EN
GÜZEL ÖRNEK RASÛLULLAH SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM
Şevkatli
Amcasının Yanına Gelişi:
Şam’a
Yolculuğu ve Rahip Bahire İle Karşılaşması
Hifü’l
Fudul = Fudul Anlaşması
Şam’a Seferi ve Hatice İçin Ticaret Yapması
Kabe’nin
Binası ve Hakimlik Olayı
Peygamberliğinden
Önceki Yaşayışı
Nübüvvetin Başlangıcı ve Saadetin Müjdeleri
Nübüvvetin
Başlangıcı ve Vahyin İnmesi
Nübüvvetin ve İlk İnen Vahyin Tarihi
Vahyin Bir Süre Kesilmesi ve Tekrar Başlaması
İnananların İbadet ve Eğitimleri
Tevhid Davetinin Hacılara Ulaşmasını Engellemek
İçin Kureyşlilerin İstişare Yapması
Davetin Önüne Geçmek İçin Değişik Yollar
Deneniyor
1- Alay ve İstihzaya Daha Şiddetli Bir Şekilde
Devam Edilmesi
2- İnsanların Peygambere -sallallahu aleyhi
vesellem-'i Dinlemelerine Engel Olmak
3- Şüphe Uyandırmak ve Yalan Propaganda Yapmak
İlk Müslümanlara Yapılan İşkenceler
Bilal Habeşi'ye Yapılan İşkenceler
Amr b. Füheyre’ye Yapılan İşkenceler:
Ebu Fukayha’ya Yapılan İşkenceler:
Habbab b. Eret’e Yapılan İşkenceler:
Zinnire Ümmü Rumiyye’ye Yapılan İşkenceler:
Ümmü Abis’e Yapılan İşkenceler:
Adiy Oğullarından Amr Bin Mümel’in cariyesi
Lübeyne’ye Yapılan İşkenceler:
İşkenceye Maruz Kalan Bir Diğer Cariye'de
Nehdiyye ve Kızıdır
Ammar Bin Yasir ve Anne Babası da İşkence
Görenler Arasındaydı
Mus'ab bin Umeyr’e Yapılan İşkenceler:
Süheyb bin Sinan Er-Rumi’ye Yapılan İşkenceler:
Osman bin Affan’a Yapılan İşkenceler:
Ebu Bekir es-Sıddîk ve Talha Bin Ubeydullah da
Allah İçin İşkence Görenler Arasındaydılar
Müşriklerin Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’e Karşı Tutumları
Kureyş'in Ebu Talib'i Uyarmaları ve Tehdit
Etmeleri:
Kureyş'ten Garip Bir Öneri ve Ebu Talib'in
Verdiği Güzel Cevap
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’'a Karşı
Yapılan Saldırılar:
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- İle Alay
Edenlerin Başında Şu Beş Kişi Gelmekteydi
Necm Suresi Okunurken Müşriklerin de
Müslümanlarla Beraber Secde Etmeleri
Muhacirlerin Mekke'ye Geri Dönüşleri
Kureyş'lilerin Habeşistan'a Hicret Edenlere Karşı
Sergiledikleri Oyunlar
İşkence ve Öldürme Teşebbüsleri
Hz. Hamza-radıyallahu anh-'nın İslam'a Girişi
Hz. Ömer'in-radıyallahu anh-Müslüman Oluşu
Hz. Ömer'in Müslüman Olmasına Müşriklerin
Tepkileri
Ömer'in Müslüman Olmasıyla İslam ve Müslümanların
Güç Kazanması
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’e Güzel ve
Çekici Şeylerin Arzedilmesi
Müşriklerin Tavizleri ve Rasullullah'a Eşitlik
Teklif Etmeleri
Kureyşlilerin Allah'ın Azabını İstemedeki
Acelecilikleri
Sahifenin Yırtılıp Ablukanın Kalkması
Kureyş Heyeti Ebu Talib'in Yanında
Hatice Allah'ın Rahmetine Kavuşuyor
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın Sevde,
Sonra da Aişe ile Evlenmesi
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Tâif'de
Müşriklerin Mücadele ve Mucize İstekleri
İslam'ın Birey ve Topluluklara Sunulması
Mekke Ehli Dışında İman Edenler
Müslümanların Medine'ye Hicretleri
Kureyş'in Tuzağı ve Allah'ın Tuzağı
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın
Hicreti
Ali-radıyallahu anh-'nin Hicreti ve Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’a Kavuşması
Süheyb-radıyallahu anh- 'in Hicreti
Rasûlullah-sallallahu aleyhi vesellem-'ın
Medine'de ilk Yaptıkları
Muhacirler İle Ensar Arasında Kurulan Kardeşlik
İslam Toplumu ve Ümmetinin Oluşturulması
Yahudilerle İse Şu Hususlar Üzerine İttifak
Edildi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-'ın
Medine'ye Girişi
Kuşatmadan Sonra Müslümanların Genel Durumu
Kureyzaoğulları Yahudilerinin İhaneti ve Bunun
Savaşın Gidişatını Etkilemesi
Müttefik Güçlerin Bozguna Uğramaları ve Savaşın
Bitmesi
Rafi
bin Selam bin Ebi Hakıyk'ın Öldürülmesi
Sümame bin Asal'ın Esir Alınması
Mustalıkoğulları Gazvesi (Müreysi)
İkinci Olay: Münafıklar Tarafından Ortaya Atılan
İfk (İftira) Olayı
Medine'den Umre İçin Çıkılması ve Hudeybiye'ye
İnilmesi
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ve Kureyş
Arasında...
Osman bin Affan'ın Elçi Olarak Kureyş'e
Gönderilmesi ve Rıdvan Beyatı
Müslümanların Bu Antlaşmaya Tepki Göstermeleri
Kralların ve Prenslerin İslam'a Davet Edilmesi
Doğu Roma Kralı Kayser'e Mektubu
Dımeşk Prensi Haris Bin Ebi Şemr el-Gassaniye
Mektubu
Yemame Reisi Hevze bin Ali’ye Mektubu
Bahreyn Kralı Münzir bin Savi'ye Mektubu
Habeşistan'a Hicret Eden Müslümanların ve Ebu Hureyre
ile Üban bin Said'in Gelmeleri
Fedek Yahudileriyle Yapılan Barış
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın
Safiyye İle Evllilikleri
En Büyük Fetih: Mekke-i Mükerreme'nin Fethi,
Sebebi, Hazırlıklar ve Gizlilik.
Ebu Süfyan Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’ın Yanında
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın
Mekke-i Mükerremeye Girişi
Kabe'nin Temizlenmesi ve İçinde Namaz Kılınması
Haklarında "Yakalanıp Öldürülmeleri"
Emri Verilenler
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın
Mekke'de İkameti
Uzza, Menat ve Süva'nın Yıkılması
Halid'in Cezimoğullarına Gönderilmesi
Ensar'ın Yakınması ve Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’ın Hutbesi
Temimoğullarının Yola Getirilmesi ve İslam’a
Girmeleri
Tayoğullarının Fels İsmindeki Putlarının
Yıkılması ve Adiy bin Hatem'in Müslüman Olması
Muslümanların Rum Ordusuna Karşı Yaptıkları
Hazırlıklar
Dumetu’l Cendel Reisi Ukeydir'in Esir Alınması
Medine Halkının Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’ı Karşılayışı
Heyetler, Davetçiler ve Zekat Memurları
Sa'd bin Bekroğulları Reisi Dımam bin Salebe'nin
Gelişi
Himyer Krallarının Elçilerinin Gelişleri, Muaz
bin Cebel ve Ebu Musa el-Eşari’nin Gönderilmeleri
Hemedan Heyeti, Halid ve Ali'nin Gönderilmesi
Müzhacoğullarının İslam’a Girmeleri
Cerir bin Abdullah el-Beceli’nin Gelişi ve Zü'l
Halasa’nın Yıkılması
Esved’in Ortaya Çıkışı ve Öldürülmesi
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın
Hastalığı
Ebu Bekir'in Namaz Kıldırmak Üzere
Görevlendirilmesi
Elinde Bulunan Mallarını Tasadduk Etmesi
Vefatı -sallallahu aleyhi vesellem-
Sahabenin Şaşkınlığı ve Ebu Bekr'in Konumu
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in
Şerefli Cesedinin Defnedilmesi
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in Vasıf
ve Ahlakı
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın
Mübarek Yüzleri
“Andolsun ki, Rasûlullah’ta sizin için,
Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için en
güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 33/21)
(SİYER)
Safiyyurrahmân
Mubârekfûri
Çeviren
Oktay Yılmaz
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla,
Hamd Alemlerin rabbi olan Allah’a mahsusutur.
Salât ve selam alemlerin en efdaline ve
Peygamberlerin sonuncusu üzerine olsun ki, o sadık ve emin Muhammed siyah beyaz
tüm insanlara gönderilmiştir. Ailesine din bayrağını dalgalandıran sahabesine
ve onlara tabi olan yol gösterici imamlara, davetçilere müttakilere ve kıyamete
kadar onların yolunda yürüyenlere de salat ve selam olsun.
Siret ilmi, ilimlerin en şerefli ve faydalı
olanlarındandır. Bu ilim sayesinde müslüman dinini ve Peygamberini tanıma fırsatı
bulur. Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’in aslı ve keremi, vahiy ve
risalet için seçilmesi ve din ve dine davet yükünü taşımasını bu ilim sayesinde
müşahede edebiliriz. Sonra yine bu ilim sayesinde onun hiç durup dinlenmeden
verdiği mücadeleyi, bu yolda karşılaştığı sıkıntı ve eziyetleri, bunun yanısıra
Allah’ın yardım ve teyidine mazhar olmasını, görünmeyen ordularını ve
meleklerin onun yanında çarpışmalarını, bereketleri, olağanüstü olayları ve daha nice meseleleri bu ilim ile öğreniriz.
Eski ve yeni dönemlerde gerek araştırma ve
gerekse yazı ve telif cihetiyle bu konuya büyük bir ihtimam gösterilmiştir.
Çünkü bu, iman samimiyetinden ve ona karşı duyulan sevgi ve bağlılıktan
kaynaklanan bir iştir. Ancak ne varki bu işe girişenlerin genelde yeterli
tahkik yapamadıkları bilakis çoğunlukla eserlerine kendi görüş, düşünce ve eğilimlerini
yansıttıkları görülmektedir. Bu uğurda gayri sahih gayri sabit naslara yer
vermekte, hatta bazen dinin aslı ile çelişen ve makul dairesinden çıkan
ibarelere de yer vermekteler.
İşte tüm bunlardan dolayı bazı kardeşler bana bu
mevzuda bu ilmin ehli tarafından kabul ve tesbit edilmiş hususların yer alacağı
orta hacimli yeni bir siyer kitabı yazmamı önerdiler. Öyle ki bu kitap her
seviyedeki insanlara hitap edebilmeli yanlış ve batıl görüşlerden arındırılmalıydı.
Allahu Teala’dan başarı ve doğruluk dileyerek benden istenen işe başladım. Bu işi
yaparken öncelikle Kur’an-ı Kerim ve muteber tefsirlere, sonra da Sünnet ve
siyer kitaplarına başvurdum. Bu kitaplarda birbirlerini tamamlayan hususlardan
ve ayrıca dahili ve harici şahitlerden istifade ettim. Mümkün mertebe
ibarelerimi rivayetlerden ve ilk müelliflerin metinlerinden almaya çalıştım.
Bunun yaparken kitabın hacmini göz önünde bulundurarak ihtisar ve ihtiyar
yoluna başvurdum. Büyük ölçüde istenilen görevi yapabildiğimi ümit ediyor ve
Allah’a bununla müslümanları faydalandırması ve bu çalışmayı sadece kendi vechi
kerimi için kılmasını niyaz ediyorum.
Salat, selam ve bereket Allah’ın en hayırlı kulu
Muhammed’in üzerine olsun.
Safiyyu’r Rahman el-Mubarekfûri
Hicri 1/1/1414
Muhammed -sallallahu aleyhi vesellem-, Allah’ın
-Celle Celalühü- yarattıklarına bir ikramı olup, Rasullerin en üstünüdür.
Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed
-sallallahu Aleyhi Vesellem-’in soy zinciri şu şekilde rivayet edilmektedir: O,
Adnan’ın oğlu Ma’ad’ın oğlu Nizar’ın oğlu Mudar’ın oğlu İlyas’ın oğlu
Mudrike’nin oğlu Huzeyme’nin oğlu Kinane’nin oğlu Nadir’in oğlu Malik’in oğlu
Fihr’in oğlu Galib’in oğlu Lüey’in oğlu Ka’b’ın oğlu Mürre’nin oğlu Kilab’ın oğlu
Kusay’ın oğlu Abd-i Menaf’ın oğlu Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah’ın oğlu
Muhammed -sallallahu aleyhi vesellem-’dir.
Adnan, İbrahim -aleyhisselâm-’ın oğlu İsmail’in soyundandır. Muhammed -sallallahu
aleyhi vesellem-’in, Adnan’a kadar olan
atalarının yukarıdaki gibi olduğu yolunda tarihçiler arasında ittifak vardır.
Fakat Peygamberimiz ile İsmail -aleyhisselâm- arasındaki tüm isimler ve bunların sayısı hakkında kesin bir rivayet
yoktur.
Rasûlullah’ın Annesinin
soyuna gelince; Kilab’ın oğlu Zühre’nin oğlu Abdimenaf’ın oğlu Vehb’in kızı
Âmine’dir. Kilab, Nebi -sallallahu
aleyhi vesellem-’in beşinci dedesidir.
Babası tarafından Rasûlullah’ın babası ve annesi aynı soydan olup ikisi de
“Kilab”da birleşmektedir. Kilab’ın ismi konusunda ise, “o çok avcılık yaptığı
için Kilab ismiyle bilinmektedir.” denilmiştir.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in
kabilesi, Adnanoğulları’ndan Fihr b. Malik b. Nadr b. Kinane’den gelen ve Arap
kabileleri arasındaki kutsallığı ile asil ve yüceliğiyle şanı yüksek şerefli
büyük bir kabile olarak “Kureyş” diye isimlendirilen, kabiledir.
Bu kabilenin erkekleri kendi zamanlarının en şerefli
ve ahlaki üstünlüğüyle en doğru olanları idiler. Muhakkak ki onlardan Kusay b.
Kilab (Zeyd) isimli biri vardı ki, O’nu başkalarından ayıran vasfı, üstünlüğü,
değerli oluşu, yüksek karaktere sahip bir şahsiyet olmasıydı.
Çünkü, o, Kureyş kabilesinden ilk Mekke
yönetimini ve Kabe hakimsyetini eline geçiren olmuştur. Böylece Kusay b. Kilab,
Kabe sahipliğini, anahtar muhafızlığını ve haciblik de denilen “sidanet”
görevini eline almıştır. kabenin anahtarları onun elinde olduğu için izni
olmadan hiç kimse Kabe’ye giremezdi. O ne zaman isterse o zaman açardı.
Mekke’nin dışında dağınık bir şekilde başka
kabileler arasında yaşayan Kureyş kabilesini Mekke’nin içine o yerleştirmiştir.
Sikaye ve Rifade gibi hayır kuruluşlarını o kurmuştur. Mekke’nin idaresi,
kontrolü ve yönetimine ait bütün yetkiler Kusay b. Kilab’ın elinde olduğu için
ona ait yetkiler oldukça genişti:
Es-Sikaye: Hacılara su dağıtmak
demektir. Hacılara su vermek için havuzlar yapılır içine sular konur ve bu
suları tatlandırmak için suların içine hurma, üzüm veya bal gibi yiyecekler katılırdı.
Buna tatlı su ismi verilerek hacılara dağıtılırdı. Kusay b. Kilab, bunu
insanlara hacıların içmeleri için tekrar tekrar yapmalarını teşvik ederdi.
Er-Rifade: Kureyş’in her yıl Mekke
halkından topladığı paralarla Allah’ın misafirleri kabul ettikleri hacılara,
hac mevsiminde ikram ettikleri yemeklerdir.
Kusay b. Kilab’ın kabilesi Mekke’nin kuzeyinde
bir ev yaptı. Bu ev o dönemde Daru’n-Nedve diye isimlendiriliyordu. Burası,
Kureyş’in şurası (meclisi) görevini görüyordu. Kureyş’in devlet yönetimi ve
sorunlarıyla ilgili meseleler hususunda toplanıp istişare yaparak karar
verdikleri yerdi. Emirler ve kararlar burada alınır, nikahlar burada kıyılır,
aynı zamanda savaş kararları da burada alınırdı. Bütün yetkiler Kusay b.
Kilab’a ait idi. Çünkü o, kavmine sözü geçen, akıllı, cömert ve herkes tarafından
sevilip sayılan bir şahsiyetti.
Rasûlullah -Sallallahü Aleyhi Vesellem-’in
ailesi; Haşimi ailesi olarak bilinirdi. Soyu ise ikinci kuşaktan dedesi Haşim’dir.
Haşim, Kusay’ın varisidir. Es-Sikaye ve Rifade görevleri O’na tevdi edilmiştir.
Ondan sonra ise kardeşi Muttalib, varis olmuş, İslam’ın gelişine kadar Haşim’in
çocukları varisçi olagelmişlerdir.
Haşim kendi zamanın en büyüğü ve çok cömert olanıydı.
Mekke halkına buğdaydan yaptırdığı ekmekleri et suyuyla tirit yaptırıp dağıtırdı.
Bunun için “Haşim” lakabını almıştır. Asıl ismi, Amr idi.
Kışın Yemen’e, yazın da Şam’a seferleri o tertip
etmiş ve bunu adet haline getirmiştir.
Haşim Şam’a ticaret için çıktığında yolda
Medine’ye uğradı. Orada Neccar b. Adi kabilesinden Amr b. Zeyd’e misafir oldu.
Bu arada Amr’ın kızı Selma’yı görüp onunla evlendi. Belirli bir zaman kaldıktan
sonra Selma’yı hamile bir şekilde orada bırakarak Şam’a gitmek üzere yola çıktı.
Seferi sırasında uğradığı Filistin’in Gazze bölgesinde vefat etti. Sonra Selma,
Medine’de bir oğlan çocuğu dünyaya getirdi. İsmini Şeybe olarak koydular.
Medine halkı arasında yedi sekiz yaşına geldiği
halde Mekke halkı onu hiç tanımıyordu. Amcası Muttalip bu durumu bildiği için,
onu yabancı bir ilde bırakmanın doğru olmayacağını düşünerek, Mekke’ye getirdi.
Muttalib’i görenler “arkandaki kim?” diye sordular. O da göz değmesin diye
“kölemdir” yanıtı verdi. Bundan sonra insanlar, Şeybe’ye Muttalib’in kölesi
anlamına gelen “Abdulmuttalib” demeye başladılar.
Abdulmuttalib, şehirdeki insanların en yakışıklısı
ve en cüsseli olanı idi. Zamanında hiç kimse onun makam ve şerefine ulaşamadı.
Çünkü o Kureyşliler arasında yüksek bir itibara sahipti. Mekke’nin düzenini sağlayan
ve Kureyş’in efendisi olan temiz bir şahsiyetti.
Mekke ehlinin gitmesiyle yeri ve izi kaybolan
Zemzem kuyusunu rüyasında asıl yerini görüp, kazdırmayı emretti. Böylece Zemzem
kuyusunu yeniden açmakla şereflendi.
Zamanında fil hadisesinin vuku bulması: Ebrehe
el-Eşrem; Habeş hükümdarının Yemen valisi idi. Habeşliler’den atmış bin asker
ile onlarca fil de alarak Kabe’yi yıkmak için yola çıktı. Mina ve Müzdelife
arasındaki Muhsır vadisine varınca, Mekke’ye hücum etti. Allahu Teala,
Ebrehe’nin askerleri üzerine “Ebabil Kuşları”nı gönderdi. Kuşlar, askerlerin
üzerine çamurdan sertleşmiş taşlar atarak bozguna uğrattılar. Allah, Kabe’yi yıkmaya
gelen orduyu yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı. Olay, Nebi -sallallahu aleyhi
vesellem-’in doğumundan yaklaşık iki ay önce olmuştur.
Peygamber Efendimizin babası Abdullah’a gelince;
Abdullah, Abdulmuttalib’in oğulları arasında en güzeli, en iffetlisi ve babası
nezdinde en sevileni idi. Aslında Abdullah bir kurbanlıktı. Şöyle ki:
Abdulmuttalib, zemzem kuyusunu kazıp suyu ortaya
çıkarınca, kendisi ile Kureyşliler arasında bazı tartışmalar oldu. Bunun
üzerine Abdulmuttalib, eğer on oğlu olup onları güzelce yetiştirmeye muvaffak
olursa içlerinden birini kurban olarak kesmek üzere Allah’a nezirde bulundu.
Dileği gerçekleşip birçok evladı olunca, nezrini yerine getirmek üzere oğulları
arasından kura çekti. Kur’a her defasında Abdullah’a çıktı. Bunun üzerine babası
onu boğazlamak için Kabe’ye götürdü. Ancak başta kardeşleri ve akrabaları olmak
üzere Kureyşliler onun bu istediğine engel oldular. Bunun üzerine
Abdulmuttalib, Abdullah yerine nezrinin ifası için yüz deve kurban etmiştir.
Dolayısıyla Peygamber efendimiz hem iki kurban edilen -İsmail ve Abdullah- ve
hem de iki fidye verilenin oğludur. İsmail -aleyhisselâm-’ın yerine bir koç,
Abdullah’ın yerine ise 100 deve feda edilmiştir.
Abdulmuttalib oğlu Abdullah, eş olarak Veheb’in
kızı Amine’yi seçmiştir. Amine, Kureyş kızlarının en asil ve soylu olanı idi.
Babası Veheb ise, Zehraoğulları’nın soylusu ve başkanları idi. Abdullah, Amine
ile evlendi ve Amine Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e hamile kaldı.
Bir süre sonra Abdulmuttalib, oğlu Abdullah’ı ticaret için Şam’a gönderdi.
Abdullah, Şam dönüşü Medine’de vefat etti. Darü’n Nabiyatu’z Zehra denilen
yerde defnedildi. Bu olay, Peygamber efendimizin doğumundan önce olmuştur.
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-, Mekke’de
Haşimoğulları Mahallesinde, Rebiulevvel ayının 9 veya 12. gününde Pazartesi
sabahı “Fil yılında” dünyaya gelmiştir. Doğumun Rebiulevvel ayının 9’unda olması
gerçeğe daha uygun, 12’si ise daha meşhurdur. Bu miladi 22 Nisan 571 yılına
tekabül etmektedir.
O’nu -sallallahu aleyhi vesellem- Abdurrahman b.
Avf’ın -radıyallahu anh- annesi Amr’ın kızı Şifa doğurtmuştur. Annesinden bir
nur topu olarak doğdu. Şam sarayları onun bu nuru ile aydınlanmıştır. Doğum
müjdesi dedesi Abdulmuttalib’e ulaşınca çok sevindi. Koşarak gelip onu ciğerine
bastı. Kabe’ye götürüp orada Allah’a şükür ve duada bulundu. Medh edilmesi,
övülmesi ümidiyle ona övülen anlamına gelen “Muhammed” ismini koydu. Onun için
infakta bulundu. Doğumunun 7. günü sünnet ederek, Araplarda adet olduğu gibi
büyük bir ziyafet vererek, torunun şerefine insanları doyurdu.
Muhammed -sallallahu aleyhi
vesellem-’in bakımını ve dadılığını babası
Abdullah’ın hizmetçisi olan Ümmü Eymen üstlenmişti. Ümmü Eymen, müslüman
oluncaya kadar yaşadı, hicret etti ve Peygamber efendimizden 5 veya 6 ay sonra
vefat etti.
Annesi Âmine’den sonra onu ilk emziren Ebu
Leheb’in kölesi Süveybe’dir. Süveybe kendi oğlu Mesruh’la beraber Peygamber
efendimizi de emzirdi. Daha önce de Hamda -radıyallahu anh- ve Ebu Seleme b.
Abdulesed el-Mahzumi’yi emzirmişti. Dolayısıyla onların her ikisi de onun
-sallallahu aleyhi vesellem- süt kardeşleridir.
Ebu Leheb, kölesi Süveybe’yi Peygamberimizin doğum
müjdesi olarak, sevincinden azad edip, hürriyetine kavuşturmuştu. Ancak Ebu
Leheb daha sonra İslam davasının başlamasıyla beraber Peygamberimizin en şiddetli
düşmanı olmuştur.
Araplar, yeni doğan çocuklarını emzirilmek üzere
kırsal bölgelere (badiye) göndermeyi gelenek haline getirmişlerdi. Böylece
çocuklarının çöl ikliminde yetişerek, daha sağlıklı ve güçlü olmalarını aynı
zamanda da katıksız arapça nutkunu edinmelerini sağlamayı amaçlıyorlardı.
Allah -Celle Celelühü-, Mekke’ye, Beni Sa’d bin
Bekr bin Hevazan kabilesinden bir takım süt emzirici kadınların gelmesini
takdir etti. Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-, bu kadınlara, süt
emrizilmek üzere takdim edildi, ancak onlar, bir yetim almak istemediklerini
beyan ederek O’nu almadılar. İçlerinden birisi olan Ebu Züveyb’in kızı Halime
onu aldı. Böylece diğerlerinin bilmeden geri teptiği kısmet ona nasip oldu.
Halime’nin babası Ebu Züveyb’in adı Abdullah bin
el-Haris’tir. Kocasının adı ise; el-Haris bin Abduluzza’dır. Her ikisi de, Sa’d
bin Bekr bin Hevazan kabilesinendirler. Haris’in çocukları ve aynı zamanda
Peygamberin süt kardeşleri şunlardı: Abdullah, Enise ve Cüdame. Cüdame, Şeyma
olarak bilinir. Şeyma olan lakabı isminden daha çok bilinmektedir. Şeyma o
dönemde Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in bakımına ve korunmasına
hizmet etmiştir.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, aralarında
bulunduğu sürece, bu eve birçok yönden bereketler akmıştır. O’nun -sallallahu
Aleyhi Vesellem,- bu eve gelişiyle hasıl olan bereketlerden bazıları şunlardır:
Halime’nin Mekke’ye geldiği o günler kıtlık ve
yoksulluğun kol gezdiği günlerdi. Halime’nin yolculuğu boyunca bindiği merkebi,
zayıflık ve bitkinlikten yürüyemeyecek durumdaydı. Devesi ise neredeyse hiç süt
vermiyordu. Beraberlerinde bulunan küçük çocukları açlıktan sürekli ağlıyor,
geceleri kendileri uyumadığı gibi anne-babasını da uyutmuyordu.
Halime, Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem-’i kendi yurduna götürmek üzere aldı.
Ne zaman ki O’nu kucağına alıp emzirmek istedi, göğsünün süt ile dolduğunu
gördü. Muhammed -sallallahu aleyhi vesellem-, ondan doya doya içtiği gibi, Halime’nin kendi yavrusu da doyuncaya
kadar içti. Süt ile doyan her iki çocuk da daha sonra rahat bir uykuya daldılar.
Aynı şekilde Halime’nin kocası da develerini sağmak
üzere gittiğinde, devenin memelerinin süt ile dolu olduğunu gördü. Ondan bol
bol süt sağıp kendilerini de doyurdular. Artık susuzluk ve açlık çekmiyorlar,
geceleri rahat uyuyorlardı.
Sa’d oğulları badiyesine gitmek üzere yola çıktıklarında
Halime yine o zayıf ve bitkin merkebine binip kucağına da Rasûlullah’ı aldı.
Bir de ne görsün, o zayıf ve bitkin hayvan son derece hızlı bir merkebe dönüşmüştü.
Kafilede ona ulaşabilecek bir merkeb yoktu.
Kafile, yurduna -Beni Sa’d yurdu- ulaştı. Burası,
Allah’ın en kurak yerlerinden biriydi. Fakat Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in gelişiyle beraber, Halime’nin koyunları akşamları doymuş ve
memeleri süt ile dolmuş halde gelmeye başladılar. Badiye halkı açlık çekerken,
“süt evi” bolluk ve bereket içinde yüzmeye başladı. Koyunları bol bol süt
veriyor, onlar da sağıp içiyorlardı.
Halime, iki yıl sonra O’nu -sallallahu aleyhi
vesellem- sütten kesti. Artık büyümüş ve güçlenmişti.
Halime, her 6 ayda bir O’nu -sallallahu aleyhi
vesellem- görmeleri için annesi ve ailesinin yanına, Mekke’ye getirirdi. İki
sene dolup Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- sütten kesildikten sonra da
yine O’nu annesi Amine’nin yanına getirdi. Peygamber ile gelen bereketten son
derece mutlu olan Halime, O’nun bir süre daha yanında, çölde kalmasını
istiyordu. Ayrıca o sıralarda veba hastalığı Mekke’de kol gezmekte idi. bundan
da korkmaktaydı. Durumu Amine’ye bildirdi ve oğlunun bir süre daha kendisiyle
kalmasını rica etti. Amine de onun bu teklifini kabul etti. Bunun üzerine
Halime, Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’i alarak mutlu ve sevinçli bir şekilde
yurduna döndü. Nebi -sallallahu aleyhi vesellem-, 2 yıl daha süt annesi Halime
ile beraber kaldı. Ancak daha sonra yaşanan garip bir olay, Halime ve kocasının
korkup, onu annesine geri vermelerine neden oldu.
Bu son derece garip olan olay, Peygamber
-sallallahu aleyhi vesellem-’in göğsünün yarılması (şakkı sadr) olayıdır.
Enes bin Malik -Radıyallahu anh.- şöyle anlatıyor:
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, iki arkadaşıyla oynarken Cibril geldi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’i alıp yere yatırdı. Sonra göğsünü
yararak kalbini çıkardı. Kalbinden de bir parça pıhtı aldı ve şöyle dedi: “Bu
sendeki şeytanın kısmetidir.” sonra o kalbi altın bir tasta bulunan zemzem suyu
ile yıkayarak yerine koydu. Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- ile beraber
bulunan o iki çocuk koşarak durumu süt annelerine haber verdiler ve “Muhammed
öldürüldü” diye feryat ettiler. Hep beraber koşup geldiklerinde O’nun
-sallallahu aleyhi vesellem- renginin değiştiğini gördüler.
Enes şöyle dedi: “Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem-’in göğsündeki o dikiş izini gördüm.”
Bu olaydan hemen sonra Peygamber efendimiz
-sallallahu aleyhi vesellem-, Mekke’ye annesi Amine’nin yanına getirildi.
Annesiyle beraber iki yıl kaldılar. Daha sonra annesi onun Medine’ye kendi
akrabalarının, Adiyyoğulları olan dayılarına ve babasının kabrine götürmek
üzere Medine’ye götürdü. Beraberlerinde Abdulmuttalip ve hizmetçileri Ümmü
Eymen de vardı. Medine’de bir ay kadar kaldılar. Dönüşte Amine yolda hastalandı,
Medine ile Mekke arasındaki Ebva bölgesinde vefat etti ve oraya defnedildi.
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’in dedesi
Abdulmuttalip, bu yeni musibetten son derece büyük elem ve ızdırap duydu. Ciğerparesini
Mekke’ye getirip, yanına aldı. O’na son derece şefkatli, merhametli ve ince
davranıyordu. O’nu çok seviyor ve diğer tüm evlatlarının önüne getiriyordu.
Elinden geldiği kadar ikramda bulunuyor ve hatta yalnız kendisinin oturabildiği
özel yatağına sadece onu -sallallahu aleyhi vesellem- oturtuyordu. Muhammed’ini
yanından hiç ayırmıyor, başını okşuyor gönlünü hoşnut ediyordu. Onun gelecekte şan
ve şeref sahibi olacağına inanıyordu. Ancak Abdulmuttalib, 2 yıl sonra vefat etti. O sırada Peygamber
-sallallahu aleyhi vesellem- henüz 8 yaşından 2 ay 10 gün almıştı.
Dedesi Abdulmuttalib’in vefatından sonra, Onu
babasının öz kardeşi Ebu Talib yanına aldı. Ebu Talib, ona son derece
merhametli ve şefkatli davrandı. Sevgi ile muamele etti. Fakir bir zat olmasına
rağmen, Rasûlullah’ın gelmesiyle onun evine de bereket girdi. Bir kişilik yemek
ile tüm aile doyuyordu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, bir kanaat ve
sabır timsali idi. Allah’ın takdir ettiği ile iktifa etmesini biliyordu.
Ebu Talib, Kureyşli bir kafile ile beraber
ticaret için Şam’a gitmek istedi. O sırada Rasûlullah 12 yaşlarında idi. Amcasının
sefere çıkmasına üzüldü ve ona sarıldı. Bunun üzerine Ebu Talib, duygulanıp onu
da yanına aldı. Kafile ne zaman ki Şam bölgesinde bulunan Busra kasabasında
konakladı, o kasabada ikamet eden Hristiyan rahiplerinin büyüklerinden Rahip
Bahira, kafilenin yanına kadar gelip, Rasûlullah’ın elinden tutup şöyle dedi:
“İşte bu Alemlerin efendisidir. Bu alemlerin
Rabbinin elçisidir. Bunu Cenabı Hak, alemlere rahmet olarak gönderecektir.”
Orada bulunanlar “bunu nereden biliyorsun?”
dediklerinde Rahip Bahira şöyle cevap verdi:
“Siz ne zaman ki buraya geldiniz, tüm taşlar ve
ağaçlar secdeye kapandı. Oysa bunlar bir Peygamberden başkasına secde etmezler.
Muhakkak ki ben onu iki kürek kemiği arasında bulunan ve tıpkı bir elmaya
benzeyen nübüvvet mühründen tanırım. Biz bunu kitabımızda böyle buluyoruz.”
Sonra onları çağırarak ziyafet verip, ikramda
bulundu. Ebu Talib’den onu Şam’a götürmemesini rica etti. Zira orada bulunan
Yahudi ve Romalılar, onun müjdelenen Peygamber olduğunu anlayıp zarar
verebilirlerdi. Ebu Talib söyleneni yaptı ve onu Mekke’ye geri getirdi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, yirmi
yaşlarında iken, Kureyş ve Kinane ittifakı ile Kays ve Aylan kabilelerinin oluşturduğu
ittifak arasında, Ukaz pazarında bir savaş çıktı. savaş şiddetlendi ve her iki
taraftan da birçok kimse öldürüldü. Sonra ölülerini sayıp, diyet almak üzere bir
ateşkes yaptılar. Daha sonra da barış sağlandı ve aradaki düşmanlık ve şerre
son verildi. Rasûlullah bu savaşa katılmış ve amcalarına ok hazırlamakta yardımcı
olmuştur. Bu savaşa Ficar denilmesinin nedeni, savaşta Mekke’nin ve haram ayların
hurmetinin intihak edilmesi, çiğnenmesi nedeniyledir.
Ficar harbinin ilk üç yılı tartışma ve hafif
çarpışmalar ile geçmiş, dördüncüsünde ise savaş şiddetlenmiştir.
Bu savaşın akabinde Kureyş kabilesinden beş aile
arasında Fudul Andlaşması (Faziletler Anlaşması) yapılmıştır. Bu aileler şunlardı:
Haşimoğulları, Muttaliboğulları, Esedoğulları, Zühreoğulları ve Teymoğulları.
Bu andlaşmanın yapılmasının sebebi ise şu idi:
Zebid kabilesinden bir tacir Mekke’ye mal satmak
için gelmişti. As bin Vail es-Sehmi, onun malını almış ancak ücretini ödemeyi
reddetmişti. Adam Abduddaroğulları, Mahzumoğulları, Cehmoğulları, Fehmoğulları
ve Adiyyoğulları’nı yardıma çağırmış, ancak yardım etmemişlerdi. Bunun üzerine
o tacir Ebu Kays dağına çıkarak, uğradığı zulmü beytler halinde söylemiş ve
hakkını almak için insanları kendisine yardıma çağırmıştı. Bu nidayı duyan
Zübeyr bin Abdulmuttalib yukarıda ismi geçen ailelerle beraber Teymoğullarının
reisi Abdullah bin Cedan’ın evinde toplandılar ve üç karar üzerine andlaşma
yaptılar. Mekke içinde, kim zulme uğrarsa, mazlumun hakkını alıncaya kadar
zalimlere hep birlikte karşı konulacaktı. Bu andlaşmadan sonra kalkıp As bin
Vail’e gidip, Zebidi’nin hakkını ondan zorla aldılar ve sahibine geri iade
ettiler.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- de bu
andlaşmaya amcaları ile beraber katılmıştı. Allah onu risalet ile şereflendirdikten
sonra da şöyle buyurmuştur:
“Abdullah
bin Ced’an’ın evinde öyle bir sözleşme toplantısına şahid oldum ki, bu olay,
deve yünlerine sahip olmaktan daha çok beni sevindirmiştir. İslam döneminde
bile davet edilecek olsam yine kabul ederim.”
Bilindiği gibi Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- efendimiz yetim olarak doğdu, sonra dedesi ve amcasının himayesine
girdi. Babasından kendisine zenginleştirecek bir mal kalmadı. Çalışabileceği
duruma geldiği zaman, Sa’doğulları arasındayken diğer süt kardeşleriyle beraber
koyun güttü. Mekke’ye döndükten sonra da bu işini sürdürdü ve birkaç kuruş (kıyrat)
karşılığı Mekke halkının koyunlarını gütmeye başladı. Günümüz parası ile yaklaşık
10 riyal kadar ücret almaktaydı.
Koyun gütmek yani çobanlık Peygamberlerin
hayatlarının başlangıcında yapageldikleri bir iş, bir sünnet olmuştur. Allah
-Celle Celelühü-, kendisine nübüvvet nasip ettikten sonra da Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur:
“Hiçbir
Peygamber yoktur ki, çobanlık yapmamış olsun.”
Gençlik çağında da ticaretle iştigal etmiştir.
Saib bin Ebi Saib ile ortaklık yapmış ve ortağını gayet memnun etmiştir.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-,
muamelelerinde titizliğiyle bilinirdi. Güvenilir, doğru ve iffetli birisi
olarak tanınmıştır. Hayatın tüm alanlarında da böyleydi. O’na “güvenilir”
(el-Emin) lakabını vermeleri de bu nedenledir.
Huveylid’in kızı Hatice -radıyallahu anh-, Kureyş’in
en soylu ve zengin kadınlarından birisiydi. Malını tüccarlara verir ve belli
bir ücret ile ticaretini onlara yaptırırdı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in doğruluğunu işitince, O’na kendisi için ticaret yapmasını teklif
etti. Başkasına vereceğinden daha iyi bir ücret ile onu Şam’a gönderdi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-,
Hatice’nin hizmetiçisi Meysere ile beraber Şam’a gitti. En güzel şekilde alış-verişini
yapıp büyük kazançlar elde etti. Allah, onun bu ticaretine büyük bir bereket
verdi. Daha sonra Mekke’ye dönerek emaneti sahibine iade etti.
Hatice, onun kalplere işleyen emanet ve
bereketini bizzat görüp, Meysere’den de seferdeki güzel hal ve hareketini ve
hatta bazı harikuladeliklerini işitince -iki meleğin onu sıcaktan koruyup
gölgelemesi gibi- kalbinin ona meylettiğini hissetmiştir. Bir arkadaşını ona
göndererek, kendisiyle evlenmek istediğini bildirmiş, Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- de bu teklifi kabul etmiştir. Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem-, konuyu amcalarına açmış, onlar da Hatice’yi, Muhammed -sallallahu
aleyhi vesellem-’e istemişlerdir. Nikah, Haşimoğulları ve Kureyş’in ileri
gelenlerinin katıldığı bir tören ile kıyılmıştır. Hatice’nin mihri 10 genç
deve, bir rivayete göre de 6 genç deve idi. Nikah hutbesini amcası Ebu Talib
okudu. Allah’a hamd edip, sonra Rasûlullah’ın neseb ve faziletinden bahsedip,
mihir miktarını açıkladı.
Bu evlilik hadisesi, Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in Şam’dan dönmesinden iki ay sonra gerçekleştimiştir. O sırada
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-, 25, meşhur olan görüşe göre Hatice ise
40 yaşlarındadır. Hatice -radıyallahu anh-’nın 28 yaşında olduğunu söyleyenler
de vardır. Kendisi dul bir kadın idi. Önce Atik bin Aiz el-Mahzumi ile evlenmiş
o öldükten sonra da Ebu Hale el-Teymi ile evlenmiş ve bir çocuğu olduktan sonra
o da vefat etmiştir. Kureyş’in birçok ileri gelenleri kendisine evlilik
teklifinde bulunmuş ancak o tüm bunları reddetmiştir. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- ile evlenip son derece mutlu bir evlilik hayatı yaşamıştır.
O, Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’in ilk
hanımıdır. O vefat edinceye kadar da Nebi -sallallahu aleyhi vesellem-,
kimseyle evlenmedi. Kıbti Mariye’den olan İbrahim dışında, Rasûlullah’ın tüm
çocukları ondandı.
Kasım, Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fatıma ve
Abdullah’dır. Kasım ve Abdullah daha küçükken vefat ettiler. Kızlarının tamamı
ise O’nun -sallallahu aleyhi vesellem- Peygamberliğine şahid oldular. Müslüman
olup hicret ettiler. Sonra Fatıma dışında hepsi Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem-’den önce vefat ettiler. Fatıma ise O’ndan sonra 6 ay yaşadı.
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-, 35 yaşlarında
iken, daha önce yangın nedeniyle tahribat gören Kabe’nin duvarları şiddetli yağmur
ve sel yüzünden yıkıntıya maruz kaldı. Bunun üzerine Kureyş kabilesi, Kabe’yi
yeniden bina etmeye karar verdi. Kabe’yi bina ederken masrafların tamamı helal
ve temiz kazançlardan sağlanmasına, fuhuş, faiz ve gaip yollarla elde edilen
habis kazançların buraya sokulmamasına karar verdiler. Ancak yapmak üzere
kabe’yi tamamen yıkmaktan çekiniyorlardı. Velid bin Muğire’nin “Allah ıslah
edenleri helak etmez” görüşü üzerine Hz. İbrahim’in temellerine ininceye kadar
Kabe’nin duvarlarını tamamen yıktılar.
Sonra, her bir kabileye bir bölüm tahsis ederek,
inşaata başladılar. Arapların soyluları dahi boyunlarında taş taşıyorlardı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ve Amcası Abbas da bizzat çalışanlar
arasındaydılar. İnşaatın mimarlığını Yunanlı tacir ve mimar Bakum üstlenmiştir.
Helal paralar ile oluşturdukları bütçe yeterli gelmemiş bunun üzerine asıl
binanın zemininden bir kısmı terkolunmuş yani binanın temelleri eskilerin
üzerine kurulmuştur. Kuzey yönüne doğru 6 ziraa çıkarmışlar ve buranın üzerine
kısa bir duvar bina ederek bunun Kabe’ye ait olduğunun bilinmesini sağlamışlardır.
İşte bu kısım el-Hacer ve’l Hatim olarak bilinen kısımdır.
Sıra Haceru’l Esved’in yerine konulmasına
gelince, her bir kabile reisi, kendisinin bu şerefe nail olmasını istemiş ve
böylece kabileler arasında tartışma ve adavet başgöstermiştir. Bu tartışmalar
4-5 gün kadar sürmüş ve neredeyse Harem’in içinde kanlı bir çatışma başlamak
üzereyken, Kureyş’in en yaşlı adamı olan Ebu Ümeyye bin Muğire el-Mahzumi’nin
“Mescid’in kapısından ilk giren kişi hakem tayin edilecek ve onun verdiği hükme
göre hareket edilecektir” görüşü üzerinde ittifak ettiler ve ilk girecek kişiyi
beklemeye başladılar.
Allah’ın takdirindendir ki, bu karardan sonra
Mescid’e ilk giren Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- olmuştur. Kureyşiler
O’nu görünce son derece sevindiler “işte güvenilir Muhammed, biz ona razıyız”
diyerek O’na durumu bildirdiler. Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-, bir
yaygı açarak onu yere serip, Haceru’l Esved’i kendi elleriyle onun üstüne
koydu. Sonra her bir kabile reisine yaygının bir tarafından tutmalarını
söyledi. Haceru’l Esved bu şekilde konulacağı yere getirilince, Peygamber -sallallahu
aleyhi vesellem- yine kendi mübarek elleriyle onu aldı ve yerine yerleştirdi.
Onun -sallallahu aleyhi vesellem- meseleyi böylesine dirayetli bir şekilde
halletmesi herkesi memnun etti.
Haceru’l Esved, tavaf edilen yerden 1, 5 metre,
kapı ise herkesin girmemesi için 2 metre yüksektedir. Duvarlar ise 18 zira
kadar yükseltilmiştir. Daha önce bu yükseliğin yarısı kadardı. Kabe’nin içine
iki sıra halinde altı direk diktiler ve sonra da 15 zira yüksekliğinde çatı
yaptılar. Kabe daha önce direksiz ve çatısız idi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, çocukluğundan
itibaren selim akıl sahibi, güçlü ve nezih olarak yetişti, gelişti ve olgunlaştı.
O, kendinde en güzel en asil sıfatları cem etmişti. Hikmet, doğru düşünce ve sağlam
görüş bakımından yüksek bir tarz olduğu gibi, güzel ahlak ve güzel hasletler
bakımından da emsalsiz idi. Doğruluk, emanet, mürüvvet, cesaret, adalet,
hikmet, iffet, zühd, kânaat, hilm, sabır, şükür, haya, vefa, tevazu ve nasihat
edici gibi sıfatlarla temayüz etmiştir.
İyilik etme ve ihsanda bulunma konusunda amcası
Ebu Talib’in dediği gibi bir “zirve” idi.
Akrabalarını ziyaret eder, sılayı rahim yapardı.
İnsanlara yüklerini taşımada yardımcı olur, geçim sıkıntısı çekenlere yardımda
bulunurdu. Misafirlerine hürmet ve ikramda bulunur, felakete uğrayanların yardımına
koşardı.
Allah, O’nu -sallallahu aleyhi vesellem- koruması
ve gözetmesi ile kuşatmış, kavminin içine düştüğü hurafeler ve kötülükleri O’na
-sallallahu aleyhi vesellem- çirkin göstermiştir. Hiçbir zaman putlara tapmamış,
putlara saygı duyulan bayramlara ve şirk kutlamalarına, törenlerine katılmamıştır.
Putlar adına kesilen veya Allah’dan başka birşey adına kesilen hiçbir şeyden
yememiştir. Lat ve Uzza’ya yapılan yeminlere ve onlara yapılan ibadetlere asla
tahammül göstermezdi.
Asla içki içmez ve gece eğlencelerine yaklaşmazdı.
Mekke gençlerinin şiddetle rağbet ettikleri oyun-eğlence meclisine katılmaz ve
böylesi yerlerden sürekli olarak kendisini uzak tutardı.
Daha önce geçtiği gibi Peygamber -sallallahu
aleyhi vesellem- ile kavmi arasındaki fikri ve ameli ayrılık gittikçe genişliyor
ve derinleşiyordu. Kavminin içinde bulunduğu fesat ve kötülük onu daha çok
üzmekte ve korkutmaktaydı. Yalnızlığı tercih ediyor, bununla beraber kavmini
helaktan kurtarabilmenin yolu üzerinde de düşünüyordu.
Yaşı ilerledikçe yalnızlığı daha çok tercih
etmeye, kavminin akibeti hakkında duyduğu endişe daha çok artmaya başladı. Hira
mağarasına inzivaya çekilip İbrahim -aleyhisselâm- dininden bildiği kadarıyla
Allah’a ibadet ediyordu. Yılda bir kere Ramazan ayı boyunca burada inzivaya
çekilir, bu ayın sonunda da Sabah vakti Mekke’ye yönelir, Kabe’yi tavaf edip
evine giderdi. 3 yıl boyunca bu böyle devam etti. Her ne zaman ki kırk yaşına
girdi - Bu olgunluk ve genelde Peygamberlerin bi’set yaşıdır- artık nübüvvet işaretleri
ve saadet müjdeleri kendisine görülmeye, zuhur etmeye başladı. Salih rüyalar
görür ve o rüyalar aynen gerçekleşirdi. Artık gaipten bir takım nidalar işitmeye
başlamıştı. Şöyle buyurmuştur: “Peygamber
olarak gönderilmeden önce Mekke’de bana selam veren taş bilirim.”
41. yılın Ramazan ayında Hira mağarasına itikafa
çekilip Allah’ın zikri ve ibadeti ile iştigal ettiği sırada Cibril
-aleyhisselâm-, kendisine nübüvvet ve vahiy ile gelmiştir. Bu olayın tafsilatını
Hz. Aişe’den dinleyelim:
“Başlangıçta, Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem-, isabetli rüyalar görürdü. O hiç bir rüya görmezdi ki sabahın aydınlanması
gibi ortaya çıkmış olmasın. Sonraları Allah, ona yalnız kalmayı sevdirmiştir.
Hira mağarasında inzivaya çekilir orada birkaç gün üst üste kalarak ibadet
ederdi. Bu süre için azığını da birlikte götürürdü. Yiyecek ve içeceği bitince
Hatice’ye döner yeniden tedbirini alırdı. Derken o, Hira’da bulunduğu bir sırada,
kendisine hakikat indi. Melek gelip ona:
“Oku!” dedi. O da
“Ben okur
değilim”
diye cevap verdi.
Hz. Peygamber anlatıyor:
“Melek
beni kuşatıp öyle sıktı ki bunaldım. Sonra beni salıverdi ve yine: Oku! dedi.
Ben (tekrar); okur değilim, diye cevap verdim. Beni ikinci defa kucaklayıp öyle
sıktı ki bunaldım. Tekrar bıraktı ve dedi ki:
- Yaratan
Rabinin adıyla oku. Bir kan pıhtısından yaratan Rabbinin adıyla oku. Oku!
Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalem ile öğretti. İnsana bilmediği şeyleri
öğretti (Alak,
96/1-5)
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, bu olayın
etkisiyle heyecan içinde eve döndü. Hatice binti Huveylid’in yanına girer
girmez:
- Beni
örtün, beni örtün,
dedi. Onun bu heyecan ve korkusu geçinceye kadar üstünü örttüler.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, sonra
başından geçen olayı Hatice’ye anlattı ve şöyle dedi:
- “Başıma
bir şey gelecek diye korktum.”
Hatice, şöyle dedi:
- Hayır Allah’a yemin ederim ki Allah -Celle Celalühü-,
seni asla rezil etmez. Çünkü sen akrabalarınla ilgilenirsin. Başkalarının ağırlığını
yüklenirsin, yoksulun elinden tutar, misafir ağırlar ve haklıyı savunursun.
Sonra Hz. Hatice, Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’i yanına alarak
Varaka bin Nevfel’e gittiler. Bu zat Hatice’nin amcası oğluydu. Cahiliye
devrinde Hristiyan olmuştu. ibranice yazardı. İncil’den Allah’ın dilediği kadar
İbranice yazabilirdi. Çok yaşlıydı. Son yıllarında gözlerini de kaybetmişti.
Hatice, ona:
- Amcaoğlu yeğenini biraz dinler misin? dedi. O
da Hz. Peygamber’e
- Yiğenim (anlat bakalım) neler görüyorsun? diye
sordu.
Hz. Peygamber gördüklerini ona anlattı. Bunun
üzerine Varaka:
- İşte bu Allah tarafından Musa -aleyhisselâm-’a
indirilen Namus’un ta kendisidir. Keşke bu dava uğrunda verilecek mücadele sırasında
genç olsaydım. Keşke, milletin seni çıkmaya mecbur ettiği günlerde ben sağ
olsaydım.
Bu söz üzerine Hz. Peygamber, ona:
- Demek
beni bu memleketten çıkaracaklar öyle mi? diye sorunca, Varaka:
- Evet senin getirdiğin bu mesajı kim getirmişse
mutlaka, düşmanlık kazanmıştır. Onun için senin mücadele günlerinde sağ kalacak
olursam sana çok yardım ederim, dedi. Varaka aradan çok geçmeden öldü ve vahiy
de bir süre kesintiye uğradı.”
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’e
nübüvvetin verilmesi ve ilk vahyin inmesi bu şekilde olmuştur. Bu olay,
Ramazan’da, Kadir gecesi meydana gelmiştir. Allah şöyle buyuruyor: “İçinde Kur’an’ın indirildiği Ramazan ayı...”
ve
“Biz onu
(Kur’an’ı) Kadir gecesinde indirdik.”
Bize ulaşan birçok sahih hadisten, bu olayın
Pazartesi gecesi sabaha karşı, tanyeri ağarmadan gerçekleştiği
bildirilmektedir.
Kadir gecesi, Ramazan’ın son on gününün tek sayılı
gecelerinde aranmaktadır. İlmi olarak sabittir ki, vahiy ilk kez Ramazan’ın 21.
gecesinde pazartesi günü doğumunun 41. yılında gelmiştir. Peygamber -sallallahu
aleyhi vesellem-, o sırada 40 yaşından 6 ay 12 gün almış idi. (Kameri takvime
göre) Miladi olarak 10 ağustos 610 yılına tekabül etmektedir. O halde miladi
takvime göre Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- o sırada 39 yaşından 3 ay
23 gün almış bulunuyordu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in bi’seti şemsi
40. yılın başlangıcında gerçekleşmiştir.
Vahiy ilk kez yukarıda geçtiği şekilde geldikten
sonra bir süre kesildi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bundan son
derce büyük üzüntü duydu. Fakat Allah, bunu onun maslahatı için yapmıştı.
Böylece ilk vahiyden hasıl olan korkusu gitmiş, Hakk üzere olduğunu anlamış ve
kendisini bir dahaki vahye hazır hale getirmesi sağlanmıştır. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-, artık yeni bir vahye şiddetle özlem duyuyor ve
bekliyordu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-,
Nevfel’in yanından Ramazan’ı tamamlamak üzere Hira’ya geri döndü. Ramazan ayını
tamamlayıp, Şevval sabahı Mekke’ye dönmek üzere yola çıktı.
Şöyle buyuruyor: Vadinin ortasında iken bir nida duydum. Sağıma, soluma, önüme ve arkama
baktım. ancak hiçbir şey göremedim. Başımı yukarı, göğe kaldırdığımda birde ne
göreyim, Hira’da bana gelen Melek göklerle yer arasında bir kürsüye oturmuş.
Çok korktum. Aceleyle eve dönüp, Hatice’nin yanına geldim. O’na hemen:
-Beni
acele örtün, üzerime soğuk su serpin dedim.
Beni örtüp
üzerime su serptiler. Allahu Teala bunun üzerine şu ayeti kerimeleri indirdi:
“Ey örtüye
bürünen! Kalk da uyar, Rabbini yücelt, Giydiklerini temiz tut. Kötü şeyleri
terket.”
Bu namazın farz kılınmasından önceydi. Sonra
vahiy kesintisiz inmeye devam etti.
Bu ayetler, risalet görevinin başlangıcını teşkil
eder. Nübüvvet görevi ise ilk inen vahiy ile başlar. Burada Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-, iki çeşit teklif ile mükellef kılınmıştır.
Birinci
teklif,
“kalk da uyar” buyuruğu ile tebliğ ve
uyarı görevidir. Bunun manası, sapıklık ve dalaletlerinden dönmedikleri,
Allah’dan başka sahte tanrılara itaat ettikleri, O’na zatında, sıfatlarında,
hukuk ve fiillerinde şirk koştukları sürece insanları Allah’ın azabı ile
uyarması gerektiğidir.
İkinci
teklif
ise; Allah’ın emirlerini yerine getirerek, O’nun rızasını kazanması ve bu şekilde
inananlara örenek olması ile mükellef kılındığıdır.
“Rabbini
yücelt”
buyruğunun anlamı tazim ve saygısını sadece Allah’a sunması ve bu konuda O’na
kimseyi ortak koşmamasıdır.
“Giydiklerini
temiz tut”
ayeti celilesi ise, elbise ve bedenini temiz tutması gerektiğini
bildirmektedir. Zira Allah’ın vahyine mazhar olup, O’nun huzuruna çıkan bir
kimsenin pis olması doğru değildir.
“Kötü şeyleri
terket”
emri ilahisinden de, Allah’ın azap ve gazabını gerektirici davranışlardan kaçınılması
gerektiği bildirilmiştir.
“Yaptığın
iyiliği çok gösterip başa kakma” karşılığını bu dünyada almak için değil, Allah
için ihsanda bulun.
Son ayeti celile (“Rabbin için sabret”) ise O’nun -sallallahu aleyhi vesellem-,
kavminin dinini terketmekle birçok eza ve sıkıntıya maruz kalacağını
bildirmektedir.
Bu ayeti kerimenin nuzülünden hemen sonra
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, kavmini Allah’a davete başladı. Cahil
ve kaba bir kavmi davet ediyordu. Din namına ancak putlara tapıyorlar ve
kendilerini haklı çıkarmak için atalarının da onlara taptığı bahanesine sığınıyorlardı.
Ahlak namına kuru bir şeref anlayışından başka hiçbir şeyleri yoktu.
Problemlerinin tek çözüm yolu olarak kılıcı biliyorlardı. Hakk Teala, Rasulunün
başlangıçta davetini gizli olarak yapmasını takdir etti. Önce, aklı selim
sahibi, nezih, güvenilir, hakka meyyal akraba ve arkadaşlarını davet etti.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, İslam
davetine başladığında, Allah’ın kendilerine saadet ve hayırda öne geçmeyi nasip
ettiği bir grup ilk iman edenlerden olma şerefine nail oldular:
1- Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’e ilk iman eden sevgili eşi, Hatice binti Huveylid ~ olmuştur.
O’nu -sallallahu aleyhi vesellem-, yakından tanıyor ve nübüvvet alametlerine
bizzat şahid oluyordu. Varaka’nın sözlerinden sonra da Hz. Muhammed -sallallahu
aleyhi vesellem-’in bu ümmete gönderilmiş Allah elçisi olduğundan hiçbir şüphesi
kalmamıştır. Müddesir suresinin nazil olan ilk ayetlerinden sonra Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-, onu Allah’a davet etmiş, o da tahir olarak daveti
kabul eden ilk insan olmuştur.
2- Daha sonra Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-, yakın dostu Ebu Bekir es-Sıddık -radıyallahu
anh-’a koşmuş ve Allah’ın kendisine ikram ettiği nübüvet ve risalet görevini
ona da bildirmiş ve dostunu imana çağırmıştır. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in sıdk ve doğruluğunu yakınen bilen Ebu Bekir, O’na inanmakta hiç
tereddüt etmemiştir. Hemen şehadet kelimesini söyleyerek ilk inanan erkek olmuştur.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in çok samimi ve yakın arkadaşıydı ve
ondan iki yaş küçüktü. O’nun imanı Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in sıdkına
en adil şahittir.
3- Yine Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’e ilk iman edenlerden bir diğeri de daha henüz 10
yaşında bir çocuk olan Hz. Ali -radıyallahu anh-’dır. Peygamber -sallallahu
aleyhi vesellem-’in himayesi altındaydı. Rasûlullah’a henüz ilahi vahiy
gelmeden önce, Mekke’de müthiş bir kıtlık hüküm sürmüştü. Ebu Talib’in ailesi
pek kalabalıktı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, amcası Abbas’a, Ebu
Talib’in yükünün hafifletilmesini önerdi. Bunun üzerine Abbas, Cafer’i;
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- de Ali’yi kefalet ve himayesi altına aldı.
Ali artık, onun evladı gibiydi. Her an beraberlerdi. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-, onu davet eder etmez tereddütsüz ilk inananlardan oldu. İlk
iman eden çocuktur.
4- İslam davetine ilk
icabet eden bir diğer isim Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in
hizmetçisi Zeyd bin Haris bin Şerahil el-Kelbi’dir. Cahiliye döneminde esir alınmış
ve köle olarak satılmıştır.O’nu Hakim bin Hişam satın aldı ve halası Hatice’ye
hediye etti. Hatice -radıyallahu anha-de O’nu Rasulu Ekrem’e hediye etti. Zeyd’in
ailesi evlatlarının esir olarak Mekke’de bulunduğunu haber alınca O’nu
kurtarmak için derhal Mekke’ye gelmişler. Zeyd’in babası ve amcası durumu
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-‘a bildirdiler ve fidye konusunda kolaylık
göstermesini dilediler. Peygamber efendimiz Zeyd’i çağırarak, O’na ailesine
gitmesini veya kendi yanında kalması hususunda seçimini yapmasını söyledi.
Zeyd, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ile kalmak istediğini bildirdi. Bunun
üzerine Peygamber efendimiz Kureyş’ten bir cemaatin önüne giderek, “şahid olun ki bu benim oğlumdur. O bana
varis olur ben de O’na”; dedi. Bu hadise nübüvvet döneminden önce cereyan etmiştir.
Zeyd, Zeyd bin Muhammed (Muhammed’in oğlu Zeyd ) olarak çağrıldı. İslam’ın
evlad edinmeyi yasaklamasından sonra Zeyd bin Harise olarak çağrılmaya başlandı.
Bu dört şahsın hepsi aynı günde, Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’in uyarma ile görevlendirdiği günde müslüman
oldular. Herbiri hakkında ilk iman eden olduğu hakkında rivayet vardır.
Hazreti Ebu Bekr’in İslamiyeti kabulü ile
Muhammed -sallallahu aleyhi vesellem- kendisine büyük bir destek buldu. Ebu
Bekr’in çabasıyla birçok insan İslamiyet’e girdi. Çünkü Ebu Bekir insanlar
içinde son derece sevilen, sayılan, güvenilen ve itibar sahibi bir şahsiyetti.
Gayet iffetli, iyi geçimli, kerem sahibi, yumuşak tabiatlı, cömert bir insandı.
Arab nesebi konusunda son derece bilgiliydi. Fazilet ve ilminden dolayı kavmi
arasında yüksek bir konuma sahipti. Ebu Bekir güvendiği arkadaşlarını gizlice İslam’a
davet etmeye başladı. Arapların ileri
gelen birçok şahsiyeti O’nun aracılığıyla İslam’a girdi. Bunların başında Osman
bin Affan el-Emevi, Zübeyr bin Avvam el-Esedi, Abdurrahman bin Avf ez-Zühri,
Sa’d bin Ebi Vakkas ez-Zühri, Talha bin Ubeydullah et-Teymi -radıyallahu anhüm-
gelmektedir. Tüm bu büyük şahsiyetler, Ebu Bekr’in -radıyallahu anh- aracılığıyla
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’a gelerek İslam’a girmişlerdir.
Bu grubu, İslam ümmetinin emini olarak anılan
Ebu Ubeyde Amir bin el-Cerrah başta olmak üzere şu zatlar takib etmiştir: Ebu
Seleme bin Abdülesed ve karısı Ümmü Seleme, Erkam bin Ebi Erkam, Osman bin
Mazun ve kardeşleri Kudame ve Abdullah ve iki oğlu, Ubeyde bin Haris bin Matlab
bin Abdulmenaf, Said ibni Zeyd bin Amr bin Nefil, karısı Fatıma binti Hattab
(Ömer bin Hattab’ın kızkardeşi), Habbab bin Eret, Cafer bin Ebi Talib, karısı
Esma binti Umeys, Halid bin Said bin As, Hatib bin el-Haris, karısı Fekihe
binti Yesar, bir diğer kardeşi Muammer bin el-Haris, Muttalib bin Ezher, karısı Remle binti Ebi Avf,
Nuaym bin Abdullah. Tüm bu zatlar Kureyş’in
değişik aile ve kollarına mensup kişilerdir.
Kureyş kabilesi dışında İslam’a ilk girenlerden
bazıları da şunlardır.
Abdullah bin Mesud el-Hezli, Mesud bin Rebia
el-Kari, Abdullah bin Cahş, kardeşi Ebu Ahmed bin Cahş, Suheyb bin Sinan
er-Rumi, Ammar bin Yasir el-Ansi, babası Yasir, annesi Sümeyye, Amir ibni
Füheyre.
Kadınlar arasında İslam’a ilk girenler arasında,
yukarıda ismi geçenlerin dışındaki kadınlar şunlardır:
Allah Rasülü’nün hizmetçi ve dadısı Ümmü Eymen
el-Habeşiye, Ümmül Fadl Lübabetül Kübra
binti’l Haris el-Hilaliye, Abbad bin Abdulmuttalib’in zevcesi ve Ebu Bekir es-Sıddık’ın kızı Esma -radıyallahu
anhüm-. İslam’da öne geçen bu şahıslar, es-Sabıkıne’l evvelin (ilk öncüler)
olarak bilinirler. Yapılan ilmi araştırma
ve tahkikler onların sayısının 130 civarında olduğunu göstermektedir. Ancak
tamamını, gizli davet döneminde mi yoksa açık davet başladıktan sonra mı İslam’a
girdikleri tam olarak bilinmemektedir.
Müddesir Suresinin ilk ayetlerinden sonra vahiy
inmeye devam etti. Ondan sonra ilk inen surenin Fatiha olduğu söylenmektedir. Fatiha
Suresi, Kur’an ve İslam nizamının tüm esaslarını ve gayelerini kendi içinde
taplayan, hamd ve duayı ihtiva eden bir
suredir. Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’in ilk emrolunduğu ibadet ise namazdır. 2 rekat sabah ve 2 rekat
akşam olmak üzere toplam 4 rekat idi. Cibril gelerek, abdest ve namazın nasıl
olacağını bizzat göstermiştir.
Mü’minler temizliğe son derece önem verirlerdi.
Abdest namazın şartı idi. Fatiha namazların aslı, hamd ve tesbih ise
virdleri idi. Mü’minler mamaz ile
ibadet ediyorlardı. Namazlarını gözlerden ırak, ıssız mekanlarda gizlice eda
ediyorlardı.
İslam’ın ilk günlerinde başka hiçbir ibadet,
emir ve yasak yoktu. Vahiy iniyor ve tevhid’in muhtelif yönlerini beyan
ediyordu. Ayrıca onları nefislerini tezkiye etmeye, güzel ahlak sahibi olmaya
teşvik ettiği gibi cennet ve cehennemden de bahsediyordu. Yine ilk ayeti
kerimeler, kalpleri açıp ruhları besleyen güzel vaazları ihtiva etmekteydiler.
Nebi -sallallahu aleyhi vesellem- onları tezkiye
ediyor, kitap ve hikmeti öğretiyor, inananları kalp temizliğine, ahlak güzelliğine,
iffete, doğruluğa teşvik ediyordu. Hasılı onları karanlıklardan aydınlığa çıkarıyordu. Onlara Sıratı Müstakimi (doğru
yolu) gösteriyor ve onları Allah’ın dinine sarılmak, ipine sımsıkı tutulmak
üzere eğitiyordu. Onlara Allah’ın emirleri hususunda sebat ve istikamet aşılıyordu.
Bu şekilde üç yıl geçti. Davet gizli olarak
sadece bireylere yönelik olarak yapılabiliyordu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- davetini henüz toplu yerlerde açıklamıyordu. Ancak Kureyşliler yavaş
yavaş durumu anlamaya başladılar. Kureyş’ten bazıları daveti inkar edip, bazı
inananlara eziyet etmeye başlamasına rağmen
genel olarak durumu pek önemsemiyorlardı.
Çünkü Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
henüz daha onların batıl dinleri ve sahte ilahları hakkında konuşmuş değildi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-,
davetini 3 yıl boyunca ferdi ve gizli olarak yaptı. Bu süre zarfında Kureyş ve
dışından birçok insan iman etti. Ortam açık davet için elverişli duruma gelince
Allah, şu ayeti kerimeyi inzal etti.
“Ve en yakın
hısımlarını uyar. Sana uyan mü’minlere kanadını ger. Şayet sana karşı
gelirlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki uzağım.” (Şuara, 26/214-216)
Bu ayeti kerimeden sonra Allah Rasulu, Haşimoğulları
ve Muttalipoğulları’ndan yakın akraba ve hısımlarını toplayarak hamd edip,
tevhide şahidlik ettikten sonra şöyle dedi:
“Şunu
biliniz ki rehberliğe ehil olan kişi yalan söylemez. Allah’a yemin ederim ki
ondan başka ilah yoktur. Ben de özel olarak size ve genel olarak bütün insanlığa
gönderilmiş olan Allah’ın elçisiyim. Allah’a hamd olsun ki uykuya dalar gibi
ölecek, uyanır gibi yeniden dirilecek ve yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz.
İyiliğe karşı iyilik, kötülüğe karşı kötülük göreceksiniz. Sonuç ya ebediyyen
cennet veya sonsuza kadar cehennem olacaktır.”
Ebu Leheb dışında hısımları onun bu çağrısını
genelde yumuşak karşıladılar. Ebu Leheb, şiddetle karşı çıkarak şöyle demiştir:
“Tüm araplar üzerine çullanmadan onu susturun. Teslim ederseniz zillete düşersiniz,
yok korursanız o zaman da savaşla yüz yüze kalırsınız.” Ebu Talib ise şöyle
dedi: “Vallahi biz sağ kaldıkça onu koruyacağız.” ve sözüne şöyle devam etti:
“emrolunduğun şeyi yap. Vallahi seni daima koruyup gözeteceğim. Ancak
Abdulmuttalib’in dinini terketmem bana çok ağır gelir.”
Bu arada şu emri ilahi geldi: “Ey Muhammed! artık sana emredileni açıkca
ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme.” (Hicr, 15/94) Bunun üzerine
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- efendimiz Safa tepesine çıkarak “Ya Sabahah” diye nida etmeye başladı.
Bu kelime düşman baskının veya çok önemli bir olayı bildirmek için kullanılır.
Daha sonra “Ey
Fihroğulları! Ey Adiy oğulları! Ey Haris oğulları!”diye tüm Kureyş boylarını
teker teker sayarak çağırdı. O’nun nidasını işitenler, bu bağıran kim diye
birbirlerine soruyorlardı. Muhammed, denilince halk merakla toplandı. Öyle
geldiler ki evinden çıkabilecek durumda olmayan kimse bile haber almak için
yerine birini gönderdi. Bütün halk toplanınca Hz. Peygamber onlara şöyle
seslendi:
“Ey Halk!
Bakın eğer şu anda atlı bir ordunun vadide bulunduğunu ve üzerinize baskın
yapmak üzere oldukların söylersem bana inanır mısınız?”
Hepsi birden:
“Elbette! Çünkü senin yalan söylediğini hiç
duymadık.” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-:
“O halde
yakında vuku bulacak şiddetli bir ceza hakkında sizi uyarıyorum. Benim ile
sizin misaliniz, düşman görüp koşup halkını uyaran adamın misali gibidir.”
Allah Rasulu daha sonra onları Allah’dan başka
ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna tanıklığa çağırdı. Bu şehadet
kelimesinin dünya ve ahiret kurtuluşunun anahtarı olduğunu bildirdi. Şirklerinde
ısrar etmeleri ve Allah katından gönderilenlere iman etmemeleri halinde başlarına
gelecek azap hususunda uyarıda bulundu. Kendisinin bir Allah elçisi olmasına rağmen
onları kurtarma yetkisinin olmadığını ilan etti.
Uyarısını özel ve genel tutarak şöyle seslendi:
“Ey Kureyş
halkı! Canlarınızı Allah’dan satın alın. Kendinizi ateşten koruyun. Ben size ne
bir zarar verebilirim ne de fayda. Allah’a karşı sizi koruyamam.
Ey Ka’b
bin Luey oğulları! Kendinizi ateşten koruyun. Ben size bir zarar veya fayda
veremem.
Ey Mürre
bin Ka’b oğulları! Kendinizi ateşten sakındırın.
Ey Kasi oğulları!
Kendinizi ateşten koruyun. Ben size bir zarar veya fayda veremem.
Ey Abduşşems
oğulları! Kendinizi ateşten koruyun.
Ey
Abdulmenaf oğulları! Kendinizi ateşten koruyun. Ben size bir zarar veya fayda
veremem.
Ey Haşimoğulları!
Kendinizi ateşten koruyun. Ben size bir zarar veya fayda veremem. Allah’a karşı
sizi koruyamam. Malımdan dilediğiniz kadar isteyin ancak Allah’ın mukadder
cezasından sizi kurtaramam.
Ey
Abdulmuttalib oğlu Abbas! Bak ben seni de Allah’ın mukadder cezasından
kurtaramam! Ey Allah elçisinin halası Safiyye! Bak, seni de Allah’ın mukadder
cezasından kurtaramam. Ey Muhammed’in kızı Fatıma! Malımdan ne istersen vereyim
ama seni de Allah’ın mukadder cezasından kurtaramam.
Ancak
sizinle aramdaki sılayı rahim devam edecektir.”
İnsanlar, onun bu belağatli hutbesini sükunet
ile dinlediler. Ebu Leheb dışında lehte ve aleyhte herhangi bir tepki olmadı.
Ebu Leheb, tepki göstererek şöyle dedi:
“Yazıklar olsun sana! Günümüzü zehir ettin, bizi
buraya bunun için mi topladın?”
Onun bu sözü üzerine Tebbet suresi inmiştir:
“Ebu
Leheb’in iki eli kurusun. Kurudu da.”
Kureyş halkı onun -sallallahu aleyhi vesellem-
bu uyarısından dehşet ve istiğraba kapılmıştı. O sırada ne diyeceklerini
bilemediler. Ancak evlerine dönüp olayın sarsıntısından kurtulduklarında, dehşet
ve hayretlerinden uyandılar. Büyüklenip kibirlendiler. Bu davet ve uyarıyı bir
eğlence ve alay mevzusu yapmaya karar verdiler. Artık Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-, ile dalga geçmeye alay etmeye başlamışlardı. O’nu -sallallahu
aleyhi vesellem-, her gördüklerinde “Allah, elçi olarak bunu mu gönderdi? Ebu
Kebşe’nin oğlu bu mudur? Göklerden haber getiren bu mudur? Şeklinde istihza ediyorlardı.
Ebu Kebşe, Peygamber efendimizin anne tarafından
dedesidir. Kureyş’in şirk dinini bırakıp, Hristiyan olmuştu. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’in de kendi dinlerine muhalif olması üzerine
dedesine nisbet edip, onu küçük düşürmeye, ayıplamaya yeltendiler.
Tüm bu baskılara rağmen Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-, davetine devam ediyor ve halkın toplu olarak bulunduğu
meclislere giderek onlara Allah’ın kitabını okuyup, onları diğer Peygamberlerin
çağırdığı şeye çağırıyordu. “Ey kavmim!
Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.” Artık herkesin
gözü önünde ibadet etmeye başladı. Kabe’ye gidiyor ve orada herkesin görebileceği
bir şekilde, açıkca namaz kılıyordu.
İnsanlar fert fert tevhid davetine çağrılıyordu.
Toplumda iman edenlerle etmeyenler arasında gerginlik tırmanıyordu. Müşrikler,
gün geçtikçe müslümanlara karşı sertleşip, baskılarını artırmaya başladılar.
Hac mevsiminin yaklaştığı bu günlerde, Kureyşliler
olup bitenlerden rahatsız ve
tedirgindi. Muğire’nin oğlu Velid’in yanında Kureyş’ten bazı adamlar toplandılar.
Velid onların en yaşlı ve şeref sahiplerinden biriydi. Onlara şöyle dedi.
