EHL-İ
SÜNNET VE’L-CEMAAT AKİDESİNİN ÖZELLİKLERİ
Selef-i
Salih’in Akidesi Neden Uyulmaya Daha Değerdir?
Selef-i
Salih’in Yöntemine Uygun Akide:
SELEF-i
SALİH Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat AKİDESİNİN ESASLARI
3-
İsim ve Sıfatların Tevhidi:
Rasûlullah
Muhammed -sallahu aleyhi ve sellem-:
Üçüncü
Mertebe: İrade ve Meşîet (Dileme):
TEKFİR
MESELESİ KARŞISINDA EHL-İ SÜNNET’İN TUTUMU
A-
Dinden Çıkartan ve İtikadî Küfür Diye Adlandırılan “Büyük Küfür”:
B-
Dinden Çıkartmayan ve Amelî Küfür Diye de Adlandırılan “Küçük Küfür”:
VAAD
ve VAÎD (TEHDİT) NASSLARINA İMAN
EHL-İ
SÜNNET AKİDESİNE GÖRE VELİ (DOST) ve DÜŞMAN EDİNMEK
EVLİYÂ’NIN
KERAMETİNİ TASDİK ETMEK:
HÜKÜMLERİ
ALGILAMAK ve DELİL KULLANMAK HUSUSUNDA..
EHL-İ
SÜNNET VE’L-CEMAAT’İN YÖNTEMİ
YÖNETİCİLERE
MARUF ÖLÇÜLERDE İTAATİN GEREĞİ
EHL-İ
SÜNNET’İN ASHAB-I KİRAM, ÂL-İ BEYT
HEVÂ
ve BİD’AT EHLİNE KARŞI EHL-İ SÜNNET’İN TUTUMU
Ehl-i
sünnet ve’l-cemaat’in bid’at tarifi:
Hevâ
ve Bid’at Ehlinin Alâmetleri:
Bid’at
Ehlinden Sakındırmak Hususunda Selef İmamlarından Tavsiyeler:
YAŞAYIŞ
ve AHLÂK HUSUSUNDA EHL-İ SÜNNET’İN YOLU
Ehl-i
Sünnet ve’l-Cemaat Olan Selef-i Salih’in Bazı Ahlâki Esasları:
ŞERİATE
TABİ OLMAK ve BİD’ATLERDEN UZAK DURMAK HAKKINDA
EHL-İ
SÜNNET İMAMLARININ SÖZ ve TAVSİYELERİ
EHL-İ
SÜNNET VE’L-CEMAAT’İN SELEF-İ SALİH’İN AKİDESİNE DAVETİN ŞART ve İLKELERİ
Davetçinin
İlke ve Hareket Noktaları:
SELEF-İ
SALİH’İN AKİDESİ ile İLGİLİ TE’LİFLER:
Abdullah b. Abdulhamid el-Eseri
Şüphesiz
hamd Allah’a mahsustur. O’na hamdeder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz.
Nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız.
Allah’ın hidayete ilettiğini kimse saptıramaz. Saptırdığını da kimse hidayete
iletemez. Şehadet ederim ki Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. O bir ve
tektir, O’nun ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve
Rasûlüdür.
“Ey iman
edenler! Allah’tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun ve siz ancak müslümanlar
olarak ölünüz.”
(Âl-i İmran, 3/102)
“Ey
insanlar! Sizi tek bir candan yaratan ve ondan da zevcesini var eden, her
ikisinden de birçok erkek ve kadın türeten Rabbinizden korkun. Kendisi adına
birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık bağını kesmekten
de sakının. Şüphesiz Allah üzerinizde tam bir gözetleyecidir.” (en-Nisâ,
4/1)
“Ey iman
edenler! Allah’tan korkun ve dosdoğru söz söyleyin. O da amellerinizi lehinize
olmak üzere düzeltsin, günahlarınızı da mağfiret etsin. Kim Allah’a ve
Rasûlü’ne itaat ederse, büyük bir kurtuluşla kurtulmuş olur.” (el-Ahzab, 33/70-71)
İmdi, hiç şüphesiz en doğru söz Allah’ın
sözüdür. En hayırlı yol ise Muhammed -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın yoludur. En kötü işler sonradan uydurulanlardır.
Sonradan uydurulan herbir şey bir bid’attir ve herbir bid’at bir sapıklıktır,
her sapıklık ta ateştedir.[1]
Müslüman kardeşim! Bu satırlar, “ehl-i sünnet
ve’l-cemaat’i teşkil eden selef-i salih’in akidesi”ne dair özlü birtakım
sözlerden ibarettir.
Günümüzde İslam ümmetinin yaşamakta olduğu dağınıklık
ile çağdaş fırka ve fiilen var olan cemaatlerde müşahhaslaşan ayrılık ve
ihtilaf bu eserin derlenip, yazılmasına sebep teşkil etmiştir. Bu cemaat ve fırkaların
herbiri kendi akide ve yöntemine çağırmakta, kendi cemaatini tezkiye
etmektedir. Öyle ki artık insanlar için durum oldukça karmaşık bir hal
arzetmekte, kimin arkasından gidecek ve kime uyacakları hususunda şaşkınlığa düşmüş
bulunmaktadırlar.
Fakat -yüce Allah’a hamdolsun ki- bu ümmette
hâlâ hayır vardır ve onun hayrı asla bitip tükenmeyecektir. Zira kıyametin
kopacağı vakte kadar bu ümmetten hidayet ve hakka sımsıkı yapışan bir kesim var
olmaya devam edecektir. Nitekim Peygamber -sallahu
aleyhi ve sellem- de şu buyruğunda bunu böylece haber vermektedir:
“Ümmetimden bir kesim hak üzere muzaffer olarak kalmaya devam edecektir. Onları
yardımsız bırakanların onlara zararı olmaz; ta ki onlar bu halde iken Allah’ın
emri gelinceye kadar.”[2]
Yine Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır: “Ümmetim yağmura
benzer. Onun ilki mi hayırlıdır, sonrası mı, bilinmez.”[3]
İşte bundan dolayı Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın getirmiş
olduğu, ashab ve tabiîn nesli ile onlara güzelce uyan kimselerin -Allah bizi de
onlardan kılsın- uygulamış olduğu sağlıklı İslam’a bağlı kalan bu mübarek
kesimin bizim tarafımızdan da bilinmesi gerekir. İşte bu cemaat, Fırka-i Nâciye
(kurtuluşa eren fırka), Taife-i Mansûra (ilahi yardıma mazhar taife) diye
bilinir. Ayrıca bu fırka, ehl-i sünnet ve’l-cemaat, ehl-i hadis, ehl-i eser ve
ittiba’ diye de nitelendirilir. Bunlar ise Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın ve ashabının izlemiş olduğu yolu
devam ettiren kimselerdir.
İşte bu noktadan hareketle “el-Müyesser fi Akideti’s-Selefi’s-Salih”[4]
adlı eserimden özetlediğim ve “el-Vecîz”
adını verdiğim bu özlü çalışmayı ortaya çıkarmak için elimi çabuk tuttum.
Sözünü ettiğim bu eserim adalet, ilim, sünnete uymak ve bu hususta imamlıklarına
tanıklık edilen selef’in ileri gelen önder ilim adamlarının eserlerinden derlenmiştir.
Onlar da bu yazdıklarımı nesil be nesil Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın gösterdiği hidayet yolundan çıkarmışlardır.
Elinizdeki bu “Vecîz”in özlü bir ifade ile kolay ve açık bir uslubla yazılmasına
bilhassa dikkat ettim. Bununla birlikte imkan ölçüsünde de selef önderlerinden
nakledilegelmiş şer’î lafızlara bağlı kalmaya da dikkat ettim. Böylelikle her
okuyucu ondan yararlanabilsin. Özellikle de mübarek İslamî uyanışın yetişmekte
olan gençleri bundan yararlanabilsin. Dinine bağlı ve hidayete yeni ermiş salih
gençler için kolay bir şekilde selef akidesini özlü olarak öğrenmelerine yardımcı
olabilsin. Çünkü akide bilgisi biri diğerine bağlı zincir halkalarına benzer.
Müslüman genel hatlarıyla akidesini kavrayamamışsa, onun parça ve kısımlarını
da kuşatamaz.
Ben açıklanması ve açılmasını gerekli gördüğüm şeyler
dışında kendiliğimden herhangi bir şey eklemedim. Şunu da belirteyim ki bu çalışmanın
sonunda bu “vecîz”in hazırlanışında
dayandığım kaynakların bir listesini de koyduğuma dikkat çekmek isterim.
Son olarak; bu çalışmayı tamamlayabilme başarısını
ihsan ettiğinden dolayı yüce Allah’a hamd ve şükürler eder; bu mütevazi çalışmamın
müslümanların bozulmuş akaidlerinin düzeltilmesinde pay sahibi olmasını, onu
müslümanlara faydalı kılmasını, tekrar Allah’ın Kitabı’na ve Rasûlü’nün
sünnetine dönüş için itici bir fonksiyon icra etmesini niyaz ederim.
Aynı şekilde görüş belirtmek yahut gözden
geçirmek ya da öğüt vermek suretiyle bu çalışmanın tamamlanmasında bana katkısı
bulunan herkese de teşekkür ederim. Bunların başında ise Kâbe imamı muhterem
Prof. Suud b. İbrahim eş-Şüreym ile muhterem Prof. Muhammed b. Cemil Zeyno
gelmektedir ki bunlar lutfedip, kitabı okudular ve ona birer takdim yazdılar.[5]
Allah onlara hayırlı mükâfatlarını versin.
Bu değerli okuyucularımıza sunduğumuz basit bir
çalışmadır. Eğer isabetli sözler söylemişsek bu Allah’tandır, yardım da O’ndan
dilenir. Şâyet hata ettimse bu nefsimdendir ve şeytandandır. Burada
düzeltilmesi gerekli yerleri tesbit edenlerin bana gerekli öğütleri yapmaktan
kaçınmayacaklarını ümit ettiğimi belirtirim.
Yüce Allah’tan amelimi yüce zatı için ihlaslı kılmasını,
benden kabul buyurup onunla müslümanları faydalandırmasını dilerim. O’nun kitabına
ve peygamberinin sünnetine salih selefimizin anlayışına muhalif olan herbir şeyden
uzak olduğumu belirtirim. Eğer kasti olmayarak böyle bir şey yaptı isem hayatta
iken de, ölümümden sonra da ondan döndüğümü ifade ediyorum.
Peygamberimiz Muhammed’e, onun aile halkına ve
bütün ashabına Allah’ın salat ve selamları olsun
Ebu
Muhammed
Abdullah
b. Abdu’l-Hamid b. Abdu’l-Mecid el-Eserî
Zülhicce, 1416
Sözlük
anlamı: Bu
kelime rabtetmek, bağlamak, sağlamlaştırmak, iyice bağlamak, güçlü bir şekilde
bağlamak, birbirine kenetlemek, birbirine sıkı sıkıya kaynaşmak ve tesbit etmek
demek olan “akd”den gelmektedir. Yakîn (kesin bilgi) ve cezm (kesin kararlılık)
da bu anlamdadır.
Akd, aynı zamanda çözmenin zıttıdır. Mesela
ukdetu’l-yemin ile ukdetu’n-nikâh (yemin etmek, nikâh akdi) de buradan
gelmektedir. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:”Allah sizi yeminlerinizdeki lağivden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat bağlamış
olduğunuz yeminlerinizden sorumlu tutar.” (el-Maide, 5/89)
“Akîde: İtikad eden kimse nezdinde şüphe
sözkonusu olmayan hüküm demektir. Dinde akide ise -amelin dışında kalan- ve
kendisine itikad edilen (inanılan) şey demektir. Yüce Allah’ın varlığına,
rasûllerin O’nun tarafından gönderildiğine itikad etmek gibi. Çoğulu ise: Akaid
diye gelir.”[6]
Özetle insanın kalbinden kesin olarak kabul ettiği
şey ister hak, ister batıl olsun akidedir.
Terim
olarak:
Kalbin doğrulaması, nefsin huzur ile kabul etmesi gereken hususlardır, ta ki
bunlar en ufak bir şüphenin yer almadığı, herhangi bir tereddüdün karışmadığı
sapasağlam kesin bir yakîn olabilsin.
Ya da akide, kişinin, hiçbir şekilde şüphe ve
tereddüt sözkonusu olmaksızın kesin olarak inanması demektir. Ayrıca akidenin
gerçeğe uygun olması da gerekir. Herhangi bir şüphe ve zannı da kabil değildir.
Eğer bilgi kesin bir inanç (yakîn) derecesine ulaşmayacak olursa, ona akide
denilemez.
Akide’ye bu adın veriliş sebebi ise insanın bu
inanç üzerine adeta kalbini düğümlemiş olmasından dolayıdır.
İslam
Akidesi ise Yüce Allah’a, Meleklerine,
Kitablarına,
Rasûllerine, Ahiret Gününe, Hayrı ile
Şerri ile
Kadere, Gayba Dair Sabit Olmuş Diğer
Hususlara,
Dinin Esaslarına, Selef-i Salih’in Üzerinde
İcma Etmiş
Olduğu Hususlara Kesin Olarak İnanmak ve
Emir,
Hüküm ve İtaat Hususunda Yüce Allah’a Tam
Teslimiyet,
Rasûlüne de Tabi Olmaktır:
İslam akidesi mutlak olarak kullanıldığı
takdirde, ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in akidesi anlaşılır. Çünkü Allah’ın kulları
için din olarak beğenip, seçtiği İslam odur. Ashab, tabiîn ve onlara güzel bir şekilde
tabi olanların oluşturduğu fazilet sahibi üç neslin kabul ettiği akide de
budur.
İslam akidesinin ehl-i sünnet ve’l-cemaat tarafından
kabul edilmiş, onunla eş anlamlı ve ona delalet eden başka birtakım isimleri
daha vardır: Tevhid, sünnet, usulu’d-din, el-fıkhu’l-ekber, şeriat ve iman
bunların bazılarıdır.
Ehl-i sünnet’in akide ilmi hakkında kullandıkları
en ünlü tabirler bunlardır.[7]
Sözlük
Anlamı: Selef
geçen, önceden geçip giden demektir. Aynı zamanda önceden geçip gitmiş cemaat
yahut yaşayışları itibariyle ya da yürüyüşlerinde önden giden topluluk anlamındadır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Nihayet onlar bizi gazablandırınca,
kendilerinden intikam aldık. Hemen onları topluca suda boğduk. Böylece onları
sonra gelenler için bir selef (geçmiş topluluk) ve bir örnek kıldık.” (ez-Zuhruf, 43/55-56)
Yani onların amelleri gibi amelde bulunanlardan
önce geçmiş selef kıldık. Bu ise onlardan sonra gelenler, onlardan ibret alsınlar
ve başkaları onların bu durumlarından öğüt alsın diyedir.
Selef: “Yaş ve fazilet itibariyle kişiden daha
ileri mertebede bulunan, ondan önce gelip geçmiş ataları ve akrabaları
demektir... İşte bundan dolayı tabiîlerin ilk nesline de selef-i salih adı
verilmiştir.”[8]
Terim
olarak tanımına gelince:
İtikad alimleri tarafından «selef» lafzı mutlak
olarak kullanıldığı takdirde ashab yahut ashab ve tabiîn yahut ashab, tabiîn ve
onlara uyan, imamlıkları, faziletleri, sünnete uyuşları, bu husustaki
önderlikleri, bid’atten sakınmak ve ondan çekinmek özellikleri kabul edilmiş
önder imamlar arasından onlara uyanlar ile imam oldukları dindeki durumlarının
önemi hususunda da ümmetin ittifak ettiği kimseler kastedilir. Bundan dolayı
ilk nesle «selef-i salih» denilmiştir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Kim kendisine doğru yol apaçık belli
olduktan sonra peygambere karşı gelir, mü’minlerin yolundan başkasına uyup
giderse, onu döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü bir dönüş
yeridir!” (en-Nisa, 4/115)
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”İleriye geçen muhacir ve ensar ile onlara
güzellikle uyanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır.
Bunlar için orada ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır.
İşte bu en büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe,
9/100)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur: “İnsanların en hayırlısı benim çağdaşlarımdır.
Sonra onlardan sonra gelenler, sonra da onlardan sonra gelenler.” (Buharî ve
Müslim)
Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- ile ashab’ı ve onlara güzel bir şekilde uyanlar bu
ümmetin selefidirler. Rasûlullah -sallahu
aleyhi ve sellem-’ın ashabının ve onlara güzel bir şekilde uyanların davet
ettiği şeyin benzerine davet eden herkes de selef’in yolu üzerindedir.
Bu konuda bir zaman sınırlamasına gitmek şart değildir.
Aksine şart, akide, ahkâm ve yaşayış itibariyle kitab ve sünnete selef’in anlayışı
ile uygunluktur. Kitab ve sünnete uygun düşen herkes selef’e tabi olan
kimselerdendir. İsterse zaman ve mekân itibariyle kişi ile onlar arasında bir
uzaklık bulunsun. Onlara muhalefet eden ise onlar arasında yaşamış olsa dahi
onlardan değildir.
Selef-i salih’in önderi Rasûlullah -sallahu aleyhi ve sellem-’dır. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:”Muhammed
Allah’ın Rasûlüdür. Onunla birlikte olanlar kâfirlere karşı sert ve katı, kendi
aralarında merhametlidirler. Sen onları rüku ediciler ve secde ediciler, Allah’tan
bir lütuf ve rıza isteyenler olarak görürsün. Secde izinden nişanları
yüzlerindedir.” (el-Feth, 48/29)
Yüce Allah kendisine itaat ile Rasûlüne itaati
bir arada söz konusu etmiş ve şöyle buyurmuştur:”Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine
nimetler verdiği peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihlerle
birliktedirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar!” (en-Nisa, 4/69)
Yine yüce Allah Rasûlüne itaati kendisine itaat
olarak değerlendirmiş ve şöyle buyurmuştur:”Peygambere
itaat eden gerçekte Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, zaten biz
seni onların üzerine bir koruyucu göndermedik.” (en-Nisa, 4/80)
Yüce Allah Rasûle itaat etmemenin amelleri iptal
edip, boşa çıkartacağını haber vermek üzere şöyle buyurmaktadır:”Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Rasûle
itaat edin, amellerinizi de boşa çıkarmayın.” (Muhammed, 47/33)
Yine yüce Rabbimiz bize peygamberinin emrine
muhalefet etmeyi yasaklayarak şöyle buyurmaktadır:”Kim de Allah’a ve Rasûlüne isyan eder, sınırlarını aşarsa, onu da
orada ebedi kalmak üzere bir ateşe koyar. Üstelik onun için küçültücü bir azab
da vardır.” (en-Nisa, 4/14)
Yüce Allah bizlere peygamberinin bize emrettiğini
alıp, bize yasakladığı şeyleri terketmemizi de emretmektedir:”Hem peygamber size ne verdi ise onu alın,
neyi yasak etti ise de sakının. Allah’tan korkun çünkü Allah azabı çok çetin
olandır.” (el-Haşr, 7/59)
Ayrıca yüce Allah bizlere Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ı hayatımızın
bütün hususlarında hakem kılmayı ve onun hükmüne başvurmayı emretmekte ve şöyle
buyurmaktadır:”Hayır, Rabbine andolsun ki
aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden
dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça
iman etmiş olmazlar.” (en-Nisa, 4/65)
Yüce Allah bizlere Peygamberinin en mükemmel, en
güzel örnek ve uyulacak en mükemmel şahsiyet olduğunu bildirmiştir. Kendisine
uyulması ve izinden gidilmesi gereken odur. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Andolsun ki sizin için, Allah’ı ve ahiret
gününü ümit eden ve Allah’ı çokça anan kimseler için Rasûlullahta güzel bir
örnek vardır.” (el-Ahzab, 33/21) Yüce Allah kendi rızasını, Rasûlünün rızası
ile birlikte zikrederek şöyle buyurmaktadır:”Halbuki
daha doğru olan Allah’ı ve Rasûlünü hoşnut etmeleridir. Eğer mü’min iseler.”
(et-Tevbe, 9/62)
Yüce Allah Rasûlünün peşinden gitmeyi,
kendisinin sevgisine mazhar olmanın alameti olarak değerlendirmiştir:”De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun,
Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah günahları bağışlayandır,
rahimdir.” (Al-i İmran, 3/31)
İşte bundan dolayı selef-i salih herhangi bir
hususta anlaşmazlığa düştükleri vakit başvurdukları kaynak Allah’ın kitabı ve
Rasûlünün sünneti idi. Tıpkı yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: “Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız,
herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Rasûlüne
götürünüz. Bu hem daha hayırlı, hem de sonuç itibariyle daha güzeldir.” (en-Nisa, 4/59)
Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’den sonra selef’in en faziletlileri elbetteki dinlerini
ondan samimiyet ve ihlas ile öğrenmiş bulunan ashab-ı kiram’dır. Nitekim yüce
Allah aziz kitabı Kur’ân-ı Kerîm’de onları şöylece nitelendirmektedir:”Mü’minler arasında Allah’a verdikleri sözde
içtenlikle sebat eden nice yiğitler vardır. Onlardan kimisi adağını yerine
getirdi, kimisi de beklemektedir. Onlar hiçbir şeyi değiştirmemişlerdir.” (el-Ahzab, 33/23)
Daha sonra da Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın haklarında şöyle buyurduğu
faziletli kılınan ilk nesiller arasında onların peşinden gelenler gelir: “İnsanların en hayırlısı benim çağdaşlarımdır.
Sonra onlardan sonra gelenler, sonra onlardan sonra gelenler.” (Buharî ve Müslim)
Bundan dolayı ashaba ve tabiîne uymak başkalarına
göre daha uygundur. Buna sebeb ise imanlarındaki sadakatleri, ibadetlerindeki
ihlaslarıdır. Onlar akidenin koruyucuları, şeriatın bekçileridir. Gereğince söz
ve davranışlarıyla amel edenlerdir. Bundan dolayı yüce Allah dinini yaymak,
Peygamberinin sünnetini tebliğ etmek için onları seçmiştir. Peygamber -sallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır.
Hepsi ateştedir, bir tanesi müstesna.” O kimlerdir, ey Allah’ın Rasûlü?
diye sordular. O da: “Benim ve ashabımın
üzerinde bulunduğu yol üzere olanlardır.” diye buyurdu.[9]
Sonraki asırlarda selef-i salihe uyan ve onların
yollarını izleyen kimseye de hem onlara nisbet etmek, hem de böyle bir kimse
ile selef’in yoluna muhalefet ederek onların yolundan başkasına uyanlardan ayırdetmek
maksadıyla “selefî” denilir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Kim kendisine doğru yol apaçık belli
olduktan sonra peygambere karşı gelir, mü’minlerin yolundan başkasına uyup
giderse, onu döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü bir dönüş
yeridir!” (en-Nisa, 4/115)
Her müslüman onlara mensub olmaktan sadece
iftihar eder.
“Selefîlik (es-selefiye)” lafzı artık İslâm’ı
algılamak, anlamak ve uygulamak hususunda selef-i salih’in izlediği yolun özel
ismi haline gelmiştir. Buna göre selefilik kavramı Allah’ın kitabına ve
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
sünneti diye sabit olan hususlara selef’in anlayışına uygun olarak, tam anlamıyla
sımsıkı sarılan kimseler hakkında kullanılır.
Sözlükte
Sünnet:
Sözlükte fiil olarak: “Senne’l-emra” bir işi açıkladı
anlamındadır.
Sünnet, ister övülen, ister yerilen olsun
izlenen yol ve gidiş anlamındadır. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın şu hadisinde bu anlamıyla kullanılmıştır:
“Sizden öncekilerin yollarına (senen) karış
karış ve arşın arşın uyacaksınız.” (Buharî ve Müslim) Yani din ve dünya ile
ilgili yollarını izleyeceksiniz.
Peygamber efendimizin şu hadisinde de bu anlamda
kullanılmıştır: “Kim İslam’da güzel bir
sünnet ortaya koyarsa, ona hem o sünnetin ecri, hem de ondan sonra onunla amel
edenlerin ecri -onların ecirlerinden bir şey eksiltilmeksizin- verilir. Kim de İslam’da
kötü bir sünnet ortaya koyarsa...” (Müslim)
yani bir yaşayış şekli, tarzı ortaya koyarsa demektir.[10]
Terim
Olarak Sünnet:
Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın ve ashabının ilim, itikad, söz, davranış ve takrir
(yapılıp ta itiraz etmedikleri) hususlarda izledikleri yol demektir.
Sünnet aynı zamanda ibadet ve itikadlardaki
sünnetler hakkında da kullanılır. Sünnetin karşıtı bid’attir. Peygamber -sallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Gerçek şu ki sizden benden sonra yaşayacak
olanlar pek çok ayrılıklar görecektir. Size benim ve doğru yolda hidayet üzere
bulunan halifelerin sünnetine bağlanmanızı tavsiye ederim.”[11]
Sözlük anlamıyla cemaat, bir şeyin parçalarını
birbirine yaklaştırmak suretiyle, katmak ve eklemek demek olan cem’den alınmıştır.
Ben onu cem ettim o da cem oldu, denilir.
Cemaat, içtimâdan türemiştir. Ayrılıp dağılmanın
ve ayrılığın zıttıdır.
Cemaat çok sayıdaki insan topluluğu demek olduğu
gibi, belli bir maksat etrafında toplanmış bir kesim insan anlamında da kullanılır.
Yine cemaat herhangi bir iş üzere toplanmış olan
topluluk demektir.[12]
Terim
Olarak Cemaat:
Müslümanların cemaati demek olup, bunlar da
ashab, tabiîn ve kıyamet gününe kadar onlara güzel bir şekilde uyan, kitab ve
sünnet etrafında toplanmış, Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın zahiren ve batınen gittiği yolu izleyen bu ümmetin
selefi demektir.
Yüce Allah mü’min kullarına cemaat olmalarını,
birbirleriyle kaynaşıp yardımlaşmalarını emr ve teşvik etmiş, onlara tefrikayı,
ayrılığı ve birbirini boğazlamayı yasaklamıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Allah’ın ipine topluca sarılın ve ayrılmayın.”
(Al-i İmran, 3/103);”Siz kendilerine
apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın.”
(Al-i İmran, 3/105)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- da şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz
bu ümmet yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunların yetmişikisi ateşte, bir tanesi
ise cennette olacaktır ki o da cemaattir.”[13]
“Cemaatle
birlikte olmaya bakınız, tefrikadan uzak durunuz. Şüphesiz şeytan tek başına
kalanla beraberdir. İki kişiden ise nisbeten uzaktır. Kim cennetin geniş yerini
istiyor ise o halde cemaatten ayrılmasın.”[14]
Yüce sahabi Abdullah b. Mes’ud -radıyallahu anh- da şöyle demiştir:
“Cemaat tek başına olsan dahi hakka uygun düşen şeydir.”[15]
Buna göre ehl-i sünnet ve’l-cemaat, Peygamber, -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
sünnetine, ashabının ve onları izleyenlerin yoluna, itikad, söz ve amel hususlarında
sımsıkı sarılanlar ile bu şekilde dosdoğru tabi olup, bid’atlerden uzak duran
kimselerdir. Bunlar kıyamet gününe kadar ilahi yardıma mazhar olarak
kalacaklar, varlıklarını sürdüreceklerdir. Bunlara uymak hidayet, muhalefet
etmek ise sapıklıktır.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat birtakım nitelik ve
özellikleriyle diğerlerinden ayrılırlar. Bunların bazıları şunlardır:
1- Ehl-i sünnet
ve’l-cemaat ister itikad, ister ahkâm, ister yaşayış bakımından ifrat ile
tefrit, aşırı gitmek ile katılık arasında vasat ve itidal üzere olanlardır. O
halde bu ümmet diğer ümmetler arasında vasat olduğu gibi, onlar da bu ümmetin fırkaları
arasında vasat olanlardır.
2- Dinin hükümlerini
sadece kitab ve sünnetten alırlar. Bunlara gereken önemi verirler. Bunların
nasslarına teslim olur ve selef yönteminin gereklerine göre bunları kavrarlar.
3- Onların, sözlerinin
tamamını aldıkları ve ona uymayan herşeyi bir kenara bıraktıkları, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın dışında
tazim ettikleri herhangi bir imamları yoktur. Rasûlullah’ın hallerini,
sözlerini ve fiillerini insanlar arasında en iyi bilenler onlardır. Bundan
dolayı insanlar arasında sünneti en çok seven, ona tabi olma gayretini en çok
ortaya koyan ve bu sünnet ehlini en çok sevenler de onlardır.
4- Din hususunda düşmanlıkları
terkederler, düşmanlık yapanlardan uzak kalırlar. Helal ve haram meselelerinde
tartışmayı bir kenara bırakırlar, dinin tamamını esas alır ve kabul ederler.
5- Selef-i salih’i tazim
eder, selef yolunun en esenlikli, ilme en uygun ve en muhkem olduğuna inanırlar.
6- Tevili kabul etmezler, şeriata
teslim olurlar. Bununla birlikte nakli, akıldan (zihni tasavvurlar) öncelikli
kabul ederler ve ikincisinin, birincisine boyun eğmesini sağlarlar.
7- Aynı mesele ile ilgili
değişik nassları birlikte ele alırlar ve müteşabih olanları muhkem’in ışığında
anlamaya çalışırlar.
8- Hak üzere sebatları,
akide hususları üzerinde ittifak edip, değişip duran kanaatlere sahib olmamaları,
ilim ve ibadeti şahıslarında toplamaları, Allah’a tevekkül etmekle birlikte
sebeplere yapışmaları, dünya nimetlerini elde ederken dünyaya karşı zâhidâne yaşayışları,
korku ile ümit, sevgi ile buğz duygularını birlikte taşımaları, mü’minlere karşı
merhametli ve yumuşak olmakla birlikte, kâfirlere karşı ise sert ve şiddetli
olmaları, zaman ve mekânın değişmesi ile birlikte değişikliğe uğramamaları
suretiyle hakka hidayet eden ve dosdoğru yolu gösteren salihlerin
önderleridirler.
9- Onlar İslam, Sünnet ve
Cemaatin dışında herhangi bir isim almazlar.
10- Sahih akideyi, dosdoğru
dini yaymaya, insanlara bunları öğretip, doğruya iletmeye, onlara içten nasihat
edip, onların işleriyle ilgilenmeye önem verirler.
11- İnsanların sözlerine,
inançlarına ve davetlerine karşı, insanlar arasında en çok sabredenler,
tahammül gösterenler onlardır.
12- Cemaate ve kaynaşmaya
çokça gayret ederler, buna davet eder, insanları buna teşvik ederler. Ayrılıkları
ve tefrikayı bir kenara bırakırlar, insanları bunlardan sakındırırlar.
13- Yüce Allah onları
birbirlerini tekfir etmekten korumuştur. Başkaları hakkında da ilme ve adalete
uygun olarak hüküm verirler.
14- Birbirlerini severler,
birbirlerine karşı merhametlidirler. Kendi aralarında yardımlaşırlar,
birbirlerini tamamlarlar. Ancak dini esaslara bağlı olarak başkalarını dost ya
da düşman bilirler.
Özetle ehl-i sünnet ve’l-cemaat, insanlar arasında
huyları en güzel olanlar, yüce Allah’a itaat etmek suretiyle nefislerini
temizlemeye en çok gayret gösterenlerdir. En geniş ufuklu insanlar, en uzak
görüşlüler, başkalarının görüş ayrılıklarına en çok tahammül gösterenler, bunun
adabını ve usulünü en iyi bilenler onlardır.
Özetle söylenecek olursa, ehl-i sünnet
ve’l-cemaat’in anlamı şudur:
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın fırkalar
arasında kurtuluşu vaadettiği kesimdir. Bu vasfın eksenini ise sünnete uymak ve
sünnette gelmiş olan itikad, ibadet, hidayet, yaşayış ve ahlâka tabi olup,
müslüman topluluğuna bağlı olmaktır.
Böylelikle ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in tanımı,
selef’in tanımının dışına çıkmamaktadır. Selef’in ise kitab ile amel eden,
sünnete sımsıkı sarılan kimseler olduklarını öğrenmiş bulunuyoruz. O halde
selef, Peygamber -sallallahu aleyhi ve
sellem-’in kastettiği ehl-i sünnet, ehl-i sünnet de selef-i salih ile onların
yolları üzerinden giden kimselerdir.
İşte ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in özel tanımı
budur. Bid’atçi ve hevâlarının peşinden giden hariciler, cehmiye, mürcie, rafıziler
ve diğer bid’at ehlinden olan bid’atçi kesimler bu kapsamın dışında kalmaktadır.
Çünkü burada sünnet bid’atin karşısında, cemaat
de tefrikanın, ayrılığın karşısındadır. İşte cemaate bağlanmak ve tefrikadan
ayrılmak hususunda varid olmuş hadislerden maksat da budur.
Abdullah b. Abbas -radıyallahu anhuma-’nın yüce Allah’ın:”O günde kimi yüzler ağaracak, kimi yüzler kararacaktır.” (Al-i İmran, 3/106) buyruğunu tefsir
ederken söylediği: “Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in yüzleri ağaracak, bid’at ve
tefrika ehli kimselerin yüzleri ise kararacaktır.”[16]
şeklindeki açıklamasında kastettiği de budur.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in genel kapsamlı anlamına
gelince, rafızilerin dışında İslam’a intisab edenlerin hepsi girer.
Kimi zaman bid’at ehli ve hevâlarının peşinden
giden birtakım fırkalar hakkında da ehl-i sünnet ve’l-cemaat denildiği olur.
Çünkü bunlar sapık fırkalar karşısında itikadi birtakım meselelerde katıksız
ehl-i sünnet’e uygun kanaat belirtirler. Ehl-i sünnet alimleri tarafından bu
anlamı ile kullanımı azdır. Çünkü bu sadece birtakım itikadi meseleler ile kayıtlıdır
ve muayyen birtakım taifelere karşılık kullanılan bir isimdir. Mesela, hilafet
ve ashab-ı kiram meselelerinde rafızilerin karşısında ehl-i sünnet vasfının
kullanılması ile diğer itikadi meseleler hakkında kullanılması buna örnek
gösterilebilir.
Ehl-i sünnet’in karşısında ehl-i bid’at yer alır.
Bunların belli başlıları ise hariciler, rafıziler, mürcie, kaderiye ve cehmiye
olmak üzere beş fırkadırlar.
Buna göre selef-i salih tabiri muhakkik ehl-i
sünnet âlimlerinin ıstılahında, ehl-i sünnet ve’l-cemaat ile eş anlamdadır. Aynı
şekilde onlar hakkında ehlu’l-eser, ehlu’l-hadis, et-taifetu’l-mansura (ilahi yardıma
mazhar kesim), el-fırkatu’n-nâciye (kurtuluşa eren fırka), ehlu’l-ittiba’
(sünnete tabi olanlar) isimleri de kullanılır. Bu isim ve tabirler selef
âlimleri tarafından çokça kullanılır.[17]
Sahih akide bu dinin esasıdır. Bu esas üzere
yükselmeyen herbir yapı sonunda yıkılıp, gider. İşte bundan dolayı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın ömrü
boyunca bu akidenin esaslarını yerleştirmeye ve temellerini derinleştirmeye
çokça önem verdiğini görüyoruz. Bu ise sağlam bir kaide ve güçlü bir temel
üzerinde insanların yapılarını yükseltmek içindir.
Kur’ân-ı Kerîm, Mekke döneminde onüç yıl boyunca
değişmeksizin tek bir mesele üzerinde durarak inmeye devam ettiğini görüyoruz.
Bu da akide ve yüce Allah’ı tevhid meselesidir. İşte bundan dolayı ve önemli
olduğu için Peygamber -sallahu aleyhi ve
sellem- Mekke döneminde yalnız ona davet ediyor ve ashabını onun üzerinde eğitiyordu.
Selef-i salih’in akidesini incelemenin önemi saf ve temiz akidenin açıklığa
kavuşturulması ile insanların tekrar ona dönmesi uğrunda ciddi çalışmanın
zorunluluğu, değişik fırkaların sapıklıklarından ve cemaatlerin ayrıklıklarından
onları kurtarmanın zorunluluğunun büyük öneminden kaynaklanmaktadır. İslama
davet edenlerin ilk davet etmeleri gereken esas budur.
O halde selef-i salih’in yöntemine uygun
akidenin önemini ortaya koyan ve ona sımsıkı sarılmanın zorunluluğunu gösteren
birtakım ayırıcı nitelik ve özellikleri bulunmaktadır. Bu özelliklerin en
önemlilerinden bazıları şunlardır:
1- Evvela bu akide
tefrikadan ve grublara ayrılmaktan kurtuluşun genel olarak müslümanlığın saflarını,
özel olarak da alimlerin ve davetçilerin saflarını birleştirmenin yoludur.
Çünkü bu akide yüce Allah’ın vahyi, O’nun Peygamberi -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın getirdiği hidayet ve ilk şerefli
nesil ashab-ı kiram’ın izlediği yoldur. Bu esasın dışındaki herbir toplanma
neticede -bugün müslümanların halinden gördüğümüz gibi- ayrılıktır, anlaşmazlıktır,
başarısızlıktır. Şanı yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Kim kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra peygambere karşı
gelir, mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yolda bırakır
ve cehenneme atarız. O ne kötü bir dönüş yeridir!” (en-Nisa, 4/115)
2- Bu akide müslümanları
birleştirir, saflarını güçlendirir. Hak üzere ve hakta sözbirliği etmelerini sağlar.
Çünkü bu, şanı yüce Allah’ın; “Allah’ın
ipine topluca sarılın ve ayrılmayın.” (Al-i
İmran, 3/103) buyruğunun gereğini kabul etmek demektir.
Bundan dolayı müslümanların ayrılıklarının en
önemli sebepleri arasında yöntemlerinin farklı oluşu ve bilgi kaynaklarının çok
oluşudur. Akide ve bu akidenin öğrenildiği kaynakların bir olması ümmeti birleştirmek
için önemli bir sebebtir. Tıpkı bu ümmetin ilk nesli arasında gerçekleştiği
gibi.
3- Selef-i salih’in
akidesi müslümanı doğrudan yüce Allah’a ve O’nun Rasûlüne bağlar. Onlara sevgi
ile bağlar ve onları ta’zime iter. Allah ve Rasûlünün önüne geçmemeyi öğretir.
Çünkü selef’in akidesinin esası, heva ve şüphelerin oyuncağı olmaktan uzak bir şekilde
“Allah buyurdu, Rasûlullah buyurdu” tavrıdır. Felsefe, mantık, akılcılık gibi
yabancı etkilerden ve başka birtakım kaynakların yönlendirmesinden uzaktır.
4- Bu akide gayet kolaydır.
Anlaşılır bir akidedir ve nettir. Karışıklığı yoktur, anlaşılmaz ifadeler taşımaz.
Karışık anlatımlardan, nassların tahrif edilmesinden uzaktır. Böyle bir akideye
inanan bir kimsenin kalbi rahattır. Ruhu huzur içindedir. Şüphe, vehim ve şeytanlığın
vesveselerinden uzaktır. Gözü aydındır böyle bir kimsenin. Çünkü bu akideye
inanan bir kişi bu ümmetin peygamberi, ashab-ı kiram’ı -Allah hepsinden razı olsun-nın gösterdiği yol üzerinde yürür.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Mü’minler
ancak Allah’a ve Rasûlüne iman eden ve sonradan şüpheye düşmeyen, sonra da
malları ve canları ile Allah yolunda cihad eden kimselerdir. İşte onlar sadık
olanların ta kendileridir.” (el-Hucurât,
49/15)
5- Bu akide yüce Allah’a
yakınlaşmanın, O’nun rızasını elde etmenin en büyük sebeplerinden birisidir.
İşte bu özellik ve belirtiler ehl-i sünnet
ve’l-cemaat’in değişmez özellikleridir. Hemen hemen her yer ve her zamanda bu
özelliklerde farklılık olmaz. Yüce Allah’a hamdolsun.[18]
Ehl-i
Sünnet Ve’l-Cemaat Akidesinin Esasları:
Selef-i salih’in yolu üzerinde giden ehl-i
sünnet ve’l-cemaat itikad, amel ve yaşayış bakımından değişmez ve açık esaslar
üzerinde yürürler. Bu esaslar ise yüce Allah’ın kitabı ile mütevatir olsun,
âhâd olsun Rasûlullah’ın bütün sahih sünneti ve ashab, tabiîn ve güzel bir şekilde
onlara tabi olan bu ümmetin selef’inin bunları anlayışından kaynaklanır.
Dinin esaslarını Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- gönlü rahatlatacak bir şekilde açıklamış
bulunmaktadır. Bu hususta hiçbir kimse yeni bir şey ortaya çıkartıp, bunun
dinden olduğunu iddia edemez. İşte bundan dolayı ehl-i sünnet ve’l-cemaat bu
esaslara sımsıkı yapışmış, bid’at olarak ortaya atılan lafızlardan uzak durmuş,
şer’î lafızları kullanmaya gayret etmişlerdir. Bu açıdan, ehli sünnet
ve’l-cemaat Selef-i Salih’in gerçek uzantısıdır.
O halde ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in kabul ettiği
dinin esasları (inanç esasları) aşağıdaki şekilde özetlenebilir:
Selef-i salih’in yani ehl-i sünnet
ve’l-cemaat’in iman esasları ile ilgili inançları, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın Cibril
hadisinde haber verdiği şekilde altı esasa iman etmek ve onları tasdik etmek
diye özetlenebilir. Peygamber bu hususta kendisine soru sormak üzere gelen
Cibril -aleyhisselam-’ın imanın
mahiyeti ile ilgili sorusuna şöyle cevab vermiştir:
“(İman)
Allah’a, meleklerine, kitablarına, rasûllerine, âhiret gününe inanman ve hayrı
ile şerri ile kadere iman etmendir.” (Buharî ve Müslim, Kitabu’l-İman’da)
O halde iman bu altı temel üzerinde yükselir. Bu
temelden birisi yıkılacak olursa, elbetteki o insan mü’min olamaz. Çünkü o
kimse imanın esaslarından birisini yitirmiş olur. Nasıl ki bir yapı ancak temel
esasları üzerinde yükselebiliyorsa, iman da ancak temel esasları üzerinde
yükselir.
