SEVGİLİ PEYGAMBERİMİZ. 2

İthaf 2

DÖRDÜNCÜ KISIM.. 2

DAMADI HAZRET-İ ALİ RADİYALLAHU ANH SEVGİLİ PEYGAMBERİMİZ HAZRET-İ MUHAMMED ALEYHİSSALATÜ VESELLAM ANLATIYOR.. 2

BİRİNCİ BÖLÜM.. 2

Hudeybiye Barış Anlaşması 2

Ebu Basir 4

Elçiler Yılı 4

İKİNCİ BOLÜM.. 5

Hayber'in Fethi 5

Umretü’l-Kaza (Kaza Umresi) Seferi 7

Mekke'nin Ciğerpareleri 7

Mute Savaşı 7

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM.. 9

Büyük Fetih. 9

Huneyn Savaşı 12

Taif Kuşatması 14

Kutsal Hisse. 15

Heyetler Yılı 16

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM.. 16

Tebük Gazası 16

Taiflilerin Müslüman Oluşu. 18

BEŞİNCİ BÖLÜM.. 19

Haccın Farz Olması 19

Bazı Gelişmeler 20

Veda Haccı Ve Hutbesi 20

Yalancı Peygamberler 21

ALTINCI BÖLÜM.. 22

Resulullah Aleyhissalâtü Vesselamın Vefatı 22

 




 

SEVGİLİ PEYGAMBERİMİZ

 

İthaf

 

Bu çalışma, hususân inancı uğruna babalan şehid düşen veya cezaevlerinde bulunan çocuklar başta olmak üzere, SEVGİLİ PEYGAMBERİMİZ aleyhissalâtü vesselamı tanımaya muhtaç tüm çocuklara...

 

"... Siyer denilince aklımıza bir kitap gelmesin. Aklımıza beşe­riyeti Vahy'e uydurma projesi gelsin."

 

DÖRDÜNCÜ KISIM

 

DAMADI HAZRET-İ ALİ RADİYALLAHU ANH SEVGİLİ PEYGAMBERİMİZ HAZRET-İ MUHAMMED ALEYHİSSALATÜ VESELLAM ANLATIYOR

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

Hudeybiye Barış Anlaşması

 

Sevgili çocuklar! Hicretten bu yana kosko­ca beş yıl geçmişti. Altıncı yıla girdiğimizde, civar kabilelere karşı Arabistan'ın birçok bölgesine Sevgili Peygamberimiz, seferler yaptı. Kimine kendisi, kimine de Zeyd bin Harise, Abdurrah-man bin Avf, Muhammed bin Mesleme ve Ebu Ubeyde bin Cerrah gibi seçkin sahabesi komutan­lık ediyordu. Civar bölgelerde İslâm'ın gür sedası, müşriklerin kalplerine korku salıyordu.

Bu yılın Zilkade ayında (Miladi 13 Mart 628) Sevgili Peygamberimiz, gördüğü bir rüya üzerine, Mekke'ye gidip umre[1] yapmak istedi. Rüyasında; Ashabıyla beraber hiç korkmadan girip Beytullah'ı tavaf ettiğini, kiminin başını traş ettiğini, kiminin de saçını kısalttığını gördüğünü bize anlattı.

Ayrıca:

— Ben rüyamda gördüm. Muhakkak ki siz Mescid-i Haram'a gireceksiniz, dedi. Fakat hepi­miz ümide kapılıp bunun bu yıl olacağını sandık, Sevgili Peygamberimizin başkanlığında Zil­kade ayının başında pazartesi günü 1400 müslü-man, umre yapmak için yola çıktık. Bu nedenle, silah olarak yanımızda sadece birer kılıç taşıyor­duk. Çünkü gayemiz savaş değildi. Kurban etmek üzere 70 deveyi de yanımızda götürmüştük.

Peygamber Efendimizin devesi Kasva, Mek­ke yakınlarına vardığımızda Hudeybiye denen yerde çöktü. Tüm zorlamalarımıza rağmen kalk­madı. Bunun üzerine Hudeybiye'de konakladık. Bu arada Sevgili Peygamberimiz birkaç defa Ku-reyşlilere elçiler gönderdi. Maksat, onlarla konu­şarak / anlaşarak huzur ve barış içinde umremizi yapmaktı. Fakat her defasında sert bir şekilde kar­şılık görüyorduk.

O sırada Kureyşlilerin Önde gelenlerinden Urve bin Mesud çıkageldi. KureyşIİler adına, Pey­gamber Efendimizle görüştü. Urve, bir yandan Sevgili Peygamberimiz ile görüşürken, bir yandan da bizleri gözlüyordu. Önce böyle davranmasına bir anlam veremedik. Fakat daha sonra durum an­laşıldı.

Meğer Urve, Kureyşlilerin yanına geri dön­düğünde, biz Ashabın Peygamber Efendimizle olan ilişkilerinden dolayı çok şaşırmış. Gördüğü manzara onu hayrette bırakmış. Çünkü biz, Sev­gili Peygamberİmiz'in yanındayken ondan izinsiz konuşmuyorduk. Verdiği emirleri yerine getirmek için birbirimizle yarışıyorduk. Yanında sesimizi yükseltmiyor, alçak sesle konuşuyorduk. Peygam­ber Efendimizin gözlerine direk bakmıyor, bakış­larımızı yere çeviriyorduk. Hatta O'nun abdest suyunu ve mübarek saçlarını yere düşmeden be­reket niyetiyle alıp yanımızda bulunduruyorduk. Kısacası bir müsiümanda bulunması gereken ah­lak, edep ve saygıyı gösteriyorduk.

İşte Urve'nin şaşırdığı şey, bizim Sevgili Pey-gamberimiz'e karşı gösterdiğimiz bu saygı ve ah­lak idi. Urve, Kureyşlilere şimdiye kadar hiçbir hükümdarda ve çevresindekilerde böyle bir ahla­kı görmediğini söylemiş. Peygamber Efendimiz'in barış teklifini de kabul etmelerini istemiş. Ama sonradan KureyşIİler, ona sert eleştirilerde bulun­muş, kınamışlar diye duyduk.

Halbuki sevgili çocuklar! Peygamber Efendi­miz, devesi Kasva'nın Hudeybiye'de yere çökme­sinden «barış» yapma manasını çıkarmıştı. Bunu gerçekleştirmek için gayret.gösteriyordu.

Bu sebeple yine Kureyşlilere bir eiçi gönder­mek istedi. Ömer'i göndermeyi düşündü. Fakat Mekke'de Ömer'i müşriklere karşı koruyacak kimse yoktu. Bunun için Peygamber Efendimiz, Ömer'in teklifiyle damadı yani benim bacanağım olan Osman bin Affan'ı gönderdi. Çünkü Mek­ke'de onu koruyacak akrabaları çoktu.

Müşrikler Osman'ı önce iyi karşılamışlar. Hatta Kâ'be'yi tavaf edebileceğini dahi söylemiş­ler. Ama Osman:

— Resulullah tavaf etmedikçe ben de et­mem, demiş.

Bunun üzerine Osman'ı göz hapsine alıp yanlarında tutmuşlar. Bu haber Peygamber Efen-dimiz'e, Osman'ın öldürüldüğü şeklinde ulaştı. Sevgili Peygamberimiz de Allah yolunda canları­mızı feda edinceye kadar savaşacağımıza dair, bizden biat almaya başladı. Artık Kureyş'in üzeri­ne yürümekten ve savaşmaktan başka çare görün­müyordu. Çünkü tüm iyi niyetli girişimlerinizi ve barış tekliflerimizi geri çevirmişlerdi. Bu yetmi­yormuş gibi elçimiz Osman'ı da öldürmüşlerdi.

Bu son hareketleri üzerine «Rıdvan» diye bi­linen bir ağacın altında, Peygamber Efendimiz'e ölümüne biat etmiştik. Bu sebeple bu biat «Rıd­van Biati» diye meşhur oldu.

KureyşIİler, Sevgili Peygamberimiz'e ölümü­ne yaptığımız bu biati duyunca, hemen Osman'ı serbest bıraktılar. Osman'ın öldürülmediği anla­şıldı. Bu, sevindirici bir haberdi.

Osman'ı bırakmalarının ardından telaşlanan Kureyş, aceleyle Süheyl bin Amr başkanlığında, üç kişilik bir heyeti de gönderdi. Bu heyet, Pey­gamber Efendimiz'le barış anlaşması yapacaktı. Ayrıca Mekke müşrikleri, Süheyl'i bizim bu yıl umre yapmamamız şartıyla anlaşma yapması için tembihlemişİerdi.

Neticede Süheyl ve heyeti, Sevgili Peygam-berimiz'le yaptıkları görüşmeler sonucu bir anlaş­maya vardılar. Anlaşmanın şartlarını ben yaza­caktım.

Peygamber Efendimiz bana:

— Önce Bismiliahirrahmanirrahİm diye yaz, deyince; Süheyl itiraz etti.

— Bismike Allahümme diye yaz, dedi. Sevgili   Peygamberimiz  zorluk  çıkartmadı.

Çünkü her iki cümle de aynı anlama geliyordu. Peygamber Efendimiz yine:

  Yaz ey Ali!   Bu,  Muhammed  Resulül-lah'ın, Süheyl bin Amr İle üzerinde anlaşıp barış yaptıkları, gereğinin taraflarca yerine getirilmesini kararlaştırıp imzaladığı maddelerdir, dedi.

Süheyl  buna da itiraz etti.  Bu  cümledeki «Resulullah» kelimesinin çıkarılmasını istedi:

— Eğer senin Resulullah olduğunu kabul et­seydik seninle savaşmazdık. Bunun yerine baba­nın ismini yaz, dedi.

Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz bana «Resulullah» kelimesini silmemi söyledi.

Ben de:

  Hayır! Vallahi Resulullah kelimesini sil­mem, dedim.

Bu arada orada hazır olan Müslümanlardan da itiraz sesleri yükseliyordu. Herkes Süheyl'e karşı çıkıyordu. Peygamber Efendimiz, eliyle biz­leri sakinleştirdi. «Resulullah» kelimesini, kendi­sine göstermemi istedi. Gösterince kendi müba­rek eliyle onu sildi. Yerine «İbn-i Abdullah» (Ab­dullah'ın oğlu) kelimelerini bana yazdırttı. Buna göre, yapılan bu anlaşmanın en önemli maddele­rini şöyle sıralayabilirim:

a- On yıl süreyle biz ve Kureyş müşrikleri sa-vaşmayacaktık.

b- Bu yıl Kâ'be'yi tavaf etmeyecek, gelecek sene gelip umremizi yapacaktık. Üç günden fazla da Mekke'de kalmayacak, sadece kılıçlarımızı silah olarak yanımızda bulunduracaktık. Bu üç günlük süre İçerisinde Müşrikler, Kâ'be'yi halktan boşaltacaktı.

c- Kureyş'ten bir kimse Medine'ye Müslü­man dahi olarak sığınırsa geri verilecek, bizden Kureyş'e sığınan olursa geri verilmeyecekti.

d- Kureyş'in dışındaki kabileler, bizim veya Kureyşiilerin himayesine girmekte serbest olacaktı.

Sevgili çocuklar! Görünürde bu anlaşma tü­müyle aleyhimize görünüyordu. Bundan dolayı başta Ömer olmak üzere, çoğumuz öfkeliydik. Hele hele bize sığınan bir Kureyşli müslümani ge­ri vermekle ilgili madde, bize çok ağır gelmişti. Herkes somurtuyordu.

Dolayısıyla biz, bu işte bir hikmet {gizli bir sebep) olduğunu o zamanlar anlamamıştık ço­cuklar. Peygamber Efendimiz'in barış yapmada ısrarlı davranması, görünüşte bizim aleyhimize gibi geliyordu. Bu sebeple de dediğim gibi, birço­ğumuz öfkeliydi.

Fakat daha sonra yine başta, Ömer olmak üzere, o günkü davranışımız için, üzüntü ve piş­manlığımızı dile getirecektik. Çünkü Sevgili Pey-gamberimiz'in ilahî bir yönlendirmeyle hareket ettiği ortaya çıktı.

Biliyor musunuz çocuklar! Anlaşma imzala­nacağı esnada hepimizin yüreklerini parçalayan bir olay meydana geldi. Zaten çoğumuzun öfke­lenmesinde bu olayın payı büyüktü:

Süheyl bin Amr'ın Müslüman olmuş Ebu Cen-del adında bir oğlu vardı. Meğer Süheyl, onu Mek­ke'de evinde hapsetmişti. Biz Hudeybiye'de anlaş­ma imzalayacağımız esnada Ebu Cendel,  Mek­ke'den kaçıp geldi. Hemen orada Sevgili Peygam-berimiz'e sığındı. Fakat anlaşmaya göre, Ebu Cen-del'in geri verilmesi gerekiyordu. Babası Süheyl de anlaşmaya güvenerek ısrarla, oğlunu geri istiyordu. Ebu   Cendel   çırpınıyor  ve   Peygamber  Efendi-miz'den kendisini geri vermemesini istiyordu. Sevgili Peygamberimiz Ebu Cendel'e: — Biraz sabret, yakında Yüce Allah seni bu beladan kurtarır, diye teselli verdi.

Böylece kızgın ve üzgün bakışlarımız arasın­da, Ebu Cendel müşriklere geri verildi. Bu bize çok ağır gelmişti. Dolayısıyla durumun verdiği so­murtkanlığımız, müşrikler gittikten sonra da de­vam etti. Peygamber Efendimiz, müşriklerin gidi­şinden sonra, kurbanlarımızı kesip başımızı traş etmemizi istedi. Fakat yaşadığımız üzüntüden do­layı birçoğumuz duymamış gibi ağır davrandı. Bu halimize Sevgili Peygamberimiz şaşırmıştı. Hanımı Ümmü Seleme'ye ağır hareket etmemize şaşır­dığını belirtmişti. Çok akıllı bir kadın olan Ümmü Seleme Peygamber Efendimiz'e:

— Sen kurbanını keser ve traş olursan, her­kes de öyle yapar, demiş.

Gerçekten de çocuklar, Allah'ın Resulü Sev­gili Peygamberimiz kurbanını kesip traş olmaya başlayınca, hepimiz birbirimizle yarışırcasına kurbanlarımızı kesip, traş olduk. Daha sonra bir rüzgarın estiğini gördük. Kesilen saçlarımızı Kâ'be'ye doğru savurdu. Hepimiz bunu umremi­zin kabul olduğuna dair bir işaret olarak kabul et­tik. Böylece sevinip teselli bulduk.

Bir başka tesellimiz ise, 20 gün kaldığımız Hudeybiye'den Medine'ye dönerken, yolda Sev­gili Peygamberimİz'e Fetih Sûresinin inmesiydi. Bu sûrenin ilk ayetinde Yüce Allah; «(Ey Resu­lüm) şüphesiz ki biz sana apaçık bir fetih ver­dik!..» (Fetih, d dîye Mekke'nin fethini müjdeliyor­du. Dolayısıyla bu ilahi müjdeyle de sevinmiş, fe­rahlık bulmuştuk.

 

Ebu Basir

 

Evet Sevgili çocuklar! Hudeybİye barış an­laşmasından bir müddet sonra, Ebu Basir adında yiğit ve cesur bir Müslüman, Mekke'den kaçıp Medine'ye sığındı. Mekke'den gelen iki Kureyşli, Ebu Basir'i geri istediler. Anlaşmamıza göre, Ebu Basir geri verildi. Yolda Mekke'ye dönerken Ebu Basir, kendisini götürenlerden birini öldürdü. Di­ğeri ise kaçıp Medine'ye geri geldi. Peşinden Ebu Basir de onu kovalarken Medine'ye dönmüş oldu. Fakat Hudeybiye anlaşması gereğince Peygamber Efendimiz, Ebu Basir'i Medine'ye sığınmacı ola­rak alamazdı. Ama Kureyşlilere de geri vermeyip serbest bıraktı. Ebu Basir'in yanında bazı adamla­rın olması halinde elinden birçok şeyin gelebile­ceğini de söyledi.

Bu bir işaretti. Ebu Basir, bu işareti anlamış­tı. Hemen Medine'den ayrıldı. Mekke ve Şam ti­caret yolu üzerinde, «Is» denen yerde bir kamp kurmuş olduğunu haber aldık. Meğer Kureyş'ten Müslüman  olup  Medine'ye anlaşma gereğince gelemeyen Müslümanlar da, Ebu Basir'in yanına koşmuşlar. Sayıları 70 kişiyi bulmuş. Böylece bu­rada  toplanan   bu   Müslümanlar,   Mekkelİlerin Şam'a giden ticaret kervanlarına saldırıp malları­na el koymaya başladılar.

Sevgili çocuklar! Hani Hudeybiye anlaşması imzalanırken Mekke'den kaçıp Peygamber Efen-dimİz'e sığınan Ebu Cendel vardı ya! Hatırladınız mı? İşte o Ebu Cendel de, Ebu Basir'in kampına kaçmıştı. Böylece 300 kişi olmuşlardı. Hepsi Ebu Basir'in emri altındaydılar.

Sürekli Kureyş kervanlarına saldırıyorlardı. Bu sebeple Kureyşlilerin ticaretleri zarara uğradı. Bu gelişme Kureyşlilerin işine gelmediği için Pey­gamber Efendimiz'e müracaat ettiler. Hudeybiye Anlaşmasının Mekke'den Medine'ye sığınanların geri verilmesiyle İlgili maddesinin kaldırılmasını teklif ettiler. Peygamber Efendimiz de bu teklifi kabul etti.

Böylece Yüce Allah, müşriklerin teklif etme­siyle Hudeybiye günü bizi çok üzen o maddeyi kaldırttı. Ebu Basir ve arkadaşlarına da, Medi­ne'ye dönme yolunu açtı.

Sevgili Peygamberimiz, Ebu Basir'e bir mek­tup gönderdi. Onu ve üç yüz arkadaşını Medi­ne'ye davet etti. Fakat Ebu Basir'e Medine'ye gel­mek nasip olmadı. Meğer Peygamber Efendi-miz'in mektubu Ebu Basir'e ulaştığında, Ebu Basir o esnada hastalığından dolayı ölüm döşeğindey-miş. Sevgili Peygamberimiz'den gelen mektubu yüzüne gözüne sürüp koklamış ve vefat etmiş. Al­lah ona rahmet etsin. Hizmetlerinin mükâfatını versin. Arkadaşları ne mi yaptılar? Ebu Cendel'in komutasında Medine'ye gelip Peygamber Efendi-miz'e katıldılar.

 

Elçiler Yılı

 

Sevgili çocuklar! Hudeybiyeden dönen Pey­gamber Efendimiz, İslâm dinine davet İçin, çevre­mizdeki devletlere elçiler gönderdi. Çünkü Sevgi-li Peygamberimiz sadece biz Arapların değil, tüm insanlığın peygamberiydi. Yüce Allah, O'nu bü­tün insanlara peygamber olarak göndermişti. Öy­leyse tüm insanlara İslâm davetini ulaştırmalıydı. Bu sebeple hicretin yedinci yılının Muhar­rem ayında meydana gelen bu olay, aslında Sev­gili Peygamberimiz'in Kainatın Efendisi ve pey­gamberi olduğunun bir ilanıydı.

Peygamber Efendimiz'in, Kureyş müşrikle-riyle 10 yıllık bir barış anlaşması imzaladığını da­ha önce söylemiştim. Böylece o taraftan gelecek herhangi bir tehlikenin önünü kapatmıştı. Bu gü­venle artık çevresindeki kabileler ve devletlerle il­gilenip, onları  İslâm'a davet edebilirdi. Bunun için altı adet mektup yazdırıp hazırladı.

Sahabelerden bazıları tarafından hükümdar­ların mühürsüz mektup okumadıkları söylendi. Sevgili Peygamberimiz de, üzerinde «Muhammed, Resul, Allah» kelimelerinin bulunduğu bir yüzükle mektuplarını mühürledi.

