Hadisin Önemi Ve Teşri'deki Yeri
Şerhu Usûli'l-Hadis Li'l-Birgivî
Kaynağına Göre Hadisler Merfu' Hadis
Senedine Göre Hadisler Sened, İsnad, Metin
Senedinde Kopukluk Bulunmasına Göre Hadisler
(Munkait Hadisin Kısımları)
Ravinin Kusurlarına Göre Hadisler Muzdarip Hadis
Sıhhat Derecesine Göre Hadisler
Hasen ve Zayıf Hadislerle Amel Etmek
Adalet, Zabt Ve Şartları A-Adaletve Şartları
Adaleti Zedeleyen Kusurlara Göre Hadisler
Mevzu Hadis: Ravinin Yalan Söylemesi
Hadis Uydurmanın Sebepleri Ve Hükmü
Mevzu Hadisi Tespit Etmenin Yolları
Metruk Hadis: Ravinin Yalanla İtham Edilmesi
Mübhem Hadis: Ravinin Bilinmemesi
Merdut Hadis: Ravinin Bid'atçl Olması
1-2 -Aşırı Dalgınlık ve Yanılgı
Ravi Sayısına Göre Hadjsler Garib Hadis
(Garîb, Aziz ve Meşhur Hadisler)
Garib, Aziz Ve Meşhur Hadise Genel Bakış
Haberleri isnadlarıyla
birlikte rivayet etme özelliği ilk defa müslümanlar tarafından kullanılmıştır.
Muhaddislerin icat ettiği bu isnad sistemi, ebediyyet vasfıyla mümtaz olan yüce
dinimizi sömürge ve tahriflere maruz kalmaktan muhafaza etmiş, edebiyat başta
olmak üzere sosyal içerikli ilimlere büyük Ölçüde tesir etmiştir.
Mesuliyet bilinci
içerisinde mevzuyla ilgili veya diğer İslamî ilimlerde eksikliğini gidermek
için öğrenim talebinde olan kimse, "nereden" ve "kimden"
öğreneceğine dikkat etmek zorundadır. Yeryüzünü Allah Rasulü (ASV)'nün sünnetine
dair yazdıkları eserlerle dolduran ve yaşadıkları takva hayatıyla da davamıza
ışık tutan büyük seleflerimiz ve asil haleflerinden hadis ilimlerini öğrenmek
bizim için bir
zaruret ve aynı
zamanda bir şereftir.
Elinizdeki kitap,
şeriate düşkünlüğü ile bilinen XIV. yüzyıl âlimlerinden mutasavvıf, aydın,
İmam Birgivî'nin konuyla ilgili temel kaideleri ihtiva eden veciz üslubuyla hazırlamış
olduğu Usûlü'l-Hadis metni üzerindeki Davud-i Karsî'nin, selefimizin hadis ilimleri
hakkındaki eserlerini tahlilî bir yöntem ile inceleyerek hazırladığı şerhi'nin
tercümesidir Neticesiz tartışmalarla okuyucuyu gereksiz yere oyalamadan
değişik müelliflerin fikirlerini karşılaştırmış ve yer yer şahsi görüşlerini de
belirtmiştir. Dolayısıyla bu kitap, iyi bir araştırmanın dikkatli bir
hulasasıdir. Zaten tabiatı gereği mevzu, nakil ve hulasa çıkarmayı gerekli
kılmaktadır. Çünkü ecdadımızın yerleştirmiş olduğu muhkem prensiplere yeni bir
şey eklemek hiç kimsenin haddi değildir. Bu anlayış çerçevesinde hazırlanmış
kitabın çevirisini yaparken:
Düzenleme şekli
açısından klasik olan kitabın yapısını değiştirerek okuyucunun daha rahat
faydalanabilmesi için, alışık olduğu üzere, konulara göre bölüm ve paragraflara
ayırdık.
Metin ile şerhi birbirinden
ayırarak okuyucuyu iki zemin arasında götürüp getirmek yerine, çevirinin de
karakterine daha uygun olan ikisini tek parça halinde sunmaya çalıştık.
Metni gibi şerhi de
veciz olan kitabın hadis kısımlarına diğer kaynaklardan misaller getirerek ve
faydalı olur düşüncesiyle nüsha muharriri Mustafa Şevket Efendinin bazı
haşiyelerini yer yer dipnot şeklinde ekleyerek konuların daha rahat
anlaşılmasına çalıştık.
Dil bakımından edebi
ve sanat eserlerinin tam tercümesi çok nadir olduğu için kitapta tek kelime
veya cümleyle anlatılması zor olan cümle ve kavramlara parantez içinde ya da
dipnot şeklinde açıklık getirdik.
Kitabı okurken okurun
mevzuya karşı yabancılık çekmemesi amacıyla kitabın başına diğer kaynaklardan
derlediğimiz 'hadisin tarihçesi, 'hadisin önemi ve teşrideki yeri', 'hadisin
tedvini1, 'hadis literatürü1 ve 'hadis ilimleri' konularından oluşan giriş
bölümünü ekledik.
Kültür ve düşünce
sistemini yabancılardan alarak yeryüzünde bir bedbaht gibi yaşamayı düşünmek
bile istemeyen müslüman kimse hadis usûlü ve hadis metinlerinden oluşan sahih
hadis kitaplarını mutlaka incelemelidir. Ancak bu sayede en doğru şekliyle
Asr-ı Saadet'i görebilecek ve o Büyük Peygamber (ASV) ile ashabı (RA)'ın
hayatlan üzerine ebediyete namzet bir toplum oluşturmaya manen teşvik
edildiğini anlayacaktır.
Böyle bir çalışmaya
cüret etmekle haddimizi aştığımıza ve fazlasıyla taksirat yaptığımıza inanıyor;
Allah (Celle Ce-laluhu)'dan mağfiret ve rahmet, üstadlanmızdan da şefkat ve
hüsnü niyet diliyoruz.
Başarı Allah (Celle
Celaluhu)'dandır.
Mütercim 03. 06. 2002
/ELAZIĞ
Hadis kelimesi
"eski" anlamındaki kadîm'in zıddı, tahdis mastarından isim olup haber
manasına gelirken, Rasulullah (ASV)'Ia birlikte farklı bir anlam kazamış, adeta
Allah(Celle Celaluhu)'m ezeli kelamı olan Kur'an-i Kerim'in açıklaması
kastedilerek Rasulü Ekrem (ASV)'in sözlerine, fiillerine ve tasvip ettiği
şeylere denilmiştir. Hadis âlimleri Rasulü Ekrem (ASV)'in yaratılışıyla ilgili
özelliklerini ve ahlaki vasıflarını da hadisin kapsamına almışlardır.
Kendi sözleri hakkında
hadis kelimesini ilk defa Rasulü Ekrem (ASV)'in kullandığı anlaşılmaktadır.
Nitekim Ebu Hureyre'nin kıyamet gününde kendisinin şefaatine kimin nail
olacağını sorması üzerine Allah'ın Rasulü (ASV): "Ey Ebu Hüreyre, hadise
olan merakını bildiğim için bu hadis hakkında ilk soruyu senin soracağını
tahmin ediyordum." demiştir. [1]
Bazı âlimler, hadis
teriminin kapsamını genişleterek sahabe ve tabi'în'in şahsi fetvalarını da bu
kapsama almışlar.
Rasulullah (ASV)'a ait
olana merfu', sahabeye ait olana mevkuf, tabiîn'e ait olana da maktu1
demişlerdir. Sonraları bu terimlerin hepsine 'haber' kelimesi kullanılmaya
başlanınca bazı âlimler sadece merfu' rivayetlere hadis demişlerdir. Yine ilk
devirlerde, bu anlamdaki 'haber' kelimesi yerine 'eser' kelimesi de
kullanılmıştır.
Hadis ile sünnet'in
kapsamlan konusunda farklı görüşler bulumakla beraber eş anlamlı olarak
kullanılması daha fazla rağbet görmüştür. Ibni Teymiye gibi bazı âlimler sünnet
ve hadisin çerçevesini daha da genişleterek Rasulullah (ASV)'m ahlakını,
şemailini, bi'setten önce söylediklerini ve yaptıklarını bu çerçeve içine
almışlardır.
"İnsanlar için
bir hidayet ve rahmet" kaynağı olmakla, ihtilafa düştükleri konularda
onlan aydınlatan Kur'an-ı Ke-rim'in kendisine nazil olduğu bir peygamber' in
sözü olarak hadisler, üstün bir değer ifade eder. Bunun yanında Kur'an'ı
herkesten iyi anlayan ve ayetlerindeki ilahi maksadın ne olduğunu en iyi bilen
Allah Rasulü (ASV)'nün görüşü olarak da büyük önem taşır. Allah Rasulü
(ASV)'nün insanlara sözleriyle açıkladığı, fiilleriyle uygulanışım gösterdiği
ilahi emirlerin başında namaz, oruç, zekat ve hac gibi ibadetler gelir.
Namazların hangi vakitlerde, kaçar rekat ve nasıl kılınacağı, orucun nasıl
tutulacağı, zekat'ın hangi mallardan ne kadar verileceği, haccın nasıl
yapılacağı gibi hususlar Kur'an'da yer almayıp hadislerle açıklık kazanmıştır.
İslam hukukunun birçok meselesi
hadislerden verilen bilgilerle çözüme kavuşturulmuştur. Bu bakımdan hadis,
Kitab'm yardımcısıdır. Bunu üç maddede özetleyebiliriz.
1) Hadis,
Kitab'ın mübhem ve mücmellerini açıklar, genel hükümlerim özelleştirir,
cumhura göre nasih ve mensu-hu bildirir. Bu madde için yukarıda zikrettiğimiz
namaz, oruç, hac ve zekatı misal olarak verebiliriz.
2) Hadis,
Kur'an'da asılları sabit olan farzlara tamamlayıcı hükümler getirir. Buna örnek
olarak liân'ı zikredebilriz. Kur'an, liân'ı bütün teferruatıyla bildirmiş,
sünnet de li-ândan sonra karı-kocanın birbirinden ayrılacağım, çünkü aile
hayatının temelini oluşturan güvenin kalmadığını açıklamıştır.
3) Hadis,
Kur'an'da bulunmayan bir kısım hükümleri açıklar. Mesela ehlî eşeklerle yırtıcı
kuşların etinin yenmesini haram kılan ve diyetlerle ilgili birçok hükümleri
tesbit eden hadisler gibi.
Kur'an-ı Kerim'de
temas edilmekle beraber hakkında fazla bilgi verilmeyen ahiret hayatıyla ilgili
hususlar, kabir hayatı, yeniden dirilme, mahşer, hesap, mizan, cennet ve cehennemdeki
hayat gibi konular da hadis sayesinde öğreni-lebilmektedir.
Ahlaki faziletler,
manevi ve ruhi gelişimi sağlayacak İslami adab, davranışlar biçimi ve kurallar
gibi Müslüman'ın şahsiyetini oluşturan ve tüm hayatım ibadete çevirmeye müsait
olan konularda okunan vahy'in (Kur'an'm) Müslümanlar arasında gözler önünde
yaşayan vahye dönüşmesi itibariyle hadise bakıldığında, kalplere kuvvet veren
önemli bir güç kaynağıdır. Bunun yanında aile hayatı için davraniş biçimleri,
içtimaî ve ticari münasebetleri düzenleyen hükümler, yönetenlerle yönetilenler
arasındaki ilişkiler gibi konularda da hadisler oldukça önem arz etmektedir.
Allah Rasulü (ASV) 'ne
otuzdan fazla ayette, özellikle de
"Rasul'ün size
verdiğini alın, yasakladığından da sakının [2]şeklindeki
kesin bir talimatın bulunması, Rasulullah (ASV)'m ortaya koyduğu uygulamanın
benimsenmesi gerektiğini göstermektedir.
"Hayır! İş
bildikleri gibi değil. Rabbine and olsun ki onlar aralarında çıkan
anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp da, sonra verdiğin hükümden içlerinden hiç
bir darlık duymaksızın tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar
[3]ayeti
de Allah ile Peygamberin verdiği hükümlere Müslümanların aykırı davranma
serbestiyetinin bulunmadığını göstermektedir.
"And olsun ki
sizin için Allah'ı ve ahiret gününü arzu eden ve Allah'ı çokça anan kimseler
için Allah'ın Rasulünde pek güzel bir örnek vardır.[4] ayeti
ise Hazreti Peygamber (ASV)'in söz ve fiillerinin Müslümanlar için vazgeçilmez
bir önem taşıdığını ortaya koymaktadır.
İmam Şafiî dahil olmak
üzere Hassan b. Atiyye'ye [5]
varıncaya kadar İslam âlimlerinin büyük bir kısmı Kur'an'ı vahy-ı metluv
(okunan vahiy), bunun karşılığında hadis veya sünneti de vahy-ı gayri metluv
(okumayan vahiy) saymışlardır. Ancak hadisler; lafız olarak Allah (c.c)'a ait
olmaması, mu'dz olmaması, bizzat Rasulullah (ASV)'ın emriyle tamamının yazıya
geçirilmemesi ve ibadet maksadıyla ezberlenip okunmaması bakımından Kur'an'dan
ayrılmaktadır.
Son asrın İslam âlimi
Üstad Bediüzzaman'ın bu konudaki açıklamasının özü şudur:
"Vahiy iki
kısımdır: Biri, vahy-ı sarihi'dir ki Rasulü Ekrem (ASV)'m onda müdahelesi
yoktur. Kur'an ve bazı kudsî hadisler gibi.
İkincisi, vahy-ı
zımni'dir. Şu kısmın özü vahiy ve ilham'a dayanır; fakat açıklaması Rasulü
Ekrem (ASV)'e aittir. O, vahiy'den gelen öz hadiseyi açıklayıp tasvir ederken
Rasulü Ekrem (ASV), bazen ilhamla veya vahiyle veya da kendi ferasetiyle beyan
eder. Kendi içtihadıyla yaptığı açıklamayı ya peygamberlik vazifesi noktasında
Yüce Allah'ın gücüyle, yahut insan olması noktasında örf, adet ve avamın
anlayış seviyesine göre beyan eder.[6]
Arapların ezberleme
yetenekleri, eskiden beri şiir, hitabet ve neseb bilgileri gibi kültürlerini
şifahi yolla nakletme geleneğine sahip olmakla çok gelişmişti. Allah (c.c) ile
devamlı irtibatta bulunduğunu bildikleri Rasulü Ekrem (ASV)'e samimiyetle
bağlandıklan için O'nun her buyruk ve hareketini büyük bir dikkatle takip
ederek hafızalarına nakşediyorlardı. Yazılı kaynaklara önem veren çağdaş
zihniyetin aksine o günün insanları fevkalâde bir hafıza gücüne sahipti. Sade
ve tabiî yaşayışları sebebiyle zihinleri berraktı. Hz. Peygamber (ASV)' in bazı
önemli sözlerini üçer defa tekrarlaması ve kelimeleri sayılacak derecede yavaş
telaffuz etmesiyle dinleyiciler, söylediklerini kolayca ezberleyebiliyorlardı.
Bunun yanında Abdullah b. Amr b. As gibi okuma-yazma bilen genç ve dikkatli
sahabilerle hafızasının zayıflığından şikayet edenlere hadisleri yazma iznini
vermiştir.
Kur'an'm ihmal
edileceği düşüncesiyle hadislerin yazılmasına karşı olan sahabiler (ra.m),
sonradan dikkatsiz ve samimiyetsiz ravileri görünce talebelerine hadis
yazdırmışlardır.
Hadislerin tedvin'ini
hızlandıran sebeplerin başında Hz. Osman(r.a.)'ın şehid edilmesinden sonra
Hariciye gibi siyasi mazheplerin, 1. y.y'dan sonra da Kaderiye, Müşebbihe gibi
batıl itikadi mezheplerin ortaya çıkması gelir. Bu fırka ve mezhep
taraftarlarının, işlerine gelmeyen hadisleri inkâr etmeleri, görüşlerini
takviye etmek maksadıyla hadis uydurmaları, hadis toplamakla meşgul kişileri
konu üzerine düşünmeye ve önlem almaya sevk etmiştir. Hicri 1. y.y'in ilk
yarısından itibaren rivayette isnad konusu gündeme gelmiş, bunun sonucunda
raviler titizlikle takip edilmiş; yaşayışları, dindarlık ve dürüstlükleri,
bid'atla ilgileri bulunup bulunmadığı, yalan söyleyip söylemedikleri,
hafızalarının zayıf olup olmadığı araştırılmış ve böylece Hicri 1. y.'da cerh
ve ta'dil ilmi
Hadis malzemesinin
daha büyük bir tarzda toplanması işine Emeviler idaresinin Ömer b. Abdülaziz
döneminde başlanmıştır. Halife; âlimlere, valilere ve Medine valisi Ebu-bekir
b. Hazm'a gönderdiği yazıda âlimlerin ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından
endişe duyduğunu bu sebeple hadislerin araştırılıp yazılmasını istediğini
bildirmiştir. Emri ilk yerine getiren ve hadisin ilk müdevvini olarak tarihi
yerini alan zat Muhammed b. Müslim b. Şihab ez-Ziih-ri(v.l24)'dir. Bu zatın
yazdığı hadis mecmuaları çoğaltılarak değişik bölgelere gönderilmiştir.
Hadisleri bablara göre
sıralamaya kimin daha önce başladığı bilinmemekle beraber rivayetlere göre ilk
çalışmayı el-Musannef diye anılan eserleriyle Mekke'de İbni Cüreyre [7]
Yemen'de Ma'mur b. Raşid, Basra'da İbni Ebu Arube ile Rabi b. Sabih, Kufe'de
Süfyan es-Sevri, Medine'de Malik b. Enes, Horasan'da Abdullah b. Mübarek,
Rey'de Cerir b. Abdulhamid, Şam'da Valid b. Müslim gibi muhaddisler yapmıştır.
Bu y.y.'m güvenilir ravi ve isabetli tenkitçileri arasında Abdurrahman
el-Evzai, Şu'be b.Haccac, Hamad b. Seleme ve Leys b. Said bulunmaktadır.
2 y.y ile 3. y.y'm ilk
yarısında getirilen hadis kitaplarının çoğunda hadisler, sahabeye ait görüşler
ve tabi'în'in fetvalarından ayrılmamıştır. Malik b. Enes'in 'el-Muvatta' adlı
eseri bu tür eserlerin belirgin özelliğini taşımaktadır.
Hicri 3.(M 9.) yy'da
hadis kitaplarındaki en yaygın şekil, hadislerin ravi adlanna ve konularına
göre tasnif edilmesidir. Bu müsnedlerin ilk musannifleri hakkında fazla bilgi
bulunmamakla beraber Ebu Davud et-Teyalisi(v.204)'nin elMüsned'i ile Mekke'de
kaleme alınan ilk müsnedlerden Abdullah b. Zubeyr el-Humeydi (v.834)'nin
el-Müsned'i ve en hacimli hadis külliyatından Ahmed b. Hanbel (v.241)'in
el-Müsned'i günümüze ulaşmıştır. Bu yüzyılın tasnif edilen en önemli hadis
kitapîan olarak Kütüb-i Sitte kabul edilmektedir.
Hicri 4. (M 10.)
y.y'da artık hadislerin kitaplarda toplanması dolayısıyla, orijinal kitap
telifi yerine mevcut hadis kitaplarından derlemeler yapılmıştır. Bu yüzden 4.
y.y'm başı; müte-kaddimin döneminin sonu, müteahhirin devrinin başlangıcı
olarak kabul edilir. Dönemin en tanınmış muhaddisi Ebu Ya'la el-Mevsilî (v.
304)'dir. îbni Cerir et-Taberi bir müsned ve usûl kitabı olan
Tehzibu'l-Âsâr'ını yazmıştır. İsmail, el-Müs-tahrec adlı eseriyle ilk
"müstahrec" türü çalışmayı başlatmıştır. Ebu Cafer et-Tahavi, İbni
Hibban, Taberani ve Darekutni devrin önde gelen muhaddislerindendirler.
Daha sonraki
çalışmalara kaynaklık eden önemli dirayet kitapîan da bu dönemde telif
edilmiştir. İbni Ebi Hatim'in el-Cerh ve't-Ta'diI'i ile Ramhurmuzi'nin
el-Muhaddisu'I-Fasıl Beyne' r-Ravi Ve'l-Vai adlı ilk usûlü hadis çalışması, İbni
Abdi'nin zayıf raviler hakkındaki el-Kamil fi Duafai'r-Ri-cal'i, Hattabi'nin
i'lamu's-Sünen adlı sahasında ilk şerh çalışması, Halef el-Vasıti'nin
Etrafu's-Sahihayn adlı ilk 'etraf Örneği ve Hakim en-Nisaburi'nin usûlü hadise
dair ilk ve önemli kaynaklardan Ma'rifetu Ulumi'l-Hadis adlı kitabı bu tür
eserlerdendir.
Hicri 5. (M 11.) y.yda
yapılan çalışmaların temel özelliği değişmemiştir. Yüzyılın ilk yarısında Ahmed
b. Huseyn el-Beyhaki Ma'rifetu's-Sünen ve'1-Asâr adlı eserinde Şafiî fıhinin
dayandığı yirmi bin küsur hadisi, sahabe ve tabizîn sözünü toplamış; Hatıb
el-Bağdadî de dirayetü'l-hadis'in çeşitli dallarında eser yazmış, el-Camirli
Ahlaki' Ravi ile el-Kifaye fi İlmi'r-Rivaye adlı muhteşem eserlerini kaleme
almış ve bu iki âlim döneme damgalarını vurmuşlardır.