İşte bu hususlar imanın rükünleri (esasları)dır.
Kitab ve sünnetin delâlet ettiği doğru şekli üzere bütün bunlar gerçekleşmedikçe
iman da tamam olmaz. Bunlardan birisini inkâr eden bir kişi mü’min değildir.
Allah’a iman, Allah’ın varlığına, O’nun, kemal sıfatlarına
sahip olup, tek başına ibadete layık olduğuna inanmak, izleri insanın yaşayışında
Allah’ın emirlerine bağlanıp, yasaklarından uzaklaşmasında ortaya çıkacak şekilde
buna tam anlamıyla kalbinden inanmaktır. Bu İslam akidesinin temelidir, özüdür,
esasıdır. Akide’nin diğer bütün esasları ise buna eklenir ve buna tabidir.
O halde Allah’a iman, O’nun varlığına iman
etmeyi ihtiva eder. Şanı yüce Allah’ın varlığına fıtrat, akıl, şeriat ve
duyular delâlet etmektedir.
Allah’ın vahdaniyetine, ulûhiyetine, isim ve sıfatlarına
iman etmek de Allah’a iman etmenin kapsamı içerisindedir. Bu da üç türü ile
tevhidi kabul edip bunlara inanmak ve bunların gereğini yerine getirmekle olur.
Tevhidin üç türü ise: 1- Rububiyetin tevhidi, 2- Uluhiyetin tevhidi, 3- İsim ve
sıfatların tevhididir.
Herşeyin biricik Rabbinin ve mutlak Malikinin
Allah olduğuna, ortağının bulunmadığına, tek yaratıcının O olduğuna, bütün
kainatı çekip çeviren, işlerini idare eden, onda tasarruf edenin O olduğuna,
kulları yaratıp onları rızıklandıran, hayat veren ve canlarını alanın O olduğuna
kesin olarak inanmak, Allah’ın kaza ve kaderine, zatında vahdaniyetine yani bir
ve tek olduğuna inanmaktır. Bunun özü fiilleriyle Allah’ı tevhid etmek yani
birlemektir.
Yüce Allah’ın rububiyetine iman etmenin gereğine
dair şer’î deliller pek çoktur. Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi:”Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” (el-Fatiha, 1/1);”Dikkat edin, yaratmak da,
emretmek de yalnız O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne yücedir!”
(el-A’râf, 7/54);”Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan... O’dur.” (el-Bakara, 2/29);”Çünkü şüphesiz ki Allah’tır hem rızkı veren, hem pek çetin kudret ve
kuvvet sahibi olan.” (ez-Zâriyât, 51/58)
Tevhidin bu türünde Kureyş kâfirleri ile çeşitli
din ve inanca mensup kimselerin büyük çoğunluğu muhalif kanaat belirtmezler.
Hepsi kainatın yaratıcısının tek başına Allah olduğuna iman ederler. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Andolsun,
onlara: Göklerle yeri kim yarattı diye sorsan, onlar elbette: Allah,
diyeceklerdir.” (Lukman, 31/25)
Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Deki: Yer ve oradakiler kimindir? Eğer
biliyorsanız (söyleyin). Onlar: Allah’ındır, diyeceklerdir. Sen de ki: O halde
siz iyice düşünüp ibret almaz mısınız? De ki: Yedi göğün ve büyük arşın Rabbi
kimdir? Allah’tır, diyeceklerdir. De ki: O halde korkmaz mısınız? De ki: Herşeyin
hakimiyeti elinde bulunan, himaye eden fakat kendisine karşı kimsenin himaye
altına alınmasına imkân tanımayan kimdir? Eğer biliyorsanız (cevab verin).
Onlar: Allah’tır diyeceklerdir. De ki: Öyle ise nasıl olur da aldanıyorsunuz?
Hayır biz, onlara hakkı getirdik, onlar ise muhakkak yalancıdırlar.”
(el-Mu’minûn, 23/84-90)
Bunun böyle olmasının sebebi, kulların
kalblerinin fıtraten Allah’ın yegane Rab oluşunu kabul edecek şekilde yaratılmış
olmasıdır. Bundan dolayı tevhidin türlerinden ikincisini de kabul etmedikçe,
rububiyetin tevhidine inanan bir kimse muvahhid olmaz.
Kulların kendi fiilleriyle, yüce Allah’ı bir ve
tek olarak tanıdıklarını ortaya koymalarıdır. Buna ibadet tevhidi adı da
verilir. Bu anlam itibariyle kesin olarak şu hususlara inanmayı ihtiva eder:
Hak ilah kendisinden başka hiçbir ilah
bulunmayan O Allah’dur. O’nun dışındaki bütün mabudlar batıldır. Yalnızca yüce
Allah’a ibadet edilmeli, O’na boyun eğilmeli, mutlak olarak sadece O’na itaat
olunmalıdır. Kim olursa olsun kimse O’na ortak koşulmamalıdır. Namaz, oruç,
zekat, hac, dua, istiâne (yardım dileme), adak, zebh (eti yenir hayvanları
kesmek), tevekkül, havf, recâ (korku ve ümit), sevgi ve buna benzer zâhir ve
bâtın (gizli ve açık) ibadet türlerinden hiçbir şeyin O’ndan başkası için yapılmamasıdır.
Allah’a sevgi, korku ve ümitle birarada ibadet olunmasıdır ki, bunlardan bir
bölümü ile O’na ibadet edip bir bölümünü dışarda tutmak sapıklıktır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden
yardım dileriz.” (el-Fatiha, 1/5);”Kim buna dair hiçbir delili bulunmaksızın,
Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet ederse, onun hesabı ancak Rabbinin
katındadır. Kâfirler -hiç şüphesiz- kurtuluşa eremezler.” (el-Mu’minûn,
23/117)
Ulûhiyetin tevhidi bütün Rasûllerin kendisine çağırdıkları
bir husustur. Önceki ümmetleri helâk yollarına götüren bu tevhidin inkârıdır.
Dinin başı, sonu, içi ve dışı
ulûhiyetin tevhididir. Rasûllerin ilk ve son çağrısı budur. Bunun için Rasûller
gönderilmiş, Kitablar indirilmiş, cihad maksadıyla kılıçlar çekilmiş;
mü’minlerle kâfirler, cennet ehli ile cehennem ehli birbirinden ayrılmıştır.
İşte; ”Allah’tan
başka ilah yoktur” cümlesinin anlamı budur.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:”Senden önce gönderdiğimiz
herbir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: Benden başka ilâh yoktur, o halde
yalnız bana ibadet edin.” (el-Enbiyâ,
21/25)
Rubûbiyetin tevhidi, ulûhiyetin tevhidini
gerektirir. Çünkü yaratıcı, rızık verici, malik, tasarrufta bulunan, hayat
veren, öldüren, bütün kemal sıfatlarına sahib, hertürlü eksiklikten münezzeh,
herşey elinde bulunan bir Rabbin, aynı zamanda hiçbir ortağı bulunmayan ve
ibadetin yalnız kendisine yöneltildiği mutlak bir ilah olması da gereklidir.
Yüce Allah:”Ben
cinleri de, insanları da ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 51/56) diye buyurmaktadır.
Çünkü müşrikler bir ve tek ilaha ibadet
etmiyorlardı. Onlar birden çok ilaha ibadet ediyorlar ve bunların kendilerini
yüce Allah’a yakınlaştırdıklarını ileri sürüyorlardı. Bununla birlikte bu
uydurma ilahların fayda ve zarar vermediklerini de kabul ediyorlardı. İşte
bundan dolayı yüce Allah rububiyetin tevhidini kabul etmelerine rağmen onları
mü’min olarak değerlendirmemiş, aksine ibadette başkalarını kendisine ortak koşmaları
dolayısıyla onları kâfir olarak değerlendirmiştir.
İşte bu noktada selefin yani ehl-i sünnet
ve’l-cemaatin inancı uluhiyet hususunda başkalarından ayrılmaktadır. Bazılarının
kastettiği gibi tevhidin anlamı onlara göre yalnızca Allah’tan başka yaratıcı
ilah olmamasından ibaret değildir. Aksine onlara göre uluhiyetin tevhid
edilmesi, ancak şu iki esasın varlığı ile birlikte gerçekleşebilir:
1- Bütün ibadet çeşitlerinin
yalnızca yüce Allah’a yapılması, yaratılmış hiçbir varlığa yaratıcının hak ve
özelliklerinden hiçbirisinin verilmemesi.
Buna göre Allah’tan başkasına ibadet edilmez,
Allah’tan başkası için namaz kılınmaz, Allah’tan başkasına secde edilmez,
Allah’tan başkasına adakta bulunulmaz, Allah’tan başkasına tevekkül edilmez. Şüphesiz
uluhiyetin tevhid edilmesi, ibadetin yalnızca yüce Allah’a yapılmasını gerektirir.
İbadet ise ya kalb ile dilin bir sözü yahut ta kalb ile organların bir
amelidir.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:”De ki: Şüphesiz benim
namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O’nun
hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim.”
(el-En’âm, 6/162-163);”Uyanık olun halis
olan din yalnız Allah’ındır.” (ez-Zümer,
39/3)
2- İbadet yüce Allah’ın ve
Rasûlünün emrettiğine uygun olmalıdır.
Buna göre ibadet boyun eğmek ve itaatin yalnızca
O’na yapılması sureti ile Allah’ın tevhid edilmesi “Allah’tan başka hiçbir ilah
yoktur” diye ifadelendirilen şehadetin gerçekleştirilmesi demektir.
Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’a tabi olup, onun emir ve yasaklarına boyun eğmek de
“Muhammed, Allah’ın Rasûlüdür” şehadetinin gerçekleştirilmesidir.
O halde ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in yöntemi şudur:
Onlar yüce Allah’a ibadet eder ve O’na hiçbir şeyi
ortak koşmazlar. Allah’tan başkasından dilekte bulunmazlar, ancak Allah’tan
yardım dilerler. Ancak yüce Allah’ın imdatlarına koşmasını isterler. Yalnızca
yüce Allah’a tevekkül ederler. O’ndan başkasından korkmazlar. Yüce Allah’a
itaat, ibadet ederek ve salih ameller ile yakınlaşmaya çalışırlar. Yüce Allah:”Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi
ortak koşmayın.” (en-Nisâ, 4/36)
diye buyurmaktadır.
Bu, en güzel isimlerin ve en yüce sıfatların
yüce Allah’a ait olduğuna kesin olarak inanmak demektir. O bütün kemal sıfatlarına
sahib ve bütün eksik sıfatlardan münezzehtir. O bu özelliği ile bütün varlıklardan
ayrı ve eşsizdir.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat Rablerini Kur’ân ve
Sünnette gelmiş sıfatlar ile bilip, tanırlar. O’nu, O’nun kendi zatını ve
Rasûlünün O’nu nitelendirdiği sıfatlarla nitelerler. Lafızları kullanıldıkları
gerçek anlamlarından saptırma yoluna gitmezler. O’nun isim ve âyetlerinde
ilhâda[19]
sapmazlar. Yüce Allah’ın kendisi hakkında öyle olduğunu ortaya koyduğu ne
varsa, herhangi bir temsil, keyfiyetlendirme, ta’til ve tahrife sapmaksızın
aynen kabul ederler. Bütün bunlarda uydukları kaide de yüce Allah’ın:”O’nun benzeri hiçbir şey yoktur ve O herşeyi
işitendir, görendir.” (eş-Şura,
42/11) buyruğu ile:”En güzel isimler
Allah’ındır. O halde ona bunlarla dua edin, O’nun isimlerinde ilhâda (eğriliğe)
sapanları terkedin. Onlar yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir.” (el-A’raf, 7/108) buyruklarıdır.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat yüce Allah’ın sıfatlarının
keyfiyetine dair sınırlandırmalara kalkışmazlar. Çünkü o keyfiyete dair bize
bir haber vermiş değildir. Zira yüce Allah hakkında hangi sıfatların sözkonusu
edilip, hangilerinin sözkonusu edilemeyeceğini yüce Allah’tan başka hiçbir
kimse bilemez. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”De ki: Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı?” (el-Bakara, 2/140) Yine yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:”Artık Allah hakkında
örnekler bulmaya kalkışmayın. Çünkü Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (en-Nahl, 16/74)
Yüce Allah’tan sonra da Allah’ı Onun Rasûlünden
daha iyi kimse bilemez. O Rasûlü hakkında da yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”O kendi hevâsından bir söz söylemez. O
bildirilen bir vahiyden başkası değildir.” (en-Necm, 53/3-4)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat şanı yüce Allah’ın
kendisinden önce hiçbir şeyin var olmadığı ilk, kendisinden sonra hiçbir şeyin
olmadığı âhir, kendisinden üstün hiçbir şeyin olmadığı zâhir, kendisinden öte
hiçbir şeyin olmadığı bâtın olduğuna inanırlar. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:”O hem ilktir, hem âhirdir,
hem zâhirdir, hem bâtındır. O herşeyi en iyi bilendir.” (el-Hadid, 57/3)
Yine şuna inanırlar ki; şanı yüce Allah’ın zatı
diğer zatlara, varlıklara benzemez. Sıfatları da aynı şekilde diğer sıfatlara
benzemez. Çünkü şanı yüce Allah’a benzer, O’na denk, O’na eş olabilecek hiçbir
varlık yoktur. O yarattığı varlıklarla kıyas edilmez. Bu bakımdan yüce Allah’ın
kendi zatı hakkında tesbit ettiklerini onlar da temsilsiz olarak tesbit ve
kabul ederler, ta’til sözkonusu olmaksızın tenzih ederler. Yüce Allah’ın kendi
zatı hakkında tesbit ettiğini kabul ettiklerinde, O’nu temsile (başkasına
benzetmeye) kalkışmazlar. O’nu tenzih ettikleri vakit de kendi zatını
nitelendirdiği vasıfları ta’til etmeye (onları yok gibi kılmaya) da kalkışmazlar.[20]
Yüce Allah’ın herşeyin kuşatıcısı, herşeyin
yaratıcısı, hayatta olan herbir varlığın rızık vericisi olduğuna inanırlar.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Yaratan
bilmez mi hiç? O, latiftir, herşeyden haberdârdır.” (el-Mülk, 67/14);”Şüphesiz rızık
veren, güç ve kuvvet sahibi olan Allah’tır” (ez-Zâriyât, 51/58)
Yüce Allah’ın yedi semâvât’ın üstünde ve yarattıklarından
ayrı olarak Arşın üzerinde istivâ ettiğine[21],
ilmiyle herşeyi kuşattığına -kitab-ı kerîm’inde yedi ayrı âyet-i kerîme’de
kendi zatı ile ilgili olarak haber verdiği şekilde- ve keyfiyet nisbeti
sözkonusu olmaksızın[22]
inanırlar.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Rahman arşa istiva etti.” (Tâ-hâ, 20/5);”Sonra arşa istiva etti.” (el-Hadid,
57/4)
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Göktekinin sizi yere geçirmesinden emin mi
oldunuz? O zaman onun durmadan çalkalanmakta olduğunu göreceksiniz. Yahut
göktekinin üzerinize taş yağdıran bir rüzgar göndermesinden emin mi oldunuz?
Hem benim korkutmamın nasıl olduğunu bileceksiniz.” (el-Mülk, 67/16-17)
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Güzel söz
O’na çıkar; salih amel O’na yükselir.” (Fâtır, 35/10)
“Üstlerindeki
Rablerinden korkarlar.” (en-Nahl, 16/50)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur: “Ben
semadaki’nin emini olduğum halde, siz bana nasıl olur da güvenmezsiniz?” (Buharî ve Müslim) demiştir.[23]
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat kürsi ile arş’ın hak
olduğuna da inanırlar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”...O’nun kürsîsi gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onları koruması O’na ağır
gelmez. O çok yücedir, çok büyüktür.” (el-Bakara,
2/255)
Arşın büyüklüğünü Yüce Allah’tan başka kimse
bilemez. Kürsi’nin arş’a nisbeti ise büyük bir düzlükte bırakılmış bir halka
gibidir. Gökleri ve yeri kuşatmıştır. Allah’ın arş’a da, kürsi’ye de ihtiyacı
yoktur. Ona ihtiyacı olduğundan dolayı arş’a istiva etmiş değildir. Aksine bu
kendisinin tesbit ettiği sonsuz bir hikmetin bir gereğidir. O arş’a da, arş’ın
dışındaki diğer varlıklara da muhtaç olmaktan münezzehtir. Şanı yüce Allah
bundan çok daha büyüktür. Aksine arş da, kürsi de, O’nun kudret ve egemenliği
ile taşınan iki varlıktır.
Yüce Allah’ın Adem’i iki eli ile yarattığına -ki
O’nun her iki eli de yemin (sağ)dir -ve O’nun iki elinin- kendi zatını
nitelendirdiği gibi- dilediği şekilde infak ederek açık olduğuna inanırlar.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Yahudiler: Allah’ın eli bağlıdır dediler.
Söylediklerinden ötürü kendi elleri bağlandı ve onlara lanet edildi. Hayır,
Allah’ın iki eli de açıktır. O nasıl dilerse, öyle infak eder.” (el-Maide, 5/64);”Kendi ellerimle yarattığıma secdeden seni ne alıkoydu?” (Sâd, 38/75)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat yüce Allah’ın işitme,
görme, yüz, ilim, kudret, kuvvet, izzet, kelam, hayat, kadem (ayak), el,
beraber oluş (maiyyet) ve buna benzer gerek kendi kitabında, kendi zatını
vasfettiği, gerekse de peygamberi -sallallahu
aleyhi ve sellem- vasıtası ile belirttiği sıfatları kabul ederler. Bunların
keyfiyetini ancak Allah bilir, biz bilemeyiz. Çünkü O, bize bunların
keyfiyetine dair haber vermemiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Muhakkak
ben sizinle birlikteyim. İşitirim ve görürüm.” (Ta’ha, 20/46)
“O
alîmdir, hakîmdir.”
(et-Tahrîm, 66/2);”Allah, Musa ile de konuştu.” (en-Nisâ, 4/164)
“Celâl ve
ikram sahibi Rabbinin vechi (yüzü) ise kalıcıdır.” (er-Rahmân, 55/27)
“Allah,
onlardan razı olmuştur. Onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır.” (el-Maide, 5/119)
“O, onları
sever, onlar da O’nu severler.” (el-Mâide,
5/54)
“Nihayet
onlar bizi öfkelendirince, kendilerinden intikam aldık.” (ez-Zuhruf, 43/55)
“Allah...
O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Diridir ve kayyûm’dur.” (Al-i İmran, 3/2)
“Allah’ın
kendilerine gazab ettiği bir topluluğu...” (el-Mümtehine,
60/13) ve bunlardan başka diğer sıfat âyetleri...
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat mü’minlerin âhirette
gözleriyle Rablerini göreceklerine, onu ziyaret edip, kendisinin onlarla, onların
da kendisiyle konuşacaklarına da iman ederler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“O günde
yüzler var ki apaydınlıktır, Rablerine bakıcıdırlar.” (el-Kıyame, 75/22-23)
Onlar ondördündeki ay’ı görüp, onu görmekte sıkıntı
çekmedikleri gibi Rablerini göreceklerdir. Nitekim Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle
buyurmaktadır: “Şüphesiz sizler görmekte
sıkıntı çekmediğiniz ondördündeki ay’ı gördüğünüz gibi Rabbinizi
göreceksinizdir...” (Buharî ve
Müslim)
Yüce Allah’ın gecenin son üçte birinde Celal ve
Azametine yakışır bir şekilde gerçek bir nüzul ile dünya semasına indiğine de
inanırlar. Nitekim Peygamber -sallallahu aleyhi
ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Rabbimiz
gecenin son üçte biri kaldığı zamanda her gece dünya semasına iner ve: Kim bana
dua eder, duasını kabul edeyim. Kim benden ister, ona istediğini vereyim. Kim
benden mağfiret diler, ona mağfiret edeyim der.” (Buharî ve Müslim)
Yüce Allah’ın kıyamet gününde kulların arasında
hüküm vermek üzere Celaline yakışır bir şekilde gerçek manasıyla geleceğine de
inanırlar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Hayır,
yer dağılıp zerreler gibi parça parça edildiğinde, Rabbin gelip melekler de saf
saf dizildiğinde.”
(el-Fecr, 89/21-22);”Onlar buluttan gölgeler içinde Allah’ın ve
meleklerin kendilerine gelivermesinden ve işin bitiriliverilmesinden başkasını
mı bekliyorlar?” (el-Bakara, 2/210)
Bütün bu hususlar hakkında ehl-i sünnet
ve’l-cemaat’in yöntemi yüce Allah’ın ve Rasûlünün haber verdiği şeylere tam bir
teslimiyetle inanmaktır. Tıpkı İmam Zührî’nin -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
dediği gibi: “Risalet göndermek Allah’tan, tebliğ etmek Rasûlullah’ın görevi,
bize düşen de teslimiyet göstermektir.”[24]
Ve tıpkı İmam Süfyan b. Uyeyne’nin -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- dediği gibi: “Şanı yüce Allah’ın Kur’ân’da kendi nefsini
vasfettiği şeylerin tefsiri okunduğu gibidir. Bunların keyfiyetsiz ve
benzetmeye gitmeksizin tefsir edilmesi gerekir.”[25]
İmam Şafîi -yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
de şöyle demektedir: “Ben Allah’a ve Allah’ın muradı üzere Allah’tan gelenlere,
Rasûlullah’a ve Rasûlullah’ın muradı üzere Rasûlullah’tan gelenlere iman
ettim.”[26]
Velid b. Müslim dedi ki: el-Evzai’ye, Süfyan b.
Uyeyne’ye ve Malik b. Enes’e sıfat ve ru’yet ile ilgili bu hadisler hakkında
sordum, hepsi de şöyle dediler: “Bunları geldikleri gibi alınız, onlarla ilgili
bir keyfiyet düşünmeyiniz.”[27]
Hicret yurdunun imamı Malik b. Enes -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- der ki:
“Bid’atlerden çokça sakınınız.” Ona bid’atler nelerdir? diye sorulunca, şu
cevabı vermiştir:
“Bid’at ehli Allah’ın isimleri, sıfatları, kelâmı,
ameli ve kudreti hakkında konuşup duran, ashabın ve güzel bir şekilde onlara
tabi olanların sustuğu hususlar hakkında susmayan kimselerdir.”[28]
Bir adam kendisine yüce Allah’ın:”Rahman arşın üzerine istivâ etmiştir.”
buyruğu hakkında: Nasıl istiva etti, diye sorunca, şu cevabı vermişti: “İstivâ
bilinmeyen bir şey değildir. Fakat keyfiyeti akıl ile bilinemez. Ona iman etmek
vacibtir, onun hakkında soru sormak bid’attir. Ben senin sapık bir kimse olduğunu
görüyorum” dedikten sonra meclisinden dışarıya çıkartılmasını emretmiştir.[29]
İmam Ebu Hanife -yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle demiştir: “Yüce
Allah’ın zatı hakkında hiçbir kimsenin bir şey söylememesi gerekir. Aksine
Allah kendi zatını ne ile nitelendirmiş ise, onu öylece nitelendirir. Bu
hususta kendi görüşüne dayanarak hiçbir şey söylemez. Âlemlerin Rabbi olan
Allah’ın şanı ne yücedir!”[30]
Ona yüce Allah’ın nüzulu (inmesi) hakkında soru
sorulunca da: “O keyfiyetsiz olarak iner” diye cevab vermiştir.[31]
Hafız İmam Nuaym b. Hammad el-Huzaî -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- de şöyle demiştir: “Allah’ın kendi nefsini nitelendirdiği
şeyleri inkâr eden de kâfir olur. Ne Allah’ın kendisini nitelendirdiği, ne de
Rasûlü’nün O’nu nitelendirdiği hiçbir şey teşbih değildir.”[32]
Selef’ten bir çoğu şöyle demiştir: “İslam ayağı
ancak teslimiyet köprüsü üzerinde sebat gösterebilir.”[33]
İşte zat-ı uluhiyet hakkında ve sıfatları ile
ilgili olarak söz söylediğinde -selef’in yolunu izleyen bir kimse -bundan dolayı
yüce Allah’ın isim ve sıfatları hususunda Kur’ân-ı Kerîm’in yöntemine bağlanmış
olur. Bu yolu izleyen kişi ister selef çağında yaşamış olsun, ister sonraki çağlarda
yaşamış olsun.
İzledikleri yol hususunda selef’in yoluna
muhalefet eden herkes ise Kur’ân’ın yöntemine bağlanmamış olur. İsterse o
selef’in yaşadığı çağda ve ashab ile tabiîn arasında bulunmuş olsun.
Meleklere iman herhangi bir şüphe ya da tereddüt
sözkonusu olmaksızın kesin olarak var olduklarına inanmak demektir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“O
peygamber kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü’minler de. Onların
herbiri Allah’a, O’nun meleklerine, kitablarına, peygamberlerine inandı.” (el-Bakara, 2/285)
Meleklerin varlıklarını inkâr eden bir kimse
kâfir olur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Kim Allah’ı, meleklerini, kitablarını, peygamberlerini ve âhiret
gününü inkâr ederse artık o hiç şüphesiz uzak bir sapıklığa düşmüştür.” (en-Nisâ, 4/136)
Bu bakımdan ehl-i sünnet ve’l-cemaat icmalî
olarak (topluca, bütün) meleklere inanırlar. Tafsilî olarak varlıklarına iman
etmeye gelince, bu hususta sahih delil ile bildirilen Allah ve Rasûlünün -sallallahü aleyhi ve sellem- ismen
belirttiklerine -vahiy ile görevli- Cebrail, yağmur ile görevli Mikail, Sûr’a
üfürmekle görevli İsrafil, ruhları kabzetmekle görevli ölüm meleği, cehennem
ateşinin bekçisi Hâzin, cennetin bekçisi Rıdvân, kabir melekleri Münker ve
Nekir gibi, isimleri zikredilenlere gelince;
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat bunların varlıklarına
iman ederler, bunların manevi varlıklar olmayıp, şahıs ve hissedilen kişilikler
olduklarına, Allah’ın nurdan yaratıp, semada meskun bulunan yarattıklarından
bir yaratık türü olduklarına inanırlar.
Meleklerin hilkatleri pek büyüktür. Onların
kanatları vardır. Kimilerinin iki, kimilerinin üç, kimilerinin dört kanadı,
kimilerinin de bundan da fazla kanadı vardır.
Melekler, Allah’ın ordularından birisidir.
Bunlar şanı yüce Allah’ın izin vereceği ve hallerin gereğine uygun olarak eşya
gibi ve cismani şekillere girebilme gücüne sahibtirler.
Melekler, Allah’a yakınlaştırılmış ve Allah
tarafından kerim kılınmış varlıklardır. Erkeklik, dişilik vasıfları yoktur,
evlenmezler ve nesilleri çoğalmaz.
Yemezler, içmezler. Onların gıdaları tesbihtir,
tehlildir. Bundan asla usanmaz ve buna ara vermezler, yorulmazlar, güzellik,
haya ve düzenlilik gibi vasıflara sahibtirler.
Melekler yüce Allah’a itaat ve O’na isyan
etmemek fıtratı üzere yaratılmış olmak bakımından insanlardan farklılık
arzederler. Allah onları kendisine ibadet etmek, emirlerini yerine getirmek
üzere yaratmıştır. Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:”Rahman evlat edindi dediler. O bundan
münezzehtir. Bilakis onlar mükerrem kullardır, sözleri ile O’nun önüne
geçemezler. Onlar O’nun emri gereğince iş görürler. Onların önündekini de,
arkalarındakini de bilir. O’nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat
etmezler. O’nun korkusundan titrerler.” (el-Enbiya,
21/26-28)
Melekler gece gündüz Allah’ı tesbih ederler.
Semadaki Beyt-i Ma’mur’u tavaf ederler. Allah’tan korkarlar ve haşyet ile O’na
ibadet ederler.
Meleklerin pekçok çeşitleri vardır:
Kimileri arşı taşımakla, kimileri vahiy ile,
kimileri dağlar ile görevlidirler. Kimileri cennetin, kimileri cehennem ateşinin
bekçiliğini yaparlar.
Kimileri kulların amelini tesbit etmekle,
kimileri mü’minlerin ruhlarını, kimileri kâfirlerin ruhlarını kabzetmekle
görevlidirler, kimileri de kula kabirde soru sormakla görevlidir.
Onlardan mü’minlere mağfiret dileyen, onlara dua
eden, mü’minleri seven kimseler olduğu gibi ilim meclislerine, bir araya gelip
Allah’ı anan topluluklara tanık olup kanatlarıyla onları örtenler de vardır.
Kimileri insanla beraber olur ve ondan ayrılmazlar, kimileri kulları hayırlı işler
yapmaya çağırır, kimileri salih kimselerin cenazelerine katılır, kimileri
mü’minlerin yanında savaşır ve Allah’ın düşmanları ile cihadlarında mü’minlere
sebat verirler.
Salih kimseleri korumakla, onların sıkıntılarını
gidermekle görevli olanlar olduğu gibi, kâfirleri lanetlemek, üzerlerine azab
indirmekle görevli olanları da vardır.
Melekler heykel yahut suret, yahut köpek ya da
çan bulunan hiçbir eve girmezler. Ademoğullarının rahatsız olduğu şeylerden
onlar da rahatsız olurlar.
Melekler pekçoktur, onların sayılarını yüce
Allah’tan başka kimse bilemez. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Rabbinin ordularını O’ndan başka kimse
bilemez ve O (cehennem) insanlar için ancak bir öğüttür.” (el-Müddessir, 74/31)
Yüce Allah onları görmemizi engellemiştir. O bakımdan
bizler onları yaratıldıkları şekillerde göremeyiz. Şu kadar var ki bazı kullarına
üzerlerindeki perdeyi kaldırıp, onları göstermiştir. Nitekim Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Cibril
-aleyhisselam-’ı iki defa yüce Allah’ın kendisini yaratmış olduğu asli
suretiyle görmüştür. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Arkadaşınız bir deli değildir. Andolsun ki o kendisini apaçık ufukta
görmüştür.” (et-Tekvîr, 81/22-23)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat yüce Allah’ın emir,
yasak, vaad ve tehditlerini, Allah’ın kullarından istedikleri şeyleri ihtiva
eden ve içlerinde hidayet ve nur bulunan bazı kitabları rasûllerine indirmiş
olduğuna kesinlikle iman ederler. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“O
peygamber kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü’minler de. Onların
herbiri Allah’a, O’nun meleklerine, kitablarına, peygamberlerine inandı.” (el-Bakara, 2/285)
Yüce Allah’ın kitablarını rasûllerine insanları
hidayete iletmek için indirmiş olduğuna da inanırlar. İşte yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Elif.
Lâm. Râ. Bu, insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan nura, yegane galib,
hamde layık olan (Allah)ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitabtır.” (İbrahim, 14/1)
Bu kitablar ise Kur’ân, Tevrat, İncil, Zebur, İbrahim
ve Musa’ya verilen sahifelerdir. Bunların en büyükleri ise Tevrat, İncil ve
Kur’ân’dır. Üçünün en büyüğü onların neshedicisi ve en faziletlileri ise
Kur’ân-ı Kerîm’dir.
Kur’ân dışındaki diğer kitabları yüce Allah
indirdiğinde onları korumayı tekeffül etmemiştir. Onları korumayı insanlardan
istemiştir. Fakat onlar bu kitabları koruyamadılar, bunlara hakkıyla riayet
edemediler. O bakımdan bu kitablarda birtakım değişiklikler ve değiştirmeler
olmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm alemlerin Rabbinin kelâmı, O’nun
apaçık kitabı, O’nun sapasağlam ipidir. Allah onu, Rasûlü Abdullah’ın oğlu
Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’e
ümmete bir anayasa olsun, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarsın, doğru
yola ve sırat-ı müstakim’e iletsin diye indirmiştir.
Yüce Allah bu kitabta öncekilerin de,
sonrakilerin de haberlerini, göklerin ve yerin yaratılışını açıkladığı gibi
helal ve haramı etraflı bir şekilde beyan etmiş, edeb, ahlakın esaslarını,
ibadet ve muamelata dair hükümleri, peygamberlerin ve salih kişilerin yaşayışlarını,
mü’minlerle kâfirlerin görecekleri karşılıkları açıklamış, mü’minlerin yurdu
olan cennetin niteliklerini, kâfirlerin yurdu olan cehennemin niteliklerini
belirtmiştir. O bu kitabı kalblerde bulunan hastalıklara bir şifa, herşey için
bir açıklama, mü’minler için de bir hidayet ve bir rahmet kılmıştır. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
“Bu kitabı
da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve
müslümanlar için de bir müjdeci olarak indirdik” (en-Nahl, 16/89)
Bütün ümmetin bu kitaba uymaları, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’den sahih
olarak gelmiş olan sünnet ile birlikte onun hükmünü kabul etmeleri gerekir.
Çünkü yüce Allah Rasûlünü hem bütün insanlara, hem de bütün cinlere kendilerine
indirilenleri açıklasın diye göndermiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“İnsanlara
kendilerine ne indirildiğini açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler diye
sana da bu zikri indirdik.” (en-Nahl, 16/44)
O bakımdan ehl-i sünnet ve’l-cemaat Kur’ân-ı
Kerîm’in harf ve manalarıyla Allah’ın kelamı olduğuna, O’ndan gelip O’na döneceğine,
Allah tarafından indirilmiş olup, mahluk olmadığına, gerçek anlamıyla Allah’ın
kelamı olduğuna, onu Cebrail’e ilka ettiğine, Cebrail’in de bunu Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’e indirdiğine
iman ederler.
Bu kitabı hikmeti sonsuz (Hakîm), herşeyden
haberdar (Habîr) olan yüce Allah apaçık bir Arapça ile indirmiş, bizlere
herhangi bir şüphe ya da tereddüdün sözkonusu olmayacağı bir şekilde tevatür
yoluyla nakledilegelmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Muhakkak bu
âlemlerin Rabbinin indirdiğidir. Onu Ruhu’l-Emin indirdi. Uyarıcılardan olasın
diye kalbin üzere; apaçık bir Arapça lisan ile...” (eş-Şuarâ, 26/192-195)
Kur’ân-ı Kerîm kalblerde ezberlenir, dillerle
okunur ve mushaflara da yazılır. Şanı yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
“Aksine o,
ilim verilmiş olanların göğüslerinde (hıfzedilmiş) apaçık âyetlerdir.”
(el-Ankebut, 29/49);”Şüphesiz o, oldukça şerefli bir Kur’ân’dır.
Korunan bir kitabtadır, ona ancak tam anlamı ile temizlenmiş kimseler el
sürebilir. O âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.” (el-Vâkıa, 56/77-80)
Kur’ân-ı Kerîm, İslam Peygamberi Abdullah’ın oğlu
Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’in
en büyük ve ebedi mucizesidir. Semavi kitabların sonuncusudur. Bu kitab ne
neshedilir, ne değiştirilir. Yüce Allah her türlü tahrif, tebdil, fazlalık ya
da eksikliğe karşı onu dünyadan kaldıracağı güne kadar -ki bu da kıyamet
gününden az önce olacaktır- korumayı üzerine almıştır. İşte yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:”Şüphesiz Zikri biz
indirdik ve onu koruyacak olan da elbette biziz.” (el-Hicr, 15/9)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat, Kur’ân’dan bir harf
inkâr eden yahut ona bir harf ilave eden ya da eksilten kimsenin kâfir olduğunu
kabul ederler. Buna göre bizler Kur’ân’ın âyetlerinden herbir âyetin Allah
tarafından indirilmiş olduğuna ve bizlere kat’î tevatür yoluyla nakledile geldiğine
kesinlikle iman ederiz.
Kur’ân-ı Kerîm, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’e bir defada indirilmedi. Olaylara
göre yahut bazı sorulara cevab olmak üzere ya da durumun gereğine uygun olarak
23 yıllık bir süre içerisinde kısım kısım indirilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm 86’sı Mekke’de, 27’si Medine’de
indirilmiş, toplam 114 sure ihtiva eder. Mekke’de indirilmiş surelere Mekkî
Sureler, Medine’de indirilmiş surelere Medeni Sureler adı verilir. Kur’ân-ı
Kerîm’de Mukatta’ Harfler diye bilinen harflerle başlamış 29 sure vardır.
Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in döneminde, onun gözü önünde yazılmıştır.
Çünkü ashab-ı kiram’ın en seçkinlerinden vahiy katibliğini yapan kimseler vardı.
Bunlar Kur’ân’ın nazil olan herbir bölümünü Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in emri ile yazarlardı. Daha sonra Ebu
Bekr -radıyallahu anh- döneminde mushaf olarak biraraya toplandı, Osman -radıyallahu anh- döneminde ise tek bir
imla şekli üzere yazıldı. Allah onların hepsinden razı olsun.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat Kur’ân’ı öğretmeye,
ezberlemeye, okumaya, tefsir etmeye ve gereğince amel etmeye çok önem verirler.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Bu,
âyetlerini düşünsünler, tam akıl sahibleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz
hayır ve bereketi bol bir kitabdır.” (Sad,
38/29)
Kur’ân-ı Kerîm’i okuyarak yüce Allah’a ibadet
ederler. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in herbir harfinin okunması karşılığında
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in
şu buyruğunda haber verdiği üzere bir hasene verilir:
“Her kim
Allah’ın kitabından bir harf okuyacak olursa, o kimseye onun karşılığında bir
hasene vardır. Hasene ise on misli ile karşılık görür. Ben size “elif, lam,
mim” bir harftir demiyorum. Elif bir harftir, lam bir harftir, mim de bir
harftir.”[34]
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat mücerred, kişisel görüşlere
dayalı olarak Kur’ân’ın tefsir edilmesini caiz kabul etmezler. Çünkü böyle bir
tutum Allah hakkında bilgisizce söz söylemek türündendir. Bunun yerine
kendilerince kitab ve sünnette sabit olmuş nasslar gereğince tefsir ederler.
Bundan sonra ashab’ın görüşleri ile günümüze kadar onlara güzel bir şekilde
uyanların görüşlerine başvururlar. Ayrıca genel şer’î ilkelerin çerçevesinde
kalır, bu kuralların dışına çıkmazlar. Çünkü yüce Allah kendisi hakkında
bilgisizce söz söylenmesini şu buyruğunda haram kılmıştır:”...Ve o (şeytan) Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi
emreder.” (el-Bakara, 2/169)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat yüce Allah’ın kullarına
müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere, insanları hidayete iletmek ve karanlıklardan
çıkartıp, nur’a ulaştırmak için hak dine davet eden rasûller, peygamberler
gönderdiğine kesinlikle inanırlar.
Onların çağrıları toplumları şirk ve
putperestlikten kurtarmak, çözülüş ve bozuluştan arındırmak içindi. Onlar
risaletlerini tebliğ ettiler, üzerlerindeki emaneti eksiksiz yerine getirdiler,
ümmetlerine samimiyetle öğüt verdiler. Allah yolunda gereği gibi cihad ettiler.
Doğruluklarına kesin delil teşkil eden, apaçık göz kamaştırıcı mucizelerle[35]
geldiler. Onlardan bir tanesini olsun inkâr eden, yüce Allah’ı ve bütün
peygamberleri inkâr etmiş olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Şüphe yok ki Allah’ı ve peygamberini inkâr
ederek kâfir olanlar bir de Allah’la peygamberlerinin arasını ayırmak
isteyenler ve: Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz diyenler, böylece bunun
arasında bir yol tutmaya yeltenenler yok mu; işte onlar gerçek kâfirlerin ta
kendileridirler. Biz o kâfirlere alçaltıcı bir azab hazırlamışızdır. Allah ve
peygamberlerine iman edip, onlardan birini diğerinden ayırmayanlara ise
ecirlerini verecektir. Allah bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (en-Nisa, 4/150-152)
Yüce Allah o şerefli rasûlleri göndermesindeki
hikmeti de şöylece açıklamaktadır:
“Müjdeleyici
ve korkutucu peygamberler olarak (gönderdik) ki, insanların peygamberlerden
sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah Azîzdir, Hakîmdir.” (en-Nisa, 4/165)
Yüce Allah, pek çok rasûl ve nebi göndermiştir.
Bazılarının adlarını Kitabı’nda yahut Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- vasıtasıyla bize bildirmiş, bazılarınınkini
de bildirmemiştir:”Andolsun ki biz her
ümmet arasında: Allah’a ibadet edin ve tağut’tan kaçının diye bir peygamber
göndermişizdir.” (en-Nahl, 16/36)
Kur’ân-ı Kerîm’de isimleri zikredilen 25 rasûl
ve peygamber vardır. Bunların isimleri şöyledir: Âdem, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, İbrahim,
Lût, İsmail, İshâk, Yâ’kub, Yûsuf, Eyyûb, Şuayb, Musa, Harun, Zülkifl, Yunus,
Dâvûd, Süleyman, İlyas, Elyesa’, Zekeriya, Yahya, İsa ve Muhammed.
Esbat (Ya’kub -aleyhisselam-ın oğulları)nı da toplu olarak sözkonusu etmiştir.
Hepsine Allah’ın salat ve selamları olsun.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Andolsun ki Biz, senden önce de
peygamberler gönderdik. Onlardan kiminin kıssalarını sana anlattık, kiminin de
kıssalarını sana anlatmadık...” (el-Mu’min,
40/78)
Yüce Allah kimi peygamber ve rasûlleri diğerlerine
üstün kılmıştır. Ümmet icma ile rasûllerin nebilerden üstün olduğunu, bundan
sonra da rasûllerin kendi aralarında fazilet farkının bulunduğunu, rasûl ve
peygamberlerin en faziletlilerinin ulu’l-azm diye bilinen Muhammed, Nûh, İbrahim,
Musa ve İsa -Allah’ın salat ve selamları
hepsine olsun- olduğunu kabul etmişlerdir.