Peygamber Efendimiz, ilk elçisini Habeşis­tan ülkesinin Necaşisi (kralı) olan Ashame'ye gönderdi. Necaşi Ashame İslâmı kabul etti. Ülke­sindeki Muhacir Müslümanları da ağabeyim Ca­fer'in başkanlığında, Peygamber Efendimiz'in gi­den elçİsiyle geri gönderdi. Nitekim Hayber'in fethi esnasında onlar da bize yetişeceklerdi.

Bir elçi de Rumların hükümdarı olan Herak-lius'a gönderildi. Heraklius mektubu alınca, yü­züne gözüne sürmüş ve birçok hediyeler gönder­mişti.

İran hükümdarı Perviz ibıvi Hürmüz'e giden elçimiz ise iyi karşılanmamıştı. Peygamber Efen-dimiz'in mektuba önce kendi ismiyle başlaması­na kızan hükümdar Perviz, mektubu okutmadan yırtınıştı. Durumu öğrenen Sevgili Peygamberi­miz üzüldü. Perviz'e beddualar etti. Perviz'in bir müddet sonra oğlu tarafından Öldürüldüğü habe­rini aldık.

İskenderiye hükümdarı Mukavkıs'a giden Peygamberİmiz'in elçisi, güzelce karşılanmıştı. İki cariye, bir katır, bir merkeb ve çeşitli güzel ko­kuları hediye olarak gönderdi. Bu cariyelerden bi­ri, Peygamber Efendimiz'in muhterem eşi Mariye idi. Daha sonra Sevgili Peygamberİmiz'in küçük yaşta vefat eden oğlu İbrahim, Marİye'den dünya­ya gelecekti. Mukavkıs'ın gönderdiği katır ise, sonradan «Düldül» diye adlandırılacaktı.

Peygamber Efendimiz'in bir başka elçisi de, Şam yöresindeki Gassanilerin hükümdarına gön­derildi. Hükümdar Haris bin Ebi Şimr, Sevgili Peygamberİmiz'in mektubunu okuyup küstahça yere atmış. Bu haber üzerine Peygamber Efendi­miz: «Memleketi yok olsun!» diye bedduada bu­lundu. Çok geçmeden Haris, Ölüp gitti.

Hazırlanan İslâm'a davet mektublannın al­tıncısı, Yemame hükümdarına gönderildi. Meğer hükümdar Hevze bin Malik, Peygamber Efendi-miz'e varis olmak, öldükten sonra yerine geç­mek şartıyla Müslüman olacağını söylemiş. Aksi takdirde Sevgili Peygamberimiz'e savaş açacağı­nı belirtmiş. Peygamber Efendimiz, ona da bedduada bulundu. Kısa bir zaman sonra, o da ölüp gitti.

Çocuklar! Bu yılda Sevgili Peygamberİ­miz'in davetleri çok olduğu için, bu yıl «Elçiler Yılı» diye de biliniyor.

Ayrıca yeri gelmişken Peygamber Efendi­miz'in bir mucizesinden de bahsetmek İstiyorum: Biraz önce bahsettiğim İran Hükümdarı Perviz'in, Yemen'de Bâzân adında bir valisi vardı. Meğer Peygamber Efendİmiz'e kızan Hükümdar Perviz, Sevgili Peygamberİmiz'i tutuklatmak istemiş. Bu İş İçin Vali Bâzân'a emir vermiş. Bâzân da İki adamını Peygamber Efendimİz'i teslim almaları için, Medine'ye gönderdi. Peygamber Efendimiz, kendisini teslim almak için gelen bu iki adama, Hükümdar Perviz'in, öz oğlu Şireveyh tarafından öldürüldüğünü söyledi. Adamlar, Vali Bâzân'a geri dönüp bu haberi iletti. Bâzân, Peygamber Efendimiz'in söylediği bu olayın tarihini hesapla­dı. Söylenilen bu haberin, hükümdar Perviz'in öl­düğü güne denk geldiğini gördü. Halbuki İran ve

Medine arasında aylarca süren bir mesafelik yol vardı. Bâzân: «Bu kadar uzun mesafeden aynı gün böyle bir haberi, ancak bir peygamber vere­bilir!» diye düşündü. Bu mucize karşısında Müs­lüman oldu. Sevgili Peygamberimiz, bunun üze­rine, Bâzân'ı Yemen'e vali olarak atadı. Böylece Peygamber Efendimizin görevlendirdiği ilk vali, Bâzân oldu.

 

İKİNCİ BOLÜM

 

Hayber'in Fethi

 

Sevgili çocuklar! Peygamber Efendimiz'in Medine'den sürgüne gönderdiği Benî Nadir Ya-hudilerini, umarım unutmadınız! İşte bu Yahudi­ler, Medine'den göçüp Hayber kalesine sığınmış­lardı. Bu kale, Şam'a giden yolun üzerindeydi. Yedi küçük kaleden meydana gelen, etrafı bağlar-bahçelerle çevrili büyük bir Yahudi kalesiydi.

Yine hatırlarsınız; Hendek savaşı için Mek­ke'ye gidip, müşriklerle bize karşı anlaşma yapan Yahudileri de size anlatmıştım. İşte o Yahudiler, biraz önce bahsettiğim Benî Nadir Yahudilerinin başkanı Huyey bin Ahtab ve Hayber'deki diğer Yahudilerin büyükleriydi.

Müslümanlara karşı müşriklerle beraber bir­takım hile ve tuzakları, hâlâ devam ediyordu. Son alınan haberlere göre, Medine'ye saldın hazırlığı içindeydiler. Bunun üzerine Peygamber Efendi-miz'in onların üzerine bir sefer yapması zorunlu oldu. Ayrıca bu seferle Şam'a giden ticaret yolu da Yahudilerin tehlikesinden kurtarılmış olacaktı. Sevgili çocuklar! Peygamber Efendimiz bu sebeplerden dolayı Hayber Yahudilerin!, 1600 kişilik bir orduyla kuşattı. Kuşatmamız esnasın­da, Devs kabilesi 400 kişiyle bize katıldı. Ebu Hureyre de içlerindeydi. Böylece gücümüz daha da arttı.

Hatırlıyorum da çocuklar, bir görseydiniz! Sevgili Peygamberimizin komutasında Hayber'in önüne sabah erken vardık. Yahudiler, tarlalarına gitmek İçin kalelerinden çıktılar. O esnada ani­den bizi fark ettiler.

— İşte Muhammed ve ordusu! diyerek, kor­ku ve telaşla kalelerine kaçtılar. Onları hazırlıksız yakalamıştık.

Onların bu şaşkınlığını gören Sevgili  Pey­gamberimiz:

— Allahû Ekber! Allahû Ekber! Haribet Hay­ber![2]" diye buyurdu.

Bu, zafer kazanacağımızın işaretiydi. Çarpış­mamız, Yahudilerin toplandıkları Netat kalesinden bize ok atmalarıyla başladı. İlk günlerimiz karşılıklı ok atmakla geçiyordu. Bir ara Sevgili Peygamberimiz hastalandı. İki gün yanımıza çı­kamadı. Önce Ebu Bekir'i, sonra Ömer'i görev­lendirdi. Komutan olarak İslâm sancağını alıp şiddetli çarpışmalarda bulundular. Fakat Hayber bir türlü alınamıyordu.

Kuşatmada bir hafta kadar geçmişti. Şiddetli sıcak altında savaş, tüm hızıyla devam ediyordu. Ben de bu sıralarda gözlerimden rahatsizlanmış-tım. Bu sebeple uzanmış dinleniyordum. Ashab, o akşam Peygamber Efendimiz'in:

— Yann sancağı öyle birine vereceğim ki Al­lah ve Resulü onu sever. O da Allah ve Resulünü sever. Allah fethi, onun eliyle gerçekleştirecektir,

müjdesini aralarında konuşuyorlardı. Hepimiz merakla ertesi günü bekliyorduk. Herkes o şahsın kendisi olmasını istiyordu.

Ertesi gün sabah vaktiydi. Sevgili Peygambe­rimiz, sancağı eline alıp etrafına bakınmış.

— Ali nerede? diye beni sormuş.

Orada hazır olanlar gözlerimden rahatsız ol­duğumu söylemişler; Peygamber Efendimiz, beni çağırmalarını emretmiş. Derhal huzuruna gittim. Benim için dua etti. Gözlerimdeki rahatsızlık O'nun duasiyla şifa buldu. Hemen iyileştim.

İslâmın beyaz sancağını bana verdi. Beni, kendi elleriyle kuşand.rdı. Zülfikân belime kendi elleriyle bağladı. Dualarla beni Hayber'i fethet­meye uğurladı.

hayber'in fethi Elimde beyaz sancakla, arkamda da İslâm askerleriyle beraber, Hayber'in önüne vardım. Peygamber Efendimizin emri üzerine önce Hay-ber Yahudilerini İslâm'a davet ettim. Çünkü Sev­gili Peygamberimiz bana şunu söylemişti: «Senin vasıtanla bir tek kimsenin Müslüman olması, gü­neşin üzerine doğduğu her şeyden veya kızıl de­velere sahip olmaktan daha iyidir.» Kim böyle bir hayra kavuşmak istemez, değil mi?

Ama Yahudiler, İslâm'a davet çağrımı kabul etmediler. Kalelerinden çıkan bir grup bizimle çarpıştı. Fakat yenilip geri çekildiler. Ben de Ya­hudilerden, teke tek çarpışmak için er diledim. Meğer Yahudilerin Merhab adında, cesur bir yi­ğitleri varmış.

Merhab, karşıma çıktı. Her tarafını zırhlarla sarmış, adeta zırhların içinde kaybolmuştu. Fark ettim ki çift zırhı birden giymişti. Karşıma gelince kendini övmeye başladı. Aldırış etmedim. Ona:

— Ben, annemin bana Haydar (Aslan) ismi­ni taktığı kimseyim. Cesarette, ormanlardaki en korkusuz aslanlar gibiyim. Sizi yaşatmayip, yere sereceğim, dedim.

Vuruşmamız başladı. Bir ara yakaladığım bir fırsatta Zülfikâr'ı Merhab'ın başına indirdiğim gi­bi, onu ikiye böldüm.

Meğer Sevgili Peygamberimiz de bizi izli­yormuş. Vuruşmayı kazandığımı görünce öyle bir sevinmiş ki çevresindekilere Hayber'in fethinin kolaylaştığını müjdelemiş.

Merhab gibi bir kahramanlarının ölümü, Ya­hudilerin moralini bozmuştu. Müslümanların se­vinci ise yere göğe sığmıyordu. Bu sevinç ve Pey­gamber Efendimizin müjdesiyle, şiddetli bîr saldı­rıda bulunduk. Savaş kızışmıştı. Bİr ara elimden kalkanım düştü. Kalkansız kaldım. Öyle bir coş­kuyla dolmuştum ki, hemen yakınımdaki kalenin kapısını tuttuğum gibi, yerinden söküp kalkan gi­bi  kullandım.  Çarpışmamız  boyunca o  kapıyı elimden atmadım. Adeta kendimden geçmiştim. Bu gayretimizle Yüce Allah, Hayber'i alma­mızı nasip etti. Allah'ın lûtfu ve yardımıyla, o gün bir destan yazdık. Biliyor musunuz çocuklar! O gün yerinden söküp kalkan olarak kullandığım o kale kapısını, savaştan sonra bir grup (sekiz kişi) Müslüman yerinden kaldıramadı. O kapıyı, o savaş anında Allah'ın verdiği bir güçle/kuvvetle kal­dırdığıma inanıyorum.

Nihayet 10 günlük bir kuşatma sonucunda, Hayber'i iç kaleleriyle beraber tek tek ele geçir­dik. Yahudiler yenileceklerini anlayınca, barış yapmayı teklif ettiler. Buna göre; öldürülmemek

hayber'in fethi şartıyla, birer hayvan yük eşyaları ve aileleriyle beraber göçüp gideceklerdi. Peygamber Efendi­miz bu tekliflerini kabul etti.

Bizler 1600 kişilik bir İslâm ordusu olarak 15-20 şehid verdik. Yahudiler ise yirmi bin kişilik bir güç olmalarına rağmen, onları Allah'ın yardı­mıyla yenmiştik. 93 kişiyi de öldürmüştük. Za­man hicretin yedinci yılı (Miladî 628), Muharrem ayının sonlarıydı.

Anlaşma gereğince Yahudiler kalelerini bo­şaltıyordu. O esnada Sevgili Peygamberimizi bir teklif daha yaptılar. Yahudiler, ziraat ve toprak bakımıyla uğraştıkları İçin, bu İşlerden anlıyorlar-dı. Fakat Müslümanlar olarak bizlerin, onlar gibi ziraat ve toprakla uğraşacak zamanımız yoktu. Zaman, Allah'ın dinini yüceltme ve yayma zama­nıydı... Cihad zamanıydı... Oturup bu işlerle uğ­raşamazdık.

Yahudiler de bunu bildikleri için, Peygam­ber Efendimiz'e Hayber'de kalmayı, ziraat ve top­rak işiyle uğraşmayı ve elde edilecek mahsulleri yarı yarıya olması şartıyla bölüşmeyi teklif ettiler. Sevgili Peygamberimiz, az önce söylediğim se­beplerden dolayı bu teklifi kabul etti. Fakat tek ta­raflı olarak istediği zaman bu anlaşmayı bozacağını şart koştu. Böylece Yahudiler Hayber'de kal­dılar.

Hayber'i fethetmiş, oradan ayrılmaya hazır­lanıyorduk ki, çok sevindirici bir olay yaşadık ço­cuklar! Habeşistan'a hicret eden ağabeyim Cafer ve yanındaki diğer Muhacirler, Habeşistan'dan gelmişlerdi. Yıllardır ağabeyim Cafer'i görmemiş­tim. Bu hasretle sarıldık, sevindik.

Fakat hepimizden daha çok sevinen biri var­dı ki, sevincini şu sözlerle İfade etmişti:

— Bilmem ki bu ikisinden hangisine sevine­yim? Hayber'in fethine mi, yoksa Cafer'in dönü­şüne mi?

Evet çocuklar! Bu sözler Sevgili Peygamberi-miz'e aitti. Hatta: «Siz gemi halkına'[3] iki hicret vardır» diyerek, onları iki hicret sevabıyla müjde­ledi.

Sevgili çocuklar! Hayber'in fethiyle çok ga­nimet ele geçirmiştik. Peygamber Efendimiz, ga­nimeti Müslümanlar arasında bölüştürdü. Hatta ağabeyim Cafer ve diğer Habeşistan Muhacirleri­ne de pay ayırdı. Onları da mahrum etmedi.

Hayber'den henüz ayrılmamıştık. Bir dinlenme anındaydık. Yahudilerden Zeynep adında bir kadın, Sevgili Peygamberimiz'e pişmiş bir koyun hediye etti. Peygamber Efendimiz de koyunu biz Ashabına hediye etti. Tam yiyorduk ki, aniden bi­zi yemekten menetti. Meğer pişmiş koyun, kendi­sinin zehirli olduğunu Peygamber Efendimiz'e söylemiş. Fakat ne çare ki, ashaptan Bişr bin Ber-ra adındaki bir Müslüman, bir lokma yemişti. Böylece Bişr şehid oldu.

Peygamber Efendimiz, Zeyneb'i hemen sor­guladı. Kadın meğer Sevgili Peygamberimizin, gerçekten peygamber olup olmadığını öğrenmek için bu işi yapmış. Çünkü Peygamber değilse, ze­hirleneceği için kendisinden böylelikle kurtulacaklarmış.

Peygamber Efendimiz apaçık bir mucize göstermişti. Etin zehirli olduğunu, bizzat etten Öğ­renmişti. O, bir kral değil, bir peygamberdi. Zaten mucizeleri de ancak peygamberler gösterirler.

Çocuklar! Sevgili Peygamberimiz, bu arada Benî Nadir Yahudilerinin başkanı Huyey bin Ah-tab'ın kızı Safiye ile de evlendi. Böylece Safiye, Peygamber Efendimizin temiz eşlerinden olma şerefine kavuştu. O, artık Mü'minlerin annelerindendi.

Hayber'den   sonra,   Medine'ye   iki   konak uzaklıktaki Fedek Yahudİlerini de kuşattık. Savaş­madan teslim oldular. Çünkü sonlarının Hayber Yahudileri gibi olacağını biliyorlardı.

Ardından Vadiu'I-Kurra denen yerdeki Ya­hudileri de kuşattık. Mallarını ganimet aldık. Sev­gili Peygamberimiz/ tıpkı Hayber Yahudileri gibi, mahsulleri yarı yarıya paylaşmak şartıyla, onları da yerlerinde bıraktı.

Eveet; sevgili çocuklar! Böylece Hayber ve çevresindeki Yahudilerin hepsini, Peygamber Efendi m iz'in komutasında kontrol altına aldık. Artık Yahudilerden yana gelebilecek bir tehlike kalmamıştı. Bu fetihlerin neticesinde İslâm'ın gü­cü ve kuvveti, her taraftaki kabileler tarafından duyuldu. Yüce Allah'ın izniyle kimse artık bu ilahî güce karşı koyamayacaktı.

 

Umretü’l-Kaza (Kaza Umresi) Seferi

 

Sevgili çocuklar! Hicretin altıncı yılı zilkade ayında Hudeybiye barış anlaşmasını yapmamız­dan bu yana, koskoca bir yıl çabucak geçmişti. Hicretin yedinci yılındaydık. Aylardan yine Zilka­de idi. Yani Hudeybiye anlaşması gereğince bu yıla ertelenen umremizin kazasını yapacaktık.

Peygamber    Efendimiz'in    öncülüğünde, 2000 kişi olarak Mekke'ye doğru yola çıktık. Ye­di yıldan sonra ilk defa Mekke'yi görecektik. Özellikle biz Muhacirler çok heyecanlıydık. Gur­bet hasreti, hepimizi sarmıştı. Acaba Mekke nasıl­dı? Değişmiş miydi? Evleri, sokakları... Ne de ol­sa anayurdumuzdu. Siz olsaydınız memleketiniz­den yedi yıl ayrı kalıp döndüğünüzde, heyecan­lanmaz mıydınız çocuklar?

İşte bu duygularla Mekke'ye girdik. Mekke bomboştu. İnsanlar anlaşma gereğince üç günlü­ğüne Mekke'yi boşaltıp, dağlara çıkmıştı.

Böylece Sevgili Peygamberimiz ve biz, Kâ'be'yi tavaf ettik. Hudeybiye anlaşmasından önce Peygamber Efendimiz'in görüp de bize an­lattığı ve hemen o yıl olacağını zannettiğimiz rü­yası, aynıyla gerçek oldu. Üç gün boyunca Mek­ke'de kaldık. Umremizi yaptık. Anlaşma gereğin­ce üç gün sonunda Mekke'den ayrılıp Medine'ye döndük. Hasretimiz dinmiş bir şekilde...

 

Mekke'nin Ciğerpareleri

 

Sevgili Çocuklar! Medine'ye dönüşümüzden bir müddet sonra, çok önemli bir gelişme yaşadık. Bu arada hicretin sekizinci yılına da girmiştik.

Bu önemli gelişme: Mekke'nin üstün özelliklerine sahip üç şahsın, Müslüman olmasıydı. Mekke'den kaçıp Sevgili Peygamberimizin kuca­ğına kendilerini attılar. Çünkü bu üç kişi, kurtulu­şun ancak İslâm'da olduğunu anlayan zeki ve akıllı kimselerdi.

Bunlar kimler miydi? Halid bin Velid, Amr bin As ve Osman bin Ebu Talha'ydiiar. Bu üç da­hi ve üç kabiliyetli İnsan, İslâm'la şereflendiler.

Bu olaya Peygamber Efendimiz o kadar çok sevindi ki «Mekke ciğerparelerini kucağımıza at­tı!» dedi. Sevgili Peygamberİmiz'İn huzurunda üçü de Müslüman olup saadete erdiler.

