EL-AKÎDETÜ'L-VASITIYYE
VE ŞERHİ
Selef
Akidesini Anlatan Eserler Arasında "Vâsıtiyye Akîdesi"nin Önemi:
"Vâsıtıyye
Akîdesi" ve Şerhleri:
Elinizdeki
Yayında Yaptığım İşler:
Ahlâkî
Nitelikleri ve Yaratılışı:
İlim
Adamlarının Onun Hakkındaki Sözleri:
Biyografisinin
Bulunabileceği Yerler:
Prof.
Halil Herras'ın Kısa Biyografisi:
Hamd
İle Şükür Arasındaki Fark:
Hamd
İle Medh (Övgü) Arasındaki Fark:
Rasûl
İle Nebî Arasındaki Fark:
Kurtuluşa
Eren Fırka (Fırka-i Naciye):
Ba’sa
(Öldükten Sonra Dirilişe) İman Etmek:
Tahrif
ile Ta’til Arasındaki Fark:
Allah’ın
İsimlerinde İlhad (Eğriliğe Sapmak):
Allah’ın
Adaşının Olmamasının Anlamı:
Nefy
Hususunda Tafsilâtlı Açıklamalar:
İsbâtta
Tafsîl (Geniş Açıklamalar):
Yüce
Oluş (el-Uluvv)’un Çeşitleri:
"O’nun
Benzeri Hiçbir Şey Yoktur":
Allah’ın
Ğafûr ve Vedûd İsimleri:
Yüce
Allah’ın Rıza ve Gazab Gibi Sıfatları:
İtyan
ve Mecî’ (Geliş, Gelmek) Sıfatları:
Semî’,
Basar ve Ru’yet (Görmek) Sıfatları:
Allah’ın
Mekri (Hileye Karşılık Vermesi)’nin Anlamı:
Semiyy
(Aynı Adla Anılan)’in Anlamı:
Uydurma
İlâhları Allah’ı Sever Gibi Sevmek:
Allah
Hakkında Bilgisizce Söz Söylemek:
Yüce
Allah’ın Uluvv Sıfatı ve O’nun Semâda Oluşu:
Maiyyet
(Beraber Oluş) Sıfatı:
Kıyamet
Gününde Mü’minlerin Rablerini Görmesi:
Sıfat
Âyetleri ile İlgili Genel Bazı Bahisler:
Kur’ân’a
Göre Sünnetin Konumu:
Bid’at
Ehlinin Sünnete Karşı Tutumları:
Sıfatları
İhtiva Eden Hadisler:
Mü’minlerin
Kıyamet Gününde Rablerini Görmeleri:
Ehl-i
Sünnet ve’l-Cemaat Diğer Fırkaların Ortasındadır
Ehl-i
Sünnet Ve’l-Cemaat’in Ashaba Karşı Tutumu:
Arş’ın
Üzerine İstiva Etmek Sıfatı:
Yüce
Allah’ın Yakınlığı ve Birlikte Oluşu (Maiyeti):
Arasât’ta
Bulunanların Rablerini Görmeleri:
Kabir
Fitnesi (Suali) ve Azabı:
Kıyametin
Kopacağına İman Etmek:
Ashab-ı
Kiram Arasında Fazilet Farkı:
Ağaç
Altında Peygamber’e Bey’at Edenler:
Mü’minlerin
Annelerini Sevmek:
Rafızî’ler
ile Nevasıb’ın Ashab’a Karşı Tutumları:
Ashab
Nesillerin En Hayırlısıdır:
Ehl-i
Sünnet Ve’l-Cemaat’in Ashab-ı Kiram Arasındaki Anlaşmazlıklara Karşı Tutumları:
Mucize
ile Keramet Arasındaki Fark:
Ehl-i
Sünnet Ve’l-Cemaat Yolunun Esasları:
EL-AKÎDETÜ’L-VÂSITIYYE
ŞERHİ’NE EK BÖLÜM
Arapça
Üçüncü Baskının Önsözünden
Veli
(Dost) Edinme ile Düşmanlık Etmek:
Allah’ın
İndirdikleri ile Hükmetmek:
Mîsak
(Âdemoğullarından Alınan Söz):
Kelâm’a
Yergi ve Kitab ve Sünnet’in Nasslarına Teslimiyetin Gereği:
Müellif
Şeyhu'l-İslâm İbn-i
Teymiyye
Şerh
Muhammed Halil Herrâs
Çeviren
M. Beşir Eryarsoy
Hamd, Allah’a mahsustur. O’na hamdeder, O’ndan
yardım ister, O’nun günahlarımızı bağışlamasını dileriz. Nefislerimizin
şerrinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Allah’ın hidayet
verdiğini hiç kimse saptıramaz. O’nun saptırdığını da kimse hidayete erdiremez.
Şehadet ederim ki Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur, O bir ve tektir, ortağı
yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın kulu ve Rasûlüdür.
Şüphesiz en doğru söz Allah’ın kitabı, en
hayırlı yol Muhammed -Sallallahu aleyhi
ve sellem-’ın yoludur. En kötü işler bid’at olarak ortaya çıkartılanlardır.
Sonradan çıkartılan herbir husus da bid’attir. Her bid’at bir sapıklıktır ve
her sapıklık cehennem ateşindedir.
Yüce Allah’ın bu ümmet üzerindeki nimetlerinden
birisi de hiç şüphesiz bu ümmetin dinini kemale erdirmiş olması, bu ümmet
üzerindeki nimetini tamamlamış olması ve ona İslam’ı din olarak seçmiş
bulunmasıdır.
Şüphesiz Rasûlullah -Sallallahu aleyhi ve sellem- bu ümmeti gecesi gündüzü kadar
apaydınlık bir yolun üzerinde bırakacak hale gelmeden canını teslim etmedi.
Böyle bir yoldan ancak helâk olması mukadder kimseler sapar. Bu Rahmet
Peygamberi, bu ümmeti cennete yakınlaştıracak ve cehennem ateşinden
uzaklaştıracak hayır namına her ne varsa mutlaka ona göstermiştir. Ne kadar
kötülük varsa da mutlaka bu ümmeti o kötülükten sakındırmıştır. Böylelikle
helak olan apaçık bir delil üzere helak olsun, hayat bulan da apaçık bir delile
bağlı olarak hayat bulsun.
Yüce Allah bizlere anlaşmazlığa düştüğümüz
hususlarda kendisine ve Rasûlüne dönüp onların hükümleri gereğince
muhakemeleşmemizi emretmiştir. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Şâyet
herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşecek olursanız, eğer Allah’a ve âhiret
gününe iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlüne döndürünüz. Bu daha hayırlı ve
sonuç itibariyle daha güzeldir." (en-Nisa, 4/59)
İşte bu ümmetin selefini teşkil eden ashab-ı
kiram ve tabiîn ile onların yollarını izleyip adımlarını takib eden kimseler bu
yöntemi izlemişlerdir.
Şüphesiz ki selef akidesini incelemenin önemi
bizatihi akidenin kendisinin öneminden ve tekrar insanları bu akideye döndürmek
için kesintisiz ve sürekli çalışmanın zorunlu oluşundan ileri gelmektedir.
Bunun da birkaç sebebi vardır:
1- Bu akide sayesinde
müslümanların ve İslam davetçilerinin safları birleşir. Bu akide etrafında
sözbirliği ederler. Bu olmaksızın darmadağın olurlar. Çünkü bu akide kitabın,
sünnetin öngördüğü ve ashab-ı kiram’ın oluşturduğu ilk neslin akidesidir. Bunun
dışındaki bir akide etrafındaki herbir toparlanmanın sonu başarısızlık ve
dağılma olacaktır.
2- Selefî akide müslümanın
kitab ve sünnetin nasslarını ta’zim etmesini sağlar, bu nassların ihtiva ettiği
manaları reddetmekten yahut ta bunları hevâya uygun yorumlayarak onlarla
oynamaktan korur.
3- Müslümanı selefi teşkil
eden ashaba ve onlara tabi olanlara bağlar. Böylelikle bu onun izzetini,
imanını ve şerefini arttırır. Çünkü Allah dostlarının efendileri, takva
sahiblerinin önderleri onlardır. Nitekim durum İbn Mes’ud -Radıyallahu anh-’un şu sözlerinde ifade ettiği gibidir:
"Allah kullarının kalblerine baktı.
Muhammed -Sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
kalbinin, kulların kalblerinin en hayırlısı olduğunu gördü. O bakımdan onu
kendisi için seçti ve risaletiyle onu gönderdi. Muhammed -Sallallahu aleyhi ve sellem-’ın kalbinden sonra yine kulların
kalblerine baktı, onun ashabının kalblerinin sair kullar arasında en hayırlı
kalbler olduğunu gördü. O bakımdan onları da peygamberine dini uğrunda
savaşacak yardımcıları kıldı. Bu bakımdan müslümanların güzel gördükleri bir
şey Allah nezdinde de güzeldir. Kötü gördükleri şey de Allah nezdinde de
kötüdür."[1]
Yada durum, İbn Ömer -Radıyallahu anhüma-’dan söylediği rivayet edilen şu sözlerde dile
getirdiği gibidir: "Sizden herkim birilerinin sünnetini (yolunu) izleyecek
olursa, ölmüş olanların yolunu izlesin. Bunlar Muhammed -Sallallahu aleyhi ve sellem-’ın ashabıdırlar. Onlar bu ümmetin en
hayırlıları idiler. Kalbleri en iyi, ilimleri en derin, gereksiz yere
kendilerini zora koşmaktan en uzak kimseler idiler. Allah onları Peygamberine
arkadaşlık etmek, dinini başkalarına aktarmak için seçti. O bakımdan sizler de
onların ahlakı ile ahlaklanmaya ve onların gittikleri yoldan gitmeye çalışınız.
Onlar Muhammed’in ashabıdırlar, onlar Kabe’nin Rabbi olan Allah hakkı için
dosdoğru hidayet üzere idiler."[2]
4- Selef akidesinin
ayırıcı bir özelliği de açık ve anlaşılır olmasıdır. Çünkü bu akide tasavvur ve
kavrayışta te’vil, ta’til ve teşbih (ileride açıklamaları gelecektir)’den uzak
bir anlayış ve kavrayıştan hareketle kitab ve sünneti delil edinir. Bu akideye
sarılan kimse Allah’ın zatı hakkında delilsiz söz söyleyip, helak olmaktan,
Allah’ın kitabı ile Peygamberinin sünnetinin nasslarını reddetmekten kurtulur.
Dolayısıyla bu akideye sahib olan kimse ilahi takdire razı olur ve huzur ile
kadere boyun eğer, Allah’ın azametini takdir eder. Bu akide, mümini aklın güç
yetiremeyeceği gaybi hususlar üzerinde düşünmek külfetinden kurtarır. O halde
selef akidesi kolaydır, karmaşıklıktan ve anlaşılması zor hususlardan uzaktır.
Şüphesiz ki Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye’nin
te’lif ettiği "el-Akîdetu’l-Vâsıtıyye" selef akidesini dile getiren
eserler arasında en kolay olmakla birlikte, ifadeleri en açık, delil getirmesi
en doğru, söz dizisi de en kısa olanlardandır. Bu akide yeryüzünde büyük bir
kabule mazhar olmuştur. İlim talebeleri ve incelemelerde bulunanlar bunu büyük
bir kabul ile karşılamış, incelemiş, sonra da bunu okutmuşlardır. Ardı arkasına
nesiller bu akideyi ezberlemiştir. Gerçekten de bu akide metni ehl-i sünnet
ve’l-cemaat akidesine dair yazılmış en kapsamlı ve en özgün eserlerdendir.
Bu akideye "el-Akîdetu’l-Vâsıtıyye"
adının veriliş sebebine gelince, bunu bu akidenin müellifi Şeyhu’l-İslam -Allah Ona Rahmet Etsin-’ın kendisi şu
sözleriyle açıklamaktadır:
"Vâsıt diyarında, oranın yakın
bölgelerindeki kadılarından birisi olan Şafîi mezhebine mensub Radıyu’d-Din
el-Vâsıtî adında bir hoca efendi hac dönüşü bize de uğradı. Hayırlı ve dinine
bağlı bir kimse idi. Kendi topraklarında ve Tatar’ların yönetimi altında
insanların içinde bulunduğu baskın gelen bilgisizlik, zulüm, din ve ilmin
izlerinin silinmek üzere oluşundan şikayet etti, bana kendisine hem kendisi
için, hem de aile efradı için dayanak teşkil edecek bir akide metni yazmamı
istedi. Bu işten beni affetmesini istedim ve; İnsanlar pek çok sayıda akide
metni yazmış bulunuyorlar. Sünnet imamlarından herhangi birisinin yazdığı bir
akide metnini al, dedim. Ancak o, bu isteğinde ısrar edip şöyle dedi: Ben ancak
senin yazacağın bir akide metnini arzu ediyorum. Bunun üzerine ben de ona
ikindi vaktinden sonra oturup, bu akide metnini yazdım. Bu akidenin birçok
nüshası Mısır, Irak ve başka yerlerde etrafa yayıldı."[3]
Yüce Allah’ın tevfik ve takdirinin bir gereği
olarak böyle bir akidenin yazılmasını isteyen şahıs Vâsıt’lı idi. İşte bundan
dolayı bu akideye de "el-Akidetu’l-Vâsıtıyye" adı verildi.
Aynı şekilde bu akide Şeyhu’l-İslam’ın
baştaraflarında da söylediği gibi hem Vâsıtıyye, hem de Vâsatiyye (vasat yolu
izleyen) bir akide olmak özelliğindedir: "...Hatta onlar -yani ehl-i
sünnet ve’l-cemaat- bütün ümmet fırkalarının en vasat olanlarıdır. Tıpkı bu
ümmetin diğer ümmetler arasında vasat ümmet oluşu gibi. Onlar yüce Allah’ın
sıfatları meselesinde tatîl ehli ile cehmiye arasında, temsîl ehli ile
müşebbihe arasında ortada yer alırlar. Yine Allah’ın fiilleri hususunda da
cebriye, kaderiye ve diğerleri arasında vasat (orta) yoldadırlar..."
Büyük ilim adamı Muhammed Halil Herras’ın
"Vâsıtıyye Akidesi"ne yaptığı şerh açık seçik ve özlü olmak gibi bir
özelliğe sahiptir. Nitekim Allâme Abdu’r-Rezzak Afifî’nin de belirttiği gibi bu
şerh "şerhlerin en nefisi, en açık ve anlaşılır olanı, bununla birlikte en
kısalarıdır."
M.Halil Herras -Allah Ona Rahmet Etsin- büyük bir çoğunlukla akide metninde geçen
hiçbir kelimeyi açıklamadan bırakmamıştır. Birçok yerde Kur’ân-ı Kerîm ile
Muhammed Mustafa -Sallallahu aleyhi ve
sellem-’ın hadislerini, sahabe ve müfessirlerin görüşlerini İmam Ahmed,
Buharî, Nuaym b. Hammâd ve başkaları gibi selef imamlarını, daha sonra gelip de
onların izlerinden yürüyen Şeyhu’l-İslam (İbn Teymiyye)’nin eserlerinden başka
yerlerdeki ibarelerini, onun iki öğrencisi İbnu’l-Kayyim ve ez-Zehebî ile
sonradan gelen (müteahhir) ilim adamları arasından Şeyh Abdu’r-Rahman b. Sa'dî
ve Muhammed b. Manî’ gibi selef alimlerinin görüşlerini delil göstermiştir.
Aynı zamanda o çeşitli fırkaların görüşlerini sözkonusu etmiş, onların şüphe ve
tereddütlerine cevap vermiştir. Cehmiye, kaderiye, cebriye, mutezile, eş’ariyye
ve başkalarının görüşlerini ele almış olması buna bir örnektir. Ayrıca bunların
gerek Geylan ed-Dımaşkî, Bişr el-Merisî ve bunlara benzer geçmişteki
önderlerinin, gerek onlardan sonra gelmiş bulunan er-Razî ve el-Gazzalî gibi
önder ilim adamlarının yanıldıkları hususları açıklamış bulunmaktadır. Daha
sonra da çağımızda yaşamış Zahid el-Kevserî gibi şahsiyetlerin birtakım
kanaatlerini de ele alıp değerlendirmiştir. Bütün bunları ise şu küçük ve kolay
ve anlaşılır şerhinde gerçekleştirmiştir.
Bundan dolayı bu şerh Vâsitiyye akidesine
yapılmış şerhlerin en değerlisi ve en özlüsü niteliğinde kabul edilmeye
değerdir. Bunun ne kadar gerçek bir değerlendirme olduğunu ancak bu şerhi
mütalaa eden, inceleyen ve bununla birlikte diğer şerhleri de gören bir kimse
anlayabilir.
Kurtuluşa eren fırka
(fırka-i naciye)’nin akidesini ifade eden Vâsıtıyye akidesi'nin pekçok baskısı
ve birçok şerhi yapılmıştır. Örnek olmak üzere aşağıdakilerini sözkonusu
edelim:
1- "et-Tenbihatu’l-Latife fi ma'htevet Aleyhi el-Vasıtıyyetu
mine’l-Mebahisi’l-Munîyfe”:
Bu şerhi büyük ilim adamı Abdu’r-Rahman en-Nasır
es-Sa’dî telif etmiştir. Bu şerhle birlikte Şeyh Abdu’l-Aziz b. Abdullah b.
Baz’ın açıklamalarından seçilmiş birtakım notlar da vardır. Bunun neşrini ve
basın kontrolünü Prof. Abdu’r-Rahman b. Ruveyşid ile Prof. Süleyman b. Hammad
yapmışlardır. Orta boy, almışdört sahifelik olan bu şerhin baskı tarihi
bulunmamaktadır. Daha sonra sayın Ali Hasen Abdu’l-Hamid bunu ikinci olarak
bastırmış, akidenin metnini ve hadislerini harekelemiştir. ed-Dammam’da Daru
İbni’l-Kayyim’de neşredilmiş olup, büyük boy yüzyedi sahife olan bu baskı da h.
1410 yılında yapılmıştır.
2- "el-Akîdetu’l-Vâsıtıyye”:
Büyük ilim adamı sayın Prof. Muhammed b.
Abdu’l-Aziz b. Manî’ -eski milli eğitim genel müdürü- nin tashihini yaptığı ve
notlar ekleyerek yapılan baskısı. Bu eklenen notlar son derece kısa olup, orta
boy otuziki sahife olarak ilk baskısı Riyad’da tarihsiz olarak Matbuatu Sa'd er-Raşid’de
yapılmıştır.
3- "Şerhu’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye”:
Büyük ilim adamı Muhammed Halil Herrâs’ın şerhi
olup, elinizdeki bu eserdir. Prof. Abdu’r-Rezzak Afifî bunu gözden geçirmiş
olup, Medine-i Münevvere’de el-Camiatu’l-İslamiyye’de küçük boy yüzyetmişaltı
sahife olarak basılmış, ikinci olarak da Şeyh İsmail el-Ensarî’nin tashihini
üstlenip, notlar eklediği haliyle ‘İdaretu’l-Buhus el-İlmiyye... genel
başkanlığı’nın yaptığı neşir; küçük boy yüzseksenyedi sahife olup, 1403 yılında
basılmıştır. Önceki baskısından -çok istisnai birkaç yer dışında- farkı yoktur.
eş-Şeyh el-Ensarî’nin de buna eklediği bazı notlar vardır.
4- "et-Tenbihatu’s-Seniyye ale’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye”:
Riyad temyiz mahkemesi başkanı Prof. Abdu’l-Aziz
en-Nasır er-Reşid’in şerhi olup, geniş bir açıklamadır. Büyük boy üçyüz
seksensekiz sahifedir. O bu eserini el-Ma'hedu’l-İlmi’deki öğrencilerinin
isteği üzerine kaleme almış. Daru’r-Reşid... tarafından yayınlanan bu eserin
baskı tarihi bulunmamaktadır.
5- "el-Kevaşifu’l-Celiyye an Meâni’l-Vâsıtıyye”:
Riyad İmamu’d-Da’ve Enstitüsü eski hocalarından
Prof. Abdu’l-Aziz Muhammed es-Selman’ın yaptığı genişçe bir şerhtir. Dörtyüz
yetmişbir sahife olan bu eser defalarca basılmış ve bedelsiz olarak
dağıtılmıştır. Sonuncu baskısı olan onyedinci baskı 1410 yılında gerçekleşmiş
olup, bu baskı sekizyüzyedi sahifedir.
6- "el-Es'iletu ve’l-Ecvibetu’l-Usuliyye ale’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye”:
Adı geçen ilim adamı
tarafından yapılmış bir şerh olup, soru ve cevap şeklindedir. Büyük boy
üçyüzkırk sahife olan bu eserde iyilik severlerden birisinin finansmanı ile
defalarca basılıp, bedelsiz olarak dağıtılmıştır. Bizzat müellifin kendisi de
bunu ayrıca özetlemiştir.
7- "Şerhu’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye”:
Riyad Yüksek Hakimlik Enstitüsü Müdürü Prof.
Salih b. Fevzan el-Fevzan’ın yaptığı kolay ve kısa bir şerh olup,
ikiyüzyirmiiki sahifedir. Bu şerhini hazırlarken müellif er-Reşid’in
"et-Tenbîhâtu’s-Seniyye" adlı eseri ile Prof. Zeyd b. Abdi’l-Aziz b.
Feyyad’ın "er-Ravdatu’n-Nediyye Şerhu’l-Akideti’l-Vasıtiyye" adlı
eserlerini kaynak almıştır. Riyad’da Mektebetu’l-Meârif’de defalarca
basılmıştır.
8- "el-Akîdetü’l-Vâsıtıyye”:
Büyük ilim adamı Muhammed b. Salih el-Useymîn
tarafından birtakım kelimelere yapılmış kısa açıklamaları ihtiva eden oldukça
küçük hacimli bir eser olup, kitabta yer almış birtakım terimlerin de tanıtımı
yapılmaktadır. Orta boy ellibeş sahife tutan eser ilk olarak 1406 yılında doğu
bölgesinde yer alan Medinetu’s-Sakba’daki el-Hudâ yayınevinde basılmıştır.
9- "et-Talikatu’l-Müfide ale’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye”:
Bu notları hazırlayan Abdullah b. Abdu’r-Rahman
b. Ali eş-Şerî olup, akidenin metninin harekelenmesi noktasında gördüğüm
baskıların en güzelidir. Bununla birlikte âyetlerin yerleri gösterilmiş, kısa
bir şekilde hadislerin kaynakları belirtilmiştir. Müellifinin koyduğu isimden
de anlaşılacağı üzere faydalı ve özlü birtakım notlar da vardır. Orta boy
seksendokuz sahifeden ibaret olan bu eserin ilk baskısı er-Riyad’da 1404
yılında Daru Taybe’de yapılmıştır.
10- "el-Akîdetu’l-Vâsıtıyye ve Meclisu’l-Münazarati fiha...”:
Bu eseri tahkik eden Prof. Züheyr eş-Şaviş olup,
sadece metninin tahkiki yapılmıştır. Kendisinin de belirttiği gibi bu tahkiki
yaparken elinde bulunan bir el yazması nüshaya dayanmıştır. Güzel bir şekilde
neşredilmiş olan bu baskısında âyetlerin Kur’ân-ı Kerîm’deki yerleri
gösterilmiş, oldukça kısa bir surette de hadislerin kaynakları belirtilmiştir.
Daha sonrada Şeyhu’l-İslam ile onun bu akidede serdettiği kanaatlerini
benimsemeyen hasımları arasındaki tartışmayı sözkonusu etmektedir. Tartışma ile
birlikte metin orta boy yüz sahife kadar olup, bunu muhakkik kendisine ait
el-Mektebu’l-İslâmî’de 1405 yılında bastırmıştır.
11- "Şerhu’l-Akîdeti'l-Vâsıtıyye”:
Said b. Ali b. Vehef el-Kahtanî tarafından
yapılmış olan bu şerh Prof. Dr. Abdullah b. Abdu’r-Rahman el-Cebrî tarafından
gözden geçirilmiş olup, kısa ve kolay şerhtir. Orta boy seksenyedi sahifedir.
Bu şerhin müellifi daha önce kendilerinden sözettiğimiz şerhleri kaynak olarak
almış olup, 1409 yılında basılmıştır.
12- "er-Ravdatu’n-Nediyye Şerhu’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye”:
Zeyd b. Abdu’l-Aziz b. Feyyad’a ait olan bu şerh
oldukça geniştir. İlk baskısı 1377, ikincisi 1378 yılında yapılmış olup,
beşyüzonaltı sahifedir.
13- "Şerhu’l-Vasıtıyye”:
Büyük ilim adamı Prof. Muhammed b. Salih
el-Useymin’e ait olan bu şerh önce kasetlerde ses bantları halinde kayıtlı iken
öğrencilerinden birisi tarafından deşifre edilmiş bir şerhtir. İlim talebeleri
elinde dolaşmakta bulunan daha iyisi bulunmayan son derece nefis bir şerhtir.[4]
İşte bütün bunlardan bu akidenin ne kadar önemli
olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü kimi ilim adamı bu akidenin metnini harekelemeye,
kimileri hadislerinin kaynaklarını belirtmeye, başkaları buna dair açıklamalar
ve notlar koymaya yahut kısa ya da uzunca şerhler yazmaya kalkışmıştır. Bütün
bunlar ise "el-Akîdetu’l-Vâsıtıyye"de ifadesini bulan selef akidesine
yapılmış bir hizmettir.
Ancak ben Prof. Abdu’r-Rezzak Afifî ile
el-Ensarî’nin yaptıkları gözden geçirme ve ekledikleri kısa notlar dışında
Prof. Muhammed Halil Her-râs’ın te’lif ettiği bu şerhe gerekli hizmetleri ifa
eden kimse göremedim.
Bundan dolayı ben bu şerhe gereken itinayı
göstermek şerefine erişmek istedim. Özellikle bu akideyi incelediğim her
seferinde ya elimin altındaki özel nüshanın boşluklarında, yahut ta ayrı
birtakım yerlere ya da hafızama birtakım mülahazalar kaydettim. O bakımdan
bütün yapacağım bu yazdıklarımı yeniden biraraya getirip, düzenlemek ve tekrar
gözden geçirip, arkasından basın ve yayına hazırlamaktan ibaretti.
Yüce Allah’ın yardımı ile bu işi ifa edebilmek
için bütün gayretimi ortaya koymaya çalıştım.
Bu nüsha Batı Berlin’de bulunmaktadır.
Bunun bir sureti de Kuveyt’te ki İhyau’t-Turas
el-İslamî Cemiyetine bağlı el-Mahtutat ve’t-Turas ve’l-Vesaik Merkezinde;
(2/12147-akide) numarada kayıtlı bulunmaktadır. Adı geçen merkeze bunun bir
suretini bize gönderdiği için burada teşekkürlerimizi ifade ediyoruz.
Bu nüsha onbir varak olup, 10,5X 18,5 c.m
ebadında ve 23 satırdır. Güzel, açık seçik ve etrafı çerçevelenmiş bir nesih
hattı ile yazılmış olup, müstensihi ve istinsah tarihi bilinmeyen bu güzel hat,
kitabın başından sonuna kadar devam etmektedir.
Bu nüshanın hattı güzel olmakla birlikte çokça
kelimeler düşmüş ve pekçok hataları vardır, âyetlerde bile. Bundan dolayı ben
tahkikte alışılan bir husus olduğu üzere bu nüshayı asıl kabul edemedim. Bunun
yerine aslı ile birlikte basılmış olan şerhi asıl metin olarak kabul ettim.
Çünkü şerh bu metne tabi olup, onunla birlikte yer almaktadır. Ben bu sözü
edilen nüshayı basılı metinler arasından herhangi bir farklılık olduğu zaman
tercihe sebeb bir dayanak olarak kabul ettim. Özellikle benim asıl olarak kabul
ettiğim baskı ile Mecmuu’l-Fetâvâ arasında yer alan baskı arasında bulunan
farklılıklarda ona dayandım. Bununla birlikte bazan anlamı etkileyebilecek
önemli farklılıklara işaret etmekle yetindim. Zikredilmesinde faydası
bulunmayan birçok farklılıklara işaret etmeye gerek görmedim. Çünkü bunları
ayrıca zikretmek bazan okuyucuyu yanıltabilir.
1- Az önce sözünü
ettiğimiz gerek akidenin bağımsız baskılarından, gerek birtakım not ya da
şerhlerle birlikte yapılmış baskılarından hareketle metni oldukça sağlam bir
şekilde ortaya çıkarmaya çalıştım ve bunu yazma nüsha ile karşılaştırdım.
Ayrıca kolaylıkla okunup, ezberlenebilmesi için de bu metni harekeledim.
2- Elimizdeki şerhin metni
ile el-Camiatu’l-İslamiyye ve Daru’l-İfta tarafından yapılmış iki baskının
metinleri arasındaki farklılıkları tesbit etmeye çalıştım. Oldukça az olan bu
farklılıkları yeri geldikçe açıkladım.
3- Şerh’te yer alan ve
okunması zor ya da yanlış anlamalara meydan verebilecek olan lafızları
harekeledim ki okuyucunun bunları anlaması kolaylaşsın.
4- Ayetleri harekeleyip,
Kur’ân-ı Kerîm’deki yerlerini gösterdim.
5- Bulamadığım tek bir
hadis dışında bütün hadis ve sahabeye dair rivayetlerin kaynaklarını gösterdim.
Kaynağını tesbit edemediğim hadis ise: "Allah’ı inkâr eden el-ğıyer
(hallerinin değişmesi) ile karşılaşmaz."
Rivayetlerin kaynaklarını tesbit ederken
izlediğim yola gelince:
Öncelikle iki parantez arasında hadisin sıhhat
ya da zayıflığı ile ilgili hükmü zikredeceğim.
Sonra Buharî ve Müslim ile başlayıp, arkasından
Kütüb-i Sitte’nin geri kalanları, sonra İmam Ahmed’in Müsned’i yahut Malik’in
Muvatta’ı arasından bu hadisi zikreden kaynakları belirttikten sonra Beyhakî ya
da Hakim yahut onların dışında hadisi rivayet edenleri sırasıyla zikrettim.
Bazan hadisin sözü geçen sıralamaya göre üç ya da dört eserdeki yerini
zikretmekle -bazı istisnalar hariç- yetindim. Hadis Kütüb-i Sitte’de ya da
bazılarında bulunuyor ise baskı farklılıkları dolayısı ile kitab ve bab olarak
geçtiği yeri işaret edip, şerhlerde bulunduğu yerleri de kaydettim. Eğer hadis
Buharî’de yer alıyor ise Selefîye matbaası baskısını esas alarak
Fethu’l-Barî’deki yerini zikrettim. Müslim’de yer alıyorsa Nevevî şerhindeki
yerini kaydettim. Eğer Tirmizî’de ise Tuhfetu’l-Ahvezî’deki yerini, Ebu
Davud’da ise Avnu’l-Mabud’daki yerini, Nesaî’de geçiyor ise Ebu ⁄udde’nin
tahkikiyle, Suyutî şerhi ile es-Sündî Haşiye’sindeki yerini, İbn Mace’de bulunuyor
ise Abdu’l-Bakî’nin hazırladığı baskıyı, Müsned’de ise el-Fethu’r-Rabbanî’deki
yerini gösterdim. Bazan iki ya da üç yeri kaydetmekle yetindim.
Hadis ile ilgili hükme gelince şâyet hadis
Buharî, Müslim ya da birilerinde ise parantez arasında "sahih" kelimesini
kaydederek bu iki kaynaktaki yerine işaret etmekle yetindim. Şâyet başkalarında
yer alıyor ise bu dalın önder ilim adamlarından hadise kimlerin sahih, kimlerin
zayıf dediğini kaydettim. Zehebî, İbn Hacer, el-Enbanî ve bazen mesela
el-Arnavut gibilerinin adını verdim. Kimi zaman hadis ilminin gerektireceği
kadarı ile senede dair açıklamalarda bulundum ki, bu oldukça azdır.
6- Şarih’in birilerine
nisbeten kaydettiği sözlerin birçoğunu o sözü söyleyenlerin kendi eserlerindeki
ya da başkalarının eserlerindeki yerlerini kaydettim.
7- Adları geçen özel
şahısların önemlilerinin biyografilerini kaydettim. Ashab-ı Kiram, kimi tabîin
ve müteahhir ilim adamlarından meşhur ve tanınan kimselerin ise biyografilerini
sözkonusu etmedim.
8- Metin ya da şerhte
sözkonusu edilen cehmiyye, mutezile, eş’ariler ve daha başka bütün fırkaların
tanımını yaptım.
9- "Düstur, milli,
mecsure" gibi oldukça az sayıda geçen birtakım yabancı kelimelere dair
açıklamalarda bulundum.
10- Zorunlu gördüğüm,
oldukça az miktarda bazı notlar ekledim.
11- İster metin, ister
şerhin ifadelerini olduğu gibi bıraktım. Bundan önceki baskılardaki birtakım
baskı yanlışlıkları sebebiyle pek az yerlerdeki düzeltmeler ise müstesnadır.
12- Bazı paragraflara
başlıklar koydum. Bunu da okuyucuya kolaylık olsun diye yaptım. Bu başlıkları
ise metine kendiliğimden bir şey sokmamış olmak için sahife kenarlarında metnin
dışında bıraktım.
13- Kitabın bundan önceki
baskılarında şerh ve metnin sahifedeki uyumsuzlukları probleminden kurtulmak
maksadıyla akidenin metnini birçok kısma ayırdım. Bu kısımların herbirisinin
başlı başına belli bir konuyu almak özelliğinde olmasına dikkat ettim. Ondan
sonra da şerhini kaydettim. Bundan önce de "şın" harfini yazdım.
Metin ile şerhin hurufatını farklı kullandım ki, okuyucu, metnin herbir
bölümünün şerhini tam bir uyum içerisinde kolaylıkla izleyebilsin.
14- Şeyhu’l-İslam İbn
Teymiyye -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-’nin
özlü bir şekilde biyografisini yazdım.
15- Büyük ilim adamı şarih
Muhammed Halil Herrâs’ın da oldukça özlü bir biyografisini kaydettim.
16- Teknik birtakım
fihristler yaptım. Bunlar aşağıdaki şekildedir:
Âyetlerin Kur’ân-ı Kerîm’deki sıralarına göre
fihristi,
Alfabetik sıraya göre hadis ve ashab ile tabîine
ait sözlerin
fihristi,
Fırka ve mezheblere dair fihrist,
Biyografileri kaydedilmiş özel şahısların
fihristi,
Birinci ve ikinci derecedeki kaynakların
fihristi,
Konu fihristi.
Büyük arşın yüce ve kerim Rabbi olan Allah’tan
benim bu çalışmamı kıyamet gününde hasenatımın arasına katmasını, ilim adamları
ve müslüman kardeşlerime bunu faydalı kılmasını niyaz ederim. Bu, kusurlu
birisinin ortaya koyduğu bir gayrettir. "Tetkik edecek şahıslar bunu
dikkatle tetkik etsin, alabildiğine bizi mazur görsün. Çünkü akıllı kişi
başkasını mazur görebilendir. Yüce Allah ise kendi kitabından başkasını hatadan
korumuş değildir. İnsaflı kişi başkasının birçok doğruları karşılığında az
sayıdaki hatalarını bağışlayabilendir."[5]
Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Peygamberimiz
Muhammed’e onun aile halkına ve ashabına Allah’ın salat ve selamları...
Ebu
Muhammed Alevî es-Sekkaf
Adı Ahmed olan İbn Teymiyye’nin babasından
itibaren geriye doğru atalarının adı şöyledir: Abdu’l-Halim, Abdu’s-Selâm,
Abdullah, el-Hıdır, Muhammed, el-Hıdır, Ali, Abdullah, Teymiyye el-Harrânî.
"Teymiyye" lakabı ile ilgili olarak
şöyle denilmiştir: Onun beşinci dedesi olan Muhammed b. el-Hıdır, Teyma yolu
üzerinden hacca gitmişti. Orada küçük bir kız çocuğu görmüştü. Geri döndüğünde
ise hanımının bir kız doğurmuş olduğunu da görünce, Tebûk yakınlarındaki bir
belde olan Teyma’ya nisbetle ey Teymiyye; Ey Teymiyye diye seslenince, ona bu
lakab verilmiş oldu.
İbnu’n-Neccar dedi ki: "Bize nakledildiğine
göre dedelerinden Muhammed’i, annesi Teymiyye diye adlandırırdı. Teymiyye ise
vaize bir kadın olup, daha sonra ona nisbet edildi ve onun adıyla tanınır
oldu."[6]
İbn Teymiyye 661 Rebiulevvel ayının onuna
rastlayan bir pazartesi günü Şam topraklarından sayılan Harran’da dünyaya
geldi. Şeyhu’l-İslam Takuyu’d-Din lakabı ile anıldı, künyesi Ebu’l-Abbas’dır.
Şeyhu’l-İslam lakabının anlamı ile ilgili olarak
çeşitli açıklamalar yapılmıştır:
Bu açıklamaların en güzeli, müslüman olarak
yaşlanmış (şeyh, ihtiyar olmuş) kişi demektir. O bu lakabı ile daha önce geçmiş
benzerlerinden farklı bir özelliğe sahip ve bu hususta esenliğe kavuşacağı
belirtilen müjde vaadini elde etmiş gibidir: "Her kimin müslüman olarak
bir saçı ağarırsa, bu onun için kıyamet gününde bir nur olacaktır."[7]
Diğer bir açıklamaya göre şeyh, avamın örfünde
dayanak ve destek olan kişi yani yüce Allah’tan sonra hertürlü sıkıntıda
başvurdukları kişi demektir.
Bir diğer açıklamaya göre o kendi yakınlarının
yolundan gitmekle Şeyhu’l-İslam’dır. Yani gençlerin kötü ve cahilce
davranışlarından kurtulmuş kimsedir. O farz ve nafile bütün amellerinde sünnete
uygun hareket eden bir kişi demektir.[8]
Bu isimlendirme eskiden beri kullanılmıştır.
Bunu İmam Şafîi, İmam Ahmed b. Hanbel ve başkaları da kullanmıştır.[9]
Ailesi olan Teymiyye hanedanı Harran’da köklü
bir ailedir. İlim ve dine bağlılığı ile ün salmıştır.
Dedesi Ebu’l-Berekât Mecdu’d-Din Hanbelî ileri
gelen ilim adamlarının büyüklerindendir. eş-Şevkanî’nin
"Neylu’l-Evtar" adı ile şerhettiği "el-Munteka min
Ahbari’l-Mustafa" adlı eser onun te’liflerinden birisidir.
Babası Şihabu’d-Din Abdu’l-Halim Ebu’l-Mehasin
babasından sonra meşihat makamını üstlenmiş ve Ebu’l-Abbas ile Ebu Muhammed
adındaki oğullarına ilim öğretmiştir.
Kardeşi Ebu Muhammed Şerefu’d-Din, Hanbelî
mezhebinde oldukça ileri derecede fıkhî bir seviyeye ulaşmıştı.
Öğrencisi İbn Abdu’l-Hadî şöyle demektedir:
"Kendilerinden ilim dinleyip, bellediği hocaları ikiyüzden daha
fazladır."[10]
Bunların en ünlülerinden:
1- Şemsu’d-Din Ebu
Muhammed Abdu’r-Rahman b. Kudame el-Makdisî. 682 h. yılında vefat etmiştir.
2- Eminu’d-Din Ebu’l-Yemen
Abdu’s-Samed b. Asâkir ed-Dımeşkî eş-Şafîi. 686 h. yılında vefat etmiştir.
3- Şemsu’d-Din Ebu
Abdillah Muhammed b. Abdi’l-Kavi b. Bedran el-Merdavî. 703 h. yılında vefat
etmiştir.
Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye köklü bir ekolün
temsilcisidir. Onun hayatta olduğu dönemde pekçok ilim adamı bu ekolün
öğrenciliğini yapmış, günümüze kadar onun pekçok eseri vasıtası ile de hala bu
ekole mensub olup, öğrenciliğini yapanların varlığı sürmektedir.
İbn Teymiyye’ye öğrencilik yapanların
meşhurlarından bazıları:
1- Şemsu’d-Din b.
Abdi’l-Hadî. 744 h. yılında vefat etmiştir.
2- Şemsu’d-Din ez-Zehebî.
748 h. yılında vefat etmiştir.
3- Şemsu’d-Din
İbnu’l-Kayyim. 751 h. yılında vefat etmitir.
4- Şemsu’d-Din İbn Müflih,
el-Fûru’ ve el-Âdâbu’ş-Şer’iyye adlı eserlerin müellifi. 763 h. yılında vefat
etmiştir.
5- Ünlü tefsirin müellifi
İmâdu’d-Din İbn Kesir. 774 h. yılında vefat etmiştir.
Hanbeli mezhebine mensub bir kişi olarak
yetişti. Daha sonra hakkında ez-Zehebî’nin sözünü ettiği şu noktaya ulaştı:
"Şu ana kadar pekçok yıldan bu yana muayyen
bir mezhebe bağlı olmaksızın, aksine delile dayalı olan görüşe göre fetva
vermektedir. Katıksız sünnetin ve selef yolunun zaferi için çalışmıştır. Bu
yolun lehine birçok delil, önerme ve daha önce başkasının göstermediği
hususları delil olarak kendisi ortaya koymuş, öncekilerin ve sonrakilerin
kullanmaktan çekindikleri ifade ve sözleri kendisi cesaretle dile
getirmiştir."[11]
Akidesinin ne olduğu hakkında bizzat kendisinin
yazmış olduğu şu kaside ile bize şöylece cevab vermektedir:
"Ey mezhebimi ve akidemi soran kişi! Doğru
yolu bulmak için soru sorana, doğru yolda gitmek ihsan edilsin.
Sözünü tahkik ederek söyleyen, bundan yan
çizmeyen ve değiştirmeyenin sözüne kulak ver.
Bütün ashabı sevmek benim yolumdur, bu sevgiyle
onlara yakın olmayı, Allah’a yakın olmaya bir vesile (yol) sayarım.
Herbirisinin pek açık-seçik kadri ve fazileti
vardır, fakat aralarından es-Sıddiyk daha da faziletlidir.
Kur’an hakkında âyetlerinde geçenleri söylerim,
o kadimdir, Allah tarafından indirilmiştir.
İlahi sıfata dair bütün âyetleri ilk tarzda
nakledildiği şekilde hak olarak kabul ederim.
Bunun mesuliyetini de bu nakli yapanlara havale
ederim ve bu hususta hertürlü tahayyüle karşı onu korurum.
Kur’ân’ı bir kenara itip de söylediği söze:
el-Ahtal dedi ki... diye delil getiren ne çirkin iş yapmış olur!
Mü’minler Rablerini hak olarak göreceklerdir. Ve
keyfiyetsiz olarak (hadiste belirtildiği üzere) semaya iner.
Mizanı ve kendisinden içip, susuzluğumu gidereceğimi
ümit ettiğim Havzı ikrar ve kabul ederim.
Aynı şekilde cehennemin üstünde uzatılacak
sıratı da. Muvahhid olanları kurtulacak, diğerleri ise terkedileceklerdir.
Cehennem ateşine bedbaht olan bir kimse ilahi
hikmet gereği girecektir, takva sahibi olan kişi de aynı şekilde cennete
girecektir.
Canlı ve aklı başında herkesin kabrinde ameli
kendisiyle birlikte olacak ve ona kabirde soru sorulacaktır.
İşte Şafîi’nin de, Malik’in de, Ebu Hanife’nin
de sonra da Ahmed’in de nakledilegelen akidesi budur.
Eğer onların izledikleri yola uyarsan, ilahi
tevfike mazhar olursun. Eğer bid’at bir yol ortaya koyarsan, kimse senin bu
yolunu dayanak kabul etmez."[12]
Eserleri hakkında ez-Zehebî şunları
söylemektedir: "Şeyhu’l-İslam Takıyu’d-Din Ebu’l-Abbas Ahmed b. Teymiyye -Radıyallahu anh-’ın te’lif ettiği
eserleri topladım, bunların bin esere vardıklarını tesbit ettim. Daha sonra da
onun başka eserlerini de gördüm."[13]
Onun değerli öğrencisi İbn Kayyim el-Cevziyye de
"Esmâu Müellefâti İbn Teymiyye" adını verdiği ve Salahu’d-Din
el-Müneccid’in tahkiki ile Beyrut Daru’l-Kutubi’l-Cerdîe’de basılmış, te’lif
ettiği eserlere ait bir eser de yazmıştır.
Güzel bir tasnif, güzel bir ibare, düzenleme,
taksim ve açıklama noktasında oldukça yetkin idi. Bu hususa onun hasmı
İbnu’z-Zemelkanî bile tanıklık etmiştir.[14]
İbn Teymiyye ibranice’yi, latince’yi konuşur[15]
idi. Bunu şu sözlerinden anlamaktayız: "İbranice lafızlar bir dereceye
kadar Arapça lafızlara yakınlaşmaktadır. Nitekim isimler büyük iştikak
noktasında birbirine oldukça yaklaşmaktadır. Ben kitab ehli arasında müslüman
olmuş birtakım kimselerden Tevrat’ın İbranice lafızlarını dinledim. Her iki
dilin birbirine oldukça yakın olduklarını gördüm. Öyle ki sonunda sırf Arapça
bilgime dayanarak onların İbranice konuşmalarının birçoğunu anlar oldum.[16]
Ahlâkî niteliklerinden birisi de cömert bir
şahsiyet oluşu idi. Bu onun fıtri bir özelliği idi. Cömertlik için kendisini
ayrıca zorlamazdı. Yiğitti, dünyaya karşı zahid idi. Hiçbir şekilde dünyaya
bağlı değildi. Haramlara düşmek korkusuyla pekçok mübahı terkederdi.
Yaratılışı itibariyle taşıdığı niteliklere
gelince beyaz tenli, saç ve sakalları siyah, ağarmış saçları azdı. Saçları
kulaklarının yumuşaklarına kadar ulaşırdı, gözleri adeta konuşan iki dil gibi
idi. Orta boylu, omuzları geniş, yüksek sesli, fasih süratle okuyan bir kişi
idi. Sertleştiği olurdu ama hilm özelliği ile o sertliğini bastırabiliyordu.[17]
Allah ona rahmet etsin hem diliyle, hem kalemi
ile hem de eliyle cihad etmiş, tatarlara karşı savaşmış, müslümanları onlara
karşı harekete getirmeye çalışmıştır. 702 h. yılında Şekhab vakasında ön
saflarda çarpışmış, Merc es-Suffer günü diye bilinen çarpışmada onlara karşı
sebat göstererek, yerinden ayrılmamıştı. Tatarların hükümdarı Kazan’ın huzuruna
girip, onunla cesareti dolayısıyla hazır bulunanları dehşete düşürecek şekilde
konuşmuştur. Aynı şekilde müslüman toprakları Tatarlara teslim etmek noktasına
gelen Mısır Sultanını da tehdit etmiştir.
Arkadaş ve öğrencilerinden çok, onun düşmanları
ve onun seviyesinde olan ilim adamları Şeyhu’l-İslam’dan övgüyle
sözetmişlerdir. Hatta İbn Nâsıru’d-Din ed-Dımeşkî ondan övgüyle söz eden
çağdaşlarından seksen ilim adamından daha fazlasını saymış ve bu hususa dair
ünlü kitabı "er-Râddu’l-Vâfir” adlı
eserini yazmıştır. Bu eserde 841 yılında vefat eden ve İbn Teymiyye hakkında
"Şeyhu’l-İslam" diyen bir kimsenin kâfir olacağını iddia eden el-Alâ
el-Buharî diye ün salmış, Muhammed b. Muhammed el-Acemî’nin görüşlerini red
etmektedir.
İşte ben sözü geçen bu eserden gerek İbn
Teymiyye’nin çağdaşı, gerek müellif İbn Nasiru’d-Din’in çağdaşı olan en ünlü
ilim adamlarının birtakım sözlerini seçtim. Bizzat ona öğrencilik etmiş bulunan
İbnu’l-Kayyim, İbn Kesir ve İbn Abdi’l-Hadî gibi öğrencilerinin ona dair övgü
dolu sözlerini ayrıca kaydetmedim. Çünkü bunlar pekçok ve bilinen şeylerdir.
Ondan hayırla sözedip, onu öven ve müslümanlar
arasındaki konumunu açıklığa çıkartanların bazıları:
1- "Uyûnu’l-Eser
fi’l-Meğâzîl ve’ş-Şemaili ve’s-Siyer" adlı eserin müellifi olan İbn
Seyyidi’n-Nas (v. 734 h.) hakkında şunları söylemektedir:
"Ben onu bütün ilimlerde pay sahibi gördüm.
Nerdeyse sünnete dair bütün rivayetleri ezberlemişti. Tefsire dair söz söyledi
mi bu işin sancağını yüklenmiş olduğu görülürdü. Fıkha dair fetva verdi mi en
ileri noktaya ulaşmış olduğu, hadise dair konuştu mu hadis ilim ve rivayetinde
oldukça ehil olduğu, mezheb ve fırkalar hakkında konuştu mu bu hususta ondan
daha etraflı bilgi sahibi kimsenin görülemediği, onun ilerisinde bu hususların
kimse tarafından idrâk edilemediği anlaşılırdı. Kısacası bütün ilim dallarında
akranlarından ileri idi. Onu gören hiçbir göz onun benzerini görmemiştir. Hatta
kendisi bile kendisi gibisini görmüş değildir."
2- "Siyer-u
A'lami’n-Nubelâ"nın müellifi Şemsu’d-Din ez-Zehebî (v. 748) dedi ki:
"Benim gibi bir kimsenin onun niteliklerine
dair söz söylemesinden çok daha büyüktür. Eğer Kâbe’de Hacer-i Esved’in
bulunduğu rükün ile Makam-ı İbrahim arasında bana yemin ettirilecek olsa, hiç
şüphesiz benim gözüm onun gibisini görmemiştir, diye yemin ederim. Allah’a
yemin ederim bizzat kendisi bile ilim bakımından kendi benzerini görmüş
değildir."
Bir başka yerde de şunları söylemektedir:
"Henüz buluğa ermeden Kur’an ve fıkıhı
okudu, tartıştı, delilleriyle, görüşlerini ortaya koydu. Yirmi yaşlarında iken
ilim ve tefsirde oldukça ileri dereceye ulaştı, fetva verdi ve ders okuttu. Pek
çok eserler yazdı, daha hocaları hayatta iken büyük ilim adamları arasında
sayılır oldu. Develere yük teşkil edecek kadar pek büyük eserler yazdı. Bu
sırada onun yazdığı eserler belki dörtbin defter, belki de daha fazla tutar.
Cuma günlerinde seneler boyunca herhangi bir kitaba başvurmaya gerek
görmeksizin yüce Allah’ın kitabını tefsir etti. Fışkıran bir zeka idi, pekçok
hadis dinlemiştir. Kendilerinden ilim bellediği hocalarının sayısı ikiyüzü
aşkındır. Tefsire dair bilgisi en ileri noktadadır. Hadis, hadis ravileri
(Ricâli), hadisin sahih olup olmamasına dair bilgisine hiçbir kimse ulaşamaz.
Fıkhı, nakli -dört mezheb imamının da ötesinde- ashab ve tabîin’in görüşleri
eşsizdi. Mezheb ve fırkalara dair, usul ve kelâma dair bilgisine gelince, bu
hususta onun seviyesinde bir kimse bilmiyorum. Dile dair geniş bir bilgisi
vardı, Arapçası oldukça güçlü idi. Tarih ve siyere dair bilgisi şaşırtıcı idi.
Kahramanlık, cihad ve atılganlığı ise nitelendirilemeyecek kadar,
anlatılamayacak kadar ileri idi. Örnek gösterilecek derecede çok cömert idi.
Yemekte ve içmekte az ile yetinir, zühd ve kanaat sahibi bir kimse idi."
3- "Tabakatu'ş
Şafîiyye el-Kübrâ" adlı eserin müellifi Tacu’d-Din’in babası Takıyu’d-Din
es-Subkî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şunları söylemektedir:
"Aklî ve şer’î ilimlerdeki geniş bilgisi,
üstün kadri ve kaynayıp coşan denizi andıran hali ile ileri zekası, içtihadı
ile bütün bu alanlarda anlatılamayacak ileri dereceye ulaşmıştı..."
dedikten sonra şunları söylemektedir: "Bana göre o bütün bunlardan daha
büyük, daha üstündür. Bununla birlikte yüce Allah ona zühd, vera, dindarlık,
hakka yardımcı olmak, hakkı yerine getirmek gibi özellikleri vermişti; bütün
bunları da yalnızca Allah için yapardı. Bu hususta selef-i salihin izlediği
yolu izlerdi. Bu konuda çok büyük bir pay sahibi idi. Bu dönemde hatta uzun
dönemlerden beri onun benzeri görülmüş değildir."
4- Muhammed b. Abdi’l-Berr
eş-Şafîi es-Sübkî (v. 777)’de şunları söylemektedir: "İbni Teymiyye’ye
cahil bir kimse ile yanlış kanaat ve görüşlere sahib bir kimseden başkası
buğzetmez. Cahil bir kimse ne söylediğini bilmez, yanlış kanaat sahibi kimseyi ise
sahib olduğu yanlış kanaat onu bilip tanıdıktan sonra hakkı söylemekten
alıkoyar."
5- Hasımlarından birisi
olan Kemalu’d-Din b. ez-Zemelkanî eş-Şafîi (v. 727) Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye
hakkında şunları söylemektedir:
"Herhangi bir ilim dalına dair kendisine
soru sorulacak olursa, onu gören ve onu dinleyen bir kimse, onun bu ilim
dalından başka bir şey bilmediğini zanneder ve bu seviyede kimsenin o ilmi
bilmediğine hükmederdi. Diğer mezheblere mensub fukaha onunla birlikte
oturduklarında kendi mezhebleri ile ilgili olarak daha önceden bilmedikleri
şeyleri ondan öğrenirlerdi. Herhangi bir kimse ile tartışıp da hasmı tarafından
susturulduğu bilinmemektedir. İster şer’î ilimler olsun, ister başkaları olsun
herhangi bir ilim hakkında söz söyledi mi mutlaka o ilim dalının uzmanlarından
ve o ilmi bilmekle tanınanlardan üstün olduğu ortaya çıkardı. Beşyüz yıldan bu
yana ondan daha ileri derecede hadis hıfzetmiş kimse görülmüş değildir."
6- Mâlikî ve (sonraları)
Şafîi mezhebine mensub İbn Dakîk el-Iyd (v. 702 h.) onun hakkında şöyle
demektedir: "İbn Teymiyye ile biraraya geldiğimde bütün ilimlerin onun
gözü önünde bulunduğunu, bu ilimlerden istediğini alıp, istediğini bırakan bir
kişi olduğunu gördüm."
7- Aslen İşbilyeli,
Dımaşk’lı (v. 738 h.) el-Birzâlî Ebu Muhammed el-Kasım b. Muhammed, İbn
Teymiyye hakkında şunları söylemektedir:
"Hiçbir hususta arkasından yetişilemeyecek
bir imamdı. İçtihad mertebesine ulaşmış ve müçtehidlerin şartları kendisinde
toplanmıştı. Tefsirden söz etti mi aşırı derecedeki ezberleri dolayısıyla,
güzel sunması ile herbir görüşe tercih zayıflık ve çürütmek gibi layık olduğu
hükmü vermesiyle ve herbir ilme dalabildiğine dalması ile insanları hayrete
düşürürdü. Huzurunda bulunanlar onun bu haline şaşırırlardı. Bununla birlikte o
zühd, ibadet, yüce Allah’a yönelmek, dünya esbabından uzak kalıp, insanları
yüce Allah’a davet etmeye de kendisini büsbütün vermiş bir kimse idi."
8- Şafîi mezhebine mensub
Dımaşk’lı ve Tehzibu’l-Kemâl adlı eserin sahibi Ebu Haccac el-Mizzî de (v. 742
h.) Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye hakkında şunları söylemektedir: "Onun
benzerini görmedim, kendisi de kendi benzerini görmüş değildir. Allah’ın kitabı
ve Rasûlünün sünneti hakkında ondan daha bilgilisini, her ikisine ondan daha
çok tabi olanı görmüş değilim." Bir seferinde de şöyle demiştir:
"Dörtyüz yıldan bu yana onun benzeri görülmemiştir."
9- Fethu’l-Barî adlı
eserin müellifi İbn Hacer el-Askalânî (v. 852 h.) onun hakkında şunları
söylemektedir:
"En hayret edilecek hususlardan birisi de
şudur: Bu adam Rafızî, Hulûlcüler, İttihatçılar gibi bid’at ehline karşı bütün
insanlar arasında en ileri derecede duran bir kimse idi. Bu husustaki eserleri
pekçok ve ünlüdür. Onlara dair verdiği fetvaların sınırı yoktur." Yine
onun hakkında şunları söylemektedir:
"Şeyhu’l-İslam Takıyu’d-Din’in,
kanaatlerini kabul edenin de, etmeyenin de çokça istifade ettiği ve herbir yana
dağılmış eserlerin müellifi ünlü öğrencisi Şemsuddin İbn Kayyim el-Cevziyye
dışında eğer, hiçbir eseri bulunmasaydı dahi, bu bile İbn Teymiyye’nin ne kadar
yüksek bir konuma sahib olduğunu en ileri derecede ortaya koyardı. Durum böyle
iken bir de gerek akli, gerek nakli ilimlerde Hanbeli mezhebine mensup ilim
adamları şöyle dursun, çağdaşı olan Şafîi ve diğer mezheblere mensup en
ilerideki önder ilim adamları akli ve nakli ilimlerde oldukça ileri ve
benzersiz olduğuna da tanıklık etmişlerdir."
10- "Umdetu’l-Karî
Şerhu Sahihi’l-Buharî adlı eserin müellifi Halefî Bedru’d-Din el-Aynî (v. 855
h.) Şeyhu’l-İslam hakkında şunları söylemektedir: "O, faziletli,
maharetli, takvâlı, tertemiz, vera’ sahibi, hadis ve tefsir ilimlerinin
süvarisi, fıkıh ve hadis usulü ve fıkıh usulü ilimlerinde gerek anlatımı ve
gerek yazımı itibariyle ileri derecede idi. Bid’atçilere karşı çekilmiş yalın
kılıçtı. Dinin emirlerini uygulayan büyük ilim adamı, marufu çokça emreden,
münkerden çokça alıkoyandı. Son derece gayretli, kahraman ve korku ve dehşete
düşüren yerlerde atılgan, çokça zikreden, oruç tutan, namaz kılan, ibadet eden
bir kimse idi. Geçiminde kanaatkarlığı seçmiş, fazlasını istemeyen bir kimse
idi. Oldukça güzel ve üstün şekilde sözlerine bağlı kalır, çok güzel ve değerli
işleriyle vaktini değerlendirirdi. Bununla birlikte aşağılık dünyalıktan da
uzak kalırdı. Meşhur, kabul görmüş ve tenkid edilebilecek bir kusuru
bulunmayan, nihaî sözü kestirip atan fetvaları vardır."
Onun şan ve şerefine dil uzatan kimselere karşı
savunarak ve bu gibi kimseleri yeren bir üslubla da şunları söylemektedir:
"Ona dil uzatan kimse ancak gülleri koklamakla birlikte hemen ölen pislik
böceği gibidir. Gözünün zayıflığı dolayısıyla ışık parıltısından rahatsız olan
yarasaya benzer. Ona dil uzatanların tenkid edebilme özellikleri de yoktur,
ışık saçıcı, dikkate değer düşünceleri de yoktur. Bunlar önemsiz
şahsiyetlerdir. Bunlar arasından onu tekfir edenlerin ise ilim adamı olarak
kimlikleri belirsizdir, adları, sanları yoktur.
En yaygın bilinen hususlardan birisi de şeyh,
imam, büyük ilim adamı Takıyu’d-Din İbn Teymiyye’nin en faziletli ve üstün
şahsiyetlerden, eşsiz ve pek kapsamlı belge ve delillerden birisi olduğudur. Onun
sahib olduğu edep ve terbiye, ruhları besleyen bir ziyafeti andırırdı. Onun
seçkin sözleri adeta duyguları harekete getiren hoş bir içkiyi andırırdı.
Oldukça ileri derecede düşünürlerin olgun meyveleri gibi idi. Onun bu alandaki
tabiatı çiğlikten ve çirkinlikten son derece uzaktı. Üzerleri örtülü pekçok
hususun örtüsünü açan kişi idi ve böylelikle kapalılıkları gideren zındıkların,
inkârcıların dine dil uzatmalarına karşı dinin savunucusu, peygamberlerin
efendisinden gelen rivayetleri ilmi tenkide tabi tutan ashab ve tabîinden gelen
rivayetleri de tenkid süzgeçinden geçiren bir şahsiyet idi."
Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye’ye çağdaşı,
mutasavvıf, kelamcı ve bid’atçi düşmanlarından çokça iftiralarda bulunulduğu
gibi, çağından sonra günümüze kadar da (bu durum)devam etmiştir. Ancak bu
iftiralar arasında en şaşırtıcı olup hasım bid’atçilerin dayanak kabul
ettikleri iftira ise gezgin İbn Batuta’nın, "Rihletu İbn Batuta (İbn
Batuta Seyehatnamesi)" diye tanınıp meşhur olmuş "Tuhfetu’l-Enzar..."
adını taşıyan eserinde -Allah’tan layıkı ile muamele görmesini dileriz-
söylediği şu sözlerdir:
"726 yılı muazzam ramazan ayı 9’una tesadüf
eden perşembe günü Şam’ın Dımaşk şehrine vardım... Dımaşk’ta Hanbeli
fukahasının büyüklerinden Şam’ın büyüğü ve çeşitli ilim dalları hakkında söz
söyleyen Takıyu’d-Din İbn Teymiyye vardı. Ancak aklı pek yerinde değildi.
Dımaşk’lılar onu çokça ta’zim eder, o da minbere çıkıp, onlara vaazlar
verirdi..." diye sözlerini sürdürür ve daha sonra şunları söyler:
"Caminin minberinde insanlara vaaz ederken
cuma gününde huzurunda bulundum. Onlara öğüt veriyordu, söylediği sözler
arasında şu da vardı: Allah dünya semasına benim şu inişim gibi iner, dedi ve
minberin basamaklarından bir basamak indi. İbnu’z-Zehra diye bilinen Malikî
mezhebine mensup bir fakih ona karşı çıktı ve onun söylediği bu sözü reddetti.
Fakat herkes bu fakihe karşı çıktı, elleriyle, ayakkabılarıyla onu alabildiğine
vurdular ve nihayet sarığı da düştü..." Ve daha başka yalan ve iftiraları
bunların akabinde sıralamaya devam etmektedir.[19]
İbn Batuta’nın sözleri bunlar, iftirası bu.
Bundan dolayı Şeyh Ahmed b. İbrahim b. İsa "el-Kasidetu’l-Nüniyye"[20]ye
yazdığı şerhinde şu sözleri söylemektedir: "Böyle bir yalandan Allah’a
sığınırız. Bu yalanı söyleyen Allah’tan korkmaz, bu iftirada bulunan utanmaz
mı? Nitekim hadis-i şerif’te: "Eğer utanmazsan dilediğini
yapabilirsin"[21]
diye buyurulmuştur.
Bu yalan o kadar açıktır ki ayrıca bunu uzun
boylu reddetmeye gerek yoktur. Bu iftiracı ve yalancıya karşı Allah yeter.
Çünkü bu şahıs Dımaşk’a 726 yılı 9 Ramazan tarihinde girdiğini söylemekte.
Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye ise o sırada el-Kal’a’da hapsedilmiş bulunmakta idi.
Nitekim onun öğrencisi Hafız Muhammed b. Ahmed b. Abdu’l-Hadi
"Tabakatu’l-Hanâbile" adlı eserinde ile Hafız Ebu’l-Ferac
Abdu’r-Rahman b. Ahmed b. Receb'in belirttikleri gibi güvenilir ilim adamları
bunu böylece zikretmişlerdir. Hafız Ebu’l-Ferac sözü geçen
"Tabakat"ında İbn Teymiyye’nin biyografisini yazarken şunları
söylemektedir:
"Şeyh (İbn Teymiyye) 726 yılı, Şa’ban
ayından, Zü’lkade’nin 28. gününe kadar el-Kal’a’da (hapis) kaldı."[22]
İbn Abdi’l-Hadî ayrıca onun oraya altı Şa’ban’da
girdiğini de ekler.[23]
Şimdi bu iftiraya bir bakalım. Bu şahıs onun
huzurunda bulunduğundan ve bu sırada minberde insanlara vaz-u nasihatte
bulunduğundan sözetmektedir. Bunun gerçekle ilgisini bir bilebilseydik! Acaba
caminin minberi Dımaşk Kal’asının içlerine mi intikal etti? Halbuki İbn
Teymiyye belirtilen tarihte sözü edilen kaleye girdiğinde ancak naşı üzerinde
dışarı çıkmıştı. Hafız İmadu’d-Din İbn Kesir "Tarihinde[24]
bunu böylece kaydetmektedir. Böylelikle bu hususta yapılacak açıklamalar nihaî
maksadına ulaşmış bulunuyor.
İbn Batuta’nın çokça yalan söylediğinin
delillerinden birisi de onun bu seyahatnamesinde naklettiği çok acaib hikâyeleridir.
O kadar ki İbn Haldun bu seyahatnameden bir miktar nakillerde bulunduktan sonra
şunları söylemektedir:
"...Onun anlattığı şeylerin çoğunluğu Hint
ülkesinin hükümdarı ile ilgili olup onu dinleyenlerin çokça garib karşılayacağı
halleri ile ilgili anlattıklarıdır... Nihayet o bu kabilden hikayeler anlattı,
bu sefer insanlar kendi aralarında onun yalancı olduğunu söylemeye koyuldular.
O günlerde Sultan Faris b. Vardar’ın veziri ile karşılaştım. Bu hususta onunla
konuştum ve ben bu adamın insanlar tarafından yaygın bir şekilde yalanlanmış
olması dolayısıyla vermiş olduğu haberleri kabul etmediğini gördüm."[25]
O halde İbn Haldun rivayet ettiği haberlerin
çokça garib oluşları sebebiyle İbn Batuta’nın doğruluğunda şüphe etmektedir.
İbn Teymiyye’ye dair naklettiği rivayetten daha garibi de yoktur.
Diğer taraftan İbn Batuta’nın Hindistan’ı
ziyareti esnasında naklettiği garib hadiselerden birisi de şu sözleriyle
anlattıklarıdır:
"Nihayet Beşay dağına vardık, orada salih
Şeyh Ata Evliya'nın zaviyesi de vardır. "Ata" türkçede baba demektir,
"evliya"da Arapça bir kelimedir. Anlamı evliyaların babası demek
olur. Aynı şekilde ona "si sad sale" de denilir. Farsça’da "si
sad" üçyüz "sale" de yıl anlamındadır. Onların belirttiklerine
göre o üçyüzelli yaşında imiş. Onlar bu kişi hakkında güzel inançlara
sahibtirler..."
Daha sonra şunları söyleyinceye kadar sözlerini
sürdürür: "Yanına girdik, ona selam verdim, boynuma sarıldı. Cismi nemli
idi, ondan daha yumuşak bir cisim görmedim. Onu gören kişi ise elli yaşında
olduğunu zanneder. Bana naklettiğine göre herbir yüz yaşında saçları ve dişleri
(yeniden) çıkar..."[26]
Bu seyahatnamede ne kadar uydurma, yalan ve
iftira bulunduğunu ancak Allah bilir.
Allah, İbn Teymiyye’ye geniş geniş rahmetini
ihsan etsin, zalimlerin tuzakları ise mutlaka boşa çıkar.
İbn Teymiyye’nin hasımları onun birçok
mihnetlere düşmesine sebeb teşkil etmişlerdir ki; bunlar fetvalarına ve
görüşlerine muhalefet etmesi kendilerine çokça ağır gelen fukaha, mutasavvıf ve
kelamcılar arasındandır.
Defalarca hapse atıldı. Bunlardan birisi de 26
Ramazan cuma gününe tesadüf eden 705 h. yılındadır. Bayram gecesi el-Cub'de bir
başka yere nakledildi ve tam bir yıl orada mahpus kaldı. Daha sonra 23
Rebiulevvel 707 hicri yılında hapisten çıktı.
Arkasından bir başka sefer sufilerden birisinin
davası dolayısıyla bir daha hapse atıldı ve ramazan bayramı günü 709 yılında
çıktı. 726 yılında bir defa daha mihnete uğradı, fetva vermesi yasaklandı ve
tutuklandı. Bu da 10 Şaban Cuma gününe tesadüf ediyordu. İki yıl ve birkaç ay
hapiste kaldı. Pazartesi gecesi de 20 Zülkade 728 yılında vefat etti.
Cenazesine gelenlerin haddi hesabı yoktu. İmam Ahmed’in şu sözlerine canlı bir
örnekti.
"Bid’at ehline deyiniz ki: Bizim ve sizin
aranızda fark cenazelerde bulunmalar olsun."
İşte bu şekilde davet, cihad, ders vermek,
fetva, te’lif, tartışma, selef’in metodunu savunmakla dopdolu bir hayattan
sonra vefat etti. Ne evlendi, ne cariye edindi, ne de geriye mal mülk bıraktı.
Yüce Allah ona bol bol rahmetini ihsan etsin,
cennetin geniş yerleri makamı olsun. Bize, İslam’a ve müslümanlara yaptığı
hizmetlerin karşılığında Allah onu en hayırlı şekilde mükâfatlandırsın.
1- İbn Kesir, el-Bidaâye ve’n-Nihâye (XIV, 4, 7-23,
36-39, 44, 48, 53-55, 67, 97, 123, 135-140, 143)
2- İbn Hacer, ed-Duraru’l-Kâmine, I, 144
3- eş-Şevkanî, el-Bedru’t-Talî’, I, 63
4- ez-Zehebî,
Tezkiratu’l-Huffâz, IV, 1496
5- İbn Receb, ez-Zeylu alâ Tabakati’l-Hanabile, II,
387
6- Tabakatu’l-Müfessirîn, I, 45.
7- Suyutî, Tabakatu’l-Huffâz, 520
8- el-Kütübî, Fevâtu’l-Vefeyât, I, 74
9- es-Seh'avî, el-I’lânu bi’t-Tevbih limen Zemme’t-Tarih,
Tahkik Rovental, Kontrol Salih el-Ali, s. 111, 136, 137, 294, 307, 352.
10- Sıddiyk Hasen Han, et-Tacu’l-Mükellel, s. 420, 431.
Eskiden de, günümüzde de onun için özel
biyografiler de yazılmıştır. Bunların en önemlileri:
1- İbn Nasıru’d-Din
ed-Dımaşkî, er-Reddu’l-Vâfir.
2- İbn Abdi’l-Hadî, el-Ukud'u-l Durriyye fi Menakibi İbn
Teymiyye.
3- Mer’î el-Keramî, el-Kevakihlu’d-Durriyye fi Menakibi İbn
Teymiyye.
4- Mer’î el-Keramî,
eş-Şehâdetu'z - Zekiyye fi Senai’l-Eimmeti ale'bni Teymiyye.
5- el-İstanbulî, İbn Teymiyye Batalu’l-İslahi’d-Dinî.
6- Selim el-Hilalî, İbn Teymiyye el-Müfterâ aleyh.
7- Muhammed Ebu Zehra, İbn Teymiyye Hayatuhu ve Asruhu.
8- Ebu’l-Hasen en-Nedvî, Ricalu’l-Fikr adlı dizinin İbn
Teymiyye’nin biyografisine ait bölümü.
9- Abdu’r-Rahman
Abdu’l-Halik, Lemahatun min Hayati İbn
Teymiyye.
10- el-Fevezan, Min Alami’l-Müceddidin: Şeyhu’l-İslam İbn
Teymiyye.
11- eş-Şeybanî, Evraku’n-Mecmuatun min Hayati Şeyhi’l-İslam
İbn Teymiyye.
Büyük ilim adamı selefî, muhakkik Muhammed Halil
Herrâs;
Mısır Arab Cumhuriyeti el-⁄arbiyye
eyaletinden.
1916 yılında Tanta’da doğdu, kırklı yıllarda
Ezher Üniversitesi Usulu’d-Din Fakültesinden mezun oldu. Tevhid ve mantık
dalında doktor ünvanını aldı. Ezher Üniversitesi Usulu’d-Din Fakültesinde
profesör olarak çalıştı.
Suudi Arabistan Krallığında misafir hoca olarak
görev yaptı. Riyad’daki İslami Muhammed b. Suud Üniversitesinde ders verdi.
Tekrar Suudi Arabistan’a misafir olarak geldi ve bu sefer Mekke-i Mükerreme’de
şimdiki Ümmu’l-Kura Üniversitesi olan eski Şeriat fakültesinde lisans üstü
kısmının akide bölümü başkanlığını yaptı.
Tekrar Mısır’a geri döndü ve
Ansaru’s-Sunneti’n-Nebeviyye Cemaati genel başkan vekilliğine getirildi. Sonra
da Kahire’deki bu cemiyetin genel başkanı oldu.
Vefatından iki yıl önce 1973 yılında doktor
Abdu’l-Fettah Selâme ile birlikte el-⁄arbiyye eyaletinde Cemaatu’d-Da’va
el-İslamiyye’nin kuruluşuna katıldı ve bu cemaatin ilk başkanı oldu.
Yaklaşık altmış yaşlarında 1975 yılında vefat
etti.
Selef akidesine mensub
birisi idi. Hakta son derece metanetli, delil ve açıklamaları güçlü idi.
Hayatını öğretim, te’lif, sünneti ve ehl-i sünnet ve’l-cemaat akidesini
yaymakla geçirdi.
Pekçok te’lifi vardır. Bunların bazıları:
1- İbn Kudame’nin el-Muğni
adlı eserinin tahkiki: Bu eser ilk olarak Mısır’da Matbaatu’l-İmam’da
basılmıştı.
2- İbn Huzeyme’nin
et-Tevhid adlı eserine tahkik ve notları.
3- Ebu Ubeyde el-Kasım b.
Sellam’ın el-Emval adlı kitabına tahkik ve notları.
4- Suyutî’nin
el-Hasaisu’l-Kübrâ adlı eserinin tahkik ve tenkidi
5- İbn Hişam’ın
es-Siyretu’n-Nebeviyye adlı eserine tahkik ve notları.
6- İbn Kayyim’e ait
el-Kasidetu’l-Nuniyye’ye dair iki ciltlik şerhi.
7- İbn Teymiyye ve Nakduhu
li Mesaliki’l-Mütekellimin fi Mesaili’l-İlahiyat. (İbn Teymiyye ve ilahiyat
meselelerinde mütekellimin yöntemini eleştirisi)
8- İbn Teymiyye’ye ait
el-Akîdetu’l-Vasıtiyye şerhi, ki elinizdeki bu kitabtır.
Hamd olsun âlemlerin rabbi, rahman, rahim, din
gününün maliki Allah’a. Salat ve selam olsun rasûllerin en şereflisi
Peygamberimiz, Allah’ın kulu ve Rasûlü Muhammed’e, onun aile halkına, ashabına,
kıyamet gününe kadar da güzel bir şekilde onlara tabi olacaklara.
Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-ye ait "el-Akîdetu’l-Vâsıtıyye” ehl-i sünnet ve’l-cemaat akidesine
dair yazılmış en kapsamlı eserlerdendir. Bununla birlikte lafızları oldukça
kısa, ibareleri oldukça dikkatli seçilmiştir. Ancak birçok yerde
kapalılıklarını giderecek bir açıklamaya, gizli cevherlerin üzerindeki
perdeleri kaldıracak bir izaha ihtiyacı vardır.
Yapılacak bu açıklamanın bununla birlikte pekçok
nakillerle usandırıcı olmaması, uzun olmaması gerekir. Böylelikle yetişkinlerin
idrakine uygun düşsün ve onlara kolaylıkla konunun özünü verebilsin.
Bundan ötürü yüce Allah’tan hayırlısını
dileyerek bu işi yapmaya kalkıştım. İşlerimizin çokluğuna ve böyle bir işle uğraşmayı
engelleyen bir yoğunluğa rağmen bunu yapmaya kalkıştım. Aziz ve celil olan
Allah’tan okuyan herkese faydalı kılmasını, bu şerhi O’nun rızası için halis
kılmasını dilerim. Şüphesiz ki O pek yakındır, duaları kabul edendir.
Muhammed
Halil Herrâs
"Bismillahirrahmanirrahim:
Rahman, rahim, Allah’ın adı ile.”
İlim adamları besmele’nin her bir surenin
başlangıcını teşkil eden bir âyet mi yoksa sureleri birbirinden ayırmak ve
başlarken onun bereketinden faydalanmak üzere zikredilmek için indirilmiş
bağımsız bir âyet mi olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir.[29]
Tercih edilen görüş ikincisidir.
Bununla birlikte
besmele’nin en-Neml suresinin (30. âyetinin) bir parçası olduğu hususunda ve
et-Tevbe suresinin baştarafında terkedileceği üzerinde görüş birliğine
varmışlar. Çünkü et-Tevbe suresi, el-Enfal suresi ile birlikte tek bir sure
gibi değerlendirilmişlerdir.
"Bismi"nin başındaki "be"
yardım dilemek içindir ve bazıları fiil olarak, bazıları isim olarak takdir
ettikleri hazfedilmiş (gizli, zikredilmemiş) bir kelimeye taalluk etmektedir,
demişlerdir. Her iki görüş de birbirine yakındır, Kur’ân-ı Kerîm’de her iki
husus da varid olmuştur. Yüce Allah’ın:
"Yaratan
Rabbinin adıyla oku." (el-Alak, 1) buyruğunda müteallak fiildir. "Onun akıp yürümesi de Allah’ın
adıyladır." (Hud, 41) buyruğunda da müteallakı isimdir.
Bununla birlikte müteallakın sonradan takdir
edilmesi güzeldir. "Çünkü yüce Allah’ın isminin başa alınması daha uygun
olduğu gibi, câr ile mecrûrun önceden zikredilmesi yüce Allah’ın güzel adının
teberrüken, özellikle zikredilmiş olduğunu ifade eder. İsim ise bir manayı
tayin ya da diğerinden ayırdetmek için kullanılan bir lafızdır."
"İsim"in hangi kökten türediği
hususunda görüş ayrılığı vardır. Bunun alâmet anlamındaki
"es-simetu"den türemiş olduğu söylendiği gibi, yükseklik ve yücelik
anlamına gelen "es-sumuv"den türediği de söylenmiştir, tercih edilen
görüş budur.
"İsm"in başındaki hemze de vasıl
hemzesidir.
İsim, kimilerinin iddia ettiği gibi müsemmâsının
(yani ad olduğu şeyin) bizzat kendisi değildir. Çünkü isim delâlet eden lafız,
müsemmâ ise bu isim ile kendisine delâlet olunan anlamdır.
Tesmiye (isim vermek)’in kendisi ise böyle
değildir. Çünkü isim vermek, isim verme fiilini ifade eder. Mesela: Ben oğluma
Muhammed adını verdim, denilir.
Bazılarının söylediklerine göre
"bismillah"deki "ism" lafzı fazladan gelmiştir. Çünkü
yardım Allah’ın isminden değil, bizzat kendisinden istenir. Ancak bu görüşün
bir kıymeti yoktur, çünkü maksat şanı yüce Allah’ın o güzel adını dil ile
anmaktır. Yüce Allah’ın
"En
yüce Rabbinin adını tesbih et." (el-A’la, 1) buyruğunda olduğu gibi. Yani
Rabbinin adını söyleyerek, onu telaffuz ederek, onu tesbih et. O halde maksat
yüce Allah’ın adını başta anmak suretiyle onun bereketinden yararlanmaktır.
İsm-i celal olan "Allah" adının
türememiş camid bir isim olduğu söylenmiştir. Çünkü türemiş olmak, türediği
kökün var olmasını gerektirir. Yüce Allah’ın adı ise kadimdir, kadim olanın ise
herhangi bir kök maddesi yoktur. O halde ism-i celal de ad olarak
kullanılmaları ile birtakım sıfatlar ihtiva etmeyen katıksız diğer özel isimler
gibidir.
Ancak doğru olan bu ismin müştak (belli bir
kökten türediği)dir.
Bunun türediği ilk kökün hangisi olduğunda ise
görüş ayrılığı vardır. Bu kökün ibadet etmek anlamına gelen
"elihe-ye'lehu-ilâheten-ulûheten"’den geldiği söylendiği gibi,
şaşırıp kalmayı ifade eden "elihe-ye'lehu-elehen"’den türediği de
söylenmiştir.
Doğru olan birinci görüştür. O halde o kendisine
ibadet olunan (me’lûh) yani mabûd anlamında "ilâh"tır. Bundan dolayı
İbn Abbas -Radıyallahu anh-:
"Allah bütün mahlukatının üzerinde ulûhiyyet ve ubûdiyyet hakkına sahip
olandır."[30] demiştir.
"Allah" lafzının bir kökten türediğini
kabul eden görüşe göre bu lafız aslı itibariyle bir sıfat olur. Ancak özel isim
olması daha ağır bastığından dolayı diğer isimlerle onun hakkında haber verilir
ve ona sıfat olurlar. Mesela Allah, rahman, rahim, semi’, alim’dir denildiği
gibi, rahman, rahim olan Allah... da denilir.
"er-Rahman,
er-Rahim"
Yüce Allah’ın güzel isimlerinden şerefli iki
isimdir. Bunlar yüce Allah’ın rahmet sıfatına sahip olduğuna delâlet
etmektedir.
Rahmet şanı yüce Allah’ın celâline yakışan bir
şekilde gerçek anlamda bir sıfatıdır. -Muattile’nin ileri sürdüğü gibi-
rahmet'ten kasıt, mesela iyilik yapmayı dilemekte olduğu gibi, rahmetin gereği
olan şeyleri dilemektir, şeklindeki açıklama.doğru değildir. Yüce Allah’ın
izniyle buna dair geniş açıklamalar ileride gelecektir.
"Rahman ve Rahim"in birlikte kullanılması
hususunda da görüş ayrılığı vardır. Bir görüşe göre "er-Rahman"
dünyada rahmeti herşeyi kuşatmış olan demektir. Çünkü "fa’lân" kipi
dopdolu oluşa ve çokluğa delalet eder. "er-Rahîm" ise âhirette
rahmetini özel olarak mü’minlere tahsis edecek olan demektir.
Bunun aksi de söylenmiştir.
Büyük ilim adamı İbnu’l Kayyim -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
"Rahman" adının şanı yüce Allah’ın zatı ile kaim sıfata delâlet
ettiğini "er-Rahim"in de kendisine rahmet olunana taalluk edişine
delâlet ettiğini kabul etmektedir. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerîm’de
"er-Rahman" adı müteaddi (geçişli) olarak gelmemiştir. Mesela yüce
Allah: "O mü’minlere karşı pek
rahimdir."[31] diye
buyurmaktadır, fakat "Rahman’dır" diye buyurmamaktadır.
Bu açıklama her iki isim arasındaki farkı ortaya
koyan açıklamaların en güzelidir. İbn Abbas’ın da şöyle dediği rivayet
edilmektedir: "Bunlar son derece rikkatli iki isimdir. Bunların biri
diğerinden daha rikkatlidir."[32]
Kimisi de besmele’de ki "er-Rahman"
isminin ism-i celalin sıfatı olmasını kabul etmemektedir. Çünkü bu da bir başka
özel isim olup, ondan başkası hakkında kullanılmamaktadır. Özel isimler ise
sıfat olarak kullanılmazlar.
Doğru olan ise bu ismin muhtevasındaki sıfat
anlamı nazar-ı itibara alınarak, ism-i celal’in sıfatı olduğudur. Buna göre
"er-Rahman" yüce Allah’ın hem adı, hem sıfatıdır. Onun isim olması,
sıfat olmasına aykırı değildir. O sıfat olması itibariyle yüce Allah’ın ismine
tabi olarak zikredilmiştir. İsim olması itibari ile de Kur’ân-ı Kerîm’de başka
bir isime tabi olmadan özel bir isim olarakta varid olmuştur. Yüce Allah’ın: "Rahman, arşa istivâ etmiştir."
(Ta’ha, 5) buyruğunda olduğu gibi.
"Rasûlünü
hidayet ile hak dini de bütün dinlere üstün kılmak üzere gönderen Allah’a hamd
olsun. Şahid olarak Allah yeter.''
"Allah’a hamdolsun" ile ilgili olmak
üzere Peygamber -Sallallahu aleyhi ve
sellem-’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah’a hamd ve bana
salat(u selam) ile başlamayan herbir söz kesiktir, arkası kopuktur, bereketi
giderilmiştir."[33]
Bunun benzeri besmele hakkında da varid
olmuştur.
İşte her iki rivayet ile amel etmek maksadıyla
müellif her ikisini yerine getirmiştir. Bu iki rivayet arasında da bir çelişki
yoktur. Çünkü başlangıç biri gerçek, biri izafi olmak üzere iki türlüdür.
Hamd yermenin zıttıdır. Adamı
hamdettim, ona hamdediyorum, ederim (överim) denilir. Öğülen kimseye de mahmûd
ve hamîd denilir.
Yüce Allah’a ardı arkasına hamd-u senalarda
bulunmayı anlatmak üzere; "hammedallahe" denilir. "O kişi
elhamdulillah dedi" diye de kullanılır.
Hamd, ister bir nimet olsun, ister bir başka şey
olsun tercihen yapılan güzel şeylere karşı dil ile övgüde bulunmaktır. Mesela;
ben filan adama nimetleri dolayısıyla hamdettim denildiği gibi, kahramanlığını
hamdettim (övdüm) de denilir.
Şükür ise özel olarak nimet hakkında kullanılır.
Kalb, dil ve azalarla yapılır. Nitekim şair şöyle demektedir:
"Benim sizlere olan nimetimi üç şey ifade
etmiştir:
Elim, dilim ve görünmeyen kalbim
(vicdanım)."
Buna göre hamd ile şükür arasında genellik,
özellik ilişkisi vardır. Nimete karşılık dil ile övmek noktasında ikisi de
ortaktır. Nimet olmayan ihtiyari iyiliklere karşılık dil ile övgüde bulunmak
hamdin tek başına sahib olduğu bir özelliktir. Nimetin özelliği dolayısı ile
kalb ve azalarla övgüde bulunmak ta şükrün tek başına sahib olduğu bir
özelliktir.
Buna göre hamd, müteallakı itibariyle daha
genel, aracı itibariyle daha özeldir. Şükür ise bunun tam aksinedir.
Hamd ile medh arasındaki farka gelince, İbnu’l-Kayyim
şöyle demektedir: "Hamd, kendisine hamdolunanın iyiliklerini haber
vermekle birlikte onu sevmeyi ve ta’zim etmeyi de ifade eder. Dolayısıyla
beraberinde hayır iradesinin de bulunması kaçınılmazdır. Medh (övmek) ise böyle
değildir. O sadece bir haber vermekten ibarettir."[34]
Bundan dolayı medh daha geniş çerçevede
kullanılmaktadır. Çünkü medh canlı, ölü ve cansız varlıklar için de sözkonusu
olabilmektedir.
"el-hamdu"de ki "el"
istiğrak içindir. Yani muhakkak ve mukadder bütün hamd çeşit ve birimlerini
kapsamayı ifade eder. Cins için olduğu da söylenmiştir. Bunun anlamı da[35]
"kâmil manasıyla hamd Allah için sözkonusudur. Bu da yüce Allah’ın kemal
sıfatları ve güzel vasıfları dolayısıyla kendisine hamdetmeyi gerektiren herbir
hususun onun hakkında sabit olmasını gerektirir. Zira kemal sıfatlarına sahib
olmayan bir varlık mutlak olarak hamdolunan bir varlık değildir. Olsa olsa
ancak bir yönü ile kendisine hamdedilir, bazı yönleriyle edilmeyebilir. Her
bakımdan ve bütün bakış açılarına göre bütün hamd çeşitleri ile hamd edilen bir
varlık olamaz. Bundan tek istisna bütün kemal sıfatlarına sahib olandır. Eğer
kemal sıfatlarından bir tanesine dahi sahib olmazsa o sıfatın eksikliği
sebebiyle ona yapılan hamdde eksiklik sözkonusu olur."[36]
"Rasûl
" sözlükte kendisi ile risalet (mesaj) gönderilen demektir. Mesela,
onu bu iş ile rasûl olarak gönderdi, denilir. Yani o kimseden gönderdiği mesajı
eda etmesi ve tebliğ etmesi istenmesi halinde bu ifade kullanılır. Çoğulu
"rusl ve rusul" şekillerinde gelir.
Şer’î bir terim olarak rasûl, kendisine bir
şeriatin vahiy ile bildirilip onu tebliğ etmekle emrolunmuş, hür, erkek bir
insandır.
Şâyet ona vahiy gönderilmekle birlikte, onu
tebliğ etmesi emredilmemişse o vakit bu bir nebi’dir.
Buna göre herbir rasûl bir nebidir, fakat aksi
sözkonusu değildir. Bir kimse nebi olmakla birlikte rasûl olmayabilir de.[37]
Burada Rabbe ait zamire izafe olunan rasûlden
kasıt ise Muhammed -Sallallahu aleyhi ve
sellem-’dır.
"Hidâyet" sözlükte açıklamak ve
delâlette bulunmaktır. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi:"Semud
kavmine gelince, Biz onlara hidayet verdik, ama onlar körlüğü hidayetten daha
sevimli buldular." (Fussilet, 17)
Burada anlam, biz onlara gerekli açıklamaları yaptık, şeklindedir.
Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Gerçekten Biz, onu doğru yola hidayet ettik. İster
şükredici olsun, ister nankör olsun." (el-İnsan,
3)
Bu anlamı ile hidayet bütün insanlar için
geneldir. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerîm de hidayet ile nitelendirilmiştir. Şu
buyrukta olduğu gibi:"Gerçekten bu Kur’ân en doğru olana hidayet eyler
(iletir)." (el-İsra, 9)
Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi, Allah
Rasûlü de hidayet ile nitelendirilmiştir:"Ve muhakkak ki sen doğru yola
hidayet edersin (iletirsin)."
