ikinci Bölüm

SAPMA AKIMI

Baş döndürücü zirve ile bu ümmetin şimdi için­de kıvrandığı çukur arasında insanın aklını başın­dan alan korkunç bir mesafe var.

Kendisinden önce tarihte hiç bir milletin ula­şamadığı ve ondan sonra da başka hiç bir milletin bir daha eremediği yüce zirvelere tırmanmış bir üm­met düşününüz. Bu ümmet nasıl oldu da daha son­ra acı bir yokluk, zillet, zavallılık ve aşağılık dere­kesine yuvarlanarak günümüzde başka hiç bir mil­letle boy ölçüşemeyecek bir gerilemeye uğruyor? Bu durum acaba bu ümmet için normal midir?

Tarihte, "geçmişe malolmuş" bazı milletler var­olmuştur. Bunlar —yeryüzü ölçüleri ile— çok şanlı dönemde yaşamışlar, yüzyıllarca yeryüzünde hük­metmişler, uzun zaman geniş topraklar üzerinde egemenlik sürdürmüşler, sayısız güç kaynaklan el­de etmişler, fakat günün birinde sanki hiç bir za­man varolmamışçasına dağılıp, yokluğun karanlığı­na gömülmüşlerdir. Tarihin en büyük imparatorlu­ğu olan zalim Roma imparatorluğu bunların başın­da gelir. Bir başkası da bu imparatorluğun rakibi olan Pers (Eski îran) imparatorluğudur. Bu devlet­lerin başlarından geçenler gerek kurulup güçlendik­leri ve gerekse dağılıp yokluğa karıştıkları dönem­lerde hep değişmez ilâhî kanunlarla, insanlık haya­tında bu kanunları yürürlüğe koyan ilâhi irade uya­rınca gerçekleşti. Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Görmezler mi ki biz nasıl yeryüzüne gelip kâfirle­rin egemenlik alanlarını dört bir yandan daraltıyo­ruz? Hüküm veren Allah'dır.    Bu hükmün ardına düşüp onu geri  çevirecek yoktur. O, hesabı çabuk görendir."   (Rad/41)

"Onlar eskilerin çarpıldıkları kanunlardan başka bîr akıbet mi bekliyorlar? Allah'ın kanunlarının değiş­tiğini göremezsin. Allah'ın kanunlarında sapma gö­remezsin." (Fatır/43)

Fakat bu inanç ümmetini düşününüz. Acaba ca-hiliye toplumları hakkında yürürlüğe girmiş olan sosyal kanunlar onun üzerinde de yürür mü, onun hakkında da geçerli olur mu?

Ünlü islâm tarihi yorumcusu îbni Haldun'a gö­re devletlerin hayatını belirleyen bir "kanun" var­dır. O, buna "yaşlanma kanunu" adım verir. Ona göre devletler tıpkı fertler gibi, zayıf olarak doğar­lar, zamanla gelişip güçlenerek etkinliklerini arttı­rırlar. Fakat belirli bir süre sonra yaşlılık çağına erince, tıpkı bireyler gibi, yeteneklerini yitirerek ve dinamizimlerini kaybederek yokolmaya mahkum olurlar. Çağdaş İngiliz tarihçisi Arnold Toynbee de İbn-i Haldun'a dayanarak bu görüşü tekrarlıyor, îbni Haldun tarafından ortaya atılıp günümüz­de A. Toynbee tarafından savunulan bu görüş cahiliye devletleri ve uygarlıkları hakkında doğru olabı lir. Çünkü bu devletler belirli bir "halk" tabanına dayanırlar. Buna göre eğer halkların ya da milleti rin yaşlanması tıpkı fertlerde olduğu gibi ilâhî ka­nun gereği ise, bu halklar tarafından kurulan dev­letlerin de —gençlik ve olgunluk dönemlerindeki hiç yokolmayacak gibi sanılan güçlülük faktörlerine rağ­men— ömürlerinin belirli bir çağını yaşadıktan son­ra yaşlanma afetine uğrayabilirler.[1]

Fakat "inanç ümmeti" belirli bir millete, belir­li bir "halk" tabanına değil, belirli bir "inanç"a da­yanır. İnanç da süreklilik niteliğine sahip bir unsur­dur. Bu durum, inanç ümmeti ile cahiliye zihniyeti­nin ortaya çıkardığı diğer milletler arasında bulu­nan en belirgin farktır. Öyle bir temelli fark ki, bu ümmeti, cahiliye milletleri için geçerli olan sojsyal kanunlardan farklı kanunlara bağlar ve dolayısı ile onun kaderini öbürlerinkinden bambaşka yapar.

Gerçekten inanç ümmetinin, yani İslâm ümme­tinin pratik tarihi, milletlerin hayatında geçerli olup da günü gelince onların tarih sahnesinden silinme­sine yolaçtığını varsaydığı "kanun"dan tamamen bambaşka şekilde gelişmiştir. Neden derseniz, İslâm tarihi her ne kadar günümüze kadar uzanan bir ge­rileme eğilimi izledi ise bu eğilim düz bir çizgi şek­linde değil, zikzaklı bir kırık çizgi biçimindedir. Baş­ka bir deyimle bu sürekli gerileme eğilimi, kendi içinde bazı ilerleme aşamaları taşır. Meselâ Haçlı or­dularını dize getiren Selâhaddin-i Eyyûbi'nin, Moğol saldırılarını durduran Melik Kuduz 'un ve İslâm ege­menliğini Avrupa içlerine kadar uzatan Osmanlı hükûmdarı Muhammed Fatih'in temsfl ettikleri başa­rılı ilerleme aşamalan gibi.

Öteyandan bu ümmet yakalandığı bütün hasta­lıklara, çözülme belirtilerine ve uğradığı bütün iç ve dış felâketlere rağmen tarih sahnesine çıkışından on dört yüzyıl sonra halâ varlığını sürdürüyor, ya­ni yokluğun karanlığına gömülmemiştir. Sözkonusu ondört yüzyıl, tarihte hiç bir devletin, belki de hiç bir milletin yaşamayı başaramadığı çok uzun bir sü­redir. Sadece bu kadar da değil. Bu ümmet günü­müzde yeniden doğuşa benzeyen bir dönemin san­cılarını yaşıyor, dost-düşman bütün gözlemcilerde bu izlenimi uyandınyor.

Bu ümmetin başına gelen bunca musibetlere rağmen sırf şu ana kadar varlığını sürdürmüş olma­sı, îbni Haldun'un varsaydığı kanunun, yani yaşlı­lık sebebi ile yokolma kanununun, hakkında geçer­li olmadığını kanıtlar. Buna bir de günümüz islâm dünyasının her yanında görülen yeniden diriliş ha­reketini ekleyelim. Ayrıca gözden kaçırmamamız ge­reken bir üçüncü gelişme var karşımızda. O da îs-lâmiyetin bunca yüzyıl boyunca hiç ayak basmamış olduğu bazı dünya bölgelerine şu günlerde girme­ye başlamasıdır. Japonya, Kore, Finlandiya ülkeleri ile yüzlerce, hatta binlerce Avrupalı ve Amerikalı­nın bu dine girmesi örnekleri gibi.

Bu gerçeklerin her üçünü de gözönüne aldığı­mız zaman îbni Haldun tarafından ortaya atılan yaş­lılık sonucu yokolma kanununun doğru olsa bile— belirli bir halka değil de, inanç kaynağına dayanan ümmet hakkında kayıtsız-şartsız biçimde geçerli ola­mayacağı sonucuna varırız.

Bütün bunlara rağmen yukarda işaret ettiğimiz realite, yani bu ümmetin bir zamanlar bulunduğu yüce zirveden bu gün içinde yaşadığı derin çukura yuvarlanmış olduğu gerçeği kafaları kurcalamaya devam ediyor.

Evet. Gerçi bu ümmet vaktiyle dünyaya nam salan, yıkılmaz sanılmış   egemenlikler  kuran eski milletler, devletler, düzenler ve imparatorluklar gi­bi yokolmadı. Fakat şu sorular yine de zihnimize ta­kılıyor: Nasıl geriledi? Niçin geriledi? Niçin bir za­manlar ulaştığı yüksek zirveyi koruyamadı? Yüksek zirveyi korumak bir yana, neden daha altına düşme­mekle yükümlü olduğu ve korunduğu takdirde kök­lü ve güvenli yaşamayı garanti eden asgari çizgiyi bile koruyamadı?

Bu soruların arkasından akla şöyle sorular da gelebilir?: O halde islâm nedir? Onun bu ümmetin hayatındaki rolü nedir? Neden bu ümmetin sıyrı-la sıyrıla günün birinde cahiliye milletlerinin, hat­ta bazı alanlarda onlardan da  daha kötü duruma düşmesi mümkün olduğuna göre inanç ümmeti ile cahiliye milletleri arasındaki fark nedir? Buna gö­re dinin değeri nedir ve onun pratik hayatta ne gi­bi bir rolü vardır?

Şimdi bu sorulara cevap vermeye çalışalım: Din, onu taşıyan insanların vicdanlanndan ba­ğımsız olan etkisini gösteren, kendi kendine isleyen "otomatik bir mekanizma" değildir.

Eğer yüce Allah (c.c.) isteseydi, insanları doğ­ru yolda yürümeye zorlar; o zaman onlar bu yola ne ters düşebilirler, ne gerisinde kalabilirler ve ne de ondan sapabilirlerdi.    Nitekim yüce Allah'ın  (c.c.) gökler ve yeryüzü ile (cansız evren ile) ilgili takdiri böyledir. Yüce Allah'ın cansız evren ile ilgili kanun­ları geçerliliklerini korudukları, yani yine O'nun ta-atından günü gelip de   değiştirilmedikleri   sürece uzaydaki bütün gezegenler, bir kıl ucu kadar bile sapma göstermeksizin belirlenen yörüngelerinde ha­reket etmeye devam ederler.

Fakat insana üstün bir konum bağışlamış olan yüce Allah, onu iradesi dışında otomatik olarak iş­leyen basit bir "cansız nesne" olarak yaratmadı. Tersine onu aktif, iradeli, her durumda iki yoldan birini tercih edebilen, yani isterse hidayet ve ister­se sapıklık yolunu seçebilmeye yetenekli bir varlık olarak yarattı. Buna karşılık insanın davranışlarının sonuçlarını yüklenmesi, gerek dünyada ve gerekse ahirette bu davranışlarının sonuçlarına göre işlem görmesi takdir edildi. Bu işlem, yüce Allah'ın onun tarafından uyulması ve gereklerine göre rotasını be­lirlemesi için ortaya çıkardığı kanunlar ve ilkeler uyarınca yürüyecektir. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöy­le buyuruyor:

"Herhangi bir topluluk kendi tutumunu değiştirme­dikçe Allah da onların durumunu değiştirmez." (Raad/11)

"Bu böyledir. Çünkü herhangi bir millet olumlu tu­tumunu değiştirmedikçe Allah, onlara vermiş oldu­ğu nimeti asla değiştirmez." (Enfal/53) "İnsanların kendi elleri ile işledikleri günahlar yü­zünden karada ve denizde fesad (bozgun) ortaya çıktı. Belki kötülüklerinden dönerler diye Allah on­lara işledikleri kötülüklerin bir kısım cezalarını tat-tirdi." (Rum/41)

"Eğer o ülkelerin halkları inanıp Allah'ın azabın­dan korunsalardı, kesinlikle üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık." (Araf/96)

"Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik. Fakat ken­dilerine verilen bu nimetlerin sevincine daldıkları

sırada ansızın onları kıskıvrak yakaladık da bütün umutları bir anda suya düştü." (En'am/44)

Demek oluyor ki din, insan hayatını etkileyen bütün diğer faktörler gibi, onu taşıyan insan vic­danlarının ona yönelmeleri ya da ondan yan çizme­leri oranında, onun gereklerini yerine getirip getir­memeleri oranında, yani bu vicdanlar aracılığı ile etkisini gösterir, rolünü oynar.

Fakat din ile, îslâm ile diğer herhangi bir ha­yat "metodu" arasında şu fark var. Bu yaşama me­todu, özü bakımından doğrudur. Onun verdiği ürün, onun dışında kalan herhangi bir başka hayat me­todunun vereceği üründen üstündür.

Bundan dolayı, nasıl bu metod uyulması gere­ken metod olma niteliğini taşıyorsa, diğer bütün ya­şama metodları da uyulmaması gereken metodlar-dır. Çünkü onun dışında kalan bütün hayat metod­ları gerek dünyada ve gerekse Ahirette en yararsız ürünlü ve en kötü sonuçlu metodlardır.

Bunun yanında bu metodla diğerleri arasında şöyle bir ikinci fark daha vardır. Bu metodun özü ile beslenip doygunluğa ulaşan vicdanlar —ister ferd isterse ümmet vicdanları olsunlar— bozguncu faktörlerin etkisine girince, inanç temeline dayan­mayan insan vicdanlarına göre daha ağır bir tem-po ile bozulmaya uğramaları muhtemeldir. Çünkü bu yaşama metodu hem daha sağlam yapılıdır ve hem de parçalan arasında daha sıkı bağlar vardır.

Bu metodla öbürleri arasında varolan üçüncü blr fark da şudur: Vicdanlar bozulmaya uğrayınca Başvurulacak en yararlı ilâç, bu dindir. Çünkü sağlıklı ve doğru bileşimli bir ilâçtır.

Fakat bütün bu durumlarda asıl başvurulacak asıl dayanak yeri "insan vicdanlaradır. Yani, acaba bu vicdanlar bu dini kabul ediyorlar mı yoksa ona arka mı dönüyorlar? Acaba yükümlülük­lerin gereklerini yerine getiriyorlar mı, yoksa bu yü­kümlülüklere yan mı çiziyorlar? Asıl önemli olan budur.

Nitekim Kıyamet günü bu ümmete sorulacak olan sorulardan biri, yüce Allah tarafından canlı ve pratik örneği olsun diye ortaya çıkarıldığı ve Kıya­met günü de onunla ilgili olarak bütün insanlığın şa­hidi olacağı bu dini nasıl ayakları altına aldığı ve ilâhî yaşama metodunun pratik hayatta uygulana­bilmesi için yüce Allah'ın omuzlarına bindirdiği yü­kümlülüklerin nasıl yan çizdiği sorusudur. Nitekim yüce Allah (c.c.) söyle buyuruyor:

"Böylece sizi diğer insanlara örnek (ve şahid) olası­nız ve Peygamber de size örnek olsun diye aracı bir ümmet kıldık." (Bakara/143) "Bu yol sana ve kavmine bir şereftir ve ilerde ona uyup uymadığınız hakkında sorguya çekileceksiniz." (Zuhruf/44)

 

Emeviler Dönemi

Bu ümmetin hayatında sapma akımı çok erken başladı. Yani Emeviler dönemi ile birlikte.

Sözümüzün bu noktası ne genel olarak islâm tarihini anlatmanın ve ne de sapma akımının hik* yesinin yeri değildir. Biz burada yolumuzun işarel levhalarını   belirleyecek   ana hatları vurgulamakla yetineceğiz.

Daha önceki sayfalarımızda nasıl ilk örnek İslam kuşağı hakkındaki sözlerimizi kısa tutmuşsaK nasıl o kuşağın en bariz karakteristiklerini, o da bu dinin doğru uygulaması hakkında genel fikir edinmemizi sağlayacak kadar belirtmekle yetinmişsek, sapma akımından da bu günkü duruma gelmemize yolaçan sebepleri öğrenmemize yardımcı olacak o kadar kısa biçimde sözedeceğiz. Çünkü bizim ana amacımız, İslâm tarihini' ayrıntılı biçimde araştır­mak değil, içinde bulunduğumuz durumu, ana bo­yutları ve temel sapmaları ile açıklığa kavuşturup bunun ışığında kurtuluş yolumuzu belirlemektir.

Evet dediğimiz gibi sapma akımı Emeviler dö­nemi ile birlikte başladı. Fakat bu sapma, anayol­dan ayrılma eyleminden çok, yüce zirveden aşağı düşme biçiminde idi. Gerçi zirve döneminin atmos­ferinde yaşamış ve onun tatlı havasını solumuş olan­lar için bu zirveden düşüş, nefes daraltıcı ve sıkın­tılı bir gelişme olmuştu.

Hiç kuşkusuz ortada raşit halifeler çizgisinden açık biçimde bir aynlma özellikle siyasi alanda ol­mak üzere sosyal hayatın bütün kesimlerinde Pey­gamberimiz —salât ve selâm üzerine olsun— ile ra­şit halifeler döneminde alışılmış olandan başka bir yöne yöneliş vardı. Fakat şu ya da bu alanda görü­len çizgi dışı taşmalarına rağmen, sonuç itibarı ile genel uygulama îslâm dairesi içinde idi.

 

Krallık düzenine geçiş

Bu dönemde süpriz biçiminde beliren ilk deği-Siklik, halifelik düzeninden meliklik (krallık) düze­nine geçilmesi oldu.

İşin aslını ararsak îslâmda belirli bir siyasî re­jim biçimini —Halifelik olsun, krallık olsun— zorunlu kılan bir nass (temel ilke) yoktu. İslâm'ın zorunlu kıldığı tek şey, iktidar sahibinin —ister halife, is­ter kral ve isterse sultan olsun— Allah'ın şeriatını yürürlüğe koyması, uygulamasıdır. Bunu yapan ikti­dar sahibi, halktan itaat ve bağlılık görmeyi hak­keden meşru bir devlet başkanı olur. Bu gerçeği ge­rek çeşitli Kur'an ayetleri, gerek ilgili Peygamber hadislerinde belirtildiği gibi ilk halife'nin, yani Hz. Ebu Bekr'in —Allah ondan razı olsun— göreve baş­larken yaptığı konuşmanın şu kısmında da açıkça vurgulanmaktadır:

"Ben aranızda Allah'a itaatkâr davrandıkça siz de bana itaat ediniz. Eğer ben Allah'a ve Peygambere karşı gelecek olursam bana itaat etme zorunlulu­ğunuz ortadan kalkar."

Bu noktada çoğu sapiklar "İslâmda belirli bir siya­sı rejim modeli yok" diyerek İslâm dairesinin dışına düşüyorlar. Onlar bu görüşlerini, yüce Allah'ın emret­miş olduğu ve uygulamaya çalıştıkları ithal malı siya­sî rejimlerden farklı olduğunu gayet iyi bildikleri "is­lâm rejimi"ni uygulama sorumluluğundan sıyrılmanın bahanesi, sözde gerekçesi olarak kullanırlar. Bu durum bir yandan çağdaş düşünce emperyalizminin ve öbür yandan uzun bir süreden beri İslâm şeriatına dayalı bir devlet düzeninden yoksun yaşamış olan bazı iyi ni­yetli safdilleri de yanılgıya düşürerek onların da Allah dinini sahte bölümlere ayırmaya yeltenen bu tuzağa düşmelerine yolaçıyor. Bu tuzağın kapanına kapılanlar tslâmiyeti siyasî, ekonomik ve sosyal hayatı düzenleyi­ci hiç bir niteliği olmayan bir inanç sistemi ile bir ta­kım ibadet biçimleri ya da duygu eğitimin amaçlamış br ahlâk öğütleri yekûnu olarak algılıyorlar. Tıpkı sapık Batı kilisesinin benimsediği din anlayışı gibi.

Burada dikkat etmemiz gereken bir incelik var ki, o da şudur: İnsan ürünü siyasî rejimlerde, rejimin bi­çimi son derece önemlidir. Çünkü siyasî rejimin biçi­mine göre "Egemenliğin kaynağı" ve buna bağlı olarak kanun koyma biçimi ile temel ilkesi de değişir. Buna Qöre mutlak monarşi, meşrutî monarşiden, cumhuriyet monarşiden, diktatörlük de demokrasiden farklıdır.

Fakat İslâma göre "Egemenliğin kaynağı" birdir; bu kaynak rejimin biçimi istediği kadar değişsin, değiş­mez. Sebebine gelince îslâma göre egemenlik insanlara değil, yüce Allah'a aittir. Gerçi nass'ın bulunmadığı ko­nularda fıkıh bilginleri içtihad yaparlar, ama onların yapacakları içtihad son çözümde şeriatın amaçları ve genel nassları ile sınırlıdır. Başka bir deyimle kanun koyuculuk, son çözümde Kur'an'a ve Peygamberimizin —salât ve selâm üzerine olsun— sünnetine bağlı kal­mak zorundadır. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyu­ruyor:

"Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz,

Allah'a ve Ahiret gününe inanmış kimseler iseniz, bu anlaşmazlığı Allah'a ve Peygamber'e havale edi­niz." (Nisa suresi, 59)

İslâm ümmetinin sağlıklı döneminde siyasî iktidarın başını serbest iradesi ile (biat yolu ile) seçtiği doğru­dur. Fakat sırf bu serbest seçim, iktidar sahibine meş­ruluk kazandırmaz, iktidarın başına asil meşruluk ka­zandıracak faktör, "Allah'ın indirdiği direktifler uyarın­ca yönetmek"tir. Buna göre eğer bir iktidar sahibi hal-kin hür iradeli onayını sağlar, fakat yönetimi, yüce Al-hh'ın indirdiği ilkelere uygun olmazsa bu yönetim, bir islâm yönetimi olmaz.

Bundan dolayı Batının Sosyo-politik bilimi, "îktidarın kaynağı'nın belirlenmesi bakımından ortaya koyduğu bariz farklılıktan dolayı dikkatleri ne oranda rejimin biçimi üzerinde yoğunlaştırıyorsa, İslam'ın sosyo-politik ilmi de dikkatleri o oranda "Allah'ın indirdiği ilkelere uygun yönetme"  prensibi üzerinde yoğunlaştırır.Çünkü siyasî rejime meşruluk kazandıracak olan fak­tör budur.

Buna göre "yüce Allah'ın indirdiği ilkelere göre yö­neten" her hükümet, dayandığı rejim biçimine bakıl­maksızın, meşru bir hükümet sayılır. Gerçi 'tarihi tec­rübe, halifelik düzeninin en ideal rejim biçimi olduğu­nu kanıtladı. Çünkü bu düzen, yüce Allah'ın şeriatını en eksiksiz biçimde uygulamaya imkân veren bir rejim biçimidir.

Fakat müslümanların zirve dönemde ortaya ko­yup uyguladıkları siyasî rejim biçiminin en adil ve uygun rejim olduğu kuşkusuzdur. Çünkü bu rejim, belirli bir aile ile sınırlanmamakta, bunun tersine müslümanlara daha uygun gördükleri kimseyi ik­tidara getirmek bakımından daha geniş bir imkan tanımaktadır.

Fakat durum ne olursa olsun ve ilk anda ne kadar sürpriz olarak karşılanmış olursa olsun, müslüman halk, bu rejim biçimi değişikliğini kabul et­ti. Şu gerekçe ile ki, yeni rejim biçiminin sağladığı . siyasî istikrar, daha adil ve ilkelere daha uygun olmakla birlikte bölünmeye ve çatışmaya yolaçmış olan eski rejim biçiminden pratikte daha yararlı idi.

Sözlerimizin burası bu nokta üzerinde ayrıntılı açıklamalar yapmanın yeri değildir. Çünkü daha ön­ce dediğimiz gibi Emevilerin bu tasarrufu, islâm'ın herhangi bir nassına açıktan açığa ters düşmüyordu. Fakat sebepleri o günkü islâm toplumunun yapısın­dan kaynaklanan bu değişikliğin tarihî bir "dönüm noktası" oluşturduğunu vurgulamak isteriz.

