İNTİFADA ÖYKÜLERİ 2

Aşk-I Memnu. 2

Hüzün Kokulu Manzara. 4

Adı: Mazlum.. 5

Tünel 7

Biraz Da Siz Ağlayın. 9

67 Can. 11

Bir Garip Sevda. 13

En Güzel Hediye. 15

Vicdanı Red. 16

Utanç Duvarı 18

Filistin İçin! 20

Taş. 22

21 Ağustos 1969!.. 24

Sabra- Şatilla Öyküsü. 25

İman El-Hams. 27

Haklıydın Usta. 29


İNTİFADA ÖYKÜLERİ

 

Öyküler anlatacağım sana!..

Yaşanmaz dedirten, katılaşan kalplerimizin, yaşı akma­yan gözlerimizin önünde cereyan eden mazlum bir coğrafyanın öykülerini... Sermayesi taş, gözlerinden akanın yaş olduğu insanların öykülerini!.. Zulmün başlarından eksik olmadığı, hüznün ufuklarında kol gezdiği mazlumların öy­külerini!..

Ellerinde taşları tanklarla dans eden çocukların, sapan-larıyla Davudi direniş gösteren gençlerin, Ebabilce direnişi yazgılaştiranların öykülerini!..

Üzerine çöreklenen çıfıt zulmünden dolayı matemvari karalara bürünen kubbesiyle Mescid-i Aksa'mn, yıllardır görülen zulümlerden dolayı kan kaybına uğrayan misali sa­raran Kubbetu's-Sahra'nm, Nebiyyi Zi-şan'a basamak olan esir Kudüs'ün, yani... yani Filistin'in, yani yarım yüzyılı aş­kındır yaşanan bir izzet, bir şeref, bir direnişin öykülerini!..

Öyküler anlatacağım sana!.,

Hayfa'dan Akabe'ye, Şeria'dan Gazze'ye, Ortado­ğu'nun bağnndaki bir ateş topunun, zaman zaman güney Lübnan'a, hatta Tunus'a sıçrayan kor bir ateşin öykülerini!.. Gözü yaşlı annelerin, sokakları dolu yetimlerin, kurşunla­nan bebeklerin, çaresizliğin ihtiyarlattığı babaların, eşlerini kurban veren körpe gelinlerin öykülerini!..

Bak şu sokağa! Toplanmış çocuklara!.. Ellerinde taş, gözlerinde kurumuş yaş yerine kin, öfke var. Kıvılcım kıvıl­cım tutuşan bir nefret çakıyor gözlerinde, bir intikam... Dinmeyen bir yaradan akan kan...

Ya şu sapam boyundan uzun olana ne demeli? Saçlan bukle bukle, gözleri şule şule olan ey direniş kokan çocuk!.. Oyunda olman gereken bir yaştasın; lakin kurşunlarla oyun­da oynaştasın... Öğrendiğin ilk oyun kurşunlarla dans, tank­larla vals oldu. Taştı, attığın o minik ellerinden eyRami.. Me­leklerdi onu isabet ettiren. At yine ey Rami; at minik ellerin­le o taşı... Bil ki o, yüreğindir senin, üzerine çöken zulme di­renişin, izzetin ve şerefin... At ki gün doğsun geceme, ışıkla­rıyla bir sabah doğan güneş vursun pencereme...

Öyküler anlatacağım sana!

Yalnızlığıyla kalpler sızlatan, direnişi terör, direnişçisi terörist diye bellenen bir yalnızlığın, bir tecridin, bir itilmiş­liğin öykülerini!.. Şerefli müminlerken şerefsizlerce lekelen­menin, güneşi balçıkla sıvamanın, tutmasa da izi kalan bir çamurun öykülerini!..

Yetersiz imkanlara, gücün azlığına rağmen, oturarak ölmektense savaşçı onuruyla ölmeyi, kaçmayıp ileri atılma­yı, şanlı ölümlerle destanlar yazmayı yeğleyen bir izzetin öykülerini!..

Acılann, fedakarlıkların, kan ve şehadetin, yaralanma ve tutuklamaların yoğurduğu bir aşkın öykülerini!.. Zafere ulaşıncaya kadar, Kudüs ve azadhk gerçekleşinceye kadar, haklan, topraklan ve kutsalları geri verilinceye kadar süre­cek bir sevdanın öykülerini!..

Öyküler anlatacağım sana!..

Hiçbir korku, hiçbir endişe duymayan, sürgünlere, su-ikastlere meydan okuyan, çekinmeyen, korkmayan, şeha-deti şeref, izzet belleyen güç ve cesarette gözleri kara yiğit­lerin öykülerini!.. Sokaklara ve halkın arasına direniş aşkını tohum tohum serpen, gönüllere, yüreklere bu sevdayı nakış nakış işleyen; kamp kamp, hane hane her ferdine, her bire­ye özgürlüğün, azatlığın doyumsuz lezzetini anlatan, umutları, hayalleri sonsuz bir Filistin'in öykülerini!..

Utanç duvarları boydan boya örülse de, tel tel örgüler arasına tıkılsa da; gettolara, kantonlara ayrılsa da, bağları-bahçeleri, evleri yıkılsa da; bebekleri, çocukları, gençleri, kadınları, ihtiyarları her gün öldürülse de, asla caymayacak vazgeçmeyecek, gün be gün büyüyecek bir direnişin öykü­lerini!..

Yani yüreğimin, yani kanayan şu yaranın, yani yanak­lardan süzülen çiğ çiğ damlaların, yani ümmetin yetimleri­nin, yani Siyonist zulmün, esir Aksa'mm, mazlum Ku­düs'ün, yani özgürlük aşkının, yani direnişin yaşanmış öy­külerini!..

Öyküler anlatacağım sana!..

Boy boy gazete kupürlerinden, kare kare yürek sızlatan fotoğraflardan; acıyla, izdırapla, gözyaşlarıyla öyküleştirilen, gerçek olduğu kadar yetim bir coğrafyanın kahraman çocuklarının, gençlerinin, isimsiz yiğitlerinin, duyarsız, şu­ursuz, gafil kalbleri hüzne boğan, 'acı çeken kardeşlerimiz de varmış demek' dedirten öykülerini!..

Öyküler anlatacağım sana!..

İki eli kurumuş, kalem /silah tutmayan, sesiyle yeri gö­ğü inletemeyen, saçları ağarmış, zamanm belaları üzerinden eksik olmayan, Ömrünün son demlerinde her türlü hastalığa mübtela olmuş, kocamış bir yaşlmm 'Müslümanların zaaf ve acziyetinden müteessir olanların susmayıp yazmasını' isteyen bir arzunun öykülerini... Bir pîrin son arzusunu...

Öyküler anlatacağım sana!..

Buram buram şehadet, Kudüs, Filistin, direniş kokan İNTİFADA ÖYKÜLERİ'niL Bencileyin, acizane!...

Ekim 2005/iSTANBUL Mehmet Ali GÖNÜL

 

Aşk-I Memnu

 

Adı, soyadın?

Muhammed Hicazi.

İkamet yerin?

El-Halil

Al bakalım, gidebilirsin.

İşlemlerim bitti mi?

Bitti.

Teşekkür ederim.

Uzatılan evrakları heyecanla aldı. Titreyen elleriyle sı­kıca kavramaya çalıştı. Çıkışa yönelip binadan ayrıldı. Kalbinde tarif edemediği bir heyecan vardı. Mutluluğu yüzün­den okunuyordu ihtiyar adamın.

50 yaşlarında çökmüş bir adamdı. Gözlerini dünyaya açtığından bu yana işgalci İsrail'in zulmü eksik olmamıştı başından. Çocukluğundaki çile; yaşlandıkça artmış, hep ço­ğalmıştı. Çileyi beraberinde büyütüyordu ihtiyar Hicazi. Ama bugün farklıydı. Yıllar var ki bu anı, heyecanı din­meyen bir umutla beklemişti: Hacca gidecek, ay boyunca Mekke ve Medine'de kalacak, hacı olup dönecekti. "Acaba Ümmü Ahmed işlemleri bitirdiğimi öğrenince ne yapacak?" dedi kendi kendine.

Eve varıncaya kadar geçtiği caddeler, sokaklar, karşı­laştığı insanlar birer siluet gibiydi gözlerinde. Öyle ki rastladığı eli silahlı İsrail askerleri, tanklar, cemseler dahi onu daldığı hülyalarından ayırmamıştı. Mekke İ..

Aşkın doğduğu mekân. Medine!.. Sevgilinin diyarı...

Gönüllere kazınan bir duyguydu her müslüman yürek­te. Vuslatı hep gözlenen, hicramyla yürekler dağlanan bir aşk, bir sevdaydı O sevgiliye varmak. O'na yüreğinin derin­liklerinden haykıran bir selamla selam vermek; "Esselamu aleyke ya Resulallah" demek...

Sonra duygularını sevgilinin ayaklarının dibine dök­mek: İşte geldim... İşte geldim Efendim. Yıllar var ki eşim, yıllar var ki işim, yıllar var ki aşım engel oldu vuslata. Aha şuramda hasret tak etti canıma ey Efendim. Huzurunda-yım.. .Nice çöller aştım aşkın uğruna, nice badireler atlattım. Kimine madde engel olduysa da Efendim, bana senin düş­manların... senin düşmanların olan işgalciler engeldi. Gön­lümde kor bir sevdan, beni sürüm sürüm süründürüp huzu­runa getirdi. Ben sana meftun Efendim, ben sana vurgun...

Hey! Hicazi! Kendi kendine ne konuşuyorsun öyle!

Ah! Sen miydin Abbas? dedi ihtiyar Hicazi.

Benim ya! Ne konuşuyordun öyle kendi kendine. Sa­kın bunadığmı söyleme bana.

Tebessüm etti Muhammed Hicazi: İki komşu sürekli birbirlerine takılır, muhabbetle söyle­şirlerdi.

Merak etme Abbas ,henüz bunamadım..

Ee! Neymiş öyleyse?

Hacca gidiyorum, hacca...

Şaşkın şaşkın ihtiyar Hicazi'nin yüzüne bakıyordu Abbas.

Hayırlı olsun komşum. Senin adına çok sevindim. Bakma benim pervasızlığıma.

Önemli değil Abbas, seni bilirim. Bir çocuk gibi heye­canlıyım. Bu heyecanla her an Ölebilirim. Yıllardır bu anı bekliyordum. Nihayet Rabbim nasip etti.

Ama! dedi Abbas.

Aması ne komşu.

Biraz durdu. Söyleyip söylememekte tereddüt etti. -Yok bir şey dedi. İnşaallah hayırlısıyla gider, gelirsin.

Allah razı olsun. Ben biran önce eve gideyim. Ümmü Ahmed'e sürpriz yapacağım. Haydi Allaha emanet ol.

Güle güle Hicazi.

Abbas Sidem, Hicazi'nin samimi bir komşusuydu. Son zamanlarda işgalci İsrail'in hacca gidecek Filistinlileri engelleyeceğine dair bazı söylentiler duymuştu. Hicazi'ye bunları söyleyecekti ki, Hicazi'nin gözlerindeki sevinç ve parıltının sönmesine gönlü razı olmadı. Varsın o sevgi, o sa­adet ve o mutlulukla sevinsindi. Gerçi yine de belli olmaz­dı. Henüz her şey netleşmemişti. Kimbilir belki de gideceklerdi o sevgi, o sevda, o aşk diyarına.

İhtiyar Muhammed Hicazi, evinin kapısını vururken her zamankinden hızlı vurduğunun farkında değildi. Kapı­yı açan hanımı Ümmü Ahmed, kocasının gözlerindeki pa­rıltıyı hemen farketmişti.

Hoş geldin, dedi.

Hoş bulduk hanım, hoş bulduk.

Heyecanla içeri giren kocasına bakan Ümmü Ahmed, ondaki sırrı düşünüyordu.

Hayırdı inşaaallah, dedi. Sende bir hâl var.

Tebessümle hanımına baktı. Beyaz başörtüsü, nurlu yü­züne ayn bir güzellik katmıştı. Gözlerinin derinliklerinde bir merak huzmesi gördü. Karşısında duran hanımının elle­rine cebinden çıkardığı evrakları tutuşturdu. Konuşmadan salondaki koltuğa oturdu. Hanımını seyre koyuldu.

Ümmü Ahmed, bir yandan eline tutuşturulan evrakla­rı karıştırırken, bir yandan da konuşuyordu:

Nedir bunlar Allah aşkına? Beni merakta bırakma da söyle.

Bu evraklar dedi Hicazi. Uzun zamandır senden ha­bersizce halletmeye çalıştığım bir işin evrakları. Yani hacca gidiş evraklarımız Ümmü Ahmed, hacca...

Aval aval bakıyordu kocasına Ümmü Ahmed.

Hacca mı? dedi heyecanla.

Hacca ya! İkimizin evrakları onlar. Gerçekten mi Hicazi, beni hacca mı götüreceksin? Nasıl, sürprizimi beğendin mi? dedi Hicazi kasılarak. Daha sonra başbaşa oturan yaşlı çift heyecanla gidiş ha­zırlıkları için koyu bir sohbete daldılar.

O yıl beş binden fazla Filistinli hacı adayı vardı. Birço­ğu ihtiyar Hicazi gibi heyecan içinde ay boyunca kutsal top­raklarda bulunarak haccını yapıp dönecekti. Buna engel olacak bir girişim işgalci İsrail tarafından henüz gösterilme­mişti. Ufak söylentiler olsa da Hicazi ve Ümmü Ahmed bunlardan habersizdi.

Nihayet beklenen gün gelmiş, Hicazi ve hanımının bu­lunduğu hacı kafilesi Refah kontrol noktasına yaklaşmıştı. İsrailli askerler yoğunlukla bu kontrol noktasında durmuş giriş-çikışları titizlikle yapıyorlardı...

Hicazi arabasının camından kontrol noktasına baktı. Her yer dikenli tellerle çevrilmişti. Geçiş kartları kontrol edilen insanların üzerindeki ezilmişlik psikolojisi açıkça gö­rülüyordu. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar çoğunluktaydı. Sa­bah ve akşam saatlerinde ise Filistinli işçilerin giriş-çıkışla-nyla kapıdaki kuyruklar daha da uzuyordu. Bazen saatleri bulan bekleyişlere işgalci askerlerin tahrik edici hakaretleri, dövmeleri ve işi ağırdan almaları, geçişleri daha çok uzatı­yordu. Filistin, yan açık bir cezaevi gibiydi. Kendi ülkesin­de bu kadar eziyete ve işgale maruz kalan başka bir halk var mıydı yeryüzünde?

Saatler geçtikçe konvoy hiç ilerlemiyordu. Homurtular, söylenmeler yavaş yavaş yükseliyordu, ihtiyar Hicazi ara­badan inip kalabalığa karıştı. Kontrol noktasına yanaşıp nö­betçi subaya doğru seslendi.

Neden bu kadar bekletiliyoruz? Oralı olmadı subay.

Hey! Size söylüyorum, neden bekletiliyoruz?

Bana mı seslendin ihtiyar?

Kaba konuşmuştu subay. Yine de alttan alma gereğini hissetti Hicazi.

Evet, size seslendim. Bu kadar insan hacca gidiyoruz.

Lütfen bizi bekletmeyin.

Emredersiniz, dedi alayvari bir şekilde. Başka bir ar­zunuz var mı?

Kızmıştı subay. Hicazi'ye yaklaşıp konuşmasına fırsat vermeden.

Yasak ihtiyar, dedi. Geçiş yasak! Hacca macca gitmek yok!

Bağırdıktan sonra pis pis bıyık altından sırıtıyordu. Birden başı döndü ihtiyar Hicazi'nin. Mekke, Medine....

Ah! dedi birden elini sol göğsüne götürerek, olduğu yere çöktü.

Gözlerinin önünden kutsal beldeler tek tek geçti. Yine hicran, yine hasretin payına düştüğü ihtiyar Hicazi'nin kalbi, bu heyecana dayanamayıp durmuştu. Açık olan gözleri, başına üşüşenlere değil; bir bilinmeyene takılmışcasma aşk-ı memnu diyarına hüzünle kilitlenmiş gibiydi.

 

Hüzün Kokulu Manzara

 

Haydi amcaoğlu acele et, geç kalacağız.

Muhyeddin tebessümle baktı Malik'e. Malikle amca-oğullarıydılar. Aynı yaşta ve hemen hemen aynı yapıdaydılar. Tipik bir arap genci olan Muhyeddin henüz yeni terlemiş bıyıklan, simsiyah saçları ve çakır gözleriyle yaşadığı coğ­rafyanın mazrumiyetinin bilincindeydi.

Zaman zaman elinde sapanı sokaklarda işgalci İsrail as­kerleri ve tanklarıyla saçsaça başbaşaydı. Puşisini başına do­ladıktan sonra cebinden çıkardığı taşı öpüyor, Davudi sapa­nına yerleştiriyor, bir ceylanın sıçrayışı gibi yerinden fırlayıp seke seke atış menziline girdikten sonra "Haydi bismillah!" deyip fırlatıyordu.

Yaşından umulmayan bu caseret Filistin'in tüm gençle­rinde bir meziyet olmaktan çok, tabii bir hal almıştı. Zira direnişsiz bir hayat düşünülemezdi bu mazlum coğrafyada. Direniş hayatın bir parçası, direniş hayatın ta kendisiydi.

Acelen ne Malik? Daha bir buçuk saat var iftara. -Amcaoğlu, anlamıyor musun? dedi Malik. Kontrol noktası bu saatte çok kalabalık olacak. Hem...

Hem ne?

Hem biraz erken gidip sofraların serilmesi gibi hiz­metlerde bulunmak iyi olmaz mı?

Haklısın Malik. Bak bunu düşünememiştim. Zaten bize yakışan da bu...

İki genç kapıda ayakkabılarını giyip tam yürüyecek­lerdi ki Muhyeddin Malik'e:

Ayağmdakiler spor, onları çıkarsan iyi olur, dedi.

Ama...

Haydi! Sen de biliyorsun ki kontrol noktasında as­kerlerin dikkatini çekebilir. İftarımız zehir olmasın.

Haklısın, bir an düşünemedim.

Malik ayakkabılarını değiştirdikten sonra yola çıktı­lar. Ana caddeye doğru yol alan iki genç Mescid-i Aksa' ya gidip iftar sofralarına katılacaktı. Ramazan'da Aksa'da iftar bir başkaydı. Gizemli kutsal bir atmosferde yenilen iftar ve kılman teravih, yıllardır süren İsrail zulmü altın­da verdikleri direniş için enerji depolamak gibiydi. Ken­dilerine ait bir mekanda, Aksa ve Kubbetu's-Sahra avlula­rında dindaşlarıyla manevi iklimin havasını teneffüs için tüm Filistinliler aşkla koşardı bu mekana.

İki delikanlı da bu atmosfere doğru yol alıyordu. Geç­tikleri her sokak, yürüdükleri her caddedeki evler, zu­lümden nasibini almıştı. Kiminin ikinci katı, kiminin bir kısmı, kiminin tamamı enkazdı.

Daha dün buldozerlerle askerlerin kontrolünde şu geçtikleri köşede oturan Saliha Ninenin evi yıkılmamış mıydı? Sebep, oğlunun şehadet eylemcisi olmasıymış. Su­çu (!) topraklarını savunmak olan Saliha Ninenin oğlu, evinde oturup susmaliymış. "Zulme rıza zulümdür" ka­idesinden habersizdi İsrail. Genç-ihtiyar, çocuk kadm her fert bir direnişçi, bir mücadeleciydi bu topraklarda. To­hum tohum, fidan fidan yeşererek büyüyen bu kutsal me­kânlarda.

Uzaktan görünen kontrol noktasındaki kuyruk uzun­du. Hemen sıraya girdiler. Muhyeddin gözleriyle etrafı süzerken, insanların mazlumiyetine, sahipsizliğine, uğra­dığı zulümlere şahitlik ediyordu. Askerlerin pervasızca hakaretleri yürekleri dağlayan ayrı bir ızdıraptı.

Aslında halkın bir tür bağışıklık kazandığı bu davra­nışlar, artık sıradandı. Günlük hayatın bir parçası olacak şekilde tabiiyet kazanmıştı. Fakat zulüm yine de gönülle­re silinmez bir öfke, dinmeyen bir acı kazımıştı. Sıra kendilerine geldiğinde:  Geç, dedi asker. Şuraya...

Önce Malik alındı. Üstü başı didik didik aranırken, bir diğeri geçiş evraklarını kontrol ediyordu.

Muhyeddin de arama noktasına alındı. İyice arandık­tan sonra, kontrol edilen evrakları eline tutuşturulup hakaretlerle geçirildi.

İki arkadaş akbabalar gibi başlarına tüneyen işgalci askerlerin bakışları arasında tel örgülerle donatılmış direklerden meydana gelen ara koridorda ilerlerken bir çığ­lık duydular.

Bir kadındı bağıran, yaşlı bir Filistinli kadın...

Ne demek niçin gideceksin Aksa'ya? İftara gidece­ğim tabii ki...

Sana geçiş yok. Geri gönderin, dedi nöbetçi subay.

Hayır gitmeyeceğim, iftara gitmek istiyorum.

Askerler... dedi Subay.

Kadının üzerine çullanan askerler onu sürükleye sü-rükleye kontrol noktasının dışına çıkardılar. Müdahale edenler azarlanıyor, tehditlerle susturuluyordu.

Muhyeddin, Malikle gözgöze geldi. Yumruklarını sık­mış bir halde, geri döndü. Onun bu hareketini gören as­kerler hemen etrafını sardılar. Nöbetçi subaya hitaben

Muhyeddin sordu:

Sorun nedir komutan? Neden kadına geçiş için izin vermediniz?

Sana hesap mı vereceğim çocuk! Muhyeddinin gözlerindeki kıvılcımı gören subay tüm benliğini saran bir korku hissetti. Neden böyleydi bu gençler? Onları her gördüğünde, her gözgöze gelişinde bir korku hissederdi kalbinde. Halbuki silahı ve çevresin­de emrine amade askerleri vardı. İşte bu nedenledir ki her nöbete çıkışında cesaret verici haplar alıyordu. Fakat o ça­kır gözlerle her karşılaştığında tüm benliğine sinen o kor­kuyu yine de söküp atamıyordu. En iyisi biran önce baş­tan savmaktı.

O kadının oğlu, dedi subay. İntihar eylemcisiydi. Ona geçiş yasak, anladın mı? Haydi gidin.

Ama oğlundan dolayı o suçlanamaz ki...

Çocuk!... dedi subay öfkeyle. Sabrımı zorluyorsun, bas git!