Ulu’l-azm diye bilinenlerin en faziletlileri ise
İslam’ın peygamberi, peygamberlerin ve rasûllerin sonuncusu, âlemlerin Rabbinin
son elçisi Abdullah oğlu Muhammed -Allah’ın
salatı, selamı ona ve aile halkına olsun-dır. Şanı yüce Allah da şöyle
buyurmaktadır:”Fakat o Allah’ın Rasûlü ve
peygamberlerin sonuncusudur.” (el-Ahzab,
33/40)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat yüce Allah’ın ismen
sözkonusu ettiklerine de, isimlerini zikretmediklerine de, ilkleri olan Âdem -aleyhisselam-’dan itibaren, sonları,
sonuncuları, en faziletlileri olan Peygamberimiz Muhammed b. Abdillah’a kadar
hepsine iman ederler.
Bütün rasûllere iman mücmel bir imandır.
Peygamberimiz Muhammed -sallallahu aleyhi
ve sellem-’a ise tafsili bir iman ile inanılır. Bu mü’minlerin onun getirmiş
olduğu hükümlerde etraflı bir şekilde ona uymalarını gerektiren bir imandır.
Rasûlullah’ın künyesi Ebu’l-Kasım, adı
Muhammed’dir. Geriye doğru sırasıyla atalarının adı şöyledir: Abdullah,
Abdu’l-Muttalib, Haşim, Abdu Menaf, Kusayy, Kilâb, Murre, Kâ’b, Luey, Ğalib,
Fihr, Malik, Nadr, Kinane, Huzeyme, Müdrike, İlyas, Mudar, Nizar, Maad ve
Adnan. Adnan, Allah’ın peygamberi İbrahim el-Halil’in oğlu İsmail’in soyundan
gelir.
Muhammed -sallallahu
aleyhi ve sellem- peygamberlerin (nebi’lerin) ve rasûllerin sonuncusudur.
Allah’ın bütün insanlara gönderdiği rasûlüdür. O Allah’ın bir kuludur, ona
ibadet edilmez. Yalanlanması asla sözkonusu olmayan bir rasûldür, o bütün yaratılmışların
en hayırlısıdır. En faziletlisi ve Allah nezdinde en değerlileridir. Derecesi
en yüksek, yüce Allah’a da en yakın olanlarıdır.
O hak ve hidayet ile insanlara da, cinlere de
gönderilmiş bir peygamberdir. Allah onu âlemlere bir rahmet olmak üzere
göndermiştir: “Biz seni ancak âlemlere
bir rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ,
21/107)
Ona kitabını indirmiş, dininin emini kılmış, risaletini
tebliğ etmekle görevlendirmiştir. Bu risaleti tebliğ hususunda onu yanılmaktan,
hataya düşmekten korumuştur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”O, kendi hevâsından bir söz söylemez. O
bildirilen bir vahiyden başkası değildir.” (en-Necm, 53/3-4)
Onun risaletine iman edip nubuvvetine şehadet
getirmedikçe, hiçbir kulun imanı sahih olamaz. Ona itaat eden cennete girer,
ona karşı gelip isyan eden cehenneme girer. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan
anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde
hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş
olmazlar.” (en-Nisâ, 4/65)
Önceden herbir nebi (peygamber) özellikle kendi
kavmine gönderilirken Muhammed -sallallahu
aleyhi ve sellem- bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmiştir. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
“Biz seni
ancak bütün insanlar için müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik.” (Sebe’, 34/28)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat yüce Allah’ın
peygamberini apaçık mucizelerle, göz kamaştırıcı belgelerle desteklemiş olduğuna
da iman ederler: Bu mucizelerden biri ve en büyüğü ümmetlerin en fasahatlisi,
en beliği ve söz söyleme gücü en yüksek olanlarına karşı Allah’ın kendisi ile
meydan okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’dir.
Yüce Allah’ın kendisi ile peygamberini
desteklemiş olduğu Kur’ân’dan sonraki en büyük mucizelerden biri de İsrâ ve
Mirac mucizesidir.
Ehl-i sünnet, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in uyanıklık halinde iken ruh ve
bedeni ile birlikte semaya yükseltildiğine iman ederler. Bu ise İsrâ gecesinde
gerçekleşmişti. Geceleyin Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksâ’ya götürüldüğü
Kur’ân-ı Kerîm’in nassı ile açıkça belirtilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Kulunu
geceleyin, Mescid-i Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya
götüren (Allah) münezzehtir. Ona âyetlerimizden bazısını gösterelim diye. Şüphesiz
ki O işitendir, görendir.” (el-İsrâ, 17/1)
Sonra Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- semaya yükseltilmiştir. Yedinci
semaya kadar çıkmış, daha sonra da bundan öteye, şanı yüce Allah’ın dilediği
yüksekliklere kadar çıkmıştır. Burası yanında Cennet-i Me’vâ’nın bulunduğu
Sidre-i Müntehâ’dır.
Şanı yüce Allah ona verdiği vahiyler ile onu
taltif etti, onunla konuştu. Gece ve gündüz boyunca kılınacak beş vakit namazı
ona emretti. Cennete girdi, orayı gördü, cehennemi de gördü, melekleri de
gördü. Cebrail’i de yüce Allah’ın yaratmış olduğu gerçek suretinde gördü.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
kalbi gördüklerini yalanlamadı, aksine başgözüyle gördüklerinin hepsi gerçeğin
kendisi idi.
Bunlar Peygamber’e bir ta’zim, onu diğer
peygamberlerden üstün bir şerefe nail etmek ve makamının herkesin makamının
üstünde olduğunu açıkça ortaya koymak için olmuştur.
Sonra Beytu’l-Makdis’e indi ve diğer peygamberlere
imam olarak namaz kıldırdı. Daha sonra da tan yeri ağarmadan önce Mekke’ye geri
döndü.[36]
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki onu diğer bir iniş(in)de görmüştü.
Sidretu’l-Müntehâ yanında, Cennetu’l-Me’vâda onun yanındadır. O vakit Sidre’yi
bürüyen bürüyordu. Göz başka yöne kaymadı ve aşmadı da. Andolsun ki o, Rabbinin
en büyük âyetlerinden bir kısmını görmüştür.” (en-Necm, 53/13-18)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın diğer bazı mucizeleri:
Yüce Allah’ın peygamberine nubuvvetinin bir delili
olmak üzere vermiş olduğu oldukça büyük mucizelerden birisi, İnşikak-ı Kamer
(ay’ın yarılması) mucizesidir. Bu, müşrikler kendisinden bir mucize istemeleri
üzerine Mekke’de gerçekleşmişti.
Yemeğin çoğaltılması. Bu da Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
defalarca gösterdiği bir mucizedir.
Suyu çoğaltmak ve parmakları arasından suyun fışkırması,
yemeğin tesbih etmesi. Bunlar da Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın çokça görülen mucizelerindendir.
Hastaları iyileştirmek ve bazı ashab’ın maddî herhangi
bir ilaç olmaksızın onun eli ile şifaya kavuşmaları.
Hayvanların ona karşı edebli ve saygılı
davranmaları, ağaçların ona boyun eğmeleri, taşların ona selam vermeleri.
Peygambere hainlik eden ve ona karşı inatlaşan
bazı kimselerden âcilen intikam alınması.
Gaybî hususları haber verdiği gibi, kendisinden
uzak yerlerde meydana gelmiş birtakım olayları anında haber vermesi, henüz
meydana gelmemiş birtakım olayları bildirmesi, daha sonradan da onun haber
verdiği şekilde bu olayların gerçekleşmesi.
Genel olarak duasının kabul edilmesi.
Yüce Allah’ın onu koruması ve düşmanlarının
kendisine zarar vermesini önlemesi. Ebu Hureyre -radıyallahu anh-’den şöyle
dediği rivayet edilmiştir:
Ebu Cehil: Muhammed sizin aranızda yüzünü toprağa
koyuyor (secde ediyor) mu? diye sordu. Ona: Evet, denilince, şöyle dedi: Lat ve
Uzza’ya yemin ederim, eğer onun böyle yaptığını görecek olursam, hiç şüphesiz
ya onun boynuna basarım yahut onun yüzünü toprağa bularım. Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın namaz kıldığı
bir sırada o da çıkageldi, onun boynuna basmak istedi ise de onun aniden
elleriyle kendisini korumaya çalışarak, arkasını dönüp kaçmakta olduğunu
gördüler. Ona: Sana ne oluyor? diye sorduklarında, şu cevabı verdi: Benimle
onun arasında içi ateş dolu bir hendek ile çok dehşetli şeyler ve kanatlar vardı.
Bunun üzerine Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “Eğer bana yaklaşmış olsaydı, melekler onu parça parça alırlardı.” (Müslim)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat âhiret gününe itikad
eder ve inanırlar. Bunun anlamı da kıyamet gününe yüce Allah’ın kitabında,
Rasûlünün de (sünnetinde) ölümden sonrasından itibaren cennetlikler cennete,
cehennemlikler de cehenneme gireceği zamana kadar meydana gelecek şeylere dair
vermiş oldukları haberlerin tümüne ve kıyamet gününe tam tasdik ve eksiksiz
inanmaktır.
Yüce Allah, Kitab-ı Kerîm’inde âhiret gününü
vurgulu bir şekilde çokça sözkonusu etmiş, her yerde onu dile getirmeye önem
vermiş, herbir münasebetle ona dikkat çekmiş, gerçekleşeceğini kesin ifadelerle
vurgulamış, onu çokça hatırlatmış, ahiret gününe iman ile Allah’a iman etmeyi
birbirine bağlı olarak zikretmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Onlar sana indirilene de senden önce
indirilene de iman ederler. Onlar âhirete de şüphe etmeksizin inanırlar.” (el-Bakara, 2/4)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat kıyametin kopma zamanının
Allah tarafından bilindiğine, Allah’tan başka kimsenin onu bilmediğine inanırlar.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Saatin (kıyametin
ne zaman kopacağının) ilmi muhakkak Allah’ın indindedir.” (Lukman, 31/34)
Yüce Allah kıyametin kopuş zamanını kullarından
saklı tutmuş olmakla birlikte kopmasının artık yaklaştığına delâlet eden birtakım
emare, alâmet ve şartlar kılmıştır.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat ayrıca kıyametin kopacağının
emareleri olan küçük ve büyük alametlerinin tümüne inanırlar. Çünkü bunlar da
âhirete imanın kapsamı içerisindedirler.
Bunlar kıyametten oldukça uzun zaman önce ortaya
çıkan alâmetlerdir. Bunlar alışılagelen türden olurlar. Kimileri de büyük
alâmetlerle birlikte de ortaya çıkabilir. Kıyametin küçük alâmetleri oldukça
çoktur. Bunlardan sahih olarak bilgisi ulaşanların bir bölümünü hatırlatalım:
Peygamberimiz Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın gönderilmesi, onunla nübuvvet ve
risaletin sona ermesi, vefat etmesi, Beytu’l-Makdis’in fethedilmesi, fitnelerin
ortaya çıkması, yahudi ve hristiyanlar gibi geçmiş ümmetlerin izinden
gidilmesi, deccallerin ve peygamberlik iddiasında bulunanların ortaya çıkması.
Rasûlullah, -sallallahu
aleyhi ve sellem- hakkında hadis uydurulması, sünnetinin reddedilmesi,
yalanın artması, haberlerin nakledilmesinde işin sağlam tutulmaması, ilmin kaldırılması
ve küçük kimselerde ilim arama cihetine gidilmesi, cahillik ve fesadın ortaya çıkması,
salihlerin gitmesi, İslam’ın ilmiklerinin tek tek çözülmesi, sair ümmetlerin
Muhammed -sallahu aleyhi ve sellem-’ın
aleyhine birbirlerini çağırmaları, sonra da İslam’ın ve müslümanların garib
olmaları.
Öldürmenin çoğalması, belâ ve sıkıntıların çokluğundan
ötürü ölümün temenni edilir hale gelmesi, kabirdekilere gıbta edilmesi, belaların
şiddeti dolayısıyla kişinin ölmüş birisinin yerinde olmayı temenni etmesi, ani
ölümlerin, zelzele ve hastalıklar dolayısıyla ölümlerin çoğalması, erkeklerin
sayıca azalıp kadınların çoğalması, çıplakmış gibi giyinip çıkmaları, yollarda
dahi zinanın yaygınlaşması, insanları sopalayan polis ve benzeri güçlerin
zalimlere yardımcı olmaları.
Çalgıcılığın, içkinin, zinanın, faizin, ipek
giyinmenin ortaya çıkması, bunların helal kabul edilmesi, yerin dibine geçen
kara parçalarının, insanların suretlerinin değişmesinin ve iftiraların çıkması.
Emanete riayet edilmemesi, ehil olmayanların iş
başına getirilmeleri, insanların ayak takımından olanlarının liderlik etmeleri,
aşağılık kimselerin, hayırlı kimselerin üstüne çıkmaları, cariyenin efendisini
doğurması, yüksek bina yapmakla yarışılması, mescidlerin süslü püslü olmasıyla
insanların öğünmeleri, putlara ibadet edilinceye ve ümmet arasında şirk ortaya
çıkıncaya kadar zamanın değişikliğe uğraması.
Yalnızca tanıdık kimselere selam verilmesi,
ticaretin çoğalması, çarşıların birbirine çok yakın olması, insanların
ellerinde pekçok malın bulunmasına rağmen şükredilmemesi, çokça cimrilik
gösterilmesi, yalan şahitliğin çoğalması, hak şahitliğin gizlenmesi, hayasızlığın
ortaya çıkması, düşmanlıkların, nefretleşmelerin, kin tutmaların, akrabalık bağının
kesilmesinin ve kötü komşuluk ilişkisinin başgöstermesi.
Zamanın yakınlaşması, zamanın bereketinin
azalması, hilallerin kalın gözükmesi, kapkaranlık gece parçaları gibi
fitnelerin ortaya çıkması, insanların birbirine yabancılaşması, İslam’ın teşvik
ettiği sünnetlere aldırış edilmemesi, yaşlıların gençlere benzemeye çalışması.
Yırtıcı hayvanların, cansız varlıkların
insanlarla konuşması, altından bir dağ arkasında Fırat’ın suyunun çekilmesi,
mü’minin gördüğü rüyanın doğru çıkması.
Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın Medine’si ise pislikleri dışarıya atan bir şehirdir.
Orada yalnızca takva sahibi salih kimselerin kalması, Arab yarımadasının tekrar
yemyeşil bahçelere ve ırmaklara dönüşmesi, insanların kendisine itaat
edecekleri Kahtân kabilesinden bir kişinin ortaya çıkması.
Rumların çoğalması ve müslümanlarla savaşmaları,
müslümanların taş ve ağaç: “Ey müslüman! İşte bir yahudi, gel onu öldür” diyecek
şekilde yahudilerle savaşmaları (Buharî
rivayet etmiştir.)
Kostantiniye (İstanbul) nasıl fethedildiyse,
Roma da fethedilmedikçe kıyamet kopmayacaktır.
Ve daha başka sahih hadislerle sabit olmuş
pekçok alâmet de vardır.
Bunlar kıyametin yaklaştığının delilidirler. Bu
alâmetler ortaya çıktığı takdirde kıyamet de onların akabinde olur. Ehl-i
sünnet, Peygamber -sallahu aleyhi ve
sellem-’den geldiği şekilde bu alâmetlere inanırlar. Bazıları:
Mehdi’nin ortaya çıkması, Mehdi’nin adı Muhammed
b. Abdullah olup, Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın Ehl-i beytindendir. O doğu tarafından ortaya çıkacak,
yedi yıl hükümdarlık yapacaktır. Önceleri zulüm ve haksızlıkla dolup taşan
yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Ümmet onun döneminde hiçbir şekilde görmediği
nimetlere kavuşacaktır. Yer bitkilerini, mahsullerini çıkartacak, sema yağmur
yağdıracak, mal sayısız hesapsız olarak verilecektir.
Mesih, Deccal[37]’in
ortaya çıkması, Meryem oğlu İsa Mesih -aleyhisselam-’ın
Şam’ın doğu tarafında el-Menâretu’l-Beyda’nın yakınlarında inmesi, İsa Mesih,
Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
şeriatı ile hükmeden ve onunla amel eden birisi olarak inecektir, Deccal’i
öldürecek ve yeryüzünde İslam ile hükmedecektir. O hak üzere savaşan ve Deccal
ile savaşmak üzere toplanmış bulunan yardıma mazhar (Tâife-i Mansûra) kesimin
üzerine inecek, namazın kılınacağı vakit ineceği zaman da bu kesimin kumandanı
arkasında namaz kılacaktır.
Ye’cuc ile Me’cuc’un çıkması, biri doğuda, biri
batıda, biri de Arap yarımadasında üç kara parçasının yerin dibine geçmesi,
Duhân (duman)’ın çıkması, güneşin batı’dan doğması, Dâbbetu’l-arz’ın çıkıp
insanlarla konuşması ve insanları önüne katıp sürecek büyük bir ateşin ortaya çıkması.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat Allah ve Rasûlünün
haber vermiş olduğu, ölümden sonra ortaya çıkan bütün gaybî hadiselere de inanırlar:
Ölüm sekerâtı, ölüm meleklerinin hazır bulunması, mü’minin Rabbine kavuşması
dolayısıyla sevinmesi, ölüm esnasında şeytanın bulunması, ölüm esnasında
kâfirin imanının kabul edilmeyişi, Berzah âlemi, kabir nimeti, azabı ve fitnesi
(sorusu), meleklerin sorgulaması, şehidlerin Rableri nezdinde diri olup rızıklandırıldıkları,
bahtiyar kimselerin ruhlarının nimet görüp, bedbaht kimselerin ruhlarının ise
azab gördüklerine inanılması gibi.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat ayrıca hayy ve kayyum
olan Allah’ın, hayatı ve hayat sahiblerini yok edeceği büyük kıyametin gerçekleşeceği
güne de iman ederler. Daha sonra yüce Allah kulları tekrar diriltecek, onları
kabirlerinden kaldıracak, sonra da onları hesaba çekmek için huzurunda
durduracaktır.
Sur’a üfürülmesine de iman ederler. Sur’a iki
defa üfürülecektir
Birincisi; Âlemin değişikliğe uğrayacağı ve
düzeninin bozulacağı fez’a (korku ve dehşet) üfürüşüdür. Varlıkların yok olması
ve baygın düşmeleri ile herşeyin helâk olması bununla olacaktır.
İkincisi ise öldükten sonra dirilip kabirlerden
kalkıp âlemlerin Rabbinin huzuruna durulmak üzere gelinmesi için gerçekleştirilecek
üfürüştür.
Öldükten sonra dirilişe, kabirlerden kalkmaya,
yüce Allah’ın kabirdekileri dirilttiğine de iman ederler. İnsanlar âlemlerin
Rabbinin huzuruna çıplak, elbisesiz, sünnetsiz olarak kalkarlar. Güneş onlara
oldukça yaklaşacak, kimisi ağzına kadar tere gömülecektir. İlk diriltilecek ve
kendisi için yerin yarılarak üzerinden açılacağı ilk kişi Peygamberimiz
Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’dır.
O dehşetli günde insanlar etrafa savrulan
çekirgelermiş gibi tek bir anda kabirlerinden çıkacaklar, davetçiye doğru hızlıca
koşacaklardır. Herbir hareket dinmiş olacak, korkunç sessizlik adeta herkesi
kaplayacaktır. O sırada amel sahifeleri yayılacak, gizli saklı ne varsa açığa çıkaracak,
üstü örtülü olan şeyler görünecek, kalblerde gizlenen şeyler açığa çıkacak. Kıyamet
gününde yüce Allah arada bir tercüman bulunmaksızın kulları ile konuşacak,
herkes kendisinin ve babasının ismiyle çağırılacak.
Kendisinde kulların amellerinin tartılacağı, iki
kefesi bulunan Mizan’a, amel defterlerinin açılmasına, kimisinin kitabını sağ
tarafından, kimisinin sol tarafından ya da sırtının arka tarafından alacağına
da inanırlar.
Sırat ise cehennem üzerinde kurulmuş olacaktır. İyiler
onun üzerinden geçecek, günahkârların ise ayağı kayacaktır.[38]
Cennet ile cehennem yaratılmışlardır, şu an da
vardırlar, ebediyyen yok olmazlar. Cennet muvahhid ve takva sahibleri
mü’minlerin yurdu, cehennem ise müşrik, yahudi, hristiyan, münafık, inkârcı,
putperest ve kâfirler ile günahkârların yurdudur. Günahkârların ateşinin sonu
gelecektir, kâfirlerin ateşi ise bitmeyecek, sonu gelmeyecektir. Cennet
ebediyyen yok olmayacaktır. Allah her ikisini de mahlukattan önce yaratmıştır.
Muhammed -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın ümmetinin kıyamet gününde hesaba çekilecek ilk ümmet
olduğuna, cennete girecek ilk ümmet olduğuna, cennetliklerin yarısını onların
teşkil edeceklerine, onlardan yetmişbin kişinin hesabsız olarak cennete
gireceklerine de inanırlar.
Muvahhidlerin ebediyyen cehennemde kalmayacaklarına
inanırlar. Bunlar ise Allah’a ortak koşmak dışında işlemiş oldukları birtakım
masiyetler dolayısıyla, cehenneme girmiş olan kimselerdir. Çünkü cehennemden çıkmamak
üzere, cehennemde ebedi kalacak olanlar müşriklerdir.
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın Havz’ının kıyamet gününün Arasat’ında bulunacağına da
inanırlar. Bu Havzın suyu sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Kokusu
miskten güzeldir, kablarının sayısı semadaki yıldızlar kadardır. Eni bir aylık,
boyu bir aylık mesafedir. Ondan bir defa içen, bir daha ebediyyen susamayacaktır.
Ancak din hakkında bid’atler ortaya koyanlar bundan mahrum edileceklerdir.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-
şöyle buyurmuştur: “Benim havzım bir aylık
mesafe kadardır. Suyu sütten beyazdır, kokusu miskten hoştur. Üzerindeki
testiler semanın yıldızları gibidir, ondan bir defa içen bir daha ebediyyen
susamaz.” (Buharî)
Yine şöyle buyurmaktadır: “Sizden önce Havz’a gidecek olan ben olacağım. Benim yanıma gelecek
olan ordan içer, ordan bir defa içen de ebediyyen susamayacaktır. Benim yanıma
benim kendilerini tanıdığım, kendilerinin de beni tanıdıkları birtakım kimseler
de gelecek, sonra benimle onlar arasına engel konulacaktır.” Bir rivayette
de şöyle denilmektedir: “Ben: Onlar
bendendir diyeceğim, bana: Sen, senden sonra neler uydurup, ortaya çıkardıklarını
bilmiyorsun denilecek, bu sefer ben de: Benden sonra değişiklikler ortaya
koyanlar benden uzak olsunlar, benden uzak olsunlar diyeceğim.” (Buharî)
Peygamberimizin şefaatine ve Makam-ı Mahmud’un
ona ait olduğuna da iman ederler. O hem Mevkıf’te bulunan kimseler arasında
hüküm verilmek üzere şefaat edecektir, hem de cennet ehlinin cennete girmeleri
için şefaatte bulunacaktır. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- da cennete girecek ilk kişidir. Amcası Ebu
Talib’e de azabının hafifletilmesi için şefaatte bulunacaktır.
Bu üç şefaat Peygamber -sallahu aleyhi ve sellem-’a mahsustur. Ondan başka hiçbir kimsenin
bu tür bir şefaati yoktur.
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın cennete girmiş ümmetinden bazı kimselerinin
derecelerinin daha yüksek derecelere çıkartılması için de şefaati olacaktır.
Cennete hesabsız girmiş, ümmetinden bir kesime de şefaatte bulunacaktır.
Yine O -sallallahu
aleyhi ve sellem- iyilikleri ile kötülükleri birbirine eşit durumda olan
kimselere cennete girmeleri için şefaatte bulunacağı gibi, cehenneme
götürülmeleri emredilmiş daha başka kimselerin de oraya girmemeleri için şefaatte
bulunacaktır.
Ümmetinden azabı haketmiş kimselere azablarının
hafifletilmesi, muvahhid günahkârların cehennemden çıkartılması için de şefaat
edecek ve onun şefaati ile cennete gireceklerdir.
Bu şefaatlerde ise melekler, peygamberler, şehidler,
sıddîklar, salihler ve mü’minler de onunla ortaktırlar. (Yani onların da bu
türden şefaatleri olacaktır.) Sonra yüce Allah cehennem ateşinden herhangi bir şefaat
ile değil de kendi lütuf ve rahmeti ile birtakım kimseleri de çıkartacaktır.
Kâfirler için ise şefaat sözkonusu olmayacaktır. Çünkü yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:”Artık şefaat edenlerin şefaati
onlara fayda vermez.” (el-Müddessir,
74/48)[39]
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın şu buyruğunda da belirttiği üzere kıyamet gününde
mü’minin ameli de kendisine şefaat edecektir: “Oruç ve Kur’ân kıyamet gününde kula şefaat edeceklerdir.”[40]
Kıyamet gününde ölüm getirilecek ve Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın şu
buyruğunda haber verdiği üzere boğazlanacaktır:
“Cennet
ehli cennete, cehennemlikler de cehenneme girdikten sonra ölüm getirilecek ve
nihayet cennet ile cehennem arasında bırakılacaktır, sonra da kesilecektir.
Daha sonra bir münadi şöyle seslenecektir: Ey cennetlikler! Artık ölüm yoktur
ve ey cehennemlikler artık ölüm yoktur. Bunun üzerine cennetliklerin
sevinçlerine sevinç katılır, cehennemliklerin kederlerine de keder katılır.” (Müslim)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat her hayır ve şerrin
Allah’ın kaza ve kaderi ile meydana geldiğine, Allah’ın dilediği her şeyi yaptığına
kesin olarak inanırlar. Herşey O’nun iradesi iledir. Hiçbir şey O’nun meşîet
(dilemesi) ve tedbiri dışına çıkamaz. O olmuş ve olacak herşeyi olmadan önce
ezelden beri bilir. Ezeli ilminin gereğine ve hikmetine uygun olarak meydana
gelecek bütün kâinat için kaderler ve miktarlar tayin etmiş, kullarının
hallerini, rızıklarını, ecellerini, amellerini ve daha başka diğer hallerini
bilmiştir. Meydana gelen herbir yeni şey O’nun ilim, kudret ve iradesi ile
meydana gelir. Kadere iman özetle:
Ebede kadar meydana gelecek olan herşeye dair Allah’ın ezelî bilgisi ile
Kalemin bunları yazdığına inanmaktır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Bu önce
geçenlerde Allah’ın geçerli kıldığı sünnetidir. Allah’ın emri mutlaka yerini
bulan bir kaderdir.” (el-Ahzab, 33/38);”Çünkü
biz herşeyi bir takdir ile yarattık.” (el-Kamer,
54/49)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse
kadere hayrı ile şerri ile Allah’tan geldiğine iman etmedikçe, kendisine gelip
isabet eden bir şeyin gelip çatmamasının imkânsız olduğunu ve kendisini gelip
bulmayan bir şeyin kendisine isabet etmesinin de imkânsız olduğunu kesinlikle
bilmedikçe hiçbir kul iman etmiş olmaz.” [41]
Ehl-i sünnet derler ki: Kadere iman ancak dört
husus ile tamam olur. Bunlara da kaderin mertebeleri ya da esasları adı
verilir. Bu hususlar kader meselesini anlamanın yoludur. Kadere iman ise, bütün
esasları gerçekleştirilmedikçe tamam olamaz. Çünkü bunların bir kısmı diğerine
bağlıdır. Bunların hepsini kabul eden bir kimsenin kadere imanı tamam olur. Bunlardan
birisini yahut daha fazlasını eksik bırakanın ise kadere imanında sarsıntı
meydana gelir.
Yüce Allah’ın olmuş ve olacak, olmamış şeyler eğer
olacak olsa nasıl olacaklarını, geneliyle ve bütün incelikleriyle bildiğine
iman etmektir. O kulların neler yapacaklarını, onları yaratmadan önce bildiği
gibi, onların rızıklarının, ecellerinin, amellerinin, hareket ya da
hareketsizliklerinin inceliklerini de bilendir. Onlardan kimin mutlu, kimin
bedbaht olduğunu da bilendir. O bütün bunları ezelden beri, sıfatı olan kadim
ilmiyle bilir. Yüce Allah:”Şüphesiz Allah
herşeyi çok iyi bilendir.” (et-Tevbe,
9/115) diye buyurmaktadır.
Bu da yüce Allah’ın mahlukatın kaderleri ile
ilgili olarak ezelden bildiğini Levh-i mahfuz’da yazmış olduğuna iman etmektir.
Levh-i mahfuz ise hiçbir şeyin eksik bırakılmaksızın tamamiyle yazıldığı kitabtır.
Meydana gelmiş, gelecek ve kıyamet gününe kadar olacak herşey yüce Allah’ın
nezdinde Ümmü’l-kitab’ta yazılmıştır. Buna ez-Zikr, el-İmam, el-Kitabu’l-mübin
adları da verilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Biz herşeyi İmam-ı mübin’de (önder kitabta) tesbit etmişizdir.” (Yasin, 36/12)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’da şöyle buyurmuştur: “Allah’ın
ilk yarattığı şey kalemdir. Ona: Yaz diye buyurdu. O, ne yazayım? diye sorunca,
kaderi yaz, olanı ve ebediyete kadar olacak olanı yaz diye buyurdu.”[42]
Yani bu kâinatta meydana gelen herbir şey rahmet
ve hikmet özellikleri ile Allah’ın irade ve meşîeti ile meydana gelir. O dilediğini
rahmetiyle hidayete iletir, dilediğini hikmeti ile saptırır. Hikmet ve egemenliği
eksiksiz olduğundan dolayı, yaptıkları hakkında Ona soru sorulmaz, ancak yaratılmışlara
sorulur. Bu kabilden meydana gelen herbir şey Allah’ın Levh-i mahfuz’da yazılı
ve ezelî ilmine uygundur. Allah’ın meşieti gerçekleşir, kudreti de herşeyi
kapsar. O’nun dilediği olur, dilemediği olmaz. Hiçbir şey O’nun iradesi dışında
değildir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe de
siz dileyemezsiniz.” (et-Tekvîr,
81/29)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- da şöyle buyurmuştur: “Bütün
Ademoğullarının kalbleri Rahman’ın parmaklarının ikisi arasında, dilediği gibi
evirip çevirdiği tek bir kalb gibidir.” (Müslim)
Yüce Allah’ın herşeyin yaratıcısı olduğuna
inanmaktır. O’ndan başka bir yaratıcı, O’nun dışında bir Rab yoktur. O’nun dışında
her ne varsa yaratılmıştır. O, amelde bulunan herkesi ve onun amelini, hareket
eden herbir varlığı ve hareketini yaratandır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Herşeyi yaratıp onu inceden inceye takdir
ve tayin etmiştir.” (el-Furkan, 25/2)
Hayır ve şer türünden iman ve küfür, itaat ve
masiyet kabilinden meydana gelen herbir şeyi Allah dilemiştir, takdir etmiştir
ve yaratmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Allah’ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.” (Yunus,
10/100);”De ki: Allah’ın bizim için
yazdığından başkası asla bize isabet etmez.” (et-Tevbe, 9/51)
Yüce Allah tek başına yaratıp var edendir. O,
istisnasız herşeyin yaratıcısıdır, O’ndan başka bir yaratıcı, O’nun dışında bir
Rab yoktur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah herşeyin
yaratıcısıdır. O herşeye vekildir.” (ez-Zümer,
39/62)
Yüce Allah itaati sever ve masiyetten hoşlanmaz.
Dilediği kimseyi lütfuyla hidayete iletir, dilediği kimseyi de adaletiyle saptırır.
Nitekim şöyle buyurmaktadır:”Eğer kâfir
olursanız, şüphesiz Allah size muhtaç değildir. Bununla birlikte O kullarının
kâfir olmalarına razı olmaz. Eğer şükür ederseniz, faydanız için ondan razı
olur. Günah taşıyan hiçbir kimse başkasının günah yükünü yüklenmez.” (ez-Zümer, 39/7)
Allah’ın saptırdığı kimsenin ileri sürecek
herhangi bir delili ya da bir mazereti yoktur. Çünkü yüce Allah ileri sürülecek
bir bahane kalmasın diye peygamberler göndermiş ve kulun işlediği ameli ona
izafe ederek, bunu kulun kesbi (kazancı) olarak takdir etmiş ve ancak gücünün
yettiği şeylerle onu yükümlü tutmuştur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Bugünde herkese kazandığının karşılığı
verilir. Bugün zulmetmek yoktur.” (el-Mu’min, 40/17);”Gerçekten Biz, ona yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör
(bir kâfir olsun).” (el-İnsan, 76/30);
“Müjdeleyici ve korkutucu peygamberler
olarak (gönderdik) ki insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir
bahaneleri olmasın.” (en-Nisa, 4/165);”Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden
başkasını yüklemez.” (el-Bakara,
2/286)
Fakat yüce Allah’ın rahmetinin kemali dolayısıyla
şer O’na nisbet edilmez. Çünkü O hayrı emretmiş olmakla birlikte şerri yasaklamıştır.
Şer ancak O’nun takdiri ve hikmeti ile meydana gelir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Sana
gelen her iyilik Allah’tandır. Sana gelen her fenalık da kendindendir.”
(en-Nisa, 4/79)
Yüce Allah zulümden münezzehtir, O adalet sıfatına
sahibtir. Kimseye zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez. O’nun bütün fiilleri
adalettir ve rahmettir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ben
kullara asla zulmedici değilim.” (Kaf,
50/29);”Rabbin kimseye zulmetmez.”
(el-Kehf, 18/49);”Muhakkak Allah zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez.” (en-Nisa, 4/40)
Ayrıca yüce Allah’a yaptıklarından ve
dilediklerinden dolayı soru sorulmaz. Çünkü O şöyle buyurmaktadır:”O işlediklerinden sorumlu tutulmaz. Halbuki
onlara sorulur.” (el-Enbiya, 21/23)
O halde insanı ve fiillerini yaratan yüce
Allah’tır. Ona bir irade, bir kudret, bir tercih ve bir dileme gücü vermiştir.
Yüce Allah bunu mecazi anlamıyla değil de gerçek anlamıyla fiillerini yapan
kendisi olsun diye insana bağışlamıştır. Sonra da ona hayır ile şerri
birbirinden ayırdedecek bir akıl vermiş, ancak irade ve tercihi ile yaptığı
amelleri dolayısı ile hesaba çekecektir. İnsan mecbur değildir, aksine onun
kendi iradesi ve tercihi vardır. Bunlarla fiilerini ve inançlarını tercih eder.
Şu kadarı var ki meşîeti itibariyle Allah’ın meşîetine tabidir. Allah’ın dilediği
herşey olur, dilemediği hiçbir şey olmaz. Kulların fiillerini yaratan yüce
Allah’tır. O fiilleri işleyen de kullardır. O halde bu fiiler yaratılmaları,
var edilmeleri ve takdir edilmeleri itibari ile Allah’tan, fiil ve kazanım
olmaları itibariyle de kula aittirler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“O ancak
âlemlere bir öğüttür, aranızdan dosdoğru yolda gitmek isteyenlere. Âlemlerin
Rabbi olan Allah dilemedikçe de siz dileyemezsiniz.” (et-Tekvîr, 81/28-29)
Yüce Allah kaderi delil göstererek:”Allah dileseydi biz de, babalarımız da
ortak koşmazdık. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” diyen müşriklerin
söylediklerini kabul etmeyerek, devamında şu buyruklarıyla onların yalanlarını
reddetmektedir:”De ki: Yanınızda bize çıkartıp
gösterebileceğiniz, herhangi bir bilgi var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve
siz yalnızca yalan uyduruyorsunuz.” (el-En’âm,
6/148)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat kaderin Allah’ın yarattıklarındaki
bir sırrı olduğuna inanırlar. Ona ne mukarrab bir melek, ne mürsel bir peygamber
muttali değildir. Bu hususta çokça derine dalmak ve uzun boylu düşünmek sapıklıktır.
Çünkü yüce Allah kader bilgisini yarattıklarından saklı tutmuş ve onun nihai
maksadını bilmeye kalkışmalarını yasaklamıştır. Yüce Allah:”O işlediklerinden sorumlu tutulmaz. Halbuki onlara sorulur.” (el-Enbiya, 21/23) diye buyurmaktadır.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat kendilerine muhalefet
eden sapık fırkalara yüce Allah’ın şu buyruğu ile hitab eder ve delil
gösterirler: “De ki: Hepsi Allah’tandır.
Böyle iken bunlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?” (en-Nisa, 4/78)
İşte ashab, tabiîn ve kıyamet gününe kadar
onlara güzel bir şekilde uyan selef-i salih’in iman ettikleri hususlar bunlardır.
Yüce Allah hepsinden razı olsun.
İKİNCİ ESAS
İMAN
ADININ KAPSAMI
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat, selef-i salih’in
akidesinin esaslarından birisi de şudur: Onlara göre iman kalb ile tasdik, dil
ile söylemek, azalarla amel etmektir. İtaatle artar, masiyet dolayısıyla
eksilir.
İman[43] hem söz, hem ameldir.
Kalb ile dilin sözü, kalb, dil ve azaların
amelidir.
Kalbin sözü inanması, tasdik etmesi, ikrarı ve
kesin olarak kabulüdür.
Dilin sözü ise ameli kabullenmesidir. Yani şehadet
kelimelerini söyleyip, gerekleri ile amel etmesidir.
Kalbin ameli ise niyeti, teslimiyet göstermesi,
ihlâsı, boyun eğmesi, sevmesi ve salih amelleri yapmak istemesidir.
Dil ile azaların ameli ise emrolunan şeyleri
yapmak, yasak kılınmış şeyleri de terketmektir.
“Amel olmadıkça iman kâmil olamaz. Niyetsiz söz
ve amel olmaz. Sünnete uygun olmadıkça da ne söz, ne amel, ne de niyet olur.”[44]
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’e iman edip, iman etmiş
oldukları dinin esasları ve fer’î hükümleri ile zahiri ile batını ile amel
eden, imanın etkileri akidelerinde, sözlerinde açık ve gizli amellerinde ortaya
çıkan kimseler hakkında “gerçek mü’min” niteliğini kullanmıştır. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:”Gerçek mü’minler ancak o
kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri titrer, âyetleri karşılarında
okunduğu zaman imanlarını arttırır ve onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler.
Onlar namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden de
infak ederler. İşte onlar gerçek mü’minlerin ta kendileridir. Onlar için
Rableri katında dereceler, mağfiret ve bitmez tükenmez bir rızık vardır.” (el-Enfal, 8/2-4)
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok âyet-i
kerîmesinde iman ile salih ameli birlikte sözkonusu etmiştir. Şöyle buyurmaktadır:
“Gerçekten
iman edip salih ameller işleyenlerin ise konakları Firdevs cennetleridir.” (el-Kehf, 18/107)
“Muhakkak
Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra dosdoğru olanların üzerine melekler: Korkmayın,
üzülmeyin ve size vaadolunan cennetle sevinin diye inerler.” (Fussilet, 41/30);”İşte bu
cennet yapageldiğiniz ameller sebebi ile size miras verilmiştir.” (ez-Zuhruf, 43/72); “Andolsun asra ki, gerçekten insan ziyandadır. İman eden, salih ameller
işleyen birbirine hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye edenler müstesnâ.” (el-Asr, 103/1-3)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- da şöyle buyurmuştur: “Allah’a
iman ettim de, sonra da dosdoğru ol.” (Müslim)
Yine Peygamber şöyle buyurmaktadır: “İman yetmiş küsur şubedir. Bunların en
faziletlileri Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur demek, en alt derecede olanları
yolda rahatsızlık veren şeyleri kaldırmaktır. Haya da imanın şubelerinden
birisidir.” (Buharî)
İlim ve amel birbirinden ayrılmaz şeylerdir,
biri diğerini bırakmaz. Amel ilmin şekli ve özüdür.
İmanın birtakım dereceleri ve şubeleri olduğuna,
artıp eksildiğine, mü’minlerin aralarında fazilet farkının bulunduğuna dair
pekçok âyet ve hadis nassı varid olmuştur.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”İman edenlerin de imanı artsın.” (el-Müddessir, 74/31);”Bir sure indirildiği zaman içlerinden bazıları:
Bu hanginizin imanını arttırdı, derler. İman etmiş olanlara gelince, bu onların
imanını arttırmıştır.” (et-Tevbe,
9/24);”Âyetleri karşılarında okunduğu
zaman onların imanını arttırır ve onlar ancak Rablerine dayanıp, güvenirler.”
(el-Enfal, 8)
“İmanlarına
iman katmaları için mü’minlerin kalbine sükûn ve huzur indiren O’dur.”
(el-Feth, 48/4)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:
“Kim Allah
için sever, Allah için buğzederse o imanını tamamlamış olur.”[45]
Yine Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır: “Sizden kim bir münker görürse onu eliyle değiştirsin,
eğer gücü yetmezse diliyle, eğer yine gücü yetmezse kalbi ile değiştirsin. Bu
ise imanın en zayıf halidir.” (Müslim)
İşte ashab-ı kiram, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’den
böylece imanın itikad, söz ve amel olduğunu, itaat ile artıp, masiyet dolayısıyla
eksildiğini öğrenmiş ve kavramış oldular.