Bilindiği gibi islâmiyet, kısa bir zamanda, az sayıdaki yıllar içinde o günkü dünyanın geniş bir kesimine yayılmıştı. Akın akın İslama girmiş olan bu büyük kalabalıklar Peygamber Efendimizin —sa-lât ve selâm üzerine olsun— dizleri dibinde yetişen sahabilerinki gibi bir islâm eğitiminden geçmemiş­lerdi. Bundan dolayı özellikle siyasî gidişatın ve ge­nel olarak diğer bütün sosyal hayatın ilk dönemde­ki yüksek düzeyini koruyup sürdürmesi beklene­mezdi.

Çünkü siyasî gidişatın yüksek düzeyde kalması sadece yöneticilerin fonksiyonu değil, bunun ya­nında bütün toplumun, toplumun yönetiminin başını denetleme, onu hakka döndürme ve yüce Allah'ın indirdiği ilkelere ters düşmesine karşı koyma dere­cesinin fonksiyonudur. Bu da ilk islâm kuşağının aldığı yüksek düzeyli eğitimi almış olmayı ve bunun yanında siyasî kuralların çiğnenmeleri halinde, top­lum vicdanını sarsacak derecede köklü gelenekler haline gelmelerini gerektirir.

Gerçi halifelik  döneminin süresi bu kuralları kökleştirip gelenek niteliğine dönüştürmeye yeterli idi. Fakat yüce Allah'ın (c.c.) takdiri ile islâm üm­meti, tarihinin çok erken bir döneminde başta ya-hudiler olmak üzere diğer iç düşmanlarının kışkırt­maları ile Hz. Osman'ın öldürülmesi ve ondan bir süre  sonra da Hz. Ali ile Muaviye arasında savaş Çıkmasına yolaçan iktidar kavgası fitneleri ile kar-Şi karşıya kaldı. Bu kuralların kökleşip gelenekleş­mesini engelleyen bir başka sebep de tavandaki ay­ılık ve çatışma eğiliminin tabana doğru yayılarak Dişlemesinden kaygıya düşen sahabilerin söz konusu iktidar  kavgasına karışmak istememeleri ve Ali'nin öldürülmesinden sonra da toplumun iç ikrara kavuşması ve içine sürüklendiği kargaşadan sarılabilmesi umudu ile Emeviler tarafından girişilen ve dediğimiz gibi islâmiyetin herhangi bir ilkesine açıkça ters düşmeyen rejim biçimi değişik ligini sessizce onaylamaları oldu.

Durum ne olursa olsun o günkü islâm toplumu­nun hayatında, şu iki gelişme çırılçıplak bir biçimde ortaya çıktı. Bu iki gelişme her ne kadar işin başın­da o günün siyasî şartlanna paralel, tabiî tezahürler olarak ortaya çıktılar ise de geçen zaman içinde bu ümmetin hayatında son derece derin izler meydana getiren gelişmeler oldular.

Bu gelişmelerden birincisi seçime dayalı halife, lik düzeni yerine babadan oğula geçen krallık düze­ninin geçmesi idi. İkinci gelişme de ümmet bütünü­nün yavaş yavaş yöneticileri denetleme görevinden sıyrılarak adım adım kendi ferdi hayatına kapanma­sı oldu.

Dediğimiz gibi, bu gelişmelerden ilki, herhangi bir islâm nassına açıktan açığa ters düşmüyordu. Ayrıca eğer ümmet bütünü, yöneticileri denetleme fonksiyonunu ve yüce Allah (c.c.) ile Peygamberimi­zin —salât ve selâm üzerine olsun— emrettikleri gibi iyiliği emredip kötülükten alıkoyma görevleri­ni devam ettirmiş olsalar da bu değişiklik ,ne siya­sî alanda ve ne de genel olarak islâm toplumunun hayatında hiç bir zarar meydana getirmeyecekti. Çünkü dediğimiz gibi önemli olan, yüce Allah'ın şe­riatının yürürlükte tutulması idi, yoksa yüce Allah'­ın şeriatını yürütecek rejimin biçimi o kadar önemli değildi. Nitekim yüce Allah (c.c.) ile Peygamberi­miz (s.a.v.) şöyle buyuruyorlar:

"Erkek-kadın bütün mü'minler biribirlerinin dostla­rı ve yandaşlarıdırlar. Onlar aralarında iyiliği em­rederek kötülükten sakındırırlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler ve Allah ile Peygambere itaat eder-ler." (Tevbe/71)

"Nefsimi kudret elinde tutan Allah adına yemin ederek söylüyorum ki, yöneticileriniz hakka uyduk­ları için onları pvmeli, buna karşılık hakka ters düştükleri takdirde onları kınamalısınız." (Ebu Da-vud, Tirmizi).

Fakat Emevi dönemi ile birlikte müslümanların hayatında beliren asıl yoğun tehlike bu iki gelişme­nin bir arada meydana gelmesinden, yani Peygam­ber Efendimizin —salât ve selâm üzerine olsun— de­yimi ile "Ahud (iktidar düşkünü)" krallar ile ümmet bütününün yöneticileri denetleme görevini ihmal et­mesi realitesinin yanyana gelmesinden doğmuştur. Ümmet bütününün siyasî alanda iyiliği emrede­rek kötülükten alıkoyma görevinden geri durması­nın bir kısım sebebi, belki de sahabilerin halifeler dönemindeki kargaşa sırasında takınmış oldukları tarafsız tutumun yanlış yorumlanmasından kaynak­lanmıştı. Oysa sahabilerin söz konusu tutumu nor­maldi ve Ayrıca onların karşısında bulundukları şartlara hiç benzemeyen şartlar ortasında körükö-rüne uyulması gereken bir örnek oluşturmuyordu.

Sebebine gelince sahabilerin sözkonusu taraf­sız tutumu takınmalarının gerekçesi tavandaki ça­tışma ve bölünmenin tabana yayılmasından, yani bozgunculuğa yolaçmaktan çekinmeleri idi. Oysa ümmet bütününün başlarına geçen krallar karşısın­da takındıkları tutum sözkonusu olunca bu konu­daki bozgunculuk ve fesad, bunlara nasihat etmek­ten, onları denetleyip sapmaları halinde hakka dön­meleri konusunda çaba harcamaktan geri durmak­tır.

Fakat bu geri durmanın en büyük ve tümü ile sorumluluğu Emevilere ait olan, sebebi, bu sülâle-nın siyasî muhaliflerine karşı uyguladığı baskı politikası idi. Bu baskı politikası, halkı, kendisini il­gilendiren konularda muhalefet sesini yükseltmek­ten yıldırarak alıkoymuş ve raşit halifeler dönemin­de yürürlükte tutulan bu konudaki kuralları, henüz kökleşip sağlamlaşarak yönetilenler ile yönetenler tarafından ayni düzeyde benimsenmiş gelenekler ha­line gelemeden ortadan kaldırmıştır.

Emevilerin benimsemiş oldukları bu baskı poli­tikasını haklı göstermek için sığındıkları mazeretler ne olursa olsun, bu tutum zamanla genişleyerek bü­yüyen ve toplumu günden güne raşit halifelerin git­miş oldukları yoldan daha da uzaklaştıran tehlike­li bir sapmanın başlangıcı olmuştur.

Emeviler tarafından islâm ümmetinin hayatın­da başlatılan bir üçüncü sapma akımı, devlet hazi­nesinin raşit halifeler dönemindeki titiz geleneklere ters düşecek biçimde kötü kullanımıdır.

Düşünelim ki, Hz. Ömer halife olunca ailesinin geçimini sağlamak üzere hazneden kendisine kü­çük bir maaş bağlanır. Fakat eşi bu küçük maaşın gündelik dilimlerinden yaptığı kısıntılarla hafta so­nunda yağlı çörek yapabildiği bir birikim yapar. Bunun üzerine Hz. Ömer eşine, "Madem ki, bunu biriktirebildin demek ki, zarurî ihtiyacından fazla­dır, o halde onu hazineye geri ver," diyerek arttın-lan yağlı çörek parasını geri verdirir.

Bu tutum, islâmiyetin Hz. Ömer'in kalbine yer­leştirdiği bu konudaki hassasiyetten kaynaklanıyor­du. Çünkü müslümanla­rın bir tek kuruşunu bile hakkı olmaksızın zimmetine geçirmekten, yanlış ye­re harcamaktan korkuyordu. Bu hassasiyet islâmi­yet tarafından o ilk kuşak müslümanların kalblerine işlenmiş şaşırtıcı meziyetlerin bir örneği idi. Fa­kat yüce Allah tarafından herkese farz kılınmış bir tutum değil, soylu bir titizlik, övülesi bir nafile idi. Yüce Allah, onlara faziletlerin yüce düzeylerine tır­manmayı sevdirmiş, onlar da bu alanlarda en yüce ufuklara yükselmişlerdi.

Sadece bir avuç seçkinin erişebileceği bu zirve düzeyinden, yüce Allah'ın (c.c.) insanlara farz kıl­dığı düzeye inmek ne garip görülecek ve ne de kına­nacak bir durumdur. Tersine eğer tam benimsenir ve daha aşağısına düşülmez ise övülmesi gerekir. Çünkü bu farz düzeyi, yüce Allah'ın (c.c.) genel ola­rak insanlar tarafından ancak tutturulabileceğini bildiği ortalama düzeydir. Bunun ötesinde daha yükseklere çıkmak isteyenlere Allah katında iyilik­lerde titizlik gösterenlerin (muhsinlerin) mükâfatı verilecektir.

Fakat bu alanda Emevilerin elleri ile meydana getirilen sapma, sadece zirve düzeyinden normal dü­zeye düşüş şeklinde gerçekleşmemiş, tersine onla­rın —meselâ— zekât gelirlerinin dağıtımı konusun­da yüce Allah'ın emirlerine aykırı davrandıkları gö­rülmüştür. Yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle bu­yuruyor:

"Sadakalar (zekât gelirleri) sadece fakirlere, yok­sullara, zekât fonu görevlilerine, sempatileri kaza­nılmak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yolunda cihad edenlere ve yolda kalanlara Allah ta­rafından belirlenmiş bir farz olarak verilebilir. Hiç şüphesiz, Allah her şeyi bilir ve hikmet sahibidir." (Tevbe/60)

Yüce Allah böyle buyurduğu halde Emeviler devlet hazinesinin imkânlarını kötüye kullanarak rejimleri, iktidarları ve şahıslan lehine kazanmak is­tedikleri bazı hatırlı kimselere kamu fonundan he­diye ve bağışlar sunmuşlardır.

Bu uygulamayı haklı gösterebilme gayreti ile söylenebilecek en toleranslı söz, onlann bu uygu­lamayı yanlış bir yoruma dayandırarak islâm dev­letini kendilerinin temsil ettikleri gerçeğinden ha­reketle, kendi iktidarlarının sağlamlaştınlmasını is-lâmiyetin pekiştirilmesi anlamına almaları ve bu­nun sonucu olarak kendilerine sempati kazandıra­cak olan harcamaları, islâm adına 'sempati kazan­dırma kapsamı içinde görmüş olabilecekleridir.

Fakat eğer onlann bu düşünce ile hareket et­tikleri varsayılsa bile bu yorum zorlamalı ve islâm'­ın amacına uzak bir yorumdur. Neden derseniz, kalpleri kazanılmak istenen bazı kimselere verilen zekât payı, o kimselerin herhangi bir hükümdarın sempatizanlan arasına katılmalarını sağlamak için değil, yüce Allah'ın dinine girmelerini sağlamak amacı ile verilir.

Eğer Emevilerin para karşılığında rejimlerine ve iktidarlarına sempati sağlamaları, bu yolla mu­haliflerinin gönüllerini almaları caiz ve sakıncasız sayılsa bile bu harcamaları şahsî servetlerinden yapmaları gerekirdi. Çünkü istedikleri rejim muha­lifini para ile satınalmalanna imkân verecek kadar bol şahsî servetleri vardı. Fakat kendilerine sempa­ti kazandırmak amacı ile başkalarının hakkı olan fonları kullanmaları, islâm geleneği ile bağdaşmaz bir uygulama oldu. Üstelik bu uygulama, kendinden sonra gelenler tarafından da benimsenen, hatta za­man geçtikçe gerek hacim ve gerek amaç bakımın­dan daha çok kötüye kullanılan fena bir örnek oluş­turdu.

Bir dördüncü mesele var ki, belki de Emevi-ler'e göre sapına değildi. Belki de o günün hiç bir müslümam sözkonusu uygulamaya karşı çıkmayı

düşünmedi. Sözünü etmek istediğimiz uygulama, özellikle eski İran kaynaklı müslümanlara karşı devleti "Araplaştırma" gayreti idi. Bu deyimle eski İran kaynaklı müslümanları devlet görevlerinden uzak tutma ve sürekli bir baskı ile onlara Arap ol­madıklarını hissettirme eğilimini kastediyoruz.

Belki de Emeviler bu tutumlarını son derece haklı görüyorlardı. Neden derseniz, çünkü eski İran­lılar öteden beri Arapları küçümserler, hor görür­lerdi. Bu duygunun kaynağı onlann köklü ve hey­betli bir imparatorluğun sahibi olmalarına karşılık Arapların bütün maddî "uhgarlık" kriterleri açısın­dan geri kalmış bir takım "baldırıçıplaklar toplulu­ğu" sayılmaları idi.

Fakat islâmiyetin gelişi ile bütün bu ölçüler ve değer yargıları değişti, hatta tersyüz oldu. Bu kri­ter değişikliğinin sonucu olarak Rebii b. Amir adlı sahabi, imanının verdiği başdikliliği ile yoluna se­rilen halıları eşeğinin ayaklanna çiğneterek ve mağ­rur Sasanî iler igelenlerine, bir mü'minin cahiliye uygarlığı mensuplanna bakacağı gözlerle bakarak Kisra'nın sarayına vanyor ve bu kendini beğenmiş devletlileri, kendini üstün ve onlan hor gören onur­lu bir çağrı üslubu ile islâmiyeti kabul etmeye da­vet ediyordu.

Bir süre sonra "akşamdan sabaha" denecek ka­dar kısa bir zamanda değişerek "İnsanlar için orta­ya çıkarılmış en hayırlı ümmet" haline gelen o bal­dın çıplak Araplar ile korkunç bir savaş gücünün, büyük ordulann, köklü toplumsal kültürün ve bun­ca yüzyıllık siyasî nüfuzun sahibi olan eski İranlılar arasında çetin ve korkunç bir savaş meydana geldi. Bu amansız savaşta saydığımız bütün bu üstünlük faktörleri, bir avuç mü'minin elinde harekete geçen hak ve iman gücü karşısında dayanamadı. Ca-hiliye imparatorluğunun kaleleri bir bir çökerek yer­le bir oldu ve bu küfür kaleleri yerine "Lâilâheillellah Muhammedün Resulûllah" temeli üzerine yük­selen yeni ve değişik bir yapı kuruldu.

Eski İranlılar, Arapların eli ile hiç beklemedik­leri bir savaş bozgununa uğradıktan ve tarihe kök salan uzun saltanatları yokoluverdikten sonra, Al­lah'ın dinine girdiler. O uzun saltanatları ki onun asırlara dayanan derin kökleri hak karşısında giriş­tikleri savaşta hiç bir işe yaramamış ve göz yumup-açasıya çöküvermişti.

Eski İranlılar bu şekilde islâmiyeti kabul etti­ler, ama bu bozgunu tadan ilk kuşaklarının kalble-rinde imparatorluklarım dağıtan Araplara karşı kin taşıyorlardı. Düşünelim ki, eğer eski İranlılar aman­sız ve denk rakipleri olan Bizanslılar karşısında ye-nilgiye uğramış olsalardı, bunların biribirinden ağır bir darbe yemeleri o kadar önemli olmazdı. Çünkü yenilen taraf, ilerdeki bir kapışmada rakibini yene­rek öcünü alacağını düşünerek kendini avutabilir di! Fakat Araplara karşı bozguna uğramak ve sanki hiç bir zaman varolmamışçasına sahip oldukları her şe­yin avuçları içinden kayıp gitmesi, çeşitli zaferlerin gururu ile acı bir hayal kırıklığının zilletini birlikte yaşamış olan bu ilk kuşak İranlıların kolayca yuta­bilecekleri bir lokma değildi.

Bundan dolayı belki de Emeviler iktidara gelin­ce içlerinden "Bu adamlan baskı altında tutmalı ki, bir daha başlarını kaldıramasınlar" diye düşün­müşlerdir de bu gerekçe ile eski İranlılardan gele­bilecek sızma girişimlerine karşı bütün yolları sım­sıkı kapatma anlamında "Devletin Araplığı" ilkesin­de titiz davrandılar.

Tarihin bu dürülmüş sayfalarını kurcaladığı­mız şu anda bu konuda kesin bir hüküm vereme­yiz. Acaba Emevilerin bu politikasının arkasında kindarların devlet kademelerine sızmalarını önle­mek isteyen samimi ve katıksız bir islâm koruyucu­luğu mu, yoksa bu endişeye karışmış bir "Arapçılık" mı vardı? "Arapçılık" derken doğaldır ki, günümüz­de görülen dinden soyutlanmış karanlık amaçlı "Arap milliyetçiliği"ni değil, "Bu ilâhî misyonun ta­şıyıcıları Araplardır, buna göre islâmiyetin yoklaştırmasız olarak korunabilmesi için iktidar dizginle­rinin Araplarında olması gerekir" biçiminde özetle­nebilecek olan İslama bağlı bir "Arapçılıktan sözediyoruz.

Durum ne olursa olsun, eski İranlılar, Emevilerin elinde hakkın uygulandığı yargısına varamadı­lar. Çünkü yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Eğer onlar (müşrikler) tevbe ederek namazı kılar­lar ve zekâtı verirlerse artık sizin din kardeşleriniz-dirler." (Tevbe/11)

Eski İranlıların savaştan yenik çıkmış ilk ku­şağının yüreklerinde kin ve nefret bulunsa bile, ba­na öyle geliyor ki, eğer daha sonraki kuşaklar ger­çek bir islâm ruhu ile, kendilerine cömertçe sunu­lan bir "islâm kardeşliği" ruhu ile karsılaşsalardı, babalarının yüreklerini etkileyen kinden sıyrılarak Allah'ın dinine samimiyetle sarılırlar, sözkonusu kin Birasını koruyarak iç kargaşalık peşine düşmez­lerdi.

Çünkü tarihte "halkalar" diye anılan kitlelerin gerçekleştirdikleri "Abbasi Darbesi" bu nitelikte idi. Gerçi bu darbenin başlangıç .döneminde kısa bir Süre için Araplar —en azından görünüşte— iktidar­da kaldılar ise de Abbasi darbesi, aslında eski İranlılardan kaynaklanan bir devrimdi. Nitekim bu kısa süreli başlangıç döneminin arkasında ya. İbni Mu-kafa'nın yaptıklarında görüldüğü gibi devlet için­de ırkçı zehirlerini yaymaya girişmişler ya da Bişar ile Ebu Nuvasin yaptıkları gibi islâm toplumunun yapısına fasıklık ve yoklaşma tohumları ekmeye ko­yulmuşlardı.

Kısacası sözkonusu "Fars ırkçılığı" iyi niyete ve sırf islâmı koruma arzusuna dayansa bile Emevi-lerin, eski İranlılara karşı uyguladıkları bu baskı po­litikasına tepki olarak meydana çıkmıştı.

 

Abbasiler Dönemi

Arkasından "Abbasiler" iktidar oldu.

Doğaldır ki, onlar raşit halifeler dönemini geri getirmek için iktidara gelmemişlerdi!

Tersine Emeviler tarafından açılan "sapma" çığrını devam ettirerek zamanla, bu sapmayı daha ileri boyutlara vardırmak için iktidar oldular. Çünkü de­ğişmez bir ilâhî gelenek gereğidir ki, ümmet bütünü, iyiliği emredip kötülükten sakındırma görevinden geri durunca, yöneticileri ısrarlı bir biçimde hakka döndürme rolünü oynamaktan vazgeçince yozlaşma kaçınılmaz olur.

Her şeye rağmen Emeviler dönemindeki sapma­nın boyutları sınırlı kalmıştı. Gerçi tarih sıralaması bakımından yanıbaşında yeraldığı zirve dönemi ile —yanyana getirildiği her dönemi gölgeli ve kusurlu gösterecek derecede parlak olan o yüce dönemle— karşılaştırıldığı zaman gösterdiği sapmalar somut ve iri görülüyordu.

Bununla birlikte yönetici kadroyu bir yana bı­rakacak olursak ümmet bütünü inancına sadık, Kur'an ve sünnete sımsıkı bağlı, Allah yolunda ci-had etmekte fedakâr, ümmet kavramını pratikte gerçekleştirmiş, genel olarak "Lâilâheillellah" ahlâ­kını davranışlarına yansıtmış ve yüce Allah'a ver­miş olduğu söze vefakâr kalmıştı.

Kısacası islâm ruhu, ümmet bütünü arasında yayılmaya ve etkin olmaya devam etmişti. Gerçi dev­let adamlarında görülen bazı sapmalar, bazı islâm ilkelerinin yüzüne perde örtmüş ve bu yüzden o eş­siz sahabiler zamanında uygulanan ilâhî adalet, ar­tık uygulanamaz olmuş ve bunun yanında yine o ilk kuşağın günlerinde olduğu gibi ümmetin yöneticile­rini denetleme titizliği artık görülmez olmuştu. Oysa o örnek kuşağın yöneticileri, daha halk kendilerini denetlemeden zaten kendi kendilerini denetliyor­lardı!

Ayrıca bu dönemde islâm ordusunun fetihleri genişledi. Öyle ki, bir yandan müslümanlar o zaman­ki Bizans başkenti Konstantiniyye'nin (şimdiki İs­tanbul'un) kapısını çalarken egemenlik alanlarının sınırlarını doğuda Hindistan'a ve batıda kuzey Afri­ka'ya kadar uzattılar. Böylece islâm devleti düşman­larını korkutacak ve kendisi ile ilgili binbir hesap yapmaya mecbur edecek derecede güçlendi.

Toplumsal plânda hayır şerre ve iyilik kötülüğe üstün geldi, bunun sonucu olarak yöneticilerin zu­lümleri ve sapmaları, kendi dar çevrelerinde mahpus kaldı. Buna karşılık toplum çoğunluğu islâm ni­meti ile huzurla, güvenle ve istikrarla beslenir ol­du. Bunun sonucu olarak daha önce söylediğimiz gi­bi islâmî bilim ve uygarlık hareketleri doğdu.

Abbasiler dönemine gelince bu devirde Emevi-kr tarafından başlatılan sapmalar, etkinliklerini daha da arttırarak devam ettikleri gibi bunlara yeni tip başka sapmalar eklendi.

Meselâ babadan oğula geçme esasına dayalı, muhteris (adud) krallık sistemi, ana çizgiden sapma açısını daha genişleterek devam etti. Sebebine ge­lince Emevilerin, iktidarlarını kökleştirip pekiştir­mek amacı ile aralarındaki en yetenekli ve en güç­lü olanı hükümdarlığa getirme titizlikleri yanında Abbasiler bu işi katıksız bir veraset ilkesine bağla­dılar. Yani on ya da on iki yaşlannda bir çocuk bile olsa sırası gelen veliahd, hükümdar oluyordu.

Bu uygulama, İslâm'ın siyaset alanına düşürdü­ğü gölgeler yanında bizzat rejimi de zayıflatmıştı. Ayrıca gerek hükümdar ve gerekse veliaht olma uğ­runa girişilen amansız yarışta tüyleri ürperten kor­kunç entrikalar yaşandı. Bunlar yanında otorite erozyonuna uğrayarak zayıf düşen hükümdarlar, başta Türkler olmak üzere kendi dışlarında kalan unsurların desteğine başvurmak zorunda kaldılar. Bundan, sözkonusu unsurların devlet mekanizması­nın bazı kilit noktalarım ele geçirmeleri ve mutlak anlamda islâmî siyasetin değerlerini bozmaları so­nucu doğdu.