Malik hemen Muhyeddinin koluna yapıştı.

Haydi amcaoğlu gidelim, deyip çeke çeke götürdü. Muhyeddin ise öfkesinden burnundan soluyor, çaresizli­ğin yüreğinden söküp atamıyordu.

Zulüm, Filistinli gençleri çabuk olgunlaştırmıştı. Her an, her saniye coğrafyasında yaşanan bu manzaralar sabır biletiyordu gençlere. Gözlerini kapamadan acıyı yudum­lama sanatı olan sabrı... şerha şerha büyüyen bir öfkeyle beslenen bir sanat...

Nihayet ara geçiş olan tel koridordan çıkıp Mescid-i Aksa'nın avlusuna giren gençler heyecanlıydı. Binlerce insan çoluk-çocuk, genç-yaşlı, kadım-erkeğiyle doluş-muştu Aksa'ya. Avlulara serilen sofralar, hizmet için sağa sola koşan gençler, aralarında sohbete dalan kadınlar, bas­tonlarına dayanmış, ayaküstü konuşan kefiyeli ihtiyarlar, bu hengamede çocukluğundan vazgeçmeyip, birbirlerini kovalayan, oynayan çocuklar... Bir Ramazan tablosuydu Aksa'da yaşananlar.

Malik, dedi Muhyeddin. Ne kadar güzel bir manza­ra değil mi?

Evet amcaoğlu çok güzel, ama...

Aması ne?" dercesine Malik'e bakan Muhyeddin'in bakışları arasında Malik'in dudaklarından gizemli söz­cükler döküldü:

Ama, hüzün kokuyor bu manzara amcaoğlu, hüzün kokuyor!!??

 

Adı: Mazlum

 

Ceketini kaptığı gibi, hızla kapıya yöneldi. Arkasın­dan bağıran arkadaşlarına cevap verirken dışarı çıktı.

Evden aradılar. Eşim rahatsızlanmış. Acil gitmem la­zım.

Merdivenleri ikişer-üçer inerek ana yola çıktı. Kurul­muş bir robot gibi her gün işe gidip geldiği yola koyuldu.

Salim, henüz bir yıllık evli bir gençti. Babası işgalci İs­rail askerleri tarafından vurulduğundan bu yana, yetim büyümüştü kendisi gibi yetim büyüyen vatanıyla.

Eşi dokuz aylık hamileydi. Bugün yarın doğum yapa­caktı. Zaman zaman artan sancılan tatlı telaşlar yaşatıyordu.

"Her şey yolunda" demiş, "egzersizlerine devam etsin" diye eklemişti doktor. Baba olmanın heyecanıyla dokuz ay boyunca hop oturup hop kalkmıştı Salim.

Hızlı hızlı sokaklarda yürüyen Salim'e döndüğü köşe­de ansızın biri çarptı. Kendini yerde buldu birden. Kaçan şahıs aniden dönüp Salimi kucakladı kemerine eliyle bir şey sıkıştırırken fısıldadı:

Seni tanıyorum, bunu çok acil yerine ulaştır. Bön bön bakan Salim'e son sözlerini de söyledi.

Filistin için!

Hızla uzaklaştı. Birden kurşun sesleri ortalığı kapladı. İki ateş arasında kalmıştı anlaşılan. Yandaki yıkıntının ara­sına zor attı kendini. Hızla geçip giden askeri cemseler, as­kerlerin ayak sesleri birbirine karışmıştı. Kovalamaca sürüp gitti.

Toz bulutu içerisinde başını kaldırıp uzaklaşan askerle­re sokakta kayboluncaya kadar baktı. Doğrulup üstünü ba­şını temizledi. Kimdi acaba? Merak etmişti. Devam eden si­lah seslerinin aniden kesilmesiyle kaçanın vurulmuş oldu­ğuna hükmetti.

"Mutlaka bir direnişçiydi" dedi kendi kendine. ''Leş kargaları gibi yine üşüşmüşler üzerine"

Uzaktan uzağa işgalci askerleri gözetlemeye koyuldu. Sadece bağırmalar, çağırmalar vardı. Ellerinde kocaman ko­caman Amerikan silahları, bir o yana bir bu yana koşuştu­ruyorlardı."Kahretsin!" dedi. "Rabbim sizi kahretsin, en ya­kın zamanda"

Yarım asrı aşkın bir direniş sergiliyordu Filistin. Arka­sına Amerika gibi bir kan içici vampirin her türlü silah ve si­yasi desteğini alan İsrail, işgalini gün be gün kökleştirmeye

çalışıyordu.

Birden eli kemerine gitti Salim'in. Kaçan direnişçinin kemerine sıkıştırdığı da neyin nesiydi? Sağma soluna baktı. Bir köşeye çekilip açtı. Kapalı bir kağıt gördü. "Amir Mahluf a verilecek" yazılmıştı. "Kim bu Amir Mahluf?" diye dü­şünürken aklına eşinin durumu geldi. Öyle ya, annesi telefonda çabuk gelip hastaneye götürmesini söylemişti. Kapa­lı kağıdı hemen cebine yerleştirdi. Hızlı adımlarla evine doğru yürüdü.

"Aman Allahım!" dedi kendi kendine yürürken. "Nasıl da düşünemedim. Amir Mahluf..." Evet tanıyordu Amiri. Direnişin askeri kanadını temsil eden kahramandı. Direniş onunla gurur duyuyordu.

Kulaklarında "Bunu çok acil yerine ulaştır" diyen dire­nişçinin sözleri yankılandı. Bir ikilem içindeydi. "Eşim, direniş! Allahım!" Ansızın durdu. Kararını vermişti. Yolunu değiştirip ara sokaklara daldı, gözden kayboldu.

Önünde durduğu kapıyı tıkladı. Kapıyı yağız bir Arap delikanlısı açtı. Genişçe bir odaya alındı. Biraz sonra içeri giren şahsın önünde ayağa kalktı. Hiçbir şey demeden elin­deki kapalı kağıdı ona uzattı. Adam kağıdı açıp uzun uzun baktı.

Vurdular mı dedi?

Evet, dedi Salim. Onu şehid ettiler.

İntikamı boynumuza borç olsun. Sen git istersen. Salim, girdiği evden çıkarken tekrar sokaklara daldı. En kestirme yollardan eve varmalı, eşini hastaneye kavuştur­malıydı.

Sabah çıktığı işten evine ikindi sonrası varan Salim, ka­pıyı tıkladı. Kapıyı açan annesi öfkeliydi.

Neredesin oğlum, sabahtan beri seni bekliyoruz.

Tamam anne, geldim.

Çabuk bir araba bul, doğdu, doğacak.

Eşinin olduğu odaya vardı. Acılar içinde kıvranan ha­yat arkadaşına baktı.

Salim, dedi genç kadın ümitle, geldin mi?

Geldim canım, korkma! Şimdi bir taksi getirir seni hastaneye götürürüm tamam mı?

Acele et Salim, dayanamıyorum.

Girdiği kapıdan hemen çıkan Salim, iki sokak ötede oturan arkadaşı Rahman'a koşarcasına gitti: "İnşaallah evdedir" dedi kendi kendine. Sokağı dönünce Rahman'm ara­basını gördü. "Elhamdülillah evdeymiş" dedi.

Kapıyı hızlı hızlı çaldı.

Kim o? dedi, kapının arkasından bir erkek sesi.

Rahman, benim Salim, dedi telaşlı telaşlı. Hızla açılan kapıda beliren Rahman sordu:

Ne oldu Salim, neden telaşlısın böyle?

Eşim, eşim doğurmak üzere, hastaneye götürmemiz lazım. Taksinle götürseydik.

Bekle hemen geliyorum.

İçeri giren Rahman'la az sonra yola çıkmışlardı. Evinin önünde durduklarında, bir koşuda içeri fırladı Salim. Biraz sonra genç eşi ve annesiyle beraber taksiye bindiler.

Hızla ilerleyen araç kontrol noktasına yöneldi. Yola ba­rikat kuran askerler takside bir olağanüstülük sezmişlerdi.

Ne oluyor, dedi yaklaşan asker.

Eşim, dedi Salim. Doğurmak üzere, hastaneye yetişti­receğiz.

Geçiş yasak, dedi asker, geçiş yasak.. Duran araçtan inen Salim, askere yaklaştı.

Anlamadınız galiba, dedi telaşla. Eşim doğum yapa­cak, acele hastaneye yetiştirmemiz lazım.

Salimle tartışan arkadaşlarının yanma diğer İsrail askerleri de yığıldı. Hepsinin azgından çıkan tek söz, "geçiş yasaktı.

Çaresiz bir şekilde çırpman Salim bir o askere bir bu as­kere derdini anlatmaya çalışıyordu. Eşinin sancıları arttıkça çığlıkları kulağında yankılanıyordu.

Askerler Rahman'a taksiyi geri çekmesini söylediler. Hiçbir umut yoktu. Nuh diyor peygamber d emiyorlardı.

Oğlum! Salim.

Sesin geldiği tarafa dönünce annesini gördü. Eliyle "gel" işareti yapıyordu. Hızla yanlarına vardı.

Salim, oğlum! Zamanımız yok. Çabuk yardım et.

Bir taraftan annesi, bir taraftan Salim kontrol noktası­nın yanındaki duvarın arkasına eşini kaldırdılar. Yanlarında getirdikleri örtüyü yere seren annesi "Kimseyi buraya yak­laştırma" dedi. Duvarın diğer tarafına geçen Salim, askerle­rin, Rahman'm ve kontrol noktasında bulunanların bakışla­rı arasında kendini yiyip bitiriyordu.

Allahım! Allahım! Bu ne zulüm, kendi vatanımda bunca zulüm, kahretsin..."

Diğer tarafta ise annesinin seslerini duyuyordu.

Derin derin nefes al kızım! Ikın, ıkın! Hah şöyle, hah şöyle, az kaldı kızım, az kaldı...

Yaşadığı bunca zulmün baskısıyla çaresizlik içinde çırpınan Salim, bir ileri bir geri gidip geliyordu. Düşün­celer aleminde zulmün odağına kilitlenen Salim'i, ansı­zın bir ses kendine getirdi. înga, inga, ingaa..

Aman Allahım, dedi sevinçle ne yapacağını bilmez bir halde donup kalmıştı. Duvarın arkasından kundağına sanlı bebeği Salim'e uzatan annesi:

Tebrikler Salim bir oğlun oldu, dedi gözyaşları içinde.

Heyecanla bebeği kucağına alan Salim, annesinin se­siyle ifkildi.

Adını ne koyacaksın oğlum?

Birden durdu Salim. Aval aval annesine baktı. Doğ­rusu hiç düşünmemişti. Bir kollarındaki çocuğa baktı, bir kontrol noktasındaki askerlere... Yıllardır yaşadığı zulümleri, yaşadığı onca mazlumiyeti düşündü. Asker­lerin, bekleyenlerin, annesinin bakışları altında iki adım ileri atarak kollarındaki bebeği aniden havaya kaldırdı.

Direnişimize bir yiğit daha bahşeden Allah'a hamd olsun. Gökler ve yer yaşadıklarımıza, mazlumiyetirnize şahit olsun. Oğlumun adı Mazlum olsun.

Yeni doğan bebek kollan arasında havadayken o an­da bir kurşun sesi çınladı Salim'in kulaklarında. Beyaz kundağındaki Mazlum'dan damlayan sıcak kan, Sali­m'in alnına aktı. Daha doğar doğmaz şehitti Mazlum. Mazlum şehid...

 

Tünel

 

Gazze'nin kenar mahallelerinin birinde bir adam iki katlı bir evin çatı katında durmuş, uzak bir noktaya gözle­rini dikmişti. Çıplak gözle bakmaktan yorulup eline aldığı dürbünle bakmaya devam etti.

Haşim'in baktığı yer Gazze'ye yakın bir Yahudi yerleş-kesiydi. Bu yerleşkenin girişinde birkaç katlı binaya odakla­nan gözleri çevreyi süzüyordu.

Burası, yerleşkenin karakoluydu. Giren çıkan işgalci as­kerler, çevreye park^etmiş askeri araçlar, kontrollü giriş çı­kışlar hemen göze çarpıyordu. Karakolun çevresinde bulu­nan siperler kumdan torbalarla takviye edilmiş, beton kulü­belerdi.

"Menzilin dışında" dedi kendi kendine. "Kassam füze­lerimizle orayı vurmak zor. Başka çare düşünmeli"

İçeri giren Said'in selamıyla irkildi.

Aleykum selam Said, hoşgeldin, nasılsın?

Hamdolsun Haşim, iyiyim. Ayrıca...

Meraklı bakışlarla Said'e bakarken Said devam etti:

İyi haberlerim var.

Ellerini cebine sokup katlanmış bir parça kağıdı Ha-şim'e uzattı.

Elindeki dürbünü masaya bırakan Haşim kağıdı açıp bakarken gözleri ışıldadı.

Sonunda geldi ha!

Evet, dedi Said.

Üzerinde iyice çalışmak gerek.

Elindeki kağıdı masanın üzerine koydu. Eliyle kırışık­lıkları düzeltip incelemeye koyuldu.

Burası yemekhane, burası yatakhane, burası mutfak... Himm! Bodrum da şurası. Yani cephanelik. Tam da düşün­düğümüz gibi.

Başını masadan kaldırıp dürbünü aldı. Tekrar pencere­ye yanaştı. Yerleşkedeki karakola uzun uzun baktı.

Gel Said, dedi. Sen de bak.

Said dürbünle bakarken Haşim konuşuyordu:

Aramızdaki mesafeye dikkat et. Sanırım uzunluğu bi­zi bir ay kadar oyalar, ama arazinin yapısı normal. Kayalık olmadığı için toprağın kazılması bir ayımızı alır.

Başını dürbünden çeken Said:

Neler düşünüyorsun Haşim, dedi. Öğrenebilir miyim?

Gel Said, masaya yanaş.

Elindeki kalemle cebinden çıkardığı boş bir kağıda bir şeyler çiziverdi.

Burası, dedi. Bizim bulunduğumuz nokta. Şurası da karakol. Aramızdaki mesafeden dolayı karakol Kassam füzelerimizin menzilinin dışında. Etkili bir darbe vurmanın sadece bir yolu var Said.

Ne düşündüğünü anlamaya çalışan Said'e son sözlerini söyledi.

Yeraltından tünel kazıp karakolun dibine patlayıcı yerleştirmek... Mat mat bakıyordu Said. Bin yıl düşünse  böylesi bir plan gelmezdi,

Nasıl olacak? dedi heyecanla.

Günlerdir düşünüyorum Said. Bu noktadan kazmaya başlayacağız. Kazı işimizde tünelin yönünü şaşırmamak için mühendis bir arkadaşın yardımına başvurdum. Vardi­ya usulüyle ikişer ikişer kazı yapacağız. Böylece zamandan kazanacağız.

Sadrı, Mesud ve Ahmed'i de planımıza dahil edece­ğiz. Geceli-gündüzlü bir ayda inşaallah kazı işimizi bitireceğiz.

Ya onca toprak, dedi Said, nereye koyacağız. Güldü Haşim:

Merak etme, dedi. Tünelimiz fazla geniş olmayacağı için düşündüğünden daha az toprak çıkacak. Onu da evin odalarına bahçeye dökeriz. Bir de araçlarımızla taşırız.

Araçlarımızla mı? dedi Said şaşkın şaşkın. Yanlış mı duydum?

Hayır, dedi Haşim. Yanlış duymadın. Hemen evi inşa­at alanına çevireceğiz. Dıştan bakan tamirat var zannedecek. Yan tarafta da bir ek yapma girişiminde bulunacağız. Böylece gelen giden araçların yükü dikkat çekmeyecek.

Anlaşılan her şeyi düşünmüşsün. Ne zaman başlıyo­ruz?

Hemen yarın.

Aradan bir aya yakın zaman geçmişti. Her şey planlanan şekilde gelişiyordu. Kazılan tünelin içinde ilerleyen Haşim, Saidle Mesud'un yanma vardı. Biri kazıyor, diğeri de kovayla toprak taşıyordu.

Şu an neredeyiz Said?

Karakola birkaç metre var. Bu gece karakolun bodru­muna kadar kazabileceğimizi düşünüyorum.

Güzel, dedi Haşim, ben yarın yokum.

Fakat duvara gelince ne yapacağız? Durdu, Said'in yüzüne baktı.

Şayet duvar geçilemiyorsa, duvarın dibinden girecek şekilde toprağı kazar, patlayıcıları öylece yerleştiririz. Yani temeli dinamitleyeceğiz. Böylece patlayan cephanelikle be­raber karakol yerle bir olacak.

İnşaallah.

Ertesi gün görüşmek üzere Said. Haydi kolay gelsin. Güle güle Haşim.

Ertesi gün akşama doğruydu. Tünele girmek için hazır­lıklara başlayan Said kapının vurulduğunu duydu. Dikkat kesildi. 5 defa peşpeşe, iki defa aralıklı vurulan kapıya hiç telaşlanmadan emin adımlarla yanaştı. Zira kapı şifreli vu­rulmuştu. Kapıyı açar açmaz Mesud'u gördü. Mesud'u bek­liyordu. Fakat bu kadar geç değil. Yüzü tuhaftı Mesud'un, beti benzi atmıştı. Gözünden kaçmadı.

Mesud, neyin var, ne oldu sana?

Haşim, dedi Mesud, Haşim...

Said'in şaşkın bakışları arasında zorlukla konuştu.

Şehid oldu!..

Beyninden vurulmuşa döndü birden.

İnna lillah ve inna ileyhi raciun, emr-i ilahisi dudaklarmdan döküldü. Gayri ihtiyari sendeledi. En yakın sandal­yeye oturdu. Ellerini başının arasına aldı. "Haşim" dedi kendi kendine. "Halbuki seninle bugün görüşecektik. Bak! Bitti tünel. İşte bitti!"

Birçok zorlukları beraber aşıp beraber atlatmışlardı. İki kardeşten öte bir sevgileri vardı. Haşim'i her zaman bir adım ötesinde görür, takdir ederdi. Başı her sıkıştığında en uygun çözümü o verirdi. Şehadete layık bir hayat yaşadı ve şehid oldu. Ya kendisi... Yalnızdı şimdi.

İşgalci İsrail'in işlediği cinayetler artık sayılmıyor, cilt­ler dölüsü kitaplara sığmıyordu. Nice anneler evlatlarını ni­ce kadınlar kocalarını, nice bacılar kardeşlerini feda etmiş­lerdi bu davaya. Her birinin davası hepsinin davasıydı. Ya­ni Kudüs'ün özgürlüğü, yani Filistin'in azadhğı... İki sevgi­li gibiydi Kudüs ve şehadet... Kudüs ve aşk...

Nice aşıkları uğruna tanklara, kurşunlara, füzelere bağ­rını açmıştı Kudüs. Nice çocuklar oyunlarını, silahların göl­gesinde oynamıştı. Nice sapanlar işgalcinin suratına taşlar­la imza atmıştı.

Birden doğruldu Said. Mesud'un şaşkın bakışları ara­sında :

Mesud, dedi yandaki ilk kutuyu göstererek; şu dina­mit kutularının birini sen al, diğerini ben alayım. Haydi bismillah.

Dinamit kutulanyla tünele girdiler. Önde Said, gerisin­de Mesud son noktaya kadar vardılar. Karakolun cephaneli­ği karşılarında duruyordu. Kutulardan çıkardıkları dinamit lokumlarını altışar altışar sarıp deste deste yerleştirdiler.

Sen uzaklaş, Said.Ben birazdan arkandayım.

Mesud uzaklaşırken Said, her dinamit destesinin fitilini ana fitile bağladı. Geriye doğru çıkmaya başladı. Durdu, tek­rar dinamitleri yerleştirdiği yerlere baktı. Bir eksiklik yoktu.

Tünelin girişine kadar geldiği zaman fitili toplayıp bı­raktı. Kendisini bekleyen Mesud:

Ateşlemeyecek misin? dedi.

Hayır, dedi. Gece yansını bekleyeceğiz. Herkes uyu­duktan sonra.

Gece yansını beklerken zaman bir türlü geçmek bilmi­yordu. Yaşadıklan aklına geldikçe göz yaşlan yanaklarından akıyor, sicim sicim dökülüyordu. Bu bir savaştı. Eşit şartlar­da olmayan namert bir savaş... Siyonist İsrail'in çoluk-çocuk, genç -yaşlı demeden potansiyel suçlu olarak gördüğü her Fi­listinliyi yok etme savaşı... Oyleki Siyonist işgalci kin, artık canlıları değil evleri yakıp yıkacak, arazileri talan edecek ka­dar kök salmıştı zulümde. Bir ateş topuydu İsrail... Ocağına düşmediği Filistinli ev yoktu...

Saatine baktı. Gece yarısını gösteriyordu. Fitile yanaştı. Cebinden çıkardığı çakmakla tutuşturdu.

Haydi Mesud, dedi. Çıkıp çatıdan izleyelim. Çatı katına henüz varmışlardı ki gecenin zifiri karanlı­ğını aydınlatan bir patlamayla her yer sarsıldı. Art arda ya­şanan patlamalarla karakol havaya uçmuş, param parça ol­muştu.

Gök yüzüne yükselen alevlere baktı. Haşim'in gülüm- I seyen yüzünü gördü biran aydınlanan gecenin içinde. Rahat uyu, dedi. Şehidim, rahat uyu!...

 

Biraz Da Siz Ağlayın

 

Eski model arabasıyla ana yoldan sapıp ara sokakla­ra daldı. Gideceği yere 2-3 sokak kala arabasını uygun bir yere park etti. Kapıları kapattıktan sonra yürüdü. Mazlumi-yet kokan mahalle, işgalci İsrail'in zulmünün ufak bir nişa-nesiydi. Her virahane, her harabe yüreğinde öfkeyi kökleş-tirirken, aşkını pekiştiriyordu. Öyle bir aşk ki işgalcinin bağrında patlayacak, yarım asn aşkındır yaşattıkları acının aynısını yaşatacaktı.

"Ya kabul edilmese" diye düşündü. Aklından dahi ge­çirmek istemedi. Fakat yine de ikirciklenmişti. "Israr eder, kabul ettirmeye çalışırım" dedi kendi kendine.

Dolambaçlı yollardan geçtikten sonra takip edilmedi­ğinden emin bir şekilde gideceği eve yaklaştı. Hemen içeri girmedi. Etrafında bir-iki tur atıp evin güvenli olup olmadı­ğını kontrol etti. Aradığı işareti görünce rahatladı. Hemen kapıya yanaşıp şifreli bir şekilde çaldı. Açılan kapıdan içeri alındı.