Asrın ikinci yansında
ise Hasan b. Ahmed es-Semerkan-di(v.49I)'nin Bahru'I-Esanid Fi Sıhahi'l-Mesanid
(günümüze ulaşmamıştır) adlı eseri ile Beğavi'nin Kütüb-i Sitte başta olmak
üzere sahih kaynaklardan seçtiği hadisleri "Sıhah" ve
"Hısan" başlığıyla bir araya getirdiği eserleri oldukça önemlidir.
Hatıb et-Tebrizi ve Ebu'l-Ferec İbnü'l-Cevzi asrın diğer
muhaddislerindendirler.
Hicri 7. (M 12.)
yy.'dan itibaren hadis çalışmaları eskiye göre azalmıştır. İbnu's-Salah
eş-Şehrezurî, usûlü hadis çalışmalarının mihverini teşkil eden ünlü Mukaddime'sini
kaleme almıştır. Asrın en velud âlimlerinden İmam Nevevi, daha çok içtimaî ve
ahlakî mahiyetteki hadisleri ihtiva etmesi özelliğiyle günümüzde de elden
düşmeyen Riyazu's-Sali-hin adlı eseri ile dua ve zikir konusunda hadisleri bir
araya getiren el-Ezkar'mı kaleme almış, ayrıca usûlü'I-hadis alanında da
önemli eserler yazmıştır. Munziri, et-Terğib ve't-Terhib'ini, Radiyuddin
es-Sağani, Buharî ve Müslim'den seçtiği hadislerinin topladığı ve uzun yıllar
ders kitabı olarak okutulan Meşariku'l-Envari'n-Nebeviyye adlı eserini bu
çağda yazmıştır. Ebu'l-Fida'nın İbni Kesir'in Kütüb-i Sitte başta olmak üzere
birçok eseri esas alarak yazdığı fakat gözlerini kaybettiği için sonunu
getiremediği, buna rağmen 35463 rivayeti topladığı Canıiu'I-Mesanid ve's-Sünen adlı eseri büyük bir gayretin
mahsulüdür. Suyuti, Cemu'1-Ceva-mi' adlı eseriyle İbni Kesir'in başlattığı
çalışmayı ilerletmiştir.
Hicri 9. (M.15.)
y.y'ın göze çarpan çalışmalarından biri 'zevaid' kitaplarının tasnifidir.
Çağının yegane hadis hafızı olarak bilinen İbni Hacer el-Askalani'nin tanınmış
müsned-lerden Kütüb-i Sitte'de yer almayan hadisleri bir araya getirdiği
el-Metalibu'1-Aliye'si ile Nureddin el-Heysani (v.807)'nin Mecmeu'z-Zevaid'i bu
türün örneklerindendir, ibni Hacer'in Fethu'1-Bari ile el-İsabe Fi
Temyizi's-Sahabe adlı eserleri oldukça önemlidir. Muhammed b. Abdurrah-man'in
(v.902) Mekasidu'l-Hasene' si ile İsmail b. Muhammed el-Aclûnî ( v.H62)'nin
Keşfü'1-Hafa ve Müzilü'l-Libas Ammeştehere Mine'l-Ehadisi Ala Elsineti'n-Nas
adlı eserleri, yaygın hadisleri, hikmetli sözleri ve mevzu' hadisleri bir
araya getirmiştir. Celaleddin es-Suyuti'nin vefatı nedeniyle tamamlayamadığı
200000 civarında hadisi bir araya getirmeye çalıştığı el-Camiu's-Sağir adlı
eseri dönemin önemli hadis çalışmalarıdır. Muttaki el-Hindi'nin Kenzu'l-Ummâl
fi Süneni '1-Ekval ve'1-Ef'al adlı eseri dönemin en hacimli hadis metinleri
mecmuasıdır.
Rasulü Ekrem (ASV)'in
sözlerinin yazıya geçirilmesiyle ortaya çıkan 'sahifeler', hadis literatürünün ilk
yazılı örneğini teşkil etmiştir. Hadislerin Asr-ı Saadet devrinden itiba^, ren
sözlü ve yazılı olarak tesbit edilmesi faaliyeti, müslmanian değişik türde
çalışmalar yapmaya sevk etmiştir.
Önceleri herhangi bir
sistem gözetilmeden hadislerin aynen tespiti en Önemli mesele iken sonraki
dönemlerde hadis malzemesinden daha kolay faydalanma ve aranan hadislere daha
çabuk ulaşma gibi ihtiyaçları farklı metodlarla aşağıda sıralayacağımız
türlerden kitap telifini zaruri kılmıştır.
1-Sahifeler:
Muhtelif vesilelerle Rasulü Ekrem (ASV) tarafından yazdırılan mektup,
musalahananleler ve ahidna-meîerle bazı sahabiler tarafından kaleme alman
sahifeler, Asr-ı Saadet devrinin ilk belgeleridir. En önemlileri; Abdullah b.
Amr, Sa'd b. Ubade, Muaz b. Cebel, Ali b. Ebi Talib, Abdullah b. Abbas ve Enes
b. Malik'e ait olan sahifelerdir.
2-Cüz'ler:
Sahabeden veya daha sonra gelen birinden rivayet edilen hadislerin bir araya
toplanmasıyla oluşan kitaplardır.
3-Sahih Hadis Kitapları: Hadislerin tedvini tamamlandıktan sonra ya
konularına göre veya ravi adlarına göre tasnif edilmeye başlanmıştır. Sahih-î
Buhari ve Kütüb-i sittenin diğer kitapları gibi.
4-Müsnedı!er:
İslam'a giriş sırası esas alınarak sahabe adlarına veya nesebine göre
hadislerin zikredildiği kitaplardır. En önemlileri; Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'i, İmam Malik'in el-Muvatta'ı, Humeydi ve Baki b. Mahled'in
Müsnedleridir.
5-Mecmu'lar:
Şeyhlerin veya şehirlerin yahut kabilelerin adlarına göre hadislerin alfabetik
olarak sıralandığı kitaplardır. En meşhurları; et-Taberi'nin el-Kebir,
el-Vasit ve es-Sağir adlı mecmualarıdır.
6- Câmi'ler:
Sekiz tane olduğu kabul edilen bütün hadis kitablarını içine alan kitaplardır.
Buhari'nin el-Câmiu's-Sa-hih'i gibi.
7-
Müstedrekler: Bir müellifin,
şartlarına uygun olduğu halde kitabına almadığı hadislerin toplandığı kitaplara
verilen addır. En meşhuru; el-Hakim Ebu Abdillah en-Nisabu-ri'nin sahihayn
üzerine yaptığı müstedrektir.
8- Müstahrecler: Muhaddisin herhangi bir kitabın hadislerini o kitabın müellifinin
senedleriyle değil kendine ula şan başka senedlerle rivayet etmesidir. Ebubekir
el-İsma ili'nin Buhari üzerine yaptığı müstahrec gibi.
9-Sünenler ve Ahkâm Kitapları: Öncelikle ahkâma dair hadisleri fıkıh kitaplarındaki
sıraya göre derleyen kitaplardır. Sünen-i İbni Mace gibi.
Bizim konumuz olan
usûl-i hadis ilmi, hadisin metin ve ravisini çeşitli yönleriyle incelemeye tabi
tuttuğundan asırlardan beri üzerinde çalışmalar yapılmaktadır. Bu nedenle çok
geniş ve önemli bir alan kapsayan bu ilim alanını oluşturan ilim dallan
vardır. Önemlileri şunlardır.
1-Cerh ve Ta'dil İlmi: Kavileri sıka veya zayıf oluşlarına göre ele alan bir
daldır. Hakim en-Nisaburi'den itibaren ele alınmıştır. Bu ilme dair ilk usul
kitabı Taceddin es-Sübki'nin el~Kaide fi'1-Cerhi ve't-Tadü'dir. Derlitoplu
kitaplar arasında İbni Sa'd ez-Zühri'nin 15 ciltlik et-Tabakat'ı vardır.
2-Muhtelefü'I-Hadis İlmi: Aralarında
birleşme imkânı olmakla beraber dış görünüşü bakımından tezat teşkil ediyormuş
gibi görünen hadisleri inceleyen ilim dalıdır. Bu sahada İmam Şafiî
(İhtilafü'l-Hadis), İbni Kuteybe (Te'vilu muhtelifü'l-hadis), Ebu Yahya
Zekeriya b. Yahya es-Saci ve Ibnü'l Cevzi eser yazmışlar.
3-İlelü'I-Hadis İlmi: Hadisin sıhhatini zedeleyen ve ancak hadis
otoriteleri tarafından anlaşılan gizli sebeplerden bahseden bir ilimdir. Bu
alanda Darekutni (El-İlelü'1-Varide Fil-Ehadisi'n-Nebe-viyye), İbnü'l-Medeni,
İmam Müslim, ibni Ebi Hatim ve Ib-nü'1-Cevzi eser yazanlar arasındadırlar.
4- Garibü'I-Hadis İlmi: Hadis metinlerinde geçen nadir(garip) kelimeleri
inceleyen bir ilimdir. Bu konuda İbni Esir (En-Nihaye Fi Garibi'l-Hadis),
Suyuti (Ed-Durru'n-Nesir Telhisu Nihayeti İbni Esir), İbni Kuteybe ve Zemahşeri
eser yazanların başlıcalarıdır.
5-Esbâbu Vurudi'l-Hadis İlmi: Hadislerin hangi sebeple, nerede ve ne zaman söylendiğini
araştıran ilimdir. Bu alandaki eserler; Suyutî'nin Esba-bu Vurudi'l-Hadis, İbni
Hamza el-Hüseyni'nin El-Beyan Fi Ta'rifi Vurudi'l-Hadis belli başlı olanlardır.
6- Nasih ve Mensûh İlmi: Bir kısmı nasih, bir kısmı da mensûh olduğu için
aralarını telif imkânı bulunmayan gibi görünen hadisleri inceleyen ilimdir.
Bu alanda yazılan meşhur eserler; Ebubekir el-Esrem'in (v.26I) Nasihü'l-Hadis
ve Mensuhuhu, Hazimi'nin el-İ'tibar Fi Beyani'n-Nasihi ve Mensuhihi Mine'1-Asar
ve İbnü'l-Cevzi'nin Ahbaru Ehli'r-Rusuh'udur.
Çeşitli sahalarda eser
veren 14.yüzyıl büyük İslam alimi olup asıl adı Takiyüddin Muhammed' dir.
Birgili"[8] diye de bilinmektedir. 10
c.evvel 929 (27 Mart 1523) tarihinde Balıkesir'de doğdu. Zaviye mensubu âlim ve
faziletli bir kişi olan babası Pir Ali, Balıkesir'de Müderristi.
Birgivî, ilk tahsilini
babasının yanında yaptı. Arapça, Mantık ve diğer ilimler okudu; Kur'an'ı ezberledi.
Daha sonra İstanbul'a giderek Küçük Şem-seddin'den ders aldı. Haseki
Medresesi'ne girdi; dönemin tanınmış âlimlerinden Ahizâde Mehmed Efendi ve
Abdurrahman Efendi'nin öğrencisi oldu. İcazet alarak müderrislik payesini aldı.
Bir süre medreselerde müderrislik yaptı. Burada camilerde vaaz veriyor,
bid'atlarla mücadele ediyor ve halkı Kur'an ve Sünnete uymaya davet ediyordu.
Kabirler üzerinde türbe yapılması,
mum yakılması ve ücret
karşılığında Kur'an okunması
gibi yaygın bid'atlarla mücadele
etti.Para vakf etmenin caiz olmadığını savunurken Şeyhülislam Ebussuud Efendi
ve diğer âlimlerle münakaşaya girdi.
Halkın bid'atları
terketmesinden ümidini kesen Birgivî, Birgi medresesinde ömrünün sonuna kadar
ülkenin her tarafından gelen talebelere ders verdi; irşad ve telif faaliyetlerini
sürdürdü ve bu sebeple Birgivî nisbetiyle meşhur oldu.
Birgivî, şeriatı
korumak için her bid'atm şiddetle aleyhinde bulunmuş tavizsiz bir ilim
adamıdır. Nitekim döneminde çok yaygın anlayışa rağmen hiçbir eserini herhangi
bir devlet büyüğüne ithaf etmemiş, aksine devlet ileri gelenleri de dahil olmak
üzere her seviyedeki yöneticilerde ve görevlilerde gördüğü kusurları cesaretle
tenkit etmiştir. Nitekim Sadrazam Sokullu Mehmed Paşaya, adaletsizliklerle mücadele
etmesi için tavsiyelerde bulunmuştur. Bazı haksız menfaatler elde ettiği,
devlet işlerinde nüfuz sağladığı gerekçesiyle 2. Selim'in hocası Abdullah
Efendiyi de ikaz etmiştir.
Dini konularda son
derece titiz olan Birgivî şeriat'ten kıl kadar ayrılmayı bile hazmetmeyerek
yazdığı risalelerde bazı tasavvuf erbabını da eleştirmekten geri durmamıştır.
Yazdığı et-Tarikatü'1-Mulıammediyye'nin sarihlerinden ünlü mutasavvıf
Abdulğani en-Nablusi(v.U43/1731) Birgivî'nin Ehl-i Sünnet esaslarına bağlı
tasavvuf büyüklerini değil, tasavuf adına bir yığın hurafe çıkaranları tenkit
ettiğini belirtir.
Kaynaklardan
Birgivî'nin çok yoğun bir tasavvufî hayat yaşadığı görülmektedir. Bununla
birlikte, daha sonraki birçok Osmanlı ilim ve devlet adamının, imparatorluğun
içine düştüğü gerilemenin sebepleri olarak gösterdiği sosyal ve ahlaki bozulmaları
Birgivî'nin daha o zamanlarda görmesi, dönemin Osmanlı uleması içinde sosyal
gelişmeleri takip eden az sayıdaki aydınlardan biri olduğunu gösterir.
Birgivî, İslam
ilimleri alanında büyük bir hizmet ifa etmiş ve haklı olarak yaygın bir
şöhrete kavuşmuştur. İslam dininin iki ana kaynağı Kur'an ve Sünnet'in dili
olan ve İslam medeniyetinin müşterek lisanı haline gelen Arapça'nın, Arap
olmayan müslüman milletler tarafından öğrenilebilmesi için büyük gayretler
sarf etmiştir.
981 yılı
c.evvel(Eylül-1573)'de vebaya yakalanarak 52 yaşında vefat etti ve Birgi'de
defnedildi.
Eserleri: Çeşitli ilmi
sahalarda, çoğu Arapça olmak üzere tespit edilebilmiş altmışa yakın eserlerinin
başlıcaları:
1-
Avâmil(Nahiv),
2-
İzharü'l-Esrar(Nahiv)
3-
İmtihanü'l-Ezkiyal(Nahiv)
4-
Et-Tarikarü'1-Muhammediyye (Ahlak-Tasavvuf)
5-
Vasiyetname (Fıkıh)
6- Ahvalu
Etfali'l-Muslimin (Akaid)
7-
Tefsirü'l-Sûreti'l-Bakara(Tefsir)
8- Risale Fi
Usûli'l-Hadis [9]
Davud-î Karsî
(v.H69/1756) öğrencilerine Sahih-i Buhari'yi okutmadan önce hadis usûlü'ne dair
bilgi vermek için Birgi-vî'nin konuyla ilgili Arapça risalesini şerh etmiştir.
Süleyma-niye Kütüphanesinin çeşitli bölümlerindeki 17 ve Beyrut Devlet
Kütüphanesindeki üç nüshasının yaraşıra dünyanın çeşitli kütüphanelerinde
birçok nüshası bulunan şerhin aynca birçok baskısı yapılmıştır.[10]
Eser, hem ilim
erbabının hem de öğrencilerin ilgisini çekmiş, bu sebeple tercüme edilmiş ve
üzerine haşiyeler yazılmıştır. Galata kadılarından Babakalelİ Abdulaziz Efendinin
Mukarribu't-Talibin adıyla yazdığı eserin Türkçe tercümesi yapılmıştır.
(İstanbul-290h.) İstanbullu Mustafa Şevket Efendi ile Medine Mahmudiye
Medresesi müderrislerinden Yusuf Şükrü el-Harputî tarafından yazılan haşiye de
basılmıştır.(İstanbuI-293)
Elinizdeki kitap,
Mustafa Şevket Efendinin orjinal hattıyla 1326. hicri yılında hazırlayıp
üzerinde haşiye yazdığı nüshanın tercümesidir. Usûlü'l-Hadis risalesinin
sarihi Davud-i Karsı 18. y.y. Osmanlı ulemasmdandır. Davud b. Muham-med el-Karsî
el-Hanefi olarak ismi kaynaklarda geçmektedir. Temel medrese eğitimini Kars
yöresinin tanınmış âlimlerinden aldıktan sonra İstanbul'a gelerek ruûs
imtihanında başarılı olduğu halde, zahidane bir hayat yaşamış olmasından
dolayı resmi makamlardan ve resmi görevlerden uzak kaldığı, kaynaklardan
anlaşılmaktadır. Kaynaklara göre Mısır'a gidip ders vermiş, 1153 h.de
İstanbul'a dönmüş, Birgi Ulu Camiî Medresesinde müderrislik yapmıştır. Çeşitli
ilmi sahalarda yazdığı eserlerin bazılarının muhtevasından onun batini fikirler
karıştırılmış tasavvufî anlayışlarla mücadele ettiği, bunlara karşı Asr-ı
Saadetin 'ihsan' anlayışım savunduğu anlaşılmaktadır. 1169 h.yılmda vefat etti;
vasiyeti gereği Birgivı'nin yanına defnedildi.
Çeşitli sahalarda
yazdığı eserlerden, kaynaklardan şu ana kadar 24 tanesi tespit edilebilmiştir.
İlmiyle amel eden,
alimleri ve adil muhaddisleri aziz kılan, birbirinden kopmadan ardısıra
gelenlerle kopuk olarak gelen ve hadis ilimlerine vakıf hafızları yüksek kılan
Al-lah(c.c.)'a hamd, nebilerin ve rasullerin Efendisine, âline, ashabına ve
takipçilerine salat ve selam olsun.
Rahmeti bol olan
Allah(c.c.)'ın fakir kulu Davud bin Muhammed el-Karsî el-Hanefi -Allah(c.c)
onu gizli ve açık lüt-funa mazhar kılsm-der ki:
"Buhari-yi Şerif
(Sahilvi Buhari) kitabını ders olarak okutmak istediğim sırada ona başlamadan
önce USÛL-İ HADİS'ten bir risale okutmanın daha uygun olacağını anladım. Çünkü
Buhari'yi okumak usûl-i hadisi bilmeyi gerektirir. Usûl-i hadis risalelerinden
de bundan(Birgivi'nin usûl-i hadis'i) daha güzelini bulamadım. Çünkü
bu(risale), düzenleme şekli açısından en güzeli, araştırma şekli açısından
eksiksiz olanı ve lazım olan esasları ihtiva açısından en kap-samlısıdır.
(K.nnnklardan) edindiğim bilgilere göre bu risale, İmam-ı Ailame, fazilet ve
keramet sahibi, asrının eşsiz araştırmactfl vo inceleyicisi Muhammed el-Birgivî
Efendi rahmetullahi aleyhi-nindir. Lakin bu risale (mücmel anlatım tarzı
nedeniyle) ne bana ne de talebelere ikna edici gelmediği için talebeler,
meselelerin kaynağını ve ihtiva etmediği, kaideleri de usûl kitaplarından
derleyerek, onu kısaca açıklayacak şekilde şerh etmemi istediler. Ayağımı
kaydırmaktan, hak'tan yanlışa meyletmekten koruması ve kötü olan sözlü ve
fiili çekişmelerden uzak tutması için Al-lah(c.c.)'a yakararak şerhine
başladım.
Feryat ve bağrışma
günü olan kıyamet gününde faydalanabileceğim en iyi mühimmat olması dileği
ile...
( Davud b. Muhammed
el-Karsî el-Hanefi )
inananda, pratiğinde
ve sözünde sadık olan ilim okuyucusu; öğrenimiyle Allah(c.c.)'a yakınlaşmayı
amaçlayan, Allah (c.c.)'tan sevap dileyen ve O'nun azabından korkan kişidir.
Öğrendikleriyle amel ederek farzları, vacipleri, müekked sünnetleri yerine
getiren, kebairleri terk eden, genel ve büyük maslahat amacı olmadan
çirkinliğine rağmen yalan söyleme-yen insandır.
İlim talebesi, ilme
başlaması itibariyle, Rasul-i Ek-rem(ASV)'m hakkında: "Denizdeki balıktan
yuvasındaki karıncaya kadar her şey ilim talebesi için bağışlanma dileğinde bulunur"
ve ilminin sonucu itibariyle de; "Alim'in abid üzerindeki fazileti benim
en düşüğünüz üzerindeki faziletim gibidir" dediği kimsedir. Zamanımızın
(1151h.) 'ilim ehli' adı altında geçinen çoğu okumuş ve okumakta olan
insanları, saydığımız Özelliklerde olmadıkları, 'yalancı' sınıfına girdikleri
için musannif sadece 'sadık' olanları muhatap almaktadır. Çünkü böylelerine
ilim öğretmek caiz değildir. Aksi halde vebal öğretene aittir. Böylelerinden
ilme başlanın noktasında olanlar için Hazreti Peygamber(ASV); "Mücevherleri
domuzların boynuna takmayın", okumuş olanlar için de; "kıyamet günü
insanlardan azabı en şiddetli olan, ilmi kendisine fayda sağlamayan alimdir."
buyurmuştur.
