları bol
süt vermişler, hem de
evlerinde bolluk ve bereket çoğalmış. Yüce Allah onlara birçok hayırlar vermiş.
Hatta komşuları,
Halime'nin hayvanlarını memeleri süt dolu ve besili olarak gördükleri zaman,
kendi çobanlarına kizıyorlarmış: «Haİi-me'nin çobanı hayvanlarını nerede
otlatıyorsa, siz de onunla birlikte otlatsanıza!» diyorlarmış. Daha sonraları
Torunum Muhammed'Ie gelen bu bolluk ve bereket, tüm Sadoğulları kabilesine nasip
olmuş. Böylece Sadoğulları kuraklık ve kıtlıktan kurtulmuş.
Bundan dolayıdır ki
kocası Haris, sürekli Halime'ye: «Ey Halime! Bu getirdiğin Yetimin ayağı ne
uğurluymuş. O geldi geleli gecemiz-gündüzümüz hayroldu...» diyormuş.
Sevgili Torunum Nur
Muhammed, süt annesinin yanında iki yıl kaldı. Oldukça gelişti, büyüdü, çok
güzel bir çocuk oldu.
Amine'ye getirilişinin
ikinci yılında gelinim hasretle O'na sarıldı, bağrına bastı. Kavuşmanın sevinciyle
gözyaşları döktü.
Halime ise bolluk ve
bereket gördüğü yetim Muhammed'imi çok sevmişti. Ondan ayrılmak istemiyordu.
Gelinim Âmine'ye: «O'nun Mekke'de olan veba hastalığına yakalanmasından
korkarım. İyice büyüyünceye kadar benim yanımda bırak-san iyi olur,» diye ısrar
etti.
Gerçekten de o yıl,
şehrimizde veba hastalığı vardı. Amine de uygun görünce yetim Muhammed'imi,
hastalanmasın diye tekrar Halime'yie geri gönderdik. Böylece Halime sevinçle
geri dönerken biz yine hüzne gömüldük.
Sevgili çocuklar!
«Halime, yaşadığı olayları her gelişinde bize anlatıyordu» demiştim ya;
anattıklarından bir-iki tanesini size de anlatmak istiyorum. Torunuma neden bu
kadar düşkün olduğum hususunda siz de o zaman bana hak vereceksiniz:
Bir defasında Halime,
Sevgili Torunumla büyük bir pazar yerine gitmiş. Gelecekle ilgili haberler
verdiğini iddia eden bir kâhin de oradaymış. Herkes çocuğunu ona gösteriyor,
geleceği hakkında bilgiler öğreniyormuş. Halime de küçük Torunumu kâhine
göstermek istemiş. Kâhin gözlerindeki kırmızılığa ve sırtındaki «Ben»
(peygamberlik mührü)ne bakmış. Birden heyecanlanmış: «Ey Araplar!» diye bağırmış.
Halk toplanınca: «Şu çocuğu öldürünüz. Çünkü onda hükümdarlık alameti vardır,»
demiş. Bunun üzerine Halime, küçük Muhammed'imi alıp gizlice oradan uzaklaşmış.
Halk: «Hangi çocuk?» deyince, kâhin ortadan kaybolan Torunumu görememiş. «Az
önce bir çocuk görmüştüm. O size üstün gelecek, putlarınızı kıracak, sizi
yenecektir,» diye halka haber vermiş.
Daha sonra kâhin, Halime'nin
yanında olan Torunumla yine karşılaşmış. Küçük Torunum ise Halime'nin çadırına
girmiş. Kâhinin tüm ısrarlarına rağmen, Halime onu dışarı çıkarmamış. Kâhin
ise; «Bu çocuk peygamberdir! Bu çocuk peygamberdir!» diyerek aklını kaybedip
delirmiş.
Yine bir defasında
Şirin Muhammed'im ile süt kardeşi Abdullah, beraberce evlerinin arka taraflarında
koyunlarını otlatıyorlarmış. Diğer süt kardeşi olan Şeyma ise evde duruyormuş.
Abdullah öğle
sıcağında uykuya dalınca/ koyunlar sağa-sola dağılmış. Onları bir araya toplamak
için Yetim Muhammed'im, Abdullah'tan uzaklaşmış. O sırada beyaz elbiseli iki
adam aniden ortaya çıkmış ve Sevgili Muhammed'imi yakalamış.Ellerinde içi kar
dolu altın bir tas varmış. Sevgili Torunumu yere yatırıp göğsünü yarmışlar.
Tam bu sırada uykudan
uyanan Abdullah, olanları görünce, koşarak annesi Halime'ye haber vermiş.
Halime, telaş ve korku içinde olay yerine koşmuş. Fakat sadece Sevgili Torunum
küçük Muhammed'imi bulmuş. Yüzü, hafif beyazmış. Olanları sormuş. Yetim
Muhammed'im şöyle anlatmış olanı biteni: «... Süt kardeşimle birlikte koyunları
otlatıyorduk. O uykuya daldığı için, dağılan koyunları toplamak üzere
uzaklaştım. O sırada üzerlerinde beyaz elbise bulunan iki adam, içi kar dolu
altından bir tas ile yanıma geldi. Beni tutup göğsümü yardılar. Kalbimi
çıkardılar. Onu da yarhp içinden siyah ve donmuş (pıhtılaşmış) bir kan
parçasını çıkarıp attılar. Sonra göğsümü ve kalbimi o karla iyice yıkayıp
temizlediler...»
süt annenin kutlu
misafiri
Sevgili çocuklar!
Haİime'nin kocası Haris, bu olaydan önce bir grup Yahudi'nin ve bazı kâhinlerin,
Nur Muhammed'imi öldürme girişiminde bulunduklarını biliyormuş. Bu sebeple
Torunumun göğsünün yarılması olayından dolayı da çok korkmuş: «Ey Halime! Bu
çocuğun başına bir felaket gelmeden önce, onu hemen ailesine götürüp teslim
et» demiş.
Ömrünün dört yılını
süt annesinin yanında geçiren Sevgili Muhammed'im, beş yaşında iken, annesi
Âmine'ye teslim edilmek üzere Mekke'ye getirildi. Fakat yolda Haİime'nin
yanında, her nasılsa kaybolmuş. Halime durumun farkına varınca, şaşkınlık ve
üzüntü içinde feryat ve figan etmiş. Ne yapacağını bilememiş.
Doğruca bana geldiği
anı hatırlıyorum. O gün ne kadar da üzgün, ne kadar da telaşlıydı. Önce onu
sakinleştirdim. Sonra endişeyle Sevgili Muhammed'imi aradım. Hatta tüm kabilem
benimle beraber aradı. Ama yine de bulamadık.
Kabilemle beraber
doğruca Kâ'be'ye gidip ellerimi Allah'a açtım. Tıpkı Fil Oîayı'nda olduğu gibi
Allah'a yalvardım: «Ya Rab! Kavmimin hepsi aradıysa da, Torunumu bulamadı. Ne
olur, Muhammed'imi bana geri ver Allah'ım!» diye gözlerim dolu dolu ağladım.
O anda bir ses duydum:
«Ey insanlar! Feryat etmeyiniz! Şüphesiz ki Muhammedin Rabbi vardır! Onu
yardımsız bırakmaz ve kaybetmez!» dedi. Bunun üzerine: «Onun nerede olduğunu
bize haber ver!» dedim. O ses, şöyle dedi: «O, Tihame vadisinde sağdaki ağacın
yanındadır.»
Bu haberi duyduktan
sonra hiç durur muyum? Hemen oraya koştum. Sevgili Torunum Mu-hammed'imi,
söylenildiği yerde buldum. Şefkatle kucağıma aldım. Doğruca Âmine'ye getirip
teslim ettim. Bundan dolayı da Mekke halkına ziyafetler verip, sevincimi
herkesle paylaştım. Halime de Sevgili Muhammed'imin bulunmasına sevinmişti. Ona
ücret olarak memnun olacağından fazlasıyla mal verip, kabilesine geri
gönderdim.
Evet sevgili çocuklar!
Görüyorsunuz ya! İhtiyarım; ama hafızam o kadar da zayıflamamış. Çok
konuştuğum için ağzım kurudu. İzninizle bir tas su içeyim...
Ooh! Elhamdülillah
(Allah'a hamdolsun). Siz de su içerken «Elhamdülillah» diyorsunuz değil mi?
Aferin size.
Eveet! Ne diyordum
çocuklar? Haa! Hatırladım. Halime'yi kabilesine geri gönderdiğimi söylemiştim.
Kaldığım yerden devam edeyim:
Halime, Nur
Muhammed'imi beş yaşına girdiği zaman gelinim Âmine'ye teslim etti. Bundan
sonra Küçük Muhammed'imin hayatında yeni bir dönem başladı. Artık annesinin
yanında kalacak, onun her konuda sevinci olacak ve onun terbiyesinde
büyüyecekti.
Sevgili Muhammed'im,
süt annesinin yanında dilimiz Arapça'yı çok güzel ve düzgün bir şekilde
konuşmayı öğrenmiş, oldukça sıhhatli ve sağlıklı bir çocuk olmuştu. Gül gibi
güzel bir şekilde yetişmiş, fidan gibi büyümüştü.
Annesinin yanında da
gün geçtikçe serpilip büyüyen Küçük Muhammed'im, annesinin gözbebeğiydi.
Biliyor musunuz çocuklar? Torunum-dur diye söylemiyorum. Fakat gerçekten Küçük
Muhammed'im yaşından umulmadık bir olgunluk gösteriyor, her konuda annesine
yardımcı oluyor, ona mutluluk veriyordu. Çünkü her ziyaretimde gelinim
Âmine'nin gözlerindeki mutluluğu, hemen fark ediyordum.
Ayrıca Küçük
Muhammed'im de annesine karşı çok saygılı olmasının yanı sıra, temizliğine çok
dikkat ediyor, asla üstünü başını kirletmiyordu.
Annesi, bu sebeple
O'na hayrandı. Herkes Sevgili
Muhammed'imin bu güzel ahlâkını seviyor, beğeniyordu.
Arkadaşları da O'nu
çok seviyor, O'nunla beraber olmayı çok istiyorlardı. O da arkadaşlarına
yardımcı olmaktan mutluluk duyuyordu. Arkadaşlarına en güzel şekilde
davranıyor, asla kırıcı olmuyordu. Haydi, siz söyleyin çocuklar. Böyle bir
Torun sevilmez mi? Ömrümün şu son günlerinde benim tek teselli kaynağım O'dur.
Sevgili çocuklar!
Günler böylece geçip giderken bir gün gelinim Âmine, kocası Abdullah'ın
kabrini ziyaret etmek istedi. Bunun için Medine'ye gitmek gerekiyordu. Çünkü
oğlum Abdullah, orada vefat etmiş, dayıları tarafından orada mezara
konulmuştu.
Amine, hem bu ziyareti
yapmak, hem de Nur Muhammed'imin dayılarında bir müddet kalmak istiyordu.
Nihayet altı yaşına
girmiş olan Torunumla beraber, yanlarında da Torunumun dadısı Ümmü Eymen olduğu
halde, Medine'ye doğru yola çıktılar. dur
Sıcak bir havada yola
çıkan gelinim Âmine, birkaç gün sonra Medine'ye varmış. İlk iş olarak,
kocasının mezarını ziyaret etmiş. Amine, sanki elinden tuttuğu Yetim
Muhammed'imi kocasına göstermek istermişçesine, Abdullah'ın mezarı başına
götürmüş. Yüreğinden yaralı bir ceylan gibi olan gelinim, kocasının mezarı
başında uzun uzun ağlamış.
Daha sonraları Sevgili
Torunumun dadısı Ümmü Eymen'in bana anlattığına göre, Sevgili Torunum Muhammed
de babasının mezarına gözyaşlarını armağan etmiş. Hangi çocuk olsaydı ağlardı,
üzülürdü babasının mezarı başında; değil mi çocuklar?
Nur Muhammed'im, bir
ay kadar annesiyle beraber dayılarının yanında kaldı. Orada yüzmeyi de
öğrendi. Yaşıtı olan arkadaşlarıyla güzel günler geçirdi.
Yine Ümmü Eymen'in
anlattığına göre, Sevgili Torunum Medine'de olduğu günlerden bir gün,
dayılarının evi önündeyken; bazı Yahudiler onu görmüşler. Ona bakıp: «Bu
ümmetin peygamberi, işte bu çocuk olsa gerek» demişler. Meğer Allah'ın
göndereceği «Son Peygambersin özellikleri, Yahudi ve Hıristiyan'ların
kitaplarında yazıfıymış. Hatta onlar, kendi çocuklarını tanır gibi onu
tanıyorlarmış. Zaman zaman bizlere de bu peygamberin yakında ortaya çıkacağını
söylüyorlar.
Ümmü Eymen'in haberdar
etmesi üzerine, gelinim Amine, Yahudilerin söylediklerinden korkmuş. Sevgili
Muhammed'ime bir zarar gelmesin diye, Mekke'ye dönmeye karar vermiş. Hemen
hazırlıklarını yapıp yola çıkmışlar. Bir müddet yol aldıktan sonra, gelinim
Âmine aniden rahatsızlanmış. «Ebva» denilen köyün yakınlarında vefat etmiş.
Fakat ölmeden önce
Yetim Muhammed'ini yanına çekmiş, doyasıya seyretmiş. Küçük ellerini, gözlerini
öpmüş. Sonra da daha önce hamileyken gördüğü rüyasını kastederek şöyle demiş:
«... Eğer rüyamda gördüklerim doğruysa, sen yüce ve cömert olan Allah
tarafından, insanlara helal ve haramı bildirmek üzere gönderileceksin... Her
yaşayan ölür. Her yeni eski olur. Her yaşlanan da ölür. Ben de öleceğim. Fakat
adım, ebediyyen anılacaktır. Çünkü temiz bir oğul doğurmuş, arkamda hayırlı
bir evlat bırakmış bulunuyorum...» Bu son sözlerinden sonra ruhunu Allah'a
teslim etmiş.
Neyse çocuklar! Sizi
de üzmeden devam edeyim: Ümmü Eymen, gelinim Âmine'nin defnedilmesinden sonra
hem yetim, hem de öksüz kalan Sevgili Torunum Muhammed'imi bana getirdi.
Başlarından geçenleri ayrıntılarıyla anlattı. Artık Nur Muhammed'im annesiz ve
babasızdı. Fakat ben henüz ölmedim sevgili çocuklar. Onu hiçbir zaman yalnız
bırakmadım, bırakmayacağım da. Bundan dolayıdır ki o da beni çok sever. Onu
özenle büyütüyorum. Şefkatimi, merhametimi ve sevgimi hiçbir zaman ondan
esirgemedim. Yanımdan ayırmadım. Gözbebeğim gibi üzerine titriyorum. Laf
aramızda onu çok seviyorum.
Size bir anımı
anlatmak istiyorum çocuklar: Benim Kâ'be'nin duvarı gölgesinde, sürekli serili
olan koyun postundan bir minderim var. Kureyş'in başkanı olduğum için,
oğullarım dahi hiç kimse orada yerimde oturmaya cesaret etmez. Fakat Sevgili
Muhammed'im, bu konuda serbesttir. İstediği zaman minderimin üzerine
oturabilir. Nitekim oturuyor da.
Bir gün oğullarımdan
birisi, küçük Muhammed'imin minderime oturmasına engel oldu. Bunun üzerine
Sevgili Torunum ağladı. İhtiyar yüreğim buna dayanmadı. Onlara kızdım:
Küçük Muhammed'imi
bırakınız! O'nun kendisinden önce geçmiş ve sonradan gelecek hiçbir Arabın
kavuşamayacağı bir şerefe kavuşacağını umuyorum, dedim. Torunumu alıp yanıma
oturttum.
Ben, onsuz yemek de
yemem. Çünkü sofrada o olduğunda her zaman bir bereket, bir bolluk görüyorum
çocuklar. Dizime oturtup, en güzel yemeği ona yediririm. Fakat ona olan bu
sevgime karşılık, ondan hiçbir zaman uygunsuz bir hareket, bir davranış
görmedim. Sizin gibi çocuk olmasına rağmen, çok terbiyelidir benim Torunum.
Onda büyük adamların ahlakını görüyorum.
Şöyle bir hatıram var
ki, bu konuda beni haklı çıkarıyor: Bir gün yine Kâ'be'nin yanında oturuyordum.
Müdlicoğullan diye bilinen bir kabile var. Bu kabileden olanlar, insanların
ayak izlerine bakarak, bir insanın nasıl özellikler taşıdığını bilirler.
İşte bu kabileden olan
bir grup insan, Kâ'be'ye doğru gelirken, Nur Muhammed'imin yerdeki ayak
izlerini görmüş, izlemişlerdi. Torunum yanıma gelince, peşinden onlar da
geldiler.
Bu çocuk senin
soyundan mıdır? dediler.
Evet, dedim.
Onların söylediği şu
sözleri hiç unutmam:
O'nu iyi koru! Çünkü
biz, İbrahim peygamberin makamındaki ayak izine, bu çocuğun ayak izinden daha
çok benzeyenini görmedik.
Torunumda büyük
adamların ahlakı ve şanı olduğunu söylemekte haksız mıyım çocuklar?
Yine benim,
Hıristiyanların din adamı olan bir dostum vardı. Bir gün onunla sohbet ediyorduk.
Bana; «İsmail peygamberin soyundan gelecek olan 'Son Peygamber'in sıfatlarını
kitaplarda bulduk. Doğum yeri burası (Mekke)dir. Özellikleri şunlar şunlardır»
dedi.
Biz böyle konuşurken,
aniden Sevgili Mu-hammed'im çıkageldi. Dostum olan Hıristiyan din adamı, Nur
Muhammed'imi görünce, ona İyice dikkat etti. Bana da bazı sorular sordu.
Neticede bana; «Onu iyi koruyunuz!» dedi.
İşte bu sebeple Nur
Muhammed'imi titizlikle koruyorum. Çünkü yaşadığım ve şahit olduğum birçok
olay, bana O'nun şanı büyük bir insan olacağını gösteriyor.
Evet çocuklar! Galiba
başınızı ağrıttım. Hem ben de çok yoruldum. İnsan ihtiyar olunca benim gibi
çabuk yoruluyor. Şu anda dışarıda oynayan Sevgili Torunum Muhammed, sekiz
yaşında gürbüz bir çocuk. Onun hakkında günlerce konuş-sam yine de bıkmam.
Fakat dediğim gibi sizi de yormak istemem.
Bu sebeple sizi yalnız
bırakacağım. Şöyle uzanıp yatağımda biraz
dinlenmek istiyorum.
Umarım kusura
bakmazsınız. Müsaadenizle çocuklar... Hoşça kalın, sizler de Torunum gibi iyi,
terbiyeli ve ahlaklı çocuklar olun emi?
Merhaba sevgili
çocuklar! Benim adım Ebu Talib. Sevgili Muhammed'in dedesi Abdul-muttalib,
benim babamdır. Sizin de anladığınız gibi ben Sevgili Muhammed'in amcasıyım.
Şu anda 87 yaşlarında[5] bir
ihtiyarım. Birkaç gün önce Kureyşlilerin bana, Yeğenim Muham-med'e, O'na uyan
tüm Müslümanlara ve akrabalarımıza uyguladığı ambargo[6] ve
boykottan[7] yeni
çıktık. Üç yıl boyunca birçok hakaretler gördük. Nice çileler çektik. Kendi
çektiklerimden çok, Sevgili Yeğenim Muhammed'in çektiklerine ve gördüğü
hakaretlere üzülüyorum.
Merak mı ettiniz neler
çektiğimizi? Pekâla çocuklar, size Sevgili Yeğenimin neler çektiğini
anlatacağım. Fakat anlatacaklarımı daha iyi anlamanız için, Sevgili Yeğenim
Muhammed'i yanıma aldığım günden itibaren anlatmaya başlarsam, daha güzel
anlayacağınıza inanıyorum. Yeğenimin o günden bu güne kadar yaşadıklarını
anlatmak, bana da mutluluk verir.
