Öyküler anlatacağım
sana!..
Yaşanmaz dedirten,
katılaşan kalplerimizin, yaşı akmayan gözlerimizin önünde cereyan eden mazlum
bir coğrafyanın öykülerini... Sermayesi taş, gözlerinden akanın yaş olduğu
insanların öykülerini!.. Zulmün başlarından eksik olmadığı, hüznün ufuklarında
kol gezdiği mazlumların öykülerini!..
Ellerinde taşları
tanklarla dans eden çocukların, sapan-larıyla Davudi direniş gösteren
gençlerin, Ebabilce direnişi yazgılaştiranların öykülerini!..
Üzerine çöreklenen
çıfıt zulmünden dolayı matemvari karalara bürünen kubbesiyle Mescid-i Aksa'mn,
yıllardır görülen zulümlerden dolayı kan kaybına uğrayan misali sararan Kubbetu's-Sahra'nm,
Nebiyyi Zi-şan'a basamak olan esir Kudüs'ün, yani... yani Filistin'in, yani
yarım yüzyılı aşkındır yaşanan bir izzet, bir şeref, bir direnişin
öykülerini!..
Öyküler anlatacağım
sana!.,
Hayfa'dan Akabe'ye,
Şeria'dan Gazze'ye, Ortadoğu'nun bağnndaki bir ateş topunun, zaman zaman güney
Lübnan'a, hatta Tunus'a sıçrayan kor bir ateşin öykülerini!.. Gözü yaşlı
annelerin, sokakları dolu yetimlerin, kurşunlanan bebeklerin, çaresizliğin
ihtiyarlattığı babaların, eşlerini kurban veren körpe gelinlerin öykülerini!..
Bak şu sokağa!
Toplanmış çocuklara!.. Ellerinde taş, gözlerinde kurumuş yaş yerine kin, öfke
var. Kıvılcım kıvılcım tutuşan bir nefret çakıyor gözlerinde, bir intikam...
Dinmeyen bir yaradan akan kan...
Ya şu sapam boyundan
uzun olana ne demeli? Saçlan bukle bukle, gözleri şule şule olan ey direniş
kokan çocuk!.. Oyunda olman gereken bir yaştasın; lakin kurşunlarla oyunda
oynaştasın... Öğrendiğin ilk oyun kurşunlarla dans, tanklarla vals oldu.
Taştı, attığın o minik ellerinden eyRami.. Meleklerdi onu isabet ettiren. At
yine ey Rami; at minik ellerinle o taşı... Bil ki o, yüreğindir senin, üzerine
çöken zulme direnişin, izzetin ve şerefin... At ki gün doğsun geceme, ışıklarıyla
bir sabah doğan güneş vursun pencereme...
Öyküler anlatacağım
sana!
Yalnızlığıyla kalpler
sızlatan, direnişi terör, direnişçisi terörist diye bellenen bir yalnızlığın,
bir tecridin, bir itilmişliğin öykülerini!.. Şerefli müminlerken şerefsizlerce
lekelenmenin, güneşi balçıkla sıvamanın, tutmasa da izi kalan bir çamurun
öykülerini!..
Yetersiz imkanlara,
gücün azlığına rağmen, oturarak ölmektense savaşçı onuruyla ölmeyi, kaçmayıp
ileri atılmayı, şanlı ölümlerle destanlar yazmayı yeğleyen bir izzetin
öykülerini!..
Acılann,
fedakarlıkların, kan ve şehadetin, yaralanma ve tutuklamaların yoğurduğu bir
aşkın öykülerini!.. Zafere ulaşıncaya kadar, Kudüs ve azadhk gerçekleşinceye
kadar, haklan, topraklan ve kutsalları geri verilinceye kadar sürecek bir
sevdanın öykülerini!..
Öyküler anlatacağım
sana!..
Hiçbir korku, hiçbir
endişe duymayan, sürgünlere, su-ikastlere meydan okuyan, çekinmeyen, korkmayan,
şeha-deti şeref, izzet belleyen güç ve cesarette gözleri kara yiğitlerin
öykülerini!.. Sokaklara ve halkın arasına direniş aşkını tohum tohum serpen,
gönüllere, yüreklere bu sevdayı nakış nakış işleyen; kamp kamp, hane hane her
ferdine, her bireye özgürlüğün, azatlığın doyumsuz lezzetini anlatan,
umutları, hayalleri sonsuz bir Filistin'in öykülerini!..
Utanç duvarları boydan
boya örülse de, tel tel örgüler arasına tıkılsa da; gettolara, kantonlara
ayrılsa da, bağları-bahçeleri, evleri yıkılsa da; bebekleri, çocukları,
gençleri, kadınları, ihtiyarları her gün öldürülse de, asla caymayacak
vazgeçmeyecek, gün be gün büyüyecek bir direnişin öykülerini!..
Yani yüreğimin, yani
kanayan şu yaranın, yani yanaklardan süzülen çiğ çiğ damlaların, yani ümmetin
yetimlerinin, yani Siyonist zulmün, esir Aksa'mm, mazlum Kudüs'ün, yani
özgürlük aşkının, yani direnişin yaşanmış öykülerini!..
Öyküler anlatacağım
sana!..
Boy boy gazete kupürlerinden,
kare kare yürek sızlatan fotoğraflardan; acıyla, izdırapla, gözyaşlarıyla
öyküleştirilen, gerçek olduğu kadar yetim bir coğrafyanın kahraman
çocuklarının, gençlerinin, isimsiz yiğitlerinin, duyarsız, şuursuz, gafil
kalbleri hüzne boğan, 'acı çeken kardeşlerimiz de varmış demek' dedirten
öykülerini!..
Öyküler anlatacağım
sana!..
İki eli kurumuş, kalem
/silah tutmayan, sesiyle yeri göğü inletemeyen, saçları ağarmış, zamanm
belaları üzerinden eksik olmayan, Ömrünün son demlerinde her türlü hastalığa
mübtela olmuş, kocamış bir yaşlmm 'Müslümanların zaaf ve acziyetinden müteessir
olanların susmayıp yazmasını' isteyen bir arzunun öykülerini... Bir pîrin son
arzusunu...
Öyküler anlatacağım
sana!..
Buram buram şehadet,
Kudüs, Filistin, direniş kokan İNTİFADA ÖYKÜLERİ'niL Bencileyin, acizane!...
Ekim 2005/iSTANBUL
Mehmet Ali GÖNÜL
Adı, soyadın?
Muhammed Hicazi.
İkamet yerin?
El-Halil
Al bakalım,
gidebilirsin.
İşlemlerim bitti mi?
Bitti.
Teşekkür ederim.
Uzatılan evrakları
heyecanla aldı. Titreyen elleriyle sıkıca kavramaya çalıştı. Çıkışa yönelip
binadan ayrıldı. Kalbinde tarif edemediği bir heyecan vardı. Mutluluğu yüzünden
okunuyordu ihtiyar adamın.
50 yaşlarında çökmüş
bir adamdı. Gözlerini dünyaya açtığından bu yana işgalci İsrail'in zulmü eksik
olmamıştı başından. Çocukluğundaki çile; yaşlandıkça artmış, hep çoğalmıştı.
Çileyi beraberinde büyütüyordu ihtiyar Hicazi. Ama bugün farklıydı. Yıllar var ki bu anı, heyecanı
dinmeyen bir umutla beklemişti: Hacca gidecek, ay boyunca Mekke ve Medine'de
kalacak, hacı olup dönecekti. "Acaba Ümmü Ahmed işlemleri bitirdiğimi
öğrenince ne yapacak?" dedi kendi kendine.
Eve varıncaya kadar
geçtiği caddeler, sokaklar, karşılaştığı insanlar birer siluet gibiydi
gözlerinde. Öyle ki rastladığı eli silahlı İsrail askerleri, tanklar, cemseler
dahi onu daldığı hülyalarından ayırmamıştı. Mekke İ..
Aşkın doğduğu mekân.
Medine!.. Sevgilinin diyarı...
Gönüllere kazınan bir
duyguydu her müslüman yürekte. Vuslatı hep gözlenen, hicramyla yürekler
dağlanan bir aşk, bir sevdaydı O sevgiliye varmak. O'na yüreğinin derinliklerinden
haykıran bir selamla selam vermek; "Esselamu aleyke ya Resulallah"
demek...
Sonra duygularını
sevgilinin ayaklarının dibine dökmek: İşte geldim... İşte geldim Efendim.
Yıllar var ki eşim, yıllar var ki işim, yıllar var ki aşım engel oldu vuslata.
Aha şuramda hasret tak etti canıma ey Efendim. Huzurunda-yım.. .Nice çöller
aştım aşkın uğruna, nice badireler atlattım. Kimine madde engel olduysa da
Efendim, bana senin düşmanların... senin düşmanların olan işgalciler engeldi.
Gönlümde kor bir sevdan, beni sürüm sürüm süründürüp huzuruna getirdi. Ben
sana meftun Efendim, ben sana vurgun...
Hey! Hicazi! Kendi
kendine ne konuşuyorsun öyle!
Ah! Sen miydin Abbas?
dedi ihtiyar Hicazi.
Benim ya! Ne konuşuyordun
öyle kendi kendine. Sakın bunadığmı söyleme bana.
Tebessüm etti Muhammed
Hicazi: İki komşu sürekli birbirlerine takılır, muhabbetle söyleşirlerdi.
Merak etme Abbas
,henüz bunamadım..
Ee! Neymiş öyleyse?
Hacca gidiyorum,
hacca...
Şaşkın şaşkın ihtiyar
Hicazi'nin yüzüne bakıyordu Abbas.
Hayırlı olsun komşum.
Senin adına çok sevindim. Bakma benim pervasızlığıma.
Önemli değil Abbas,
seni bilirim. Bir çocuk gibi heyecanlıyım. Bu heyecanla her an Ölebilirim.
Yıllardır bu anı bekliyordum. Nihayet Rabbim nasip etti.
Ama! dedi Abbas.
Aması ne komşu.
Biraz durdu. Söyleyip
söylememekte tereddüt etti. -Yok bir şey dedi. İnşaallah hayırlısıyla gider,
gelirsin.
Allah razı olsun. Ben
biran önce eve gideyim. Ümmü Ahmed'e sürpriz yapacağım. Haydi Allaha emanet ol.
Güle güle Hicazi.
Abbas Sidem,
Hicazi'nin samimi bir komşusuydu. Son zamanlarda işgalci İsrail'in hacca
gidecek Filistinlileri engelleyeceğine dair bazı söylentiler duymuştu.
Hicazi'ye bunları söyleyecekti ki, Hicazi'nin gözlerindeki sevinç ve parıltının
sönmesine gönlü razı olmadı. Varsın o sevgi, o saadet ve o mutlulukla
sevinsindi. Gerçi yine de belli olmazdı. Henüz her şey netleşmemişti. Kimbilir
belki de gideceklerdi o sevgi, o sevda, o aşk diyarına.
İhtiyar Muhammed
Hicazi, evinin kapısını vururken her zamankinden hızlı vurduğunun farkında
değildi. Kapıyı açan hanımı Ümmü Ahmed, kocasının gözlerindeki parıltıyı
hemen farketmişti.
Hoş geldin, dedi.
Hoş bulduk hanım, hoş
bulduk.
Heyecanla içeri giren
kocasına bakan Ümmü Ahmed, ondaki sırrı düşünüyordu.
Hayırdı inşaaallah,
dedi. Sende bir hâl var.
Tebessümle hanımına
baktı. Beyaz başörtüsü, nurlu yüzüne ayn bir güzellik katmıştı. Gözlerinin
derinliklerinde bir merak huzmesi gördü. Karşısında duran hanımının ellerine
cebinden çıkardığı evrakları tutuşturdu. Konuşmadan salondaki koltuğa oturdu.
Hanımını seyre koyuldu.
Ümmü Ahmed, bir yandan
eline tutuşturulan evrakları karıştırırken, bir yandan da konuşuyordu:
Nedir bunlar Allah
aşkına? Beni merakta bırakma da söyle.
Bu evraklar dedi
Hicazi. Uzun zamandır senden habersizce halletmeye çalıştığım bir işin
evrakları. Yani hacca gidiş evraklarımız Ümmü Ahmed, hacca...
Aval aval bakıyordu
kocasına Ümmü Ahmed.
Hacca mı? dedi
heyecanla.
Hacca ya! İkimizin
evrakları onlar. Gerçekten mi Hicazi, beni hacca mı götüreceksin? Nasıl,
sürprizimi beğendin mi? dedi Hicazi kasılarak. Daha sonra başbaşa oturan yaşlı
çift heyecanla gidiş hazırlıkları için koyu bir sohbete daldılar.
O yıl beş binden fazla
Filistinli hacı adayı vardı. Birçoğu ihtiyar Hicazi gibi heyecan içinde ay
boyunca kutsal topraklarda bulunarak haccını yapıp dönecekti. Buna engel
olacak bir girişim işgalci İsrail tarafından henüz gösterilmemişti. Ufak
söylentiler olsa da Hicazi ve Ümmü Ahmed bunlardan habersizdi.
Nihayet beklenen gün
gelmiş, Hicazi ve hanımının bulunduğu hacı kafilesi Refah kontrol noktasına
yaklaşmıştı. İsrailli askerler yoğunlukla bu kontrol noktasında durmuş
giriş-çikışları titizlikle yapıyorlardı...
Hicazi arabasının
camından kontrol noktasına baktı. Her yer dikenli tellerle çevrilmişti. Geçiş
kartları kontrol edilen insanların üzerindeki ezilmişlik psikolojisi açıkça görülüyordu.
Kadınlar, çocuklar, yaşlılar çoğunluktaydı. Sabah ve akşam saatlerinde ise
Filistinli işçilerin giriş-çıkışla-nyla kapıdaki kuyruklar daha da uzuyordu.
Bazen saatleri bulan bekleyişlere işgalci askerlerin tahrik edici hakaretleri,
dövmeleri ve işi ağırdan almaları, geçişleri daha çok uzatıyordu. Filistin,
yan açık bir cezaevi gibiydi. Kendi ülkesinde bu kadar eziyete ve işgale maruz
kalan başka bir halk var mıydı yeryüzünde?
Saatler geçtikçe
konvoy hiç ilerlemiyordu. Homurtular, söylenmeler yavaş yavaş yükseliyordu,
ihtiyar Hicazi arabadan inip kalabalığa karıştı. Kontrol noktasına yanaşıp nöbetçi
subaya doğru seslendi.
Neden bu kadar
bekletiliyoruz? Oralı olmadı subay.
Hey! Size söylüyorum,
neden bekletiliyoruz?
Bana mı seslendin
ihtiyar?
Kaba konuşmuştu subay.
Yine de alttan alma gereğini hissetti Hicazi.
Evet, size seslendim.
Bu kadar insan hacca gidiyoruz.
Lütfen bizi
bekletmeyin.
Emredersiniz, dedi
alayvari bir şekilde. Başka bir arzunuz var mı?
Kızmıştı subay.
Hicazi'ye yaklaşıp konuşmasına fırsat vermeden.
Yasak ihtiyar, dedi.
Geçiş yasak! Hacca macca gitmek yok!
Bağırdıktan sonra pis
pis bıyık altından sırıtıyordu. Birden başı döndü ihtiyar Hicazi'nin. Mekke,
Medine....
Ah! dedi birden elini
sol göğsüne götürerek, olduğu yere çöktü.
Gözlerinin önünden
kutsal beldeler tek tek geçti. Yine hicran, yine hasretin payına düştüğü
ihtiyar Hicazi'nin kalbi, bu heyecana dayanamayıp durmuştu. Açık olan gözleri,
başına üşüşenlere değil; bir bilinmeyene takılmışcasma aşk-ı memnu diyarına
hüzünle kilitlenmiş gibiydi.
Haydi amcaoğlu acele
et, geç kalacağız.
Muhyeddin tebessümle
baktı Malik'e. Malikle amca-oğullarıydılar. Aynı yaşta ve hemen hemen aynı
yapıdaydılar. Tipik bir arap genci olan Muhyeddin henüz yeni terlemiş bıyıklan,
simsiyah saçları ve çakır gözleriyle yaşadığı coğrafyanın mazrumiyetinin
bilincindeydi.
Zaman zaman elinde
sapanı sokaklarda işgalci İsrail askerleri ve tanklarıyla saçsaça başbaşaydı.
Puşisini başına doladıktan sonra cebinden çıkardığı taşı öpüyor, Davudi sapanına
yerleştiriyor, bir ceylanın sıçrayışı gibi yerinden fırlayıp seke seke atış
menziline girdikten sonra "Haydi bismillah!" deyip fırlatıyordu.
Yaşından umulmayan bu
caseret Filistin'in tüm gençlerinde bir meziyet olmaktan çok, tabii bir hal
almıştı. Zira direnişsiz bir hayat düşünülemezdi bu mazlum coğrafyada. Direniş
hayatın bir parçası, direniş hayatın ta kendisiydi.
Acelen ne Malik? Daha
bir buçuk saat var iftara. -Amcaoğlu, anlamıyor musun? dedi Malik. Kontrol
noktası bu saatte çok kalabalık olacak.
Hem...
Hem ne?
Hem biraz erken gidip
sofraların serilmesi gibi hizmetlerde bulunmak iyi olmaz mı?
Haklısın Malik. Bak
bunu düşünememiştim. Zaten bize yakışan da bu...
İki genç kapıda
ayakkabılarını giyip tam yürüyeceklerdi ki Muhyeddin Malik'e:
Ayağmdakiler spor,
onları çıkarsan iyi olur, dedi.
Ama...
Haydi! Sen de
biliyorsun ki kontrol noktasında askerlerin dikkatini çekebilir. İftarımız
zehir olmasın.
Haklısın, bir an
düşünemedim.
Malik ayakkabılarını
değiştirdikten sonra yola çıktılar. Ana caddeye doğru yol alan iki genç
Mescid-i Aksa' ya gidip iftar sofralarına katılacaktı. Ramazan'da Aksa'da iftar
bir başkaydı. Gizemli kutsal bir atmosferde yenilen iftar ve kılman teravih,
yıllardır süren İsrail zulmü altında verdikleri direniş için enerji depolamak
gibiydi. Kendilerine ait bir mekanda, Aksa ve Kubbetu's-Sahra avlularında
dindaşlarıyla manevi iklimin havasını teneffüs için tüm Filistinliler aşkla
koşardı bu mekana.
İki delikanlı da bu
atmosfere doğru yol alıyordu. Geçtikleri her sokak, yürüdükleri her caddedeki
evler, zulümden nasibini almıştı. Kiminin ikinci katı, kiminin bir kısmı,
kiminin tamamı enkazdı.
Daha dün buldozerlerle
askerlerin kontrolünde şu geçtikleri
köşede oturan Saliha Ninenin evi yıkılmamış mıydı? Sebep, oğlunun şehadet
eylemcisi olmasıymış. Suçu (!) topraklarını savunmak olan Saliha Ninenin oğlu,
evinde oturup susmaliymış. "Zulme rıza zulümdür" kaidesinden habersizdi
İsrail. Genç-ihtiyar, çocuk kadm her fert bir direnişçi, bir mücadeleciydi bu
topraklarda. Tohum tohum, fidan fidan yeşererek büyüyen bu kutsal mekânlarda.
Uzaktan görünen
kontrol noktasındaki kuyruk uzundu. Hemen sıraya girdiler. Muhyeddin
gözleriyle etrafı süzerken, insanların mazlumiyetine, sahipsizliğine, uğradığı
zulümlere şahitlik ediyordu. Askerlerin pervasızca hakaretleri yürekleri
dağlayan ayrı bir ızdıraptı.
Aslında halkın bir tür
bağışıklık kazandığı bu davranışlar, artık sıradandı. Günlük hayatın bir
parçası olacak şekilde tabiiyet kazanmıştı. Fakat zulüm yine de gönüllere
silinmez bir öfke, dinmeyen bir acı kazımıştı. Sıra kendilerine geldiğinde: Geç, dedi asker. Şuraya...
Önce Malik alındı.
Üstü başı didik didik aranırken, bir diğeri geçiş evraklarını kontrol ediyordu.
Muhyeddin de arama
noktasına alındı. İyice arandıktan sonra, kontrol edilen evrakları eline
tutuşturulup hakaretlerle geçirildi.
İki arkadaş akbabalar
gibi başlarına tüneyen işgalci askerlerin bakışları arasında tel örgülerle
donatılmış direklerden meydana gelen ara koridorda ilerlerken bir çığlık
duydular.
Bir kadındı bağıran,
yaşlı bir Filistinli kadın...
Ne demek niçin
gideceksin Aksa'ya? İftara gideceğim tabii ki...
Sana geçiş yok. Geri
gönderin, dedi nöbetçi subay.
Hayır gitmeyeceğim,
iftara gitmek istiyorum.
Askerler... dedi
Subay.
Kadının üzerine
çullanan askerler onu sürükleye sü-rükleye kontrol noktasının dışına
çıkardılar. Müdahale edenler azarlanıyor, tehditlerle susturuluyordu.
Muhyeddin, Malikle
gözgöze geldi. Yumruklarını sıkmış bir halde, geri döndü. Onun bu hareketini
gören askerler hemen etrafını sardılar. Nöbetçi subaya hitaben
Muhyeddin sordu:
Sorun nedir komutan?
Neden kadına geçiş için izin vermediniz?
Sana hesap mı
vereceğim çocuk! Muhyeddinin gözlerindeki kıvılcımı gören subay tüm
benliğini saran bir korku hissetti. Neden
böyleydi bu gençler? Onları her gördüğünde, her gözgöze gelişinde bir korku
hissederdi kalbinde. Halbuki silahı ve çevresinde emrine amade askerleri
vardı. İşte bu nedenledir ki her nöbete çıkışında cesaret verici haplar
alıyordu. Fakat o çakır gözlerle her karşılaştığında tüm benliğine sinen o korkuyu
yine de söküp atamıyordu. En iyisi biran önce baştan savmaktı.
O kadının oğlu, dedi
subay. İntihar eylemcisiydi. Ona geçiş yasak, anladın mı? Haydi gidin.
Ama oğlundan dolayı o
suçlanamaz ki...
Çocuk!... dedi subay
öfkeyle. Sabrımı zorluyorsun, bas git!
Malik hemen
Muhyeddinin koluna yapıştı.
Haydi amcaoğlu
gidelim, deyip çeke çeke götürdü. Muhyeddin ise öfkesinden burnundan soluyor,
çaresizliğin yüreğinden söküp atamıyordu.
Zulüm, Filistinli
gençleri çabuk olgunlaştırmıştı. Her an, her saniye coğrafyasında yaşanan bu
manzaralar sabır biletiyordu gençlere. Gözlerini kapamadan acıyı yudumlama
sanatı olan sabrı... şerha şerha büyüyen bir öfkeyle beslenen bir sanat...
