Umretü’l-Kaza (Kaza Umresi) Seferi
Resulullah Aleyhissalâtü Vesselamın Vefatı
Bu çalışma, hususân
inancı uğruna babalan şehid düşen veya cezaevlerinde bulunan çocuklar başta
olmak üzere, SEVGİLİ PEYGAMBERİMİZ aleyhissalâtü vesselamı tanımaya muhtaç tüm
çocuklara...
"... Siyer
denilince aklımıza bir kitap gelmesin. Aklımıza beşeriyeti Vahy'e uydurma
projesi gelsin."
Sevgili çocuklar! Hicretten
bu yana koskoca beş yıl geçmişti. Altıncı yıla girdiğimizde, civar kabilelere
karşı Arabistan'ın birçok bölgesine Sevgili Peygamberimiz, seferler yaptı.
Kimine kendisi, kimine de Zeyd bin Harise, Abdurrah-man bin Avf, Muhammed bin
Mesleme ve Ebu Ubeyde bin Cerrah gibi seçkin sahabesi komutanlık ediyordu.
Civar bölgelerde İslâm'ın gür sedası, müşriklerin kalplerine korku salıyordu.
Bu yılın Zilkade
ayında (Miladi 13 Mart 628) Sevgili Peygamberimiz, gördüğü bir rüya üzerine,
Mekke'ye gidip umre[1] yapmak istedi. Rüyasında;
Ashabıyla beraber hiç korkmadan girip Beytullah'ı tavaf ettiğini, kiminin
başını traş ettiğini, kiminin de saçını kısalttığını gördüğünü bize anlattı.
Ayrıca:
— Ben rüyamda gördüm.
Muhakkak ki siz Mescid-i Haram'a gireceksiniz, dedi. Fakat hepimiz ümide
kapılıp bunun bu yıl olacağını sandık, Sevgili Peygamberimizin başkanlığında
Zilkade ayının başında pazartesi günü 1400 müslü-man, umre yapmak için yola
çıktık. Bu nedenle, silah olarak yanımızda sadece birer kılıç taşıyorduk.
Çünkü gayemiz savaş değildi. Kurban etmek üzere 70 deveyi de yanımızda
götürmüştük.
Peygamber Efendimizin
devesi Kasva, Mekke yakınlarına vardığımızda Hudeybiye denen yerde çöktü. Tüm
zorlamalarımıza rağmen kalkmadı. Bunun üzerine Hudeybiye'de konakladık. Bu arada
Sevgili Peygamberimiz birkaç defa Ku-reyşlilere elçiler gönderdi. Maksat,
onlarla konuşarak / anlaşarak huzur ve barış içinde umremizi yapmaktı. Fakat
her defasında sert bir şekilde karşılık görüyorduk.
O sırada Kureyşlilerin
Önde gelenlerinden Urve bin Mesud çıkageldi. KureyşIİler adına, Peygamber
Efendimizle görüştü. Urve, bir yandan Sevgili Peygamberimiz ile görüşürken, bir
yandan da bizleri gözlüyordu. Önce böyle davranmasına bir anlam veremedik.
Fakat daha sonra durum anlaşıldı.
Meğer Urve, Kureyşlilerin
yanına geri döndüğünde, biz Ashabın Peygamber Efendimizle olan ilişkilerinden
dolayı çok şaşırmış. Gördüğü manzara onu hayrette bırakmış. Çünkü biz, Sevgili
Peygamberİmiz'in yanındayken ondan izinsiz konuşmuyorduk. Verdiği emirleri
yerine getirmek için birbirimizle yarışıyorduk. Yanında sesimizi yükseltmiyor,
alçak sesle konuşuyorduk. Peygamber Efendimizin gözlerine direk bakmıyor,
bakışlarımızı yere çeviriyorduk. Hatta O'nun abdest suyunu ve mübarek
saçlarını yere düşmeden bereket niyetiyle alıp yanımızda bulunduruyorduk.
Kısacası bir müsiümanda bulunması gereken ahlak, edep ve saygıyı
gösteriyorduk.
İşte Urve'nin
şaşırdığı şey, bizim Sevgili Pey-gamberimiz'e karşı gösterdiğimiz bu saygı ve
ahlak idi. Urve, Kureyşlilere şimdiye kadar hiçbir hükümdarda ve
çevresindekilerde böyle bir ahlakı görmediğini söylemiş. Peygamber
Efendimiz'in barış teklifini de kabul etmelerini istemiş. Ama sonradan
KureyşIİler, ona sert eleştirilerde bulunmuş, kınamışlar diye duyduk.
Halbuki sevgili
çocuklar! Peygamber Efendimiz, devesi Kasva'nın Hudeybiye'de yere çökmesinden
«barış» yapma manasını çıkarmıştı. Bunu gerçekleştirmek için
gayret.gösteriyordu.
Bu sebeple yine
Kureyşlilere bir eiçi göndermek istedi. Ömer'i göndermeyi düşündü. Fakat
Mekke'de Ömer'i müşriklere karşı koruyacak kimse yoktu. Bunun için Peygamber
Efendimiz, Ömer'in teklifiyle damadı yani benim bacanağım olan Osman bin
Affan'ı gönderdi. Çünkü Mekke'de onu koruyacak akrabaları çoktu.
Müşrikler Osman'ı önce
iyi karşılamışlar. Hatta Kâ'be'yi tavaf edebileceğini dahi söylemişler. Ama
Osman:
— Resulullah tavaf
etmedikçe ben de etmem, demiş.
Bunun üzerine Osman'ı
göz hapsine alıp yanlarında tutmuşlar. Bu haber Peygamber Efen-dimiz'e,
Osman'ın öldürüldüğü şeklinde ulaştı. Sevgili Peygamberimiz de Allah yolunda
canlarımızı feda edinceye kadar savaşacağımıza dair, bizden biat almaya
başladı. Artık Kureyş'in üzerine yürümekten ve savaşmaktan başka çare görünmüyordu.
Çünkü tüm iyi niyetli girişimlerinizi ve barış tekliflerimizi geri
çevirmişlerdi. Bu yetmiyormuş gibi elçimiz Osman'ı da öldürmüşlerdi.
Bu son hareketleri
üzerine «Rıdvan» diye bilinen bir ağacın altında, Peygamber Efendimiz'e
ölümüne biat etmiştik. Bu sebeple bu biat «Rıdvan Biati» diye meşhur oldu.
KureyşIİler, Sevgili
Peygamberimiz'e ölümüne yaptığımız bu biati duyunca, hemen Osman'ı serbest
bıraktılar. Osman'ın öldürülmediği anlaşıldı. Bu, sevindirici bir haberdi.
Osman'ı bırakmalarının
ardından telaşlanan Kureyş, aceleyle Süheyl bin Amr başkanlığında, üç kişilik
bir heyeti de gönderdi. Bu heyet, Peygamber Efendimiz'le barış anlaşması
yapacaktı. Ayrıca Mekke müşrikleri, Süheyl'i bizim bu yıl umre yapmamamız
şartıyla anlaşma yapması için tembihlemişİerdi.
Neticede Süheyl ve
heyeti, Sevgili Peygam-berimiz'le yaptıkları görüşmeler sonucu bir anlaşmaya
vardılar. Anlaşmanın şartlarını ben yazacaktım.
Peygamber Efendimiz
bana:
— Önce
Bismiliahirrahmanirrahİm diye yaz, deyince; Süheyl itiraz etti.
— Bismike Allahümme
diye yaz, dedi. Sevgili
Peygamberimiz zorluk çıkartmadı.
Çünkü her iki cümle de
aynı anlama geliyordu. Peygamber Efendimiz yine:
— Yaz ey Ali!
Bu, Muhammed Resulül-lah'ın, Süheyl bin Amr İle üzerinde
anlaşıp barış yaptıkları, gereğinin taraflarca yerine getirilmesini
kararlaştırıp imzaladığı maddelerdir, dedi.
Süheyl buna da itiraz etti. Bu
cümledeki «Resulullah» kelimesinin çıkarılmasını istedi:
— Eğer senin
Resulullah olduğunu kabul etseydik seninle savaşmazdık. Bunun yerine babanın
ismini yaz, dedi.
Bunun üzerine Sevgili
Peygamberimiz bana «Resulullah» kelimesini silmemi söyledi.
Ben de:
— Hayır! Vallahi Resulullah kelimesini silmem,
dedim.
Bu arada orada hazır
olan Müslümanlardan da itiraz sesleri yükseliyordu. Herkes Süheyl'e karşı
çıkıyordu. Peygamber Efendimiz, eliyle bizleri sakinleştirdi. «Resulullah»
kelimesini, kendisine göstermemi istedi. Gösterince kendi mübarek eliyle onu
sildi. Yerine «İbn-i Abdullah» (Abdullah'ın oğlu) kelimelerini bana yazdırttı.
Buna göre, yapılan bu anlaşmanın en önemli maddelerini şöyle sıralayabilirim:
a- On yıl
süreyle biz ve Kureyş müşrikleri sa-vaşmayacaktık.
b- Bu yıl
Kâ'be'yi tavaf etmeyecek, gelecek sene gelip umremizi yapacaktık. Üç günden
fazla da Mekke'de kalmayacak, sadece kılıçlarımızı silah olarak yanımızda
bulunduracaktık. Bu üç günlük süre İçerisinde Müşrikler, Kâ'be'yi halktan
boşaltacaktı.
c- Kureyş'ten
bir kimse Medine'ye Müslüman dahi olarak sığınırsa geri verilecek, bizden
Kureyş'e sığınan olursa geri verilmeyecekti.
d- Kureyş'in
dışındaki kabileler, bizim veya Kureyşiilerin himayesine girmekte serbest
olacaktı.
Sevgili çocuklar!
Görünürde bu anlaşma tümüyle aleyhimize görünüyordu. Bundan dolayı başta Ömer
olmak üzere, çoğumuz öfkeliydik. Hele hele bize sığınan bir Kureyşli müslümani
geri vermekle ilgili madde, bize çok ağır gelmişti. Herkes somurtuyordu.
Dolayısıyla biz, bu
işte bir hikmet {gizli bir sebep) olduğunu o zamanlar anlamamıştık çocuklar.
Peygamber Efendimiz'in barış yapmada ısrarlı davranması, görünüşte bizim
aleyhimize gibi geliyordu. Bu sebeple de dediğim gibi, birçoğumuz öfkeliydi.
Fakat daha sonra yine
başta, Ömer olmak üzere, o günkü davranışımız için, üzüntü ve pişmanlığımızı
dile getirecektik. Çünkü Sevgili Pey-gamberimiz'in ilahî bir yönlendirmeyle
hareket ettiği ortaya çıktı.
Biliyor musunuz
çocuklar! Anlaşma imzalanacağı esnada hepimizin yüreklerini parçalayan bir
olay meydana geldi. Zaten çoğumuzun öfkelenmesinde bu olayın payı büyüktü:
Süheyl bin Amr'ın
Müslüman olmuş Ebu Cen-del adında bir oğlu vardı. Meğer Süheyl, onu Mekke'de
evinde hapsetmişti. Biz Hudeybiye'de anlaşma imzalayacağımız esnada Ebu
Cendel, Mekke'den kaçıp geldi. Hemen
orada Sevgili Peygam-berimiz'e sığındı. Fakat anlaşmaya göre, Ebu Cen-del'in
geri verilmesi gerekiyordu. Babası Süheyl de anlaşmaya güvenerek ısrarla,
oğlunu geri istiyordu. Ebu Cendel çırpınıyor
ve Peygamber Efendi-miz'den kendisini geri vermemesini
istiyordu. Sevgili Peygamberimiz Ebu Cendel'e: — Biraz sabret, yakında Yüce
Allah seni bu beladan kurtarır, diye teselli verdi.
Böylece kızgın ve
üzgün bakışlarımız arasında, Ebu Cendel müşriklere geri verildi. Bu bize çok
ağır gelmişti. Dolayısıyla durumun verdiği somurtkanlığımız, müşrikler
gittikten sonra da devam etti. Peygamber Efendimiz, müşriklerin gidişinden
sonra, kurbanlarımızı kesip başımızı traş etmemizi istedi. Fakat yaşadığımız
üzüntüden dolayı birçoğumuz duymamış gibi ağır davrandı. Bu halimize Sevgili
Peygamberimiz şaşırmıştı. Hanımı Ümmü Seleme'ye ağır hareket etmemize şaşırdığını
belirtmişti. Çok akıllı bir kadın olan Ümmü Seleme Peygamber Efendimiz'e:
— Sen kurbanını keser
ve traş olursan, herkes de öyle yapar, demiş.
Gerçekten de çocuklar,
Allah'ın Resulü Sevgili Peygamberimiz kurbanını kesip traş olmaya başlayınca,
hepimiz birbirimizle yarışırcasına kurbanlarımızı kesip, traş olduk. Daha sonra
bir rüzgarın estiğini gördük. Kesilen saçlarımızı Kâ'be'ye doğru savurdu.
Hepimiz bunu umremizin kabul olduğuna dair bir işaret olarak kabul ettik.
Böylece sevinip teselli bulduk.
Bir başka tesellimiz
ise, 20 gün kaldığımız Hudeybiye'den Medine'ye dönerken, yolda Sevgili
Peygamberimİz'e Fetih Sûresinin inmesiydi. Bu sûrenin ilk ayetinde Yüce Allah;
«(Ey Resulüm) şüphesiz ki biz sana apaçık bir fetih verdik!..» (Fetih, d dîye
Mekke'nin fethini müjdeliyordu. Dolayısıyla bu ilahi müjdeyle de sevinmiş, ferahlık
bulmuştuk.
Evet Sevgili çocuklar!
Hudeybİye barış anlaşmasından bir müddet sonra, Ebu Basir adında yiğit ve
cesur bir Müslüman, Mekke'den kaçıp Medine'ye sığındı. Mekke'den gelen iki
Kureyşli, Ebu Basir'i geri istediler. Anlaşmamıza göre, Ebu Basir geri verildi.
Yolda Mekke'ye dönerken Ebu Basir, kendisini götürenlerden birini öldürdü. Diğeri
ise kaçıp Medine'ye geri geldi. Peşinden Ebu Basir de onu kovalarken Medine'ye
dönmüş oldu. Fakat Hudeybiye anlaşması gereğince Peygamber Efendimiz, Ebu
Basir'i Medine'ye sığınmacı olarak alamazdı. Ama Kureyşlilere de geri vermeyip
serbest bıraktı. Ebu Basir'in yanında bazı adamların olması halinde elinden
birçok şeyin gelebileceğini de söyledi.
Bu bir işaretti. Ebu
Basir, bu işareti anlamıştı. Hemen Medine'den ayrıldı. Mekke ve Şam ticaret
yolu üzerinde, «Is» denen yerde bir kamp kurmuş olduğunu haber aldık. Meğer
Kureyş'ten Müslüman olup Medine'ye anlaşma gereğince gelemeyen
Müslümanlar da, Ebu Basir'in yanına koşmuşlar. Sayıları 70 kişiyi bulmuş.
Böylece burada toplanan bu
Müslümanlar, Mekkelİlerin Şam'a
giden ticaret kervanlarına saldırıp mallarına el koymaya başladılar.
Sevgili çocuklar! Hani
Hudeybiye anlaşması imzalanırken Mekke'den kaçıp Peygamber Efen-dimİz'e sığınan
Ebu Cendel vardı ya! Hatırladınız mı? İşte o Ebu Cendel de, Ebu Basir'in
kampına kaçmıştı. Böylece 300 kişi olmuşlardı. Hepsi Ebu Basir'in emri
altındaydılar.
Sürekli Kureyş
kervanlarına saldırıyorlardı. Bu sebeple Kureyşlilerin ticaretleri zarara
uğradı. Bu gelişme Kureyşlilerin işine gelmediği için Peygamber Efendimiz'e
müracaat ettiler. Hudeybiye Anlaşmasının Mekke'den Medine'ye sığınanların geri
verilmesiyle İlgili maddesinin kaldırılmasını teklif ettiler. Peygamber
Efendimiz de bu teklifi kabul etti.
Böylece Yüce Allah,
müşriklerin teklif etmesiyle Hudeybiye günü bizi çok üzen o maddeyi kaldırttı.
Ebu Basir ve arkadaşlarına da, Medine'ye dönme yolunu açtı.
Sevgili Peygamberimiz,
Ebu Basir'e bir mektup gönderdi. Onu ve üç yüz arkadaşını Medine'ye davet
etti. Fakat Ebu Basir'e Medine'ye gelmek nasip olmadı. Meğer Peygamber
Efendi-miz'in mektubu Ebu Basir'e ulaştığında, Ebu Basir o esnada hastalığından
dolayı ölüm döşeğindey-miş. Sevgili Peygamberimiz'den gelen mektubu yüzüne
gözüne sürüp koklamış ve vefat etmiş. Allah ona rahmet etsin. Hizmetlerinin
mükâfatını versin. Arkadaşları ne mi yaptılar? Ebu Cendel'in komutasında
Medine'ye gelip Peygamber Efendi-miz'e katıldılar.
Sevgili çocuklar!
Hudeybiyeden dönen Peygamber Efendimiz, İslâm dinine davet İçin, çevremizdeki
devletlere elçiler gönderdi. Çünkü Sevgi-li Peygamberimiz sadece biz Arapların
değil, tüm insanlığın peygamberiydi. Yüce Allah, O'nu bütün insanlara
peygamber olarak göndermişti. Öyleyse tüm insanlara İslâm davetini
ulaştırmalıydı. Bu sebeple hicretin yedinci yılının Muharrem ayında meydana
gelen bu olay, aslında Sevgili Peygamberimiz'in Kainatın Efendisi ve peygamberi
olduğunun bir ilanıydı.
Peygamber
Efendimiz'in, Kureyş müşrikle-riyle 10 yıllık bir barış anlaşması imzaladığını
daha önce söylemiştim. Böylece o taraftan gelecek herhangi bir tehlikenin
önünü kapatmıştı. Bu güvenle artık çevresindeki kabileler ve devletlerle ilgilenip,
onları İslâm'a davet edebilirdi. Bunun
için altı adet mektup yazdırıp hazırladı.
Sahabelerden bazıları
tarafından hükümdarların mühürsüz mektup okumadıkları söylendi. Sevgili Peygamberimiz
de, üzerinde «Muhammed, Resul, Allah» kelimelerinin bulunduğu bir yüzükle
mektuplarını mühürledi.
Peygamber Efendimiz,
ilk elçisini Habeşistan ülkesinin Necaşisi (kralı) olan Ashame'ye gönderdi.
Necaşi Ashame İslâmı kabul etti. Ülkesindeki Muhacir Müslümanları da ağabeyim
Cafer'in başkanlığında, Peygamber Efendimiz'in giden elçİsiyle geri gönderdi.
Nitekim Hayber'in fethi esnasında onlar da bize yetişeceklerdi.
Bir elçi de Rumların
hükümdarı olan Herak-lius'a gönderildi. Heraklius mektubu alınca, yüzüne
gözüne sürmüş ve birçok hediyeler göndermişti.
İran hükümdarı Perviz
ibıvi Hürmüz'e giden elçimiz ise iyi karşılanmamıştı. Peygamber Efen-dimiz'in
mektuba önce kendi ismiyle başlamasına kızan hükümdar Perviz, mektubu
okutmadan yırtınıştı. Durumu öğrenen Sevgili Peygamberimiz üzüldü. Perviz'e
beddualar etti. Perviz'in bir müddet sonra oğlu tarafından Öldürüldüğü haberini
aldık.
