ikinci Bölüm
SAPMA AKIMI
Baş
döndürücü zirve ile bu ümmetin şimdi içinde kıvrandığı çukur arasında insanın
aklını başından alan korkunç bir mesafe var.
Kendisinden
önce tarihte hiç bir milletin ulaşamadığı ve ondan sonra da başka hiç bir
milletin bir daha eremediği yüce zirvelere tırmanmış bir ümmet düşününüz. Bu
ümmet nasıl oldu da daha sonra acı bir yokluk, zillet, zavallılık ve aşağılık
derekesine yuvarlanarak günümüzde başka hiç bir milletle boy ölçüşemeyecek
bir gerilemeye uğruyor? Bu durum acaba bu ümmet için normal midir?
Tarihte,
"geçmişe malolmuş" bazı milletler varolmuştur. Bunlar —yeryüzü
ölçüleri ile— çok şanlı dönemde yaşamışlar, yüzyıllarca yeryüzünde hükmetmişler,
uzun zaman geniş topraklar üzerinde egemenlik sürdürmüşler, sayısız güç
kaynaklan elde etmişler, fakat günün birinde sanki hiç bir zaman
varolmamışçasına dağılıp, yokluğun karanlığına gömülmüşlerdir. Tarihin en
büyük imparatorluğu olan zalim Roma imparatorluğu bunların başında gelir. Bir
başkası da bu imparatorluğun rakibi olan Pers (Eski îran)
imparatorluğudur. Bu devletlerin başlarından geçenler gerek kurulup güçlendikleri
ve gerekse dağılıp yokluğa karıştıkları dönemlerde hep değişmez ilâhî
kanunlarla, insanlık hayatında bu kanunları yürürlüğe koyan ilâhi irade uyarınca
gerçekleşti. Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Görmezler mi ki biz nasıl
yeryüzüne gelip kâfirlerin egemenlik alanlarını dört bir yandan daraltıyoruz?
Hüküm veren Allah'dır. Bu hükmün
ardına düşüp onu geri çevirecek yoktur.
O, hesabı çabuk görendir."
(Rad/41)
"Onlar
eskilerin çarpıldıkları kanunlardan başka bîr akıbet mi bekliyorlar? Allah'ın
kanunlarının değiştiğini göremezsin. Allah'ın kanunlarında sapma göremezsin."
(Fatır/43)
Fakat
bu inanç ümmetini düşününüz. Acaba ca-hiliye toplumları hakkında yürürlüğe
girmiş olan sosyal kanunlar onun üzerinde de yürür mü, onun hakkında da geçerli
olur mu?
Ünlü
islâm tarihi yorumcusu îbni Haldun'a göre devletlerin hayatını belirleyen bir
"kanun" vardır. O, buna "yaşlanma kanunu" adım verir. Ona
göre devletler tıpkı fertler gibi, zayıf olarak doğarlar, zamanla gelişip
güçlenerek etkinliklerini arttırırlar. Fakat belirli bir süre sonra yaşlılık
çağına erince, tıpkı bireyler gibi, yeteneklerini yitirerek ve dinamizimlerini
kaybederek yokolmaya mahkum olurlar. Çağdaş İngiliz tarihçisi Arnold Toynbee de
İbn-i Haldun'a dayanarak bu görüşü tekrarlıyor, îbni Haldun tarafından ortaya
atılıp günümüzde A. Toynbee tarafından savunulan bu görüş cahiliye devletleri
ve uygarlıkları hakkında doğru olabı lir. Çünkü bu devletler belirli bir
"halk" tabanına dayanırlar. Buna göre eğer halkların ya da milleti rin yaşlanması tıpkı fertlerde olduğu gibi ilâhî kanun gereği ise, bu
halklar tarafından kurulan devletlerin de —gençlik ve olgunluk dönemlerindeki
hiç yokolmayacak gibi sanılan güçlülük faktörlerine rağmen— ömürlerinin
belirli bir çağını yaşadıktan sonra yaşlanma afetine uğrayabilirler.[1]
Fakat
"inanç ümmeti" belirli bir millete, belirli bir "halk" tabanına
değil, belirli bir "inanç"a dayanır. İnanç da süreklilik niteliğine
sahip bir unsurdur. Bu durum, inanç ümmeti ile cahiliye zihniyetinin ortaya
çıkardığı diğer milletler arasında bulunan en belirgin farktır. Öyle bir
temelli fark ki, bu ümmeti, cahiliye milletleri için geçerli olan sojsyal
kanunlardan farklı kanunlara bağlar ve dolayısı ile onun kaderini öbürlerinkinden
bambaşka yapar.
Gerçekten
inanç ümmetinin, yani İslâm ümmetinin pratik tarihi, milletlerin hayatında
geçerli olup da günü gelince onların tarih sahnesinden silinmesine yolaçtığını
varsaydığı "kanun"dan tamamen bambaşka şekilde gelişmiştir. Neden
derseniz, İslâm tarihi her ne kadar günümüze kadar uzanan bir gerileme eğilimi
izledi ise bu eğilim düz bir çizgi şeklinde değil, zikzaklı bir kırık çizgi
biçimindedir. Başka bir deyimle bu sürekli gerileme eğilimi, kendi içinde bazı
ilerleme aşamaları taşır. Meselâ Haçlı ordularını dize getiren Selâhaddin-i
Eyyûbi'nin, Moğol saldırılarını durduran Melik Kuduz 'un ve İslâm egemenliğini
Avrupa içlerine kadar uzatan Osmanlı hükûmdarı Muhammed Fatih'in temsfl
ettikleri başarılı ilerleme aşamalan gibi.
Öteyandan
bu ümmet yakalandığı bütün hastalıklara, çözülme belirtilerine ve uğradığı
bütün iç ve dış felâketlere rağmen tarih sahnesine çıkışından on dört yüzyıl
sonra halâ varlığını sürdürüyor, yani yokluğun karanlığına gömülmemiştir.
Sözkonusu ondört yüzyıl, tarihte hiç bir devletin, belki de hiç bir milletin
yaşamayı başaramadığı çok uzun bir süredir. Sadece bu kadar da değil. Bu ümmet
günümüzde yeniden doğuşa benzeyen bir dönemin sancılarını yaşıyor,
dost-düşman bütün gözlemcilerde bu izlenimi uyandınyor.
Bu
ümmetin başına gelen bunca musibetlere rağmen sırf şu ana kadar varlığını
sürdürmüş olması, îbni Haldun'un varsaydığı kanunun, yani yaşlılık sebebi ile
yokolma kanununun, hakkında geçerli olmadığını kanıtlar. Buna bir de günümüz
islâm dünyasının her yanında görülen yeniden diriliş hareketini ekleyelim.
Ayrıca gözden kaçırmamamız gereken bir üçüncü gelişme var karşımızda. O da
îs-lâmiyetin bunca yüzyıl boyunca hiç ayak basmamış olduğu bazı dünya
bölgelerine şu günlerde girmeye başlamasıdır. Japonya, Kore, Finlandiya
ülkeleri ile yüzlerce, hatta binlerce Avrupalı ve Amerikalının bu dine girmesi
örnekleri gibi.
Bu
gerçeklerin her üçünü de gözönüne aldığımız zaman îbni Haldun tarafından
ortaya atılan yaşlılık sonucu yokolma kanununun doğru olsa bile— belirli bir
halka değil de, inanç kaynağına dayanan ümmet hakkında kayıtsız-şartsız biçimde
geçerli olamayacağı sonucuna varırız.