Emeviler tarafından rejim muhaliflerini baskı altında tutma politikası da Abbasiler tarafından baskı dozu arttırılarak devam ettirildi ve bir müs-lüman tarafından yapılması düşünülemeyecek dere­cede iğrenç kıyımların sahnelenmesine dönüştü.

Yine Emeviler tarafından çığrı açılan islâm ha­zinesinin (Beytülmal'in) kötü kullanımı eğilimi, Ab­basiler zamanında hazinenin zekât, haraç ve diğer gelir kaynaklarının artmasına paralel olarak tasav­vur edilemeyecek boyutlara ulaştı. Buna bir örnek vermek gerekirse Emeviler, siyasî muhaliflerini sus­turmak, onları kendilerine yaklaştırmak ve safları­na katılması ile iktidarlarının güçleneceğine inan­dıkları nüfuzlu kimselerin sempatisini satın almak gibi amaçlarla hazine bağışları dağıtırken, Abbasi "halifelerinden biri huzuruna gelerek hakkında övücü bir kaside okuyan bir "Medhiye Şairi "ne müs-lümanların hazinesinden yüz bin sarılıra verilmesi hususunda hiç bir vicdan burukluğu duymadan emir verebilmişti. Oysa Peygamberimiz (s.a.v.) söz­konusu şairin benzerleri hakkında şöyle buyur­muştu:

"Sizi  aşırı sözlerle övenleri gördüğünüzde yüzlerine

toprak saçınız." (Müslim)

Bu arada bir zamanlar Hz. Osman'ın, kendisin­den önceki iki halifenin bazı uygulamalarına hafif biçimde ters düşen bazı yorumlarına karşı başkal-dırmış olan müslüman "halk yığınları" devlet hazi­nesi ile ilgili bu somut yolsuzlukları görüp durduk­ları halde, sanki bu iş kendileriAi hiç ilgilendirmezmiş gibi, kıllarını bile kıpırdatmıyorlardı.

Bu saydıklarımız Emeviler tarafından başlatı­lan ve Abbasiler döneminde hızları arttırılarak ve boyutları genişletilerek devam ettirilen sapmalar­dır. Ayrıca bunlara bu dönemde, yeni bir takım fak­törlerin etkisi ile daha başka sapmalar eklendi. Bu sapmalar sonunda bizzat Abbasi iktidarının başını yedikleri gibi, izlerini —hiç değilse bazı izlerini— gü­nümüze kadar islâm ümmeti organizması üzerinde devam etirmişlerdir. islâm organizması yaşadığımız günlerde bile, sözkonusu yaralarını iyilestirerek onu, yeniden sağlığına kavuşturacak şefkatli ve uz­man ellerin himmetini beklemektedir.

 

Ayrılıkçı Akımlar

Bu tehlikeli sapmaların başında "Ayrılıkçı Akımlar" fitnesinin sahneye çıkması gelir.

Gerçi daha önce Emeviler döneminde "Harici­ler Akımı" ve arkasından bu mezhebe tepki olarak "Murcie" akımı ortaya çıkmıştı, ama bu akımların her ikisi de Hz. Osman'ın öldürülmesi ile Hz. Ali ve Muaviye arasında kopan savaştan kaynaklanmıştı. Buna karşılık Abbasiler döneminde ayrılıkçı akım­lar, yerden mantar biter gibi bir hızla ortaya çıkıp yayılmaya koyuldukları gibi, sırf iç faktörlerden de­ğil, artık dış faktörlerden de kaynaklanır olmaya başlamışlardı.

Abbasiler döneminde islâm bilimi hareketi, parlak bir gelişme devresi yaşadı. Buna paralel ola­rak eski ve Yunancadan ve latinceden yapılan ter­cümelerde gayet canlı bir aşamaya girdi. Bu yol­dan müslümanlar fiilen, ihtiyaç duydukları bir çok şeyler kazandılar. Fakat diğer bilim dalları gibi es­ki Yunan felsefesini de faydalı bir nesne sanarak Arapçaya çevirmekle büyük bir yanılgıya düştüler. Bu girişim, telâfisiz zararlarını göstermekte gecik­medi.

Zira bu felsefe, içerdiği kimi parıltılara ve ger­çek kırıntılarına rağmen aslında bir cahiliye dü­şüncesi idi. Bu niteliği ile islâm ile senteze sokul­maya asla lâyık değildi. O islâm ki, aydınlığı özün­den kaynaklanan, başlıca iki kaynağı Kur'an ile Pey­gamberimizin —salât ve selâm üzerine olsun— sün­neti olan ve eşsiz ilk islâm kuşağı eli ile parlamaya, ışık saçmaya başlayarak orijinal kimliğini koruma başarısını göstermişti.

Bu felsefenin içerdiği en zararlı unsur, her şe­yi hayat ve hareketten yoksun, kuru ve soyut bir düşünceye indirgeyen akılcılığı, rasyonalizmedir. Ak­lı her konuda son başvurulacak hakem kabul ede­rek onun rolünü alabildiğine abartan sakat yaklaşı­mı da işin cabası.[2]

Bu yaklaşım Hristiyanlığa uyarlanarak orada "lahut" adı verilen bir kavramın oluşumuna yolaçtı. Bu kavram, kilisenin Teslis (üçleme), sözde Allah'ın oğlu, ebedî günah, çarmıha gerilme ve isa'nın ken­dini feda etmesi gibi inanç saçmalıkları ile eski Yu­nan felsefesi arasında uyum sağlama girişimi ola­rak ortaya çıkmıştı.

Demek oluyor ki, hristiyanlar rasyonalizmi, akılcılığı sözkonusu akılla bağdaşmaz saçma inanç ilkelerine en j ekte etme girişimleri ile belki desteği­ni sağlarlar diye eski Yunan felsefesine sığındılar ve bu girişimden elleri boş ve başarısız çıktılar. Çün­kü yeni geliştirdikleri "Lahut" kavramı da kilisenin "kutsal" kurullarının kararlarının taşıdığı saçmalık­ları oldukları gibi korumuş oldu. Oysa müslümanla-rm böyle bir girişime ihtiyaçlan yoktu. Çünkü on­lar saf kaynaklardan beslenen, özü ile bağdaşmaya­cak herhangi bir yabancı kaynağın yardımına ihti­yacı olmayan saf bir nurun taşıyıcıları idiler.

Fakat bir yandan bu felsefe fitnesi, öbür yan­dan da Abbasi halifelerinin islâmî konularda islâm bilginleri ile yahudî ve hristiyan bilginleri arasında münazaralar düzenleme girişimleri o dönemin aydınlarını bu tartışmalarda destek sağlamak amacı ile eski Yunan felsefesine yöneltti. Öyle ki, bu eğilim o yüzyılın düşünce "modası" haline geldi.

Eski Yunan felsefesi ile akılcılığın zararlı et­kisi ile islâm düşüncesi alanında bir çok "akımlar" ve "yanılgılar" ortaya çıktı.

Müslüman halk, eski Yunan felsefesinin islâm düşüncesini istilâ etmesinin bir örneği olarak "Mu­tezile" akımım hatırlar. Bu akım aklı, vahyin krite­ri ve inanç sistemi dahil, her konuda en son başvu­rulacak merci haline getirdi.

Fakat eski Yunan akılcılığının etkisi altına gi­rerek bu nedenle doğru islâm inancından sapanlar sadece Mutezile akımının bağlıları değildi. Yüce Al­lah'ın sıfatları konusunda ayrıntılı incelemelere gi­rişen, bunun yanında kaza, kader, zorunluluk ve ira­de gibi kavramların derin tartışmalarına dalan "ke­lâm" bilginlerinin tümü, tartışmaları sırasında gös­terdikleri bütün kanıtlarda, akla kapasitesinin öte­sinde rol veren, onu bütün varoluş konularında son hakem ve en güvenilir merci haline getiren sözko-nusu akılcılığa dayanıyorlardı. Bu sakat yaklaşımla­rının sonucu olarak ne saf anlamı ile islâmi olan, ne berrak, yalın ve kolay kavranabilir islâm inancı­nın muhtaç olduğu ve aslında islâm inancına hiç bir hizmet yapmamış olan bir takım soyut düşünce eg­zersizlerine daldılar.

Bu soyut tasarımların islâm inancına katkı sağ­laması surda kalsın, bunlar bu inanç sistemini, saf bir düşünce, canlı bir vicdan ve yüce Allah'ın (c.c.) rızasını amaçlayan pratik bir davranış bütünü olma niteliğinden çıkararak eğer imanla çelişen şüpheler ve kuşkular uyandırmasa bile imanı pekistirici hiç bir rolü olmayan, vicdanı hareketlendirmeyen ve pratik davranışlara ulaştırmayan, bir takım soyut ve kuru zihni kalıplara dönüştürdü. Çünkü akılcı­lık, yapısının doğal gereği olarak insan zihninde baş­layıp yine insan zihninde biter. Amacının gerçekleş­mesini zihnin harcadığı bu çaba ile sınırlı görür. Bu kapalı dairenin çeperini zorlayarak vicdan ve davranış yolu ile canlı gerçek alanına çıkmaya giriş­mez.

Maalesef böylece sözkonusu eski Yunan düşün­ce mirası, üzerine "islâm" elbisesi giydirilerek, "is­lâm inanç sistemi" ya da "Bilimsel araştırmaya da^ yalı islâm inancı" adı altında islâm dünyasına akta­rıldı. Sanki Peygamberimizin (s.a.v.) sahabileri bu inancın sahipleri, onu en iyi ve özüne en yakın bir şekilde kavramış kimseler değildi. Acaba onlar bu tür kuru ve çürük zihin egzersizlerine muhtaç ol­muşlar mıydı? Şunu üzerine basa basa vurgulaya­lım ki, günümüz islâm dünyasının bütün öğretim ku­rumlarında öğrenci ve araştırmacılara islâm inanç sistemi, uydurma islâm kılığına büründürülmüş hâ­lâ bu eski Yunan düşünce mirası aracılığı ile sunul­maktadır.

Bütün bunlar yanında özellikle Abbasiler döne­minde yayılma eğilimi gösteren bir diğer ayrılıkçı akım "Batıniye mezhebi"dir. Bu akım, o günün is­lâm dünyasında derinlemesine kök saldı, hatta ba­zı devletler ya da devletçikler oluşturdu ve bir kaç yüzyıl boyunca müslümanlan kendisine savaş ve­rip onu kovalamakla uğraştırdı. Bu akım genel an­lamda islâm aleminde yuvalanan yahudiler ile gizli biçimde ilişkili idi. Bu adamlar müslüman gibi gö­rünerek aslında islâmiyeti yıkmaya çalışıyor, her girişimlerinde halkın zihinlerine kendi inançların­dan bir şey aşılıyorlardı.

Ayrılıkçı akımların cinayetleri sırf bunlar de­ğildi. Söylediğimiz gibi yabancı katkılarla oluşturu­lan soyut zihin egzersizleri sırf "aydınlar"a özgü bir uğraş olarak kalmıştı. Bu kimseler eski Yunan fel­sefesinin ayartmalarına kapılarak, tıpkı daha önce hristiyanların yaptıkları gibi, bir "İslâm Lahut"u üretmişlerdi.

Fakat "Murcie" akımı, bütün fraksiyon ve renk­leri ile, geçen zaman içinde islâm inancı ile islâm sosyal hayatında islâm inanç sistemi ile ilgili bilim­sel araştırmalara sokuşturulan felsefî karmaşaların tümünden daha büyük bir tehlike olmuştur.

Bu akımın imanın sadece kalble tasdik etmek­ten ya da —en iyimser varsayımla— kalble tasdik ve dil ile onaylamaktan ibaret olduğunu söyleyerek amel'i ve davranışı imanın kapsamı dışına çıkarması, sapık akımların saf islâm inancına ve bu inancın sağlam kavramına aşılamaya giriştikleri saplantıla­rın en tehlikelilerinden biri oldu.

Gerçi Tevhid inancı ile ilgili bu tehlikeli sapma, o günün islâmî hayatında pratik bir etki gösterme­di. Çünkü islâmiyetin pratik hayata saldığı yüksek voltajlı canlılık akımı, bu inanca uygun pratik "ey­lemler davranışlar" biçiminde hâlâ titreşimlerini yaymaya devam ediyordu. Fakat bu tehlikeli sapma­nın etkisi ile yavaş yavaş ve her türlü yükümlülük­ten sıyrılmaya eğilimli insan yaratılışına paralel ola­rak bu dinin gereklerine uygun amel işleme konu­sunda sürekli bir umursamazlık tutumu yüz gös­terdi. İmanın özünün kalblerde yer etmiş olması ile yetinilmeye kalkışıldı. İnsanın "Lâilâheillellah" şahadet cümleciğini kalbi ile doğrulayıp dili ile onaylaması yeterli sayılmaya başladı. Bu gerçek, kalbde yer tuttuğu sürece istenen imanın "tamam" olacağı ve bu imana hiç bir şeyin zarar veremeyece­ği sanısı yaygınlık kazandı.

Yüce Allah'ın (c.c.) şeriatı ve hayat metodu ile yönetilen belirli bir sosyal hayat "pratiği" meydana getirmek amacı ile indirilen bu dinde; ameli, uygu­lamayı imanın kapsamı dışına çıkarmak sırf düşün­ce olarak şaşırtıcı bir yanılgıdır. Ayrıca bu görüşün islâm tarihinin itibarlı "bilginler"inden çıkması bu yaraya tuz-biber ekmiştir.

Acaba yüce Allah (c.c.) dinini bunun için mi in­dirmiş, Peygamberimizi bunun için mi göndermiş­tir? Yani insanlar sırf kalbleri ile doğrulayıp dilleri ile onaylasınlar da pratik hayatın akışını ne kalbi ile doğrulayan ve ne de dili ile onaylayan cajıiliye uygulamalarının denetimine bıraksınlar diye mi bu din geldi?

Peki o zaman müslümanlar bozuk inançları, in­sanları yüce Allah'tan başkasına taptıran geriletici rejimleri, her cahiliye düzeninde insan ve cin kılık­lı şeytanlarca uydurulan dengesiz davranış biçimleri ile batılı ortadan kaldırarak ve bunun yerine doğru inanç sistemi, yüce Allah'ın hükmü üzerine kurul­muş sağlıklı rejimi ve "Lâilâheillellah" ahlâkından türetilen davranış tarzları ile ilâhî bir düzen kura­rak amacını gerçekleştirebilecek olan olumlu, elle tutulur ve gözle görülür bir "amel (eylem, çaba)" olmaksızın şu cahiliye ürünü sosyal pratiği nasıl değiştirebilecekler?

Bu ilâhî düzeni kurdular diyelim. Sonra onu sürekli cahiliye saldırılarına, bu düzeni çökertip ye­rine tağutlann, zorbaların egemenliğini oturtmayı amaçlayan ısrarlı girişimlerine ve bu amaca ulaştı-ncı araçlar olarak kullanacakları silâhlı saldırı, ba­tıl inançlar ve düşünceler saldırısı, yüce Allah'ın indirdiği ilkelere göre hükmetmeyen rejimler saldırı­sı ve şeytanın yardakçıları tarafından uydurulmuş davranış tarzları saldırısı gibi saldın türlerine kar­şı nasıl koruyabilecekler?

Bütün bunlar sırf kalb doğrulaması ve dil onay­laması ile olabilir mi? Aman Allah'ım! İslama ya­manmak istenen ne gülünç bir yanılgı! Peki, acaba böyle bir yaklaşım yüce Allah'ın (c.c.) şu buyruğu ile nasıl bağdaşabilir?

"İş ne sizin kuruntunuza ve ne de kitap ehlinin ku­runtu­ları­na göre olmaz. Kötülük işleyen cezasını çe­ker ve kendisine Allah'dan başka ne dost ve ne de .    destekçi bulamaz.

Erkek veya kadın her kim inanarak iyi işlerderı bir iş yaparsa işte öyle kimseler  cennete  girerler   ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar." (Nisa/123-124) Daha doğrusu, bu yaklaşım insanı doğru inanca ve  bu doğru  inanç gereğince amel etmeye yönel­ten, baştan sona kadarki bütün Kuran direktifleri ile nasıl bağdaşabilir?

O zaman sahabiler ile onlann izinden titizlikle giden seçkin müslümanların bu dini, hayat pratiği­ne uygulamak hususundaki amansız "çaba"lan ner-den çıkıyor? "Murcie" akımına göre bu çabalar iman kapsamı dışında kalmaz mı? Öyle ya, bunla­rın tümü kalb ve organ eylemleri değil mi? Acaba on­lar bu çabaları, yüce Allah tarafından yükümlü tu­tulmadıkları gönüllü bir fazlalık, bir nafile olarak mı gösterdiler, yoksa bu çaba bu dinin özünü oluş­turduğu, bunsuz ne yeryüzünde ve ne de Allah ka­tında varolması düşünülemeyeceği için mi bu ısrarlı gayretleri göstermişlerdir?

Meseleye bir insan yaratılışı ve Allah yapısı in­san psikolojisinin tezahürleri açısından bakalım.

Acaba sağlıklı bir insan vicdanında herhangi bir şeye karşı iman olsun da sonra bu vicdanı taşı­yan insanın pratik hayatında bu imanın varlığını kanıtlayan hiç bir iz bulunmasın, bu mümkün mü­dür? Yalnız sözkonusu insan eğer, "kişilik çözülüşü"ne uğramış ise o başka. Çünkü bu durum sahibi­ni yükümlülükten çıkaran bir psikolojik anormallik­tir.

Yalnız şu gerçeği de belirtmeliyiz ki, kalbinde inanç taşıyan bir insanda psikolojik içgüdü ve ih­tirasların baskısı ile bu imanla çelişen bir davranış görülebilir. Yüce Allah bu psikolojik içgüdü ve ihti­raslar ile ilgili olarak şöyle buyuruyor:

"Kadınlardan, evlatlardan, altın ve  gümüş külçele­rinden, otlağa salınmış at  ve davarlar ile ekinler­den oluşan arzu ve ihtiraslar insanlara cazip göste­rildi. Bunlar dünya metalarıdır. Oysa iyi akıbet Al­lah'ın katandadır." (Al-i İmran/14) Fakat bu durumun mutlaka bir sebebi ve de kanıtladığı bir sonuç vardır.

Bu durumun sebebi, daha önce söylediğimiz gi­bi, insanın içinde yuvalanmış bulunan karmaşık iç­güdülerin insan vicdanı üzerinde uyguladıkları sü­rekli baskıdır.

Bu durumun kanıtladığı sonuca gelince, o da böyle bir insanın içinde bulunan inancın sözkonusu içgüdü baskılarına karşı koyup onlann yoğun akı­cım etkisiz hale getirecek kadar güçlü olmadığı gerçeğidir.

Böyle bir durumda günah meydana gelir ve bu günah imanın özünü ortadan kaldırmaz. Fakat bu günah, sözkonusu imanın etkisinin geçici yokluğun­dan dolayı ve o sırada meydana gelir. Nitekim Pey­gamber Efendimiz (s.a.v.) bu durumu şöyle anla­tıyor:

"Zina işleyen kimse o anda mü'minken zina işleyemez. Hırsızlık yapan kimse o anda mü'minken hırsızlık yapamaz."  (Müslim)

Demek oluyor ki, imanın güçlü ya da zayıf olu­şu ile bu imanı taşıyan insanın herhangi bir anın­da yapmış olduğu amel (eylem, davranış) arasında sıkı bir ilişki vardır. Bu hüküm sözkonusu amelin ibadet mi, yoksa günah mı olacağı ya da hangi dere­celi bir ibadet veya günah olacağı konusunda ge­çerlidir.

Bütün bu söylediklerimizden şu iki gerçek orta­ya çıkar:

1  — Amel ile iman arasında sıkı bir ilişki var­dır.

2  — îman, hem artar ve hem de eksilir, iba­detler ile artar ve günahlarla eksilir. Buna karşılık içine büyük şirk (Allah'a eş koşma) karıştığı zaman yok olur.

İşte "Murcie" akımının amel'i, eylemi iman kap­samının dışına çıkararak onu sadece bir kalb doğru­laması (tasdiki) ya da en iyimser yorumla sadece kalb doğrulaması ile dil onayı olarak saymakla hafi­fe aldığı, hatta oyuncak haline getirdiği... islâmî ve psikolojik gerçek budur.[3]

Hiç kuşkusuz bu düşünce, başlangıcında, islâm ruhuna yabancı felsefe ve mantıktan islâm bilginle­rine bulaştı. Ayrıca ilk "Murcie" akımına bağlı bil­ginler arasında kapalı kapılar ardında dile getirilen ve hayat pratiği ile ilişkisi olmayan soyut bir "dü­şünce" olmaktan ileri gitmiyordu. Çünkü sözkonusu "Murcie" taraftarı bilginlerin kendileri bile, gün­delik hayatlarında bu dinin gerektiği amelleri işle­yen faziletli ve takva sahibi kimselerdi. Buna göre ne kendilerinin amel işlemeyi savsaklamaları ve ne de başkalarını böyle bir savsaklamaya çağırmaları düşünülemezdi.  Tersine bu  saygın bilginler, fıkıh konusunda yazdıkları eserlerde tam bir şuurla bu dinin, biribirinden ayrılmaz inanç ve amelden iba­ret olduğunu vurguluyorlardı. Fakat yabancı felsefe ve mantığın mikroplan kapalı kapılar arkasındaki gözlerden uzak yuvalarında bozucu, saptırıcı ve zi­hinleri karıştırıcı etkilerini için için gösteriyordu. Ama zaman geçtikçe bu düşüncenin tehlikesi arttı ve islâmın yükümlülüklerinden sıyrılma eğili­mi yaygınlaşmaya başladı.

Zaten daha önce söylediğimiz gibi, yükümlülük­lerden sıyrılma eğilimi, insan yaratılışında varolan bir temayüldür. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle bu­yuruyor:

"Biz vaktiyle Adem'e (yasak ağacın meyvesinden ye-memesini) sıkı şekilde tenbih ettik. Fakat o bizim tembihimizi unuttu. Biz onda azim ve kararlılık gö­remedik." (Taha/115)

Bu beşeri hastalığın bir ilâcı var ki, yüce Allah onu bize şöyle anlatıyor:

"Ama yine de hatırlat. Çünkü hatırlatma mti'min-lere yarar sağlar."  (Zariyat/55)

Bu ayette işaret edilen "hatırlatma"nın imanın °zü ile ilgili olmadığı kesindir. Çünkü ayet, kendile-nne "hatırlatma" yapılması istenenlerin mü'min ol­uklarını açıkça belirtiyor. Buna göre ayette emre-ulen hatırlatma, bu imanın gereğine  uygun ameî yapmaya dönüktür. Çünkü insan karmaşık içgüdülerinin baskısı altında bu konuda gaflete ve umursa­mazlığa kapılabilir. Bu durumda hatırlatma yapı­lınca iş yoluna girer ve iman, kalble doğrulama ve bu doğrulamanın gereğine amel etme biçiminde ta­nımlanabilecek olan sağlıklı niteliğine yeniden ka­vuşur.

Fakat "hatırlatma" yapılacağı yerde, "Murcie" düşüncesi ortaya çıkmış, sözkonusu gaflet ve umur­samazlık anına takılıp kalarak gafillere, kalblerinde iman bulunduğu sürece mü'min oldukları garanti­sini vermeye kalkışmıştır.