İskenderiye hükümdarı
Mukavkıs'a giden Peygamberİmiz'in elçisi, güzelce karşılanmıştı. İki cariye,
bir katır, bir merkeb ve çeşitli güzel kokuları hediye olarak gönderdi. Bu
cariyelerden biri, Peygamber Efendimiz'in muhterem eşi Mariye idi. Daha sonra
Sevgili Peygamberİmiz'in küçük yaşta vefat eden oğlu İbrahim, Marİye'den dünyaya
gelecekti. Mukavkıs'ın gönderdiği katır ise, sonradan «Düldül» diye
adlandırılacaktı.
Peygamber Efendimiz'in
bir başka elçisi de, Şam yöresindeki Gassanilerin hükümdarına gönderildi.
Hükümdar Haris bin Ebi Şimr, Sevgili Peygamberİmiz'in mektubunu okuyup küstahça
yere atmış. Bu haber üzerine Peygamber Efendimiz: «Memleketi yok olsun!» diye
bedduada bulundu. Çok geçmeden Haris, Ölüp gitti.
Hazırlanan İslâm'a
davet mektublannın altıncısı, Yemame hükümdarına gönderildi. Meğer hükümdar
Hevze bin Malik, Peygamber Efendi-miz'e varis olmak, öldükten sonra yerine geçmek
şartıyla Müslüman olacağını söylemiş. Aksi takdirde Sevgili Peygamberimiz'e
savaş açacağını belirtmiş. Peygamber Efendimiz, ona da bedduada bulundu. Kısa
bir zaman sonra, o da ölüp gitti.
Çocuklar! Bu yılda
Sevgili Peygamberİmiz'in davetleri çok olduğu için, bu yıl «Elçiler Yılı» diye
de biliniyor.
Ayrıca yeri gelmişken
Peygamber Efendimiz'in bir mucizesinden de bahsetmek İstiyorum: Biraz önce
bahsettiğim İran Hükümdarı Perviz'in, Yemen'de Bâzân adında bir valisi vardı.
Meğer Peygamber Efendİmiz'e kızan Hükümdar Perviz, Sevgili Peygamberİmiz'i
tutuklatmak istemiş. Bu İş İçin Vali Bâzân'a emir vermiş. Bâzân da İki adamını
Peygamber Efendimİz'i teslim almaları için, Medine'ye gönderdi. Peygamber
Efendimiz, kendisini teslim almak için gelen bu iki adama, Hükümdar Perviz'in,
öz oğlu Şireveyh tarafından öldürüldüğünü söyledi. Adamlar, Vali Bâzân'a geri
dönüp bu haberi iletti. Bâzân, Peygamber Efendimiz'in söylediği bu olayın
tarihini hesapladı. Söylenilen bu haberin, hükümdar Perviz'in öldüğü güne
denk geldiğini gördü. Halbuki İran ve
Medine arasında
aylarca süren bir mesafelik yol vardı. Bâzân: «Bu kadar uzun mesafeden aynı gün
böyle bir haberi, ancak bir peygamber verebilir!» diye düşündü. Bu mucize
karşısında Müslüman oldu. Sevgili Peygamberimiz, bunun üzerine, Bâzân'ı
Yemen'e vali olarak atadı. Böylece Peygamber Efendimizin görevlendirdiği ilk
vali, Bâzân oldu.
Sevgili çocuklar!
Peygamber Efendimiz'in Medine'den sürgüne gönderdiği Benî Nadir Ya-hudilerini,
umarım unutmadınız! İşte bu Yahudiler, Medine'den göçüp Hayber kalesine
sığınmışlardı. Bu kale, Şam'a giden yolun üzerindeydi. Yedi küçük kaleden
meydana gelen, etrafı bağlar-bahçelerle çevrili büyük bir Yahudi kalesiydi.
Yine hatırlarsınız;
Hendek savaşı için Mekke'ye gidip, müşriklerle bize karşı anlaşma yapan
Yahudileri de size anlatmıştım. İşte o Yahudiler, biraz önce bahsettiğim Benî
Nadir Yahudilerinin başkanı Huyey bin Ahtab ve Hayber'deki diğer Yahudilerin
büyükleriydi.
Müslümanlara karşı
müşriklerle beraber birtakım hile ve tuzakları, hâlâ devam ediyordu. Son
alınan haberlere göre, Medine'ye saldın hazırlığı içindeydiler. Bunun üzerine
Peygamber Efendi-miz'in onların üzerine bir sefer yapması zorunlu oldu. Ayrıca
bu seferle Şam'a giden ticaret yolu da Yahudilerin tehlikesinden kurtarılmış
olacaktı. Sevgili çocuklar! Peygamber Efendimiz bu sebeplerden dolayı Hayber
Yahudilerin!, 1600 kişilik bir orduyla kuşattı. Kuşatmamız esnasında, Devs
kabilesi 400 kişiyle bize katıldı. Ebu Hureyre de içlerindeydi. Böylece gücümüz
daha da arttı.
Hatırlıyorum da
çocuklar, bir görseydiniz! Sevgili Peygamberimizin komutasında Hayber'in önüne
sabah erken vardık. Yahudiler, tarlalarına gitmek İçin kalelerinden çıktılar. O
esnada aniden bizi fark ettiler.
— İşte Muhammed ve
ordusu! diyerek, korku ve telaşla kalelerine kaçtılar. Onları hazırlıksız
yakalamıştık.
Onların bu
şaşkınlığını gören Sevgili Peygamberimiz:
— Allahû Ekber! Allahû
Ekber! Haribet Hayber![2]"
diye buyurdu.
Bu, zafer
kazanacağımızın işaretiydi. Çarpışmamız, Yahudilerin toplandıkları Netat
kalesinden bize ok atmalarıyla başladı. İlk günlerimiz karşılıklı ok atmakla
geçiyordu. Bir ara Sevgili Peygamberimiz hastalandı. İki gün yanımıza çıkamadı.
Önce Ebu Bekir'i, sonra Ömer'i görevlendirdi. Komutan olarak İslâm sancağını
alıp şiddetli çarpışmalarda bulundular. Fakat Hayber bir türlü alınamıyordu.
Kuşatmada bir hafta
kadar geçmişti. Şiddetli sıcak altında savaş, tüm hızıyla devam ediyordu. Ben
de bu sıralarda gözlerimden rahatsizlanmış-tım. Bu sebeple uzanmış
dinleniyordum. Ashab, o akşam Peygamber Efendimiz'in:
— Yann sancağı öyle
birine vereceğim ki Allah ve Resulü onu sever. O da Allah ve Resulünü sever.
Allah fethi, onun eliyle gerçekleştirecektir,
müjdesini aralarında
konuşuyorlardı. Hepimiz merakla ertesi günü bekliyorduk. Herkes o şahsın
kendisi olmasını istiyordu.
Ertesi gün sabah
vaktiydi. Sevgili Peygamberimiz, sancağı eline alıp etrafına bakınmış.
— Ali nerede? diye
beni sormuş.
Orada hazır olanlar
gözlerimden rahatsız olduğumu söylemişler; Peygamber Efendimiz, beni
çağırmalarını emretmiş. Derhal huzuruna gittim. Benim için dua etti.
Gözlerimdeki rahatsızlık O'nun duasiyla şifa buldu. Hemen iyileştim.
İslâmın beyaz
sancağını bana verdi. Beni, kendi elleriyle kuşand.rdı. Zülfikân belime kendi
elleriyle bağladı. Dualarla beni Hayber'i fethetmeye uğurladı.
hayber'in fethi Elimde
beyaz sancakla, arkamda da İslâm askerleriyle beraber, Hayber'in önüne vardım.
Peygamber Efendimizin emri üzerine önce Hay-ber Yahudilerini İslâm'a davet
ettim. Çünkü Sevgili Peygamberimiz bana şunu söylemişti: «Senin vasıtanla bir
tek kimsenin Müslüman olması, güneşin üzerine doğduğu her şeyden veya kızıl develere
sahip olmaktan daha iyidir.» Kim böyle bir hayra kavuşmak istemez, değil mi?
Ama Yahudiler, İslâm'a
davet çağrımı kabul etmediler. Kalelerinden çıkan bir grup bizimle çarpıştı.
Fakat yenilip geri çekildiler. Ben de Yahudilerden, teke tek çarpışmak için er
diledim. Meğer Yahudilerin Merhab adında, cesur bir yiğitleri varmış.
Merhab, karşıma çıktı.
Her tarafını zırhlarla sarmış, adeta zırhların içinde kaybolmuştu. Fark ettim
ki çift zırhı birden giymişti. Karşıma gelince kendini övmeye başladı. Aldırış
etmedim. Ona:
— Ben, annemin bana
Haydar (Aslan) ismini taktığı kimseyim. Cesarette, ormanlardaki en korkusuz
aslanlar gibiyim. Sizi yaşatmayip, yere sereceğim, dedim.
Vuruşmamız başladı.
Bir ara yakaladığım bir fırsatta Zülfikâr'ı Merhab'ın başına indirdiğim gibi,
onu ikiye böldüm.
Meğer Sevgili
Peygamberimiz de bizi izliyormuş. Vuruşmayı kazandığımı görünce öyle bir
sevinmiş ki çevresindekilere Hayber'in fethinin kolaylaştığını müjdelemiş.
Merhab gibi bir
kahramanlarının ölümü, Yahudilerin moralini bozmuştu. Müslümanların sevinci
ise yere göğe sığmıyordu. Bu sevinç ve Peygamber Efendimizin müjdesiyle,
şiddetli bîr saldırıda bulunduk. Savaş kızışmıştı. Bİr ara elimden kalkanım
düştü. Kalkansız kaldım. Öyle bir coşkuyla dolmuştum ki, hemen yakınımdaki
kalenin kapısını tuttuğum gibi, yerinden söküp kalkan gibi kullandım.
Çarpışmamız boyunca o kapıyı elimden atmadım. Adeta kendimden
geçmiştim. Bu gayretimizle Yüce Allah, Hayber'i almamızı nasip etti. Allah'ın
lûtfu ve yardımıyla, o gün bir destan yazdık. Biliyor musunuz çocuklar! O gün
yerinden söküp kalkan olarak kullandığım o kale kapısını, savaştan sonra bir
grup (sekiz kişi) Müslüman yerinden kaldıramadı. O kapıyı, o savaş anında
Allah'ın verdiği bir güçle/kuvvetle kaldırdığıma inanıyorum.
Nihayet 10 günlük bir
kuşatma sonucunda, Hayber'i iç kaleleriyle beraber tek tek ele geçirdik.
Yahudiler yenileceklerini anlayınca, barış yapmayı teklif ettiler. Buna göre;
öldürülmemek
hayber'in fethi şartıyla,
birer hayvan yük eşyaları ve aileleriyle beraber göçüp gideceklerdi. Peygamber
Efendimiz bu tekliflerini kabul etti.
Bizler 1600 kişilik
bir İslâm ordusu olarak 15-20 şehid verdik. Yahudiler ise yirmi bin kişilik bir
güç olmalarına rağmen, onları Allah'ın yardımıyla yenmiştik. 93 kişiyi de
öldürmüştük. Zaman hicretin yedinci yılı (Miladî 628), Muharrem ayının
sonlarıydı.
Anlaşma gereğince
Yahudiler kalelerini boşaltıyordu. O esnada Sevgili Peygamberimizi bir teklif
daha yaptılar. Yahudiler, ziraat ve toprak bakımıyla uğraştıkları İçin, bu
İşlerden anlıyorlar-dı. Fakat Müslümanlar olarak bizlerin, onlar gibi ziraat ve
toprakla uğraşacak zamanımız yoktu. Zaman, Allah'ın dinini yüceltme ve yayma
zamanıydı... Cihad zamanıydı... Oturup bu işlerle uğraşamazdık.
Yahudiler de bunu
bildikleri için, Peygamber Efendimiz'e Hayber'de kalmayı, ziraat ve toprak
işiyle uğraşmayı ve elde edilecek mahsulleri yarı yarıya olması şartıyla
bölüşmeyi teklif ettiler. Sevgili Peygamberimiz, az önce söylediğim sebeplerden
dolayı bu teklifi kabul etti. Fakat tek taraflı olarak istediği zaman bu
anlaşmayı bozacağını şart koştu. Böylece Yahudiler Hayber'de kaldılar.
Hayber'i fethetmiş,
oradan ayrılmaya hazırlanıyorduk ki, çok sevindirici bir olay yaşadık çocuklar!
Habeşistan'a hicret eden ağabeyim Cafer ve yanındaki diğer Muhacirler,
Habeşistan'dan gelmişlerdi. Yıllardır ağabeyim Cafer'i görmemiştim. Bu
hasretle sarıldık, sevindik.
Fakat hepimizden daha
çok sevinen biri vardı ki, sevincini şu sözlerle İfade etmişti:
— Bilmem ki bu
ikisinden hangisine sevineyim? Hayber'in fethine mi, yoksa Cafer'in dönüşüne
mi?
Evet çocuklar! Bu
sözler Sevgili Peygamberi-miz'e aitti. Hatta: «Siz gemi halkına'[3] iki
hicret vardır» diyerek, onları iki hicret sevabıyla müjdeledi.
Sevgili çocuklar!
Hayber'in fethiyle çok ganimet ele geçirmiştik. Peygamber Efendimiz, ganimeti
Müslümanlar arasında bölüştürdü. Hatta ağabeyim Cafer ve diğer Habeşistan
Muhacirlerine de pay ayırdı. Onları da mahrum etmedi.
Hayber'den henüz
ayrılmamıştık. Bir dinlenme anındaydık. Yahudilerden Zeynep adında bir kadın,
Sevgili Peygamberimiz'e pişmiş bir koyun hediye etti. Peygamber Efendimiz de
koyunu biz Ashabına hediye etti. Tam yiyorduk ki, aniden bizi yemekten
menetti. Meğer pişmiş koyun, kendisinin zehirli olduğunu Peygamber Efendimiz'e
söylemiş. Fakat ne çare ki, ashaptan Bişr bin Ber-ra adındaki bir Müslüman, bir
lokma yemişti. Böylece Bişr şehid oldu.
Peygamber Efendimiz,
Zeyneb'i hemen sorguladı. Kadın meğer Sevgili Peygamberimizin, gerçekten
peygamber olup olmadığını öğrenmek için bu işi yapmış. Çünkü Peygamber değilse,
zehirleneceği için kendisinden böylelikle kurtulacaklarmış.
Peygamber Efendimiz
apaçık bir mucize göstermişti. Etin zehirli olduğunu, bizzat etten Öğrenmişti.
O, bir kral değil, bir peygamberdi. Zaten mucizeleri de ancak peygamberler
gösterirler.
Çocuklar! Sevgili
Peygamberimiz, bu arada Benî Nadir Yahudilerinin başkanı Huyey bin Ah-tab'ın
kızı Safiye ile de evlendi. Böylece Safiye, Peygamber Efendimizin temiz
eşlerinden olma şerefine kavuştu. O, artık Mü'minlerin annelerindendi.
Hayber'den sonra,
Medine'ye iki konak uzaklıktaki Fedek Yahudİlerini de
kuşattık. Savaşmadan teslim oldular. Çünkü sonlarının Hayber Yahudileri gibi
olacağını biliyorlardı.
Ardından Vadiu'I-Kurra
denen yerdeki Yahudileri de kuşattık. Mallarını ganimet aldık. Sevgili
Peygamberimiz/ tıpkı Hayber Yahudileri gibi, mahsulleri yarı yarıya paylaşmak
şartıyla, onları da yerlerinde bıraktı.
Eveet; sevgili
çocuklar! Böylece Hayber ve çevresindeki Yahudilerin hepsini, Peygamber Efendi
m iz'in komutasında kontrol altına aldık. Artık Yahudilerden yana gelebilecek
bir tehlike kalmamıştı. Bu fetihlerin neticesinde İslâm'ın gücü ve kuvveti,
her taraftaki kabileler tarafından duyuldu. Yüce Allah'ın izniyle kimse artık
bu ilahî güce karşı koyamayacaktı.
Sevgili çocuklar!
Hicretin altıncı yılı zilkade ayında Hudeybiye barış anlaşmasını yapmamızdan
bu yana, koskoca bir yıl çabucak geçmişti. Hicretin yedinci yılındaydık.
Aylardan yine Zilkade idi. Yani Hudeybiye anlaşması gereğince bu yıla
ertelenen umremizin kazasını yapacaktık.
Peygamber Efendimiz'in öncülüğünde, 2000 kişi olarak Mekke'ye
doğru yola çıktık. Yedi yıldan sonra ilk defa Mekke'yi görecektik. Özellikle
biz Muhacirler çok heyecanlıydık. Gurbet hasreti, hepimizi sarmıştı. Acaba
Mekke nasıldı? Değişmiş miydi? Evleri, sokakları... Ne de olsa anayurdumuzdu.
Siz olsaydınız memleketinizden yedi yıl ayrı kalıp döndüğünüzde, heyecanlanmaz
mıydınız çocuklar?
İşte bu duygularla
Mekke'ye girdik. Mekke bomboştu. İnsanlar anlaşma gereğince üç günlüğüne
Mekke'yi boşaltıp, dağlara çıkmıştı.
Böylece Sevgili
Peygamberimiz ve biz, Kâ'be'yi tavaf ettik. Hudeybiye anlaşmasından önce
Peygamber Efendimiz'in görüp de bize anlattığı ve hemen o yıl olacağını
zannettiğimiz rüyası, aynıyla gerçek oldu. Üç gün boyunca Mekke'de kaldık.
Umremizi yaptık. Anlaşma gereğince üç gün sonunda Mekke'den ayrılıp Medine'ye
döndük. Hasretimiz dinmiş bir şekilde...
Sevgili Çocuklar!
Medine'ye dönüşümüzden bir müddet sonra, çok önemli bir gelişme yaşadık. Bu
arada hicretin sekizinci yılına da girmiştik.
Bu önemli gelişme:
Mekke'nin üstün özelliklerine sahip üç şahsın, Müslüman olmasıydı. Mekke'den
kaçıp Sevgili Peygamberimizin kucağına kendilerini attılar. Çünkü bu üç kişi,
kurtuluşun ancak İslâm'da olduğunu anlayan zeki ve akıllı kimselerdi.
Bunlar kimler miydi?
Halid bin Velid, Amr bin As ve Osman bin Ebu Talha'ydiiar. Bu üç dahi ve üç
kabiliyetli İnsan, İslâm'la şereflendiler.
Bu olaya Peygamber
Efendimiz o kadar çok sevindi ki «Mekke ciğerparelerini kucağımıza attı!»
dedi. Sevgili Peygamberİmiz'İn huzurunda üçü de Müslüman olup saadete erdiler.
Sevgili Çocuklar!
İslâm'ın gücü gittikçe yayılıyordu. Sevilen ve kabul görülen bir şeyin düşmanları
çok olur, değil mi? Tıpkı bunun gibi İslâm, sevilip kabul gördükçe düşmanları
artıyordu. Düşmanlarımıza karşı Sevgili Peygamberimiz, çevre bölgelere çeşitli
askeri birlikler göndermeye devam ediyordu. Bu birliklerden ganimetlerle dönenler
olduğu gibi, şehid olan Müslümanlar da oluyordu.
Peygamber Efendimiz,
Busra valisine Haris bin Umeyr'i, elçi olarak göndermişti. Haris, Mute denen
köye ulaşınca, Bizans Devletinin valilerinden Şurahbil bin Amrü'l-Gassani, onu
Sevgili Peygamberİmiz'İn elçisi olduğunu bile bile şehid etmişti. Bu çok kötü
bir haberdi. Çünkü elçilere karışılmayacağına dair, tüm devletlerin kabul ettiği
çok eski bir kuralı bozmuştu. Hatta birçok yere elçi gönderen Peygamber
Efendimiz'in hiçbir elçisi kötü bîr muamele görmediği halde, Haris öldürülmüştü.
Bu olay Sevgili Peygamberimiz'i çok üzdü.