Tabii ki o günden bu
güne yıllar geçti. Yeğenimi evlendirdim. Çocukları oldu. Şu anda da İslâm
dininin peygamberi olarak hâlâ benim koru-marndadır. Onu hâlâ çok seviyorum.
Hayatımın sonuna kadar da yanında olmaya devam edeceğim.
Evet sevgili çocuklar!
Hazır mısınız? Nasıl? Demek hazırsınız. Öyleyse bana birazcık müsaade edin.
Şöyle rahatça oturayım. Evet, şu sedire de yerleştim mi tamamdır! Hah şöylee!
Şimdi oldu.
Sevgili çocuklar!
Yıllar önce babam Abdui-muttalib, hastalanıp yataklara düştüğünde, gittikçe
sağlığı bozuldu. Bir müddet sonra da vefat etti.
Üzüldünüz değil mi?
Ben de o gün çok üzülmüştüm. Ama elden ne gelir. Her neyse...
Hatırladığım kadarıyla
babam, o hastalık günlerinden birinde beni ve diğer kardeşlerimi çağırmıştı.
Ebu Leheb, Hamza, Abbas, Zübeyr, ben ve diğer kardeşlerim babam Abdulmuttalib'in hasta
döşeği etrafında oturduk. Dikkatli ve saygılı bir şekilde, edeplice onu
dinliyorduk.
Hiç unutmam; Küçük Muhammed
de dedesinin etrafında pervane misali dolanıyor, ona hizmet etmeye
çalışıyordu. Babam Abdulmuttalib, küçük Muhammed'in elinden tuttu, yanına oturttu.
Babamın bizi küçük Muhammed için çağırdığını biliyordum. Zaman zaman çok
sevdiği Sevgili Muhammed'i, emin birine teslim etmeden ölürse gözleri açık
gideceğini söyler dururdu. Bize, ölümün kendisine yaklaştığını ve yakında öleceğini
söyledi. Geride bırakacağı Sevgili Muham-med'e iyi bakmamızı tavsiye etti.
Ben ve Zübeyir Sevgili
Yeğenimizi yanımıza ve korumamıza almak istediğimizi söyledik. Bunun üzerine
aramızda kura çekildi. Sevgili Yeğenim Muhammed bana kaldı. Zaten bu sırada o
da gelip, boynuma sarılmıştı.
Çünkü amcaları içinde
-aramızda kalsın çocuklar- beni daha çok seviyordu. Tabi ben de Yeğenimi çok
seviyordum. Aramızda amca-yeğen ilişkisine dayanan Özel bir sevgi vardı. Yüce
Allah O'nu bana sevdirmişti.
Babam da Sevgili
Muhammed'in benim korumamda kalmasından memnundu. Çünkü
mın arzusu da benden yanaydı. Bundan
sonra bana dönerek;
O, ilahi bir
emanettir. O'nu sana emanet ediyorum. Her şeye rağmen O'nu koruyacağına dair,
bana açık bir şekilde söz vermeni istiyorum ki gönlüm rahat olsun, gözlerim
arkada kalmasın, dedi. Ona:
Sen hiç merak etme
babacığım. Onu kendi çocuklarıma, hatta canıma bile tercih ederim. Bana
güvenebilirsin. Hayatta olduğum müddetçe onun zarar görmeyeceğine söz
veriyorum, dedim.
O gün babam, sanki
tamamen iyileşmiş gibi sevindi; mutlu oldu. Fakat yakalandığı bu hastalık onu
bırakmadı. Neticede seksen yaşını aşmış olarak vefat etti. Torununun sevgisine
doymayan babama, Mekke halkının hepsi ağladı. Fakat belki de içimizde en çok
ağlayan, en çok üzülen Sevgili Yeğenim Muhammed oldu. O gün, O'nu babamın
cenazesi arkasına takılmış, ağlar bir halde gördüğümü hiçbir zaman unutmadım...
Babam Abdulmuttalib'in
vefatından sonra sekiz yaşındaki Sevgili Yeğenim Muhammed, artık benim evimde,
benim korumamdaydı. Halbuki çocuklar, aslında ben çok fakir bir insanım. Fakat
gönlümün zengin, nefsimin kanaatkar olduğunu, tüm Mekke halkı bilir. Bu
sebepledir ki babamın vefatından sonra, Kureyşlilerin seyyidi ve ileri
gelenlerinden oldum. Herkes tarafından saygı ve hürmet gördüm.
Ben de babam gibi kötü
alışkanlıkları olmayan, içki içmeyen biriyim. Kötü ve çirkin olan şeylerden
uzak dururum. Size de tavsiye ederim. Bir de Sevgili Yeğenim Muhammed'İn üzerine
titrerim. Çocuklarım çok olmasına rağmen, benim gözümde Yeğenimin yeri
apayrıdır. Onu çocuklarımdan üstün
tutarım dersem, abarttığımı zannetmeyin. Hazırlanan
yemeğe o gelmeden başlamam. Neden mi? Çünkü babam henüz hayattayken
fark etmiş ve şahit olmuştum ki, Yeğenim Muhammed sofrada olduğu zaman, ben ve
çocuklarım doyarak kalkıyorduk. Muhakkak ki bu hâl, O'nun varlığının bereketine
bağlıydı.
Sevgili çocuklar!
Yeğenim Muhammed sekiz yaşında olmasına rağmen, hiçbir zaman sofrada uygunsuz
hareketlerde bulunduğunu görmedim. Benim çocuklarım gibi sofra kurulur
kurulmaz, yemeklere saldırmazdı. Zamanını bekler, acele etmez, Öylece yerdi.
Hatta rahatsız olmasın diye, ona ayrı sofra dahi kurduğum olurdu. Açlıktan ve
susuzluktan, gerek çocukluğunda olsun, gerek büyüklüğünde olsun, hiç şikayette
bulunduğunu duymadım.
Yeğenim küçük
Muhammed'in hayran olduğum bir yönü de sabahları yatağından kalktığında,
ellerini yüzünü yıkayıp parlak yüzlü, sürmeli gözlü ve saçları taranmış olarak
güne başlamasıy-di. Halbuki benim çocuklarım, sabahleyin yataklarından
kalktıklarında gözleri çapaklı, suratları asıktı. O'nun kadar temizliğe dikkat
etmezlerdi.
Ben, Yeğenimi çok
severim. Ama hanımım Fatıma, onu benden daha çok sever. Sanki Yüce Allah,
hanımımın kalbine, O'nun sevgisini benden daha çok yazmış. Kendi çocukları aç
dururken, önce Sevgili Muhammed'i doyurur, saçlarını tarar, gül yağıyla
yağlardı. Yeğenim Muhammed'in sevgisi bir başkadır çocuklar.
Sevgili çocuklar!
Günler geçiyor, bir inci olan Yeğenim Muhammed, gittikçe büyüyor, serpiliyordu.
On yaşlarına basmıştı. Daha önce size söylediğim gibi, ben fakir bir insanım.
Sevgili Yeğenim bu küçük yaşında dahi benim fakirliğimi düşünüp, bana yardım
etti.
Sakın «O küçüktü.
Nasıl yardım etmiş olabilir?» demeyin! Anlatayım: Benim koyunlarım vardı.
Onlara ücretle çoban tutmamam için, Küçük Yeğenim
koyunlarıma çobanlık yapmak istedi. Hem de çobanliğıyia övünüyordu. Çünkü
çobanlık, utanılacak bir şey değil.
Zannedersem O'nun gibi
yüksek yaratılışta olan insanlar için çobanlık, manevi bir eğitimdi. Bu
düşüncemi bugünkü tecrübeme dayanarak söylüyorum. O zamanlar Yeğenimin,
peygamber olarak ortaya çıkacağını bilmiyordum. Ayrıca Davut ve Musa
peygamberlerin de çobanlık yaptıklarını duymuştum.
Böylece Yetim Çoban
Yeğenim, geçimime az da olsa yardımda bulunuyordu. Çünkü yeni bir çoban
tutmadım ve hayvanlarım için de ayrıca çoban parası vermedim. Bir yıl kadar
Sevgili Yeğenimin yaptığı çobanlıktan çok faydalar gördüm.
Bazen O'nun, çobanlığı
esnasında yeryüzünü ve gökyüzünü uzun uzun gözetleyip düşündüğünü, dalıp
dalıp gittiğini duyuyordum. Sevgili Yeğenimin, her zaman hayır ve iyilik
düşündüğünü biliyorum. Boykottan çıktığımız bugün İtibarıyla düşünüyorum da,
Yüce Allah'ın O'nu peygamberliğe hazırladığı neticesine varıyorum. Çünkü O'nun
peygamberliğini ilan ettiği dönemi yaşıyorum. Zaten Kureyş'in bize ambargo ve
boykot uygulaması da, Yeğenimin peygamberliğini ilan etmesinden dolayıydı.
Sevgili çocuklar!
Yeğenim Muhammed on iki yaşlarında iken, Şam şehrine ticaret yapmak gayesiyle
gitmeye karar verdim. Şam, Mekke'mizden birkaç aylık uzak bir mesafededir. Bu
kadar uzak olan bir yere yapacağım yolculuğa, Sevgili Muhammed'i götürmeyi
istemedim. Çünkü, «Bu uzun yolculuğa dayanamaz» diye düşünüyordum.
Bu meseleyi aile
içinde de konuşmuş olduğumdan, Yeğenim duymuş ve O'nu götürmeyeceğim için çok
üzülmüş. Fakat bunu kimseye söylememiş. O'nu böyle mahz|fn görünce:
Ey Yeğenim! Ne oldu
sana? Herhalde seni götürmeyip geride bırakacağım için ağlıyorsun, dedim. O
da:
Evet amcacığım. Beni
kime bırakıp gidiyorsun? Ne babam var, ne annem!., deyince, sevgili çocuklar,
İliklerime kadar titredim. O kadar çok duygulandım, o kadar çok duygulandım ki:
Vallahi seni yanımda
götüreceğim. Hiçbir zaman ne sen benden ayrılacaksın, ne de ben senden
ayrılacağım, dedim. Bunun üzerine sevinçle boynuma bir anlısı vardı ki anlatamam çocuklar!
Böylece Yeğenim
Muhammed'i de yanıma alarak yola çıktım. Busra denen kasabaya geldiğimizde,
orada dinlenmek için konakladık. Meğer burada Bahira adında bir rahip yaşarmış.
Biz Bus-ra'ya yaklaşırken, o da kilisesinin[9]
penceresinden kervanımızın gelişini seyrediyormuş. Aniden bir şey dikkatini
çekmiş: Bir bulut, kervanımızla beraber ilerliyormuş. Kervanımız nereye doğru
gitse, bulut da oraya doğru yöneliyor, ayrıimıyor-muş. Böylece sürekli gölge
yapıyormuş.
Biz konakladığımızda, bir
ağacın altında
oturan küçük Muhammed'e o bulut, gölge
yapmış. Hatta rahip, o ağacın gölge olsun diye Yeğenime dallarını eğdiğinin
de farkına varmış. Bunlara şahit olan Bahira, çok şaşırmış. Çünkü yanında çok
eski bir kitap varmış: O kitapta; Busra'ya bir peygamberin yolculuk yapacağı,
Yeğenimin oturduğu o ağacın altında dinleneceği, sürekli bir bulut tarafından
gölgeleneceği, altında dinleneceği ağacın da dallarını ona gölge yapmak için
eğeceği yazılıymış. Bu özellikler gelecek son peygamberin özellikleriymiş.
Aslında Busra'ya doğru
yola çıktığımızdan bu yana Yeğenime gölge yapan bulutu, ben de farketmiştim.
Hatta altında dinlendiği ağacın dallarını O'na gölge yaptığını da... Fakat
rahip Bahira kadar dikkat etmemiştim. Çünkü Bahira'nın yanındaki eski kitapta
yazılı olanlardan haberim yoktu. Ama rahip Bahira'dan bu özelliklerin kitaplarında
yazılı olduğunu sonradan duyunca hem sevindim, hem şaşırdım. Çünkü Yeğenimin
şan ve şerefinin büyük olacağını babam hep söyler dururdu.
Rahip Bahira, bu
gördüklerine şahit olunca, işin sırrını çözmek için hemen bir ziyafet
hazırladı; hepimizi davet etti. Hepimiz gidip sofraya oturduk. Tuhaf bir
şekilde hepimizin yüzlerine bakıyordu.
Her hâlde görmek
istediğini bulamamıştı ki:
Arkadaşlarınızdan
gelmeyen var mı? diye sordu.
Sadece en küçüğümüz
olan bir çocuk kaldı, dedim.
Kervanımızın yanında
biz yemek yiyene kadar, gözcülük yapması İçin Yeğenim Muham-med'i bırakmıştım.
Rahip Bahira, ısrarla O'nun da gelmesini istedi. Bu ısrar karşısında ben de
Sevgili Yeğenimi getirmesi için, birini gönderdim. Küçük Muhammed yemek
yerken, Bahira O'nu dikkatli bir şekilde süzüyordu.
Sonradan kendisiyle
konuştuğumda, kitaplarında özellikleri yazılı olup, gelecek son peygamberin
tüm özelliklerini, Sevgili Yeğenim Muhammed'de gördüğünü söyledi.
Bu arada yemek yemekle
meşgul olan Yeğenim Muhammed'e yaklaştı. Aralarında şöyle bir konuşma geçti:
Ey çocuk! Sana bazı
şeyler soracağım. Lat ve Uzza hakkı için soracaklarıma cevap ver.
Lat ve Uzza'ya yemin
vererek bana bir şey sorma. Vallahi ben, onlardan nefret ettiğim kadar hiçbir
şeyden nefret etmem.
Öyleyse Allah adına
soracaklarıma cevap ver.
İstediğini sor.
Bahira, merak ettiği
şeyleri sordu. Aldığı cevaplar onu tatmin etmişti. Yeğenim Muhammed'in sırtına
da baktı. Yeğenimin sırtındaki «Ben» (peygamberlik mührü)nü de gördükten sonra
hiçbir şüphesi kalmamıştı.
O, Yeğenim Muhammed'in
«Son Peygambersin tüm özelliklerini taşıdığına inanıyordu. Bundan dolayı da
beni bir kenara çekip, bir de benimle konuştu:
Bu çocuk senin
soyundan mıdır?
Oğlumdur.
O senin oğlun olamaz.
Babasının sağ olmaması lazım, dedi. Doğrusu şaşırmıştım. Ona:
O, benim kardeşimin
oğludur, dedim.
Babasına ne oldu?
Annesi O'na
hamileyken, babası vefat etti.
Annesi ne oldu?
O da vefat etti.
Doğru söyledin.
Bu konuşmanın sonunda
Bahira'nın bana söylediklerini asla unutamam:
Bu Yeğenini memleketine
hemen geri götür. Yahudilerin O'na zarar vermelerinden sakın. Vallahi
Yahudiler, benim O'nda gördüğüm şeyleri aniarlarsa O'na kötülük yapmaya
kalkışacaklardır. Senin bu Yeğenin, ileride çok büyük bir şan sahibi olacaktır.
O'nu memlekete götürmekte acele et!..
Doğrusu Bahira'nın bu
sözlerinden sonra, içime korku düştü. Doğumundan beri Yeğenim-deki ilginç
durumlardan dolayı özellikle babam beni tembihlemiş, dikkatli olmamı
söylemişti. Ben de hemen Şam'a gitmekten vazgeçip, orada ticare. mallarımı
sattım. Sevgili Yeğenimle beraber Mekke'ye geri döndüm.
Evet sevgili çocuklar!
Sevgili Yeğenim Mu-hammed, gençlik yıllarına erişmişti. Yüzü daima parlayan bir
nurla kaplıydı. Görenlerin O'nu sevmemesi mümkün değildi. Gören: «Bu yüzün
sahibi yalancı olamaz,» diyordu. Gülümsediğinde, dişleri inci gibi parlardı.
Kimseyle arasını bozmaz, kimseye kötü söz söylemezdi. Daima sözünde durur,
doğru söylerdi. Bu özelliğinden dolayı kabilem Kureyş, Yeğenime
«Muhammedû'l-Emin» (Güvenilir Muhammed) dedi. O günden bu yana hâlâ Yeğenim bu
şekilde çağrılıyor. Sevgili Yeğenim böylece, bu şekilde meşhur oldu.
Ayrıca hiç kimseyle
çekişmez, çok konuşmaz, faydasız ve boş şeylerle uğraşmazdı. Hiç kimseyi ne
yüzüne karşı, ne de arkasından ayıp kınamazdı. Başkasının ayıp ve kusurunu
merak etmez, araştırmazdı. Konuşanın sözünü kesmeyi ayıp sayar, dinlerdi. O
konuştuğunda, herkes de O'nu hayranlıkla dinlerdi. Lat ve Uzza'yı da hiçbir
zaman sevmedi. Sizin de dikkatinizi mutlaka çekmiştir çocuklar: Rahip Bahira,
O'na Lat ve Uzza üzerine yemin etmesini istediğinde, onları sevmediğini
söylemişti. Rahip de O'na «Allah adına» yemin verdirmişti.
Sevgili Yeğenim en iyi
özelliklere sahip olup, çok güzel ahlâklıydı. İtiraf etmeliyim ki şu yaşı
itibariyle dahi, içimizdeki en olgun ve ahlâkı en iyi olan yine O'dur.
Çocukluğunda ve gençliğindeki o güzel huy ve ahlâkı hâlâ mükemmel, hâlâ
güzeldir. Zaman zaman düşünüyorum da, Yeğenimin Allah'ın terbiyesinde
büyüdüğünden başka bir neticeye varamıyorum. Çünkü benim O'na verebileceğim bir
şey olsaydı, mutlaka kendi çocuklarım da bundan etkilenirdi. Babam için de
aynı şey söz konusudur.
Tabi siz de haklı
olarak, Yeğenimin Allah'ın terbiyesinde büyüdüğünü nereden bildiğimi
soracaksınız, değil mi? Size bu konuda dikkatimi çeken birkaç ilginç olayı
anlatayım da görün. Eminim siz de bu düşünceme katılacaksınız çocuklar: Bir
defasında bir duvar örüyordum. Sevgili Muhammed de taş taşıyarak bana yardımcı
oluyordu. Biz Araplar, boydan boya uzun fistanlı elbiseler giyeriz. Bunun
için Yeğenim Muhammed de taş taşırken, elbisesinin eteğine koyarak taşımak istemiş.
Tam taşıyacakken aniden bayıldığını gördüm. Hemen yanına koştum. Biraz
uğraştıktan sonra ayildı. İyice kendine gelince neden bayıldığını sordum. O da
«Üzerinde beyaz bir elbise bulunan biri bana gelip sertçe 'örtün' dedi.»
deyince, Allah'ın O'nu çıplak olmaktan menettİğini anladım.
Bir defasında da
bayram günlerimizin birinde, ısrarla O'nu bayram meydanına götürmüştük.
Meydandaki büyük putların yanındaydık. Aynı şekilde aniden orada da bayıldı.
Meğer söylediğine göre; uzun boylu, beyaz elbiseli biri O'na görünmüş ve: «Ey
Muhammed! Geri çekil. Sakın o puta el sürme!» diye haykırmış. Ben de bunun
üzerine bir daha O'nu ne putların yanına, ne de bayram şenliklerine götürdüm.
Yine bir defasında
dağda koyunlarıma çobanlık yaparken, akşama doğru şehİre gelip yapılan bir
düğünü seyretmek istemiş. Sürüsünü çoban arkadaşına emanet olarak bırakıp,
düğün evinin yanına kadar gelmiş. Seyretmek için bir taşın arkasına oturup
dayanmış. O anda üzerine bir uyku çökmüş. O da uyumuş. Uyandığında güneş
doğmuş. Hemen arkadaşının yanına dönmüş.