(eş-Şûrâ, 52)
Hidayet, tevfik ve ilham anlamında da
kullanılabilir. O takdirde bu, yüce Allah’ın hidayete iletmeyi dilediği
kimseler hakkında özellik ifade eder. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:"Allah kimi doğru yola hidayet etmeyi (iletmeyi) dilerse,
göğsünü İslâm’a açar." (el-En’am, 125)
İşte bundan dolayı yüce Allah rasûlünün hidayet
etme gücüne sahib olmadığını belirterek şöyle buyurmaktadır:"Muhakkak sen
sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğine hidayet verir." (el-Kasas, 56)
Burada hidayetten maksat Peygamber -Sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
getirmiş olduğu doğru haberler, sahih iman, faydalı bilgi ve salih ameldir.
"Din" ise çeşitli anlamlarda
kullanılır.
Bunlardan birisi karşılık (ceza) demektir. Yüce Allah’ın:"Din gününün maliki" (el-Fatiha,
4) buyruğunda olduğu gibi.
"Kişi nasıl bir din ile hareket ederse, o
da öyle bir din ile karşı karşıya bırakılır. Nasıl hareket ederse, onun gibi
karşılık görür."[38]
ifadesi de bu anlamdadır.
Bir diğer manası boyun eğmek ve emre bağlı olmak
demektir. Onun önünde eğildi ve boyun eğdi anlamında; "dâne lehû"
denilir. "dânellahe bi kezâ" veya; "alâ kezâ" yani şu yol
ile ya da şununla Allah’a ibadet etmeyi din edindi, de denilir.
Burada ise dinden kasıt, yüce Allah’ın
rasûlullah ile göndermiş olduğu ister itikadi, ister kavli, ister fiili olsun
bütün hüküm ve şeriatlerdir. Burada dinin hakka izafe edilmesi, mevsufun
sıfatına izafe edilmesi kabilindendir. "Hak olan din" demektir.
Hak, mastardır. Bir şeyin sabit olup, vacib
olmasını ifade eder. Bununla kastedilen sabit ve vakıada bulunandır. Zıttı ise
herhangi bir gerçeği bulunmayan batıldır.
"Üstün
kılmak için"
anlamındaki ifadenin başına gelen "lam"(için) ta’lil lâm’ıdır ve
"gönderen" anlamındaki fiile taalluk etmektedir. Üstün ve galib
gelmek anlamını verir. Yani delil ve belge ile bütün dinlere karşı üstün kılmak
için dinini gönderen... demektir.
"ed-Din" lafzının başındaki
"elif, lam" cins içindir. Kapsamına batıl olan bütün dinler girmekte
olup, bunlar da İslam’ın dışındaki dinleri ifade eder.
"Şahid
olarak Allah yeter" ifadesindeki şâhid (şehîd) "faîl" vezninde olup,
"şâhid oldu" anlamındaki fiilden mübalağa kipidir. Bu da ya haber
vermek ve bildirmek anlamındaki şehadet'ten yahut ta "hazır bulunmak"
anlamındaki şehadet'ten gelmektedir. Yani rasûlünün doğruluğunu haber veren
olarak yahut ta kendisinden hiçbir şeyin gizli kalmadığı herşeyi gören ve hazır
olan (şahid) olarak Allah yeter, demektir.
Bütün bu geçen açıklamaların topluca anlamı
şudur: Bütün kemal sıfatları, en mükemmel ve en eksiksiz şekilde yüce Allah
hakkında sabittir
Şanı yüce Allah’ın hamdini gerektiren
hususlardan birisi de O’nun kullarına ihsan etmiş olduğu nimetleridir. Bütün
insanlar bu nimetleri sayıp dökemezler. Bu nimetlerin en büyüğü ise yüce
Allah’ın Muhammed -Sallallahu aleyhi ve
sellem-’ı âlemlere rahmet, takvâ sahiblerine de bir müjde olmak üzere
hidayet ile ve hak din ile göndermiş olmasıdır. Onu bu din ile göndermesinin
hikmeti ise bu dini delil ve belgelerle; güç, iktidar ve hakim olmak suretiyle
bütün dinlere üstün kılmaktır. Rasûlünün doğruluğuna ve getirdiklerinin
gerçekliğine şahid olarak Allah yeter.
Şanı yüce Allah’ın şahitliği, onun sözü, fiili,
rasûlüne yardım, mucize ve getirmiş olduğu dinin apaçık hakkın kendisi olduğuna
dair çeşitli delilleri ile desteklemesi şekillerindedir.
"Şahidlik
ederim ki Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Bir ve tektir, O’nun ortağı
yoktur. Bunu ikrar ederek ve (O’nu) tevhid ederek (söylüyorum)."
Şehâdet, bir şey hakkında
bilerek haber vermek, onun doğru olduğuna ve sabit olduğuna inanmak demektir.
İkrar ve itaat ile birlikte olmadıkça ve bu hususta kalb ile dil birbirine
muvafakat etmedikçe, şehadet muteber değildir. Çünkü yüce Allah münafıkların
söyledikleri: "Şehâdet ederiz ki muhakkak sen Allah’ın Rasûlüsün." (el-Münafikun, 63/1) sözlerinde, bunu
dilleriyle söylemiş olmakla birlikte yalancı olduklarını belirtmiştir.[39]
"Lâ
ilâhe illallah"
tevhid kelimesidir. Bütün peygamberler söz birliği halinde onu getirmişlerdir.
Hatta hepsinin davetlerinin özü, risaletlerinin hülasası budur. Ne kadar rasûl
gelmişse, mutlaka işinin başı bu olmuştur, merkeze onu koymuştur. Nitekim
Peygamberimiz -Sallallahu aleyhi ve
sellem- şöyle buyurmuştur: "La ilahe illallah deyinceye kadar
savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri takdirde -onun hakkı ile olması hali
müstesnâ- kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Hesablarını görmek ise
aziz ve celil olan Allah’a aittir."[40]
Bu kelimenin tevhide delalet etmesi ise
münhasıran bir mana ifade etmesini gerektiren hem nefy, hem de isbatı (reddi ve
kabulü) ihtiva etmesi itibariyledir. Böyle bir üslub ise mücerred isbattan daha
beliğdir. Mesela, Allah bir ve tektir demekten daha beliğdir. Tevhid kelimesi
birinci bölümüyle yüce Allah’ın dışındaki bütün varlıkların ulûhiyetlerini
reddetmekte, ikinci bölümü ile de ulûhiyetin sadece Allah için sözkonusu
olacağını ortaya koymaktadır.
Bu tevhid kelimesinde şu
takdirde bir haberin gizli olduğunu kabul etmek gerekir: Hakkıyla ibadet olunan
Allah’ın dışında hiçbir varlık "yoktur."[41]
"O,
bir ve tektir. O’nun ortağı yoktur." ifadesi ise tevhid kelimesinin delâlet
ettiği anlamı te’kid etmektedir.
"Bunu
ikrar ederek"
ifadesi de "şehadet ederim"
fiilinin anlamını pekiştirmektedir. Maksat kalb ile dilin birlikte ikrarıdır.
"Tevhid
ederek"
ibadete yalnızca Allah'a ihlâs ile yönelerek... anlamındadır. Bundan da kasıt
marifet ve isbat tevhidi esası üzerinde yükselen irade ve kişinin isteği ile
gerçekleştirilen tevhiddir.
"Ve
yine şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın kulu ve rasûlüdür. Allah’ın salatı ve
artıp duran selamı ona, aile halkına ve ashabına olsun."
Allah Rasûlünün risaletine ve kulluğuna
şahidliği, yüce Allah’ın tevhidine şahidlik ile birlikte sözkonusu etmesi her
ikisinin de kaçınılmaz olduğuna işaret etmek içindir. Bunların biri diğerinin
yerini tutmaz. Bundan dolayı ezanda da (namazdaki) teşehhüdde de her ikisi
birlikte zikredilir.
Kimi ilim adamı yüce Allah’ın:"Hem Biz,
şanını da yükseltmedik mi?" (el-İnşirah,
94/4) buyruğunun tefsiri hakkında şöyle demiştir: "Yani ben anılacak
olursam, mutlaka sen de benimle birlikte anılırsın."[42]
Peygamber efendimizin risalet ve kulluk
vasıflarını birarada sözkonusu etmesi, kulun sahib olabileceği en yüksek
vasıfların onlar oluşundan dolayıdır.
İbadet, yüce Allah’ın mahlukatı kendisi
sebebiyle yaratmış olduğu hikmetin ifadesidir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ben cinleri de, insanları da ancak Bana ibadet etsinler
diye yarattım." (ez-Zariyat, 51/56)
İşte yaratılmışın kemali bu gayeyi
gerçekleştirmesine bağlıdır. Kul, kulluğu ne kadar ileri derecede gerçekleştirebilirse,
kemali o kadar artar, derecesi o kadar yükselir.
Bundan dolayı yüce Allah peygamberinin en yüksek
hali ve en şerefli makamlarında -İsra, yüce Allah’a davet görevini ifa etmesi,
Allah’ın ona vahiy bildirmesi, üzerine indirilmiş olan Kur’ân-ı Kerîm’le meydan
okuması gibi- o’ndan "kul" vasfıyla söz etmiştir.
"Kulluk: ubûdiyyet" vasfı ile aynı
zamanda bazan rasûlün sınırını aşarak onu ulûhiyet mertebesine yükseltip
aşırıya kaçanların kanaatlerinin reddedilmesine de dikkat çekmektedir. Sapık sufilerin
yaptıkları gibi. Halbuki Peygamber -Sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın şöyle buyurduğu sahih olarak bize ulaşmış
bulunmaktadır: "Hristiyanların Meryem oğlu (İsa)’yı aşırı ta’zim ettikleri
gibi, siz de beni ta’zim etmeyiniz. Ben ancak bir kulum. Bu sebeple, Allah’ın
kulu ve rasûlü deyiniz."[43]
Maksat o ki; bu şehadetle kul, Peygamber -Sallallahu aleyhi ve sellem-’in Rabbine
kulluğunu ve risaletinin kemalini itiraf ile onun kemalini ortaya koyan herbir
özellikte bütün insanlardan üstün olduğunu dile getirmektir.
Kul, Peygamber efendimizi haber verdiği bütün
hususlarda tasdik etmedikçe, emrettiği bütün hususlarda ona itaat edip bütün
yasaklarından da kaçınmadıkça bu şahitliği tamamlamış sayılmaz.
Sözlükte salât dua demektir. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:"Onlara dua (salât) da et. Şüphesiz senin duan onlara
huzur ve güvendir." (et-Tevbe,
9/103)
Yüce Allah’ın rasûlüne salât getirmenin anlamı
ile ilgili olarak yapılmış en sahih açıklama Buharî’nin Sahih’inde Ebu’l-Aliye’den rivayet ettiği şu açıklamadır:
"Allah’ın rasûlüne salâtı melekler nezdinde ondan övgü ile
sözetmesidir."[44]
Meleklerin salatının anlamı ile ilgili olarak
meşhur olan görüşe göre bu mağfiret istemek anlamıdır. Nitekim sahih hadiste
şöyle buyurulmaktadır: "Sizden namaz kılan bir kimse, namaz kıldığı
yerinde kılmaya devam ettiği sürece melekler o kimseye salât getirirler.
Allah’ım, ona mağfiret buyur, Allah’ım, ona rahmet buyur, derler."[45]
İnsanların salât getirmeleri ise niyaz etmeleri,
yalvarıp yakarmaları, dua etmeleri demektir.
Bir kişinin al'î (aile halkı), akrabalık ve
benzeri sağlam bir bağ ile kendisi ile bağlantılı olan kimselerdir. Peygamber -Sallallahu aleyhi ve sellem-’ın al'î
ile kimi zaman kendilerine zekat vermenin haram olduğu kimseler kastedilir ki,
bunlar Haşimoğulları ve Muttalib oğullarıdır. Kimi zaman da dini üzere ona tabi
olan herkes kastedilir.
"Âl"in asıl şekli "ehl"dir.
He’nin yerine hemze getirilmiştir. İki hemze arka arkaya gelince, ikinci hemze
elif'e dönüştürülmüştür. Bunun küçültme ismi "uheyl" ya da
"uveyl" diye getirilir. O bakımdan ancak çoğu zaman şeref ifade eden
hususlar hakkında kullanılır. Mesela; hacamat yapanın al'î ya da dokumacının
al'î denilmez.
"Ashab" dan kasıt ise Peygamber -Sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
sahabeleridir. Hayatta iken mü’min olarak onunla karşılaşmış ve bu hal üzere
ölmüş olan herkese "sahabe" denilir.
Selâm mastar bir isimdir. Hoşlanılmayan herbir
şeyden selâm verilen kimse için, esenlikte olmasını istemek demektir.
"es-Selâm" yüce Allah’ın isimlerindendir. Her türlü kusur ve
eksiklikten uzak olmak demektir. Yahut ta âhirette mü’min kullarına selam
verecektir, anlamındadır.
"İmdi
bu (risale) kıyametin kopacağı vakte kadar yardıma mazhar, kurtuluşa eren fırka
olan ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in itikadına dairdir."
"Emmâ
ba’du: İmdi"
maksada geçişi gösteren ve bu amaçla kullanılan bir kelimedir. Peygamber -Sallallahu aleyhi ve sellem- gerek
hutbelerinde, gerek mektublarında bunu çokça kullanırdı. Nahiv’cilere göre
takdiri anlamı şudur: Her ne olursa olsun, şimdi... söyleyeceğimize gelelim.
"Bu" sözü ile te’lif edilen
bu eserin ihtiva ettiği itikada dair imani esaslara bir işarettir ki, bunları
da "bu itikad Allah’a iman etmek...
dır" diye özetlemiştir.
İtikad "şuna itikad
ediyorum"un mastarıdır. Bir şeyi akide (inanç) edinmeyi ifade eder. Bunun
da anlamı kalb ve vicdan ile bunu kat’î olarak kabul edip bununla da Allah’a
bağlanıp itaat etmektir. Aslı itibariyle ipi akdetmek (düğümlemek)den
gelmektedir. Daha sonra kat’î inanç ve kararlılık hakkında kullanılmaya
başlanmıştır.
"Fırka" fe harfi esreli olarak,
insanlardan bir kesim demektir.
O bu fırkayı "yardıma
mazhar, kurtuluşa eren" diye nitelendirmiş ve bunu da Peygamber
efendimizin şu hadisinden hareketle söylemiştir: "Ümmetimden bir kesim hak
üzere yardıma mazhar olarak kalmaya devam edecektir. Onları yardımsız
bırakanların, onlara zararı olmayacaktır. Allah’ın emri gelinceye kadar."[46]
Bu ifadeleri kullanırken ilham aldığı diğer
hadis de şudur: "Bu ümmet yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Biri müstesna
hepsi ateştedir, o ise bugün benim ve ashabımın üzerinde bulunduğumuz yolun
benzeri üzerinde gidenlerdir."[47]
"Ehl-i
sünnet ve’l-cemaat" ifadesi "fırka"
ifadesinden bedeldir.
Sünnetten kasıt bid’at ve farklı görüşlerin
ortaya çıkmasından önce Rasûlullah’ın ve ashabının üzerinde gittikleri yoldur.
"Cemaat" asıl anlamı itibariyle
biraraya gelmiş, toplanmış topluluk demektir. Burada onlardan kasıt ise yüce
Allah’ın kitabı ile Rasûlünün sünnetindeki apaçık hakkın etrafında toplanmış ve
bu ümmetin selefini teşkil eden ashab-ı kiram ile tabîindir.
"İman
Allah’a, meleklerine, kitablarına, rasûllerine, öldükten sonra dirilişe iman
etmek ve hayrıyla, şerriyle kadere inanmaktır."
İşte bu altı husus imanın esaslarıdır. Kişi
kitab ve sünnetin delâlet ettiği doğru şekliyle bunların hepsine iman etmedikçe
hiçbir kimsenin imanı tamam olmaz. Bunlardan birisini inkâr eden yahut bu
şekilden başka türlü inanan kimse kâfir olur.
Bütün bunlar meşhur Cibril hadisinde; Cebrail -Aleyhisselam-ın Peygamber -Sallallahu aleyhi ve sellem-e İslam’a,
iman ve ihsana dair soru soran bir Bedevî Arap kılığında geldiği vakit
sözkonusu edilmiş esaslardır. Peygamber ona şöyle demişti:
"(İman) Allah’a, meleklerine, kitablarına,
rasûllerine iman etmendir. Öldükten sonra dirilişe ve hayrı ile şerri ile
kadere inanmandır."[48]
Kaderin acısıyla, tatlısıyla yüce Allah’tan olduğuna inanmaktır.
Melâike (melekler) lafzı
"melek"in çoğuludur. Kelimenin asıl anlamı elçilik demek olan
"el-ulûke"den gelmektedir. Melekler yüce Allah’ın yarattıklarından
bir çeşittir. Onları semavâtında yerleştirmiş, yarattıklarının işleri ile
onları görevlendirmiştir. Kitabında onları yüce Allah’ın kendilerine vermiş
olduğu emirlerde, ona karşı gelmemekle, emrolundaklarını yapmakla ve gece
gündüz yorulmadan, aralıksız olarak O’nu tesbih etmekle nitelendirmektedir.
Onlar hakkında sıfat ve amellerine dair kitab ve
sünnette varid olmuş hususlara iman etmek ve onun dışındaki hususlarda bir şey
söylememek görevimizdir. Çünkü bunlar Allah ve Rasûlünün bize öğrettikleri
dışında bilgi sahibi olmamızın sözkonusu olmadığı gaybî hususlardandır.
Kitablar (el-kütüb) lafzı
"kitab"ın çoğulu olup, toplamak ve birbirine katmak anlamına gelen
"el-ketb"den gelmektedir. Kitablardan kasıt semadan Allah’ın
rasûllerine indirilen kitablardır. Bizim bu kitablardan bildiklerimiz
İbrahim’in sahifeleri, Musa -Sallallahu
aleyhi ve sellem-’a levhalarda indirilmiş olan Tevrat, İsa’ya indirilmiş
olan İncil, Davud’a indirilmiş olan Zebur ve son olarak nazil olan,
öncekilerini doğrulayan, onlar hakkında hüküm vermek konumunda bulunan Kur’ân-ı
Kerîm’dir. Bunların dışındaki kitablara da icmalî (toplu) olarak inanmak
gerekir.
Rûsul (peygamberler,
rasûller) rasûlün çoğuludur. Yüce Allah’ın kendisine bir şeriat vahyedip onu
tebliğ etmekle emrolunan kişiye rasûl denildiği daha önceden belirtilmişti.
Yüce Allah’ın kitabında ismini verdiği kimselere
tafsilî olarak iman etmemiz gerekir. Bunlar yirmibeş peygamberdir. Şair şu
sözleriyle bunları zikretmiş bulunmaktadır:
"İşte
bu... hüccetimizdir."[49] Buyruğunda sekizinin
ile; Onunun adı geçer, geriye yedisi kalır, onların da adı şudur:
İdris, Hud, Şuayb, Salih ve Zülkifl ile Adem ve
bir de sonuncuları olan o seçkin (peygamber Muhammed)"
Bunların dışındaki rasûl ve nebilere gelince,
biz onların nubuvvet ve risaletlerine itikad etmek anlamında icmali olarak iman
ederiz. Onların sayılarını ve isimlerini araştırmak gibi bir külfetin altına
kendimizi sokmayız. Çünkü bu yüce Allah’ın bilgisini kendisine ayırmış olduğu
hususlardandır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kıssalarını sana daha önce anlattığımız
peygamberlere de kıssalarını sana (henüz) anlatmadığımız peygamberlere de
(vahyettik)". (en-Nisa, 4/164)
Bu peygamberlerin kendilerine risalet olarak
verilen bütün hususları yüce Allah’ın kendilerine emretmiş olduğu şekilde
tebliğ ettiklerine, kendilerine peygamber olarak gönderilmiş oldukları
arasından hiçbir kimsenin bilmemesi sözkonusu olmayacak şekilde bunları açık ve
seçik bildirdiklerine, yalancılıktan, hainlikten, tebliği gizlemekten ve
ahmaklıktan yana korunmuş olduklarına da iman etmek gerekir.
Onların en faziletlileri "ulu’l-azm"
diye bilinen peygamberlerdir. Meşhur olan görüşe göre bunlar Muhammed, İbrahim,
Musa ve İsa ile Nuh (hepsine selam olsun)’tur. Çünkü bu peygamberlerin hepsi
yüce Allah’ın şu buyruklarında birlikte zikredilmiş bulunmaktadırlar:
"Hani peygamberlerden senden, Nuh’tan,
İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan ahidlerini almıştık." (el-Ahzâb, 33/7); "O ‘dini dosdoğru
tutun, onda ayrılığa düşmeyin’ diye dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana
vahyettiğimizi, İbrahim, Musa ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi size de şeriat
yaptı." (eş-Şûrâ, 42/11)
Ba’s asıl anlamı itibariyle
bir şeyi kaldırmak ve hareket ettirmek demektir. Şer’î bir terim olarak
ba’s’tan kasıt, ölülerin kıyamet gününde diriltilmiş oldukları halde
kabirlerinden çıkartılmalarıdır. Bunun sebebi ise aralarında hüküm vermektir.
Kim zerre ağırlığı kadar bir hayır işlemişse onu görecek, kim de zerre ağırlığı
kadar bir kötülük işlemişse onu görecektir.
Yüce Allah’ın kitabında açıklanmış olduğu
şekilde ba’s’a iman etmek gerekir. Bu da; Dünyada bulunan cesetler parçalanmış
ve dağılmış iken bunların biraraya toplanmaları, yeni bir şekilde yaratılmaları
ve tekrar onlara hayat verilmesi ile gerçekleşecektir.
Felsefecilerle, hristiyanlar gibi cismani
dirilişi inkâr eden kimse kâfir olur. Bunu kabul etmekle birlikte yüce Allah’ın
ruhları dünyada bulunan cisimlerin dışındaki bedenlerde diriltileceğini iddia
eden kimse ise bid’atçi ve fasık bir kimsedir.
Kader, kelime olarak
mastardır. Bir şeyin miktarını kuşatmak, bilmek anlamına gelir. Şer’î bir terim
olarak kaderden kasıt şudur: Yüce Allah eşyanın miktarlarını ve zamanlarını
ezelden beri bilmiştir. Daha sonra da kudret ve meşieti ile bunlara dair
bilgisine uygun olarak bunları vareder. Ayrıca O, bunları meydana getirmeden
önce Levh(-i Mahfuz)’da da yazmış bulunmaktadır. Hadiste belirtildiği gibi:
"Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir. Ona: Yaz dedi, o: Ne yazayım?
deyince, olacak olan herşeyi yaz, diye buyurdu."[50]
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:"İster
yeryüzünde, ister nefislerinizde meydana gelen herbir musibet mutlaka bizim onu
yaratmamızdan önce o bir kitabta yazılmıştır." (el-Hadid, 57/2)
Gerek
Allah aziz kitabında kendisini, gerekse Rasûlü Muhammed -Sallallahu Aleyhi ve
Sellem- O’nu ne ile nitelendirmiş ise bunlara-tahrif, ta’til, keyfiyetlendirme
ve temsil (misillendirme, örneklendirme)- sözkonusu olmaksızın inanmak da
Allah’a iman etmenin kapsamı içerisindedir."[51]
"Allah’ın
aziz kitabında... Allah’a imanın kapsamı içerisindedir." Sözleri ile daha önce
icmalî (toplu) olarak yapılmış açıklamaların etraflı bir şekilde açıklanmasına
geçildiğini göstermektedir.
Buradaki: "min: kapsamı içerisindedir"
edatı teb’îd (kısmîlik bildirmek) içindir. Anlamı şudur: Ehl-i sünnet
ve’l-cemaat’in, iman esaslarının ilki ve en büyüğü olan Allah’a imanın kapsamı
içerisinde olmak üzere onların Allah’a kendi zatını vasfettiği şekilde... iman
etmeleri de vardır.
"Tahrif
söz konusu olmaksızın" lafzı sözü edilen iman ile alakalıdır. Yani onlar bütün bu
batıl anlamlardan uzak bir şekilde ilahi sıfatlara iman ederler. Herhangi bir
temsil sözkonusu olmaksızın bu sıfatları kabul ettikleri gibi, bu sıfatları
ta’til (anlamsız hale getirmek) de söz konusu olmaksızın (mahlukata
benzemekten) tenzih ederler.
Tahrif aslında bir şeyi asıl halinden
uzaklaştırıp, değiştirmek bozmak hakkında kullanılan, bir şeyi cihetinden,
yönünden başka bir tarafa çevirmek demektir. Tahrif kipi mübalağa ifade eder.
Sözün tahrif edilmesi ise hatıra gelen ilk
anlamdan lafzın ancak zayıf bir ihtimal ile kendisine delâlet ettiği bir başka
anlama kaydırmak demektir. O halde (sözün o manada olduğunu söyleyebilmek için)
o anlamın kastedildiğini ortaya koyacak bir karinenin bulunması kaçınılmaz bir
şeydir.[52]
Ta’til boşluk, boş olmak ve terketmek demek olan
âtıl olmaktan gelen bir lafızdır. Yüce Allah’ın:"Sahibsiz kalmış
kuyular." (el-Hac, 22/55)
buyruğunda da bu kökten gelen lafız kullanılmıştır. Yani sahipleri terketmiş
işlevsiz kalmış demektir.
Burada bundan kasıt, ilahi sıfatları reddetmek
ve bu sıfatların Allah’ın zatı ile kaim olduklarını kabul etmemektir.[53]
Buna göre tahrif ile ta’til arasındaki fark
şudur: Ta’til kitab ve sünnetin delâlet ettiği gerçek ve hak olan manayı kabul
etmemek, tahrif ise nassları delâlet etmedikleri batıl anlamlarla yorumlamaktır.
Her ikisi arasındaki ilişki mutlak umum, husus
ilişkisidir. Yani ta’til mutlak olarak tahriften daha genel kapsamlıdır. Yani
tahrif söz konusu oldu mu ta’til de var demektir, fakat aksi böyle değildir.
Buna göre batıl bir anlamı kabul edip, hak olan bir manayı kabul etmeyen kimse
hakkında her iki durum da sözkonusu iken, kitab ve sünnette varid olan
sıfatları reddedip, bunların zahirlerinin kastedilmediğini iddia eden, bununla
birlikte onlara bir başka anlam da tesbit etmeksizin duran kimse hakkında ise,
tahrif sözkonusu olmaksızın ta’til var demektir. Bu da bu tutumu takınanların
"tefviz" adını verdikleri şeydir. Müteahhir Eş’arî’lerin[54]
ve daha başkalarının söyledikleri gibi selef’in kabul ettiği görüşün bu
olduğunu ileri sürmek hatalı bir iddiadır. Çünkü selef, mananın bilinmesi
hususunda işi Allah’a havale etmiyorlardı. Onlar manasını anlamadıkları bir söz
de okuyor değillerdi. Bilakis onlar kitab ve sünnetteki nassların anlamlarını
anlıyorlar ve yüce Allah hakkında bunların sabit olduğunu kabul ediyorlardı.
Daha sonra sıfatların künhlerini yahut ta keyfiyetlerini[55]
tefvîz ediyorlar (anlamını Allah’a havale ediyorlar)dı. İmam Malik’e yüce
Allah’ın Arşa istivâsına dair soru sorulduğunda: "İstivânın ne olduğu
bilinen bir şeydir. Fakat keyfiyeti bizim için meçhuldür (bilinmezdir)"
dediği gibi.[56]
"Tekyîf
ve temsil sözkonusu olmaksızın" sözlerine gelince, her ikisi arasındaki fark
şudur: Tekyîf, yüce Allah’ın sahib olduğu sıfatların şu keyfiyette olduğuna
inanmak yahut ta sıfatlar hakkında bunların nasıl olduğunu soruşturmaktır.
Temsîl ise Allah’ın
sıfatlarının, yaratılmışların sıfatları gibi olduğuna inanmaktır.
"Tekyif
sözkonusu olmaksızın" sözlerinden maksat bu sıfatların keyfiyetlerini mutlak
olarak reddetmek demek değildir. Çünkü herbir şeyin mutlaka herhangi bir
keyfiyette olması kaçınılmaz bir şeydir. Maksat onların bu keyfiyeti
bilmediklerini anlatmaktır. Zira yüce Allah’ın zat ve sıfatlarının keyfiyetini
kendisinden başkası bilemez.
"Bilakis
yüce Allah’ın: "O’nun benzeri hiçbir şey yoktur ve O herşeyi işitendir,
görendir." (eş-Şûrâ, 42/11) buyruğunda dile getirilen gerçeğe iman
ederler."
"Onun benzeri hiçbir şey yoktur."
şeklindeki yüce Allah’ın kitabında yer alan bu muhkem âyet, sıfatlar bahsinde
ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in düsturudur.[57]
Çünkü yüce Allah bu âyet-i kerime’de hem nefy hem de isbatı bir arada
dile getirmiştir. Kendisinin benzeri (misli) olmasını nefyederken semi’ ve
basar (işitmek ve görmek)’ı isbat etmiştir. İşte bu da hak mezhebin
Muattile’nin yaptığı gibi sıfatları mutlak olarak nefyetmek olmadığını, temsile
sapanların yaptıkları gibi de mutlak olarak isbat etmek olmadığını
göstermektedir. Aksine hak yol, bunları temsil sözkonusu olmaksızın öylece
kabul etmektir.
"Onun
benzeri hiçbir şey yoktur." buyruğunun i’rabı hususunda farklı görüşler
vardır. Bu görüşlerin en sahih olanına göre bu buyruktaki (benzetme edatı olan)
kef tekid için fazladan gelmiştir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:
"Delikanlı Züheyr gibisi yoktur,
Ahlâkı itibariyle; faziletlerde ona denk
gelecek."
"Bu
sebebten ötürü onlar yüce Allah’ın kendi zatını nitelendirdiği vasıfları ondan
nefyetmezler, kelimeleri kulanıldıkları yerlerinden (açık anlamlarından)
uzaklaştırmak yoluna gitmezler. Onlar Allah'ın isim ve âyetlerine ilhâda
sapmazlar. Onun sıfatlarını, yaratıklarının sıfatına benzetmezler ve
keyfiyetlendirmezler."
"Yüce
Allah'ın kendi zatını nitelendiği sıfatları O’ndan nefyetmezler..." sözleri daha önce geçen
ifadeler esas alınarak ortaya konulmuş bir ayrıntı açıklamadır. Onlar bu
şekilde Allah’a iman ettiklerine göre, sıfatları nefyetmezler, tahrif etmezler,
keyfiyetlendirmezler ve temsil yoluna da gitmezler demektir.
"Yerler" lafzı "yer"in
çoğulu olup bundan maksat ifadelerin anlaşılması gereken ve onlarla kastedilen
manalardır. Çünkü lafızlar mutlak olarak kullanıldığı takdirde hatıra gelen
anlamlar bunlardır. Onlar bu ilk anlaşılan anlamları bırakarak sözleri başka
tarafa kaydırmaz, götürmezler.
"Onlar
Allah’ın isim ve âyetlerinde ilhâda (inkâra, manalarını kaydırmaya) sapmazlar" sözlerine gelince, büyük
ilim adamı merhum İbnu’l-Kayyim şöyle demektedir:
"Allah’ın isimlerinde ilhâd (eğriliğe,
inkâra sapmak) o isimleri,
hakikatlerini ve manalarını onlar hakkında sabit olmuş hak anlamlarından
uzaklaştırmak demektir. Bu kelime "meyletmek, sapmak"dan alınmıştır.
Nitekim "lehade" kökü de buna delâlet etmektedir. Lahd de buradan
gelmektedir ki, bu da ortasından yana doğru kaymış kabrin yan tarafında yarık
açmak demektir. Haktan meyleden ve hak olmayan şeyleri dine sokan kimse
hakkında kullanılan "dinde mülhid" tabiri de buradan
gelmektedir."
O halde Allah’ın isimlerinde ilhad, ya onları
bile bile reddetmek ve büsbütün inkâr etmekle olur yahut ta onların anlamlarını
inkâr edip hiçbir anlam ifâde etmeyecek şekilde açıklamaktır ya da onları
doğrudan uzaklaştırıp fâsid te’villerle hakkın dışına çıkartmaktır yahut bu
sıfatları sonradan yaratılmış birtakım varlıklara isim vermekle olur. Vahdet-i
vücudu savunanların ilhadı gibi.
Yapılan bu açıklamaların özü şudur: Selef, yüce
Allah’ın kitab-ı kerîm’inde kendi zatı hakkında, rasûlünün de yüce Allah
hakkında haber verdiği herbir şeye tahrif ve ta’tilden, keyfiyetlendirme ve
temsilden uzak bir şekilde iman ederler. Yüce Allah’ın zatı ve sıfatları hakkında
söz söylemeyi aynı konu olarak kabul ederler. Çünkü sıfatlara dair söz söylemek
zat hakkında söz söylemenin bir ayrıntısıdır. Zat hakkında söz söylerken
izlenen yolun aynısı izlenir. Zatın isbatı bir varlığın isbatıdır.
Keyfiyetlendirme isbatı değildir. Sıfatların isbatı (yani kabul edilmesi) da bu
şekildedir. Bazan bu hususu şu sözleriyle dile getirirler: "Bu buyruklar
te’vilsiz olarak geldiği gibi kabul edilir." Onların bu sözlerini
anlamayan kimseler bu ifadeler ile anlamı üzerinde düşünmeksizin lafzı okuyup
geçmek olduğunu sanmışlardır. Oysa bu batıl bir anlayıştır. Çünkü burada
nefyedilen te’vilden kasıt, mananın hakikati, özü ve keyfiyetidir.[58]
İmam Ahmed -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: "Yüce Allah ancak kendi zatını
nitelendirdiği yahut rasûlünün onu nitelendirdiği sıfatlarla vasfedilir. Bu
hususta Kur’ân ve hadisin sınırlarının dışına çıkılmaz."[59]
Buharî’nin hocası Nuaym b. Hammâd da şöyle
demiştir: "Allah’ı yarattıklarına benzeten kimse kâfir olur. Allah’ın
kendi zatını nitelendirdiği sıfatları inkâr eden de kâfir olur. Allah’ın kendi
zatını nitelendirdiği vasıflarda da, Rasûlünün O’nu nitelendirdiği vasıflarda
da ne teşbîh sözkonusudur, ne de temsîl."[60]
"Çünkü
şanı yüce Allah’ın adaşı yoktur, dengi yoktur, eşi benzeri yoktur."
"Çünkü
şanı yüce Allah’ın adaşı yoktur..." ifadeleri daha önce ehl-i sünnet
ve’l-cemaat hakkında kullandığı: "Onlar keyfiyet nisbet etmezler, temsile
gitmezler" şeklindeki sözlerinin bir gerekçesi mahiyetindedir.
"O’nun
adaşı yoktur"
ifadesi onun ismi gibi bir isme layık, o ismi hakedecek bir benzeri yoktur,
demektir.[61]
Yahut ta hiç kimse yücelikte O’nunla yarışamaz.
Bunun söz konusu olmayacağının delili yüce Allah’ın Meryem suresinde yer alan: "O’nun adıyla anılan bir kimse biliyor
musun?" (Meryem, 19/65)
buyruğudur.[62]
Burada istifhâm (soru) inkârîdir ve olumsuz
anlam taşır.
Allah’ın isimleriyle isimlendirme
yapılamayacağından kasıt, başkasının O’nun isimleriyle adlandırılamayacağı
değildir. Çünkü onun ile yaratıkları arasında ortak olarak kullanılan bazı
isimler vardır. Asıl maksat bu isimlerle Allah adlandırıldığı takdirde, bu
isimlerin, hiç kimsenin bunlarda O’na ortak olmadığı Allah’a özgü isimler
anlamında kullanılmasıdır. Çünkü ortak oluş, ancak ismin küllî anlamında
sözkonusu olur. Böyle bir şeyin sadece zihinde varlığı düşünülebilir. Zihin
dışında ise bunun ancak cüz’î ve özel bir manası olur ve bu da ismin izafe
edildiği zata göre değişiklik arzeder. Eğer bu isim Rabbe izafe edilecek
olursa, isim ona mahsus olur. Kul bu isimde onunla ortak olmaz. Şâyet bu isim
kula izafe edilecek olursa, bu isim kula mahsus olur, Rabbin onunla ortaklığı
sözkonusu olmaz.
Küfv (denk)e gelince, bu da
denk ve eşit olan demektir. Yüce Allah hakkında bunun sözkonusu olmayacağının
delili de:"Kimse de O’nun dengi değildir." (el-İhlas, 112/4) buyruğudur.
O’nun benzeri (en-nid) ise ona eşit olan, onun
ayarında olan demektir. Yüce Allah da:"Artık Allah’a eşler
koşmayınız." (el-Bakara, 2/22)
diye buyurmaktadır.
"Şanı
yüce Allah yarattıkları ile kıyas edilemez."
"Yarattıkları
ile kıyas edilemez" ifadesinden maksat, kıyas edilen ile kendisine kıyas olunan
arasında ilâhî özellikler bakımından benzerliği ve eşitliği gerektirecek
kıyaslardan herhangi birisinin yapılmasının caiz olmadığıdır.
Bunun örneği usul alimlerinin ortak bir hüküm
bakımından fer’in (küçük önermenin) asl’a (büyük önermeye) katılması şeklinde
tanımladıkları temsil kıyasıdır. Haramlık bakımından hükmün illetini teşkil
eden sarhoşluk vermek şeklindeki ortak özellikleri dolayısı ile sarhoşluk veren
diğer içeceklerin şaraba katılması (onun hükmünde değerlendirilmesi) gibi.
Buna göre temsil kıyası, büyük önerme ile küçük
önerme arasındaki benzerliğin varlığına dayalıdır. Şanı yüce Allah’a ise
yarattıklarından herhangi bir şeyin benzer ve misli kabul edilmesi mümkün
değildir.
Şümûl kıyası da buna örnektir. Bu da mantıkçılar
tarafından küllî olan bir şeyi, cüz’î olan bir şeye delil göstermektir. Bu da
cüz’î olanın başkaları ile birlikte bu küllî olanın kapsamı içerisinde olması
suretiyle yapılır.
Bu kıyasın esası ise, küllînin kapsamı
içerisinde bulunan birimlerin birbirlerine eşit olması esasına dayalıdır.
Bundan dolayı küllî olan hakkında verilen hüküm, bunların herbirisi hakkında da
geçerlidir. Oysa yüce Allah ile yarattıklarından herhangi birisi arasında
eşitlik olmayacağı bilinen bir husustur.
Yüce Allah hakkında kıyas-ı evlâ kullanılır.
Bunun muhtevası şöyledir: Yaratıklar arasında sabit olmuş ve yaratıcının da
onunla nitelendirilmesi mümkün olan herbir kemal sıfatı o yaratılmıştan ziyade
ve öncelikli olmak üzere yaratıcıya yakışır. Yaratılmışın münezzeh bulunduğu
herbir eksiklikten ise yaratıcının tenzih edilmesi daha bir uygundur.
Aynı şekilde şu anlamı dile getiren kemal
kaidesi de böyledir; Birisi bir kemal sıfatına sahib, diğeri ise o sıfata sahib
olması imkânsız iki varlık düşünülecek olursa, elbetteki birincisi,
ikincisinden daha mükemmeldir. İşte böyle bir sıfatın varlığı kemal, yokluğu
ise eksiklik olduğu takdirde yüce Allah’ın böyle bir sıfata sahip olduğunun
kabul edilmesi gerektirir.
"Şüphesiz
ki O hem kendi zatını, hem de başkasını en iyi bilendir. O’nun sözü
yaratılmışların sözünden daha doğru ve daha güzeldir.
Diğer
taraftan Allah’ın rasûlleri de O’nun hakkında bilmedikleri şeyleri
söyleyenlerin aksine hem doğru sözlüdürler, hem de doğrulukları tasdik edilmiş
olanlardır."
"O
kendi zatını da, başkasını da en iyi bilendir... Diğer taraftan Allah’ın
rasûlleri de... hem doğru sözlüdür, hem de doğrulukları tasdik edilmiş
olanlardır.."
ifadeleri kitab ve sünnette varid olmuş bütün sıfatlara iman hususunda selefin
izlediği yolun doğruluğunu açıklamaktadır. Şanı yüce Allah hem kendisini, hem
başkalarını en iyi bilen olduğuna göre, o sözü en doğru ve en güzel olduğuna
göre, rasûlleri de -salat ve selam
onlara-onun hakkında haber verdikleri bütün hususlarda doğruyu
söylediklerine, vakıaya aykırı olarak hakkında haber vermekten, O’na karşı
yalan söylemekten korunmuş olduklarına göre; sıfatların varlığını kabul etmek
ya da etmemek hususunda yüce Allah’ın ve bütün yaratılmışlar arasında Allah’ı
en iyi tanıyan rasûlünün onun hakkında söylediklerinin esas dayanak alınması
gerekir ve bu hususta yüce Allah’a karşı yalan uydurup iftira eden ve bilmediklerini
söyleyen kimselerin sözlerine bakmamak gerekir.
Bu husus şöyle açıklanır: İfadelerin delâleti üç
sebebten biri dolayısıyla onlardan kastedilen manalara münhasır kabul edilir:
Ya konuşanın cahilliği ve ne söylediğini bilmemesi, ya maksadını iyice
açıklayamaması ve buna güç yetirememesi yahut yalan söylemesi, aldatması ve
gerçekleri gizlemesi dolayısıyla.
Kitab ve sünnetin nassları ise her bakımdan bu
üç husustan büsbütün uzaktır. Allah’ın da, rasûlünün de sözleri son derece açık
ve anlaşılırdır. Diğer taraftan doğrulukta ve sözlerinin vakıaya uygunluğu
bakımından en üstün örnek de onundur. Çünkü bu söz harici nisbetleri kemal
derecesinde bilen zattan sadır olmuştur. Aynı şekilde bu söz insanları hidayete
iletip onlara doğru yolu göstermek noktasında mükemmel bir arzu ve istek
sahibi, onların iyiliğini tam anlamıyla isteyen ve onlara karşı şefkatli olan
bir zattan sadır olmuştur.
O halde en mükemmel şekilde maksada delâlet edip
muhataba maksadı kavratmanın esasını teşkil eden üç unsur, onun sözlerinde bir
arada bulunmaktadır.
Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi ve sellem- insanlara haber vermek istediği hususları en iyi
bilendir. Bunu açıklamaya ve dile getirmeye de insanların en muktedir
olanlarıdır. İnsanların hidayet bulmasını en ileri derecede isteyen ve böyle
bir şeyi hepsinden daha çok arzu eden odur. Dolayısıyla O’nun sözlerinde
herhangi bir eksiklik ve kusurun bulunmasına imkân yoktur. Başkalarının sözleri
ise böyle olamaz. Çünkü bu başkalarının sözleri, bu üç husustan birisinde ya da
hepsinde bir kusurdan uzak değildir. Bundan ötürü başkasının söylediği sözlerin
onun sözlerine -sözleri bırakılıp başkasının sözlerine yönelmek şöyle dursun-
denk tutulması doğru olamaz. Böyle bir işi yapmak son derece sapıklıktır ve
çaresizliğin en ileri derecesidir.
"Bundan
dolayı yüce Allah: "İzzet sahibi olan Rabbin onların
niteleyegeldiklerinden münezzehtir. Gönderilmiş peygamberlere selâm olsun,
âlemlerin Rabbi Allah’a da hamdolsun." (es-Saffat, 37/180-182) diye
buyurmaktadır.
Böylelikle
O, rasûllere muhalif olarak zatını vasfedenlerin bu nitelemelerinden kendi
zatını tenzih etmekte, rasûllerine de -söylediklerinin eksiklik ve kusurdan
uzak olması sebebiyle- selam olsun, demektedir."
"Bundan
dolayı... diye buyurmuştur" sözleri daha önce geçen Allah ve Rasûlünün
kelâmı doğruluk bakımından en mükemmel, açıklamak ve mahlukatın iyiliğini
istemek bakımından en eksiksiz, herkesin sözlerindeki kusur ve eksikliklerden
en uzak olduğuna dair kullandığı ifadelerin gerekçeleridir.
"Subhân (tesbih ve tenzih
etmek)" tesbîhten mastardır. Tesbih ise kötülükten tenzih etmek ve uzak
tutmaktır. Aslı hız, ayrılıp gitmek ve uzaklaştırmak anlamını ihtiva eden
"es-sebh"den gelmektedir. Hızlı koşan ata: "ferasun
sebûhun" denilmesi de buradan gelmektedir.
"Rabbin izzet sahibi olduğu"nun
söylenmesi O’nun böyle bir sıfata sahib olduğunu anlatmaktır.
O bakımdan yüce Allah müşriklerin kendisine
nisbet ettikleri eşi bulunmaktan, çocukları olmaktan, her türlü eksiklik ve
kusurdan kendisini tenzih etmekte, daha sonra da rasûllerine salât ve selâm
getirmektedir. Bu yolla yüce Allah’ın tenzih edilmesinin ve her türlü eksiklik
ve kusur şaibesinin ondan uzaklaştırılmasının gerektiğine işaret edildiği gibi,
rasûllerin de aynı şekilde söz ve fiillerinde hertürlü kusurdan uzak
olduklarına iman etmenin gereğine de işaret etmektedir. Çünkü onlar Allah’a
yalan söylemezler, O’na ortak koşmazlar. Ümmetlerini aldatmazlar, Allah
hakkında haktan başkasını söylemezler.
"Âlemlerin
Rabbi Allah’a hamdolsun" buyruğu da Allah-Subhanehu ve Teâla-’nın sahib olduğu kemal ve celal sıfatları,
övülmeye değer fiilleri dolayısıyla kendi zatına bir övgüdür.
Hamdin anlamına dair açıklamalar daha önceden
geçtiğinden burada tekrarlamaya gerek yoktur.
"Yüce
Allah kendi zatını nitelendirdiği ve kendisine verdiği isimlerinde hem nefy,
hem de isbatı birarada zikretmiş bulunmaktadır."
Önceki açıklamalarında ehl-i sünnet
ve’l-cemaat’in yüce Allah’ı kendi zatını ve Rasûlü’nün O’nu nitelendirdiği
sıfatlarla vasfettiklerini açıkladıktan sonra -ve bütün bunların hepsi isbat ya
da hepsi nefy olmadıklarından dolayı- bu hususa: "Yüce Allah hem..."
sözleriyle işaret etmektedir.
Şunu belirtelim ki, isim ve sıfatlar hususunda
nefy ve isbat, bir bakıma mücmel (toplu ve özlü) ifadelerdir. Bir bakıma da
mufassaldır.
Nefy’de icmal aziz ve celil olan Allah’tan
kemali ile çelişen her türlü kusur ve eksikliklerin uzak olduğunu belirtmektir.
Yüce Allah’ın:"O’nun benzeri hiçbir şey yoktur." (eş-Şura, 42/11);"O’nun adıyla anılan bir kimse biliyor musun?"
(Meryem, 19/65);"Allah onların
niteleyegeldiklerinden münezzehtir." (el-Muminun,
23/91) buyrukları buna örnektir.
Nefy hususunda tafsilâta (geniş açıklamaya)
gelince, o da yüce Allah’ın bu kusur ve eksikliklerin herbirisinden ayrı ayrı
tenzih edilmesi demektir. Babası, oğlu, ortağı, zevcesi, eşi, dengi, zıttı
bulunmaktan cahillikten, âcizlikten, şaşkınlıktan, unutmaktan, uyuklamaktan,
uykudan, abes işler yapmaktan, batıl işler yapmaktan... tek tek ve ayrı olarak
tenzih edilmesi demektir.
Ne yüce Allah’ın kitabında ne de sünnet-i
seniyye’de katıksız bir nefy sözkonusu değildir. Çünkü katıksız nefy’in
övünülmeyi gerektiren bir tarafı yoktur. Her iki türüyle nefy’den maksat ise,
bunların zıttını teşkil eden kemali isbat etmektir: O’nun ortağının, eşinin ve
benzerinin olmadığını söylemek, azametinin kemalini isbat etmek (açıklamak,
ortaya koymak) içindir. Âciz olmadığını kudretinin kemal derecesinde olduğunu;
cahil olmadığını söylemek ise ilminin genişliğini ve kuşatıcılığını ortaya
koymak, zalim olmadığını söylemek, adaletinin kemalini açıklamak; abes (boş iş)
yapmadığını söylemek, hikmetinin kemalini ortaya koymak; uyuklama, uyku ve
ölümün O’nun hakkında sözkonusu olmadığını söylemek, hayat ve kayyûmiyetinin
kemalini ortaya koymak; içindir... İşte bundan dolayı kitab ve sünnette nefy,
çoğu hallerde mücmel (toplu ve özlü) ifadelerle gelmektedir. İsbat ifadeleri
ise böyle değildir. Bunlarda tafsilâtlı açıklamalar, özlü açıklamalardan
fazladır. Çünkü bunlar bizatihi açıklanması istenen hususlardır.
İsbat hususunda icmalî ifadelere gelince, mutlak
kemalin, mutlak hamdin, mutlak mecdin (şan ve şerefin) ve buna benzer
hususların Allah’ta bulunduğunu söylemektir. Yüce Allah’ın:"Hamd,
âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur."
(el-Fâtiha, 1/2);"En yüce sıfatlar ise Allah’a aittir." (en-Nahl, 16/60) buyruklarında olduğu
gibi.
İsbatta tafsili açıklamalara gelince, bu kitab
ve sünnette vârid olmuş, hertürlü isim ve sıfatı kapsar. Bu da pek çoktur, öyle
ki herhangi bir kimsenin bütün bunları sayıp dökmesi dahi mümkün değildir.
Çünkü bunların bazılarını da yüce Allah kendi ilmine tahsis etmiş (başkalarına
bildirmemiş)dir. Nitekim Peygamber -Sallallahu
aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır: "Seni tenzih ederiz. Biz sana
övgü ifadelerin tamamını sayıp dökemeyiz. Sen bizzat kendi zatını övdüğün
gibisin."[63]
Darlık ve sıkıntı içerisinde olanın yapacağı dua
ile ilgili hadiste de şöyle demektedir: "Kendine isim olarak verdiğin
yahut kitabında indirdiğin yada mahlukatından herhangi bir kimseye öğrettiğin
yahut gayb ilminde kendi nezdinde kendin için mahfuz tuttuğun, sahip olduğun
herbir isimle senden diliyorum..."[64]
"Ehl-i
sünnet ve’l-cemaat rasûllerin getirdiklerinden başka tarafa sapmaz. Çünkü o
yüce Allah’ın kendilerine nimetler ihsan etmiş olduğu peygamberlerin,
sıddiykların, şehitlerin ve salihlerin yolu olan dosdoğru yol olan sırat-ı
mustakim’dir."
"Ehl-i
sünnet ve’l-cemaat rasûllerin getirdiklerinden..." ifadeleri daha önce
geçmiş bulunan ifadelere bağlı bir sonuçtur. Çünkü peygamberlerin
getirdiklerinin, uyulması gereken hakkın kendisi olduğu belirtilmiş idi. İşte
bu yoldan sapmak doğru olamaz. Buna gerekçe olarak da bu yolun sırat-ı mustakim
olduğunu göstermektedir. Yani hiçbir eğrilik ve sapmanın sözkonusu olmadığı,
herşeyiyle mutedil ve dosdoğru yol demektir.
Sırat-ı mustakim (dosdoğru yol) ancak bir tane
olabilir. Kim bundan sapar yahut kayarsa o sapıklığın ve zalimliğin yollarından
herhangi birisine düşer. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki bu benim dosdoğru yolumdur. O
halde ona uyun, başka yollara uymayın, sonra sizi O’nun yolundan
ayırırlar." (el-En’am, 6/153)
Sırat-ı mustakim vasat ümmetin yoludur. İfrat
ile tefrit uçları arasındaki yoldur. Bundan ötürü yüce Allah bizlere namazın
herbir rekâtinde bizleri sırat-ı mustakim’e iletmesini istememizi emretmiş ve
öğretmiştir. Yani biz ondan bu yolu izleyip tabi olma ilham ve başarısını
vermesini istememizi dilemiştir. Çünkü yüce Allah’ın kendilerine nimetler ihsan
etmiş olduğu peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerin ve salihlerin yoludur.
Esasen arkadaş olarak bunlar ne güzeldir.[65]
"Kur’ân-ı
Kerîm’in üçte birine denk düşen İhlas suresinde yüce Allah’ın kendi zatına dair
belirttiği vasıfları da bu çerçeve içerisindedir. Yüce Allah bu surede şöyle
buyurmaktadır:
"De
ki; O, Allah’tır, bir tektir. Allah’tır, sameddir, doğurmamıştır,
doğurulmamıştır. Kimse de O’nun dengi değildir." (el-İhlas, 112/1-4)"
[66]
"Bunun
kapsamına... girer" ifadeleri ile nefy ve isbat hususunda iman edilmesi gereken
isim ve sıfatları ihtiva eden, kitab ve sünnetteki nassları zikretmeye
başlamaktadır.
O, bu işe bu pek büyük sureyi zikrederek
başladı. Çünkü bu sure başka surelerin kapsamadığı hususları kapsamaktadır.
Bundan ötürü buna İhlas suresi adı verilmiştir. Çünkü bu sure tevhidi şirk ve
putperestliğin hertürlü şaibesinden soyutlamaktadır.
İmam Ahmed, Müsned’inde
kaydettiği rivayete göre Ubeyy b. Ka’b -Radıyallahu
anh- bu surenin nüzul sebebi hakkında şöyle demiştir: Müşrikler: Ey
Muhammed dediler. Bize Rabbini tanıt. Bunun üzerine şanı yüce Allah: "Deki: O, Allah’tır. Bir, tektir.
Allah’tır, sameddir..." diye başlayan sureyi sonuna kadar indirdi.[67]
Sahih(-i Buharî)’de bu surenin Kur’ân’ın üçte
birine denk düştüğüne dair rivayet sabit olmuştur. İlim adamları bunun yorumu
hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bunların doğru olma ihtimali en yüksek
olan Şeyhu’l-İslam’ın, Ebu’l-Abbas’tan[68]
naklettiği görüştür. Bu görüşün hülasası da şudur: Kur’ân-ı Kerîm şu üç
temel maksadı kapsar:
1- Fıkıh ve ahlak ilminin
konusunu teşkil eden ameli ahkâm ve şer’î hükümleri ihtiva eden emir ve
nehiyler.
2- Geçmiş peygamberlerin
-salât ve selâm onlara- ümmetleri ile başlarından geçen olayları, onları
yalanlayanları kuşatan helâk türlerini, vaad ve tehdit çeşitlerini, mükafat ve
ceza ile ilgili tafsilatı ihtiva eden kıssalar ve haberler.
3- Tevhide, kulların yüce
Allah’ın bilmeleri gereken isim ve sıfatlarına dair ilim. İşte bu, bu üç
hususun en şerefli olanıdır.
İhlas suresi de bu ilmin esaslarını ihtiva edip,
bunları kapsamlı bir şekilde dile getirdiğinden ötürü bu sure Kur’ân’ın üçte
birine denk düşer, demek doğrudur.
Bu surenin tevhid ilimlerinin tamamını ve ilmi
ve itikadî tevhidin ana konularını teşkil eden esaslarını nasıl kuşatmış olduğuna
gelince, bunun ile ilgili olarak da şunları söyleyebiliriz:
Yüce Allah’ın:"Allah’tır, bir tektir"
buyruğu her bakımdan ortağının bulunmasının nefyedildiğine delildir.
Zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortağının olmadığını ortaya koymaktadır.
Şanı yüce Allah’ın azamet, kemal, mecd, celâl ve kibriyâ sıfatlarına da tek
başına sahip olduğunun delilidir. Bundan dolayı isbat halinde "ehad: bir
tek" lafzı, ancak yüce Allah hakkında kullanılır ve bu "bir
(vâhid)"den daha beliğdir.
Yüce Allah’ın:"Allah’tır, sameddir"
buyruğunda geçen "samed"i İbn Abbas -Radıyallahu anh- şu sözleriyle açıklamıştır: "Efendiliği
kemal derecesinde olan seyyid, şerefi kemal derecesinde olan şerif, azameti
kemal derecesinde olan azim, hilmi (cahillerin cahilliğini affedişi) kemal
derecesinde halim, başka varlıklara muhtaç olmayışı kemal derecesinde ğani,
ceberrutu kemal derecesinde cebbâr, ilmi kemal derecesinde âlim, hikmeti kemal
derecesinde hakîmdir. Samed hertürlü şeref ve efendilikte kemal sahibi olan
demektir. O da aziz ve celil olan Allah’tır. İşte O’nun bu sıfatları ancak O’na
yaraşır, O’nun dengi yoktur, O’nun benzeri yoktur."[69]
Samed, karın boşluğu olmayan[70]
diye açıklandığı gibi bütün mahlukatın kendisine boyun eğdiği bütün ihtiyaç ve
isteklerinde kendisine yöneldiği kimse[71]
diye de açıklanmıştır.
Buna göre yüce Allah’ın ehadiyyetini kabul etmek
ortaklığı ve benzerliği reddetmeyi ihtiva etmektedir.
Geçen bütün anlamlarıyla samediyyeti isbat
etmek; bütün güzel isimlerin ve yüce sıfatların tafsilatını isbatı da ihtiva
eder. İşte isbat tevhidi de budur.
İkinci tür olan tenzih tevhidine gelince, bu da
yüce Allah’ın: "Doğmamıştır,
doğurulmamıştır. Kimse de O’nun dengi değildir" buyruğundan anlaşılmaktadır. Nitekim toplu
olarak da "O, Allah’tır, bir
tektir" buyruğundan da
anlaşılmaktadır. Yani kimse ondan dallanıp budaklanmadığı gibi, kendisi de
kimsenin dalı budağı değildir. O’nun dengi, misli ve benzeri yoktur.
İşte bu surenin itikad ve marifet tevhidini,
şanı yüce Rab hakkında kabul edilmesi gereken ve mutlak olarak ortaklığa aykırı
ehadiyyeti, hiçbir şekilde eksikliğin sözkonusu olmadığı bütün kemal
sıfatlarını tesbit eden samediyeti, kimseye muhtaç olmayışının samediyet ve
ehadiyetinin gereklerinden olan çocuk sahibi oluşu ve bir babadan doğuşu
nefyedip sonra da teşbih, temsil ve onun benzeri oluşunu nefyetmeyi ihtiva eden
O’nun denginin bulunmayışını nasıl da ihtiva etmiş olduğuna dikkatle bakmamız
gerekir.
İşte bütün bu bilgileri ihtiva eden bir sureye,
Kur’ân’ın üçte birine denk düşmek yaraşan bir özelliktir.
"Kitabında
yer alan en büyük âyette kendi zatını nitelendirmesi de bu kapsam içerisindedir
ki; bu âyet-i kerîme’de şöyle buyurmaktadır:
"Allah...
O’ndan başka ilah yoktur. Diridir, kayyûmdur, O’nu ne bir uyuklama alır, ne de bir
uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnız O’nundur. O’nun izni olmaksızın
nezdinde kim şefaat edebilir! O, yaratıkların önlerindekilerini,
arkalarındakini bilir. O’nun ilminden kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi
kavrayamazlar. O’nun kürsisi gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onları koruması O’na
ağır gelmez, O çok yücedir, çok büyüktür." (el-Bakara, 2/255)[72]
Müslim, Sahih’inde[73]
şu rivayeti kaydetmektedir: Ubeyy b. Ka’b’dan; Peygamber -Sallallahu aleyhi ve sellem- kendisine:
"Allah’ın kitabındaki en büyük âyet
hangisidir?" diye sormuş, Ubeyy:
-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dedi. Bunu
defalarca tekrarladıktan sonra Ubeyy: Ayete’l-Kürsî’dir diye cevab verdi. Bunun
üzerine Peygamber -Sallallahu aleyhi ve
sellem- elini Ubeyy’in omuzuna koyup dedi ki: "Bu ilimden dolayı sana
ne mutlu ey Ebu’l-Munzir!"
Ahmed’in, Müsned’inde
yer alan rivayette de şöyle denilmektedir: "Nefsim elinde olana yemin
ederim ki bu âyetin bir dili ve iki dudağı vardır. Arşın ayağı yakınında melik
(olan Allah)’ı takdis etmektedir."[74]
Bunda hayret edecek bir şey yok. Çünkü bu büyük
âyet-i kerîme başka herhangi bir âyetin ihtiva etmediği şekilde yüce Rabbin
birtakım isim ve sıfatlarını kapsamaktadır.
Yüce Allah bu âyet-i kerîme’de ulûhiyetinde bir
ve tek olduğunu belirterek kendi zatı hakkında haber vermektedir. Bütün türleri
ve değişik şekilleriyle ibadetin yalnız kendisine yapılması gerektiğini
bildirmektedir.
Daha sonra tevhid meselesinin akabinde buna
tanıklık eden kamil sıfatları ve özelliklerini de zikretmektedir. Kemal
derecesinde hayat sahibi hayy olduğunu sözkonusu etmektedir. Çünkü hayat O’nun
varlığının gereklerindendir. O’nun hayatı ezeli ve ebedidir. Hayatının kemal
derecesinde olması bütün zati kemal sıfatlarının kendisi hakkında sabit
olmasını da gerektirmektedir. İzzet, kudret, ilim, hikmet, semî’, basar, irade,
meşiet ve daha başka diğer bütün kemal sıfatları. Çünkü bunlardan herhangi
birisi ancak hayattaki bir eksiklikten dolayı bulunmaz. O halde hayat
bakımından, hayatın kemal derecesinde olması aynı zamanda hayat için gerekli ve
vazgeçilmez olan diğer sıfatlarda da kemal sahibi olmayı gerektirir.
Daha sonra yüce Allah kayyûm ismini
zikretmektedir. Bu da bizatihi var olan ve bütün yarattıklarına mutlak olarak
ihtiyacı olmayan hiçbir şekilde ihtiyaç şaibesine maruz kalmayan demektir.
Çünkü O’nun muhtaç olmayışı (müstağni olması) zatidir ve bütün varlıklar
O’nunla var olabilmiştir. Bütün varlıkların O’na ihtiyaçları ise zati bir
ihtiyaçtır. Bir an dahi hiçbir varlığın O’na muhtaç olmaması sözkonusu
değildir. Bu derece sağlam ve mükemmel şekliyle bu varlıkları ta başından beri
vareden O’dur. İşlerini çekip çeviren O’dur. Varlıklarını sürdürebilmeleri için
ve bunlar için uğraşmalarını takdir etmiş olduğu kemal noktasına ulaşmaları
için gerek duyacakları herbir şeyi onlara sağlayan da O’dur.
Bu isim, o halde bütün fiilî kemal sıfatlarını
ihtiva etmektedir. Nitekim O’nun "hayy" ismi de bütün zatî kemal
sıfatlarını kapsamına alır. İşte bundan dolayı rivayetlerde kaydedildiğine göre
"el-hayy ve el-kayyûm"un, yüce Allah’ın kendisi anılarak, kendisinden
dilekte bulunulması halinde isteneni verdiği ve kendisine onunla dua edildiği
takdirde duayı kabul ettiği Allah’ın İsm-i A’zamı olduklarına dair rivayet
varid olmuştur.
Daha sonra yüce Allah hayat ve kayyûmiyetinin
kemâline delâlet eden ifadelerle şöyle buyurmaktadır:"O’nu ne bir uyuklama alır, ne de bir uyku" O’nu
bastırır. Çünkü bu kayyûmiyete aykırıdır. Zira uyku ölümün kardeşidir. Bundan
dolayı cennet ehli de uyumazlar.
Daha sonra yüce Allah bütün üst ve alt âlemleri
kapsayan genel mâlikiyetini sözkonusu etmekte, bütün bu âlemlerdeki varlıkların
hepsinin O’nun mutlak hükmü ve saltanatı altında bulunduğunu dile getirerek:"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi
O’nundur" diye buyurmaktadır.
Onun ardından da, O’nun mülkünün eksiksiz olduğuna delâlet eden ifadeleri
zikretmektedir ki, bu da şefaatin tamamıyla yalnız O’nun olduğu gerçeğidir.
O’nun izni olmaksızın hiçbir kimse O’nun nezdinde şefaatçi olamaz.
Bu nefy ve istisnâ iki hususu ihtiva etmektedir:
1- Sahih şefaatin kabul
edilmesi. Bu şefaat yüce Allah’ın söz ve amelinden razı olduğu kimselere
izniyle gerçekleşecek şefaattir.
2- İkincisi ise
müşriklerin putları hakkında inandıkları şirkî şefaati çürütmektir. Çünkü
onların kanaatine göre yüce Allah’ın izni ve rızası olmadan dahi putlar
kendilerine şefaatçi olacaktır.
Daha sonra yüce Allah, ilminin genişliğini ve
kuşatıcılığını geçmiş ve gelecek hiçbir şeyin O’na gizli bulunmadığını
sözkonusu etmektedir.
Yaratılmışlara gelince onlar:"O’nun ilminden hiçbir şey
kuşatamazlar." Burada O’nun ilmi ile kastedilenin, O’nun malumu olan
şeyler olduğu söylendiği gibi, isim ve sıfatlarının ilminden şeyler diye de
açıklanmıştır.
"O’nun"
yani şanı yüce Allah’ın "dilediğinden
başka" rasûlleri vasıtasıyla yahut bunun dışında araştırma, inceleme,
sonuçlar çıkarma ve deney gibi çeşitli yollarla Allah’ın kendilerine öğretmeyi
dilediği şeyler müstesnadır.
Daha sonra yüce Allah, mülkünün azametine,
egemenliğinin genişliğine delâlet eden hususları sözkonusu etmekte, kürsîsinin
gökleri ve yeri tamamıyla kuşattığını haber vermektedir.
Kürsi ile ilgili olarak sahih olan görüş onun
Arş’tan ayrı olduğu, Kürsînin ayakların konulduğu yer olup, Arş’ın içerisinde
büyük bir düzlüğe bırakılmış bir halka gibi olduğudur. İbn Kesir’in, İbn
Abbas’tan Kürsî hakkında onu ilim ile tefsir ettiği şeklinde naklettiği
rivayete gelince, bu rivayet sahih değildir.[75]
Çünkü bu, âyet-i kerîme’de tekrar olduğu sonucunu verir.
Bundan sonra yüce Allah kudretinin azametinden,
kuvvetinin kemalinden de: "Onları"
yani gökleri, yeri ve içindekileri "koruması,
O’na ağır gelmez." buyruğu ile haber vermektedir.
Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- "O’na ağır gelmez" buyruğunu, O’na ağır gelmez ve O’nu sıkıp
yormaz diye açıklamıştır ki, bu lafız bir işin, bir kimseye ağır gelmesi halini
anlatmak için kullanılır.
Daha sonra yüce Allah bu âyet-i kerîme’nin
sonunda kendisini oldukça değerli ve güzel şu iki vasıf ile nitelendirmektedir:
"O çok yücedir (alîdir)" ve
"çok büyüktür (azîmdir)."
"el-Alî
(çok yüce)" bütün yönleri ile mutlak yücelik kendisinin olan demektir.
Zatıyla yücelik: O’nun bütün mahlukatın üstünde, Arş’ın üzerinde olması
demektir.
Kadriyle yüce: Çünkü bütün kemal sıfatlarına
sahiptir. Bu sıfatların da en üstün ve en ileri derecesi O’nun hakkında
sözkonusudur.
Kahredici oluşuyla yüce: O, bütün kulları
üzerinde kahir olandır, O hakîmdir, habîrdir.
"el-Azîm"in
anlamına gelince, kendisinden daha azametli, daha üstün, daha büyük hiçbir
şeyin sözkonusu olmadığı azamet sıfatına sahib olan demektir. Peygamberlerinin,
meleklerinin ve seçkin kullarının kalblerinde kemal derecesinde ta’zim yalnız
O’nun içindir.
"Yüce
Allah’ın şu buyrukları da bu kabildendir: "O hem ilktir, hem âhirdir, hem
zâhirdir, hem bâtındır. O, herşeyi en iyi bilendir." (el-Hadid, 57/3)
"O
hem ilktir" cümlesi burada her iki kelimesi de marife olarak
gelmiştir. O halde bu cümle şanı yüce Allah’ın bu dört isme ve bu dört ismin
anlamına celal ve azametine layık olacak şekilde, özel olarak sahib olduğunu
ifade etmektedir. Bunların hiçbir bölümü O’ndan başkası hakkında sözkonusu
olamaz.
Bu isimlerin açıklanması hususunda kelâmcıların
kullandıkları ifadeler farklılık arzetmektedir. Bunların hatadan korunmuş
peygamber tarafından yapılmış tefsirleri bize kadar ulaştığına göre, sözü geçen
bu tefsirlere ihtiyacımız yoktur. Müslim, Sahih’inde Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-’dan kaydettiği bir
rivayete göre Peygamber -Sallallahu
aleyhi ve sellem- uyumak üzere yatağına çekildiğinde şöyle derdi:
"Yedi semanın Rabbi, arzın Rabbi, herşeyin
Rabbi, taneyi ve çekirdeği yaran, Tevrat’ı, İncil’i ve Kur’ân’ı indiren
Allah’ım! Ben, senin alnından yakaladığın herbir şeyin şerrinden sana
sığınırım. Sen, ilksin, senden önce hiçbir şey yoktur. Sen âhirsin, senden
sonra hiçbir şey yoktur. Sen zâhirsin, senin üstünde hiçbir şey yoktur. Sen
bâtınsın, senden ötende hiçbir şey yoktur. Benim borcumu ödet, fakirlikten beni
kurtar."[76]
İşte bu şanı yüce Allah’ın azametinin kemaline,
O’nun bütün eşyayı her bakımdan kuşatmış olduğuna delâlet eden oldukça kapsamlı
ve açık bir açıklamadır.
İlk ve âhir olması O’nun zaman itibariyle
kuşatıcılığını,
Zâhir ve bâtın oluşu mekân itibariyle
kuşatıcılığını açıklamaktadır.
Aynı zamanda O’nun "ez-zahir" ismi
O’nun bütün mahlukatının üstünde yüce olduğuna, mahlukatından hiçbir şeyin
O’ndan daha yüksekte olmadığına delâlet etmektedir.
O halde bu dört ismin etrafında dönüp
dolaştıkları anlam kuşatıcılıktır. O’nun ilk oluşu, âhir oluşu, ilkleri ve
sonları kuşatmıştır. Zâhir ve bâtın oluşu da zâhir ve bâtın olan herbir şeyi
kuşatıcı olduğunu ortaya koyar.
O halde O’nun ilk (el-evvel) ismi O’nun kadim ve
ezeli oluşuna,
Âhir ismi O’nun bâkâ, kalıcı ve ebedî oluşuna,
Zâhir ismi O’nun yüceliğine ve azametine,
Bâtın ismi de O’nun yakın ve beraber oluşuna
delalet etmektedir.
Daha sonra âyet-i kerîme yüce Allah’ın geçmiş,
şimdiki ve gelecekteki bütün herşeyi kuşatıcı olduğunu, üst ve alt alemdeki
herşeyi vâcib (varlığı zorunlu), caiz (varlığı ve yokluğu eşit) ile imkânsız
(müstahil) bütün varlıkları kuşatıcı olduğunu ifade eden buyruklarla sona
ermektedir. Yerde olsun, gökte olsun zerre ağırlığı kadar bir şey dahi O’nun
bilgisinin dışında değildir.
O halde âyetin tümü şanı yüce Rabbimizin bütün
yarattıklarını her bakımdan kuşatıcı oluşu, bütün âlemlerin O’nun avucunda
oluşu ile ilgilidir. Tıpkı kulun elindeki bir hardal tanesi gibidir. Hiçbir şey
O’nun tasarrufu dışında değildir.
Bu sıfatların hepsi tek bir mevsûf (nitelenen)
hakkında gelmiş olmakla birlikte bu sıfatlar arasına "vav" edatının
getirilmesi, gerçeği daha açık ifade etmek ve pekiştirmek içindir. Çünkü
"vav" önceki vasfın tahkikini ve bu vasfın gerçek olarak var oluşunu
gerektirmektedir. Ayrıca lafız itibariyle birbirine karşıt gibi görünen vasıflar
arasında gelmesi de güzel düşmüştür. Çünkü ilk anda insanın hatırına bütün bu
vasıflara birden sahib olmanın uzak olduğu vehmi gelebilmektedir. Çünkü ilk
oluş zâhiren, ahir oluşa aykırı olduğu gibi, zâhir oluş ta, batın oluşa aykırı
gibi görünmektedir. İşte bu pekiştirici ifade ile böyle bir şeyin olamayacağı
vehmi ortadan kaldırılmış olmaktadır.
"Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Asla
ölmeyen ve hayy olana tevekkül et." (el-Furkan,
25/58)"
"Asla
ölmeyen... tevekkül et" cümlesi yine müellifin yüce Allah’ın birtakım
isim ve sıfatlarının bulunduğuna delil olmak üzere kaydettiği âyetlerdendir.
Bu âyet-i kerîme’de yüce Allah’ın hayy adının
bulunduğu ortaya konulmaktadır. Åyet-i kerîme’de aynı zamanda hayatın zıttı
olan ölümün O’nun hakkında sözkonusu olmadığı muhtevası da vardır.
Biz daha önceden yüce Allah’ın zatından
ayrılmayan bir sıfat olan hayat ile hayy olduğunu önceden açıklamış
bulunuyoruz. Bu hayata ölüm ve zeval asla ârız olamaz. O’nun hayatı en mükemmel
ve en eksiksiz bir hayattır. Dolayısı ile bu hayatın O’nun hakkında hayatın
kemal derecesinde olması için, reddedilmesi gereken kemal ile çelişen herbir
husustan ve özellikten uzak olarak O’nun hakkında sabit olması gerekmektedir.
Bundan sonraki âyet-i kerîme’lerde ise yüce
Allah’ın ilim sıfatı ve bu sıfattan türemiş olan diğer sıfatları, alim olması,
biliyor olması, ilmiyle herşeyi kuşatıcı olması gibi... sıfatların varlığı
ortaya konulmaktadır.
"Yüce
Allah’ın şu buyrukları da böyledir:"O, en iyi bilendir. Hakîmdir."
(et-Tahrim, 66/2); "O, hakîmdir, herşeyden haberdardır (habîrdir) Yere
gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir." (Sebe’,
34/1, 2); "Yaş ve kuru müstesna olmamak üzere hepsi apaçık bir
kitabtadır." (el-En’am, 6/59); "O’nun bilgisi dışında hiçbir dişi ne
gebe kalır, ne de doğurur." (Fussilet, 41/47); (Fatır, 35/11);
"Allah’ın gerçekten herşeye kadir olduğunu ve muhakkak Allah’ın ilmi ile
herşeyi kuşatmış olduğunu kesinlikle bilesiniz diye." (et-Talâk, 65/12)
İlim, yüce Allah’ın sıfatıdır. O sıfat ile bütün
malumatı olduğu şekilde bilir. Hiçbir şey -önceden de açıkladığımız gibi- O’na
gizli kalmaz.
Hakîm:
Bu buyruklarda yüce Allah’ın el-Hakîm ismi de
isbat edilmektedir. Bu, "hikmet"den alınmadır. Doğrudan başka bir şey
söylemeyen ve yapmayan anlamındadır. O’ndan abes ve batıl hiçbir şey sâdır
olmaz. Aksine O’nun yarattığı yahut emrettiği herbir şey O’nun hikmetine
tabidir.
Şöyle de açıklanmıştır: Bu kelime
"müf’il" vezninin anlamını vermek üzere "fail" vezninde
gelmiştir. Yani O, eşyayı (herbir şeyi) son derece muhkem yani sağlam yapandır.
Bu da ihkâm yani sağlam yapmak anlamından gelmektedir. Bundan dolayı O’nun
yaratmasında bir tutarsızlık, bir gedik bulunmaz. O’nun tedbir ve idaresinde de
bir boşluk yahut bir uygunsuzluk meydana gelmez.
Yine bu buyruklarda yüce Allah’ın Habîr adı da
tesbit edilmektedir. Bu da hibret’ten gelmektedir ki bilginin kemali,
sağlamlığı, etraflı bir şekilde herbir şeyi kuşatmak, ilminin gerek maddi,
gerek manevi küçük ve basit herbir şeye ulaşmış olduğu anlamına gelir.
Şanı yüce Allah bu âyet-i kerîmelerde ilmiyle
ilgili olan birtakım hususları sözkonusu etmektedir. Böylelikle yarattığı
varlıkların bilgilerinin ulaşamadığı herbir şeyi O’nun bilgisi ile kuşatmış ve
kapsamış olduğuna delâlet etmektedir. O: "Yere
gireni" tane, tohum, su, haşerat ve maden gibi şeyleri, "ondan çıkanı" ekin, ağaç,
pınar ve faydalı madenleri, "gökten
ineni" kar, yağmur, yıldırım ve melek gibilerini, "ve oraya yükseleni" aynı şekilde melek, ameller, saf saf
olmuş kuşlar ve buna benzer şanı yüce Allah’ın bildiği daha başka şeyleri "bilir."
Yine bu âyetlerde yüce Allah:"Gaybın anahtarları O’nun yanındadır.
O’ndan başkası bunları bilmez" diye buyurmaktadır. Gaybın anahtarlarından maksadın hazineleri
olduğu söylendiği gibi, onlar vasıtasıyla gayba ulaşılan yollar ve sebepler
diye de açıklanmıştır ki, buradaki anahtarlar (anlamındaki mefâtıh) esreli mim
ile "miftah" ya da -mefâîl veznindeki "ya" hazfedilerek-
"miftâh"in çoğuludur.
Peygamber (bunları) şu buyruğuyla açıklamış
bulunmaktadır:
"Gaybın anahtarları beş tanedir. Bunları
yüce Allah’tan başkası bilemez. Daha sonra yüce Allah:’ın "Saatin ilmi
muhakkak Allah’ın indindedir, yağmuru O indirir, rahimlerde olanı O bilir,
hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilemez, hiçbir nefis de hangi yerde
öleceğini bilmez. Muhakkak Allah herşeyi bilendir, herşeyden haberdardır."
(Lokman, 31/34) buyruğunu okudu.[77]
Son iki âyet-i kerîme yüce Allah’ın kendisine
ait bir sıfat olan ilim ile âlim olduğuna ve bu sıfatın O’nun zatı ile kaim
olduğuna delâlet etmektedir. Sıfatlarını kabul etmeyen Mutezile ise bu hususta
muhalefet etmektedir. Onlardan kimisi: O, zatıyla alîm, zatıyla kadir...
derken, kimisi Allah’ın isimlerini selbî birtakım anlamlarla açıklayıp O’nun
alîm olması, cahil olmaması demektir. Kadir olması, âciz olmaması demektir...
diye açıklamışlardır.
Bu âyet-i kerîmeler onların aleyhine birer
delildir. Bu âyetlerde yüce Allah ilmi ile her dişinin gebe kalışını veya
doğurmasını mana ve keyfiyet itibariyle bilgisi ile kuşattığını haber verdiği
gibi, O’nun kudretinin genel kapsamlı olup mümkün olan herşeyi kapsadığını,
O’nun bilgisinin bütün eşyayı kuşatmış olduğunu haber vermektedir.
İmam Abdu’l-Aziz el-Mekkî[79]’nin
"el-Hayde" adlı eserinde
Mutezile alimlerinden Bişr el-Merisî[80]
ile ilim meselesini tartışırken söylediği şu sözler ne kadar güzeldir:
"Yüce Allah kitabında, ilme sahib olduğuna
delâlet etsin diye cahil olmadığını belirterek ne mukarreb bir meleği, ne
mürsel bir peygamberi, ne de takva sahibi bir mü’mini övmüş değildir. O bunları
alim olduklarını belirterek övmüş bulunmaktadır. Bununla da onların cahil
olmadıklarını belirtmiş olmaktadır." Sonunda şunları söylemektedir:
"İlmi kabul eden cehaleti zaten reddetmiş olur. Ancak cehaleti reddeden
ilmi kabul etmiş olmaz."[81]
Yüce Allah’ın ilim sahibi olduğuna dair aklî
delile gelince, cahil olmakla birlikte onun bunca varlığı yoktan var etmesi
imkânsız bir şeydir. Çünkü bu varlıkları var etmesi iradesi ile olmuştur. İrade
ise muradı (kastedileni) bilmeyi gerektirmektedir. Bundan dolayı yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:"Yaratan bilmez mi hiç? O latiftir (ilmi eşyanın
inceliklerini kuşatandır.) Herşeyden haberdardır." (el-Mülk,
67/14)
Diğer taraftan yaratılmış bütün varlıklardan
onları meydana getirenin ilmine tanıklık edecek şekilde son derece muhkem,
sağlam, olağanüstü sanat ve çok incelikli yaratılış özellikleri bulunmaktadır.
Bütün bunların ise bilgi olmadan gerçekleştirilmesine imkân yoktur.
Diğer taraftan yaratılmışlar arasında âlim
olanları vardır. İlim, bir kemal sıfatıdır. Eğer Allah alim olmasa idi,
yaratılmışlar arasında bazı varlıklar O’ndan daha mükemmel olurdu.
Herbir mahlukun sahib olduğu bilgi aslında onu
yaratandan gelmiştir. Mükemmel olan bir şeyi bağışlayanın o mükemmel vasfa
sahip olması öncelikle sözkonusudur. Çünkü bir şeye esasen kendisi sahib
olmayan, o şeyi başkasına veremez.
Filozoflar[82]
yüce Allah’ın cüz’î şeyleri bildiğini kabul etmeyerek şöyle demişlerdir: O,
eşyayı külli ve sabit bir şekilde bilir. Onların sözlerinin gerçek anlamı ise
hiçbir şey bilmediğidir. Çünkü hariçte bulunan herbir şey cüz’î demektir.
Kaderiye[83]’nin
aşırıları da yüce Allah’ın kulun fiillerini işlemedikçe bilebileceğini kabul
etmemişlerdir. Çünkü onlara göre eğer bunları bilecek olursa, bu cebre
götürebilir. Onların bu görüşlerinin bütün dinlerce kesin olarak batıl olduğu
bilinen bir husustur.
"Yine
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Çünkü şüphesiz ki Allah’tır hem rızkı
veren, hem pek çetin kudret ve kuvvet sahibi olan." (ez-Zâriyât, 51/58)"
Yüce Allah’ın: "Çünkü şüphesiz ki Allah’tır..." buyruğu Allah’ın, rezzâk
ismine sahib olduğunu ortaya koymaktadır. Rezzâk "rızk" kökünden
gelen bir mübalağa ismidir. Kullarına çokça ve bol bir şekilde ardı arkasına
rızık veren demektir. Yüce Allah’tan kullarına ulaşan herbir fayda ister mübah olsun,
ister olmasın bir rızıktır. Şu anlamda ki: O bunu onlar için bir gıda ve bir
yaşama aracı kılmıştır. Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Ve tomurcukları üstüste binmiş büyük ve yüksek hurma ağaçları(nı) da
kullara rızık olmak üzere (yarattık)" (Kaf,
50/10);"Rızkınız ve vaadolunduğunuz da semadadır." (ez-Zariyat, 51/22)
Şu kadar var ki eğer bir şeyin kullanılmasına
izin verilmiş ise o hüküm itibariyle helaldir, aksi takdirde haramdır. Bunların
hepsinin toplamı da rızıktır.
Ayet-i kerîme’de isim cümlesinin marife
(belirtili) gelip, bu cümlede fasl zamirinin kullanılması rızkı kullarına
ulaştırmanın özellikle Allah’ın işi olduğunu anlatmak içindir. İbn Mes’ud -Radıyallahu anh-’dan şöyle dediği
rivayet edilmiştir: "Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi ve sellem- bana (ez-Zariyat, 51/58. âyeti): Çünkü şüphesiz ki ben
hem rızık verenim, hem de pek çetin kudret ve kuvvet sahibi olanım" diye
okutmuştur."[84]
"Kuvvet
sahibi (zu’l-kuvve)" kuvvete sahib olan demektir. Bu da yüce Allah’ın
"el-kavi" isminin anlamını ifade eder. Ancak mana itibariyle daha
beliğdir. Bu yüce Allah’ın kuvvetinde herhangi bir eksilmenin sözkonusu
olmadığını, zamanla gücünün azalıp, bitmesinin düşünülemeyeceğini ortaya
koymaktadır.[85]
"Pek
çetin kudret (el-metin)" ise metanetten gelen bir isimdir. İbn Abbas
bunu eş-Şedid (pek çetin güç sahibi) diye tefsir etmiştir.[86]
"Yine
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"O’nun benzeri hiçbir şey yoktur ve O
herşeyi işitendir, görendir." (eş-Şura, 42/11); "Gerçekten Allah
bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah hakkıyla işitendir,
hakkıyla görendir." (en-Nisa, 4/58)"
Yüce Allah’ın: "O’nun benzeri hiçbir şey yoktur..." buyruğunda Allah’ın
benzerinin bulunmadığı belirtildikten sonra semi’ (işitmek) ve basar (görmek)
sıfatlarına sahib olduğu ifade edilmektedir. O’nun benzerinin bulunmadığını
belirtmekten kasıt ise -Muattıla’nın ileri sürüp doğru olmayan bir şekilde
delillendirdikleri gibi- sıfatların da nefyedilmesi değildir. Aksine maksat bu
sıfatların yaratılmışlarınkine benzemediğini belirtmekle birlikte, onun
hakkında sabit olduğunu ortaya koymaktır.
Büyük ilim adamı İbnu’l-Kayyim (Allah’ın rahmeti
üzerine olsun) şöyle demektedir: "Yüce Allah’ın: "O’nun benzeri hiçbir şey yoktur"
buyruğundan kastı -müşebbihe ile müşriklerin yaptıklarının aksine- onunla
birlikte ibadet ve ta’zime layık herhangi bir ortak ya da bir ma’budun
bulunmadığını ortaya koymaktır. Bu ifadelerden kasıt, O’nun kemalinin,
mahlukatının üzerinde oluşunun, kitabları ile kelam edişinin, rasûlleri ile
konuşmasının nefyedilmesi ile güneşin ve ayın bulutsuz bir günde görüldüğü
şekilde mü’minlerin de gözleriyle Allah’ı açıkça göreceklerinin sözkonusu
olmadığının anlatılması değildir..."
"Semi" oluşunun, anlamı, ne kadar
yavaş olursa olsun, bütün sesleri idrak eden demektir. O yaratıklarının
işitmelerine benzemeyen bir sıfat olan semi’ sıfatıyla gizli ve açık olan
herbir şeyi işitir.
"Basîr" de ne kadar ince ve
hissedilemez gibi görülse ya da uzak olsa dahi kişi, cisim ve renk türünden
görülme özelliğine sahip herşeyi idrak eden demektir. Engellerin, perdelerin
onun görmesine olumsuz bir etkisi yoktur. Bu müf’il (veznindeki ism-i faîl)
anlamında "fail" veznindedir. Bu da şanı yüce Allah hakkında basar
sıfatının kendi zatına layık şekliyle sabit olduğunun delilidir.
Ebu Davud, Sünen’inde
Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-’dan
gelen rivayetine göre Peygamber -Sallallahu
aleyhi ve sellem- yüce Allah’ın:"Şüphe
yok ki Allah hakkıyla işitendir hakkıyla görendir." âyetini okumuş ve
baş parmağını kulağının üzerinde, ona bitişik olan (şehadet) parmağını da
gözlerinin üzerine koymuştur.[87]
Hadisin anlamı da şudur: Şanı yüce Allah sem’
ile işitir, göz ile görür. Bu, yüce Allah’ın sem’ini işitilen şeyleri bilmesi,
basarını görülen şeyleri bilmesi diye yorumlayan Eş’arî[88]
mezhebine mensub birtakım kimselere karşı delildir ve bu hatalı bir
yorumdur. Çünkü kör olan bir kimse semanın varlığını bilir, ancak semayı
göremez. Sağır olan bir kimse seslerin varlığını bilir, fakat o sesleri
işitemez.
"Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bağına girdiğin zaman
mâşaallah (bu Allah’ın dilediğidir) Allah’ın yardımı olmadan (hiçbir şeye) güç
yetirilemez, demeli değil miydin?" (el-Kehf,
18/39); "Eğer Allah dileseydi,
onlardan sonra gelenler kendilerine apaçık deliller geldikten sonra
birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat anlaşmazlığa düştüler de kimi iman etti, kimi
de kâfir oldu. Eğer Allah dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah
dilediği şeyi yapar." (el-Bakara, 2/253); "İhramda iken avlanmayı helal saymamak şartı ile ve size
okunanlar hariç olmak üzere size dört ayaklı hayvanlar helal kılındı. Şüphesiz
Allah dilediği hükmü koyar."(el-Mâide, 5/1); "Allah kimi doğru yola iletmeyi dilerse, göğsünü İslâm’a açar.
Kimi de saptırmayı dilerse, onun da göğsünü -gökyüzüne tırmanıyormuş gibi-
daraltır, sıkıştırır..." (el-En’âm, 6/125)"
Yüce Allah’ın: "Bağına girdiğin zaman... demeli değil
miydin?" buyruğu ile başlayan bu âyet-i kerîmeler, yüce Allah’ın irade
ve meşîet sıfatlarına sahib olduğuna delil teşkil etmektedir. Buna dair
deliller de sayılamayacak kadar pek çoktur. Eş’arî mezhebine mensup olanlar
ezelde bütün irade edilen şeylere ilişik olan kadim ve tek bir iradenin
varlığını kabul ederler. Buna göre Eş’arilerin kast edilen şeyi iradeden farklı
ve ona aykırı görmeleri gerekir.
Mutezile’ye gelince, onlar sıfatları kabul
etmediklerinden ötürü irade sıfatını da kabul etmez ve şöyle derler: O, belli
bir yeri sözkonusu olmaksızın hâdis (sonradan varolan) bir irade ile irade
eder. Buna göre Mutezilenin de sıfatın tek başına var olduğu kabul etmesi
gerekir ki bu batılların en batılıdır.