Elçisi Haris'in
sahipsiz olmadığını göstermeli, Bizanslılara da hadlerini bildirmeliydi. Bu nedenle
Peygamber Efendimiz, Zeyd bin Harise komutasında 3000 kişilik bir ordu
hazırladı. Bu ordu Haris'in intikamını alacak, Müslümanların gücünü de
gösterecekti.
İslâm ordusunu bizzat
Sevgili Peygamberİmiz'İn kendisi Medine'den uğurladı. Onların zafer kazanması
için dualarda bulundu. Ayrıca:
— Zeyd şehid olursa,
Cafer onun yerine geçsin. O da şehid olursa, Abdullah bin Revaha yerine geçsin.
O da şehid olursa, Müslümanlar içlerinden birini seçsin, diye emretti.
Peygamber Efendimiz'in
bu emrinden birçoğumuz ağabeyim dahil her üçünün de şehid olacağını
anlamıştık. Arkalarından veda gözyaşları döktük. İslâm ordusu ilerleyip ufukta
kaybolunca-ya kadar seyrettik.
Meğer İslâm ordusunun
üzerine geldiğini duyan Şurahbil, Bizans imparatoru Heraklius'a haber gönderip
yardım istemiş. Diğer taraftan da kardeşi Sedus'un komutasında askeri bir öncü
birliğini, İslâm ordusuna karşı göndermiş. Müslümanlar, Sedus'u öldürüp emri
altındaki askeri birliği dağıtmışlar. Kardeşinin ölümü Şurahbil'i korkutmuş.
İslâm ordusu durmayıp
ilerleyerek, Şam topraklarında Maan denen yere gelmiş. Ordunun dinlenmesi
esnasında müthiş bir haber yayılmış. Buna göre 100 bin kişiden meydana gelen
silahlı bir Bizans ordusu, üzerlerine geliyormuş. 100 bin nerede, 3000
nerede?..
Haber yalan değildi.
Bir şeyler yapılmalıydı: Komutan Zeyd bin Harise, mücahitlerle görüş alış
verişinde bulunmuş. Herkes Peygamber Efendimizden yardım istemeyi uygun
görmüş.
Fakat baştan aşağı
İman ile dolu olan ve şe-hadeti arzulayan Peygamber şairi Abdullah bin Revaha,
mücahitlerin bu görüşüne karşı kahramanca sözler söyleyerek onları coşturmuş:
— Gidiniz! Savaşınız!
Muhakkak ki bunda iki iyilikten biri vardır: Ya şehadet ya zafer! demiş.
Bu coşkuyla Mute denen
yaylada 3000 kişilik İslâm ordusu, 100 bin kişilik Bizans ordusuyla
karşılaşmış. Tarih, hicretten sonra sekizinci yıl (Miladî 629) aylardan
Cemaziyelevvel'di. Bir tarafta iman, bir tarafta küfür...
Çok şiddetli başlayan
çarpışma, Sevgili Peygamberimizin önceden haber verdiği üzere sırasıyla Zeyd
bin Harise, ağabeyim Cafer ve Abdullah bin Revaha'nın tek tek şehid
olmalarıyla devam etmiş. Daha sonra komutanlık Halid bin Ve-lid'e verilmiş.
Buraya kadar yaşanılan
gelişmeleri biz As-hab olarak bilmiyorduk. Meğer Peygamber Efendimiz'e her üç
komutanın da şehid edildiklerinin haberi, aynı saate Yüce Allah tarafından
verilmişti.
Bu sebeple Mescid-i
Nebevi'de olan Sevgili Peygamberimiz çok üzgün bir şekilde oturuyordu. Hazır
olan cemaat bunun nedenini sordu. Peygamber Efendimiz:
— Bende görmüş
olduğunuz ve beni hüzün içinde bırakan şey, Ashabımın şehid düşmeleridir...
dedi.
Minbere çıkıp oturdu.
Ezan okunmasını emretti. Halk toplandı. Önce üç defa:
— Onlara, hayr ve
sevap kapısının açılmasını Allah'tan dilerim, dedi. Sonra, şu gazaya çıkan
ordunuzun başına gelenleri size haber vereyim mi? diye sordu. Sanki Şam İle
Medine arasındaki uzaklık mesafesi kalkmıştı da Peygamber Efendimiz Mute
savaşının olduğu meydana bakıyordu:
— Onlar gittiler,
düşmanla karşılaştılar. Sancağı Zeyd bin Harise eline aldı. Şeytan hemen yanına
vardı. Ona hayatı ve dünyayı sevdirmeyi, ölümü sevimsiz göstermeyi istedi. Zeyd
ise şeytana:
— Zaman, mü'minlerin kalplerindeki İmanı
kuvvetlendirecek zamandır. Sen ise, bana dünyayı sevdirmek istiyorsun, dedi.
Hemen ilerleyip çarpışmaya başladı. Nihayet şehid oldu. O'nun için Allah'tan
mağfiret dileyiniz. O, şimdi Cennete girdi. Orada koşup duruyor.
Sonra sancağı Cafer
bin Ebi Talip aldı. Şeytan hemen onun yanına gitti. Ona da hayatı ve dünyayı
sevdirmeyi, ölümü sevimsiz göstermeyi arzu etti. Cafer ise:
— Zaman, Mü'minlerin
kalplerindeki imanı kuvvetlendirme zamanıdır, dedi. Hemen ilerledi. Düşman
ordusuna saldırdı. Vuruştu ve nihayet o da şehid olarak öldürüldü. Ben onun
şehid olduğuna şehadet ederim. Kardeşiniz için Allah'tan mağrifet dileyiniz.
O, şehid olarak Cennete girdi. Şu an o, Cennette yakuttan iki kanat ile
meleklerle birlikte dilediği gibi uçup duruyor.
Cafer'den sonra
Abdullah bin Revaha sancağı aldı. İki ayağını pekiştirdi. Elinde sancak olduğu
halde düşmanla çarpıştı. Yaralandığı zaman (nefsi) düşmanla çarpışmaktan
çekindi. Sonra nefsini kınadı. Cesaretlendi ve şehid olup Cennete girdi.
Abdullah bin Revaha'dan
sonra sancağı Ha-lid bin Velid aldı. İşte şimdi savaş kızıştı. Ey Allah'ım! O,
senin kılıçlarından bir kılıçtır. Ona yardım et!
Gelişmeleri böylece
anlatan Sevgili Peygamberimiz, son cümlesinde sevinmişti. Meğer Abdullah bin
Revaha'nın üçüncü komutan olarak şehid olmasıyla İslâm ordusu başsız, yani
komu-tansız kalmış, dağılır gibi olmuş. Fakat sancak, Peygamber Efendimİz'in
haber verdiği gibi, Halid bin Veiid'e komutan olarak verilmiş.
Halid, o akşam hemen
İslâm ordusunun düzenini değiştirmiş. Çünkü Halid, savaş konusunda çok
kabiliyetli biriydi. Hatırlarsanız çocuklar, Uhud savaşında da henüz Müslüman
olmamışken, Halid savaş konusundaki yeteneğini göstermişti. Hatta bize arkadan, yenilmemize sebep olacak
bir darbe vurmuştu. Fakat Halid, en büyük yeteneğini Müslüman olmakla gösterdi.
Çünkü Müslüman olmak, aklını ve kabiliyetlerini İslâm için kullanmak,
yeteneklerin en büyüğü ve en güzelidir.
Evet, sevgili
çocuklar! Halid komutan olunca hemen İslâm ordusunun sağ tarafını sola, sol
tarafını sağa, öndekileri arkaya, arkadakileri de öne almış. Geceleri
savaşılnıadığı için, Bizans askerleri ertesi sabah karşılarında bir gece
önceki İslâm askerleri yerine, yeni askerler görmüşler. Müslümanlara yardım
gelmiş zannetmişler.
Bu endişeyle 100 bin
kişilik düşman, bozguna uğramış. Bunun üzerine Halid, şiddetli bir saldırıya
geçmiş. Bozulan düşmanı daha fazla takip etmemiş. Çünkü «düşman toparlanabilir»
diye düşünmüş. Ordusunu toparlayıp Medine'ye dönmüş. Böylece 3000 kişilik iman
ordusu, 100 bin kişilik ruhsuz insan yığını olan küfür ordusunu dağıtmış. Yedi
gün süren bu savaşta 15 şehid verildi.
Bu savaş, Müslümanlar
olarak Bizanslılarla yaptığımız ilk savaştı. Ayrıca bu savaştan sonra Halid bin
Velid «Seyfullah»"[4]
ağabeyim Cafer de «Cafer-i Tayyar» diye anıldı. Çünkü savaş esnasında -anlatmak
bana zor gelse de- ağabeyim Cafer'in her iki kolu düşman askerleri tarafından
koparılmıştı. İslâm sancağı ağabeyimdeydi. Çarpışma esnasında önce sağ kolu
bileğinden kesilmiş. Ağabeyim sancağı sol eline almış. Bu defa sol koluna
kılıçlar inmiş. Fakat o, İslâm sancağını yere düşürmemek ve düşman ayakları
altında çiğnetmemek için, kesilmiş olan kollarıyla ona sımsıkı sarılmış.
Düşünebiliyor musunuz
çocuklar! İslâm'ın izzetini ve şerefini korumak için, ne kadar da gayret
göstermiş. Bu halde savunmasız kalan ağabeyim, şehid ediimiş. Vücudunda kılıç,
ok ve mızrak yaralarından geçilmiyormuş. Yüce Allah, Peygamber Efendimiz'in
buyurduğu gibi, ağabeyimin kesilen iki koluna karşılık, ona yakuttan iki kanat
verip, Cennetine koydu. Allah ona da diğer tüm şehidlerimize de mağfiret etsin.
Sevgili çocuklar!
Peygamber Efendimiz Halid bin Velid gibi askeri yeteneği olan Amr bin As'ı da,
birçok seferde görevlendirmişti. Hatta Zatu's-selasil diye bilinen seferde,
Amr'ı komutan olarak atadı. Yeni Müslüman olan Amr'ın emri altında Ebu Bekir,
Ömer gibi seçkin sahabeler vardı. Amr, bu seferde askeri yeteneğini gösterdi.
Sayıca kendilerinden daha çok olan müşrikleri dağıttı.
Demek ki çocuklar,
herkes kendisinde bulunan yeteneğe göre İslâm'a hizmet edip faydalı işler
yapabilir. Eminim sizler de şöyle bir düşündüğünüzde İslâm'a nasıl hizmetlerde
bulunacağınızı bilirsiniz.
Mesela iyi Kur'ân
okuyan, Kur'ân okumasını bilmeyen arkadaşlarına öğretebilir. Bunu da evinize
en yakın camide yapabilirsiniz. Hatta varsa camideki görevli (imam)dan da
Kur'ân dersi alabilirsiniz. Ayrıca güzel ahlakınız ve güzel davranışlarınızla,
gerek oyunda, gerekse de arkadaşlık esnasında olsun, güzel bir örnek
olabilirsiniz.
Bunların hepsi
yapabileceğimiz faydalı hizmetlerdir. Sakın küçümsemeyiniz. Çünkü terbiye ve
ahlak çok önemli konulardır. Hatta hatırladığıma göre Sevgili Peygamberimiz,
bir defasında: «Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim» buyurmuştu. Bir
de iyi olan her şeyi yapmak Yüce Allah'ın emridir. Tabi kötü olan her şeyden de
kaçmak... Çünkü Yüce Allah: «... iyilik ve takva[5]
konusunda yarışınız. Düşmanlık ve günah (işlemek) konusunda
yardımlaşmayınız...» (Maide, 2) diye buyurmuştur. Doğrusu da budur değil mi?
Sevgili çocuklar!
Şimdi de size büyük fethimizden bahsetmek istiyorum: Yani Mekke'nin fethinden...
Zaman olarak hicretin sekizinci yılı Ramazan ayı (Miladi 630, Ocak) Cuma günü
gibi hayırlı bir günde Mekke'yi fethetmiştik.
Bu, çok önemli bir
olaydı çocuklar! Çünkü bir zamanlar bizi işkence ve eziyetlerle dinimizden
döndürmeye çalışan Mekke müşrikleri, artık karşımızda duramayacaktı. Mekke,
artık müşriklerin değil, Müslümanların bir şehri olacaktı. Galiba en iyisi
Mekke'yi nasıl fethettiğimizi en başından anlatmak...
Hatırlarsanız,
Hudeybiye anlaşmasının bir maddesi şuydu: Kureyş'in dışındaki kabilelerin,
bizim veya Kureyşlilerin korumasına girmekte serbest olmaları.
Zaten biz bu anlaşmayı
müşriklerle imzaladığımız gün, Huzaa adlı kabilenin ileri gelenleri de oraya
gelmişlerdi. Hatta hemen Sevgili Pey-gamberimiz'in koruması altına
girdiklerini, Ku-reyş müşriklerinin gözü önünde ilan etmişlerdi.
Huzaa kabilesi, her ne
kadar müşrik olsa da, eskiden beri biz Müslümanları seviyor, hatta birçok
konuda yardımcı oluyordu. Peygamber Efen-dimiz'in korumasında olmaları demek,
hiç kimsenin onlara karışamayacağı demekti. Aynı şekilde Benî Bekir kabilesi
de Kureyş müşriklerinin koruması altına girdi. Böylece her iki kabile de kendi
tercihlerini yapmış oldu.
Hudeybiye
anlaşmasından bu yana yaklaşık iki yıl geçmişti. Bu süre içinde Kureyş
müşrikleriy-le bir sorun yaşamadık. Fakat hicretin bu sekizinci yılında şöyle
bir olay oldu: Kureyşlilerin koruması altında olan Benî Bekir kabilesi,
Peygamber Efendimizin korumasında olan Huzaa kabilesine saldırmış, 23 Huzaahyi
öldürmüştü. Bu olayda dikkat çeken şey; Kureyş müşriklerinin de Benî Bekir'lere
yardım etmeleriydi. Hatta Ebu Cehil'in oğlu İkrime ve Safvan bin Ümeyye gibi
Kureyş müşriklerinin İleri gelenleri de saldıranların içinde görülmüş ve
tanınmıştı. Halbuki bu olanlar, Hudeybiye anlaşmasına aykırıydı.
Huzaa kabilesine
yapılan bu baskından üç gün sonra, Huzaalılann başkanı, kırk kişilik bir
heyetle Sevgili Peygamberimİz'e geldi. Başlarına geleni anlattı. Haklı olarak
yardım istedi. Allah'ın Resulü Peygamber Efendimiz çok rahatsız oldu. Onlara
yardım edeceğine dair söz verdi.
Hemen Kureyşlilere
haber gönderdi. Çünkü Kureyşlilerin korumasında olan Benî Bekir kabilesinin,
kendisinin korumasındaki Huzaa kabilesine saldırması, kendisine saldırmaları
demekti. Benî Bekirler de madem Kureyşlilerin korumasın-daydı, onların yaptığı
bu olayı, sanki Kureyşliler tarafından yapmış sayılıyordu. Hatta Kureyşliler,
onlara bizzat yardımcı olmuşlar, beraberce Hu-zaalılara baskın yapıp
saldırmışlardı.
Bu sebeple Sevgili
Peygamberimiz Kureyşlilere, öldürülen Huzaalılann ya diyetlerini vermelerini,
ya da Benî Bekirleri korumaktan vazgeçmelerini bildirdi. Şayet bu İki durumdan
birini kabul etmezlerse, kendileriyle savaşacağını söyledi.
Bu arada Kureyşliler,
yaptıkları bu büyük hatanın farkına varmışlardı. Bu endişeyle Hudeybiye
anlaşmasını bozmayıp yenilemek için liderleri Ebu Süfyan'i, Medine'ye Peygamber
Efendİmiz'e gönderdiler. Ebu Süfyan Medine'ye gelince, önce Sevgili Peygamberimizin
hanımı ve kendisinin de kızı olan Ümmü Habibe'ye gitti. Fakat ondan yüz
bulamayınca Peygamber Efendimiz'in huzuruna geldi. Hudeybiye anlaşmasını
yenilemek istediğini söyledi.
Sevgili Peygamberimiz:
— Yoksa siz bir olay çıkarıp anlaşmayı mı
bozdunuz? diye sordu.
Ebu Süfyan:
— Öyle bir şey yapmadık, dedi. Tekrar anlaşmayı
yenilemek istediğini söyleyince, Peygamber
Efendimiz cevap vermeyip sustu.
Böylece Sevgili Peygamberimiz'den umduğunu bulamadı.
Meğer sırayla Ebu
Bekir, Ömer ve Osman'a uğrayıp yardım istemiş. Onlar da Ebu Süfyan'a beklediği
desteği vermemiş. Hatta Ömer, zoruna gidecek sözler söylemiş.
Son şans olarak da
bana geldi. Anlaşmanın yenilenmesi için yardımcı olmamı istedi. Yardımcı
olamayacağımı, kararın Sevgili Peygamberimizde ait olduğunu söyledim. Benden
bunun üzerine nasihat istedi. Ona bir faydası olmayacağını bile bile:
- Mescitte kalkıp her
iki taraf halkını barıştırmak için korumana aldığını İlan et. Sonra da Mekke'ye
dön, diye bir fikir verdim.
Hemen mescitte olan
Peygamber Efendimiz'in huzuruna gitti. Ona söylediğim şekilde ayakta dikilip
her iki taraf halkını barıştırmak için, korumasına aldığını herkese ilan etti.
Sonra da:
— Ya Muhammedi Bu
himaye sözümü reddedeceğini
zannetmiyorum, dedi. Sevgili
Peygamberimiz:
— Ey Ebu Süfyan! Bunu sen söylüyorsun, ben değil, dedi.
Bunun üzerine Ebu
Süfyan, umutsuz bir şekilde Mekke'ye döndü. Mekke'de halka yaptıklarını
anlatınca, başta eşi Hind olmak üzere herkes tarafından alaya alınmış. Hatta
benim kendisine verdiğim fikirle, onunla alay etmiş olduğumu dahi
söylediklerini duydum.
Sevgili çocuklar!
Müşriklerin Hudeybiye anlaşmasını bozup öldürdükleri 23 Huzaalılann diyetini
vermeyecekleri, Benî Bekİrleri korumaktan da vazgeçmeyecekleri böylece
anlaşılmıştı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Mekke'nin fethi için,
Ashabiyla gizliden gizliye görüştü. Mekke'yi fethetme hazırlıklarını görmeye
başladı.
Kimsenin Mekke'yi
fethetme hazırlıklarında olduğunu bilmesini istemiyordu. Bunun açığa çıkmaması
ve duyulmaması için Allah'a dualarda bulundu. Hatta kimsenin Mekke'yi fethe
gideceği düşünülmesin diye, Ashabtan Ebu Katade'nin komutasında bir askeri
birliği, Batn-ı İzam denilen bölgeye doğru gönderdi. Böylece o tarafa sefer
yapılacağı izlenimini verdi. O sırada Ramazan ayı da gelmek üzereydi. Daha
sonra:
— Allah'a ve Resulüne
inananlar, Ramazan ayı başlarında Medine'ye gelsinler, diye civardaki tüm
Müslüman kabilelere haber gönderdi.
Bu sırada ilginç bir
olay yaşadık çocuklar: Ashabtan olup Bedir savaşında bulunan Hatıb bin Ebİ
Belta vardı. Hatta Peygamber Efendimiz'in elçiliğini dahi yapmış biriydi. İşte
bu sahabe, meğer Mekkelilere Sevgili Peygamberimizin üzerlerine sefer
yapacağına dair, gizli bir mektup yazmış. Bu mektubu Kureyşlilere vermesi için
Mekke'ye giden Sâre adındaki bir şarkıcı kadına vermiş.