Emiru’l mü’minin Ali b. Ebi Talib -radıyallahu anh.- şöyle demiştir: “Sabrın
imana göre durumu, başın vücuda göre durumudur. Sabrı olmayanın imanı da
olmaz.”[46]
Abdullah b. Mes’ud -radıyallahu anh- da şöyle
demiştir: “Allah’ım! İmanımızı, yakînimizi ve fıkhımızı arttır.” [47]
Abdullah b. Abbas, Ebu Hureyre ve Ebu’d-Derda (r.anhum): “İman artar ve eksilir”
derlerdi. [48]
İmam Vekî’ b. el-Cerrah -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle derdi: “Ehl-i sünnet der ki:
İman söz ve ameldir.” [49]
Ehl-i sünnet’in imamı Ahmed b. Hambel -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle
demiştir: “İman artar ve eksilir. Artması amel ile eksilmesi de ameli
terketmekledir.” [50]
Hasan-ı Basri de -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- şöyle demiştir: “İman ne birtakım süslenmelerle, ne de temennilerledir
ama iman kalbe yerleşen ve amellerin doğruladığı şeydir.”[51]
İmam Şafîi -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: “İman söz ve ameldir, artar ve
eksilir. İtaatle artar, masiyetle eksilir.” Sonra da yüce Allah’ın:”Ve iman edenlerin imanı artsın diye...”
buyruğunu okumuştur.[52]
İmam Ebu Ömer b. Abdi’l-Berr, et-Temhid adlı eserinde şöyle
demektedir: “Fıkıh ve hadis ehli icma ile şunu belirtmişlerdir: İman söz ve
ameldir. Niyetsiz amel olmaz. Onlara göre iman itaatle artar, masiyet dolayısıyla
eksilir. Onlara göre bütün itaatler de imandır.”[53]
Bütün ashab-ı kiram, tabîin ve muhaddis, fukahâ
dinin önder imamları ile onların peşinden gidenlerin oluşturduğu, onlara
güzelce uyanlar hep bu kanaatte idiler. Selef ile halef’ten bu hususta haktan
sapanların dışında onlara muhalefet eden kimse yoktur.
Ehl-i sünnet der ki: Ameli imanın dışına çıkartan
bir kimse mürcie’dendir. Ondan olmayan şeyleri onun içine sokan kimse ise
bid’atçidir.
Diliyle şehadet kelimesini söyleyen, kalbiyle
yüce Allah’ın vahdaniyetine inanan, bununla birlikte azalarıyla İslam’ın
rükünlerini eda etmeyen bir kimsenin imanı kamil değildir. Her ne kadar hükmen
ya da ismen böyle bir kimse hakkında iman lafzını kullansak bile.
Ancak hiçbir şekilde şehadet kelimesini
söylemeyen kimseye mü’min ismi verilemez.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat imandan istisnâda
bulunmanın yani “inşaallah ben mü’minim” demenin ve kendileri hakkında kesin
mü’min oldukları ifadesini kullanmamanın caiz olduğu görüşündedirler. Bu ise
onların Allah’tan ileri derecedeki korkuları, kadere imanları ve nefislerini
tezkiye etmekten uzak kalmaya çalışmalarından ötürüdür. Çünkü mutlak iman bütün
itaatleri işlemeyi, bütün yasakları terketmeyi kapsar. Ancak istisna imanda şüphe
dolayısıyla yapılacak olursa, bunu kabul etmezler. Buna dair kitabta, sünnette
seleften gelen rivayetlerle ve ilim adamlarının görüşlerinde pekçok delil
bulunmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Hiçbir şey
hakkında sakın: Ben bunu mutlaka yarın yapacağım, deme. Meğer ki Allah dilemiş
ola (inşaallah yapacağım de).” (el-Kehf,
18/23-24);”Artık kendinizi temize çıkarmayın.
O kimin takvalı davrandığını en iyi bilendir.” (en-Necm, 53/32)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’de kabristana girdiği sırada şöyle derdi: “Ey mü’min ve müslüman kimselerin kaldığı
diyarın sakinleri! İnşaallah biz de size kavuşacağız. Allah’tan bize ve size
esenlik dilerim.” (Müslim)
Abdullah b. Mes’ud -radıyallahu anh.- da şöyle demiştir: “Her kim kendisi hakkında
mü’min olduğuna dair şahitlik ederse, kendisinin cennette olduğuna da şahitlik
etsin.”[54]
Cerir dedi ki: Ben Mansur b. el-Mu’temir, Muğire,
A’meş, Leys, Umare b. el-Ka’ka, İbn Şubrume, el-A’la b. el-Müseyyib, Yezid b.
Ebi Ziyad, Süfyan es-Sevrî, İbnu’l-Mübarek ve yetiştiğim diğer imamların
“imanda istisna yaptıklarını ve istisna yapmayanları ayıpladıklarını dinledim.”[55]
İmam Ahmed b. Hambel’e imana dair soru
sorulunca, o: “İman, söz, amel ve niyettir” diye cevab vermiş. Bu sefer ona:
Adam: Sen mü’min misin? diye sorarsa, o: Bu bir bid’attir diye cevab vermiş. Bu
sefer ona: Peki böylesine nasıl cevab verilir diye sorulunca: İnşaallah
mü’minim der, diye cevab vermiş.[56]
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’e göre iman ancak aslının
ortadan kalkması ile gider. Yasakları işlemek, farzları terketmek suretiyle
onun dallarının ortada olmamasına gelince, bu imanı eksiltir ve onun şeklini
bozar, fakat onu büsbütün ortadan kaldırıp yok etmez. Kul ancak kendisini imana
sokan şeyi inkar etmekle imandan çıkar. Kimi zaman bir kimsede hem küfür, hem
de iman, hem şirk, hem tevhid, hem takva ve hem fücur (günahkârlık) birarada
bulunabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Onların
çoğu şirk koşmaksızın (bir türlü) Allah’a iman etmezler.” (Yusuf, 12/106)
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Onlar o gün imandan çok küfre daha yakındılar.”
(Al-i İmran, 3/167)
Büyük günah işleyen bir kimse imanın dışına çıkmış
olmaz. O düyada imanı eksik bir mü’mindir. İmanı dolayısıyla mü’min, büyük
günahı dolayısıyla fasıktır. Âhiretteki durumu ise Allah’ın dilemesine kalmıştır.
Dilerse günahını bağışlar, dilerse onu azablandırır.
İman kısım ve parçalara ayrılmaya kabildir. Yüce
Allah cehenneme girmiş olan kimseyi az bir iman sebebiyle oradan çıkartır.
Nitekim Peygamber -sallallahu aleyhi ve
sellem- şöyle buyurmuştur:
“...Kalbinde
hardal tanesi ağırlığı kadar iman namına bir şey bulunan bir kimse cehenneme
girmez (orada
ebedî kalmaz).” (Müslim)
Bundan dolayı ehl-i sünnet ve’l-cemaat imanın
aslını ortadan kaldıran günah dışında hiçbir günahtan ötürü kıble ehlinden
kimsenin kâfir olduğunu söylemezler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret
etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar.” (en-Nisa, 4/48)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- da şöyle buyurmuştur:
“Cibril -aleyhisselam- bana geldi ve
bana şu müjdeyi verdi: Senin ümmetinden Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın
ölen herkes cennete girecektir. Ben: Zina etse, hırsızlık yapsa da mı? O: Zina
da etse, hırsızlık da yapsa diye cevab verdi.” (Müslim)
Ebu Hureyre
-radıyallahu anh- şöyle demiştir:
“İman kötülükle bağdaşmaz. Kim zina ederse, iman ondan ayrılır. Şâyet nefsini kınar
ve doğruya dönerse, iman da ona döner.”[57]
Ebu’d-Derda -radıyallahu
anh.-’da şöyle demiştir: “İman ancak sizden herhangi bir kimsenin bir defa
giydiği, diğerinde çıkardığı bir gömleğe benzer. Allah’a yemin ederim ki bir
kul kendi imanından yana kendisini emniyette hissetti mi mutlaka onun
kendisinden alınmış olduğunu görür ve onun yokluğunu hisseder.”[58]
Selef-i salih olan ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in
akidesinin esaslarından birisi de şudur: Onlar cahil ve tevilci bir kimsenin
küfre götüren bir fiil işlemesi halinde -terkedenin kafir olmasına sebep teşkil
edecek olan- delili ona karşı ortaya koymadıkça İslam’dan çıktığını
söylemezler. Onlar yine kalbi iman ile dopdolu olup onunla rahat ve huzur bulmuş
olması şartı ile zorlanan bir kimsenin de küfre götüren bir fiil işlemesiyle
yahut sözüyle din’den çıktığını söylemezler.
Şirkten daha aşağı olan, büyük günahlardan
hangisini işlerse işlesin, bu günahı dolayısıyla hiçbir müslümanın da kâfir
olduğunu söylemezler. Böyle bir günahı işleyen kimsenin kâfir olduğu hükmünü
vermezler. Onlar o kimsenin o günahı helal kabul etmediği sürece yahut ta
dinden olduğu kesin (zaruri) olarak bilinen bir şeyi inkar etmediği sürece o
kimsenin fasık ya da imanının eksik olduğuna hükmederler. Çünkü yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:”Doğrusu Allah kendisine şirk
koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar. Allah’a
ortak koşan kimse şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.” (en-Nisa, 4/48)
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden
kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret
eder. Muhakkak O, çok çok mağfiret edendir, rahmet edendir.” (ez-Zümer, 39/53)
Çünkü küfrün esası kasti olarak yalanlamak,
kalbi ona açmak, kalbin huzur ile onu kabul etmesi, ruhun bundan rahatsız
olmamasıdır. Özellikle bilgisizlikle birlikte olması halinde şirke ait birtakım
inançların zaman zaman hatırdan geçmesine itibar edilmez. Çünkü yüce Allah:”Fakat küfre göğüs açarsa...” (en-Nahl, 16/106) diye buyurmaktadır.
Kitab ve sünnetten bir işin küfür olduğunu
ortaya koyan bir delil bulunmadığı sürece kimsenin kâfir olduğuna hükmetmezler.
Bir kimse bu hali üzere ölecek olursa, işi yüce Allah’a kalmıştır. Dilerse onu
azablandırır, dilerse ona mağfiret eder. Büyük günah işleyen kimsenin kâfir
olduğuna yahut ta iki menzile arasında bir yerde bulunduğuna hükmeden sapık fırkalardan
bu konuda farklı kanaattedirler.
Ayrıca Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- de bundan sakındırmış ve şöyle
buyurmuştur: “Herhangi bir kimse kardeşine:
Ey kâfir diyecek olursa, bu söze onlardan birisi layık olur. Eğer dediği gibi
ise mesele yok, aksi takdirde bu söz onu söyleyene döner.” (Müslim); “Bir kimse böyle olmadığı halde bir başkasını kâfir diye çağırır yahut
ta Allah’ın düşmanı(dır) diyecek olursa, mutlaka o söz ona döner.” (Müslim);
“Bir kimse bir diğerini fasıklıkla yahut
kâfirlikle itham ederse, eğer o kişi böyle değil ise o söz mutlaka ona geri döner.” (Buharî); “Kim bir mü’mini bir küfürle itham ederse, bu onu öldürmek gibidir.”
(Buharî); “Bir kimse kardeşine ey kâfir diyecek olursa, onlardan birisi bu söze
müstehak olur.” (Buharî)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat bid’at sahibi kimseler
hakkında masiyet ya da küfür ile mutlak hüküm vermeyi kat’î olarak müslüman
olduğu sabit olmakla birlikte herhangi bir bid’ati işlemiş muayyen bir kişi
hakkında isyankâr, fasık ya da kâfir hükmünü vermekten ayırır, arasında fark
gözetirler. Böyle bir kimseye hak açıklanmadığı sürece, onun hakkında böylece
hüküm vermezler. Hakkın açıklanması ise ona karşı delilin ortaya konulması ve şüphesinin
ortadan kaldırılması ile olur. Muayyen bir kimseyi de ancak gerekli şartların
gerçekleşmesi ve engellerin ortada bulunmaması halinde tekfir ederler, kâfir
olduğunu söylerler.[59]
Ebu Hureyre
-radıyallahu anh- da dedi ki:
Rasûlullah -sallahu aleyhi ve sellem-’ı
şöyle buyururken dinledim: “İsrailoğulları arasında kendi aralarında kardeşlik
bağı kurmuş iki kişi vardı. Bunlardan birisi günah işler, diğeri ise büyük bir
gayretle ibadet ederdi. Gayretle ibadet eden kişi diğerini günah işlerken görüp
durur ve hep ona: Bu işten vazgeç, derdi. Birgün yine onun bir günah işlemekte
olduğunu görünce ona, terket dediği halde o: Sen beni Rabbimle başbaşa bırak,
sen benim üzerime bir bekçi mi gönderildin? deyince, ibadet düşkünü şahıs:
Allah’a yemin ederim, Allah sana mağfiret etmeyecektir -ya da Allah seni
cennete sokmayacaktır- derdi. Derken ruhları kabzedildi, her ikisi de âlemlerin
Rabbinin huzurunda biraraya geldiler. Gayretle ibadet eden kişiye: Sen beni
bilen birisi miydin? Yoksa benim elimde bulunanlara güç yetiren birisi miydin?
diye sordu. Günahkar kimseye de: Haydi git, rahmetimle cennete gir, dedi. Öteki
hakkında ise: Alın bunu, cehennem ateşine götürün diye emir buyurdu. Ebu
Hureyre dedi ki: Nefsim elinde olana yemin ederim ki o dünyasını da, âhiretini
de mahveden bir söz söylemişti.”[60]
Küfür imanın zıttıdır. Şu kadar var ki küfür şer’î
dilde iki türlüdür. Zira nasslarda küfür lafzı kullanılırken bazen kişiyi
dinden çıkartan küfür anlamında, bazen de kişiyi dinden çıkarmayan küfür diye
kullanılmaktadır. Bunun böyle olmasının sebebi ise, imanın birtakım şubelerinin
olduğu gibi, küfrün de birtakım şubelerinin olmasıdır. Küfrün de birtakım
esasları ve birbirinden farklı şubeleri vardır. Bunların bazıları küfrü
gerektirir, bazıları ise kâfirlerin özelliklerindendir.
Bu, iman ile zıt, İslam’ı iptal eden, kendisi
olmadığı takdirde İslam’ın tamamlanması imkânsız olan şeylerin inkâr
edilmesidir. Böyle bir küfür cehennemde ebedi kalmayı gerektirir, imandan çıkartır.
Böyle bir küfür itikad, söz ve fiil ile olur, bunun beş çeşidi vardır:
1-
Yalanlama Küfrü:
Bu peygamberlerin yalan söylediğine inanmak yahut peygamberin getirdiğinin
hakka aykırı olduğunu ileri sürmek ya da Allah’ın emir ve yasağının bunun zıttı
olduğunu bilmekle birlikte, Allah’ın bir şeyi haram yahut helal kıldığını iddia
etmek.
2- Tasdik
etmekle birlikte yüz çevirme ve istikbar (büyüklenme) küfrü: Bu da bir kimsenin
rasûlün getirdiğinin Rabbinden gelen bir hak olduğunu kabul etmekle birlikte
hakkı ve hak ehlini küçümseyerek şımarıklıkla ve azgınlığı sebebiyle hakka tabi
olmayı reddetmekle olur, iblis’in küfrü gibi. Çünkü o Allah’ın emrini reddedip,
inkar etmedi fakat O’na karşı koydu ve büyüklük tasladı.
3- Yüz
çevirme küfrü:
Kulağı ile kalbi ile Allah Rasûlünden yüz çevirmesi, O’nu tasdik de etmemesi,
yalanlamaması, onu dost da edinmemesi, düşmanlık da beslememesi şeklinde olur
fakat hiçbir şekilde ona kulak vermez. Hakkı terkeder, ne hakkı öğrenir, ne de
hak ile amel eder. Hakkın sözkonusu edildiği yerlerden de kaçar gider. İşte
böyle bir kimse yüz çevirme küfrü ile kâfirdir.
4- Münafıklık
küfrü:
Bu da kalbinden red ve inkar etmekle birlikte rasûlün getirdiği şeylere zahiren
tabi olduğunu göstermektir. Böyle bir kimse aslında dışa karşı iman sahibi olduğunu
açığa vurur fakat içinde küfrü gizler.[61]
5- Şüphe
küfrü:
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
doğru söylediğini de, yalan söylediğini de kesin olarak kabullenemeyip, bu
hususta şüphe etmesi, ona tabi olup olmamak noktasında tereddüte düşmesidir.
Çünkü istenen Allah Rasûlünün, Rabbinden getirdiklerinin hiçbir şüphenin
sözkonusu olmayan bir hak olduğuna dair kesin kanaat sahibi olmak ve inanmaktır.
Allah Rasûlünün getirdiklerine tabi olmak hususunda tereddüde düşen yahut ta
hakkın bunun dışında olabileceğini kabul eden bir kimse şüphe ve zan küfrü ile
kâfir olur.
Bir kimse bu küfür türlerinden birisi üzere öldüğü
takdirde, ebedi olarak cehennemde kalmasını ve bütün amellerinin boşa çıkmasını
gerektirir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Gerçek şu
ki; ister kitab ehlinden olsun, ister müşriklerden olsun. O kâfir olanlar
cehennem ateşindedirler. Orada ebedi kalıcıdırlar. Yaratılanların en kötüleri
de işte bunlardır.”
(el-Beyyine, 98/6)
Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır:”Sana ve senden öncekilere
vahyolundu ki: Eğer şirk koşarsan, andolsun ki amelin boşa çıkar ve muhakkak
zarar edenlerden olursun.” (ez-Zümer,
39/65)
Şarî’ bu tür küfür hakkında azarlamak ve tehdit
etmek maksadıyla “küfür” lafzını kullanmıştır. Bu gibi davranışlar ise cehennem
ateşinde ebedi kalmamak üzere ilahi tehdidi hakettiren, gerektiren büyük
günahlardandır. Bütün masiyetler bunun kapsamına girer, çünkü bütün masiyetler
küfrün hasletlerindendir. Ancak bu küfürden kasıt imanın zıttı olan küfür değildir.
Buna verilebilecek misallerin bazıları:
Müslüman kimse ile çarpışmak, Allah’tan başkası
adına yemin etmek, inkâr ederek değil, cezayı hakettiğini de kabul etmekle
birlikte isyan etmek suretiyle Allah’ın indirdiklerinden başkası ile hükmetmek,
kâhinlere gitmek ve onları doğrulamak, kadına arkadan yaklaşmak, mü’minin
mü’min kardeşine ey kâfir demesi ve daha başka küçük küfür şekilleri gibi...
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Eğer
mü’minlerden iki taife birbirleriyle çarpışırlarsa, siz o ikisinin arasını
bulup barıştırın.” (el-Hucurat, 49/9)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur: “Mü’mine
sövmek fasıklık, onunla çarpışmak küfürdür.” (Buharî ve Müslim) Yine Peygamber şöyle buyurmuştur: “Benden sonra biriniz diğerinin boynunu
vuracak şekilde kâfirler olarak gerisin geri dönmeyin.” (Buharî ve Müslim)
Yine Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah’tan başkası adına yemin ederse, şirk
koşmuş ya da kâfir olmuş olur.”[62]
Yine Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Zina eden kişi zina ettiğinde mü’min olarak
zina etmez. Hırsızlık yapan kimse, hırsızlık yaptığında mü’min olarak hırsızlık
yapmaz. İçki içen kişi içki içtiğinde mü’min olarak içki içmez. Tevbe de bundan
sonra arzedilmiş haldedir.” (Buharî
ve Müslim)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat olan selef-i salih’in
akidesinin esaslarından birisi de vaad ve vaîd nasslarına iman etmektir. Onlar
bu nasslara inanır ve geldiği gibi kabul ederler. Herhangi bir şekilde te’vile
kalkışmazlar. Vaad ve vaîd ile ilgili nassların hükmünü kabul ederler. Çünkü
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz
Allah kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını ise dileyeceğine
mağfiret eder. Kim Allah’a ortak koşarsa, muhakkak büyük bir günahla iftira
etmiş olur.”
(en-Nisâ, 4/48)
Kulların âkıbetlerinin müphem olduğuna ve hiçbir
kimsenin son olarak ne halde öleceğini bilmediğine inanırlar. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle
buyurmuştur: “Şüphesiz ki bir kimse
insanlara göründüğü kadarıyla cennet ehli ameli ile amel eder. Halbuki o
cehennem ehlindendir. Yine bir adam insanlara göründüğü kadarıyla cehennem
ehlinin ameli ile amel eder, halbuki o cennetliklerdendir.” (Buharî ve Müslim)
Yine şöyle buyurmaktadır: “Sizden herhangi bir kimse cennetliklerin ameli ile amel eder, nihayet
kendisi ile cennet arasında sadece bir arşınlık mesafe kalır. Kitab onun
aleyhine yerini bulur ve cehennemliklerin ameli ile amel eder, o da cehenneme
girer. Şüphesiz sizden bir kimse de cehennemliklerin ameli ile amel eder.
Nihayet kendisi ile cehennem arasında sadece bir arşınlık mesafe kalır. Kitabın
hükmü hakkında tecelli eder ve cennetliklerin ameli ile amel eder, o da oraya
girer.” (Buharî ve Müslim)
Fakat İslam üzere ölen kimse hakkında, zahiren
müslüman olması sebebiyle -mü’min ve takva sahibi kimseler hakkında- genel
olarak inşaallah cennet ehlinden olduğuna tanıklık ederler.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”İman edip salih amel işleyenlere de şunu
müjdele: Gerçekten onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır...” (el-Bakara, 2/25);”Muhakkak ki takva sahibleri cennetlerde ve ırmaklar(ın kenarın)dadır.
Sıdk meclisinde gayet muktedir bir melikin yanındadırlar.” (el-Kamer, 54/54-55)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur: “Her
kim Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığını bilir halde ölürse, cennete girer.”
(Müslim)
Kâfirlerle müşrikler ve münafıkların da cehennem
ehlinden olduklarına tanıklık ederler.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Kâfir olup âyetlerimizi yalanlayanlara
gelince, işte bunlar cehennemliktirler, onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar.”
(el-Bakara, 2/39);”Gerçek şu ki ister kitab ehlinden olsun,
ister müşriklerden olsun o kâfirler cehennem ateşindedirler. Orada ebedi kalıcıdırlar,
yaratılanların en kötüleri de işte bunlardır.” (el-Beyyine, 98/6);”Şüphesiz münafıklar cehennemin en aşağı
tabakasındadırlar.” (en-Nisa, 4/145)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in haklarında
söylediği şekilde cennetle müjdelenmiş on kişinin cennetlik olduklarına tanıklık
ettikleri gibi, Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın cennetlik olduğunu söylediği herkesin de cennetlik
olduğuna tanıklık ederler.
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Ebu Bekir
cennettedir, Ömer cennettedir, Osman cennettedir, Ali cennettedir, Talha
cennettedir, Zübeyr cennettedir, Abdu’r-Rahman b. Avf cennettedir, Sâd b. Ebi
Vakkas cennettedir, Said b. Zeyd cennettedir, Ebu Ubeyde b. el-Cerrah
cennettedir.”[63]
Cennetlik olduklarına dair ashab-ı kiram’dan
pekçok kimse hakkında böyle bir tanıklık sabit olmuştur. Ükaşe b. Mihsan,
Abdullah b. Selâm, Yâsir ailesi, Bilâl b. Ebi Rebâh, Cafer b. Ebi Talib, Amr b.
Sabit, Zeyd b. Hârise, Abdullah b. Revaha, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın kızı Fatıma, Hadice bnt. Huveylid,
Âişe, Safiyye, Hafsa, Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın bütün hanımları ve daha başkaları... Allah hepsinden
razı olsun.
Cehennemliklerden olduklarına dair nassların
bulunduğu kimseler hakkında da biz böylece şahidlik ederiz. Abdu’l-Uzza b.
Abdu’l-Muttalib adını taşıyan Ebu Leheb, onun hanımı Ummu Cemil künyeli Harb kızı
Arva ve haklarında böyle bir tanıklığın sabit olduğu diğerleri gibi.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat kim olursa olsun,
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
hakkında kat’î ifade kullandığı kimseler dışında muayyen olarak cennetlik ya da
cehennemlik olduğunu kesin ifadelerle söylemezler. Fakat iyilik yapan kimse
hakkında cennet ümidini, kötülük işleyenler hakkında da cehennem korkunusu taşırlar.[64]
Ameli güzel dahi olsa, yüce Allah bir kimseyi
lütfuna daldırıp, rahmeti ile onu cennete sokmadıkça cennetin hiçbir kimse hakkında
kesin olarak vacib olmadığına inanırlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Eğer
Allah’ın üzerinizde lütuf ve rahmeti olmasaydı, sizden hiçbir kimse ebediyyen
temize çıkamazdı. Allah herşeyi işitendir, çok iyi bilendir.” (en-Nur, 24/21)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmaktadır: “Ameli kendisini cennete sokacak hiçbir kimse yoktur.” Sen de mi ey
Allah’ın Rasûlü diye sorulunca, o: “Ben dahi Rabbimin rahmeti ile beni kuşatması
hali müstesnâ.” (Müslim)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat tehdidin kendisine
yöneltilmiş olabileceği herbir kimsenin azaba uğramasını gerekli görmezler.
Çünkü yapmış olduğu itaatler, tevbe etmesi yahut günahlara keffaret olan bir
takım musibet ve hastalıklar dolayısıyla Allah o kimseyi bağışlayabilir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Ey
nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.
Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder. Muhakkak o çok çok mağfiret edendir,
rahmet edendir.”
(ez-Zümer, 39/53)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur: “Bir
adam bir yolda yürümekte iken yol üzerinde dikenli bir dal buldu, onu bir
kenara çekti. Yüce Allah onun bu davranışını güzel bulduğundan dolayı ona mağfiret
etti.” (Buharî)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat yaratılmış herbir varlığın
bir ecelinin bulunduğuna, Allah’ın izni olmaksızın ve belirli bir süreye
ertelenmiş bir yazı ile olmaksızın hiçbir kimsenin ölmeyeceğine inanırlar.
Onların tayin edilen süreleri de geldi mi ne bir an geri bırakılırlar, ne de
öne alınırlar. İster ölmüş olsun, ister öldürülmüş olsun. Bu ancak onun için
belirlenmiş ecelinin sona ermesi ile olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın
izni olmadıkça hiçbir kimse ölemez. O vâdesiyle yazılmış bir yazıdır.” (Al-i İmran, 3/145)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat yüce Allah’ın
mü’minlere cenneti vaad ettiğine, muvahhid isyankârları ve kâfir ve münafıkları
ise cehennem ateşinde azablandırmak ile tehdit ettiğine, bu tehdidinin hak olduğuna
inanırlar. Allah vaadinden caymaz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“İman
edip, salih amel işleyenlere gelince, biz onları altından akan ırmaklara, orada
ebedi kalıcılar olmak üzere koyacağız. Bu Allah’ın dosdoğru bir vaadidir.
Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?” (en-Nisa,
4/122)
Ancak yüce Allah lütuf ve keremiyle günahkâr
muvahhidleri affedecektir. Yüce Allah muvahhidleri affedeceğini vaadetmiş,
böyle olmayanlar hakkında bu affın sözkonusu olmayacağını da belirtmiş
bulunmaktadır:
“Doğrusu
Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine
bağışlar.”
(en-Nisa, 4/48 ve 116)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat olan selef-i salih’in
akidesinin esaslarından birisi de Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.
Yani sevgi ve dostluk (velâ) mü’minleredir, buğzetmek ve onlardan uzak oluş müşriklerle
kâfirleredir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Mü’min
erkeklerle mü’min kadınlar birbirlerinin velileridirler. Bunlar iyiliği
emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar.” (et-Tevbe,
9/71)
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Mü’minler, mü’minleri bırakıp kâfirleri
veliler edinmesin. Kim bunu yaparsa, onun Allah’la hiçbir dostluğu kalmaz.”
(Âl-i İmran, 3/28)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat veli edinmek ile düşmanlık
etmenin önemli esaslardan olduğuna, bunun şeriatte -aşağıdaki bakımlardan açıkça
anlaşılacağı gibi- büyük bir öneminin bulunduğuna inanırlar:
1- Evvela bu “lâ ilâhe
illallah” şehadetinin bir parçasıdır. Çünkü bunun anlamı Allah’ın dışında
kendisine ibadet olunan herbir şeyden uzaklaşmaktır. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Andolsun ki Biz her ümmet
arasında: Allah’a ibadet edin ve tâğût’tan kaçının diye bir peygamber göndermişizdir.”
(en-Nahl, 16/36)
2- Bu iman kulplarının en
sağlam olanıdır. Nitekim Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “İman
kulplarının en sağlam olanı Allah için veli (dost) edinmek, Allah için düşmanlık
etmek, Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.”[65]
3- Böyle bir tutum kalbin
imanın tadını, yakînin lezzetini almasına sebeptir. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle
buyurmaktadır: “Üç özellik vardır ki
onlar kimde bulunursa, o da imanın tadını alır: Allah’ı ve Rasûlünü onların dışındaki
herşeyden daha çok seven, sevdiği kulu ancak Allah için seven, Allah kendisini
küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmekten tıpkı ateşe atılmaktan hoşlanmadığı
gibi hoşlanmayan kimse.” (Buharî ve
Müslim)
4- Bu inancın gerçekleştirilmesi
ile iman da tamamlanmış olur. Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır: “Kim
Allah için sever, Allah için buğzeder, Allah için verir ve Allah için de
engelleyecek olursa, onun imanı kemale ermiş demektir.”[66]
5- Allah’tan ve Allah’ın
dininden başkasını sevip, Allah’ı ve O’nun dinini, o dinin mensuplarını
sevmeyip onlardan hoşlanmayan bir kimse Allah’ı inkâr eden bir kâfir olur. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki: Ben
gökleri ve yeri yaratan Allah’tan başkasını mı dost edinecek mişim? Ve o
yediriyor ama yedirilmiyor. De ki: Ben İslam’a girenlerin ilki olmakla
emrolundum ve (bana:) sakın müşriklerden olma (denildi).” (el-En’âm, 6/14)
6- Bu, İslam toplumunun
temel aldığı ve üzerinde yükseldiği bir ilişkidir. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle
buyurmaktadır: “Sizden herhangi bir kimse
kendisi için sevdiğini, kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş olmaz.” (Buharî)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat veli edinmek ile düşman
bilmenin[67] şer’an farz
(vacib) olduğuna inanırlar. Hatta bu “lâ ilâhe illallah” şahitliğinin
gereklerinden ve şartlarından bir şarttır. Akide’nin ve imanın büyük bir esasıdır.
Müslümanın buna riayet etmesi gerekir. Bu esası pekiştirmek üzere pek çok nass
vârid olmuştur. Bunlardan birisi olan yüce Allah’ın şu buyruğunda şöyle
denilmektedir:”De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız,
kardeşleriniz, eşleriniz, soyunuz, sopunuz, elinize geçirdiğiniz mallar,
durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler size
Allah’tan, Rasûlünden ve O’nun yolundaki cihattan daha sevimli ise, o halde
Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun.” (et-Tevbe, 9/24);”Ey iman edenler!
Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları -kendilerine sevgi ile haber
ulaştırarak- veliler (dostlar) edinmeyin...” (el-Mumtehine, 60/1)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat veli edinmek ile
kendilerinden uzaklaşmak (teberri) bakımından insanları üç kısma ayırırlar:
1- Mutlak
velâ’yı (dostluğu) hakedenler: Bunlar Allah’a ve Rasûlüne iman eden, Allah’a
dinlerini hâlis kılarak dinin belli başlı hükümlerini yerine getiren
kimselerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Sizin (asıl) veliniz ancak Allah’tır, O’nun peygamberidir ve namazını
kılan ve rükû halinde iken zekâtını veren mü’minlerdir. Kim Allah’ı, Rasûlünü
ve mü’minleri veli edinirse, şüphe yok ki Allah’ın hizbi galib geleceklerin ta
kendileridir.” (el-Mâide, 5/55-56)
2- Bir bakıma
velâyı hakeden, bir bakıma berâya (kendilerinden uzaklaşmaya) layık olanlar: Bazı farzları ihmal
eden, küfre kadar ulaşmayan haramları işleyen, isyankâr müslüman gibi kimselere
nasihatte bulunmak, onların bu tutumlarına karşı tepki göstermek gerekir.
Masiyetlerine karşı susmak caiz değildir. Aksine onlara tepki gösterilir,
onlara iyilikler emredilir, kötülükler yasaklanır. Masiyetlerinden vazgeçip,
kötülüklerinden tevbe edinceye kadar onlara gerekli hadler ve ta’zir cezaları
uygulanır. Nitekim Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- içki içmiş olduğu halde getirilen ve ashab’tan birisi
tarafından kendisine lanet okunan Abdullah b. Hımar’a böyle uygulama yapmıştır.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-
ona lanet edilince: “Ona lanet etmeyin,
çünkü o Allah’ı ve Rasûlünü sever” diye buyurmuştur. (Buharî) Bununla birlikte de ona gereken cezayı uygulamıştır.
3- Mutlak
olarak berâ’yı (kendisinden uzak kalmayı) hakedenler: İster yahudi, ister
hristiyan yahut mecusi olsun, müşrik ve kâfir kimseler böyledir. Aynı şekilde
bu hüküm küfre götüren işleri yapan müslümanlara da uygulanır. Allah’tan başkasına
dua etmek, O’ndan başkasından yardım istemek, O’ndan başkasına tevekkül etmek,
Allah’a, Rasûlüne ya da dinine sövmek, dinin bu çağa uygun olmadığı inancı ile
dini hayattan ayırmak ya da -kendilerine karşı delili ortaya koyduktan sonra-
bu tutumlar içerisinde bulunanlara karşı müslümanların cihad etmeleri ve onları
sıkıştırmaları gerekir. Yeryüzünde fesad çıkarmak üzere onları terkedemezler.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ey
Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et ve onlara karşı sert davran.
Varacakları yerleri cehennemdir onların. O ne kötü dönüş yeridir!” (et-Tahrîm, 66/9) Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ve âhiret gününe inanan hiçbir
kavmin Allah ve Rasûlü ile sınır mücadelesi yapanlara sevgi beslediklerini
göremezsin. İsterse bunlar babaları yahut oğulları yahut kardeşleri ya da soydaşları
olsunlar...” (el-Mücadele, 58/22)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat Allah yolunda veli
edinmenin, yerine getirilmesi gereken birtakım haklarının olduğu
kanaatindedirler. Bu hakların bazıları şunlardır:
1- Hicret: Kâfirlerin
ülkesinden müslümanların yurduna hicret etmek gerekir. Mustaz’af olanlar şer’î
sebebler dolayısıyla hicret edemeyenler bundan müstesnâdır.
2- Müslümanlara yardım etmek
canla, malla, dil ile onları desteklemek, sevinç ve kederlerinde onlara katılmak.
3- Kendisi için sevdiği
hayrı, şerrin önlenmesi gibi hususları müslümanlar için sevmek, müslümanlarla
alay etmemek, onları sevmeye, onlarla oturup kalkmaya, onlarla danışmaya özel
gayret göstermek.
4- Hastayı ziyaret, cenazelerinde bulunmak, onlara karşı
yumuşak davranmak, dua etmek, onlar için mağfiret dilemek, onlara selâm vermek,
karşılıklı ilişkilerde onları aldatmamak yahut mallarını batıl yollarla yememek
gibi haklarını yerine getirmek.
5- Onlar aleyhine
tecessüste (casuslukta) bulunmamak, onların haberlerini, sırlarını düşmanlara
taşımamak, onlara gelecek eziyet verici şeyleri önlemek, aralarındaki kötü ilişkileri
düzeltmek.
6- Müslümanlar cemaatine
katılmak, onlardan ayrı düşmemek, birr (iyilik) ve takvâ esasları üzere onlarla
yardımlaşmak, iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat,
Allah için düşmanlık etmenin birtakım hususları gerektirdiği görüşündedirler.
Bunların bazıları:
1-) Şirke, küfre, şirk ve
küfür ehline buğzetmek ve onlara düşmanlık beslemek.
2-) Kâfirleri dost
edinmemek, onları sevmemek, yakın akrabalardan olsalar dahi onlardan tam anlamıyla
ayrılmak (gereken şekliyle) ilişkileri kesmek.
3-) Küfür diyarından hicret
etmek ve dinin emir ve buyruklarını açıkça uygulayabilme gücü bulmak şartı ile
birlikte zaruret olmaksızın oraya yolculuk yapmamak.
4-) Din ve dünya bakımından
onların özelliklerinden olan hususlarda onlara benzememek. Din ile ilgili
olarak onların dinlerinin şiârlarından olan hususlarda, dünya ile ilgili olarak
da yemek, içmek, giyinmek şekilleri ve birtakım adetleri ve benzeri hususlar
ile müslümanlar arasında yaygınlık kazanmamış hususlar gibi. Çünkü böyle bir
tutum içten içe onlara karşı bir çeşit sevgi ve veli edinmeyi doğurur. İçteki
sevgi de zahiren onlara benzemeyi ortaya çıkartır.
5-) Kâfirlerle yardımlaşmamak,
onları övmemek, müslümanlara karşı onlara yardımcı olmamak, onlardan yardım
almamak, onlara meyletmemek, arkadaşlıklarını, onlarla birlikte oturup kalkmayı
terketmek, kendilerine sırlarını verecek şekilde onları sırdaş edinmemek, en
önemli işlerini görsünler diye onlara havale etmemek.
6-) Bayram ve sevinçlerinde
onlara katılmamak, bundan dolayı onları tebrik etmemek. Aynı şekilde onları
ta’zim etmeyip onlara Efendim ve benzeri hitablarda bulunmamak.
7-) Onlar için mağfiret
dilememek, onlara rahmet okumamak.
8-) Dinin aleyhine olacak şekilde
onlara yağcılık yapmamak, güzel sözler söylemeye, onları idare etmeye kalkışmamak.
9-) Onların hükümlerine başvurmamak
yahut onların verecekleri hükümlere razı olmamak. Hevâlarına uymayı terketmek,
herhangi bir hususta onlara tabi olmamak. Çünkü onlara uymak, Allah ve
Rasûlünün hükmünü terketmek anlamındadır.
10-) İslam’ın selamı olan
“es-selamu aleykum” diyerek, öncelikle onlara selam vermemek.
Peygamberlikten bir parça olarak değerlendirilen
salih rüyayı tasdik etmek ve salihlerin doğru ferâsetlerinin hak olduğunu kabul
etmek de ehl-i sünnet ve’l-cemaat olan selef-i salih’in akidesinin esaslarındandır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Gerçekten
ben rüyamda seni boğazladığımı görüyorum. Bak, artık sen ne düşünürsün? Dedi
ki: Babacığım emrolunduğun şeyi yap, inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.”
(es-Sâffât, 37/102)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur: “Nübuvvetten
geriye sadece mübeşşirât (müjdeleyiciler) kalmıştır.” Ashab, mübeşşirât
nedir? diye sorunca, “salih rüyadır”
diye buyurdu. (Buharî)
Yine akidelerinin esaslarından birisi de evliyânın
kerâmetlerini tasdik etmektir. Kerâmet kitab ve sünnetin delâlet ettiği üzere
yüce Allah’ın salih bazı kulları vasıtası ile onlara bir ikram olmak üzere
göstermiş olduğu olağanüstü hadiseler demektir.[68]
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Haberiniz olsun ki Allah’ın velilerine
hiçbir korku yoktur. Onlar kederlenecek de değillerdir. Onlar iman edip takvâlı
davrananlardır. Onlar için dünya hayatında da, âhirette de müjde vardır. Allah’ın
sözlerinde asla değişiklik olmaz. İşte bu, en büyük kurtuluşun ta kendisidir.”
(Yunus, 10/62-64)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur: “Yüce
Allah buyuruyor ki: Kim benim bir velime (dostuma) düşmanlık ederse, ben ona
savaş ilan etmiş olurum.” (Buharî)
Ancak ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in kerametleri
tasdik etmek hususunda şer’î birtakım ilkeleri vardır. Olağanüstü herbir iş
keramet olur, diye bir şey yoktur. Aksine bu bir istidrâc (fark ettirmeden yavaş
yavaş azaba yaklaşmak) da olabilir yahut göz bağcılık, büyücülerin, sihirbazların,
şeytanların, deccallerin işlerinden olup, keramet kabilinden olmayan şeyler de
bu olağanüstü olayların kapsamına girebilir. Keramet ile göz bağcılık arasındaki
fark ise gayet açıktır.
Kerametin sebebi itaattir ve istikamet ehli olan
kimselere mahsustur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Hem onlar onun velisi kimseler de değildirler.
Onun velileri ancak takvâ sahibleridir.” (el-Enfâl, 8/34)
Göz bağcılığın sebebi ise küfür olan işleri ve
masiyetleri işlemektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Gerçekten şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına
telkinde bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz, elbette siz de müşrikler
olursunuz.” (el-En’âm, 6/121)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat dünyada sihir ve
sihirbazlar olduğuna da inanırlar.[69]
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Nihayet sihirbazlar gelince...” (Yunus,
10/80);”Ve böylece büyük bir sihir
ortaya koydular.” (el-A’raf, 7/116);”Fakat o şeytanlar kâfir oldular, insanlara
büyüyü öğretiyorlardı.” (el-Bakara,
2/102)
Şu kadar var ki, Allah’ın izni ile olmadıkça
kimseye zarar veremezler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Allah’ın izni olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verebilecek değillerdi.
Onlar ise kendilerine zarar verecek ve fayda sağlamayacak şeyleri öğreniyorlardı.”