 

Mute Savaşı

 

Sevgili Çocuklar! İslâm'ın gücü gittikçe yayı­lıyordu. Sevilen ve kabul görülen bir şeyin düş­manları çok olur, değil mi? Tıpkı bunun gibi İs­lâm, sevilip kabul gördükçe düşmanları artıyordu. Düşmanlarımıza karşı Sevgili Peygamberimiz, çevre bölgelere çeşitli askeri birlikler göndermeye devam ediyordu. Bu birliklerden ganimetlerle dö­nenler olduğu gibi, şehid olan Müslümanlar da oluyordu.

Peygamber Efendimiz, Busra valisine Haris bin Umeyr'i, elçi olarak göndermişti. Haris, Mute denen köye ulaşınca, Bizans Devletinin valilerin­den Şurahbil bin Amrü'l-Gassani, onu Sevgili Peygamberİmiz'İn elçisi olduğunu bile bile şehid etmişti. Bu çok kötü bir haberdi. Çünkü elçilere karışılmayacağına dair, tüm devletlerin kabul etti­ği çok eski bir kuralı bozmuştu. Hatta birçok yere elçi gönderen Peygamber Efendimiz'in hiçbir el­çisi kötü bîr muamele görmediği halde, Haris öl­dürülmüştü. Bu olay Sevgili Peygamberimiz'i çok üzdü.

Elçisi Haris'in sahipsiz olmadığını gösterme­li, Bizanslılara da hadlerini bildirmeliydi. Bu ne­denle Peygamber Efendimiz, Zeyd bin Harise ko­mutasında 3000 kişilik bir ordu hazırladı. Bu or­du Haris'in intikamını alacak, Müslümanların gü­cünü de gösterecekti.

İslâm ordusunu bizzat Sevgili Peygamberİ­miz'İn kendisi Medine'den uğurladı. Onların za­fer kazanması için dualarda bulundu. Ayrıca:

— Zeyd şehid olursa, Cafer onun yerine geç­sin. O da şehid olursa, Abdullah bin Revaha yeri­ne geçsin. O da şehid olursa, Müslümanlar içle­rinden birini seçsin, diye emretti.

Peygamber Efendimiz'in bu emrinden birço­ğumuz ağabeyim dahil her üçünün de şehid ola­cağını anlamıştık. Arkalarından veda gözyaşları döktük. İslâm ordusu ilerleyip ufukta kaybolunca-ya kadar seyrettik.

Meğer İslâm ordusunun üzerine geldiğini duyan Şurahbil, Bizans imparatoru Heraklius'a haber gönderip yardım istemiş. Diğer taraftan da kardeşi Sedus'un komutasında askeri bir öncü bir­liğini, İslâm ordusuna karşı göndermiş. Müslü­manlar, Sedus'u öldürüp emri altındaki askeri bir­liği dağıtmışlar. Kardeşinin ölümü Şurahbil'i kor­kutmuş.

İslâm ordusu durmayıp ilerleyerek, Şam top­raklarında Maan denen yere gelmiş. Ordunun dinlenmesi esnasında müthiş bir haber yayılmış. Buna göre 100 bin kişiden meydana gelen silahlı bir Bizans ordusu, üzerlerine geliyormuş. 100 bin nerede, 3000 nerede?..

Haber yalan değildi. Bir şeyler yapılmalıydı: Komutan Zeyd bin Harise, mücahitlerle görüş alış verişinde bulunmuş. Herkes Peygamber Efendi­mizden yardım istemeyi uygun görmüş.

Fakat baştan aşağı İman ile dolu olan ve şe-hadeti arzulayan Peygamber şairi Abdullah bin Revaha, mücahitlerin bu görüşüne karşı kahra­manca sözler söyleyerek onları coşturmuş:

— Gidiniz! Savaşınız! Muhakkak ki bunda iki iyilikten biri vardır: Ya şehadet ya zafer! demiş.

Bu coşkuyla Mute denen yaylada 3000 kişi­lik İslâm ordusu, 100 bin kişilik Bizans ordusuyla karşılaşmış. Tarih, hicretten sonra sekizinci yıl (Miladî 629) aylardan Cemaziyelevvel'di. Bir ta­rafta iman, bir tarafta küfür...

Çok şiddetli başlayan çarpışma, Sevgili Pey­gamberimizin önceden haber verdiği üzere sıra­sıyla Zeyd bin Harise, ağabeyim Cafer ve Abdul­lah bin Revaha'nın tek tek şehid olmalarıyla de­vam etmiş. Daha sonra komutanlık Halid bin Ve-lid'e verilmiş.

Buraya kadar yaşanılan gelişmeleri biz As-hab olarak bilmiyorduk. Meğer Peygamber Efendimiz'e her üç komutanın da şehid edildiklerinin haberi, aynı saate Yüce Allah tarafından verilmiş­ti.

Bu sebeple Mescid-i Nebevi'de olan Sevgili Peygamberimiz çok üzgün bir şekilde oturuyor­du. Hazır olan cemaat bunun nedenini sordu. Peygamber Efendimiz:

— Bende görmüş olduğunuz ve beni hüzün içinde bırakan şey, Ashabımın şehid düşmeleri­dir... dedi.

Minbere çıkıp oturdu. Ezan okunmasını em­retti. Halk toplandı. Önce üç defa:

— Onlara, hayr ve sevap kapısının açılması­nı Allah'tan dilerim, dedi. Sonra, şu gazaya çıkan ordunuzun başına gelenleri size haber vereyim mi? diye sordu. Sanki Şam İle Medine arasındaki uzaklık mesafesi kalkmıştı da Peygamber Efendi­miz Mute savaşının olduğu meydana bakıyordu:

— Onlar gittiler, düşmanla karşılaştılar. San­cağı Zeyd bin Harise eline aldı. Şeytan hemen ya­nına vardı. Ona hayatı ve dünyayı sevdirmeyi, ölümü sevimsiz göstermeyi istedi. Zeyd ise şeyta­na:

  Zaman, mü'minlerin kalplerindeki İmanı kuvvetlendirecek zamandır. Sen ise, bana dünya­yı sevdirmek istiyorsun, dedi. Hemen ilerleyip çarpışmaya başladı. Nihayet şehid oldu. O'nun için Allah'tan mağfiret dileyiniz. O, şimdi Cenne­te girdi. Orada koşup duruyor.

Sonra sancağı Cafer bin Ebi Talip aldı. Şey­tan hemen onun yanına gitti. Ona da hayatı ve dünyayı sevdirmeyi, ölümü sevimsiz göstermeyi arzu etti. Cafer ise:

— Zaman, Mü'minlerin kalplerindeki imanı kuvvetlendirme zamanıdır, dedi. Hemen ilerledi. Düşman ordusuna saldırdı. Vuruştu ve nihayet o da şehid olarak öldürüldü. Ben onun şehid oldu­ğuna şehadet ederim. Kardeşiniz için Allah'tan mağrifet dileyiniz. O, şehid olarak Cennete girdi. Şu an o, Cennette yakuttan iki kanat ile melekler­le birlikte dilediği gibi uçup duruyor.

Cafer'den sonra Abdullah bin Revaha sanca­ğı aldı. İki ayağını pekiştirdi. Elinde sancak oldu­ğu halde düşmanla çarpıştı. Yaralandığı zaman (nefsi) düşmanla çarpışmaktan çekindi. Sonra nef­sini kınadı. Cesaretlendi ve şehid olup Cennete girdi.

Abdullah bin Revaha'dan sonra sancağı Ha-lid bin Velid aldı. İşte şimdi savaş kızıştı. Ey Al­lah'ım! O, senin kılıçlarından bir kılıçtır. Ona yar­dım et!

Gelişmeleri böylece anlatan Sevgili Peygam­berimiz, son cümlesinde sevinmişti. Meğer Ab­dullah bin Revaha'nın üçüncü komutan olarak şehid olmasıyla İslâm ordusu başsız, yani komu-tansız kalmış, dağılır gibi olmuş. Fakat sancak, Peygamber Efendimİz'in haber verdiği gibi, Halid bin Veiid'e komutan olarak verilmiş.

Halid, o akşam hemen İslâm ordusunun dü­zenini değiştirmiş. Çünkü Halid, savaş konusun­da çok kabiliyetli biriydi. Hatırlarsanız çocuklar, Uhud savaşında da henüz Müslüman olmamış­ken, Halid savaş konusundaki yeteneğini göster­mişti.  Hatta bize arkadan, yenilmemize sebep olacak bir darbe vurmuştu. Fakat Halid, en büyük yeteneğini Müslüman olmakla gösterdi. Çünkü Müslüman olmak, aklını ve kabiliyetlerini İslâm için kullanmak, yeteneklerin en büyüğü ve en gü­zelidir.

Evet, sevgili çocuklar! Halid komutan olun­ca hemen İslâm ordusunun sağ tarafını sola, sol tarafını sağa, öndekileri arkaya, arkadakileri de öne almış. Geceleri savaşılnıadığı için, Bizans as­kerleri ertesi sabah karşılarında bir gece önceki İs­lâm askerleri yerine, yeni askerler görmüşler. Müslümanlara yardım gelmiş zannetmişler.

Bu endişeyle 100 bin kişilik düşman, bozgu­na uğramış. Bunun üzerine Halid, şiddetli bir sal­dırıya geçmiş. Bozulan düşmanı daha fazla takip etmemiş. Çünkü «düşman toparlanabilir» diye düşünmüş. Ordusunu toparlayıp Medine'ye dön­müş. Böylece 3000 kişilik iman ordusu, 100 bin kişilik ruhsuz insan yığını olan küfür ordusunu dağıtmış. Yedi gün süren bu savaşta 15 şehid ve­rildi.

Bu savaş, Müslümanlar olarak Bizanslılarla yaptığımız ilk savaştı. Ayrıca bu savaştan sonra Halid bin Velid «Seyfullah»"[4] ağabeyim Cafer de «Cafer-i Tayyar» diye anıldı. Çünkü savaş esnasında -anlatmak bana zor gelse de- ağabeyim Ca­fer'in her iki kolu düşman askerleri tarafından ko­parılmıştı. İslâm sancağı ağabeyimdeydi. Çarpış­ma esnasında önce sağ kolu bileğinden kesilmiş. Ağabeyim sancağı sol eline almış. Bu defa sol ko­luna kılıçlar inmiş. Fakat o, İslâm sancağını yere düşürmemek ve düşman ayakları altında çiğnet­memek için, kesilmiş olan kollarıyla ona sımsıkı sarılmış.

Düşünebiliyor musunuz çocuklar! İslâm'ın izzetini ve şerefini korumak için, ne kadar da gay­ret göstermiş. Bu halde savunmasız kalan ağabe­yim, şehid ediimiş. Vücudunda kılıç, ok ve mız­rak yaralarından geçilmiyormuş. Yüce Allah, Pey­gamber Efendimiz'in buyurduğu gibi, ağabeyimin kesilen iki koluna karşılık, ona yakuttan iki kanat verip, Cennetine koydu. Allah ona da diğer tüm şehidlerimize de mağfiret etsin.

Sevgili çocuklar! Peygamber Efendimiz Halid bin Velid gibi askeri yeteneği olan Amr bin As'ı da, birçok seferde görevlendirmişti. Hatta Zatu's-selasil diye bilinen seferde, Amr'ı komutan olarak atadı. Yeni Müslüman olan Amr'ın emri altında Ebu Be­kir, Ömer gibi seçkin sahabeler vardı. Amr, bu se­ferde askeri yeteneğini gösterdi. Sayıca kendilerin­den daha çok olan müşrikleri dağıttı.

Demek ki çocuklar, herkes kendisinde bulu­nan yeteneğe göre İslâm'a hizmet edip faydalı iş­ler yapabilir. Eminim sizler de şöyle bir düşündü­ğünüzde İslâm'a nasıl hizmetlerde bulunacağını­zı bilirsiniz.

Mesela iyi Kur'ân okuyan, Kur'ân okumasını bilmeyen arkadaşlarına öğretebilir. Bunu da evi­nize en yakın camide yapabilirsiniz. Hatta varsa camideki görevli (imam)dan da Kur'ân dersi ala­bilirsiniz. Ayrıca güzel ahlakınız ve güzel davra­nışlarınızla, gerek oyunda, gerekse de arkadaşlık esnasında olsun, güzel bir örnek olabilirsiniz.

Bunların hepsi yapabileceğimiz faydalı hiz­metlerdir. Sakın küçümsemeyiniz. Çünkü terbiye ve ahlak çok önemli konulardır. Hatta hatırladığı­ma göre Sevgili Peygamberimiz, bir defasında: «Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderil­dim» buyurmuştu. Bir de iyi olan her şeyi yapmak Yüce Allah'ın emridir. Tabi kötü olan her şeyden de kaçmak... Çünkü Yüce Allah: «... iyilik ve takva[5] konusunda yarışınız. Düşmanlık ve günah (işlemek) konusunda yardımlaşmayınız...» (Maide, 2) diye buyurmuştur. Doğrusu da budur değil mi?

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

Büyük Fetih

 

Sevgili çocuklar! Şimdi de size büyük fethi­mizden bahsetmek istiyorum: Yani Mekke'nin fet­hinden... Zaman olarak hicretin sekizinci yılı Ra­mazan ayı (Miladi 630, Ocak) Cuma günü gibi hayırlı bir günde Mekke'yi fethetmiştik.

Bu, çok önemli bir olaydı çocuklar! Çünkü bir zamanlar bizi işkence ve eziyetlerle dinimiz­den döndürmeye çalışan Mekke müşrikleri, artık karşımızda duramayacaktı. Mekke, artık müşrik­lerin değil, Müslümanların bir şehri olacaktı. Ga­liba en iyisi Mekke'yi nasıl fethettiğimizi en ba­şından anlatmak...

Hatırlarsanız, Hudeybiye anlaşmasının bir maddesi şuydu: Kureyş'in dışındaki kabilelerin, bizim veya Kureyşlilerin korumasına girmekte serbest olmaları.

Zaten biz bu anlaşmayı müşriklerle imzala­dığımız gün, Huzaa adlı kabilenin ileri gelenleri de oraya gelmişlerdi. Hatta hemen Sevgili Pey-gamberimiz'in koruması altına girdiklerini, Ku-reyş müşriklerinin gözü önünde ilan etmişlerdi.

Huzaa kabilesi, her ne kadar müşrik olsa da, eskiden beri biz Müslümanları seviyor, hatta bir­çok konuda yardımcı oluyordu. Peygamber Efen-dimiz'in korumasında olmaları demek, hiç kimse­nin onlara karışamayacağı demekti. Aynı şekilde Benî Bekir kabilesi de Kureyş müşriklerinin koru­ması altına girdi. Böylece her iki kabile de kendi tercihlerini yapmış oldu.

Hudeybiye anlaşmasından bu yana yaklaşık iki yıl geçmişti. Bu süre içinde Kureyş müşrikleriy-le bir sorun yaşamadık. Fakat hicretin bu sekizin­ci yılında şöyle bir olay oldu: Kureyşlilerin koru­ması altında olan Benî Bekir kabilesi, Peygamber Efendimizin korumasında olan Huzaa kabilesine saldırmış, 23 Huzaahyi öldürmüştü. Bu olayda dikkat çeken şey; Kureyş müşriklerinin de Benî Bekir'lere yardım etmeleriydi. Hatta Ebu Cehil'in oğlu İkrime ve Safvan bin Ümeyye gibi Kureyş müşriklerinin İleri gelenleri de saldıranların için­de görülmüş ve tanınmıştı. Halbuki bu olanlar, Hudeybiye anlaşmasına aykırıydı.

Huzaa kabilesine yapılan bu baskından üç gün sonra, Huzaalılann başkanı, kırk kişilik bir heyetle Sevgili Peygamberimİz'e geldi. Başlarına geleni anlattı. Haklı olarak yardım istedi. Allah'ın Resulü Peygamber Efendimiz çok rahatsız oldu. Onlara yardım edeceğine dair söz verdi.

Hemen Kureyşlilere haber gönderdi. Çünkü Kureyşlilerin korumasında olan Benî Bekir kabile­sinin, kendisinin korumasındaki Huzaa kabilesi­ne saldırması, kendisine saldırmaları demekti. Be­nî Bekirler de madem Kureyşlilerin korumasın-daydı, onların yaptığı bu olayı, sanki Kureyşliler tarafından yapmış sayılıyordu. Hatta Kureyşliler, onlara bizzat yardımcı olmuşlar, beraberce Hu-zaalılara baskın yapıp saldırmışlardı.

Bu sebeple Sevgili Peygamberimiz Kureyşli­lere, öldürülen Huzaalılann ya diyetlerini verme­lerini, ya da Benî Bekirleri korumaktan vazgeç­melerini bildirdi. Şayet bu İki durumdan birini ka­bul etmezlerse, kendileriyle savaşacağını söyledi.

Bu arada Kureyşliler, yaptıkları bu büyük ha­tanın farkına varmışlardı. Bu endişeyle Hudeybi­ye anlaşmasını bozmayıp yenilemek için liderleri Ebu Süfyan'i, Medine'ye Peygamber Efendİmiz'e gönderdiler. Ebu Süfyan Medine'ye gelince, önce Sevgili Peygamberimizin hanımı ve kendisinin de kızı olan Ümmü Habibe'ye gitti. Fakat ondan yüz bulamayınca Peygamber Efendimiz'in huzu­runa geldi. Hudeybiye anlaşmasını yenilemek istediğini söyledi.

Sevgili Peygamberimiz:

  Yoksa siz bir olay çıkarıp anlaşmayı mı bozdunuz? diye sordu.

Ebu Süfyan:

  Öyle bir şey yapmadık, dedi. Tekrar an­laşmayı yenilemek istediğini söyleyince, Peygam­ber  Efendimiz  cevap vermeyip  sustu.   Böylece Sevgili Peygamberimiz'den umduğunu bulamadı.

Meğer sırayla Ebu Bekir, Ömer ve Osman'a uğrayıp yardım istemiş. Onlar da Ebu Süfyan'a beklediği desteği vermemiş. Hatta Ömer, zoruna gidecek sözler söylemiş.

Son şans olarak da bana geldi. Anlaşmanın yenilenmesi için yardımcı olmamı istedi. Yardım­cı olamayacağımı, kararın Sevgili Peygamberi­mizde ait olduğunu söyledim. Benden bunun üze­rine nasihat istedi. Ona bir faydası olmayacağını bile bile:

- Mescitte kalkıp her iki taraf halkını barıştırmak için korumana aldığını İlan et. Sonra da Mekke'ye dön, diye bir fikir verdim.

Hemen mescitte olan Peygamber Efendi­miz'in huzuruna gitti. Ona söylediğim şekilde ayakta dikilip her iki taraf halkını barıştırmak için, korumasına aldığını herkese ilan etti. Sonra da:

— Ya Muhammedi Bu himaye sözümü red­dedeceğini  zannetmiyorum,   dedi.   Sevgili   Pey­gamberimiz:

  Ey Ebu Süfyan!  Bunu sen söylüyorsun, ben değil, dedi.

Bunun üzerine Ebu Süfyan, umutsuz bir şe­kilde Mekke'ye döndü. Mekke'de halka yaptıkla­rını anlatınca, başta eşi Hind olmak üzere herkes tarafından alaya alınmış. Hatta benim kendisine verdiğim fikirle, onunla alay etmiş olduğumu da­hi söylediklerini duydum.

Sevgili çocuklar! Müşriklerin Hudeybiye an­laşmasını bozup öldürdükleri 23 Huzaalılann di­yetini vermeyecekleri, Benî Bekİrleri korumaktan da vazgeçmeyecekleri böylece anlaşılmıştı. Bu­nun üzerine Peygamber Efendimiz, Mekke'nin fethi için, Ashabiyla gizliden gizliye görüştü. Mekke'yi fethetme hazırlıklarını görmeye başladı.

Kimsenin Mekke'yi fethetme hazırlıklarında olduğunu bilmesini istemiyordu. Bunun açığa çıkmaması ve duyulmaması için Allah'a dualarda bulundu. Hatta kimsenin Mekke'yi fethe gideceği düşünülmesin diye, Ashabtan Ebu Katade'nin ko­mutasında bir askeri birliği, Batn-ı İzam denilen bölgeye doğru gönderdi. Böylece o tarafa sefer yapılacağı izlenimini verdi. O sırada Ramazan ayı da gelmek üzereydi. Daha sonra:

— Allah'a ve Resulüne inananlar, Ramazan ayı başlarında Medine'ye gelsinler, diye civarda­ki tüm Müslüman kabilelere haber gönderdi.