Bütün
bunlara rağmen yukarda işaret ettiğimiz realite, yani bu ümmetin bir zamanlar
bulunduğu yüce zirveden bu gün içinde yaşadığı derin çukura
yuvarlanmış olduğu gerçeği kafaları kurcalamaya devam ediyor.
Evet.
Gerçi bu ümmet vaktiyle dünyaya nam salan, yıkılmaz sanılmış egemenlikler
kuran eski milletler, devletler, düzenler ve imparatorluklar gibi
yokolmadı. Fakat şu sorular yine de zihnimize takılıyor: Nasıl geriledi? Niçin
geriledi? Niçin bir zamanlar ulaştığı yüksek zirveyi koruyamadı? Yüksek
zirveyi korumak bir yana, neden daha altına düşmemekle yükümlü olduğu ve
korunduğu takdirde köklü ve güvenli yaşamayı garanti eden asgari çizgiyi bile
koruyamadı?
Bu
soruların arkasından akla şöyle sorular da gelebilir?: O halde islâm nedir?
Onun bu ümmetin hayatındaki rolü nedir? Neden bu ümmetin sıyrı-la sıyrıla günün
birinde cahiliye milletlerinin, hatta bazı alanlarda onlardan da daha kötü duruma düşmesi mümkün olduğuna göre
inanç ümmeti ile cahiliye milletleri arasındaki fark nedir? Buna göre dinin değeri
nedir ve onun pratik hayatta ne gibi bir rolü vardır?
Şimdi
bu sorulara cevap vermeye çalışalım: Din, onu taşıyan insanların vicdanlanndan
bağımsız olan etkisini gösteren, kendi kendine isleyen "otomatik bir
mekanizma" değildir.
Eğer
yüce Allah (c.c.) isteseydi, insanları doğru yolda yürümeye zorlar; o zaman
onlar bu yola ne ters düşebilirler, ne gerisinde kalabilirler ve ne de
ondan sapabilirlerdi. Nitekim yüce
Allah'ın (c.c.) gökler ve yeryüzü ile
(cansız evren ile) ilgili takdiri böyledir. Yüce Allah'ın cansız evren ile
ilgili kanunları geçerliliklerini korudukları, yani yine O'nun ta-atından günü
gelip de değiştirilmedikleri sürece uzaydaki bütün gezegenler,
bir kıl ucu kadar bile sapma göstermeksizin belirlenen yörüngelerinde hareket
etmeye devam ederler.
Fakat
insana üstün bir konum bağışlamış olan yüce Allah, onu iradesi dışında otomatik
olarak işleyen basit bir "cansız nesne" olarak yaratmadı. Tersine
onu aktif, iradeli, her durumda iki yoldan birini tercih edebilen, yani isterse
hidayet ve isterse sapıklık yolunu seçebilmeye yetenekli bir varlık olarak
yarattı. Buna karşılık insanın davranışlarının sonuçlarını yüklenmesi, gerek
dünyada ve gerekse ahirette bu davranışlarının sonuçlarına göre işlem görmesi
takdir edildi. Bu işlem, yüce Allah'ın onun tarafından uyulması ve gereklerine
göre rotasını belirlemesi için ortaya çıkardığı kanunlar ve ilkeler uyarınca
yürüyecektir. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Herhangi
bir topluluk kendi tutumunu değiştirmedikçe Allah da onların durumunu
değiştirmez." (Raad/11)
"Bu
böyledir. Çünkü herhangi bir millet olumlu tutumunu değiştirmedikçe Allah,
onlara vermiş olduğu nimeti asla değiştirmez." (Enfal/53)
"İnsanların kendi elleri ile işledikleri günahlar yüzünden karada ve
denizde fe
"Eğer
o ülkelerin halkları inanıp Allah'ın azabından korunsalardı, kesinlikle
üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık." (Araf/96)
"Onlar
kendilerine yapılan uyarıları unutunca üzerlerine her şeyin kapılarını
açıverdik. Fakat kendilerine verilen bu nimetlerin sevincine daldıkları
sırada
ansızın onları kıskıvrak yakaladık da bütün umutları bir anda suya düştü."
(En'am/44)
Demek
oluyor ki din, insan hayatını etkileyen bütün diğer faktörler gibi, onu taşıyan
insan vicdanlarının ona yönelmeleri ya da ondan yan çizmeleri oranında, onun
gereklerini yerine getirip getirmemeleri oranında, yani bu vicdanlar aracılığı
ile etkisini gösterir, rolünü oynar.
Fakat
din ile, îslâm ile diğer herhangi bir hayat "metodu" arasında şu
fark var. Bu yaşama metodu, özü bakımından doğrudur. Onun verdiği ürün, onun
dışında kalan herhangi bir başka hayat metodunun vereceği üründen üstündür.
Bundan
dolayı, nasıl bu metod uyulması gereken metod olma niteliğini taşıyorsa, diğer
bütün yaşama metodları da uyulmaması gereken metodlar-dır. Çünkü onun dışında
kalan bütün hayat metodları gerek dünyada ve gerekse Ahirette en yararsız
ürünlü ve en kötü sonuçlu metodlardır.
Bunun
yanında bu metodla diğerleri arasında şöyle bir ikinci fark daha vardır. Bu
metodun özü ile beslenip doygunluğa ulaşan vicdanlar —ister ferd isterse ümmet
vicdanları olsunlar— bozguncu faktörlerin etkisine girince, inanç temeline dayanmayan
insan vicdanlarına göre daha ağır bir tem-po
ile bozulmaya uğramaları muhtemeldir. Çünkü bu yaşama metodu hem daha
sağlam yapılıdır ve hem de parçalan arasında daha sıkı bağlar vardır.
Bu
metodla öbürleri arasında varolan üçüncü blr fark da şudur: Vicdanlar
bozulmaya uğrayınca Başvurulacak en yararlı ilâç, bu dindir. Çünkü sağlıklı ve
doğru bileşimli bir ilâçtır.
Fakat
bütün bu durumlarda asıl başvurulacak asıl dayanak yeri "insan
vicdanlaradır. Yani, acaba bu vicdanlar bu dini kabul ediyorlar mı yoksa ona arka
mı dönüyorlar? Acaba yükümlülüklerin gereklerini yerine getiriyorlar mı, yoksa
bu yükümlülüklere yan mı çiziyorlar? Asıl önemli olan budur.
Nitekim
Kıyamet günü bu ümmete sorulacak olan sorulardan biri, yüce Allah tarafından
canlı ve pratik örneği olsun diye ortaya çıkarıldığı ve Kıyamet günü de onunla
ilgili olarak bütün insanlığın şahidi olacağı bu dini nasıl ayakları altına
aldığı ve ilâhî yaşama metodunun pratik hayatta uygulanabilmesi için yüce
Allah'ın omuzlarına bindirdiği yükümlülüklerin nasıl yan çizdiği sorusudur.
Nitekim yüce Allah (c.c.) söyle buyuruyor:
"Böylece
sizi diğer insanlara örnek (ve şahid) olasınız ve Peygamber de size örnek
olsun diye aracı bir ümmet kıldık." (Bakara/143) "Bu yol sana ve
kavmine bir şereftir ve ilerde ona uyup uymadığınız hakkında sorguya çekileceksiniz."