(el-Bakara, 2/102)
Allah’ın izni olmaksızın kim sihrin zarar ya da
fayda verdiğine inanırsa kâfir olur. Sihir yapmanın mübah olduğuna inanan
kimsenin öldürülmesi gerekir. Çünkü müslümanlar sihrin haram olduğunu icmâ ile
kabul etmişlerdir. Sihir yapan kimsenin tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse
mesele yok, aksi takdirde boynu vurulur.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat yüce Allah’ın şeytanları
ve cinleri yaratmış olduğuna, Ademoğullarına vesvese verip onlara tuzak kurmak,
onları şaşırtıp durmak için çalıştıklarına da inanırlar. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:”Gerçekten şeytanlar
sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına telkinde bulunurlar. Eğer
onlara itaat ederseniz, elbette siz de müşrikler olursunuz.” (el-En’am, 6/121)
Yüce Allah onları kulları arasından dilediği
kimselere musallat edebilir. Şöyle buyurmaktadır:”Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yerinden oynat, onlara karşı
atlılarınla, piyadelerinle gürültü çıkararak baskın düzenle, mallarına,
evlâtlarına ortak ol, onlara vaadlerde bulun. Fakat şeytan onlara bir aldatıştan
başka ne vaad eder?” (el-İsrâ, 17/64)
Kullarından dilediği kimseleri de onların hile
ve tuzaklarına karşı korur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Doğrusu iman edip yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun
hiçbir hakimiyeti yoktur. O’nun hakimiyeti ancak kendisini dost edinip de onu
Allah’a ortak koşanlar üzerinedir.” (en-Nahl,
16/99-100)
Hükümleri algılamak ve delilleri kullanmak
yöntemi hususunda ehl-i sünnet ve’l-cemaat olan selef-i salih’in akidesinin
esaslarından birisi de yüce Allah’ın kitabında gelen ile peygamberinin
sünnetinden sahih olarak gelen şeylere zâhiren ve bâtınen tabi olmak ve bunlara
teslimiyet göstermektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah ve
Rasûlü bir işi hükme bağladığında hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadına o
işlerinde istediklerini yapmak hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan
ederse, şüphesiz apaçık bir sapıklıkla sapmış olur.” (el-Ahzâb, 33/36)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmaktadır: “Aranızda iki şey bıraktım. Onlara sımsıkı sarıldığınız sürece asla
sapmayacaksınız, Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünneti.”[70]
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat; “önce Allah’ın kitabı,
sonra Rasûlünün sünneti” demezler. “Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünneti
birlikte” derler. Çünkü sünnet Allah’ın kitabı ile birliktedir. Allah da
Rasûlüne itaati emretmiştir. Rasûlünün sünneti de yüce Allah’ın murad ettiği
manayı açıklayıcıdır.
Bundan sonra genel olarak muhacir ve ensar’ın
oluşturduğu ashab’ın, özel olarak da raşid halifelerin izlediği yolu izlerler.
Çünkü Peygamber -sallallahu aleyhi ve
sellem- özellikle raşid halifelere uymayı tavsiye (ve emr) etmiştir. Daha
sonra da onların peşinden gelen ve faziletlerine işaret olunan ilk nesillere
uyarlar. Peygamber -sallallahu aleyhi ve
sellem- şöyle buyurmuştur: “Benim
sünnetime ve hidayet bulmuş raşid halifelerin sünnetine uymaya bakınız. Ona sımsıkı
sarılın, azı dişlerinizle yapışın. Sonradan uydurulmuş işlerden sakının, çünkü
sonradan çıkan herbir uydurma bir bid’attir, her bid’at te bir sapıklıktır.”[71]
İşte bundan dolayı anlaşmazlık halinde ehl-i
sünnet’in başvurduğu kaynak Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünnetidir. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:”Eğer Allah’a ve
âhiret gününe inanıyorsanız, herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu
Allah’a ve Rasûlüne götürünüz. Bu hem daha hayırlı, hem de sonuç itibariyle
daha güzeldir.” (en-Nisa, 4/59)
Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın ashabı da kitab ve sünnetin anlaşılmasında ehl-i
sünnet ve’l-cemaat’in başvurduğu bir kaynaktır. Onlara göre kitab ya da sahih
sünnete, kıyas ile zevk, keşf, şeyhin ya da imamın sözü ile karşı çıkılamaz.
Çünkü din Rasûlullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- hayatta iken kemale erdirilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim.
Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı beğenip seçtim.”
(el-Mâide, 5/3)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat Allah’ın kelâmı ile
Rasûlünün sözünün önüne hiçbir kimsenin sözünü geçirmezler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Ey iman edenler! Allah’ın ve Rasûlünün
huzurunda öne geçmeyin ve Allah’tan korkun. Muhakkak Allah çok iyi işitendir,
çok iyi bilendir.” (el-Hucurat, 49/1)
Allah ve Rasûlünün huzurunda öne geçmenin de
bilgisizce yüce Allah hakkında söz söylemek olduğunu ve şeytanın bu işi süslü
göstermesinden kaynaklandığını da bilirler.
Onlara göre apaçık aklî gerçekler sahih nakle
uygundur. İçinden çıkılamayacak bir durum olursa, nakle öncelik tanırlar
Gerçekte ortada içinden çıkalamayacak bir durum yoktur. Çünkü nakil aklın kabul
etmesi imkânsız bir şey getiremez. Ancak akılların hayret edeceği bir şey
getirebilir, akıl ise haber verdiği her hususta nakli tasdik eder, aksi ise
sözkonusu değildir.
Aklın değerini küçümsemezler. Çünkü onlara göre
akıl teklifin kaynağıdır. Ancak şöyle derler: Akıl şeriatın önüne geçemez. Aksi
takdirde insanların peygamberlere ihtiyacı olmazdı. Ancak akıl şeriatın
çerçevesi içerisinde faaliyet gösterir. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın getirmiş olduğu hidayete sımsıkı
sarılmaları, uymaları ve mutlak olarak teslimiyetleri dolayısı ile onlara ehl-i
sünnet adı verilmiştir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Eğer sana cevab vermezlerse, bil ki onlar
ancak hevâlarına uymaktadırlar. Allah’tan bir hidayet olmaksızın hevâsına
uyandan daha sapık kim olabilir ki! Muhakkak Allah zalimler topluluğunu doğruya
iletmez.” (el-Kasas, 28/50)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat kitab ve sünnetten
sonra ümmet alimlerinin icma ile kabul ettiklerini alır ve ona güvenirler.
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz
Allah benim ümmetimi sapıklık etrafında biraraya getirmez. Allah’ın eli cemaat
üzerindedir. Kim ayrılırsa, ateşe doğru ayrılmış olur.”[72]
O halde bu ümmet bir batıl üzerinde icma
etmekten yana korunmuştur, hakkı terketmek üzere söz birliğine varması imkânsızdır.
Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- dışında kimsenin masum olduğuna inanmazlar. Gizli kalan
(anlaşılamayan) hususlarda zaruret kadarı ile içtihad yapılabileceği görüşündedirler.
Bununla birlikte sözü kitab ve sünnete uygun olmadığı sürece hiçbir kimsenin
görüşüne taassubla bağlanmazlar. Müçtehidin hata da edebileceğine, isabet te
edebileceğine inanırlar. İsabet ederse iki ecri yani içtihad etmenin ve isabet
etmenin ecrini alır, hata ederse sadece içtihadda bulunma ecrini alır. Onlara
göre içtihadi meselelerde ayrılık, düşmanlığı ve ilişkileri kesmeyi
gerektirmez. Aksine birbirlerini severler, birbirlerini dost bilirler. Fer’î
birtakım meselelerdeki ayrılıklara rağmen birbirlerinin arkasında namaz kılarlar.
Muayyen bir fakîhin mezhebine bağlı kalmaya
herhangi bir müslümanı mecbur tutmazlar. Bununla birlikte şâyet bu taklid[73]
yoluyla değil de tabi olmak suretiyle oluyorsa, bir sakınca da görmezler.
Müslüman bir kimsenin delilinin kuvvetli olması dolayısıyla bir husustaki
mezhebten öbürüne geçmesi gerekir. İlim taleb ederken bir kimsenin eğer imamların
delillerini bilebilecek bir ehliyeti var ise ona göre amel eder ve bir meselede
bir imamın mezhebini kabul ettiği halde delili daha kuvvetli ve fıkhî bakımdan
daha tercihe değer bulduğu için bir başka meselede bir diğer imamın görüşüne
geçer. Delilini bilmeksizin hiçbir kimsenin görüşünü kabul etmesi caiz olmaz.
Çünkü o takdirde bununla mukallit olur. Herhangi bir tercihte bulunabilinceye
kadar ayrılıkları elinden geldiğince tetkik etmelidir. Eğer tercih yapabilme
imkânını bulamayacak olursa, bu sefer o da avamın hükmünde birisi olur, ilim
ehline sorar.
Delile bakıp tesbit edemeyen avamın mezhebi ise
yoktur. Böylesinin mezhebi ona fetva veren müftinin mezhebidir. O halde bu durumda
onların yapması gereken kitab ve sünneti bilen ilim adamlarına soru sormaktır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Eğer
bilmiyorsanız, zikir ehline (ilim ehline) sorun.” (en-Nahl, 16/43)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in kanaatine göre dinde
fakih olmak ancak ilim ve amel birlikte olduğu vakit tamam olur ve doğru yolda
ilerler. Her kim pekçok ilim tahsil etmekle birlikte onunla amel etmez yahut
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
gösterdiği hidayet yolunu izlemez, sünnet ile amel etmezse o kişi fâkih değildir.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat olan selef-i salih’in
akidesinin esaslarından birisi de şudur: Onlar masiyet ile emretmedikleri
sürece müslümanların emir sahiblerine itaati vacib görürler. Masiyet ile
emredecek olurlarsa, o hususta onlara itaat caiz değildir. Bunun dışında maruf
olan hususlarda onlara itaat gereği devam eder. Bu da yüce Allah’ın şu buyruğunun
bir gereğidir:
“Ey iman
edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir
sahiblerine de. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, herhangi bir
hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Rasûlüne götürünüz. Bu hem daha
hayırlı, hem de sonuç itibariyle daha güzeldir.” (en-Nisâ, 4/59)
Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın şu buyruğu da bunu gerektirmektedir:
“Kim bana
itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim bana karşı gelirse, Allah’a karşı
gelmiş olur. Emire itaat eden, bana da itaat etmiş olur. Emire isyan eden bana
da karşı gelmiş olur.” (Buharî ve Müslim);
“Başınıza başı bir kuru üzüm tanesini andıran
Habeş’li bir köle dahi tayin edilecek olursa, dinleyip, itaat ediniz.” (Buharî)[74]
“Sırtına
vursa, malını alsa dahi emire dinleyip itaat et, dinleyip itaat et.” (Müslim)
“Emirinden
hoşlanmadık bir şey gören bir kimse ona katlansın. Çünkü insanlar arasından kim
yöneticinin emrinden bir karış kadar dahi çıkacak olup da, bu haliyle ölecek
olursa mutlaka cahiliye ölümü ile ölür.” (Müslim)
O halde maruf olan hususlarda yöneticilere itaat
etmek ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in kabul ettiği esaslardan büyük bir esastır.
Bundan dolayı selef imamları bunu itikadi esaslar arasına sokmuşlar ve içinde
bu hususa dair açıklamanın ve buna dair bilgilerin bulunmadığı bir akaid kitabı
hemen hemen yok gibidir. Bu her müslüman için şer’î bir farizadır. Çünkü İslam
devletinde disiplinin var olması için temel bir esastır.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in görüşüne göre
müslüman yöneticilerin arkasında beş vakit namazı cuma, ve bayram namazlarının
kılınacağı, onların yönetimi altında iyiliğin emredilip münkerden sakındırılacağı,
cihad edileceği, haccedileceği, iyi ya da kötü olmalarının durumu etkilemeyeceği
görüşündedirler. Yine onlara salih olmaları ve doğru yolda yürümeleri için dua
edileceği[75], zahiren
sahih çizgi üzerinde olmaları halinde onlara nasihat edileceği[76]
görüşündedirler. Küfürden daha aşağı mertebede herhangi bir aykırılık işledikleri
takdirde kılıçla onlara karşı çıkmayı haram kabul eder ve bunlara sabredileceği
görüşündedirler. Çünkü Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- apaçık bir küfürleri ortaya çıkmadıkça masiyet olmayan
hususlarda onlara itaat etmeyi fitne zamanında savaşa katılmamayı, birlik iken
ümmeti bölmek isteyen kimselerle çarpışmayı emretmiştir. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle
buyurmaktadır:
“Sizin en
hayırlı yöneticileriniz kendilerini sevdiğiniz ve sizi seven, kendilerine dua
ettiğiniz ve size dua eden yöneticilerdir... Kötü yöneticileriniz ise
kendilerine buğzettiğiniz, size buğzeden, kendilerine lanet okuduğunuz ve size
lanet eden yöneticilerdir. Ey Allah’ın Rasûlü! Biz kılıçla bunlara karşı çıkmayalım
mı? diye sorulunca, şu cevabı verdi: Aranızda namazı kıldırdıkları sürece hayır.
Eğer sizler yöneticilerinizden hoşuna gitmeyecek bir şey görecek olursanız,
onların yaptıklarını hoş görmeyiniz, fakat itaatten de el çekmeyiniz.” (Müslim)
Yine Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Size
birtakım emirler tayin edilecektir. Birtakım uygulamalarını uygun bulacak, bir
kısmını uygun bulamayacaksınız. (Uygun olmayan şeyleri) hoş görmeyen bir kimse
kurtulur. Ona karşı çıkan kimse esenlik bulur, ancak razı olup (o münkerde
onlara) tabi olanlar müstesna.” Ey Allah’ın Rasulü! Onlarla çarpışmayalım mı?
diye sordular. Peygamber -sallahu aleyhi ve sellem-: “Namaz kıldıkları sürece
hayır” diye buyurdu.
(Müslim)[77]
Masiyet olan hususlarda onlara itaat etmek ise
caiz değildir. Çünkü bu konuda sünnet-i seniye’den gelmiş olan yasak bunu
gerektirmektedir. Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Hoşuna
giden ve gitmeyen hususlarda müslüman kişiye dinleyip itaat etmek düşer.
Masiyetle emrolunmadığı sürece. Eğer masiyetle emrolunacak olursa, ne dinlemek,
ne de itaat etmek sözkonusudur.” (Buharî)
Yine Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Allah’a isyanı gerektiren hususlarda itaat
yoktur. İtaat ancak maruf olan hususlardadır.” (Buharî ve Müslim)
İmamın (İslam devlet başkanının) yönettikleri
kimselere yaptığı uygulamalarda Allah’tan korkması ve yüce Allah’ın ümmeti
gözetmek, Allah’ın dini ve şeriatına hizmet etmek, genel ve özel herkese Allah’ın
hükümlerini uygulamak için yüce Allah’ın tayin ettiği bir görevli olduğunu da
bilmesi gerekir. İmamın güçlü olması Allah yolunda kınayanın kınamasından
çekinmemesi, ümmet, ümmetin dini, kanları, malları, namusları, şeref ve
haysiyetleri, menfaatleri, güvenlikleri, onları ilgilendiren hususlar ve yaşayışları
konusunda tam anlamıyla güvenilir bir kimse olmalıdır. Kendi adına, kendi nefsi
için intikam almaya kalkışmamalı, yalnız Allah için gazablanmalıdır. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle
buyurmuştur:
“Allah’ın,
yönetimi altına birtakım kimseleri verdiği bir şahıs öleceği günde yönetimi altında
bulunanları aldatmış olarak ölürse, mutlaka Allah ona cenneti haram kılar.” (Müslim)
Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın ashabını sevmek, onlara karşı kalblerini ve dillerini
tutmak, ehl-i sünnet ve’l-cemaat olan selef-i salih’in akidesinin esaslarındandır.
Çünkü iman ve ihsan itibariyle insanların en mükemmelleri, itaat ve cihat bakımından
en büyükleri idiler. Yüce Allah onları Peygamberi -sallallahu aleyhi ve sellem-’e ashab olmak üzere beğenip seçmiştir.
Kendilerinden sonra gelecek herhangi bir kimse ne kadar yüksek bir noktaya ulaşırsa
ulaşsın, asla yetişemeyeceği bir özelliğe sahib idiler. Bu ise Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ı görmek
ve onunla oturup kalkmak, birlikte olmak şerefidir.
Sahabe-i kiram’ın hepsi de yüce Allah’ın ve
Rasûlünün onların âdil olduklarını belirtmesi dolayısı ile adaletlidirler.
Onlar Allah’ın dostları ve seçkin kullarıdır. İnsanlar arasında seçtiği hayırlı
şahıslardır. Onlar Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’den sonra bu ümmetin en faziletlileridirler. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“İleriye
geçen muhacir ve ensar ile güzellikle onlara uyanlardan Allah razı olmuştur,
onlar da ondan hoşnut olmuşlardır. Bunlar için orada ebediyyen kalmak üzere altından
ırmaklar akan cennetler hazırlamışdır. İşte bu en büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 9/100)
Onların mü’min ve fazilet sahibi kimseler
olduklarına tanıklık etmek dinden olduğu kesinlikle bilinen kat’î bir esastır.
Onları sevmek dindir, imandır. Onlara buğzetmek küfürdür, münafıklıktır. Ehl-i
sünnet ve’l-cemaat onlardan ancak hayır ile sözederler. Çünkü Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onları
sevmiş, onları sevmeyi tavsiye (ve emr) etmiştir. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle
buyurmuştur:
“Ashabım
hakkında Allah’tan korkun, Allah’tan. Benden sonra onları bir hedef edinmeyiniz.
Çünkü onları seven bana sevgisi dolayısıyla sevmiştir. Onlara buğzeden de bana
olan buğzu dolayısıyla buğzetmiş demektir. Onlara eziyet eden bana eziyet etmiş
olur, bana eziyet eden de Allah’a eziyet etmiş demektir. Allah’a eziyet eden
kimseyi de aradan fazla geçmeden Allah azabı ile yakalar.”[78]
Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- ile sohbeti olan yahut onu gören ve ona iman eden bir
kimse arkadaşlığı bir sene, bir ay, bir gün yahut kısa bir süre dahi olsa o
ashab’dandır.
Ağacın altında bey’at etmiş sahabelerden hiçbir
kimse ateşe girmeyecektir. Aksine yüce Allah onlardan razı olmuş, onlar da
ondan razı olmuşlardır. Sayıları 1400 kişiden fazla idi. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- de: “Ağaç altında bey’at etmiş hiçbir kimse ateşe
girmeyecektir.” (Buharî) diye
buyurmuştur.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat, aralarında meydana
gelmiş anlaşmazlıklar hakkında ileri geri konuşmazlar.[79]
İşlerini Allah’a havale ederler. Onlardan isabetli olan kimse için iki ecir
sözkonusudur. Aralarından hatalı olan kimseye de tek ecir vardır, inşaallah
hatası da bağışlanacaktır.
Onlardan kimseye sövmezler, aksine onları
hakettikleri güzel övgülerle anarlar. Çünkü Peygamber --sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Ashabıma
sövmeyiniz, ashabıma sövmeyiniz. Nefsim elinde olana yemin ederim ki, sizden
herhangi bir kimse Uhud kadar altın infak edecek olursa, onlardan birisinin
harcadığı bir müdde yahut onun yarısı kadarına dahi yetişemez.” (Müslim)[80]
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat ashab-ı kiram’ın
hatadan korunmuş (masum) olmadıklarına inanırlar. Onlara göre yüce Allah tarafından
korunmak (masum oluş), Rasûllerinden seçtiği kimseler için tebliğ hususundadır.
Ayrıca yüce Allah ümmetin genelini -fertleri değil- hata içinde olmaktan korumuştur.
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-de şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah benim ümmetimi bir
sapıklık üzerinde biraraya getirmez. Allah’ın eli cemaatin üzerindedir.”[81]
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat Ebu Bekir, Ömer, Osman
ve Ali -Allah onlardan razı olsun- diye bildiğimiz dört sahabinin Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’den sonra
bu ümmetin hayırlıları olduklarına inanırlar. Raşid ve hidayet bulmuş halifeler
de sırasıyla bunlardır. Nübuvvet yolu üzere halifelik el-Hasen b. Ali -radıyallahu
anhüma-’ın halifeliği ile birlikte otuz yıl süre boyunca onlarla birlikte
devam etmiştir. Çünkü Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Hilafet
ümmetim arasında otuz yıldır. Bundan sonra ise mülk (krallık, hükümdarlık) olacaktır.” (Buharî ve Müslim)
Bundan sonra ehl-i sünnet ve’l-cemaat,
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in
isimlerini verdiği cennetle müjdelenmiş on kişinin diğerlerinden faziletli olduğunu
kabul ederler. Bu on kişi de şunlardır: Ebu Bekr es-Sıddîk, Ömer el-Faruk,
Osman Zinnureyn, Ali b. Ebi Talib, Talha b. Ubeydillah, ez-Zübeyr b. el-Avvâm,
Sa’d b. Ebi Vakkas, Said b. Zeyd, Abdu’r-Rahman b. Avf ve bu ümmetin emini Ebu
Ubeyde b. el-Cerrah’tır. Allah hepsinden razı olsun.
Daha sonra Bedir’e katılmış olanlar, sonra Rıdvan
bey’atinde bulunan ve ağaç altında bey’atte bulunmuş olanlar, sonra da diğer
ashab-ı kiram gelir.
Onları seven, onlara dua eden, onların haklarına
riayet edip, üstünlüklerini kabul eden kimse kurtuluşa erenlerden olur. Onlara
buğzedip, onlara dil uzatan kimse ise helâk olanlardandır.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın şu
buyruğunun gereği olarak Ehl-i Beyt’i de severler: “Ehl-i beyt’im hususunda sizlere Allah’ı hatırlatırım. Ehl-i beyt’im
hususunda sizlere Allah’ı hatırlatırım.” (Müslim); “Muhakkak Allah, İsmailoğullarını
seçti. İsmailoğullarından, Kinane’yi seçti. Kinane’den Kureyş’i seçti. Kureyş’ten
de Haşimoğullarını seçti. Haşimoğulları arasından da beni seçti.” (Müslim)[82]
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın hanımları -Allah hepsinden razı olsun- da onun ehl-i
beytindendir. Aynı zamanda onlar Kur’ân-ı Kerîm’in nassı ile mü’minlerin
anneleridir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Ey Peygamber hanımları, siz diğer kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz.
Eğer takvalı kimseler iseniz, edalı ve yumuşak söylemeyin. O takdirde kalbinde
hastalık bulunan kimseler umutlanır. Siz hep uygun söz söyleyin. Evlerinizde
oturun, ilk cahiliyeninki gibi açılıp saçılarak salınıp yürümeyin. Namazı da
dosdoğru kılın, zekatı verin. Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Ey ehl-i beyt!
Allah sizden ancak kiri giderip, tam anlamıyla sizi temizlemek ister.” (el-Ahzab, 33/32-33)
Huveylid’in kızı Hatice, Ebu Bekir’in kızı Âişe,
Ömer b. el-Hattab’ın kızı Hafsa, Ebu Süfyan’ın kızı Ummu Habibe, Ebu Umeyye b.
el-Muğire’nin kızı Ummu Seleme, Zem’a b. Kays’ın kızı Sevde, Cahş kızı Zeyneb,
Haris kızı Meymune, Haris b. Ebu Dırar kızı Cuveyriye ve Huyey b. Ahtab kızı
Safiye (Allah hepsinden razı olsun) onlardandır.
Yine ehl-i sünnet ve’l-cemaat hepsinin bütün
kötülüklerden tertemiz ve arındırılmış olduklarına, dünyada da, ahirette de
Peygamber efendimizin hanımları olduklarına inanırlar. Allah hepsinden razı
olsun.
En faziletlilerinin Huveylid kızı Hadice ile sıddîk’ın
kızı Âişe es-Sıddîka olduğunu kabul ederler. Yüce Allah aziz kitabında Âişe -radıyallahu
anhüma-’nın kendisine yapılan iftiradan çok uzak olduğunu bildirmiştir.
Dolayısıyla Allah’ın uzak olduğunu belirttiği şey ile ona iftirada bulunan
kimse kâfir olur. Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Aişe’nin
diğer kadınlara üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere üstünlüğü gibidir.” (Buharî)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat olan selef-i salih’in
akidesinin esaslarından birisi de şudur: Onlar dinde, dinden olmayan şeyleri
ortaya çıkartmış bulunan hevâ ve bid’at ehline buğzederler. Onları sevmezler,
onlarla arkadaşlık etmezler. Sözlerini dinlemez, onlarla oturup kalkmaz, din
hususunda onlarla tartışmaz, onlarla münazaraya girişmezler. Kulaklarını onların
batıl sözlerine karşı korumayı, onların durumlarını ve kötülüklerini açıklamayı,
ümmeti onlardan sakındırıp, insanların onlardan uzak kalmalarını sağlamayı da
uygun görürler. Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Benden
önceki ümmetler arasında Allah’ın gönderdiği ne kadar peygamber varsa, mutlaka
onun ümmeti arasından sünnetini alan, emrine uyan birtakım havarileri ve ashabı
olmuştur. Daha sonra onların yerine birtakım kimseler gelir, yapmadıkları şeyi
söyler, emrolunmadıkları işleri yaparlar. Bunlara karşı eliyle cihad eden kimse
mü’mindir, diliyle cihad eden mü’mindir, kalbiyle cihad eden mü’mindir. Bunun
ötesinde ise imandan hardal tanesi kadar dahi bir şey yoktur.”[83]
Yine Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Ümmetimin sonlarında sizlere ne sizin, ne
babalarınızın duymadıkları şeyleri söyleyecek kimseler olacaktır. Onlardan sakınabildiğiniz
kadar sakınınız.” (Müslim)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat bid’ati şöylece tarif
ederler: Peygamber -sallallahu aleyhi ve
sellem-’den sonra ortaya çıkartılmış hevâlar ile din kemale erdikten sonra
din diye uydurulan şeylerdir. Yapılmasına kitab ve sünnetten şer’î bir delil
bulunmayan herbir iş bid’attir. Aynı zamanda taabbüd ve yüce Allah’a yakınlaşmak
maksadıyla şeriate benzer, din diye ortaya konulan herbir yol da bid’attir.
Bundan dolayı bid’at sünnetin karşıtıdır. Şu da var ki sünnet hidayettir,
bid’at dalâlettir.
Onlara göre bid’at tevhidin kemaline aykırıdır. Şirke
giden yollardan bir yoldur. Bid’at Allah’ın teşrî’ kılmadığı bir şekilde
Allah’a ibadet etmek maksadını güder. Bir maksada ulaşmak için ortaya atılan
yollar da o maksadın hükmünü taşırlar. Yüce Allah’a ibadet hususunda şirke
götüren herbir yolun kapatılması ve dinde ortaya çıkan herbir bid’atin önünün tıkanması
gerekir. Çünkü din kemale erdirilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Bugün
sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size
din olarak İslâm’ı beğenip seçtim.” (el-Maide,
5/3)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur: “Her
kim bizim bu işimizde ondan olmayan bir şeyi sonradan ortaya atarsa, o red
olunmuştur.” (Buharî ve Müslim)
Yine Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Her kim bizim bu işimize uymayan bir amel işleyecek
olursa, o merduttur.” (Müslim); “Şüphesiz
sözün en hayırlısı Allah’ın kitabı, yolun en hayırlısı da Muhammed’in yoludur. İşlerin
en kötüleri ise sonradan uydurulanlardır, her bid’at bir sapıklıktır.”
(Müslim)[84]
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in görüşüne göre
bid’atler aynı mertebede değildir. Aksine bid’atler farklı farklıdır. Kimisi
dinden çıkartır, kimisi büyük günahlar seviyesindedir. Kimisi de küçük
günahlardan sayılır. Fakat hepsinin ortak niteliği sapıklık olmasıdır. Genel
bir bid’at onlara göre cüz’î bir bid’at gibi değildir. Birkaç bid’atten meydana
gelen karmaşık bir bid’at sade, basit bir bid’at gibi değildir. Gerçek bid’at
izafi (göreceli) bid’at gibi değildir. Hem zatı itibariyle bir değildir, hem
hükmü itibariyle.
Bid’atler hükümleri itibariyle farklı olup,
kimisi küfür, kimisi fasıklık olduğu ve bundan dolayı da hükümleri arasında
farklılık bulunduğu gibi, o bid’atleri işleyenin hükmü de farklıdır. İşte
bundan dolayı ehl-i sünnet bid’at ehli olan kimseler hakkında tek bir hüküm
vermezler. Aksine kişiden kişiye bid’atine göre hüküm farklılık arzeder. Cahil
ve te’vilci bir kimse, neye davet ettiğini bilen bir kimse gibi değildir. İçtihad
edebilen alim bir şahıs, bid’atine davet eden ve hevâsına uyan bir alim gibi değildir.
Yine bundan dolayı bid’atini açıktan açığa işleyen kimseye yahut ta o bid’ate
davet edip propagandasını yapan kimseye muamele ettikleri gibi, bid’atini
gizleyen kimseye davranmazlar. Çünkü bid’atinin propagandasını yaparak ona çağıran
bir kimsenin zararı başkasına da erişir. Böyle birisinin alıkonulması, açıktan
açığa yaptığının reddedilmesi gerekir. Böyle bir kimsenin bu halini sözkonusu
etmek gıybet olmaz. Ayrıca bu işten vazgeçmesini sağlayacak şekilde cezalandırılması
gerekir. Bu, bid’atinden vazgeçinceye kadar onun için bir cezadır. Çünkü böyle
bir kimse münker şeyleri açıkça ortaya koyduğundan cezalandırılmayı haketmiştir.
Bundan ötürü ehl-i sünnet herkese karşı diğerinden
farklı bir tutum takınırlar. Genel olarak bid’at ehline ve onları taklid
edenlere acırlar, onlara hidayet bulmaları için dua ederler. Sünnete bağlanmalarını,
hidayete uymalarını ümid ederler. Tevbe edinceye kadar da bu hususta onlara açıklamalarda
bulunur, zahirlerine göre haklarında hüküm verirler. Kalblerini ise -eğer
bid’atleri küfre götürmeyecek türden ise- Allah’a havale ederler.
Hevâ ve bid’at ehlinin üzerlerinde görülen ve
kendileri vasıtasıyla tanındıkları birtakım alâmetleri vardır. Yüce Allah onlar
hakkında kitab-ı kerim’inde, Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- de sünnetinde bize haber vermiş bulunmaktadır. Bu da
ümmeti onlardan sakındırmak, onların izledikleri yolları izlemekten uzak tutmak
içindir. Onların alâmetlerinin bazılarıŞeriatın maksadlarını bilmemek, ayrılık,
dağınıklık, cemaatten uzak kalmak, tartışmak, düşmanlık etmek, hevâya uymak,
aklı nakilden öne geçirmek, sünneti bilmemek, müteşabihlere dalmak, Kur’ân’ı
sünnete karşı koymak, şahısları ta’zimde aşırıya gitmek, ibadette sınırı aşmak,
kâfirlere benzemeye çalışmak, ehl-i sünnet’e, lakablar uydurmak, hadis ve
rivayet ehline buğzetmek, Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’in haberlerini taşıyanlara düşmanlık edip, onları hafife
almak, delilsiz olarak kendilerine muhalefet edenlerin kâfir olduklarını
söylemek, hak ehline karşı yönetici ve sultanların yardımını almak.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in görüşüne göre
bid’atin esasları dörttür:
Rafızilik, haricilik, kaderiye’nin ve mürcie’nin
görüşleri. Sonra da bu fırkaların herbirisinden pekçok fırkalar dallanıp,
budaklanmış ve nihayet yetmişiki fırkayı bulmuşlardır, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın haber
verdiği gibi.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in bu hevâ ve bid’at
ehline cevap vermek hususunda oldukça güzel gayretleri olmuştur. Onlara karşı
daima tetikte bulunmuşlardır. Bid’at ehline dair söyledikleri sözleri gerçekten
çoktur. Hepsini kaydetmek maksadıyla değil de örnek olmak üzere bu sözlerin bir
bölümünü zikredelim:
İmam Ahmed b. Sinan el-Kattân -yüce Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- dedi ki:
“Dünyada ne kadar bid’atçi varsa, mutlaka hadis
ehline buğzeder. Çünkü adam bid’at ortaya koydu mu kalbinden hadisin lezzeti
sökülüp, alınır.”[85]
İmam Ebu Hatim el-Hanzalî er-Razî -yüce Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- der ki:
“Bid’at ehlinin alameti rivayet alimlerine dil
uzatmaktır. Zındıkların alâmeti ise rivayet ilmiyle uğraşanlara Haşviye adını
vermeleridir. Onlar böylelikle rivayetleri iptal etmek istediler. Cehmiye’nin
alâmeti ise ehl-i sünnete müşebbihe adını vermeleridir. Kaderiye’nin alâmeti
ise ehl-i sünnet’e Cebriyeciler adını vermeleridir. Mürcie’nin alâmeti, ehl-i
sünnet’e muhalifler ve noksancılar adını vermeleridir. Rafızilerin alameti,
ehl-i sünnete Nevâsıb adını vermeleridir. Ehl-i sünnet’e ise ancak bir isim
uygun düşebilir. Bütün bu isimlerin onlar hakkında kullanılmalarına imkân
yoktur.”[86]
İmam Ahmed b. Hambel’e, Mekke’de İbn Kuteyle’ye
ashabu’l-hadis’ten söz edilince, onun: Ashabu’l-hadis kötü bir topluluktur dediği
söylenince, Ahmed b. Hambel elbisesini silkeleyerek kalktı ve bu arada: “O zındık
birisidir, zındık birisidir, zındık birisidir” sözlerini eve girinceye kadar
tekrarlayıp durdu.[87]
Yüce Allah hadis ehli ve sünnet ehlini
kendilerine nisbet edilen bütün bu kusurlardan korumuştur. Onlar ancak sünnet
ehlidirler. Onların yaşayışları beğenilen bir yaşayıştır, yolları düzgündür,
onlar güçlü ve tartışılmaz delillerin sahibleridir. Yüce Allah kitabına uymak,
peygamberinin sünnetine bağlanmak muvaffakiyetini onlara vermiş, kendisinin din
önderlerinin ilimleriyle amel eden ümmetin alimlerinin muhabbetine kalblerini
genişletmiştir. Bir kavmi seven bir kimse ise onlardandır. Nitekim Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buharî) diye buyurmuştur.
Buna göre Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ı ve onun ashabını, onlara güzel şekilde
tabi olanları, hidayet önderlerini, şeriat alimleri, hadis ve eser ehli olup
faziletleri belirtilen ilk üç nesilde gelip, daha sonra da günümüze kadar
onlara tabi olan kimseleri sevenler, bilelim ki onlar sünnet sahibi
kimselerdir.[88]
Emîru’lmü’minîn Ömer b. el-Hattab -radıyallahu anh- şöyle demiştir: “Kur’ân-ı
Kerîm’in müteşabihleri ile sizlerle tartışacak birtakım kimseler gelecektir.
Siz de onları sünnetlerle susturunuz, çünkü sünnete tabi olan kimseler Allah’ın
kitabını en iyi bilen kimselerdir.”[89]
Abdullah b. Ömer’den gelen rivayete göre ona
kaderi inkâr eden kimseler hakkında soru soran kimseye şöyle cevab vermiştir:
“Bunlarla karşılaştığın zaman onlara şunu bildir ki İbn Ömer onlardan uzaktır,
onlar da ondan uzaktırlar -ve bu sözlerini üç defa tekrarlamıştır.-[90]
Abdullah b. Abbas -radıyallahu anhüm- da şöyle demiştir: “Hevâ ehli olanlarla
oturup kalkma, çünkü onlarla oturup kalkmak kalbleri hasta eder.”[91]
Büyük ilim adamı zahid el-Fudayl b. Iyad -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- de şöyle demiştir: “Bid’at sahibi kimseye dinin
hususunda sakın güvenme, işlerinde onunla istişare etme. Onun yanında oturma,
bid’at sahibi kimsenin yanına oturan bir kimsenin yüce Allah kalbini kör eder.” [92]
İmam Hasan-ı Basrî -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- şöyle demiştir: “ Şanı yüce Allah hevâ sahibi bir kimseye tevbe etmeye
izin vermeyi kabul etmemiştir.” [93]
İmam Abdullah b. el-Mubarek -Allah’ın rahmeti
üzerine olsun- de şöyle demiştir: “Allah’ım, bid’at sahibi bir kimsenin bana
bir iyilik yapmasına ve bunun sonucunda kalbimin ona sevgi beslemesine imkân
verme.” [94]
Hadiste mü’minlerin emiri olan Süfyan es-Sevrî
-Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demektedir: “Her kim bir kimsenin bid’at
sahibi olduğunu bildiği halde o kimseye kulak verecek olursa, Allah’ın koruması
üzerinden kalkar ve kendi haline terkedilir.”[95]
İmam el-Evzaî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
de şöyle demiştir:
“Bid’at sahibi kimsenin tartışmasına imkân
vermeyiniz. O vakit fitnesi dolayısıyla kalbinize şüphe sokar.”[96]
İmam Muhammed b. Sîrîn de bid’atlerden sakındırarak
şöyle demektedir: “Bir bid’at ortaya koyup da sünnete başvuran hiçbir kimse
yoktur.”[97]
İmam Malik b. Enes -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- de şöyle demektedir: “Bid’at ehli kimse nikâhlanmaz, bid’at ehli kimseye
kız verilmez ve onlara selam da verilmez.”[98]
İmam Şafîi -yüce Allah’ın rahmeti üzerine
olsun-den rivayete göre o, kelâm meselelerinden herhangi bir husus hakkında
konuşan bir topluluk görmüş, yüksek sesle bağırarak şöyle demiş: “Ya hayır ile
bize komşuluk edersiniz, yahut yanımızdan kalkar gidersiniz.”[99]
Ehl-i sünnet’in imamı Ahmed b. Hambel -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- de şöyle demektedir: “Şüphesiz bid’at ve hevâ ehlinden
müslümanlara ait herhangi bir iş hakkında yardım istememek gerekir. Çünkü böyle
bir şey yapmak, dine en büyük zarardır.”[100]
Yine şöyle demiştir: “Bütün bid’atlerden sakın.
Bid’at ehli hiçbir kimseye dinin hakkında istişare etme.” [101]
İmam Abdu’r-Rahman b. Mehdî -Allah’ın rahmeti
üzerine olsun- de şöyle demiştir:
“Hevâ sahibi kimseler arasında cehm’in taraftarlarından
daha kötüleri yoktur. Bunlar semada hiçbir şey yoktur diyecek kadar ileri
gidiyorlar. Allah’a yemin ederim, onlarla evlenilmeyeceği ve onlardan miras alınıp,
miras bırakılmayacağı görüşündeyim.”[102]
Ebu Kilâbe el-Basrî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
de şöyle demiştir: “Hevâ ehli olanlarla oturup kalkmayınız, çünkü sizler onların
içine daldıklarına girmeyecek olsanız dahi, bildiğiniz şeyleri sizin için
içinden çıkılmayacak şekilde karıştırırlar.”[103]
Eyyub es-Sahtiyânî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
de şöyle demiştir: “Muhakkak ki hevâ ehli sapık kimselerdirler. Görüşüme göre
onlar ancak cehenneme gideceklerdir.”[104]
Kadı Ebu Yusuf -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
de şöyle demiştir: “Ben Cehmiyecinin, Rafızinin ve Kaderiyeci kimsenin arkasında
namaz kılmam.”[105]
Şeyhu’l-İslam Ebu Osman İsmail es-Sabunî -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: “Bid’at ehli olan kimselerin alametleri
üzerlerinde açıkça görülür. Onların alamet ve belirtilerinin en açık olanı ise
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
haberlerini taşıyan kimselere düşmanlık etmeleri, onları küçümsemeleri, onlara
Haşviye, cahil, zahiriye ve müşebbihe adını vermeleridir. Çünkü onlar
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’e
dair haberlerin ilimle ilgisi olmadığına inanırlar. Onlara göre ilim şeytanın
bozuk akıllarının sonuçları ile karanlık kalblerinin vesveseleri arasından
kendilerine telkin etmiş olduğu şeylerdir.”[106]
İmam Şafîi -yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
bid’at ve hevâ ehlinin hükümlerini şu sözleriyle açıklamaktadır: “Kelâmcılar
hakkındaki hükmüm şu ki: Onlar sopalarla dövülür, develere bindirilir. Aşiret
ve kabileler arasında dolaştırılarak Kitab ve sünneti terkedip kelâma dalan
kimselerin cezası budur, diye teşhir edilirler.”[107]
İmam Muhammed el-Huseyn b. Mes’ud b. el-Ferra
el-Beğavî de şöyle demektedir: “Sahabe, tabiûn ve onlara tabi olanlar ile
sünnet alimleri bid’at ehline düşmanlık etmek ve onlarla ilişkileri kesmek şeklinde
tavır takınagelmişlerdir.” [108]
İsmail es-Sabunî değerli kitabı “Akidetu’s-Selefi Ashabi’l-Hadis” adlı
eserinde ehl-i sünnet’in bid’at ehli olan kimseleri kahredip, zelil kılmanın
gerektiği üzerinde icma ettiklerini nakletmiş ve şöyle demiştir:
“Bu kitabçıkta kaydettiğim ifadeler onların
hepsinin benimsediği bir inanç idi. Bu hususta birbirlerine muhalefetleri
yoktu. Hatta bunların hepsi üzerinde icma etmişler, bununla birlikte bid’at
ehlini kahretmek, onları zelil etmek, hakir düşürmek, uzaklaştırmak, uzakta
tutmak, onlardan ve onlarla arkadaşlıktan, oturup kalkmaktan uzaklaşmak, onlara
uzak kalıp, onlardan uzaklaşmak ile yüce Allah’a yakınlaşmak gereği üzerinde de
sözbirliği etmişlerdir.”
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat olan selef-i salih’in
akidesinin esaslarından birisi de onların iyiliği emredip, kötülükten alıkoymalarıdır.[109]
Bu ümmetin hayırlı olma özelliğinin bu yolla kalacağına, İslam’ın şiârlarının
en büyüklerinden biri olduğuna, İslam cemaatinin korunmasının sebebi olduğuna
da inanırlar. İyiliği emretmek, güç ve imkân oranında vacibtir. Bu hususta
maslahat gözönünde bulundurulur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Siz
insanlar için çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder,
kötülükten vazgeçirirsiniz. Siz Allah’a da iman edersiniz.” (Âl-i İmran, 3/110)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmaktadır: “Sizden kim bir kötülük (münker) görürse, onu eliyle değiştirsin, gücü
yetmezse diliyle, gücü yetmezse kalbiyle (değiştirsin). Bu imanın en zayıf
halidir.” (Müslim)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat emir ve yasaklamada
bulunurken yumuşaklığa öncelik tanınacağı, hikmetle ve güzel öğütle davette
bulunulacağı görüşündedirler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Rabbinin
yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel yolla mücadeleni
yap...”