Musannif (Birgivî),
'Hadisü'I-Erbain' adlı eserinin şerhinde de; "ilmini kötülüğe vesile yapan
fasık talebelere zamanımızın) kadı(müftü)'lan gibi- ilim öğretmek caiz
değildir." demiştir.
Asıl konuya geçmeden,
okuyucunun bilmesi gereken üç şey vardır:
Birincisi: Mutlak
bilinmez bir şey olmaktan çıkıp; icmai olarak bilinmesi için ilmin tarifini;
İkincisi: Amacını
diğer ilimlerin amacından ayırdetmesi ve başka konularla gayretini tüketmemesi
için okuduğu ilmin konusunu;
Üçüncüsü; Çabasının
heder olmaması, azim ve gayretinin artması için okuduğu ilmin amacım bilmesi
lazımdır.
O halde bilinmesi
gereken bu üç şeyi açıklayalım:
Usûlü'l-Hadis: Kabul
ve red açısından hadis ile ravi'nin durumunu inceleyen ilimdir. (Usûl-i hadis
ilmine dirayetü'1-ha-dis veya mustalahü'l-hadis de denilir.)
Konusu, yine kabul ve
red açısından hadis ve ravi'deki zatî arazlardır.[11]
Amacı, makbul hadis
ile amel edebilmek için makbul hadis ve ravi ile merdut hadis ve ravi'yi
tanıyıp birbirinden ayırmaktır.
FurûıT'-Hadis:
Peygamber(ASV)'dan hadisleri aktarma ilmidir. (Ezbere dayalı olan) bu ilme
rivayetü'l-hadis ilmi de denilir.
Konusu, Peygamber
olması açısından Rasulullah (aleyhis-salatu vesselam)'m zatıdır.
Amacı, iki dünya
saadetidir.
Hadis'in sözlük
anlamı; eski olanın zıddı, yeni olan şey'dir. Ya da 'haber' az veya çok olan
söz'dür. Nitekim Kur'an-ı Kerim' de;
"Kur'an gibi bir
söz getirsinler. diyor.
Hadis'in ıstılahı
manası: RasululIah(ASV)'m sözleri, fiilleri ve takrirleridir.
Takrir'in manası
şudur: Rasulullah(ASV)'m huzurunda biri bir fiil işler veya bir söz söyler,
Rasulullah(ASV) da bundan haberdar olur, karşı çıkmaz ve sükût eder. Bu şekilde,
söz konusu söz veya fiilin iyi ve Rasulullah(ASV) 'in izni dâhilinde olduğu
anlaşılmış oluyor. Çünkü Rasulullah(ASV), kötülüğe karşı asla susmazdı. Bu
şekildeki takrir de hadis'in tarifi dahilindedir.
Aliyyü'1-Kari de
Sahavi'den naklederek hadis'in tarifini bu şekilde vermektedir. Fakat Sahavi,
Rasulullah(ASV)'m sıfatlarını da hadis' in tarifine dahil etmiştir. Ama gerçek
olan şudur ki; Rasulullah (ASV)'m ihtiyari özellikleri söz, fiil veya takrir'e
girmektedir. İhtiyari olmayan zaruri olan özellikleri ise hem konumuzun dışında
hem de onlara uymak bizim için mümkün değildir.
Bazı muhaddislere göre
bu üç kısım (söz, fiil ve takrir) sahabe ve tabi'inden olursa yine hadistir. Bu
durumda hadis dokuz kısma ayrılmış oluyor. (Rasulullah( ASV), sahabe ve tabi'
in' in söz, fiil ve ikrarları) Sıfat'ı da buna eklersek hadis on iki kısma
çıkar.
Hayatında
Rasulullah(ASV)'ı gören, tanıyan; ya da RasuIullah(ASV)'ın kendisini gördüğü
bütün mü'min insanlara sahabe denir.[12] (Ta'rif in ikinci kısmı tartışmalıdır.)
Buhari'ye göre bir
mü'minin sahabe olması için rüryet(Rasulullah(ASV)'ı görme) ve bir saat dahi
olsa sohbet şarttır.
Bazı muhaddislere göre
inanç ve ahkam Rasulullah(ASV)'a tabi olarak uzun süre meclisinde oturması
şarttır.
Bazı usulcülere göre
meclisinde uzun süre oturmakla birlikte kendisinden hadis rivayet etmek de
şarttır.
Son iki görüşe göre
Rasulullah(ASV)'a elçi olarak gelip durmadan giden mü'min kimse sahabe'ye dahil
değildir. [13]
Hayatında sahabeyi
gören ya da sahabe'nin kendisini gördüğü bütün mü'min insanlara tabi'in denir.
Kimisi "uzun
müddet beraber kalmaları lazımdır", kimisi, sahabeden hadis işitmesi
lazımdır", kimisi de "en az temyiz yaşında (4 veya 5) olması
lazımdır" demiştir.
Hem cahiliyye hem
İslam dönemini yaşayıp Müslüman olan fakat Hz. Peygamber(ASV)'i göremeyenlere
muhadra-mun denilir ki, sahih görüşe göre bunlar da tabi'indendirler.
Askalani'ye göre, Resul-i Ekrem(ASV), onları Mi'rac gecesinde gördüğü için
onlar da sahabe'dendir.
Sahabe ve tabi'ine
selef, tabi'inden sonrakilere de halef denir.
Cumhur'a göre haber,
eser ve sünnet, hadis'in muradif i
(eşanlamlısı)dir.
Kimine göre
Rasulullah(ASV)'tan başkasına ait olan söze
haber denildiği için
farklıdır.
Kimine göre haber ve
eser, hadisten daha geneldir. Kimine göre eser, sahabe'nin sözüdür. Kimine göre
de eser selefin sözüdür.
Hadis'in usûl ve furû'unun
çoğunu bilen kimseye muhaddis denir. Müfessir, fakih ve benzerleri gibi..
.Çünkü her ilimde önemli olan o ilmin çoğunu bilmektir.
Hadisin usûl ve
furû'unun çoğunu hıfzeden, ezberleyen kimseye de hafız denir. Hafız, bazen
muhaddis anlamında da kullanılır.
Suyûtî'nin Tedrib'de
söylediğine göre 'muhaddis'; isnad-ları, illetleri, sened ricâli'nin
isimlerini, âli ve nazil senedları.[14]
bilen bununla birlikte çok hadis metnini hıfzeden, Kü-tüb-i Sitte'yi, Ahmet b.
Hanbel'in Müsned'ini, Sünen-i Bey-haki'yi, Mu'cem-i Taberani'yi işiten (okuyan
veya dinleyen) ve bütün bunlara ek olarak hadis cüz'lerinden bin cüz bilen
kimsedir. Bu, muhaddis'in en düşük derecesidir. Hafız ise onun üstüdür.
Bu tarifteki
özellikler genel olarak kabul edilirse muhaddis'in asla; özel olarak kabul
edilirse şu an için olmamasını gerektirir.
Aliyyü'l-Kari'nin naklettiğine
göre de muhaddis; hadisi rivayet itibariyle dinleyip alan ve dirayet itibariyle
de ona itina gösteren kimsedir. Hafız ise kendisine ulaşan hadisi rivayet
eden, bilmesi gerekeni de hıfzeden kimsedir.
Bu ise hem tarif-i bilmechûldür
(bilinmeyen şeylerle tarif etmek), hem de rivayet ve dirayet olarak hadis
hamilinin (bilenin) hem muhaddis hem de hafız olmasını gerektirir.
Bazılarına göre hafız,
yüz bin hadis bilen kimsedir.
Aliyyü'l-Kari'nin
naklettiğine göre bazı alimlere göre hafız; yüz bin hadis bilen, hüccet, üç
yüz bin hadis bilen, hakim ise bütün mervi (rivayet edilen) hadisleri
metniyle, senediyle, tarihiyle, cerh ve tadil'iyle bilen kimsedir.
Bence tarifteki
hâkimden amaç Buhari'dir. Çünkü Aska-lani'nin de dediği gibi "Buhari'nin
bilmediği hadis, hadis değildir" deniliyor.
RasululIah(ASV)'a
dayandırılan hadislere merfu hadis denir. Bu hadisin muttasıl veya munkatı
olması, isnad edenin sahabe, tâbi'in ve sonrakilerden olması durumu değiştirmez.
Raf (Rasulullah
(ASV)'a isnad) bazen sarih (açık) olur. Mesela:
"Rasulullah
(ASV) şöyle
buyurdu" veya
"Rasulullah (ASV)
şöyle yaptı veya
"Rasulullah(ASV)
şöyle tasvip etti" gibi.
Bazen da raf sarih'in
hükmünde olur. Mesela; kıyamet, haşir, hesap, ceza v.s. ahiret halleri,
peygamberlerin kıssaları gibi geçmiş zamanla ilgili haberler ya da kıyametin
alametleri ve gelecekle ilgili haberler gibi kendisine aklın etki edemeyip
Allah(c.c.)'in bildirmesine bağlı olduğu açık olan konular, sahabe veya
tabi'inden nakledilirse onu Rasulullah(ASV)'tan aldıklarına hükmederiz. Çünkü
Rasulullah(ASV)'dan başka, sahabelerin onlara vakıf olması mümkün değildir.
Ama akılla tespiti mümkün
olabilen ilahiyyat ve nebeviyyat [15]gibi
ilâhi vahye bağlı olmayan konular, Rasulullah(ASV)'dan almış olmaları ihtimal
dahilinde olsa dahi, ister sahabeden ister tabi'înden gelmiş olsun, onlan
kendi içtihadlarıyla söylediklerine hükmederiz. Günümüz (h!150'li yılları)
bidatçılarmm şeyhleri hakında iddia ettikleri gibi "bu bilgiyi Levh-ı
Mahfuz'dan almış olabilirler" denilemez. Çünkü bize göre bu, sıradan bir
muhal ve pek nadir olan bir durumdur. Burada asıl olan, böyle bir şeyin
olmamasıdır. Ama olduğu iddia edilirse, dört mezhebin birisinden seri bir
delil ya da sahabe ve müctehidlerden bir rivayet gerekir ki, ortada ne delil
ne de rivayet vardır. O zaman böyle bir iddia ihtimal dahilinde olmadığı için
ne şer'i delil ne de rivayette söz edilmemiştir. Bize düşen dalalette olup
dalalete düşüren, haddini aşmış şeyhlere değil Kitap ve Sünnet'e tabi
olmaktır.
Senedi sahabe'ye
dayandırılan hadise mevkuf hadis denir. Askalani, vakfın da kat' gibi ancak
sarih olabileceğini tasrih etmiştir.
Mesela;
"Tbni Abbas şöyle
yaptı, şöyle ikrar etti veya şöyle dedi" gibi siğalarla rivayet edilen
hadisin hepsi mevkuftur.
Tabi'in olmayanlara
dayandırılan hadis'e de bazan maktu' denildiğini Askalanî tasrih etmiştir.
Muhaddisler arasında
meşhur olan, maktu' hadis'e aynı zamanda Mevkuf da denilmesidir.
"Falan kimse
Zühri (tabi'in'dendir) üzerine vakfetti" denildiği Takrib'de
belirtilmiştir.
Ama mevkuf hadis'e
maktu' denilemez.
Askalanî'nin
söylediğine göre bazıları maktu'u munkatı' hadis için, bazıları da munkatı'-ı
maktu' hadis için kullanırlar.
Maktu' hadis'e misal:
Cabir (r.a.)'in Sünen-i Nese'î ile Sünen-i İbni Mace' deki
"Rasulullah
(A.S.V) döneminde biz at etini yerdik" hadisi gibi.
Ebubekir İsmaili ile
Ebubekir Berkani, bu gibi hadislerin mevkuf olduğunu, söyleyenlerin de
sözlerinin ekseriyetin sözüne muhalif ve sevabdan çok uzak addetmişler.
Takrib ve Tedrib' de
denilmiştir ki; sahabenin: (Biz böyle derdik)
ya da (biz şöyle yapar) ya
da (biz şöyle uygun görürdük) şeklindeki
sözleri, eğer Rasulullah (a.s.m)'ın zamanına dayandınlmazsa cumhura göre
mevkuf; dayandınlırsa maktu' olur.
Kimine göre Rasulullah
(a.s.v)'m zamanına ister dayandirilsin ister dayandırılmasın mutlak olarak
mevkuf, kimisine göre de merfu'dur.
Kimine göre ise
eylemde (fiilde) kapalılık varsa mevkuf; yoksa merfu'dur.
Tabi'in'in bu şekildeki
sözleri ise, sahabe zamanına dayandınlmazsa sadece maktu'dur. Sahabe zamanına
dayandırılır ise onun hem mevkuf hem de maktu' olma ihtimali vardır.
Sahabe'nin: (sununla emrolunduk) (şundan
yasaklandık) (şu sünnettendir)
şeklindeki sözleri, cumhur göre merfu'dur. Kimine göre de mevkuf'dur.
Ama tabi'in'in bu
şekildeki sözlerinin hem merfu' hem de mevkuf olma ihtimali vardır.
Esbab-ı nüzul gibi
kendisinde akıl yürütme ihtimali olmayan sahabe'nin tefsiri merfu'dur. Akıl
yürütme ile elde edilebilen tefsir veya konular ise mevkuftur. Bununla ilgili
tabi'in'e ait olan da sahabeninki gibidir.
Sened: Muhaddislerin
ıstılahında sened, hadis'i rivayet eden kişidir. Sened'e tarik de denilir.
Bazan sened, metni haber vermenin yollan anlamına da gelir. Sened, Arapların
(falan kimse sened'dir) yani güvenilirdir, sözünden alınmıştır. Çünkü hadis
hafızlan hadis'in sahih ve zayıf olmasında senede güvenirler.
İsnad: İsnad da sened
anlamındadır. Bazan isnad, senedi zikretme anlamında yani metni rivayet etmenin
yolları anlamında da kullanılır.
Hadis, sahibine
dayandığı için isnad (dayanım)
anlamındaki den alınmıştır.
Metin: Hadis'in metni,
isnad'm bittiği yerden başlayan sözdür. Fiili ve takriri hadis de bu tarifin
kapsamına girer.
Metin, oldukça sert;
yerden yüksek anlamına gelen 'den alınmıştır. Çünkü hadisi rivayet eden,
söyleyene (RasuluUah (a.s.v.)'a yükseltip onunla takviye eder. Ya da gayede (ilerleyip)
uzaklaşmak anlamına gelen
'den alınmıştır. Çünkü
sened'in gayesi hadis metnidir.
Tedrib
Senedine göre hadisler
iki kısma ayrılır:
Muttasıl ve munkati'
Ravilerinden tek bir
kişinin bile düşmediği hadistir.
Ravî:
Aliyyü'l-Kari'nin Cezeri'den naklettiğine göre ravi; senediyle hadisi nakleden
kimsedir. Senedsiz hadisi nakledene ise "muharric" denir. Ravi ile
muharric bazan birbirinin yerinde de kullanılırlar.
Cumhura göre munkati'
hadis; senedinin başından, ortasından veya sonundan bir ravi, birkaç veya
bütün ravilerin düştüğü hadistir. -Takrib ve Tedrib-
Mesela:
"Onun başına
Ebubekir'i geçirirseniz O (Ebubekir) kuvvetli ve emindir." Bu hadis
senedinin iki yerinde inkıta' vardır:
1- Abdurrezak
Sevri'den duymuş değil, Numan b. Ebi Şeybe'den duymuştur.
2- Sevri de
Ebu İshak'tan değil, Şureyh'ten duymuştur. -EI-Baisü'1-Hasis, s.51[16]
Senedinin başından
(ravi tarafından) bir veya birkaç ra-vi'nin düştüğü munkatı' hadise muallâk
hadis denir.
Askalanî ve Nevevî,
düşen ravilerin "art arda olması" şartına önem vermemişler. Fakat
Suyutî bunu şart koşmuştur.
Muallâk Hadis'in şekli
şöyledir: Senedinin başından birkaç ravi atlatılır, sahabe de zikredilerek,
hadis üst ravilere nispet edilir.
Sahih-i Buhari'de pek
çok olan muallak hadisler iki türlüdür. Bir kısmı kitabının bir başka yerinde
mevsul olarak yer almış olanlardır ki, Buhari fazla uzar endişesiyle sened-de
tasarruf ederek kısaca zikretmektedir. Diğeri ise, sırf muallak olanlardır ki,
Buhari bunları cezm siğası ile irad etmektedir. Böylece hadisin, adı
zikredilmeyen ravilerden kesin surette rivayet edilmiş olduğu anlaşılır.[17]
Bazıları bütün senedi
düşmüş hadislere muallak hadis diyorlar. Mesela
"Peygamber (ASV)
şöyle buyurdu" dememiz gibi.
Kesinlik bildiren
(falan kimse rivayet etti) ve (falan kimse dedi) şeklindeki ifadelerle (Şeyhayn'in
kitaplarından) söylenen hadisleri, söyleyene dayanarak sahih olduğuna
hükmederiz. Kesinlik taşımayan (rivayet edildi) ve (denildi) gibi ifadelerle söylenirse sahih
değildir.
Sahihayn (Buhari ve
Müslim) gibi Sahih olması gereken kaynaklardaki mu'allel hadiste de sahih
hükmü vardır. - Takrib ve Tedrib-
Senedinin sonundan
(Rasulullah a.s.v'm tarafından) sadece bir ravi (sahabe)'nin düştüğü munkati'
hadistir.
Senedin sonu
sahabeden, başı da tabi'inden olduğu için musannif, el-Hullase adlı kitabında:
"Muhaddislere göre mürsel, tabi'in'in Rasulullah (ASV)'tan rivayet ettiği
hadise denir" demiştir.
Takrib'de de şöyle
diyor: "Mürsel; Tabi'in-i Kebir'in 'Rasulullah (ASV) şöyle buyurdu'
şeklindeki sözleridir. Ama Tabi'in-i Sağir'den hadis[18]
ravilerinin çoğu Tabiî olduğu için bu şekildeki sözleri Munkatı'dır. Fıkıh'ta
ve Hatib'e göre meşhur olan mürsel; Tabi'în'in ve öncekilerin: (Rasulullah
a.s.v şöyle buyurdu) şeklindeki sözleridir."
Mürsel hadisin şekli
şöyledir: Bilinen bir sahabeye bağlamadan sahabe ismi düşürülür, baştaki
raviler zikredilerek hadis Rasulullah (ASV)'a dayandırılır . Mesela:
"Rasulullah (ASV)
etin canlı hayvan karşılığı satışını yasakladı."
Bir tabi'in olan Said,
bu hadisi kimden duyduğunu söylemeden doğrudan doğruya Rasulullah (ASV)'dan
rivayet ediyor. -Tedrib, s.141 [19]
Böyle hadisler
Buharî'de çoktur.
Hatib ve usûlilerin
cumhuru gibi Hullase ve Tedrib'de belirtilmiştir- bazı muhaddislere göre
mürsel, muttasıl'm zıddı olan genel manadaki murtkaö' anlamındadır.[20] Bu
yüzden Muhtas-arü'l-Münteha'da İbni Hadb: "Mürsel, sahabe
olmayanın (Rasulullah a.s.v şöyle buyurdu) şeklindeki sözleridir."
demiştir.
Sahabe ve diğer
sıka'ların mürsel hadis rivayet etmeleri cumhura göre sahihtir. Ancak sıka
olmayandan hadis irsal ettikleri bilinirse sahih değildir. Muhaddislerin cumhur
ve Şafiilere göre sahabe ve sıka dışındakilerin mürsel hadis rivayetleri mutlak
olarak zayıftır. Hanefilere göre de hicri ilk üç asırda, sonra gelenlerinki
mutlak olarak zayıftır. -Takrib ve Tedrib-
Mürsel hadisin genel
manadaki munkatı hadisin kısımlarından biri olması muhaddislerce daha
meşhurdur.
Askalani ve Nevevi
gibi bazı muhaddislere göre senedinin herhangi bir yerinden ardı ardına birden
fazla ravinin düştüğü hadise mu'dal hadis denir.
Mu'dal, ism-i meful
olup den yani (zorlaştırdı, yordu) demektir. Sanki onu rivayet eden muhaddis,
zorlaştırmış ve kendisinden rivayet eden kimse de o hadisten hiç
faydalanamamıştır.
Mesela: A'meş'in
Şa'bi'den rivayet ettiği hadis gibi:
"Kıyamet günü
insana falan falan işi yaptın denecek, fakat o inkar edecek, bunun üzerine
ağzı mühürlenecek."
Şa'bi bunun Enes'ten,
Enes de Rasulullah (ASV)'den rivayet etmiştir. Fakat A'meş, hadisin isnadından
Enes'i ve Rasulullah (ASV)'i düşürmek suretiyle hadisi mu'dal yapmistir.
-İhtisaru Ulumi'l-Hadis, s.55[21]
Senedinden bir ya da
art arda olmadan senedin değişik yerlerinde birden fazla ravinin düştüğü hadise
munkatı' hadis denir.
Bu hadis çeşidi
mu'daldan farklı, mürsel ve mu'allaktan da bir yönüyle daha hastır.