Hoş geldin Nebil, nasılsın?

Hoş bulduk Azzam, iyiyim, hamd olsun. iyiyim derken dahi suratından düşen bin parça. Te­bessüm et şöyle biraz. İşgal altındayız diye tebessüm etme­yelim mi ha? Biliyorsun müminin mümin kardeşine tebes­sümü sadakadır.

Biliyorum Azzam, ama yüreğimdeki ateşe söz geçiremiyorum.

Hele şöyle otur da ben bir çay demleyeyim.

Azzam mutfağa geçti. Nebil, süsten uzak, dikkat çekme­yen, sade ve gösterişsiz eve baktı. Duvarda Kubbetu's-Sahra-'mn tüm ihtişamıyla parladığı o meşhur resmi vardı. Karşı­sında ise karalara bürünmüş matem kubbeli Mescid-i Ak­sa..." Ah!" dedi içinden. "Özgürlüğünü bir gün görebilecek miyiz sevgili, sana geliyorum. Azadlığın için can vermeye kan vermeye..."

Eveet, dedi Azzam içeri gtierken şöyle bir tavşan kanı çaylarımızı içerken konuşalım Nebil!

Peki Azzam, ama ben yine de ısrarlıyım.

Bak Nebil, dedi Azzam. Sen çocuk doktoru olacaksın. Bir doktorun yetişmesi yılları alır. Filistin'e lazımsın. Neden anlamıyorsun?

Sessiz kaldı Nebil. İkna oımamış bir sessizliğe büründü.

Beni, dedi. Anlamıyorsunuz. Bu arzumdan beni mah­rum etmeyin. Yüreğimde dinmeyen bir sevda gibi, aha şuramda bir ateş var, bir aşk... Ne olur yani... Doktorluğun mektebine kayıt yapacaklar çoktur, ama ben şehadet mekte­bini istiyorum.

"Anlaşılan vazgeçmeyecek bu deli aşık" dedi içinden Azzam.

Pekala Nebil. Ben tekrar söylerim, anlaştık mı? Yüzünde güller açmışçasına gülümsedi.

Lütfen, dedi. Çok arzuladığımı söyle...

Nebil'in ışıl ışıl parıldayan gözlerine bakan Azzam bir «ışî'a şahitlik ediyordu. Dinmeyen, elinin tersiyle dünyayı ve içindekileri red eden, mal ve makamı kabul etmeyen bir direniş aşkı, bir şehadet arzusu gördü Nebiî'in göz bebekle­rinde.

"Bu nasıl sevgi Allahım!" dedi içinden. "İşte bu aşk, bu sevdadır bizi yarım asırdan fazla süren bu zulme karşı bile­yen, direniş direniş büyüten..."

Nebil'i uğurladıktan sonra diğer odaya geçti. Masanın alt gözündeki zarfı aldı. İçinden bir video kaseti ve bir mek­tup çıktı. Önce mektubu açıp okudu:

"İki aylık gözlem raporumdur: İki ay boyunca söz ko­nusu güzergahı mesai saatinin bitiminden itibaren gözetledim. Askeri otobüs hafta içi her gün saat 17.15'te nizamiye­den çıkıp görevli subayları lojmanlarına şu yollardan götür­mektedir..."

Rapor ince ayrıntılarına varıncaya kadar detaylı bir şe­kilde yazılmıştı. Sonunda da "...Ekteki video görüntüleri ise askeri otobüsün uğradığı ve yolcu indirdiği durakların gö­rüntüleridir" diye bir not düşürülmüştü.

Azzam, elindeki raporu bitirdikten sonra ayağa kalktı. Pencerenin kalın kırmızı perdesini çekti. Odayı loş bir ışık sardı. Kaseti videoya yerleştirdikten sonra ekrandan izle­meye koyuldu.

Nizamiyeden çıkan haki renkli askeri bir otobüs aheste aheste yol alıyordu. Ana yola girdikten sonra solda bir du­rağa yanaştı. Arka kapıdan inen subayların birkaçı kalaba­lığa karışırken, otobüs yoluna devam etti. Bir-iki durağa da­ha uğrayan otobüs, askeri lojmanların olduğu bölgeye gir­di. Lojmanların girişindeki engelin havalanmasıyla otobüs içeri girip gözden kayboldu.

Azzam kaseti geri sardı. Tekrar izledi. Kaç defa izledi­ğini o da bilmiyordu. Kalktı, elleriyle saçlarını tarar gibi yaptı. Zihni yorgundu. Ezan sesini duyunca banyoya yönel­di. Soğuk suyla aldığı abdestten sonra kendine gelir gibi ol­muştu. Seccadesini serip namaza duran Azzam, tekbire kal­dırdığı ellerinin tersiyle her şeyi arkasına atarak ilahi huzu­ra yöneldi. Namazının sonunda açtığı elleriyle Rabbine ya­kardı. "Ey Allahım! Yıllardır yaşadığımız zulümlere şahitle­rin en büyüğü sensin. Her şeyi gören, her dileği işiten yine sensin. Elimizde kendimizi savunabileceğimiz toplarımız, tüfeklerimiz, uçaklarımız, helikopterlerimiz, füzelerimiz yok ya Rabbi. Kendimizi savunabileceğimiz, işgale uğramış Mescid-i Aksamızın ve Filistinimizin özgürlüğü için verebi­leceğimiz bir tek canlarımız kaldı. Her gün, her an çoluk-ço-cuk, genç-yaşlı, kadm-erkek demeden halkımızı katleden şu lanetli işgalcileri kahhar sıfatınla kahreyle. Direnişimizin izzetini koru, bizleri bu aşk ve bu sevdayla her zaman hem­hal eyle. Yoluna adadığımız tek sermayemiz olan canlarımı­zı, kanlarımızı bereketli kıl, kabul eyle..."

Seccadesinden doğrulup tekrar video görüntülerini seyretmeye başladı. Bu defa sadece durakları tekrar tekrar izledi. Otobüsün yaklaştığı üç duraktan birini daha iyi gör­mek için oraya bir tur atmayı düşündü. "Tehlikeli olabilir" dedi, ama "dikkatli olmalıyım."

Ertesi gün kılık kıyafetini değiştirdi. Biraz hoppa bir kı­yafet giymiş, boynuna metal bir kolye takmış, saçlarını jöle-lemiş, kulağı küpeli bir şekilde Kudüs'ün sokaklarında iler­liyordu. Vakit ikindiydi.

Video kasetten izlediği otobüs güzergahında bir müd­det yürüdü. Askeri otobüsün uğradığı her üç durağı iyice kontrol etti. Saatine bakü. "Otobüsün gelişi yakın olmalı" dedi kendi kendine. Zira otobüsün geçeceği saate göre za­manını ayarlamıştı. Böylece kendisi de otobüsü ve seyrini görebilecekti. İşini bitirdikten sonra sokaklara dalıp gözden kayboldu.

İki gün sonra şehrin merkezinden uzak bir mahallede Azzam biriyle konuşuyordu.

Bence de ikinci durak uygun Yasir ağabey. Görüntü­lerle yetinmeyip kendim de güzergahı kontrol ettim. Aske­ri araç aşağı yukarı 30 subayla dolu vaziyette nizamiyeden çıkıyor. Şayet konuştuğumuz şekilde operasyonumuz ger­çekleşirse eylemimiz büyük bir ses getirecektir.

Eylem için kimin seçildiği henüz belirlenmedi. Bu se­beple şu an beklemedeyiz.

Aklına Nebil geldi Azzam'm.

Ben birini biliyorum.

Ya! Kimmiş? -Nebil! Doktor Nebil...

Yoksa yine mi sana geldi.

Hı, hı! Ağabey, ondaki aşkı bir görmeliydiniz. 'Bu ar­zuma izin verin de' diyor başka bir şey demiyor. Her hücre­si şehadet dolu.

Pekala Azzam, şayet Nebil bu eylem için seçilirse ge­risi sana kalmış. Ne yapacağını biliyorsun.

Anladım ağabey, tamam.

O perşembe Nebil'e müjdeli haberi veren Azzam, erte­si güne randevulaştı. Mahalle arasındaki küçük bir mescit­te buluşan ikili Nebil'in arabasıyla şehrin uzağmdaki ıssız bir kayalığın yanında durdular.

Azzam Önden inip büyük bir kayanın yanındaki kum­ları eşti. Bir sandık çıkarttı. Nebille sürükleye sürükleye arabaya yaklaştırdılar. Azzam, açılan sandıktan çıkarttığı dinamit lokumlarını ikişer ikişer arabanın uygun yerlerine yerleştirip duruyordu. Bir motor kısmına, bir arabanın altı­na doğru eğiliyor, işini ustaca yapmaya çalışıyordu. Uzun bir uğraştan sonra lokumlar arası ortak irtibat sistemini kurdu. Tüm fitilleri tek bir tele bağladı. Ateşleme sisteminin bu tonunu da kurduktan sonra patlamaya hazır bir bomba haline getirmişti arabayı.

Nebille uzun uzun konuştular. En son:

Artık söz değil, eylem zamanı, dedi Azzam. Tüm de­tayları defalarca konuştuk. Bugün mesai çıkışı ikinci durak­ta hedefe varman dışında bir şey kalmadı.

Ben hazırım, dedi Nebil heyecanla.

Unutma Nebil. Canlarımız, elimizdeki tek silahımız. Masa başlarında ve rahat koltuklarında yaptıkları kalem-şörlükle yaşadıklarımızı yaşamadan bizi anlamayanlar, ey­lemlerimize intihar diyebilirler, ama biz Kudüs ve Filistin için şehadete koşuyoruz. Rabbim herşeye şahittir. Şimdiden seni tebrik ediyorum kardeşim...

Birbirlerine sarılan iki arkadaş, hissiyatın zirvesindey  diler. Biri arzusunun vuslatına yaklaşırken, diğeri bir kardeşinin hicranıyla doluydu.

Birazdan yola çıkan Nebil, nizamiyeden çıkan askeri otobüsü uzaktan takip ediyordu. Birinci durağa yaklaşan otobüs fazla durmadı. Verilen bilgiye göre ikinci durakta beklemesi gerekecekti. İkinci durağa doğru ilerleyen askeri otobüs söylenildiği gibi yavaşladı. Durakta kısa bir süreliği­ne durmak için yanaşınca Nebil, ayağını aheste aheste sey­reden arabasının gaz pedalına dokundurdu.

Ansızın hızlanan araba askeri otübüsü ortalayacak şe­kilde yakın mesafede durdu. Otobüsten inen subaylar ve silahlı korumalar henüz ne olduğunu anlamadan kıyameti andırır bir patlama duyuldu. Nebil'in dokunduğu ateşleme butonuyla birlikte arabası ve otobüs havaya uçmuştu. As­keri otobüs ikiye ayrılmış bir şekilde yere düşerken havada uçuşan metal parçaları, üniformalı asker organları her tara­fı kaplamıştı. İnsanlar sağa sola kaçışırken ortalık ana-baba gününe dönmüştü.

Akşam haberlerinde televizyonda onlarca ölü ve yara­lıdan bahsediliyordu. Haber programında işgalci subaylar­dan birinin eşi durmaksızın ağlıyor, acılarının büyük oldu­ğunu söylüyordu.

Haberleri izleyen Azzam;

Ya bizim, ya bizim acımız, acılarımız, dedi kesik kesik. Yarım asırdır bize yaşattıklarınız... Biraz da siz ağlayın!!!

 

67 Can

 

Şubat ayıydı. Hava soğuk ve yağışlıydı. Şemsiyesini alıp paltosuna iyice büründü. Kulakları yavaş yavaş so­ğuk havada kızarıp üşüyordu. Şemsiyesi başına değince kippasmı düzeltip radyodan dinlediği hahamın vaazını düşündü.

Hastaneden ayrılırken aklı yine karışıktı. "Bu toprak­lar" dedi içinden. "Yehova'nın bizim için vaad ettiği topraklar. Arz-ı Mev'ud burası... İnsanlar içinde seçkin olan bizler, kölelerimizle mi muhatap olacağız? Bu olacak şey değil! Haham Meir Kahane ne demişti: 'Filistinlilere asla yaşam hakkı tanınmamalı. Kudüs'teki Mescid -i Aksa yıkılmalı ve her inançlı Musevi onu yıkmayı varlığının gayesi bilmeli­dir..." Düşünüyordu Doktor Barush Goldstien.

El-Halil'de oturuyordu. Kudüs'e zaman zaman uğrar, ağlama duvarının yanma gider, uzun uzun tefekkür ederdi. Gönlü hep Mescid-i Aksayı yıkmak ve yerine siyon mabedini inşa etmek için atardı: "Bunu tek başıma yapmam ol­dukça zor. Haham Meir Kahane kaç defa denediyse işi rast gitmedi. Başka bir hizmette bulunmalı, değişik bir hizmetle çalışmalıyım. Yehova aşkına! Bir şeyler yapmalıyım."

O gün her zamanki düşünceleriyle derin bir uykuya dalan Doktor Barush Goldstien, ertesi gün uyanınca işe gitmedi. Zira cumartesi günüydü. Yani iş yapmanın Yahudile­re haram olduğu gün... Eli hiçbir şeye varmadı. Havraya gi­dip hahamın verdiği vaazı ve koro eşliğinde okunan mezmurlan dinledi. Ruhu adeta coşmuştu.

Eve dönerken coşkulu bir şekilde çocukluğundan beri babasının öğrettiği bir şarkıyı mırıldanıyordu:

"Bütün dünya Araplardan nefret eder

Dünyanın ilk gayesi onları teker teker öldürmektir

Şu ayaklarımla düşmanımı ezeceğim

Şu dişlerimle onun derisini kemireceğim

Şu dudaklarımla onun kanım emeceğim

Yine de ona olan kinimi çıkarmış olmayacağım"

Evine vardığında evinin bir köşesinde yaptığı ayin ye­rine oturdu. Açtığı Tevrat'ı derin bir tefekkürle okudu. Okuduğu yerler hep Yahudilerin üstün bir ırk olduğundan bah­sediyor, diğer insanları köleleri olarak bir hizmetçi diye ta­nımlıyordu. Tanrı sadece insanlar içinden onları seçmiş ve onları üstün ırk olarak vasıflandırmışh(!)

Doktor Barush Goldstien, Yahudi öğretisine tüm yüre­ğiyle inanmış, düşünme yetisi tamamen bu uğurda prangalanmıştı. Varlığının gayesi; bu dogmaya hizmet, bu dogma adına çalışmaktı. Muhakeme ve mukayese gibi melekeleri­ni yitirmiş, köreltmişti adeta.

"Neden düşünemedim" dedi aniden aklma gelen fikir­le. "Evet, neden düşünemedim. Mutlaka yapmalı, mutlaka becermeliyim. Hepsinin canı cehenneme!.."

Ertesi gün Hz. ibrahim Camime gitti. Caminin bir kıs­mına işgalci İsrail hükümeti el koyup havraya çevirmişti. Önüne geldiği camiden ezan sesleri yükseliyordu. Merdi­venleri çıkıp tarihi yapının ihtişamına alaycı gözlerle baktı. "Bir gün" dedi hırsla. "Bir gün buranın bir kısmına el koy­duğumuz gibi hepsine el koyacağız. Bütün arz-ı mev'udu alacağız."

Günlerden cumartesi değildi. İbadet saati de olmadığı halde Doktor Barush Goldstien, sinsi sinsi caminin havra kısmında dolaşıyordu. İşgalci askerlere baktı. Oldukça çok­tular. Girişlerde nöbet tutuyorlardı. Havraya girenlerden çok, camiye girenlere dikkat ediyorlardı. Genç olanları dur­duruyor, kimlik kontrolü yapıyor, hakaretlerle geri gonderi yorlardı. Ancak 40-45 yaş üzerinde ve ihtiyar olup bitap düşmüş Filistinlilerin camiye girmesine izin veriyorlardı.

Askerleri saydı. Avlu ve camiî girişinde olmak üzere 25-30 kişiydiler. Ellerinde uzun namlulu silahlar, başlarında miğferleri, üzerlerindeki hücum yeleklerinin ceplerindeyse dolu dolu şarjörler vardı.

Bulunduğu yerden camiînin içine baktı. Epeyce geniş bir mekândı. İmam'm arkasındaki cemaatın sayısı aşağı yu­karı bin beş yüz kişiyi bulurdu.

Bir-iki gün daha uğradı camiye. Cemaatın her namaz vakti değiştiğini gördü. Nöbetçi askerlerin de belli aralıklar­la değiştiğini fark etti.

Bir sabah namaz vaktinde yine uğradı. Tesbitleri hep aynı sonuca götürüyordu onu. Her vakit cemaatı yoğun olan bu caminin, planı için uygun olduğunu dedi kendi kendine. "Askerlerle dostluğu geliştirmeli..." Sonraki gün sakindi. Tekrar camiye doğru ilerleyen Doktor Barush Goldstien, hep şeytani düşüncelerini eyleme geçirmeyi düşünüyor, aklında bin bir planlar tasarlıyordu. Filistinlilerin hepsini yok etmek, ortadan kaldırmak gerek­ti. "Hem anlamakta zorluk çekiyorum" diye düşündü. "Has­taneye getirilen bu insanları ne diye tedavi ediyorlar ki... Hele Yehova'ya inandığı halde insaniyet ve barış adma ha­reket ettiğini söyleyip Filistinlileri tedavi eden, kamplarına giden meslektaşlarım yok mu? Ah! Sizler!.. İhanetçiler... Ön­ce sizi Öldürmek lazım. Arapları tedavi etmek neyinize! Hepsine birer zehirli iğne vurun gitsin, kurtuluruz!.. Bir ki­şi bile ölse kârdır."

Caminin girişindeki nöbetçi askerle gozgöze geldi.

Merhaba, dedi. Kolay gelsin.

Sağ olun, dedi asker.

Elini cebine sokan doktor bir paket sigara çıkardı. -İçer misiniz? dedi paketin ağzından çıkan sigarayı uzatarak.

Şey, sağ olun; ama nöbetteyim.

Alm canım, dedi doktor. Ne olacak. Hava  soğuk ısı­nırsınız.

Teşekkür ederim.

Doktorun yaktığı sigarasını içine çeken asker sordu:

Sizi sık sık görüyorum burada. Galiba dindar bir Yahudisiniz.

Evet, dedi Doktor Barush Goldstien. Yehova'nın mabetlerine gitmeyi seviyorum.

O anda camiye gitmek için girişe yaklaşan ihtiyar bir Filistinliyi gören asker bağırdı:

Hey!.. İhtiyar!

Bastonuna dayanmış ilerleyen beyaz kefiyeli, kır sakal­lı ve çökmüş ihtiyar adam durdu. Nöbetçi asker onunla sertçe ve azarlayıcı bir şekilde konuştu. Küçük düşürücü hakaretler sarfeden askerin her sözü doktoru mest ediyor, zevk veriyordu.

İşini bitirip dönen askere:

Sizi tebrik ederim, dedi. Bunlara böyle davranmak la­zım.

Asker yapılan iltifatla gururlanmıştı.

Sıradan işler canım, dedi. Her gün yapıyoruz! Artık her uğrayışmda askerlerle diyalogunu ilerleten

Doktor Barush Goldstien, askerlerin gönlünü fethetmiş, gü­venlerini kazanmıştı. İkili ayaküstü sohbetlerinde askerleri şiddetle teşvik ediyor ve "Hepsini öldürmeli" diye telkinatlarda bulunuyordu. Zaman zaman "Şu silahını versen hiç tereddütsüz hepsini kurşuna dizerim" diyor, askerlerle be­raber gülüşüyordu.

25 Şubat 1994 gecesi Doktor Barush Goldstien, evindey­di ve oldukça heyecanlıydı. Kalbi durmaksızın atıyor, heye­candan elleri titriyordu. Yerinden kalkıp önündeki sandığı açtı. İçindeki alete baktı. Göz kamaştırıyordu. Uzun namlu­lu silahı, yavrusunu okşayan bir anne şefkatiyle tutup Öptü. "Sen, büyük bir iş göreceksin bu sabah" dedi. Okşadığı sila­hı söküp temizledi. Parça parça tekrar birleştirdi. Mekaniz­mayı tutup çekince mekanik bir ses odada yankılandı. "Ne hoş bir ses" dedi içinden. "Ninni gibi geliyor."

Mermilere gözü çarptı. Tek tek şarjörlere yerleştirdi. "Bir, iki, üç, dört diye saydığı şarjörlerin birini uzun namlu­lu silaha taktı. Diğerlerini de hücum yeleğinin ceplerine yerleştirdi. Sabahı beklemeye koyuldu.

Sabahın alacakaranlığında Hz. İbrahim Cami'nin ya­kınlarına bir gölge gibi süzülen Doktor Barush Goldstien, sindiği yerden camiye koşan Filistinlileri gözetliyordu. Adeta her sokaktan, her köşeden bir veya birkaç kişi çıkıyor, camiye doğru koşuyordu. "Usanmıyorlar mı bunlar" diye düşünüyordu. "Sabahın köründe o güzelim uykudan ne diye kalkıyorlar ki! Hem her gün 5 defa camiye niye gi­diyor bunlar? Birazdan hepinizin köküne kibrit suyu eke­ceğim."

Şafak iyice sökün edince ortalık seçiliyordu. Hoparlör­den gelen ses imamın birazdan namaza başlayacağını işaret ediyordu. Müezzinin sesini duydu.... "Kad kameti's-salatu, kad kameti's-salah... Allah'u ekber Allah'u ekber, la ilahe il­lallah..."

Saklandığı yerden çıkıp cami girişine doğru ilerledi. Üstüne giydiği askeri elbisenin üzerindeki hücum yeleğinin cepleri, şarjörlerle doluydu. Uzun namlulu silahını ise eline almış dikkatlice ilerliyordu. Nöbetçi askerler oldukça azdı. Yanlarından geçti. Merdivenleri çıkarken cami girişindeki nöbetçi askerler onun yabancı olduğunu fark ettiler. İçlerin­den biri onu tanıyınca;

Doktor Goldstien, dedi hayretengiz bir ifadeyle. Bu el­biseyle ne yapıyorsunuz böyle? Galiba yanlış yere gidiyor­sunuz. Orası Filistinlilerin camiî...

Doktor durdu. Haince bakışlarla pis pis sırıtarak: -Hayır! dedi eliyle camiyi işaret ederek, oraya gidece­ğim.

Asker, doktorda bir anormallik olduğunu anladı. Ba­şıyla 'nedir o?' anlamında elindeki uzun namlulu silahı İşaret etti.