Nihayet ara geçiş olan
tel koridordan çıkıp Mescid-i Aksa'nın avlusuna giren gençler heyecanlıydı.
Binlerce insan çoluk-çocuk, genç-yaşlı, kadım-erkeğiyle doluş-muştu Aksa'ya.
Avlulara serilen sofralar, hizmet için sağa sola koşan gençler, aralarında
sohbete dalan kadınlar, bastonlarına dayanmış, ayaküstü konuşan kefiyeli
ihtiyarlar, bu hengamede çocukluğundan vazgeçmeyip, birbirlerini kovalayan,
oynayan çocuklar... Bir Ramazan tablosuydu Aksa'da yaşananlar.
Malik, dedi Muhyeddin.
Ne kadar güzel bir manzara değil mi?
Evet amcaoğlu çok
güzel, ama...
Aması ne?"
dercesine Malik'e bakan Muhyeddin'in bakışları arasında Malik'in dudaklarından
gizemli sözcükler döküldü:
Ama, hüzün kokuyor bu
manzara amcaoğlu, hüzün kokuyor!!??
Ceketini kaptığı gibi,
hızla kapıya yöneldi. Arkasından bağıran arkadaşlarına cevap verirken dışarı
çıktı.
Evden aradılar. Eşim
rahatsızlanmış. Acil gitmem lazım.
Merdivenleri
ikişer-üçer inerek ana yola çıktı. Kurulmuş bir robot gibi her gün işe gidip
geldiği yola koyuldu.
Salim, henüz bir
yıllık evli bir gençti. Babası işgalci İsrail askerleri tarafından vurulduğundan
bu yana, yetim büyümüştü kendisi gibi yetim büyüyen vatanıyla.
Eşi dokuz aylık
hamileydi. Bugün yarın doğum yapacaktı. Zaman zaman artan sancılan tatlı
telaşlar yaşatıyordu.
"Her şey
yolunda" demiş, "egzersizlerine devam etsin" diye eklemişti
doktor. Baba olmanın heyecanıyla dokuz ay boyunca hop oturup hop kalkmıştı
Salim.
Hızlı hızlı sokaklarda
yürüyen Salim'e döndüğü köşede ansızın biri çarptı. Kendini yerde buldu
birden. Kaçan şahıs aniden dönüp Salimi kucakladı kemerine eliyle bir şey
sıkıştırırken fısıldadı:
Seni tanıyorum, bunu
çok acil yerine ulaştır. Bön bön bakan Salim'e son sözlerini de söyledi.
Filistin için!
Hızla uzaklaştı.
Birden kurşun sesleri ortalığı kapladı. İki ateş arasında kalmıştı anlaşılan.
Yandaki yıkıntının arasına zor attı kendini. Hızla geçip giden askeri
cemseler, askerlerin ayak sesleri birbirine karışmıştı. Kovalamaca sürüp
gitti.
Toz bulutu içerisinde
başını kaldırıp uzaklaşan askerlere sokakta kayboluncaya kadar baktı. Doğrulup
üstünü başını temizledi. Kimdi acaba? Merak etmişti. Devam eden silah
seslerinin aniden kesilmesiyle kaçanın vurulmuş olduğuna hükmetti.
"Mutlaka bir
direnişçiydi" dedi kendi kendine. ''Leş kargaları gibi yine üşüşmüşler
üzerine"
Uzaktan uzağa işgalci
askerleri gözetlemeye koyuldu. Sadece bağırmalar, çağırmalar vardı. Ellerinde
kocaman kocaman Amerikan silahları, bir o yana bir bu yana koşuşturuyorlardı."Kahretsin!"
dedi. "Rabbim sizi kahretsin, en yakın zamanda"
Yarım asrı aşkın bir
direniş sergiliyordu Filistin. Arkasına Amerika gibi bir kan içici vampirin
her türlü silah ve siyasi desteğini alan İsrail, işgalini gün be gün
kökleştirmeye
çalışıyordu.
Birden eli kemerine
gitti Salim'in. Kaçan direnişçinin kemerine sıkıştırdığı da neyin nesiydi?
Sağma soluna baktı. Bir köşeye çekilip açtı. Kapalı bir kağıt gördü. "Amir
Mahluf a verilecek" yazılmıştı. "Kim bu Amir Mahluf?" diye düşünürken
aklına eşinin durumu geldi. Öyle ya, annesi telefonda çabuk gelip hastaneye
götürmesini söylemişti. Kapalı kağıdı hemen cebine yerleştirdi. Hızlı
adımlarla evine doğru yürüdü.
"Aman
Allahım!" dedi kendi kendine yürürken. "Nasıl da düşünemedim. Amir
Mahluf..." Evet tanıyordu Amiri. Direnişin askeri kanadını temsil eden
kahramandı. Direniş onunla gurur duyuyordu.
Kulaklarında
"Bunu çok acil yerine ulaştır" diyen direnişçinin sözleri
yankılandı. Bir ikilem içindeydi. "Eşim, direniş! Allahım!" Ansızın
durdu. Kararını vermişti. Yolunu değiştirip ara sokaklara daldı, gözden
kayboldu.
Önünde durduğu kapıyı
tıkladı. Kapıyı yağız bir Arap delikanlısı açtı. Genişçe bir odaya alındı.
Biraz sonra içeri giren şahsın önünde ayağa kalktı. Hiçbir şey demeden elindeki
kapalı kağıdı ona uzattı. Adam kağıdı açıp uzun uzun baktı.
Vurdular mı dedi?
Evet, dedi Salim. Onu
şehid ettiler.
İntikamı boynumuza
borç olsun. Sen git istersen. Salim, girdiği evden çıkarken tekrar sokaklara
daldı. En kestirme yollardan
eve varmalı, eşini hastaneye kavuşturmalıydı.
Sabah çıktığı işten
evine ikindi sonrası varan Salim, kapıyı tıkladı. Kapıyı açan annesi
öfkeliydi.
Neredesin oğlum,
sabahtan beri seni bekliyoruz.
Tamam anne, geldim.
Çabuk bir araba bul,
doğdu, doğacak.
Eşinin olduğu odaya
vardı. Acılar içinde kıvranan hayat arkadaşına baktı.
Salim, dedi genç kadın
ümitle, geldin mi?
Geldim canım, korkma!
Şimdi bir taksi getirir seni hastaneye götürürüm tamam mı?
Acele et Salim,
dayanamıyorum.
Girdiği kapıdan hemen
çıkan Salim, iki sokak ötede oturan arkadaşı Rahman'a koşarcasına gitti:
"İnşaallah evdedir" dedi kendi kendine. Sokağı dönünce Rahman'm arabasını
gördü. "Elhamdülillah evdeymiş" dedi.
Kapıyı hızlı hızlı
çaldı.
Kim o? dedi, kapının
arkasından bir erkek sesi.
Rahman, benim Salim,
dedi telaşlı telaşlı. Hızla açılan kapıda beliren Rahman sordu:
Ne oldu Salim, neden
telaşlısın böyle?
Eşim, eşim doğurmak
üzere, hastaneye götürmemiz lazım. Taksinle götürseydik.
Bekle hemen geliyorum.
İçeri giren Rahman'la
az sonra yola çıkmışlardı. Evinin önünde durduklarında, bir koşuda içeri
fırladı Salim. Biraz sonra genç eşi ve annesiyle beraber taksiye bindiler.
Hızla ilerleyen araç
kontrol noktasına yöneldi. Yola barikat kuran askerler takside bir
olağanüstülük sezmişlerdi.
Ne oluyor, dedi
yaklaşan asker.
Eşim, dedi Salim.
Doğurmak üzere, hastaneye yetiştireceğiz.
Geçiş yasak, dedi
asker, geçiş yasak.. Duran araçtan inen Salim, askere yaklaştı.
Anlamadınız galiba,
dedi telaşla. Eşim doğum yapacak, acele hastaneye yetiştirmemiz lazım.
Salimle tartışan
arkadaşlarının yanma diğer İsrail askerleri de yığıldı. Hepsinin azgından çıkan
tek söz, "geçiş yasaktı.
Çaresiz bir şekilde
çırpman Salim bir o askere bir bu askere derdini anlatmaya çalışıyordu. Eşinin
sancıları arttıkça çığlıkları kulağında yankılanıyordu.
Askerler Rahman'a
taksiyi geri çekmesini söylediler. Hiçbir umut yoktu. Nuh diyor peygamber d
emiyorlardı.
Oğlum! Salim.
Sesin geldiği tarafa
dönünce annesini gördü. Eliyle "gel" işareti yapıyordu. Hızla
yanlarına vardı.
Salim, oğlum!
Zamanımız yok. Çabuk yardım et.
Bir taraftan annesi,
bir taraftan Salim kontrol noktasının yanındaki duvarın arkasına eşini
kaldırdılar. Yanlarında getirdikleri örtüyü yere seren annesi "Kimseyi
buraya yaklaştırma" dedi. Duvarın diğer tarafına geçen Salim, askerlerin,
Rahman'm ve kontrol noktasında bulunanların bakışları arasında kendini yiyip
bitiriyordu.
Allahım! Allahım! Bu
ne zulüm, kendi vatanımda bunca zulüm, kahretsin..."
Diğer tarafta ise
annesinin seslerini duyuyordu.
Derin derin nefes al
kızım! Ikın, ıkın! Hah şöyle, hah şöyle, az kaldı kızım, az kaldı...
Yaşadığı bunca zulmün
baskısıyla çaresizlik içinde çırpınan Salim, bir ileri bir geri gidip
geliyordu. Düşünceler aleminde zulmün odağına kilitlenen Salim'i, ansızın bir
ses kendine getirdi. înga,
inga, ingaa..
Aman Allahım, dedi
sevinçle ne yapacağını bilmez bir halde donup kalmıştı. Duvarın arkasından
kundağına sanlı bebeği Salim'e uzatan annesi:
Tebrikler Salim bir
oğlun oldu, dedi gözyaşları içinde.
Heyecanla bebeği
kucağına alan Salim, annesinin sesiyle ifkildi.
Adını ne koyacaksın
oğlum?
Birden durdu Salim.
Aval aval annesine baktı. Doğrusu hiç düşünmemişti. Bir kollarındaki çocuğa
baktı, bir kontrol noktasındaki askerlere... Yıllardır yaşadığı zulümleri,
yaşadığı onca mazlumiyeti düşündü. Askerlerin, bekleyenlerin, annesinin
bakışları altında iki adım ileri atarak kollarındaki bebeği aniden havaya
kaldırdı.
Direnişimize bir yiğit
daha bahşeden Allah'a hamd olsun. Gökler ve yer yaşadıklarımıza,
mazlumiyetirnize şahit olsun. Oğlumun adı Mazlum olsun.
Yeni doğan bebek kollan
arasında havadayken o anda bir kurşun sesi çınladı Salim'in kulaklarında.
Beyaz kundağındaki Mazlum'dan damlayan sıcak kan, Salim'in alnına aktı. Daha
doğar doğmaz şehitti Mazlum. Mazlum şehid...
Gazze'nin kenar
mahallelerinin birinde bir adam iki katlı bir evin çatı katında durmuş, uzak
bir noktaya gözlerini dikmişti. Çıplak gözle bakmaktan yorulup eline aldığı
dürbünle bakmaya devam etti.
Haşim'in baktığı yer
Gazze'ye yakın bir Yahudi yerleş-kesiydi. Bu yerleşkenin girişinde birkaç katlı
binaya odaklanan gözleri çevreyi süzüyordu.
Burası, yerleşkenin
karakoluydu. Giren çıkan işgalci askerler, çevreye park^etmiş askeri araçlar,
kontrollü giriş çıkışlar hemen göze çarpıyordu. Karakolun çevresinde bulunan
siperler kumdan torbalarla takviye edilmiş, beton kulübelerdi.
"Menzilin
dışında" dedi kendi kendine. "Kassam füzelerimizle orayı vurmak zor.
Başka çare düşünmeli"
İçeri giren Said'in
selamıyla irkildi.
Aleykum selam Said,
hoşgeldin, nasılsın?
Hamdolsun Haşim,
iyiyim. Ayrıca...
Meraklı bakışlarla
Said'e bakarken Said devam etti:
İyi haberlerim var.
Ellerini cebine sokup
katlanmış bir parça kağıdı Ha-şim'e uzattı.
Elindeki dürbünü
masaya bırakan Haşim kağıdı açıp bakarken gözleri ışıldadı.
Sonunda geldi ha!
Evet, dedi Said.
Üzerinde iyice çalışmak
gerek.
Elindeki kağıdı
masanın üzerine koydu. Eliyle kırışıklıkları düzeltip incelemeye koyuldu.
Burası yemekhane,
burası yatakhane, burası mutfak... Himm! Bodrum da şurası. Yani cephanelik. Tam
da düşündüğümüz gibi.
Başını masadan
kaldırıp dürbünü aldı. Tekrar pencereye yanaştı. Yerleşkedeki karakola uzun
uzun baktı.
Gel Said, dedi. Sen de
bak.
Said dürbünle bakarken
Haşim konuşuyordu:
Aramızdaki mesafeye
dikkat et. Sanırım uzunluğu bizi bir ay kadar oyalar, ama arazinin yapısı
normal. Kayalık olmadığı için toprağın kazılması bir ayımızı alır.
Başını dürbünden çeken
Said:
Neler düşünüyorsun
Haşim, dedi. Öğrenebilir miyim?
Gel Said, masaya
yanaş.
Elindeki kalemle
cebinden çıkardığı boş bir kağıda bir şeyler çiziverdi.
Burası, dedi. Bizim
bulunduğumuz nokta. Şurası da karakol. Aramızdaki mesafeden dolayı karakol
Kassam füzelerimizin menzilinin dışında. Etkili bir darbe vurmanın sadece bir
yolu var Said.
Ne düşündüğünü
anlamaya çalışan Said'e son sözlerini söyledi.
Yeraltından tünel
kazıp karakolun dibine patlayıcı yerleştirmek... Mat mat bakıyordu Said. Bin
yıl düşünse böylesi bir plan gelmezdi,
Nasıl olacak? dedi
heyecanla.
Günlerdir düşünüyorum
Said. Bu noktadan kazmaya başlayacağız. Kazı işimizde tünelin yönünü şaşırmamak
için mühendis bir arkadaşın yardımına başvurdum. Vardiya usulüyle ikişer
ikişer kazı yapacağız. Böylece zamandan kazanacağız.
Sadrı, Mesud ve
Ahmed'i de planımıza dahil edeceğiz. Geceli-gündüzlü bir ayda inşaallah kazı
işimizi bitireceğiz.
Ya onca toprak, dedi
Said, nereye koyacağız. Güldü Haşim:
Merak etme, dedi.
Tünelimiz fazla geniş olmayacağı için düşündüğünden daha az toprak çıkacak. Onu
da evin odalarına bahçeye dökeriz. Bir de araçlarımızla taşırız.
Araçlarımızla mı? dedi
Said şaşkın şaşkın. Yanlış mı duydum?
Hayır, dedi Haşim.
Yanlış duymadın. Hemen evi inşaat alanına çevireceğiz. Dıştan bakan tamirat
var zannedecek. Yan tarafta da bir ek yapma girişiminde bulunacağız. Böylece
gelen giden araçların yükü dikkat çekmeyecek.
Anlaşılan her şeyi
düşünmüşsün. Ne zaman başlıyoruz?
Hemen yarın.
Aradan bir aya yakın
zaman geçmişti. Her şey planlanan şekilde gelişiyordu. Kazılan tünelin içinde
ilerleyen Haşim, Saidle Mesud'un yanma vardı. Biri kazıyor, diğeri de kovayla
toprak taşıyordu.
Şu an neredeyiz Said?
Karakola birkaç metre
var. Bu gece karakolun bodrumuna kadar kazabileceğimizi düşünüyorum.
Güzel, dedi Haşim, ben
yarın yokum.
Fakat duvara gelince
ne yapacağız? Durdu, Said'in yüzüne baktı.
Şayet duvar
geçilemiyorsa, duvarın dibinden girecek şekilde toprağı kazar, patlayıcıları
öylece yerleştiririz. Yani temeli dinamitleyeceğiz. Böylece patlayan
cephanelikle beraber karakol yerle bir olacak.
İnşaallah.
Ertesi gün görüşmek
üzere Said. Haydi kolay gelsin. Güle güle Haşim.
Ertesi gün akşama
doğruydu. Tünele girmek için hazırlıklara başlayan Said kapının vurulduğunu
duydu. Dikkat kesildi. 5 defa peşpeşe, iki defa aralıklı vurulan kapıya hiç
telaşlanmadan emin adımlarla yanaştı. Zira kapı şifreli vurulmuştu. Kapıyı
açar açmaz Mesud'u gördü. Mesud'u bekliyordu. Fakat bu kadar geç değil. Yüzü
tuhaftı Mesud'un, beti benzi atmıştı. Gözünden kaçmadı.
Mesud, neyin var, ne
oldu sana?
Haşim, dedi Mesud,
Haşim...
Said'in şaşkın
bakışları arasında zorlukla konuştu.
Şehid oldu!..
Beyninden vurulmuşa
döndü birden.
İnna lillah ve inna
ileyhi raciun, emr-i ilahisi dudaklarmdan döküldü. Gayri ihtiyari sendeledi. En
yakın sandalyeye oturdu. Ellerini başının arasına aldı. "Haşim" dedi
kendi kendine. "Halbuki seninle bugün görüşecektik. Bak! Bitti tünel. İşte
bitti!"
Birçok zorlukları
beraber aşıp beraber atlatmışlardı. İki kardeşten öte bir sevgileri vardı.
Haşim'i her zaman bir adım ötesinde görür, takdir ederdi. Başı her sıkıştığında
en uygun çözümü o verirdi. Şehadete layık bir hayat yaşadı ve şehid oldu. Ya
kendisi... Yalnızdı şimdi.
İşgalci İsrail'in
işlediği cinayetler artık sayılmıyor, ciltler dölüsü kitaplara sığmıyordu.
Nice anneler evlatlarını nice kadınlar kocalarını, nice bacılar kardeşlerini
feda etmişlerdi bu davaya. Her birinin davası hepsinin davasıydı. Yani
Kudüs'ün özgürlüğü, yani Filistin'in azadhğı... İki sevgili gibiydi Kudüs ve
şehadet... Kudüs ve aşk...
Nice aşıkları uğruna
tanklara, kurşunlara, füzelere bağrını açmıştı Kudüs. Nice çocuklar
oyunlarını, silahların gölgesinde oynamıştı. Nice sapanlar işgalcinin suratına
taşlarla imza atmıştı.
Birden doğruldu Said.
Mesud'un şaşkın bakışları arasında :
Mesud, dedi yandaki
ilk kutuyu göstererek; şu dinamit kutularının birini sen al, diğerini ben
alayım. Haydi bismillah.
Dinamit kutulanyla
tünele girdiler. Önde Said, gerisinde Mesud son noktaya kadar vardılar.
Karakolun cephaneliği karşılarında duruyordu. Kutulardan çıkardıkları dinamit
lokumlarını altışar altışar sarıp deste deste yerleştirdiler.
Sen uzaklaş, Said.Ben
birazdan arkandayım.
Mesud uzaklaşırken
Said, her dinamit destesinin fitilini ana fitile bağladı. Geriye doğru çıkmaya
başladı. Durdu, tekrar dinamitleri yerleştirdiği yerlere baktı. Bir eksiklik
yoktu.
Tünelin girişine kadar
geldiği zaman fitili toplayıp bıraktı. Kendisini bekleyen Mesud:
Ateşlemeyecek misin?
dedi.
Hayır, dedi. Gece
yansını bekleyeceğiz. Herkes uyuduktan sonra.
Gece yansını beklerken
zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Yaşadıklan aklına geldikçe göz yaşlan
yanaklarından akıyor, sicim sicim dökülüyordu. Bu bir savaştı. Eşit şartlarda
olmayan namert bir savaş... Siyonist İsrail'in çoluk-çocuk, genç -yaşlı demeden
potansiyel suçlu olarak gördüğü her Filistinliyi yok etme savaşı... Oyleki
Siyonist işgalci kin, artık canlıları değil evleri yakıp yıkacak, arazileri
talan edecek kadar kök salmıştı zulümde. Bir ateş topuydu İsrail... Ocağına
düşmediği Filistinli ev yoktu...
Saatine baktı. Gece
yarısını gösteriyordu. Fitile yanaştı. Cebinden çıkardığı çakmakla tutuşturdu.
Haydi Mesud, dedi.
Çıkıp çatıdan izleyelim. Çatı katına henüz varmışlardı ki gecenin zifiri
karanlığını aydınlatan bir patlamayla her yer sarsıldı. Art arda yaşanan
patlamalarla karakol havaya uçmuş, param parça olmuştu.
Gök yüzüne yükselen
alevlere baktı. Haşim'in gülüm- I seyen yüzünü gördü biran aydınlanan gecenin
içinde. Rahat uyu, dedi. Şehidim, rahat uyu!...
Eski model arabasıyla
ana yoldan sapıp ara sokaklara daldı. Gideceği yere 2-3 sokak kala arabasını
uygun bir yere park etti. Kapıları kapattıktan sonra yürüdü. Mazlumi-yet kokan
mahalle, işgalci İsrail'in zulmünün ufak bir nişa-nesiydi. Her virahane, her
harabe yüreğinde öfkeyi kökleş-tirirken, aşkını pekiştiriyordu. Öyle bir aşk ki
işgalcinin bağrında patlayacak, yarım asn aşkındır yaşattıkları acının aynısını
yaşatacaktı.
"Ya kabul
edilmese" diye düşündü. Aklından dahi geçirmek istemedi. Fakat yine de
ikirciklenmişti. "Israr eder, kabul ettirmeye çalışırım" dedi kendi
kendine.
Dolambaçlı yollardan
geçtikten sonra takip edilmediğinden emin bir şekilde gideceği eve yaklaştı.
Hemen içeri girmedi. Etrafında bir-iki tur atıp evin güvenli olup olmadığını
kontrol etti. Aradığı işareti görünce rahatladı. Hemen kapıya yanaşıp şifreli
bir şekilde çaldı. Açılan kapıdan içeri alındı.
Hoş geldin Nebil,
nasılsın?
Hoş bulduk Azzam,
iyiyim, hamd olsun. iyiyim
derken dahi suratından düşen bin parça. Tebessüm et şöyle biraz. İşgal
altındayız diye tebessüm etmeyelim mi ha? Biliyorsun müminin mümin kardeşine
tebessümü sadakadır.
Biliyorum Azzam, ama
yüreğimdeki ateşe söz geçiremiyorum.
Hele şöyle otur da ben
bir çay demleyeyim.