(Zuhruf/44)
Emeviler Dönemi
Bu
ümmetin hayatında sapma akımı çok erken başladı. Yani Emeviler dönemi ile
birlikte.
Sözümüzün
bu noktası ne genel olarak islâm tarihini anlatmanın ve ne de sapma akımının hik*
yesinin yeri değildir. Biz burada yolumuzun işarel levhalarını belirleyecek ana hatları vurgulamakla yetineceğiz.
Daha
önceki sayfalarımızda nasıl ilk örnek İslam kuşağı hakkındaki sözlerimizi kısa
tutmuşsaK nasıl o kuşağın en bariz karakteristiklerini, o da bu dinin doğru
uygulaması hakkında genel fikir edinmemizi sağlayacak kadar belirtmekle yetinmişsek,
sapma akımından da bu günkü duruma gelmemize yolaçan sebepleri öğrenmemize
yardımcı olacak o kadar kısa biçimde sözedeceğiz. Çünkü bizim ana amacımız,
İslâm tarihini' ayrıntılı biçimde araştırmak değil, içinde bulunduğumuz durumu,
ana boyutları ve temel sapmaları ile açıklığa kavuşturup bunun ışığında
kurtuluş yolumuzu belirlemektir.
Evet
dediğimiz gibi sapma akımı Emeviler dönemi ile birlikte başladı. Fakat bu
sapma, anayoldan ayrılma eyleminden çok, yüce zirveden aşağı düşme biçiminde
idi. Gerçi zirve döneminin atmosferinde yaşamış ve onun tatlı havasını solumuş
olanlar için bu zirveden düşüş, nefes daraltıcı ve sıkıntılı bir gelişme
olmuştu.
Hiç
kuşkusuz ortada raşit halifeler çizgisinden açık biçimde bir aynlma özellikle
siyasi alanda olmak üzere sosyal hayatın bütün kesimlerinde Peygamberimiz
—salât ve selâm üzerine olsun— ile raşit halifeler döneminde alışılmış olandan
başka bir yöne yöneliş vardı. Fakat şu ya da bu alanda görülen çizgi dışı
taşmalarına rağmen, sonuç itibarı ile genel uygulama îslâm dairesi içinde idi.
Krallık düzenine geçiş
Bu
dönemde süpriz biçiminde beliren ilk deği-Siklik, halifelik düzeninden meliklik
(krallık) düzenine geçilmesi oldu.
İşin
aslını ararsak îslâmda belirli bir siyasî rejim biçimini —Halifelik olsun,
krallık olsun— zorunlu kılan bir nass (temel ilke) yoktu. İslâm'ın zorunlu
kıldığı tek şey, iktidar sahibinin —ister halife, ister kral ve isterse sultan
olsun— Allah'ın şeriatını
yürürlüğe koyması, uygulamasıdır. Bunu yapan iktidar
sahibi, halktan itaat ve bağlılık görmeyi hakkeden meşru bir devlet başkanı
olur. Bu gerçeği gerek çeşitli Kur'an ayetleri, gerek ilgili Peygamber
hadislerinde belirtildiği gibi ilk halife'nin, yani Hz. Ebu Bekr'in —Allah
ondan razı olsun— göreve başlarken yaptığı konuşmanın şu kısmında da açıkça
vurgulanmaktadır:
"Ben
aranızda Allah'a itaatkâr davrandıkça siz de bana itaat ediniz. Eğer ben
Allah'a ve Peygambere karşı gelecek olursam bana itaat etme zorunluluğunuz
ortadan kalkar."
Bu noktada çoğu sapiklar "İslâmda belirli bir siyası rejim
modeli yok" diyerek İslâm dairesinin dışına düşüyorlar. Onlar bu
görüşlerini, yüce Allah'ın emretmiş olduğu ve uygulamaya çalıştıkları ithal
malı siyasî rejimlerden farklı olduğunu gayet iyi bildikleri "islâm
rejimi"ni uygulama sorumluluğundan sıyrılmanın bahanesi, sözde gerekçesi
olarak kullanırlar. Bu durum bir yandan çağdaş düşünce emperyalizminin ve öbür
yandan uzun bir süreden beri İslâm şeriatına dayalı bir devlet düzeninden
yoksun yaşamış olan bazı iyi niyetli safdilleri de yanılgıya düşürerek onların
da Allah dinini sahte bölümlere ayırmaya yeltenen bu tuzağa düşmelerine
yolaçıyor. Bu tuzağın kapanına kapılanlar tslâmiyeti siyasî, ekonomik ve sosyal
hayatı düzenleyici hiç bir niteliği olmayan bir inanç sistemi ile bir takım
ibadet biçimleri ya da duygu eğitimin amaçlamış br ahlâk öğütleri yekûnu olarak
algılıyorlar. Tıpkı sapık Batı kilisesinin benimsediği din anlayışı gibi.
Burada dikkat etmemiz gereken bir incelik var ki, o da şudur:
İnsan ürünü siyasî rejimlerde, rejimin biçimi son derece önemlidir. Çünkü
siyasî rejimin biçimine göre "Egemenliğin kaynağı" ve buna bağlı
olarak kanun koyma biçimi ile temel ilkesi de değişir. Buna Qöre
mutlak monarşi, meşrutî monarşiden, cumhuriyet monarşiden, diktatörlük de demokrasiden
farklıdır.
Fakat İslâma göre "Egemenliğin kaynağı" birdir; bu kaynak
rejimin biçimi istediği kadar değişsin, değişmez. Sebebine gelince îslâma göre
egemenlik insanlara değil, yüce Allah'a aittir. Gerçi nass'ın bulunmadığı konularda
fıkıh bilginleri içtihad yaparlar, ama onların yapacakları içtihad son çözümde
şeriatın amaçları ve genel nassları ile sınırlıdır. Başka bir deyimle kanun
koyuculuk, son çözümde Kur'an'a ve Peygamberimizin —salât ve selâm üzerine
olsun— sünnetine bağlı kalmak zorundadır. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Eğer
herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz,
Allah'a
ve Ahiret gününe inanmış kimseler iseniz, bu anlaşmazlığı Allah'a ve
Peygamber'e havale ediniz." (Nisa suresi, 59)
İslâm ümmetinin sağlıklı döneminde siyasî iktidarın başını serbest
iradesi ile (biat yolu ile) seçtiği doğrudur. Fakat sırf bu serbest seçim,
iktidar sahibine meşruluk kazandırmaz, iktidarın başına asil meşruluk kazandıracak
faktör, "Allah'ın indirdiği direktifler uyarınca yönetmek"tir. Buna
göre eğer bir iktidar sahibi hal-kin hür iradeli onayını sağlar, fakat yönetimi,
yüce Al-hh'ın indirdiği ilkelere uygun olmazsa bu yönetim, bir islâm yönetimi
olmaz.
Bundan dolayı Batının Sosyo-politik bilimi, "îktidarın
kaynağı'nın belirlenmesi bakımından ortaya koyduğu bariz farklılıktan dolayı
dikkatleri ne oranda rejimin biçimi üzerinde yoğunlaştırıyorsa, İslam'ın
sosyo-politik ilmi de dikkatleri o oranda "Allah'ın indirdiği ilkelere
uygun yönetme" prensibi üzerinde yoğunlaştırır.Çünkü siyasî rejime meşruluk kazandıracak olan faktör budur.