Bakın, dedi askerlere. Siz de Yehova'ya inanıyorsunuz. Geç olmadan beni bırakın. Şu Müslümanların hepsini öldü­reyim. Bana izin verirseniz siz de bu hayırlı işimin sevabına ortak olursunuz. Bırakın beni! Bana bu fırsatı tanıyın. Siz beni görmediniz. Tamam mı? N'olur, haydi!..

Şaşkındı askerler. Ne yapacaklarına karar veremiyorlardı. Ötede duran diğer nöbetçiler de gelmiş, kapıda bir kalabalık toplamıştı. Herkes doktorun niyetini öğrenmişti. İç­lerinden bir asker:

Haydi, dedi. Herkes görev yerine. Kimse doktoru gör­medi. Anlaşıldı mı?

Askerler nöbet yerlerine dağılınca doktor caminin giriş kapısında kaybolmuştu. İçeri girer girmez saf saf dizilmiş cemaatı gördü. Arkası dönük olan cemaat her şeyden ha­bersiz Rablerinin huzurundaydı. İşgalci İsrail'in onca zul­mü, onca talanı, onca öldürme ve baskısı karşısında direniş­lerinin gücünü aldıkları manevi atmosferin havasını tenef­füsteydiler, Rablerinin huzurunda...

Doktor Barush Goldstien, heyecan içindeydi. Yüreği kin ve nefretle yoğrulmuştu. Siyonist dogmanın etkisindeki bir halet-i ruhiyeyle eliyle silahını iyice kavradı. Gözleri dönmüş bir halde masum masum namaz kılan cemaata doğrulttu uzun namlulu silahını. Artık hiçbir şeyi görmüyordu. Kulaklarmdaki uğultu hakikatin yolunu kapatmış, gözlerini kör etmiş, yüreğini perdelemişti. Aniden omuzuna bir el dokundu. Az önceki askerleri dağıtan askerdi. Bahsettiğin sevaba ortak olmak istiyorum, dedi alaycı alaycı.

Parmağını tetiğe dokundurup seriye aldığı uzun nam­lulu silahını cemaate boşalttı. Hırsını alamayıp ikinci, derken üçüncü şarjörü de boşaltıp bir zevk histerisine tutul-muşcasma, titredi...titredi. Mermileri bitmişti. Yanındaki asker hemen dolu silahım uzattı. Gözleri parladı doktorun tekrar silahını cemaata doğrultup ateşe başladı. Boşalan her şarjörü atınca yanındaki asker bir diğerini veriyordu. Böy­lece 8 şarjör boşalttı.

Saf saf dizilen cemaat yaprak misali dökülmüş, yerlere kanlar içinde serilmişti, Ortalık bir anda kan gölüne dönmüş, feryatlar ayyuka çıkmıştı. 67 müslümamn temiz ruhu semanın atlas maviliğinde yeşil kuşun kursağına uçarken bir o kadar da yaralı geride kalmıştı. Halil İbrahim Camiî kan ağlıyor, buram buram şehadet kokuyordu!..

 

Bir Garip Sevda

 

Hüsam, Oğlum!

Efendim baba!

Haydi amcana gidelim.

Peki baba...

Eşiyle gözgöze geldi Hüsam, yerinden doğruldu. Eşiy­le beraber yatalak babasını hazırladılar. 60 yaşında ve belin­den aşağısı tutmayan ihtiyar babasının beyaz elbisesinin üzerine mevsimlik yeleğini de giydirdi. Başına kareli kefi­yesini de takıp kucakladığı gibi tekerlekli sandalyesine oturttu.

İhtiyar, oğluna yine dualar etti. Hüsam hemen eğilip yarı şaka yarı ciddi:

Bana şehid olmam için dua ediyorsun değil mi baba! dedi.

Babası başını kaldırıp manalı manalı oğlunu süzdü. Ses etmedi. Eşiyle de göz göze gelen Hüsam endişeyle  bir bakışla karşılaştı.

Henüz bir kızları vardı. Üç yaşındaki Naşide bu maz­lum hanenin neşe kaynağıydı. İhtiyar dedesinin kucağın­dan inmeyen Naşide/ bazen dedesinin pamukvari sakalını çekiştirirken, bazen de yumuşak beyaz kılların yüzüne değmesiyle gıdıklanır gibi oluyor, çocukça gülüyordu.

Hanımının gözlerinde okuduğu endişenin gerekçesini bilen Hüsam, yine de her defasında babasından dua istiyor ve eşinin o anlamlı bakışlarıyla göz göze geliyordu.

Naşidem nerede benim, haâla yatıyor mu yoksa?

Yatıyor baba, dedi gelini. Hemen getireyim.

Aman kızım! Karışma yavruma. Şimdi'yatsın, dönüş­te onunla oynarım.

Oğluna bakan ihtiyar adam.

Haydi oğlum, dedi. Gidelim.

Hüsam, babasının tekerlekli sandalyesini iteleyerek bir­likte ilerlediler. Oturdukları yer eski bir mülteci kampının sonlarıydı. Yavaş yavaş ilerlerken toprak yoldaki tozlar, yı­kık harabeler, binaların görünüşleri yaşanan mazlumiyeti apaçık gösteriyordu. Kurşunlanmamış bir ev, kurşunlanma­mış bir duvar, şehidi olmayan hane, yası tutulmayan acı yoktu. Her ev, her duvar adeta kalbura çevrilmiş, her sokak­ta, her caddede işgalci İsrail'in zulmünün imzası vardı.

Düzensiz, plansız bir yerleşim yeriydi bu kamp. Yıllar­dır burada yaşayan ihtiyar, kampın ilk günlerini de biliyordu, işgalin ilk yıllarında henüz bir çocuktu. Babası işgalci is­rail askerlerince şehid edildiğinde annesiyle bu kampa sı­ğınmışlardı. Yol, su, başını sokacakları bir ev gibi asli ihti­yaçlar ük zamanlar yoktu bu kampta. Zamanla yardım kuruluşlarmm ve uluslararası desteğin sonucu biraz düzene girse de, işgalci İsrail askerleri buldozer ve tanklar eşliğin­de belli aralıklarla kampa giriyor, saldırıyor, yakıp yıkıyor­lardı. En ufak gerekçelerle evleri yıkılan, evsiz kalan birçok Filistinli ailenin elinden gelen sadece beddualardı. Perdesiz göğe yükselen feryatlar, figanlar, mazlumların ahi...

Kampın çıkışma doğru toplanan bir kalabalık dikkatle­rini çekti. Hüsam tekerlekli sandalyedeki babasını toplanan kalabalığa doğru ilerlerken kampın çıkışında uzaklaşan buldozerleri ve askeri cemseleri gördü. Anlaşılan yine yıkım vardı. Köşeyi döndüklerinde gayri ihtiyari durdu.

Başındaki beyaz başörtüsüyle 50 yaşlarında bir kadın, bir erkek ve iki de çocuk yıkılmış bir evin harabesi üzerin­de ağlıyorlardı. Toplananların hepsi de onlarla beraber ağlı­yordu. Öfkeler öylesine kabarmıştı ki herkes hırsından çat­layacak gibiydi.

Ansızın uzaklaşan askeri konvoyun üzerine nereden yağdığı belli olmayan binlerce taş düşüverdi. Ortaya çıkan eli sopalı gençlerin taşlan kurşundan etkiliydi. Askeri kon­voyun araçları süratlenip hızla uzaklaştı- Arkalarında bı­raktıkları toz bulutu içinde dağılırken eli taşlı küçük dire­nişçilerin siluetleri belirdi.

Sür, dedi ihtiyar, gidelim.

Gözleri nemlenmişti ihtiyarın. Bu, ne gördüğü ilk yıkı­lan evdi ne de son olacaktı. Yıllardır yarım yüzyılı aşan bir zamana yayılan işgalci İsrail'in bu zulmü nice genç fidanla­rı toprağa gömmüştü.

Nice yiğitleri, nice cesurları, nice kahramanları şehade-te koşturmuştu. Dünya sessiz kalsa da yaşanan bu gerçekler, İsrail'in zulmüydü. Üç maymunu oynayan dünya; bil­mese de, görmese de, duymasa da aşikardı bu zulüm.

Kamptan çıkan baba oğul sola saptılar. Biraz ilerledik­ten sonra mezarlığın Önünde durdular. İhtiyarın adetiydi. Her hafta bu mezarlığa uğrar, kardeşi Ahmed İsmail'in me­zarım ziyaret ederdi.

Hüsam, babasını amcasının mezarının karşısına getirdi. Babası elini yeleğinin cebine sokup bir cep yasin çıkardı. Sessizce mırıldanarak okumaya başladı. Bitirdikten sonra oğlu Hüsam'a da uzattı. Hüsam okurken o düşünceler ale­mine dalmıştı.

O gün kardeşi Ahmed İsmaille beraber işgalci askerleri taşlıyorlardı. Kardeşi oldukça atik ve cesurdu. Elindeki sa-panıyla nam salmıştı. Fırlattığı her taş, attığı her atış mutla­ka isabet ediyordu. Köşeye sıkıştırdıkları bir askeri grubun yardımına ansızın paletli destek ve cemseler gelince kaç­mışlardı. Uluslararası kamuoyuna plastik mermi kullandı­ğını söyleyen işgalci İsrail gerçek mermi kullanıyordu dire­nişçi eli taşlı çocuklara karşı...

Ayağı takılıp düşen kardeşinin üzerinden geçen askeri jip onu ezip şehid etmişti. Kaburgaları kırılmış, vücudu parçalanmıştı. Kardeşini bu halde görünce tereddütsüz ge­ri dönmek istemiş, kendini yerde bulmuştu. Belinde büyük bir ağrı vardı. Koşan arkadaşları, işgalci askerler, evler her şey dönüyordu o anda. Bayılmıştı.

Gözlerini açtığında hastanedeydi. Ahmed İsmail, şehid olurken, o belinden aşağısı tutmayan bir gazi olarak hicran­lardaydı. Yıllardır kardeşini ziyaret etmeyi aksatmıyordu. "Beni bırakıp gittin" dedi içinden. "Yıllar var ki hasretin kor bir ateştir yüreğimde. Şurada, şu kabristanda nice şehadet şerbeti içen arkadaşlarından biri olamadım. Ne olurdu o gün ben de ölseydim..."

Gözyaşları sicim sicim dökülüyordu ihtiyarın. Sessizce ağlıyordu. Islanan sakalı, gönlünden akan hasretle ıslanmıştı.

Hüsam okumasını bitirip babasına hafifçe dokundu. Kalbi rikkatle dolu olan ihtiyar ayılır gibi oldu. Oğluna baktı. İhtiyar babasının ellerini tutup,

Sevgili babacığım, dedi Hüsam melül melül. Bana dua eder misin? Oğlun şehid olsun istemez misin?

Babasının hazin bakışlarıyla karşılaşınca

Şu anda, dedi. Allah'a çok yakın bir halet-i ruhiyede-sin. Ne olur babacığım, kırma beni.

Oğlunun gözlerinin içine baktı. Birden kardeşi Ahmet İsmail'i görür gibi oldu. Başını çevirdi. Tekrar baktı. Bir öz­lem, bir hasret okudu, bir garip sevda okudu Hüsamın göz­lerinde. Reddi muhal olan bir iştiyak, bir arzu vardı o siyah noktada.

Neden istiyordu bunu oğlu? Neden o kadar istekliydi. Öyle ya Hüsam zaman zaman ortadan kayboluyor, birkaç gün sonra geri geliyordu. Hiçbir zaman sormadı. Neredey­din, neler yapıyordun? diye. Fakat tahmin ediyordu ihtiyar. Oğlunu tanıyordu, ona güveniyordu. İyi ve hayırlı işler pe­şinde koştuğuna inanıyor, biliyordu. Hele hele son zaman­larda sürekli şehadet duaları istemesi yüreğini hafiften ha­fife kanatsa da, aklına Kudüs, aklına Filistin geldikçe, aklı­na bu mazlumiyet geldikçe susuyordu. Şehidi olmayan ev mi vardı şu mazlum coğrafyada.

Ellerini tutmuş duran oğluna baktı. Başım "olur" mana­sında salladı.

Haydi eve gidelim, dedi.

İki gün sonra bir akşam vaktiydi. Torunuyla oynayan ihtiyarın sesi, küçük Naşide'nin gülüşleri evi neşeyle doldurmuştu. Hüsam ve hanımı onları yalnız bırakıp odaları­na çekildiler. Bir saat sonra odadan çıkan Hüsam Naşide'yi kucağına alıp oynadı.

İhtiyar, oğlunun torunuyla bu şekilde oynamasını ga­ripsedi. "Her zaman böyle oynamazdı" dedi kendi kendine. "Garip bir şekilde oynuyor, nasıl desem, sanki uzaklara gi­decekmiş gibi."

Gözleri gelinine takıldı. Durgun melül ve yaralı bir cey­lan gibiydi. Sürekli kocasına bakıyor, sanki her saniyeyi kar bellercesine gözlerini ayırmıyordu kocasından.

Hüsam, kızını yavaşça eşine verip babasının dizleri di­bine oturdu. Ellerini tutup öptü. Yüzüne gözüne sürdü. Bir gariplik vardı oğlunda bu akşam.

Oğlum, dedi ihtiyar. Tuhafsın bu akşam.

Babasına baktı, gözlerinin içi gülüyor gibiydi:

Baba, dedi Hüsam. Günü geldi. Gitmem lazım. Bana dualarını eksik etme. Gelinin ve torunun sana emanet. Hakkını helal et.

Ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdü. Dönüp eşine ve kı­zma son bir kez daha baktı. Kapıda kaybolup gitti.

Boğazına çöken düğümü bir türlü yutamıyor, dilini yutmuşcasına konuşamıyordu ihtiyar. Kapanan kapıya ba­karken "Nereye gidiyorsun, niçin gidiyorsun, neden gidi­yorsun?" diyemedi oğlunun arkasından."Rabbim" dedi içinden. "Onu emeline kavuştur. Bizi de şefaatma nail eyle."

Gelini ve torununa takılan gözleri, yufkalaşan ihtiyar kalbini rikkate getirdi. Bir çocuk misali hüngür hüngür ağladı. Ağlamıyor, adeta dolan yüreğini boşaltıyordu.

Ertesi gün ikindi sonrasıydı. Kızı Naşide'yle beraber kampın diğer köşesindeki akrabasını ziyaretten dönen ge­lin, evlerinin olduğu sokağa gelince bir kalabalıkla karşılaş­tı. Toplananlar aralarında konuşuyorlardı.

Zalimler, ah zalimler!

İhtiyarı evden çıkarmadılar!

Tekerlekli sandalyesini kırdılar!

Buldozerle evi üzerine yıktılar.

Neden, dedi içlerinden biri

Oğlu Hüsam iştişhadi eylem yapmış ya! İştişhadi ey­lem yapanların evlerini başlarına yıkıyorlar.

Etrafına baktı. Bir anda gözleri karardı. Kulakları uğuldadı. Neden bütün binalar, neden herkes dönüyordu? "Alla-hım!" dedi kucağındaki kızına bakarken. Yere yığılıp kaldı...

 

En Güzel Hediye

 

Bulutlar arasında süzülen uçağı Tel Aviv havaalanı­na inişe geçecekti ki bir anons duydu.

Sayın yolcularımız! Birazdan inişe geçeceğiz. Lütfen kemerlerinizi bağlayınız.

Bir kuş gibi süzülen yolcu uçağı havaalanına inince ra­hat bir nefes aldı. Çıkış işlemlerini yapmak için elinde pasa­portuyla ilerledi. Fakat yoğun bir güvenliğin olması gözün­den kaçmadı. Bu sıkı güvenlik yolcuları hele Yahudi olma­yanları oldukça sıktığı açıktı.

İşlemlerini bitirip elindeki çantasıyla havaalanından ayrıldı. Havaalanı çıkışında bir taksiye bindi. Şoför konuşkandı.

Nereye gidiyoruz bayım?

İçişleri Bakanlığı binasına.

Galiba yabancısınız.

Evet, İngilizim.

İlk defa mı geliyorsunuz İsrail'e?

Sayılır, daha önce de gelmiştim bir toplantıya katıl­mak için, ama bu defa farklı...

Nasıl farklı?

Ben gazeteciyim. Bu defa iş için geldim.

O zaman çatışmaların olduğu bölgeye gideceksiniz demektir. Hoş her yerde çatışmalar var da...

Gülümsedi adam.

Filistinlisiniz galiba, dedi taksiciye.

Anladınız demek.

Aksanınızdan, dedi adam. Filistinlilerin dramım dile getiren bir yazı dizisi hazırlamak için İsrail'e geldim. Durmadan konuştular. Bîr ara taksici:

İşte geldik beyefendi, dedi.

Buyurun, ücretiniz... Taksici durdu, gazeteciye baktı.

Kalsın, dedi gazetecinin şaşkın bakışları arasında. Fi­listinlilerin yaşadığı asrın zulmünü dile getirecek olmanıza katkım olsun. Lütfen bu mezalimi en çarpıcı şekilde dile ge­tirin...

Uzaklaşan taksinin arkasından bakakaldı. Daha sonra bakanlık binasına girdi. Koridorları geçip "Basın bürosu" ya­zılı kapının önünde durdu. Hafifçe tıklayıp içeri girdi. Ev­raklarını ilgili memura gösterip bekledi. Evrakları bir müd­det kontrol eden memur doldurması için bir form uzattı.

Bay Terry, dedi memur, lütfen şu formu doldurur mu­sunuz?

İlgili yerleri doldurduktan sonra "çatışma bölgesindeki her türlü mesuliyeti kabul ediyorum" ibaresini görünce durdu.

Bu ne demek, dedi memura.

Bu, dedi memur. Herhangi bir yaralanma ve benzeri bir durumda tüm sorumluluğu kabul ettiğinize dair bir maddedir Bay Terry.

Ama bu, dedi gazeteci Terry. Sustu. "Art niyet içerebi­lecek şekilde de yorumlanabilir" diyecekti ki vazgeçti.

Memur suskunluğunun sebebini anlamıştı. Hınzırca gülümsedi.

Siz savaş muhabirisiniz Bay Terry. Bunu imzalamaz­sanız gidemezsiniz. Tabii çatışma bölgesine gitmeyebilirsiniz. Sizi zorlayan yok.

Hiçbir şey demeden formu imzaladı Terry. Evraklarını çantasına yerleştirdi. Binadan çıkıp uzaklaştı.

Çatışmaların yoğun olduğu bölgeye hareket ederken düşünüyor, bir yandan da fotoğraf makinasının ayarlarını yapıyordu. Uzaktan silah sesleri kulağına geldi. Vardıkları noktada İsrailli bir subay ona ve diğer muhabirlere talimat vari konuştu:

Beyler! Unutmayın ki her türlü sorumluluğu üstlene­rek buraya geldiniz. Askeri birliklerimizin arkasından kamera ve fotoğraf makinelerinizle görüntü alabilirsiniz. Şa­yet uzaklaşır ve daha ileriye giderseniz başınıza gelecekler­den siz sorumlusunuz. Gördüğünüz gibi biz sadece kendi­mizi savunuyoruz!!??

Kimsenin birşey sormasına fırsat vermeden uzaklaştı. Muhabirlerin işlerine koyulmasıyla Terry de elindeki fotoğ­raf makinasıyla ilerledi. Bir müddet manzarayı izledi. Önünde 15-20 kadar asker, bir tank, iki askeri cemse vardı.

Ana caddenin girişini kapatan bu birliğin ilerisinde 100'e yakın çocuk ve genç vardı. Kimi kefiyeli, kimi eli sapanh, kimi de eli taşlıydı. Uzunca seyretti bu tabloyu. O an "ken­dimizi savunuyoruz" diyen İsrailli subayı düşündü. "Taşla­ra karşı kurşunlarla,, tanklarla mı?" dedi içinden. "Demek ki taş kurşundan daha tehlikeli ha!"

Birkaç kareyi çekerken, direnişçi çocuklardan birinin aniden düştüğünü gördü. Yerde debelenirken arkasından arkadaşları yetişti. Yaralanan arkadaşlarını karga tulumba kaptıkları gibi kaçırdılar.

Ani bir hücum karşısında yüzlerce taş üzerlerine yağar­ken askerler sıkışmıştı. Kimi tankın kimi askeri araçların ar­kasına kaçıştı. Silahları taş olan intifadanın çocuklarıydı bunlar. Oyunda, eğlencede olması gereken bu çocuklar, kurşunların gölgesinde adeta oyun oynuyorlardı. Manzara inanılır gibi değildi.

Böylece oturup fotoğraf çekmek zoruna gitmişti Terry'nin. Madem sorumluluğu üstlenmiş, başına gelecekle­re razı olmuştu, öyleyse askerlerin arkasında durmanın bir anlamı yoktu.

Hemen yan sokağa saptı. Çatışmanın ortasına gitmek istiyordu. Çocukların olduğu tarafa yöneldi. Elinde fotoğraf makinasıyla kendisini gören çocuklar kaçmadı. Ellerindeki taşlarla daha bir gururlu gururlu duruyor, daha savaşçı ta­vırlar sergiliyorlardı.

Aniden yoğun bir ateş açılınca çocuklar geri çekildi. Sindiği yerden olanları gözlerken birden 9 yaşlarında bir çocuğun düştüğünü gördü. Aklına ilk geleni yapmak için hiç tereddüt etmedi. Yerinden fırladığı gibi çocuğu kapıp ara sokağa girdi. Nefes nefese kalmıştı.

Etrafını saran küçük direnişçilere baktı. Herkes onun bu fedakarlığını tebrik ediyor, teşekkürlerini sunuyordu.

Şükran ya seyyidi, şükran cezîla... (Teşekkürler beye­fendi, çok teşekkürler)

Önemli değil, dedi etrafına toplanan çocuklara. Çocuklardan biri şaşırdı.

Dilimizi biliyor musunuz?

Evet, Arapça biliyorum.

Tekrar teşekkür sesleri, sevgi ve muhabbet kokan söz­ler eşliğinde dile getirildi.

Kurtardığı çocuğa baktı. Minnettar kokan bakışlarla ba­kıyordu. Ayağa kalkıp üstünü başını silkeledi.

Ben, dedi tatlı tatlı. Size bir hediye verebilir miyim?

Hediye mi? dedi Terry şaşkın şaşkın.

Evet, bizim için çok önemli bir hediye. Lütfen bunu ka­bul edin. Bu bizim tek silahımız ve bizim için çok önemli.

Çocuğun minik eliyle uzattığı taşı alan Terry'nin kalbi hızlı hızlı atıyordu. Yıllardır birçok çatışmada muhabirlik yapmış, birçok olaylar başından geçmişti. Hiçbirinde de bu kadar heyecanlanmamıştı. Bu çocuk Terry'i yüreğinden vurmuştu. Gözleri nemlenen Terry eline aldığı taşı bir kut­salı avuçluyormuş gibi tutup çocuğa baktı.