“Ey Kureyşliler, işte bu Hac mevsimi geldi. Bu
mevsimde Arapların hacıları size gelecekler. Peygamberlik iddia eden şu arkadaşınızın
işini duydunuz. O’nun hakkında bir tek görüşe karar verin. İhtilaf edip de
birbirinizi yalanlamayın, sözleriniz birbirini reddetmesin.” dedi. Onlar da:
“Ey Abdi Şems’in babası, sen bize görünüşünü
bildir de biz de onu kabul edip
söyleyelim” diye cevap verdiler. Velid:
“Bilakis siz söyleyin de ben dinleyeyim.”
deyince onlar:
“Biz, Muhammad kahindir, deriz.” dediler. Bunun
üzerine Velid:
“Hayır, vallahi, o kahin değildir. Biz kahinleri
gördük. O’nun söylediği, ne kahinin işitilmeyen gizli kelamı ve ne de onun
secili sözü değildir.” dediler. Onlar:
“Öyle ise biz, Muhammed mecnundur, deriz.” dediler.
Velid:
“O, mecnun değildir. Şüphesiz biz deliliği görüp
öğrendik. Kur’an O’nun ne kuruntusu ve ne de vesvesesi olamaz.” diye cevap
verdi. Bu sefer onlar:
“Muhammed şairdir, deriz” dediler. Velid ise:
“O, şair değildir. Biz şiirin hepsini onun recezini,
hecezini karızını, makbuzunu ve
mebsutunu biliriz. O, şair degildir.” dedi. Bunun üzerine:
“Öyle ise sihirbazdır, deriz.” dediler. Velid’
de:
“O, sihirbaz değildir, biz sihirbazları ve sihirlerini gördük. Muhammed’in söylediği.
sihirbazların üfleyerek veya ipleri düğümleyerek yaptıkları sihir gibi değildir.”
diye cevap verdi. Bu sefer Kureyşliler:
“Pekala sen ne diyorsun, ey Abdi Şems’in babası?”
diye sordular. O da:
“Vallahi, O’nun sözünde bir tatlılık var. O’nun
kökü hurma ağacı ve dalları da toplanan meyveler gibidir. Sizin bu konuda
söylediğiniz her şeyin tutarsız ve yanlış olduğu anlaşıldı. O’nun hakkında doğruya en yakın söz; sihirbaz olduğunu
söylemenizdir. Muhammed bir söz getirmiştir ki o, adam ile kardeşinin, koca ile
karısının, kişi ile aşiretinin arasını ayıran bir sihirdir.” Kureyş topluluğu
Velid’in yanından bu görüş ile ayrıldılar. Hac mevsiminde; insanların yolları
üzerinde oturup, kendilerine uğrayan herkesi Muhammed -sallallahu aleyhi
vesellem-’den sakındırmaya başladılar. İnsanlara O’nun -sallallahu aleyhi
vesellem- sihir yaptığını söylüyorlardı. Buna rağmen Peygamber -sallallahu
aleyhi vesellem- hiç yılmadı. Hacıların toplandığı yerlere, çadırlarına
giderek, onları İslam’a çağırdı. Onlara şöyle dedi:
“Ey
insanlar La ilahe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur) deyin, kurtulun” Ebu Leheb ise peşine
takılıp O’nu -sallallahu aleyhi vesellem- yalanlıyor ve eziyet ediyordu. Böylece
o hac yılı Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- ‘in haberi tüm Araplar arasında
yayılmış oldu.
Hac mevsimi sona erip Kureyşliler evlerine
dönünce, bu tevhid davasını engellemek için neler yapabilecekleri konusunda düşünmeye,
kendi aralarında tartışmaya başladılar. Sonunda şu hususlar hakkında görüş
birliğine vardılar.
Maksatları Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- ve müslümanları rezil bir duruma düşürerek, morallerini bozmaktı. (psikolojik
harp) Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ‘i, sihirlenmiş adam, cinlenmiş şair,
kendisine şeytanın geldiği kahin, yalancı sihirbaz ve uydurmacı müfteri gibi
ittiham ve sövgülerle anıyorlardı. O’nu her gidip gelirken gördüklerinde,
öfkeden kudurmuşa dönüyorlardı. Allah onların bu halini şöyle tasvir ediyor: “O inkar edenler Zikr’i (Kur’an-ı) işittikleri
zaman, neredeyse seni gözleriyle devireceklerdi. Hala da “hiç şüphe yok o bir
delidir” derler.” (Kalem, 68/51) Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ‘i
küçümsüyorlar ve şöyle diyorlardı.
“İlahlarınızı diline dolayan bu mudur?” Zayıf
sahabeleri gördüklerinde ise,
“Bakın krallar geliyor” ve “Aramızdan Allah’ın
kendilerine ihsanda bulunduğu kimseler onlar mıdır?” diye alay ederlerdi.
Allahu Teala onların bu hallerini şu şekilde tasvir ediyor.
“Mücrimler iman edenlere gülerlerdi. Mü’minlere
uğradıklarında kaş göz hareketiyle alay ederlerdi. Kendi adamlarının yanına
döndüklerinde inananlarla alay etmenin zevkini tadarlardı. Mü’minleri
gördüklerinde “Şüphesiz bunlar yanlış yola girmiş sapıklardır.” derlerdi.
(Mutaffifin: 83/29-32)
Müşrikler istihza, alaylarını, ayıplama ve
gülmelerini artırdılar. Hatta Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Allah’ın
haber verdiği gibi bu durumdan etkilendi. “O
müşriklerin dediğinden senin göğsünün daraldığını biz biliyoruz” Sonra
Allah -Celle Celalühü- elçisini sabit kıldı ve sıkıntısını giderecek şeyi O’na
-sallallahu aleyhi vesellem- bildirdi. “O
halde sen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol! Sana yakin (ölüm)
gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” (Hicr: 15/98-99) Allahu Teala indirdiği
ayeti kerimelerle Rasulunü teselli ediyordu. “Alay edenlere karşı biz sana destek olmaktayız. Onlar Allah’tan başka
tanrılar edinenlerdir. Yakında bilecekler.” (Hicr, 15/95-96) Onların yaptıkları
bu alçaklıklar yanlarına kâr kalmayacaktır.
“Senden
önceki Peygamberlerle de alay edilmiş,
o yüzden maskaralık edenleri alay ettikleri şey kuşatıvermişti.” (Enam, 6/10)
Kureyşliler, Resullullah -sallallahu aleyhi
vesellem- ne zaman insanlara bir şeyler anlatacak olsa, söylediklerinin anlaşılmaması
için gürültü ve şamata yapıp, insanları korkutup kaçırırlardı. Peygamber
-sallallahu aleyhi vesellem-’e davetini açıklama konusunda fırsat vermemek
üzere anlaşmışlardı. Allah onların bu hallerini şöyle bildiriyor.
“İnkar
edenler; bu Kur’an-ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki galip
gelirsiniz’ dediler.”
(Fussilet, 41/26)
Kafirler bu tavırlarını hiç tavizsizce uyguladılar.
Paygamber -sallallahu aleyhi vesellem- onların meclisinde Kur’an okumaya ilk
kez nübüvvetin 5. yılının Ramazan ayında fırsat bulabildi ve Necm suresini
okudu. Nebi -sallallahu aleyhi vesellem-’in namazında seslice okuduğunu -ki
genelde gece namazlarında böyle okurdu- duyan müşrikler Kur’an’a, O’nu indirene
ve getirene sövdüler. Bunun üzerine Allahu Teala şu ayeti kerimeyi inzal etti. “Namazında açıktan okuma; onda sesini fazla
da kısma; ikisinin arası bir yol tut” (İsra: 17/110)
Nadr bin el-Haris Hira ve Şam’a gitmiştir.
Oradan çeşitli halk efsaneleri; Rüstem
ve İsfendiyar gibi krallarla ilgili menkıbeler öğrendi. Mekke’ye dönüşünde halkın
arasına girerek her mecliste öğrendiği bu kıssaları anlatmaya başladı. Böylece
insanların Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e kulak vermelerini
engellemeye çalışıyordu. Resululllah -sallallahu aleyhi vesellem- ne zaman ki
bir meclise oturup, Allah’ı ansa, peşine hemen bu kişi gelir kendi kıssalarını
anlatırdı. Sonra “ Benim kıssalarım Muhammed’inkinden daha güzeldir.” diyerek
alay ederdi. Hatta bu adam işi daha da azdırarak şarkıcı bir cariye satın aldı.
İslam’a girmek isteyenleri gidip bu şarkıcıya getirir, onu yedirip içirip eğlenceye
daldırırdı. Sonra da; “bu, Muhammed’in çağırdığından daha hayırlıdır.” diyerek
insanları haktan saptırmaya çalışırdı. Allahu Teala onun hakkında şu ayeti
kerimeyi indirmiştir.
“İnsanlardan
öyleleri var ki, herhangi bir ilmi delile dayanmadan Allah yolundan saptırmak
ve sonra da onunla alay etmek için boş lafı satın alır. İşte onlara rüsvay
edici bir azap vardır.” (Lokman: 31/6)
Müşrikler bu konuda uzmanlaşmışlardı. Kur’an
hakkında şüphe uyandırmak için çeşitli iftiralara başvuruyorlardı. Kimi zaman “saçma
rüyalar” diyerek, Muhammed bunu gece uydurup, gündüz okuyor iddiasında
bulunuyorlardı. Bazen “Muhammed Kur’an-ı kendi uyduruyor” dedikleri gibi bazen
de “Bunu O’na bir beşer öğretiyor”
diyorlardı. Bazen de “Bu (Kur’an ) olsa
olsa O’nun uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım
etmiştir.” dediler. (Furkan, 25/4) Ve şöyle diyorlardı
“Yine
onlar dediler ki: (Bu ayetler) eskilerin masallarıdır ki onu bir katibe yazdırmıştır.
Çünkü o sabah akşam kendisine okunur da ezberler” (Furkan, 25/5)
Bazen de şöyle yalan bir propaganda yapıyorlardı.
Kahinlere indiği gibi, Muhammed’e de cin veya şeytan inip, O’na Kur’an-ı
getiriyor. Allah onların bu hezeyanlarını şöyle reddetmiştir.
“Şeytanın
kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar günaha, iftiraya düşkün olan
herkesin üstüne inerler” (Şuara, 26/221-222)
Oysa ki Muhammed -sallallahu aleyhi vesellem- ne
bir yalancı ne de fasıktır. Nasıl olur da Kur’an’ın şeytan tarafından indirildiğini
söylersiniz?!
Müşrikler bazen de Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem- hakkında “O’na bir çeşit cinnet gelmiştir. Kur’an’ı önce zihninde oluşturup,
sonra da güzel ve anlamlı kelimeler halinde dizmektedir.” iddiasında
bulunurlardı. Yani Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’i bir çeşit şaire
benzetir, söylediklerinin şiir olduğunu iddia ederlerdi. Allah onların bu
iddialarına ise şöyle cevap veriyor:
“Şairler
(e gelince) onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını
ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi?” (Şuara, 26/224-226)
Şairlerin bu üç vasfından hiçbiri Muhammed
-sallallahu aleyhi vesellem-’de yoktur. Bilakis o ve ona tabi olanlar, dengeli,
ölçülü, dindar ve müttaki insanlardı. Davranışlarında, muamelelerinde, ahlak ve
fiillerinde sapıklıktan bir şey yoktu. Tamamen dengeli insanlardı. O
-sallallahu aleyhi vesellem-, şairler gibi meclislerde eğlenmiyor, bilakis
insanları tek bir Rabbe, tek bir dine ve tek bir yola çağırıyordu. Dediğini yapıyor
ve yaptığını diyordu. O kim, şiir ve şairler kim?
Müslümünlarla, müşrikler arasında din konusunda
ihtilafın temelini oluşturan üç mesele vardı ki, müşrikler bu konularda tam bir
şaşkınlık içindeydiler. Bu meseleler: Tevhid, Risalet ve ölümden sonra
dirilmedir.
Müslümanlarla bu konuda tartışıyor ve bu
meseleler etrafında çeşitli şüpheler izhar ediyorlardı.
Öldükten sonra dirilme konusunda şaşkınlıklarını
ifade ediyorlar ve bunun aklen mümkün olmadığını söylemekle yetiniyorlardı. Çeşitli
ayeti kerimeler, onların bu konudaki sözlerini şöyle rivayet etmektedir:
“Biz öldüğümüz,
toprak ve kemik olduğumuz zaman mı diriltileceğiz? İlk atalarımızda mı
(diriltilecek).”
(Saffat, 37/16-17)
Sonra da şöyle diyorlardı:
“Bu uzak
bir dönüştür.”
(Kaf, 50/3)
Şöyle de dedikleri oluyordu:
“Siz
öldükten sonra didik didik parçalandığınız vakit, yeniden dirileceğinizi
söyleyerek size bir takım haberler veren kişiyi gösterelim mi? Acaba o Allah’a
karşı yalan yere iftira mı etmiştir? Yoksa kendisinde delilik mi var?” (Sebe, 34/7-8)
İçlerinden birisi ise şunu diyordu:
“Ölüm, sonra diriliş sonra toplanış mı?
Tüm bunlar hurafe sözlerdir ey Ümmü Amr.”
Allah onların bu iddialarına özetle şu şekilde cevap
vermiştir:
Şu dünyada, zalimin zulmünün cezasını çekmeden
mazlumun ise zalimden hakkını alamadan öldüklerini, ayrıca iyi ve salih
kimselerin iyiliklerinin karşılığını alamadan, kötülerin ise kötülüklerinin
cezalarını göremeden öldüklerini görüyor, bizzat müşahede ediyorsunuz. Eğer
ölümden sonra, insanların dirilip, zalimin suçunun cezasını çekmeyeceği,
mazlumun hakkını alamayacağı, iyi ve salih kişilerin mükafatını alamayıp,
kötülerin cezalarını çekmedikleri bir gün olsaydı, iki tarafın birbirleriyle müsavi
olmaları, aralarında hiçbir farkın bulunmaması gerekirdi. Hatta zalim ve
kötüler, mazlum ve iyilerden daha üstün ve daha kârlı oluyorlardı. Bu ise
kesinlikle akıl ve mantığa uygun olmadığı gibi adalete de uygun değildir.
Allah’ın kendi nizamını böylesine bir zulüm ve fesat üzerine bina etmesi asla
düşünelemez. Allahu Teala şöyle buyuruyor:
“Öyle ya,
teslimiyet gösterenleri, o günahkarlar gibi tutar mıyız hiç? Size ne oluyor, ne
biçim hüküm veriyor sunuz?” (Kalem, 68/35-36)
“Yoksa
kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, inanıp iyi ameller
işleyen kimseler ile mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar.” (Casiye, 45/21)
Müşriklerin yeniden dirilmeyi aklen uygun
görmemelerine ise şöyle cevap verilmiştir:
“Yaratma
bakımından acaba sizce, yeniden sizi diriltmek mi daha güç yoksa gökyüzünü
yaratmak mı?”
(Naziat, 79/27)
“Gökleri
ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah’ın ölüleri diriltmeye de
gücünün yettiğini görmüyorlar mı? Evet O, her şeye kadirdir.” (Ahkaf, 46/33)
“Andolsun,
ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?” (Vakıa, 56/62)
“Tıpkı ilk
yaratmaya başladığımız zamanki gibi onu yine iade ederiz. (Bu) üzerimize aldığımız
bir vaad oldu. Biz yaparız.” (Enbiya, 21/104)
Allahu Teala onlara ilk yaratılışı hatırlatarak,
tekrar yaratmanın “O’na daha kolay”
(Rum, 30/27) olduğunu bildirmektedir.
“İlk yaratılışta
acz mi gösterdik? Hayır, onlar yeni yaratılıştan şüphe etmektedirler.” (Kaf, 50/15)
Muhammed -sallallahu aleyhi vesellem-’in
risaletine gelince; müşrikler onun doğruluk, emanet, salih ve takvasından emin
oldukları ve hatta bunu itiraf ettikleri halde, risaletini yalanlamaktan ve bu
konu etrafında şüpheler izhar etmekten geri durmadılar. Onlara göre nübüvvet ve
risalet makamı, bir beşere verilemeycek kadar yüksek bir makamdır.
Bir insanın resul olması veya Rasulun bir beşer
olması mümkün değildir. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, nübüvvet ve
risaletini ilan ettiği zaman müşrikler cidden çok şaşırıp hayrete düştüler ve şöyle
dediler:
“Bu ne
biçim Peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor?” (Furkan, 25/7)
“Kafirler
aralarından bir uyarıcının gelmesinden şaşırdılar da ‘bu şaşılacak bir şeydir.’
dediler.”
(Kaf, 50/2)
“Allah,
hiçbir beşere birşey indirmedi.”
Allahu Teala onların bu batıl davalarını şu şekilde
çürütüyor:
“De ki;
öyle ise Musa’nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği kitabı kim
indirdi.”
(Enam, 6/91)
Allah, daha önce gönderdiği Peygamberleri ve
kavimleri ile aralarında geçen konuşmaları aktararak onların da birer beşer
olduğu gerçeğini hatırlatmıştır.
“Siz
sadece bizim gibi birer beşersiniz.” (İbrahim, 14/10)
“Peygamberleri
de onlara dediler ki; (evet) biz sizin gibi bir beşerden başkası değiliz. Fakat
Allah nimetini kullarından dilediğine lütfeder.” (İbrahim, 14/11)
Peygamberlerin meleklerden olması, risaletin
gaye ve maslahatına uygun değildir. Her cins kendi hemcinsine yakınlık duyar.
Dolayısıyla insanların melekler ile yakınlık kurmaları mümkün değildir.
“Eğer
Peygamberi bir melek kılsaydık her halde onu bir insan suretinde gönderirdik ve
onları yine düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük.” (Enam, 6/9)
Oysa müşrikler, İbrahim, İsmail ve Musa’nın
birer beşer ve aynı zamanda birer Peygamber olduklarını itiraf ediyorlardı.
Dolayısıyla bu mevzuda fazla ısrar etmediler ancak ortaya geniş bir şüphe attılar.
Şöyle diyorlardı:
“Allah, Peygamberlik görevi verecek bu yoksul
yetimden başkasını bulamadı mı? Allah, Kureyş ve Sakif büyüklerini bırakıp da,
bunu mu gönderdi?”
“Bu Kur’an
iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?” (Zuhruf, 43/31)
Bununla Mekke ve Taif reislerini kastediyorlardı.
Allah onlara şöyle cevap veriyor:
“Rabbinin
rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?” (Zuhruf, 43/32)
Vahiy, Kur’an, nübüvvet ve risalet tüm bunların
hepsi Allah’ın birer rahmetidir. O, bu rahmetini kime nasip edeceğini, nasıl
taksim edeceğini ve kimi mahrum bırakacağını bilir.
“Allah,
elçiliği kime vereceğini daha iyi bilir.” (Enam, 6/124)
Sonra başka bir şüphe daha ortaya attılar. Allah
elçisi olduğunu idda eden bir kimse, krallar gibi olmalıydı. Onlar gibi
saraylarda oturmalı, zenginlik ve lüks içinde yaşamalı, birçok hizmetçi ve adamı
olmalıydı. Oysa Muhammed -sallallahu aleyhi vesellem-, geçimi için çarşılara
giden sıradan bir insandan başkası değildi! Hiç böyle Peygamber olur muydu?
“Onlar şöyle
dediler: ‘Bu ne biçim Peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor. Ona,
kendisiyle birlikte uyarıcı olarak bulunan bir melek indirilmeli değil miydi?
Yahut kendisine bir hazine verilmeli yahut içinden yiyeceği bir bahçesi olmalı
değil miydi? O zalimler (mü’minlere) ‘siz, olsa olsa büyüye tutulmuş bir adama
uymaktasınız’ dediler.” (Furkan, 25/7-8)
Bilindiği gibi Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem-, küçük büyük, zayıf-güçlü, basit-soylu, köle-hür, tüm insanlara
gönderilmiştir. Eğer bir dünya hükümdarı, bir kral gibi olsaydı tüm beşer
gruplarının O’ndan istifade etmesi, mümkün olmazdı. Mutlu azınlık bir yana
toplumların esas çoğunluğunu halk tabakaları oluşturur. Onun için, O da halktan
biri olarak yaşamış ve daima onlarla beraber olmuştur.
Dolayısıyla müşriklerin bu şüphelerine verilecek
cevap şudur: Muhammed -sallallahu aleyhi vesellem-, bir elçidir. Onun için
istediğiniz makam, mevki, mal ve mülk risaletin tüm insanlara ulaştırılmasında,
elçilik görevinin yapılmasında bir gereklilik değil, bilakis bir engeldir. Müşriklerin
tüm bu batıl iddialarına gerekli cevap verildikten sonra bu sefer sırf inatlarından
ve Peygamberi acze düşürme isteklerinden dolayı, O’ndan -sallallahu aleyhi
vesellem- çeşitli mucizeler getirmesini istediler. Bu konu üzerinde daha sonra
duracağız.
Tevhid meselesine gelince iki taife arasındaki
ihtilaf ve meselelerin aslı bu
meseledir.
Müşrikler, ‘Allah -Celle Celelühü- ‘ın sıfatlarında
ve fiillerinde bir oluşunu kabul ediyorlardı. Yer, gök ve ikisi arasında
bulunan her şeyin Allah tarafından yaratıldığına, Allah’ın her şeyin yaratıcısı
olduğuna, yer, gökler ve her şeyin Mülkünün Allah’a ait olduğuna, inanıyorlardı.
Yine insan, hayvan her bir canlıyı rızıklandıranın Allah -Celle Celelühü- olduğuna,
kâinatta cereyan eden tüm işlerin Allah -Celle Celelühü- tarafından yapıldığına,
göklerin, yerin ve büyük arşın idaresinin
Allah tarafından yürütüldüğüne ve O’nun herşeyin Rabbi olduğuna da inanıyorlardı.
Güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar, cinler, insanlar ve
meleklerin de Allah -Celle Celalühü- tarafından yaratılıp tashir edildiğine
inanıyorlardı. Yine inanıyorlardı ki Allah, dirilten ve öldürendir. Dilediğini
yapan ve dilediği gibi hüküm verendir.
Kimse O’nun hükmünden dışarı çıkmaz ve kimse O’nun hükmünü değiştiremez.
Müşrikler açık bir şekilde Allah’ı zatı, sıfatları
ve fiillerinde birledikten sonra şöyle diyorlardı: Allah -Celle Celalühü-,
Peygamber, evliya ve salihler gibi mukarreb kullarına bazı konularda tasarruf
hakkı vermiştir. Onlar kendilerine verilen bu yetkiyle bazı kainat olaylarını
diledikleri gibi yönetirler. Dilediklerine çocuk bağışlar, diledikleri
kimselerin başlarına gelen musibet ve belaları defedebilirler. İstedikleri
kimselerin ihtiyaçlarını giderip, hastalara şifa verebilirler. Allah O’nlara bu
yetkiyi kendisine yakın olmaları, kendi katında söz ve makam sahibi olmaları
nedeniyle vermiştir. Dolayısıyla kendilerine tasarruf yetkisi verilen bu
mübarek zatlar dilediklerine zarar verir, dilediklerine fayda! Dilediklerini
Allah’a yaklaştırır ve yine dilediklerine O’nun katında şefaatçi olurlar!
Müşrikler
bu inançlarından dolayı, Allah’a yakın olarak bildikleri bazı salih
kulları kendileri ile Allah arasında vesileler kıldılar. Kendilerini onlara
yaklaştıracak çeşitli ameller uydurdular. Böylece onların rızasını kazanarak
Allah’ın rızasına ereceklerini zannediyorlardı. Korkulu ve sıkıntılı zamanlarında
artık onlardan yardım istiyorlar, onlara sığınıyorlardı.
Müşrikler bu itikatları nedeniyle, Allah ile
kendileri arasında vasıta kıldılar bu salih kişilere yaklaşmak için, onların
gerçek veya hayali tasvirlerini, heykellerini yapıp onlara saygıda bulunmaya,
dua ve niyaz etmeye başladılar. Kabirleri üzerine yüksek yapılar, türbeler inşaa
ederek, bu mekanları ziyaret edip, etrafında tavaf edip tazim ve saygıda
bulunuyorlardı. Kısacası eski Peygamber ve salih kişilerin kabirleri birer
ibadethane haline getirilmişti. Müşrikler nezir ve kurbanlarını bu heykel ve
türbelere adıyorlar, Allah’ın kendilerine bahş ettiği meyve, sebze, tahıl,
hayvan; altın, gümüş ve diğer değerli eşyalarını buralara nezir ederek, içinde
yatan kimselerin yakınlığını, rızasını elde etmeye çalışıyorlardı.
Bazen de tanrılaştırdıkları bu kimselerin rızası
için bazı hayvanlarını adak yapıp serbest bırakıyorlardı. Bu durumda olan hayvanlar
kutsal sayıldığından, kimse onlara dokunamıyordu. Ayrıca kurbanlarını getirip
bu türbelerde kesiyorlardı. Allah’ın adıyla değil tanrılaştırdıkları bu putlarının
adıyla.
Her yıl bir veya iki defa bu heykel ve türbeleri
ziyaret için toplanıyor, bayram yapıyorlardı.
Müşrikler tanrılaştırdıkları bu kişi ve
heykellere, sadece kendilerini Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyorlardı. Çünkü
onların inançlarına göre Allah’a bir vasıta olmadan, arada bir şefaatçi olmadan
yaklaşılamazdı.
İşte onlar bu şekilde Allah’a şirk koşuyorlardı.
Onlar Allah’tan başkasına tapmaları, Allah’tan başka ilah edinmeleri nedeniyle
müşriktiler.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Allah’ın tevhidine çağırıp, ondan başka tüm
tanrıları yermesi müşrikleri çok kızdırdı. O’nu -sallallahu aleyhi vesellem- yalanlayıp
inkar ettiler. Bu inaçlarımıza karşı bir saygısızlıktır gibi sözler etmeye başladılar.
“Aralarından
kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve kafirler, “Bu pek yalancı bir
sihirbazdır! İlahları, tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir!”
dediler. Onlardan ileri gelenler: “Yürüyün, ilahlarınıza bağlılıkta direnin,
sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak bir
uydurmadır.”
(Sad, 38/4-7)
Davet ilerledikçe, müşrikler de şirklerini
savunmaya, müslümanlarla çeşitli münakaşa ve tartışmalara girerek Allah’a
davetin önüne geçmeye çalışıyorlardı. Müslümanların şu soruları yanıtsız kalıyordu.
Allah’ın mukarreb kullarına tasarruf hakkını verdiğini nereden biliyorsunuz?
Gayba mı muttali oldunuz? Yoksa size peygamberce ilim sahiplerinde, kitaplar
miras kaldı da, orada mı buluyorsunuz? Yoksa gayba ait bilgiler kendi yanlarında
da onlar mı yazıyorlar” (Tur, 52/41), (Kalem, 68/47)
“Eğer doğru
söyleyenlerden iseniz, size indirilmiş bir kitap, yahut bir bilgi kalıntısı
varsa onu bana getirin” (Ahkaf, 46/4)
“De ki:
Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye
uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz.” (Enam, 6/148)
Tabi müşrikler tüm bu sorulara cevap
veremiyorlardı. Sadece şöyle diyebildiler.
“Hayır,
biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız.” (Lokman, 31/21)
“Biz
babalarımızı bu din üzerine bulduk, biz de onların izinden gidiyoruz.” (Zuhruf, 43/22)
Bu cevap ile hem acziyetlerini hem de
cehaletlerini sergilemiş oluyorlardı. Onlara şöyle denildi: Allah -Celle
Celalühü- bilir, siz ise bilemezsiniz. Bakalım Allahu Teala ne buyuruyor? Sizin
şirkinizin ve şirk koştuklarınızın hakikatini nasıl açıklıyor?
“Allah’ı bırakıp
da taptığınız kimseler, sizler gibi kullardır.” (Araf, 7/194)
Yani, onların ilahlıkları batıldır. Siz ve tanrılarınız
acz ve zafiyette ortaksınız. Onun için Allahu Teala, şöyle meydan okuyor:
“İddianızda
doğru iseniz, onları çağırın da size cevap versinler.” (Araf, 7/194)
Ve Allah şöyle buyuruyor:
“O’nu bırakıp
da kendilerine taptıklarınız, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir.” (Fatır, 35/13)
“Eğer
onları çağırsanız, sizin çağırmanızı işitmezler. Faraza işitseler bile size
cevap veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koşmanızı reddederler. Sana her şeyden
haberi olan Allah’dan başka kimse haber veremez.” (Fatır, 35/14)
“Allah’ı bırakıp
da kendilerine taptıklarınız, hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onlar kendileri
yaratılmışlardır. Onlar, diriler değil, ölülerdir. Ne zaman
diriltileceklerinide bilemezler.” (Nahl, 16/20-21)
“Kendileri
yaratıldığı halde hiçbir şey yaratamayan varlıkları (Allah’a) ortak mı koşuyorlar?
Halbuki (putlar) ne onlara bir yardım edebilirler ne de kendilerine bir yardımları
olur.”
(Araf, 7/191-192)
“O’nu bırakıp,
hiçbir şey yaratmayan, bilakis kendileri yaratılmış olan, bizzat kendilerine
bile ne zarar ne de fayda verebilen öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden
diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen tanrılar edindiler.” (Furkan, 25/3)
O sahte tanrıların aczlerine en güzel misal şudur:
“Ondan başka
dua ettikleri şeyler, onların isteklerini hiçbir şeyle karşılamazlar. (Onların
hali) ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir.
Halbuki su onun ağzına girecek değildir. Kafirlerin duası böylece boşa gitmiştir.” (Rad, 13/14)
Daha sonra, müşrikler biraz düşünmeye davet
edilmişlerdir. Zira onlar, Allah’ın tek başına yaratıcı olduğuna, putların ise
hiçbir şey yaratamadığına ve yaratamayacağına inanıyorlardı. Onlara şu soruldu:
O halde yaratıcı ve her şeye kadir olan Allah ile yaratılmış ve herşeyden aciz
olan putları nasıl bir tutuyorsunuz? Nasıl olur da hem Allah’a hem putlara tapıyor,
hem Allah’a hem de putlara dua ediyorsunuz?
“Yaratan
hiç yaratılmış gibi olur mu? Düşünmüyor musunuz?”
Bu soru karşısında müşrikler hayret ve şaşkınlığa
düştüler. Boyunlar eğildi. Verecek bir cevap bulamadılar. Sonra kibirleri onları
hakkı kabul etmekten alıkoydu ve şöyle dediler: Bizim babalarımız hatta siz
müslümanların babaları insanların en akıllılarıydı. Uzak yakın herkes onların
akıllı kimseler olduklarını kabul ederdi. Ve onlar bu din üzereydiler. O halde
bu din nasıl olur da batıl ve sapık olur?
Onlara şu cevap verildi: sizin babalarınız
hidayete ermiş kimseler değillerdi. Hak yolundan uzaktılar. Dalalet ve sapıklık
içinde yüzmekteydiler. Ne akletmişler ne de hidayete girmişlerdi. Bu cevap kimi
zaman işaret ve kinaye ile verilirken, kimi vakitte açıkca ifade edilmiştir.
“Çünkü
onlar atalarını dalalette buldular. Hal böyle iken atalarının peşinden koşar
oldular.”
(Saffat, 37/69-70)
Müşrikler bir yandan da Peygamber -sallallahu
aleyhi vesellem- ve müslümanları kendi tanrılarından korkutmaya çalışıyorlardı.
“Tanrılarımıza edepsizlik ettiniz. Yakında onlar
tarafından çarpılacaksınız.”
Aynı sözleri geçmiş milletler de kendi
Peygamberlerine söylemişlerdi.
“Biz, seni
tanrılarımızdan biri fena çarpmış” demekten başka bir söz söylemeyiz.” (Hud, 11/54)
Müşriklerin bu tehdidine gece gündüz devamlı müşahade
ettikleri şu hakikat ile cevap verilmiştir:
“Onların
yürüyecekleri ayakları mı var, yoksa tutacakları elleri mi var veya görecekleri
gözleri mi var, yahut işitecekleri kulakları mı var? De ki: Ortaklarınızı çağırın,
sonra bana tuzak kurun ve bana göz bile açtırmayın.” (Araf, 7/195)
Müşriklere bu münasebetle daha başka açık misaller
verilmiştir.
“Ey
insanlar! Size bir misal verdik, şimdi onu dinleyin: Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız,
o maksatla bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan
birşey kapsa, onu da geri alamazlar. İsteyen de aciz, kendinden istenen de!” (Hac, 22/73)
“Allah’dan
başka dost edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir.
Halbuki, evlerin en çürüğü şüphesiz örümceğin evidir. Keşke bilselerdi.” (Ankebut, 29/41)
Bu açık beyanlardan sonra müşriklerin kin ve
nefretleri daha da arttı. Müslümanlara hatta Allah’a sövmeye başladılar. Bunun
üzerine Allah, şu ayeti kerimeyi inzal etmiştir:
“Onların
Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına sövmeyin, sonra onlar da bilmeyerek
Allah’a söverler.”
(Enam, 6/108)
Tartışma ve hüccet yoluyla müslümanlarla başedemeyeceklerini
anlayan müşrikler, İslam’ın önünü kesme işini kaba kuvvetle halletmeye karar
verdiler. Bunun için herkes kendi aile ve kabilesinden iman edenlere işkence
edecekti. Ebu Talib’e de giderek Rasûlullah’a mani olmasını istediler.
Müşrikler, müslümanlara öyle işkence uyguladılar
ki bunlar insanın tüylerini ürpertecek dehşettedir.
Bilal bin Rebah -Radıyallahu anh- ümeyye bin Halef’in
kölesi idi. Ümeyye, Bilal’in boynuna bir ip geçirir sonra da o ipi çocukların
eline vererek o’nu kızgın kumlar üzerinde sürütürdü. Bazende tam öğle sıcağında
götürüp o’nu kızgın kumlar üzerine yatırır, üzerine kayalar yığardı.
“Muhammed’e küfredip, Lat ve Uzza’ya ibadet edinceye kadar seni böyle bırakacağım”
derdi . O’nun bu sözüne Bilal’in verdiği tek karşılık şu olurdu: “Ahad, Ahad, Allah
birdir, Allah birdir.”
Bilal’in bu halini
gören Ebu Bekir -Radıyallahu anh- O’nu satın alarak özgürlüğüne kavuşturdu.
Amir Bin Füheyr’e ise bayılıncaya kadar işkence
edilirdi.
Ebu Fukayha ki ismi iflah’tır: Ezd kabilesinden
olduğu söylenir. Abduddar oğullarının kölesiydi. Efendileri O’nu ayaklarına
demir zincirler bağlayarak sonra da günün en sıcak saatinde kızgın kumlar
üstünde sürüklerlerdi. Üzerine büyük bir kaya koyarak bayılıncaya kadar o halde
bırakırlardı. İkinci hicret kafilesi ile beraber Habeş’e hicret edinceye kadar
bu işkenceler sürmüştür. Bir defasında ayaklarını bağlayarak kızgın kumlarda
sürükledikten sonra öldü diye bırakıp gitmişlerdi. O’nu da Ebu Bekir -radıyallahu
anh- satın alarak hürriyetine kavuşturdu.
Habbab Bin Eret’de cahiliye döneminde esir alınıp
köleleştirilenlerdendi
Ümmü Enmar binti Seba O’nu satın almıştı.
Demirci idi. Müslüman olunca Hanım efendisi O’na ateş ile işkence etmiştir.
Muhammed -sallallahu aleyhi vesellem-’i inkar etmesi için sırtını kızgın demir
çubukları ile döverdi. Bu ise O’nun sadece iman ve teslimiyetini artırdı. Ayrıca
diğer müşriklerin de işkencesine maruz kalmıştır. Defalarca yanan kömür yığınlarının
üstüne atılmıştır.
Zinnire Ümmü Rumiyye: Müslüman olmuş ve işkenceye maruz kalmıştı. İşkenceden gözleri
görmez oldu. Müşrikler O’na
“seni tanrılarımız Lat ve Uzza çarptı” demişti.
Bu mübarek hanım ise onlara
“Hayır, vallahi bu sadece Allah’ın bir
takdiridir.” demişti. Ertesi gün gözleri açılmış, Kureyşliler
“Bu Muhammed’in bir sihridir” demişlerdir.
Ümmü Abis: Zehra oğullarının cariyesiydi. İslam
ve Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in en şiddetli düşmanlarından olan
Esed bin Abduyağus’un işkencelerine maruz kalmıştır.
Adiy Oğullarından Amr Bin Mümel’in cariyesi
Lübeyne de müslüman olmuştu. Ömer ise o sırada henüz müşrikti. Lübeyne’ye işkence
eden O’ydu. O’nu yoruluncaya kadar kamçılar sonra da şöyle derdi.
“Vallahi seni acıdığım için değil, yorulduğum
için bırakıyorum.” Lübeyne ise O’na:
“Rabbim’de sana böyle yapsın”, derdi.
Abduddar ailesinden bir kadının köleleriydiler.
İşkenceye maruz kalan kadın ve erkek tüm bu
kölelerin tamamını Ebu Bekir -radıyallahu anh- satın alarak, özgürlüklerine
kavuşturmuştur. Babası Ebu Kuhafe O’na
“hep zayıf köleleri satın alıp, özgürlüklerine
kavuşturuyorsun, biraz da güçlü kimseleri satın alıp, azat etsen, faydalarını
görürsün” diye çıkıştığında, Ebu Bekir -radıyallahu anh- O’na şu cevabı verir:
“Ben sadece Allah’ın rızasını istiyorum” Allah
bununla ilgili olarak ayeti kerimeler indirerek Ebu Bekir -radıyallahu anh-’i
övüp, düşmanlarını yermiştir:
“Yanan bir
ateşle sizi uyardım. O ateşe ancak yalanlayıp yüz çeviren kötüler girer.” (Leyl suresi)
Bu Ümeyye bin Halef ve arkadaşlarıdır.
“Temizlenerek
malını hayra veren iyiler ondan uzak dururlar. O’nun katında hiç kimsenin
mükafaat verilecek bir nimeti yoktur, ancak en yüce Rabbi için iş yapanların işi
müstesna. Öylesi hoşnut olacak” (Leyl suresi)
Bunlar ise Hz. Ebu Bekir -radıyallahu anh- ve
arkadaşlarıdır.
Yasir ailesi Mahzun oğulları ile antlaşmalıydılar.
Başta Ebu Cehl olmak üzere Mahmzumiler onları kızgın çöllerde bırakırlar ve
olmadık işkenceler yaparlardı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onların
içler acısı hallerine gördükçe “sabredin
ey Yasir ailesi, sizinle cennette buluşacağız. Allah’ım Yasir ailesini bağışla”
demekten başka bir şey yapamıyordu.
Ammar’ın babası Yasir, tüm bu işkencelere
dayanamayarak vefat etti. Annesi Sümeyye ise, Ebu Cehil tarafından karnı mızrakla
deşilerek şehid edildi. Böylece İslam’da ilk şehid olma mertebesine Sümeyye ve
kocası Yasir nail olmuştur.
Ammar’ın bizzat kendisi ise hertürlü işkencelere
maruz kalmıştır. Yine böyle bir işkence sırasında kalbi iman ile dolu olduğu
halde, dili ile müşriklerin istedikleri bazı kelimeleri söylemek zorunda kalmıştır.
Bu ayeti kerime O’nun hakkındadır.
“Kalbi
iman ile mutmain olduğu halde dinden dönmeye zorlanan hariç, kim, iman ettikten
sonra Allah’ı inkar ederse, (ona Allah’ın azabı vardır). Ama kim, Kafirliğe göğüs
açarsa onların üzerine Allah’tan bir gazap ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Nahl, 16/106)
Mus'ab bin Umeyr -radıyallahu anh-: Musab
Mekke’nin genç, yakışıklı ve mağrur bir delikanlısıydı. Anne ve babası çok
zengin olduklarından O’nu en güzel şekilde yedirip giydirirlerdi. Gayet lüks
bir hayat yaşardı. İslam’a girdikten sonra ailesi O’nu hapsettiler ve sonra da evlerinden kovdular. Lüks ve
müreffeh hayatı artık geride kalmıştı.
Süheyb bin Sinan Er-Rumi: -radıyallahu anh- Bayılıncaya,
dediğini bilmeyinceye kadar işkence edilirdi.
Osman bin Affan -radıyallahu anh-: Müslüman
olduktan sonra ailesinin işkencelerine maruz kalmıştır.
Nevfel bin Huveylid her ikisini de ibadet
etmekten, namazdan alıkoymak için birbirine bağlamıştı. Ancak tüm bunlar onları
Allah -Celle Celelühü-’a yönelmeken alıkoyamamıştır.
İşkencecilerin başı Ebu Cehil nerede bir müslüman
görse, eğer o müşlüman zayıf ise hemen üzerine atılır, döverdi. Gücünün
yetmediklerini ise tehdit ve sövgülerle yıldırmaya çalışırdı.
Tüm müslümanlar özellikle de zayıf ve kimsesiz
olanlar bu saldırı ve işkencelerden az çok pay almaktaydılar. Müşrikler zayıf
ve kimsesiz müslümanlara acımasızca işkence ederken, güçlü ve söz sahibi
müslümanlara karşı daha dikkatli davranmak zorunda kalıyorlardı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e
gelince son derece heybet, şeref ve
vakar sahibiydi ki, O’nun bu vasıfları çoğunlukla müşrikleri O’na saldırmaktan
men ediyordu. Ayrıca amcası Ebu Talib O’nu sahiplenmekte ve korumaktaydı. Zira
Ebu Talib Kureyş içinde sözü dinlenilir büyük bir şahsiyetti.
Hiç kimse O’nu hafife alamazdı. Abdilmenaf
soyunun zirvesi idi. Sadece Kureyş arasında değil diğer tüm Araplar arasında
itibar ve söz sahibiydi.
Dolayısıyla müşrikler Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’e karşı kaba kuvvet yoluna değil, görüşme, tartışma ve cidal
yolunu seçtiler. Ebu Talib’e giderek durumu görüşmeler yoluyla halletmeye çalıştılar.
Kureyş’in ileri gelenleri Ebu Talib’e gelerek şöyle
dediler: “Ey Ebu Talib, senin kardeşinin oğlu ilahlarımıza sövdü, dinimizi
kötüledi, bizi ahmak yerine koydu ve babalaramızı da sapıklıkla suçladı. Ya
bize böyle davranmaktan, ya da O’nunla bizim aramızdan çekilirsin.” dediler.
Ebu Talib onlarla tatlı ve nazik konuşup, onları güzel bir şekilde savdı. Çekip
gittiler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ise evvelce olduğu gibi işine
devam etti. Allah -Celle Celelühü-’ın dinini izhar edip, O’na davet eyledi.
Kureyşliler, Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in davetine devam ettiğini görünce daha fazla dayanamadılar. Aralarında
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’i çokça konuşup, birbirlerini O’na karşı
teşvik ve tahrik de ediyorlardı. Sonra bir kez daha Ebu Talib’e gidip, şöyle
dediler:
“Ey Ebu Talib! Bizim aramızda senin yaşın, şerefin
ve mevkin vardır. Biz, senden kardeşinin oğlunu menetmeni istedik. Sen ise, onu
bizimle uğraşmaktan menetmedin. Biz, vallahi onun babalarımıza sövmesine, bizi
ahmak yerine koymasına ve ilahlarımızı kötülemesine artık sabredemiyeceğiz. Ya
onu bizimle uğraşmaktan menedersin, ya da iki fırkadan biri helak oluncaya
kadar bu hususta onunla ve seninle vuruşuruz.”
Onların bu tehditleri Ebu Talib’in çok zoruna
gitti. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e haber gönderip çağırdı ve şöyle
dedi:
“Ey Kardeşimin oğlu! Kavmin bana gelip şöyle
böyle söylediler, bana ve kendine acı, gücüm yetmeyen işi bana yükleme.”
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, amcasının
kendisini terk ve teslim edeceğine dair yeni bir fikri olduğuna ve kendisine
yardımdan aciz kaldığını sanıp Ebu Talib’e hitaben:
“Ey amcam!
Vallahi, şayet bu işi terk etmem için güneşi sağ elime ve ayı da sol elime
koysalar, Allah dinini galip kılıncaya veya ben bu yolda ölünceye kadar bu
ilahi görevden vaz geçmem.” buyurdu.
Bundan sonra Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- hemen kalkıp yürüdü ve ağladı. Ebu Talib, Resuli ekremin öyle üzülüp
kalkıp gittiğini görünce onu çağırıp:
“Gel ey kardeşimin oğlu.” dedi. Rasûlullah da
geri döndü. Ebu Talib:
“Ey biraderzadem sen git işine bak, istediğini
söyle, vallahi ben sağ oldukça onlar sana birşey yapamazlar.” dedi.
Kureyşliler, bu uyarılarının bir sonuç vermediğini,
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in aynı şekilde tebliğ görevini
sürdürdüğünü, Ebu Talib’in de yeğenine yardım ettiğini gördükten sonra kendi
aralarında düşünüp tartışmaya başladılar. Sonuçta garip bir öneri üzerinde
fikir birliğine vardılar. Muğire’nin oğlu Velid’in oğlu Ammâre’yi alıp, Ebu
Talib’in yanına geldiler. Ve:
“Ey Eba Talib! Bu velid’in oğlu Ammâre’dir.
Kureyş Kabilesi içinde en kuvvetlisi ve onların en güzeli olan bir gençtir. Onu
al. Onun diyeti de yardımı da sana aittir. Onu evlat edin, o senindir. Buna karşılık
bize, senin ve babalarının dinine karşı gelen kavmin cemaatini ayıran ve onları
akılsız sayan şu kardeşinin oğlunu bize teslim et de onu öldürelim. Sana bir
adama karşılık, bir adam veriyoruz.” dediler. Bunun üzerine Ebu Talib:
“Vallahi bana ne kötü bir teklifte
bulunuyorsunuz! Sizin için bakıp besleyeyim diye oğlunuzu bana vereceksiniz de
ben de size oğlumu öldürmeniz için mi vereceğim? Vallahi, bu ebediyyen olmaz.”
dedi.
Kureyşliler taktik ve meydan okumalarla bir şey
elde edemeyeceklerini anlayınca bu sefer bizzat Allah’ın Rasulu -sallallahu
aleyhi vesellem- ‘e karşı saldırılarda bulunmaya başladılar. Genel olarak
müslümanlara uyguladıkları baskı ve işkencelerini de yoğunlaştırdılar.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- izzet
sahibi, heybetli ve muhterem olduğundan, herkes O’na saldırmayı göze alamıyordu.
O’na saldıranlar daha ziyade Kureyş’in liderleri ve büyük şahsiyetleriydi
Ebu Leheb, Hakem bin Ebil As bin Ümeyye, Ukbe
bin Ebi Muayt, Adiy bin Hamra es-Sakafi ve İbni’l Asdaı’l Ezli gibi kişiler
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in komşuları ve O’na evinde işkence
eden şahıslardır. Namaz kıldığı bir sırada üzerine hayvan işkembesi atmak,
üzerine pislik atmak gibi adi saldırılarda bulunmuşlardı. Onların bu saldırılarına
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- karşılık vermez sadece “Ey Menaf oğulları, bu ne biçim komşuluktur” demekle yetinirdi.
Ümeyye bin Halef, O’nu -sallallahu aleyhi
vesellem- her gördüğü yerde söver, ayıplar ve alay ederdi.
Kardeşi Übey bin Halef ise, O’nu gördüğünde:
“Ey Muhammed benim bir atım var. Onu seni
öldürmek için besliyorum.” derdi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’na şöyle
cevap vermiştir.
“Bilakis
inşaallah ben seni öldüreceğim.” Gerçekten de Uhud savaşında Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- O’nu öldürmüştür. Bu adam bir gün kuru bir kemikle Muhammed
-sallallahu aleyhi vesellem-’in yanına gelmiş; sonra da o kuru kemiği toz
haline getirerek yüzüne üfürmüştür. Yine bu adam arkadaşı Ukbe’nin Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’a gidip, Kur’an dinlediğini duymuş ve O’na
“Muhammed’in yüzüne tükürmedikçe seninle konuşmam”
demiş, O da istenileni yapmıştır.
Peygamberimiz -sallallahu aleyhi vesellem-’in öz
amcası olan Ebu Leheb ise daha davetin ilk gününden itibaren ona düşman kesilmiş,
yapmadığı kötülüğü bırakmamıştır. Peygamberimizin kızları Rukiye ve Ümmü Gülsüm
bu adamın oğulları Utbe ve Uteybe’nin nikahları altında idiler. Oğullarına
“Muhammed’in kızlarını boşamadıkça, başım sizin başınıza haramdır.” demiş,
onlar da babalarının dediğini yapmışlardır. Aynı şekilde Ebu Leheb’in karısı
Ümmü Cemil de Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’e karşı çirkin pek çok
saldırılarda bulunmuştur. Dikenli çalıları toplar, gece olunca onları
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in yoluna döşerdi.
“Ebu
Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da.” ayetlerini duyunca eli taş dolu olduğu halde
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ı, aramaya başladı. Allah Rasulu ise o
sırada Kabe’de Ebu Bekir ile beraber oturmaktaydı. Allah bu kadının basiretini
aldı. Sadece Ebu Bekir’i görebiliyordu. Ona
“arkadaşın Muhammed nerede? Duydum ki beni
hicvetmiş. Onu bulursam şu taşları üzerine boşaltacağım, Vallahi ben bir şairim
diyerek
“Müzemmime isyan ettik,
Biz onun işini kabul etmedik
Dinini reddettik.” şeklinde bir şiir söylemiştir.
O ayrıldıktan sonra Ebu Bekir -radıyallahu anh-,
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e
“Ey Allah’ın elçisi! Seni göremedi mi?” diye
sormuştu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- de
“Beni
göremedi. Allah basiretini aldı.” buyurdu.
Kureyş’in Rasûlullah’a sövgü şekillerinden biri
de ona Muhammed (övülen) değil de “müzemmim (kötülenen)” demeleriydi. Böylece
Allah, onların Muhammed değil de müzemmim’e sövmelerini takdir buyurarak
Rasulunü korumuştur.
Ahnes bin Şerik es-Sakefi de Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’e saldıranlar arasındaydı.
Ebu Cehil’e gelince, sanki Allah yolundan
çevirme vazifesini yüklenmiş gibiydi. Allah Rasulune diliyle ve eliyle her fırsatta
işkence eder, namaz kılmaktan alıkoyardı. Sonra da yaptıklarını böbürlene
böbürlene anlatırdı. Bir gün Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, namaz kılarken
boğazına sarılıp hakaret etti. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- de “Layıktır (o azap) sana, layık! Evet layıktır
sana layık” (Kıyame, 75/34-35) şeklinde karşılık verdi. Buna karşılık Ebu
Cehil, “beni tehdid mi ediyorsun ey Muhammed Sen ve Rabbin bana bir şey
yapamazsınız. Ben yürüyenlerin en izzetlisiyim.” diye mukabelede bulundu.
Birgün arkadışlarıyla otururken, “Eğer
Muhammed’i görürsem kafasını koparacağım.” dedi. Derken Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- gelip namaza durdu. Ebu Cehil, biraz Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’e yaklaşmıştı ki birden ansızın geri döndü, elleriyle birşey
kovalar gibi yapıyordu.
“San ne oldu Ey Ebu Hakem!” dediklerinde,
“Muhammed ile benim aramda ateşten bir çukur ve
kanatlar vardı.” dedi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, daha sonra şöyle
buyurmuştur:
“Eğer bana
yaklaşsaydı, melekler onu parça parça ederlerdi.”
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, bir gün
Kabe’de namaz kılmaktayken, Ebu Cehil ve arkadaşları birbirine “aranızda kim
gidip bir hayvan leşi getirip Muhammed’in üzerine atacak?” diye sordular. İçlerinden
en şakileri bedbahtları Ukbe bin Ebu Muayt gidip bir leş getirdi. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- secdeye gittiğinde, elindeki pisliği üzerine atıp
gülmeye, eğlenmeye başladılar. Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- ise
secdede ve başını kaldırmıyordu. Fatma gelip o pisliği alıncaya kadar o halde
kaldı. Sonra şöyle buyurdu:
“Allahım!
Kureyş’i sana havale ediyorum.” Bu dua müşriklerin çok ağrına gitti. Zira o
makamda yapılan duanın müstecap olacağını biliyorlardı. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-, daha sonra isim isim saydı ve o sayılan isimlerin tamamı
Bedir Savaşı’nda öldürüldü.
Velid bin Muğire, Esved bin Abdulyağus, Ebu
Zema, Esved bin Abdulmuttalip el-Esedi, Haris bin Kays, As bin Vail.
Allah Rasulu’ne kendisini onların şerrinden
koruyacağını bildirmiştir.
“Alay
edenlere karşı biz sana destek olmaktayız.” (Hicr, 15/95)
Allah daha sonra bu kişilerin herbirinin başına ibretlik belalar vermiştir:
Velid’in
akibeti:
Daha önceki yıllardan kalma bir ok yarası vardı. Ancak iyileşmiş durumdaydı.
Cibril’in bu ok izine işaret etmesiyle o yara tekrar açılmış, dayanılmaz acılar
vermeye başlamıştı. Velid bu şekilde acılar içinde öldü.
Esved bin
Abdulyağus’un akibeti: Cibril karnına -başka bir rivayete göre de başına-, işaret
etmiş. Karnı su toplayıp, şişmiş ve bu şekilde ölmüştür.
Esved bin
Abdulmuttalip’in akibeti: Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bu adamın ezasında
bunaldığı zaman aleyhine beddua etmiş. ”Allah’ım
O’nun gözlerini al. Oğlunu kendisine musallat kıl” buyurmuştur. Cibril
yüzüne diken atmış ve gözleri kör olmuştur. Daha sonra da oğlu tarafından
öldürülmüştür.
Haris bin
Kays’ın akibeti:
Karnında su birikmiş ve bu şekilde acılar içinde ölmüştür.
As bin
Vail’in akibeti:
Ayağına diken batmış. Daha sonra bu dikenin zehiri tüm vücudunu sarmış ve bu şekilde
ölmüştür.
Davetin ilanı ve açıklanmasıyla beraber
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ve müslümanların Kureyş’ten
çektiklerine kısaca değindik. Bu zor koşullar altında Allah Rasulu -sallallahu
aleyhi vesellem- iki önemli adım atmıştır.
Birinci adım: Allah Rasulu
-sallallahu aleyhi vesellem- Erkam bin Ebi Erkam el-Mahzumi’nin evini davet,
ibadet ve eğitim merkezi edindi. Zira bu ev, tağutların gözünden ırak bir yerde
Safa civarındaydı. Arkadaşlarıyla gizlice burada buluşurlar, onlara Allah’ın
ayetlerini okur, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretirdi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- öyle hikmetli bir şekilde, gizli bir
merkez edinmesi, sahabeleri pek çok tehlike ve ezadan korumuştur. Kendisi ise,
hiç çekinmeden müşriklerin arasına girip açıkça davet görevini yapıyor,
ibadetini ediyordu. Müşriklerin zulümleri, işkenceleri, düşmanlıkları, alayları
O’nu bundan asla men etmiyordu. Bu davetin tüm insanlara ulaşması için Allah’ın
bir hikmetiydi. Tebliğden sonra artık kimsenin Allah’a karşı bir hücceti
kalamazdı. Hiç kimse yarın kıyamet gününde: “Bize bir müjdeci ve korkutucu
gelmedi” diyemezdi.
Habeşistan'a
Hicret
İkinci adım ise, Habbeşistan’a
hicrettir. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- Habeş kıralı Necaşi’nin
adil bir hükümdar olduğunu öğrendikten sonra işkenceden bunalan müslümanlara
O’nun ülkesine hicret etmelerini işaret buyurdu.
Nübüvvetin 5. yılı Recep
ayında, 12 erkek ve 4 kadından müteşekkil ilk müslüman grup Osman bin Afvan -radıyallahu anh- başkanlığında Habeşistan’a hicret etmiştir. Bu
hicrette Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in kızı Rukiyye de kocası Osman ile beraber bulunuyordu. Bu aile İbrahim
ve Lut (aleyhisselam)’dan sonra
Allah yolunda hicret eden ilk ailedir.
Hicret eden bu sahabe topluluğu gece gizlice
Mekke’yi terkederek Cidde’nin güneyindeki Şuaybe Limanına yöneldiler. Allah’ın
takdiriyle orada Habeşistan’a gitmek üzere olan iki ticari gemi vardı. Bu
gemilere binerek Habeşistan’a vardılar.
Kureyş’liler müslümanlardan bir grubun hicret
ettiklerini duyduklarında öfkeye kapıldılar. Onları geri çevirmek, üzere peşlerinden savaşçılar
gönderdiler. Sahile kadar geldiklerinde müslümanlar çoktan ayrılmışlardı.
Nübüvvetin 5. yılı ramazan ayında yani
müslümanların Habeş’e hicretlerinden iki ay sonra Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- Kabe’ye gitti. Burada Kureyş’in tüm büyükleri ve ileri gelenleri ve
de halktan birçok kimse Kabe’de bulunmaktaydı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’e Necm suresi henüz yeni indirilmişti. Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem- Beytü’l Haram’a girdi ve ansızın Necm suresini okumaya başladı. Bu
Kureyşlilerin dünyada işittikleri en güzel Kelam’dı. Bu kelamın güzelliğinden
dehşete kapıldılar. Adeta kendilerinden geçtiler. Çok etkilenmişlerdi. Surenin
sonlarına doğru dudakları ve inzar ayetlerinden kalpleri titremişti. Surenin
sonunda Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- “Haydi Allah’a secde edip
O’na kulluk edin” ayetini okuyunca
müşrikler de kendilerine malik olamayıp O’nunla beraber secde ettiler.
Buhari’nin İbn Mesud -radıyallahu anh-‘dan
rivayet ettiğine göre, Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- Necm suresini
okuyup secde etmiştir. Kureyşliler de O’na uyup secde ettiler. Ancak içlerinden
biri, Ümeyye bin Halef hariç. O ise avuç içine bir parça toprak alarak alnına
götürmüş, “Bu bana yeter” demiştir. Daha sonra da Bedir’de katledildi.
Müşriklerin Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- ile beraber secde ettikleri haberi Habeşistan’a, Kureyşliler müslüman
oldu şeklinde ulaşınca, burada bulunan müslüman muhacirler bu habere sevinip
Mekke’ye geri döndüler. Ancak daha henüz Mekke’ye girmemiştiler ki olayın iç
yüzü açığa çıktı. İçlerinden kimisi tekrar Habeşistan’a yönelirken, kimisi de
Kureyş’ten bazı kimselerin himayesine girerek Mekke’ye girdi.
Müşrikler, Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- ile beraber secde etmekten daha sonra büyük bir nedamet ve öfkeye kapıldılar.
Ayrıca kral Necaşi’nin de müslümanlara çok iyi davrandığını duyuyor ve intikam
hisleri kabarıyordu. Dolayısıyla müslümanlara uyguladıkları baskı ve işkence
politikalarını daha da şiddetlendirerek devam ettirdiler. Bu zor dönemde,
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- arkadaşlarına tekrar Habeşistan’a
hicret etmeyi tavsiye etti. Bunun üzerine müslümanlardan seksenüç veya
sekseniki erkek ve onsekiz kadın hicret etti. Bu seferki hicret daha zor ve
çetin olmuştu. Zira müşrikler artık müslümanların tüm hareketlerini kontrol
ediyor ve hicret olasılığına karşı tedbirli davranıyorlardı. Ama müslümanlar
onlardan daha hikmetli daha uyanık ve daha tedbirliydiler.
Müslümanların kendilerinden kaçıp, can ve iman
emniyetlerini sağlayabildikleri bir yere göçmeleri, müşriklere çok ağır geldi.
Onları tekrar Mekke’ye getirmeleri için aralarından o zamanın dahileri olarak
bilinen iki elçi gönderdiler. Bunlar Amr bin As ve Abdullah bin Rebia’dır. Her
ikisi de henüz şirk üzereydiler.
İki Kureyş elçisi planlı bir şekilde Habeşistan’a
geldiler. Müslümanlar hakkında Necaşi ile konuşmadan önce patriklerle konuşup,
geliş nedenlerini anlatıp, onlara hediyeler verdiler. Patrikleri razı ettikten
sonra Necaşi’nin huzuruna çıkıp O’na da hediyeler takdim edip şöyle dediler:
“Ey kral, senin ülkene bizden bazı ahmak köleler
sığındılar. Milletlerinin dinini terkettiler ve senin dinine ve girmediler. Ne
bizim bildiğimiz ve ne de senin bildiğin yeni bir din getirdiler. Bizi sana,
onların kavminin eşrafı, onları kendilerine geri vermen için gönderdi. Onların
kavmi, onların hallerini daha iyi görür ve kusurlarını daha iyi bilir.”
Necaşi’nin çevresindeki patrikler de O’nların bu
sözlerini tasdik edip şöyle dediler.
“Ey Melik, bu iki adam doğru söylüyor.
Müslümanları ülkelerine ve kavimlerine geri götürmeleri için bu iki adama
teslim ediniz.”
Ancak Necaşi olayı her iki taraftan da dinleyip
hakikati bilmek istiyordu. Onun için müslümanlara da adam gönderip çağırttı.
Onlara:
“Uğrunda kavminizi terk ettiğiniz ve ne benim
dinime ve ne de milletlerden bir kimsenin dinine girmediğiniz bu din nedir?
diye sordu.
Necaşi’ye Ebu Talib’in oğlu Cafer şöyle cevap
verdi.
“Ey kral! biz cahiliyet ehli olan bir kavim idik
Putlara tapar, leş yer, çirkin işleri yapar, akrabayı terk eder, komşuları
unuturduk. Bizim aramızda güçlü olan, zayıfı ezer ve yerdi. Biz bu durumda
iken, Allah -Celle Celelühü- bizden bir Peygamber gönderdi. O’nun soyunu ve doğruluğunu,
güvenilir, namuslu ve temiz bir insan olduğunu biliriz. Bizi Allah -Celle
Celelühü-’a, O’nun birliğine inanıp O’na ibadet etmeye, bizim ve babalarımızın
Allah -Celle Celelühü-’ten başka taptığımız putları ve taşları terk etmeye çağırdı.
Bize doğru konuşmayı, emaneti eda etmeyi, akrabayı gözetmeyi, komşularla iyi geçinmeyi,
haram kılınan şeylerden ve kanları dökmekten vaz geçmeyi emretti. Bize namazı,
zekatı ve orucu emretti, dini öğretti. Biz O’nu doğrulayıp, O’na inandık. Allah
-Celle Celelühü-’dan geldiği şeyde O’na tabi olduk. Sadece Allah’a ibadet edip,
O’na hiç bir şeyi ortak koşmadık. Bize haram kıldığını haram kıldık, helal kıldığnı
da helal kıldık. Bunun üzerine kavmimiz bize düşman oldu. Bize işkence ve
kötülük ettiler. Allah’a ibadeti bırakıp putlara ibadete bizi geri çevirmek ve
evvelce helal saydığımız pis şeyleri helal saymamız için bizi dinimizden
döndürmeye çalıştılar. Bizi zorladılar, zulmettiler, sıkıştırdılar ve bizim ile
dinimiz arasına girdiler. Biz de çıkıp senin ülkene göç ettik. Senden başkasına
seni tercih ettik. Sana komşu olmak istedik. Senin yanında zulüm görmeyeceğimizi
umduk, ey kral!”
Bunun üzerine Necaşi ondan bir parça Kur’an
okumasını istedi. Cafer -radıyallahu anh- O’na Meryem suresinin başından bir
parça okudu. Kur’an okunurken Necaşi göz yaşlarından sakalları ıslanıncaya
kadar ağladı. Piskoposlar da mushafları ıslanıncaya kadar ağladılar. Sonra Necaşi,
onlara:
“Bu ve İsa’nın getirdiği Kitap bir yerden çıkmıştır.
Siz ikiniz, hadi gidin. Vallahi onları size teslim etmem” dedi. Onlar da Necaşi’nin
huzurundan ayrıldılar. Ertesi gün Amr bir hile keşfederek Necaşi’ye
“Ey kral, müslümanlar Meryem’in oğlu İsa hakkında
büyük bir söz söylüyorlar.” dedi.
Necaşi de müslümanlara İsa’dan sormak için
yanlarına çağırdı ve
“Meryem’in oğlu İsa hakkında ne dersiniz? “ diye
sordu. Ebu Talib’in oğlu Cafer de:
“O’nun hakkında bize Peygamberimizin getirdiği şeyi
söyleriz. Peygamberimiz: İsa, Allah’ın kulu, O’nun Rasulu ve ruhudur. Bekar bir
kız olan Meryem’e ilka ettiği kelimesidir, diyor” diye cevap verdi.
Necaşi eli ile yere vurup; oradan bir odun
parçası aldı, sonra:
“Vallahi Meryem’in oğlu İsa, senin dediğinden şu
odun kadar sapmamıştır” dedi. Ve
“Vallahi gidiniz, benim ülkemde emin olarak yaşayınız,
size söven zarar eder, size söven zarar eder!. Ben sizden bir adama eziyet etmiş
iken, altından bir dağım bile olsa istemem!. Bu iki adama hediyelerini geri
verin. Benim onlara ihtiyacım yoktur.” demiştir.
Bundan sonra müslümanlar bu hayırlı adamın hayırlı
komşuları olarak yaşamaya başladılar.
Müşrikler, müslümanları geri getirmek üzere
gönderdikleri temsilcilerinin Habeşistan’dan elleri boş döndüğünü görünce
öfkeden çıldıracak gibi oldular. Ebu Talib’in de desteğiyle Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’in davet ve tebliğ görevini hiç aksatmaksızın açıkça
yerine getirdiğini görmek onları daha da delirtiyordu. Çılgınca öfkelerini
müslümanlara eziyet ederek yatıştırmaya çalışıyorlardı. Şaşkınlık içindeydiler.
Ne yapacaklarını, nasıl hareket etmeleri gerektiğini bilemiyorlardı. Bazen
öfkeleri galip geliyor, Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’e davetinden
vazgeçmesi için ilginç ve çekici tekliflerde bulunuyorlar, bazen de Peygamberi
öldürerek daveti bu şekilde sona erdirmeyi düşünüyorlardı. Ancak tüm bunlar
onlara bir fayda sağlamadığı gibi, gayelerine de ulaşamadılar. Bilakis tüm bu
çabaları başarısızlık ve düş kırıklığı ile neticelendi. İşte müşriklerin bu
çabalarından kısa kesitler:
Müşriklerin Habeş’ten elleri boş döndükten sonra
şiddet ve kaba kuvvet kullanmayı artıracakları bekleniyordu. Fiilen beklenen
gerçekleşti. Kureyş elini Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e kadar tüm
müslümanlara şiddetle uzattı.
Birgün
Ebu Leheb’in oğlu Uteybe “Sonra
ona yaklaştı ve sarktı. İki yay kadar yahut daha yakın oldu” (Necm, 53/8-9)’
diye okuyup söverek Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in yanına gelip
O’na eziyet etmeye başladı. gömleğini yırtıp, yüzüne tükürdü. Ancak tükrüğü
kendine geri döndü. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- şöyle dedi.
“Allahım
köpeklerinden bir köpeği bunun üzerine musallat et”. Derken Utbe bir kervan
ile beraber Şam’a yolculuğa çıktı. Yolda konakladıkları bir sırada, uzaktan bir
aslan kervanın etrafında dolaşmaya başladı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in
duasını hatırlayan Utbe
“Vallahi şu aslan beni yiyecek” diye korkmaya başladı.
Gece uyurken O’nu aralarına alıp korumak istediler. Ancak aslan gelip develer
ve insanlar arasından O’nu bulup kafasını kopardı.
Bir defasında da müşriklerden Ukbe bin Ebi Muayt
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- secdede iken boynuna şiddetli bir tekme
savurdu. Nerede ise gözleri çıkacak gibi oldu.
Hadiseleri bir araya getirdiğimizde şunu
görüyoruz: Müşrikler artık bu dava ile başedemeyeceklerini anladıktan sonra
ciddi ciddi Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’i öldürmeyi düşünmeye başladılar.
Ortalığın kan gölüne dönmesini artık umursamıyorlardı. Ebu Cehil bir gün Kureyşlilere
şöyle dedi:
“Muhammed dinimizi ayıplamaya, atalarımıza
sövmeye, bizi kötülemeye, tanrılarımıza hakaret etmeye devam ediyor. Allah’a
andolsun ki Muhammed secdeye gittiği bir sırada kaya ile başını ezeceğim. o zaman ister beni koruyun,
isterseniz de teslim edin. Bundan sonra
Menaf oğulları ne isterseler yapsınlar.” Etrafında bulunanlar da O’na
“Vallah biz seni hiç bir şey için teslim
etmeyiz. İstediğini yap” dediler.
Ertesi gün Ebu Cehil dediği gibi bir taş hazırlayarak
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in namaz kıldığı bir sırada O’na doğru
yöneldi. Kureyşliler meclislerinde oturmuş Ebu Cehil’in ne yapacağını
gözetliyorlardı. Ebu Cehil elinde kaya Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’e yaklaştı. Sonra birden irkilmiş ve korkmuş bir şekilde geri döndü.
Korkudan rengi değişmiş, taş elinden düşmüştü. Kureyşliler
“sana ne oldu Ey Eba ”Hakem”? diye sorduklarında, Ebu Cehil şöyle cevap verdi.
“Vallahi dün söylediğim şeyi yapmak istedim, ama
bana öylesine büyük ve korkunç bir deve gösterildi ki nerede ise beni
yiyecekti.”
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurdu.
“O cibril
idi. Eğer yaklaşsaydı O’nu alacaktı.”
Bilahare son derece çirkin bir hadise daha yaşandı.
Yine birgün müşriklerin eşrafı Hicr denen yerde oturup Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’dan yakınıyorlardı. Derken Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- geldi ve Kabe’yi tavaf etmeye başladı. Müşrikler O’nu görünce sövmeye
başladılar. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in üzüldüğü yüzünden anlaşılıyordu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
her dönüşünde onlar sövmeye devam ettiler. Sonra Allah Resulu
-sallallahu aleyhi vesellem- durup onlara şöyle dedi:
“İşitmiyor
musunuz ey Kureyş topluluğu! Canım elinde olan Allah’a yemin ederim ki eğer
inanmazsanız helak olacağınızı size bildirmek için geldim”
Kureyş topluluğu, O’nun bu sözünü duyunca, her biri
sanki başının üzerinde kuş duruyormuş gibi donakaldı. Hatta bundan önce
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e eza edilmesini teşvik edenlerden
biri, bulabildiği en güzel sözle Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’i
teskin edip:
“Ey Kasım’ın babası hadi git, vallahi ben cahil
değilim” diyordu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- de dönüp gitti.
Ertesi gün, yine Hicr’da toplandılar.
Onlardan bir kısmı diğerlerine:
“Sizin söylediğiniz ve O’nun, size söylediği
sözleri hatırlayınız. Muhammed, size hoşlanmadığınız şeyleri açıkça söylediği halde O’nu bıraktınız!” dedi.
Müşrikler böyle konuşurken Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- çıkageldi. Hepsi birden bir tek adam gibi sıçrayıp
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’i çevirdiler.
“İlahlarımıza sövüp, dinlerimizi kötüleyen, şöyle
şöyle sözleri söyleyen sen misin? dediler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- de
“Evet
bunları söyleyen benim” dedi.
Bunun üzerine hep birden O’nun üzerine çullandılar.
Kimisi yumrukluyor, kimisi tekmeliyordu. Ukbe bin Ebi Muayt ise ridasını boğazına
dolayıp boğmaya çalışıyordu. Derken olayı gören birisi bağırıp durumu Ebu Bekir’e bildirdi. Ebu Bekir koşarak
gelip Ukbeyi omuzlarından tutup, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’den
uzaklaştırdı. Onlarla kavgaya tutuştu
“Yazıklar olsun. Rabbim Allah’tır diyen bir adamı
öldürmek mi istiyorsunuz” diyordu. Müşrikler Allah Rasulunü bırakıp Ebu Bekr’in
üzerine çullandılar. O’nu yüzü kanlar içinde kalıp bayılıncaya kadar dövdüler.
Ailesi Teym Oğulları gelip Ebu Bekr’i evine taşıdılar. Öleceğinden şüpheleri
yoktu. Derken günün sonunda ayıldı ve ayılır ayılmaz Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’i sordu. Bir şey demediler. Kendisine yiyecek ve içecek takdim ettiler. Ancak O, Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’i görmeden hiç bir şey yiyip içmeyeceğini söyledi.
Bunun üzerine gece yarısı O’nu alarak gizlice Daru’l-Erkam’a
Rasûlullah-sallallahu aleyhi vesellem-’in yanına getirdiler. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’in iyi olduğunu görünce artık bir şeyler yiyip
içebildi.
Artık hayat iyice zorlaşıp, işkence ve baskılar
çekilmez hal alınca Ebu Bekir -radıyallahu anh- Habeşistan’a göç etmeye karar
verdi ve yola çıktı. Birkü’l Gamad
bölgesinde Kare ve Ahbeş kabilelerinin reisi Malik bin Dağne ile karşılaştı.
Malik O’na nereye gittiğini sordu. O da O’na durumu anlattı. Malik:
“Senin gibi misafirleri konuklayan, yoksulları
doyuran, akrabasına candan bağlı olan, ihtiyaç zamanında herkese yardım eden
bir adamı yurdundan mı çıkarmak istiyorlar? Ben seni himayeme alıyorum. Yurduna
dön ve Rabbine dilediğin gibi ibadet et.” dedi. Sonra beraber Mekke’ye döndüler
ve Malik Ebu Bekir’i himayesine aldığını Kureyşlilere bildirdi. Onlar da itiraz
etmediler. Ancak “Ebu Bekr’e söyle ibadetini evinde yapsın ve sessiz okusun. Fitneye
düşürmesinden korkuyoruz” dediler. Ebu Bekir bir müddet böyle yaptı. Sonra
evinin avlusunda bir mescid yaparak orada ibadet edip, yüksek sesle Kur’an
okumaya başladı. Müşriklerin şikayeti üzerine İbni Dağne O’nu bundan men edip,
himayesini kaldırmakla tehdit etti. Ebu Bekir O’nun bu tehdidini ve himayesini
reddederek “Allah’ın himayesi bana yeter” dedi.
Ebu Bekir -radıyallahu anh- çok ağlayan bir
adamdı. Kur’an okurken gözlerine malik olamaz ve ağlardı. Müşriklerin kadın ve
çocukları gelip O’nu dinlerler ve durumuna şaşırırlardı. Bu da müşrikleri çok kızdırır
ve Ebu Bekr’e eza etmelerine neden olurdu.
İşte tam bu zor dönemlerde Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- ve müslümanları sevindiren iki güzel gelişme oldu.
Kureyş’in iki cengaveri, Peygamberimizin amcası Hamza ve Hattab Oğlu Ömer
müslüman oldular. Böylece müslümanlar o iki pehlivanın güçlerinin gölgesinde
bir nebze olsun rahatlamış oldular.