Hak ehli olan kimseler ise şöyle derler: İrade
iki türlüdür:
1- Meşîet ile eş anlamlı
olan kevnî irâde. Bu iki tür irade de
yüce Allah’ın yapmayı ve meydana getirmeyi dilediği herbir şeye taalluk
ederler. Şanı yüce Allah bir şeyi murad eder ve meşîetiyle isterse, o şey var
olmasını dilemesinin hemen arkasında meydana gelir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Bir şeyin olmasını istediği zaman, O’nun işi, ona
"ol" demekten ibarettir, o da hemen oluverir." (Yâsîn, 36/82)
Hadiste de şöyle denilmektedir: "Allah’ın
dilediği olur, dilemediği de olmaz."[89]
2- Yüce Allah’ın sevdiği
ve razı olduğu şeylere ait kullarına vermiş olduğu emirlerle ilgili şer’î irade. Bu da yüce Allah’ın şu
buyruğu ile benzeri buyruklarında sözkonusu edilmektedir:"Allah size
kolaylık diler, güçlük istemez." (el-Bakara,
2/185)
Bu iki irade arasında kopmaz bir ilişkinin
varlığı sözkonusu değildir. Aksine bu iradelerin herbirisi diğerinin taalluk
etmediği bir başka şeyle taalluk edebilir. Bundan dolayı aralarında bir bakıma
genellik ve özellik ilişkisi vardır.
Kevnî irade şanı yüce Allah’ın sevmediği ve razı
olmadığı, küfür ve masiyetlere de taalluk etmesi bakımından daha geneldir.
Ancak kâfirin iman etmesi, fâsıkın da itaat etmesi gibi şeylere taalluk
etmemesi açısından da daha özeldir.
Şer’î irade ise ister vaki olsun, ister olmasın
Allah’ın emretmiş olduğu herşeye taalluk etmesi bakımından daha geneldir. Ancak
kevnî irade dolayısıyla vaki olan bir şeyin, bazan emrolunmayan bir şey olması
açısından da daha özeldir.
Özetle söyleyecek olursak: Mü’minin iman etmesi,
itaat edenin de itaat etmesi gibi hususlarda her iki irade de birarada
bulunabilir. Ancak kâfirin kâfir olması, isyankârın da isyan etmesi gibi
hallerde (Allah böylesini kullarından dilemediğinden) sadece kevnî irade
sözkonusudur.
Kâfirin iman etmesi, günahkârın da itaat etmesi
gibi hallerde ise (bunu kullarından Şer’an istediğinden) sadece şer’î irade
sözkonusudur.
Yüce Allah’ın:"Bağına girdiğin zaman...
demeli değil miydin?" (el-Kehf,
18/39) buyruğu, yüce Allah’ın iki bahçe sahibi’nden mü’min olan adamın
kâfir arkadaşına söylemiş olduğu sözleri bize aktarması şeklindedir. Bu kişi
kâfir olan arkadaşına, sözleriyle yüce Allah’ın nimetine karşı şükretmesi ve
bunun Allah’ın meşîeti (dilemesi) dolayısı ile meydana geldiğini söyleyip kendi
güç ve kuvvetinin bir neticesi olmadığını bilmesi hususunda bir öğüt vermiştir.
Çünkü Allah’ın dilemesi ile olmadıkça, kuvvetin hiçbir faydası yoktur.
"Eğer Allah dileseydi... birbirlerini
öldürmezlerdi" (el-Bakara, 2/253)
buyruğu da bize rasûllere tabi olanlar arasında rasûllerden sonra ortaya çıkan
anlaşmazlık, birbirlerine haksızlık ve kıskançlıkları sebebiyle duydukları
düşmanlık hakkında verilen bir haberdir. Bu buyrukta meydana gelen bu
hususların ancak yüce Allah’ın meşieti (dilemesi) ile olduğunu ortaya
koymaktadır. Eğer O, bunların olmamasını dilemiş olsaydı, hiç bunlar meydana
gelmezdi. Fakat O, bunların meydana gelmesini dilediğinden ötürü bunlarda oldular.
Yüce Allah’ın:"Allah kimi doğru yola
iletmeyi dilerse..." (el-En’âm,
6/125) buyruğuna gelince, hidayetin ve dalâletin (sapıklığın) yüce Allah’ın
yaratması ile meydana geldiklerini göstermektedir. Allah kimi hidayete iletmeyi
dilerse, -yani ona hidayeti ilham edip, hidâyete ulaşma başarısını vermek
isterse- İslâm’a girmek için kalbine bir genişlik verir. Bu da onun kalbine bir
nur bırakması suretiyle olur. Bu sefer İslam’a karşı kalbinde bir genişlik ve
bir huzur vücuda gelir. Nitekim hadiste de böylece varid olmuştur. Kimi de
saptırmak ve ilahi yardımdan yoksun bırakmak dilerse, bu sefer göğsünü son
derece dar ve sıkıntılı kılar, o kalbe iman nuru nüfuz etmez. Yüce Allah bu
hali göklere doğru çıkıp yükselen kimsenin durumuna benzetmektedir.
"Yine
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:Ve ihsan edin, muhakkak Allah ihsan edenleri
sever." (el-Bakara, 2/195); "Ve adaletli olun, çünkü Allah adaletli
olanları sever." (el-Hucurat, 49/9); "O halde onlar size karşı doğru
davrandıkları sürece siz de onlara doğrulukla davranın. Şüphesiz ki Allah
sakınanları sever." (et-Tevbe, 9/7); "Gerçekten Allah çokça tevbe
edenleri de sever. Çok temizlenenleri de sever." (el-Bakara, 2/222);
"Deki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin."
(Al-i İmran, 3/31); "Allah... kendisinin onları seveceği, onların da
kendisini seveceği bir topluluk getirir..." (el-Maide, 5/54); "Gerçek
şu ki Allah kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bina gibi saf bağlayarak
çarpışanları sever." (es-Saf, 61/4)
Bu âyet-i kerîmeler yüce Allah’ın muhabbet
sıfatından ortaya çıkan birtakım fiillerini ihtiva etmektedir. Allah’ın bazı
kişilere, amellere ve ahlâka muhabbeti O’nun kendisi ile kaim bir sıfatıdır. Bu
da O’nun meşîeti ile alakalı ihtiyarî fiil sıfatlarındandır. O, ileri
derecedeki hikmetinin gereği olarak bazı şeyleri sever bazı şeyleri sevmez.
Eş’arî’ler ile Mutezile muhabbet sıfatının
varlığını kabul etmezler. Çünkü onların iddiasına göre bu sıfat bir eksiklik
izlenimini vermektedir. Zira yaratılmış varlıkların muhabbeti, kendilerine münasib
yahut zevk alacakları şeye meyletmeleri anlamındadır.
Eş’arî’ler ise muhabbet sıfatını irade sıfatına
raci kabul eder ve şöyle derler: Allah’ın kuluna muhabbet (sevgi) duymasının
tek anlamı sadece ona ikramda bulunması ve ona mükâfat vermesini irade
etmesinden ibarettir. Rıza, gazab, hoşlanmayış ve öfke (sehat) sıfatları
hakkında da bu açıklamayı yaparlar. Onlara göre bütün bu sıfatlar mükâfat
vermek (sevab) ile cezalandırmak (ikab) iradesinde bulunmak anlamındadır.
Mutezile ise yüce Allah’ın zatı ile kaim bir
irade sıfatının varlığını kabul etmediklerinden dolayı muhabbeti, onlara göre
bu gibi kimseler için yüce Allah tarafından verilmesi icab eden mükafatın
kendisi diye açıklarlar. Çünkü onlara göre itaat eden kimsenin
mükâfatlandırılması ile isyankârın cezalandırılması vacibtir.
Hak ehline gelince, hak ehli yüce Allah’ın ona
yakışan bir şekilde hakiki anlamıyla muhabbet sıfatına sahib olduğunu kabul
ederler. O bakımdan onlara göre bu sıfat herhangi bir eksiklik ya da bir
teşbihi gerektirmemektedir.
Muhabbetin gereği olanı da Allah hakkında sabit
kabul ederler ki bu da yüce Allah’ın sevdiği ve mükâfatlandırmak istediği
kimselere ikramda bulunmak iradesidir.
Keşke Peygamber -Sallallahu aleyhi ve sellem-’in Ebu Hureyre tarafından rivayet
edilen şu hadis-i şerif’ine muhabbeti kabul etmeyenlerin ne şekilde cevab
verdiklerini bir bilebilseydik: "Şüphesiz Allah bir kulu sevdiği takdirde
Cibril -Aleyhi Selam-’a: Ben filanı
seviyorum, sen de onu sev der. Bunun üzerine Cibril -Aleyhi Selam- da semavattakilere şöyle der: Şüphesiz sizin aziz ve
celil olan Rabbiniz filan kimseyi sever, siz de onu seviniz. Bunun üzerine
semadakiler o kimseyi sever. Yeryüzünde de onun için (hüsn-ü) kabul
yerleştirilir. Bir kimseye buğzedecek olursa, yine bunun gibi söyler."[90]
Hadisi Buharî ve Müslim rivayet etmiştir.
Birinci âyet-i kerîme’de yüce Allah’ın: "Ve
ihsan edin" buyruğu her hususta genel olarak ihsanda bulunmayı
emretmektedir. Özellikle de bundan önce yerine getirilmesi emredilmiş Allah’a
cihad uğrunda infakta ihsanı ihtiva etmektedir. İnfakta ihsan cömertçe verip,
cimrilik etmemekle yahut ta kısmak ile savurganlık derecesine varmak arasında
orta yolu tutmakla olur. İşte yüce Allah’ın el-Furkan suresinde[91]
emretmiş olduğu orta yollu harcama da budur.
Müslim’in, Sahih’indeki
rivayete göre Şeddâd b. Evs Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın şöyle buyurduğunu kaydetmektedir: "Muhakkak Allah
herşeye ihsanı yazmıştır. O bakımdan öldürdüğünüz takdirde güzelce öldürünüz,
boğazladığınız vakit güzelce boğazlayınız. Sizden (boğazlayacak) kimse bıçağını
iyice bilesin ve keseceği hayvanı rahatlatsın."[92]
Yüce Allah’ın: "Muhakkak Allah ihsan edenleri sever" buyruğuna gelince, bu da
ihsan emrinin bir gerekçesidir. Onlar ihsanın Allah tarafından sevilmeyi
gerektirdiğini bildikleri takdirde bu emri yerine getirmekte ellerini çabuk
tutarlar.
İkinci âyet-i kerîme’de yer alan: "İkisinin arasını adaletle düzeltin"
buyruğuna gelince, bu da adaletli davranma (iksat) emrini ihtiva etmektedir.
Mü’minlerden anlaşmazlık içerisinde bulunan iki taraf arasında adaletle
hükmetmek demektir. Bu fiil "zulmetti" anlamında "kaseta"
fiilinden gelmektedir. Ayet-i kerîme’de kullanıldığı şekliyle hemzeli şekil ise
zulümden uzak kalışı ifade etmek için gelmiştir. Yüce Allah’ın isimlerinden
birisi de "el-muksit (mutlak adaletli)"dir.
Ayet-i kerîmede adalet yapmaya teşvik ve
adaletin üstünlüğüne işaret vardır. Adaletli olmanın Allah’ın sevgisini
kazanmanın sebebi olduğuna dikkat çekilmektedir.
Yüce Allah’ın:"O halde onlar size karşı
doğru davrandıkları sürece, siz de onlara doğrulukla davranın." (et-Tevbe, 9/7) buyruğuna gelince,
anlamı şudur: Sizler ile şu Mescid-i Haram’ın yakınlarında kendileriyle
antlaşma yaptığınız bu kimselerle olduğu şekilde herhangi birileriyle aranızda
antlaşma bulunuyor ise, onlar size karşı ahidlerinin gereklerini dosdoğru
yerine getirdikleri sürece siz de onlara doğrulukla davranın.
Daha sonra yüce Allah bu emrin illetini
(gerekçesini): "Şüphesiz ki Allah
sakınanları sever" buyruğu ile açıklamaktadır. Yani yüce Allah her
hususta Allah’tan sakınanları ve bu arada da ahitlerini bozmaktan sakınanları
sever demektir.
Yüce Allah’ın:"Gerçekten Allah çokça tevbe
edenleri de, çokça temizlenenleri de sever." (et-Tevbe, 2/222)
buyruğuna gelince, bu da yüce Allah’ın kulları arasından bu iki kesimi
sevdiğine dair verdiği bir haberdir.
Bunların birincisi tevbe edenlerdir. Yani yüce
Allah’a çokça tevbe edip işlemiş oldukları günahları sebebiyle çokça mağfiret
dileyen kullarını sever. Bunlar çokça tevbe etmek suretiyle günah ve masiyetler
demek olan manevi kir ve pisliklerden arınmış olurlar.
İkinci kesim ise çok temizlenenlerdir. Bunlar
temizlenmekte ileriye giden kimseler demektir. Bu ise abdest almak yahut
gusletmek ile hadeslerden ve maddi pisliklerden temizlenmek anlamındadır.
Burada sözü geçen "temizlenenler (el-mutetahhirîn)"den kastın, ay
hali zamanlarında yahut arka yoldan hanımlara yaklaşmaktan sakınan kimseler
olduğu da söylenmiştir. Ancak anlamın umumi olduğunu kabul etmek daha uygundur.
Yüce Allah’ın:"Deki: Eğer Allah’ı
seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin." (Al-i İmran, 3/31) buyruğuna gelince, bu âyetin sebeb-i nüzulu ile
ilgili olarak el-Hasen’den rivayet edildiğine göre âyet Allah’ı sevdiği
iddiasında bulunan bir topluluk hakkında inmiştir. Bunun üzerine yüce Allah
onları sınamak üzere âyet-i kerîme’yi indirdi.[93]
Bu âyet-i kerîme’de yüce Allah kulunu sevmeyi
peygamberine tabi olma şartına bağlamıştır. Bu sevgiye Peygamber -Sallallahu aleyhi ve sellem-’e ancak
güzel bir şekilde uyan ile onun yoluna sımsıkı sarılan kimseler nâil
olabilirler.
"Yine
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: O çok mağfiret edendir. Pek sevendir."
(el-Buruc, 85/14); "Rahman ve Rahim Allah’ın adı ile" (en-Neml,
27/30); "Rabbimiz rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır." (el-Mu’min,
40/7); "O mü’minlere çok merhametlidir." (el-Ahzab, 33/43);
"Rahmetim ise herşeyi kuşatmıştır." (el-A’raf, 7/156); "Rabbimiz
kendi üzerine rahmeti yazdı." (el-En’am, 6/54); "O, mağfiret edendir,
rahmet edendir." (Yunus, 10/107); "Allah en hayırlı koruyucudur. O
merhametlilerin en merhametlisidir." (Yusuf, 12/64)
Yüce Allah’ın:"O çok mağfiret eden
(el-ğafûr) ve pek sevendir (el-vedûd)" (el-Buruc,
85/14) âyeti yüce Allah’ın Esma-i Hüsnâ’sından el-ğafûr ile el-vedûd isimlerini
ihtiva etmektedir.
Birincisi mağfiret etmekten mübalağadır. Yani
günahkar kullarının günahlarını çokça örten ve onları sorgulamayıp, affeden
demektir.
"el-⁄afr (merhamet etmek)"in
asıl anlamı setretmek, örtmek demektir. Boyanın kiri örtmesini anlatmak üzere
de bu kökten gelen kelime kullanılır. Başı örten başlığa "el-miğfer"
denilmesi de buradan gelmektedir.
İkinci isim olan "el-vedûd" ise
katıksız sevgi ve sevginin en latifi olan "el-vudd"den gelir. Bu
şekliyle ya "fail" anlamında "feûl" veznindedir. O takdirde
anlamı kendisine itaat edenlere çokça sevgi besleyen ve onlara yardım ve
verdiği zaferleriyle onlara yakın demek olur yahut ta "mef’ul"
anlamında feûl vezninde olup o takdirde anlamı çokça ihsanda bulunması
dolayısıyla sevilen ve yarattıkları tarafından sevilmeye layık olup, kendisine
ibadet etmeleri ve hamdetmeleri gereken, anlamında olur.
Yüce Allah’ın:"Rahmân ve Rahîm Allah’ın
adıyla" (en-Neml, 27/30) buyruğu
ile ondan sonra zikredilen âyet-i kerîme’ler yüce Allah’ın, rahman ve rahim
isimleri ile rahmet ve ilim sıfatlarının Allah hakkında sözkonusu olduğunu
ihtiva etmektedir. "Bismillahi’r-Rahmani’r-Rahim" açıklanırken rahman
ve rahim isimlerine dair açıklamalar geçmiş, her ikisi arasındaki fark ile
birincisinin zatî sıfata ikincisinin de fiilî sıfata delalet ettiği belirtilmiş
idi. Eş’arî’lerle, Mutezile bunların yaratılmışlarda bir zayıflık, bir güçlük
ve kendisine merhamet duyulan kişi dolayısıyla bir acı duymak anlamlarını
ihtiva ettiği iddiası ile rahmet sıfatını kabul etmezler. Ancak bu, en kötü
şekliyle bir cehalettir. Çünkü rahmet güçlüler tarafından zayıflara karşı
beslenir. Hiçbir şekilde zayıflığı ve güçsüzlüğü gerektirmezler. Hatta gayet
güçlü ve muktedir olmakla birlikte dahi rahmetli olmak sözkonusu olabilir.
Güçlü olan insan küçük çocuğuna, yaşlanmış anne ve babasına ve kendisinden daha
zayıf olanlara merhamet duyar. En kötü sıfatlardan birisi olan zayıflık ve
güçsüzlük nerede? Yüce Allah’ın zatını kendisi ile nitelendirip bu sıfata sahip
gerçek dostlarından övgüyle sözedip bunu biribirlerine tavsiye etmelerini
emretmiş olduğu rahmet nerede?
Yüce Allah’ın:"Rabbimiz rahmetin ve ilmin
herşeyi kuşatmaştır." (el-Mu’min,
40/7) buyruğunda geçen ifadeler yüce Allah’ın bizlere Arşı taşımakta olan
ve onun etrafında bulunan meleklerin söylediklerini belirttiği sözleridir.
Onlar bu duaları ile yüce Allah’ın rububiyetini, rahmet ve ilminin genişliğini,
mü’minlere yaptıkları dualarında bir vesile olarak zikretmektedirler. Bu ise
duanın kabul edilmesi ümidini oldukça yükselten tevessül şekillerinin en
güzellerindendir.
"Rahmetin
ve ilmin" anlamındaki lafızlar âyet-i kerîme’de fâilden dönüştürülmüş
temyiz olarak nasbedilmişlerdir. İfadenin takdiri de şu anlamdadır: Senin
rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır. Buna göre yüce Allah’ın rahmeti dünyada
mü’mini de, kâfiri de, iyiyi de, günahkârı da kuşatmış, ancak kıyamet gününde
özellikle takva sahiblerine ait olacaktır. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:"Onu sakınanlara, zekâtı verenlere... yazacağım." (el-A’raf, 7/156)
Yüce Allah’ın:"Rabbiniz kendi üzerine
rahmeti yazdı." (el-En’am, 6/54)
buyruğuna gelince, o kendisinden bir lütuf ve ihsan olarak bunu kendi kendisine
yazmıştır. Yoksa kimse bunu O’nun üzerine bir yükümlülük olarak yazmış
değildir.
Buharî ile Müslim’de yer alan Ebu Hureyre’nin
rivayet ettiği hadiste de şöyle denilmektedir: "Şüphesiz Allah yaratıkları
yaratınca, Arşın üstünde kendi nezdinde bulunan bir kitabta şunu yazdı:
Muhakkak Benim rahmetim, Benim gazabımı geçmiştir -ya da geçer."[94]
Yüce Allah’ın:"Allah en hayırlı
koruyucudur..." (Yusûf, 12/64)
buyruğuna gelince; "el-Hafız ile el-Hafîz" isimleri korumak demek
olan "el-hıfz"den alınmıştır. Anlamı ise kullarını genel olarak
koruyan ve gıdalarını elde etmelerini kolaylaştıran, helâk olmak ve kötürüm
düşmek sebeplerine karşı onları kollayan demektir. Aynı şekilde amellerini
muhafaza eden, sözlerini tesbit edendir. Gerçek dostlarını da özel muhafazası
ile korur, onları günahlara düşmekten, şeytanın tuzaklarına yakalanmaktan, kendilerine
din ve dünyalarında zarar veren herbir şeyden korur anlamındadır.
"Yine
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah onlardan razı olmuştur, onlar da
O’ndan hoşnut olmuşlardır." (el-Mâide, 5/119); (et-Tevbe, 9/100);
"Kim de bir mü’mini kasten öldürürse, cezası orada ebediyyen kalmak üzere
cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, ona lanet etmiş...dir." (en-Nisâ,
4/93); "Bu böyledir. Çünkü onlar Allah’ı gazablandıran şeylere uydular.
O’nun rızasını hoş görmediler." (Muhammed, 47/28); "Nihayet onlar
bizi gazablandırınca kendilerinden intikam aldık." (ez-Zuhruf, 43/55);
"Fakat Allah onların çıkmalarından hoşlanmadı da kendilerini
alıkoydu." (et-Tevbe, 9/46); "Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah’ın
yanında büyük bir hışmı gerektirir." (es-Saff, 61/3)
Yüce Allah’ın:" Allah onlardan razı olmuştur..." buyruğu ile diğer
âyet-i kerîmeler yüce Allah hakkında rıza, gazab, lanet, hoşlanmamak, kızmak
(saht) öfkelenmek ve öfke duymak gibi fiilî sıfatların Allah hakkında sözkonusu
edildiğini ihtiva etmektedir.
Bu sıfatlar hak ehli’ne göre yüce Allah’a
yakışan bir şekilde O’nun hakiki sıfatları olup bunların yaratılmışlardaki
benzerlerine benzetilmesi sözkonusu değildir. Ayrıca bu sıfatlar dolayısıyla
yaratılmışlar için gerekli olanların, Allah hakkında da sözkonusu edilmesi
gerekmemektedir.
Bu sıfatların kabul edilmemesi ile ilgili olarak
Eş’arîlerle, Mutezile’nin herhangi bir delilleri yoktur. Ancak onlar yüce
Allah’ın bu sıfatlara sahip olması, bu sıfatların onda da yaratılmışlardaki
şekle benzer olması gerektiğini sanmışlardır. Onların Rableri hakkındaki bu
zanları onları yanıltmış ve sıfatları nefyetmek ya da ta’til etmek bataklığına
düşürmüştür.
Eş’arîler önceden de gördüğümüz gibi bütün bu
sıfatları iradeye raci kabul ederler. Onlara göre razı olmak sevab iradesi,
gazab ve öfke ise cezalandırmak iradesidir.
Mutezile ise bu sıfatların bizzat sevab ve
ikabın kendisine raci olduğunu kabul etmektedirler.
Yüce Allah’ın: "Allah onlardan razı
olmuştur. Onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır" (el-Mâide, 5/119) buyruğu yüce Allah ile gerçek dostları
arasındaki karşılıklı rıza ve muhabbeti haber vermektedir.
O’nun kendilerinden razı olması hiç şüphesiz
onlara verilmiş olan bütün nimetlerden daha büyük ve daha değerlidir. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah’ın rızası ise hepsinden daha
büyüktür." (et-Tevbe, 9/72)
Onların Allah’tan razı (hoşnut) olmalarına
gelince, onların herbirisinin ne olursa olsun kendi konumuna razı olması ve
bundan dolayı sevinmesidir. Öyle ki onların herbirisi kendisinden başkasına,
kendisine verilenden daha iyisinin verilmemiş olduğunu zannedecektir. İşte bu
da cennette olacaktır.
Yüce Allah’ın: "Kim de bir mü’mini kasten
öldürürse..." (en-Nisa, 4/93)
buyruğuna gelince, burada "bir mü’min" buyruğu ile kâfirin
öldürülmesi dışarıda tutulmuştur; "kasten" buyruğu da onun kanı
koruma altında bulunan bir insan olduğunu bilerek büyük bir ihtimalle öldürücü
olduğu kabul edilen bir âletle öldürmesi demek olup, bununla da hata yoluyla
öldürme kapsam dışında tutulmuş olmaktadır.
"Ebediyyen
kalmak üzere" buyruğu da ebedi olmak üzere orada kalmayı ifade
etmektedir. Ebedi kalmanın burada çok uzun bir süre kalmak olduğu da
söylenmiştir.
Lanet, yüce Allah’ın rahmetinden kovmak ve
uzaklaştırmak demektir. Laîn ile mel’ûn ise kendisine lanetin hak olduğu yahut
ta kendisine lanet ile beddua olunan kişi demektir.
İlim adamları kasten başkasını öldüren kimsenin
tevbesinin kabul olunmayacağı ve cehennemde ebedi bırakılacağının buyurulmuş
olması dolayısıyla, bu âyetleri aşağıdaki buyruk ile birlikte uygun bir şekilde
izah etmeyi zor bir iş olarak görmüşlerdir. Çünkü bu buyruk yüce Allah’ın:
"Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını
da dilediğine bağışlar." (en-Nisa, 4/48) âyeti ile çatışma
(teâruz) halindedir.
İlim adamları bu hususa dair bir kaç cevab
vermişlerdir. Bunlardan bazıları:
1- Böyle bir ceza (ebedi
cehennemde kalış), kasten mü’mini öldürmeyi helâl kabul eden kimseler içindir.
2- Eğer bir kimse bundan
ötürü cezalandırılacak olursa, hak ettiği ceza budur. Bununla birlikte tevbe
etmesi yahut ta yaptığı o kötü işten daha ağır basacak salih amel işlemesi
suretiyle cezalandırılmaması da mümkündür. Ayet-i kerîme böyle bir günahın ne
kadar ağır olduğunu anlatmak ve bu işten vazgeçirmek sadedindedir.
3- Ebedi olarak cehennemde
kalmaktan kasıt önceden de açıkladığımız gibi uzun bir süre kalmaktır.
İbn Abbas ile bir grub ilim adamı kasten mü’mini
öldüren kimsenin tevbesinin kabul edilmeyeceği görüşündedir. Öyle ki İbn Abbas
şöyle demiştir: "Bu âyet-i kerîme son inen buyruklardandır ve hiçbir şey
onu neshetmiş değildir."[95]
Sahih olan da şudur: Katilin üzerinde üç hak
vardır: Allah’ın hakkı, mirasçıların hakkı ve öldürülenin hakkı.
Allah’ın hakkı tevbe ile düşer.
Mirasçıların hakkı ise ona cezanın uygulanması
ile ya da affedilmek suretiyle düşer.
Maktulün hakkı ise kıyamet gününde kendisini
öldüren ile bir araya gelmedikçe düşmez. Çünkü maktul kıyamet gününde başını
eliyle tuttuğu halde gelecek ve: Rabbim buna sor, beni ne diye öldürdü?
diyecektir.
Yüce Allah’ın: "Nihayet bizi
gazablandırınca..." (ez-Zuhruf,
43/55) buyruğunda sözü geçen "esef (gazablanmak)" ileri derecede
keder anlamında kullanıldığı gibi, aşırı şekilde öfkelenmek ve gazablanmak
anlamında da kullanılır. Ayet-i kerîme’de kastedilen anlam budur.
İntikam almak ise cezalandırmak demektir. Bu da
"nıkmet"den alınma olup ileri derecede tiksinmek ve gazablanmak
anlamındadır.
"Yine
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar buluttan gölgeler içinde Allah’ın
ve meleklerin kendilerine gelivermesinden ve işlerin bitirilivermesinden
başkasını mı bekliyorlar?" (el-Bakara, 2/210); "Onlar kendilerine
meleklerin gelmesinden yahut Rabbinin gelmesinden yahut Rabbinin âyetlerinden
birisinin gelmesinden başkasını mı bekliyorlar?" (el-En’âm, 6/158);
"Hayır, yer dağılıp zerreler gibi parça parça edildiğinde Rabbin gelip
melekler de saf saf dizildiğinde..." (el-Fecr, 89/21-22); "Ve o günde
gökyüzü bulutla yarılacak, melekler ardı arkasına indirileceklerdir."
(el-Furkan, 25/25)
Yüce Allah’ın:" Allah’ın... gelivermesinden" buyruğu ve diğer âyet-i
kerîmeler yüce Allah’ın iki fiili sıfatını sözkonusu etmektedirler. Bunlar da
ityân ve mecî’ (gelmek, geliş) sıfatlarıdır. Ehl-i sünnet ve’l-cemaatin kabul
ettiği görüş, bunların hakiki anlamlarına inanmak ve gerçekte bir inkâr ve
ta’til demek olan te’vilden uzak durmaktır.
Burada, bu çağda Cehmiyecilik ile ta’tilin
önderliğini yapan Ve Zâhid el-Kevserî[96]
diye bilinen şahsın söylediklerini nakletmemiz uygun düşebilir.
Beyhakî’nin "el-Esmâ ve’s-Sıfat" adlı eserine düştüğü haşiyelerinde[97]
şunları söylemektedir:
"ez-Zemahşerî[98]
şu anlamda bir açıklama yapmaktadır: Yüce Allah kendisinden rahmetin beklendiği
bulut içerisinde azab getirecektir. Böylelikle rahmetin beklendiği yerden
azabın gelişi daha korkunç ve dehşetli olur.
İmamu’l-Harameyn’de âyet-i kerîme’de yer alan
"be" harfinin anlamı hakkında önceki gibi açıklamalarda bulunmuştur.
Fahru’d-Din er-Razî de: Allah’ın emrinin onlara gelmesi demektir, diye
açıklamıştır."
Bu şahsın geçmiştekilerden ta’tile dair yapmış
olduğu bu nakillerden de bu buyrukları açıklamalarındaki tutarsızlıklarının
boyutu rahatlıkla görülmektedir.
Halbuki bu âyet-i kerîmeler, bu te’villerin
hiçbirisi uygun düşmeyecek şekilde bu hususta gayet açıktır.
Birinci âyet-i kerîme küfürleri, inatları ve
şeytana tabi oluşları üzerinde ısrar eden bu gibi kimseleri, onların
bekledikleri tek şey yüce Allah’ın aralarında hüküm vermek için bulutlar
arasında gelişi olduğunu belirterek tehdit etmektedir. Bu da kıyamet gününde
gerçekleşecektir. Bundan dolayı yüce Allah daha sonra: "Ve işlerin bitiriliverilmesinden"
diye buyurmaktadır.
İkinci âyet-i kerîme daha da açıktır. Zira
buradaki "geliş"in ilâhî
emir ya da azabın gelişi diye te’vil edilmesine imkân yoktur. Çünkü burada
meleklerin gelişi ile Rabbin gelişi ya da yüce Rabbin bazı âyetlerinin
gelişinden birarada sözedilmektedir.
Bundan sonra yer alan: "Rabbin gelip,
melekler de saf saf dizildiğinde" âyetinin azabın gelişi diye
yorumlanmasına imkân bulunmamaktadır. Çünkü burada melekler Allah’ı ta’zim
etmek maksadı ile saf saf dizilmiş iken, hüküm vermek üzere yüce Allah’ın
kıyamet günündeki gelişinden sözedilmektedir. İşte onun bu gelişi esnasında da
son âyet-i kerîme’nin ifade ettiği gibi sema bulutlarla parçalanmış olacaktır.
O halde şanı yüce Allah gelir, iner, yaklaşır.
Bununla birlikte O, mahlukattan ayrı Arşının üzerindedir.
Bütün bunlar yüce Allah’ın gerçek anlamıyla
fiilleridir. Bunların mecaz olduklarını iddia etmek, Allah’ın fiilini ta’til
etmektir. Bu gelişin yaratılmışların gelişi türünden olduğuna, onların
gelişlerine benzediğine inanmak ise inkâr ve ta’tile kadar götürebilen bir
teşbîhe yöneliştir.
"Yine
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ancak celâl ve ikram sahibi Rabbinin yüzü
bâkî kalacaktır" (er-Rahman, 55/27); "Onun vechinden başka herşey
helak olacaktır." (el-Kasas, 28/88)
Ancak
"celâl ve ikram sahibi Rabbinin yüzü bâkî kalacaktır" âyeti ile diğer
âyet-i kerîme yüce Allah hakkında vech (yüz) sıfatını tesbit etmektedir."
Kitab ve sünnetteki "yüz" sıfatını isbat eden nasslar sayılamayacak kadar pek
çoktur. Bunların hepsi de vechi (yüzü) cihet, mükâfat ya da zat diye tefsir
eden Muattıla’nın te’villerinin anlamsız olduğunu ortaya koymaktadır.
Hak ehlinin kabul ettiği görüş, vechin zattan
ayrı bir sıfat olduğudur. Bu sıfatın Allah hakkında sabit olduğunu kabul etmek
yüce Allah’ın -Mücessime’nin belirttiği gibi- birtakım azalardan meydana gelmiş
olduğunu gerektirmez. Aksine bu, yakışan şekliyle yüce Allah’ın bir sıfatıdır.
Hiçbir yüz O’na benzemediği gibi, O’nun yüzü de hiçbir yüze benzemez. Muattile
bu iki âyet-i kerîme’yi yüz’den zatın kastedildiğine delil göstermişlerdir.
Zira kalıcılıkta ve sonunun gelmeyişi hususunda vechin herhangi bir özelliği
bulunmamaktadır. Bizler böyle bir delillendirmeye şu şekilde karşı çıkıyoruz:
Şâyet yüce Allah’ın gerçek anlamıyla bir vechi bulunmamış olsaydı, bu lafız zat
anlamında kullanılmış olmazdı. Çünkü belli bir anlam için kullanılan bir lafzın
o sıfata sahib olan zat hakkında o lafzın, aslî manası sabit olmadığı sürece
bir başka anlamda kullanılamaz. Çünkü zihnin gerektirici olandan, gerekene
intikal edebilmesi başka türlü mümkün değildir.
Diğer taraftan onların bu mecazi yorumlarını
başka bir yolla da çürütmek mümkündür. Burada vech lafzı kullanılıp zat
kastedilmiştir, demek yerine, kalıcılık veche isnad edilmiştir. Bu ise zatın da
kalıcı olmasını gerektirir, denilir.
el-Beyhakî’nin, el-Hattabî’den naklettiğine göre
yüce Allah vechi zata izafe edip, sıfatı (celal ve ikram sahibi) da veche izafe
ederek: "Celal ve ikram sahibi Rabbinin vechi ise kalıcıdır" diye
buyurmuş olması, burada "vech"in zikredilmesinin sıfat olmadığına,
buna karşılık "celal ve ikram sahibi" ibaresinin "vechin"
sıfatı olduğuna, "vech"’in ise "zat"ın sıfatı olduğuna
delil teşkil etmektedir.
Meselâ Peygamber -Sallallahu aleyhi ve sellem-’in Taif dönüşünde yaptığı belirtilen
duanın zikredildiği hadis ile benzerlerindeki rivayetlerde geçen
"vech"in zat veya başka bir şekilde te’vil edilmesi nasıl mümkün
olabilir? Peygamber Taif dönüşü hadisinde şöyle demiştir: "Kendisi
sebebiyle karanlıkların aydınlatıldığı, vechinin nuruna sığınırım..."[99]
Yine Ebu Musa el-Eş’arî’nin rivayet ettiği şu
hadiste de şöyle denilmektedir: "O’nun hicabı nur yahut nâr’dır. Eğer
hicabını açacak olur ise vechinin parıltıları yarattıklarından gözünün ulaştığı
herbir şeyi muhakkak yakardı."[100]
"Yine
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendi ellerimle yarattığıma secdeden seni
ne alıkoydu?" (Sâd, 38/75); "Yahudiler: Allah’ın eli bağlıdır,
dediler. Söylediklerinden ötürü kendi elleri bağlandı ve onlara lanet edildi.
Hayır, Allah’ın iki eli de açıktır. O, nasıl dilerse öyle infak eder."
(el-Maide, 5/64)
Yüce Allah’ın: "Kendi ellerimle... seni ne alıkoydu?" buyruğu ile bir sonraki âyet-i
kerîme, şanı zatına yakışan bir şekilde gerçek anlamı ile onun sıfatı olmak
üzere yüce Allah’ın iki elinin olduğunu ihtiva etmektedir. Birinci âyet-i
kerîmede yüce Allah İblis’i elleriyle yaratmış olduğu Âdem’e secde etmediğinden
dolayı azarlamaktadır.
Burada "iki
el"in kudret diye yorumlanması imkânsızdır. Çünkü İblis de
dahil olmak üzere herşeyi yüce Allah kudretiyle yaratmıştır. Bu durumda Âdem’in
ayrıcalıklı bir konumda olduğunu belirten bir özelliği kalmaz.
Abdullah b. Amr yoluyla rivayet edilen hadiste
Peygamber -Sallallahu aleyhi ve sellem-
şöyle buyurmaktadır:
"Aziz ve celil olan Allah üç şeyi eliyle
yaratmıştır: Adem’i eliyle yaratmış, Tevrat’ı eliyle yazmış ve Adn Cennetini
(ağaçlarını) eliyle dikmiştir."[101]
Diğer yaratılmış varlıklarla birlikte bu üç
şeyin de Allah’ın kudreti ile var olmalarına rağmen, özellikle bu üç şeyin
sözkonusu edilmesi onların başkalarında bulunmayan ayrı bir özelliğe sahib
olduklarını göstermektedir.
Aynı şekilde "el-yedeyn: iki el"
lafzının tesniye (ikil) olarak ancak gerçek el hakkında kullanıldığı bilinen
bir husustur. Bu lafız hiçbir zaman kudret ya da nimet anlamında varid olmuş
değildir. Dolayısıyla; Yüce Allah onu iki kudret ile yahut iki nimet ile
yaratmıştır, demek uygun düşemez.
Aynı şekilde "iki el"in ni’met, kudret
veya başka bir anlamda kullanılmaları ancak gerçek anlamıyla iki ele sahib
olarak nitelendirilen kimseler hakkında söz konusu olabilir. Bundan dolayı
mesela, rüzgarın eli vardır, suyun eli vardır, denilmez.
Muattile’nin bazı âyet-i kerîme’lerde
"el" lafzının tekil olarak kullanılmış olduğunu, bazı âyetlerde de
çoğul olarak zikredildiğini delil diye ileri sürmelerinin delil olacak bir
tarafı yoktur. Çünkü lugatta iki organ ile yapılan bir işin bazan tek organ ile
yapılmış gibi sözkonusu edilmesi pekala mümkündür. Mesela; gözümle gördüm,
kulağımla duydum denilir. Maksat ise iki göz ve iki kulaktır. Aynı şekilde
çoğul da bazan tesniye anlamında kullanılır. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "Eğer ikiniz de Allah’a tevbe ederseniz (ne alâ; çünkü) kalbleriniz
meyletmiş bulunuyor." (et-Tahrim,
66/4) Maksad ikinizin kalbidir.
Ancak gerçek el için sözkonusu edilebilen,
parmaklarıyla birlikte el, parmaklar, sağ, sol, yakalamak (kabz) ve bast
(açmak) ve buna benzer hususların da varid olduğu göz önünde bulundurulacak
olursa, "el"in kudret ya da nimete yorumlanması nasıl mümkün
olabilir?
İkinci âyet-i kerîme’de de şanı yüce Allah
-müstehakları verilesice- yahudilerin söyledikleri sözleri aktarmakta ve
onların -hâşâ- yüce Allah’ın elini bağlı olmakla vasfettiklerini
belirtmektedir. Yani onun eli infak etmeyip cimrilik etmektedir.
Daha sonra yüce Allah onların söylediklerinin
aksinin kendisi hakkında sözkonusu olduğunu belirtmektedir. O da iki elinin
dilediği şekilde infak etmek ve bol bol bağışlarda bulunmak suretiyle yayılmış
olduklarını, açık olduklarını belirtmektedir. Nitekim hadiste şöyle
denilmiştir: "Allah’ın eli dopdoludur. O gece gündüz durmadan infak eder.
Hiçbir harcama onda bulunanları azaltmaz."[102]
Acaba yüce Allah’ın gerçek anlamıyla iki eli
bulunmamış olsaydı, burada "iki elin açık olduğu"nun belirtilmesi
güzel bir tabir olabilir miydi?
Evet, gerçekten gereksiz yere te’vil edenler
bundan mahcub olmalıdır.
"Yine
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbinin hükmü (gele)ne kadar sabret.
Çünkü sen gözlerimizin önündesin." (et-Tûr, 52/48); "Onu levhaları ve
çivileri olan (gemi) üzerinde taşıdık. Gemi gözlerimizin önünde akıp
gidiyordu." (el-Kamer, 54/13, 14); "Ve Ben tarafımdan senin üzerine
bir muhabbet bıraktım. Benim gözetimim altında yetiştirilesin diye." (Tâ-hâ,
20/39)
Yüce Allah’ın: "Rabbinin hükmü gelene
kadar sabret" buyruğu ile diğer âyet-i kerîmelerde şanı yüce Allah
kendi zatına görülme özelliğine sahip herşeyi kendisiyle gördüğü bir gözü
nisbet etmektedir. Bu da yüce Allah’a ait, O’na yakışan şekilde hakiki bir
sıfattır. Böyle bir sıfatı kabul etmek, onun yağ, sinir ve daha başka
maddelerden meydana gelmiş bir organ olmasını gerektirmez.
Muattile’nin buradaki "göz"ü görmek,
korumak ve muhafaza etmek gibi manalarla açıklaması bu sıfatı nefyetmek ve
ta’til etmektir.
Bu sıfatın kimi nasslarda tekil, kimi nasslarda
da çoğul olarak gelmiş olmasında bu sıfatı reddetmek için lehlerine delil
olacak bir taraf yoktur. Çünkü Arapça böyle bir ifade tarzına elverişli bir
dildir. Çünkü Arapçada bazan çoğul lafzı ile tesniye (ikil) hakkında
açıklamalarda bulunulur. Kimi zaman da tekil lafız "iki el"e dair
yaptığımız açıklamalarda belirttiğimiz gibi, ikinin yerini tutabilmektedir.
Diğer taraftan Muattile’nin göz lafzı ile ilgili
sözünü ettikleri açıklamalar, ancak gerçek anlamıyla gözü bulunan bir varlık
hakkında kullanılabilir.
Acaba Muattile şunu mu söylemek istiyor: Allah
kendisinde bulunmayan sıfatlarla kendisini övmeye çalışmaktadır. Böylelikle o
sahib olmadığı halde kendisinin gözünün bulunduğunu belirtmektedir. Yoksa onlar
şöyle mi demek istiyorlar: Onun eşyayı görmesi, görmeye has bir sıfatı ile
gerçekleşmemektedir. Aksine o eşyayı zatının tamamı ile görmektedir, mi demek
istiyorlar? Nitekim Mutezilede: O zatıyla kadirdir, O zatıyla irade eden
(murid)dir... derler.
Birinci âyet-i kerîme’de yüce Allah peygamberine
kendi hükmü gelene kadar sabretmesini ve kavminden göreceği eziyetlere
katlanmasını emretmektedir. Verdiği bu emre gerekçe olarak da Allah tarafından
görülmekte olduğunu, Allah’ın muhafazası, gözetim ve koruması altında olduğunu
göstermektedir.
İkinci âyet-i kerîme’de yüce Allah peygamberi
Nuh -Aleyhiselam-’ın kavmi tarafından
yalanlanmış olduğunu, bundan dolayı azab sözünün gereğinin aleyhlerine hak
olduğunu, Allah’ın tufan ile onları cezalandırdığını belirtmektedir. Ayrıca Nuh
-Aleyhiselam- ile beraberinde bulunan
iman edenleri, çivilerle birbirine bağlanmış büyük tahta parçalarından yapılmış
bir gemi üzerinde taşıdığını ve bu geminin Allah’ın gözü önünde, koruması ve
gözetimi ile akıp gitmiş olduğunu haber vermektedir.
Üçüncü âyet-i kerîme’de ise yüce Allah
peygamberi Musa -Aleyhisselam-’a
hitab etmekte ve ona kendi tarafından bir sevgi bırakmış olduğunu
bildirmektedir. Yani şanı yüce Allah onu sevdiği gibi, mahlukatına da
sevdirmişti. Musa -Aleyhisselam-’ın
kendi gözü önünde yetişmesini sağladığını ve risaletini Firavun ve kavmine
taşımasını sağlayabilecek şekilde terbiye edilip, yetiştirilmesi için gerekli
şartları sağlamış olduğunu haber vermektedir.
"Yine
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Kocası hakkında seninle mücadele eden ve
Allah’a şikâyet etmekte olan kadının sözünü elbetteki Allah işitmiştir. Allah
sizin konuşmanızı da zaten işitiyordu. Çünkü Allah en iyi işitendir, en iyi
görendir." (el-Mücadele, 58/1); "Andolsun Allah: Muhakkak Allah
fakirdir ve biz zenginiz, diyenlerin sözlerini işitmiştir." (Al-i İmran,
3/181); "Yoksa onlar gizlediklerini ve fısıltılarını işitmez miyiz
sanırlar? Öyle değil, hatta elçilerimiz de yanlarındadır yazıp
duruyorlar." (ez-Zuhruf, 43/80); "Korkmayın, çünkü ben sizinle
beraberim, işitir ve görürüm." (Ta-ha, 20/46); "Allah’ın muhakkak
gördüğünü hiç bilmez mi?" (el-Alak, 96/14); "O, seni kalkınca da
görür, secde edenler arasındaki dolaşmanı da. Muhakkak O, herşeyi işitendir,
bilendir." (eş-Şuara, 26/218-220); "Deki: Haydi amel edin. Allah,
rasûlü ve mü’minler de işlediğinizi görecektir." (et-Tevbe, 9/105)"
Müellif -Allah
Ona Rahmet Etsin- yüce Allah’ın: "Kocası hakkında seninle mücadele
eden... elbetteki Allah işitmiştir" buyruğu ile ondan sonraki âyet-i
kerîmeleri, yüce Allah’ın semi’ (işitme), basar (görme) ve ru’yet (görme)
sıfatlarına sahib olduğunu ortaya koymak için zikretmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah’ın semî’ sıfatını âyet-i kerîmeler
bütün iştikak (kökten türeme) kipleri ile dile getirmiş bulunmaktadır. Bu
kökler ise işitti, işitir, çok iyi işiten (semi’), işitiriz, işitirim gibi
kiplerdir. O halde bu yüce Allah’a ait hakiki bir sıfat olup önceden de
açıkladığımız gibi, bununla sesleri idrâk eder.
Basar ise kendisi vasıtası ile kişileri ve
renkleri idrak ettiği bir sıfatıdır. Ru’yet (görmek) de onun ayrılmaz bir
gereğidir. Ebu Musa yoluyla gelen hadiste (peygamber -s.a-) şöyle
buyurmaktadır:
"Ey insanlar, kendinize acıyınız. Siz ne
sağır olan bir kimseye ne de hazır olmayan bir kimseye dua ediyorsunuz. Aksine
sizler semî’ ve basîr (herşeyi işiten ve herşeyi gören)e dua ediyorsunuz. Hiç
şüphesiz kendisine dua ettiğiniz (o yüce zat) sizden herhangi birinize
devesinin boynunun yakınlığından daha yakındır."[103]
Semî de, basar da birer kemal sıfatıdır. Yüce
Allah müşrikleri işitmeyen ve görmeyen şeylere ibadet ettiklerinden dolayı da
ayıplamıştır.
Nakledilen ilk âyet-i kerîme kocası kendisine
zihâr yemini yapması üzerine Sa’lebe kızı Havle hakkında inmiştir. Bu hanım
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi ve sellem-’a
gelerek şikâyette bulunmuş ve onunla karşılıklı konuşmuştu. O sırada da
Peygamber -Sallallahu aleyhi ve sellem-
ona: "Gördüğüm kadarıyla sen artık kocana haram olmuşsun." diyordu.[104]
Buharî de Sahih’inde, Urve’den, o Âişe
(r.anhâ)’dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "İşitmesi bütün sesleri
kuşatan Allah’a hamdolsun. Kocası hakkında tartışan kadın gelip Rasûlullah -Sallallahu aleyhi ve sellem-’a
şikayette bulunduğunda ben de odanın bir tarafında bulunuyor ve ne söylediğini
duyamıyordum. Aziz ve celil olan Allah: "Kocası hakkında seninle mücadele
eden... kadının sözünü elbetteki Allah işitmiştir..." âyetlerini
indirdi."[105]
İkinci âyet-i kerîme ise kötü şahsiyet olan
yahudi Finhâs hakkında inmiştir. Ebu Bekir -Radıyallahu
anh- onu İslam’a davet ettiğinde şöyle demişti: Allah’a yemin olsun ki ey
Ebu Bekir, biz fakir olmadığımızdan ötürü Allah’a ihtiyacımız yoktur, oysa o
fakir birisidir. Eğer muhtaç olmayan varlıklı bir zat olsaydı, bizden borç
talebinde bulunmazdı.[106]
Üçüncü âyet-i kerîme’de ise "yoksa"
lafzı ile birlikte soru sorulmaktadır. Bu soru inkârî bir soru olup, azar
anlamını ihtiva etmektedir. Anlam şöyledir: Yoksa bunlar gizlenip, saklanmak
suretiyle bizim gizlediklerini ve gizlice fısıldaşmalarını işitmeyeceğimizi mi
sanıyorlar? Aksine biz bunları işitiyoruz. Ayrıca hafaza meleklerimiz de
onların yanıbaşlarında neler söyleyip neler yaptıklarını yazmaktadırlar.
Dördüncü âyet-i kerîme ise yüce Allah tarafından
Musa ile Harun (ikisine de selâm olsun)’ a bir hitabtır. Çünkü onlar Firavun’un
kendilerini cezalandırmak maksadıyla yakalamasından korktuklarını arz
etmişlerdi. Bunun üzerine yüce Allah da kendilerine: "Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim. İşitir ve görürüm."
demişti.
Beşinci âyet-i kerîme ise Ebu Cehil (Allah’ın
laneti üzerine olsun) hakkında Peygamber -Sallallahu
aleyhi ve sellem-’ı Beytullah’ın yanında namaz kılmaktan alıkoymak istemesi
üzerine nâzil olmuştur. Bu hususta yüce Allah’ın şu buyrukları inmiştir:
"Bir kulu namaz kılarken engelleyeni gördün mü? Gördün mü (onun
yaptığını)? Ya o (namaz kılan) doğru yol üzerinde ise yahut takvayı emretti
ise? Gördün mü (ya bu engelleyen) yalanlayıp, yüz çevirdi ise? Allah’ın
muhakkak gördüğünü hiç bilmez mi?..." buyrukları ve surenin sonuna kadar
olan diğer buyruklar nazil oldu.[107]
"Yine
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O kudret ve azabı çetin olandır."
(er-Râd, 13/13); "Onlar hile yaptılar, Allah da hilekârlıklarına karşılık
verdi. Allah hileye karşılık verenlerin en hayırlısıdır." (Âl-i İmran,
3/54); "Onlar tuzak kurdular, biz de -onlar farketmeksizin- bir tuzak
kurduk." (en-Neml, 27/50)[108];
"Gerçekten onlar oldukça hile yapıyorlar. Ben de bir hile yaparım."
(et-Târık, 86/15-16)
Yüce Allah’ın: "O kudret ve azabı çetin
olandır..." buyruğu ve diğer âyet-i kerîmeler yüce Allah hakkında mekr ve
keyd sıfatlarının sözkonusu olduğunu tesbit etmektedir. Bunlar ihtiyarî, fiilî
sıfatlardandır.
Şu kadar var ki bu iki sıfattan onun hakkında
isim türetilerek o mâkirdir (hilekârlık yapandır) ve o kâid’dir (hile yapan,
düzen kuran) denilmez. Aksine nass’ın tesbit ettiği şekilde o mâkirlerin en
hayırlısıdır ve o kâfir düşmanlarına keyd yapar (hile yapar, düzen kurar)
denilir.
Yüce Allah’ın: "O kudret ve azabı çetin olandır " buyruğu ise şu buyruklarda
olduğu gibi cezalandırmak maksadı ile çetin ve şiddetli bir şekilde yakalayan
demektir: "Şüphe yok ki Rabbinin azabla yakalayı verişi pek
çetindir." (el-Buruc, 85/12);
"Şüphesiz O’nun yakalayışı pek acıklı, pek şiddetlidir." (Hud, 11, 102)
İbn Abbas dedi ki: "Bunun manası gücü
kuvveti pek çetin demektir." Mücahid de: "Oldukça çetindir
demektir" demiştir. Görüşler birbirine yakındır.
"Allah hileye karşılık verenlerin en
hayırlısıdır" buyruğuna gelince, O, hileye karşılık vermesi en etkin ve en
çabuk olandır demektir.
Selef’ten bazıları Allah’ın kullarına mekrini,
onların bilmedikleri bir yerden nimetler ile derece derece azaba yaklaştırması
diye açıklamıştır. Onlar yeni bir günah işledikçe, O da onlara yeni bir nimet
ihsan eder. Hadiste şöyle denilmektedir: "Bir kimse masiyetini işlemeye
devam ettiği halde, ona Allah’ın dünyadan sevdiği şeyleri vermekte olduğunu
görecek olursan, bil ki bu Allah tarafından (o kimseye) bir istidrâc (derece
derece azaba yaklaştırılması)’dır."[109]
Bu âyet-i kerîme yahudilerin İsa -Aleyhisselam-’ı öldürmek istemeleri
üzerine nazil olmuştur. O bir aydınlatma deliği bulunan bir odaya girmişti.
Yüce Allah onu Cibril -Aleyhisselam-
ile destekleyerek o aydınlatma deliğinden onu semaya yükseltti. Yahûzâ onu
takib edenlere İsa’yı öldürmeleri için yerini göstermek üzere onun bulunduğu
yere girince, yüce Allah o hain Yahuza’yı İsa’ya benzetti. İçeri girip de
İsa’yı görmedi. Fakat dışarı çıktığında da bu sefer: İçeride kimse yok, dedi.
İsa’yı takib edenler ise Yahuza’nın İsa olduğu inancıyla Yahuza’yı öldürdüler.
İşte yüce Allah’ın: "Onlar hile
yaptılar. Allah da hilekârlıklarına karşılık verdi." buyruğu bunu
anlatmaktadır.[110]
Yüce Allah’ın: "Onlar tuzak kurdular. Biz de..." buyruğu ise Salih -Aleyhisselam- kavmine mensub dokuz
kişinin: "Onlar kendi aralarında
Allah adına yemin ederek dediler ki: Ona ve aile halkına gece baskın yapalım."
yani geceleyin kendisini ve aile halkını öldürelim. "Sonra da velisine: Biz aile halkının helak edildikleri yere bile tanık
olmadık... diyelim." diyen kimseler hakkındadır. Onların kurdukları bu
tuzağın akibeti ise yüce Allah’ın onlara tuzak kurması sonucunda kendilerini ve
kavimlerini toptan helâk etmesi olmuştur.[111]
"Yine
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bir hayrı açıklar veya gizlerseniz yahut
bir kötülüğü affeder iseniz, şüphesiz Allah affedicidir, herşeye gücü
yetendir." (en-Nisâ, 4/149); "Affetsinler ve görmezlikten gelsinler,
Allah’ın size mağfiret etmesini sevmez misiniz? Allah çok bağışlayandır, bol
bol rahmet edicidir." (en-Nur, 24/22)
"Bir hayrı açıklar veya
gizlerseniz..." diye başlayan bu âyet-i kerîmeler yüce Allah’ın çok
affedici (afuvv), kudret, mağfiret, rahmet ve izzet, şanının yüceliği
(tebârek), celâl ve ikram sahibi oluşu sıfatlarını ihtiva etmektedir.
Afuvv, yüce Allah’ın ismi
olarak: Kendisine tevbe edip yöneldikleri takdirde kullarını cezalandırmayan
demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O kullarından tevbeyi
kabul eden, kötülükleri affeden...dir." (eş-Şûrâ, 42/25)
Affın kemal derecesi intikam almaya ve
sorgulamaya tam muktedir olmak halinde olduğundan ötürü afuvv ve kadir (çok
affedici, herşeye gücü yeten) isimleri bu âyet-i kerîme’de olsun, başkasında
olsun birlikte zikredilmişlerdir.
Kudret ise var etmek ve yok etmek bakımından
mümkün olan varlıklar ile ilgisi bulunan bir sıfattır. Meydana gelen ve var
olan herbir varlık ve oluş, yüce Allah’ın dilemesi ve kudreti ile ortaya çıkar.
Nitekim hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır: "Allah’ın dilediği olur ve
dilemediği olmaz."[112]
Yüce Allah’ın: "Affetsinler, görmezlikten
gelsinler..." buyruğu Ebu Bekir -Radıyallahu
anh-’ın Mistah b. Üsâse’ye infakta bulunmamaya dair yemin etmesi üzerine
nazil olmuştu. Çünkü Mistah ifk (Hz. Âişe’ye iftira) olayına karışmış ve ileri
geri konuşmuş bir kimse idi. Mistah’ın annesi ise Ebu Bekir -Radıyallahu anh-’ın teyzesinin kızı
idi. Bu âyet-i kerîme nazil olunca, Ebu Bekir: "Allah’a yemin ederim ki
Allah’ın günahımı bağışlamasını severim." deyip, Mistah’ı görüp gözetmeye
devam etti.[113]
"Yine
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Halbuki izzet Allah’ındır, Rasûlünündür
ve iman edenlerindir."
(el-Münafikun, 63/8) Yüce Allah İblis’in şöyle dediğini de
nakletmektedir: "İzzetin hakkı için hepsini mutlaka azdıracağım."
(Sad, 38/82)
Yüce Allah’ın: "İzzet Allah’ındır,
Rasûlünündür ve mü’minlerindir" buyruğu münafıkların başı Abdullah b.
Ubeyy b. Selul hakkında inmiştir. Gazalardan birisinde Rasûlullah -Sallallahu aleyhi ve sellem- ile
ashabını Medine’den çıkartacağına dair yemin etmişti. Bunun üzerine yüce
Allah’ın: "Derler ki: Eğer Medine’ye dönersek elbetteki en şerefli ve
kuvvetli (aziz) olan en hakir olanı oradan mutlaka çıkaracaktır." (el-Münafikun, 63/8) buyrukları inmişti.
"En şerefli ve kuvvetli olan" ile
-lanet olasıca- kendisini ve kendisi gibi diğer arkadaşlarını kastediyordu.
"En hakir" sözleri ile de Rasûlullah -Sallallahu aleyhi ve sellem- ile beraberindeki mü’minleri
kastetmişti. Yüce Allah da onun bu sözlerini: "İzzet Allah’ındır,
Rasûlünündür, mü’minlerindir. Fakat münafıklar bilmezler" buyruğu ile onun
bu iddiasını reddetmektedir.[114]
İzzet yüce Allah’ın kendi
zatı hakkında sözkonusu ettiği bir sıfattır. Yüce Allah: "O azizdir,
hakimdir." (İbrahim, 14/4);
"Allah, pek güçlüdür, azizdir." (el-Ahzab,
33/25) diye buyurmaktadır. Yine şefaat hadisinde geçtiği üzere şanı yüce
Allah izzeti adına yemin etmektedir: "İzzetim, büyüklüğüm ve azametim
hakkı için yemin ederim ki, ben oradan (cehennemden) lâ ilahe illallah diyen
herkesi çıkartacağım."[115]
İblis’in: "İzzetin hakkı için hepsini
mutlaka azdıracağım. Aralarından ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna." (Sad, 38/82-83) demiş olduğunu da bize
haber vermektedir.
Sahih-i Buharî’de ve başka hadis kaynaklarında
Ebu Hureyre’den şu rivayet de zikredilmiştir: "Eyyub -Aleyhisselam-’ın çıplak olarak yıkandığı bir sırada üzerine
altından çekirgeler döküldü. Bunları elbisesine toplamaya başladı. Rabbi
kendisine: Ey Eyyub şu gördüğün duruma ihtiyaç duymayacak bir şekilde ben seni
zenginleştirmedim mi? diye seslenince, o da: Öyledir Rabbim, izzetin hakkı için
yemin ederim. Fakat senin bereketine muhtaç olmamam sözkonusu değildir, diye
cevab vermiştir."[116]
Peygamber -Sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın da birtakım ağrılardan şikayet eden kimseye öğretmiş
olduğu duanın zikredildiği hadiste de şöyle buyurduğu belirtilmektedir:
"Duyduğum bu ağrıların ve çekindiğim şeylerin şerrinden Allah’ın izzet ve
kudretine sığınırım."[117]
İzzet galib olmak ve kahretmek
anlamına gelir. Bir kimseyi yenik düşürmeyi anlatmak için bu fiil kullanılır.
Ayrıca güç ve metanet anlamında da kullanılır.
Bu anlamı dolayısıyla son derece sert ve sağlam yere: "Ardun azazun"
denilir.
Değerin yüceliği ve düşmanların zarar verememesi
anlamına da kullanılır.
İşte bütün bu anlamlar şanı yüce Allah hakkında
aynen geçerlidir.
"Yine
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Celal ve ikram sahibi Rabbinin adı ne
yücedir!" (er-Rahman, 55/78)"
Yüce Allah’ın: "Celal ve ikram sahibi
Rabbinin adı ne yücedir." buyruğunda geçen "tebâreke: ne
yücedir" lafzı "bereket"den gelmekte olup anlamı hayrın sürekli
oluşu ve çok oluşudur.
"Celâl sahibi" ise kendisinden daha
üstün ve daha azametli hiçbir şeyin olmadığı, celal ve azamet sahibi olması
demektir.
"İkrâm" ise kendisine yakışmayan
şeylerden mükerrem olan yani münezzeh olan demektir. Salih kullarına dünya ve
âhirette türlü lûtuflarla lütufta bulunarak onlara ikramda bulunan demektir,
diye de açıklanmıştır.
"Yine
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O halde O’na ibadet et ve O’na ibadetinde
sabır göster. O’nun adıyla anılan bir kimse biliyor musun?" (Meryem,
19/65); "Kimse de O’nun dengi değildir." (el-İhlâs, 112/4);
"Artık siz de bildiğiniz halde Allah’a eşler koşmayınız." (el-Bakara,
2/22); "İnsanlar içinde Allah’tan başkasını eş edinen kimseler de vardır.
Onları Allah’ı sever gibi severler." (el-Bakara, 2/165); "Ve de ki:
Çocuk edinmemiş, mülkte hiçbir ortağı olmayan, âcizliğinden ötürü velisi
(yardımcısı) da bulunmayan Allah’a hamdolsun. Onu tekbir ettikçe et."
(el-İsra, 17/111); "Göklerde ve yerde olan herşey Allah’ı tesbih eder.
Mülk de yalnız O’nun, hamd de yalnız O’nundur ve O herşeye kadirdir."
(et-Teğâbun, 64/1); "Hak ile batılı ayıranı (furkanı) âlemlere uyarıcı
olsun diye kuluna indiren (Allah) ne yüce, ne mübarektir ki göklerin ve yerin
mülkü yalnız O’nundur ve O hiçbir evlat edinmemiştir. Mülkünde de ortağı
yoktur. Herşeyi yaratıp, onu inceden inceye takdir ve tayin etmiştir."
(el-Furkan, 25/1-2); "Allah hiçbir evlat edinmedi. Onunla birlikte
herhangi bir ilah da yoktur. Eğer olsaydı, bu takdirde herbir ilah yarattığını
alır, elbette kimisi kimisine üstünlük sağlardı. Allah onların
niteleyegeldiklerinden münezzehtir. O gizliyi de, açığı da bilendir. Ortak
koşmalarından yücedir O." el-Mu’minûn, 23/91-92); "Artık Allah
hakkında örnekler bulmaya kalkışmayın. Çünkü Allah bilir, siz
bilmezsiniz." (en-Nahl, 16/74); "Deki: Rabbim ancak hayasızlıkları,
onların açık olanını, gizli olanını, bununla beraber günahı, haksız isyanı,
Allah’a -hakkında asla bir delil indirmediği- herhangi bir şeyi ortak koşmanızı
ve Allah’a bilmediğiniz şeyleri isnad etmenizi haram kılmıştır."
(el-A’raf, 7/33)
Yüce Allah’ın: "O halde ona ibadet
et..." diye başlayan âyet ile diğer âyetler, selbî birtakım sıfatları
ihtiva etmektedirler. Bu ise yüce Allah’ın adı ile anılan bir kimsenin
olduğunu, denginin, eşinin, benzerinin, çocuğunun, ortağın, düşüklük ve ihtiyaç
dolayısıyla veli ve yardımcısının olduğunu nefyetmek, bunların sözkonusu
olmadığını açıklamaktır. Ayrıca subutî birtakım sıfatları da ihtiva
etmektedirler. Allah’ın mutlak malik oluşu, hamdin O’na ait oluşu, kudret ve
kibriyâ sahibi oluşu ve O’na tebâreke (şanı ne yücedir) denilmesi gibi.
Yüce Allah’ın: "O’nun adıyla anılan bir
kimse biliyor musun?" buyruğu ile ilgili olarak Şeyhu’l-İslam -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şunları
söylemektedir:
"Dilbilginleri şöyle demişlerdir: O’nun
adıyla anılan bir kimse biliyor musun?" buyruğu şu demektir: Yani O’nun
adının benzeri ile anılmaya hak kazanmış, O’nun benzeri bir kimse biliyor
musun? İbn Abbas’tan rivayet edilen "O’nun adıyla anılan bir kimse biliyor
musun?" Yani O’na benzer yahut O’nun misli bir kimse biliyor musun?
demektir."[118]
şeklinde rivayet edilen ifadenin anlamı da budur."
Ayet-i kerîme’de istifham (soru) nefy anlamını
ifade eden inkarî bir sorudur. Yani sen, O’nun adı ile anılan bir kimse
bilmiyorsun, (çünkü böyle bir varlık yoktur) demektir.
"Kimse de O’nun dengi değildir." (el-İhlâs, 112/2) buyruğuna gelince,
denk (el-küfv) ise onun ile aynı kefede konulan, ona eşit olan demektir.
Bu âyet-i kerîme şanı yüce Allah’ın hiçbir yönü
ile benzerinin, denginin bulunmadığını ortaya koymaktadır. Çünkü
"kimse" anlamındaki lafız nefyden sonra gelmiş bir nekredir. O
bakımdan bu umum ifade eder. İhlas suresinin tamamının tefsirine dair
açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır, oraya bakılabilir.
"Artık siz de bildiğiniz halde Allah’a
eşler (nidd’in çoğulu: endâd lafzı ile...) koşmayınız" buyruğuna gelince,
endâd, nidd’in çoğulu olup önceden de belirtildiği üzere eş ve benzer
anlamındadır. Mesela Allah’ın niddi ve zıttı yoktur denilirken, maksat O’na
denk ve eş olacak herbir şeyi, O’na zıt ve aykırı olacak herbir şeyi
reddetmektir.
"Artık siz de bildiğiniz halde"
cümlesi ise "koşmayınız" lafzındaki muhatab zamirinden hal olarak
gelmiştir. Yani sizler, sizi yaratıp rızıklandıranın yalnızca Allah olduğunu,
ancak ibadete hak kazanmak hususunda O’na eşit, eş ve benzer kıldığınız şu
uydurma ilahların da hiçbir şey yaratmadığını, aksine onların yaratılmış olup
sizlere bir zarar veremediklerini, fayda da sağlayamadıklarını bildiğinize
göre, artık onlara ibadet etmeyi terkediniz, ibadet ve ta’ziminizi yalnızca
yüce Allah’a tahsis ediniz.
"İnsanlar içinde Allah’tan başkasını
(Allah’a) eş edinen kimseler de vardır." (el-Bakara, 2/165) buyruğu ile yüce Allah bize müşriklerin uydurma
ilâhlarını aziz ve celil olan Allah’ı sever gibi sevdiklerini haber
vermektedir. Yani onlar bu uydurma ilâhlarını sevgi bakımından Allah’a eşit
derecede görürler.
"İman edenlerin Allah’a sevgisi ise"
müşriklerin kendi ilâhlarına karşı besledikleri sevgiden "çok daha
sağlamdır." Çünkü onlar O’nu ihlâsla severler ve yalnızca O’nu severler.
Müşriklerin ilâhlarına karşı duydukları sevgi ise ilahlar arasında
paylaştırılır. Şüphesiz ki sevgi tek bir yönde ise daha sağlam ve daha güçlü
olur.
Şöyle de açıklanmıştır: Yani onlar uydurma
ilâhlarını mü’minlerin Allah’ı sevdikleri gibi severler. Ancak iman edenlerin
Allah’a duydukları sevgi, kâfirlerin koştukları ortaklara duydukları sevgiden
daha güçlü ve daha sağlamdır.
"Ve deki: Çocuk edinmemiş... Allah’a
hamdolsun" (el-İsrâ, 17/111)
buyruğunda sözü geçen "hamd "in
anlamına dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.[119]
Orada hamdin nimet ve başka şeyler dolayısıyla dil ile övgü anlamında olduğunu
söylediğimiz gibi şunu da belirtmiştik: Hamdin yüce Allah için sözkonusu
olduğunun ifade edilmesi, mutlak olarak hamdi, ancak bütün kemalatta en ileri
derecede ulaşan kimsenin hakettiğinin de ifade edilmiş olduğunu belirtmiştik.
Daha sonra yüce Allah çocuk sahibi olmak, ortağı
bulunmak ve fakirlik ve ihtiyaç gibi herhangi bir âcizlikten ötürü velisi ve
yardımcısı bulunmak gibi kemale aykırı hususların kendisi hakkında söz konusu
olmadığını belirtmektedir. O hiçbir zaman ihtiyaç duyduğundan yahut
âcizliğinden ötürü yarattığı varlıklardan herhangi bir kimseyi veli (dost)
edinmez.
Daha sonra kulu ve rasûlüne yüce Allah’ın şanını
büyüttükçe büyütmesini (tekbir getirmesini) emretmektedir. Yani onu
alabildiğine ta’zim ederek, ona düşman olan müşriklerin onu nitelendirmiş
olduğu her türlü eksik sıfattan da tenzih etmesini emretmektedir.
"Göklerde ve yerde olan herşey Allah’ı
tesbih eder..." (et-Teğâbun, 64/1)
buyruğunda geçen tesbih, önceden de açıklandığı gibi tenzih etmek ve
kötülüklerden uzak olduğunu bildirmek demektir.
Şüphesiz göklerde ve yerde bulunan herbir şey
Rabbini hamd ile tesbih etmekte, O’nun ilim, kudret, izzet, hikmet, tedbir ve
rahmetinin kemaline tanıklık etmektedir. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini
anlamazsınız." (el-İsrâ, 17/44)
Konuşma kabiliyeti bulunmayan cansız varlıkların
tesbihi hususunda bu tesbihler hal dili ile midir yoksa kâl (söz söyleyen) dili
ile midir? hususunda farklı görüşler vardır. Kanaatime göre onların bu tesbihi
kendilerine has söz ve dilleri ile olduğudur. Buna delil de yüce Allah’ın:
"Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız" ifadesidir. Zira
varlıkların hal dili ile tesbih ettikleri anlatılmak istenmiş olsaydı, bu zaten
bilinen bir husus olarak kabul edilirdi. Dolayısıyla ondan sonra; "fakat siz..." demek doğru bir
anlatım olmazdı.
Yüce Allah Davud -Aleyhiselam- hakkında da şunu bildirmektedir: "Gerçekten biz
dağları -akşemleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte tesbih eder halde- musahhar
kıldık. Toplanıp gelen kuşları da; herbirisi O‘na yönelmiştir." (Sâd, 18-19)
"... indiren (Allah) ne yüce, ne mübârektir
(tebâreke...)" (el-Furkan, 25/1)
buyruğuna gelince, daha önce "tebâreke"nin anlamının bereketten
geldiğini söylemiştik. Bereket, hayrın sürekliliği ve çok oluşu demektir. Ancak
bu çok oluştan ve artıştan maksat daha öncesinin eksik olduğu anlamı çıkmaz.
Çünkü maksat yüce Allah’ın meşîet ve kudretine tabi olan ihtiyarî kemalâtın
kesintisiz olarak yenilenip durmasıdır. Bu kemalat O’nun hikmetine uygun olarak
zatında yenilenip durur. Hikmetinin bunları gerektirmesinden önce bunların
olmaması ise herhangi bir eksiklik olarak değerlendirilemez.[120]
Bazıları da "tebâreke"yi sebat etmek
ve değişmemek diye açıklamışlardır. Suyu içinde sabit kaldığından dolayı havuza
-aynı kökten gelen-: "el-birke" denilmesi de burdandır, ancak bu uzak
bir anlamdır.
"Furkan (hakkı batıldan ayıran)"den
kasıt Kur’ân-ı Kerîm’dir. O, hak ile batılı, hidayet ile sapıklığı çok güçlü ve
açık bir şekilde ayırdığından dolayı bu ismi almıştır.
"İndiren" (anlamındaki buyruğun:
nezzele şeklinde) "ze" harfinin şeddeli kullanılması ise Kur’ân’ın
nüzulünün tedrici (kısım kısım) olduğunu ve bir defada inmediğini anlatmak
içindir.
"Kuluna" buyruğu ile kastedilen ise
Muhammed -Sallallahu aleyhi ve sellem-’dır.
Ondan "kul" diye sözedilmesi -önceden de geçtiği üzere- onun şerefini
yüceltmek ve şerefine dikkat çekmek içindir.
"Âlemler"de "âlem"in
çoğuludur. "Âlemîn: alemler" lafzı akıl sahibi varlıklar için
kullanılan şekilde çoğul yapılmıştır. Bununla neyin kastedildiği hususunda
farklı açıklamalar vardır. İnsanların kastedildiği söylendiği gibi, insanlar ve
cinlerin kastedildiği de söylenmiştir. Doğru olan da budur. Çünkü Peygamber -Sallallahu aleyhi ve sellem-’ın aynı zamanda
cinlere de peygamber olarak gönderildiği, onlarla buluşup biraraya geldiği,
onlara Kur’ân-ı Kerîm okuduğu, Kur’ân-ı Kerîm’i dinlediklerinde cinlerden bir
kesimin de müslüman olup Kur’ân-ı Kerîm ile kavimlerini uyarıp korkutmak üzere
geri gittikleri de sabit olmuştur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hani cinlerden bir grubu Kur’ân’ı dinlesinler diye sana yöneltmiş idik.
Onun huzuruna geldiklerinde: Susup dinleyin dediler. Bitirilince de kavimlerine
uyarıcılar olarak döndüler." (el-Ahkaf,
46/29)
Nezir ile
münzir
ise korkutmakla birlikte birşeyi haber veren demektir. Beşir ya da mübeşşir bunun zıt anlamlısıdır. Bu da sevindirici bir
şeyi haber getiren kimse demektir.
"Allah hiçbir evlât edinmedi..." (el-Mu’minun, 23/91) âyet-i kerîmesi de
yüce Allah’a yakışmayan şeyleri nefyedip reddeden birtakım tenzihi sıfatları
ihtiva etmektedir. Şanı yüce Allah bu âyet-i kerîmede evlat edinmekten,
kendisiyle birlikte bir başka yaratıcının bulunmasından, müfteri ve
yalancıların O’nu nitelendirdiği vasıflardan tenzih etmektedir. Aynı şekilde
O’na örnekler bulmanın yasaklandığı, herhangi bir delil ve belge bulunmaksızın,
O’na ortak koşup herhangi bir bilgi ve delil bulunmaksızın O’nun hakkında söz
söylemenin de yasaklandığını görüyoruz.
Bu âyet-i kerîme hem ulûhiyetin tevhidi, hem de
rububiyetin tevhidini ihtiva etmektedir. Şanı yüce Allah kendisi ile birlikte
herhangi bir ilahın var olmadığını haber verdikten sonra, bunu kat’î bir delil
ve göz kamaştırıcı bir belge ile de açıklayarak: "Eğer olsaydı..."
diye buyurmaktadır. Yani şâyet bu müşriklerin söyledikleri gibi, onunla
birlikte başka ilâhlar bulunmuş olsaydı "bu
takdirde herbir ilah yarattığını alır. Elbette kimisi kimisine üstünlük
sağlardı" diye buyurmaktadır.
Bu delil şöylece açıklanır: Yaratıcı ilâhlar
birden çok olmaları halinde herbirisinin ayrı ayrı yaratma ve fiilinin olması
gerekir. Kendi aralarında yardımlaşmalarına da imkan yoktur. Biribirleriyle
anlaşmazlığa düşmeleri kaçınılmaz bir şeydir. Diğer taraftan yaratma hususunda
biribirleriyle yardımlaşmaları herbirisinin tek başına aciz olmalarını
gerektirir. Aciz olan varlık ise ilah olamaz. Dolayısıyla onlardan herbirisinin
yaratma ve fiilinin bağımsız olması kaçınılmaz bir şeydir. O takdirde ya kudret
bakımından birbirlerine denk olacaklar, onlardan biri diğerlerini kahredip
yenilgiye düşüremeyecek, bunun sonucunda da herbirisi yarattığını alıp bir
kenara çekilecek ve kendi özel mülkünde egemen olacak. Tıpkı dünya
hükümdarlarının bir başkasını hakimiyeti altına alma imkanı bulamadığı takdirde
herbirisinin kendi hakimiyeti altındaki alan ile yetinmesi gibi. Yahut bu
ilahların biri diğerinden güçlü olacak, diğerlerini yenik düşürüp emri altına
alacak, tek başına yaratacak ve kâinatı idare edecek. O halde ilahlar birden
çok olduğu takdirde, bu iki durumdan birisi sözkonusu olur: Ya herbir ilah
yaratmış olduğunu alıp bir kenara çekilecek yahut biri diğerlerine üstünlük
sağlayacak. Herbir ilahın yarattığını alıp bir kenara çekilmesi olmuş bir şey
değildir. Zira bu, kainatın parçaları arasında çatışmayı ve birbirinden ayrı
olmayı gerektirir. Halbuki gözlemlenen durum âlemin tümünün parçaları
arasındaki sıkı ilişki ve bağlantı dolayısıyla tek bir cisim gibi olduğu,
herbir yönünün diğeri ile uyum arzettiği şeklindedir. O halde âlem ancak bir ve
tek ilâhın eseri olabilir.
İlâhların birbirlerine üstünlük sağlamaları ise
en üstün ilâhın tek başına ilâh olmasını gerektirir.
Yüce Allah’ın: "Artık Allah hakkında
örnekler bulmaya kalkışmayın." (en-Nahl,
16/74) buyruğuna gelince, bu buyruğu ile yüce Allah’ı yarattıklarından
herhangi bir şeye benzetmelerini yasaklamaktadır. Çünkü hiçbir mahlukun
kendisine ortaklığının söz konusu olmadığı en üstün örnek şanı yüce Allah
içindir.
Kıyas-ı temsil ve kıyas-ı şümûl gibi yüce Allah
ile başkaları arasında benzerliği ya da eşitliği gerektiren herhangi bir kıyas
şeklinin yüce Allah hakkında kullanılmasının caiz olmadığına dair açıklamalar,
daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Ancak bu hususta muhtevası şu olan kıyas-ı evlâ
kullanılabilir: Herhangi bir şekilde yokluğu ve eksikliği gerektirmeyen ve
varlığın kemal derecesini ifade edip mahluka sıfat olan herbir husus ve sıfata
yaratıcının sahip olması öncelikle sözkonusudur. Çünkü yarattığına bu kemali
bağışlayan O’dur. Diğer taraftan böyle bir sıfata sahip olması mümkün olmakla
birlikte bu kemal sıfatına sahib olmaması halinde mümkin (var olması da, yok
olması da düşünülebilen) varlıklardan herhangi birisinin ondan daha mükemmel
olmasını gerektirir. Bu ise imkânsız bir şeydir. Yaratılmışın münezzeh olduğu herbir
eksiklik de aynı şekildedir. Yaratıcının ondan münezzeh olması öncelikle
sözkonusudur.
"Deki:
Rabbim ancak hayasızlıkları... haram kılmıştır" buyruğunda yer alan ve
"ancak" anlamı verilen edat sözü edilen şeylerin özellikle haram
kılındığını belirten bir hasr edatıdır. Bu ifadeden sözü edilenlerin dışında
kalan hoş ve temiz şeylerin -bundan önceki âyetin de ifade ettiği gibi- mubah
ve kullanılmalarında sakınca olmadığı anlamı çıkmaktadır.
"Hayasızlıklar:
el-fevâhiş"
lafzı "fâhişe"nin çoğulu olup son derece çirkin olan davranış
demektir. Bazıları ise zina ve Lut kavminin ameli gibi arzu ve lezzeti ihtiva
eden masiyetler ve bunlara benzer zahir olan birtakım hayasızlıklar hakkında
ile ucb ve başkanlık arzusu gibi bâtınî fevâhiş türünden masiyetler hakkında
kullanılan özel bir kavram olduğu görüşündedirler.
"Günah:
ism"i kimisi mutlak olarak masiyet diye yorumlamıştır. O vakit bu
tabir ile hayasızlıklardan daha aşağı durumda olan günahlar kastedilir. Kimisi
de bunu özel olarak içki diye yorumlamıştır. Çünkü bütün kötülüklerin odak
noktası odur.
"Haksız
isyanı" buyruğu ise insanlara kısas ve misilleme yoluyla verilen meşru
bir ceza olmaksızın yapılan herhangi bir tasallut ve saldırıyı ifade eder.
"Allah’a
-hakkında asla bir delil indirmediği- herhangi bir şeyi ortak koşmanızı"
buyruğu ile yüce Allah kendisi ile birlikte başkasına ibadet etmeyi,
kendisinden başka varlıklara herhangi bir ibadet ve Allah’a yakınlaştırıcı amel
türlerinden birisi ile yakınlaşmaya kalkışmayı haram kılmaktadır. Dua etmek,
adakta bulunmak, onun için hayvan kesmek, korkmak, ümid etmek (havf ve recâ) ve
buna benzer kulun yalnızca Allah’a kalbini ihlâsla yöneltip teslim olmasını
gerektiren ameller onlardandır. Ayrıca o, kendisinden başka ibadet ve
muamelatlarında Allah’ın izin vermemiş olduğu hususları dinden kendilerine
şeriat yapan veliler (dost ve yöneticiler) edinmelerini de yasaklamıştır. Kitab
ehlinin hahamlarına ve rahiblerine karşı takındıkları tavrın benzerini
takınmalarını yasaklamıştır. Çünkü kitab ehli bunları Allah’ı bırakarak, teşrî
hususunda rabler edindiler. Allah’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını da
haram kılmaları hususunda kitab ehli arkalarından gittiler.
"Hakkında asla bir delil indirmediği"
buyruğu da vakıayı beyan etmek için gelmiş bir kayıttır. Çünkü Allah’tan başka
kendisine ibadet olunan yahut buyruklarına uyulan ya da itaat olunan herbir
varlığa karşı takınılan bu tutumun herhangi bir delili olamaz.
Allah hakkında bilgisizce söz söylemeye gelince,
bu oldukça geniş bir alandır. Bunun kapsamına herhangi bir delil ve belge
olmaksızın Allah’a haber vermenin her türlüsü girmektedir. Allah’ın olumlu
olarak ortaya koyup varlığını belirttiği şeyi nefyetmek yahut nefyettiğini
kabul etmek yahut O’nun âyetleri hakkında tahrif ve yersiz te’vil ile sapmak
gibi.
Büyük ilim adamı İbnu’l-Kayyim, İ’lâmu’l-Muvakkıîn[121]
adlı eserinde şöyle demektedir: "Allah fetva ve yargı alanında bilgisizce
söz söylemeyi haram kılmış ve bunu en büyük haramlar arasında saymıştır. Hatta
bu haramların en ileri mertebesi olarak değerlendirmiştir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Deki: Rabbim ancak hayasızlıkları, onların açık olanını
gizli olanını... haram kılmıştır" diye buyurmakta ve haramları dört
mertebe olarak sıralamaktadır. Bunların en alt mertebede olanlarından
başlamıştır ki bu da hayasızlıklardır. İkinci olarak bundan daha ağır derecede
haram kılınan şeyleri sözkonusu etmiştir ki bu da günah ve zulümdür. Üçüncü
olarak bu ikisinden daha ağır bir haramı sözkonusu etmiştir ki bu da yüce
Allah’a şirk koşmaktır. Daha sonra dördüncü olarak bütün bunlardan daha ağır
haram hükmü ihtiva eden Allah hakkında bilgisizce söz söylemeyi sözkonusu
etmiştir. Bu ise şanı yüce Allah hakkında isimleri, sıfatları, fiilleri, dini
ve şeriatı hususunda bilgisizce söz söylemeyi kapsamaktadır."
"Yüce
Allah’ın: "Rahman arşa istivâ etti" buyruğu yedi[122]
yerde geçmektedir: [el-A’raf suresinde: "Şüphesiz Rabbiniz O Allah’tır ki
gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arşa istivâ etti." (el-A’raf,
7/54)
Yunus -aleyhisselâm-
suresinde şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki sizin Rabbiniz gökleri ve yeri
altı günde yaratan, sonra da arş üzerine istivâ eden Allah’tır." (10/3)
er-Râd
suresinde de şöyle buyurmaktadır:"Allah O’dur ki gökleri gördüğünüz
şekilde direksiz yükseltmiştir. Sonra arş üzerinde istiva etmiştir."
(er-Rad, 13/2)
Ta-ha
suresinde de şöyle buyurmaktadır: "Rahman arşa istivâ etti." (20/5)
el-Furkan
suresinde de şöyle buyurmaktadır: "Sonra arş üzerinde istiva edendir.
Rahman’dır." (el-Furkan, 25/59)
Elif. Lam.
Mim es-Secde suresinde de şöyle buyurmaktadır: "Allah göklerle yeri ve
onların aralarında olanları altı günde yaratan sonra arşa istivâ
edendir." (es-Secde, 32/4)
el-Hadid
suresinde de şöyle buyurmaktadır: "O, gökleri ve yeri altı günde yaratan
sonra da arş’a istivâ edendir." (el-Hadid, 57/4)] [123]
"Rahmân arş üzerine istivâ
etmiştir..." buyruğu şanı yüce Allah’ın arşın üzerine istivâ ettiğini
haber verdiği bu yedi yerde geçmektedir. Hepsinin de sabit oldukları kesindir.
Çünkü bu yedi buyruk ta Allah’ın kitabında yer almaktadır. Cehmiye mensubu
muattıl bir kimse bunları red de edemez, inkar da edemez. Aynı şekilde bu
buyruklar bu hususta gayet açıktır. Herhangi bir te’vil ihtimali yoktur. Çünkü
"istiva" lafzı dilde "alâ: ...e, a, üzerine" ile geçiş yaptığı
takdirde bu lafızdan ancak yükseklik ve yükseğe çıkış anlaşılır. Bundan dolayı
selef’in bu lafzı açıklaması dört türlü tabir ile gelmiş ve bunların dışına
çıkmamıştır. Bu dört türlü açıklamayı büyük ilim adamı İbnu’l-Kayyım’ın
"en-Nûniyye"[124]
diye bilinen şiirinde şu ifadeleri ile dile getirmektedir:
"Onların bu hususta dört türlü ibareleri
vardır,
İyi süvari ve iyi mızrak kullanan kimse bunları
öğrenebilmiştir.
Bu dört açıklama: İstikrar etti (yerleşti)
üstüne çıktı ve aynı şekilde,
Üzerine yükseldi şeklinde olup, bunda herhangi
bir tepki yoktur.
Yine dördüncüsü olan suûd etti (üzerine çıktı)
da böyledir.
Ki eş-Şeybanî’nin arkadaşı Ebu Ubeyde
Tefsirinde bu görüşü tercih etmektedir.
O elbette Cehmî’den daha iyi Kur’ân’ı bilen
birisidir."
O halde ehl-i sünnet ve’l-cemaate göre yüce
Allah’ın kendi zatı hakkında haber verdiği şekilde arşı üzerinde kendi yüce
zatının bildiği bir keyfiyet ile yarattıklarından ayrı olmak üzere istiva
etmiştir. Nitekim Malik ve başkaları da: "İstiva"nın ne demek olduğu
bilinmektedir, ancak keyfiyeti meçhuldür."[125]
diye açıklamışlardır.
Ta’tilcilerin körükledikleri, istivanın kabul
edilmesi halinde doğru olmayan birtakım şeylerin de kabul edilmesi gerekir,
şeklindeki ifadeler bizim için bağlayıcı değildir. Çünkü bizler, onun arşın üzerinde
oluşu herhangi bir mahlukun, bir başka mahlukun üzerinde oluşu gibidir,
demiyoruz.
Bu sarih âyet-i kerîmeleri onların şaşkınlık ve
tutarsızlıklarına delâlet eden şekilde bozuk te’villerle zahiri anlamlarından
uzaklaştırma çabalarına gelince... Mesela "istiva" lafzını
"istila" diye açıklamaları buradaki "alâ: üzerine" lafzını
"ilâ: e, a" anlamına yorumlayışları ile "istivâ" lafzını
"kastetmek" anlamına alışları şeklindeki yorumlarına ve cehmiyecilik
ve ta’tilin sancağını taşıyan Zahid el-Kevserî’nin[126]
naklettiği diğer açıklamaların tümüne gelince, bunlar batıl açıklamaları
körüklemekten ve hakkın şeklini değiştirmekten başka bir şey değildir. Bunun
onlara az olsun, çok olsun hiçbir faydası olmaz.
Keşke bu Muattile’nin neler söylemek
istediklerini bir bilebilseydik.
Acaba bunlar: Semada kendisine yönelinecek bir
rab, arşın üzerinde kendisine ibadet olunan bir ilah yoktur, mu demek
istiyorlar?
O halde O nerededir?
Belki de bizlerin "nerededir" diye ona
dair soru sormamıza gülebilirler, fakat yaratılmışların en mükemmeli, rablerini
en iyi bilenleri olanın (Allah’ın salat ve selamları ona olsun) Allah hakkında:
"Nerede" diye soru sorduğunu unutuyorlar. O cariyeye: "Allah
nerededir?" diye sormuş ve: "semadadır" diye cevab vermesini de
beğenmişti.[127]
Aynı şekilde: Rabbimiz semavâtı ve arzı
yaratmadan önce nerede idi? diye soran kimseye de o: Tek başına vardı, O’ndan
başka bir varlık yoktu... diye cevab vermiştir.[128]
Peygamber -Sallallahu
aleyhi ve sellem-’dan böyle soru soranı azarladığına yahut ta ona: Sen
yanlış bir şekilde soru sordun, dediğine dair bir rivayet gelmemiştir.