Bugüne kadar, dedi heyecanla. Bu aldığım en güzel hediye.

Karşısındaki küçük direnişçilerin gözlerinde taş taş bü­yüyen bir zaferin muştusunu okudu Terry...

 

Vicdanı Red

 

Verilen koordinatlar çerçevesinde menzile doğru uçuyordu. Cephane dolu bir depoyu bombalayacaktı. Ko­mutanı böyle emir vermişti. Mavi gökyüzünde bulutlar ara­sında süzüle süzüle F-16'sıyla uçtu. Uçmak onda çocukluğundan beri süregelen bir aşktı. Tahsil hayatı boyunca hep bir gün pilot olmak ümidiyle okumuş, üstün bir başarıyla Hava Harp Akademisine girmişti. İşte şimdi emeline ka­vuşmuştu. Ustteğmen rütbesiyle iki yıldır görevdeydi.

Gazze üzerinde uçarken komutanının vurulmasını em­rettiği koordinattaydı. Her biri 500-1000 kg olan füzelerle yüklüydü uçağı. Hedefe kilitlenmek için uçuşunu biraz da­ha alçalttı. Kilitlendiği anda füzeyi bıraktı. Öyle ya, cepha­ne dolu depoyu havaya uçurması, İsrail'in / devletinin ali menfaatlerini korumaktı.

Bir daha dönüş aldığında cehennemi bir alev topunun kaldırdığı toz bulutuyla karşılaştı. Hedef isabet almıştı, ama ikircildendi. "Yoksa" dedi kendi kendine "Bombaladığım si­vil bir yerleşim yeri miydi? Yok canım! Komutanım cepha­ne dolu bir depo olduğunu söylemişti." içinde binbir türlü şüphe ve kuruntuyla geri dönüyordu.

Hava Jet Ana Üssüne yaklaştığında inişe doğru geçti. Kuleyle irtibatlı bir haldeydi. Piste öncelikle F-16'nın Ön te­kerlekleri değdi. Birazdan iniş tamamdı. Kokpitten çıktı, inerken arkadaşıyla karşılaştı.

Hoş geldin Yosef, dedi arkadaşı üzgün üzgün.

Hoş bulduk İzak, neden somurtuyorsun?

Yok bir şey!

Var, var! Seni tanırım.

Nereyi bombaladığını biliyor musun?

Aniden duran Yosef in kalbi heyecanla attı. Aklına şüp­heleri geldi.

Yoksa... dedi. Yoksa sivil yerleşimciler miydi? "Evet" anlamında başını sallayan İzak

Maalesef, dedi.

Ama, ama komutan bana öyle dememişti. Artık halkı vurmayacağımı söylemiştim. Yaptığımız açıkça bir katliam.

Üzgündü Yosef yaptıklarına. Filistinli mazlum, çocuk ve kadınları evleriyle havaya uçurduğuna, evlerini bombaladığına inanamıyordu.

Beni aldattı, dedi öfkeyle. Komutan beni aldattı. Sivil­leri vurmayacağımı bildiği için cephane dolu bir depo diye beni kandırdı. Allah kahretsin!

İzak endişeyle etrafa baktı.

Sakin ol Yosef, dedi. Biliyorsun ki her pilot bizim gibi düşünmüyor. Azınlıktayız. Sivilleri vurmayacağımızı kamuoyuna deklare etmemiz lazım. Yoksa bu kuralsız savaşa alet olmaya devam edeceğiz. Komutan da sen gelmeden çıktı. Raporunu sonra verirsin. Şimdi eve gidip biraz dinlen.

Eve nasıl vardığının bilincinde değildi. Pilot olmayı çok istemesine rağmen işlerin bu şekilde gelişeceğini hiç düşün­memişti. Filistinlilerin ne uçağı^ ne helikopterleri vardı. Kendilerinin ise F -16'ları, Apaçi helikopterleri, hatta nük­leer başlıklı füzeleri boldu. Bu silahları halka karşı kullan­mayı yanlış buluyor, buna alet olmayı vicdanına yediremiyordu.

İsrail ordusu içinde "vicdani retçiler" diye bazı sesler yükselmişti. Savaşın kuralsızca oynanmasına, çocuk, kadın ve sivil halkın bombalanmasına, evlerinin füzelere tutulma­sına karşı çıkanlar bir platform oluşturmuş, Yosef i de arala­rına çağırmışlardı. Tabiatı itibarıyla sivillerin bombalanma­sına karşı çıkan Yosef, tereddütsüz bu çağrıya katılmıştı, ama bu son görevde komutanının oyununa gelmişti.

Aklına televizyonu açmak geldi. Düğmeye dokunur dokunmaz spikerin sesiyle irkildi. Gazzede cephane depo­su diye bombaladığı yerin görüntüleri eşliğinde verilen ha­berde, sivillerin öldüğünden bahsediliyordu. Halktan birinin evi havaya uçurulmuş, komşu evler dahil olmak üzere birçok yapı yerle bir olmuştu. Haberde 20 Ölü, 60 yaralıdan bahsediliyordu. Görüntülerde sedyelerle taşınan çocuklar ve kadınlar ambulanslarla hastanelere taşınıyordu. Ekrana kollan kopmuş bir çocuk görüntüsü yansıyınca "Allah kah­retsin" dedi hırsla. "Allah kahretsin, beni kandırdı, beni kandırdı..."

Başına ağrılar girmişti. Nasıl da oyununa gelmişti komutanın, bir türlü yediremiyordu kendine, Koltuğa pelte gibi yığıldı. Yüzlerce yaş ihtiyarladığını hissetti birden. Ne kadar da yorgun hissediyordu kendini.

Ansızın kapı çalındı. Yerinden doğrulup kapıya gider­ken kimseyi beklemediğini düşündü. İzak olabilir miydi? "Belki benî merak edip peşimden gelmiş olabilir" dedi.

Kapıyı açtığında karşısında az Önce televizyon ekranın­da kolları kopuk olarak gördüğü çocuk duruyordu. Her tarafı kan, her tarafı lime limeydi.

Allahım!" dedi sayıklarcasma. Bu... bu olabilir mi? Nereden çıkmıştı bu çocuk? Ne arıyordu burada?

Sen, dedi çocuk bağırarak. Kollarımı sen kopardın...

Kollarımı ver!!!

Ansızın Yosef in üzerine atladı.

Aaaaü!

Çığlık çığlığa uyanan Yosef şoka girmişti. Durmadan bağırıyordu. Biraz sonra kendine geldiğinde koltukta yığılıp uyumuş olduğunu anladı. Rüya görmüştü. "Ne korkunç­tu Allahım!" dedi. "Ne korkunç... Onları ben öldürdüm, ben öldürdüm." Ağlıyordu Yosef. Vicdanı kendisini rahat bırak­mıyor, artık bu işten el çekmesi gerektiğine inanıyordu.

Birden kapı çalındı. Kalbi hızlı hızlı attı. Rüyası aklına geldi. Korku dolu bir heyecanla kapının arkasından;

Kim o? dedi.

Ben İzak, Yosef! Kapıyı açar mısın? Hızla açıp arkadaşının boynuna sarıldı.

İyi ki geldin İzak, dedi sevinçle. Rüyasını bir çırpıda anlattı.

Vicdanımız, dedi İzak. Bunu kabul etmiyor Yosef. Masum sivil halkı bombalamak, çocuk ve kadınları öldürmek kabul edilecek bir davranış değil.

Ama neden bunu hükümetimiz ısrarla yapıyor. Daha çok düşman kazanacağımız girişimlerde neden bulunuyo­ruz ki? Hem görmüyor musun Filistinli çocuk ve kadınları, sivilleri bombalayınca, onlar da haklı olarak meyhaneleri­mizi, diskoteklerimizi, otobüslerimizi, sivillerimizi bomba­lıyorlar. Karşılıklı bundan vazgeçilseydi olmaz mıydı? On­lar bombalayınca terör, biz bombalayınca misilleme mi olu­yor? Adalet mi bu İzak? Ne kuralsız bir savaş bu ah! Karşı­lıklı bundan vazgeçilseydi olmaz mıydı?

Geçenlerde, dedi İzak. Filistin direniş grupları aynen senin düşündüğün gibi bize bir çağrıda bulundular.

Çağrıda mı? Nasıl yani?

Kahire görüşmelerinde hükümetimize sivillerin çatış­ma alanının ve saldırı hedeflerinin dışında tutulmasını yine teklif ettiler. Tabii bizimkiler de her zamanki gibi yine red ettiler.

Anlamıyorum, dedi Yosef. Anlamıyorum. Yıllık aske­ri bütçemiz 10 milyar dolar. Onların ise 300 milyon dolar. 605.000 eğitimli askerimiz var. Onların 30.000 gönüllüleri... 400 nükleer başlık var elimizde . Onların ise hiç yok, geçen­lerde internette gördüm biliyor musun? Eylül 2000 ile Ağustos 2004 arasında çoğu kadın, çocuk, yaşlı, hasta silah­sız siviller olmak üzere 3500 Filistinlinin öldürüldüğünü yazıyordu ikinci intifadadan bu yana. Bu olacak iş mi İzak?

Bu bir savaş Yosef, kuralı olmayan ve maalesef bizim de kullanıldığımız bir savaş.

Biliyor musun İzak? Uçuşa çıkan bazı pilot arkadaşlar cesaret verici haplar yani uyuşturucu alıyorlar.

Sadece pilotlarımız mı? Askerlerin çoğu operasyonla­ra, çatışma bölgelerine gittiğinde uyuşturucu alıyor. Çoğunun psikolojisi bozulmuş durumda. Hatta her an Öldürül­me korkusu yaşıyorlar. Bir çoğu da firari...

İkisi de sustular.Bakıp duran İzak, Yosefe niçin geldiği­ni açıklamak istedi.

Yosef, buraya gelişimin sebebini sormayacak mısın?

Kusura bakma İzak, dalmışım.

Ben, dedi İzak, sen eve geldikten sonra arkadaşlara uğ­radım. Yarın basına yönelik bir açıklama yapacaklarını söy­lediler. Sana haber vermeye geldim.

Yaa! Buna çok sevindim. Artık tavrımızı ortaya koy­mamızın zamanı geldi. Hep suskun kalamayız ya.

Bir de, dedi İzak. 200 Öğretim görevlisi de basın açık­lamamıza imza atıp destek oldu.

İşte bu çok güzel.

Ertesi gün basm-yaymda 27 vicdani retçi pilotun 200 öğretim görevlisinin desteğinde basın açıklaması yer almıştı. "Bizler hür irademizle Filistinlilerin sivil yerleşim alanla­rına yönelik saldırılara ve bombalamalara katılmayacağımı- | zı, işgalin devam etmesinin İsrail'in güvenliğini tehdit ettiğini ve sivillere yönelik eylemlerin ahlaki değerlere aykırı olduğunu, ekteki 200 öğretim görevlisinin imzasıyla beraber kamuoyuna açıklıyor, bir an önce bu kuralsız savaştan uzak durmaya hükümeti davet ediyoruz."

Çevrelerini saran gazetecilerden durmadan soru soran­lar vardı. Uğultunun içinde bir gazeteci:

Bu açıklamanızın emre itaatsizlik olduğunu düşünmediniz mi? diye sordu. Yosef soruyu soran gazeteciye döndü: Olabilir, dedi. Fakat vicdanımızın sesi bir tonluk bir bombayı sivillerin üzerine bırakmayı doğru bulmuyor. O sebepledir ki vicdani redçi olarak karşınızdayız. Hem bil­melisiniz ki bir tonluk bir bombanın büyük bir yıkıma ne­den olacağını bilmek için dahi olmaya gerek yok. Birileri bu bombalan kullanma kararını, onların birçok binayı yıkma­sına ve birçok masum insanın, sivilin öldürmesine sebep olacağını bilmesine rağmen karar veriyor. Bu, bizi terörist haline getirmiyor mu?

Ortalık sütliman bir sessizliğe gömüldü. Fakat vicdan­larının sesine kulak veren bir grubun gönülleri su serpilmişcesine rahattı. Yaptıklarının doğruluğuna inanan bir ta­vırla...

 

Utanç Duvarı

 

Sıçrayınca yatakta olduğunu farketti. "Oh!" dedi rahatlarcasına. "Rüyaymış" Uykusu kaçan Salah, yataktan çıktı.

Son günlerde kâbuslar görüyor, hafakanlar basıyordu onu. "Allahım!" dedi kendi kendine "Hayra çevir..."

Ramazan ayıydı. Sahurunu yapıp sofradan kalktı. Aile fertleri sahurlarını yaparken o pencereye yanaştı. Perdeyi araladı. Dışarısı alacakaranlıktı. Sabah namazı için abdest almaya hazırlandı. Fakat aklına birşey geldi. Tekrar pence­reye yanaşıp karşı tarafa baktı. Uzaktaki binanın dördüncü katındaki dairenin de ışıkları açıktı. "Onlar da sahura kalk­mışlar anlaşılan." dedi. Perdeyi çekecekken gözleri simsi­yah bir yılan gibi uzanan duvara baktı. "Hih" dedi kendi kendine öfkeyle. "Güvenlik duvarıymış, basbayağı ayrım duvarı bu, utanç duvarı..."

Bir ay Önce gördüğü rüya geldi aklına. Çil yavrusu gibi sağa sola kaçıyordu insanlar rüyasında. Batı Yaka tamamen sarsılıyor, Kudüs'e dek uzanan büyük bir çatlak oluşuyor­du. Kırılan yer parçası şiddetli bir depremin meydana gel­diğini gösteriyordu. Adeta Filistin boydan boya yarılmış gi­biydi. Ansızın açılan gedikten siyah büyük bir yılan yavaş yavaş çıktı. Oldukça büyük olan yılanın başı Kudüs'e doğ­ru uzanırken, korkunç görünümüyle etrafa dehşet saçıyor­du. Kanı durmuşcasına donup kalmıştı Salah. Lakin gör­düklerine inanamıyordu. Çığlık çığlığa uyanmıştı.

"Demek ki" dedi içinden o siyah ve korkunç yılan bu uğursuz duvarmış. Bizi ayırdı sevdiklerimizden, akrabalarımızdan, eşimizden, dostumuzdan."

Ertesi gün ikindi sonrası terasa çıktı. İhtiyar babası tah­tadan yapılmış somyeye oturmuş, ovaya bakıyordu. Dalgın ve düşünceliydi.

Teras kattan ovaya baktı o da. Alabildiğine uzanan bağ ve bahçeler zeytin ağaçlarıyla doluydu. Tarım arazilerinin ve bahçelerinin içinden kara yılan gibi geçen bu duvar, onulmaz yaralar bırakmıştı Filistinlilerin gönlünde.

Gözleri binalarının az ötesine kaydı. "Birazdan burada olur" dedi. Biraz sonra içeri oğlu girdi. Henüz 14 yaşında ortaokul öğrencisiydi. Selam verip dedesini ve babasını sor­du. Babasının tebessüm kokan yüzüyle karşılaştı.

Nasıl geçti bugünün oğlum.

Her zamanki gibi baba.

Geçişlerde sorun var mı?

Baba, dedi oğlu. Bu duvar bizi mahvetti. Okulumla arama girdi. Her sabah geçiş noktasında İsrail askerleriyle

utanç duvarı muhatap olmak, bizi yiyeceklermiş gibi düşmanca bakışla­rını üzerimizde hissetmek, hakaretlerine maruz kalmak, ben dahil tüm Öğrenciler için katlanılır gibi değil. Kendimi­zi derslere veremiyor, konsantre olamıyoruz. Herkesin mo­rali bozuk. Huzurumuz kalmadı okulda... Biraz susup tekrar konuştu:

Hoş, hiçbir zaman huzurumuz olmadı ya.

Oğluna şefkatle baktı. Anlaşılan yaşadıkları zulme kar­şı bilinçli ve şuurlu bir idrak içindeydi. Buna sevindi:

Yasin, oğlum gel şöyle yanıma.

Dedesi seslenmişti. Gidip sessizce dedesinin yanında oturdu. Başında kefiyesi, yüzünde yılların acısı vardı. De­desine sevgiyle baktı. Onu çok seviyor, onunla iyi anlaşı­yordu.

Buyur dede, dedi.

Oğlum dedi ihtiyar. Yasin'im! Sakın öfkene yenilme evlat. Yarım yüzyılı aşan bir zulmü yaşayan bizler, sabrımızla düşmanı çatlatmalıyız. Direnmeli ve ilimle mücadele­mizi yoğurmalıyız.

Ama, dedi itirazvari. Bırakmıyorlar ki... Gülümsedi ihtiyar:

Senin adaşın olan şeyhimizin sözlerini hatırlatmamı is­ter misin?

Gözleri parladı küçük Yasin'in.

Şeyh Ahmed Yasin'in mi?

Hı, hi.

Tabii, dedi heyecanla. İsterim.

Şeyh Yasin'e özel bir ilgi duyuyordu küçük Yasin. -Allah ondan razı olsun, dedi dedesi. Bir konuşmasmda şöyle demişti: "Benim bütün müslüman gençlere nasiha­tim en başta islam ahlakıyla ardaklanmalarıdır. Doğruluk ve güvenilirlik, ahde vefa, sevgi, kararlılık, çalışma ve amelde ihlas, müslümanlarla yardımlaşmak, onların dertleriyle dertlenmek, Allah yolunda cihad ve Allah'ın kelamı­nın en yüce olması için başkalarıyla dayanışmak İslam ah­lakının gereklerindendir.

O anda nefes alıp duran dedesinin sözlerini kesen Ya­sin, masum masum konuştu.

Dede bana dua et. Ben de onun gibi olayım.

İnşaallah benim torunum da en güzel ahlakla ahlak-lanir.

Dede! Neden ilimle mücadele dedin. Torununa sevgiyle bakan dede devam etti:

Soruna, adaşının nasihatıyla cevap vereyim yavrum: Demişti ki: "Müslamanlara ilme önem vermelerini tavsiye ediyorum. İlim, gelecekte bizim düşmanımıza karşı zafer elde etmekte kullanacağımız silahımız olacaktır. Cehaletle zafer elde edemeyiz. Dini, dünyayı ve ahireti kuşatacak bir ilimle ancak zafer elde edebiliriz." Nasıl, güzel demiş mi?

Yani ilim gelecekte düşmana karşı zafer elde etmek için tek silahımız mı olacak?

Evet" anlamında başını sallayan dedesine baktı.

Peki dedeciğim, dedi. Ne yaparlarsa yapsınlar artık takmayıp, kendimi derslerime vereceğim. Ve o silahı kuşanacağım.

Aferin benim torunuma. O anda hızla içeri giren kü­çük kız babasına baktı.

Baba, dedi nefes nefese yüzü gülerek, televizyoncular gelmiş baba.

Hemen aşağı kata inen Salah, kapıda iki kişi gördü. Bi­rinin elinde kamera, diğerinin de mikrofon vardı.

Rahatsız ettik, dedi elinde mikrofon olan. Adım Nasır, Ürdünlü muhabirleriz. Ramazan dolayısıyla programlar yapıyoruz. Rastgele girdik. Bir iftarı beraber geçirebilir mi­yiz? Bu konuda sizinle bir program yapmış oluruz böylece.

Ne demek, dedi Salah. Buyurun, lütfen şöyle buyurun.

Misafirlerini teras kata aldı. Onları yaşlı babası ve kü­çük Yasinle tanıştırdı. Muhabbet koyulaşınca muhabir yaş­lı dedeye sordu.

Eski ramazanlarla kıyas yapınca neler söylersiniz de­deciğim?

Evlat, dedi ihtiyar dede. İnsan gün begün kemale erin­ce her yaşın ayrı bir lezzeti olduğunu anlıyor. Bakma sen "nerede eski ramazanlar" diyenlere, idrak etmesini bilene her ay ramazan.

Sustu dede. Sayıklar gibi birden konuştu.

Arna, zulüm altında ramazan nasıl geçiyor dersen oğul, asıl soruyu sormuş olursun.

Doğru dersin dede, dedi muhabir Nasır. Biran idrak edemedim. Kusura bakmayın.

Baksana evlat! Yarım yüzyılı aşan siyonist zulümün en son yaptığına. (Parmağıyla utanç duvarını işaret ediyordu) Bu ayrım duvarını gündeme getirin. Filistini adeta açık bir hapishaneye çevirdi bu duvar. Kara bir yılan gibi Filistin'i boydan boya sarıyor.

Kıvrım kıvrım kıvrılan duvara baktı Nasır. Nasıl da uzundu. Bağlardan, bahçelerden geçip mahalleler arasmdan süzülüyordu, uğursuz uğursuz.

Bildiğim kadarıyla tamamen Amerika finansmanıyla inşa edilmiş değil mi?

Doğru, dedi Salah. Her ne kadar güvenlik niyetiyle in­şa edilmiş olsa da yeşil hat üzerinde olmadığı için kötü emellere binaen yapıldığı ortada.

Nasıl kötü emeller... dedi.

Yani İsrail ileride bu duvarı bir pazarlık unsuru yapa­bilir. Hatta ilan edilmeyen bir sınır olarak çizmiş şimdiden. Zira bu duvar Filistini bölge bölge getto ve kantonlara ayı­rıyor. Bu sayede direnişi daha rahat kontrol edecekler.

Gerçi, dedi Nasır. Bu duvarın zararlarını basın yazı­yor, ama bir de siz açıklasanız? Ne tür zararları oluyor bu ayrım duvarının.

Babam söylesin, dedi Salah. O daha iyi bilir. İhtiyar bir iki öksürdü.

Hangi zararından bahsedeyim evlat, dedi Nasır'a. Aha şu torunumun okulu duvarın öte tarafında kalmış. Eğitimde bir felaket yaşanıyor bir kere. Bak şu karşıdaki 5 katlı bi­naya. Akrabalarımız var orada. Eskiden iki adımlık yolken, duvar aramıza gireli görüşemiyoruz. Bak, bak! Balkondalar bize el sallıyor biri.

Nasır ilerdeki binaya baktı. 100 metre kadar uzaktaydı. aralarındaki duvarın yüksekliği büyük bir engeldi.Balkon­daki insanlar bağırıyor, el sallıyorlardı.

Ne diyorlar, dedi Nasır Salah'a.

Babamı soruyorlar.

Ayrıca, dedi ihtiyar dede. Bağlarımız, bahçelerimiz, tarım arazilerimiz bölük pörçük oldu. Gözünün alabildiğin­ce zeytin ağacı dolu bahçelerimizi görmüyor musun evlat? Hepsini bu duvar tarumar etti.