Azzam mutfağa geçti.
Nebil, süsten uzak, dikkat çekmeyen, sade ve gösterişsiz eve baktı. Duvarda
Kubbetu's-Sahra-'mn tüm ihtişamıyla parladığı o meşhur resmi vardı. Karşısında
ise karalara bürünmüş matem kubbeli Mescid-i Aksa..." Ah!" dedi
içinden. "Özgürlüğünü bir gün görebilecek miyiz sevgili, sana geliyorum.
Azadlığın için can vermeye kan vermeye..."
Eveet, dedi Azzam
içeri gtierken şöyle bir tavşan kanı çaylarımızı içerken konuşalım Nebil!
Peki Azzam, ama ben
yine de ısrarlıyım.
Bak Nebil, dedi Azzam.
Sen çocuk doktoru olacaksın. Bir doktorun yetişmesi yılları alır. Filistin'e
lazımsın. Neden anlamıyorsun?
Sessiz kaldı Nebil.
İkna oımamış bir sessizliğe büründü.
Beni, dedi.
Anlamıyorsunuz. Bu arzumdan beni mahrum etmeyin. Yüreğimde dinmeyen bir sevda
gibi, aha şuramda bir ateş var, bir aşk... Ne olur yani... Doktorluğun
mektebine kayıt yapacaklar çoktur, ama ben şehadet mektebini istiyorum.
"Anlaşılan
vazgeçmeyecek bu deli aşık" dedi içinden Azzam.
Pekala Nebil. Ben
tekrar söylerim, anlaştık mı? Yüzünde güller açmışçasına gülümsedi.
Lütfen, dedi. Çok
arzuladığımı söyle...
Nebil'in ışıl ışıl
parıldayan gözlerine bakan Azzam bir «ışî'a şahitlik ediyordu. Dinmeyen, elinin
tersiyle dünyayı ve içindekileri red eden, mal ve makamı kabul etmeyen bir
direniş aşkı, bir şehadet arzusu gördü Nebiî'in göz bebeklerinde.
"Bu nasıl sevgi
Allahım!" dedi içinden. "İşte bu aşk, bu sevdadır bizi yarım asırdan
fazla süren bu zulme karşı bileyen, direniş direniş büyüten..."
Nebil'i uğurladıktan
sonra diğer odaya geçti. Masanın alt gözündeki zarfı aldı. İçinden bir video
kaseti ve bir mektup çıktı. Önce mektubu açıp okudu:
"İki aylık gözlem
raporumdur: İki ay boyunca söz konusu güzergahı mesai saatinin bitiminden
itibaren gözetledim. Askeri otobüs hafta içi her gün saat 17.15'te nizamiyeden
çıkıp görevli subayları lojmanlarına şu yollardan götürmektedir..."
Rapor ince
ayrıntılarına varıncaya kadar detaylı bir şekilde yazılmıştı. Sonunda da
"...Ekteki video görüntüleri ise askeri otobüsün uğradığı ve yolcu
indirdiği durakların görüntüleridir" diye bir not düşürülmüştü.
Azzam, elindeki raporu
bitirdikten sonra ayağa kalktı. Pencerenin kalın kırmızı perdesini çekti. Odayı
loş bir ışık sardı. Kaseti videoya yerleştirdikten sonra ekrandan izlemeye
koyuldu.
Nizamiyeden çıkan haki
renkli askeri bir otobüs aheste aheste yol alıyordu. Ana yola girdikten sonra solda bir durağa
yanaştı. Arka kapıdan inen subayların birkaçı kalabalığa karışırken, otobüs
yoluna devam etti. Bir-iki durağa daha uğrayan otobüs, askeri lojmanların
olduğu bölgeye girdi. Lojmanların girişindeki engelin havalanmasıyla otobüs
içeri girip gözden kayboldu.
Azzam kaseti geri
sardı. Tekrar izledi. Kaç defa izlediğini o da bilmiyordu. Kalktı, elleriyle
saçlarını tarar gibi yaptı. Zihni yorgundu. Ezan sesini duyunca banyoya yöneldi.
Soğuk suyla aldığı abdestten sonra kendine gelir gibi olmuştu. Seccadesini
serip namaza duran Azzam, tekbire kaldırdığı ellerinin tersiyle her şeyi
arkasına atarak ilahi huzura yöneldi. Namazının sonunda açtığı elleriyle
Rabbine yakardı. "Ey Allahım! Yıllardır yaşadığımız zulümlere şahitlerin
en büyüğü sensin. Her şeyi gören, her dileği işiten yine sensin. Elimizde
kendimizi savunabileceğimiz toplarımız, tüfeklerimiz, uçaklarımız,
helikopterlerimiz, füzelerimiz yok ya Rabbi. Kendimizi savunabileceğimiz,
işgale uğramış Mescid-i Aksamızın ve Filistinimizin özgürlüğü için verebileceğimiz
bir tek canlarımız kaldı. Her gün, her an çoluk-ço-cuk, genç-yaşlı, kadm-erkek
demeden halkımızı katleden şu lanetli işgalcileri kahhar sıfatınla kahreyle.
Direnişimizin izzetini koru, bizleri bu aşk ve bu sevdayla her zaman hemhal
eyle. Yoluna adadığımız tek sermayemiz olan canlarımızı, kanlarımızı bereketli
kıl, kabul eyle..."
Seccadesinden doğrulup
tekrar video görüntülerini seyretmeye başladı. Bu defa sadece durakları tekrar
tekrar izledi. Otobüsün yaklaştığı üç duraktan birini daha iyi görmek için
oraya bir tur atmayı düşündü. "Tehlikeli olabilir"
dedi, ama "dikkatli olmalıyım."
Ertesi gün kılık
kıyafetini değiştirdi. Biraz hoppa bir kıyafet giymiş, boynuna metal bir kolye
takmış, saçlarını jöle-lemiş, kulağı küpeli bir şekilde Kudüs'ün sokaklarında
ilerliyordu. Vakit ikindiydi.
Video kasetten
izlediği otobüs güzergahında bir müddet yürüdü. Askeri otobüsün uğradığı her
üç durağı iyice kontrol etti. Saatine bakü. "Otobüsün gelişi yakın
olmalı" dedi kendi kendine. Zira otobüsün geçeceği saate göre zamanını
ayarlamıştı. Böylece kendisi de otobüsü ve seyrini görebilecekti. İşini
bitirdikten sonra sokaklara dalıp gözden kayboldu.
İki gün sonra şehrin
merkezinden uzak bir mahallede Azzam biriyle konuşuyordu.
Bence de ikinci durak
uygun Yasir ağabey. Görüntülerle yetinmeyip kendim de güzergahı kontrol ettim.
Askeri araç aşağı yukarı 30 subayla dolu vaziyette nizamiyeden çıkıyor. Şayet
konuştuğumuz şekilde operasyonumuz gerçekleşirse eylemimiz büyük bir ses
getirecektir.
Eylem için kimin
seçildiği henüz belirlenmedi. Bu sebeple şu an beklemedeyiz.
Aklına Nebil geldi
Azzam'm.
Ben birini biliyorum.
Ya! Kimmiş? -Nebil!
Doktor Nebil...
Yoksa yine mi sana
geldi.
Hı, hı! Ağabey, ondaki
aşkı bir görmeliydiniz. 'Bu arzuma izin verin de' diyor başka bir şey demiyor.
Her hücresi şehadet dolu.
Pekala Azzam, şayet
Nebil bu eylem için seçilirse gerisi sana kalmış. Ne yapacağını biliyorsun.
Anladım ağabey, tamam.
O perşembe Nebil'e
müjdeli haberi veren Azzam, ertesi güne randevulaştı. Mahalle arasındaki küçük
bir mescitte buluşan ikili Nebil'in arabasıyla şehrin uzağmdaki ıssız bir
kayalığın yanında durdular.
Azzam Önden inip büyük
bir kayanın yanındaki kumları eşti. Bir sandık çıkarttı. Nebille sürükleye
sürükleye arabaya yaklaştırdılar. Azzam, açılan sandıktan çıkarttığı dinamit
lokumlarını ikişer ikişer arabanın uygun yerlerine yerleştirip duruyordu. Bir
motor kısmına, bir arabanın altına doğru eğiliyor, işini ustaca yapmaya
çalışıyordu. Uzun bir uğraştan sonra lokumlar arası ortak irtibat sistemini
kurdu. Tüm fitilleri tek bir tele bağladı. Ateşleme sisteminin bu tonunu da
kurduktan sonra patlamaya hazır bir bomba haline getirmişti arabayı.
Nebille uzun uzun
konuştular. En son:
Artık söz değil, eylem
zamanı, dedi Azzam. Tüm detayları defalarca konuştuk. Bugün mesai çıkışı
ikinci durakta hedefe varman dışında bir şey kalmadı.
Ben hazırım, dedi
Nebil heyecanla.
Unutma Nebil. Canlarımız,
elimizdeki tek silahımız. Masa başlarında ve rahat koltuklarında yaptıkları
kalem-şörlükle yaşadıklarımızı yaşamadan bizi anlamayanlar, eylemlerimize
intihar diyebilirler, ama biz Kudüs ve Filistin için şehadete koşuyoruz. Rabbim
herşeye şahittir. Şimdiden seni tebrik ediyorum kardeşim...
Birbirlerine sarılan
iki arkadaş, hissiyatın zirvesindey diler.
Biri arzusunun vuslatına yaklaşırken, diğeri bir kardeşinin hicranıyla doluydu.
Birazdan yola çıkan
Nebil, nizamiyeden çıkan askeri otobüsü uzaktan takip ediyordu. Birinci durağa
yaklaşan otobüs fazla durmadı. Verilen bilgiye göre ikinci durakta beklemesi
gerekecekti. İkinci durağa doğru ilerleyen askeri otobüs söylenildiği gibi
yavaşladı. Durakta kısa bir süreliğine durmak için yanaşınca Nebil, ayağını
aheste aheste seyreden arabasının gaz pedalına dokundurdu.
Ansızın hızlanan araba
askeri otübüsü ortalayacak şekilde yakın mesafede durdu. Otobüsten inen
subaylar ve silahlı korumalar henüz ne olduğunu anlamadan kıyameti andırır bir
patlama duyuldu. Nebil'in dokunduğu ateşleme butonuyla birlikte arabası ve
otobüs havaya uçmuştu. Askeri otobüs ikiye ayrılmış bir şekilde yere düşerken
havada uçuşan metal parçaları, üniformalı asker organları her tarafı
kaplamıştı. İnsanlar sağa sola kaçışırken ortalık ana-baba gününe dönmüştü.
Akşam haberlerinde
televizyonda onlarca ölü ve yaralıdan bahsediliyordu. Haber programında
işgalci subaylardan birinin eşi durmaksızın ağlıyor, acılarının büyük olduğunu
söylüyordu.
Haberleri izleyen
Azzam;
Ya bizim, ya bizim acımız,
acılarımız, dedi kesik kesik. Yarım asırdır bize yaşattıklarınız... Biraz da
siz ağlayın!!!
Şubat ayıydı. Hava
soğuk ve yağışlıydı. Şemsiyesini alıp paltosuna iyice büründü. Kulakları yavaş
yavaş soğuk havada kızarıp üşüyordu. Şemsiyesi başına değince kippasmı
düzeltip radyodan dinlediği hahamın vaazını düşündü.
Hastaneden ayrılırken
aklı yine karışıktı. "Bu topraklar" dedi içinden. "Yehova'nın
bizim için vaad ettiği topraklar. Arz-ı Mev'ud burası... İnsanlar içinde seçkin
olan bizler, kölelerimizle mi muhatap olacağız? Bu olacak şey değil! Haham Meir
Kahane ne demişti: 'Filistinlilere asla yaşam hakkı tanınmamalı. Kudüs'teki
Mescid -i Aksa yıkılmalı ve her inançlı Musevi onu yıkmayı varlığının gayesi
bilmelidir..." Düşünüyordu Doktor Barush Goldstien.
El-Halil'de
oturuyordu. Kudüs'e zaman zaman uğrar, ağlama duvarının yanma gider, uzun uzun
tefekkür ederdi. Gönlü hep Mescid-i Aksayı yıkmak ve yerine siyon mabedini inşa
etmek için atardı: "Bunu tek başıma yapmam oldukça zor. Haham Meir Kahane
kaç defa denediyse işi rast gitmedi. Başka bir hizmette bulunmalı, değişik bir
hizmetle çalışmalıyım. Yehova aşkına! Bir şeyler yapmalıyım."
O gün her zamanki
düşünceleriyle derin bir uykuya dalan Doktor Barush Goldstien, ertesi gün
uyanınca işe gitmedi. Zira cumartesi günüydü. Yani iş yapmanın Yahudilere
haram olduğu gün... Eli hiçbir şeye varmadı. Havraya gidip hahamın verdiği vaazı
ve koro eşliğinde okunan mezmurlan dinledi. Ruhu adeta coşmuştu.
Eve dönerken coşkulu
bir şekilde çocukluğundan beri babasının öğrettiği bir şarkıyı mırıldanıyordu:
"Bütün dünya
Araplardan nefret eder
Dünyanın ilk gayesi
onları teker teker öldürmektir
Şu ayaklarımla
düşmanımı ezeceğim
Şu dişlerimle onun
derisini kemireceğim
Şu dudaklarımla onun
kanım emeceğim
Yine de ona olan
kinimi çıkarmış olmayacağım"
Evine vardığında
evinin bir köşesinde yaptığı ayin yerine oturdu. Açtığı Tevrat'ı derin bir
tefekkürle okudu. Okuduğu yerler hep Yahudilerin üstün bir ırk olduğundan bahsediyor,
diğer insanları köleleri olarak bir hizmetçi diye tanımlıyordu. Tanrı sadece
insanlar içinden onları seçmiş ve onları üstün ırk olarak vasıflandırmışh(!)
Doktor Barush
Goldstien, Yahudi öğretisine tüm yüreğiyle inanmış, düşünme yetisi tamamen bu
uğurda prangalanmıştı. Varlığının gayesi; bu dogmaya hizmet, bu dogma adına
çalışmaktı. Muhakeme ve mukayese gibi melekelerini yitirmiş, köreltmişti
adeta.
"Neden
düşünemedim" dedi aniden aklma gelen fikirle. "Evet, neden
düşünemedim. Mutlaka yapmalı, mutlaka becermeliyim. Hepsinin canı
cehenneme!.."
Ertesi gün Hz. ibrahim
Camime gitti. Caminin bir kısmına işgalci İsrail hükümeti el koyup havraya
çevirmişti. Önüne geldiği camiden ezan sesleri yükseliyordu. Merdivenleri
çıkıp tarihi yapının ihtişamına alaycı gözlerle baktı. "Bir gün" dedi
hırsla. "Bir gün buranın bir kısmına el koyduğumuz gibi hepsine el
koyacağız. Bütün arz-ı mev'udu alacağız."
Günlerden cumartesi
değildi. İbadet saati de olmadığı halde Doktor Barush Goldstien, sinsi sinsi
caminin havra kısmında dolaşıyordu. İşgalci askerlere baktı. Oldukça çoktular.
Girişlerde nöbet tutuyorlardı. Havraya girenlerden çok, camiye girenlere dikkat
ediyorlardı. Genç olanları durduruyor, kimlik kontrolü yapıyor, hakaretlerle
geri gonderi yorlardı. Ancak 40-45 yaş üzerinde ve ihtiyar olup bitap düşmüş
Filistinlilerin camiye girmesine izin veriyorlardı.
Askerleri saydı. Avlu
ve camiî girişinde olmak üzere 25-30 kişiydiler. Ellerinde uzun namlulu
silahlar, başlarında miğferleri, üzerlerindeki hücum yeleklerinin ceplerindeyse
dolu dolu şarjörler vardı.
Bulunduğu yerden
camiînin içine baktı. Epeyce geniş bir mekândı. İmam'm arkasındaki cemaatın
sayısı aşağı yukarı bin beş yüz kişiyi bulurdu.
Bir-iki gün daha
uğradı camiye. Cemaatın her namaz vakti değiştiğini gördü. Nöbetçi askerlerin
de belli aralıklarla değiştiğini fark etti.
Bir sabah namaz
vaktinde yine uğradı. Tesbitleri hep aynı sonuca götürüyordu onu. Her vakit cemaatı yoğun
olan bu caminin, planı için uygun olduğunu dedi kendi kendine. "Askerlerle
dostluğu geliştirmeli..." Sonraki gün sakindi. Tekrar camiye doğru
ilerleyen Doktor Barush Goldstien, hep şeytani düşüncelerini eyleme geçirmeyi
düşünüyor, aklında bin bir planlar tasarlıyordu. Filistinlilerin hepsini yok
etmek, ortadan kaldırmak gerekti. "Hem anlamakta zorluk çekiyorum"
diye düşündü. "Hastaneye getirilen bu insanları ne diye tedavi ediyorlar
ki... Hele Yehova'ya inandığı halde insaniyet ve barış adma hareket ettiğini
söyleyip Filistinlileri tedavi eden, kamplarına giden meslektaşlarım yok mu?
Ah! Sizler!.. İhanetçiler... Önce sizi Öldürmek lazım. Arapları tedavi etmek
neyinize! Hepsine birer zehirli iğne vurun gitsin, kurtuluruz!.. Bir kişi bile
ölse kârdır."
Caminin girişindeki
nöbetçi askerle gozgöze geldi.
Merhaba, dedi. Kolay
gelsin.
Sağ olun, dedi asker.
Elini cebine sokan
doktor bir paket sigara çıkardı. -İçer misiniz? dedi paketin ağzından çıkan
sigarayı uzatarak.
Şey, sağ olun; ama
nöbetteyim.
Alm canım, dedi
doktor. Ne olacak. Hava soğuk ısınırsınız.
Teşekkür ederim.
Doktorun yaktığı
sigarasını içine çeken asker sordu:
Sizi sık sık görüyorum
burada. Galiba dindar bir Yahudisiniz.
Evet, dedi Doktor
Barush Goldstien. Yehova'nın mabetlerine gitmeyi seviyorum.
O anda camiye gitmek
için girişe yaklaşan ihtiyar bir Filistinliyi gören asker bağırdı:
Hey!.. İhtiyar!
Bastonuna dayanmış
ilerleyen beyaz kefiyeli, kır sakallı ve çökmüş ihtiyar adam durdu. Nöbetçi
asker onunla sertçe ve azarlayıcı bir şekilde konuştu. Küçük düşürücü
hakaretler sarfeden askerin her sözü doktoru mest ediyor, zevk veriyordu.
İşini bitirip dönen
askere:
Sizi tebrik ederim,
dedi. Bunlara böyle davranmak lazım.
Asker yapılan
iltifatla gururlanmıştı.
Sıradan işler canım,
dedi. Her gün yapıyoruz! Artık her uğrayışmda askerlerle diyalogunu ilerleten
Doktor Barush
Goldstien, askerlerin gönlünü fethetmiş, güvenlerini kazanmıştı. İkili
ayaküstü sohbetlerinde askerleri şiddetle teşvik ediyor ve "Hepsini
öldürmeli" diye telkinatlarda bulunuyordu. Zaman zaman "Şu silahını
versen hiç tereddütsüz hepsini kurşuna dizerim" diyor, askerlerle beraber
gülüşüyordu.
25 Şubat 1994 gecesi
Doktor Barush Goldstien, evindeydi ve oldukça heyecanlıydı. Kalbi durmaksızın
atıyor, heyecandan elleri titriyordu. Yerinden kalkıp önündeki sandığı açtı.
İçindeki alete baktı. Göz kamaştırıyordu. Uzun namlulu silahı, yavrusunu
okşayan bir anne şefkatiyle tutup Öptü. "Sen, büyük bir iş göreceksin bu
sabah" dedi. Okşadığı silahı söküp temizledi. Parça parça tekrar
birleştirdi. Mekanizmayı tutup çekince mekanik bir ses odada yankılandı.
"Ne hoş bir ses"
dedi içinden. "Ninni gibi geliyor."
Mermilere gözü çarptı.
Tek tek şarjörlere yerleştirdi. "Bir, iki, üç, dört diye saydığı
şarjörlerin birini uzun namlulu silaha taktı. Diğerlerini de hücum yeleğinin
ceplerine yerleştirdi. Sabahı beklemeye koyuldu.
Sabahın
alacakaranlığında Hz. İbrahim Cami'nin yakınlarına bir gölge gibi süzülen
Doktor Barush Goldstien, sindiği yerden camiye koşan Filistinlileri
gözetliyordu. Adeta her sokaktan, her köşeden bir veya birkaç kişi çıkıyor,
camiye doğru koşuyordu. "Usanmıyorlar mı bunlar" diye düşünüyordu.
"Sabahın köründe o güzelim uykudan ne diye kalkıyorlar ki! Hem her gün 5
defa camiye niye gidiyor bunlar? Birazdan hepinizin köküne kibrit suyu ekeceğim."
Şafak iyice sökün
edince ortalık seçiliyordu. Hoparlörden gelen ses imamın birazdan namaza
başlayacağını işaret ediyordu. Müezzinin sesini duydu.... "Kad
kameti's-salatu, kad kameti's-salah... Allah'u ekber Allah'u ekber, la ilahe illallah..."
Saklandığı yerden
çıkıp cami girişine doğru ilerledi. Üstüne giydiği askeri elbisenin üzerindeki
hücum yeleğinin cepleri, şarjörlerle doluydu. Uzun namlulu silahını ise eline
almış dikkatlice ilerliyordu. Nöbetçi askerler oldukça azdı. Yanlarından geçti.
Merdivenleri çıkarken cami girişindeki nöbetçi askerler onun yabancı olduğunu
fark ettiler. İçlerinden biri onu tanıyınca;
Doktor Goldstien, dedi
hayretengiz bir ifadeyle. Bu elbiseyle ne yapıyorsunuz böyle? Galiba yanlış
yere gidiyorsunuz. Orası Filistinlilerin camiî...
Doktor durdu. Haince
bakışlarla pis pis sırıtarak: -Hayır! dedi eliyle camiyi işaret ederek, oraya
gideceğim.
Asker, doktorda bir
anormallik olduğunu anladı. Başıyla 'nedir o?' anlamında elindeki uzun namlulu
silahı İşaret etti.
Bakın, dedi askerlere.
Siz de Yehova'ya inanıyorsunuz. Geç olmadan beni bırakın. Şu Müslümanların
hepsini öldüreyim. Bana izin verirseniz siz de bu hayırlı işimin sevabına
ortak olursunuz. Bırakın beni! Bana bu fırsatı tanıyın. Siz beni görmediniz.
Tamam mı? N'olur, haydi!..