Ertesi gece, yine
gitmek istemiş. Fakat aynı şekilde yine uyuyakalmış. Güneşin sıcaklığıyla
uyanınca doğruca arkadaşına gidip başından geçenleri anlatmış.
İki defa da
uyuyakalmasını bir ikaz olarak kabul eden Sevgili Yeğenim, bundan sonra bu tür
yerlere uğramamış. İnanıyorum ki Yüce Allah, O'nu söylediğim bu üç olaydaki
gibi bir terbiyeyle kötülükten uzak tutuyor, koruyordu. Şimdi siz de bana hak
veriyorsunuz değil mi çocuklar? Eğer babam veya ben, böyle üstün bir terbiye
verebil-seydik, kendi çocuklarımızı neden bundan mahrum edelim ki? Ama ben
Muhammedi çocuklarımdan her zaman üstün biri olarak görüyorum.
Sevgili Çocuklar!
Yeğenim Muhammed 20 yaşlarındayken, benimle beraber «Ficar Savaşı» diye bilinen
savaşa katıldı. Zannedersem, bir-iki defa bu savaşta yanımda bulundu. Fakat Yeğenimin bir
davranışı, dikkatimden kaçmadı. Kendisi savaşa bizzat katılmayıp düşmanımızın
bize attığı okları topluyor, bana veriyordu. Sanki isteksizliği yardı. Bunu
O'nun yüksek yaratılışına bağlıyorum. Çünkü İnsanlara karşı çokça şefkatli ve
merhametlidir Sevgili Yeğenim.
Aslında Yeğenim
haklıydı çocuklar! Çünkü biz büyükler de bazen kötü şeyler yaparız. Tıpkı
yaptığımız bu kötü savaş gibi... Bir hiç yüzünden savaşmıştık. Ayrıntılarını
anlatıp başınızı ağrıtmak İstemem. Fakat daha sonra savaştıklarımızla barışmış,
işi tatlıya bağlamıştık.
Bu dönemde Mekke'miz,
özellikle yabancılar için -gerçi hâlâ da böyledir- güvenilir bir yer değildi.
Can, mal ve namus güvenliği kalmamıştı. Haksızlıklar diz boyuydu. Fakat ben,
ilerde Sevgili Yeğenimin Mekke'yi, adı gibi emin ve güvenilir bir belde hâline
getireceğine inanıyorum.
Evet çocuklar! Günlerden
bir gün Ye-men'den yabancı bir adam, şehrimize ticaret yapmak için gelmişti.
Mekke'mizde As bin Vail adında, zengin ve ileri gelen bir adam var. As, bu yabancı
adamın bir deve yükü olan malını, satın almış. Fakat ücretini vermeyip adamı
sürekli oyalamış. Yabancı adam ne yapmışsa parasını alamamış. Ebu Kubeys dağı
dediğimiz şehre bakan, dağa çıkmış. Mekke'ye doğru bağırarak, uğradığı zulmü
anlatmış ve yardım istemiş.
Bunun üzerine kabilem
Kureyş'ten bazı şerefli kimseler, bu zulme bir çözüm getirmek istediler.
Yaşlı ve şereflilerimizden olan Abdullah bin Cûda'nın evinde toplandılar:
Mekke'ye gelen yabancılar dahil olmak üzere zulme ve haksızlığa uğramış bir
kimse bırakmamak, zulme uğrayanın hakkını geri alıncaya kadar onunla birlikte
hareket etmek ve bundan böyle Mekke'de zulme izin vermemek şeklinde bazı
kararlar aldılar. Bu kararlar üzerine yemin ettiler. Bu sebeple bir teşkilat,
yani bir çeşit dernek kurdular. Adına da «Hıl-fu'l-Fudul» dediler. Meğer bu
işin başını kardeşim Zübeyr[11]
çekiyormuş.
Bu derneğin ilk işi,
bahsettiğim o Yemenli yabancının malını, As bin Vail'den almak oldu. Tüm
bunları niçin mi anlattım?
Sevgili çocuklar! O
zamanlar henüz 20 yaşında olan Sevgili Yeğenim Muhammed de bu derneğe
katılmıştı da ondan... Çünkü zulme ve haksızlığa karşı durmak, O'nun ahlakıdır.
Onun bu davranışını çok takdir ettim, çok beğendim.
Ben inanıyorum ki
sizler de haksızlığı hiç sevmez, karşı durursunuz. Çünkü haksızlığa göz
yummak, Allah'a inanan hiç kimseye yakışmaz. Madem siz de Yeğenimi çok seviyorsunuz,
O'nun gibi haksızlığa göz yummayın.
Sevgili çocuklar!
Yeğenim Muhammed, genç bir delikanlı olmuştu. Bir gün bana gelip bir sorunundan
bahsetti: Meğer zaman zaman bazı şeyler (melekler) O'na görünüyor ve O'nu
birbirine işaret ederek: «Bu, O'dur. Fakat henüz davet zamanı gelmedi,»
diyorlarmış, Sevgili Yeğenim de ürkmüş ve çekinmişti. Hastalanmış olabileceğinden
korktuğunu söyledi.
Bunun üzerine ben de
O'nu, kitap ehli (Yahudi veya Hıristiyan) olan bir doktora götürüp gösterdim.
Doktor, Genç Muhammed'i iyice muayene etti. Sonra tebessümle şöyle dedi:
Ey Ebu Talib! Hiç
endişe etme! Bu mübarek vücut, her türlü hastalıktan uzaktır. Gözüne zaman
zaman görünenler ise peygamberlik için kalpleri kontrol eden meleklerdir. Bunun
gördükleri şeytanlar değildir.
Böylece ben de
rahatladım. Bir kez daha anlamıştım ki Yeğenimin şanı büyük olacaktı. Ama şimdi
düşünüyorum da, meğer Yüce Allah Sevgili Yeğenim Muhammed'i, o zamanlardan
beri peygamberlik İçin hazırhyormuş da bunu ne ben, ne de O anlamıştı.
Sevgili çocuklar!
Fakir biri olduğumu daha önce söylemiştim. Bu aralar durumum gittikçe daha
kötüye gidiyordu. Her ne kadar ufak-tefek çapta ticaret yapıyorduysam da,
zorlukla geçiniyordum. Mekke'mizde, çok zengin bir kadın vardı. Ticaretle uğraşıyordu,
birtakım insanları ücret karşılığında çalıştırıyordu. Bazı
mallarını onlara veriyo ', başka şehirlere gönderip o malları satmaları
karşılığında, çalıştırdığı bu adamlara bolca ücret veriyordu.
İlerde Sevgili
Muhammed'in eşi olacak bu kadının adı, Hatice binti Huveylid idi. Bu sıralarda
Sevgili Yeğenim Muhammed, 25 yaşlarındaydı. Bugüne kadar küçük çapta bir
ticaret yapmıştı. Fakat tüm Mekke'de Muhammed'ül-Emin diye çağrılıyordu. Çünkü
Sevgili Yeğenimin, gerçekten hiçbir şekilde yalan söylemediğini biliyorlardı.
Dolayısıyla Mekke halkının güvenini kazanmıştı.
Hâl böyle olunca, ben
de gidip Hatice'yle görüşmek istedim. Neden mi? Çünkü duyduğum kadarıyla
Hatice, Şam şehrine bir ticaret kervanı gön-derecekmiş. Ancak güvenilir bir
adam arıyormuş.
Önce Sevgili Yeğenim
Muhammed'e konuyu açtım. Hatice'ye gidip, kendisinin kervanın başında olmasını
teklif edeceğimi söyledim. Şefkatli Yeğenim: «Amcacığım! Nasıl istiyorsan öyle
yap!» dedi. Zannedersem o da fakirliğini bildiği için, bu şekilde bana yardımcı
olmak istedi. Çok anlayışlıdır Yeğenim çook!..
Hatice, bu
konuşmamızdan haberdar olunca; Yeğenim Muhammed'i çağırdı. O'na: «Seni Şam'a
ticaret mallarımın başında göndermek için çağırdım. Senin son derece doğru
sözlü, güvenilir ve iyi ahlâklı olduğunu biliyorum. Sana kavminden hiç
kimseye vermediğim ücretin birkaç katını vereceğim» demiş.
Yeğenim Muhammed de bu
haberi bana verdiğinde: «Bu, Allah'ın sana verdiği bir rıziktır,» dedim. Çok
sevindim. Fakat ücretin belirlenmediğini görünce, gidip Hatice ile görüştüm.
Ücret olarak dört adet genç ve erkek deve üzerinde anlaştık. O zamana göre bu,
çok iyi bir ücretti.
Böylece Sevgili
Yeğenim, Hatice'nin ticaret mallarını Şam'a götürüp satmak üzere ola çıktı.
Beraberinde,
Hatice'nin Meysere adında çok sadık bir kölesi de vardı. Meğer Hatice,
Meysere'yi Yeğenimi.kastederek- «O'na hiçbir işte itaatsizlik etme. Hiçbir
görüşüne de aykırı davranma. Bir dediğini iki etme ve her halini bana bildir,»
diye tembihlemiş.
Kervan üç ay süren bir
yolculuğa çıktı. Meğer Meysere bu yolculukta birçok şeye şahit olmuş:
Meselâ; kervandaki
yüklü iki deve yoruldukları için, kafilenin gerisinde kalmış. Meysere, durumu
Sevgili Yeğenim Muhammed'e bildirmiş. O da yorgun develerin yanlarına gidip,
ellerini onların ayaklarının altına ve bileklerine sürmüş. Develer hemen
koşup kervanın önüne geçmişler. Sanki onlara yeni bir can gelmiş gibi olmuşlar.
Buna şahit olan
Meysere, bunu aklının bir köşesine kaydetmiş. Yeğenime daha çok bağlanmış.
Hizmetini de büyük bir saygt ve saadetle yapmaya koyulmuş.
Kervan, Şam şehrine
varmadan önce Busra şehrine varmış. Yeğenim henüz 12 yaşındayken, Ben de onu
Busra'ya götürmüştüm. Hatırladınız mı çocuklar? O zamanlar Busra'da bize
ziyafet veren rahip Bahira vardı. Meğer o Öldüğü için, yerine Nastura adında
yeni bir rahip geçmiş. Bu rahip de Yeğenimin kafilesinin gelip, kiliselerine
yakın yaşlı bir zeytin ağacının
gölgesinde konakladığını görmüş. Nastura, meğer Meysere'yi tanıyormuş. Hemen
Meysere'ye koşmuş:
Ey Meysere! Şu ağacın
altında konaklayan Zat kimdir? demiş.
O, Kureyş'in
saygıdeğer halkından olan bir kimsedir, demiş Meysere. Rahip Nastura, bu cevap
üzerine durmuş ve:
Şimdiye kadar şu
ağacın altında peygamberden başka kimse oturmamıştır, demiş. Rahip Nastura
sorularına devam etmiş:
O'nun gözlerinde biraz
kırmızılık var mıdır?
Evet, gözlerinden hiç
ayrılmayan bir kırmızılık vardır.
İşte O'dur. O,
peygamberlerin sonuncusudur.
Meysere çok şaşırmış.
Bunu da aklında tutmuş.
Sevgili Yeğenim
Muhammed, orada ticaret mallarının hepsini satmış. Alması gerekenleri de almış.
Allah'ın lütfuyla çok büyük bir kâr elde etmiş. Meysere ve kervanın diğer
adamları, hiç böyle bir kâr görmemişler. Meysere bunu da unutmamış.
Kervan, Mekke'ye geri
dönmek üzere yola koyulmuş.
Fakat çöl, çok sıcak ve dayanılmaz-mış. Bir ara Meysere, Yeğenim Muhanmed'e bakınca
gözlerine inanamamış. Çünkü bulut şeklinde iki melek, Sevgili Yeğenimi
gölgeliyormuş. Hatta Yeğenim, ne tarafa yönelse, bulut şeklindeki o iki melek
de oraya yönelip, çölün yakıcı sıcaklığından Yeğenimin rahatsız olmasına engel
oluyorlarmış. Tıpkı 12 yaşındayken Yeğenimi Busra'ya getirdiğimde, onu sürekli
gölgeleyen b '-lut gibi. Hatırladınız değil mi?
Tüm bunlara şahit olan
Meysere, Mekke'ye vardıklarında; görüp şahit olduklarını bir bir Hatice'ye
anlatmış: Geride kalan yüklü iki devenin nasıl kervanın önüne geçtiklerini,
rahip Nastu-ra'hıri söylediklerini, Yeğenimin hiç kimsenin kazanamadığından
daha fazla kâr kazandığını, iki meleğin bulut şeklinde onu gölgelediğini,
işindeki dürüstlüğünü, güvenilirliğini, ahlâkını, yemek yedikten sonra
kalktığında yemeğinin hiç azalmamış gibi duran bereketini...
Zaten ticaret kervanı
Mekke'ye girerken, Ha-ti :e de o sırada evinin damında kadınlarla sohbet
ediyormuş. Kervanı fark ettiklerinde, iki meleğin bulut şeklinde Sevgili
Muhammed'i gölgelediğini hem o, hem de diğer kadınlar görmüş. Hayretler
içinde kalmışlar.
Sevgili Yeğenim,
Hatice'ye gidip bu ticaretten dolayı elde ettiği geliri, kârıyla beraber
bildirdi. Bu kazanca çok sevinen Hatice de, Yeğenim Muhammed'e ücreti olan
dört deveyi, birçok hediyelerle beraber verdi.
Sevgili Yeğenim
Muhammed, Hatice'nin yanından ayrıldıktan sonra, Hatice; Meysere'nin
söylediklerini ve gördüğü bulut şeklindeki o iki meleği düşünmüş. Hemen
amcasının oğlu Varaka bin Nevfel'e koşmuş. Varaka, Hıristiyandı. Gelecek olan
Son Peygamber hakkında eski kitaplardan okuduğu birçok bilgilere sahipti.
Hatice, Meysere'nin gördüklerini ona anlatmış. Varaka da ona şunu söylemiş:
Ey Hatice! Eğer bu
söylediklerin doğruysa hiç şüphe yok ki Muhammed, bu ümmetin peygamberi
olacaktır. Ben zaten gelecek olan peygamberin bu ümmetten çıkacağını biliyorum.
Bu zaman, tam O'nun geleceği zamandır, demiş. Hatice, Varaka'nın bu
söylediklerini derin derin düşünmüş.
Sevgiii çocuklar!
Hatice bİnti Huveylid, çok zeki ve akıllı bir kadındı. Ahlakı, dürüstlüğü ve
güvenilir Üğiyle meşhur olan Yeğenim Muhammed'e, evlenmeye karar vermiş. Bu
sebeple Yeğenime evlenme teklif etmek için, aracı bir kadın göndermiş.
Aracı kadın Yeğenimle
konuşmuş. O'na neden evlenmediğini sormuş. Sevgili Yeğenim ise, evlenecek
kadar malı olmadığını söylemiş. Aracı kadın O'na, Hatice'nin evlenme teklifini
yapmış. Hatice'nin mala değer vermediğini söylemiş. Hal böyle olunca Yeğenim
Muhammed, evlenme teklifini kabul etmiş.
Çocuklar! Kötülük ve
ahlaksızlığın aşırı bir şekilde yaşandığı bu devirde Hatice; iffetli, ahlaklı
ve namuslu olduğundan dolayı, herkes tarafından «Tahire» (temiz kadın) diye
biliniyordu. Gerçekten de öyledir. Az önce de dediğim gibi Yeğenim Muhammed,
Hatice'nin teklifini kabul ettikten sonra, gelip durumu bana anlattı. Ben de
amcası olarak gidip Hatice'yi, babası öldüğü için, amcasından istedim.
Neticede sade bir
düğün yaptık. Bu sırada Yeğenim 25, Hatice 40 yaşlanndaydı. Fakat Yüce Allah,
onların kalplerini yakınlaştırdı. Aralarında gönül ve ruh beraberliğine
dayanan bir sevgi meydana getirdi.
Böylece Hatice ileride
de söyleyeceğim gibi «Son Peygamber» olarak ortaya çıkan Sevgili Muhammed'in
hanımı olma şerefine kavuştu. Yeğenim Muhammed'İ, eşi Hatice'den şu yaşıma
kadar hep razı ve hoşnut olarak gördüm.
Kasım, onların ilk
çocuklarıydı. Zeyneb, Rukiye, Fatıma, Ümmü Gülsüm, Abdullah (Tayyib veya Tahir)
adında altı çocukları oldu.[12]
Yeğenim Muhammed'in
ilk çocuğu Kasım olduğu için, Yeğenime bizim adetlerimize göre «Ebu'l-Kasım» da
diyorlar. Yani «Kasım'ın Babası» demek istiyorlar.
Evlendikten sonra
Yeğenim, Hatice'nin evine taşındı. Artık orası eviydi. Muflu bir şekilde
yaşayıp gidiyorlardı.
Sevgili çocuklar!
Hatice'nin Zeyd adında sizin gibi küçük bir kölesi vardı. Yeğenim Muhammed,
Hatice'den Zeyd'i kendisine vermesini istemiş. Hatice de Zeyd'i hemen O'na
hediye etmiş. Daha önce de söylediğim gibi Sevgili Yeğenim Muhammed, şefkat ve
merhamet sahibi bir insandır. İnsanların köle olmasına gönlü hiçbir zaman razı
olmadığı için, Zeyd'i hemen serbest bıraktı. Zeyd, artık özgürdü. İstediği yere
gidebilir, istediğini yapabilirdi.
Fakat Zeyd, Yeğenim
Muhammed'İ bırakıp gitmemiş. Çünkü O'nu çok sevmiş, ayrılmak istememiş. Yaa
çocuklar! Benim Yeğenim sevilmez mi? Bu sebeple O'nu çok sevdiğimi, O bir yana
dünya bîr yana bilmenizi isterim. Yeğenim hakkında böyle güzel şeyler
duyduğumda, inanın ki gururlanıyorum çocuklar. Çünkü bana göre ne Ku-reyş'in
içinde, ne de gelmiş geçmiş insanlar İçinde, hatta gelecek insanlar içinde de
O'na denk bir insan asla olamaz. O benim iftiharım, övünç kayna-ğımdır.
Neyse!.. Lafı
uzatmayayım. Size bahsettiğim Zeyd'in babası, yıllar sonra oğlunun Mekke'de olduğunu
haber almış. Meğer Zeyd'i yıllar önce eşkiyalar kaçırıp köle olarak satmış.
Hatice de onu satın almış. Babası, doğruca Yeğenim Muhammed'in yanına gelmiş.
Oğlu Zeyd'i, bedeli kadar para karşılığında alıp memlekete götürmek istemiş.
Fakat inanılmaz bir şey olmuş. Zeyd, babası ile gitmek istememiş. Halbuki
Yeğenim, babası ile gidip gitmeme konusunda Zeyd'i serbest bırakmış.
Zeyd'in bu bağlılığı
ve sevgisinden dolayı Sevgili Yeğenim Muhammed, Zeyd'i evlatlık olarak kabul
ettiğini tüm Mekke halkına duyurdu. Böylece Zeyd'in babası da oğlunun güvenilir
bir insanın yanında rahatlık içinde olduğunu görünce, gönlü huzur içinde
memleketine döndü.
Sevgili çocuklar!
Yeğenim Muhammed'i sekiz yaşından beri yanımda büyüttüğümü biliyorsunuz. O'nu
iyi ve kötü günlerimde yanımdan hiç ayırmadım. O'na karşı son görevim olan
evliliğini de yapıp evlendirdim. Tüm bunları fakirliğime rağmen yaptım. O'nu evlendirdikten
sonra da, fakirliğim hâlâ devam ediyordu. Oldukça zor günler yaşıyordum.
Hatta çocuklarıma bakamayacak duruma gelmiştim. Fakat bu sırada vefakâr olan
Yeğenim Muhammed sayesinde bu sıkıntılarım biraz olsun azaldı.