Buna göre "yüce Allah'ın indirdiği ilkelere göre yöneten"
her hükümet, dayandığı rejim biçimine bakılmaksızın, meşru bir hükümet
sayılır. Gerçi 'tarihi tecrübe, halifelik düzeninin en ideal rejim biçimi
olduğunu kanıtladı. Çünkü bu düzen, yüce Allah'ın şeriatını en eksiksiz
biçimde uygulamaya imkân veren bir rejim biçimidir.
Fakat
müslümanların zirve dönemde ortaya koyup uyguladıkları siyasî rejim biçiminin
en adil ve uygun rejim olduğu kuşkusuzdur. Çünkü bu rejim, belirli bir aile ile
sınırlanmamakta, bunun tersine müslümanlara daha uygun gördükleri kimseyi iktidara
getirmek bakımından daha geniş bir imkan tanımaktadır.
Fakat
durum ne olursa olsun ve ilk anda ne kadar sürpriz olarak karşılanmış olursa
olsun, müslüman halk, bu rejim biçimi değişikliğini kabul etti. Şu gerekçe ile
ki, yeni rejim biçiminin sağladığı . siyasî istikrar, daha adil ve ilkelere
daha uygun olmakla birlikte bölünmeye ve çatışmaya yolaçmış olan eski rejim
biçiminden pratikte daha yararlı idi.
Sözlerimizin
burası bu nokta üzerinde ayrıntılı açıklamalar yapmanın yeri değildir. Çünkü
daha önce dediğimiz gibi Emevilerin bu tasarrufu, islâm'ın herhangi bir
nassına açıktan açığa ters düşmüyordu. Fakat sebepleri o günkü islâm toplumunun
yapısından kaynaklanan bu değişikliğin tarihî bir "dönüm noktası"
oluşturduğunu vurgulamak isteriz.
Bilindiği
gibi islâmiyet, kısa bir zamanda, az sayıdaki yıllar içinde o günkü dünyanın
geniş bir kesimine yayılmıştı. Akın akın İslama girmiş olan bu büyük kalabalıklar Peygamber Efendimizin —sa-lât ve selâm üzerine
olsun— dizleri dibinde yetişen sahabilerinki gibi bir islâm eğitiminden
geçmemişlerdi. Bundan dolayı özellikle siyasî gidişatın ve genel olarak diğer
bütün sosyal hayatın ilk dönemdeki yüksek düzeyini koruyup sürdürmesi beklenemezdi.
Çünkü
siyasî gidişatın yüksek düzeyde kalması
Gerçi
halifelik döneminin süresi bu kuralları
kökleştirip gelenek niteliğine dönüştürmeye yeterli idi. Fakat yüce Allah'ın
(c.c.) takdiri ile islâm ümmeti, tarihinin çok erken bir döneminde başta
ya-hudiler olmak üzere diğer iç düşmanlarının kışkırtmaları ile Hz. Osman'ın
öldürülmesi ve ondan bir süre sonra da
Hz. Ali ile Muaviye arasında savaş Çıkmasına yolaçan iktidar kavgası fitneleri
ile kar-Şi karşıya kaldı. Bu kuralların kökleşip gelenekleşmesini engelleyen
bir başka sebep de tavandaki ayılık ve çatışma eğiliminin tabana doğru
yayılarak Dişlemesinden kaygıya düşen sahabilerin söz konusu iktidar kavgasına karışmak istememeleri ve Ali'nin
öldürülmesinden sonra da toplumun iç ikrara kavuşması ve içine sürüklendiği
kargaşadan sarılabilmesi umudu ile Emeviler tarafından girişilen ve dediğimiz
gibi islâmiyetin herhangi bir ilkesine açıkça ters düşmeyen rejim
biçimi değişik ligini sessizce onaylamaları oldu.
Durum
ne olursa olsun o günkü islâm toplumunun hayatında, şu iki gelişme çırılçıplak
bir biçimde ortaya çıktı. Bu iki gelişme her ne kadar işin başında o günün
siyasî şartlanna paralel, tabiî tezahürler olarak ortaya çıktılar ise de geçen zaman
içinde bu ümmetin hayatında son derece derin izler meydana getiren
gelişmeler oldular.
Bu
gelişmelerden birincisi seçime dayalı halife, lik düzeni yerine babadan oğula
geçen krallık düzeninin geçmesi idi. İkinci gelişme de ümmet bütününün yavaş
yavaş yöneticileri denetleme görevinden sıyrılarak adım adım kendi ferdi
hayatına kapanması oldu.
Dediğimiz
gibi, bu gelişmelerden ilki, herhangi bir islâm nassına açıktan açığa ters
düşmüyordu. Ayrıca eğer ümmet bütünü, yöneticileri denetleme fonksiyonunu ve
yüce Allah (c.c.) ile Peygamberimizin —salât ve selâm üzerine olsun—
emrettikleri gibi iyiliği emredip kötülükten alıkoyma görevlerini devam
ettirmiş olsalar da bu değişiklik ,ne siyasî alanda ve ne de genel olarak
islâm toplumunun hayatında hiç bir zarar meydana getirmeyecekti. Çünkü
dediğimiz gibi önemli olan, yüce Allah'ın şeriatının yürürlükte tutulması idi,
yoksa yüce Allah'ın şeriatını yürütecek rejimin biçimi o kadar önemli değildi.
Nitekim yüce Allah (c.c.) ile Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyorlar:
"Erkek-kadın bütün mü'minler biribirlerinin dostları ve
yandaşlarıdırlar. Onlar aralarında iyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar,
namazı kılarlar, zekâtı verirler ve Allah ile Peygambere itaat eder-ler." (Tevbe/71)
"Nefsimi
kudret elinde tutan Allah adına yemin ederek söylüyorum ki, yöneticileriniz
hakka uydukları için onları pvmeli, buna karşılık hakka ters düştükleri
takdirde onları kınamalısınız." (Ebu Da-vud, Tirmizi).
Fakat
Emevi dönemi ile birlikte müslümanların hayatında beliren asıl yoğun tehlike bu
iki gelişmenin bir arada meydana gelmesinden, yani Peygamber
Efendimizin —salât ve selâm üzerine olsun— deyimi ile "Ahud (iktidar
düşkünü)" krallar ile ümmet bütününün yöneticileri denetleme görevini
ihmal etmesi realitesinin yanyana gelmesinden doğmuştur. Ümmet bütününün
siyasî alanda iyiliği emrederek kötülükten alıkoyma görevinden geri durmasının
bir kısım sebebi, belki de sahabilerin halifeler dönemindeki kargaşa sırasında
takınmış oldukları tarafsız tutumun yanlış yorumlanmasından kaynaklanmıştı.
Oysa sahabilerin söz konusu tutumu normaldi ve Ayrıca onların karşısında bulundukları
şartlara hiç benzemeyen şartlar ortasında körükö-rüne uyulması gereken bir
örnek oluşturmuyordu.