Aliyyü'1-Kari diyor
ki: "Munkatı' hadisin tarifi konusunda sahih olan, cumhurun görüşüdür.
(Yani senedinin herhangi bir yerinden ravisinin düştüğü hadistir.) Fakat munkatı'
daha çok tabi'in olmayanın sahabiden yaptığı rivayetler için kullanılıyor.
Mesela: "Malik,
İbni Ömer'den (r.a.ma) rivayet eder ki..." gibi.
Hakim Ebu Abdillah
en-Nisaburi'ye göre de: Tabii'ye varmadan düşmüş veya mübhem olarak zikredilmiş
"bir adam"m senedine karıştığı hadistir.
Mesela (Malik bir adamdan,
o da ibni Ömer'den...) gibi.
Takrib'de diyor ki:
Mu'an'an hadis -isnadında O harfi olan gibi isnadından cehalet (bilinmezlik)
olsa dahi cumhura göre iki şartla muttasıldır:
1-Mu'an'an'in
( CP harfini kullanarak rivayet eden ravi) müdellis olmaması.
2-Ravi ile
kendisinden rivayet edilenin, birbiriyle karşılaşmış olmaları mümkün olacak
şekilde zamanlamanın uygun olması.
Buhari, Sahih-i Buhari
Mecmu'asmda karşılaşmanın tespit edilmiş olmasını şart koşmuştur.
Bazıları uzun süre
beraberliği, bazıları da öteden beri birinin diğerinden hadis rivayet etmekle
bilinmiş olmasını şart koşmuşlar.
Bazılarına göre
mu'an'an hadis, mutlak olarak (isnadında cehalet bulunsun veya bulunmasın)
mürseldir. Hakim Nisaburi'ye göre de sadece isnadında cehalet bulunduğu zaman
munkatı'dır.
Hadisin muttasıl
olmasında şeddeli olan de zikredilen
şartlarla gibidir.
Mesela: (falan kimse,
falanın kendisine şunu haber verdiğini bize anlattı) gibi.
Bazılarına göre ise
müennen olan haberin aynısı başka bir yoldan da duyulduğu ortaya çıkmadıkça bu
haber munkatı'dır.
Biz, müennen haberi
günümüzde icaze'lerde kullanıyoruz.
Bu ikinci anlamıyla
munkatı' hadis, genel manadaki munkatı' hadisin bir kısmıdır. O zaman
"munkatı" kelimesi, iki manadan birisini belirleyici karine'nin
bulunmasıyla hem genel hem de özel mana için ortak olarak kullanılan bir
kelimedir. "Tasavvur" kelimesi gibi. Çünkü "tasavvur" kelimesi
de iki mana için kullanılır:
Birincisi: Tasavvur ve
tasdik diye iki kısma ayrılan "ilim" kelimesinin muradifi (eş
anlamlısı) olan genel manasıyla tasavvur. Bu anlamda tasavvur mutlak olarak
bir şeyi idrak etmek demektir. Buna mutlak tasavvur ya da bir şeyin idraksiz
tasavvuru denir.
İkincisi: ilmin
kısımlarından birini oluşturan tasdikin zıddı olan özel manasıyla tasavvur.
Buradaki tasavvur, nisbet-i tamme-i haberiye [22]olmayanı
idrak ya da üzerinde bir hükme varmadan bir şeyi idrak etmek demektir. Buna
sade 'tasavvur1 ya da bir şeysiz 'şartlı tasavvur denir.
Mutekaddimin (hukema)e
göre tasavvur; nisbet-i haberiye olmayanın idrakidir. Tasdik ve aynı zamanda
hüküm; nisbet-i haberiyenin idrakidir. Müteahhirin (imam ve ona tabi olanlar)e
göre ise tasavvur, hükme varmadan bir şeyi idrak etmektir. Tasdik de hükme
vararak bir şeyi idrak etmektir. Hüküm ise bir durumu bir başka duruma olumlu
veya olumsuz olarak dayandırmaktır. Konuyla ilgili detaylı açıklama
"Tenzih" üzerinde yazdığımız şerhte mevcuttur.
Ravi'nin, hadis aldığı
şeyhinin ismini terk ederek, şeyhinin işitmediği halde işitmiş vehmini veren
bir ifadeyle hadis rivayet etmesidir. Mesela; kendisinden işitmediği halde
(falan kimse şöyle dedi) ya da (falandan şöyle
rivayet edildi) demesi gibi.
Bu işleme, isnadda
tedlis denir. Akşamın evvelinde olduğu gibi karanlığın aydınlıkla karışması
anlamına gelen (vJ3j| 'ten alınmıştır. Senedden düşürülen ravi ile karanlık,
gizlilikte ortak oldukları için bu isim verilmiştir. Ya da malın aybrnı örtmek
anlamındaki mistir ki, müşteri gibi hadisin dinleyicisine de işin aslı gizli
kalması münasebetiyle bu ismi almıştır.
Müdellis, bir üst
raviden işitmiş vehmini veren ifadelerle değil (bana haber verdi) ya da (bana
anlattı) ya da (ondan işittim) gibi açıkça işittiğini belirten ifadelerle
hadisi rivayet etmesi halinde yalancı duruma düşeceği için böyle ifadeleri
kullanmaktan kaçınıyor. -Askalanî-
İsnadda tedlis bütün
muhaddislerce verilmiştir. Çoğuna göre tahrimen mekruh, bazısına göre de
haramdır.
Ancak kötü amaçlar
dışında, sahih bir amaçla yapılması halinde yerilmez ve mekruh olmaz.
Sahih amaçlar; ravinin
şeyhi hafızlarca bilinir ve sıka olduğu halde dinleyicilerce bilinmiyor ve
şeyhinin şeyhi hem hafızlarca hem dinleyicilerce sıka ve biliniyorsa hadisi takviye
etmek; şeyhinden çok hadis rivayet ettiği için, ravinin aynı ismi tekrar
etmekten kaçınması; senedi kısa tutmak; şeyhi sıka fakat yaşça kendisinden
küçük olduğu inatçı ve kıskançlarca hadisin kabul edilmemesi endişesi v.s...
gibi durumlardır.
Fasid amaçlar, şeyhine
ait hadisin zayıflığını örtmek, şeyhinden hadis almaya tenezzül etmemek,
şeyhinin zayıflığını, düşmanlık v.s gibi dinde hiyanet zayıflığım örtmek, düşmanlık
v.s ise dinde hıyanet olduğu için bu tür işler cumhura göre tahrimen mekruh,
bazılarına göre de haramdır.
Mesela: Haşrem der ki:
"Süfyan b. Uyeyne'nin yanında idik. "Zühri şöyle dedi" diye bir
rivayette bulundu. Kendisine: "Bunu ondan mı duydun?" diye soruldu.
Şöyle cevap verdi. "Bunu Abdurrezzak bana Ma'mer'den o da Zühri'den
nakletti..." -Tedrib, s.140[23]
Tedlis'in ikinci
kısmı, Tedlisü't-Tesviye'dir. Bu da ravi-nin, şeyhinin değil, zayıf olduğu için
şeyhinin şeyhini veya onun da bir üstünü isnadda terk ederek sıka olduğu için
şeyhinden veya şeyhinin şeyhinden hadis rivayet etmesidir. Bunu yapmakla
senedin tümünü sikalardan seçerek aynı seviyeye getiriyor. Sadece bu amaç için
tedlis yapılırsa, mekruhtur. Ama genelleştirilirse isnadda tedlis gibi (sahih
ve fasid amaçlara göre) hükmü değişir.
Mesela: İshak b. Rahveyn,
Bakiye'den rivayet eder. Bakiye: "Bana Ebu Vehbi'l-Esedi haber
verdi" diyor. O, Nafi'den, o da Ibni Ömer'den rivayet ediyor:
"Bir kimsenin
görüşünün özünü bilmedikçe Müslümanlığını övmeyin."
Bu hadisi Bakiye
Ubeydullah b. Amr'dan, o da İshak b. Ebi Ferre'den... rivayet etmiştir. Bakiye
İshak'ı atlatmak istiyor. Fakat "Ubeydullah Nafi'den" dese yaptığı
tedlis belli olacağı için Ubeydullah'ın bu meşhur adını ve künyesini
değiştirerek meşhur olmayan "Ebu Vehbi'l-Esedi" şeklinde sokuyor.
-Tedrib, s.141 [24]
Tedlis'in üçüncü kısmı
olan Tedlisü'ş-Şuyuh (şeyhlerle tedlis); ravinin, kendisi üzerine dikkati
çekmek için şeyhini ya da şeyhinin şeyhini tanımayan bir isim, künye veya
nis-betle vasıflandırarak isnada zikretmesidir. Bu kısım da birinci kısım gibi
(amaca göre hükmü) değişir.
Mesela: Kıraat
imamlarından Ebu Bekir b. Mücahıd'in "Abdullah b. Ebi Abdillah bana
söyledi..." diye rivayeti gibi. Bu zattan maksadı meşhur sünen sahibi Ebu
Davud'un oğlu Abdullah'tır. Fakat meşhur isim ve künyesi yukarıdaki gibi değil
de şöyledir: Ebubekir b. Ebi Davud [25]
Tedlisin birinci kısmı
çok, diğer kısımları azdır. Bazıları üçüncü kısmını tedlis olarak kabul
etmemişler.
Tedlis ile tanınmış
bir ravinin işitme ihtimalini taşıyan bir ifadeyle rivayet ettiği başka bir
hadis munkatı'dır. Cezm (kesinlik) bildiren bir ifadeyle rivayet ettiği hadis
ise muttasıldır. Sahihayn'de böyle hadisler sayılmayacak kadar çoktur. Bunun
için ravinin tedlisi gayrı sikalardan rivayet edil-memişse cumhura göre hadisi
cerhetmez. Ama gayri sikalardan ise za'fiyeti gizlediği için cerheder.
-Tedrib-
İmam, Hakim ve çoğu
muhakkikin'e göre merfu' hadisin senedi muttasıl olunca buna müsned hadis
denir. Bu durumda merfu', hadisten daha hastır.
Hatib-i Bağdadî ve ona
tabi olanlara göre, mevkuf veya maktu' olsun mutlak olarak muttasıl hadise
denir. Bu durumda merfu' mevkuf ve maktu'dan daha has olur.
İbni Abdi'1-Berr ve
ona tabi olanlara göre, mürsel olsun, mu'dal olsun, munkati' olsun, mu'allak
veya muttasıl olsun merfu1 hadise müsned denir. Bu durumda da merfu'a müsavi
olur.
İmam Nevevi, Takrib'de
bu sikalarla beraber bu üç mezhebi zikreder. Aliyyü'1-Kari de İbni Hamza'dan
nakleder.
Fakat benim
araştırmama -veya mahakkikîn'lerin arasm-dakine- göre bilinen ve sabit olan, ilk
tariftir. Bunun için Hakim: "Müsned, ancak merfu' olan muttasıl hadis
için kullanılır." diyor. Nuhbe'de de; "Zahiren muttasıl olan bir
senedle sahabeye ait merfu' hadise müsned denir." diyor.
Bazen da müsned;
sahabe'nin isnad ettiği hadislerin içinde toplatıldığı kitaba denir. (Müsned-i
İmam Ahmed gibi)-Tedrib-
Hadisi rivayet ederken
ravi, hadisin isnad veya metninde takdim, tehir, ekleme, eksiltme yapmak; bir
ravinin yerine diğer bir raviyi, bir metnin yerine diğer bir metni getirmek
suretiyle değişiklik yaparsa, değişik bir şekilde rivayet edilen bu hadise
muzdarip hadis denir.
Hadiste yapılan
takdim, tehir, ekleme ve eksiltme hadisin senedinde veya ikisinde ya da bir
kısmı senedinde bir kısmı metninde olsun ya da bir ravi'den veya iki raviden
veya daha fazla raviden olsun, durum değişmez. -Takrib-
Muzdarip hadis,
ravilerden birinin hıfz, mervi anhu ile fazla beraberlik veya diğer tercih
yönleriyle diğer ravilere tercih edilememesi durumunda oluşur. Eğer bir ravi
diğerlerine tercih edilirse o zaman hadis muzdarip değil, ileride de geleceği
gibi, tercih edilen mahfuz; diğeri de şazz veya münker olur.
Izdırap, sıhhat ve
hüsn'ün şartı olan zaptın yokluğunu andırdığı için hadisin zayıf olmasını
gerektirir. -Takrib-
Fakat Tedrib'de bazı
sikalardan naklederek; "izdırap, sahih ve hasen hadiste de bulunur.
Sahihayn'dekiler de bu kabildendirler." diyor. Bana göre belki de bu,
ihtilaf sikalardan olduğu zamandır.
Dilbilimi alimleri
dışında kasten hadisin metnini değiştirmek, kısaltmak veya bir ifadeyi başka
bir ifadeyle değiştirmek hiç kimse için caiz değildir Hadisle ilgisi olmayan
şeylerin dışında alimler, hadisten hiçbir şey çıkarmadıkları, bunu yaparken de
hadisin ne manası ne de kapsam alanı değişmediği için bu, onlar için caizdir.
Çünkü Arap olmayanlara kendi dilleriyle İslam şeriatını açıklamak icmayla caiz
görülmüştür.
Hadisi hem kısaltmanın
hem de sadece manasıyla rivayet etmenin caiz olmadığını söyleyenler olmuştur.
Kimi de mutlak olarak ikisinin de caiz olduğunu söylemiştir. Kimi de sadece
manasıyla rivayet etmenin "müfredat" ta caiz olduğunu söylemiştir.
Fakat evla olan hadisi
asıl ifadeleriyle rivayet etmektir. Çünkü hadiste öyle nükteler olur ki bazen
dinleyen, rivayet edenden onları daha iyi anlar. Rasulullah (ASV):
"Kendisine hadis
ulaşan niceleri vardır ki beni dinleyenden daha iyi idrak ederler."
demiştir. Müctehid imamlar gibi.
Kâdî Iyâd'a göre
yapamadığı halde güzelleştirmek için hadisle oynayanlar, böyle bir şeye cür'et
etmesinler diye sadece manasıyla rivayet kapısını kapatmak lazımdır. Askalani
de aynı görüştedir.
Tsnaddakl ızdırab'm
misali: Hz. Ebubekir (r.a): "Ya Rasulullah, seni yaşlanmış görüyorum" dediğinde Rasulullah(ASV): "Beni Hud ve
benzeri sureler
ihtiyarlattı/'
buyurdular. Dârekutni diyor ki: Sadece Ebu İshak tarikinden gelmekte ve bu
rivayette on türlü ihtilaf olduğu için hadis muzdariptir. -Tevzühu'l-Efkar,
c.2, s.47
Metindeki ızdırab'm
misali: Katade, Evza'i'ye yazdığı bir mektupta Enes b. Malik (r.a)'in kendisine
şunu rivayet ettiğini haber vermiştir.
"Rasulullah
(ASV)'m, Ebubekir, Ömer ve Osman'ın arkasında namaz kıldım; namazın ne başında
ne de sonunda
besmele
okumuyorlardı."
Bu hadiste muzdarip
olan metin, ravi'nin besmelenin okunmadığını söylediği hadisin ikinci yansım
teşkil eden kısımdır. Zira Buhari ve Müslim'in muttefikan ihraç ettikleri aynı
mevzudaki diğer bir rivayette besmelenin okunup okunmaması diye bir mesele
yoktur.
Bu rivayette ravi
"kıraat'e diyerek
başlıyorlardı" demekle iktifa etmekte ve namaza başlandığında
okunan surenin Fatiha suresi olduğu kastedilmektedir. İş bu kadarıyla kalsaydı
elbette muttefakun aleyh olan hadis tercih edilmekle iş biterdi. Biz birinci
hadise muzdariptir demiyoruz. Fakat yine Enes (r.a)'ten gelen üçüncü bir
rivayete göre, ona besmele ile namaza başlama meselesinde sorulan bir suale
cevaben bu hususta Rasulullah (ASV)'tan mervi herhangi bir şey bilmediğini
söylemiştir. Böyle değerli bir kimsenin tereddüdü, önemsenmeyecek bir terddüt
değildir. Böylece besmelenin kıraat edilip edilmeyeceği hususunda rivayetlerin
birini tercih etmek çok güç ve imkansız bir duruma gelmiş oluyor. Hadisin
ikinci yarısına muzdarip deyişimizin esas sebebi tercihe imkan olmayışıdır.
Muzdarip hadis, muallel hadisin bir nevi olduğu için buna hayret etmemek
lazım.[26]
Ravi, hadisin
lafızları arasına sahih bir amaç ve maslahat için kendi sözlerini veya
başkasına ait sözleri- yerleştirirse bu, müdrec hadis olur. Ekleme genelde
hadisin başında bazen da ortası veya sonunda olur.
Buradaki sahih amaç ve
maslahatlar; şeri'at'e uygun bir hükmün çıkarılmasını beyan etmek, mücmel bir
ifadeyi açıklamak, kendi hak sözüne hadisi delil yapmak, v.s... gibi durumlardır.
Batıl ehlinin iddia ettiği bir manaya hadisi delil yapmak, batıl mezhebini
açıklamak, hak'tan yoksun meşrebini takviye etmek gibi fasit amaçlar -haram
olduğu için[27] konumuzun dışındadır.
Müdrec, ism-i mekan olup harf-i cerr-i mah-zuftur.
Yani "İçine başka bir şey karışmış" demektir. Bu açıklamadaki hadise,
müdrec hadisin birinci kısmı olan Müdrecü'l-metn denir. İşaret ettiğimiz gibi
bu, üç kısımdır. [28]
Mesela:
"Allah (c.c)'a
ortak koşmadan ölen cennete girer. Allah (c.c)'a ortak koşarak ölen de
cehenneme girer."
Ibni Mes'ud bu hadisi
bir defasında merfu olarak rivayet etmiştir. Aynı zat başka bir rivayette bu
hadis metninin yansının kendisine ait olduğunu ifade etmiştir. Bir başka rivayette
de ikinci kısmın kendisine ait olduğunu söylemiştir. -Tedrib, s.296 [29]
Müdrec hadisin ikinci
kısmı Müdrecü'l-İsnad'dır. Bu da beş çeşittir:
1- Ravi'nin,
yanında ayrı ayrı isnadlarda bulunan iki hadis metnini birbirine katarak tek
bir isnadla rivayet etmesidir.
2- Bir
hadisi, metninde bulunmayanı diğer bir hadisten ekleyerek öz isnadıyla rivayet
etmesi.
3- Yanında
eksik bir senedle bulunan bir hadisi vasıtanın (aracıyı) düşürmesiyle tam
olarak rivayet etmesi.
4- Bir
cemaat'm, isnadında ihtilaf ettikleri hadisi, ihtilâf yönünü belirtmeden
ittifaklı bir şekilde rivayet etmesi.
5- İsnad'ı
zikrettikten sonra, herhangi bir nedenle, metne geçmeden kendine ait bir şey
konuşur, onu dinleyen de konuşmasını hadisten zannederek o şekliyle rivayet
eder.
Askalanî ve Suyutî
müdrec hadisin bu sekiz kısmını beyan etmişler. Ancak Suyuti sekizinci kısmı
zikretmemiştir.
Takrib'de idrac'm
bütün kısımlarının cumhur'a göre haram olduğunu belirtmiştir.
Tedrib'de -ve bana
göre- garip (bilinmeyen) bir şeyin açıklaması için idrac yasaklanamaz.
Bana göre doğru olan
musannifin görüşüdür ki, o da sahih bir amaç için idrac'ın yasaklanmamasıdır,
Askalani, idrac'ın
dört yolla bilinebileceğini söylemiştir.
a) Hadise
idrac edilen kısmın başka bir rivayetle açıklığa çıkarılması.
b) Ravi'nin
idrac ettiğine dair açıklama yapması
c) Hadis
imamlarının hadiste idrac olduğuna dair açıklama yapmaları.
d) idrac
edilen kısmın Rasulullah (ASV) tarafından söylenmiş olmasının muhal olması.
Lügatta şazz,
cemaatten ayrılan fert demektir. Muhta-ru's-Sıhah'ta yani (ondan münferid
kaldı) ve (cemaatten çıktı) ötre ve esresiyle" şeklinde geçiyor.[30]
Muhaddislerin
ıstılahında ise, metin veya senediyle sikaların rivayet ettiklerine muhalif
olan hadise şazz hadis denir.
Sıka; adil ve zabit
olan muhaddise denir, tedrib
Şazz hadisin ravisi,
sıka veya diğerleri olmasından daha geneldir.
Eğer ravisi sıka
değilse buna mutlak olarak şazz-ı mer-dut denir. Ameli olsun itikadi olsun asla
onunla amel edilmeyip "merdut"(redddedilmiş) ismiyle anılır.
Eğer ravisi sıka ise
merdut değildir. Bu durumda ravisi-nin hıfz ve zabtının fazlaliğıyla veya
ravilerin çokluğuyla veya ravisinin fakihliğiyle veya senedinin üstünlüğüyle veya
Buhari gibi ümmetçe makbul telakki edilen bir kitapta bulunmasıyla...v.s.
yönlerden birisiyle tercih imkanı varsa hadislerden biri tercih edilir. Yoksa
(yorum yapılmadan) tevakkuf edilir (yorum yapılmaz).