Sustu ihtiyar dede. Uzaklara bakarak...

Yani, dedi Salah. Bu duvar, halkımızı sosyal ve eko­nomik açıdan parçaladı. Düşünebiliyor musunuz 730 km' lik uzunlukta olacakmış. Yani Çin şeddinden sonra dünya­nın en uzun duvarı... Birçok insanımızın verimli arazisinin, tarlasının, bağının, bostanının, hatta evlerinin dahi el­lerinden alınmasına sebep olacak. Zorlaştırılan hayat göç­ler doğuracak.

Ama, dedi Nasır, Lahey Adalet Divanına müracaat edildi. İnşaallah olumlu bir karar çıkar da yapımı durdu­rulur.

Güldü Salah.

Aslında siz de bilirsiniz Nasır Bey. İsrail, Birleşmiş Milletlerin hangi kararına bağlı kaldı ki yaptırım gücü olmayan Lahey Adalet Divanının alacağı karara uysun.

Doğru ya orası da öyle.

İşin acı tarafı duvar Kudüs'ün dışında da inşa edilirse Mescid-i Aksa dahil Kudüs, İsrail tarafında kalacak.

Üzüntüsü gözlerinden okunuyordu Salah'm.

Bu röportajı ülkemde yayınlayacağım, dedi Nasır Sa­lah'a ümit vererek. İnşaallah faydası olur.

Yayınlayın evlat, dedi ihtiyar dede oturduğu yerden. Yayınlayın, yayınlayın ki dünya müslümanlan kutsallarına sahip çıksın ve deyin ki bu duvar İsrail'i koruyamayacak, iş­gal devam ettiği müddetçe direniş de devam edecektir. Bu duvar onları kurtaramayacak aksine kabirleri olacaktır.

İhtiyarın ortalıkta adeta gürleyen sözleri üzerine ona hayran hayran bakan Nasır, bunca yıldır esen İsrail'in zulüm rüzgarlarına ve fırtınalarına ulu bir çınar gibi dire­nen dede, oğul ve torundan müteşekkil üç direniş nesline şahitlik etti...

 

Filistin İçin!

 

Bakın diyordu birinci konuşmacı. Filistin'in Özgürlüğünün gerçekleşmesi durumunda ortadoğuda sular durulacaktır. Bunun için İsrail'in ve onu savunanların elle­rini taşın altına sokmaları zaruridir. Aksi halde yarım yüz­yılı geçen bu işgal ve direniş bir o kadar daha uzayacaktır. Bunun için bir an Önce kalıcı bir çözüme yönelik uluslara­rası yaptırım dahil adımlar atılmalıdır.

Size katılıyorum, dedi ikinci konuşmacı. Fakat bu, şu anda mümkün görünmüyor. En azından eldeki veriler bu­nu gösteriyor. Zira tek taraflı fedekarlık olmaz. İsrail, işgal­den vazgeçmelidir.

Nasıl yani, dedi program sunucusu. Biraz açıklar mı­sınız?

Bakın, açıklayayım: Öncelikle uluslararası yaklaşımda adalet gözetilmelidir. ABD'nin İsrail'i kollaması hakkaniye­te sığmıyor. Bakın 1992-2004 arası ABD'nin İsrail'e 40 milyar, Filistin'e 20 milyon dolarlık bir yardımı olmuş. Yani bin katından fazla. Diğer verilere gelince, İsrail'in askeri bütçe­si 10 milyar dolar, Filistin'in 300 milyon dolardır. İsrail'in 605.000 eğitimli askeri Filistin'in 30.000 gönüllüsü var. Buna ilaveten İsrail'in elinde 400 nükleer başlık bulunuyor. Orta-doğuda hemen hemen, Filistin'de ise hiç yok. Üstelik İsra­il'in bu nükleer silahları Birleşmiş Milletlerin denetimine ta­bi değildir. Ayrıca İsrail'in 4500 tankı, 10.000 silahlı aracı, 1700 ağır silahı, 130 saldın helikopteri, 500 savaş pilotu, 50 savaş uçağı olmasına karşın Filistin'in tarafında bu saydık-lanmın yine hiçbiri yok. Eylül 2000 İle Ağustos 2005 arasın­daki çatışmalarda 972 İsrailli hayatını kaybetmişken, 3668 Filistinli çoğu kadın, çocuk, yaşlı, hasta, silahsız ve savun­masız insan hayatını kaybetmiştir. İsrail 6 milyon nüfusa sa­hip olarak 20.770 km2'lik bir coğrafyada yaşarken, Filistin­liler 6.220 m2'lik bir alana sıkıştırılmış bir durumda 3.8 mil- | yon nüfusuyla adeta Öz yurdunda garip, öz yurdunda par­ya olmuş bir halk. Yani İsrail o toprakların gerçek sahiple­rinden %30 daha fazla paya sahip. Hem daha stratejik daha tarihi ve daha verimli topraklara... Tüm bu veriler doğrul-tuşunda İsrail'in yıllık milli geliri 120 milyar dolarken, Filis­tin halkının 2.9 milyar dolardır. İsrail'de kişi başı milli gelir 20.000 dolan bulurken, işgal edilmiş topraklarda bu gelir 30'da biri kadardır. Yani 850 dolar. Söyler misiniz bu ekono­mik, siyasi, askeri güç dengesizliği yaşanırken çözüm için tüm fedakarlığın hala Filistinlilerden beklenilmesinin anla­mı nedir? Tek güvenceleri olan ellerindeki basit silahların toplanması mı? Yoksa taşlar ve sapanların mı?

Televizyon programındaki foruma katılanlar bir an bu  gerçekler  karşısında  susup  kaldılar.  2.  konuşmacı devam etti:

Evet arkadaşlar. Yine de kalıcı çözüme yönelik hakka­niyet çerçevesinde gayret sarfedilmesini temenni ediyoruz. En azından İsrail'in yeşil hat'a kadar işgali bu gayeye binaen kaldırması lazım. Hatta bu tür girişimlerin halklar, dahası fertler bazında herkesin gücü nisbetinde yapması is­tikbale yönelik umut verici gelişmeleri doğuracaktır.

Ahmed Hatip televizyondaki programa dalmış gitmiş­ti. Bu kuralsız savaşta çekmedikleri çile, ızdırap, yaşamadıkları acı, görmedikleri işkence kalmamıştı. Yine de ümidi­ni koruyor ve bir gün Filistin'in özgürlüğünü göreceğini umuyordu.

Ertesi sabah Cenin mülteci kampında bir hareketlilik vardı. Sonraki gün Ramazan Bayramı olduğu için herkes gücü nisbetinde alış-veriş yapıyor, yarına hazırlıklarını gö­rüyordu.

Kalabalıklar arasında yürüyen Ahmed Hatib cadde bo­yu yürürken bir an durdu. Geçtiği vitrinde bir nesne onun daldığı düşüncelerinden sıyrılmasına sebep oldu. Geri dön­dü. Vitrinin önünde durdu. Bir oyuncakçı dükkanıydı. Vit­rinde duran alete baktı. Gözlerine inanamıyormuşcasına şa­şırıp kalmıştı. Hemen içeri daldı.

Şunu istiyorum dedi. Ne kadar? İş yeri sahibi Ahmed Hatib'e baktı.

O biraz pahalı dedi, ama isterseniz daha ucuzları da var.

Hayır hayır! Ben onu istiyorum. Oğluma bayram he­diyesi alacağım.

Peki beyefendi, madem bir çocuğu sevindireceksiniz biz de katkıda bulunalım.

Uygun bir fiyatla vitrindeki aleti paketleyen dükkan sahibine ücretini ödeyip eve doğru yürüdü.

O sabah Cenin kampında bayram namazından çıkan herkeste bir neşe, bir sevinç vardı. Hele çocuklar yaşanılan zulümden habersiz neşeyle koşuyor, oyunlar oynuyordu. Büyüklerin gözlerinde hüzünlü bir bayram sevinci; buruk bir tebessümle arkadaşlık ediyordu.

Namazdan sonra eve giden Ahmed Hatib ailesinin bay­ramını kutladı. İçeri giren 12 yaşındaki oğlu Cemal annesi­nin ve babasının ellerini Öptü. Bayram harçlığını aldı. Tam dışarı çıkacaktı ki;

Sana bir süprizimiz var oğlum, dedi annesi.

Sürpriz mi? Ne süpriziymiş anne?

Oturduğu koltuktan ayağa kalkan anne, yan odaya gir­di. Elinde yaldızlı kağıtlarla sarılmış bir paketi küçük Cemal'e verdi.

Al bakalım oğlum. Bu sana bayram hediyemiz.

Aç bakalım, dedi babası, beğenecek misin? Heyecanla elindeki paketi açmaya çalışan Cemal, içindekinin ne olduğunu merak ediyordu. Paketin içindeki son kağıdı da kaldırınca gözlerine inanamadı.

Aman Allahım! dedi sevinçle. Bu tam benim istediğim gibi.

Eline aldığı oyuncak bir tabancaydı. Merakla bakıyor, inceliyordu.

Ne kadar da gerçek, dedi sayıklarcasma.

Biran durdu. Annesine ve babasına baktı. Gülümseyerek onu izliyorlardı. Hemen atılıp annesinin babasının ellerinden öptü, teşekkür etti.

Çıkabilir miyim? dedi. Arkadaşlarıma da göstermek istiyorum.

Başını "olur" anlamında sallayan annesi ve babası arka­sından gülümsüyorlardı.

Sağolasın Ahmed! Bu bayram günü Cemal'i çok sevin­dirdin. Sahi nerden buldun? Çok sahici görünüyor.

Dün, dedi kocası. Alış-veriş yaparken rastgeldim. İçimden oğlumu sevindirmek geldi, aldım.

Dışarı çıkan küçük Cemal, elindeki oyuncak tabanca­sıyla hızlı hızlı koşuyordu. Sokağın başında bekleyen yaşıtı bir grup arkadaşına kavuştu. Gururlanarak:

Bakın, dedi elindeki oyuncak tabancasını göstererek. Nasıl beğendiniz mi?

Sahici gibi ya, değil mi?

Nereden buldun Cemal?

Babam aldı, dedi Cemal kasılarak, bayram hediyesi.

Arkadaşlarıyla oyuna dalan küçük Cemal mutluydu. Herkesin İmrenen bakışları arasında elinde oyuncak taban­casıyla bir o yana bir bu yana koşuyor, arkadaşlarıyla şaka-laşıyordu.

Ansızın uzakta bir askeri cemse görüldü. Elinde uzun namlulu bir silah bulunan İsrailli keskin nişancı Cemal'i elindeki oyuncak silahıyla görünce, hiç tereddüt etmeden iki defa tetiğe dokundu.

Başından ve karnından vurulan küçük Cemal, kanlar içinde yere yığıldı. Cemal'i yerde gören çocuklar bir anda deliye döndüler. Herkes kaptığı taşı askeri cernseye doğru fırlattı. Arkadaşlarının intikamım almak isteyen küçük ço­cuklara katılım birden arttı. Nereden çıktığı belli olmayan birçok insan taş olup aktı adeta.

Ailesine haber verilen Cemal için ambulans beklenir­ken babası yetişti. Arkasından annesi feryatlarla geliyordu.

Cemaal, yavruum!

Yerde kanlar içinde yatan oğlunun basma gelen kadın onu kucağına almış hıçkırıklar içinde ağlıyordu.

Yavrum, aç gözlerini, haydi Cemal'im.

Herkes ağlıyor, mazlumane manzarayı seyrediyordu. Kanıksanmayan bir manzaraydı bu. Bayramlarının dahi zehir edilmesine alışan bir halktı Filistin halkı. Siyonist zul­mün gölgesinde her türlü zulmün cefasını kaç nesildir ya­şıyordu. Bağışıklık kazanmıştı bu halk adeta zulme, acıya, eziyete, ızdıraba, hakarete...

Bir bayram sevincini dahi yaşatmadılar bize.

Kursağımızda kaldı

Allah kahretsin siyonistleri, kahretsin.

Kahrolsun İsrail!

Ne istediler bir çocuktan?

Tepkiler arasında babasının kollarında sedyeye konu­lan Cemal, ambulansa bindirildi. Hastaneye acil bir şekilde yetiştirilir yetiştirilmez ameliyata alındı. Hastane koridor­larında ne yaptıklarını bilmez bir halde, sönmeyen bir ümitle ameliyathanenin kapışma bakıyor bir müjde bekli­yorlardı. İkide bir açılan kapıdan giren çıkan hemşireler ko­şuşturuyordu.

Bir saat kadar sonraydı. Ameliyathanenin kapısı açıldı.

Ağır adımlarla Ahmed Hatib'e yaklaşan doktorun gözlerin­de hüzün vardı. Cemal'in anne-babasma baktı. Her ikisi de doktora ümitle bakıyor, adeta "sakın bize kötü bir haber verme" dercesine yalvarıyorlardı. Başını önüne eğdi, susup kaldı.

Doktor, dedi Ahmed Hatip. Ne oldu doktor? Neden susuyorsun?

Susuyordu doktor, ne diyeceğini bilemiyordu.

Maalesef dedi doktor üzgün üzgün, başınız sağ olsun.

Olamaz, olamaz, dedi annesi çığlık çığlığa. Cemalim, Cemalim...

Kocasına sarılıp hıçkira hıçkıra ağladı. Ahmed Hatip ise donup kalmış hiçbir şey diyemiyordu, adeta şoka girmişti.

Birkaç saat sonra oğlunun cenazesini almak için resmi evrakları dolduran Ahmed Hatip, formda gördüğü organ bağışıyla ilgili şık üzerine durup düşündü. Oğlu vasıtasıyla başka insanlar hayat bulabilirdi. Onların yaşamasında oğlu­nun etkisini, bir parçasını hissetmek... "Tuhaf bir duygu bu" dedi. "Oğlumun organlarını bağışlamak istiyorum doktor bey, umarım başka çocuklar bu vesileyle kurtulur."

Doktor elindeki dosyaları karıştırıp biraz sonra;

Ahmed Hatip Bey, dedi. Oğlunuzun organlarıyla şu anda organ bekleyen altı çocuğa tedavi imkanı doğmuş durumda. Zira doku yapılan uygun. Yalnız...

Susmuştu doktor. Ahmed Hatib'e endişeyle bakıyordu.

Ne oldu doktor, dedi Ahmed Hatib, neden garip garip bakıyorsunuz?

Şey, yalnız doku yapıları sizin oğlunuzun organlarına Son kelimeyi vurgulayarak bir anda söylemişti. Kulak­ları uğuldayan Ahmed Hatib "İsrailli" sözünü duyunca bir anda öfkelenmek istedi. Yıllardır enselerine zulümden baş­ka bir şey yağdırmayan İsrail değil miydi? Nice çocukla­rın/insanların organlarım uluslararası piyasaya pazarla­yan, devlet gücüyle organ mafyalığı yapanlar onlar değil miydi? Şimdi de onların çocuklarına hayat vermek...Hem j de oğlunun organlarıyla...Hayır hayır, olacak iş değildi bu. Celladını beslemek gibi bir şeydi!

Ama hayat bulacaklar, fıtratları İslam üzere yaratılmış masum çocuklardı...Belki  bu tutum onların hidayetine ve kalıcı bir çözüme, karınca kararınca vesile olabilirdi. Ağır ağır başını kaldırıp doktora baktır

Onlar çocuk, dedi. Onların bir suçu yok.

İki gün sonra bir televizyon muhabiri Ahmed Hatiple röportaj yapıyordu.

Ahmed Hatib Bey, dedi muhabir; İsrail ordusunu da­va etmeyi düşünüyor musunuz?

Hayır, dava etmeyi düşünmüyorum, İnanıyorum ki gelecekte bu çocuklar zaten İsrail'i yargılayacaklar,

Onlar hem oğlunuzu vurdular, hem de siz oğlunuzun organlarını iki İsrailli çocuğa bağışladınız. Niçin?

Her şey, dedi Ahmed Hatib kamera merceğinin odak noktasına bakarak, her şey Filistin için... Herkesin Filistin için ve kalıcı bir çözüm için mutlaka yapabileceği bir şey vardır...

 

Taş

 

Elindeki kitabı kapattı. Koltuğuna yaslanıp başını ge­riye doğru kaldırdı. Yorulmuştu. Elleriyle şakaklarına hafif bir masaj yaptı. Biraz rahatlamıştı.

Bakışlarıyla yeni taşındığı odasını süzdü. Her şey tam istediği gibiydi. Sağ duvardaki kitaplık tıklım tıklımdı. Tek tek özenle yerleştirmişti kitaplarını. Masası ceviz kaplamay­dı. Üzerindeki bilgisayarla internete giriyor, her konuda ko­laylık yaşıyordu. Koltuğu, rahat ve ortopedikti. Karşı du­vardaki deniz manzaralı bir tablo, onu hayaller alemine sü-rüklüyordu. Sol tarafındaki pencereden üniversitenin çam ağaçlarıyla kaplı yeşil alanını seyrettikçe, ruhuna bir dingin­lik geliyordu. Manzara, adeta canlı bir natürmorttu.

Bu odaya yerleşmek için az mücadele etmemişti hani. Meslektaşlarıyla çekişmesini hatırladıkça tatlı bir tebessüm belirdi dudaklarında.

Doçentti Atilla Bey. Bu mevkiye gelmek için uzun yıllar uğraşmış, gecesini gündüzüne katmıştı. Hayat maratonun­da hedeflediği her şeye sahipti. Sürekli yükseldiği bir kari­yeri, geniş ve konforlu bir evi, lüks bir arabası, iyi bir eşi ve bir de 6 yaşında bir kız çocuğu vardı. Daha ne isteyebilirdi ki?

Fakat bir de profesör olabilseydi. Ah! O günleri de göre­bilecek miydi? O zaman mutluluğuna diyecek olmazdı. Aniden daldığı hülyalardan sıyrıldı. Kapı vurulmuştu.

Gir! dedi yüksek sesle.

İçeriye elinde çay tepsisi ve günlük gazeteyle Osman

Efendi girdi.

Hocam! Size taze çay getirmişem. Yeni demledim.

Sağ olasın Osman Efendi. Ellerine sağlık.

Aha bu da gazeteniz hocam. Bi emriniz var mı?

Teşekkür ederim Osman Efendi. Sana zahmet oldu.

Estağfirullah hocam!

Üzerindeki mavi önlüğüyle saygılı bir şekilde kapıyı çe­kip gitti. Gerçekten tavşan kanı gibi kıpkırmızıydı masasın­da duran çay. Hamarattı Osman Efendi, Tüm öğretim görev­lileri çayını methederdi. Lezzetle yudum yudum içerken, elini günlük gazeteye uzattı.

İlk sayfaya baktığında gördüğü manzara karşısında so­lunum borusuna kaçan ağzındaki çay burnundan akmış, şiddetle aksirmıştı. Masanın üzerindeki kitaplara ve bilgisa­yar klavyesine kadar sıçrayan damlalar, neşesini kaçırdı.

Vahşetti gördüğü manzara: Birkaç aylık bir bebek sedye üzerinde kalabalıklar arasında taşınıyordu. Çıplak görüntü­sünde göğsüne, başına aldığı onlarca mermi vardı. Gazete, olayı "Bebek Katili İsrail!" diye sürmanşetten vermişti.

Midesi bulandı aniden. Tiksinti duydu. Hemen gazete­yi kapatıp çöp kutusuna fırlattı.

Nereden çıkmıştı şimdi bu huzursuzluk? Ne güzel ha­yaller düşlüyordu. Zehir olmuştu Osman Efendinin o güzelim çayı. Filistin, İsrail zulmü altında kan ağlıyormuş. Be­bekler öldürülüyormuş. Her gün yüzlerce insanın evi, başı­na yıkıhyormuş. Nice anneler kocasız, nice çocuklar babasız kalıyormuş. Çocuklar ve gençler İsrail askerlerine karşı taş­larla savaşıyormuş. Tek silahları sapanlarmış. "Bana ne!" dedi kendine. "Bu onların kaderi. Beni ilgilendirmez."

Pencereye yöneldi; açtı. İçeri dolan güzelim çam koku­sunu çekti içine. Yerdeki kozalaklar arasında yürüyen kızlı erkekli öğrencileri seyretti. Neşeli, mutluydular. Aralarında şakalaşıyor, yerden topladıkları çam kozalaklarını birbirine atıyorlardı.

Saatine baktı. Artık gitme zamanıydı. Masasını topladı. Ceketini giydiği gibi soluğu arabasında aldı. Kontağı açıp yola çıkarken, az önce odasında yaşadıklarını unutmuştu bi­le. Filistin, İsrail, bebekler, acı, ızdırap, ölüm... Hepsini çalış­ma odasına kilitleyip hapsetmişti.

Arabasını müzik eşliğinde keyifle sürerken direksiyon­daki elleriyle de tempo tutturmuştu. Akhna kızma oyuncak almak geldi. Onu sevindirecekti. "Babacığım! deyişini yerim senin" dedi kendi kendine. Tabi bu arada eşine de sürp­riz yapmalı, sevdiği kırmızı gülleri almalıydı.

Akşam yemeğinin garnitürünü görünce, eşine övgü­ler yağdırdı. Yemeğin çeşnisini şimdiden damağında hissetmişti.

Yemekten sonra nümayişli oturma salonuna geçmişler­di. Kızma aldığı konuşan Cindy bebeği ve eşine verdiği kırmızı güllerin mutluluğuyla doluydu yüreği. Küçük kızı, ko­nuşan Cindy bebeğine ne de çok sevinmişti.

Akşam haberleri için televizyonu açıp ailece karşısına oturdular. Biraz sonra spiker yeni bir haber veriyordu:

Sayın seyirciler! Dün akşam saatlerinde Gazze'nin Nu-sayrat Mülteci Kampını basan İsrail askeri birlikleri, henüz birkaç aylık olan bir kız çocuğunu öldürdüler. Adeta kalbu­ra dönen bebeğin...

Gerisini duymadı Atilla Bey. Boğazına bir şey takılmış-çasına yutkunuyor, gözlerini ekrana gelen bebeğin cesedin­den ayıramıyordu. Etrafında binlerce öfkeli insan vardı. Ka­ça koca tankları taşlayan nefret yüklü çocuklar, ellerinde sa­panlarla direniyordu. Genç bir kadın, kalabalıklar içinde sü­rekli ağlıyordu. Annesi olmalıydı. Gayri ihtiyari eşinin elini sıktı. Sanki içinden bir şeyler kopuyordu.