Bu sırada ilginç bir olay yaşadık çocuklar: Ashabtan olup Bedir savaşında bulunan Hatıb bin Ebİ Belta vardı. Hatta Peygamber Efendimiz'in el­çiliğini dahi yapmış biriydi. İşte bu sahabe, meğer Mekkelilere Sevgili Peygamberimizin üzerlerine sefer yapacağına dair, gizli bir mektup yazmış. Bu mektubu Kureyşlilere vermesi için Mekke'ye gi­den Sâre adındaki bir şarkıcı kadına vermiş.

Az önce de söylediğim gibi Peygamber Efen­dimiz, Yüce Allah'a Mekkelilere ansızın ve hazır­lıksız bir şekilde sefer yapmak İçin dualarda bu­lunmuştu. Yüce Allah, Bu duayı kabul ettiği için, Hatıb'ın yaptığı bu gizli işi, Cebrail vasıtasıyla Sevgili Peygamberimİz'e bildirmişti. Bu nedenle Peygamber Efendimiz beni, Zübeyr bin Avvam'ı ve Mikdat bin Esved'i çağırdı. «Hah Bahçesi» di­ye bilinen yere acele gidip Sâre denen kadını yakalamamızı, ondaki mektubu alıp kendisine getir­memizi emretti.

Kadını aynen söylenilen yerde bulduk. Ka­dın, üzerinde mektup olmadığını söyledi. Fakat Sevgili Peygamberimiz yalan söylemezdi. Öyley­se kadın, mutlaka yalan söylüyordu. Kadına mek­tubu vermesini yoksa üstünü arayacağımı söyle­dim. Kadın ciddi olduğumu görünce, saç örgüle­rini çözüp içine gizlediği mektubu verdi.

Mektubu Sevgili Peygamberimİz'e getirdik. İçinde Mekkelilere karşı yapılan hazırlıkların bil­gileri yazılıydı. Peygamber Efendimiz, Hatıb'ı ça­ğırttı. Bunu neden yaptığını sordu. Hatıb:

— Ya Resulallah! Mekke'de ailem ve malla­rımı koruyacak kimse yoktur. Zira ben, Kureyşli-lerden değilim. Ailemi korusunlar diye bunu yap­tım. Yoksa küfre saptığım veya dinimden döndü­ğüm için bunu yapmış değilim. Vallahi Allah ve Resulüne olan imanım üzereyim, dedi. Mektubu gönderdiğini inkar etmedi.

Hatıb doğru konuşunca, Peygamber Efendi­miz de onu onayladı. Bunun üzerine Yüce Allah, indirdiği şu ayetle müşriklerle dostluk kurulmamasını emretti: «Ey iman edenler! Benim de sizin de düşmanınız (olan kimseleri) dostlar edinme­yin. (Onlara duyduğunuz) sevgi sebebiyle kendi­lerine (Peygamberin savaş hazırlıklarını) ulaştı­rıyorsunuz! Halbuki (onlar) size Hak'tan geleni gerçekten inkar etmişlerdi...» (Mümtehine,1)

Demek ki çocuklar! Her ne şartta olursa ol­sun, Müslüman olmayanları dost kabul etmeme­miz gerekir. Bizim dostumuz, ancak Aliah'a ve Resulüne inanan Müslümanlar olmalıdır. Çünkü Müslüman olmayanlar Allah'a ve Resulüne ait olan emirlere iman etmemişlerdir. Hatta Allah'ın dinini inkar edip, başka dinleri bize şirin göster­meye çalışırlar. Böylelikle imanımız konusunda bize tuzaklar kurarlar. Bu durumda dost olarak, aynı dine inandığımız kimseler yani Müslüman­lar, sadece bizim dostumuz ve kardeşimizdirler.

Bu arada civar kabilelerden Medine'ye ge­lenlerle beraber, 10 bin kişilik bir İslâm ordusu meydana geldi.

Hatırlıyor musunuz çocuklar! İki yıl önceki Hudeybiye anlaşması zamanında sayımız ne ka­dardı, şimdi ne kadar?.. İki yıl içinde İslâm'ın gü­cü kat kat arttı. Halbuki biz o zaman, Peygamber Efendimiz'in Hudeybiye anlaşmasını imzalaması­na alınmıştık. Ne kadar da yanlış bir davranış göstermişiz değil mi? Meğer işin içinde gizli bir hik­met (sebep) varmış da, biz bilememişiz.

Her neyse!.. Sözü fazla uzatmayayım çocuk­lar. Ramazan'm ikinci günü 10 bin kişilik bir or­duyla Medine'den yola çıktık. Yolda, Medine'ye ailesiyle beraber hicret edip gelen amcam Ab-bas'la karşılaştık. Bedir savaşından beri Mekke'de Müslümanlığını gizleyerek kalan amcam, Pey­gamber Efendimiz'e birçok defa gizliden haberler göndermiş, çok faydası dokunmuştu.

Mekke'yi fethe gideceğimizi öğrenince o da bize katıldı.

Mekke müşriklerinin hâlâ üzerlerine yürü­düğümüzden haberleri yoktu. Kudeyd denen yer­de Sevgili Peygamberimiz beni, Zübeyr bin Av-vam'i ve Sad bin Ebi Vakkas'i Muhacirlerin san­caktarları yaptı. Mekke'ye yakın Merruzzahran denen vadiye gece vakti varmıştık. Burada konak­ladık. Peygamber Efendimiz'in emriyle herkes bir ateş yaktı. Bir anda tam 10 bin ateş yakıldı. Me­ğer Mekkeliier dağ, taş her tarafı saran 10 bin ate­şimizi görmüş, çok korkmuşlar. Ebu Süfyan ve birkaç kişi durumu araştırmak için yola çıkmışlar. Fakat askerlerimiz tarafından yakalanmışlar. Am­cam Abbas, Ebu Süfyan'ı hemen Sevgili Peygam-berimiz'in huzuruna getirdi. Ebu Süfyan'ı gören Ömer, onu öldürmek için hemen peşlerine düş­müş, Peygamber Efendimizin çadırı önüne gelip beklemişti.

Sevgili Peygamberimiz, müşriklerin lideri olan Ebu Süfyan'i Müslüman olmaya davet etti. Ama Ebu Süfyan hâlâ şüphe içinde olduğunu söy­lüyordu. Peygamber Efendimiz'in emriyle amcam Abbas, Ebu Süfyan'i o gece misafir etti. Ertesi sa­bah tekrar Sevgili Peygamberimiz'in huzuruna getirdi. Ebu Süfyan bu defa Müslüman oldu. Am­cam Abbas'ın teklifi üzerine Peygamber Efendi­miz:

— Kim Ebu Süfyan'ın evine girerse güvende­dir. Kim ki Mescid-i Haram'a girerse güvendedir. Kim ki kendi evine girerse güvendedir, diye ilan­lar yaptırdı. Böylece Mekke'nin lideri olduğu için Ebu Süfyan'ın evine sığınanın öldürülmeyeceğine dair güvence vererek Ebu Süfyan için bir Övünme vesilesi verdi.

Amcam Abbas, Ebu Süfyan'ı Sevgili Pey­gamberimiz'in huzurundan alıp İslâm ordusunun geçeceği yeri iyi gösteren bir tepenin başına çı­kardı. İslâm ordusu kabile kabile geçiyordu. Ebu Süfyan İslâm'ın bu gücü karşısında hayretten hay­rete girmiş. Hatta:

  Ben şu ana kadar, böyle bir ordu, böyle bir topluluk görmedim, demiş.

Çünkü İslâm askerleri disiplinli ve tam bir düzen içinde bir geçit töreni yapıyordu. Bu, Al­lah'ın bir lütfü ve yardımıydı. Mekke'den sürülen bizler, şimdi izzet ve şerefle Mekke'yi fethede­cektik.

Ebu Süfyan, ordumuzun geçiş törenini izle­dikten sonra, Mekke'ye koşmuş. Peygamber Efen­dimiz'in amcam Abbas'ın teklifiyle kendisine ver­diği güvenceleri açıklamış. Kimi kendi evine çe­kilmiş, kimi Ebu Süfyan'ın evine sığınmış, kimi de Kâ'be'nin örtüsü altına saklanmış.

Sevgili Peygamberimiz bütün ordu komu­tanlarına:

— Kureyşliler tarafından saldırılmadıkça, sîz saldırmayınız, diye emretti.

Fakat bu emrine rağmen, 10 kişi için, görül­dükleri yerde öldürülmelerini emretti. İkrime bin Ebu Cehil, Abdullah bin Sad, Hint bin Utbe, Vah­şi, Sâre adındaki şarkıcı kadın ile iki şarkıcı cari­ye bu on kişilik listedeydiler. Bunlardan kimi gü­cü, kimi dili, kimi de kiniyle İslâm'a aşırı düşman­lık yapmıştı.

Nihayet dört taraftan Mekke'ye girdik. Ciddi bir direniş görmedik. Fakat sağ taraftan Mekke'ye giren Halid bin Velid'e, İkrime bin Ebu Cehil ve Safvan bin Ümeyye'nin etrafına topladıkları bir grup saldırınca, 13 müşrik öldürüldü. İki de Müs­lüman şehid oldu.

Neticede İslâm ordusunun komutanı Sevgili Peygamberimiz Mekke'ye girdi. Tarih; Hicretin sekizinci yılının 13.Ramazandı Cuma gününü gösteriyordu. Tekbirlerle ilerleyen bizler, Allah'a hamd ve senalar ediyorduk.

Aklıma geldikçe o günü, yani biz Müslü­manların Mekke'ye girip yeryüzünün incisi oian Kâ'be'ye kavuşmasını, hep iki sevgilinin kavuşmasına benzetirim. Bu sevgiyle dolu bir şekilde Peygamber Efendimiz'le beraber Kâ'be'yi tavaf ettik. Kâ'be'yi 360 puttan tek tek temizledik. Sev­gili Peygamberimiz asasıyla Kâ'be'deki hangi pu­ta işaret ettiyse, yüzüstü devrildi. O da bu arada; «Hakk geldi, batıl zail oldu. Gerçekten batıl yok olmaya mahkûmdur!» (isrâ, su ayetini okuyordu. Evet, hakk olan İslâm gelmiş, batıl olan cahiliye yok olmuştu.

Bu esnada Bilal, o gür ve şirin sesiyle Kâ'be'nin damına çıkarak ezan okudu. Daha son­raları duyduğuma göre, Bilal'ın ezan okuması es­nasında Ebu Süfyan, Attab bin Esid, Haris bin Hİ-şam oturmuş, aralarında konuşuyorlarmış.

Attab:

  Babam Esid, ne mutlu bir adamdı ki bu­günü görmedi, demiş. Haris:

— Muhammed, bu siyah kargadan başka bir adam bulamadı mı ki müezzin yapsın? diye Bilal'ı kötülemiş.

Ebu Süfyan ise:

— Vallahi ben bir şey demeyeceğim. Kimse olmazsa bile, şu ayağımın altındaki taşlar, konuş­tuklarımızı haber verir. O da bilir, demiş.

Böyle konuştukları esnada Peygamber Efendimiz aniden çıkagelmiş. Aralarında konuştukla­rını onlara haber vermiş. Attab ve Haris, bu mu­cize karşısında hemen Müslüman olmuşlar. Ebu Süfyan İse:

— İyi ki bir şey demedim, demiş.

Sevgili çocuklar! Allah'ın Resulü Sevgili Peygamberimiz, Kâ'be'nin anahtarını yine eski­den beri bu göreve bakan Osman bin Talha'ya verdi. Halbuki herkes O'ndan bu görevi almasını bekliyordu. O ise böyle bir şey yapmadı. Çünkü Osman'ın ailesi Kâ'be'nin anahtarlarını taşıma görevini çok eskiden beri yapıyordu. Böylece Peygamber Efendimiz emaneti sahibine vermiş oldu.

Sevgili Peygamberimiz Kâ'be'den çıktığı es­nada Mekke halkının toplanmış olduğunu gördü. Halk toplanmış, Peygamber Efendimizin kendile­ri için nasıl bir karar vereceğini bekliyordu.

Sevgili Peygamberimiz onlara sordu:

  Ey Kureyş topluluğu! Hakkınızda ne ya­pacağımı tahmin ediyorsunuz?

O'nu İyi tanıyan halk hep bir ağızdan:

— Sen kerem ve iyilik sahibisin! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanıyoruz, dediler.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:

— Gidiniz, sizler serbestsiniz! dedi.

Halk buna inanamıyordu. Halbuki Kureyş olsaydı, bizleri kılıçtan geçirir, yine de rahat et­mezdi. Ama İyilik, tokattan da beterdi. Şok ve hayret içindeydiler. Kerim ve cömert olarak tanı­dıkları Muhammedü'l-Emİn, Kureyş'İn kendisine ve biz müslümanlara tüm yaptıklarına rağmen, af­fetme yolunu seçti. Bu, ancak şefkat ve merhamet peygamberi son peygamber olan Sevgili Peygam-berimiz'in yapabileceği bir işti.

Tüm bunlardan sonra Peygamber Efendimiz, Safa Tepesi'nde biatlan kabul edeceğini ilan ettir­di. Erkeklerden ve kadınlardan da Allah'a şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, kız çocuklarını Öldürmemek, iffetlerini korumak ve herhangi bir iyilik konusunda Sevgili Peygamberimiz'e isyan etmemek üzere biat aldı.

Bu sırada Ebu Süfyan'ın karısı olup, mutlaka öldürülecek on kişilik listede bulunan Hind de kı­yafet değiştirerek kadınlar arasına karışmıştı. Ken­dini tanıtmadan Müslüman oldu.

Uhud'ta amcam Hamza'nin ciğerini dişleye­cek kadar kine sahip olan Hİnd, sonunda Allah'a teslim olmaktan başka bir yol olmadığını anlamış­tı. Öldürülmesi gerekirken Şefkat Peygamberinin merhametine sığınan Hind'in Müslüman olmasını, Peygamber Efendimiz kabul edip Hind'i affet­ti.

Öldürülmesi emredilen on kişilik listedeki diğer şahısların da kimi Hind gibi, kimi bir aracı­nın korumasıyla, kimi de Sevgili Peygamberi­mizin merhamet ve şefkatiyle Müslüman oldu. Birkaçı da öldürüldü.

Sevgili çocuklar! Öldürülecek on kişilik lis­tede olup kaçan İkrime bin Ebu Cehil ise daha sonra Peygamber Efendimiz'in kendisine güvence vermesiyle, geri dönüp Müslüman oldu. Sonrala­rı Müslümanlığını güzelleştirdi. Birçok faydalı iş­ler yapıp seçkin bir sahabe oldu.

Yine bu listede yer alanlardan Saffan bin Ümeyye de Müslüman olmak için iki ay izin iste­di. Sevgili Peygamberimiz ona dört ay izin verdi.

Evet çocuklar! Peygamber Efendimiz Mek­ke'yi fethetti. Kâ'be'yi putlardan temizledi. Bu­nunla yetinmeyip Mekke'nin etrafında bulunan Uzza, Menat, Suva adındaki meşhur putları da gönderdiği birkaç Ashabıyla yıktırdı. Böylece Mekke ve civarını Allah'ın yardımıyla putlardan temizleyip asıl kimliğine kavuşturdu. Allah'ın üzerimizdeki nimetleri için O'na ne kadar şükret-sek azdır çocuklar. Artık Mekke bir İslâm şehri olup müşriklerin azınlıkta kaldığı bir yer olmuştu.

 

Huneyn Savaşı

 

Sevgili çocuklar! Mekke'yi fethetmemizden sonra başta Kureyşlilerin ileri gelenleri olmak üzere, halkın çoğu Müslüman olmuştu. Dinimiz İslâmın şanı ve şerefini Yüce Allah daha da artır­mıştı, İslâm bu vesileyle daha çok tanınıp bilindi. Çünkü her tarafta tüm insanlar İslâmın yüceliğini ve günden güne nasıl yayılıp geliştiğini konuşuyordu.

Bütün bu gelişmelere karşın, hâlâ yarasa gi­bi İslâm güneşine karşı gözlerini gururla kapayan müşrik kabileler vardı. Şirk onların kalplerini sar­mış, karartmıştı. Bu arada duyduk ki bu müşrik kabilelerden olan Hevazin ve Sakif kabileleri, Mekke'ye saldırmak ve biz Müslümanları yok et­mek için, aralarında anlaşıp karar almışlar.

Fakat Sevgili Peygamberimiz, hemen hazır­lıklara başlayıp «onlar saldırmadan biz saldıra­lım» diye İslâm ordusunu hazırladı. Hatta henüz müşrik olmasına rağmen Safvan bin Ümeyye'den emanet olarak iki yüz zırh ve birtakım silahlar da aldı. Başkalarından da emanet alınan silahlarla savaş hazırlıklarımızı tamamladık. İslâm ordusu olarak artık savaşmaya hazırdık.

Hevazin ve Sakif kabileleri, Arabistan'ın en kalabalık iki kabilesiydi. Aralarında birleşip 20 bin kişilik bir ordu meydana getirmişlerdi. Komu­tanları Hevazin kabilesinden Malik bin Avf idi. Biz ise Peygamber Efendimİz'in komutasında 12 bin kişilik bir orduyduk. Ordumuza katılan 2000 Mekke'li yeni Müslüman olup, kalpleri henüz ye­ni yeni İslâm'a ısınmış kimseler idi.

Müşriklerle karşılaşmak için yola çıktığımız­da bazılarımız:

— Ya Resulallah! Artık bugün azlık yüzün­den yenilmeyiz, dediler.

Peygamber Efendimiz bu sözden hiç hoşlan­madı. Çünkü iman gücü ve Allah'ın yardımından çok, sayı gücüne güvenmek doğru bir davranış değildi. Şayet zafer nasip olursa, ancak Allah'ın yardımıyla olduğunu unutmamalıydık. Kendini ve kuvvetini beğenerek Allah'ın yardımından gaf­lette olmak zarar getirir. Bu en küçüğünden en büyüğüne, her işte böyledir, değil mi çocuklar? Allah dilemezse biz aciz kullar hiçbir şey beceremeyiz. Fakat dilerse nice az topluluklar, çok olan toplulukları elbette yenilgiye uğratır.

Nihayet Huneyn denen yere varmıştık. Sev­gili Peygamberimiz bizleri bir düzene soktu. Mu­hacirler adına sancaktar olanlardan biri, yine bendim.

Müşrikler ise aileleri, mallan ve hayvanlarıy­la beraber savaş meydanındaydılar. Meğer ailele­ri, malları ve hayvanlarıyla beraber savaşa gelme­leri, komutanları Malik'in isteğiymiş. Buna göre, müşrikler ailelerine, mallarına ve hayvanlarına bakıp daha çok cesaret alacak, gözleri arkada kal­madan savaşacaklarmış.

Hicretin sekizinci yılı Şevval ayının 11. (Mi­ladî 27 Ocak 630) Salı günü, Huneyn vadisinde İlerlerken saldırıya uğradık. Önde Halİd bin Velid ve öncü kuvvetler vardı. Aniden şiddetli bir şekil­de yapılan bir saldırıyla, öncü birliklerimiz boz­guna uğradı. Önde bulunan kuvvetlerimiz, henüz yeni Müslüman olmuş Mekkelilerdi. Sayımıza gü­venip Allah'ın yardımını unutmanın ilahî ikazını, maalesef bu savaşta gördük.

Öncü birliklerimiz bozulunca, bu bozgun arkalarındaki Müslümanlara da bulaştı. Herkes birbirine girdi. Ordumuz bozguna uğradı. Sağa sola kaçışmalar başladı. Hatta bazı Mekkeliler, bize karşı kalplerinde gizlediklerini dahi açığa vurmuşlardı.