Meğer Yeğenim,
evlendikten sonra da benim fakirliğimi unutmamış. Bana yardımcı olmanın
yollarını aramış. Diğer amcası Abbas'a gidip danışmış. Fikrini ona da açmış.
Aralarında anlaşmış olarak bana geldiler. Küçük Ali'mi Yeğenim Muhammed, Cafer
adındaki diğer oğlumu da kardeşim Abbas yanına aldı. Artık bu iki oğluma onlar
bakacak, evlerinde büyüteceklerdi. Böylece benim de geçimim biraz hafifledi.
Yeğenim Muhammed'i
bundan dolayı çok takdir ettim. Çünkü dar günümde bana yardımcı olup bizi
unutmadığını göstermişti. Hanımım Fa-tıma ise, Yeğenimin bu davranışından daha
çok etkilendi. Bizi unutmadığından dolayı sevindi. Düşünüyorum da bu hareket,
ancak O'nun büyüklüğünü ve şefkatini gösteren, O'na yakışan bir hareketti.
Dört-beş yaşlarında
olan oğlum Ali'nin hayatında, artık yeni bir dönem başlıyordu. Bundan böyle o,
Sevgili Muhammed'in evinde ve O'nun terbiyesinde kalacaktı. Benim umudum ise,
küçük Ali'min O'nun ahlakıyla ahlaklanmasıydı.
Evet sevgili çocuklar!
Doğrusu Sevgili Yeğenimin hayatını anlatmak kadar, bana lezzet veren
bir şey olamaz. Fakat size de söylediğim
gibi çok ihtiyar biriyim. Bu kadar çok konuşunca ağzım kurudu. İzninizle
şuradaki kaptan biraz su içeyim de kaldığım yerden devam edeyim.
Fakat ortalıkta da
kimseler görünmüyor ki... Hayır hayır! Siz zahmet etmeyin çocuklar! Ben, şöyle
bir doğruldum mu suyu alabilirim. Tamam, aldım. Sizin büyüklerinize karşı
saygılı ve hürmetli olmanız, hoşuma gitti. Aferin çocuklar! Ohh! Su da güzelmiş
doğrusu. Su gibi aziz olun sevgili çocuklar.
Eminim ki hepiniz büyüklerinize
su getirmek, sofra sermek/kaldırmak gibi ufak-tefek yardımları yapıyorsunuz.
Çünkü Yeğenim Muhammed'in ahlâkı da böyledir. Onca yıl yanımda büyüdü, beni
hiç yardımsız bırakmadı. O'nu sevdiğinize göre; O'nun yaptıklarını örnek
almak, O'nun ahlakıyla ahlâklanmak istemenizi takdir ediyorum.
Nasıl? Devam etmemi mi
istiyorsunuz? Pekâla çocuklar! Sevgili Yeğenim Muhammed, kocaman bir adam
olmuştu. Hattâ 35 yaşlarındaydı.
Bu sıralarda kabilem
Kureyş'in ileri gelen büyükleri, Kâ'be'yi yıkıp yeniden yapmayı düşünüyorlardı.
Kâ'be'yi en son atam İbrahim peygamber yapmıştı. Ondan sonra birkaç tamirattan
geçmesine rağmen, iyice yıpranmış,
çökmüştü. Ayrıca seller ve yağan yağmurun etkisiyle de sağlamlığını
kaybetmişti. Son olarak bir kadının yaktığı ateşten dolayı Kâ'be'nin örtüsünün
yanması, Kâ'be'nin yeniden yapılması isteklerinin artmasına sebep oldu.
Böylesine hayırlı bir
işe başlanılacağı esnada, yabancı bir geminin yakınımızdaki Kızıideniz'de
kıyıya saplandığı duyuldu. Meğer gemide yük olarak; kereste, beyaz taş, demir
gibi inşaat malzemeleri varmış. Bunlar tam ihtiyaç duyulan şeylerdi. Bu malzeme
satın alındı. Ayrıca gemide Bizans asıllı yabancı bir marangozun olduğu haberi
alınınca, bu adamla da Kâ'be'nin yapımında çalışması için anlaşıldı.
Böylece her kabile,
Kâ'be'nin yıkılıp yapılması için kendi payına düşen yerin taşlarını tek tek
söktü. Sonunda Kâ'be'nin temelindeki taşlara ulaşıldı. Bu sırada temeldeki bir
taşa vurulan kazma darbesi sonucu taşın hareket etmesiyle, Mekke şehrimiz birden
sarsıldı. Sanki deprem olmuş-çasına panik yaşandı. Halk korktu. Daha fazla derine
gidilmeye cesaret edilmedi.
Neticede; her kabile,
kadını ve erkeğiyle kendi payına düşen yeri yaptı. Sıra «Hacerü'1-Es-ved»[13]
denen kutsal siyah taşın yerine yerleştirilmesine gelinmişti. Fakat şimdiye
kadar birlik içinde çalışan kabileler arasında, bu konuda bir anlaşmazlık
çıktı. Neden mi? Çünkü çocuklar, Ha-cerü'l-Esved kutsal ve mübarek bir taş
olduğu için, kim onu yerine yerleştirirse çok şerefli ve itibarlı bir iş
yapmış olacaktı. Bu sebeple her kabile bu şerefe kavuşmak istiyordu.
Anlaşmazlık arttı. Hattâ bundan dolayı savaş yeminleri dahi yapıldı.
Tam bu sırada
kalabalık içinde bulunan yaşlı bir büyüğümüz, birbiriyle çekişen halka: «Ey
Kureyşliler! Anlaşamadığınız bu işte Mescid-i Ha-ram'a[14] şu
kapısından ilk girecek olanı, aranızda hakem yapınız,» diye seslendi.
Kastettiği kapı «Ben-i Şeybe» dediğimiz kapıydı. Yapılan bu teklif mantıklı
göründü. Herkes bunu kabul edince, gözler heyecan içinde, büyük bir merakla Ben-i
Şeybe kapısına yöneldi. Acaba gelen kim olacaktı?
Ortalık büyük bir
sessizlik içindeyken, bir şahsın Ben-i Şeybe kapısında içeri süzüldüğü görüldü.
Kalabalık tarafından görülür görülmez «El-Emin! El-Emin! O'nun vereceği hükme
razıyız,» diye sevinç çığlıkları atıldı. Meğerse gelen Sevgili Yeğenim
Muhammed'di. Herkesin güvenini kazanan Tek Adam olduğu için, kendisine herkes
tarafından «Güvenilir Muhammed» anlamında «Muhammedü'1-Emin» deniliyordu.
Nitekim sorun, Sevgili
Muhammed'e anlatıldı. Aralarında hüküm verilmesi istendi. Sevgili Yeğenim hiç
tereddüt etmeden: «Hemen bana bir örtü getiriniz!» dedi. Hacerü'l-Esved
dediğimiz siyah taşı, elleriyle örtünün içine koydu. Her kabileden bir adamın
gelip örtünün köşelerinden tutmasını istedi. Adamlar, Hacerü'l-Esved'i
konulacak yere kadar kaldırdılar. Yeğenim Muhammed de onu elleriyle alıp yerine
yerleştirdi.
Bu adil ve güze!
hareket karşısında, tüm Ku-reyşüler sevindi ve memnun oldular. Çünkü neredeyse
aralarında savaşa sebep olacak bir sorunu, Sevgili Muhammedü'l-Emin, hiç
kimseyi incitmeyecek şekilde zekice çözmüştü. Doğrusu bu sorunun hâl
edilmesinde Yeğenimin çözümünden başka aklıma uygun bir çözüm gelmiyor. Düşünüyorum
da belki de Yüce Allah, O'nu bu sorunu çözmek için oraya yönlendirmişti. Kim bilir?..
Sevgili çocuklar!
Yeğenim Muhammed, 40 yaşlarına doğru çeşitli değişiklikler yaşıyordu. Sevmediği
putlara tapmanın artması, içki ve zinanın çoğalması, insanların yaptıkları
haksızlıklar sonucu zulmün gittikçe fazlalaşmasıyla Sevgili Yeğenim, Mekke'den
çıkıp yalnızlığa çekiliyordu.
Bu sebeple Hira
Dağında bulunan bir mağaraya zaman zaman gider, düşünürdü. Şu an düşünüyorum
da meğer Yüce Allah, O'nu peygamberlik görevine hazırlıyormuş. İnsanlığın
bozulan ahlakını ve durumunu düşünmesi için, Yüce Allah O'na yalnızlığı
sevdirmişti.
Yalnız olduğu
zamanlarda bazen birtakım parlak ışıklar görüyor ve çeşitli sesler işîtiyormuş.
Ürküyormuş; ama evine döndüğünde de hanımı Hatice'nin tesellileriyle
rahatiıyormuş.
Daha sonra gördüğü
rüyalar, ertesi gün olduğu gibi çıkıyormuş. Bu rüyaları, sadık; yani doğru
rüyalarmış. Söylenildiğine göre altı ay kadar bu sadık rüyaları görmüş.
Anlaşılan bu hâli peygamberliğinin başlangıcıymış.
Gitgide Sevgili
Yeğenim Muhammed'e yalnızlık, iyice sevdirilmişti. Böylece her yıl adet
edindiği üzere Ramazan ayı geldiğinde, yine Hira Dağındaki mağaraya
çekilmişti. Aklıma babam Abdulmuttaiib geldi. O da her Ramazan ayında
yalnızlığa çekilir, düşünür, dua ederdi.
Evet, bu sıralarda
Sevgili Muhammed, 40 yaşlanndaydı. Mağarada yalnız kaldığı zaman cevaplarını
bulamadığı düşüncelere dalar, bir ümit ışığı bulmaya çalışırmış. Orada kaldığı
süre içinde hanımı Hatice'nin kendisi için hazırladığı yiyecekle yetmiyormuş.
İşte tam bu
zamanlardan bir zamandı. Aylardan Ramazan'ın 17'sİ, günlerden pazartesi
gece-siymiş. Düşünmekten uyuyakalmış olan Sevgili Muhammed, seher vaktiyle
birlikte «Cebrail» denilen kutsal meleği görmüş. Çok güzel bir surette ve
güzel kokular saçan Cebrail, O'nu kucaklayıp sıkmış. Bırakıp «Oku!» demiş. Yeğenim Muham-med'in
okuma yazması olmadığı için: «Ben okuma bilmem,» demiş. İkinci kucaklayışta
Cebrail O'nu çok sıkmış. Bırakıp yine «Oku!» demiş. Yeğenim Muhammed tekrar
«Ben okuma bilmem,» demiş. Melek Cebrail üçüncü defa O'nu daha çok sıkıp;
«Oku!» deyince, Sevgili Muhammed: «Neyi okuyayım?» diye sormuş. O zaman Melek
Cebrail: «Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku. Ki O, pıbtılaşmış bir kan'dan
insanı yarattı. Kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin,
bol kerem ve ihsan sahibidir...»[15]
demiş. Meğer Cebrail'in söyledikleri, Yeğenim Muhammed'e Yüce Allah'tan inen
«Kur'ân» adlı kutsal kitaptaki ayetlermiş. Sevgili Yeğenim, Cebrail'in
söylediklerini okumuş. Daha sonra Cebrail, kaybolmuş. Böylece Yüce Allah'tan
gelen ilk vahiy[16] Sevgili Muhammed'in
kalbine nakşolmuş. Sağlam bir şekilde yerleşmiş.
Yeğenim Muhammed/ bu
İlk vahyin etkisiyle ürpermiş ve titreyerek eve doğru yol almış. Yolunun
üzerindeki tüm taşlar ve ağaçlar O'nu: «Es-Selamu aleyke Ya Resulaliah[17] diye
selamlıyor, tebrik ediyorlarmış.
Eve vardığında; «Beni
örtünüz! Beni örtünüz!» demiş. Hanımı Hatice hemen üzerini Örtmüş. Biraz
dinlendikten sonra rahatlamış bir şekilde kalkmış. Başından geçenleri hanımı
Hatice'ye anlatmış. Endişelerini dile getirmiş. Halbuki Hatice O'nu tanıyordu:
Ahlakı ve fazileti yüksek olan böyle bir insana şeytan zarar veremez, cin O'na
dokunamazdı. Öyleyse O'na görünen başka bir şey olmalıydı.
Bu düşünceler içinde
Hatice, güven veren bir sesle O'na: «Hiç üzülme! Vallahi Allah seni hiçbir zaman
utandırmaz. Çünkü sen akrabanı korur, acizlerin yükünü taşır, yoksula verir,
misafiri ağırlar, doğruyu söyler, emanete ihanet etmezsin,» demiş.
Hemen kocasını, yani
Yeğenim Muhammed'i alıp amcasının oğlu Varaka bin Nevfel'e götürmüş. Çünkü
Varaka, daha önce de söylediğim gibi çok bilgili olup Hıristiyan dininin bir
aİi-miydi. Hem de eski kitapları bilen ve okuyan biriydi. Beklenen «Son
Peygamber» hakkında birçok bilgileri biliyordu.
Hatice'nin kocası olan
Yeğenim Muhammed, yaşadıklarını tek tek Varaka'ya anlatmış. Varaka, olanları
dinledikten sonra sevinçle haykırmış:
Müjde ey Muhammed! Bu
gördüğün Musa peygambere Yüce
Allah'ın gönderdiği Namus-u Ekber (Cebrail)'dir. Ah! Keşke kavmin Sen'i yurdundan
çıkaracakları zaman sağ olsaydım, demiş. Sevgili Yeğenim ise:
Kavmim Beni
(Mekke'den) çıkaracak mı? diye sormuş.
Varaka:
Evet; Sen'i yurdundan
çıkaracaklar. Çünkü Sen'in gibi bir şey (Vahiy) getiren yoktur ki, düşmanlığa
uğramasın. Şayet (senin) davet günlerine yetişirsem tüm gücümle sana yardım
ederim,» demiş.
Kısa bir müddet sonra
ölen Varaka, peygamberlik yolunun ne kadar çileli bir yol olduğuna işaret
etmişti. Ben, peygamberlik yolunun çilelerini bilmem. Ama Yeğenimin kavminden
neler çektiğini biliyorum. İleride size bunları anlattığımda, bana hak
vereceksiniz. Yeğenimin inancı uğruna kavmi tarafından bu kadar haksızlıklara
uğrayacağı, hiçbir zaman aklıma gelmemişti.
Sevgili çocuklar! Yüce
Allah'ın lütfuna kavuşan Yeğenim Muhammed'in sevinci, kısa sürmüştü. Çünkü
ona gelen ilahî haberler, bir müddet kesilmişti. Ne Cebrail adlı kutsal melek geliyor, ne
de bir işaret görünüyormuş. Daha sonra duyduğuma göre, vahyin kesildiği bu (40
gün, altı ay, üç yıllık) dönemde «İsrafil» adındaki bir başka melek «Son
Peygamber» olan Yeğenime gelip, O'nu teselli ediyormuş. Yeğenim de üzülüyormuş.
Çünkü sürekli beklenti içindeymiş.
Derken bugün-yarın bir
gün yürürken, aniden gökten bir ses işitmiş. Başını kaldırıp baktığında yer
ile gök arasında bir kürsü üzerinde oturmuş duran Cebrail'i görmüş. Korku ve
dehşet içinde evine dönmüş. «Beni örtünüz! Beni örtünüz!» demiş.
Örtüler içine bürünmüş
bir haldeyken Cebrail O'na gelmiş ve şu ayetleri getirmiş: «Ey örtüye bürünen
(Peygamber!) Kalk! (Sana iman etmeyenleri azapla) korkut! Rabbini yücelt.
Elbiseni temiz tut! Kötü şeyleri terk et.»
Böylece vahiy denilen
ilahî haberler, kesintisiz bir şekilde bugüne kadar geldi ve hâlâ da gelmeye
devam ediyor.
Fakat çocuklar!
Dikkatimi çektiği için size de hatırlatmak "istedim: Sizin de dikkatinizi
çekti mi bilmiyorum? Yeğenime inen ayetlerden biri şöyle diyor: «Elbiseni temiz
tut!» Muhakkak ki Yeğenime inen ilahî haberlerin hepsi, iyi nasihatlerdir.
Daha önce de Yeğenimin
sizlerin yaşındayken, temizliğe ne kadar Önem verdiğini size anlatmıştım. Bu
ilahî haber de bu önemi destekliyor değil mi? Çünkü üstümüzü başımızı temiz
tutmamız, kirletmememiz hem ailemizin, hem de çevremizdeki insanların takdir
ve övgülerini çeker.
Temizlik, her zaman
dikkat edilecek bir konudur. Şayet dikkat edilmezse insan kirlenir, hasta
olur, acf çeker. Aslında sizin temizliğe dikkat eden ve elbiselerini de temiz
tutan çocuklar olduğunuzdan şüphem yok. Çünkü siz temiz olan Yeğenimi seven,
temiz çocuklarsınız. O'nu sevenler O'nun gibi olmaya çalıştıklarına göre,
muhakkak ki sizler de Yeğenim gibi temiz ve titizsiniz. Bu vesile ile sizleri
temizliğinizden dolayı tebrik etmek istiyorum.
Evet sevgili çocuklar!
Artık Yeğenim Mu-hammed, Yüce Allah tarafından bozulan ve gittikçe güzel
ahlâktan uzaklaşan insanlığa gönderilen bir «Peygamber» olarak ortaya çıkmıştı.
O, insanları Allah'tan
başka ilah olmadığına ve kendisinin de Allah'ın elçisi olduğuna inanmaya davet
ediyordu. İlk önce hanımı ve hayat arkadaşı olan Hatice'ye durumu açmış. Çok
zeki ve akıllı bir kadın olan Hatice, hiç durur mu? Hemen Sevgili Yeğenime iman
etmiş. Sevgili Yeğenim de hanımı Hatice'nin iman etmesine çok sevinmiş.
Çocuklar! Allah'a
inanıp Yeğenim Muham-med'in Allah'ın peygamberi olduğuna inanan kimselere
«Müslüman» deniliyor. Zaten siz, bunu biliyorsunuz.
İşte, Yeğenim
Muhammed'e inanan ve Müslüman olan Hatice'ye Yeğenim, Cebrail'in kendisine
öğrettiği gibi abdest almasını öğretmiş. Yine Cebrail'in öğrettiği gibi beraber
namaz kılmışlar. Söylenildiğine göre; bir günde sabah-akşam olmak üzere bu ilk
zamanlarda iki defa, ikişer rekât namaz kılıyorlarmış.
Sevgili Yeğenim,
Kureyşlileri «İslâm» adındaki bu yeni ve son ilahî dine davet etmeye devam etti.
Henüz buraya kadar benim de olan bitenlerden pek haberim yoktu. Daha sonraları
size anlattığım şekilde ben de gelişmeleri öğrenecektim.
Biliyor musunuz
çocuklar? Oğlum küçük Ali de Yeğenim Muhammed'e inanıp «iman edenlersin
ilklerinden olmuş.
Hatırlarsanız oğlum
Ali'yi dört-beş yaşlarında iken, Sevgili Yeğenim Muhammed yanına almıştı.
Artık O'nun eğitimi ve terbiyesindeydi.
Bu sıralarda on
yaşlarında olan oğlum Ali, bir gün Sevgili Muhammed ve hanımı Hatice'yi namaz
kılarken görmüş:
Ya Muhammed! Nedir bu?
diye sormuş. Yeğenim Muhammed ise:
Bu, Allah'ın kendisi
için seçtiği dindir. Ben, seni bir ve tek olan Allah'a imana ve O'na ibadete;
ne faydası ne de zararı olmayan Lat ve Uzza'yı reddetmeye davet ediyorum,
demiş.
Oğlum Ali, Sevgili
Muhammed'in bu teklifine karşılık:
Bugüne kadar bu dini
hiç işitmedim. Babama danışmadıkça bir şey diyemem, demiş.
Sevgili Yeğenim
Muhammed ise küçük Ali'nin bana danışmasıyla bu işin yayılacağını düşünmüş.
Çünkü henüz davetini gizliden gizliye yapıyor, kimsenin duymasını istemiyormuş.