Racih (tercih edilen)
hadis'e genelde hatalardan korunduğu için "mahfuz" denir. Mecruh
(tercih edilmeyen) hadis'e de, racih hadisle mukabelede bulunması karinesiyle
şazz-ı makbul denir. Fakat üzerine başka hadis tercih edildiği ve 'şazz'
ismiyle anıldığı için onunla amel edilmez.
Şazz hadise misal;
W^jfy£15i,İblpU "Teşrik günleri, yiyip içme günleridir."
Bu hadis bütün
yollardan böyle rivayet edilmiş olduğu halde Musa b. Ali b. Rebah, babasından,
o da Ukbe b. Amr'den VjrvjflftSğjİZllftyjfafjt "Arefe ve teşrik günleri yiyip içme
günleridir." diye rivayet etmiştir. Bu ilaveli rivayet şazz'dır. -Tecrid
Mukaddimesi, s.119 [31]
Hıfzının zayıflığından
ya da cehaletinden ya da fışkından ya da bid'atçılığından vs. zayıf olan bir
ravinin, diğer zayıf bir raviye metin ve senediyle muhalif olarak rivayet
ettiği hadise münker hadis denir.
Fakat ikinci ravinin
zayıflığı birincininkinden az olduğu için ikincisi tercih edilir.
'Münker'in zıddı'
ma'ruf tur. Muhaddisler münkeri red, merfu'u da kabul ettikleri için bu
hadisler böyle isimlendirilmişler.
Münker de, maruf da
metin ve sened itibariyle zayıf hadislerdir. Lakin münkerdeki zayıflık
ma'ruf'taki zayıflıktan daha fazladır.
O halde şazz ve münker
tercih edilmeyenler; mahfuz ve ma'ruf tercih edilenlerdir. Çünkü şazz ve
münker'in ravisi sıka değil, ma'ruf ve mahfuzun ise ravisi sıkadır. Fakat
mahfuz zayıf değil, ma'ruf ise münkere oranla tercih edilen bir zayıftır.
Bu ıstılah'a göre bu
dört kısım (şazz, münker, mahfuz, maruf) arasında tümel bir farklılık vardır.
Bütün bunlar,
Şerhu'n-Nuhbe'dekilere muvafık sözlerdir. Ancak Nuhbe diyor ki: "Şazz,
makbul ravinin evla olana muvafık olarak rivayet ettiği (hadis)dir."
Bu durumda tarif
şazz-ı merdud'u kapsamıyor. Oysa ki o da şazz'ın bir kısmıdır.-Takrib ve
Tedrib-
Münker hadise misal:
"Her kim namazı
kılar, zekatı verir, hacc eder, oruç tutar, misafirini ağırlarsa cennete
girer."
İbni Ebi Hatim'e göre
bu hadis münkerdir. Çünkü başka yollardan bu hadis merfu değil İbni Abbas'm
sözü olarak rivayet edilmiştir. -Şerhu'n-Nuhbe, s.14 [32]
Bazıları şazz ve
münker'in tarifinde "muhalefet" kaydını itibara almamışlar.
Münker'in tarifi zaten bellidir. (O da, zayıf ravi'nin tek başına rivayet
ettiği hadistir.) [33]Şazz'ı
da; sıka'nın tek başına rivayet ettiği, kimsenin bu rivayetine tabi olmadığı
hadis" olarak tarif etmişler. Bu, Hakim Nisabu-ri ve ona tabi olanların
görüşüdür.
Bazıları da şazz'da
"muhalefetti itibara almadıkları gibi ravi'nin sıka olmasını da itibara
almamışlar. Bununla birlikte ravi'nin infiradı'na (tekliğine) itibar
etmişlerdir. Bu da Ebu Ya'la Halili ve ona tabi olanların görüşüdür.
Bazıları da münkerde
"ravi'nin zayıf olması"m itibara almamışlar. Ama infirad'ı itibara
almışlar. Bu da Berdicî ve ona tabi olanların görüşüdür. Bunlar: "Şazz ve
münker, rivayetinde münferid kalan bir ravi'nin rivayet ettiği ve her
birisinin 'makbul' ve 'merdut' diye iki kısma ayrıldığı hadislerdir."
demişler. Buna muhalif olarak İbnu's-Salah ve Ne-vevi'ye göre şazz ile münker
birdir. Çünkü: "Şazz ve münker, sikaların rivayetine muhalif olarak
rivayet edilen ferd hadislerdir, ikisi de merduttur." demişler.
Yine bu son görüşe
göre (Berdicî'ye) göre münker, anlatılan tarifle sınırlı değil, belki daha
geniştir. Bu durumda fısk, unutkanlık ve aşırı yanılmayla tenkit edilen hadis,
diğerine muhalif olmamakla birlikte münker kısmına girer. Çünkü bu ıstılah,
birincisinden daha geniştir. -Et-Takrib-
Askalanî'ye göre,
bazen şazz; bütün hallerinde ravisinin hıfzının yetersiz olduğu hadis anlamına
da gelir.
(Bütün bunlar birer ıstılahtır ve bu)
ıstılahlarda tartışma olmaz. Sikalardan hiç biri diğerinin ıstılahını
kötüleyemez. Çünkü her ekol, kitap ve Sünnet'e muhalif olmadığı müddetçe -bazı
zındıkların ıstılah'ı gibi ki, bunlar dini zaruret dışında yalan emaresidir-
ıstılah yapma hakkına sahiptir. Lakin cumhur'un ıstılahı daha önde ve
önemlidir.
İsmi mef'ul siğasiyla
muallele, bazen ma'Iul da denir. İçinde ta'lil veya illet bulunan şey demektir.
Muhaddislerin ıstılahında ta'lil; içinde hadisi cerhedemeyip sıhhatine zarar
veren illet ve sebeplerin bulunduğu isnad -takrib'e göre-bazen de metindir.
İllet ise, hadisin sıhhatini cerhetmeyip onunla amel edilmesine mani olamayan
gizliden zarar veren sebeplerdir.
O halde mu'allel hadis;
görünürde kusursuz olan, ama isnadında veya metninde sıhhatine zarar veren bir
ille bulunan hadistir.Bu illet, sıhhat şartlarına sahip hadislere sızdığı
için her sıka değil, onu ancak hadis ilmini dirayet ve rivayetinde maharet ve
temkini tam olanlar tanıyabilir. Bu yüzden Buharî, Ahmed b. Hanbel ve Darekutnî
gibi pek azı dışında kimse bu konuda konuşmamıştır. Çünkü bu, bütün hadis
metodlarmı toplayıp ravilerinin zaptı, sağlamlığı ve adaleti üzerine mütalaa
etme yoluyla öğrenilir.
Bazen illet, hadisi zedeleyici
sebepler için de kullanılır. Kavinin yalancılığı, gafleti, hıfzının
yetersizliği vs. zayıflık sebepleri gibi.
Bazen de zararsız ve
cerhedici olmayan sebepler için kullanılır. Sıka'nın muttasıl olarak rivayet
ettiği hadisi mür-sel olarak rivayet etmek gibi. -Tedrib-
Mesela:
"Ben günde yüz
defa Allah (c.c)'a tevbe istiğfar ederim."
Bu hadisi bir
Medine'li bir Küreliden rivayet etmiştir. Malum olduğu üzere Medine'liler
Kufe'lüerden rivayet ettikleri zaman hata ederler. -Ma'rifetu Ulumi'l-Hadis,
s.115 [34]
Bu bölümde işlenecek
konularla makbul ve merdut hadisler tanınacağı için bu konular iyice kavranmalıdır.
Bunları öğrenmek öncekilerin bilinmesine dayandığı için sonraya bırakıldı.
Bütün geçen kısımları
kapsayan hadisin üç kısmı vardır: .
1- Sahih
2- Hasen
3- Zayıf
hadisler
Çünkü bir hadis ya
makbuldür ya da merduttur. Makbul hadis iki (sahih ve hasen), merdut hadis de
bir tane (zayıf) dır. Mevzu hadis ise aslında hadis olmayıp uydurma, kimine
göre de zayıf hadisin en beteri olduğu için bu bölümdeki hadis kısımlarından
biri olarak sayılmıştır.
Senedi, Rasulullah
(ASV)'a -veya onunla birlikte sahabe ve tabi'în'e- kadar muttasıl olarak âdil
ve zabit râvilerin nakliyle sabit olan hadise sahîh hadis denir.
Sabitliği kat'î
(kesin) mütevatirde olduğu gibi- veya zannî, -sahih ligayrihi'de olduğu gibi-
gerçekleşmiş veya gerçekleşmemiş olsun sikaya göre fark etmez. Bu yüzden, zayıf
hadisin zayıflığı realitede olması şart, sahih'in sıhhati ise şart değildir.
Çünkü cumhür'a göre, sikada hata ve unutkanlık olabilir.
Yukarıdaki tarifle
zayıflığı bilinen ya da kendisi tanınmayan ya da hali (durumu) bilinmeyen
sahabe dışındaki çünkü cumhura göre tüm sahabeler adildirler- râvilerin hadisi
ile hadislerde çok hata yapan -ya da hatalarıyla doğruları eşit olan, -Burası
ihtilaflıdır. Sahih olan, ihtiyaten tarif dışı bırakmaktır- gafillerin hadisi
ve bütün kısımlarıyla munkatı' hadis kapsam dışı kalır.
Sahihayn'deki munkatı'
-sahih olduğunu söyleyenlere göre de mürsel ve muallak- hadis, başka senedlerle
muttasıldır. Çünkü muhakkikin'e göre ümmet, sahihayn'in sıhhati üzerine
ittifak etmiştir.
Tarife göre sıhhat
şartlan üçtür:
1- Râvi'lerin
adil olması.
2- Râvi'lerin
zabit olması.
3- Sonuna
kadar senedin muttasıl olması.
Bu şartlar bir hadisin
doğruluğu konusunda kuvvetli zann (zann-ı galib)i gerektirdiği ve sadece
hüsnüzann ile herkesten din öğrenilmeyeceği için uydurma ve bid'atçı şeyhlerin
mukallidlerinin çoğu dalalete sapmıştır.
Askalânî ve Nevevî
mu'allel ve şâzz'ı da tarif dışı bırakmak için, bu üç şarta iki şart daha
eklemişler:
4-Hadiste
illet'in olmaması.
5-Hadiste
şâzz'hğm olmaması.
Musannif, bu iki şartı
zikretmemiştir. Çünkü şâzz'ın merdut olanı "adi ve zabt" kaydıyla tarif
dışı kalır. Şâzz'ın merdut olmayanı ile muallel de, bu üç şarta sahip iseler
usûli'lerin cumhuru ve muhaddislerden bazı muhakkikîn'e göre sahih
liğayrihi'dir.
Sahihayn'den gelen
şâzz-ı gayri merdut ile muallel hadisler de bu türdendirler. Çünkü zahiren
illeti giderildiği zaman, râvisinin sadece kendisinden daha güvenilir olan
râvi'ye ya da sayıca fazla olan râvilere muhalefet etmesiyle ya da râvisinin
münferid kalmasıyla hadis zayıf sayılmaz. Böyle bir hadis sahihtir, fakat
onunla amel edilmez. Çünkü tüm (fakihlere) göre neshedilmiş sahih gibi, İmam
Ebu Ha-nife'ye göre ravisi fakih olmayan sahih gibi, üzerine başka hadisler
tercih edilmiş ya da zarar görmüştür. Çünkü her sahihle amel edilir diye bir
kaide yoktur.
(Saydığımız beş şart
dışında bazdan hadisin sıhhati için başka şartlar da ileri sürmüşler):
Kimine göre güvenilir
olması için râvisinin meşhur olması.
Kimine göre râvisinin
hadisin manalarını biliyor olması.
Ebu Hanife'ye göre
hadisi bazen "sadece manasıyla" rivayet ettiği için râvisinin fakih olması.
Şeyheyn'e göre zann-ı
galib'i ifade etmesi için senedin sonuna kadar râvilerinin ikişer kişi olması.
Buhari'ye göre
râvisinin, hadisi şeyhinden dinlemiş olması. Çünkü o, "şeyhinden dinlemiş
olması mümkündür" gibi ihtimallere itibar etmez.
Cumhur'a göre bu
şartlar muteber değildir.
Çünkü ilk üçü 'zabt'
kuralına dahildir.
Şeyheyn'in
sahihayn'inde ferdi hadisler bulunduğu ve tek bir sıka haberinin Rasulullah
(ASV) ve ashabına zann-ı galibi ifade ettiği için dördüncüsü iftiradır.
Beşincisi ise mutlak
değil, Buhâri'nin meşhur 'camia'sın-daki şartıdır.
Mütevatir hadis sahih
olduğu halde bu şartlardan hiç biri onun için şart değildir. Fakat sıkanın
yanında olsa bile, araştırma sonucu mütevatir hadisin de bu şartlardan hali
olmadığı anlaşılır.
Sıhhati bozacak bir
maddeden söz edebilmek için de onun gerçekleşmiş olması şarttır. -Tedrib'den
özetlenerek-
Dört büyük halife,
dört mezhep, altı hadis imamı gibi hadisin bu üç şartı da derece derece olup
bazısı diğerlerinden üstündür. Bu üç özellik, kemal derecesinde bir hadiste
bulunursa bu hadis sahih lizatihidir. Çünkü onun sıhhati, zatı itibariyledir.
Bu üç özellikte bir
nevi kusur olup sened çokluğu veya başka yollarla telafi edilmişse bu hadis
sahih liğayrihidir. Çünkü onun sıhhati (zatı itibariyle değil) sened çokluğu
itibariyledir.
Sahih hadisin bu üç
özelliği derece derece olduğu için muhaddisler sahih hadisi yedi dereceye
ayırmışlar:
1- Şeyheyn'in
ittifak ettiği hadisler. Buna "muttefekun aleyh" denir ve bu sahih
hadisin en üst derecesidir.
2-
Buhâri'nin rivayet ettiği hadisler.
3- Müslim'in
rivayet ettiği hadisler .
4- Buharı ve
Müslim'in şartlarını taşımakla beraber kitaplarında olmayan hadisler.
5- Buhâri'nin
şartlarım taşımakla beraber kitabında olmayan hadisler.
6- Müslim'in
şartlarını taşımakla beraber kitabında olmayan hadisler.
7- Buhâri ve
Müslim'in şartlarını taşımadan diğer imamlarca sahih kabul edilen hadisler.
-Takrib ve Tedrib-
Fakat mütevatir,
meşhur ve altı imamın hadisleri bu derecelenmeye halel getiriyor. Çünkü bunlar
birbirleriyle çakıştıkları zaman, üstün olan diğerine tercih edilir.[35]
Askalâni'ye göre
buradaki tercih sıralaması saydığımız sıhhat şartlarına göredir. Fakat
kısımlardan bazısı başka özelliklerle üsttekilere tercih edilirse alttakiler,
üsttekilerin ustune çıkar
Bu konuda
Aliyyü'l-Kâri'nin muhakkik İbni Hü-mam'dan naklettiğinin Özü şudur: 'Bu
taksimler mukallidler içindir. Sıka ve müctehidler ise, bu veya başka şartlarla
onlara göre tercih edilenler dışında (dereceleme şekliyle) hadisi takdim
etmezler.
(Buhâri ve Müslim,
hadisin sıhhat şartlan olan adalet, zabt ve ittisal gibi şartlar dışında da
mecma'larında bazı şartlar aramışlar):
İkisine göre de,
ricalinin mutlak sıka olduğu üzerine ittifak edilmiş olması ya da isnadının
meşhur sahabelere kadar muttasıl olması.
Buhâri'ye, göre
râvi'nin hadis aldığı kimse ile karşılaşıp ondan hadis dinlemesi (mülakat ve
sema').
Müslim'e göre
râvi'nin, mervi anhu (kendisinden rivayet edilen) ile aynı çağda yaşamış
olması, öğrenci ve şeyhler arasında onunla karşılaşıp ondan hadis dinlemiş
olmasının imkân dahilinde olması.
Sikalardan
bazılarının, Şeyheyn'in bazı ricalini zayıf olarak telakki etmelerine birkaç
şekilde cevap verilir:
1-Bu zayıf
saymalar, Şeyheyn'in mecmu'alarını tasniften sonra olduğu için tasnif
zamanındaki icma'a münafi değildir.
2- îcma'dan
maksat bütünün icma'ı değil, çoğunluğun icmaldir. (Şeyheyn de çoğunluğa itibar
etmişler.)
3-Ya da
onların tashih hareketi diğer bütün muhaddisle-rinkinden önce olduğu için
başkasının tashihi onlarınki ile kiyaslanamaz.
Bu sebeplerden dolayı
Buharı ve Müslim'in kitapları
Kur'an-i Azim'den
sonra en sahih kitaplar olduğu konusunda ittifak edilmiş ve ümmet onları kabul
etmiştir. İksinin bütün hadislerinin sahih olduğuna hükmederiz. Diğerlerin
hadisleri ise ancak sikalardan birisinin nassıyla olduğu zaman sahih olduğuna
hükmederiz. Buhârî'nin Mecmu'u, Müslim'in Meo mu'undan önce gelir. Çünkü
Buhâri'nin ilmi daha geniş, şartlan daha güçlü, zaman olarak daha önde,
kitabındaki ittisal (raviler arasındaki birleşim) daha sağlam, ricali daha
güvenilir ve tenkit edilen hadis sayısı daha azdır.[36] İmam
Suyuti Tedrib'de, sikalardan naklen tahkik etmiştir.
Hasen hadis iki
kısımdır:
a) Hasen
Lizatihi: Hadisin sıhhat şartlarmdaki sözü edilen kusur, sened çokluğu veya
başka yollarla giderilmemişse buna hasen lizatihi denir. Çünkü böyle kusurlu
şartlara sahip olması zatı itibariyledir.
Mesela:
"Ümmetime zorluk
çıkarmayacağını bilseydim her namazda onlara misvak emrederdim/' hadisinin
senedi şöyledır
Seneddeki Muhammed b.
Amr'a her ne kadar birçok ha-disçi sıkadır diyorlarsa da hıfz, zabt ve itkan
bakımından müttehem (itham edilmiş)dir. Buna göre mezkur hadis lizatihi hasen
ve liğayrihi sahihtir. -Tedribü'r-Ravi, s.37[37]
b) Hasen
liğayrihi: Zayıf hadisteki zayıflık durumu sened çokluğu veya başka yollarla
-sahih hadisle takviyesi gibi- giderilebilmişse bu hadise hasen liğayrihi
hadis denir. Çünkü hasen olması, başka şeyler itibariyledir.
Buraya kadarki açıklamalardan
anlaşıldığına göre sahih hadis, kusursuz bir şekilde ya da kusurlu olmakla
birlikte kusuru telafi edilmiş, sıhhat şartlarına sahip olan hadistir. Hasen
liğayrihi aslında zayıf olduğu gibi, hasen lizatihi de aslında sahihtir. Buna
göre hasen lizatihi ile hasen liğayrihi sahih, hadisten ayrılmış oldular. Bu
yüzden Askalânî, sahih hadisi değil, makbul hadisi bu dört kısma (sahih
lizatihi ve liğayrihi ile hasen lizatihi ve liğayrihi) ayırmıştır.
Muhaddislerin zahiri
sözlerinden anlaşılan şudur: Hasen lizatihi veya liğayrihi hadis; adalet zabt
ve ittisal özelliğinde kusur bulunan hadistir. Bu bölümlendirmeden ve cami'a
ile mani'a olmayan[38]
tariflerden de anlaşıldığı gibi, Suyutî Tedrib'de, Aliyyü'1-Kâri de
Şerhu'n-Nuhbe'de nakletmiştir-Fakat gerçek olan, hasen lizatihideki telafi
edilmemiş ile sahih liğayrihideki telafi edilmiş kusur, sadece zabt
özelliğindedir. Diğer özellikleri (adalet ve ittisal) ise sahih lizatihideki
gibi eski (kusursuz) durumu üzerindedir. Zayıf ve hasen liğayrihideki kusur ise
sıhhatin zikredilen tüm özelliklerinde mevcuttur. -Şeyhü'I-İsIam Ibni Hacer
el-Askalanî bu şekilde belirtmiştir.
Gerçek olanın bu
olduğu, adalet ve ittisalde fazlalık ve eksikliğin olamamasıyla sabittir. Çünkü
bir hadiste ittisal
(veya adalet) ya
vardır ya da yoktur. Zabtta ise fazlalık ve eksiklik olabilir.
Sahih hadis gibi
hükümlerde hasen hadisle delil getirilebilir. Zayıf hadisle ise, Cumhura göre,
ancak amellerin faziletleri ve nasihatlerde amel edilebilir, akaid ve
hükümlerde amel edilmez. Kimine göre nasihatlerde olsun hükümlerde olsun mutlak
olarak zayıfla amel edilebilir.[39]
Askalâni'ye göre üç
şartla zayıf hadisle amel edilebilir.
1- Zayıfhğınm
şiddetli olmaması. Böylece yalan ve çirkin hatalarla itham olunmuş zayıf
hadisler dışlanmış olur.
2- Kendisiyle
amel edilen bir asim (sahih veya hasen hadis gibi) kapsamında olması.
3- Zayif
hadise 'sabit hadis itibariyle değil ihtiyatla yaklaşmak. Bunun için;
"zayıfla, ihtiyatlı olunduğu zaman hükmedilebilir.' denilmiştir.
Sahih ve hasen hadisi
kesinlik bildiren 'rivayet etti' dedi' gibi) ifadelerle; zayıfı da kesinlik
bildirmeyen ( rivayet edildi' 'denildi'
gibi) ifadelerle rivayet etmek güzel olur.