Bu hususta binbir dereden su getirmeye çalışan
kimsenin en ileri derecede söyleyebileceği söz şudur: Yüce Allah vardı ve o
zaman mekân diye birşey yoktu. Sonra mekânı yarattı, şu anda o mekânı
yaratmadan önceki hali üzeredir.
Acaba Allah varken olmayan mekân ile bu
tahrifçinin kastettiği nedir?
O bununla âlemin kapsamı içerisine giren varlık
mekânlarını mı kastetmektedir?
Bunlar sonradan yaratılmış mekanlardır. Bizler
ise yüce Allah’ın sonradan yaratılmış bu mekanların herhangi birisinde olduğunu
söylemiyoruz. Zira onun bu yarattığı varlıklardan hiçbir şey O’nu kuşatamaz ve
O’nu sınırlayamaz. Eğer hiçbir varlığı bulunmayan katıksız boşluk demek olan
yokluk mekanını kastediyorsa, bu durumda: Orada bir yaratma yoktur, denilemez.
Çünkü böyle bir yokluğa yaratmanın taalluku sözkonusu değildir. Çünkü bu yokluk
ile alakalı bir iş, bir emirdir. Eğer: Yüce Allah bu anlamıyla bir mekandadır
-âyet ve hadislerin delalet ettiği şekilde- denilecek olursa, bundaki sakınca
nedir?
Ancak hak olan şöyle söylemektir: Allah vardı ve
O’ndan önce hiçbir şey yoktu. Sonra O, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Arşı
da su üzerinde bulunuyordu, sonra da arşa istiva etti. Buradaki "sümme:
sonra" mücerred atıf (bağlaç) değil, zamanî tertib (zaman sıralamasını
bildirmek) içindir.
Yine yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey İsa! Muhakkak ben seni öldüreceğim ve seni
kendime yükselteceğim." (Âl-i İmran, 3/55); "Bilakis Allah onu kendi
katına doğru kaldırmıştır." (en-Nisâ, 4/158); "Güzel söz yalnız O’na
yükselir, onu da salih amel yükseltir." (Fatır, 35/10); "Ey Hâmân!
Benim için yüksek bir köşk yap. Belki o yollara ulaşırım, göklerin yollarına.
Sonunda belki Musa’nın ilâhının yanına çıkarım. Doğrusu şu ki ben onu yalancı
sanıyorum." (el-Mu’min, 40/36-37); "Göktekinin sizi yere
geçirmesinden emin mi oldunuz? O zaman onun durmadan çalkalanmakta olduğunu
göreceksiniz. Yahut göktekinin üzerinize taş yağdıran bir rüzgar göndermesinden
emin mi oldunuz. Hem benim korkutmamın nasıl olduğunu bileceksiniz."
(el-Mülk, 67/16-17)
Yüce Allah’ın: "Ey İsa! Muhakkak ben seni öldüreceğim..." diye başlayan
âyet-i kerîmeler bundan önceki âyet-i kerîmelerde sözkonusu edilen yüce Allah’ın
mahlukattan ayrı olmak üzere yüksekte oluşu ve arşın üzerinde oluşu gerçeğini
desteklemektedir. Ayrıca Muattıla’nın bunu red ve inkârlarının isabetsizliğini
de ortaya koymaktadır. Yüce Allah onların söylediklerinden alabildiğine
münezzehtir.
İlk âyet-i kerîme’de yüce Allah Rasûlü ve
kelimesi olan Meryem oğlu İsa -Aleyhisselam-’a
eceli gelince kendisini öldüreceğini ve yahudilerin ona komplo hazırlayacakları
vakit de onu kendisine yükselteceğini haber vermektedir.
"Kendime"deki zamir şanı yüce Allah’a aittir. Başka bir kimseye ait
olma ihtimali yoktur. Bunun: Rahmetimin bulunduğu yere yahut meleklerimin
mekânına diye yorumlanmasının hiçbir anlamı yoktur. Yüce Allah’ın yahudilerin
İsa’yı öldürüp, astıklarına dair iddialarını reddetmek üzere: "Bilakis Allah onu kendi katına kaldırmıştır."
buyruğu hakkında da benzeri açıklamalar yapılır.
Ayet-i kerîme’de sözkonusu edilen teveffî
(öldürme) ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler vardır. Bazıları
bunu ölüm diye açıklamış iseler de çoğunluk bundan kastın uyku olduğu
kanaatindedirler. Müteveffâ lafzı da bu anlamda kullanılabilmektedir. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O geceleyin sizi öldüren (teveffî eden),
gündüzün de ne kazandığınızı bilendir." (el-En’âm, 6/60)
Kimisinin iddiasına göre de ifadede bir takdim
ve te’hir olup ifadenin takdiri şöyledir: Seni kendime yükselteceğim, sonra
vefat ettireceğim. Yani bundan sonra canını alacağım.
Gerçek şu ki; İsa -Aleyhisselam- canlı olarak yükseltilmiş ve kıyametin kopacağı
vakte yakın bir zamanda inecektir. Çünkü bu husustaki hadis sahihtir.[129]
Yüce Allah’ın: "Güzel söz yalnız O’na yükselir" buyruğu ise kulların söz ve
amellerinin yüce Allah’a yükselmesi hususunda gayet açık bir ifadedir. Kirâmen
kâtibin hergün ikindi namazının ve sabah namazının peşinden -şu hadis-i
şerif’te de belirtildiği gibi- bunları yüce Allah’a yükseltirler:
"Geceleyin aranızda kalanlar yukarı çıkarlar. Rableri -en iyi bilen o
olduğu halde- onlara Kullarımı ne halde terkettiniz, diye sorar. Onlar da:
Rabbimiz biz onlara namaz kılıyorlarken gittik, yine onları namaz kılıyorlarken
bırakıp geldik, derler"[130]
Şanı yüce Allah’ın Fir’avun’un söylediğini
naklettiği: "Ey Hâmân..." buyruğuna gelince, bu Musa -Aleyhisselam-’ın azgın Firavun’a
ilahının semada olduğunu haber verdiğine, Firavun’un da kavminin gerçeği
görmesini önlemek maksadıyla ona ulaşmanın yollarını aramaya kalkıştığına,
bundan dolayı Haman’a kendisi için yüksekçe bir kule yapmasına dair emir
verdiğine delildir. Daha sonra ise: "Doğrusu
şu ki ben onu yalancı sanıyorum" demiştir. Yani Musa’nın ilahının
semada olduğuna dair vermiş olduğu haberin yalan olduğu kanaatindeyim. O halde
şunu sormak lazım: Nisbet itibariyle kim Fir’avun’a daha yakın olur? Allah’ın
yukarıda oluşunu kabul eden bizler mi yoksa şu Muattıla mı? Hiç şüphesiz
Fir’avun, Musa -Aleyhisselam-’ı
ilâhının semada oluşu hususunda yalanlamıştır. Onun bu söyledikleri ile
bunların söyledikleri aynı şeydir.
"Göktekinin
sizi yere geçirmesinden emin mi oldunuz?..." âyetlerine gelince, bu
iki âyet-i kerîme yüce Allah’ın semada olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bunun,
bu ifadelerle kastedilen azab yahut emir ya da melektir diye Muattile’nin
yaptığı şekilde yorumlanması caiz değildir. Çünkü burada "kimse" anlamındaki: "men" lafzı kullanılmıştır ki, bu da
akıl sahibi varlıklar için kullanılır.[131]
Bunun melek hakkında yorumlanması ise, bunu
gerektiren herhangi bir karine olmaksızın lafzın zahir anlamının dışına
çıkartılmasıdır.
Yüce Allah’ın: "Semada" buyruğundan ise semanın Allah’ın zarfı (içinde bulunan
mekân) diye anlaşılması caiz olamaz. Aksine eğer sema ile bu bilinen sema
kastedilmiş ise buradaki "fi: ...de, da" "ala: üzerinde"
anlamında olur. Yüce Allah’ın: "Andolsun ki sizi... hurma dallarında
asacağım" (Ta’ha, 20/71) buyruğundaki ("fi: de, da" lafzının
"ala: üzerinde" anlamında kullanıldığı) gibidir. Şâyet sema lafzı ile
yüksek cihet kastedilmiş ise bu takdirde "fi" edatı gerçek anlamı ile
kullanılmış olmaktadır. Çünkü şanı yüce Allah yüceliğin en yücesindedir.
"O,
gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da Arş üstüne istivâ edendir. O yere
gireni de, ondan çıkanı da, gökten ineni de oraya yükseleni de bilendir. Nerede
olursanız O, sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir."
(el-Hadid, 57/4); "Üç kişi fısıldaşmayı versin, muhakkak O, onların
dördüncüleridir. Beş kişi olmayıversinler, mutlaka O, onların altıncılarıdır.
İster bundan daha az veya daha çok olsunlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, O
mutlaka onlarla beraberdir. Sonra kıyamet gününde kendilerine yaptıklarını haber
verir. Gerçekten Allah herşeyi çok iyi bilendir." (el-Mücadele, 58/7);
"Tasalanma şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir." (et-Tevbe, 9/40);
"Çünkü Ben sizinle beraberim işitir ve görürüm." (Ta-ha,
20/46);"Çünkü Allah sakınanlarla ve daima iyi davrananlarla
beraberdir." (en-Nahl, 16/128); "Bir de sabredin. Şüphesiz Allah
sabredenlerle beraberdir." (el-Enfal, 8/46); "Nice az bir topluluk,
daha fazla bir topluluğu Allah’ın izniyle yenmiştir. Allah sabredenlerle
berabedir." (el-Bakara, 2/249)"
Yüce Allah’ın: "O gökleri ve yeri altı günde yaratan..." buyruğu ile başlayan
bu âyet-i kerîmeler yüce Allah hakkında maiyyet (beraber oluş) sıfatının
sözkonusu olduğunu ihtivâ etmektedir. Bu beraber oluş iki türlüdür:
1- Genel olarak beraber oluş: Bu bütün mahlukatı kapsar.
Şanı yüce Allah, ilmi, kudreti kahr-u galebesi ve kuşatıcılığı ile herşeyle
beraberdir. Hiçbir şey O’ndan gizli değildir, hiçbir şey O’nu âciz bırakamaz.
İşte âyet-i kerîmede sözkonusu edilen beraber oluş budur.
Bu âyet-i kerîmede yüce Allah kendi zatı
hakkında gökleri ve yeri yaratanın yalnız kendisi olduğunu bildirmektedir. Yani
önceden bir tertib ve bir takdire göre altı günde onları var etmiştir. Bundan
sonra yarattıklarının işlerini çekip çevirmek ve idare etmek için de Arşının
üstüne yükselmiştir. O, arşının üzerinde bulunmakla birlikte ister yüce, ister
alt alemden olsun hiçbir şey O’na gizli ve saklı kalmaz. Çünkü O: "Yere gireni de, ondan çıkanı da, gökten
ineni de, oraya yükseleni de bilendir." Şüphesiz ilim ve kudreti
herşeyi kuşatan, elbetteki herşeyle beraberdir. Bundan dolayı da: "Nerede olursanız, O sizinle beraberdir.
Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir" diye buyurmaktadır.
"Üç kişi fısıldaşmayıversin..." buyruğu ile yüce Allah ilminin
kapsamlı olduğunu ve herşeyi kuşattığını, kendi aralarında fısıldaşanların
fısıltılarının kendisine gizli ve saklı kalmadığını, her şeye tanık olup
herşeyden haberdar olduğunu belirtmektedir. Buradaki "üç kişi fısıldaşmayıversin" buyruğundaki
"fısıldaşma"nın üç kişiye izafe edilmesi, sıfatın mevsufuna izafe
edilmesi kabilindendir. Yani üç kişi kendi aralarında fısıldaşacak olsalar...
demektir.
2- Geri kalan âyet-i
kerîmelerde ise O’nun rasûlleriyle, dostlarıyla, yardımı, desteklemesi,
muhabbeti, tevfıki ve ilhamı ile birlikte oluşunu ifade eden özel bir birlikte
oluşu ortaya koymaktadır.
Yüce Allah’ın: "Tasalanma. Hiç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir" buyruğu
Peygamber -Sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
Ebu Bekir es-Sıddîk’a mağarada bulundukları sırada söylediği sözü
nakletmektedir. Müşrikler Peygamber -Sallallahu
aleyhi ve sellem-’ı takib etmek üzere çıktıklarında, mağaranın ağzına kadar
gelmiş ve orayı tutmuşlardı. Ebu Bekir bunu görünce dehşetle: Allah’a yemin
olsun ey Allah’ın Rasûlü, onlardan herhangi birisi ayağına bakacak olursa,
mutlaka bizi görecektir, demişti. Bunun üzerine Rasûlullah -Sallallahu aleyhi ve sellem- da ona yüce Allah’ın burada
naklettiği şekilde: "Tasalanma! Hiç
şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir" demişti.[132]
O halde buradaki beraberlikten kasıt, yardım ve düşmanlardan korumak anlamıyla
bir beraberliktir.
Yüce Allah’ın: "Çünkü Ben, sizinle beraberim. İşitir ve
görürüm" buyruğuna gelince, buna dair açıklamalar daha önceden geçtiği
gibi, bunun Musa ve Harun -Aleyhisselam-’a
bir hitab olup Fir’avun’un onları yakalamasından yana korkmamalarını ihtiva
ettiği belirtilmiş idi. Çünkü yüce Allah yardım ve desteğiyle onlarla
birliktedir. Diğer âyet-i kerîmeler de böyledir. Bu âyet-i kerîmelerle yüce
Allah emir ve nehiyleri hususunda Allah’ın gözetimi altında olduklarını bilen,
onun hududlarını koruyan takva sahibleri ile her hususta ihsandan ayrılmayan
ihsan edicilerle birlikte olduğunu haber vermektedir. İhsan ise herbir şeyde
kendi durumuna göredir. Mesela ibadette yüce Allah’ı görüyormuş gibi Allah’a
ibadet etmektir. Eğer kişi Allah’ı görmüyor ise dahi Allah onu görmektedir.
Tıpkı Cibril hadisinde geçtiği gibi.[133]
Aynı şekilde yüce Allah nefsin hoşuna gitmeyen
şeylere katlanan, Allah yolunda ve Allah’ın rızasını isteyerek zorluk ve
eziyetlere tahammül eden, Allah’a itaat üzere direnen, O’na isyandan uzak
durmak ve hükümlerine katlanmak suretiyle sabredenlerle birlikte olduğunu da
haber vermektedir.
Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Allah’tan daha doğru sözlü kimdir?" (en-Nisa,
4/87); "Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?" (en-Nisa, 4/122); "Allah: Ey Meryem
oğlu İsa... diyeceği zaman" (el-Mâide, 5/116); "Rabbinin sözü
doğruluk ve adalet bakımından eksiksizdir." (el-En’am, 6/115); "Ve Allah Musa ile de konuştu."
(en-Nisa, 4/164); "Allah onlardan kimisi ile söyleşmiş..."
(el-Bakara, 2/253); "Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip ve Rabbi de onunla
konuşunca..." (el-A’raf, 7/143); "Biz ona Tûr’un sağ tarafından
seslendik ve onu kendimize yaklaştırarak özel bir şekilde konuştuk"
(Meryem, 19/52); "Hani Rabbin Musa’ya şöyle seslenmişti: Git, o zalimler
topluluğuna..." (eş-Şuara, 26/10); "Rableri her ikisine: Ben size bu
ağacı yasak etmedim mi?... diye seslendi." (el-A’raf, 7/22); "O gün
onları çağırıp buyuracak ki: Peygamberlere ne cevap verdiniz?" (el-Kasas,
28/65)"[134]
Bu âyet-i kerîmeler yüce Allah’ın kelâm sıfatına
sahib olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu hususta insanlar büyük çapta anlaşmazlığa
düşmüşlerdir.
Onlardan kimisi yüce Allah’ın kelâmını zatından
ayrı ve bir mahlûk olarak kabul etmiş ve: O’nun mütekellim olması demek, kelâmın
yaratıcısı olması demektir, demişlerdir. Böyle diyenler Mutezile mezhebine
mensub olanlardır.
Kimileri de kelâmı yüce Allah’ın ezel ve ebedde
zatından ayrılmaz, O’nun meşîet ve kudreti ile ilgisi bulunmayan bir sıfat
olarak kabul etmiş; harf ve sesinin olmadığını söyleyerek, bu ezelden bir
manadır demişlerdir. Böyle diyenler ise el-Küllabîye[135]
ile Eş’arî’lerdir.
Kimileri kelâmın Allah’ın zatından ayrılmayan
kadim harf ve sesler olduğu iddiasında bulunmuşlar ve şöyle demişlerdir: Bunlar
ezelde birliktedirler. Şanı yüce Allah kısım kısım bunları söylemez. Böyle
diyenler ise ğulat (aşırı giden) bazı kimselerdir.
Kimileri de kelâmı yüce Allah’ın zatı ile kaim,
O’nun meşîet ve kudreti ile ilgili fakat hâdis (sonradan yaratılmış) kabul
etmişlerdir. Bunların iddialarına göre kelâmın Allah’ın zatında bir başlangıcı
vardır. Yüce Allah ezelden beri mütekellim değildir. Böyle diyenler de
kerramiye mezhebi mensublarıdır.[136]
Bizler bu görüşlerin tutarsız olduğu, sağlıklı
bir anlayış ve doğru bir bakış açısına sahip olan herkes tarafından açıkça
anlaşılmakla birlikte, bu görüşleri tartışacak ve bunları çürütmeye kalkışacak
olursak, uzun uzun açıklamalarda bulunmamız gerekir.
Şu kadar var ki bu meselede ehl-i sünnet
ve’l-cemaat’in kabul ettiği görüşün özeti şöyledir: Yüce Allah her zaman
dilediği takdirde kelam sıfatı ile konuşabilir. Kelâm O’nun zatı ile kaim bir
sıfatıdır. Meşîet ve kudreti ile bu sıfatı ile konuşur. O, her zaman, dilediği
vakit söz söyleyebilir. Yüce Allah’ın söylediği sözler, O’nun ile kaimdir. Mutezile’nin
söylediği gibi mahluk ve ondan ayrı değildir. Eş’arîlerin söyledikleri gibi de
hayat sıfatının O’nun zatının bir gereği ve ayrılmaz bir vasfı olduğu gibi;
zatına ait ayrılmaz bir vasıf değildir. Aksine bu O’nun meşîet ve kudretine
tabi olan bir vasıftır.
Şanı yüce Allah Musa’ya da, Ådem ile Havva’ya da
özel bir ses ile nidada bulunmuştur. Kıyamet gününde de kullarına sesiyle nidâ
edecektir. Yine özel bir ses ile vahyi ile konuşur. Ancak şanı yüce Allah’ın
kendileri ile söz söylediği harfler ve sesler O’nun bir sıfatıdır ve yaratılmış
değillerdir. Yaratılmış varlıkların ses ve harflerine de benzemez. Tıpkı yüce
Allah’ın ilim sıfatının kendi zatı ile kaim olup, kullarının ilmine benzemediği
gibi. Şanı yüce Allah hiçbir sıfatı ile yaratılmışlara benzemez.
Burada zikredilen ve en-Nisâ suresinde yer alan
iki âyet-i kerîme Allah’tan daha doğru sözlü kimsenin olamayacağını, aksine
haber verdiği herbir hususta, herkesten daha doğru söz söyleyenin O olduğunu
ortaya koymaktadır. Çünkü O’nun hakkında haber verilen gerçeklere dair bilgisi
daha kapsamlı ve daha doğrudur. O bakımdan O, herbir şeyi her bakımdan gerçek
şekli ile bilir. Başkasının ilmi ise böyle değildir.
"Allah:
Ey Meryem oğlu İsa... diyeceği zaman" buyruğu kıyamet gününde
gerçekleşecek olan yüce Allah’ın rasûlü ve kelimesi olan İsa’ya soracağı soruyu
anlatmaktadır. Bu soru hristiyanlar arasından onu ve annesini ilah kabul edip
kendisine nisbet etmeleri, kendisini ve annesini Allah’tan ayrı iki ilah
edinmelerini emredip emretmediği hakkında olacaktır.
Bu soruyu sormak ise İsa -aleyhisselam-’ın günahsızlığını açığa çıkarmak ve bu ahmak ve
sapıkların yalan söyleyip, iftira ettiklerini tescil etmektir.
"Rabbinin sözü doğruluk ve adalet
bakımından eksiksizdir." (el-Mâide, 6/115) buyruğundan maksat ise
verdiği haberlerde doğru, ahkâmında da adaleti ihtiva ettiğidir. Çünkü yüce
Allah’ın kelamı ya verilen birtakım haberlerdir, bu haberlerin tamamı da
doğruluğun en ileri derecesindedir yahut ta birtakım emir ve nehiylerdir,
bunların hepsi de hiçbir zulum ihtiva etmeyen adaletin en ileri derecesini
ifade eder. Çünkü bunların dayanağı ilahi hikmet ve rahmettir.
Burada "söz"den
kasıt ise "sözler"dir. Zira söz lafzı marife olan bir lafza izafe
edilmiştir. O bakımdan çoğul anlamını ifade eder. Allah’ın rahmeti, Allah’ın
nimeti demeye benzer.
"Ve Allah, Musa ile konuştu." (en-Nisâ, 4/164) buyruğu ile ondan sonra
gelen ve yüce Allah’ın Musa’ya seslenip onunla konuştuğunu, perde arkasından ve
herhangi bir meleğin vasıtası ile olmaksızın gerçek anlamıyla onunla konuştuğuna
delâlet eden âyet-i kerîmeler, kelâmı harf ve ses sözkonusu olmaksızın nefs ile
kaim bir mana olarak kabul eden Eş’arî’lerin kanaatlerini reddetmektedir.
Onlara şöyle denilir: Peki Musa, bu kelâm-ı
nefsî dediğiniz kelamı nasıl işitmiştir? Şâyet: Allah, onun kalbinde kendisi
ile konuşmayı murad ettiği manaları kesin olarak bilmesini sağlayacak bir bilgi
bıraktı, denilecek olursa, o vakit bu bakımdan Musa -Aleyhisselam-’ın bir özelliğinin olduğundan sözedilemez.
Şâyet: Allah ağaçta yahut havada bir kelâm
yarattı ve buna benzer bir söz söyleyecek olurlarsa, o takdirde Musa’ya: "Şüphesiz ben senin Rabbinim"
diyenin ağaç olması gerekir.
Aynı şekilde bu ayet-i kerimeler onların kelâmı
"Allah’ın zatında, ondan hiçbir şeyin hadis oluşu sözkonusu olmaksızın, ezelden
beri tek bir mana olarak" kabul edişlerini de reddetmektedir. Çünkü yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip ve Rabbi de
onunla konuşunca dedi ki..." (el-A’raf, 7/143) Bu buyruk ise
Musa -Aleyhisselam-’ın tayin edilen vakitte gelişi esnasında kelâmın
hudûs ettiğini (meydana geldiğini) ifade etmektedir. Yine yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Biz ona Tûr’un sağ tarafından seslendik." (Meryem, 19/52) İşte bu, Tûr’un sağ
tarafında seslenişin hâdis olduğunun (sonradan var edildiğinin) delilidir.
Sesleniş (nidâ) ise ancak işitilen bir ses ile
olur.
Yüce Allah’ın Adem ve Havva hakkında:
"Rableri her ikisine... diye seslendi." (el-A’raf, 7/22) âyeti de bu şekildedir. Buradaki nida (sesleniş)
ancak onların günah işlemelerinden sonra olmuştur. O halde bu nidânın hâdis
olduğu kat’idir.
Yine yüce Allah’ın: "O gün onları çağırıp,
buyuracak ki..." (el-Kasas, 28/65) buyruğu da böyledir.
Burada sözü edilen buyurmak (nidâ) ve söylenecek söz kıyamet gününde
gerçekleşecektir.
Hadis-i şerif’te de: "Kıyamet gününde Allah
ile kulun arasında herhangi bir tercüman (vasıta) bulunmaksızın Allah’ın
kendisi ile konuşmayacağı hiçbir kul yoktur."[137]
diye buyurulmaktadır.
"Eğer
müşriklerden biri senden eman dilerse, ona eman ver; ta ki Allah’ın kelâmını dinlesin."
(et-Tevbe, 9/6); "Halbuki onların bir zümresi vardır ki, Allah’ın kelamını
dinlerlerdi de onu anladıktan sonra bile bile onu tahrif ederlerdi."
(el-Bakara, 2/75); "Allah’ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: Sizler
asla peşimizden gelemezsiniz. Allah daha önceden böyle buyurmuştur."
(el-Feth, 48/15); "Rabbinin kitabından sana vahyolunanı oku! O’nun
sözlerini değiştirebilecek yoktur." (el-Kehf, 18/27); "Gerçekten bu
Kur’ân İsrailoğullarına hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeylerin çoğunu
anlatır." (en-Neml, 27/76); "Bu ise indirdiğimiz bir kitabtır,
mübarektir." (el-En’am, 92/155); "Şâyet biz bu Kur’ân’ı bir dağa
indirse idik, muhakkak ki Allah’ın korkusundan onun, başını eğerek dağılıp
parça parça olduğunu görürdün." (el-Haşr, 59/21); "Biz bir âyeti
diğer bir âyetin yerine getirip değiştirdiğimizde -Allah neyi indireceğini en
iyi bilen olduğu halde-: Sen ancak bir iftiracısın dediler. Hayır, onların çoğu
bilmezler. De ki: Onu Ruhu’l-Kudüs (Cebrail) iman edenlere tam bir sebat
vermek, müslümanlara bir hidayet ve bir müjde olmak için Rabbinden hak olarak
indirmiştir. Andolsun ki onların: Ona muhakkak bir insan öğretiyor, dediklerini
biliyoruz. İnkâra saparak kastettikleri o kimsenin dili yabancıdır. Bu ise
apaçık bir Arapçadır." (en-Nahl, 16/101-103)
"Eğer
müşriklerden biri senden eman dilerse..." âyeti ile diğer âyet-i
kerîmeler mushaf’ın iki kapağı arasında yazılı okunan ve okunması dinlenen
Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın gerçek anlamıyla kelâmı olduğunu, Eş’arîlerin
dedikleri şekilde Allah’ın kelâmının tabiri yahut Allah’ın kelâmının
aktarılması olmadığını ortaya koymaktadır.
O’nun (Allah’ın kelâmı diye) yüce Allah’a izafe
edilmesi Allah’ın zatı ile kaim bir sıfatı olduğunu, Allah’ın evi ya da
Allah’ın dişi devesi gibi bir izafet olmadığını göstermektedir. Burdaki izafet
bir mananın zata izafe edilmesi olup, o mananın o zat hakkında sabit olduğuna
delildir. Oysa evin ya da dişi devenin izafesi bu türden değildir. O aynî
şeylerin izafe edilmesidir. İşte bu Mutezile’nin: Allah’ın kelâmı (Kur’ân-ı
Kerîm) Allah’tan ayrı bir mahluktur, şeklindeki kanaatlerini reddetmektedir.
Yine bu âyet-i kerîmeler Kur’ân-ı Kerîm’in Allah
tarafından indirilmiş olduğuna da delâlet etmektedir. Yani yüce Allah bu
Kur’ân-ı Kerîm ile Cibril -aleyhisselâm-’ın
işittiği bir ses ile söylemiş, Cebrail de onu indirmiş ve Rasûlullah -Sallallahu aleyhi ve sellem-’a şanı
yüce Rabbimizden işittiği şekliyle aynen ulaştırmıştır.
Bu husustaki açıklamaların özeti şudur: Arabî
olan Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın kelâmı olup, peygambere indirilmiştir. Mahluk
değildir, ondan gelmiş ve ona döner. Allah gerçek manasıyla Kur’ân-ı Kerîm’i
kelâm olarak söylemiştir. Kur’ân-ı Kerîm gerçek olarak Allah’ın kelâmıdır,
başkasının kelâmı değildir. İnsanların Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup yahut ta
mushaf’lara yazmaları onu Allah’ın kelâmı olmaktan çıkarmaz. Çünkü kelâm gerçek
anlamı ile ilk olarak onu söyleyene izafe edilir. Aldığı kelâmı başkasına
tebliğ eden kimseye değil. Kendi lafzı ile harf ve manaları ile onu kelâm
olarak söyleyen yüce Allah’tır. Kur’ân-ı Kerîm’in içinde ondan başkasının
kelâmı yoktur. Ne Cebrail’in, ne Muhammed’in ne de, başkalarının. Yine yüce
Allah bu Kur’ân-ı Kerîm’i kendi sesi ile konuşmuştur. Kullar bu Kur’ân’ı
okudukları takdirde kendi sesleriyle okumuş olurlar. Mesela Kur’ân okuyan
kimse: "Elhamdu lillahi Rabbi’l-alemiyn" diyecek olursa, ondan
söylediği işitilen bu söz Allah’ın sözüdür. O kimsenin bizzat kendi sözü
değildir. Onu okuyan şahıs ise Allah’ın sesi ile değil, kendi sesiyle okumuş
olur.
Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın kelâmı olduğu gibi
Allah’ın kitabıdır da. Çünkü yüce Allah onu Levh-i Mahfuz’da yazmış ve
mushaflarda yazılı bulunmaktadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz o, oldukça şerefli bir Kur’ân’dır. Korunan bir kitabtadır." (el-Vakıa,
56/77-78) Yine bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Daha doğrusu o
çok şerefli bir Kur’ân’dır. Levh-i Mahfuz’dadır." (el-Buruc,
85/21-22); "Çok şerefli, son derece yüksek ve tertemiz sahifelerdedir.
Emrine itaatkâr, değerli kâtiblerin
elleri ile yazılmıştır." (Abese,
80/13-16)
"Kur’ân" lafzı asıl itibariyle
"kırâat" gibi bir mastardır. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Çünkü sabah Kur’ân’ı (namazda Kur’ân okunması) tanık
olunandır." (el-İsrâ, 17/78)
Burada Kur’ân-ı Kerîm’den kasıt ise Allah
tarafından indirilmiş, mushafın iki kapağı arasında yazılı, tilâveti ile
Allah’a ibadet olunan, en kısa suresinin benzerinin de meydana getirilmesi için
meydan okunulan özel bir kitab kastedilmektedir.
"De ki: Onu Ruhu’l-Kudüs iman edenlere tam
bir sebat vermek... için Rabbinden hak olarak indirmiştir." (en-Nahl, 16/101) buyruğu da Kur’ân-ı
Kerîm’in ilk olarak Allah nezdinden indirilmiş olduğuna Ruhu’l-Kudüs olan
Cebrail -aleyhisselâm-’ın şanı yüce
Allah’tan ancak kendisinin bildiği bir şekilde algılamış olduğuna delâlet
etmektedir.
"Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "O günde yüzler var ki apaydınlıktır. Rablerine
bakıcıdırlar." (el-Kıyame, 75/22-23); "Tahtlar üzerinde
seyrederler." (el-Mutaffifin, 83/23 ve 35); "İhsanda bulunanlara daha
güzeli ve daha da fazlası vardır." (Yunus, 10/26); "Orada onlara
diledikleri herşey var, yanımızda fazlası da var." (Kaf, 50/35) Yüce
Allah’ın kitabında bu kabilden âyet-i kerîme’ler pek çoktur. Kur’ân üzerinde,
hidayeti Kur’ân’dan isteyerek iyice düşünen kimse için hak yolun hangisi olduğu
açıkça ortaya çıkar."
"O günde yüzler var ki
apaydınlıktır..." (el-Kıyame, 75/22)
buyruğu ile diğer âyet-i kerîmeler, kıyamet gününde cennette mü’minlerin yüce
Allah’ı göreceklerini ortaya koymaktadır.
Mutezile, Allah için ciheti kabul
etmediklerinden ötürü Allah’ın görülmesini de kabul etmezler. Çünkü görülen bir
varlığın, görenin önünde belli bir cihette olması gerekir. Allah hakkında cihet
imkânsız olduğuna, görmek için ise şart
olduğuna göre; o halde Allah’ın görülmesi de imkansız bir şeydir.
Gösterdikleri naklî delil de yüce Allah’ın:
"Gözler O’nu idrâk edemez" (el-En’am, 6/103) buyruğu ile Musa -aleyhisselâm- yüce Allah’ı görmeyi
dilediğinde ona söylemiş olduğu: "Beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak,
eğer o yerinde durabilirse, sen de beni görebileceksin." (el-A’raf, 7/143) buyruğudur.
Eş’arî’lere gelince, onlar da Mutezile gibi
ciheti kabul etmemekle birlikte, Allah’ın görüleceğini kabul ederler. Bundan
dolayı bu görmenin nasıl olacağı hususunda hayrete düşmüşlerdir. Onlardan
kimisi: Allah’ı bütün cihetlerden göreceklerdir derlerken, kimisi bu görmeyi
basar (baş gözü) ile değil de basire (kalb gözü) ile kabul etmişler ve şöyle
demişlerdir: Maksat ise adeta gözle görüyorlarmışcasına daha çok inkişaf ve
tecellinin gerçekleşeceğidir.
Ancak müellifin kaydetmiş olduğu bu âyet-i
kerîmeler ru’yeti kabul etmeyen Mutezile aleyhine bir delildir. Çünkü birinci
âyet-i kerîme’de bakmak "ilâ: ...e, a" ile geçiş yapmıştır. Bu
durumda bu göstermek anlamını ifade eder. Mesela, ben ona nazar ettim ve ona
basar ettim denilince, bu anlamda kullanılır. Burada nazar etmek şanı yüce Rab
ile alakalıdır. (Yani ona bakılacaktır.)
Mutezile’nin kendilerini zorlayarak
"bakıcıdırlar" anlamındaki lafzı "gözetleyicidirler" şeklinde
"ilâ"yı da nimet diye yorumlamalarına gelince, bu Rabbinin vereceği
mükâfatı bekleyeceklerdir, demek olur. Ancak böyle bir te’vil gerçekten
gülünçtür.
İkinci âyet-i kerîme’ye gelince, bu âyet-i
kerîme cennet ehlinin tahtları üzerinde iken Rablerine bakacaklarını ifade
etmektedir.
Son iki âyet-i kerîme’de ise Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’dan
"fazlalığı" yüce Allah’ın yüzüne bakmak diye yorumladığı sahih
rivayetlerle sabit olmuştur.[138]
Yine bu görüşün lehine yüce Allah’ın kâfirler
hakkındaki: "Hayır, muhakkak onlar o günde Rablerinden elbette perdelenmiş
olacaklardır." (el-Mutaffifin,
83/15) buyruğu tanıklık etmektedir. Kâfirlerin perdelenmiş olacakları,
O’nun dostu olan mü’minlerin O’nu göreceklerine açıkça delil teşkil etmektedir.
Hadis ilmini bilen ehil kimselere göre Allah’ın
görüleceği ile ilgili hadisler mana itibariyle mütevatirdir. Bunları ancak
inkârcı ve zındık bir kimse reddeder.
Mutezile’nin görüşlerine delil olarak
gösterdikleri yüce Allah’ın: "Gözler
O’nu idrâk edemez" buyruğunda lehlerine delil olacak bir taraf yoktur.
Çünkü O’nun idrâk edilemeyeceğinin belirtilmesi görülmemesini gerektirmez.
Maksat gözler onu görecektir, fakat görmek ile onu kuşatamayacaklardır. Nitekim
akıllar onu bilirler amma bilgileriyle onu kuşatamazlar. Çünkü idrak etmek
kuşatmak suretiyle görmek demektir. Özel bir görme çeşidinin sözkonusu
olmayacağının belirtilmesi ise mutlak olarak görmenin olmayacağını gerektirmez.
Aynı şekilde yüce Allah’ın Musa -aleyhisselam-a: "Beni asla göremezsin" demiş
olmasını da delil olarak göstermeleri uygun değildir. Aksine âyet-i kerîme bir
çok bakımdan görülmenin gerçekleşeceğine delildir. Bunların bazıları:
1- Musa, Allah’ın Rasûlü
ve O’nun Kelîmi olduğu halde, Allah hakkında neyin imkânsız olduğunu bu
Mutezili’lerden daha iyi bilirdi. Bununla birlikte böyle bir talebte
bulunmuştu. Eğer onun görülmesi imkansız olsaydı, böyle bir istekte bulunmazdı.
2- Yüce Allah görülmeyi,
tecelli etmesi halinde dağın yerinde durması şartına bağlamıştır. Bu ise mümkün
olan bir şeydir. Bir şeyin varlığını mümkün olan bir şeye bağlamak, onun var
olmasının mümkün olması demektir.
3- Yüce Allah, cansız bir
varlık olduğu halde, fiilen dağa tecelli etmiştir. O halde sevdiği ve seçtiği
kimselere tecelli etmesi imkânsız değildir.
Onların; "buradaki: "len: asla"
edatı ebediyyen nefyi ifade eder. Bu görmenin asla gerçekleşmeyeceğine delâlet
etmektedir" şeklindeki iddialarına gelince, bu dil bakımından doğru
değildir. Mesela yüce Allah kâfirler hakkında: "Onu (ölümü) ebediyyen asla
temenni etmezler." (el-Bakara, 2/95) diye buyurmakla
birlikte, bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Ey Mâlik, Rabbin
hakkımızda (ölümle) hüküm versin diye seslenecekler." (ez-Zuhruf, 43/77) diye buyurmakta ve böylelikle onların ilk âyet-i
kerîme’de ölümü asla temenni etmeyeceklerini "len" edatı ile haber
verdikten sonra cehennemde bulunacakları vakit onların ölümü temenni
edeceklerini bildirmektedir.
Buna göre yüce Allah’ın: "Asla beni göremezsin" buyruğunun
anlamı dünyada beni görme gücünü bulamayacaksın, demektir. Çünkü insanların
dünyada yüce Allah’ı görme güçleri yoktur. Eğer bizatihi görmek imkânsız bir
şey olsaydı, yüce Allah’ın: Ben görülmem yahut ta benim görülmem mümkün
değildir ya da ben görülen bir varlık değilim gibi bir ifade ile cevab vermesi
gerekirdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Müellifin -Allah
Ona Rahmet Etsin- sıraladığı sıfat âyetlerini tetkik eden bir kimse bu
hususta başvurulması gereken önemli birtakım kaide ve esaslar çıkartabilir:
Birinci
Esas:
Selef bütün Esmâ-i Hüsnâ’ya, bu güzel isimlerin delâlet ettiği sıfatlara ve
bunlardan ortaya çıkan fiillerin tümüne iman etmenin vacib olduğunu ittifakla
kabul etmiştir.
Buna kudreti örnek gösterebiliriz. Yüce Allah’ın
herşeye kadir olduğunu, O’nun kudretinin mükemmel olduğuna ve bütün kainatın
kudreti ile meydana geldiğine iman etmek vacibtir.
Diğer Esmâ-i Hüsnâ’da bu şekilde.
Buna göre musannıf’ın -Allah Ona Rahmet Etsin- serdettiği âyet-i kerîmelerde geçen bu
Esma-i Hüsna’dan ortaya çıkan sıfatlara iman etmek, bu isme iman etmenin
kapsamı içerisindedir.
Bu âyetlerde geçen Allah’ın izzeti, kudreti,
ilmi, hikmeti, iradesi ve meşîeti gibi sıfatlara gelince, bunlara da iman
etmek, sıfatlara iman kapsamı içerisindedir.
Buralarda sözkonusu edilen mutlak ve mukayyed
fiiller yüce Allah’ın şunu bilmesi, dilediğine hükmetmesi, görmesi, işitmesi,
nidâ etmesi, konuşması, özel şekilde söyleşmesi gibi bütün fiiller Allah’ın
fiillerine imanın kapsamı içerisindedir.
İkinci
Esas:
Bu Kur’ânî nasslar yüce yaratıcının sıfatlarının iki kısım olduğunu
göstermektedir:
1- Zatî
Sıfatlar:
Bunlar Allah’ın zatından asla ayrılmazlar. Aksine bu sıfatlar ezelde ve ebedde
O’nun zatından ayrı olmadığı gibi, yüce Allah’ın meşîet ve kudreti de bunlara
taalluk etmez. Hayat, ilim, kudret, kuvvet, izzet, mülk, azamet, kibriyâ, mecd,
celâl... sıfatları gibi.
2- Fiilî
Sıfatlar:
Bunlara da yüce Allah’ın meşîet ve kudreti her zaman ve her an taalluk eder. Bu
fiilî sıfatların ayrı ayrı tecellileri O’nun meşîet ve kudreti ile meydana
gelir. Ezelden beri bu sıfata sahib olsa bile. Yani meydana gelen bu fiillerin
türü kadimdir, ancak tek tek meydana gelmeleri hâdistir. Şanı yüce Allah
ezelden beri dilediğini yapandır. Şimdi de böyledir, ebediyyen de böyle
olacaktır. Her zaman için O, söyler konuşur, yaratır, işleri çekip çevirir,
idare eder. O’nun fiilleri hikmet ve iradesi bağlı olarak kısım kısım meydana
gelir.
Buna göre mü’mine düşen, şanı yüce Allah’ın zatı
ile alâkalı olup kendisine nisbet ettiği herşeye iman etmektir. Arş’ın üzerine
istivâ etmek, gelmek, dünya semasına inmek, gülmek, rıza, gazab, hoşlanmayış ve
muhabbet gibi. O’nun mahlukatı ile alakalı olanlara da aynı şekilde iman etmek
gerekir. Yaratmak, rızık vermek, hayat vermek, öldürmek, ve çeşitli tedbir ve
idare türleri gibi.
Üçüncü
Esas:
Yalnızca şanı yüce Rabbimizin kemal sıfatlarına sahib olduğunu bilip, kabul
etmek bu sıfatların hiçbirisinde O’nun hiçbir ortağının yahut benzerinin
bulunmadığına inanmak.
Daha önce geçen âyet-i kerîmelerde belirtilen en
yüce örneğin (sıfatların) yalnızca O’nun için sözkonusu olduğu, eşinin,
benzerinin, denginin, O’nun adı ile anılan bir varlığın ve ortağının
bulunmadığını belirten buyruklar buna delil teşkil etmektedir. Aynı şekilde
O’nun her türlü eksiklik, kusur ve âfetten münezzeh olduğuna da delildirler.
Dördüncü
Esas:
Kitab ve sünnette varid olmuş bütün sıfatları kabul etmek, bunların ilim,
kudret, irade, hayat, semî’, basar ve buna benzer zatî olanları ile rıza,
muhabbet, gazab ve hoşlanmayış gibi fiili sıfatlar arasında hiçbir fark
gözetmemek yine Allah’ın sahib olduğu belirtilen vech, eller ve buna benzer
sıfatlar ile Arşın üzerine istiva etmek ve nüzul (inmek) gibileri arasında da
hiç fark gözetmemek. Selef bütün bunları herhangi bir te’vil, ta’til, teşbih ve
temsil sözkonusu olmaksızın ittifakla kabul etmiştir.
Bu esas ile ilgili olarak muhalefet edenler iki
kesimdir:
1-
Cehmiye:
Bunlar bütünüyle isim ve sıfatları kabul etmezler.
2-
Mutezile:
Bunlar bütün sıfatları kabul etmezken, isimler ile ahkâmı kabul ederler. Derler
ki: O alimdir fakat ilmi yoktur, kadirdir kudreti yoktur, hayy’dır hayatı
yoktur...
Böyle bir kanaat ise son derece tutarsızdır.
Çünkü sıfatsız olarak bir mevsufu kabul etmekle birlikte sıfatın özelliğini de
mücerred (yani sıfatı bulunmayan) bir zat hakkında kabul etmek şer’an batıl
olduğu gibi aklen de imkânsız bir şeydir.
Eş’arî’ler ile onlara tabi olanlara gelince,
onlar Meânî sıfatları adını verdikleri ve bunların akıl ile sahib olduğunu
ileri sürdükleri yedi sıfatı kabul etmek hususunda ehl-i sünnet’e uygun kanaat
belirtirler. Sözkonusu bu sıfatlar hayat, ilim, kudret, irade, semî’, basar ve
kelâm’dır.
Fakat haberlerde sahih olarak belirtilmiş haberi
sıfatlardan olup, bu yedisi dışında kalanları kabul etmemek bakımından da
Mutezile’ye uygun kanaat belirtmişlerdir.
Hepsine karşı ise kitab, sünnet, ashabın ve
faziletli kılınmış nesillerin bütün bu sıfatların sabit olduğunu kabul etmekte
icma etmiş olmaları, bunların hepsine karşı bir delildir.
"Diğer
taraftan Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın sünnetinde (de bu sıfatlar
varid olmuştur.) Çünkü sünnet Kur’ân’ı tefsir eder, açıklar, ona delâlet eder,
onu yorumlar. Allah Rasûlünün Rabbini kendileri ile vasfetmiş olduğu ve bu
hususta bilgi sahibi kimselerin kabul ile karşılamış olduğu sahih hadislerde
yer alan sıfatların tümüne de aynı şekilde iman etmek vacibtir."
"Diğer
taraftan Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın sünnetinde de..."
ifadesi daha önce geçmiş bulunan: "Bu çerçeve içerisine yüce Allah’ın
kendi zatını İhlâs sûresinde nitelendirmiş olduğu vasıflar... da
girmektedir..." sözlerine atfedilmiştir (bağlanmıştır.) Yani sahih
sünnette vârid olduğu şekliyle Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın yüce Rabbini kendileriyle vasfettiği sıfatlar da bunun
kapsamına girer.
Sünnet kendisine başvurulması gereken ve yüce
Allah’ın kitabından sonra esas alınması gereken ikinci esastır. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Allah sana kitabı ve hikmeti
indirmiş...dir." (en-Nisâ, 4/113) Burada
"hikmet"ten kasıt sünnettir.
Yine bir başka yerde: "Onlara kitabı ve
hikmeti öğreten..." (el-Bakara,
2/129) diye buyurmaktadır. Peygamberinin hanımlarına da şöyle
emretmektedir: "Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti
hatırlayın." (el-Ahzab, 33/34) diye buyurmaktadır.
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Peygamber size ne verdi ise onu alın, neyi de yasak etti ise ondan
sakının." (el-Haşr, 59/7)
Peygamber -Sallallahu
aleyhi ve sellem-’da şöyle buyurmuştur: "Dikkat edin gerçek şu ki bana
Kur’ân-ı Kerîm ve onunla birlikte de onun bir benzeri verilmiştir."[139]
İlmin, yakînin, itikad ve amelin sabit olması
hususunda Kur’ân’ın hükmü ne ise, sünnetin hükmü de odur. Çünkü sünnet
Kur’ân’ın bir açıklaması ve ondan neyin kastedildiğinin beyan edicisidir:
Sünnet, Kur’ân’ın mücmelini tafsil eder, mutlakını kayıtlandırır, umumi olanını
tahsis eder. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İnsanlara
kendilerine ne indirildiğini açıklayasın diye sana da bu zikri (Kur’ân’ı)
indirdik." (en-Nahl, 16/44)
Sahih sünnete karşı bid’at ve hevâ ehli kimseler
sünnete karşı tutumlarına göre ikiye ayrılırlar:
1- Kendi mezhebine muhalif
olarak varid olduğu takdirde sünneti red ve inkâr etmekten çekinmeyen bir
kesim. Bunu yaparken de bu sünnetin zannın dışında bir şey ifade etmeyen âhâd
hadisler olduğu iddiasını ileri sürerler. Onlara göre itikad bahislerinde yakîn
gerekir. Böyle diyenler Mutezile ve Felsefecilerdir.
2- Sünneti kabul edip,
naklinin sıhhatine inanmakla birlikte kitabın âyetlerini te’vil ile uğraştığı
gibi sünneti de te’vil etmeye çalışan kimseler; ta ki bunları zahir
manalarından çıkartıp, sapma ve tahrif türünden istediği anlama göre
yorumlayabilsinler. Bunlar ise Eş’arî mezhebine mensub müteahhir kimselerdir.
Bu hususta en ileri derecede yorumu genişleten kimseler ise el-Gazzali[140]
ile er-Razî[141]’dirler.
"Allah
Rasûlünün kendisini vasfettiği şeyler..." ifadesi de şu demektir: Yüce
Allah Kitab-ı Kerîm’inde kendisini vasfettiği bütün sıfatlara tahrif, ta’til,
keyfiyetlendirme ve temsil sözkonusu olmaksızın iman etmek gerektiği gibi; aynı
şekilde bütün mahlukat arasında Rabbini ve O’nun hakkında inanılması
gerekenleri en iyi bilen yüce zatın Allah’ı nitelendirdiği herşeye de iman
etmek aynı şekilde gereklidir. Çünkü o, Allah’ın doğru söyleyen ve doğruluğu
tasdik eden rasûlüdür. Allah’ın salat ve selamları onun ve aile halkının
üzerine olsun.
Bunlara imanın da aynı şekilde Kur’ân’daki
buyruklara iman gibi olması gerekir. Tahrif, ta’til, keyfiyetlendirme ve
temsilden uzak bir şekilde aksine bütün bu sıfatları şanı yüce Rabbimizin
azametine yakışan şekliyle kabul etmek gerekir.
"Bu
türden bir örnek Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın şu buyruğu
gösterilebilir: "Rabbimiz her gece, gecenin son üçte biri geriye
kaldığında dünya semasına iner ve: Yok mu bana dua eden, duasını kabul edeyim.
Yok mu benden istekte bulunan, ona vereyim. Yok mu benden mağfiret dileyen ona
mağfiret edeyim, der. Hadisi Buharî ve Müslim rivayet etmiştir.[142]"
"Bunlardan
birisi de Peygamber -Sallallahu aleyhi ve sellem-’ın şu buyruğudur..."
diye naklettiği hadis-i şerif ile ilgili iki açıdan açıklamalarda bulunacağız:
1- Nakil açısından
sıhhati: Müellif -Allah Ona Rahmet Etsin-
hadisin müttefekun aleyh (Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilmiş)
olduğunu belirtmektedir. ez-Zehebî de "el-Uluvv
li’l-Aliyyi’l-⁄affar"[143]
adlı eserinde şöyle demektedir: "Nüzul ile ilgili hadisler kat’îlik ifade
edecek şekilde mütevâtirdir."
Buna göre bunun inkâr ya da reddedilmesine imkân
bulunmamaktadır.
2- Bu, hadisin ne ifade
ettiği ile ilgilidir. Bu hadis şanı yüce ve mübarek Rabbimizin her gece...
indiğini haber vermektedir.
Bunun da anlamı şudur: Nüzûl (inmek); yüce
Allah’ın celâline ve azametine yakışır bir şekilde sıfatıdır. Onun nüzûlü tıpkı
istivâsı, yaratılmışların istivâsına benzemediği gibi, yaratılmışların nüzulüne
benzemez.
Şeyhu’l-İslam (İbn Teymiyye) -Allah’ın rahmeti
üzerine olsun- İhlas suresinin tefsirinde şunları söylemektedir:
"Şanı yüce Rabbimizi, rasûlü her gece dünya
semasına inmekle vasfedip, arafe günü onun hacılara yaklaştığını belirttiğine
göre, yüce Allah da Musa ile o mübarek vadide sağ taraftan, ağaçtan konuştuğunu
sema duman halinde iken ona yöneldiğini (istivâ ettiğini) belirterek semaya ve
arza: İsteyerek ya da istemeyerek geliniz diye emrettiğini belirtmiş ise bütün
bunlarda sözkonusu olan fiillerin şu gördüğümüz varlıkların gördüğümüz
şekildeki inişi türünden olması icab etmez ki böyle bir şeyi kabul etmek bir
mekânın boşaltılmasını ve bir diğer mekânın da işgal edilmiş olmasını
gerektirir denilebilsin."[144]
O halde ehl-i sünnet ve’l-cemaat nüzulün yüce
Allah’ın gerçek anlamda ve O’nun dilediği keyfiyette olmak üzere hakiki bir
sıfatı olduğuna iman ederler. Onlar kitab ve sünnette sabit olan bütün
sıfatları kabul ettikleri gibi nüzulü de kabul ederler ve burada dururlar.
Herhangi bir keyfiyetlendirme ve temsile gitmezler. Böyle bir sıfatı reddetmez
ve ta’til etmezler. Şöyle derler: Allah Rasûlü bizlere Rabbimizin indiğini
haber vermiş, ancak nasıl indiğini bize haber vermemiştir. Ayrıca biz yüce
Allah’ın dilediğini yapan olduğunu ve herşeye de kadir olduğunu biliyoruz.
Bundan dolayı mü’minlerin havas olanları bu
değerli zamanda Rablerinin lütuflarına ve bağışlarına nail olmak maksadı ile
boyun eğerek zilletle yalvarıp, yakararak O’na ibadet etmeye kalkarlar. Allah’ın
kendilerine rasûlü vasıtası ile vaadetmiş olduğu ihtiyaçlarının karşılanmasını
ümit ederler.
"Yine
Peygamber -Sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır: "Sizden
herhangi birinizin üzerinde yükünün bulunduğu devesini bulmasından daha çok,
yüce Allah tevbe eden mü’min kulunun tevbesinden ötürü sevinir." Bu hadis
te müttefeku’n-aleyh’tir.[145]"
Müellifin işaret ettiği: "Allah... daha çok
sevinir..." hadisinin tamamı Buharî ve diğerlerindeki şekliyle şöyledir:
"Allah’ın tevbe eden mü’min kulu
dolayısıyla duyduğu sevinç, üzerinde yiyecek ve içeceği bulunan devesi ile
birlikte helâk edici özellikte uçsuz bucaksız bir çöldeki bir adama benzer. Bu
adam devesinin üzerinden inip, devesi yanıbaşında olduğu halde uykuya dalar.
Uyandığında devesinin gitmiş olduğunu görür. Onu aramaya koyulur, fakat bir
türlü bulamaz. Nihayet susuzluktan ölecek hale gelince: Allah’a yemin ederim,
yükümün bulunduğu yerde ölmek üzere geri döneceğim, der ve orada uykuya dalar,
uyandığında devesinin yanıbaşında olduğunu görür. Aşırı sevincinden dolayı
yanlışlıkla: Allah’ım sen benim kulumsun ben de senin Rabbinim der."[146]
Bu hadis-i şerif’te yüce Allah hakkında sevinmek
sıfatı söz konusu edilmektedir. Buna dair söylenecek sözler de diğer sıfatlar
hakkında söylenecek sözler gibidir: Bu şanı yüce Allah’a yakışan şekilde onun
hakiki bir sıfatıdır. Bu yüce Allah’ın meşiet ve kudretine tabi fiili
sıfatlarındandır. Burada "sevinmek" diye tabir edilen bu mana kulu
tevbe edip, kendisine döndüğü takdirde meydana gelir. Bu aynı zamanda tevbe
eden kulundan razı olmasını ve tevbesini kabul etmesini de gerektirir.
Yaratılmışın sevinmesi çeşitli şekillerde
olduğuna göre kimi zaman bu sevinç duyulan bir hafiflik, neşe ve zevk
dolayısıyla olabilir. Kimi zaman bu sevinç şımarıklık ve azgınlık dolayısıyla
olabilir. Ancak şanı yüce Allah bütün bunlardan münezzehtir. O’nun sevinmesinin
ne zatında, ne sebeplerinde, ne amaçlarında yarattıklarından hiçbirisinin
sevincine benzemez. O’nun sevinmesinin sebebi rahmetinin kemali ve kullarından
bu rahmetine nâil olmalarını dilediği kimselere ihsanda bulunması, tevbe edip,
kendisine yönelenen kimselere de nimetini tamamlamasıdır.
Sevinmenin, gereği olan rıza ile yorumlanması,
rızanın da ona mükafat verme iradesi ile yorumlanmasına gelince, bütün bunlar
yüce Allah’ın sevinme ve rızasını nefyetmek ve ta’til etmektir. Bu Muattile’nin
Rableri hakkında kötü zanları onları bu noktaya itmiştir. Çünkü onlar bu gibi
hususların mahlukatta olduğu gibi onun hakkında söz konusu olacağı vehmine
kapılmışlardır. Yüce Allah ise onların benzetmelerinden ve ta’tillerinden yüce
ve münezzehtir.
"Yine
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır: "Yüce Allah
her ikisi de cennete girecek olan ve biri diğerini öldürmüş iki adamın bu
halinden ötürü güler." Bu hadisi de Buharî ve Müslim rivayet etmiştir.[147]"
"Yüce
Allah... güler" hadisi ile ilgili olarak ehl-i sünnet
ve’l-cemaat, -bu hadisin ve
başkalarının da ifade ettiği şekilde- yüce Allah hakkında O’nun zatına yakışır
şekilde gülmek hususiyetini kabul etmektedirler. O’nun bu gülmesi, elbetteki
sevinçten dolayı bir hafiflik hissettiklerindeki yahut ta neşenin kendilerini
hafifliklere ittiğindeki gülmelerine benzemez. Aksine bu onu gerektiren hususun
varlığı sırasında zatında meydana gelen bir manadır ve bu mana O’nun meşîet ve
hikmetiyle meydana gelir.
Gülmek, yaratılmış olan varlıkta benzerleri
dışına çıkan hayret verici bir işi idrâk etmesi esnasında sözkonusu olur. Bu
hadiste sözü edilen durum da bunun gibidir. Kâfirin, müslüman kimseyi öldürme
imkanına sahib kılınması ilk anda yüce Allah’ın o kâfire gazab etmesini, onu
yardımsız bırakmasını, dünya ve âhirette onu cezalandırmasını gerektirir. Ancak
yüce Allah daha sonraları bu kâfire lütuf ve ihsanda bulunacak olur ve onu
İslâm’a girmeye hidayet edecek olup o da şehit oluncaya kadar Allah yolunda
çarpışarak cennete girmesini lutfedecek olursa, bu gerçekten hayret edilecek
işlerden birisi demektir.
Bu da şanı yüce Allah’ın rahmetinin kemalî,
kullarına ihsan ve lutfunun genişliğindendir. Müslüman Allah yolunda savaşır,
kâfir tarafından öldürülürse, müslüman kimse şehit olmak lütfuna mazhar olur.
Daha sonra yüce Allah o müslümanı öldürene lütufta bulunur, onu İslâm’a iletir
ve ona da Allah yolunda şehit olmayı nasib eder. Her ikisi de böylelikle beraberce
cennete girerler.
Yüce Allah’ın gülmesini, rıza yahut kabul ile
te’vil etmeye ya da bu iş kendisi dolayısıyla gülünen bir işe benzer ve o
konumdadır, yoksa ortada gerçek manada bir gülme yoktur; diye yorumlamaya
gelince, bu Rasûlullah -sallallahu aleyhi
ve sellem-’ın Rabbi hakkında tesbit ettiğini nefyetmektir, böyle bir yoruma
da iltifat edilmez.
"Yine
Peygamber -Sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: "Rabbimiz
hayrının yakınlığına rağmen, kullarının ümit kesmelerinden hayret eder. O sizin
darlık ve sıkıntı içerisinde halinize bakar ve sizin ümit kestiğinizi görür.
Sizin kurtuluşunuzun pek yakın olduğunu bilerek gülmeye devam eder.[148]
Bu hasen bir hadistir."
"Rabbimiz... hayret eder" hadisi
hayret etme (aceb) sıfatını hakkında tesbit etmektedir. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın şu
hadisi de bu anlamdadır: "Rabbim eğlenceye herhangi bir düşkünlüğü
bulunmayan bir gencin haline hayret eder."[149]
Yüce Allah’ın: "Evet sen şaşıyorsun, onlar
ise alay ediyorlar." (es-Saffat,
37/12) buyruğunu İbn Mes’ud "evet, ben şaşıyorum, onlar ise alay
ediyorlar" anlamına gelecek şekilde okumuştur.[150]
Yüce Allah’ın hayret etmesi, şaşkınlığı (aceb
duyması) sebeplerin gizliliğinden yahut işlerin gerçeğini bilmeyişinden
-yaratılmışların hayretinde olduğu gibi- kaynaklanmaz. Aksine bunu gerektiren
şeyin varlığı esnasında meşîet ve hikmetinin gereği olarak bu husus yüce Allah
hakkında sözkonusu olur. Gerektirici şey ise kendisinden hayret edilmesi
gereken herbir husustur. Burada Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın Rabbini nitelendirdiği hayret etmek, rahmetinin
eserlerindendir ve bu, yüce Allah’ın kemalinin bir tecellisidir. Kulların
fakirliklerine, ileri derecedeki ihtiyaçlarına rağmen yağmurun yağması
gecikecek olursa, ümitsizlik onları kuşatırsa ve onlar sadece zahiri sebeplere
bakıp kalacak olurlarsa, bunun arkasında da pek yakın ve duaları kabul edenin
kurtuluşunun gelmeyeceğini zannedecek olurlarsa, yüce Allah gerçekten onların
bu hallerine hayret eder. Bu, gerçekten hayret edilecek bir konudur. Çünkü
rahmeti herşeyi kuşatmış olduğu halde ve bu rahmetin meydana gelmesi için
sebebler bütünüyle mevcutken nasıl ümit kesebilirler?
Kulların muhtaç oluşları ve fakr-u zaruret
içeriside bulunuşları O’nun rahmetinin sebebleri arasındadır. Aynı şekilde
yağmurun yağması için dua etmek ve Allah’tan ümit etmek de bunun sebebleri
arasındadır. Sıkıntılı zamanlarla birlikte kurtuluşu nasib etmek, zorlukla
birlikte kolaylığı vermek, darlık ve sıkıntının devamlı olmayışı yüce Allah’ın
yarattıklarında cereyan edegelen bir adetidir. Buna ek olarak bir de güçlü bir
şekilde Allah’a sığınılır, Allah’ın lütfuna ümit bağlanır, O’na yalvarılıp
yakarılacak olursa, Allah da hatıra gelmeyecek kadar rahmetinin hazinelerini
üzerlerine açar.
Ümit kesmek anlamına gelen "el-kunût"
"kanata"nın mastarıdır. Bu Allah’ın rahmetinden ümit kesmek demektir.
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Rabbinin rahmetinden sapıklardan başka
kim ümit kesebilir?" (el-Hicr,
15/16)
"Hayrının yakınlığına rağmen" ise
lütuf ve rahmetinin yakınlığına rağmen demektir. "Hayrı" kelimesi
"ğıyeri" diye de rivayet edilmiştir ki "ğıyer" bir şeyin
değiştirilmesi, değişikliğe uğraması kökünden gelmektedir. Nitekim
"istiska hadisi (yağmur duası)"nde şöyle denilmiştir: "Kim
Allah’ı inkâr eder ise ğıyer ile karşılaşır."[151]
Bundan kasıt ise halin değişikliğe uğraması ve iyilikten fesada, bozuluşa doğru
yönelmesi demektir.
"Yine
Peygamber -Sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır: "Cehennem
izzetin Rabbi oraya ayağını (ricl) -bir rivayette ise: kademini- koyuncaya ve
bunun sonucunda biri birinin içine geçinceye ve nihayet: Artık yeter, artık
yeter deyinceye kadar, içine (cehennemlikler) her atıldıkça o: Daha var mı?
deyip durur." [152]
Bu hadis muttefekun aleyh (Buharî ve Müslim tarafından rivayet
edilmiş)’dir."
"... Cehennem... demeye devam eder..."
hadisinde yüce Allah hakkında ricl ve kadem (ayak) sözkonusu edilmektedir. Bu
sıfat da diğer sıfatlar gibi değerlendirilir. Onun azametine yakışır şekilde bu
sıfata sahib olduğu kabul edilir.
Yüce Allah’ın cehennem ateşine ayağını
koymasındaki hikmete gelince, O’nun: "Andolsun ki Ben cehennemi cin ve
insanlarla dolduracağım." (Hud,
11/119) buyruğunda geçtiği üzere orayı dolduracağını vaadetmiş olmasıdır.
Günahsız olarak kimseyi azab etmemesi, O’nun
rahmet ve adaletinin bir gereği olduğundan, cehennem ise son derece geniş ve
derin olduğundan yüce Allah vaadini gerçekleştirmek üzere içine ayağını
koyacak, işte o vakit cehennemin her iki tarafı birbirine kavuşmuş olacak ve
onda fazlalık kalmayacaktır.
Cennette ise yüce Allah’ın cennetliklere pek çok
lütuf ve ihsanlarda bulunacak olmasına, onların yerlerini geniş tutacak
olmasına rağmen, cennet ehlinin bulunmadığı geniş yerler de kalacaktır. Hadis-i
şerif’te sabit olduğu üzere bu yerler için yüce Allah başka yaratıklar var
edecektir.[153]
"Yine
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyuracaktır: "Yüce Allah ey
Adem diye buyuracak, Adem emret Rabbim emrine hazırım diyecek. Ona şöyle bir
sesle nida edilecek: Şüphesiz Allah sana soyundan gelenler arasından cehennem
ateşine gidecekleri çıkartmanı emretmektedir..." hadis muttefeku’n-aleyh
(Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilmiş)’dir.[154]"
"Yine
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır: "Kişinin kendisi
ile Rabbi arasında herhangi bir tercüman bulunmaksızın, aranızda Rabbinin
kendisi ile konuşmayacağı hiçbir kimse yoktur."[155]
"Yüce Allah ey Âdem... diye
buyuracak..." diye başlayan bu iki hadis-i şerif’te yüce Allah hakkında
söz söylemek, nidâ’da bulunmak ve yüce Allah’ın konuşması (teklim)’i sözkonusu
edinmektedir. Ehl-i sünnet ve’l-cemaatin bu husustaki mezhebini daha önceden
açıklamış, onların şanı yüce Allah’ın bu fiilî sıfatlarına iman ettiklerini ve
bu fiilî sıfatların O’nun meşîet ve hikmetine tabi olduğunu kabul ettiklerini
belirtmiştik. Sözkonusu bu sıfatlar dedi, der, nidâ etti, nidâ eder, konuştu,
konuşur... diye zikr edilmiştir. O’nun söz söylemesi, nidâsı ve konuşması
harflerle ve seslerle olur. Bunları da nidâ ettiği, seslendiği ve kendisiyle
konuştuğu kimseler duyarlar. Bu açıklamalar Allah’ın kelâmı kadim’dir, O’nun
kelâmı harfsiz ve sessizdir, diyen Eş’arîlerin görüşlerini reddetmektedir.
İkinci hadis yüce Allah’ın bütün kulları ile
aracısız olarak konuşacağını ortaya koymaktadır. Bu ise umumi bir konuşmadır,
çünkü bu, hesaba çekmek için olacaktır. Böyle bir konuşma mü’mini, kâfiri,
iyiyi, kötüyü kapsar. Yüce Allah’ın:"Allah onlarla konuşmayacaktır." (el-Bakara, 2/174, Al-i İmran, 3/77)
buyruğuna aykırı değildir. Çünkü burada olmayacağı belirtilen konuşma
kendisiyle konuşulanı sevindirecek türden olan konuşmadır. Bu özel bir konuşma
şeklidir. Bunun karşılığında ise şanı yüce Allah’ın cennet ehline sevgi, rıza
ve ihsanı ifade edecek şekilde konuşması yer almaktadır.
Yine
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- hasta olanın rukye (okumak suretiyle)
tedavisi hakkında şöyle buyurmuştur: "Ey semada olan Rabbimiz Allah, ismin
pak ve münezzehtir. Emrin hem semada, hem yerde geçerlidir. Nasıl ki semada
rahmetin varsa, yeryüzünde de rahmetini ihsan et. Günahımızı bağışla,
hatalarımızı bağışla. Sen iyilerin Rabbisin. Rahmetinden bir rahmet, şifandan
bir şifayı bu ağrıya indir.[156]
[O vakit bu hasta iyileşir.]" [157] [Hasen bir hadistir.][158]
Bu hadisi Ebu Davud [ve başkaları] [159]
rivayet etmiştir.
Yine
Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Semada bulunanın emini olduğum halde bana
güvenmez misiniz?"[160]
[Sahih bir hadistir.] [161]
Yine
Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Ve arş [suyun][162]
üstündedir. Allah da arşın üstündedir ve O sizin neyin üzerinde (halinizin ne
olduğunu) bilir." [163]
[Hasen bir hadistir. Bunu Ebu Davud ve başkaları rivayet etmiştir.][164]
Yine
Peygamber cariye’ye: "Allah nerede?" diye sormuş, o: Semadadır, diye
cevap vermiş. Bu sefer: "Ben kimim?" diye sormuş, yine cariye: Sen
Allah’ın Rasûlüsün deyince, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-: "Sen
bunu azad et, çünkü o mü’min birisidir." demiştir.[165]
Bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir.
Peygamber efendimizin: "Ey semada olan
Rabbimiz Allah..." diye başlayan ilk hadisi ile [ikinci hadisi][166]
yüce Allah’ın uluvv ile fevkıyyeti (yani yukarıda ve üstte oluşu) hususunda
açık ifadeler taşımaktadır. O bakımdan bu yüce Allah’ın: "Gökte olanın
sizi yere geçirmesinden emin mi oldunuz?" (el-Mülk, 67/16) buyruğuna benzemektedir.
Daha önceden şöyle demiştik: Bu nasslardan kasıt
semada yüce Allah’ı ihtiva eden bir zarfın bulunduğunu anlatmak değildir.
Aksine: "fi: ...de, da" birçok ilim ehli ve dilbilginlerinin
söyledikleri gibi "ala: üzerinde, ...e, a" anlamındadır ve birçok
yerde "fi" edatı "alâ" anlamında da kullanılmaktadır. Yüce
Allah’ın: "Ve andolsun hurma dallarına asacağım." (Tâ-hâ, 20/71) buyruğunda olduğu gibi;
yahut ta semadan kasıt üst cihettir. Her iki anlama göre de bu buyruklar yüce
Allah’ın yarattıklarının üstünde oluşuna dair açık bir nass teşkil etmektedir.
Sözü geçen rukye (okumak yoluyla hastaya şifa
talebinde bulunmak, tedavi etmek) hadisinde rububiyeti, uluhiyeti, isminin
takdisi, yarattıklarının üstünde oluşu, şer’î ve kaderî emrinin umumi oluşu
belirtilerek O’na senada bulunulmak suretiyle tevessülde bulunulmaktadır. Daha
sonra da bütün semavattakileri kuşatan rahmeti vesile olarak zikredilip
yeryüzünde bulunanlara da bu rahmetinden bir pay ayırması istenmektedir.
Arkasından büyük ve küçük günahların bağışlanması için yalvarılmaktadır. Sonra
da yüce Allah’ın kulları arasından hoş ve temiz kimseler olan peygamberler ile
onlara tabi olanlar hakkındaki özel anlamıyla rububiyeti vesile kılınmaktadır.
Bu rububiyetinin eserleri arasında ise onları din ve dünyanın gizli ve açık
nimetlerine garketmiş olmasıdır.
Yüce Allah’a bu çeşitli vesileler ile yapılan
bir duanın hemen hemen reddi sözkonusu olmaz. Bundan dolayı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bu duadan
sonra ne kadar hastalık varsa, mutlaka ortadan sildiği Allah’ın şifasını
istemek için dua etmiş bulunmaktadır. Bu duasında da yüce Allah’tan başkasına
yalvarmak sözkonusu değildir. Bu duada Allah’tan başkasına yapılan herhangi bir
yalvarıp yakarma yoktur.
Birtakım zatlarla, şahıslarla, filanın hakkı,
filanın yüzü suyu hürmeti ve buna benzer ifadeler ile vesileler kılan, aracılar
koyan, kabir abidleri acaba bunun farkına varırlar mı?
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın: "Arş da suyun üzerindedir..."[167]
hadisine gelince, bu hadiste hem yüce Allah’ın arşının üstünde oluşuna, hem ilminin
bütün varlıkları kuşatmasına iman birarada zikredilmektedir. Yakınlığı halinde
bile yüce olan, yüceliğinde bile yakın olan Allah’ın şanı ne yücedir! O bütün
eksikliklerden münezzehtir.
Dördüncü hadise[168]
gelince, bu hadis Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın yüce Allah’ın yarattıklarının üzerinde olduğunu itiraf
eden cariyenin mü’min olduğuna tanıklığını ihtiva etmektedir. İşte bu yüce
Allah’ın yukarıda oluş (uluvv) sıfatının en büyük sıfatlarından birisi
olduğunun delilidir. Çünkü Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- diğer sıfatlar arasında özellikle onun hakkında soru
sormuştur. Yine yüce Allah’ın her bakımdan mutlak olan uluvv’üne (yukarda
oluşuna) iman etmenin imanın en büyük esaslarından birisi olduğuna da delildir.
O’nu inkâr eden bir kimse sahih bir imana sahib olmaktan da yoksun kalır.
Allah’ı, Rasûlünden daha iyi bildiği iddiasını
ortaya koyarcasına bu sıfatları nefyeden Muattile diye bilinen bu ahmak
kimselere hayret doğrusu! Bu hadiste görüldüğü gibi kimi zaman başkasına soru
sormak suretiyle, kimi zaman da: Rabbimiz nerede idi? Diye soru soran kimseye
bu şekilde cevab vermek suretiyle bizzat Allah Rasûlü bu lafzı kullandığı
halde, onlar yüce Allah’ın "nerede oluşu" ile ilgili bilgileri kabul
etmemektedirler.
Yine
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır: "İmanın en
faziletlisi nerede olursan ol, Allah’ın seninle beraber olduğunu
bilmendir."[169]
Bu hasen bir hadistir. Bir başka hadisinde şöyle buyurmuştur: "Sizden
herhangi bir kimse namaza kalktığında yüzünün döndüğü tarafa doğru ve sağına
sakın tükürmesin. Çünkü yüce Allah onun yüzünü döndüğü taraftadır, ama soluna
yahut ta ayağının altına (tükürebilir.)[170]
Hadis müttefeku’n-aleyh (Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilmiş)dir.
Bir başka
hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Yedi semavatın [ve arzın][171]
Rabbi! Büyük arşın Rabbi olan Allah’ım!
Bizim Rabbimiz ve herşeyin Rabbi, taneyi ve çekirdeği yaran, Tevrat’ı,
İncil’i ve Kur’ân’ı indiren. Ben [nefsimin şerrinden] [172]
ve alnından yakaladığın herbir canlının şerrinden sana sığınırım. Sen ilk
olansın, senden önce hiçbir şey yoktur. Sen ahirsin, senden sonra da hiçbir şey
yoktur. Sen zâhirsin, senin üstünde hiçbir şey yoktur. Sen batınsın, senden öte
bir şey yoktur. Benim borcumu öde ve fakirlikten, muhtaçlıktan beni
kurtar." [173]
Müslim’in [rivayeti] [174]
bu şekildedir.
Yine
[ashab-ı kiram] [175]
zikrederlerken seslerini yükselttiklerinde Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Ey insanlar, kendinize acıyınız. Çünkü sizler ne sağır olan birisine, ne
de gaib (hazır olmayan) birisine dua ediyorsunuz. Sizler herşeyi işiten
[herşeyi gören] [176]
ve çok yakın olan birisine dua ediyorsunuz. Sizin kendisine dua ettiğiniz
sizden herhangi birinize devenizin boynundan bile daha yakındır." [177]
Hadis muttefekun aleyh (Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilmiş)’dir."
"İmanın en faziletli hali...
bilmendir." hadisinde imanın en faziletli halinin ihsan ve murakabe
(Allah’ın gözetimi altında olduğunu bilmek) makamı olduğunu göstermektedir. Bu
ise kulun görüyor ve O’nu müşahede ediyormuşcasına Rabbine ibadet etmesidir.
Nerede olursa olsun, Allah’ın da kendisiyle birlikte olduğunu bilmesidir. Her
ne konuşur, ne yapar ve her ne işe dalarsa mutlaka yüce Allah’ın kendisini
görmekte ve gözetmekte olduğunu bilmesidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Herhangi bir işte bulunsan, ona dair Kur’ân’dan bir şey okusan ve siz her
ne yaparsanız yapınız, o işe daldığınızda biz mutlaka üzerinize şahidiz." (Yunus, 10/61)
Şüphesiz ki kul bütün hallerinde yüce Allah’ın
bu beraberliğini hatırından çıkartmayacak olursa, Allah’ın yasaklamış olduğu
bir yerde kendisini görmesinden yahut ta yapmasını emretmiş olduğu bir işi
yapmadığını tesbit etmesinden utanır. Bu durumda böyle bir birlikte oluşa
inanç, Allah’ın haram kıldığı şeylerden uzak durmaya ve yerine getirilmesini
emretmiş olduğu itaat olan işleri zahiren ve batınen en mükemmel şekilde
yapmakta eli çabuk tutmak için çok yardımcı olur. Özellikle kul ile Rabbi
arasında bir sesleniş ve en büyük bağı teşkil eden namaza başlaması halinde bu
böyledir. Bu durumda kalbi huşu ile dolar, yüce Allah’ın azamet ve celalini
hatırlar. Namazın dışındaki hareketleri azalır, önüne ya da sağına tükürmek
gibi Rabbine karşı güzel olmayan edebe aykırı davranışları olmaz.
Peygamber efendimizin: "Sizden herhangi bir
kimse namaza kalktığında..." diye başlayan hadis-i şerif’i yüce Allah’ın
namaz kılan kimsenin kıblesinin karşısında olduğuna delil teşkil etmektedir.
Şeyhu’l-İslam (İbn Teymiyye): "el-Akîdetu’l-Hameviyye" adlı eserinde[178]
şöyle demektedir:
"Şüphesiz ki hadis zahiri üzeredir ve
haktır. Şanı yüce Allah arşın üstündedir ve O namaz kılanın kıblesinin
karşısındadır. Hatta bu vasıf mahlukat hakkında da böyledir. Çünkü insan şâyet
semaya yahut güneşe ve aya dua edecek olursa, şüphesiz ki sema, güneş ve ay
onun üzerinde bulunur ve aynı şekilde bunlar yüzünü döndürdüğü tarafta
bulunurlar."
"Göklerin ve yerin Rabbi olan
Allah’ın..." hadisi de yüce Allah’ın ilk (el-evvel), âhir, zahir ve bâtın
isimlerini ihtiva etmektedir. Bunlar yüce Allah’ın güzel isimlerindendir.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- da
bunları herhangi bir kimsenin başka bir söz söylemesine ihtiyaç bırakmayacak
şekilde açıklamış bulunmaktadır. O Rabbinin isimlerini ve bu isimlere delâlet
eden anlamları bütün yaratıklar arasında en iyi bilendir. Dolayısıyla kim olursa
olsun, O’ndan başkasının sözlerine iltifat edilmez.
Yine hadis-i şerif’te peygamberimiz bizlere
dilekte bulunmadan önce yüce Rabbimize nasıl övgülerde bulunacağımızı da
öğretmektedir. O bu hadisiyle yüce Allah’a herşeyi kuşatan umumi ve kapsamlı
rububiyetini sözkonusu ederek, O’nu övmekte daha sonra O’nun kullarına hidayet
ve nuru getirmiş olan üç kitabı indirmiş olmasında müşahhaslaşmış özel
rububiyetini, arkasından kendisinin ve yaratmış olduğu ve kötülük verebilme
imkânına sahip herbir varlığın şerrinden O’na sığınmakta, sonra da hadisin
sonlarında borcunu ödeyip kendisini ihtiyaçtan kurtarmasını dilemektedir.
"Ey insanlar! Kendinize acıyınız..."
hadisine gelince, bu hadis şanı yüce Allah’ın kullarına ne kadar yakın olduğunu
ve seslerini yükseltmelerine ihtiyacının bulunmadığını dile getirmektedir.
Çünkü yüce Allah hem gizlice söylenen sözleri, hem de fısıltıları bilir.
Hadis-i şerif’te sözü edilen bu yakınlık kuşatıcılık, ilim, işitmek ve görmek
anlamı ile bir yakınlıktır. O’nun kullarının üzerinde oluşuna aykırı değildir.
"Peygamber
-sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: "Sizler ondördünde ay’ı
onu görmek için herhangi bir sıkıntı çekmeden gördüğünüz gibi Rabbinizi
göreceksinizdir. Bundan dolayı eğer güneş doğmadan önceki bir sabah namazını
cemaatle kılmak ve batmadan önceki bir ikindi namazını geçirememek (vaktinde
eda etmek) gücünüz varsa, bunu yapınız."[179]
Hadis müttefekun aleyh’tir."
Sahih ve mütevatir olan bu hadis-i şerife daha
önce mü’minlerin cennette Allah’ı göreceklerine ve onun kerim zatının, kerim
vechine bakmakla ni’metleneceklerine dair âyet-i kerîmelerin delâlet ettiği
hususların da lehine tanıklık etmektedir.
Âyet ve hadislerden oluşan bu nasslar şu iki
hususu göstermektedir:
1- Yüce Allah’ın
yaratıklarının üstünde oluşuna delildir. Çünkü bu nasslar onların Rablerini
üstlerinde olduğu halde görecekleri hususunda açık ifadeler taşımaktadır.
2- En büyük nimet çeşidi
şanı yüce Allah’ın kerim vechine bakmaktır.
Peygamber efendimizin: "Ondördünde ay’ı
gördüğünüz gibi" diye buyurmasından kasıt görmenin görmeye
benzetilmesidir. Görülenin görülene benzetilmesi değildir. Yani onların
Rablerini görmeleri ayın en mükemmel hali olan ondördünde olup, herhangi bir
bulut tarafından gölgelenmediği sıradaki görülmesi ne kadar açık seçik ise
Rablerini de görmeleri böylece olacaktır. Bundan dolayı hemen arkasında:
"Onu görmekte herhangi bir sıkıntı çekmeksizin..." kaydını
kullanmıştır. Bu ibarenin bir rivayeti de birbirinizi sıkıştırmaksızın ve
biriniz diğerine yapışmaksızın anlamına da gelebilir. Bir rivayette de; onu
görmekte siz herhangi bir sıkıntı ya da bir aldanışa düşmeyeceksiniz,
anlamındadır.
Bu hadis-i şerif’te Peygamber -Sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
özellikle ikindi ve sabah namazlarını kılmaya teşvikte bulunması, bu namazları
cemaatle birlikte kılmaya özen gösteren kişinin her türlü nimetin kendisine
oranla küçüldüğü, o mükemmel nimete nail olacağını gösterdiği gibi, diğer
hadisin de delâlet ettiği üzere bu iki namazın önemini vurgulamaktadır:
"Gece melekleri ile gündüz melekleri aranızda görev teslimi yaparlar ve bu
melekler sabah namazı ile ikindi namazında bir arada olurlar."[180]
Hadis müttefeku’n-aleyh (Buharî ve Müslim
tarafından rivayet edilmiştir.)
"...
ve Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın Rabbi hakkında bize haberler
verdiği benzeri daha başka hadisler de vardır.
Şüphesiz
ki Fırka-i Nâciye (kurtulmuş fırka) olan ehl-i sünnet ve’l-cemaat Allah’ın
kitabında haber verdiği şeylere iman ettikleri gibi, bunlara da herhangi bir
tahrif ve ta’til, herhangi bir keyfiyetlendirme ve misillendirme sözkonusu
olmaksızın iman ederler. Aksine onlar ümmetin fırkaları arasında vasattırlar.
Tıpkı bu ümmetin diğer ümmetler arasında vasat ümmet oluşu gibi."
Müellif-Allah
Ona Rahmet Etsin-: "Ve benzer, diğer hadisler..." sözleri ile
şunu anlatmak istemektedir: Zikretmiş olduğu hadisler sıfatlara dair haberlerde
varid olanların tamamı olmadığından dolayı onun sözkonusu etmiş olduğu bu
hadislerin benzerleri ile Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın Rabbi hakkında başka hadislerde haber verdiğine de
dikkat çekmektedir. İşte diğer hadislerin de hükmü budur. Yani bu hadislerin
ihtiva etmiş olduğu yüce Allah’ın isim ve sıfatlarına da iman etmek gerekir.
Daha sonra ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in inancının
mahiyetini, pekiştirici ifadelerle dile getirmektedir. Onlar sahih sünnette
varid olmuş sıfatlara inanırlar. Tıpkı yüce Allah’ın Kitab-ı Kerîm’inde haber
verdiklerine inandıkları gibi, herhangi bir tahrif, ta’til, keyfiyetlendirme ve
temsil yoluna da gitmezler.
Arkasından ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in bu ümmet
arasında bulunan çeşitli sapık fırkalar arasında vasat olduğunu, tıpkı bu
ümmetin önceki ümmetler arasında vasat ümmet oluşuna benzediğini bildirmektedir.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. Bütün
insanlara karşı şâhidler olasınız, bu peygamber de size karşı şâhit olsun
diye." (el-Bakara, 2/143)
"Vasat
" adaletli, hayırlı kimseler anlamındadır. Nitekim bu hususta
(anlamının bu olduğuna dair) hadis vârid olmuştur.[181]
O halde bu ümmet zarar veren aşırılığa sapmış
ümmetler ile helâke götüren kusurlu yollara meyletmiş ümmetler arasında vasat
bir ümmettir.
Ümmetlerden kimisi yaratılmışlar hakkında
aşırılığa kaçmış ve onlar hakkında yaratıcının sıfatlarının ve haklarının bir
kısmını kabul etmişlerdir. Mesih -Aleyhisselam-
ve rahibler hakkında aşırıya kaçmış hristiyanlar gibi.
Kimileri peygamberlere ve peygamberlerin izinden
gidenlere katı davranmış, hatta onları öldürmüş, onların davetlerini
reddetmiştir. Zekeriya ve Yahya’yı öldüren, Mesih’i öldürmeye kalkışan ve ona
iftirada bulunan yahudiler gibi.
Bu ümmet ise Allah’ın göndermiş olduğu bütün
rasûllere iman etmiş, onların risaletlerine inanmış, Allah’ın kendilerini üstün
kılmış olduğu yüce makamlarını kabul etmişlerdir.
Yine bazı ümmetler kötü, pis olsun, temiz olsun
herşeyi helâl kabul etmiştir.
Bazıları ise aşırıya kaçarak, haddi aşarak
tertemiz olan şeyleri haram kılmıştır.
Yüce Allah ise bu ümmete hoş ve temiz şeyleri
helal kılmış, pis ve murdar şeyleri de haram kılmıştır.
Ve buna benzer yüce Allah’ın vasat olmakla
kemali yakalamış olan bu ümmete lutfetmiş olduğu daha pek çok hususlar da
vardır.
İşte ehl-i sünnet ve’l-cemaat de böyledirler.
Onlar sırat-ı müstakim’den sapmış bulunan ümmetin bid’atçi fırkaları arasında
orta yolu tutturmuş vasat fırkadır.
"Onlar
şanı yüce Allah’ın sıfatları bahsinde ta’til ediciler olan cehmiye[182]
ile temsil ehli olan müşebbihe[183]
arasındadır(vasat)lar."
"Onlar yüce Allah’ın sıfatları bahsinde...
vasattırlar" ifadeleri şu demektir: Ehl-i sünnet ve’l-cemaat yüce Allah’ın
sıfatlarını kabul etmeyerek yüce zatı bu sıfatlara sahib olmadığını belirten
ta’til ediciler ile bu hususta varid olmuş âyet ve hadisleri sahih manalarından
uzaklaştırıp sağlam bir delil ile açık bir aklî belgeye dayanmaksızın,
kendisinin inancına göre tahrif ederek yorumlayanlar arasında orta yolu takib
etmişlerdir. Bu tahrifçiler mesela Allah’ın rahmeti, O’nun ihsanda bulunmak iradesi,
eli O’nun kudreti, gözü O’nun koruması ve gözetmesi, arşın üzerine istiva
etmesi, istila edip kuşatması demektir... diye açıklarlar ve buna benzer
Rableri hakkındaki kötü zanları ile bu sıfatların O’nun zatı ile kaim olmasının
ancak bu sıfatların yaratılmış varlıklarda bulunduğu şekliyle bulunması halinde
akıl ile kavranılabileceği vehmine kapılmaları sonucunda içine düştükleri daha
başka türden diğer nefy ve ta’til örnekleri de vardır. Şu beyiti söyleyen ne
güzel söylemiş:
"Te’vil yapan kimsenin te’vilinin en ileri
derecesi şu ki:
Bir takım zanlarda bulunarak,
Rahman hakkında bilmedikleri şeyleri
söylerler."
Sıfatları ta’til eden kimselere cehmiye
denilmesinin sebebi Tirmiz’li ve fitne ve sapıklığın başını çeken Cehm b.
Safvan’a nisbetledir. Bu lafız anlamı itibariyle geniş bir kullanma alanına
ulaşmış ve sonunda isim ve sıfatlardan herhangi birisini kabul etmeyen herkes
hakkında kullanılır olmuştur. Bundan dolayı cehmiye, filozof, mutezile,
eş’ariye, batınî karmatîler gibi bütün fırkaları kapsayan bir isimdir.[184]
İşte ehl-i sünnet ve’l-cemaat sıfatları nefyeden
bu cehmiye ile yüce Allah’ı yarattıklarına benzeten ve O’nu kullarının misli
gibi kabul eden, temsile sapan müşebbihe arasında vasattırlar.
Yüce Allah: "O’nun benzeri hiçbir şey
yoktur" buyruğu ile müşebbihe’nin kanaatlerini "ve O herşeyi
işitendir, görendir" buyruğu ile de Muattile’nin kanaatlerini reddederek
aynı âyet-i kerîme’de (eş-Şûrâ, 42/11) her iki kesimin de kanaatlerini
reddetmiş olmaktadır.
Hak ehli ise yüce Allah’ın sıfatlarını temsil
sözkonusu olmaksızın kabul edenler ve ta’til sözkonusu olmaksızın O’nu
yaratılmışlarına benzemekten tenzih eden kimselerdir. Böylelikle hak ehli, her
iki kesimde bulunan en güzel hususiyetleri kendisinde toplamış olmaktadır. Yani
hem tenzih, hem de sıfatların isbatını kabul etmektedir. Bununla birlikte
hataya düşüp yanlışlık yaptıkları ta’til ve teşbihi de terketmiş
bulunmaktadırlar.