Az önce de söylediğim
gibi Peygamber Efendimiz, Yüce Allah'a Mekkelilere ansızın ve hazırlıksız bir
şekilde sefer yapmak İçin dualarda bulunmuştu. Yüce Allah, Bu duayı kabul
ettiği için, Hatıb'ın yaptığı bu gizli işi, Cebrail vasıtasıyla Sevgili
Peygamberimİz'e bildirmişti. Bu nedenle Peygamber Efendimiz beni, Zübeyr bin
Avvam'ı ve Mikdat bin Esved'i çağırdı. «Hah Bahçesi» diye bilinen yere acele
gidip Sâre denen kadını yakalamamızı, ondaki mektubu alıp kendisine getirmemizi
emretti.
Kadını aynen
söylenilen yerde bulduk. Kadın, üzerinde mektup olmadığını söyledi. Fakat
Sevgili Peygamberimiz yalan söylemezdi. Öyleyse kadın, mutlaka yalan
söylüyordu. Kadına mektubu vermesini yoksa üstünü arayacağımı söyledim. Kadın
ciddi olduğumu görünce, saç örgülerini çözüp içine gizlediği mektubu verdi.
Mektubu Sevgili
Peygamberimİz'e getirdik. İçinde Mekkelilere karşı yapılan hazırlıkların bilgileri
yazılıydı. Peygamber Efendimiz, Hatıb'ı çağırttı. Bunu neden yaptığını sordu.
Hatıb:
— Ya Resulallah!
Mekke'de ailem ve mallarımı koruyacak kimse yoktur. Zira ben, Kureyşli-lerden
değilim. Ailemi korusunlar diye bunu yaptım. Yoksa küfre saptığım veya
dinimden döndüğüm için bunu yapmış değilim. Vallahi Allah ve Resulüne olan
imanım üzereyim, dedi. Mektubu gönderdiğini inkar etmedi.
Hatıb doğru konuşunca,
Peygamber Efendimiz de onu onayladı. Bunun üzerine Yüce Allah, indirdiği şu ayetle
müşriklerle dostluk kurulmamasını emretti: «Ey iman edenler! Benim de sizin de
düşmanınız (olan kimseleri) dostlar edinmeyin. (Onlara duyduğunuz) sevgi
sebebiyle kendilerine (Peygamberin savaş hazırlıklarını) ulaştırıyorsunuz!
Halbuki (onlar) size Hak'tan geleni gerçekten inkar etmişlerdi...» (Mümtehine,1)
Demek ki çocuklar! Her
ne şartta olursa olsun, Müslüman olmayanları dost kabul etmememiz gerekir.
Bizim dostumuz, ancak Aliah'a ve Resulüne inanan Müslümanlar olmalıdır. Çünkü
Müslüman olmayanlar Allah'a ve Resulüne ait olan emirlere iman etmemişlerdir.
Hatta Allah'ın dinini inkar edip, başka dinleri bize şirin göstermeye
çalışırlar. Böylelikle imanımız konusunda bize tuzaklar kurarlar. Bu durumda
dost olarak, aynı dine inandığımız kimseler yani Müslümanlar, sadece bizim
dostumuz ve kardeşimizdirler.
Bu arada civar
kabilelerden Medine'ye gelenlerle beraber, 10 bin kişilik bir İslâm ordusu
meydana geldi.
Hatırlıyor musunuz
çocuklar! İki yıl önceki Hudeybiye anlaşması zamanında sayımız ne kadardı,
şimdi ne kadar?.. İki yıl içinde İslâm'ın gücü kat kat arttı. Halbuki biz o
zaman, Peygamber Efendimiz'in Hudeybiye anlaşmasını imzalamasına alınmıştık.
Ne kadar da yanlış bir davranış göstermişiz değil mi? Meğer işin içinde gizli
bir hikmet (sebep) varmış da, biz bilememişiz.
Her neyse!.. Sözü
fazla uzatmayayım çocuklar. Ramazan'm ikinci günü 10 bin kişilik bir orduyla
Medine'den yola çıktık. Yolda, Medine'ye ailesiyle beraber hicret edip gelen
amcam Ab-bas'la karşılaştık. Bedir savaşından beri Mekke'de Müslümanlığını
gizleyerek kalan amcam, Peygamber Efendimiz'e birçok defa gizliden haberler
göndermiş, çok faydası dokunmuştu.
Mekke'yi fethe
gideceğimizi öğrenince o da bize katıldı.
Mekke müşriklerinin
hâlâ üzerlerine yürüdüğümüzden haberleri yoktu. Kudeyd denen yerde Sevgili
Peygamberimiz beni, Zübeyr bin Av-vam'i ve Sad bin Ebi Vakkas'i Muhacirlerin
sancaktarları yaptı. Mekke'ye yakın Merruzzahran denen vadiye gece vakti
varmıştık. Burada konakladık. Peygamber Efendimiz'in emriyle herkes bir ateş
yaktı. Bir anda tam 10 bin ateş yakıldı. Meğer Mekkeliier dağ, taş her tarafı
saran 10 bin ateşimizi görmüş, çok korkmuşlar. Ebu Süfyan ve birkaç kişi
durumu araştırmak için yola çıkmışlar. Fakat askerlerimiz tarafından
yakalanmışlar. Amcam Abbas, Ebu Süfyan'ı hemen Sevgili Peygam-berimiz'in
huzuruna getirdi. Ebu Süfyan'ı gören Ömer, onu öldürmek için hemen peşlerine
düşmüş, Peygamber Efendimizin çadırı önüne gelip beklemişti.
Sevgili Peygamberimiz,
müşriklerin lideri olan Ebu Süfyan'i Müslüman olmaya davet etti. Ama Ebu Süfyan
hâlâ şüphe içinde olduğunu söylüyordu. Peygamber Efendimiz'in emriyle amcam
Abbas, Ebu Süfyan'i o gece misafir etti. Ertesi sabah tekrar Sevgili
Peygamberimiz'in huzuruna getirdi. Ebu Süfyan bu defa Müslüman oldu. Amcam
Abbas'ın teklifi üzerine Peygamber Efendimiz:
— Kim Ebu Süfyan'ın
evine girerse güvendedir. Kim ki Mescid-i Haram'a girerse güvendedir. Kim ki
kendi evine girerse güvendedir, diye ilanlar yaptırdı. Böylece Mekke'nin
lideri olduğu için Ebu Süfyan'ın evine sığınanın öldürülmeyeceğine dair güvence
vererek Ebu Süfyan için bir Övünme vesilesi verdi.
Amcam Abbas, Ebu
Süfyan'ı Sevgili Peygamberimiz'in huzurundan alıp İslâm ordusunun geçeceği
yeri iyi gösteren bir tepenin başına çıkardı. İslâm ordusu kabile kabile
geçiyordu. Ebu Süfyan İslâm'ın bu gücü karşısında hayretten hayrete girmiş.
Hatta:
— Ben şu ana kadar, böyle bir ordu, böyle bir
topluluk görmedim, demiş.
Çünkü İslâm askerleri
disiplinli ve tam bir düzen içinde bir geçit töreni yapıyordu. Bu, Allah'ın
bir lütfü ve yardımıydı. Mekke'den sürülen bizler, şimdi izzet ve şerefle
Mekke'yi fethedecektik.
Ebu Süfyan, ordumuzun
geçiş törenini izledikten sonra, Mekke'ye koşmuş. Peygamber Efendimiz'in
amcam Abbas'ın teklifiyle kendisine verdiği güvenceleri açıklamış. Kimi kendi
evine çekilmiş, kimi Ebu Süfyan'ın evine sığınmış, kimi de Kâ'be'nin örtüsü
altına saklanmış.
Sevgili Peygamberimiz
bütün ordu komutanlarına:
— Kureyşliler
tarafından saldırılmadıkça, sîz saldırmayınız, diye emretti.
Fakat bu emrine
rağmen, 10 kişi için, görüldükleri yerde öldürülmelerini emretti. İkrime bin
Ebu Cehil, Abdullah bin Sad, Hint bin Utbe, Vahşi, Sâre adındaki şarkıcı kadın
ile iki şarkıcı cariye bu on kişilik listedeydiler. Bunlardan kimi gücü, kimi
dili, kimi de kiniyle İslâm'a aşırı düşmanlık yapmıştı.
Nihayet dört taraftan
Mekke'ye girdik. Ciddi bir direniş görmedik. Fakat sağ taraftan Mekke'ye giren
Halid bin Velid'e, İkrime bin Ebu Cehil ve Safvan bin Ümeyye'nin etrafına
topladıkları bir grup saldırınca, 13 müşrik öldürüldü. İki de Müslüman şehid
oldu.
Neticede İslâm
ordusunun komutanı Sevgili Peygamberimiz Mekke'ye girdi. Tarih; Hicretin
sekizinci yılının 13.Ramazandı Cuma gününü gösteriyordu. Tekbirlerle ilerleyen
bizler, Allah'a hamd ve senalar ediyorduk.
Aklıma geldikçe o
günü, yani biz Müslümanların Mekke'ye girip yeryüzünün incisi oian Kâ'be'ye
kavuşmasını, hep iki sevgilinin kavuşmasına benzetirim. Bu sevgiyle dolu bir
şekilde Peygamber Efendimiz'le beraber Kâ'be'yi tavaf ettik. Kâ'be'yi 360
puttan tek tek temizledik. Sevgili Peygamberimiz asasıyla Kâ'be'deki hangi puta
işaret ettiyse, yüzüstü devrildi. O da bu arada; «Hakk geldi, batıl zail oldu.
Gerçekten batıl yok olmaya mahkûmdur!» (isrâ, su ayetini okuyordu. Evet, hakk
olan İslâm gelmiş, batıl olan cahiliye yok olmuştu.
Bu esnada Bilal, o gür
ve şirin sesiyle Kâ'be'nin damına çıkarak ezan okudu. Daha sonraları duyduğuma
göre, Bilal'ın ezan okuması esnasında Ebu Süfyan, Attab bin Esid, Haris bin
Hİ-şam oturmuş, aralarında konuşuyorlarmış.
Attab:
— Babam Esid, ne mutlu bir adamdı ki bugünü
görmedi, demiş. Haris:
— Muhammed, bu siyah
kargadan başka bir adam bulamadı mı ki müezzin yapsın? diye Bilal'ı kötülemiş.
Ebu Süfyan ise:
— Vallahi ben bir şey
demeyeceğim. Kimse olmazsa bile, şu ayağımın altındaki taşlar, konuştuklarımızı
haber verir. O da bilir, demiş.
Böyle konuştukları
esnada Peygamber Efendimiz aniden çıkagelmiş. Aralarında konuştuklarını onlara
haber vermiş. Attab ve Haris, bu mucize karşısında hemen Müslüman olmuşlar.
Ebu Süfyan İse:
— İyi ki bir şey
demedim, demiş.
Sevgili çocuklar!
Allah'ın Resulü Sevgili Peygamberimiz, Kâ'be'nin anahtarını yine eskiden beri
bu göreve bakan Osman bin Talha'ya verdi. Halbuki herkes O'ndan bu görevi
almasını bekliyordu. O ise böyle bir şey yapmadı. Çünkü Osman'ın ailesi
Kâ'be'nin anahtarlarını taşıma görevini çok eskiden beri yapıyordu. Böylece
Peygamber Efendimiz emaneti sahibine vermiş oldu.
Sevgili Peygamberimiz
Kâ'be'den çıktığı esnada Mekke halkının toplanmış olduğunu gördü. Halk
toplanmış, Peygamber Efendimizin kendileri için nasıl bir karar vereceğini
bekliyordu.
Sevgili Peygamberimiz
onlara sordu:
— Ey Kureyş topluluğu! Hakkınızda ne yapacağımı
tahmin ediyorsunuz?
O'nu İyi tanıyan halk
hep bir ağızdan:
— Sen kerem ve iyilik
sahibisin! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanıyoruz, dediler.
Bunun üzerine
Peygamber Efendimiz:
— Gidiniz, sizler serbestsiniz!
dedi.
Halk buna
inanamıyordu. Halbuki Kureyş olsaydı, bizleri kılıçtan geçirir, yine de rahat
etmezdi. Ama İyilik, tokattan da beterdi. Şok ve hayret içindeydiler. Kerim ve
cömert olarak tanıdıkları Muhammedü'l-Emİn, Kureyş'İn kendisine ve biz
müslümanlara tüm yaptıklarına rağmen, affetme yolunu seçti. Bu, ancak şefkat
ve merhamet peygamberi son peygamber olan Sevgili Peygam-berimiz'in
yapabileceği bir işti.
Tüm bunlardan sonra
Peygamber Efendimiz, Safa Tepesi'nde biatlan kabul edeceğini ilan ettirdi.
Erkeklerden ve kadınlardan da Allah'a şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, kız
çocuklarını Öldürmemek, iffetlerini korumak ve herhangi bir iyilik konusunda
Sevgili Peygamberimiz'e isyan etmemek üzere biat aldı.
Bu sırada Ebu
Süfyan'ın karısı olup, mutlaka öldürülecek on kişilik listede bulunan Hind de
kıyafet değiştirerek kadınlar arasına karışmıştı. Kendini tanıtmadan Müslüman
oldu.
Uhud'ta amcam
Hamza'nin ciğerini dişleyecek kadar kine sahip olan Hİnd, sonunda Allah'a
teslim olmaktan başka bir yol olmadığını anlamıştı. Öldürülmesi gerekirken
Şefkat Peygamberinin merhametine sığınan Hind'in Müslüman olmasını, Peygamber
Efendimiz kabul edip Hind'i affetti.
Öldürülmesi emredilen
on kişilik listedeki diğer şahısların da kimi Hind gibi, kimi bir aracının
korumasıyla, kimi de Sevgili Peygamberimizin merhamet ve şefkatiyle Müslüman
oldu. Birkaçı da öldürüldü.
Sevgili çocuklar!
Öldürülecek on kişilik listede olup kaçan İkrime bin Ebu Cehil ise daha sonra
Peygamber Efendimiz'in kendisine güvence vermesiyle, geri dönüp Müslüman oldu.
Sonraları Müslümanlığını güzelleştirdi. Birçok faydalı işler yapıp seçkin bir
sahabe oldu.
Yine bu listede yer
alanlardan Saffan bin Ümeyye de Müslüman olmak için iki ay izin istedi.
Sevgili Peygamberimiz ona dört ay izin verdi.
Evet çocuklar!
Peygamber Efendimiz Mekke'yi fethetti. Kâ'be'yi putlardan temizledi. Bununla
yetinmeyip Mekke'nin etrafında bulunan Uzza, Menat, Suva adındaki meşhur
putları da gönderdiği birkaç Ashabıyla yıktırdı. Böylece Mekke ve civarını Allah'ın
yardımıyla putlardan temizleyip asıl kimliğine kavuşturdu. Allah'ın
üzerimizdeki nimetleri için O'na ne kadar şükret-sek azdır çocuklar. Artık
Mekke bir İslâm şehri olup müşriklerin azınlıkta kaldığı bir yer olmuştu.
Sevgili çocuklar!
Mekke'yi fethetmemizden sonra başta Kureyşlilerin ileri gelenleri olmak üzere,
halkın çoğu Müslüman olmuştu. Dinimiz İslâmın şanı ve şerefini Yüce Allah daha
da artırmıştı, İslâm bu vesileyle daha çok tanınıp bilindi. Çünkü her tarafta
tüm insanlar İslâmın yüceliğini ve günden güne nasıl yayılıp geliştiğini konuşuyordu.
Bütün bu gelişmelere
karşın, hâlâ yarasa gibi İslâm güneşine karşı gözlerini gururla kapayan müşrik
kabileler vardı. Şirk onların kalplerini sarmış, karartmıştı. Bu arada duyduk
ki bu müşrik kabilelerden olan Hevazin ve Sakif kabileleri, Mekke'ye saldırmak
ve biz Müslümanları yok etmek için, aralarında anlaşıp karar almışlar.
Fakat Sevgili
Peygamberimiz, hemen hazırlıklara başlayıp «onlar saldırmadan biz saldıralım»
diye İslâm ordusunu hazırladı. Hatta henüz müşrik olmasına rağmen Safvan bin
Ümeyye'den emanet olarak iki yüz zırh ve birtakım silahlar da aldı.
Başkalarından da emanet alınan silahlarla savaş hazırlıklarımızı tamamladık.
İslâm ordusu olarak artık savaşmaya hazırdık.
Hevazin ve Sakif
kabileleri, Arabistan'ın en kalabalık iki kabilesiydi. Aralarında birleşip 20
bin kişilik bir ordu meydana getirmişlerdi. Komutanları Hevazin kabilesinden
Malik bin Avf idi. Biz ise Peygamber Efendimİz'in komutasında 12 bin kişilik
bir orduyduk. Ordumuza katılan 2000 Mekke'li yeni Müslüman olup, kalpleri henüz
yeni yeni İslâm'a ısınmış kimseler idi.
Müşriklerle
karşılaşmak için yola çıktığımızda bazılarımız:
— Ya Resulallah! Artık
bugün azlık yüzünden yenilmeyiz, dediler.
Peygamber Efendimiz bu
sözden hiç hoşlanmadı. Çünkü iman gücü ve Allah'ın yardımından çok, sayı
gücüne güvenmek doğru bir davranış değildi. Şayet zafer nasip olursa, ancak
Allah'ın yardımıyla olduğunu unutmamalıydık. Kendini ve kuvvetini beğenerek
Allah'ın yardımından gaflette olmak zarar getirir. Bu en küçüğünden en
büyüğüne, her işte böyledir, değil mi çocuklar? Allah dilemezse biz aciz kullar
hiçbir şey beceremeyiz. Fakat dilerse nice az topluluklar, çok olan
toplulukları elbette yenilgiye uğratır.
Nihayet Huneyn denen
yere varmıştık. Sevgili Peygamberimiz bizleri bir düzene soktu. Muhacirler
adına sancaktar olanlardan biri, yine bendim.
Müşrikler ise
aileleri, mallan ve hayvanlarıyla beraber savaş meydanındaydılar. Meğer aileleri,
malları ve hayvanlarıyla beraber savaşa gelmeleri, komutanları Malik'in
isteğiymiş. Buna göre, müşrikler ailelerine, mallarına ve hayvanlarına bakıp
daha çok cesaret alacak, gözleri arkada kalmadan savaşacaklarmış.
Hicretin sekizinci
yılı Şevval ayının 11. (Miladî 27 Ocak 630) Salı günü, Huneyn vadisinde
İlerlerken saldırıya uğradık. Önde Halİd bin Velid ve öncü kuvvetler vardı.
Aniden şiddetli bir şekilde yapılan bir saldırıyla, öncü birliklerimiz bozguna
uğradı. Önde bulunan kuvvetlerimiz, henüz yeni Müslüman olmuş Mekkelilerdi.
Sayımıza güvenip Allah'ın yardımını unutmanın ilahî ikazını, maalesef bu
savaşta gördük.
Öncü birliklerimiz
bozulunca, bu bozgun arkalarındaki Müslümanlara da bulaştı. Herkes birbirine
girdi. Ordumuz bozguna uğradı. Sağa sola kaçışmalar başladı. Hatta bazı Mekkeliler,
bize karşı kalplerinde gizlediklerini dahi açığa vurmuşlardı.
Sonradan öğrendim ki
Ebu Süfyan:
— Bu bozgun, denize
varıncaya kadar sürer. Vallahi Hevazinler onları yener, demiş.
Buna karşılık Safvan
bin Ümeyye ona:
— Ağzına taş, toprak dolsun, diye cevap vermiş.
Süheyl bin Amr da :
— Muhammed ve Ashabı bir daha düzelmez,
deyince İkrime bin Ebu Cehil:
— Bu yerinde bir söz değil. İşler ancak Allah'ın elindedir.
Muhammed'in elinde bir şey yoktur. Bugün savaş O'nun aleyhine ise, yarın
şüphesiz O'nun lehine olacaktır, demiş.