Şaşkındı askerler. Ne
yapacaklarına karar veremiyorlardı. Ötede duran diğer nöbetçiler de gelmiş,
kapıda bir kalabalık toplamıştı. Herkes doktorun niyetini öğrenmişti. İçlerinden
bir asker:
Haydi, dedi. Herkes
görev yerine. Kimse doktoru görmedi. Anlaşıldı mı?
Askerler nöbet
yerlerine dağılınca doktor caminin giriş kapısında kaybolmuştu. İçeri girer
girmez saf saf dizilmiş cemaatı gördü. Arkası dönük olan cemaat her şeyden habersiz
Rablerinin huzurundaydı. İşgalci İsrail'in onca zulmü, onca talanı, onca
öldürme ve baskısı karşısında direnişlerinin gücünü aldıkları manevi
atmosferin havasını teneffüsteydiler, Rablerinin huzurunda...
Doktor Barush
Goldstien, heyecan içindeydi. Yüreği kin ve nefretle yoğrulmuştu. Siyonist
dogmanın etkisindeki bir halet-i ruhiyeyle eliyle silahını iyice kavradı.
Gözleri dönmüş bir halde masum masum namaz kılan cemaata doğrulttu uzun namlulu
silahını. Artık hiçbir şeyi görmüyordu. Kulaklarmdaki uğultu hakikatin yolunu
kapatmış, gözlerini kör etmiş, yüreğini perdelemişti. Aniden omuzuna bir el
dokundu. Az önceki askerleri dağıtan askerdi. Bahsettiğin sevaba ortak olmak
istiyorum, dedi alaycı alaycı.
Parmağını tetiğe
dokundurup seriye aldığı uzun namlulu silahını cemaate boşalttı. Hırsını
alamayıp ikinci, derken üçüncü şarjörü de boşaltıp bir zevk histerisine
tutul-muşcasma, titredi...titredi. Mermileri bitmişti. Yanındaki asker hemen dolu
silahım uzattı. Gözleri parladı doktorun tekrar silahını cemaata doğrultup
ateşe başladı. Boşalan her şarjörü atınca yanındaki asker bir diğerini
veriyordu. Böylece 8 şarjör boşalttı.
Saf saf dizilen cemaat
yaprak misali dökülmüş, yerlere kanlar içinde serilmişti, Ortalık bir anda kan
gölüne dönmüş, feryatlar ayyuka çıkmıştı. 67 müslümamn temiz ruhu semanın atlas
maviliğinde yeşil kuşun kursağına uçarken bir o kadar da yaralı geride
kalmıştı. Halil İbrahim Camiî kan ağlıyor, buram buram şehadet kokuyordu!..
Hüsam, Oğlum!
Efendim baba!
Haydi amcana gidelim.
Peki baba...
Eşiyle gözgöze geldi
Hüsam, yerinden doğruldu. Eşiyle beraber yatalak babasını hazırladılar. 60
yaşında ve belinden aşağısı tutmayan ihtiyar babasının beyaz elbisesinin
üzerine mevsimlik yeleğini de giydirdi. Başına kareli kefiyesini de takıp
kucakladığı gibi tekerlekli sandalyesine oturttu.
İhtiyar, oğluna yine
dualar etti. Hüsam hemen eğilip yarı şaka yarı ciddi:
Bana şehid olmam için
dua ediyorsun değil mi baba! dedi.
Babası başını kaldırıp
manalı manalı oğlunu süzdü. Ses etmedi. Eşiyle de göz göze gelen Hüsam
endişeyle bir bakışla karşılaştı.
Henüz bir kızları
vardı. Üç yaşındaki Naşide bu mazlum hanenin neşe kaynağıydı. İhtiyar
dedesinin kucağından inmeyen Naşide/ bazen dedesinin pamukvari sakalını
çekiştirirken, bazen de yumuşak beyaz kılların yüzüne değmesiyle gıdıklanır
gibi oluyor, çocukça gülüyordu.
Hanımının gözlerinde
okuduğu endişenin gerekçesini bilen Hüsam, yine de her defasında babasından dua
istiyor ve eşinin o anlamlı bakışlarıyla göz göze geliyordu.
Naşidem nerede benim,
haâla yatıyor mu yoksa?
Yatıyor baba, dedi
gelini. Hemen getireyim.
Aman kızım! Karışma
yavruma. Şimdi'yatsın, dönüşte onunla oynarım.
Oğluna bakan ihtiyar
adam.
Haydi oğlum, dedi.
Gidelim.
Hüsam, babasının
tekerlekli sandalyesini iteleyerek birlikte ilerlediler. Oturdukları yer eski
bir mülteci kampının sonlarıydı. Yavaş yavaş ilerlerken toprak yoldaki tozlar,
yıkık harabeler, binaların görünüşleri yaşanan mazlumiyeti apaçık gösteriyordu.
Kurşunlanmamış bir ev, kurşunlanmamış bir duvar, şehidi olmayan hane, yası
tutulmayan acı yoktu. Her ev, her duvar adeta kalbura çevrilmiş, her sokakta,
her caddede işgalci İsrail'in zulmünün imzası vardı.
Düzensiz, plansız bir
yerleşim yeriydi bu kamp. Yıllardır burada yaşayan ihtiyar, kampın ilk
günlerini de biliyordu, işgalin ilk yıllarında henüz bir çocuktu. Babası
işgalci israil askerlerince şehid edildiğinde annesiyle bu kampa sığınmışlardı.
Yol, su, başını sokacakları bir ev gibi asli ihtiyaçlar ük zamanlar yoktu bu
kampta. Zamanla yardım kuruluşlarmm ve uluslararası desteğin sonucu biraz
düzene girse de, işgalci İsrail askerleri buldozer ve tanklar eşliğinde belli
aralıklarla kampa giriyor, saldırıyor, yakıp yıkıyorlardı. En ufak gerekçelerle
evleri yıkılan, evsiz kalan birçok Filistinli ailenin elinden gelen sadece
beddualardı. Perdesiz göğe yükselen feryatlar, figanlar, mazlumların ahi...
Kampın çıkışma doğru
toplanan bir kalabalık dikkatlerini çekti. Hüsam tekerlekli sandalyedeki
babasını toplanan kalabalığa doğru ilerlerken kampın çıkışında uzaklaşan
buldozerleri ve askeri cemseleri gördü. Anlaşılan yine yıkım vardı. Köşeyi
döndüklerinde gayri ihtiyari durdu.
Başındaki beyaz
başörtüsüyle 50 yaşlarında bir kadın, bir erkek ve iki de çocuk yıkılmış bir
evin harabesi üzerinde ağlıyorlardı. Toplananların hepsi de onlarla beraber
ağlıyordu. Öfkeler öylesine kabarmıştı ki herkes hırsından çatlayacak
gibiydi.
Ansızın uzaklaşan
askeri konvoyun üzerine nereden yağdığı belli olmayan binlerce taş düşüverdi.
Ortaya çıkan eli sopalı gençlerin taşlan kurşundan etkiliydi. Askeri konvoyun
araçları süratlenip hızla uzaklaştı- Arkalarında bıraktıkları toz bulutu
içinde dağılırken eli taşlı küçük direnişçilerin siluetleri belirdi.
Sür, dedi ihtiyar,
gidelim.
Gözleri nemlenmişti
ihtiyarın. Bu, ne gördüğü ilk yıkılan evdi ne de son olacaktı. Yıllardır yarım
yüzyılı aşan bir zamana yayılan işgalci İsrail'in bu zulmü nice genç fidanları
toprağa gömmüştü.
Nice yiğitleri, nice
cesurları, nice kahramanları şehade-te koşturmuştu. Dünya sessiz kalsa da
yaşanan bu gerçekler, İsrail'in zulmüydü. Üç maymunu oynayan dünya; bilmese
de, görmese de, duymasa da aşikardı bu zulüm.
Kamptan çıkan baba
oğul sola saptılar. Biraz ilerledikten sonra mezarlığın Önünde durdular.
İhtiyarın adetiydi. Her hafta bu mezarlığa uğrar, kardeşi Ahmed İsmail'in mezarım
ziyaret ederdi.
Hüsam, babasını
amcasının mezarının karşısına getirdi. Babası elini yeleğinin cebine sokup bir
cep yasin çıkardı. Sessizce mırıldanarak okumaya başladı. Bitirdikten sonra
oğlu Hüsam'a da uzattı. Hüsam okurken o düşünceler alemine dalmıştı.
O gün kardeşi Ahmed
İsmaille beraber işgalci askerleri taşlıyorlardı. Kardeşi oldukça atik ve
cesurdu. Elindeki sa-panıyla nam salmıştı. Fırlattığı her taş, attığı her atış
mutlaka isabet ediyordu. Köşeye sıkıştırdıkları bir askeri grubun yardımına
ansızın paletli destek ve cemseler gelince kaçmışlardı. Uluslararası kamuoyuna
plastik mermi kullandığını söyleyen işgalci İsrail gerçek mermi kullanıyordu
direnişçi eli taşlı çocuklara karşı...
Ayağı takılıp düşen
kardeşinin üzerinden geçen askeri jip onu ezip şehid etmişti. Kaburgaları
kırılmış, vücudu parçalanmıştı. Kardeşini bu halde görünce tereddütsüz geri
dönmek istemiş, kendini yerde bulmuştu. Belinde büyük bir ağrı vardı. Koşan
arkadaşları, işgalci askerler, evler her şey dönüyordu o anda. Bayılmıştı.
Gözlerini açtığında
hastanedeydi. Ahmed İsmail, şehid olurken, o belinden aşağısı tutmayan bir gazi
olarak hicranlardaydı. Yıllardır kardeşini ziyaret etmeyi aksatmıyordu.
"Beni bırakıp gittin" dedi içinden. "Yıllar var ki hasretin
kor bir ateştir yüreğimde. Şurada, şu
kabristanda nice şehadet şerbeti içen arkadaşlarından biri olamadım. Ne olurdu
o gün ben de ölseydim..."
Gözyaşları sicim sicim
dökülüyordu ihtiyarın. Sessizce ağlıyordu. Islanan sakalı, gönlünden akan
hasretle ıslanmıştı.
Hüsam okumasını
bitirip babasına hafifçe dokundu. Kalbi rikkatle dolu olan ihtiyar ayılır gibi
oldu. Oğluna baktı. İhtiyar babasının ellerini tutup,
Sevgili babacığım,
dedi Hüsam melül melül. Bana dua eder misin? Oğlun şehid olsun istemez misin?
Babasının hazin
bakışlarıyla karşılaşınca
Şu anda, dedi. Allah'a
çok yakın bir halet-i ruhiyede-sin. Ne olur babacığım, kırma beni.
Oğlunun gözlerinin
içine baktı. Birden kardeşi Ahmet İsmail'i görür gibi oldu. Başını çevirdi.
Tekrar baktı. Bir özlem, bir hasret okudu, bir garip sevda okudu Hüsamın gözlerinde.
Reddi muhal olan bir iştiyak, bir arzu vardı o siyah noktada.
Neden istiyordu bunu
oğlu? Neden o kadar istekliydi. Öyle ya Hüsam zaman zaman ortadan kayboluyor,
birkaç gün sonra geri geliyordu. Hiçbir zaman sormadı. Neredeydin, neler
yapıyordun? diye. Fakat tahmin ediyordu ihtiyar. Oğlunu tanıyordu, ona
güveniyordu. İyi ve hayırlı işler peşinde koştuğuna inanıyor, biliyordu. Hele
hele son zamanlarda sürekli şehadet duaları istemesi yüreğini hafiften hafife
kanatsa da, aklına Kudüs, aklına Filistin geldikçe, aklına bu mazlumiyet
geldikçe susuyordu. Şehidi olmayan ev mi vardı şu mazlum coğrafyada.
Ellerini tutmuş duran
oğluna baktı. Başım "olur" manasında salladı.
Haydi eve gidelim,
dedi.
İki gün sonra bir
akşam vaktiydi. Torunuyla oynayan ihtiyarın sesi, küçük Naşide'nin gülüşleri
evi neşeyle doldurmuştu. Hüsam ve hanımı onları yalnız bırakıp odalarına
çekildiler. Bir saat sonra odadan çıkan Hüsam Naşide'yi kucağına alıp oynadı.
İhtiyar, oğlunun
torunuyla bu şekilde oynamasını garipsedi. "Her zaman böyle
oynamazdı" dedi kendi kendine. "Garip bir şekilde oynuyor, nasıl
desem, sanki uzaklara gidecekmiş gibi."
Gözleri gelinine takıldı.
Durgun melül ve yaralı bir ceylan gibiydi. Sürekli kocasına bakıyor, sanki her
saniyeyi kar bellercesine gözlerini ayırmıyordu kocasından.
Hüsam, kızını yavaşça
eşine verip babasının dizleri dibine oturdu. Ellerini tutup öptü. Yüzüne
gözüne sürdü. Bir gariplik vardı oğlunda bu akşam.
Oğlum, dedi ihtiyar.
Tuhafsın bu akşam.
Babasına baktı,
gözlerinin içi gülüyor gibiydi:
Baba, dedi Hüsam. Günü
geldi. Gitmem lazım. Bana dualarını eksik etme. Gelinin ve torunun sana emanet.
Hakkını helal et.
Ayağa kalkıp kapıya
doğru yürüdü. Dönüp eşine ve kızma son bir kez daha baktı. Kapıda kaybolup
gitti.
Boğazına çöken düğümü
bir türlü yutamıyor, dilini yutmuşcasına konuşamıyordu ihtiyar. Kapanan kapıya
bakarken "Nereye gidiyorsun, niçin gidiyorsun, neden gidiyorsun?"
diyemedi oğlunun arkasından."Rabbim" dedi içinden. "Onu emeline
kavuştur. Bizi de şefaatma nail eyle."
Gelini ve torununa
takılan gözleri, yufkalaşan ihtiyar kalbini rikkate getirdi. Bir çocuk misali
hüngür hüngür ağladı. Ağlamıyor, adeta dolan yüreğini boşaltıyordu.
Ertesi gün ikindi
sonrasıydı. Kızı Naşide'yle beraber kampın diğer köşesindeki akrabasını
ziyaretten dönen gelin, evlerinin olduğu sokağa gelince bir kalabalıkla
karşılaştı. Toplananlar aralarında konuşuyorlardı.
Zalimler, ah zalimler!
İhtiyarı evden
çıkarmadılar!
Tekerlekli
sandalyesini kırdılar!
Buldozerle evi üzerine
yıktılar.
Neden, dedi içlerinden
biri
Oğlu Hüsam iştişhadi
eylem yapmış ya! İştişhadi eylem yapanların evlerini başlarına yıkıyorlar.
Etrafına baktı. Bir
anda gözleri karardı. Kulakları uğuldadı. Neden bütün binalar, neden herkes
dönüyordu? "Alla-hım!" dedi kucağındaki kızına bakarken. Yere yığılıp
kaldı...
Bulutlar arasında
süzülen uçağı Tel Aviv havaalanına inişe geçecekti ki bir anons duydu.
Sayın yolcularımız!
Birazdan inişe geçeceğiz. Lütfen kemerlerinizi bağlayınız.
Bir kuş gibi süzülen
yolcu uçağı havaalanına inince rahat bir nefes aldı. Çıkış işlemlerini yapmak
için elinde pasaportuyla ilerledi. Fakat yoğun bir güvenliğin olması gözünden
kaçmadı. Bu sıkı güvenlik yolcuları hele Yahudi olmayanları oldukça sıktığı
açıktı.
İşlemlerini bitirip
elindeki çantasıyla havaalanından ayrıldı. Havaalanı çıkışında bir taksiye
bindi. Şoför konuşkandı.
Nereye gidiyoruz
bayım?
İçişleri Bakanlığı
binasına.
Galiba yabancısınız.
Evet, İngilizim.
İlk defa mı
geliyorsunuz İsrail'e?
Sayılır, daha önce de
gelmiştim bir toplantıya katılmak için, ama bu defa farklı...
Nasıl farklı?
Ben gazeteciyim. Bu
defa iş için geldim.
O zaman çatışmaların
olduğu bölgeye gideceksiniz demektir. Hoş her yerde çatışmalar var da...
Gülümsedi adam.
Filistinlisiniz
galiba, dedi taksiciye.
Anladınız demek.
Aksanınızdan, dedi
adam. Filistinlilerin dramım dile getiren bir yazı dizisi hazırlamak için
İsrail'e geldim. Durmadan konuştular. Bîr ara taksici:
İşte geldik beyefendi,
dedi.
Buyurun, ücretiniz...
Taksici durdu, gazeteciye baktı.
Kalsın, dedi
gazetecinin şaşkın bakışları arasında. Filistinlilerin yaşadığı asrın zulmünü
dile getirecek olmanıza katkım olsun. Lütfen bu mezalimi en çarpıcı şekilde
dile getirin...
Uzaklaşan taksinin
arkasından bakakaldı. Daha sonra bakanlık binasına girdi. Koridorları geçip
"Basın bürosu" yazılı kapının önünde durdu. Hafifçe tıklayıp içeri
girdi. Evraklarını ilgili memura gösterip bekledi. Evrakları bir müddet
kontrol eden memur doldurması için bir form uzattı.
Bay Terry, dedi memur,
lütfen şu formu doldurur musunuz?
İlgili yerleri
doldurduktan sonra "çatışma bölgesindeki her türlü mesuliyeti kabul
ediyorum" ibaresini görünce durdu.
Bu ne demek, dedi memura.
Bu, dedi memur.
Herhangi bir yaralanma ve benzeri bir durumda tüm sorumluluğu kabul ettiğinize
dair bir maddedir Bay Terry.
Ama bu, dedi gazeteci
Terry. Sustu. "Art niyet içerebilecek şekilde de yorumlanabilir"
diyecekti ki vazgeçti.
Memur suskunluğunun
sebebini anlamıştı. Hınzırca gülümsedi.
Siz savaş
muhabirisiniz Bay Terry. Bunu imzalamazsanız gidemezsiniz. Tabii çatışma
bölgesine gitmeyebilirsiniz. Sizi zorlayan yok.
Hiçbir şey demeden
formu imzaladı Terry. Evraklarını çantasına yerleştirdi. Binadan çıkıp
uzaklaştı.
Çatışmaların yoğun
olduğu bölgeye hareket ederken düşünüyor, bir yandan da fotoğraf makinasının
ayarlarını yapıyordu. Uzaktan silah sesleri kulağına geldi. Vardıkları noktada
İsrailli bir subay ona ve diğer muhabirlere talimat vari konuştu:
Beyler! Unutmayın ki
her türlü sorumluluğu üstlenerek buraya geldiniz. Askeri birliklerimizin
arkasından kamera ve fotoğraf makinelerinizle görüntü alabilirsiniz. Şayet
uzaklaşır ve daha ileriye giderseniz başınıza geleceklerden siz sorumlusunuz.
Gördüğünüz gibi biz sadece kendimizi savunuyoruz!!??
Kimsenin birşey
sormasına fırsat vermeden uzaklaştı. Muhabirlerin işlerine koyulmasıyla Terry
de elindeki fotoğraf makinasıyla ilerledi. Bir müddet manzarayı izledi. Önünde
15-20 kadar asker, bir tank, iki askeri cemse vardı.
Ana caddenin girişini
kapatan bu birliğin ilerisinde 100'e yakın çocuk ve genç vardı. Kimi kefiyeli,
kimi eli sapanh, kimi de eli taşlıydı. Uzunca seyretti bu tabloyu. O an
"kendimizi savunuyoruz" diyen İsrailli subayı düşündü. "Taşlara
karşı kurşunlarla,, tanklarla mı?" dedi içinden. "Demek ki taş
kurşundan daha tehlikeli ha!"
Birkaç kareyi
çekerken, direnişçi çocuklardan birinin aniden düştüğünü gördü. Yerde
debelenirken arkasından arkadaşları yetişti. Yaralanan arkadaşlarını karga
tulumba kaptıkları gibi kaçırdılar.
Ani bir hücum
karşısında yüzlerce taş üzerlerine yağarken askerler sıkışmıştı. Kimi tankın
kimi askeri araçların arkasına kaçıştı. Silahları taş olan intifadanın
çocuklarıydı bunlar. Oyunda, eğlencede olması gereken bu çocuklar, kurşunların
gölgesinde adeta oyun oynuyorlardı. Manzara inanılır gibi değildi.
Böylece oturup
fotoğraf çekmek zoruna gitmişti Terry'nin. Madem sorumluluğu üstlenmiş, başına
geleceklere razı olmuştu, öyleyse askerlerin arkasında durmanın bir anlamı
yoktu.
Hemen yan sokağa
saptı. Çatışmanın ortasına gitmek istiyordu. Çocukların olduğu tarafa yöneldi.
Elinde fotoğraf makinasıyla kendisini gören çocuklar kaçmadı. Ellerindeki
taşlarla daha bir gururlu gururlu duruyor, daha savaşçı tavırlar sergiliyorlardı.
Aniden yoğun bir ateş
açılınca çocuklar geri çekildi. Sindiği yerden olanları gözlerken birden 9
yaşlarında bir çocuğun düştüğünü gördü. Aklına ilk geleni yapmak için hiç
tereddüt etmedi. Yerinden fırladığı gibi çocuğu kapıp
ara sokağa girdi. Nefes nefese kalmıştı.
Etrafını saran küçük
direnişçilere baktı. Herkes onun bu fedakarlığını tebrik ediyor, teşekkürlerini
sunuyordu.
Şükran ya seyyidi,
şükran cezîla... (Teşekkürler beyefendi, çok teşekkürler)
Önemli değil, dedi
etrafına toplanan çocuklara. Çocuklardan biri şaşırdı.
Dilimizi biliyor
musunuz?
Evet, Arapça
biliyorum.
Tekrar teşekkür
sesleri, sevgi ve muhabbet kokan sözler eşliğinde dile getirildi.
Kurtardığı çocuğa
baktı. Minnettar kokan bakışlarla bakıyordu. Ayağa kalkıp üstünü başını
silkeledi.
Ben, dedi tatlı tatlı.
Size bir hediye verebilir miyim?
Hediye mi? dedi Terry
şaşkın şaşkın.
Evet, bizim için çok
önemli bir hediye. Lütfen bunu kabul edin. Bu bizim tek silahımız ve bizim
için çok önemli.
Çocuğun minik eliyle
uzattığı taşı alan Terry'nin kalbi hızlı hızlı atıyordu. Yıllardır birçok
çatışmada muhabirlik yapmış, birçok olaylar başından geçmişti. Hiçbirinde de bu
kadar heyecanlanmamıştı. Bu çocuk Terry'i yüreğinden vurmuştu. Gözleri nemlenen
Terry eline aldığı taşı bir kutsalı avuçluyormuş gibi tutup çocuğa baktı.
Bugüne kadar, dedi
heyecanla. Bu aldığım en güzel hediye.