Cebriye ve Kaderiye:
"Onlar
aynı şekilde yüce Allah’ın fiilleri hususunda da Cebriye[185]
ile Kaderiye[186] [ile başkaları arasında][187]
vasattırlar."
"...Onlar... vasattırlar..."
ifadelerine gelince, büyük ilim adamı Muhammed b. Abdu’l-Aziz b. Manî’ bu
ifadeler ile ilgili olarak şu açıklamaları yapmaktadır[188]
:
"Şunu bil ki insanlar kulların fiilleri
hususunda farklı görüşlere sahiptirler: Bu fiil Rabbin makdûru (kudretinin bir
neticesi) midir? Yoksa kulun makduru mudur?
el-Eş’arî ve ona tabi olanlar şöyle demişlerdir:
Makdura etki eden şey kulun kudreti değil, Rabbin kudretidir. Mutezile’nin
çoğunluğu -ki bunlar kaderi kabul etmeyen Kaderiye’dir- de şöyle demişlerdir:
Yüce Rab kulun kudreti ile yaptığı şeyin bizatihi kendisine kadir değildir.
Acaba kulun güç yetirdiği şeyin benzerine kadir midir? hususunda da farklı
görüşlere sahibtirler. Ebu Ali, Ebu Haşim gibi Basra’lılar bu soruya olumlu
cevab verirlerken, el-Ka’bî ile ona tabi olan Bağdat’lılar bunu kabul etmezler.
Hak ehli ise şöyle demişlerdir: Kullar
işledikleri fiilleriyle Allah’a itaatkâr ya da isyankâr olurlar. Bunlar yüce
Allah tarafından yaratılmışlardır. Şanı yüce Allah bütün mahlukatı tek başına
yaratır, O’ndan başka mahlukatın yaratıcısı yoktur.
Buna göre Cebriye kaderi kabul etmekte aşırı
gitmiş ve kulun fiilini kökten kabul etmemişlerdir.
Kaderi reddeden Mutezile ise kulların Allah ile
birlikte yaratıcı olduğunu kabul etmişlerdir. Bundan dolayı onlara bu ümmetin
mecusileri denilmiştir.
Yüce Allah ehl-i sünnet olan mü’minleri kendi
izniyle hak ile ilgili olarak ihtilâfa düştükleri hususlarda hidayete
iletmiştir. Allah dilediğini dosdoğru yola iletir. Ehl-i sünnet şöyle
demişlerdir: Kullar fiilleri işleyenlerdir. Kulları da, fiillerini de yaratan
Allah’tır. Nitekim yüce Allah: "Halbuki sizi de, yapıp ettiklerinizi de
Allah yaratmıştır." (es-Sâffât,
37/96) diye buyurmaktadır."
Biz bu ifadeleri aynen nakletmiş bulunuyoruz.
Çünkü gerçekten de kader ve kulların fiilleri ile ilgili görüş belirtmiş
mezheblerin çok güzel bir özeti mahiyetindedir.
"Allah’ın
vaîdi (tehdidi) hususunda da Mürcie[189]
ile Kaderiye’ye ve başkalarına mensub Vaîdiye [190]
[arasında] [191] dırlar."
"Allah’ın vaîdi (azab tehdidi)
hususunda..." sözleri şu demektir: Ehl-i sünnet ve’l-cemaat vaîd (azab ile
tehdit) hususunda da aşırıya gidenler arasında orta yolu temsil eden
vasattırlar. Aşırıya giden Mürcie şöyle derler: Nasıl ki küfür ile birlikte
itaatin faydası söz konusu değilse, iman ile birlikte günahın da hiçbir zararı
olmaz. Bunların iddialarına göre iman sadece kalb ile tasdikten ibarettir.
İsterse dil ile bunu söylemese bile. Onlara ircâ’a nisbet edilerek bu isim
verilmiştir. Bu da ertelemek, geriye bırakmak anlamındadır. Çünkü onlar (bu
görüşleriyle) ameli imandan geri bırakmış olmaktadırlar.
Bu anlamıyla ircâ’ın kişiyi dinden çıkartacak
türden bir küfür olduğunda şüphe yoktur. Çünkü iman için hem sözle söylemek,
hem kalbten inanmak, hem de azalarla amel etmek kaçınılmaz bir şeydir.
Bunlardan birisi olmayacak olursa, kişi mü’min olamaz.
Ebu Hanife gibi Kufe’lilerin önder ilim adamları
ile daha başkalarına nisbet edilen Mürcie’liğe gelince, onlar şöyle derler:
Ameller imandan değildir. Ancak bununla birlikte onlar da ehl-i sünnet gibi
yüce Allah’ın büyük günah işleyen kimselerden dilediği kimseleri cehennem
ateşinde azablandıracağını kabul etmektedirler. Daha sonra yüce Allah şefaat ve
başka bir yolla bu kimseleri cehennemden çıkartacaktır. Ayrıca onlar da iman
için dil ile söylemeyi kaçınılmaz kabul ettikleri gibi, farz olan amellerin
yerine getirilmesi gerektiğini ve onları terkedenin yerilmeyi ve
cezalandırılmayı hakettiğini de kabul ederler. Böyle bir ircâ’ asla küfür değildir.
Her ne kadar sonradan ortaya çıkmış batıl bir söz olsa dahi. Çünkü onlar
amelleri imanın dışına çıkartmış olmaktadırlar.
Vaîdiye’ye gelince, bunlar aklen Allah’ın
isyankâr kimseyi cezalandırması gerektiğini kabul ederler. Tıpkı itaat eden
kimseyi mükâfatlandırması vacib olduğu gibi. Onlara göre büyük günah işleyip,
tevbe etmeden ölen kimseye Allah’ın mağfiret etmesi caiz değildir. Ancak
mezhebleri bâtıldır, kitab ve sünnete muhaliftir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez.
Ondan başkasını da dilediğine bağışlar."
(en-Nisâ, 4/48 ve 116)
Tevhid üzere ölen isyankâr kimselerin cehennem
ateşinden çıkartılıp cennete gireceklerine dair hadisler ise pek çoktur.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in mezhebi işte
Mürcie’den olup vaidi (tehdidi) kabul etmeyenler ile vaidi gerekli gören
Kaderiye mensubları arasında orta bir yoldur. Ehl-i sünnete göre büyük günah
işleyerek ölen kimsenin durumu Allah’a kalmıştır. Dilerse onu cezalandırır,
dilerse onu affeder. Az önceki âyetin delâlet ettiği gibi.
Bu günahı dolayısıyla kulu cezalandıracak
olursa, elbetteki kâfirler gibi orada ebedi kalmaz. Aksine cehennemden çıkar ve
cennete girer.
"İman[ın
isimleri] [192] ve din
hususunda ise Harurîler [193]
ile Mutezile [194] arasında
ve Mürcie ile Cehmiye [195]
arasındadırlar."
"İmanın... isimleri hususunda da..."
ifadesine gelince: İsimler ve bu isimlerin hükümleri meselesi İslam tarihinde
farklı mezhebler arasında anlaşmazlıkların ortaya çıktığı ilk meselelerdendir.
Siyasi olaylar ile o dönemlerde Ali ile Muaviye (r.anhuma) arasında meydana
gelen savaşlar ile bunlara bağlı olarak ortaya çıkan Hâricî’ler, Râfızî’ler ve
Kaderî’lerin bu anlaşmazlıklarda pek büyük etkisi olmuştur.
"İsimler" ile burada kastedilen
mü’min, müslim, kâfir, fâsık ve buna benzer dine bağlı olarak verilen
isimlerdir.
"Hükümler" ile kastedilen ise bu
isimleri taşıyan kimselerin dünya ve âhirette tabi olmaları gereken
hükümlerdir.
Haricîler, Harurîler ve Mutezile kalbiyle tasdik
edip, dili ile ikrar eden ve bütün farzları yerine getirmekle birlikte bütün
günahlardan kaçınan kimseler dışında kimse iman ismine layık değildir, derler.
Onlara göre büyük günah işleyen (murtekib-i kebire)ye her iki kesimin ittifakı
ile mü’min adı verilmez.
Ancak böyle bir kimseye kâfir adı verilir mi,
verilmez mi? hususunda farklı görüşlere sahibtirler.
Hariciler böyle bir kimseye kâfir derler. Kanını
ve malını helâl kabul ederler. Bundan dolayı Ali, Muaviye ve onlarla birlikte
olanlara kâfir demişler ve kâfirlerin neleri helal oluyor ise bunların da aynı
durumda, sahib olduklarının helâl olduğunu kabul etmişlerdir.
Mutezile ise şöyle demişlerdir: Büyük günah
işleyen kimse imandan çıkar fakat küfre girmez. O iki menzile arasındaki bir
yerdedir. Bu da Mutezile mezhebinin üzerinde yükseldiği esaslardan birisidir.
Yine her iki kesim büyük günah işleyerek tevbe
etmediği halde ölen kimsenin ebedi olarak cehennemde kalacağını ittifakla kabul
etmişlerdir.
Buna göre bu iki fırka iki hususta birbirleriyle
ittifak halindedirler:
1- Büyük günah işleyen
kimseye mü’min adının verilemeyeceği,
2- Kâfirlerle birlikte
cehennemde ebedi kalacağı.
İki hususta da birbirleriyle ihtilaf
etmektedirler:
1- Böyle birisine kâfir
adı verilmesi,
2- Kanının ve malının
helal kabul edilmesi. Bu ise dünyevi bir hükümdür.
Mürcie’nin mezhebine dair açıklamalar daha
önceden geçmiş bulunmaktadır. Onların kanaatlerine göre iman ile birlikte
hiçbir günahın zararı yoktur. Onlara göre büyük günah işleyen bir kimse iman-ı
kamil bir mü’mindir ve cehenneme girmeyi haketmemiştir.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in mezhebi ise bu iki
mezheb arasında vasat bir mezhebdir. Onlara göre büyük günah işleyen bir kimse
imanı eksik bir mü’mindir. İşlediği masiyet kadarıyla imanı eksilmiştir.
Haricilerle Mutezile gibi, asla imanı yoktur, demezler. Mürcie ile Cehmiye gibi
imanı kâmildir, de demezler. Onlara göre böyle birisinin âhiretteki hükmü
şudur: Yüce Allah doğrudan onu affedebilir ve baştan onu cennete girdirebilir
yahut ta masiyeti kadarıyla onu azablandırabilir, sonra onu cehennemden
çıkartıp -önceden de belirttiğimiz gibi- cennetine koyabilir. Bu hüküm de aynı
şekilde böyle birisinin ebedi olarak cehennemde kalacağını söyleyenler ile
masiyeti dolayısıyla herhangi bir cezayı haketmez, diyenlerin görüşleri
arasında vasat bir hükümdür.
"Rasûlullah
-sallallahu aleyhi ve sellem-’ın ashabı hususunda da Râfızîler [196]
ile Hariciler [197]
[arasında] [198]arasında
yer alırlar."
"Rasûlullah’ın ashabı hususunda da..."
sözlerine gelince, bilindiği gibi Râfızîler -Allah müstehaklarını versin ashab -radiyallahu anhum-’a dil uzatırlar,
onlara lanet okurlar. Hatta onların bazılarını ya da hepsini tekfir dahi
ederler. Onların büyük çoğunluğu ise ashabın çoğuna ve halifelere dil
uzatmakla, birlikte Ali ve onun çocukları hususunda aşırıya gider, onların
ilâhlıklarına inanırlar.
Bunlar önceleri yahudi olan, sonradan İslam’a
girip, müslümanlara ve İslam’a kötülük yapmak maksadını güden Abdullah b.
Sebe’in önderliğinde Ali -radıyallahu
anh-’ın hayatında ortaya çıkmışlardır. Nitekim daha önceden yahudiler de
hristiyanlığa karşı böyle tuzaklar kurmuş ve hristiyanlığı ifsad etmişlerdi.
Ali -radıyallahu anh- bunları
fitnelerin sonunu getirmek maksadı ile ateş ile yakarak cezalandırmıştır. Bu
hususta onun şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Ben işin oldukça münker (kötü ve benzeri
görülmedik) bir iş olduğunu görünce,
Ateşimi yaktım ve Kumber (kamber)’i
çağırdım."[199]
Hariciler ise bu Rafızîlerin zıttına Ali ile
Muaviye’yi onlarla birlikte bulunan ashabın kâfir olduğunu söylemişler, onlarla
savaşmışlar, kan ve mallarını helâl kabul etmişlerdir.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’e gelince, onlar da bir
kesimin aşırıya gitmesi ile öbürlerinin kusurlu davranması arasında vasat bir
yoldadırlar. Yüce Allah peygamberlerinin ashabının faziletini kabul etmek,
onların iman, İslam, ilim ve hikmet bakımından bu ümmetin en mükemmelleri
olduğunu söylemek hususunda hidayete iletmiştir. Ancak onlar hakkında aşırıya
kaçmazlar. Onların masum (günahsız) olduklarına da inanmazlar. Aksine onların
haklarını yerine getirmişler, geçmişteki büyük işleri dolayısıyla İslam’ın
zafere kavuşması ve Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- ile birlikte cihad etmeleri hususundaki güzel sınavları
dolayısıyla onları sevmişlerdir.
"Daha
önce sözünü ettiğimiz Allah’a ve Allah’ın kitabında haber verdiği hususlara
iman etmek ile rasûlünden mütevatir olarak nakledilip, ümmetin selefinin icma
ile kabul ettiği şanı yüce Allah’ın semavatının üzerinde, arşının üstünde,
mahlukatına âlî [200]
yüce oluşuna iman etmek de sözünü ettiğimiz bu hususların kapsamı içerisine
girmektedir. O şanı yüce Allah nerede olursa olsunlar, kulları ile birliktedir.
Onların neler yapmakta olduklarını bilir. Nitekim bu hususları şu buyruğunda
bir arada zikretmiş bulunmaktadır:
"O,
gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da arş üstüne istivâ edendir. O yere
gireni de, ondan çıkanı da, gökten ineni de, oraya yükseleni de bilir. Nerede
olursanız O, sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir." (el-Hadid, 57/4)
Yüce
Allah’ın: "O sizinle beraberdir" buyruğu yaratılmışlar ile karışık ve
içiçedir demek değildir. Dil böyle bir anlamayı gerektirmez. [201][Ayrıca
bu ümmetin selefinin icma ile kabul ettiğine muhaliftir. Yüce Allah’ın
mahlukatı üzerinde yaratmış olduğu fıtrada da aykırıdır.] [202]Aksine
(mesela) ay Allah’ın âyetlerinden ve yarattıklarının en küçüklerinden olan bir
âyettir. O semada yerleştirilmiştir. Bununla birlikte o yolcu nereye giderse
gitsin, onunla beraberdir, fakat ondan başka bir şeydir.
Şanı yüce
Allah arşının üstündedir. Mahlukatının üzerinde rakib (gözetleyici)dir. Onların
üzerinde egemendir ve onlara muttalidir... ve buna benzer O’nun rububiyetinin
diğer hususiyetlerine de sahibtir.
"Yüce
Allah’ın sözkonusu ettiği arşının üzerinde olması, O’nun bizimle birlikte
olması gibi bütün bu hususlar gerçektir ve hakikati üzeredir. Herhangi bir
tahrife ihtiyacı yoktur. Bununla birlikte yalan zanlardan korunması gerekir.
Mesela "gökte" (el-Mülk, 67/7) buyruğunun zahiri kabul edilerek
semanın onu gölgelediği yahut ta onu taşıdığı söylenemez. Bu ilim ve iman
ehlinin icmaı ile batıldır. "Şüphesiz Allah’ın Kürsîsi gökleri ve yeri
kuşatmıştır." (el-Bakara, 2/255) "İzni ile olması dışında Allah
gökleri ve yeri zeval bulmasınlar diye (Fâıır, 35/42) ve semada yerin üzerine
düşmesin diye tutar. (el-Hacc, 22/65); Göklerin ve yerin emri ile ayakta
durması da O’nun âyetlerindendir."
"Sözünü ettiğimiz... imanın kapsamına... da
girmektedir" ifadeleriyle müellif yüce Allah’ın uluvv (yücelik) ve arşı
üzerinde yarattıklarından ayrı olmak üzere istiva ettiğini açıkça söz konusu
etmektedir. Nitekim bu hususu yüce Allah Kitab-ı Kerîm’inde böylece haber
verdiği gibi, rasûlünden gelen haberler de böylece mütevatir olarak gelmiştir.
İlim ve iman bakımından bu ümmetin en mükemmelleri olan selef de bu husus
üzerinde bu şekilde icma etmişlerdir. Müellif buradaki ifadeleriyle daha önce
bu hususta geçmiş açıklamaları pekiştirmekte ve bunları kabul etmeyen Cehmiye,
Mutezile ile Eş’arîler’ onlara tabi olanlara karşı tepkisini ağırlaştırmaktadır.
Daha sonra yüce Allah’ın arşı üzerinde istiva
etmesinin, O’nun yarattığı kulları ile birlikte olup onlara yakın olmasına
aykırı düşmediğini açıklamaktadır. Çünkü birlikte oluşun anlamı maddi olarak
hissedilen karışık ve birlikte oluş ile yakınlık demek değildir.
O buna semada bulunan ay’ı misal olarak
vermektedir. Ay yolcularla ve başkalarıyla nerede olurlarsa olsunlar
birliktedir. Bu birlikte oluşu, onun
görünmesi ile ışığının ulaşması iledir. Ay’a nisbetle böyle bir şey mümkün
olduğuna göre -ki o Allah’ın yarattıklarının küçüklerindendir- acaba ilim ve
kudreti ile kullarını kuşatmış bulunan, herşeye tanık ve onlara muttali
bulunan, sözlerini işiten, durumlarını gören, gizlediklerini ve
fısıldaşmalarını bilen, herşeyden haberdar ve latif olan hakkında böyle bir şey
caiz olmaz mı? Semavatıyla, arzı ile arştan ferşe kadar kainatın tümü yüce
Allah’ın önündedir. Bunların durumu adeta bizden herhangi birimizin elindeki
yuvarlak bir taş gibidir.[203]
Acaba bu durumda olan kimsenin hakkında: O, arşının üzerinde, kullarından ayrı
ve kullarının üstünde olmakla birlikte yarattıklarıyla birliktedir, denilmesi
mümkün olmaz mı?
Elbetteki mümkündür. Şanı yüce Allah’ın
yüceliğine, kullarıyla beraber oluşuna iman etmek gerektiği gibi; bütün bunlar
yanlış anlaşılma sözkonusu olmaksızın yahut doğru olmayan anlamlara
çekilmeksizin gerçek şekliyle haktır. Yüce Allah’ın: "O sizinle beraberdir" buyruğundan Hulûliye[204]’nin
iddia ettiği şekilde karışıklık ve içiçe oluş birlikteliğinin anlaşılması yahut
ta "(O) semadadır"
buyruğundan semanın O’nu kuşatan ve O’nu içine alan bir zarf olduğu manasının
çıkartılması, bu yanlış yorum ve kötü anlayışlara bir örnektir. O’nun kürsîsi
bütün gökleri ve arzı kuşatmış iken böyle bir anlayış nasıl doğru olabilir!
İzni ile olması hali dışında semayı arzın üzerine düşmesin diye tutan O iken,
bu anlayış nasıl doğru olabilir?
Vehmedenlerin vehminin hakkında doğruya
ulaşamadığı, âlemlerin kavrayışının kendisini idrâk edemediği o yüce zat, her
türlü eksiklikten münezzehtir.
"Yine
bunun kapsamına yüce Allah’ın [yarattıklarına] [205]
yakın ve dualarını kabul edici olduğuna iman etmek de girer. Nitekim yüce Allah
bu hususları şu buyruğunda bir arada sözkonusu etmektedir: "Kullarım sana Beni sorarlarsa, işte muhakkak ben pek
yakınım..." (el-Bakara, 2/186); "Şüphesiz sizin kendisine dua
ettiğiniz zat sizden herhangi birinize devesinin boynundan daha yakındır."
[206]
Yine kitab ve sünnette sözkonusu edilmiş O’nun yakın ve birlikte oluşu, ayrıca
sözkonusu edilen olan yüceliği ve yukarda oluşuna da aykırı değildir. Çünkü
bütün sıfatlarında şanı yüce Allah’a benzer bir şey yoktur. O yakın oluşunda da
yücedir, yüceliğinde de yakındır."
"Bunun (yani Allah’a imanın) kapsamına...
da girmektedir" sözleri şu demektir: Yani yüce Allah’ın kendi zatını
nitelendirmiş olduğu yakın ve duaları kabul eden vasfına iman etmek gerekir. O,
kendisine dua edenlere, yalvarıp yakaranlara pek yakındır. Dualarını ve
niyazlarını işitir, dilediği zaman, dilediği şekilde dualarını kabul eder. O
bakımdan yüce Allah ilim ve ihata (kuşatıcılığı) ile yakındır. Nitekim şöyle
buyurmaktadır: "Andolsun ki Biz insanı yarattık. Nefsinin ona ne
vesveseler vermekte olduğunu da biliriz. Zaten Biz ona şah damarından daha
yakınız." (Kaf, 50/16) Böylelikle kitab ve sünnette sözkonusu edilmiş yüce
Allah’ın yakınlığı, beraberliği ile yine bunlarda sözkonusu edilen O’nun
yüceliği ve yukarda oluşunu belirten buyruklar arasında herhangi bir
aykırılığın bulunmadığı açıkça ortaya çıkmış olmaktadır.
Bütün bunlar şanı yüce Allah’a yakışan şekilde
Allah’ın sıfatlarıdır. Hiç birisinde O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.
"Allah’a
ve kitablarına imanın kapsamı içerisinde Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın kelâmı
olduğuna iman etmek de girmektedir. Şöyle ki: Kur’ân-ı Kerîm Allah tarafından
indirilmiş olup, mahluk değildir. O’ndan gelmiştir, O’na gidecektir. Allah
Kur’ân-ı Kerîm’i gerçek anlamı ile konuşmuştur. O’nun Muhammed -sallallahu
aleyhi ve sellem-’a indirmiş olduğu bu Kur’ân Allah’ın gerçek manasıyla
kelâmıdır, başkasının kelâmı değildir.
Kur’ân-ı
Kerîm’in Allah’ın kelâmının nakledilmesi (hikayesi) yahut onun tabiri (ifadesi)
olduğunu söylemek caiz değildir. Aksine insanlar onu mushaflarda okuyup yahut
yazdıkları takdirde, bu bile Kur’ân-ı Kerîm’in gerçek anlamıyla Allah’ın kelâmı
olmamasını gerektirmez. Çünkü kelâm gerçek anlamı ile onu ilk olarak söyleyene
izafe olunur. Onu tebliğ eden veya ulaştıran olarak söyleyen kimseye izafe
olunmaz.
Harfleri
ve manaları ile o Allah’ın kelâmıdır. Manalar bir yana sadece harfler Allah’ın
kelâmıdır denilemeyeceği gibi, harfler bir yana sadece manalar Allah’ın
kelâmıdır da denilmez.
"Allah’a ve kitablarına imanın... kapsamı
içerisindedir" sözleriyle musannıf Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı olduğuna iman
etmeyi, Allah’a imanın kapsamı içerisine sokmaktadır. Çünkü kelâm Allah’ın
sıfatlarındandır. Bu sıfata iman etmeksizin, Allah’a iman tamam olmaz. Zira
kelâm ancak kelâm (söz) söyleyenin sıfatıdır. Şanı yüce Allah ise dilediği
zaman dilediği şeyleri söylemek üzere mütekellim olmak vasfına sahibtir. O
ezelden beri böyledir ve böyle kalmaya devam edecektir. Yani tür olarak onun
kelâm söylemesi kadimdir. Her ne kadar bu kelâmın birimleri hala hikmetine
uygun olarak peyderpey ortaya çıksa dahi tür olarak O’nun kelâmı kadîmdir.
Daha önce şöyle demiştik: Kur’ân Allah’ın
kelâmıdır" sözündeki izafe, sıfatın mevsufa izafet edilmesi kabilindendir.
Bu ise Kur’ân-ı Kerîm’in yüce Rabbimizin sıfatı olduğu ve lafız ve manalarıyla
kendi sesi ile gerçek anlamıyla onu söylediği manasına gelmektedir.
Mutezile mezhebine mensup olanlardan Kur’ân-ı
Kerîm’in mahluk olduğu iddiasında bulunan kimseler yüce Allah’a çok büyük bir
iftirada bulunmuş olurlar. Bir sıfat olarak Allah’ın kelâm sıfatını kabul
etmemiş ve bunu yaratılmışın bir sıfatı olarak kabul etmiştir. Aynı şekilde
böyle bir kimse dile karşı da bir suç işlemiş olur. Çünkü dilde, hiçbir kimse
sözü yaratan kişi anlamında bir mütekellim (söz söyleyen)’in varlığı yoktur.
Elimizde var olan Kur’ân-ı Kerîm’in
Külla’biye’nin dediği gibi Allah’ın kelâmının hikâyesi yahut Eş’arîlerin
söyledikleri gibi, o kelâmın bir ibaresidir, iddiasında bulunan kimse ise
Mutezile’nin bu hususta söylediklerinin yarısını söylemiş olur. Çünkü bu kişi
lafız ile manayı birbirinden ayırmış olmakta, lafızları mahluk, manaları ise kadim
sıfattan ibaret olarak kabul etmiş olur. Yine böyle bir kimse kelimeden ibaret
olan lâhût’un İsa -aleyhisselâm-’ın
cesedi demek olan nâsût’a hulûl ettiğini söyleyen hristiyanların görüşlerine
benzer bir iddiada bulunmuş olur. Zira o, kadim sıfattan ibaret olan manaların
bu yaratılmış sıfatlara hulul ettiğini söylemiş olmakta, böylelikle lafızları
bu manaların nâsût’u olarak değerlendirmiş olmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm ne durumda olursa olsun Allah’ın
kelâmıdır. Biz mushaflara onu yazsak yahut dillerle onu okusak dahi, Allah’ın
kelâmı olmaktan çıkmaz. Çünkü kelâm -musannıfın da belirttiği gibi- onu ilk
olarak söyleyene izafe edilir. Onu başkasına tebliğ etmek yahut ta ulaştırmak
maksadıyla söyleyene izafe edilmez.
Selef-i sâlihîn söylediği: "O (Kur’ân)
O’ndan gelmiştir, O’na dönecektir" sözlerine gelince, buradaki geliş,
"el-bed’: başlamak"dan türemektedir. Yani ilk olarak onu kelâm olarak
söyleyen yüce Allah’tır, başkasından başlamış ve sadır olmuş değildir. Ayrıca
bunun kökünün ortaya çıkmak (zuhur) anlamında: "el-buduv"den gelmiş
olma ihtimali de vardır. Yani onu söyleyen ve kendisinden ortaya çıktığı zat
O’dur, başkasından ortaya çıkmış değildir.
"Ona döner" ifadesinin anlamı da vasıf
itibariyle O’na raci olur, demektir. Çünkü Kur’ân onun ile kaim olan O’nun bir
sıfatıdır. Şöyle de denilmiştir: Manası -mushaf’lardan ve hafızalardan
kaldırılacağı vakit- âhir zamanda O’na dönecektir. Nitekim kıyametin alâmetleri
arasında böylece sözkonusu edilmiştir.[207]
Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın kelâmı olduğuna iman
etmenin kitablara imanın kapsamı içerisinde olduğuna inanmaya gelince, bunlara
sahih olarak iman etmek, kulun bu kitabları lafız ve manalarıyla Allah’ın
söylemiş olduğuna iman etmesini gerektirmektedir: Bu kitabların hepsi O’nun
kelâmıdır, başkasının kelâmı değildir. İbranice Tevrat’ı konuşan, Süryanice
İncil’i, apaçık bir Arapça ile de Kur’ân-ı Kerîm’i konuşan O’dur.
"Yine
Allah’a, kitablarına, meleklerine ve rasûllerine iman ile ilgili olarak
yaptığımız açıklamaların kapsamı içerisine şunlar da girmektedir: Mü’minler
kıyamet gününde Rablerini gözleri ile göreceklerdir. Tıpkı bulutun olmadığı,
havanın açık olduğu bir zamanda güneşi gördükleri gibi ve tıpkı ondördünde ay’ı
herhangi bir sıkıntı çekmeksizin (ya da birbirleri üzerine çıkmak gereğini
duymadan yahut izdiham olmaksızın) gördükleri gibi göreceklerdir.
Yüce
Allah’ı kıyamet arasât’ında bulundukları sırada görecekleri gibi, cennete
girmelerinden sonra da -yüce Allah’ın dilediği şekilde- Allah’ı
göreceklerdir."
"Yine... sözkonusu ettiğimiz...in kapsamına
girmektedir." ifadelerine gelince, âyetlerin ve sarih hadislerin açıkça
delâlet ettiği şekilde mü’minlerin cennette Rablerini göreceklerine dair
açıklamalar, daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Buna dair o sözleri yeniden
tekrarlamaya ihtiyaç yoktur.
Şu kadar var ki musannıf’ın: "Onlar yüce
Allah’ı kıyametin arasât’ında bulundukları sırada göreceklerdir" ifadesi
bu görmenin sadece mü’minlere has olacağı izlenimini verebilir. Ancak gerçek
şudur ki bu, arasât’ta bulunacakların tümü için genel bir görmedir. Yüce
Rabbimiz insanlar arasında ayırdedici hükmünü vermek üzere geleceği vakit
gerçekleşecektir.[208]
Nitekim yüce Allah’ın şu buyruğu da buna delâlet etmektedir:
"Onlar
buluttan gölgeler içinde Allah’ın ve meleklerin kendilerine gelivermesinden...
başkasını mı bekliyorlar?" (el-Bakara, 2/210)
Arasât, arasa’nın çoğulu olup, üzerinde bina
bulunmayan geniş herbir yer demektir.
"Peygamber
-sallallahu aleyhi ve sellem-’ın ölümden sonra olacağına dair haber verdiği
bütün hususlara iman etmek de âhirete imanın kapsamı içerisindedir. O bakımdan
mü’minler kabir fitnesine (sualine) kabir azab ve nimetine de inanırlar.
Kabir
fitnesine gelince, insanlar kabirlerinde sınanırlar. Kişiye: Rabbin kim? Dinin ne?
Peygamberin kim? Diye sorulur.
Yüce Allah
iman edenlere dünya hayatında da, ahiret hayatında da sabit (sağlam) söz
üzerinde sebat verir. O bakımdan mü’min Rabbim Allah’tır. İslam dinimdir.
Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- de peygamberimdir, diye cevab verir.
Şüphe
içerisinde olan şahıs ise: "Hı, hı bilmiyorum. Ben insanların birşeyler
söylediklerini duymuştum, onu söyledim, der. Bunun üzerine demirden bir balyoz
ile vurulur. Öyle bir feryat basar ki insan dışında herşey o feryadını duyar ve
eğer insan o feryadı duyacak olsa, mutlaka bayılır.[209]
Bu
sorgulamadan sonra ya nimet vardır ya da azab. Bu da büyük kıyametin kopacağı
vakte kadar devam eder. İşte o vakitte de ruhlar cesetlere geri
döndürülür."
"...Âhirete imanın kapsamı
içerisindedir..." yani âhirete iman etmek imanın üzerinde yükseldiği altı
temelden birisi olduğuna göre âhiret gününe tam ve eksiksiz olarak iman, ancak
kulun Peygamber -Sallallahu aleyhi ve
sellem-’ın haber vermiş olduğu ölümden sonra gerçekleşecek olan gaybî
hususların tamamına iman etmekle gerçekleşebilir.
Bu husustaki ölçü şudur: Bunlar olması mümkün
işlerdir. Doğru sözlü o yüce Peygamber -Allah’ın salât ve selâmları onun ve
âlinin üzerine olsun- bunları haber vermiştir. Doğru sözlü peygamberin
gerçekleşeceğini haber verdiği mümkün olan herbir hususa ise onun haber verdiği
şekilde meydana geleceğine iman etmek gerekir. Bütün bu hususlar ise ancak
rasûlün verdiği haberden öğrenilebilir. Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’de bütün
bunlara iman ederler.
Haktan uzaklaşıp kayan filozof ve Mutezilîlere
gelince, bunlar kabir suali, kabrin nimeti, azabı, sırat, mizan ve buna benzer
hususları inkâr ederler. Bu husustaki iddiaları ise bunların akıl ile sabit
olmadıklarıdır. Çünkü onlara göre akıl, onun yolu ile olmaksızın imanın caiz
olamayacağı birinci derecede hüküm koyucudur. Onlar bu hususta varid olmuş
hadislerin de ayrıca bunların itikad hususlarında kabul edilmeyecek türden olan
âhâd hadisler olduklarını iddia etmeleridir. Bu husustaki âyetlere gelince,
onlar bu âyet-i kerîmeleri gerçek manalarından uzaklaştıracak şekilde te’vil
ederler.
"Kabir fitnesi" tamlamasında ki izafet
terkibi "de" anlamındadır. Kabirde meydana gelecek olan fitneye
(sorgulamaya) iman etmek gerekir, demektir. Fitne aslında altın ve benzeri
madenleri yabancı unsurlardan ve kirlerden arınması için ateşe koymaktır. Daha
sonraları bu fitne deneme ve sınama anlamında kullanılmıştır.
Kabir azabı ve nimetine gelince, buna yüce
Allah’ın Firavun hakkındaki şu buyruğu delâlet etmektedir:"Ateştir o, onlar sabah akşam ona arzolunurlar." (el-Mu’min, 40/46) Nuh -aleyhisselâm- kavmi hakkındaki yüce Allah’ın şu buyruğu da buna
delildir:"Onlar da günahlarından
dolayı suda boğuldular. Ardından ateşe atıldılar..." (Nuh,
71/25) Ayrıca Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur: "Kabir ya cennet bahçelerinden
bir bahçedir yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur."[210]
"Yüce
Allah’ın kitabında ve rasûlü vasıtası ile haber vermiş olduğu, müslümanların da
icma ile kabul ettikleri kıyamet kopacaktır.
İnsanlar
kabirlerinden âlemlerin Rabbinin huzuruna gelmek üzere çıplak ayaklı, elbisesiz
ve sünnetsiz olarak kalkacaklar. Güneş onlara oldukça yaklaşacak ve terden
adeta gemlenmiş gibi olacaklardır.
Teraziler kurulacak
ve bu terazilerde kulların amelleri tartılacaktır."Kimlerin tartıları ağır
gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Kimlerin de tartıları
hafif gelirse, işte onlar kendilerine zarar verenlerdir. Cehennemde ebedi
kalıcıdırlar." (el-Mu’minun,
23/102-103)
Divanlar
yani amel sahifeleri yayılacaktır. Kimisi kitabını sağından, kimisi solundan
yahut arka tarafından alacaktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Her insanın amelini kendi boynuna ayrılmayacak şekilde doladık. Kıyamet günü
de onu yayılmış bir halde karşısında bulacağı bir kitab çıkarırız: Oku kitabını
bugün kendine karşı iyi hesablayıcı olarak kendin yetersin (denir.)" (el-İsra, 17/13-14)
"Kıyamet... kopacaktır" ifadeleri ile
kastedilen büyük kıyamettir. Buradaki "büyük" vasfı tahsis içindir.
Bu sıfat ile herkesin ölümü ile birlikte meydana gelen "küçük
kıyamet" dışarda bırakılmak istenir. Nitekim haberde: "Kim ölürse
onun da kıyameti kopmuş demektir."[211]
denilmektedir.
Yüce Allah bu dünyanın sona ermesine hüküm
verecek olursa, İsrafîl -aleyhisselâm-’a
Sûr’a birinci defa üfürmesini emredecektir. O vakit göklerde bulunanlar ile
yerde bulunanların hepsi -Allah’ın diledikleri müstesnâ- baygın düşeceklerdir.
Yeryüzü de dümdüz bir alan haline dönüşecek, dağlar darmadağın ve yumuşacık kum
tepeleri haline dönüşecektir. Yüce Allah’ın kitabında haber vermiş olduğu
herşey meydana gelecektir. Özellikle de et-Tekvîr ve el-İnfitâr surelerinde
haber verdikleri. İşte bu, dünya günlerinin sonuncusudur.
Daha sonra yüce Allah semaya emir verecek, sema
da kırk gün süreyle erkeklerin menilerini andıran bir yağmur yağdıracaktır. O
yağmur sonunda insanlar kabirlerinden "acbu’z-zeneb" denilen küçük
parçacıktan ekin gibi bitip yetişeceklerdir. Çünkü Âdemoğlu bütünü ile çürüdüğü
halde acbu’z-zeneb çürümez.[212]
Nihayet onların yaratılmaları ve yapılarının
terkibi tamamlanacağında yüce Allah İsrafil’e Sur’a ikinci defa üfürmesini
emredecektir. Bunun üzerine insanlar da kabirlerinden canlı olarak kalkacaklar.
O vakit kâfirler ile münafıklar: "Vay
bize! Yattığımız yerden kim kaldırdı bizi?" diyecekler, mü’minler de:
"Bu Rahman’ın vaadettiğidir. Peygamberleri de doğru söylemişlerdir."
(Yâsîn, 36/52) diyeceklerdir.
Sonra melekler onları ayakkabısız, çıplak
ayaklı, elbisesiz, çıplak olarak ve sünnetsiz olarak Mevkıf diye bilinen
duracakları yere haşredecektir (toplanmalarını sağlayacaklardır.)
Kıyamet gününde kendisine elbise giydirilecek
ilk kişi hadis-i şerif’te de belirtildiği gibi İbrahim -aleyhisselâm-’dır.[213]
Mevkıf (denilen hesab için durulacak yer)’de
güneş insanların başına doğru oldukça yaklaşacak, ter her taraflarından
boşanacak. Kimisi topuklarına kadar, kimisi diz kapaklarına kadar, kimisi
göğsüne kadar, kimisi de gırtlağına kadar tere gömülecek, herkes ameline göre.
Bir takım kimseler de yüce Allah’ın gölgesinde bulunacak.
İşleri zorlaşıp, sıkıntılarının büyüyeceği bir
sırada rasûllerin ve peygamberlerin içinde bulundukları halden kendilerini
kurtarması için Allah’a şefaat etmelerini isteyecekler. Herbir rasûl onları
kendisinden sonraki diğerine gönderecek ve sonunda peygamberimize gelecekler. O
da: "Bu benim işim" deyip, onlara şefaat edecek ve aralarında
ayırdedici hüküm verilmek üzere gidecekler.
İşte orada teraziler kurulacak ve bunlarla
kulların amelleri tartılacak. Bu teraziler gerçek anlamda terazidir. Herbir
terazinin bir dili ve iki kefesi bulunacaktır. Yüce Allah araz olan kulların
amellerini, ağırlıkları bulunan cisimlere dönüştürecektir. Hasenât bir kefeye,
seyyiât bir diğer kefeye konacaktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Kıyamet gününe has adalet terazilerini
koyarız. Kimseye en ufak bir zulüm yapılmaz. Bir hardal tanesi ağırlığınca olsa
bile biz onu getiririz. Hesaba çekenler olarak Biz yeteriz." (el-Enbiya,
21/47)
Sonra amel sahifeleri ile aynı şey olan divanlar
yayılacaktır. Kitabı sağ tarafından verilecek olan kolay bir şekilde hesaba
çekilecek ve yakınlarının yanına sevinçle geri dönecektir. Kitabı sol
tarafından yahut arka tarafından verilen kimse ise[214]
helak olmayı temenni edecek ve cehenneme atılacak, keşke bana kitabım
verilmeseydi, keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim, diyecektir. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:"Kitab konmuş
olacak, günahkârları onun içindekilerinden korkuya kapılmış göreceksin. Vay
bizim halimize! Bu kitaba ne olmuş? Küçük büyük hiçbir şey bırakmayıp, sayıp
dökmüş diyecekler. Onlar işlediklerini de hazır bulacaklardır. Rabbin kimseye
zulmetmez." (el-Kehf, 18/49)
Yüce Allah’ın: "Her insanın amelini kendi
boynuna ayrılmayacak şekilde doladık..." buyruğu hakkında da Râğıb şöyle
demektedir: "Bu insanın kendisinden ayrılıp, giden hayır ve şer türünden
amelini ifade etmektedir."[215]
Şu kadar var ki, zahir olan buradaki tâir
(mealdeki; amel)’den kasıt dünyadaki hali ile dünyada onun için yazılmış
bulunan rızık ve amel demektir.[216]
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onların
kitabtan nasibleri neyse kendilerine erişecektir." (el-A’raf, 7/37) Maksat, onların
haklarında kitabta yazılanlar kendilerine erişecektir, şeklindedir.
"Allah
(mükellef) mahlukatı hesaba çekecektir. Mü’min kulu ile başbaşa kalacak ve
kitab ve sünnette belirtildiği şekliyle günahlarını ona tek tek söyletecektir.
Kâfirlere
gelince; onlar iyilikleri ve kötülükleri tartılacak kimseler gibi hesaba
çekilmeyeceklerdir. Çünkü onların iyilikleri yoktur. Ancak amelleri sayılıp,
tesbit edilecek ve amellerinden haberdar edilecekler, onları yaptıkları
kendilerine söyletilecektir [ve bu amelleri dolayısıyla rezil edileceklerdir.] [217]"
"Allah (mükellef) mahlukatı hesaba
çekecektir..." diye sözü edilen hesaba çekmekten kasıt dünyada iken
işlemiş oldukları Allah’ın tesbit edip kendilerinin ise unutmuş oldukları ve
önden gönderdikleri hayır ve şerrin kendilerine hatırlatılıp yaptıklarının
kendilerine bildirilmesidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Nihayet dönüşleri yalnız Rablerinedir.
O da kendilerine yaptıklarını haber verecektir." (el-En’âm,
6/108)
Sahih hadiste belirtildiğine göre: "İnceden
inceye hesaba çekilen kimseye azab edilir." Bunun üzerine Aişe -Radıyallahu anh- dedi ki: Ey Allah’ın
Rasûlu yüce Allah: "O kolay bir
hesab ile hesaba çekilecek." (el-İnşikak,
84/8) diye buyurmuyor mu? Bunun üzerine Rasûlullah -Sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: "O, arz
halindedir. Fakat inceden inceye hesaba çekilen kimse helâk olur."[218]
"Mü’min kulu ile başbaşa kalır."
sözlerine gelince, İbn Ömer -Radıyallahu
anh-’dan gelen rivayete göre aziz ve celil olan Allah mü’min kulunu kendine
yaklaştırır. Onun üzerine örtüsünü koyar ve kendisi ile başbaşa onu hesaba
çeker. Günahlarını ona söyletir ve: Filan gün filan işi yapmadın mı? Filan gün
şu işi yapmadın mı? der. Nihayet bütün günahlarını ona söyletip de kul artık
helâk olacağına kesin kanaat getireceğinde ona şöyle buyuracak: Dünyada iken
ben bu günahlarını gizli tuttum. Bu gün de onları sana bağışlıyorum.[219]
Kâfirleri kastederek: "Çünkü onların
hasenatı yoktur" sözüne de yüce Allah’ın şu buyruğu delil teşkil
etmektedir:"İşledikleri amellerinin
önüne geçip onu havaya saçılmış toz zerreleri yaparız." (el-Furkan, 25/23);
"Rablerini inkâr edenlerin durumu:
Amelleri aynen fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu bir küle benzer.
Kazandıkları hiçbir şeyi ellerine geçiremezler. Uzak sapıklığın ta kendisi işte
budur." (İbrahim, 14/18)
Doğrusu; kâfirin işlediği hayırlı amellere
karşılıklarının yalnızca dünyada verileceğidir. Öyle ki kıyamet günü geleceği
vakit hasenatının yazılacağı sahifenin bomboş olduğunu bulacaktır.
Bir görüşe göre de küfrün dışındaki günahları
dolayısıyla görmesi gereken azabı, bu iyilikleri dolayısıyla hafifletilecektir.
"Kıyamet
arasat’ında Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın susuzluğu gidermek için
başına gelinecek olan Havz’ı (el-Havdu’l-Mevrûd) vardır. Suyu sütten daha
beyaz, baldan daha tatlıdır. Etrafındaki kapları semadaki yıldızlar kadardır.
Boyu bir aylık, eni bir aylık mesafedir. Ondan bir defa içen, ondan sonra bir
daha ebediyyen susamayacaktır.[220]"
"Kıyamet arasat’ında..." diye
sözkonusu ettiği hususa gelince, Havz’ı sözkonusu ederek vârid olmuş hadisler
tevatür derecesine ulaşır. Bunları ashab-ı kiram’dan otuz küsur sahabi rivayet
etmiştir.[221] O bakımdan
Havz’ı inkâr eden bir kimseye uygun ceza o en büyük susuzluğun çekileceği o
günde o Havzdan su içmesinin engellenmesi olacaktır. Hatta bazı hadislerde:
"Herbir peygamberin bir Havzı vardır."[222]
denilmektedir.
Ancak Peygamberimizin Havz’ı bunların en büyüğü,
en tatlısı ve su içmek üzere geleceklerin sayısı en fazla olanlarıdır. Allah
lutfu keremiyle bizi de onlardan kılsın.
"Sırat
da cehennem üzerinde kurulmuştur. Sırat cennet ile cehennem arasındaki köprüdür.
İnsanlar onun üzerinden amelleri ölçüsünde(ki bir hızla) geçerler. Kimisi bir
göz açıp kapayacak kadar hızlı, kimisi şimşek gibi hızlı geçecektir. Kimisi
rüzgar gibi geçecek, kimisi asil bir at gibi geçecektir. Kimisi de binek olarak
kullanılan deve gibi geçecektir. Kimisi koşarak geçecek, kimisi yürüyerek
geçecektir. Kimisi sürünerek geçerken, kimisi de iyice yakalanıp cehenneme
atılacaktır. Çünkü köprünün üzerinde insanları amellerine göre alıp yakalayan
kancalar vardır. Sırat’ın üzerinden geçebilen kimse cennete girer.
Sırat’ın
üzerinden geçtikten sonra cennet ile cehennem arasındaki bir köprünün başında
dururlar. Bu sefer birinden ötekinin lehine kısas yapılır. Nihayet tertemiz
edilip, arındırıldıktan sonra cennete girmeleri için kendilerine izin verilecektir."[223]
"Sırat... konulmuş bir köprüdür..."
ifadelerinde geçen "sırat"ın asıl anlamı geniş yol demektir. Ona bu
ismin veriliş sebebi böyle bir yoldan geçen kimseleri adeta yutması da
denilmiştir. Manevi olarak izlenen yol hakkında da kullanılabilir. Yüce
Allah’ın: "Şüphesiz ki bu benim
sırat’ımdır. O halde ona uyun." (el-En’âm,
6/153) buyruğunda olduğu gibi.
Cennet ile cehennem arasında[224]
ve cehennemin üzerinde uzatılmış bulunan köprü demek olan ahiretteki sırat ise
haktır ve hak olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Çünkü bu hususta doğru sözlü
peygamberin haberi bize kadar ulaşmış bulunmaktadır. Allah’ın hak dini demek
olan sırat’ı üzerinde dünyada dosdoğru yürüyen bir kimse âhirette de o sırat
üzerinde dosdoğru yürüyebilecektir. Bu sırat’ın niteliği ile ilgili olarak
"kıldan ince ve kılıçtan keskince olduğu"[225]
şeklinde rivayetler de varid olmuştur.
"Cennetin
kapısının açılmasını isteyecek ilk kişi Muhammed -sallallahu aleyhi ve
sellem-’dır. Cennete girecek ilk ümmet de onun ümmetidir."
"Cennetin kapısının açılmasını isteyecek
ilk kişi Muhammed -sallallahu aleyhi ve
sellem-’dır..." Yani kendisine kapısının açılması isteği ile cennet
halkasını (kapıyı çalmak maksadıyla) hareket ettirecek ilk kişi odur. Nitekim o
şöyle buyurmaktadır: "Öğünmek için söylemiyorum ama kıyamet gününde
Âdemoğullarının efendisi benim. Yine öğünmek için söylemiyorum ama (diriltilmek
için) yerin üzerinden ayrılacağı ilk kişi benim. Cennetin (kapısının)
halkalarını hareket ettirecek ilk kişi benim. Oraya ben gireceğim ve benimle
birlikte de ümmetimin fakirleri girecektir."[226]
Yani rasûllerle, peygamberlerin cennete
girişlerinden sonra bu ümmetin fakirleri, insanlar arasında cennete girecek ilk
kişiler olacaklardır.
"Peygamber
-sallallahu aleyhi ve sellem- efendimizin kıyamette üç şefaati olacaktır:
1- Birinci
şefaat: Aralarında hüküm verilmek üzere Mevkıf’te bulunan kimselere yapacağı
şefaattir. Adem, Nuh, İbrahim, Musa ve Meryem oğlu İsa peygamberler, bu şefaati
biribirlerine havale edecek ve sonunda ona ulaşılacaktır.
2- İkinci
şefaat: Cennetliklere cennete girmeleri için şefaatte bulunacaktır.
Bu iki
şefaat sadece ona mahsustur.
3- Üçüncü
şefaat: Cehennem ateşine girmeyi haketmiş kimselere yapacağı şefaattir. Hem
onun, hem diğer peygamberlerin, sıddîkların ve başkalarının bu tür şefaat
hakları vardır. Cehennem ateşine girmeyi haketmiş kimselere girmemesi için,
oraya girmiş kimselere de oradan çıkartılması için şefaatte bulunacaktır.
Ayrıca
yüce Allah birtakım kimseleri şefaatsiz olarak kendi lutfu ve rahmeti ile
cehennem ateşinden çıkartacaktır. Dünya ehlinden olup, cennete giren kimselerin
cennete girmesinden sonra da cennette bir fazlalık kalacaktır. Yüce Allah bunun
için birtakım kimseleri var edecek ve onları cennete girdirecektir."[227]
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimizin kıyamet gününde üç
şefaati olacaktır..." ifadelerinde geçen şefaatin asıl kökü: Bir şeyi
diğerine katmak anlamında kullanılır. Şefaat edene bu ismin veriliş sebebi onun
istek ve ricasının, lehine şefaat edileninkine katılması dolayısı iledir.
Şefaat Kitab ve sünnet ile ve sünnetteki
mütevatir hadisler ile sabit olmuş hususlardandır. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Onun izni olmaksızın
nezdinde kim şefaat edebilir?"
(el-Bakara, 2/255)
Bu buyruğu ile yüce Allah izinsiz şefaati
reddederken izin verildikten sonra şefaat edileceğini belirtmektedir.
Yüce Allah melekler hakkında da şöyle
buyurmaktadır:
"Göklerde
nice melek vardır ki Allah’ın dileyip razı olduğu kimseye izin vermedikçe
şefaatleri hiçbir işe yaramaz." (en-Necm, 53/26)
Böylece yüce Allah geçerli şefaatin kendisinin
izin vermesinden sonra ve söz ve davranışını beğendiği kimselerin lehine
vereceği izin üzerine yapılacak şefaat olduğunu açıklamaktadır.
Hariciler ile Mutezile’nin şefaatin olmadığını
ispatlamak üzere ileri sürdükleri yüce Allah’ın:"Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez." (el-Müddessir, 74/48);"Kimseden fidyenin kabul edilmeyeceği,
hiçbir şekilde şefaatin kimseye fayda vermeyeceği..." (el-Bakara, 2/123);"Artık bize şefaat edecek bir kimse de yoktur." (eş-Şuarâ, 26/100)... buyruklarına ve
benzerlerine gelince, burada olmayacağı belirtilen şefaat müşrikler hakkındaki
şefaattir. Müşriklerin kendi putları hakkında kabul ettikleri hristiyanların
Mesih ile rahipler hakkında kabul ettikleri şirk şefaati de böyledir. Bunlar
Allah’ın izin ve rızası olmaksızın yapılacak şefaatlerdir.
"Birinci şefaat: Aralarında hüküm verilmek
üzere Mevkıftekilere şefaatte bulunacaktır" ifadelerinde sözkonusu edilen
şefaat, Şefaat-i Uzmâ’ (Büyük Şefaat)dır. Bütün peygamberlerin kendisi
sebebiyle gıbta edecekleri Makam-ı Mahmud ile yüce Allah’ın:"Umulur ki Rabbin seni öğülmüş bir
makama gönderir" (el-İsra,
17/79) buyruğunda göndereceğini vaadettiği makam da budur.
Yani o Mevkıfte bulunanların hepsi, bundan
dolayı onu öğeceklerdir.
Peygamberimiz (salat ve selam ona) da bize ezanı duyduğunuz takdirde kendisine
salat-u selam getirdikten sonra şu duayı okumamızı emretmiştir: "Allahumme
rabbe hazihi’d-da’veti’t-tammeh...: Ey bu eksiksiz davetin, kılınacak olan
namazın Rabbi olan Allah’ım! Muhammed’e vesileyi, fazileti ver; onu kendisine
vaadetmiş olduğun makam-ı mahmud’a ulaştır."[228]
"İkinci şefaat: Cennetliklerin cennete
girmeleri için şefaat edecektir." Yani onlar cennete girmeyi hak kazanmış
olmakla birlikte, ancak onun şefaatinden sonra cennete girmeleri için
kendilerine izin verilecektir.[229]
"Bu iki şefaat ona mahsustur"
ifadeleri de şu demektir: Yani Mevkıfte bulunanlara şefaat ile cennet ehlinin
cennete girmeleri için yapacağı şefaat yalnız ona mahsustur.
Bunlara üçüncü bir şefaat daha katılır. Bu da
bazı müşriklerin azabının hafifletilmesi için yapacağı şefaattir. Amcası Ebu
Talib’e yapacağı şefaat gibi. Bunun üzerine o, az miktardaki bir ateşin
içerisinde olacaktır. Nitekim bu hususta hadis de varid olmuştur.[230]
"Üçüncü şefaate gelince: Cehenneme girmeyi
haketmiş kimseler hakkında... şefaatte bulunacaktır." İşte Haricilerle,
Mutezile’nin kabul etmediği şefaat budur. Onların görüşlerine göre cehennemi
haketmiş bir kimsenin cehenneme girmesi kaçınılmaz bir şeydir. Oraya giren bir
kimse de ne şefaat ile ne de başka bir yolla oradan bir daha çıkamaz.
Ancak bu hususta gelmiş pek çok sayıdaki
mütevatir hadisler onların bu kanaatlerini reddetmekte ve çürütmektedir.[231]
"Âhiret
yurdunun kapsamı içerisinde bulunan hesab, sevab, ikab (ceza), cennet, cehennem
ve bunlara dair etraflı bilgiler, semadan indirilmiş kitablar ile
peygamberlerden nakledilmiş ve onlardan kalmış bulunan ilmî birikimlerde
sözkonusu edilmiştir. Muhammed -Sallallahu aleyhi ve sellem-’den miras olarak
kalan ilimde ise bu hususta kalbe şifa verecek ve yeterli gelecek kadar
bilgiler vardır. Bu bilgiyi arayan bulur."
"Âhiret yurdunun kapsamı içerisinde bulunan
hesab..." ifadeleri ile ilgili olarak şunu belirtelim ki; hayrı ile şerri
ile amellerin karşılığının verilmesinin asıl dayanağı sem’ (şer’î) deliller ile
sabit olduğu gibi; akıl ile de sabittir. Yüce Allah kitabının bir çok yerinde
bu noktaya akılların da dikkatlerini çekmiş bulunmaktadır. Şu buyruklarda
olduğu gibi:
"Acaba
siz, bizim sizi boşuna yarattığımızı ve sizin bize gerçekten
döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?" (el-Mu’minûn,
23/115);"Yoksa insan başı boş
bırakılacağını mı sanır?" (el-Kıyâme, 75/36)
Hakîm olan yüce zatın hikmetine insanı başıboş,
ihmal edilmiş, onlara herhangi bir emir ve nehiy verilmeksizin, sevab ve ceza
söz konusu olmaksızın terketmesi yakışmaz. Aynı şekilde mü’min ile kâfir, iyi
ile kötüyü eşit tutması da adalet ve hikmetine yakışmaz. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:"İman edip salih
amel işleyenleri yeryüzünde fesad çıkaranlar gibi mi kılarız? Yahut takva
sahiplerini günahkârlar gibi mi kılarız?" (Sad, 38/28)
Sağlıklı akıllar böyle bir şeyi kabul etmez ve
en ileri derecede bunu tepkiyle karşılar.
Aynı şekilde yüce Allah dünyada gerçekleştirmiş
olduğu önemli olaylarda itaatkârlara lütufta bulunmak, azgınları da yardımsız
bırakmak sureti ile de bu hususa dikkatlerini çekmiş bulunmaktadır.
Amellere verilecek karşılıkların detayları ve
miktarları ise ancak hevâsından konuşmayan masum zattan (Allah’ın salat ve
selamları ona ve aline olsun) gelen sahih nakiller ile ve sem’ yolu ile
bilinebilir.
"Ehl-i
sünnet ve’l-cemaat’ten olan Fırka-i Nâciye (kurtuluşa eren kesim) hayrı ile
şerri ile kadere de iman eder.
Kadere
iman da iki derecedir. Herbir derece de iki şeyi ihtiva eder."
Hayrı ile şerri ile kaderin şanı yüce ve mübarek
olan Allah’tan olduğuna iman etmek, iman yörüngesinin etrafında döndüğü altı
esastan birisidir. Nitekim Cibril hadisi ve başka hadisler buna böylece delâlet
ettiği gibi, yüce Allah’ın kitabındaki sarih âyetler de buna böylece delâlet
etmektedir.
Burada müellif kadere imanın iki derecesinin
olduğunu ve bu iki derecenin herbirisinin iki hususu ihtiva ettiğini sözkonusu
etmektedir:
"Birinci
derece yüce Allah’ın yarattığı varlıkların ne ameller işleyeceklerini ezel ve
ebed olarak sıfatı bulunan kadim ilmi ile bildiğine iman etmektir. Ayrıca yüce
Allah itaat, masiyet, rızık ve ecel gibi bütün hallerini de bu ilmiyle bilir.
Sonra yüce Allah levh-i mahfuz’da mahlukatın kaderlerini yazmıştır.
Allah’ın
ilk yarattığı kalem’dir, ona: Yaz dedi, o: Neyi yazayım? Deyince, şöyle
buyurdu: Kıyamet gününe kadar olacak şeyleri yaz.
İnsana
isabet eden bir şeyin isabet etmeyeceği düşünülemez. Ona isabet etmedik bir
şeyin de isabet etmesi düşünülemez. Çünkü kalemler kurumuş, sahifeler
dürülmüştür. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Bilmez misin ki Allah
gökte ve yerde olan herşeyi bilir. Şüphesiz ki bütün bunlar bir kitabtadır.
Gerçekten bu Allah’a çok kolaydır." (el-Hac, 22/70);"İster yeryüzünde
ister nefislerinizde meydana gelen herbir musibet mutlaka bizim onu
yaratmamızdan önce o bir kitabta (yazılmış)dır. Şüphesiz ki bu Allah’a çok
kolaydır." (el-Hadid, 57/22)
Şanı yüce
Allah’ın ilmine tabi olan bu takdir kimi yerde icmali olarak (bütün yaratıklar
için), kimi yerde de tafsilî olarak bulunur:
Yüce Allah
levh-i mahfuz’a dilediğini yazmıştır.
İçine
ruhun üflenmesinden önce cenini yarattığı vakit de yüce Allah ona bir melek
gönderir. Bu melek dört kelime yazmakla emrolunur. Ona: Rızkını, ecelini,
amelini, mutlu mu yoksa bedbaht mı olduğunu yaz -ve buna benzer şeyler-
denilir.
Bu
anlamdaki takdiri önceleri kaderiye’nin aşırı gidenleri inkâr ediyor idi. Ancak
günümüzde onun inkârcıları azdır." [232]
Birinci derece şu hususları kapsar:
1- Yüce Allah’ın herşeyi
kuşatan kadim ilmine ve yüce Allah’ın ezelden ebede kadar sıfatı bulunan bu
kadim ilmi ile yarattıkların neler yapacaklarını bilmiş olduğuna, bu ilmiyle
onların itaat, masiyet gibi halleri ile rızık ve ecellerini bütünüyle bildiğine
iman etmektir.
Gerek aynî olarak, gerek sıfat olarak var olan
herşey, gerek fiil olarak, gerek olay olarak meydana gelen herşey yüce Allah’ın
ezelden beri bildiğine uygun olarak meydana gelir.
2- Yüce Allah bütün bunları
Levh-i Mahfuz’da yazıp tesbit etmiştir. Yüce Allah mahlukatın takdirlerinden ve
çeşitli varlıklar ile ilgili olarak gerçekleşecek ve meydana geleceğini
bildiği, buna bağlı olarak halleri, sıfatları, fiilleri, küçüğüyle büyüğüyle
bütün işleri yazmış ve kaleme bunları yazmasını emretmiştir. Nitekim Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle
buyurmaktadır:
"Allah yarattıkların kaderlerini gökleri ve
yeri yaratmadan ellibin yıl önce takdir etmiştir. Arşı da su üstünde idi."[233]
Müellifin sözünü ettiği hadiste de Peygamber
şöyle buyurmuştur: "Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir. Ona: Yaz diye
buyurdu, o neyi yazayım? dedi. Allah: Kıyamet gününe kadar olacak şeyleri yaz,
diye buyurdu."[234]
Burada buyruk; Allah kaleme, onu yaratır
yaratmaz böyle buyurdu takdirindedir.
İlk yarattığı kalemdir, anlamında da rivayet
edilmiştir.
Bundan dolayı ilim adamları arş ve kalemin
hangisinin daha önce yaratılmış olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler.[235]
Büyük ilim adamı İbnu’l-Kayyim bu hususta iki
görüş nakletmiş ve arşın kalemden önce yaratılmış olduğu görüşünü tercih
etmiştir. O en-Nuniye[236]
diye bilinen kasidesinde şöyle demektedir:
"İnsanlar görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Deyyân (Allah) tarafından takdirlerin kendisi
ile yazıldığı, kalem hususunda,
Acaba arştan önce miydi, yoksa ondan sonra mı?
İki görüş vardır. Ebu’l-Ala el-Hemdanî’ye göre.
Gerçek şu ki arş öncedir, çünkü yazma zamanında[237]
onun
(arşın) rükünleri (ayakları) vardı.
Kalem-i şerif’in yazması sonradan
gerçekleşmiştir.
Var edilmesinin hemen akabinde ve araya bir
zaman fasılası
girmeden."
Kalem kıyamet gününe kadar meydana gelecek
herbir olay ve herbir varlığı yazmış olduğuna göre bütün bunlar kalem ile
yazılana uygun olarak meydana gelirler. İnsana isabet eden bir şeyin ona isabet
etmemesi sözkonusu değildir. Onu gelip bulmayan bir şeyin de ona isabet edeceği
düşünülemez. Nitekim İbn Abbas -radıyallahu
anh-’ın ve başkalarının rivayet ettikleri hadis-i şerif’te de böyledir.[238]
Yüce Allah’ın kadim ilmine tabi olan bu takdir
kimi zaman Levh-i Mahfuz’da olduğu gibi icmalî olur. Çünkü herşeye dair bütün
takdirler orada bulunur, kimi zaman da herbir ferde ait olmak üzere bazı
yerlerde tafsilî olur. Cenine ruhun üflenmesi esnasında meleğin yazmakla
emrolunduğu dört kelimede olduğu gibi. Melek ceninin rızkını, ecelini, amelini
ve mutlu mu yahut bedbaht mı olduğunu yazar.[239]
Bu özel bir takdirdir. Eşyanın varlığından önce
sözkonusu olan ezeli takdiri ise daha önceden kaderiye’nin aşırı gidenleri
kabul etmiyorlardı. Ma’bed el-Cühenî[240]
ve Gaylan ed-Dımeşkı[241]
gibi. Bunlar işler için ezelden bir takdir yoktur, herşey yeni baştan takdir
edilir, diyorlardı.
Kaderin bu derecesini inkâr eden kâfirdir. Çünkü
böyle bir kimse dinden olduğu kesin olarak bilinen bir hususu inkâr etmiş olur.
Halbuki bu kitab, sünnet ve icma ile sabit olmuştur.
"İkinci
dereceye gelince: Allah’ın geçerli ve etkin meşîeti ile kapsamlı kudretidir. Bu
da Allah’ın dilediğinin olduğuna, dilemediğinin olmadığına, göklerde ve yerde
hareket ve durgunluk türünden ne varsa mutlaka O’nun meşîeti (dilemesi) ile
olduğuna [mülkünde istemediği hiçbir şeyin olmadığına] [242]
var olan ve olmayan herbir şeye kadir olduğuna, yerde ve gökte ne kadar yaratık
varsa mutlaka Allah tarafından yaratılmış olduğuna, O’ndan başka bir yaratıcı,
O’ndan başka bir Rab olmadığına iman etmektir.
Bununla
birlikte O kullarına kendisine ve rasûllerine itaat etmelerini emretmiş ve
kendisine karşı gelip, isyan etmelerini yasaklamıştır.
O, takva
sahiblerini, ihsan edicileri, adaletli olanları sever. İman edip salih amel
işleyenlerden razı olur. Kâfirleri sevmez, fasıklar topluluğundan razı olmaz.
Hayasızlıkları emretmez, kullarının kâfir olmalarına razı olmaz, fesadı
sevmez."
"Kaderin ikinci derecesine gelince..."
bu da iki şeyi ihtiva eder:
1- Yüce Allah’ın
meşîetinin genel olduğuna, O’nun dilediği herşeyin olduğuna, dilemediği hiçbir
şeyin olmadığına, mülkünde O’nun dilemediği hiçbir şeyin meydana gelmediğine,
kulların itaat olsun, masiyet olsun bütün fiillerinin, hiçbir varlığın dışında
kalmadığı bu genel meşieti ile olduğuna -ister Allah’ın sevip, razı olduğu
şeylerden olsun, ister öyle olmasın- iman etmektir.
2- Herşey yüce Allah’ın
kudreti ile meydana gelir. Herşey O’nun tarafından yaratılmıştır. O’ndan başka
hiçbir yaratıcı yoktur. Bu hususta kulların fiilleri ile başkaları arasında
herhangi bir fark yoktur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Sizi
de yapıp ettiklerinizi de Allah yaratmıştır." (es-Saffat,
37/96)
Şer’î emirlere ve yüce Allah’ın kulları yükümlü
kılarak onlara kendisine ve rasûllerine itaat etmelerini emredip kendisine
isyan etmelerini yasakladığına iman etmek de gerekir.
Bütün eşya hakkında sözkonusu olan yüce Allah’ın
genel meşieti ile O’nun dilediği emir ve nehiyler ile kullarını mükellef
tutması arasında asla bir aykırılık yoktur. Çünkü yüce Allah’ın bu meşieti
hiçbir zaman kulun hürriyeti ile yapmak istediğini tercih etmesine aykırılık
arzetmez. Bundan dolayı yüce Allah şu buyruğunda her iki meşîeti, (dilemeyi)
birarada sözkonusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Aranızdan dosdoğru yolda gitmek isteyenlere, âlemlerin Rabbi olan
Allah dilemedikçe siz de dileyemezsiniz." (et-Tekvir, 81/28-29)
Aynı şekilde yüce Allah’ın bu meşieti ile yüce
Allah’ın sevip razı olduğu şeyler ile alakalı olan şer’î emirler arasında da
bir ayrılmazlık yoktur. Çünkü yüce Allah bazan sevmediği bir şeyi de
dileyebilir ve olmasını istemediği bir şeyi de sevebilir.
İblis’in ve askerlerinin var olmalarını dilemiş
olması gibi dilekleri birinci türe örnektir.
Kâfirlerin iman etmelerini, günahkârların itaat
etmelerini, zalimlerin adalet yapmalarını, fasıkların tevbe etmelerini sevmesi
gibi hususlar da ikinci türe örnektir. Eğer yüce Allah bunu dilese hepsi olur.
Çünkü O’nun dilediği herşey olur ve dilemediği hiçbir şey olmaz.
"Kullar
gerçek manada faildirler. Allah da onların fiillerini [yaratmıştır.][243]
Kul
mü’min, kâfir, iyi, günahkâr, namaz kılan, oruç tutandır.
Kulların
kendi amellerini yapabilme kudretleri vardır. [Onların bir iradesi de vardır.
Onların, kudretlerinin ve iradelerinin yaratıcısı da Allah’tır.] [244]
Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Aranızdan dosdoğru yolda gitmek
isteyenlere(bir öğütten başka bir şey değildir, şu da bir gerçektir ki),
alemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz."
(et-Tekvir, 81/28-29)
Aynı şekilde yüce Allah’ın herşeyi yaratmış
olması ile kulun kendi fiilinin faili olması arasında da bir aykırılık yoktur.
Yaptığı fiili ile nitelendirilen kişi kuldur. Buna göre iman eden, kâfir olan,
iyilik yapan, günah işleyen, namaz kılan, oruç tutan kulun kendisidir. Onun da,
onun fiilinin yaratıcısı da Allah’tır. Çünkü kendileri vasıtasıyla bu işleri
gerçekleştirdiği kudret ve iradeyi onda yaratan yine yüce Allahtır.
Büyük ilim adamı Şeyh Abdu’r-Rahman b. Nasır
es-Sa’dî [245] -yüce Allah günahlarını bağışlasın, bol bol
mükâfatlandırsın- şöyle demektedir:
"Kul namaz kılıp, oruç tuttuğunda, hayır
işlediğinde yahut herhangi bir masiyet işleyecek olursa, bu salih ameli de o
kötü fiili de yapan kendisidir. Sözü geçen bu işi de hiç şüphesiz onun tercihi
ile meydana gelmiştir. Ayrıca o, kaçınılmaz olarak bu fiili işlemeye ya da
terketmeye mecbur olmadığını da hisseder. Dilediği takdirde o işi yapmayacağını
farkeder, vakıa budur. İşte kitabında yüce Allah’ın ve O’nun Rasûlünün
iyisiyle, kötüsüyle amelleri kullara izafe edip, bu işleri yapanların onlar
olduklarını haber verince, salih oldukları takdirde bu amelleri dolayısıyla
öğülüp, mükâfat kazanacaklarını, kötü olmaları halinde ise bunlardan ötürü
kınanıp cezalandırılacaklarını belirtirken söyledikleri de budur.
Böylelikle şüphesiz olarak açıkça şu gerçek
ortaya çıkmaktadır: Bu fiiller kulların tercihi ile kullar tarafından meydana
getirilmektedir. Onlar diledikleri takdirde bu işi yaparlar, diledikleri
takdirde bu işi terkederler. Bu gerçek aklen, hissen, şer’an ve müşahede
yoluyla böylece sabit olmuştur.
Kullar tarafından bu fiiller, bu şekilde
yapılmış olmakla birlikte; bu fiiller nasıl olur da kaderin çerçevesi
içerisindedir ve nasıl ilâhî meşiet bunları kapsamaktadır? Gerçeğini öğrenmek
isteyecek olanlara şöyle denilir: Hayrı ile şerri ile kullardan sadır olan bu
ameller ne ile meydana gelmiştir? Kudret ve iradeleriyle diye cevaplandırılır.
Bunu herkes itiraf ve kabul eder. Bu sefer: Onların kudret, irade ve
meşietlerini kim yaratmıştır? Herkesin itiraf edip kabul edeceği cevap şu
olacaktır: Onların kudret ve iradelerini yaratan yüce Allah’tır. Kendileri
vasıtasıyla fiillerin meydana getirildiği hususları yaratan kim ise fiilleri
yaratan da O’dur.
İşte meseleyi çözen budur. Böylelikle kul kalbi
ile; kader, kaza ve ihtiyarın birarada nasıl sözkonusu olduğunu
kavrayabilmektedir.
Bununla birlikte şanı yüce Allah mü’minlere
birtakım sebeb ve eltaf-ı ilahiye ile çeşitli yardımlarla destek vermiş ve
(hayırları işlemelerinin önündeki) birtakım engelleri de bertaraf etmiştir.
Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi ve
sellem- şöyle buyurmaktadır: "Mutlu kimselerden olana ise, mutlu
insanların amelini işlemesi kolaylaştırılır."[246]
Aynı şekilde o, fasıkları yardımından mahrum
bırakmış, onları kendi halleriyle başbaşa terketmiştir. Çünkü onlar yüce
Allah’a iman etmemişler, O’na tevekkül etmemişlerdir. O da kendileri için
seçmiş olduğu dostlarla başbaşa bırakır."
Kader ile kulların fiilleri hususunda ehl-i
sünnet ve’l-cemaat’in görüşlerinin hulasası kitab ve sünnetin nasslarının delâlet
ettiği şekilde şöyledir: Ayn, vasıf, fiil ve bunların dışında kalan herşeyin
yaratıcısı şanı yüce Allah’tır. O’nun meşieti bütün varlıkları ve oluşumları
kapsar. Bu meşiet olmaksızın, bunlardan hiçbir şey meydana gelmez. Şanı yüce
Allah’ın herşeyi meşieti ile yaratmış olması, bunlara dair ezeli ilmiyle
bildiklerine ve levh-i mahfuz’da yazıp, takdir ettiklerine uygundur. Kulların
da kendisi vasıtası ile fiillerinin gerçekleştiği bir kudret ve bir iradeleri
vardır. Katıksız irade ve tercihleriyle bu fiilleri işleyenler bizzat
kendileridir. İşte bundan dolayı onlar yaptıklarının karşılığını almayı
hakederler. Ya övülür ve mükafat alırlar, ya yerilir ve cezalandırılırlar. Bu
fiillerin, fiil olarak meydana getirilmeleri bakımından kullara nisbet
edilmeleri, var etmek ve yaratmak itibariyle yüce Allah’a nisbet edilmelerine
aykırı değildir. Çünkü kendileri vasıtasıyla bu fiillerin meydana geldiği bütün
sebeplerin yaratıcısı da O’dur.
"Bu
aşamadaki kaderi Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın: "Bu ümmetin
mecusileri" diye adlandırdığı kaderiye genel olarak yalanlamaktadır. Kabul
edenlerin bir kesimi de bu hususta aşırıya gitmekte, öyle ki kulun kudret ve
ihtiyar (seçme) sahibi olduğunu kabul etmemekte, bunların hüküm ve
maslahatlarını Allah’ın fiillerinden ve hükümlerinden çıkartmaya
kalkışmaktadırlar."
Önceden de geçtiği üzere kader hususunda iki
kesim sapıtmış bulunmaktadır:
Birinci kesim, kaderi kabul etmeyen ve bu
ümmetin mecusileri diye anılan kaderiye’dir. Nitekim böyle adlandırıldıkları
merfu ve mevkuf olarak rivayet edilen bazı hadislerde görülmektedir.[247]
Bunlar aşırıya kaçmakla ve kaderi inkâr etmekle sapıtmışlar ve kulun
fiilindeki tercihinin ve fiilinden sorumlu oluşunun kesin olarak sabit olması
ile yüce Allah’ın genel olarak herşeyin yaratıcısı olduğunu ve meşietini
belirten nassların delâlet ettiği hususları birarada yorumlanmasının imkânsız
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü onların iddialarına göre bu genel ifadeler
kulun kendi fiilinden sorumlu olmasını ortadan kaldırmakta ve mükellefiyetleri
yıkmaktadır. Bundan dolayı onlar emir ve nehiy tarafını tercih etmişler. Genel
olarak yaratmak ve meşiete delâlet eden nassları ise kulların fiilleri dışında
kalan fiillere tahsis edip, kulun kendi kudret ve iradesiyle fiilinin
yaratıcısı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Böylelikle bunlar Allah’tan başka iki
yaratıcı kabul etmiş olmaktadırlar. Bundan dolayı onlara "bu ümmetin
mecusileri" adı verilmiştir. Çünkü mecusiler şeytanın şerri ve rahatsız
edici şeyleri yarattığına inanarak, Allah ile birlikte onun bir başka yaratıcı
olduğunu iddia ederler. İşte bu kaderiye de kulları Allah ile birlikte yaratıcı
olarak kabul etmiş olmaktadırlar.
İkinci kesime, Cebriye denilmektedir. Bunlar da
kaderi kabul etmekte o kadar aşırı gittiler ki, sonunda kulun gerçek anlamda
bir fiilinin olmasını inkar edecek hale geldiler. Hatta onların kanaatlerine
göre kulun ne bir hürriyeti, ne bir tercihi, ne de bir fiili vardır. Tıpkı esen
rüzgarın önündeki bir tüy gibidir. Fiillerin kula isnad edilmesi; mecazidir.
Namaz kıldı, oruç tuttu, öldürdü, hırsızlık yaptı denilmesi tıpkı güneş doğdu,
rüzgar esti, yağmur yağdı demek gibidir. Böylelikle onlar Rablerini zulüm ile
ve kulları güç yetiremedikleri şeyleri mükellef tutmak ile, ayrıca kendilerinin
yapmadıkları işlerin karşılığını onlara vermekle itham etmiş olmaktadırlar.
Ayrıca Rablerini kullarının mükellef kılınması hususunda abes iş yapmakla itham
ettiler, emir ve nehiyde hikmetin sözkonusu olmadığını söylemiş oldular. Ne
kadar kötü hüküm veriyorlar!
[Ehl-i
sünnet ve’l-cemaat] [248]in
inandığı esaslardan birisi de şudur: Din ile iman kavl ve ameldir. Kalbin [249]
ve dilin [250] kavli ile
kalbin, [251]idilin [252]
ve azaların [253]
amelidir.
"İman
itaat ile artar, masiyet dolayısıyla eksilir."
"İsimler ve hükümler" meselesinde
ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in imanın dil ile söylemek, kalb ile inanmak, azalarla
amel etmek olduğuna ve bu üç hususun mutlak olarak iman adının kapsamı
içerisine girdiğine inandıklarını belirtmiş idik.
Mutlak imanın kapsamı içerisine zahiri ile batınıyla,
iman esaslarıyla, füruu ile dinin tamamı girmektedir. Buna göre mutlak olarak
iman adını ancak bütün bunları kendisinde toplamış ve bunlardan bir şey
eksiltmemiş kimse hakeder.
Ameller ve sözler iman adının kapsamı içerisine
girdiğinden ötürü iman artıp eksilebilir. O bakımdan iman itaatla artar,
masiyet dolayısıyla eksilir. Nitekim kitab ve sünnetin apaçık delilleri bunu
gösterdiği gibi mü’minlerin itikadlarında, kalb ve azalarının amellerinde
birbirlerinden farklı oldukları da açıkça görülen bir husustur.
İmanın artıp eksildiğinin delillerinden birisi
de şudur: Yüce Allah mü’minleri üç tabakaya ayırarak şöyle buyurmaktadır: "Sonra kitabı kullarımızdan
seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimisi nefsine zulmedicidir. Kimisi
itidal üzeredir. Kimisi de Allah’ın izni ile hayırlarda öne geçmiştir."
(Fâtır, 35/32)
Hayırlarda öne geçen kimseler farz ve
müstehabları edâ eden, haram ve mekruhları terkeden kimselerdir. Bunlar
mukarreb olanlardır.
Orta yollu olanlar ise sadece farzları edâ edip,
haramları terketmekle yetinenlerdir.
Nefislerine zulmedenler ise birtakım haramları
işlemek cüretini göstermekle beraber, imanın aslını muhafaza etmelerine rağmen,
bazı farzları yerine getirmekte de kusurlu hareket edenlerdir.
İmanın artıp eksilme şekillerinden birisi de
şudur: Mü’minler iman ilimleri hususunda farklı farklıdırlar. Kimisine iman ile
ilgili çeşitli tafsilat ve inanç meseleleri hakkında pek çok bilgi ulaşmıştır.
Bu sebebten bunlarla imanı artış göstermiş, yakîni tamam olmuştur. Kimisi de
daha aşağı mertebededir. Hatta bazıları ancak icmalî imanı elde etmiş, tafsilî
hükümlerinden hiçbir şey öğrenememiş olur ve bununla birlikte o kimse
mü’mindir.
Diğer taraftan mü’minler kalb ve azaların
amellerinin bir çoğunda da itaatlerinin çokluk ve azlığı bakımından da
birbirlerinden farklıdırlar.
İmanın sadece kalbî tasdik olduğunu, artış ya da
eksilişinin mümkün olmadığını kabul edenlere gelince, -Ebu Hanife ve
başkalarından rivayet edildiği gibi- sözünü ettiğimiz deliller onlara karşıdır.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-
da şöyle buyurmuştur: "İman yetmiş küsur şubedir. En yükseği lâ ilâhe
illallah sözü, en aşağısı ise yoldan gelip, geçenleri rahatsız edici şeyleri
kaldırmaktır."[254]
"Bununla
birlikte onlar mutlak masiyetler ve büyük günahlar sebebiyle -Hâricîlerin
yaptıkları gibi- kıble ehlini tekfir etmezler. Aksine masiyetlerle birlikte
iman kardeşliği sabittir (derler). Nitekim yüce Allah [kısas âyetinde] [255]şöyle
buyurmaktadır: "Fakat kime kardeşi tarafından bir şey affolunursa, artık
(diyet alan) örfe uyarak istesin."
(el-Bakara, 2/178) Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer
mü’minlerden iki grub birbirleri ile çarpışırlarsa, onların aralarını düzeltin.
Eğer onların biri diğerine karşı tecavüz ediyorsa, o tecavüz eden grubla
Allah’ın emrine dönünceye kadar çarpışın. Eğer dönerse ikisinin arasını
adaletle düzeltin ve adaletli olun. Çünkü Allah adaletli olanları sever."
(el-Hucurat, 49/9);"Mü’minler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin
arasını düzeltin." (el-Hucurat, 49/10)
Mutlak olarak iman birtakım söz, amel ve
itikadlardan meydana gelmekle birlikte bunların hepsi aynı seviyede değildir.
Aksine itikad edilmesi gereken hususlar imanda esastır. Buna göre Allah
melekleri, kitabları, rasûlleri âhiret günü ya da namazın, zekatın farz oluşu,
zina ve haksızca öldürmenin haram oluşu gibi dinden oldukları kesinlikle
bilinen hususlardan herhangi bir şeyi inkâr eden bir kimse kâfirdir ve bu
inkârı sebebiyle imanın dışına çıkmış olmaktadır.
"İslam
dini üzere bulunan fâsık kimseden [İslam] [256]adını
büsbütün kaldırmazlar. Mutezile’nin söylediği gibi de ebediyyen cehennemde
olduğunu söylemezler.
Aksine
fâsık da iman adının [257]
kapsamı içerisindedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"...O zaman
(katilin) mü’min bir köle azad etmesi gerekir." (en-Nisa, 4/92)
Yüce
Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi bazan mutlak olarak iman adı kapsamı
içerisine de girmeyebilir: "Gerçek mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah
anıldığı zaman kalpleri titrer. Âyetleri karşılarında okunduğu zaman (bu)
onların imanını arttırır." (el-Enfal, 8/2) Peygamber -sallallahu aleyhi ve
sellem-’ın şu buyruğunda da bu kabildendir: "Zinakâr, zina ettiği vakit
mü’min olarak zina etmez. Hırsız, hırsızlık yaptığı vakit mü’min olarak
hırsızlık yapmaz. İçki içen, içki içtiğinde mü’min olarak içki içmez. İnsanların
değer verdiklerinden ötürü başlarını kaldırıp, kendisine bakmalarına sebeb
teşkil edecek herhangi bir malı haksızca alacak olursa, mü’min olarak
almaz." [258]
"[Biz
diyoruz ki][259]: Böyle bir
kimse imanı eksik bir mü’mindir. Yahut imanı ile mü’min, işlediği büyük günah
dolayısıyla fasıktır. Bu durumda ona ne mutlak olarak (iman) ismi verilir, ne
de mutlak olarak bu (iman) ismi ondan alınır."
İslam dini üzere bulunup ta haram olduklarına
inanmakla birlikte birtakım günahları işleyen fâsıka gelince, ehl-i sünnet
ve’l-cemaat böyle bir kimseden iman adını büsbütün kaldırmazlar ve Mutezile ile
Hârîcilerin dedikleri gibi, onun ebedi olarak cehennemde olduğunu söylemezler.
Aksine ehl-i sünnet’e göre böyle bir kimse imanı eksik bir mü’mindir. Masiyeti
kadarı imanından eksilme olmuştur yahut böylesi fasık bir mü’mindir. Ona mutlak
olarak iman adını vermedikleri gibi, mutlak olarak iman adını da ondan
kaldırmazlar.
Kitab ve sünnetin delilleri müellifin -Allah Ona Rahmet Etsin- sözünü ettiği
masiyet ile birlikte, mutlak olarak imanın sabit olduğunu göstermektedir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Ey
iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler (dostlar)
edinmeyin." (el-Mumtehine, 60/1)
Görüldüğü gibi masiyetin varlığına rağmen yüce
Allah böylelerine mü’minler diye seslenmektedir. Sözkonusu masiyet ise onların
kâfirleri veli edinmeleridir...
Şer’î anlamlarıyla iman ve İslâm, varlıkları
itibariyle birbirinden ayrılmazlar. Biri diğeri olmadan bulunmaz. Aksine nerede
sahih ve muteber bir iman varsa, onunla birlikte İslam da vardır, aksi de
böyledir. Bundan dolayı bazan birini anmakla yetinilebilinir. Çünkü bunlardan
birisi tek başına anılacak olursa, diğeri de onun kapsamına girer. Ancak
birarada sözkonusu edildikleri takdirde o zaman iman ile tasdik ve itikad,
İslam ile dil ile ikrar, azalarla amel gibi zahiri inkıyat ve itaat kastedilir.
Ancak bu mutlak imana nisbetle böyledir. Mutlak
iman ise mutlak İslam’dan daha özeldir. Bazan o olmadan İslam bulunabilir. Yüce
Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi:"Bedevi
Araplar: İman ettik, dediler. De ki: Siz iman etmediniz, fakat İslâm olduk,
deyiniz..." (el-Hucurat,
49/14) Böylelikle onların mutlak manada iman sahibi olmadıklarını belirtmekle
birlikte; müslüman olduklarını haber vermiş olmaktadır.
Cibril hadisinde de üç mertebe sözkonusu
edilmiştir: İslam, iman ve ihsan. Bu da sonraki her mertebenin bir öncekinden
daha özel olduğuna delâlet etmektedir.
"Ehl-i
sünnet ve’l-cemaat’in esaslarından birisi de Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve
sellem-’ın ashabına karşı kalblerinde herhangi bir kötü duygu beslememeleri,
dilleriyle de onlardan kötü bir biçimde söz etmemeleridir. Onlar yüce Allah’ın
şu buyruğunda nitelendirdiği şekilde davranırlar:"Onlardan sonra gelenler derler
ki: Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle.
Kalblerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma. Rabbimiz şüphesiz ki sen
çok esirgeyicisin, çok merhametlisin." (el-Haşr, 59/10) Peygamber
-sallallahu aleyhi ve sellem-’ın: "Ashabıma sövmeyiniz. Nefsim elinde
olana yemin ederim ki sizden herhangi bir kimse Uhud dağı kadar altın infak
edecek olursa, onlardan herhangi bir kimsenin bir müd yahut onun yarısı kadar
yaptığı harcamasına (mükâfat ve faziletine) ulaşamaz." [260]
buyruğunda belittiği şekilde peygambere itaat ederler.
Ayrıca
onlar kitab, sünnet ve icma ile tesbit edilen şekliyle onların fazilet ve
mertebelerini de kabul ederler."
Müellif diyor ki: Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in
kendilerinin dışında kalan hak yoldan uzaklaşmış ve sapmış kimselerden
ayrıldıkları esaslardan birisi de şudur: Onlar Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın ashabından hiçbir kimseyi küçük
görmezler ve hiçbir kimsenin aleyhine dil uzatmazlar. Kimseye karşı kin,
düşmanlık ya da küçümseyici duygular beslemezler. Onların kalbleri de, dilleri
de bütün bunlardan uzaktır. Ashab hakkında söyledikleri yalnızca yüce Allah’ın
kendilerinden sözederken belirttiği: "Rabbimiz bizi ve bizden önce iman
etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle..."(el-Haşr,
59/10) âyetinde dile getirdiği
ifadelerden ibarettir.
Bu Ashab-ı kiram’a güzel bir şekilde uyan ve
onlardan sonra gelen kimselerin yaptıkları bu dua onların Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
ashabını mükemmel bir derecede sevip, onlardan övgüyle sözettiklerini
göstermektedir. Esasen ashab-ı kiram böyle bir sevgiye, saygıya layıktırlar.
Çünkü onların üstün faziletleri öncelikle İslam’a bağlanmaları ve İslam uğrunda
büyük fedakârlıkları vardır. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın yakın arkadaşları olmuşlar ve bütün ümmete iyilikte
bulunmuşlardır. Zira Peygamberleri Muhammed -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın bütün getirdiklerini onlara tebliğ edenler onlardır.
Sonradan gelenlerden herhangi bir kimseye ulaşmış bulunan bütün bilgi ve
haberler (peygambere ve ashaba dair rivayetler) onların aracılığı ile
ulaşmıştır. Sonradan gelenler aynı şekilde Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’a itaat etmek üzere de ashaba gereken
saygıyı gösterirler. Çünkü Peygamber ashaba dil uzatmayı, onların değerlerini
küçümsemeyi yasaklamış, herhangi bir sahabinin yapmış olduğu azıcık bir amelin
başkalarının yapmış olduğu pekçok amelden üstün geldiğini beyan etmiştir. Bu
ise onların ihlâslarının mükemmelliğinden, imanlarının samimi oluşundan
dolayıdır.
"Hudeybiye
barışı demek olan Fetih’ten önce Allah yolunda infakta bulunup savaşmış olan
kimselerin, daha sonradan infakta bulunup savaşanlardan daha faziletli olduğunu
kabul ederler.
Muhacirleri,
ensar’dan önde bilirler.
Yüce
Allah’ın Bedir’e katılanlara -ki üçyüzon küsur kişi idiler-: "Dilediğinizi
yapınız, ben size (günahlarınızı) bağışladım."[261] dediğine inanırlar.