Ekrana kızı yaşında bir kız çocuk yansıdı. Ağlıyordu. Toz-toprak içinde sicim sicim gözyaşları akıyordu yanakla­rından.

Ansızın ayakları dibinde oturan kızının ayağa kalktığı­nı fark etti. Kanepedeki Cindy bebeğini aldı ve ekranda ağlayan yaşıtı kız çocuğuna uzattı. "Ağlama!" dedi saf ve ma­sum sesiyle."Al! Bu senin olsun"

Artık tahammülü kalmamıştı Atilla Beyin. Nereden çık­mıştı bu haber? Sırası mıydı? "Kapat şunu!" dedi eşine sinir­li sinirli. Eşi yerinden sıçrarcasma kalkmış, hemen televizyo­nu kapatmıştı. Küçük kızı ise elinde Cindy bebekle televiz­yonun Önünde kala kalmıştı.

Ertesi sabah arabasıyla üniversiteye giderken, yine unutmuştu akşam yaşadıklarını. Neşesi yerindeydi. Araba­sını park edip temiz koridorlardan dudaklarında bir mırıltıyla çalışma odasına yöneldi. Kapının Önüne geldiğinde ka­pıya afili bir yazıyla monte edilmiş, sarı renkli bir metal üze­rine kazınmış ismine kasılarak baktı: "Doç. Dr. Atilla ÖZ-TÜRK."

İçeri girdiğinde saatine baktı. Dersine on dakika vardı. Hazırlıklarını gördü. Yanma ders kitabını ve notlarını alıp anfiye yöneldi.

Sınıfa girdiğinde doğruca kürsüsüne çıktı. Yüksek sesle yoklamasını aldıktan sonra, karşısındaki öğrencilere baktı.

Arkadaşlar! diye başladı. Geçen dersimizde "Yapı Ba­kımından Sözcükler" konusuna başlamış, basit sözcükleri bitirmiştik. Bugün de türemiş sözcükler üzerinde duracağız.

Bir öğrencinin elini havada görünce durdu.

Evet Engin! Seni dinliyorum.

Hocam! Bize vereceğiniz ders notları varsa, not tutma­yalım.

Sinirlenmişti Atilla Bey.

Bakın arkadaşlar! dedi. Kaç defa söyledim! Sınıfta ko­nuştuğum her şeyden sorumlu olduğunuz için not tutmanız menfaatiniz icabıdır. Hazıra konmak yok. Ancak size dersin sonunda yapım ekleri'nin alfabetik sıraya göre bir listesini vereceğim. Ayrıca vereceğim bibliyografyadan da faydala­nabilirsiniz.

Tekrar kaldığı yerden devam etti.

Sözcüklerin anlamını değiştirerek onları yeni ve başka bir sözcük haline getiren eklere yapım ekleri denir. Bu tanı­ma göre şu sözcükler hakkında ne diyebiliriz? Silgi, gözlük, taşhk...

Öndeki öğrenci elini kaldırınca;  Evet Özcan seni dinliyorum, dedi.

Hocam! Silgi kelimesinin kökü silmekten gelir. Aldığı "gi" yapım eki, ona silmekle ilgili bir anlam yüklemiş, onu isimleştirmiştir. Yani başka bir anlam katmıştır.

Atilla Bey, gözlük kelimesini de başka bir Öğrencisine sordu. Tamamen kendisini dersin havasına kaptırmıştı. Konsantresi yapım eklerine yoğunlaştığından aklında başka bir şey yoktu.

Bir ara son kelimeyi cevaplandıran ayaktaki öğrencinin sözünü kesip;

Mehmet! Taş kelimesinin -Uk ekiyle başka bir kelime türettiğini söylemen doğru, dedi. Fakat taş kelimesinin ne olduğunu söylemedin. Taş kelimesi sana neyi hatırlatıyor?

Mehmet, diğer öğrencilerden tabiatı itibarıyla farklıydı. Hocasına baktı. Mehmet'in verdiği tek kelimelik cevap, bu­lunduğu kürsüden anfiye yayılıp duvarlarda dalga dalga yankılandı:

Filistin!

Gerisini hatırlayamadı Atilla Bey. Gözlerinin önünde tablolar canlandı birden: Taş, Filistin, kurşunlanmış, eller üstündeki bir bebeğin cenazesi; elleri taşlı, başları puşili ço­cuklar, gençler; tanklar, ağlayan kadınlar... "Katil İsrail" di­ye slogan atan insanlar... Askerler; acı, ızdırap, zulüm...

Gözlerini kapatsa da, kulaklarını tıkasa da kaçamayaca­ğı bir gerçek vardı karşısında: Filistin!!!

 

21 Ağustos 1969!..

 

Pencereye doğru yanaştı. Kurulan barikatlara baktı. Mahzun görünüyordu ihtiyar imam. Saçı sakalı ağarmış, ya­şı ilerlemişti. Yine de söz konusu Mescid-i Aksa olunca sız­layan bedenine bir hareketlilik, ruhuna bir canlılık gelirdi.

Barikatları meydana getiren gençlerin içinde kendim de koşturuyormuş gibi gördü. Az mı çatışmıştı işgalci İsra­il askerleriyle? Az mı savunmuştu çevresi kutsal kılman bu mescidi? Şimdi vücudu çökmüş, kemikleri sızlamış olsa bi­le direnişten vazgeçemezdi.

"İşte canım! İşte kanım! İşte sen ey Aksa" dedi ihtiyar imam. "Yeter ki iste! Sana adanan, sen diye atan nice yürek­ler var."

1986 yılının 14 Ocak'ıydı. İsrail parlamentosu Knesset'in bazı milletvekilleri; işgalci askerlerin koruması altında Mes­cid-i Aksa'ya girmek, hürmetini çiğnemek istiyorlardı. Buna karşın Aksa'nm girişlerinde İslami Hareket mensubu gençler tarafından barikatlar kurulmuştu. Aksa'mn izzetini korumak, parlamenterlerin necis ayaklarına çiğnetmemek için...

İhtiyar imamın kıpırdayan dudakları göklerle rabıta kurmuştu. Allah'tan bir nusret, bir sebat dileyen sözcükler­le dolaştı dergâh-ı ilahide. Bir aşk, bir vecd iştiyakmdaydı.

Sonra düşünceler denizinde maziye sürüklendi. Bu, Mescid-i Aksa'nm uğradığı ilk saldın değildi. Son da olmayacaktı. O güne dek bu kutsal mabede yapılan saldırılar bir

bir geçti zihninden.

21 Ağustos 1969 yılıydı. Michael Deniş Rohen adlı bir Yahudi genci Siyonist doğmanın sarhoşluğuyla Aksa'yı yakma girişiminde bulunmuştu. Tarihi minberi tamamen yanarak kül olan bu meşum sabotajda Aksa, büyük bir za­rar görmüştü.

Nisan 1980 yılında haham ve parlamenter olan Meir Kahana; Mescid-i Aksa'nm bir yerine yerleştirdiği bol miktardaki patlayıcıyı ateşlemeye teşebbüs etmiş, Allah'ın lüt-fuyla başaramamıştı. O haham ki Knesset'e milletvekili se­çildiğinde Mescid-i Aksa ve Kubbetü's-Sahra'yı yıkmak, yerlerine Siyon Mabedini inşa etmek için her yola başvura­cağına dair yemin etmiş biriydi. Fakat Allah, ona bu fırsatı vermemişti.

Yine 1982'nin 8 Nisan'ıydı. Siyonist Kah örgütü başka bir Siyonist terör örgütüyle Aksa'yı havaya uçurma adına ortak planlar yapmıştı. Aksa'mn girişlerine çok sayıda pat­layıcı yerleştirdüerse de başarılı olamadılar. Zira Aksa'yı koruyan görevliler patlayıcıyı bulup ortaya çıkarmıştı.

Bu olaydan iki gün sonra yine haham Meir Kahana ve çılgın taraftarları zorla Mescid-i Aksa'ya girmek istemişti. Onlara set olan mesdd cemaati, çıkan çatışmada caminin iki korumasını şehid vermişti. Fakat Aksa'nm çilesi bu kadar değildi elbette. Bir yıl sonra 1983 yılının 21 Mart'ında Ak­sa'yı yıkma adına değişik bir Yahudi tezgâhı fark edildi. Ak­sa'ya girmek için kazılmış gizli bir tünel bulundu. Bu; ilahi bir yardımdı. Yüce Allah, çevresini mübarek kıldığı bu maz­lum Mescidi bir daha korumuştu.

1984 yılının 27 Şubat'mı da hatırlamadan edemedi. O gün bir grup silahlı Yahudi, çıldırmış gibi Aksa'ya, Rahmet kapısından içeri girmek istemişlerdi. Maksatları cemaati katletmek, katliam yapmaktı. Yahudi doğması, siyon mabe­dini inşa üzerine bina edilmiş, beyinleri fitne ve fesat du­muruna uğratmıştı. Ancak hesaplanmayan bir şey vardı ki Allah'ın yardımıydı, lütfü ilahiydi. Kutsal mabedi Kabe'yi; Ebrehe ve fil ordusuna karşı koruduğu gibi, Aksa'yı da ko­rumuştu. Minik ellerdeki taşlar küçük; ama caydırıcılığı top mermileri kadar büyüktü. Nihayet bu badire de atlatılmıştı. Bir katliam daha önlenmişti.

"Ne çok badireler atladın sen ey mazlum mescid, maz­lum Aksa'm!" sözcükleri döküldü ihtiyar imamın dudaklarından. "Hangisini söylesem, hangisini dile getirsem... An-dolsun seni korumak, hürmetini ayaklar altına almak iste­yen bu lanetli güruha karşı savunmak boynumuza borçtur. İşte canım, işte kanım!"

İçinde fırtınalar kopuyordu ihtiyar imamın. Düşünce­ler denizinde sükûnet bulmayan bir fırtınada medcezirler yaşıyor; fakat sebatla direniyordu azgın dalgalara karşı.

Barikatlara takılan gözleri bir hareketlilik gördü. Elle­rinde taşlar, yüzlerinde puşilerle mescit gençleri tarafından içeri girmek isteyen asker ve parlamenterlere karşı bir dire­niş başladı. İhtiyar yüreği hızla çarptı. Bir heyecan bir hareketlilik sardı bedenini. Şahit olduğu çatışmanın içinde buldu kendini. Nasıl gelmiş, nasıl ulaşmıştı bilemedi! Yaşanan hen­gâmede o da bir er, o da bir direnişçiydi. Aksa direnişçisi,

Kudüs savaşçısı...

Genç kalplerle beraber direnen ihtiyarın kalbi gençleş-mişti adeta. Askerlerin saldırılan altında dimdik bir duruş, yıkılmayan bir onur sergilemişti.

Geri çekilen askerler barikatlara tekrar saldırdılar. Yek vücut olmuş bir direnişle karşılaşan askerler tutunamayıp geri çekildiler. Arkalarındaki parlamenterler ise çıldırmış boğalar gibiydi. Aksa'ya girememek, beklemedikleri bir di­renişle karşılaşmak onları delirtiyordu. Askerlere habire emirler yağdırırcasına bağırıyor, İbranice sözcüklerle tehdit­ler savuruyorlardı. Fakat ne çare... Barikat aşılmıyordu. Ac-ziyetin ifadesi geri çekilmek oldu. Mescidin dışına kadar ge­ri çekilen askerler, yardıma gelen müslüman gençlere saldır­dılar. Çatışma şiddetlenmişti. İhtiyar imamın bir serçe misa­li çarpan yüreği hızlı hızlı attı. Sızlayan bedenine aldırma­yan bir çeviklikle çatışmanın içindeydi. Adeta savaş alanın-daymış gibi "Allahu Ekber" nidalarıyla saldırıyordu işgalci

askerlere. Fakat ne mümkün..

Başlarında çelik miğfer, vücutlarını saran koruyucu zırh­lar, ellerinde sert kalkanlar ve coplar... Kendinden geçen bir aşkla vuruşurken ince bir sızı hissetti başında. Gayri ihtiya­ri başına giden elinin parmaklarında kırmızı bir sıvı gördü. Gökler yarıldı o anda. Kendine doğru gelen güzel yüzlü si' malar, uzanan eller, tebessüm eden çehreler gördü. Arşa da­vet vardı. Kanlı eli uzanan ellerle kenetlenince "Vallahi ka­zandım, vallahi kazandım!" dedi. İlahi davete doğru ruhu uçup atlas iklimin maviliklerinde gözden kayboldu...

 

Sabra- Şatilla Öyküsü

 

16 Eylül 1982! Yer; Güney Lübnan'ın Sabra-Şatilla kampları! Benzeri görülmemiş bir vahşet, bir Siyonist katli­amın yaşanacağı ilk gün... Sokaklar sessizliğe bürünmüştü. İncin top oynuyordu adeta. Derme çatma mülteci evleri, içinde yürekleri pırpır atan çocukları, kadınları ve ihtiyarla­rı barındırıyordu. Herkes olacakları düşünüyor, tedirginlik içinde bekliyordu.

İkindi vaktiydi. Dar sokaklardan süzülen bir gölge önünde durduğu kapıyı iki defa aralıklı iki defa da art arda tıkladı. Hafifçe aralanan kapıdan muhatabını tanıyan ev sa­hibi kapıyı açtı. Bakışlarıyla selamlaştılar. Sessizce salona geçip kitaplığın önünde durdular. Ev sahibi kitaplığa sağ­dan yüklenince gizli bir bölme açıldı. İkisi de içeri girip dehlizlerden yürüyerek geniş bir odaya vardılar.

İçeride birkaç kişi daha vardı. Hepsi endişe dolu göz-'erle gelen ihtiyara baktılar.

"Selamün Aleyküm ya İhvan" dedi. ihtiyar tok bir sesle.  Aleyküm-es selam ve rahmetullah" sesleri yükseldi oturanlardan.

Ayağa kalkıp yer verdiler. Mindere oturan ihtiyar 70 yaşlarmdaydı. Başındaki beyaz kefiyesi, aklaşmış sakalı ve yüzündeki izler büyük bir endişenin, bir ıstırabın sorumlu­luğunu yansıtıyordu. Oturanlar da aynı endişeden hali

Nitekim içlerinden biri dayanamayıp konuştu. Adeta çaresizliğin sesiydi duvarda yankılanan.

Ebu Halid! Dün İsrail askerleri kamplarınızı kuşattı. Kimsenin dışarı çıkmamasını anonslarla duyurdular. İşbir­likçi Hıristiyan milisler de onlarla beraber onların emrinde hareket ediyor. Kampların çevresinde kimi görmüşlerse he- | men öldürmeye başlamışlar. Çocuk, kadın, yaşlı demeden... Kaçabilenler Akka ve Gazze hastanelerine sığınmışlar. Halk korkudan evlerinden dışarı çıkamıyor.

İhtiyar Ebu Halid karşısındaki arkadaşına baktı. Göz­yaşlarına direnen bu adam; acıyı, çileyi alın yazısı edinmiş binlerce Filistinliden biriydi. Tüm derdi Filistin'in, Mescidi Aksa'nm özgürlüğüydü. O günlerin özlemiyle tutuşan gön­lü, yıllara meydan okuyor, ihtiyar bedenini genç kılıyordu. - Mansur! Kardeşim! dedi, Ebu Halid. Seni anlıyoruz. Zaten hepimizi bir araya getiren ortak endişemiz bu değil mi? İnsanlarımızı bu kuşatmadan kurtarmanın yollarını arı­yoruz. İşgalci İsrail'in başbakanı Begin ve onun savunma bakanı Ariel Şaron, yerli hristiyanlarla işbirliği yapıp onlar­la birlikte kamplarımıza saldırıyor. Söylentilere göre büyük saldırılan bugün veya yarın olacakmış. Eminim herkesi öldürseler yine kana doymayacaklardır. 1948'den beri yüzbin-lerce Filistinliyi öldürmeleri, kinlerini tatmin mi etti sanki?

Ama bir şeyler yapmamız gerek. Burada öldürülmeyi mi bekleyeceğiz?

Elbette değil! Bugün sabah dört kişilik bir heyet oluş­turduk. İsrailli yetkililerle görüşmeleri için gönderdik. Kamplarda çocuk ve kadınların dışında hiçbir direnişçinin bulunmadığına onları ikna edeceklerdi.

Mansur durdu. Aklına gelen endişeyi hemen söyleyi­verdi:

Sakın hâlâ dönmediklerini söyleme!

Ebu Halid belli belirsiz bir noktaya diktiği gözlerini oturanlara çevirdi.

Maalesef hala dönmediler.

Kesinlikle dördünü de kurşuna dizmişlerdir. Herkesin gözlerinde ortak bir endişe okunuyordu. Ay­nı fikirdeydiler. Bir daha asla o heyet geri dönmeyecekti.

Ahmed Hüsnü'yü tanırsınız dedi, Ebu Halid. Hani ya­nımızda çalışan şu Mısırlı işçi. Güvenilir ve cesur bir adam­dır. Bu sabah yanma 50 kadın alarak kamptan ayrıldı. İnşal­lah sağ-salim onları uzaklaştırır. Herkes bir şeyler yapmaya çalışıyor. Bizler de istişare etmeli, bir şeyler yapmalıyız.

Ebu Halid bir saat sonra buluşma evinden ayrılırken karanlığın çökmesine birkaç saat vardı. Dalgın dalgın ilerliyordu. Köşeyi dönünce aniden karşısına çıkan bir ambu­lans, onu yerlere savurdu. Toz toprak içinde burnundan ve başından akan kanlar beyaz entarisini al al lekelere boyadı.

Ambulans hemen durdu. İnenler Ebu Halid'i sedyeye koydukları gibi hızla Akka Hastanesine doğru yol aldılar.

Gözlerini açtığında kendini hastanede ranzada gören Ebu Halid, inledi. Ne oldu bana? Neredeyim?

Burası Akka Hastanesi dede. Doktorun söylediğine göre, ambulans çarpmış seni. Getirildiğinde baygındın. Başmdaki yarayı sardılar. Birkaç saat müşahede altında olman gerekiyormuş. Hastalar çok olduğundan doktor onlarla şu an ilgileniyor. Uyanırsan sana bunları söylemem için beni  tembihledi.

Ebu Halid olanları hatırladı. Henüz yaşadıklarının etkisindeydi.

Şimdi nasılsın?

Soruyu soran genç hastaydı. Başını ona doğru çevirin­ce genci bir ayağı sargılı olarak gördü. Mütebessim bir çehresi vardı.

Teşekkür ederim evlat, iyiyim... sana ne oldu? -Hıristiyan milislerin saldırıları sonucu bu hâle geldim. Ayak kemiğim kırılınca alçıya aldılar.

Geniş hasta koğuşundaki tüm hastaların inlemeleri, Ebu Halid'in ruhunda derin ızdiraplar bırakıyordu. Her şey işgalci İsrail'in zulmünün neticesiydi. Yıllardır yaşadıkları yetmiyormuş gibi, güney Lübnan'daki bu kamplarına da saldıran İsrail azgmlaşmış, zulmünü batıdan aldığı Ameri­kan destekli cesaretle sınırlar ötesine taşımıştı. Hem de uluslararası hiçbir kurala aldırmadan...

Aniden ranzası sallanınca tüm hastalar gibi deprem ol­duğunu zannetti Ebu Halid. Fakat kulakları sağır eden pat­lamalar, sarsıntının sebebini açıklıyordu. Pencereden baktı­ğında Sabra-Şatilla'nm üzerinde toz bulutları yükseliyordu-

Anlaşılan İsrail Jetleri kampları bombalıyordu. Demek ki beklenen an gelmişti. Karanlığın çökmesiyle katliam başla­mıştı. Dudaklarından ilahi bir söz döküldü ayet ayet: "Ka­ranlık çöktüğü zaman gecenin şerrinden Allah'a sığınırım.[1]

Gözlerinden akan yaşlar yanaklarından süzülürken dudaklarından yakarışlar eksik olmuyordu. Koğuştaki her hasta endişe dolu gözlerle pencerelere bakıyordu.

Fazlaca bir zaman geçmemişti ki hastanede bir telaştır koptu. İçeri giren bir hastabakıcı ortalığı velveleye verdi.

-Kaçın! Kaçın! İsrail askerleri geliyor. Her tarafı yağma ediyorlar. Gazze hastanesini bastılar. Herkesi öldürdüler. Buraya da geliyorlar. Çabuk olun...

Fakat unutulan bir gerçek vardır ki buradaki insanların hepsi hastaydı. Kimi sakat, kimi sargılı, kimi de yatalaktı. Nasıl yürüyecek, nasıl kaçacaklardı?

Ebu Halid yerinden doğruldu. Aniden aşağı kattan kurşun sesleri ve feryatlar yükseldi. Telaş ve kargaşa ay­yuka çıkmıştı. Merdivenlerden çıkan İsrail askerleri ve Hı­ristiyan milisler, önüne geleni tarıyorlardı. Koridorun ucunda birkaç Filistinli doktorun İsrailli komutanı ikna et­meye çalışması, bir netice vermedi. Beyaz önlükleri içinde al kanlara boyanmış bir şekilde kurşuna dizildiler. Korido­ra fırlayan hastalar, yağmur misali yağan kurşunlara he­def oldular.

Ebu Halid cesetlerin altma düşmüştü. Başını sıyırıp ge­çen bir kurşun, gözünü kanlar içinde bıraktı. Kendinden ge­çeceği esnada kadınların olduğu koğuşlardan yükselen çığ­lıklar kulaklarındaki son uğultuydu. Tecavüz edilen hasta kadınların çaresiz feryatları, süngülenenler, kurşuna dizi­lenler, askerler, İsrail, Filistin... derken Ebu Halid kendin­den geçmiş, üzerine yığılan cesetlerin altında kalmıştı.

Ertesi gündü. Hastane baskınında sağ kalanlar ranzala­rına yerleştirilmiş, çoğu pansuman edilmişti. İsrail askerleri yabana doktorlara dokunmamıştı. Uluslararası yardım kuruluşlarında çalışan bu doktorlar, hümanistti. İnsancıl yaklaşımlarıyla hastalara yardım ediyorlardı.

Ebu Halid, kendine gelmiş, biraz daha iyiydi. Hastane­den ayrılmaya karar verdi. Bahçe avlusunu geçip karşı sokağa varınca, askeri cemselerin hastaneyi kuşattıklarını gördü. Sindiği yerden olanları izliyordu. Hastaneden yük­selen çığlıklar, feryatlar, pencerelerden atılanlar, kurşunlanan hastalar... Kendini yiyip bitirdi Ebu Halid. Hiç kimseyi sağ bırakmamışlardı bu defa. Kapıda beliren birkaç beyaz önlüklü Doktor, İsrailli askerlerin arasındaydı. Kimi tekme­lenirken, kimi de dipçikleniyordu. "Yabancı doktorlar" dedi içinden. "Anlaşılan öldürmeyip kovuyorlar."