Bu sebeple:
Ey Ali! Sana
söylediklerimi yaparsan, yap!
Şayet yapmayacaksan, sana söylediğim bu işi gizli tut; hiç kimseye söyleme,
demiş.
Sevgili çocuklar!
Oğlum Ali, sizin gibi zeki bir çocuktur. Güzel ve doğru olan her şeyi kabul
eder. Kötü şeylerden yüz çevirir, uzak durur. Güzel bir ahlâk sahibidir.
Ahlâkı, Sevgili Muhammed'den ona yansımıştır. Zaten «Gül» ile arkadaşlık edene
«Gül»ün kokusu siner değil mi?
Nitekim o gece küçük
Ali'm, küçük; ama büyük aklıyla Yeğenimin söylediklerini düşünmüş. Sabah olur
olmaz Sevgili Muhammed'in yanına gitmiş.
Allah beni yaratırken
babama sormadı ki, ben de O'na ibadet etmek için gidip kendisine danışayım,
diyerek «Kelime-i Şehadet» getirip Müslüman olmuş. Tabi sonradan oğlumun bu
söylediklerini duyduğumda hiç kızmadım. Hatta oğluma hak verdim. Çünkü doğru
söylemişti.
Bu arada «İslama davet
halkası» hızla genişliyordu. Sevgili Yeğenim Muhammed ile Ebu Bekir, çok iyi
ve samimi iki arkadaştı. Dolayısıyla bu vesileyle Yeğenim Muhammed, kendisinin
Allah'ın Resulü oluduğunu söyleyerek, Ebu Bekir'i İslâm'a davet etmiş. Ebu
Bekir, hiç tereddüt etmeden hemen Müslüman olmuş. Çünkü yıllardır Yeğenim
Muhammed'le yaptığı arkadaşlıklarında herkes gibi Sevgili Muhammed'i hep doğru
sözlü, güvenilir ve asla yalan söylemeyen biri olarak tanımış. Bunun için de
Müslüman olmada tereddüdü olmamış. Zaten Ebu Bekir'i hep beğenmiş, takdir
etmişimdir.
Ayrıca size daha önce
sözünü ettiğim Zeyd bin Harise adındaki, Yeğenim Muhammed'in özgür bıraktığı
kölesi de Müslüman olmuş. Osman bin Affan, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin
Avf, Sad bin Ebi Vakkas ve Talha bin Ubeydullah
gibi genç-yaşlı birçok
kimse de Ebu Bekir'in gayretleri sonucu Müslümanlar arasına katılmışlar.
Hatta kardeşim
Abbas'ın hanımı ve Yeğenim Muhammed'in de amcasının hanımı olan yengesi Ümmü
Fadl, Ebu Bekir'in kızı Esma, Ömer bin Hattab'ın kız kardeşi Fatıma gibi bazı
kadınlar da müslüman olmuşlar.
Sayıları günden güne
artan müslamanlara Bilal-i Habeşî, Habbab bin Eret, Said bin Zeyd, Ebu Seleme,
Erkam bin Ebil-Erkam, Abdullah ve Kudame bin Affan kardeşler, Suheyb-i Rûmi ve
Yasir ailesinden baba Yasir, hanımı Sümeyye, oğullan Ammar gibi birçokları da
katıldı.
Durun bakalım! Şöyle
bir düşüneyim: Evet evet! Bu söylediklerim doğrultusunda Müslüman olanları «ilk
Müslüman olanlar» şeklinde sıralarsak, şöyle bir tablo sıralayabilirim:
Kadınlardan ilk Müslüman
olan: Hatice'ydi.
Çocuklardan ilk
Müslüman olan: Oğlum Ali idi.
Hür erkeklerden ilk
Müslüman olan: Ebu Bekir'di.
Özgürlüğüne
kavuşturulmuş kölelerden ilk Müslüman olan: Zeyd bin Harise idi.
Kölelerden ilk
Müslüman olan ise Bilal-i Habeşi'ydi.
Allah'ın Resulü olan
Yeğenim Muhammed, oğlum Ali'ye de söylediği gibi İlk zamanlarda İslâm'a daveti
açıktan açığa yapmadı. Tek tek ilişkide olduğu yakın çevresiyle davete
başlamıştı. Meğer her Müslüman olan da, aynı şekilde yakın akraba ve
komşularını İslâm'a davet ediyormuş. Böylece sayıları gittikçe artıyormuş.
Gün geçtikçe sağlam ve
sarsılmayan bir Müslümanlar topluluğu oluşmuştu. Bu ilk Müslümanların hepsi,
benim gözlemime göre Yeğenim Muhammed'e gönülden bağlanmışlardı. Öyle ki
içlerinde oluşan boşluğu, başka bir şeye ihtiyaç duymayacak kadar
doldurmuşlardı. Tıpkı susayan gönüllerin kana kana içecekleri bir suyu bulmaları
gibi.
Sevgili çocuklar! Her
ne kadar SevgiÜ Yeğenim Muhamnned ve O'na inanan diğer Müslümanlar, bu yeni
dinlerini gizleyip; gizli gizli insanları İslâm'a davet ediyorlardıysa da,
Mekke halkı olarak ben dahil herkes, Müslümanların varlığından haberdar
olmuştuk.
Çünkü Müslüman
olanların kiminin benim gibi oğlu, kiminin Bilal gibi kölesi, kiminin de
komşusu/komşuluğu vardı. Yahut kimilerinin de birbirleriyle ticaret gibi başka
bir ilişkisi söz konusuydu.
Bu sebeplerden dolayı
İslâm dini davası ve ona inananlar açığa çıkmıştı. Bu durum, İslâm'a girenlere
ağır bedeller ödetiyordu. Bu ağır bedeller: İşkence ve hakaretler oldu.
Bu sıralarda oğlum
Ali'nin henüz Müslüman olduğunu bilmediğim
bir gün, hanımım
Fatma'dan bir haber aldım:
Oğlunu sürekli
Muhammed'Ie beraber görüyorum. Başına güç yetiremeyeceğimiz bir iş
gelmesinden korkuyorum, demişti.
Şimdi düşünüyorum da;
demek ki hanımım Fatıma, halkın içinde Müslümanlar hakkında konuşulanları
duymuş, etkilenmişti. Bunun için de endişelerini bana söylemişti. Halbuki oğlum
Ali, dort-beş yaşından beri zaten Yeğenim Muham-med'in evinde/yanında
kalıyordu.
Ama o aralar gerçekten
de oğlum Ali, ortalıkta fazla görünmüyordu. Eşimin söyledikleri üzerine oğlumu
ve Yeğenim Sevgili Muhammed'i aradım. Onları, Mekke'ye uzak bir vadide buldum.
Sevgili Yeğenime:
Ey kardeşimin oğlu!
dedim. Bu din nedir?
Ey Amca! dedi. Bu din,
Allah'ın dinidir. Allah'ın meleklerinin, peygamberlerinin ve atamız İbrahim'in
dinidir. Allah beni, peygamber olarak bu din ile bütün insanlara gönderdi...
Böyle bazı
açıklamalarda bulundu. Bunun üzerine biraz düşündüm. O'na dikkatli olmasını
tembihledim:
Ey Yeğenim! dedim.
Sen, gönderildiğin din
üzere devam et. Vallahi ben sağ oldukça, yapmak istediğini tamamlayıncaya
kadar, Sana hiç kimse dokunamayacak ve hoşlanmayacağın bir şeyi de
yapamayacaktır.
Bu arada oğlum Ali'yi
de üzecek ya da utandıracak bir şey söylemedim. Fakat:
Ey oğulcuğum! Üzerinde
bulunduğun bu din nedir? diye sordum. Oğlum şöyle konuştu:
Babacığım; ben Allah'a
ve Resulüne iman edip O'nun Allah tarafından getirdiklerini de tasdik ettim.
O'nunla birlikte namaz kıldım ve kendisine uydum.
Bunun üzerine:
Oğulcuğum! dedim.
Amcanın oğlunun dinine sana da isteyerek girmek yakışır. O. seni ancak hayır ve
iyiliğe davet eder. O'na itaat et.
Tabii bu şekildeki
sözlerim her ikisini de memnun etti. Çok sevindiler. Ben de onları vadide
bırakıp eve döndüm. Hanımım Fatıma sordu:
Oğlun nerede?
Ne yapacaksın onu?
Azatlı kölemiz
Ecyad, O'nu Muhammed'le birlikte namaz kılarken gördüğünü
bana söyledi, dedi. Ben de:
Sus! Sen onu kendi
haline bırak. Vallahi amcasının
oğluna destek çıkması ve yardımcı olması, herkesten çok elbette ona düşer,
dedim.
Ben böyle konuşup
kızınca, hanımım Fatıma da bunun üzerine sustu.
Evet sevgili çocuklar!
Yeğenim Muham-med'i hiçbir zaman yardımsız ve desteksiz bırakmayacağım, O'nun
söylediklerinin güzel şeyler olduğunu siz de biliyorsunuz.
Biraz önce de
söylediğim gibi, Müslümanlar bu yeni dine mensup olmanın bedelini gerçekten çok
ağır işkence ve hakaretlerle ödüyorlardı. Benim gibi onlara yardım eden ya da
koruyan kimse yok denecek kadar azdı.
Mesela Bilal-i Habeşi,
Ümeyye bin Halef adında birinin kölesiydi. Müslüman olduktan sonra sahibi
Ümeyye, onu kızgın çöl kumlarına yatırıp, aç ve susuz bırakarak işkence
ediyordu. Hatta karnı üzerine koca koca taşlar koyuyordu. Bu yaptığı insanlık
dışı işkenceyi"[18]
Mekke halkının hepsi biliyor; fakat susuyorlardı.
Ümeyye'nin Bilal gibi
kimsesiz bir zavallıya işkence etmesinin sebebi; Bilal'i, yeni dini olan
İslâm'dan döndürmek istemesiydi. Bu sebeple işkence anında Bilal'ı, sürekli
«Allah'ın bir olduğunu» inkar etmesi için dövüyor, zorluyordu. Fakat Bilal,
hiçbir zaman Ümeyye'ye bu zevki yaşatmadı. Demiştim ya çocuklar; ilk
Müslümanlar çok sağlam bir imana sahip insanlardı.
Ümeyye, Bilal'i
vurdukça Bilal «Ahad! Ahad!»[19]
diyordu. Bilal'ın bu haykırışları Ümeyye'nin başına bir tokmak gibi iniyordu.
Kızıp köpüren Ümeyye, daha çok işkence ediyordu. Hatta Bilaî'in boynuna ip
bağlıyor, sokaklarda süründürerek, çocuklara taşlatıyordu. Sonunda Ebu Bekir,
Bilal'i Ümeyye'den satın alıp serbest bıraktı da Bilal, Ümeyye'nin işkencelerinden
kurtuldu.
Burada aklıma
gelmişken size şunu da söylemek istiyorum çocuklar: Ebu Bekir, zengin bir
insan olduğu için, işkence gören Bilal gibi birçok zayıf köleyi satın alıp,
Allah için özgür bırakıyordu. Tıpkı Sevgili Yeğenimin Zeyd bin Harise'yi özgür
bırakması gibi.
Evet! Size, işkence
gören bir Müslüman gençten de bahsetmek istiyorum: Sad bin Ebi Vakkas... Sad,
henüz 17 yaşlarında genç bir delikanlıydı. Annesine çok bağlı, onu çok seven
ve hiç sözünden çıkmayan biriydi. Fakat Müslüman olunca, o çok sevdiği annesi
Hamne'nin işkencelerine uğramış. «Olamaz!» demeyin çocuklar. Maalesef bir
anne, oğlu Müslüman olduğu için hiç çekinmeden oğluna işkence edebilmiş. Sad'ın
annesi Hamne, oğlunun kendisine olan sevgisini kötüye kullanmış. Sad'a:
Allah, anne-baba ve
akrabaya İyilik etmeyi emrediyor. Öyleyse sen Muhammed'in dininden vazgeçmeyi
nceye kadar, ne bir şey yiyecek, ne de İçeceğim. Böylece insanlar seni
annesinin katili olarak ayıplayacaklar, demiş. Ancak annesinin bu şekildeki
tehdidine Sad, imamyla cevap vermiş:
Ey Anne! Yüz canın
olsa, İslâm'ı bırakmam için tek tek versen, yine de İslâmdan ayrılmam. Bundan
sonra ister ye, ister yeme.
Annesi, Sad'm bu
kararlı tutumu karşısında bakmış ki, olacak gibi değil. Sad dininden ayrılmıyor.
Bunun üzerine tekrar yemeye ve içmeye başlamış. Fakat bu defa başka bir yol
denemiş: Sad, bir gün evde namaz «kılarken annesi üzerine kapıyı kilitlemiş.
Buna göre; Sad ya İslâmdan vaz-geçek ya da açlık ve susuzluktan ölüp gidecekmiş.
Tam bu sırada Hamn'e'ye, diğer oğlu Amir'in de Müslüman olduğu haberi gelmiş.
Umutsuzluğa düşmüş. Sad'ı İslâmdan döndürmek isterken, Allah diğer oğlu Amir'e
de İslâmı nasip etmiş. Yaa çocuklar! İşte böylesi anneler de varmış.
Yine Müslüman
olanlardan Osman bin Af-fan'ın da, amcası Hakem bin Ebi'l As tarafından kalın
iplerle direğe bağlanıp dövüldüğünü duydum. Halid bin Said ise İslâmı kabul
ettikten sonra, babası Ebu Uhayha tarafından sopalarla dövülmüş, hapsedilmiş,
aç ve susuz bırakılmış. Hatta babası zengin olduğu için, Halid'i malından
mahrum edeceğini söylemiş. Halid bunu hiç umursamamış. Çünkü Allah'a iman
onun için en büyük zenginlikmiş.
Size daha kimden
bahsedeyim ki çocuklar. Bu söylediklerim benim duyduğum en hafif işkenceler ve
eziyetlerdi. Aslında böyle üzücü şeylerden bahsetmek istemiyorum. Fakat
bilmenizde fayda gördüğüm için anlatıyorum. Çünkü Yeğenim Muhammed'in getirdiği
İslâm dininin (gerçeklerinin) insanlığın faydasına olduğunu biliyorum. Zaten
zaman zaman bunu çeşitli vesilerle dile getirmişimdir.
Neticede gördüğüm
kadarıyla Yüce Allah, bu işkence, eziyet ve çilelere karşı o ilk Müslümanlara
büyük bir sabır ve dayanma gücü veriyordu, hâlâ da verdiğini görüyorum.
Ambargo ve boykotta olduğumuz günlerde buna daha çok şahit oldum. Hepsi
sabırla davranmanın mükafatını Allah'tan alacaklarına gönülden inanıyorlardı.
Evet sevgili çocuklar,
o ana kadar gizliden gizliye insanları İslama davet eden Sevgili Yeğenim
Muhammed'e şu emir nazil oldu:
«Artık sen
emrolunduğun şeyi hiç çekinmeden açıkça ilan et...» [20]
Bunun üzerine Sevgili
Yeğenim, davetini açıkça yapmaya başladı. Allah, O'na insanlardan korkmamasını,
çekinmemesini söylemişti. Geçen üç yıllık gizli lavet döneminde Müslümanlar,
açıktan açığa kitapları Kuran-ı Kerim'i okuyamı-yorlardı. Hatta namazlarını da
kılamıyorlardı. Bunun için birbirlerine gözetleyici olup uzak vadilere, kuytu
ve tenha yerlere gidiyor, oralarda namaz kılıyorlardı. Tıpkı az önce size
Sevgili Yeğenim Muhammed'i ve oğlum Ali'yi bir vadide bulduğumu anlatmam gibi.
Peygamber olarak
ortaya çıkışının dördüncü yılında Sevgili Muhammed'e, şu ilahi emir nazil oldu:
Bu İlahî emir üzerine
O da, önce yakın akrabaları olan bizlere davetini açıkladı: Oğlum Ali'ye bir
kişilik yemek ve bir kap süt hazırlamasını söylemiş. Sonra da yakın
akrabalarımızı davet etmesini İstemiş. Tabi davet edilenlerin başında ben
vardım. Bu sıralarda kız kardeşlerim, yani Sevgili Muhammed'in halaları,
Yeğenimden amcası Ebu Leheb'i davet etmemesini istemişler. Çünkü Ebu Leheb çok
kötü biriydi. Amcası olmasına rağmen, yeni dininden dolayı Yeğenim Muhammed'i
de pek sevmezdi. Fakat nereden haber almışsa davetsiz bir şekilde çıkageldi.
Yeğenimin akrabaları olarak iki kadın olmak üzere ben, Hamza, Abbas ve Ebu
Leheb toplam 45 kişiydik. Yemek önümüze konuldu. Bir kişilik olan yemek ile
hepimiz doymuştuk. İşin ilginç yanı, yemek hiç ekşitmemiş gibiydi. Doğrusu bu
bir «mucize»ydi. Hepimiz şaşkın bir haldeyken,
Yeğenim konuşmaya hazırlandı.
Fakat kardeşim Ebu Leheb, konuşmasına fırsat vermeyerek mucize yemeği kastedip;
Doğrusu biz bugünkü
gibi bir sihir hiç görmedik, dedi. Hakarete varan konuşmalar yaptı. Yeğenim
ise hiç konuşamadı. Ebu Leheb, bu tavrıyla huzurumuzu kaçırmıştı. Nefret dolu
bakışlarımız altında oradan ayrıldı.
Fakat Sevgili
Muhammed, Allah'tan aldığı emre göre yakın akrabalarını mutlaka ikaz etmeye ve
uyarmaya kararlıydı. Bu sebeple ikinci bir ziyafet verdi.
Bu defa da önceki
ziyafette hazır bulunanların aynısı vardı. Yeğenim Muhammed, Allah'a hamd
ederek şöyle konuştu:
Şüphesiz bilir ve
bildiririm ki Allah'tan başka ilah yoktur. O birdir, eşi ve ortağı yoktur.
Herhalde otlak aramaya gönderilen bir kimse, gelip de ailesine yalan
söylemez. Vallahi ben tüm insanlara yalan söylemiş olsam, yine size yalan
söylemem. Tüm insanları aldatmış olsam, yine sizi aldatmam. Sizi kendisinden
başka ilah olmayan Allah'a inanmaya davet ediyorum. Ben de O'nun özelde size,
genelde tüm insanlığa gönderdiği peygamberiyim. Vallahi sizler uyur gibi
öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi de dirileceksiniz. Tüm yaptıklarınızdan
hesaba çekileceksiniz. Yaptığınız iyiliklerin mükafatını görecek,
kötülüklerinizin cezasını çekeceksiniz. Bu, ya ebediyen Cennette ya da
Cehennemde kalmaktır. İnsanlardan ahiret azabıyla korkuttuğum ilk kimseler,
sizlersiniz.
Daha sonra bu yolda
kimin kendisine yardımcı olacağını üç defa sordu. Her üç defasında da en
küçüğümüz olan oğlum Ali kendisine destek olacağını söyledi. Ebu Leheb
homurdansa da buna çok sevinmiştim. Çünkü oğlum Ali'ye amcasının oğlu olan
Sevgili Muhammed'e destek vermesi yakışırdı.
Oğlumun bu desteğinden
sonra, Sevgili Yeğenime bir destek de ben verdim: Kavmimle beraber her zaman
yanında olup kendisine yardımcı olacağımı belirttim. Yeğenimin halaları da benim
gibi O'na destek olmaya söz verdiler.
Fakat Ebu Leheb artık
dayanamayıp, kızdı; köpürdü:
Başkaları O'nun elini
tutup bu işten alıkoymadan ünce, siz O'nun elini tutup bundan alıkoyun...»
dedi. İçindeki kini kustu. Ama ben ve kız kardeşlerim, Ebu Leheb'in bu çıkışına
rağmen, Yeğenimiz Muhammed'e destek çıktık. O'nu sahiplendik. Ebu Leheb
kararlılığımızı görünce sustu. Geri adım atmak zorunda kaldı.