Zaman geçtikçe "Murcie" düşüncesinin etkin­lik alanı genişledi. Meselâ gerek tek tek fertlerde ve gerekse toplum düzeyinde islâmî amelleri işle­me alanı yüzde doksan iken "Murcie" düşüncesinin amelin boşalttığı etkinlik alanı yüzde ondu. Amelin boşalttığı alan yüzde elliye düşünce "Murcie" dü­şüncesinin etkinlik alanı yüzde elliye yükseldi. Bu­na karşılık amel ortadan tümü ile çekilince "Mur­cie" düşüncesi tüm alanı etkisi altına aldı. Böylece son yüzyılda şöyle diyenlere rastlamaya başladık; "Kim Lâilâheillellah derse, islâm'ın emrettiği amel­lerden hiç birini yapmasa bile mü'mindir!"

Bu hastalık, özellikle son yüzyılda, islâmın ba­şına çöreklenen en ağır belâlardan biri haline geldi.

 

LÜKS VE ISRAFLI HAYAT TUTKUSU

Abbasiler döneminde beliren en tehlikeli sapmalardan biri de dünyanın her tarafından gelen servetlerin etkisi ile meydana gelen lüks ve israflı hayat tutkusudur.

Lüks ve gösterişli yaşama tutkusu aslında Emevilerin son dönemlerinde kendini göstermeye başladı. Fakat o za­man hem biçim ve hem de alan bakımından henüz sınırlı idi. Bunun da sebebi insanların, bir yandan ellerine bol servet geçmeye başlaması ve öteyandan da sahabilerin zirve düzeyinden ağır ağır aşağıya doğru düşülmesi idi.

Hatırlayalım ki, Hz. Ömer zamanında, bir keresinde islâm başkentine o kadar büyük bir servet geldi ki, o güne kadarki vergi gelirlerine göre hayal bile edilemeyecek ka­dar büyüktü.

Bu olay şöyle oldu. Bir akşam vakti Hz. Ömer'in Bah­reyn dolaylarında görevli haraç vergisi tahsildarı, topladı­ğı vergileri teslim etmeye geldi. O sırada müslümanlar ak­şam namazını kılıyorlardı. Bu sırada Hz. Ömer ile tahsil­dar arasında şu karşılıklı konuşma geçti.

Hz. Ömer - Yanında ne kadar para var? Tahsildar - Beşyüzbin san lira (dirhem)

Hz. Ömer - Beşyüzbin sarı lira'nın ne kadar olduğunu biliyor musun?

Tahsildar - Evet. Bir tane yüzbin, bir tane daha yüzbin, bir tane daha yüzbin, bir tane daha yüzbin ve bir tane da­ha yüzbin san lira.

Hz. Ömer - Anlaşılan sen yorgun ve uykusuzsun. Şimdi git, yann sabah bana gelirsin!

Tahsildar ertesi sabah gelip de topladığı vergi gelirinin gerçekten beşyüz bin sarı lira olduğunu görünce Hz. Ömer, hemen minbere çıkarak müslümanlara şunlan söy­ledi: "Ey ahali, çok para geldi. Bunu isterseniz ölçerek is­terseniz tartarak aranızda bölüştüreyim."

Fakat o güne kadar elde edilenlere göre muazzam meb-lağlı bu büyük servet, Peygamberimizin (s.a.v.) günlerinin çok yakınında yaşayan, devlet başkanı ve liderleri Hz. Ömer - Allah ondan razı olsun- olan müslümanlan bozma­dı. O Hz. Ömer ki, yukarda anlattığımız gibi, eşinin, ço-luk-çocuğunun geçimini sağlayan mütevazi gelirden ayıra­rak arttırdığı yağlı çöreğin ücretini devlet hazinesine geri vermişti. Ayrıca Hz. Ömer, ileri gelen sahabilerin ticaret yapmak amacı ile taşraya çıkmalarına izin vermemiş, on­ları yüce Allah'ın (c.c.) hükümlerini insanlar arasında uy­gulama görevinde kendisine yardımcı olsunlar diye yanın­da tutmuştu.

Buna karşılık Emeviler'in son dönemleri ile özellikle Abbasîler döneminde servetin bozucu etkisi yıkım boyutla­rına ulaştı.[4]

Bir defa hükümdar ailesinin devlet hazinesinden akta­rılma "Özel Tahsisaf'ı vardı. Bu özel tahsisat o kadar bü­yüktü ki, har vurup harman savurarak harcandığı halde yıllık dilimleri yine tükenmezdi. Bu yüzden özel bir hazine oluşturulur ve yıllık ödeneklerin kullanılmayan dilimleri bu fonda biriktirilerek gelecek yıllara aktanlırdı.

Vezirler (bakanlar) da gerek özel ödeneklerinde ve ge­rekse halifeler ile eyalet valilerin bağış ve hediyelerinden oluşan muazzam servetleri içinde hükümdar ailesininkine benzer bir savurganlık hayatı yaşıyorlardı. Tüccarların servetleri de o günkü dünyanın ölçülerine göre gerçekten "astronomik" idi. Çünkü doğunun en ucundan batının en ucuna kadar o günkü dünya ticareti müslüman tüccarla­rın elinde idi. Masal karakterli olmalarına rağmen "Sindi-bad Gezileri" ile ilgili hikâyeler o zamanın ticaret alemi hakkında bize yeterli derecede fikir verecek niteliktedir.[5]

Böylece cepler para ile dolup taşarken gaflete dalıyor ve elleride Allah'ın ipine sımsıkı tutunan avuçları gitgide gevşiyordu.

Bu yüzden edebiyat ve tarih kitaplarının sayfalarına kadar her yana yansıyan ölçüsüz bir lüks ve israf hayatı alıp yürümüştü. Şimdi İslâm dünyasının doğusunda, yani Abbasi devletinin başkentinde yaşanan böyle ölçüsüz bir lüks örneğinin belgelerini hep birlikte okuyalım:

- Abbasiler düğün törenlerine büyük bir önem veriyor­lardı. İlk dönem Abbasi halifelerinin bu alandaki savur­gan tutumlan halife Mehdî'nin, oğlu Harun Reşid'i Zübey-de adlı bir kızla evlendirirken yaptığı gösterişli töreni in­celeyince açıkça meydana çıkar.

Gerdek gecesi günü öyle gösterişli bir düğün ziyafeti düzenledi ki, daha önce hiçbir müslüman böylesini yapma­mıştı. Ayrıca davetlilere gümüş dolu altın tabaklar ile al­tın, misk ve amber dolu gümüş tabaklar armağan etti.

Gelini de öylesine çok takı ve mücevher ile süsledi ki, kızcağız, üzerinde taşıdığı takıların ve mücevherlerin ağır­lığı altında adım atamaz hale geldi.

Öteyandan tarihçi Şabestî'nin bildirdiğine göre Abbasî halifelerinden Memun, Buran adlı hanımla evlenirken kendisine mihir olarak yüzbin dinar ile elli bin dirhem, yani yarım milyondan fazla dinar vermişti. O gece gelinin önünde üç amber şamdanlık yakılmıştı. Fakat birara kay­nana Zubeyde hanım "Yeterince masraf gösterisi yapıldı. Şu amber şamdanının kaldırın da normal şamdanı geti­rin" dedi.

Buran hanif duvağını açıp yüzünü Memun'a gösterince Me­mun, elbisesinin kolu içinde sakladığı incileri çıkarıp gelinin üzerine saçtı, saçılan inciler yerdeki altın işlemeli bir yaygının üzerine düştü. Bunu gören Memun, 'Allah şa­ir Hasan b. Hanî'nin iyiliğini versin. Tıpkı onun dediği gi­bi:

O güzelin yüzündeki büyük ve küçük benler Tıpkı altın bir zemine yağmış sapsarı kum tanecikleri gibi.

Bu arada safları başına oturmuş davetlilerin yemeğe başlamak istemediklerini farkeden Memun, anneliğine, 'Buyuru­nuz', diye iltifatta bulundu. Bunun üzerine Zubey­de önündeki yemekten bir lokma alınca konuklar önlerin­deki yemekleri yemeğe başladılar.

Yine Şabestî'nin belirttiğine göre bir önceki düğün, ha­life Mehdî'ye bir milyon üç yüz seksen sekiz dinara mal ol­du. Damat Harun'un (Reşid) kendisinin yaptığı masraflar bu rakamın dışındadır.

Buna karşılık Zubeyde hanımın oğlu Emin'in, babadan kardeşi Ebu Abdullah Memun'a söylediğine göre az önce anlattığımız Memun'un düğün masrafı otuz beş ile otuz yedi milyon dirhem arasında değişiyordu.

Görüldüğü gibi Memun, babası Harun Reşid'i gösteriş ve savurganlıkta geri bırakmıştı. Hasan b. Sehl'in kızı Bu­ran ile evlenirken yaptığı ihtişamlı düğün bunu bize yete­rince kanıtlar.

Tarihçi Taberî'nin bildirdiğine göre kayınbabası Hasan b. Sehl'e, Buran'a giderken yolda on milyon dirhem veril­mesini emretti. Ayrıca ona Fem-i Sulh denen yörenin ha­raç gelirini bağladı. Yine tarihçi İbni Hallikan'ın yazdığına göre Memun, adı geçen kayınbabasma Fais ve Ahvaz eya­letlerinin bir yıllık haraç gelirlerini bağışlamıştı.

Öteyandan tarihçi Mesudî, Hasan b. Sehl'in sözkonusu düğün sırasında yapmış olduğu savurganlıktan şöyle anla­tır; "Hasan, kızının bu düğün töreninde o güne kadar ne cahiliye ve ne de İslâm döneminde hiç bir hükümdarın yapmadığı kadar büyük masraf yaptın".

Bu meyanda o, Haşimi sülalesinden olanlara, ordu ko­mutanlarına ve ileri gelen devlet adamlanna dökme fişek­ler dağıttı. Bu fişeklerin içine konan kağıt parçalarına arazi, köle, binek hayvanı gibi hediyelerin adlan yazılmış­tı. Sözü geçen fişekler kimin eline geçerse içindeki kağıt parçasını açıp okuyor ve üzerinde itibar ve rütbesine göre belirlenen hediyenin adının yazıldığını görüyordu. Adam kağıt parçasını okuduktan sonra onu bu iş için görevlendi­ren yetkiliye uzatıyor. Yetkili de ona "Şu kadar alanı olan falanca yerdeki filân arazi" veya "Falanca cariye" ya da "Şu şu nitelikli binek hayvanı" gibi açıklamalarla kazandı­ğı hediyeyi tanıtıyordu.

Ayrıca diğer davetlilere altın ve gümüş paralar, misk kutulan ve yumurta biçimli amberlikler dağıttı. Bu arada damadı Memun'un yanında kaldığı arkadaşlarını, özel muhafızlarım, kervancıları, hamalları, denizcileri ve kafi­lede bulunan ast-üst, maaşlı asker, ne varsa hepsini gayet masraflı biçimde ağırlamıştı.[6]

Abbasilerin bu savurganlıklarına örnek olarak şimdi de halife Mutedın'ın, Humaruye'nin, Kadrun Neda adlı kızı ile evlenirken yapılan masrafların hikâyesini okuyalım:

- Humaruye, Mısır eyaleti hazinesinden sağladığı öde­nekler sayesinde bu düğün dolayısı ile hiç fakirlik ve yok­luk endişesi taşımayan birinin yapabileceği kadar ölçüsüz masraflar yaptı. İbni Dekkak'ın belirttiğine göre kızını Bağdad'a götürürken yanına o güne kadar hiç kimsenin ne gördüğü ve ne de duyduğu kadar çok ve değerli bir çehiz götürdü. Yine tarihçi mukrizî'nin yazdığına göre her renk ve her türden bütün nadide ve orijinal şeyleri yanında çe­hiz olarak götürmüştü. (Hutat c. I, s. 319).

Bu çehizin arasında dört parça, altından yapılmış bir çardak maketi vardı. Maketin kubbesi göz göz altın işle­meli idi. Bu gözlerin her birinde, ucunda paha biçilmez bir mücevher tanesi sallanan bir küpe vardı. Ayrıca koku hammaddesi ezmek için yüz tane altın havan ve tanesi on dinar olan bin tane gecelik bu yüklü çehizin eşyalan ara­sında idi. Humaruye kızının çehizini düzdükten sonra Bağdad'a giderken mola vereceği her konaklama yerinde, oturduğu ya da dinlenmek için kullandığı köşklerin birer benzerinin yapılmasını emretti. Bu köşkler tam dayalı-dö-şeli olarak yapıldı. Böylece kızı Bağdad sarayına gelin gi­derken yolda, sanki babasının sarayında oturuyormuş gi­bi, istediği bütün konfor ve rahatlık imkanlarını kullana­rak yolculuk etmişti.

Bu düğünün masraflarına gelince başvurduğumuz kay­nakların hiç biri bu konuda bilgi vermiyor. Yalnız tarihçi İbni Hallikan (c. I, s. 174) halife tarafından geline verilen mihrin bir milyon dirhem olduğunu yazar. Bu rakam, geli­nin çehizine göre büyük değildir. Çünkü edindiğimiz bilgilere göre gelinin cehizini hazırlamakla görevlendirilen İb-ni Cessas Cevheri'ye, cehizi düzdük­ten sonra geri kalan dört yüz bin dinar bahşiş olarak verilmişti."

Şimdi de Endülüs Emevilerin bu tür savurganlıkları ile ilgili bir belgeyi okuyalım:

- Endülüs Emevilerinin ünlü saraylanndan biri de Me-mun b. Zinnun tarafından yaptırılan Taytula sarayı idi. Yapımı için büyük miktarda para harcandı.

Sarayın ortasında bir havuz ve havuzun da ortasında renkli ve nakışlı camdan bir kubbe yapılmıştı. Bu kubbe­nin en üst noktasından akan su, devamlı şekilde çevresin­den geçerek tabanına iniyordu. Cam kubbe dıştan kapla­malı idi ve su, bu kaplama üzerinden sürekli akıyordu. Ayrıca içinde oturan hükümdar Memun, sudan hiç ıslan­mıyordu. Bu kubbe içinde yakılan şamdanların meydana getirdiği renkli ışıklar eşsiz bir manzara oluşturdu.[7]

Bu sunduğumuz belgeler, doğuda Abbasiler ile batıda Endülüs Emevilerinin savurgan ve ihtişamlı saray hayat­larının sadece bir örneğidirler. Bunların benzerleri sayıla­mayacak kadar çoktur ki, her biri o günün toplumunda başgösteren kokuşma ve dünya malına gömülme hastalı­ğının açık bir belirtisidir.

Doğal olarak bu dönemde "Uygarlık" İslâmî kavramla­rından sapmaya başladı.

Şurası bir gerçektir ki bu uygarlık, gerek doğuda Abbasî egemenliği altında ve gerekse batıda Endülüs Emevileri'nin elinde orijinal ve günümüze kadar izleri kalabilen gözalıcı mimari askerler meydana getirdi. Bu eser­ler üstün bir mimarlık maharetini, ileri bir mühendislik, teknoloji ve benzeri bilimler düzeyini açıkça kanıtlar. Fa­kat bu gösterişli yapılarda gözlenen savurganlık tutkusu, Ahireti unutturup dünya hayatına daldıncı fonksiyonları, yüce Allah yolunda cihad etme görevini ihmal ettirerek maddî zevklerle oyalayıcı nitelikleri asla İslâm ruhu ile bağdaşmaz. Bunlar İslâm toplumunu belirli bir süre sonra kaçınılmaz sonuçlanna ulaştırmış olan birer sapma belir­tileri olmuşlardır.

Doğaldır ki, bu sözlerimizin anlamı, "Uygarlığın bütün alanları İslâm'dan saptı veya bu sapma birdenbire oluver­di" demek değildir. Tersine ilerde anlatılacağı üzere bu uy­garlıktan bir çok yararlı eserler kaldı. Çünkü o, İslâmî de­ğerlerine özünde bağlı kaldı. Fakat sonunda, sapmalar öze baskın gelince, yüce Allah'ın sosyal kanunlan gereğin­ce yıkılış meydana geldi.

Bu savurganlığa eşlik eden ve onun ayrılmaz parçalan olarak ortaya çıkan iki fitne daha meydana geldi. Bunlar­dan biri cariyelerin (kadın köle ve hizmetçilerin) çoğalma­sı, ikincisi de halifelerin, eyalet valilerinin, bakanların, zenginlerin ve tüccarların saray ve köşklerini dolduran "şarkıcı ve çalgıcı cariyeler" idi.

Düşmanlarla girişilen çok sayıdaki savaşların sonucu olarak İslâm alemine çok sayıda cariye getirildi. Bunlar pazarların en geçerli ticaret alanı haline geldiler. Cariye­lik, aslında sağlıklı bir kurum olmasına rağmen toplumu sarmaya başlayan gösteriş ve lüks tutkunluğu ruhu, bu cariyelerin varlığı, topluma egemen olan lüks hayat tutku­su ile kokuşma belirtilerine yeni boyutlar ekledi ve bunlar da artan servetler gibi baştan çıkancı bir fitne unsuru ol­dular.

Bu cariyelerin varlığı yüzünden saraylara egemen olan "eğlence" havası ile saraylıların ciddi ve seviyeli konular­dan uzak kalmış olmaları bir yana, bunlann en tehlikeli fonksiyonları, bu saraylann içinde çevirdikleri entrikalar oldu. Çünkü bunlar arasında İslâm'a karşı kin besleyen yahudi ve hristiyanlar vardı. Böyleleri yüreklerinde besle­dikleri kinin etkisi ile bu saraylarda çeşitli fitneler, komp­lolar ve desiseler sahneleyerek yetkilileri özel problemler ile oyalamışlar, böylece yüce Allah'ın (c.c.) hükmünü uygu­layan müslüman yöneticiler bir yana, her sorumlu yöneti­cinin birinci derecede uğraşmak zorunda olduğu halkın dertleri ile ağır yönetim sorunlarından kopuk kalmalarına yolaçtılar.

Bu yaygın savurganlık eğilimi ile çok sayıda cariyenin ortalıkta kol gezdiği ortamda daha bozucu ve daha eğlen­ceye daldıncı bir görüntü ortaya çıktı. Bu da edebiyat tari­hinde "şarkıcı ve çalgıcı cariyeler" diye adlandırılan görün­tüdür. Bu görüntü o günün hakim atmosferi düşünülürse hem varlığı ve hem de etkileri bakımından tutarlı bir gö­rüntü idi.

Çünkü, madem ki köşk ve saraylarda şenlik düzenle­mek mubah görülüyordu ve madem ki şarkı ve çalgı bu şenliklerin ayrılmaz bir parçası idi, bu şarkıcılığın ve çal­gıcılığın kadınlar tarafından yapılması daha şenlikli olur­du.

Bu yüzden bu iş, o toplumda birçok kişinin geçimini sağlayan bir "meslek" haline geldi. Sözkonusu meslek, şar­kıcı olmaya elverişli sesi olan cariyeleri arayıp bulmak, bunlara müzik eğitimi vermek, erkekleri eğlendirecek ma­haretleri edinmelerini sağlamak, sonra da bunları ya sat­mak ya da satıcıların evlerinde veya savurgan ve eğlence düşkünü kodamanların köşk ve saraylannda eğlence dü­zenlemek gibi faaliyetleri içerirdi.

Bu şenlikler yatsıdan gece yarısı sonralarına kadar de­vam ederdi. İçkisiz olanlarına da rastlanmakla birlikte ço­ğu içkili olurdu. Söylemeye gerek yok ki, bu şenliklçi gu­rupların akıllarına ne yüce Allah'ın adım anmak ve ne de O'nun yolunda cihad etme görevi gelirdi. Sabahleyin kalk­tıklarında da -tabii eğer kalkabilirlerse- daha sarhoş, daha cümbüşlü ve şenlikli eğlencelerin özlemi ile uyanırlardı.

Bu durumun arkasından yıkılışın gelmesi kaçınılmaz­dı!

Şu bir gerçektir ki bu yıkılış bir anda olup bitmedi. Ter­sine iki yüz yıllık bir zaman parçasına yayıldı. Ayrıca dev­let yıkılınca da İslâmiyet yeryüzündeki varlığını korudu. Bunun gözönünde tutulması gereken bir kaç önemli fak­törü vardır.

Bir defa bu bozulma ilk önce devlet merkezinde -Bağ­dat'ta- halifelerin ve diğer ileri gelen resmi yetkililerin sa­raylannda başladı. Sonra zenginlerin köşklerine buluşa­rak başkentin "geçer akçe"si haline geldi. Yani çoğunluk, bu işlere karışsın ya da karışmamış olsun, bu hareketleri yadırgamaz olmuştu.

Fakat işin başında başkent dışında kalan İslâm belde­leri bu yöresel bozulmanın etkisine girmemişlerdi. Çünkü bu beldeler kalblerinde taşıdıkları imanın gerektirdiği cid­diyetle İslâmı yaşayıp yaşatmaya devam ediyorlardı.

Fakat bir süre sonra başkentin dışına taşarak taşra eyaletlerinin merkezlerine yayılmaya başladı. Bu da müs-lümanlar iyiliği emredip kötülükten alıkoyma görevlerini savsaklayınca yüce Allah'ın "fesadın yeryüzünde belirmesi" kanunun gereği idi. Abbasi toplumunda olan şey de buydu. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"İnsanların kendi elleri ile işledikleri günahlar yüzün­den karada ve denizde fesad çıktı. Belki dönerler diye Al­lah onlara yaptıklarının bir kısım cezasını taddırıyor." (Rum /41)

Buna rağmen eğer bu insanlar yaptıklarından dönmez­lerse beliren fesad ve yozlaşma yayılıp kök salmaya de­vam eder ve sonunda yıkılışa yolaçar.

Bu dönemde fesad, birden çok alanda yayılıp kök sal­maya ve her defasında toplumun yeni bir kesimim çürüt­meye devam etti. Sonunda Abbasi devleti, Moğollar ve En­dülüs Emevi devleti de Hristiyanlar eli ile yıkıldı.

Fakat "İslâm" varlığını sürdürdü.

Çünkü vicdanları ateşleyen inanç koru canlı idi. Gerçi işlenen günahların, bidatlerin, İslama aykırı tutum ve uy­gulama­la­rın dine bağlılık alanında beliren umursamazlık­ların etkisi ile bu korun yüzeyi kül bağladı, ama halâ canlı idi ve üzerindeki külleri üfleyip dağıtarak tekrar tutuşma­sını sağlayacak soluğu güçlü birini bekliyordu.

İşte Selâhaddin-i Eyyubî ortaya çıkarak "Ey müslümanlar, sizler Allah'dan uzaklaştığınız için Haçlılar önün­de bozguna uğradınız ve O'na dönmedikçe zafere eremezsi­niz" diye seslenir-seslenmez ve Katar hükümdarı Kutz meydana çıkarak "Aman, İslâm elden gidiyor" diye haykırır-haykırmaz bu iman koru yeniden tutuşuverdi. Arka­sından müslümanlar çok geçmeden Mısır'da ve Suriye'de Haçlılara karşı zafere ulaştılar. Bu zaferlerin doruk nokta­sını "Hatın" savaşı oluşturdu. Aynı zamanda "Calût gölü" dolaylarında da Moğolları bozguna uğrattılar. Bu zafer, İslâm tarihinde büyük bir dönüm noktası oluşturdu. Bu dönüm noktası Moğolların İslâm dinine girerek daha son­raki yıllarda İslâm'ın en dirençli ordulanndan biri haline dönüşmeleri olayıdır.

Abbasî devleti, düzeltilemeyecek derece bozulduğu için, İslâhat yolu ile doğru yola döndürülemeyecek derecede fe­sada uğradığı için yıkıldı. Fakat "İslâm ümmeti" Abbasiler dönemi boyunca yapısına sızan bunca fesad unsuruna rağ­men önemli oranda yararlı unsurlara sahipti ve bu hali ile daha uzun yüzyıllar boyunca yaşayarak tarihte yeni bir hamlenin temsilcisi olmaya lâyıktı.