Sonradan öğrendim ki Ebu Süfyan:

— Bu bozgun, denize varıncaya kadar sürer. Vallahi Hevazinler onları yener, demiş.

Buna karşılık Safvan bin Ümeyye ona:

  Ağzına taş, toprak dolsun, diye cevap vermiş.

Süheyl bin Amr da :

  Muhammed ve Ashabı bir daha düzel­mez, deyince İkrime bin Ebu Cehil:

  Bu yerinde bir söz değil. İşler ancak Al­lah'ın  elindedir.  Muhammed'in  elinde  bir şey yoktur.  Bugün savaş O'nun aleyhine ise, yarın şüphesiz O'nun lehine olacaktır, demiş.

Süheyl:

  Sen, daha önce bu sözün tersini söyler­din, diye İkrime'nin sözlerine hayret etmiş. İkrime ise:

  Vallahi   biz  kötü  şeyler  üzerindeydik. Akıllarımızı engellemiş, fayda ve zarar vermeyen birtakım taşlara tapmış durmuşuz, diye Süheyl'i daha çok şaşırtmış.

Yaa çocuklar! Daha önce de demiştim ya! İkrime imanını kuvvetlendirip iyi bir Müslüman olmuştu. Ama bazıları onun gibi olmamıştı. Ebu Cehil gibi azılı bir müşriğin oğlu İkrime, şimdi çok güzel bir müslümandı... Yüce Allah'ın imanı kime nasip edeceğini kim bilebilir ki?

Sevgili çocuklar! Böylesi bir bozgunu yaşa­dığımız o esnada, Peygamber Efendimiz Düldül duh * siyer adlı katırı üzerinde savaş meydanında yalnız kal­mış gibiydi. Ancak etrafında 100 kadar kişi kal­mıştık. Buna rağmen Sevgili Peygamberimiz, Dül-dül'ü ileri sürüyor, geri adım atmıyordu. Amcam Abbas ise Düldül'ün gemini tutmuş, Peygamber Efendimizin dana fazla ileri gitmesine izin vermi­yordu. O da ısrarla Düldül'ü müşriklere doğru sü­rüyor:

— Ey insanlar! Bana doğru geliniz. Ben Al­lah'ın Resulüyüm. Ben Muhammed bin Abdul­lah'ım, diye bağırıyor, kaçışan Müslümanları to­parlamaya çalışıyordu.

Ayrıca Amcam Abbas'a da emirler veriyor, bağırmasını istiyordu. Çünkü amcamın sesi çok gürdü. Amcam, aldığı emir üzerine o gür sesiyle bağırıp, Rıdvan ağacının altında Peygamber Efen-dimiz'e yaptığımız biati hatırlatıyordu.

Böyle bir ortamda bir yandan da Sevgili Pey­gamberimiz'! korumaya çalışıyorduk. Bu esnada biz erkekler kadar, kadınlarımız da kahramanlık gösteriyordu.

Mesela, Ümmü Ümare'yi eline bir kılıç al­mış çarpışıyor gördüm. Bir ara boz bir devenin üzerindeki bir müşriğin devesinin arka ayakları­na, bir kılıç vurup onu yere düşürdü ve öldürdü. Yine bir ara Peygamber Efendimiz, Ümmü Süleym'i belinde bir hançerle gördü. Ümmü Sü-leym, kaçan Müslümanları, o ortamda Sevgili Peygamberimiz'e şikâyet ediyor:

  Seni  nasıl yalnız bırakıp kaçtılar? diye üzüntülerini dile getiriyordu.

Çocuklar! İçlerinde benim de bulunduğum Peygamber Efendimiz'in etrafındaki o grup ola­rak, canla başla O'nu korumaya çalışıyorduk. Hatta Ebu Dücane'yle beraber Sevgili Peygambe-rimiz'in önünde şiddetli bir şekilde çarpışıyorduk. Bize saldırmaya kalkışan müşriklerin bir komuta­nını da beraberce öldürdük.

Peygamber Efendimiz ve amcam Abbas'ın seslenmelerinden sonra kaçan ve bozguna uğra­yan Müslümanlar, birden kendilerine geldiler. Her taraftan «Lebbeyk (Buyur) Ya Resulallah!» sesleri gelmeye başladı. Geri dönen Müslüman­lar, Sevgili Peygamberimiz'İn etrafında toplandı­lar. «Kaçmak, sonra saldırmak!» diyerek düşmana cesaretle saldırmaya başladılar. Şiddetli bir saldı­rı yaşanıyordu.

Bir ara Peygamber Efendimiz Düldül'den inip:

— Allah'ım! Bize yardımını indir! Muhakkak ki sen onların bize galip gelmelerini istemezsin,

diye Allah'tan yardım ve zafer diledi.

Ardından bir avuç toprak istedi. Hemen yer­den bir avuç toprak alıp, O'na uzattım. Alıp müş­riklerin yüzlerine doğru:

— Yüzleri kara olsun! diyerek savurdu; Kâ'be'nin Rabbına and olsun ki onlar bozguna uğradılar, dedi. Müşriklerden gözüne ve ağzına toprak girmeyen kimse kalmadı.   .

O anda birden yerle gök arasında beyaz ten­li, alaca atlara binmiş, başlarına kırmızı sarıklar sarmış, uçlarını da arkalarına salmış, bölük bölük adamlar (melekler) görüldü. Müşrikler bu durum--dan öyle bir korktular ki, çarpışacak güçlerini yi­tirdiler. Şaşkın şaşkın Allah'ın bu apaçık yardımı­na bakakaldılar.

Aniden Hevazinlilerin sancaktarını bu arada gördüm. Hemen saldırıp yere serdim. Zaten kor­ku içinde olan müşrikler, dağılmaya ve kaçmaya başladılar. Savaşın yönü değişmişti. İlahî yardım olarak gelen meleklerle desteklendiğimizden, şüphemiz yoktu. Müşrikler, bozguna uğrayıp gruplara bölündü. Yenilgiyle savaş meydanından durmaksızın kaçtılar.

Kaçanların bazıları, Evtas denen yerde top­landı. Bazıları da Taife sığındı. Evtas'ta toplanan­ları dağıtıp, Taife sığınanların peşine düştük.

Bu savaşta bizden dört şehid olmasına karşılık, müşrikler 70 ölü verdi. Buna ilaveten toplu olarak savaş meydanında bulunan mallarını, hay­vanlarını ganimet; çocuk ve kadınlarını da esir al­dık. Ganimet malları o kadar çoktu ki dağ, taş hepsi ganimet mallarıyla doluydu.

Sevgili çocuklar! Bu savaşta yaşadığım olay­lardan birini anlatmak, sizlerle paylaşmak istiyo­rum: Savaşa başladığımızda Sevgili Peygamberi­miz, bizi kadınları ve çocukları öldürmekten men etti. Hatta:

  Dikkat ediniz! Çocuk öldürülmeyecektir,

diye emrini tekrarlayınca Üseyd bin Hudayr:

  Ya Resulaîlah! Onlar müşriklerin çocuk­ları deği.ler midir? dedi. Peygamber Efendimiz:

— Sizin en hayırlılarınız da müşriklerin ço­cukları değiller midir? dedi. Birçoğumuzun baba­sının müşrik olduğunu hatırlattı ve yine devam et­ti:

— Her çocuk İslâm (dinini kabul etme) yara­tılışı üzere doğar. Dili dönünceye kadar da öyle gider. Ana-babası onu ya Yahudileştirir, ya da Hı-ristiyanlaştmr.

Demek ki sevgili çocuklar! Tüm çocuklar günahsızdır. Bir gün, hak din olan dinimiz İslâm'ı kabul edecek b'r yaratılışla, Yüce Allah onları yaratmıştır. Fakat anne-babaları, çocuklarının bu gerçeği farketmelerine engel olacak şekilde onla­rı eğittiği için, yaratılışlarına dönemiyorlar. Bazı­ları ise hayatlarının ileriki dönemlerinde İslâm'a dönebiliyorlar. O sebeple sizler, Müslüman anne-babadan doğduğunuz için çok şanslısınız. Yüce Allah'a sizi Müslüman olarak yarattığı için, çok çok şükretmeyî ihmal etmeyin. Eminim ki siz, bu­nun farkındasınız.

 

Taif Kuşatması

 

Sevgili çocuklar! Hevazin ve Sakİf kabilele­rinden Huneyn savaşında yenilip kaçanlar, Taif kalesine sığınmışlardı. Zaten Taif, Sakiflİlerin yur­duydu. Bu savaşın kışkırtıcısı ve komutanı olan Malik bin Avf da kaçıp Taife sığınmıştı.

Bizler, Peygamber Efendimiz'in komutasın­da peşlerine düştük. Taif kalesi önüne kadar git­tik. Taif'liier kalelerine kapanmışlardı. Üzerlerine geleceğimizi ve onları kuşatacağımızı tahmin et­tikleri için, çok miktarda yiyecek depolamış, ha­zırlarını yapmışlardı.

Önce Taif Kalesi'nin surlarına yakın bir yere karargâh kurduk. Fakat kaleden bize atılan oklar, bazılarımızın şehid olmasına sebep oldu. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimizin emriyle, yeri­mizi değiştirip daha sağlam ve güvenli bir yere çekildik.

Kuşatmamız, karşılıklı ok atmalarla geçiyor­du. Bir ilerleme olmayınca Selman-ı Farisi'nin teklifiyle «Mancınık» denen bir alet kullandık. Bu aletin kepçe gibi bir kabı vardı. Ona kocaman bir taş koyuyorduk. Alet, onu Taif Kalesi'nin içine fır­latıyordu.

Bir de «Debbabe» denilen bir başka araç da­ha kullandık. Debbabe, altına girilerek kalenin duvarına yaklaşmamızı ve delmemizi sağlayan bir araçtı. Altına girmemizin sebebi, atılan oklar­dan bizi korumasıydı. Kalın deriden yapılmış bir araçtı. Fakat kaleden atılan kızgın şişler ve demir parçaları debbabeyi yırtıp, ilerlememize engel oluyordu. Hatta bazılarımız şehid oldu.

Kuşatma gittikçe uzuyor, Sakifliler de teslim olmuyorlardı. Sevgili Peygamberimiz, TaiflÜerin üzüm bağlarındaki asmalarının kesilmesini em­retti. Fakat Sakifliler, akrabalık hakkı adına Pey­gamber Efendimİz'den asmalarının kesilmemesi isteğinde bulundular. Çünkü Sevgili Peygamberi­miz, annesi tarafından Sakiflilerle uzaktan akra­baydı. Bu istek üzerine Peygamber Efendimiz, üzüm  asmalarına  karışmadı.  Akrabalık  hakkını korudu. Düşmanları dahi olsa bu hakka, ancak Sevgili Peygamberimiz sahip çıkardı. Çünkü O, üstün ve örnek bir insandı.

Buna rağmen Sakifliler kalelerinden bize laf atıyor, küfürler ediyor, çeşitli hakaretlerde bulu­nuyorlardı. Taiflileri bir türlü kalelerinin dışına çı-kartamıyorduk. Hatta Halid bin Velid, meydana çıkıp er diledi. Fakat onlar kalelerinde bağırarak, çıkmayacaklarını söylediler. Buna ilaveten, yıllar­ca kendilerine yetecek yiyeceklerinin olduğunu, eğer Halid beklerse ve yiyecekleri de biterse, o zaman karşısına çıkabileceklerini söylediler. Ken­dilerince alay ediyorlardı.

Peygamber Efendimiz, Taifteki kölelerin ka­leden kaçıp yanına gelmeleri halinde, hür olacak­larını ilan ettirdi. Bunun üzerine 23 kadar köle Taif Kalesinden kaçtı. Sevgili Peygamberimiz de ilan ettiği gibi onları azad etti.

Bu sırada Peygamber Efendimiz, bir rüya gördü. Rüyasını manevi bir İşaret kabul ederek kuşatmadan geri çekilmek istedi. Fakat Ashabtan bazılarımız bunu istemedi. Bazılarımız da hep beraber hücuma geçmek için, Sevgili Peygambe-rimiz'den izin istediler. Peygamber Efendimiz de rüyasına işaret ederek:

— Onu fethedeceğimizi sanmıyorum. Onun fethi hakkında bize şimdilik izin verilmemiştir, dedi.

Fakat yine de son bir toplu saldın yapıldı. Sevgili Peygamberimizin haklılığı ortaya çıktı. Çünkü birçok Ashab yaralanmıştı. Nihayetinde 18 gün süren kuşatmamız sonucunda, 14 şehid vererek geri çekildik. Peygamber Efendimiz:

— Allah'ım! Sakiflilere doğru yolu göster. Onları bize getir! diye dualarda bulunarak kuşat­mayı kaldırdı.

 

Kutsal Hisse

 

Sevgili çocuklar! Taif kuşatmasını kaldıran Peygamber Efendimiz, Huneyn Savaşi'nda ele geçirilen ganimetlerin toplandığı Cirane denen yere döndü. Hemen ganimetleri bölüştürmedi. Hevazinlilerin gelip Müslüman olmalarını, böy­lelikle mallarını ve esir olan ailelerini almalarını umuyordu. Fakat bu gayeyle 10 gün kadar oyalanmasına rağmen, gelen olmayınca, ganimetle­ri bölüştürdü.

Biliyor musunuz çocuklar! Huneyn Sava-şı'nda ele geçirdiğimiz ganimet 24 bin deve, kırk bin büyük baş hayvan, kırk bin ukiyye (bir buçuk ton!) gümüş ve altı bin esir'den meydana geliyordu. Önce esirleri Müslümanlar arasında bö­lüştürdü.

Tam bu sırada Peygamber Efendimiz'in bek­lediği Hevazinlilerden bir heyet geldi. İslâm'ı ka­bul ettiklerini açıkladı. Sevgili Peygamberimiz, bu durum üzerine sadece kadınlarını ve çocuklarını onlara geri verdi. Malları ve hayvanlarını ise ga­nimet olarak aldı.

Hevazinlilerin komutanı Malik bin Avf'a da

haber göndertti: Şayet gelip Müslüman olursa, ai­lesiyle beraber malını da verebileceğini söyledi. Malik bu haberi alınca Taif ten kaçıp Peygamber Efendimiz'e geldi. Müslüman oldu. Sevgili Pey­gamberimiz de ona ailesini ve malını geri verdi. Ayrıca onu kavmine komutan olarak atadı. Taif Kalesi'ni de sürekli kuşatma altında tutmasını em­retti. Malik, Peygamber Efendimiz'in bu ikra­mı/cömertliği karşısında çok memnun oldu. Sev­gili Peygamberimiz'i sürekli övdü.

Sevgili çocuklar! Hatırlarsanız, Huneyn Sa-vaşı'na çıkan Peygamber Efendimiz, henüz Müs­lüman olmayan Safvan bin Ümeyye'den 200 zırh ve birtakım silahları emanet almıştı.

Sevgili Peygamberimiz, ganimet mallarını bölüştürürken, Safvan da o sırada oradaydı. Deve ve koyunlarla dolu olan vadiye bakıyor, iç geçiriyordu. Peygamber Efendimiz, Safvan'ın bu duru­munu gördü:

  Vadi içindekilerle beraber senin olsun,

dedi. Safvan, bu kadar cömertlik karşısında he­men Müslüman oldu.

Yeni Müslüman olmuş birçok kimseye «kal­bi İslâm'a karşı ısınsın» diye Sevgili Peygamberi­miz, çokça cömert davrandı. Hatta umulandan daha çok cömert davrandı. Ganimet malını Mek-keli yeni Müslümanlara fazlasıyla verince, En-sar'ın gençleri arasında ileri-geri söylentiler orta­ya çıktı; Güya Peygamber Efendimiz Kureyşlilere ganimet malı vermiş, kendilerini unutmuştu. Da­ha birçok söylentiler...

Bu sözler Sevgili Peygamberimiz'in kulağına kadar gitti. Peygamber Efendimiz, sadece Ensar'ı bir araya topladı. Ensar'dan olmayan hiç kimseyi bu toplantıya almadı. Sonra onlara nasihat edip şöyle buyurduğunu işittim:

  Ey Ensar cemaatı! Birtakım insanlar al­dıkları dünyalıklar, davarlar ve develerle çıkıp gi­derken, sizler Resulullah ile birlikte yurdunuza dönüp gitmeye razı olmaz mısınız? Vallahi sizin Resulullah ile birlikte dönüp gitmeniz, onların dünyalıklarla dönüp gitmelerinden daha hayırlı­dır.

Daha sonra Ensar'a ganimet payları olarak kendisinin düştüğünü ifade etmiş. Ensar da:

  Evet ya Resulallah! Biz buna razıyız, de­miş. Peygamber Efendimiz:

  Ey Allah'ım! Ensar'in oğullarına, onların oğullarının oğullarına da rahmet et, diye dua et­miş.

Ensar, Sevgili Peygamberimiz'in bu nasihat-leriyle hiçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış, gözle­rinden akan yaşlar sakallarını ıslatmış:

  Biz, ganimet hissesi olarak Resulullah'a razıyız, demişler.

Ganimetlerin paylaşması işi bitince, Cira-ne'den ayrıldık. Peygamber Efendimiz'in önderli­ğinde Mekke'ye döndük. Artık Medine'ye dönme zamanı yaklaşmıştı. Sevgili Peygamberimiz, Mek­ke'ye Attab bin Esid'i vali olarak atadı. Muaz bin Cebel'i de İslâm'ı Öğretmek için görevli olarak, Mekke'de bıraktı. Daha sonra Ensar'Ia beraber Medine'ye döndük.

Medine'ye dönüşümüzden sonra, Peygam­ber Efendimiz, Umman ve Bahreyn hükümdarla­rına da elçiler gönderdi. Her ikisi de Müslüman oldular. Artık İslâm'ın daveti dalga dalga yayılı­yor, engel tanımıyordu.

 

Heyetler Yılı

 

Sevgili çocuklar! Hicretten bu yana sekiz yıl geçmişti. Dokuzuncu yıla girmiştik. Bu yıl içinde birçok kabileler, heyet heyet geiip Müslüman olu­yor, yurtlarına geri dönüyorlardı. Yine bu yıl, o kadar çok kabile Medine'ye geiip Müslüman oldu ki bu sebeple bu yıla «Heyetler Yılı» dersek yanıl­mayız. Çünkü İslâm'ın gücü artık reddedilmeye­cek kadar apaçık ortadaydı.

Ayrıca Sevgili Peygamberimiz, civar kabile­lerin putlarını ortadan kaldırmıştı. Fakat Tay Kabi­lesinin «Fels» adındaki putu hâlâ ayaktaydı.

Peygamber Efendimiz, beni huzuruna çağır­dı. Fels denen o putu parçalayıp, yok etmemi em­retti. Emrime 150 kişilik bir kuvvet verdi. Hemen Yemen civarındaki Tay Kabilesi'ne varıp, sabah vakti saldırdım. Şiddetli çarpışmalardan sonra, birçok esir ve ganimet malları aldım. Fels denen putlarını parçalayıp yok ettim.

Fakat kabilenin başkanı olan Adiy bin Ha-tem kaçmıştı. Daha sonra esir aldığım Adiy'in kız kardeşi Saffane'yi de, Peygamber Efendimiz ser­best bıraktı. Saffane, Adiy'i bulup Sevgili Pey­gamberim iz'in huzurunda   Müslüman   olmasını Peygamber Efendimiz, Adiy'e çok ikramda bulundu. Çünkü Adiy, kabilesinin başkanı olup Hıristiyandı. Ayrıca meşhur Hatem-i Tai'nin oğ­luydu. Bu zat çok cömert olup cömertliğiyle ta­nınmış biriydi.

Yine hicretin bu dokuzuncu yılında Receb ayındaydık. Sevgili Peygamberimiz'in haber ver­mesiyle, Habeşistan'ın Müslüman olan kralı Ne-caşi Ashame'nin, vefat ettiğini öğrendik. Peygam­ber Efendimiz bize:

— Bugün, sizin salih bir kardeşiniz vefat et­ti. Kalkın onun (cenaze) namazını kılın, dedi.