Meğer Sevgili Yeğenim
açık davetini biz yakın akrabalarına yaptığı gibi, Mekke halkının hepsine
yapmayı da düşünmüş. Hiç kimseden korkmadan emrolunduğu ilahî davayı hiç
.çekinmeden, açıkça ilan etmeyi istiyormuş. Çünkü bu, O'na Allah'ın emriydi.
Allah'ın emrinin olduğu konularda vallahi çocuklar, Yeğenim Muham-med'den daha
istekli olan kimse görmedim. Hem de hiçbir şeyden korkmuyordu.
Yeğenim Muhammed bu
düşüncesini gerçekleştirmek için Mekke'ye bakan Safa Tepesine çıkmış:
Ya Sabahah! Ya
Sabahah! diye bağırmış.
Bizdeki bir adete göre
her kim o tepeye çıkıp bu şekilde bağırırsa, çok önemli bir haber verecek
demektir. Bundan dolayı da halk, grup grup Safa Tepesinin önünde toplanmış.
Sevgili Yeğenim
Muhammed, onlara hitaben konuşmuş:-
Ey Kureyş topluluğu!
Ben size bu dağın arkasında veya şu vadide size baskın yapmak isteyen düşman
atlılarının olduğunu veya sabaha-akşama baskına uğrayacağınızı söylesem, bana
inanır mısınız?
Evet! Seni tasdik edip
doğrularız. Şimdiye kadar
Sende doğruluktan başka bir şey görmedik. Yanımızda herhangi bir suç ile
suçlanmış da değilsin.
Öyle ise ben, sizi önünüzde
olup gelecek şiddetli bir azap ile korkutmakla görevliyim. Yüce Allah en yakın
akrabalarımı azap ile korkutmamı bana emretti. Sizi «Lailahe illallah»[21] demeye
davet ediyorum. Ben de O'nun kulu ve Resulüyüm. Eğer
bunu böylece kabul
ederseniz Cennete gireceğinize kefil olurum. Sizler «Lailahe illallah»
demedikçe ne bu dünyada, ne de ahi-rette size bir fayda veremem.
Toplanan halk bu acı
gerçek karşısında söyleyecek söz bulamamış. Halk böylece susmuş bir haldeyken,
aniden bir ses duyulmuş. Meğer kardeşim Ebu Leheb'miş. Kinini kusup Yeğenime o
kadar insan içinde hakaretlerde bulunmuş:
Bizi bunun için mi
çağırdın? diyerek Sevgili Muhammed'in söylediği hakikatleri küçümsemiş.
Çocuklar!
Düşünebiliyor musunuz! Bir kimsenin amcasının kendisine topluluk içerisinde hakaret
etmesi, ne kadar ayıp bir şey. Doğrusu şu Ebu Leheb'e de çok kızıyorum. Yeğenim
Muhammed'in söylediklerini kabul etmeyebilir. Ama ne diye O'na hakaret ediyor?
Kardeşim Ebu Leheb, bizim soyumuza hiç çekmemiş. Yüreğinde kin ve nefretten
başka bir şey yok.
Fakat ne oldu, biliyor
musunuz çocuklar? Yüce Allah, peygamberi olan Sevgili Yeğenim Muhammed'e
hakaret eden amcası Ebu Leheb ve hanımı Ümmü Cemil'e ayet ayet, çok ağır tehditler
indirdi. Çünkü Ebu Leheb ve hanımı, her zaman ve her yerde Yeğenime ve
inancına düşmanlıklarını açıkça gösteriyorlardı. İkisi de «Tebbet Sûresi»
denilen bir sûre ile gazaba uğradı. Mekke halkı günlerce bunu konuştu. Tıpkı
Ebu Leheb'in Safa Tepesi önünde, Sevgili Muhammed'e söylediği kötü sözlerin
günlerce konuşulması gibi.
Tebbet Süresiyle
gazaba uğrayan Ebu Leheb ve hanımı Ümmü Cemil, Sevgili Muhammed'e büyük bir
kin ve düşmanlık besliyorlardı. Gideceği yollara Yeğenimin ayakları kanasın
diye, geceleri dikenler döktüklerini duydum. Sonra düşündüm ki, bu İşi yapan
Ümmü Cemil'e Kur'ân'da boşuna «odun hamalı» denilmemişti. Demek ki layıkmış.
Ebu Leheb ise oğulları
Uteybe ve Utbe'ye, nişanlıları olan Yeğenim Muhammed'in kızları Rukİye ve Ümmü
Gülsüm'ü, boşamalarını söylemişti. Hatta Uteybe, bununla da yetinmeyip Sevgili
Muhammed'in o gül yüzüne tükürme terbiyesizliğini dahi göstermiş. Yeğenim
Muhammed de bunun üzerine Uteybe'ye:
Ey Rabbim! Onu bir
aslana parçalat! diye beddua etmiş.
O zamanlar bu olayı
duyduğumda, bu bedduanın gerçekleşeceğini biliyordum. Çünkü Yeğenim
Muhammed'in dua veya bedduaları her zaman kabul olmuştur.
Nitekim daha sonra
Uteybe Şam şehrine ticaret kervanıyla giderken, bir yerde konaklayacak ve
sadece o, o kadar insan içinde bir aslan tarafından parçalanacaktı.
Ayrıca Ebu Leheb ve
Ukbe bin Ebi Muayt, Sevgili Yeğenim Muhammed'in komşularıydı. İkisi de
düşmanlıklarından dolayı, birtakım hayvan işkembelerini getirip Yeğenimin
kapısının önüne alıyorlarmış. Pis kokular veren ve içindeki pislikle beraber
rahatsızlık veren hayvan işkembelerini, Yeğenim Muhammed kaldırıp; «Bu ne biçim
komşuluk» diye sitem ediyormuş.
Halbuki komşunun
komşuya karşı birçok haklan vardır. Karşılıklı saygı-sevgi göstermeleri, dar
günlerinde ve zor zamanlarında birbirlerine yardımcı olmaları birbirlerine
rahatsızlık vermemeleri gerekir. Fakat çocuklar! Ebu Leheb bu haklardan ne
anlar? O kim, komşuluk kim?
Her ne kadar kardeşim
Ebu Leheb, Yeğenime bu kadar hakaretler ediyor idiyse de, bazen kendisi de
layık olduğu cevabı alıyordu. Nitekim bir gün Ebu Leheb, yine elindeki hayvan
pisliği dolu işkembeyi Sevgili Yeğenim Muhammed'in kapısı önüne bırakacağı
anda, küçük kardeşim Hamza onun bu yaptığını görmüş. Hamza, benim gibi yumuşak
huylu biri değil. Çok sinirlenmiş. Hemen Ebu Leheb'in elindeki pislik dolu
işkembeyi alıp başından aşağıya dökmüş. Böylece Ebu Leheb hakkettiğini bulmuş.
Bunu duyduğumda ne çok sevinmiştim çocuklar. Siz de sevindiniz değil mi? Çünkü
Ebu Leheb bunu hakketmişti. Zaten onun Tebbet Süresindeki Allah'ın gazabını,
bu yaptığı zulümlerden dolayı hakkettiğini herkes biliyor. Ne demişti o
ayetler:
«Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla, Ebu Leheb'in elleri kurusun; nitekim kurudu da. Ona ne malı,
ne de kazandığı fayda verdi. O, alevli bir ateşe girecek. Karısı da odun hamalı
olarak... Boynunda bükülmüş bir ip olduğu halde.» [22]
Sevgili çocuklar!
«Odun hamalı» olarak isimlendirilen
Ümmü Cemil, kendisi
hakkında inen
bu ayetleri duyunca, Sevgili Muhammed'i taşlamak istemiş. O sırada Yeğenim
Muhammed'in arkadaşı Ebu Bekir'le beraber Kâ'be'nin yanında oturduklarını
haber almış. Elindeki taşla hemen oraya koşmuş. Maksadı Yeğenim Muhammed'i
elindeki bu taşla vurmakmış.
Fakat ilginç bir şey
olmuş: Yeğenimi bulamamış. Sadece Ebu Bekir'i görmüş. Meğer Yeğenim de Ebu
Bekir'le beraber oturuyormuş da Ümmü Cemil O'nu göremiyormuş. Çünkü Yüce Allah
Ümmü Cemil ile Yeğenimin arasına bir perde koymuş. Bu sebeple baktığı halde,
Yeğenimi görememiş Ümmü Cemil. Yani bakar kör olmuş...
Ümmü Cemil, Ebu
Bekir'e Yeğenim Muhammed'in nerede olduğunu sormuş. Ebu Bekir önce bu soruya
şaşırmış. Çünkü Yeğenim, yanında oturuyormuş. Sonra Ümmü Cemil'in Sevgili
Muhammed'i göremediğini anlayınca sormuş:
Ne yapacaksın?
Arkadaşın bana hakaret etmiş. Vallahi O'nu bulsaydım,
şu taşı O'na vuracaktım.
Geri dönüp gidince Ebu
Bekir, Yeğenim Mu-hammed'e:
Ya Resulallah! O seni
görmedi mi? diye sormuş. Sevgili Yeğenim de: etti. Beni göremez hale getirdi, demiş.
Bunları size
anlatırken çok üzülüyorum sevgili çocuklar! Yaşlı kalbimin duygulanmasını hoş
görün. Yeğenim ve O'na uyan Müslümanların neler çektiğini bilmenizi istiyorum.
Sonra sizler de böyle zorluklarla karşılaşırsanız, Yeğenim Mu-hammed'in ve O'na
uyan Müslümanların neler çektiklerini hatırlarsınız.
Evet çocuklar! Yeğenim
Muhammed, benim korumamda olmasına rağmen, biraz önce söylediğim hakaretleri
görmüştü. Kimsesi olmayan Bilal, Habbab, Yasir gibi kimsesizlerin gördüğü işkence
ve hakaretler ise daha kötüydü.
Fakat Yüce Allah, hem
Yeğenimi hem de O'na inananları yardımsız bırakmıyordu. Mesela; Amr bin Hİşam
(Ebu Cehil) adında Yeğenim Muhammed'in çok azgın bir düşmanı var. Hâlâ da
şiddetli bir şekilde hem Yeğenim ve O'na inananlara, hem de biz Haşim ve
Mutalliboğullarına düşmanlık besliyor. Zaten bize ambargo ve boykot
uygulamasında da onun rolü vardı.
Bir gün, Yeğenim
Kâ'be'nin yanında namaz kılıyormuş. Bu adam kocaman bir taş almış, gidip dur.
Yeğenim Muhammed'in
arkasında durmuş. Amacı, Sevgili Yeğenim Muhammed'i bu taşla öldürmekmiş. Bu
gayeyle taşı havaya kaldırdığında, taş elleri arasında olduğu halde dona
kalmış. Ne yapmışsa kımıldayamamış. Sevgili Yeğenim, namazını kılıp
bitirdikten sonra, elleri çözülmüş. Fakat yapmak istediğini artık yapamamış.
Anlaşılan Yüce Allah, peygamberi olan Yeğenimi korumuş.
Yine bir defasında
alnı secdede olup namaz halinde olan Yeğenim Muhammed'in başını, taşla bu adam
ezmek istemiş. Yeğenime doğru yaklaştığında, önüne sadece kendisinin gördüğü
kocaman, dev bir deve çıkmış. Ağzını açıp Amr'ı (Ebu Cehil) yemek istemiş. Amr
(Ebu Cehil), dev gibi olan devenin iri iri dişlerini görünce, büyük bir
korkuyla elindeki taşı atmış. Gerisin geriye kaçmış. Yüce Rabbi Sevgili
Yeğenimi bir defa daha korumuş.
Sevgili çocuklar!
İslâm'ı kabul ettiklerini açığa vuran ve peygamberleri olan Yeğenim gibi hiç
kimseden korkmayan Ebu Bekir, Bilal, Habbab, Süheyb-i Rumi, Yasir ve ailesi ile
beraber daha birçok Müslüman, tekrar tekrar işkence ve hakaretler görüyordu.
Her gün Mekke'de birçok haber yayılıyordu.
Ebu Bekir de, imanını açığa vurduğu İçin Ebu Bekir de, imanını açığa vurduğu için birçok
işkenceler gördü. Hatta aşireti kalabalık olmasına rağmen, yine de hakaret ve
eziyetlere uğradı. Bir defasında demir ayakkabılarla ona vurulan tekmeler
sonucu, dayak yiyip bayıldığını duymuş, çok üzülmüştüm. Çünkü Ebu Bekir çok
saygın ve değerli bir insandı. Hâlâ da öyledir. Ayrıca ticaret yaptığı için,
Mekkelilerin; Ebu Bekir'le ticaret yapmayarak ona zarar vermek istediklerini
de duymuştum. Hatta sözlü hakaret ve küfürler de yapılıyormuş.
Bilal ise zaten kumlar
üzerinde sırt üstü yatırılmış bir şekilde işkenceler görüyordu. Habbab da
demirlerle dağlanıyor, sırtüstü sönmüş ateş parçaları üzerine yatırılıyormuş.
Bu kadar işkence yetmiyormuş gibi, bir de o haldeyken göğsü üzerine ayaklarla
basılıyor/çıkılıyormuş. Ta ki sırtındaki yağlar eriyinceye kadar... Bu arada
Habbab acıya dayanamıyor, sürekli bayılıyormuş. Ama, işkencecilere İnat,
dininden vazgeçmiyormuş.
Ya Yasir ailesine ne
demeli çocuklar! Güneşin etkisiyle kavrulan ve fırın gibi kızaran taşlara
yatırılan Yasir'e, işkenceler yapılıyordu. Karısı Sü-meyye ve oğlu Ammar da
yanında aynı işkenceleri görüyordu. İniltileri ve feryatları tüm çölü
kaplıyordu.
Bir gün, tam o
sıralarda Yeğenim Muham-med oradan geçiyormuş. Yasir:
Ya Resulallah! Bu iş
daha ne zamana kadar sürüp gidecek, diye bağırmış. Sevgili Yeğenim Muhammed
ise:
Sabredin ey Yasir
ailesi! Sizin mükafatınız CENNET'tir, diye müjdeler vermiş.
Yasir ailesi, daha çok
işkence görsün diye Amr bin Hişam'a (Ebu Cehil) verilmişti. Amr {Ebu Cehil)
onlara çok ağır işkenceler ediyor, eziyetlerde bulunuyormuş.
Yine bir defasında
kendisine yapılan hakaretlere o haliyle cevap veren Sümeyye, Amr bin Hİşam'ın
(Ebu Cehil) bir mızrak darbesiyle -Yeğenim Muhammed ve O'na inananların deyimiyle,-«şehid»
olmuş. Çocuklar! Müslüman kadınlardan ilk olarak şehid olan, Sümeyye'dir. Onun
Öldürülmesinden sonra, kocası Yasir de peşinden şehid edilmişti. Oğulları olan
Ammar annesiz ve babasız kalmıştı. Fakat ben Ammar'ı bu haliyle dahi, gönlü
Allah'a ve Resulü olan Yeğenime karşı aşkla, sevgiyle dolu bir şekilde gördüm.
O sıralarda
Müslümanları hep sabırlı görüyordum çocuklar. Halbuki Sümeyye ve Yasir öldürülmüş,
bir çoğu da işkence ve eziyetler görüyordu. Müslümanlar, Sümeyye ve Yasir'in
Allah dini uğrunda
öldüklerini ve «şehid» olduklarını söylüyorlardı. İslâm'a göre «şehid» olan,
cennete giriyor ve Allah'ın rızasını kazanıyormuş. Bu sebeple Müslümanlar,
sanki şehid olmak için yapılan işkenceleri umursamıyorlardı. Allah'ın bir
olduğunu haykırıyorlardı. Doğrusu onların sabırlarını ve kararlılıklarını hep
takdir etmiş, övmü-şümdür. Ne mutlu onlara...
Daha birçok Örnekler
verebileceğim işkence ve eziyetler gören Müslümanlar, tüm bu çilelerin Allah'ın
bir imtihanı olduğunu söylüyorlardı. Yeğenim Muhammed'in ve bu ilk
Müslümanların söylediklerine göre; imanın ilk derecesi «inanmak»mış. İkinci
derecesi de «samimiyet» ve «sabır» imiş.
Şu an olan bitenler
karşısında düşünüyorum da, aklıma Yüce Allah'ın bu ilk Müslümanları, kendi
dininin sağlam ve sarsılmaz temel taşları olacak şekilde, çile ve eziyetlerle
yetiştirdiğinden başka bir şey gelmiyor. Gördükleri işkence ve hakaretler,
imanlarını daha da artırıyordu. Hâl böyle olunca şahsen gözümde Bilal, Habbab,
Yasir gibi köleler yüceliyor; yere göğe sığmaz oluyorlardı. Buna karşın Ebu
Leheb, Amr bin Hişam (Ebu Cehil) gibiler ise gittikçe küçülüyorlardı.
Yeğenim Muhammed bu
eziyetler karşısında teselliyi onda buluyor, onun desteğiyle hafifliyordu.
Hatice, O'na ferahlık veren rahatlatıcı sözler söylüyor, dayanma gücünü
arttırıyordu. Böylelikle vazifesini de kolaylaştırıyordu.
Yaa sevgili çocuklar!
İşkenceciler Yeğenime ve O'na uyan Müslümanlara işkencelerin bir fayda
vermediğini gördüler. Onları bu şekilde dinlerinden döndürmeyeceklerini
anlayınca, yeni tuzaklar/hileler denemeye başladılar.
Bunun için bu meseleye
bir çözüm bulmak ümidiyle, bana geldiler. On kişi kadardılar. Yeğenim
Muhammed'i bana şikayette bulundular. Ben de onlar; güzellikle, güleryüz ve
yumuşak sözlerle başımdan savdım.
Bir müddet sonra
tekrar geldiler. Yeğenim Muhammed'in insanları İslâm'a davet etme yolundaki
gayretlerini dile getirdiler. Şunları söylediklerini hatırlıyorum:
Ey Ebu Talib! Aramızda
yaşça, şeref ve makamca bizden ileridesin. Senden Yeğenini bizimle uğraşmaktan
alıkoymanı istedik. Sense alıkoymadın.
Vallahi putlarımıza dil uzatmasına, akıllılarımızı akılsız saymasına, ilahlarımızı eleştirmesine
tahammül edemeyiz. Ya O'nu bizimle uğraşmaktan vazgeçirirsin, ya da iki
taraftan biri yok oluncaya kadar, O'nunla da seninle de çarpışırız.
Doğrusu durum çok
ciddiydi. Açıkça beni tehdit etmişlerdi. Fakat çocuklar; onların, atalarının
dinlerinde durmak gibi bir gayretleri de yoktu. Asıl mesele; Yeğenimin
getirdiği bu yeni dinin, onların
birtakım menfaatlerini engellemesiydi. Çünkü bu yeni din olan
İSLÂM, onların yaptığı kötülükleri yüzlerine vuruyordu. Üstünlüğün köle ve
efendi olmakla elde edilmeyeceğini belirtiyordu. Üstünlüğün kötülükten
korunmada ve Allah'a itaat etmede olduğunu söylüyordu. Bunlar ise, onların
işine gelmiyordu. Bunu açıkça söyleyemediklerinden, atalarının dinlerini
savunuyorlar-mış gibi görünüyorlardı. Fakat ne olursa olsun, ne yaparlarsa
yapsınlar Yeğenim Muhammed'i asla savunmasız bırakamazdım.
O'nu çağırıp durumu
olduğu gibi O'na açıkladım. Onların hoşlanmadığı şeyleri söylemekten
vazgeçmesini istedim. Sevgili Yeğenim Muham-med'in bu sözlerimden dolayı çok
üzüldüğünü gördüm. Fakat çok kararlı bir şekilde bana dönerek, hiç
unutamayacağım şu sözleri söyledi:
Ey amca! Vallahi bu
işi bırakmam için Güneş'i sağ elime, Ay'ı da sol elime koysalar, yine de bu
dinden ve bu davetten vazgeçmem. Ya Allah bu dini hakim kılar, ya da bu uğurda
canımı veririm.