Öteyandan Endülüs Emevî devleti de yıkıldı. Arkasın­dan müslümanlar, kiliseye bağlı Engizisyon (İnguisition) mahkemelerinin tam iki yüzyıl boyunca süren amansız iş­kencelerinin sonunda yeryüzünün o yöresindeki bütün müslümanlar yurtlarından kovuldu ve İslâm'ın izleri kö­künden silindi. Fakat yeryüzünün başka bir yöresinde ye­rine geçen ve güçlü bir İslâm devleti (Osmanlı devleti) meydana çıktı. Bu İslâm devleti egemenliğini beşyüz yıl sürdürdü.

 

Tasavvuf Akımı

Fakat bu üçüncü halifelik devletini, olumlu ve olumsuz yanları ile, sözkonusu etmeden önce Abbasiler dönemi toplumunda ortaya çıkan ve Abbasi devletinin yıkılışın­dan sonra da varlığım sürdüren, hatta daha kuruluş döne­minde sözkonusu yeni devletin yapısını saran ve bu devle­tin son yüzyıldaki yıkılışına kadar İslâm ümmetinin ha­yatındaki tehlikeli sonuçlarım göstermekten geri kalma­yan başka bir sapma akımını hatırlatmalıyız.

Bu sapma akımı tasavvuftur.

Tasavvuf, Abbasiler dönemi toplumunu saran lüks ve israf eğilimine tepki olarak doğdu. Toplumda günden güne yaygınlık kazanan savurganlık ve çılgınlıklardan ürkün­tüye kapılan o günkü toplumun "temiz insanları" kendile­rini bu sapıklıklardan kurtarmak istediler ve Allah ile başbaşa temiz ve an bir hayat yaşayabilmek için üzerle­rindeki elbiselerinden ibaret olan varlıkları ile bir araya gelerek sözkonusu bozuk toplumdan koptular.

Tasavvufa sonradan giren yahudi, hristiyan, mecusî (ateşperestlik) ve hindu kaynaklı düşünce ve motifler bir yana, bu akımın temel motifinin toplumu saran fesattan ayrılarak temizlik ve arınmışlıkla başbaşa yaşamak oldu­ğunu inkâr edemeyiz.

Fakat tasavvufun bizzat kendisi İslâm'ın doğru meto­dundan sapmış bir eğilimdir.

Gerçi tasavvufun içerdiği nefis terbiyesi İslâm'dandır, onun, dünya hazlarmı dudak bükerek küçümseyişi İslâm'dandır, yine ondaki Ahireti hiç hatırdan çıkarmama motifi İslâm'dandır. Fakat yine onun içerdiği dünya haya­tım ihmal etmeye dönük her şeyden eletek çekme ve reak-siyoner tavırlar İslâm'dan değildir.

Tasavvuf, aslında pratik realite ile karşı karşıya gele­rek onunla cedelleşmekten "kaçış" eğilimidir. Hayal ürünü olan "özel bir aleme" kaçış eğilimi. Bu özel alemde insan, -gerçek ya da hayali- Allah'a yakınlık duygulan ile beslene­rek bu yolda "emek vermekten, çaba harcamadan" geri ka­lıyor, bunun yerine yolunu kısalmış gibi gösteren sözkonu­su duyguları ile yetiniyor.

"Ameller" Allah'a yaklaşmanın aracıdır. Fakat "ermi­şin" amacına erdiğine göre araca ihtiyacı yoktur!

İşte bu yaklaşımla, tasavvuf bağlıları pratik dünya ha­yatında mücadeleden ve emek vermekten geri dururlar. Ayrıca sapıtmış realiteyi doğru yola döndürmek uğruna, onunla boğuşmaya girmeye de yanaşmazlar. Sadece Al­lah'a yaklaştıklan, O'na erdikleri, O'nun huzurunda yaşa­dıkları ya da O'nun nuru etrafında pervane gibi döndükle­ri şeklindeki hayalî duyguları ile yetinirler. Bunun dışında başka bir şey aramazlar. Çünkü onlara göre bunun dışın­da başka hiç bir şey yoktur.

Gerçekten duyguların, insanın idrak alanına egemen olması ve insanın bunlara dalarak kendinden geçmesi mümkündür.

Ayrıca belirli bir psikolojik eğitim, insanın önüne aca­yipliklerle dolu bir alem açabilir. Nasıl ki, belirli bir beden eğitimi, insana belirli bir güç, bir kudret ve bu güçle tat­min olma duygusu veriyorsa; yine nasıl ki, akıl eğitimi, in­san zihnini geliştirip ona kavrama, algılama gücü ile bu güçle tatmin olma duygusu kazandınyorsa, tıpkı bunlar gibi psikolojik eğitim, ruhi eğitim de insana belirli bir uça­rılık, parıldama, görülen sed ve engelleri aşarak uçsuz-bucaksız bir aleme sıçrama ve bu duygu ile tatmin olarak da­ha başka bir şey istememe duygusu verebilir.

Fakat İslâmiyet bu "kaçış"ı, bu "ortadan kaybolma"yı kabul etmez.

Çünkü İslâmiyet, yeryüzünde belirli bir "görevi, misyo­nu" gerçekleştirmek için geldi. Yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyor:

"Biz peygamberlerimizi açık deliller ile gönderdik ve onlarla birlikte Kitab'ı ve adalet ölçüsünü indirdik ki, in­sanlar aralarında adaleti yerine getirsinler." (Hadid/25)

İnsanlar arasında adalet düzeninin gerçekleşmesi, sırf bunu istemekle ya da özlemini çekmekle olmaz. Bu özle­min gerçekleşmesi ve bu arzunun somut bir pratiğe dönüş­mesi için mutlaka emek ve gayret harcamak gerekir.

Yüce Allah (c.c.), indirdiği Kitab'ın hükümleri uyarınca insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için "çalışma" sorumluluğunu bizzat müslümanlarm omuzlarına yükledi. Bakınız, bu konuda bize ne buyuruyor:

"Elif lam ra. Bu Kitap, insanları karanlıklardan ay­dınlığa çıkarman için sana indirdiğimiz bir Kitabdır." (İbrahim /1)

"İşte böylece, siz insanlara örnek (ve Kıyamette şahit) ve Peygamber de size örnek olsun diye sizi bu ikisi arasın­da yer alan bir ümmet yaptık." (Bakara /143)

"Aranızda hayra çağıran, iyiliği emrederek kötülükten sakındıran bir gurup, bir topluluk bulunsun."(Al-i İm-ran/104)

"Sizler tüm insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız." (Al-i İmran/ 110)

Görülüyor ki, bu dinin yeryüzü pratiği karşısındaki ha­reketinin özü olan iyiliği emrederek kötülükten alıkoyma eylemi, pratik harcanacak somut bir çaba ve sosyal haya­tın her gelişmesi karşısında takınılacak olan aktif bir tu­tumdur.

İşte bu nokta, tasavvuf ile İslâm arasındaki yolayrımıdır.

İslâm'da yeryüzü bazlarından el çekme yönünde açık bir çağrı vardır. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Kadınlardan, evlâtlardan, biriktirilmiş altın ve gü­müş külçelerinden, otlağa salınmış at ve davar sürüleri ile ekinlerden oluşan hazlara aşırı düşkünlük, insanlara ca­zip göründü. Oysa bunlar dünya hayatının haz kaynakla­rıdır. Asıl güzel akıbet, Allah'ın katındadır.

De ki; 'Size bu haz kaynaklarından daha iyisini haber vereyim ister misiniz? Takva sahipleri için Rabb'leri ka­tında altlarından çeşitli ırmaklar akan ve içlerinde ebedi olarak kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın hoşnutluğu vardır. Hiç şüphesiz Allah, kullarını inceden inceye görür.

Yani 'Ey Rabbimiz, biz sana inandık, günahlarımızı affeyle ve bizi cehennem azabından koru." (Al-i İmran/ 14-16)

Bunun yanında tasavvufta da yeryüzü bazlarından el çekerek bu hazlarm çok azı ile yetimeye çağrı vardır.

Fakat dünya hazlanndan el çekme yaşantısı sonucun­da birikecek olan psikolojik enerji nerelerde harcanacak?

İslâmda bu enerji "yüce değerler"i pratik dünyaya akta­rıp uygulamada harcanırken, tasavvufta aynı enerji ruhî parendeler ile vicdan pırıltılarına dönük değerler uğruna harcanır.

Bu enerji kullanma biçimlerinden birincisi, pratik dün­yayı fiilen düzeltir. Ferdi ve toplumu islâh ederek onları kabalık ve somutluk alanı ile temsil edilen düşük realite­nin tutsaklığından kurtararak yüksek realite düzeyine yü­celtir. Bu düzeyde insanın bütün enerji kesimleri yani be­deni, aklı ve ruhu halifelik görevini yerine getirmek ve ilâhî metod gereğince yeryüzü kalkınmasını gerçekleştir­mek üzere serbestçe harekete geçer. Geniş ve kapsamlı anlamı ile "ibadet" bu olduğu gibi, bunun gerçekleşmesi ile insan için en üst düzeyli varoluş biçimi de gerçekleşmiş olur.

İkinci enerji kullanma biçimi ise dünya pratiğini bütün kötülükleri ile bir yana bırakır. Onu düzeltmeye kalkış­maz. Bunun yerine ondan el-etek çekerek kendini düzelt­meye girişir. Gerçi bu girişim, bazı alanlarda -yani ruh alanında- başanya ulaşabilir. Fakat o takdirde insan uğ­runda ve uyannca yaratılmış olduğu denge ile pratiğe dö­nüklüğünü ve aktif yapıcılığını kaybeder. Buna paralel olarak yüce Allah'ın (c.c.) üzerine farz kılmış olduğu "in­sanlar arasında adaleti gerçekleştirmek" ve "insanlığı ka­ranlıklardan aydınlığa çıkarmak" alanlarındaki yükümlü­lüklerini yerine getirmemiş olur.

Şöyle düşünelim. Farzedelim ki, ortada potansiyel bir enerji var. Bu enerji ile yeryüzündeki genişçe bir kıraç arazi parçasını verimli hale dönüştürmek mümkündür. Bu kıraç arazinin zararlı otlan ayıklanabilir, sürülüp sulana­bilir ve orada çeşitli bitkiler, ağaçlar, çiçekler ve güller ye­tiştirilebilir. Böylece bir gurup insanın bu tarlanın ürünle­rinden yararlanmaları sağlanarak yaşam düzeyleri yük­seltilebilir. Fakat böyle yapılacağı yerde bu enerjinin o toprağın bir köşesinde bir tek bitki türü ekmek için kulla­nıldığını varsayalım. Toprağın diğer kısmı ayrık otlarına, böceklere ve canavarlara yuva olmaya bırakılmış.

Acaba bu iki enerji kullanma biçimlerinden hangisi enerjiyi boşa harcamak ve hangisi onu islâh amaçlı gay­retler için kullanma olur?

İşte tasavvufun insan enerjisini boşuna harcaması bu­na benzer. Fakat bu boşuna harcamayı insan, enerjiyi top­layıp bir noktaya yoğunlaştırma olarak sanabilir. Tasav­vufun insan hayatının islâh etme gayretleri, tıpkı bu ör­nekteki gibidir. Eğer onun İslâhata dönük fonksiyonu ol­duğunu söylemek yerinde ise tabii.

İnsan, ne yaparsa yapsın, yüce Allah'a (c.c) meleklerin yaptıkları gibi ibadet edemez. Yüce Allah (c.c.) onların iba­det biçimleri hakkında şöyle buyuruyor:

"(Melekler) gece-gündüz hiç ara vermeksizin O'nü teş­bih ederler." (Enbiya/ 20)

Yüce Allah (c.c.) hikmet ve merhametinin eseri olarak insanı, kendisine melekler gibi ibadet etmekle yükümlü tutmadı. Yoksa onu daha baştan melek olarak yani toprak kaynaklı ve çeşitli eğilimli bedeni olmayan, çeşitli hayat konuları ile ilgili düşüncesi bulunmayan uçucu bir varlık halinde yaratırdı.

Fakat hikmet ve merhametinin eseri olarak onu bir avuç topraktan yaratarak özüne kendi ruhundan bir soluk üfledi. Onun çeşitli arzularla hareket eden bir beden, sü­rekli biçimde düşünmekle uğraşan bir akıl ve uçarı bir ruhla donattı.

Ayrıca onu ne meleklerinkine ve ne de hayvanlar ile cansız maddelerinkine benzeyen bir ibadetle yükümlü kıl­dı. Bu ibadet türü, onun bütün varlık kesimlerini, yani be­deninin, aklını ve ruhunu kapsayan bir ibadet türüdür. Başka bir deyimle yüce Allah (c.c.) insan vücudunun bü­tün girişimlerini, insan aklının bütün girişimlerini ve in­san ruhunun bütün dalgalanmalarını ibadet saydı. Yalnız böyle olabilmesi için bunların tümünün Allah'a yöneltil­mesi ve yüce Allah'ın direktiflerine bağlı olması şarttır. Tıpkı yüce Allah'ın (c.c.) buyurduğu gibi:

"De ki; 'Benim namazım, diğer bütün ibadet amaçlı davranışlarım, hayatım ve ölümüm, eşi-ortağı olmayan ve tüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir." (En'am/162-163)

İnsan böyle yapınca en yüce düzeyinde, Allah'a en yakın konumunda ve O'nun hoşnutluğuna en lâyık durumda olur. Bu konudaki delilimiz, yüce Allah'ın, en çok ibadet e-den kulu, O'nun yarattığı insanlar içinde en onurlusu olan Muhammed Mustafa'dır -salât ve selâm üzerine olsun- Ni­tekim O, bu konuda şöyle buyuruyor:

"Haberiniz olsun ki, içinizde Allah'a en çok ibadet ede­niniz, ibadete en düşkününüz benim. Bununla birlikte ben hem oruç tutar, hem bozarım. Hem gece ibadet yapar hem uyurum. Kadınlarla cinsî ilişki de kurarım. Kim benim sünnetimden yüzçevirirse benden değildir." (Buhari, Müs­lim v.d.)

Hele bu hadisi okuduktan sonra herhangi bir kimse kendisini Peygamber Efendimizden (s.a.v.) daha ibadet aşığı sanabilir mi?

O halde Peygamberimizin ibadet etmesi nasıldı?

Meselâ, Rabbi ile başbaşa kalışını ele alalım. Bu saat­lerde mübarek ayaklan uyuşuncaya kadar ayakta kalırdı. Nitekim böyle bir defasında eşi Hz. Ayşe kendisine; "O ka­dar kendini sıkma. Zira Allah, senin geçmiş-gelecek tüm günahlarını peşinen affetti," deyince eşinin bu sözlerine ancak ibadetin derinliklerine dalmış bir ibadet düşkünü­nün ağzına yaraşan şu cümle ile cevap verir:

"Peki, ben şükür görevini yerine getiren bir kul olmaya­yım mı?" (Buhari, Müslim v.d.)

Bununla birlikte acaba Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- nasıl bir insandı.

Hiç kuşkusuz O, yeryüzünün tanıdığı en aktif enerji idi.

Cihad alanında, insanları hak yola çağırma alanında, Allah yolunda savaşma alanında, sahabileri, her yönden en yüce örnek olsunlar amacı ile eğitip yetiştirme alanında, bizzat yaratıcısı ve ortaya çıkarıcısı olan yüce Allah (c.c.) tarafından hakkında:

"Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet­siniz, "

şeklinde şahitlik edilen eşsiz "ümmef'i oluşturma ala nında, yeryüzünde ilâhî adaleti gerçekleştirme alanında; devletin siyasî, ekonomik, sosyal, savunma, ahlâkî, manevî ve fikrî meselelerini düzenleme alanlarında ve bü­tün bunlar yanında özel hayatının düzenlenmesi, eşlerinin ve kızlarının gözetimi, geçimlerinin sağlan­ması, yönlendi­rilmeleri ve eğitimleri alanlarında bir eşi daha görülme­miş aktif bir enerji kaynağı.

Öte yandan Peygamberimiz, Kıyamet anına kadar müslümanlarm örneği ve bu dinin en yüksek düzeyli pra­tik, uygulamalı tercümesidir, nitekim yüce Allah (c.c.) bu gerçeği şöyle dile getiriyor:

"Hiç şüphesiz Peygamber, sizin için, yani Allah'ı ve Ahireti arzu edenler ve O'nü sık sık ananlar için, uyula­cak en güzel örnektir." (Ahzab /21)

Tasavvufcular da "Allah'ı ve Ahireti arzu ettiklerim ve Allah'ı sık sık andıklarını" söylerler. O halde Peygamberi­mizin -salât ve selâm üzerine olsun- aktifliğini, yapıcılığı­nı, pratiğe dönüklüğünü, kötü uygulamalara karşı çıkarak onlan yıkışını, ortadan kaldırışını ve yerlerine sağlıklı bir pratik kurmasını neden kendilerine örnek almıyorlar?[8] İşte islâm ile tasavvuf arasındaki fark budur.

Bir tarafta yapıcılık, aktiflik ve öbür tarafta pasiflik vardır. Bir tarafta kötü uygulamalara karşı çıkma, öbür tarafta yan çizme ve kenara çekilme vardır. Bir tarafta dünya hazlanm mubah görme ve kullanma yanında onla­ra "düşkün olmama" kapılmama" öbür yandan ise arzuları öldürme ve nefsi tümü ile dumura uğratma anlamında aşın bir "eletek çekme" yaklaşımı vardır.

Tasavvuf ile birlikte islâm'ın tevekkül anlayışı ile bağ­daşmayan umursamaza bir tevekkül yaklaşımı ortaya çı­kar.

Aslında Allah'a tevekkül etmek (dayanmak) imanın özünden kaynaklanır. Bundan dolayı Kur'an'da sık sık imanla yanyana, imanla arasındaki sıkı ilişki vurgulana­rak anılmıştır. Buyurunuz, şu ayetleri birlikte okuyalım:

"Müminler, sadece Allah'a tevekkül etsinler." (Al-i İm-ran/160)

"Gerçek müminler o kimselerdir ki, yanlarında Allah anıldığı zaman kalbleri ürperir, kendilerine O'nün ayetle­ri okunduğu zaman ise imanları artar, onlar sadece Rabb-lerine tevekkül ederler." (Enfal/2)

Fakat tevekkül, Allah'ın dininin diğer bütün kavram ve kurumlan gibi aktif, atılımcı bir enerjidir, mü'min bütün sebeplere sarıldıktan, her türlü tedbiri aldıktan sonra ona başvurur. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Kesin karara vardığın, azmettiğin zaman Allah'a te­vekkül et." (Al-i İmran/159)

Kesin kararlılık (azim) özellikle savaş sözkonusu olun­ca -çünkü az önceki ayet savaş konusu ile ilgili olarak in­miştir- her türlü savaş hazırlığını yapmayı ve mümkün olan bütün tedbirleri almayı gerektirir.

Buna karşılık tasavvufçulann anladıkları ve kullandık­ları anlamdaki tevekkül -tasavvufun diğer bütün kavram ve kurumlan gibi- pasif, uyuşturucu ve bu bahane arkası­na saklanarak gerekli tedbirlere başvurmayı ihmal ettirici bir kavramdır.

Bu uyuşuk tevekkül anlayışı, kaza ve kader inancını büyük oranda yozlaştırarak onu yapıcı ve atılımcı bir inanç ilkesinden pasif ve pısırık bir inanç ilkesine, varolan herşeye uyuşukça rıza göstererek onu değiştirmeye giriş­meme umursamazlığına dönüştürdü.

Oysa yüce Allah (c.c.) ilk müslüman kuşağı bu konuda eğitirken şöyle buyuruyordu:

"De ki; Allah bizim için ne yazdı ise (ne takdir ettirse) başımıza ancak o gelir. Bizim efendimiz, sahibimiz O'dur. Mü'minler sırf Allah'a tevekkül etsinler." (Tevbe/51)

Onlar böylece savaşa gittikleri için ölmediklerini, yüce Allah (c.c.) tarafından belirlenen kaderlerinin, nere olur­larsa olsunlar, başlanna geleceğini öğreniyorlar ve olanca güçleri ile savaşa atılıyorlardı. Öte yandan yüce Allah (c.c.) şunu öğretiyordu:

"Kâfirler bizim takdirimizi başlarından savdıklarını sanmasınlar. Onlar bizi aciz bırakamazlar. Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayınız. Bunlarla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı korkutursunuz." (Enfal/59-60)

Onlar böylece, kesin ve pekiştirilmiş bir biçimde, yüce Allah'ın (c.c.) kâfirlere bu dini yıkıp yoketmek şeklinde özetlenebilecek olan ana amaçlarını gerçekleştirme fırsatı asla vermeyeceğini öğreniyorlardı. Fakat bununla birlikte ellerinden geldiğince askeri güç hazırlıyorlardı. Yani bu uğurda emek harcıyorlar, sebeplere sarılıyorlar ve hiç bir zaman kendi kendilerine "Madem ki, yüce Allah dinini egemen kılacak, bu bize yeter, biz başka hiç bir şey yap­maksızın O'na tevekkül edelim" demiyorlardı.

Ayrıca yüce Allah (c.c.) onlara şunu öğretiyordu:

"Başınıza bir musibet gelince -siz bu musibetin iki katı­nı Bedir'de onların başlarına getirmiş olduğunuz halde yine- 'Bu nereden başımıza geldi?' dediniz. De ki; 'O musi­bet, kendinizdendir.' Hiç şüphesiz Allah her şeye kadirdir.

iki topluluğun karşı karşıya geldiği gün başınıza gelen musibet, kesinlikle Allah'ın izni ile başınıza gelmiştir ki, O, müminleri deneyip belirlesin diye..." (Al-i İmran/165-166)

Böylece onlar öğrenmiş oluyorlardı ki, herhangi bir ola­yın yüce Allah'ın takdiri uyannca meydana gelmesi, onları yanlış davranışlarının veya kaderle ilgili yanlış yorumları­nın sorumluğundan kurtaramaz.

Yine yüce Allah (c.c.) o ilk nesle şunu öğretiyordu:

"O müminler ki, darbe yedikten sonra yine Allah'ın ve Peygamberin çağrısına uydular. Onlardan iyilik edip gü­nahlardan sakınanlar için pek büyük bir mükâfat vardır.

Onlar ki, herkes kendilerine 'Düşmanlarınız size karşı ordu hazırladı, onlardan korkunuz' deyince bu söz onların imanını pekiştirdi ve 'Allah bize yeter, O ne güzel daya­naktır' dediler." (Al-i imran/172-173)

Böylece öğrendiler ki, yüce Allah (c.c.)'ın takdiri gere­ğince savaşta bozguna uğramış olmaları, bu bozgunun yü­ce Allah tarafından takdir edildiği gerekçesi ile eli-kolu bağlı biçimde oturarak bu acı sonuca boyun eğmeyi gerek­tirmez. Yapılması gereken şey, yüce Allah'a dayanmakla birlikte, ilk takdiri ikinci bir takdirle değiştirir umudu ile bu acı sonucu değiştirmek için aktif biçimde gayret harca­maktır.[9]

Bütün bu bilgilerin sağladığı bilinç sayesinde ilk müs-lümanların hayatında kader, itici ve ileriye götürücü bir rol oynuyordu.