Ağacın
altında Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın haber verdiği gibi[262]
bey’at eden kimselerden hiçbirisinin cehenneme girmeyeceğine, aksine yüce
Allah’ın kendilerinden razı olup onların da yüce Allah’ın mükâfatından hoşnut
olacaklarına da inanırlar. Bunla, 1400 kişiden daha fazla idiler.[263]
"Rasûlullah
-sallallahu aleyhi ve sellem-’ın cennetlik olduklarına tanıklık ettiği kimselerin,
cennetlik olduklarına onlar da tanıklık ederler. Aşere-i mübeşşere, Sabit b.
Kays b. Şemmâs ve diğer ashab-ı kiram gibi."
Müellifin: "Hudeybiye barışı demek olan
fetihden önce infak edip, savaşmış kimseleri ondan sonra infak edip savaşmış
kimselerden üstün tutarlar" ifadelerine sebep bu husustaki Kur’âni nass’ın
varlığıdır. Yüce Allah el-Hadid suresinde şöyle buyurmaktadır: "Aranızdan fetihten önce infak edip,
savaşanlar (diğerleriyle) bir olmaz. Onların dereceleri fetih sonrasında infak
edip, savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de el-Hüsnâ’yı
(cenneti) vaad etmiştir."
(el-Hadid, 57/10)
Âyet-i kerîme’de geçen "Fetih"in
Hudeybiye barışı diye açıklanmasına gelince, meşhur olan açıklama şekli budur
ve Fetih suresinin Hudeybiye barışının sonrasında nazil olduğu sahih rivayetle
sabit olmuştur.[264]
Bu barışa fetih denilmesinin sebebi ise İslam’ın
izzeti, güç kazanması, yayılması, insanların İslam’a girmeleri hususlarında
oldukça önemli sonuçları doğurmuş olmasından dolayıdır.
"Muhacirleri, ensardan önde tutarlar"
ifadelerine sebeb de şudur: Çünkü muhacirler Allah’ın dinine yardım etmek ile
hicret etmek gibi iki vasfa sahiptirler. Bundan dolayı raşid halifeler ile
aşere-i mübeşşere’nin geri kalanları muhacirler arasındandır. Ayrıca Kur’ân-ı
Kerîm’de gerek et-Tevbe suresinde[265],
gerek el-Haşr suresinde[266]
muhacirlerin, ensar’ın önünde olduklarını belirtmektedir. Böyle bir üstün tutma
(tafdil) genelin genele faziletli olduğunu kabul etmektir. Bu ensar arasındaki
birtakım kimselerin muhacirler arasındaki bazı kimselerden daha faziletli
olmasına aykırı değildir. Ebu Bekr -radıyallahu
anh-’ın Sakife günü yaptığı konuşmada şu sözleri söylediği rivayet
edilmiştir: "Biz muhacirler insanlar arasında ilk müslüman olan
kimseleriz. Biz sizden önce müslüman olduk. Kur’ân-ı Kerîm’de de sizden
öncelikli olduğumuz belirtilmiştir. O bakımdan emirler bizler olmalıyız, sizler
de bizim vezirlerimiz (yardımcılarımız)sınız."[267]
"Yüce Allah’ın Bedir ehline... dediğine
inanırlar" sözlerine gelince, Ömer -radıyallahu
anh- Bedir’e katılmış bulunan Hatıb b. Ebi Beltea’yı Kureyş’lilere
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
ordusuyla üzerlerine gelmek için hazırlandığını haber veren bir mektub yazdığı
için öldürmek isteyince, Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- ona şöyle demişti: "Yüce Allah Bedir ehline:
İstediğinizi yapınız ben size mağfiret ettim, dememiş olduğunu nerden
biliyorsun, ey Ömer?"
"Ağaç altında Peygamber’e bey’at eden
hiçbir kimsenin cehenneme girmeyeceğine... de" sözlerine gelince, bunun
gerekçesi Peygamber -sallallahu aleyhi ve
sellem-’ın bunu böylece haber vermiş olması ve yüce Allah’ın şu buyruğudur:"Andolsun ki ağacın altında sana bey’at
ederlerken Allah mü’minlerden razı olmuştur..." (el-Feth,
48/18)
İşte yüce Allah’ın bu şekilde onlardan razı
olmuş olması, onları azablandırmak istemesine engeldir, onlara ikramda
bulunmasını ve mükâfatlandırılmalarını gerektirmektedir.
"Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın kendilerine tanıklık ettiği
kimselerin cennete gireceklerine tanıklık ederler. Aşere-i mübeşşere, Sabit b.
Kays b. Şemmâs ve diğer sahabilere olduğu gibi..." ifadelerine gelince;
Aşere-i mübeşşere şunlardır: Ebu Bekr, Ömer, Osman,
Ali, Talha, Zübeyr, Sa’d b. Ebi Vakkas, Said b. Zeyd, Abdu’r-Rahman b. Avf ve
Ebu Ubeyde b. el-Cerrah[268]
Sabit b. Kays[269],
Ukkaşe b. Mihsan[270],
Abdullah b. Selam[271]
gibileri ile onların dışında cennet ehlinden olduklarına dair sahih haberin
varid olduğu herkesin[272]
de (cennetlik olduğuna şahitlik ederler.)
"Mü’minlerin
emiri Ali b. Ebi Talib -radıyallahu anh-’dan mütevatir nakil ile gelmiş olan:
Bu ümmetin peygamberinden sonra en hayırlıları Ebu Bekir, sonra Ömer’dir,
şeklindeki naklin gereğini ikrar ve kabul ederler.
Üçüncü
olarak Osman ve dördüncü olarak Ali (r.anhum)’in faziletli olduğunu söylerler.
Nitekim rivayetler de buna böylece delâlet ettiği gibi ashab-ı kiram’da
(halifeliğe) bey’at hususunda Osman -radıyallahu anh-’ın öncelenmesini icma ile
kabul etmişlerdir.
Bununla
birlikte bazı ehl-i sünnet mensubu kimseler Ebu Bekir ile Osman -radıyallahu
anh-’ın öne geçirilmelerini -ittifak ile kabul etmekle birlikte- Osman ile Ali
-radıyallahu anh-’den hangisinin faziletli olduğu hususunda ihtilaf etmiş
bulunuyorlar. Kimileri Osman’ı öncelemiş ve başka bir şey söylememiş yahut ta
dördüncü olarak Ali’yi saymışlar, kimileri de Ali’yi öncelemiş, kimileri ise bu
konuda bir şey söylememişlerdir.
Fakat
nihayette ehl-i sünnet Osman -radıyallahu anh-’ın efdal olduğuna, ondan sonra
da Ali’nin geldiğine karar kılmışlardır.
Bununla
birlikte bu mesele -Osman ve Ali meselesi- ehl-i sünnet’in cumhur’unun
kanaatine göre bu hususta muhalif kanaat kabul eden kimselerin sapık kabul
edileceği esas meselelerden değildir.
[Fakat
kişinin sapık olduğuna hüküm verilmesine sebeb teşkil eden mesele] [273]
hilafet meselesidir. Çünkü onlar (ehl-i sünnet ve’l-cemaat) Rasûlullah
-sallallahu aleyhi ve sellem-’dan sonra halifeliğin (sırasıyla) Ebu Bekir,
Ömer, sonra Osman, sonra da Ali’ye geçtiğine inanırlar.
Bunlardan
herhangi birisinin halifeliğine dil uzatan bir kimse evindeki eşşeğinden de
daha şaşkındır."
Müellifin: "Mü’minlerin emiri Ali b. Ebi
Talib ve başkalarından mütevatir olarak nakledilen, bu ümmetin peygamberinden
sonra en faziletlilerinin Ebu Bekir ve Ömer olduğuna inanırlar" şeklindeki
ifadelerini ele alalım: Rivayet edildiği üzere Ali -radıyallahu anh- bu hususu Kûfe minberinden irad ettiği hutbesinde
söylemiştir. Pek büyük bir kalabalık onun bu sözlerini de dinlemiştir. O şöyle
derdi: Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- bizler kendisinden sonra aramızda en faziletli olan kişinin Ebu
Bekir olduğunu kesin olarak öğrenmedikçe, Ebu Bekir de aramızda kendisinden
sonra en faziletli kişinin Ömer olduğunu bilmedikçe vefat etmediler."[274]
"Üçüncü olarak Osman’ı ve dördüncü olarak
ta Ali’yi..." şeklindeki sözlerine gelince; ehl-i sünnet’in cumhur’unun
kabul ettiği görüşe göre raşid halifelerin fazilet itibariyle sıraları
halifelik sıralarına uygundur. Bundan dolayı onlar Osman’ın, Ali’den faziletli
olduğunu kabul ederler. Buna delil olarak da Ashab-ı Kiram’ın halifeliğe bey’at
hususunda Ali’den önce Osman -radıyallahu
anh-’a bey’at etmiş olduklarını gösterirler.
Ehl-i sünnet’ten bazıları da Ali’nin faziletli
olduğunu söylerler. Çünkü bunların görüşüne göre Ali -radıyallahu anh-’ın meziyet ve menkıbelerine dair gelen rivayetler
daha fazladır.
Kimisi de bu hususta herhangi bir görüş
belirtmez.
Durum ne olursa olsun müellifin de belirttiği
gibi daha faziletli oluş meselesi muhalefet eden kimselerin sapıklıklarına
hükmetmeyi gerektiren aslî meselelerden değildir. Görüş ayrılığının mümkün
olabileceği fer’î meselelerdendir.
Halifelik meselesine gelince, Osman -radıyallahu anh-’ın halifeliğinin sahih
bir halifelik olduğuna inanmak gerekir. Çünkü onun halifeliğe seçilmesi Ömer -radıyallahu anh-’ın kendisinden sonraki
halifeyi seçmek üzere tayin etmiş olduğu altı kişilik[275]
istişare heyetinin kararının bir sonucu olmuştu. Buna göre Osman -radıyallahu anh-’ın halifeliğinin batıl
olduğunu, Ali -radıyallahu anh-’ın
halifeliğe ondan daha çok hak sahibi olduğunu iddia eden bir kimse bu
ifadelerindeki muhacir ve ensar’ı küçük düşürücü anlamlar ihtiva etmekle
birlikte, şiîlik anlayışının daha ağır bastığı bid’atçi ve sapık bir kimsedir.
"(Ehl-i
sünnet ve’l-cemaat) Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın ehl-i beyt’ini
severler. Onları veli edinir ve onlar hakkında Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve
sellem-’ın ⁄adir-i Hum gününde söylemiş olduğu şu sözlerindeki vasiyetine
riayet ederler: "[Benim ehl-i beyt’im hakkında sizlere Allah’ı
hatırlatırım.] [276]"
[277]
Yine
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bazı Kureyş’lilerin, Haşimoğullarına
katı davrandığından kendisine şikâyette bulunan amcası Abbas’a da şöyle demiştir:
"Nefsim elinde olana yemin ederim ki, Allah için ve benim akrabalığım
dolayısıyla sizleri sevmedikçe iman etmiş olamazlar." [278]
Bir başka
hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah İsmailoğullarını
seçmiştir. İsmailoğullarından Kinane’yi, Kinane’den Kureyş’i seçmiş, Kureyş’ten
Haşimoğullarını, Haşimoğullarından da beni seçmiştir." [279]
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın ehl-i beyt’i, sadaka almaları haram kılınan
kimselerdir. Bunlar ise Ali, Cafer, Akîl ve Abbasoğullarıdır. Hepsi de
Haşimoğullarındandır. Muttaliboğulları da bunlar arasındadır. Çünkü Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle
buyurmuştur: "Onlar ne cahiliye döneminde, ne İslam geldikten sonra bizden
ayrılmadılar."[280]
Bundan dolayı ehl-i sünnet ve’l-cemaat onlara
gerektiği gibi hürmet ederler. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’a olan akrabalık bağlarını gözetirler. Aynı şekilde
müslüman olmaları ve müslüman olmaktaki öncelikleri yüce Allah’ın dinine
yardımcı olmak noktasında güzel sınav vermiş olmaları dolayısıyla da onları
severler.
"⁄adiru Hum (hum havuzu, su
birikintisi)"; denildiğine göre Mekke ile Medine arasında el-Cuhfe diye
bulunan bir yerdeki su birikintisinin kendisine izafe edildiği boyacılık yapan
bir adamın adıdır. Bir diğer görüşe göre Hum orada bu su birikintisinin
kendisine izafe edildiği sık ağaçlık bir yerdir.
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın amcasına söylediği: "Nefsim elinde olana yemin
ederim ki Allah için ve benim akrabalığım dolayısıyla sizleri sevmedikçe iman etmiş
olamazlar." sözünün anlamına gelince: Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın ehl-i beyt’ini öncelikli olarak
Allah için, ikinci olarak da Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın yanındaki konumları ve nesebinin onlarla birleşmesi
için sevmedikçe, kimsenin imanının kemale ermeyeceğini ifade eder. Onları Allah
için sevmenin gereği, onların da Allah için sevilmeleri ve veli (dost)
edinilmeleri gereken Allah’ın dostları ve Allah’a itaat eden kimseler
oluşlarından dolayıdır.
"Rasûlullah
-sallallahu aleyhi ve sellem-’ın hanımları ve mü’minlerin annelerini de veli
edinirler. Onların âhirette de Peygamber efendimizin hanımları olacaklarına
inanırlar. Özellikle çocuklarının çoğunluğunun annesi olan, ona ilk iman eden,
dininde ona destek olan ve Peygamberin nezdinde önemli bir yeri olan Hadice
-radıyallahu anha-’yı;
Ve Ebu
Bekir es-Sıddîyk’ın kızı olan ve Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
hakkında: "Âişe’nin diğer kadınlara üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere
üstünlüğü gibidir." [281]
dediği sıddîyka (Aişe -radıyallahu anha)’yı (dost ve veli
edinirler.)"
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın hanımları nikah ile kendileri ile evlenmiş olduğu
hanımları olup bunların birincisi Huveylid kızı Hadice -radıyallahu anha-’dır. Peygamber olmadan önce Mekke’de onunla
evlenmiştir. O sırada Peygamber yirmibeş yaşında idi. Hadice -radıyallahu anha- ise Peygamberden
onbeş yaş daha büyüktü. Vefat edinceye kadar ondan başka bir hanımla evlenmedi.
İbrahim dışında bütün çocukları ondandır. Ona ilk iman eden kişi odur. Risalet
görevinin yüklerini taşımak noktasında ona ilk destek veren de odur. Altmışbeş
yaşında hicretten üç yıl önce vefat etmiştir. Ondan sonra da Zemaa kızı Sevde -radıyallahu anha- ile evlenmiştir.
Âişe -radıyallahu
anha- ile nikâh akdini yaptığında altı yaşında idi. Nihayet Medine’ye
hicret ettikten sonra dokuz yaşında iken onunla gerdeğe girmiştir.
Peygamber efendimizin hanımlarından birisi de Um
Seleme (r.anha)’dır. İlk kocası Ebu Seleme’den sonra onunla evlenmiştir.
Cahş kızı Zeyneb ile de Zeyd b. Harise’nin,
Zeyneb’i boşamasından sonra evlenmiştir. Yahut ta daha sahih olan görüşe göre
yüce Allah, Peygamber efendimizi Zeyneb’le evlendirmiştir.
Haris kızı Cuveyriye, Huyey kızı Safiye, Ömer
kızı Hafsa, Huzeyme kızı Zeyneb de mü’minlerin anneleridirler. Bunlar âhirette
de Peygamber efendimizin hanımlarıdır. Mutlak olarak onların en faziletli
olanları ise Hadice ve Aişe -radıyallahu
anha-’dırlar.
"Ayrıca
(ehl-i sünnet ve’l-cemaat) ashab’a buğzeden ve onlara dil uzatan Rafızî’lerin[282]
izledikleri yoldan uzak olduklarını belirtirler.
Aynı
şekilde söz [yahut] [283]
davranışları ile ehl-i beyt’e eziyet veren Nevâsıb[284]’in izledikleri yoldan da uzaktırlar.
Ashab
arasında meydana gelen olaylar hakkında söz söylemekten kaçınır ve şöyle
derler: Onların bu olumsuz halleri ile ilgili olarak gelmiş olan bu
rivayetlerin kimisi yalandır, kimisine birtakım ilaveler yapılmış yahut
eksiltmelerde bulunulmuş ve gerçek şekli değiştirilmiştir. Bunların sahih
olanlarında ise onlar mazurdurlar. Ya içtihad edip isabet etmişler yahut ta
içtihad edip hata etmişlerdir.
Bununla
birlikte ehl-i sünnet ve’l-cemaat ashab-ı kiram’dan herbir kimsenin büyük
olsun, küçük olsun günahlardan masum olduklarına inanmazlar. Aksine genel
olarak onların günah işlemeleri mümkündür.
Bununla
birlikte önce müslüman olmuş olmaları ve sahib oldukları faziletler -eğer
meydana gelmişse- yapmış oldukları günahların mağfiret edilmesini gerektirir.
[Öyle ki onların] [285]kendilerinden
sonra gelmiş olanların bağışlanmayacak türden olan günahları bağışlanabilir.
Çünkü onların kendilerinden sonra gelenlerin sahib olamayacakları türden
günahları silen hasenatları vardır.
Onların
nesillerin en hayırlısı oldukları, onlardan herhangi birisinin sadaka olarak
vermiş olduğu bir mud’ün kendilerinden sonra gelenlerden bir kimsenin
harcayabileceği Uhud dağı kadar altından daha faziletli olacağı Rasûlullah
-sallallahu aleyhi ve sellem-’ın buyruğu ile sabit olmuştur.
Diğer
taraftan onlardan herhangi birisinden sadır olmuş bir günahtan ötürü tevbe
etmiş olması yahut o günahı silecek iyiliklerde bulunmuş olması ya da erken
İslam’a girmiş olmasının fazileti yahut insanlar arasında şefaatine başkalarına
göre daha layık olduğu Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’in şefaati ya da
dünyada karşı karşıya kaldığı bir belâ ve sıkıntı dolayısı ile bu günahı
affedilmiş, örtülmüş de olabilir.
Muhakkak
olarak bilinen günahlarda durum böyle olduğuna göre; içtihad edip de isabet
etmiş olmaları halinde iki ecir, hata etmiş olmaları halinde ise tek bir ecir
alıp hatalarının da bağışlanabileceği türden olan içtihad ettikleri işlerde ya
durum nasıl olur?
Diğer
taraftan onlardan bazıları tarafından yapılmış ve uygun karşılanmayan bazı
fiilleri Allah’a ve Rasûlüne iman, Allah yolunda cihad etmek, hicret, Allah’ın
dinine yardım etmek, faydalı bilgi ve salih amel gibi sahib oldukları
faziletler ve güzelliklere nisbetle oldukça azdır ve bağışlanacak özelliktedir.
Bir ilim
ve bir basiret ile onların yaşayışlarını ve yüce Allah’ın onlara ihsan etmiş
olduğu faziletleri tetkik eden bir kimse kesin olarak şunu bilmiş olacaktır:
Peygamberlerden sonra insanların en hayırlıları onlardır. Ne öncesinden onlar
gibi gelmiştir, ne de sonra onlar gibileri gelecektir. Onlar ümmetlerin en
hayırlıları, Allah nezdinde de en değerli ümmet olan bu ümmeti meydana getiren
nesillerin en seçkin olanıdırlar."
Ali ve onun aile halkı hususunda aşırı gitmek,
onun dışındaki ashab-ı kiram’ı buğzedip, onlara dil uzatıp, tekfir etmek
şeklindeki Rafizî’lerin izledikleri yoldan ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in uzak
olduklarını anlatmak istemektedir.
Bunlara bu ismi veren ilk kişi Zeyd b. Ali[286]
-Allah’ın rahmeti üzerine olsun-’dir.
Kendisine bey’at etmek için Ebu Bekir ile Ömer’in halifeliğini kabul etmediğini
ifade etmesini istediklerinde o bu isteği yerine getirmemiş, bundan dolayı
etrafından dağılıp gitmişlerdi. Kendisi de onlara: Siz beni rafd ettiniz (beni
terkettiniz) demişti. İşte o günden itibaren bunlara "Rafizîler" adı
verilmiştir.
Rafızîler’in fırkaları pek çoktur. Kimileri
aşırı gitmiştir, kimileri o kadar aşırı değildir.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat aynı şekilde bilinen
siyasi birtakım sebebler ve olaylar dolayısıyla peygamberlik hanedanına
düşmanlık ilan eden Nevâsıb’ın yolundan da uzaktırlar.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat, ashab -radıyallahu anh- arasında meydana
gelmiş anlaşmazlıklara dalmaktan uzak kalırlar. Özellikle Osman -radıyallahu anh-’ın öldürülmesinden
sonra Ali, Talha ile Zübeyr arasında meydana gelen olaylar ile daha sonraları
Ali, Muaviye, Amr b. el-Âs ve başkaları arasında cereyan etmiş olaylar
hakkında... Ashab’ın kötü halleri ile ilgili gelmiş rivayetlerin çoğunluğunun
yalan yahut gerçekleri tahrif edilmiş olduklarını kabul ederler. Bu
rivayetlerin sahih olanlarını ise ashab’ın bu hususta mazur olduklarını kabul
ederek: Onlar te’vil etmiş ve içtihad etmiş kimselerdir, derler.
Bununla birlikte ashab’ın büyük küçük
günahlardan korunmuş (masum) olduklarını da iddia etmezler. Fakat onların erken
dönemlerde müslüman oluşları, faziletleri, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’a sahabe oluşları, onunla birlikte
cihad etmiş olmaları, onlardan sadır olmuş olması ihtimal dahilinde bulunan
yanlışlıklarının mağfiret edilmesini gerektirmektedir. Çünkü onlar Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
tanıklığı ile bütün nesillerin en hayırlıları ve en faziletlileridir. Onlardan
herhangi birisinin Allah yolunda harcamış olduğu bir müd yahut onun yarısı bir
miktar onlardan sonra gelenlerden bir kimsenin Uhud dağı kadar sadaka olarak
dağıtacağı altından daha faziletlidir.
Müellif -Allah
Ona Rahmet Etsin- şunu kastetmektedir: Onlardan herhangi bir kimsenin yüce
Allah’ın kendisine gazab etmesini gerektirecek bir günah üzerinde ısrar ederek
ölmüş olması kabul edilemez. Aksine fiilen onlardan herhangi bir kimseden eğer
bir günah sadır olmuş ise sözünü ettiği hallerden herhangi birisi sözkonusudur.
Ya ölümünden önce tevbe etmiştir, ya işlediği bu günahı giderecek ve silecek
iyilikler yapmıştır, ya erken dönemde İslâm’a girmiş olmasının fazileti
dolayısıyla bu günahı ona bağışlanmıştır. Nitekim Bedir’e katılanlar ile ağaç
altında peygambere bey’at edenlerin günahları bundan ötürü bağışlanmıştır.
Yahut Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve
sellem-’ın şefaati ile günahı bağışlanacaktır. Çünkü insanlar arasında onun
şefaati dolayısıyla en mutlu olmaya ve o şefaate en çok hak kazanmaya layık
olanlar onlardır. Yahut ta dünyada gerek kendi şahsında, gerek malında, gerekse
de çocukları hakkında karşı karşıya kaldığı bir bela ve musibet dolayısıyla
onun günahı affedilmiş olabilir.
Onların muhakkak olarak işledikleri kabul edilen
günahlara nisbetle inanılması gereken bu olduğuna göre; içtihad ve hata
edebilme konusu olan hususlarda günahlarının bağışlanmayacağı nasıl
söylenebilir?
Diğer taraftan onların hata ettikleri kabul
edilen bu husus, sahib oldukları güzellik ve faziletler ile ölçülecek olursa,
adeta bu kusurları denizde bir damla bile olmaz.
Hulasa, peygamberini seçen yüce Allah o
peygamberine bu ashabı seçmiştir. Onlar peygamberlerden sonra en hayırlı
insanlardır. Ümmetlerin en faziletlileri olan bu ümmet arasından seçkin
kimselerdir.
Müellifin ashab-ı kiram hakkındaki bu
açıklamalarını dikkatle düşünen bir kimse, cahil ve mutaassıpların ona
yaptıkları iftiralardan, onların ashabın değerine karşı hücum eden bir tavır
takındığını, onların değerlerini küçültüp, icmalarına karşı çıktığını ve buna
benzer asılsız iddia ve iftiraları ona yakıştıran mutaassıp cahillerin
yaptıkları bu iftiralara son derece hayret eder.
"Ehl-i
sünnet’in kabul ettikleri esaslardan birisi de evliyânın kerâmetleri ile yüce
Allah’ın onlar vasıtası ile gerçekleştirdiği çeşitli ilim, keşif, kudret ve
tesir kabilinden meydana getirdiği olağanüstü hadiseleri tasdik etmektir.
Ayrıca gerek Kehf suresinde ve başkalarında önceki ümmetlerden ve gerekse de bu
ümmetin ilkleri olan ashab-ı kiram ile tabiînden [nakledilen][287]
ile ümmetin diğer [fırkaları] [288]
ndan nakledilenleri de (tasdik ederler). Ayrıca bunlar bu ümmet arasında
kıyamet gününe kadar devam edecektir."
Peygamberlerinin getirdikleri hidayete tabi olan
Allah dostlarına yüce Allah’ın birtakım kerametler verdiğini kitab ve sünnetin
nassları mütevatir bir şekilde ortaya koyduğu gibi, eski ve yeni olaylar da
buna delâlet etmektedir.
Keramet olağanüstü bir iştir. Yüce Allah bunu
velilerinden bir velisi vasıtası ile gösterir.[289]
Bunu da o kimseye ya dini, ya da dünyevi bir hususta yardımcı olmak üzere
yapar.
Mucize ile keramet arasındaki farkı şu ortaya
koymaktadır: Mucize kerametten farklı olarak risalet iddiası ile birlikte
gösterilir.
Bu kerametlerin meydana gelmesi birtakım
hikmetler ve birçok maslahatlar ihtiva etmektedir. Bunların önemlileri
şunlardır:
1- Keramet de mucize gibi
yüce Allah’ın kudretinin kemaline, O’nun meşietinin etkinliğine, O’nun dilediği
herşeyi yaptığına, bu görülen sünnetler (tabiî kanunlar) ile alışılmış
sebeblerin dışında insanların bilme imkânını bulamadığı amelleri ile de tesbit
edemeyecekleri başka birtakım sünnetlerinin olduğunun en büyük delilidir.
Bu kerametlerden birisi Ashab-ı Kehf kıssasıdır.
Yüce Allah bu upuzun süre içerisinde onları uyutmuş olmakla birlikte,
bedenlerini dağılıp, yok olmaktan korumuş olmasıdır.
Mihrabında (mabedinde) bir kenara çekilmiş
olduğu halde rızkının kendisine ulaştırılması da yüce Allah’ın İmran kızı
Meryem’e vermiş olduğu kerametlerdendir. Öyle ki Zekeriya -aleyhisselâm- bu işe şaşırmış ve ona: "Bu sana nereden geliyor?" (Al-i İmran, 3/37) diye
sormuştu.
Babasız olarak İsa -aleyhisselâm-’a gebe kalmış olması, onu doğurmuş olması, beşikte
iken konuşması ve diğer hususlar da bu türden birer keramettir.
2- Evliyanın
kerametlerinin meydana gelmesi gerçekte peygamberlere bir mucizedir. Çünkü bu
kerametler ancak onların peygamberlerine tabi olmalarının, onların
gösterdikleri hidayet üzere yürümelerinin bereketi ile onlar tarafından
gösterilebilmektedir.
3- Velilerin kerametleri
yüce Allah’ın onlara dünya hayatında çabuklaştırdığı bir müjdedir. Burada
müjdeden kasıt, onların veli olduklarına, akibetlerinin güzelliklerine delâlet
eden bir iş olmasıdır. İşte kerametler de bu kabilden bir delâleti ihtiva
etmektedir.
Bununla birlikte kerametler bu ümmet arasında
kıyamet gününe kadar var olacaktır ve kesilmeyecektir. Bu hususta görülenler
bunun en büyük delilidir.
Felsefeciler[290]
peygamberlerin mucizelerini kabul etmedikleri gibi, evliyanın kerametlerini de
kabul etmezler. Mutezile ile bazı Eş’arî mezhebi mensubu kimseler de
kerametleri mucizeye karışabilir iddiası ile kabul etmemişlerdir. Ancak bu
çürük bir iddiadır, çünkü keramet belirttiğimiz gibi peygamberlik davası ile
birlikte gösterilmez.
Bununla birlikte kendilerine mutasavvıf adını
veren bid’at, tarikat mensubu yalancı deccallerin ve insanların gözlerini
boyayan kimselerin meydana getirdikleri ameller ile şeytani birtakım olağan
üstü gibi görülen hadiselere de dikkat etmek gerekir. Ateşe girmek, kendilerine
silah vurmak, yılanları tutmak, gayba dair haber vermek gibi... Bunların
kerametle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü keramet Allah’ın gerçek velilerinin
eliyle gerçekleşir. Bunlar ise şeytanların velileridirler.
"Diğer
taraftan ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in tarikatı (yolu) batınen ve zahiren
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın izinden gitmek, ilk önde gidenler
olan muhacirler ve ensar’ın yoluna uymak ve Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve
sellem-’ın şu buyruğundaki vasiyetine uymaktır: "Benim sünnetime ve benden
sonra gelen raşid ve hidayete erdirilmiş halifelerin sünnetine uymaya bakınız.
Bu sünnete sımsıkı sarılın ve onu azı dişlerinizle kavrayın. Sonradan ortaya
çıkartılan işlerden sakının. Çünkü hiç şüphesiz [sonradan ortaya çıkartılan]
herşey [bir bid’attir ve her] [291]
bid’at dalâlettir." [292]
En doğru
sözün Allah’ın sözü, en doğru yolun Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
gösterdiği yol olduğunu bilirler. Allah’ın kelâmını, o kelâmın dışında kalan
çeşitli insanların kelâmına tercih ederler. Muhammed -sallallahu aleyhi ve
sellem-’ın yolunu da herkesin yolundan öncelikli bilirler.
İşte
bundan dolayı onlara ehl-i kitab ve sünnet adı verilmiş, ehlu’l-cemaat
denilmiştir. Çünkü cemaat demek [icma] [293]
demektir. Bunun zıttı ise ayrılıktır. Her ne kadar (cemaat) lafzı biraraya
gelip toplanmış bir topluluğun kendisinin adı haline gelmiş ise de bu böyledir.
İcma ise
ilim ve dinde dayanak kabul edilen üçüncü esastır.
İşte ehl-i
sünnet ve’l-cemaat insanların kabul ettikleri bütün sözler ile din ile ilgisi
bulunan gizli ya da açık bütün amelleri bu üç esas ile ölçüp biçerler.
Esas kabul
edilen icma ise selef-i salih’in üzerinde bulundukları yoldur. Zira onlardan
sonra ayrılıklar çoğalmış [ve ümmet arasında yayılmıştır.] [294]"
"Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in yolu..."
ifadesi itikadi (usul) meselelerinde izledikleri yoldan ayrı olarak gerek
usule, gerek furûa dair bütün dini hükümleri çıkarmak için izledikleri yolu
açıklamak sadedindedir. İzlenen bu yolun üç esası vardır:
1- Sözlerin en hayırlısı
ve en doğrusu olan yüce Allah’ın kitabı, Onlar, hiçbir insanın sözünü Allah’ın
sözünün önüne geçirmezler.
2- Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın sünneti
ile onun hidayet ve yoluna dair gelmiş olan nakiller. Hiçbir insanın izlediği
yolu bunun önünde tutmazlar.
3- Ayrılıklardan,
dağınıklıklardan çeşitli bid’at ve yanlış görüşlerin ortaya çıkmasından önce bu
ümmetin ilk neslinin üzerinde icma ettiği hususlar. Bu dönemden sonra meydana
gelmiş insanların ortaya attıkları görüşler ile kabul ettikleri kanaatlere
gelince, bunları kitab, sünnet ve icma’dan ibaret olan bu üç esas ile ölçer,
biçerler. Bunlara uygun düşerse kabul ederler, bunlara aykırı olursa söyleyenin
kim olduğuna bakmaksızın reddederler.
İşte orta yol, dosdoğru yol budur. Onu izleyen
sapmaz, ona uyan bedbaht olmaz. Nasslarla dilediği gibi oynayıp, kitabı te’vil
eden, sahih hadisleri inkâr eden, selef’in icmaına aldırmayan kimseler ile
rasgele önüne geleni alıp, her görüşü kabul eden, herbir sözü benimseyen bu
konuda doğru ile yanlışı, sahih olan ile olmayanı birbirinden ayırdetmeye
kalkışmayan ve bunu önemsemeyenlerin yolları arasında orta bir yoldur.
"Diğer
taraftan onlar bu esaslarla beraber şeriatın gerektirdiği şekilde iyiliği
emredip kötülükten alıkorlar.
Yöneticilerle
birlikte -ister iyi, ister günahkâr olsunlar- haccın, cihadın, cuma ve
bayramların gereklerinin yerine getirileceği görüşündedirler, cemaatle namaza
dikkat ederler.
Ümmete
nasihatta bulunmayı dinin bir gereği olarak kabul eder. Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın: "Mü’minin, mü’mine karşı durumu birbirini
güçlendiren, birbirine kenetlenmiş bir yapı gibidir." deyip, parmaklarını
birbirine geçirmesi[295]
ile "mü’minlerin sevgi, merhamet ve şefkatlerinde birbirlerine karşı
durumları bir vücudun durumuna benzer. Onun herhangi bir organı rahatsızlanacak
olursa, vücudun diğer kısımları ateş yükselmesi ve uykusuz kalmak ile onun bu
ızdırabına katılır" [296]
hadislerinin ifade ettiği manaya inanırlar.
Belâ ve
musibetlere karşı sabırlı olmayı [rahatlık zamanlarında] [297]
şükretmeyi, acı ilahi kaza ve hükümlere razı olmayı emrederler.
Ahlâkın
üstün değerlerine, güzel amellere çağırır ve Peygamber -sallallahu aleyhi ve
sellem-’ın: "İmanı en mükemmel mü’min, ahlâkı en güzel olanlarıdır" [298]
hadisinin anlamına iman ederler.
Seninle
ilişkileri kopartanın bağını gözetmene, seni mahrum edene vermene, sana
zulmedeni affetmene seni teşvik ederler.
Anne-babaya
iyilikte bulunmayı, akrabalık bağını gözetmeyi, güzel komşuluk ilişkilerini,
yetimlere, yoksullara, yolculara iyilikte bulunmayı, kölelere şefkat ve
merhametle davranmayı emrederler.
Böbürlenmeyi,
büyüklenmeyi, haddi aşmayı, haklı ya da haksız olarak diğer insanlara karşı
taarruzlarda bulunmayı yasaklarlar.
Yüce
ahlakî değerleri emreder, bayağı huyları yasaklarlar.
İster bu
kabilden, ister bunların dışındakilerden olsun söyleyip yaptıkları bütün
hususlarda onlar yalnızca kitab ve sünnete tabi olurlar. [Onların izledikleri
yol ise yüce Allah’ın Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- ile göndermiş
olduğu İslam dinidir.][299]"
"Sonra bu esaslarla birlikte onlar..."
ifadeleriyle müellif, bu bölümde ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in ahlakı olarak
bilinen üstün ahlaki değerlerin esaslarını ortaya koymaya çalışmıştır. Bunlar
şeriat ve akıl ile iyi ve güzel olduğu bilinen marufu emretmek ile akıl ve
şeriatçe çirkin görülen kötü (münker)’den alıkoymaktır. Bunu da Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın şu
buyruğundan anlaşıldığı gibi, şeriatın bu farizayı yerine getirilmesini gerekli
gördüğü şekilde ifa ederler: "Sizden kim bir münker görürse, onu eliyle
değiştirsin. Eğer gücü yetişmezse diliyle, eğer ona da güç yetirmezse kalbi ile
(değiştirsin). Bu ise imanın en zayıf halidir."[300]
Kim olurlarsa olsunlar, yöneticilerle birlikte
cumalara, cemaatlere, hac ve cihada katılmak da onların kabul ettikleri
esaslardandır. Çünkü Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-: "İyi olsun, günahkâr olsun herkesin arkasında namaz
kılınız."[301]
diye buyurmuştur.
"Din nasihattan ibarettir"[302]
buyruğu dolayısıyla da her müslümana nasihatte bulunmak ta bu ahlâkî
değerlerindendir.
İman kardeşliğinin gerektirdiği karşılıklı
merhamet, sevgi ve yardımlaşmayı sahih bir şekilde anlamak da onların ahlâkî
değerleri arasındadır. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın mü’minleri taşları birbirini destekleyen, birbirine
kenetlenmiş yapıya yahut ta hayra ve üstün ahlâkî değerlere davet noktasında
organları birbiriyle sağlam ilişkiler içinde bulunan bir vücuda benzettiği
hadislerde olduğu gibi... O bakımdan onlar musibetlere karşı sabırlı olmaya,
nimetlere karşı şükretmeye, Allah’ın kaza ve kaderine razı olmaya... ve buna
benzer sözünü ettiği diğer hususlara davet ederler.
Fırka-i Nâciye (Kurtulmuş Fırka), Ehl-i Sünnet
Ve’l-Cemaattir:
"Ancak
Peygamber, -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın ümmetinin yetmişüç fırkaya
ayrılacağını, bunların cemaati teşkil eden birtanesi dışında cehennemde
olacaklarını [303] diye haber
verdiğine ve yine ondan rivayet edilen bir hadiste belirtildiği üzere:
"Onlar ise bugün benim ve ashabımın üzerinde bulunduğum yolun benzeri
üzerinde olanlardır." [304]
diye buyurduğundan ötürü hertürlü şaibeden arınmış, katıksız İslam’a sımsıkı
yapışanlar ehl-i sünnet ve’l-cemaat’i teşkil ederler.
Sıddîklar,
şehidler, salihler onlar arasındadır. Hidayetin önderleri, karanlığın
aydınlatıcı kandilleri, ardı ardına nakledilegelmiş[305]
büyük menkıbeler ile nakledilegelmiş faziletlerin sahibleri onlar arasındadır.
Ebdal da onlar arasındadır, müslümanların hidayet üzere oldukları ve
[dirayetlerini] [306]
kabul ettikleri kimseler olan [din önderi kimseler] [307]
de onlar arasındadır. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın haklarında:
"Ümmetimden hak üzere ilâhî yardıma mazhar bir kesim var olmaya devam
edecektir. Onlara muhalefet edenlerin de, onları yardımsız bırakanların da ona
zararları olmayacaktır. Kıyamet kopuncaya kadar bu böyle kalacaktır." [308]
diye buyurduğu ilahi yardıma mazhar olan kesim de onlardır.
Yüce
Allah’tan bizleri de onlardan kılmasını, bizi hidayete ilettikten sonra
kalblerimizi saptırmamasını, kendi nezdinden bizlere bir rahmet bağışlamasını
niyaz ederiz. Şüphesiz ki O çok bağışlayıcıdır.
Doğrusunu
da en iyi bilen Allah’tır. Muhammed’e, onun aile halkına ve ashabına Allah’ın
pek çok salât ve selâmları olsun."
"Sıddîklar... onların arasındadır"
sözlerinde geçen sıddîklar "sıdk"den mübâlağa kipidir. Bununla çokça
tasdik eden kimse anlatılır. Ebu Bekr -radıyallahu
anh- bu ümmetin ilk sıddîkidir.
Şehidler ise şehidin çoğuludur, Allah yolunda
savaş esnasında öldürülen kimse demektir.
Ebdal[309]
kelimesi "bedl"in çoğuludur. Bunlar bu dini yenilemek ve bu dini
savunmak hususunda ardı arkasına gelen kimselerdir. Nitekim hadis’te şöyle
buyurulmuştur: "Her yüz yılın başında yüce Allah bu ümmete dininin
işlerini yenileyecek kimse(ler) gönderir."[310]
Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Allah
Muhammed’e, onun aile halkına ve ashabına pek çok salât ve selâm eylesin.
Alevî b. Abdulkâdir
es-Sakkâf
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun. Salât ve
selâm Peygamberimiz Muhammed’e, onun aile halkına ve bütün ashabına olsun.
Üçüncü baskısını sunmakta olduğumuz, büyük ilim
adamı Muhammed Halil el-Herrâs’ın "el-Akîdetu’l-Vâsıtıyye Şerhi" adlı
eserini -akide ile ilgili bahisleri tamamlamak kastıyla sonunda ilave
edeceğimiz ekleri ile birlikte- sunmaktayız.
İbn Teymiyye’nin "el-Vâsıtıyye" adını
taşıyan akide risalesinde sözkonusu etmediği birtakım meseleleri Ebu Cafer
et-Tahavî’nin meşhur akide metninden yahut ta onun şarihi İbn Ebi’l-İzz
el-Hanefî’nin açıklamalarından hareketle aşağıdaki başlıklar çerçevesinde
kaydetmeye çalıştık:
1- Tevhidin çeşitleri,
2- Cemaat ve tefrika,
3- Muvalât ve muâdât
(dostluk ve düşmanlık),
4- Allah’ın
indirdiklerinden başkasıyla hükmetmek,
5- Meşru müslüman
yöneticilere karşı çıkmamak,
6- Misak,
7- İsrâ ve Mi’raç,
8- Kıyametin alâmetleri,
9- Cennet ve cehennem,
10- Kelâm’ın yerilmesi ile
kitab ve sünnetin nasslarına teslimiyetin gereği,
Bütün bu açıklamalarımızı yaparken Şeyhu’l-İslam
İbn Teymiyye’nin el-Vâsıtıyye adını taşıyan akide metniyle onun şarihi
el-Herrâs’ın izledikleri özlü anlatım yöntemini biz de izleyerek aşağıdaki
çerçeve içerisinde sunmaya çalıştık:
1- Tahavî’nin konu ile
ilgili metni,
2- Dipnotta sözünü
ettiğimiz bu metnin İbn Ebi’l-İzz’in şerhi ile el-Elbanî’nin tahkikinin
sekizinci baskısındaki yerini ve ayrıca Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye’nin herhangi
bir kitabında Tahavî’nin ifadelerine benzer ifadelerinin geçtiği yerleri
kaydetmek,
3- İbn Ebi’l-İzz’in,
Tahavî’nin sözlerini şerhi,
4- Şerhin kendisinde
izlenen yolun aynısını takib ederek bazı kısa notlar ekleyip, hadislerin
kaynaklarının belirtilmesi,
5- Âyetleri, hadisleri,
kaynakları ve diğer hususları genel fihristler arasında almaları gereken yere
yerleştirmek,
Bu hususta yüce Allah’ın beni başarılı kılmış
olacağını ümit ettiğim gibi, insanlara ehl-i sünnet ve’l-cemaat’ın selef’in
akidesini öğretmeye kendilerini adamış olan eğitimci ve hocalara da bu
çalışmalarımın faydalı olmasını Allah’tan temenni ederim.
Bütün güzelliklerin lutuf ve nimeti ile tamama
erdiği yüce Allah’a hamd-u senâlar olsun. Duamızın sonu alemlerin Rabbi olan
Allah’a hamdetmektir.
Ebu Muhammed
Alevî b. Abdi’l-Kadir es-Sakkâf
Tahavî -yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
şöyle demektedir: "Allah’ın tevfıkıne inanarak, Allah’ı tevhid hususunda
deriz ki: Muhakkak Allah bir ve tektir, O’nun hiçbir ortağı yoktur."[311]
Tevhid üç hususu ihtiva etmektedir:
1- Allah’ın sıfatlarına
dair yapılacak açıklamalar,
2- Rububiyetin tevhidi ve
herşeyin yaratıcısının yalnızca yüce Allah olduğunun açıklanması,
3- Uluhiyetin tevhidi. Bu
da şanı yüce Allah’ın ibadete ortaksız olarak ve tek başına layık olduğunu
ihtiva eder.[312]
1- (...)[313]
2- Rububiyetin tevhidi:
O’nun herşeyin yaratıcısı olduğunu, kâinatta sıfat ve fiilleri itibariyle
birbirine denk iki yaratıcının bulunmadığını kabul ve itiraf etmektir. Bu
şekilde bir tevhidin şüphesiz bir hak olduğu açıktır. Bu tevhidin aksini
Ademoğullarına mensub bilinen herhangi bir kesim iddia etmiş değildir. Aksine
kalbler diğer varlıkların varlığını kabul etmekten daha çok ve büyük bir çapta
bu tevhidi fıtri olarak kabul ve itiraf eder. Nitekim yüce Allah’ın bize
naklettiği üzere peygamberler şöyle demişlerdir:"Peygamberleri şöyle demişti: Gökleri ve yeri yaratan... Allah
hakkında mı şüphe (ediyorsunuz)?"
(İbrahim, 14/10)
3- Üçüncüsü ise rububiyetin tevhidini de ihtiva eden,
uluhiyetin tevhid edilmesidir. Bu da bir ve tek olarak, O’na hiçbir ortak
koşmaksızın, sadece Allah’a ibadet etmek demektir.
Müşrik Araplar rububiyetin tevhidini, gökleri ve
yeri yaratanın birliğini kabul ediyorlardı. Nitekim yüce Allah onlar hakkında
bize şunu bildirmektedir:"Andolsun
onlara: Göklerle yeri kim yarattı? diye sorsan, onlar elbette: Allah
diyeceklerdir." (Lokman, 31/25);"De ki: Yer ve ondakiler kimindir? Eğer biliyorsanız (söyleyin.)
Onlar: Allah’ındır, diyeceklerdir. Sen de ki: O halde siz iyice düşünüp ibret
almaz mısınız?" (el-Mu’minûn, 23/84-85)... Buna benzer
âyet-i kerîmeler Kur’ân-ı Kerîm’de pek çoktur.
Onlar putların kâinatın yaratılmasında Allah’a
ortak olduklarına inanmıyorlardı. Aksine onlar yüce Allah’ın haklarında haber
verdiği üzere şu halde idiler:"O’ndan
başka veli (ilâh)lar edinenler: Biz bunlara ancak bizleri Allah’a
yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz (derler)." (ez-Zümer,
39/3);"Onlar Allah’ı bırakıp
kendilerine ne bir zarar, ne de bir fayda vermeyecek olan şeylere taparlar. Bir
de: Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir, derler. De ki: Siz Allah’a
gökte ve yerde bilmeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Haşa. O, ortak
tutmakta oldukları herşeyden münezzeh ve yücedir." (Yunus, 10/18)
Böylelikle istenen tevhidin, rububiyetin tevhidini
de ihtiva eden uluhiyetin tevhidi olduğu anlaşılmış olmaktadır.
Tahavî -Allah
Ona Rahmet Etsin- şöyle demektedir: "Cemaati hak ve sevâb, tefrikayı
ise sapmak ve azab olarak görürüz."[314]
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Allah’ın ipine topluca sarılın ve asla
ayrılmayın." (Âl-i İmran, 3/103);"Siz kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp
ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azab vardır." (Âl-i
İmran, 3/105);"Dinlerini parça
parça edip fırka fırka ayrılanlar var ya! Senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.
Onların işi ancak Allah’a aittir. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber
verecektir." (Âl-i İmran, 6/159)
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlarsa hala anlaşmazlık
içerisindedirler. Rabbinin rahmet ettikleri müstesnâ." (Hud,
11/118-119) Böylece yüce Allah rahmetine nail olmuş kimseleri anlaşmazlığa
düşmüş olanlardan istisnâ etmektedir.
Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:"Bunun sebebi Allah’ın kitabı hak ile
indirmesidir. Muhakkak ki kitab hakkında anlaşmazlığa düşenler elbette uzak bir
ayrılık içindedirler." (el-Bakara, 2/176)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-de şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine kitab verilmiş
olan iki kesim dinleri hususunda yetmişiki fırkaya ayrıldılar. Bu ümmet ise
yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. (Bununla hevâlarının peşinden giden fırkaları
kastetmektedir.) Hepsi ateştedir, birisi müstesnâ. O da cemaat(in izlediği
yol)dir."[315]
Bir rivayette de: Bu (kurtulan fırka) hangisidir, ey Allah’ın Rasûlü? diye
sordular. O da: "Benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu yol(u
izleyenlerdir)" diye cevab vermiştir.[316]
Gerek aslî meselelerde, gerek fer’î meselelerde
ümmetin hakkında anlaşmazlığa düştüğü hususlar eğer yüce Allah’a ve Rasûlüne
havale edilmeyecek olursa, bunlarda hakkın hangisi olduğu ortaya çıkmayacaktır.
Aksine bu hususlarda anlaşmazlık içerisinde olanlar bu tutturdukları yollarında
apaçık bir delil üzere olamazlar. Eğer Allah onlara rahmette bulunacak olursa,
biri diğerinin dediklerini kabul eder ve biri diğerine karşı haksızlık etmez.
Ashab-ı Kiram’ın Ömer ve Osman’ın halifeliği döneminde oldukları gibi, bazı
içtihad meselelerinde birbirleriyle anlaşmazlığa düşerler. Biri diğerinin
kanaatinin doğruluğunu kabul eder. Ne o başkasına haksızlık eder, ne de başkası
ona haksızlık eder. Şâyet ilahi rahmete nâil olmayacak olurlarsa, aralarında
hoş karşılanmayan ayrılıklar meydana gelir. Ya kâfir ve fasık olduğunu söylemek
suretiyle sözlü olarak, yahut muhalif kanaati ileri süreni hapsetmek, dövmek ve
öldürmek suretiyle fiilî olarak birbirlerine haksızlık ederler.
İnsanlar eğer Allah’ın Rasûlü ile
gönderdiklerinin bir kısmını bilemeyecek olurlarsa, ya adaletli davranırlar
yahut zalimlik ederler. Aralarında adaletli davranan kimse peygamberlerin
mirasından kendisine ulaşmış olanın gereğince amel edip başkasına zulmetmeyen
kimsedir. Zalim kimse ise başkasına haksızlık eden kimsedir.
Fakat büyük çoğunluğu zulmetmekte olduklarını
bilmekle birlikte haksızlık ederler. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine kitab verilenler, ancak
kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı ayrılığa
düştüler." (Âl-i İmran, 3/19)
Aksi takdirde eğer adalet diye bildikleri yolu
izleyecek olurlarsa, biri diğerinin izlediği yola ses çıkarmaz. Kendilerinin
yüce Allah’ın ve rasûlünün taklid ettikleri meselelerdeki hükmünü bilmekten
âciz olduklarını bilip ilim imamlarını taklid edenlerin yaptığı gibi. Bunlar
taklid ettikleri imamlarını Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın vekili kabul eder ve şöyle derler: Bu bizim
yapabildiğimizin en ileri sınırıdır. Bunlardan adaletli olan bir kimse
başkasına zulmetmez, söz ve davranışı ile ona haksızlık etmez. Meselâ; ortaya
koyacağı herhangi bir delil olmadan, taklid ettiği kimsenin sözünün sahih
olduğunu iddia edip mazur olmakla birlikte ona muhalefet eden kimseyi yermeye
kalkışmak gibi bir haksızlığa düşmez.
Tahavî -yüce
Allah’ın rahmeti üzerine olsun- der ki: "Mü’minlerin bütünü Rahman
olan Allah’ın velisidir. Aralarında Allah nezdinde en değerli olanları ise O’na
en çok itaat eden ve Kur’ân-ı Kerîm’e en çok uyanlarıdır."[317]
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Haberiniz olsun ki Allah’ın velilerine
hiçbir korku yoktur. Onlar kederlenecek de değillerdir. Onlar iman edip takvalı
davrananlardır." (Yunus, 10/62-63)
Veli kelimesi düşmanlığın zıttı olan velayet’ten
gelmektedir. Mü’minler Allah’ın velileridirler. Allah da onların velisidir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Allah iman edenlerin velisidir. Onları
karanlıklardan nura çıkarır. Kâfirlerin velileri ise tâğûttur. O da onları
nurdan karanlıklara çıkarır." (el-Bakara, 2/257);"Bu böyledir. Çünkü Allah iman edenlerin velisidir. Kâfirlerin ise
velisi yoktur." (Muhammed, 47/11);"Mü’min erkeklerle, mü’min kadınlar birbirlerinin velileridir." (et-Tevbe,
9/71);"Sizin veliniz ancak
Allah’dır. O’nun peygamberidir ve namazını kılan ve rükû’ halinde iken zekâtını
veren mü’minlerdir. Kim Allah’ı, Rasûlünü ve mü’minleri veli edinirse, şüphe
yok ki Allah’ın hizbi galib olacakların ta kendileridir." (el-Mâide,
5/55-56)
Bütün bu nasslar, mü’minlerin birbirlerinin
velisi olduklarını, aynı zamanda onların Allah’ın velisi, Allah’ın da onların
veli ve mevlâları olduğunu tesbit etmektedir.
Yüce Allah mü’min kullarını veli edinir. O
onları sever, onlar da O’nu severler. O onlardan razıdır, onlar da O’nun
mükâfatından hoşnut olurlar. Kim Allah’ın bir velisine düşmanlık edecek olursa,
Allah’a karşı adeta savaş açmış olur.
Allah’ın bu şekilde veli edinmesi, O’nun rahmet
ve ihsanındandır. Yoksa bir ihtiyacı dolayısıyla yaratılmışın bir başka
yaratılmışı veli edinmesine benzemez.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"De ki: Çocuk edinmemiş, mülkte hiçbir
ortağı olmayan, âcizliğinden ötürü velisi de bulunmayan Allah’a hamdolsun. O’nu
tekbir ettikçe et." (el-İsrâ, 17/111) O halde yüce Allah’ın
âcizlikten ötürü bir velisinin bulunması sözkonusu değildir. Aksine izzet (güç
ve galibiyet) bütünüyle Allah’ındır. Hükümdarlar ile diğerlerinin yaptıkları
gibi acizliği ve kendisine yardım edecek bir veliye ihtiyacı dolayısıyla onu
veli edinenlerin durumundan farklıdır.
Velâyet de aynı şekilde imana benzemektedir. Tam
da olabilir, eksik de olabilir. Tam velâyet takvâ sahibi mü’minler hakkında
sözkonusudur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Haberiniz olsun ki; Allah’ın velilerine hiçbir korku yoktur.
Onlar kederlenecek de değillerdir. Onlar iman edip takvâlı davrananlardır.
Onlar için dünya hayatında da, âhirette de müjde vardır." (Yunus,
10/62-64)
Buna göre velilik iman edip takva sahibi olan
kimseler için sözkonusudur. Bunlar her üç âyet-i kerîmede sözü geçen ilâhî
vaadin muhatablarıdır. Bu ise gerçek veli ve her hamde layık olan yüce Allah’a
sevdikleri ve gazab ettikleri bütün hususlarda muvafakat etmek (uygun tavır ve
tutumlarda bulunmak)tır.
Buna göre Allah’ın velisi,
Allah’ın sevdiği hususlarda, Allah’a muvafakat etmek suretiyle, Allah’ı dost
edinen ve O’nun razı olacağı şeylerle, O’na yakınlaşmaya çalışan kimsedir.
Bunlar da yüce Allah’ın haklarında şöyle buyurduğu kimselere benzerler:"Kim Allah’tan korkarsa, ona bir çıkış
yolu ihsan eder ve ona ummadığı bir yerden rızık verir." (et-Talâk, 65/2-3)
O halde yüce Allah başkaları için sıkıntılı olan
hallerden, takva sahiblerine bir çıkış yolu gösterir ve ummadıkları yerlerden
onları rızıklandırır. Onlara zarar verecek şeyleri Allah bertaraf eder, onlara
faydalı olacak şeyleri sağlar ve yüce Allah -açıklaması uzun sürecek- pekçok
şeyler onlara verir.
Tahavî’: "Allah nezdinde onların en
değerlileri Allah’a en çok itaat edenleri ve Kur’ân’a en çok tabi olanlarıdır."
sözleriyle şunu kastetmektedir: Mü’minler arasında Allah katında en değerli
olan kişiler Allah’a en çok itaat edenler, Kur’ân’a en çok uyan kimselerdir. En
müttaki olanlar işte bunlardır. En müttaki kim ise Allah katında da en değerli
odur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Şüphesiz
ki Allah’ın katında sizin en değerliniz, en takvâlı olanınızdır." (el-Hucurat,
49/13)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’den de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hiçbir
Arabın, Arab olmayana, Arab olmayanın da, Arab olana, beyazın siyaha, siyahın
beyaza -takva ile olması dışında- hiçbir üstünlüğü yoktur. Bütün insanlar Âdem
dendir. Âdem’de topraktandır."[318]
O halde Allah katında üstünlük, değerlilik ve
şeref, takva ve imanın hakikatleri iledir. Fakirlikle ya da zenginlikle
değildir.
Tahavî -Allah
Ona Rahmet Etsin- şöyle demektedir: "Biz adalet ve emanet ehlini
sever. Buna karşılık zulüm ve hainlik ehline de buğzederiz."[319]
Bu imanın kemali, ubudiyetin
eksiksizliğindendir. Çünkü ibadet muhabbetin kemalini ve en ileri derecesini
ihtiva eder. Allah’ın rasûllerini, peygamberlerini ve mü’min kullarını sevmek,
Allah’ı sevmenin bir neticesidir. Çünkü seven bir kimse sevdiğinin sevdiklerini
de sever. Onun buğzettiklerine de buğzeder. Onun razı olması kendisini de razı
eder, O’nun gazablanması dolayısıyla kendisi de gazablanır.
Şanı yüce Allah hainleri sevmez. Fesad
çıkartanları sevmez, müstekbirleri sevmez. Biz de yüce Rabbimize uygun olarak
onları sevmeyiz, onlara buğzederiz.
Buharî ile Müslim’de yer aldığına göre Peygamber
-sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle
buyurmuştur: "Üç husus vardır ki bunlar kimde bulunursa, o kişi imanın
tadını alır: Allah’ı ve Rasûlünü onların dışında kalan herşeyden çok seven,
sevdiğini ancak Allah için seven ve yüce Allah kendisini küfürden kurtardıktan
sonra tekrar O’na dönmekten, ateşe atılmaktan hoşlanmadığı gibi
hoşlanmayan."[320]
O halde eksiksiz sevgi, sevilenin sevdiği şeyler
ile hoşlanmadığı şeyler hususunda, dost ve düşman edinmesinde, sevdiğine
muvafakat etmeyi de gerektirir.
Bilindiği gibi Allah’ı gereği gibi seven bir
kimsenin, Allah’ın düşmanlarına da buğzetmesi kaçınılmaz bir şeydir. Allah’ın
sevdiği şekilde onlara karşı cihad etmeyi de sevmesi kaçınılmazdır. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Gerçek
şu ki Allah kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bina gibi saf bağlayarak
çarpışanları sever." (es-Saf,
61/4)
Sevmek ve buğzetmek o şeydeki hayır ve şerr
özelliklerine göredir. Kimi zaman aynı kulda hem veli edinmenin, hem de
düşmanlık etmenin sebepleri, hem sevmenin, hem buğzetmenin sebepleri birarada
bulunabilir. O takdirde bir yönüyle sevilen ve bir yönüyle buğzedilen kişi
olur. Hüküm ise çoğunluğa göredir.
Tahaviye akidesinin şarihi İbn Ebi’l-İzz der ki[321]:
"Burada[322]
dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. O da şudur: Allah’ın indirdiklerinden
başkası ile hükmetmek bazen kişiyi dinden çıkartan bir küfür olabilir, bazen
büyük ya da küçük bir masiyet olabilir. Küfür olması halinde de bu küfür
-belirtilen iki görüşe uygun olarak- bazan mecazi bir küfür olabilir, bazan
küçük bir küfür olabilir. Bu da hüküm verenin durumuna göre değişir. Eğer hüküm
veren şahıs Allah’ın indirdikleri ile hükmetmenin farz olmadığına, bu hususta
serbest bırakılmış olduğuna inanır yahut ta bu hükmün Allah’ın hükmü olduğuna
kesin inanmakla birlikte onu hafife alır ve önemsemezse bu büyük bir küfürdür.
Şâyet Allah’ın indirdiği ile hükmetmenin farz olduğuna inanır ve o özel
meselede Allah’ın hükmünü bilmekle birlikte bu şekilde hareket etmesi
dolayısıyla cezalandırılmayı hakettiğini kabul etmekle beraber o hükümden yan
çizerse, böyle bir kimse isyankâr birisidir. Böyle birisine de mecazi küfür ile
kâfir yahut küçük küfür ile kâfir adı verilir.[323]
Eğer o meselede bütün gücünü ortaya koymakla birlikte Allah’ın hükmünün ne
olduğunu bilmek için bütün çabasını bu uğurda tüketmiş olmasına rağmen,
Allah’ın hükmünü bilemeyecek olur ve isabet ettiremezse, böyle bir kimse hata
eden bir kimsedir. Ona içtihadının ecri verilecektir ve hatası da mağfiret
olunur."
Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye de Fetvâlar’ında
şöyle demektedir:
"İster müslümanlar, ister kâfirler, ister
fütuvvet ehli kimseler, ister atıcılar, ister ordu, ister fakirler ve ister
başka kimseler olsunlar, Allah’ın mahlukatından hiç kimse arasında kimse Allah
ve Rasûlünün hükmü dışında kalan bir hüküm ile hükmedemez. Kim bundan başka bir
yol arayacak olursa, yüce Allah’ın şu buyruklarının kapsamına girer:"Onlar hala cahiliye devrinin hükmünü
mü istiyorlar? Yakîn sahibi bir toplum için kimin hükmü Allah’ın hükmünden daha
güzel olabilir?" (el-Maide,
5/50);"Hayır, Rabbine andolsun
ki aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin
hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyet ile teslim
olmadıkça iman etmiş olmazlar."
(en-Nisa, 4/65) O halde müslümanlara
aralarında çıkan bütün anlaşmazlıklar hususunda Allah ve Rasûlünün hükmüne
başvurmak farzdır..."[324]
Yine İbn Teymiyye şöyle demektedir:
"Veliyyu’l-Emr (emretmek yetkisine sahip, yönetici) eğer kitab ve
sünnetteki hükmü bilecek olursa, insanlar arasında gereğince hükmeder. Şâyet o
hükmü bilmeyip, bununla birlikte hakkı bilecek noktaya gelecek şekilde bunun ve
ötekinin neler söylediğini bilme imkanı var ise yine onun gereğince hükmeder.
Eğer bunu da, ötekini de bilme imkanı yoksa, bu sefer müslümanları bulundukları
hal üzere bırakır. Herkes yüce Allah’a kendi içtihadına uygun olarak ibadet
eder. Kimseyi başkasının -yönetici olsa dahi- sözünü kabul etmeye zorlama hakkı
yoktur.
Eğer yöneticiler bu çerçevenin dışına çıkacak
olurlarsa, Allah’ın indirdiğinden başkası ile hükmetmiş olurlar ve birbirlerine
düşerler. Nitekim Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır: "Bir kavim Allah’ın
indirdiğinden başkası ile hükmedecek olursa, mutlaka onlar birbirlerine
düşerler."[325]
İşte bu gerek çağımızda, gerek başka dönemlerde
ardı arkasına benzerleri meydana geldiği gibi devletlerin hallerinin
değişmesinin en büyük sebebleri arasındadır. Allah kimin hakkında mutluluk
dilerse, başkasının başına gelen musibetlerden onu ibret alacak hale getirir, o
da Allah’ın desteklediği ve yardım ettiği kimselerin yollarını izler. Allah’ın
yardım etmeyip küçük düşürdüğü kimselerin izledikleri yollardan da uzak kalır.
Yüce Allah kitabında şöyle buyurmaktadır: "Allah
kendi (dini)ne yardım edene elbette yardım eder. Muhakkak Allah güçlüdür,
azizdir. O kimselere eğer biz yeryüzünde bir iktidar imkânı verirsek, onlar
namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, ma’rufu emreder, münkerden
alıkoyarlar. İşlerin âkıbeti Allah’ındır." (el-Hac, 22/40-41)
Yüce Allah kendi dinine yardım edenlere yardım
edeceğini vaad etmiştir. Onun yardımı ise kitabına, dinine ve rasûlüne
yardımıdır. Yoksa Allah’ın indirdiklerinden başkası ile hükmeden ve bilmediği
hususlarda söz söyleyen kimselere yardımı değildir. Şüphesiz ki hakim (ve
yönetici) eğer dindar olmakla birlikte bilgisizce hüküm verecek olursa,
cehennem ehlinden olur. Bilmekle birlikte bildiği hakka aykırı hüküm verecek
olursa, yine cehennemliktir. Eğer adaletsiz ve bilgisizce hüküm verecek olursa,
cehennem ehlinden olması öncelikle sözkonusudur.
Bu muayyen bir meselede bir şahıs lehine hüküm
vermesi halinde böyledir. Eğer müslümanların dini ilgili hususlarda genel bir
hüküm verecek olup da, hakkı batıl, batılı hak, sünneti bid’at, bid’ati sünnet,
marufu münker, münkeri maruf yapacak olur, Allah’ın ve Rasûlünün emrettiğini
yasaklayıp Allah ve Rasûlunun yasakladığını emredecek olursa, işte bu bir başka
türlü hükümdür. Âlemlerin Rabbi, rasûllerin mutlak ilahı ve din gününün mutlak
maliki onun hakkında hükmünü verir. O, din gününün mâliki ki: "Hem dünya ve hem de âhirette hamd
yalnız O’nundur. Hüküm de yalnız O’nundur. Siz zaten O’na
döndürüleceksiniz." (el-Kasas, 28/70);"O rasûlünü hidayet ile ve hak din ile -onu bütün dinlere üstün
kılmak için- gönderendir. Şahid olarak Allah yeter." (el-Feth,
48/28)
"Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.
Allah, Muhammed’e, aile halkına ve ashabına salat ve selam eylesin."[326]
Tahavî -Allah
Ona Rahmet Etsin- şöyle demektedir: "Aleyhine kılıç çekmek vacib
olanlar dışında Muhammed -sallallahu
aleyhi ve sellem- ümmetinden herhangi bir kimseye karşı kılıç çekileceği
görüşünde olmadığımız gibi, imamlarımıza ve yöneticilerimize karşı çıkmayı da
-haksızlık etseler bile- uygun görmeyiz, onlara beddua etmeyiz. Onlara itaat
etmekten el çekmeyiz. Onlara itaat etmenin, yüce Allah’a itaatin bir parçası ve
bir farz olarak görürüz. Elverir ki bir masiyetle emretmesinler. Onların ıslah
olmaları ve esenliğe kavuşmaları için de dua ederiz."[327]
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’de gelen sahih hadiste şöyle buyurduğu kaydedilmektedir:
"Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına, benim Allah’ın Rasûlü olduğuma
şahitlik eden müslüman bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyden birisi ile helal
olabilir: Evli olduğu halde zina eden, cana karşı can ve dinini terkedip
cemaatten ayrılan."[328]
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:"Ey iman edenler! Allah’a itaat edin.
Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahiblerine de." (en-Nisa, 4/59)
Yine sahih hadiste Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın şöyle
buyurduğu kaydedilmektedir: "Kim bana itaat ederse, Allah’a itaat etmiş
olur. Kim bana karşı gelirse, Allah’a karşı gelmiş olur. Kim (tayin ettiğim)
emire itaat ederse bana itaat etmiş, kim emire isyan ederse bana isyan etmiş
olur."[329]
Ebu Zerr -radıyallahu
anh-’dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Benim can dostum, bana
dinleyip itaat etmemi emretti. İsterse, organları kesik Habeş’li bir köle dahi
olsun."[330]
Yine Buharî ile Müslim’de şu hadis yer
almaktadır: "Sevdiği ve sevmediği hususlarda müslüman kişiye dinleyip
itaat etmek düşer. Bir masiyet ile emrolunması hali müstesnâ. Masiyetle
emrolunması halinde ise ne dinlemek, ne de itaat vardır."[331]
Avf b. Malik -radıyallahu
anh-’dan rivayete göre Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: "En hayırlı yöneticileriniz
kendilerini sevdiğiniz ve sizi seven, kendilerine dua ettiğiniz ve sizlere dua
eden yöneticilerdir. Kötü yöneticileriniz ise kendilerine buğzettiğiniz ve
sizlere buğzeden, kendilerine lanet okuduğunuz ve sizlere lanet okuyan yöneticilerdir."
Biz: Ey Allah’ın Rasûlü, böyle bir durumda kılıçla bunlara karşı çıkmayalım mı?
diye sorduk. O: "Aranızda (sizlere) namazı kıldırdıkları sürece
hayır" diye buyurdu. "Şunu bilin ki her kimin başına bir yönetici
gelir de o Allah’a isyan olan bir işi yaptığını görürse, Allah’a isyan olduğu
halde yaptığı o işten hoşlanmasın, bununla birlikte itaatten de asla el
çekmesin."[332]
İşte kitab ve sünnet masiyet ile emretmedikleri
sürece yöneticilere itaat etmenin vacib olduğunu göstermektedir. Yüce Allah’ın
şu buyruğu üzerinde düşünün:"Allah’a
itaat edin, peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de." (en-Nisâ,
4/59) Burada yüce Allah’ın "peygambere de itaat edin" diye
buyurup, "sizden olan yöneticilere de itaat edin" diye buyurmamış
olduğuna dikkat edelim. Çünkü yöneticilere bağımsız itaat sözkonusu değildir.
Onlara Allah’a ve Rasûlüne itaat olan hususlarda itaat edilir.[333]
Haksızlık etseler dahi onlara itaat etmenin
gereğine gelince, çünkü onlara itaatin dışına çıkmak sonunda meydana gelecek kötülükler,
zulümlerinin sonucunun kat kat fazlası olur. Hatta onların zulümlerine
sabretmek halinde, kötülüklerin örtülmesi ve ecirlerin kat kat arttırılması
sözkonusudur. Çünkü şüphesiz ki yüce Allah’ın böylelerini bizlere musallat
kılması ancak amellerimizin bozukluğundan dolayıdır. Ceza da amelin türünden
olur. O halde bizim mağfiret dilemeye, tevbeye ve amellerimizi ıslah etmeye
çalışmamız gerekir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Size isabet eden herbir musibet ellerinizle kazandıklarınız
sebebi iledir, çoğunu da affeder."
(eş-Şûrâ, 42/30); "İşte biz kazanmakta oldukları yüzünden
de zalimlerin kimini kimine böylece musallat ederiz." (el-En’âm,
6/129)
O halde yönetilenler eğer zalim yöneticinin
zulmünden kurtulmak istiyorlarsa, zulmü terketsinler.
Tahavî diyor ki: "Yüce Allah’ın Adem’den ve
zürriyetinden almış olduğu mîsâk (söz) de haktır."[334]
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Hani -kıyamet günü: Bizim bundan
haberimiz yoktu demeyisiniz diye- Rabbin Âdemoğullarının sırtlarından
zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahid tutup: Ben sizin Rabbiniz
değil miyim? (diye buyurmuştu). Onlar da: Evet, şahid olduk, demişlerdi." (el-A’raf,
7/172)
Böylelikle yüce Allah Adem’in soyundan gelecek
olanları sulblerinden çıkartmış olduğunu ve Allah’ın kendilerini onların
Rableri, mutlak malik ve egemenleri olduğu, O’ndan başka hiçbir ilahın
bulunmadığı hususunda kendilerine karşı şahit tuttuğunu haber vermektedir.
Adem -aleyhisselâm-’ın
belinden zürriyetinin alınmasına, onların ashab-ı yemin ve ashab-ı şimal diye
biribirlerinden ayrıldıklarına dair hadisler varid olmuştur. Kimi hadislerde de
Allah’ın onların Rableri olduğuna dair şahit tutuldukları da belirtilmektedir.
Bu hadislerden birisini İmam Ahmed, İbn
Abbas’tan gelen bir rivayet olarak kaydetmektedir. Buna göre Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle
buyurmuştur: "Muhakkak Allah, Adem -aleyhisselâm-’ın
sırtından Nu’man’da (Arafat’ta) ahdi almış bulunmaktadır. Onun sulbünden
yaratacağı bütün zürriyeti çıkartmış ve önünde yaymıştı. Sonra onları karşısına
alarak onlarla konuşup: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye sormuş, onlar da:
Evet, şahidlik ederiz, demişlerdi..." diye âyeti sonuna kadar okumuştur.[335]
Yine İmam Ahmed’in rivayetine göre Enes b. Malik
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’den
şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Kıyamet gününde cehennem ehlinden
bir kimseye şöyle denilir: Ne dersin? Yeryüzünde ne varsa hepsi senin olsaydı,
bunu (kurtulmak için) fidye olarak verir miydin? O, evet diyecek. Bunun üzerine
(yüce Allah) şöyle buyuracak: Ben senden bundan daha basit bir şeyi istemiştim.
Sen Âdem’in sırtında iken bana hiçbir şeyi ortak koşmaman için senden söz
almıştım. Ancak sen bana bir şeyleri ortak koşmaktan başkasını kabul
etmedin."
Bu hadisi Buharî ve Müslim’de Sahih’lerinde
rivayet etmişlerdir.[336]
Tahavî -Allah
Ona Rahmet Etsin- şöyle demektedir: "Miraç da haktır. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- geceleyin
götürülmüş ve uyanıklık halinde iken şahıs olarak semaya yükseltilmiştir. Ondan
sonra da yüce Allah’ın dilediği yüksekliklere çıkartılmıştır. Allah dilediği
şeylerle ona ikramda bulunmuş, vahyettiği şeyleri vahyetmiştir. Kalb gördüğünü
yalanlamadı. Dünyada da, âhirette de Allah’ın salât ve selâmı onun ve aile
halkının üzerine olsun."[337]
Miraç kelimesi urûc’dan gelmektedir. Yani
kendisi ile urûc edilen yani yükseğe çıkılan alet demektir. O bakımdan miraç
merdiven mesabesindedir. Bunun nasıl olduğu bilinemez, hükmü diğer gaybi
şeylerin hükmü ile aynıdır. Ona iman eder, nasıl olduğu ile uğraşmayız.
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- geceleyin yürütülmüş (isra) ve uyanık olduğu halde
bedeniyle miraca çıkartılmıştır. İsra, Mekke’de iken peygamberlikten sonra ve
hicretten bir yıl önce bir defa gerçekleşmiştir.
İsra olayı ile nakledilen hadiste belirtildiğine
göre Peygamber -sallallahu aleyhi ve
sellem- sahih olan görüşe göre uyanık olduğu halde bedeni ile birlikte
Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya kadar Burak’a binmiş olarak geceleyin
yürütülmüştür. Cebrail -aleyhisselâm-
da onunla birlikte idi. Mescid-i Aksa’da indi, imam olarak diğer peygamberlere
namaz kıldırdı. Burak’ı mescidin kapısının halkasına bağladı.
Daha sonra Beytu’l-Makdis’ten aynı gece dünya
semasına yükseltildi. Sonra ikinci semaya, sonra üçüncü, dördüncü ve nihayet
yedinci semaya yükseltildi. Oralarda pek çok peygamberi gördü. Daha sonra da
Sidretu’l-Müntehâ’ya yükseltildi. Sonra da el-Beytu’l-Ma’mur’a yükseltildi.
Allah kuluna vahyettiği şeyleri vahyetti. Önce ona elli vakit namazı farz kıldı.
Döndüğünde Musa -aleyhisselâm-’ın
yanından geçti. Sana ne emrolundu? diye sordu. Elli vakit namaz, diye cevab
verince, Musa -aleyhisselâm- dedi ki:
Ümmetin bunu kaldıramaz. Rabbine dön, O’ndan ümmetin için hafifletmesini dile.
Bunun üzerine on vakit indirdi. Sonra indi. Tekrar Musa’nın yanına vardığında,
ona durumu haber verince, Rabbine dön, ondan hafifletmesini dile dedi.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-
Musa ile şanı yüce Allah arasında gidip geldi ve nihayet beş vakte kadar
indirildi. Musa -aleyhisselâm- yine
ona geri dönmeyi ve hafifletmesini dilemesini söylediyse de Peygamber şöyle
buyurdu: Artık Rabbimden utanır oldum. Bu kadarına rıza ve teslimiyet
gösteriyorum. Peygamber ayrılınca, bir münadi şöyle seslendi: Ben farzımın
gereğini yerine getirdim ve kullarımın yükünü de hafiflettim.[338]
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın Rabbini görmesi hususunda görüş ayrılığı vardır. Doğru
olan ise Rabbini kalbiyle gördüğü, baş gözüyle görmediğidir.
İsra’nın Peygamber efendimizin bedeni ile
birlikte ve uyanıkken gerçekleştiğinin delillerinden birisi de şanı yüce
Allah’ın:"Kulunu geceleyin Mescid-i
Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren (Allah)
münezzehdir." (el-İsra, 17/1) buyruğudur. "Abd:
Kul" ise beden ile ruhun toplamıdır. Nitekim insan da beden ile ruhun bir
arada oluşunun adıdır. Mutlak olarak bu lafız kullanıldığında bilinen anlamı
budur, doğru olanı da budur. O halde İsra da ikisinin toplamı ile
gerçekleşmiştir. Bu aklen imkansız bir şey de değildir. Eğer insanların yükselmesinin
uzak bir ihtimal olarak görülmesi mümkün olsaydı, meleklerin inmesinin de uzak
bir ihtimal olarak görülebilmesi gerekirdi. Bu ise peygamberliğin inkarına
kadar götürür, bu da küfürdür.
Önce İsra ile Beytu’l-Makdis’e gitmekteki hikmet
nedir? diye sorulacak olursa,
-Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır ya- cevab
şudur: Kureyş’liler Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’a Beytu’l-Makdis’in niteliklerini sorduğunda, Allah
Rasûlünün iddiasının doğruluğunu açıkça ortaya koymak içindi. Onlar sorunca o
da Beytu’l-Makdis’in niteliklerini onlara anlatmış ve yolda iken geçip gördüğü
kervanları hakkında da onlara haber vermişti. Eğer Mekke’den semaya yükselmiş
olsaydı, bu husus gerçekleşmezdi. Zira bu durumda onlara haber vermiş olsaydı,
semada bulunan şeyleri onların bilip tesbit etmelerine imkan olmazdı. Ancak
Beytu’l-Makdis’i görmüşlerdi. O da onlara oranın niteliklerini bildirmişti.
Miraç hadisinde iyice düşünen kimseler için yüce
Allah’ın uluvv sıfatının sabit olduğuna çeşitli bakımlardan da deliller bulunmaktadır.
Başarı Allah’tandır.
Tahavî -Allah
Ona Rahmet Etsin- şöyle demektedir: "Bizler kıyametin alâmetlerine
(eşrâtu’s-sâa) iman ederiz.[339]
Deccal’in çıkması, Meryem oğlu İsa -aleyhisselâm-’ın
semadan inmesi gibi. Güneşin batısından doğacağına ve dâbbetu’l-ard’ın özel
yerinden çıkacağına da iman ederiz."[340]
Huzeyfe b. Esîd’den dedi ki: Kendi aramızda
kıyametten söz ederken Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- yanımıza geldi: "Neden söz ediyorsunuz?" diye
sordu. Ashab: Kıyametten söz ediyoruz, dediler. Şöyle buyurdu: "Öncesinden
on tane alamet görmedikçe asla kopmayacaktır. Aralarından duman, deccal, dâbbe,
güneşin batıdan doğması, Meryem oğlu İsa’nın inmesi, Ye’cuc ile Me’cuc, birisi
doğuda, birisi batıda, birisi Arap yarımadasında üç kara parçasının yere
geçmesinden sözetti. Onların sonuncusu ise Yemen’den çıkacak ve insanları
mahşerlerine doğru kovalayacak bir ateştir." Bu hadisi Müslim rivayet
etmiştir.[341]
Buharî ile Müslim’de yer alan rivayete göre İbn
Ömer -radıyallahu anh- şöyle
demiştir: Peygamber -sallallahu aleyhi ve
sellem-’ın huzurunda Deccal’den sözedildi, şöyle buyurdu: "Allah’ı
tanırsınız. Şüphesiz Allah’ın bir gözü kör değildir, dedi ve eliyle gözüne
işaret etti. Ancak Mesih, Deccal’in sağ gözü kördür. Sanki gözü pörsümüş bir
üzüm tanesi gibidir."[342]
Buharî ve başkalarının kaydettiği rivayete göre
Ebu Hureyre -radıyallahu anh- şöyle
demiştir: Rasûlullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- buyurdu ki: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki Meryem
oğlu (İsa)’nın aranızda adaletli bir hakim olarak inmesi pek yakındır. Haçı
kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak, mal o kadar artacak ki, kimse
onu kabul etmeyecek. Öyle ki tek bir secde dahi dünyadan ve dünyadaki herşeyden
hayırlı olacak." Daha sonra Ebu Hureyre şöyle der: Arzu ederseniz:"Kitab ehlinden ölümünden evvel ona
iman etmeyecek kimse yoktur. O da kıyamet günü aleyhlerinde bir şahid
olacaktır." (en-Nisâ, 4/159) buyrğunu okuyabilirsiniz" [343]
Deccal ve Meryem oğlu İsa -aleyhisselâm-’ın semadan inip onu öldüreceğine dair hadisler ile
Deccal’i öldürmesinden sonra onun döneminde Ye’cuc ile Me’cuc’un ortaya çıkıp
yüce Allah’ın onların hepsini onlara yapacağı bedduanın bereketi ile tek bir
gecede helâk edeceğine dair hadisler, o kadar çok ki onları uzun uzadıya
kaydetmek bu sahifelere sığmaz.
Dâbbe’nin ve güneşin batıdan doğuşuna gelince,
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"O
söz aleyhlerine gerçekleşince, biz onlara yerden bir dâbbe çıkartırız. Onlara:
İnsanlar âyetlerimize inanmıyorlardı, diye söyler." (en-Neml,
27/82)
Buharî’de yer alan rivayete göre Ebu Hureyre
şöyle demiştir: Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- buyurdu ki: "Güneş batıdan doğmadıkça kıyamet
kopmayacaktır. İnsanlar onu göreceklerinde yeryüzünde bulunan herkes iman
edecektir. İşte bu önceden iman etmemiş ise hiçbir nefse iman etmesinin fayda
vermeyeceği zamandır."[344]
Müslim’deki rivayete göre de Abdullah b. Amr
şöyle demiştir: Ben Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’tan bir hadis belledim ki onu henüz unutmadım. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi ve sellem-’ı şöyle
buyururken dinledim: "Şüphesiz ki ilk olarak görülecek alâmet güneşin
batıdan çıkması, kuşluk vaktinde de Dâbbe’nin insanlara karşı çıkmasıdır.
Bunların hangisi daha erken olursa, diğeri de fazla zaman geçmeden hemen
arkasından gelecektir."[345]
Burada kasıt alışılmadık türden olan alâmetlerin
ilkidir. Çünkü Deccal, İsa -aleyhisselâm-’ın
semadan inişi, bundan önce olacaktır. Ye’cuc ile Me’cuc’un çıkışı da böyledir.
Ancak bütün bunlar garib kaçmayan alışılmış alametlerdir, çünkü bunlar
insandırlar. Onların benzerlerinin görülmesi alışılmış bir şeydir. Dabbe’nin
garib bir şekilde ortaya çıkması ise sonra insanlara hitab etmesi, onları iman
ya da küfür ile damgalaması ise alışılmadık bir şeydir. Alışılagelmiş, cereyan
eden adetlerin dışında kalan bir iştir. İşte bu, yeryüzünde görülecek ilk
alamettir. Tıpkı güneşin alışılagelmişin aksine batıdan doğmasının semadaki
âyetlerin ilki oluşu gibi."
Tahavî -Allah
Ona Rahmet Etsin- diyor ki: "Cennet ve cehennem yaratılmışlardır.
Ebediyyen yok olmazlar ve sonları gelmez. Şüphesiz ki yüce Allah diğer
mahlukattan önce cenneti ve cehennemi yaratmıştır. Onlara gidecek kimseleri de
yaratmıştır. Onlardan dilediğini onun bir lutfu olarak cennete yaratmış,
dilediği kimseleri de adaletinin bir tecellisi olarak cehennem için
yaratmıştır. Herkes de kendisi için olup bitmiş olana amel eder ve ne için
yaratılmışsa ona ulaşır. Hayır ve şer kullar hakkında takdir edilmiş
şeylerdir."[346]
Tahavî’nin: "Cennet ve cehennem
yaratılmışlardır" ifadeleriyle ilgili olarak belirtelim ki: Ehl-i sünnet
cennet ve cehennemin yaratılmış ve şu anda var olduklarını ittifak ile kabul
etmişlerdir. Ehl-i sünnet hep bu kanaattedir.
Bu hususta Kur’ân nasslarından bazıları yüce
Allah’ın cennet hakkındaki:"O takvâ
sahibleri için hazırlanmıştır." (Âl-i İmran, 3/33); "Allah’a ve rasûllerine iman edenler için hazırlanmıştır..."
(el-Hadid, 57/21) buyruğu ile cehennem hakkındaki:"Kâfirler için hazırlanmıştır." (Al-i
İmran, 3/131);"Şüphesiz ki
cehennem bir pusudur. Azgınların dönüp varacakları bir yerdir." (en-Nebe’,
78/21-22) şeklindeki buyruklarıdır. Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Andolsun ki onu diğer bir inişinde de
görmüştür. Sidretu’l-Müntehâ yanında. Cennetu’l-Me’vâ da onun yanındadır." (en-Necm,
53/13-15)
Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- Sidretu’l-Müntehâ’yı ve orada yanında Cennet-i Me’vâ’yı
da görmüştür. Nitekim Buharî ile Müslim’de yer alan Enes -radıyallahu anh-’ın naklettiği İsra kıssası ile ilgili hadiste de
böyle belirtilmektedir: Bu hadisin sonlarında şu ifadeler yer alır: "Sonra
Cebrail beni aldı ta Sidretu’l-Müntehâ’ya kadar geldi. Onu ne olduklarını
bilemediğim renkler bürüdü." Devamla dedi ki: "Sonra cennete girdim.
Baktım ki oranın tümsekleri inciden, toprağı misktendir."[347]
"Ebediyyen yok olmazlar, sonları
gelmez" ifadesine gelince, selef ve halef’ten imamların cumhurunun kabul
ettiği görüş budur.
Cennetin ebedi oluşu ve onun sonunun gelmeyip
yok olmayacağına gelince, bu Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın haber verdiği ve kesin olarak bilinen hususlardandır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"O bahtiyar olanlara gelince, onlar da
cennettedirler. Gökler ve yer ayakta durduğu müddetçe orada ebediyyen
kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği kadarı müstesna. Bu arkası kesilmeyen bir
bağıştır." (Hud, 11/108) Burda istisna edilen süre
ise kabirde ve hesab için Mevkıf’te bekledikleri süredir.
İbn Cerir et-Taberî şöyle demektedir: Şüphesiz
Allah vaadinden caymaz. İstisnanın hemen akabinde "bu arkası kesilmeyen
bir bağıştır" diye buyurmaktadır. Yani bunun kesintisi olmayacaktır. Durum
ne olursa olsun, buradaki istisna müteşabihtir. Ancak yüce Allah’ın: "Bu
arkası kesilmeyen bir bağıştır" ifadesi muhkemdir. O bakımdan biz muhkemi
esas kabul ederiz, müteşabihi de onu bilene havale ederiz.
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Oranın yiyecekleri de, gölgeleri de
devamlıdır." (er-Râd, 13/35);"Onlar oradan çıkarılacak da değillerdir." (el-Hicr,
15/48)
Yüce Allah cennetliklerin orada ebedi olarak
kalacaklarını Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde vurgulamış ve onların:"Onlar orada ilk ölümden başka ölümü
tatmazlar." (ed-Duhan, 44/56) buyruğu ile bir daha
ölümü tatmayacaklarını haber vermektedir. Buradaki istisna munkatı’ bir
istisnadır. Bunu yüce Allah’ın: "Rabbinin dilediği müstesnâ"
istisnâsı ile birlikte ele alıcak olursak, her iki âyetteki istisnadan kastın
onların cennette bulunmadıkları sürenin ebedilikten istisnâ edilmesi olduğu
açıkça ortaya çıkar. Tıpkı ilk ölümün genel olarak ölümden istisna edildiği
gibi, işte burada onların ebedi hayatlarından önce gerçekleşmiş bir ölüm
sözkonusu edilmektedir. O dönem ise cennette ebedi kalışlarından önce sözkonusu
olan cennetten ayrı kaldıkları bir süredir.
Cennetin ebedi ve devamlı oluşuna dair sünnetten
deliller ise pek çoktur. Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem-’ın şu buyruğu gibi: "Kim cennete girerse, artık o
nimetlere gark olur ve asla sıkıntı çekmez. Orada ebedi kalır ve ölmez."[348]
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
şu buyruğu da böyledir: "Bir münadi şöyle seslenir: Ey cennetlikler! Sizin
için burada ebediyyen sağlık vardır ve asla hastalanmayacaksınız. Devamlı genç
kalacaksınız ve ebediyyen yaşlanmayacaksınız. Hayatta kalacaksınız ve ebediyyen
ölmeyeceksiniz."[349]
Ölümün cennet ile cehennem arasında boğazlanması hadisinde de şöyle
buyurulmaktadır: "Ey cennet ehli! Sizin için ebedilik vardır, ölüm
olmayacaktır ve ey cehennem ehli! Sizin için ebedilik vardır, ölüm
olmayacaktır, denilir."[350]
Cehennemin ebedilik ve devamlılığına gelince,
şanı yüce Allah sünnette varid olduğu üzere dilediği kimseyi oradan çıkartır ve
kâfirleri ise sonu gelmeyecek şekilde orada ebediyyen bırakır.
Cehennemin ebedi oluşu ve sonunun gelmeyişinin
delillerinden bazıları yüce Allah’ın şu buyruklarıdır:"Onlar için sürekli kalıcı bir azab vardır." (el-Mâide,
5/37); "Onlara hafifletilmez,
onlar o azab içinde ümitsiz kalacaklardır." (ez-Zuhruf, 43/75);"Hiç şüphesiz onlar için cehennem ateşi
vardır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır." (el-Cin,
72/23);"Onlar oradan çıkarılacak
da değillerdir." (el-Hicr, 15/48);"Ve onlar ateşten çıkacak da değillerdir." (el-Bakara,
2/167);"Onlar hakkında hüküm
verilmez ki ölsünler, onların üzerinden (cehennem) azabından bir şey de
hafifletilmez." (Fâtır, 35/36)
Sünnette varid olmuş pek çok delil de la ilahe
illallah diyen kimselerin cehennemden çıkacağını göstermektedir. Şefaate dair
hadisler de muvahhid günahkârların cehennemden çıkacakları hususunda ve bu
hükmün onlara has bir hüküm olduğunda açık ifadeler taşımaktadır. Şâyet
kâfirler oradan çıkacak olurlarsa, onlar da muvahhidlerin konumuna gelirler ve
cehennemden çıkmak, iman ehline ait bir özellik olmaktan çıkar.