Süheyl:
— Sen, daha önce bu sözün tersini söylerdin,
diye İkrime'nin sözlerine hayret etmiş. İkrime ise:
— Vallahi
biz kötü şeyler
üzerindeydik. Akıllarımızı engellemiş, fayda ve zarar vermeyen birtakım
taşlara tapmış durmuşuz, diye Süheyl'i daha çok şaşırtmış.
Yaa çocuklar! Daha
önce de demiştim ya! İkrime imanını kuvvetlendirip iyi bir Müslüman olmuştu.
Ama bazıları onun gibi olmamıştı. Ebu Cehil gibi azılı bir müşriğin oğlu
İkrime, şimdi çok güzel bir müslümandı... Yüce Allah'ın imanı kime nasip
edeceğini kim bilebilir ki?
Sevgili çocuklar!
Böylesi bir bozgunu yaşadığımız o esnada, Peygamber Efendimiz Düldül duh *
siyer adlı katırı üzerinde savaş meydanında yalnız kalmış gibiydi. Ancak
etrafında 100 kadar kişi kalmıştık. Buna rağmen Sevgili Peygamberimiz,
Dül-dül'ü ileri sürüyor, geri adım atmıyordu. Amcam Abbas ise Düldül'ün gemini
tutmuş, Peygamber Efendimizin dana fazla ileri gitmesine izin vermiyordu. O da
ısrarla Düldül'ü müşriklere doğru sürüyor:
— Ey insanlar! Bana
doğru geliniz. Ben Allah'ın Resulüyüm. Ben Muhammed bin Abdullah'ım, diye
bağırıyor, kaçışan Müslümanları toparlamaya çalışıyordu.
Ayrıca Amcam Abbas'a
da emirler veriyor, bağırmasını istiyordu. Çünkü amcamın sesi çok gürdü. Amcam,
aldığı emir üzerine o gür sesiyle bağırıp, Rıdvan ağacının altında Peygamber
Efen-dimiz'e yaptığımız biati hatırlatıyordu.
Böyle bir ortamda bir
yandan da Sevgili Peygamberimiz'! korumaya çalışıyorduk. Bu esnada biz
erkekler kadar, kadınlarımız da kahramanlık gösteriyordu.
Mesela, Ümmü Ümare'yi
eline bir kılıç almış çarpışıyor gördüm. Bir ara boz bir devenin üzerindeki
bir müşriğin devesinin arka ayaklarına, bir kılıç vurup onu yere düşürdü ve
öldürdü. Yine bir ara Peygamber Efendimiz, Ümmü Süleym'i belinde bir hançerle
gördü. Ümmü Sü-leym, kaçan Müslümanları, o ortamda Sevgili Peygamberimiz'e
şikâyet ediyor:
— Seni
nasıl yalnız bırakıp kaçtılar? diye üzüntülerini dile getiriyordu.
Çocuklar! İçlerinde
benim de bulunduğum Peygamber Efendimiz'in etrafındaki o grup olarak, canla
başla O'nu korumaya çalışıyorduk. Hatta Ebu Dücane'yle beraber Sevgili
Peygambe-rimiz'in önünde şiddetli bir şekilde çarpışıyorduk. Bize saldırmaya
kalkışan müşriklerin bir komutanını da beraberce öldürdük.
Peygamber Efendimiz ve
amcam Abbas'ın seslenmelerinden sonra kaçan ve bozguna uğrayan Müslümanlar,
birden kendilerine geldiler. Her taraftan «Lebbeyk (Buyur) Ya Resulallah!»
sesleri gelmeye başladı. Geri dönen Müslümanlar, Sevgili Peygamberimiz'İn
etrafında toplandılar. «Kaçmak, sonra saldırmak!» diyerek düşmana cesaretle
saldırmaya başladılar. Şiddetli bir saldırı yaşanıyordu.
Bir ara Peygamber
Efendimiz Düldül'den inip:
— Allah'ım! Bize
yardımını indir! Muhakkak ki sen onların bize galip gelmelerini istemezsin,
diye Allah'tan yardım
ve zafer diledi.
Ardından bir avuç
toprak istedi. Hemen yerden bir avuç toprak alıp, O'na uzattım. Alıp müşriklerin
yüzlerine doğru:
— Yüzleri kara olsun!
diyerek savurdu; Kâ'be'nin Rabbına and olsun ki onlar bozguna uğradılar, dedi.
Müşriklerden gözüne ve ağzına toprak girmeyen kimse kalmadı. .
O anda birden yerle
gök arasında beyaz tenli, alaca atlara binmiş, başlarına kırmızı sarıklar
sarmış, uçlarını da arkalarına salmış, bölük bölük adamlar (melekler) görüldü.
Müşrikler bu durum--dan öyle bir korktular ki, çarpışacak güçlerini yitirdiler.
Şaşkın şaşkın Allah'ın bu apaçık yardımına bakakaldılar.
Aniden Hevazinlilerin
sancaktarını bu arada gördüm. Hemen saldırıp yere serdim. Zaten korku içinde
olan müşrikler, dağılmaya ve kaçmaya başladılar. Savaşın yönü değişmişti. İlahî
yardım olarak gelen meleklerle desteklendiğimizden, şüphemiz yoktu. Müşrikler,
bozguna uğrayıp gruplara bölündü. Yenilgiyle savaş meydanından durmaksızın
kaçtılar.
Kaçanların bazıları,
Evtas denen yerde toplandı. Bazıları da Taife sığındı. Evtas'ta toplananları
dağıtıp, Taife sığınanların peşine düştük.
Bu savaşta bizden dört
şehid olmasına karşılık, müşrikler 70 ölü verdi. Buna ilaveten toplu olarak
savaş meydanında bulunan mallarını, hayvanlarını ganimet; çocuk ve kadınlarını
da esir aldık. Ganimet malları o kadar çoktu ki dağ, taş hepsi ganimet
mallarıyla doluydu.
Sevgili çocuklar! Bu
savaşta yaşadığım olaylardan birini anlatmak, sizlerle paylaşmak istiyorum:
Savaşa başladığımızda Sevgili Peygamberimiz, bizi kadınları ve çocukları
öldürmekten men etti. Hatta:
— Dikkat ediniz! Çocuk öldürülmeyecektir,
diye emrini
tekrarlayınca Üseyd bin Hudayr:
— Ya Resulaîlah! Onlar müşriklerin çocukları
deği.ler midir? dedi. Peygamber Efendimiz:
— Sizin en
hayırlılarınız da müşriklerin çocukları değiller midir? dedi. Birçoğumuzun
babasının müşrik olduğunu hatırlattı ve yine devam etti:
— Her çocuk İslâm
(dinini kabul etme) yaratılışı üzere doğar. Dili dönünceye kadar da öyle
gider. Ana-babası onu ya Yahudileştirir, ya da Hı-ristiyanlaştmr.
Demek ki sevgili
çocuklar! Tüm çocuklar günahsızdır. Bir gün, hak din olan dinimiz İslâm'ı kabul
edecek b'r yaratılışla, Yüce Allah onları yaratmıştır. Fakat anne-babaları,
çocuklarının bu gerçeği farketmelerine engel olacak şekilde onları eğittiği
için, yaratılışlarına dönemiyorlar. Bazıları ise hayatlarının ileriki
dönemlerinde İslâm'a dönebiliyorlar. O sebeple sizler, Müslüman anne-babadan
doğduğunuz için çok şanslısınız. Yüce Allah'a sizi Müslüman olarak yarattığı
için, çok çok şükretmeyî ihmal etmeyin. Eminim ki siz, bunun farkındasınız.
Sevgili çocuklar!
Hevazin ve Sakİf kabilelerinden Huneyn savaşında yenilip kaçanlar, Taif
kalesine sığınmışlardı. Zaten Taif, Sakiflİlerin yurduydu. Bu savaşın
kışkırtıcısı ve komutanı olan Malik bin Avf da kaçıp Taife sığınmıştı.
Bizler, Peygamber
Efendimiz'in komutasında peşlerine düştük. Taif kalesi önüne kadar gittik.
Taif'liier kalelerine kapanmışlardı. Üzerlerine geleceğimizi ve onları
kuşatacağımızı tahmin ettikleri için, çok miktarda yiyecek depolamış, hazırlarını
yapmışlardı.
Önce Taif Kalesi'nin
surlarına yakın bir yere karargâh kurduk. Fakat kaleden bize atılan oklar,
bazılarımızın şehid olmasına sebep oldu. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimizin
emriyle, yerimizi değiştirip daha sağlam ve güvenli bir yere çekildik.
Kuşatmamız, karşılıklı
ok atmalarla geçiyordu. Bir ilerleme olmayınca Selman-ı Farisi'nin teklifiyle
«Mancınık» denen bir alet kullandık. Bu aletin kepçe gibi bir kabı vardı. Ona
kocaman bir taş koyuyorduk. Alet, onu Taif Kalesi'nin içine fırlatıyordu.
Bir de «Debbabe»
denilen bir başka araç daha kullandık. Debbabe, altına girilerek kalenin
duvarına yaklaşmamızı ve delmemizi sağlayan bir araçtı. Altına girmemizin
sebebi, atılan oklardan bizi korumasıydı. Kalın deriden yapılmış bir araçtı.
Fakat kaleden atılan kızgın şişler ve demir parçaları debbabeyi yırtıp,
ilerlememize engel oluyordu. Hatta bazılarımız şehid oldu.
Kuşatma gittikçe
uzuyor, Sakifliler de teslim olmuyorlardı. Sevgili Peygamberimiz, TaiflÜerin
üzüm bağlarındaki asmalarının kesilmesini emretti. Fakat Sakifliler, akrabalık
hakkı adına Peygamber Efendimİz'den asmalarının kesilmemesi isteğinde
bulundular. Çünkü Sevgili Peygamberimiz, annesi tarafından Sakiflilerle
uzaktan akrabaydı. Bu istek üzerine Peygamber Efendimiz, üzüm asmalarına
karışmadı. Akrabalık hakkını korudu. Düşmanları dahi olsa bu
hakka, ancak Sevgili Peygamberimiz sahip çıkardı. Çünkü O, üstün ve örnek bir
insandı.
Buna rağmen Sakifliler
kalelerinden bize laf atıyor, küfürler ediyor, çeşitli hakaretlerde bulunuyorlardı.
Taiflileri bir türlü kalelerinin dışına çı-kartamıyorduk. Hatta Halid bin
Velid, meydana çıkıp er diledi. Fakat onlar kalelerinde bağırarak,
çıkmayacaklarını söylediler. Buna ilaveten, yıllarca kendilerine yetecek yiyeceklerinin
olduğunu, eğer Halid beklerse ve yiyecekleri de biterse, o zaman karşısına
çıkabileceklerini söylediler. Kendilerince alay ediyorlardı.
Peygamber Efendimiz,
Taifteki kölelerin kaleden kaçıp yanına gelmeleri halinde, hür olacaklarını
ilan ettirdi. Bunun üzerine 23 kadar köle Taif Kalesinden kaçtı. Sevgili
Peygamberimiz de ilan ettiği gibi onları azad etti.
Bu sırada Peygamber
Efendimiz, bir rüya gördü. Rüyasını manevi bir İşaret kabul ederek kuşatmadan
geri çekilmek istedi. Fakat Ashabtan bazılarımız bunu istemedi. Bazılarımız da
hep beraber hücuma geçmek için, Sevgili Peygambe-rimiz'den izin istediler.
Peygamber Efendimiz de rüyasına işaret ederek:
— Onu fethedeceğimizi
sanmıyorum. Onun fethi hakkında bize şimdilik izin verilmemiştir, dedi.
Fakat yine de son bir
toplu saldın yapıldı. Sevgili Peygamberimizin haklılığı ortaya çıktı. Çünkü
birçok Ashab yaralanmıştı. Nihayetinde 18 gün süren kuşatmamız sonucunda, 14
şehid vererek geri çekildik. Peygamber Efendimiz:
— Allah'ım!
Sakiflilere doğru yolu göster. Onları bize getir! diye dualarda bulunarak kuşatmayı
kaldırdı.
Sevgili çocuklar! Taif
kuşatmasını kaldıran Peygamber Efendimiz, Huneyn Savaşi'nda ele geçirilen
ganimetlerin toplandığı Cirane denen yere döndü. Hemen ganimetleri bölüştürmedi.
Hevazinlilerin gelip Müslüman olmalarını, böylelikle mallarını ve esir olan
ailelerini almalarını umuyordu. Fakat bu gayeyle 10 gün kadar oyalanmasına
rağmen, gelen olmayınca, ganimetleri bölüştürdü.
Biliyor musunuz
çocuklar! Huneyn Sava-şı'nda ele geçirdiğimiz ganimet 24 bin deve, kırk bin
büyük baş hayvan, kırk bin ukiyye (bir buçuk ton!) gümüş ve altı bin esir'den
meydana geliyordu. Önce esirleri Müslümanlar arasında bölüştürdü.
Tam bu sırada
Peygamber Efendimiz'in beklediği Hevazinlilerden bir heyet geldi. İslâm'ı kabul
ettiklerini açıkladı. Sevgili Peygamberimiz, bu durum üzerine sadece
kadınlarını ve çocuklarını onlara geri verdi. Malları ve hayvanlarını ise ganimet
olarak aldı.
Hevazinlilerin
komutanı Malik bin Avf'a da
haber göndertti: Şayet
gelip Müslüman olursa, ailesiyle beraber malını da verebileceğini söyledi.
Malik bu haberi alınca Taif ten kaçıp Peygamber Efendimiz'e geldi. Müslüman
oldu. Sevgili Peygamberimiz de ona ailesini ve malını geri verdi. Ayrıca onu
kavmine komutan olarak atadı. Taif Kalesi'ni de sürekli kuşatma altında
tutmasını emretti. Malik, Peygamber Efendimiz'in bu ikramı/cömertliği
karşısında çok memnun oldu. Sevgili Peygamberimiz'i sürekli övdü.
Sevgili çocuklar!
Hatırlarsanız, Huneyn Sa-vaşı'na çıkan Peygamber Efendimiz, henüz Müslüman
olmayan Safvan bin Ümeyye'den 200 zırh ve birtakım silahları emanet almıştı.
Sevgili Peygamberimiz,
ganimet mallarını bölüştürürken, Safvan da o sırada oradaydı. Deve ve
koyunlarla dolu olan vadiye bakıyor, iç geçiriyordu. Peygamber Efendimiz,
Safvan'ın bu durumunu gördü:
— Vadi içindekilerle beraber senin olsun,
dedi. Safvan, bu kadar
cömertlik karşısında hemen Müslüman oldu.
Yeni Müslüman olmuş
birçok kimseye «kalbi İslâm'a karşı ısınsın» diye Sevgili Peygamberimiz, çokça
cömert davrandı. Hatta umulandan daha çok cömert davrandı. Ganimet malını
Mek-keli yeni Müslümanlara fazlasıyla verince, En-sar'ın gençleri arasında
ileri-geri söylentiler ortaya çıktı; Güya Peygamber Efendimiz Kureyşlilere
ganimet malı vermiş, kendilerini unutmuştu. Daha birçok söylentiler...
Bu sözler Sevgili
Peygamberimiz'in kulağına kadar gitti. Peygamber Efendimiz, sadece Ensar'ı bir
araya topladı. Ensar'dan olmayan hiç kimseyi bu toplantıya almadı. Sonra onlara
nasihat edip şöyle buyurduğunu işittim:
— Ey Ensar cemaatı! Birtakım insanlar aldıkları
dünyalıklar, davarlar ve develerle çıkıp giderken, sizler Resulullah ile
birlikte yurdunuza dönüp gitmeye razı olmaz mısınız? Vallahi sizin Resulullah
ile birlikte dönüp gitmeniz, onların dünyalıklarla dönüp gitmelerinden daha
hayırlıdır.
Daha sonra Ensar'a
ganimet payları olarak kendisinin düştüğünü ifade etmiş. Ensar da:
— Evet ya Resulallah! Biz buna razıyız, demiş.
Peygamber Efendimiz:
— Ey Allah'ım! Ensar'in oğullarına, onların
oğullarının oğullarına da rahmet et, diye dua etmiş.
Ensar, Sevgili
Peygamberimiz'in bu nasihat-leriyle hiçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış, gözlerinden
akan yaşlar sakallarını ıslatmış:
— Biz, ganimet hissesi olarak Resulullah'a
razıyız, demişler.
Ganimetlerin paylaşması
işi bitince, Cira-ne'den ayrıldık. Peygamber Efendimiz'in önderliğinde
Mekke'ye döndük. Artık Medine'ye dönme zamanı yaklaşmıştı. Sevgili
Peygamberimiz, Mekke'ye Attab bin Esid'i vali olarak atadı. Muaz bin Cebel'i
de İslâm'ı Öğretmek için görevli olarak, Mekke'de bıraktı. Daha sonra Ensar'Ia
beraber Medine'ye döndük.
Medine'ye dönüşümüzden
sonra, Peygamber Efendimiz, Umman ve Bahreyn hükümdarlarına da elçiler
gönderdi. Her ikisi de Müslüman oldular. Artık İslâm'ın daveti dalga dalga
yayılıyor, engel tanımıyordu.
Sevgili çocuklar!
Hicretten bu yana sekiz yıl geçmişti. Dokuzuncu yıla girmiştik. Bu yıl içinde
birçok kabileler, heyet heyet geiip Müslüman oluyor, yurtlarına geri
dönüyorlardı. Yine bu yıl, o kadar çok kabile Medine'ye geiip Müslüman oldu ki
bu sebeple bu yıla «Heyetler Yılı» dersek yanılmayız. Çünkü İslâm'ın gücü
artık reddedilmeyecek kadar apaçık ortadaydı.
Ayrıca Sevgili
Peygamberimiz, civar kabilelerin putlarını ortadan kaldırmıştı. Fakat Tay Kabilesinin
«Fels» adındaki putu hâlâ ayaktaydı.
Peygamber Efendimiz,
beni huzuruna çağırdı. Fels denen o putu parçalayıp, yok etmemi emretti.
Emrime 150 kişilik bir kuvvet verdi. Hemen Yemen civarındaki Tay Kabilesi'ne
varıp, sabah vakti saldırdım. Şiddetli çarpışmalardan sonra, birçok esir ve
ganimet malları aldım. Fels denen putlarını parçalayıp yok ettim.
Fakat kabilenin
başkanı olan Adiy bin Ha-tem kaçmıştı. Daha sonra esir aldığım Adiy'in kız
kardeşi Saffane'yi de, Peygamber Efendimiz serbest bıraktı. Saffane, Adiy'i bulup
Sevgili Peygamberim iz'in huzurunda
Müslüman olmasını Peygamber
Efendimiz, Adiy'e çok ikramda bulundu. Çünkü Adiy, kabilesinin başkanı olup
Hıristiyandı. Ayrıca meşhur Hatem-i Tai'nin oğluydu. Bu zat çok cömert olup
cömertliğiyle tanınmış biriydi.
Yine hicretin bu
dokuzuncu yılında Receb ayındaydık. Sevgili Peygamberimiz'in haber vermesiyle,
Habeşistan'ın Müslüman olan kralı Ne-caşi Ashame'nin, vefat ettiğini öğrendik.
Peygamber Efendimiz bize:
— Bugün, sizin salih
bir kardeşiniz vefat etti. Kalkın onun (cenaze) namazını kılın, dedi.
Gerçekten de Medine'ye
bir hafta sonra gelen habere göre, Necaşi'nin aynı gün vefat etmiş olduğu
anlaşıldı. Bu da, Sevgili Peygamberimiz'in bir mucizesiydi. Yüce Allah, Necaşi
Ashameye rahmet etsin. Mekanını Cennet eylesin.
Sevgili çocuklar!