Fakat tasavvufun pasif tevekkül anlayışı, bu kavramı bambaşka bir biçime soktu. Onun "senin olan nasıl olsa seni bulur" gerekçesi ile sebeplere sarılmaktan geri dur­maya, meydana gelen her olayın yüce Allah'ın (c.c.) takdiri ile meydana geldiği gerekçesi ile insanın davranışlarının sorumluluğundan sıyrılmaya, bunun uzantısı olarak has­talık, güçsüzlük, yoksulluk, zillet ve yenilgi gibi kötü geliş­melere, bunların hepsinin yüce Allah'ın takdiri uyarınca meydana geldiği ve eğer O, istese bunları değiştirebileceği gerekçesi ile katlanma pısırıklığına dönüştürdü.

Tasavvufun yolaçtığı bir başka sonuç da yeryüzü kal­kınmasından geri durma eylemidir. Bunun için dünyanın lânetli olduğu, asıl önem verilmesi gerekenin Ahiret haya­tı olduğu, bu dünyada kıtkanaat geçinmenin yeterli oldu­ğu, ancak böylelikle dünyaya gönül bağlamaktan kurtula­rak Ahirete hazırlanmak üzere ruhunu arıtabileceği gibi gerekçelere dayanır.

Hiç şüphesiz dünya hazlarını kısıtlamak ve dünyaya "gönül bağlamamak" islâm dininin temel çağrısıdır. Bu daha önce değindiğimiz "Zühd" ilkesini oluşturur. Fakat yeryüzü kalkınmasından vazgeçmek, dünya hayatına bağ­lanmaktan ayrı ve farklı bir şeydir.

Yüce Allah (c.c.) insan nefsine, onu çalışmaya ve geliş­meye iten içgüdü ve arzu biçiminde bir takım sürükleyici eğilimler yükledi. Bunlann insana en egemen olanlarını, en önemlilerini yüce Allah (c.c.) şu ayette bize tanıtıyor:

"Kadınlardan, evlâtlardan, biriktirilmiş altın ve gü­müş külçelerinden, otlağa salınmış at ve davar sürülerin­den, ekinlerden oluşmuş arzular insanlara cazip gösteril­di." (Al-i İmran /14)

Yüce Allah -haşa!- bu arzu ve içgüdüleri boşuna yarat­madı. Ayrıca onları, insanlar ruh terbiyesi gerekçesi ile öl­dürsünler, dumura uğratsınlar diye de yaratmadı.

Yüce Allah (c.c.) bu içgüdü ve arzulan, insanlann yara­tılış gerçekesi olan "Allah'ın halifesi olma" fonksiyonunun ayrılmaz bir gereği olan yeryüzü kalkınmasının itici gücü ve yardımcı faktörleri olsunlar diye yarattı. Nitekim O, bi­ze bu konuda şöyle buyuruyor:

"Hani Rabbin, meleklere 'Ben yeryüzünde bir halife ya­ratacağım' dedi." (Bakara/ 30)

"Sizleri topraktan yaratan ve arkasından sizleri orayı (yeryüzünü) imar etmekle, kalkındırmakla görevlendiren O'dur."(Hud/ 61)

Yalnız bu arzu ve içgüdülere iyice kapılarak onların son noktasına kadar gitmenin ve yüce Allah'ın (c.c.):

"Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, sakın onları aş­mayınız" ve "Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, sakın onlara yaklaşmayınız." (Bakara/ 229 ve 178)

şeklindeki buyruklan ile belirlediği 'sınırları' çiğneme­nin insan için mahvedici bir sonuç getireceği doğrudur.

Bundan dolayı yüce Allah (c.c.) insan nefsinde bu içgüdü ve arzuların denetimsiz bir başıboşlukla boşalmaya kalkışmalarını önleyecek bazı kontrol mekanizmalan ya­rattı. Bu kontrol mekanizmalarının başlıcaları akıl, dene­timli irade, her olayın önündeki iki yolu ayırdedip bunlar­dan birini tercih etme yeteneğidir. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Nefs'e ve ona şekil verene, ona hem kötülüğü ve hem de takva yolunu tanıtana andolsun ki, kim nefsini arıtmış ise felaha ermiş, buna karşılık kim onu kirletirse aldan-mış, mahvolmuştur." (Şems/ 7-10)

"Biz insana iki yol göstermedik mi?" (Beled/ 10)

"Biz insana iki yol gösterdik. O ister şükredici ve isterse nankör olur." (İnsan / 3)

Yüce Allah (c.c.), Ayrıca insana Ahireti, ölümden sonra­ki dirilişi, hesaplaşmayı ve cezayı hatırlattı. Bu hatırlat­maların, arzularını denetim altına almada ve yüce Al­lah'ın belirlemiş olduğu sınırlara bağlı kalmakta insana yardımcı olmasını murad etti. Çünkü yüce Allah (c.c.) bu sınırların berisinde güvencin, huzurun ve kurtuluşun va­rolduğunu, Ayrıca bu sınırlara bağlı kalmanın insan nefsi­ni antıp yüceleştireceğini ve yeryüzü kalkınmasını ilâhî metod uyannca gerçekleştirmesine yardım edeceğini bili­yordu.

İlâhî metodun bu noktadaki açıklığına rağmen tasav­vuf, insan içgüdülerini arıtıp denetim altına alma yerine onlan "öldürmeyi" amaçlıyor; yüce Allah (c.c.)'a yaklaşmak ve O'nun hoşnutluğunu kazanmak gerekçesi ile dünya ha­yatını "ihmal etme'ye çağırıyor.

Eğer islâmiyet bu olsaydı, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bize bu yolu gösterir, böyle davranmamızı önerirdi.

Bu arada tasavvufçular, Peygamberimizin (s.a.v.) şu hadisini haklılıklarının kanıtı olarak göstermek isterler:

"Dünya ve içinde yer alan her şey lânetlidir. Yalnız Al­lah'ı zikretmek, alim olmak veya öğrenci olmak müstes­na. " (Tirmizi, İbn-i Mace)

Ayrıca yüce Allah (c.c.)'ın da Kur'an'ın çeşitli yerlerinde dünyayı kötüleyerek onun "aldatıcı bir meta" olduğunu vurguladığını, haklılıklarının bir başka delili olarak su­narlar.

Gerçekten gerek Kur'an'da ve gerekse Peygamberimi­zin hadislerinde dünyayı kötüleyen veya lanetleyen ifade­ler vardır. Fakat eğer bu kötüleme yada lanetleme ifadele­rine yer veren ayet ve hadisleri baştan sona kadar dikkat­le okuyacak olursak dünyanın şu iki durumda kötülendiği-ni ya da lanetlendiğini açıkça görürüz:

1)  Dünya, insanları Allah'a inanmaktan alıkoyup kâfirliğe sürüklediği durumlarda

2) Dünya, insanları Allah yolunda cihad etmekten alı­koyduğu durumlarda. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle bu­yuruyor:

"İnandıktan sonra Allah'ı inkâr eden -kalbi imanla tatmin olduğu halde inkâra zorlanan değil, fakat kâfirliğe bağrını açan- kimselere Allah'dan gazap iner, onlar için büyük bir azab vardır. Çünkü onlar dünya hayatını, Ahirete tercih ettiler. Hiç kuşkusuz Allah, kâfirleri doğru yola iletmez." (Nahl/106-107)

"De ki; 'Eğer babalarınız, evlâtlarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, bozulma­sından korktuğunuz ticaretiniz ve hoşunuza giden evleri­niz sizin için Allah'dan, Peyamberden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise o halde Allah'ın başınıza indireceği belâyı bekleyiniz. Zira Allah fasıkları doğru yo­la iletmez." (Tebve/24)

Bu iki durumuna gelince, yani insanı yüce Allah'a inanmaktan ve O'nun yolunda cihad etmekten alıkoyma­dığı sürece dünya ne kötülenir ve ne de lanetlenir. Tersine bu durumlarla ilgili olarak yüce Allah (c.c.) şöyle buyuru­yor:

"De ki; 'Allah'ın, kulları için ortaya çıkardığı güzelliği ve temiz rızık kaynaklarını kim haram etti?' De ki; 'Bun­lar dünya hayatında mü'minlere ait oldukları gibi Ahiret-te de sırf onlara özgü olacaklardır." (A'raf/32)

"Allah'ın sana verdikleri aracılığı ile Ahiret yurdunu ara, fakat dünyadaki payını da unutma." (Kasas/72)

İnsanın dünyaya gönül vermesinin yüce Allah'a asi ol­maya yolaçtığı doğrudur. Tasavvufçularm ısrarlı biçimde vurguladıkları ve ona dayanarak dünyayı lânetli saydıkla­rı gerekçe budur. Fakat buna karşılık, günaha düşmek korkusu ile nefsi öldürmek ya da kökünden kurutmaya kalkışmak da insanı başka tür bir günaha sürükler. Bu günah, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamaktan, batıla karşı dikilip onu yoketmeye çalışmaktan ve yeryüzünü yü­ce Allah (c.c.)'ın metodu uyannca kalkındırmaktan geri durma günahıdır.

Şunu da hemen vurgulayalım ki, insan, bu çerçeve için­de çaba sarfederken, yani iyiğili emredip kötülüğü yasak­lar, Allah'ın sözü üstün olsun diye cihad eder ve ilâhi me-tod uyannca yeryüzü kalkınmasını gerçekleştirmeye gay­ret ederken, eğer zaman zaman ısrarlı ve şımank olmaya­rak bazı hata ya da günahlar işler de sonra bunlardan tev-be eder, bir daha onları işlememeye çalışırsa yüce Allah (c.c.) bu durumla ilgili olarak şöyle buyuruyor:

"Ve o kimseler ki, bir kötülük işledikeri ya da nefisleri­ne zulmettikleri zaman, hemen Allah'ı hatırlayarak ondan günahlarının affedilmesini dilerler. Zaten günahları Al­lah'dan başka kim affedebilir? Ayrıca onlar bile bile yap­tıklarında ısrar etmezler. İşte onların mükâfatı, rabbleri tarafından bağışlanma ve altından ırmaklar akan, içinde ebedi olarak kalacakları cennetlerdir. İyi amel işleyenlerin mükâfatı ne kadar güzeldir!" (Al-i imran / 135-136)

Bu durumla ilgili olarak Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

"Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederek söy­lüyorum ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi orta­dan kaldırıp yerinize günah işleyip af dileyen ve Allah 'in da günahlarını affedeceği bir ümmet getirirdi." (Müslim)

Bu durumu şöyle bir örnekle açıklamaya çalışalım:

Bir yerde rahat rahat otururken başının üstünde içi do­lu bir sepet taşıdığını ve bu sepetten hiç bir şey düşürme­diğini farzedelim. Bu durumda, sepetin içindekileri koru­muş olursun. Fakat bu koruma uğruna senden beklenen hareketten, belirli bir yere doğru ilerlemekten de geri dur­muş olursun. Marifet bu değildir. Marifet, yürürken dolu sepeti başında taşıman, bu durumda içinden hiç bir şey düşürmemeye gayret etmen ve eğer düşürürsen hemen düşürdüğünü yerden kaldırıp tekrar sebepet koyarak yü­rümeye devam etmendir.

İşte yüce Allah (c.c.) da insanları, buna benzer bir göre­vi yerine getirmek üzere yarattı. Açıklayacak olursak emanetini omuzlanna yükledikten sonra bu emaneti taşır­ken ona yeryüzünün eteklerinde, ötesinde-berisinde yürü­meyi emretti. Bu yürüyüş ve gezinmeleri sırasında insan, iyiliği emrederek kötülükten alıkoyacak, insanlar arasında adalet egemen olsun ve yüce Allah'ın söz üstünlüğü be­nimsensin diye cihad edecek ve ilâhî metod uyannca yer­yüzünün kalkınıp gelişmesini sağlamaya çalışacak. Bu arada insanın yetersizliğini bilen yüce Allah (c.c.) bu çalış­malar sırasında işlenen günahları, ısrarlı bir inatçılıktan kaynaklanmış olmamaları, tevbe ve istiğfara bağlanmaları şartı ile affetmeyi merhametinin gereği sayıyor. İşte böyle­ce insan ulaşabileceği en yükse düzeye yücelmiş ve Al­lah'ın hoşnutluğuna en yakın pozisyona ermiş olarak ken­disinden beklenen "üretim"i gerçekleştirmiş olur.

Buna karşılık sapmalardan ve ayak sürçmelerinden ka­çınmak gerekçesi ile "üretim" faaliyetinden geri durmak ya da bu faaliyeti mümkün olan en dar çerçevede tutmaya gelince, iyi bilelim ki, yüce Allah (c.c.)'m emri bu değildir.

Diğer yandan, üretim faaliyetini mümkün olan en dar çerçevede tutmak ki bu çerçeve zar-zor geçinme düzeyini kapsar, devleti tümü ile kıtkanaat geçinmeye zorlar ve "yeryüzü eğemen­liği"nin gerekleri için harcayacağı "artık değer"in elinde birikmesine imkân vermez.

Oysa yeryüzü egemenliği, siyasi üstünlük yüce Allah'ın mü'minlere sunduğu bir bağıştır. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Allah içinizden iman edip iyi amel işleyenlere vadetti ki, kendilerinden öncekileri nasıl hükümran kıldı ise onla­rı da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için be­ğendiği dinlerine üstünlük sağlayacak ve korkulu günleri­nin ardından kendilerini tam bir güvene erdirecektir. On­lar hep bana kulluk ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koş­mazlar. " (Nur 155)

Fakat bu ilâhî bağışın bazı yükümlülükleri vardır. Her şeyden önce sırf yüce Allah (c.c.)'a kulluk sunularak O'na, hiç bir şey ortak koşulmayacak ve Allah'ın hük­mü tek başvuru ve hüküm mercii olarak bilinecektir. Bu ikisi, doğru ve sağlıklı imanın pratik gerçekleridir. Fakat bunlar dışında bir takım elle tutulur maddî yükümlülük­ler de vardır. Bu yükümlülükler ile ilgili olarak yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar askeri kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayınız. Bunlarla Allah'ın düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ve bunlar dışında sizin bilmediğiniz, fakat Allah'ın bildiği düşman­ları korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız karşılı­ğı size tam olarak ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız." (Enfal/ 60)

Eğer toplum çoğunluğu, ancak zar-zor geçinmeyi sağla­yacak düzeyde yaşar ve sadece kıt-kanaat geçinmeye yete­cek kadar üretirse, müslüman devlet, Allah'ın düşmanları­nı yıldıracak askeri gücü nasıl hazırlayabilir? Oysa yeryü­zü egemenliği, ancak böyle bir askeri gücün varlığı halin de devam edebilir.

Bunun için üretip az tüketmek gerekir. Yeryüzünde egemenlik kurup bu egemenliği devam ettirmeyi sağlaya­cak denklem budur. Buna karşılık ancak zaruri tüketimi karşılayabilecek düzeydeki az üretim, tüm ümmetin fakir­liğinden başka hiç bir sonuç vermez. Sözkonusu yaygın fa­kirlik, zayıflığa sebep olur. Zayıflık da islâm devletini yık­mak için uygun fırsat gözetleyen düşmanların iştahlannı harekete geçirir.

Bütün bunlar yanında eğer toplumun temiz insanları toplumdan koparsa, kirletici faktörlerden uzak kalarak ruhlarını arıtma gerekçesi ile toplumdan izole olurlarsa toplumda kimler kalır, toplumu kimler idare eder, meydan kimin olur?

Acaba iyilerin toplumdan el-etek çekmeleri kötüleri özendirici olmaz mı? Onların hiç bir müdahele ve hiç bir itiraza uğramaksızın toplumu yalnız başlarına ve diledik­leri gibi yönetmelerine fırsat hazırlamaz mı? Oysa sözkonusu iyilerin ilk sosyal görevleri iyiliği emrederek kötü­lükten sakındırmak ve yüce Allah ile Peygamberimizin or­tak direktifleri uyarınca zalim hükümdarları her türlü yo­la getirme ve baskı mekanizmalarından yararlanarak hak yola dönmeye zorlamak değil midir?

Bütün bunlara bir de tasavvufta şeyhin aşın derecede büyütülüp müritler tarafından yüce Allah ile kul arasında aracıymış gibi algılanmalarını eklemeliyiz. Oysa islâmiyet, kul ile Allah arasındaki bütün aracıları ortadan kaldırarak insan kalbini yüce Allah (c.c.) ile dolaysız bi­çimde ilişki kurmaktan alıkoyan bütün engellerden kur­tarmak ve sadece tek Allah'a, O'na hiç bir şeyi ortak koş-maksızın kulluk etme ilkesini yerleştirmek için geldi. Biz­zat yüce Allah (c.c.) bu ilke ile ilgili olarak kullarına şu di­rektifi verir:

"Eğer kullarım sana beni sorarlarsa onlara de ki, ben onlara yakınım, dua edenlerin çağrılarına karşılık veri­rim. O halde onlar da benim çağrıma karşılık vererek ba­na inansınlar. Böylece doğru yola koyulmuş olurlar." (Ba­kara/186)

İşte şimdiye kadarki bütün eleştirilerimize bu nokta da eklenince tasavufun, islâmiyetin özünden ne kadar saptı­ğını, aslında islâmın malı olan, fakat ilâhî metoda aykırı bir yoldan gidilerek gerçekleştirilmeye çalışılan bir amaç uğruna ona ne kadar yabancı unsurlar eklemeye kalkıştı­ğım açıkça görürüz.

Bütün bu söylediklerimiz saf samimi ve aslına uygun tasavvuf ile ilgilidir. Eğer uydurmaya, fitneye ve hurafeye büründürülürse durum nice olur, vann siz düşünün!

Hiç kuşkusuz tasavvuf tarihinde gerek şeyh ve gerekse mürid olarak islâm ilkelerine uygun amel eden, canı ve malı ile Allah yolunda cihad eden, iyiliği emredip kötülük­ten sakındıran, yüce Allah'ın (c.c.) dinini yeryüzünde yay­maya çalışan şahsiyetler vardır. Daha önce değindiğimiz gibi sapık tasavvufçular için verilen hüküm, bunlar hak­kında geçerli değildir. Onlar her ne kadar tasavvufçular arasında sayılsalar da aslında Mzahid"dirler.

Kuşku duyulmaması gereken bir başka gerçek de bu tip şahsiyetlerin tasavvuf tarihinde çok ufak bir azınlık ol­dukları, asıl büyük tasavvufçu çoğunluğun yukardan beri sözünü ettiğimiz hayat kervanından koparak nefislerini antmaya çalışan pasif toplum kaçaklarından oluştuğudur.

Abbasiler dönemine tekrar dönerek bu dönemde mey­dana gelen sapmayı değerlendirdiğimizde, bu sapmanın islâmiyetin bir çok alanlarında hiç kuşkusuz büyük çaplı olduğunu görürüz.

Daha önce vurguladığımız gibi, bu devletin, bazıları tek başına bile çöküşe götürücü olan bu sapmaların ortak ve bileşik baskısı altında yıkılması gayet doğaldı. Meselâ sa­rayları kasıp kavuran, hükümdarları yıkıcı ajanların ku­cağına düşüren, sayısız komploların ve entrikaların pazar-lanmasma fırsat veren, böylece devletin askeri ve siyasî gücünü zayıflatan savurganlık ve lüks düşkünlüğü gibi. Buna şimdiye kadar saydığımız diğer sapmalar eklenince bu devletin neden yıkıldığına değil, yapısında taşıdığı bun­ca hastalık mikrobuna rağmen nasıl olup bu kadar uzun bir zaman ayakta kalabildiğine şaşmak gerekir.

Bu yıkılış, yüce Allah'ın (c.c.) insanlık hayatı ile ilgili genel geçerli kanunları uyarınca gerçekleşti. O kanunlar ki, her ne kadar kuru dille "Lâilâheillellah Muhammedün Resulûllah (Allah'dan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun elçisidir)." dese bile hiç kimseyi kapsam dışı bırak­mazlar.

Şunu hemen belirtelim ki, Abbasî devletinin egemenli­ğine son veren Moğollar, yine bu devletin şii asıllı veziri ile Bağdatlı yahudilerini komplo nitelikli gizli çağrıları ile Bağdat'a girdi. Bundan dolayı Moğollar orada kaldıkları sürece bunlara hiç bir kötülükleri dokunmadı. Oysa dicle nehrinin sulan, Moğollar'm boğazladıkları müslümanlann kanlan yüzünder kırk gün boyunca kızıl renkli olarak ak­tı.

Bu gerçek bir yana, eğer Abbasî devleti bir islâm devle­tine yaraşır şuura sahip olsaydı, yüce Allah'ın (c.c.) düş­manlarını yıldıracak nitelikte askeri güç hazırlamayı ve İslama karşı entrika düşünenleri dost edinmemeyi emre­den direktiflerine bağlı kalsaydı, bu saldırı yüzünden yı­kılması düşünülemezdi. Nitekim yüce Allah (c.c.) bu konu­da şöyle buyuruyor:

"Ey müminlery kendi dışınızdakileri dost edinmeyiniz. Onlar sizi bozmaktan geri durmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri isterler. Onların ağızlarından öfke taşmaktadır. Ayrıca kalblerinde gizledikleri kin daha da büyüktür. Eğer düşünecek olursanız, biz size ayetlerimizi açıkça bil­dirdik. " (Al-i İmran/118)

"Senin Rabbin kullarına zulmedecek değildir." (Fus­silet/46)

Fakat geride kirli bir miras bırakmakla birlikte ve bu kirli mirasta bir dereceye kadar tüm ümmetin payı bulun­masına rağmen Abbasi devletinin yıkılışı, "İslâm ümmeti'nin sonu olmadı. Bunu şu iki önemli sebebe bağlayabili­riz:

1-  İslâmiyetin bu ümmetin yapısına saldığı   canlılık akımı henüz hızını kaybetmemişti.

2- Bu ümmetin inancı hâlâ canlılığım koruyordu. Gerçi bu inanç korunun yüzeyini küller bürümüştü. Fakat sade­ce bu külleri üzerinden üfleyerek onu yeniden tutuştura­cak birinden başka hiç bir beklentisi yoktu.

Nitekim islâm'ın ve islâm ümmetinin sözkonusu canlığı olanca gücü ve hamleciğili ile sanki bu ümmetin yeniden dirilişini ya da yeni doğuşunu müjdelercesine Osmanlı Devletinin ortaya çıkışında açıkça meydana koydu.

Fakat acaba bu devletin tarih sahnesine çıkışı, katık­sız bir yeniden diriliş ya da zirve dönemini çağrıştıran bir yeniden doğuş muydu? Yoksa "ümmef'in yapısında taşıdı­ğı eski hastalıklı geçmişin tortularım birlikte mi taşıyor­du.

 

Osmanlılar Dönemi

Eğer meseleyi bu dine hizmet etme arzusunun içtenliği, bu uğurda can ve mal ortaya koyma fedakârlığı açısından bakarak Osmanlı devletinin kurucularının bu alanda Ta­biin (ikinci kuşak) müslümanlarmdan aşağı kalmadıkları­nı görürüz. Gerçekten onların bu yoldaki gayretleri, Bi­zans başkenti Kostantınıyye'yi (şimdiki İstanbulu) ilk defa emeviler döneminde fethetmeye teşebbüs eden sahabiler ile Tabiin'in gayretlerinin uzantısı niteliğinde idi.

Onların hristiyan Avrupa'nın içlerine kadar sokulup islâm adına bunca yerler ve gönüller fethetmiş olmaları, milyonlarca yeni insanın müslüman olmasını sağlamış ol­maları, yüce Allah'ın (c.c.) terazisinde onlar için yeterlidir.

Yine beşyüz yıl boyunca islâmiyeti, haçlı saldırılarına karşı korumuş olmaları, bir zamanlar Kudüs'ü kuşatmayı başaran haçlı ordularının, Osmanlı devleti tarih sahnesin­den çekilene kadar bir daha istilâ amaçlı doğu seferine çıkmaya cesaret edememiş olmaları da Allah'ın terazisin­de onlar hesabına yeterli bir sevaptır.