Cumhur, muteahhirin
sikalardan bazılarının hadisin tashih, tahsin (hasen yapma) tad'if (zayıf
yapma) ve tercih gücüne sahip olduklarını kabul etmiştir.
Cumhura göre bir
kitaptan bir hadisle amel etmek veya delil getirmek isteyen; o kitabın, kendisi
veya sikalardan birisinin, sahih esaslarla iyice karşılatirmış güvenilir nüshasından
hadisi almalıdır. Eğer o nüshayı güvenilir ve gerçekleşmiş bir esasla
karşilaştinrsa onun için yeterli olur. Her kitaptan bütün konular için metod
budur.Ulemâ; şer% akli ve Arabi ilimlerde bunun üzerine ittifak etmişler. Bu
şekilde karşılaştırılması yapılan nüsha, sıhhati veya zann-ı galibiy-le
kesinlik ifade eder. O halde muhaddislerden asabiyetiyle bilinen Şerzime'nin;
"en az rivayet edilenlerden olsa bile, yanında rivayet edilmediği müddetçe
hiçbir müslümana (Rasulullah a.s.v şöyle buyurdu) demesi caiz değildir."
sözüne itibar yoktur. Çünkü bu, Müslümanların icmamı bozmaktır.
Tirmizi ve
başkalarının (bu hasen, sahih hadistir) ya da (hasen, gariptir)ve benzeri sözlerinin
manası; 'Bazılarına göre hasen, diğer bazılarına göre sahihti' ya da 'bir isnad
itibariyle hasen, diğer isnad itibariyle sahihtir1 yahut kimine göre 'zatı
itibariyle hasen, diğer yönleri itibariyle sahihtir1 demektir.
Zikredilen kısımların
(lizatihi ve liğayrihi sahih ile ha-sen) mahiyetinin anlaşılması için 'adalet'
ve 'zabt' kavramlarının muhaddislerin ıstılahında ne anlama geldiğine bakmak
lazım.
Sözlükte adalet vezni
gibi 'nin mastarıdır. adaletle vasıflandı
demektir. 'Adi'ise vezninden "
üzerine adalet işledi " demek olan
mastarıdır. "Adalet" ve "adi nin zıttıdırlar. (yoldan saptı) ve
(hükümde ona zulmetti) denilir. "Adl"gibi 'den dönmek ve meyletmek
manasmdadır. Muhtaru's-Sihâh-
Istılâhi olarak ise
adalet; kişinin özünde kök salan, Allah (c.c)'ı, Rasûlünü (a.s.v) ve O'na
indirileni tanımaktan ve Allah(c.c)'a ve Rasulü (a.s.v)'ne olan nihayet
derecedeki sevgi ve korkudan kaynaklanan, insanı takva ve kişiliğe teşvik eden
bir melekedir.
TAKVA:Sözlük olarak
boyun eğmek demektir. denilir. Yani, korunmada ileri gitti.
Şer'i olarak ise,
takvanın genel ve özel olmak üzere iki manası vardır. Genel manası, ahirette
zarar veren şeylerden korunmaktır. Bu anlamdaki takvada fazlalık ve eksiklik
olabilir. En düşüğü şirkten korunmak; en yükseği de kişinin, içindeki gizli
duygulan hak'tan başka şeylerle uğraşmaktan koruması ve bütün beşeriyetiyle
başkasından ilişkisini kes-mesidir. İşte bu, Allah (c.c)'ın ayette
"Allah'tan hakkıyla korkunuz" dediği hakiki takvadır.
Şer'i olarak takvanın
özel manası ise -ki bilinen, mutlak ve karinesiz olarak zikredildiğinde
kastedilen manadır-azabı gerektiren fiil ve terk-i fiillerden korunmaktır.
Muhaddislere göre -ve
aynı zamanda şeraitte- takva; gizli ve açık şirkten, haram işleme ya da vacibi
terk etmedeki fısktan ve küfre götürmeyen itikadi bidatlerden korunmaktır.
Takvada kebair'den
korunmak şarttır. Küçük günahlardan ise, ihtilaflı olmakla birlikte
muhaddislerce tercih edilen görüşe göre korunmak şart değildir. Çünkü
kebairden korunanın küçük günahları affedilir ve o kimse azaba müstahak olmaz.
-Beydavı ve Cevhere sahibi-
Buna rağmen, ayetteki
kebairden maksat şirkin çeşitleri olduğu ve kebairin sayısı yedi, yetmiş;
yediyüz gibi kesin bilinmediği için küçüklerden de korunmanın şart olduğunu
ileri sürenler olmuştur.
Ancak küçük günahları
işlemek devamlı hale gelince o da büyük günah olur. Çünkü Rasulullah (ASV):
"Küçük günahlarda ısrar etmek küçük değil, büyük günahlardan tevbe
etmekle de günah kalmaz" diyerek küçük günahlarda ısrar etmenin kebairden
olduğunu belirtmiştir. Aynı zamanda korunmanın en iyisi küçük günah ve
şüphelerden de korunmayı gerektirir.
Fakat zamanında
şüpheli şeylerin genelleşmesi ve onlardan korunmanın zorlaşmasından dolayı
bütün şüphelerden korunmak imkansız hale gelmiştir. Bu durumda "Taat,
takat miktannca yapılır" kuralınca harama yakın büyük şüphelerden başkası
konumuzun dışında kalır ve tüm haram ve tahrimi mekruhlardan korunma gereği
belirlenmiş olur.
Bu söylediklerimiz
bize göre olandır. Asıl ilim ise Allah (c.c) katındadır. Rasulullah (ASV)'ın
"Kötü olana düşmekten korunmak amacıyla kötü olmayanı terk etmedikçe kul,
muttakilerden olamaz" hadisi de söylediklerimize delalet etmektedir.
KİŞİLİK (MÜRÜVVET):
Adaleti oluşturan özelliklerden kişilik ise; sokakta yemek, içmek, yollarda
bevletmek v.b. kötülerle arkadaşlık, çocuk ve güvercinlerle oynamak, fazla
gülmek gibi düşük davranışlardan kaçınmaktır. Aynı zamanda bütün insanların
ıslahı için çalışmak, kardeşlerin taşkınlıklarına sabretmek, ehil olana ihsanda
bulunmak gibi şerefli vasıflarla donanmaktır. Hasılı kişilik, şer'an mendup
olanı yapıp tenzihen mekruh olanı terk etmektir.
Aliyyü'l-Kari'ye göre
takva, şeriat'm zemmettiği (yerdiği) şeylerden sakınmak; kişilik ise Örfün
zemmettiği şeylerden sakınmaktır. Muhtaru's-Sıhah'ta: "Kişilik, kişinin
insaniyetini güçlendirmesidir" diyor.
Râvi'lerde aranan
adalet, köleleri de kapsadığı için şahitlikte aranan adaletten daha geneldir.
Çünkü, Ebu Yusuf'un el-Bahr adlı eserinde naklettiği üzere, şehadette aranan adalete
göre şahitlik yapacak kişinin kebairden korunması, küçük günahlarda ısrar
etmemesi ve zahiri bir kişiliğe sahip olması şarttır. Şahidin buradaki adaleti,
müslümanm üzerine yapılan şahitliğin kabul olmasının vücub şartıdır.[40]
Şehadetin kabul şartı ise
akl-ı kamil ve velayettir. O halde akl-i kamil ve velayete sahip olamadıkları
için deli, çocuk ve kölenin şehadeti kabul edilmez. Fasıkin, zalimin, Hattabi
ve avanelerinin insanların ölümünü istedikleri için ölümü bekleyen kefen
satıcısının, batılı izleyenin, dansözün, sövücünün, özürsüz olarak farzları
tehir edenin, bir ay boyunca cemaatı terk edenin, müzik meclislerinde oturanın,
müzisyenin, amire karşı çıkanın, tutucufmutaas-sıp)'nun, [41]
avreti açanın, faiz ve yetim malını yemekle meşhur olanın ve kumar oynayanın
takvası olmadığı için şehadeti makbul değildir.
Baba ve atalarının
mesleği olmaması itibariyle kendilerine layık olmayan tabaklama, hacamat ve
dokumacılık gibi düşük sanat ehlinin, nafile sadakada cimrilik yapanın,
insanlardan görünebilecek şekilde yolda yiyen, içen ve bevledenin, iç
elbiselerle dolaşanın, basitlik sayılabilecek yerde başı açık dolaşanın,
günümüzdeki şarlatanlar gibi hayası az olanın, mizah yapmada aşırıya kaçanın,
kötülerle arkadaşlık yapanın, kuş/güvercinlerle oynayanın tümü işledikleri bu
fiillerde devam ettikleri durumda kişilikleri zedelendiği için şehadetleri
makbul değildir.
Hasılı delinin,
çocuğun, kölenin, bir sefer dahi olsa keba-ir işleyenin ve tekrar tekrar
kişiliği terk edenin, el-Bahr ve fıkıh kitaplarının genelinde geçtiği gibi,
fakihlerin yanında şehadetleri makbul değildir.
Muhaddislerin yanında
ise köle dışındakilerin (çocuk ve delinin) şehadeti makbul değildir. Fakat
Tedrib ve hadis kitaplarının genelinde geçtiği gibi muhaddisler, sadece
Hatta-bilerin değil, bid'atçı inanca sahip hiçbirinin şehadetini kabul
etmezler.
Bana göre bu durumda
iki adalet arasında (ravinin adaleti ile şahidin adaleti) umum ve husus min [42]vardır.
Hak olan da muhaddislerin görüşüdür. Çünkü Tarikat-ı Muhammed iye'd e
(Birgivî'nin bir kitabıdır. Mut.) tahkik edildiği gibi, inançtaki bid'atlar
küfürden sonra kebairin tümünden daha büyük günahlardır. (Şahitlikte)
kebairden korunmak ise ittifakla şart koşulmuştur. Ve yine bunlar (keba-ir,
bozuk kişilik vs.) adaleti düşürdüğü halde inançtaki bidatı düşürmemesinin bir
manası yoktur. Keşke Hattabi'ler-den başka bidatçılann şehadetini caiz gören
olmasaydı. Umarım musannif da bidatçılann şehadetine itibar etmediği için
rivayetteki adaletin şehadetteki adaletten daha genel olduğunu söylemiştir.
Zabt, ravinin dilediği
zaman söyleyebileceği şekilde işittiği ve rivayet ettiği hadisi göğsünde veya
kitabında yitirmeden tahriften korumasıdır.
Yeri itibariyle zabt
ikiye ayrılır: Biri, hatırlama ve tekrar ile kalbi unutmaktan korumak olan
göğüs zabtıdır. Diğeri ise hadisin tashihinden sonra, rivayet edeceği vakte
kadar onu kendi yanında yazarak muhafaza etmek olan kitap zaptıdır.
Hadisi, asıl rivayet
şekli olan lafzıyla rivayet edecekse, Aliyyül-Kari'nin de dediği gibi, hadisin
yazılı olduğu defter veya kitabını emin olmadığı ellere emaneten bırakamaz, diğerlerine
bırakabilir. Ama, muhakkikin'in de caiz gördüğü "manasıyla" rivayet
edecekse, İmam Nevevî'nin de dediği gibi manasını zabt ve bu manayı ifade
edecek lafzı da bilmesi lazımdır.
Saydığımız bu dört
kısmı (lizatihi ve liğayrihi sahih ve hasen) ve hadisin zayıf kısımlarını
tanımak için adalet ve zabt ile ilgili zedeleyici unsurların belirtilmesi
lazımdır.
Hadis alimleri,
adaleti zedeleyen kusurları beş maddede toplamışlar:
1- Râvi'nin
yalan söylemesi. Genel olarak ya da hadis ilimlerinde yalanın fazlasıyla çirkin
olması, hatta bazılarının yalanı küfür olarak telakki etmeleri nedeniyle
yalancının rivayet ettiği hadis asla kabul edilmemiş ve râvi'nin yalan
söylemesi" maddesi adaleti zedeleyen kusurların ilki kabul edilmiştir.
2- Râvi'nin
yalanla itham edilmesi.
3- Râvi'nin
fasık olması.
4- Râvi'nin
bilinmemesi.
5- Râvi'nin
bidat ehli olması.
Muhaddislerin
ıstılahında râvinin yalan söylemesi, Rasulullah (ASV)'ın hadislerinde bile
söylediği yalanlarının tespitli olmasıdır. Râvinin hadis dışında söylediği yalanlan
ise fasık oluşu kısmına girer. Hadislerin herhangi birinde ravinin yalan
söylediği sikalar tarafından tespit edildiği zaman bu ravi yalanla
zedelenmiştir. Yalanla zedelenmiş ravinin yalanı ister söz konusu hadiste
olsun ister bir başka hadiste olsun, bütün hadislerinin uydurma olması ihtimaliyle,
bu hadise mevzu veya uydurma denir.
Muhaddislerin,
ıstılahlarında mevzu hadis dedikleri işte budur. Yoksa meşhur olduğu üzere bir
hadisin "mevzu" olması için yalan ve uydurmanın söz konusu hadisin
kendisinde olması şart değildir. Musannif bu inceliği muhaddislerin, "ömründe
tek bir defa, tek bir hadiste yalan söyleyenin geçmiş ve gelecek bütün
hadislerinin düşmesi (iptal edilmesi) vaciptir. Tevbe edip kendini düzeltse dahi,
ceza olarak, yaptığı fesadın büyüklüğünü idrak etmesi için ebediyen onun
rivayetleri kabul edilmez. Yoksa bu durum kıyamete kadar sürüp giden bir metod
halini alır" sözünden çıkarmıştır. Bu açıklama, Tedrib veya rastlamadığımız
tafsilatlı kitaplarda yer almaktadır. Yoksa en-Nuhbe, el-Elfiye, et-Takrib ve
şerhleri gibi meşhur kitaplara göre mevzu hadis, yalan ve uydurmanın bizzat
kendisinde bulunduğu hadistir.
Yalan yere şahitlik
yapanın durumu ise, dinde devam eden bir alışkanlık halini almayacağı için
tevbeden sonra başka bir davada şahitliği kabul edilebilir. Muhaddislerin
cumhuruna göre bu böyledir. Çünkü Nevevî gibi bazıları "tercih edilen,
tevbeden sonra şahitliği gibi, rivayetinin de kabul edilmesidir"
görüşündedirler.
Bidat ehli olanlar,
ümmeti dalalete sürüklemek için; münafık ve zındıklar, dini hafife almak ve
ümmeti yoldan çıkarmak için hadis uydururken, mutasavvıflar, bazı surelerin
faziletlerinde olduğu gibi terğib (teşvik) ve terhib (korkutma) için; hikayeci
ve dilenci vaizler de mal biriktirmek için uydururlar. Bütün bunlar İslam
dinini değiştirme, Peygamber (ASV)'e iftira ve Müslümanları şaşırtma olduğu
için Müslümanların icma'ı ile haramdır.
Bunun için Rasulullah
(ASV): "Benim üzerime yalan uyduran ateşten yerini hazırlasın."
buyurmuştur. Bu hadis mütevatirdir.
İslam'ı hafife almak
ve Müslümanları İslam'dan caydırmak için hadis uydurmak küfür; terğib, terhib
ve mal toplamak için uydurmanın da küfründen korkulur bir durumdur. Hatta
bunun da küfür olduğunu söyleyenler olmuştur.
Müslimin rivayet
ettiği "Yalan olduğuna inandığı halde benim adımdan hadis rivayet eden,
yalancılardan birisidir" hadisi gereğince bildiği halde, uydurma olduğunu
belirtmeden mevzu hadis rivayet etmek de haramdır. Bu yüzden bu tür hadisleri
kitaplarında zikreden Beydavî gibi müfes-sirlere itirazlar yapılmıştır. Bana
göre, "Bu hadisleri zikreden alimler veya bazı sıka'lar, söz konusu
hadislerin mevzu değil; sahih, hasen ya da zayıf olduğuna inandıkları ya da
mevzu olduğunu bilmedikleri için zikretmişler" demek doğru olur. Çünkü
hadisin sıhhati vb. durumu, sikalara göre, zann-ı galip itibariyledir.
Kimisine göre sahih olan nice hadis vardır ki, başkasına göre sahih değil, bir
başkası da onun varlığından haberdar değildir.
1-Hadisi
uyduranın itirafı.
2-Rivayet
ederken hadisi uyduranın durumu ve rivayet tarzı. Mesela doğumundan önce vefat
etmiş birisinden hadis rivayet etmesi gibi.
3-Hadisin
metin durumu. Kelime ve manaların zayıflığı, nass'lara ve akla aykırılığı,
mütevatir olmadığı halde dinin bir temeliymiş gibi insanlara aktarması üzerine
İslam davetçilerini çaba harcamış gibi gösteren meseleleri içermesi, küçük
hatalar üzerine şiddetli azap tehdidinde ve az ameller üzerine büyük
mükafatlar va'dinde ifrata varması gibi. Mesela:
"Kediyi sevmek
imandandır."
Es-Sağani ve
diğerlerinin dediği gibi uydurmadır. "İman hasletlerindendir" demek
daha doğrudur. Bununla beraber diğer iyi vasıflarda olduğu gibi imanı
olmayanlarda da bulunabilir. "İman alametlerindendir" diye takdir
edilmez. Sa'd-ı Taftazani ile Seyyid-i Cürcanî böyle takdir etmişler.[43]
Bunun gibi hadisler
hikayecilerin vaazlarında çoktur.
İmam Cevzî:
"Makul olana ters, menkul olana muhalif ya da temel esaslarla çakışan
hadisi gördüğümde bunun mevzu olduğunu anlarım' diyen kişi ne güzel
söylemiş" demiştir.
Fakat gerçek olan, hadis
ilminde uzmanlaşmış, derin tenkit gücüne sahip olanlar dışında, bu belirtilerle
amel ederek hadisin mevzu olduğuna hükmedilemez. Buna rağmen konuyla ilgili
hüküm verirken bazen yanılır. Bunun için, İmam Cevzi'nin mevzu olduğuna
hükmettiği hadislere hadis tenkit alimleri itiraz ederek bunlardan bazılarının
sahih, bazılarının hasen ve bazılarının zayıf olduğunu söylemişlerdir.
Aliyyü'1-Kâri:
"Mevzu olduğuna (muhaddislerin) ittifak ettikleri hadisleri bir fasikül
(cüz')'de kısaca bir araya getirdim" diyor. Bu açıklamalar Takrib,
Tedrib, Nuhbe ve Aliy-yü'1-Kâri'nin konuyla ilgili hulasasıdır.
Râvinin yalanla itham
edilmesi, Rasulullah (ASV)'m hadislerinde yalanı tespit edilmemiş olsa da
sözlerinde yalancılıkla tanınıp meşhur olmasıdır. Yalan ithamıyla zedelenmiş
ravinin hadisine metruk denir. "Falanın hadisi metruktür" denildiği
gibi. Yani asla delil olamaz. Çünkü sıhhat ihtimalini taşıdığı gibi, uydurma
ihtimalini de taşıdığı için akaid ve hükümlerde terki vaciptir. Bu da mevzu
hadisin has olmayıp amm (genel) olduğunu göstermektedir.
Mesela:
"Ne bir hileci,
ne bir cimri, ne de idaresindekilere kötü muamele eden bir kimse cennet'e
girebilecektir." Bunu yalnız Sadaka rivayet etmiştir. Hem bu hem de şeyhi
Ferkad çok zayıftırlar. -Tecrid Mukaddimesi, s.123 [44]
Bu gibi kimseler
yalandan tevbe ederek doğruluk ve takva ile durumlarını değiştirip salih
insanların amelleriyle do-nanırlarsa, sıhhat ve hasen şartlarını taşımak
kaydıyla, sikaya göre hadislerine güvenilebilir ve delil olarak kullanılabilir.
Çünkü tevbesinin makbul olduğu üzerine ittifak vardır. Fakat önceden yalancı
olması sonradan da yalan söyleme vehmini doğurur. -Tedrib-
Muhaddislere göre
râvi'nin fışkından maksat akidedeki fısk değil ameldeki fısktır. Çünkü
muhaddiselerin ıstılahında akidedeki fısk bid'at kısmına girmektedir.
Sözlük olarak fısk,
dan herhangi bir şeyden çıkmak demektir. olarak ise fısk; fiili, sözlü veya
itikadi olarak Allah (c.c)'m itaatından çıkmaktır. "Fısk" kelimesi
asileri, bid'atçıları ve kâfirleri kapsayacak kadar geniş kapsamlıdır. Fakat şer'i
olarak, yalancılar dışındaki isyankârlar için daha fazla kullanılmakta ve şer'i
örte onlara has bir terimdir.
Hadisteki yalan da
şer'i olarak fıska dahildir. Fakat yalan itibariyle zedelenme, az önce geçtiği
gibi, hadisi mevzu veya metruk yapacak kadar, şiddetli ve asla kabul edilemez
derecede hükmü farklıdır. Mevzu'dan farklı olarak met-ruk'un, diğer zayıf
hadisler gibi sözü edilen şartlarla amellerin faziletlerinde hükmü kabul
edilebilir. Aralarındaki örfi bir farklılık ve zedeleme şiddeti itibariyle
muhaddisler fa-sıkın hadisini ayırarak uydurma hadislerin bir kısmı haline
getirdiler. Fışkın çok çeşitliliğinden dolayı fasıkın hadisine ayrıca bir isim
koymamışlar.[45] Bid'at da fıska dahildir;
fakat zedelemesinin şiddetinden dolayı onu da ayrı bir kısım saymışlardır.