Karşısındaki küçük
direnişçilerin gözlerinde taş taş büyüyen bir zaferin muştusunu okudu Terry...
Verilen koordinatlar
çerçevesinde menzile doğru uçuyordu. Cephane dolu bir depoyu bombalayacaktı. Komutanı
böyle emir vermişti. Mavi gökyüzünde bulutlar arasında süzüle süzüle F-16'sıyla
uçtu. Uçmak onda çocukluğundan beri süregelen bir aşktı. Tahsil hayatı boyunca
hep bir gün pilot olmak ümidiyle okumuş, üstün bir başarıyla Hava Harp
Akademisine girmişti. İşte şimdi emeline kavuşmuştu. Ustteğmen rütbesiyle iki
yıldır görevdeydi.
Gazze üzerinde uçarken
komutanının vurulmasını emrettiği koordinattaydı. Her biri 500-1000 kg olan
füzelerle yüklüydü uçağı. Hedefe kilitlenmek için uçuşunu biraz daha alçalttı.
Kilitlendiği anda füzeyi bıraktı. Öyle ya, cephane dolu depoyu havaya
uçurması, İsrail'in / devletinin ali menfaatlerini korumaktı.
Bir daha dönüş
aldığında cehennemi bir alev topunun kaldırdığı toz bulutuyla karşılaştı. Hedef
isabet almıştı, ama ikircildendi.
"Yoksa" dedi kendi kendine "Bombaladığım sivil bir yerleşim
yeri miydi? Yok canım! Komutanım cephane dolu bir depo olduğunu
söylemişti." içinde binbir türlü şüphe ve kuruntuyla geri dönüyordu.
Hava Jet Ana Üssüne
yaklaştığında inişe doğru geçti. Kuleyle irtibatlı bir haldeydi. Piste
öncelikle F-16'nın Ön tekerlekleri değdi. Birazdan iniş tamamdı. Kokpitten
çıktı, inerken arkadaşıyla karşılaştı.
Hoş geldin Yosef, dedi
arkadaşı üzgün üzgün.
Hoş bulduk İzak, neden
somurtuyorsun?
Yok bir şey!
Var, var! Seni
tanırım.
Nereyi bombaladığını
biliyor musun?
Aniden duran Yosef in
kalbi heyecanla attı. Aklına şüpheleri geldi.
Yoksa... dedi. Yoksa
sivil yerleşimciler miydi? "Evet" anlamında başını sallayan İzak
Maalesef, dedi.
Ama, ama komutan bana
öyle dememişti. Artık halkı vurmayacağımı söylemiştim. Yaptığımız açıkça bir
katliam.
Üzgündü Yosef
yaptıklarına. Filistinli mazlum, çocuk ve kadınları evleriyle havaya
uçurduğuna, evlerini bombaladığına inanamıyordu.
Beni aldattı, dedi
öfkeyle. Komutan beni aldattı. Sivilleri vurmayacağımı bildiği için cephane
dolu bir depo diye beni kandırdı. Allah kahretsin!
İzak endişeyle etrafa
baktı.
Sakin ol Yosef, dedi.
Biliyorsun ki her pilot bizim gibi düşünmüyor. Azınlıktayız. Sivilleri
vurmayacağımızı kamuoyuna deklare etmemiz lazım. Yoksa bu kuralsız savaşa alet
olmaya devam edeceğiz. Komutan da sen gelmeden çıktı. Raporunu sonra verirsin.
Şimdi eve gidip biraz dinlen.
Eve nasıl vardığının
bilincinde değildi. Pilot olmayı çok istemesine rağmen işlerin bu şekilde
gelişeceğini hiç düşünmemişti. Filistinlilerin ne uçağı^ ne helikopterleri
vardı. Kendilerinin ise F -16'ları, Apaçi helikopterleri, hatta nükleer
başlıklı füzeleri boldu. Bu silahları halka karşı kullanmayı yanlış buluyor,
buna alet olmayı vicdanına yediremiyordu.
İsrail ordusu içinde
"vicdani retçiler" diye bazı sesler yükselmişti. Savaşın kuralsızca
oynanmasına, çocuk, kadın ve sivil halkın bombalanmasına, evlerinin füzelere
tutulmasına karşı çıkanlar bir platform oluşturmuş, Yosef i de aralarına
çağırmışlardı. Tabiatı itibarıyla sivillerin bombalanmasına karşı çıkan Yosef,
tereddütsüz bu çağrıya katılmıştı, ama bu son görevde komutanının oyununa
gelmişti.
Aklına televizyonu
açmak geldi. Düğmeye dokunur dokunmaz spikerin sesiyle irkildi. Gazzede cephane
deposu diye bombaladığı yerin görüntüleri eşliğinde verilen haberde,
sivillerin öldüğünden bahsediliyordu. Halktan birinin evi havaya uçurulmuş,
komşu evler dahil olmak üzere birçok yapı yerle bir olmuştu. Haberde 20 Ölü, 60
yaralıdan bahsediliyordu. Görüntülerde sedyelerle taşınan çocuklar ve kadınlar
ambulanslarla hastanelere taşınıyordu. Ekrana kollan kopmuş bir çocuk görüntüsü
yansıyınca "Allah kahretsin" dedi hırsla. "Allah kahretsin,
beni kandırdı, beni kandırdı..."
Başına ağrılar
girmişti. Nasıl da oyununa gelmişti komutanın, bir türlü yediremiyordu kendine,
Koltuğa pelte gibi yığıldı. Yüzlerce yaş ihtiyarladığını hissetti birden. Ne
kadar da yorgun hissediyordu kendini.
Ansızın kapı çalındı.
Yerinden doğrulup kapıya giderken kimseyi beklemediğini düşündü. İzak olabilir
miydi? "Belki benî merak edip peşimden gelmiş olabilir" dedi.
Kapıyı açtığında
karşısında az Önce televizyon ekranında kolları kopuk olarak gördüğü çocuk
duruyordu. Her tarafı kan, her tarafı lime limeydi.
Allahım!" dedi
sayıklarcasma. Bu... bu olabilir mi? Nereden çıkmıştı bu çocuk? Ne arıyordu
burada?
Sen, dedi çocuk
bağırarak. Kollarımı sen kopardın...
Kollarımı ver!!!
Ansızın Yosef in üzerine
atladı.
Aaaaü!
Çığlık çığlığa uyanan
Yosef şoka girmişti. Durmadan bağırıyordu. Biraz sonra kendine geldiğinde
koltukta yığılıp uyumuş olduğunu anladı. Rüya görmüştü. "Ne korkunçtu
Allahım!" dedi. "Ne korkunç... Onları ben öldürdüm, ben
öldürdüm." Ağlıyordu Yosef. Vicdanı kendisini rahat bırakmıyor, artık bu
işten el çekmesi gerektiğine inanıyordu.
Birden kapı çalındı.
Kalbi hızlı hızlı attı. Rüyası aklına geldi. Korku dolu bir heyecanla kapının
arkasından;
Kim o? dedi.
Ben İzak, Yosef!
Kapıyı açar mısın? Hızla açıp arkadaşının boynuna sarıldı.
İyi ki geldin İzak,
dedi sevinçle. Rüyasını bir çırpıda anlattı.
Vicdanımız, dedi İzak.
Bunu kabul etmiyor Yosef. Masum sivil halkı bombalamak, çocuk ve kadınları
öldürmek kabul edilecek bir davranış değil.
Ama neden bunu
hükümetimiz ısrarla yapıyor. Daha çok düşman kazanacağımız girişimlerde neden
bulunuyoruz ki? Hem görmüyor musun Filistinli çocuk ve kadınları, sivilleri
bombalayınca, onlar da haklı olarak meyhanelerimizi, diskoteklerimizi,
otobüslerimizi, sivillerimizi bombalıyorlar. Karşılıklı bundan vazgeçilseydi
olmaz mıydı? Onlar bombalayınca terör, biz bombalayınca misilleme mi oluyor?
Adalet mi bu İzak? Ne kuralsız bir savaş bu ah! Karşılıklı bundan
vazgeçilseydi olmaz mıydı?
Geçenlerde, dedi İzak.
Filistin direniş grupları aynen senin düşündüğün gibi bize bir çağrıda
bulundular.
Çağrıda mı? Nasıl
yani?
Kahire görüşmelerinde
hükümetimize sivillerin çatışma alanının ve saldırı hedeflerinin dışında
tutulmasını yine teklif ettiler. Tabii bizimkiler de her zamanki gibi yine red
ettiler.
Anlamıyorum, dedi
Yosef. Anlamıyorum. Yıllık askeri bütçemiz 10 milyar dolar. Onların ise 300
milyon dolar. 605.000 eğitimli askerimiz var. Onların 30.000 gönüllüleri... 400
nükleer başlık var elimizde . Onların ise hiç yok, geçenlerde internette
gördüm biliyor musun? Eylül 2000 ile Ağustos 2004 arasında çoğu kadın, çocuk,
yaşlı, hasta silahsız siviller olmak üzere 3500 Filistinlinin öldürüldüğünü
yazıyordu ikinci intifadadan bu yana. Bu olacak iş mi İzak?
Bu bir savaş Yosef,
kuralı olmayan ve maalesef bizim de kullanıldığımız bir savaş.
Biliyor musun İzak?
Uçuşa çıkan bazı pilot arkadaşlar cesaret verici haplar yani uyuşturucu alıyorlar.
Sadece pilotlarımız
mı? Askerlerin çoğu operasyonlara, çatışma bölgelerine gittiğinde uyuşturucu
alıyor. Çoğunun psikolojisi bozulmuş durumda. Hatta her an Öldürülme korkusu
yaşıyorlar. Bir çoğu da firari...
İkisi de
sustular.Bakıp duran İzak, Yosefe niçin geldiğini açıklamak istedi.
Yosef, buraya
gelişimin sebebini sormayacak mısın?
Kusura bakma İzak,
dalmışım.
Ben, dedi İzak, sen
eve geldikten sonra arkadaşlara uğradım. Yarın basına yönelik bir açıklama
yapacaklarını söylediler. Sana haber vermeye geldim.
Yaa! Buna çok
sevindim. Artık tavrımızı ortaya koymamızın zamanı geldi. Hep suskun kalamayız
ya.
Bir de, dedi İzak. 200
Öğretim görevlisi de basın açıklamamıza imza atıp destek oldu.
İşte bu çok güzel.
Ertesi gün basm-yaymda
27 vicdani retçi pilotun 200 öğretim görevlisinin desteğinde basın açıklaması
yer almıştı. "Bizler hür irademizle Filistinlilerin sivil yerleşim alanlarına
yönelik saldırılara ve bombalamalara katılmayacağımı- | zı, işgalin devam
etmesinin İsrail'in güvenliğini tehdit ettiğini ve sivillere yönelik eylemlerin
ahlaki değerlere aykırı olduğunu, ekteki 200 öğretim görevlisinin imzasıyla
beraber kamuoyuna açıklıyor, bir an önce bu kuralsız savaştan uzak durmaya
hükümeti davet ediyoruz."
Çevrelerini saran
gazetecilerden durmadan soru soranlar vardı. Uğultunun içinde bir gazeteci:
Bu açıklamanızın emre
itaatsizlik olduğunu düşünmediniz mi? diye sordu. Yosef soruyu soran gazeteciye
döndü: Olabilir, dedi. Fakat vicdanımızın sesi bir tonluk bir bombayı
sivillerin üzerine bırakmayı doğru bulmuyor. O sebepledir ki vicdani redçi
olarak karşınızdayız. Hem bilmelisiniz ki bir tonluk bir bombanın büyük bir
yıkıma neden olacağını bilmek için dahi olmaya gerek yok. Birileri bu bombalan
kullanma kararını, onların birçok binayı yıkmasına ve birçok masum insanın,
sivilin öldürmesine sebep olacağını bilmesine rağmen karar veriyor. Bu, bizi
terörist haline getirmiyor mu?
Ortalık sütliman bir
sessizliğe gömüldü. Fakat vicdanlarının sesine kulak veren bir grubun gönülleri
su serpilmişcesine rahattı. Yaptıklarının doğruluğuna inanan bir tavırla...
Sıçrayınca yatakta olduğunu
farketti. "Oh!" dedi rahatlarcasına. "Rüyaymış" Uykusu
kaçan Salah, yataktan çıktı.
Son günlerde kâbuslar
görüyor, hafakanlar basıyordu onu. "Allahım!" dedi kendi kendine
"Hayra çevir..."
Ramazan ayıydı.
Sahurunu yapıp sofradan kalktı. Aile fertleri sahurlarını yaparken o pencereye
yanaştı. Perdeyi araladı. Dışarısı alacakaranlıktı. Sabah namazı için abdest
almaya hazırlandı. Fakat aklına birşey geldi. Tekrar pencereye yanaşıp karşı
tarafa baktı. Uzaktaki binanın dördüncü katındaki dairenin de ışıkları açıktı.
"Onlar da sahura kalkmışlar anlaşılan." dedi. Perdeyi çekecekken
gözleri simsiyah bir yılan gibi uzanan duvara baktı. "Hih" dedi
kendi kendine öfkeyle. "Güvenlik duvarıymış, basbayağı ayrım duvarı bu,
utanç duvarı..."
Bir ay Önce gördüğü
rüya geldi aklına. Çil yavrusu gibi sağa sola kaçıyordu insanlar rüyasında.
Batı Yaka tamamen sarsılıyor, Kudüs'e dek uzanan büyük bir çatlak oluşuyordu.
Kırılan yer parçası şiddetli bir depremin meydana geldiğini gösteriyordu.
Adeta Filistin boydan boya yarılmış gibiydi. Ansızın açılan gedikten siyah
büyük bir yılan yavaş yavaş çıktı. Oldukça büyük olan yılanın başı Kudüs'e doğru
uzanırken, korkunç görünümüyle etrafa dehşet saçıyordu. Kanı durmuşcasına
donup kalmıştı Salah. Lakin gördüklerine inanamıyordu. Çığlık çığlığa
uyanmıştı.
"Demek ki"
dedi içinden o siyah ve korkunç yılan bu uğursuz duvarmış. Bizi ayırdı
sevdiklerimizden, akrabalarımızdan, eşimizden, dostumuzdan."
Ertesi gün ikindi
sonrası terasa çıktı. İhtiyar babası tahtadan yapılmış somyeye oturmuş, ovaya
bakıyordu. Dalgın ve düşünceliydi.
Teras kattan ovaya
baktı o da. Alabildiğine uzanan bağ ve bahçeler zeytin ağaçlarıyla doluydu.
Tarım arazilerinin ve bahçelerinin içinden kara yılan gibi geçen bu duvar,
onulmaz yaralar bırakmıştı Filistinlilerin gönlünde.
Gözleri binalarının az
ötesine kaydı. "Birazdan burada olur" dedi. Biraz sonra içeri oğlu
girdi. Henüz 14 yaşında ortaokul öğrencisiydi. Selam verip dedesini ve babasını
sordu. Babasının tebessüm kokan yüzüyle karşılaştı.
Nasıl geçti bugünün
oğlum.
Her zamanki gibi baba.
Geçişlerde sorun var
mı?
Baba, dedi oğlu. Bu
duvar bizi mahvetti. Okulumla arama girdi. Her sabah geçiş noktasında İsrail
askerleriyle
utanç duvarı
muhatap olmak, bizi yiyeceklermiş gibi
düşmanca bakışlarını üzerimizde hissetmek, hakaretlerine maruz kalmak, ben
dahil tüm Öğrenciler için katlanılır gibi değil. Kendimizi derslere veremiyor,
konsantre olamıyoruz. Herkesin morali bozuk. Huzurumuz kalmadı okulda... Biraz
susup tekrar konuştu:
Hoş, hiçbir zaman
huzurumuz olmadı ya.
Oğluna şefkatle baktı.
Anlaşılan yaşadıkları zulme karşı bilinçli ve şuurlu bir idrak içindeydi. Buna
sevindi:
Yasin, oğlum gel şöyle
yanıma.
Dedesi seslenmişti.
Gidip sessizce dedesinin yanında oturdu. Başında kefiyesi, yüzünde yılların
acısı vardı. Dedesine sevgiyle baktı. Onu çok seviyor, onunla iyi anlaşıyordu.
Buyur dede, dedi.
Oğlum dedi ihtiyar.
Yasin'im! Sakın öfkene yenilme evlat. Yarım yüzyılı aşan bir zulmü yaşayan
bizler, sabrımızla düşmanı çatlatmalıyız. Direnmeli ve ilimle mücadelemizi
yoğurmalıyız.
Ama, dedi itirazvari.
Bırakmıyorlar ki... Gülümsedi ihtiyar:
Senin adaşın olan
şeyhimizin sözlerini hatırlatmamı ister misin?
Gözleri parladı küçük
Yasin'in.
Şeyh Ahmed Yasin'in
mi?
Hı, hi.
Tabii, dedi heyecanla.
İsterim.
Şeyh Yasin'e özel bir
ilgi duyuyordu küçük Yasin. -Allah ondan razı olsun, dedi dedesi. Bir
konuşmasmda şöyle demişti: "Benim bütün müslüman gençlere nasihatim en
başta islam ahlakıyla ardaklanmalarıdır. Doğruluk ve güvenilirlik, ahde vefa,
sevgi, kararlılık, çalışma ve amelde ihlas, müslümanlarla yardımlaşmak, onların
dertleriyle dertlenmek, Allah yolunda cihad ve Allah'ın kelamının en yüce
olması için başkalarıyla dayanışmak İslam ahlakının gereklerindendir.
O anda nefes alıp
duran dedesinin sözlerini kesen Yasin, masum masum konuştu.
Dede bana dua et. Ben
de onun gibi olayım.
İnşaallah benim
torunum da en güzel ahlakla ahlak-lanir.
Dede! Neden ilimle
mücadele dedin. Torununa sevgiyle bakan dede devam etti:
Soruna, adaşının
nasihatıyla cevap vereyim yavrum: Demişti ki: "Müslamanlara ilme önem
vermelerini tavsiye ediyorum. İlim, gelecekte bizim düşmanımıza karşı zafer
elde etmekte kullanacağımız silahımız olacaktır. Cehaletle zafer elde edemeyiz.
Dini, dünyayı ve ahireti kuşatacak bir ilimle ancak zafer elde edebiliriz."
Nasıl, güzel demiş mi?
Yani ilim gelecekte
düşmana karşı zafer elde etmek için tek silahımız mı olacak?
Evet" anlamında
başını sallayan dedesine baktı.
Peki dedeciğim, dedi.
Ne yaparlarsa yapsınlar artık takmayıp, kendimi derslerime vereceğim. Ve o silahı
kuşanacağım.
Aferin benim torunuma.
O anda hızla içeri giren küçük kız babasına baktı.
Baba, dedi nefes
nefese yüzü gülerek, televizyoncular gelmiş baba.
Hemen aşağı kata inen
Salah, kapıda iki kişi gördü. Birinin elinde kamera, diğerinin de mikrofon
vardı.
Rahatsız ettik, dedi
elinde mikrofon olan. Adım Nasır, Ürdünlü muhabirleriz. Ramazan dolayısıyla
programlar yapıyoruz. Rastgele girdik. Bir iftarı beraber geçirebilir miyiz?
Bu konuda sizinle bir program yapmış oluruz böylece.
Ne demek, dedi Salah.
Buyurun, lütfen şöyle buyurun.
Misafirlerini teras
kata aldı. Onları yaşlı babası ve küçük Yasinle tanıştırdı. Muhabbet
koyulaşınca muhabir yaşlı dedeye sordu.
Eski ramazanlarla
kıyas yapınca neler söylersiniz dedeciğim?
Evlat, dedi ihtiyar
dede. İnsan gün begün kemale erince her yaşın ayrı bir lezzeti olduğunu
anlıyor. Bakma sen "nerede eski ramazanlar" diyenlere, idrak etmesini
bilene her ay ramazan.
Sustu dede. Sayıklar
gibi birden konuştu.
Arna, zulüm altında
ramazan nasıl geçiyor dersen oğul, asıl soruyu sormuş olursun.
Doğru dersin dede,
dedi muhabir Nasır. Biran idrak edemedim. Kusura bakmayın.
Baksana evlat! Yarım
yüzyılı aşan siyonist zulümün en son yaptığına. (Parmağıyla utanç duvarını
işaret ediyordu) Bu ayrım duvarını gündeme getirin. Filistini adeta açık bir
hapishaneye çevirdi bu duvar. Kara bir yılan gibi Filistin'i boydan boya
sarıyor.
Kıvrım kıvrım kıvrılan
duvara baktı Nasır. Nasıl da uzundu. Bağlardan, bahçelerden geçip mahalleler
arasmdan süzülüyordu, uğursuz uğursuz.
Bildiğim kadarıyla
tamamen Amerika finansmanıyla inşa edilmiş değil mi?
Doğru, dedi Salah. Her
ne kadar güvenlik niyetiyle inşa edilmiş olsa da yeşil hat üzerinde olmadığı
için kötü emellere binaen yapıldığı ortada.
Nasıl kötü emeller...
dedi.
Yani İsrail ileride bu
duvarı bir pazarlık unsuru yapabilir. Hatta ilan edilmeyen bir sınır olarak
çizmiş şimdiden. Zira bu duvar Filistini bölge bölge getto ve kantonlara ayırıyor.
Bu sayede direnişi daha rahat kontrol edecekler.
Gerçi, dedi Nasır. Bu
duvarın zararlarını basın yazıyor, ama bir de siz açıklasanız? Ne tür
zararları oluyor bu ayrım duvarının.
Babam söylesin, dedi
Salah. O daha iyi bilir. İhtiyar bir iki öksürdü.
Hangi zararından
bahsedeyim evlat, dedi Nasır'a. Aha şu torunumun okulu duvarın öte tarafında
kalmış. Eğitimde bir felaket yaşanıyor bir kere. Bak şu karşıdaki 5 katlı binaya.
Akrabalarımız var orada. Eskiden iki adımlık yolken, duvar aramıza gireli
görüşemiyoruz. Bak, bak! Balkondalar bize el sallıyor biri.
Nasır ilerdeki binaya
baktı. 100 metre kadar uzaktaydı. aralarındaki duvarın yüksekliği büyük bir
engeldi.Balkondaki insanlar bağırıyor, el sallıyorlardı.
Ne diyorlar, dedi
Nasır Salah'a.
Babamı soruyorlar.
Ayrıca, dedi ihtiyar
dede. Bağlarımız, bahçelerimiz, tarım arazilerimiz bölük pörçük oldu. Gözünün alabildiğince zeytin
ağacı dolu bahçelerimizi görmüyor musun evlat? Hepsini bu duvar tarumar etti.
Sustu ihtiyar dede.
Uzaklara bakarak...