Hamza’nın İslamiyete girmesine Ebu Cehil sebep
olmuştur. Bir gün Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Safa’da bulunduğu bir
sırada Ebu Cehil gelerek sebepsiz yere küfretti ve bir rivayete göre de taş ile
vurarak başını yardı. Sonra da Kabe’de bulunan Kureyş meclisine gidip oturdu.
Abdullah bin Cüdan’ın kölesi tüm bu olup bitenleri Safa’daki evinden izliyordu.
Biraz sonra Hamza elinde oku olduğu halde avdan dönüyordu. Cariye olup
bitenleri Hamza’ya anlattı. Hamza yeğenine böylesine hakaret edilmesine çok kızdı.
Doğruca Ebu Cehil’in yanına gidip
“Kardeşim oğluna söven sen misin? Ben de onun
dinindenim” deyip, elindeki okla Ebu Cehil’in başına vurup, yaraladı. Mahzunoğulları
ve Haşimoğulları birbirine girmek üzereyken Ebu Cehil
“Ebu Ammare (Hamza)yı bırakın. Ben O’nun kardeşi
oğluna kötü bir şekilde sövmüştüm” diyerek olayı yatıştırdı. Böylece Hamza’nın
gerçekten müslüman olmasını önlemek istiyordu.
Hamza’nın İslam’ı aniden olmuştu. Önce diliyle
öylesine söylemiş, sonra da Allah -Celle Celelühü- O’nun kalbini İslam’a açmıştı.
Kureyş’in en izzetli, en güçlü ve gözü pek genciydi. Kendisine “Allah’ın aslanı”
lakabı verilmiştir. Nübüvvetin 6. yılının Zilhicce ayında müslüman olmuştur.
Hamza -radıyallahu anh-’nın İslam’a girmesinden
üç gün sonra da Hz. Ömer -radıyallahu anh-
İslam’a girmiştir. İslam’a girmeden önce İslam ve müslümanların en şiddetli
düşmanlarından biriydi. Bir gece Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Kabe’de namaz kılıp Kur’an okurken, Ömer duymuş ve etkilenmişti. O’nun hak olduğunu düşünmüş
ancak inadından vazgeçmemişti.
Bir gün eline kılıcını alıp Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’i öldürmek
üzere yola çıktı. Yolda bir adam kendisine
“Nereye gidiyorsun Ey Ömer” diye sordu. O da hiç
çekinmeden:
“Muhammed’i öldürmek istiyorum.” dedi. O adam
kendisine
“Muhammed’i öldürürsen, Haşimoğulları ve Zehraoğulları’ndan
nasıl kurtulursun?” Diye sorunca, Ömer adama kızdı ve
“Yoksa sende mi Muhammed’le berabersin.” diye çıkışınca
adam O’na
“Senin kızkardeşin ve enişten de müslüman
oldular.” demiştir.
Bunun üzerine Ömer dönüp, doğruca kızkardeşine
ve eniştesine gitti. Onların yanında Eret’in oğlu Habbab -radıyallahu anh- da
vardı. Onun beraberinde, içinde Taha süresi yazılı bir sayfa bulunuyordu.
Habbab, bu sayfayı onlara okuyordu. Onlar, Ömer’in geldiğini duyunca, Habbab’ı
evin bir köşesine sakladılar. Ömer’in kızkardeşi Fatma, sayfayı alıp uyluğunun
altına koydu. Ömer, eve yaklaştığı zaman evde bir şeylerin okunduğunu duymuştu.
Eve girince:
“Biraz önce işittiğim o mırıltı ne idi?” diye
sordu.
“Bir şey işitmedin!” diye cevap verdiler.
“Vallahi ben sizin Muhammed’e tabi olduğunuzu
haber aldım.” dedi ve Eniştesi Said’e şiddetle vurup, yakaladı. Kocasını
Ömer’in elinden almak isteyen Fatma’ya da vurup başını yardı. Bunun üzerine her
ikisi de Ömer’e:
“Evet, Müslüman olduk. Allah’a ve Rasuluna iman
ettik, dilediğini yap!” dediler.
Ömer, kızkardeşinin yüzündeki kanı görünce yaptığına
pişman oldu. Utandı. Kızkardeşine:
“Az önce okuduğunuz sahifeyi bana getirin de
okuyayım.” dedi. Kızkardeşi ona, sen pissin, şirk üzeresin, Kur’an’a ise temiz
olanlar dokunabilir. Kalk yıkan.” dedi. Ömer kalkıp yıkandı ve sahifeyi eline
alıp okumaya başladı.
“Bismillahirrahmanirrahim” okudu ve “Güzel,
temiz isimler.” dedi. Sonra Taha suresini “muhakkak
ki ben kendim Allah’ım. Benden başka ilah yoktur. Öyle ise bana kulluk et, beni
anmak için namaz kıl.” ayeti kerimesine kadar okudu.
“Bu ne güzel, ne tatlı bir sözdür. Beni
Muhammed’e götürün” dedi.
Ömer’in bu sözünü duyan Habbab, ortaya çıktı ve
“Müjde ey Ömer! Ben Allah’ın seni Peygamberin
davetiyle seçeceğini umuyordum. Çünkü Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’den gece “Ey Allahım! İslam’ı
Hişam’ın oğlu Ebu Cehil veya Hattab’ın oğlu Ömer ile kuvvetlendir.” derken
işittim.” dedi. Sonra da Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in Erkam’ın
evin’de olduğnu haber verdi.
Ömer -radıyallahu anh-, kılıcını alıp kuşandı,
sonra da Erkam’ın evine gelip, kapıyı çaldı. İçerdekilerden biri kapının aralığından
baktı ve Ömer’in kılıcını kuşanmış olarak geldiğini gördü. Durumu Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’e bildirdi. İçeridekiler telaşlanıp bir araya
toplandılar. Hamza
“Ne oldu böyle” diye sorunca
“Ömer” dediler. Hamza
“Ömer mi? Kapıyı açın! Eğer hayır için gelmişse
hayrı ona veririz. Eğer şer işlemek için gelmiş ise, kılıcı ile onu öldürürüz.”
dedi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, o sırada
içerdeydi ve kendisine vahiy gelmekteydi. Sonra gelip Ömer’i karşıladı. Onu
elbisesinden ve kılıç kuşağından tutup sonra da şiddetle kendisine çekti.
“Allah,
sana Velid bin Muğire’ye indirdiği gibi bir felaket indirinceye kadar küfürden
vazgeçmeyecek misin?”
dedi. Sonra da “Ey Allahım! işte Ömer bin
Hattab. İslam’ı Ömer bin Hattab ile izzetlendir.” buyurdu. Ömer hemen şöyle
dedi:
“Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne
Muhammeden Rasûlullah.” Rasûlullah ve ev halkı öyle bir tekbir getirdiler ki,
sadaları ta Beytül Haram’dan işitildi.
Ömer -radıyallahu anh-, dengi bulunmayan bir
pehlivandı. Müslüman olduktan sonra İslam ve Müslümanların en şedid düşmanı
olan Ebu Cehil’in evine gidip kapısını çaldı. Ebu Cehil kapıyı açıp
“Hoş safa geldin. Hayrola?” deyince,
“Sana Allah ve elçisi Muhammed’e iman ettiğimi
haber vermek için geldim.” dedi. Ebu Cehil kapıyı onun yüzüne kapatıp
“Allah seni ve geldiğin şeyi çirkinleştirsin.”
dedi. Sonra da dayısı As bin Haşim’in yanına giderek içeri girdi.
Kureyş’in en çabuk söz yayan adamı Cemil bin
Muammer’in yanına gidip, Müslüman olduğunu haber verdi. Cemil var gücüyle bağırıp,
Ömer’in sapıttığını ilan etti. Ömer ise “yalan söylüyor. Ben Müslüman oldum”
diye haykırırdı. Ömer -radıyallahu anh-, güneş doğuncaya kadar onlarla çarpıştı.
Daha sonra evine döndüğünde, hısımlarının onu
öldürmek üzere beklediklerin gördü. Vadi Ömer’i öldürmek isteyen insanlarla
doldu. O sırada Ömer’in kavmi Adiyyoğulları’nın antlaşmalısı olan Sehmoğulları’ndan
As bin Vail geldi. Süslü ipek elbiseler giymişti. Ömer’e ne olduğunu sordu. O
da
“Kavmim Müslüman olursam beni öldüreceklerini
söylüyor.” dedi. As,
“Hayır seni öldüremezler.” deyip yatıştırmak
üzere topluluğun yanına gitti. Onlara
“Ne oluyorsunuz?” diye sordu. Onlar da
“İşte bu Hattab’ın oğlu sapıtmış” dediler. As
onlara
“Onu öldüremezsiniz.” cevabını verip, onları
teskin etti. Böylece dağıldılar.
Müslümanlar, Ömer’in İslam’a girmesiyle büyük
bir izzet ve güç kazandılar. Daha önce ibadetlerini gizli yapıyorlardı. Ömer,
Müslüman olduktan sonra şöyle dedi:
“Ey Allah’ın elçisi! Ölsek de kalksak da Hak üzerine
değil miyiz?” Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-,
“Evet.” dedi. Ömer,
“Öyleyse niçin gizleniyoruz?” dedi. Müslümanlar
iki saf halinde Kabe’ye doğru yola çıktılar. Safların birinin başında Ömer, diğerinin
başında da Hamza bulunuyordu. Bu şekilde tekbirlerle Mescid-i Haram’a girdiler.
Müşrikler onları bu halde izzet içinde görünce, daha önce hiç üzülmedikleri
kadar büyük bir üzüntüye kapıldılar. Bundan dolayı Ömer’e-radıyallahu anh-
Faruk lakabı verilmiştir.
İbni Mesud, “Ömer’in müslüman olduğu andan
itibaren izzetliyiz.” ve “Ömer, müslüman oluncaya kadar Kabe’de namaz kılamıyorduk.”
demiştir.
Suheyb ise şöyle dedi: “Ne zaman Ömer müslüman
oldu, İslam zuhur etti. Aleni olarak İslam daveti yapıldı. Kabe etrafından
halka yaptık. Tavaf ettik. Bize çirkinliklerde bulunanlara aynısıyla karşılık
vermeye başladık.
Hamza ve Ömer’in müslüman olmasıyla İslam’ın
güçlendiğini gören müşrikler bundan sonra takınacakları tutumu değerlendirmek
üzere toplandılar. İçlerinden saygı ve itibar sahiplerinden biri olan Utbe bin
Rebia, söz alarak şöyle dedi:
“Ey Kureyş topluluğu! Muhammed’e gidip konuşayım
ve ona bazı şeyler teklif edeyim. Belki o bunların bazısını kabul eder de,
istediği şeyleri veririz. Böylece bizimle uğraşmaktan vazgeçer.” Kureyşliler,
“Evet ey Eba Velid git ve onunla konuş.”
dediler. Bunun üzerine Utbe, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ile konuşmak
üzere yanına gitti. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, Beytul Haram’da
tek başına oturmaktaydı. Utbe onun yanına oturup:
“Ey kardeşimin oğlu! Senin, aşiret içinde bizden şerefli ve nesebde bizden
soylu olduğun malumdur. Şüphesiz sen kavmine büyük br iş getirip bununla onların
cemaatini parçaladın. Onları ahmak saydın, getirdiğin bu din ile onların
babalarını da geçip gidenleri kötüledin. Beni dinle sana bazı tekliflerde
bulunacağım. Belki bunlardan bazılarını kabul edersin.” dedi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- da:
“Söyle
bakalım, ey Eba Velid, dinliyorum.” buyurdu. Utbe:
“Ey kardeşimin oğlu! Eğer getirdiğin bu şey ile
istediğin mal ise, mallarımızdan toplayıp seni en zenginimiz yapalım. Eğer bu iş
ile istediğin şeref ise, seni kendimize başkan yapalım. Hatta sensiz hiçbir işe
karar vermeyelim. Eğer bununla istediğin hükümdarlık ise, seni kendimize
hükümdar yapılım. Eğer sana gelen birşey cin ise ve sen de onu kendinden def
edemiyorsan, senin için tabib getirelim ve seni, ondan kurtarıncaya kadar
mallarımızı bu yolda harcayalım. Çünkü bazen insana cin galip gelir de ondan
tedavi ile kurtulur.” dedi. Utbe sözünü bitirinceye kadar Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- onu dinledi. Sonra:
“Sözünü
bitirdin mi ey Eba Velid?” diye sordu.
Utbe de:
“evet” dedi. Rasûlullah:
“Öyle ise şimdi
sen beni dinle.”
buyurdu. Utbe de:
“söyle!” dedi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-, ona şu ayetleri okudu:
“Rahman ve
Rahim olan Allah’ın adıyla. Ha mim. Bu Kitap, merhamet eden, merhametli olan
Allah katından indirilmedir. Bilen bir millet için müjdeci ve uyarıcı olmak
üzere arabça okunacak ayetleri uzun uzun açıklanmıştır. Ama insanların çoğu yüz
çevirmiştir, onlar işitmezler de. Ey Muhammed! Bizi çağırdığın şeye karşı
kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda ağırlık, bizimle senin aranda anlaşmamıza
engel vardır, istediğini yap, biz de yapacağız.” derler.” (Fussilet, 41/1-5)
Sonra Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
ayetleri ona okumaya devam etti. Utbe ellerini arkasına atıp, o halde sukunetle
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’i dinliyordu. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-, “Eğer onlar yüz
çevirirlerse de ki: İşte size Ad ve Semud’un başına gelen kasırgaya benzer bir
kasırgayla uyardım.” ayeti kerimesine gelince, Utbe elini Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’in dudağına götürüp Allah ve yakınlık adına bu gazabın
gelmemesini rica etti ve “yeter” dedi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, bu
suredeki secde ayetine gelince secde etti. Sonra:
“Ey
Velid’in babası, dinlediklerini duydun, işte sen ve Kur’an” dedi.
Utbe kalkıp arkadaşlarına gitti. onlardan bazısı
diğerlerine:
“Allah’a yemin ederiz ki Velid’in babası gittiği
yüzden başka bir yüz ile size geldi.” dediler. Utbe, onların yanına oturunca
“Ne yaptın ey Eba Velid?” diye sordular. O da:
“Öyle bir söz işittim ki vallahi, onun benzerini
daha önce hiç duymadım. Vallahi o ne şiir, ne sihir ve ne de kehanettir. Ey
Kureyşliler! Bana itaat edin! Bu adamı kendi haline bırakın. Vallahi, ondan işittiğim
söz büyük bir olay meydana getirecek. Eğer Araplar, onu bastırırsa, şüphesiz
size, onu sizden başkası ile yetersiniz. Eğer o, araplara galip gelirse, onun
mülkü sizin mülkünüz ve onun üstünlüğü sizin üstünlüğünüz olur. Bu takdirde
siz, onunla insanların en mutlusu olursunuz!” diye cevap verdi. Bunun üzerine
Kureyşliler:
“Ey Velid’in babası! Vallahi Muhammed, seni dili
ile sihirlemiş.” dediler. Utbe ise:
“Onun hakkında benim görüşüm budur. Siz dilediğinizi
yapın!” diye cevap verdi.
Müşrikler tüm bu çekici tekliflerinin sonuç
vermediğini görünce, din konusunda eşitlik sağlamayı düşündükten ve Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’e
“senin hayrına olacak bir teklifimiz var”
dediler. Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem-
“nedir o” buyurdu.
Onlar:
“Bir sene sen bizim tanrılarımıza, bir sene de
biz senin Tanrı’na ibadet edelim. Eğer biz hak üzereysek, sen de nasibini almış
olursun, sen hak üzereysen biz de nasibimizi almış oluruz.” dediler. Bunun
üzerine Allah: “De ki Ey kâfirler ! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam ...”
ayetleriyle başlayan Kafirun Suresini ve “De
ki Ey cahiller! Bana, Allah’tan başkasına kulluk etmeme mi emrediyorsunuz?”
(Zümer, 39/64) ve “De ki: Allah’tan başka
sizin taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi.” (En’am, 6/56) ayeti
kerimeleri nazil oldu.
Müşrikler Kendileri ile Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- arasındaki hilafı halletmekte kararlıydılar. Onun için Utbe bin Rebia’nın önerilerine başka
öneriler ve tavizler daha katıp Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e
sundular. Ancak O’ndan da kendilerine taviz vermesini istiyorlardı.
“Bundan başka
bir Kur’an getir veya bunu değiştir” (Yunus, 10/15) diyorlardı. Allah -Celle
Celelühü- Rasulune onlara şu şekilde cevap vermesini emretti:
“De ki,
onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben bana vahyolunandan
başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından
korkarım.”
(Yunus, 10/15)
Allah Rasulunü kesinlikle onların bu aldatıcı
tekliflerine aldanmaktan korumuştur:
“Müşrikler,
sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnad etmen için seni,
nerdeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirdedir ki seni
candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkar kılmasaydık, gerçekten
nerdeyse onlara birazcık meyledecektin. Ama o zaman, hiç şüphesiz sana hayatın
ve ölümün sıkıntılarını kat kat taddırırdık. sonra bize karşı kendin için bir
yardımcı da bulamazdın” (İsra, 17/73-75)
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- müşrikleri,
şirklerinden dönüp kendisine uymadıkları sürece Allah’ın azabına uğramakla
kortutuyordu. Ancak sözü edilen azabın henüz gelmemesi müşrikleri
cesaretlendirdi. İstihza ve kibir amacıyla bu azabın bir an önce gelmesini
istediler. Azab vaidlerinin kendilerini korkutmayacağını, zaten böyle bir azabın
da asla gerçekleşmeyeceğini iddia etmeye başladılar. Onların bu tutumları
üzerine Allah bu konuyla ilgili birçok ayeti kerime inzal etti. Bazıları şöyledir:
“Onlar
senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah, vaadinden asla dönmez. Muhakkak
ki, Rabbin nezdinde bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” (Hac, 22/47)
“Senden
azabı çarçabuk istiyorlar. Halbuki cehennem, hiç şüpheleri olmasın, kafirleri
kuşatacaktır.”
(Ankebut, 29/54)
“Kötü
tuzaklar kuranlar, Allah’ın, kendilerini yere geçirmeyeceğinden veya
kendilerine bilemeyecekleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden emin mi oldular?
Veya onlar dönüp dolaşırken Allah’ın kendilerini yakalayamayacağından (emin mi
oldular) ? Çünkü onlar (Allah’ı ) aciz bırakacak değillerdir.
Yoksa
Allah’ın kendilerini bir korku üzerinde yakalamayacağından (emin mi oldular) ?
Kuşkusuz Rabbin, çok şefkatli, pek merhametlidir.” (Nahl, 16/45-47)
Müşrikler inat ve tacizlerinden dolayı Allah
Rasulu’nden mucizeler ve olağanüstü şeyler getirmesini istiyorlardı. Allah,
ayeti kerimeler inzal ederek bu konudaki adetini (sünnetini) beyan ederek,
onların bu konudaki hüccetlerini kesmiştir. Bu konu üzerinde ilerideki
bölümlerde tekrar duracağız, inşaallah !
Müşrikler Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- ile mücadelelerinde tüm bu yolları sırayla veya hep birden denemişlerdir.
Şiddet, yumuşaklık, müsavemet, cidal, terğib, terhib gibi mücadele
yöntemlerinin birinden diğerine geçiyorlar, bazen korkutma bazen de sevdirme
yolunu deniyorlardı. Kararsızlardı. İlerliyorlar geri çekiliyorlardı. Tek
amaçları vardı şirkin muhafazası ve İslam davetinin önlenmesi. Ancak Allah’ın
lütfuyla onların tüm gayretleri boşa gitmiş, başarısızlığa uğramışlardır.
Bundan sonra önlerinde tek bir seçenek vardı. Kılıç! Ancak kılıç ayrılığı daha
da körükleyip, her alanda çöküntüye yol açmaktan başka bir işe yaramazdı. Müşrikler
ne yapacaklarını şaşırmış durumdaydılar.
Ebu Talib ise, müşriklerin Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’i öldürmek üzere kendisinden istemeleri ve Ebu
Cehil, Ukbe bin Muayt, Ömer bin Hattab’ın suikast teşebbüslerinden kureyşlilerin
O’nu öldürmeye karar verdiğini anladı. Haşim ve Muttalib Oğullarını toplayarak,
onların müslüman kafir tamamından Muhammed -sallallahu aleyhi vesellem-’i
korumalarını istedi. Onlar da Ebu Leheb hariç, O’nu koruyacaklarına dair
Kabe’de söz verdiler. Ebu Leheb onlardan ayrılıp müşrik Kureyşlilerin saflarına katıldı.
Müşrikler her yolu denemelerine rağmen bir şey
elde edemediklerini görüyorlardı. Haşim ve Muttalib Oğullarının da ne olursa
olsun Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’i korumadaki kararlılıkları
üzerine Kureyş, Kinane oğulları meclisinde toplanarak, halihazırdaki durumu
görüşmeye başladılar. Uzun tartışmalardan sonra son derece acımasız bir karar
üzerinde birleşip, anlaştılar. Karar gereğince bundan böyle Haşim oğulları ve
Muttalib oğullarına boykot uygulanarak onlarla kız alıp verilmeyecek, alış veriş
yapılmayacak, onlarla karışılmayacak, onlarla oturulmayacak, evlerine
girilmeyecek, konuşulmayacak ve Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem- ‘nü
öldürmek üzere onlara teslim etmedikleri sürece asla onlarla barış yapılmayacak
ve merhamet edilmeyecekti.
Bu andlaşmayı bir sahifeye yazarak, kudsiyet
kazanması amacıyla Kabe’ye astılar. Bu sahifeyi Bağid bin Amir bin Haşim yazmıştı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bu adamın aleyhine dua etmiş ve
sahifeyi yazdığı elleri felç olmuştur.
Kureyş’in boykot kararı almasından sonra Haşim
ve Muttalib oğullarının müslüman ve kafir tüm mensupları, Ebu Leheb hariç Ebu
Talib mahallesinde toplandılar. Ebu Leheb ise bundan sonra kendi aşireti ile
olan tüm ilişkilerini koparmıştır. Kureyşliler tüccarları onlara birşey
satmaktan men ediyorlardı. Niyetleri onları açlıktan öldürmekti. Müslümanlar
çok sıkıntılı anlar yaşadılar. Açlıktan ağaç kabuklarını, hayvan derilerini
yiyorlardı. Açlıktan çocuk ve kadınların çığlıkları ortalığı inletiyordu. Ancak
gizlice bazı yiyecekler elde edebiliyorlardı. Hz. Hatice’nın yeğeni Hakim bin
Hizam bazen halasına gizlice buğday getiriyordu. Müslümanlar ve Haşimoğullarının diğer fertleri ancak Haram aylarda Ebu Talib
mahallesinden çıkıp, Mekke dışından gelen kervanlardan alış-veriş
yapabiliyorlardı. Ancak müşrikler bu tüccarlara da yüksek fiyatlar vererek,
onların yiyecek almalarını önlemeye çalışıyorlardı. Allah Rasulu -sallallahu
aleyhi vesellem- tüm bu zor şartlar altında bile, tevhid davetini yapmaktan
geri durmuyordu. Özellikle de Arap kabilelerinin her bir yerden Mekke’ye aktıkları
Hac mevsimlerinde.
Yaklaşık üç yıl sonra Allahu Teala bu zulmün
durmasını diledi. Kureyş’in ileri gelenlerinden beş kişinin kalplerine sahifeyi
yırtıp, ablukayı kaldırma isteğini koydu. Ayrıca böcekler göndererek bu
sahifedeki “Allah”ın ismi” hariç, diğer zulüm kelimelerinin yenmelerini sağladı.
Ablukaya karşı birleşen Kureyş’in eşrafından beş
kişi şunlardır. Bu işi bozmaya ilk karar veren Hişam bin Amr bin Haris’tir. Bu
adam sırayla önce, Peygamberimizin halası Atike’nin oğlu, Züheyr bin Ebu
Ümeyye’nin yanına, sonra da Mut’im bin Adiyy’in yanına sonra da Ebül Bahtari
bin Hişam’ın yanına giderek, Onların her birinin ambargo altında inleyen Haşimoğulları
ve Muttaliboğullarına olan akrabalıklarını hatırlatıp, bu zulüm sahifesinin yırtılıp,
boykotun kaldırılması yönünde ikna etti. Sonra yanlarına Zem’a bin Esed’i de
alarak bu boykot sahifesini yırtmak üzere bir plan hazırladılar.
Sabah vakti Kureyş ileri gelenlerinin Mescidi
Haram’da bulunduğu sırada Züheyr süslü elbiselerini giymiş olduğu halde gelip
tavaf etti. Sonra insanlara dönüp şöyle seslendi:
“Ey Mekkeliler! Hepimiz istediğimiz gibi
yiyoruz, giyiniyoruz, refah ve saadet içinde yaşıyoruz, fakat Haşim oğulları ve
muttalib oğullarını herşeyden mahrum ediyoruz. Alış veriş edemiyorlar, onların
böyle açlıktan ölmeleri reva mıdır? Yemin ederim ki, şu zalim anlaşma, şu
öldürücü sahife yırtılmadıkça ben duramayacağım!”
Ebu Cehil bu sözleri işitince hemen ortaya atıldı
ve:
“Yalan söylüyorsun, andlaşmayı bozmayız” dedi.
Fakat öteden Zem’a, Ebu’l Bahteri, Mut’im ve Hişam, Züheyr’i desteklediler. Ebu
Cehil’e:
“Asıl sen yalan söylüyorsun” dediler. Ebu Cehil:
“Anlaşılan siz bu işi geceden düşünmüş, bu mekan
dışında bir yerde karar vermişsiniz.” dedi.
O sırada Ebu Talib mescidde bir kenarda
oturuyordu. Bu tartışmayı duyunca gelip, Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in, Allah’ın bir böcek göndererek Allah lafzı hariç tüm zulüm lafızlarını
yediğini haber verdiğini söyledi. Sonra da
“Eğer Muhammed yalan söylemişse, O’nunla sizin
aranızdan çekileceğim, yok eğer doğru söylemişse o zaman siz de bize uyguladığınız
boykot ve zulümden vaz geçersiniz” dedi. Onlar da
“tamam” dediler.
Ebu Cehil’in sözlerinin hemen ardından Mut’im
sahifeyi yırtmak üzere kalktı. Bir de ne görsün! Böcek sahifenin “Bismike
Allahümme” ve “Allah” lafzı hariç tüm yazılarını yemiş! Böylece Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’in önceden haber verdiği şey gerçekleşmiş ve müşrikler
Allah’ın bu açık mucizesini bizzat gözleriyle görmüşlerdir. Ancak bu onların
dalalet bataklığında boğulmalarına engel olmamıştır.
Böylece abluka sona erdi. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- ve beraberindekiler Ebu Talib Mahallesini terkettiler.
Boykot andlaşmasının kalkmasından sonra durum
yine aynı gerginlik haline döndü. Ancak aradan bir iki ay geçmişti ki Ebu Talib
hastalandı. Hastalığı gittikçe artıyordu. Yaşı da 80’i geçmiş bulunuyordu.
Kureyş O’nun bu hastalıktan kalkamayacağını anladı. Aralarında konuşarak:
“Ebu Talib’e gidip bizim ile kardeşi oğlunun
arasını bulmasını söyleyelim. O ölüp gittikten sonra, Arapların bizi ayıplayıp
“Ebu Talib sağ iken yeğenine bir şey yapamadılar, öldükten sonra acısını çıkardılar”
demelerinden korkarız” dediler. Ebu Talib’e gelip Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’i çağırıp Kureyşliler’in “O bize ilişmesin, biz de ona ilişmeyelim” şeklindeki
tekliflerini arzetti.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurdu.
“Ey amcacığım
ben onlardan yalnızca bir tek söz istiyorum. O sözü verirlerse Araplar onlara
tabi olur, Acemler onların dinine bağlanır.”
Müşrikler
heyacanlanıp
“tek bir kelime mi ?“ diye sordular. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-:
“Allah’tan
başka ilah yoktur, deyin ve Allah’tan başka taptıklarınızı söküp atın” buyurdu.
Müşrikler bu sözden hiç hoşlanmadılar. Kızgın
bir halde toparlanıp ordan ayrıldılar. Şöyle diyorlardı:
“İlahları,
tek bir ilah mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir” (Sa’d, 38/5)
Ebu Talib’in hastalığı şiddetlenmişti. Ölmek
üzereyken Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- yanına gelip:
“Ey amcacığım;
La ilahe illallah, de ki yarın onunla Allah katında sana şefaatçi olayım” dedi. O sırada Ebu
Talib’in başucunda bulunan Ebu Cehil ve Abdullah bin Ebi Ümeyye ise
“Ey Ebu Talib, Abdulmuttalib’in dininden yüz mü
çevireceksin?” dediler. O’nun kelimeyi tevhidi söylememesi için direttiler. Ebu
Talib’inde son sözü
“Abdulmuttalibin dini üzere” olmuştur.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bu
duruma çok üzüldüler ve
“Nehy
olunmadığın sürece senin için istiğfar edeceğim” dedi. Bunun üzerine
Allah şu ayeti kerimeleri inzal etti.
“Cehennem
ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar müşrikler
için af dilemek ne Peygambere yakışır ne de inananlara” (Tevbe, 9/113)
“Sen sevdiğini
hidayete erdiremezsin” (Kasas, 28/56)
Ebu Talib’in vefatı Nübüvvetin 10. yılı Recep
veya Ramazan ayında, boykot sona ermesinden altı ay sonra olmuştur.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- için şefkatli
bir hami, İslam daveti için de O’nu her türlü saldırılarlardan koruyan bir kale
idi. Bununla beraber dedelerinin şirk dini üzerine kalmış, ve tam bir kurtuluşa
erememiştir.
Bir gün Abbas -radıyallahu anh- Peygamber
-sallallahu aleyhi vesellem-’e sordu:
“Amcana ne faydan oldu. O seni korur ve himaye
ederdi?” Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu:
“O şimdi
ateşin yüzeyindedir. Ben olmasaydım cehennemin dibinde olurdu.”
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in Ebu
Talib’in vefatıyla açılan yarası kurumadan mü’minlerin annesi Hatice vefat etmiştir.
Ebu Talib’in vefatından 3 gün veya iki ay sonra, nübüvvetin 10. yılı Ramazan ayında.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in sevgili eşi artık yoktu. İslam
davetinde Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e hayırlı bir vezir oldu. Risaletin
tebliğinde O’na yardım etti. Canı ve malıyla O’nu destekledi. Acı ve işkencelere
beraber göğüs gerdiler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’nun için şöyle
buyurmuştur.
“İnsanlar
beni inkar ettiğinde, o bana iman etti, insanlar beni yalanladığında o tasdik
etti, insanlar beni engellediklerinde o beni malına ortak etti. Allah başkasının
değil O’nun çocuğuyla beni rızıklandırmıştır.”
Faziletleri hakkında bir çok rivayetten bir
tanesine göre Cibril Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’a gelerek şöyle
demiştir.
“Ey Allah’ın Elçisi! Şu gelen Hatice’dir. Yanındaki
kapta yiyecek ve içecek var. Geldiği zaman O’na Rabbinin selamını oku ve O’na
cennette de kendisi için hazırlanmış içinde ne bir gürültünün ne de yorgunluğun
olmadığı köşk ile müjdele”
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’nun
aziz hatırasını unutmamış, daima hatırlamıştır. Allah Rasulu O’nu her anışında
cidden duygulanır, acıma ve sevgi duyguları ile dolardı. Koyun keser Hatice
-Radıyallahu Anha-’nin arkadaşlarına
gönderirdi. Hatice-Radıyallahu Anha-’nin bir çok menkıbe ve faziletleri vardır.
Amcası Ebu Talib ve eşi Hz. Hatice’nin vefatlarından
sonra, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- kavminden daha şiddetli bela
çekmeye başladı. Kureyş’in eziyetleri artık Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’a daha çok dokunuyor ve olup bitenler O’nu son derece üzüyordu. Artık
en küçük şey bile O’nu müteessir eder olmuştu. Bir gün sokaktan geçerken
habisin biri O’nun başına toprak atmıştı. Peygamber efendimiz -sallallahu
aleyhi vesellem- o halde evine girerek kızlarından birine başını temizlettirdi.
Kızı O’nu bu halde görünce içi sızlamış ve ağlamıştı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- kızının
ağlamasından müteessir olup:
“Ağlama
yavrum”,
dedi
“Allah, babanı
koruyacak.”
O anda hamisi Ebu Talib’i hatırladı:
“Ebu Talib
ölünceye kadar Kureyş, bana pek dokunamadı” dedi.
Hatice radıyallahu anha’ın vefatından bir ay
sonra Şevval ayında Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Sevde binti Zema
ile evlenmiştir. Sevde -radıyallahu anha- daha önce amcası oğlu Sekran bin Amr
ile evliydi. Her ikisi de ilk müslüman olanlardandır. Habeş’e hicret edip sonra
Mekke’ye geri döndüler. Sekran’ın vefatından sonra dul kalan Sevde ile
Rasûlullah evlendi. Yıllar sonra kendi nöbetini Aişe’ye devretmiştir.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in Aişe -radıyallahu anha- ile evlilikleri
de yine şevval ayında ancak Sevde’den evlendikten bir yıl sonra gerçekleşmiştir.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’nu Mekke de iken nikah altına aldı.
Evine alması ise Medine’de hicretin ilk yılı şevval ayında gerçekleşmiştir ki
Aişe o zaman 9 yaşındaydı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın en
sevgili ve din konusunda en fakih hanımıydı.
Birçok menkıbe ve faziletleri vardır.
Bu kuvvetli şartlar altında Allah Rasulu
-sallallahu aleyhi vesellem- davetini yaymak veya sığınmak ve yardım görmek
amacıyla Taif yolunu tuttu. Azadlısı Zeyd bin Harise ile beraber yaya olarak
gidiyorlardı. Taif’e varıncaya kadar yolları üzerindeki tüm kabilelere uğrayıp İslam’ı
anlattı. Taif’e gelince buranın önde gelen yöneticilerinden olan üç kardeş’e
gitti. Onlara İslam’ı anlatıp, tebliğ görevinde kendisine yardımcı olmalarını
istedi. Bu üç kardeş İslam davetine icabet etmedikleri gibi Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’a da kötü ve ters cevap verdiler. Allah Rasulu,
onları bırakıp diğer reislere gitti. Tüm kabile reislerini sırayla dolaşıyor ve
onlara İslam’ı anlatıp, kendisine yardım etmeye davet ediyordu. 10 gün boyunca
davet etmediği kabile başkanı ve eşrafından hiç kimse kalmadı. Bu süre zarfında
kendisine icabet eden hiç kimse olmadığı gibi O’na “Yurdumuzdan çık” diye
emrettiler. Bununla da kalmayıp kendilerine gelen bir misafire, insanlık
kaidelerini çiğneyerek hakaret ettiler. Ayak takımını toplayarak bunlarla
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’i taşa tuttular. O kadar ki, atılan taşların
ayaklarında açtığı yaralardan sızan kanlarla ayakkabıları dolmuştu. Zeyd -radıyallahu
anh- kendisini O’na siper ederek Allah Rasulunü korumaya çalışıyordu. O’nun da
başı yarılmıştı. Nihayet Rasulu Ekrem Taif’den 3 mil uzaktaki Utbe bin Rebia ve
kardeşi Şeybe bin Rebia’ya ait bir bağa iltica ederek taşlanmaktan kurtuldular.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- burada
bir çardağın altında şu hazin dua ile şekvasını arz etmiştir:
“İlahi!
güçsüzlüğümü, çaresizliğimi ve insanların beni basite almalarını ancak sana şikayet
ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi, sen şüphesiz ki ezilmişlerin
Rabbisin ve benim de Rabbimsin. Peki beni kime havale ediyorsun? Huysuz, yüzsüz
bir düşmana mı, yoksa hayatımın dizginlerini eline verdiğin dosttan, akrabadan
birine mi? Allahım! Eğer bana karşı öfkeli değilsen çektiğim mihnetlere bunca
zorluklara hiç aldırmam. Fakat senin esirgeyiciliğin her türlü tedbirden daha
geniştir. Allahım! Gazabına uğramaktan, hoşnutsuzluğuna hedef olmaktan senin
nurlu himayene sığınırım. O nurun ki bütün karanlıkları pırıl pırıl aydınlatır
ve hem dünya hem ahiret işlerinin hepsi ona bağlıdır.
Allah’ım!
sen razı oluncaya kadar işte affını dileyip
duruyorum. Bütün güç ve kudret ancak senindir.”
Rebia oğulları O’nun bu halini görüp, acıdılar.
Gördüğü bu kötü muameleye üzüldüler. Hristiyan bir köleleri olan Addas ile O’na
bir salkım üzüm gönderdiler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- üzümü
eline alarak:
“Bismillah=Allah’ın
adıyla”
diyerek yemeğe başladı. Addas hayret etti ve:
“Bu diyar halkı böyle bir söz bilmezler” dedi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’na
“sen
nerelisin ve hangi dine mensupsun” diye sordu. Addas:
“Ninovalı bir Hristiyan” olduğunu söyledi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
“Demek sen
salih bir adam olan Metta oğlu Yunus Peygamberin diyarındansın” dedi. Addas:
“Sen Yunus’u nereden biliyorsun?” dedi. Muhammed
-sallallahu aleyhi vesellem-
“O benim
kardeşimdir. O Peygamberdi, ben de Peygamberim,” dedi. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- O’na Yunus’un Kur’an’da anlatılan kıssasını okudu.
Addas’ın İslam’a girdiği rivayet edilmiştir.
Daha sonra Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- hazin, kırgın ve dertli bir halde Mekke’ye gitmek üzere hareket etti.
Karnu’l Menâzil bölgesine varmıştı ki Cibril ve dağlardan sorumlu melek O’nu
gölgeleri altına aldılar. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- başını yukarıya
kaldırdığında Cibril O’na şöyle seslendi:
“Allah dilediğin şekilde emredesin diye sana dağlardan
sorumlu meleği gönderdi” sonra dağlardan
sorumlu melek de selam verip şöyle dedi.
“Ey Muhammed bana dilediğin gibi emret. Eğer
istersen Mekke’nin şu yüce dağlarını onların başlarına geçireyim” dedi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- şöyle cevap verdi.
“Bilakis
ben onların zürriyyetlerinden sadece Allah’a ibadet edip, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayan kimseleri çıkarmasını
istiyorum.”
Allah katından gelen bu yardım ile Allah Rasulu
-sallallahu aleyhi vesellem- üzüntülerini yenerek Mekke yolu üzerindeki Nahle
vadisinde konakladı. Burada bir kaç gün kaldı. Namazını kılıp ibadet ettiği bir
sırada oradan geçmekte olan bir grup cin, gelip Kur’an dinlediler. İman edip
kavimlerini davet etmek üzere hareket ettiler. Allah Rasulu -sallallahu aleyhi
vesellem- tüm bunlardan habersizdi. Ancak daha sonra Ahkaf ve Cin surelerinin
ayetleri nazil olmuş ve durumu açıklamıştır.
Allah Rasulu daha sonra Mekke’ye girmek üzere
harekete geçti. Allahu Teala’dan kendisine bir çıkış yolu göstermesini
diliyordu. Kureyş’in şerrinden korktuğu için hemen Mekke’ye girmedi. Hira’da
bekleyerek Ahnes bin Şerik’a haber göndererek kendisini himaye etmesini istedi.
Halif kendisinin Kureyş’le andlaşmalı olduğunu, Andlaşmanın ise himaye etme
hakkının olmadığını bildirerek özür beyan etti. Süheyl bin Kaab’a da aynı şekilde
bir adam gönderdi. O da benzer bir cevapla O’nu himayesine almayı reddetti.
Bunun üzerine uzaktan akrabası olan Mut’im bin Adiyy’e haber gönderdi. Mut’im
Menaf bin Abdulmuttalib cihetiyle, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ile
akrabaydı. Menaf oğulları ise Kureyş’in en şerefli koluydu. Mut’im Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’i himayesi altına almayı kabul ederek kendisi ve oğulları
silahlanıp Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’i karşıladılar. Allah Rasulu
-sallallahu aleyhi vesellem- onların silahlarının gölgesinde Kabe’ye girdi.
Tavaf edip, iki rekat namaz kıldı. Sonra Mut’im ve oğulları eşliğinde evine
gitti. Mut’im Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’i himayesine aldığını
ilan etmiş, Kureyş te kabul etmişti.
Müşrikler inatlarından ve Allah Rasulunu acze düşürme,
heveslerinden dolayı muhtelif zamanlarda, muhtelif mucizeler talep ediyor, bu
konuda Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem- ile cidal ve mücadeleye girişiyorlardı.
Bir defasında Mescid-i Haram’da toplanıp aralarında tartıştıktan sonra,
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’i çağırarak O’nunla konuşmak
istediklerini haber verdiler.
Allah’ın ayeti kerimede de buyurduğu gibi,
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onların doğruyu bulmalarını son dedece
arzuluyordu:
“Bu yeni
Kitab’a inanmazlarsa arkalarından üzüntüyle nerdeyse kendini harap edecektin” (Kehf, 18/6)
Hemen koşarak geldi. Onların İslam’a
gireceklerini ümid ediyordu. Mucizelerinin olduğunu söylüyorsun. Musa’nın asası,
Semud’un devesi, İsa’nın ölüleri diriltme mucizeleri var. Haydi sen de bize
daha önceki Peygamberler gibi bir mucize göster bakalım!” Müşrikler Peygamberin
bu tür mucizeleri kendi güçleriyle ve diledikleri zaman gösterdiklerini
zannediyorlardı. Tıpkı sıradan insanların normal davranışları gibi!
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’a Safa
tepesini altın yapmasını veya Mekke’yi daraltan dağları izale ederek yurtlarını
genişletmesini ve yerlerden nehirler fışkırtmasını yahut da geçmiş atalarını
diriltmesini ve onların kendisinin Allah Elçisi olduğuna şahitlik etmelerini
önerdiler.
“Onlar:
“sen, dediler, bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız.
Veya,
senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı, öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar
akmalı.
Yahut,
iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah’ı ve
melekleri şahit getirmelisin.
Yahut da
altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap
indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız” (İsra, 17/90-93)
Resulullan -sallallahu aleyhi vesellem-’in bu
mucizeleri getirdiği takdirde İslam’a gireceklerini söylediler.
“Eğer
kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair olanca güçleri
ile Allah adına yemin ettiler” (En’am, 6/109)
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
efendimiz onların İslam’a girmesini umarak, Allah’a istedikleri şeyleri vermesi
için dua etti.
Cibril gökten inerek Allah’ın onlara isteklerini
vereceğini, ama her kim artık bundan sonra inkara devam ederse, O’nu alemlerde
hiç kimseye tattırmadığı bir azaba uğratacağını haber verdi. Bu veya
kendilerini tevbe ve rahmet kapısının açılması arasında bir seçim yapmasını
istedi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- tevbe ve rahmet kapısının açılmasını
tercih etti. Allahu Teâlâ O’ndan müşriklere şu cevabı vermesini istedi.
“De ki:
Rabbimi tenzih ederim. Ben sadece beşer bir elçiyim” (İsra, 17/93)
Yani sizin istemekte olduğunuz bu tür harukulade
işleri yapmaya benim gücüm yetmez. Bu ancak Allah -Celle Celelühü-’ın
kudretiyle olur. Ben sadece sizin gibi bir insanım. Aramızdaki fark bana
vahyediliyor olması; size ise vahyedilmemesi. İstekleriniz benim dilemem ve
tasarrufumla olacak şey değildir, Allah -Celle Celelühü-’ın dilemesi ve
tasarrufuyla olacak şeydir. O dilerse bunları yapar ve bunlar ile bana yardım eder,
dilerse de sizin maslahatınız için bunları belli bir vakte erteler.
“De ki:
Mucizeler ancak Allah tarafındandır. Ama mucize geldiğinde de inanmayacaklarının
farkında mısınız!?”
(En’am, 6/109)
Ayet ve mucizeleri getirmek Peygamberlerin değil
Allah’ın elindedir. Sonra Allah, istedikleri mucizelerin gerçekleşmesi halinde
bile onların iman etmeyeceklerini bildirdi.
“Eğer biz
onlara melekleri indirseydik, ölüler de kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi
toplayıp karşılarına getirseydik, Allah’ın dilemesi müstesna yine de inanacak
değillerdi, fakat çokları bunu bilmez” (En’am, 6/111)
“Eğer bir
Kur’an’la dağlar yürütülseydi, veya onunla yer parçalansaydı ya da onunla
ölüler konuşturulsaydı (O yine bu Kur’an olurdu)! Fakat bütün işler Allah’a aittir. İman edenler
hala bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi.” (Rad. 13/31)
Tüm bu ayeti kerimelerde Allah sünnetlerinden
bir sünnete işaret etmiştir. Bir kavim istedikleri mucize geldikten sonra eğer
iman etmezlerse hiç mühlet verilmeden hemen helak edilirler. Allah’ın sünneti
ise asla değişmez. Allah Kureyş’in bir çoğunun daha sonra iman edeceğini
biliyordu. Onun için istedikleri özel mucizeleri getirmedi.
Kureyşliler, Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’ın ondan istedikleri bir takım özel mucizeleri göstermediğini
görünce, mucize getirmesini istemenin Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’i
aciz bırakmanın en iyi yolu olduğuna karar verdiler. Böylece insanları O’nun
bir Peygamber değil bilakis bir uydurukçu olduğuna inandırabileceklerdi!
Bir adım daha atarak, O’ndan kendi istekleri doğrultusunda
herhangi bir mucize göstermesini istediler. Böylece Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’in aczini ispat edip, insanları ondan uzaklaştırmayı düşünüyorlardı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Allah’a
dua ederek bir mucize göndermesini istedi. O anda ay ikiye yarıldı. Bir parçası
Ebu Kays dağı üzerine diğer parçası da karşı tarafa ayrıldı. Müşrikler bu
mucizeyi apaçık gözleriyle bizzat gördüler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- “Şahid olun” buyurdu.
Müşrikler bu mucizeyi uzunca bir süre ve net bir
şekilde izlediler. Fakat iman etmediler. Bilakis
“Bu Ebu Kebşe’nin oğlunun sihridir. Muhammed
bizi sihirledi” dediler. İçlerinden biri
“Eğer Muhammed sizi sihirlediyse tüm insanları
da sihirlemedi ya? Yoldan gelenlere sorun” dedi. Daha sonra yolculuktan dönen
kimselere sordular. Onlar da,
“Evet, ayın ikiye ayrıldığını biz de gördük.”
dediler.
Ancak Kureyşliler inkarlarını sürdürmeye devam
ettiler.
Ayın ikiye yarılması olayı, bu olaydan daha
büyük başka bir olayın, İsra ve Mirac olayının hazırlığı mahiyetinde gibiydi.
Ayın bu şekilde ikiye ayrılışını bizzat izlemek İsra ve Miracın mümkün olduğunun
anlaşılmasına zihinleri hazırlamıştır. Doğrusunu Allah bilir.
İsra, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in
geceleyin Mekke’den Beytül Makdis’e (Kudüs) götürülmesi demektir.
Mirac ise, Ruhu ve bedeni ile gökyüzüne çıkartılması
demektir.
İsra hadisesi Kur’an-ı Kerim’de geçmektedir:
“Bir gece,
kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, kulunu Mescid-i Haram’dan
çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan
münezzehtir. O gerçekten işitendir, görendir.” (İsra, 17/1)
Mirac ise, Necm Suresinin yedinci ayetinden on
sekizinci ayetine kadar olan kısımda zikredildiğini söyleyenler olmuştur. Bazı
görüşlere göre ise burada zikredilen Mirac değil, başka bir olaydır.
Mirac’ın vakti konusunda da ihtilaf vardır.
Kimileri Peygamberimizin Peygamber olarak görevlendirildiği yıldır, dediler.
Kimileri de Nübüvvettin 5. yılındadır, dediler. Bazıları ise, nübüvvetin 10. yılı
Recep ayının 27’sindedir, dediler. Nübüvvetin 12. yılı Ramazan’ın 17’sinde,
Muharrem ayında, Nübüvvetin 13. yılı Rebiulevvel ayının 17’sindedir de diyenler
olmuştur.
Bu hadisenin sahih hadislerden derlenen özeti şudur:
Gece vakti Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-, Mescid-i Haram’da bulunuyorken, Cibril -aleyhisselâm-, Burak denilen
bir binek ile gelip Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’i alıp Beytil
Makdis’e getirdi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, orada diğer
Peygamberler ile karşılaşıp onlara imam olarak iki rekat namaz kıldırdı. Sonra
Cibril ona iki tas sundu. Taslardan birinde süt diğerinde içki vardı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- sütü tercih etti. Cibril, ona “fıtrata
isabet ettin. Hidayete ulaştın ve ümmetini de hidayete ulaştırdın. Eğer içkiyi
alsaydın ümmetin sapıtırdı.” dedi.
Sonra Cibril, onu alıp birinci dünya semasına çıkardı.
Cibril kendilerine açılmasını taleb etti ve açıldı. Orada tüm insanların babası
Adem, onu sevinçle karşılayıp nübüvvetini kutladı. Adem’in sağında mü’minlerin
ruhları vardı. Onlara baktığı zaman gülüyordu. Solunda da şakilerin ruhları
vardı. Onlara baktığı zamanda ağlıyordu.
Sonra aynı şekilde ikinci dünya semasına çıktılar.
Cibiril semanın kendilerine açılmasını istedi ve sema açıldı. Orada iki hala oğlu
Meryem oğlu İsa ile Zekeriyya oğlu Yahya’yı gördüler. Karşılıklı selamlaştıktan
sonra, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’i karşılayıp, nübüvvetini kutladılar.
Sonra Cibril onu üçüncü dünya semasına çıkardı.
Orada Yusuf -aleyhisselâm-’ı gördü. Güzelliğin yarısı ona verilmiş gibiydi. Karşılıklı
selamlaştıktan sonra Yusuf -aleyhisselâm-, Onu karşıladı ve nübüvvetinden dolayı
kutladı.
Sonra dördüncü dünya semasına çıktılar. Orada da
İdris -aleyhisselâm-’ı görüp karşılıklı selamlaştıktan sonra İdris
-aleyhisselâm-, Onu karşılayıp nübüvvetinden dolayı kutladı.
Sonra beşinci dünya semasına çıkıp orada İmran’ın
oğlu Harun -aleyhisselâm-’ı gördüler. Karşılıklı selamlaştıktan sonra Harun
-aleyhisselâm- Onu karşılayıp, nübüvvetinden dolayı kutladı.
Sonra altıncı dünya semasına çıktılar ve orada İmran’ın
oğlu Musa -aleyhisselâm-, vardı. Karşılıklı selamlaştılar. Musa -aleyhisselâm-,
Onu terhib edip nübüvvetinden dolayı kutladı. Oradan ayrılacakları sırada Musa
-aleyhisselâm- ağladı. “Niye ağlıyorsun?” dendiğinde ise “benden sonra bir
delikanlı Peygamber olarak gönderiliyor ve onun ümmetinden cennete girenler
benim ümmetimden daha çok oluyor” diye cevap verdi.
Sonra yedinci semaya yükselip orada İbrahim
-aleyhisselâm- ile karşılaştılar. Karşılıklı selamlaştıktan sonra İbrahim
-aleyhisselâm-, Onu karşılayıp, nübüvvetinden dolayı kutladı. Sırtını “Beytül
Mamura”a dayamıştı. Bu, günde 70 bin meleğin girip bir daha hiç çıkmadığı bir
yerdi.
Sonra Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-,
Sidretu’l-Müntehâ’ya yükseltildi. Yaprakları fil burnu meyveleri de büyük
çekirgeler gibiydi. Sonra altından bir döşek onu kuşattı. Sonra Allah’ın hiçbir
kulunun güzelliğini anlatamayacağı kadar güzelliklere büründü.
Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem-, sonra
Allah’a yaklaştı. Çok yaklaştı ve Rabbi ona dilediği şeyleri vahyetti. Ona ve
ümmetine birgün ve gecede kılmak üzere elli vakit namaz farz kıldı. Sonrasını
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- şöyle anlatıyor:
“Nihayet
ben geri dönüp geldim. İmran’ın oğlu Musa’ya uğradığımda bana;
“Hergün
elli vakit namaz” dedim. Musa -aleyhisselâm-,
“ şüphesiz
ki namaz ağırdır, ümmetin ise zayıftır. Rabbine dön de senden ve ümmetinden onu
hafifletmesini iste.” dedi. Rabbime dönüp benden ve ümmetimden onu
hafifletmesini istedim. Benden on vakit eksiltti. Sonra ayrılıp Musa
-aleyhisselâm-’a uğradım, bana yine aynı sözü söyledi. Dönüp Rabbimden
hafifletmesini istedim. Benden on vakit daha eksiltti. Sonra ayrılıp Musa’ya uğradım.
Bana yine aynı sözü söyledi. Dönüp Rabbimden hafifletmesini istedim. Benden on
vakit daha eksiltti. Sonra Musa -aleyhisselâm-, bunun benzerini bana söylemeye
devam etti. Ona her döndüğümde:
“Rabbine
git de ondan hafifletmesini iste” dedi.
Nihayet
hergün ve gecede beş vakit namaza indirilmeye kadar Rabbime gittim. Sonra Musa
-aleyhisselâm-’a döndüm, yine bana aynı sözü söyleyince:
“Rabbime
dönüp istedim, hatta O’ndan utandım, artık istiyemem” diye cevap verdim.
Sizden her
kim o beş vakit namazı, inanarak ve sevabını Allah’dan bekleyerek kılarsa, elli
vakit farz namazın sevabını kazanır.”
Sonra aynı gece sabaha karşı Mekke-i
Mükerreme’ye döndü. Sabah olunca kavmine gece olup bitenleri anlattı. Onlar
duyduklarından dehşete kapıldılar. Hayretinden kimisi ıslık çalıyor, kimisi de
elini başına koyuyordu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’i şiddetle
yalanladılar. İçlerinden bazıları koşup onun dediklerini Ebu Bekir’e ulaştırdılar.
Ebu Bekir
“Eğer o söylediyse, doğru söylemiştir.” dedi. Müşrikler
“Peki sen bu sözlere inanıyor musun?” diye
sorunca da, O;
“Elbette, bundan çok daha müthiş olanına bile
inanırım.” diyerek imanının gücünü gösterdi. Bu sebepledir ki gerçek manada
inanan ve tasdik eden anlamına gelmek üzere kendisine o günden sonra “sıddık”
ünvanı verildi.
Müşrikler daha sonra Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’i imtihan etmeye söylediklerinin doğru olup olmadığını araştırmaya
çalıştılar. Ona Beytül Makdis’i tasvir etmesini söylediler. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-, daha önce orayı görmüş değildi. Allah, orayı
Rasulunün gözleri önüne getirdi. Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem-,
Beytül Makdis’i noktası noktasına tasvir etti. Müşrkiler,
“Vallahi doğru söylüyor.” demekten başka bir
çare bulamadılar.
Ayrıca Şam’dan dönmekte olan kervanlarını da
sordular. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, onlara kervanda bulunan
develerin sayılarından, hallerinden ve geliş vakitlerinden bir bir bahsetti. Bu
kervandan önce gelecek ayrı bir kervanı da bildirdi. Onun tüm bu söyledikleri
gerçekleşti. Ancak zalimler, inkârlarında ısrarlıydılar.
İsra gününün sabahı Cibril -aleyhisselâm-,
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e gelerek beş vakit farz namazın
vakitlerini ve kılınış şeklini öğretti. Müslümanlar daha önce 2 sabah, 2 akşam
olmak üzere 4 rekat farz namaz kılıyorlardı.
Açıktan davet ile emredildiği andan itibaren
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- özellikle hac ve panayır zamanlarında çıkar çeşitli arap
kabile ve fertlerini İslam’a davet ederdi.
Cahiliye döneminde Mekke’ye yakın olan üç özenli
panayır mevcuttu. Bunlar Ukaz, Mecenne
Zül Mecaz panayırlarıdır. Ukaz panayırı Taif ile Nahle arasındaki bir
köye kurulurdu. Burada kurulan çarşı zilkade ayının ilk gününden yirmisine
kadar devam ederdi. Daha sonra Mecenne’ye intikal eder ve burada Zilkade’nin
sonuna kadar sürecek bir pazar kurarlardı. Burası Mekke’nin alt kısmında bir
vadidir. Zül Mecaz ise Arafat Dağının arkasına kurulurdu. Burada kurulan çarşı
ise Zilhice’nin ilk gününden sekizine kadar devam ederdi. Daha sonra da Hacc
görevini eda etmek üzere dağılırlardı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in İslam’a
ve kendisine yardım etmeye çağırdığı kabileler şunlardır.
Amir b. Sasaa oğulları
Muharib b. Hasfe oğulları
Fezare oğulları
Gassan
Mürre
Hanife oğulları
Selim oğulları
Abis oğulları
Nasi oğulları
Buka oğulları
Kinde oğulları
Haris b. Kaab oğulları
Uzre
Hudareme
Değişik nedenler ve muhtelif usluplarla da olsa
bu kabilelerden hiçbiri davete isticap etmedi. Kimisi güzel ve nazik bir
uslupla reddederken, kimileri de davete isticap için Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’den sonra riasetin kendilerine verilmesini şart koştular.
Kimileri ise, “aşiret ve kabilen seni bizden daha iyi tanırlar. Onlar iman
etmedikçe bizde iman etmeyiz” demişlerdir. Bazıları da çirkin bir şekillde
reddetmişler. Daveti en çirkin şekilde reddeden kavim Müseylemetül Kezzab’ın
kavminden gelen heyet olmuştur.
İslam daveti Mekke’de en zor merhalesinden geçmekte
iken Allah, Mekke dışından bazı kişilerin bu davete isticap etmesini takdir
etti. Bu kişilerin İslam’a girmeleri umutsuzluk karanlığında parıldayan ümit ışığı
mesabesindeydi. Karanlığı delen bu ışıklar şunlardır.
Mekke halkından Mümtaz bir şairdi. Şeref ve şiirinden
dolayı kendisine Kamil denilirdi. Umre veya Hac için Mekke’ye gelmişti.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’nu İslam’a çağırdı. O, Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’a Lukman’ın hikmetini, Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- ise O’na Kur’an’ın
hikmetini arz etti. Kur’an’ı dinleyince İslam’a girdi. “Bu güzel bir sözdür”
dedi. Evs ve Hazrec arasındaki bir çatışmada öldürüldü.
2- İyaz
Bin Muaz
Medine halkından bir delikanlıydı. Nübüvvetin
11. yılın başlarında, Hazrec Kabilesine karşı Kureyş ile ittifak kurmak isteyen
Evs Kabilesi heyeti ile beraber Mekke’ye geldi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- bu heyeti ziyaret ederek onlara İslam’ı anlatıp Kur’an okudu. İyas
“Vallahi bu sizin buraya gelme maksadınızdan
daha hayırlı bir iştir” dedi. Heyet azalarından Ebu’l-Hayser O’nun yüzüne
toprak atarak
“Bırak bunu
biz buraya başka bir iş için geldik” dedi. İyas’da sustu. Yesrib’e
(Medine) döndükten hemen sonra öldü. Ölümü sırasında tekbir, tesbih ve hamd
getiriyor, Allah’ı zikrediyordu. O’nun müslüman olarak öldüğünden hiç kimse şüphe
etmedi
Süveyd bin Samit ve İyas bin Muaz’ın İslam’a
girmeleri nedeniyle Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’in gönderildiğini
duymuştu. Konuyu araştırması için kardeşini Mekke’ye gönderdi. Kardeşi gidip
geldi. Ancak onun verdiği bilgiler Ebu Zerr’i tatmin etmemişti. Bu sefer bizzat
kendisi Mekke’ye giderek konuyu araştırmaya karar verdi. Mekke’ye gelip Mescid-i
Haram’a konakladı. Bir ay boyunca burada kaldı. Yiyecek ve içeceği zemzem
suyundan ibaretti. Öldürülmek korkusuyla Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem-’i kimseye soramıyordu. Sonra Ali -radıyallahu anh- ile tanışıp O’nun
vasıtasıyla Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in yanına geldi. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’dan kendisine İslam’ı anlatmasını istedi. O da İslam’ı
anlattı. Ebu Zerr hemen oracıkta müslüman oldu ve Mescidi Harama gelip “Eşhedü
en la ilahe illallah” diye haykırdı. O’nu duyan Kureyşliler hemen üzerine
çullandılar. Öldüresiye dövüyorlardı. Abbas yetişip O’nu Kureyşlilerin elinden aldı. Ertesi gün sabah vakti yine
dünkü gibi şehadet kelimesini haykırdı. Kureyşliler yine öldürmek üzere üzerine
çullanıp dövmeye başladılar. Yine Abbas
gelerek O’nu Kureyşlilerin elinden kurtardı.
Ebu Zer daha sonra Gıfar oğulları diyarına geri
döndü. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in Medine’ye hicreti ile O da
oraya hicret etti.
Mümtaz bir şairdi ve aynı zamanda Yemen civarında oturan Devs kabilesinin reisiydi.
Nübüvvetin 11. yılında Mekke’ye geldi.
Mekke’liler O’nu karşılayarak Peygamber’e karşı uyardılar. O da Mescid-i Haram’a
girmeden önce Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’den bir şey duymamak için
kulaklarını tıkadı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Kabe’de durmuş
namaz kılıyordu. Tufeyl bin Amr’ın kulağına Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’ın okuduğu ayetlerden bir şeyler ulaştı. Duyduğu şeyler hoşuna gitmişti.
Sonra kendi kendine şöyle dedi:
“Ben seçkin bir şairim, iyiyi kötüyü birbirinden
ayırtedebilecek durumdayım. Niye bu adamı dinleyip de, eğer iyi söylüyorsa
kabul, kötü söylüyorsa red etmiyorum.”
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- dönüp
evine giderken O da O’nu takip edip evine girdi. Hikayesini anlatıp, Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’dan kendisine İslam’ı anlatmasını istedi. O da İslam’ı
anlatıp Kur’an okudu. Tufeyl hemen, şehadet kelimesini söyleyip müslüman oldu.
“Ben kavmim içinde söz sahibi birisiyim. Şimdi
dönüp onlara gideceğim ve onları İslam’a davet edeceğim. Allah’a dua et de
benim için bir işaret kılsın” diye teklifte bulundu. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- de O’nun istediği şekilde dua etti. Kavmine yaklaştığı sırada
yüzü lamba gibi nurlandı. O da Allah’a bu nuru yüzü dışında başka bir yerine
aktarması için dua etti. Aynı nur sesine intikal etti. Menziline ulaştığı zaman
kavmini İslam’a davet etti. Babası ve karısı hemen müslüman oldular. Kavmi ise
işi ağırdan aldı. Ancak Hudeybiye antlaşmasından sonra Medine’ye hicret ettiğinde
kendisiyle beraber yetmiş veya seksen müslüman aile vardı.
Yemen civarından Ezd kabilesindendir. Cin
çarpması, delilik ve şeytanlardan tedavi ederdi. Mekke’ye geldiğinde müşriklerin
“Muhammed’e cinler musallat olmuş” dediklerini duydu. Tedavi etmek amacıyla
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in yanına geldi. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle dedi. “Muhakkak ki hamd Allah içindir. O’nu hamd eder,
O’ndan yardım dileriz. Allah kimi hidayet ederse, artık kimse onu saptıramaz.
Kimi de saptırırsa, onu da kimse hidayete eriştiremez. Ben şahitlik ederim ki
Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.”
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in
söylediği bu sözleri Dımad defalarca kendi kendine tekrarladı. Sonra da: “Ben
kahinlerin, sihirbazların ve şairlerin sözlerini dinledim. Hiç birisinin
sözleri senin şu güzel sözlerini tutmaz. Elini ver de İslam üzere sana biat
edeyim” dedi ve biat etti.
Bilahare
Medine halkından şu altı bahtiyar insan İslam’a girmiştir. Bunların
tamamı Hazrec kabilesindendir.
- Esad bin Zürare
- Avf bin Haris bin Rüfa’a
- Rafi bin Malik bin el-Aclani
- Kutbe bin Amir bin Cedide
- Ukbe bin Amir bin Nabi
- Cabir bin Abdullah bin Riab
Bu bahtiyarların tamamı Nübüvvetin 11. yılında
hacca gelen kafilelerle berabar bulunan şahsiyetlerdir. Yahudilerle
Medineliler’in arasında herhangi bir olay olduğunda Yahudiler onlara ikide bir:
Allah tarafından bir Peygamber gönderilmek üzere olduğunu ve o Peygamberlerin
kendileri ile bir olup putperestlere karşı geleceğini söylerler, Arapların o
zaman, Ad ve İrem gibi helak olacağını anlatırlardı. Medine’den gelen bu grup
Akabe’de iken Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- efendimiz gece vakti
onları ziyarete gitti. Yanlarına varınca
“Siz
kimsiniz?”
diye sordu. Onlar da
“Hazrec’den bir grup” diye cevap verdiler.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
“Yahudilerin
müttefikleri mi?”
diye buyurdu. Onlar
“Evet” dediler.
Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem-
“Oturup
sizinle konuşalım mı?” diye izin istediğinde
“otur” dediler. Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem- onlara İslam’ın hakikatını anlatıp, Kur’an okudu ve onları İslam’ı
kabule çağırdı. Onlar birbirlerine bakışıp
“Yahudilerin haber verdikleri Peygamber işte bu
olacak, O’na uyup inanmakta gecikmeyelim” diyerek hemen İslam’ı kabul ettiler.
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-‘e şunları söylediler:
“Biz kavmimizi en kötü bir hal üzere bıraktık,
aralarındaki düşmanlığın hududu yok. Allahu Teâlâ belki senin sayende onları
anlaştırıp birleştirir. Çünkü senden daha iyisini bulamazlar.” Sonra Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’e insanları O’nun dinine çağırma ve gelecek yılki
hacda buluşma sözü verdiler.
Aradan bir yıl geçti. Nübüvvetin 12. yılı hac
mevsiminde Halk akın akın Mekke’ye yöneliyordu. Medine’den gelen hacılar arasında
on iki kişilik ayrı bir grup vardı. Bunlardan On’u Hazrec kabilesinden, ikisi
de Evs kabilesindendi. Hazreclilerden
gelen on kişiden beşi Cabir b. Abdullah dışında geçen seneden gelip
müslüman olanlardan müteşekkildi. Diğer beş kişi ise şunlardır.
Muaz bin Haris
Zevkan bin Abdi Kays
Ubade bin Samit
Yezid bin Salebe
Abbas bin Ubade bin Nadle’dir.
Diğer iki Evsli ise şunlardır. Ebu’l Heysem bin
Teyyihan ve Uveym bin Saide
Bu şahıslar Mekke kenarında Akabe denilen yerde
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ile buluştular. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- onlara İslam’ı öğretti ve “Gelin
bana Allah’a şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları
öldürmemek, bühtan ve iftirada bulunmamak, doğru bir işte Peygamber’e karşı
gelmemek üzere biat edin.” dedi. Onlar da bu şartlar üzerine biat ettiler.
Sonra Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- efendimiz şöyle buyurdu:
“Eğer
sözünüzde durursanız, size cennet vardır. Eğer bunlardan birini yaparsanız,
sizin işiniz Yüce Allah’a kalmıştır. Dilerse azab eder ve dilerse bağışlar.”
Bu topluluk, Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’den ayrılınca, onlarla beraber Mus’ab bin Umeyr -radıyallahu anh-’i gönderdi.
Mus’ab -radıyallahu anh-’a onlara Kur’an okutmasını, İslam’ı öğretmesini ve
onları dinde bilgili kılmasını emretti. Musab Medine’ye giderek Ebu Emme Esad
bin Zürare’ye konuk oldu. İslami faaliyetlere beraber başladılar.
Günlerden bir gün Esad bin Zürare, beraberinde Mus’ab
bin Umeyr olduğu halde, Evs kabilesine mensup ailelerden Abdül Eşhel oğullarına
ait bir bağa varmışlardı. Orada otururlarken etraftan birkaç müslüman daha
toplanarak yanlarına geldiler. Bu sırada Sa’d bin Muaz ve Üseyyid bin Hudeyr
onları yakın mesafeden izliyorlardı. Sa’d amcasıoğlu Üseyyid’e şöyle dedi.
“Bak şu iki adam evimize girmiş kapımızda saf
insanlarımızı yoldan çıkarıyorlar, git de onlara engel ol ve söyle bir daha
böyle çevremize gelmesinler.”
Bunun üzerine Üseyd eline mızrağını alarak onların
üzerine gitti. Es’ad; Üseyyid’in kendilerine doğru gelmekte olduğunu görünce
Musab’a dönerek:
“Bak bu adam kabilesinin lideridir. Sonra
geliyor. O’nu Allah’a inandırmaya çalış” dedi.
Üseyyid gelip başlarına dikildi ve:
“Hangi gayeyle ve hangi cesaretle civarımıza
kadar sokulmuş saf insanlarımızı yoldan çıkarıyorsunuz? Eğer canınızı
seviyorsanız defolun gidin!” diye bağırıp çağırdı.
Musab yumuşak bir ses tonu ve nezaketle:
“Oturup biraz bizi dinlemez misin? Hoşuna
gidecek birşey duyarsan kabul edersin, hoşuna gitmeyeni de reddedersin” deyince
Üseyyid yumuşayarak:
“Doğru söylüyorsun” dedi. Elindeki mızrağı toprağa
saplayarak yanlarına oturdu. Musab O’na İslamı anlatıp, Kur’an okudu. Üseyyid İslam
dinini güzel buldu ve kelimeyi şehadeti söyleyip müslüman oldu.
Üseyyid daha sonra onlara Sa’d bin Muaz’ı
göndermeye çalışacağını söyleyerek ayrıldı. Saad’ın yanına gelip:
“Her iki adamla konuştum, fakat vallahi
sözlelerinde hiç bir kötülük bulamadım. Onlara engel olmaya çalıştım, bana: Nasıl
istersen öyle yaparız, dediler” diye cevap verdi ve:
“Bak bir hadise
var: Şu Hariseoğulları sözde seni korumak için Esad bin Zürare’yi
öldürmeye hazırlanmışlar. O’nun senin teyzenin oğlu olduğunu da biliyorlar!”
diye ilave etti.
Sa’d sinirlenip, öfkeyle onlara doğru gitti. Musab
O’na Useyyid’e yaptığı gibi yaptı. Allah O’na da hidayet verdi. Şehadet
kelimesini söyleyip İslam dinine girdi. Sonra kavmine giderek şöyle konuştu.
“Ey Abdü’l-Eşheloğulları! Beni nasıl bilirsiniz?
Ona, bir ağızdan:
“Sen bizim efendimiz ve içimizde en isabetli
görüş sahibi olan birisin” dediler. Bunun üzerine Sa’d onlara:
“O halde bakın, Allah’a ve Rasulu’ne iman etmediğiniz
müddetçe ne erkeklerinizle ne de kadınlarınızla konuşacağım” dedi. O gece
Sa’ad’ın kavminin ismi Üseyrim olan bir ferdi dışında tamamı müslüman oldu. Bu şahıs
ise Uhud günü İslam’a girip aynı gün başı hiç secdeye varmamış olarak şehid oldu.
Musab daha sonra ertesi yılın hacc mevsiminden
önce bu müjdeli haberlerle beraber Mekke’ye Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in yanına döndü.
Nübüvvetin 13. yılı hac mevsiminde Yesrib’den
müslüman müşrik birçok insan Mekke’ye geldi. Medine’li müslümanlar Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’in Mekke’de tehlike ve sıkıntı içinde kalmasını
istemiyorlardı. Gizlice Resululah -sallallahu aleyhi vesellem-’la irtibat
kurarak Akabe’de teşrik günlerinin ortasında gece yarısı gizli bir toplantı
yapmak üzere anlaştılar.
Medine’liler müslüman kâfir, hep birlikte aynı
yerde geceliyorlardı. Sözleştikleri gecenin üçte biri kadar geçince müslümanlar
uyanıp birer ikişer sözleşme mekanında gizlice toplandılar.
Hepsi yetmiş üç kişi idiler. Bunlardan altmış
iki kişi Hazrec kabilesine, on bir kişi de Evs kabilesine mensup idiler. Aralarında
iki tane de hanım vardı. Bunlardan biri Neccaroğullarından Nesibe binti Kaab,
diğeri de Selemeoğullarından Esma binti Amr idi. Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem- kararlaştırılan yere yanında amcası Abbas olduğu halde geldi. Abbas
henüz müşrik idi. Fakat yeğeninin bu önemli işinde yanında olmak ve güvenliğini
sağlamak için gelmişti. Sözü önce Abbas alarak Medinelilere şöyle hitap etti.
“Bildiğiniz gibi Muhammed bizim canımız ciğerimizdir.
Biz O’na iman etmeyenlere karşı O’nu koruduk. O, şimdi kendi halkı arasında
saygın ve kendi memleketinde güven içinde bulunmaktadır. Eğer davet ettiğiniz
meselede O’na uyucağınıza, kendisine karşı çıkanlardan O’nu koruyacağınıza inanıyorsanız,
sorumluluk size aittir. Aksi takdirde şimdiden O’nu bırakın.”
İçlerinden Berra bin Marur cevap verip şöyle
dedi: Vefa ve doğruluk gösterip ruhlarımızı O’nun yolunda bezledeceğiz. Ey
Allah’ın Rasulu asıl seni dinliyoruz. Kendin hakkında ve Rabbinle ilgili olarak
dilediğini iste.”
Bunun üzerine Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- konuştu. Kur’an’ı Kerim’den ayetler okudu ve onları İslam’a karşı teşvik
ederek şöyle dedi.
“Rabbimle
ilgili olarak şu hususları şart koşuyorum. Yalnızca O’na kulluk edeceksiniz.
O’na asla ortak koşmayacaksınız.” Medineliler
“sana ne üzerine biat edeceğiz?” dediklerinde Rabbi ve kendisi için ayrıca şunları istemiştir:
- “Her hal
ve durumda dinleyip itaat edeceksiniz
- Darlık
ve genişlik zamanında nafaka temin edeceksiniz.
- İyiliği
emir, kötülüğü nehiy edeceksiniz.
- Allah
için kınayıcının kınamasından çekinmeyeceksiniz ve size geldiğimde bana yardım
edeceksiniz, kendilerinizi kadınlarınızı ve çocuklarınızı nasıl koruyorsanız
beni de öyle koruyacaksınız. Tüm bunların karşılığı olarakta size cennet vardır.”
Berra b. Marur Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem-’in elinden tuttu ve şöyle dedi.
“Evet ey Allah’ın elçisi, seni insanlığa elçi
olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki nasıl kendi ailelerimizi koruyorsak
seni de öyle sakınacağız. Biz harp içinde yoğrulmuş kimseleriz. Biz zırha alışkınız,
bu bize atalar mirasıdır.”
Bu arada sözü Ebü’l-Heysem bin Teyyihan alarak şöyle
konuştu:
“Ey Allah’ın Elçisi! Bizimle Yahudiler arasında
saldırmazlık anlaşması vardı. Biz şimdi aramızdaki ipleri koparmış bulunuyoruz.