Gerçekten de Medine'ye bir hafta sonra ge­len habere göre, Necaşi'nin aynı gün vefat etmiş olduğu anlaşıldı. Bu da, Sevgili Peygamberimiz'in bir mucizesiydi. Yüce Allah, Necaşi Ashameye rahmet etsin. Mekanını Cennet eylesin.

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

Tebük Gazası

 

Sevgili çocuklar! İslâm güneşi, gün geçtik­çe büyüyordu. Arabistan'da bu güneşi söndürmek için, artık direnecek güçlü kabileler kalmamıştı. Bizans Devleti'nin sınırları içinde, Hıristiyan olan bazı Arap kabileleri de vardı. Bu kabilelerin kış­kırtmasıyla Bizans İmparatoru Heraklİus'un bü­yük bir ordu ile üzerimize saldırmaya hazırlandığını, haber aldık. Bu orduya Lahm, Cüzam, Gas-san, Amile gibi kendisine bağlı Arap kabileleri de katılmıştı.

Sevgili Peygamberimiz, bu haber üzerine ci­vardaki tüm Müslüman kabilelere, sefer için ha­zırlanmaları haberini gönderdi. Medine'de büyük bir ordu toplanmaya başladı.

Peygamber Efendimiz, bir yere sefer yapmak için   hazırlık  yaparken,   genellikle   hedefini  ve amacını açıklamazdi. Fakat bu defa böyle dav-ranmadi. Bizans üzerine sefer düzenleyeceğine dair, halka haber verdi. Hazırlıkların buna göre yapılmasını emretti. Çünkü bizler, kıtlık ve yoklu­ğun olduğu bir dönemdeydik. Seferin yapılacağı yer ise, çok uzaktaydı. Yol ve yolculuk, sıkıntı ve meşakkatlerle doluydu. Düşmanın çokluğu da bi­linen bir durumdu.

Ayrıca mevsim, çok sıcak bir mevsimdi: Sa­vaşacak imkânlarımız az olmasına rağmen, Sev­gili Peygamberimiz tüm Müslümanları, malları ve canlarıyla cihada teşvik ediyordu. Kadınlar süsle­rini, ziynet eşyalarını, altın, küpe ve bileziklerini getirip hediye ediyorlardı. Erkekler ise mallarının bir kısmını, ya da tamamını bağışlıyorlardı. Öyle ki, Müslümanlar arasında bir yardımlaşma yarışı yaşanıyordu. Bu, hayırda yarışmaydı. Ahiret yur­dunu elde etme yarışıydı.

Hatırlıyorum da, Ömer ve Abdurrahman bin Avf, mallarının yarısını getirip Peygamber Efendi-miz'e verdiler. Sevgili Peygamberimiz:

  Ey Ömer! Ev halkına ne bıraktın? diye sordu. Ömer:

— Sana getirdiğimin yansını... dedi.

Ömer'in bağışladığı mal çoktu. Meğer Ömer, bu defa Ebu Bekir'i cömertlikte geçmek istiyormuş. Çünkü Ebu Bekir her defasında kendi­sinden hatta bir çoğumuzdan daha fazla bağış ya­pıyordu. Az sonra Ebu Bekir çıkageldi. Bağışlaya-cağı servetinin hepsini yavaşça Sevgili Peygam-berimiz'e verdi. Peygamber Efendimiz ona:

— Ey Ebu Bekir! Ev halkına ne bıraktın? diye sordu. Ebu Bekir boynunu büküp:

— Onlara Allah ve Resulünü bıraktım, dedi.

Ömer, Ebu Bekir'in servetinin hepsini bağış­ladığını duyunca ağladı. Çünkü kendisi servetinin yarısını bağışlamıştı. Bunu göz önüne alan Ömer:

— Vallahi ey Ebu Bekir! Hayır yolunda han­gi yarışı yaptıksa, onda beni geçtin. Anladım ki, artık ben, hiçbir şeyde seni geçemeyeceğim, de­di.

Başka bir bağışa daha şahit oldum çocuklar. O sırada bacanağım Osman bin Affan, Şam'a göndermek için, bir ticaret kervanı hazırlamıştı. Kervan 300 deveden meydana geliyordu. Her de­ve dolu dolu ve yüklüydü..

Peygamber Efendimiz, insanları Allah yolun­da mallan ve canlarıyla cihad'a çağırdığında, Os­man, bu üçyüz deveyi üzerlerindeki yükleriyie beraber bağışladı. Buna İlaveten 50 at ve bin al­tın da ekledi. Bu, çok büyük bir miktardı. Hatta sevgili peygamberimiz

denilebilir ki adeta Osman, Tebük seferine gide­cek İslâm ordusunun her ihtiyacını karşıladı. Çün­kü ordunun su kaplarını ve onların ağız bağlarını dahi sağlamıştı. Bu kadar bir cömertlik üzerine Sevgili Peygamberimiz, ona çok güzel dualarda bulundu. Zaten Osman, bu dualara layık bir ha­yırda bulunmuştu.

Bu hayır yarışında bulunanlardan biri de, Ebu Akîl adında çok samimi bir arkadaşımızdı. Bütün gece çalışmış iki sa' (altı kilo)dan fazla hur­ma kazanmıştı. Kendisi buna daha çok muhtaç olduğu halde, yansını getirip Peygamber Efendi-miz'e bağışladı.

Yine Uİbe bin Zeyd adında başka bir sahabi vardı. Bağışlayacak bir malı olmadığı için, kendi­sinin kullandığı ve ona lazım olan bazı şeyleri, Sevgili Peygamberimiz'e bağışladı. Hatta:

  Bundan dolayı benimle eğlenen kimseye hakkım helâl olsun, dedi.

Bunu neden söyleme gereği hissetti, diye dü­şünebilirsiniz. Anlatayım: O sıralarda münafıklar, bağışta bulunan Müslümanlarla alay ediyor, ba­ğışlarını küçümsüyorlardı. İşte Uİbe, bu sebeple bu sözü söyleme ihtiyacı hissetmişti. Nitekim er­tesi gün, Sevgili Peygamberimiz Ulbe'yi çağırttı.

— Allah'a yemin ederim ki sen, sadakası kabul olunanların defterine yazıldın, diye müjdele­di. Bu, münafıklara tokat gibi bir cevap oldu.

Böyle bir hayır yansı yaşanırken, bazı arka­daşlarımızın bu uzun sefer için hiçbir hazırlığa güçleri yoktu. Binecek bir hayvandan da mah­rumdular. Bu arkadaşlarımız yedi kişiydi. Pey­gamber Efendimİz'e gelip bu seferde kendilerine bir binek vermelerini istediler. Fakat ihtiyaç çok­tu. Müslümanlar oldukça çok bağışta bulundukla­rı halde bağışlananlar yine yetersizdi. Bu sebeple Sevgili Peygamberimiz:

— Size verecek bir binek kalmadı, diye ce­vap verdi.

Aldıkları bu cevap üzerine bu samimi arka­daşlarımız, seferden geri kalmanın üzüntüsüyle ağlayıp durdular. Gösterdikleri bu samimiyet kar­şısında Yüce Allah onları, «Kendilerine bir günah olmayanlar» ve «ağlayanlar» diye Kur'ân'da be­lirtti. Onların samimiyeti ilahî rahmeti çekmişti. Ne mutlu onlara!

Sevgili çocuklar! Hatırlarsanız şiddetli sıcak­lıklar yaşıyorduk, demiştim. Dolayısıyla gölgelik­ler, bu mevsimde çok tatlı ve çekiciydi. Hatta bağ ve bahçelerde de meyvelerin olgunlaştığı bir za­mandaydık. Böylesine insan nefsine hoş gelen bir ortamı bırakmak, içimizdeki münafıklara ağır geliyordu. «Bu sıcakta savaşa çıkılır mı?» diye fitne­lerini yayıyorlardı.

Münafıkların başı olan Abdullah İbn-i Ubey ise:

—- Muhammed, Roma (Bizans) Devletini oyuncak mı zannediyor! Ashabıyla beraber esir düşeceklerini gözlerimle görür gibiyim, diyerek yandaşlarını seferden alıkoyuyordu.

Bu sebeple birçok münafık, sefere katılma­mak için, çeşitli bahaneler ileri sürdüler. Peygam­ber Efendimiz, sefere katılmamak için izin isteyene izin veriyordu. Fakat bazı münafıklar da alacakları ganimeti düşünerek sefere katıldılar. Hazırlıklar görüldükten sonra 30 bin kişilik İslâm ordusu, Sev­gili Peygamberim iz'in komutasında hazır oldu. Ama ihtiyaçlar tam olarak sağlanamamıştı. Eksikler onca fedakârlığa rağmen yine de çoktu. Buna rağ­men, zaman hicretin dokuzuncu yılı, Recep ayının bir Perşembe gününü gösterirken, Peygamber Efendimiz'in komutasında yola çıktık. Medine'nin dışındaki Seniyetü'l-Veda denen yere kadar geldik. Sevgili Peygamberimiz burada bana, Medine'ye dönüp orada kalmam gerektiğini söyledi. Doğrusu Peygamber Efendimiz'le beraber sefere çıkmamak bana ağır geldi çocuklar. Bunun üzerine gözlerim yaşardı. Yanında bulunmak istediğimi söyledim.

Fakat O, kendisinin ve benim ev halkının işleriyle uğraşmak için, Medine'de kalmam gerektiğini söy­ledi. Hatta:

— Bana göre sen, Musa'ya göre Harun gibi olmaya razı olmaz mısın? Şu kadar ki benden sonra Peygamber yoktur, deyince hemen geri dö­nüp Medine'ye geldim. Çünkü benim için bu ka­dar bir şeref yeterdi.

Sevgili Peygamberimiz, Perşembe günleri sefere çıkmayı severdi. Aynı gün yola çıkan İslâm ordusunun sancağını Ebu Bekir'e verdi. İslâm or­dusu ağır ağır yola koyuldu. Ben; özürlüler/sakat­lar, kadınlar, çocuklar ve münafıklarla Medine'de kaldım.

Daha sonra münafıklar, Peygamber Efendi­miz'in beni önemsemediği için, geri bıraktığını söylediler. Bu sözleri işitince, silahımı kaptığım gibi atıma atladım. Sevgili Peygamberimiz'e ye­tiştim. Münafıkların hakkımda konuştuklarını O'na haber verdim. Onların yalan söylediğini, benim kendisine, Musa'ya göre Harun gibi olma­ya razı olup olmayacağımı tekrar sordu:

— Evet, ya Resulallahî dedim. Gönlüm rahat bir şekilde Medine'ye döndüm.

Sevgili çocuklar! İslâm ordusu gittikten son­ra,  münafıklar ve özürlüler dışında Medine'de birkaç Müslüman daha geri kaldı. Bunlar: Kab bin Malik, Mürare bin Rebi, Hilâl bin Ümeyye idî.

Bu üç arkadaşımızın sefere gitmemeleri için bir bahaneleri yoktu. Ancak şahsî ihmalkârlıkları sözkonusuydu. Bağ ve bahçelerinin meyvele­ri/gölgelikleri onları oyaladı. İslâm ordusu uzak-laşsa da güçlü binekleriyle, birkaç gün sonra yeti­şeceklerini hesaplıyorlardı. Fakat bu düşünceler onları oyaladı. Nefisleri de bu oyalamada rol alınca,, bu hayırlı sefere katılmaktan geri kaldılar.

Yüce Allah'ın himayesinde ve Sevgili Pey-gamberimiz'in komutasında yol alan İslâm ordu­suna gelince... Bizanslılarla savaşmak için tevek­külle yol almış, ilerliyormuş.

Bir dinlenme anında İslâm askerleri, uzaktan bir karartının peşlerinden yürüyerek geldiğini gör­müşler. Meğer gelen -Allah ona rahmet etsin- Ebu Zer'miş. Devesi zayıf ve cılız olduğundan, geri kalacağını anlayınca, sıcak çöl kumlan üzerinde orduya yetişmeye çalışmış. Onun bu gayretine karşılık Peygamber Efendimiz çok memnun ol­muş.

Yine yolculuk esnasında, bir ara İslâm ordu­sunun suyu tükenmiş. Hatta susuzluktan bayıla­cak olmuşlar. Münafıklar hemen bu durumu fırsat bilip fitne yapmaya başlamışlar:

— Şayet Muhammed, gerçekten bir pey­gamber olsaydı, Allah'tan Musa Peygamberin kavmine dilemesi gibi yağmur diler, yağdırırda

diye dedikodu yapmışlar.

Sevgili Peygamberimiz'in kulağına kadar bu sözler gitmiş. Bunun üzerine Allah katında reddo-lunmayan mübarek ellerini semaya açmış. Henüz ellerini yüzüne sürmeden yağmur yağmış. Hatta söylenildiğine göre yağmur, sadece İslâm ordusu­nun üzerine yağıyormuş. Buna karşılık ordunun dışındaki yerlerde yağmiyormuş. Buna rağmen münafıklar, yine de fitne ve bozgunculuklarını devam  ettirmişler.  Çünkü   onların   kalp  gözleri kördü çocuklar.

Nihayet tüm olumsuzluklara rağmen, İslâm ordusu, Tebük denen yere varmış. Burada konak­lamış. Fakat Bizans ordusunun varlığına dair bir işaret görülmüyormuş. İslâm ordusunun 30 bin kişilik bir güçle Bizans Devletinin sınırlarına ka­dar gelmesi, civar kabilelere korku salmış.

. imparator Heraklius Hıristiyan olduğu için Sevgili Peygamberimizin son peygamber olduğu­nu biliyordu. Hatta Peygamber Efendimiz'in elçi-siyle ona gönderdiği İslâm'a davet mektubunu, yü-züne-gözüne sürdüğünü birçok hediyeler gönder­diğini daha Önce söylemiştim. Dolayısıyla O'na karşı savaşacak olursa, yenileceğinin ve rezil ola­cağının farkındaydı. Bu sebeple de Peygamber Efendimiz'e karşı ordusunu göndermemiş.

Tebük'te konaklayan Sevgili Peygamberi­miz, civardaki Eyle Hükümdarı, Cerba ve Arzuh halkı ve Dumetu'l-Cendel kralıyla cizye[6] verme­leri karşılığında bazı anlaşmalar imzalamış. 20 gün kadar Tebük'te durduktan sonra, Peygamber Efendimiz, daha fazla ileri gidip gitmeme konu­sunda Ashabiyla görüşmüş.

O sırada Şam'da veba salgını varmış. Bu yüzden daha fazla ileri gidilmeden geri dönülme­si uygun görülmüş. Çünkü Rumlara gözdağı ver­mede amaca ulaşılmış.

Geri dönen İslâm ordusu Medine'ye yakın Zi-Evan denen yerdeyken, münafıklar gelip Sevgi­li Peygamberimiz'!, yeni yaptırdıkları mescitleri­ne götürmek istemişler. Meğer bu mescidi fitne ve fesatlarına bir merkez olsun diye yapmışlar. Pey­gamber Efendimiz'e de orada namaz kıldırtırlar-sa, herkes oraya gidecekmiş. Böylece mescitlerin­de rahatça oturup, Müslümanlar arasında boz­gunculuk yapabileceklermiş.

Fakat Yüce Allah, onların bu planlarını baş­larına geçirdi. İndirdiği ayetlerle bu mescidin ya­pılmasındaki gizli amacı, Sevgili Peygamberi-miz'e açıkça bildirince, Peygamber Efendimiz he­men iki Ashabını çağırmış. Onlara:

— Halkı zalim olan şu mescide gidiniz. Onu yakıp yıkınız, demiş. Böylece münafıkların fitne merkezi ortadan kaldırılmış. Bu mescid Kur'ân'da «Mescid-i Dırar»[7] diye isimlenmiştİ. Yüce Allah, onun zararından Müslümanları korudu. Münafık­lar da her zamanki gibi bir tokat daha yediler. Fa­kat utanan kim?..

Sevgili Peygamberimiz, Medine'ye Rama­zan ayında döndü. Artık ben de rahatlamış, ol­dukça sevinmiştim. Peygamber Efendİmiz'in dö­nüşüyle Tebük seferinden geri kalan münafıklar, hemen O'nun etrafını sardılar. Sefere katılmadık­ları İçin birçok yalanlar ileri sürdüler. Sevgili Pey­gamberimiz, söylediklerinin yalan olduğunu bil­miyormuş gibi özürlerini kabul ederek, hepsini Allah'a havale etti.

Fakat şahsi ihmalkârlıkları sebebiyle geri ka­lan Kab bin Malik, Mürare bin Rebi ve Hilâl bin Ümeyye münafıklar gibi yalan söylemediler. Tam tersine şahsi İhmalkârlıkları sebebiyle geri kaldıkla­rını itiraf ettiler. Hatta münafıkların onları da yalan söylemeye teşvik etmelerine rağmen, onlar buna yanaşmayıp dosdoğru konuştular. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, bu üçü hakkında Allah'ın hükmü gelinceye kadar, hiç kimsenin onlarla ko­nuşmamasını emretti. Bu emirden sonra hiç kimse onlarla konuşmadı. Fakat onlar da bu duruma çok üzülmüşlerdi. Yinede imanları sağlam ve kuvvetliy­di. Sadece yaptıkları bir yanlışlıktan dolayı ceza­landırılıyorlardı. İçlerinde en genç olan Kab bin Malik, bu durumda yine mescide geliyor, Sevgili Peygamberimizin arkasında namaz kılıyor, Müslü­manların içinde de dolaşıyordu.

Her üçü de yaptıklarından dolayı çok üzgün­düler. Günahları için tevbeler ediyor, gece-gündüz ağlıyorlardı. Yeryüzü onca genişliğine rağmen, kendilerine dar geliyordu. Ruhlarının sıkıldığını, kalplerinin sıkıştığını biz de fark ediyorduk.

Nihayet Yüce Allah, 50 gün sonra tevbeleri-ni kabul edip onları affetti. Bu haber üzerine Me­dine'de bayram havası yaşandı. Herkes buna se­vinmiş, sevinçlerini paylaşmıştı. Kab bin Malik, meğer haber aldığında sevincinden hemen secde­ye kapanmış. Hilal bin Ümeyye ise o kadar sevin­miş, o kadar sevinmişti ki, affedildiğinin müjdesi­ni alır almaz o da hemen secdeye kapanmış, uzun bir süre başını kaldırmamıştı. Hatta ona müjdeyi veren, Hilal'in bu hâli karşısında:

— Sevincinden can verdiğini sandım, demiş.

 

Taiflilerin Müslüman Oluşu

 

Sevgili çocuklar! Tebük'ten dönen Peygam­ber Efendimiz, yine aramızda olduğu için mutlu ve sevinçliydik. Henüz Ramazan ayıydı. Hatırlar­sanız, Huneyn Savaşı'nda bize karşı savaşan He-vazin ve Sakif kabileleri yenilmişti. Sakiflilerden kaçanlar, kaleleri Taife sığınmıştı. Biz de Sevgili Peygamberimizin komutasında Taif Kalesi'ni kusatmıştık. Fakat Taif'i almak nasip olmadığı için, geri çekilmiştik. Peygamber Efendimiz de onlara, Allah'ın doğru yoiu göstermesi için dua etmişti.

İşte Sevgili Peygamberimiz'e Ramazan ayın­da olduğumuz bu sırada, Sakif kabilesinden bir heyet geldi. Müslüman olmak istediklerini söyle­diler. Onların bu isteklerinin sebebinin Peygam­ber Efendimiz'in duası olduğunu siz de anladınız değil mi? Yüce Allah, Sevgili Peygamberimiz'in duasını kabul etmişti.

Ayrıca görünüşteki sebep ise, Malik bin Avf ti. Taif kuşatmasından çekilmemizden bu ya­na, Peygamber Efendimiz'in emriyle Malik, Taifli-lere sürekli baskınlar yapmış, onları kalelerinden çıkamayacak hâle getirmişti. Çünkü Taif Kale-si'nden her çıkana saldırıyor onları sıkıştırıyordu.