Yani, dedi Salah. Bu
duvar, halkımızı sosyal ve ekonomik açıdan parçaladı. Düşünebiliyor musunuz
730 km' lik uzunlukta olacakmış. Yani Çin şeddinden sonra dünyanın en uzun
duvarı... Birçok insanımızın verimli arazisinin, tarlasının, bağının,
bostanının, hatta evlerinin dahi ellerinden alınmasına sebep olacak.
Zorlaştırılan hayat göçler doğuracak.
Ama, dedi Nasır, Lahey
Adalet Divanına müracaat edildi. İnşaallah olumlu bir karar çıkar da yapımı
durdurulur.
Güldü Salah.
Aslında siz de
bilirsiniz Nasır Bey. İsrail, Birleşmiş Milletlerin hangi kararına bağlı kaldı
ki yaptırım gücü olmayan Lahey Adalet Divanının alacağı karara uysun.
Doğru ya orası da
öyle.
İşin acı tarafı duvar
Kudüs'ün dışında da inşa edilirse Mescid-i Aksa dahil Kudüs, İsrail tarafında
kalacak.
Üzüntüsü gözlerinden
okunuyordu Salah'm.
Bu röportajı ülkemde
yayınlayacağım, dedi Nasır Salah'a ümit vererek. İnşaallah faydası olur.
Yayınlayın evlat, dedi
ihtiyar dede oturduğu yerden. Yayınlayın, yayınlayın ki dünya müslümanlan
kutsallarına sahip çıksın ve deyin ki bu duvar İsrail'i koruyamayacak, işgal
devam ettiği müddetçe direniş de devam edecektir. Bu duvar onları
kurtaramayacak aksine kabirleri olacaktır.
İhtiyarın ortalıkta
adeta gürleyen sözleri üzerine ona hayran hayran bakan Nasır, bunca yıldır esen
İsrail'in zulüm rüzgarlarına ve fırtınalarına ulu bir çınar gibi direnen dede,
oğul ve torundan müteşekkil üç direniş nesline şahitlik etti...
Bakın diyordu birinci
konuşmacı. Filistin'in Özgürlüğünün gerçekleşmesi durumunda ortadoğuda sular
durulacaktır. Bunun için İsrail'in ve onu savunanların ellerini taşın altına
sokmaları zaruridir. Aksi halde yarım yüzyılı geçen bu işgal ve direniş bir o
kadar daha uzayacaktır. Bunun için bir an Önce kalıcı bir çözüme yönelik
uluslararası yaptırım dahil adımlar atılmalıdır.
Size katılıyorum, dedi
ikinci konuşmacı. Fakat bu, şu anda mümkün görünmüyor. En azından eldeki
veriler bunu gösteriyor. Zira tek taraflı fedekarlık olmaz. İsrail, işgalden
vazgeçmelidir.
Nasıl yani, dedi
program sunucusu. Biraz açıklar mısınız?
Bakın, açıklayayım:
Öncelikle uluslararası yaklaşımda adalet gözetilmelidir. ABD'nin İsrail'i
kollaması hakkaniyete sığmıyor. Bakın 1992-2004 arası ABD'nin İsrail'e 40
milyar, Filistin'e 20 milyon dolarlık bir yardımı olmuş. Yani bin katından
fazla. Diğer verilere gelince, İsrail'in askeri bütçesi 10 milyar dolar,
Filistin'in 300 milyon dolardır. İsrail'in 605.000 eğitimli askeri Filistin'in
30.000 gönüllüsü var. Buna ilaveten İsrail'in elinde 400 nükleer başlık
bulunuyor. Orta-doğuda hemen hemen, Filistin'de ise hiç yok. Üstelik İsrail'in
bu nükleer silahları Birleşmiş Milletlerin denetimine tabi değildir. Ayrıca
İsrail'in 4500 tankı, 10.000 silahlı aracı, 1700 ağır silahı, 130 saldın
helikopteri, 500 savaş pilotu, 50 savaş uçağı olmasına karşın Filistin'in
tarafında bu saydık-lanmın yine hiçbiri yok. Eylül 2000 İle Ağustos 2005 arasındaki
çatışmalarda 972 İsrailli hayatını kaybetmişken, 3668 Filistinli çoğu kadın,
çocuk, yaşlı, hasta, silahsız ve savunmasız insan hayatını kaybetmiştir.
İsrail 6 milyon nüfusa sahip olarak 20.770 km2'lik bir coğrafyada yaşarken,
Filistinliler 6.220 m2'lik bir alana sıkıştırılmış bir durumda 3.8 mil- | yon
nüfusuyla adeta Öz yurdunda garip, öz yurdunda parya olmuş bir halk. Yani
İsrail o toprakların gerçek sahiplerinden %30 daha fazla paya sahip. Hem daha
stratejik daha tarihi ve daha verimli topraklara... Tüm bu veriler
doğrul-tuşunda İsrail'in yıllık milli geliri 120 milyar dolarken, Filistin
halkının 2.9 milyar dolardır. İsrail'de kişi başı milli gelir 20.000 dolan
bulurken, işgal edilmiş topraklarda bu gelir 30'da biri kadardır. Yani 850 dolar.
Söyler misiniz bu ekonomik, siyasi, askeri güç dengesizliği yaşanırken çözüm
için tüm fedakarlığın hala Filistinlilerden beklenilmesinin anlamı nedir? Tek
güvenceleri olan ellerindeki basit silahların toplanması mı? Yoksa taşlar ve
sapanların mı?
Televizyon programındaki
foruma katılanlar bir an bu
gerçekler karşısında susup
kaldılar. 2. konuşmacı devam etti:
Evet arkadaşlar. Yine
de kalıcı çözüme yönelik hakkaniyet çerçevesinde gayret sarfedilmesini temenni
ediyoruz. En azından İsrail'in yeşil hat'a kadar işgali bu gayeye binaen
kaldırması lazım. Hatta bu tür girişimlerin halklar, dahası fertler bazında
herkesin gücü nisbetinde yapması istikbale yönelik umut verici gelişmeleri
doğuracaktır.
Ahmed Hatip
televizyondaki programa dalmış gitmişti. Bu kuralsız savaşta çekmedikleri
çile, ızdırap, yaşamadıkları acı, görmedikleri işkence kalmamıştı. Yine de
ümidini koruyor ve bir gün Filistin'in özgürlüğünü göreceğini
umuyordu.
Ertesi sabah Cenin
mülteci kampında bir hareketlilik vardı. Sonraki gün Ramazan Bayramı olduğu
için herkes gücü nisbetinde alış-veriş yapıyor, yarına hazırlıklarını görüyordu.
Kalabalıklar arasında
yürüyen Ahmed Hatib cadde boyu yürürken bir an durdu. Geçtiği vitrinde bir
nesne onun daldığı düşüncelerinden sıyrılmasına sebep oldu. Geri döndü.
Vitrinin önünde durdu. Bir oyuncakçı dükkanıydı. Vitrinde duran alete baktı.
Gözlerine inanamıyormuşcasına şaşırıp kalmıştı. Hemen içeri daldı.
Şunu istiyorum dedi.
Ne kadar? İş yeri sahibi Ahmed Hatib'e baktı.
O biraz pahalı dedi,
ama isterseniz daha ucuzları da var.
Hayır hayır! Ben onu
istiyorum. Oğluma bayram hediyesi alacağım.
Peki beyefendi, madem
bir çocuğu sevindireceksiniz biz de katkıda bulunalım.
Uygun bir fiyatla
vitrindeki aleti paketleyen dükkan sahibine ücretini ödeyip eve doğru yürüdü.
O sabah Cenin kampında
bayram namazından çıkan herkeste bir neşe, bir sevinç vardı. Hele çocuklar
yaşanılan zulümden habersiz neşeyle koşuyor, oyunlar oynuyordu. Büyüklerin
gözlerinde hüzünlü bir bayram sevinci; buruk bir tebessümle arkadaşlık
ediyordu.
Namazdan sonra eve
giden Ahmed Hatib ailesinin bayramını kutladı. İçeri giren 12 yaşındaki oğlu
Cemal annesinin ve babasının ellerini Öptü. Bayram harçlığını aldı. Tam dışarı
çıkacaktı ki;
Sana bir süprizimiz
var oğlum, dedi annesi.
Sürpriz mi? Ne
süpriziymiş anne?
Oturduğu koltuktan
ayağa kalkan anne, yan odaya girdi. Elinde yaldızlı kağıtlarla sarılmış bir
paketi küçük Cemal'e verdi.
Al bakalım oğlum. Bu
sana bayram hediyemiz.
Aç bakalım, dedi
babası, beğenecek misin? Heyecanla elindeki paketi açmaya çalışan Cemal,
içindekinin ne olduğunu merak ediyordu. Paketin içindeki son kağıdı da
kaldırınca gözlerine inanamadı.
Aman Allahım! dedi
sevinçle. Bu tam benim istediğim gibi.
Eline aldığı oyuncak
bir tabancaydı. Merakla bakıyor, inceliyordu.
Ne kadar da gerçek,
dedi sayıklarcasma.
Biran durdu. Annesine
ve babasına baktı. Gülümseyerek onu izliyorlardı. Hemen atılıp annesinin
babasının ellerinden öptü, teşekkür etti.
Çıkabilir miyim? dedi.
Arkadaşlarıma da göstermek istiyorum.
Başını
"olur" anlamında sallayan annesi ve babası arkasından
gülümsüyorlardı.
Sağolasın Ahmed! Bu
bayram günü Cemal'i çok sevindirdin. Sahi nerden buldun? Çok sahici görünüyor.
Dün, dedi kocası.
Alış-veriş yaparken rastgeldim. İçimden oğlumu sevindirmek geldi, aldım.
Dışarı çıkan küçük
Cemal, elindeki oyuncak tabancasıyla hızlı hızlı koşuyordu. Sokağın başında
bekleyen yaşıtı bir grup arkadaşına kavuştu. Gururlanarak:
Bakın, dedi elindeki
oyuncak tabancasını göstererek. Nasıl beğendiniz mi?
Sahici gibi ya, değil
mi?
Nereden buldun Cemal?
Babam aldı, dedi Cemal
kasılarak, bayram hediyesi.
Arkadaşlarıyla oyuna
dalan küçük Cemal mutluydu. Herkesin İmrenen bakışları arasında elinde oyuncak
tabancasıyla bir o yana bir bu yana koşuyor, arkadaşlarıyla şaka-laşıyordu.
Ansızın uzakta bir
askeri cemse görüldü. Elinde uzun namlulu bir silah bulunan İsrailli keskin
nişancı Cemal'i elindeki oyuncak silahıyla görünce, hiç tereddüt etmeden iki
defa tetiğe dokundu.
Başından ve karnından
vurulan küçük Cemal, kanlar içinde yere yığıldı. Cemal'i yerde gören çocuklar
bir anda deliye döndüler.
Herkes kaptığı taşı askeri cernseye doğru fırlattı. Arkadaşlarının intikamım
almak isteyen küçük çocuklara katılım birden arttı. Nereden çıktığı belli
olmayan birçok insan taş olup aktı adeta.
Ailesine haber verilen
Cemal için ambulans beklenirken babası yetişti. Arkasından annesi feryatlarla
geliyordu.
Cemaal, yavruum!
Yerde kanlar içinde
yatan oğlunun basma gelen kadın onu kucağına almış hıçkırıklar içinde
ağlıyordu.
Yavrum, aç gözlerini,
haydi Cemal'im.
Herkes ağlıyor,
mazlumane manzarayı seyrediyordu. Kanıksanmayan bir manzaraydı bu.
Bayramlarının dahi zehir edilmesine alışan bir halktı Filistin halkı. Siyonist
zulmün gölgesinde her türlü zulmün cefasını kaç nesildir yaşıyordu.
Bağışıklık kazanmıştı bu halk adeta zulme, acıya, eziyete, ızdıraba,
hakarete...
Bir bayram sevincini
dahi yaşatmadılar bize.
Kursağımızda kaldı
Allah kahretsin
siyonistleri, kahretsin.
Kahrolsun İsrail!
Ne istediler bir
çocuktan?
Tepkiler arasında
babasının kollarında sedyeye konulan Cemal, ambulansa bindirildi. Hastaneye
acil bir şekilde yetiştirilir yetiştirilmez ameliyata alındı. Hastane koridorlarında
ne yaptıklarını bilmez bir halde, sönmeyen bir ümitle ameliyathanenin kapışma
bakıyor bir müjde bekliyorlardı. İkide bir açılan kapıdan giren çıkan
hemşireler koşuşturuyordu.
Bir saat kadar
sonraydı. Ameliyathanenin kapısı açıldı.
Ağır adımlarla Ahmed
Hatib'e yaklaşan doktorun gözlerinde hüzün vardı. Cemal'in anne-babasma baktı.
Her ikisi de doktora ümitle bakıyor, adeta "sakın bize kötü bir haber
verme" dercesine yalvarıyorlardı. Başını önüne eğdi, susup kaldı.
Doktor, dedi Ahmed
Hatip. Ne oldu doktor? Neden susuyorsun?
Susuyordu doktor, ne
diyeceğini bilemiyordu.
Maalesef dedi doktor
üzgün üzgün, başınız sağ olsun.
Olamaz, olamaz, dedi
annesi çığlık çığlığa. Cemalim, Cemalim...
Kocasına sarılıp
hıçkira hıçkıra ağladı. Ahmed Hatip ise donup kalmış hiçbir şey diyemiyordu,
adeta şoka girmişti.
Birkaç saat sonra
oğlunun cenazesini almak için resmi evrakları dolduran Ahmed Hatip, formda
gördüğü organ bağışıyla ilgili şık üzerine durup düşündü. Oğlu vasıtasıyla
başka insanlar hayat bulabilirdi. Onların yaşamasında oğlunun etkisini, bir
parçasını hissetmek... "Tuhaf bir duygu bu" dedi. "Oğlumun
organlarını bağışlamak istiyorum doktor bey, umarım başka çocuklar bu vesileyle
kurtulur."
Doktor elindeki
dosyaları karıştırıp biraz sonra;
Ahmed Hatip Bey, dedi.
Oğlunuzun organlarıyla şu anda organ bekleyen altı çocuğa tedavi imkanı doğmuş
durumda. Zira doku yapılan uygun. Yalnız...
Susmuştu doktor. Ahmed
Hatib'e endişeyle bakıyordu.
Ne oldu doktor, dedi
Ahmed Hatib, neden garip garip bakıyorsunuz?
Şey, yalnız doku
yapıları sizin oğlunuzun organlarına Son kelimeyi vurgulayarak bir anda söylemişti. Kulakları
uğuldayan Ahmed Hatib "İsrailli" sözünü duyunca bir anda öfkelenmek
istedi. Yıllardır enselerine zulümden başka bir şey yağdırmayan İsrail değil
miydi? Nice çocukların/insanların organlarım uluslararası piyasaya pazarlayan,
devlet gücüyle organ mafyalığı yapanlar onlar değil miydi? Şimdi de onların
çocuklarına hayat vermek...Hem j de oğlunun organlarıyla...Hayır hayır, olacak
iş değildi bu. Celladını beslemek gibi bir şeydi!
Ama hayat bulacaklar,
fıtratları İslam üzere yaratılmış masum çocuklardı...Belki bu tutum onların hidayetine ve kalıcı bir
çözüme, karınca kararınca vesile olabilirdi. Ağır ağır başını kaldırıp doktora
baktır
Onlar çocuk, dedi.
Onların bir suçu yok.
İki gün sonra bir
televizyon muhabiri Ahmed Hatiple röportaj yapıyordu.
Ahmed Hatib Bey, dedi
muhabir; İsrail ordusunu dava etmeyi düşünüyor musunuz?
Hayır, dava etmeyi
düşünmüyorum, İnanıyorum ki gelecekte bu çocuklar zaten İsrail'i
yargılayacaklar,
Onlar hem oğlunuzu
vurdular, hem de siz oğlunuzun organlarını iki İsrailli çocuğa bağışladınız.
Niçin?
Her şey, dedi Ahmed
Hatib kamera merceğinin odak noktasına bakarak, her şey Filistin için...
Herkesin Filistin için ve kalıcı bir çözüm için mutlaka yapabileceği bir şey
vardır...
Elindeki kitabı
kapattı. Koltuğuna yaslanıp başını geriye doğru kaldırdı. Yorulmuştu.
Elleriyle şakaklarına hafif bir masaj yaptı. Biraz rahatlamıştı.
Bakışlarıyla yeni
taşındığı odasını süzdü. Her şey tam istediği gibiydi. Sağ duvardaki kitaplık
tıklım tıklımdı. Tek tek özenle yerleştirmişti kitaplarını. Masası ceviz
kaplamaydı. Üzerindeki bilgisayarla internete giriyor, her konuda kolaylık
yaşıyordu. Koltuğu, rahat ve ortopedikti. Karşı duvardaki deniz manzaralı bir
tablo, onu hayaller alemine sü-rüklüyordu. Sol tarafındaki pencereden
üniversitenin çam ağaçlarıyla kaplı yeşil alanını seyrettikçe, ruhuna bir
dinginlik geliyordu. Manzara, adeta canlı bir natürmorttu.
Bu odaya yerleşmek
için az mücadele etmemişti hani. Meslektaşlarıyla çekişmesini hatırladıkça
tatlı bir tebessüm belirdi dudaklarında.
Doçentti Atilla Bey.
Bu mevkiye gelmek için uzun yıllar uğraşmış, gecesini gündüzüne katmıştı. Hayat
maratonunda hedeflediği her şeye sahipti. Sürekli yükseldiği bir kariyeri,
geniş ve konforlu bir evi, lüks bir arabası, iyi bir eşi ve bir de 6 yaşında
bir kız çocuğu vardı. Daha ne isteyebilirdi ki?
Fakat bir de profesör
olabilseydi. Ah! O günleri de görebilecek miydi? O zaman mutluluğuna diyecek
olmazdı. Aniden daldığı hülyalardan sıyrıldı. Kapı vurulmuştu.
Gir! dedi yüksek
sesle.
İçeriye elinde çay
tepsisi ve günlük gazeteyle Osman
Efendi girdi.
Hocam! Size taze çay
getirmişem. Yeni demledim.
Sağ olasın Osman
Efendi. Ellerine sağlık.
Aha bu da gazeteniz
hocam. Bi emriniz var mı?
Teşekkür ederim Osman
Efendi. Sana zahmet oldu.
Estağfirullah hocam!
Üzerindeki mavi
önlüğüyle saygılı bir şekilde kapıyı çekip gitti. Gerçekten tavşan kanı gibi
kıpkırmızıydı masasında duran çay. Hamarattı Osman Efendi, Tüm öğretim görevlileri
çayını methederdi. Lezzetle yudum yudum içerken, elini günlük gazeteye uzattı.
İlk sayfaya baktığında
gördüğü manzara karşısında solunum borusuna kaçan ağzındaki çay burnundan
akmış, şiddetle aksirmıştı. Masanın üzerindeki kitaplara ve bilgisayar
klavyesine kadar sıçrayan damlalar, neşesini kaçırdı.
Vahşetti gördüğü
manzara: Birkaç aylık bir bebek sedye üzerinde kalabalıklar arasında
taşınıyordu. Çıplak görüntüsünde göğsüne, başına aldığı onlarca mermi vardı.
Gazete, olayı "Bebek Katili İsrail!" diye sürmanşetten vermişti.
Midesi bulandı aniden.
Tiksinti duydu. Hemen gazeteyi kapatıp çöp kutusuna fırlattı.
Nereden çıkmıştı şimdi
bu huzursuzluk? Ne güzel hayaller düşlüyordu. Zehir olmuştu Osman Efendinin o
güzelim çayı. Filistin, İsrail zulmü altında kan ağlıyormuş. Bebekler
öldürülüyormuş. Her gün yüzlerce insanın evi, başına yıkıhyormuş. Nice anneler
kocasız, nice çocuklar babasız kalıyormuş. Çocuklar ve gençler İsrail
askerlerine karşı taşlarla savaşıyormuş. Tek silahları sapanlarmış. "Bana
ne!" dedi kendine. "Bu onların kaderi. Beni ilgilendirmez."
Pencereye yöneldi;
açtı. İçeri dolan güzelim çam kokusunu çekti içine. Yerdeki kozalaklar
arasında yürüyen kızlı erkekli öğrencileri seyretti. Neşeli, mutluydular.
Aralarında şakalaşıyor, yerden topladıkları çam kozalaklarını birbirine
atıyorlardı.
Saatine baktı. Artık
gitme zamanıydı. Masasını topladı. Ceketini giydiği gibi soluğu arabasında
aldı. Kontağı açıp yola çıkarken, az önce odasında yaşadıklarını unutmuştu bile.
Filistin, İsrail, bebekler, acı, ızdırap, ölüm... Hepsini çalışma odasına
kilitleyip hapsetmişti.
Arabasını müzik
eşliğinde keyifle sürerken direksiyondaki elleriyle de tempo tutturmuştu.
Akhna kızma oyuncak almak geldi. Onu sevindirecekti. "Babacığım! deyişini
yerim senin" dedi kendi kendine. Tabi bu arada eşine de sürpriz yapmalı,
sevdiği kırmızı gülleri almalıydı.
Akşam yemeğinin
garnitürünü görünce, eşine övgüler yağdırdı. Yemeğin çeşnisini şimdiden
damağında hissetmişti.
Yemekten sonra
nümayişli oturma salonuna geçmişlerdi. Kızma aldığı konuşan Cindy bebeği ve
eşine verdiği kırmızı güllerin mutluluğuyla doluydu yüreği. Küçük kızı, konuşan
Cindy bebeğine ne de çok sevinmişti.
Akşam haberleri için
televizyonu açıp ailece karşısına oturdular. Biraz sonra spiker yeni bir haber
veriyordu:
Sayın seyirciler! Dün
akşam saatlerinde Gazze'nin Nu-sayrat Mülteci Kampını basan İsrail askeri
birlikleri, henüz birkaç aylık olan bir kız çocuğunu öldürdüler. Adeta kalbura
dönen bebeğin...
Gerisini duymadı
Atilla Bey. Boğazına bir şey takılmış-çasına yutkunuyor, gözlerini ekrana gelen
bebeğin cesedinden ayıramıyordu. Etrafında binlerce öfkeli insan vardı. Kaça
koca tankları taşlayan nefret yüklü çocuklar, ellerinde sapanlarla
direniyordu. Genç bir kadın, kalabalıklar içinde sürekli ağlıyordu. Annesi
olmalıydı. Gayri ihtiyari eşinin elini sıktı. Sanki içinden bir şeyler
kopuyordu.
Ekrana kızı yaşında
bir kız çocuk yansıdı. Ağlıyordu. Toz-toprak içinde sicim sicim gözyaşları
akıyordu yanaklarından.