(en-Nahl, 16/125)
İyiliği emredip, münkerden alıkoyarken yüce
Allah’ın şu buyruğunun bir gereği olarak insanların verecekleri eziyetlere
katlanmanın vacib olduğu görüşündedirler:
“İyiliği
emret, kötülükten alıkoy, sana isabet edene de sabret. Çünkü bunlar azmedilmesi
gereken işlerdendir.”
(Lukman, 31/17)
Ehl-i sünnet iyiliği emredip, münkerden alıkoyarken
aynı zamanda cemaati korumak, kalbleri birbirine ısındırmak, sözbirliğini
gerçekleştirmek, ayrılığı ve tefrikayı ortadan kaldırmak diye ifade edebileceğimiz
bir başka esası da gözönünde bulundururlar.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat her müslümana nasihatta
bulunur, birr (iyilik) ve takvâ ölçüleri içerisinde yardımlaşırlar.
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Din
nasihattir.” Biz: Kime diye sorduk, şöyle buyurdu: “Allah’a, kitabına,
rasûlüne, müslümanların yöneticilerine ve onların hepsine.” (Müslim)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat cuma namazı, farz
namazların cemaatle kılınması, hac, cihad ve iyi ya da kötü olsunlar
yöneticilerle birlikte -bid’atçilerin hilâfına- bayramların yapılması gibi İslam’ın
şiarlarının uygulanmasına dikkat ederler.
Farz namazları eda etmeye ve vaktinin başında
cemaatle kılmaya gayret eder ve bu hususta ellerini çabuk tutarlar. Namaz
vaktinin başı sonundan daha efdaldir. Namazda huşu ve itmi’nân (tadil-i erkân)’a
riayet edilmesini söylerler. Bu da yüce Allah’ın şu buyruğunun gereğidir:
“Mü’minler
gerçekten felâh bulmuşlardır. Onlar ki namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mu’minun, 23/1-2)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat geceleyin namaz kılmayı
birbirlerine tavsiye ederler. Çünkü bu Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın izlediği bir yoldur. Yüce Allah da
peygamberine gece namazı kılmasını ve yüce Allah’a itaat hususunda bütün
gayretini ortaya koymasını emretmiştir.
Âişe -Radıyallahu
anh-dan gelen rivayete göre Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- ayakları çatlayacak hale gelinceye kadar gece namaz kılardı.
Âişe ona: Ey Allah’ın Rasûlü! Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamış
olduğu halde, niçin böyle yapıyorsun? deyince, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-: “İşte bundan dolayı benim Allah’a
çokça şükreden kul olmayı sevmem gerekmez mi?” diye cevab vermiştir. (Buharî)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat imtihana maruz kaldıkları
konumlarda sebat gösterirler. Bu da belâlar karşısında sabır ile rahatlık ve
bolluk halinde şükür ile ilâhi kaza ve takdirin acı olanlarına da sabır ile
olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Sabredenlere
de ecirleri hiç şüphesiz hesapsız verilir.” (ez-Zümer, 39/10)
Peygamber
-sallallahu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ki mükâfatın büyüklüğü belânın büyüklüğü ile birlikte
sözkonusudur. Muhakkak Allah bir topluluğu sevdi mi onlara belâ verir. Kim razı
olursa, onun için de (ilahi) rıza vardır. Kim de razı olmazsa, onun için de razı
olmayış sözkonusudur.”[110]
Ehl-i sünnet belayı temenni etmezler ve
Allah’tan bela istemezler. Çünkü onlar bu belalara karşı sebat gösterip
gösteremeyeceklerini bilemezler. Ancak belalara maruz kaldıklarında da
sabrederler.
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:
“Düşmanla
karşılaşmayı temenni etmeyiniz, Allah’tan afiyet dileyiniz. Onlarla karşılaştığınız
takdirde ise sabrediniz.” (Buharî ve Müslim)
Ehl-i sünnet mihnet ve sıkıntı zamanlarında
Allah’ın rahmetinden ümit kesmezler, çünkü yüce Allah bunu haram kılmıştır. Ancak
bela günlerinde pek yakın bir kurtuluş ümidi ve kesin ilahi yardımı ümit ederek
yaşarlar. Çünkü onlar Allah’ın vaadine güvenirler, zorlukla birlikte kolaylığın
olduğunu bilirler. Karşılaştıkları mihnetlerin sebeblerini kendi nefislerinde
araştırırlar, kendilerine isabet eden mihnet ve musibetlerin ancak ellerinin
kazandıkları sebebiyle gelip çattığı kanaatinde olurlar. Yardımın bazen
masiyetlere düşmek yahut şeriata tabi olmaktaki kusur sebebiyle gecikmiş
olabileceğini düşünürler. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Size isabet eden her musibet ellerinizle
kazandıklarınız sebebi iledir.” (eş-Şûrâ,2/30)
Mihnetlerde ve din uğrundaki çalışmalarında
yeryüzü sebeplerine ve dünyevi aldanışlara güvenmezler. Ancak kevnî
sünnetlerden gafil olmazlar. Yüce Allah’a karşı takvalı olmanın, günahlardan
dolayı mağfiret dilemenin, Allah’a güvenip rahatlık zamanlarında şükretmenin
zorluktan sonraki kurtuluşun çabuklaştırılması için önemli sebepler arasında
olduğunu kabul ederler.
Ehl-i sünnet nimete karşı nankörlük etmenin
cezasından korkarlar. Bundan dolayı insanlar arasında yüce Allah’a en çok şükreden
ve hamdedenlerin küçük ya da büyük her nimet halinde bu hallerini sürdürmeye
çalışanların onlar olduğunu görürsün. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Sizden
daha aşağıda bulunana bakınız, sizden daha yukarda olanlara bakmayınız. Çünkü
böylesi Allah’ın üzerinizdeki nimetlerini küçümsememeniz için daha uygundur.” [111]
Ehl-i sünnet güzel âhlâki değerler ve güzel
amellerle bezenmeye çalışırlar. Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Mü’minler
arasında imanı en mükemmel olanları ahlâkı en güzel olanlarıdır.” [112];
“Şüphesiz aranızda benim en sevdiğim ve bana kıyamet gününde konumu itibariyle
en yakınınız ahlâkı en güzel olanınızdır.” [113];
“Mizana konulacaklar arasında güzel ahlâktan daha ağır hiçbir şey yoktur. Şüphesiz
güzel ahlâk sahibi bunun sayesinde çokça oruç tutan, namaz kılan kimsenin
mertebesine bile ulaşır.” [114]
İlim ve amelde ihlâslıdırlar. Bu işlerine riyânın
girmesinden korkarlar. Yüce Allah:”Uyanık
olun, halis olan din yalnız Allah’ındır.” (ez-Zümer, 39/3) diye buyurmuştur.
Yüce Allah’ın haram kıldığı hususlara gereken
saygıyı gösterirler. Haram kıldıkları şeyler çiğnendiği vakit rahatsız olurlar.
Allah’ın din ve şeriatinin zaferi için gayret gösterirler. Müslümanların saygı
duyulması gereken haklarını çokça ta’zim eder, onlar için hayrı çokça isterler.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Kim
Allah’ın şeâirini ta’zim ederse, şüphesiz ki o kalblerin takvâsındandır.” (el-Hac, 22/32)
Hayır işlerken içleri ile dışları arasında
hiçbir fark olmayacak şekilde münafıklığı terketmeye, yaptıkları amelleri
gözlerinde küçük görmeye, ahiret amellerini her zaman için dünya işlerinden
önde tutmaya gayret ederler.
Kalbleri incedir, yüce Allah’ın haklarına karşı
kusurlu olduklarından ötürü -Allah onlara merhamet eder ümidiyle- çokça ağlar,
bir cenaze gördüklerinde yahut ölümü ve ölüm sekerâtını son nefesin kötü bir
halde verilmesini hatırladıklarında ise çokça ibret alır, ağlar, kalbleri adeta
yerinden oynarcasına ölüm işine gereken önemi verirler.
Herhangi birileri Yüce Allah’a yakınlık
derecesinde ne kadar ileri mertebeye gitmişse, alçak gönüllülüğü o derece fazla
olur.
Gece gündüz çokça tevbe ederler, mağfiret
dilerler. Çünkü onlar itaat hallerinde dahi günahtan kurtulamadıklarını
görürler. Bundan dolayı itaatlerindeki huşularının azlığından yüce Allah’ın
gözetimi altında olduklarını az düşünmelerinden ötürü mağfiret dilerler, herhangi
bir amelleri dolayısı ile kendilerini beğenmeye (ucb) kalkışmazlar. Meşhur
olmaktan hoşlanmazlar, aksine günahları bir tarafa, itaat hallerinde bile
eksiklik ve kusurlarının bulunduğu görüşündedirler.
Takva hususunda işi çokça sıkı tutarlar,
onlardan herhangi bir kimse takva sahibi olduğunu iddia etmez, yüce Allah’tan
çokça korkarlar.
Sonları kötü olur korkusuyla Allah’tan çokça
korkarlar. Allah’ı anmaktan gafil olmazlar. Dünya onlara göre değersizdir,
dünyayı şiddetle reddederler. Allayıp pullamaksızın ihtiyacı karşılayacak kadarı
müstesnâ -evler yapmaya pek önem vermezler. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır: “Allah’a yemin ederim, âhirete göre dünya
ancak sizden herhangi bir kimsenin parmağını ne alır diye bakmak üzere şu denize
daldırıp, çıkarması gibidir.” (Müslim)
Dine yahut dindarlara zararı dokunan hataları
kabul etmezler. Aksine bu gibi hataları reddederler ve böyle bir söz söyleyen
kimse için de mazur görülebileceği bir sebep bulmaya çalışırlar. Müslüman kardeşlerinin
hatalarını çokça örtmeye çalışırlar. Kendi nefisleri adına münakaşaya girmemeye
çokça gayret ederler. Herhangi bir kimsenin bir hatasının ortaya çıkmasını
sevmezler. İnsanların ayıpları ile uğraşmaktansa kendi kusurları ile meşgul
olurlar. Başkalarının kusurlarını örtmeye de, sırlarını gizlemeye de gayret
ederler.
Bir kimse hakkında duyduklarını ona ulaştırmazlar.
İnsanlara düşmanlığı terkederler ve onları idare etmeye, herhangi bir kimseye
kötülükle karşılık vermemeye dikkat ederler. O bakımdan onlar kimseye (şahsi)
düşmanlık beslemezler. Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır: “Cennete
başkasının lafını alıp götüren hiçbir kimse girmez.” (Buharî ve Müslim)
Meclislerinde gıybetin kapısını kapatırlar,
meclislerini bir günah meclisine dönüşmemesi için gıybet etmekten dillerini alıkoyarlar.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Kiminiz
kiminizin gıybetini yapmasın. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır
mı? İşte bundan tiksindiniz.” (el-Hucurât,
49/12)
Çokça haya, edeb, sevgi, ağırbaşlılık ve vakar
sahibidirler. Az konuşur, az güler, çokça susar ve hikmetle konuşurlar.
Böylelikle bir şeyler öğrenmek isteyenin işini kolaylaştırırlar. Dünyalık
sebebiyle sevinmezler, bu ise akıllarının kemalinden ötürüdür. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle
buyurmaktadır:
“Allah’a
ve âhiret gününe iman eden bir kimse ya hayır söylesin yahut sussun.” (Buharî
ve Müslim)
Yine şöyle buyurmuştur: “Susan kimse
kurtulur.”[115]
Dövmek, mallarını almak, şeref ve haysiyetlerine
dokunmak yahut buna benzer bir yolla kendilerine eziyette bulunan herkesi çokça
affedip bağışlarlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Öfkelerini yutanlar ve insanları
affedenlerdir onlar. Allah iyilik edenleri sever.” (Al-i İmran, 3/134)
İblis’e karşı savaşta gaflete düşmezler. Onun
hile ve tuzaklarını, avlanma usullerini bilmeye çokça gayret eder, abdest,
namaz ve diğer ibadetlerde kendilerini vesveseye kaptırmazlar. Çünkü bütün
bunlar şeytandandır.
İhtiyaçlarından arta kalan mallarından gece
gündüz, gizli açık çokça sadaka verirler. Arkadaşlarının durumlarını çokça
sorup araştırırlar. Buna sebeb ise onların ihtiyaç duyacakları yiyecek,
giyecek, mal gibi hususlarda onları gözetmektir. Buldukları takdirde, helalde
de israfa gitmezler.
Cimriliği yerdikleri gibi çokça cömerttirler,
mallarını fedakarca harcar, yolculukları halinde de ikamet ettikleri zamanlarda
da kardeşlerini gözetirler. Böylelikle asıl maksat olan dinin zaferi hususunda
yardımlaşma ve dayanışma gerçekleşir. Kardeşlere iyilikte bulunmayı,
birbirlerini sevindirmeyi çokça arzu ederler ve bu hususta kardeşlerini
kendilerine tercih ederler.
Şer’î bir mazeret olması hali dışında, misafire
ikramda bulunur ve bizzat kendileri ona hizmet ederler. Bununla birlikte
kendilerinde kalması, ona yemek yedirmek ve ona hizmet etmekle, ona gereken
mükafatta bulundukları kanaatine sahip olmazlar, ona hüsn-ü zan beslerler. Yemeği
haram olan kimse yahut ta fakirleri dışarıda tutup, sadece zenginleri davet
eden ya da ziyafet mahallinde herhangi bir masiyet işlenmesi hali dışında,
kardeşlerinin davetlerine icabet ederler.
Büyük bir tarafa küçüklerle bile, yakın bir
tarafa uzaklarla, alim bir tarafa cahillerle bile, güzel edeb ile geçinirler.
İnsanların arasını düzeltmeye çalışırlar. Çünkü
bu hayır kapılarının en güzeli, iyiliğin zirvesidir. Çünkü insanların aralarının
düzeltilmesi ile; müslümanlar arasında düşmanlığı körüklemek, kini harekete
getirmek ve ilişkilerini bozmak şeklindeki şeytanın plan ve amaçlarını bozar.
Kıskançlığı kabul etmezler. Çünkü kıskançlık düşmanlık
ve kin doğurur, imanı zayıflatır, dünyayı ve dünyada bulunan şeyleri -şer’î bir
maksat sözkonusu olmaksızın- sevdirir.
Anne-babaya iyilikte bulunmayı, onlara karşı
güzel davranmayı emrederler. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Biz insana anasına babasına iyi davranmayı
tavsiye (emr) ettik.” (el-Ankebut,
29/8)
Güzel komşuluk ilişkilerini, Allah’ın kullarına
karşı yumuşak davranmayı, akrabalık bağını gözetmeyi, selâmı yaygınlaştırmayı,
fakir, yoksul, yetim ve yolculara merhametli olmayı emrederler.
Övünüp, böbürlenmeyi, kendisini beğenmeyi, haksızlık
yapmayı, haksız yere insanlara karşı çıkmayı yasaklarlar. Her hususta adaletten
ayrılmamayı emrederler.
Şeriatın işlerimizi teşvik ettiği faziletli
hiçbir işi küçümsemezler. Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Kardeşini
güleç bir yüzle karşılımak dahi olsa, iyilik namına hiçbir şeyi küçümseme.”
(Müslim)
Kötü zan beslemeyi, gizlilikleri araştırmayı
(tecessüs),müslümanların kusurlarının peşine takılmayı yasaklarlar. Çünkü böyle
bir tutum toplumsal ilişkileri bozar, kardeşlerin arasını ayırır, fesadı eker.
Kendi nefisleri için kızmazlar, çünkü onlar gazabın fıkhını iyi bilirler.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Öfkelerini yutanlar ve insanları
affedenlerdir onlar. Allah iyilik edenleri sever.” (Al-i İmran, 3/134)
...Ve buna benzer nebevî ahlâkın diğer hususları...[116]
1- Muâz b. Cebel -radıyallahu anh- şöyle
demiştir:
“Ey insanlar! İlim kaldırılmadan önce, ilim öğrenmeye
bakınız. Şunu biliniz ki ilmin kaldırılması ilim ehli olan kimselerin
gitmesidir. Bid’atlerden, bid’at ortaya koymaktan, aşırılıktan sakınınız, siz
eski halinize uymaya bakınız.”[117]
2- Huzeyfe b. el-Yeman -radıyallahu anh- şöyle
demiştir: “Rasûlullah -sallallahu aleyhi
ve sellem-’ın ashabının ibadet diye yapmadığı hiçbir şeyi siz de ibadet
diye yapmayınız. Çünkü önce gelen, sonra gelene söyleyecek söz bırakmamıştır.
Ey Alimler topluluğu! Allah’tan korkunuz. Sizden öncekilerin izlediği yolu tutunuz.”[118]
3- Abdullah b. Mes’ud -radıyallahu anh- dedi ki:
“Sizden kim başkalarının izinden gidecekse, ölmüş olanların sünnetine uysun.
Bunlardan kastım Muhammed -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın ashabıdır. Onlar bu ümmetin en hayırlıları idiler.
Kalbleri en iyi, ilimleri en derin, kendilerini külfete sokmaları en az
olanlardı. Allah tarafından Peygamberinin arkadaşlığı, dinini taşımaları için
seçilmiş bir topluluktular. Sizler de ahlakınızı onların ahlakına, yolunuzu
onların yoluna benzetiniz. Çünkü onlar dosdoğru hidayet üzere idiler.”[119]
Yine şöyle demiştir: “Tabi olunuz, bid’at ortaya koymayınız. Çünkü ona ihtiyacınız
yoktur. Siz eski yola uymaya bakınız.”[120]
4- Abdullah b. Ömer -radıyallahu anh- da şöyle
demiştir: “İnsanlar öncekilerin izlerine uydukları sürece doğru yol üzere
kalmaya devam edeceklerdir.”[121];
“Herbir bid’at bir sapıklıktır, isterse insanlar onu güzel görsünler.”[122]
5- Büyük sahabi Ebu’d-Derda -radıyallahu anh- da şöyle demiştir: “Sen
öncekilerin izini izlediğin sürece asla sapmazsın.”[123]
6- Emîru’l mü’minin Ali b. Ebi Talib -radıyallahu
anh- şöyle demiştir: “Eğer din görüşe göre olsaydı, mestlerin iç taraflarının
meshedilmesi, üst taraflarının meshedilmesinden daha uygun olurdu. Fakat ben
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ı
mestlerin üst taraflarına meshederken gördüm.”[124]
7- Abdullah b. Amr b. el-Âs (r.anhumâ) dedi ki:
“Bir bid’at ortaya kondu mu mutlaka daha da uygulama alanı bulur. Bir sünnet de
ortadan kalktı mı o sünnetinde kayboluşu
artarak devam eder.[125]
8- Âbis b. Rabia’dan dedi ki: Ben Ömer b.
el-Hattab’ı Hacer-i Esved’i öperken ve bu arada şunları söylerken gördüm: “Ben
senin fayda veremeyen, zararı da olmayan bir taş olduğunu çok iyi biliyorum. Eğer
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ı
seni öperken görmemiş olsaydım, ben de seni öpmezdim.” (Buharî ve Müslim)
9- Adaletli halife Ömer b. Abdu’l-Aziz -radıyallahu
anh- şöyle demiştir: “O kavmin durduğu yerde sen de dur. Çünkü onlar
bilerek durmuşlardır. Derin bir görüş ile uzak kalmışlardır. O durdukları
noktayı açığa çıkarmakta onlar daha güçlü idiler. Eğer bu işte bir fazilet
olsaydı, onu yapmaya da daha layık idiler. Şâyet sizler “onlardan sonra meydana
geldi” diyecek olursanız, şüphesiz onların yollarına muhalefet eden ve
sünnetlerinden yüz çevirenden başkası bu yeni şeyi ortaya çıkarmış değildir.
Onlar şifa için yeterli olacak kadarını söylediler, yetecek kadar söz
söylediler. Onlardan öteye giden aşırıya kaçmış, onlardan geriye kalan kusur
yapmış olur. Birtakım kimseler onlardan geriye kaldı, bundan dolayı onlar uzak
düştüler. Bazıları da onları geride bıraktı, bundan dolayı aşırıya kaçtılar.
Onlar ise bu ikisi arasında hiç şüphesiz dosdoğru bir hidayet üzerinde idiler.”[126]
10-İmam Evzaî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
de şöyle demektedir: “İnsanlar seni reddetseler dahi sen selef’in izinden
gitmeye bak. Sözleriyle sana süslü gösterseler dahi, insanların görüşlerinden
uzak dur. Çünkü böyle yapacak olursan, sen dosdoğru yol üzere olduğun halde
mesele senin için açıklık kazanır.”[127]
11- Eyyub es-Sahtıyanî -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- şöyle demektedir: “Bid’at sahibi bir kimsenin gayreti ne kadar artarsa,
mutlaka Allah’tan daha da uzaklaşır.”[128]
12- Hassan b. Atiyye -yüce Allah’ın rahmeti
üzerine olsun- şöyle demiştir: Bir topluluk dinleri hakkında bir bid’at ortaya
koydular mı mutlaka onun benzeri olan bir husus sünnetleri arasından çekilip alınır.”[129]
13- Muhammed b. Sîrîn -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- şöyle demiştir: “Şöyle diyorlardı: Kişi öncekilerin izi üzere yürümeye
devam ettikçe, doğru yol üzerinde devam ediyor demektir.” [130]
14- Süfyan es-Sevrî -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- şöyle demiştir: “İblis, bid’ati masiyetten daha çok sever. Çünkü
masiyetten tevbe edilir, bid’atten ise tevbe edilmez.”[131]
15- Abdullah b. el-Mubarek -Allah’ın rahmeti
üzerine olsun- şöyle demektedir: “Güvenip, dayandığın eser (öncekilerin izi)
olsun. Sen, sana hadisi açıklayacak kadarını görüşlerden al.”[132]
16- İmam Şafîi -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle
demektedir: “Sünnete muhalif olarak hakkında söz söylediğim ne kadar mesele
varsa, ben ondan hayatımda olsun, ölümümden sonra olsun dönüyorum,
vazgeçiyorum.”[133]
er-Rabî’ b. Süleyman’dan dedi ki: Şafîi bir gün bir hadis rivayet etti. Bir
adam ona: Ey Abdullah’ın babası sen de bunu kabul ediyor musun? deyince, şöyle
dedi: “Ben Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve
sellem-’den sahih bir hadis rivayet edip de onun gereğini kabul etmeyecek
olursam, şahit olunuz ki aklımı başımdan yitirmişim demektir.”[134]
17- Nuh el-Camî’den dedi ki: Ebu Hanife -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun-’ye şöyle dedim: İnsanların araz ve cisimlere dair söz
söylemeye başlamaları hakkında ne dersin? Şöyle dedi: “Bunlar filozofların görüşleridir.
Sen esere ve selef’in izlediği yola uymaya bak. Sonradan ortaya çıkartılmış,
herbir şeyden sakın. Çünkü o bir bid’attir.”[135]
18- İmam Malik b. Enes -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- şöyle demiştir: “Sünnet ruhun gemisidir. Ona binen kurtulur, ondan geri
kalan suda boğulur.”[136]
Yine şöyle demiştir: “Şâyet kelam bir ilim
olsaydı, ashab ve tabiin de ahkâm hakkında konuştukları gibi o hususta da konuşurlardı.
Fakat bu bir batıla delâlet eden bir batıldır.”[137]
İbnu’l-Macişûn’dan, dedi ki: Ben Malik’i şöyle
derken dinledim: “Her kim İslam’da güzel görerek bir bid’at ortaya çıkartırsa,
Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
risaleti edâ etmekte hainlik ettiğini iddia etmiş olur. Çünkü yüce Allah:”Bugün sizin için dininizi tamamladım.”
diye buyurmaktadır. O bakımdan o gün din olmayan hiçbir şey bugün de din
olamaz.”[138]
19- Ehl-i sünnet’in imamı, İmam Ahmed b. Hambel
-Allah’ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle demektedir: “Bize göre sünnetin
esasları Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve
sellem-’ın ashabının izlediği yola sımsıkı sarılmak, onlara uymak,
bid’atleri terketmektir. Çünkü herbir bid’at bir sapıklıktır.[139]
20- Hasan-ı Basrî -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun-den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Bir kimse eğer ilk gidenlere
(selef’e) yetişmiş olup da, sonra bugün diriltilmiş olsaydı, İslam’dan tanıdık
hiçbir şey göremezdi. -Bu arada elini yanağına koyduktan sonra sözlerine şöyle
devam etti: Ancak şu namaz müstesnâ -Sonra şunları söyledi- : Allah’a yemin
ederim, ancak şu tanınmadık hal içerisinde yaşayıp da o selef-i salih’e de yetişmemiş
olan bir kimse bir bid’atçinin bid’atine dünyalık isteyen bir kimsenin dünyasına
davet ettiğini görmekle birlikte, Allah bu işten o kişiyi koruyup da kalbinin o
selef-i salih’e arzu duymasını sağlar, böylece o kimse onların yollarını sorup,
izlerini takib etmeye, yollarını izlemeye koyulursa, hiç şüphesiz bunların
(bid’at ve dünyalığın) yerine ona pek büyük bir ecir verilecektir. Yüce Allah’ın
izniyle siz de böyle olunuz.”[140]
21- İlmiyle amil el-Fudayl b. Iyad -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun-in şu sözleri ne kadar güzeldir: “Hidayet yollarına uy. O
yolu izleyenlerinin azlığının sana zararı yok. Sapıklık yollarından ise sakın.
Helâk olanların çokluğuna da aldanma.”[141]
22- Abdullah b. Ömer -r.a- kendisine bir mesele
hakkında soru sorup da Baban bu işi yasaklamıştı, diyen kimseye şunları söylemişti:
“Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
emrine uyulması mı daha uygundur? Yoksa babamın emrine mi?”[142]
Abdullah b. Ömer, ashab-ı kiram arasında bid’ate
en çok tepki gösteren, sünnete en çok tabi olan bir kimse idi. Bir adamın aksırıp,
elhamdulillah ve’s-salatu ve’s-selamu alâ rasûlillah dediğini duymuş, İbn Ömer
ona şöyle demişti: “Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- bize böyle öğretmedi. O: “Sizden biriniz aksırdı mı
elhamdulillah desin” diye buyurdu. Rasûlullah’a salat ve selam getirsin,
demedi.”[143]
23- İbn Abbas
-radıyallahu anh- sünnete karşı
Ebu Bekir ve Ömer (r.anhuma)’nın sözleri ile karşı çıkana şöyle demişti: “Bu
gidişle fazla geçmeden semadan üzerinize taş yağacaktır. Ben sizlere Rasûlullah
-sallahu aleyhi ve sellem- buyurdu
diyorum, siz bana Ebu Bekir ve Ömer dedi, diyorsunuz.”[144]
İbn Abbas -radıyallahu
anhuma- sünneti nitelendirdiği şu sözlerinde gerçekten doğruyu dile getirmiştir:
“Sünnet ehli olan kimseye bakmak, sünnete davet eder, bid’ati de yasaklar.”[145]
24- Süfyan es-Sevrî -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- şöyle demiştir: “Doğuda olan bir adamın sünnete bağlı olduğuna dair sana
bir haber ulaşırsa, sen de ona selâm gönder. Çünkü sünnet ehli (sünnete bağlı)
kimseler azalmıştır.” [146]
25- Eyyub es-Sahtiyanî -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- şöyle demiştir: “Bana sünnet ehli bir adamın ölümü haber verildiğinde
sanki organlarımdan birisini kaybetmiş gibi oluyorum.” [147]
26- Cafer b. Muhammed dedi ki: Ben Kuteybe’yi
-Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle derken dinledim: “Bir adamın Yahya b.
Said, Abdu’r-Rahman b. Mehdî, Ahmed b. Hambel, İshak b. Rahaveyh -ve daha başka
kimseleri de zikrederek- gibi hadis ehli olan kimseleri sevdiğini görürsen, şüphesiz
ki o kişi sünnete uyan bir kimsedir. Bunlara muhalefet eden kimse de bil ki o
bid’atçi birisidir.” [148]
27- İbrahim en-Nehaî -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- dedi ki: “Eğer Muhammed’in ashabı bir tırnağı meshetmişlerse dahi ben
onu onlara uymanın faziletini elde etmek maksadıyla yıkamam.”[149]
28- Abdullah b. el-Mubarek -Allah’ın rahmeti
üzerine olsun- şöyle demiştir: “Ey kardeşim, şunu bil ki bugün ölmek; sünnet
üzere yüce Allah’ın huzuruna çıkacak herbir müslüman için bir lutuf, bir ikramdır.
Elbette biz Allah’a aidiz, şüphesiz O’na döneceğiz. Yalnızlığımızdan, kardeşlerin
gidip bizi bırakmasından, yardımcıların azlığından, bid’atlerin ortaya çıkmasından
ötürü Allah’a şikayet ederiz. İlim adamlarının, sünnet ehlinin gitmesi,
bid’atlerin ortaya çıkması gibi, bu ümmetin başına gelen büyük musibetlerden
dolayı da şikayetimiz Allah’adır.[150]
29- el-Fudayl b. Iyad -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- şöyle demiştir: “Şüphesiz Allah’ın kendileri vasıtası ile ülkelere hayat
verdiği kulları vardır. Bunlar sünnet ashabı kimselerdir.” [151]
30- İmam Şafîi’nin ehl-i sünnet’i nitelendirdiği
şu sözleri ne kadar doğrudur: “Ben hadis ashabından bir adamı gördüm mü sanki
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
ashabından birisini görüyor gibi oluyorum.”[152]
31- İmam Malik sözünü ettiğimiz bütün imamların
sözlerini özetleyen büyük bir kaideyi şu sözleriyle ortaya koymuş bulunmaktadır:
“Bu ümmetin başı ne ile salah bulmuş ise, bu ümmetin sonu da ancak onunla
düzelir. O gün din olmayan hiçbir şey bugün de din olamaz.”[153]
Bunlar ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in selef-i
salih’inin önderlerinden olan bazılarının söyledikleri sözlerdir. İnsanlar arasında
ümmetlerinin iyiliğini en çok isteyen, ümmetlerine en çok iyilikleri dokunan,
onların ne ile düzeleceklerini, nerede hidayet bulacaklarını en iyi bilenler
onlardır. İşte onlar yüce Allah’ın kitabı ile Rasûlünün sünnetine sımsıkı sarılmayı
tavsiye etmekte, sonradan ortaya çıkmış işlerden, bid’atlerden sakındırmakta,
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in
onlara haber verdiği şekilde kurtuluş yolunu bildirmektedirler. Bu yol ise
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
sünnetine ve hidayetine sımsıkı yapışmaktır.
Müslüman kardeşim! Şunu bil ki selef-i salih’in
akidesine davet etmek ancak şu üç şartın gerçekleşmesi ile mümkündür:
1- İtikadın
Doğruluğu:
Onların rubûbiyetin tevhidi, ulûhiyetin tevhidi, isim ve sıfatların tevhidi ile
sair akide meselelerinde inandıklarının aynısına inanmamız.
2-
Yöntemin Doğruluğu:
Yani kitab ve sünneti onların ortaya koymuş oldukları usul ve tesbit etmiş
oldukları kaideler ışığında anlamak.
3- Sağlıklı
Amel:
Yani amel ile ilgili herhangi bir bid’at ortaya koymamalıyız. Amelimiz yalnızca
Allah için ihlâsla olmalı ve ister itikadi, ister fiili, ister kavlî olsun,
mutlaka O’nun şeriatına uygun olmalıdır.
Yüce Allah’a davet etmek amellerin en şereflisi,
ibadetlerin en yücesi olduğundan, Rasûllerin en önemli özellikleri Allah’ın
salih kullarının, en seçkin ve en önemli dostlarının en bariz görevi olduğundan
dolayı, yüce Allah bu daveti yapanlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a
davet eden, salih amel işleyen ve: Şüphesiz ki ben müslümanlardanım diyen
kimseden daha güzel sözlü kim olabilir!” (Fussilet,
41/33)
Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- bizlere daveti insanlara nasıl taşıyacağımızı, onu nasıl
tebliğ edeceğimizi öğretmiş bulunmaktadır. Onun sîretinde bunu bulmak isteyen
kimseler için pekçok dersler vardır.
Selef akidesine davet eden kimselerin davette
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
yöntemine uymaları gerekir. Şüphesiz ki onun yöntemi yüce Allah’a davet üslubu
hususunda doğru ve gerekli açıklamaları ihtiva eder. İnsanların onun yöntem ve
sîretine uymayan, bid’at olarak ortaya koymuş oldukları birtakım yöntemlere de
ihtiyaç bırakmaz.
İşte bundan dolayı davetçilerin bizim salih
selefimizin davet ettiği gibi -zaman ve mekânı göz önünde bulundurmakla
birlikte- Allah’a davet etmeleri gerekir.
İşte bu doğru anlayıştan hareketle davetçi için
birtakım ilke ve hareket noktalarını tesbit etmeye gayret ettik. Bunların
istenen şekilde ve doğru olacağını ümit ederiz:
1- Şunu bil ki yüce Allah’ın yoluna davet etmek
dünya ve âhirette kurtuluş yollarından bir yoldur. Allah’ın senin vasıtan ile
tek bir kişiye hidayet vermesi, senin için dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.
Mükâfat almak için sadece davette bulunmak yeterlidir. Ayrıca o davetin kabul
edilmesine bağlı değildir. Davetçiden İslam’ı zafere kavuşturması istenmez. Bu
Allah’a ait bir iştir, fakat ondan bu uğurda bütün gayretini ortaya koyması
istenir.
Gerekli hazırlıkları yapmak davetçi için bir şarttır,
zafer de Allah’ın vaadidir. Davet de cihad şekillerinden birisidir. Hedef ve
sonuç itibariyle savaşmakla ortaktır.
2- Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in yönteminde müşahhas
ifadesini bulan, vasat oluşuyla, kapsamlılığıyla, itidaliyle, ifrat ve
tefritten uzak oluşu ile tanınan bu ümmetin selef’inin yöntemini vurgulamak ve
onu derinleştirmek.
Kitab ve sahih sünnete bağlı şer’î ilimden
hareket etmek, yüce Allah’ın izniyle düşüşe karşı koruyucudur. Peygamberlerin
yolu üzerinde yürümekte kararlı olan kimseler için de yolu aydınlatıcıdır.
3- Kelime-i tevhid, kelimenin tevhidinin (söz
birliğinin) esasıdır, ilkesi ile hareket eden, yöntemden kalkarak müslüman
cemaati meydana çıkarmak ve hak üzere onların sözbirliği etmeleri için gayret
harcamak. Bununla birlikte bugün müslüman cemaati darmadağınık eden,
müslümanları dağıtıp biraraya gelmelerine engel olan, hiziblere ayrılmanın
olumsuz yanlarından da uzak kalmaya çalışmak.
Yüce Allah’a davet yolunda biraraya gelişin sağlıklı
bir şekilde anlaşılması, müslüman cemaatten bir parçadır. Müslüman cemaatin
tümü değildir.
4- Bağlılığın şahıslara değil, dine olması
gerekir. Çünkü hak kalıcıdır, şahıslar geçicidir. Hakkı bil, hak ehlini de
bilirsin.
5- Yardımlaşmaya ve buna götüren herbir şeye çağırmak,
ayrılık noktalarından, ayrılığa götüren herbir husustan da uzak durmak gerekir.
İttifak ettiğimiz hususlarda birbirimize yardım ederiz, ihtilaf ettiğimiz
hususlarda ise birbirimize kin duymamakla birlikte karşılıklı nasihatta
bulunuruz.
Müslüman cemaatler arasında geçerli olan ilke
karşılıklı ilişki ve birliktir. Şâyet buna imkan olmazsa, yardımlaşma olmalıdır.
Buna da imkan olmazsa birlikte yaşamaya çalışmalıdır. Dördüncüsü ise helâk oluştur.
6- Kişi mensub olduğu cemaate taassubla bağlanmamalı,
başkalarının ortaya koydukları herbir çaba ve gayreti şeriate uygun, ifrat ve
tefritten uzak olduğu sürece sevinçle karşılamalıdır.
7- Şeriatın fer’î meselelerinde ayrılık karşılıklı
nasihatı ve diyaloğu gerektirir, düşmanlık ve savaşmayı değil.
8- Öz eleştiri, sürekli gözden geçirmek ve
sürekli yanlışlıkları doğrultmaya çalışmak gerekir.
9- İhtilafın edebini öğrenmek, diyaloğun esaslarını
derinleştirmek ve bunların önemlerini, gerekli araçlarına sahib olmanın
zorunluluğunu kabul etmek gerekir.
10- Hüküm verirken genelleştirmekten uzak durmalı,
bunun tehlikelerinden sakınmalıdır. Kişileri hep aynı ölçü ile ya siyah, ya da
beyaz diye değerlendirmemelidir. Lafızlara değil de manaya göre hüküm vermek
insafın bir gereğidir.
11- Amaç ile aracı birbirinden ayırdedebilmek
gerekir. Mesela davet hedeftir, fakat hareket, cemaat, konum gibi şeyler ise
bir araçtır.
12- Hedefler üzerinde sebat, araçlarda ise şeriatın
müsaade ettiği ölçüler içerisinde esneklik gerekir.
13- Öncelikler ilkesine riayet etmek ve işleri
önemine göre sıralamak gerekir. Fer’î ya da cüz’î bir mesele kaçınılmaz bir hal
alırsa, bunun gereken yerde, zamanda ve uygun şartlarda yerine getirilmesi
gerekir.
14- Davetçiler arasında karşılıklı olarak
tecrübelerden yararlanmak, geçmişlerin deneyimlerini esas almak önemli bir iştir.
Davetçi boşluk bir noktadan işe başlamaz. Bu dine hizmet etmek için ilk kalkışan
kişi o değildir, bu işe kalkışanların sonuncusu da olmayacaktır. Çünkü hiçbir
kimse nasihat ve irşadın üzerinde olmamıştır, olmayacaktır. Yahut doğrunun
tamamını kimse kendi tekeline almamıştır, aksi de böyledir.
15- Sünnete sıkı sıkı sarılmak, güzel akide
sahibi olmakla tanınan ümmet alimlerine saygı duymak, onlardan ilim öğrenmek,
onlara saygılı olmak, onlara dil uzatmamak, şeref ve haysiyetlerine dokunmamak,
niyetleri hakkında şüphe uyandırmaya, onları itham altında bulundurmaya kalkışmamak,
bununla birlikte de onlara taassubla bağlanmamak gerekir. Çünkü herbir alim
hata da edebilir, isabet de edebilir. Hata kişinin kendisine -müçtehid olduğuna
göre fazilet ve değeri kalmakla birlikte- kişiye aittir.
16- Müslümanlar hakkında güzel zanlar beslemeli,
onların söyledikleri sözler mümkün olan en güzel şekilde yorumlanmalı, kusurları
örtülmelidir. Bununla birlikte bunları kişinin kendisine açıklamayı da ihmal
etmemelidir.
17- Bir kimsenin iyi tarafları daha fazla ise
bir maslahat olmadıkça, onun kötülüklerinden sözedilmez. Bir kimsenin kötülükleri
daha ağır basıyor ise bilmeyenler için işin içinden çıkılamaz hale gelmesi
korkusuyla iyiliklerinden de sözedilmez.
18- İncelikleri ve sağlamlıkları dolayısıyla şer’î
lafızların kullanılmaları gerekir, buna karşılık eğri büğrü, ithal edilmiş lafızlardan
uzak kalmalıdır. Mesela demokrasi değil de şûra tabirini kullanmak gerekir.
19- Fıkhî mezheblere karşı sağlıklı tavır takınmalıdır.
Fıkhî mezhebler bizim için büyük bir fıkhî servettir. Onu inceler, ondan
yararlanır, fakat onlara taassub göstermeyiz. Toptan onu reddetmeyiz, fakat zayıf
taraflarından uzak kalırız. Kitab ve sünnetin ışığında ümmetin selefinin anlayışı
çerçevesinde doğru ve hak olanları alırız.
20- Batıya ve batı uygarlığına karşı sağlıklı
tutumumuzu belirleriz. Öyle ki onların deneysel ilimlerinden yüce dinimizin
ilke ve kaideleri çerçevesinde yararlanırız.
21- Şûra ve ona çağırmanın önemini kabul ederiz,
davetçi istişare fıkhını iyice öğrenmelidir.
22- Örnek bir davetçi, davetinin bir aynası ve
canlı bir numunesi konumunda olan kimsedir.
23- Hikmet ve güzel öğüt vermek yolunu izleyerek
yüce Allah’ın: “Rabbinin yoluna hikmetle,
güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel yolla mücadeleni yap.” (en-Nahl, 16/125) buyruğunu davetin ve
davet yolunda ilerlemenin hikmetli ilkesi olarak kabul etmelidir.
24- Sabırla bezenmelidir. Çünkü sabır peygamber
ve rasûllerin niteliklerindendir, davetlerinin başarılı olmasının esasıdır.
25- Şiddet ve aşırı gitmekten uzak durup, onun
afet ve olumsuz sonuçlarından çekinmeli, şeriatın müsaade ettiği sınırlar çerçevesinde
kolaylık ve yumuşaklıkla amel etmelidir.
26- Müslüman hakkı arayan kimsedir. Hak yolunda
kahramanlık, davet uğrunda zorunlu bir gerekliliktir. Eğer hakkı söylemekten
aciz isen batıl söyleme.
27- Usanmaktan ve onun olumsuz sonuçlarından
çokça çekinmeli, bunun sebeplerini ve tedavi yollarını araştırmaktan gaflete düşmemelidir.