Biz emrine girdikten, sen de Yahudilere üstünlük kazandıktan sonra acaba bizi
başsız bırakıp tekrar milletine döner misin?”
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- bu
sözleri duyunca gülümsedi ve şu cevabı verdi:
“Bilakis!
Artık sizin kanınız benim kanım ve sizin yıkımınız benim yıkımım sayılır. Ben
sizdenim, siz de bendensiniz. Kiminle savaşırsanız ben de onunla savaşırım,
kiminle barışırsanız ben de onunla barışırım”
Bunun üzerine herkes biat için elini uzatmaya
davrandı. Fakat Abbas bin Ubade ortaya atılarak şunları söyledi:
“Bu zata niçin biat ettiğinizi biliyor musunuz?
O’na biatla insanların kırmızısına ve siyahına yani, Arabına ve Arap olamayanına
harbe girmeyi kabul etmiş oluyorsunuz. Malca bir felakete uğradığınız,
büyüklerinizin maktul düştüğünü gördüğünüz zaman onu yalnız başına bırakacaksanız,
şimdiden bırakın; bu daha doğru olur. Yoksa dünyada da ahirette de rüsvay
olursunuz. Fakat O’na verdiğiniz sözü tutacak, malca felakete uğramayı,
büyüklerinizin ölümüyle karşılaşmayı göze alacak olursanız bunu yapın. Çünkü
dünya ve ahiret hayrı bundadır.”
“Mal musibeti ve eşrafın ölümü pahasına bunu
kabul ediyoruz. Buna karşılık bizim mükafatımız nedir? Ey Allah’ın Rasulu”
dediler.
“Cennet” buyurdu.
“Elini uzat” dediler.
Elini uzattı. Sırayla kalkıp biat ettiler. İlk
Biat eden Esad bin Zürare’dir. İlk biat edenin Ebu’l Heysem veya Bera olduğunu söyleyenler
de var.
İki kadının biatı ise tokalaşmadan, sadece söz
ile olmuştur.
Biat işlemi tamalandıktan sonra Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- onlardan aralarında sorumluluk yüklenecek oniki
nakib (denetçi) seçmelerini istedi. Onlar da Dokuzu Hazrec’ten üç’te Evs’den
olmak üzere 12 nakib seçtiler.
Hazrec’ten olan nakibler:
1- Sa’d bin Ubade bin
Delim
2- Esad bin Zürare bin
Ades
3- Sa’d bin Rebi’bin Amr
4- Abdullah bin Revaha
5- Rafi bin Marur bin Sahr
6- Yezib b. Salebe
7- Abdullah b. Amr bin
Haram
8- Ubade b. Samit bin Kays
9- Münzir b. Amr bin
Hanis.
Evs’den olan nakibler
10- Üseyd b. Hudayr bin
Semak
11- Sa’d b. Hayseme bin
Haris
12- Rüfaa b. Abdülmünzir
bin Zübeyr. (Bazıları Ebul Heysem bin Teyyihan demişlerdir.)
Bunların seçimi tamam olduktan sonra Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-
“Siz İsa’nın
havarileri gibi kavminizden sorumlusunuz. Siz kavminize ben de kendi kavmime
kefilim”
demiştir. Onlar da “Evet” dediler.
İşte ikinci Akabe Bey’atı bu şekilde akdedildi
ki bu, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in hayatında en önemli anlardan
biriydi. Bu olay ile hadiselerin ve tarihin mecrası değişmiştir.
Beyat gizlilik içinde yapılmasına rağmen, şeytanlardan
biri tarafından farkedildi. Bu şeytan en yüksek sesiyle:
“Muhammed sizinle savaşmak için adam
topluyor uyanın ey Mekke halkı” diye bağırmaya
başladı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bu şeytana:
“Ey Allah’ın
düşmanı sana boş bir vakit mutlaka bulacağım” dedi ve Medinelilere derhal gizlice
kendi konaklarına, yerlerine dönüp uyumalarını söyledi.
Sabah Kureyşliler Medinelilerin çadırlarına
gelip durumu araştırdılar. Medineli müşrikler “bu yanlış bir haber. Kesinlikle
böyle bir şey yok” dediler. Müslümanlar da sessiz kaldılar. Sonunda Kureyşliler
Medineli Müşriklerin sözlerine inanıp geri döndüler.
Kureyş Müşrikleri sonunda haberin gerçek olduğunu
anladılar. Medine’lilerin peşlerinden atlılar göndererek onları geri döndürmek
istediler. Mekkeli atlılar Ezahir mevkinde
müslümanlardan Sa’d bin Ubade ve Münzir bin Amr’a yetişerek onları yakaladılar.
Münzir kaçarak kendini kurtardı. Sa’ad’ı ise epey dövüp eziyet ettikten sonra
bağlayarak Mekke’ye getirdiler. Onu Mut’im bin Adiy ve Haris bin Harb kurtardı.
Çünkü Sa’ad Medine’de onların kervanlarını himaye ediyordu. Sa’ad’ın kurtulmasıyla
müslümanlar sağ salim Medine’ye varmış oldular.
İkinci Akabe beyatından sonra müslümanların
Medine’ye tek tük hicretleri olmuştur. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
bu durumu rüyasında görüp sahabelere anlatmıştı.
“Rüyamda
Mekke’den hurmalık bir yere göç ettiğimi gördüm. Ben bu yerin Yemame veya Hicr
olduğunu zannediyorum. O, Yesrib şehriymiş.”
Müslümanlardan Medine’ye ilk hicret eden Ümmü
Seleme’nin kocasıyla Ebu Seleme el-Mahzumi’dir. Karısı ve oğluyla yola çıktı,
ancak kavmi O’na engel olup Ebu Selma’nın akrabaları zorla ümmü Seleme’nin
elinden oğlunu aldılar. Ebu Seleme tek başına Medine’ye hicret etmek zorunda
kaldı. Bu hadise Akabe beyatından bir yıl kadar önce meydana gelmiştir. Müşrikler
daha sonra Ümmü Seleme’yi serbest bırakmışlar, O da hicret ederek kocasının yanına
gitmiştir.
Ebu Seleme’den sonra Amir bin Rebia, karısı
Leyla binti Hasme ve Abdullah bin Ümmü Mektum hicret etti. Beyat gerçekleştikten
sonra da müslümanlar hicreti (göçü) büyük bir hız kazandı. Kureyş’in
korkusundan gece gizlice sıvışıyorlardı. Fakat Ömer bin Hattab -radıyallahu
anh- aleni olarak ve müşriklere meydan okuyarak hicret etti. Kureyş’ten hiç
kimse O’na engel olmaya cesaret edemedi. Medine’ye yirmi sahabeyle beraber
geldi.
Müslümanların tamamına yakını Medine’ye hicret
etti. Habeş’te bulunan müslümanların da çoğu oradan Medine’ye hicret etti.
Mekke’de sahabelerden sadece Ebu Bekir, Ali, Suheyb, Zeyd ve hicrete güç
yetiremeyen birkaç zayıf müslüman kaldı. Ebu Bekir de artık hicret etmeye hazırlanıyordu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’na
“Dur,
acele etme. Bana da hicret izini verileceğini ümit ediyorum” dedi. Ebu Bekir de
“Babam sana feda olsun! Bunu ümit ediyor musun?”
diye sordu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
“Evet” buyurdu. Bunun üzerine
Ebu Bekir -radıyallahu anh- Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’a yol
arkadaşlığı yapmak üzere hicretini tehir etti. Yolculuk için sahib olduğu
bineklerden ikisini besleyip, semerini güzelleştirdi.
Müslümanların güven ve huzur içinde yaşayabilecekleri
bir yurt bulmaları Kureyş’i iyice çileden çıkardı. Müsülümanların Medine’ye
hicret edip orada toplanmalarını kendi batıl dinleri, rejimleri ve ticaretleri
için son derece tehlikeli bir gelişme olarak değerlendirdiler. Müşrikler
Nübüvvetin 14. yılı Safer ayının 26’sında Perşembe sabahı “Darun Nedve’de bir
toplantı düzenleyerek kendilerini bekleyen bu tehlikelerden kurtulma planlarını
müzakere ettiler. Allah’ın Elçisi hâlâ onların aralarında Mekke’de yaşamaktaydı.
Müşrikler O’nun bir gün ellerinden kaçıp gitmesinden korkmaktaydılar.
Dar’un-Nedve (Kureyş’in Yönetim Yeri)’de düzenlenen bu toplantıya Kureyş’in tüm
ileri gelenleri iştirak ettiği gibi, İblis de Necd ehlinden bir zat suretinde
gelerek izin istemiş ve bu önemli toplantıya katılmıştır.
Konu müzakereye açıldığında Ebu’l Esved şunu
önerir:
“Muhammed’i yurdumuzdan çıkaralım. Böylece işlerimizi
düzeltiriz. Nereye gittiğiyle de ilgilenmeyiz.”
Bunun üzerine Necd’li bir ihtiyar görüntüsündeki
İblis şöyle dedi.
“Hayır, Vallahi bu görüş size yaramaz. O’nun
sözünün güzelliğini, konuşmasının tatlılığını ve getirdiği din ile insanların
gönüllerini kazandığını görmüyor musunuz? Vallahi eğer bunu yaparsanız, O’nun
Arapdan bir oymağın arkasına girip onları kendisine tabi kılmasından, sonra
onlarla sizin üzerinize yürüyüp ülkenize savaş açmasından ve işlerinizi ellerinizden
almasından, sonra size yapmak istediğini yapmasından emin olamazsınız. O’nun
hakkında bundan başka bir görüş getirin”
Sonra Ebu’l Bahtar şöyle dedi:
“O’nu demirden bir odaya haps edip, üzerine kapısını
kilitleyin. Böylece kendisinden önceki şairlerin başına gelen ölümün, O’nun başına
da gelmesini bekleyin.” Bunun üzerine Necd’li ihtiyar:
“Eğer O’nu haps ederseniz, üzerine kitlediğiniz
kapının arkasından haber Muhammed’in arkadaşlarına ulaşır. Onlar da size saldırıp,
O’nu ellerinizden çekip alırlar. Sonra sizi yeninceye kadar savaşırlar. Bu görüş
size yaramaz. Başka bir şey düşünün” dedi.
Tağut Ebu Cehil söz alarak:
“Vallahi, sizin henüz ortaya atmadığınız bir
görüşüm var. Her kabileden güçlü, soylu
aramızda şerefli bir genç alalım. Sonra onlardan her gence bir kılıç
vererek Muhammed’e gönderelim. Gençler O’na bir tek adamın vuruşu gibi birden
vurup öldürsünler. Böylece O’ndan nihai olarak kurtulmuş oluruz. Kan davası da
bütün kabileler arasında dağılmış olur. Abdümenaf oğulları, tüm kabilelerle savaşmayacağından,
diyet almaya razı olurlar. Biz de diyeti onlara veririz” dedi. Bunun üzerine
Necd’li şeyh:
“En uygun görüş bu adamın dediğidir. Ben de bu
görüşten başkasını uygun görmüyorum” dedi. Kureyşli müşrikler, buna karar
vererek dağıldılar. Kararı uygulamak üzere hazırlıklara başladılar.
Bu toplantı son derece gizli bir ortamda yapılmış
ve alınan kararın dışarıya sızmaması için bir çok tedbirler alınmıştı. Görünüşte
her şey tabi seyrine göre yürüyordu. Kureş’in aldığı bu karar Allah -Celle
Celelühü-’a tuzak kurma anlamına geliyordu. Allah -Celle Celelühü-’ın onları
kendi hazırladıkları tuzağa düşürerek, hiç anlayamadıkları bir şekilde cezalarını
verdi. Cebrail inerek Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem-’ne Kureyş’in
planlarını, Hicret iznini ve çıkış vaktini bildirdi. Kureyş’in tuzağına şu şekilde
karşılık vermesini öğretti.
“Evvelce üzerinde gecelediğin yatağının üzerinde
bu gece geceleme”
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- insanların
evlerine istirahate çekildikleri öğle vaktinde Ebu Bekr’in evine giderek
O’nunla hicret hazırlıklarını görüştü. İki binek hazırladılar ve Abdullah bin
Ureykıt el-Leysi’yi ücret karşılığında rehber olarak kiraladılar. Bu adam henüz
Kureyş kafirlerinin dini üzerine bulunan bir müşrik idi. Ancak son derece mahir
bir rehberdi ve yolları çok iyi biliyordu. Onunla üç gece sonra Sevr Mağara’sı
önünde buluşmak üzere anlaştılar. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- daha
sonra normal günlük işlerine devam ederek, Kureyş’i kuşkulandıracak herhangi
bir davranışta bulunmadı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, Yatsı
namazından hemen sonra uyuyup, gecenin kalan diğer yarısında kalkarak Mescid’i
Haram’da gece namazı (teheccüd) kılmayı adet edinmişti. O gece kendi yatağına
Ali -radıyallahu anh-’yi yatırarak, müşriklerin O’na zarar veremeyeceklerini
bildirdi. Gece karanlığı çökünce suikastçiler gizlice gelip Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’in evini sardılar. Ali -radıyallahu anh- Peygamber
-sallallahu aleyhi vesellem-’in yeşil örtüsüne bürünerek O’nun yerinde yatıyordu.
Müşrikler yatakta uyuyanın Muhammed -sallallahu aleyhi vesellem- olduğunu sanıp
sevindiler. Uyanıp dışarı çıkar çıkmaz O’nu öldürmek üzere gözetlemeye başladılar.
Allahu Teâlâ O’nların tuzaklarına şu cevabı vermiştir.
“Hatırla
ki, kafirler seni tutup bağlamaları, veya öldürmeleri yahut seni çıkarmaları
için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlarken Allah da onlara tuzak
kuruyordu. Çünkü Allah tuzak kuranların en iyisidir” (Enfal, 8/30)
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- kuşatma altındaki evinden müşriklerin başına
toprak saçarak çıktı. O esnada Allah’ın şu kavli celilini okuyordu.
“Önlerine
ve arkalarına sed çekmişizdir. Gözlerini perdelediğimizden artık göremezler.” (Yasin, 36/9)
Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- bu
ayeti kerimeyi okuyup evden çıktığı sırada Allah -Celle Celelühü- müşriklere
büyük bir uyku verdi. Hiç kimse Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in çıkışını
göremedi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- evinden çıkıp doğruca Ebu
Bekir -radıyallahu anh-’e gitti. Oradan da Yemen cihetine bulunan ve Mekke’ye
yaklaşık 5 mil uzaklıkta olan Sevr mağarasına yönelip, şafak sökmeden önce
oraya vardılar.
Mağaraya geldiklerinde oraya önce Ebu Bekir
girip içerisini kontrol etti. Gördüğü bir deliği elbisesiyle tıkadı. Diğer deliği
de ayağıyla tıkadı. Böylece zararlı hayvanların o deliklerden çıkıp Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’a zarar vermesini önlemiş oldu. Sonra Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- içeri girdi ve uyudu. O sırada bir böcek Ebu Bekir
-radıyallahu anh-’in deliği tıkadığı ayağını ısırdı. Ebu Bekir -radıyallahu
anh- Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ı rahatsız etmemek için yerinden
oynamadı. Ancak duyduğu acıdan gözleri yaşardı ve o yaşlar Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’ın yüzüne düştü. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- uyanarak ne olduğunu sordu. Ebu Bekir -radıyallahu anh- “Bir böcek
ayağımı ısırdı. Anam babam sana feda olsun” dedi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- böceğin soktuğu o yere tükürüğünü sürdü. Ebu Bekir’in acısından eser
kalmadı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ve Ebu
Bekir -radıyallahu anh- Sevr mağarasında üç gece saklandılar. Ebu Bekir’in oğlu
Abdullah zeki bir gençti. Gündüzleri Mekke’de müşriklerin arasında dolaşıyor,
sonra karanlık çökünce gizlice mağaraya gelerek müşriklerin haberlerini
bildiriyor ve mağarada geceliyordu.
Ebu Bekir’in -radıyallahu anh- hizmetçisi Amir b.
Fuhayra da koyun güderdi. Gece olunca birkaç koyunu önüne katarak mağaraya
gelir koyunlardan süt sağarak Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’e Ebu
Bekir -radıyallahu anh-’e içirirdi. Sonra Abdullah bin Ebu Bekr’in izinden
koyunları geri getirirdi. Böylece Abdullah’ın ayak izlerini de kapatmış
oluyordu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın evini
kuşatan Kureyş gençleri hâla Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın kalkmasını
ve dışarı çıkmasını bekliyorlardı. Sabah olunca Ali -radıyallahu anh- yatağından
çıktı. Müşrikler karşılarında Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- yerine
Ali’yi görünce son derece şaşırdılar.
O’na Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın nerede olduğunu sordular. O da
“Bilmiyorum” dedi. Bunun üzerine müşrikler Hz. Ali -radıyallahu anh-’yi döverek
Kabe’ye doğru sürükleyip bir müddet hapsettiler. Ancak Ali’den hiç bir bilgi
alamadılar. Sonra Ebu Bekir’in evine
gelerek kızı Esma’ya babasını sordular. Esma “bilmiyorum” deyince, habis bir kişi
olan Ebu Cehil ona şiddetli bir tokat vurarak küpelerinin çıkmasına neden oldu.
Müşrikler Ebu Bekir’in de evinden eli boş dönünce Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- ve Ebu Bekir’i aramak üzere her tarafa adamlar çıkardılar. Onlardan
her biri için, ölü veya dirisini getirene yüz deve ödül koydular.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in peşine
düşen müşrikler Sevr mağarasına girişine kadar geldiler. Öyle ki içlerinden
biri başını eğip içeriye baksaydı, içeridekileri çok rahat görebilecekti. Mağaranın
içinden onları gören Ebu Bekir -radıyallahu anh- Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’a bir fenalık dokunacak endişesiyle çok üzülüyordu. Ebu Bekir’in bu
halini gören Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’nu “üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkındaki zannın nedir? Ey Eba Bekir!
Üzülme Allah -Celle Celalühü- bizimledir.” diyerek teselli etti.
Rebiulevvel ayının ilk pazartesi gecesi (H.1.yıl)
rehber Abdullah bin Ureykıt el-Leysi iki deve ile beraber buluşma yeri olan
Sevr mağarasının önüne geldi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, Ebu
Bekir ve hizmetçisi Amir bin Fuheyra hep birlikte yola çıktılar. Rehberleri
onları önce Yemen’e, güneye doğru götürdü
Epey uzaklaştıktan sonra Batı yönüne, Kızıldeniz
sahiline yöneldiler. Sonra da sahile yaklaşarak Batı yönüne hareket ettiler. İnsanların
hemen hemen hiç kullanmadıkları bir yoldan gidiyorlardı. O gece ve gündüz öğleye
kadar hiç aralıksız yola devam ettiler. Öğle üzeri boş bir alana konakladılar. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- dinlenirken Ebu Bekir -radıyallahu anh- etrafı
kontrol ediyordu. O sırada bir çoban geliverdi. Ebu Bekir ondan bir miktar süt
alıp Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’a içirdi. Sonra yollarına devam
ettiler.
Yolculuklarının ikinci günü Ümmü Mabed denilen
bir kadının çadırına uğradılar. Burası Mekke’ye 130 km uzaklıkta Kadid
yöresinde bir yerdi. Kadından yiyecek bir şeyler istediler. Kadın onlara yanında
yiyecek bir şey olmadığından ve buranın çok kurak bir yer olduğundan şikayet
etti. O sırada çadırın yanında sıska ve hiç sütü olmayan bir koyun duruyordu.
Resullah -sallallahu aleyhi vesellem- onu sağmak için kadından izin istedi. Sağmaya
başlayınca koyunun memeleri süt ile
dolup taştı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ve arkadaşları ondan doya
doya içtikleri gibi kadın da doya doya içti. Sonra koyunu ikinci kez sağdı ve
büyük bir kabı sütle doldurarak onu kadına bırakıp yollarına devam ettiler.
Derken kadının kocası geldi. Sütü görünce şaşırıp
durumu karısına sordu O da olan biteni kocasına anlatıp Resullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’ı baştan ayağı, fiziki, ahlakı ve konuşmasıyla en ince şekilde
tasvir etti. Bunun üzerine Ebu Mabed
“Vallahi bu Kureyş’in bahsettiği kişidir. Onunla
olmak istiyordum. Bir yolunu bulursam muhakkak O’na arkadaşlık edeceğim” dedi.
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’in
yolculuğunun üçüncü günü Mekke halkı, O’nun yolculuğunu ve Ümmü Mabed’in çadırında
olanları haber veren bir nida işittiler. Tüm araştırmalarına rağmen bu nidanın
nereden geldiğini, kim tarafından söylendiğini bulamadılar.
Kadid bölgesinden ayrıldıktan sonra Süraka bin
Malik bin Cu’şum atı ile onlara ulaştı. Amacı onları yakalayarak Kureyş’in
koyduğu ödülü elde etmekti. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ve arkadaşlarına
yaklaşınca atı, onu üzerinden attı.
Sonra kalkıp fal oklarını çekti. Acaba onlara zarar verebilir miydi? Fal oklarından
hoşuna gitmeyecek bir şey çıkmasına rağmen aldırmadı ve takibe devam etti.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e O’nun kıraatini duyacak kadar yaklaştı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’na hiç bakmıyordu. Ebu Bekir ise
tedirgindi ve sürekli dönüp O’na bakıyordu. Tam bu sırada Süreka’nın atının
ayakları kuma battı. Yine hoşuna gitmeyecek bir şey çıktı. Süreka tehlike
içinde olduğunu hissedip korkmaya başladı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’ın işinin galip geleceğini anladı. Yaptığına pişman olup, eman
diledi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ve arkadaşları durup O’nu yanlarına çağırdılar. Süreka
onlara Kureyş’in kararını ve insanların niyetlerini haber verdi. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- O’ndan durumlarını kimseye söylememesini istedi ve
O’na eman verdi. Süreka eman’ın yazılı olarak verilmesini isteyince, Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- Amir bin Fuheyra’ya emrederek emanı bir deri
üzerine yazdırdı. Süreka emanı alıp geri döndü. Dönüşte Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’i arayan her kimi gördüyse O’na, kendisinin her tarafı aradığını,
ancak bulamadığını söyleyip, geri dönmelerini tavsiye etti.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- yolda Büreyde
bin el-Hasib el-Eslemi ile karşılaştı. Büreyde ile beraber 70 binici daha vardı.
Tamamı İslam’a girip müslüman oldular ve yatsı namazını Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- ile beraber eda ettiler.
Batnı Rim vadisinde, müslümanlardan müteşekkil bir
kafile ile beraber Şam’dan dönmekte olan Zübeyr bin Avam ile karşılaştılar.
Zübeyr onlara ikramda bulunup beyaz elbiseler giydirdi.
Nübüvvetin 14. yılı Rebiulevvel ayının sekizi
pazartesi günü (Hicri 1. yıl) Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Kuba’ya
ayak bastı. Medineliler, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in Mekke’den çıktığını
duyunca, her sabah evlerinin dışına çıkıp, öğle sıcağı onları evlerine girmeye
zorlayıncaya kadar Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’i bekliyorlardı.
Yine bir gün sıcak bastırıp sığınacak bir gölge kalmayıncaya kadar Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’i beklediler. Ufukta kimsenin görülmemesi üzerine
evlerine döndüler. Ancak Yahudilerden bir zat gözetlemeye devam ederken uzaktan
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ve arkadaşlarının gelmekte olduğunu
görüp en yüksek sesiyle
“Ey Arap topluluğu! İşte beklediğiniz geliyor”
diye bağırdı. Bunun üzerine tüm müslümanlar büyük bir sevinç ve çoşkuya kapılıp
silahlarını alarak, tekbirler ve sevinç nağmeleri ile Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’i karşılamaya koştular. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- yönünü sağ tarafa çevirerek Amr bin Avf oğulları mahallesinde
konakladı. Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem- Kuba’ya gelip sessizce bir
gölgelikte oturdu. Ensar’dan daha önce Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ı
hiç görmemiş olanlar Ebu Bekir’i Peygamber sanarak, gelip O’nu selamlıyorlardı.
Çünkü Ebu Bekir’in saçlarına yaşlılık alametleri düşmüştü. Ancak ne zaman ki
gölge Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’dan ayrıldı, o zaman Ebu Bekir
kalkarak ridası ile Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ı gölgelendirdi. İşte
o zaman insanlar Allah’ın elçisini bilmiş oldular.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Kuba’da
Külsüm bin Hedm’in evine konakladı. Bir başka rivayete göre de Sa’d bin
Hayseme’nin evine konaklamıştır. Konakladığı bu evde 14 gün kaldı. Bu esnada Kuba
Mescidi’ni inşaa ederek namazlarını orada kıldı. Cuma günü sabahı Ebu Bekir’i
terkine alarak Medine’ye yola çıktı. Bu arada dayıları olan Neccar oğullarına da
haber göndermişti. Onlar kılıçlarını kuşanıp geldiler ve Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’i kuşatarak O’nunla beraber Medine’ye yöneldiler. Salim bin
Avf oğulları bölgesinde cuma vakti geldi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- burada yüz kişiyle cuma’yı eda etti.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- cuma’yı
eda ettikten sonra Medine’ye yöneldi. İnsanlar O’nu karşılamak için evlerinden
çıkmış yollara dökülmüşlerdi. Medine hamd ve takdis kelimeleri ile inliyordu.
Kadınlar, kızlar ve çocuklar sevinçlerini güzel neşideler söyleyerek ifade
ediyorlardı. Şöyle diyorlardı:
Tala’l bedru aleyna. Min seniyyeti’l veda’
Vecebe’ş-Şükrü aleyna. Madea lillahi daa,
Eyyühel meb’usu
fina cite bilemril mutaa’
“Dolunay Veda dağının sırtlarından çıkıp bize doğdu.
Allah’a davetinden dolayı bize de şükretmek
vacib oldu.
Ey bize gönderilen Peygamber, sen itaat olunan
emirle geldin”.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- nereden
geçse Ensar’dan herkes o büyük Peygamberin devesinin yularına sarılarak, O’nu
evine misafir etme şerefine nail olmak istiyorlar, Buyurun Ya Rasûlallah, işte
silah, adet ve hazırlık ve koruma” diyorlardı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- ise gülümseyerek:
“Bırakın
onu kendi haline o memuredir.” diyordu. Deve şimdiki Mescid-i Nebevi’nin
bulunduğu arsaya çöktü ve hemen kalktı. Biraz yürüdükten sonra tekrar dönüp aynı
yere çöktü. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- deveden indi. İnsanlardan
her biri O’nu kendi evine davet ediyordu. Ancak Ebu Eyyub el-Ensari daha önce
davranarak Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in yükünü götürüp evine
koydu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- de “Kişi yükü ile beraberdir.” diyerek O’nun evine konuk oldu. Esad
bin Zürare de devesinin yularından tutarak onu kendi evine götürdü.
Medine halkı Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’e ziyafette birbirleriyle yarışmaya koyuldular. Allah Rasulü’ne sahip
oldukları en güzel şeyleri götürüp ikram ediyorlardı.
Ali -radıyallahu anh- Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’dan sonra üç gün Mekke’de kalarak, Mekke halkının Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’a tevdi ettikleri emanetleri sahiplerine teslim
ettikten sonra yaya olarak yola çıktı. Kuba’da Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’e kavuştu. Külsüm bin Hedm’in evinde konakladı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Medine’ye gelip burada yerleştikten altı ay sonra Zeyd bin Haris ve Ebu Rafi’yi
Mekke’ye göndererek, kızları Fatıma, Ümmü Gülsüm ile mü’minlerin annesi
Sevde’yi, Ümmü Eymen’i ve Üsame bin Zeyd’i oradan aldırdı. Ebu Bekir -radıyallahu
anh-’ın oğlu Abdullah’da Ebu Bekr’in aile fertleri, Ümmü Roman, Esma ve ailesi
(Allah hepsinden razı olsun)’yi alarak hep beraber Medine’ye döndüler.
Suheyb -radıyallahu anh- Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’dan sonra hicret etti. Hicret için yola çıktığında müşrikler
O’nun önünü keserek engel oldular. Ancak Suheyb malının tamamını -ki çoktu-
onlara verince hicret etmesine izin verdiler. Medine’ye gelip durumu Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’a bildirince Allah Rasulu -sallallahu aleyhi
vesellem- şöyle dedi: “Ebu Yahya
(Suheyb’in künyesi) ticaretinde kazançlı çıktı.”
Müşrikler kimsesiz zayıf müslümanları haps
ederek onları hicretten men ettiler. Onlara türlü türlü işkenceler yaparak
dinlerinden döndürmeye çalıştılar. Velid bin Velid, İyas bin Ebi Rebia, Hişam
bin As bu mustazaflardan bazılarıdır. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
namazlarında kunut yaparak Mekke müşriklerin ellerinde esir bulunan bu
müslümanların kurtuluşu için dua ederdi. Bu kimseler de daha sonra müşriklerin
ellerinden kurtularak Medine’ye hicret ettiler.
Muhacirler Medine’ye göç ettikten sonra memleket
hasretine kapılarak gam ve hüzün çekmeye başladılar. Doğup büyüdükleri yurtlarını
anıyor ve özlemlerini dile getiriyorlardı. Ayrıca Medine veba salgınının kol
gezdiği bir şehirdi. Bu muhacirlerin hüzün ve hasretlerini daha da artırıyordu.
Muhacirlerden birçok müslüman Medine’ye gelir gelmez sıtmaya ve bir çok diğer
hastalıklara yakalanmışlardı. Bu durum üzerine Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- Rabbine şöyle niyazda bulundu:
“Allahım!
Bize Mekke’yi sevdirdiğin gibi belki de daha çok Medine’yi de sevdir ve
Medine’yi düzelt. Ölçüsünde ve tartısında
bereketli kıl. O’nun salgın hastalığını Mahaya’ya kadar uzaklaştır”
Allah Elçisinin bu duasını kabul etti. Müslümanlar
hastalıklardan kurtuldular. Ve Medine’yi sevdiler.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Medine’ye yerleşip istikrar kurduktan sonra yapacağı dini dünyevi tüm
faaliyetlerini planlayıp uygulamaya koydu. Bunun yanısıra Allah’a davet
görevini hiç tavizsiz sürdürüyordu.
Bu yolda atılan ilk adım Mescidi Nebevi’nin inşaası
oldu. Bu arsa Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in devesinin ilk çöktüğü
yerdi. Sahipleri iki yetim kardeş olan bu arsa yüz’e yüz zira idi. Arsa içinde
müşriklerin kabirleri, yıkıntılar ve ağaçlar vardı. Kabirler çıkarıldı, yıkıntılar
düzeltildi ve ağaçlardan temizlendi. Mescid’in temeli yaklaşık üç ziraa olarak
bina edildi. Duvarların yapısında kerpiç çamur kullanıldı. Kapının iki yan
dikmeleri taştan yapıldı. Çatısı hurma dallarından, direkleri ise hurma ağaçlarından
yapıldı. Kıblesi kuzey’e, Beytil Makdis’e doğru çevrildi. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- de mescidin inşaasında sahabelerle beraber bizzat
çalışarak taş ve kerpiç taşıdı. Hep beraber kasideler söylüyorlardı. Söylenen
kasideler onlara daha çok neşat ve hareket veriyordu.
Mescid’in yanına taş ve kerpiçten iki tane de
oda yapıldı. Odaların çatısı hurma dalı ve yapraklarıyla kapatıldı. Odalardan
bir tanesi Sevde binti Zema’ diğeri de Aişe’ye tahsis edildi. (Allah her
ikisinden de razı olsun) Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ın bu sırada
henüz başka bir evliliği yoktu. Aişe’nin odası, Mekke’den geldikten sonra Hicri
1. yılı Şevval ayında yapıldı.
Mescid’in inşasıyla birlikte Müslümanlar beş
vakit namazı cemaatle kılmak üzere toplanıyorlardı. Ancak vakti tayin konusunda
bir birliktelik yoktu. Bazıları erken gelirken bazıları da gecikiyordu.
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-, arkadaşlarıyla bu durumu müşavere etti.
Sahabelerden bazıları namaz vakitlerini bildirmek üzere ateş yakılmasını, bazıları
borazan öttürülmesini bazıları da çan çalınmasını teklif ettiler. Ömer -radıyallahu
anh- ise “Essalatü Camiatün” diye nida edilmesini önerdi. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- efendimiz, Ömer’in görüşünü kabul ederek namaza bu
şekilde çağrılmasını emretti. Sonra Ensardan Abdullah bin Zeyd bin Abdurabbih
-radıyallahu anh-, rüyasında ezanı görerek gelip Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’e haber verdi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, “bu hak bir rüyadır” diyerek onu Bilal’e
öğretmesini emretti. Çünkü Bilal ondan daha gür sedalı idi. Bilal, ezanı öğrendi
ve okudu. Bilal’in okuduğu ezanı duyan Ömer bin Hattab -radıyallahu anh-, koşup
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e gelerek “Vallahi ben bunun aynısını
rüyada gördüm” dedi. Böylece rüya teyid edilmiş oldu. Ezan o günden bu yana İslam’ın
şiarlarından bir şiar olarak devam edegelmiştir.
Ensar (Medineli müslümanlar) Mekke’den göç edip
kendilerine gelen muhacirleri Medine’ye kabul etmek ve evlerine konaklamak
hususunda birbirleriyle yarışacak derecede yüksek ahlak ve kerem sahibiydiler.
Allah’ın onları şu ayeti kerimede tasvir ettiği gibiydiler.
“Daha
önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler,
kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilen karşısında içlerinde
bir kaygı duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunanlar bile onları
kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar
kurtuluşa erenlerdi.”
(Haşr, 59/9)
Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem- daha
sonra Ensar ve Muhacir arasındaki bu sevgi ve ısrarı, aralarında kardeşlik bağı
kurarak herbir Ensar ile konuğu olan Muhacir’i kardeş kıldı. Birbirleriyle
kardeş ilan edilen sahabilerin tamamı doksan kişiydi. Bunların yarısı Ensar’dan
olduğu gibi yarısı da Muhacirlerdendi. Kardeşlik bağına göre kardeş ilan edilen
kimseler öldükten sonra da birbirlerine malları hususunda mirasçı
olabileceklerdi. Daha sonra kardeşlik baki kalmakla beraber, birbirleriyle kan
bağı dışında bağlı olanların miras hakkı hükümden kaldırılmıştır. Bu kardeşlik
bağının ilanı Enes bin Malik’in evinde gerçekleşmiştir. -radıyallahu anh-
Ensar, Muhacir kardeşlerine olan sevgilerinden
dolayı Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’dan sahip oldukları hurma bağlarını
kendileri ile Muhacir kardeşleri arasında paylaştırmasını rica ettiler.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onların bu cömertçe tekliflerini
reddetti. Ancak çalışmaları karşılığında elde edilen mahsule ortak olmaları
teklifini kabul etti.
Sa’d bin Rebi insanların mal bakımından en
zengin olanlarından idi. Muhacir kardeşi Abdurrahman bin Avf’a şu teklifte
bulundu. “Malımı yarısı bana yarısı sana olmak üzere ikiye ayıracağım. Ayrıca
iki hanımım var, hangisini beğeniyorsan onu boşayayım, iddeti sona erince
evlenirsiniz”.
Abdurrahman O’na şu karşılıkta bulundu:
“Allah malını da aileni de sana bağışlasın. Çarşınız
nerede?” Kardeşi O’na Beni Kaynuka çarşısını gösterdi. Abdurrahman tacir bir şahıstı.
Elinde bulunan az bir miktar mal ile ticarete başladı. Çok geçmeden sermaye ve
ticaretini artırıp Ensar’dan bir kadın ile evlendi.
Kardeşlik antlaşması ile müslümanlar fert fert
birbirlerine sıkıca kenetlenmiş oldular. Müslümanlar Medine’ye toplandıktan
sonra artık bağımsız bir cemaat olmuşlardı. Böyle bir cemaatin oluşması
beraberinde sosyal düzen ihtiyacını da doğurmuştu. Görev ve sorumlulukların
bilinmesi ayrıca onları diğer topluluklardan bağımsız kılacak hususiyetlerin
ibraz edilmesi gerekiyordu.
Medine’de müslümanlar dışında iki ayrı topluluk
daha vardı. Bunlar Yahudiler ve Müşriklerdir. İnanç, din, ihtiyaç, maslahat,
duygu ve eğilim cihetiyle müslümanlardan ayrılıyorlardı. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- müslümanların kendi aralarında misak akdettiği gibi,
müslümanlarla Yahudiler ve Müslümanlarla
Müşrikler arasında da aralarındaki ilişkilerde uyulması gereken
pransipleri ihtiva eden misaklar akdetti.
Yapılan andlaşmalar şu şekilde yazıya döküldü:
1- Kureyş’li ve Yesrib’li
mü’minler ve müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan katılmış
olanlar ve onlarla beraber cihad edenler, işte bunlar diğer insanlardan ayrı
bir ümmet oluştururlar.
2- Mü’minler arasında kan
diyetinin ödenmesi ve savaş esirlerinin kurtuluş fidyesinin ödenmesi daha
önceki örfe göre olur. Mü’minler birbirlerine fidye ve diyet konusunda yardım
ederler.
3- Mü’minler, kendi aralarından
mütecavize ve haksız bir iş yapmayı tasarlayana veya bir suç işleyene ya da bir
hakka tecavüz edene ya da mü’minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan
kimseye karşı olacaklar. Bu kimse onlardan birinin evladı bile olsa !
4- Hiç bir mü’min bir
kâfir için, bir mü’mini öldüremez ve bir mü’min aleyhine hiç bir kâfire yardım
edemez.
5- Allah’ın zimmeti
(Himaye ve teminatı) bir tektir. Mü’minlerden en önemsizlerinden birinin tanıdığı
himaye onların hepsi için hüküm ifade eder.
6- Yahudilerden
müslümanlara tabi olanlara yardım ve destek verilecektir.
7- Barış, mü’minler arasında
bir tekdir.
8- Kim kasden bir mü’mini
öldürürse O’na kısas uygulanır. Ancak maktulun velisinin affetmesi başka. Tüm
mü’minlerin katile karşı olması
zorunludur.
9- Bir mü’minin bir katile
yardım etmesi ve ona sığınacak bir yer temin etmesi helal değildir.
10- Mü’minler, üzerinde
ihtilafa düştükleri herhangi bir şey olursa, onu Allah’a ve Rasulu’ne
götüreceklerdir.
Bu misakın ötesinde Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- çeşitli vakit ve münasebetlerde, mü’minlerin birbirlerine karşı
olan iman kardeşliği haklarını beyan etmiş ve mü’minleri birbirleriyle yardımlaşmaya
sevk etmiştir. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın müslümanlar arasında
oluşturduğu bu İslam kardeşliği dünya tarihinin bildiği en yüksek zirveye ulaşmıştır.
Müşriklere gelince, onlar tam bir çöküntü
içindeydiler. Başta reisleri ve ileri gelenleri olmak üzere büyük çoğunluğu İslama
girdiler. Müslümanlara karşı duracak hiç bir güçleri yoktu. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- onlarla şu anlaşmayı yaptı.
- Hiçbir müşrik, bir Kureyşli’nin mal ve canını
himayesi altına alamaz ve hiçbir mü’mine bu hususta engel olamaz. Müşriklerle
yapılan bu sözleşme ile onlardan gelebilecek bu davranışın önü kesilmiş oldu.
1- Yahudiler mü’minlerle
beraber bir ümmettirler. Onların dini kendilerine mü’minlerin dini
kendilerinedir. Onların harcamaları kendilerine, mü’minlerin harcamaları
kendilerine aittir.
2- Bu andlaşmayı
imzalayanlarla, karşı yapılan savaşta Mü’minler ve Yahudiler birbirlerine yardım
edeceklerdir. Yesrib’e vuku bulacak bir saldırıda her cemaat kendi bölgesini
müdafaa edecek ve birbirleriyle yardımlaşacaklardır.
3- Her iki cemaat arasında
günah olmaksızın, nasihat ve iyilik olacaktır.
4- Kişi andlaşmaksızın
gühahından dolayı sorumlu tutulamaz
5- Mazluma yardım
edilecektir.
6- Yahudiler savaştıkları
sürece mü’minlerle beraber harcamada bulunacaklar.
7- Yesrib bölgesi bu andlaşmayı
yapanlara haram (kutsal) ‘dır.
8- Yahudilerle Mü’minler
arasında zuhurundan korkulan bütün öldürme veya çekişme olayları Allah’a ve
Rasulu’na götürülecektir.
9- Ne Kureyşliler ve ne de
onlara yardım edenler, himaye altına alınmayacaklardı.
10- Bu yazı (andlaşma), bir
haksız fiil veya suç işleyen ile ceza arasına giremez.
Yapılan bu andlaşma ile Medine halkını teşkil
eden Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler tek bir ülkenin hukuk sahibi vatandaşları
olarak birleşmişlerdir. Böylece müslümanların yönetiminde bağımsız ve egemen Medine
Devleti kurulmuş oldu. Bu devletin başkanı Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’dı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ve
müslümanlar Allah’a -Celle Celelühü- davet vazifeleri konusunda çalışmalarını
sürdürdüler. Davet meclislerine müslüman, müslüman olmayan herkes iştirak
edebiliyordu.
Allah’ın elçisi -sallallahu aleyhi vesellem-
onlara Allah’ın kitabından ayetler okuyor ve onları Allah -Celle Celelühü-’a çağırıyordu.
İman edenleri tezkiye ediyor ve onlara kitap ve hikmeti öğretiyordu.
Kureyş'in
Kışkırtıcı Tavır ve Oyunları
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Medine’de asayiş ve düzeni temin etmeye, hayatın her yönünü ıslah edip
düzenlemeye, böylece dinlerini en iyi şekilde yaşayıp yaşatacak güvenli bir
ortam oluşturmaya çalışırken, Kureyşli müşrikler de boş durmuyorlardı. İslam’ı
ve O’nun davetçisini ortadan kaldırmak için çeşitli oyunlar ve hileler peşinde
koşuyorlardı.
Bunun için, Yesrib Müşriklerine bir ültümatom
göndererek onlardan müslümanlarla savaşmalarını ve Medine’den kovmalarını
istediler. Bunu yapmazlarsa onları öldürmek ve kadınlarına el koymakla tehdit
ettiler. Yesrib müşrikleri onların bu isteklerini yerine getirmek için fiilen
harekete geçtiler. Ancak Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- gelerek onlara
vaaz ve nasihat etti. Medine müşrikleri O’nun nasihatlarına kulak vererek
yapmak istedikleri şeyden vaz geçerek dağıldılar.
Ayrıca, Evs kabilesinin reisi Sa’d bir Muaz -radıyallahu
anh- Umre için Mekke’ye gitmişti. Beraberinde Ebu Safvan Ümeyye bin Halef olduğu
halde Beytullah’ı tavaf etti. Bu esnada Ebu Cehil ile karşılaştılar. Ebu Cehil
O’nu tanıyınca hakaret ve tehdidler savurdu. “Dinini terkeden bir kimseyi
yurdunuza kabul ettiğiniz halde emniyet içinde Mekke’ye gelip tavaf ediyorsun.
Ama Vallahi eğer Ebu Safvan ile beraber olmasaydın ailene sağ salim kavuşamazdın.”
Ebu Cehil’in bu sözü müşriklerin artık
müslümanları Mescid-i Haram’a sokmayacakları ve Mekke hududu dahil Mekke’ye
girmeleri halinde onları öldürecekleri anlamına geliyordu.Ve ayrıca Kureyş’in
Yesrib Yahudileri ile gizil bağları mevcuttu. Yahudiler ise İncil’de Hz. İsa’nın
da bildirdiği gibi yılan idiler. Evs ve Hazrec arasındaki eski savaş ve kin
duygularını tekrar canlandırmaya, iki kabile arasında nefret hisleri oluşturmaya çalışıyorlardı.
Bu şekilde müslümanlar Medine’de dahili ve
harici birçok tehlikeli unsurun kuşatması ile karşı karşıyaydılar. Müslümanların
korkusu o kadar arttı ki, silahlarıyla uyuyup kalkmaya başladılar. Allahu
Teâlâ’nın şu kavli kerimesi ininceye kadar Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in
başucunda nöbet tuttular. “Allah seni
insanlardan koruyacaktır.” Bu ayeti kerime nazil olur olmaz Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- sahabesine çıkarak “Ey insanlar artık beni beklemenize gerek yok. Allah -Celle Celelühü-
beni koruyacaktır” diye buyurdu.
İşte bu tehlikeli ortamda Allah, Kureyş ile savaşmaya
izin verdi. Daha sonra bu izin merhalesi vacip merhalesine kadar gelişti. Kureyş’i
aşarak başkalarını da kapsadı. Olaylara değinmeden önce bu cihad merhaleleri üzerinde
kısaca duralım:
1- Kureyş müşriklerini
muharibler olarak kabul etmek. Zira ilk önce düşmanlığı onlar başlattı. Onlarla
savaşıp, mallarına el koymak müslümanların hakkıdır. Bu merhale diğer Arap müşrikleri
dışında sacede Kureyş müşriklerini kapsamaktadır.
2- Kureyş ile işbirliği
yapan ve ittifak kuran diğer Arap müşrikleri ile savaşmanın caiz olması.
Müslümanlara saldırılarda bulunan Kureyş dışındaki diğer topluluklar da bu
kapsama dahildir.
3- Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- ile andlaşmalı olduğu halde, andlaşmaya ihanet eden veya Kureyş’i
destekleyen Yahudiler ile savaş bu kapsamdadır.
4- Hristiyanlar gibi kitap
ehlinden olup da müslümanlara ilk saldıran veya düşmanlık gösterenlerle savaş
ki alçalmış oldukları halde kendi elleriyle müslümanlara cizye verinceye kadar
devam eder.
5- Müşrik, Yahudi,
Hristiyan veya bir başka dine mensup kim olursa olsun İslam’a girdiği anda artık
onunla savaşılmaz. İslam’ın hakkı dışında onun canı ve malı masumdur. Hesabını
ise Allah’a verecektir.
Daha önce müslümanların düşman saldırılarından
çekindiklerinden dolayı son derece dikkatli davranıp nöbet tuttuklarına ve
silahlarıyla yatıp kalktıklarına değinmiştik. Savaş izni indikten sonra
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- askeri devriyeler düzenlemeye ve
müfrezeler çıkarmaya başladı. Bu müfrezelerin başına bazen arkadaşlarından
birini geçirdiği gibi bazen de bizzat kendisi çıkardı. Bunlardan birincisine
seriyye ikincilerine ise Gazve denilir. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
bu askeri hareketleri ile şunları amaçlamıştır.
1- Düşmanın hareketlerini
gözetlemek ve keşfetmek. Medine’nin etrafının güvenliğini sağlayarak ani bir düşman
baskının önüne geçmek
2- Kervanlarına saldırarak
Kureyş’e baskı uygulamak ve böylece onlara ticaretleri, canları ve malları
hususunda tehlikede olduklarını hissettirerek Kureyş’in sapıklığından vazgeçip
müslümanlarla barışa yanaşmaları ve İslam daveti önündeki engellerini kaldırmalarını
sağlamak. Müslümanların en çok temenni ettikleri şey bunun gerçekleşmesiydi. Bu
olmazsa, onları savaş meydanına çekip Medine civarından geçen ticaret yollarını
kapamak ve Allah’ın mü’minlere yardımı ve izniyle yaptıklarının cezasını
ödetmekti. Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de tekrar tekrar işaret ettiği de bu
husustu.
3- Diğer kabilelerle saldırmazlık
veya ittifak anlaşmaları akdetmek.
4- Allah’ın dininin tebliği
ve İslam davetini söz ve amel ile neşr etmek.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın
gönderdiği ilk seriyye hicretin birinci yılı Ramazan ayında Peygamber -sallallahu
aleyhi vesellem-’ın amcası Hamza bin Abdulmuttalip komutasında gönderilmiştir.
Tamamı muhacirlerden olan otuz süvariden müteşekkil bu birlik Kızıldeniz sahili
civarındaki Ays bölgesinde bulunan Siful Bahr’a kadar geldiler. Burada Ebu
Cehil bin Hişam komutasındaki Şam’dan dönmekte olan 300 kişilik Kureyş Kervanına
rastladılar. Kervanı yolundan çevirmek istediler. Aralarında bir çatışma çıkmak
üzereyken araya Mecdi b. Amr el-Cüheni girerek bir çatışmanın olmasını önledi.
Kavim birbirinden ayrıldı.
Bu seriyye İslam tarihinde ilk askeri
harekettir. Beyaz bir sancağı vardı ki İslam tarihinde akdedilen ilk sancaktır.
Sancaktarlık görevini Ebu Mersed Kinaz b. Hasın el-Ganevi yapmıştır. Bundan
sonra da askeri hareketler ve seriyyeler devam etti. Allah Rasulu -sallallahu
aleyhi vesellem- Şevval ayında Ubeyd bir Haris
komutasında tamamı muhacirlerden oluşan altmış kişilik bir seriyyeyi
Batnı Rabığ nahiyesine gönderdi. Burada Ebu Süfyan komutasında ikiyüz kişilik
bir Kureyş kervanıyla karşılaştılar. Aralarında savaş olmaksızın karşılıklı ok
atışmaları oldu.
Daha sonra da Sad bin Ebi Vakkas komutasında
yirmi kişilik muhacirden oluşan bir askeri birliği Rabığ yakınlarındaki bir
bölgeye gönderdi. Bu birlik herhangi bir vukuatla karşılaşmadan geri döndü.
Hicretin 2. yılı Safer ayında Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- muhacirlerden yetmiş kişilik bir birlikle bizzat
kendisi Ebva bölgesine hareket etti. Kimseyle karşılaşmadılar. Amr bin Mahşi ed-Dam’i ile eman ve yardımlaşma andlaşması
imzalayarak geri döndüler. Bu Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın ilk çıktığı
gazvedir. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- daha sonra Hicri ikinci yıl
Rebiulevvel ayında ikiyüz kişilik bir muhacir birliği ile Rıdvan cihetindeki Buvat
bölgesine çıktı. Orada kimseyle karşılaşmadılar.
Aynı ay içinde Kürz bin Cabir el-Fihri Medine
civarındaki meralara saldırarak bazı hayvanları götürdü. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- muhacirlerden oluşan yetmiş kişilik bir birlik ile O’nu
yakalamak üzere Bedr civarındaki Safvan bölgesine hareket etti. Ancak Kürz
kaçmayı başarmıştı. Bu gazve, Birinci Bedir Gazvesi olarak da isimlendirilir.
Sonra hicri ikinci yıl Cemadil ula veya ahire’de
150-200 kişilik bir muhacir birliğiyle Zül Uşeyre bölgesine hareket etti.
Amaçları Şam’a gitmekte olan Kureyş kervanını çevirmekti. Ancak Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- oraya varmadan önce kervan geçip gitmişti. Müdlic
oğulları ile saldırmazlık andlaşması yapıp geri döndüler.
Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem- daha
sonra Kureyş kervanı ile ilgili bilgi toplamak için Abdullah bin Cahş el-Esedi
komutasında muhacirlerden oniki kişilik bir birliği Mekke ve Taif arasında bir
bölge olan Nahle’ye gönderdi. Ancak onlar bir emir olmamasına rağmen Kureyş
kervanına saldırıp müşriklerden bir kişi öldürüp iki kişiyi de esir olarak aldılar
ve kervana el koydular. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onların bu
tasarruflarına kızdı ve iki esiri serbest bırakıp maktulün de diyetini ödedi.
Bu olay Recep ayının son günü olmuştu. Müşrikler
müslümanlar haram ayın hurmetini (kutsallığını) çiğnedi diye propoganda yapmaya
başladılar. Bunun üzerine Allah şu ayeti kerimeyi inzal buyurdu.
“Sana
hürmet edilen ayı ve o aydaki savaşı sorarlar. De ki; o ayda savaşmak büyük
suçtur. Allah yolundan alıkoymak, O’nu ve Mescid-i Haram’ı inkar etmek ve halkını
oradan çıkarmak, Allah katında daha büyük suçtur. Fitne çıkarmak ise
öldürmekten daha büyüktür.” (Bakara, 2/217)
Hicretin ikinci yılı Şaban ayında Allah kıbleyi
Beytil Makdis’ten Kâbe’ye tahvil etti. Bu öteden beri Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’ın arzuladığı ve beklediği bir husustu. Bu olayla beraber
zahiren İslam’a giren bazı hileci münafık ve yahudiler irtidad ettiler. Böylece
müslümanların safları bu habislerden temizlenmiş oldu.
Bedir Savaşı müslümanlarla Kureyş arasındaki ilk
önemli savaştır. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, Zül Uşeyra’ya hareket
ederek engellemek istediği Kureyş kervanı Şam’a kaçmayı başarmıştı. Ancak
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, bu kervanın Şam’dan dönüşünü
bekliyordu. Bunun için Şam civarındaki Havra bölgesine iki kişi göndererek
kervan ile ilgili bilgi toplayıp kendisine getirmelerini emretti. Bu iki kişi
kervanı gözetlediler ve Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e gelerek
kervanın yolda olduğunu haber verdiler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-, müslümanları bu kervanı ele geçirmek hususunda teşvik etti. Ancak
Müslümanların çoğu çıkmaya azmetmedi. Sadece 313 kişi (bu sayının 314 veya 317
olduğunu söyleyenler de vardır.) Onu bu teşviğine uyarak yola çıktılar.
Bunlardan 82’si (veya 83 veya 86) muhacirlerden, 61’i Evs’den ve 170’i Hazrec
kabilesindendi. Büyük bir savaş beklemediklerinden yeterli bir hazırlık yapmaya
gerek görmediler. Beraberlerinde sadece iki at ve yetmiş deve vardı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, beyaz
bir sancak akdederek onu Musab bin Umeyr’e verdi. Muhacirlerin bayrağını Ali
bin Ebi Talib, Ensar’ın bayrağını ise Sa’d bin Muaz taşıyordu. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- Medine’ye kendine vekil olarak İbni Ümmü Mektum’u
bıraktı. Daha sonra O’nun yerine Ebu Lübabe bin Abdimünzir’i gönderdi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Bedir’e
doğru yola çıktı. Bedir 155 km ötede Medine’nin güney batısında bulunan ve her
cihetten yüksek dağlarla çevrili bir alandı. Sadece üç tane geçiti vardı. Güney
geçidi ki burası “uzak yamaç”dır. Kuzey geçidi ki burası “alçak yamaç”tır.
Kuzey geçidi yakınında ki doğu geçidi ki buradan Medine halkı girerdi. Mekke ve
Şam arasındaki ana kervan yolu işte bu alanın içinden geçmekteydi. Burada iskan
mahalleri, kuyular ve hurmalıklar mevcuttu. Geçmekte olan kervanlar buraya iner
ve saatlerce veya günlerce burada konaklarlardı. Kureyş Kervanının bu alana
girmesinden sonra, müslümanların bu geçitleri kapatıp, kervanı teslim olmaya zorlamaları
gerçekten çok kolaydı. Fakat bunun şartı, kervanın müslümanların
hareketlerinden haberdar olmamalarıydı. Aksi halde burada konaklamadan civar
yollardan geçip giderlerdi. Bundan dolayı Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- öncelikle Bedir’e gittiği izlenimini vermemek için oraya başka bir
yoldan gitti.
Kureyş Kervanı ise bin kadar deveye yüklenilmiş
ellibin dinar’dan az olmayan çeşitli değerli eşyalar yüklüydü. Kervanın başında
Ebu Süfyan bulunuyordu ve kendisiyle beraber sadece kırk kişi vardı. Ancak Ebu
Süfyan çok dikkatli ve uyanık davranıyordu. Karşılaştığı herkese müslümanların
hareketlerini soruyordu. Böylece müslümanların Medine’den çıktıklarını öğrenmiş
oldu. Bedir’e yaklaştığı bir sırada kervanın yönünü batı’ya çevirerek sahil
yolundan gitmeye karar verdi. Kesinlikle Bedir yolunu terketmiş oldu. Ayrıca
bir adam kiralayarak müslümanların çıktığını haber vermek üzere en hızlı bir şekilde
Mekke’ye gönderdi. Haber Mekke’ye ulaşınca burada bulunan müşrikler
müslümanlarla çarpışmak üzere hemen hazırlandılar. Ebu Leheb dışında kavmin
ileri gelenlerinin tamamı bu sefere çıktılar. Etraflarındaki diğer kabilelerden
de adam toplayarak büyük bir orduyla harekete geçtiler. Kureyş boyları içinde
sadece Adiyy oğulları bu sefere katılmadı.
Müşrik ordusu Cuhfe bölgesine yaklaştığında Ebu
Süfyan’ın kurtulduğunu bildiren ve onlardan Mekke’ye geri dönmelerini isteyen
mektubu ulaştı. Müşrikler bu mektubu aldıktan sonra dönmek istedilerse de Ebu
Cehil kibir ve gururundan dolayı onları dönmekten men etti. Zehra oğullarından
başka geri dönen olmadı. Zehra oğulları Ahnes bin Şerik komutasında üçyüz kişilik
mevcutları ile geri döndüler. Geriye kalan bin kişilik Mekke ordusu uzak
vadiye, Bedr’in hemen yakınına kadar yürüyüşlerine devam ettiler. Burası Bedr’i
kuşatan dağların arkasında kalan geniş bir meydandı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- daha
henüz Bedir’e varmadan müşriklerin savaş için çıktıkları haberini alır almaz
müslümanları toplayarak istişare etti. Ebu Bekir kalktı ve güzel konuştu. Sonra
Ömer kalkıp yine güzel konuştu. Sonra Mikdad kalkarak şöyle dedi:
“Vallahi ey Allah’ın Elçisi biz İsrailoğullarının
Musa’ya “Sen ve Rabbin gidin ve savaşın.
Muhakkak biz burada oturacağız” dediği gibi demeyiz. Bilakis Senin sağında,
solunda, önünde ve arkanda savaşırız.” O’nun bu sözü Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’ın yüzünü güldürdü ve sevindirdi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- daha
sonra
“Bana görüşlerinizi
bildirin ey insanlar”
buyurdu. Bunun üzerine Ensar’ın reisi Sa’d bin
Muaz ayağa kalkarak “Ey Allah’ın Elçisi! Sanıyorum bizi kastediyorsun”
dedi. O’da “Evet” diye cevap verince Sa’d şöyle hitap etti.
“Seni insanlığa gerçek bir elçi olarak göndermiş
bulunan Allah’a yemin ederim ki şu denize gidip dalacak olsan biz de seninle
beraber dalacağız. Bizden hiç bir kişi geri çekilmeyecektir. Yarın bizi düşmanımızla
yüz yüze getirmene asla karşı olmayacağız. Biz savaşta sabırlı ve düşmanla karşı
karşıya geldiğimizde de sözümüzün eri kimseleriz. Ümit olunur ki Allahu Teâlâ
bizim yapacağımız hizmet ve katkılarla sevindirici sonuçlar sana gösterir. O
halde emret yürüyelim.”
Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- Sa’d’ın
konuşması üzerine çok sevindi ve neşelendi. Sonra da şöyle buyurdu.
“Öyleyse
yürüyün ve artık sevinin. Doğrusu Allah bana iki topluluktan birini elde edeceğini
vaad etmiş bulunmaktadır. Allah’a yemin ederim ki şu anda yere serilen düşmanları
görür gibiyim”.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- daha
sonra harekete geçerek müşriklerin Bedir yakınlarına geldikleri aynı gece,
alçak vadi civarındaki Bedir meydanına konakladı. Ancak Ensar’dan Habbab bin
Münzir, burada değil de düşmana en yakın kuyuya kadar ilerlemeyi ve böylece tüm
su kuyularını kontrol ederek düşmanı susuz bırakmayı önerdi. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- O’nun bu güzel fikrini kabul edip aynen uyguladı.
Düşmana en yakın kuyuya mevzilenip, diğer kuyuları tahrib ederek kullanılmaz
hale getirdiler.
Daha sonra müslümanlar Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’in komuta merkezi olarak kullanılmak üzere bir otağ hazırladılar.
Buranın savunulması görevini Sa’d bin Muaz komutasındaki bir grup genç Ensar
üstlendi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- kalkarak
askerlerini denetledi. Savaş meydanında gezinirken şöyle diyordu.
“Şu filanın
ölüsüdür, şu filanın ölüsüdür. Yarın inşaallah”.
Daha sonra Allah Rasulu -sallallahu aleyhi
vesellem- otağında namaz ve duaya çekildi. Mü’minler o geceyi gayet rahat ve
huzurlu geçirdiler. Allah ayeti kerime de bildirdiği gibi hafif bir yağmur
indirdi.
“O zaman
katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu. Sizi
temizlemek şeytanın pisliğini sizden gidermek kalplerinizi birbirine bağlamak
ve savaşta sebat ettirmek için üzerinize gökten bir su indiriyordu.” (Enfal, 8/11)
Hicri 2. yılı Ramazan ayının 17’si Cuma sabahı,
iki topluluk karşı karşıya geldi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Rabbine şöyle niyazda bulundu.
“Allahım! İşte
Kureyş, bütün kibir ve azametiyle sana karşı küstahlık ederek elçisini
yalanlayarak üzerimize gelmiş bulunuyor. Ey Allah’ım! Bana vaadetmiş bulunduğun
zaferi gerçekleştir ve onları şu günün sabahında yüzüstü mağlup et.”
Sonra askerlerini sıraya dizerek saflarını
düzeltti ve kendi emri gelmeden savaşa başlamamaları talimatını verdi. Ve şöyle
dedi:
“Size yaklaşırlarsa ok atın. Ancak size karıştıklarında
kılıçlarınızı çıkarın”.
Sonra Ebu Bekir ile beraber otağına gidip, Allah’a yalvarmaya başladı. Yalvarıyor,
yalvarıyordu. Hatta şöyle dedi.
“Ey Allah’ım
eğer bugün şu topluluk helak olursa, sana ibadet eden kalmaz”. Dua ve tazarruda o
kadar ileri gitti ki ridası omuzlarından düştü. Ebu Bekir kaldırarak tekrar
omuzlarına örttü ve
“yeter ey Allah’ın elçisi. Rabbin sana vaad ettiğini
yerine getirecektir” diyerek O’nu teselli etmeye çalıştı.
Sonra Müşriklerin en yiğit üç savaşçısı Rebia’nın
iki oğlu Utbe ve Şeybe ile Velid bin Utbe ileri çıkarak müslümanlardan mübareze
(teke tek çarpışma) istediler. Onların karşısına Ensar’dan üç genç çıktı. Ancak
müşrikler Ensar gençlerini reddedip,
“Biz amcaoğullarımızı istiyoruz” dediler. Bunun
üzerine Ubeyde bin Haris, Hamza ve Ali ileri atıldılar. Hamza Şeybe’yi, Ali de
Velid’i hemen öldürdüler. Ancak Ubeyde ve Utbe birbirlerini yaralamalarına rağmen
yenişemediler. Hamza ve Ali işlerini bitirir bitirmez koşup Ubeyde’nin yardımına
geldiler ve Utbe’yi öldürdüler. Ubeyde’nin ayağı kesilmişti. Ali ve Hamza O’nu
kucaklayarak cephenin gerisine getirdiler. Ubeyde bu olaydan dört veya beş gün
sonra Medine’ye dönüş yolunda Safra mevkiinde vefat etti.
Mübareze’den yenik çıkmaları müşriklerin moralini
bozdu ve kızgınlıklarını artırdı. Hep birlikte ve şiddetle müslümanların saflarına
saldırdılar. Müslümanlar ise konumlarını bozmadan savunmaya geçtiler. “Ahad
Ahad” diyerek nida ediyorlardı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- kısa
bir uykuya daldı. Sonra başını kadırıp:
“Seni
müjdelerim ey Eba Bekir, sana Allah’ın yardımı geldi. İşte bu Cibril’dir, bir
atın dizginini tutmuş onu çekip götürüyor, yolları üzerinde toz var.” buyurdu. O gün Allah
mü’minlere birbir peşinden gelen bin melek ile yardım etti.
Daha sonra Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- zırhını alarak öne çıktı ve Allahın şu ayeti kerimesini okudu:
“O
topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklar” (Kamer, 54/45) sonra
yerden bir parça kum alarak müşriklerin yüzüne serpti. Bu kumun gözüne, yüzüne
değmediği müşrik kalmadı. Bununla ilgili Allah şöyle buyuruyor.
“Attığın
zamanda sen atmadın, fakat Allah attı.” (Enfal, 8/17)
Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem- sonra
müslümanlara müşriklerin üzerine şiddetle saldırma emri verdi ve onları savaşa
teşvik etti. Müslümanlar büyük bir şevk ve heyecanla kâfir saflarına saldırdı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın aralarında bulunması onlara şevk ve
neşat veriyordu. Şiddetle ileri atılıp, müşriklerin saflarını yarıyorlar ve
boyunlarını koparıyorlardı. Ayrıca melekler de onlarla beraberlerdi ve müşriklerin
parmak ve boyunlarını vuruyorlardı. Müşriklerin kafa ve parmakları vuruluyor,
kimin vurduğu görülmüyordu. Çok geçmeden ağır bir darbe yiyip, hezimete uğradılar
ve gerisin geriye kaçmaya başladılar. Müslümanlar onları peşlerinden
kovalayarak bir kısmını öldürmeye bir kısmını da esir olarak almaya başladılar.
İblis de bu savaşa Süraka bin Malik bin Cu’şum
suretinde katılmıştı. Müşrikleri teyid ediyor ve savaşa kışkırtıyordu. Ancak
Melekleri ve yaptıklarını görünce arkasını dönüp Kızıl Deniz’e doğru kaçtı ve
kendisini denize attı.
Savaş tüm şiddetiyle devam ediyordu. Ebu Cehil
etrafında kılıç ve okların uçuştuğu bir bölüğün içindeydi. Müslümanların saflarında,
Abdurrahman bin Avf’ın etrafında bulunan iki Ensar gencinden biri diğerinden
gizli olarak Abdurrahman’a
“Ey amca bana Ebu Cehl’i göster” dedi.
“Ne yapacaksın?” Diye sorduğunda şu karşılığı
verdi:
“Duydum ki O Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’a sövmüş. Nefsim elinde bulunana yemin olsun ki O’nu görürsem
ikimizden biri ölünceye kadar peşini bırakmayacağım”. Diğer Ensar genci de
gelerek aynı şekilde Abdurrahman’dan kendisine Ebu Cehl’i göstermesini istedi.
Saflar aralanınca Abdurrahman O’nu dolaşırken gördü ve O iki Ensar gencine
gösterdi. Gençlerin ikisi de aynı anda kılıçlarıyla saldırarak Ebu Cehl’i
katlettiler. Birisi kılıcıyla bacağını kopardı, diğeri de vucudunun diğer
yerlerinden yaraladı. Sonra her ikisi de Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’a gelerek
“Ebu Cehl’i ben öldürdüm dedi.” dedi. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- onların her ikisinin de kılıcına bakarak
“ikiniz
öldürdünüz”
buyurdu. Bu gençler Afra’nın iki oğlu Muaz ve Muavvez’dir. Muavvez bu savaşta şehid
edildi. Muaz ise Hz. Osman dönemine kadar yaşadı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- Ebu Cehil’in üstünden çıkan eşyaları O’na verdi. Savaştan sonra
insanlar Ebu Cehil’in cesedini aramaya çıktılar. O’nu Abdullah bin Mesud buldu.
Can çekişiyordu. Abdullah ayağını boynuna koyup, sakalından tutarak başını
çevirdi. Ve
“Allah seni rezil etti mi ey Allah’ın düşmanı?”
Diye sordu. Ebu Cehil
“Niye rezil olayım. Siz hiç benden üstün
birisini öldürebildiniz mi” diye karşılık verdi. Sonra da İbni Mesut’a
“Benim göğsüme zor çıktın ey koyun çobancığı”
diyerek hakaret etti. Abdullah bin Mesut O’nun başını keserek
Rasûlullah-sallallahu aleyhi vesellem-’a gösterdi. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- O’nun kopuk başını görünce
“Allahu
Ekber. Vaadinde sadık olan, kuluna yardım eden ve tekbaşına hizipleri hezimete
uğratan Allah’a hamd olsun” buyurdu. “Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Ebu Cehil
hakkında ayrıca şöyle buyurmuştur:
“O, bu
ümmetin Firavunu’dur.”
Hak ve Batılın
Ayrıldığı Fukan Günü
Bedir savaşı iman ile küfrün savaşıydı. Bu savaşta
bir adam hiç çekinmeden babasını, amcasını, oğlunu, dayısını ve diğer akrabalarını
öldürebilmiştir. Bu savaşta Ömer bin Hattab dayısı As bin Hişam’ı öldürdü. Ebu
Bekir oğlu Abdurrahman ile çarpıştı. Müslümanlar Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem-’in amcası Abbas’ı esir olarak aldılar. Bu savaşta sıla ve yakınlık bağları
kesilmiştir. Allahu Teâlâ bu savaşta iman kelimesini küfür kelimesinin üzerine
yükseltti ve Hak ile Batılın birbirinden ayrıldığı anlamında Furkan günü
denilir. Bu, Ramazan’ın 17’sinde vaki olan Bedr günüdür.
Her iki
Taraftan Ölenler
Bu savaşta müslümanlardan altısı muhacirlerden
sekizi de Ensardan olmak üzere taplam 14 kişi şehit oldu. Savaş maydanına
gömüldüler. Kabirleri bugün dahi bilinmektedir.
Müşrikler ise yetmiş ölü, yetmiş esir verdiler.
Öldürülenlerin çoğu ileri gelen tağutlardı. Müşrik ölüleri Bedir’de içine
pisliklerin atıldığı bir çukura atıldılar.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Bedir’de
üç gün kaldıktan sonra Medine’ye dönmeden önce müşrik cesetlerinin atıldığı
çukurun yanına kadar yaklaşıp, onlara adlarıyla (falan oğlu filan) diyerek
hitap etti ve şöyle buyurdu:
“Sağken
Allah’a ve Rasulu’ne inanmış olmayı, şimdi temenni ediyor musunuz? Biz,
Rabbimizin, bize vaad ettiği şeyleri gerçek olduğunu bulduk. Siz de Rabbinizin,
vaadettiklerinin gerçek olduğunu buldunuz mu ?” Bu sırada Hz. Ömer O’na
:
“Ey Allah’ın Elçisi! Cansız cesetlere nasıl
oluyor da hitap ediyorsun?” diye sorunca:
“Muhammed’in
canını elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, söylediklerimi, onlardan daha
iyi duyan değilsiniz”
buyurdu.
Savaş Hakındaki
Haberlerin Mekke ve Medine'ye Ulaşması
Hezimet haberi Mekke’ye savaştan sonra kaçıp
canlarını zor kurtaran Kureyşliler tarafından ulaştırıldı. Allah bu acı haberle
onların ciğerlerini yaktı ve rezil etti. Müslümanlar sevinmesinler diye onların
ölülerine ağıt yakmayı dahi yasak ettiler. Esved bin Muttalib’in üç oğlu
öldürülmüştü. Onlar için ağıt yakmak istiyordu. Bir gece kulağına ağıt yakan
bir kadının sesi geldi. Hizmetçisini kadına göndererek ağıt yakmaya izin çıkıp-çıkmadığını
öğrenmek istedi. Hizmetçisi gelip O’na kadının devesini kaybettiği için ağladığını
söyledi. Esved kendisine malik olamayarak şu manaya gelen beyitler söyledi.
Devesi kayboldu diye mi ağlıyor
Bu onu tatlı uykusundan alıkoyuyor
Deveye ağlama ancak
Felaketlerin sel gibi aktığı Bedr’e ağla
Medine halkına gelince, Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- efendimiz onlara Abdullah bin Revaha’yı yukarı ve Zeyd bin
Harise’yi de aşağı bölgeleri müjdelemeleri için gönderdi. Müjdeciler gelmeden
önce yahudiler Medine’de müslümanları üzecek çeşitli yalan haberler yaymışlardı.
Zafer haberi gelince halk büyük bir ferah ve sevince kapıldı. Medine tehliye ve
tekbir nidaları ile inledi. Müslümanların ileri gelenleri Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’i karşılamak üzere Bedir yoluna çıktılar.
Peygamber efendimiz -sallallahu aleyhi vesellem-
Medine’ye Allah’ın yardımıyla zafer kazanmış olarak döndü. Beraberinde ganimet
malları ve esirler de vardı. Safra bölgesine yaklaştıklarında ganimet mallarının
hükmünü bildiren ayeti kerime nazil oldu. Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem- ganimet mallarından beşte birini alarak gerisini savaşa iştirak etmiş
gaziler arasında taksim etti. Safra bölgesine girdikten sonra Nadr bin Haris’in
öldürülmesini emretti. O’nun boynunu Ali bin Ebi Talib vurdu. Irkı’z-Zabye
mevkinde de Ukbe bin Ebi Muayt’ın öldürülmesini emretti. O’nu Ali veya Asım bin
Sabit el-Ensari boynunu vurarak öldürdü.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’i karşılamak
üzere yola çıkan müslüman ileri gelenleri O’nunla Revha’da karşılaştılar ve
Medine’ye kadar beraber yürüdüler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Medine’ye kendisinden bütün düşmanlarının korktuğu muzaffer bir komutan olarak
döndü. Bu parlak zaferden sonra birçok insan müslüman oldu. Abdullah bin Übey
ve arkadaşları ise zahiren İslam’a girmek zorunda kaldılar.
Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem-
Medine’ye dönüp istikrar kıldıktan sonra arkadaşlarıyla esirler hakkında istişare
yaptı. Ebu Bekir -radıyallahu anh- onlardan fidye alınmasını, Ömer -radıyallahu
anh- ise öldürülmeleri fikrini ortaya attılar. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- Ebu Bekir’in fikrini tercih ederek onlardan fidye aldı. Esir başına
maddi durumuna göre dört bin dirhem üç bin dirhem ve bin dirhem alındı.
Esirlerden okuma yazma bilenlerin fidyesi, herbiri için on müslüman çocuğuna
okuma yazma öğretmek olarak belirlendi. Bazı esirlere de iyilikte bulunarak
hiçbir ücret almadan salıverildi.
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’in kızı
Zeynep, müslümanların eline esir olarak düşen kocası Ebu’l As için fidye olarak,
annesi Hatice’nin kendisine düğün hediyesi olarak verdiği gerdanlığını gönderdi:
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- efendimiz kızının gönderdiği bu gerdanlığı
görünce çok duygulandı ve sahabe’den Ebu’l As’ı fidyesiz olarak salıvermelerini
rica etti. Onlar da kabul ettiler. Zeyneb’in gerdanlığı kendisine geri
gönderildi. Ebu’l As’da Zeyneb’i Medine’ye göndermek şartıyla salıverildi.
Ebu’l As sözünü tutarak Mekke’ye gider
gitmez Zeyneb’i Medine’ye babasının yanına gönderdi.