Sevgili Peygamberimiz'in huzuruna gelen Sakif heyeti bazı isteklerde bulundu. Peygamber Efendimiz'in kendilerini «Lat» adlı putlarına tap­maktan menetmemelerini, namaz kılmaktan da sorumlu tutmamalarını istediler. Daha başka is­tekleri de vardı.

Fakat siz de biliyorsunuz ki çocuklar, İslâm ve şirk bir arada olmaz değil mi? Yani hem Al­lah'a inan hem de putlara... olur mu? Ayrıca na­maz dinin direğidir. Mü'min ve kâfirin arasındaki en açık farktır. Hem Allah'ın bize hediyesidir. Na­mazsız İslâm hiç olacak şey mi?.. Sizin de tahmin edeceğiniz gibi, Peygamber Efendimiz, bu istek­leri kabul etmedi. Şartsız Müslüman olmalarını is­tedi. Sakifliler de başka çare olmadığını anladılar. Hiçbir şart ileri sürmeden Müslüman oldular. Yü­ce Allah, Peygamber Efendimiz'in duasını bir kez daha kabul etmişti.

Taife dönen Sakif heyetiyle beraber, Sevgili Peygamberimiz Eb Süfyan ve Muğire bin Şube'yi gönderdi. Taif'te bulunan Lat adındaki meşhur putu yıkmakla, onları görevlendirdi. Aslında Pey­gamber Efendimiz Sakif heyetinden Lafı yıkmala­rını istemişti. Fakat onlar bundan çekinmişlerdi. Çünkü kalpleri henüz tam İslâm'a ısınmamıştı. Dolayısıyla Ebu Süfyan ve Muğire bin Şube'yi Lafı yıkmakla görevlendirip, yıktırdı.

Böylece Arabistan tamamen putlardan te­mizlenmiş oldu. Bir ve tek olan Allah'ın dini yer­yüzüne yayılmaya başladı. Artık Cahiliye devrine ait işaretlerin yerini İslâm aldı. Bu, Allah'ın apa­çık bir yardımıydı. O'na hamd eder, İslâm'ın iz­zetini daha da artırmasını dilerim.

Sevgili çocuklar! Ramazan ayı bitmiş, şevval ayına girmiştik. Şimdiye kadar birçok fitne ve bozgunculuk yapan münafıkların başı Abdullah ibn-i Übey, hastalanmıştı. Bir ay kadar sonra öl­dü. Onun ölümüyle münafıklık hareketinin hızı düştü. Hatta bazı münafıklar, samimi birer Müslü­man oldular. Geriye kalanların üzüntüsü yüzle­rinden okunuyordu.

Biliyor musunuz çocuklar! Bu başmünafığın Abdullah adında çok samimi ve ihlasiı bir oğlu vardı. Şaşırdınız mı? Aslında şaşmamak gerek. Çünkü Allah'ın hidayeti kime nasip edeceğini kim bilebilir ki? Kalbler, Allah'ın elinde olduğuna göre, iman ettikten sonra, kalplerimizi doğru yol­dan ayırmamasını dilemek, en büyük duamız ol­sun, tamam mı?

Haydi öyleyse, hep beraber ellerimizi açıp tüm fakirlik ve acziyetimizle Allah'a şöyle yafva-ralım:

«Ey Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra, kalblerimizi doğru yoldan ayırma. Bize katından bir rahmet ver. Muhakkak ki sen, karşılık bekle­meden veren Vehhab'sın.» (âi-i imrân, 8)

Amîn.

 

BEŞİNCİ BÖLÜM

 

Haccın Farz Olması

 

Sevgili çocuklar! Şimdi de size, dinimizin çok önemli bir emrinden bahsedeceğim. Merak mı ettiniz? Peki peki! Sizi fazla merakta bırakma­yayım. Dinimizin bu çok önemli emri «Hac»dır. Gücü yeten ve durumu maddi açıdan iyi olan her müslümanın, ömründe bir defa Allah'ın evi olan Kâ'be'yi ziyaret etmesi farzdır. Yapmazsa günah­kâr olacaktır.

Haccın farz olması hicretin dokuzuncu yı­lında gerçekleşti. Artık Kâ'be'yi tavaf edip «Hacı» olmak, Allah'ın zengin/gücü yeten Müslümanlara bir emriydi.

Sevgili Peygamberimiz, bu yıl hacca gidecek Müslümanlarla birlikte haccetmeyi arzu ediyor­du. Fakat hâlâ, çok az da olsa müşriklerden bazı­ları, Kâ'be'yi tavaf ediyorlardı. Hem de çıplak olarak... Bu sebeple gitmekten vazgeçti. Diye­ceksiniz ki: «Hani Mekke'yi Peygamber Efendi­miz fethetmişti? Hâlâ orada nasıl müşrikler bulu­nur?» Evet, sevgili çocuklar. Hâlâ Allah'ın dinine inanmamakta inat eden müşrikler, maalesef var­dı. Çünkü Sevgili Peygamberimiz, hiç kimseyi Müslüman olmaya zorlamadı. Onlara güzellikle, yumuşaklıkla İslâm'ı anlatıyordu. Buna rağmen kabul etmeyenlere ne yapsın? Ayrıca Yüce Allah da, müşrikleri hacdan men edecek bir emir, he­nüz indirmemişti.

Hicretin bu dokuzuncu yılında hacca gitmek için 300 kişi, Medine'den yola çıkacaktı. Pey­gamber Efendimiz, Ebu Bekir'i onlara hac başka­nı olarak görevlendirdi. Ona dinimize göre nasıl hac yapılacağını ve hacda nasıl hareket edeceği­ni öğretti. Böylece hacılar kafilesi Medine'den ay­rıldı.

Onlar gittikten bir müddet sonra Tevbe Sûre­si indi. Sevgili Peygamberimiz, bize bu sûreyi öğ­retti. Daha sonra benim için gurur kaynağı olan bir görevle, beni görevlendirdi. Buna göre; Tevbe Sûresini Mekke'de hacılara, Mîna denen yerde toplandıkları esnada okuyacaktım. Böylece hacı­lar da bu sûrenin içindeki hükümleri/Allah'ın emirlerini öğreneceklerdi.

Bu görevle görevlendirildikten sonra, hızla yola çıktım. Yolda Ebu Bekir'in kafilesine yetiş­tim. Ona durumu anlattım. Peygamber Efendi-miz'in emrettiği gibi Tevbe süresindeki Yüce Al­lah'ın emirlerini, hacılara yüksek sesle ilan ettim. Bu emirleri Özetle şöyle sıralayabilirim:

a- Bu yıldan sonra hiçbir müşrik artık hac yapmayacaktı.

b- Hiç kimse çıplak olarak Beytullah'ı tavaf etmeyecekti.

c- Peygamber Efendimiz ile anlaşması olan müşriklerin anlaşmaları, anlaşma müddetince ge­çerli olacaktı.

d- Müddeti belirtilmeyen anlaşmalara da dört ay müddet tanınacaktı.

Böylece biraz önce söylediğim gibi Yüce Al­lah'ın müşriklerin hac edip etmemeleriyle ilgili emri, artık gelmişti. Bu yıldan sonra artık hac et­meyeceklerdi. Hatta ben, Yüce Allah'ın bu emir­lerini Müslüman hacılara ilan ederken, bir avuç kadar kalan müşrikler, homurdanmaya başladılar. Fakat içlerinden bazıları, tüm Arabistan'ın Müslü­man olduğunu, Müslümanlara karşı hiçbir şey ya­pamayacaklarını, diğerlerine söylediler. Böylece müşriklerin çoğu iman etmekten başka yol bula­madılar. Çünkü böyie yapmazlarsa, Kâ'be'yi artık hiç tavaf edemeyeceklerdi. Sevgili Peygamberi­mizin verdiği bu görevi gönül huzuruyla yapıp Ebu Bekir'le beraber Medine'ye geri döndük.

Evet, çocuklar! Hac da farz kılındığına göre Peygamber Efendimiz'in şu sözünü size hatırlat­mak istiyorum:

— İslâm beş şey üzerine kuruldu: Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucu tutmak ve hacca gitmek.

Bunlar aynı zamanda İslâm'ın beş temel şar­tıdır, değil mi?

 

Bazı Gelişmeler

 

Sevgili çocuklar! Peygamber Efendimiz'in Medine'ye hicret edişinden bu yana, yıllar su gi­bi akıp gidiyordu. Hicretin 10. yılındaydık. Sevgi­li Peygamberimiz, dört bir tarafa elçiler gönderi­yor, birçok kabileleri İslâm'a davet ediyordu. İs­lâm bir çığ gibi gün geçtikçe büyüyordu.

Allah'ın dini, yine bu yılda da süratle yayılı­yordu. İslâmiyet geniş bir alana yayıldığı için, Peygamber Efendimiz birçok beldelere hem vali­ler, hem de zekât memurları gönderdi. Bu memurlar, onların zekâtlarını toplayacaklardı. Bu se­beple Muaz bin Cebel'i, Yemen'e vali olarak yol­ladı. Ayrıca Muaz, Yemenlilere hem kadı (Ha-kim)lik yapacak, hem İslâm'ı ve Kur'ân'ı öğrete­cek, hem de zekâtlarını toplayacaktı.

Zaman su gibi akıyor dedim ya! Geçen hac mevsiminden bu yana bir yıla yakın zaman geç­mişti. Yine Ramazan ayına girmiştik.

Birgün Sevgili Peygamberimiz, beni huzuruna çağırdı. Emrime 300 atlı müslümanı verdi. Mezhİc denen kabileye gidip onları İslâmiyet'e davet etme­mi istedi. Bu kabile Yemen taraflarındaydı.

Hemen yola koyulup Mezhic kabilesine var­dım. Onlar, kendilerini İslâmiyet'e davet etme teklifime önce karşı çıktılar. Fakat kısa süren bir direnişten sonra bu fikirlerinden vazgeçip Müslü­man oldular. Durumu Peygamber Efendimiz'e bir mektup ile ilettim. Bana cevap olarak rrada kal­mamı ve hac vaktinde Mekke'de yanına gelmemi yazdı. Ben de Mezhiclilerin içinde kalıp, onlara İslâm'ı ve Kur'ân'ı öğretmeye çalıştım.

Bu arada birçok Arab kabilesinin ileri gelen­lerinden bir veya birkaç kişilik temsilci heyetler, Medine'ye gelip Müslüman oluyorlardı: Benî Ga-mid, Benî Gassan, Benî Becile, Ezd Kabilesi, Has­sam, Benî Selaman, Kinde, Hadramevt Kralları, Rehaviyyin, Benî Gaf i k, BenîCufi, BenîAns, Be­nî Sadif, BenîCeyşen ve Benî Hanife gibi kabile­lerin temsilcileri, benim hatiriayabildikierimdi.

Hatta Necran bölgesinden olan Hıristiyan din adamlarından bir grup temsilci de her yıl bel­li bir miktarda vergi vermek üzere Peygamber Efendimizle anlaşmışlardı. İslâm'ın hakimiyetini onlar da kabul etmişlerdi.

 

Veda Haccı Ve Hutbesi

 

Sevgili çocuklar! Ben Yemen'de iken Sevgili Peygamberimiz, hacca gitmek için karar vermişti. Çevredeki tüm kabilelere de bunu ilan etmişti. Böylece Medine dışından gelen Müslümanlar da Peygamber Efendimizle beraber hacca gitmek için, Medine'ye gelmişlerdi.

Sevgili Peygamberimiz, ailesi ve Ashabiyla beraber yüz bin'i aşan hacılar topluluğuyla Mek­ke'ye doğru yola koyuimuş. Mekke'ye alt taraftan girmiş. Kâ'be'yi görünce ellerini kaldırmış:

— Ya Rabbi! Şu beyt (Kâ'be)nin şeref, şan ve heybetini artır...diye duada bulunmuş.

Ben de beraberimde Mezhic kabilesine ait zekât develeri olduğu hâlde yola çıktım. Peygam­ber Efendimiz'e Mekke'de yetiştim. Durumu ve gelişmeleri anlattım. Hac etmeye başladım. Yer, gök tekbirlerle ve telbiyelerle"[8] inliyordu.

Bir zamanlar müşriklerin sesleri burada yük­selirken, şimdi Allah'ın yüceliğinin ve birliğinin sesleri yükseliyordu. Dağ, taş insan seliyle dol­muştu. Bu din, yıllar önce sadece Sevgili Peygam-berimiz'le başlamıştı. Ama şimdi yüz yirmi bin ki­şilik bir hacı topluluğu, sadece hacda bir araya gelmişti. Allah'a iman gönülleri ferahlatmış, İslâm dalga dalga büyümüştü. Bize o günleri gösteren Allah'a şükürler olsun.

Peygamber Efendimiz, devesi Kasva üzerin­de, güneş batıya doğru meylettikten sonra şu meş­hur hutbesini, yüz yirmi bin hacıya verdi. Şöyle buyurdu:

"Ey İnsanlar! Sözlerimi iyi dinleyiniz! Bilmi­yorum, belki bu seneden sonra, sizinle bura­da bir daha buluşmayacağım. İnsanlar! Bu­günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu ay­larınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise; canları­nız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukad­destir. Her türlü saldırıdan korunmuştur.

Ashabım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız.

Bugünkü her hâl ve hareketinizden muhak­kak sorumlu olacaksınız. Sakın benden son­ra eski sapıklık (şaşkinhk)lara dönüp de bir­birinizin boynunu vurmayasınız! Bu vasiye­timi burada hazır olanlar, olmayanlara bil­dirsin. Burada hazır olmayan kimse, olabilir ki burada hazır olup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza eder.

Ashabım! Yanında bir emanet bulunan onu sahibine versin. Biliniz ki her çeşit faiz kal­dırılmıştır. Ayağımın altındadır. Faizcilik; Allah'ın emriyle artık yasaktır. Cahiliye dev­rinden kalma bu çirkin âdetin her çeşidi, ayağımın altındadır. Kaldırdığım ilk faiz de (amcam) Abbas bin Abdulmuttalib'in faiz alacağıdır.

Ashabım! Cahiliye devrinin bütün kan dava­ları da kaldırılmıştır. İlk kaldırdığım kan da­vası Abdulmuttalib'in torunu Rebia'nın kan davasıdır.

Ey İnsanlar! Şeytan muhakkak ki bugün şu toprağınızda kendisine tapılmaktan ebedi­yen ümidini kesmiştir. Ama siz, bunun dışın­daki ufak-tefek işlerinizde ona uyacak olur­sanız, bu bile onun hoşuna gidecektir. Bun­lardan da dinînizi korumak için sakınınız.

Ey İnsanlar! Kadınlarınız hakkında Allah'tan korkunuz. Çünkü siz onları, ancak Allah'ın emaneti olarak aldınız. Kendileriyle evlenme­yi de Allah adına, emir ve izniyle helâl edin­diniz. Şüphesiz ki kadınlarınızın üzerinde si­zin hakkınız, onların da sizin üzerinizde hak­ları vardır. Sizin onlar üzerindeki hakkınız, yuvanızı hiç kimseye çiğnetmemeleridir. İste­mediğiniz kimseyi izniniz olmadıkça evinize alırlarsa, kendilerini fazla incitmeyecek dere­cede hafifçe dövüp sakındirabilirsiniz. Onla­rın da sizin üzerinizdeki haklan, memleket geleneğine uygun bir şekilde her çeşit yiye­cek ve giyeceklerini sağlamaktır. Ey insanlar! Size öyle bir emanet bırakıyo­rum ki ona sımsıkı sarılırsanız, hiçbir zaman yolunuzu şaşırmazsınız. O emanet, Allah'ın Kitabı Kur'ân'dır.

Ey insanlar! Sözümü iyice dinleyiniz ve ak­lınızda iyice tutunuz. Müslüman, müslüma-nın kardeşidir ve böylece tüm Müslümanlar kardeştir. Kişiye kardeşinin malı, kardeşi gönlünden vermedikçe helâl olmaz. Kendi­nize de zulmetmeyiniz. Kendinizin dahi üzerinizde hakkı vardır. Ey insanlar! Şüphesiz ki Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. Varis olana vasiyet etmeye gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğin­de doğmuşsa ona aittir. Zina eden kimse için mahrumluk (kısıtlama) vardır. Kendisini babasından başkasına ait eden kişi, veya kendisini efendisinden başkasına ait gören köle, Allah'ın, meleklerin ve tüm Müslü­manların lanetine uğrasın. Allah öylelerinin ne tevbelerini, ne adaletlerini ne de şeha-detlerini kabul eder.

Ey insanlar! Rabbimz bir, babanız birdir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız. Adem de topraktandır. Allah katında sizin en kıymet­liniz, Allah'ın emirlerini en çok yerine geti­ren, yasaklarından da en çok sakınanınızdır. Arabm arab olmayana üstünlüğü, ancak takva iledir.

Ey insanlar! Yarın ben, sizden sorulacağım. Benim hakkımda ne diyeceksiniz? diye sor­du, Sevgili Peygamberimiz. Bunun üzerine tüm Müslümanlar:

— Allah'tan bize getirdiklerini, bize bildir-din. Peygamberlik vazifeni yerine getirdin. Bize nasihat ettin, diye şehadette bulunaca­ğız, dediler. Sevgili Peygamberimiz de cevap üzerine şehadet parmağını göğe kaldırdı. Sonra halka doğru çevirip indirdi ve şöyle buyurdu:

— Şahit ol, ya Rab! Şahit ol, ya Rab! Şahit ol, ya Rab!" dedi. Hutbesini bitirdi.

Evet, sevgili çocuklar! Peygamber Efendi-miz'in bu çok önemli hutbesi, baştan sona, biz Müslümanlar için bir vasiyet yerine geçiyordu. Her bir cümlesi bir haktan, bir görevden bahsedi­yordu. Büyüdükçe bu haklara daha çok dikkat edeceğinize inanıyorum.

O zamanlar pek aklıma gelmese de, şimdi düşünüyorum da aslında bu sözler, veda eden bir insanın sözleriydi. Bu sebeple daha sonra Müslü­manlar bu hutbeye «Veda Hutbesi» dediler.

Sevgili Peygamberimiz'in bu hutbesinden sonra; «Bugün dininizi tamamladım. Üzerinizde­ki nimetimi de tamamlayıp, size din olarak İslâ-miyeti seçip kabul ettim,» (Maide, 3) ayeti indi. Artık Peygamber Efendimiz'in vefatı yakındı. İlahi emirden anlaşılan buydu. Ama hepimiz bunu an­lamadan, O'nun etrafında pervaneler gibi dönü­yorduk. Hac, bitmişti. Sevgili Peygamberimizle beraber Medine'ye döndük. Bu hac, Peygamber Efendimiz'in İlk ve son hacı oldu.

 

Yalancı Peygamberler

 

Sevgili çocuklar! Hicretin bu 10. yılında, Be­nî Ans diye bilinen kabileden, Esved-i Ansî adlı birinin, Yemen bölgesinde Peygamberlik iddi­asıyla ortaya çıktığını duyduk. Meğer halkı birta­kım sihirbazlık numaralarıyla ve cinlerin haberle­riyle kandırıp dinden çıkarıyormuş. Yalancı pey­gamber olarak birçok kabileyi kendine inandır­mış.

Yine bu yıl Müseylemetü'l-Kezzab"[9] adında bir başkasının da, Yemame bölgesinde yalancı peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktığını duyduk. Meğer bu adam, benim, Mezhic kabilesiyle bulunduğum zamanlarda kabilesi Benî Hanİfeliierle beraber Medine'ye gelmiş ve Müslüman olmuş. Yemame'ye dönünce de peygamberlik iddiasıyla İslâm'dan çıkmış. Yalan sözleriyle halkı kandır­mış, birçok sihirbazlık numaralarıyla diğer yalan­cı peygamber olan Esved-i Ansî gibi, Allah'tan kendisine vahiy geldiğini iddia etmiş.

Sevgili Peygamberimiz, bu iki habere çok üzüldü. Çünkü O, Son Peygamber'di. Kendisin­den sonra artık peygamber gelmeyecekti. Dolayı­sıyla Allah'ın düşmanı bu yalancılar, elbette ce­zalarını bulacaklardı.