Cennet ile cehennemin bekaları kendi
varlıklarından kaynaklanan bir şey değildir. Aksine yüce Allah’ın onları baki
kılması iledir.
"Ve onlara gidecekler yaratmıştır"
ifadesine gelince, yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Andolsun ki biz cehennem için cin ve insanlardan çok kimseler
yaratmışızdır." (el-A’râf, 7/179) Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- da şöyle
buyurmaktadır: "Muhakkak Allah cennete girecek kimseler yaratmıştır. Onlar
daha babalarının sulblerinde iken onları orası için yaratmıştır. Cehenneme
gidecek kimseleri de yaratmıştır. Onlar henüz babalarının sulblerinde iken
onları orası için yaratmıştır."[351]
Bu hadisi Müslim, Ebu Davud ve Nesaî rivayet etmiştir.
"Onlardan dilediği kimseleri O’nun bir lutfu
olarak cennete, onlardan dilediği kimseleri de adaletinin bir tecellisi olarak
cehenneme... koyar." ifadelerine gelince, bilinmesi gereken hususlardan
birisi de şudur: Yüce Allah sevab ve mükâfatı onu haketmeye sebeb teşkil eden
hususu engellemedikçe engellemez. Buna sebeb ise salih ameldir, çünkü;"Kim mü’min olduğu halde salih amel
işlerse, o zulme uğratılmaktan da korkmaz (mükâfatının) eksiltilmesinden
de." (Tâ-hâ, 20/112) Aynı şekilde cezalandırılmaya sebeb olan husus
olmadıkça da kimseyi cezalandırmaz. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Size isabet eden herbir musibet
ellerinizle kazandıklarınız sebebi iledir. Çoğunu da affeder."
(eş-Şûrâ, 42/30) Veren ve engelleyen şanı yüce Allah’tır. O’nun vereceğini
kimse engelleyemez, O’nun engellediğini kimse veremez. Ama yüce Allah bir
insana iman ve salih ameli lutfedecek olursa, bunu gerektiren hususu da ondan
alıkoymaz. Aksine ona böyle mükâfat ve yakın kılıcı özellikler verir ki,
bunları ne bir göz görmüş, ne bir kulak işitmiş, ne bir insanın hatırından
geçmiştir. Bunları ondan engelleyecek olursa, bunlara sebeb teşkil eden salih
amelin olmayışından dolayıdır.
Şüphesiz ki O dilediği kimseye hidayet verir,
dilediği kimseyi saptırır. Fakat bu O’nun bir hikmeti gereğidir ve O’nun
adaletidir. Salih amellerden ibaret olan mükâfat sebebini alıkoyması O’nun
hikmet ve adaletindendir. Sonuçların sebeblerinin var olmasından sonra ortaya
çıkmasına gelince, hiçbir şekilde bunları engellemez. Elverir ki bu sebebler ya
ameldeki bir fesat yahut amelin gereği ve sonucu ile çatışan bir neden
dolayısıyla salih olmayan sebebler olmasınlar. O vakit mükâfatı gerektiren
sebebin olmadığından yahut ta engelin varlığından ötürü sonuçlar da ortaya
çıkmaz.
Şanı yüce Allah’ın (mükâfatı) engellemesi ve
cezalandırması iman ve amel-i salih’in olmaması dolayısıyla olduğuna göre -ki O
bunu sınamak ve ta baştan beri kendiliğinden değil de ancak O’nun bir hikmet ve
adaletinin bir gereği olarak verir- her iki halde de O’na hamdetmek gerekir.
Her hale rağmen O kendisine hamdedilendir. O’nun herbir bağışı, O’nun bir
lutfudur, O’nun herbir cezası, O’nun bir adaletidir. Şüphesiz yüce Allah
hikmeti sonsuz olandır. Herbir şeyi kendisine uygun gelen yerine koyar. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Onlara
bir âyet gelse: Allah’ın peygamberlerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla
iman etmeyeceğiz, derler. Allah peygamberliğini kime vereceğini çok iyi
bilendir." (el-En’âm, 6/124) Yine yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:"Biz böylece onların
bir kısmını, diğer bir kısmı ile denedik ki: Allah aramızdan bunlara mı
lutfetti, desinler diye. Allah şükredenleri en iyi bilen değil midir?" (el-En’am,
6/53) ve buna benzer daha başka buyruklar...
Tahavî -Allah
Ona Rahmet Etsin- şöyle demektedir: "İslâm’ın ayağı ancak teslimiyet
ve teslimiyeti göstermek üzere sabit olur."[352]
Yani ancak iki vahyin nasslarına teslim olan,
onlara boyun eğen, onlara itiraz etmeyen, kendi görüşü, aklı ve kıyasıyla
onlara karşı çıkmayan kimselerin müslümanlığı sağlamdır.
Buharî, İmam Muhammed b. Şihab ez-Zührî
-Allah’ın rahmeti üzerine olsun-’den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Risalet vermek Allah’tan, tebliğ etmek rasûl’den, teslim olmak ta bize
düşer."[353]
Bu söz gerçekten kapsamlı ve faydalı bir sözdür.
Yine Tahavî şöyle demektedir: "Kim ilmi
kendisine engellenmiş olan şeyi bilmeye kalkışır, kavrayışı teslimiyet ile
kanaat bulmazsa, onun bu maksadı kendisini halis tevhidden, katıksız marifetten
ve sahih imandan alıkoyar."[354]
Bu da önceki ifadeleri pekiştirmekte ve dinin
esasları ile ilgili hatta başkaları hakkında da, bilgisizce konuşmaktan daha da
sakındırmaktadır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Bilmediğin bir şeyin ardına düşme!
Çünkü kulak, göz ve kalbin herbiri ondan sorumludur." (el-İsrâ,
17/36)
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"İnsanlardan kimisi Allah hakkında
bilgisiz, delilsiz ve aydınlatıcı bir kitabı olmaksızın mücadele eder.
İnsanları Allah’ın yolundan saptırmak için büyüklenerek yüz çevirir. Dünyada
onun için rüsvaylık vardır. Kıyamet günü de biz ona yakıcı ateş azabını
tattırırız." (el-Hac, 22/8-9)
Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- da şöyle buyurmuştur: "Bir kavim önceleri bir
hidayet yolu üzerinde bulunuyorsa ve sapacak olursa, mutlaka kendilerine cedel
(tartışma) verilmiştir. (Sonra yüce Allah’ın):"Bunu sana ancak tartışmak üzere örnek gösterdiler." (ez-Zuhruf, 43/58) buyruğunu okudu. Bunu Tirmizî rivayet etmiş
ve: Hasen bir hadistir, demiştir.[355]
Şüphesiz Allah Rasûlüne teslim olmayanın tevhidi
eksik olur. Bu kimse kendi görüş ve hevâsına göre kanaat belirtir, Allah’tan
gelmiş bir hidayet olmaksızın da görüş ve heva sahibi kimseleri taklid eder.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
getirdiklerinin dışına çıktığı kadar da tevhidinden eksilmiş olur. Çünkü bu
kişi böyle birisini bu hususta Allah’tan başka bir ilah edinmiş olur. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Hevâ
ve hevesini ilâh edinen kimseyi gördün mü?" (el-Furkan, 25/43) Nefsinin
arzu ettiği şeye ibadet edeni gördün mü? demektir.
Dünyaya fesad üç kesimden gelmiştir. Tıpkı
Abdullah b. el-Mubarek -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-’in dediği gibi:
"Gördüm ki günahlar kalbleri öldürüyor,
Hatta alışkanlıkları bazan zilleti doğuruyor.
Hayat verir kalblere günahları terketmek,
Nefsin için hayırlıdır, ona isyan etmek.
Söyle bana dini kimler bozdu ki,
Hükümdarlardan, kötü alimlerle, abidlerden
başka?"
Zalim hükümdarlar zalimce siyasetleriyle şeriata
itiraz ederler ve bu uygulamalarıyla şeriata karşı çıkarlar. Bu politikalarını
Allah ve Rasûlünün hükmünün önüne geçirirler.
Kötü alimler ise Allah ve Rasûlünün haram
kıldığını helal kılmayı, mübah kıldığını ise haram kılmayı, onun kaldırdığına
itibar etmeyi, itibar ettiğini kaldırmayı, onun kayıt getirdiğini
mutlaklaştırıp mutlak bıraktığını kayıtlamayı ve buna benzer hususları ihtiva
eden görüş ve bozuk kıyaslarıyla şeriatın dışına çıkan ilim adamlarıdır.
Kötü âbidler ise iman ve şeriatın gerçeklerine
zevkleriyle, vecdleriyle, hayalleriyle, şeytani ve batın keşifleriyle imanın
hakikatlerine itiraz eden cahil mutasavvıflardır. Bu tutum ise Allah’ın izin
vermediği şeyi şeriat yapmayı, Peygamberi -sallallahu
aleyhi ve sellem- vasıtası ile teşri’ buyurduğu dinini iptal etmeyi, imanın
hakikatlerinin yerine şeytanın aldatmalarını ve nefsin hazlarını yerine
geçirmeyi ihtiva etmektedir.
Birinci kesim olan hükümdarlar şöyle derler:
Siyaset ile şeriat birbiriyle çelişecek olursa, biz siyasete öncelik tanırız.
Kötü alimler: Akıl ile nakil çatışacak olursa,
aklı önceleriz, derler.
Zevk sahibi (cahil âbidler) ise şöyle derler:
Zevk ve keşif şeriatın zahiri ile çatışacak olursa, biz zevk ve keşfi
önceleriz.
Allah’ın kitabı ile Rasûlullah’ın sözünden şifa,
hidayet, ilim ve yakînin elde edilmeyip de şaşkın kimselerin sözlerinden bunun
gerçekleşmesi imkansız bir şeydir. Asıl yapılması gereken Allah ve Rasûlünün
söylediklerini esas almak, onun manası üzerinde düşünüp akletmeye çalışmaktır.
Bunun aklî delil ve belgesi ile sem’î ve haberî delilini bilmek gerek buna,
gerek ötekine ait delâletini bilmek ve öğrenmektir. Buna uyan ve muhalefet eden
insanların görüşlerini ise müteşabih ve mücmel olarak değerlendirmektir. Bu
görüş sahiplerine de şöyle demektir: Bu lafızlar şu şu anlama gelir, eğer onlar
bu lafızlarla Allah Rasûlünün haberine uygun olan anlamı kastetmiş iseler kabul
edilir, eğer ona muhalefet eden şeyi kastedecek olurlarsa reddedilir.
Saptırmanın sebebi ise Allah ve Rasûlünün sözü
üzerinde düşünmekten yüz çevirip Yunan sözleri ile değişik görüşlerle
uğraşmaktır. Bu gibi kimselere kelâmcılar denilmesinin sebebi ise bunların daha
önce bilinmeyen bir ilmi ortaya koymayıp ancak belki pek faydası olmayan
fazladan birtakım sözler söylemiş olmalarından dolayıdır."
Yine Tahavî şöyle demektedir: "Böyle bir
kimse vesveseli ve şaşkın, şüpheli ve sapkın bir halde ne tasdik eden bir
mü’min, ne de inkârcı bir yalanlayıcı olmayarak, küfür ile iman, tasdik ile
yalanlama, ikrar ile inkâr arasında gider gelir."[356]
Kitab ve sünneti bırakıp, yerilmiş kelâm ilmine
yönelen yahut ta böyle bir kelâm ilmi ile kitab ve sünneti bir noktada
birleştirmeye çalışan, çatışmaları halinde ise nassı te’vil edip değişik
görüşlerle re’ye göre yorumlayan herkesin hali budur. Sonunda bu kimsenin
durumu şaşkınlık, sapıklık ve şüpheye kadar ulaşır.
Ebu Abdullah Muhammed b. Ömer er-Razî
"Eksamu’l-Lezzât" adlı eserinde şöyle demektedir: "Ben kelâmî
yolları ve felsefi yöntemleri iyiden iyiye inceledim. Bunların hasta olan bir
kimsenin derdine deva olmadıklarını, susamışın susuzluğunu gidermediklerini
gördüm. En kısa yolun Kur’ân yolu olduğunu tesbit ettim. Allah’ın birtakım
sıfatlarının isbatına dair yüce Allah’ın şu buyruklarını okuyalım:"Rahman (olan Allah) arş’a istivâ etti." (Tâhâ, 20/5);"Güzel
söz yalnız O’na yükselir." (Fatır, 35/10) Nefy (selbî) sıfatlar
hususunda da şu buyrukları okuyabiliriz:"Onun
benzeri hiçbir şey yoktur." (eş-Şûrâ, 42/11);"Onlar ise bilgileri ile onu kuşatamazlar." (Tâhâ,
20/110)"
Daha sonra şunları söylemektedir: "Kim
benim geçtiğim deneyimlerden geçerse, benim bildiklerimi de öğrenir."
Ebu’l-Meâlî el-Cuveynî de şöyle demiştir:
"Arkadaşlarım, kelâmla uğraşmayın, eğer ben kelâmın beni nereye
ulaştıracağını bilmiş olsaydım, onunla uğraşmazdım."
Ölümü esnasında da şunları söylemiştir:
"Ben o dalgalı denize daldım. İslam ehli ve onların ilimlerini bıraktım.
Bana yasakladıkları şeyin içine girdim. Şimdi ise eğer Rabbim rahmeti ile bana
yetişmeyecek olursa, el-Cuveynî’nin oğlunun vay haline! İşte ben annemin
akidesi üzerine ölüyorum. (Ya da: Neysabur kocakarılarının akidesi üzerine
ölüyorum, demiştir.)"
Bu duruma ulaşan bir kimseye eğer Allah rahmeti
ile yetişmeyecek olursa, varacağı yer zındıklıktır.
Şafîi -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: "kelâm ehli hakkındaki hükmüm
şudur: Onlar sopalarla, ayakkabılarla dövülür. Kabileler ve aşiretler arasında
dolaştırılır ve: Kitab ve sünneti terkedip kelâm’a yönelenin cezası budur
denilir."
Yine şöyle demiştir: "Ben kelâmcılardan
öyle şeyleri gördüm ki bu sözleri müslüman bir kimsenin söyleyeceğini
zannedemiyorum. Allah’a ortak koşmak müstesnâ bir kulun Allah’ın yasaklamış
olduğu herşeye mübtelâ olması kelâm’a mübtelâ olmasından daha iyidir."
Bunlardan birisinin ölüm esnasında koca
karıların izlediği yola geri döndüğünü ve onların kabul ettikleri şekilde kabul
ettiğini, buna muhalif olup bir zamanlar kesin zannettiği, sonradan da
tutarsızlıklarını açıkça gördüğü yahut ta doğru olduklarını tesbit edemediği bu
inceliklerden yüz çevirdiğini ve netice itibariyle -eğer azabtan kurtulacak
olurlarsa- ilim ehline tabi olan küçük çocuklar, kadınlar ya da Bedevî Arablar
seviyesine vardıklarını görüyoruz."
Kur’ân-ı Kerîm.
Suyûtî, Celalu’d-Din, el-Itkan fî Ulûmi’l-Kur’ân, el-Bakıllanî, Îcâzu’l-Kur’ân ile birlikte, el-Babî el-Halebî baskısı, 1398.
el-Beyhakî, Ebu Bekr, el-Esmâ ve’s-Sıfat, Tahkik: Zâhid el-Kevserî, Beyrut 1405.
el-Elbanî, Muhammed Nasıru’d-Din, Irvâu’l-Galîl fi Tahrici Ehadîsi Menâri’s-Sebîl,
Beyrut 1399.
İbn Teymiyye, İktidau’s-Sırati’l-Mustakîm, Tahkik: Nasır el-Akl,
Mektebetu’r-Reşid 1413.
ez-Ziriklî, Hayru’d-Din, el-A’lâm, Beyrut 1980.
eş-Şeybanî, Muhammed İbrahim, Evraku Mecmuatu’n min Hayati Şeyhi’l-İslâmî
İbn Teymiyye, Kuveyt 1409.
İbnu’l-Kayyim, Şemsu’d-Din, Bedâiu’l-Fevâid, Beyrut, Tarihsiz.
İbn Kesir, el-Bidâye
ve’n-Nihâye, Beyrut 1980.
es-Sicistanî, Hafız Ebu Bekr Abdullah b.
Süleyman b. el-Eş’as, el-Ba’s,
Tahkik: Ebu İshak el-Huveynî el-Eserî, Daru’l-Kitabi’l Arabî 1408.
Bahşel, Eslem b. Sehl el-Vasıtî, Tarihu Vâsıt, Tahkik: Gorgis Avvad,
Alemu’l-Kütüb baskısı, I. baskı.
Abdu’l-Latif, Muhammed Amr, Tebyidu’s-Sahifeti bi Usuli’l-Ahadîsi’d-Daifeti, Mısır 1409.
el-Mubarekfurî, Muhammed b. Abdu’r-Rahman, Tuhfetu’l-Ahvezî bi Şerhi Camiî’t-Tirmizî,
Beyrut 1399.
İbn Batuta, Muhammed b. Abdu’l-Levatî, Tuhfetu’n-Nuzzâr fi ⁄araibi’l-Emsar ve
Acaibi’l-Esfar (İbn Batuta Seyahatnamesi), Tahkik: Dr. Ali el-Muntasır
el-Kettanî, Beyrut 1405.
eş-Şerif, Abdullah b. Abdu’r-Rahman, et-Tâlikatu’l-Müfide
ale’l-Akideti’l-Vasıtiyye, Riyad 1404.
İbn Kesir, Ebu’l-Fida İsmail, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim, Tahkik: Mukbil
b. Hadî el-Vadıî, Kuveyt 1405; Tahkik: D. Muhammed İbrahim el-Benna, Abdu’l-Aziz
⁄uneym, Muhammed Ahmed Aşur, Kahire, Tarihsiz.
el-Humeydî, Dr. Abdu’l-Aziz, Tefsiru İbn Abbas ve Merviyyatuhu
fi’t-Tefsiri min Kütübi’s-Sünne, Mekke, Camiatu Ümmi’l-Kura, Tarihsiz.
el-Askalanî, Ebu’l-Fadl Şihabu’d-Din Ahmed b.
Ali b. Hacer, Telhîsu’l-Habîr fi Tahrici
Ehadîsi’r-Rafiiyyi’l-Kebir, Medine 1384.
es-Sa’dî, eş-Şeyh Abdu’r-Rahman, et-Tenbihat, el-Latife
ale’l-Akideti’l-Vasıtiyye, İşraf: Abdu’r-Rahman er-Ruveyşid, Süleyman b.
Hammad, I. Baskı.
İbn Huzeyme, Ebu Bekir, et-Tevhid ve İsbatu Sıfatı’r-Rabbi Azze ve Celle, Tahkik:
Abdu’l-Aziz eş-Şehevan, Riyad, I. Baskı.
İbnu’l-Esir, Mecdu’d-Din Ebu’s-Saadât
el-Mubarek, Camiu’l-Usul fi
Ahadîsi’r-Rasûl, Tahkik: Abdu’l-Kadir el-Arnaut, Matbaatu ve
Mektebetu’l-Beyan, Tarihsiz.
et-Taberî, Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir, Camiu’l-Beyan an Te’vili Âyi’l-Kur’ân
(Taberî Tefsiri), Beyrut 1405. Ayrıca Tahkik: Mahmud Muhammed Şakir, Tahric:
Ahmed Şakir, Mısır.
et-Tirmizî, Ebu İsa, Camiu’t-Tirmizî, Tashih: Abdu’l-Vehhab Abdu’l-Latif, Beyrut,
Tarihsiz.
el-Beyhakî, Ebu Bekr, el-Camiu li Şuabi’l-İman, Tahkik: Abdu’l-Ali Hamid,
ed-Daru’s-Selefiye, I. Baskı.
el-Âlusî, es-Seyyid Numan, Celâu’l-Ayneyn fi Muhakemeti’l-Ahmedeyn, Beyrut, Tarihsiz.
Ebu Nuaym Ahmed el-Isfahanî, Hilyetu’l-Evliya ve Tabakatu’l-Asfiya,
Beyrut, Tarihsiz.
Suyutî, Celalu’d-Din, ed-Durru’l-Mensûr, Beyrut 1403.
Suyutî, Celalu’d-Din, ed-Duraru’l-Müntesira fi’l-Ahadîsi’l-Müştehira, Tahkik: Muhammed b.
Lutfi es-Sebbağ, Camiatu’l-Melik Suud Neşri.
İbn Receb, Ebu’l-Ferec Abdu’r-Rahman, ez-Zeylu alâ Tabakati’l-Hanabile,
Beyrut, Tarihsiz.
Darimî, Osman b. Said, er-Raddu ale’l-Cehmiyye, Tahkik: Bedr el-Bedr, Kuveyt, I. Baskı.
ed-Dımeşkî, Nasıru’d-Din, er-Raddu’l-Vafir ala men Zeame bi enne men semme İbne Teymiyyete
"Şeytie’l-İslâmi" Kâfir, Tahkik: Züheyr eş-Şaviş, Beyrut, I.
Baskı.
el-Eşkar, Dr. Umer Suleyman, er-Rusulu ve’r-Risâlât, Kuveyt 1401.
İbn Hanbel, Ahmed, ez-Zühd, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye 1403.
el-Beyhakî, Ahmed b. Hüseyn, ez-Zühdü’l-Kebir, Tahkik: Takıyu’d-Din
en-Nedvî, Daru’l-Kalem II. Baskı.
el-Elbanî, Muhammed Nasıru’d-Din, Silsiletu’l-Ahadîsi’s-Sahiha, Beyrut,
Tarihsiz.
es-Sicistanî, Ebu Davud Süleyman b. el-Eş’as, Sunenu Ebi Davud, Tahkik: İzzet
ed-Da’âs, el-Mektebetu’s-Selefiyye 1388.
ed-Darakutnî, Ali b. Ömer, Sünenu’d-Darakutnî; -Haşiyetu’t-Ta’liki’l-Muğni
ile birlikte-, Neşru’s-Sünne.
en-Nesaî, Ebu Abdu’r-Rahman Ahmed b. Şuayb, Sünenu’n-Nesaî (Suyutî şerhi ile
birlikte), İ’tina: Abdu’l-Fettah Ebu ⁄udde, Daru’l Beşair 1406.
İbn Ebi Âsım,
es-Sünne, Tahkik: Muhammed Nasıru’d-Din el-Elbanî, Beyrut 1400.
el-Beğavî, Ebu Muhammed el-Huseyn b. Mes’ud, Şerhu’s-Sünne, Tahkik: Şuayb el-Arnaut,
Muhammed Züheyr eş-Şaviş, Beyrut, I. Baskı.
İbn Ebi’l-Iz el-Hanefi, Ali b. Ali, Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviye, Tahkik:
Cemaatun mine’l-ulema, Tahric: Muhammed Nasıru’d-Din el-Elbanî, Beyrut 1404.
Herrâs, Muhammed Halil, Şerhu’l-Akideti’l-Vasıtiyye li Şeyhi’l-İslam İbn Teymiyye, Talik:
İsmail el-Ensarî, Riyad 1403.
el-Buharî, Muhammed b. İsmail, Sahihu’l-Buharî, (Fethu’l-Barî ile
birlikte), Tahkik: Abdu’l-Aziz b. Baz, Daru’l-Fikr, Tarihsiz.
el-Elbanî, Muhammed Nasıru’d-Din, Sahihu’l-Camiı’s-Sağir ve Ziyadatihi,
II. Baskı 1399.
el-Elbanî, Muhammed Nasuru’d-Din, Sahihu Sünen-i İbn Mâce, I.Baskı.
el-Elbanî, Muhammed Nasuru’d-Din, Sahihu Süneni’t-Tirmizî, I. Baskı.
el-Elbanî, Muhammed Nasuru’d-Din, Sahihu Süneni’n-Nasaî,
Mektebu’t-Terbiyedi’l-Arabî li Duveli’l-Halic I. Baskı.
el-Kuşeyrî, İmam Müslim b. el-Haccac, Sahihu Müslim (Nevevî şerhi ile
birlikte) Müracaat (kontrol): Halil el-Meys, Beyrut 1407.
ed-Darakudnî, Ebu’l-Hasen Ali b. Ömer, es-Sıfat, Tahkik: Ali b. Muhammed
el-Fakıhî, I. Baskı 1403.
İbnu’l-Kayyim, Şemsu’d-Din, es-Savâiku’l-Mürsele, Tahkik: Ali ed-Dahilullah, Riyad 1408.
el-Ûde, Süleyman b. Hamed, Abdullah b. Sebe’ ve Eseruhû fi İhdâsi’l-Fitneti fi Sadri’l-İslam,
Riyad 1405.
el-Esbehanî, Ebu’ş-Şeyh, el-Azame, Tahkik: Ridaullah b. Muhammed İdris el-Mubarekfurî,
Daru’l-Âsime, 1408.
el-Fevezan, Salih, Şerhu’l-Akideti’l-Vâsıtıyye, Riyad, 1407.
el-Manî’, Muhammed b. Abdu’l-Aziz, Talikun ale’l-Akideti’l-Vasıtiyye,
Riyad, Tarihsiz.
İbn Teymiyye, el-Akîdetu’l-Vasıtiyye, Tahkik: Züheyr eş-Şaviş,
el-Mektebu’l-İslami 1405.
İbn Abdi’l-Hadî, Muhammed b. Ahmed, el-Ukudu’d-Dürriyye fi Menakibi
Şeyhi’l-İslam İbn Teymiyye, Mısır, Tarihsiz.
Şakir, Ahmed Muhammed, Umdetu’t-Tefsir ani’l-Hafız İbn Kesir, Mısır 1376-1377.
Şemsu’l-Hak el-Abadî, Ebu’t-Tayyib, Avnu’l-Ma’bud Şerhu Süneni Ebi Davud,
el-Medinetu’l-Münevvere 1388.
es-Sıddîkî, Muhammed b. Allan, el-Futuhatu’r-Rabbaniyye
ale’l-Ezkari’n-Nevâviyye, Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabî, Tarihsiz.
İbn Hanbel, Ahmed, Fedailu’s-Sahabe, Tahkik: Vasiyullah Abbas, Camiatu Ümmi’l-Kura,
1403.
İbn İshak el-Kadî, Muhammed b. İsmail, Fadlu’s-Salati ale’n-Nebi, Tahkik:
Muhammed Nasiru’d-Din el-Elbanî, Tabaatu’l-Mekteb, 1389.
el-Gazzalî, Muhammed, Fıkhu’s-Sîre, Tahkik: Muhammed Nasiru’d-Din el-Elbanî, Katar,
Tarihsiz.
İbn Müslim, el-Kureşî el-Mısrî, Abdullah b.
Vehb, el-Kader ve mâ verede fi zalike
mine’l-âsâr, Tahkik: Abdu’l-Aziz Abdu’r-Rahman Muhammed el-Useyn,
Daru’s-Sultan 1406.
el-Cürcanî, Ebu Ahmed Abdullah b. Adî, el-Kâmilu fi Duafai’r-Rical, Daru’l-Fikr
1404.
el-Heysemî, İbn Hacer, Mecmau’l-Bahreyn fi Zevaidi’l-Mecmaeyn, Tahkik: Abdu’l-Kuddus
Nezir, Baskı yeri yok, 1413.
İbn Teymiyye, Şeyhu’l-İslam Ahmed, Mecmûu’l-Fetâvâ, Cem’: Abdu’r-Rahman b.
Kasım -Birinci baskıdan tıpkı basım-
ez-Zehebî, Muhtasaru’l-Uluvv,
Tahkik: Muhammed Nâsiru’d-Din el-Elbanî, Beyrut 1401.
İbnu’l-Kayyim, Şemsu’d-Din, Medâricu’s-Sâlikîn, Tahkik: Muhammed Hamid Fakî, Beyrut, Tarihsiz.
İbn Hanbel, Ahmed, el-Müsned, -Hamiş’indi Muntehabu
Kenzi’l-Ummal min Süneni’l-Akvali ve’l-Ef’âl, Beyrut 1398.
İbnu’l-Müsenna, et-Temimî, Hafız Ahmed b. Ali, Müsned-u Ebi Ya’lâ el-Mevsılî, Tahkik:
Hüseyin Selim Esed, Daru’l-Me’mun 1404.
et-Tebrizî, Muhammed b. Abdillah, Mişkâtu’l-Mesabih, Tahkik: Muhammed
Nasiru’d-Din el-Elbanî, Beyrut 1399.
İbn Ahmed Hilmi, Hafız, Meâricu’l-Kabul Şerhu Süllemi’l-Vusul ila İlmi’l-Usuli fi’t-Tevhid,
Riyad, Daru’l-İfta baskısı.
et-Taberanî, Hafız Ebu’l-Kasım, el-Mu’cemu’l-Kebir, Tahkik: Hamdi
es-Selefî, Bağdad, I. Baskı.
İbnu’l-Kayserânî, Ebu’l-Fadl Muhammed b. Tahir
el-Makdisî, Marifetu’t-Tezkira
fi’l-Ahadîsi’l-Mevdua, Tahkik: İmadu’d-Din Ahmed Haydar,
Müessesetu’l-Kutubi’s-Sekafiye 1406.
İbn Haldun, Abdu’r-Rahman b. Muhammed, Mukaddime, Tahkik: Dr. Ali Abdu’l-Vahid
Vafî, Kahire, III. Baskı.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Şemsu’d-Din Ebu Abdillah
Muhammed b. Ebi Bekr, el-Menaru’l-Münif
fi’s-Sahihi ve’d-Daif, Tahkik: Abdu’l-Fettah Ebu ⁄udde, Haleb 1402.
Hafız Abdu’l-Hamid, el-Muntehab, Tahkik: Mustafa el-Adevî, Kuveyt, I. Baskı.
et-Tarhûnî, Muhammed b. Rızk, Mevsuatu Fedaili Suveri ve Âyâti’l-Kur’ân,
Demmam 1409.
ez-Zehebî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed b.
Osman, Mizanu’l-İ’tidal fi Nakdi’r-Rical,
Tahkik: Ali Muhammed el-Becavî, Daru’l-Marife, Beyrut.
ez-Zeylaî, Cemalu’d-Din Ebu Muhammed Abdullah b.
Yusuf, Nasbu’r-Raye li Ahadîsi’l-Hidaye,
el-Mektebetu’l-İslamiyye 1393.
el-Hilalî Selim b. Iyd, Nushu’l-Umme fi Fehmi Ehadîsi’f-tiraki Hâzihi’l-Umme, Daru’l-Adha
1409.
İbn Teymiyye, Nakdu’l-Mantık, Tahkik: Muhammed
b. Abdu’r-Rezzak Hamza, Mektebetu’s-Sunneti’l-Muhammediyye, tarihsiz.
el-Hakim et-Tirmizî, Ebu Abdullah Muhammed, Nevâdiru’l-Usul min Marifeti Ehadîsi’r-Rasûl
(haşiyesinde: Mirkatu’l-Vusul) Beyrut
tarihsiz.
[1] İmam Ahmed,
Müsned, I, 379. Ahmed Muhammed Şakir, senedinin sahih olduğunu
belirtmiştir; no: 3600.
[2] Bk. Ebû Nuaym,
el-Hilye, I, 305.
[3] Mecmûu’l-Fetavâ, III, 164. Vâsıt: Emevî halifesi Abdulmelik b.
Mervan’ın valisi Haccac b. Yusuf es-Sekafi’nin kurduğu bir şehirdir. Irak’ın
güneyinde Kûfe ile Basra arasında orta bir yerde olduğundan “Vasıt” adı
verilmiştir.
[4] Bu eserin Daru İbnu’l-Cevzî tarafından
“Şerhu’l-Akîdeti’l-Vasıtiyye” adıyla, en son beşinci baskısı yapılmış olup,
1419 Hicri tarihli ve iki cilt olarak basılmıştır.
[5] Hâfız İbn Receb’in, el-Kavâidu’l-Fıkhiyye Mukaddimesi’ndeki
sözlerinden.
[6] Bk. İbn Abdu'l-Hadî, el-Ukûdu'd-Durriyye, s. 4
[7] Sahih bir hadis olup, Ahmed, Tirmizî ve Nesaî bunu,
Amr b. Abse'den rivayet etmiştir. İbn Kesir Tefsirde (VIII, 429) hadisin
çeşitli senedlerini kaydettikten sonra: "Bunlar ceyyid ve kavî
isnadlardır" demektedir. Ayrıca bk. Sahihu'l-Camî,
6183.
[8] Bu husustaki çeşitli açıklamalar için bk. er-Reddu'l-Vâfir, s. 50
[9] Bk. er-Reddu'l-Vafir,
s. 55. dipnot.
[10] el-Ukudu'd-Durriyye, s. 4
[11] Bk. er-Reddu'l-Vâfir, s. 7
[12] Bk. Cilâu'l-Ayneyn fi Muhakemeti'l-Ahmedeyn, s. 58
[13] Bk. er-Reddu'l-Vâfir, s. 72
[14] Aynı eser, s. 105
[15] Evraku'n-Mecmuatun min Hayati Şeyhi'l-İslam, s. 66
[16] Nakdu'l-Mantık, s. 93
[17] Bk. İbn Hacer,
ed-Dureru'l-Kâmile, I, 151 ez-Zehebî'den naklen.
[18] Burada bu değerli imamın hakkını verebilmek ve
garezkârların şüphelerini reddetmek için sözü biraz uzatmış oldum.
[19] bk. er-Rıhle,
I, 102, 109, 110, Tahkik: Dr. Ali el-Muntasır el-Kettanî, Müessesetu'r-Risale
baskısı.
[20] Bk. Şerhu'l-Kasidetü'n-Nüniyye, I, 497.
[21] Sahihtir. Buharî,
Edeb Babu iza lem testehi... da rivayet etmiştir. Fethu'l-Barî, X, 523. Hadisin baştarafları da şöyledir:
"Nubuvvet kelâmından insanlara erişenlerden birisi de şudur..."
[22] Bk. ez-Zeyl alâ Tabakati'l-Hanâbile, II, 405.
[23] Bk. İbn Abdi'l-Hadî, el-Ukudu'd-Dürriyye, s. 218.
[24] Bk. el-Bidaye, XIV, 123.
İbn
Kesir'in el-Birzalî'den naklen zikrettiğine göre İbn Teymiyye'nin ikindi
sonrası 16 Şaban Pazartesi günü girdiği şeklindedir. Durum ne olursa olsun, bu
Mağrib'li yalancının Şam'a girişinden önce onun hapse girdiği muhakkaktır. O
ise 9 Ramazan'da Şam'a girmiştir. el-Birzalî ile İbn Kesir'in ondan naklen
zikrettiğine göre İbn Teymiyye'nin Kal'a hapsine girişi ile İbn Batuta'nın
Dımaşk'a girişi arasında yirmiüç gün, İbn Abdu'l-Hadî'nin zikrettiğine göre ise
ikisinin girişi arasında otuzüçgünlük bir fark vardır.
[25] İbn
Haldun, Mukaddime, II, 565, Tahkik:
Ali Abdu'l-Vahid Vafî
[26] Rihle, I,
466.
[27] Burada zikrettiklerimiz, biyografisinin bulunduğu en
önemli yerlerdir. Bunları Şeyhu'l-İslam'ın biyografisini inceleme işini ilim
talebelerine teşvik olsun ve bu hususta onlara kolayl›k olsun diye kaydettim.
[28] Bu biyografik bilgileri bize çağdaşlarından olan
muhterem hocalarım›z Abdu’r-Rezzak Afifî ile Abdu’l-Fettah Selâme
lutfetmişlerdir.
[29] Bu meseleyi Şeyh Ahmed Şakir, Tirmizî’nin Sünen’ini tahkikinde (II, 16-25) uzun
uzadıya ele alıp, incelemiş ve neticede besmele’nin Tevbe suresi müstesna
herbir surenin bir âyeti olduğu sonucuna ulaşmıştır.
[30] İbn Abbas’tan bu rivayeti İbn Cerir, besmele’nin
tefsirinde rivayet etmiştir. Şeyh Ahmed Şakir de bu hususta: “Bu haberin senedi
zayıftır” demektedir. Bk. Taberî Tefsiri,
Tahkik: Ahmed Şâkir, I, 123
[31] el-Ahzab suresinin 43. âyet-i kerîme’sinin bir bölümü
olup, tamamı şöyledir: “O, sizi
karanlıklardan nura çıkarmak için size salat (rahmet) getirendir, melekleri de. O, mü’minlere çok rahimdir
(merhametlidir.)”
[32] Uydurma
bir rivayettir. Bunu el-Beyhakî “el-Esmâ
ve’s-Sıfat”da (s. 71) rivayet etmiş olup, bunun rivayet zincirinde yer
alanlar bir yalancılar silsilesidir. Çünkü bunu Muhammed b. Mervan, el-Kelbî’den,
o Ebu Salih’den, o İbn Abbas’tan diye rivayet etmiştir. Suyutî, el-Itkan (II, 242) adlı eserinde şöyle
demektedir: “İbn Abbas tefsirinin rivayet yollarının en gevşeği el-Kelbî’nin,
Ebu Salih’ten, onun İbn Abbas’tan diye yaptığı rivayettir. Şâyet buna bir de
Muhammed b. Mervan es-Süddî es-Sağir de ilave edilecek olursa, artık bu
yalancılar silsilesidir.”
Ayrıca bk. Tefsiru
İbn Abbas ve Merviyyetuhu fi’t-Tefsir min Kütübi’s-Sünneti, I, 26.
Beyhaki, Şuabu’l-İman,
V, 299’da Mukatil b. Süleyman’dan, o ed-Dahhak’tan, o da İbn Abbas’tan merfu
olarak şöyle dediğini rivayet etmektedir: “...Kul bismillahirrahmanirrahim
dediği takdirde, yüce Allah: Kulum biri diğerinden daha incelikli iki incelikli
isim ile bana dua etti. Rahim, rahman’dan daha incedir (rakiktir). İkisi de
(birbirinden) rakiktir.”
Beyhakî dedi ki: “İki incelikli (rakik)
ifadesinin burada rivayetin aslından meydana gelmiş bir tashîs (lafız
değiştirmesi) olduğu söylenmiştir. Aslı “iki rafik” şeklindedir. Rafik ise yüce
Allah’ın isimlerindendir.
Eserin
muhakkiki Abdu’l-Alî Hamid ise şöyle demektedir: “Bu rivayetin senedi zayıftır.
Senedinde meçhul ravi vardır. Mukatil b. Süleyman da itham edilmiştir.
ed-Dahhak ise İbn Abbas’tan rivayet işitmemiştir.”
[33] Zayıf
bir hadistir. Bunu Ebu Davud, Edeb’de el-Hedyu fi’l-Kelam babında
(Aynu’l-Mabud, XIII, 184) İbn Mace, İmam Ahmed ve başkaları rivayet
etmişlerdir. Nevevî, el-Ezkar adlı eserinde (no: 339) hasen olduğunu
belirtmiştir. el-Elbanî, es-Silsiletu’t-Taife, no: 902’de: “Önemli olup da
kendisine elhamdulillah ve bana salat ile başlanılmayan herbir iş kesiktir,
kopuktur, ondan hertürlü bereket giderilmiştir.” lafzı ile kaydettikten sonra
bu hadisin uydurma olduğunu söylemiştir.
Aynı şekilde bu hadisi Daifu’l-Camî’,
4216-4218’de farklı lafızlarla kaydettikten sonra bu hadisin zayıf olduğunu
belirtmiştir. Ayrıca bk. el-İrva, no: 1, 2. Bu hadisin kaynaklarını uzun
uzadıya gösterdikten sonra niçin zayıf olduğunu da belirtmiştir.
el-Arnavud
ise Camiu’l-Usul, 3980’de şunları söylemektedir: “Senedinde Kurra b.
Abdu’r-Rahman vardır. Doğru sözlü bir ravi olmakla birlikte, münker rivayetleri
de vardır.”
[34] Bedâiu’l-Fevâid, II, 93
[35] Burdan itibaren belirtilecek yere kadar ifadeler
İbnu’l-Kayyim’e aittir.
[36] Burada İbnu’l-Kayyim’in sözleri sona ermektedir.
Ayrıca bk. Medâricu’s-Sâlikîn, I, 64
[37] Şeyh
Ömer el-Eşkar “er-Rusul ve’r-Risâlât”
adlı eserinde (s. 14) belirttiğine göre ilim adamları nezdinde yaygın olan
kanaat budur. Ancak bunun böyle olması uzak bir ihtimaldir. Zira yüce Allah
nebilere de risalet verdiğini şu buyruğunda açıkça ifade etmektedir: “Senden önce ne kadar rasûl ve nebiye risalet
verdiysek...” (el-Hac, 22/52) Diğer taraftan yüce Allah’ın bir insana vahiy
göndermekle birlikte onun o vahyi herhangi bir kimseye tebliğ etmemesi mümkün
değildir. Peygamber (s.a) da şöyle buyurmaktadır: “Ümmetler bana gösterildi.
Beraberinde dokuz-on kişilik bir topluluk bulunan peygamberler gördüm. Bir-iki
adam bulunan peygamberler gördüm. Beraberinde hiçbir kimse bulunmayan
peygamberler gördüm...” Bu hadisi Buharî ve Müslim rivayet etmiştir.
Nebi
ile rasûl arasındaki farka dair yaptığı tercih olan: “Rasûl kendisine yeni bir
şeriat vahyedilen kimse, nebi ise kendisinden öncekilerin şeriatlerini tasdik
ve yerleştirmek için gönderilen kimsedir. İsrailoğulları peygamberlerinin çoğu
da böyledir” şeklindeki görüş doğruluğa daha yakın görünmektedir. Doğrusunu en
iyi bilen Allah’tır.
[38] Beyhakî,
ez-Zühd, 297’de, İbn Adiy, el-Kâmil,
II, 2168’de, İbn Ömer’den merfu olarak şu hadisi rivayet etmektedirler: “İyilik
boşa gitmez. Günah unutulmaz. Deyyân (olan ve herkese amelinin karşılığını
veren) asla uyumaz. İstediğin gibi ol, nasıl diyânet edersen, sen de öyle
diyânete maruz kalırsın. (Ne yaparsan onunla karşılaşırsın.)” Bu hadisin senedi
zayıftır.
Yine
bu hadisi Ahmed, ez-Zühd’de (s. 176)
Ebu’d-Derda’ya mevkufen ve yine zayıf bir sened ile rivayet etmiştir. Bk. Daifu’l-Camî’, 4274; Suyutî, ed-Duraru’l-Muntesira
fi’l-Ahadisi’l-Müştehera, Tahkik: es-Sabbâğ, no: 328.
[39] Şarih’in kastettiği yüce Allah’ın, el-Münafikun
suresinin birinci âyetinde münafıkların iddialarını yalanladığı şu âyet-i
kerîme’dir: “Münafıklar sana
geldiklerinde dediler ki: Şehadet ederiz ki muhakkak sen Allah’ın Rasûlusün.
Allah da biliyor ki sen hiç şüphesiz O’nun rasûlüsün ve Allah şahidlik eder ki
muhakkak münafıklar yalancıdırlar.”
[40] Hadis sahihtir. Değişik lafızlarla Buharî zekât bölümünün baştaraflarında (Fethu’l-Barî, III, 262)
İstitabetu’l-Mürteddin bölümlerinde,
Müslim ise iman bölümünde (Nevevî, I, 314) Tirmizî, Nesaî ve Ebu Davud
rivayet etmişlerdir. Bk. Camiu’l-Usul,
35-42 no’lu hadisler.
[41] Bu kelimenin, cinsi nefyeden lam için gizli haberinin
takdiri olduğunu kastetmektedir.
[42] Bu
âyetin tefsiri ile ilgili olarak Mücahid’den şöyle dediği sahih olarak rivayet
edilmiştir: “Ben anılacak olursam, mutlaka sen de benimle birlikte anılırsın:
Şehadet ederim ki Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Şehadet ederim ki
Muhammed Allah’ın Rasûlüdür.” (gibi)
el-Elbanî de İbn İshak el-Kadî’ye ait “Fadlu’s-Salâti ale’n-Nebi” adlı eserde
(s. 86) şöyle demektedir: “İsnadı mürsel, sahihtir. O halde bu mürsel ve kudsi
bir hadistir.”
Ebu
Ya’la (II, 522) zayıf bir isnad ile Ebu Said el-Hudrî’den merfu olarak şunu
rivayet etmektedir: “Ben anılacak olursam, sen de benimle birlikte anılırsın.”
Ayrıca bk. ed-Durru’l-Mensûr, VIII,
549.
[43] Sahih bir hadistir. Bunu Buharî, Ömer b. el-Hattab (r.a)’dan Hudud, Recmu’l-Hublâ
mine’z-Zina iza Ahsanat babında (Fethu’l-Barî,
XII, 144); el-Enbiya, babu Kavli’llahi vezkur fi’l-Kitabi Meryem babında (Fethu’l-Barî, VI, 478)
[44] Buharî bu hadisi tefsir, “inne’l-laha ve melâiketehû
yusallûne ale’n-nebi”de muallak olarak (Feth,
VIII, 532) rivayet etmiştir. İbn İshak el-Kadî bu hadisi “Fadlu’s-Salati ale’n-Nebi” adlı eserinde (s. 82) mevsul olarak
rivayet etmiştir. el-Elbanî de: Senedi mevkuf ve hasendir, demiştir.
[45] Sahih bir hadis olup, Buharî’nin ezan, men celese fi’l-mescidi yentaziru’s-salate babında
(Feth, II, 142); Mesacid ve Bed’ul halk bölümlerinde rivayet etmiştir. Müslim’de mesacid, fadlu salati’l-câmaa
v’entizari’s-sala’ babında (Nevevî,
V, 171)da rivayet etmiştir. Ayrıca Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, Müsned’inde Ahmed, Muvatta’ında Malik yakın lafızlarla rivayet etmişlerdir.
[46] Sahihtir. Bu hadisi Buharî, el-I’tisam, Kavlu’n-Nebi...de; (Feth, 13/293) Müslim,
İmare, Kavlu’n-Nebî...; (Nevevî,
XIII, 70) ile Ebu Davud, Tirmizî, İbn Mace, Ahmed ve başkaları rivayet
etmiştir.
[47] Hasen
bir hadistir. Tirmizi bu hadisi Abdullah b. Amr b. el-Âs’tan, iman, ma cae
fiftiraki hazihi’l-umme’de, (Tuhfe,
VII, 397), rivayet edilmektedir. el-Irakî, Tahricu’l-İhya
(III, 230)’da şöyle demektedir: “Bu ümmetin ayrılmasını sözkonusu eden hadisin
senedleri ceyyid (iyi)dir.” Ayrıca hafız bu hadislerin senedlerinin hasen
olduğunu Tahricu’l-Keşşaf (s. 63,
no:17)’de belirtmektedir.
Bu
ümmetin fırkalara ayrılacağını belirten hadisleri kardeşimiz Selim el-Hilalî, Nushu’l-Umme... adlı eserinde biraraya
getirmiş bulunmaktadır. Oraya bakılabilir: s. 9-27.
[48] Bu meşhur Cibril hadisinden bir parçadır. Bunu Müslim rivayet etmiştir. Sahih’inin
başında kaydettiği ilk hadis budur. (Nevevî, I, 259) Bu hadisi ayrıca Ebu Davud Sünne, Kader babında (Aynu’l-Ma’bud, XII, 459)’da, Tirmizî iman bahsinde, Nesaî de iman bahsi Na’tu’l-İslam
bölümünde. Hepsi Ömer b. el-Hattab’dan gelen rivayet ile kaydetmişlerdir. Aynı
şekilde Buharî, Müslim, Ebu Davud ve İbn Mace’de bu hadisi Ebu Hureyre ile Ebu
Zerr rivayetiyle de zikretmişlerdir.
[49] Şair yüce Allah’ın el-En’am, 6/83-86. âyet-i kerîme’de
yer alan şu (meâldeki) buyrukları kastetmektedir: “İşte bu kavmine karşı(1)
İbrahim’e verdiğimiz hüccetimizdir. Biz kimi dilersek onu derece derece
yükseltiriz. Şüphesiz Rabbin tam hikmet sahibidir, herşeyi çok iyi bilendir.
Biz ona(2) İshak ile(3) Yakub’u bağışladık. Herbirine hidayet verdik. Daha önce
de(4) Nuh’a da hidayet verdik. Onun zürriyetinden(5) Davud’a(6) Süleyman’a(7) Eyyub’a(8)
Yusuf’a(9) Musa’ya(10) Harun’a da biz iyi hareket edenleri işte böyle
mükafatlandırırız. (11) Zekeriyya’ya(12) Yahya’ya(13) İsa’ya(14) İlyas’a da
(hidayet verdik). Hepsi salihlerdendi.(15) İsmail’e(16) Elyesa’a(17) Yunus’a ve
(18) Lut’a a (hidayet verdik). Herbirini alemlere üstün kıldık.” İşte bunlar
toplam 18 peygamberin ismidir. Geriye ikinci beyitte adlarını verdiği sekiz
peygamber kalmaktadır.
[50] Sahih bir hadistir. Kaynakları ileride (kadere imanın
dereceleri anlatılırken) gösterilecektir.
[51] Büyük ilim adamı İbn Useymin, el-Akîdetu’l-Vasıtiyye şerhinde şunları söylemektedir: “Müellifin
sözlerinden anlaşıldığı gibi izledikleri yolda onlara muhalefet eden kimseler
onların (ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in) kapsamına girmezler. Çünkü Peygamber
(s.a) ve ashabı şanı yüce Allah’ın sıfatlarını hakikatleri üzere kabul
ediyorlardı. Bundan dolayı ehl-i sünnet ve’l-cemaat, selefiler, eş’ariler ve
maturidi’lerdir, diyenler yanılmaktadırlar. Biz de diyoruz ki: Bunlar farklı
kanaatler ileri sürmekle birlikte hepsi nasıl ehl-i sünnet olabilirler? Onların
herbirisi, öbürünün kanaatini reddederken, hepsinin ehl-i sünnet olması
imkânsız bir şeydir. İki zıttın birarada bulunmasının mümkün olduğu söylenmesi
hali müstesnâ. Yoksa onlardan sadece birilerinin bu hususta sünnete tabi
olduğunda şüphe bulunmaz. O kimdir? Eş’ariler mi? Maturidi’ler mi? yoksa
Selefi’ler mi? Kim sünnete uygun ise o kişi bu hususta sünnete bağlı demektir.
Muhalefet edenin bağlı olduğu söylenemez. Biz de diyoruz ki: Ehl-i sünnet
ve’l-cemaat selefin kendisidir. Başkaları hakkında bu vasıf sözkonusu olamaz.
Kelimelere de manalarına göre itibar edilir. Dolayısıyla biz sünnete muhalefet
edenlere nasıl ehl-i sünnet diyebiliriz? Bu mümkün olamaz. Bunlar birbiriyle
ihtilaf eden üç kesimdir derken, ondan sonra dönüp bunların aynı kanaatte
birleştiklerini nasıl söyleyebiliriz? Birleşmek nerede? Buna göre ehl-i sünnet
ve’l-cemaat selef itikadına sahib olanlardır. Eğer Peygamber (s.a)’ın izlediği
yol üzerinde ise kıyamet gününe kadar sonradan gelmiş olsa dahi elbetteki o
selefidir.”
[52] Tahrif, hem
lafız hem mana itibariyle de olur. Lafızda tahrifin örneği “Allah, Musa ile özel bir şekilde
konuşmuştur.” (en-Nisa, 4/165) buyruğunda “Allah” lafza-i celalini merfu
olarak okuyacak yerde (Musa, Allah ile özel bir şekilde konuşmuştur, anlamına
gelecek şekilde) bu lafza-i celali nasb ile okumak buna örnektir. Mana
itibariyle tahrife gelince, “istivâ” lafzının istila etti, egemenliği altına
aldı diye, “onun eli”ni de kudreti diye açıklamak örnek gösterilir.
[53] Ta’til, iki kısımdır: Sıfatları nefyeden cehmiyye ve
mutezile’nin yaptıkları gibi küllî ta’tîl ile sadece yedi sıfatı kabul edip
diğerlerini kabul etmeyen Eş’ari’lerin yaptıkları gibi cüz’î tâtil.
[54] İleride Eş’arilere dair açıklamalar gelecektir.
[55] Mufevvida:
Sıfatları kabul etmekle birlikte bunların manalarını bilmeyi yüce Allah’a
havale eden kimselerdir.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat ise sıfatları ve
anlamlarını bilmeyi kabul ederler, fakat bunların keyfiyetlerinin bilinmesini
Allah’a havale ederler.
Ben
sıfatları kabul ediyorum, bunların bilgisini ise Allah’a havale ediyorum diyen
kimseye de şöyle deriz: Bunların bilinmesi ile neyi kastediyorsun? Manasının
bilinmesini mi, yoksa keyfiyetlerinin bilinmesini mi kastediyorsun? diye
sorarız.
[56] Beyhakî
bunu el-Esma ve’s-Sıfat, s. 515’de
Hafız İbn Hacer’in Fethu’l-Barî’de
(XIII, 407) ceyyid olduğunu belirttiği bir isnad ile İmam Malik’ten gelen bir
rivayet olarak kaydetmektedir.
Bu İmam Malik’in hocası Rabiatu’r-Rey’den de
rivayet edilmiştir. Bunu Beyhakî, el-Esma
ve’s-Sıfat, s. 516’da, el-Lalekaî de Şerhu
İtikadi Ehl-i Sünne, III, 398’de zikretmektedirler.
Bu aynı şekilde Um Seleme’den merfu (Peygambere
atfen) ve mevkuf (Um Seleme’nin sözü olarak) da varid olmuştur.
Ancak İbn Teymiyye Fetvalarında (V, 365) şöyle demektedir: “Bu cevab Um Seleme
(r.anha)’dan mevkuf ve merfu olarak da rivayet edilmiştir. Ancak senedi
güvenilebilecek sened değildir.”
el-Elbanî,
Şerhu’t-Tahaviye, s. 281’de merfu
rivayet hakkında: “Sahih değildir” dedikten sonra: “Doğrusu bunun Malik ya da
Um Seleme’den geldiğidir. Birincisi (Malik’ten geldiği) ise daha meşhurdur.”
[57] Bu kanun ya da esas anlamına gelen Farsça bir
kelimedir. “Tâcu’l-Arûs”da toplumlar için gereğince uygulama yapılan nüsha,
diye açıklanmıştır.
[58] Bunu pekiştiren hususlardan birisi de şudur. Onlar
bazan şöyle derlerdi: “Bu buyruklar geldiği gibi kabul edilir, keyfiyet nisbeti
yoluna gidilmez.” Yoksa onlar “Bunlar manası olmaksızın geldikleri gibi kabul
edilirler.” demiyorlardı. İşte bundan anlaşıldığına göre onlar manayı kabul
ediyor, fakat keyfiyeti reddediyorlardı. Şarih’in: “Mananın hakikati” sözünden
kastı da keyfiyettir. O, mana ile mananın hakikati arasında fark gözetmektedir.
Şöyle ki, onlar manayı kabul ederler, hakikatini yani keyfiyetini ise red
ederler.
[59] Bk. Mecmuu’l-Fetâvâ, V, 26.
Ahmed
b. Hanbel: Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in gerçek imamıdır. Tam anlamıyla
Şeyhu’l-İslam’dır. Künyesi Ebu Abdullah olup, ez-Zührî, eş-Şeybanî, el-Mervezî
sonra da el-Bağdadî diye bilinir. Önder imamlardan birisidir. Kur’ân’ın
yaratılması mihnetinde sebat göstermiştir. 164 h. yılında doğmuş, 241 h.
yılında vefat etmiştir.
[60] ez-Zehebî
bunu “el-Uluvv” adlı eserinde
senediyle kaydetmiştir. el-Elbanî, Muhtasaru’l-Uluvv
(s. 184)’de: “Bu sahih bir isnaddır” demektedir.
Nuaym
b. Hammad: Ebu Abdullah el-Huzaî el-Mervezî diye bilinir. Hadise dair ilk
müsned toplayan kişidir. İnsanlar arasında feraizi en iyi bilen kişi idi. 228
h. yılında vefat etmiştir.
[61] İleride bu husus yine ayrı başlık altında ele
alınacaktır.
[62] Ayet-i kerîme’nin tamamı şöyledir: “Göklerin, yerin ve
ikisi arasında bulunanların Rabbidir. O halde O’na ibadet et ve O’na ibadetinde
sebat göster. O’nun adıyla anılan bir kimse biliyor musun?” (Meryem, 19/65)
[63] Sahih bir hadistir. Bunu Müslim Salât, babu mâ yukalu fi’r-rukuî ve’s-sucud’da (Nevevî, IV, 450’de) Aişe (r.a)’dan
Peygambere merfu olarak (atfen) rivayet etmiştir: “Allah’ım gazabından senin
rızana, cezalandırmandan vereceğin esenliğe, senden sana sığınırım. Ben sana
övgüleri sayıp dökemem, sen bizzat kendi zatını övdüğün gibisin.” Hadisi Buharî,
Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî ile İmam Ahmed rivayet etmiştir.
[64] Sahih
bir hadistir. Ahmed, Müsned’de (I,
391, 452)de, Abdu’r-Rahman es-Saatî tertibi ile (XIV, 262)de, Hakim, el-Müstedrek (I, 509); İbn Hibban, Sahih’de rivayet etmiştir. Ahmed
Şakir’de Müsned, (V, 266)da sahih
olduğunu belirttiği gibi el-Elbanî de “es-Silsiletu’s-Sahiha”
(198)’da da sahih olduğunu belirtmiştir. Ayrıca bk. Câmiu’l-Usul, 2300.
[65] Gerek İbn Teymiyye, gerek şarih en-Nisa, 4/69. âyete
işaret etmektedirler. -Çeviren-
[66] Buharî, Tevhid, mâ câe fi
duai’n-nebiyyi ummetehu ile’t-tevhid’de Peygamberin: “Nefsim elinde olana yemin
olsun ki şüphesiz ki o Kur’ân’ın üçte birine denktir.” (bölümü)
Hasen bir hadistir. Bunu Tirmizî, Tefsir, ve min sureti’l-İhlas, (Tuhfetu’l-Ahvezî, IX, 299); Ahmed,
Müsned (V, 133); İbn Ebi Asım, es-Sünne
(I, 297) de rivâyet etmişlerdir.
el-Elbanî, Sahihu’t-Tirmizî,
2680’de hasen olduğunu belirtmiştir.
Ebu’ş-Şeyh, el-Azame
adlı eserin muhakkiki Rıdaullah el-Mubarekfurî, hadisin yollarını topladıktan
sonra şunları söylemektedir (I, 375): “İşte bu yolların birarada olması ile
hadisin sahih olduğu ortaya çıkmaktadır.”
Abdu’l-Aliy
Hâmid, Şuabu’l-İman, I, 276’da
senedin hasen olduğunu belirtmektedir.
[67] el-Camiatu’l-İslamiyye baskısında “Şeyhu’l-İslam
Ebu’l-Abbas’ın naklettiği...” şeklindedir. Ancak doğru olan burada
kaydettiğimizdir.
[68] Ebu’l-Abbas ise Ebu’l-Abbas b. Süreyc diye bilinen
kimsedir. Bk. Mecmuu’l-Fetâvâ, XVII, 103.
[69] İbn
Abbas’ın bu açıklamasını, İbn Cerir İhlas suresi tefsirinde senediyle rivayet
etmekte ve şöyle demektedir: “Bize Ali anlattı, bize Ebu Salih anlattı, bize
Muaviye Ali’den, o İbn Abbas’tan bunu böylece nakletti...”
İbn Abbas’tan rivayet eden Ali ise İbn Ebi
Talha’dır. Nitekim İbn Kesir tefsirinde de böyledir. Saduk (çok doğru sözlü)
bir ravidir. Ancak İbn Abbas’la görüşmemiştir. İbn Abbas’ın tefsirini
Mücahid’den nakletmiştir. Dolayısıyla İbn Abbas’tan rivayeti munkatı’dır.
Bunu ayrıca Ebu’ş-Şeyh el-Azame, (I, 383)de aynı
sened ile rivayet etmiştir. Muhakkiki el-Mubarek Furî zayıf olduğunu belirtmiştir.
Ancak Hafız İbn Hacer, et-Tezhib’de şöyle
demektedir: “Fakat aradaki vasıta bilindikten sonra ve o da güvenilir bir ravi
olduğuna göre -ki bu da Mücahid’dir- bunda bir sakınca kalmamaktadır.”
Bk. Tefsiru İbn Abbas ve
Marviyatihi fi’t-Tefsiri min Kütübi’s-Sünne, I, 25.
[70] Bu rivayet Mücahid, el-Hasen, ed-Dahhak’tan sahih
olarak nakledildiği gibi merfu olarak da varid olmuşsa da sahih değildir. Bk.
Ebu’ş-Şeyh, el-Azame, (I, 379); İbn
Ebi Asım, es-Sünne -beraberinde el-Elbanî’nin Zilâlu’l-Cenne’si-; no: 673, 674, 675, 680, 688, 689.
[71] Bu açıklama İbrahim en-Nehaî’den sahih olarak
gelmiştir. Bk. İbn Ebi Asım, es-Sünne,
no: 687. İbn Abbas’tan zayıf bir isnadla da gelmiştir. Bk. el-Azame, (I, 380)
[72] El yazması nüshasında fazladan şu ifadeler de vardır:
“Bundan dolayı bir gecede bu âyet-i kerîme’yi okuyan kimseyi yüce Allah
muhafazası altına alır ve sabaha kadar şeytan ona yaklaşamaz.” Fetvalar’ında da
böyledir.
[73] Müslim, Salatu’l-müsafirin, Bab, Fadli Sureti’l-Kehfi
ve Âyeti’l–Kürsî, Nevevî, (VI, 341); Ebu Davud, Salat, Babu ma cae fi
Ayeti’l-Kürsî, (Avnu’l-Ma’bud, IV, 334)
[74] Bu fazlalığı Abd b. Humeyd, Müsned’inde, Müslim ile
aynı rivayet yolu ile kaydettiği gibi Ahmed de Müsned’inde (V, 141; es-Saatî, XVIII, 92); el-Beğavî, Şerhu’s-Sünne, IV, 459; Beyhakî, Şuabu’l-İman, V, 353; el-Hakim et-Tirmizî, Nevadiru’l-Usul, s. 337. Ayrıca bk. Mevsuatu Fedaili Suveri’l-Kur’ân, (I,
141)
[75] Çünkü
bu rivayetin ravilerinden birisi de Cafer b. Ebi’l-Muğire’dir. O Said b.
Cübeyr’den, o İbn Abbas’tan diye rivayet etmiştir.
ez-Zehebî, el-Mizan’da (I, 417) şöyle
demektedir: “İbn Mende dedi ki: Said b. Cübeyr’den rivayet etmek te pek
kuvvetli değildir. Bu rivayetin senedi hakkında da: Bu konuda ona mutabaat
olunmaz demiştir.” Daha sonra ez-Zehebî şöyle demektedir: Ammar ed-Dühnî, Said
b. Cübeyr’den, o İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Onun Kürsî’si
ayaklarının konulduğu yerdir... Arş’ın miktarı ise takdir edilemez.”
el-Vadiî de -İbn Kesir’in tefsirinde de olduğu
gibi- (I, 549) şöyle demektedir: “ez-Zehebî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
bunun Cafer b. Ebi’l-Muğire’nin yaptığı rivayeti illetli duruma düşürdüğünü
kastetmektedir. Zira Ammâr ed-Dühnî, Cafer b. Ebi’l-Muğire’den daha tercihe
değer bir ravidir.”
Ahmed Şakir’de, Umdetu’t-Tefsir (II, 162)’de
şöyle demektedir: “İsnadı ceyyiddir. Şu kadar var ki o şaz bir rivayettir. İbn
Abbas’tan sahih olarak sabit olan rivayete muhaliftir.”
Daha sonra İbn Abbas’ın kürsi’yi ayakların
konulduğu yer diye tefsir ettiğine dair rivayeti ile ilgili olarakta şunları
söylemektedir: “İşte İbn Abbas’tan sabit ve sahih olan budur. Kürsi’nin ilim
diye te’vil edildiği şeklinde ondan nakledilen önceki rivayet ise şaz bir
rivayettir. Arap dilinden buna bir delil getirmek de mümkün değildir. Bundan
dolayı Ebu Mansur el-Ezherî, İbn Abbas’tan gelen sahih rivayeti tercih etmiş ve
şöyle demiştir: “Bu rivayetin sahih olduğunu ilim ehli ittifakla kabul
etmişlerdir. Kürsinin ilmi olduğuna dair ondan rivayet yapan kimse bu sıfatı
iptal etmiş olur.”
[76] Sahih
bir hadistir. Müslim, Zikir, bab mâ
yakulu inde’n-nevm..., (Nevevî, XVII,
39) hadisi aynı zamanda Ebu Davud ve Tirmizî de birbirine yakın lafızlarla
rivayet etmişlerdir.
[77] Sahih bir hadistir. Buharî, Tefsir, Suretu’l-En’âm, Bab: Ve indehu mefatihu’l-gayb;
(Fethu’l-Bârî, VIII, 91), Lukman suresi, Ra’d suresi ile tevhid bahislerinde
(Fethu’l-Bârî, 13, 361’de) rivayet etmiştir.
[78] Mutezile,
Allah’ın sıfatları bahsinde cehmiyye gibidirler. Sıfatları kabul etmezler.
Kader bahsinde de kaderiye gibidirler. Kulların fiilleri, kullar tarafından
yaratılır, derler, mü’minlerin kıyamet gününde Rablerini göreceğini kabul
etmezler. İyilikleri mükafatlandırmayı, kötülükleri cezalandırmayı, salâh ile
aslahı Allah hakkında vacib kabul ederler. Adalet ilkesini benimserler.
Mutezile, iki mertebe arasında bir yerdedir. Aklı nakilden önde tutarlar.
Mutezile, Hasan-ı Basrî’nin meclisinden ayrılan Vâsıl b. Ata’nın peşinden
gidenlerdir. Yirmi fırkadırlar. İnançları esas itibariyle günümüze kadar devam
etmektedir.
[79] Abdu’l-Aziz b. Yahya el-Kinanî el-Mekkî fakih bir
kimsedir. İlim ve fazilet ehlinden idi. Şafîi’den ve onun arkadaşından fıkıh
öğrenmiştir. 240 h. yılında vefat etmiştir.
[80] Zeyd b. el-Hattab hanedanı azadlılarından olan kelamcı
ve tartışmaya önem veren birisiydi. Kur’an’ın yaratılışının propagandasını
yapanlardandı. Döneminde cehmiye’nin alimi idi. 218 h. yılında vefat etmiştir.
[81] el-Hayde, s. 30
el-Camiatu’l-İslamiyye baskısı.
[82] Filozoflar:
Yüce Allah’ın ilmini inkar ettikleri gibi, bedenlerin haşredileceğini de inkâr
ederler. Onların görüşlerine göre alem kadimdir. Onun illeti de zorunlu olarak
müessirdir. Ancak ihtiyarı ile fail değildir. (Evliyanın kerametlerinden söz
ederken tekrar onların bazı görüşlerine değinilecektir.)
[83] Kaderiye,
Ma’bed el-Cühenî’ye tabi olanlar olup, onların görüşlerine göre Allah olmuşları
bilir. Henüz olmamış ve tekvinleri gerçekleşmemiş olanlara gelince, işleri
ancak var olmaları halinde bilebilir. O, olayları var olmadan önce ezelde
takdir etmiş değildir. Derler ki: Allah’ın ilmi sonradan ortaya çıkar. O’nun
ilmi kadim değildir. Amellerini ortaya çıkaranlar kulların kendileridir.
[84] Hasen
bir hadistir. Tirmizî, el-Kırâât, (Tuhfe, VIII, 261), Tirmizî: Hasen, sahih bir
hadistir demiştir.
Ebu
Davud’da aynı şekilde kıraat bahsinde rivayet etmiştir. Bk. Câmiu’l-Usul, 965, el-Elbanî, Sahihu’t-Tirmizî,
2343’de şöyle demektedir: Hadis metin itibariyle sahihtir, ancak bu şaz bir
kıraattir, demektedir.
[85] Şeyh Abdu’r-Rezzak Afifî, el-Camiatu’l-İslamiyye
baskısında şu notu düşmektedir: “Asılda da böyledir, ancak doğrusu: Onda bir
eksilme ve bir fütur yoktur, denilmesidir.”
[86] Bu hadisi İbn Cerir senediyle ez-Zariyat, 58. âyetin
tefsirinde: Ali b. Ebi Talha’dan, o İbn Abbas’tan diye rivayet etmiştir.
Ali’nin, İbn Abbas’tan rivayetine dair açıklamalar daha önceden (samed’in
anlamı açıklanırken) geçmiş bulunmaktadır.
[87] Sahih
bir hadistir. Bunu Ebu Davud,
es-Sünne, bab fi’l-cehmiyye, Avnu’l-Ma’bud,
XIII, 37. el-Elbanî ve el-Arnavut senedinin sahih olduğunu belirtmişlerdir. Bk.
Sahihu Sünen-i Ebi Davud, III, 895; Camiu’l-Usul, 5020; Hafız İbn Hacer de el-Feth (XIII, 373)’de şöyle demektedir:
Bu hadisi Ebu Davud, Müslim’in şartına göre kavi bir senedle rivayet etmiştir.
Daha sonra da Ukbe b. Amir’in el-Beyhakî tarafından kaydedilmiş şu hadisini
zikretmektedir: Ben Rasûlullah (s.a)’ı minber üzerinde iken şöyle derken
dinledim: “Muhakkak bizim Rabbimiz işitendir, görendir.” Bu aradada eliyle
gözüne işaret etmişti. Hafız (İbn Hacer): “Senedi hasen olan bir hadistir”
demektedir.
*
Peygamber Aleyhissalatu Vesselam bu
hareketiyle işitme ve görme fiiline işaret etmiştir. Yoksa, bazılarının sandığı
gibi bu fiilleri gerçekleştiren uzuvları kast etmemiştir.
[88] Eş’arî’ler önceleri Mutezile mezhebine mensup olup,
daha sonra Mutezile mezhebini terkeden ve Mutezilelik ile ehl-i sünnet
ve’l-cemaat (selef) mezhebi arasında bir mezheb edinen Ebu’l-Hasen el-Eş’arî’ye
tabi olan kimseler demektir. Daha sonra bu gibi (yani selefe uymayan)
görüşlerinden dönüp, tevbe etmiş, İmam Ahmed ile ehl-i sünnet ve’l-cemaat’e
inanç bahislerinde uygun kanaatler belirtmiştir. Ancak ona tabi olan bazı
kimseler günümüze kadar onun önceki kanaatlerini taşıyagelmişlerdir. Bunlar ise
iman bahislerinde mürcie, sıfatlar bahislerinde te’vil edicidirler. Ehl-i
sünnet ve’l-cemaat’e (bu bakımdan) en yakın kimselerdirler.
[89] Zayıf
bir hadisin bir bölümüdür. Ebû Dâvûd,
Edeb bâbu mâ yekulu izâ asbah, Avnu’l-Mâ’bûd,
XIII, 415; Nesaî, Amelu’l-Yevmi
ve’l-Leyle, s. 40, no: 12; İbnu’s-Sünnî, Amelu’l-Yevmi ve’l-Leyle, s. 25, no: 46. İbn Hacer: “Garip bir
hadistir” demiştir. Bk. el-Futûhâtu’r-Rabbâniyye,
II, 121; Nevevî, el-Ezkâr, no:
232; Daîfu’l-Câmi”, 4121.
Ancak
anlamının doğruluğu kesindir.
[90] Sahih bir hadistir. Buharî, Tevhid, bab-u kelami’r-Rabbi mea Cibril... (Fethu’l-Bârî, XIII, 461); Müslim, el-Bir Vassıle bab-u izâ
ahabballahu abde... (Nevevî, XVI, 422) Tirmizî,
Tefsir, Bab-u ve min sureti Meryem.
[91] Bununla yüce Allah’ın el-Furkan suresinde yer alan:
“Ve onlar ki, mallarını infak ettiklerinde israf da etmezler, cimrilik de
etmezler. Bunun arasında orta bir yol tutarlar.” (el-Furkan, 25/67) buyruğuna
işaret etmektedir.
[92] Sahih bir hadistir.
Müslim, Sayd babu’l-emri bi ihsani’z-zebhi ve’l-katli, (Nevevî, XIII, 113); Tirmizî, Diyat, babu’l-nehyi ani’l-müsleti. (Tuhfetu’l-Ahvezî, IV, 664); Ebu
Davud, Edahi, babu’l-nehyi en tusbera’l-behâimu... ; Nesaî, Dahâyâ, babu’l-emri bi ihdadi’ş-şehrati.
[93] Bu hadisi İbn Ebi Hatim, Tefsir (no: 379)’da ve İbn Cerir’de el-Hasen’e mevkuf olarak
rivayet etmişlerdir. İbn Cerir şöyle demiştir: “Bizim sözünü ettiğimiz
el-Hasen’den gelen bu rivayete gelince, bize göre bu hususta sahih olan bir
haber bulunmamaktadır.” Daha sonra o bu âyet-i kerîme’nin Necran hristiyanları
heyeti hakkında indiğini tercih etmektedir. Bk. Taberî, Tahkik: A. Muhammed Şakir, VI, 322-324.
[94] Sahih bir hadistir. Bunu Buharî ve Müslim farklı
lafızlarla rivayet etmişlerdir: Buharî,
Tevhid, babû kavlillahi... (Fethu’l-Barî,
XIII, 384) ile aynı bölümün başka bablarında rivayet ettiği gibi, Bedu’l-Halk,
Bab-u ma cae fi kavlihi teala... (Fethu’l-Barî,
VI, 287)da rivayet etmiştir. Müslim,
Tevbe, babu fi’s-siati rahmetillahi teala... (Nevevî, XVII, 74); Tirmizî,
Deavât.
[95] Sahih
bir rivayet olup, bunu Buharî,
Tefsir, en-Nisâ, babu kavlihi teâlâ ve men yaktul...; (Fethu’l-Bârî, VIII, 257) ve Tefsir, el-Furkan’da; Müslim, Tefsir (Nevevî, XVIII, 265)’de Ebu Davud ve Nesâî de rivayet etmişlerdir.
Tefsiru
İbn Abbas ve Merviyâtuhû fi’t-Tefsiri min Kütübi’s-Sünne, I, 259-264’e de
bakılabilir. Orada bu mesele hakkında güzel bir inceleme yer almaktadır.
[96] İleride kısa biyografisi gelecektir.
[97] S. 563.
[98] Künyesi Ebu’l-Kasım olup, adı Mahmud b. Ömer b.
Muhammed el-Hârızmî ez-Zemahşerî’dir. Müfessir ve dilbilginidir. Mutezile
mezhebine mensuptur. Tefsire dair el-Keşşâf adlı eseri ile Garibu’l-Hadis’e
dair el-Fâik isimli eserleri vardır. H. 538’de vefat etmiştir.
[99] Bu hadis zayıftır. Bunu İbn İshak Taif kıssasını
anlatırken senedsiz olarak zikretmiştir. el-Elbanî, Gazzalî’nin Fıkhu’s-Siyre adlı eserinde (s. 132)
zayıf olduğunu belirtmektedir.
[100] Sahih
bir hadistir. Müslim, İman, babun fi
kavlihî aleyhi’s-selam... (Nevevî,
III, 16)
“Yüzünün
parıltıları”nın nuru ve celali anlamında olduğu söylenmiştir. Bk. Câmiu’l-Usul, 5016.
[101] Bu
hadisi Darakutnî, es-Sıfat (s. 45)’de
rivayet etmiştir. Tahkik: el-Fakihî; el-Beyhakî, el-Esma ve’s-Sıfat (s. 403),
el-Haris b. Nevfel yoluyla merfu olarak rivayet etmiştir.
İbn Ömer
-Radiyallahu anh’-dan da şöyle dediği sahih olarak sabittir: “Allah dört
şeyi eliyle yaratmıştır: Arş, Kalem, Adem ve Adn cenneti. Sonra da diğer
yaratıklara: Ol dedi, onlar da oluverdi.”
ez-Zehebî,
el-Uluvv adlı eserinde: “İsnadı
ceyyiddir (iyidir, güzeldir)” demiştir. el-Elbanî, Muhtasaru’l-Uluvv s. 105’de şöyle demektedir: “Senedi Müslim’in
şartına göre sahihtir.”
[102] Sahih bir hadistir. Buharî, Tevhid, babu kavlillahi teala: lima halaktu bi yedeyye,
(Fethu’l-Barî, XIII, 393) ile Bab-u ve kâne arşuhu ale’l-ma, (Fethu’l-Barî, 13/403), Tefsir; Müslim, Zekat, Babu’l-hassi
ale’n-nefaka, (Nevevî, VII, 84)
Müslim’deki lafzi manası da şöyledir: “Allah’ın sağ eli dopdoludur. Hiç
eksilmez. O, gece gündüz durmadan infak eder. Gökleri ve yeri yarattığı günden
beri infak ettiklerini bir düşünün. Bu dahi onun sağ elinde bulunanı eksiltmiş
değildir.”
[103] Sahih bir hadistir. Bunu birbirine yakın lafızlarla:
Buharî, Deavât, ed-duâu izâ alâ akabeten, (Fethu’l-Barî,
XI, 187); babu kavli lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah; Tevhid, babu ve
kânellahu semian basira ile kader, Cihad ve Megazi bölümlerinde; Müslim, ez-Zikr, babu istihbabi
hafdi’s-savti bi zikr (Nevevî, XVII,
29)’de rivayet ettikleri gibi ayrıca Ebu Davud ve Tirmizî’de rivayet
etmişlerdir.
[104] Bir sonraki nota bakınız.
[105] Sahihtir. Buharî,
Tevhid, babu kavlillahi teala ve kânellahu semîan basîra’da muallak olarak (Fethu’l-Barî, XIII, 372); Nesaî, Nikah, babu’z-zihâr (VI, 168’de)
mevsul olarak rivayet ettiği gibi, onun naklettiği rivayet yolu ile hafız (İbn
Hacer) et-Tağlik adlı eserinde (V,
339)’da mevsul olarak rivayet etmiş ve sahih olduğunu belirtmiştir; Ahmed, Müsned, VI, 46, İbn Mace, Hâkim, el-Müstedrek.
Bu rivayette de şunlar da vardır: “Peygamber (s.a) Havle’ye: Gördüğüm kadarıyla
sen ona artık haram oldun” demiştir. Bk. Câmiu’l-Usul,
538; Sahihu’n-Nesaî, 3237, Sahihu İbn Mâce,155.
[106] Senedi zayıftır. İbn Cerir senediyle Tefsirinde
(Muhammed Şakir neşri, no: 8300, 8301’de) rivayet etmiştir. Senedinde Zeyd b.
Sabit’in mevlası Muhammed b. Ebi Muhammed el-Ensarî vardır. Buharî bu şahıstan et-Tarihu’l-Kebir adlı eserinde sözetmiş
ve hakkında cerh ve ta’dil ifade eden bir tabir kullanmamıştır. İbn Hibban da
bu şahsı es-Sikat adlı eserinde
zikretmiştir. Zehebî onun hakkında el-Mizan’da:
“Bilinmemektedir” derken, hafız (İbn Hacer) meçhuldür, demiştir.
[107] Sahihtir. Müslim,
Sıfatu’l-Münafıkin, babu kavlihî teala inne’l insane le yetğâ..., (Nevevî, XVII, 145); Ahmed, Müsned, II, 370. Ayrıca bk. es-Sahihu’l-Müsned min esbabi’n-nuzul,
s. 174.
[108] Bu âyetten önceki iki âyet şöyledir: “O şehirde
yeryüzünde bozgunculuk yapan fakat ıslah etmeyen dokuz kişi vardı. Onlar kendi
aralarında Allah adına yemin ederek dediler ki: Ona ve aile halkına gece baskın
yapalım. Sonra da velisine: Biz aile halkının helak edildikleri yere bile tanık
olmadık. Biz gerçekten doğru söyleyenlerdeniz diyelim.” (en-Neml, 27/48-49)
[109] Sahih
bir hadistir. Bunu Ahmed, Müsned, IV,
145’de rivayet etmiştir. Devamı da şöyledir: Sonra yüce Allah’ın: “Onlar kendilerine hatırlatılan şeyi
unutunca, biz de üzerlerine herşeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine
verilenlere sevinince, ansızın onları tutup, yakalayıverdik ve ümitsiz
kalıverdiler.” (el-En’am, 6/44)
el-Irakî,
Tahricu’l-İhya, IV, 132’de senedinin
hasen olduğunu belirtirken el-Elbanî, es-Silsiletu’s-Sahiha,
413’de sahih olduğunu belirtmektedir.
[110] Bu anlamdaki açıklamaları İbn Kesir, Tefsir, II, 37’de herhangi bir kaynak
zikretmeksizin sözkonusu etmektedir. İbn Cerir de bunu es-Süddî’ye varan
senediyle (VI, 454 Ahmed Muhammed Şakir neşri)’de zikretmiş. İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, I, 395’de İbn Abbas’a
nisbet etmiştir.
[111] Bk. İbn Kesir, Tefsir,
VI, 207.
[112] Bu hadis daha önceden irade ve meşîet sıfatları ile
ilgili açıklamalarda bulunurken geçmiş idi. Hadise dair dipnota bakılabilir.
[113] Sahih bir hadis olup, İfk hadisesi ile ilgili hadisin
bir bölümüdür. Bunu da Buharî,
Şehâdât, ta’dilu’n-nisai baduhünne ba’dan, (Fethu’l-Kadir,
V, 269) Cihad, Hamlu’r-Raculi İmraatehu fi’l-⁄azvi ile Meğazî, Tefsir,
Eyman venzur, İ’tisam ve Tevhid bölümlerinde Müslim’de, Tevbe, Hadisu’l-İfk’de (Nevevî, XVII, 108) rivayet
ettiği gibi Tirmizî ile Nesaî de rivayet etmişlerdir.
[114] Sahih bir hadistir. Bu nüzul sebebini Buharî, Tefsir, Suretu’l-Münafikun’da (Fethu’l-Bari, VIII, 264); Müslim, Sıfatu’l-Münafikın’de (Nevevî, XVII, 125) Tirmizî, Tefsir, Suretu’l-Munafikun’da rivayet etmişlerdir.
[115] Sahih bir hadistir. Müslim, İman, Edna ehli’l-cenneti menzileten fîha, (Nevevî, III, 65) Yakın lafızlar ile İbn
Ebi Asım da es-Sünne, 828’de rivayet
etmişlerdir.
[116] Sahih bir hadistir. Buharî, Gusl, meniğtesele uryanen vahdehu, (Fethu’l-Barî, I, 387) Enbiyâ ve Tevhid bahislerinde de rivayet
etmiştir. Nesaî, Gusl,
babu’l-istitari inde’l-iğtisal; Ahmed, Müsned’de
rivayet etmiştir.
[117] Sahihtir. Müslim, Selam, İstihbabu vad’î yedihi ala
mevdiıl elemi mea’d-duai (Nevevî,
XIV, 439) Ebu Davud, Tıbda, Tirmizî, Tıbda, Muvatta da el-Ayn’da rivayet etmişlerdir. Bu rivayet Müslim’de “izzet” zikredilmeksizin yer
almakta ise de başkaları izzeti de zikretmişlerdir.
[118] Bk. İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ,
III, 4. İbn Abbas’tan gelen bu rivayeti İbn Cerir âyetin tefsirinde senedi ile
Ali b. Ebi Talha’dan, o İbn Abbas’tan diye rivayet etmiştir. Ali b. Ebi
Talha’nın İbn Abbas yoluyla yaptığı rivayete dair açıklamalar daha önceden
(ihlas suresinin tefsiri yapılırken) aktarılmış bulunmaktadır. Ayrıca bk. İbn
Kesir, Tefsir, V, 245.
[119] Şerhimizin baş taraflarında geçmiş bulunmaktadır.
[120] Şeyh Salih el-Fevzân, el-Vasıtiyye şerhinde (s. 72) şunları söylemektedir: “Tebâreke (ne
yücedir, ne mübarektir) lafzı “bereket”den alınmış mazi bir fiildir. Bereket
ise sabit ve sürekli bir artış ve çoğalış demektir. Bu lafız ancak yüce Allah
hakkında ve ancak mazi lafzı ile kullanılır.”
[121] I, 38.
[122] Şerh ile birlikte basılmış olan nüshada böyledir.
Ancak el yazması nüsha ile Fetâvâ’daki ifade şöyledir: “Yine yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Rahman (olan Allah) arşa istiva etti.”; “Sonra arşa istiva etti ” buyruğu altı
yerde geçmektedir...” Bu daha doğrudur, çünkü ikinci âyet-i kerîme Kur’ân-ı
Kerîm’de sadece altı yerde geçmektedir.
[123] Yedi âyetin tamamı el yazma nüshada yer almamaktadır.
[124] Bk. el-Herrâas’ın şerhi, I, 215; Ahmed b. İsa’nın
şerhi, I, 440.
[125] Daha önce Tefvid’in anlamı başlığı altında geçmiş idi.
[126] Adı Muhammed Zahid b. el-Hasen b. Ali el-Kevserî’dir.
Aslen çerkezli hanefi mezhebine mensubtur. Cehmiyye itikadını savunur. 1296 h.
yılında doğmuş. 1371 h. yılında vefat etmiştir.
[127] Sahih bir hadis olup, ileride “yukarıda ve üstte oluş”
başlığında kaynakları gösterilecektir.
[128] Ebu
Rezîn el-Ukaylî (r.a)’ın rivayet ettiği hadise işaret etmektedir. Dedi ki: Ey
Allah’ın Rasûlü! Rabbimiz bu mahlukatını yaratmadan önce nerede idi, diye
sordum. O: “Tek başına başka hiçbir varlık bulunmaksızın o vardı. Altı hava,
üstü hava (boşluk) idi. Arşını da su üzerinde yarattı.”
Bu hadisi Tirmizî,
Tefsir, ve min sureti Hud, (Tuhfetu’l-Ahvezi,
VIII, 528)’de rivayet etmiş, hasen olduğunu belirtmiştir. İbn Mace’de, Mukaddime, fi mâ enkerat el-Cehmiyye’de; Ahmed, Müsned, IV, 11’de rivayet etmişlerdir.
el-Arnavut
der ki: Hadisin senedinde Vekî’ b. Udus -yahut Hudus- adındaki ravi vardır. İbn
Habban dışında buna sika diyen olmamıştır. Geri kalan ravileri ise sika
(güvenilir) ravilerdir. Bununla birlikte Tirmizî ve başkaları bu hadisin hasen
olduğunu belirtmişlerdir.” Bk. Camiu’l-Usul, 1989; el-Elbanî ise es-Sünne’nin
tahricinde (No: 216) zayıf olduğunu belirtmiştir. Hadiste geçen “el-ama”
lafzının onunla beraber hiçbir varlık yoktur şeklindeki açıklamayı da Yezid b.
Harun yapmıştır.
[129] Bununla
şu hadise işaret etmektedir: “Nefsim elinde olana yemin olsun ki Meryem oğlu
(İsa)nın aranızda adaletli bir hakem (hakim ve yönetici) olarak ineceği zaman
pek yakındır. O zaman haçı kıracak, domuzu öldürecek ve cizyeyi kaldıracaktır.
Mal o kadar artacak ki kimse onu (sadaka ve zekat olarak) kabul etmeyecektir.”
Bu
hadisi Buharî, Mezalim, kesru’s-salib
(Fethu’l-Barî, V, 121) Enbiya, nuzulu
İsa b. Meryem’de; Müslim, İman,
Nuzulu İsa b. Meryem... (Nevevî, II,
548)’de ve Ebu Davud ile Tirmizî rivayet etmişlerdir.
[130] Sahih bir hadis olup, Buharî, Mevakîtu’s-salah, fadlu salati’l-asr (Fethu’l-Barî, II, 33); Bedu’l-Halk, Zikru’l-Melâike ve Tevhid’de; Müslim, Mesâcid, fadlu salata-subhi
ve’l-Asri..., Nevevî, V, 138; Nesaî
ve Malik, Muvatta’da hadisin baş
tarafı da şu şekildedir: “Melekler biri diğerinin arkasında aranızda
bulunurlar...
[131] Şeyh İsmail el-Ensarî, burada şu notu düşmektedir:
“Şâyet müellif burada “akıl sahibi varlık” yerine “âlim” lafzını kullanmış
olsaydı, isabetli olurdu.”
[132] Sahih bir hadistir. Buhârî, Fedâlu Ashâbi’n-Nebiy,
Menâkıbu’l-Mhâcirin’de (Fethu’l-Bârî, VII, 8), Hicretin-Nebiy ile’l-Medine, ve
Tefsrû S^reti Berâe (Tevbe) de; Müslim, Fedâlu’s-Sahâbe, Fadlu Ebî Bekr
(Nevevî, XV, 158); Tirmizî, Tefsir, bab ve min sûreti’t-Tevbe yakın lafızlarla.
[133] Kaynakları daha önce “İmanın Altı Esası” başlıında
gösterilmiştir.
[134] El yazması nüshada ayrıca yüce Allah’ın: “Onlara sesleneceği o günde şöyle diyecektir:
İddia ettiğiniz ortaklarım hani nerede?” (el-Kasas, 28/62 ve 74) buyruu da
zikredilmektedir. Mecmûu’l-Fetavâ’da da böyledir.
[135] Küllâbîye,
Abdullah b. Said b. Küllâb’ın izinden gidenlerdir. Bunların iddialarına göre
yüce Allah’ın sıfatları ne kendisidir, ne de O’ndan başkasıdır. Derler ki: Yüce
Allah’ın isimleri ile sıfatları aynı şeydir. Ayrıca onlar zatî sıfatlar ile
fiilî sıfatlar arasında da bir fark gözetmezler. Bk. es-Sâvâiku’l-Mürsele, I, 231.