İslâm güneşi, gün geçtikçe büyüyordu. Arabistan'da bu güneşi söndürmek için,
artık direnecek güçlü kabileler kalmamıştı. Bizans Devleti'nin sınırları
içinde, Hıristiyan olan bazı Arap kabileleri de vardı. Bu kabilelerin kışkırtmasıyla
Bizans İmparatoru Heraklİus'un büyük bir ordu ile üzerimize saldırmaya
hazırlandığını, haber aldık. Bu orduya Lahm, Cüzam, Gas-san, Amile gibi
kendisine bağlı Arap kabileleri de katılmıştı.
Sevgili Peygamberimiz,
bu haber üzerine civardaki tüm Müslüman kabilelere, sefer için hazırlanmaları
haberini gönderdi. Medine'de büyük bir ordu toplanmaya başladı.
Peygamber Efendimiz,
bir yere sefer yapmak için
hazırlık yaparken, genellikle
hedefini ve amacını açıklamazdi.
Fakat bu defa böyle dav-ranmadi. Bizans üzerine sefer düzenleyeceğine dair,
halka haber verdi. Hazırlıkların buna göre yapılmasını emretti. Çünkü bizler,
kıtlık ve yokluğun olduğu bir dönemdeydik. Seferin yapılacağı yer ise, çok
uzaktaydı. Yol ve yolculuk, sıkıntı ve meşakkatlerle doluydu. Düşmanın çokluğu
da bilinen bir durumdu.
Ayrıca mevsim, çok
sıcak bir mevsimdi: Savaşacak imkânlarımız az olmasına rağmen, Sevgili
Peygamberimiz tüm Müslümanları, malları ve canlarıyla cihada teşvik ediyordu. Kadınlar
süslerini, ziynet eşyalarını, altın, küpe ve bileziklerini getirip hediye
ediyorlardı. Erkekler ise mallarının bir kısmını, ya da tamamını
bağışlıyorlardı. Öyle ki, Müslümanlar arasında bir yardımlaşma yarışı
yaşanıyordu. Bu, hayırda yarışmaydı. Ahiret yurdunu elde etme yarışıydı.
Hatırlıyorum da, Ömer
ve Abdurrahman bin Avf, mallarının yarısını getirip Peygamber Efendi-miz'e
verdiler. Sevgili Peygamberimiz:
— Ey Ömer! Ev halkına ne bıraktın? diye sordu.
Ömer:
— Sana getirdiğimin
yansını... dedi.
Ömer'in bağışladığı
mal çoktu. Meğer Ömer, bu defa Ebu Bekir'i cömertlikte geçmek istiyormuş. Çünkü
Ebu Bekir her defasında kendisinden hatta bir çoğumuzdan daha fazla bağış yapıyordu.
Az sonra Ebu Bekir çıkageldi. Bağışlaya-cağı servetinin hepsini yavaşça Sevgili
Peygam-berimiz'e verdi. Peygamber Efendimiz ona:
— Ey Ebu Bekir! Ev
halkına ne bıraktın? diye sordu. Ebu Bekir boynunu büküp:
— Onlara Allah ve
Resulünü bıraktım, dedi.
Ömer, Ebu Bekir'in
servetinin hepsini bağışladığını duyunca ağladı. Çünkü kendisi servetinin
yarısını bağışlamıştı. Bunu göz önüne alan Ömer:
— Vallahi ey Ebu
Bekir! Hayır yolunda hangi yarışı yaptıksa, onda beni geçtin. Anladım ki,
artık ben, hiçbir şeyde seni geçemeyeceğim, dedi.
Başka bir bağışa daha
şahit oldum çocuklar. O sırada bacanağım Osman bin Affan, Şam'a göndermek için,
bir ticaret kervanı hazırlamıştı. Kervan 300 deveden meydana geliyordu. Her deve
dolu dolu ve yüklüydü..
Peygamber Efendimiz,
insanları Allah yolunda mallan ve canlarıyla cihad'a çağırdığında, Osman, bu
üçyüz deveyi üzerlerindeki yükleriyie beraber bağışladı. Buna İlaveten 50 at ve
bin altın da ekledi. Bu, çok büyük bir miktardı. Hatta sevgili peygamberimiz
denilebilir ki adeta
Osman, Tebük seferine gidecek İslâm ordusunun her ihtiyacını karşıladı. Çünkü
ordunun su kaplarını ve onların ağız bağlarını dahi sağlamıştı. Bu kadar bir
cömertlik üzerine Sevgili Peygamberimiz, ona çok güzel dualarda bulundu. Zaten
Osman, bu dualara layık bir hayırda bulunmuştu.
Bu hayır yarışında
bulunanlardan biri de, Ebu Akîl adında çok samimi bir arkadaşımızdı. Bütün gece
çalışmış iki sa' (altı kilo)dan fazla hurma kazanmıştı. Kendisi buna daha çok
muhtaç olduğu halde, yansını getirip Peygamber Efendi-miz'e bağışladı.
Yine Uİbe bin Zeyd
adında başka bir sahabi vardı. Bağışlayacak bir malı olmadığı için, kendisinin
kullandığı ve ona lazım olan bazı şeyleri, Sevgili Peygamberimiz'e bağışladı.
Hatta:
— Bundan dolayı benimle eğlenen kimseye hakkım
helâl olsun, dedi.
Bunu neden söyleme
gereği hissetti, diye düşünebilirsiniz. Anlatayım: O sıralarda münafıklar,
bağışta bulunan Müslümanlarla alay ediyor, bağışlarını küçümsüyorlardı. İşte
Uİbe, bu sebeple bu sözü söyleme ihtiyacı hissetmişti. Nitekim ertesi gün,
Sevgili Peygamberimiz Ulbe'yi çağırttı.
— Allah'a yemin ederim
ki sen, sadakası kabul olunanların defterine yazıldın, diye müjdeledi. Bu,
münafıklara tokat gibi bir cevap oldu.
Böyle bir hayır yansı
yaşanırken, bazı arkadaşlarımızın bu uzun sefer için hiçbir hazırlığa güçleri
yoktu. Binecek bir hayvandan da mahrumdular. Bu arkadaşlarımız yedi kişiydi.
Peygamber Efendimİz'e gelip bu seferde kendilerine bir binek vermelerini
istediler. Fakat ihtiyaç çoktu. Müslümanlar oldukça çok bağışta bulundukları
halde bağışlananlar yine yetersizdi. Bu sebeple Sevgili Peygamberimiz:
— Size verecek bir
binek kalmadı, diye cevap verdi.
Aldıkları bu cevap
üzerine bu samimi arkadaşlarımız, seferden geri kalmanın üzüntüsüyle ağlayıp
durdular. Gösterdikleri bu samimiyet karşısında Yüce Allah onları,
«Kendilerine bir günah olmayanlar» ve «ağlayanlar» diye Kur'ân'da belirtti.
Onların samimiyeti ilahî rahmeti çekmişti. Ne mutlu onlara!
Sevgili çocuklar!
Hatırlarsanız şiddetli sıcaklıklar yaşıyorduk, demiştim. Dolayısıyla gölgelikler,
bu mevsimde çok tatlı ve çekiciydi. Hatta bağ ve bahçelerde de meyvelerin
olgunlaştığı bir zamandaydık. Böylesine insan nefsine hoş gelen bir ortamı
bırakmak, içimizdeki münafıklara ağır geliyordu. «Bu sıcakta savaşa çıkılır
mı?» diye fitnelerini yayıyorlardı.
Münafıkların başı olan
Abdullah İbn-i Ubey ise:
—- Muhammed, Roma
(Bizans) Devletini oyuncak mı zannediyor! Ashabıyla beraber esir düşeceklerini
gözlerimle görür gibiyim, diyerek yandaşlarını seferden alıkoyuyordu.
Bu sebeple birçok
münafık, sefere katılmamak için, çeşitli bahaneler ileri sürdüler. Peygamber
Efendimiz, sefere katılmamak için izin isteyene izin veriyordu. Fakat bazı
münafıklar da alacakları ganimeti düşünerek sefere katıldılar. Hazırlıklar
görüldükten sonra 30 bin kişilik İslâm ordusu, Sevgili Peygamberim iz'in
komutasında hazır oldu. Ama ihtiyaçlar tam olarak sağlanamamıştı. Eksikler onca
fedakârlığa rağmen yine de çoktu. Buna rağmen, zaman hicretin dokuzuncu yılı,
Recep ayının bir Perşembe gününü gösterirken, Peygamber Efendimiz'in
komutasında yola çıktık. Medine'nin dışındaki Seniyetü'l-Veda denen yere kadar
geldik. Sevgili Peygamberimiz burada bana, Medine'ye dönüp orada kalmam
gerektiğini söyledi. Doğrusu Peygamber Efendimiz'le beraber sefere çıkmamak
bana ağır geldi çocuklar. Bunun üzerine gözlerim yaşardı. Yanında bulunmak
istediğimi söyledim.
Fakat O, kendisinin ve
benim ev halkının işleriyle uğraşmak için, Medine'de kalmam gerektiğini söyledi.
Hatta:
— Bana göre sen,
Musa'ya göre Harun gibi olmaya razı olmaz mısın? Şu kadar ki benden sonra
Peygamber yoktur, deyince hemen geri dönüp Medine'ye geldim. Çünkü benim için
bu kadar bir şeref yeterdi.
Sevgili Peygamberimiz,
Perşembe günleri sefere çıkmayı severdi. Aynı gün yola çıkan İslâm ordusunun
sancağını Ebu Bekir'e verdi. İslâm ordusu ağır ağır yola koyuldu. Ben; özürlüler/sakatlar,
kadınlar, çocuklar ve münafıklarla Medine'de kaldım.
Daha sonra münafıklar,
Peygamber Efendimiz'in beni önemsemediği için, geri bıraktığını söylediler. Bu
sözleri işitince, silahımı kaptığım gibi atıma atladım. Sevgili Peygamberimiz'e
yetiştim. Münafıkların hakkımda konuştuklarını O'na haber verdim. Onların
yalan söylediğini, benim kendisine, Musa'ya göre Harun gibi olmaya razı olup
olmayacağımı tekrar sordu:
— Evet, ya Resulallahî
dedim. Gönlüm rahat bir şekilde Medine'ye döndüm.
Sevgili çocuklar!
İslâm ordusu gittikten sonra,
münafıklar ve özürlüler dışında Medine'de birkaç Müslüman daha geri
kaldı. Bunlar: Kab bin Malik, Mürare bin Rebi, Hilâl bin Ümeyye idî.
Bu üç arkadaşımızın
sefere gitmemeleri için bir bahaneleri yoktu. Ancak şahsî ihmalkârlıkları
sözkonusuydu. Bağ ve bahçelerinin meyveleri/gölgelikleri onları oyaladı. İslâm
ordusu uzak-laşsa da güçlü binekleriyle, birkaç gün sonra yetişeceklerini
hesaplıyorlardı. Fakat bu düşünceler onları oyaladı. Nefisleri de bu oyalamada
rol alınca,, bu hayırlı sefere katılmaktan geri kaldılar.
Yüce Allah'ın
himayesinde ve Sevgili Pey-gamberimiz'in komutasında yol alan İslâm ordusuna
gelince... Bizanslılarla savaşmak için tevekkülle yol almış, ilerliyormuş.
Bir dinlenme anında
İslâm askerleri, uzaktan bir karartının peşlerinden yürüyerek geldiğini görmüşler.
Meğer gelen -Allah ona rahmet etsin- Ebu Zer'miş. Devesi zayıf ve cılız
olduğundan, geri kalacağını anlayınca, sıcak çöl kumlan üzerinde orduya
yetişmeye çalışmış. Onun bu gayretine karşılık Peygamber Efendimiz çok memnun
olmuş.
Yine yolculuk
esnasında, bir ara İslâm ordusunun suyu tükenmiş. Hatta susuzluktan bayılacak
olmuşlar. Münafıklar hemen bu durumu fırsat bilip fitne yapmaya başlamışlar:
— Şayet Muhammed,
gerçekten bir peygamber olsaydı, Allah'tan Musa Peygamberin kavmine dilemesi
gibi yağmur diler, yağdırırda
diye dedikodu
yapmışlar.
Sevgili
Peygamberimiz'in kulağına kadar bu sözler gitmiş. Bunun üzerine Allah katında
reddo-lunmayan mübarek ellerini semaya açmış. Henüz ellerini yüzüne sürmeden
yağmur yağmış. Hatta söylenildiğine göre yağmur, sadece İslâm ordusunun
üzerine yağıyormuş. Buna karşılık ordunun dışındaki yerlerde yağmiyormuş. Buna
rağmen münafıklar, yine de fitne ve bozgunculuklarını devam ettirmişler.
Çünkü onların kalp
gözleri kördü çocuklar.
Nihayet tüm
olumsuzluklara rağmen, İslâm ordusu, Tebük denen yere varmış. Burada konaklamış.
Fakat Bizans ordusunun varlığına dair bir işaret görülmüyormuş. İslâm ordusunun
30 bin kişilik bir güçle Bizans Devletinin sınırlarına kadar gelmesi, civar
kabilelere korku salmış.
. imparator Heraklius
Hıristiyan olduğu için Sevgili Peygamberimizin son peygamber olduğunu
biliyordu. Hatta Peygamber Efendimiz'in elçi-siyle ona gönderdiği İslâm'a davet
mektubunu, yü-züne-gözüne sürdüğünü birçok hediyeler gönderdiğini daha Önce
söylemiştim. Dolayısıyla O'na karşı savaşacak olursa, yenileceğinin ve rezil
olacağının farkındaydı. Bu sebeple de Peygamber Efendimiz'e karşı ordusunu
göndermemiş.
Tebük'te konaklayan
Sevgili Peygamberimiz, civardaki Eyle Hükümdarı, Cerba ve Arzuh halkı ve Dumetu'l-Cendel
kralıyla cizye[6] vermeleri karşılığında
bazı anlaşmalar imzalamış. 20 gün kadar Tebük'te durduktan sonra, Peygamber
Efendimiz, daha fazla ileri gidip gitmeme konusunda Ashabiyla görüşmüş.
O sırada Şam'da veba
salgını varmış. Bu yüzden daha fazla ileri gidilmeden geri dönülmesi uygun
görülmüş. Çünkü Rumlara gözdağı vermede amaca ulaşılmış.
Geri dönen İslâm
ordusu Medine'ye yakın Zi-Evan denen yerdeyken, münafıklar gelip Sevgili
Peygamberimiz'!, yeni yaptırdıkları mescitlerine götürmek istemişler. Meğer bu
mescidi fitne ve fesatlarına bir merkez olsun diye yapmışlar. Peygamber
Efendimiz'e de orada namaz kıldırtırlar-sa, herkes oraya gidecekmiş. Böylece
mescitlerinde rahatça oturup, Müslümanlar arasında bozgunculuk
yapabileceklermiş.
Fakat Yüce Allah,
onların bu planlarını başlarına geçirdi. İndirdiği ayetlerle bu mescidin yapılmasındaki
gizli amacı, Sevgili Peygamberi-miz'e açıkça bildirince, Peygamber Efendimiz hemen
iki Ashabını çağırmış. Onlara:
— Halkı zalim olan şu
mescide gidiniz. Onu yakıp yıkınız, demiş. Böylece münafıkların fitne merkezi
ortadan kaldırılmış. Bu mescid Kur'ân'da «Mescid-i Dırar»[7] diye
isimlenmiştİ. Yüce Allah, onun zararından Müslümanları korudu. Münafıklar da
her zamanki gibi bir tokat daha yediler. Fakat utanan kim?..
Sevgili Peygamberimiz,
Medine'ye Ramazan ayında döndü. Artık ben de rahatlamış, oldukça sevinmiştim.
Peygamber Efendİmiz'in dönüşüyle Tebük seferinden geri kalan münafıklar, hemen
O'nun etrafını sardılar. Sefere katılmadıkları İçin birçok yalanlar ileri
sürdüler. Sevgili Peygamberimiz, söylediklerinin yalan olduğunu bilmiyormuş
gibi özürlerini kabul ederek, hepsini Allah'a havale etti.
Fakat şahsi
ihmalkârlıkları sebebiyle geri kalan Kab bin Malik, Mürare bin Rebi ve Hilâl
bin Ümeyye münafıklar gibi yalan söylemediler. Tam tersine şahsi
İhmalkârlıkları sebebiyle geri kaldıklarını itiraf ettiler. Hatta münafıkların
onları da yalan söylemeye teşvik etmelerine rağmen, onlar buna yanaşmayıp
dosdoğru konuştular. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, bu üçü hakkında
Allah'ın hükmü gelinceye kadar, hiç kimsenin onlarla konuşmamasını emretti. Bu
emirden sonra hiç kimse onlarla konuşmadı. Fakat onlar da bu duruma çok
üzülmüşlerdi. Yinede imanları sağlam ve kuvvetliydi. Sadece yaptıkları bir
yanlışlıktan dolayı cezalandırılıyorlardı. İçlerinde en genç olan Kab bin
Malik, bu durumda yine mescide geliyor, Sevgili Peygamberimizin arkasında namaz
kılıyor, Müslümanların içinde de dolaşıyordu.
Her üçü de
yaptıklarından dolayı çok üzgündüler. Günahları için tevbeler ediyor,
gece-gündüz ağlıyorlardı. Yeryüzü onca genişliğine rağmen, kendilerine dar
geliyordu. Ruhlarının sıkıldığını, kalplerinin sıkıştığını biz de fark
ediyorduk.
Nihayet Yüce Allah, 50
gün sonra tevbeleri-ni kabul edip onları affetti. Bu haber üzerine Medine'de
bayram havası yaşandı. Herkes buna sevinmiş, sevinçlerini paylaşmıştı. Kab bin
Malik, meğer haber aldığında sevincinden hemen secdeye kapanmış. Hilal bin
Ümeyye ise o kadar sevinmiş, o kadar sevinmişti ki, affedildiğinin müjdesini
alır almaz o da hemen secdeye kapanmış, uzun bir süre başını kaldırmamıştı.
Hatta ona müjdeyi veren, Hilal'in bu hâli karşısında:
— Sevincinden can
verdiğini sandım, demiş.
Sevgili çocuklar!
Tebük'ten dönen Peygamber Efendimiz, yine aramızda olduğu için mutlu ve
sevinçliydik. Henüz Ramazan ayıydı. Hatırlarsanız, Huneyn Savaşı'nda bize
karşı savaşan He-vazin ve Sakif kabileleri yenilmişti. Sakiflilerden kaçanlar,
kaleleri Taife sığınmıştı. Biz de Sevgili Peygamberimizin komutasında Taif
Kalesi'ni kusatmıştık. Fakat Taif'i almak nasip olmadığı için, geri
çekilmiştik. Peygamber Efendimiz de onlara, Allah'ın doğru yoiu göstermesi için
dua etmişti.
İşte Sevgili
Peygamberimiz'e Ramazan ayında olduğumuz bu sırada, Sakif kabilesinden bir
heyet geldi. Müslüman olmak istediklerini söylediler. Onların bu isteklerinin
sebebinin Peygamber Efendimiz'in duası olduğunu siz de anladınız değil mi?
Yüce Allah, Sevgili Peygamberimiz'in duasını kabul etmişti.
Ayrıca görünüşteki
sebep ise, Malik bin Avf ti. Taif kuşatmasından çekilmemizden bu yana,
Peygamber Efendimiz'in emriyle Malik, Taifli-lere sürekli baskınlar yapmış,
onları kalelerinden çıkamayacak hâle getirmişti. Çünkü Taif Kale-si'nden her
çıkana saldırıyor onları sıkıştırıyordu.
Sevgili
Peygamberimiz'in huzuruna gelen Sakif heyeti bazı isteklerde bulundu. Peygamber
Efendimiz'in kendilerini «Lat» adlı putlarına tapmaktan menetmemelerini, namaz
kılmaktan da sorumlu tutmamalarını istediler. Daha başka istekleri de vardı.