Yine yıkılışlarından önceki can çekişme dönemlerinde bile islâm diyannda bir yahudî devletinin kurulmasına en­gel olmaları, dünyanın dört bir yanına dağılmış halde ya­şayan yahudilerin ancak Osmanlı devletinin tarih sahne­sinden çekilişinden sonra Filistin'de biraraya gelip devlet kurabilmiş olmaları, yüce Allah'ın terazisinde sevap kefe­lerine konacak çok önemli bir sevaplarıdır.

Ayrıca bilime ve bu dinin mesajını gelecek nesillere ta­şıyan bilginlere karşı gösterdikleri saygı da yüce Allah'ın terazisinde sevap kefelerine konacak önemli bir meziyetle­ri olarak sayılmalıdır.

Fakat bütün bu sevap ve meziyetler -yüce Allah'ın tera­zisinde oluşturdukları büyük ağırlığa rağmen- gerek bu devletin mekanizmasında ve gerekse bu devletin yönlen­dirmesi altındaki ümmetin toplumsal hayatında bazı teh­likeli sapmaların Varol­du­ğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bu tehlikeli sapmalar, zaman geçtikçe kötü meyvelernii vermişlerdir.

Bir defa Osmanlı devleti, Araplaşmamış ilk halifelik devleti idi.

İşin başında bu faktörün olumsuz etkisi isözkonusu de­ğildi. Çünkü kuruluş dönemi Osmanlıları ihlâslı, iyi niyet­li, islâm dünyasını birleştirip güçlü bir liderlik altına ala­rak Abbasîlerin son zamanlarında sıkıntısını çektiği dağı­nıklıktan kurtarmak için ellerinden gelen her şeyi yapma­ya kararlı kimselerdi.

Fakat günler geçtikçe bu faktör, olumsuz etkisini gös­termeye başladı. Çünkü en az dokuz yüzyıl boyunca islâmiyetin atan kalbi olan Arap halkı, bir çeşit yalnızlık ve dışlanmışlık duygusuna kapıldı. Yöneticileri onu anla­madığı ve islâm'ın kutsal kitabı Kur'an'ınkinden farklı bir dille hitap ediyorlardı. Bu yalnızlık ve dışlanmışlık duy­gusu, Osmanlı devletini kuşatan bazı olumsuzlukların sü­reklilik kazanması ile daha da arttı. Sonunda entrikacı düşmanlar, ümmet bütünlüğü organizmasını parçalamayı başardılar. Bu parçalamayı başarırken kullandıkları başlı­ca kötü niyetli araç "Arap" ve "Türk" ayırımı silâhı idi.

Buna karşılık Osmanlı devletinin Araplaştığım ve Kur'an-ı Kerîm'in dili ile konuştuğunu farzedelim. Hiç kuşkusuz o takdirde devlet içinde birliği sağlayacak olan faktörler, yıkıcı düşmanların komplolarını rahatlıkla boşa çıkaracak kadar güçlü ve dayanıklı olurlardı. Ayrıca Arapçayı bilmek, bu dini, ana kaynaklan olan Kur'an ve Sün­netten dolaysız ve aracısız biçimde öğrenme, doğru olarak öğrenme imkânı sağlardı. Oysa Osmanlı devletinin gerek yöneticileri ve gerekse yönetilenleri, islâm bilimleri ala­nındaki bütün tercüme ve telif eserlere rağmen bu aracısız islâm öğrenimine muhtaçtırlar.

Bunun yanında bütün askerî rejimlerde olduğu gibi Os­manlı devletinin politikasına zaman zaman istibdat dere­cesine varan aşın bir "sertlik" egemendi.

Hiç kuşkusuz siyasî istibdat (baskı rejimi), islâm tari­hinin daha önce dönemlerinde de görülmüştü. Emeviler zamanında başlamış ve Abbasiler döneminde sürdürül­müştü. Zaten bu tutum, Peygamberimizin (s.a.v.) deyimi ile "iktiar düşkünü krallar" tarafından benimsenerek ha­lifelik dönemi çizgisinden aynlmaya yolaçan sapmalardan biri idi. O halifelik dönemi ki, onun egemenliği altında in­sanlar ilâhî adaletin en parlak biçimde uygulanmasının mutluluğunu tatmışlardı.

Fakat benim kanaatime göre, Osmanlı devletine ege­men olan siyasî baskı politikası, Emeviler döneminde beli-rip Abbasiler zamanında devam ettirilen baskı politikası­nın basit bir uzantısı değildi. Gerçi böyle olduğu da ileri sürülebilir, ama bana göre bu olgunun Osmanlı devletinin yapısından kaynaklanan "yerel" bir sebebi vardı. O sebep de, askerlerin iktidan ele ge­çirdikeri her yerde alışılagel­mişin ötesinde aşın bir "sertlik" politikasına başvurmaya yatkın olmaları idi.

Gerçi devletin karşı karşıya geldiği ve egemenliğini perçinleyebilmek için ya yıkmak ya da kuvvet kullanarak boyun eğdirmek zorunluğunu duyduğu güçlü düşman dev­letler, Osmanlı devletinin belirgin niteliği haline gelen bu aşın "sertliğin" sebeplerinden biri olmuştu. Ama islâm ru­hu, durum ne olursa olsun ve hangi bahanelere dayandın-lırsa dayandırılsın baskı politikasını hoş görmez ve yöne­tenler ile yöneticiler arasında, şartlar ne olursa olsun, ilâhî adaletin uygulanmasını gerekli sayar.

Osmanlı devletinin güttüğü kendine özgü eyalet valiliği düzeni bu durumu daha da kötüleştiriyordu. Çünkü bu düzene göre eyalet valileri, görev yerlerinde kısa bir süre, çoğunlukla iki ya da bilemediğiniz üç yıllığına kalabiliyor, bu sürenin sonunda başka bir eyalete atanıyorlardı.

Hiç kuşkusuz devlet, bu düzeni belirli bir amaç uğruna uyguluyordu. Bu amaç devlet otoritesini tek elde, yani ha­lifenin elinde tutmak, valilerin eyaletlerinde zamanla ba­ğımsız hükümdarlar konumuna gelmelerine firsat verme­mekti. Nitekim Abbasî devletinin son döneminde durum böyle olmuş ve bu otorite parçalanması, sonunda devletin parçalanıp yıkılışına yolaçmıştı. Gerçekten bu düzen mer­kezi devletin, eyaletleri üzerindeki otoritesinin uzun yüz­yıllar boyunca sürekli olmasını, Osmanlı yönetiminin hem kendi vatandaşlarının ve hem de düşmanlarının gözünde istikrarlı ve heybetli bir imaj kazanmasını sağlamıştır.

Fakat bu düzenin bazı kusurlan da vardır. Bir defa gö­rev yerinde belirli bir süre kalacağım daha baştan bilen bir valinin eyaletinin halkına karşı hak ve adalet ölçüleri uyannca davranması beklenemezdi. Meğer ki, bu adam sı­radan bir yönetici değil de bilgin huylu ya da melek karak­terli olmalıydı. Bu istisnaî ihtimali bir yana bırakacak olursak, çoğunlukla bu valilerin en çok önem verdikleri şey, ömürlerinin geride kalan kısmını refah içinde yaşa­malarım garanti edecek kadar çok servet yığmaktı. Bu du­rumda adam, Padişahın bir yandan emrettiği geliri toplar­ken bir yandan da bunun bir kaç katını kendisi için toplu­yordu. Hiç kuşkusuz bu vergi ve gelirler, Allah kullarının sırtlarına bindirilen baskı ve zulümler aracılığı ile toplanı­yordu.

Eğer bu yönetim düzenlemesine, türkler arasında islâm olmalarından önce geçerli olan ve müslüman olduktan sonra da bağlı kalıp uygulamaya devam ettikleri derebey­lik düzeni eklenecek olursa siyasî baskı düzenine bir tür toplumsal zulmün eklendiği görülür. Bu derebeylik düze-nide binlerce topraksız köylü, Timar sahibi paşaların ba­ğımlı köleleri halinde yaşıyorlardı.

Yöneticiler açısından durum böyle olunca yöneticiler düzeyinde de bir çok sapmalann varolması doğaldı.

Bir defa tüm ümmete verilmiş bir emir olan iyiliği em­rederek kötülükten sakındırma görevi, yöneticilere karşı titizlikle yerine getirilmesi gereken bu görev, uzun zaman­dan beri unutulmuştu. Osmanlı devletinin dayandığı askerî yönetimin sert atmosferi içinde bu göreve yeniden sahip çıkılması beklenemezdi. Tersine bu durumda bu gö­revden daha da uzaklaşılması normaldi.

Ferdî ve toplumsal düzeyde, bir başka deyimle siyaset­le ilgili olmayan alanlarda islâm inancı gereğince "amel et­mek, davranmak" konusuna gelince, hiç kuşkusuz, bu açı­dan Osmanlı toplumunun durumu ahlâk bozukluğu ile yozlaşmanın egemen olduğu Abbasilerin son döneminden çok daha iyi idi. Genç bir devletin eli ile gerçekleşen yeni­den doğuş hamleciliği amansız düşmanlarla savaşarak egemenliğini pekiştirmek istediği, yeni bir devlet kurma­nın gerektirdiği güçlü irade, bunlar yanında askerî bir devlette bulunması normal sayılan gözüpek kararlılık, bü­tün bu faktörler, insanlan, Abbasiler zamanındaki refah düşkünlüğünün, eğlence dalgınlığının, hatta çılgınlığının uzak düşürdüğü islâm ruhuna yeniden yaklaştıran bir ahlâk ve toplum dayanışması oluşturdular.

Fakat sıkılmış bir yumruğun zamanla gevşemesi nasıl kaçınılmaz ise, kalbleri sürekli bçimde canlı tutacak uya­rılar olmadığı sürece, perçinleşmiş egemenliğin zamanla gevşemeye yüz tutması da kaçınılmazdır.

Bu toplumda, İslama uygun sağlıklı uyarma mekaniz­ması yerine tasavvuf metoduna bağlı bir uyarı mekaniz­ması gelişti.

Gerçi tasavvuf, Abbasî toplumunda yayılmaya başladı,

ama o dönemde toplumla bütünleşememiş bir kurum nite­liğinde idi. Osmalı devleti dönemine ve Türkiye'nin kendi­sine gelince burada tasavvuf hem toplumun ve hem de di­nin ta kendisi haline geldi. Bundan dolayıdır ki, özellikle son iki yüzyıl içinde halk arasında şu şaşırtıcı sözün yay­gınlık kazandığını görüyoruz; "Kimin mürşidi yoksa, onun mürşidi şeytandır!" Bu toplumda tasavvuf, özellikle halk kesimi düzeyinde, dine giriş kapısı ve dini uygulama ala­nının belirleyicisi durumuna geldi.

Durum böyle olunca gerek yaşayan ve gerekse ölmüş şeyhler ile ilgili bir sürü hurafe ve asılsız yakıştırmalar alıp yürüdü. Bunun sonucu olarak "dindarlık, dine bağlı­lık" şeyhe, şeyhin kerametlerine, olağanüstülüklerine, gaybı kurcalama gücüne, hastalan ilâçsız tedavi etme ye­teneğine, "büyü bozma" ve şeytanları musallat oldukları kimselerin ruhlarından çıkarma konusundaki marifetine inanmak demek oldu. Ayrıca tekkelere, zaviyelere, türbe­lere ve velilere bağlılık, islâmiyetin gerektirdiği hiç bir gerçek amel işlemeksizin, bu saydıklarımıza adak adamak ve kurban kesmek de dine bağlılığın güvenilir bir göster­gesi sayıldı. Hatta halk kesiminin anlayışına göre asıl din, yüce Allah'ın indirdiği Kitab'daki ilkeler ile Peygamberle­rimizin (s.a.v.) sünneti değil de, bunlar oldu.

Tasavvufun "amel" ve davranış alanında bıraktığı kor­kunç boşluğa gelince , onu "Murcie" akımının görüşü "ka­pattı" Önemli olan imandı. O da doğrulamadan (tasdikten) en iyimser yorumla doğrulama ve onaylamadan (ikrar) ibaretti. Bunlar da kalbde bol bol vardı. Buna göre imanın gerektirdiği amel ve davranışlardan yoksunluk, insan için problem değildi. Çünkü iman olduktan sonra hiç bir şey zararlı olamazdı!

Bu sapık yaklaşımım sonucu olarak sosyal hayat, yavaş yavaş dinin gerçek içeriğinden soyutlandı. Din adına ortada sadece sapıklıklar ve geleneksel unsurlarla karışık asılsız sezgi ve saplantılar kaldı.

Yeri gelmişken söylemeliyiz ki, geleneklerin, Osmanlı devletinin yapısında mutlaka vurgulanması gereken özel bir rolü vardı.

Bir defa Türk halkı, geleneklerine, diğer bir çok halkar-dan daha güçlü bir biçimde bağlıdır. Bu gürüşümüzü pe­kiştiren bir örnek verelim:

Türk evlerinin zeminleri çoğunlukla duvardan duvara halı ya da kilimlerle kaplıdır. Bütün ev tabanının kaplı ol­madığı durumlarda da mutlaka yere serilen ve odadan odaya uzanan bir yaygı vardır.

Müslüman Türk evinin bir geleneğine göre eve girerken eşiğin dışında ya da içeri girer-girmez dışarda giydiği pa­buçları çıkarman ve onlar yerine halı ya da kilimler üze­rinde gezinirken kullanabileceğin temiz bir çift pabuç (ter­lik) giymen gerekir. Tuvalete ya da banyoya girerken de bu temiz pabuçları çıkarıp su kullanırken uygun olarak başka bir çift terlik giyeceksin. Banyodan ya da tuvaletten çıkarken ise önce mutlaka ayaklarım kurulamalı, sonra da ayağındaki ıslak terlikleri daha önce kapıda bıraktığın te­miz ve kuru terliklerle değiştirmelisin.

Besbelli ki, burada bir "islâm geleneği" ile karşı karşı-yayız. Bu geleneğin maksadı, evi namaz kılmaya elverişli şekilde temiz tutmaktır. Böyle olunca bu geleneğin müslü-man bir evde uygulanması, dinimizin her şeyde farz kıldı­ğı temizlik ilkesi ile uyumlu ve tutarlı bir tutumdur.

Fakat sen bugünün Türkiye'sinde bazı insanlarla karşı­laşırsın. Bu adamlar, dinlerinden tamamen sıyrılmışlardır. Artık ne namaz kılıyorlar ne oruç tutuyorlar ve ne de dine inanıyorlar. Buna rağmen aynı geleneğe onlann evle­rinde de uyulduğunu görürsün. Çünkü sadece bir "gelenek"tir.

Bu milletin benliğinde kök salmış olan bu ruhu eğer iyi kavrarsak bu miletin çok uzun bir tarih dönemi boyunca "islâm geleneklerini nasıl korumayı başardığını anlayabi­liriz. Oysa başka bir millet, bu arada Arap milleti, bu ka­dar uzun bir süre boyunca bu gelenekleri koruyamazdı. İmparatorluk süresince bu millet egemen konumlu oldu­ğu, başka bir deyimle devlet yükümlülüğünü sırtında taşı­dığı için onun etkisi ile islâm gelenekleri, islâm dünyasın­da uzun süre yürürlükte kaldı.

Fakat son dönemde bu gelenekler, ruhlanndan yoksun kalarak, sadece basit geleneklere dönüştüler.

Şunu kısaca vurgulayalım ki, islâm ahlâkının ve islâm davranış sisteminin gelenekleşmesi, yani gelenek haline gelerek kökleşmesi, aslında iyi bir şeydir. Çünkü gerek toplum ve gerekse gelecek kuşaklar bu geleneklere alışır, onlan kolayca binemser, hiç bir çaba harcadığını hissettir­meden otomatik biçimde uygulanmaları ve yürürlekte tu­tulmaları mümkün olur.

Fakat bu durumun iyi olabilmesi için sözkonusu gele­neğin kendisinden kaynaklandığı ve uygulamalı ifadesi halini aldığı inanç kökü ile ilgili şuurun varolması gerekir. Buna göre eğer bu şuur kaybolur, eğer bu geleneğe kay­naklık eden iman kökü kuruyop ortadan kalkar da mesele, o geleneği sırf gelenek olduğu için korumak şekline dönü­şürse, sözkonusu gelenek üzerine çullanıp kendisine savaş açan güçlü bir faktörle çatışmaya girince yokolmaya mahkûm olur. Çünkü böyle bir çatışmada ayakta kalarak karşı koyabilecek olan unsur gelenek değil, bu geleneğin arkasında saklı olan ruhtur, kültürel özdür. Bu ruh, bu kültürel öz olmayınca, direnme ve karşı koyma sözkonusu olmaz.

Bu böyle olduğu içindir ki -gelecek bölümde göreceği­miz gibi- sözkonusu kökü kurumuş geleneklerin, BatYnın yıkma amacı güden sistemli düşünce saldırıları karşısında kalınca arka arkaya güz yaprakları gibi döküldüklerini, islâm ülkelerinin çoğunluğunda bu geleneklerin bu savaşa yarım yüzyıldan fazla dayanamadıklarım görünce buna şaşmıyoruz.

Bu durumu açıklamak üzere ünlü "Türk hicabı"m (ka­palı kadın giyimini) örnek olarak ele alalım:

Bu hicab'm islâmî olduğu, islâmdan kaynaklandığı kuş­kusuzdur.[10] Türkler, bu geleneği müslüman olduktan sonra edindiler. Başka bir deyimle onlar onu, kendilerine islâmiyeti öğreten halklardan iktibas edip benimsediler. Bu gelenek -şu ya da bu şekilde- uzun yüzyıllar boyu islâm dünyasının tümünde benimsenip uygulanan bir temel ilke olarak bilinmişti.

Fakat şimdiye kadar sözkonusu ettiğimiz çeşitli sapma­ların ortak etkisi ile islâm dünyasında islâm ruhu zayıfla­yıp canlılığını yitirince kapalı kadın giyimi (Hicab) kuru bir geleneğe dönüştü, titizlikle uyulan, islâm dünyasında hiçbir kadının karşı çıkmadığı hatta karşı çıkmaya cesaret edemediği, karşı çıkacak olanın müptezel ve ahlâksız dam­gası yemesine sebep olacak olan bir gelenek.

Fakat toplumun bağlı olduğu bir gelenek olarak şiddet­le korunmasına rağmen bu ilke, Batı'mn sözde "Kadın öz­gürlüğüne çağıran, açık-saçık giyim isteyen ve kadınların yan-çıplak kılıklarla sokaklara dökülmelerini öneren dü­şünce saldırıları karşısında yarım yüzyıl bile direnemedi. Bu yoğun saldın dalgalarının sonucu olarak islâm alemi­nin kadınları Peygamberimizin onüç yüzyıl önceki islâm öncesi döneminin kadınlarım tanıtırken kullandığı "giyin­miş oldukları halde çıplak olan, kendileri doğru yoldan sapmış olduğu gibi başkalannı da ayartan ve başları eğri deve hörgücüne benzeyen" ifadelerine tıpa-tıp uyan bir eda ile evleri dışına döküldüler.

Bunun sebebi şu ki, kapalı kadın giyimi sadece bir gele­nekti. Ona bu niteliği ile uyuluyordu. Yoksa kaynaklandı­ğı inanç kökünün bilincinde olan canlı bir imana dayanmı­yordu.

Şimdi aradaki farkı görmek için bu gelenek bağlılığı ile günümüzün inanç ve şuura dayalı olarak kapalı giyime ge­çen genç kızlarını karşılaştırınız. Çağdaş cahiliye zihniyeti bütün ağırlığı ile bu kapalı giyimli kızlarımıza karşı çıkı­yor, onlarla alay ediyor. Dahası onları zaman zaman ha­pis ve işkenceye maruz bırakıyor. Bütün bunlara rağmen üstlerini-başlarmı açıyorlar mı, hatta kendilerini açılmaya çağıran tehditkâr gürültülere kulak asıyorlar mı?

İşte inançtan kaynaklanan bilinçli davranışla gelenek­ten kaynaklanan davranış arasındaki fark budur.

Diğer bütün islâmî konuları bu örnekle karşılaştırmak gerekir.

Buna göre islâmiyetin ibadetlere ve özel davranışlara varıncaya kadar bütün kurumları geleneklere dönüşecek duruma geldiğini, ruhtan soyutlanmış bu geleneklere sırf gelenek oldukları için uyulageldiği gerçeğini belirleyince yıkılışın nasıl geldiğini kolayca anlayabilirsin.

 

İÇTİHAD KAPISININ YENİDEN

AÇILMASININ REDDİ

Osmanlı yönetimi ile ilgili olan bir başka mesele var ki, ona mutlaka işaret etmemiz gerekir. Çünkü bu mesele islâm toplumunu hem derinlemesine ve hem de uzun va­deli olarak etkiledi.

İslâm dünyasının -hatta bütün dünyanın- toplumsal şartları yaklaşık olarak on yüzyıl boyunca bazı dar alanlar dışında, aşağı-yukan değişmez olarak kaldı.

Bu uzun dönemin başlarında, büyük islâm fıkıh bilgin­leri karşılaştıkları her konuda içtihad (bilimsel araştırma) yaparak müslümanlann ibadetler ve toplumsal ilişkiler ile ilgili tüm ihtiyaçlarını karşılayan çok boyutlu, geniş kap­samlı ve yeterli bir fıkıh bilimi meydana getirdiler.

Bu büyük müctehidlerin arkalarından gelen öğrencileri ile açıklayıcıları (sarihleri) de ünlü hocalarının araştırma­larına ayrıntılarla ilgili eklemeler yaparak ilerde ortaya çıkabileceklerini tasarladıkları muhtemel ferdi ve toplum­sal meselelere çözüm getirdiler. Onlar; "Eğer şöyle şöyle olursa..." diyerek ileriye dönük varsayımlar kuruyorlar ve bu varsayımlara yüce Allah'ın (c.c.) hükmü uyarınca çö­züm öneriyorlardı.

Bu yüzden geçen zaman içinde sözkonusu varsayımlar gerçek olaylar haline gelince müslümanlar, yeni bir icti-had yapma ihtiyacını duymadılar. Çnükü gerek büyük müctehidler ve gerekse onlann öğrencileri ile açıklayıcıla­rı çok önceden onlann hayatlarında beliren bu yeni geliş­meleri, bilimsel araştırmalarının kapsamına almışlardı. Bundan dolayı hicrî beşinci yüzyıl dolaylarında ihtiyaç ol­madığı gereçesi ile "içtihad kapısının kapandığı" ilân edil­di!

Bu karar üzerinde yaklaşık olarak beş ya da altı yüzyıl geçti. Bu süre içinde müslümanlar bu karan gözden geçir­me ihtiyacını duymadılar. Çünkü ellerindeki fıkıh hazine­si kendilerine yetiyor, ihtiyaçlannı karşılıyordu. Bu yüz­den onlar da bu uzun süre boyunca sözkonusu bilgi hazi­nesini öğrenmek ve fıkıh öğrenimine yeni başlayan öğren­cileri bu bilim dalının geniş ufiıklanna dalmaya hazırlaya­cak özet niteliğnide kısaltılmış yardımcı kitaplar hazırla­makla yetindiler.

Fakat hiç değilse hicrî on ikinci yüzyıldan itibaren dün­yanın sosyal ve siyasî çehresi hızlı bir şekilde değişmeye başladı. Önemli bazı teknik buluşların arkasından büyük bilimsel gelişmeler, keşifler ve icadlar meydana geldi. Bu önemli bilimsel ve teknolojik gelişmeler gerek klâsik fikıh bilginlerinin ve gerekse onlann öğrencileri ile açıklayıcıla­rının hayallerinden bile geçirmedikleri ve bu yüzden hak­larında islâm hükmünden kaynaklanan uygun çözümler önermedikleri birtakım yeni sosyal şartlar ve değişik top­lumsal ilişki biçimleri ortaya çıkardı.