Ansızın ayakları
dibinde oturan kızının ayağa kalktığını fark etti. Kanepedeki Cindy bebeğini
aldı ve ekranda ağlayan yaşıtı kız çocuğuna uzattı. "Ağlama!" dedi
saf ve masum sesiyle."Al! Bu senin olsun"
Artık tahammülü
kalmamıştı Atilla Beyin. Nereden çıkmıştı bu haber? Sırası mıydı? "Kapat
şunu!" dedi eşine sinirli sinirli. Eşi yerinden sıçrarcasma kalkmış,
hemen televizyonu kapatmıştı. Küçük kızı ise elinde Cindy bebekle televizyonun
Önünde kala kalmıştı.
Ertesi sabah
arabasıyla üniversiteye giderken, yine unutmuştu akşam yaşadıklarını. Neşesi
yerindeydi. Arabasını park edip temiz koridorlardan dudaklarında bir
mırıltıyla çalışma odasına yöneldi. Kapının Önüne geldiğinde kapıya afili bir
yazıyla monte edilmiş, sarı renkli bir metal üzerine kazınmış ismine kasılarak
baktı: "Doç. Dr. Atilla ÖZ-TÜRK."
İçeri girdiğinde
saatine baktı. Dersine on dakika vardı. Hazırlıklarını gördü. Yanma ders
kitabını ve notlarını alıp anfiye yöneldi.
Sınıfa girdiğinde
doğruca kürsüsüne çıktı. Yüksek sesle yoklamasını aldıktan sonra, karşısındaki
öğrencilere baktı.
Arkadaşlar! diye
başladı. Geçen dersimizde "Yapı Bakımından Sözcükler" konusuna
başlamış, basit sözcükleri bitirmiştik. Bugün de türemiş sözcükler üzerinde
duracağız.
Bir öğrencinin elini
havada görünce durdu.
Evet Engin! Seni
dinliyorum.
Hocam! Bize
vereceğiniz ders notları varsa, not tutmayalım.
Sinirlenmişti Atilla
Bey.
Bakın arkadaşlar!
dedi. Kaç defa söyledim! Sınıfta konuştuğum her şeyden sorumlu olduğunuz için
not tutmanız menfaatiniz icabıdır. Hazıra konmak yok. Ancak size dersin sonunda
yapım ekleri'nin alfabetik sıraya göre bir listesini vereceğim. Ayrıca
vereceğim bibliyografyadan da faydalanabilirsiniz.
Tekrar kaldığı yerden
devam etti.
Sözcüklerin anlamını
değiştirerek onları yeni ve başka bir sözcük haline getiren eklere yapım ekleri
denir. Bu tanıma göre şu sözcükler hakkında ne diyebiliriz? Silgi, gözlük,
taşhk...
Öndeki öğrenci elini
kaldırınca; Evet Özcan seni dinliyorum,
dedi.
Hocam! Silgi
kelimesinin kökü silmekten gelir. Aldığı "gi" yapım eki, ona silmekle
ilgili bir anlam yüklemiş, onu isimleştirmiştir. Yani başka bir anlam
katmıştır.
Atilla Bey, gözlük
kelimesini de başka bir Öğrencisine sordu. Tamamen kendisini dersin havasına
kaptırmıştı. Konsantresi yapım eklerine yoğunlaştığından aklında başka bir şey
yoktu.
Bir ara son kelimeyi
cevaplandıran ayaktaki öğrencinin sözünü kesip;
Mehmet! Taş
kelimesinin -Uk ekiyle başka bir kelime türettiğini söylemen doğru, dedi. Fakat
taş kelimesinin ne olduğunu söylemedin. Taş kelimesi sana neyi hatırlatıyor?
Mehmet, diğer
öğrencilerden tabiatı itibarıyla farklıydı. Hocasına baktı. Mehmet'in verdiği
tek kelimelik cevap, bulunduğu kürsüden anfiye yayılıp duvarlarda dalga dalga
yankılandı:
Filistin!
Gerisini hatırlayamadı
Atilla Bey. Gözlerinin önünde tablolar canlandı birden: Taş, Filistin,
kurşunlanmış, eller üstündeki bir bebeğin cenazesi; elleri taşlı, başları
puşili çocuklar, gençler; tanklar, ağlayan kadınlar... "Katil
İsrail" diye slogan atan insanlar... Askerler; acı, ızdırap, zulüm...
Gözlerini kapatsa da,
kulaklarını tıkasa da kaçamayacağı bir gerçek vardı karşısında: Filistin!!!
Pencereye doğru
yanaştı. Kurulan barikatlara baktı. Mahzun görünüyordu ihtiyar imam. Saçı
sakalı ağarmış, yaşı ilerlemişti. Yine de söz konusu Mescid-i Aksa olunca sızlayan
bedenine bir hareketlilik, ruhuna bir canlılık gelirdi.
Barikatları meydana
getiren gençlerin içinde kendim de koşturuyormuş gibi gördü. Az mı çatışmıştı
işgalci İsrail askerleriyle? Az mı savunmuştu çevresi kutsal kılman bu
mescidi? Şimdi vücudu çökmüş, kemikleri sızlamış olsa bile direnişten
vazgeçemezdi.
"İşte canım! İşte
kanım! İşte sen ey Aksa" dedi ihtiyar imam. "Yeter ki iste! Sana
adanan, sen diye atan nice yürekler var."
1986 yılının 14
Ocak'ıydı. İsrail parlamentosu Knesset'in bazı milletvekilleri; işgalci
askerlerin koruması altında Mescid-i Aksa'ya girmek, hürmetini çiğnemek
istiyorlardı. Buna karşın Aksa'nm girişlerinde İslami Hareket mensubu gençler
tarafından barikatlar kurulmuştu. Aksa'mn izzetini korumak, parlamenterlerin
necis ayaklarına çiğnetmemek için...
İhtiyar imamın
kıpırdayan dudakları göklerle rabıta kurmuştu. Allah'tan bir nusret, bir sebat
dileyen sözcüklerle dolaştı dergâh-ı ilahide. Bir aşk, bir vecd iştiyakmdaydı.
Sonra düşünceler
denizinde maziye sürüklendi. Bu, Mescid-i Aksa'nm uğradığı ilk saldın değildi.
Son da olmayacaktı. O güne dek bu kutsal mabede yapılan saldırılar bir
bir geçti zihninden.
21 Ağustos 1969
yılıydı. Michael Deniş Rohen adlı bir Yahudi genci Siyonist doğmanın
sarhoşluğuyla Aksa'yı yakma girişiminde bulunmuştu. Tarihi minberi tamamen
yanarak kül olan bu meşum sabotajda Aksa, büyük bir zarar görmüştü.
Nisan 1980 yılında
haham ve parlamenter olan Meir Kahana; Mescid-i Aksa'nm bir yerine
yerleştirdiği bol miktardaki patlayıcıyı ateşlemeye teşebbüs etmiş, Allah'ın
lüt-fuyla başaramamıştı. O haham ki Knesset'e milletvekili seçildiğinde
Mescid-i Aksa ve Kubbetü's-Sahra'yı yıkmak, yerlerine Siyon Mabedini inşa etmek
için her yola başvuracağına dair yemin etmiş biriydi. Fakat Allah, ona bu
fırsatı vermemişti.
Yine 1982'nin 8
Nisan'ıydı. Siyonist Kah örgütü başka bir Siyonist terör örgütüyle Aksa'yı
havaya uçurma adına ortak planlar yapmıştı. Aksa'mn girişlerine çok sayıda patlayıcı
yerleştirdüerse de başarılı olamadılar. Zira Aksa'yı koruyan görevliler
patlayıcıyı bulup ortaya çıkarmıştı.
Bu olaydan iki gün
sonra yine haham Meir Kahana ve çılgın taraftarları zorla Mescid-i Aksa'ya
girmek istemişti. Onlara set olan mesdd cemaati, çıkan çatışmada caminin iki
korumasını şehid vermişti. Fakat Aksa'nm
çilesi bu kadar değildi elbette. Bir yıl sonra 1983 yılının 21 Mart'ında Aksa'yı
yıkma adına değişik bir Yahudi tezgâhı fark edildi. Aksa'ya girmek için
kazılmış gizli bir tünel bulundu. Bu; ilahi bir yardımdı. Yüce Allah, çevresini
mübarek kıldığı bu mazlum Mescidi bir daha korumuştu.
1984 yılının 27
Şubat'mı da hatırlamadan edemedi. O gün bir grup silahlı Yahudi, çıldırmış gibi
Aksa'ya, Rahmet kapısından içeri girmek istemişlerdi. Maksatları cemaati
katletmek, katliam yapmaktı. Yahudi doğması, siyon mabedini inşa üzerine bina
edilmiş, beyinleri fitne ve fesat dumuruna uğratmıştı. Ancak hesaplanmayan bir
şey vardı ki Allah'ın yardımıydı, lütfü ilahiydi. Kutsal mabedi Kabe'yi; Ebrehe
ve fil ordusuna karşı koruduğu gibi, Aksa'yı da korumuştu. Minik ellerdeki
taşlar küçük; ama caydırıcılığı top mermileri kadar büyüktü. Nihayet bu badire
de atlatılmıştı. Bir katliam daha önlenmişti.
"Ne çok badireler
atladın sen ey mazlum mescid, mazlum Aksa'm!" sözcükleri döküldü ihtiyar
imamın dudaklarından. "Hangisini söylesem, hangisini dile getirsem...
An-dolsun seni korumak, hürmetini ayaklar altına almak isteyen bu lanetli
güruha karşı savunmak boynumuza borçtur. İşte canım, işte kanım!"
İçinde fırtınalar
kopuyordu ihtiyar imamın. Düşünceler denizinde sükûnet bulmayan bir fırtınada
medcezirler yaşıyor; fakat sebatla direniyordu azgın dalgalara karşı.
Barikatlara takılan
gözleri bir hareketlilik gördü. Ellerinde taşlar, yüzlerinde puşilerle mescit
gençleri tarafından içeri girmek isteyen asker ve parlamenterlere karşı bir
direniş başladı. İhtiyar yüreği hızla çarptı. Bir heyecan bir hareketlilik
sardı bedenini. Şahit olduğu çatışmanın içinde buldu kendini. Nasıl gelmiş,
nasıl ulaşmıştı bilemedi! Yaşanan hengâmede o da bir er, o da bir
direnişçiydi. Aksa direnişçisi,
Kudüs savaşçısı...
Genç kalplerle beraber
direnen ihtiyarın kalbi gençleş-mişti adeta. Askerlerin saldırılan altında
dimdik bir duruş, yıkılmayan bir onur sergilemişti.
Geri çekilen askerler
barikatlara tekrar saldırdılar. Yek vücut olmuş bir direnişle karşılaşan
askerler tutunamayıp geri çekildiler. Arkalarındaki parlamenterler ise
çıldırmış boğalar gibiydi. Aksa'ya girememek, beklemedikleri bir direnişle
karşılaşmak onları delirtiyordu. Askerlere habire emirler yağdırırcasına
bağırıyor, İbranice sözcüklerle tehditler savuruyorlardı. Fakat ne çare...
Barikat aşılmıyordu. Ac-ziyetin ifadesi geri çekilmek oldu. Mescidin dışına
kadar geri çekilen askerler, yardıma gelen müslüman gençlere saldırdılar.
Çatışma şiddetlenmişti. İhtiyar imamın bir serçe misali çarpan yüreği hızlı
hızlı attı. Sızlayan bedenine aldırmayan bir çeviklikle çatışmanın içindeydi.
Adeta savaş alanın-daymış gibi "Allahu Ekber" nidalarıyla
saldırıyordu işgalci
askerlere. Fakat ne
mümkün..
Başlarında çelik
miğfer, vücutlarını saran koruyucu zırhlar, ellerinde sert kalkanlar ve
coplar... Kendinden geçen bir aşkla vuruşurken ince bir sızı hissetti başında.
Gayri ihtiyari başına giden elinin parmaklarında kırmızı bir sıvı gördü.
Gökler yarıldı o anda. Kendine doğru gelen güzel yüzlü si' malar, uzanan eller,
tebessüm eden çehreler gördü. Arşa davet vardı. Kanlı eli uzanan ellerle
kenetlenince "Vallahi kazandım, vallahi kazandım!" dedi. İlahi
davete doğru ruhu uçup atlas iklimin maviliklerinde gözden kayboldu...
16 Eylül 1982! Yer;
Güney Lübnan'ın Sabra-Şatilla kampları! Benzeri görülmemiş bir vahşet, bir
Siyonist katliamın yaşanacağı ilk gün... Sokaklar sessizliğe bürünmüştü. İncin
top oynuyordu adeta. Derme çatma mülteci evleri, içinde yürekleri pırpır atan
çocukları, kadınları ve ihtiyarları barındırıyordu. Herkes olacakları
düşünüyor, tedirginlik içinde bekliyordu.
İkindi vaktiydi. Dar
sokaklardan süzülen bir gölge önünde durduğu kapıyı iki defa aralıklı iki defa
da art arda tıkladı. Hafifçe aralanan kapıdan muhatabını tanıyan ev sahibi
kapıyı açtı. Bakışlarıyla selamlaştılar. Sessizce salona geçip kitaplığın
önünde durdular. Ev sahibi kitaplığa sağdan yüklenince gizli bir bölme açıldı.
İkisi de içeri girip dehlizlerden yürüyerek geniş bir odaya vardılar.
İçeride birkaç kişi
daha vardı. Hepsi endişe dolu göz-'erle gelen ihtiyara baktılar.
"Selamün Aleyküm
ya İhvan" dedi. ihtiyar tok bir sesle.
Aleyküm-es selam ve rahmetullah" sesleri yükseldi
oturanlardan.
Ayağa kalkıp yer
verdiler. Mindere oturan ihtiyar 70 yaşlarmdaydı. Başındaki beyaz kefiyesi,
aklaşmış sakalı ve yüzündeki izler büyük bir endişenin, bir ıstırabın sorumluluğunu
yansıtıyordu. Oturanlar da aynı endişeden hali
Nitekim içlerinden
biri dayanamayıp konuştu. Adeta çaresizliğin sesiydi duvarda yankılanan.
Ebu Halid! Dün İsrail
askerleri kamplarınızı kuşattı. Kimsenin dışarı çıkmamasını anonslarla
duyurdular. İşbirlikçi Hıristiyan milisler de onlarla beraber onların emrinde
hareket ediyor. Kampların çevresinde kimi görmüşlerse he- | men öldürmeye
başlamışlar. Çocuk, kadın, yaşlı demeden... Kaçabilenler Akka ve Gazze
hastanelerine sığınmışlar. Halk korkudan evlerinden dışarı çıkamıyor.
İhtiyar Ebu Halid
karşısındaki arkadaşına baktı. Gözyaşlarına direnen bu adam; acıyı, çileyi
alın yazısı edinmiş binlerce Filistinliden biriydi. Tüm derdi Filistin'in,
Mescidi Aksa'nm özgürlüğüydü. O günlerin özlemiyle tutuşan gönlü, yıllara
meydan okuyor, ihtiyar bedenini genç kılıyordu. - Mansur! Kardeşim! dedi, Ebu
Halid. Seni anlıyoruz. Zaten hepimizi bir araya getiren ortak endişemiz bu
değil mi? İnsanlarımızı bu kuşatmadan kurtarmanın yollarını arıyoruz. İşgalci
İsrail'in başbakanı Begin ve onun savunma bakanı Ariel Şaron, yerli
hristiyanlarla işbirliği yapıp onlarla birlikte kamplarımıza saldırıyor.
Söylentilere göre büyük saldırılan bugün veya yarın olacakmış. Eminim herkesi
öldürseler yine kana doymayacaklardır. 1948'den beri yüzbin-lerce Filistinliyi
öldürmeleri, kinlerini tatmin mi etti sanki?
Ama bir şeyler
yapmamız gerek. Burada öldürülmeyi mi bekleyeceğiz?
Elbette değil! Bugün
sabah dört kişilik bir heyet oluşturduk. İsrailli yetkililerle görüşmeleri
için gönderdik. Kamplarda çocuk ve kadınların dışında hiçbir direnişçinin
bulunmadığına onları ikna edeceklerdi.
Mansur durdu. Aklına
gelen endişeyi hemen söyleyiverdi:
Sakın hâlâ
dönmediklerini söyleme!
Ebu Halid belli
belirsiz bir noktaya diktiği gözlerini oturanlara çevirdi.
Maalesef hala
dönmediler.
Kesinlikle dördünü de
kurşuna dizmişlerdir. Herkesin gözlerinde ortak bir endişe okunuyordu. Aynı
fikirdeydiler. Bir daha asla o heyet geri dönmeyecekti.
Ahmed Hüsnü'yü
tanırsınız dedi, Ebu Halid. Hani yanımızda çalışan şu Mısırlı işçi. Güvenilir
ve cesur bir adamdır. Bu sabah yanma 50 kadın alarak kamptan ayrıldı. İnşallah
sağ-salim onları uzaklaştırır. Herkes bir şeyler yapmaya çalışıyor. Bizler de
istişare etmeli, bir şeyler yapmalıyız.
Ebu Halid bir saat
sonra buluşma evinden ayrılırken karanlığın çökmesine birkaç saat vardı. Dalgın
dalgın ilerliyordu. Köşeyi dönünce aniden karşısına çıkan bir ambulans, onu
yerlere savurdu. Toz toprak içinde burnundan ve başından akan kanlar beyaz
entarisini al al lekelere boyadı.
Ambulans hemen durdu.
İnenler Ebu Halid'i sedyeye koydukları gibi hızla Akka Hastanesine doğru yol
aldılar.
Gözlerini açtığında
kendini hastanede ranzada gören Ebu Halid, inledi. Ne oldu bana? Neredeyim?
Burası Akka Hastanesi
dede. Doktorun söylediğine göre, ambulans çarpmış seni. Getirildiğinde
baygındın. Başmdaki yarayı sardılar. Birkaç saat müşahede altında olman
gerekiyormuş. Hastalar çok olduğundan doktor onlarla şu an ilgileniyor.
Uyanırsan sana bunları söylemem için beni
tembihledi.
Ebu Halid olanları
hatırladı. Henüz yaşadıklarının etkisindeydi.
Şimdi nasılsın?
Soruyu soran genç
hastaydı. Başını ona doğru çevirince genci bir ayağı sargılı olarak gördü.
Mütebessim bir çehresi vardı.
Teşekkür ederim evlat,
iyiyim... sana ne oldu? -Hıristiyan milislerin saldırıları sonucu bu hâle geldim.
Ayak kemiğim kırılınca alçıya aldılar.
Geniş hasta
koğuşundaki tüm hastaların inlemeleri, Ebu Halid'in ruhunda derin ızdiraplar
bırakıyordu. Her şey işgalci İsrail'in zulmünün neticesiydi. Yıllardır
yaşadıkları yetmiyormuş gibi, güney Lübnan'daki bu kamplarına da saldıran
İsrail azgmlaşmış, zulmünü batıdan aldığı Amerikan destekli cesaretle sınırlar
ötesine taşımıştı. Hem de uluslararası hiçbir kurala aldırmadan...
Aniden ranzası
sallanınca tüm hastalar gibi deprem olduğunu zannetti Ebu Halid. Fakat kulakları
sağır eden patlamalar, sarsıntının sebebini açıklıyordu. Pencereden baktığında
Sabra-Şatilla'nm üzerinde toz bulutları yükseliyordu-
Anlaşılan İsrail
Jetleri kampları bombalıyordu. Demek ki beklenen an gelmişti. Karanlığın
çökmesiyle katliam başlamıştı. Dudaklarından ilahi bir söz döküldü ayet ayet:
"Karanlık çöktüğü zaman gecenin şerrinden Allah'a sığınırım.[1]
Gözlerinden akan
yaşlar yanaklarından süzülürken dudaklarından yakarışlar eksik olmuyordu.
Koğuştaki her hasta endişe dolu gözlerle pencerelere bakıyordu.
Fazlaca bir zaman
geçmemişti ki hastanede bir telaştır koptu. İçeri giren bir hastabakıcı
ortalığı velveleye verdi.
-Kaçın! Kaçın! İsrail
askerleri geliyor. Her tarafı yağma ediyorlar. Gazze hastanesini bastılar.
Herkesi öldürdüler. Buraya da geliyorlar. Çabuk olun...
Fakat unutulan bir
gerçek vardır ki buradaki insanların hepsi hastaydı. Kimi sakat, kimi sargılı,
kimi de yatalaktı. Nasıl yürüyecek, nasıl kaçacaklardı?
Ebu Halid yerinden
doğruldu. Aniden aşağı kattan kurşun sesleri ve feryatlar yükseldi. Telaş ve
kargaşa ayyuka çıkmıştı. Merdivenlerden çıkan İsrail askerleri ve Hıristiyan
milisler, önüne geleni tarıyorlardı. Koridorun ucunda birkaç Filistinli
doktorun İsrailli komutanı ikna etmeye çalışması, bir netice vermedi. Beyaz önlükleri
içinde al kanlara boyanmış bir şekilde kurşuna dizildiler. Koridora fırlayan
hastalar, yağmur misali yağan kurşunlara hedef oldular.
Ebu Halid cesetlerin
altma düşmüştü. Başını sıyırıp geçen bir kurşun, gözünü kanlar içinde bıraktı.
Kendinden geçeceği esnada kadınların olduğu koğuşlardan yükselen çığlıklar
kulaklarındaki son uğultuydu. Tecavüz edilen hasta
kadınların çaresiz feryatları,
süngülenenler, kurşuna dizilenler, askerler, İsrail, Filistin... derken Ebu
Halid kendinden geçmiş, üzerine yığılan cesetlerin altında kalmıştı.
Ertesi gündü. Hastane
baskınında sağ kalanlar ranzalarına yerleştirilmiş, çoğu pansuman edilmişti.
İsrail askerleri yabana doktorlara dokunmamıştı. Uluslararası yardım
kuruluşlarında çalışan bu doktorlar, hümanistti. İnsancıl yaklaşımlarıyla
hastalara yardım ediyorlardı.
Ebu Halid, kendine
gelmiş, biraz daha iyiydi. Hastaneden ayrılmaya karar verdi. Bahçe avlusunu
geçip karşı sokağa varınca, askeri cemselerin hastaneyi kuşattıklarını gördü.
Sindiği yerden olanları izliyordu. Hastaneden yükselen çığlıklar, feryatlar,
pencerelerden atılanlar, kurşunlanan hastalar... Kendini yiyip bitirdi Ebu
Halid. Hiç kimseyi sağ bırakmamışlardı bu defa. Kapıda beliren birkaç beyaz
önlüklü Doktor, İsrailli askerlerin arasındaydı. Kimi tekmelenirken, kimi de
dipçikleniyordu. "Yabancı doktorlar" dedi içinden. "Anlaşılan
öldürmeyip kovuyorlar."