Sebebine
gelince sahabilerin sözkonusu tarafsız tutumu takınmalarının gerekçesi
tavandaki çatışma ve bölünmenin tabana yayılmasından, yani bozgunculuğa
yolaçmaktan çekinmeleri idi. Oysa ümmet bütününün başlarına geçen krallar
karşısında takındıkları tutum sözkonusu olunca bu konudaki bozgunculuk ve fe
Fakat
bu geri durmanın en büyük ve tümü ile sorumluluğu Emevilere ait olan, sebebi,
bu sülâle-nın siyasî muhaliflerine karşı uyguladığı baskı politikası
idi. Bu baskı politikası, halkı, kendisini ilgilendiren konularda muhalefet
sesini yükseltmekten yıldırarak alıkoymuş ve raşit halifeler döneminde
yürürlükte tutulan bu konudaki kuralları, henüz kökleşip sağlamlaşarak yönetilenler
ile yönetenler tarafından ayni düzeyde benimsenmiş gelenekler haline gelemeden
ortadan kaldırmıştır.
Emevilerin
benimsemiş oldukları bu baskı politikasını haklı göstermek için sığındıkları
mazeretler ne olursa olsun, bu tutum zamanla genişleyerek büyüyen ve toplumu
günden güne raşit halifelerin gitmiş oldukları yoldan daha da uzaklaştıran
tehlikeli bir sapmanın başlangıcı olmuştur.
Emeviler
tarafından islâm ümmetinin hayatında başlatılan bir üçüncü sapma akımı, devlet
hazinesinin raşit halifeler dönemindeki titiz geleneklere ters düşecek biçimde
kötü kullanımıdır.
Düşünelim
ki, Hz. Ömer halife olunca ailesinin geçimini sağlamak üzere hazneden kendisine
küçük bir maaş bağlanır. Fakat eşi bu küçük maaşın gündelik dilimlerinden
yaptığı kısıntılarla hafta sonunda yağlı çörek yapabildiği bir birikim yapar.
Bunun üzerine Hz. Ömer eşine, "Madem ki, bunu biriktirebildin demek ki,
zarurî ihtiyacından fazladır, o halde onu hazineye geri ver," diyerek
arttın-lan yağlı çörek parasını geri verdirir.
Bu
tutum, islâmiyetin Hz. Ömer'in kalbine yerleştirdiği bu konudaki hassasiyetten
kaynaklanıyordu. Çünkü müslümanların bir tek kuruşunu bile hakkı olmaksızın
zimmetine geçirmekten, yanlış yere harcamaktan korkuyordu. Bu hassasiyet
islâmiyet tarafından o ilk kuşak müslümanların kalblerine işlenmiş şaşırtıcı
meziyetlerin bir örneği idi. Fakat yüce Allah tarafından herkese farz kılınmış
bir tutum değil, soylu bir titizlik, övülesi bir nafile idi.
Yüce Allah, onlara faziletlerin yüce düzeylerine tırmanmayı sevdirmiş, onlar da
bu alanlarda en yüce ufuklara yükselmişlerdi.
Sadece
bir avuç seçkinin erişebileceği bu zirve düzeyinden, yüce Allah'ın (c.c.)
insanlara farz kıldığı düzeye inmek ne garip görülecek ve ne de kınanacak bir
durumdur. Tersine eğer tam benimsenir ve daha aşağısına düşülmez ise övülmesi
gerekir. Çünkü bu farz düzeyi, yüce Allah'ın (c.c.) genel olarak insanlar
tarafından ancak tutturulabileceğini bildiği ortalama düzeydir. Bunun ötesinde
daha yükseklere çıkmak isteyenlere Allah katında iyiliklerde titizlik gösterenlerin
(muhsinlerin) mükâfatı verilecektir.
Fakat
bu alanda Emevilerin elleri ile meydana getirilen sapma,
"Sadakalar
(zekât gelirleri)
Yüce
Allah böyle buyurduğu halde Emeviler devlet hazinesinin imkânlarını kötüye
kullanarak rejimleri, iktidarları ve şahıslan lehine kazanmak istedikleri bazı
hatırlı kimselere kamu fonundan hediye ve bağışlar sunmuşlardır.
Bu
uygulamayı haklı gösterebilme gayreti ile söylenebilecek en toleranslı söz,
onlann bu uygulamayı yanlış bir yoruma dayandırarak islâm devletini
kendilerinin temsil ettikleri gerçeğinden hareketle, kendi iktidarlarının
sağlamlaştınlmasını is-lâmiyetin pekiştirilmesi anlamına almaları ve bunun
sonucu olarak kendilerine sempati kazandıracak olan harcamaları, islâm adına 'sempati
kazandırma kapsamı içinde görmüş olabilecekleridir.
Fakat
eğer onlann bu düşünce ile hareket ettikleri varsayılsa bile bu yorum
zorlamalı ve islâm'ın amacına uzak bir yorumdur. Neden derseniz, kalpleri
kazanılmak istenen bazı kimselere verilen zekât payı, o kimselerin herhangi bir
hükümdarın sempatizanlan arasına katılmalarını sağlamak için değil, yüce
Allah'ın dinine girmelerini sağlamak amacı ile verilir.
Eğer
Emevilerin para karşılığında rejimlerine ve iktidarlarına sempati sağlamaları,
bu yolla muhaliflerinin gönüllerini almaları caiz ve sakıncasız sayılsa bile
bu harcamaları şahsî servetlerinden yapmaları gerekirdi. Çünkü istedikleri
rejim muhalifini para ile satınalmalanna imkân verecek kadar bol şahsî servetleri
vardı. Fakat kendilerine sempati kazandırmak amacı ile başkalarının hakkı olan
fonları kullanmaları, islâm geleneği ile bağdaşmaz bir uygulama oldu. Üstelik
bu uygulama, kendinden sonra gelenler tarafından da benimsenen, hatta zaman
geçtikçe gerek hacim ve gerek amaç bakımından daha çok kötüye kullanılan fena
bir örnek oluşturdu.
Bir
dördüncü mesele var ki, belki de Emevi-ler'e göre sapına değildi. Belki de o
günün hiç bir müslümam sözkonusu uygulamaya karşı çıkmayı
düşünmedi.
Sözünü etmek istediğimiz uygulama, özellikle eski İran kaynaklı müslümanlara
karşı devleti "Araplaştırma" gayreti idi. Bu deyimle eski İran
kaynaklı müslümanları devlet görevlerinden uzak tutma ve sürekli bir baskı ile
onlara Arap olmadıklarını hissettirme eğilimini kastediyoruz.
Belki
de Emeviler bu tutumlarını son derece haklı görüyorlardı. Neden derseniz, çünkü
eski İranlılar öteden beri Arapları küçümserler, hor görürlerdi. Bu duygunun
kaynağı onlann köklü ve heybetli bir imparatorluğun sahibi olmalarına karşılık
Arapların bütün maddî "uhgarlık" kriterleri açısından geri kalmış
bir takım "baldırıçıplaklar topluluğu" sayılmaları idi.
Fakat
islâmiyetin gelişi ile bütün bu ölçüler ve değer yargıları değişti, hatta
tersyüz oldu. Bu kriter değişikliğinin sonucu olarak Rebii b. Amir adlı
sahabi, imanının verdiği başdikliliği ile yoluna serilen halıları eşeğinin
ayaklanna çiğneterek ve mağrur Sasanî iler igelenlerine, bir mü'minin cahiliye
uygarlığı mensuplanna bakacağı gözlerle bakarak Kisra'nın sarayına vanyor ve bu
kendini beğenmiş devletlileri, kendini üstün ve onlan hor gören onurlu bir
çağrı üslubu ile islâmiyeti kabul etmeye davet ediyordu.