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- Bedir
Gazvesine çıktığında kızı Rukiyye hasta idi. Rukiyye Osman bin Affan ile
evliydi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Osman’a kalıp kızının hastalığı
ile uğraşmasını emretti. Bununla beraber Bedr’e iştirak edenlerle aynı sevab ve
nasibi alacaktı. Ayrıca Üsame bin Zeyd de yine O’na bakıcı olarak bırakıldı.
Ancak Allah’ın takdiri ile Rukiyye daha henüz Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- Medine’ye dönmeden vefat etti. Üsame şöyle demiştir:
“Fetih müjdesi bize Rasûlullah’ın kızı Rukiyye’yi
gömdüğümüz esnada ulaştı.” Daha sonra Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Osman’a diğer kızı Ümmü Gülsüm’ü verdi. Bundan dolayı Osman Zinnureyn (iki nur
sahibi) olarak isimlendirilir. Ümmü Gülsüm Radıyallahu anha Hicri 9. yılın Şaban
ayında vefat etti ve Baki mezarlığına gömüldü.
Allah’ın müslümanlara ikram ettiği Nasr ve
Fetih’den sonra müşrikler ve onlarla beraber olanlar İslam’a karşı daha büyük
bir kin duymaya başladılar. Artık gece gündüz müslümanlardan intikam alma
planları yapıyorlardı. Ancak Allahu Teâlâ onların tüm plan ve tuzaklarını bozup
başlarına geçirdi.
Müslümanlar Medine’ye döndükten birkaç hafta
sonra Selimoğulları kabilesi Medine’yi işgal etmek için harekete geçti. Ancak
müslümanlar savunmada kalarak onların saldırılarını boşa çıkardılar. Sonuç
alamayınca geri döndüler.
Ayrıca Umeyr bin Vehb el-Cehmi ve Safvan bin
Ümeyye Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’a karşı bir suikast planı hazırladılar.
Umeyr bu planları gerçekleştirmek üzere Medine’ye geldi. Ancak Medine’de yakayı
ele verdi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’na hangi amaçla geldiğini
bildirince, pişman olup İslam’a girdi.
Kaynuka oğulları yahudileri müslümanlara karşı
saldırılarını aleni olarak sürdürmeye başladılar. Bunun üzerine Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- yanlarına giderek onlara nasihat etti. Ancak O’nun
bu nasihati yahudileri daha da cüretlendirdi. Allah Rasulu -sallallahu aleyhi
vesellem-’ne şöyle karşılık verdiler.
“Bak ey Muhammed! Savaştan anlamayan bir topluluğu
yenmiş olman seni aldatmasın! Onlardan fırsat almış bulunuyorsun. Bizim
üzerimize gelsen kim olduğumuzu anlarsın!” Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- onların bu küstahça cevaplarına sabretti. Fakat daha sonra meydana gelen
çirkin bir olay bardağı taşıran son damla oldu. Yahudiler kendi pazarlarına alış
veriş için gelen müslüman bir kadının örtüsünü açıp O’nunla alay ettiler. Kadının
yardım çığlıklarına koşan bir müslüman orada bulunan bir yahudiyi öldürdü.
Yahudiler de toplanıp o müslümanı şehid ettiler. Olay Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’e intikal eder etmez hemen hazırlanıp Hicri ikinci yılı Şevval
ayının onbeşinci cumartesi günü Kaynuka oğulları yahudilerini muhasara altına
aldı. Muhasara onbeş gün sürdü. Zilhicce ayının ilk günü yahudiler teslim
oldular. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onları Medine’den çıkarıp
Suriye taraflarına sürgün etti. Bu sürgün esnasında yahudilerin çoğu yolda ölmüştür.
Ebu Süfyan Bedir yenilgisinden sonra kahroluyordu.
“Muhammed’le savaşmadıkça başıma su dokundurmayacağım” diye yemin etti. Yanına
Kureyşlilerden ikiyüz süvari alarak yola çıktı. Medine yakınlarına kadar
sokuldu. Etraftaki mal ve mahsülleri ziyan ettiler. Hurma ağaçlarını kestiler
veya yaktılar. O civarda bulunan iki müslümanı da öldürdükten sonra Mekke’ye doğru
kaçtılar.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bu
olaydan haberdar olur olmaz onları yakalamak üzere yola çıktı. Fakat müşrikler
kaçmışlardı. Kaçarken yüklerini hafifletmek amacıyla Sevik denilen yiyecek
tulumlarını ve diğer yüklerini atmışlardı. Müslümanlar onları
“Karkaratu’l-Küdr” denilen yere kadar takip ettiler. Yetişemeyeceklerini anlayınca
müşriklerin attıkları Sevik tabir edilen erzakları ganimet olarak alarak
Medine’ye döndüler. Bu gazveye Sevik gazvesi denildiği gibi Karkaratu’l Küdr
gazvesi de denilir.
Ka’b yahudilerin ileri gelenlerinden zengin ve şair
bir kimseydi. İslam ve müslümanların en şiddetli düşmanları arasındaydı. Şiirleriyle,
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e arkadaşlarını kötüleyip müslüman hanımlar hakkında hayasızca
kasideler söylüyordu. Diğer yandan da müşrikleri ve diğer İslam düşmanlarını
övüyor, onları müslümanlarla savaşa teşvik edici şiirler söyüyordu. Bedir savaşından
sonra Mekke’ye giderek onları müslümanlardan intikam almaya teşvik edip, bu
hususta şiirler söyledi. Kureyşlilere “sizin yolunuz Muhammed’in yolundan daha
doğrudur” dedi. Tüm bunları yaparken Kaynuka oğullarının başına gelenlerden hiç
ibret almıyordu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- artık
O’nun bu zararlı faaliyetlerini durdurmak istedi ve sahabelerine “Ka’b bin Eşref’i
kim öldürecek” diye sordu. Muhammed bin Mesleme, Ubbad bin Bişr, Ebu Naile,
Haris bin Evs ve Ebu Abes bin Cibr gönüllü olarak çıktılar. Muhammed bin
Mesleme onlara komutan olarak tayin edildi.
Muhammed bin Mesleme ve arkadaşları O’nu
öldürmek için aralarında bir plan hazırladıktan sonra Ka’b’ın yanına gelip:
“Muhammed bizden sadaka isteyerek, bizi zor durumda bırakıp, sıkıntıya düşürüyor”dedi.
Ka’b O’nun bu sözünden çok memnun oldu ve sevindi. “O’na haddini bildirmek lazım”
dedi. Muhammed bin Mesleme O’ndan bir miktar ödünç yiyecek aldıktan sonra ayrıldı.
Ertesi gün Ebu Naile de gelerek O’nunla aynı
Muhammed bin Mesleme’nin konuştuğu gibi konuştu ve Ka’b’a “Benim gibi düşünen
çok arkadaşım var. Onları sana getireyim de onlara satış yap ve ikramda bulun” dedi.
Ka’b O’nun bu teklifini memnuniyetle kabul etti. Hicri 3. yılın Rebiul evvel ayının
14. gecesi. Sözkonusu kişiler silahlanmış olarak Ka’b’ın kalesine geldiler.
O’nu dışarıya çağırdılar. Ka’b yeni evlendiği karısı ile beraberdi. Aşağı inmek
isteyince karısı O’na
“Gitme, kan kokusu hissediyorum” dedi. Ancak
Ka’b O’nu dinlemedi ve aşağı indi. Gelenleri karşılamak üzere dışarı çıktı. Hep
beraber dolaşmaya başladılar. Ebu Naile O’na
“Ne güzel kokuyorsun” deyip başını koklamak
üzere izin istedi. Ka’b iltifattan memnun olarak izin verdi. Sırayla hepsi
O’nun başına sürdüğü güzel kokuyu kokladılar. Aynı şekilde ikinci ve üçüncü
kere olmak üzere yine izin isteyip başını kokladılar. Bu arada bir fırsatını
bulan İbni Mesleme kılıcını çekerek O’nu öldürdü. Ka’b korkunç bir çığlık attı.
Kaledekiler uyandı. Ancak müslümanlar kaçarak selametle Resululah -sallallahu
aleyhi vesellem-’ın yanına döndüler. Böylece büyük bir fitne ateşi söndürülmüş
oldu. Yahudi yılanları bu olaydan sonra bir müddet kalelerine kapandılar.
Kureyşliler Bedir yenilgisinden sonra ticaret
kafilelerini, Batı güzergahından Şam’a göndermeye korkuyorlardı. Bu sebepten
dolayı kervanlarını artık Necd yoluyla, Irak üzerinden göndermeye başladılar.
Hicri 3. yıl Cemadil Ahir ayında Kureyşliler Necd yolundan gitmek üzere Safvan
bin Ümeyye komutasında büyük bir kafile hazırladılar. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- bunu haber alır almaz Zeyd bin Harise komutanlığında yüz kişilik
bir süvari birliği gönderdi. Kervan Necd bölgesinde Kırda denilen bir pınarın
etrafına konaklamıştı. Zeyd ani bir baskın düzenleyerek kervanın tamamını ele
geçirdi. Kervanda bulunan Kureyşlilerin tamamı kaçtılar. Ancak kafilenin kılavuzculuğunu
yapan Furat bin Hayyan yakalanarak esir edildi. Furat daha sonra İslam’a girdi.
Ele geçen ganimet yüzbin dirhem değerindeydi. Bu, Kureyş’in Bedir hezimetinden
sonra tattığı en acı darbedir.
Müşrikler Bedr’in intikamını almayı düşünürken Kırda’da
hezimete uğramaları onları adeta şok etti. Öfkeden kudurdular. Müslümanları yok
etmek için harekete geçtiler. Büyük bir ordu oluşurmak amacıyla bağış toplamaya
başladılar. Çeşitli şairler görevlendirerek halkı savaşa teşvik edip intikam
duygularını kabarttılar. Sonuçta üçbin deve, ikiyüz at ve yediyüz zırh ile
donatılmış üçbin savaşçıdan müteşekkil büyük bir ordu oluşturdular. Yanlarına
askerlere moral vermeleri için kadın şarkıcılar da alarak Ebu Süfyan’ın komutasında
Medine’ye hareket ettiler. Bu ordunun sancaktarlığını Darr oğulları pehlivanları
yapmaktaydı. Müşrik ordusu tüm kin ve öfkesiyle Medine yakınlalarına kadar
gelip, Uhud ve Ayneyn dağları yakınındaki geniş Kanat vadisine kamp kurdular.
Bu olay, Hicri 3. yılın Şevval ayının altısında cuma günü gerçekleşmiştir.
Müşrik ordusunun çıkış haberi Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’a ulaşır ulaşmaz askeri devriyeler çıkararak,
Medine’ye yönelik ani müşrik baskınına karşı tedbir aldı. Müşrik ordusu Medine
yakınlarına kadar gelince Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem-
müslümanlarla Medine’nin savunma planları hakkında danışmalarda bulundu.
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’in görüşü Medine’de kalmak ve bir düşman
saldırısı olursa erkeklerin göğüs göğüse çarpışması, kadınların da evlerin
tavanından düşmanı taşa tutması doğrultusundaydı. Münafıkların başı Abdullah
bin Übey de bu görüşteydi. Böylece evinden çıkma zahmetinden kurtulmak
istiyordu. Ancak gençler duygulara kapılarak, düşmanla meydan savaşına
girilmesi konusunda ısrarları üzerine Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
düşmanla meydan muharebesi yapmaya karar vererek ordusunu üç alaya ayırdı.
Muhacirler
Alayı:
Bu alayın sancağını Musab bin Umeyr’e verdi.
Evs Alayı: Bu alayın sancağını
Üseyyid bin Hudayr teslim aldı.
Hazrec
Alayı:
Bu alayın sancağını da Habbab bin Münzir taşıdı. İslam ordusu ikindi namazını
müteakip Uhud dağına doğru harekete geçti. Şeyheyn mevkine vardıklarında
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- askeri geçit resmi yaptırarak, yaşları
henüz küçük olanları geri çevirdi. Ancak Rafi bin Hudeyc ok kullanmadaki
maharetinden dolayı yaşı küçük olmasına rağmen izin alarak orduda kaldı. Semure
bin Cundup bunu görünce Hz. Peygambere yaklaşarak “Ben Rafi’den daha güçlüyüm.
O’nu güreşte yenebiliyorum” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ikisinin güreşmesini
emretti. Gerçekten de Semure, Rafi’yi yenince O’na da savaşa katılma iznini
verdi.
İslam ordusu akşam ve yatsıyı Şeyheyn bölgesinde
kılıp, burada geceledi. Gece nöbetçi olarak elli kişi görevlendirildi. Sonra
sabah namazından önce harekete geçtiler. Sabah namazını düşmanın çok yakınlarındaki
Şavt mevkiinde kıldılar. Burada münafıkların başı Abdullah bin Übey üçyüz kişilik
yandaşıyla beraber İslam ordusundan geri çekildi. Onların bu tavırları Seleme oğulları
ve Harise oğulları arasında moral bozukluğuna neden oldu. Neredeyse onlarla
dönmek üzereyken, Allah onları korudu. Ve Hakk üzere sabit kıldı. Abdullah bin
Übey’in çekilmesiyle İslam ordusu bin kişiden, yediyüz kişiye düşmüştü.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- düşmanı
Batı’sından bırakarak kısa yoldan Uhud Dağı’na yönelip Vadinin dağ tarafındaki
ağzına mevzilendi. Arkasını dağa verdi.
Böylece düşman ordusu Medine ve İslam ordusu arasında kalmış oldu
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- burada
ordusunu teftiş etti ve askerine iş bölümü yaptı. Elli savaşçı seçerek Abdullah
bin Cübeyr komutasında, Rima tepesine (Ayneyn Tepesi) mevzilenmelerini emretti.
Orada müşrikleri ok yağmuruna tutarak cepheyi savunmalarını ve ister zafer
ister yenilgi olsun mevzilerini asla terketmemeleri talimatını verdi. Müşrik
süvarilerinin dağı dolaşarak orduyu arkadan vurabilecekleri ihtimaline karşı bu
tedbiri aldı.
Müşrikler de ordularını savaş düzenine sokarak
savaş meydanına doğru harekete geçtiler. Müşriklerin hanımları ve şarkıcı kızlar
def çalıp hamasi şarkılar söyleyerek, ordu safları arasında dolaşıyor ve onları
savaş ve kahramanlığa teşvik edip şu mealde beytler okuyorlardı:
“Biz sabah yıldızının kızlarıyız. Yumuşak
kadifeler döşer, güzel halılar üzerinde yürürüz. İleri atılırsanız sizinle
kucaklaşıp sizi mutlu ederiz; yok geri dönerseniz sizin yüzünüze bakmaz sizden
ayrılırız.”
Ve sancaktarlara görevlerini hatırlatarak şöyle
teğanni ediyorlardı:
“Haydin Abdü’d Darr oğulları,
Haydin arka hamiller
Vurun, keskin kılıçlarla vurun!”
İki ordu karşı karşıya geldi. Müşriklerin
sancaktarı Talha bin Talha ileri atılarak kureyşlileri cesaretlendirici şeyler
söyledi ve atı üzerinde müslümanlardan mübareze talep etti. Zübeyr bin Avvam
-radıyallahu anh- O’nun üzerine aslan gibi saldırarak atından aşağı attı. Sonra
da kılıcını çekerek boğazını kesti. Bunu gören Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem- ve müslümanlar tekbir getirdiler.
Sonra iki ordu birbirine girdi ve savaş kızıştı.
Müşrik süvarilerinin komutanı Halid bin Velid üç kere müslümanların arkasına
geçmek için harekete geçti ancak Rima tepesine mevzilenen okçular onları ok yağmuruna
tutarak engellediler.
Müslümanlar saldırılarını özellikle müşrik
sancaktarları üzerinde yoğunlaştırdılar ve onların tamamını öldürerek, müşrik
sancağını yere düşürdüler. Daha sonra saldırılarını diğer noktalarda yoğunlaştırarak
şirk ordusunun saflarını dağıtmaya ve askerlerini biçmeye başladılar. Özellikle
Ebu Dücane ve Hamza olağanüstü kahramanlıklar gösteriyorlardı.
Müslümanların bu ilerleyişleri ve zafer
kazanmaları esnasında Allah ve Rasulu’nün aslanı Hamza bin Muttalip şehid
edildi. O’nu Mut’im bin Cübeyr’in kölesi Vahşi bin Harb şehid etti. Vahşi mızrak
atmada mahir idi. Efendisi Mut’im bin Cübeyr Hamza’yı öldürmesi karşılığında
O’nu hürriyetine kavuşturma sözü vermişti. Çünkü Hamza -radıyallahu anh-
Bedir’de Mutim’in amcası Tuayme bin Adiy’i öldürmüştü. Vahşi bir kayanın arkasına
saklanarak Hamza’yı gözetlemeye başladı. Hamza müşriklerden Siba bin Arfeta’nın
başını uçurduğu bir sırada vahşi mızrağını O’na doğrulttu. Hz. Hamza’nın karnına
yukarıdan dik olarak saplanan mızrak bacaklarının arasından çıktı. Hemen yere yığılarak
şehid oldu. Müşrikler yenilerek savaş meydanından kaçmaya başladılar. Askerleri
savaşa teşvik eden kadınlar da kaçıyorlardı. Müslümanlar bir yandan onları
kovalarken diğer yandan da ganimet toplamaya başladılar. Bunu gören müslüman
okçulardan kırkı, kesin emre rağmen mevzilerini terkederek ganimet peşine düştüler.
Müşrik süvari birliğinin komutanı Halid bin Velid okçuların mevzilerini
terkettiklerini görünce hemen harekete geçerek Rima tepesine hücum etti ve geri
kalan on okçuyu da öldürdükten sonra bu tepeyi dolaşıp müslümanları arkadan kuşattı.
Müşrik süvarilerin haykırışlarını duyan Kureyş ordusu geriye bakarak durumun
kendi lehlerine geliştiğini gördüler. Kureyş kadınları da çığlıklar atarak
ordularını kendi etrafında topladılar. Müslümanlar iki şirk ordusu arasında
kaldılar.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- İslam
cephesinin gerisindeydi. Yanında ensardan yedi, muhacirlerden de iki müslüman
vardı. Halid’in süvarilerinin İslam ordusunu arkadan kuşattığını görünce “Bana
doğru ey Allah’ın kulları!” diye haykırarak ashabını kendisine doğru çağırdı.
Müşrikler O’na müslümanlardan daha yakındı. O’nun sesini duyar duymaz, sesin
geldiği yöne doğru harekete geçtiler ve şiddetle Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’e doğru harekete geçtiler ve saldırdılar. Müslümanlar yetişmeden önce
O’nu -sallallahu aleyhi vesellem- öldürmek istiyorlardı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- yanında
bulunan az sayıdaki müslümana “Onlara karşı
bizi kim savunacak? O’na cennet var” buyurdu. Ensar’dan bir müslüman ileri
atılarak ölünceye kadar müşriklerle savaştı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- bu sözünü tekrar ettikçe müslümanlardan birileri atılıyor ve şehid
oluncaya kadar savaşıyordu. Bu şekilde yedi müslüman şehid oldu. Yedinci
müslüman da şehid düşünce Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın yanında
iki Kureyşli müslümandan başka kimse kalmadı. Bu iki müslüman Ubeydullah ve
Sa’d bin Ebi Vakkas’tır. Müşrikler saldırılarını Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- üzerinde yoğnlaştırdılar. Atılan bir taş alttaki sağ ön dişini kırdı
ve alt dudağını yaralardı. Başka bir hücumda da şiddetli bir kılıç darbesiyle
miğferinin halkalarından iki halka yanağına batarak yüzünü yaraladı. Ayrıca başından,
alnından ve boynundan yaralandı. Giydiği iki adet zırh kılıç darbelerinin
bedenine ulaşmasını engelliyordu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın yanında
kalan iki Kureyşli müslüman O’nu ölümüne savunuyorlardı. Sa’d bin Vakkas
kendini Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e siper etmiş, düşmana ok ile
karşılık veriyordu. Atacak oku kalmayınca Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- kendi oklarını O’na verip “At
ya Sa’d, anam babam sana feda olsun” buyurdu. Talha bin Ubeydullah da aynı şekillde
kendisini Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e siper etmiş koca bir müşrik
birliğine karşı tek başına savaşıyordu. Otuz beş veya otuzdokuz yerinden yara
aldı. İsabet eden darbeler yüzünden parmakları felç oldu. Darbenin acısı ile
inledi. Rasûlullah-sallallahu aleyhi vesellem- O’na “Allah’ın ismiyle, deseydin, melekler gelip tüm insanların bakışları
arasında seni göklere kaldırırlardı” buyurdu.
Savaşın bu en şiddetli anında Cibril ve Mikail
inerek şiddetle Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ı savundular. Daha sonra
bir grup müslüman yetişerek aynı şekilde ölümüne Allah Rasulunü savundular. İlk
yetişen müslümanlar Ebu Bekir Sıddık ve Ebu Ubeyde bin Cerrah idiler. Ebu Bekir
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın yanağına saplanan miğfer parçasını çıkarmak
için harekete geçti. Ancak Ebu Ubeyde Ebu Bekir’in duygusal olduğunu bildiği
için gelerek kendisi çıkardı. Bu halkalar çıkarılırken Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’ın ön iki dişi düştü. Ebu Bekir ve Ubeyde daha sonra vücudunda
yaralanmadık bir yeri kalmamış olan Talha ile meşgul oldular. Bu esnada başta
Ebu Dücane, Mus’ab bin Umeyr, Ömer ve Ali olmak üzere bir grup müslüman yetişerek
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ı savunmaya başladılar. Müşriklerin sayıları
da artmışdı ve saldırıları daha da şidetlendi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’ın etrafında bulunan müslümanlar dünya tarihinde ender rastlanan olağanüstü
kahramanlıklar gösterdiler. Kimisi ok atıyor, kimisi savunuyor, kimisi çarpışıyor,
kimisi de atılan oklar Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e isabet etmesin
diye kendi bedenini O’na siper ediyordu.
İslam sancağı Musab bin Umeyr’in elindeydi. Sağ
eli vurulup düşünce sancağı sol eline aldı. Sol eli vurulup düşünce sancağı
boynu ve göğsüyle tutmaya çalıştı. Ve bu şekilde şehid düştü. O’nu Abdullah bin
Kamah şehid etti. Musab Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’a benzediğinden
İbni Kamah O’nu Rasûlullah zannetti ve “Muhammed öldürüldü, Muhammed öldürüldü”
diye bağırmaya başladı. Bu haber savaş meydanında hızla yayıldı. Bundan sonra
müşrikler hedefe ulaştıkları inancıyla saldırılarını hafiflettiler.
Müslümanlar kuşatıldıklarını görünce telaşa kapılıp
sağa sola dağılmaya başladılar. Bir kısmı Güneye Medine’ye doğru kaçıştı bir kısmı
da Uhud yamaçlarına doğru kaçarak savaş meydanını terkettiler. Ancak büyük çoğunluk
yerlerini terketmedi ve çarpışmaya devam ettiler. Ancak aralarına onları
düzenli bir şekilde komuta edecek bir komutandan mahrum idiler. Dolayısıyla
saflar birbirlerine girdi ve yanlışlıkla birbirerini vurmaya başladılar. Hatta
Huzeyfe’nin babası Yeman bu karışıklık esnasında yanlışlıkla müslümanlar tarafından
öldürüldü. Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’in ölüm haberi yayılınca çoğunun
azimeti kırıldı, gevşekliğe düşüp savaşı bırakmaya karar verdiler. Ancak diğer
bir grup onları cesaretlendirmeye çalışarak “Haydi silkinin! Rasûlullah’ın uğrunda
canını verdiği dava için canlarınızı vermekten çekinmeyin” diye haykırarak düşmana
saldırdılar.
Müslümanlar bu durumdayken içlerinden Ka’b bin
Malik Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ı kendilerine doğru gelmeye çalışırken
gördü. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın yüzü miğferle kapandığından
O’nu gözlerinden tanıdı. Kab yüksek bir sesle “Ey müslümanlar! Müjdelenin, işte
Rasûlullah” diye haykırdı. Bunun üzerine müslümanlar Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’ın etrafında tdplanmaya başladılar. Otuz kişi kadardılar. Müşrik
saflarını yararak Uhud yamaçlarına doğru çekildiler. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- müşriklerin şiddetli saldırılarına rağmen, kuşatma altındaki
ordusunu kuşatmadan kurtarıp, Uhud Dağı’nın yüksek bir yamacına çekmeyi başardı.
Bu hikmetli planla İslam ordusu yok olmaktan kurtuldu. Ancak okçuların Allah
Rasulu’nün kesin talimatını dinlememelerinin bedelini ağır bir şekilde ödedikten sonra.
Müslümanlar Kureyş kuşatmasını yarıp Dağın yamacına
mevzilendikten sonra, bazı ufak çaplı ferdi çarpışmalar dışında müşriklerle
aralarında herhangi bir çarpışma yaşanmadı. Müşrikler onlara saldırmaya cesaret
edemediler. Bir müddet savaş meydınında kalıp, savaşta ölen müslümanları temsil
ederek, kulaklarını, burunlarını ve cinsel organlarını kesip, karınlarını yardılar.
Ebu Süfyan’ın karısı Hint binti Utbe Hamza’nın ciğerlerini yararak ciğerlerini
çıkardı ve yemek istedi, ancak yutamadı. Kureyş kadınları ölülerden kestikleri
kulak ve burunları dizi yaparak boyunlarına taktılar.
Bu sırada Übey bin Halef, öldürmek amacıyla
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e doğru saldırıya geçti. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-, elindeki mızrağı ona attı ve vurdu. Übey dana gibi böğürerek
geri döndü. Mekke yolunda aldığı bu mızrak yarasının etkisiyle öldü.
Sonra Ebu Süfyan ve Halid bin Velid komutasındaki
bazı müşrikler dağa doğru çıkarak müslümanlara saldırmak istediler. Ancak Ömer
bin Hattab komutasındaki bazı muhacirlerin sert direnişleri sonucu geri
çekilmek zorunda kaldılar. Bazı rivayetlere göre Sad bin Vakkas -radıyallahu
anh-’ın bu sırada müşriklerden üç kişiyi öldürmüştür.
Bu savaşta müşriklerinden yirmi iki kişi (bir
rivayete göre otuz yedi kişi) öldürüldü. Müslümanlar ise, kırk biri Hazrec,
yirmi dördü Evs ve dördü muhacirlerden olmak üzere toplam yetmiş şehid
verdiler. Müslüman saflarında çarpışan bir de yahudi öldürülmüştür.
Ebu Süfyan ve Halid bin Velid’in son başarısız
saldırılarından sonra, müşrikler Mekke’ye dönmek üzere hazırlıklara giriştiler.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, dağın
yamacına mevzilendikten sonra Ali kalkanıyla içmesi için O’na bir miktar su
getirdi. Ancak su koktuğu için Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, onu
içmeyip, onunla yüzünü yıkayıp bir miktarını da başına döktü. Yaralarından hala
kan akmaktaydı.
Fatıma -radıyallahu anha-, bir hasır parçası
yakarak külünü kanayan bölgelere döktü ve bu şekilde kanamayı durdurdu. Daha
sonra Muhammed bin Mesleme tatlı su getirdi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-, ondan içti ve ona hayır duada bulundu. Öğle namazını oturarak kıldı.
Müslümanlar da ona uyarak namazlarını oturarak eda ettiler.
Müşrikler dönüş hazırlığına başlarken Ebu
Süfyan Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- ve sahabelerin bulunduğu dağa yaklaşarak
“Muhammed içinizde midir?” diye bağırdı. Cevap
veren olmadı.
“Ebu Bekir orada mı?” diye sordu, cevap alamadı.
“Ömer aranızda mı?” diye haykırdı. Yine cevap
alamadı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- müslümanlara cevap vermeyi
yasaklamıştı. Ebu Süfyan yine cevap alamayınca
“Demek bunların hepsi ölmüş!” dedi. Bunun
üzerine Ömer kendisine hakim olamayarak
“Ey Allah’ın düşmanı adlarını andıklarının hepsi de sağdır, hayattadır. Allah seni
kahretmek için onları sağ bırakmış bulunuyor” diye cevap verdi. Daha sonra Ebu
Süfyan
“Ölüleriniz arasında cesetleri sonradan
parçalanmış olanları bulacaksınız. Benim bunda ne isteğim ne de engel olmam
gibi bir rolüm olmadı.” dedi. Sonra da
“Yüce ol Hubel” diye bağırdı. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- sahabelerine
“Allah
daha yücedir ve uludur” demelerini emretti.
Ebu Süfyan
“Bizim Uzza’mız var! Sizin ise Uzza’nız yok” dedi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- sahabelere
“Allah
bizim mevlamızdır. Sizin ise mevlanız yoktur.” diye karşılık
vermelerini emretti. Ebu Süfyan
“Bugün Bedir intikamıdır. Savaş böyledir. Birgün
lehimize birgün de aleyhimize sonuçlanabilir.” dedi. Ömer O’na
“Müsavi değil. Bizim şehitlerimiz cennettedir,
sizin ölüleriniz ise ateştedir.” diye karşılık verdi.
Sonra Ebu Sufyan Ömeri kendisine doğru çağırdı. İkisi
birbirine yaklaşınca Ebu Sufyan Hz. Ömer’e:
“Allah aşkına ey Ömer! Söyler misin? Biz gerçekten
Muhammed’i öldürdük mü?” Diye sordu. Hz. Ömer O’na “Hayır. O şu anda senin
sözlerini duyuyor” diye cevap verince Ebu Sufyan
“Doğrusu sen, İbni Kama’dan doğru ve daha dürüst
bir insansın” dedi.
Kureyş ordusu giderken Ebu Sufyan müslümanlara
hitaben şöyle seslendi:
“Gelecek yıl sizinle Bedir’de buluşuruz!”
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
sahabelerinden birine emrederek O’na
“Anlaştık!
Orası aramızdaki buluşma yeridir.” demesini emretti.
Sonra Ebu Sufyan ordusunun başına gerçek
Mekke’ye dönmek üzere harekete geçtiler. Ebu Sufyan’ın atını yanına alıp
devesine binmesi onların Mekke’ye yöneldiklerinin deliliydi. Müşrikler ile
Medine arasında onların savunmasız Medine’ye girmesine hiçbir engel olmamasına
rağmen Medine’ye girmemeleri Allah’ın müslümanlara bir fazlu keremiydi. Allah
onlar ile kalpleri arasına girmiştir.
Müslümanlar ölü ve yaralılarını araştırmak üzere
savaş alanına girdiler. Bazı müslümanlar ölülerini Medine’ye nakletmek
istedilerse de Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- buna izin vermedi. Uhud şehitleri
Namazsız ve gasilsiz olarak elbiseleriyle gömüldüler. Yirmiüç şehidi aynı
kabire koydular. Çoğunlukla bir ellbise ile iki şehidi bir araya getiriyorlardı.
Kabre önce Kur’an ezberi daha çok olan koyuluyordu. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- Uhud şehidleri hakkında “Kıyamet
gününde ben onlara şahit olacağım” buyurdu.
Hanzala bin Ebi Amir’in naaşından su aktığını
gördüler Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- “O’nu melekler yıkıyor”
buyurdu. Zira savaş için çağrı yapıldığında
Hanzala daha henüz yeni gerdeğe girmişti. Savaş çağrısını duyar duymaz
hemen hanımını bırakıp savaş meydanına koştu. Öldürülünceye kadar çarpıştı.
Öldüğünde cunüptü. O’nu melekler yıkadılar. O’nun için meleklerin yıkadığı kişi
olarak isimlendirilir.
Hamza’yı saracakları bir kefen bulamadılar.
Buldukları örtüyle başını örtseler bacakları açık kalıyordu. Bacaklarına izhar
koyup o şekilde defnettiler. Musab bin Umeyr de Hamza gibi defnedildi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ve
müslümanlar şehidlerini defnedip onlara dua ettikten sonra Medine’ye döndüler.
Yakınları katledilen kadınlar yollara dökülmüşlerdi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- ile yolda karşılaştılar. Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem-
O’nlara taziye ve duada bulundu. Sonra da Dinar oğullarından kocası, kardeşi ve
babası şehid düşen bir kadın geldi. Kendisine taziyede bulunanlara Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’i sordu.
“Allah’a hamd olsun. iyidir” dediler.
“Onu bana gösterin” dedi. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’i işaret ettiler. Kadın Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’i gördükten sonra
“Senden sonra her musibet bana küçüktür” dedi.
Bundan sonra da müslümanlar alarm durumunda
beklediler. Onca yorgunluk üzüntü ve yaralarına rağmen Medine’yi ve Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’i korumak için nöbet tuttular. Allah Rasulu
-sallallahu aleyhi vesellem- düşmanın geri dönüp Medine’ye saldırmasından
çekiniyordu. Bunun için düşmanın tüm hareketlerini takip ettirdi ve gereken
tedbirleri aldı.
İslam ordusunun Medine’ye dönüşünün hemen ertesi
günü sabah namazından sonra, Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’in tellalları
çok acil bir şekilde düşmanla karşılaşmak üzere müslümanların derhal
toplanmaları çağrısında bulundular. Ayrıca sadece Uhud’a katılanların hazırlanmasını
onlardan başka kimsenin gelmemesini haber verdiler. Bitkin ve yaralı olmalarına
rağmen, bir gün önce o çetin Uhud savaşına katılan asker derhal Peygamber
-sallallahu aleyhi vesellem-’in çağrısına uyarak toplandı. İslam ordusu toplanıp
Medine’ye sekiz mil mesafedeki Hamrau’l-Esed’e varıp orada kamp kurdu.
Müşrikler ise Medine’ye 36 mil mesafedeki Revha
bölgesinde konaklamış bulunuyorlardı. Burada geri dönüp Medine’ye saldırıp saldırmama
konusunda tartışıyorlardı. Daha önce Medine’ye saldırmak için ellerine geçen
çok uygun fırsatı değerlendiremediklerine şimdi çok pişmandılar.
Huzai kabilesinin reisi Mabed bin Mabed henüz
müslüman olmamakla beraber İslama sempati duymaktaydı. Hamrau’l-Esed civarına
gelerek Uhud hadisesinden dolayı Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e
üzüntü ve taziyesini sundu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, ona Ebu
Sufyan’a giderek onu aldatması talimatını verdi. Mabed, Revha’ya geldiğinde müşrik
ordusu tekrar Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ve ashabına saldırmak
için hazırlanıyorlardı. Mabed, Ebu Sufyan’a çıkarak ona:
“Muhammed sizinle karşılaşmakta ısrar ediyor,
beraberinde daha önce görülmemiş bir kuvvet var. Kureyşliler için en iyisi
derhal kalkıp Mekke’ye çekilmektir.” diyerek korkuttu. Kureyşli komutanlar onun
bu sözlerini duyunca korkuya kapıldılar. Azimet ve maneviyatları sarsıldı. Ebu
Süfyan, Müslümanlarla sinir savaşına girmekle iktifa ederek, hızla Mekke’ye
yöneldiler. Ebu Sufyan’ın adamları, Müslümanları yıldırmak için şöyle diyorlardı:
“İnsanlar
sizin için toplandı. Onlardan korkun! Oysa bu uyarı müslümanları korkutmadı.
Bilakis imanlarını artırdı ve Allah bize yeter. O ne güzel vekildir” dediler. (Ali İmran, 3/173)
Müslümanlar, çarşamba gününe kadar
Hamrau’l-Esed’de kaldıktan sonra Medine’ye geri döndüler.
“Bunun
üzerine, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan Allah’ın nimet ve keremiyle geri
geldiler. Böylece Allah’ın rızasına uymuş oldular. Allah büyük kerem
sahibidir.”
(Ali İmran, 3/174)
Uhud savaşından sonra Adal ve Kare kabileleri
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’e adamlar göndererek müslümanlığı kabul
ettiklerini ve bundan dolayı kendilerine dini ve Kur’an’ı öğretecek İslam tebliğcilerine
ihtiyaç duyduklarını bildirdiler. Bunun üzerine Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- Asım bin Sabit başkanlığındaki on kişilik bir öğretmenler heyetini
onlarla beraber gönderdi. Raci suyuna ulaştıkları esnada kabile temsilcileri
onlara hainlik ederek Huzey kabilesinden Lahyan oğullarını çağırarak yüz kişiyle
onları kuşattılar. Müslüman öğretmenler yüksekçe bir yerde duruyorlardı. Çete
elemanları onlara teslim olursalar canlarına kıymayacaklarına dair söz
verdiler. Ancak Asım teslim olmayı reddetti ve yedi arkadaşıyla şehid düşünceye
kadar çarpıştı. Diğer üç sahabe müşriklerin dokunmama sözü üzerine teslim
oldular. Ancak müşrikler yine sözlerini tutmayarak onları bağlayarak esir aldılar.
Yolda kendilerine karşı koyan bağlı sahabelerden bir diğerini daha şehit
ettikten sonra diğer iki sahabeyi Mekke’ye götürdüler. Bu iki sahabe Hubeyb bin
Adiy ve Zeyd bin Desine’dir. Çete elemanları onları Mekkeli müşriklere sattılar.
Hubeyb Bedir’de Haris bin Amir’i öldürmüştü. Dolayısıyla O’nu Haris bin Amir’in
kızı ve kardeşi satın alıp bir müddet hapsettikten sonra öldürmek üzere Tenim
mevkiine götürdüler. Hubeyb iki rekat namaz kıldıktan sonra, müşrikler aleyhine
dua etti. Söylediği beyitler arasında şu anlamda mısralar da vardı.
“Müslüman olarak ve müslümanlık uğruna
öldürüldükten sonra ne şekilde ölürsem öleyim, önem vermem. Bunlar Allah uğrunadır.
O dilerse bu parçalanan vücudumu mübarek kılar.”
Öldürülmeden önce Ebu Sufyan ona:
“Allah aşkına! Şu anda senin yerine Muhammed’in
boynunun vurulup, sen de kurtularak ailene kavuşmak ister miydin?” diye sordu.
Hubeyb ona şu cevabı verdi:
“Asla! Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in
hayatı yanında benim hayatım bir hiçtir. Dolayısıyla canımın kurtulacağını bile
bilsem, Rasûlullah’ın değil burada sizin elinizde öldürülmesine hatta Medine’de
ayağına bir diken batmasına bile razı olamam!”
Sonra Ukbe bin Haris bin Amir onu, babasına karşılık
olarak şehid etti.
Zeyd bin Desine ise Bedir’de Ümeyye bin Mahrer’i
öldürmüştü. Dolayısıyla onu da Ümeyye’nin oğlu Safvan satın alarak babasına karşı
öldürdü. Yukarıda geçen sözlerin Zeyd tarafından söylenildiğini rivayet edenler
de olmuştur.
Kureyş müşrikleri Asım’ın cesedinden bir parça
almaya geldiklerinde, Allah, onun cesedini yaban arıları göndererek korudu. Asım
daha önce Allah’a hiçbir müşrike dokunmama ve hiçbir müşriğin de ona dokunmaması
sözünü vermişti. Allah onu öldükten sonra da müşriklerin dokunmasından korudu.
Reci hadisesinin yaşandığı aynı günlerde ondan
daha büyük başka bir facia daha yaşandı. Bu facianın özeti şöyledir. Melaibal
Esne olarak çağrılan Ebu Bera Amir bin Malik adlı Necd’li bir ileri gelen
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’i ziyarete gelmişti. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- O’nu İslam’a davet etti. Ebu Bera bu davete yanaşmadı
ama pek uzak da durmadı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’a
“Ey Muhammed! Sahabelerinden bir grup tebliğci
göndersen de şu Necid halkına senin bu davanı anlatsalar iyi olur, umarım çağrını
kabul ederler” diyerek sinsice bir teklifte bulundu. Ayrıca gönderilecek olan kişilerin
güvenliğini sağlama talimatı da vermeyi ihmal etmedi. Bunun üzerine Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- sahabelerden yetmiş kişilik bir kurra (hafızlar)
heyetini Münzir bin Amr el-Ensari başkanlığında gönderdi. Heyet Mauna kuyusu
mevkiine ulaşınca Haram bin Melhan adındaki arkadaşlarına Hz. Peygamber’in
mektubunu vererek O’nu Amir oğulları kabilesinin reisi Allah’ın düşmanı Amir
bir Tufeyl’e gönderdiler. Bu adam Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’in
mektubunu bile açıp bakmadan elçiyi vurarak öldürdü. Ondan sonra da kabilesinin
halkına, bu İslam tebliğcilerini kılıçtan geçirmek üzere çağrıda bulundu. Ancak
halk bu çağrıya uymadı. Bunun üzerine Selimoğulları, Usayya, Raal ve Zekvan
kabilelerini ikna ederek ayağa kaldırdı. Bu kabileler müslümanlara ihanet
ederek onları çember içine alıp kuşattılar. Müslümanlar da kendilerini
savunmaya geçerek kılıçlarını çekip hepsi şehid düşünceye kadar kahramanca çarpıştılar. İçlerinden Ka’b bin
Zeyd dışında hiç biri kurtulamadı. Ka’b ise yaralanmış ve şehidler arasında
kendinden geçmişti. Kendine geldikten sonra Medine’ye sağ dönmeyi başardı ve
hayatta kaldı. Daha sonra Hendek savaşında şehid oldu. Bu tebliğcilerle beraber
gitmiş, ancak onları korumak maksadıyla uzaktan gözetleyicilik yapan iki kişi
daha vardı. Bu olayın dışında kalarak kurtulmuşlardı. Onlardan biri Amr bin
Ümeyye ed-Damiri, diğeri de Münzir bin Muhammed idi. Arkadaşlarının nerede
öldürüldüklerini ancak akbabaları görerek keşfedebildiler. Oraya gittiklerinde
korkunç manzara ile karşılaştılar. Arkadaşlarının tümü şehid edilmişti. Düşmanlarsa
hala orada bekliyorlardı. Arkadaşlarının durumunu görünce her ikisi de kılıçlarını
çekerek koca düşman ordusuna saldırdılar. Münzir şehid edildi. Amr ise esir alındı.
Kısa bir süre sonra da Amir oğulları kabilesi reisi Amr bin Tufeyl tarafından
serbest bırakıldı.
Hürriyetine kavuşan Amr Medine’ye dönerken yolda
Amiroğulları kabilesine mensub iki şahsa
rastladı. Amr, onların şehid edilen arkadaşlarının öcünü almak niyetiyle kılıcını
çekerek ikisini de öldürdü. Büyük bir hata işledi. Çünükü bu iki şahsa
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- tarafından teminat verilmişti. Medine’ye
varıp olayı Rasûlullah’a anlatınca Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-
üzüldü ve adamların can bedeli olan tazminatı kabilelerine gönderdi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Reci ve
Mauna kuyusu hadiselerine çok üzüldü. Her iki olay da Hicri 4. yılın safer ayında
meydana gelmişti. İki olayın da haberi Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’a aynı gecede geldiği rivayet edilmektedir. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- şiddetli üzüntüsünde, arkadaşlarını katledenler aleyhine,
sabah namazlarında otuz gün boyunca beddua etti. Allah’ın onlar hakkında
“Kavminiz bilsin ki, biz Rabbimize kavuştuk, bizden razı oldu, biz de O’ndan
razı olduk.” haberini ulaştırmasından sonra bir ay boyunca devam ettiği
kunutuna son verdi.
Nadiroğulları Yahudileri, müslümanlara Maune
kuyusu hadisesinden daha çirkin bir komplo hazırladılar. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’dan bir meydanda toplanarak kendilerine Kur’an okumasını ve İslam
dinini anlatmasını isteyip, dini konularda tartışmak istediklerini bildirdiler.
Eğer ikna olurlarsa iman edeceklerine dair söz de verdiler. Aralarında ise her
bir kişinin yanına gizlice bir hançer alarak, ansızın Peygamber -sallallahu
aleyhi vesellem-’in üzerine çullanarak, O’nu katletmeyi kararlaştırdılar. Allah
aldıkları bu kararı Rasulune bildirince, Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- onları Medine’den sürgün etmeye karar verdi.
Bir başka rivayete göre ise, olay şöyle gelişmiştir.
Amr gelip yolda iki adamı öldürdüğünü Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e
haber verince, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- o iki adamın kan
bedelini ödemede andlaşma gereği kendilerine yardımcı olmaları için bazı arkadaşlarını
alarak Nadiroğullarına gitti. Yahudiler
O’na:
“Kabul Ya Ebal Kasım. Gücümüz nispetinde istediğin
meselede sana yardımcı olmaya çalışırız” diyerek teklifini kabul eder gibi
görünüp O’nu oyalamaya çalıştılar. Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- o sırada
bir evin duvarına yakın bir yerde oturmakta idi. İşte tam o sırada bir kamplo
planlayıp, aralarında:
“Şu evin terasına çıkıp bu kayayı Muhammed’in
üzerine kim atacak?” Diye birbirlerine soruyor, danışıp duruyorlardı. İçlerinden
en şakileri olan Amr bin Cehhaş isimli bir Yahudi bu işi üzerine alınıp terasa
çıkarken, Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’e semadan durumu bildiren haber geldi. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- yerinden kalkarak aceleyle Medine’ye yöneldi.
Yolda arkadaşlarıyla karşılaştı. Onlara yahudilerin komplolarını bildirdi.
Nadiroğulları Yahudilerini sürgün etmeye karar verdi. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- Muhammed bin Mesleme’yi göndererek onlara şöyle demesini
emretti.
“Bir daha
dönmemek üzere Medine’den çıkın. Size on gün süre veriyorum. Bundan sonra
sizden kim ele geçirilirse boynu vurulacaktır.” Yahudiler bu ültümatomu
ciddiye alarak göç için hazırlıklara başladılar. Ancak daha sonra münafıkların başı Abdullah bin Übey adamlarını
göndererek
“Yerinizi bırakıp gitmeyin. Benim iki bin adamım
sizin kalenize girecek ve sizin için canlarının vereceklerdir.” dedi.
“Eğer siz
yurdunuzdan çıkarılırsanız, mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız; sizin
aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız, mutlaka yardım
ederiz”
(Haşr, 59/11)
Abdullah bin Übey ayrıca onlara “Kureyza ve
Gatafan da sizin yardımınıza koşacaktır” diyerek güvence verdi. Münafıkların başının
kendilerine yardım edeceğine inanan Nadiroğulları Yahudileri cesaretlendiler ve
çıkmaktan vaz geçtiler.
“Biz çıkmayacağız. Dilediğini yap” diye de
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’a haber gönderdiler. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- onların bu cevabını alır almaz tekbir getirdi.
Sahabeler de onunla beraber tekbir getirdiler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- daha sonra ibni Ümmü Mektum’u yerine naib bırakarak Nadiroğulları
Yahudilerine doğru harekete geçti. Müslümanların sancaktarlığını Ali yapıyordu.
İslam ordusu gidip kaleleri içine sığınan yahudileri kuşatma altına aldı.
Yahudiler kaleleri içinden taş ve benzer şeylerle müslümanlara saldırıyorlardı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onlara ait hurma ağaçlarının kesilmesini
ve bahçelerin tahrip edilmesini emretti. Müslümanlar Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’in emrini yerine getirdiler. Bu olay Yahudilerin azimet ve şecaatlerini
kırıp, morallerini bozdu. Allah kalplerine korku attı ve altı gece sonra Medine’den
çıkmayı kabul ederek teslim oldular. Onbeş gece sonra teslim oldukları da
rivayet edilmiştir.
Kureyza yahudileri onları yardımsız bıraktıkları
gibi, münafıkların başı ve dostları da onları yalnız bıraktılar.
“Münafıkların
durumu tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana “inkar et” der. İnsan
inkar edince de ben senden uzağım” der. (Haşr, 59/16)
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onlara
silah hariç yanlarına diledikleri kadar mal ve eşya almalarına izin verdi.
Yahudiler yanlarına alabildikleri kadar mal aldılar. Hatta evlerinin kapılarını,
pencerelerini, direklerini ve çatılarını da sökerek yanlarına aldılar. Alamadıkları şeyleri ise tahrip ettiler.
“Evlerini
kendi elleriyle ve inananların elleriyle yıkıyorlardı. Ey akıl sahipleri! Ders
alın”
(Haşr, 59/2)
Buradan çıkarılan yahudilerin büyük çoğunluğu
Hayber’e bir kısmı da Şam taraflarına gittiler.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onlardan
kalan yer ve malları özellikle ilk Muhacirler arasında taksim etti. Ensar’dan
sadece çok fakir olan Ebu Dücane ve Sehl bin Hanif’e hisse verdi. Oradan elde
edilen mallardan kendi ailesinin payını aldıktan sonra, geri kalanıyla Allah
yolunda kullanılmak üzere at ve silah satın alınmıştır. Yahudilerden geriye yüz
zırh ve üçyüzkırk kılıç ele geçirildi.
Uhud savaşında Ebu Süfyan ertesi yıl Bedir’de
buluşmak üzere müslümanlarla sözleşmişti. Hicri 4. yılın şaban ayı girince
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Medine’ye Abdullah bin Revaha’yı naib
tayin ederek binbeşyüz kişilik bir ordu ile sözleşme yeri olan Bedir’e geldi.
Müslümanların sancaktarlığını Ali bin Ebi Talib yapıyordu. Ayrıca İslam
ordusunda on kişilik bir de süvari birliği mevcuttu. Burada kamp kurup sekiz gün
boyunca Kureyş ordusunu beklediler.
Ebu Süfyan komutasındaki Kureyş ordusu ise
ikibin savaşçı ve beşyüz süvari ile harekete geçtiler. Zahran bölgesindeki meşhur
Mecne suyunun başına konakladılar. Ebu Süfyan aslında başından beri isteksizdi
ve korkuyordu. Burada Kureyş ordusuna hitaben
“Ey Kureyş topluluğu, bolluk olan bir yılda
gelelim. Hayvanlarımızı otlatıp sütlerinden içmiş olursunuz. Oysa bu yıl kurak
var, ben dönüyorum, hadi siz de dönün” dedi. Kureyşliler hiç bir itiraz
göstermeden geri döndüler.
Müsümanlar Bedir’de bulundukları süre içinde
yanlarında getirdikleri ticaret mallarını satarak bir dirheme iki dirhem kazandılar.
Sonra emniyet içinde geri döndüler. Onların bu güç gösterisi tüm düşmanlarını
sindirdi. Bir yıl boyunca Medine ve civarı emniyet ve sükun içinde yaşadı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bu emniyet sayesinde Medine sınırlarının
güvenliğini sağlamak üzere harekete geçti ve Hicri beşinci yılın Rebiul evvel
ayında Devmetu’l-Cendel bölgesine bir sefer düzenleyerek bazı yol kesici
çeteleri hizaya getirdi. Böylece Medine ve civarının güven ve sukuneti tam
olarak sağlanmış oldu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın aldığı
akıllıca tedbirler sonucu müslümanlar huzur ve sukunete kavuştular. Artık
Rasûlullah ve müslümanlar dinlerini yaymaya ve kendi içlerini düzenlemeye daha
çok vakit ayırabiliyorlardı. Nadiroğulları gazvesinden sonra bir buçuk yıl
boyunca hemen hemen hiçbir çatışma yaşanmadı. Fakat İsa aleyhisselam’ın yılan
olarak vasıfladığı yahudiler Hayber’e yerleşip kendilerini güvenceye aldıktan
sonra, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’a karşı çeşitli komplolar peşinde
koşmaya başladılar. Türlü türlü hilelerle sonunda büyük arap kabilelerini
Medine halkına karşı kışkırtmayı başardılar.
Siyer alimlerinin bildirdiklerine göre: Hayber’e
yerleşen yahudilerin ileri gelenlerdinden müteşekkil yirmi kişilik bir yahudi heyeti Mekke’ye gelerek
Kureyş’i Medine’yi işgal etme hususunda
kışkırttılar ve yardım sözü verdiler. Kureyş onların bu tekliflerini kabul
edince bu sefer büyük Gatafan kabilesine gidip aynı hususta onları da ikna
ettiler. Daha sonra da diğer arap kabilelerini dolaşarak yine bazılarını bu
hususta harekete geçirdiler. Sonra tüm bu hizipler (Ahzap) bir plan üzerine
ittifak ederek aynı anda Medine’yi kuşatmaya karar verdiler.
Müşavere
ve Hendek Kazımı
Müttefik kuvvetlerin Medine’ye doğru hareket
ettikleri haberi Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’a ulaşır ulaşmaz
arkadaşlarını danışmalarda bulunmak üzere tapladı. Taplantıda Selmanu’l-Farisi
-radıyallahu anh- Medine’nin düşman saldırısına açık olan kısmına hendek kazılmasını
önerdi. Selman’ın bu görüşü olumlu karşılanarak ittifakla kabul edildi. Medine’nin
kuzeyi dışındaki yönleri vahalar ve evlerle çevrili olduğundan buralar şehrin
savunulması için bir duvar vazifesi görüyordu. Fakat Medine’nin kuzey cephesi,
düşman saldırısına elverişli olduğundan tehlikeye mazruz idi. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- bu cephenin en dar yerini seçerek yaklaşık bir mil
uzunluğunda bir çukur kazılmasını emretti. Hendek Sela tepesinin kuzeyinde başlayıp
doğu bölgesine uzanan kayalıklarda sona eriyordu.
Her on kişiye kırk zira yer paylaşılmıştı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- de bizzat çalışarak hendek kazıyor ve
toprak taşıyordu. Allah rızası için çalışmanın verdiği şevk ve neşe ile çalışıyor,
şarkılar söylüyorlardı. Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem- de şarkılarında
onlara eşlik ediyordu. Hendeğin kazımı devam ederken birçok zorluklarla da
mücadele etmek zorunda kalıyorlardı. Özellikle şiddetli soğuk ve şiddetli açlık
ile karşı karşıyaydılar. Kıtlık yüzünden yeterli gıda alamıyorlardı. Gündelik
yiyecekler bir avuç arpadan ibaretti. Birgün açlıktan şikayet ederek karınlarına
bağladıkları taşları gösterdiler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- de
onlara karnına bağladığı iki taşı gösterdi.
Hendek kazımı çalışmaları sırasında bazı
mucizeler de meydana gelmiştir. Sahabelerden Cabir, Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’in çektiği şiddetli acıyı görerek dayanamadı. Gitti bir hayvanını
keserek hanımına Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- için bir ziyafet hazırlamasını
emretti. Sonra gizlice Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ve etrafındaki
bir grup sahabeyi yemeğe davet etti. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
yemeğe tüm Hendek çalışanları ile beraber gitti ve bin kişiden fazlaydılar. Hazır
olan yemekten doyuncaya kadar yemelerine rağmen tencere hala yemekle doluydu.
Birazcık arpadan yapılan ekmek hiç yenmemiş gibiydi.
Birgün de Numan bin Beşir’in kızkardeşi bir avuç
hurma getirdi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- o bir avuç hurmayı
elbise üzerinden yere doğru saçtı ve Hendek çalışanlarını hurma yemeğe çağırdı.
Tüm Hendek çalışanları yiyip döndükleri halde hala elbiseden hurma dökülüyordu.
Cabir ve arkadaşları kendi paylarına düşen kısmı
kazarlarken sert bir kayaya rastladılar. Bir türlü kıramıyorlardı. Durumu
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’a bildirdiler. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- gelip ‘Bismillah’
dedi ve taşa şiddetle vurdu. Taş ışık saçtı ve bir parçası koptu. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- ‘Allahu ekber.
Şam’ın anahtarları bana verildi. Şu anda oranın kırmızı köşklerini görüyorum’
dedi. Sonra ikinci kez vurdu ve Fars diyarının Fethi ile müjdeledi. Üçüncü kez
vurdu ve Yemen’in fethi ile müjdeledi. Taş tamamen parçalanmıştı.
Kureyş ve ona tabi olanlar, üçyüz süvari ve bin
develi dörtbin kişilik bir ordu ile Ebu Süfyan komutasında gelerek sel yataklarının
birleştiği noktaya varıp indiler. Sancaktarlığını Osman bin Talha bin Ebi Talha
taşıyordu. Gatafan ve kendisine tabi olan diğer Necd kabileleri ise altıbin kişilik
bir ordu ile gelip Uhud eteklerinde Bathan vadisiyle Kanat vadisinin birleştiği
mevkiin sağına ordugahlarını kurdular. Bu büyük ordunun gelip Medine kapılarına
dayanması korkunç bir belaydı. Allah bunu şöyle tasvir ediyor:
“Onlar hem
yukarınızdan hem aşağı tarafınızdan (Vadinin üstünden ve alt yanından)
üzerinize yürüdükleri zaman, gözler yılmış, yürekler ağızlara gelmişti ve siz
Allah hakkında türlü türlü zanlara kapılmıştınız. İşte orada iman sahipleri
imtihandan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı.” (Ahzap, 33/10-11)
İşte böylesine korkunç bir durumda Allah
mü’minlere sebat verip, sabit kıldı.
“Mü’minler
ise, düşman birliklerini gördüklerinde ‘İşte Allah ve Rasulu’nün bize va’dettiği!
Allah ve Rasulu doğru söylemiştir.’ dediler. Bu (ordunun gelişi), ancak onların
imanlarını ve Allah’a bağlılıklarını arttırmıştır.” (Ahzab, 33/22)
Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar
ise şöyle dediler. “Allah ve Rasulu, meğer
size sadece kuru vaadlerde bulunmuşlar” Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- düşman mevziilerine yakın evleri tahliye ederek kadın ve çocukları
daha güvenli olan yerlere naklettikten sonra
Medine’ye İbni Ümmü Mektum’u yerine naib tayin ederek üçbin kişilik İslam
ordusuyla harekete geçti ve ordugahını Sela dağının eteklerine kurarak sırtını
dağa verdi. Hendeğin bir yanında müslümanlar diğer yanında müşrikler olmak
üzere karşı karşıyaydılar. Müşrikler savaş için gerekli hazırlıkları yaptıktan
sonra Medine’ye doğru harekete geçtiler. Müslümanlara yaklaştıklarında,
kendileri ile müslümanlar arasına kazılmış uzun ve geniş bir çukur ile karşılaşınca
çok şaşırıp, dehşete düştüler. Ebu Süfyan: “Bu arapların bildiği bir şey değildir”
diyerek şaşkınlığını ifade etti. Öfkeyle hendeğin etrafında dolaşmaya başladılar.
Geçecekleri bir nokta arıyorlardı. Müslümanlar okları atarak onların hendeğe
yaklaşmalarına engel oldular.
Müşrikler hendeği kolayca geçemeyeceklerini
anladıktan sonra bunun için hazır olmamalarına rağmen Medine’yi kuşatma altında
tutmaya karar verdiler. Oysa yola çıkarken böyle bir ihtimali düşünmemişlerdi.
Gün boyunca Hendeği geçmek için uğraşıp durdular. Müslümanlar hendek boyunca taş
ve ok atarak savunmaya geçtiler. Müşrikler gün boyunca hiç ara vermeden saldırılarını
sürdürdüler. Müslümanlar da sürekli savunma yapıyorlardı. Dolayısıyla o günün
namazlarını ancak akşam vaktinde kılabildiler. O dönemde henüz korku namazı teşri
kılınmamıştı.
Kuşatmanın sürdüğü bir gün, içlerinde Amr bin
Abdived, İkrime bin Ebi Cehl ve Darrar bin Hattab’ın da olduğu bir grup müşrik
süvarisi hendeğin en dar mevkiine gelerek karşı tarafa geçmeyi başardılar. Karşılarına
Ali bin Ebi Talib komutasında bir birlik çıktı. Amr bin Abdived, Hz. Ali’yi
mübareze’ye davet etti. Cesaret ve kahramanlığı ile şöhret bulmuştu. Ali O’nu kızdırınca
atından indi ve o şekilde karşılıklı mübarezeye giriştiler. Ali O’nu öldürünce
diğerleri korkuya kapılıp geri kaçtılar. Hatta İkrime telaştan yayını bırakıp
kaçtı. Nevfel bin Abdillah ise çukura düştü ve orada müslümanlar tarafından
öldürüldü. Karşılıklı atışmalar esnasında her iki taraftan bazı kimseler
öldürüldü. Müşriklerden toplam on kişi öldürülürken müslümanlardan da altı kişi
şehid edildi.
Müşriklerden atılan bir ok Sa’d bin Muaz’ın kol
atardamarına isabet etti. Acı içinde kıvranan Sa’d Allah’a Kureyşlilerle tekrar
bir harp olacaksa kendisini o güne kadar sağ bırakması, yoksa bu yara ile şehadetini
hızlandırması için niyazda bulundu ve duasına şunu da ekledi: “Yahudi Kureyza oğulları
kabilesi’nin perişan olmasını bana göstermeden canımı alma Allahım!”
Bu sırada Hayber’e yerleşen Nadiroğulları
yahudilerinin liderlerinden Hay bin Ahtap, o saate kadar müslümanlarla aralarında
saldırmazlık andlaşması bulunan Yahudi Kureyzaoğulları kabilesi lideri Ka’b bin
Esed’e giderek Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’le olan andlaşmayı tek
taraflı olarak feshetmesini istedi. O da kabul etti ve müttefik şirk ordularının
saflarına katıldı.
Müslümanlar Medine’nin Kuzeyinde Kureyzaoğulları
ise Güneyinde oturmaktaydılar. Aralarında herhangi bir engel yoktu. Kureyza
Kureyş safına geçince Medine’deki savunmasız müslüman kadın ve çocukları büyük
bir tehlikeyle karşı karşıya geldiler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- durumu
öğrenince Mesleme bin Eslem komutasındaki ikiyüz kişilik bir birliği ve Zeyd
bin Haris’e komutasındaki üçyüz kişilik başka bir birliği sivil halkı korumak
üzere şehir merkezine gönderdi. Sa’d bin Muaz ve Sa’d bin Ubade’nin içinde
bulunduğu başka bir grup Ensar’ı da kendisine ulaşan haberi tekid etmeleri için
Yahudi bölgesine gönderdi. Bu müslümanlar gidip yahudileri gözetlediler ve
haberin doğru olduğunu anlayarak gelip durumu Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’a bildirdiler. Yahudiler “Muhammed de kimmiş. Bizim ile onun arasında
hiçbir andlaşma yoktur” diyorlardı.
Yahudilerin de müşriklerin saflarına geçtiği
haberi insanları iyice korkuttu. İnsanların o anki durumlarını Allah şöyle
tasvir ediyor:
“Gözler yılmış,
yürekler ağızlara gelmişti ve siz Allah hakkında türlü türlü zanlara kapılmıştınız.
İşte orada iman sahipleri imtihandan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı.”
Bu şiddetli korkunun etkisiyle insanlar arasında
nifak başgösterdi ve bazıları şöyle dediler.
“Muhammed bize Kisra ve Kayser hazinelerini
yemeyi vaad ederken bugün bizden bir kimse helaya giderken bile canından endişe
ediyor.” Bazıları da şöyle dediler:
“Allah ve Rasulu meğer bize sadece kuru
vaadlerde bulunmuş” içlerinden bir grup daha da ileri giderek
“Ey Yesrib halkı, artık sizin için duracak bir
yer yok, firar etmeye karar vererek Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e
gelip yalandan
“Evlerimiz açıktır” diyorlardı. Halbuki amaçları
firar etmekti.
Yahudilerin andlaşmalarını bozmaları Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’i de çok üzmüş ve kaygılandırmıştı. Bir ara
elbisesini üzerine çekip bir miktar uzandı. Sonra doğruldu ve “Allahu ekber” diyerek müslümanları
zafer ve fetih ile müjdeledi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, savaşın
sıkıntılı bir anında Uyeyne bin Hısn başkanlığında Gatafan reisine bir heyet
göndererek, onlara Medine mahsülünün üçte biri karşılığında mütareke yapmayı
teklif etmeye karar verdi. Ancak Ensar’ın liderlerinden Sa’d bin Muaz ve Sa’d
bin Ubade, bunun Allahu Teâlâ’nın bir emri değil bilakis Peygamber -sallallahu
aleyhi vesellem-’in bir görüşü olduğunu öğrendikten sonra reddederek şöyle
dediler:
“Biz ve onlar, vaktiyle şirk inancı içindeydik.
Kimse bizden bir şey kapmayı düşünemezdi. Şimdi Allah bize İslam dini ile
ikramda bulunduktan ve bizi seninle şereflendirdikten sonra mı onlara mallarımızı
yedirelim? Allah’a yemin olsun ki onlara kılıcmızın darbelerinden başka vereceğimiz
bir şey yoktur.” Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onların bu görüşlerinden
memnun oldu ve yapmayı düşündüğü şeyden vaz geçti.
Allah’ın kulları hakkında çeşitli işleri vardır.
Savaşın en şiddetli anında Gatafanlıların ileri gelenlerinden Nuaym bin Mesud
el-Eşcai gizlice Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in yanına gelerek O’na:
“Ey Allah’ın Elçisi! Ben İslam’ı kabul etmiş
bulunuyorum. Halkımın ise benim müslüman olduğumdan haberleri yoktur. Şimdi
hangi hususta bana görev vermek istiyorsan, emret hemen yapayım” dedi.
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- buna sevinerek;
“Şimdi sen
sizden birisin, o halde gücün yetiyorsa düşmanı bozguna uğratmaya çalış. Zira
harp hileden ibarettir.” buyurdu. Bunun üzerine Nuaym bin Mesud çıkıp doğruca Yahudi
Kureyza oğullarının liderlerine gitti. Cahiliye döneminde onlarla dosttu.
Onlara:
“Bakın ey Kureyzaoğulları! Sizi ne kadar sevdiğimi,
özellikle aramızda ne kadar güçlü bir dostluk bulunduğunu bilirsiniz” diye söze
başladı.
Onlar da:
“Elbette, tabi! Gerçeği söylüyorsun. Senden hiç
kötülük görmedik dediler. Sonra Nuaym şunları söyledi:
“Kaynukaoğulları ve Nadiroğullarının başına
geleni gördünüz. Kureyş ve Gatafan’a arka çıkıyorsunuz, oysa onların durumu
sizinkine benzemez. Burası sizin memleketinizdir. İçinde çoluk çocuğunuz ve
aileleriniz var. Siz bu diyarı başkalarına terkedip, bırakıp çıkamazsınız. Başka
bir yere gidemezsiniz. Halbuki onların memleketi çoluk çocukları ve aileleri
uzaklarda bulunuyor. Eğer bir fırsat bulacak olurlarsa elbetteki bundan
istifade edeceklerdir. Yok aksi bir durumla karşılaşacak olurlarsa bu sefer
çekip memleketlerine gidecekler, sizi de Muhammed’le başbaşa bırakacaklardır.
Onlar gittikten sonra da Muhammed sizden dilediği gibi intikam alacaktır.”
Yahudiler
“O halde ne yapalım?!” Diye sorunca, Nuaym:
“Kureyşlilerden ve Gatafanlılardan güvence
olarak ileri gelen birkaç şahsiyeti yanınıza rehin olarak almadan, savaşa
girmeyin” dedi.
Yahudiler:
“Çok iyi bir fikir sundun” diyerek O’na teşekkür
ettiler.
Nuaym daha sonra Kureyşlilerin yanına gidip bu
sefer onların liderleri ile bir araya
gelerek onlara:
“Benim size olan sevgi ve bağlılığımı
bilirsiniz. Bir şeyler duydum size iletmeyi bir görev sayıyorum. Fakat bu sırrımı
gizli tutun” diye söze başladı. Komutanlar :
“Elbette! deyip O’nu dinlemeye koyuldular. Nuaym
şöyle konuştu:
“Bakın, yahudiler, bize destek olmak için
Muhammed’le aralarındaki andlaşmayı bozduklarına pişman olmuşlar. Sizin çekilip
onları Muhammed’le başbaşa bırakmanızdan korkuyorlar. Sizden rehineler alıp
Muhammed’e teslim etmek hususunda aralarında anlaşmaya vardılar. Daha sonra da
birleşip size karşı savaşacaklar. Eğer sizden yanlarında bir teminat olarak
kalmak üzere bazı rehineler isterseler, sakın vermeyin!
Nuaym buradan ayrıldıktan sonra Gatafanlıların
yanına gitti ve onlara da Kureyşlilere söylediğinden aynısını söyledi.
Nuaym’ın bu dahiyane planı sonuç verdi ve durum şöyle
gelişti. Ebu Süfyan, İkrime başkanlığında bir heyeti Kureyza Yahudilerine
göndererek onlardan hemen yarın müslümanlara açık cepheden saldırmalarını
istedi. Yahudiler Kureyş heyetine
“Bugün Cumartesidir. Biz bugün hiç bir iş yapmayız.
Şimdiye kadar başımıza ne felaket geldiyse hep bu günün kutsiyetine riayet
etmemekten geldi. Hem sonra bize adamlarınızdan bir kaçını teminat olarak
vermediğiniz müddetçe sizinle birlikte Muhammed’e karşı savaşmayız. Bizi
Muhammed’le başbaşa bırakıp memleketlerinize dönmenizden korkuyoruz” cevabını
verdiler. Kureyş ve Gatafan onlardan bu cevabı alınca
“Gerçekten de Nuaym doğru söylemiş” dediler ve
yahudilere haber yollayarak
“Allah’a yemin olsun ki size adamlarımızdan bir
tek kişi bile teslim etmeyiz. Derhal savaşa çıkın!” Diye ültümatom verdiler.
Yahudilerde birbirlerine
“Gerçekten de Nuaym doğru söylemiş” diyorlardı.
Böylece iki taraf arasında kurulmaya çalışan ittifak bozuldu. Müşrikler savaş
azimlerini yitirdiler ve moral çöküntüsüne uğradılar.
Müslümanlar ise Rablerine şöyle yalvarıyorlardı:
“Allah’ım açığımızı ört ve korkularımızdan bizi
emin kıl” Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ise Rabbine şöyle yalvarıyordu:
“Ey Kitabı indiren! Hesabı çabuk gören Allahım!
Hizipleri hezimete uğrat. Allahım onları hezimete uğrat ve onları şiddetle
sars.”
Allah müşrikler üzerine meleklerinden bir ordu
ve şiddetli rüzgar göndererek onları şiddetle sarstı. Kalplerine korku attı. Şiddetli soğuğun etkisiyle yerlerinde duramaz
oldular. Artık daha fazla dayanamayacaklarını anlayıp, dönüş hazırlıklarına başladılar.
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- Huzeyfe -radıyallahu anh-’yi gizlice müşrik
kampına göndererek durumlarını öğrenmek istedi. Huzeyfe gizlice giderek aralarına
karıştı ve durumlarını öğrenip geri döndü. Müşrikler soğuktan neredeyse kırılıyorlarken
Huzeyfe onların aralarında bulunduğu
süre içinde üşüme hissetmedi. Bilakis hamamdaymış gibi terliyordu.
Huzeyfe Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e gitmek üzere oldukları
müjdesini verdi. Müslümanlar o gece huzurlu uyudular. Sabahleyin uyandıklarında
savaş meydanında bir tek müşrikin dahi bulunmadığını gördüler. “Allah o inkar
edenleri hiçbir şey elde etmeden öfkeleriyle geri çevirdi. Allah savaşta mü’minlere
yetti. Allah güçlüdür ,mutlak galiptir” (Ahzab, 33/25)
Bu savaş Hicri beşinci yılın Şevval ayında başladı
ve yaklaşık olarak bir ay sonra Zilkade ayında sona erdi. İslam düşmanlarının
Medine’yi işgal ederek İslam ve müslümanları yok etmek için giriştikleri en
büyük savaş idi. Ancak Allah onları hayal kırıklığına uğratıp, hazırladıkları
kuyuya kendilerini düşürdü. Bu büyük ordunun başarısızlığa uğraması demek,
bundan sonra ve diğer küçük kabilelerin hayli hayli başarısızlığa uğrayacakları
ve bundan sonra hiçbir kabilenin Medine’ye yönelmeye cesaret edemeyeceği anlamına
geliyordu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bu gerçeği sezinlemiş ve
sahabelerine “Bundan sonra artık saldırma sırası bizde. Kureyş bir daha
üzerimize gelemez”
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Hendek
savaşından döndü, silah ve techizatını çıkardı. Ümmü Seleme’nin odasında yıkanırken
Cibril aleyhisselam gelerek derhal Kureyzaoğulları Yahudileri üzerine
yürümesini istedi. “Ben de senin önünce gidip onların kalelerini sarsıp
kalplerine korku salacağım” diyerek bir grup melekle beraber Kureyza
Yahudilerine doğru hareket etti.
Bunun üzerine Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem- hemen münadi çıkararak şu çağrıyı yaptırdı:
“Kim bu çağrıyı
duyuyor ve emre boyun eğiyorsa ikindi namazını Kureyzaoğulları mahallesinde kılmak
üzere derhal gelsin”
Sonra İbni Ümmü Mektum’u Medine’ye naib bırakarak
kendisi de bir grup sahabeyle beraber Kureyza mahallesine gitti. İslam
ordusunun sancağını Ali -radıyallahu anh- taşıyordu. Yahudiler Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’i karşılarında görünce O’na sövüp hakaret etmeye
başladılar. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in çağrısını duyan
müslümanlar da hemen yola çıktılar. Müslümanlardan kimisi vaktin daralması yüzünden
ikindi namazını yolda kıldılar. Kimisi de oraya vardıktan sonra ancak gecikmeli
olarak kıldılar. İkindi vaki gecikmişti. Bu durum Peygambere anlatılınca iki gruptan hiç birini suçlamadı.
Müslümanlar Kureyza yahudileri mahallesine gelerek, Yahudilerin “Ene” dedikleri
kuyunun civarında toplandılar.
Allah Yahudilerin kalplerine korku attı ve
korkularından kalelerine kapandılar. Savaşmaya cesaretleri yoktu. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- onları kuşatma altına aldı. Kuşatma uzayınca
Yahudiler bazı müslüman dostlarıyla danışmalarda bulunmak istediklerini
bildirerek Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’den Lübabe’yi kendilerine
göndermesini talep ettiler. Resulullah -sallallahu aleyhi vesellem- onların bu
taleplerini kabul ederek Ebu Lübabe’yi onlara gönderdi. Bu zat kaleden içeri
girince erkekler etrafını sardı, kadınlar ve çocuklar ağlamaya başladılar. O da
bu manzarayı görünce duygulandı. Yahudiler O’na
“Muhammed’in hükmünü kabul edelim mi? Ne
dersin?” diye sordular. O da
“Evet” dedi ve elini gırtlağına götürdü. Bu işaretle
onların kesinlikle kılıçtan geçirileceklerini anlatmak istemişti. Sonra bu işaretiyle
Allah ve Rasulu’ne ihanet ettiğini anladı ve hemen doğruca Mescid-i Nebevi’ye
giderek, kendisini mescidin direklerinden birine bağladı ve Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- gelip bizzat kendi elleriyle çözmedikçe ayrılmamaya
yemin etti. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’nun bu durumunu öğrenince
“Eğer bana
gelseydi ben kendisi için Allah’tan af dilerdim. Ama madem ki öyle yapmış o
halde Allah O’nun tevbesini kabul edinceye kadar ben bir şey yapabilecek değilim” buyurdu.