28- Asılsız haberlerin yaygınlaşmasından, bunların
propagandalarından, İslam toplumunda doğuracağı olumsuz etkilerden sakınmalıdır,
onlara karşı uyanık olmalıdır.
29- Faziletin ölçüsü takva, salih amel ile bölge
taassubu, aşiret, taife ya da cemaat taassubu gibi bütün cahili asabiyet
duygularından uzak kalmaktır.
30- Davette en üstün yöntem öncelikli olarak İslam’ın
hakikatlerini ve yollarını sunmaktır. Yoksa şüpheleri ortaya koyup, bunları
cevaplandırmaya kalkışmak değildir. Daveti kişi, insanlara hak ölçüsünü verip,
onları dinin esaslarına davet etmeli, akıllarına göre onlara hitab etmeli,
onları hidayete iletmek için ruhen onları hangi yollardan etkileyebileceğini
bilmelidir.
31- Davetçiler ve İslamî hareketler sürekli yüce
Allah’a bağlanmaya gayret göstermeli, beşerî çalışma ve gayretleri ortaya
koyup, yardımı yüce Allah’tan istemeli, işleri idare edenin Allah olduğuna,
daveti yönlendirenin, davetçileri doğruya iletenin O olduğuna, dinin ve emrin
bütünüyle, yalnızca yüce Allah’ın olduğuna kesin inanmalıdır.
Bu ilke ve faydalı hatırlatmalar birçok ilim
adamı ile yüce Allah’a davet eden davetçinin deneylerinin meyvesi ve özüdür.
Kesinlikle bilelim ki Allah’a davet edenler eğer bu ilkeleri gereği gibi fıkhedecek
olurlarsa, bunun davet yoluna pekçok hayırları dokunacaktır.
Bütün davetçiler şunu bilmelidir ki; onların doğruyu
bulmaları, davetlerinin başarılı olması, ancak yüce Allah’a bağlanmak, bütün işlerde
Ona tevekkül etmek, niyeti halis kılmak, hevâdan soyutlanmak ve işi bütünüyle
Allah’tan bilmekle olur.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in eşsiz ilim adamları
selef akidesine dair pekçok eser yazmış, bu akidenin esaslarına dair kaideleri
ortaya koymaya itina göstermiş, kitab ve sünnetten onlara dair deliller getirmiş,
bid’at ehlinin görüşlerini reddedip, onların yanlışlıklarını açığa çıkarmış,
hak ile batıla karşı durmuş, cehalete karşı ilim ile, bid’ate karşı sünnet ile
çıkmışlar, bid’at ehlinin ellerindeki silahlarını almışlar, hakkı üstün kılıp,
batılı çürütmüşlerdir. Bütün bunları ise ancak dini korumak maksadı ile yapmışlardır.
Burada şu “veciz: özlü” eseri hazırlarken başvurduğum
eserlerden bir bölümünü kaydetmem faydalı olacaktır ta ki -değerli müslüman
kardeşim- akiden ile ilgili ilim ve basiret sahibi olasın, bu akidenin -selef-i
salih akidesinin- esas olduğunu ve sonraki asırlarda karşı karşıya kaldığı
tahrif ve değişiklikleri bilesin. Bu değişiklikler selef-i salihimizin -ashab,
tabîin ve onlara güzel bir şekilde uyanların- şeriat sahibinden ve bu büyük
dinin Peygamberinden almış oldukları akideye sonradan girmiş hususlardır.
Ümmetin ilim adamlarından çok sayıda kimseler
eserlerinde selef-i salih’in akidesini açıklamış bulunmaktadır. Bunların
hepsini zikretmek için değil de örnek olmak üzere bir kısmını kaydedelim:
1. Ahmed b. Hanbel (v. 241 h.), Kitabu’s-Sünne.
2. Abdullah b. Ahmed b. Hanbel (v. 290 h.), Kitabu’s-Sünne.
3. Ebu Bekr Ahmed b. Yezid el-Hallal (v. 211
h.), Kitabu’s-Sünne.
4. Hafız Ebu Bekr b. Ebi Asım (v. 287 h.), Kitabu’s-Sünne.
5. Muhammed b. Nasr el-Mervezî (v. 294 h.), Kitabu’s-Sünne.
6. İmam Hasen b. Ali el-Berbehârî (v. 329 h.), Şerhu’s-Sünne.
7. İmam Hüseyin b. Mes’ud el-Beğavî (v. 436 h.),
Şerhu’s-Sünne.
8. İmam Ebu Bekr Muhammed b. el-Hüseyin
el-Acurrî (v. 360 h.),
9. İmam Ebu Hatim er-Razî (v. 327 h.), Kitabu Asli’s-Sünneti ve’tikadi’d-Din.
10. İmam Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberî
(v. 310 h.), Sarihu’s- Sünne.
11. Ebu Hafs Ömer b. Ahmed b. Osman b. Şahin (v.
279 h.), Şerhu Mezahibi Ehli’s-Sünneti ve
Marifetu Şeraii’d-Dinî ve’t-Temessuki bi’s-Sünen.
12. İmam İbn Ebi Zemeneyn el-Endelusî (v. 399
h.), Usulu’s- Sünne.
13. İmam Hafız Ali b. Ömer ed-Darakutnî (v. 385
h.), Kitabu’n-Nuzul; Kitabu’s-Sıfat ve Kitabur
-Ru’ye.
14. İmam Ebu Bekr Muhammed b. İshak b. Huzeyme
(v. 311 h.), Kitabu’t-Tevhid ve İsbatu Sıfati’r-Rabbi
Azze ve Celle.
15. Abdullah b. Ebi Zeyd el-Kayrevanî (v. 386
h.), Mukaddimetu İbn Ebi Zeyd
el-Kayrevanî fi’l-Akide.
16. İmam Ebu Abdullah b. Batta el-Ukberî
el-Hanbelî (v. 387 h.), el-İbânetu an Şeriati’l-Fırkati’l-Naciyeti
ve Mucânebetu’l-Fıraki’l-Mezmumeti.
17.İmam Ebu Bekr el-İsmailî (v. 371 h.), İ’tikadu Eimmeti’l-Hadis.
18. İmam Ebu’l-Hasen el-Eş’arî (v. 320 h.), el-İbâne an Usuli’d-Diyane; Risaletun ilâ
Ehli’s-Suğur ve Makalatu’l-İslamiyyîn.
19. İmam Ebu Osman İsmail b. Abdi’r-Rahman
es-Sabunî (v. 449 h.), Akidetu’s-Selefî
Eshabi’l-Hadîs.
20.İmam Ebu Ali el-Hasen b. Ahmed b. el-Benna
el-Hanbelî el-Bağdadî (v. 471 h.), el-Muhtaru
fi Usuli’s-Sünne.
21. İmam Ebu’l-Kasım Hibetullah b. el-Hasen b.
Mansur et-Taberîel-Lâlekâî (v. 418 h.), Şerhu
Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti ve’l-Cemaati.
22. Ebu İsmail el-Herevî (v. 481 h.), Kitabu’l-Erbain fi Delâili’t-Tevhid.
23. Ebu’ş-Şeyh el-Isfahanî (v. 369) h.), Kitabu’l-Azama.
24. Ebu Bekr Ahmed b. el-Huseyn el-Beyhakî (v.
458 h.), el-İ’tikadu ve’l-Hidaye.
25. Ebu’l-Kasım İsmail b. Muhammed et-Temimî
el-Isfahanî (v. 535 h.), el-Huccetu fi
Beyani’l-Mahacceti ve Şerhu Akideti Ehli’s-Sünneti.
26. İmam Ahmed b. Muhammed b. Selâme Ebu Cafer
et-Tahavî el-Ezdî el-Hanefî (v. 321 h.), el-Akidetu’t-Tahâviye.
27. İmam Muvaffaku’d-Din Ebu Muhammed Abdullah
b. Kudame el- Makdısî (v. 620 h.), Lum’atu’l-İtikadi’l-Hadî
ila Sebili’r-Reşad.
28. İmam Ebu Muhammed Abdullah b. Yusuf
el-Cuveynî (v. 438 h.), en-Nasihatu fi Sıfati’r-Rabbi
Celle ve Alâ.
29. İmam Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail
el-Buharî (v. 256 h.), Kitabu’t-Tevhid.
30. İmam Muhammed b. İshak b. Mende (v. 395 h.),
Kitabu’t-Tevhid ve Marifeti Esmaillahi ve
Sıfatihi.
31. İmam Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellâm (v. 224
h.), Kitabu’l-İman.
32. Hafız Muhammed b. Yahya b. Ömer el-Adenî (v.
243 h.), Kitabu’l-İman.
33. Hafız Ebu Bekr b. Muhammed b. Ebi Şeybe (v.
235 h.), Kitabu’l-İman.
34. Hafız Muhammed b. İshak b. Mende (v. 395
h.), Kitabu’l-İman.
35. el-Hafız Ebu Abdullah el-Halimî el-Buharî
(v. 403 h.), Şuabu’l- İman.
36. Kadı Ebu Ya’lâ (v. 458 h.), Mesâilu’l-İman.
37. İmam Hafız İbn Mende (v. 359 h.), er-Reddu ale’l-Cehmiyye.
38. İmam Osman b. Said ed-Darımî (v. 280 h.) er-Reddu ale’l-Cehmiyye.
39. İmam Ahmed b. Hambel (v. 241 h.), er-Reddu ale’l-Cehmiyyeti ve’z-Zenadika.
40. İmam Hafız Ebu Nasr Ubeydullah b. Sad
es-Seczî (v. 444 h.), er-Raddu ala men
Enkera’l-Harfe ve’s-Savt.
41. İmam Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim b. Kuteybe
ed-Dineverî (v. 276 h.), el-İhtilâfu
fi’l-Lafzi ve’r-Raddu ale’l-Cehmiyeti ve’l-Müşebbiheti.
42. İmam Buharî (v. 256 h.), Halku Ef’ali’l-İbadi ve’r-Raddu
ale’l-Cehmiyeti ve Ashabi’t-Ta’til.
43. Hafız Ebu’l-Fadl Muhammed b. Tahir el-Makdısî
el-Maruf -bi. İbni’l-Kayseranî- (v. 507 h.), Mes’eletu’l-Uluvvi ve’n-Nuzuli fi’l-Hadis.
44. İmam ez-Zehebî (v. 748 h.), el-Uluvv li’l-Aliyyi’l-Azim ve İdahu
Sahihi’l-Ahbari min Sakimiha ile
el-Erbain fi Sıfati Rabbi’l-Âlemin.
45. Hafız Muhammed b. Osman b. Ebi Şeybe el-Absî
(v. 297 h.), Kitabu’l-Arşi ve ma Ruvi’ye
fih.
46. İmam Muvaffaku’d-Din İbn Kudame el-Makdısî
(v. 620 h.), İsbatu Sıfati’l-Uluvv.
47. İmam Zeynu’d-Din Mer’î b. Yusuf el-Kermî
el-Makdısî el-Hanbelî (v. 1033 h.), Ekavilu’s-Sikat
fi Te’vili’l-Esmai ve’s-Sıfat.
48. İmam Beyhakî (v. 458 h.), Kitabu’l-Esmai ve’s-Sıfat, el-Ba’su ve’n-Nuşûr
ile İsbatu Azâbi’l-Kabr.
49. İmam Ebu Bekr el-Acurrî (v. 360 h.), et-Tasdiku bi’n-Nazari ilallahi Teala
fi’l-Ahireti.
50. İmam Alau’d-Din b. el-Attar (v. 724 h.), el-İtikadu’l-Halisu mine’ş-Şekkî ve’l-İntikad.
51. İmam Abdu’l-Bakî el-Nevahilî el-Hanbelî (v.
1071 h.), el-Uyunuve’l-Eser fi Akaidi
Ehli’l-Eser.
52. İmam Muhammed b. Ali eş-Şevkanî (v. 1250
h.), el-Tuhfetu fi Mezahibi’s-Selef.
53. Muhammed Sıddik Han el-Kannûcî (v. 1307 h.),
Kutûfu’s-Simar fiBeyani Akideti
Ehli’l-Eser ile ed-Dinu’l-Hâlis.
54. Allame Muhammed b. Ahmed es-Sefârînî (v.
1188 h.), Levamiu’l-Envari’l-Behiyye ve
Sevatiu’l-Esrari’l-Eseriyye ile
Levaihu’l-Envari’s-Seniyye ve Levakihu’l-Efkari’s-Sünniyye Şerhu Kasideti Ebi
Davud el -Haiyye.
55. İmam Ahmed b. Ali el-Makrizî (v. 845 h.), Tecridu’t-Tevhidi el-Mufid.
56. Ayrıca, Ehl-i sünnet’e mensub iki kişinin
dahi hakkında farklı kanaat belirtmediği, akaid ilmindeki te’lifin atlısı Şeyhu’l-İslam
İbn Teymiye (v. 728 h.) bu ilmi tertib etmiş, esas kaidelerini, yöntemlerini
ortaya koymuş birisi olup, bu hususta pekçok eser vermiştir. Bunların bazıları:
Minhacu’s-Sünneti’n-Nebeviyye, Der’u
Teâruzi’l-Akli ve’n-Nakl, Buğ’yetu’l-Mürtad fi Reddi ale’l-Mütefelsifeti ve
Ehli’l-İlhad, İktidâu’s-Sırati’l-Müstakim li Muhalefeti Ashabi’l-Cahîm,
es-Sârimu’l-Meslûl ala Şâtimi’r-Rasûl, Kitabu’l-İman, er-Risaletu’t-Tedmuriyye,
Kaidetun Celiyye fi’t-Tevessüli ve’l-Vesile, er-Reddu ale’l-Mantıkiyyin,
el-Akidetu’l-Vasıtiyye, el-Akidetu’l-Hameviyye, er-Risaletu’t-Tis’iniyye,
Beyanu Telbisi’l-Cehmiyye, en-Nubuvvât, Şerhu’l-Akideti’l-Isfehaniyye, Şerhu
Hadisi’n-Nuzûl.
Ayrıca te’liflerinin çoğunun biraraya getirildiği
büyükçe otuzyedi cilt teşkil eden ve önemli çoğunluğu akaid bahislerini ele
alan Mecmuu’l-Fetâvâ adlı eseri.
57. Birinci suvarinin öğrencisi, te’lifin ikinci
atlısı olan ikinci Şeyhu’l-İslam, Rabbani ilim adamı, sapık fırkalara red alanında
güzel gayretleri bulunan İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye (v. 752 h.)’nin bu alandaki
bazı eserleri:
es-Savâiku’l-Mursele ale’l-Cehmiyyeti
ve’l-Muattile, İctimau’l-Cuyuşi’l-İslamiyye ala Ğazvi’l-Muattileti
ve’l-Cehmiyye, el-Kasidetu’n-Nûniyye, Şifau’l-Alil fi Mesaili’l-Kadai
ve’l-Kaderi ve’l-Hikmeti ve’t-Ta’lil, Tariku’l-Hicreteyn ve Babu’s-Saadeteyn...
ve buna benzer değerli diğer eserleri.
Sözünü ettiğimiz bütün te’lifler ve eserler yüce
Allah’a hamdolsun ki basılıdır. Sözünü etmediğimiz ve kimisi basılı, kimisi
henüz yazma olan daha pekçok eser de vardır.
İşte bu ümmetin ilk neslinin akidesi budur. Bu,
oldukça saf ve sağlam bir akidedir. Kitab ve sünnetin yolu bu ümmetin selefinin
görüşleri ile imamlarının gittiği yola uygun, dosdoğru ve sağlam bir yoldur. Bu
ümmetin ilk neslinin kalblerini dirilten yol bu yoldur.
Bu selef-i salih’in, kurtuluşa eren (fırka-i
naciye) fırkanın ilahi yardıma mazhar taifenin, hadis ehlinin, ehl-i sünnet
ve’l-cemaat’in akidesidir. Bu tabi olunan dört mezheb sahibi, dört mezheb imamının,
fukâhanın, muhaddisînin, ilim adamlarının ve bugüne kadar onların yolunu
izleyenlerin büyük çoğunluğunun akidesidir. Bu durum kıyamete kadar böylece
devam edecektir. O halde bizim akide hususunda salih selefimizin hayırlılarının
kana kana içtiği saf kaynağa dönmemiz, onların söz söylemedikleri hususlarda
bizim de konuşmayıp, ibadetlerini eda ettikleri gibi, bizim de ibadetlerimizi
eda etmemiz Kitaba, Sünnete, ümmetin selefinin ve imamlarının icmaına, yeni
ortaya çıkan hususlarda sahih kıyasa ve onların anlayışları ışığında bağlı
kalmamız gerekmektedir.
Emîrul Mu’minîn Ömer b. el-Hattab -radıyallahu anhu- şöyle demiştir: “Ben
insanların ne zaman ıslah olup, ne zaman işlerinin bozulacağını biliyorum. Eğer
küçük yaştakiler anlayış sahibi olur ise büyükler bu işin içinden çıkamazlar.
Fakat yaşı ilerlemiş kimseler meseleleri kavrar, küçükler de onlara uyacak
olurlarsa her ikisi de hidayet bulurlar.”[154]
Emîrul Mu’minîn Ali b. Ebi Talib -radıyallahu
anh- da şöyle demiştir: “Bu ilmi kimden öğrendiğinize iyi bakınız, çünkü bu
ilim, dinin kendisidir.”[155]
Büyük sahabi Abdullah b. Mes’ud -radıyallahu
anh- da şöyle demiştir: “İnsanlar ilmi büyüklerinden öğrendikleri sürece
hayır içerisinde kalmaya devam edeceklerdir. Onu küçüklerinden ve şerlilerinden
öğrenecek olurlarsa, helâk olurlar.”[156]
Müslüman kardeşim! -Allah bizi de, sizi de hakka
iletsin- şunu bil ki, Allah’ın kitabı, Rasûlünün sünneti ve selef-i salih’in
anlayışı dışında bir yerde hidayeti arayan yahut Allah’ın koyduğu şeriatın dışında
bir iş ortaya koyan kimse, hiç şüphesiz apaçık bir sapıklık içindedir, dosdoğru
yoldan uzaktır, mü’minlerin izlemeleri gereken yolun dışındaki bir yolu
izlemektedir.
Bizler kesinlikle inanıyoruz ki bütün sünnetleri
en mükemmel şekliyle eksiksiz yerine getirmeden önce öleceğiz. O halde din
hususunda bid’at niçin?
Yüce Allah’ın rahmeti İmam Malik’e olsun, o şu
beyti çokça okurdu:
“Dinin en hayırlı olanı sünnet olanıdır,
En kötü işler ise sonradan ortaya çıkmış
bid’atlerdir.”[157]
İbadet edenlerin en faziletlisinin Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- olduğunda
görüş birliği vardır. Onun ibadetine uymayan herbir ibadet elbette bir
bid’attir. O ibadet kişiyi Allah’a yakınlaştırmaz, aksine onun ancak Allah’tan
uzaklaşmasını arttırır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Sonra biz seni dinden bir şeriate sahip kıldık. Sen de artık ona uy,
bilmeyenlerin hevalarına uyma.” (el-Câsiye,
45/18);”Kendini bilmezden başka kim İbrahim’in
dininden yüz çevirebilir.” (el-Bakara,
2/130); “İyilik yaparak kendisini
Allah’a teslim eden ve İbrahim’in hanif dinine uyan kimseden daha güzel din
sahibi kim olabilir?” (en-Nisa, 4/125)
Müslümanların birlik olmalarının yolunun akide
birliğinden geçtiğinde hiçbir şüphe yoktur. Tertemiz akide ise bu ümmetin
selefi olan ilk neslin inandığı esaslardır. Onlar bu akide ile dünyaya adaletle
ve itidal ile hükmettiler.
Sözün özü şudur: Bizler önemliden önce
daha önemli olan ile işe başlamadığımız sürece ne ıslah olabiliriz, ne de
davetimiz başarılı olabilir. Bu da bizim davetimize tevhid akidesinden başlayarak
siyasetimizi, hükümlerimizi, ahlâkımızı, adabımızı ve ilişkilerimizi onun
üzerinde yükseltmekle mümkün olur.
Bütün bunları yaparken de kitab ve sünnetin
hidayet yolundan ümmetin selefinin anlayışına uygun olarak yola koyulmalıyız. İşte
yüce Allah’ın bize bağlanmayı emretmiş olduğu dosdoğru yol ve sağa sola
sapmayan yol budur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz
ki bu benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun, başka yollara uymayın. Sonra
sizi onun yolundan ayırırlar. İşte sakınasınız diye Allah size bunları tavsiye
etti.” (el-En’âm, 6/153)
Ümmetin halinin kendisiyle düzeleceği biricik yol
selef’in akidesidir. Selef-i salih’in yolunun bize gösterdiği gibi, bizi
onlardan kılmasını, yaratıkların efendisi, şefaat edecek ve şefaati kabul
olunacak olan Muhammed -sallallahu aleyhi
ve sellem-’ın sancağı altında onlarla birlikte bizi de haşretmesini, bizi
hidayete ilettikten sonra kalblerimizi saptırmamasını, onun yolunda çalışan
muvahhid ve salih kullarından kılmasını niyaz ederiz. Şüphesiz ki O buna güç
yetirendir, O herşeyi işitendir, duaları kabul edendir.
Peygamberimiz Muhammed’e, onun aile halkına ve
bütün ashabına Allah salât ve selâm eylesin.
[1] Bu
başlangıca “Hutbetu’l-Hâce” adı
verilir. Yapılmak istenen herbir işten önce söylenmesi meşru kılınmıştır.
Rasûlullah -sallahu aleyhi ve sellem-
bu başlangıcı ister bir nikah hutbesi, ister cuma hutbesi olsun, dinleri ile
ilgili hususlardaki konuşmalarından önce söylemelerini öğretirdi. Konferans
veya benzeri başka konuşmalardan önce de söylenmesi aynı şekilde meşrudur. Bu
hutbe İbn Mace, Nikah,
Hutbetu’n-Nikah; Tirmizî, Ebu Davud ve
Nesaî’de yer aldığı gibi, bunu Ebu
Ya’la, Müsned’inde, et-Taberanî el-Mu’cemu’l-Kebir’de, el-Beyhakî Sünen’inde, İmam Ahmed de Müsned’inde rivayet etmişlerdir. Bunun
bir bölümünü de Müslim, Cumua,
Hutbatuhu -s.a- fi’l-Cumua’de zikretmiştir. Genişçe kaynakları için Muhaddis
büyük ilim adamı Muhammed Nasiru’d-Din el-Elbanî’nin, Hutbetu’l-Hace adlı eserine bakılabilir.
[2] Müslim rivayet etmiştir.
[3] el-Elbanî,
Sahihu Süneni’t-Tirmizî.
[4] Yüce
Allah’tan kısa bir süre içerisinde bu eseri yayınlamayı müyesser kılmasını
niyaz ederiz.
[5] Söz
konusu takdimler eserin aslında 5-9 sh.ler arasındadır. Ayrıca tercümeye gerek
görmedik. (Çeviren)
[6] Şu
sözlüklere bakınız: Lisanu’l-Arab, el-Kamusu’l-Muhit, el-Mu’cemu’l-Vasît, “ayn,
kaf, dal” maddesi.
[7] Bk.
Nasır b. Abdu’l-Kerim el-Akl, Mebahisu fi
Akideti Ehl-i Sünneti ve’l-Cemaati ve
Mevkıfi’l-Harekati’l-İslamiyyeti’l-Muhasirati minhâ; Dr. Ömer Süleyman
el-Aşkar, el-Akidetu fillahi.
[8] Tacu’l-Arus, Lisanu’l-Arab ve el-Kamusu’l-Muhît
sözlükleri “sin, lâm ve fe” maddesine bakınız.
[9] el-Elbanî, Sahih-u Süneni’t-Tirmizî.
[10] Bk. Lisanu’l-Arab, Muhtaru’s-Sıhah, el-Kamusu’l-Muhît
gibi sözlükler “sîn, nûn, nûn” maddeleri.
[11] el-Elbanî, Sahihu Sünen-i Ebi Davud.
[12] Bk. Lisanu’l-Arab, Muhtaru’s-Sıhah, el-Kamusu’l-Muhît
gibi sözlükler “cim, mim, ayn” maddesi.
[13] el-Elbanî, Sahih-u Sünen-i Ebi Davud.
[14] İmam Ahmed, Müsned’inde
rivayet etmiş olup, el-Elbanî, İbn Ebi Âsım’ın es-Sünne adlı eserinde (ilgili notunda) sahih olduğunu
belirtmiştir.
[15] el-Lâlekâî,
Şerhu Usuli İ’tikadi Ehl-i Sünneti
Ve’l-Cemaa adlı eserinde rivayet etmiştir.
[16] İbn
Kesir, Tefsir, 1, 390..
[17] Geniş
bilgi için bk. Dr. Nasır Abdu’l-Kerim el-Akl, Mefhumu Ehl-i Sünneti ve’l-Cemaati inde Ehl-i Sünneti ve’l-Cemaati
adlı eseri. Gerçekten de konuyu hakkıyla incelemiş, güzel ve faydalı bir
şekilde ele almıştır. Allah’tan onu hayırlarıyla mükafatlandırmasını dileriz.
Ayrıca bk. Muhammed Abdu’l-Hadî el-Mısrî,
Meâlimu’l-İntilâkati’l-Kübra inde Ehli’s-Sünneti ve’l-Cemaa, Ahmed Ferit, Hasaisu Ehl-i Sünne adlı eserleri.
[18] Bu
konuda geniş bilgi için bk. İmam İbn Batta el-Ukberi, el-İbane adlı eserin
mukaddimesi. Konu ile ilgili oldukça güzel açıklamalar vardırSözü geçen
mukaddimeyi kitabın muhakkiki Dr. Rıda b. Nâsân Mu’ti hazırlamıştır. Ayrıca bk.
Dr. Nasır b. Abdu’l-Kerim el-Akl, Mebahisu fi Akideti Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaa
ve Mevkifu’l-Harekati’l-İslamiyeti ve Etbauha adlı bölüm s. 29.
İşte buradan bizler şunu da öğreniyoruz
ki: “Selefilik belli bir dönemin aşamasıdır. İslami bir mezheb değildir…
diyenlerin iddiaları doğru olamaz. Çünkü selef mezhebi: Güzel liderlik ve
kendisine uyulan sağlıklı yöntem gibi iki büyük temeli ihtiva etmektedir.
Önderler ashab, tabiin ve güzel bir
şekilde onlara uyan etbau’t-tabiinden ibaret üç nesildir.
Yöntem ise itikadı anlamak,
delillendirmek, takrir, ilim, iman ve şeriatın bütün yönlerinde çağlar boyunca
izlenen yoldur.
Bununla açıkça ortaya çıkmaktadır ki:
Selefilik vasfı bu vasfı alan herkes için bir övgüdür. Hem önderlik bakımından,
hem yöntem bakımından. Çünkü bu konuda onun salih bir geçmişleri (selef-i
salihleri) vardır. Onlar da peygamberinin tanıklığıyla bu ümmetin
hayırlılarıdır. Bu vasfın delalet ettiği itikad ve ameli zahiren ve batinen
gerçekleştirmeden bu vasfa sahip olmaya gelince, bunda herhangi bir övülecek
taraf olamaz. Çünkü asıl muteber olan lafzi ıstılahlar değil, anlamlardır.
[19] İlhâd: Haktan meyletmek ve
sapmak demektir. Ta’tîl, tahrif, tekyif (keyfiyetlendirme), temsîl
(örneklendirme) ve teşbîh (benzetme) de bunun kapsamına girer.
Ta’tîl, Allah’ın sıfatlarını
kabul etmemek yahut bazılarını kabul edip geri kalanlarını kabul etmemek
demektir.
Tahrîf, nassı lafzen ya da mana
itibariyle değişikliğe uğratıp onu zahir (kuvvetli) anlamından uzaklaştırıp,
ancak zayıf bir ihtimal ile lafzın delâlet ettiği bir manaya göre açıklamaktır.
Buna göre her tahrif bir ta’tildir, fakat her ta’til bir tahrif değildir.
Tekyif: Allah’ın sıfatlarının,
yaratılmışlar tarafından bilinmeyen nasıllığı hakkında yorum yürütmek.
Temsîl ise, bir şey’in diğeri
ile her yönden benzer oluşunu söz konusu ederek aynılığını ortaya koymak demektir.
Teşbîh: Bir şeye bazı yönleriyle benzeyen bir başka şeyin varlığını kabul etmek
demektir.
[20] Allah’ın zatının yahut sıfatlarının nasıl olduğunun
tahayyül edilmesi asla caiz değildir. Çünkü hatıra gelen yahut zihinde canlanan
herbir şeyden yüce Allah daha büyük ve daha azametlidir.
[21] Arşın
üzerine istiva ve uluvv (yücelik) iki ayrı sıfattır. Şanı yüce Allah hakkında
O’nun celaline yakışır bir şekilde bu sıfatları kabul ederiz. Selef’e göre
istiva lafzının açıklaması “karar bulmak, üstte olmak, yükselmek ve çıkmak”
demektir. Selef bunu bu kelimelerle açıklarlar, fakat bundan ileriye gitmez ve
buna bir şey ilave etmezler. Selef’in bu kelimeye getirdiği yorumlar arasında
“istila etti yahut malik oldu yahut galib geldi ve kahretti” anlamları yoktur.
İstiva’nın Arab dilinde ne demek olduğu bilinen
bir şeydir. Bu da yüksek oluş ve yükseğe çıkmak demektir. Sahih-i Buharî’de
olduğu gibi.
Keyfiyet
ise meçhuldür, onu Allah’tan başkası bilemez. Buna iman etmek ise vacibtir,
çünkü bu konuda deliller sabittir. Bu hususta soru sormak bid’attir, çünkü
istiva’nın keyfiyetini yüce Allah’tan başkası bilemez.
[22] Bu âyet-i kerîmeler sırasıyla şunlardır: el-A’raf,
7/54; Yunus, 10/3; er-Râd, 13/2; Tâ-hâ, 20/5; el-Furkan, 25/59; es-Secde, 32/4;
el-Hadid, 57/4.
[23] İmam İshak b. Rahaveyh -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- bu âyet hakkında şunları söylemektedir: “İlim ehlinin icmaına göre O
arşa istiva etmiştir. Yedinci yerin en dibindeki herşeyi de bilir.” Bunu İmam
ez-Zehebî, el-Uluvv li’l-Aliyyi’l-Gaffar
adlı eserinde rivayet etmiştir.
[24] İmam
Beğavi, Şerhü’s-Sünne’de rivayet etmiştir.
[25] İmam
Lalekai, Şerhu Usuli İtikadi Ehli Sünneti ve’l-Cemaat’da rivayet etmiştir.
[26] Bk. İbn Kudame el-Makdısî, Lumatu’l-İ’tikadi’l-Hadi
ile Sebili’r-Reşad.
[27] İmam Begavî,
Şerhu’s-Sunne’de rivâyet etmiştir.
[28] Beğavî,
Şerhu’s-Sünne’de rivayet etmiştir.
[29] Bunu
Beğavî, Şerhu’s-Sünne’de rivayet
etmiştir.
[30] Bk.
Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviye.
[31] Bk.
Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviyye.
[32] İmam
ez-Zehebî, el-Uluvv
li’l-Aliyyi’l-⁄affâr’da rivayet etmiştir.
[33] İmam
Beğavi, Şerhu’s-Sünne’de rivayet
etmiştir.
[34] el-Elbanî, Sahihu Süneni’t-Tirmizî.
[35] Mucize, yüce
Allah’ın peygamber vasıtası ile iddiasına uygun olarak ve onu tasdik etmek
üzere ortaya çıkardığı olağanüstü bir iştir. Mucizenin meydana gelmesi imkan
çerçevesindedir. Çünkü sebebleri de, sonuçları da yaratan Allah, onların
düzenini bozmaya da kadirdir ve bunun sonucunda sonuçlar daha önceki sebeblere
boyun eğmeyebilir. Hiçbir sınır tanımayan yüce Allah’ın kudretine göre bunda
hayret edilecek ve garib kaçacak bir taraf yoktur. Çünkü o dilediğini göz açıp
kapatmaktan da daha büyük bir hızla yapandır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O bir şeyi diledi mi ona emri sadece ol
demesidir, o da oluverir.” (Yâsîn, 36/82)
[36] Buharî ve Müslim’de ve diğer sünen ve müsned hadis
kitablarında bu mübarek gecede meydana gelmiş olayların tafsilatına dair
bilgiler yer almaktadır. Bunların dışındaki kitaplarda zikredilen İsrâ ve Mirac
hakkındaki bilgileri dikkatle okumak gerekir. Çünkü bu konuda birçok aslı
olmayan, yalan-yalış kıssalar anlatılmaktadır.
[37] Mesih,
Deccal’in ortaya çıkması en büyük fitnelerden birisidir. Çünkü küfür, dalâlet
ve fitnelerin kaynağı Deccal’dir. Bundan dolayı bütün peygamberler Deccal’e
karşı kavimlerini uyarmışlardır. Bunların en önemlilerinden birisi de Peygamber
-sallahu aleyhi ve sellem--’ın her namazın akabinde Deccal fitnesinden Allah’a
sığınmış olması ve ümmetini de ondan sakındırmış olmasıdır.
[38] Sırat,
cennete gideceklerin üzerinden geçecekleri köprüdür. İnsanlar amellerine göre
Sırat’ın üzerinden geçeceklerdir. Kimisi bir göz açıp kırpar gibi, kimisi
şimşek gibi, kimisi rahat esen rüzgar gibi, kimisi asil bir at gibi, kimisi
binek devesi gibi, kimisi koşarak, kimisi yürüyerek, kimisi sürünerek
geçecektir. Onlardan kimileri kancalarla yakalanıp, cehenneme atılacaktır.
Herkes ameline göre oradan geçecektir; ta ki günahlarından ve kirlerinden
temizlensin. Sırat’ı geçebilen kimse cennete girmeye hazır olur. Sırat’ı
geçtikleri takdirde cennet ile cehennem arasındaki bir köprüde durdurulurlar ve
birinin diğerindeki hakkı kısas yolu ile alınır. Nihayet tertemiz edilip,
arındırıldıktan sonra cennete girmek üzere kendilerine izin verilecektir.
[39] Bu
şefaat için iki şart vardır: Birincisi yüce Allah’ın bu şefaate dair izin
vermesidir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onun izni olmaksızın nezdinde kim şefaat edebilir.” (el-Bakara,
2/255)
İkincisi
ise yüce Allah’ın hem şefaatte bulunacak olandan, hem de kendisine şefaat
olunacak olandan razı olması. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onun razı olduğu kimselerden başkasına
şefaat etmezler.” (el-Enbiya, 21/28)
[40] Bk. el-Elbânî, Sahîhu’l-Câmi’i’s-Sağîr,
no: 3882
[41] el-Elbanî, Sahih-u Süneni’t-Tirmizî.
[42] el-Elbanî, Sahih-u Süneni’t-Tirmizî.
[43] İman sözlükte tasdik etmek,
boyun eğdiğini ortaya koymak ve ikrarda bulunmak demektir. Şer’an gizli ve açık
bütün itaatlerdir. Gizli amellere
kalbin amelleri örnek gösterilebilir. Bu da kalbin tasdik etmesi ile
olur. Zahir (açık) ameller ise bedenen yapılan farz ve mendub fiillerdir.
Kısacası iman kalbte yer eden amel tarafından da doğrulanan, meyveleri Allah’ın
emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak sureti ile açıkça ortaya
çıkan şeydir.
Eğer ilim amelden uzak kalacak olursa, bunun bir
faydası yoktur. Amelden uzak ilimin herhangi bir kimseye faydası olsaydı,
Allah’ın lanetine uğramış, İblis’e fayda vermesi gerekirdi. O yüce Allah’ın
ortağı olmaksızın bir ve tek olduğunu, sonunda mutlaka O’na dönülüp bunda
herhangi bir şüphenin bulunmadığını biliyordu. Fakat yüce Allah kendisine:
Adem’e secde et! diye emir verince, o da büyüklük tasladı ve diretti.
Kâfirlerden oldu. Allah’ın vahdaniyetini bilmiş olmasının ona bir faydası
dokunmadı. Çünkü amelden ayrı bir ilmin âlemlerin Rabbinin terazisinde hiçbir
ağırlığı yoktur.
İşte
selef te bunu böylece anlamışlardır. İman da Kur’ân-ı Kerîm’de amelden soyut
olarak kullanılmamıştır. Aksine pekçok âyet-i kerîme’de salih amel imana atıf
edilerek, birlikte zikredilmiştir.
[44] Selef önderlerinden bir çoğunun söylediği bir sözdür.
İmam Evzaî, Süfyan es-Sevrî, el-Humeydî ve başkalarının söylediği belirtilmiştir.
Bu, onlardan -el-Lalekaî ile İbn Batta’nın da rivayet ettiği gibi- meşhur
olarak gelmiş bir rivayettir.
[45] el-Elbanî, Sahih-u Sünen-i Ebu Davud.
[46] Bu
rivayetleri sahih senetler ile İmam el-Lalekaî değerli kitabı Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaati mine’l-Kitabi ve’s-Sünneti ve İcmai’s-Sahabeti ve’t-Tabiîn
adlı eserinde rivayet etmiştir.
[47] Bu
rivayetleri sahih senetler ile İmam el-Lalekaî değerli kitabı Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaati mine’l-Kitabi ve’s-Sünneti ve İcmai’s-Sahabeti ve’t-Tabiîn
adlı eserinde rivayet etmiştir.
[48] Bu
rivayetleri sahih senetler ile İmam el-Lalekaî değerli kitabı Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaati mine’l-Kitabi ve’s-Sünneti ve İcmai’s-Sahabeti ve’t-Tabiîn
adlı eserinde rivayet etmiştir.
[49] Bu
rivayetleri sahih senetler ile İmam el-Lalekaî değerli kitabı Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaati mine’l-Kitabi ve’s-Sünneti ve İcmai’s-Sahabeti ve’t-Tabiîn
adlı eserinde rivayet etmiştir.
[50] Bu
rivayetleri sahih senetler ile İmam el-Lalekaî değerli kitabı Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaati mine’l-Kitabi ve’s-Sünneti ve İcmai’s-Sahabeti ve’t-Tabiîn
adlı eserinde rivayet etmiştir.
[51] Bk. Şeyhu’l-İslam İbn Teymiye, Kitabu’l-İman.
[52] Bk.
Fethu’l-Barî, I, 62. Kitabu’l-İman.
[53] Bk. Şeyhu’l-İslam İbn Teymiye, Kitabu’l-İman.
[54] Bk. 14’no’lu not.
[55] Bk. 14’no’lu not.
[56] İmam el-Lalekaî, Şerhu
Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti ve’l-Cemaat adlı eserinde rivayet etmiştir.
[57] el-Lalekaî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehl-i Sünneti
ve’l-Cemaa.
[58] el-Lalekaî,
aynı eser.
İmam
Buharî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demektedir: “Hicaz’lı, Mekke’li,
Medine’li, Kûfe’li, Basra’lı, Vâsıt’lı, Bağdat’lı, Şam’lı ve Mısır’lı bin
kişiden daha çok ilim adamı ile defalarca, ardı arkasına görüştüm. Ben bunlarla
yaklaşık 46 yıldan fazla süredir görüşüyorum. -Ve bu arada elli kişiden daha
fazla ilim adamının ismini zikrettikten sonra- şöyle diyor: Biz kısa kesmek
maksadıyla ve bu liste uzamasın diye sadece bunların ismini vermekle
yetiniyoruz. Onlardan hiçbir kimsenin şu hususlarda ihtilâf ettiğini görmedik:
Din hem sözdür, hem ameldir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Halbuki onlar onun dininde ihlâs sahibleri
ve hanifler olarak Allah’a ibadet etmelerinden, namazı dosdoğru kılmalarından,
zekatı vermelerinden başkaları ile emrolunmadılar. Dosdoğru din işte budur.”
(el-Beyyine, 98/5) diye buyurmaktadır... dedikten sonra onların benimsedikleri
geri kalan diğer itikadi kanaatlerini sıralamaktadır. Bk. el-Lalekaî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehl-i Sünne.
[59] “Kesin
olarak müslüman olduğu sabit olan kimsenin bu müslümanlığı şüphe ile ortadan
kalkmaz.” şeklindeki selefî kaidenin ışığında selef-i salih’imiz hareket etmiş
ve bu bakımdan insanları tekfir etmekten insanlar arasında en uzak kimseler
olagelmişlerdir. Bundan dolayı Ali b. Ebi Talib (r.a)’a Nehrevan’lılar
(Hariciler) hakkında. Onlar kâfir midir diye sorulduğunda, o: Küfürden kaçtılar
diye cevab vermiştir. Peki onlar münafık mıdırlar diye sorulunca, bu sefer:
Münafıklar Allah’ı ancak pek az zikrederler. Bunlar ise sabah akşam durmadan
Allah’ı zikrederler. Onlar ancak bize karşı başkaldırmış kardeşlerimizdir.
(Beyhakî, es-Sünenu’l-Kübra, VIII,
173.)
Tekfir hususunda türü ile şahsı birbirinden
ayırdetmemiz son derece gerekli bir şeydir. Şöyle ki küfür olan herbir şey
dolayısıyla muayyen bir şahıs tekfir edilecek diye bir şey yoktur. Bir sözün
bir küfür olduğuna hüküm vermek ile o sözü söyleyen kimsenin kâfir olduğuna
hükmetmek arasında fark gözetmek gerekir. Mesela yüce Allah’ın zatının heryerde
olduğunu söylemek küfürdür. Allah’ın sözünün mahluk olduğunu söylemek küfürdür.