Hemen uzaklaşmaya
çalıştı. Bir müddet sonra ilerleme- j nin mümkün olmadığını anlayınca
kulaklarında megaf bir ses çınladı.
Dikkat, dikkat! Tüm kamp
sakinlerine duyurulur. Herkes evinden dışarı çıksın. Aksi takdirde evi başına
yıkılacaktır...
Evlerinden çıkan
Filistinlileri sindiği yerden izliyordu.
İsrail askerleri ve
Hıristiyan milisler, kadınları ve erkekleri ayırdılar. Gözler korku doluydu. Çocuklar
ve kadınlar durmadan ağlıyor, askerlerin ve milislerin saldırılarına maruz
kalıyorlardı. Kampın ana meydanına doğru yürütülen erkeklerden onar kişilik
grupları askerlerin ayırdıklarını fark etti. Izdırap içinde olacaklara bakarken
bir grubun bir evin duvarına yanaştırıldığım gördü. Hemen kurşuna dizildiler.
Arkadan gelen dozerler, duvarı Öldürülenlerin üzerine yıktı. İnfaz tamamdı.
Adeta toplu mezarlar haline gelecekti
Sabra-Şatüla.
Elini kalbine götürdü
Ebu Halid. Yaşlı yüreği bu kadar acıyı nasıl kaldırabilirdi. Kalbini ovdu.
Sızısı azalınca sindiği yerden yavaş yavaş çıktı.
Evine doğru harabeler
içinde yol alırken girdiği sokakta duyduğu sesler onu durdurdu. Askerler ve
milisler evlerinden çıkmakta direnen Filistinli kadınları kucaklarında bebeleriyle
birlikte süngülüyor, baltalarla öldürüyorlardı. Kimi tecavüze uğruyor, kimi de
kızlarıyla birlikte iğfal ediliyordu. Gözleri karardı. Karşısındaki duvarın
gidip geldiğini gördü. Her yer sallanıyordu sanki. Yığılıp
kaldı oracıkta.
Ertesi gün 18 Eylül
sabahıydı, Bû vahşet gece boyunca devam etmişti. Gözlerini açtığında ortalığın
büyük bir sessizliğe gömüldüğünü fark etti Ebu Halid. Ortalıkta askerler ve
milisler görünmüyordu. Yürüyecek mecal bulduğunda ağır ağır yola koyuldu.
Ortalık cesetten geçilmiyordu. Bebekler, çocuklar, kadınlar, yaşlılar...
Gözlerinden yaş da akmıyordu Ebu Halid'in. Kurumuştu göz pınarları.
Ortalıkta askerlerin
ve milislerin olmaması dikkatini çekmişti. Hızla koşan bir kadını durdurdu.
Meğer İsrailliler ve milisler bu sabah kamptan ayrılmıştı. Arkalarında bir
katliam bırakarak.
Evine yakın geldiğinde
asla unutamayacağı bir manzarayla karşılaştı. Eşi ve çocukları birer birer
yerlerdeydi. Bir robot gibi yanlarına sokuldu. Eşinin cesedine baktı iffetli ve
temiz bir hayat sahibiydi. Gözleri çocuklarının cesedine kaydı. Masum ve mazlum
çocuklar, dalından hoyratça koparılmış çiçeklerdi.
Birden gözleri
gelininin cesedine takıldı. Henüz yirmi beşinde pür tane bir gelindi. Gördüğü
şeyler gözlerini kamaştırdı. "Allah'ım!" dedi. Dirilmiş bir feryatla
"Nasıl yaparlar bunu? Nasıl bu kadar zalim olabilirler?"
Gelininin yanında
yatan bebeğiydi. Karnı yarılarak süngü ile alınmış yere atılmıştı. Gelinini ve
bebeğinin vücudu kevgire dönmüşçesine süngülenmişti. Ansızın bir ağrı hisseti
sol tarafında. Hareketsiz kalacak kadar şiddetli ve keskindi. Gözleri büyüdü
dudaklarından zorla "Allah'ım !" sözcüğü çıktı. Ellerini kalbine
götürdü. Oracıkta yığılıp kaldı. Ruhu atlas iklimin maviliğinde ailesi ve
Sabra-Şatilla sakinleriyle beraber uçarken, geride 3500 kişilik bir katliam,
bir Siyonist vahşetin unutulmaz eseri kalmıştı..
Adımlarını
hızlandırdı. Süratle uzaklaşmaya çalışıyordu. Küçük yüreği pır pır ediyor,
hızlı hızlı atıyordu. Evlerini uzaktan gördüğünde derin bir nefes aldı. Biraz
rahatlamıştı. Fakat yüzündeki tedirginlik ifadesi hâlâ kaybolmamıştı.
Annesi kapıyı açınca
küçük kız soluğu salonda aldı. Üzerinde mavi renkli okul üniforması, elinde
çantasıyla ansızın içeri giren kızını gören evin reisi, bir tuhaflık olduğunu
sezmişti. Kızının rengi uçmuş, yüzü kireç gibi olmuştu. Yaşadığı tedirginlik
hemen fark ediliyordu.
"İman! Kızım,
neyin var? Ne oldu?"
Arkasından yetişen
annesi de şefkat ve merhamet dolu bir sesle sordu:
"Ne oldu kızım?
Kireç gibi beyazlaşmış yüzün. Anan kurban olsun sana. De anneciğine haydi. Ne
oldu?"
Endişesi sükunete eren
küçük kız;
intifada öyküleri
"Ne olacak
anne" dedi. "Oradan her geçişte, askerleri her gördüğümde yüreğim ağzıma
geliyor. Silahlarını göstererek bizi korkutuyorlar..."
"Korkma
kızım!" dedi babası güven aşılayan bir sesle.
"Onlar hiçbir
halt edemezler."
"Ama baba!"
dedi küçük İman. "Daha geçen gün İsrail tankları 10 ve 12 yaşlarındaki
Kadir ve Rağde'yi okullarında ateş ederek şehid etmediler mi? Hem de sınıfta
sıralarında oturuyorlarken... Vücutları tankların ateşleriyle paramparça
olmuştu..."
Sesi titriyordu
İman'ın. 13 yaşlarında küçük bir kız çocuğuydu. Henüz ilkokul öğrencisiydi.
Gazze şeridinin güneyinde Refah mülteci kampında yaşıyordu.
Her gün okula giderken
İsrail askeri mevzilerinin yakınından geçmek zorundaydı. Mevziler ve gözetleme
kulelerindeki işgalci İsrail askerlerinin tacizlerine nice kez şahit olmuş,
kendisi de nice kez taciz edilmişti. Her gidiş geliş bir kabustu adeta.
Aslında bu tür taciz
ve korkutmaları kanıksamıştı. Fakat bazen bu korkutmaların dozajı artığında,
küçük kızın külle-nen endişesi de artıyordu. Kız çocuğu olması tedirginliğini
daha bir çoğaltıyordu.
Babası kızının
söylediklerine hak veriyordu. Çaresizlik denizinde boğuşan bir suskunluğa büründü.
İsrail'in Gazze'ye yönelik yaptığı son operasyonu düşündü. Hâlâ devam eden bu
operasyonda şu ana kadar en az 110 Filistinli hayatını kaybetmişti.
Öldürülenlerin büyük bir kısmının çocuk olması kızının endişelerinde haksız
olmadığını gösteriyordu.
Ekini ve nesli yok
eden Siyonist öğreti, hiçbir insani hak ve hukuk tanımıyordu. Yine de kızma
güven vermek istedi.
"Gel bakalım
kızım" deyip yanma oturttu. "İstersen seni okula göndermeyelim. Ne
dersin?"
"Hayır!"
dedi tek kelimelik cevapla. "Ne olursun baba! Beni okuldan alma. Ben
okumak istiyorum."
"Peki
kızım."
"Beni okuldan
almayacaksın değil mi baba?" Tebessüm etti babası:
"Korkma kızım
almam."
"Teşekkür ederim
baba!"
"Ama okula her
gidişte mevzilerin yanından geçmek zorunda kalacaksın kızım."
"Olsun baba. Ben
okumak, doktor olmak istiyorum."
"Doktor olup da
ne yapacaksın kızım?"
"İsrail
askerlerinin yaraladığı çocukları tedavi edeceğim baba. Onları ölümden
kurtaracağım."
"Aferin
kızıma!"
Yanaklarında
tomurcuklar açan kızım öptü. Saçlarını şefkatle okşadı.
"Bak kızım"
dedi. "Bundan sonra okula giderken arkadaşlarınla beraber gidip beraber
gel. Sakın ola ki tek başına mevzilerin orasından geçmeyesin. Anlaştık
mı?"
"Anlaştık
baba."
"Öyleyse yemeğe
gidelim. Yoksa annen kızacak."
Ertesi gün takvimler 5
Ekim 2004'ü gösteriyordu. Mevsim sonbahardı. Hüzün ve hazan mevsimiydi.
Aslında her zaman Filistinde dört mevsim hazan, dört mevsim hüzündü.
Kızını kapıda
uğurlayan annenin yüreğinde bir sıkıntı vardı o gün. Mana veremediği, sırrına
vakıf olamadığı bir sıkmtı... Gitmeye hazırlanan kızını adeti olmadığı halde
tekrar tekrar bağrına bastı. Yüzünü, gözlerini öptü. Gece boyunca
gördüğü rüyalar onu tedirgin etmişti.
Kalabalıklar, İmanın gülümseyen yüzü, tüm vücudunu saran al al güller...
"Anneciğim! Bugün
her zamankinden farklı uğurluyorsun beni" dedi İman.
Gülümsedi annesi.
"Bir tanem.
İman'ım. Anne yüreği bu kızım. Büyüyünce sen de anlarsın."
Yanağında açan
gamzelerle gülümseyen iman, annesini öpüp çalıkuşu misali sekercesine
uzaklaştı. Köşeden kaybolana kadar kızını seyreden anne, usulca kapıyı kapatıp
içeri girdi.
Hava güzeldi. Güneş,
bugün farklı ışıldıyordu. Koşarak giden iman, yolda birkaç arkadaşına rastlamak
umuduyla etrafını süzüyordu. Elindeki çantasını elleri arasında değiştiriyordu.
Kimseye rastlayamaması, İsrail askerlerinin olduğu mevzilere yakın geçmek
zorunda kalması onu telaşlandırmıştı.
Ürkek bir ceylan gibi
mevzilere doğru baktı. Sol eline ağırlık yapan çantasını sağ eline aldı. Küçük
adımlarını hızlandırdı. Bir an önce okuluna varmak istiyordu. Okuyacak, doktor
olacaktı. İsrail askerlerinin vurduğu çocukları tedavi edecek, iyileştirecekti.
Kadir ve Rağde'yi düşündü...
Ansızın ayaklarının
dibinde tozların kalktığını gördü.
"Neler
oluyor?" dedi. Uykudan uyanırcasına, paniklendi.
"Aman Allah'ım!
Bana ateş açıyorlar."
Olanca gücüyle tabana
kuvvet koşmaya başladı. Kurşunlar sağından solundan vızıldıyordu. Ancak fazla
gideme-den yere kapaklandı. Toz-toprak içinde yuvarlanırken şiddetli bir ağrı
hissetti ayağında. Çok acıyordu. Ağrıyı tüm vücudunda hissediyor, ayağa
kalkacak mecali kendinde bulamıyordu.
Gözlerinin önünde
güzel bir manzara göründü aniden: Bağ ve bahçeler arasında seyrine doyum
olmayan yemyeşil bir vadi... İçinde birçok çocuk cıvıldaşıyordu. Kimi koşuyor,
kimi neşe içinde eğleniyordu. Kadir ve Rağde'yi de gördü aralarında el
sallıyorlardı kendisine. "Gel!" diyorlardı.
"Burası senin
yerin" diye çok güzel bir yeri gösteriyorlardı.
Gözleri yavaş yavaş
kararıyordu. Beyaz önlüklü doktorlar gördü. Kendisi de aralarındaydı. Üzerinde
tıpkı doktorların önlüğü gibi bembeyaz, temiz bir önlük vardı. Çocukları
muayene ediyor, onlarla şakalaşıyordu.
Fakat neden her yer
birden kararmaya başladı? Bulutlar güneşi neden örtüyor? "Anne, baba!...
Kadir, Rağde" iniltileri arasında göz kapakları yavaşça kapandı. Kendinden
geçti.
Gözetleme kulesinden
küçük İman'ın vurulduğunu gören İsrailli subayın gözleri parladı.
"Çocuğuna kadar hepsini öldürmeli" dedi kendi kendine. Kin ve nefret
yüklü yüreğiyle tüm Filistinlileri bir kaşık suda boğsa, doymayacaktı.
Elindeki telsizden
yükselen anonslar onu kendine getirdi.
"Komutan R...,
komutan R..., tamam!"
"Ben komutan R...
Dinlemedeyim, tamam."
"Az önce doğu
tarafına koşan küçük bir kız çocuğu bizim mevzilerimizden birinden açılan
ateşle ayağından vuruldu, tamam."
"10 yaşlarındaki
kızdan mı bahsediyoruz, tamam."
"10 yaşlarındaki
bir kız... Hendeğin Öte tarafında... korkudan ödü patlamış durumda,
tamam."
"Ben ve diğer
asker öldüğünden emin olmak için yanma gidiyoruz. Durum raporu alıyoruz... Ateş
açtık ve öldürdük. Öldüğünü doğruluyorum, tamam!"
Komutan, soluğu yerde
yatan İman'm yanında aldı. Küçük kızın hâlâ yaşadığım fark edince hemen aklına
gelen vahşice fikri uygulamak istedi. Ansızın elini silahına attı. Küçük
İman'm başına iki el ateş etti. Son bir defa debelenen küçük kızın bedeni
ebediyen hareketsiz kaldı.
"Zaten öldüğünü
rapor etmiştim/' dedi komutan kahkahalar atarak.
Yanındaki asker böyle
bir şey beklemediği için şaşkın şaşkm komutanına baktı. Adeta küçük dilini
yutmuştu. Komutanının tekrar silahını otomotiğe aldığını gördü. Zaten ölmüş
olan küçük İman'm üzerine şarjörünü boşaltmak için doğrulttuğu anda dili
çözülen asker, gayri ihtiyari konuştu; "Ne yapıyorsunuz komutanım? Kız
zaten ölmüş!" Fakat komutan hiç kimseye kulak verecek durumda değildi.
Bir şarjör dolusu mermiyi küçük İman'm bedeni üzerine boşalttı. 17 adet mermi
küçük kızın henüz soğumamış bedenini kalbura çevirdi.
Körpe bir beden,
gözlerini kin ve nefretin bürüdüğü Yahudi dogmasının kurbanı olurken, tüm
Filistin semasında küçük İman'm ağıdı dalga dalga yankılandı. Bir yaprak daha
koparılmıştı dalından. Adı Kadir, adı Rağde, adı İman el-Hams olan nice masum
çocuklar, Fİlistinde Yahudi zulmü altında zalimce, vahşice koparıldı dalından
sessiz sedasız.
Son parçayı da kamyonete yükledikten sonra, durup
eşyalarına baktı. Evinin yüklenme işi tamamdı.
Elizabet, Gazze
şeridine 13 yıl önce yerleşmiş bir Yahudiydi. Kendince acısıyla tatlısıyla bir
ömür geçirdiği bu yerden bu evden şimdi
ayrılıyordu. İsrail hükümeti, o ve onun gibi Gazze şeridindeki tüm
yerleşimcilere Gazze'yi boşalttırıyor, yeni iskan yerlerine yolluyordu. Bu, tek
taraflı alınmış bir karar gibi görünse de aslında direnişin zaferiydi.
Elizabet de diğer Yahudi yerleşimciler gibi son ana kadar direnmiş, evini terk
etmemek için çaba göstermişti. Fakat her şey boşunaydı.
Eşyalarını
yükledikleri kamyonetin başında durmuş, derin derin düşünüyordu. "Ne
zor" dedi kendi kendine. "İnsanın yaşadığı topraklardan ayrılması ne
de zormuş"
Aklına Filistinliler
geldi. Öyle ya, yarım yüzyılı aşkındır toprakları işgale uğramamış mıydı? 5
milyon Filistinli,
göçmen değil miydi?
Çevre ülkeler ve birçok ülkelerde mülteci Filistinliler oturmuyor muydu? Onlar
da kendisi gibi düşünmüyorlar mıydı? Kendisi 13 yıllık bir yerleşimciyken bu
acıyı hissediyorsa, ya onlar...
Acılarını az da olsa
anlamaya çalıştı. Ama şimdi... şimdi Filistinliler kazanmıştı; direniş
kazanmıştı...İşte Gazze'yi boşaltıyorlardı. Yarın tüm Filistin de
boşalhlabilirdi.
"Gıpta
ediyorum" dedi sayıklarcasına. "Evet, gıpta ediyorum tüm
Müslümanlara; Allah'a olan imanlarının derinliklerine ve bu derinliklerden güç
alan sabır ve tevekküllerinin sağlamlığına... Hiçbir şey onların imanını
zayıflatmıyor. İşte biz Yahudilerde eksik olan bu. Anlaşılan Allah kendisine nasıl
kulluk edilmesi gerektiğini, O'na tam bir imanla kayıtsız şartsız güvenmenin,
şartlar ne olursa olsun kendi yolundan asla ayrılmamanın ne demek olduğunu bize
Müslümanlar vasıtasıyla öğretiyor..."
Bir an "Haklıydın
usta" dedi kendi kedine. "Sen olmasan da sizden biri oturacak bu
evde. Haklıydın..."
13 yıl önceydi. O
zamanlar Bayındırlık ve İskân Bakanı Ariel Şaron'du. Yani şimdi Gazze'yi
boşalttıran adam... Yani Elizabet'i Gazze şeridinden / evinden çıkaran adam...
Halbuki onu buradaki yerleşkeye yerleştiren de oydu,
Şimdi boşaltmak
zorunda kaldığı bu evi yaptıkları ilk günlerdi. İnşaatta çalışanlar arasında
birkaç Filistinli Müslüman da vardı.
Doğrusu bu
Filistinlileri çalıştırmak onu huzursuz etmiş, ama sesini çıkarmamıştı. O
günlerde onları ziyarete gelen bir akrabaları;
Aman Elizabet dikkatli
ol, demişti. Bunları çalıştırırken gözün üzerlerinde olsun. Size hizmet
verirken işi savsaklarlar.
Yarım yamalak
yaparlar. Hatta sırf size zarar verebilmek için bu şekilde davranırlar.
O günden sonra
Elizabet, çalıştırdığı Filistinlileri daha dikkatli gözetliyordu. Fakat pek
göze çarpan bir durum göremedi. Yine de ihtiyatlıydı.
İşçiler, zamanında işe
geliyor işlerini Özenle yapıyor, akşama da çekip gidiyorlardı, inşaat henüz
duvarların yapım aşamasmdaydı. Birkaç gün içinde duvarlar da tamamlanınca,
kalıp atıp beton dökecek ve evin kabasını bitirmiş olacaklardı. Yığma tuğladan
çift şeritli yaptıkları bu ev, sağlam kolonlu binalardan daha sağlamlaşacaktı.
Akşam işçiler
gittikten sonra inşaatta dolaşmaya başladı. Artık onun da bir evi vardı.
Hükümeti ona arazi tahsis etmiş, kimi Yahudi göçmene ev yapmış, kimine de
yapması için teşvik kredisi vermişti. Onlar gibi kimi Avrupa'dan, kimi Rusya'dan
göçüp bu topraklara gelmiş, yerleşmişti.
İnşaatın her aşaması
Eizabeti heyecanlandırıyor, daha bir havalara sokuyordu. Öyle ya, evi olacaktı.
Başkasının topraklarında, başkalarının işgal edilmiş yüreğinde... O, mutluluktan
uçacakken Filistinliler kan ağlayacaktı. Acı, ızdırap ve zulüm üzerine kurulu
bir mutluluk fazla sürecek miydi?
Ertesi gün inşaatta
çalışanlar sağa sola koşuştururken Elizabet de her zamanki gibi gururla onları
gözetliyordu. Kimi el arabasıyla harç taşıyor, kimi kiremit, kimi elinde mala
duvar örüyordu.
Birden bakışları
Filistinli duvar ustasına ilişti. Sanki işi biraz ağırdan alıyordu. Yoksa
söylenenler doğru muydu? Böyle şeylere mahal vermemeli müdahale etmeliydi.
Hemen Filistinli ustanın yanma gitti.
Bana bak usta, dedi
sert bir dille.
Elinde mala işiyle
uğraşan usta ağır ağır döndü. -Bir şey mi oldu bayan Elizabet?
Daha ne olsun usta?
Gördüğüm kadarıyla işi savsaklamaya çalışıyorsun. Ağır ağır davranıyor işini
geç yapıyorsun. Doğru dürüst yap şu işi. Gözüm üzerinde ona göre.
Filistinli duvar
ustası bunca azar karşısında hiçbir şey söylemeden uzun uzun bayan Elizabet'e
baktı. Adeta bakışlarıyla onu eziyordu.
"Sanki beni
anlamıyor" diye düşündü bayan Elizabet. "Neden böyle bön bön bakıyor
ki? Dur bir daha azarlayayım şunu."
Tam ağzım açacağı
anda;
Merak etmeyin, dedi
Filistinli duvar ustası sakin ve yumuşak bir sesle. Bu duvarları bütün
ustalığımı alabildiğine seferber ederek en İyi, en güzel şekilde özenle
örüyorum. İnsan kendine ev yaparken hile yapar mı?
Ne demek istemişti bu
adam, bu kinayeli sözlerin anlamı neydi? Ne demekti 'insan kendine ev yaparken
hile yapar mı?' Kime yapıyordu bu evi?
Hırsla atıldı.
Arkasını dönüp işine koyulan duvar ustasına adeta bağırdı.
Ne demek istedin usta?
Kendine mi yapıyorsun bu evi? İnşaatta çalışan herkes işini bırakmış onları
seyrediyordu.
Olacakların nereye
varacağını merakla bekleyen bakışların altında yavaşça kadına dönen ustanın
sözleri havada akisler yapıyordu.
Evet bayan Elizabet.
Bu evi kendime yapıyor gibi tüm ustalığımla yapıyorum. Çünkü bir gün gelecek bu
evde ben oturmazsam bile, mutlaka bizlerden birinin oturacağım çok iyi
biliyorum.
Bağırmak çağırmak
geçti içinden bayan Elizabet1 in Fakat hiçbir şey yapamadı. O sakin ve yumuşak
edalı sözler karşısında tüyleri diken diken oldu. O anda sırtından aşağı buz
gibi bir terin aktığını hissetti...