Kuşatmanın uzamasıyla beraber Kureyza Yahudileri
açlıkla karşı karşıya kaldılar ve maneviyatları çöküntüye uğradı. Sonra kuşatmanın
yirmi beşinci günü Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ‘in hükmünü kabul
ederek teslim oldular. Eli silah tutan adamlar kadın ve çocuklardan ayrılarak
tutuklandılar. Cahiliye döneminde müttefikleri olan Evs, onlara Hazrec’in
müttefiki Kaynuka oğullarına yapıldığı gibi iyilik yapılması ve ağır ceza
verilmemesi hususunda ısrar etti. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Evslilere hitaben
“Onlar
hakkında sizden bir adamın hüküm vermesini ister misiniz?” diye sordu. Onlar da
“Elbette” diye cevap verdiler. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-
“Bu kişi
Sa’d bin Muaz’dır”
buyurdu. Evsliler
“Tamam razı olduk” dediler.
Sa’d bin Muaz Hendek kuşatması sırasında yara
almıştı. Medine’de Mescid’in içinde revir olarak kullanılan bir köşede tedavi
ediliyordu. O’nu bir merkebe bindirerek Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem-’in huzuruna getirdiler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e
yaklaştığında “Efendinizi kalkıp karşılayın” buyurdu. Onlar da kalkıp Sad’ın
etrafını çevirdiler. Evsliler
“Ey Sa’d! onlara acı, onlara acı” Diye ısrarla
ricada bulunmaları üzerine Sad onlara şu karşılığı verdi.
“Hiç kimsenin kınamasından çekinmeden, Sa’d’ın sırf
Allah rızası için konuşmasının artık zamanı gelmiştir.”
Bu sözleri duyan Evslilerin, Kureyza
yahudilerinin kurtuluşu ile ilgili ümitleri söndü. Artık bu adamların sonlarının
geldiğini anladılar.
Kureyza’nın da onun hükmüne razı olacaklarını
bildirmesinden sonra Sa’d şu hükmü verdi: Erkekler idam edilecek, kadınlar ve
çocuklar esir tutulacak ve malları kuşatmaya katılan müslüman askerler arasında
paylaşılacak.
Sa’d bu kararını açıkladıktan sonra Peygamber
-sallallahu aleyhi vesellem- O’na :
“Ey Sa’d!
sen yedi kat göklerin üstünden inen Allah’ın verdiği hükümle hükmettin” diyerek O’nun verdiği
hükmü onayladı. Ayrıca Sa’d’ın bu hükmü Yahudi şeriatına göre de uygun hatta
daha da merhametliydi.
Sa’d’ın bu hükmünden sonra Medine’nin pazar
yerine kanallar kazıldı ve Kureyzaoğulları erkekleri buraya grup grup
getirilerek infazları gerçekleştirilerek cesedleri bu kanallara doldurulup
üzerine toprak örtüldü. İdam edilen Kureyza yahudilerinin toplam sayısı dörtyüz
olduğu rivayet edildiği gibi altıyüz-yediyüz kişi olarak ta rivayet edilmiştir.
Hayber’e sığınan Nadiroğulları yuhudilerinin
liderlerinden Hay bin Ahtab da onlarla beraber idam edildi. Bu adam arap kabilelerini
müslümanlara karşı kışkırtan yirmi kişilik yahudi heyetinin içindeydi. Sonra
savaşın en şiddetli anlarında Kureyzaoğulları yahudilerine gelerek onları da
müslümanlarla olan andlaşmalarını bozup, savaşa katılmaya ikna etti. Kureyzalılar
güvence olarak O’nun yanlarında kalmalarını istediler. Böylece kendi başlarına
gelebilecek bir felaketin O’nun başına da gelmesini istediler. Bu gerçekleşti
ve Ahtab’da onlarla beraber idam edildi.
Kuşatma esnasında bazı yahudiler İslam’a girmeyi
kabul ettiler. Onlara dokunulmadı. İçlerinden el değirmenini atarak Hallad bin
Suveyd’i şehid eden bir kadın da erkeklerle beraber idam edildi. Yahudilerden
geriye kalan mallar ve silahlar toplanıldı. Binbeşyüz kılıç, üçyüz zırh, bin
yay ve beşyüz kalkan olmak üzere birçok silah elde edildi. Köle ve hurmalıkların
dışında ayrıca birçok değerli mal ve eşya da ele geçirildi. Ele geçirilen bu
malların beşte biri beytül mala ayrıldıktan sonra geri kalanı bu kuşatmaya katılan
müslümanlar arasında paylaşıldı. Piyadelere bir hisse verilirken süvarilere iki
hissesi atına olmak üzere üç hisse paylaştırıldı.
Esirler ise Necid bölgesine gönderilerek silah
karşılığında satıldılar. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- esirler arasında
Zeyd bir Amr’ın kızı Reyhane’yi seçerek kendisine ayırdı. Reyhane güzelliği ile
meşhurdu. Rivayete göre Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onunla azad
ettikten sonra evlenmiştir. Reyhane Veda Haccından sonra vefat etti.
Kureyza meselesinin sona ermesinden sonra Sa’d
bin Muaz mescidde tedavi olduğu çadırda bir koyunun yarasına vurması sonucu şiddetli
kan kaybına uğradı ve vefat etti. Sa’d’ın cenazesine müslümanlarla beraber
melekler de iştirak etti. Rahman’ın arşı onun ölümüyle titredi. Ebu Lubabe altı
gündür direğe bağlıydı. Namaz vakitleri girince karısı gelip bacağını çözerdi.
Namazdan sonra yerine giderek tekrar kendini direğe bağlardı. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’in Ümmü Seleme’nin evinde olduğu bir sırada, Ebu
Lubabe’nin tevbesi nazil oldu. İnsanlar onu çözmek üzere mescid’e koştuklarında,
O kendisinin ancak Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- tarafından
çözülebileceğini söyleyip onları reddetti. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- sabah namazı için mescide çıktığında yanına giderek O’nu bizzat kendi
mübarek elleriyle çözdü.
Bu adam, Hayber yahudilerinin liderlerinden ve
Arap kabilelerini Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in üzerine yürümeye
teşvik eden heyetin fertlerinden, ticaretle iştigal eden İslam düşmanlarından
biriydi. Müslümanlar Hendek savaşı ve Kureyza meselesini hallettikten sonra,
Hazrec’den beş kişilik bir grup, Evs’in, Kab bin Eşref’i öldürerek elde
ettikleri şerefin aynısını elde etmek için gönüllü olarak bu adamı öldürmeye
karar verdiler.
Beş kişilik bu Hazrec timi, güneş battıktan
sonra bu adamın Hayber civarındaki kalesine geldiler. Tim komutanı Abdullah bin
Atik, arkadaşlarına kendisini dışarıda beklemelerini söyleyerek kale kapsına
geldi ve nöbetçileri aldatarak kaleye girmeyi başardı.
Abdullah, kendisini gizleyerek insanların uyumasını
beledi. Sonra gizlice kaçmak gerektiğinde kullanmak üzere gizlice kale kapısının
anahtarlarını aldı ve kapıyı açtı. Sonra doğruca Rafi bin Selam’ın evine
yöneldi. Farkedilmesi halinde Rafi’yi öldürmeden düşman tarafından yakalanmamak
için geçtiği her kapıyı kilitliyordu.
Böylece Rafi’nin evine geldi. Rafi karanlıkta ev
halkıyla beraber oturuyordu. Abdullah, onun nerede olduğunu anlamak için
“Ey Eba Rafi!” diye seslendi. Rafi
“Kim o” diyince doğruca sesin geldiği yöne
yöneldi ve kılıcını çekerek Rafi’yi oracıkta öldürdü. Rafi’nin inlemesi sonucu
ev halkı ayaklandı. Abdullah kapıları teker teker açarak koşmaya başladı. Gece
olduğundan etrafı görünmüyordu. Bu yüzden koşarken merdivenlerden düşerek ayağını
incitti. Sarığı ile ayağını sararak kale kapısında gizlendi. Sabaha karşı
horozlar ötüştüğünde bir adamın kale duvarına çıkarak Hicaz taciri Ebu Rafi’nin
öldüğünü haykırması üzerine Abdullah, arkadaşlarının yanına döndü. Medine’ye
dönüp olayı Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e bildirdiler. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-, eliyle Abdullah’ın incinen ayağını okşadı.
Abdullah sanki ayağından hiç şikayetçi olmamış gibi sağlığına kavuştu.
Yemame kabilesinin liderlerinden Sümame, İslam’a
ve Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e karşı şiddetli düşmanlık gösteren
kimselerden biriydi. Hicri 6. yılın muharrem ayında Müseylemetül Kezzab’ın
emriyle Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e suikast düzenlemek amacıyla
Medine’ye doğru hareket etmiştir. O sırada Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- Muhammed bin Mesleme komutasında otuz kişilik bir süvari birliğini
Medine’ye yedi gece yolu uzaklıkta Basra yolu civarındaki Bekr bin Kilab oğullarını
tedip etmeleri amacıyla gönderdi. Bu birlik Bekroğullarına baskın düzenleyip
bazı ganimetler elde ettikten sonra Medine’ye dönüş yolunda Sümame’ye rastladı
ve O’nu tutuklayarak Medine’ye getirdi. O’nu mescid’in direklerinden birine bağladılar.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- gelip O’na hatırını sordu. Sümame
“Ben iyiyim ey Muhammed! Beni öldürürsen asil
kan sahibi birisini öldürmüş olursun. Yok iyilik yaparsan, iyiliğin kıymetini
bilen birisine yapmış olursun. Benden dilediğin kadar mal iste, veririm” şeklinde
cevap verdi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’ndan yüzçevirip gitti. İkinci
ve üçüncü günde aralarında aynı konuşma geçti. Daha sonra Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- O’nun salıverilmesini emretti. Sümame özgürlüğüne
kavuşunca yıkandı ve sonra da şehadet kelimesi getirerek müslüman oldu.
Müslüman olduktan sonra şöyle demiştir.
“Ey Allah’ın Rasulu! Daha önce yeryüzünde senden
daha çok nefret ettiğim başka bir kimse yoktu. Şimdi ise, yeryüzünde senden
daha çok sevdiğim kimse yok. Yine daha önce yeryüzünde bu dinden daha çok
nefret ettiğim başka bir din yokken, bugün yeryüzündeki dinler arasında bu
dinden daha çok sevdiğim başka bir din yoktur”.
Sümame memleketine dönmeden önce Mekke’ye uğrayıp,
umre yaptı. Kureyş müslüman olduğunu öğrenince O’na hakaret ettiler. Sümame
onlara:
“Vallahi Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
izin vermedikçe bundan sonra size Yemame’den tek bir buğday tanesi dahi
gelmeyecektir” diyerek Mekke’yi terketti. Memleketine dönünce Mekkelilere buğday
satılmasını yasakladı. Bunun üzerine Mekke halkı sıkıntıya maruz kaldılar.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e mektup yazarak akrabalık bağları hatırına,
Sümame’ye buğday satışına engel olmaması için talimat vermesini istediler.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- o’nların bu isteklerini kabul ederek
Sümame’ye bu yönde talimat yolladı.
Reci’de müslüman tebliğcileri şehid edenler
bunlardı. Hicaz boylarında oturmaktaydılar. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- bunların işini sonraya bıraktı. Ahzap (hizipler) savaşı sona erip,
müslümanlar emniyet ve selamete erince Allah Rasulu -sallallahu aleyhi
vesellem- Medine’ye İbni Ümmü Mektum’u bırakıp Hicri altıncı yılın Rebiulevvel
ayında Lahyanoğullarına karşı yirmisi süvari olmak üzere ikiyüz kişilik bir
birlikle harekete geçti. Hızla Usfan yakınlarındaki Batnı Garan denilen vadiye
gelip orada indi. Müslümanlar burada şehid edilmişlerdi. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- iki gün boyunca burada bekleyip şehitler için duada bulundu.
Lahyanoğulları O’nun geldiğini duyunca kaçıp dağların tepelerine sığınmışlardı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- peşlerine adam salmasına rağmen
onlardan kimseyi yakalayamadılar. Sahabelerinden on kişilik bir süvari birliğini
Usfan’a göndererek giriştiği harekâtı Kureyş’e de belli edip onlara gözdağı
verdi. Sonra toparlanarak Medine’ye geri döndüler. Bu sefer, ondört gün sürmüştür.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, hicri
altı cemadül-ula ayında Zeyd bin Harise komutasındaki yüz yetmiş kişilik bir
birliği Iys mevkiine gönderdi. Amaçları Şam’dan dönmekte olan Kureyş kervanını
ele geçirmekti. Bu kervanı Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’in kızı
Zeyneb’in kocası Ebu’l As bin Rebi komuta ediyordu. Müslümanlar, kervanı ele
geçirip orada bulunanları esir aldılar. Ancak Ebul As kaçıp Medine’ye geldi ve
Zeyneb’e sığındı. O da kendisini kabul etti. Zeyneb, Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’den kervanı Ebu’l As’a geri iade etmesini rica etti. O da kızının
bu talebini yerine getirdi ve ele geçirilen küçük büyük herşeyi Ebu’l As’a geri
iade etti.
Ebu’l As Mekke’nin ileri gelen tacirlerindendi.
Ayrıca dürüstlüğü ile tanınırdı. Mekke’ye dönüp kendisinde bulunan tüm
emanetleri sahiplerine geri verdikten sonra Müslüman olarak Medine’ye geri
döndü. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, ilk nikahları üzere Zeyneb’i
ona geri verdi. Bu olay üç seneden fazla süren bir ayrılıktan sonra gerçekleşmiştir.
O vakit henüz müslüman hanımların kafir erkeklerle evliliklerini haram kılan
ayet inmiş değildi. Dolayısıyla ilk nikahları bozulmadan duruyordu.
Bu dönemde Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-, düşmanın gözünü korkutmak ve Medine’nin uzak civarlarının da emanet
ve güvenliği temin için çeşitli küçük çapta askeri hareketler düzenledi. Bu
hareketler gerçekten de düşmanın gözünü korkutmuş ve onları dize getirmiştir.
Bu sakin dönemden sonra Mustalıkoğulları gazvesi gerçekleşti.
Mustalıkoğulları, büyük Huza’a kabilesinin bir
koluydu. Huza’a kabilesi genel olarak Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e
yakınlık ve sempati duyarken, bunlar Kureyş’e yakınlık gösteriyorlardı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e onların müslümanlar’a savaş hazırlığında
oldukları haberi geldi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Bureyde bin
Hasib’i, haberin doğru olup olmadığını araştırmak üzere gönderdi. Yapılan
tahkikat haberin doğru olduğunu ortaya koydu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- Medine’ye Zeyd bin Harise’yi naib bırakarak hızla hazırlanıp yediyüz
kişilik bir ordu ile harekete geçti. Ani bir baskın yapmak istiyordu. Mustalık
oğulları sahil boyundaki Fedid bölgesinde Müreysi denilen bir suyun etrafında
toplanmışlardı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Hicri 6. yılın Şaban ayının
ikinci gecesi ani bir baskınla onların birçoğunu öldürdü ve bir çoğunu da esir
olarak ele geçirdi. Esirler arasında Mustalıkoğullarının reisi Haris bin Ebi Dırar’ın
kızı Cüveyriye de vardı. Medine’ye döndükten sonra Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- O’nu azad etti ve müslüman olduktan sonra Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- O’nu nikahına aldı. Müslümanlar da ellerinde
bulunan ve İslam’a giren tüm Mustalıkoğullarını “Rasûlullah’ın hısımları”
diyerek azad ettiler. Böylece Cüveyriye kavmi için büyük bir bereket sebebi
oldu. Mustalıkoğulları gazvesi özetle bu şekilde neticelendi. Ancak bu arada
münafıkların etkisiyle, İslam toplumu ve hatta Peygamber evi üzerinde çok kötü
etki uyandıran iki olay meydana geldi.
Bu olay şu sebele gelişti. Muhacirlerin
müttefiki ile Ensar’ın müttefiğine mensup olan iki kişi arasında Müreysi suyu
konusunda bir kavga çıktı. Muhacirlerin müttefiği olan adam Ensar’ın müttefiği
olanını dövünce dövülen adam “Ey Ensar” diğeri de “Ey Muhacirler” diyerek
müttefiklerini yardımcı çağırdılar. Bunun üzerine iki taraf karşı karşıya
geldi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bu hadiseyi duyar duymaz hemen
aceleyle olay mahalline gelip her iki tarafı da azarladı. Onlara:
“Ben aranızdayken hala mı cahiliyet davası
güdüyorsunuz? Bırakın o kokmuş davaları” diyerek nasihat etti. İnsanlar hemen
akıllarını başlarına alıp dağıldılar.
Münafıklardan bir cemaat da daha önceki
gazvelere çıkmamalarına rağmen bu gazveye çıkmışlardı. Aralarında elebaşları
Abdullah bin Übey de bulunuyordu. Münafıkların başı, bu olayı duyunca çok
öfkelendi. Medinelilerin taraftarı olan şahsın dayak yemesine kızmıştı.
Münafıkların başı, etrafındakilere içindeki şu
kini kustu:
‘Gerçekten böyle mi yaptılar?” Diye sorduktan
sonra
“Bize üstünlük taslıyorlar, bize baskın çıkmaya
çalışıyorlar, hem de bizim memleketimizde! Öyle mi, Allah’a yemin olsun ki
Kureyş’in bu eski kılıklı adamlarına karşı olan tavrımız için şunu söylemek
istiyorum:
“Semirt köpeğini yesin seni! Allah’a yemin
ederim ki Medine’ye döner dönmez şerefliler alçakları oradan çıkaracaklardır! Şerefli
olarak kendisini, alçak olarak (Allah’a sığınırız) Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem- ‘i kastediyordu.
Münafıkların başı fitne tohumları saçmaya devam
etti:
“Bunu siz kendi kendinize yaptınız. Onları
getirip yurdunuzda barındırdınız, mallarınızı onlarla paylaştırdınız. Allah’a
yemin olsun, bundan sonra onlara yardımda bulunmayacak olursanız
memleketinizden başka yerlere defolup gideceklerdir.”
O’nun bu sözleri sarfettiği sırada orada Zeyd
bir Erkam adında İslam’a çok bağlı bir genç bulunuyordu. Zeyd O’nu dinlemeye
daha fazla dayanamayarak koşup durumu Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’a
haber verdi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- çok üzüldü. İbni Übey’i çağırarak,
bunları söyleyip söylemediğini sordu. İbni Übeyy yeminler ederek asla böyle bir
şey söylemediğini bildirdi. Fakat çok geçmedi Allah “Münafıkın” suresini
indirerek O’nu kıyamete kadar rezil etti.
Bu münafığın oğlu - O’nun adı da Abdullah idi -
samimi müslümandı. Medine’ye vardıklarında bu samimi müslüman kılıcını çekerek şehrin
giriş kapısında bekledi. Herkes geçip sıra babasına gelince O’nu durdurup
kendisine :
“Allah’a yemin ederim, Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- sana izin vermedikçe ve karşısında dize gelip:
“Alçak benim, şerefli ve aziz ise sensin!
Demedikçe şu kapıdan içeriye giremezsin” dedi. Durum Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’e bildirilince Abdullah’a haber göndererek babasının girmesine
izin vermesini bildirdi. O da izin verdi. Bu hikmet ile münafıkların çıkardığı
fitenin önü alınmış oldu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bir
sefere çıkarken hanımları arasında kur’a çeker ve kur’a kime isabet ederse Hz.
Peygamber ile birlilkte o çıkardı. Bu sefer de kur’a Aişe radıyallahu anha’ya çıktı.
Bu sefere Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ile beraber O da katıldı.
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- harekatı
bitirdikten sonra ordusuyla beraber Medine’ye dönmek üzere yola çıktı.
Medine’ye yakın bir mesafede inerek birkaç gün konakladıktan sonra askere, yola
çıkmak için yeniden emir verdi. Asker harekete geçti. O sırada Aişe ihtiyacını
karşılamak üzere ordugahtan ayrılarak tenha bir yere çıkmıştı. İşini bitirip
döndüğünde kolyesinin koynundan düşmüş olduğunu farketti. Nerede düşürdüğünü
bilmiyordu. Bunun üzerine ihtiyacı için gitmiş olduğu yere tekrar dönerek
kolyesini orada aradı ve buldu. Bu arada ordu harekete geçmişti. Görevliler
O’nu mahfenin içinde zannederek boş mahfeyi deveye yükleyip götürdüler.
Birçok kişi olduklarından ve Aişe’nin hafif
olmasından dolayı mahfenin hafifliğini garipsemediler. Aişe kamp yerine döndüğünde
ordunun gitmiş olduğunu gördü. Ortada kimse yoktu. Bunun üzerine elbisesine
bürünerek geri gelip kendisini almalarını beklemek üzere orada oturup beklemeye
başladı. Böyle beklerken uyku bastırdı ve oracıkta uyuklamaya başladı.
Bu arada sahabelerden, Safvan bin Muattıl
es-Selmi -radıyallahu anh- uykucu bir zattı. Uyandığında ordunun gitmiş olduğunu
görerek O da peşlerince yürümeye başladı. Bu arada bir insan karartısı farkedip
yanına gitti. Yaklaşınca bu insanın Aişe olduğunu gördü. Çünkü örtü ayetinden
önce Aişe’yi görmüştü ve tanıyordu. Safvan Aişe’yi görür görmez: “İnna lillahi
ve inna ileyhi raciun! Eyvah! Bu Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in hanımı”
diyerek şaşırdı. Aişe, O’nun sesini duyar duymaz uyandı ve örtüsüyle yüzünü
kapattı. Safvan -radıyallahu anh- başka bir şey söylemeden devesini O’na doğru
yaklaştırarak binmesini sağladı. Kendisi de devenin başını süratle çekerek
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’in hanımını kafileye yetiştirmeye çalıştı.
Nahru’z Zahira mevkinde bulunan İslam ordusuna yetişerek onlara katıldılar.
Münafıkların başı Abdullah bin Übey onların
sonradan gelip orduya katıldıklarını görünce, kin ve nifak duygularını tatmin
etmek için, yalan ve iftira ile onları fücur işlemekle itham etti. Ordu içindeki
kendisi gibi münafık olan arkadaşlarını da kullanarak bununla ilgili birçok adi
hikayeler uydurup, yaymaya başladılar. Medine’ye vardıklarında şehir onların bu
dedikoduları ve iftiralarıyla çalkalanmaya başladı. Öyle ki bazı mü’minler bile
bu iftiraya aldanmaktan kendisini kurtaramadı.
Medine’ye varınca Aişe radıyallahu anha
hastalandı. Hastalığı yaklaşık bir ay kadar sürdü. Medine, iftiracıların
söylentileriyle çalkalanırken, o tüm bunlardan habersizdi. Fakat Peygamber
-sallallahu aleyhi vesellem-’in kendisine evvelce gösterdiği yakın ilgi ve
inceliği göstermediğini görüyordu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, onu
görünce sadece selam verip “sizinki nasıl oluyor” diye sormakla yetinirdi. Artık
yanında kalmıyordu.
Allah Resulu -sallallahu aleyhi vesellem-, tüm
bu olaylar olurken susmakla yetiniyordu. Uzun süre bu olayla ilgili bir vahiy
gelmeyince arkadaşları ile istişare etti. Hz. Ali, Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem-’e üstü kapalı bir şekilde onu boşamasını Üsame ise tam tersine ondan
iyilikten başka birşey olmadığını söyleyerek tutmasını tavsiye etti. Bunun
üzerine Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, minbere çıkarak bu
söylentilerden duyduğu eziyeti ifade eden bir konuşma yaptı. Konuşmasında bu
söylentileri yayan kişi olan Abdullah bin Übey’e de işaret vardı. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’in bu konuşmasından sonra Evslilerin reisi,
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e eziyet veren münafıkların başını
öldürmek istediğini bildirdi. Onun bu isteği Hazreclilerin tepkisine neden
oldu. Çünkü öldürmek istenen kişi kendi kavimlerindendi. İki kavim arasında
tartışma oldu. Neredeyse birbirlerine gireceklerken, Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-, her iki tarafı da susturdu.
Bu olayların cerayan ettiği bir gece Hz. Aişe yanında
Mistah’ın annesi olduğu halde hacetini gidermek üzere dışarı çıktı. Hastalıktan
bitkin düşmüştü. Yürürken Mistah’ın annesinin eteğine bastı. O da oğlu Mıstah
aleyhine dua etti. Aişe radıyallahu anha, onun bu yaptığını kınadı. O da olup
biten tüm olayları Aişe’ye anlattı. Oğlu Mıstah’ın da bu iftirada bulunanlar
arasında olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Aişe, Resulullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’den izin isteyip anne-babasının evine gitti. Durumu anne babasından
da duyunca hiç durmaksızın ve uyumaksızın iki gün boyunca sürekli ağladı.
Sürekli ağlamaktan yüreği parçalanacak hale gelmişti.
İkinici günün sabahı Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-, onun yanına geldi. Oturup şehadet kelimesi söyledikten sonra
Aişe’ye hitaben şöyle buyurdu:
“Ey Aişe!
Senin hakkında şöyle şöyle ulaştı. Eğer suçsuzsan Allah seni suçsuz çıkaracaktır.
Yok gerçekten bir kabahat işlemişsen, Allah’a tevbe et. Kul günahını itiraf
edip Allah’a tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder.”
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in bu
sözleri üzerine Hz. Aişe’nin gözyaşları durdu. Anne ve babasından Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’e cevap vermelerini istedi. Ancak onlar ne
diyeceklerini bilemediler. Bunun üzerine kendisi cevap verdi:
“Bu haberi işittiğinizi ve bu haberin sizi
etkilediğini hatta bu haberi doğruladığınızı görüyorum. Halkın şu dillerine
doladıkları suçu ben işledim desem bile, Allah biliyor ki ben onu işlemedim. Bu
bakımdan itiraf etsem bile hiç vuku bulmamış bir olayı var saymış olurum. Onların
söylediklerini inkar edecek olursam bu sefer de bana inanmazsınız. Benim ile
sizin aranızdaki olaya Yusuf’un babasının dediğinden başka bir mesel bulamıyorum.
“Artık
bana güzel bir sabır gerekir. Anlattıklarınıza dayanabilmek için ancak
Allah’dan yardım istenir.”
Aişe bunları söyledikten sonra dönüp, yatağına
uzandı. Hemen o anda vahiy indi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in
sevinçten yüzü gülüyordu. Aişe’ye:
“Aişe!
Sevin Allahu Teala senin suçsuzluğunu bildirdi.” buyurdu. Annesi Aişe’ye
“Rasûlullah’a kalk” dedi. Ancak Aişe:
“Allah’a yemin olsun ki O’na bakmam ve Allah’dan
başka kimseye hamd etmem.” dedi.
Allah, O’nun suçsuzluğu hakkında Nur suresinin şu
ayetinden itibaren on ayeti kerime inzal ederek tüm insanlara ilan etti:
“O iftirayı
uyduranlar içinizden bir güruhtur. Bunu kendiniz için kötü bir olay sanmayın.
Bilakis o sizin için hayırlı olmuştur. O kimselerden her birine kazandığı günah
karşılığı bir ceza vardır. İçlerinden ele başılık yapana ise büyük bir azap
vardır.”
Bu ayeti kerimelerin nüzulundan sonra Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-, insanlara çıkarak onlara Hz. Aişe’nin suçsuzluğunu
bildiren bu ayeti kerimeleri okudu. Bu ifitaraya dedikodularıyla katılan
mü’minlerden Mistah bin Esase, Hassan bin Sabit ve Cahş’ın kızı Hamne’ye seksen
değnek vuruldu. Bu olaya ele başılık yapan Münafıkların başı ve yoldaşlarına
ise bu dünya hayatında her hangi bir ceza verilmedi. Onların cezası mal ve
evladın bir fayda sağlamayacağı, ancak Allah’a selim bir kalp ile gidenlerin
kurtulacakları kıyamet gününe ertelendi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, bir
gece rüyasında sahabeleriyle birlikte Mescid’ul Haram’a güven içinde girip başlarını
traş ettiklerini, saçlarını kısalttıklarını gördü. Bunu müslümanlara haber
verip umre yapmak istediğini bildirdi. Medine etrafındaki sözde müslüman olmuş
bedevileri de çağırdı. Ancak onlar işi ağırdan aldılar. Peygamber -sallallahu
aleyhi vesellem-’in ve mü’minlerin bu seyahattan asla dönmeyeceklerini,
ailelerine bir daha kavuşmayacaklarını sanıyorlardı. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’e “Mallarımız ve
ailelerimiz bizi meşgul ediyor. Bizim
için istiğfar et” karşılığını verdiler.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- hicri 6.
yılın Zilkade ayının ilk pazartesi günü muhacir ve Ensar’dan oluluşan 1400
sahabesiyle beraber Medine’den çıktı. Beraberlerinde kurbanlıklarını da aldılar
ki, insanlar onların savaş için değil de umre için çıktıklarını anlasınlar.
Zü’l Huleyfe mevkiine ulaştıklarında umre niyetiyle ihramlarını giyip, kurbanlık
hayvanlarını da önden sürdüler. Usfan’a kadar yollarına devam ettiler. Burada
daha önceden gönderdiği gözcülerinden birisi gelerek, Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’e Kureyş’in savaş için toplandığını ve müslümanları Beytül
Haram’a sokmama kararı aldıklarını haber verdi. Bu arada Kureyş de Zü Tuva
mevkinde toplandılar. Buradan Halid bin Velid komutasında ikiyüz kişilik bir
süvari birliğini Usfan yakınlarına göndererek Mekke’ye giden yolu kestiler. Ayrıca
Habeş kolonilerini de toplayarak kendi saflarına çektiler.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- durumu
sahabeleriyle istişare etti. Kendi aleyhlerine toplanan Hebeşlilerle savaşılsın
mı? Yoksa Harem’e doğru devam edilsin ve yollarına çıkıp kendilerini engellemek
isteyenlerle gerektiğinde savaşılsın mı? Ebu Bekir -radıyallahu anh- kendi görüşünü
şöyle beyan etti: “Biz savaş için değil umre için geldik. Umre için gidelim.
Bizim ile Beytullah arasına girmek isteyen olursa onlarla da savaşırız.”
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’nun bu görüşünü kabul etti.
Halid geldiğinde müslümanlar cemaat ile öğle
namazı kılmaktaydılar. Halid onları rüku edip secdeye gider halde görünce
“Üzerlerine saldırmak için güzel fırsat” diye kendi kendisine söylendi ve bir dahaki
namazlarında ansızın saldırmaya karar verdi. Ancak Allah öğle ile ikindi
namazları arasında “Korku namazı” ile ilgili hükmünü indirince Halid tasarladığını
gerçekleştiremedi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- başka
bir yol takip ederek Mekke’nin aşağı kısmını takip ederek Hudeybiye mevkiine
geldi. Burada Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’in devesi çöktü ve
yerinden kımıldamak istemedi. Halk:
“Hayır! kalakaldı” diye söylendiler. Peygamber
-sallallahu aleyhi vesellem- ise
“Hayır!
onun böyle bir alışkanlığı yoktu. Fakat onu engelleyen, Eshab-ı Filin Mekke’yi
istila etmelerine müsaade etmemiş olan Allah’tır” buyurdu. Sonra şöyle
buyurdu.
“Allah’a yemin ederim ki Allah’ın kutsal değerlerine
saygı göstermek maksadıyla benden yapabileceğim en zor şeyi isteseler onu
kendilerine vereceğim” Sonra devesini dehledi o da hemen yerinden sıçrayarak
kalktı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ona binerek Hudeybiye’nin en uç
tarafında bulanan bir su kuyusu civarına kadar gitti ve burada sahabelerine
inme emri verdi.
Burada Huzaa Kabilesinden Budeyl bin Varka adında
biri, halkından bir grupla birlikte onların yanlarına geldi. Bu kabile
mensupları Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e yakınlık ve sempati
duyuyorlardı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’a Kureyş’in savaşmaya ve
onları Mescid’i Haram’dan uzak tutmaya kararlı olduklarını haber verdiler.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- de onlara, kendilerinin savaş için değil,
umre için geldiklerini, barışa hazır olduklarını fakat Kureyş ille de savaşmakta
ısrar ederse Allah’ın takdiri gerçekleşinceye kadar savaşmaya hazır olduklarını
bildirdi.
Budeyl dönüp konuşulanları Kureyş’e bildirdi.
Kureyş bu kez Mukrız bin Hafs adında birisini gönderdiler. Bu şahıs da aynen
Budeyl’in anlattıklarını gelip söyledi. Bu sefer de Mekke’deki Habeş
kolonisinin lideri olan Huleys bin İkrime’yi gönderdiler. Huleys müslümanlara
yaklaşınca Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- sahabelerine
“Bu adam kurbanlara
saygı gösteren bir kavimdendir. Kurbanları O’nun önüne sürün de görsün” talimatı verdi.
Sahabeler kendilerine söylenen şeyi yaptılar. Huleys kurbanlıkları ve telbiye
getiren müslümanları görünce şöyle dedi.
“Sübhanallah. Bu kimseler Allah’ın evinden
çevrilmemelidirler. Hastalıklı insanların gelip haccetmeleri serbest de,
Abdulmuttalib’in oğlunun ziyaret etmesi yasak! Onlar sadece umre için gelmişler”
Kureyş O’nun bu sözlerini duyunca :
“Otur. Sen bedevisin. Harp oyunlarından anlamazsın”
diye tepki gösterdi.
Sonra Urve bin Mesud es-Sakafi’yi gönderdiler.
Urve gelince Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- daha önceki elçilere
söylediklerinin aynısını O’na da söyledi. Urve de:
“Ey Muhammed! Farzet ki Kureyşi yenmeyi başardın.
Kendi kavmini yenmiş olmaz mısın? Kureyş ise savaşa hazırlanıp çıkmışlar, seni
Mekke’ye sokmamak için Allah’a and içmişler. Eğer iş tersine döner Kureyş seni
yenerse, andolsun ki bu senin başına toplanan ayak takımı seni bırakıp, toz
gibi dağılır” dedi.
O’nun bu sözüne kızan Ebu Bekir, O’na :
“Lat’ın bızırını em! Biz O’nu yalnız bırakacağız
ha!” Diye sövdü. Urve Ebu Bekir’in kendisine daha önce yaptığı iyiliği hatırlayıp
O’na karşılık vermedi.
Urve Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- ile
konuşurken arada bir elini uzatıp O’nun sakalından tutuyordu. Fakat Muğıre bin Şube
her defasında kılıcıyla O’nun eline vurarak:
“Elini Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın
sakalından çek” diyordu.
Urve sonuda Muğıre’ye hiddetlenerek
“Bu ne hainlik ? Ben daha önce senin hainliğini
örtmedim mi?” dedi.
Muğıre Urve’nin kardeşi oğluydu. Muğıre daha
önce bir grup insanı öldürüp mallarını da alarak Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’e gelip müslüman olmuştu. Ancak Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- O’nun getirdiği bu malları kabul etmedi. Urve, O’na bu olayı hatırlatıyordu.
Urve müslümanların Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’e gösterdikleri saygıdan çok etkilendi. Geri dönüp Kureyş’e şöyle
dedi:
“Ey Kureyşliler! Bakın, ben İran Şahını da Roma İmparatorunu
da, Habeş Necaşisini de tahtlarında ve saltanatlarında gördüm. Fakat Muhammed
gibi, topluluğu içinde saygın bir lidere rastlamadım O’nun etrafında öyle bir
kitle görüyorum ki O’nu asla kimseye teslim etmezler. Dolayısıyla nasıl uygun
görüyorsanız öyle karar verin”
O’nun bu sözlerinden sonra Kureyş Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- ile barış görüşmelerinde bulunmayı kabul ettiler.
Barış görüşmeleri sürerken yetmiş-seksen kişilik bir grup Kureyş’li genç
müslümanların kamplarına gece ani bir baskın düzenlediler. Böylece barışa engel
olmak istiyorlardı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onları yakalatarak
tutuklattı. Sonra onları affederek serbest bıraktırdı.
Bu olay Kureyş’in gözünü korkuttu ve barışa yanaşmalarına
neden oldu. Bununla ilgili olarak Allah şöyle buyuruyor:
“O sizi
onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, Mekke’nin göbeğinde, onların ellerini
sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Allah, yaptıklarınızı görendir.” (Fetih, 48/24)
Daha sonra Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- Osman bin Affan’ı Mekke’ye elçi olarak gönderip, Kureyş’i savaş için
gelmedikleri konusunda iyice ikna etmeye karar verdi. Ayrıca Osman’a, Mekke’de
kalıp da hicrete gücü yetmeyen zayıf müslüman erkek ve kadınları da beraberinde
getirmesi talimatını verdi.
Osman Mekke’ye, Ebban bin Said el-Emevi
himayesinde girdi. Osman onlara Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in
mektubunu verdi. Onlar da Osman’a Kabe’yi tavaf etmesini teklif ettiler. Ancak
Osman, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- tavaf etmedikçe, kendisinin de
tavaf etmeyeceğini bildirerek onların bu tekliflerini reddetti.
Kureyş bir müddet Osman’ı hapsettiler. Böylece
aralarında durumu müzakere edip, ondan sonra Osman’ı gerekli cevap ile göndermek
istiyorlardı. Fakat bu durum müslümanlar arasında Osman’ın öldürüldüğü şeklinde
duyuldu ve yayıldı. Elçinin ödürülmesi demek ise, savaş ilanı anlamına
geliyordu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bu haberi duyunca: “Bu adamlarla hesaplaşmadıkça buradan ayrılmayacağız!”
Diye sert bir tavır koydu ve meydana gelebilecek her türlü olay karşısında
kendisini sonuna kadar destekleyeceklerine dair orada bulunan müslümanlardan
teminat istedi. Bey’at talebinde bulundu. Müslümanlar büyük bir coşkuyla O’na
koşup ölümüne kadar O’nunla olacaklarına dair bayat ettiler. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- diğer elini öbür eliyle kenetleştirerek “Bu da Osman’ın bey’atı” buyurdu. Beyat
bitmişti ki Osman -radıyallahu anh- geliverdi. Allah bu beyatın fazileti hakkında
şöyle buyurmuştur:
“Andolsun
ki o ağacın altında sana beyat ederlerken Allah, mü’minlerden razı olmuştur” (Fetih, 48/18)
Allah’ın razı olduğu bu beyata bundan dolayı Rıdvan
denilmiştir.
Kureyş, müslümanların bu beyatını duymuş ve bu
onları çok endişelendirmişti. Derhal Süheyl bin Amr’ı göndererek barış yapmak
istediler. Süheyl geldi ve uzun süren müzakerelerden sonra Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- O’nun şu şartlarını kabul etti.
1- Müslümanlar bu yıl geri
dönecekler, Mekke’ye girmeyeceklerdir. Ancak gelecek yıl Mekke’ye girebilecek
ve yalnız üç gün kalabileceklerdir. Yanlarında silah bulunmayacak ve kılıçları
kınında olacaktır.
2- Taraflar on yıl süreyle
birbirlerine karşı savaşmayacaklardır.
3- Kabilelerden hangisi Muhammed
-sallallahu aleyhi vesellem-’e taraf olmak isterse bunu yapmakta serbesttir ve
hangisi Kureyş’e taraf olmak isterse o da bunu yapmakta serbesttir.
4- Kureyşlilerden bir
kimse, velisinin izni dışında müslümanlara iltica ederse, tekrar Kureyşlilere iade
edilecek, müslümanlardan Kureyş’e
iltica eden kimse ise geri iade edilmeyecektir.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Ali’yi
çağırarak “Bismillahirrahmanirrahim” diye başlayarak bu barış andlaşmasını
yazmasını istedi. Ancak Suheyl:
“Biz Rahman nedir bilmeyiz” “Bismike Allahümme”
olarak yaz dedi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bu şekilde yazılmasını
emretti. Sonra Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
“Bu Allah’ın
Rasulu Muhammed’in ve Amr’ın oğlu Süheyl’in kabul ettiği...” diye barış metnini
yazmasını emretti. Süheyl, buna da karşı çıkarak :
“Biz, senin Allah’ın Rasulu olduğunu tanımış
olsaydık seninle savaşmazdık. Kendi adın ile babanın adını yaz” dedi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- de Ali -radıyallahu anh-’a şöyle yazmasını
emretti:
“Bu, Abdullah’ın oğlu Muhammed ile Amr’ın oğlu
Süheyl’in üzerinde anlaştıkları barış metnidir....” Ancak Ali “Rasûlullah” lafzını
silmekten kaçındı. Bunun üzerine Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in
bizzat kendisi bu lafzı mübarek parmakları ile sildi. Barış andlaşması biri
Kureyş, diğeri müslümanlar için olmak üzere iki nüsha hahinde yazıldı.
Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- ile
Kureyş elçisi arasında barış antlaşması yazılmakta olduğu sırada Kureyş elçisi
Süheyl bir Amr’ın oğlu Ebu Cendel zincire vurulmuş olduğu halde sürüne sürüne
müslümanlara geldi. Müslüman olduğundan dolayı O’nu zincire vurmuşlardı.
Süheyl, andlaşma gereği oğlunun kendisine verilmesini istedi. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- ise antlaşmanın henüz yazıya dökülmediğini
söyledi. Fakat Süheyl anlaşmaya vardıklarını söyleyip, oğlunun üzerine yürüdü
ve O’nu şiddetle dövdü. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- çaresiz andlaşma
gereği O’nu babasına vermek zorunda kaldı. Ebu Cendel müslümanlara hitaben:
“Ey Müslümanlar! Beni dinimden döndürsünler diye
tekrar müşriklere iade mi edeceksiniz?” diye yakardı. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- O’na:
“Ey Ebu
Cendel! Sabret ve kendini Allah’a ada. Allah sana ve seninle beraber bulunan
mustazaflara yakında bir kurtuluş kapısı açacaktır.” diye teselli etmeye çalıştı.
Bu arada Hz. Ömer O’na babası Sehl’i öldürmesini söyledi. Ancak o bunu yapamadı.
Barış antlaşmasının ardından Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- müslümanlara kalkıp kurbanlarını kesmelerini
emretti. Ancak kimse kalkmadı. Allah Rasulu emrini üç kere tekrarladı. Yine
kimse kalkmayınca öfkeyle Ümmü Seleme’nin yanına gidip, durumu O’na anlattı.
Bunun üzerine Ümmü Seleme, O”na gidip kurbanını kesip, başını traş etmesini
söyledi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- gitti. Kimseyle konuşmadan
kurbanını kesip, başını tarş etti. Müşrikleri kızdırmak için Ebu Cehil’in
burnunda gümüş halka bulunan devesini kurban etti. Müslümanlar Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’ın kurbanını kesip, başını traş ettiğini görünce,
kalktılar ve kurbanlarını kesip, başlarını traş ettiler. Üzüntüden birbirlerini
öldürecek gibiydiler. Yedi kişiye bir deve veya inek kestiler.
Müslümanların bu şiddetli üzüntüleri iki sebebe
dayanıyordu. Birincisi, umre yapamadan dönmek, ikincisi de, iki taraf arasındaki
eşitsizlik. Müslümanlar kendilerine iltica edecek olanları geri iade edecekler,
müşrikler ise onlara kaçan müslümanları iade etmeyecekti. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- birinci sebeb ile ilgli olarak müslümanları şöyle mutmain
etti.
Bu yıl olmazsa bile gelecek yıl umre yapacaklardı.
Allah’ın O’na gösterdiği rüya doğrudur ve gerçekleşecektir. Antlaşmanın bu
maddesi ile her iki tarafında hisleri gözetilmiştir.
Müslümanların üzüntüsünü teşkil eden ikinci
sebeble ilgili de onları şöyle itminan etti. Bizden onlara giden kimseyi Allah
uzaklaştırmıştır. Onlardan bize gelecek kimseler hakkında ise Allah yakında bir
çıkış yolu gösterecektir.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in bu
tutumu O’nun ne denli uzak görüşlü olduğunu ispatlar. Bu antlaşma Habeş’ten
gelen müslümanları bağlamıyordu. Mekke’de mahsur kalan müslümanların onlara sığınmaları
mümkündü. Fakat antlaşmanın dış görünüşü müslümanların aleyhine görünüyordu. Bu
da sahabeleri hala üzmekteydi. Hatta Ömer -radıyallahu anh- üzüntüsünü
yenemeyerek Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e gelmiş ve O’na :
“Ey Allah’ın Elçisi ! Biz hak üzere ve onlar batıl
üzere değil mi? diye sordu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
“Elbette” dedi.
Ömer:
“Bizim ölülerimiz cennette, onların ölüleri ateşte
değil mi?
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
“Elbette” dedi.
Ömer:
“O halde neden dinimizi dünya ile değiştiriyoruz?”
deyince, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
“Ey
Hattab’ın oğlu! Ben Allah’ın kulu ve elçisiyim. Asla O’nun emrine aykırı
davranmayacağım ve o da beni perişan etmeyecektir!” buyurdu.
Ömer hiddetini yenemeyip aynı şekilde Ebu
Bekir’e gitti ve Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e söylediklerini O’na
da söyledi. Ebu Bekir her ne kadar O’nu yatıştırmaya çalıştıysa da O’na şöyle
dedi:
“Ya Ömer, Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in emrine bağlan, O’nun kararına saygılı ol! Allah’a yemin olsun
ki O hak üzerinedir.” Daha sonra Allah Fetih Suresini indirdi.
“Biz sana
doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik”
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Ömer’i
çağırttı ve O’na bu ayeti kerimeleri okudu. Ömer:
“Ey Allah’ın Rasulu! Bu fetih midir?” diye
sorunca Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
“Evet” buyurdu. Böylece
Ömer’in hiddeti yerini sevinç ve mutluluğa bıraktı.
Hz. Ömer sonraları bu tutumunu hatırlayarak şöyle
derdi:
“O gün sarfettiğim pervasız sözler yüzünden
Allah’ın gazabına uğramaktan çok korktum. Affedilmek umuduyla sadakalar verdim,
oruçlar tuttum, namazlar kıldım ve köleler azad ettim.”
Barış antlaşmasından sonra bazı müslüman kadınlar
hicret ederek Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e sığındılar. Onların
kafir velileri Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e gelerek bu kadınların
kendilerine iade edilmelerini istediler. Ancak Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- yapılan antlaşmanın kadınları kapsamadığını bildirerek onların bu
taleplerini geri çevirdi. Bunun üzerine Allah Mümtehîne Sûresini inzal etti.
“Ey iman
edenler! Mü’min kadınlar hicret ederek size geliği zaman, onları imtihan edin.
Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış kadınlar
olduklarını öğrenirseniz onları kafirlere geri döndürmeyin. Bunlar onlara helal
değildir. Onlar da bunlara helal olmazlar. Onların (kocalarının)
sarfettiklerini (Mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz
zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kafir kadınları nikahınızda
tutmayın....”
(Mümtehine, 60/10)
Böylece mü’min kadınlar kafir erkeklere, kafir
kadınlar da mü’min erkeklere haram kılınmış oldu.
Bundan sonra hicret eden kadınlar imtihana tabi
tutuluyor ve iman edenlere sığınma hakkı tanınıyordu.
“Ey
Peygamber! İnanmış kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık
yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir
iftira uydurup getirmemek, iyi işi işlemekle sana karşı gelmemek hususunda sana
beyat etmeye geldikleri zaman, beyatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret
dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Mümtehine, 60/12)
Bu şartları kabul eden kadına Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- elini vermeksizin “Sana beyat ettim” buyururdu. Böylece bu kadınlar İslam toplumuna
katılırlardı. Müslümanlar müşrik karılarını boşadılar. Müslüman kadınlar da müşrik
kocalarından ayrıldılar.
Huza’a
Kabilesinin Müslümanların Tarafına Geçmesi
Bu antlaşmanın yapılması ile beraber cahiliye
döneminden beri Haşimoğullarının müttefiki olan Huza’a kabilesi müslümanların
himayesine girdiler. Bekroğulları ise Kureyş’in himayesini kabul etti. İleride
geleceği gibi Mekke’nin Fethine bu kabile sebep olmuştur.
Mustazaf
Müslümanlar Probleminin Çözülmesi
Mekke’de eziyet edilen (soyca ve malca güçsüz)
müslümanlardan biri olan Ebu Basir, kaçarak Medine’ye gelip Peygamber
-sallallahu aleyhi vesellem-’e iltica etti. Ancak Kureyş hemen iki adamını
göndererek Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’den O’nu kendilerine geri
iade etmesini istediler. O da antlaşma gereği Kureyş’in isteğini yerine
getirmek zorunda kaldı. İki adam Ebu Basir’i alıp Mekke’ye hareket ettiler. Zül
Huleyfe mevkiine geldiklerinde Ebu Basir bir yolunu bulup o iki adamdan birini
öldürdü, diğeri de kaçıp Medine’ye gitti. Ebu Basir tekrar Medine’ye geldiğinde
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’nu azarladı. Ebu Basir Medine’de
ikamet edemeyeceğini anlayınca Kızıldeniz sahiline gitti. Bir süre sonra Ebu
Cendel de kaçıp O’nun yanına geldi. Bundan sonra Mekke’den kaçan her müslüman
doğruca onların yanına gidiyordu.
Böylece çoğaldılar ve bir çete teşkil ettiler. Şam’a giden Kureyş kervanlarının
önünü keserek birçok ganimet toplamaya başladılar. Kureyş bu durumdan çok zarar
gördü. En sonunda Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’e elçi göndererek
Allah rızası için ve akrabalık bağlarına hürmeten bu müslüman grubu Medine’ye
kabul etmesini, Medine’ye iltica eden herkese iltica hakkı tanımasını rica
ettiler. Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- onların bu isteklerini kabul
etti. Ebu Basir ve arkadaşlarını Medine’ye çağırdı. Böylece bu mesele de
müslümanların lehine halledilmiş oldu.
Barışın sağlanması ile İslam daveti büyük bir
ivme kazandı. Müslümanlar tüm arap kabileleriyle karşılaşma ve onlara İslam’ı
sunma fırsatını ele geçirdiler. Bu sayede İslama büyük bir yöneliş başladı.
Öyle ki bu sayı iki yılda müslüman olanların sayısı ondokuz yıl boyunca
müslüman olanlardan kat kat daha fazladır. Kureyş’in de birçok lideri bu
dönemde müslüman olmuşlardır.
Amr bin As, Halid bin Velid, Osman bin Talha bu
dönemde Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e gelerek gönülden şehadet
kelimesini söylediler ve İslam üzere O’na biat ettiler.
Onların müslümanların saflarına katılması ile İslam
büyük bir güç kazandı. Onlar İslam’a girmek üzere geldiklerinde Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur.
“Mekke, ciğerparelerini
bize gönderdi.”
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- barışı
ve Medine’nin civarının emniyetini sağlamış olarak Hudeybiye umresinden
döndükten sonra, krallara ve prenslere mektuplar yollayarak onlara halklarına
karşı olan sorumluluklarını hatırlatıp, İslam’a davet etti. İşte özetle bu
mektuplar.
Rahman ve
Rahim Allah’ın Adıyla
“Allah
Rasulu Muhammed’den Habeşlerin büyük reisi Necaşi’ye;
Hidayete
ittiba edenlere, Allah ve Rasulu’ne inanlara selam olsun. Ben şehadet ederim ki
Allah’tan başka bir ilah yoktur, o birdir ve ortağı yoktur; bir arkadaş veya
çocuk edinmiş değildir. Ve yine şehadet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve
elçisidir. İslam’a gir, selamet bul. “Ey kitap ehli sizin ve bizim için aynı
olan bir kelimeye gelin ki O Allah’tan başkasına ibadet etmemek, her ne olursa
olsun, hiç bir şeyi O’na ortak koşmamak ve aramızdan bazılarımızın, Allah’tan
başka bazı insanları Rabb edinmemeleridir. Şayet onlar, bundan yüz çevirirse,
siz dersiniz ki: Bizim Allah’a teslim olan müslümanlar oluğumuza şahit olunuz.”
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Necaşi’ye
Amr bin Ümeyye ed-Damri’yi gönderdi. Necaşi mektubu alıp gözüne koydu.
Kürsüsünden inerek Cafer bin Ebi Talib’in eliyle müslüman oldu. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’e cevabi mektubunda İslam’a girdiğini ve bey’at
ettiğini yazdı. Ebu Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe’yi kendi malından dörtyüz dinar
mehir ile Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e nikahladı. Mü’minlerin
annesini ve diğer müslümanları Amr bin Ümeyye başkanlığında iki gemi ile
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e gönderdi. Habeş’ten gelen müslümanlar
Hayber seferi esnasında Medine’ye vardılar.
Necaşi Hicri 9 Recep ayında vefat etti.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onun için gaib namazı kıldırdı.
Müslüman Necaşi’nin yerine geçen ikinci krala da mektup yazdı. Fakat bu kralın İslam’a
girip girmediği bilinmemektedir.
Rahman ve
Rahim Allah’ın Adıyla
Allah’ın
kulu ve Rasulu Muhammed’den, Kıptilerin büyük reisi el-Mukavkıs’a;
Hidayete
ittiba edene selam olsun! Ben seni İslam’ın çağırışıyla çağırıyorum. İslamiyeti
kabul et ki selamete eresin. Allah sana çifte sevap verecektir. Eğer yüz
çevirirsen bütün Kıptilerin günahını sen üzerine almış olacaksın.
“Ey kitap
ehli! sizin ve bizim için aynı olan bir kelimeye geliniz ki, o Allah’dan başkasına
ibadet etmemek, her ne olursa olsun hiç bir şeyi O’na ortak koşmamak ve aramızdan
bazılarımız, Allah’dan başka bazı insanları Rabb edinmemeleridir. Şayet onlar,
bundan yüz çevirirse siz dersiniz ki; Bizim Allah’a
teslim olan müslümanlar olduğumuza şahit olunuz.”
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Mukavkıs’a
Hatib bin Ebi Belta’yı gönderdi. Mukavkıs O’nu hoş karşıladı ve ikramda
bulundu. “Yakında bir Peygamberin Şam tarafından çıkacağını zannediyordum.”
dedi. Ancak müslüman olmadı. Mısır’ın en gözde iki cariyesi Mariya ve Sirin ile
beraber, ismi Düldül olan bir at, mektup ve güzel kıyafetlerden oluşan bir
hediye hazırlayıp Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e gönderdi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Mariya’yı kendisine ayırıp Sirin’i de
Hassan bin Sabit’e verdi. Düldülü de yine kendisine binek olarak ayırdı.
“Rahman
Rahim Allah’ın Adıyla.
Allah’ın
Rasulu Muhammed’den İranlıların büyük reisi Kisra’ya;
Hidayete
ittiba eden ve Allah Rasulu’ne inanan, eşi ve ortağı olmayan Allah’dan başka
ilah olmadığını, Muhammed’in O’nun kulu ve Rasulu olduğunu beyan edenlere selam
olsun! Ben seni İslam’ın bütün çağırışı ile çağırıyorum, zira ben her canlıyı
dine davet, kafirlere karşı Allah’ın sözünü yerine getirmek için bütün insanlar
nezdinde Allah’ın Rasulu’yüm. O halde İslam’ı kabul et ve selamet bul, şayet
reddedersen mecusilerin günahı senindir.”
Mektubu da Abdullah bin Huzafe es-Sehmi ile
gönderdi ve mektubu Kisra’ya ulaştırmak üzere Bahreyn reisine vermesini
emretti. Mektup Kisra’ya ulaşınca, Kisra mektubu paramparça etti ve “Benim
raiyetimde olan basit bir köle kendi ismini benim ismimden önce yazmış” diye
öfkesini dile getirdi. Bu durum Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e ulaşınca
‘Allah onun mülkünü parçalasın”
buyurdu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in bu duası gerçekleşti ve
Kisra önce Bizans ordusu önünde büyük bir hezimete uğradı. Ardından oğlu
ayaklanarak babasını devirip tahta kendisi geçti. İran’da çalkantıların ve
bölünmelerin ardı arkası kesilmedi. Nihayet Ömer -radıyallahu anh- döneminde İslam
orduları tarafından fethedilerek, İslam topraklarına katıldı.
Rahman Rahim Allah’ın Adıyla
Allah’ın
kulu ve Rasulu Muhammed’den, Rumların büyük reisi Heraklius’e:
Hidayete
uyanlara selam olsun! Müslüman ol, selamet bul! Müslüman ol ve Allah, sana iki
kat ecrini verir. Eğer yüz çevirirsen, köylülerinin günahı senindir.
“Ey kitap
ehli! sizin ve bizim için aramızda ortak olan bir kelimeye gelin ki, o
Allah’dan başkasına ibadet etmemek, her ne olursa olsun, hiç bir şeyi O’na
ortak koşmamak ve aramızdan bazılarımızın, Allah’dan başka bazı insanları Rabb
edinmemeleridir. Şayet onlar, bundan yüz çevirirse, siz dersiniz ki; Bizim
Allah’a teslim olan müslümanlar olduğumuza şahit olun.”
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bu
mektubunu da Dıhye bin Halife el-Kelbi’ye verdi ve Kisra’ya ulaştırmak üzere
Basra reisine vermesini emretti. O sırada Rum imparotoru Heraklius, İranlılara
karşı kazandığı zaferin şükrünü eda etmek amacıyla Hıms’dan Beytül Makdis’e
yayan olarak gelmiş bulunuyordu. Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’in
mektubu kendisine ulaşınca, O’nun hakkında bilgi almak için adamlarına
kendisine bazı arapların getirilmesini emretti. Onlar da bir Kureyş kervanının
başında bulunan Ebu Süfyan ve mahiyetindeki arapları alıp imparatorun huzuruna
getirdiler. Heraklius onları meclisine aldı ve Peygambere en yakın olanının kim
olduğunu sordu. Onlar da Ebu Süfyan’ı öne çıkardılar.
Kral, O’nu kendisine yaklaştırıp, diğerlerini
arkasına aldı ve onlara “Ben bu adama o adam (Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem-) hakkında bazı sorular soracağım. Yalan söylerse bana bildirin” dedi.
Ebu Süfyan kralın huzurunda yalan söylemekten çekinerek sorulara doğru cevap
verdi.
Heraklius:
“Aranızda O’nun (Nebi -sallallahu aleyhi
vesellem-’in) soyu nasıldır?” dedi. Ebu Süfyan:
“O aramızda en soylu kimselerdendir.” dedi.
Heraklius:
“O’ndan önce Peygamberlik iddiasında bulunan başka
arkadaşınız oldu mu?” dedi. Ebu Süfyan:
“Hayır.” dedi. Heraklius:
“O’na ileri gelenler mi yoksa zayıflar mı tabi oldular.”
dedi. Ebu Süfyan:
“Zayıflar” dedi. Heraklius:
“Artıyorlar mı yoksa eksiliyorlar mı?” dedi. Ebu
Süfyan:
“Artıyorlar.” dedi. Heraklius:
“O’nun dinine tabi olduktan sonra dininden dönen
oludu mu?” dedi. Ebu Süfyan:
“Hayır.” dedi. Heraklius:
“Peygamberlik iddiasından önce hiç O’nu yalan
ile itham ettiğiniz oldu mu?” dedi. Ebu Süfyan:
“Hayır.” dedi. Heraklius:
“Hainliğine şahit oldunuz mu?” dedi. Ebu Süfyan:
“Hayır.” dedi. Heraklius:
“O’nunla savaştınız mı?” dedi. Ebu Süfyan:
“Evet.” dedi. Heraklius:
“Netice nasıl oldu?” dedi. Ebu Süfyan:
“Bazen biz O’nu, bazen de O bizi yendi.” dedi.
Heraklius:
“Size ne emrediyor?” dedi. Ebu Süfyan:
“Allah’a ibadet edin, O’nu bir şeye şirk koşmayın
diyor. Ayrıca namaz, sadaka, iffet ve sılayı rahimi emrediyor.” dedi.
Heraklius, Ebu Süfyan’la girdiği bu karşılıklı
diyalogdan sonra şöyle dedi.
“O’nun aranızda soylu bir nesebten geldiğini
söyledin. Peygamberler hep böyledir. Kavimleri arasında nesep sahibidirler.
Daha önce aranızdan hiç kimsenin Peygamberlik
iddiasında bulunmadığını söyledin. Eğer böyle olsaydı bir başkasının sözünü
taklit ediyor derdim.
O’nun ataları arasında bir kral’ın olmadığını
söyledin. Eğer öyle olsaydı atalarının krallığını isteyen bir adam derdim.
O’nun asla yalan söylemediğini söyledin. İnsanlara
karşı yalan söylemeyen Allah’a karşı da yalan söylemez.
O’na zayıfların tabi olduklarını söyledin.
Peygamberlere zaten zayıflar hep tabi olurlar.
Onların gün geçtikçe çoğaldıklarını söyledin. İman
meselesi hep böyledir. Mutlaka tamamlanır.
O’nun emanete asla hıyanet etmediğini söyledin.
Bu Peygamberlerin şanındandır. Asla hıyanet etmezler.
O’nun Allah’a ibadet etmenizi ve hiç bir şeyi
O’na şirk koşmamanızı emrettiğini, size putlara tapmayı yasakladığını, namazı,
sadakayı ve iffeti emrettğini söyledin. Eğer söylediklerin doğruysa O yakında şu
ayaklarımın bastığı yerlere sahip olacaktır. Bir Peygamberin çıkacağını
biliyordum, ancak sizden olacağını zannetmiyordum. O’nunla görüşmeyi çok
isterdim. O’nunla görüşseydim ayaklarını yıkardım.
Heraklius daha sonra katibine emrederek
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’in mektubunu okuttu. Huzurunda bulunan
din adamları buna çok kızdılar ve bağırıp çağırmaya başladılar. Ebu Süfyan ve
beraberindeki araplar imparatorun huzurundan çıkarıldılar. Ebu Süfyan arkadaşlarına
“Sarıoğulların Kralı O’ndan korkuyor.” diye hayretini ifade etti. Bu olaydan
sonra da Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in dininin galip geleceğini
içtenlikle kabul etti. Hatta Allah O’nu İslam’a girmeye muvaffak kıldı.
Heraklius Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in elçisi Dıhye bin Halife’ye birçok mal ve hediye vererek hoşnutluğunu
ifade etti. Sonra Hıms’a dönerek Doğu Roma ileri gelenlerini sarayında topladıktan
sonra sarayının kapılarını kitletti. Sonra
onlara hitaben “Ey Roma azizleri! Kurtuluş ve doğruluğa ermek aynı
zamanda mülkünüzün elinizde kalmasını ister misiniz? Bu Peygambere tabi olun”
dedi. Rumlar O’nun bu sözlerini işitir işitmez ürkmüş yaban eşekleri gibi sarayın
kapılarına koştular. Ancak kapılar kapalı olduğundan dışarı çıkamadılar. Kayser
onların nefretlerini görünce “Bana gelin” dedi. “Ben bu sözleri sizin dininize
olan bağlılığınızı ölçmek için söyledim. Dininize ne kadar bağlı olduğunuzu
bizzat gördüm.” dedi. Bunun üzerine Kayser’e secde ettiler ve hoşnut oldular.
Bu rivayetten Kayser’in Peygamberimiz
-sallallahu aleyhi vesellem-’in nübüvvetini tamamen bildiği ancak krallık
kürsüsüne olan sevgisi yüzünden İslam’a girmediği anlaşılıyor. Böylece
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’in de buyurmuş olduğu gibi kendi ve halkının
günühlarını yüklenmiş oldu.
Dıhye bin Halife’ye gelince, Medine’ye dönüş
yolunda Cüzamoğulları kabilesine mensup kişiler tarafından yolu kesildi ve
soyuldu. Medine’ye geldiğinde durumu Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e
bildirdi. O da Zeyd bin Harise’yi beşyüz kişilik bir orduyla onların üzerine
gönderdi. Zeyd onlara saldırdı ve bin deve, beşbin koyun ganimet ile kadın ve
çocuklardan oluşan yüz kişiyi esir
alarak Medine’ye getirdi. Bu kabilenin müslüman olmuş liderlerinden Zeyd bin
Rufaa yine kendisi gibi müslüman olmuş diğer kabile fertleriyle Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’e geldi. Yolu kesildiği zaman Dıhye’ye yardım da
etmişlerdi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- koyun ve esirleri O’na geri
verdi.
Rahman
Rahim Allah’ın Adıyla;
Allah’ın
Elçisi Muhammed’den Haris bin Ebi Şemr’e;
Hidayete
uyup, Allah’a iman eden ve doğrulayana selam olsun! Ben seni hiçbir ortağı
olmayan bir tek Allah’a iman etmeye çağırıyorum. Böyle yaparsan memleketin sana
kalır.
Bu mektubu da Şuca bin Vehb el-Esedi ile
gönderdi. Prens mektubu okuduktan sonra attı ve “Kim benim memleketimi benden
alacakmış?” diye haykırdı. Müslümanlara saldırmak üzere bir ordu hazırlamaya
koyuldu. Ancak Kayser O’nun Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in üzerine
yürümesine izin vermedi. Bunun üzerine mektubu getiren Allah elçisinin elçisine
çeşitli hediyeler vererek geri gönderdi.
Basra prensini İslam’a davet etmek için hazırladığı
mektubunu Haris bin Umeyr el-Ezdi ile gönderdi. Haris Ürdün’ün güneyinde
bulunan Muta mevkine gelmişti ki Şürahbil bin Amr el-Gassani’nin saldırısına uğradı
ve şehid edildi.
Bu Allah Rasulunün elçilerine yönelmiş düşmanca
tavırların en şiddetlisi idi. Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem-
kimsenin elçisini öldürtmemişti. Fakat O’nun elçisi öldürülmüştü. Bu Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’i derinden yaraladı. İleride geleceği gibi, Muta
savaşına bu olay neden oldu.
Rahman
Rahim Allah’ın Adıyla
Allah’ın
Rasulu Muhammed’den Hevze bin Ali’ye; Hidayete uyanlara selam olsun! Bil ki
dinim tüm Arabistan’a yayılacaktır. İslam’a
gir, selamet bul. Elin altındaki mülkünü sana bağışlayayım.
Bu mektubu da Süheyl bin Amr el-Amiri ile
gönderdi. Yemame emiri Allah Rasulu’nün elçisine iyi davrandı ve ikramda
bulundu.
Cevap olarak şöyle yazdı.
“Çağrın çok güzel. Ben kavmimin şairi ve
hatibiyim. Arap bana saygı duyar. Bana bazı hususiyetler tanı sana uyayım.”
O’nun bu cevabı Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’e ulaşınca “Benden bir parça
toprak istese yine O’na vermem” buyurdu. Bu zat Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- Mekke’nin fethinden dönerken öldü.
Ala bin el-Hadramiyi İslam’a çağıran mektubu ile
O’na gönderdi. Münzir mektubu alır almaz kavminden bir çok kimseyle beraber
müslüman oldu. Bahreynlilerin bazıları ise Yahudilik ve mecusilik üzerine
bulundukları dinlerine bağlılıklarını sürdürdüler. Münzir bu durumu Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’e yazarak ne yapması gerektiğini sordu. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- de müslüman olanları kendi hallerine bırakmasını,
yahudi ve mecusilerden ise cizye almasını emretti ve islah ettiği sürece
görevinde kalabileceğini bildirdi.
Umman Kralı
Cifer ve Kardeşine Mektubu
Rahman
Rahim Allah’ın Adıyla
Allah’ın
Rasulu Muhammed’den Cifer ve İyaz’a;
Hidayete
uyana selam olsun! Ben sizi İslam’ın bütün çağırışıyla çağırıyorum. İslam’a
girin, selamet bulun. Zira ben her canlıyı dine davet, kafirlere karşı Allah’ın
sözünü yerine getirmek için bütün insanların nezdinde Allah’ın Rasuluyüm. İslam’ı
kabul ederseniz, sizi mülkünüzde emir sahibi olarak bırakırım, İslam’ı kabul
etmekten çekinirseniz, mülkünüz yok olacaktır.
Rasûlullah bu mektubunu da Amr bin As aracılığıyla
gönderdi. Amr Umman’a geldiğinde Cifer’in kardeşi İyaz ile karşılaştı ve O’nu İslam’a
davet etti. İyaz Amr’dan Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in daveti hakkında
ayrıntılı bilgiler aldı. Duyduğu şeyler hoşuna gitti. Sonra Amr’ı alarak Umman
kralı olan kardeşinin huzuruna çıkardı. Amr O’na Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in mektubunu takdim etti. O da mektubu okuyup kardeşine verdi ve
Kureyş’in ne yaptığını sordu. Amr O’na Kureyş’in İslam’a girdiğini bildirdi.
Kendilerinin de İslam’a girmesini aksi halde İslam ordusu tarafından
memleketinin çiğneneceğini söyledi.
Cifer birkaç gün düşünüp durumu kardeşiyle müşavere
ettikten sonra İslama girdi. O ve kardeşi zekatların toplanılması hususunda
Amr’a yardımcı oldular.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Umman
kralına bu mektubu Mekke’nin fethinden sonra göndermiştir. Diğer tüm mektuplar
ise fetihten önce gönderilmiştir.
Hudeybiye antlaşması on yıl boyunca savaş yapılmaması
maddesini içeriyordu. Bu madde ile, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Arap yarımadasındaki en büyük düşmanı olan Kureyş’den gelebilecek bir
tehlikenin önünü kesmiş oldu. Bundan sonra, hiziplerin hile ve hıyanet bakımından
en habisi olan yahudilerle olan hesabı kapatmak zamanı gelmişti. Yahudiler
Kuzey bölgesinde bulunan Hayber ve civarında temerküz etmişlerdi. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- Hayber’e hareket etmek üzere hazırlanırken, küçük
çapta başka bir savaş oldu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Hayber’e
hareket etmeden üç gün önce vuku bulmuştur. Olay, civardaki çetelerin
müslümanların hayvanlarını otlatan çobanlara saldırıp, hayvanları ele
geçirmeleri üzerine başlamıştır. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- durumu
haber alır almaz derhal harekete geçmiş ve çeteyi takip ederek birçoklarını
öldürdükleri gibi, hayvanlarını da geri almışlardır. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- -sallallahu aleyhi vesellem- bu hususta gösterdikleri başarılardan
dolayı Ebu Katade ve Ebu Seleme -radıyallahu anh-’yı övmüştür.
Hicri 7. yılın Muharem ayında Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- Hayber’e hareket etti. Hudeybiye seferine katılmamış
olan kimseler de ganimet elde etmek amacıyla bu sefere katılmak istediler.
Ancak Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onların İslam ordusuna katılmalarına
izin vermedi ve ancak cihad nedeniyle savaşa çıkılacağını bildirdi. İslam
ordusu sadece Rıdvan beyatına katılan 1400 kişiden müteşekkil olarak Hayber’e
yürüdü. Medine’ye naib olarak Süba bin Arfate el-Gıffari bırakıldı.
İslam ordusu önce bilinen Hayber yolu üzerinde
ilerledi. Sonra yolun yarısında yahudilerin Şam’a kaçmalarını önlemek için Şam
cihetinde ki başka bir yoldan yürüyüşe devam edildi.
Son gecelerini Hayber yakınlarındaki bir
mevkiide geçirdiler. Yahudilerin bundan haberleri yoktu. Müslümanlar sabah
namazını burada eda ettikten sonra şehre doğru yürüyüşlerini sürdürdüler.
Yahudiler ise müslümanların geldiğinden habersiz tarla ve bağlarında çalışmak
üzere evlerinden çıkmışlardı. İslam ordusunu karşılarında görünce “Muhammed ve
Ordusu” diyerek koşup kalelerine sığındılar.
Bunun üzerine Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- :
“Allahü
ekber, Hayber halkı çıkmış, biz bir kavmin sahasına indiğimiz zaman, inzar
olunanların sabahı ne kötüdür.” buyurdu.
Medine’nin 181 Km kuzeyinde kalan Hayber üç
semtten oluşuyordu. Nata, Küteybe ve Şak.
Nata’da üç kale vardı. Naim, Sa’b ve Zübeyr
kaleleri.
Şak’da ise iki kale vardı. Eba ve Nezzar
kaleleri.
Küteybe’de ise üç kale bulunmaktaydı. Kamus,
Vatih ve Selalem kaleleri.
Ayrıca bu büyük kalelerin yanısıra birçok küçük
kalecik de bulunmaktaydı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ordugahını
Nata’nın doğusuna, ok mesafesinin ulaşamayacağı bir mevziye kurdu. Çok sağlam
ve yüksek olarak inşa edilmiş olan Naim kalesinin kuşatılması ile savaş fiilen
başlamış oldu. Yahudiler şiddetli direniş gösterdiler. Bu kale yahudilerin bin
kişiye meydan okuyan büyük pehlivanları Marhab’ın komutasındaydı. İki taraf
arasında karşılıklı ok atışmaları günlerce sürdü. Daha sonra Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- müslümanları fetih ile müjdeleyerek şöyle buyurdu:
“Yarın sancağımı Allah’ın ve Rasulu’nün sevdiği
bir adama vereceğim”
Müslümanlardan herbiri sancağın kendisine
verilmesi temennisiyle o geceyi geçirdi. Sabah olunca Allah Rasulu -sallallahu
aleyhi vesellem-
“Ali
nerede”
diye sordu.
“Gözü ağrıyor” dediler. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- O’nu çağırttırıp, tükürüğünü gözlerine sürdü. Böylece Ali’nin
tüm ağrısı kesilmiş oldu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- sancağı O’na
verdi ve savaşmadan önce onları İslam’a davet etmesini emretti.
Yahudiler, şiddetli bir saldırıya muhatap
kalacaklarını bildikleri için kadın ve çocuklarını daha güvenli olan Şak
kalelerine naklettiler. Müslümanlarla bitirici bir karşılaşmaya hazırdılar.
Sabah olunca Ali onların hazırlıklı olduklarını gördü. Onları İslam’a kabule çağırdı
ancak yahudiler bunu reddettiler. Komutanları Marhab şöyle diyerek müslümanları
mübarezeye davet etti.
“Bütün Hayber bilir ki ben Marhab’ım
Silahımı çektim, tecrübeden geçmiş bir kahramanım
Savaş ateş püskürerek üstüme gelse de vururum.”
O’nun karşısına Amir bin Ekva çıktı. O da şöyle
dedi.
“Hayber benim de Amir olduğumu bilir.
Silahımı çektim, maceracı bir kahramanım”
İki pehlivan karşı karşıya geldiler. Bir müddet
karşılıklı çarpıştıktan sonra Amir şehid edildi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- O’nun hakkında “Amir’e iki kat
ecir vardı.” buyurdu.
Marhab’ın karşısına daha sonra şöyle diyerek Ali
-radıyallahu anh- çıktı.
“Bana Haydar ünvanını anam vermiştir.
Ben korkunç ormanların aslanıyım.
Kılıca kılıçla mukabele etmesini bilirim.”
Ali aradan çok geçmeden o koca yahudi pehlivanının
boynunu vurarak öldürdü. Sonra kardeşi Yasir meydana çıkıp mübareze istedi.
O’nun karşısınada Zübeyr bin Avvam çıktı ve O’nu kardeşinin akibetine uğrattı.
Sonra şiddetli bir çarpışma başladı. Yahudilerin birçok pehlivanının bu çarpışmada
öldürülmesi, morallerini bozdu, gevşekliğe kapıldılar. Müslümanlar kuvvet
kullanarak bu kaleyi zaptettiler. Bunun üzerine yahudiler Sa’b kalesine doğru
kaçıp, oraya sığındılar. Müslümanlar fethettikleri Naim kalesinden birçok mal,
yiyecek ve silah elde ettiler. Bu onların savaş azimlerini daha da yükseltti.