Bir
süre sonra "akşamdan sabaha" denecek kadar kısa bir zamanda değişerek
"İnsanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet" haline gelen o
baldın çıplak Araplar ile korkunç bir savaş gücünün, büyük ordulann, köklü
toplumsal kültürün ve bunca yüzyıllık siyasî nüfuzun sahibi olan eski
İranlılar arasında çetin ve korkunç bir savaş meydana geldi. Bu amansız savaşta
saydığımız bütün bu üstünlük faktörleri, bir avuç mü'minin elinde harekete
geçen hak ve iman gücü karşısında dayanamadı. Ca-hiliye imparatorluğunun
kaleleri bir bir çökerek yerle bir oldu ve bu küfür kaleleri yerine
"Lâilâheillellah Muhammedün Resulûllah" temeli üzerine yükselen yeni
ve değişik bir yapı kuruldu.
Eski
İranlılar, Arapların eli ile hiç beklemedikleri bir savaş bozgununa uğradıktan
ve tarihe kök salan uzun saltanatları yokoluverdikten sonra, Allah'ın dinine
girdiler. O uzun saltanatları ki onun asırlara dayanan derin kökleri hak karşısında
giriştikleri savaşta hiç bir işe yaramamış ve göz yumup-açasıya çöküvermişti.
Eski
İranlılar bu şekilde islâmiyeti kabul ettiler, ama bu bozgunu tadan ilk
kuşaklarının kalble-rinde imparatorluklarım dağıtan Araplara karşı kin
taşıyorlardı. Düşünelim ki, eğer eski İranlılar amansız ve denk rakipleri olan
Bizanslılar karşısında ye-nilgiye uğramış olsalardı, bunların biribirinden ağır
bir darbe yemeleri o kadar önemli olmazdı. Çünkü yenilen taraf, ilerdeki bir
kapışmada rakibini yenerek öcünü alacağını düşünerek kendini avutabilir di!
Fakat Araplara karşı bozguna uğramak ve sanki hiç bir zaman varolmamışçasına
sahip oldukları her şeyin avuçları içinden kayıp gitmesi, çeşitli zaferlerin
gururu ile acı bir hayal kırıklığının zilletini birlikte yaşamış olan bu ilk
kuşak İranlıların kolayca yutabilecekleri bir lokma değildi.
Bundan
dolayı belki de Emeviler iktidara gelince içlerinden "Bu adamlan baskı
altında tutmalı ki, bir daha başlarını kaldıramasınlar" diye düşünmüşlerdir
de bu gerekçe ile eski İranlılardan gelebilecek sızma girişimlerine karşı
bütün yolları sımsıkı kapatma anlamında "Devletin Araplığı" ilkesinde
titiz davrandılar.
Tarihin
bu dürülmüş sayfalarını kurcaladığımız şu anda bu konuda kesin bir hüküm
veremeyiz. Acaba Emevilerin bu politikasının arkasında kindarların devlet
kademelerine sızmalarını önlemek isteyen samimi ve katıksız bir islâm koruyuculuğu
mu, yoksa bu endişeye karışmış bir "Arapçılık" mı vardı? "Arapçılık"
derken doğaldır ki, günümüzde görülen dinden soyutlanmış karanlık amaçlı
"Arap milliyetçiliği"ni değil, "Bu ilâhî misyonun taşıyıcıları
Araplardır, buna göre islâmiyetin yoklaştırmasız olarak korunabilmesi için
iktidar dizginlerinin Araplarında olması gerekir" biçiminde özetlenebilecek
olan İslama bağlı bir "Arapçılıktan sözediyoruz.
Durum
ne olursa olsun, eski İranlılar, Emevilerin elinde hakkın uygulandığı yargısına
varamadılar. Çünkü yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Eğer
onlar (müşrikler) tevbe ederek namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse artık
sizin din kardeşleriniz-dirler." (Tevbe/11)
Eski
İranlıların savaştan yenik çıkmış ilk kuşağının yüreklerinde kin ve nefret
bulunsa bile, bana öyle geliyor ki, eğer daha sonraki kuşaklar gerçek bir
islâm ruhu ile, kendilerine cömertçe sunulan bir "islâm kardeşliği"
ruhu ile karsılaşsalardı, babalarının yüreklerini etkileyen kinden sıyrılarak
Allah'ın dinine samimiyetle sarılırlar, sözkonusu kin Birasını koruyarak iç
kargaşalık peşine düşmezlerdi.
Çünkü
tarihte "halkalar" diye anılan kitlelerin gerçekleştirdikleri
"Abbasi Darbesi" bu nitelikte idi. Gerçi bu darbenin başlangıç
.döneminde kısa bir Süre için Araplar —en azından görünüşte— iktidarda
kaldılar ise de Abbasi darbesi, aslında eski İranlılardan kaynaklanan bir
devrimdi. Nitekim bu kısa süreli başlangıç döneminin arkasında ya. İbni
Mu-kafa'nın yaptıklarında görüldüğü gibi devlet içinde ırkçı zehirlerini
yaymaya girişmişler ya da Bişar ile Ebu Nuvasin yaptıkları gibi islâm toplumunun
yapısına fasıklık ve yoklaşma tohumları ekmeye koyulmuşlardı.
Kısacası
sözkonusu "Fars ırkçılığı" iyi niyete ve sırf islâmı koruma arzusuna
dayansa bile Emevi-lerin, eski İranlılara karşı uyguladıkları bu baskı politikasına
tepki olarak meydana çıkmıştı.
Abbasiler Dönemi
Arkasından
"Abbasiler" iktidar oldu.
Doğaldır
ki, onlar raşit halifeler dönemini geri getirmek için iktidara gelmemişlerdi!
Tersine
Emeviler tarafından açılan "sapma" çığrını devam ettirerek zamanla,
bu sapmayı daha ileri boyutlara vardırmak için iktidar oldular. Çünkü değişmez
bir ilâhî gelenek gereğidir ki, ümmet bütünü, iyiliği emredip kötülükten
sakındırma görevinden geri durunca, yöneticileri ısrarlı bir biçimde hakka döndürme
rolünü oynamaktan vazgeçince yozlaşma kaçınılmaz olur.
Her
şeye rağmen Emeviler dönemindeki sapmanın boyutları sınırlı kalmıştı. Gerçi
tarih sıralaması bakımından yanıbaşında yeraldığı zirve dönemi ile —yanyana
getirildiği her dönemi gölgeli ve kusurlu gösterecek derecede parlak olan o
yüce dönemle— karşılaştırıldığı zaman gösterdiği sapmalar somut ve iri görülüyordu.
Bununla
birlikte yönetici kadroyu bir yana bırakacak olursak ümmet bütünü inancına
Kısacası
islâm ruhu, ümmet bütünü arasında yayılmaya ve etkin olmaya devam etmişti.
Gerçi devlet adamlarında görülen bazı sapmalar, bazı islâm ilkelerinin yüzüne
perde örtmüş ve bu yüzden o eşsiz sahabiler zamanında uygulanan ilâhî adalet,
artık uygulanamaz olmuş ve bunun yanında yine o ilk kuşağın günlerinde olduğu
gibi ümmetin yöneticilerini denetleme titizliği artık görülmez olmuştu. Oysa o
örnek kuşağın yöneticileri, daha halk kendilerini denetlemeden zaten kendi
kendilerini denetliyorlardı!