Fakat siz de
biliyorsunuz ki çocuklar, İslâm ve şirk bir arada olmaz değil mi? Yani hem Allah'a
inan hem de putlara... olur mu? Ayrıca namaz dinin direğidir. Mü'min ve
kâfirin arasındaki en açık farktır. Hem Allah'ın bize hediyesidir. Namazsız
İslâm hiç olacak şey mi?.. Sizin de tahmin edeceğiniz gibi, Peygamber
Efendimiz, bu istekleri kabul etmedi. Şartsız Müslüman olmalarını istedi.
Sakifliler de başka çare olmadığını anladılar. Hiçbir şart ileri sürmeden
Müslüman oldular. Yüce Allah, Peygamber Efendimiz'in duasını bir kez daha
kabul etmişti.
Taife dönen Sakif
heyetiyle beraber, Sevgili Peygamberimiz Eb Süfyan ve Muğire bin Şube'yi
gönderdi. Taif'te bulunan Lat adındaki meşhur putu yıkmakla, onları
görevlendirdi. Aslında Peygamber Efendimiz Sakif heyetinden Lafı yıkmalarını
istemişti. Fakat onlar bundan çekinmişlerdi. Çünkü kalpleri henüz tam İslâm'a
ısınmamıştı. Dolayısıyla Ebu Süfyan ve Muğire bin Şube'yi Lafı yıkmakla
görevlendirip, yıktırdı.
Böylece Arabistan
tamamen putlardan temizlenmiş oldu. Bir ve tek olan Allah'ın dini yeryüzüne
yayılmaya başladı. Artık Cahiliye devrine ait işaretlerin yerini İslâm aldı.
Bu, Allah'ın apaçık bir yardımıydı. O'na hamd eder, İslâm'ın izzetini daha da
artırmasını dilerim.
Sevgili çocuklar!
Ramazan ayı bitmiş, şevval ayına girmiştik. Şimdiye kadar birçok fitne ve
bozgunculuk yapan münafıkların başı Abdullah ibn-i Übey, hastalanmıştı. Bir ay
kadar sonra öldü. Onun ölümüyle münafıklık hareketinin hızı düştü. Hatta bazı
münafıklar, samimi birer Müslüman oldular. Geriye kalanların üzüntüsü yüzlerinden
okunuyordu.
Biliyor musunuz
çocuklar! Bu başmünafığın Abdullah adında çok samimi ve ihlasiı bir oğlu vardı.
Şaşırdınız mı? Aslında şaşmamak gerek. Çünkü Allah'ın hidayeti kime nasip
edeceğini kim bilebilir ki? Kalbler, Allah'ın elinde olduğuna göre, iman
ettikten sonra, kalplerimizi doğru yoldan ayırmamasını dilemek, en büyük
duamız olsun, tamam mı?
Haydi öyleyse, hep
beraber ellerimizi açıp tüm fakirlik ve acziyetimizle Allah'a şöyle
yafva-ralım:
«Ey Rabbimiz! Bize
hidayet verdikten sonra, kalblerimizi doğru yoldan ayırma. Bize katından bir
rahmet ver. Muhakkak ki sen, karşılık beklemeden veren Vehhab'sın.» (âi-i
imrân, 8)
Amîn.
Sevgili çocuklar!
Şimdi de size, dinimizin çok önemli bir emrinden bahsedeceğim. Merak mı
ettiniz? Peki peki! Sizi fazla merakta bırakmayayım. Dinimizin bu çok önemli
emri «Hac»dır. Gücü yeten ve durumu maddi açıdan iyi olan her müslümanın,
ömründe bir defa Allah'ın evi olan Kâ'be'yi ziyaret etmesi farzdır. Yapmazsa
günahkâr olacaktır.
Haccın farz olması
hicretin dokuzuncu yılında gerçekleşti. Artık Kâ'be'yi tavaf edip «Hacı»
olmak, Allah'ın zengin/gücü yeten Müslümanlara bir emriydi.
Sevgili Peygamberimiz,
bu yıl hacca gidecek Müslümanlarla birlikte haccetmeyi arzu ediyordu. Fakat
hâlâ, çok az da olsa müşriklerden bazıları, Kâ'be'yi tavaf ediyorlardı. Hem de
çıplak olarak... Bu sebeple gitmekten vazgeçti. Diyeceksiniz ki: «Hani
Mekke'yi Peygamber Efendimiz fethetmişti? Hâlâ orada nasıl müşrikler bulunur?»
Evet, sevgili çocuklar. Hâlâ Allah'ın dinine inanmamakta inat eden müşrikler,
maalesef vardı. Çünkü Sevgili Peygamberimiz, hiç kimseyi Müslüman olmaya
zorlamadı. Onlara güzellikle, yumuşaklıkla İslâm'ı anlatıyordu. Buna rağmen
kabul etmeyenlere ne yapsın? Ayrıca Yüce Allah da, müşrikleri hacdan men edecek
bir emir, henüz indirmemişti.
Hicretin bu dokuzuncu
yılında hacca gitmek için 300 kişi, Medine'den yola çıkacaktı. Peygamber
Efendimiz, Ebu Bekir'i onlara hac başkanı olarak görevlendirdi. Ona dinimize
göre nasıl hac yapılacağını ve hacda nasıl hareket edeceğini öğretti. Böylece
hacılar kafilesi Medine'den ayrıldı.
Onlar gittikten bir
müddet sonra Tevbe Sûresi indi. Sevgili Peygamberimiz, bize bu sûreyi öğretti.
Daha sonra benim için gurur kaynağı olan bir görevle, beni görevlendirdi. Buna
göre; Tevbe Sûresini Mekke'de hacılara, Mîna denen yerde toplandıkları esnada
okuyacaktım. Böylece hacılar da bu sûrenin içindeki hükümleri/Allah'ın
emirlerini öğreneceklerdi.
Bu görevle
görevlendirildikten sonra, hızla yola çıktım. Yolda Ebu Bekir'in kafilesine
yetiştim. Ona durumu anlattım. Peygamber Efendi-miz'in emrettiği gibi Tevbe
süresindeki Yüce Allah'ın emirlerini, hacılara yüksek sesle ilan ettim. Bu
emirleri Özetle şöyle sıralayabilirim:
a- Bu yıldan
sonra hiçbir müşrik artık hac yapmayacaktı.
b- Hiç kimse
çıplak olarak Beytullah'ı tavaf etmeyecekti.
c- Peygamber
Efendimiz ile anlaşması olan müşriklerin anlaşmaları, anlaşma müddetince geçerli
olacaktı.
d- Müddeti
belirtilmeyen anlaşmalara da dört ay müddet tanınacaktı.
Böylece biraz önce
söylediğim gibi Yüce Allah'ın müşriklerin hac edip etmemeleriyle ilgili emri,
artık gelmişti. Bu yıldan sonra artık hac etmeyeceklerdi. Hatta ben, Yüce
Allah'ın bu emirlerini Müslüman hacılara ilan ederken, bir avuç kadar kalan
müşrikler, homurdanmaya başladılar. Fakat içlerinden bazıları, tüm Arabistan'ın
Müslüman olduğunu, Müslümanlara karşı hiçbir şey yapamayacaklarını,
diğerlerine söylediler. Böylece müşriklerin çoğu iman etmekten başka yol bulamadılar.
Çünkü böyie yapmazlarsa, Kâ'be'yi artık hiç tavaf edemeyeceklerdi. Sevgili
Peygamberimizin verdiği bu görevi gönül huzuruyla yapıp Ebu Bekir'le beraber
Medine'ye geri döndük.
Evet, çocuklar! Hac da
farz kılındığına göre Peygamber Efendimiz'in şu sözünü size hatırlatmak
istiyorum:
— İslâm beş şey
üzerine kuruldu: Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resulü
olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucu tutmak ve
hacca gitmek.
Bunlar aynı zamanda
İslâm'ın beş temel şartıdır, değil mi?
Sevgili çocuklar!
Peygamber Efendimiz'in Medine'ye hicret edişinden bu yana, yıllar su gibi akıp
gidiyordu. Hicretin 10. yılındaydık. Sevgili Peygamberimiz, dört bir tarafa
elçiler gönderiyor, birçok kabileleri İslâm'a davet ediyordu. İslâm bir çığ
gibi gün geçtikçe büyüyordu.
Allah'ın dini, yine bu
yılda da süratle yayılıyordu. İslâmiyet geniş bir alana yayıldığı için,
Peygamber Efendimiz birçok beldelere hem valiler, hem de zekât memurları
gönderdi. Bu memurlar, onların zekâtlarını toplayacaklardı. Bu sebeple Muaz
bin Cebel'i, Yemen'e vali olarak yolladı. Ayrıca Muaz, Yemenlilere hem kadı
(Ha-kim)lik yapacak, hem İslâm'ı ve Kur'ân'ı öğretecek, hem de zekâtlarını
toplayacaktı.
Zaman su gibi akıyor
dedim ya! Geçen hac mevsiminden bu yana bir yıla yakın zaman geçmişti. Yine
Ramazan ayına girmiştik.
Birgün Sevgili
Peygamberimiz, beni huzuruna çağırdı. Emrime 300 atlı müslümanı verdi. Mezhİc
denen kabileye gidip onları İslâmiyet'e davet etmemi istedi. Bu kabile Yemen
taraflarındaydı.
Hemen yola koyulup
Mezhic kabilesine vardım. Onlar, kendilerini İslâmiyet'e davet etme teklifime
önce karşı çıktılar. Fakat kısa süren bir direnişten sonra bu fikirlerinden
vazgeçip Müslüman oldular. Durumu Peygamber Efendimiz'e bir mektup ile
ilettim. Bana cevap olarak rrada kalmamı ve hac vaktinde Mekke'de yanına
gelmemi yazdı. Ben de Mezhiclilerin içinde kalıp, onlara İslâm'ı ve Kur'ân'ı
öğretmeye çalıştım.
Bu arada birçok Arab
kabilesinin ileri gelenlerinden bir veya birkaç kişilik temsilci heyetler,
Medine'ye gelip Müslüman oluyorlardı: Benî Ga-mid, Benî Gassan, Benî Becile,
Ezd Kabilesi, Hassam, Benî Selaman, Kinde, Hadramevt Kralları, Rehaviyyin,
Benî Gaf i k, BenîCufi, BenîAns, Benî Sadif, BenîCeyşen ve Benî Hanife gibi
kabilelerin temsilcileri, benim hatiriayabildikierimdi.
Hatta Necran
bölgesinden olan Hıristiyan din adamlarından bir grup temsilci de her yıl belli
bir miktarda vergi vermek üzere Peygamber Efendimizle anlaşmışlardı. İslâm'ın
hakimiyetini onlar da kabul etmişlerdi.
Sevgili çocuklar! Ben
Yemen'de iken Sevgili Peygamberimiz, hacca gitmek için karar vermişti.
Çevredeki tüm kabilelere de bunu ilan etmişti. Böylece Medine dışından gelen
Müslümanlar da Peygamber Efendimizle beraber hacca gitmek için, Medine'ye
gelmişlerdi.
Sevgili Peygamberimiz,
ailesi ve Ashabiyla beraber yüz bin'i aşan hacılar topluluğuyla Mekke'ye doğru
yola koyuimuş. Mekke'ye alt taraftan girmiş. Kâ'be'yi görünce ellerini
kaldırmış:
— Ya Rabbi! Şu beyt
(Kâ'be)nin şeref, şan ve heybetini artır...diye duada bulunmuş.
Ben de beraberimde
Mezhic kabilesine ait zekât develeri olduğu hâlde yola çıktım. Peygamber
Efendimiz'e Mekke'de yetiştim. Durumu ve gelişmeleri anlattım. Hac etmeye başladım.
Yer, gök tekbirlerle ve telbiyelerle"[8]
inliyordu.
Bir zamanlar
müşriklerin sesleri burada yükselirken, şimdi Allah'ın yüceliğinin ve
birliğinin sesleri yükseliyordu. Dağ, taş insan seliyle dolmuştu. Bu din,
yıllar önce sadece Sevgili Peygam-berimiz'le başlamıştı. Ama şimdi yüz yirmi
bin kişilik bir hacı topluluğu, sadece hacda bir araya gelmişti. Allah'a iman
gönülleri ferahlatmış, İslâm dalga dalga büyümüştü. Bize o günleri gösteren
Allah'a şükürler olsun.
Peygamber Efendimiz,
devesi Kasva üzerinde, güneş batıya doğru meylettikten sonra şu meşhur
hutbesini, yüz yirmi bin hacıya verdi. Şöyle buyurdu:
"Ey İnsanlar!
Sözlerimi iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra, sizinle burada
bir daha buluşmayacağım. İnsanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu
aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir
şehir ise; canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir. Her
türlü saldırıdan korunmuştur.
Ashabım! Yarın
Rabbinize kavuşacaksınız.
Bugünkü her hâl ve
hareketinizden muhakkak sorumlu olacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklık
(şaşkinhk)lara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayasınız! Bu vasiyetimi
burada hazır olanlar, olmayanlara bildirsin. Burada hazır olmayan kimse,
olabilir ki burada hazır olup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza eder.
Ashabım! Yanında bir
emanet bulunan onu sahibine versin. Biliniz ki her çeşit faiz kaldırılmıştır.
Ayağımın altındadır. Faizcilik; Allah'ın emriyle artık yasaktır. Cahiliye devrinden
kalma bu çirkin âdetin her çeşidi, ayağımın altındadır. Kaldırdığım ilk faiz de
(amcam) Abbas bin Abdulmuttalib'in faiz alacağıdır.
Ashabım! Cahiliye
devrinin bütün kan davaları da kaldırılmıştır. İlk kaldırdığım kan davası
Abdulmuttalib'in torunu Rebia'nın kan davasıdır.
Ey İnsanlar! Şeytan
muhakkak ki bugün şu toprağınızda kendisine tapılmaktan ebediyen ümidini
kesmiştir. Ama siz, bunun dışındaki ufak-tefek işlerinizde ona uyacak olursanız,
bu bile onun hoşuna gidecektir. Bunlardan da dinînizi korumak için sakınınız.
Ey İnsanlar!
Kadınlarınız hakkında Allah'tan korkunuz. Çünkü siz onları, ancak Allah'ın
emaneti olarak aldınız. Kendileriyle evlenmeyi de Allah adına, emir ve izniyle
helâl edindiniz. Şüphesiz ki kadınlarınızın üzerinde sizin hakkınız, onların
da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin onlar üzerindeki hakkınız, yuvanızı
hiç kimseye çiğnetmemeleridir. İstemediğiniz kimseyi izniniz olmadıkça evinize
alırlarsa, kendilerini fazla incitmeyecek derecede hafifçe dövüp
sakındirabilirsiniz. Onların da sizin üzerinizdeki haklan, memleket geleneğine
uygun bir şekilde her çeşit yiyecek ve giyeceklerini sağlamaktır. Ey insanlar!
Size öyle bir emanet bırakıyorum ki ona sımsıkı sarılırsanız, hiçbir zaman
yolunuzu şaşırmazsınız. O emanet, Allah'ın Kitabı Kur'ân'dır.
Ey insanlar! Sözümü
iyice dinleyiniz ve aklınızda iyice tutunuz. Müslüman, müslüma-nın kardeşidir
ve böylece tüm Müslümanlar kardeştir. Kişiye kardeşinin malı, kardeşi gönlünden
vermedikçe helâl olmaz. Kendinize de zulmetmeyiniz. Kendinizin dahi üzerinizde
hakkı vardır. Ey insanlar! Şüphesiz ki Allah her hak sahibine hakkını
vermiştir. Varis olana vasiyet etmeye gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde
doğmuşsa ona aittir. Zina eden kimse için mahrumluk (kısıtlama) vardır.
Kendisini babasından başkasına ait eden kişi, veya kendisini efendisinden
başkasına ait gören köle, Allah'ın, meleklerin ve tüm Müslümanların lanetine
uğrasın. Allah öylelerinin ne tevbelerini, ne adaletlerini ne de şeha-detlerini
kabul eder.
Ey insanlar! Rabbimz
bir, babanız birdir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız. Adem de topraktandır.
Allah katında sizin en kıymetliniz, Allah'ın emirlerini en çok yerine getiren,
yasaklarından da en çok sakınanınızdır. Arabm arab olmayana üstünlüğü, ancak
takva iledir.
Ey insanlar! Yarın
ben, sizden sorulacağım. Benim hakkımda ne diyeceksiniz? diye sordu, Sevgili
Peygamberimiz. Bunun üzerine tüm Müslümanlar:
— Allah'tan bize
getirdiklerini, bize bildir-din. Peygamberlik vazifeni yerine getirdin. Bize
nasihat ettin, diye şehadette bulunacağız, dediler. Sevgili Peygamberimiz de
cevap üzerine şehadet parmağını göğe kaldırdı. Sonra halka doğru çevirip
indirdi ve şöyle buyurdu:
— Şahit ol, ya Rab!
Şahit ol, ya Rab! Şahit ol, ya Rab!" dedi. Hutbesini bitirdi.
Evet, sevgili
çocuklar! Peygamber Efendi-miz'in bu çok önemli hutbesi, baştan sona, biz
Müslümanlar için bir vasiyet yerine geçiyordu. Her bir cümlesi bir haktan, bir
görevden bahsediyordu. Büyüdükçe bu haklara daha çok dikkat edeceğinize
inanıyorum.
O zamanlar pek aklıma
gelmese de, şimdi düşünüyorum da aslında bu sözler, veda eden bir insanın
sözleriydi. Bu sebeple daha sonra Müslümanlar bu hutbeye «Veda Hutbesi»
dediler.
Sevgili
Peygamberimiz'in bu hutbesinden sonra; «Bugün dininizi tamamladım. Üzerinizdeki
nimetimi de tamamlayıp, size din olarak İslâ-miyeti seçip kabul ettim,» (Maide,
3) ayeti indi. Artık Peygamber Efendimiz'in vefatı yakındı. İlahi emirden
anlaşılan buydu. Ama hepimiz bunu anlamadan, O'nun etrafında pervaneler gibi
dönüyorduk. Hac, bitmişti. Sevgili Peygamberimizle beraber Medine'ye döndük.
Bu hac, Peygamber Efendimiz'in İlk ve son hacı oldu.
Sevgili çocuklar!
Hicretin bu 10. yılında, Benî Ans diye bilinen kabileden, Esved-i Ansî adlı
birinin, Yemen bölgesinde Peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktığını duyduk.
Meğer halkı birtakım sihirbazlık numaralarıyla ve cinlerin haberleriyle
kandırıp dinden çıkarıyormuş. Yalancı peygamber olarak birçok kabileyi kendine
inandırmış.
Yine bu yıl
Müseylemetü'l-Kezzab"[9]
adında bir başkasının da, Yemame bölgesinde yalancı peygamberlik iddiasıyla
ortaya çıktığını duyduk. Meğer bu adam, benim, Mezhic kabilesiyle bulunduğum
zamanlarda kabilesi Benî Hanİfeliierle beraber Medine'ye gelmiş ve Müslüman
olmuş. Yemame'ye dönünce de peygamberlik iddiasıyla İslâm'dan çıkmış. Yalan
sözleriyle halkı kandırmış, birçok sihirbazlık numaralarıyla diğer yalancı
peygamber olan Esved-i Ansî gibi, Allah'tan kendisine vahiy geldiğini iddia
etmiş.
Sevgili Peygamberimiz,
bu iki habere çok üzüldü. Çünkü O, Son Peygamber'di. Kendisinden sonra artık
peygamber gelmeyecekti. Dolayısıyla Allah'ın düşmanı bu yalancılar, elbette cezalarını
bulacaklardı.
Sevgili çocuklar! Şu
an hicretten sonra 11. yıldayız. Peygamber Efendimiz bu yılın başlarında Üsame
bin Zeyd'İ, Rumların üzerine göndereceği bir orduya komutan yaptı. Ordu,
Medinenin dışında kamp kurmuş, hazırlanıyordu.