Müslümanlar daha sonra Habbab bin Münzir komutasında
Sa’b kalesini kuşattılar. Kuşatma üç gün sürdü. Sonra Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- fetih için dua edip, müslümanları kaleye şiddetle saldırmaları
hususunda teşvik etti. Müslümanlar kaleye şiddetle saldırdılar. Bu çok şiddetli
çarpışmalar yahudilerin hezimete uğramaları ile sonuçlandı. Güneş batmadan önce
müslümanlar kaleyi fethetmiş oldular. Buradan da birçok mal ve yiyecek elde
ettiler. Bu kalenin fethinden önce müslümanların yiyecekleri tükenmişti. İnsanlar
açlıktan eşeklerini kesip yemeye başlamışlardı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- eşek eti yenilmesini yasakladı ve kazanlardaki eşek etinin
dökülmesini emretti.
Buradan da atılan yahudiler kaçıp Zübeyr
kalesine sığındılar. Bu Nata semtindeki son yahudi kalesiydi. Müslümanlar bu
kaleyi de kuşattılar. Kuşatmanın dördüncü günü bir yahudinin ihbarı üzerine
kaleye giden gizli su kanallarını keşfettiler ve bu kanalları keserek
yahudileri susuz bıraktılar. Bunun üzerine yahudiler kalelerinden çıkıp şiddetle
müslümanların üzerine saldırdılar. Ancak bu çarpışma onların hezimeti
müslümanların zaferi ile neticelendi. bunun üzerine yahudiler buradan da Şak
semtine kaçtılar ve ordaki Eba kalesine sağındılar.
Müslümanların burayı da kuşatmaları üzerine
yahudiler, kaleden çıkarak savaşmaya karar verdiler. İçlerinden biri çıkarak mübareze istedi ve öldürüldü. Sonra bir diğeri
çıktı ve o da Ebu Dücane -radıyallahu anh- tarafından öldürüldü. Ebu Dücane
rakibini öldürür öldürmez doğruca kaleye yöneldi. Müslümanlar da O’nu takib ederek
düşmanı yarıp kaleye girdiler. Kale içindeki şiddetli çarpışmalardan sonra
yahudiler bu kaleyi terkedip Nezzar kalesine koşup sığındılar. Bu kale Şak mıntıkasındaki
son kaleydi. Müslümanlar Eba kalesini de feth ederek yine birçok ganimet ele geçirdiler.
Sonra Nezzar kalesine doğru harekete geçtiler.
Bu kale Bağn tepesine kuruluydu ve kaleye giden herhangi bir yol yoktu. Çok sağlam
korunuyordu. Yahudiler müslümanların asla burayı alamayacaklarından emindiler.
Dolayasıyla kadınlarını ve çocuklarını bu kalede muhafaza ediyorlardı. Kale
surlarına okçular yerleştirerek müslümanların kendilerine yaklaşmalarına engel
oldular. Ancak müslümanlar onlara karşı Mancınık kullanınca korku ve dehşete
kapılıp, bu kaleyi de terk ederek Küteybe mıntıkasına kaçtılar. Müslümanlar bu
kaleden de birçok ganimetler elde ederek, konumlarını güçlendirdiler.
Müslümanlar daha sonra yahudileri takip ederek
Küteybe mıntıkasındaki Kamus kalesini muhasara altına aldılar. Muhasara yaklaşık
yirmi gün kadar devam etti. Sonra yahudiler eman dileyerek teslim oldular.
Yahudilere kadın ve çocuklarıyla beraber
Hayber’i terketmeleri hakkı tanınarak, eman verildi. Ayrıca altın, gümüş, at ve
silah dışındaki mallarını da almalarına müsade edildi. Ancak bunlardan bir şeyi
gizlemeleri halinde kendilerinden zimmetin kaldırılacağı ihtar edildi.
Yahudiler bu anlaşmadan sonra diğer kalelerini de müslümanlara teslim ettiler.
Müslümanlar onlardan birçok silah ganimet almış oldu. Ayrıca içinde Tevrat
ayetlerini ihtiva eden birçok sahifeler de ele geçirdiler. Fakat bu sahifeleri
yahudilerden talepleri üzerine onlara geri iade ettiler.
Yahudilerden Kinane bin Ebi Hakik ve kardeşi
andlaşmaya hiyanet ederek ellerindeki birçok altın, gümüş ve mücevherleri
sakladılar. Bunun üzerine müslümanlar onlardan zimmeti kaldırdılar ve hıyanetlerinden
dolayı onları cezalandırdılar. Yahudi liderlerinden Hay bin Ahtab’ın kızı
Safiyye Kinane’nin karısı idi. Kinane’nin öldürülmesi üzerine Safiyye esirler
arasına katıldı.
Bu savaşta yahudilerden 93 kişi öldürüldüğü gibi
müslümanlardan da 15 kişi şehit edilmiştir.
Habeşistan muhacirleri Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’in elçisi Amr bin Umeyye ile beraber döndüler. Onlardan onaltı
kişi başlarında Cafer bin Ebi Talib olduğu halde doğruca Hayber’e Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’in yanına gittiler. Onlar geldiklerinde Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- Hayber’i henüz yeni feth etmişti. Cafer’e sarılıp şöyle
dedi. “Hayber’in fethine mi, yoksa
Cafer’in gelişine mi sevineceğimi bilemiyorum” Hayber’in ganimetlerinden
onlara da pay verdi. Habeş’ten dönen diğer muhacirler ise aileleriyle beraber
doğruca Medine’ye gitmişlerdi.
Rasûlullah Hayber seferine çıktıktan sonra Ebu
Hureyre de Medine’ye gelerek müslüman olmuştu. Sonra Hayber’e giderek
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ile buluştu. Allah Rasulu O’na da
Hayber ganimetlerinden pay verdi.
Hayber’in fethinden sonra buraya gelen
müslümanlardan birisi de Üban bin Said’dir. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- O’na ve arkadaşlarına ganimetten bir pay vermedi.
Yahudiler hezimete uğrayıp teslim olduktan sonra
sürgüne gönderilmeden önce yeni bir öneri getirerek, “Ey Muhammed! Bizi burada
bırak. Ekip biçelim. Çünkü bu konuda sizden daha mahiriz. Sonra hasadın yarısını
size veririz.” dediler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- istediği zaman
onları sürgüne gönderme şartıyla bu tekliflerini kabul etti. İslam aleyhine çalışmaya
başlamaları üzerine Ömer bin Hattab -radıyallahu anh- tarafından sürgün
edilinceye kadar burada kaldılar.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- her grup
yüz hisseden müteşekkil olmak üzere Hayber’i 36 grup hisseye ayırdı. Bunda yarısını
devlete ayırdı, geriye kalan on sekiz hisseyi ise süvarilere 3, piyadelere 1
hisse olmak üzere gaziler arasında paylaştırdı. Böylece ikiyüz kişilik süvari
birliğine toplam 6 grup hisse düşmüş oldu. Bin ikiyüz kişilik piyade birliğine
12 grup hisse elde etmiş oldu.
Hayber’den birçok yiyecek ve hurma da ganimet alınmıştı.
Aişe şöyle demiştir: “Hayber fethedildiği zaman, şimdi hurmaya doyabiliriz”
dedik. Medine’ye döndükten sonra muhacirler hurma bahçelerinden kendilerine düşen
payları Ensar kardeşlerine bağışladılar.
Hayber fethedilip huzur ve sükunet sağlandıktan
sonra yahudiler hile ve tuzaklarına tekrar dönerek Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’i zehirlemeye karar verdiler. Selam bin Müşkim’in karısı bir
koyun kızartarak zehirleyip Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e hediye
ettiler. Kadın, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in bud kısmını sevdiğini
öğrendiği için, özellikle o kısma daha çok zehir koydu. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- ilk lokmayı alır almaz ete zehir konduğunu derhal anlayarak
yemekten el çekti ve arkadaşlarını uyararak onları da yemekten men etti.
Zehirli eti kendilerine ikram eden yahudi kadını getirip sorguladılar.
Yahudiler suçlarını itiraf ederek şöyle dediler: “Eğer bir kral ise ondan
kurtulacaktık, yok Peygamber ise zaten zarar görmezdi” Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- onların bu habis davranışlarını bağışladı. Ancak daha sonra
sahabelerden Bişr bin Berra’nın yediği zehirli etten zehirlenip ölmesi üzerine,
bu kadın O’na kısas olarak idam edildi.
Fedek bugün Hait olarak bilinen ve Hayber’in doğusunda
kalan yerleşim biriminin adıdır. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Hayber’e vardıktan sonra Muhaysa bin Mesud’u göndererek onları İslam’a davet
etti. Ancak onlar cevap vermeyi geciktirdiler. Fakat Hayber’in fethini duyunca
korkuya kapıldılar ve kendilerinin de aynı şartlarla teslim olduklarını
bildirdiler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- aynı şekilde onlarla anlaşma
yaptı. Fedek arazisi Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’e mahsus idi.
Oradan elde ettiği gelirle kendisinin ve ailesinin masraflarını karşılar ve Haşimoğullarına
yardımda bulunurdu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Hayber’den sonra halkı yahudi olan Kura Vadisine hareket etti ve onları İslam’a
davet etti. Ancak yahudiler İslam’a girmedikleri gibi teslim olmaya da yanaşmadılar.
Savaş için çıktılar. Mübareze için gelen ilk adamlarını Zübeyr bin Avvam
katletti. Bu şekilde onbir yahudi öldürüldü. Gün bir mızrak boyu yükselmemişti
ki Vadil Kura yahudileri büyük bir hezimete uğradılar. Müslümanlar onlardan
birçok ganimet elde ettiler. Yahudiler kendilerine de Hayber halkına yapılan
muamelenin yapılmasını talep ettiler. Müslümanlar onların bu taleplerini kabul
ettiler.
Yahudiler, Fedek ve Vadil Kura yahudilerinin başlarına gelenler Teyma Yahudilerine ulaşınca, Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’e cizye vererek İslam zimmetine girdiler. Bu
sayede memleketlerinde güvenlik ve huzur içinde yaşadılar.
Yahudi liderlerinden Hay bin Ahtab’ın kızı
Safiyye esir edilince O’nu Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in izniyle Dıhye
bin Halife aldı. Ancak sahabeler Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e
müracaat ederek “O Kureyza ve Nadir yahudilerinin sultanıdır. Senden başkasına
layık olmaz” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Safiyye’yi çağırarak O’nu İslam’a davet etti. Safiyye’nin İslam’a girmesi
üzerine de O’nu azad ederek nikahı altına aldı. Özgürlüğe kavuşmasını mehir kıldı
ve Medine’ye dönüş yolunda O’nu gerdeğine aldı.
İslam ordusu bu seferden Medine’ye Hicri 7. yılın
safer ayının son günlerinde döndü.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Hayber’den döndükten sonra, Enmar, Salebe ve Muharib oğulları bedevilerinin
savaş için toplandıklarını haber aldı. Medine’ye Osman bin Affan’ı naib tayin
ederek yediyüz kişilik bir ordu ile harekete geçti. Medine’ye iki gün uzaklıktaki
Nahl mevkisinde büyük bir insan seliyle karşılaştılar. İki taraf ta savaş
konumu alıp birbirlerini korkuttular. Namaz vaktinin girmesi üzerine Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- Salatül Havf (Korku namazı) kıldırdı.
Her iki taraf da birbirinden çekindiğinden savaşmadan
ayrıldılar. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- düşmanın gözünü korkutmuş
olarak Medine’ye geri döndü.
Bu savaşa Zatü’r-Rika denilmesinin sebebi şudur.
Burada Zatü’r-Rika denilen bir ağaç vardı. Veya
taşlar müslümanların ayaklarını yaraladığından ayaklarına bezler bağladıkları
için bu adı almıştır.
Bu gazvede çok ilginç bir olay olmuştur.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bir gün gölgelik bir ağacın altına
giderek kılıcını asıp, ağacın altında uyudu. Sahabe de diğer gölgeliklere dağılarak
istirahata çekilmişlerdi. O esnada müşriklerden biri gizlice Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’in yanına sokularak kılıcını aldı ve o anda Allah
Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem- uyandı. Adam elindeki kılıcı göstererek
“Benden korkuyor musun?” diye sordu. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-
“Hayır” buyurdu. Adam:
“Seni benden kim koruyacak” diye sorunca,
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
“Allah” buyurdu ve bunun
üzerine kılıç adamın elinden düştü. Bu sefer onu Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- eline alarak adama
“Peki seni
benden kim koruyacak”
diye sordu. Müşrik af diledi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’nu İslam’a davet etti. Müşrik adam İslam’a
girmedi ancak bir daha da müslümanlarla savaşmama sözü verdi. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- O’nu serbest bıraktı. Adam kavminin arasına
gidince
“İnsanların en hayırlısının yanından geldim”
dedi.
Siyer alimlerinin çoğunun bu gazvenin Hicri 4. yılda
yapıldığını söylemelerine rağmen, doğrusu bu gazvenin hicri 7. yılda yapılmış
olduğudur. Zira bu savaşa iştirak eden Ebu Hureyre ve Ebu Musa el-Eşari, daha
önce de işaret ettiğimiz gibi ancak Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Hayber seferinde bulunurken gelmişlerdir.
Bu gazveden önce ve sonra da Medine’nin asayişini
temin ve etraftaki çeteleri dağıtmak için bazı askeri hareketleri daha olmuştur.
Ancak sözü uzatmamak için bu hareketler üzerinde durmaya gerek görmedik.
Hicri 7. yıl Zilkade ayında Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- Hudeybiye’de üzerinde anlaşma sağlanan Umreyi eda
etmek üzere Ebu Rehm el-Gıffari’yi Medine’ye yerine naib tayin edip Mekke’ye
hareket etti. Beraberlerinde altmış adet kurbanlık deve ve Kureyş’in ihanet
etmesine önlem olarak silahlı yüz kişilik bir süvari birliği eşliğinde yollarına
devam ettiler.
Zülhuleyfe mevkiinde ihrama girip hep beraber
telbiye getirdiler. Mekke yakınındaki Ye’cüc Vadisine geldiklerinde savaş
silhalarını çıkarıp, Evs bin Havli komutasındaki ikiyüz kişilik bir birliği burada
bırakıp, yanlarında sadece kılıçları olduğu halde Keda tepesinden Mekke’ye
girdiler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Kasva ismindeki devesi
üzerinde idi. Müslümanlar da O’nun etrafında hep bir ağızdan telbiye getirerek
Mescid-i Haram’a girdiler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- uzaktan
Hacerül-Esved’i selamlayıp, devesinin üzerinde, müslümanlarla beraber tavaf
etti. Sağ omuzları açık, koşar adımlarla Allah’ın evini tavaf ettiler. Abdullah
bin Revaha Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in devesinin önünde
yürüyerek coşkun neşidler söylüyordu.
Müşrikler müslümanların Mekke’ye girmesi üzerine
şehir merkezini boşaltarak Kaykaan dağına çekildiler. Aralarında müslümanlar
hakkında
“Yesrib sıtmasının erittiği kimseler” olarak
bahsederken, müslümanların disiplinli hareketlerini ve koşar adımlarla tavaf ettiklerini görünce, yanıldıkları
anladılar ve
“Bunlar şunlar şunlardan daha güçlü” diye
söylenmeye başladılar. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- müşrikler İslam’ın
gücünü göstermek için ilk üç tavafta koşar adımlarla yürümelerini emretmişti.
Sağ köşe ve Hacerü’l-Esved arası Güney cihetinde kaldığı için bu iki kısım arasında
normal yürüyorlardı. Çünkü burası müşriklerin görüşüne kapalı idi.
Müslümanlar tavaflarını tamamladıktan sonra bu
sefer de yedi kez Safa ve Merve tepeleri arasında sa’y ettiler. Merve’de
kurbanlarını kesip, saçlarını traş ettiler. Sonra Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- bir kısım sahabeleri Yecüc Vadisinde bekleyen müslümanlardan nöbeti
devir almaları için gönderdi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- gönderdiği
grup gidince, orada bekleyen diğer grup da gelip umrelerini eda ettiler.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- antlaşma
gereği Mekke’de üç gün kaldı. Bu süre zarfında Umre’yi edanın yanısıra Haris
el-Hilaliye’nin kızı ve şehidlerin efendisi Hamza’nın karısı Meymune ile
nikahlandı. Meymune Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’in talebini duyunca Abbas’ı kendisine vekil tayin
etti. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ihramda iken Abbas aracılığıyla
Meymune’yi nikahına aldı.
Dördüncü günün sabahı Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- ve müslümanlar Medine’ye dönmek üzere Mekke’den çıktılar.
Mekke’nin 9 mil uzağındaki Serf mevkiine ulaştıklarında Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- burada konakladı ve düğün yaparak Meymune ile zifafa girdi.
Sonra Medine’ye Allah’ın rüyasını gerçekleştirmiş olmanın sevinciyle mesrur
olarak döndü.
Allah’ın ilginç takdirine bakın ki Meymune vefat
ettiğinde yine bu serf bölgesinde bulunuyordu ve oraya defnedildi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Kaza
Umresinden döndükten sonra başta Mute ve Zatü’s Selasil olmak üzere bazı askeri hareketlere girişti.
(Hicri 8, Cemadul evvel)
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- ‘in kral
ve prenslere mektupları bülümünde Şürah bin Amr el-Gassani’nin, Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’in Basra reisine yazdığı mektubu götüren elçisi
Haris bin Umeyr’i öldürdüğünü daha önce yazmıştık. O’nun bu çirkin davranışı
savaş ilanı demekti. Bu haber Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e ulaşınca
çok kızdı ve derhal üçbin kişilik bir ordu hazırlayarak, başına Zeyd bin
Haris’i geçirdi. Ve şöyle buyurdu.
“Zeyd
öldürülürse, Cafer, Cafer de öldürülürse Abdullah bin Ravaha komutandır.”
Sonra beyaz bir sancak hazırlayarak Zeyd bin
Harise’ye verdi.
İslam ordusuna, onları önce İslam’a davet
etmelerini, kabul etmezseler savaşmaları talimatını verdi ve şu nasihatta
bulundu. “Allah’ın adı ile ve Allah’ın yolunda çıkın. Kâfirlerle savaşın. Hıyanet
etmeyin ve aşırı gitmeyin. Çocuklara, kadınlara, yaşlılara ve ibadete çekilmiş
rahiplere dokunmayın. Gereksiz yere ağaç kesmeyin ve bina yıkmayın.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- İslam
ordusunu Veda Tepelerine kadar giderek yolcu etti. Onlarla vedalaştı. İslam
ordusu burdan hareket ederek Maan’a -Ürdün’ün güneyi- kadar gelip, burada
indiler. Burada Doğu Roma imparatorunun yüzbin kişilik bir kuvvet ile harekete
geçtiğini, ayrıca müttefikleri Arapların da yüzbin kişilik başka bir ordu ile
onlara katıldıkları haberini aldılar. Müslümanlar bu haberleri duyunca iki gün
boyunca Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e adam göndererek, yardım
talebinde bulunmak veya harekete geçerek Rum ordusuyla savaşmak hususunda müşavereler
yaptılar. İbni Ravaha söz alarak müslümanları cesaretlendirip şöyle dedi:
“Ey kavmim, şehid olmaktan mı korkuyorsunuz. Biz
düşmanlara karşı sayı, kuvvet ve çoklukla savaşmadık, biz onlara karşı Allah
-Celle Celelühü-’ın bize ikram ettiği bu din ile savaştık. Hadi yürüyün, ancak şu
ikisinden biri olur; Ya zafer, ya da şehitlik.”
Bunun üzerine müslümanlar;
“Vallahi Revaha’nın oğlu doğru söyledi.”dediler.
Bundan sonra müslümanlar yürüyüşe geçerek Mute mevkiine gelip, savaş konumuna
girdiler.
Burada insanlık tarihinin en ilginç savaşlarından
biri yaşandı. Savaş çok şiddetli ve korkunçtu. Üç bin kişilik bir ordu,
ikiyüzbin kişilik bir ordu ile savaşıyordu. En mükemmel tarzda donatılmış bu
büyük düşman ordusu gün boyunca İslam ordusuna saldırıp durdu. Ancak her saldırı
büyük kayıplarla neticeleniyordu.
Mülümanların sancağını Zeyd bin Harise aldı ve
düşman saflarına daldı. Sonra savaştı... savaştı ve şehid düştü. Sonra sancağı
O’ndan Cafer bin Ebi Talib aldı. O da düşman saflarına dalıp kahramanca savaştı.
Yorulunca inip atını doğradı ve piyade olarak savaşmaya devam etti. Sağ eli
kesilince sancağı sol eline aldı. Sol eli de kesilince sancağı bağrına bastı ve
aldığı doksandan fazla yara nedeniyle şehid düşünceye kadar İslam sancağını
semalarda dalgalandırdı. Sıra Abudullah bin Revaha’ya gelmişti. O da geldi ve
sancağı alıp atıyla düşman saflarına atıldı. Şehid düşünceye kadar kahramanca
savaştı.
O’nun şehid düşmesiyle İslam sancağı da yere düşmedi.
Sabit bin Erkam yetişerek İslam sancağını eline aldı ve müslümanlara “Kendinize
bir komutan seçin” diye haykırdı. Onlar da Halid bin Velid’i komutan seçtiler.
Böylece sancak Allah’ın kılıçlarından bir kılıcın eline geçmiş oldu.
Halid sancağı kaptı ve ileri atılarak beşer
tarihinde bir benzeri daha görülmemiş bir şekilde kahramanca savaştı. Öyle ki
dokuz kılıç elinde parçalandı. Tüm bunlar olurken Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- Medine’de, sahabesine aynı anda olup bitenleri birer birer anlatıyordu.
Üç komutanın sırayla şehid düştüklerini ve komutanın Allah’ın kılıcı olarak
isimlendirdiği Halid bin Velid’e geçtiğini onlara haber verdi.
Akşam’ın girip ortalığın kararmasıyla her iki
taraf ta ordugahına çekildi. Sabah olunca Halid ordunun düzenini değiştirdi ve
önde bulunan birlikleri arkaya, arkada bulunanları öne, sağdakileri sola ve
soldakileri sağa yerleştirdi. Düşman askerleri karşılarında değişik çehreler
görünce, müslümanlara destek geldiğini zannedip, korkuya kapıldılar. Hafif çarpışmalardan
sonra Halid ordusunu planlı bir şekilde geriye çekti. Düşman bunun bir savaş
oyunu olduğunu düşünerek, geri çekilen İslam ordusunu takip etmeye cesaret
edemedi. Müslümanlar düzenli şekilde Mute gerilerine kadar çekilip yedi gece
burada düşmanı beklediler. Ancak düşman saldırmaya bir türlü cesaret
edemiyordu.
Sonra her iki taraf da birbirinden ayrılarak
savaşı sona erdirdiler. Rum ordusu müslümanlara sürekli yardım birliklerinin
geldiğini ve İslam ordusunun çöle çekilerek kendilerini içinden çıkamayacakları
bir girdaba sürüklemek istediklerini düşünerek müslümanları takip etmekten veya
saldırmaktan çekiniyorlardı. Böylece bu savaştan da müslümanlar kazançlı çıkmış
oldular. Mute savaşında 12 müslüman şehit düşmesine rağmen, düşman ölülerinin
sayısı bilinmemektedir. Ancak çok olduğu kesindir.
Mute savaşında Şam araplarının Doğu Roma ordularına
katılması üzerine, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onların bir
daha Romalılara yardım etmesini
engellemek ve onları kendi tarafına çekmek için, Amr bin As komutasındaki üçyüz
kişilik bir birliği onlara gönderdi. Çünkü Amr’ın babasının annesi onların
kabilelerinden biri olan Bela kabilesine mensuptu. Amr’a onları İslam saflarına
çekmesini bunu reddetseler de onlarla savaşmasını emretti. Amr beraberindeki
müslümanlarla Şam’a varınca, onların sayıca büyük bir üstünlüğe sahip olduklarını
görüp, Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’den destek kuvvet istedi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- de
muhacir ve ensar’ın kahramanlarından oluşan ikiyüz kişilik bir birliği Ebu
Ubeyde bin Cerrah komutasında O’na destek olarak gönderdi. Ordunun genel
komutanı ve namaz imamı Amr idi. İslam ordusu takviye aldıktan sonra sayıca çok
görünen düşman topluluğuna saldırıp, onları dağıttılar.
Selasil, Vadi’l Kura’da bulunan bir suyun
ismidir. Harekete bu ismin verilmesinin nedeni, müslümanların buraya inmeleri
nedeniyledir. Bu askeri hareket Mute harbinden bir ay sonra yani Hicri 8. yılın
Cemadül ahir ayında meydana gelmiştir.
Hicri 8 Ramazan ayında Allah Rasulu -sallallahu
aleyhi vesellem-’ne Mekkeyi Mükerreme’yi feth etmeyi nasip etti ki, bu en büyük
fetihtir. Allahu Teâlâ bu fetih ile dinini ve elçisini aziz kıldı, evini ve
beldesini kurtardı. Gök ehlini sevindirdi. Ve yine bu fetih ile insanlar bölük
bölük Allah’ın dinine girmeye başladılar.
Mekke’nin fethine şu olay sebep olmuştur:
Hudeybiye anlaşması ile Huzaa kabilesi müslümanlarla ittifaka girmiş, Bekroğulları
kabilesi ise Kureyş ile ittifaka girmiş idiler. Bu iki kabile arasında öteden
beri kan davası ve düşmanlık vardı. İslam’ın zuhuru ile yatışan bu düşmanlık
Hudeybiye’den sonra tekrar zuhur etti. Kureyş’in müttefiği olan Bekroğulları
kabilesi geceleyin ansızın fertlerinin çoğu İslam’a girmiş olan Huzaa
kabilesine saldırdı. O sırada Vetir soyunda bulunan Huzaa kabilesinden yaklaşık
yirmi kişi bu saldırıda hayatlarını yitirdiler. Bekroğulları bununla da kalmayıp
onları Mekke’ye kadar kovaladılar ve Mekke içinde de saldırılarını sürdürdüler.
Kureyş bu çatışmada müttefikleri olan Bekroğullarına gizlice adam ve silah yardımında
bulunarak destek oldu.
Ancak daha sonra Kureyş yaptığına pişman oldu ve
bu işin sonucundan kokmaya başladı. Derhal Ebu Süfyan’ı Medine’ye göndererek
kendileri ile müslümanlar arasındaki barış antlaşmasını yenilemeyi ve süresini
uzatmayı istediler. Ebu Süfyan Medine’ye geldiğinde kızı mü’minlerin annesi
Ümmü Habibe’ye misafir oldu ve Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in döşeğine
oturmak istedi. Ancak Ümmü Habibe radıyallahu anha hemen davranarak minderi
katlayıp, kaldırdı. Babası O’na:
“Yavrucuğum! Minderi mi bana mı yakıştırmadın,
yoksa beni mi mindere yakıştırmadın? Bir türlü anlayamadım” deyince müminlerin
annesi:
“Bak! Bu minder Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’a mahsustur. Sen putlara taptığından pissin. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-‘in minderinde oturmanı istemedim” diye sert bir cevap verdi.
Bunun üzerine Ebu Süfyan kızına:
“Yemin olsun ki benden ayrıldıktan sonra sapıtmışsın!”
Karşılığında bulundu ve ayrılarak Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in
yanına vardı. Kendisine durumu izah etmeye çalıştı, ancak Peygamber -sallallahu
aleyhi vesellem- hiç bir cevap vermedi. Çaresiz ayrılarak bu sefer de Ebu Bekir
-radıyallahu anh-’e baş vurdu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ile konuşarak
O’nu razı etmesini rica etti. Ebu Bekir O’na:
“Yapamam” karşılığını verdi. Sonra Ömer-radıyallahu
anh-’a geldi. Ömer -radıyallahu anh- aynı şekilde O’nun teklifini reddetti ve
sert karşılıkta bulundu. Ebu Süfyan son olarak da Ali’ye gelip aynı şeyi O’ndan
da rica etti. Ali -radıyallahu anh-’ da O’nun teklifini reddetti ve insanlardan
birisinin himayesinde Medine’yi terk etmesini tavsiye etti. Ebu Süfyan O’nu
dinleyerek eli boş olarak Medine’yi terk etti.
Ebu Süfyan’ın Medine’den ayrılmasından sonra
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- sefer için hazırlıklara girişti.
Civardaki Bedevi kabilelerine de haber göndererek onların da sefer için hazırlanmalarını
ve kendilerine katılmalarını istedi. Fakat hazırlıklar son derece gizli
tutuluyor ve Kureyş’in durumu haber almaması için özen gösteriliyordu. Hatta
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Rabbine şöyle niyazda bulunmuştur:
“Allahım!
Kureyş’in casuslarına ve istihbaratına darbe indir ta ki yurdunda O’nu basıp
etkisiz hale getirelim”
Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem- bu
gizliliğin yanısıra ayrıca Ebu Katede’yi Ramazan ayının başlangıcında Idım
vadisine göndererek bu bölgeye sefer yapmak isetediği imajını oluşturmak
istedi.
Bu arada sahabelerden Hatib bin Ebi Beltaa,
Kureyş’e bir mektup göndererek, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in
kendilerine doğru yürüyeceğini yazdı ve mektubu Mekke’ye giden bir kadına
verdi. Kadın mektubu örtülerinin içine saklayarak yola koyuldu.
Allah gökten haber göndererek durumu elçisine
sezdirdi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Ali, Mikdad, Zübeyr ve
Mirsad’ı göndererek kadını ve bulunduğu yeri tarif etti ve mektubu O’ndan geri
almalarını emretti. Sahabeler gelip kadını yakaladılar ve mektubu istediler.
Kadın kendisinde mektup olmadığını söyledi. Onlar da kadının üzerine aramakla
tehdid edince kadın, çaresiz mektubu örüklerinden çıkarıp verdi. Getirip
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e takdim ettiler. O da Hatib’i çağırarak
neden böyle yaptığını sorunca Hatib:
“Ey Allah’ın Elçisi!” Şu bir hakikattir ki ben şüphesiz
Allah’a ve Rasulune iman ettim. İnancımdan hiç bir şey değiştirmiş ve kaybetmiş
değilim. Ancak benim Mekke’de ne arkam ne de aşiretim vardır. Fakat ailem ve
çocuklarım oradaki insanların arasında mahsur bulunuyorlar. Ben de onları
kurtarmak için böyle bir yola başvurdum” diye cevap verdi. O sırada hazır
bulunan Ömer -radıyallahu anh- :
“Ey Allah’ın Elçisi! Bu adam münafıklık ediyor. İzin
ver de kafasını uçurayım” diyerek öfkesini dile getirdi. Ancak Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- :
“Bu Bedre
katılmış bir kimsedir. Ne biliyorsun ya Ömer! Ola ki Allahu Teâlâ Bedir savaşına
katılanlar hakkında: “Artık ne isterseniz yapın, sizi affetmiş bulunuyorum”
buyurmuştur.”
dedi. Bunun üzerine Ömer’in gözleri parladı ve
“Allah ve Rasulu daha iyi bilir” karşlığında
bulundu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Medine’ye Ebu Bürhem el-Gıffariyi bırakıp, hicri sekizinci yılın ramazan ayının
onunda on bin kişilik büyük bir ordu ile Mekke’ye doğru yola çıktı.
İslam ordusu Cuhfe’ye ulaştığında, Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- amcası Abbas ve ailesi ile karşılaştılar ve ailesi
müslüman olarak Medine’ye hicret etmek için yola çıkmışlardı. Ebva mevkiinde
ise Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in amcası oğlu Ebu Süfyan bin Haris
ve halası oğlu Abdullah bin Ebi Ümeyye ile karşılaştılar. Ancak Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- bu ikisinden de yüz çevirdi. Çünkü her ikisi de
daha önce O’na çok eziyetler etmişlerdi. Bunun üzerine Ümmü Seleme O’na “Amcanoğlu
ve halanoğlu insanlar içinde sana en çok düşmanlık etmiş kimseler değildirler”
dedi. Ali de Ebu Süfyan’a
“Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in karşısına
geçin ve O’na Yusuf’un kardeşlerinin Yusuf’a hitab ettikleri gibi hitap ederek
“Allah’a yemin olsun ki, Allah seni bize üstün kıldı. Andolsun ki biz hata
edenlerdeniz” deyin. Onlar da aynen bu şekilde yaptılar. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- O’nlara
“Artık
bugün siz geçmişteki hareketlerinizden dolayı azarlanmayacaksınız, Allah
sizleri bağışlayacaktır. O merhametlilerin en merhametlisidir” diyerek karşılık verdi.
Bundan sonra Ebu Süfyan şiirler okuyarak Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’i övdü ve yaptıklarından dolayı özür diledi. İslam ordusu oruçlu
olarak yola çıkmıştı. Kedid’e ulaştıklarında Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- insanlara iftar etmelerini emretti. Bundan sonra da yürüyüşlerini
sürdürerek yatsı vakti Merrüz Zehran’a indiler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- burada askerlerinin her birisine ateş yakmalarını emretti. Böylece 10
bin ateş yakılmış oldu. Nöbetçilerin başına Ömer bin Hattab tayin edildi.
Ebu Süfyan beraberinde Hakim bin Hizam ve Budeyl
bin Veraka olduğu halde korku ve şaşkınlık içinde gelmiş durumu gözetliyorlardı.
Uzaktan ışıkları görünce Ebu Süfyan:
“Ömrümde böyle ışıklı bir gece, böyle büyük bir
ordu görmedim” diye şaşkınlığını ifade etti. Büdeyl
“Bu Huzaa olsa gerek” deyince Ebu Süfyan
“Hüzaa’nın böyle bir ateş yığınına ve askere
sahip olması mümkün değildir” karşılığını verdi.
Abbas gece kampta dolaşıyordu. Derken bir ses işitti.
Sesin sahibini tanıdı ve
“Ebu Hanzala?” dedi. Karşıdaki
“Ebu’l Fazl” deyince
“Evet” dedi. Sesin sahibi Ebu Süfyan’dı. Gizlice
kamp etrafında dolaşıyordu. Abbas’a
“Anam babam sana feda olsun. Ne oluyor?” Diye
sordu. Abbas:
“Bu Rasûlullah’ın ordusudur. Kureyş’in çekeceği
var” dedi.
Ebu Süfyan:
“Kurtuluş nedir? Aman babam sana feda olsun?” Abbas:
“Yarın zafer kazanılınca senin boynun vurulacak.
Gel şu Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in merkebine bin de seni O’na
götüreyim.”
Ebu Süfyan Abbas ile beraber merkebe binip
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in huzuruna yürüdüler. Ömer -radıyallahu
anh- O’nu görünce:
“Ebu Süfyan! Allah’ın düşmanı! Seni bizim
elimize düşüren Allah’a hamd olsun” dedi. O’nun boynunu vurmak üzere Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’e koştu. Ömer Ebu Süfyan’ın boynunu vurmak için
izin istedi. Abbas da
“Ben O’nu himayeme aldım” dedi. Her ikisi de
isteklerinde ısrar ettiler. Sonunda Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Abbas’a
“Al O’nu çadırına götür. Sabah olunca da bana
getir.” dedi.
Sabah olup Abbas Ebu Süfyan’ı Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’ın huzuruna çıkarınca Allah Rasulu O’na:
“Yazıklar olsun sana Ey Ebu Süfyan! Allah’tan başka
bir ilah’ın olmadığını tanıyacağın vakit artık gelmedi mi?” dedi. Ebu Süfyan:
“Sen ne kerim ve civanmertsin. Eğer Allah’tan başka
bir ilah olsaydı bugün bizi bu halde bırakmaz, bize yardım ederdi.” Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- :
“Yazıklar olsun sana ey Ebu Süfyan! Benim Allah’ın
elçisi olduğumu tanıyacağın vakit artık gelmedi mi?”
Ebu Süfyan:
“Amma bu hususta içimde hala biraz şüphe var.”
Abbas:
“Boynun vurulmadan önce müslüman ol” dedi. Bunun
üzerine Ebu Süfyan müslüman olarak, kelimeyi şehadet getirdi.
Abbas Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e
hitaben şöyle dedi:
“Ey Allah’ın Elçisi! Ebu Süfyan övünmeyi seven
bir adamdır, O’na bir lütufta bulun” Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
“Evet; kim
Ebu Süfyan’ın evine sığınacak olsa o güven içindedir. Kim evine girip kapısını
kapatırsa o güven içindedir. Ve kim Mescid-i Haram’a girerse o güven
içindedir.”
buyurdu.
İslam ordusu Mekke’ye ilerleyeceği zaman
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
“Ya Abbas!
Ebu Süfyan’ı vadinin dar bir yerinde yüksek bir yere götür de, İslam ordusunu
iyice görsün”
buyurdu. Abbas O’nu alıp İslam ordusunun geçeceği bir yere götürdü.
İslam ordusu bölük bölük geçerken Ebu Süfyan
onları görüp:
“Bunlar kim ya Abbas?” diye soruyor, Abbas da
onların kim olduğunu söylüyordu.
Nihayet Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Muhacirler ve Ensar’dan oluşan bir bölük içinde geçti. Demir’den başka birşey
görünmüyordu. Ebu Süfyan, bu muhteşem manzarayı görünce:
“Ey Fazl’ın babası! Senin kardeşinin mülkü ne
kadar da büyümüş” dedi. Abbas da O’nu:
“Ey Ebu Süfyan bu nübüvvettir.” diye uyardı. Ebu
Süfyan
“Evet, öyle” diyebildi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- mukaddes
şehre kan dökmeden girmek istiyordu. Mekke’ye girecek kollardan birinin başında
bulunan Sa’d bin Ubade “Bugün kavga günüdür.” dediği için derhal değiştirilerek
O’nun yerine oğlu Kays getirildi ve Medinelilerin sancağı O’na verildi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in de
geçmesinden sonra Ebu Süfyan hızla Mekke’ye yönelerek şehre girdi ve avazı çıktığı
kadar bağırarak halka şöyle seslendi.
“Ey Kureyş topluluğu! İşte Muhammed, asla karşı
koyup başa çıkamayacağınız kadar büyük bir orduyla gelmiş bulunmaktadır. Kim
evime sığınacak olursa ve kim Mescid-i Haram’a sığınacak olursa güven içinde
olacaktır.” Bu uyarı üzerine halk dağılarak kimisi evine gidip saklandı. Kimisi
de Kabe’ye sığındı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Züt-Tuva
mevkisine vardıktan sonra İslam ordusunun sol cenah komutanı Halid bin Velid’e
Mekke’ye aşağıdan Keda yolundan girmesini ve karşısına çıkan olursa karşılık
vermesini emretti. Sağ cenahın komutanı ve Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in sancağını taşıyan Zübeyr’e ise Mekke’ye yukarıdan girmesini
emretti. Ordunun piyade alayı komutanı Ebu Ubeyde’ye de Vadi’den Mekke’ye inip
ve kendisiyle birleşmeleri talimatını verdi.
Handeme semtinde Kureyş’ten oluşan bir çete
Halid bin Velid’in kuvvetlerine saldırdı. Hafif bir çarpışmadan sonra oniki kayıp
verdikten sonra kaçmak zorunda kaldılar. Halid’in de yolunu kaybeden iki askeri
öldürülmüştü. Halid ilerleyerek Safa tepesine gelip Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- ile birleşti.
Zübeyr ise kuvvetleriyle beraber ilerledi ve
Mekke’ye girerek sancağı Hacun mevkiine dikti. Beraberinde Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’in hanımları Ümmü Seleme ve Meymune radıyallahu anhuma da vardı. Burada Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’i beklediler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- beraberinde Ebu Bekir olduğu halde gelip bir süre burada istirahat
etti. Sonra Fetih suresini okuyarak Mescid-i Haram’a girdi. Muhacir ve Ensar da
O’nunla beraberdiler. Bineği üzerinde olduğu halde, Haceru’l-Esved’i selamladı
ve Kabe’yi tavaf etti. İhramsız idi. O sırada Kabe’de 360 tane put bulunmaktaydı.
Rasûlullah elindeki asa ile onları bir bir devirmeye başladı. Bunu yaparken
“Hak geldi
batıl zail oldu. Batıl zaten zail olmaya mahkumdur.”
“Batıl ne
yoktan var edebilir, ne de öleni diriltebilir” ayetlerini okuyordu.
Putlar yüzüstü dökülüyorlardı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Tavafını
bitirdikten sonra Osman bin Talha’yı çağırarak elinden Kabe’nin anahtarını aldı
ve kapısını açtırdı. Sonra içeride bulunan putların kırılmasını ve resimlerin
silinmesini emretti. Sonra kendisi, Üsame ve Bilal içeri girip kapıyı
kitlediler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- kapının karşısındaki duvara
yöneldi, ki burası kapıdan üç zira mesafede uzaklıktaydı, solunda bir direk, sağında
iki direk, gerisinde ise üç direk bulunuyordu. Allah Rasulu -sallallahu aleyhi
vesellem- burada iki rekat namaz kıldı. Sonra içerde dolaşıp, tekbir getirdi.
Allah’ın birliğini haykırdı.
Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem- sonra
Beyt’in kapısını açtı. Kureyş saf saf Mescid-i Haram’ı doldurmuş bulunuyordu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- burada belağatlı bir hutbe okuyarak İslam’ın
birçok hükmünü beyan etti. Bir de cahiliyye adetlerini kaldırdı. Sonra Mekke
halkına hitaben şu soruyu sordu:
“Ey Kureyşliler
! Şimdi size nasıl bir muamelede bulunacağımı sanıyorsunuz?”
Kureyşliler :
“Senden hayırlı bir muamele bekleriz. Sen pek değerli
bir kardeşimiz ve alicenap bir yeğenimizsin” cevabını verdiler. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- :
“Bugün
size bir kınama yoktur. Gidin hepiniz hürsünüz” buyurdu.
Sonra inip Mescid-i Haram’da oturdu ve Beyt’in
anahtarını Osman bin Talha’ya geri verdi. Ve O’na:
“Bu
sonsuza kadar size aittir. Bunu sizden ancak zalim kimse alır.” buyurdu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- sonra Safa
tepesine gelip yüzünü Kabe’ye çevirdi.
Elini kaldırıp insanları kendisine çağırdı ve onlardan İslam üzerine beyat aldı.
O gün İslam’a girenler arasında Ebu Bekir’in babası Ebu Kuhafe’de vardı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’nun müslüman olmasına çok sevindi.
Erkeklerden sonra kadınlar gelip:
“Allah’a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık
yapmayacaklarına, zina etmeyeceklerine, çocuklarını öldürmeyeceklerine, başka
bir kimseden hamile kalarak onu kocalarına isnad etme iftirasında
bulunmayacaklarına ve peygember -sallallahu aleyhi vesellem-’e hiç bir meşru işte,
karşı gelmeyeceklerine dair bey’at ettiler.”
O gün beyat eden kadınlar arasında Utbe’nin kızı
ve Ebu Süfyan’ın karısı Hind de vardı. Hamza’nın naaşına yaptıklarından dolayı
korku içindeydi. Örtüsüne bürünerek, tanınmaz halde gelmişti. Beyat ettikten
sonra Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e şöyle dedi.
“Ey Allah’ın Rasulu! Daha önce yeryüzünde bana
senden daha düşman birisi yoktu, bugün ise yeryüzünde bana senden daha çok saygı
duyduğum birisi yoktur.” dedi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- de O’na
mülayim bir şekilde karşılık verdi.
Ömer -radıyallahu anh- Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’in aşağısında oturmuş, beyat etmeye gelen insanları Resululllah
-sallallahu aleyhi vesellem-’e ulaştırıyordu. Kadınların beyatı musafaha
olmadan sadece söz ile idi.
Bazı insanlar gelip Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- hicret edeceklerine dair beyat etmek istediler. Allah Rasulu
-sallallahu aleyhi vesellem- onlara şu karşılığı verdi.
“Hicret
edenler hicretlerinin sevaplarını aldılar. Mekke’nin fethinden sonra artık
hicret yoktur. Ancak cihad ve niyet vardır. Cihad için çağrıldığınızda hemen koşun”
O gün Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
bazı çok büyük günah sahibi müşriklerin kanlarının dökülmesi talimatını vererek
haklarında “idam” kararı verdi. Bu kimseler Kabe’nin örtüsüne yapışsalar dahi
yine öldürüleceklerdi. Haklarında yakalama ve idam emri çıkan bu aşırı İslam düşmanlarına
bu emirden sonra artık yeryüzü onca genişliğine rağmen dar gelmeye başladı.
Kimisi yakalanıp öldürüldü, kimisi de Allah’ın inayetine mazhar olup İslama
girip kurtuldular. Öldürülenler şunlardır.
İbni Hatal, Mukis bin Sabhabe, Haris bin Nefil,
Kuveyne bin Hatal, olmak üzere dört kişi. Ayrıca Harr bin Talatıl ve Ümmü Sa’d’ın
da öldürüldüğü rivayetleri mevcuttur. Ümmü Sad’ın İbni Hatal’ın cariyesi olma
ihtimali vardır. Bunlarla beraber öldürülenler altı kişi olmuş oldu.
Önce saklanıp veya kaçıp ta sonra İslam’a girip
kurtulanlar da şunlardır. Abdullah bin Sa’d bin Ebi Serh, İkrime bin Ebi Cehl,
Habbar bin Esved ve Hatal’ın diğer bir oğlu Kuyeyne olmak üzere dört kişi. Ayrıca
Ka’b bin Züheyr, Vahşi bin Harb ve Hind binti Utbe’nin de bunlar arasında olduğu
rivayeti vardır. O halde yedi kişi olmuş olur.
Bazıları da haklarında vur emri olmamasına rağmen
korkularından saklandılar. Bu kişiler arasında Safvan bin Ümeyye, Züheyr bin
Ebi Ümeyye ve Süheyl bin Amr. Sonra tüm bu insanlar İslam’a girerek
kurtuldular. Allah’a hamd olsun.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- kuşluk
vakti halası yahut amcası kızı Ümmü Hani’nin evine girerek sekiz rekat fetih
namazı kıldı. Her iki rekatta bir selam veriyordu. Ümmü Hani Hz. Ali’nin
öldürmek istediği iki akrabasını himayesine almıştı. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- O’na hitaben “senin
himayeni kabul ederiz Ey Ümmü Hani” buyurdu.
Öğle namazının vakti girince Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- Bilal’e Kabe’nin tepesine çıkıp ezan okumasını
emretti. Bu İslam’ın zaferinin ilanı mesabesindeydi. Bununla ehli İslam büyük
bir sevince kapıldığı gibi, müşrikler de o kadar büyük bir üzüntüye kapıldılar.
Alemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Mekke’yi
fethettikten ve Safa’ya çıkıp insanları
kendisine beyat etmeye çağırdıktan sonra Ensar, artık O’nun kendilerini
terkedip öz yurdu olan Mekke’de kalacağından korktular. Bunun üzerine
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu:
“Allah’a sığınırım.
Hayat hayatınız, ölüm ölümünüzdür”
Bu sözden sonra Ensar’ın bu husustaki korkusu
yerine sevinç ve mutluluğa bıraktı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ondokuz
gün boyunca Mekke’de kalarak buradaki cahiliye düzenini silip, yerine İslam
düzenini ikame etti. Mescid-i Haram’ı putlardan ve pisliklerden temizledi.
Münadiler çıkararak: “Allah’a ve ahiret
gününe inanan evinde put bırakmasın” diye nida ettirdi.
Ramazanın yirmibeşinde Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- Halid bin Velid’i otuz kişilik bir süvari birliğinin başında
Nahle’ye göndererek Arapların en büyük putu olan Uzza’nın heykelini yıktırdı.
Sonra yine Ramazan ayında Amr bin As’ı
göndererek Huzeyl kabilesinin en büyük putu olan Süva’yı yıktırdı. Bu heykel
Mekke’nin 150 km kuzey doğusunda bulunmaktaydı. Heykel’in acziyetini gören
bekçiler müslüman oldular.
Daha sonra da yine aynı Ramazan ayında Seyyid bin
Zeyd el-Eşheli -radıyallahu anh- yi yirmi kişilik bir süvari birliğinin başında
göndererek Kadid bölgesinde bulunan Menat putunu yıktırdı. Bu put, Kelb, Hüzan,
Gassan, Evs ve Hazrec kabilelerinin putu idi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Mekke’de
iken Şevval ayında Halid bin Velid’i 350 kişilik bir kuvvet ile İslama davet
amacıyla Cezimeoğullarına gönderdi. Halid onları İslam’a davet etti. Fakat
Cezimoğulları İslam’a girmeyi reddettiler. Bunun üzerine Halid onlara saldırıp
bir kısmını öldürdüğü gibi, bir kısmını da esir aldı. Sonra bir gün her adamına
elindeki esiri öldürmesini emretti. Ancak İbni Amr ve arkadaşları O’na karşı
geldiler. Mekke’ye dönüp olayı Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e haber
verdikleri vakit, Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem- bu olaydan çok
üzüldü ve elini kaldırarak:
“Allah’ım
ben Halid’in yaptığından beriyim, Allah’ım ben Halid’in yaptığından beriyim” buyurdu. Sonra Ali -radıyallahu
anh-’yi öldürülen kişilerin diyetini vererek Cezimoğullarına gönderdi. Ali
onlara öldürülen kişilerin diyetlerini ve savaşta kaybettikleri mallarının
bedelini ödedikten sonra elinde kalan fazla malları da onlara bağışladı.
Halid’in esirler hakkındaki emri nedeniyle
O’nunla Abdurrahman bin Avf arasında tartışma yaşanmıştı. Durum Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’e intikal edince Halid’i kınayarak şöyle buyurdu.
“Dur ya
Halid. Arkadaşlarımı rahat bırak. Allah’a yemin olsun ki bir kimse Uhud dağı
kadar altına sahib olsa ve onun tamamını infak etse yine de benim ashabımın
Allah yolunda bir sabah veya bir akşam gidip gelmesinden aldığı sevaba ulaşamaz.”
Mekke’nin fethi tamamlandıktan sonra başta
Hevazin ve Sakif olmak üzere Kays Iylan kabileleri aralarında danışmalarda bulunmak
üzere toplandılar. Ve “Muhammed kendi kavmi ile olan savaşını zafer ile
noktaladı. Şimdi sıra bize geldi. O halde o bize saldırmadan önce biz O’na saldıralım”
şeklinde bir karara vardılar. Hemen savaş hazırlıklarına giriştiler. Savaş
komutanlığına Malik bin Avf getirildi. Malik büyük bir ordu oluşturarak Evtas
vadisine indi. Beraberilerine karılarını, çocuklarını ve mallarını da almışlardı.
İçlerinde ileri görüşlülüğü ve zekasıyla meşhur olan Düreyd bin Simme de vardı.
Çocuk ve hayvan seslerini işitince Malik’e bunun ne demek olduğunu sordu. Malik
de O’na: “Her askerin arkasına ailesi
ve malını koyarak onlar için savaşmasını ve geri dönüp kaçmamasını istediğini”
söyledi. Düreyd, bunu doğru bulmayarak, geri çekilmeye mecbur bir askeri hiçbir
kuvvetin durduramayacağını anlattı. Sonra geri dönüldüğü taktirde, bu kadınlar
yüzündan daha çok şerefsizliğe düşeceklerini söyledi. Fakat Malik, Düreyd’in
görüşünü kabul etmedi. Birlilklerini Evtas’tan topladı ve daha sonra civardaki
Huneyn vadisine bir kısım askerlerini intikal ettirererek burada pusu kurdu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- düşman
kabilelerin savaş için birleleştiklerini haber alır almaz harekete geçti ve Şevval’in
6. günü cumartesi 12 bin kişilik bir kuvvetle Mekke’den çıktı. Mekke’ye naib olarak
Ha bin Üseyd’i bıraktı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- sefere çıkmadan
önce henüz müşrik olan Safvan bin Ümeyye’den yüz zırh ve yetecek kadar ödünç
silah aldı. Yolda müslümanlar arapların öteden beri saygı gösterdikleri büyük
ve yeşil bir ağaç ile karşılaştılar. Araplar bu ağaca “Zatül Envat” diyorlardı.
Her yıl onun yanına gelir ve silahlarını çıkarıp onun üzerine asarlardı.
Kurbanlarını onun yanında keser ve orda ibadet niyetiyle bir gün kalırlardı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ile birlikte giderlerken İslama yeni
girmiş bazı müslümanların gözü bu ağaca takıldı. Hemen
“Ya Rasûlallah! Onların Zatu Envat’ı gibi bir
Zatu Envat da bize yap” dediler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
“Allahu
Ekber! Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, siz , Musa’nın kavmi O’na:
“Onların ilahları gibi sen de bize bir ilah yap demişler. Musa da siz cahil bir
kavimsiniz” demişti. Muhakkak ki siz sizden önceki kavimlerin yolundan
gidiyorsunuz”
buyurdu.
Ayrıca müslümanlardan bazıları İslam ordusunun
büyüklüğüne bakarak
“Bugün asla yenilmeyiz” dediler. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- bu sözü duyunca çok üzüldü. Aynı günün akşamı
müslümanlardan bir atlı gelerek Havazin kabilesinin tüm can ve mallarıyla yola
çıkmış olduğunu haber verdi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bu haberi
duyunca gülümsedi ve:
“İnşaallah
yarın bunlar müslümanların ganimeti olacaktır” buyurdu.
Hicri 8. yılın Şevval ayının onuncu gecesi İslam
ordusu Huneyn’e vardı. Huneyn’e girmeden önce Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- ordusunu teftiş ederek Muhacirlerin sancağını Ali’ye, Evs’in sancağını
Üseyid bin Hudeyr’e, Hazrec’in sancağını da Habbab bin Münzir’e, diğer
kabilelerin sancaklarını da her kabilenin bir yiğidine verdi. Kendisi de zırh
ve miğfer giydi. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra İslam ordusunun öncü
kuvvetleri düşman pusususundan habersiz Huneyn vadisine girmeye başladı. Bu
arada düşman birlikleri gizlendikleri pusulardan çıkarak müslümanların üzerine
ok yağmuru yağdırmaya başladılar. Yekvücüt halinde hucum ediyorlardı. İslam
ordususunun mukaddimesi neye uğradığını şaşırdı. Beklemedik bir saldırıya uğramışlardı.
Müslümanlar geriye dönüp kaçmaya başladılar. Hiçbiri başını çevirip de diğerine
bile bakamıyordu. Öncü kuvvetlerin bozulması diğer kuvvetleri de etkiledi.
Müslümanlar genel bir bozgunluk içine düştüler.
Bu beklenilmedik bozgun İslam ordusu içinde
bulunan bazı müşrikleri ve yeni İslam’a girmiş kişileri sevindirerek Ebu
Süfyan:
“Bu yenilginin denize kadar arkası alınmaz!”
diye bağırdı. Bir başkası da O’na:
“Muhammed ve ashabının bozguna uğramasıyla
müjdelenin. Bundan sonra bizi zorlayamazlar” dedi. Ancak daha henüz müşrik olan
Safvan ve İslam’a yeni giren İkrime bu kişileri azarlayarak susturdular.
Herkesin dağılıp kaçtığı bu zor anda Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- yanındaki birkaç Muhacir ve Ensarla beraber sebat
ediyor ve merkebini düşman tarafına doğru mahmuzluyor ve şöyle haykırıyordu:
“Yalan değil
Peygamberim
Ben
Abdulmuttalibin oğluyum”
Amcası oğlu Ebu Süfyan bin Haris ve amcası Abbas
O’nun atının yularını ve başını tutarak düşman saflarına girmesine engel
oluyorlardı. Sonra Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- atından inerek Allah’a
dua edip yardım istedi. Gür sesli olan amcası Abbas’a sahabesine haykırmasını
emretti. Abbas gür sesiyle:
“Ey Ensar! Ey Rıdvan ağacı altında Peygamber’e
bey’atte bulunan mert Medineliler” diye haykırınca dağılmış bulunan müslümanlar
“Lebbeyk Lebbeyk” diyerek Rasûlullah’ın etrafında
toplanmaya başladılar. Böylece büyük sayıda bir toplanma oldu. Allahu Teâlâ onların kalplerine sekine indirerek
kendilerine büyük bir rahatlama verdi. Görülmeyen askerlerini yardım için
indirdi. Savaşın şiddetlenmesi üzerine Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurdu.
“İşte şimdi
tandır alevlendi, savaş kızıştı” sonra yerden bir avuç toprak alıp düşmanın
yüzüne savurdu. Çok geçmeden müslümanlar üstünlüğü ele geçirdiler. Düşman dağılıp
kaçmaya başladı. Müslümanlar onları takip ederek onları öldürmeye ve esir
almaya başladılar. Düşman tam bir bozguna uğradı. Öyle ki çoğu savaşçıları ile
kadın ve çocuklarının tamamı esir alındılar. Halid bin Velid bu savaşta çok ağır
yaralar almıştır. Ayrıca Allah’ın Rasulüne inayetini bizzat gören Mekke müşriklerinden
birçoğu bu savaştan sonra İslam’a girdiler.
Huneyn’de bozguna uğrayan müşrikler üç fırkaya
ayrıldılar. Bir kısmı Taif’e sığındılar ki bunlar çoğunluktaydı. Bir kısmı
Nahle vadisine sığındılar ve bir kısmı da Evtas’a geçerek savaş düzeni aldılar.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Evtas’a Ebu Musa el-Eşari’nin amcası
Ebu Amir komutasında bir birlik göndererek orada bulunan müşrikleri dağıttı ve
ellerinde bulunan mallarını ganimet olarak aldı. Bu çarpışmalar sırasında Ebu
Amir’in şehit düşmesinden sonra birliğin komutanlığını yeğeni Ebu Musa el-Eşari
üstlendi ve muzaffer olarak Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in yanına
döndü.
Müslümanlardan bir birlik de Nahle’ye kaçan müşrikleri
takip etti ve Düreyd bin Simme de dahil olmak üzere onları kılıçtan geçirdi.
Savaştan sonra Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- ganimet ve esirlerin bir araya toplanılmasını emretti. Yaklaşık 24
bin deve ve 40 binden fazla koyunun yanı sıra 4 bin ukiyye gümüş ile 6 bin
esirden müteşekkil büyük bir ganimet alınmıştı. Tüm bu ganimet malları
esirlerle beraber Cirane vadisine götürülerek Mesud bin Amr el-Gıffari’nin
sorumluluğunda koruma altına alındı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- daha
sonra askerinin başında Taif’e yöneldi. Yolda Malik bin Avf’ın bir kalesine
rastladılar ve onu yıktılar. Müslümanlar Taif’e geldiklerinde düşmanlar
kalelerine sığındılar. Beraberlerinde bir yıl yetecek kadar yiyecekleri de vardı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onları muhasara altına aldı.
Müslümanlar düşmana çok yakın bir mevkide bulunduklarından bazıları düşman
oklarıyla yaralandı. Bunun üzerine ordugah şimdiki Taif mescidinin bulunduğu
yere kuruldu.
Müslümanlar düşmanı kalelerinden çıkarmak için
değişik metotlar denemelerine rağmen bu konuda başarısız oldular. Halid bin
Velid hergün çıkıp onları mübarezeye çağırmasına rağmen içlerinden çıkan kimse
olmuyordu. Ayrıca mancınık ile dövülmelerine rağmen yine bir netice alınamadı.
Bazı yiğit müslümanlar kale duvarlarına tırmanmaya çalıştılarsa da düşman yukarıdan
kızgın demirler atarak onları geri dönmek zorunda bıraktılar. Üzüm ve hurma ağaçları
kesildi. Ancak onlar Allah ve akrabalık bağları hatırına ağaçlara dokunulmamasını
rica ettiler ve bu ricaları kabul edildi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- münadi çıkararak “Kaleden çıkan her köle hürdür” diye bağırttı. Bunun
üzerine içlerinde Ebu Bekre’nin de olduğu 23 köle kalelerinden kaçarak
müslümanlara katılıp hürriyetlerini elde ettiler. Bu kölelerin kaçması
Taiflilere acı gelse de kalelerinden çıkmamakta ısrar ettiler.
Kuşatma hiçbir sonuç alınmadan yirmigün devam etti. Bir ay devam ettiği de rivayet
edilir. Sonunda Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Nevfel bin Muaviye ed-Deyli’nin “Onlar delikteki
tilkiler gibidir. Beklersen alırsın. Bırakırsan sana bir zarar veremezler” şeklindeki
sözlerinden sonra kuşatmanın kaldırılmasını emretti. Bazı müslümanlar O’ndan
Sakif aleyhine dua etmesini istediler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
de
“Allah’ım
Sakiflileri hidayete erdir ve onları bize müslüman olarak getir” diye dua etti.
Ganimet ve
Esirlerin Paylaşımı
Daha sonra Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- Ci’rane vadisine dönerek on günden fazla burada bekledi. Hevazin
kabilesinin belki pişman olup gelip esir ve mallarını kurtarabileceklerini düşünüyordu.
Bu süre zarfında kimse gelmeyince ganimet ve esirlerin paylaşımına geçildi.
Ganimetin beşte biri ayrılarak henüz yeni İslama girmiş zayıf imanlı kimselerle,
henüz İslama girmemiş ancak girmesi umulan insanlara dağıtıldı. Özellikle Kureyş’in
ileri gelenleri olan bu insanlara düşünemeyecekleri kadar bol mal verildi.
Ebu Süfyan’a, 40 ukiye gümüş ve yüz deve, oğulları
Yezid ve Muaviye’ye yüzer deve ve kırkar ukiye gümüş, Safvan Bin Umeyye’ye
üçyüz deve, Hakim bin Hizam, Haris bin Haris Kelde, Uyeyne bin Hısn, Akra bin
Habis, Abbas bin Harise, Haris bin Hişam, Cübeyr bin Mutim, Süheyl bin Amr,
Huveylid bin Abduluzza ve daha başka birçok Kureyşlilere yüzer deve verildi. Diğerlerine
ise ellişer, kırkar deve verdi. Hatta O’nun bu ikramı öyle büyük bir şaşkınlığa
yol açtı ki insanlar birbirlerine “Muhammed öyle veriyor ki, asla yoksulluktan
korkulmaz” demeye başladılar. Bedeviler koşup Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem-’i sıkıştırmaya başladılar. Hatta Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem-’i kuşatıp ridasından tutmaya başladılar. Her biri mal istiyordu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onlara öfkelenerek “Ridamı bırakın,
nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki elimde ağaçların sayısı kadar mal
olsa onu yine size paylaştırırım. Sonra bana cimri, korkak veya yalancı olarak
iltifat etmezdiniz.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- daha
sonra halka nasihat ederek ganimet malından izinsiz olarak aldıkları en küçük şeyi,
iğne ve ipliği dahi geri iade etmelerini emretti. İnsanlar onun bu emrine
uyarak ganimet malından aldıkları en küçük şeyi dahi geri iade ettiler.
Ganimet malının beşte biri “Müellefetül Kulub (İslama
yeni ısınanlar)” denilen kişilere dağıtıldıktan sonra geri kalanı askerler arasında
paylaşıldı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ganimetin paylaşılma işlemiyle
Zeyd bin Sabit’i görevlendirdi. Her askere bir buçuk deve ikibuçuk koyun on
dirhem ve bir esirin üçte biri düştü.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in
kalbleri İslam’a ısındırmak istenen kimselere büyük miktarda mal vermesi Ensar’ı
şaşkınlığa düşürdü. Oysa kendilerine hiç bir şey verilmemişti. Bunun üzerine
Ensar’dan bazı müslümanlar “Bu nasıl iştir? Kureyş’e veriyor bizi mahrum bırakıyor.
Oysa daha henüz kılıçlarımızdan onların kanı akıyor” diye söylenmeye başladılar.
Ensar’ın bu rahatsızlığını reisleri Sa’d bin Ubade Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’e bildirdi.
Bunun üzerine Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- Ensar’ı bir araya topladı. Allah’a hamdü sena ettikten sonra,
kendisinin Ensar’a yaptığı iyilikleri sonra da onların kendisine yaptıkları
iyilikleri saydı ve sonra şöyle buyurdu.
“Ey Ensar topluluğu! Gönülleri İslam’a ısınsın
diye bir gruba dünyalık birşey verdiğim, size ise müslümanlığınızla başbaşa bıraktığım
için mi bana gücendiniz? Ey Ensar halk koyunlarla, develerle buradan dönerken
siz de Allah’ın Rasulu ile beraber memleketinize dönmeyi tercih etmez misiniz?
Muhammed’in canını elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki eğer hicret
olmasaydı Ensardan biri olmak isterdim. İnsanlar bir yol tuttukları zaman ben
Ensar’ın yolundan yürürdüm. Allah’ım! Ensar’a çocuklarına ve torunlarına rahmet
eyle!”
O’nun bu beliğ hutbesi üzerine Ensar askerleri
sakalları ıslanıncaya kadar ağladılar. Ve: “Biz nasip ve pay olarak Allah’ın
Rasuluna razı olduk” dediler ve sonra Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in oradan ayrılması ile onlar da dağıldılar.
Ganimetler paylaşıldıktan sonra Züheyr bin Said
başkanlığındaki Hevazin heyeti gelerek müslüman olup, beyat ettiler. Sonra da
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’den çoluk çocuklarının kendilerine iade
etmesini rica ettiler. Bu hususta Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in
cömertlik ve keremini öven ve kendilerinin çoluk çocuklarına duydukları özlemi
dile getiren çeşitli beyitler okudular.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onlara:
“Ben öğle
namazımı kılınca ayağa kalkıp, İslama girdiğinizi gösterin ve “Biz sizin din
kardeşiniz” deyin. Sonra da Biz, Rasûlullah’ın müminler katında, müminlelerin
de Rasûlullah katında bize şefaatçı olmasını ve esirlerimizin iade edilmesini
diliyoruz” deyin”
buyurdu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- namazı kıldırınca Hevazin
heyeti O’nu kendilerine dediklerini söylediler. Bunun üzerine Peygamber
-sallallahu aleyhi vesellem-:
“Benim ve
Abdulmuttalib oğullarının hissesine düşenler sizin olsun. Müslümanlardan da aynı
şeyi isteyeceğim” buyurdu.
Bunu duyan Ensar ve Muhacirler de
“Biz de
payımıza düşenleri Rasûlullah’a veriyoruz” dediler. Ancak bazı bedeviler ki -
bunlar Akra bin Habis, Uyeyne bin Hısın ve Abbas bin Mirdni’dir- buna karşı çıktılar.
Bunun üzerine Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-:
“Sizden
her kimin yanında onlara ait kadın ve çocuklar olup da bunları gönül hoşnutluğu
ile bağışlamak istiyorsa bağışlasın. Sizden her kim de payına düşen bu esirleri
vermek istemiyorsa onları da Allah -Celle Celelühü-’ın bize nasip edeceği ilk
ganimet malından kendisine altı deve verilmek şartıyla iade etsin” buyurdu. Uyeyne bin Hısn
dışında tüm insanlar gönül rızasıyla ellerindeki esirleri geri iade ettiler.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- tüm esirlere birer keten elbise hediye
etti.
Ganimet taksiminden sonra Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- umre için ihrama girdi ki, bu Ci’rane umresidir. Allah Rasulu
-sallallahu aleyhi vesellem- umre yaptıktan sonra Medine’ye hareket etti.
Zilhicce ayının son günlerinde Medine’ye ulaştı.
Hicri 9. yılın Muharrem ayında Medine’ye Temimoğullarının
arap kabilelerini müslümanlara cizye vermemeye zorladıkları haberi geldi. Bunun
üzerine Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onların üzerine Uyeyn bin Hısn
el-Fezari komutasında elli kişilik bir süvari birliği gönderdi. Uyeyne ve
askerleri çölde onlara saldırarak onbir adam, yirmi bir kadın ve otuz çocuklarını
esir alıp Medine’ye getirdi. Bunun üzerine Temimoğullarının liderlerinden oluşan
on kişilik bir heyet Medine’ye gelerek, mübaha (övünme) yapmak istediler.
Hatipleri Atarid bin Hacip konuştu. O’na Sabit bin Kays cevap verdi. Sonra şairleri
Zebürkan bin Bedr şiirler okudu, ona da Hassan bin Sabit cevap verdi.
Temimoğulları heyeti İslam hatip ve şairlerinin
kendilerinden daha iyi olduğunu itiraf edip, İslam’a girdiler. İslam’a
girmeleri üzerine Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onlardan alınan
esirleri geri iade etti ve onlara ikramda bulundu.
Hicri 9. yılın Rebiulevvel ayında Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- Ali bin Ebi Talib’i yüzelli kişilik bir birlikle
Tayoğullarının Fels ismiyle tanınan putlarını yıkmak üzere gönderdi. Ali’nin
yanında siyah sancak ve beyaz bayrak vardı. Askerleriyle beraber araplar arasında
cömertlik ve iyiliği ile meşhur Hatemü’t-Tai’nin kabilesine saldırdılar ve
onları yenerek birçok ganimet ve esir ele geçirdiler. Esirler arasında
Hatemü’t-Tai’nin kızı Safane de vardı. Esirler Medine’ye getirildikten sonra
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Safane’ye ikramda bulundu ve O’nu karşılıksız
olarak salıverdi. Safane daha önce Şam’a kaçmış olan kardeşi Adiyy bin Hatim’in
yanına giderek O’na: “Öyle bir insanın yanından geldim ki bana babamın dahi
yapamayacağı iyilikler yaptı. sen de O’na git” dedi. Bunun üzerine Adiyy hiçbir
eman ve güvence almadan doğruca Medine’ye Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in yanına geldi. Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem- O’nu İslam’a
çağırınca o zaman Adiyy hemen oracıkta İslam’a girdi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- o zaman
Adiyy ile yaptığı konuşmalarında ona şöyle demişti.
“Sen müslümanların bugün ihtiyaç içinde oluşlarına
bakarak belki müslüman olmaktan çekinirsin. Fakat gün gelecek onlar bol servete
kavuşacaklar. Öyle ki mala istekli bulunmayacaklar. Bir kadın ta Kadisiye’den
kalkıp devesiyle Hacca gidecek, Allah korkusundan başka bir korku duymayacak.
Emniyet ve asayiş kemal bulacak” Çok geçmeden Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem-’in bu haberi gerçekleşti ve İslam ülkelerinde emsalsiz bir asayiş ve
emniyet kuruldu. Halk huzur ve rahata kavuştu.
Temimoğullarının yola getirilmesi ve Fels
putunun yıkılması Mekke fethinden ve Huneyn savaşından sonra vuku bulan en
önemli iki olaydır. Bu iki olay dışında da bazı hadiseler daha yaşandı ki onları
burada anmaya gerek duymuyoruz. Müslümanlarla puta tapanlar arasındaki mücadele
Mekke’nin fethi ile müslümanların lehine sonuçlanmış oldu. Ancak müslümanlar bu
mücadelenin getirdiği savaşların verdiği yorgunluktan daha henüz dinlenmeye
vakit bulamadan, Şam’da bulunan Hristiyan güçlerin kendilerine doğru harekete
geçtiklerini öğrendiler. Mute savaşı bundan dolayı yapılmıştı. Hristiyan güçler
İran’a karşı kazandıkları zaferlerden dolayı her bakımdan çok güçlü konumdaydı.
Bu durum onlarla müslümanlar arasındaki kanlı savaşlara neden oldu. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- henüz hayatta iken meydana gelen Tebük savaşından
sonra, Hülefayı Raşidin döneminde Şam’ın tamamen feth edilmesiyle bu mücadele
de müslümanlar lehine sonuçlandı.
Mute savaşının sadece üç bin kişiden müteşekkil İslam
ordusunun başarısıyla sonuçlanması ve ikiyüzbin kişilik büyük Rum ordusunun bu
savaştan başarısız olarak çıkması Rumlar açısından kötü bir şöhret olmuştu.
Dolayısıyla bu savaştan sonra Rum egemenliği altında yaşayan Şam’a mücavir arap
kabileleri bağımsızlık hareketlerine giriştiler. Bunun üzerine Rum Devleti,
müslümanları kendi yurtlarında vurmak ve tamamen yok etmek için hazırlıklara
girişip, büyük bir ordu teşkil ettiler.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Rumların
hazırlıklarını haber alır almaz derhal harekete geçti ve tüm müslümanları
cihada davet etti. Ayrıca her zamankinin aksine bu sefer gidilecek yönü ve karşılaşacak
düşmanı da açıkça söyledi ki, insanlar kendilerini ona göre hazırlasınlar. Zira
o yıl Medine ve civarında müthiş bir kuraklık ve kıtlık vardı. Havalar çok sıcaktı.
İnsanların hareket etmeye takatları kalmamıştı. Allah Rasulu -sallallahu aleyhi
vesellem- varlıklı müslümanları yoksul müslümanları techiz etmek için teşvik
ettiğinde Ebu Bekir -radıyallahu anh- dörtbin dirhemden oluşan malının tamamını
alıp, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e getirdi. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- O’na
“Peki
ailen için bir şeyler bıraktın mı?” diye sorunca; Ebu Bekir -radıyallahu anh-
“Onlara Allah’ı ve Rasulu’nü bıraktım” cevabını
verdi. Ömer -radıyallahu anh- ‘de malının yarısını getirdi. Osman ise malının
çoğunu getirmiştir. O’nun 10 bin dinar, üçyüz deve ve elli at’ı İslam ordusunun
donatılması için Rasûlullah’a -sallallahu aleyhi vesellem- bağışladığı rivayet
edilmektedir. O’nun bu cömertce tavrı üzerine Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-
“Bu günden
sonra Osman’a yaptığı hiç bir şey zarar vermez” buyurmuştur.
Müslümanlar İslam ordusunun donanımı için
birbirleriyle yarışa geçtiler. Özellikle Abdurrahman bin Avf, Abbas, Talha,
Sa’d bin Ubade, Muhammed bin Mesleme ve Asım bin Adiy gibi sahabiler bu yarışı
önlerde tamamlamışlardır. Ayrıca müslüman hanımlar da bu yarışa katılarak zinet
eşyalarını İslam ordusuna bağışlamışlardır.
Binecek bir şey bulamayan yoksul sahabeler
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e gelip O’ndan binek talep
ettiklerinde; “Sizi bindirecek birşey
bulamıyorum” dediği ve bu uğurda sarfedecekleri birşeyi de bulamadıkları
için mahzun olup gözlerinden yaşlar boşanarak geri dönmüşlerdir” (Tevbe, 9/92)
Bu kişileri sahabelerden Osman ve Abbas gibi
varlıklı müslümanlar donatmışlardır.
Münafıklar ise her zamanki adetleri üzerine az
verenle de çok verenle de alay etmişler, Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’ın Rum ordusu ile karşılaşma cüretini göstermesini şaşkınlık ve
alayla karşılamışlardır. Kendilerine niçin böyle yaptıkları sorulduğunda: “Biz
ancak laflaşıyoruz, şakalaşıyoruz” cevabını verirlerdi. Sefere çıkmadan önce
münafık ve bedevilerden bazı kimseler gelerek, birtakım özürler beyan edip,
sefere katılmama hususunda Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’den izin
talep ettiler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- de onlara izin verdi.