Gözleri yaşardı ve
ağladı. Meğer O, benim artık kendisini desteklemeyeceğimi düşünmüş. Ayağa
kalktı. Tam gidecekken, beni yanlış anladığını fark ettim.
Ey Yeğenim! dedim.
Git! İstediğini söyle! İşine devam et! İstediğini yap. Vallahi ben, seni hiçbir
zaman onlara teslim etmeyeceğim.
Bunun üzerine Sevgili
Yeğenim Muhammed'in gözlerinin içi güldü, çok sevindi. Bu sevinci
davranışlarından da anlamıştım.
Yeğenim Muhammed'in o
azgın düşmanları, Yeğenime sahip çıktığımı duyduklarında sert bir kayaya
çarptıklarını anladılar. Bu defa yeni bir teklifle geldiler. Ne dediler
çocuklar biliyor musunuz? Çok tuhaf ve çok ahmakça bir şey teklif ettiler.
Buna göre; Mekke'deki
Velid bin Muğire adında Yeğenimin çok azılı bir düşmanının oğlu olan Umare'yi
bana vereceklerdi. Umare, güçlü ve yakışıklı bir gençti. Buna karşılık, benden
Yeğenim Muhammed'i isteyip öldüreceklerdi.
Bu haksız ve ahmakça
teklifi bana söylediklerinde onlara şunu söyledim:
Siz bana oğlunuzu
(Umare'yi) vereceksiniz. Ben de onu sizin için besleyeceğim. Ben Yeğenimi
(Muhammed) size vereceğim. Sİz de O'nu öldüreceksiniz, öyle mi? Vallahi bu asla
olacak şey değii!
Hatta sevgili
çocuklar, o kadar çok öfkelenmiştim ki, onlara ne kadar ciddi olduğumu göstermeliydim.
Hemen aşiretim olan Haşimoğullarmin gençlerini topladım. Kâ'be'nin yanına
gittim. Orada toplanmış bulunan Yeğenim Muhammed'in düşmanlarına:
Vallahi Muhammed'i
öldürecek olursanız, sizden de hiçbir kimse sağ kalmaz. Siz de biz de yok olur
gideriz, diyerek tehditler savurdum. Onları bir kere daha hayal kırıklığına
uğrattım. Hele Amr bin Hişam'ın (Ebu Cehil) yüzünü bir görmeliydiniz çocuklar.
Öfkesinden kıpkırmızı olmuş, ne
diyeceğini bilemiyordu.
Nasıl? İyi yapmış
mıyım çocuklar? Onlar benim, Yeğenimi korumasız bırakacağımı düşünmüşlerdi.
Ne kadar da aptalca bir şey... Ben, Yeğenim Muhammed'in tırnağını dahi dünyaya
değişmem.
Evet sevgili çocuklar!
Düşmanları Yeğenim Muhammed'e karşı bitmeyen bir kin ve düşmanlık
besliyorlardı.
Yine duyduğuma göre
hac mevsimi yaklaştığı zaman, Yeğenimin başta gelen düşmanlarından Veiid bin
Muğire, diğer yandaşlarına bir teklif yapmış: Buna göre; yakında birçok yerden
hacca gelecek insanlar, Yeğenim Muhammed'in dinini duyacaklarmış. Dolayısıyla
bu işin aslını öğrenmek isteyeceklermiş. Bunun İçin de sorulacak sorulara
cevap olarak, herkesin sözünü bir yapması gerektiğini söylemiş.
Bundan dolayı Yeğenim
Muhammed için kimi kâhin, kimi mecnûn, kimi şâir, kimi da sihirbaz demeyi
teklif etmiş. İşin tuhaf yanı Velid'in kendisi, Yeğenim Muhammed'in bunlardan
hiçbiri olmadığını söylemesiymiş. Çünkü bu tekliflerin hepsinin gerçek
olmadığını herkes gibi o da biliyordu. Yeğenim Muhammed ne kâhin, ne mecnûn, ne
şâir, ne de sihirbazdı. Fakat buna rağmen Velid, Yeğenim Muhammed için «sihirbaz»
demeyi uygun gördüğünü söylemiş.
Böylece haccetmek için
gelecek insanlara, Yeğenim Muhammed'i sormaları ihtimaline karşılık, sözierini
bir yapmışlar. Ama Yeğenimin asla sihirbaz olmadığını onlar da biliyorlardı.
Yalan söyiemek, gerçeği gizlemek onların bir özelliğidir, içlerinde yaşadığım
bu insanları ben tanımaz mıyım?
Sevgili çocuklar! İzin
verirseniz hem oturuşumu şöyle bir değiştireyim, hem de kuruyan ağzımı biraz
ıslatayım... Ooh! Her zaman söylerim çocuklar! Su, çok güzel bir nimettir.
Yerimi de şöyle bir
değiştirdim mi tamamdır. Şu yastığı da sağ tarafıma dayayayım. Eveet; şimdi
kaldığım "yerden devam edebilirim sevgili çocuklar.
Sevgili Yeğenim
Muhammed'in peygamber olarak gönderilişinin altıncı yılındaydık. Aylardan da
Recep ayıydı. O'na ve Müslümanlara hâlâ işkence ve hakaretlere devam
ediliyordu. Ne ibadetlerini yapmada ne de inançlarını yaşamada huzur bulmuyor,
rahatlık görmüyorlardı.
Bu durumun farkında
olan Sevgili Yeğenim Muhammed, kendisine uyanlara:
Siz, şimdi yeryüzüne
dağılın! Allah sizi yine bir araya toplar, diye emretmişti.
Ya Resulallah! Nereye
gidelim? diye soranlara da:
İşte oraya! diyerek
Habeşistan'ı göstermiş şöyle demişti:
Habeş ülkesine
gitseniz iyi olur. Orada halkına zulmetmeyen bir kral var. Orası doğruluk
ülkesidir. Yüce Allah, size içinde bulunduğunuz sıkıntılardan bir çıkış yolu
açıncaya kadar, orada bulununuz.
Gerçekten de çocuklar;
Habeşistan Kralı Hıristiyan olmasına rağmen, çok adil ve halkına iyi davranan
bir kraldı.
Böylece beş kadın ve
10 erkekten meydana gelen toplam 15 kişilik bir Müslüman grup, Habeşistan'a
hicret[23]
etti. Gizlice yola çıkan bu Müslümanlar, İslâm dininin ilk hicretini yaptılar.
Biz de sonradan
gidişlerini duyduk. Hicret etmelerinin amacı, Rablerine karşı kulluklarını daha
rahat yapabilmek, inançlarını da huzur içinde yaşayabilmek içindi.
Sonradan duyduğuma
göre Osman bin Af-fan, Osman'ın hanımı ve Yeğenim Muhammed'in kızı olan Rukiyye,
Ebu Huzeyfe ve hanımı, Zübeyr bin Avvam, Mus'ab bin Umeyr, Abdurrah-man bin Avf
gibi seçkin Müslümanlar da gidenlerin içindeymiş.
Fakat hakaretler ve
işkenceler, geride kalan Müslümanlara hâlâ yapılıyordu: Her kabile kendi içinde
hicret etmeye gücü yetmeyen Müslümanları yakalıyor, aç ve susuz bir şekilde
hapsediyordu. Ayrıca onları çöllere götürüp işkence yapıyor, demir taraklarla
dağlıyorlardı. Bu yetmezmiş gibi boyunlarına bağladıkları iplerle sokaklarda
dolaştırıyor, çocuklara taşlattırıyorlardı. Ama yine de tüm bu zorlukları
yaşayan zavallı Müslümanların sevindiği olaylar da oluyordu.
Sevgili çocuklar!
Müslümanların sevindiği bu olaylardan biri, kardeşim Hamza'nın Müslüman
olmasıydı. Hamza, Sevgili Muhammed'in peygamberliğinin altıncı yılında Müslüman
oldu. Güreşçi ve aynı zamanda iyi bir avcıdır.
Bir gün av dönüşünde,
bir cariye ona, Amr bin Hişam'ın (Ebu Cehil) Yeğenim Muhammed'e yaptığı
hakaretleri anlatmış. Hamza çok öfkelenmiş. Akrabalık damarı kabarmış bir
şekilde Kâ'be'nin yanında oturan Amr'a (Ebu Cehil) gitmiş. Sert ağaçtan
yapılmış yayını, olanca gücüyle kaldırıp başına vurmuş ve kanatmış. Bu esnada:
Sen misin Yeğenime
sövüp sayan? İşte ben de O'nun dinindenim, O'nun söylediklerini söylüyorum.
Gücün yetiyorsa o yaptıklarını bana da yap! diyerek meydan okumuş. Böylelikle
Müslümanlığını ilan etmiş.
Amr bin Hişam'in (Ebu
Cehil) arkadaşları, Hamza'yla kavga etmek için davranmışlarsa da Amr
bırakmamış. Çünkü öfkesinden dolayı Hamza'nın Müslüman olduğunu düşünmüş. Bu
sebeple tam bir Müslüman olmaması için, kavga etmek istememiş.
Gerçekten de Hamza,
öfkelenmiş olduğu için Müslüman olduğunu söylemiş ve bunu ilan da etmişti.
Evine döndüğünde kendisinde şüpheler meydana gelmiş. Bu şüpheleri gidermek
için, Yeğeni Muhammed'in yanına gitmiş. Sevgili Mu-hammed, Hamza'ya iman,
Cennet, Cehennem gibi birçok konularda nasihatler etmiş. Böylece Hamza'nın
kalbine iman, iyice yerleşmiş. Şüpheleri kaybolmuş.
Müslümanlar ise, Hamza
gibi bir pehlivanın iman etmesine çok sevindiler. Hatta Hamza'nın Müslüman
olması bazı Müslümanlara işkence yapılmamasında etkili oldu. Çünkü Mekke'nin
İleri gelenleri onun gibi bir kahramandan çekmiyorlardı.
Sevgili çocuklar! Bu
aralar neler olduğunu biliyor musunuz? Duyduğum kadarıyla Yeğenim Muhammed'e
düşmanlık eden Mekke'nin ileri gelenleri, Yeğenimin peygamberlik davasından
vazgeçmesini hâlâ ısrarla istiyorlarmış. Bunun için, birçok hile ve tuzaklar
kuruyor, birçok değişik tekliflerle Sevgili Muhammed'in huzuruna ge-Üyorlarmış.
Onlardan Utbe bin
Rebia adında biri, Yeğenime gidip bazı tekliflerde bulunmuş. Buna göre;
Yeğenimin İslâm davasından ve peygamberlikten vazgeçmesi karşılığında,
kendisini mal ve servet olarak Mekke'nin en zengini yapacakiarmış. Bunu kabul
etmezse, O'nu kendilerine başkan yapacakiarmış. Şayet hastaysa en güzel şekilde
tedavi edeceklermiş.
Utbe'nin bu
tekliflerine karşılık Sevgili Yeğenim Muhammed, Fussilet Sûresi adıyla
Rabbin-den inen ayetleri ona okumuş.
Ey Velid'in babası!
Okuduklarımı dinledin. Artık gerisini sen düşün, diyerek; onu kendi haiine
bırakmış.
Utbe, okunan
Kur'ân'dan çok etkilenmiş. Çünkü okunan ayetlerden Kur'ân'ın mucize oluşunu,
Cenneti müjdelemesini, Cehennemle korkutmasını dinlemiş.
Bu sözlerin, insan
sözü olamayacağını anlamış. Hemen kalkıp kendisini gönderen arkadaşlarının
yanına dönmüş. Onlara; Yeğenim Muham-med'den el çekmelerini, O'na dokunmayıp,
uzak durmalarını söylemiş. dur * siyer
habeşistan'a hicret
Düşünüyorum da Yüce
Allah, Sevgili Mu-hammed'i her durumda destekliyor, yardımsız bırakmıyordu.
Düşmanlarının eliyle bile olsa...
Daha sonra Yeğenim
Muhammed'e nefse hoş gelebilecek bazı teklifler daha yapmışlar. Yetinmeyip
saçma sapan tekliflerinin dozunu artırmışlar. Hatta bunları yaparsa Müslüman
olabileceklerini dahi söylemişler.
Fakat anladığım
kadarıyla maksatları Müslüman olmak değil, Müslümanlar arasına bozgunculuk
sokmaktı.
Mesela; Safa Tepesi
dediğimiz tepeyi altına çevirmesini, istemişler. Yeğenim de bunu rabbin-den
dilemiş. Cebrail adlı melek, Yeğenim Muhammed'e bu konuda haber getirmiş.
Rabbi, Yeğenim Muhammed'in bu dileğini yapacakmış. Fakat düşmanları buna
rağmen iman etmezse, onları helak edeceğini bildirmiş.
Merhamet peygamberi
olan Sevgili Yeğenim, düşmanlarının Safa Tepesi altına dönüşse dahi yine iman
etmeyeceklerini bildiği için, onların bu tekliflerini reddetmiş.
Şefkati tüm insanları
kapsayacak kadar çok olan Sevgili Muhammed, düşmanlarının da gün gelir Müslüman
olacaklarını umuyordu. Tıpkı Ömer bin Hattab'ın Müslüman oluşu gibi.
Evet sevgili çocuklar!
Gelelim size Ömer'in Müslüman oluşunu anlatmaya... Az önce de söylemiştim ya.
Kardeşim Hamza'nın Müslüman olmasıyla, mazlum Müslümanlar çok sevinmişti. Laf
aramızda ben de çok sevinmiştim. Her ne kadar ben duygularımı kimseye
göstermesem de, Müslümanlar çok sevinçliydi. Hele Yeğenim Muhammed, en çol.
sevinendi. O'na göre bir kimsenin Müslüman olması, mutlulukların en güzelidir.
Hatta yer ve gök arasında oian her şeyden daha hayırlıdır.
İşte bu sevinçlerin
ikincisini de Yeğenim ve O'na uyan Müslümanlar yaşadı. Zira Ömer bin Hattab
Müslüman olmuştu. Doğrusu çocuklar, ben de şaşırmıştım. Siz, Ömer'i
bilmezsiniz. O, daha önce çok öfkeli ve Müslümanlara karşı çok şiddetliydi.
Ömer'in Müslüman olduğunu duyduğumda, Yeğenim Muhammed'in davası olan İslâm'ın,
artık yok olmayacağına dair kanaatim daha da artmıştı. Her neyse... Sizi daha
fazla merakta bırakmadan Ömer'in Müslüman oluşunu anlatayım:
Mekke'mizde
Darü'n-Nedve dediğimiz bir yer var. Burası önemli işlerin görüşüldüğü toplantı
yerimizdir. Meğer Yeğenime düşman olanların hepsi burada toplanmış, Sevgili
Yeğenimi öldürmek için tartışıyorlarmiş. Ancak bu şekilde O'ndan
kurtulabileceklermiş. Amr bin Hişam (Ebu Cehil} tarafından 100 deve ve değişik
ödüller ortaya konulmuş. Bu adam Sevgili Muhammed'in en aşırı düşmanı olup çok
kötü biridir çocuklar.
Toplantıda bulunan Ömer
bin Hattab, Amr (Ebu Cehil) ve diğerlerinin de teşvik etmesiyle, Yeğenim
Muhammedi Öldürebileceğini söylemiş. Böylece ödülü de o alacakmış.
Bu gayeyle yola çıkan
Ömer, Nuaym adında birMüslümanla karşılaşmış. Nuaym, Ömer'in Yeğenim
Muhammed'i öldürme niyetinde olduğunu Öğrenmiş. Yeğenim Muhammed'e haber vermek
için, zaman kazanmak amacıyla Ömer'e kızkar-deşi Fatıma ve eniştesi Said bin
Zeyd'in de Müslüman olduklarını söylemiş. Ömer bunu duyunca önce inanmak
istememişse de, sonra çılgına dönmüş. Onlara derslerini vermek amacıyla yolunu
değiştirerek, evlerine doğru yönelmiş.
O sırada Habbab bin
Eret, Said ve hanımı Fa-tıma'ya, henüz yeni inmiş olan Tâhâ Süresindeki
ayetleri okuyormuş. Kapının şiddetle vurulduğunu duymuşlar. Said, hemen
Habbab't ve Kur'ân ayetlerini saklamış. Ömer kızgın bir halde içeri dalmış.
Okudukları şeyi duyduğunu ve onu hemen kendisine vermelerini söylemiş. Hızını
alamayıp eniştesi
Said'i ve kızkardeşi
Fatıma'yı dövmüş. Kanlar içinde yere serilen Fatıma, haykırmış:
Elinden geleni yap ey
Ömer! Ben ve kocam artık Müslümanız. Allah'a ve Resulüne iman ettik.
Kızkardeşini kanlar
içinde gören Ömer, merhamete gelmiş. Yumuşak bir sesle okudukları ayetleri
istemiş. Kızkardeşi, Ömer'deki bu değişikliği farkedince Hemen gizledikleri
Taha Sûresini getirmiş.
Ömer, okuma-yazma
bilen biriydi. Okudukça değişmiş, kalbi yumuşamış, imana gelmiş. Elindeki
ayetleri Övmüş. Bu sözlerin bir insana ait olamayacağını söylemiş.
Bunun üzerine
gizlenmiş olan Habbab bin Eret, bulunduğu yerden sevinçle ortaya çıkmış:
Müjdeler olsun Ey
Ömer! Allah'ın Resulünün; «Ey Allah'ım! Bu dini ya Amr bin Hişam (Ebu Cehil),
ya da Ömer bin Hattab ile kuvvetlendir,» diye dua ettiğini biliyorum, demiş.
Ömer, kızkardeşi
Fatıma'nın evindeyken, doğruca Sevgili Yeğenim Muhammed'in yanına götürülmesini
istemiş. Böylece Allah'a ve Resulü olan Yeğenim Muhammed'e İman edip Müslüman
olmuş.
Ömer'in iman etmesiyle
Müslümanların, başta Yeğenimin sevincine diyecek yokmuş. Öylesine tekbirler
getirmişler ki bulundukları yer olan «Erkam'ın evi» (Darü'l-Erkam), tekbirlerle
inliyormuş. Kardeşim Hamza'nın Müslüman olmasından üç gün sonrasına rastlanan
bu sevindirici olay, zayıf ve ezilmiş Müslümanların güçlerine güç kattı.
40. Müslüman olan
Ömer'in teklifiyle o güne kadar gizli ve saklı ibadet eden Müslümanlar, bir
sel gibi Kâ'be'ye akıp açıkta namaz kılmışlar. Meydan okurcasına namaz kılan
Müslümanları gören Amr bin Hişam (Ebu Cehil) ve arkadaşları, şaşkınlık ve
hayretle onları izliyorlarmış. En çok da Amr (Ebu Cehil) kahroluyormuş. Ömer'in
Müslüman oluşu onu çok kötü etkilemiş.
Ömer, öldürmeye
gittiği Yeğenim Muham-med'de hayat bulmuştu. Sanki yeniden dirilmiş gibiydi.
Fakat Ömer'i Yeğenimi öldürmek için gönderenler ise, hırslarından deliye
dönmüşlerdi.
Sevgili çocuklar! Her
ne kadar Müslümanlar günden güne çoğalıyorduysa da, yine en ağır işkencelerden
kurtulamıyorlardı.
Buna karşılık daha
önce Habeşistan'a hicret eden Müslümanların ise, Habeşistan Kralı tarafından
iyi korunduklarına dair haberler geliyordu. Bunu duyan Mekke'nin mazlum
Müslümanları, peygamberleri olan Sevgili Yeğenim Muham-med'den Habeşistan'a
gitmek için, ikinci bir izin aldılar.
Böylece oğlum Cafer'in
başkanlığında 80 ile 100'ü aşkın kişiden meydana gelen bir grup, yola çıkmış.