İlahi sıfatları kabul etmemek küfürdür... Bu gibi hususlar hakkında hüküm
vermek tür ya da söz hakkında hüküm vermek kabilindendir. Ancak durum muayyen
bir kişi ile alakalı olunca, işte o vakit durmak ve o kimseye soru sorup,
onunla tartışmadan önce aleyhine küfür hükmünü vermemek gerekir. Zira böyle bir
kimseye göre bu husustaki hadis sabit olmamış olabilir, yahut te’vilci bir
kimse olabilir. Nassları anlayamayan bir kimse olabilir, cahil bir kimse
olabilir. Tartışmadan sonra şüphe ortadan kalkar ve ona karşı delil ortaya
konulacak olursa, artık bundan sonra durum farklı bir hal alır. Zira te’vil
eden kimse ile cahil kimsenin hükmü, inad eden ve bilerek günaha yönelen
kimsenin hükmü ile aynı değildir.
Şeyhu’l-İslam İbn Teymiye -Allah’ın rahmeti
üzerine olsun- şöyle demektedir: “Buna göre te’vil eden cahil kimse ile
mazereti kabul edilebilir bir kimsenin hükmü hiçbir zaman inatçı ve bile bile
inkâr edenin hükmü gibi değildir. Aksine yüce Allah bunların herbirisini ayrı
bir şekilde değerlendirmiştir.” (Mecmuatu’r-Resâil ve’l-Mesâil, V, 382) Yine
şöyle demektedir: “Bu husus bilindiğine göre bu cahillerden ve benzerlerinden
muayyen bir kimsenin kâfirlerle birlikte olduğu anlamında hüküm vermek
suretiyle tekfir edilmesi, bunlardan herhangi birisine onların Allah Rasûlüne
muhalefet ettikleri açıkça belirtilerek risaletin delili ile onlara karşı delil
ortaya konulmadıkça, böyle bir işe kalkışmak caiz değildir. Böyle bir söz
söylemenin küfür olduğunda şüphe bulunmasa dahi bu böyledir. İşte muayyen
birtakım kimselerin tekfir edilmesi ile ilgili olarak herkes hakkında bu söz
aynen bu şekilde geçerlidir.” (Mecmuatu’r-Resâil ve’l-Mesâil, III, 348)
Bu hususu öğrendiğimize göre cahil ve benzeri
muayyen kimselerin tekfir edilmesi onlara karşı delil ortaya konulmadıkça caiz
değildir. Ortaya konulacak delilin de onların anlayabilecekleri bir seviyede
olması gerekir. Delilleri ve belgeleri kavrayabilecek hale gelinceye kadar
onların akli seviyeleri gerektiği gibi gözönünde bulundurulur.
Özetle
söyleyecek olursak, icma ile küfür olduğu kabul edilen bir söz hakkında bu
mutlak olarak bir küfürdür, denilir. Ancak bu sözü söyleyen herkesin kâfir
olduğunu söyleyerek hüküm vermeyi gerektirmez; ta ki o kimse hakkında kâfir
olduğunu söylemenin şartları sabit olup, bunun önündeki engeller ortada
kalmayıncaya kadar. İlim adamlarından sahih olarak gelen, onların kıble ehlini
tekfir etmedikleri şeklindeki rivayetler ise işlediği bid’ati küfre götüren
türden olmayan kimseler hakkında yorumlanır. Çünkü onlar bid’ati küfre götüren
türden olan kimsenin tekfir edileceğini ittifakla kabul etmişlerdir.
[60] El-Elbani, Sahih-u Sünen-i Ebi Davud.
[61] Münafıklık
da itikadi nifak ve amel-i nifak olmak üzere iki türlüdür.
İtikadi
münafıklık
yahut büyük münafıklık kalbinde küfrü gizleyen ve dil ve azaları ile imanı
açığa vuran kimseninkidir. Bu şekilde münafıklık eden bir kimse cehennem
ateşinin en derin yerindedir. Peygamber’in Allah’tan getirdiklerini, kısmen ya
da tamamen yalanlayan, rasûlü yahut onun getirdiklerinin bir kısmını yalanlayan
yahut rasûlün dininin zafer kazanmasından hoşlanmayan kimsenin durumu ve buna
benzer diğer küfrü gerektiren amelleri içinde gizleyenin durumu gibi.
Amelî münafıklık yahut küçük
münafıklık ise şeriata aykırı olacak şekilde bir kimsenin yaptığı iştir. Bu
işi yapan bir kimse dinin dışına çıkmaz. Mesela konuştuğu zaman yalan söyleyen,
söz verdiği zaman yerine getirmeyen, kendisine emanet verildiği zaman hainlik
eden, tartıştığı zaman işi çığırından çıkartan, sözleştiği zaman sözünde
durmayan kimsenin tutumu gibi.
[62] el-Elbanî, Sahih-u Sünen-i Ebî Davud.
[63] el-Elbanî, Sahih-u Sünen-i Ebi Davud.
[64] Bunlardan bazıları: Ölmüş bir kimse hakkında “merhum”
yahut “mağfirete nail olmuş” lafızlarının kullanılması caiz değildir. Çünkü
böyle bir ifade ölü hakkında söylenmesi gereken dua ifadeleri arasında yer
almaz. Aksine bu, kesin kanaat belirten ve yüce Allah hakkında bilgisizce söz
söyleme ifadeleridir. Zira bu ifadeler ölenin rahmet ve mağfirete nail oluşunun
gerçekleştiği anlamındadır. Doğrusu ise ölen bir kimsenin adının geçmesi
halinde ona: Allah ona mağfiret buyursun, Allah ona rahmet buyursun gibi
sözlerle dua ve rahmet dileğinde bulunmanın müstehab olduğudur. Aynı şekilde
öldürülmüş yahut ölmüş bir kimse hakkında: O şehiddir de denilemez. Çünkü
niyeti ancak Allah bilir. Doğru olan ise: Allah’tan şehit olmuş olmasını
dileriz, inşaallah şehittir diye zannederiz -bununla birlikte Allah’a rağmen
kimseyi de temize çıkarmayız- şeklinde dua ifadeleri kullanılır. Kesinlik
belirten ifadeler kullanılmaz. Çünkü kesinlik belirten bu gibi ifadeler yüce
Allah hakkında bilgisizce söz söylemektir.
[65] Bk. el-Elbanî, Silsiletu’l-Ehadîsî’s-Sahiha, No: 998.
[66] el-Elbanî,
Sahih-u Sünen-i Ebi Davud.
[67] Veli edinmek (müvâlât) sözlükte sevgi
beslemek demektir. Bir karşılık sözkonusu olmaksızın sevilen herkimse veli
(dost) edinilmiş olur. Velilik (velâyet) dostluk, düşmanlığın zıttıdır.
Kısacası veli edinmek sevgi beslemek, yardım etmek ve uymak anlamındadır. Bir
şeye yakınlık ve yakınlaşmak hissini verir.
Düşman bilmek (mûadât) ise düşmanlık
ve uzaklaşmak anlamındadır. Bu ise zarar vermek kastı ve intikam arzusunun
kalbte yerleşip, şuur haline gelmesidir. Düşman (aduvv) dostun zıttıdır.
Kısacası düşmanlık uzaklaşmak ve ayrılık içinde olmak demektir. Dostluğun
(muvâlât, veli edinmek)ın zıttıdır.
Şer’î bir terim olarak muvâlât (veli edinmek,
dost bilmek) ile muâdât (düşman bilmek) ise şu demektir: Veli edinmenin esası
sevgidir. Düşman bilmenin esası ise nefrettir. Her ikisinde kalbin ve azaların
veli edinmenin ve düşman bilmenin gerçek anlamına giren birtakım amelleri
ortaya çıkar. Yardım etmek, ünsiyet duymak, yardımlaşmak, cihad ve hicret gibi.
O halde muvâlât (veli edinmek) söz, fiil ya da niyet yolu ile bir şeye
yakınlaşmak ve yakın olmaktır. Muâdât (düşmanlık) ise bunun zıttıdır.
Burdan şunu anlıyoruz: Her ikisinin de sözlük ve şer’î anlamları arasında
hemen hemen bir fark bulunmamaktadır. Yüce Allah mü’minlere tam anlamıyla
mü’minleri veli edinmeyi, tam anlamıyla da kâfirlere düşmanlık beslemeyi farz
kılmıştır. Mü’minleri veli edinmek ise ancak müşriklerden beri (uzak olmak) ile
tamamlanır. Bunların ikisi birbirinden ayrılmaz şeylerdir.
[68] Keramet: Bazan olağanüstü bir iş
olabilir. Ancak kerametle birlikte ne meydan okumak ne de peygamberlik iddiası
sözkonusudur. Yüce Allah şeriat ahkâmına bağlı salih birtakım kulları
vasıtasıyla Allah’tan onlara bir ikram olmak üzere bu hali gösterebilir. Kehf
suresi ile başkalarında belirtildiği gibi geçmiş ümmetlerde de görülmüştür. Bu
ümmetin başlangıç neslinde ashab ve tabiîn döneminde de görülmüştür. Nitekim
Ömer b. el-Hattab (r.a)’ın: “Ey Sâriye dağa doğru yönel” diye seslenmesinde ve
başka birçok olayda görüldüğü gibi. Sahih sünen kitabları ile rivayet yoluyla
nakledilenlerde yüce Allah’ın kitabı ve peygamberinin sünneti ile amel eden
salih kullarına, onlara lutfetmek üzere vermiş olduğu pek çok kerametler
nakledilmektedir. Binlerce ilim adamının, güvenilir kimselerin rivayet edip,
tanık oldukları olaylar da bu türdendir. Bizim ümmetimizde bu kerametler
arasında tevâtür yoluyla nakledilenleri vardır ve bu kerametler görülmektedir.
Yüce Allah’ın dilediği vakte kadar da görülmeye devam edecektir. Gerçekte
kerametlerin meydana gelmesi, peygamberlerin bir mucizesidir. Çünkü bir kimse
ancak peygamberine tabi olmanın, onun getirdiği din ve şeriat üzere yaşamanın
bereketi ile keramet gösterebilir.
Keramet aklen mümkün olan işlerdendir. Yüce
Allah’ın mü’min kuluna vermiş olduğu, önünde ilim ufuklarını açması, belki de
işitegeldiğimiz ve okuduğumuz maddi bütün olağanüstü olaylardan daha değerli ve
daha büyüktür. Geçmişlerimizin açıkça belirttikleri keramet türlerinden birisi
de Allah’ın kitabı ve rasûlünün sünneti üzere dosdoğru yürümek, bunlara itaat
etmek, hükümlerine razı olmak, ilim ve amelde tevfıke mazhar olmaktır. Bazı
müslümanların keramet göstermeyişleri onların imanlarının zayıf olduğuna delil
olarak görülemez. Çünkü keramet birtakım sebebler dolayısıyla meydana gelir.
Bazıları:1- Kulun imanını pekiştirmek. Bundan
dolayı birçok sahabe imanlarının kuvveti ve yakînlerinin mükemmelliği
dolayısıyla herhangi bir keramet göstermemiştir. 2- Bir diğer sebeb düşmana
karşı delil ortaya koymaktır. Çünkü keramet akli bakımdan kayıt kabul etmez.
Keramet şer’î birtakım ilkelerle kayıtlıdır.
Keramet göstermenin de birtakım şartları vardır. Bazıları şunlardır: Şer’î bir
hükmü, dini bir kaideyi haram kılmamalıdır. Yaşayan birisi tarafından
gösterilmelidir ve bir ihtiyaç dolayısıyla olmalıdır. Bu şartları taşımayacak
olursa, o da keramet olmaz. Ya bir hayaldir, ya bir vehimdir yahut şeytanın
telkinlerindendir.
Keramet ile herhangi bir şer’î hüküm sabit
olmaz. Herhangi bir şer’î hüküm de onunla yürütülemez. Çünkü şer’î hükümlerin
Allah’ın kitabı, Rasûlünün sünneti ve icma gibi bilinen birtakım kaynakları
vardır. Yüce Allah kerameti takva sahibi bir müslüman vasıtası ile gösterecek
olursa, o kimsenin bu ilahi lutuf dolayısıyla Allah’a şükretmesi ve kerametini
gizlemesi onu insanların önünde başkalarına karşı övünmek ve böbürlenmek için
bir araç edinmemesi gerekir. Çünkü böyle bir tutum kişiyi helak noktalarına
getirir. Şeytan bu yolla onları istidrâca (fark ettirmeden, yavaş yavaş azaba
yaklaşmak) götürdüğü için dünya ve âhiretini kaybetmiş nice insanlar vardır.
Bunun sonucunda da bu kerametler o kimselerin sırtına bir yük olmuştur.
Şunu
belirtelim ki; Rahman olan Allah’ın veli kullarının yüce Allah’ın birçok âyet-i
kerîme’de sözkonusu ettiği birtakım sıfatları vardır. Bu sıfatlar el-Furkan,
25/63-74. âyet-i kerîmelerde birarada sözkonusu edilmiştir. Peygamber de
bunları pekçok hadis-i şerif’te zikretmiştir. Örnek olmak üzere bu sıfatların
bazılarını şöylece sıralayabiliriz: Allah’a, meleklerine, peygamberlerine,
kitablarına, âhiret gününe, hayrı ile şerri ile kaza ve kadere iman etmek.
Allah’tan korkmak, peygamberinin sünneti ile amel etmek, ahiret günü için
hazırlanmak demek olan takva sahibi olmak. Allah için sevmek, Allah yolunda
buğzetmek. Bu veli kullar, görüldüklerinde Allah’ı hatırlatırlar. Bunlar
yeryüzünde yumuşak yürürler. Cahiller onlara hitab ettiğinde esenlikli söz
söylerler. Gecelerini Rablerine ayakta namaz kılarak, secde ederek geçirirler.
“Rabbimiz, bizden cehennem azabını uzaklaştır!” diye dua (ve ibadet) ederler.
Harcadıklarında ne israf yaparlar, ne cimrilik ederler. Allah ile birlikte
başkasına dua etmezler. Hak ile olması hali dışında Allah’ın haram kıldığı canı
öldürmezler. Zina etmezler, yalan şahitlikte bulunmazlar. Boş şeylere yolları
uğrayacak olursa onlar şereflice geçer giderler. Rablerinin âyetleri
kendilerine hatırlatılacak olursa, sağır ve kör olarak yıkılıp gitmezler. Onlar:
Rabbimiz eşlerimizden, soyumuzdan, sopumuzdan bizim için göz aydınlığı
olacaklar bağışla, bizi takva sahiblerine önder kıl! diye dua ederler... ve
buna benzer kitab ve sünnette sabit olmuş daha başka sıfatları da vardır.
[69] İbn Kudame el-Makdisî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
şöyle demektedir: “Sihir birtakım düğümler, okumalar ve söylenen sözler yahut
yazılan ifadeler ya da yapılan birtakım şeylerdir ki bunlar sihir yapılan
kimsenin bedenine, kalbine ya da aklına doğrudan bir temas olmaksızın etki bırakır.
Sihrin bir hakikati vardır. Kimisi öldürür, kimisi hasta eder. Kimisi kişiyi
hanımına yaklaşmaktan alıkoyar, kimisi karı ile kocayı birbirinden ayırır.
Birinin diğerine nefret etmesini sağlar, yahut iki kişiyi birbirine sevdirir.
Bu Şafîi’nin görüşüdür... Devamla der ki: Bu husus sabit olduğuna göre sihrin
öğrenilmesi ve öğretilmesi haramdır. Bu hususta ilim adamları arasında herhangi
bir görüş ayrılığı olduğunu bilmiyoruz. Mezhebimize mensub ilim adamları şöyle
demişlerdir: Sihir yapan bir kimse -haram olduğuna ya da mübah olduğuna inansın
farketmeksizin- sihiri öğrenmekle ve yapmakla kâfir olur... Daha sonra da
sihrin hakikati hakkında şunları söylemektedir: Eğer sihrin bir hakikati
olmasaydı, yüce Allah ondan kendisine sığınmayı emretmezdi. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: “İnsanlar büyüyü ve
Babil’deki iki meleğe Harut ile Marut’a indirilen şeyleri öğretiyorlardı...
İşte ikisinden kendisi ile koca ve karısının arasını ayıracak şeyleri
öğrenirlerdi...” (el-Bakara, 2/102)” Bk. el-Muğni, VIII, 150-151.
[70] Sahih
bir hadistir. Hakim, el-Müstedrek’te
rivayet etmiştir. el-Elbanî, el-Mişkât’ta
sahih olduğunu belirtmiştir.
[71] el-Elbanî, Sahih-u Sünen-i Ebi Davud.
[72] el-Elbanî, Sahih-u Süneni Tirmizî.
[73] Taklid: “Mükellefin, şer’î bir
hükümde sözü bizatihi delil olmayan kimsenin mezhebine bağlı kalması demektir.”
Yahut ta delilini bilmeksizin bir kimsenin görüşünü kabul etmek ya da
söyleyenin bir delile dayanmadan söylemiş olduğu birisinin sözüne başvurmaktır.
Mukallit ise delilini ister bilsin, ister
bilmesin muayyen bir kişiyi taklid eden, onun -aksi sabit olsa dahi- görüşünün
dışına çıkmayan kimse demektir. Taklidin bir ilim olmadığı hususunda ilim
adamları arasında görüş birliği vardır. Mukallit kimseye de alim adı verilmez.
Yüce Allah taklidi yermiş ve birçok âyette onu
yasaklamıştır: “Onlara: Allah’ın
indirdiğine ve Rasûlüne geliniz denildiği zaman, atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şey bize yeter dediler, ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yola
gitmeyen kimseler idiyse.” (el-Mâide, 5/104)
Selef alimleri ile müçtehid imamlar da aynı
şekilde taklidi yasaklamışlardır. Çünkü taklid müslümanlar arasında
anlaşmazlıkların ve zayıflıkların sebeblerindendir. Birlik ise tabi oluşta ve
anlaşmazlık halinde Allah’ın ve Rasûlünün dediklerine başvurmakla gerçekleşir.
Bundan dolayı ashab-ı kiram’ın aralarında bütün meselelerde muayyen bir kişiyi
taklid ettiklerini görmüyoruz. Dört mezheb imamı da -Allah’ın rahmeti
üzerlerine olsun- böyle idiler. Onlar da kendi görüşlerine taassubla
bağlanmadıkları gibi, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem--’ın hadisi
dolayısıyla kendi görüşlerini terkediyorlar. Başkalarını da delillerini
bilmeksizin kendilerini taklid etmemelerini söylüyorlardı. İmam Ebu Hanife
(Allah’ın rahmeti üzerine olsun): “Hadis sahih olduğu takdirde benim mezhebim
odur.” dediği gibi: “Bizim nereden aldığımızı bilmediği sürece herhangi bir
kimsenin bizim görüşümüzü alıp kabul etmesi helal değildir” demiştir.
İmam Malik -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
şöyle demiştir: “Ben bir insanım, hata da ederim, isabet de ederim. Benim
görüşüme bakınız, kitab ve sünnete uygun olan herşeyi alınız, kitab ve sünnete
uygun olmayan herşeyi de terkediniz.”
İmam Şafîi de -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
şöyle demiştir: “Nakil ehli tarafından Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve
sellem--’tan sahih olarak gelen bir haber eğer benim söylediğime aykırı ise bu
gibi bütün meselelerde ben hayatımda da, ölümümden sonra da (sahih habere)
dönüyorum.”
İmam Ahmed -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- de
şöyle demektedir: “Beni de taklid etme, Malik’i de, Şafî’i de, Evzaî’yi de,
Sevrî’yi de taklid etme. Onlar nereden aldılarsa, sen de oradan al.”
Bu
hususta söyledikleri sözler pek çoktur. Çünkü onlar yüce Allah’ın: “Rabbinizden size indirilene uyun, ondan
başka velilere uymayın. Ne kadar az öğüt tutuyorsunuz!” (el-Araf, 7/3)
buyruğunun anlamını çok iyi biliyorlardı.
[74] “Habeşistan’lı bir köle”nin görevli olarak tayin
edilmesinden kasıt, halife tarafından ülkenin bir bölümü yahut bir askeri
birliğe kumandan olarak tayin edilmesi demektir. Buna “küçük emirlik” adı
verilir. İbn Hacer, Fethu’l-Barî adlı
eserinde el-Hattabî’nin şöyle dediğini nakletmektedir: Bazen normal hallerde
var olmayan şeyler misal olarak verilebilir. Burada Habeşistan’lı köle tabiri
şer’an böyle bir göreve gelmesi düşünülemeyecek olsa bile itaat emrinde
mübalağa etmek içindir. Bu hadisin imamet-i uzma (İslam devlet yöneticiliği,
halifelik makamı) hakkında kabul edilmesi ise imamlığın Kureyş’ten olacağına
delalet eden açık hadislerin varid olması dolayısıyla oldukça uzak bir
ihtimaldir. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “İmamlar
Kureyş’tendir. Kureyş’in iyileri (diğer insanların) iyilerinin emirleri,
kötüleri de diğerlerinin kötülerinin emirleridir. Herbirisinin bir hakkı
vardır, her hak sahibine hakkını veriniz. Eğer Kureyş sizin aranızda azaları
kesik Habeşistan’lı bir köleyi emir tayin edecek olursa, onu dahi dinleyip, ona
itaat ediniz.” (el-Elbanî, Sahihu’l-Camî).
Yine Peygamber şöyle buyurmuştur: “Onlardan iki
kişi dahi kalmış olsa, bu iş Kureyş arasında kalmaya devam edecektir.” (Buharî
ve Müslim) Ayrıca Kureyş’e şer’an böyle bir özellik verilmiştir. Buna sebeb ise
neseb ve cins bakımından sabit bir faziletlerinin olmasından dolayıdır. Bu
fazilet ise seçilmiş olmak faziletidir. Çünkü Peygamber -sallallahu aleyhi ve
sellem- şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah İsmailoğulları arasından Kinane’yi
seçti. Kinane’den de Kureyş’i seçti. Kureyş’ten, Haşimoğullarını seçti,
Haşimoğullarından da beni seçti.” (Müslim)
Hatta Kureyş’in dini uygulamaması dolayısıyla bu
iş Kureyş’in arasından çıkacak olsa bile, bu Kureyş’lilerin ebediyyen dini
uygulayacak kimsenin aralarında kalmadığı anlamına gelmez. Kureyş’li olmayan
bir kimse Kureyş’liye galib gelip, imamete gelecek olursa, bu nubuvvet usulüne
uygun bir halifelik olmaz. Aksine bu bir hükümdarlık olur.
Hafız
İbn Hacer, Fethu’l-Bârî’de şöyle
demektedir: “Kadı İyad imamın Kureyş’li olmasının şart olduğu hususunda şöyle
demektedir: Bütün ilim adamlarının kabul ettiği görüş budur. Hatta bu icmaın
gerçekleştiği meseleler arasında sayılmıştır. Bu hususta selef’ten herhangi bir
kimsenin farklı bir kanaat belirttiği nakledilmiş değildir. Onlardan sonra da
bütün bölgelerde durum aynıdır.” (XIII, 127)
[75] Yöneticilerin
salah bulmaları, istikamet ve hidayet üzere olmaları için dua etmek selef-i
salih’in izlediği bir yoldur. İmam el-Berbehârî değerli kitabı Şerhu’s-Sünne (s.116) adlı eserinde
şöyle demektedir: Sen bir adamın yöneticiye beddua ettiğini görürsen bil ki o
bir heva sahibidir. Eğer bir adamın yöneticiye ıslah olması için dua ettiğini görecek
olursan, bil ki o -yüce Allah’ın izniyle- sünnete bağlı bir kimsedir. Fudayl b.
İyad -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle der: Eğer benim kabul edilecek bir
duam olduğunu bilseydim, bunu mutlaka yöneticiye dua için ayırırdım. Çünkü
bizler onların ıslah olmaları için dua etmekle emrolunduk, onlara beddua
etmekle emrolunmadık. İsterse haksızlık etsinler, zulmetsinler. Çünkü onların
zulüm ve haksızlıkları kendi aleyhlerinedir. Salah bulmaları ise hem
kendilerinin, hem müslümanların lehinedir.” Diğer taraftan onların salah
bulmaları ile ümmet de ıslah olur. Hasan-ı Basrî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: “Şunu bil ki
-Allah sana afiyet versin- hükümdarların zulümleri yüce Allah’ın
intikamlarından bir intikamdır. Yüce Allah’ın intikamlarına da kılıçlarla
karşılık verilmez. Bu intikamlar dua, tevbe, Allah’a dönüş, günahlardan
vazgeçmek ile bertaraf edilir ve silinir. Şüphesiz Allah’ın musibetlerine ne
zaman kılıçla karşı çıkılacak olursa, Allah’ın intikamı kılıçtan daha
keskindir.”
Denildiğine göre Hasan-ı Basrî Haccac’a
beddua eden bir adamın sözlerini işitince, o da şöyle demiş: Bunu yapma, Allah
sana rahmet eylesin. Asıl bu musibetler size bizzat kendi yaptıklarınızdan
dolayı gelmiştir. Biz korkarız ki Haccac azledilir yahut ölürse, maymunlar ve
domuzlar gelir, size yönetici olurlar.” (İbnu’l-Cevzî, Âdâbu’l-Haseni’l-Basrî, s. 119)
[76] İmam
Nevevî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demektedir: “Müslüman
yöneticilere nasihata gelince, hak üzere onlara yardım etmek, bu hususta onlara
itaat etmek, yumuşaklıkla ve uygun bir dille onlara hakkı emretmek, onları
uyarmak, onlara öğüt vermekle ve unuttukları hususları onlara tekrar
bildirmekle olur.” (Şerhu Sahih-i Müslim, II, 241)
[77] Şunu
bil ki her kim halifelik görevine gelir, insanlar etrafında toplanır, onun
halifeliğine razı olurlarsa yahut ta halife oluncaya kadar kılıcıyla galib
gelirse, ona itaat farz olur, ona karşı çıkmak haram olur. İmam Ahmed şöyle
demiştir: “Diğer yöneticilere halife oluncaya kadar kılıç ile galib gelen ve
emiru’l-mü’minin diye adlandırılan bir kimseye karşı Allah’a ve ahiret gününe
iman eden bir kimsenin ister iyi, ister kötü bir kimse olsun onu meşru imam
görmeyip, geceyi geçirmesi o kimseye helal olmaz.” (Ebu Ya’la, el-Ahkamu’s-Sultaniye, s. 23)
Hafız İbn Hacer, Fethu’l-Barî’ de şöyle demektedir: “Fukahâ mûteğallub yoluyla (güç
kullanarak) yönetim başına gelen kimseye itaatin ve onunla birlikte cihad
etmenin vacib olduğunu, ona itaat etmenin ona karşı çıkmaktan hayırlı olduğunu
icma ile kabul etmişlerdir. Çünkü bu yolla kanların dökülmesi önlenir ve avâm
teskin edilmiş olur.”(XIII, 9)
Şeyhu’l-İslam İbn Teymiye -Allah’ın rahmeti
üzerine olsun- de şöyle demektedir: “Otorite sahibi bir imama karşı çıkılıp da
bu işten dolayı meydana gelen kötülüğün bu karşı çıkmanın sağlayacağı hayırdan
çok daha büyük olmadığı haller çok azdır.” (Minhâcu’s-Sünne,
II, 241)
Yöneticilerden Allah’ın şeriatını yürürlükten
kaldırıp onunla hükmetmeyerek, başkasıyla hükmedenlere gelince, bunlar
müslümanların kendilerine itaat etmeleri gereken yöneticilerin dışına
çıkmışlardır. Çünkü bunlar kendisi sebebiyle emirlerinin dinlenilip kendilerine
itaat edilmesini ve kendilerine karşı çıkılmaması hakkını elde ettikleri ve o
göreve getirilmelerine sebeb teşkil eden asıl maksadı ortadan kaldırmış
oluyorlar. Çünkü yöneticinin bu konumda bulunma hakkını kazanması, ancak
müslümanların işlerini yerine getirmek, dini korumak ve yaymak için çalışmak,
şeriatın ahkâmını uygulayıp müslümanların sınırlarını sağlamca korumak, davette
bulunduktan sonra İslam’a karşı inatlaşanlarla cihad etmek için bütün bu
hakları elde eder. Ayrıca o müslümanları dost, dinin düşmanlarını da düşman
bilmek zorundadır. Eğer yönetici dini korumayacak yahut müslümanların işlerini
yerine getirmeyecek olursa, bu yöneticinin imamet hakkı ortadan kalkar ve İslam
ümmetinin -bu hususta durumu takdir etmek üzere kendilerine başvurulan ehl-i
hal ve’l-akd’ de müşahhas ifadesini bulan İslam ümmetinin onu görevden
uzaklaştırması, imametin maksatlarını gerçekleştirebilecek bir başka kimseyi
tayin etmeleri gerekir.
Buna göre ehl-i sünnet sadece zulüm ve fasıklık
sebebiyle -çünkü günahkâr olmaları ve zulmetmeleri onların dini zayi etmeleri
anlamına gelmez- imamlara karşı çıkmayı caiz kabul etmezken kastettikleri imam
Allah’ın şeriatı ile hükmeden yöneticidir. Çünkü selef-i salih dini korumayan
bir yönetim tanımıyorlardı. Onlara göre böyle bir emirlik, emirlik değildir.
Onlara göre emirlik ancak dini uygulamaya koyandır. Bundan sonra ise bu emirlik
iyi emirlik ya da kötü emirlik olabilir.
Ali b. Ebi Talib (r.a) şöyle demiştir: İyi
ya da kötü insanlar için bir emirlik, bir komutanın olması kaçınılmaz bir
şeydir. Ona: İyi emirliğin ne olduğunu biliyoruz, kötü emirlik de ne oluyor?
diye sorulunca şöyle demiştir: O bu emirliği ile yolların güvenliğini sağlar,
bunun sayesinde hadler uygulanır, bunun sayesinde düşman ile cihad edilir ve bu
yolla da alınan ganimetler hak sahiblerine pay edilir.” (İbn Teymiye, Minhâcu’s-Sünne, I, 146)
[78] el-Elbanî,
Sahih-u Süneni’t-Tirmizî.
Abdullah b. Mes’ud (r.a) der ki: “Ebu
Bekir ve Ömer’i sevmek ve onların üstünlüklerini kabul etmek sünnettendir.”
İmam Malik -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- der ki: “Selef, çocuklarına Kur’ân-ı Kerîm’in bir suresini
öğretircesine Ebu Bekir ve Ömer’i sevmeyi de öğretiyordu.” Bu iki rivayeti de
el-Lalekaî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehl-i
Sünne adlı eserinde zikretmektedir.
[79] Ashabın
büyük çoğunluğu fitneye karışmamışlardır. Fitne alevlendiği sırada Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın ashabı
onbinleri geçiyordu. Bu fitneye onlardan yüz kişi dahi katılmış değildir, hatta
otuz kişiyi dahi bulmazlar. Nitekim İmam Ahmed, Müsned’inde sahih bir sened ile İbn Sîrin’den Abdu’r-Rezzak da Musannef’inde, İbn Kesir de el-Bidaye ve’n-Nihaye adlı eserinde
böylece rivayet etmektedirler.
[80] Ubeydullah
b. Ömer ile el-Mikdad arasında bir tartışma meydana gelmiş. Ubeydullah,
Mikdad’a ağır söz söylemişti. Bunun üzerine Ömer -radıyallahu anh- şöyle demişti: “Bana usturayı getirin, bunun
dilini keseyim. Bundan sonra Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın ashabından kimseye dil uzatmak cesaretini
gösteremesin.” (el-Lalekaî, Şerhu
İ’tikadi Ehl-i Sünne)
[81] el-Elbanî,
Sahih-u Süneni’t-Tirmizî.
[82] Her
namazda Rasûlümüze salat ve selam getirdikten sonra onlara salat ve selam
getirdiğimize göre onları nasıl olur da sevmeyiz!
[83] el-Elbanî,
Sahih-u Sünen-i Ebî Davud.
[84] Dinde
ortaya çıkmış ilk bid’at namaz ile zekât arasında ayırım gözetmek ve zekatın
ancak Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve
sellem-’a ödeneceğini iddia etmektir. Ebu Bekr es-Sıddîk -radıyallahu anh- onlara karşı çıkmış,
onlarla savaşmış ve güçlenme imkanı bulamadan onların sonlarını getirmiştir.
Şâyet onları halleri üzere bırakmış olsaydı, onların bu iddiaları günümüze
kadar din oluverecekti. Ömer -radıyallahu
anh- döneminde ise küçük bazı bid’atler ortaya çıkmış, o da bunların
sonlarının gelmesini sağlamıştı. Osman -radıyallahu
anh- döneminde büyük fitnenin başlangıcı meydana gelmişti. Bu ise hak olan
imama kılıç ile karşı çıkmak bid’ati idi. Onların bu bid’atleri onu öldürmekle
son buldu. Bu ise günümüze kadar devam eden Haricilerin fitnesinin başlangıcını
teşkil ediyordu.
Daha sonra bid’atler arka arkaya geldi.
Kaderiye, Mürcie, Rafıziler, zındıklık, batıni fırkaları, Cehmiye, isim ve
sıfatları inkar edenler... ve daha başka bid’atler ortaya çıktı.
Bid’atler
ortaya çıktıkça ehl-i sünnet de onlara karşı tetikte duruyordu. Hala hak ehli
ile batıl ehli arasındaki mücadele günümüze kadar devam etmekte, kıyamete kadar
da sürecektir. Ehl-i sünnet her zaman ve mekanda Kur’ân’a, sünnete ve ümmetin
icmaına muhalif olan herbir söz yahut davranış üzerindeki perdeyi kaldırırlar.
[85] Nevevî, et-Tezkire.
[86] er-Razî, Aslu’s-Sünneti Va’tikadu’d-Din.
[87] Ebu
Muhammed el-Hasen b. Halef el-Berbehârî, Şerhu’s-Sünne.
[88] Bid’at ehli arkasında
namazın hükmü:
Bu mesele ile ilgili olarak ehl-i sünnet’in
görüşlerinin özeti şöyledir: Aslen kâfir ve mürted olan bir kimsenin arkasında
namaz caiz değildir. Durumu açık olmayan kimse ile akidesi bilinmeyen kimsenin
arkasında namaz kılmayı terketmek selef’ten hiçbir kimsenin söylemediği bir
bid’attir. Aslolan bid’atinin çirkinliğini ortaya koymak ve başkalarının ondan
uzaklaşmasını sağlamak için bid’atçi kimsenin arkasında namaz kılmanın
nehyedilmesidir. Bununla birlikte böyle bir namaz kılınacak olursa sahihtir.
Bid’at
Ehline Rahmet Okumayı ve Namazlarını Kılmayı Terketmenin Hükmü:
Aslen kâfir yahut dininden irtidad etmiş bir
kimse ya da bid’ati dolayısıyla tekfir olunup, muayyen olarak ona karşı delil
ortaya konulan kimsenin cenaze namazını kılmak, ona rahmet okumak caiz
değildir. Bu hususta icma vardır.
İsyankâr
yahut dinden çıkartmayan bir bid’atin bid’atçisi olarak ölen bir kimseye
gelince, imamın ve ona uyan ilim ehlinin insanları işlediği masiyetten ve
bid’atten alıkoymak maksadıyla namazını terketmeleri meşrudur. Ancak bu herkes
için namazını kılmanın haram olduğu anlamına gelmez. Aksine onun namazını
kılmak ve ona dua etmek, ebedi olarak cehennemde kalacakları şeklinde
haklarında hüküm verilmiş kâfirlerden bir kâfir olarak ölmediği sürece farz-ı
kifaye’dir.
[89] el-Lâlekâî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti ve’l-Cemaa;
İbn Batta, el-İbâne.
[90] el-Lâlekâî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaa; İbn Batta, el-İbâne.
[91] el-Lâlekâî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaa; İbn Batta, el-İbâne.
[92] el-Lâlekâî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaa; İbn Batta, el-İbâne.
[93] el-Lâlekâî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaa; İbn Batta, el-İbâne.
[94] el-Lâlekâî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaa; İbn Batta, el-İbâne.
[95] İbn
Vaddah, el-Bidau ve’n-Nehyu anhâ.
[96] İbn
Vaddah, el-Bidau ve’n-Nehyu anhâ.
[97] Müslim,
Mukaddime’de rivayet etmiştir.
[98] İmam Malik, el-Müdevvenetu’l-Kübrâ.
[99] Nasr b. İbrahim el-Makdisî, Muhtasaru Kitabi’l-Hucceti
alâ Terkı’l-Mehacceti.
[100] İbnu’l-Cevzî, Menakıbu’l-İmami Ahmed.
[101] İbnu’l-Cevzî, Menakıbu’l-İmami Ahmed.
[102] Abdullah
b. İmam Ahmed, Kitabu’s-Sünne.
[103] İbn Batta, el-İbâne.
[104] İbn Batta, el-İbâne.
[105] el-Lalekaî,
Şerhu Usuli İ’tikadi Ehl-i Sünneti
ve’l-Cemaati.
[106] Bk.
Şeyhu’l-İslam Ebu Osman es-Sabunî, Akidetu’s-Selefi
Ashabi’l-Hadis.
[107] İmam Beğavî, Şerhu’s-Sünne.
[108] İmam Beğavî, Şerhu’s-Sünne.
[109] Münker’in
değiştirilmesi için bazı şartlar aranır. Bunların bir kaçı: Münkerden
uzaklaştırmaya çalışan kimse, kendisinden uzak tutmak istediği şeyi bilmeli;
bir ma’rufun terk edilip bir münkerin işlendiğinden emin olmalı; münkeri bir
başka münker ile değiştirmemeli; bu münkeri değiştirmesi, daha büyük bir
münkere götürmemelidir.
[110] El-Elbânî, Sahîhu Sünehi’t-Tirmizî.
[111] El-Elbânî, Sahîhu Sünehi’t-Tirmizî.
[112] El-Elbânî, Sahîhu Sünehi’t-Tirmizî.
[113] El-Elbânî, Sahîhu Sünehi’t-Tirmizî.
[114] El-Elbânî, Sahîhu Sünehi’t-Tirmizî.
[115] El-Elbânî, Sahîhu Sünehi’t-Tirmizî.
[116] Selef-i salih’in yoluna davet etmenin hedefi
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın öğrenciliğini yapmış olan birinci
nesle uygun bir nesil inşâ etmektir. Yüce Allah, Rasûlünü: “Şüphe yok ki sen çok büyük bir ahlâka sahibsin.” (el-Kalem, 68/4)
diye övmektedir. Bu yola davet etmenin maksadı- her ne kadar itikad birinci ve
en önemli esas ise de -yalnızca itikadi konularda uygunluk değildir. Maksat
büyük dinimizin bütün emirlerinde onlara uygunluktur. Çünkü bizim insanları
kendisine davet ettiğimiz selef’in yolu zihinde yer alan soyut bir bilgi
değildir. Bu yol onların akide, düşünüş, yaşayış ve ahlak hususlarındaki
yollarını, yöntemlerini kapsar. Maalesef günümüzde selef’in yolunun önemli bir
yanını teşkil eden bu hususun gereken önemi, itinayı ve bu doğrultudaki
terbiyeyi hakettiği kadarıyla elde etmediğini görmekteyiz. İşte bu yanın önemi
dolayısıyla Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem--: “Ben ancak ahlakın üstün değerlerini tamamlamak için gönderildim”
diye buyurmuştur. Selef, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’a uydular,
onun ahlâkıyla ahlâklandılar, onun emirlerini yerine getirdiler. Yüce Allah’ın:
“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı
bir ümmetsiniz.” (Al-i İmran, 3/110) buyruğunda dile getirdiği gibi idiler.
Bizler eğer kurtulmak istiyor isek, selef-i salihimizin -Allah hepsinden razı
olsun- izlediği yolu izlememiz gerekir.
[117] İbn Vaddâh, el-Bidau ve’n-Nehyu anhâ.
[118] İbn Batta, el-İbane.
[119] Beğavî, Şerhu’s-Sünne.
[120] Darimî, Sünen.
[121] el-Lâlekâî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaa.
[122] el-Lâlekâî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaa.
[123] İbn Batta, el-İbane.
[124] İbn
Ebi Şeybe, el-Musannef.
[125] İbn Batta, el-İbane.
[126] İbn Kudame, Lum’atu’l-İ’tikadi’l-Hâdi ilâ
Sebili’r-Reşâd.
[127] Hatib, Şerefu Ashabi’l-Hadis.
[128] İbn Vaddâh, el-Bidau ve’n-Nehyu anhâ.
[129] el-Lâlekâî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaa.
[130] el-Lâlekâî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaa.
[131] Beğavî, Şerhu’s-Sünne.
[132] Beyhakî, es-Sünenu’l-Kübra.
[133] Hatib, el-Fakihu ve’l-Mütefakkih.
[134] İbn Batta, el-İbane.
[135] Hatib, el-Fakihu ve’l-Mütefakkih.
[136] Suyutî, Miftahu’l-Cenne fi’l-İ’tisami bi’s-Sünne.
[137] Beğavî, Şerhu’s-Sünne.
[138] Şatıbî, el-İ’tisam.
[139] el-Lâlekâî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaa.
[140] İbn Vaddâh, el-Bidau ve’n-Nehyu anhâ.
[141] Şatıbî, el-İ’tisam.
[142] İbnu’l-Kayyim,
Zadu’l-Meâd.
[143] Tirmizî, Sünen’de sahih bir sened ile.
[144] Abdu’r-Rezzak, el-Musannef,
sahih bir sened ile.
[145] el-Lâlekâî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaa.
[146] el-Lâlekâî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaa.
[147] el-Lâlekâî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaa.
[148] el-Lâlekâî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaa.
[149] Ebu
Davud, Sünen
[150] İbn Vaddâh, el-Bidau ve’n-Nehyu anhâ.
[151] el-Lâlekâî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaa.
[152] Hatib,
Şerefu Ashabi’l-Hadis.
[153] Kadı İyad, eş-Şifâ, II, 88.
[154] İbn
Abdi’-Berr, Camiu Beyani’l-İlim, s. 247.
[155] Hatib,
el-Kifaye fi İlmi’r-Rivaye, s. 196.
[156] İbn
Abdi’-Berr, Camiu Beyani’l-İlim, s. 247.
[157] Bk.
İmam Şatıbi, el-İ’tisam.