Ayrıca
bu dönemde islâm ordusunun fetihleri genişledi. Öyle ki, bir yandan müslümanlar
o zamanki Bizans başkenti Konstantiniyye'nin (şimdiki İstanbul'un) kapısını
çalarken egemenlik alanlarının sınırlarını doğuda Hindistan'a ve batıda kuzey
Afrika'ya kadar uzattılar. Böylece islâm devleti düşmanlarını korkutacak ve
kendisi ile ilgili binbir hesap yapmaya mecbur edecek derecede güçlendi.
Toplumsal
plânda hayır şerre ve iyilik kötülüğe üstün geldi, bunun sonucu olarak
yöneticilerin zulümleri ve sapmaları, kendi dar çevrelerinde mahpus kaldı. Buna karşılık toplum çoğunluğu
islâm nimeti ile huzurla, güvenle ve istikrarla beslenir oldu. Bunun sonucu
olarak daha önce söylediğimiz gibi islâmî bilim ve uygarlık hareketleri doğdu.
Abbasiler
dönemine gelince bu devirde Emevi-kr tarafından başlatılan sapmalar,
etkinliklerini daha da arttırarak devam ettikleri gibi bunlara yeni tip başka
sapmalar eklendi.
Meselâ
babadan oğula geçme esasına dayalı, muhteris (adud) krallık sistemi, ana
çizgiden sapma açısını daha genişleterek devam etti. Sebebine gelince
Emevilerin, iktidarlarını kökleştirip pekiştirmek amacı ile aralarındaki en
yetenekli ve en güçlü olanı hükümdarlığa getirme titizlikleri yanında
Abbasiler bu işi katıksız bir veraset ilkesine bağladılar. Yani on ya da on
iki yaşlannda bir çocuk bile olsa sırası gelen veliahd, hükümdar oluyordu.
Bu
uygulama, İslâm'ın siyaset alanına düşürdüğü gölgeler yanında bizzat rejimi de
zayıflatmıştı. Ayrıca gerek hükümdar ve gerekse veliaht olma uğruna girişilen
amansız yarışta tüyleri ürperten korkunç entrikalar yaşandı. Bunlar yanında
otorite erozyonuna uğrayarak zayıf düşen hükümdarlar, başta Türkler olmak üzere
kendi dışlarında kalan unsurların desteğine başvurmak zorunda kaldılar. Bundan,
sözkonusu unsurların devlet mekanizmasının bazı kilit noktalarım ele
geçirmeleri ve mutlak anlamda islâmî siyasetin değerlerini bozmaları sonucu
doğdu.
Emeviler
tarafından rejim muhaliflerini baskı altında tutma politikası da Abbasiler
tarafından baskı dozu arttırılarak devam ettirildi ve bir müs-lüman tarafından
yapılması düşünülemeyecek derecede iğrenç kıyımların sahnelenmesine dönüştü.
Yine
Emeviler tarafından çığrı açılan islâm hazinesinin (Beytülmal'in) kötü
kullanımı eğilimi, Abbasiler zamanında hazinenin zekât, haraç ve diğer gelir
kaynaklarının artmasına paralel olarak tasavvur edilemeyecek boyutlara ulaştı.
Buna bir örnek vermek gerekirse Emeviler, siyasî muhaliflerini susturmak,
onları kendilerine yaklaştırmak ve saflarına katılması ile iktidarlarının
güçleneceğine inandıkları nüfuzlu kimselerin sempatisini satın almak gibi
amaçlarla hazine bağışları dağıtırken, Abbasi "halifelerinden biri
huzuruna gelerek hakkında övücü bir kaside okuyan bir "Medhiye Şairi
"ne müs-lümanların hazinesinden yüz bin sarılıra verilmesi hususunda hiç
bir vicdan burukluğu duymadan emir verebilmişti. Oysa Peygamberimiz (s.a.v.)
sözkonusu şairin benzerleri hakkında şöyle buyurmuştu:
"Sizi aşırı sözlerle övenleri gördüğünüzde yüzlerine
toprak
saçınız." (Müslim)
Bu
arada bir zamanlar Hz. Osman'ın, kendisinden önceki iki halifenin bazı
uygulamalarına hafif biçimde ters düşen bazı yorumlarına karşı başkal-dırmış
olan müslüman "halk yığınları" devlet hazinesi ile ilgili bu somut
yolsuzlukları görüp durdukları halde, sanki bu iş kendileriAi hiç
ilgilendirmezmiş gibi, kıllarını bile kıpırdatmıyorlardı.
Bu
saydıklarımız Emeviler tarafından başlatılan ve Abbasiler döneminde hızları
arttırılarak ve boyutları genişletilerek devam ettirilen sapmalardır. Ayrıca
bunlara bu dönemde, yeni bir takım faktörlerin etkisi ile daha başka sapmalar
eklendi. Bu sapmalar sonunda bizzat Abbasi iktidarının başını yedikleri
gibi, izlerini —hiç değilse bazı izlerini— günümüze kadar islâm ümmeti
organizması üzerinde devam etirmişlerdir. islâm organizması yaşadığımız günlerde
bile, sözkonusu yaralarını iyilestirerek onu, yeniden sağlığına kavuşturacak
şefkatli ve uzman ellerin himmetini beklemektedir.
Ayrılıkçı Akımlar
Bu
tehlikeli sapmaların başında "Ayrılıkçı Akımlar" fitnesinin sahneye
çıkması gelir.
Gerçi
daha önce Emeviler döneminde "Hariciler Akımı" ve arkasından bu
mezhebe tepki olarak "Murcie" akımı ortaya çıkmıştı, ama bu akımların
her ikisi de Hz. Osman'ın öldürülmesi ile Hz. Ali ve Muaviye arasında kopan
savaştan kaynaklanmıştı. Buna karşılık Abbasiler döneminde ayrılıkçı akımlar,
yerden mantar biter gibi bir hızla ortaya çıkıp yayılmaya koyuldukları gibi,
sırf iç faktörlerden değil, artık dış faktörlerden de kaynaklanır olmaya
başlamışlardı.
Abbasiler
döneminde islâm bilimi hareketi, parlak bir gelişme devresi yaşadı. Buna
paralel olarak eski ve Yunancadan ve latinceden yapılan tercümelerde gayet
canlı bir aşamaya girdi. Bu yoldan müslümanlar fiilen, ihtiyaç duydukları bir
çok şeyler kazandılar. Fakat diğer bilim dalları gibi eski Yunan felsefesini
de faydalı bir nesne sanarak Arapçaya çevirmekle büyük bir yanılgıya düştüler.
Bu girişim, telâfisiz zararlarını göstermekte gecikmedi.
Zira
bu felsefe, içerdiği kimi parıltılara ve gerçek kırıntılarına rağmen aslında
bir cahiliye düşüncesi idi. Bu niteliği ile islâm ile senteze sokulmaya asla
lâyık değildi. O islâm ki, aydınlığı özünden kaynaklanan, başlıca iki kaynağı
Kur'an ile Peygamberimizin —salât ve selâm üzerine olsun— sünneti olan ve
eşsiz ilk islâm kuşağı eli ile parlamaya, ışık saçmaya başlayarak orijinal
kimliğini koruma başarısını göstermişti.