Ertesi gün çarşamba
idi. Hicretin 11.yılının Sefer ayının 28'i olacaktı. Aniden Sevgili
Peygam-berimİz'de şiddetli bir baş ağrısı meydana geldi. Bir gün sonra biraz
hafifledi. Biz anlamamıştık. Meğer Peygamber Efendimiz'in vefatı yaklaşmıştı.
Bir gece Yüce Allah'ın emri üzerine Baki Kabris-tan'ı denen mezarlığa gitti.
Orada yatan ölüler için Allah'tan mağfiret (bağışlama) diledi. Başka bir gün de
aynı şekilde Uhud Şehidiiği'ne gidip onlar için de bağışlanma diledi. Dualar
etti.
Bu sırada rahatsızlığı
gittikçe artıyordu. Diğer hanımlarının da iznini alarak hanımı Aişe'nin evinde
hastalığı süresince kalmak istedi. Bunun üzerine amcam Abbas'la koluna girip,
Aişe'nin evine götürdük. Zaman zaman hastalığının şiddeti artarken, ateşi de
yükseliyordu. Hatta O'nu ziyarete gelenler, böyle bir yüksek ateş görmediklerini
söylüyorlardı. Peygamber Efendimiz'i aralarında görmeye alışkın olan Ashab,
O'nun yokluğunda ağlıyor, vefat edecek diye korkuyorlardı. Bu durumu, Ebu
Bekir ve amcam Abbas gelip Peygamber Efendimiz'e bildirdiler.
Sevgili Peygamberimiz,
vücuduna soğuk su döktürdü. Hastalığından hafiflediğini hissetti. Bir taraftan
ben, diğer taraftan amcamın oğlu FadI, kollarına girdik. Mescid'e götürdük.
Minberin üzerine oturdu. Fadl'a halkı çağırmasını emretti. Mescit Müslümanlarla
doldu:
— Ey insanlar! Yakınıma geliniz! diye buyurdu.
Halk O'na doğru
ilerledi. Onlara şöyle nasihat etti:
— Ey insanlar! Bana
haber verildiğine göre, siz Peygamberinizin vefat edeceğinden
korku-yormuşsunuz. Benden önce gönderilip ümmeti içinde ebediyyen kalmış bir
peygamber var mıdır ki, ben de içinizde ebediyyen kalayım? İyi biliniz ki ben,
Rabbıma kavuşacağım. Siz de O'na kavuşacaksınız. Şanı yüce olan Allah, bir
kulunu dünya ile kendisine kavuşmak arasında serbest bıraktı. Kul da O'na
kavuşmayı seçti...
Bu son sözüyle meğer
Sevgili Peygamberimiz kendisini kastetmişti. Peygamber Efendimiz, nasihatlerini
bitirdikten sonra, Müslümanlar hakkında dualarda bulundu. Tekrar kollarına
girip, Aişe'nin evine götürdük. Yatağında yatırdık.
Başka bir gün, amcamın
oğlu FadI ve ben Sevgili Peygamberimiz'i tekrar mescide götürdük. Halk
toplandı. Peygamber Efendimiz, üzerinde kimin hakkı varsa gelip almasını
istedi. Böylece Yüce Rabbimizin huzuruna, üzerinde «kul hakkı» olmadan gitmenin
ne kadar önemli olduğunu biz ümmetine gösterdi. Hatta orada kendisinden üç
dirhem gümüş para alacağı olduğunu söyleyen birine borcunu hemen ödedi.
Sevgili
Peygamberimiz'in hastalığı müdde-tince, etrafında pervane olmuştuk adeta.
Fatıma bir yandan, ben bir yandan, temiz hanımları da bir yandan, hizmetini
görüyorduk.
Bir gün, her İki oğlum
Hasan ve Hüseyin'in ellerinden tutup Peygamber Efendimizin yanına gittim. Amcam
Abbas da içerideydi. Sevgili Peygamberimiz,
iyi görünüyordu. Amcam bizi görünce:
— Ya Resulallah!
Bunlar senin evlatlarındır, dedi. Peygamber Efendimiz:
— Ey amca! Onlar senin
de evlatlarındır, diye buyurdu. Amcam:
— Ben onları severim,
deyince;
— Sen onları sevdiğin
gibi Allah da seni sevsin dedi. Hasan ve Hüseyin'i yanına oturtup sevdi.
Okşayıp öptü. İkisini de ne çok seviyordu, bir görseydiniz!
Sevgili çocuklar!
Sevgili Peygamberimiz'in bu son günlerinde çok üzüntülüydük. Sadece biz değil,
tüm Medine tek bir yürek gibi hüzünlüydü. Fatimanın üzüntüsü ise, hepimizin
üzüntüsünden daha fazlaydı.
Peygamber Efendimiz'in
hastalığı ağırlaşın-ca, Fatıma O'nu bağrına bastı:
— Vay babamın çektiği
szdiraba! diye ağladı.
Sevgili Peygamberimiz
ona:
— Ey kızım! Sakın
ağlama! Ben öldüğüm zaman «inna lillahi ve inna ileyhi raciun»[10] de,
dedi. Fatıma'yı sakinieştirdi.
rasulûllah
aleyhissalâtu vesselâm'tn vefatı
Peygamber Efendimiz'in
vefatına üç gün kalmıştı. Hastalığı yine şiddetlenmişti. Mescide gidecek gücü
kendisinde bulamadı.
— Ebu Bekir'e
söyleyiniz insanlara namaz kıldırsın, diye emir buyurdu. Böylece Ebu Bekir o
günden itibaren imam olup cemaate namaz kıldırmaya başladı.
Rebiülevvel ayının 11.
günü olup pazardı. Sevgili Peygamberimiz yüksek ateş içinde yatıyordu. Üsame
huzuruna girdi. Peygamber Efendimiz'in ellerini ve başını öptü. Sevgili
Peygamberimiz'in hastalığı ağırdı. O haliyle ellerini kaldırıp Üsame'ye dualar
etti. Ellerini Üsame'nin üzerine sürdü.
Aynı gün Cebrail,
yalancı Peygamber Esved-i Ansî'nin salih bir Müslüman tarafından öldürüldüğünü,
Peygamber Efendimiz'e müjdeledi. Sevgili Peygamberimiz bu habere çok sevindi.
Mü-seylemetü'l-Kezzab denen diğer yalancı hakkında ise, henüz bir gelişme
yoktu. Ama o da Allah'ın yardımıyla İnşallah Öldürülecektir."[11]
Pazartesi günüydü. Bir
ara hastalığından hafiflediğini hisseden Peygamber Efendimiz, mescide indi.
Ebu Bekir o sırada cemaate namaz kıldırıyordu. Sevgili Peygamberimiz bu
manzarayı görünce çok sevindi. Çünkü O, ümmetini Allah'a ibadet ve itaat üzere
gördüğü müddetçe, hep memnun oluyordu. Hemen Ebu Bekir'e uyarak namazını kıldı.
O'nu aralarında iyi
olarak gören Müslümanların sevincini görmeliydiniz çocuklar! Hatta herkes
Sevgili Peygamberimizin artık iyileştiğini zannediyordu. Peygamber Efendimiz
namazdan sonra, tekrar yatağına döndü. Üsame, son defa gelip Sevgili
Peygamberimizden yola çıkmak için izin istedi. Peygamber Efendimiz:
— Allah'ın bereketiyle
artık hareket et! dedi. Sevgili Peygamberimİz'i sıhhatli gören Ebu Bekir de
izin isteyerek evine gitti.
Bu sırada Fatıma,
Peygamber Efendimiz'in çağırması üzerine geldi. Peygamber Efendimiz onu:
— Hoş geldin kızım! diye karşıladı. Yanına
oturttu. Kendisine gizlice bir şey söyledi. Fatıma ağladı. Sonra ona gizlice
bir şey daha söyledi. Bu defa Fatıma güldü. Meğer Sevgili Peygamberimiz
Fatıma'ya birinci defada, yakında dünyadan ve kendisinden ayrılacağını
söylemiş. Bunun için Fatıma gözyaşlarına hakim olamayıp ağlamıştı. İkinci defa
ise ailesi içinde ilk önce kendisine kavuşanın o olacağını fısıldamış. Bunun
üzerine de Fatıma sevinmişti.
Sevgili çocuklar!
Hicretin 11. yılı Rebi-üievvel ayının 12'si pazartesi günüydü (Miladi 8
Haziran 632). Güneş öğleye yaklaşıyordu. Peygamber Efendimiz'in mübarek başı,
hanımı Aişe'nin kucağında, göğsüne dayalıydı. Son anlarını yaşayan Sevgili
Peygamberimiz, yanındaki su kabına iki elini batırıp yüzüne sürdü. «Lailahe
illallah» kelimesi dudaklarından döküldü.
Göremediğimiz, ama
huzurunda olduğunu hissettiğimiz Azrail'e:
— Ey Azrail! Emrolunduğun şeyi yerine getir,
diye buyurdu.
Gözlerini evin
tavanına dikip:
— Ey Allah'ım! Refik-i
Âla[12]"
dedi. Mübarek ruhu, 63 yaşında bu fani dünyadan ebedi aleme göçtü.
Bunun üzerine
Peygamber Efendimiz'in hanımları, ağlamaya başladı. Mescitte bulunan
Müslümanlar da bu haber üzerine sok olmuş bir halde, şaşkınlık içindeydi.
Doğrusu hepimiz donup kalmıştık. Sanki yer ve gökler bizimle beraber ağlıyor,
üzülüyordu.
Ben de herkesten
farksız değildim. Cansız bir varlık gibi donup kaldım. Bacanağım Osman bin
Affan'ın dili tutuldu. Ömer, şoka girdi:
— Kim Peygamber öldü derse boynunu vururum,
diyerek elini kılıcına attı. Kimi de:
— O Ölmedi. Musa
Peygamber gibi Rabbiy-le buluşmaya gitti. Yine dönecek, diyordu.
Hepimiz böylesine bir
şok içindeyken, yaşça büyüğümüz ve en oigunumuz olan Ebu Bekir, ansızın
çıkageldi. Sevgili Peygamberimizin mübarek bedeni önünde diz çöktü:
— Ölümün de hayatın
gibi güzel ya Resulal-lah! deyip ağladı. Mübarek yüzünü örttü. Hemen dışarı
çıktı. Mescitte toplanmış ağlayan insanlara:
— Ey insanlar! Her kim Muhammed'e tapıyor ise,
bilsin ki Muhammed öldü. Her kim ki Allah'a tapıyor ise bilsin ki Allah, hayat
sahibidir, ölümsüzdür, diye hitap etti. Ardından şu ayeti okudu:
«Muhammed, ancak bir
peygamberdir. O'ndan önce nice peygamberler gelip geçmiştir. Şayet O ölür veya
öldürülürse, siz, gerisin geriye dönecek misiniz? Her kim geri dönecekse
Allah'a bir zarar veremez. Allah muhakkak ki şükredip sabredenlere mükafat
verecektir.» (Ali İmran, 144)
Ebu Bekir'in bu soğukkanlılığı,
hepimizin üzerindeki şaşkınlığı kaldırdı. Hatta Ömer, söylediklerinden
vazgeçti. Halk, kendine geldi. Sevgili Peygam-berimiz'in de bir insan olduğunu,
her insanın vefat edeceği gerçeğini hatırladık. Bu kargaşa ve üzüntü, o gün
akşama kadar devam etti.
Bir ara Ömer ve Ebu
Bekir'in, olmadıklarını fark ettim. Ortalıkta görünmüyorlardı. Fakat üzüntü ve
kederimden buna dikkat etmedim. Meğer biz Peygamber Efendimizin vefatının
üzüntüsü içindeyken, bazıları O'nun yerine bir halife seçmek için uğraşıyormuş.
Bunu haber alan Ömer; Ebu Bekir'i aldığı gibi oraya gitmiş. Halifelik
tartışmaları, Benî Saide kabilesinin dinlenme yerinde olmuş. Yapılan tartışma
ve görüşmeler sonucu, Ebu Bekir'i, halife seçmişler. Ebu Bekir'in halifeliğe
layık oluşunu; Peygamber Efendimizin ona verdiği değere bağlamışlar. Hatta
Peygamber Efendimizin vefatından önce, onu halka namaz kıldırması için imam
olarak seçmesini de Ebu Bekir'in halifeliğine işaret olarak kabul etmişler.
Ertesi sabah Ebu Bekir, Mescid-i Nebevi'de halktan biat
aldı. Artık herkes acı gerçeği kabullenmişti. Yüreklerimiz buna alışmaya
çalışıyordu. O gün Sevgili Peygamberimîz'in müezzini Bilâl, ezan okuyacaktı.
Fakat «Eşhedû enne Muhamme-den ResulûIIah» dediği zaman, Medine'deki Müslümanlar
gözyaşlarına hakim olamadılar. Her şey, her söz, her kelime bize O'nu
hatırlatıyordu. Bilâl, hıçkırıklar içinde ezanı yarıda bıraktı. O günden sonra
bir daha ezan okuduğu duyulmadı.
Sevgili çocuklar!
Peygamber Efendimiz'in yıkanması işini, kendisinin vasiyeti üzerine ben yaptım.
Başta amcam Abbas olmak üzere, oğlu Fadl ve birkaç kişinin de yardımıyla,
Sevgili Pey-gamberimiz'in mübarek bedenini gözyaşları içinde yıkayıp
kefenledik. Mübarek bedeninden çıkıp yayılan Cennet kokuları gibi kokular, tüm
odayı kapladı. Hepimiz, adeta kendimizden geçmiştik.
Başta Sevgili
Peygamberimizin yakınları olan bizler olmak üzere, halk, grup grup gelip cenaze
namazını kıldı. Vefat ettiği odaya da O'nun mübarek bedenini defnettik. Gece
geç vakitlere kadar gözyaşlarımız arasında canımız, gözbebeğimiz olan Sevgili
Peygamberimiz'i ebedi aleme uğurladık.
Peygamber Efendimiz'in
mübarek bedenini defnettikten sonra, eve döndüm. O kadar yorgun ve bir o kadar
da bitkindim. Üzüntü ve kederim ise beni boğuyor gibiydi.
O gece, eve dönüşüm
esnasında hanımım Fatima'nın bana söylediklerini, hiçbir
zaman unutamam.
— Ey Hasan'ın babası! Resulûllah'i gömdünüz
mü? diye sordu.
— Evet, dedim.
Yüreğindekİ o büyük acıyla:
— O'nun üzerine toprak atmaya gönlünüz nasıl
razı oldu? Halbuki O, rahmet ve merhamet Peygamberiydi, dedi.
Başımdan ayaklarıma
kadar beni titreten bu sözler karşısında ne diyebilirdim kî! Yine de:
— Evet, öyledir! Fakat
Allah'ın emri mutlaka gerçekleşir. İnsan yaratılmış olduğu toprağa
gömülecektir, dedim.
Sevgili çocuklar!
Biliyorsunuz ki ölüm, kaçamayacağımız bir hakikattir. Peygamber de olsa her
İnsan, onu tadacaktır. Salih amel sahibi olan kullara Ölüm, bir acı vermez. Bu
sebeple saiih amel sahibi olarak ölenlere ne mutlu!.. Ölümü en büyük nasihat
olarak görenler, Allah'ın rahmetine yakın olanlardır. Rabbim bizi o kullarından
eylesin.
Evet; çocuklar!
Sevgili Peygamberi m iz'i defnedip evlerimize dönmüştük. Ama gönüllerimizde
elem ve acıdan başka bir şey yoktu. Tıpkı hanımım Fatıma'nın üzüntüsünü ifade
etmek için söylediği şu sözler gibi:
«Öyle musibetler yağdı
ki
benim üzerime
Gece olurdu,
dökülseydi gündüzlerin
üzerine»
Aradan bunca zaman
geçmesine rağmen O'nu hâlâ unutamadım. Acılarım ilk günkü tazeliğini koruyor.
Boynu bükük bir yetim gibiyim. Kapım her vurulduğunda sanki O gelmiş gibi heyecanlanıyorum.
Hasan ve Hüseyin'i sormak için bize çok uğrardı. Ama şimdi...
Fakat bunca üzüntüme
rağmen, O'nun o eşsiz ve mükemmel hayatını, size anlatmakla teselli buldum
çocuklar. Yüreğim rahatladı, ferahlık duydum.
Biliyor musunuz sevgili
çocuklar! Peygamber Efendimiz vefat ettiği zaman, dünya malı olarak çok az
şey geride bıraktı. Halbuki tüm Arabistan'a hakimdi. Birçok hükümdar O'ndan
çekiniyor, korkuyordu. İsteseydi dağlar O'na altın, ovalar O'na bağ-bahçe
olurdu. Yeryüzünün tüm güzellikleri emrine verilirdi. Fakat O, hiçbirini istemedi.
Vefat ettiğinde geride ne altın, ne de gümüş bıraktı. Ne kölesi vardı, ne de
cariyesi!.. O, bir «kral peygamber» olmayı değil, bir «kul peygamber» olmayı
seçmişti.
Buna karşılık,
yeryüzünün diğer hükümdarlarını düşünün. Öldükten sonra arkalarında bıraktıkları
servetleri ve miktarını hatırlayın... Bir kul peygamber olan Sevgili
Peygamberimiz nerede, onlar nerede!..
Unutmayın çocuklar! O,
her açıdan, Yüce Allah'ın bize örnek almamızı emrettiği en büyük önderdir.
O'nun sünnetini yaşamak, ahlakıyla ah-lakianmak, bizi Allah katında değerli
yapar. Allah'ın rızası, O'nun yolunda yürüyenlerle beraberdir.
O'nu sevmek sevgilerin
en güzeli, O'nu özlemek Özlemlerin en güzeli O'nun hasretini çekmek İse, hasretlerin
güzelidir.
Sevgili çocuklar! İyi
ve güzel davranışlarla dolu, salih amelle geçen ve Sevgili Peygamberi-mİz'i
örnek alan bir hayat geçirmenizi diliyorum. Rabbim sizleri her türlü kötülükten
muhafaza etsin. Hoşçakalin. Allah'a emanet olun.
EY ALLAH'IM! EFENDİMİZ
HAZRETİ MU-HAMMED ALEYHİSSALÂTÜ VESSELAMA, TEMİZ AİLESİNE, VE SEÇKİN
SAHABELERİNE SALÂT VE SELÂM EYLE! (Amin)
[1] Umre: Hac zamanı dışında yapılan Kâ'be ziyareti, küçük hac
[2] Haraboldu Hayber
[3] "Gemi halkı" ifadesiyle, Habeşistan'a hicret eden Muhacirler kastedilmiştir. Çünkü Muhacirler gemiyle Kızıl Deniz'i geçip Habeşistan'a ulaşmışlardı
[4] Allah'ın kılıcı
[5] Takva: Allah korkusundan dolayı günahtan kaçmak
[6] Cizye: İslâm devletinde Müslüman olmayanlardan alınan baş vergisi
[7] Zarar Mescidi demektir.
[8] Telbiye: Buyur Allah'ım, buyur! anlamında, Lebbeyk Allahüm-me Lebbeyk, demektir
[9] Çokça yalan söyleyen Müseyleme Düfl
[10] Biz Allah'tan geldik, yine Allah'a dönücüleriz
[11] Nitekim birinci halife Hz.Ebu Bekir Radiyaliahu Anh döneminde Hz.Hamza Radiyaliahu Anhı şehid edip sonradan Müslüman olan Vahşi bin Harb, Hz. Hamza'yı şehid ettiği aynı mızrakla Müseylemetü'l-Kezzab'i da öldürdü.
[12] Refik-i Âla: En iyi dost, Yüce Allah'ı islemek anlamlarına gelir