Bu durumda tutulması gereken yol, uzun yüzyıllar boyunca kapalı tutulan içtihad (bilimsel araştırma) kapısını yeniden açarak sözkonusu sosyal ve siyasî değişmeleri karşılamak, bu değişmeler ile ilgili müslümanlarm benim­seyeceği ilâhî hükümleri açıklamaktı. Çünkü fıkıh bilimi­nin duraklama tanımayan sürekli görevi, müslümanlarm hayat şartlannda belirecek her türlü gelişmeyi karşılaya­rak onun hakkındaki helâl, haram, mendüp, mekruh ve mubah biçimindeki ilâhî hükmü açıklamak ve böylece müslümanlarm önlerine çıkan her yeni mesele ile ilgili olarak yüce Allah'ın (c.c.) emrinin ne oldğunu açık-seçik biçimde bilmelerini sağlamaktır.

Fakat Osmanlı devleti, içtihad kapısının yemden açıl­masını reddettik.[11]

Osmanlı devleti bu red kararını tam bir iyi niyetle ve yüce Allah'ın dinine toz kondurmaktan sakınan samimi bir din gayreti ile vermişti. Dayandığı gerekçe, o dönemde içtihad yapabilecek yeterlilikte islâm bilginlerinin bulun­maması idi.

Fakat bu red karan önemli ve tehlikeli sonuçlara yolaç-tı. Düşünelim ki, eğer gerektirici şartların ve ihtiyaçların varlığına rağmen içtihad faaliyeti durur, yeni bilimsel araştırmalar yapılmaz ise acaba ne olur? İki şey olur: Ya hayat donar, gelişmeden uzak kalır. Çünkü artık üzerine uymaz olan kalıplara mahkûm edilmiştir. Ya da içine sı-kıştırıldığı kalıpların ve aynı zamanda Allah'ın (c.c.) hük­mü çerçevesinin dışına çıkar. Çünkü hükmün çerçevesi iç­tihad yolu ile bu hayatı rahatlıkla kapsamına alacak biçimde genişletilmemiştir.

İslâm tarihinde bunların her ikisi de arka arkaya mey­dana geldi. Yani önce donup kalma ve gelişmelerin geri­sinde kalma, arkasından da İslâm çerçevesinin dışına çık­ma bahtsızlıkları ile karşı karşıya geldik.

İslâm tarihini sadece yüzeysel bir yaklaşımla gözden geçirebilen bir okuyucu, İslâm çerçevesi dışına çıkma ola­yının hicri ondördüncü yüzyılın başlarında (Milâdî tak­vimle ondokuzuncu yüzyılın sonlannda) meydana geldiği­ni sanır. Oysa gerçek, böyle değildir. Çünkü anılan dönem­de meydana gelen olay, ilerdeki bölümde açıklayacağımız üzere, islâm hükmünün tümü ile bir yana bırakılması ve Allah'ın indirdikleri dışında kalan hükümlerin güdümüne açıktan açığa girilmesi idi.

Fakat islâm devletinin yapısına yabancı "düzenler"in sızmaya başlaması, bu dönemden çok önceye dayanır. Bu işi, Osmanlı padişahlarından "Kanunî Süleyman" lâkabı ile tanınan ve hicrî bin yirmi (Milâdî takvimde bin beşyüz altmış altı) yılında tahta geçen birinci Süleyman dönemine kadar uzatabiliriz. Çünkü islâm devletinde klâsik fıkıh bilginlerinin çözümünü öngörmemiş oldukları yeni mesele­lerden kaynaklanan dâvalann mahkeme kararına bağlan­ması ile ilgili olarak ilk defa "Avrupa kanunları" ithal et­meye girişen bu padişah oldu. Kendisim bu işe, Osmanlı devletinde yaşayan yahudiler ile hristiyanlar teşvik etmiş-lerdi.[12] Hiç kuşkusuz bu teşviki, belirli bir maksatla yap­mışlardı. Bu girişim, islâm bünysinde bir deli acımış ve bu delik gitgide genişleyerek sonunda islâm ümmetinin tarihinde beliren sapmaların en utandırıcısının meydana gel­mesine yolaçmıştı.

Bu yabancı "kanunlar" ilk başta islâm ruhu ile uyuş­ması mümkün olan, onun nasslan ile çelişmeyen metinler­di. Bu yüzden o dönemin islâm bilginleri onlan kullanma­yı sakıncalı görmemişlerdi. Özellikle içtihad kapısının ye­niden açılmasına izin verilmemiş olması bu hoşgörüye ze­min hazırlamıştı.

Fakat bu sapma, beraberinde iki büyük tehlike getir­mişti:

Birincisi, böylece kötü bir çığır açılmış oluyor, başlıba-şına tehlike oluşturan bir "ilke" ortaya konuyordu. İlerde­ki günlerin ne kadar tehlikeli olduğunu kanıtlayacağı bu ilke, islâm dışı bir düşünce kaynağından, bir sosyal hayat alanından, bir yaşam tarzından yardım istemek, yabancı bir yamayı islâmla çelişik olmadığı gerekçesi ile islâm el­bisesine dikmeye kalkışmak ilkesidir.

Tehlikelerinin birincisinden daha az önemli olmayan ikincisi ise bu davranışın -farkında olarak ya da olmaya­rak- halkın vicdanında şöyle bir saplantının yerleşmesine yolaçmış olmasıdır. Sözünü etmek istediğiniz saplantı şu­dur: İslâm hükmü, sadece indiği günden beri değişmez ka­lan, olduğu gibi duran sosyal konularda uygulanabilir. Özellikle son iki yüzyılın yeni ortaya çıkan hayat şartları­na gelince hüküm, bunlara ne cevap verebilir ve ne de on­lan açıklayabilir. Bu tür problemleri çözebilmek için, bun­ları kaynaklandığında yaşayıp geçerli çözümlerini önermiş olan "gelişmiş" milletlerden uygun "kanunlar" ithal etmekten başka çıkış yolu yoktur.

Bu iki tehlikenin her ikisi de islâm ümmetinin son bir kaç kuşağı üzerindeki son derece kötü olan etkilerini gös­termede gecikmedi.

* * *

Bu bölümün şimdiye kadar okuduğumuz sayfaları bo­yunca islâm ümmetinin yaklaşık olarak on dört yüzyıllık tarihini şimşek hızı ile gözden geçirdik. Böylesine büyük bir hızla ve bizim yaptığımız şekildeki bir tarih yolculuğu­nun, aslında olayların akış çizgisini sağlıklı bir şekilde or­taya koyması mümkün değildir.

Çünkü olaylar, bizim burada anlattığımız gibi, tek başı­na meydana gelmez ve bir tek kanal boyunca akıp gitmez. Tersine onlar toplumsal hayat içinde karşılıklı biçimde bi-ribirlerini etkileyerek gelişirler ve sonuçlarım da bu ortak etkileşim uyannca ortaya koyarlar. Öyle ki, ortaya çıkan sonuçlan ne bir tek belirli sebebe -bu sebep ne kadar güçlü olursa olsun- ve ne de bir olaylar kümesinin ayrı ayrı be­lirlenmiş rolüne bağlamak doğru olur.

Ayrıca ağır tempolu, girift ve sürekli değişimli tarih sü­reci içinde yeralan olaylar, bizim onlardan konuşurken an­lattığımız gibi, girinti ya da çıkıntı noktalan olmayan, dos­doğru çizgiler boyunca gelişmeler, tersine kimi zaman zig-zaglar çizdikleri gibi kimi zaman da kesişerek biribirlerine karışırlar. Zaman zaman kimisi hızla gelişirken kimisi de ağır tempoya düşer. Hatta kimi zaman da ağır tempo iyice yavaşlayarak belirli bir durgunluk dönemi yaşar gibi görü­nür, derken gün gelir, yeniden hızlı bir atağa kalkar. So­nunda bize kesin ve nihaî gibi görünen bir sonuç belirir. Oysa bize kesin ve nihaî gibi görünen sonuç, gelişme süre­cinin, daha sonra bir yenisi ile yer değiştirecek olan geçici bir aşamasından başka bir şey değildir.

Evet, bir daha vurgulayalım ki, tarih sürecinin portre­si, bizim geçmiş sayfalardaki şimşek hızıyla gözden geçir­meye dayanarak çizdiğimiz gibi değildir. Fakat bir yandan araştırmacılığın karakteristik zorunluğu, bir yandan da özetleme mecburiyeti bizi böylesine yetersiz bir portre ile yetinmek zorunda bıraktı.

Çünkü araştırmacılığın karakteristik zorunluluğu tari­hi akımları biribirinden tek tek ayırarak her birinden -sanki aslında da öyleymiş gibi- ayrı ayrı sözeder. Özetleme mecburiyeti de bizi sadece kaba ve kalın hatları kâğıt üze­rine çizmekle yetinmeye götürdü. Böylece tarih sürecinin nihaî portresinin oluşumunda sırf bu ana hatlann etkili olmadığı, bunlar yanında daha bir çok yan hatlar ile bu hatları birleştiren çok sayıda gizli ve günyüzüne çıkma­dan irtibat kurma fonksiyonlarım yürüten yeraltı kanalla­rının varolduğu gerçeğini unutur gibi olduk.

Fakat şunu hemen belirtmeliyiz ki, bizim bu sayfalar boyunca yapmak istediğimiz şey islâm ümmetinin, hatta-bu ümmetin hayatında yeralan sapma akımlarının tarihi­ni yazmak değildir. Bizim burada yapmak istediğimiz şey, belirli hatları ve tarih portremizin oluşumunu nisbeten daha çok etkili olduğunu sandığımız belirli durumlan seç­tikten sonra bu karmaşık, çok yönlü ve karşılıklı ilişkili süreç ve durumlan tabiî çevrelerinden koparak üzerlerine bakışlarımızı yoğunlaştırmak ve bunları mecaz yolu ile "sapma akımları" diye adlandırmaktır.

Her neyse, sözümüzün konusu sapmalar biraraya gel­miş ve karşılıklı biçimde biribirlerini etkileyerek sonunda yıkılışa yolaçmışlardır.

Yüce zirve noktasından dibsizlik çukuruna yuvarlanış. Baş döndürücü korkunç bir mesafe!

Acaba o eşsiz ilk müslüman kuşağı, ulaştıkları bütün doruk noktalan ile yakından tanıyan bir gözlemci, onlarla aynı inanç sistemini paylaşan bugünkü torunlarının bu kadar alçak bir dipsizlik çukuruna yuvarlanabileceklerine inanabilir mi? Buna karşılık böylesine derin bir dipsizlik çukurunda debelenen bugünkü müslüman kuşaklar ile bir arada yaşayan bir gözlemci de bu kuşaklann, o eşsiz kuşa­ğın inanç mirasçıları olduğuna hiç ihtimal verebilir mi?

Sanki bu ikisi, aralannda hiç bir ortak yön bulunma­yan apayrı birer ümmet gibidirler. Fakat tarihin realitesi işte budur.

Az önce dediğimiz gibi tarihin nihaî sonuçlarını belirli bir tek sebebe ya da rolleri ayrı ayrı belirlenecek bir sebep­ler kümesine dayandırmak çok zordur. Fakat bu realite, tarih süreci içinde yer alan kimi sebeplerin diğerlerinden daha çok etkili olmaları gerçeği ile çelişmez.

Buna göre biz durumu dört ana noktada, ya da dört te­mel sebep etrafında özetleyebilir ve tarih sürecimiz içinde yer alan diğer nokta ve sebepleri bunlara bağlayabiliriz.

İslâm ümmetinin bu güne gelmesine sebep olan dört ana noktanın birincisi, zaman geçtikçe yükümlülüklerden sıyrılmak, kaytarmak eğiliminde olan insan tabiatıdır. Bu kaytarma eğiliminin ilâhî ilâcı -daha önce dediğimiz gibi-uyarma ve yükümlülükleri hatırlatmaktır. Buna göre di­yebiliriz ki, İslâm tarihi boyunca bu uyarma işi, ya ümmet bütününü kaytarmacılıktan alıkoyacak kadar yapılmamış ya da miktar bakımından yeterli gibi göründü ise de nite­lik bakımından ümmetin ana caddeden sapmasına engel olacak kalitede yapılamamıştır. Özellikle fethedilen top­rakların alan bakımından sürekli genişlemesi ve mütema­diyen yeni kavimlerin İslama girmesi karşısında bu görev, yeterince yerine getirilmemiştir.

Tam bu ortamda yani uyarma görevinin nicelik ve nite­lik bakımından düşük düzeyde yerine getirilebildiği ve da­ha aktif bir biçimde ele alınmasına gerek duyulduğu bir sı­rada bu uyarma işlemi ile çelişen iki akım meydana geldi ve sözkonusu görevin yetersizlik derecesini daha da arttır­dı.

Sözünü etmek istediğimiz iki akımın biri "Murcie" akı­mıdır. Bu akım, kullan, inançlarının gerektirdiği hiç bir ciddi ameli yapmaksızın, sırf kalblerde bulunan birtakım duygu ve heyecanlara bel bağlayarak, yüce Allah'ın (c.c.) hoşnutluğunu kazanabilecekleri ümidine kaptırdı. Öbürü de tasavvuftur. Bu akım da kullan, hükmün yükümlülük­lerini yerine getirmenin dışında bir başka yol izlenerek yüce Allah'ın hoşnutluğunun kazanabileceği umuduna kaptırdı. Tasavvufçulara göre bu yol bazı virdleri, bazı zi­kir cümlelerini tekrarlamak, velilere ve şeyhlere körü-kö-rüne bağlanmak, müridin kendini tam bir teslimiyetle şey­hinin önüne koyması ve şeyhinin de sanki gökten gelen bir vahiy mesajını kendisinden alıyormuşçasına önünde tes­lim olan müride istediği telkinleri yapmasıdır.

Bu üç yozlaştıncı faktörün ortak etkisi imanın gerektir­diği "amelleri" (İslâm'ın aksiyon ve davranış sistemi) üze­rinde yoğunlaştı. Yani olumsuz etkilerini, İslâmiyeti doğru davranışlar biçiminde pratiğe aktarma alanında gösterdi­ler. Özellikle "iyiliği emredip kötülükten sakındırma" mis­yonunu yıkıcı etkilerinin ilk hedefi haline getirdiler. Çün­kü bu misyon, bu pratik ve yapıcı amaçlı dinin yeryüzün­deki hareketinin, aktivitenin canlı özüdür. İlâhî metodun pratik hayatta uygulanmasını sağlayan aktivitenin canlı özü. Bu din, ancak bu misyon sayesinde bu dinin vicdanların kapalı köşelerinde hapsolup zayıflaması ve bunun so­nucu olarak ilerde etkinliğini daha da yitirmeye açık kal­masıyla önlenebilir.

Bu üç saptırıcı faktöre bir de zaman zaman "istibdat" derecesine varan siyasî baskı faktörünü de eklemeliyiz. Çünkü bu faktör, özellikle siyaset alanında "İyiliği emre­dip kötülükten sakındırma" misyonunun etkisini yitirme­sinin sorumlusudur. Böyle olunca İslâmiyet, halkın anla­yışında bir takım ferdi uygulamalara ve yavaş yavaş sade­ce ibadet nitelikli davranıştan din bilip, sırf onlar üzerin­de yoğunlaşmaya dönüşmüştür. Çünkü bu dinin temel da­yanaklarından birini oluşturan toplumsal uygulamalar et­kilerini yitirmişlerdir.

Eğer sözünü ettiğmiz siyasî baskı faktörünü daha önce saydığımız üç faktöre eklersek toplam olarak dört sapma akımı elde ederiz. Bu dört akım da sonunda büyük bir akımda birleşir. Hemen belirtelim ki, bu ana akımın akış yönü hem toplumsal pratik düzeyinde ve hem de ferd vic­danı düzeyinde bu dinin akış yönüne yüz seksen derece ters düşer.

Kasaca diyebiliriz ki, bütün temel İslâmî kavramlar, son kuşakların anlayışlarında yozlaşma ve sapmaya uğra­dı. Her şeyden önce "Lâilâhe illellah (Allah'dan başka ilâh yoktur)" kavramı sadece dille söylenen basit bir sözcük di­zisine dönüştü, kalbler anlamının farkında olmadığı gibi davranışlar da ondan uzaktır. İbadet kavramı, yerine geti­rilen ya da getirilmeyen bir takım tapınma hareketleri ile sınırlandırıldı. Kaza ve kader kavramı, girişimden alıkoyucu ve pısırıklık aşılaycı bir güce dönüştürüldü. Dünya ve Ahiret kavranılan biribirinden kopanlarak biribirlerine karşıt ve düşman kamplara dönüştürüldüler. Öyle ki, biri uğruna çalışmak, kaçınılmaz olarak öbürü uğruna çalış­mayı ihmal ettirir diye sanılır oldu. Yeryüzü kalkınmasını gerçekleştirme kavramı, yüce Allah'ın (c.c.) metodu uya­rınca yeryüzünde kalkınma yapmak anlamını yitirerek ya-kalkınmaya girişmeme ya da yüce Allah'ın önerdiğinde başka bir metodla kalkınma kavramına dönüştü.[13]

Bu büyük sapma ve yozlaşmalar sonunda İslâm dini, her yandan üzerine çullanan, kendisini tamamen yoket-mek için and içmiş vahşi saldırılara karşı direnemeyen, ruhtan soyutlanmış ve şaşkına çevrilmiş acıklı bir hale ge­tirildi.

Doğaldır ki, bu sözlerimiz ile bütün vicdanlann bozul­duğunu, uyanların hiç bir olumlu etki meydana getirmedi­ğini, "Murcie" akımının, insanları bellibaşlı ibadetler de dahil olmak üzere bütün İslâmî anellerden alıkoyduğun, tasavvufun pasifliğinin bütün vicdanlara egemen olarak onlan gerekli her türlü yapıcı girişimden tamamen geri al­dığını, gerek siyaset ve gerekse toplumsal alanların "iyilği emredip kötülükten sakındırma"çalışmalarından tama­men yoksun kaldığını söylemek istemiyoruz. Zira eğer böy­le desek tarihi gerçeklere uzak düşmüş ve hiç bir müslü-man kuşağın varlıklarından mahrum kalmadığı, ilk müs-lüman kuşağın ateşinden kalblerinde her zaman bir kıvıl­cım taşımış olan parlak ve ünlü simalara karşı nankör davranmış oluruz.

Fakat biz bir takım genel yargılar ileri sürürken bunla­rı çoğunluğun durumunu gözönüne alarak veririz. Çünkü aslıda gerçek ve paritk durumu çoğunluğun tutumu belirler. Azınlığın tutumu ne kadar seçkin ve saygın olursa ol­sun bu alanda belirleyici rol oynayamaz. Yalnız eğer bu seçkin azınlık siyasî iktidarı elinde bulunduruyorsa o za­man iş değişir.

Bu bölümde sapmaya yol açan sebeplerin yüce Allah'ın (c.c.) kesin sosyal kanunları uyannca beklenen sonuçlarım verdiklerini belirttikten sonra önümüzdeki bölümde bu sapmalann çağdaş toplum pratiğimizde meydana getirmiş oldukları etkileri ve sonuçlan oldukça ayrıntılı bir biçimde açıklamaya çalışacağız. Şimdilik sözlerimizi yüce Allah'ın (c.c.) şu buyruğu ile noktalayalım:

"Allah'ın kanunlarına alternatif bulamazsın." (Fe­tih/ 23)

 

 

 



[1] Böyle bir kanunun varolduğundan emin değilim. çi böyle bir varsayımı destekleyen tarihî gelişmeler var, bu durumda milletlerin lüks ve refaha dalmalarının on­arın yokolmalarına yolaçan afet olduğunu da düşünebi­liriz.

[2]          Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler "Mezahibu Fikriyye Muası­re" adlı eserimizin "el-Aklaniye (rasyonalizm)" başlıklı bölümüne başvurabi­lirler.

[3]          Daha geniş bilgi almak isteyenler "Mefahime Yen-beğı en Tüsahhah" adlı ese­rimizin "Lâilâheillellah kavramı" başlıklı bölümüne başvurabilirler.

[4] (4) Endülüs'te de buna benzer gelişmeler oldu.

[5]          Gerek Sindibad'ın kişiliği ve gerekse gezileri masal ürünüdür. Fa­kat buna rağmen bu hikâyeler, o günün realitesini belirli bir oranda yan­sıtan belgelerdir.

[6]          Tarihi İslâm siyasî, dinî, sıfatı ve içtimaî, Dr. Hasan İbrahim Ha­san, C: II, s. 442-443, yedinci baskı, 1964.

[7]          Tarihi islâm siyasî, dinî, şifa ti ve içtimaî, Dr. Hasan İbrahim Ha­san, C: III, s. 457-458, yedinci baskı, 1964.

[8]          Burada şu gerçeği hatırlatmalıyız ki, tasavvufa bağlı bir çok kim­seler, Allah yolunda cihad eden kimselerdi. Bunlar Afrika'nın ve As­ya'nın başka hiç bir müslümanın ayak basmadığı yörelerine islâmı yaydı­lar. Bunlar her ne kadar biçimsel olarak tasavvufa bağlı idiler ise de as­lında zühd ve takva sahibi kimselerdi. Bu yüzden burada tasavvufcular hakkında söylediğimiz her şey onlar için geçerli değildir.

[9]          Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler "Mefahime Yenbeği en Tusahhaha" adlı eserimizin "Mefhum-ul kaza vel kader" baş­lıklı bölümüne başvurabilirler.

[10]         Bazı sorumsuz erkek ve kadınlar küstahça yükseltilmiş bir ses tonu ile ka­pa­lı kadın giyiminin (Hicab'm) islâm kaynaklı bir ilke olmayıp sadece arap bedevilerinin bir geleneği olduğunu, müslümanların atala­rından miras kalan geleneklere bağlı kalıp onları islâm döneminde de sürdürmelerinin göstergesi olmaktan başka bir anlam taşımadığını ileri sürerler. Böylece tarihi gerçekleri inkâr ederken gizli bir haz duyarlar. Nitekim Hz. Ayşe (Allah ondan razı olsun) "Allah Medineli (Ensar) ka­dınların iyiliğini versin. Çünkü Hicab ayeti indiğinde onlann her biri el­biselerinin eteklerine yapışarak onlarla başlarını ve yüzlerini örtmeye gi­riştiler" derken sorumsuzca inkâr edilmek istenen tarihi gerçeği gözleri­mizin önüne getiriyor. Demek ki, kapalı kadın giyimi, islâmda önce uygu­lanan bir gelenek değildi, tersine yüce Allah tarafından emredilince müslümanlar tarafından hemen uygulanan bir islâm ilkesi idi!

[11]         Çokları, içtihad kapısını Osmanlı devletinin kapattığına inanır­lar. Oysa bu doğru değildir. Çünkü içtihad kapısı hicrî beşinci yüzyıldan itibaren kilitlenmişti. Osmanlı devletinin bu konudaki tek sorumluluğu, şartların gerekli kıldığı bir dönemde bu kapının yeniden açılmasını onay­lamamış olmasıdır.

[12]         Bu tutum, "gayri müslimleri dost edinmekten kaçınmak" şeklin­deki ilâhî uyarıya rağmen Abbasilerin arkasından Osmanlıların da pen­çesine düştükleri bir sapma oldu.

[13]         Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler "Mefahimu Yen-beği en Tusahhaba (Düzeltilmesi gereken bazı kavramlar)" adlı eserimize başvurabilirler.