Aynen Habeşistan'a ilk defa gidenler gibi çok güzel karşılanmışlar. Kral onlara
iyilikle davranmış.
Müslümanların
Habeşistan'a hicret etmelerinin haberi, Mekke'de yayılmıştı. Meğer Amr bin
Hişam (Ebu Cehil) ve arkadaşları, ileride Müslümanların güçlenerek geri döneceklerini
düşünüyor, endişelen'yorlarmış. Bu sebeple Habeşistan Kralıyla arası iyi olan
Amr bin As ve Abdullah bin Ebi Rebia'yı, elçileri olarak Habeşistan Kralına
göndermişler. Amaçları, Habeşistan'a giden Müslümanları Mekke'ye getirip
onlara işkence ve zulüm yaparak, dinlerinden döndürmekmiş.
Yola çıkan elçiler,
kralın huzuruna varmışlar. Meğer Amr, kralın huzuruna girmeden önce, kralın
vezirlerine çeşitli rüşvetler vermiş. Böylece onların desteğini kazanmış.
Fakat kral, Amr'ın
Müslümanları kendisine
vermesi teklifini, kabul etmemiş. Amr'ı reddetmiş. Amr'ın vezirlere rüşvet
olarak dağıttığı malları da geri verip huzurundan kovmuş. Çünkü kral adaletli
biriymiş. Kendi korumasına girenleri himaye eder ve kimseye geri vermezmiş.
Hatta kral, oğlum Cafer'i
huzuruna çağırmış. İşin aslını ondan da sormuş. Oğlum Cafer ona, daha önce
karanlıklarda yaşadıklarını, akraba ve komşularına iyi davranmayıp ilgilerini
kestiklerini, leş yediklerini, zayıflan ezdiklerini uzunca anlatan bir
konuşma yapmış.
Daha sonra Yüce
Allah'ın içlerinde soyunu, doğruluğunu ve güvenilirliğini bildikleri bir peygamber
gönderdiğini söylemiş. Bu peygamberin -yani Yeğenim Muhammed'in- kendilerine Allah'ın
tek ve bir olduğunu, eşi ve benzerinin bulunmadığını, kendisinin de O'nun elçisi
olduğunu söylediğini belirtmiş. Ayrıca peygamberlerinin kendilerine doğru
sözlü olmayı, akrabalarını ziyaret etmeyi, emanetleri yerine getirmeyi, komşularla
iyi geçinmeyi, kan dökmekten ve günah işlemekten sakınmayı emrettiğini de dile
getirmiş.
Bu sebeple O'na
inandıklarını ve işkence gördüklerini, işkence gördükleri için de kralın ülkesine
sığındıklarını, zulüm ve haksızlık görmeyi ummadıklarını ifade etmiş.
Kral, oğlum Cafer'in
yanında bulunan Kur'ân ayetlerini de oğlumdan dinlemiş. Çok etkilenmiş,
Dolayısıyla Müslümanları Amr bin As'a teslim etmemiş. Amr'ı ülkesinden kovmuş.
Yine kral, oğlum
Cafer'den öğrendiği ayetler ve bilgiler sayesinde, Yeğenim Muhammed'in
peygamberliğini kabul etmiş; fakat halkından çekindiği için imanını gizlemiş.
Hatta kral, oğlum Cafer'in Hıristiyanların peygamberi İsa Hakkında Kur'ân'dan
okuduğu ayetler karşısında;
Vallahi İsa bin
Meryem, senin söylediğinden fazla bir şey değildir. Arada şu çöp kadar bile
fark yoktur, demiş.
Böylece Amr bin as ve
Abdullah*bin Ebi Re-bia, Mekke'ye elleri boş olarak geri geldiler. Kralın
onlara yaptıklarını öğrenen Mekke'nin ileri gelenleri bir yenilgi daha
yaşadılar. Mekkeiiler arasında bu olay günlerce konuşuldu.
Oğlum Cafer'in
Habeşistan'a göç etmesinden üç ay kadar sonra, Habeşistan'daki Müslümanlar
arasında, Mekke'nin ileri gelenlerinden bazılarının, Müslüman olduklarına dair
haberler yayılmış. Bu söylentiler üzerine içlerinde Osman bin Affan, Zü-beyr
bin Avvam, Sad bin Ebi Vakkas, Osman bin Mazun, Mus'ab bin Umeyr gibi bazı Müslümanların
bulunduğu bir grup, Mekke'ye geri döndü.
Mekke yakınlarında bir
yerde, bu haberin asılsız olduğunu öğrendiler. Bazıları yine geri döndülerse de
Osman bin Affan, Zübeyr bin Avvam, Sad bin Ebi Vakkas, Osman bin Mazun gibileri,
Mekke'ye bazılarının korumasında girebildiler. Yapılacak her türlü eziyet ve
hakarete göğüs gerip, sabırlı bir şekilde yollarında yürümeye kararlı
olarak...
Sevgili Çocuklar!
Kureyş'İn ileri gelenleri, Yeğenim Muhammed ve O'na uyan Müslümanlara düşmanlık
etmekten, bir türlü vazgeçmiyorlardı.
Bundan üç yıl kadar
önceydi. Aralarında uzun uzun görüştüler. Bu görüşmeler neticesinde; Sevgili
Yeğenim Muhammed'i kendilerine teslim edinceye kadar, biz Muttalib ve
Haşimoğulları kabilelerine boykot ve ambargo uygulamaya karar verdiler.
Buna göre, biz
Muttalib ve Haşimoğulları Sevgili Muhammed'i kendilerine teslim etmeyin-ceye
kadar bizden ne kız alacaklar, ne de vereceklermiş. Ne bir şey satın alacak,
ne de satacak-larmış. Bizimle
görüşülmeyecek, konuşulmayacak,
evlerimize gelinmeyecek, bize acınmayacak ve barış tekliflerimiz asla kabul
edilmeyecekmiş. Bu şartlar üzerinde aralarında anlaşmış ve buna aykırı hareket
etmemek üzere yemin etmişler.
Ayrıca söz konusu
maddeleri bir sayfaya yazıp Kâ'be'nin duvarına asmışlar. Bu sayfayı da Mansur
bin İkrime adında biri yazmıştı. Yeğenimin bedduası üzerine, Mansur'un eli
çolak (sakat) oldu.
Yeğenim ve O'na tabi
olan Müslümanlara, düşmanları bu haksız ve zulüm dolu kararları uygulamaya
geçtiler.
Buna karşın
Haşimoğullarının hepsi Müslüman olsun olmasın, Yeğenim Muhammed'i korumak
uğruna, benim bulunduğum mahalleye taşındılar. Böylece hepimiz birbirimize
kenetlenip bir mahallede toplandık. Birbirimize destek vererek akrabalık
hakkını koruduk. Yeğenim Muhammed'i, asla onlara teslim etmeyecektik. O'nu her
şartta koruyacaktık.
Üç yıl boyunca
çocuklar, Kureyşliler bize çok eziyet çektirdiler. Hem Müslümanlar, hem de
akrabalarım çok eziyetler gördü. Yeğenimin düşmanları, mahallemizin tüm giriş
ve çıkışlarını tutup bize hiçbir yiyecek yahut gıdanın gönderilmesine izin
vermiyorlardı. Çocuklarımızın açlık feryatları, ihtiyarlarımızın inlemeleri
sürüp gidiyordu. Açlıktan ölümler yaşadık. Sohbetimizin başında da size
söylediğim gibi, çok zor günler geçirdik çocuklar, çok zor...
Boykot ve ambargodan
yeni çıktığımız bu günlerde, hâlâ yaşadığımız o çile ve sıkıntıların etkisini
üzerimden atmış değilim. Benim gibi ihtiyar birinin bu kadar eziyeti çekmesi,
yaşlı kalbimi zorluyor çocuklar.
Fakat bu üç yıllık
çile ve sıkıntı dönemimizde Yeğenim Muhammed'in hanımı Hatice'nin, maddi
açıdan çok yardımlarını gördük. Servetini bizim için harcadı desem abartmış
olmam. Ayrıca maddi durumları biraz iyi olan diğer Müslümanların da
cömertliklerini İnkar edemem. Hasıl-ı kelam; dediğim gibi Kureyşlilere karşı
tek bir vücut olduk.
Ama tüm maddi
yardımlara rağmen yetersizliğimiz yine de vardı. Koskoca iki aşiret ve diğer
kabilelerden olan Müslümanlar dahil, bir aradaydık. Öyle ki aç kalanlarımızın
bir çoğu, yiyecek bulamadıklarından ağaç yapraklarını yiyor, deri parçalarını
su içinde yumuşatıp ateşe tuttuktan sonra onunla idare ediyorlardı.
Bu zor dönemde dahi
Sevgili Yeğenim Muhammed'i sürekli yanımda
tutuyor, ayırmıyordum. Adamlarımı
O'nun evinin kapısında nöbet tutmakla görevlendirmiştim. Tedbirli olmak lazımdı
çocuklar. Hepimizi açlıktan öldürmeyi göze alan bu azgın zalimler, Sevgili
Yeğenimi her zaman öldürmek için tuzaklar kurabilirlerdi. Çok şükür bu süre
içinde O'na bir şey olmadı.
Bu sırada çok ilginç
bir şey oldu çocuklar! Sevgili Yeğenim Muhammed, bir gün bana Kâ'be'ye asılı
olan sahifeye bir kurtçuğun musallat olduğunu söyledi. Dediğine göre, o
kurtçuk o sahifedeki «Bismike Aliahümme»[24] cümlesi
hariç, diğer bütün yazılı maddeleri yemiş. Nereden bildiğini sorduğumda,
Rabbinin kendisine haber verdiğini belirtti.
Yeğenim Muhammed'in
hiçbir zaman yalan söylemediğini biliyordum. Çünkü O, çocukluğundan beri
Muhammedü'I-Emin diye biliniyordu. Bu sebeple hemen Kâ'be'nin yanına gittim.
Kureyş'in tüm ileri gelenleri orada oturuyordu. Yeğenim Muhammed'in verdiği
haberi onlara söyledim. Kâ'be'de asılı olan sayfayı da kontrol etmelerini,
boykot ve ambargodan vazgeçmelerini istedim. Hatta onlara;
Eğer dediği doğru
çıkmazsa Yeğenimi size teslim ederim, diye ümit de verdim.
Bunu rahatlıkla söyledim
çocuklar. Neden mi? Çünkü ben, Yeğenimin verdiği o haberin asla yalan
olmadığını biliyordum. Yeğenime güvenim sonsuzdur. O, yalan konuşmaz.
Nitekim kendilerine
verdiğim bu haber üzerine, hemen Kâ'be'de asılı duran sayfaya koştular.
Sayfayı açtıklarında büyük bir şok yaşadılar. Çünkü «Bismike Allahümme»
cümlesi hariç, sayfadaki zulüm dolu ifadelerin hepsinin bir kurtçuk tarafından
yenilmiş olduğunu gördüler. Tüm ümitleri ve hayalleri suya düşmüştü. Fakat
yine her zamanki meşhur inatlarıyla bunun bir «mucize» oluşunu inkar ederek:
«Bu da Muhammed'in sihirlerinden bir sihirdir,» diye tepki vermekten başka bir
şey yapmadılar.
Ben de onların bu
durumundan faydalanıp, onları akrabalık haklarını korumaya ve üç yıldır bize
uyguladıkları bu haksızlığa bir son vermeye davet ettim. İçlerinde bize
uygulanan bu zulmü kabul etmeyen bazı akrabalarımız da vardı. Onlar, bu olayın
vesilesiyle cesaretlenip öne çıktılar. Akrabalık haklarını korumak adına bu
zulmün ortadan kalkmasına sebep oldular. «Bu durum, kardeşlerimize karşı
tarafımızdan yapılmış bir zulümdür,» diye boykot ve ambargoya karşı çıktılar.
Böylece Yeğenim
Muhammed'in peygamber olarak ortaya çıkışının bu onuncu yılında, Müslümanlarla
beraber Muttalib ve Haşimoğulla-rı olarak, boykot ve ambargonun kalkmasıyla rahatladık.
Gerçekten de bu üç yıllık dönemde birçok eziyet ve sıkıntılar çektik çocuklar.
Sevgili çocuklar!
Yeğenim Muhammed'i hep zor durumda bırakmak isteyen düşmanları, O'ndan
kendilerince olmayacak isteklerde bulunuyorlardı.
Boykot ve ambargoda
olduğumuz yıllardı. Hatırladığım kadarıyla Yeğenimin peygamberliğinin
sekizinci yılıydı. İçlerinde Amr bin Hişam (Ebu Cehil) ve Velid bin Muğire gibi
azılı düşmanlarının olduğu bir grup, Yeğenime Ay'ı ikiye ayırması halinde
kendisine iman edeceklerine dair söz vermişler. Rabbinin yanında nazlı olan
Yeğenim Muham-med, ellerini semaya açmış. Bir anda Ay'ın bir parçası Ebu
Kubeys, diğeri de Kuaykıan Dağı üzerinde görülmüş. Yeğenim Muhammed ise;
Ey filan ve filan!
Şahit olunuz! diye onlara seslenmiş.
Fakat kalpleri de
kendileri gibi kara olan
düşmanları:
Bu da Muhammed'in
süregelen sihirlerinden bir sihirdir, deyip ne inanmış, ne de düşmanlıklarından
vazgeçmişler.
Yine de kalplerine
yerleşen kuşkulardan kurtulmak için, etraftan gelen kervanlara mucizeyi görüp
görmediklerini sormuşlar. Onlardan da Ay'ın ikiye ayrıldığını gördüklerine dair
haber almalarına rağmen, «Ebu Tafib'in Yetiminin sihri, semaya da tesir etti,»
dediklerini işittim. Ne kadar acı bir durum değil mi çocuklar?
Yine sîze Yeğenimin
bir mucizesinden daha bahsetmek istiyorum çocuklar: Mekke'mizde Rükâne adında
Müslüman olmayan çok meşhur bir güreşçimiz var. Namı birçok yere yayılmış
biridir. Hiç kimse onun sırtını yere getiremeyecek kadar güçlüdür.
Bir gün Sevgili Yeğenim
Muhammed, Mekke'nin dışında onunla karşılaşmış. Herkese yaptığı gibi onu da
İslâm'a davet etmiş. Fakat Rükâne kabul etmemiş. Biraz da Sevgili Yeğenimi
küçüm-semiş.
Sevgili Muhammed, onu
güreşe davet etmiş. Şayet onu yenerse iman edip etmeyeceğini sormuş. Rükâne,
gururlu bir şekilde, eğer yenilirse iman edeceğini söylemiş.
Böylece güreş
başlamış. Daha ilk karşılaşmada Rükâne ne olduğunu anlamadan kendini yerde
bulmuş. Hemen itiraz etmiş. İkinci defa güreşmişler. Rükâne yine kendini yerde
bulmuş. Tekrar itiraz etmiş. Üçüncü defada da kendini sırtüstü yerde bulan
Rükâne, hayretler içinde kalmış.
Verdiği söze göre
Müslüman olması gerekirken, Rükâne iman etmediği gibi inkârdan da vazgeçmiyormuş.
Yenilginin verdiği şoku üzerinden bir türlü atamamış. Sayıklar gibi yenilgisini
kabul etmiyormuşçasına sürekli;
Şüphesiz ki sen bir
sihirbazsın. Doğrusu şaştım kaldım bu işe, deyip bu mucizeye sırtını dönmüş.
Bunun üzerine
Rükâne'nin iman etmesi için Sevgili Yeğenim, yakınlarındaki bir ağaca;
Allah'ın izniyle gel!
demiş.
Ağaç toprağı yara yara
Sevgili Muhammed'in yanına gelmiş. Ağaca tekrar yerine gitmesini emredince,
ağaç eski yerine dönmüş.
Bu mucize karşısında
da iman etmeyen Rükâne'ye Sevgili Yeğenim haklı olarak;
Sana yazıklar olsum
demiş.
Rükâne ise, o şaşkın
haliyle Mekke'ye dönmüş. Olanları halka
anlatıp Yeğenim Muhammed'i «çok yetenekli bir sihirbaz» diye anlatmış. Zavallı
Rükâne... Halbuki Yeğenimle ilgili bu hallere ve olağanüstülüklere hiç
şaşırmamak gerek... Çocukluğundan beri şanının büyük olacağını, babam
Abdulmuttalib de hep söyler dururdu. Yanımda yaşadığı yıllar boyu böylesi
birçok mucizelerine çok defa şahit oldum. O sebeple «Zavallı Rükâne» dedim...
Evet Sevgili çocuklar!
Şu anda evimde oturmuş size Sevgili Yeğenim Muhammed'in boykot ve ambargodan
çıktığımız bugünlere kadar,benimle beraber geçirdiği hayatını anlatmaya
çalışıyorum.
Neler çektiğini ve
neler yaşadığını dilim döndü-günce söyledim. Umarım merakınızı az da olsa dindirebildim.
Çok yorgun bir ömür
yaşadım. Tek amacım, bugüne kadar Sevgili Yeğenim Muhammed'i düşmanlarından
elimden geldiğince korumaya çalışmaktı. Şimdi ise tek endişem: ben ölürsem bu
azgınların Yeğenime benden sonra yapacaklarıdır. İnanıyorum ki Rabbi, O'nu her
türlü tehlikeden koruyacaktır.
Çocuklar! Size Yeğenim
Muhammed'in o güzel ahlakıyla ahlâklanmanızı tavsiye ediyorum. Çünkü O,
alınması gereken en güzel örnektir. Anlattıklarım, buna en büyük delil değil
mi? Hoşçakalın. Allah'a emanet olun sevgili çocuklar.
[1] Ahzab, 21
[2] Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselamın dedesi
Abdulmutta-lib'İn yaşı hakkında 80 veya 100 arası olduğuna dair değişik bazı
görüşler de vardır.
[3] Son peygamber olan Hz. Muhammet! Aleyhissalâtü
Vesselamın doğuşuna işaret eden yıldızdır. Ayrıca Sevgili Peygamberimiz
Aleyhissalâtü Vesselamın bir adı da Ahmed olup, Saf Sûresi altıncı ayette
geçmektedir.
[4] Muhammed: Çok övülmüş, nıedh edilmiş demektir.
[5] Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselamın amcası Ebu
Talib'in yaşı hakkında, değişik görüşler de vardır.
[6] Ambargo: Alış-veriş yapmayı engelleme, yasaklama
[7] Boykot: Her türlü ilişkiyi kesme.
[8] Rahip: Hıristiyan din adamı
[9] Kilise: Hıristiyanların ibadet yaptıkları yer, bina.
[10] Hılfu'l-Fudul: Faziletli (kimse)lerin yemini.
[11] Zübeyr'in Ebu Talib'in ağabeyi olduğunu söyleyen
görüşler de
[12] Sevgili Peygamberimiz(sav)'in yedinci çocuğu Hz.
İbrahim, Hz. Marİya'dan doğmuştur.
İleride bahsedilecektir.
[13] Hacerü'l Esved: Kâ'be'nin doğu duvarının köşesinde
yerden bir buçuk metre yükseklikte bulunan ve renginin siyah olması sebebiyle
"Siyah (aş" diye isimlendirilen bir taştır.
[14] Mescid-i Haram: Mekke şehrinde olup İçinde Kâ'be'nin
bulunduğu en büyük mescit (İbadet yeri)
[15] Alak, î-5
[16] Vahiy: Cebrail vasıtasıyla Allah'tan gelen ilahi
sözler
[17] Allah'ın selamı üzerine olsun Ey Allah'ın Resulü!
[18] işkence: Şiddelü bir şekilde eziyet etme, acı
çektirme, vurma, dövme
[19] Allah bir'dir! Allah bir'dir!
[20] Hicr, 94
[21] Allah'tan başka ilah yoktur.
[22] Tebbet, 1-5
[23] Hicret: Bir yerden başka bir yere göç etmek
[24] Ey Allah'ım Sen'İn adınla başlarım.