Râvinin bilinmemesi
demek; onu belirleyen isim, künye, lakap v.s'nin sıkalarca bilinmemesi
demektir. Bilinmemesi ise ismin çokluğundan veya çok ya da az hadis rivayet
ettiği için isminin zikredilmemesinden veya senedi kısa tutmaktan v.s'den
kaynaklanan sebeplerden dolayıdır.
İsminin bilinmemesi,
onun sıka olup olmadığı, değilse yalan konuşup konuşmadığı gibi bir dizi
bilinmeyen noktalan beraberinde taşıdığı için zedelenme sebebidir.
Mesela: (bir adam
açıkladı)
Râvisinin bilinmezlik
durumuna uygun olarak böyle hadislere mübhem hadis denir. Akâid ve hükümlerde
geçerli olması, râvisinin adalet ve zabtına bağlıdır. Râvisi de bilinmediği
için cumhura göre mübhem hadis makbul değildir.
Bu konuda Hatib şöyle
diyor: "Bize göre meçhul, sıkanın kendisini tammadığı ve hadisi tek bir
ravi tarafından bilinen kimsedir. Mechuliyetini kaldıran da en az iki meşhur
ravinin rivayetidir. Bu da makbuliyeti için yeterli olmayıp adalet ve zabtının
da bilinmesi şarttır."
Kimine göre,
rivayetlerini sadece adil olandan seçenin mübhem râvi'den rivayet etmesi
durumunda makbul olur. Kimine göre mutlak olarak meçhul'un hadisi (mübhem hadis)
makbuldür. -Tedrib-
Ancak mübhem kişi
sahabe olunca, bütün sahabe adil olduğu için, hadisi makbuldür. Çünkü
Rasulullah (ASV): "Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete
erersiniz" demiştir.
Mesala: (bir sahabe
haber verdi) veya (sahabeden bir adam haber verdi) veya sahabeden olduğu
bilinen bir adam için (bir adam haber verdi) sözleri gibi. Çünkü bu hadis,
şartları içerisinde değerlendirilerek kabul edilir.
Mübhem râvi'nin
ta'dille adil olduğunu gösteren düzeltici bir ifadeyle "adil
birisi", "zabit birisi", "sıka birisi", "hafız
birisi" vb. sıfatlarla anılarak rivayet ettiğinin zikredildiği hadislerde
ihtilaf vardır. Kimine göre ta'dil esas, muadil (tadili yapan) de sıka olduğu
için makbuldür, sahih olan ise mübhemi isimlendirmeyene kadar makbul olmamasıdır.
Çünkü mübhem râvi, muadil'e göre sıka, başkasına göre ise mecruh (zedelenmiş)
olabilir. Bunun yanında ismini açıklamaktan çekinmesi, tereddütün oluşmasına
sebep olan bir şüphedir.
Ancak mübhem râvi'nin
tadilini yapan mahir bir alim, ya da cerh ve tadil ilminde dört büyük imam
gibi, kamil bir müctehid mezhebine ise, hadisi makbuldür. Fakat bu da söz
konusu müctehidin muvafakati konusunda olup mutlak değildir. -Tedrib-
Askalâni'ye göre bu,
hadisin konularında bile değildir. Aliyyü'l-Kari'ye göre de, makama uygun
olduğu için istitradi[46]
olarak bu noktaya burada değinildi.
Ta'dil, -yani falan
kimse âdildir veya sıkadır demek- ve cerhi -yani falan kimse mecruhtur ya da
hadisi mecruhtur demek- işin ehli ve sebeplerini bilen mahir bir alim yaparsa
sebeplerini zikretmese de kabul edilir. Yoksa sebepleri zikredilmeden kabul
edilmezler.
Ta'dil'in sebepleri
çok ve zikri meşakkatli olduğu için, sebeplerini zikretmeden de kabul
edilebileceği meşhurdur. Cerh ise, râvi'nin tek bir durumunu açıklamakla
olabildiği için sebebi zikredilmeden kabul edilemez. Ayrıca cerh'in sebeplerinde
insanlar ihtilafa düştüğü için, gerçekte cerh olmadığı halde birisi zannma
dayanarak ravide cerh olduğunu ileri sürdüğünde, bunun raviyi zedeleyip
zedelemediğinin bilinmesi için sebebini zikretmesi lazımdır. Bunun tersini
(yani ta'dilin sebebini zikredip cerhinkini terk etme) söyleyenler de
olmuştur. Çünkü adaletin sebeplerinde uydurma hareketler çoktur ve mu'addil de
zahire bakar.
Kimine göre sebepleri
tam açıklanmadığı zaman ne ta'dil ne de cerh yapılamaz. Çünkü zedelemeyen
sebeplerle cerh yapan olabildiği gibi güven vermeyen sebeplerle ta'dil yapanlar
da vardır.
Hadislerde olduğu gibi
cerh ve ta'dil de, bir tek sıka'nm haber vermesiyle sabit olur. En az iki
kişinin haber vermesini şart koşanlar da vardır.
Cerh ve ta'dil bir
şahısta sözkonusu olduğu zaman, cerhi yapanın konuyla ilgili bilgisi daha
fazla olduğu için sözkonusu şahsın cerhi ta'dilinden önce gelir. Ama muadilin;
"Cârih'in söz ettiği sebebi biliyorum. Bu şahıs o durumdan tevbe
etmiştir." demesi durumunda ise, sözkonusu şahsın ta'dili Cerhinden önce
gelir. Fakat mu'addil, güvenilir bir tarzla carihin sözettiği sebebi
çürütmezse, mesela cârinin, "O adam falan gün haksız yere bir çocuk
vurdu" demesi karşısında muadil de; "Dediğin günden sonra çocuğu sağ
gördüm" şeklinde cevap vermesi gibi bir durum ortada yoksa cerh ve ta'dil
eşit derecede birbiriyle çakışır.
Kimine göre hangisi
fazlaysa o önce gelir.
Kimine göre hıfzı
fazla olan Önce gelir.
Kimine göre de delili
güçlü olan tercih edilir.
Râvi'nin bid'atçı
olması, Ehl-i sünnete göre, dört delilden birisi veya akim burhanlanyla
Rasulullah (ASV)'dan bilinen inancın tersi bir inanca, bir nevi şüphe ve tevil
yoluyla sahip olmasıdır. Raviyi bid'atçı yapan bu tevil Arap dilinin meşhur
kaidelerine ve yakini (kafi) olmayan, İslama muhalif olsa bile, meşhur olmayan
arap dilinin bazı kaidelerine muvafık olması yeterlidir. Çünkü, zayıf veya
sağlam hiçbir kurala muvafık olmayan her türlü tevil caiz olursa yeryüzünde
zındık denen kimse kalmaz. Bu durumda, "ilahlık iddiasında bulunan herkes
davasında sadıktır" diyenin sözü nasıl tevil edilebilir? Bu yüzden ehl-i
sünnet; "Kesin deliller türemediği sürece, nasslara, zahirine göre anlam
yüklenir. Ve nass'lardan, batıl ehlinin iddia ettiği manalara yüz çevirmek ise
küfürdür." demişlerdir."Et-Tarika" adlı kitapta: "Şüpheye
tevil yaptıkları halde bazı bid'atçıla-n tekfir etmek vaciptir." denilmiş.
Bi'datçinm sahip
olduğu bu ters inanç, inkâr ve inat tarzında olursa hakkı inkar, yalanlama ve
şeriatle istihza olduğu için küfürdür ve konumuzun dışındadır. Konumuz, bid'atçi
Müslüman ravidir. Kafir bid'atçmın hadisi ise Neve-vî'ye göre ittifakla,
Askalânî'ye göre de cumhurun yanında asla kabul edilmez. Çünkü kimine göre,
yalanın helal olduğu itikadında olmadığı sürece mezhebinin takviyesi için
böyle hadisler makbul sayılabilir; kimine göre ise mutlak olarak makbuldür.
Bana göre bu hadisi makbul sayanlar sadece amellerin faziletleri konusunda
makul saymışlar, akaid ve hükümlerde değil. Çünkü burada adaletin olmadığı
ittifakla kabul edilmiştir.
"Et-Tarika"
adlı kitapta "bidat" şöyle açıklanıyor: Sözlükte bidat isim olup
adette veya itikatta mutlak olarak sonradan ortaya çıkan şey demektir. Fakihler
arası ıstılahta ise islamm ilk döneminden sonra, mutlak olarak ortaya çıkan şey
demektir. Bunun için bid'ati;
a) Küfür
b) Haram
c) Mekruh
d) Mubah
e) Mustehab
f) Vacip
g) Farz,
diye kısımlara ayırmışlardır.
Şer'i olarak bid'at:
"Ne sözlü ne fiili ne açık ne de işaret olarak, şeriat sahibinin izni
olmadan sahabeden sonra is-lamda yapılan fazlalaştırırla veya
eksiltmelerdir."
Bu tarife göre bid'at,
bazı itikat ve ibadetlerle sınırlı kalıp adetleri asla kapsamamaktadır. Rasulullah(ASV)'m
" Bütün bidatlar dalalettir" sözündeki amacı da işte budur. Çünkü
Rasulullah (ASV): "Dinimizde olmadığı halde onda yeni bîr şey çıkaranın
yaptığı, merduttur." buyurmuştur.
Şer'i anlamdaki
bid'attan ilk akla gelen itikadi bid'attır. İtikad'ın karşılığı ise Ehl-i Sünnet
vel Cemaat itikadıdır. O halde muhaddisler bid'attan küfrü değil, ilk akla
geleni (bidatin birinci anlamını) amaçlarlar.
Bidatçmın hadisi
ihtilaflı olduğu halde ihtiyati olarak reddedilmiştir. Burada dört görüş
vardır:
1- Çoğu
alime göre, bid'at'inm davetçisi olmaması şartıyla bidat'çının hadisi kabul
edilebilir. Ulemadan bir cemaat, bid'atını takviye etmeyen özellikte bir
hadisin var olmasıyla kayıtlı kılmıştır. Böyle bir hadis yoksa kabul edilmez.
2- Mezhebinin
takviyesi için yalanı mubah görmüyorsa kabul edilebilir. Bu görüşün İmam
Şafii'ye ait olduğu söyleniyor.
3- Mutlak
olarak kabul edilir.
4- Hiçbir
suretle kabul edilemez.
Bu son görüş, îmam
Malik'e nisbet edilir. Çünkü bid'at-çı, bid'atçılığıyla fasık olmuş ve fasıkm
rivayeti de merdu-tur.
İmam Malik'in bu
görüşü, Sahihayn ve başka kaynakların, bid'atının davetçisi olmayan bidatçıdan
delil getirmeleriyle zayıf kılınmıştır.
Bana göre,
"bidatçının hadisi kabul edilebilir" diyenlerin buradaki amacı,
"akaid ve hükümlerde" değil "amellerin faziletleri"
konusunda kabul edilebilir, demektir. Çünkü akaid ve hükümlerde adil ravinin
hadisinden başkası kabul edilmez ve bid'atçı da bütün ulemaya göre adil
değildir. Aynı şekilde "kabul edilmez" diyenlerin maksadı da
"akaid ve hükümlerde kabul edilmez" demektir. Çünkü akaid ve hüküm
dışındaki konularda ravinin adil olması tüm ulemaya göre şart değildir.
Şeyheyn'in sahih
mecmualarının telifinden sonra bazı şeyhlerinin bidatçı çıkmaları -ya da
bazılarınca bid'atçı çıkmaları-Sahihayn'e zarar getirmez. Çünkü Şeyheyn, sıka
dışında başkasından sahihlerine hadis almamışlardır. Musannifin bid'atçmın
hadisini merdut olarak kabul etmesi ise dört mezhebi incelemesinden sonra elde
ettiği tahkikattır.
Zabtı zedeleyen
kusurlar beş tanedir:
1- Aşırı
dalgınlık (gaflet)
2- Fazla
yanılma (galat)
3- Sıkalara
muhalefet
4- Evhamlı
olmak
5- Hafızanın
zayıf olması
Aşm dalgınlık ve
yanılma, birbirine yakın anlamlıdır.m Gaflet (dalgınlık), hadisi dinleme ve
almadaki kusurdur. Yanılgı (galat) ise genelde hadisi dinleme ve aktarma
(rivayet etme)daki kusurdur. Bazen de bunlar ters şekliyle kullanılırlar.
Aliyyü'l-Kari'ye göre
gaflet ve yanılgıyı "aşirılık"la ya da "doğrularından daha
fazla" olmasıyla ya da "eşit" ol-
Galattaki hata, fikir
ve düşünceyi bir arada tutamamayla ilgilidir gaflet ise, hadisi alma ve aktarma
esnasındaki zihnin anlama gücünü bozan şeylerle meşgul olmasıyla birlikte
ihmalkârlığıdır. -M. Şevket-masıyla nitelemenin sebebi, insanın yanılgı ve
unutkanlıktan tamamıyla masum olmamasıdır. Böylelerinin hadisi
akaid ve hükümlerde
merduttur ve bu hadislerin belli bir ismi yoktur.
Sikalara muhalefet ya
metinde ya da isnadda olur. Bu da, ya ızdırap yoluyla, ya idrac yoluyla veya
başka yollarla olduğu için -açıklamasını yaptığımız gibi- birkaç kısma ayrılır.
Ravinin sikalara muhalif olması, şazz'lığı gerektiren bir durumdur.
Sikalara muhalefetin
zabtla ilgili zedeleyici kusur olmasının sebebi, zabt ve hıfzının olmayışı,
hatırlama ve tekrarın olmaması gibi sebeplerle hadisi bozmak ve değişmekten
koruyamayışıdır.
Çoğu alime göre
sikalara muhalefet, zedeleyici sebep değildir. Bu yüzden bu tür hadisleri sahih
hadis kitaplarında ve sahihayn'de bulabilmek mümkündür.
Ravinin evhamlı
olması, rivayetinin vehmi üzerine kurulmuş olmasıdır. Bu da genellikle isnadda
olur. Mevsul hadisi, mürsel; merfu' hadisi mevkuf yapmak; zayıf bir raviyi sıka
bir raviye değiştirmek gibi.
Bu durum, metinde
nadiren görülür. Zararlı şeylerden olan bir hadisi diğer bir hadise katmak vs.
gibi.
Ravi'nin evhamlı olması durumu, isnad ricalini ve
Askalani'ye göre böyle
hadislere münker denir. -M. Şevket- değişik hadis metinlerini derinliğine
incelemek, metinleri kapsayan isnad yollarını bir araya getirerek mecmua ve
müsnedlerde inceden inceye araştırmak ve bütün hadis ravilerinin ihtilaflı
noktaları ile zabt sağlamlıklarında tefekkür etmekle öğrenilir. Bu şekilde
tercih edilen hadis elde edilirken mevsul mu, mürsel mi vs. olduğu, ayrıca
vehim yoluyla başkasının rivayeti de anlaşılmış olur.
Fakat ravi'nin vehmine
vakıf olmak hadis ilimlerinin en kapalı ve en ince olanıdır. Bu ilim, ancak
isnad ve metinlerde geniş kapsamlı bir hıfz; râvi'nin adalet, zabt ve diğer
mertebelerinde, isnad ve metinlerin ihtilafında, ifa edecekleri ilimde,
incelemelerinde vs. hallerinde kendisine keskin bir anlayış ve parlak bir idrak
bahşedilen kişilerde oluşur. Mutekaddiminden dört mezheb ve altı hadis imamı
gibi. O yüzden, bu ilim erbabından olan mutekaddimin dışında, konuyla ilgili
kimse konuşmamıştır.
Dinar ve dirhemlerin
nakdindeki sarraf gibi, hadis tenkitçisi de, hadiste bir kusur olduğunu
bildiği halde, tenkit yaparken iddiasına delil getiremediği için ifadesi bazen
eksik kalır. -Askalanî-
Vehİmli hadisin özel
bir ismi yoktur.
Hıfzının zayıf olması,
ravinin isabetinin (doğrularının) hatalarından, hıfzının ve hatırlamasının
yanılma ve unutkanlığından daha fazla olmasıdır. İster hataları -veya yanılma
ve unutkanlığı, doğrularından fazla olsun ister ikisi eşit olsun fark etmez.
Râvinin hıfzının zayıf
olması ile aşın dalgınlık ve yanılması arasındaki fark; buradaki yanılmanın
çokluğu, râvinin doğruları, hıfzı ve hatırlaması itibariyledir. Ama aşırı derecede
yanılması ise onun yapısı ve şahsi Özelliği itibariyledir.
Hıfzı zayıf ravilere,
karıştırıcı anlamında (muhtelit) denir. Aliyyü'l-Kari'nin belirttiğine göre
karıştırmasının ve zayıf hafızalı olmasının sebebi beceriksizlik, zarar görmek,
hastalık, musibet, çocuğunun ölmesi, malının çalınması ve kitaplarının elinden
çıkması gibi nedenlerden dolayı aklında oluşan karışıklık, davranış ve
sözlerinde meydana gelen bozukluktur.
Hafıza
yetersizliğinden kurtulmanın yegane çaresi (hadis rivayetinde), mutlak olarak
(asla) hataya düşmemek ya da hatadan sonra kendisinden genellikle doğru olanı
işitmekle olabilir. Aynı şekilde yanılma ve unutkanlıktan kurtulma da mutlak
olarak (asla) hadis rivayetinde yanılgı ve unutkanlığa düşmemek ya da yanılma
ve unutkanlık üzerine (bundan sonra) râvinin hayatında hafıza gücü ve hatırlamanın
geneli eşmesiyle olabilir.
Hıfzı yetersiz olan
ravi'nin hadisi merdut veya mütevakkıftır.
Özel bir ismi yoktur.
Mutevakkıf:Hakkında
söz söylenemeyen, başka hadise bağlı olan. (Mütercim)
Sahih hadisteki -Yani
hasen veya zayıf olmayan, fakat meşhur olan bütün kısımları kapsaması için
"sahih hadis" ifadesiyle kayıtlandırılmamasıydı. Aliyyü'l-Kâri'ye
göre hadisin sıhhat, hüsn, zayıflık ve diğerleri ile merfu', mevkuf veya maktu'
olma durumu göz önünde bulundurmaksızın mutlak olarak hadisteki- raviler,
senedin başından sonuna kadar biri diğerinden rivayet etmesi suretiyle tek tek
ya da senedin bazı yerlerinde râvi tek ise bu hadise garib denir, ister
senedin sonuna kadar biri diğerinden rivayet etmesi şeklinde râviler tek tek
olsun, ister senedin bazı yerlerinde ravi tek olsun -mesela iki râvi iki
râviden, onlar da bir, o da iki, onlar da dört vb.'den rivayet etmesi gibi değişik
şekilleri vardır- durum değişmez. Muhakkikin'e göre tek olan bu râvinin sahabe
veya başkası olması durumu değiştirmez.
"Garib",
acaib, hayret edilecek şey demektir. Arapların acaib bir seY getirdi)
sözünden alınmıştır ya
da "garib" fert anlamındadır. Çünkü garib hadisin senedinde tek tek
râviler vardır.
Mesela: İman, yetmiş
küsur kısımdır. Haya da imandan bir kısımdır/'
Bu hadisi Ebu
Hureyre'den yalnız Ebu Salih, ondan da yalnız Abdullah b. Dinar rivayet
etmiştir. [47]
Râvisi senedin bütün mertebelerinde
en az iki ya da bir mertebede iki -"garib" olmayacak şekilde-
diğerlerinde ikiden fazla olan hadistir. Bu hadis neredeyse bulunamaz derecede
az olduğu için ona bu isim verilmiştir. "Azız" (azaldı demektir.)
Mesela:
"Ben sizden
birinize babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevimli gelmedikçe o
kişi tam manada iman etmemiştir." Bu hadisi Enes'ten Katade ve Abdulaziz,
Katade'den Şu'be ve Said, Abdulaziz'den İsmail b. Uleyye ve A. Varis... rivayet
etmişler. -Tedrib, s.375-[48]
Bazıları hadisin aziz
olmasını sıhhat şartı olarak sanmışlar.
Mütevatir hadisin
bütün özelliklerine sahip olmaması şartıyla senedinin bütün mertebelerinde
Râvîleri ikiden fazla olan hadistir.
Râvileri ikiden fazla
olması nedeniyle bu ismi almıştır. Râviler arasında meşhur olduğu için ona
muztefiz de denilir. yani "vadinin kenarından akmcaya kadar su
çoğaldı" sözünden alınmıştır.
Askalâni'ye göre
muhaddislerin yanında "meşhur", usûli'lerin yanında da
"mustefiz"dir.
Mesela:
"Müslüman,
Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir. Muhacir ise, Allah
(c.c)'m haram kıldığı şeylerden uzaklaşandır." Hadis; hadisçiler, âlimler
ve halk arasında meşhurdur. -Tedrib, s.189-[49]
Sabit bir rsnad'ı
olmadığı halde dillerde meşhur olana da "meşhur" ifadesi kullanılır.
Sahavi'nin, "Ümmetimin alimleri Beni İsrailin peygamberleri gibidir"
hadisi ile "Ben adil melik Kisrâ'nın zamanında doğdum" hadisi ve
Aliyyü'l-Kâri'nin "Kedi sevgisi imandandır" hadisi gibi.