Hemen uzaklaşmaya çalıştı. Bir müddet sonra ilerleme- j nin mümkün olmadığını anlayınca kulaklarında megaf  bir ses çınladı.

Dikkat, dikkat! Tüm kamp sakinlerine duyurulur. Her­kes evinden dışarı çıksın. Aksi takdirde evi başına yıkılacaktır...

Evlerinden çıkan Filistinlileri sindiği yerden izliyordu.

İsrail askerleri ve Hıristiyan milisler, kadınları ve erkekleri ayırdılar. Gözler korku doluydu. Çocuklar ve kadınlar dur­madan ağlıyor, askerlerin ve milislerin saldırılarına maruz kalıyorlardı. Kampın ana meydanına doğru yürütülen erkeklerden onar kişilik grupları askerlerin ayırdıklarını fark etti. Izdırap içinde olacaklara bakarken bir grubun bir evin duvarına yanaştırıldığım gördü. Hemen kurşuna dizildiler. Arkadan gelen dozerler, duvarı Öldürülenlerin üzerine yık­tı. İnfaz tamamdı. Adeta toplu mezarlar haline gelecekti

Sabra-Şatüla.

Elini kalbine götürdü Ebu Halid. Yaşlı yüreği bu kadar acıyı nasıl kaldırabilirdi. Kalbini ovdu. Sızısı azalınca sindi­ği yerden yavaş yavaş çıktı.

Evine doğru harabeler içinde yol alırken girdiği so­kakta duyduğu sesler onu durdurdu. Askerler ve milisler evlerinden çıkmakta direnen Filistinli kadınları kucakla­rında bebeleriyle birlikte süngülüyor, baltalarla öldürüyorlardı. Kimi tecavüze uğruyor, kimi de kızlarıyla birlik­te iğfal ediliyordu. Gözleri karardı. Karşısındaki duvarın gidip geldiğini gördü. Her yer sallanıyordu sanki. Yığılıp

kaldı oracıkta.

Ertesi gün 18 Eylül sabahıydı, Bû vahşet gece boyunca devam etmişti. Gözlerini açtığında ortalığın büyük bir ses­sizliğe gömüldüğünü fark etti Ebu Halid. Ortalıkta askerler ve milisler görünmüyordu. Yürüyecek mecal bulduğunda ağır ağır yola koyuldu. Ortalık cesetten geçilmiyordu. Be­bekler, çocuklar, kadınlar, yaşlılar... Gözlerinden yaş da ak­mıyordu Ebu Halid'in. Kurumuştu göz pınarları.

Ortalıkta askerlerin ve milislerin olmaması dikkatini çekmişti. Hızla koşan bir kadını durdurdu. Meğer İsrailliler ve milisler bu sabah kamptan ayrılmıştı. Arkalarında bir

katliam bırakarak.

Evine yakın geldiğinde asla unutamayacağı bir manzarayla karşılaştı. Eşi ve çocukları birer birer yerlerdeydi. Bir robot gibi yanlarına sokuldu. Eşinin cesedine baktı iffetli ve temiz bir hayat sahibiydi. Gözleri çocuklarının cesedine kaydı. Masum ve mazlum çocuklar, dalından hoyratça ko­parılmış çiçeklerdi.

Birden gözleri gelininin cesedine takıldı. Henüz yirmi beşinde pür tane bir gelindi. Gördüğü şeyler gözlerini kamaştırdı. "Allah'ım!" dedi. Dirilmiş bir feryatla "Nasıl ya­parlar bunu? Nasıl bu kadar zalim olabilirler?"

Gelininin yanında yatan bebeğiydi. Karnı yarılarak süngü ile alınmış yere atılmıştı. Gelinini ve bebeğinin vücu­du kevgire dönmüşçesine süngülenmişti. Ansızın bir ağrı hisseti sol tarafında. Hareketsiz kalacak kadar şiddetli ve keskindi. Gözleri büyüdü dudaklarından zorla "Allah'ım !" sözcüğü çıktı. Ellerini kalbine götürdü. Oracıkta yığılıp kal­dı. Ruhu atlas iklimin maviliğinde ailesi ve Sabra-Şatilla sa­kinleriyle beraber uçarken, geride 3500 kişilik bir katliam, bir Siyonist vahşetin unutulmaz eseri kalmıştı..

 

İman El-Hams

 

Adımlarını hızlandırdı. Süratle uzaklaşmaya çalışı­yordu. Küçük yüreği pır pır ediyor, hızlı hızlı atıyordu. Evlerini uzaktan gördüğünde derin bir nefes aldı. Biraz rahat­lamıştı. Fakat yüzündeki tedirginlik ifadesi hâlâ kaybolma­mıştı.

Annesi kapıyı açınca küçük kız soluğu salonda aldı. Üzerinde mavi renkli okul üniforması, elinde çantasıyla ansı­zın içeri giren kızını gören evin reisi, bir tuhaflık olduğunu sezmişti. Kızının rengi uçmuş, yüzü kireç gibi olmuştu. Yaşa­dığı tedirginlik hemen fark ediliyordu.

"İman! Kızım, neyin var? Ne oldu?"

Arkasından yetişen annesi de şefkat ve merhamet dolu bir sesle sordu:

"Ne oldu kızım? Kireç gibi beyazlaşmış yüzün. Anan kurban olsun sana. De anneciğine haydi. Ne oldu?"

Endişesi sükunete eren küçük kız;

intifada öyküleri

"Ne olacak anne" dedi. "Oradan her geçişte, askerleri her gördüğümde yüreğim ağzıma geliyor. Silahlarını göstererek bizi korkutuyorlar..."

"Korkma kızım!" dedi babası güven aşılayan bir sesle.

"Onlar hiçbir halt edemezler."

"Ama baba!" dedi küçük İman. "Daha geçen gün İsrail tankları 10 ve 12 yaşlarındaki Kadir ve Rağde'yi okullarında ateş ederek şehid etmediler mi? Hem de sınıfta sıralarında oturuyorlarken... Vücutları tankların ateşleriyle paramparça olmuştu..."

Sesi titriyordu İman'ın. 13 yaşlarında küçük bir kız çocu­ğuydu. Henüz ilkokul öğrencisiydi. Gazze şeridinin güne­yinde Refah mülteci kampında yaşıyordu.

Her gün okula giderken İsrail askeri mevzilerinin yakı­nından geçmek zorundaydı. Mevziler ve gözetleme kulelerindeki işgalci İsrail askerlerinin tacizlerine nice kez şahit ol­muş, kendisi de nice kez taciz edilmişti. Her gidiş geliş bir ka­bustu adeta.

Aslında bu tür taciz ve korkutmaları kanıksamıştı. Fakat bazen bu korkutmaların dozajı artığında, küçük kızın külle-nen endişesi de artıyordu. Kız çocuğu olması tedirginliğini

daha bir çoğaltıyordu.

Babası kızının söylediklerine hak veriyordu. Çaresizlik denizinde boğuşan bir suskunluğa büründü. İsrail'in Gazze'ye yönelik yaptığı son operasyonu düşündü. Hâlâ devam eden bu operasyonda şu ana kadar en az 110 Filistinli haya­tını kaybetmişti. Öldürülenlerin büyük bir kısmının çocuk ol­ması kızının endişelerinde haksız olmadığını gösteriyordu.

Ekini ve nesli yok eden Siyonist öğreti, hiçbir insani hak ve hukuk tanımıyordu. Yine de kızma güven vermek istedi.

"Gel bakalım kızım" deyip yanma oturttu. "İstersen seni okula göndermeyelim. Ne dersin?"

"Hayır!" dedi tek kelimelik cevapla. "Ne olursun baba! Beni okuldan alma. Ben okumak istiyorum."

"Peki kızım."

"Beni okuldan almayacaksın değil mi baba?" Tebessüm etti babası:

"Korkma kızım almam."

"Teşekkür ederim baba!"

"Ama okula her gidişte mevzilerin yanından geçmek zo­runda kalacaksın kızım."

"Olsun baba. Ben okumak, doktor olmak istiyorum."

"Doktor olup da ne yapacaksın kızım?"

"İsrail askerlerinin yaraladığı çocukları tedavi edeceğim baba. Onları ölümden kurtaracağım."

"Aferin kızıma!"

Yanaklarında tomurcuklar açan kızım öptü. Saçlarını şef­katle okşadı.

"Bak kızım" dedi. "Bundan sonra okula giderken arka­daşlarınla beraber gidip beraber gel. Sakın ola ki tek başına mevzilerin orasından geçmeyesin. Anlaştık mı?"

"Anlaştık baba."

"Öyleyse yemeğe gidelim. Yoksa annen kızacak."

Ertesi gün takvimler 5 Ekim 2004'ü gösteriyordu. Mev­sim sonbahardı. Hüzün ve hazan mevsimiydi. Aslında her zaman Filistinde dört mevsim hazan, dört mevsim hüzündü.

Kızını kapıda uğurlayan annenin yüreğinde bir sıkıntı vardı o gün. Mana veremediği, sırrına vakıf olamadığı bir sıkmtı... Gitmeye hazırlanan kızını adeti olmadığı halde tekrar tekrar bağrına bastı. Yüzünü, gözlerini öptü. Gece boyunca gördüğü rüyalar onu tedirgin etmişti. Kalabalıklar, İmanın gülümseyen yüzü, tüm vücudunu saran al al güller...

"Anneciğim! Bugün her zamankinden farklı uğurluyorsun beni" dedi İman.

Gülümsedi annesi.

"Bir tanem. İman'ım. Anne yüreği bu kızım. Büyüyünce sen de anlarsın."

Yanağında açan gamzelerle gülümseyen iman, annesini öpüp çalıkuşu misali sekercesine uzaklaştı. Köşeden kaybo­lana kadar kızını seyreden anne, usulca kapıyı kapatıp içeri girdi.

Hava güzeldi. Güneş, bugün farklı ışıldıyordu. Koşarak giden iman, yolda birkaç arkadaşına rastlamak umuduyla et­rafını süzüyordu. Elindeki çantasını elleri arasında değiştiri­yordu. Kimseye rastlayamaması, İsrail askerlerinin olduğu mevzilere yakın geçmek zorunda kalması onu telaşlandır­mıştı.

Ürkek bir ceylan gibi mevzilere doğru baktı. Sol eline ağırlık yapan çantasını sağ eline aldı. Küçük adımlarını hız­landırdı. Bir an önce okuluna varmak istiyordu. Okuyacak, doktor olacaktı. İsrail askerlerinin vurduğu çocukları tedavi edecek, iyileştirecekti. Kadir ve Rağde'yi düşündü...

Ansızın ayaklarının dibinde tozların kalktığını gördü.

"Neler oluyor?" dedi. Uykudan uyanırcasına, panik­lendi.

"Aman Allah'ım! Bana ateş açıyorlar."

Olanca gücüyle tabana kuvvet koşmaya başladı. Kur­şunlar sağından solundan vızıldıyordu. Ancak fazla gideme-den yere kapaklandı. Toz-toprak içinde yuvarlanırken şid­detli bir ağrı hissetti ayağında. Çok acıyordu. Ağrıyı tüm vücudunda hissediyor, ayağa kalkacak mecali kendinde bula­mıyordu.

Gözlerinin önünde güzel bir manzara göründü aniden: Bağ ve bahçeler arasında seyrine doyum olmayan yemyeşil bir vadi... İçinde birçok çocuk cıvıldaşıyordu. Kimi koşuyor, kimi neşe içinde eğleniyordu. Kadir ve Rağde'yi de gördü aralarında el sallıyorlardı kendisine. "Gel!" diyorlardı.

"Burası senin yerin" diye çok güzel bir yeri gösteriyor­lardı.

Gözleri yavaş yavaş kararıyordu. Beyaz önlüklü doktor­lar gördü. Kendisi de aralarındaydı. Üzerinde tıpkı doktorla­rın önlüğü gibi bembeyaz, temiz bir önlük vardı. Çocukları muayene ediyor, onlarla şakalaşıyordu.

Fakat neden her yer birden kararmaya başladı? Bulutlar güneşi neden örtüyor? "Anne, baba!... Kadir, Rağde" inilti­leri arasında göz kapakları yavaşça kapandı. Kendinden geç­ti.

Gözetleme kulesinden küçük İman'ın vurulduğunu gören İsrailli subayın gözleri parladı. "Çocuğuna kadar hepsini öldürmeli" dedi kendi kendine. Kin ve nefret yüklü yü­reğiyle tüm Filistinlileri bir kaşık suda boğsa, doymayacaktı.

Elindeki telsizden yükselen anonslar onu kendine ge­tirdi.

"Komutan R..., komutan R..., tamam!"

"Ben komutan R... Dinlemedeyim, tamam."

"Az önce doğu tarafına koşan küçük bir kız çocuğu bi­zim mevzilerimizden birinden açılan ateşle ayağından vurul­du, tamam."

"10 yaşlarındaki kızdan mı bahsediyoruz, tamam."

"10 yaşlarındaki bir kız... Hendeğin Öte tarafında... kor­kudan ödü patlamış durumda, tamam."

"Ben ve diğer asker öldüğünden emin olmak için yanma gidiyoruz. Durum raporu alıyoruz... Ateş açtık ve öldürdük. Öldüğünü doğruluyorum, tamam!"

Komutan, soluğu yerde yatan İman'm yanında aldı. Kü­çük kızın hâlâ yaşadığım fark edince hemen aklına gelen vahşice fikri uygulamak istedi. Ansızın elini silahına attı. Kü­çük İman'm başına iki el ateş etti. Son bir defa debelenen kü­çük kızın bedeni ebediyen hareketsiz kaldı.

"Zaten öldüğünü rapor etmiştim/' dedi komutan kahka­halar atarak.

Yanındaki asker böyle bir şey beklemediği için şaşkın şaşkm komutanına baktı. Adeta küçük dilini yutmuştu. Ko­mutanının tekrar silahını otomotiğe aldığını gördü. Zaten öl­müş olan küçük İman'm üzerine şarjörünü boşaltmak için doğrulttuğu anda dili çözülen asker, gayri ihtiyari konuştu; "Ne yapıyorsunuz komutanım? Kız zaten ölmüş!" Fakat komutan hiç kimseye kulak verecek durumda de­ğildi. Bir şarjör dolusu mermiyi küçük İman'm bedeni üzeri­ne boşalttı. 17 adet mermi küçük kızın henüz soğumamış be­denini kalbura çevirdi.

Körpe bir beden, gözlerini kin ve nefretin bürüdüğü Ya­hudi dogmasının kurbanı olurken, tüm Filistin semasında küçük İman'm ağıdı dalga dalga yankılandı. Bir yaprak daha koparılmıştı dalından. Adı Kadir, adı Rağde, adı İman el-Hams olan nice masum çocuklar, Fİlistinde Yahudi zulmü al­tında zalimce, vahşice koparıldı dalından sessiz sedasız.

 

Haklıydın Usta

 

Son  parçayı da kamyonete yükledikten sonra, durup eşyalarına baktı. Evinin yüklenme işi tamamdı.

Elizabet, Gazze şeridine 13 yıl önce yerleşmiş bir Yahudiydi. Kendince acısıyla tatlısıyla bir ömür geçirdiği bu yer­den  bu evden şimdi ayrılıyordu. İsrail hükümeti, o ve onun gibi Gazze şeridindeki tüm yerleşimcilere Gazze'yi boşalttırıyor, yeni iskan yerlerine yolluyordu. Bu, tek taraf­lı alınmış bir karar gibi görünse de aslında direnişin zaferiy­di. Elizabet de diğer Yahudi yerleşimciler gibi son ana kadar direnmiş, evini terk etmemek için çaba göstermişti. Fakat her şey boşunaydı.

Eşyalarını yükledikleri kamyonetin başında durmuş, derin derin düşünüyordu. "Ne zor" dedi kendi kendine. "İnsanın yaşadığı topraklardan ayrılması ne de zormuş"

Aklına Filistinliler geldi. Öyle ya, yarım yüzyılı aşkın­dır toprakları işgale uğramamış mıydı? 5 milyon Filistinli,

göçmen değil miydi? Çevre ülkeler ve birçok ülkelerde mülteci Filistinliler oturmuyor muydu? Onlar da kendisi gi­bi düşünmüyorlar mıydı? Kendisi 13 yıllık bir yerleşimciy­ken bu acıyı hissediyorsa, ya onlar...

Acılarını az da olsa anlamaya çalıştı. Ama şimdi... şim­di Filistinliler kazanmıştı; direniş kazanmıştı...İşte Gazze'yi boşaltıyorlardı. Yarın tüm Filistin de boşalhlabilirdi.

"Gıpta ediyorum" dedi sayıklarcasına. "Evet, gıpta edi­yorum tüm Müslümanlara; Allah'a olan imanlarının derinlik­lerine ve bu derinliklerden güç alan sabır ve tevekküllerinin sağlamlığına... Hiçbir şey onların imanını zayıflatmıyor. İşte biz Yahudilerde eksik olan bu. Anlaşılan Allah kendisine na­sıl kulluk edilmesi gerektiğini, O'na tam bir imanla kayıtsız şartsız güvenmenin, şartlar ne olursa olsun kendi yolundan asla ayrılmamanın ne demek olduğunu bize Müslümanlar vasıtasıyla öğretiyor..."

Bir an "Haklıydın usta" dedi kendi kedine. "Sen olmasan da sizden biri oturacak bu evde. Haklıydın..."

13 yıl önceydi. O zamanlar Bayındırlık ve İskân Bakanı Ariel Şaron'du. Yani şimdi Gazze'yi boşalttıran adam... Yani Elizabet'i Gazze şeridinden / evinden çıkaran adam... Halbu­ki onu buradaki yerleşkeye yerleştiren de oydu,

Şimdi boşaltmak zorunda kaldığı bu evi yaptıkları ilk günlerdi. İnşaatta çalışanlar arasında birkaç Filistinli Müslü­man da vardı.

Doğrusu bu Filistinlileri çalıştırmak onu huzursuz etmiş, ama sesini çıkarmamıştı. O günlerde onları ziyarete gelen bir akrabaları;

Aman Elizabet dikkatli ol, demişti. Bunları çalıştırırken gözün üzerlerinde olsun. Size hizmet verirken işi savsaklarlar.

Yarım yamalak yaparlar. Hatta sırf size zarar verebilmek için bu şekilde davranırlar.

O günden sonra Elizabet, çalıştırdığı Filistinlileri daha dikkatli gözetliyordu. Fakat pek göze çarpan bir durum göre­medi. Yine de ihtiyatlıydı.

İşçiler, zamanında işe geliyor işlerini Özenle yapıyor, ak­şama da çekip gidiyorlardı, inşaat henüz duvarların yapım aşamasmdaydı. Birkaç gün içinde duvarlar da tamamlanınca, kalıp atıp beton dökecek ve evin kabasını bitirmiş olacaklardı. Yığma tuğladan çift şeritli yaptıkları bu ev, sağlam kolonlu bi­nalardan daha sağlamlaşacaktı.

Akşam işçiler gittikten sonra inşaatta dolaşmaya başladı. Artık onun da bir evi vardı. Hükümeti ona arazi tahsis etmiş, kimi Yahudi göçmene ev yapmış, kimine de yapması için teş­vik kredisi vermişti. Onlar gibi kimi Avrupa'dan, kimi Rus­ya'dan göçüp bu topraklara gelmiş, yerleşmişti.

İnşaatın her aşaması Eizabeti heyecanlandırıyor, daha bir havalara sokuyordu. Öyle ya, evi olacaktı. Başkasının toprak­larında, başkalarının işgal edilmiş yüreğinde... O, mutluluk­tan uçacakken Filistinliler kan ağlayacaktı. Acı, ızdırap ve zu­lüm üzerine kurulu bir mutluluk fazla sürecek miydi?

Ertesi gün inşaatta çalışanlar sağa sola koşuştururken Eli­zabet de her zamanki gibi gururla onları gözetliyordu. Kimi el arabasıyla harç taşıyor, kimi kiremit, kimi elinde mala duvar örüyordu.

Birden bakışları Filistinli duvar ustasına ilişti. Sanki işi bi­raz ağırdan alıyordu. Yoksa söylenenler doğru muydu? Böyle şeylere mahal vermemeli müdahale etmeliydi. Hemen Filis­tinli ustanın yanma gitti.

Bana bak usta, dedi sert bir dille.

Elinde mala işiyle uğraşan usta ağır ağır döndü. -Bir şey mi oldu bayan Elizabet?

Daha ne olsun usta? Gördüğüm kadarıyla işi savsakla­maya çalışıyorsun. Ağır ağır davranıyor işini geç yapıyorsun. Doğru dürüst yap şu işi. Gözüm üzerinde ona göre.

Filistinli duvar ustası bunca azar karşısında hiçbir şey söylemeden uzun uzun bayan Elizabet'e baktı. Adeta bakışla­rıyla onu eziyordu.

"Sanki beni anlamıyor" diye düşündü bayan Elizabet. "Neden böyle bön bön bakıyor ki? Dur bir daha azarlayayım şunu."

Tam ağzım açacağı anda;

Merak etmeyin, dedi Filistinli duvar ustası sakin ve yu­muşak bir sesle. Bu duvarları bütün ustalığımı alabildiğine se­ferber ederek en İyi, en güzel şekilde özenle örüyorum. İnsan kendine ev yaparken hile yapar mı?

Ne demek istemişti bu adam, bu kinayeli sözlerin anlamı neydi? Ne demekti 'insan kendine ev yaparken hile yapar mı?' Kime yapıyordu bu evi?

Hırsla atıldı. Arkasını dönüp işine koyulan duvar ustası­na adeta bağırdı.

Ne demek istedin usta? Kendine mi yapıyorsun bu evi? İnşaatta çalışan herkes işini bırakmış onları seyrediyordu.

Olacakların nereye varacağını merakla bekleyen bakışların al­tında yavaşça kadına dönen ustanın sözleri havada akisler yapıyordu.

Evet bayan Elizabet. Bu evi kendime yapıyor gibi tüm ustalığımla yapıyorum. Çünkü bir gün gelecek bu evde ben oturmazsam bile, mutlaka bizlerden birinin oturacağım çok iyi biliyorum.

Bağırmak çağırmak geçti içinden bayan Elizabet1 in Fakat hiçbir şey yapamadı. O sakin ve yumuşak edalı sözler karşısın­da tüyleri diken diken oldu. O anda sırtından aşağı buz gibi bir terin aktığını hissetti...



[1] Felak Suresi:3