[136] Kerrâmiye:
Ebu Abdullah Muhammed b. Kerrâm es-Sicistanî’nin izinden gidenlere denilir. 255
h. yılında vefat etmiştir. Bunlar hem Müşebbihe, hem Mücessime, hem de
Mürcie’dirler. Oniki fırkaya ayrılmışlardır.
[137] Sahih bir hadistir. Değişik lafızlarıyla Buharî,
Tevhid, Kelamu’r-Rabbi azze ve cell, fi kavlihi teâlâ: Vucuhun yevmeizin
nâdiratun (Fethu’l-Bârî, XIII, 423)’de Zekât, Enbiyâ, Edeb ve er-Rikak
bahislerinde farklı lafızlarla rivayet ettiği gibi, Müslim, Zekat, el-Hassu ale’s-sadaka...
(Nevevî, VII, 106) ile Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyame’de rivayet etmişlerdir.
[138] Bununla: Mûslim, İman, İshâtu ru’yeti’l-mû’minin
fi’lâhiseti rabbehum babı (Nevevî, II, 20) de; Tirmizî, Zıfalu’l-Cenne, mâ câe
fî ru’yettir. Rabbi bâbı (Tuhfe, VII, 267) de; İbn Mâce, Muhaddime, Fîmâ
Enkere’l-Cehmiyye bâbı, Müsned, IV, 332’de rivâyet edilen hadise işaret
etmektedir. Bu hadiste Peygamber -Sallallahu
Aleyhi Vesellem- şöyle buyurmaktadır: “... derken (yüce Allah) hicâbı açar.
Rablerine bakmaktan daha çok sevdikleri herşeyi onlara verilmiş olmayacaktır.
Sonra da: “İhsanda bulunanlara daha
güzeli ve daha fazlası var” (Yunus, 10/26) buyruğunu okudu.
[139] Sahih bir hadistir. Ebû Dâvûd, Sünne, fî
lûzûmi’s-sünne bâbı (Avnu’l-Ma’bûd, XII, 355); Ahmed, Müsned, IV, 131 (Sââtî,
I, 191); ayrıca bk. Mişkâtu’l-Mesâbîh, 163; Câmiu’l-Usul, I, 281.
[140] Ebu
Hamid b. Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed olup Tus’ludur. Şafîi
mezhebine mensubtur. Kelam alimi, mutasavvıf, fakih ve usûl alimidir. Kelâm ve
tasavvuf ilminin derinliklerine dalmış ve denildiğine göre vefatından önce
yanlış kanaatlerinden dönmüştür.
Tus
şehrinde 450 h. yılında dünyaya gelmiştir. İhyâ-u Ulumi’d-Din adlı eseri en
meşhur eserlerindendir.
[141] Muhammed b. Dıyau’d-Din Ömer b. el-Huseyn olup,
Kureyş’li Bekroğullarındandır. Taberistan’lıdır. 544 h. yılında dünyaya
gelmiştir. Usûl, kelâm ve tefsir alimidir. Pek çok olan eserlerinde Kur’ân ve
sünnet ile bağdaşamayan birçok husus vardır. et-Tefsiru’l-Kebir yahut
Mefatihu’l-Gayb eserlerinin en meşhurlarındandır. Bu yanlışlıklarından dönüp
tevbe ettikten sonra 606 h. yılında vefat etmiştir.
[142] Buharî, Tevhid, Kavlullahi Teala: Yurîdune en
yubeddilu... (Fethu’l-Bârî, XIII, 464); Teheccüd, ed-Duau ve’s-Sâlâtu fi
Ahiri’l-Leyl (Fethu’l-Barî, III, 29), Deâvat, ed-Duau Nisfe’l-Leyl; Müslim,
Salatu’l-Musafirin, et-Terğibu fi’d-Dua (Nevevî, VI, 282)’de rivayet ettikleri
gibi Malik, Muvatta’da, Tirmizî ve Ebu Davud da rivayet etmişlerdir.
[143] el-Uluvv li’l-Aliyyi’l-⁄affâr, s. 73 ve 79:
Muhtasarı, s. 110, 116. Oradaki ifade şöyledir: “Yaratıcı Rabbimizin nüzulü ile
ilgili hadisleri mütevatirdir.” Bir başka yerde de şöyle demektedir: Ben nüzul
ile ilgili hadisleri ayrı bir cüzde topladım. Bunlar kat’î olarak söylüyorum
ki, mütevatirdir.
[144] Bk. Dekâiku’t-Tefsir, (VI, 424)
[145] Bk. Dekâiku’t-Tefsir, (VI, 424)
[146] Buharî, Deavât, Babu’t-Tevbe (Fethu’l-Barî, XI, 102)
Müslim, Tevbe, el-Haddu ale’t-Tevbe, (Nevevî, XVII, 65); Tirmizî,
Sıfatu’l-Kıyame, el-Mu’minu yera zenbehu ke’l cebeli fevkahu bahsinde farklı
lafızlarla rivayet etmişlerdir.
[147] Sahih
bir hadistir. Buharî, Cihad, el-Kâfiru yaktulu’l-müslime sümme yüslimu
(Fethu’l-Barî, VI, 39); Müslim, İmare, Beyanu’r-raculeyni yaktulu
ahaduhuma’l-âhar yedhulane’l-cennete (Nevevî, 13/39); Malik, Muvatta’da, Nesaî,
Sünen’de zikretmişlerdir. Hadisin tamamı şöyledir:
“Bu
Allah yolunda çarpışıp, sonra şehid olur. Yüce Allah katilin tevbesini kabul
eder. Müslüman olur, o da Allah yolunda çarpışır ve şehid olur.”
[148] Zayıf
bir hadistir. Ben bu hadisi bu lafzıyla tesbit edemedim. Ancak “güler” yahut
“Rabbimiz güler” diye ve “hayrı” yerine “ğıyeri: hallerin değişmesi” lafzı ile
tesbit edebildim.
Hadisi İbn Mace, Mukaddime, fi ma enkerat
el-Cehmiye’de, Ahmed, Müsned, IV, 11; Taberanî, el-Kebir, XVIV, 208; el-Âcurrî,
eş-Şeria, s. 279; el-Beyhakî, el-Esma ve’s-Sıfat’da; Lâlekaî, Şerhu
Usuli’l-i’tikad III, 426 da rivayet etmişlerdir. Hepsi de Vekî b. Hudus
-Udus’de denilmiştir-den o amcası Ebu Rezin’den yoluyla rivayet etmişlerdir.
ez-Zehebî, Vekî hakkında: Hadis rivayetiyle
bilinmemektedir derken, Hafız (İbn Hacer): Makbuldür demiştir.
Hadis
hakkında el-Elbanî “Daîfu’l-Cami’”, 3585’de: Oldukça zayıftır demiştir. Ayrıca
Bk. İbn Ebi Asım, es-Sünne, I, 244.
[149] Oldukça zayıftır. Hadisi Ahmed, Müsned, IV, 151; Ebu
Ya’lâ, Müsned, III, 288; el-Kudaî, Müsnedi’ş-Şehab, I, 336; Taberanî,
el-Kebir’de hepsi de İbn Lehiâ’dan, o Ebu Aşşâne’den böylece rivayet
etmişlerdir. Sehavî, el-Mekasıd, s. 123’de hakkında şunları söylemektedir:
“Hocamız -Hafız İbn Hacer’i kastediyor- fetvalarında İbn Lehîa dolayısıyla
zayıf olduğunu bildirmiştir.” el-Elbanî’de es-Silsiletu’d-Daife, no: 1658’de
zayıf olduğunu belirtmiştir.
Keşke
musannıf da, şarih de, Buharî’nin, Cihad, el-Usara fi’s-Selasil (Fethu’l-Barî,
VI, 145)’de Ebu Hureyre’den merfu olarak rivayet ettikleri: “Allah zincirlerle
cennete girecek bir topluluğun haline hayret eder” şeklindeki merfu rivayet ile
yahut ta yine Buharî’nin (no: 4889)’de Ebu Hureyre’den merfu olarak rivayet
ettiği: “Allah filan kişi ile filan hanımdan dolayı hayret etmiştir.” lafzı ile
yetinmiş olsalardı. Bu hadis ise Müslim’de (2054): “Bu gece misafirinize
yaptığınızdan dolayı Allah hayret etmiştir” lafzı iledir. Yahut ta yüce Allah
hakkında hayret (aceb) sıfatını sözkonusu eden başka diğer sahih hadislerle
yetinmiş olsalardı.
[150] Bu kıraat Hâkim, II, 430’da sahih bir senet ile
sabittir. Onun zikrettiği rivayet yolu ile el-Beyhakî, el-Esma ve’s-Sıfat, II,
225’te yer almaktadır. Hakim şöyle demektedir: Bu hadis Buharî ve Müslim’in
şartına göre sahih olmakla birlikte her ikisi de bunu rivayet etmemişlerdir.
ez-Zehebî de bu hususta Hakim’e muvafakat etmiştir.
[151] Bu
hadisin kaynağını tesbit edemedim.
[152] Sahih bir hadistir. Buharî, Tefsiru Suret-i Kaf, Babu
kavlillahi’t-Teâlâ: “ve tekulu hel min mezid”, (Fethu’l-Barî, VIII, 594), Eyman
ve’n-nuzûr ve Tevhid bölümlerinde; Müslim, Cennet, babu’n-nari yedhuluhal
cebbarun..., (Nevevî, XVII, 189); Tirmizî, Tefsiru Suret-i Kaf’da rivayet
etmişlerdir.
[153] Şarih Buharî ve Müslim’in rivayet ettiği şu hadise
işaret etmektedir: “Cehenneme... cehennemlikler atılır durur.” Bu hadisin kaynakları
az önce gösterilmişti. Hadisin geri kalanı şu şekildedir: “Ancak cennette yüce
Allah orası için yeni yaratıklar var edip onları cennetin artan bölümlerinde
yerleştirinceye kadar cennette fazla yer kalmaya devam edecektir.”
[154] Hadisin
geri kalan bölümü şöyledir: “... Âdem Ey Rabbim diyecek, cehenneme gidecek
kafile de ne oluyor? (Yüce Allah) buyuracak ki: Her bin kişiden dokuzyüz
doksandokuz kişi işte gebe olanın karnındakini düşüreceği, küçük çocukların
saçlarının ağaracağı zaman o zamandır. “Sen insanları sarhoş görürsün, halbuki
onlar sarhoş değillerdir. Fakat Allah’ın azabı pek şiddetlidir.” (el-Hac,
22/2)”
Bu insanlara çok ağır geldi. Öyle ki yüzleri
değişti, ey Allah’ın Rasûlü dediler. Hangimiz o tek kişi olacak ki? Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: “Ye’cuc ile Me’cuc’dan dokuzyüz
doksandokuz kişi ve sizden bir kişi”
Hadisin başka rivayetleri de vardır.
Buharî,
Enbiya, Kıssatu Ye’cuc ve Me’cuc, (Fethu’l-Barî, VI, 382), Rikak, Tevhid
bahislerinde; Müslim, İman, Babu kavlihi: yekulullahu li Âdeme... (Nevevî, III,
97)
[155] Sahih bir hadistir. Daha önce “Allah’ın kelâmı”
bahsinde geçmiş ve kaynakları orada gösterilmiştir.
[156] Bu
hadis zayıf ya da oldukça zayıftır. Bunu Ebu Davud, Tıb, keyfe er-ruka,
(Avnu’l-Ma’bûd, X, 385)’de Ebu’d-Derdâ yoluyla rivayet etmiştir. Hadiste Ziyade
b. Muhammed el-Ensarî vardır. Buharî ile Nesaî onun hakkında: “Rivayet ettiği
hadisler münkerdir” demişlerdir. Bk. el-Mîzân, II,98.
Zehebî onun hakkında şöyle demektedir: “Ey
semada olan Rabbimiz Allah” şeklindeki rukye hadisini tek başına rivayet
etmiştir.
Bu hadisi Hakim de bu yolla rivayet etmiştir.
Bk: Daîfu’l-Camî’, 5422; Bu eserde el-Elbanî
şöyle demektedir: “Oldukça zayıftır”; Mişkâtu’l-Mesabih, 1555, Camiu’l-Usûl,
5717.
Ahmed, Müsned, VI, 21’de, Fedâle b. Ubeyd el-Ensarî
yoluyla rivayet etmiştir. Senedinde Ebu Bekr b. Ebi Meryem el-Gassanî vardır ki
zayıf bir ravidir. Bk. Zadu’l-Meâd, IV, 175. Bu hadis İbn Adiyy, el-Kâmil, III,
54’de Fedale, o Ebu’d-Derda’dan böylece yer almaktadır.
Hadisi
İbnu’l-Kayseranî, Ma’rifetu’t-Tezkira fi’l-Ahadisi’l-Mevdua, 202’de
zikretmektedir.
[157] Yazma nüshada bu ifade yok.
[158] Yazma nüshada yok.
[159] Yazma nüshada yok.
[160] Sahih bir hadistir. Buharî, Meğazî, Ba’su Aliyyin ve
Halidin ile’l-Yemen (Fethu’l-Barî VIII, 67); Müslim, Zekat, Zikru’l-Havarici ve
Sıfatihi, (Nevevî, VII, 168) de rivayet edilmiştir.
[161] Yazma nüshada: “Sahih bir hadistir” ifadesi yerinde:
“Bunu Buharî ve başkaları rivayet etmiştir” denilmektedir.
[162] El yazması nüshada “su” yerine “bu” anlamındaki lafız
kullanılmıştır.
[163] Hadis
mevkuf olarak sahihtir. Bu lafızla merfu olarak tesbit edemedim. İbn Mes’ud’a
mevkuf bir rivayet olarak tesbit edebildim. Şu lafızla merfu hükmündedir: “Arş suyun üzerindedir. Allah arşın
üzerindedir. Amellerinizden hiçbir şey O’na gizli kalmaz.”
ez-Zehebî, el-Uluvv’de: “İsnadı sahihtir”
demiştir. el-Elbanîde onunla aynı kanaati paylaşmıştır.
Bk. Muhtasaru’l-Uluvv, s. 103; İbn Huzeyme,
et-Tevhid, I, 243; ed-Darimî, er-Reddu ale’l-Cehmiyye, Tahkik: Bedr el-Bedr s.
46.
Ebu
Davud’un, Sünen’inde, (Avnu’l-Ma’bud, XIII, 14’de) şu lafız ile yer almaktadır:
“Muhakkak Allah arşının üzerindedir. Arşı da semavatının üzerindedir.”
[164] “Bunu Ebu Davud, Tirmizi ve başkaları rivayet
etmiştir” denilmekte ve orada: “Hasen bir hadistir” ifadesi bulunmamaktadır.
[165] Sahih bir hadistir. Müslim, Mesacid, Tahrimu’l-Kelamî
fi’s-Salah, (Nevevî, V, 25); ayrıca Malik, Ebu Davud ve Nesaî de rivayet
etmişlerdir.
[166] İfadeler arasında yerleştirilmesi gereken bir
fazlalıktır.
[167] Bu da zikredilen üçüncü hadistir.
[168] Basılı nüshada “ikinci” diye geçmekte ise de doğrusu
bizim kaydettiğimizdir. Basılı nüshada dördüncü hadisin açıklaması üçüncü
hadisten önce yer almıştır. Biz ise metinde geçtiği sıraya uygun olarak burada
kaydetmeyi uygun gördük.
[169] Zayıf
bir hadistir. el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 60’da şöyle demektedir: “Bunu
Taberanî, el-Evsat ve el-Kebir’de rivayet etmiştir ve şöyle demiştir: Bu hadisi
sadece Osman b. Kesir rivayet etmiştir. Ben derim ki: “Bu şahıstan sika
(güvenilir) olmakla ya da cerh etmek suretiyle sözeden kimseyi görmedim.”
Bu hadis Beyhakî, Esma ve’s-Sıfat, s. 541’de
yine Osman b. Kesir’in rivayeti ile yer almaktadır. Fakat bu Taberanî,
Müsnedü’ş-Şamiyyîn, I, 305’den, Osman b. Said b. Kesir’in rivayeti ile
zikredilmektedir ki (İbn Hacer) et-Takrib’de onun hakkında: “Sika (güvenilir)
âbid bir ravidir” demiştir.
Yine bu hadisin senedinde Osman’dan hadisi
rivayet eden Nuaym b. Hammadda vardır. Bk. el-Hilye, VI, 124; ez-Zehebî,
el-Mizan’da onun hakkında şöyle demektedir: Hadisinde nisbeten bir gevşeklik
bulunmakla birlikte ileri gelen önderlerdendir.” Hafız İbn Hacer de
et-Takrib’de: “Çokça hata eden, doğru sözlü birisidir” demiştir.
el-Elbanî,
Daîfu’l-Camî, 1002’de hadisin zayıf olduğunu belirtmektedir.
[170] Sahih bir hadistir. Farklı lafızlarla: Buharî, Salât,
Hakku’l-Buzaki bi’l-yedi, (Fethu’l-Barî, I,507); Sıfetu’s-Salâ ve Edeb
bölümlerinde; Müslim, Mesacid, Babu’n-nehyi ani’l-müsaki fi’l-mescid’de
(Nevevî, V, 41’de); Malik, Muvatta’da, Ebu Davud ve Nesaî de rivayet
etmişlerdir.
[171] Bu fazlalık ne yazma nüshada, ne de fetvalarda vardır.
[172] Bu da aynı şekildedir.
[173] Bu hadisin kaynakları daha önceden yüce Allah’ın
evvel, ahir, zahir ve batın olduğuna dair ifadeler açıklanırken geçmiş idi.
[174] Yazma nüshada “bunu ... rivayet etti” şeklinde olduğu
gibi fetvalarda da böyledir.
[175] Yazma nüshada: “Onun ashabı” şeklindedir. Fetvalar’da
da böyledir.
[176] Müslim’in rivayetinde olduğu gibi yazmada da bu ifade
yoktur. Basılı nüshada ise yer alan Buharî’deki rivayettir.
[177] Hadisin kaynakları daha önceden yüce Allah’ın semî’,
basar ve ru’yet sıfatları açıklanırken gösterilmişti.
[178] Mecmuu’l-Fetava, V, 107.
[179] Sahih bir hadistir. Buharî, Mevâkîtu’s-Sala, Fadlu
Salati’l-Asr (Fethu’l-Barî, II, 33; Tefsir, Suretu Kaf, ve Tevhid’de; Müslim,
Mesâcid, Fadlu Salateyi’s-Subhi ve’l-Asri (Nevevî, V, 138) Ayrıca Ebu Davud ve
Tirmizî de rivayet etmişlerdir.
[180] Sahih bir hadistir. Daha önce yüce Allah’ın “uluvv
sıfatı ve O’nun semâda oluşu” başlığı altında geçmiş olan bu hadisin kaynakları
da orada gösterilmişti.
[181] Şarih burada Buharî, Tefsir, Kavluhû Teâlâ: “ve kezâlike cealnakum
ümmeten vasata”, (Fethu’l-Barî, VIII, 171) Enbiya ve İ’tisam bahislerinde;
Tirmizî, Tefsir, ve min sureti’l-Bakara’da (Tuhfetu’l-Ahvezî, VIII, 297)
rivayet ettiği Ebu Said el-Hudrî yoluyla gelen şu hadise işaret etmektedir:
Peygamber (s.a) buyurdu ki:
Kıyamet gününde Nuh çağırılacak, o: Buyur
Rabbim, emrine hazırım diyecek. Yüce Allah ona: Tebliğ ettin mi? diye soracak.
O da: Evet, diyecek. Bu sefer onun ümmetine: Size tebliğ etti mi? diye
sorulacak, onlar: Bize uyarıcı diye bir şey gelmedi, diyecekler. Bu sefer yüce
Allah ona: Senin lehine kim şahitlik eder diye soracak, o da: Muhammed ve onun
ümmeti, diyecek. Onun tebliğ ettiğine şahidlik edecekler. Rasûl de size karşı
şahid olacak. İşte şanı yüce Allah’ın: “Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. İnsanlara
karşı şahidler olasınız, rasûl de size karşı şahid olsun diye buyruğu bunu
anlatmaktadır.” Vasat ise: adaleti demektir.”
Hafız İbn Hacer Fethu’l-Barî, VIII, 172’de şöyle
demektedir:
“Vasatı adaletli diye açıklaması aynı
rivayette peygambere merfu olarak gelmiş bir açıklamadır. Bu ifade bazı
şarih’lerin yanıldıkları gibi ravilerden birisi tarafından araya dercedilmiş
bir açıklama değildir.
[182] Cehmiye:
Emevi’lerin sonlarına doğru yayılmış bir fırkadır. Tirmiz’li el-Cehm b.
Safvan’a nisbet edilirler. İsim ve sıfatları kabul etmezler. Aynı zamanda onlar
Mürcie ve Cebriye’nin de aşırı kolunu temsil ederler.
[183] Müşebbihe:
Mücessime diye de adlandırılırlar. Bunlar ise isim ve sıfatları kabul etmek
hususunda Cehmiye’nin tam zıttıdırlar. Allah’ın yaratılmışların eli gibi bir
eli vardır, (İşitmeleri gibi işitmesi, görmeleri gibi görmesi vardır)
demişlerdir. Yüce Allah zalimlerin söylediklerinden alabildiğine yücedir.
[184] Şarih
bu ifadeleriyle bunlar hakkında; Biz İsim ve sıfatlar hususunda Cehmiye’dirler,
deriz demek istemektedir.
[185] Cebriye:
Bunlar Cehmiye ile onların kanaatlerini kabul edip şöyle diyen kimselerdir:
Kulların ne iradeleri vardır, ne de itaatleri işleme kudretleri, ne de yasak
kılınmış şeyleri terkedebilme güçleri. Onlar bütün bunları yapmaya mecburdurlar.
Cebriye, Kaderiye’nin tam zıttıdır.
[186] Kaderiye:
Bunlar da Mutezile ve onların kanaatlerini kabul edip, şöyle diyenlerdir:
Şüphesiz şanı yüce Allah kullara kendisine itaat etmelerini emretmiş, isyan
etmelerini yasaklamıştır. İtaat ve masiyet ortaya çıkmadıkça O, kimin kendisine
itaat edeceğini, kimin de kendisine isyan edeceğini bilmez. Kaderiye,
Cebriye’nin zıttıdır. Yine daha önce Kaderiye ile ilgili malumat verilmiş
bulunmaktadır.
[187] Yazma nüshada da, Fetvalarda da bu ifade yoktur.
Olmaması daha uygundur.
[188] Muhammed b. Abdu’l-Aziz, el-Vasıtiyye’ye Talik, s. 14
Riyad, Sa’d er-Râşid baskısı.
[189] Mürcie: İman
kalb ile tasdik, dil ile söylemektir. Ameller ise imandan değildir, diyen
kimselerdir. Mürcie’ye mensub Kerrâmiye ise şöyle derler: İman sadece dil ile
söylemektir. Bunların aşırıları (ğulât) ise şöyle derler: O sadece kalb ile
tasdiktir. Şehadet kelimelerini dili ile söylemese dahi. Bunlara göre nasıl ki
küfür ile birlikte bir itaatın faydası olmuyorsa, iman ile birlikte günahın da
bir zararı yoktur.
[190] Vaîdiye:
Bunlar Kaderiye’ye mensub olup Allah’ın tehdidinin mutlaka yerine
getirileceğini kabul ederler. Büyük günah işleyen bir kimse tevbe etmeksizin
ölecek olursa, ebedi olarak cehennemde kalır. Yine derler ki: Allah isyankâr
kullarını cehennem ve azab ile tehdit etmiştir. O ise verdiği sözünden caymaz.
[191] Fazlalık yazma nüshadan.
[192] Yazma nüshada yok.
[193] Harurîler:
Bunlar Ali (r.a)’a kendisi ile Muaviye (r.a) arasındaki hakem tayin etme
olayını kabul etmesi üzerine karşı çıkmış kimselerdir. Ondan ayrılıp, Harura
diye bilinen Kûfe’ye iki millik mesafedeki bir yerde toplanıp biraraya
geldiler. Buraya nisbet edilerek adlandırılmış oldular.
[194] Daha önce onların görüşlerine dair açıklamalar
zikredilmiş idi.
[195] Bunlara dair açıklamalar da önceden geçmiş bulunmaktadır.
[196] Rafızîler:
Bunlar Zeyd b. Ali b. el-Huseyn, Ebu Bekir ve Ömer’i veli ve dost bildiğini
ortaya koyunca, onu rafdettiler (reddettiler) ve daha önce dedesini yardımsız
ve desteksiz bıraktıkları gibi Kûfe’de iken onu da yardım ve destekten mahrum
bıraktılar.
[197] Hariciler’e dair bilgi daha önceden verilmiş
bulunmaktadır. Harurîler ile aynıdırlar.
[198] Yazma
nüshadan.
[199] Hafız
İbn Hacer’in, Fethu’l-Barî, XII, 270’de hasen kabul ettiği bir senedde bu haber
varid olmuştur. Hz. Ali’nin onları yaktığına dair haber de Sahih-i Buharî’de
İkrime’den gelen rivayetle sabittir. Şöyle demektedir: “Ali (r.a)’a bazı
zındıklar getirildi. O da onları yaktı.” Bu husus İbn Abbas’a ulaşınca şöyle
dedi: Ben olsaydım, onları yakmazdım. Çünkü Rasûlullah -Sallallahu Aleyhi Vesellem-: “Allah’ın azabı ile
azablandırmayınız” demiştir. Ancak onları öldürürdüm. Çünkü Rasûlullah -Sallallahu Aleyhi Vesellem: “Dinini
değiştireni öldürünüz” diye buyurmuştur.” (Fethu’l-Barî, XII, 267)
İstitabetu’l-Mürteddin, Hükmü’l-Mürteddi ve’l-Mürteddeti ve’stitâbetuhum.
Bu
hususu rivayet edenler arasında Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî ve başkaları da
vardır. Bu hususta önemli bilgiler ve gerekli araştırmalar için bk: Süleyman
el-Ude, Abdullah b. Sebe’ ve eseruhu fi ihdasi’l-fitneti fi sadri’l-İslam, s.
214.
[200] Bu lâfzı el-Ensarî Dâru’l-iftâ baskısında kayd etmiş
ve dediğine göre bu lafzı,
el-Akîdetu’l-Vâsitiyye’nin çeşitli nüshalarında da tespit etmiştir.
Züheyr eş-Şâvîş de hazırladığı baskısında bu lafzı tespit etmiştir. Fetâvâdaki
şekil de böyle olup; el-Camiatu’l-İslâmiyye, el-İftâ ve Abdullah eş-Şerîf’in
talihi ile yapılan Dâru Taybe baskılarında yer alan “bâin: ayrı” kelilmesinin
yerine kayd edilmiştir. Yazmada ise bu lafz bulunmamaktadır.
[201] el-Camiatu’l-İslamiyye baskısında: “Bunun yerine: Onu
yönlendirmez, tercih etmez” anlamında bir kelime vardır.
[202] Bu fazlalık yazma nüshadan. Bu fazlalık aynı şekilde
fetvalarda da yer aldığı gibi eş-Şaviş ile eş-Şerif baskılarında da yer
almaktadır. Fakat şerh ile birlikte yapılmış baskıda bulunmamaktadır.
[203] İbn Abbas -radiyallahu
anh-’den şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Yedi sema ile yedi arz ile
onların içindekilerle, onların aralarında bulunanlar Rahman’ın elinde ancak
sizden herhangi birinizin elinde bulunan bir hardal tohumunu andırırlar.” Bk.
Şerhu’t-Tahâviye, s. 281.
[204] Hululiye:
Yüce Allah muayyen birtakım şahısların içine hulûl etmiştir, diyen kimselerdir.
Yüce Allah onların söylediklerinden münezzehtir. Bunlar Müşebbihe’nin gulât’ı
(aşırı gidenleri)dirler.
[205] Bu fazlalık yazma nüshadandır ve Fetvalar’da da yer
almaktadır. Zikredilen âyet-i kerîme’nin devamı da şudur: “Bana dua ettiğinde
dua edenlerin duasına karşılık verir, kabul ederim. O halde onlar da çağrımı
kabul etsinler, bana iman etsinler. Olur ki doğru yola ulaşırlar.”
[206] Bu hadisin kaynakları daha önceden yüce Allah’ın
semî’, basar ve ru’yet sıfatları açıklanırken gösterilmiş bulunmaktadır.
[207] Bununla
İbn Mace’nin (II, 1344)de, Hâkim’in Müstedrek (IV, 473 ve 5450)’de zikretmiş
olduğu Huzeyfe b. el-Yeman’ın naklettiği hadise işaret etmektedir. Buna göre
Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
“Elbisenin üzerindeki desenin silindiği gibi
İslam silinecektir. Öyle ki oruç nedir? Namaz nedir? Kurban kesmek nedir?
Sadaka nedir? bilinemeyecektir. Bir gece yüce Allah’ın kitabı üzerine gelinecek
ve yeryüzünde ondan tek bir âyet dahi kalmayacaktır. İnsanlardan birtakım
kimseler, piri faniler ve oldukça yaşlanmış şahıslar şöyle diyeceklerdir:
Bizler atalarımızı “lâ ilahe ilallah” diye söyler görmüştük, biz de onu
söylüyoruz.” Bu hadisin sahih olduğunu Hâkim belirtmiş, ez-Zehebî ve el-Elbanî
de bu hususta ona uygun kanaat belirtmişlerdir. Bk. es-Silsiletu’s-Sahiha, 87.
el-Elbanî
hadis ile ilgili olarak şu notu düşmektedir: “Bu ise kat’î olarak İslam bütün
yerküresinin tamamına egemen olup İslam sözünün en yüce söz oluşundan sonra
gerçekleşecek bir şeydir.”
[208] Bunun
için Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye’nin kâfirlerin Rablerini göreceklerine dair
Bahreyn’lilere yazmış olduğu risaleye bakınız: Mecmûu’l-Fetâvâ, VI, 485-507.
Orada merhum müellif bu hususta geniş açıklamalarda bulunmaktadır. Risalede
eğitici, oldukça büyük faydalı bilgiler vardır.
Ayrıca
Prof. Abdu’l-Aziz er-Rumî, Deâletu’l-Kur’âni ve’l-Eser ala Ru’yetillahi Teâlâ
bi’l-Basar adlı eserinin üçüncü bölümüne de bakılabilir.
[209] Bununla Buharî, Cenâiz, mâ câe fi azabi’l-kabr
(Fethu’l-Barî, III, 223); Müslim, Cennet, Arzu mek’adi’l-meyyiti mine’l-cenneti
ve’n-nar (Nevevî, XVII, 208)’de; Nesaî, Cenâiz, Mes’eletu’l-Kâfir, (Ebu
⁄udde, IV, 197) ile İmam Ahmed’in değişik lafızlarla rivayet etmiş olduğu
hadise işaret etmektedir.
[210] Bu
hadis zayıftır. Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyame, (Tuhfe, VII, 160)’de rivayet
etmiştir. el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III, 46’da şöyle demektedir: “Bu hadisi
Taberanî, el-Evsat’ta rivayet etmiştir. Senedinde Muhammed b. Eyyub b. Suveyd
vardır, zayıf bir ravidir.”
İbn Hacer, Tahricu’l-Keşşaf, s. 35, no: 291’de
şöyle demektedir: “Tirmizî, Ebu Said yoluyla rivayet etmiştir. Zayıf bir
hadistir.”
Bundan önce ise hocası el-Irakî, Tahricu’l-İhya,
I, 302’de zayıf olduğunu belirttiği gibi hadisin senedinin zayıf olduğunu
Sehavî, el-Mekasıdu’l-Hasene, s. 302, no: 758’de, el-Hindî,
Tezkiratu’l-Mevzuat, s. 216’da zayıf olduğunu belirtmişlerdir.
Ayrıca
el-Elbanî de Sahihu’l-Camî’, 1231’de zayıf olduğunu, el-Arnavut, Câmiu’l-Usûl,
8696’da zayıf olduğunu belirtmişlerdir.
[211] Merfu
olarak zayıftır. el-Irakî, Tahricu’l-İhyâ, IV, 64’de zayıf olduğunu belirtmiş
ve İbn Ebi’d-Dünya’nın el-Mevt adlı eserinde Enes yoluyla rivayet ettiğini
belirtmiştir.
el-Elbanî, es-Silsiletu’d-Daîfe, 1166’da ona
uygun kanaat belirtmiştir.
Tebyıdu’s-Sahife, s. 128’de de şöyle
denilmektedir: “ed-Dâlâbî, el-Künâ ve’l-Esmâ, II, 89’da Muğire’den şöyle
dediğini rivayet etmektedir: “Bunlar kıyamet kıyamet diyorlar. Sizden herhangi
birinizin kıyameti onun ölümü demektir.” İsnadı da hasendir.
Daha
sonra el-Hilye V, 325’de Ömer b. Abdu’l-Aziz’den: “Her kime ölüm gelirse, onun
kıyameti kopmuş demektir” diye bir rivayet zikretmektedir ve senedinin sahih
olduğunu belirtmektedir.
[212] Bununla
Buharî, Tefsir, ve nufiha fi’s-sûr, (Fethu’l-Bârî, VIII, 551); Müslim, Fiten,
ma’beyne’n-nefhateyn, (Nevevî, XVIII, 303); Ebu Davud ve Nesaî’nin Ebu
Hureyre’den birbirine yakın lafızlarla rivayet ettikleri hadise işaret
edilmektedir.
Acb: Omurun en altında bulunan küçük bir kemik
parçasıdır. Us’us diye bilinen parçacığın ucunu teşkil eder. Bu dört ayaklı
hayvanların kuyruğunun başlangıç noktası yerindedir.
Yağmurun erkeklerin menisine benzetilmesi de
zayıf bir hadiste geçmiştir. Bk. Tahavî (Akidesi Şerhi), s. 410, el-Elbanî’nin
hadislerini tahrici ile yayınlanmış nüshası; Bunu kırk gün ile kayıtlaması da
yine zayıf bir hadiste zikredilmiştir. Bk. İbn Ebi Davud, el-Ba’s, Tahric:
el-Huveynî, s. 79.
Buharî
ile Müslim’de sabit olan ve Ebu Hureyre yoluyla rivayet edilen hadiste ise:
“İki nefha arası kırktır” denilmektedir. Ebu Hureyre ise bu kırkı gün mü? ay
mı? yahut sene ile mi? kayıtlamaya yanaşmamıştır. Doğrusunu en iyi bilen
Allah’tır.
[213] Bununla İbn Abbas’ın Rasûlullah (s.a)’dan rivayet
ettiği şu hadise işaret etmektedir: “İnsanlar arasında kıyamet gününde
kendisine elbise giydirilecek ilk kişi İbrahim el-Halil’dir.” Buharî, Rikak,
el-Haşr, (Fethu’l-Barî, XI, 377)
[214] Daha uygun ifade şöyle olmalıydı: “Kitabı kendisine
sırtının arka tarafından soluna verilecek olana gelince...” Nitekim İbn Kesir
ve başkaları böyle demişlerdir. Bu gibi kimseye kitabı arka tarafından soluna
verilecek ve eli arkasına doğru döndürülerek, kitab ona böylece verilecektir.
Bk. İbn Kesir, el-İnşikak suresi 10. âyetin tefsiri.
[215] Bu âyet-i kerîme hakkında İbn Kesir’in tercih ettiği
yorum da budur.
[216] Bk. Zadu’l-Mesîr, V, 15. Orada âyetin anlamı ile
ilgili dört görüş zikredilmektedir. Burada şarih’in tercih ettiği görüşü
İbnu’l-Cevzî, Ebu Ubeyde ile İbn Kuteybe’ye nisbet etmiştir.
[217] Yazmadan alınmış bir fazla ifadedir. Fetvâlar’da ve
eş-Şaviş baskısında ise “onun karşılığında cezalandırılırlar” anlamındadır.
[218] Sahih bir hadistir. Buharî, İlm, men semia şey’en
ferâcea hatta ya’rifehu (Fethu’l-Barî, I, 197), Tefsir, ve Rikak bahislerinde;
Müslim, Cennet, İsbatu’l-Hisab (Nevevî, XVII, 213); Ebu Davud ve Tirmizî
rivayet etmişlerdir.
[219] Sahih bir hadistir. Buharî, Mezâlim, Babu kavlillahi
teala: Elâ la’netullahi ale’z-zâlimîn, (Fethu’l-Barî, V, 96), Tefsir, Suretu
Hud, Edeb ve Tevhid bahislerinde; Müslim, Tevbe, Kabulu tevbeti’l-katili...
(Nevevî, XVII, 93)
[220] Sahih bir hadistir. Buharî, Rikak, Havz (Fethu’l-Barî,
XI, 463)’da ve Müslim, Fedâil, İsbatu havzi nebiyyinâ (Nevevî, XV, 60, 67,
68)’de kaydettikleri hadise işaret etmektedir.
[221] Bunu Hafız (İbn Hacer) Fethu’l-Barî, XI, 467’de
zikretmiş olup, şöyle demektedir: “Bu ravilerin rivayet ettikleri hadislerden
Buharî ile Müslim’de bulunanlar yaklaşık yirmi rivayettir. Diğerlerinde ise
geri kalanları yer almaktadır.”
[222] Hasen
veya sahih bir hadistir. Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyame, mâ câe fi sıfati’l-havz,
(Tuhfetu’l-Ahvezî, VII, 133): el-Hasen’den, o Semura’dan naklen Peygamber
buyurdu ki: “Şüphesiz herbir peygamberin bir havzı vardır. Onlar hangisinin
havzına su içmek üzere daha çok kişi gelecek diye iftihar ederler. Su içmek
üzere geleceklerinin sayıları en çok olacak olan havzın benimki olacağını ümit
ediyorum.”
Hadisi ayrıca Taberanî, el-Mucemu’l-Kebir, VII,
656’da; Buharî, Tarih, I, 44; İbn Ebi Âsım, Sünne, 734’de hepsi de el-Hasen’den
ve Semura’dan... diye rivayet etmişlerdir.
el-Hasen’in, Semura’dan hadis dinlediğinde görüş
ayrılığı vardır. Hasan-ı Basri ise tedlis yapmıştır. Burada açıkça işittiğini
ifade etmemektedir.
Şu kadar var ki hadise tanıklık edecek pek çok
rivayet vardır. Bundan dolayı el-Elbanî, Silsiletu’l Ehadîsi’s-Sahiha, 1589’da
şöyle demektedir: “Özetle söylenecek olursa, hadis rivayet yollarının toplamı
ile hasen veya sahihtir.”
Ayrıca bk. Fethu’l-Barî, XI, 467.
el-Hasen’in,
Semura’dan hadis dinlediği ile ilgili olarak bk. Taberanî, el-Mu’cemu’l-Kebir,
VII, 231-236’da yer alan not; güzel ve etraflı açıklamalar vardır.
[223] Buna yakın bir hadisi Buharî, Rikak, es-Sırat u cisru
cehennem (Fethu’l-Barî, XI, 444)da rivayet etmektedir.
[224] Ben sünnette sırat’ın cennet ile cehennem arasında
olduğunu tesbit eden bir rivayet bulamadım. Sabit olan ise onun cehennemin iki
tarafı üzerinde olduğudur. Bk. Fethu’l-Barî, II, 292, XIII, 419.
[225] Peygambere
merfu bir rivayet olarak sahih değildir. Bundan dolayı Beyhakî, Şuabu’l-İman,
II, 247’de şöyle demektedir: “Hadisi bu lafzıyla sahih rivayetler arasında
tesbit edemedim.”
Ancak Müslim, İman, marifetu tarikı’r-rü’ya,
(Nevevî, III, 46)da Said b. Ebi Hilal’den, o Zeyd b. Eslem’den, o Ata b.
Yesar’dan, o Ebu Said el-Hudrî’den rivayetle dedi ki: Ey Allah’ın Rasûlü dedik,
Rabbimizi görecek miyiz?... Sonra hadiste şöyle denilmektedir: “Ebu Said dedi
ki: Bana ulaştığına göre köprü (sırat) kıldan ince kılıçtan keskincedir.”
İbn Mende, Kitabu’l-İman, II, 802’de tamamıyla
ve aynı senetle rivayet etmiş, fakat şöyle demiştir: “Said b. Ebi Hilal dedi
ki: Bana ulaştığına göre köprü kıldan ince kılıçtan keskincedir.”
Beyhakî, Şuabu’l-İman, II, 246’da Enes’ten, o
Peygamber (s.a)’dan diye mevsul olarak rivayet etmiştir. Senette Said b. Zirbâ
ile Yezid er-Rukaşî de vardır ki, her ikisi zayıf ravilerdir. Bundan dolayı
Hafız (İbn Hacer) Fethu’l-Barî, XI, 454’de: “Senedinde gevşeklik vardır”
demiştir.
Yine bu hadis Ziyad en-Numeyrî’den, o Enes’ten
merfu olarak da rivayet edilmiştir. Ancak Ziyad zayıf bir ravidir. Bundan
dolayı Beyhakî, Şuabu’l-İman, II, 248’de: “Bu da aynı şekilde zayıf bir
rivayettir” demiştir.
Tashif (rivayetlerdeki değişiklik)’in şaşırtıcı
örneklerinden birisi de Keşfu’l-Hafa, II, 24, no: 1559’da bu ifadenin: “Bu da
aynı şekilde sahih bir rivayettir” diye değişikliğe uğratılmış olmasıdır.
Ubeyd b. Umeyr’den, o Peygamber (s.a)’dan diye
mürsel olarak da rivayet edilmiştir. Aynı şekilde Said b. Ebi Hilal’den mürsel
ya da mu’dal bir başka rivayet daha gelmiştir. Bk. Fethu’l-Barî, XI, 454.
Şu kadar var ki İbn Mes’ud’dan mevkuf (kendi
sözü) olarak şöyle dediği sahih bir şekilde rivayet edilmiştir: “Sırat kılıç
gibi keskindir. Oldukça kaygan ve yol alınması zor bir yerdir.” Bunu Hakim, II,
276’da rivayet etmiştir. Bk. Tahaviye, s. 415, el-Elbanî’nin tahrici ile.
Yine
sahih rivayetlerde sırat’ın ustura gibi keskin olmakla nitelendirilmesi varid
olmuştur. Selman yoluyla gelen merfu hadiste şöyle denilmektedir: “...Ve ustura
gibi keskin olan sırat konulur...” Bunu Hakim, IV, 586’da rivayet etmiştir.
el-Elbanî, Silsiletu’l-ehâdîsi’s-sahiha, 941’de sahih olduğunu belirtmiştir.
[226] Hadisin
senedi zayıftır. Tirmizî, Menakıb’da (Tuhfetu’l-Ahvezî, X, 84) İbn Abbas’tan
rivayet etmiştir. Senedinde Zemea b. Salih vardır, zayıf bir ravidir. Tirmizî
de şöyle demektedir: “Bu garib bir hadistir.” Bk. Camiu’l-Usul, 3624,
Daifu’l-Cami’, 4077.
Şu kadar var ki hadisin ilk bölümlerine başka
hadisler de tanıklık etmektedir. Bunlardan birisi şu hadis-i şerif’tir: “Ben
peygamberler arasında uyanları en çok olan kişiyim. Cennetin kapısını ilk
çalacak olan kişi de ben olacağım.” Bir başka hadis: “Kıyametin gününde
cennetin kapısına geleceğim. O kapının açılmasını isteyeceğim. Görevli: Sen
kimsin? diye soracak, ben de: Muhammed diyeceğim. O da: Bana senin adın
verildi. Senden önce kimseye kapıyı açmamakla emrolundum.” Bu iki hadisi de
Müslim, İman, Kavlu’n-Nebi -sallallahu
aleyhî ve sellem-: Ene evvelu’n-nasi yeşfeu fi’l cenne, (Nevevî, III, 72)
Orta bölümündeki ifadelere de Enes’in merfu
olarak rivâyet ettiği şu hadis tanıklık etmektedir: “Ben cennet kapısının
halkasını ilk yakalayacak ve onu çalacak ilk kişiyim.” Bunu da Ahmed, Tirmizi,
Darakutnî ve başkaları rivayet etmişlerdir. Bk. es-Silsiletu’s-Sahiha, IV, 97.
Son
bölümlerine de Ahmed, İbn Mace ve -lafız kendisinin ait olmak üzere-
Tirmizî’nin zikrettiği Ebu Hureyre yoluyla gelen şu rivayet tanıklık
etmektedir: “Fakirler cennete zenginlerden beşyüz yıl önce gireceklerdir.” Bk.
Sahihu’t-Tirmizî, II, 275.
[227] Şefaat ve türleri için Mukbil el-Vâdıî, eş-Şefâa; Ömer
el-Eşkar, el-Kıyametu’l-Kübrâ s. 173-191 adlı eserler ile diğer akide
kitablarına bakılabilir.
[228] Sahih bir hadistir. Buharî, Ezan, ed-Duau ınde’n-nidâ,
(Fethu’l-Bârî, II, 94) ile Tefsiru Sureti’l-İsrâ’da; Ebu Davud, Tirmizî ve
Nesaî de rivayet etmişlerdir.
[229] Sahih bir hadistir. Çünkü Müslim, İman, Edna
ehli’l-cenneti menzileten fîhâ, (Nevevî, III, 70)’de Huzeyfe b. el-Yeman ile
Ebu Hureyre -radıyallahu anh-’ın
şöyle dediklerini rivayet etmektedir: Rasûlullah -sallallahu aleyhî ve sellem- buyurdu ki: “Şanı yüce ve mübarek
olan Allah insanları toplar. Mü’minler ayağa kalkar; ta ki cennet onlara çokça
yakınlaştırılır. Adem’e giderler, ey babamız derler. Bizim için kapıların
açılmasını iste...” Daha sonra hadiste İbrahim, Musa ve İsa’ya gidişleri
sözkonusu edilmekte ve sonra şöyle denmektedir: “Sonra Muhammed -sallallahu aleyhî ve sellem-’a
gelirler, o da kalkar ve ona izin verilir.”
[230] Bunlardan birisi de Buharî, Menakıbu’l-Ensar, Kıssatu
Ebi Talib, (Fethu’l-Barî, VII, 193)’de ve er-Rikak bahsinde; Müslim, İman,
Şefaatu’n-Nebi -sallallahu aleyhî ve
sellem- li Ebi Talib, (Nevevî, III, 85)’de Ebu Said el-Hudrî’den gelen
rivayettir. Buna göre o Rasûlullah -sallallahu
aleyhî ve sellem-’ı -yanında amcası Ebu Talib’in vefatı sözkonusu
edilmişken- şöyle buyurmuştur: “Belki kıyamet gününde şefaatimin ona faydası
olur...”
[231] Bunlardan birisi de Buharî, Rikak, Sıfatu’l-cenneti
ve’n-nar (Fethu’l-Barî, XI, 418)’de İmran b. Husayn’dan naklettiği şu hadis-i
şerif’tir: Peygamber -sallallahu aleyhî
ve sellem- buyurdu ki: “Muhammed -sallallahu
aleyhî ve sellem-’ın şefaati ile birtakım kimseler cehennem ateşinden çıkıp
cennete gireceklerdir. Onlara “el-cehennemiyyun: cehennemliler” adı
verilecektir.”
[232] Bu şekilde kısımlara ayırıp, kaderi dört mertebe
olarak incelemek daha önceden bilinen bir husus değildir. Belki de bu şekilde
kısımlara ayıran ilk kişi Şeyhu’l-İslam (rahimehullah)dır. Bazı garezkârlar bunu
onun ortaya koyduğu bir bid’at olarak kabul etmişlerdir. Ancak selef’in
söylediklerini okuyan bir kimse onların kadere iman ile bu mertebelere imanı
kastettiklerini, bunlardan birisine inanmamanın ise kadere imanı
gerçekleştirmemiş olacağını görür. Sözkonusu mertebeler şunlardır: Yüce
Allah’ın herşeyi bilmesi, herşeyi yazması, etkin meşîeti ve herşeyi yaratması.
Konuyu açıklamak maksadı ile birtakım kısımlara ayırmanın ise bir sakıncası
yoktur.
[233] Sahih bir hadistir. Müslim, Kader, Hicâcu Âdeme ve
Musa, (Nevevî, XVI, 442); “Allah takdirleri... yazmıştır” lafzıyla. Tirmizî de
kader bahsinde rivayet etmiştir.
[234] Sahih
bir hadistir. Bunu Ebu Davud, Sünne, Kader’de (Avnu’l-Ma’bud, XII, 468);
Tirmizî, Kader (Tuhfetu’l-Ahvezi, VI, 369); Ahmed, Müsned, V, 317.
Bk.
Camiu’l-Usul, 7576; İbn Ebi Âsım, es-Sünne, I, 48.
[235] Şeyh el-Elbanî’nin sözü geçen bu hadis ile ilgili
güzel bir tahrici vardır. Bu tahricinde “ona yaz dedi” sözü başında bir fe ya
da sümme (sonra)nın bulunmasını tercih etmiştir. Buna göre o kalemin arştan
önce yaratılmış olduğunu, arşın ise yazmadan önce yaratılmış olduğunu tercih
etmiş olmaktadır. Tahavî, s. 264, es-Silsiletu’s-Sahiha, 133’e bakılabilir.
Ayrıca bk. el-Kureşî, el-Kader, s. 122’deki dipnot.
[236] Bk. el-Herras, Şerhu’n-Nûniye, I, 165, İbn İsa şerhi,
I, 374.
[237] Sözü geçen iki kaynakta “zamanında” anlamındaki kelime
yerine “önce” kelimesi vardır.
[238] Sahih
bir hadistir. Tirmizî, Kader, mâ câe fi’l-imani bi’l-kader, (Tuhfetu’l-Ahvezî,
VI, 356) Cabir b. Abdullah’tan rivayet edilen hadisin bir parçası olarak. Buna
göre Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kaderin hayrı ile şerri ile
Allah’tan olduğuna iman etmedikçe ve kendisine isabet eden bir şeyin isabet
etmemesinin, kendisine isabet etmeyen bir şeyin de isabet etmesinin sözkonusu
olmayacağını kesinlikle bilmedikçe hiçbir kul iman etmiş olmaz.” Bk.
Sahihu’l-Camî, 7461.
Yine
bu hadisi Ebu Davud, Tirmizî ve başkaları İbn Abbas, Ubeyy b. Kâb, Ubâde b.
es-Sâmit (r.anhum)’dan merfu ve mevkuf olarak da rivayet etmişlerdir. Bk.
Camiu’l-Usul, 7574, 7575, 7576.
[239] Çünkü
Buharî, Bedu’l-Halk, Zikru’l-Melaike, (Fethu’l-Barî, VI, 303); Müslim, Kader,
Keyfiyetu’l-Halki’l-Ademiyyi, (Nevevî, XVI, 429) Ahmed, Müsned, I, 374; Ebu
Davud ve Tirmizî’nin rivayet ettiği hadisten anlaşılan budur.
Bu
İbn Mes’ud meşhur hadisinin bir bölümüdür: “Sizden herhangi bir kimse annenizin
karnında... yaratılır.”
[240] Adı
Ma’bed b. Abdullah b. Alim el-Cühenî’dir. Kader’den ilk sözeden kişi odur.
Hasan-ı Basri onunla oturup kalkmayı yasaklamış ve şöyle demiştir: “O hem
sapık, hem saptırıcıdır.”
Haccac
onu h. 80 yılında öldürmüştür. Abdu’l-Melik b. Mervan’ın onu astırdığı da
söylenmiştir. Bk. Mizanu’l-İ’tidal, IV, 141; el-A’lâm, VII, 264.
[241] Adı Gaylan b. Müslim b. Ebi Gaylan’dır. Ebu Mervan
ed-Dımeşkî künyelidir. Oldukça belagatli bir yazma üslubu vardı. Kader’den
sözeden ikinci kişidir. O bu görüşlerini Ma’bed el-Cühenî’den öğrenmişti. Hişam
b. Abdu’l-Melik tarafından Dımaşk’ta h. 105 yılından sonra asılmıştır. Bk.
el-A’lâm, V, 124.
[242] Yazma
nüshada “O’nun mülkünde, O’nun dilediğinden başka hiçbir şey olmaz.”
şeklindedir. Fetvâlar’da da böyledir.
[243] Yazmada “yaratıcı” anlamındadır. Fetvâlar’da da,
el-Camiatu’l-İslamiye baskısında da böyledir.
[244] Yazmada “onların iradelerine... (kudretleri vardır)
Allah onları, kudretlerini ve iradelerini yaratandır.”
[245] Bk. et-Tenbîhâtu’l-Latife, s.47; Şarihin burada
naklettikleri ile Prof. Abdurrahman b. Ruveyşid ile Prof. Süleyman b. Hammâd’ın
nezaretinde yapılan baskıdaki ifadeler arasında basit farklarla.
[246] Daha önce 161. sayfada 1 nolu dipnot ile tahricinden
bahsedilen İbn Mesud hadisinden bir bölümdür.
[247] Bunlardan
birisi: Ebu Davud, Sünne, fi’l-kader, (Avnu’l-Ma’bud, XII, 452), İbn Ömer,
Rasûlullah -sallallahu aleyhî ve sellem-’dan
şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Kaderiye bu ümmetin mecusileridir. Hastalanacak
olurlarsa, onların ziyaretine gitmeyiniz, ölürlerse cenazelerinde hazır
bulunmayınız.”
Ancak senedinde Zekeriya b. Mansur vardır.
el-Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, VII, 205’te şöyle demektedir: “Ahmed b. Salih ve
başkaları onun sika bir ravi olduğunu söylerken, bir topluluk da zayıf olduğunu
söylemiştir.”
Hadisi el-Lâlekaî, Şerhu Usuli’l-İ’tikad, III,
639’da muhakkiki tarafından hepsi de zayıf olduğu belirtilen birtakım
senetlerle kaydetmiştir.
İbn
Ebi’l-İzz, Tahaviye Şerhi, s. 273’de şöyle demektedir: “Kaderiye ile ilgili
merfu olarak rivayet edilen hadislerin tamamı zayıftır. Ancak bunların mevkuf
olarak (sahabenin sözü olarak) gelen rivayetleri sahih olabilir.” Şu kadar var
ki el-Elbanî hadisi çeşitli rivayet yollarının toplamı ile hasen olarak değerlendirmiştir.
Bk. Şerhu’t-Tahaviye, s. 273; İbn Ebi Asım, es-Sünne, I, 149.
[248] Yazmada: “Fırka-i Naciye (kurtulmuş fırka)”
şeklindedir.
[249] Kalbin kavli tasdiki ve yakîndir.
[250] Dilin kavli şehadet kelimesini söylemektir.
[251] Kalbin ameli niyet, ihlas, muhabbet, inkıyat...dır.
[252] Dilin ameli: Ancak dil ile yerine getirebilen Kur’ân
tilâveti ve sair zikirler gibi işlerdir.
[253] Azaların amelleri kıyam, rukû ve sucûd gibi ancak
azalar ile edâ edilebilen amellerdir. Bk. Meâricu’l-Kabul, II, 17-20.
[254] Sahih bir hadistir. Buharî, İman, Umuru’l-İman,
(Fethu’l-Barî, I, 51); Müslim, İman, Beyanu Adedi Şuabi’l-İman, (Nevevî, II,
363); Ebu Davud, Sünne, Reddu’l-İrcâ’, (Avnu’l-Ma’bûd, XII, 432); Tirmizî,
Nesaî, İbn Mâce ve başkaları tarafından da rivayet edilmiştir.
[255] Bu fazlalık yazma nüshadandır. Fetvâlar’da da aynı
şekilde yer almaktadır.
[256] Yazmada: “İman ismi” şeklindedir. Fetvâlar’da da
böyledir. Daha sahihi budur.
[257] Basılı
nüshalarda “mutlak iman” şeklindedir. Ancak burada uygun değildir. Yazmada ve
Mecmûu’l-Fetvâ (III, 151)’de ise yukarıda kaydettiğimiz şekildedir. Böylelikle
mana doğru olmaktadır.
eş-Şerif,
el-Vâsıtıyye’ye talikinde “Mutlak İman” ibaresini tercih etmiştir. Bununla da
ifade doğru olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
[258] Sahih bir hadistir. Buharî, Mezalim, en-Nuhba bi gayri
izni sahibihi, (Fethu’l-Barî, 5, 119) Ayrıca Eşribe, Hudud ve Muharibin’de
rivayet etmiştir; Müslim, İman, Beyanu nuksani’l-imani bi’l-maasi..., (Nevevî,
II, 401) ile Ebu Davud, Tirmizî ve Nesaî rivayet etmişlerdir.
[259] Yazmada: “Ve derler” şeklindedir. Fetvalar’da da
böyledir. Daha sahihtir. Çünkü bu sözler ehl-i sünnet ve’l-cemaat’e nisbet
edilmektedir.
[260] Sahih bir hadistir. Buharî, Fedailu’s-Sahabe, “lev
küntü müttehizen halilen” buyruğu, (Fethu’l-Bârî, VII, 21); Müslim,
Fedâilu’s-Sahabe, Tahrimu sebbi’s-sahâbe, (Nevevî, XVI, 326)
[261] Sahih bir hadistir. Buharî, Meğazi, Fadlu men şehide
Bedr, (Fethu’l-Barî, VII, 304); Müslim, Fedâilu’s-Sahabe, min fedâili ehl-i
Bedr, (Nevevî, XVI, 287) Ayrıca bk. Hâtıb b. Ebi Beltea -radıyallahu anh-’ın kıssası.
[262] Burada Müslim, Fedailu’s-Sahabe, min fedaili
ashabi’ş-şecere..., (Nevevî, XVI, 290) ile Ebu Davud, Sünne; Tirmizî,
Menakıb’da rivayet etmiş oldukları Cabir b. Abdullah yoluyla gelen şu hadise
işaret etmektedir: Cabir dedi ki: Rasûlullah -sallallahu aleyhî ve sellem- buyurdu ki: “İnşaallah ağacın altında
bey’at eden o kimselerden hiçbirisi cehenneme girmeyecektir.” Lafız Müslim’e
aittir.
[263] Bu sayı Buharî ve Müslim’de, Cabir b. Abdullah yoluyla
gelen hadiste sahih olarak gelmiş bulunmaktadır. Dedi ki: Rasûlullah -sallallahu aleyhî ve sellem- Hudeybiye
günü bize şöyle dedi: “Sizler yeryüzündekilerin en hayırlılarısınız.” O sırada
biz 1400 kişi idik. Şâyet bugün gözlerim görmüş olsaydı, size ağacın bulunduğu
yeri gösterecektim. Bk. el-Lu’luu ve’l-Mercân, II, 250.
[264] Bunun gerekçesi Buharî, Tefsir, “İnna fetahna leke
fethen mubiyna”, (Fethu’l-Barî, VIII, 582)’de rivayet ettiği senedinin zahiri
itibariyle mürsel olduğu görünen fakat Tirmizî’nin de müsned olarak rivayet
ettiği hadis-i şerif’tir. Bk. es-Sahihu’l-Müsned, s. 139; Müslim, Cihad,
Sulhu’l-Hudeybiye, (Nevevî, XII, 381)
[265] et-Tevbe, 9/20. âyet-i kerîme’de şöyle
buyurulmaktadır: “İman edip de hicret edenlerin, Allah yolunda malları ve
canlarıyla cihad edenlerin Allah katında dereceleri pek büyüktür. İşte
umduklarını elde edenler de onların ta kendileridir.”
[266] el-Haşr, 59/8. âyet-i kerîme’de de şöyle
buyurulmaktadır: “Yurtlarından ve mallarından çıkartılıp uzaklaştırılmış olan
ve Allah’ın lutuf ve rızasını isteyen, Allah’a ve Peygamberine yardım eden fakir
muhacirler içindir (o fey). İşte onlar sadıkların ta kendileridir.”
[267] Sahih rivayetle sabit olduğuna göre Ebu Bekr es-Sıddîk
-radıyallahu anh- Sakife günü ensar’a
şunları söylemiştir: “Bizler emirleriz, sizler de vezirlersiniz.” Buharî,
Fedailu ashabi’n-nebi, Kavlu’n-nebiyyi: Lev küntü müttehizen halilâ,
(Fethu’l-Barî, VII, 20) ile Cenaiz ve Meğâzîde.
[268] Bunu Tirmizî, Menakıb, Menakıbu Abdi’r-Rahman b. Avf,
(Tuhfetu’l-Ahvezi, X, 249)’da Abdu’r-Rahman b. Avf’tan gelen bir rivayet olarak
kaydetmekte ve şöyle demektedir: “Hasen, sahih bir hadistir.” Ayrıca Ahmed,
Müsned, I, 187; Ebu Davud, Sünne, fi’l-hulefa, (Avnu’l-Ma’bud, XII, 400)’de
Said b. Zeyd’den rivayet etmişlerdir. Ancak bu rivayette onuncu kişi Ebu Ubeyde
b. el-Cerrah yerine Rasûlullah -sallallahu
aleyhî ve sellem-’ı saymaktadır. Bk. Sahihu’l-Camî, no: 50; Camiu’l-Usul,
VIII, 560.
[269] Buna
gerekçe: Müslim, İman, Mehafetu’l-Mu’mini en yuhbata ameluhu, (Nevevî, II,
493); Ahmed, Müsned, III, 137’de yer alan şu rivayettir:
Yüce
Allah’ın: “Ey iman edenler! Sesinizi peygamberin sesinden fazla
yükseltmeyin...” (el-Hucurat, 49/2) buyruğu nazil olunca, Sabit dedi ki:
Aranızda Rasûlullah -sallallahu aleyhî ve
sellem-’a karşı sesini en çok yükselten kimsenin ben olduğumu biliyorsunuz
ve işte bu âyet-i kerîme de inmiş bulunuyor. O halde ben cehennemliklerdenim.
Sa’d bu hususu Peygamber -sallallahu
aleyhî ve sellem-’a aktarınca, şöyle buyurdu: “Hayır o cennetliklerdendir.”
[270] Çünkü meşhur hadiste Peygamber -sallallahu aleyhî ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Bu hususta
(cennetliklerden olmayı isteme hususunda) Ukkâşe senden önce davrandı.” Buharî,
Rikak, Yedhulu’l-cennete seb’ûne elfen bi gayri hisab, (Fethu’l-Barî, XI, 405);
Müslim, İman, Muvalatu’l-mu’minine ve mukataatu gayrihim...(Nevevî, III, 90)
[271] Gerekçeşi şudur: Buharî, Menakıbu’l-Ensar, Menakıbu
Abdillah b. Selâm (Fethu’l-Barî, VII, 128); Müslim, Fedailu’s-Sahabe, Fedailu
Abdillah b. Selâm, (Nevevî, XVI, 274) Lafız Müslim’indir, hadisi rivayet eden
sahabi Sa’d b. Ebi Vakkas -radıyallahu
anh-’dır. O şöyle demiştir: Rasûlullah -sallallahu
aleyhî ve sellem-’ın -Abdullah b. Selam müstesna- yeryüzünde yürüyen canlı
bir kimse için: “O cennetliklerdendir, dediğini duymadım.”
[272] Hadice b. Huveylid, Muhammed -sallallahu aleyhî ve sellem-’ın kızı Fatıma, Ali b. Ebi Talib’in
iki oğlu el-Hasen ile el-Hüseyn, Bilal b. Ebi Rabah -yüce Allah hepsinden razı
olsun- ve daha başka birçok kimse buna örnektir.
[273] El yazma nüshada şöyle denilmektedir: “Ancak muhalefet
eden kimselerin sapık olduğu kabul edilen mesele...” Fetvâlârdaki ifade de buna yakındır.
[274] İbn Ebi Âsım, Sünnet, II, 570, el-Elbanî der ki:
“Senedi zayıftır.” Ancak ona göre onun şöyle dediği sahih olarak sabit
olmuştur: “Peygamberinden sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebu Bekir’dir. Ebu
Bekir’den sonra Ömer’dir. Eğer ben size üçüncü kişinin adını vermek isteseydim,
onu da yapardım.” Buharî’de, (Fethu’l-Barî, 7/54); İbn Ömer -radıyallahu anh-’dan şöyle dediği
kaydedilmektedir: “Biz Peygamber -sallallahu
aleyhî ve sellem- döneminde Ebu Bekir’e denk hiçbir kimseyi görmezdik. Daha
sonra Ömer, sonra da Osman geldiği görüşünde idik. Sonra da Peygamber -sallallahu aleyhî ve sellem-’ın
ashabını birinin diğerinden faziletli olduğunu söylemeksizin, öylece dururduk.”
Ayrıca bk. Ahmed b. Hanbel, Fedailu’s-sahabe, I, 76.
[275] Bunlar Ali, Osman, Zübeyr, Talha, Sa’d ve
Abdu’r-Rahman -radiyallahu anhum-
idiler. Bk. Buharî, (Fethu’l-Barî, VII, 61)
[276] Bu ifade yazma nüshada tekrar edilmiştir.
[277] Sahih bir hadistir. Müslim, Fedailu’s-sahabe, min
fadli Ali İbn Ebi Talib, (Nevevî, XV, 188) İbn Ebi Âsım, Sünne, II, 643.
[278] Tirmizî,
Menakıb, Menakibu’l-Abbas -radıyallahu
anh-, (Tuhfetu’l-Ahvezî, X, 264) Abdu’l-Muttalib b. Rabia’dan merfu olarak
şu rivayeti kaydetmektedir: Peygamber -sallallahu
aleyhî ve sellem- buyurdu ki: “Nefsim elinde olana yemin ederim ki Allah ve
Rasûlü için sizi sevmedikçe hiçbir kimsenin kalbine iman girmez.” Tirmizî:
“Hasen, sahih bir hadistir” demiş ve bu hususta el-Arnavut, Camiu’l-Usul,
6543’de onun kanaatini paylaşmıştır.
Ayrıca İmam Ahmed de bunu bu lafızla (Ahmed,
Muhammed, Şakir neşri, 1772, 1773’de) rivayet etmiştir. “Akrabalığım için”
lafzı ile de 1777 no’lu hadis olarak kaydetmiştir. Ahmed Şakir her ikisinin de
senedinin sahih olduğunu belirtmiştir.
el-Elbanî ise Daifu’l-Camî, 6112’de zayıf
olduğunu belirtmiştir.
Ancak
İmam Ahmed, Fedailu’s-Sahabe, 1756’da: “Allah için ve benimle akrabalığınız
için sizleri sevmedikçe...” lafzı ile ve mürsel ve zayıf bir sened ile rivayet
etmiştir. Ancak eserin muhakkiki Vasiyullah Abbas şöyle demektedir: “Ben Tarrad
ez-Zeynebî (88 b.)’nin Emali adlı eserinde Süfyan’dan, o babasından, o
Ebu’d-Duha’dan, o İbn Abbas’tan yoluyla mevsul bir sened ile rivayet edildiğini
tesbit ettim. İbn Abbas dedi ki: Abbas dedi ki... bu ise mevsul ve sahih bir
senettir.” Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
[279] Sahihtir. Müslim, Fedail, Fadlu Nesebi’n-Nebiyi -sallallahu aleyhî ve sellem-, (Nevevî,
XV, 41); Tirmizî, Menakib, Ma cae fi fadli’n-Nebiyyi -sallallahu aleyhî ve sellem-, (Tuhfetu’l-Ahvezî, X, 74)
[280] Sahih
bir hadistir. Hadisin tamamı şöyledir: “Ne cahiliye döneminde, ne İslâm
geldikten sonra onlar benden ayrılmadılar. Şüphesiz Haşimoğulları ile Muttalib
oğulları aynı şeydir deyip, parmaklarını birbirine geçirdi.” Nesaî,
Kasmu’l-Fey’y, VII, 131’de ve lafız ona ait olmak üzere; yakın ifadelerle Ebu
Davud, Harac, fi beyani mevadii kasmi’l-hums, (Avnu’l-Ma’bud, VII, 202)’de
rivayet etmiştir.
Buharî ise sadece son bölümünü rivayet etmiştir:
“Gerçek şu ki Haşimoğulları ile Muttaliboğulları aynı şeydir.” Bu husustaki
delil daha güçlü olmak üzere: Meğazi, ⁄azvetu Hayber, (Fethu’l-Barî, VII,
484), Fardu’l-Hums, ve mine’d-delili ala enne’l-humse li’l-imam, (Fethu’l-Barî,
VI, 244) Menakıb, Menakibu Kureyş, (Fethu’l-Barî, VI, 533).
Haşim
ile Muttalib iki kardeştiler. İkisinin babası Abdu Menaf b. Kusay b. Kilab’tır.
Dolayısıyla Haşim ile Muttalib’in çocukları amca çocukları olurlar.
[281] Sahih bir hadistir. Buharî, Enbiya, Kavlullahi Teala:
ve iz kaleti’l-melaiketu ya Meryemu, (Fethu’l-Barî, VI, 471) Fedailu’s-Sahabe,
Fadlu Âişe (r.anha), (Fethu’l-Barî, VII, 106); Müslim, Fedailu’s-Sahabe,
Fedailu Hadicete Ummi’l-Mu’minîyn, (Nevevî, XV, 208) ile Fadlu Âişe -r.anha-,
(Nevevî, XV, 219) Ayrıca Tirmizî ve Nesaî de rivayet etmişlerdir.
[282] Rafızîlere dair daha önceden “Rafızîler” başlığı
altında açıklamalarda bulunulmuş idi.
[283] Yazma
nüshada “ve” şeklinde.
[284] Nevâsıb: Ehl-i beyt’e karşı
düşmanlık eden, onlara dil uzatan, onların kâfir olduklarını söyleyen
kimselerdir. Bunlar Rafızîlerin zıttıdır.
[285] Yazma nüshada: “Bununla birlikte onlara...”
anlamındadır. Fetavâ’da ise “hatta ...” şeklindedir.
[286] Zeyd b. Ali b. el-Huseyn b. Ali b. Ebi Talib’dir.
[287] Yazma
nüshada: “Rivayet edildiği gibi...” şeklindedir, Fetvâlar’da da böyledir.
[288] Yazma nüshada “nesiller” şeklindedir, Fetvâlar’da da
böyledir. Daha doğrusu budur.
[289] Veli:
emrolunanı yerine getiren, yasak kılınanı terkeden, takdir edilenlere karşı
sabreden, bundan dolayı Allah’ın kendisini sevdiği ve Allah’ı seven, Allah’tan
da razı olup hoşnut olan kimsedir. Bk. Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye, el-Furkan...
adlı risale.
[290] Felsefe,
yunancada hikmet sevgisi demektir. Feylosof (filozof) ise fila ve sofa
kelimelerinden meydana gelmiştir. Fila seven, sofa ise hikmet anlamındadır.
Yani filozof hikmeti seven kimse demektir.
Arab felsefecileri (ya da filozofları) denince
Aristo, Eflatun ve buna benzer Yunan filozoflarına küfür ve sapıklıklarında
tabi olan kimseler anlaşılır. İbn Rüşd, İbn Sina, Tabip er-Razî ve diğerleri
Arab filozofları arasında sayılırlar.
Bunlar
peygamberlere ve peygamberlerin mucizelerine inanmadıkları gibi, evliyanın
varlığına ve kerametlerine de inanmazlar. Filozoflara dair daha önce de geçen
bir dipnotta bazı bilgiler verilmiş idi.
[291] Yazma nüshadan alınmıştır. Fetvâlar’da da bu
şekildedir.
[292] Sahih bir hadistir. Tirmizî, Ebvabu’l-İlm, el-Ahzu
bi’s-Sünneti vectinabu’l-bid’a, (Tuhfetu’l-Ahvezî, VII, 438)’de rivayet etmiş
ve: “Hasen, sahih bir hadistir” demiştir. Ebu Davud’da, Sünne, fi
luzumi’s-sünne, (Avnu’l-Ma’bud, XII, 358)’de; İbn Mace, Mukaddime, İttibau
Sünneti’l-Hulefai’r-Raşidin’de rivayet etmişlerdir. Bk. İbn Ebi Âsım, es-Sünne,
No: 54-59 (Zilalu’l-Cenne ile birlikte); Camiu’l-Usul, I, 278.
[293] Yazma nüshada “icma” yerine “ictima (toplanma)”
şeklindedir. Fetvalarda da böyledir, daha doğrudur.
[294] Yazma nüshada “ve ümmet yayılmıştır...” şeklindedir.
Fetvâlar’da da böyledir. (Alınan metinde de bu şekildedir. Ancak tercümeye esas
alınan metinin benimsediği şekil tercümeye yansıtılmıştır. -çeviren-
[295] Sahih bir hadistir. Buharî, Mezalim, Nusratu’l-Mazlum,
(Fethu’l-Barî, V, 99); Müslim, el-Birru ve’s-sıla, terahumu’l-mu’minîne ve
teâtufuhum, (Nevevî, XVI, 376)
[296] Sahih bir hadistir. Buharî, Edeb, Rahmetu’n-nasi
ve’l-behaim, (Fethu’l-Barî, X, 438); Müslim, el-Birru ve’s-sıla,
Terahumu’l-mu’minîne ve teâtufuhum, (Nevevî, XVI, 376)
[297] El yazmadan. Bu aynı zamanda fetvalarda ve
el-Câmiatu’l-İslamiyye baskısında da yer almaktadır.
[298] Hasen
ya da sahih bir hadistir. Tirmizî, Rada’, Ma cae fi hakkı’l-mer’eti alâ
zevcihâ, (Tuhfetu’l-Ahvezî, IV, 325)’de rivayet etmiş ve: “Bu hasen, sahih bir
hadistir” demiştir; Ebu Davud, Sünne, ed-Delilu alâ ziyadeti’l-imani ve
noksanihî, (Avnu’l-Ma’bud, XII, 439)
el-Arnavut,
Camiu’l-Usul, 1976’da senedinin hasen olduğunu, el-Elbanî, Sahihu’l-Camî,
1241’de sahih olduğunu belirtmiştir. Hafız İbn Hacer, Fethu’l-Barî, X, 458’de
de bu hadisi kaydetmiş ve Ahmed, Tirmizî, Hâkim ve Ebu Ya’lâ tarafından rivayet
edildiğini belirtmekle birlikte hakkında bir söz söylememiştir. Buharî
(Fethu’l-Barî, X, 456)’de merfu olarak (Peygamber s.a’ın şöyle buyurduğu)
belirtilmektedir: “Şüphesiz sizin en hayırlılarınız ahlakı en güzel olanınızdır.”
[299]
Bu ibareler tercümesini yaptığımız şerhte
kaydedilmiş bulunmaktadır. -çeviren-
[300] Sahih bir hadistir. Müslim, İman, Kevnu’n-nehyi
ani’l-münkeri mine’l-iman, (Nevevî, II, 380); Tirmizî, Fiten, mâ câe fi
tağyiri’l-münkeri bi’l-yed, (Tuhfetu’l-Ahvezî, VI, 393) Ayrıca Ebu Davud, Nesaî
ve İbn Mace de rivayet etmişlerdir.
[301] Zayıf
bir hadistir. Bunu Darakuznî, II, 57’de Mekhul’den, o Ebu Hureyre’den diye
rivayet etmiştir ve şunları söylemiştir: “Mekhul, Ebu Hureyre’den hadis
dinlememiştir.” Hafız İbn Hacer, et-Telhisu’l-Habîr, II, 35 ile Zeylaî,
Nasbu’r-Râye, II, 27’de senedinin munkatı’ olduğunu belirtmişlerdir. Ayrıca bk.
Daifu’l-Camî, 3478.
Ancak
Buharî, Ezan, iza lem yutimmel imamu ve etemme men halfehu, (Fethu’l-Barî, II,
187)de Peygamber -sallallahu aleyhî ve
sellem-’dan kaydettiği şu buyruk buna ihtiyaç bırakmamaktadır: “Onlar -yani
sapık imamlar, önderler, yöneticiler size namaz kıldırırlar. Şâyet isabet
ederlerse hem sizin, hem onların lehinedir. Eğer hata edecek olurlarsa, sizin
lehinize ve onların aleyhinedir.”
[302] Sahih bir hadistir. Müslim, İman, Beyanu
enne’d-dine’n- nasiha, (Nevevî, II, 396); Ebu Davud, Edeb, fi’n-nasiha,
(Avnu’l-Ma’bud, XIII, 288); Ayrıca Nesaî de rivayet etmiştir.
[303] Sahih bir hadistir. Ebu Davud, Sünne’nin
baştaraflarında (Avnu’l-Mâbud, XII, 341) ile İbn Mace ve Darimî de rivayet
etmişlerdir. Bk. es-Silsiletu’s-Sahiha, I, 358. İbn Ebi Âsım, es-Sünne, I, 32.
Hadis daha önce “kurtulmuş fırka” bahsinde de geçmiş bulunmaktadır.
[304] Hasen bir hadistir. Yine bu hadis daha önce belirtilen
yerde geçmiş bulunmaktadır.
[305] Daru’l-İfta baskısında “el-Mecsûre” şeklindedir. Baskı
hatası olma ihtimali vardır. Kaydettiğimiz şekli ile ifade bütün baskılarda da
böyledir.
[306] Yazma nüshadan alınmıştır. Fetvâlar’da da bu ifade yer
almaktadır.
[307] Yazma nüshada: Yalnızca “önderler” şeklindedir,
Fetvâlar’da da böyledir. Şu kadar var ki “aralarında” lafzı da yoktur. Buna
göre bu kelime “ebdâl”in bedeli olmaktadır.
[308] Sahih bir hadistir. Daha önceden, Fırka-i Naciye
(Kurtulmuş Fırka) “başlığında kaynakları gösterilmiş bulunmaktadır.
[309] Hafız İbnu’l-Kayyim, el-Menaru’l-Munif, 136’da şöyle
demektedir: “Ebdal, aktab (kutublar), gavslar, nakibler, necibler ve evtad ile
ilgili bütün hadisler Rasûlullah -sallallahu
aleyhî ve sellem- hakkında uydurulmuş batıl hadislerdir.” O bu ifadeleriyle
herbirisi yedi kıtadan birisi üzerinde ğavs ve neciblerin emrine binaen bir
kıtada tahakküm eden yedi tane ebdal’in olduğunu iddia eden sufilerin
kanaatlerini reddetmektedir. Şeyhu’l-İslam (İbn Teymiyye)’in kastettiği ebdal,
şarih’in tarif ettiği kimselerdir.
[310] Sahih
bir hadistir. Ebu Davud, Melâhim, ma yuzkeru fi karni’l-mia, (Avnu’l-Ma’bud,
XI, 385) Bunu ayrıca Hakim ile Beyhakî, el-Marife’de rivayet etmiş. Hafız İbn
Hacer, Tevâli’t-Te’sis, s. 49’da senedinde bulunan ravilerin kavi raviler olduğunu
göstermiştir. Bk. Sahihu’l-Camî, 1870 ile Camiu’l-Usul, 8881.
[311] Bk. Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviye, s. 78/98; İbn
Teymiyye, et-Tedmuriye Mukaddimesi.
[312] Birinci
ve ikinci türe marifet ve isbat tevhidi. İkinci tür tevhide ise taleb ve kast
tevhidi de denilir.
[313] Müellif
-Allah Ona Rahmet Etsin- burada isim
ve sıfatların tevhidini sözkonusu etmiştir. el-Herrâs’ın el-Vâsıtiyye Şerhinde
bu tevhid türü açıklanmış bulunmaktadır.
[314] Bk.
Şerhu’l-Akideti’t-Tahâviye, s. 512-517; Mecmûu’l-Fetâvâ, I, 12-19 Kaidetu’n
fi’l-cemaati ve’l-fırkati ve sebebu zâlike ve neticetuhu.
[315] Bu hadisin kaynakları daha önceden “Fırka-i Naciye
(Kurtulmuş Fırka) ile “Ehl-i sünnet ve’l-cemaat kurtuluşa eren Fırkadır
başlıklarında geçmiş ve kaynakları orada gösterilmişti.
[316] Bu hadisin kaynakları daha önceden “Fırka-i Naciye
(Kurtulmuş Fırka) ile “Ehl-i sünnet ve’l-cemaat kurtuluşa eren Fırkadır
başlıklarında geçmiş ve kaynakları orada gösterilmişti.
[317]
Bk.
Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviye, s. 357-362; İbn Teymiyye, el-Furkan, Beyne
evliyai’r-rahman ve evliyai’ş-şeytan adlı eserinin birinci bölümü.
[318] Sahih bir hadistir. Ahmed, Müsned, V, 411, Taberanî,
el-Evsat, V, 305, Mecmau’l-Bahreyn, 3116 no’lu hadis; el-Bezzâr, II, 224,
Muhtasaru’z-Zevâid, 1745’de buna yakın; ifadelerle. İbn Teymiyye, İktizâu’s-Sırati’l-Mustakîm,
II, 367, Tahkik: el-Akl Ahmed b. Hanbel’in senedinin sahih olduğunu belirttiği
gibi; el-Elbanî’de Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviye, s. 361’de bu kanaati ifade
etmiştir.
[319] Bk. Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviye, s. 383, 384.
[320] Sahih bir hadistir. Buharî, İman, Halavetu’l-İman,
Müslim, İman, Beyanu hisali meni’t-tasafa bihinne vecede halavete’l-iman.
[321] Bk. Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviye, s. 323.
[322] Şarih bu sözlerini Tahavî’nin: “Biz helal kabul
etmediği sürece herhangi bir günah sebebiyle kıble ehlinden hiçbir kimseyi
tekfir etmeyiz...” sözlerini açıklarken söylemektedir. Buna benzer açıklamalar
ise daha önceden ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in tutumlarına dair açıklamalarda
bulunulurken geçmiş bulunmaktadır.
[323] Kimi ilim adamı birinci tür küfre (büyük küfre) “itikadi
küfür”, ikincisine de “ameli küfür” adını vermektedirler.
[324] Mecmûu’l-Fetâvâ, 35, 407-408.
[325] Hasen bir hadistir. İbn Mace, Fiten, el-Ukubat’da;
“Onların imamları (yöneticileri) Allah’ın kitabı ile hükmetmeyip, Allah’ın
indirdiklerinden iyi gördükleri ile hükmedecek olurlarsa, mutlaka Allah onları
birbirine düşürür.” lafızları ile rivayet etmiştir. “Ey muhacirler
topluluğu...” diye başlamaktadır. Ayrıca Ebu Nuaym, el-Hilye, VIII, 333’de
rivayet etmiştir. Her ikisinin senedinde İbn Ebi Malik Halid b. Yezid vardır.
Zayıf bir ravidir. Hakim, Müstedrek, IV, 540’da hasen bir isnad ile rivayet
etmiştir. Bk. es-Silsiletu’s-Sahiha, no: 106.
[326] Bk. Mecmûu’l-Fetâvâ, XXXV, 387-388.
[327] Bk. Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviye, s. 379-381; İbn
Teymiyye, Mecmuu’l-Fetâvâ, XXVIII, 179-181 ile es-Siyasetu Şer’iyye.
[328] Sahih bir hadistir. Buharî, Diyât, kavlillahi teâlâ:
enne’n-nefse bi’n-nefsi...; Müslim, Kasame, ma yubahu bihi demu’l-müslim.
[329] Sahih bir hadistir. Buharî, Cihad, Yukatelu min
verai’l-imami ve yutteka bihi; Müslim, İmare, Vücubu taati’l-umarai fi gayri
masiye.
[330] Sahih bir hadistir. Müslim, İmare, vücubu
taati’l-umerâ-i fî ğayri ma’siyetin ve tahrîmuhâ i’l-ma’siye’de rivâyet
etmiştir.
[331] Sahih bir hadistir. Buhârî, Cihâd, es-sem’u ve’t-taat
li’l-imam’da; Müslim, İmare, taâtu’l umerâ-i fî ğayri ma’siyetin ve tahrimuhâ
fi’l-ma’siye’de.
[332] Ahmed, Müsned, VI, 28; Müslim, İmare, Hıyarûl-eimmeti
ve şiraruhum.
[333] Şeyhu’l-İslam, İbn Teymiyye, Mecmuu’l-Fetava, XXIX,
196’da şöyle diyor: “Adaletli yöneticiye masiyet olduğu bilinmeyen bütün
hususlarda itaat etmek vacibtir. Adil olmadığı bilinen yöneticiye ise, itaat
olduğu bilinen hususlarda itaat etmek vacibtir.”
[334] Bk. Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviye, s. 240-247;
Mecmûu’l-Fetâvâ, VIII, 65.
[335] Bu hadis, sahihli gayrihi’dir. Ahmed, Müsned, I, 272;
İbn Cerir, Tefsir,-Ahmed Muhammed Şâkir neşri- 15338; İbn Ebi Âsım, es-Sünne,
no: 202. Ayrıca bk. es-Silsiletu’s-Sahiha, no: 1623.
[336] Sahih
bir hadistir. Bunu Buharî, Enbiya, Halku Ademe ve zürriyetihi; Müslim,
Sıfatu’l-Munafikin, Talebu’l-Kâfiri el-Fidae...; Ahmed, Müsned, III, 127,
129’da rivayet etmişlerdir.
Şunu
belirtelim ki söz almak ve buna dair şahit tutmak bizim kısır akıllarımızın
tasavvur edemeyeceği gaybi işlerdendir. Diğer gayba dair hususlar gibi bunlara
da iman etmemiz gerekir. Bu hususun anlaşılması zor yönlerini en güzel şekilde
açıklığa kavuşturmuş olduğunu gördüğüm kimselerden birisi de eş-Şeyh Hafız
Hakemî, Meâricu’l-Kabul, I, 84-94’deki açıklamalarıdır. Ayrıca el-Elbanî’de az
önce sözü geçen İbn Abbas’ın hadisini es-Silsiletu’s-Sahiha adlı eserinde
tahriç ederken güzel açıklamalarda bulunmuştur. Arzu eden oraya başvurabilir.
[337] Bk. Şerhu’l-Akideti Tahaviyye, s. 223-226; İbn
Teymiyye, Mecmuû’l-Fetâvâ, IV, 328, V, 256; Der’u Teâruz bi’l-akli ve’n-nakli,
V, 354.
[338] Sahih bir hadistir. Buharî, Bed’ul-Halk,
Zikru’l-Melâike, Menakıbu’l-Ensar, Miraç’da; Müslim, İman, el-İsrau bi
Rasûlillahi ile’s-semavati ve ferdu’s-salavat’da rivayet etmişlerdir.
[339] Şart,
alâmet ile aynı şeydir. Saat’den kasıt da kıyamettir. Saatin şartları ile
kastedilen ise kıyametten önce ortaya çıkan ve yaklaştığına delâlet eden
alâmetlerdir.
İlim
adamları kıyamet alâmetlerini küçük ve büyük alâmetler olmak üzere iki kısma
ayırmışlardır. Küçük alametler uzun zaman süresinden önce ortaya çıkanlardır.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
peygamber olarak gönderilmesi, ilmin kaldırılması, uzun bina yapımında
yarışılması gibi... Büyük alâmetler ise kıyametin kopmasına yakın zamanda
ortaya çıkan büyük işlerdir. İşte burada kastedilenler de bunlardır.
[340] Bk.
Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviye, s. 499-502; Mecmuû’l-Fetâva, XXXVI, 45.
[341] Sahih bir hadistir. Ahmed, Müsned, IV, 6; Müslim,
Fiten, el-Âyâtu’lleti tekunu kable’s-seâ.
[342] Sahih bir hadistir. Buharî, Tevhid, Kavlullahi teala:
ve li tusmea alâ aynı; Müslim, Fiten, Zikru’d-Deccali ve sıfetuhu ve ma maahû.
[343] Bu hadis ve kaynakları daha önceden “yüce Allah’ın
uluvv (yücelik) sıatı” başlığında geçmiş bulunmektadır.
[344] Sahihtir. Buhâri, Tefsir, Kul heumme şuhedâekum;
Müslim, İman, Beyanu’z-zemenillezi lâ yukbel fi’hil iman.
[345] Sahihtir.
Müslim, Fiten, Hrc’d-Deccali ve mukshû fi’l-ardı.
[346] Bk.
Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviye, s. 420-432; Mecmuû’l-Fetâvâ, XVIII, 307.
[347] Sahihtir.
Buharî, Salât, keyfe turidati’s-salatu fi’l-isrâ; Müslim, İman, el-İsrau bi
Rasûlillahi -s.a- ile’s-semavati ve fardu’s-salavat.
[348] Sahihtir.
Ahmed, Müsned, XV, 190, no: 8030, Ahmed Muhammed Şakir yayını; Müslim, Cennet,
fi devami naîmi ehli’l-cenne’de: “Kim cennete girerse, nimete nail olur. Asla
sıkıntı çekmez, elbiseleri eskimez, gençliği son bulmaz” lafzı ile.
[349] Sahihtir. Müslim, Cennet, fi devami naimi ehli’l-cenne
-buna yakın ifadelerle-; Ahmed, Müsned, XVI, 113, no: 8241, Ahmed Muhammed
Şakir neşri.
[350] Sahihtir. Buharî, Rikak, ve enzirhum yevme’l-hasreti;
Müslim, Cennet, en-naru yedhuluha’l-cebbarune ve’l-cennetu yedhuluha’d-duafau.
[351] Sahihtir.
Müslim, Kader, Mâ nâ kulli mevludin yûledu ale’l-fıtra; Ahmed, Müsned, VI, 41.
[352] Bk. Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviye, s. 201-203.
[353] Buharî bunu muallak olarak Tevhid, kavlullahi teâlâ:
“Ya eyyuhe’r-rasûlü belliğ mâ ünzile ileyke...”de rivayet etmiştir.
[354] Bk. Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviye, s. 203-208;
Mecmuû’l-Fetâvâ, XXXVI, 60.
[355] Hasen
bir hadistir. Tirmizî, Tefsir, ve min sureti’z-Zuhruf, İbn Mace, Mukaddime,
İctinabu’l-Bidai ve’l-cedel; Ahmed, Müsned, V, 252, 256.
[356] Bk. Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviye, s. 208-210.
[357] Müellif bilbiyografya kitap isimlerini esas alarak
Arapça-Alfabetik vermiştir. Biz sıraya müdahale etmeksizin müellif isimlerini
başa alarak vermeyi uygun bulduk.