Bu üç hadise çoğulu
olan "âhâd" denir. Bu hadislerden her biri "haber-i
vahid"dir. Haber-i Vâhid: Sözlük anlamı bir şahsın rivayet ettiği haber
demektir. Istılahı anlamı ise, mütevatir hadisin şartlanna haiz olmayan hadis
demektir. Ona haber-i vahid denilmesinin sebebi genellikle tek kişinin haberi
gibi zann'ı ifade etmesi itibariyledir. Ya da (aziz, meşhur ve garib'in bir
kısmında olduğu gibi) sened mertebelerindeki birden fazla râvinin tek kişilik
râvi mertebesini kapsaması itibariyledir. Ahad'm içinde hem makbul hem de
merdut olanı vardır. Tümü de ahad olduğu için, muhakkikin'e göre hakikate yakın
kuvvetli zannı ifade ederler.
Senedinin bütün
mertebelerinde râvilerin çokluğu, yalan üzerine sözbirliği edebileceklerini
aklın kabul edemeyeceği derecede fazla olan hadise mütevatir denir.
Kimi ulema;
"aklın böyle bir sözbirliğini bazen kabul edebileceği için bunun anlamı,
"adet olarak mümkün olmaması" demektir, demişler. Bunun için
bazıları, "yalan üzerine birleşmeleri usul ve adetin muhal gördüğü bir
biçimde..." şeklinde izah etmişler. Aliyyü'l-Kâri'ye göre bu iki görüş
doğrudur.
Fakat Sa'düddin diyor
ki; doğruyu bulmanın ölçüsü ilmin şüphe bırakmayacak şekilde vuku bulmasıdır.
Bu da, 'kabul etmeme derecesi'nin adi (adet olarak) değil akli olmasını
gerektirir. Nitekim musannifin sözünden, bir cemaat olduktan sonra râvi
sayısının şart olmadığını belirten cumhurun görüşünden ve özü itibariyle
hadisin "yakini" ifade etmesinden anlaşılan da budur.
"Mütevatir (tevatür)'den alınmıştır. Tevatür, "aralıksız
birbirini takip etmek" anlamına gelen (tetabu') manasındadır.
Buraya kadarki
açıklamalardan hadisin bu dört kısmı arasında bir farklılık olduğu ortaya
çıkmıştır.
Bir hadisin mütevatir
olması için dört şart aranır:
1-Bütün
muhaddislere göre hadisin kalabalık râviler tarafından rivayet edilmesi.
2-Bu
râvilerin yalan üzerine sözbirliği etmelerinin aklen mümkün olmaması.
3-Senedin
bütün mertebelerinde râvilerin kalabalık olması.
4-Râvilerin
dayanaklarının akli isbata değil; görmek, işitmek gibi hisse dayalı olması.
-Aliyyü'1-Kari-
Bu şartları göz önünde
bulunduran İbnu's-Salah, mütevatir hadisin neredeyse bulunmayacak derecede az
olduğunu belirtmiş ve mütevatir olarak ancak,
"Benim üzerime
yalan uyduran kimse ateşten yerini hazırlasın." hadisini bildiğini
söylemiştir.
İbni Habban bu
şartlara haiz mütevatir hadisin var olduğunu inkar etmiştir.
Askalâni ise,
"mütevatiri hiç bulunmayacak derecede az ve inkar iddiaları, araştırma ve
incelemenin azlığından kaynaklandığı için merduttur" demiş.
Sahavi ise: "Şeyhimiz,
tevatür özelliğini taşıyan hadislerden şefaat, havuz, ru'yetullah ve imamlarin
Kureyşten seçilmesi hadislerini zikretmiştir" diyor.[50]
Bana göre hadisin
meşhur, aziz ve garib olması, sikaların hakkındaki malumatı itibariyle olduğu
gibi, mütevatir olması da şahısları itibariyledir.
Cumhura göre mütevatir
hadis zaruri ilmi ifade ederken kimine göre de istidlali (delil ile anlamayı)
ifade eder. Kimine göre ise burhan-ı akliyi (akli delili) ifade eder ve hadis
olsun veya olmasın rical'inin sıfatı araştırılmaz, belki onunla amel edilir.
Fakat (şu farkla ki) hadisin rical'inde kafir bulunmaz.
Garib hadise
"ferd" de denilir. Askalâni'ye göre "garib" ile
"ferd" hem sözlü hem ıstılahı olarak müteradif (eşanlamlı) kelimelerdir.
Fakat "garib" "ferd-i nisbi" için; "ferd" de
"ferd-i mutlak" için daha fazla kullanılır.
Aliyyü'l-Kâri'ye göre
garib ve ferd sözcükleri temelde değil lugavi mananın mealinde mutefadiftirler.
Çünkü lügat-larda ÇJ. 'nin karşılığı (uzaklaştı)drr. Gurbet de vatandan
uzaklaşmaktır. Ferd ise teklik ve infirad'tır.
Senedin bütün
mertebelerinde râvi bir ise buna ferd-i mutlak denir. Çünkü kâmil bir şekilde
senedin tümünde bir râvi diğer bir râviden rivayet etmesi suretiyle ferdiyet
vardır. (Garib hadis konusunda geçen "iman yetmiş küsur kısımdır..."
hadisi gibi)
Râvi, senedin sadece
bir mertebesinde bir, diğer mertebelerde birden fazla ise buna ferd-i nisbi
denir. Çünkü ferdiyet bir mertebe nisbetiyledir, diğer mertebelerinde yoktur.
Mesela: Bir hadisi
İbni Ömer'den Nafi, ondan da Malik rivayet etmiştir. Bundan birçok râvi'ler,
Mâlik'e uğramak-sızın doğrudan doğruya Nâfi'den rivayet ettikleri halde, yalnız
bir râvi Mâlik yoluyla Nâfi'den rivayet ederse hadis garib olmuş olur. Bu hadis
başka yollardan meşhur bile olabileceği için buna "nisbi ferd" veya
"garib" adı verilir.[51]
Buna göre -hadisin
"garib" veya "ferd" olması için râvi'nin senedin bir
yerinde tek olması yeterlidir. Senedin diğer birkaç mertebesinde râvi sayısı birden
fazla olsa bile durum değişmez.
"Aziz"
hadiste râvi sayısının senedin bütün mertebelerinde en az iki olması şarttır.
Bu da senedin sonuna kadar iki kişinin iki kişiden rivayet etmesi şeklinde ya
da sarahaten (açıkça) veya iki kişi üçten, onlar da dörtten, onlar da beşten
vs. şeklinde zımnen (dolayısıyla) olur.
"Meşhur" hadiste ise
senedin bütün mertebelerinde râvi'nin
açıkça ikiden fazla olması şartıdır. Eğer râvi sayısı bazı mertebelerde iki,
bazılarında da ikiden fazlaysa bu, aziz hadise dahildir. Çünkü "iki",
ikiden fazla olanın içinde "dolayısıyla" mevcuttur. Nitekim senedin
bazı mertebelerinde râvi sayısı bir, diğerlerinde de iki veya daha fazla
olursa hadisin garib olması gibi. Çünkü bir, iki veya daha fazla olanın içinde
dolayısıyla mevcuttur. O halde "aziz" hadis, senedinin bazı
mertebelerinde râvi sayısı sarahaten iki olduktan sonra, diğer bütün
mertebelerinde sarahaten veya zımnen iki olmasından daha geneldir demektir.
Bu açıklamadan
muhaddislerin; "azınlık çoğunluğa hükmeder" sözünün manası anlaşılmış
oldu. Yani azınlık çoğunluğa galabe çalar. Diğer ilimlerin tersine azınlık için
çoğunluğun hükmü vardır. (Çünkü en az sened mertebesine göre hüküm verilmiş ve
çoğunluk mertebeleri onun tesiri altında hükme bağlanmıştır. Diğer ilimlerde ise
hüküm çoğunluğa göre verilir.)
Bu bölümün
araştırmasından anlaşılmıştır ki, hadisin garib olması sahih olmasına engel
değildir. Çünkü bu hadislerin rical'inden her biri sıka'dır. Zaten sahih
hadiste tek kişi de olsa isnad'ı sahih olan hadistir. Mutezileden Ceb-bai ve
bazı muhaddisler bunun tersini savunmuşlardır.
Çoğu muhaddise göre
bazen "garib" denilince zedeleyici kısımlardan "şazz"
kastedilir. Şazz, münker ve muallel konusunda geçtiği gibi.
Bazen
"şazz", sazlık anlamında değil, râvi'nin münferid olması anlamında
"garabet" manasıyla kullanılır.
O halde garabet,
hadisin sıhhatine engel olmadığı gibi cumhur'a göre şazz'hk da bu manasıyla
hadisin sıhhatine engel değildir.
Lizatihi ve liğayrihi
olmak üzere sahih ve hasen hadislerin tüm kısımlarını izah ettikten sonra
zayıf hadis de tanınmış oldu. Buna göre zayıf hadis; sahih ve hasen hadislerde
aranan şartların tümü veya bir kısmına sahip olmayan hadistir. Detaylıca
açıkladığımız gibi zayıf hadislerin kısımları çok ve çeşitlidir. Lizatihi ve
liğayrihi diye kısımlara ayrılan sahih ve hasen hadislerin de mertebeleri,
tercih ve amel etme konusunda biri diğerinden üstün ve farklıdır.
Hadislerle delil
getirmek ise, sahih ve hasen şartlarında ortak olduktan sonra onların adalet,
zabt ve ittisal gibi değişik özellik ve dereceleriyle olur. (Hangi hadis,
özellikleri itibariyle tercihe layık ise o hüccet olarak kullanılır.)
Kitabın başından
buraya kadar açıklamasına çalıştığımız bu konular, Takrib (Nevevî), Tedrib
(Suyutî), Nuhbe (As-kalânî) ve Elfiye gibi muteber kitaplardan hadis
kısımlarının incelenmesinde bize müyesser olanıdır.
Memleketimiz insanı
maddeyle uğraşmaktan hadisleri pek nadir okuduğu için, bu kitapta açıklananları
öğrenmek onlar için her ne kadar zaruri olmasa da, din kardeşlerimiz ve ilm-i
yakini elde etmede yardımcılarımız şu sıralarda bazı hadis kitaplarındaki
karışıklıkları tashih etmekle meşgul olurken duydukları bu isimler (ıstılahlar)
karşısında şaşınp kaldılar ve bizden bu isimleri ile onlann karşılığını
açıklamamızı istediler. Biz de hem onların şaşırmışlığmi gidermek hem de
kendileri ve başkaları için sadaka-yı câriye olması dileğiyle sözü edilen
isimleri ve delalet ettikleri manaları açıkladık.
Bu kitabın telifi
hicri 10 c.ahir 1151 tarihinde Yusuf Aleyhisselam'ın Mısır'ında tamamlanmıştır.
"Allah'ım,
Kainatın Efendisi hürmetine hayatımızı iman ve islam ile nihayete erdir.
.." AMİN
[1] Buharı: İlim 35, Rikak 51
[2] el-Haşr/7
[3] Nisa /65
[4] Ahzab/21
[5] v.130/748
[6] Mektubat: 19. mektup
[7] v.I50
[8] Birgi: Aydınoğullan Beyliğinin İlk merkezi. İzmir
ilinin ödemiş İlçesine bağlı bir bucak.
[9] İslam Ansiklopedisi, T.D.V. yay. c.6
[10] İstanbul I272'de iki defa, 1275,1288'de iki defa,
1293,1298,1312,1314,1326; Bulak 133
[11] ARAZ: Hadis ve ravi'nin zatında, önceden olmayıp
sonradan meydana gelen durumlar. (M)
[12] Buna göre iman etmeden önce Rasulullah(ASV)'ı gören ya
da vefatından sonra O'na iman eden ya da Rasulullah(ASV) hayattayken iman edip
de O'nu görmeyen kimse sahabe değildir. Aynı şekilde Is-ra gecesinde O'nu
Mescİd-i Aksa'da görüp arkasında namaz kılan peygamberler (Ahm.S) ve O'nu
vefatı ile defni arasında görenler de sahabe değillerdir. - M. Şevket-
[13] Bir sahabe'nin sahabe olduğunu gösteren bazı
özellikleri şunlardır: a) Tevatür, b) Sahabe olmasıyla meşhur olması, c) Bazı
sahabe ve güvenilir tabi'inlerin haberleri d) Adaleti tespit edilir ve davası
imkan dahilinde olursa sahabe olduğuna dair kendi haberi. -M. Şevket-
[14] Sened-i âli ve sened-i nazil: Senedi (ricali) bir
diğer hadisin senedine göre az olan hadisin senedi sened-i ali; çok olan diğer
hadisin senedi ise sened-i nazildir. Çünkü sened ricalinden her bir ravinin
hatalı olması mümkündür. Ravi zinciri ne kadar çok olursa hata ihtimali o
kadar fazla olur; ne kadar az olursa, hata ihtimali de o kadar az olur. Bundan
dolay: sened-i âliye daha fazla itibar edilmiş tir.-M.Şevket-
[15] İlahiyat: Hikmet ilminin dinden ve sadece Cenab-ı
Hak'tan bahseden kısmı. Nebeviyyat: Nebiye ait ve onunla alakalı ilimler.
-Yeni Iügat-
[16] Hadis Usûlü, H. Karaman, s, 89
[17] Hadis ilimleri ve Hadis Istılahları(terc.)s,179
[18] Tabi'în-i Kebir : Birçok sahabe ile karşılaşmış,
arkadaşlık yapmış ve onlardan hadis rivayet etmiş Tabi'îdir. Kays b.Ebi Hazim,
Said b. El Müseyyeb ve Hasan Basri gibi. Tabi'în-i Sağİr (küçük tabiin): Az
sayıda sahabe ile karşılaşmış ya da bir cemaatle karşılaşmış fakat
rivayetlerini tabi'în'den yapan kimsedir. Yahya b. Said el-Ensâri gibi.
-M.Şevket-
[19] H.Karaman, Hadis Usûlü, s.91
[20] Allame ibni Hacer Askalani, muhaddislerin mürsel hadîs
tarifinde-ki ifadelerin dört kısma ayrıldığını söylemiştir. Birincisi:
"Tabi'in-i Ke-bir'in Rasulullah (a.s.v)'a dayandırması." Bu tarifle
tabi'in-i sağirinki tarif dışı kalır. İkincisi: "Kebir" ile
kayıtlandırılmadan 'Tabi'i'nin Rasulullah (ASV)'a dayandırması." Bu,
cumhur'un tarifidir. Üçüncüsü: "Ravilerinden birisinin düştüğü
hadistir." Bu da munkati ile aynı anlamda ve çoğu usulcüierin mezhebidir.
Dördüncüsü: İbni Hadb'in de tarifi olan "sahabe olmayanın itfiHj^JB
(Rasulullah a.s.v şöyle buyurdu): d em esidir.
Rasulullah (ASV) ile
kafir olarak görüşüp vefatından sonra Müslüman olan kimseler ittifakla tabiin
kabul edildikleri halde rivayet ettikleri hadisler "muttasıl" kabul
edilmektedir. Bu ise, mürsel hadisin tarifiyle çelişiyor. İbni Hacer bu
çelişkiyi şu şekilde telafi etmektedir: Mürsel hadis; sahabenin sahabeden
duyduğu hadisi, senedinde onun ismini zikretmeden doğrudan Rasulullah (asv)'dan
rivayet etmesidir. Bu şekilde sözü edilen tabiinler, Rasulullah (a.s.v)'ı
görüp bizzat kendisinden rivayet ettikleri için hadislerinin mürsel olmayıp
muttasıl olduğu ispat edilmiştir. -M.Şevket-
[21] Dr. Subhi es-Salih, Hadis ilimleri ve Hadis
Istılahları (tere.) S.İ36
[22] Nisbet-i Tamme-i Haberiye: ıMant. Arkasının beklemesi
gerekli olmayan söz. -Osmalıca Türkçe Ansiklopedik Lügat-
[23] Hayrettin Karaman, Hadis Usûlü, s.90
[24] A.g.e., s.90
[25] A.g.e., s.90
[26] A.g.e. s.152
[27] M.Şevket
[28] Metnin; 1- Başına 2- Ortasına 3- Sonuna başka sözün
karıştığı hadis çeşitleri
[29] H.Karaman, Hadis Usûlü, s. 95
[30] Muhtar'da bizim bulduğumuz ibare şudur. (cumhur'dan
münferid kaldı ve düştü)... ilh. Alıntıda bozukluk var. M. Şevket-
[31] Karine: Cümle ile beraber olup anlatılmak istenene
delalet eden şey EI Muncid- (İp ucu)
Hayreddin Karaman,
Hadis Usûlü, s.98
[32] Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, s.164
[33] M.Şevket
[34] Hadis ilimleri ve Hadis ıstılahları, s. 147
[35] Önce mütevatir, sonra meşhur, sonra da altı imanım
rivayet ettikleri tercih edilir. Bu üç kısım zikredilen yedi şarttan önce
getirilseydi daha uygun olurdu. Denilebilir kî mütevatir, sahihe dahil
değildir. Dahil olduğunu kabul etsek de muttefekun aleyhrin kapsamına girer.
Aynı şekilde meşhur ve altı imamın rivayet ettikleri de bu kapsama girer. -M.
Şevket-
Çünkü düşük derecedeki
hadiste Öyle bir durum ortaya çıkar ki üstündekinin üstüne çıkar. Mesela
Müslimde hadis, meşhur olup tevatüre ulaşmamıştır, lakin öyle karine ile
donanır ki o karineyle sıhhat şartını arayanlarca mütevatire eş değer olur. Bu
durumda Buhâri'nin hadisi ferdi olduğu zaman Müslimin hadisi üste çıkar. -M.
Şevket-
[36] Buhâri'de tenkit edilen hadis sayısı 78, Müslim'de
100, ikisinde müşterek olan 32 hadistir. -M. Şevket-
[37] Hadis ilimleri ve hadis ıstılahları, s.27
[38] Bir tarifin, anlamı alanına girenleri kapsamına Camia,
girmeyenleri alan dışı bırakmasına da Mania denir. Şârih, buradaki tarifleri
camia ve mania olmamakla eleştirmiştir. (M)
[39] Hatta konuyla ilgiîi zayıftan başkası yoksa zayıf,
kıyasa tercih edilir. Kimine göre de mutlak olarak zayıfla amel edilmez. -M.
Şevket-
[40] Şehadetin ehliyet şartı değildir. Çünkü fasık da
şehadete ehildir. Hatta fasıkın şehadetiyle hükmedip infaz yapılabilir. Ancak
halife, fasıkın şehadetiyle hüküm vermeyi yasaklarsa infaz yapılamaz. -M.
Şevket-
[41] Kufe'de Hattab'a mensup RafiziJerin
gulatlarmdandırlar. "Müslüman yalan yere yemin etmez" diyerek,
şahitliğe layık olduğuna yemin eden herkesin şehadetinin makbul olduğuna ve
doğru veya yalancı olduğuna inanırlar. Bunun için onların şehadeti töhmet
altındadır. -M. Şevket -
Haklı haksız demeden
birbirine yardım eden kavim. -M. Şevket –
[42] Umum ve husus min vech: -mant- Bir maddede birleşip
iki maddede ayrılan iki kelime arasındaki nisbettir. "Ravinin adaleti ile
şahidin adaleti" Hattabi'nin şahitliğini reddetmede birleşir, diğer
bidatçı-larla köleninkinde ayrılırlar: Ravinin adaletine göre Hattabi dahil hiçbir
bid'atının şahitliği makbul değil, köleninki makbul; şahidin adaletine göre de
Hattabi dışındaki bid'atçilann şehadeti makbul, köleninki makbul değildir. (M)
[43] Aliyyü'1-Kari Mevzuatı, C harfi, s.61
[44] Hayreddin Karaman, Hadis Usûlü, s.91
[45] Bazılarının ıstılahında fısk, gaflet ve aşırı yanılgı
ile zedelenmiş hadise münker denir. En-Nuhbe'de de geçtiği gibi fasıkm hadisine
"münker" denir. -M.Şevket-
[46] İstitraden: Edb. "Bir hadise anlatırken, söz
gelimi, başka bir mesele de anlatmak suretiyle" demektir.
[47] H. Karaman, Hadis Usûlü, s.105
[48] A.g.e, s.109
[49] Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları
[50] Şefaat Hadisi: RasuluIIah (a.s.v)'m Makam-ı Mahmud'da
bütün müminler için şefaat etmesi ve ateşte kalması vacip oîanlar dışında herkesin
cehennemden çıkacağını anlatan hadistir.
Havuz hadisi:
"Benim havuzum bir aylık mesafe büyüklüğündedir. Köşeleri birbirine
eşittir. Suyu gümüşten beyaz, kokusu miskten daha güzel, taslan yıldız sayısı
kadardır. Ondan içen ebediyen susamaz.
Ru'yetullah hadisi:
"Muhakkak ki siz şu kameri gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz. O'nu
görmek için de izdiham çıkarmayacaksınız. O halde sabah ve ikindi namazlarına
dikkat edin. Çünkü bu iki namaz cennete girme ve Allah (c.c)'ı görmeye
vesiledirler. -Et Tac, c.5, Kıyamet Bahsi-
İmamlann kureyşten
seçilmesi: "Hükmederken adaletten ayrılmadıkça imamlar Kureyşten
olacaktir"-İ.Canan, Kütüb-ı Sitte, c.5, s.375-
[51] H. Karaman, Hadis Usûlü, s. 105