Bazı gerçek müslümanlar ise bu sefere tembelliklerinden dolayı katılmamışlardır.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ailesi
üzerine Ali bin Abi Talib’i Medine üzerine de Muhammed bin Mesleme’yi naib bırakarak
Tebuk’a doğru harekete geçti. İslam ordusunun büyük sancağını Ebu Bekir -radıyallahu
anh- ‘a verdi. Muhacirlerin sancağını Zübeyr’e, Evs’in sancağını Useyd bin
Hudeyr’e, Hazrec’in sancağını ise Habbab bin Münzir’e verdi. İslam ordusu
Medine’den perşembe günü çıkmıştır. Ordu üçbin kişiden müteşekkildi. Fakat
techizat ve yiyecek olarak büyük eksiklikler vardı. Onsekiz kişinin sırayla bir
deveye bindikleri oluyordu. İnsanlar açlıktan ağaç yaprakları yemek zorunda kalıyorlardı.
Hatta içindeki suyu içmek için develerini kesmek zorunda dahi kaldılar.
İslam ordusu Tebük’e doğru ilerlerken Hz. Ali,
münafıkların söylentilerine dayanamayıp yola çıkarak, Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’e ulaştı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’na: “Sen benim katımda, Harun’un Musa’nın katında
olduğu gibi olmaya razı değil misin? Ancak şu kadarı var ki benden sonra
Peygamber olmayacaktır” buyurarak, geri çevirdi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-, Semud
diyarında Hicr’de konakladı. Ashab’ı Kiram’a buranın Allah’ın azabına uğrayanların
diyarı olduğunu haber verdi ve: “Kendilerine
zulmedenlerin evlerine girmeyin. Ancak onların başına gelen musibetin sizin de
başınıza gelmesinden korkup ağlayarak girebilirsiniz” dedi ve ilave etti “Buranın suyundan da içmeyin, abdest de
almayın. Buranın suyuyla yoğurduğunuz hamurları da develerinize yem yapın.
Ondan hiçbir şey yemeyin.”
Yolda Resullah -sallallahu aleyhi vesellem- öğle
ve ikindi ile akşam ve yatsıyı cemi takdim ve cemi tehir yaparak bir kılıyordu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ve İslam ordusu Tebük’e henüz varmıştı
ki özürsüz olarak bu sefere katılmayan müslümanlardan biri olan Ebu Hayseme de
peşlerinden gelerek onlara katıldı. Ebu Hayseme’nin sonradan harekete geçmesi şöyle
olmuştur. Sıcak bir günde bağına girdiğinde hanımlarından her birinin kendi
koltuğuna uzandıklarını ve yanlarında güzel yiyecek ve soğuk suyun bulunduğunu
gördü ve kendi kendine O “Şu anda Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- sıcağın
altında, Ebu Hayseme ise gölgelikte; hazır su ve güzel kadınlar arasında! Bu
insaf mı! Allah’a yemin olsun ki Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e kavuşmadıkca
sizden birinizin koltuğuna oturmayacağım; bana hemen yol hazırlığı yapın” dedi.
Hazırlığını görüp, hemen bineğine bindi ve Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- henüz Tebuk’e indiği sırada
O’na kavuştu.
Rum yönetimi Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’ın Tebuk’e indiğini haber alır almaz, savaş azmini yitirdi,
müslümanlarla karşılaşmaya cesaret edemediler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- burada yirmi gün kadar kalarak düşmanına korku verdi ve gelen
heyetleri karşıladı. Eyle hakimi Yuhanna bin Rube beraberinde Cerba ve Ezruh
halkı ile gelerek müslümanlarla cizye karşılığında barış anlaşmaları yaptılar.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bu Yuhanna’ya ve Eyle halkına eman verdiğine
dair resmi bir belge yazdırdı. Bu belgeye göre Eyle halkına deniz ve karada diledikleri gibi dolaşım
hakkı tanınarak can ve malları garanti altına alınıyordu.
Cerba ve Ezruh halkına da resmi bir belge yazılarak
eman verildi. Bu belgeye göre iki halk her Recep ayında yüz dinar
vereceklerdir. Mina halkıyla yapılan anlaşmaya göre ise ürünlerinin dörtte
birine el konuluyordu.
Burada Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Halid bin Velid’i dörtyüzyirmi kişilik bir süvari birliğiyle Devmetu’l Cendel’e
gönderdi. Buranın reisi Ukeydir avlanmak için çıkmıştı. Halid O’nu esir alarak
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e getirdi. İki bin deve, üçyüz baş,
dörtyüz zırh ve dörtyüz ok karşılığında onunla barış yapıldı. Ayrıca Ukeydir
her yıl tıpkı Eyle ve Mina halkı gibi cizye vermeyi kabul etti.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- İslam
ordusunun başında Tebuk’da yirmi gün geçirdikten sonra Medine’ye dönmek üzere
tekrar yola çıktı. Tebuk’e gidip gelme otuzgün çekti. Böylece Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bu
sefer ile toplam 50 gününü Medine dışında geçirmiş oldu.
Dönüş yolunda Akabe’ye vardıklarında insanlar
vadinin ortasından yürürlerken Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- yanında
sadece Ammar ve Huzeyfe olduğu halde Akabe yolundan yürümeyi tercih etmiştir.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in askerden uzakta kaldığını gören
oniki tane münafık O’na suikast yapmaya karar verdiler. Allah Rasulu
-sallallahu aleyhi vesellem-’e yaklaştıklarında Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- onların üzerine Huzeyfe’yi gönderdi. Allah Rasulu -sallallahu aleyhi
vesellem- onların kim olduklarını ve niyetlerini Huzeyfe -radıyallahu anh-’ye
bildirdi. Onun için Huzeyfe -radıyallahu anh- Rasûlullah’ın sır arkadaşı olarak
isimlendirilir.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Tebük
seferine çıkmaya hazırlandığı sıralarda münafıklar, müslümanlara zarar vermek,
küfür, tefrika ve İslam’a karşı bir üs olarak kullanmak amacıyla Kuba’da bir
mescid inşa ederek Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’den gelip,
kendilerine burada namaz kıldırmasını taleb ettiler. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’de onlara: “Ben şimdi
sefere çıkmak üzereyim. İnşaallah döndüğümde” cevabını verdi. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- Tebuk’den dönüp, Medine’ye bir gün mesafesindeki
Zü’l-Evan vadisine konakladığı sırada, Cibril gelerek münafıkların inşa
ettikleri mescid’in gerçek amacını haber verdi. Bunun üzerine Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- ashabından birkaç kişi göndererek mescid-i dırar
ismi verilen bu mekanı yıktırdı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
ordusunun başında Medine’ye yaklaşıp, onu uzaktan gördüğünde “İşte Tabe ve işte Uhud, bizim onu, onun bizi sevdiği dağ”
buyurdu. Medine halkı Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın döndüğünü öğrenince
çoluk çocuk hep beraber çıkıp şarkılar söyleyerek O’nu karşıladılar.
Dolunay veda dağının sırtlarından çıkıp bize doğdu,
Allah’a yalvaran bulundukça bize şükretmek
borçtur.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Medine’ye varır varmaz önce Mescide gitti ve iki rekat namaz kıldıktan sonra,
insanları dinlemek üzere burada oturdu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- oturur
oturmaz seferden geri kalmış olan münafıklar birer birer gelerek, yemin edip
özür beyan etmeye başladılar. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onların
içlerini Allah’a havale ederek, dışlarına göre hüküm verdi ve özürlerini kabul
etti. Bu sefer’e katılmamış olan üç gerçek müslüman da gelerek hiç bir
mazaretleri bulunmadığını bildirerek gerçeği söylediler. Bu kişiler ilk
müslüman olan ve Bedr’e iştirak etmemiş bulunan sadık müslümanlardır ki, bunlar
Ka’b bin Malik, Mürare bin Rebi ve Hilal bin Ümeyye’dir. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- bunlara Allah’ın kendileri hakkındaki hükmünü beklemelerini ve
insanlara onlarla konuşmamalarını emretti. Bu sözkonusu üç sahabe için de büyük
bir imtihan oldu. Yer onlara dar gelmeye, dünyaları kararmaya başladı. Bu şekilde
kırk gün acı çektiler. Kırkıncı günde karılarının da onlardan ayrılmaları
emredildi. Bu şekilde ellinci gün tamamlandıktan sonra Allah ayeti kerimelerini
inzal ederek o üç samimi müslümanın tevbelerini kabul ettiğini bildirdi.
“Ve savaştan
geri bırakılan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Yeryüzü genişliğine rağmen
onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan
yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra eski
hallerine dönmeleri için Allah onların tevbelerini kabul etti. Çünkü Allah
tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir” (Tevbe, 9/118)
Bu ayeti kerime ile müslümanlar sevince boğuldular
ve koşup geri kalmış bulunan arkadaşlarını müjdelediler. Onlar için bu,
hayatlarının en sevinçli ve önemli günüydü. Sadakalar verip tevbelerini kabul
eden Rablerine şükrettiler.
Allah başka ayetler de indirerek münafıkları
yalanlarını açıklayıp onları rezil etti. Mü’minleri müjdeleyip, münafıkları rezil
eden Allah’a hamd olsun!
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Tebuk’den Hicri 9. yılın Recep ayında dönmüştür. Habeş kralı Necaşi Ashame bin
Ebcer de bu ayda vefat etti. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’nun
vefatı üzerine Medine’de gaib namazı kıldırdı.
Yine bu yılın Şaban ayında Allah Rasulu
-sallallahu aleyhi vesellem-’ın kızları Ümmü Gülsüm ~vefat etti. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- O’nu namazını kıldırdıktan sonra Baki mezarlığına
gömdü. O’nun vefatı Resulallah -sallallahu aleyhi vesellem-’i derinden üzdü. Kızının
kocası Osman’a “üçüncü bir kızım olsaydı
onuda sana verirdim” buyurdu.
Yine aynı yılın Zü’l kade ayında münafıkların başı
Abdullah bin Übey öldü. Ömer -radıyallahu anh-’in karşı çıkmasına rağmen,
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’nun da cenaze namazını kıldırıp,
Allah’tan bağışlanmasını diledi. Fakat daha sonra Kur’an ayeti inerek münafıklara
namaz kılınmasını yasakladı.
“Savaş” kelimesi cahiliyye döneminde öldürmek,
yakmak, yıkmak, soygun, ırza geçmek, işkence ve hiç acımadan mal ve nesle kıymak
anlamına gelirdi. İslam’a gelince “savaş” ‘ın bu anlamını yüzseksen derece değiştirdi.
Savaşı ancak, mazlumlara yardım, zalimlere ders verme, selam ve huzuru temin
etme, adaleti sağlama, zayıfları güçlülerin pençelerinden kurtarmak için bir
yol ve vesile kıldı. İslam’da savaş “insanları insanlara kul olmaktan kurtarıp,
sadece Allah’a kul olmalarını sağlamak ve yine insanları batıl dinlerin
zulmünden İslam’ın adaletine kavuşturmak için gerektiğinde başvurulan bir yol
olarak kabul edildi.
Savaş ne kadar uzarsa uzasın ve bunun için
ödenen bedel ne kadar ağır olursa olsun, araplarda boyun eğmek diye birşey
yoktu. Besus savaşında Bekr ile Tağleb arasındaki savaş kırk yıl boyunca devam
etti ve bu süre içinde her iki taraftan toplam yetmiş bin savaşçı hayatlarını
kaybetmelerine rağmen biri diğerine boyun eğmedi. Yine aynı şekilde Evs ve
Hazrec arasındaki savaş yüz yıl devam etmesine rağmen iki taraftan biri diğerine
boyun eğmemiştir.
İslam’dan önce arapların karakteri buydu. Savaşı
devam ettirmek ve asla düşmana boyun eğmemek.
Sonra Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- İslam
ile geldi ve araplar O’nu aynı kötü yöntemleriyle karşıladılar. Ancak o rahmet
Peygamberi onlara hakim bir uslupla karşılık verdi ve bu uslubuyla onların
memleketlerinden önce gönüllerini fethetmeyi başardı. O’nun savaşları, cahiliye
dönemi savaşlarıyla karşılaştırılınca, aradaki fark çok bariz bir şekilde göze
çarpar. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in müşrikler, yahudiler ve
hristiyanlarla yaptığı tüm savaşlarda toplam hayatını yitiren insan sayısı bini
geçmez. Ayrıca bu savaşların tamamı sekiz yıl içinde yapılmıştır. Ancak bu kısa
zaman dilimine ve bu kadar az insanın hayatını yitirmesine karşın, Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- tüm arap yarımadasını kontrolü altına almayı ve bu
bölgede sukun ve huzuru temin etmeyi başarmıştır. Bunun kılıç gücüyle olması
elbette mümkün değildir. Özellikle de en basit şeylerden dolayı yıllarca
sürecek savaşlara girişen ve bu uğurda binlerce evladını harcayan bir halk
için. Bilakis bu büyük başarı ancak ve ancak nübüvvet ve rahmet, risalet ve
hikmet, davet ve mucize, Allah’ın fazlı ve nimeti ile gerçekleşmiştir.
Araplar İbrahim aleyhisselam’ın dininden kalan
bazı şiarları sahiplendiklerinden, kendilerini gerçekten O’nun dini üzerine
zannediyorlardı. Bu yüzden İbrahim aleyhisselam’den kendilerine kalan Hacc işine
çok büyük bir önem verirler ve her yıl Allah’ın evini hacc ederlerdi. Ancak İbrahim
aleyhisselam’den kalan hacc’ı değiştirmişler ve içine yeni birçok şeyler sokmuşlardı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- 8. yılda Mekke’yi fethedince buraya
vali olarak Attab bin Üseyd’i tayin etti. Aynı yıl Attab, Beytullah’ı aynı
cahiliyye döneminde olduğu gibi müslümanlar ve müşriklerle beraber hacc etti.
Ertesi yıl H. 9 Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Ebu Bekir es-Sıddık’ı
-radıyallahu anh- Zilkade ayının sonlarında insanalara hac görevini yaptırmak
üzere Hacc görevini ifa etmek isteyen üçyüz müslüman ve yirmibeş tane de
kurbanlık hayvan vardı. Bunlardan yirmisi Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in, beşi ise O’nundu.
Ebu Bekir yola çıktıktan sonra Beraet suresinin
başlangıç kısmı nazil oldu. Allah bu ayeti kerimelerle tüm müşriklerle her
türlü bağın kesildiğini, onlara dört ay süre tanındığını, bu süre içinde
yeryüzünde dolaşıp, Allah ve Rasulunü aciz bırakmayacaklarını anlamalarını ve
anlaşmalarına sadık kalanların anlaşmalarına riayet edilmesini emrediyordu.
Bu ayeti kerimelerin inzalinden sonra Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- Ali -radıyallahu anh-’yi Ebu Bekir’in peşinden
göndererek büyük Hac günü durumu insanlara bildirmesini emretti ve “Bu görevi ancak benden olan bir adam yerine
getirebilir” buyurdu. Ali, Ebu Bekir’e yetişince Ebu Bekir O’na “Emir olarak mı geldin, memur olarak mı?”
diye sordu. Ali memur olduğunu bildirdi. Vakit namazlarını Ebu Bekir’in arkasında
kılıyordu.
Ebu Bekir -radıyallahu anh- insanlara Hacc
görevini yaptırdı. kurban günü ise Ali Cemre mevkiinde ayağa kalkarak, insanlara
Beraet suresinin başlangıcını okudu. Ebu Bekir de adamlar çıkararak: “Dikkat!
Bu yıldan sonra hiçbir müşrik artık haccedemeyecektir. Allah’ın evi çıplak
olarak tavaf edilmeyecektir” diye ilan ettirdi.
Arap kabileleri Peygamber -sallallahu aleyhi
vesellem- ile Kureyş arasındaki mücadelenin neticesini beklemekteydiler. Batıl bir gücün zorla
Mescid-i Haram’a sahip olamayacağına inanıyorlardı. Zira fil olayı hala
belleklerindeki canlılığını koruyordu. Ne zaman ki Allah elçisine Mekke’nin
fethini ve Mescid-i Haram’a girmeyi nasip etti. Araplar arasında onun Allah’ın
gerçek bir elçisi olduğu konusunda en küçük şüpheleri kalmadı. Mekke’nin
fethinden sonra Arap kabileleri birer birer Rasûlullah’ın -sallallahu aleyhi vesellem-
huzuruna gelip İslam’a girişlerini ilan etmeye, insanlar bölük bölük İslama
girmeye başladılar. Böylece kısa bir süre içinde İslam Devletinin sınırları Kızıldeniz
sahillerinden, Fars körfezine, Ürdün ve Şam’dan Yemen ve Umman sahillerine
kadar uzandı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bu geniş ülkenin işlerini
düzenlemeye ve yürütmeye başladı. Değişik bölgelere, valiler, davetçiler ve
zekat memurları gönderiyor ve her bölgenin ihtiyacına göre hakim ve memurlar
tayin ediyorlardı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e gelen
heyetlerin sayısı yetmişi aşar.
Bu heyetlerden bazıları Fetih’den önce hatta
hicretin ilk yıllarında gelmişlerdir. Ancak genel olarak heyetlerin Medine’ye
akın etmeleri ancak fetih’den sonra 9. yılda gerçekleşmiştir ve 10. yıla kadar
devam etmiştir. Hatta daha sonrasına kadar da devam etmiştir. Bu gelişlerin
özellikle 9. yılda yoğunluk kazanması nedeniyle bu yıla “Heyetler Yılı” denilmiştir.
Bu heyetler çoğunlukla muhtelif kabilelerin
liderleri ve ileri gelenlerinden oluşmaktaydı. Bazen de kabilesini temsilen bir
veya birkaç kişinin de geldiği oluyordu.
Her heyetin geliş amacı bir değildi. Kimileri
müslümanların eline geçen esir ve mallarını kurtarmak için, kimilerinin de
sadece kendilerine veya kavimlerine eman temin etmek için geldikleri oluyordu.
Kimileri de övünmek için, kimileri anlaşma yapmak için ve kimileri de cizye
verip itaat etmek için geliyorlardı. kimileri ise sadece müslüman olmak için
veya İslam’ı öğrenmek için geliyordu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
kendisine gelen tüm bu heyetleri son derece iyi karşılıyor ve ikramda
bulunuyor, onları memnun etmeye çalışıyordu. Ayrıca onları İslam’a girmeye teşvik
ediyor, onlara iman ve şeriatı öğretiyordu. Geliş amaçlarının çok çeşitli olmasına
rağmen bu heyetlerin büyük çoğunluğu İslam’a girmiş olarak ve kavimlerini İslam’a
davet etmek üzere dönüyorlardı. Şimdi bu heyetlerden bazılarına kısaca değinelim.
Arapyarımadası’nın Doğusunda oturan bir halk
idiler. Bu halk Medine dışında İslam’a giren ve Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in mescidinden sonra cuma’nın kılındığı ilk mescide sahip olan
kabiledir. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in yanına iki kere gelmişlerdir.
İlk kez Hicri 5. yılda, sonra da Heyetler Yılında geldiler. İlk gelişlerinde
onüç kişilerdi. Medine’ye gelip Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’i
görünce koşup selam verdiler. İçlerinde en küçükleri Abdullah bin Avf el-Eşec
idi. O diğerlerinden sonra iyice süslendikten sonra Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’in yanına geldi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’na
“Sende
Allah ve Rasulu’nün sevdiği iki haslet var. Yumuşaklık ve şıklık” buyurdu.
Onlar daha Medine’ye varmadan Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur.
“Biraz
sonra Doğu halkının en hayırlılarından bir grup atlı gelecek. İslam’a karşı iyi
olmuşlardır. Allahım Abduşşems’i bağışla” Beklenen kimseler gelir gelmez
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onlara çok yakın ve sıcak davrandı.
Onlara dinin eseslarını öğretti.
1- Allah’tan başka ilah
olmadığına ve Muhammed’in O‘nun elçisi olduğuna tanıklık etmek.
2- Namaz kılmak
3- Zekat’ı vermek
4- Ramazan orucunu tutmak
Henüz Hacc görevi farz kılınmadığından, onlara
Haccı emretmedi. Ayrıca onlardan ganimet malının beşte birini İslam Devletine
vermelerini, sarhoşluk yapıcı içkiler içmemelerini- ki çok içiyorlardı-
emretti.
Abdu’l-Kays kabilesi ikinci kez kırk kişilik bir
heyetle geldiler. İçlerinde daha önce hristiyan olan Carud bin el-Ala da vardı.
Bu şahıs müslüman olarak İslam’ını güzel yaptı.
Dımam, bedevi ve kaba bir insan idi. Devesiyle
mescide girip, devesini bağladıktan sonra,
“Abdulmuttalib’in oğlu kim?” diye sordu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’i işaret ettiklerinde, O’na yaklaşarak:
“Ey Muhammed sana bazı şeyler soracağım. Ancak
sözümün şiddetinden sakın alınma” dedi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
:
“Dilediğini
sor”
buyurdu. Dımam:
“Senin bir elçin gelip bize seni Allah’ın
gönderdiğini söyledi.” dedi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- : “Doğru söylemiş.” buyurdu. Dımam:
“Gökleri kim yarattı” dedi. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-
“Allah” buyurdu. Dımam:
“Yeri kim yarattı” dedi. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- :
“Allah” buyurdu. Dımam:
“Bu ağaçları kim dikti” dedi. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- :
“Allah” buyurdu. Dımam:
“Gökleri, yeri ve dağları yaratan için, seni
Allah mı gönderdi.” dedi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- :
“Evet” buyurdu. Dımam:
“Elçin birgün ve gece içinde kılmamız gereken beş
vakit namaz olduğunu söylüyor”, dedi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
“Doğru
söylemiş”
buyurdu.
Dımam böylece zekat, oruç ve hac hakkında aynı
soruları tekrarladı ve aynı cevabı aldı.
Dımam son olarak:
“Bunları sana Allah mı emretti?” diye sordu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’na
“evet” cevabını verdi. Dımam
kavmine dönerken şöyle dedi.
“Seni hak ile gönderene yemin olsun ki bunlardan
ne eksik ne ziyade bir şey yapmam” Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
O’nun bu sözünü duyunca :
“Eğer dediğini
yaparsa mutlaka cennete girer” buyurdu.
Dımam müslüman olarak kavmine döner dönmez
putları kırdı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın emir ve nehiylerini
halkına bildirerek onları İslam’a çağırdı. O geceye Dımam’ın kavminden tüm kadın
ve erekekler müslüman olarak girdiler. Mescidler yapıp ezan okumaya başladılar.
Böylece Dımam’dan daha hayırlı bir misafir olmadı.
Hicri 9. yılın Safer ayında oniki kişilik Uzraoğulları
heyeti geldiler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onları iyi bir şekilde
karşılayarak, Şam’ın fethini müjdeledi ve onları kahinlere gitmekten, putlara
kurban kesmekten nehyetti. Birkaç gün Medine’de kalarak müslüman olup yurtlarına
döndüler.
Uzra’dan hemen sonra aynı yılın Rebiul evvel ayında
Bela kabilesinden bir heyet gelerek İslam’a girdiler.
Aynı yılın başlangıcında Esedoğullarından on kişilik
bir heyet müslüman olarak Medine’ye geldiler. Onlar geldiklerinde Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- bir grup arkadaşıyla mescidde oturuyorlardı. Esedoğulları
heyeti İslama girmiş olmalarını Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’ın başına
kakmak istemiştir. Şu ayeti kerime onlara cevaptır.
“Onlar İslam’a
girdikleri için sana minnet ediyorlar. De ki : Müslümanlığınızı benim başıma
kakmayın. Bilakis sizi imana ermekle Allah sizi anar. Eğer doğrulardan iseniz” (Hucurat, 49/18)
Esedoğulları heyeti Medine’de bir süre kalıp
dinlerini öğrendikten sonra yurtlarına geri döndüler.
Tecip Kinde kabilesinin bir koludur. Medine’ye
kavimlerinin sadakaları ile geldiler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
onların gelişlerinden mesrur oldu ve onlara ikramlarda bulundu.
Medinede bir süre kalıp dinlerini öğrendikten
sonra yurtlarına dönerlerken Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onlara bir
çok ikramlarda bulundu ve
“İçinizde
başka birisi daha var mı?” diye sordu. Onlar da bineklerini bekleyen bir gencin olduğunu
söylediler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’na da ikramda bulunmak istiyordu. Bu nedenle
“Onu da
gönderin”
dedi. Genç gelip Resullah -sallallahu aleyhi vesellem-’den dua talep etti.
Kanaatkar bir şahıstı. Bu genç Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in vefatından
sonra başlayan Riddet olaylarında İslam’dan ayrılmadı ve kavmine de nasihat
ederek onların da İslam üzerine kalmalarını sağladı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’a
Tebuk’ten döndükten sonra on kişilik bir heyetle müslüman olarak gelmişlerdir.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onlara memleketlerini sormuş, onlar da
kuraklığından şikayet etmişlerdir. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
onlar ve memleketleri için dua etmiştir.
Necran Yemen sınırı boyunca uzanan büyük bir
bölgedir. 74 köyden müteşekkil idi ve 120 bin savaşçısı vardı. Bölge halkının
tamamı hristiyan idi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- din büyüklerine
mektup yazarak onları İslam’a davet etti. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in mektubunu okuyunca telaşa kapıldılar. Aralarında birçok müşavere
yaptıktan sonra 60 kişilik bir heyet ile Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’e geldiler. Allah Resulu -sallallahu aleyhi vesellem-’in huzuruna
girmeden önce ipek ve altından oluşan süslü kıyafetler giydiler. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- onları bu halde görünce onlarla konuşmadı.
Sahabelerden bazıları onlara süslerini çıkardıktan sonra Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- ile görüşmelerini önerdiler. Onlar da böyle yaptıktan sonra
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- onlarla konuşarak İslam’a davet etti.
Necran heyeti
“Biz sizden önce müslüman olduk” diyerek
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in teklifini reddettiler. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- onlara
“Üç şey
sizin müslüman olmanıza engeldir: Haça tapmanız, domuz eti yemeniz ve Allah’a
çocuk isnad etmeniz”
buyurdu. Onlar:
“Babasız yaratılan İsa’nın misli var mıdır?”
diye sordular. Allah onların bu sualleri ile ilgili olarak şöyle buyurdu.
“Allah
nezdinde İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Allah O’nu topraktan yarattı.
Sonra ona “Ol” dedi ve oluverdi.
Rabbinden
gelen gerçektir. Öyleyse şüphecilerden olma. Sana bu ilim geldikten sonra
seninle bu konuda tartışanlara “Gelin, sizler ve bizler de dahil olmak üzere,
karşılıklı olarak çocuklarımızı ve kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim
de Allah’tan yalancılar üzerine lanet dileyelim” de.” (Âl-i İmran)
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onlara
bu ayeti kerimeleri okuyup onları lanetleşmeye çağırdı. Necran heyeti kendi
aralarında müşavere ederek “Eğer gerçekten O bir Peygamber ise, O’nunla lanetleşmek
bizim helakımız olur” dediler ve cizye vermeye razı oldular. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- ise onlara zimmet ve eman verdi ve dinlerinde
serbest bıraktı. Necran heyeti cizye vermek üzere Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’den güvenilir bir adamını göndermesini istediler. O da Ubeyde bin
Cerrah’ı onlarla gönderdi. Bu sebeple Ubeyde “Bu ümmetin emini” olarak
isimlendirdiler.
Necran’a döndükten sonra heyet içinde bulunan
iki kişi müslüman oldu. Böylece İslam aralarından yayılmaya başladı. Bir süre
sonra da Necran halkının tamamı İslam’a girmiş oldu.
Daha önce Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in Huneyn savaşından sonra Taif’i muhasara altına aldığına değinmiştik.
İşte bu muhasaradan sonra Taif’in en parlak genci Urve bin Mesud İslam ordusunu
takip ederek, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- daha henüz Medine’ye
varmadan, İslam ordusuna yetişerek müslüman oldu. Urve kavmi tarafından çok
sevilen bir gençti. Müslüman olduktan sonra, kendisini kırmayacaklarını
zannederek koşup halkını İslam’a davet etti. Ancak kavmi O’na şiddetle mukabele
ederek, şehit ettiler. Bu olaydan sonra Taifli’ler müslümanlarla mücadele
edemeyeceklerini düşünerek, Abdu Yalil bin Amr başkanlığında bir heyet oluşturarak
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e görderdiler. Taif heyeti Medine’ye 9.
yılın Ramazan ayında geldi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- mescid’in
civarında onlara yer hazırlayarak Kur’an dinlemelerini ve namaz kılanları
izlemelerini sağladı.
Taif heyeti Medine’de günlerce kaldı. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- onları her seferinde müslüman olmaya çağırıyordu.
Ancak onlar O’nun bu davetini her seferinde geri çevirdiler. Kendilerine zina, içki
ve faizin serbest olmasını, Lat’ın yıkılmamasını istiyorlardı. Ayrıca namazdan
muaf tutulmak ve putlarını kendi elleriyle yıkmamak istiyorlardı. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- onların tüm bu isteklerini red etti. Taif heyeti
pazırlığın netice vermediğini görünce putlarını kendi elleriyle yıkmamak şartıyla
müslüman oldular.
Taif heyetinin en genç üyesi olan Osman bin
Ebi’l As es-Sakafi arkadaşlarından gizlice
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e veya Ebu Bekir’e gelerek
Kur’an öğreniyor ve ezberliyordu. Heyet müslüman olunca, Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- heyetin başkanlığına, dinine ve Kur’an’a olan sevgisinden
dolayı O’nu getirdi.
Taif heyeti memleketine döndü. Öldürülmek ve
savaş korkusuyla imanlarını gizliyorlardı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- zina, içki ve faiz gibi şartlarını kabul etmediğini söylediler. Bunun
üzerine Taifliler öfkeye kapılarak savaş hazırlığına giriştiler. Ancak daha
sonra savaştan kendilerinin zararlı çıkacaklarını anlayıp heyete “Gidin bu şartlardan
vaz geçtiğimizi söyleyin” dediler. Heyet te:
“Biz zaten bu şartlardan vazgeçtik ve müslüman
olduk” deyince, Taif halkı da müslüman oldular.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Halid
bin Velid ve Muğire bin Şube ile beraber bir grup müslüman göndererek Taif’in
meşhur putu Lat’ı yıktırdı.
Amir oğulları heyeti içinde müslüman davetçilere
Bi’ri Maune’de ihanet eden Amir bin Tufeyl ve Erbed bin Kays da vardı. Bu ikisi
kavimlerinin reisleri ve şeytanları idiler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’e suikast yapmak için aralarında anlaştılar. Medine’ye geldiklerinde
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onları İslam’a davet etti. Amir ise:
“Seni üç şeyden birisini seçme hususunda serbest
bırakıyorum.
Çöller senin, şehirler benim olsun, yahut beni
kendine halef tayin et, yoksa Gatafan ile birleşerek sana karşı harekete
geçerim” dedi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’nun tüm bu
tekliflerini red etti ve
“Allah’ım
Amir’e karşı bana yet ve kavmini helak et” buyurdu.
Bu konuşmanın yapıldığı sırada Erbed kılıcını
çekerek Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’i öldürmeyi tasarlıyordu. Ancak
O’nun manevi gücü karşısında eli kılıcında donakaldı.
Daha sonra Allah Elçisinin duasını kabul ederek
her ikisini de helak etti. Amir yolda sıtmalı bir hastalığa yakalanıp öldü,
Erbed ise şiddetli bir kasırga ile helak oldu.
“O, yıldırımlar
gönderip onlarla dilediğini çarpar. Durum bu iken onlar, Allah hakkında
mücadele ediyorlar. Halbuki O azabı pek şiddetli olandır” (Rad, 13/13)
Müseylemet’ül-Kezzab’ın kavmidir. Hicri 9. yılda
onyedi kişiden oluşan bir heyetle gelip müslüman oldular. Müseyleme de aralarındaydı.
O’nun müslüman olmadığı da söylenir.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- yanına
Sabit bin Kays’ı da alarak elinde bir çubuk parçası olduğu halde müseyleme ve
arkadaşlarının yanına uğradı. Müseyleme O’na -sallallahu aleyhi vesellem-
“Senden sonra bizi halife yap ki senin ile dinin
arasına girmeyelim” dedi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- de:
“Elimdeki şu
değersiz parçayı isteseydin Onu dahi sana vermezdim” buyurdu.
Heyet yurduna döndükten bir süre sonra Müseyleme
kendisinin de Peygamber olduğunu iddia etmeye ve vahiy oluduğunu söylediği bazı
nesirler söylemeye başladı. kavmine zina ve içkiyi serbest bıraktı. Halk O’nun
fitnesine kapılıp peşinden gitmeye başladılar. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’ın vefatıyla iyice azıttılar. Ebu Bekir onların üzerine Halid bin
Velid komutasında ordular gönderdi. Şiddetli çarpışmalardan sonra ordusunun
büyük bir kısmı ve Müseyleme’nin kendisi öldürüldü. O’nu Hamza’yı şehid eden
Vahşi bin Harb öldürdü. Böylece bu fitne söndürülmüş oldu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
Tebuk’den döndükten sonra Malik bin Mürre, Himyer kralları Haris bin Abdu
Kelal, Naim bin Abdu Kelal ve Numan’nın müslüman olduklarını bildirdikleri
mektuplarını getirdi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- de onlara resmi bir belge göndererek hak ve
görevlerini bildirdi.
Sonra onlara dinlerini öğretmeleri, hakimlik ve
zekat memurluğu yapmaları ve namaz kıldırmaları için Muaz bin Cebel’i
Kuretululya bölgesine, Ebu Musa el-Eşariyi ise Kuretul Süfla bölgesine
gönderdi. Onlara şu talimatı verdi.
“Kolaylalaştırın,
zorlaştırmayın, müjdeleyin nefret ettirmeyin, itaat edin ihtilaf etmeyin”
Muaz Yemen’de Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in vefatına kadar kaldı. Ebu Musa el-Eşari ise Veda Haccında geldi.
Hemedan Yemen’de meşhur bir kabiledir. Hemedan
heyeti Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e Tebuk’den döndükten sonra
geldi. İçlerinde meşhur bir şair olan Malik bin Namt da vardı. Heyetin tamamı
müslüman oldu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- onlara Namt’ın oğlu
Malik’i reis tayin etti. Halid bin Velid’i de onlarla beraber göndererek
Hemedan kavminden diğerlerini İslam’a davet etmesini emretti. Halid altı ay
onlarla kaldığı halde İslam’a girmediler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
daha sonra Ali’yi gönderdi. Ali onlara Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in mektubunu okuyup İslam’a davet edince hep birden müslüman oldular.
Bu müjdeli haber Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e ulaşınca şükür
secdesine kapıldı ve başını kaldırıp: “Hemedan’a
selam olsun, Hemedan’a selam olsun” buyurdu.
Abdulmedan
Oğulları Heyeti
Hicri 10. yıl Rebiulevvel ayında Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- Halid bin Velid’i Yemen’de bulunan Necran
kabilesini üç gün İslam’a davet etmesini kabul etmezlerse savaşmasını emretti.
Halid bin Velid gelip onları İslam’a davet edince severek İslam’a girdiler.
Halid bir süre aralarında kalarak onlara İslam’ın esaslarını öğretti. Ayrıca
bir mektup yazarak müjdeli haberi Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e
bildirdi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’de O’na, kabilenin ileri
gelenlerinden bir heyet oluşturarak Medine’ye göndermesini istedi. Heyet
Medine’ye gelip Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- ile görüştü. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- onlara reis olarak Kays bin Hasin’i tayin etti.
Heyet Şevval ayının sonlarında yurtlarına döndü. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- peşlerinden onları dini konularda eğitmek ve aralarında hüküm vermesi
için bir mektupla Amr bin Hazm’ı gönderdi. Bu mektup çok meşhurdur.
Bunlar da Yemen’li bir kabiledir. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- onlara Hicri 10 yılı Ramazan ayında Ali -radıyallahu
anh- göndererek onları İslam’a davet etmesini ve onlar saldırmadıkça onlarla
savaşmamasını emretti. Ali gelip onları İslam’a çağırdı. Ancak onlar İslam’a
girmeyi red edip, müslümanlara saldırdılar. Bunun üzerine müslümanlar da onlara
karşılık vererek, onları yenilgiye uğrattılar. Sonra tekrar onları İslama çağırdılar.
Müzhac oğulları bu sefer İslam davetine uyarak müslüman oldular. Ali -radıyallahu
anh- onlardan zekat malını alarak Mekke’de Veda Haccında bulunan Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- yanına döndü.
Bunlar da Yemen cihetinde oturan bir kabiledir.
Sa’d bin Abdullah başkanlığında bir heyetle gelip müslüman oldular. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- onlara emir olarak Saad’ı seçti ve O’na şirk
ehliyle cihad etmesini emretti.
Bu arada sahabelerin meşhurlarından Cerir bin
Abdullah gelerek müslüman oldu. Cerir’in mensup olduğu Becile kabilesinin taptığı
Zü’l Halasa isminde meşhur bir putları vardı. O’nu Kabe’ye eşdeğer olarak
görüyorlar ve Kabe’ye Şamlıların Kabesi, kendi putlarına da Yemenlilerin Kabesi
ismini veriyorlardı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bir gün Cerir’e:
“Bizi Zü’l
Halasa’dan kurtarmayacak mısın?” diye sordu. Cerir de: At üzerinde duramadığından
yakındı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- O’na dua etti ve bundan sonra
Cerir asla attan düşmedi.
Cerir kendi kavim ve akrabalarından oluşan 150
kişilik bir süvari birliğiyle giderek o putu ve etrafındaki şirk mabetini yerle
bir etti. Bu müjdeli haber Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’e ulaşınca onlara
defalarca bereket ve hayır duası etti.
İslam’ın yayılması ile Yemen’de selam ve emniyet
sağlandığı, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in memurlarının her bölgede hizmet sürdürdüğü sırada
Kehf Hanan beldesinde Esved el-Ansi isminde bir şeytan peydahlandı ve
kendisinin de Peygamber olduğunu iddia etmeye başladılar. Yediyüz adamıyla
Sana’ya saldırarak burayı işgal etti. Bundan sonra bu adamın fitnesi ve gücü
daha da artmaya ve güçlenmeye başladı. Hatta Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem-’in memurları Eşarilerin bölgesine çekilmeye başladılar. Müslümanlar
can korkusuyla onlara takiyye yapıyorlardı. Bu büyük fitne üç-dört ay böyle
devam etti. Sonra müslüman olan İranlı Feyruz ve arkadaşları bu adama karşı harekete
geçtiler. Aralarındaki şiddetli savaştan sonra Feyruz O’nu öldürerek, kellesini
kesti ve kale duvarından aşağıya attı. O’nun kopmuş kellesini gören askerleri
hezimete uğradılar. İslam ve müslümanlar tekrar hakim oldu ve Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’in memurları yeniden görevleri başına döndüler. Bu
adam Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’in vefatından bir gün önce
katledildi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- vahiy yoluyla O’nun
öldürüldüğünü öğrenip, ashabına haber verdi. Müjde mektubu ise Ebu Bekir es-Sıddık’ın
hilafeti döneminde ulaştı.
İslam davetinin tüm Arap yarımadasına ulaşmasından
ve bu daveti ihya edecek mü’min bir taifenin oluşmasından sonra, durup
dinlenmeden çalışmasının semeresini göstermek istedi. Ve Rasulune Hicri 10. yılın
zilhicce ayında mübarek Beyt’ini ziyaret etmeyi nasip etti.
Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem- o yıl
hacc etmeye karar verince tüm insanları da kendisiyle beraber hacc etmeye davet
etti. Bunun üzerine Medine’de binlerce insan toplandı. Zilkade’nin 26. günü
Cumartesi öğle namazını kıldıktan sonra izar ve ridasını giyerek Medine’den
hareket etti. İkindi namazı vakti Zü’l Huleyfe’ye ulaştılar ve burada ikindiyi
iki rekat olarak kıldılar. Geceyi burada geçirdiler. Gündüz olunca Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu:
“Gece bana
Rabbimden bir elçi geldi ve “Bu mübarek vadide namaz kıl, Hac ile yapılan umre
çok azdır” dedi”
Bu, cahiliye döneminde günah sayılan umre ve
Hacc’ın bir arada yapılmasının mübah olduğuna işaretti.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- öğle
namazından önce yıkanıp güzel kokular sürdü, tekrar rida ve izharını giyip iki
rekat olarak öğleyi kıldı. Umre ve hac için niyet edip tehliye getirdi ve
“Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyk la şerike lek. İnnel hamde venni’mete leke
velmülke la şerike lek.” diyerek telbiye getirdi. Bazen de: “Lebbeyk ilahul
Hakk” diyordu.
Sonra namazgahından çıkarak Kasva ismindeki
devesine bindi. Tehliye ve telbiye getirerek yola devam ettiler.
Mekke’ye yaklaştıklarında Zü’t-Tuva’da
gecelediler ve sabah namazını da burada kıldılar. Rasûlullah -sallallahu aleyhi
vesellem- daha sonra yıkanıp temizlendikten sonra, Zilhicce ayının dördünde
pazar günü sabahı Mescid-i Haram’a girdi. Kabe’yi tavaf edip, Safa ve Merve
arasında sa’y etti. Sonra Mekke’nin en yüksek mevkisi olan Hacun’da ihramlı
olarak ikamete çekildi. Çünkü umre ile Hacc’ı cem ederek Kıran haccı yapıyordu.
Daha sonra Zilhicce ayının sekizinci Terviye
günü Mina’ya yöneldi. Mina’da öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazları
olmak üzere beş vakit namaz kıldı. 4 rekatlı namazları ikişer rekat olarak kıldılar.
Güneş doğduktan sonra burdan Arafat’a hareket ettiler. İnsanlar burada mahşeri
bir kalabalık oluşturmuşlardı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in etrafını
sardılar. Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem- Kasva’nın üzerinden onlara
belağatlı bir hutbe irad etti. Allah’a hamd ve sena edip, şehadet kelimesi
getirip, insanalara takva’yı vasiyyet ettikten sonra şöyle buyurdu.
“Ey halk! Sözlerimi
dikkatle dinleyin. Bilmiyorum, belki de bu yıldan sonra sizinle burada bir daha
karşılaşmayabilirim. Ey Halk! Bu gününüz nasıl kutsal bir gün ise, bu ayınız
nasıl kutsal bir ay ise ve bu şehriniz nasıl kutsal bir şehir ise, biliniz ki
canlarınız, mallarınız ve ırzlarınız da siz Rabinizle karşılaşıncaya kadar
kutsaldır. (dokunulmazdır) Allahım! İletmiş bulundum mu? O halde sen şahit ol!
Ey
sahabilerim! Kimin zimetinde bir emanet varsa onu mutlaka sahibine geri versin.
Biliniz ki cahiliyet devrinin tefeciliği artık kaldırılmıştır. İlk iptal ettiğim
faiz muamelesi ise Abdulmuttaliboğlu Abbas’ın faizidir.
Cahiliyet
devrinde güdülen tüm kan davaları da geçersiz kılınmıştır. İptal ettiğim ilk
kan davası da Amir bin Rabia bin el-Haris’in kan davasıdır. Hacılara ev sahipliği
ve şu dağıtım işleri hariç cahiliyet devrinin bütün kötü gelenekleri artık
tamamen geçersizdir. Kasıtlı öldürmenin cezası kısastır, taammüle benzer
cinayet, sopa ve taşla işlenendir. Bunun cezası da yüz devedir. Kim bu miktarı
artıracak olursa o artık cahiliyet ehlindendir. Ey Halk! Bugün şeytan şu
yurdumuzda tapılmaktan ümidini kesmiş bulunmaktadır. Buna rağmen ona ibadet
etmenin dışında kalan şu küçük gördüğünüz işlerde ona uyacak olursanız ona bile
razıdır.
“Ey Halk!
Kutsal ayların (her yıl keyfi) olarak sırasını değiştirmek, esasen inkarcılıkta
daha da ileri gitmektir. Gerçekleri inkar edenler Allah’ın haram kıldığı
(kutsal ilan ettiği) ayların sayısına uydurmak için ona bir yıl haram, bir yıl
helal sayıyorlar. Ey Halk! Devamlı olarak dönen zaman, Allah’ın gökleri ve yeri
yarattığı günkü gibi periyodlarını sürdürmektedir. Bir yılın ay sayısı Allah
nezdinde onikidir. Gökleri ve yeri yarattığı günden beri böyledir. Bunlardan
dördü kutsal aylardır. Üçü peşpeşe gelir ki bunlar Zilkade, Zilhicce ve
Muharrem’dir. Diğeri ise cemaziyelahir ile şaban arasındaki recep ayı’dır.
Allahım!
Gerçek manada elçiliğimi yapıp emirlerini kullarına ilettim mi? Şahid ol ya
Rabb!
Ey Halk!
Kadınlarınızın üzerinizde hakları vardır. Fakat sizin de onların üzerinde
haklarınız vardır. Sizin onların üzerindeki haklarınız. Yatağınıza başkalarını
almamaları, izniniz olmadıkça istemediğiniz kimseleri evlerinize sokmamalarıdır.
Çirkin fiillerde bulunmamalarıdır. Eğer bu (yasak) fiillerde bulunacak
olurlarsa onları sıkıştırmak ve yataklarına girmemek için Allah size izin vermiştir.
Kötü fiillerden vazgeçer ve size itaat edecek olurlarsa onların her türlü
yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını karşılamak zorundasınız.
Kadınlar
sizin yardımcılarınızdır. Kendileri için bir şeye sahip değillerdir. Siz onları
ancak Allah’ın birer emaneti olarak almış bulunuyorsunuz. Allah’a söz vererek
onları kendinize helal kılmış bulunuyorsunuz. Kadınlar hakkında Allah’ın koyduğu
sınırları çiğnemekten sakınınız ve onlar için hayırlı tavsiyelerde bulununuz.
Allah’ım! Gerçekten manada elçiliğini yapıp emirlerini kullarına acaba ilettim
mi? İlettimse şahid ol Ya Rab!
Sözlerimi
iyice kafanıza koyun (emirlerimi dinleyin) sizlere bir emanet bırakmış
bulunuyorum ki ona sıkı sıkıya sarıldığınız müddetçe yolunuzu asla şaşırmazsınız.
O emanet de Allah’ın Kitabı Kur’andır ve elçisinin çizmiş olduğu çığırdır.
Ey Halk!
Sözlerimi iyice dinleyin. Bilmiş olunuz ki her müslüman diğer müslümanların
kardeşidir. Bütün müslümanlar kardeştir. Bir müslümana rızası olmadıkça kardeşinin
malı helal değildir. O halde birbirinize zulmetmeyiniz. Benden sonra küfre
saparak dininizden dönüp birbirinizin kanını dökmeyin.
Allahım!
Emirlerini acaba kullarına iletebildim mi? Eğer ilettiysem sen Şahid ol!
Ey Halk!
Hepinizin Rabbi birdir. Hepinizin babası da birdir. Hepiniz Adem’in soyundansınız.
Adem ise topraktandır. İçinizde en üstün olanınız, Allah’ın sınırlarını çiğnemekten
en çok sakınanızdır. Hiç bir arabın arap olmayana üstünlüğü yoktur. Üstünlük
ancak faziletledir.
Allah’ım
Acaba emirlerini kullarına iletebildim mi? Eğer iletebildiysem sen şahid ol!
Burada bulunanlar bu hususları bulunmayanlara iletsinler.
Ey Halk!
Allahu Teâlâ, varislerden her birinin mirastaki payını belirtmiştir. Mirasının
üçte birinden fazlasını birine tahsis etmek üzere vasiyette bulunmak caiz değildir.
Kim babasından başka birinin oğlu olduğunu ileri sürer veya kölelerinden başkasına
sahiplenirse Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine
olsun. Allah ne onun farzını ne de nafilesini kabul etsin! Allah’ın selamı,
rahmet ve bereketi hepinizin üzerine olsun.
Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-’in veda
hutbesini irad ettiği gün Kur’an-ı Kerim’in son ayeti olan şu sözleri Allahu
Teâlâ indirdi:
“İşte
bugün dininizi kemale erdirdim, nimetimi üzerinize tamamladım ve din olarak
sizin için İslamı seçtim” (Maide: 5/3)
Hutbeden sonra Bilal namaz için ezan ve ikamet
okudu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- burada öğle ve ikindi namazını
cemi takdim olarak peşpeşe ikişer rekat olarak kıldırdı. Sonra vakfe yerine gelip
yüzünü kıbleye çevirdi. Güneş batıncaya kadar burada kaldıktan sonra
Müzdelife’ye gitti. Bir ezan ve iki ikametle akşam ve yatsıyı burada kıldı.
Sabah namazına kadar burada kaldı ve sabah namazını erkenden kıldıktan sonra Meş’ar-ı
Haram’a geldi. Burada yüzünü kıbleye çevirip tekbir, tehlil ve tevhid ile meşgul
olup Allah’a niyazda bulundu.
Sonra daha güneş doğmadan Mina’ya yöneldi ve Cemretü’l-Kübra’ya
geldi. burada yedi adet küçük taş parçası attı ve attığı her taş ile tekbir
getirdi. Cemre’yi atıncaya kadar tellbiye getirmeye devam etti. Sonra da:
“Hac
usülünü benden alın. Bu yıldan sonra hac etmeyebilirim” buyurdu.
Sonra Mina’daki yerine gelerek bizzat kendi
eliyle 63 tane kurban kesti. Geri kalan kurbanların kesilmesiyle de Ali’yi
görevlendirdi. Sonra kesilen her kurbanın etinden bir parça getirilip pişirilmesini
emretti ve pişen bu kurban etlerinden yediler.
Sonra berber çağırarak saçını tıraş ettirdi ve kıllarını
birer ikişer insanlar arasında paylaştırdı.
Sonra tavaf etmeden önce elbiselerini giyip,
güzel kokular sürdü. Sonra devesine binerek Beytullah’a geldi ve ifada tavafı
yapıp, öğle namazını kıldırdı. Sonra Abdulmuttalilp oğulları yanına gelip
onlara iltifatta bulundu ve kendisine sunulan zemzem suyunu içti.
Allah Rasulü -sallallahu aleyhi vesellem- sonra
tekrar Mina’ya dönerek Zilhicce ayının 11, 12 ve 13. günleri olan “teşrik
günlerini” burada geçirdi. Güneş battıktan sonra sırasıyla küçük, orta ve büyük
cemrelere giderek yedişer taş atar ve her atışında tekbir getirdi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Hac’da
bir tanesi bayram, diğeri teşrik günlerinde olmak üzere iki hutbe irad etmiştir.
Ayrıca Nasr suresi de teşrik günlerinde nazil oldu.
Zilhicce’nin 13. günü ki- salı idi- Peygamber
-sallallahu aleyhi vesellem- cemreleri attıktan sonra Ebtah mevkiine geldi. Öğle,
ikindi, akşam ve yatsı namazlarını burada kıldı. Burada bekleyen Aişe kardeşi
Abdurrahman ile beraber geri döndü. O’nun dönmesinden sonra Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- son kez Mescid’i Haram’a gelerek Veda Tavafı yaptı.
Sabah namazını kılıp, Medine’ye hareket etti. Medine’ye yaklaşıp uzaktan şehrin
alametleri belirdiği zaman Allah Rasulu -sallallahu aleyhi vesellem- üç kere
tekbir getirdikten sonra şöyle buyurdu.
“La ilahe illallahu vahdehu la şerike leh. Lehül
mülkü ve lehül hamdü ve hüve ala külli şey’in kadir. Ayibune Taibune, Abidüne,
Sacidüne, Lirabbina Hamidun. Sadakallahu vadeh, ve nasara abdeh, ve hezemel
ahzaba vahdeh”
“Allah’dan başka ilah yoktur. O, tektir ve ortağı
yoktur. Mülk O’nundur ve hamd O’nadır. O, her şeye gücü yetendir. Dönenler,
tevbe edenler, kulluk edenler secde edenler, Rabbimize hamd edenler olarak. O,
va’dini yerine getirdi; kuluna yardım etti ve (düşman) grupları yalnızca O
hezimete uğrattı.”
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Medine’ye
döndükten sonra, insanların bölük bölük Allah’ın dinine koşmalarından ve 23 yıl
önce başladığı tevhid davasının başarılı olmasından dolayı Allah’a hamd ve şükür
ile ve Medine’ye gelen bazı heyetlerin karşılanması ile meşgul oldu. Bu arada Üsame
bin Zeyd komutasında yediyüz kişilik bir birlik hazırlayarak Filistin taraflarına
gönderdi. Bu arada Peygamberimiz hastalandı. İslam Ordusu harekete geçip
Medine’ye üç mil ötedeki Cerf mevkiine vardığında, Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’in hastalığının şiddetlendiğini haber alır almaz, burada
konaklayıp neticeyi beklemeye başladılar. Bu arada Allah’ın kazası gerçekleşti
ve Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- vefat etti. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’in ömründe son kez çıkardığı bu ordu, Ebu Bekir-radıyallahu
anh-’in hilafeti döneminde çıkardığı ilk ordu olmuş oldu.
Rasûlullah risalet görevini ifa ettikten,
emaneti eda ettikten ve ümmete nasihat ettikten sonra bu dünyadan ayrılma
belirtileri söz ve eylemlerine yansımaya başladı.
10. yılın Ramazan ayında yirmi gün itikaf yaptı
ve Cibril ile Kur’an’ı karşılıklı olarak iki defa okudular. Kızı Fatıma’ya “Bu benim ecelimin yaklaştığını gösteriyor” buyurdu.
Muaz’ı Yemen’e uğurlarken: “Ey Muaz bu yıldan sonra bir daha görüşmeyebiliriz. Sen benim bu
mescidime ve kabrime uğrarsın” dedi. Muaz O’nun bu sözlerine ve ayrılığına
dayanamayıp şiddetle ağladı.
Ayrıca Veda Haccında defalarca: “Bilmiyorum, belki de bu yıldan sonra
sizinle burada bir daha karşılaşmayabilirim” buyurmuştur.
“İşte
bugün sizin dininizi kemale erdirdim...” ayeti kerimesi ve Nasr suresinin inzal edilmesi
O’nun bu dünyadaki görevini tamamladığının birer işaretiydiler. Veda Haccı
bundan dolayı bu ismi almıştır. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- burada
ümmetine veda etmiştir.
Hicri 11. yılın Safer ayının ilk günleri Uhud’a
çıkarak burada yatan şehitler ile vedalaşıp şöyle buyurdu.
“Sizin
Kevser havuzuna ilk kavuşanınız ben olacağım. Ben sizin için şehadette bulunacağım.
Buluşacağımız yer havuzdur. Şu anda bulunduğum yerden kevser havuzuna bakıyorum.
Bana yeryüzündeki hazinelerin anahtarları verildi. Ben sizin bundan sonra şirke
döneceğinizden korkmuyorum. Fakat dünyada dünyalık için birbirinizle çekişmenizden
ve sizden öncekilerin helak olduğu gibi sizin de helak olmanızdan endişe
ediyorum.”
Safer ayının son günlerinde ise gecenin karanlığında
Baki mezarlığına gitti ve orada yatanlar için istiğfar edip “Biz de size kavuşacağız” buyurdu.
Safer ayının son pazartesi günü Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- bir cenazeye katıldıktan sonra evine döndü. Aişe
başının ağrısından
“Vay başım” diye şikayet edince, Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- O’na bakarak
“Ey Aişe!
Vallahi asıl ben “Vay başıma” demeliyim” buyurdu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in
hastalığı bu şekilde başladı. Bununla beraber hanımlarını dolaşabiliyordu.
Ancak hastalığı giderek arttı. Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-
hastalığının şiddetlendiği sırada Meymune’nin odasında bulunuyordu. Hanımları
O’na hastalığı boyunca dilediği yerde kalmasına izin verdiler. Bunun üzerine
akarbalarından Fazl bin Abbas ile Ali b. Ebi Talib’in arasında, Meymune’nin
evinden çıktı. Başı sarılıydı ve hastalığın şiddetinden adım bile atamıyordu. İşte
bu vaziyette Hz. Aişe’nin odasına geldi.
Resululah -sallallahu aleyhi vesellem- Aişe’nin
odasındayken ağrıları biraz hafifleyince ashabına çıktı ve onlara namaz kıldırıp
nasihatta bulundu.
“Sizden
öncekiler vefat eden Peygamber ve salih kişilerin kabirlerini ibadetgah
edindiler. Sakın kabirleri ibadetgah edinmeyin. Sizi bundan nehy ederim”
“Allah’ın
laneti yahudi ve hristiyanların üzerine olsun. Peygamberlerinin kabirlerini
mescid edindiler.”
“Benim
kabrimi tapınak edinmeyin”
Allah Rasulü -sallallahu aleyhi vesellem- ashabına
veda etmeden önce kendisini kısas için takdim etti ve Ensar’a hayır diledi.
Sonra şöyle buyurdu.
“Allah
Teala kullarından birini dünya hayat ve nimetleriyle kendi katındaki ahiret
hayatı ve saadeti arasında muhayyer kıldı. O da Allah nezdindekini seçti.” Bu sözlerin anlamını
anlayan Ebu Bekir -radıyallahu anh- ağlamaya başladı. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’in kendisini kasdettiğini farketmişti. Hz. Ebu Bekir: “Ya
Rasûlallah! Canlarımız ve evlatlarımız sana feda olsun” dedi.
Ebu Bekir’in ağladığını gören Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- :
“Ey Ebu
Bekir, ağlama! Gerek arkadaşlığı, gerek mal fedakarlığı itibarıyla bana en çok
faydalı olan Ebu Bekir’dir. Ümmetimden birini kendime dost edinseydim muhakkak
ki Ebu Bekir’i edinirdim. Fakat İslam kardeşliği şahsi dostluktan daha
üstündür.”
buyurdu ve “mescidde Ebu Bekir’in kapısından
başka kapatılmadık hiçbir kapı kalmasın” dedi.
Bu konuşma çarşamba günü yapılmıştı. Perşembe
günü Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in ağrıları şiddetlendi. Yatağından
doğrularak: “Bana yazacak birşey getirin,
benden sonra sapıtmayacağınız şeyler yazayım.” buyurdu. Hz. Ömer
“Hastalığın şiddetinden böyle konuşuyor. Bizim
elimizde Kur’an var; Allah’ın kitabı bize yeter” dedi. Orada bulunan insanlar
bu konu hakkında birbirleriyle tartışmaya başlayınca Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- rahatsız oldu ve
“Yanımdan
kalkın”
buyurdu.
Aynı gün şifahi olarak yahudiler, hristiyanlar
ve müşriklerin Arap yarımadasından çıkarılmalarını, kabilelerden gelen
heyetlere kendi zamanında olduğu gibi ikramda bulunulmasını, namaza önem
verilmesini ve kölelere iyi davranılmasını vasiyet etti. Ve “Size iki şey bırakıyorum
ki onlara sarıldıkça asla sapıtmazsınız: “Allah’ın
kitabı ve sünnetim” dedi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- hastalığının
şiddetine rağmen insanlara namaz kıldırmaya devam ediyordu. Perşembe günü yatsı
namazının vakti girdiğinde hafiflemek amacıyla yıkandı ancak namaza çıkarken
hastalığının şiddetiyle bir baygınlık geçirdi. Sonra kendisine gelir gelmez
tekrar yıkandı ve namaza çıkarken tekrar bayıldı. Sonra tekrar kendisine gelip
yıkandı ve namaza çıkarken tekrar baygınlık
geçirdi. Sonra tekrar kendisine gelince namazı Ebu Bekir’in kıldırmasını
emretti. Artık namazları Ebu Bekir kıldırıyordu ki bu şekilde toplam 17 vakit
namazı kıldırmıştır.
Cumartesi veya pazar günü öğle namazı kılınırken
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- kendisinde bir hafiflik hissetti ve iki
adamın arasına girerek insanlara imamlık yapan Ebu Bekir’in namazına uydu.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- pazar
günü kölelerini azad etti ve elinde bulunan yedi dinarı tasadduk etti. Silahını
müslümanlara bıraktı. Gece olduğunda lambalarında yakacak kalmamıştı. Hz. Aişe
bir kadından borç aldı. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- vefat ettiğinde
zırhı, otuz arpa saa karşılığı bir yahudide rehin bulunuyordu.
Pazartesi sabahı Ebu Bekir -radıyallahu anh-
insanlara sabah namazını kıldırırken Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Aişe’nin
odasının penceresindeki perdeyi kaldırarak onlara baktı ve tebessüm etti. Ebu
Bekir O’nun namaza çıkmak isteğini zannederek geri döndü, müslümanlar sevinçlerinden
namazlarını bozmak üzereyken onlara namazlarını tamamlamalarını emretti. Yatağına
geri döndü.
Ömrünün son günleri veya son günü Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem- kızı Fatıma’yı çağırarak kulağına birşeyler fısıldadı.
Fatıma ağladı. Sonra tekrar birşeyler fısıldadı Fatıma güldü. Aişe O’na bunun
nedenini sorunca Fatıma o an O’na birşey söylemedi. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’in vefatından sonra Aişe’ye cevap verdi ve “Kulağıma ilk fısıldadığında
bana bu hastalığından vefat edeceğini söyledi, ben ağladım, ikinci kez ise
kendisine akrabalarından ilk önce benim kavuşacağımı söyledi, güldüm” dedi.
Fatıma babasının çektiği ızdırabı görünce
“Vah babacığım” dedi. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem- O’na:
“Baban bu
günden sonra bir daha da acı tatmayacaktır” karşılığını verdi. Torunları Hasan ve
Hüseyin’i de yanına çağırıp onları öpüp okşadı. Ayrıca hanımlarını da yanına çağırarak
onlara nasihat etti ve vedalaştı.
Hayber’de yediği zehirli etin etkisini
hissediyordu. Durumu artık çok ağırlaşmıştı. Hastalığı sırasında siyah renkli
abasını başına çeker, canı sıkılınca da yüzünü açardı. İşte böyle bir haldeyken
“Allah’ın laneti yahudi ve hristiyanların
üzerine olsun. Peygamberlerin kabirlerini mescid haline getirdiler” ve “Bu iki dine Arap topraklarında hayat hakkı
tanınmasın” buyurdu. Son sözleri ve vasiyeti şu oldu:
“Namaz
namaz, sahip olduğunuz köleler”
Ölüm anı yaklaşınca Aişe O’nu göğsüne bastırdı.
O sırada Aişe’nin kardeşi Abdurrahman taze bir misvak getirmiştir. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’in misvağa baktığını görünce onu istediğini anladı
ve misvağı ağzına alarak iyice yumuşattıktan sonra Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’e verdi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- o misvak ile
iyice misvaklandı. Yanında bir kap içinde su vardı. Elini bu suya değdirerek
bununla yüzünü siliyor ve “La ilahe
illallah, ölümün şiddetli sadmeleri vardır” diyordu. Sonra parmağını kaldırıp,
bakışlarını odanın tavanına kilitledi. Dudakları hafiften kımıldıyordu. “Allahım beni refik-ı a’la cemaatinden eyle
! Refik-ı a’la, Refik-ı a’la” diyordu.
Bu kelimeyi üç kere tekrarlayıp ruhunu teslim
etti. Elleri düştü ve Refik-ı a’la’ya kavuştu. Tarih Hicri 11. yılın Rebiul
evvel ayının 12 pazartesi günü öğle vakti idi. Allah Rasulu -sallallahu aleyhi
vesellem- vefat ettiğinde 63 yaşını tamamlamış bulunuyordu.
İnna lillahi ve inna ileyhi raciun !
Vefat haberi birkaç dakikada sahabeler arasında
yayıldı. Bu acı haber onların dünyalarını kararttı, üzüntüden şuurlarını
kaybedecek hale geldiler. Onlar için Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in
Medine’ye teşrif etmesi nasıl ömürlerinin en sevinçli günleri ise, vefat ettiği
gün de en acı günleriydi. Ne yapacaklarını bilmeden hıçkıra hıçkıra ağlaşıyorlardı.
Hz. Ömer mescide gelerek “Allah münafıkları yok
edinceye kadar Rasûlullah ölmeyecektir” diye haykırmaya ve öldü diyeni,
öldüreceğini söylemeye başladı. İnsanlar ne yapacaklarını bilmeden şaşkınlık
içinde sağa sola koşuşturuyorlardı.
Bu arada Ebu Bekir, Rasûlullah -sallallahu
aleyhi vesellem-’in vefatı haberini duyunca evinden yola çıkmış ve mescid’in
kapısına kadar gelmişti. Burada Ömer’in halka birşeyler söylediğini gördü,
fakat hiç oyalanmadan doğruca Aişe’nin odasında üzeri örtülü vaziyette bulunan
Rasûlullah’ın yanına girdi, üzerindeki örtüyü kaldırıp onu öptü, sonra da
“Babam anam sana feda olsun! Allah’ın takdir
ettiği ölümü tatmış bulunuyorsun. Bundan sonra artık bir daha ölümle karşılaşmayacaksın”
diyerek örtüyü üzerine örttü.
Ebu Bekir -radıyallahu anh- daha sonra
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in yanından çıktı. Hz. Ömer -radıyallahu
anh- hâla konuşuyordu. Ebu Bekir O’na
“Acele etme, Ömer! Sakin ol ve sus!” dedi.
Fakat Ömer O’nu dinlemedi. Ebu Bekir
O’nu bırakıp cemaatın yanına gitti. Halk Ömer’i bırakıp O’nun etrafında toplandı.
Ebu Bekir, Allah’a hamdü senadan sonra
“Ey insanlar! Kim Muhammed’e tapıyorduysa iyi bilsin ki, Muhammed ölmüştür. Fakat kim
ki, Allah’a tapıyorsa bilsin ki, Allah diridir, ölmez” dedi ve şu ayeti
kerimeyi okudu.
“Muhammed
ancak bir Peygamberdir. O’ndan önce nice Peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o
ölür ya da öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geri dönerse elbette
Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenlere mükafat verecektir” (Al-i İmran, 3/144)
Bu duruma şahit olanlar diyor ki: “Allah’a yemin
olsun ki, sanki halk o gün Ebu Bekir’den duyuncaya kadar bu ayetin nüzulunden
bile haberdar değillerdi de O’nu Ebu Bekir’den öğrenmişlerdi. Artık bütün
sahabiler bu ayeti kerimeyi okuyordu”
Hz. Ömer anlatıyor: “Allah’a yemin ederim ki,
Ebu Bekir bu ayeti kerimeyi okuyuncaya kadar Rasûlullah’ın vefatına kani değildim.
Ayeti duyunca dehşete düştüm ve yere yığıldım. Ayaklarım tutmaz olmuştu. İşte o
zaman anladım ki Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- gerçekten vefat etmişti.”
Ebu
Bekir'in Halife Seçilmesi
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in vefatından
sonra açığa çıkan en önemli mesele O’nun yerine İslam Devletinin işlerini
yürütecek bir reisin seçimi idi. Ali -radıyallahu anh- bu iş için Rasûlullah
-sallallahu aleyhi vesellem-’e yakınlığından dolayı kendisini layık görüyordu. Ali,
Zübeyr ve Haşimoğullarından bir grup Fatıma’nın evinde toplanarak bu meseleyi
görüşüyorlardı. Öte yandan Ensar da bu işe kendilerini layık görüyorlar ve
içlerinden birini seçmek için Saideoğulları meclisinde toplanarak bu konuyu
tartışıyorlardı. Muhacirler ise Ebu Bekir ve Ömer’in etrafında toplandılar. Ebu
Bekir, Ömer ve Ubeyde bin Cerrah bir grup muhacirle Saidoğulları meclisine
giderek, konuyu Ensar’la tartıştılar. Her iki taraf ta kendi faziletlerini
sayarak Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in hilafetine kendilerinin daha
layık olduklarını iddia ediyorlardı. Sonunda Ebu Bekir Ensar’a
“Gerçekten de siz iddia ettiğiniz şerefin
ehlisiniz. Buna kimsenin bir diyeceği yok. Fakat emirlik bahsinde Arap
kabileleri ancak Kureyş’i tanır. Zira Kureyş hasep ve nesepçe Arabın
efdalidir.” dedi ve Ömer ile Ebu Ubeyde’nin ellerini tutarak
“Bu iki adamdan birini seçin” dedi. Ensar’dan bir
adam ise
“Sizden de bizden de birer emir olsun” dedi.
Bunun üzerine tartışma daha da alevlendi. Sesler yükseldi. Müslümanlar arasında
büyük bir ihtilaf çıkma olasılığı belirdi. Durumun vehametini anlayan Ömer -radıyallahu
anh- Ebu Bekir’e
“Elini uzat” dedi. O da uzattı. Ömer, Muhacirler
ve Ensar Ebu Bekir’e beyat ettiler.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in pak
cesedi şerifeleri salı günü yıkanmıştır. Yıkama işine Ali, Abbas, iki oğlu Fazl,
Kasım, Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in azadlısı Şukran, Üsame
katılmıştır. Şukran su döküyor, Ali yıkıyordu. Evs ise Onu göğsüne dayamıştı.
Cesedi şeriflerini üç kere yıkadılar. Cesedi yıkadıkları
suyu Kuba’da bulunan ve Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in içtiği Sa’d
bin Hayseme kuyusundan getirmişlerdi.
O’nun pak cesedini üç parça yumuşak ketenden
beyaz kefen ile kefenlediler.
Ebu Talha O’nun -sallallahu aleyhi vesellem-
kabrini vefat ettiği yere kazdı. Sonra yattığı yatak kabrin eşiğine konuldu ve
önce aşireti, sonra muhacir, ensar, kadın ve çocuklardan başlamak üzere
insanlar onarlı gruplar halinde gelip, ferdi olarak cenaze namazı kıldılar.
Bu şekilde salı günü geçti ve çarşamba günü
sabaha karşı Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in mübarek cesetleri kabre
indirildi ve defnedildi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- yaratılış
güzelliği ve ahlak olgunluğu ile insanlar arasında temyiz etmişti. Bu konuda
birçok hadis varid olmuştur. Biz burada bu konuya kısaca değineceğiz.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in yüzü
beyaz idi. Buğday renkliydi ve yüzü dolunay gibi nur saçardı. Sevindiği zaman
ay parçası gibi parlardı. Yüzündeki ter ise inci gibiydi. Kokusu misk gibi
hatta daha da güzeldi. Kızdığı zaman da yüzü kızarır ve karşısındakini korkutur
bir görüntü alırdı.
Alnı geniş kaşları yay gibiydi. Gözleri iri idi
ve siyah idi. Kiprikleri uzun idi.
Tüm azaları yerinde ve güzel idi. Dişleri gevşek
ve beyaz idi. Tebessüm ettiiği zaman beyaz dişleri görünürdü. Konuştuğu zaman
sanki ağzından nur dökülürdü.
Sakalı sık ve siyah idi. Ancak tek tük beyaz kıllar
vardı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in başı
büyükçe ve boynu uzuncaydı. Saçlarında bazı beyazlıklar vardı. Saç ve sakalında
olan beyaz kılların tamamı yirmiyi geçmezdi. Saçını tarar ve ortadan ayırırdı.
İri kemikli idi. Eli ve ayakları büyük, omuzu
geniş idi. Elleri ipek gibi yumuşak kar gibi soğuk ve misk gibi güzel
kokuluydu. Pazıları ve kolları iri idi. Omuzları birbirinden uzak ve göğsü geniş
idi. Boyun çukuru ile göğsü arası kıllı idi. Ancak vücudunun başka kılı yoktu.
Vücudu düzgün ve mutedil idi. Çok uzun olmamakla
beraber uzun boylu sayılırdı. Yakışıklıydı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in tüm
bedeni organları ve teri tüm güzel kokulardan daha güzel kokardı. Enes -radıyallahu
anh- : “Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- bir yerden geçtiği zaman
kokusundan O’nun oradan geçtiği anlaşılırdı. Tokalaştığı kişi gün boyunca O’nun
güzel kokusunu hissederdi. Başını okşadığı çocuk güzel kokusundan bilinirdi”
demişti.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-
kendisine kimsenin ulaşamayacağı kadar hızlı yürürdü. Ebu Hureyre -radıyallahu
anh- “Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’den daha hızlı yürüyen kimseyi
görmedim” demiştir.
Ayağını attığı zaman tamamını yere basardı.
Döndüğü zaman veya yöneldiği zaman tüm vücuduyla döner veya yönelirdi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in sesi
hafiften kısık, nutku çok tatlı idi. Sustuğu zaman vakur, konuştuğu zaman zarif
idi. Konuştuğu anlaşılırdı. Sözünde asla bir fazlalık veya eksiklik olmazdı. O
nutk ettiğinde her harf anlaşılırdı. Fasih ve belağatlı idi. Sözünde tatlılık
ve çekicilik vardı. Kimse ne kadar fasih ve belağatlı olursa olsun O’nun gibi
konuşamazdı. Kendisine hikmet ve hüküm ile beraber az ama öz söyleme nimeti de
verilmişti.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- güler
yüzlü ve yumuşak huyluydu. Asla kaba çirkin ve çarşı pazarda bağırıp çağıran
birisi değildi. İnsanların en tebessümlüsü ve öfkeden uzak olanı idi. Günah
olmadıkça işin kolay tarafını tercih ederdi. Günahtan ise insanların en uzağı
idi. Kendisi için intikam almaz, ancak Allah için, onun dini ihlal edildiğinde
intikam alırdı.
İnsanların en cömerdi en kerim olanı, en cesuru
ve eziyete en dayanıklı ve sabırlı olanıydı. Yine insanların en vakarlısı ve en
hayalısı idi. Bir şeyden hoşlanmadığı yüzünden anlaşılırdı. Bakışlarını asla
kimsenin yüzüne kilitlemez ve kimseyi kötü karşılamazdı.
İnsanların en adili, en iffetlisi, en doğru
sözlüsü, emanete en çok riayet edeni idi. Peygamberlikten önce Emin (güvenilir)
olarak isimlendirilmişti. İnsanların en mütevazisi, kibirden en çok uzak olanı,
ahde en çok riayet edeni ve yakınlarını en çok gözetleyeni idi. O yine insanların
en şefkatlisi ve merhametlisi idi. En edeblisi ve en ahlaklısı idi. Fuhuş,
hertürlü çirkinlik ve lanetten ondan daha çok kaçınan yoktu. Cenazelere katılır,
fakir ve yoksullarla oturur, uzak davetlere icabet eder, yeme ve giymede onların
üzerine çıkmazdı. Kendisine hizmet edene hizmet eder, hizmetçilerini asla
azarlamazdı. Hatta onlara “öf” dahi dememiştir.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem-’in vasıf
ve ahlakını böyle birkaç sayfaya sığdırmak mümkün değildir. Allah’tan, bizden
bu çalışmamızı kabul etmesini ve bize gönderilmişlerin efendisi, enbiya ve etkıyanın
imamı, insanların en hayırlısı Muhammed -sallallahu aleyhi vesellem-’in yoluna
güzelce uymaya muvaffak kılmasını niyaz ediyorum.
Salât, selâm ve bereket O’nun, âlinin ve ashabının
üzerine olsun. İlahi! Bizi de kıyamet gününde O’nun sancağı altında kıl. Âmin.
Yâ Rabbe’l âlemin,
Zilhicce, 1413 tarihinde tamamlandı.