 

ALTINCI BÖLÜM

 

Resulullah Aleyhissalâtü Vesselamın Vefatı

 

Sevgili çocuklar! Şu an hicretten sonra 11. yıldayız. Peygamber Efendimiz bu yılın başların­da Üsame bin Zeyd'İ, Rumların üzerine göndere­ceği bir orduya komutan yaptı. Ordu, Medinenin dışında kamp kurmuş, hazırlanıyordu.

Ertesi gün çarşamba idi. Hicretin 11.yılının Sefer ayının 28'i olacaktı. Aniden Sevgili Peygam-berimİz'de şiddetli bir baş ağrısı meydana geldi. Bir gün sonra biraz hafifledi. Biz anlamamıştık. Meğer Peygamber Efendimiz'in vefatı yaklaşmıştı. Bir gece Yüce Allah'ın emri üzerine Baki Kabris-tan'ı denen mezarlığa gitti. Orada yatan ölüler için Allah'tan mağfiret (bağışlama) diledi. Başka bir gün de aynı şekilde Uhud Şehidiiği'ne gidip onlar için de bağışlanma diledi. Dualar etti.

Bu sırada rahatsızlığı gittikçe artıyordu. Di­ğer hanımlarının da iznini alarak hanımı Aişe'nin evinde hastalığı süresince kalmak istedi. Bunun üzerine amcam Abbas'la koluna girip, Aişe'nin evine götürdük. Zaman zaman hastalığının şidde­ti artarken, ateşi de yükseliyordu. Hatta O'nu zi­yarete gelenler, böyle bir yüksek ateş görmedikle­rini söylüyorlardı. Peygamber Efendimiz'i arala­rında görmeye alışkın olan Ashab, O'nun yoklu­ğunda ağlıyor, vefat edecek diye korkuyorlardı. Bu durumu, Ebu Bekir ve amcam Abbas gelip Peygamber Efendimiz'e bildirdiler.

Sevgili Peygamberimiz, vücuduna soğuk su döktürdü. Hastalığından hafiflediğini hissetti. Bir taraftan ben, diğer taraftan amcamın oğlu FadI, kollarına girdik. Mescid'e götürdük. Minberin üzerine oturdu. Fadl'a halkı çağırmasını emretti. Mescit Müslümanlarla doldu:

  Ey insanlar! Yakınıma geliniz! diye bu­yurdu.

Halk O'na doğru ilerledi. Onlara şöyle nasi­hat etti:

— Ey insanlar! Bana haber verildiğine göre, siz Peygamberinizin vefat edeceğinden korku-yormuşsunuz. Benden önce gönderilip ümmeti içinde ebediyyen kalmış bir peygamber var mıdır ki, ben de içinizde ebediyyen kalayım? İyi biliniz ki ben, Rabbıma kavuşacağım. Siz de O'na kavu­şacaksınız. Şanı yüce olan Allah, bir kulunu dün­ya ile kendisine kavuşmak arasında serbest bırak­tı. Kul da O'na kavuşmayı seçti...

Bu son sözüyle meğer Sevgili Peygamberi­miz kendisini kastetmişti. Peygamber Efendimiz, nasihatlerini bitirdikten sonra, Müslümanlar hak­kında dualarda bulundu. Tekrar kollarına girip, Aişe'nin evine götürdük. Yatağında yatırdık.

Başka bir gün, amcamın oğlu FadI ve ben Sevgili Peygamberimiz'i tekrar mescide götürdük. Halk toplandı. Peygamber Efendimiz, üzerinde kimin hakkı varsa gelip almasını istedi. Böylece Yüce Rabbimizin huzuruna, üzerinde «kul hakkı» olmadan gitmenin ne kadar önemli olduğunu biz ümmetine gösterdi. Hatta orada kendisinden üç dirhem gümüş para alacağı olduğunu söyleyen birine borcunu hemen ödedi.

Sevgili Peygamberimiz'in hastalığı müdde-tince, etrafında pervane olmuştuk adeta. Fatıma bir yandan, ben bir yandan, temiz hanımları da bir yandan, hizmetini görüyorduk.

Bir gün, her İki oğlum Hasan ve Hüseyin'in ellerinden tutup Peygamber Efendimizin yanına gittim. Amcam Abbas da içerideydi. Sevgili Peygamberimiz,  iyi görünüyordu. Amcam bizi gö­rünce:

— Ya Resulallah! Bunlar senin evlatlarındır, dedi. Peygamber Efendimiz:

— Ey amca! Onlar senin de evlatlarındır, di­ye buyurdu. Amcam:

— Ben onları severim, deyince;

— Sen onları sevdiğin gibi Allah da seni sev­sin dedi. Hasan ve Hüseyin'i yanına oturtup sev­di. Okşayıp öptü. İkisini de ne çok seviyordu, bir görseydiniz!

Sevgili çocuklar! Sevgili Peygamberimiz'in bu son günlerinde çok üzüntülüydük. Sadece biz değil, tüm Medine tek bir yürek gibi hüzünlüydü. Fatimanın üzüntüsü ise, hepimizin üzüntüsün­den daha fazlaydı.

Peygamber Efendimiz'in hastalığı ağırlaşın-ca, Fatıma O'nu bağrına bastı:

— Vay babamın çektiği szdiraba! diye ağla­dı.

Sevgili Peygamberimiz ona:

— Ey kızım! Sakın ağlama! Ben öldüğüm za­man «inna lillahi ve inna ileyhi raciun»[10] de, de­di. Fatıma'yı sakinieştirdi.

rasulûllah aleyhissalâtu vesselâm'tn vefatı

Peygamber Efendimiz'in vefatına üç gün kal­mıştı. Hastalığı yine şiddetlenmişti. Mescide gide­cek gücü kendisinde bulamadı.

— Ebu Bekir'e söyleyiniz insanlara namaz kıldırsın, diye emir buyurdu. Böylece Ebu Bekir o günden itibaren imam olup cemaate namaz kıl­dırmaya başladı.

Rebiülevvel ayının 11. günü olup pazardı. Sevgili Peygamberimiz yüksek ateş içinde yatı­yordu. Üsame huzuruna girdi. Peygamber Efendi­miz'in ellerini ve başını öptü. Sevgili Peygambe­rimiz'in hastalığı ağırdı. O haliyle ellerini kaldırıp Üsame'ye dualar etti. Ellerini Üsame'nin üzerine sürdü.

Aynı gün Cebrail, yalancı Peygamber Esved-i Ansî'nin salih bir Müslüman tarafından öldürül­düğünü, Peygamber Efendimiz'e müjdeledi. Sev­gili Peygamberimiz bu habere çok sevindi. Mü-seylemetü'l-Kezzab denen diğer yalancı hakkın­da ise, henüz bir gelişme yoktu. Ama o da Al­lah'ın yardımıyla İnşallah Öldürülecektir."[11]

Pazartesi günüydü. Bir ara hastalığından hafiflediğini hisseden Peygamber Efendimiz, mesci­de indi. Ebu Bekir o sırada cemaate namaz kıldı­rıyordu. Sevgili Peygamberimiz bu manzarayı gö­rünce çok sevindi. Çünkü O, ümmetini Allah'a ibadet ve itaat üzere gördüğü müddetçe, hep memnun oluyordu. Hemen Ebu Bekir'e uyarak namazını kıldı.

O'nu aralarında iyi olarak gören Müslüman­ların sevincini görmeliydiniz çocuklar! Hatta her­kes Sevgili Peygamberimizin artık iyileştiğini zannediyordu. Peygamber Efendimiz namazdan sonra, tekrar yatağına döndü. Üsame, son defa gelip Sevgili Peygamberimizden yola çıkmak için izin istedi. Peygamber Efendimiz:

— Allah'ın bereketiyle artık hareket et! de­di. Sevgili Peygamberimİz'i sıhhatli gören Ebu Be­kir de izin isteyerek evine gitti.

Bu sırada Fatıma, Peygamber Efendimiz'in çağırması üzerine geldi. Peygamber Efendimiz onu:

  Hoş geldin kızım! diye karşıladı. Yanına oturttu. Kendisine gizlice bir şey söyledi. Fatıma ağladı. Sonra ona gizlice bir şey daha söyledi. Bu defa Fatıma güldü. Meğer Sevgili Peygamberimiz Fatıma'ya birinci defada, yakında dünyadan ve kendisinden ayrılacağını söylemiş. Bunun için Fatıma gözyaşlarına hakim olamayıp ağlamıştı. İkin­ci defa ise ailesi içinde ilk önce kendisine kavu­şanın o olacağını fısıldamış. Bunun üzerine de Fa­tıma sevinmişti.

Sevgili çocuklar! Hicretin 11. yılı Rebi-üievvel ayının 12'si pazartesi günüydü (Mila­di 8 Haziran 632). Güneş öğleye yaklaşıyor­du. Peygamber Efendimiz'in mübarek başı, hanımı Aişe'nin kucağında, göğsüne dayalıy­dı. Son anlarını yaşayan Sevgili Peygamberi­miz, yanındaki su kabına iki elini batırıp yü­züne sürdü. «Lailahe illallah» kelimesi dudak­larından döküldü.

Göremediğimiz, ama huzurunda olduğu­nu hissettiğimiz Azrail'e:

  Ey Azrail! Emrolunduğun şeyi yerine getir, diye buyurdu.

Gözlerini evin tavanına dikip:

— Ey Allah'ım! Refik-i Âla[12]" dedi. Müba­rek ruhu, 63 yaşında bu fani dünyadan ebedi aleme göçtü.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz'in ha­nımları, ağlamaya başladı. Mescitte bulunan Müslümanlar da bu haber üzerine sok olmuş bir halde, şaşkınlık içindeydi. Doğrusu hepimiz do­nup kalmıştık. Sanki yer ve gökler bizimle bera­ber ağlıyor, üzülüyordu.

Ben de herkesten farksız değildim. Cansız bir varlık gibi donup kaldım. Bacanağım Osman bin Affan'ın dili tutuldu. Ömer, şoka girdi:

  Kim Peygamber öldü derse boynunu vu­rurum, diyerek elini kılıcına attı. Kimi de:

— O Ölmedi. Musa Peygamber gibi Rabbiy-le buluşmaya gitti. Yine dönecek, diyordu.

Hepimiz böylesine bir şok içindeyken, yaşça büyüğümüz ve en oigunumuz olan Ebu Bekir, an­sızın çıkageldi. Sevgili Peygamberimizin müba­rek bedeni önünde diz çöktü:

— Ölümün de hayatın gibi güzel ya Resulal-lah! deyip ağladı. Mübarek yüzünü örttü. Hemen dışarı çıktı. Mescitte toplanmış ağlayan insanlara:

  Ey insanlar! Her kim Muhammed'e tapı­yor ise, bilsin ki Muhammed öldü. Her kim ki Al­lah'a tapıyor ise bilsin ki Allah, hayat sahibidir, ölümsüzdür, diye hitap etti. Ardından şu ayeti okudu:

«Muhammed, ancak bir peygamberdir. O'ndan önce nice peygamberler gelip geçmiştir. Şayet O ölür veya öldürülürse, siz, gerisin geriye dönecek misiniz? Her kim geri dönecekse Allah'a bir zarar veremez. Allah muhakkak ki şükredip sabredenlere mükafat verecektir.» (Ali İmran, 144)

Ebu Bekir'in bu soğukkanlılığı, hepimizin üze­rindeki şaşkınlığı kaldırdı. Hatta Ömer, söylediklerin­den vazgeçti. Halk, kendine geldi. Sevgili Peygam-berimiz'in de bir insan olduğunu, her insanın vefat edeceği gerçeğini hatırladık. Bu kargaşa ve üzüntü, o gün akşama kadar devam etti.

Bir ara Ömer ve Ebu Bekir'in, olmadıklarını fark ettim. Ortalıkta görünmüyorlardı. Fakat üzüntü ve kederimden buna dikkat etmedim. Meğer biz Pey­gamber Efendimizin vefatının üzüntüsü içindeyken, bazıları O'nun yerine bir halife seçmek için uğraşı­yormuş. Bunu haber alan Ömer; Ebu Bekir'i aldığı gibi oraya gitmiş. Halifelik tartışmaları, Benî Saide kabilesinin dinlenme yerinde olmuş. Yapılan tartış­ma ve görüşmeler sonucu, Ebu Bekir'i, halife seçmiş­ler. Ebu Bekir'in halifeliğe layık oluşunu; Peygamber Efendimizin ona verdiği değere bağlamışlar. Hatta Peygamber Efendimizin vefatından önce, onu halka namaz kıldırması için imam olarak seçmesini de Ebu Bekir'in halifeliğine işaret olarak kabul etmişler.

Ertesi sabah  Ebu Bekir, Mescid-i Nebevi'de halktan biat aldı. Artık herkes acı gerçeği kabullenmişti. Yüreklerimiz buna alışmaya çalışıyordu. O gün Sevgili Peygamberimîz'in müezzini Bilâl, ezan okuyacaktı. Fakat «Eşhedû enne Muhamme-den ResulûIIah» dediği zaman, Medine'deki Müs­lümanlar gözyaşlarına hakim olamadılar. Her şey, her söz, her kelime bize O'nu hatırlatıyordu. Bilâl, hıçkırıklar içinde ezanı yarıda bıraktı. O günden sonra bir daha ezan okuduğu duyulmadı.

Sevgili çocuklar! Peygamber Efendimiz'in yıkanması işini, kendisinin vasiyeti üzerine ben yaptım. Başta amcam Abbas olmak üzere, oğlu Fadl ve birkaç kişinin de yardımıyla, Sevgili Pey-gamberimiz'in mübarek bedenini gözyaşları için­de yıkayıp kefenledik. Mübarek bedeninden çıkıp yayılan Cennet kokuları gibi kokular, tüm odayı kapladı. Hepimiz, adeta kendimizden geçmiştik.

Başta Sevgili Peygamberimizin yakınları olan bizler olmak üzere, halk, grup grup gelip ce­naze namazını kıldı. Vefat ettiği odaya da O'nun mübarek bedenini defnettik. Gece geç vakitlere kadar gözyaşlarımız arasında canımız, gözbebe­ğimiz olan Sevgili Peygamberimiz'i ebedi aleme uğurladık.

Peygamber Efendimiz'in mübarek bedenini defnettikten sonra, eve döndüm. O kadar yorgun ve bir o kadar da bitkindim. Üzüntü ve kederim ise beni boğuyor gibiydi.

O gece, eve dönüşüm esnasında hanımım Fatima'nın   bana   söylediklerini,   hiçbir   zaman unutamam.

  Ey Hasan'ın babası! Resulûllah'i gömdü­nüz mü? diye sordu.

— Evet, dedim. Yüreğindekİ o büyük acıyla:

  O'nun üzerine toprak atmaya gönlünüz nasıl razı oldu? Halbuki O, rahmet ve merhamet Peygamberiydi, dedi.

Başımdan ayaklarıma kadar beni titreten bu sözler karşısında ne diyebilirdim kî! Yine de:

— Evet, öyledir! Fakat Allah'ın emri mutla­ka gerçekleşir. İnsan yaratılmış olduğu toprağa gömülecektir, dedim.

Sevgili çocuklar! Biliyorsunuz ki ölüm, kaça­mayacağımız bir hakikattir. Peygamber de olsa her İnsan, onu tadacaktır. Salih amel sahibi olan kulla­ra Ölüm, bir acı vermez. Bu sebeple saiih amel sa­hibi olarak ölenlere ne mutlu!.. Ölümü en büyük nasihat olarak görenler, Allah'ın rahmetine yakın olanlardır. Rabbim bizi o kullarından eylesin.

Evet; çocuklar! Sevgili Peygamberi m iz'i def­nedip evlerimize dönmüştük. Ama gönüllerimiz­de elem ve acıdan başka bir şey yoktu. Tıpkı ha­nımım Fatıma'nın üzüntüsünü ifade etmek için söylediği şu sözler gibi:

«Öyle musibetler yağdı ki

benim üzerime

Gece olurdu,

dökülseydi gündüzlerin üzerine»

Aradan bunca zaman geçmesine rağmen O'nu hâlâ unutamadım. Acılarım ilk günkü taze­liğini koruyor. Boynu bükük bir yetim gibiyim. Kapım her vurulduğunda sanki O gelmiş gibi heyecanlanıyorum. Hasan ve Hüseyin'i sormak için bize çok uğrardı. Ama şimdi...

Fakat bunca üzüntüme rağmen, O'nun o eş­siz ve mükemmel hayatını, size anlatmakla tesel­li buldum çocuklar. Yüreğim rahatladı, ferahlık duydum.

Biliyor musunuz sevgili çocuklar! Peygam­ber Efendimiz vefat ettiği zaman, dünya malı ola­rak çok az şey geride bıraktı. Halbuki tüm Arabis­tan'a hakimdi. Birçok hükümdar O'ndan çekini­yor, korkuyordu. İsteseydi dağlar O'na altın, ova­lar O'na bağ-bahçe olurdu. Yeryüzünün tüm gü­zellikleri emrine verilirdi. Fakat O, hiçbirini iste­medi. Vefat ettiğinde geride ne altın, ne de gümüş bıraktı. Ne kölesi vardı, ne de cariyesi!.. O, bir «kral peygamber» olmayı değil, bir «kul peygam­ber» olmayı seçmişti.

Buna karşılık, yeryüzünün diğer hükümdar­larını düşünün. Öldükten sonra arkalarında bırak­tıkları servetleri ve miktarını hatırlayın... Bir kul peygamber olan Sevgili Peygamberimiz nerede, onlar nerede!..

Unutmayın çocuklar! O, her açıdan, Yüce Allah'ın bize örnek almamızı emrettiği en büyük önderdir. O'nun sünnetini yaşamak, ahlakıyla ah-lakianmak, bizi Allah katında değerli yapar. Allah'ın rızası, O'nun yolunda yürüyenlerle bera­berdir.

O'nu sevmek sevgilerin en güzeli, O'nu öz­lemek Özlemlerin en güzeli O'nun hasretini çek­mek İse, hasretlerin güzelidir.

Sevgili çocuklar! İyi ve güzel davranışlarla dolu, salih amelle geçen ve Sevgili Peygamberi-mİz'i örnek alan bir hayat geçirmenizi diliyorum. Rabbim sizleri her türlü kötülükten muhafaza et­sin. Hoşçakalin. Allah'a emanet olun.

EY ALLAH'IM! EFENDİMİZ HAZRETİ MU-HAMMED ALEYHİSSALÂTÜ VESSELAMA, TE­MİZ AİLESİNE, VE SEÇKİN SAHABELERİNE SALÂT VE SELÂM EYLE! (Amin)

 



[1] Umre: Hac zamanı dışında yapılan Kâ'be ziyareti, küçük hac

[2] Haraboldu Hayber

[3] "Gemi halkı" ifadesiyle, Habeşistan'a hicret eden Muhacirler kastedilmiştir. Çünkü Muhacirler gemiyle Kızıl Deniz'i geçip Habeşistan'a ulaşmışlardı

[4] Allah'ın kılıcı

[5] Takva: Allah korkusundan dolayı günahtan kaçmak

[6] Cizye: İslâm devletinde Müslüman olmayanlardan alınan baş vergisi

[7] Zarar Mescidi demektir.

[8] Telbiye: Buyur Allah'ım, buyur! anlamında, Lebbeyk Allahüm-me Lebbeyk, demektir

[9] Çokça yalan söyleyen Müseyleme Düfl

[10] Biz Allah'tan geldik, yine Allah'a dönücüleriz

[11] Nitekim birinci halife Hz.Ebu Bekir Radiyaliahu Anh dönemin­de Hz.Hamza Radiyaliahu Anhı şehid edip sonradan Müslü­man olan Vahşi bin Harb, Hz. Hamza'yı şehid ettiği aynı mız­rakla Müseylemetü'l-Kezzab'i da öldürdü.

[12] Refik-i Âla: En iyi dost, Yüce Allah'ı islemek anlamlarına gelir