Bu
felsefenin içerdiği en zararlı unsur, her şeyi hayat ve hareketten yoksun,
kuru ve soyut bir düşünceye indirgeyen akılcılığı, rasyonalizmedir. Aklı her
konuda son başvurulacak hakem kabul ederek onun rolünü alabildiğine abartan
sakat yaklaşımı da işin cabası.[2]
Bu
yaklaşım Hristiyanlığa uyarlanarak orada "lahut" adı verilen bir
kavramın oluşumuna yolaçtı. Bu kavram, kilisenin Teslis (üçleme), sözde Allah'ın
oğlu, ebedî günah, çarmıha gerilme ve isa'nın kendini feda etmesi gibi inanç
saçmalıkları ile eski Yunan felsefesi arasında uyum sağlama girişimi olarak
ortaya çıkmıştı.
Demek
oluyor ki, hristiyanlar rasyonalizmi, akılcılığı sözkonusu akılla bağdaşmaz
saçma inanç ilkelerine en j ekte etme girişimleri ile belki desteğini
sağlarlar diye eski Yunan felsefesine sığındılar ve bu girişimden elleri boş ve
başarısız çıktılar. Çünkü yeni geliştirdikleri "Lahut" kavramı da
kilisenin "kutsal" kurullarının kararlarının taşıdığı saçmalıkları
oldukları gibi korumuş oldu. Oysa müslümanla-rm böyle bir girişime ihtiyaçlan
yoktu. Çünkü onlar saf kaynaklardan beslenen, özü ile bağdaşmayacak herhangi
bir yabancı kaynağın yardımına ihtiyacı olmayan saf bir nurun taşıyıcıları
idiler.
Fakat
bir yandan bu felsefe fitnesi, öbür yandan da Abbasi halifelerinin islâmî
konularda islâm bilginleri ile yahudî ve hristiyan bilginleri arasında
münazaralar düzenleme girişimleri o dönemin aydınlarını bu tartışmalarda destek
sağlamak amacı ile eski Yunan felsefesine yöneltti. Öyle ki, bu eğilim o
yüzyılın düşünce "modası" haline geldi.
Eski
Yunan felsefesi ile akılcılığın zararlı etkisi ile islâm düşüncesi alanında
bir çok "akımlar" ve "yanılgılar" ortaya çıktı.
Müslüman
halk, eski Yunan felsefesinin islâm düşüncesini istilâ etmesinin bir örneği
olarak "Mutezile" akımım hatırlar. Bu akım aklı, vahyin kriteri ve
inanç sistemi dahil, her konuda en son başvurulacak merci haline getirdi.
Fakat
eski Yunan akılcılığının etkisi altına girerek bu nedenle doğru islâm
inancından sapanlar
Bu
soyut tasarımların islâm inancına katkı sağlaması surda kalsın, bunlar bu
inanç sistemini, saf bir düşünce, canlı bir vicdan ve yüce Allah'ın (c.c.)
rızasını amaçlayan pratik bir davranış bütünü olma niteliğinden çıkararak eğer
imanla çelişen şüpheler ve kuşkular uyandırmasa bile imanı pekistirici hiç bir
rolü olmayan, vicdanı hareketlendirmeyen ve pratik davranışlara
ulaştırmayan, bir takım soyut ve kuru zihni kalıplara dönüştürdü. Çünkü akılcılık,
yapısının doğal gereği olarak insan zihninde başlayıp yine insan zihninde biter.
Amacının gerçekleşmesini zihnin harcadığı bu çaba ile sınırlı görür. Bu kapalı
dairenin çeperini zorlayarak vicdan ve davranış yolu ile canlı gerçek alanına
çıkmaya girişmez.
Maalesef
böylece sözkonusu eski Yunan düşünce mirası, üzerine "islâm" elbisesi
giydirilerek, "islâm inanç sistemi" ya da "Bilimsel araştırmaya
da^ yalı islâm inancı" adı altında islâm dünyasına aktarıldı. Sanki
Peygamberimizin (s.a.v.) sahabileri bu inancın sahipleri, onu en iyi ve özüne
en yakın bir şekilde kavramış kimseler değildi. Acaba onlar bu tür kuru ve
çürük zihin egzersizlerine muhtaç olmuşlar mıydı? Şunu üzerine basa basa vurgulayalım
ki, günümüz islâm dünyasının bütün öğretim kurumlarında öğrenci ve
araştırmacılara islâm inanç sistemi, uydurma islâm kılığına büründürülmüş hâlâ
bu eski Yunan düşünce mirası aracılığı ile sunulmaktadır.
Bütün
bunlar yanında özellikle Abbasiler döneminde yayılma eğilimi gösteren bir
diğer ayrılıkçı akım "Batıniye mezhebi"dir. Bu akım, o günün islâm
dünyasında derinlemesine kök saldı, hatta bazı devletler ya da devletçikler
oluşturdu ve bir kaç yüzyıl boyunca müslümanlan kendisine savaş verip onu kovalamakla
uğraştırdı. Bu akım genel anlamda islâm aleminde yuvalanan yahudiler ile gizli
biçimde ilişkili idi. Bu adamlar müslüman gibi görünerek aslında islâmiyeti
yıkmaya çalışıyor, her girişimlerinde halkın zihinlerine kendi inançlarından
bir şey aşılıyorlardı.
Ayrılıkçı
akımların cinayetleri sırf bunlar değildi. Söylediğimiz gibi yabancı
katkılarla oluşturulan soyut zihin egzersizleri sırf
"aydınlar"a özgü bir uğraş olarak kalmıştı. Bu kimseler eski Yunan
felsefesinin ayartmalarına kapılarak, tıpkı daha önce hristiyanların
yaptıkları gibi, bir "İslâm Lahut"u üretmişlerdi.
Fakat
"Murcie" akımı, bütün fraksiyon ve renkleri ile, geçen zaman içinde
islâm inancı ile islâm sosyal hayatında islâm inanç sistemi ile ilgili bilimsel
araştırmalara sokuşturulan felsefî karmaşaların tümünden daha büyük bir tehlike
olmuştur.
Bu
akımın imanın
Gerçi
Tevhid inancı ile ilgili bu tehlikeli sapma, o günün islâmî hayatında pratik
bir etki göstermedi. Çünkü islâmiyetin pratik hayata saldığı yüksek voltajlı
canlılık akımı, bu inanca uygun pratik "eylemler davranışlar"
biçiminde hâlâ titreşimlerini yaymaya devam ediyordu. Fakat bu tehlikeli sapmanın
etkisi ile yavaş yavaş ve her türlü yükümlülükten sıyrılmaya eğilimli insan
yaratılışına paralel olarak bu dinin gereklerine uygun amel işleme konusunda
sürekli bir umursamazlık tutumu yüz gösterdi. İmanın özünün kalblerde yer
etmiş olması ile yetinilmeye kalkışıldı. İnsanın "Lâilâheillellah"
şahadet cümleciğini kalbi ile doğrulayıp dili ile onaylaması yeterli sayılmaya
başladı. Bu gerçek, kalbde yer tuttuğu sürece istenen imanın "tamam" olacağı ve bu imana hiç bir şeyin zarar veremeyeceği sanısı yaygınlık kazandı.
Yüce
Allah'ın (c.c.) şeriatı ve hayat metodu ile yönetilen belirli bir sosyal hayat
"pratiği" meydana getirmek amacı ile indirilen bu dinde; ameli, uygulamayı
imanın kapsamı dışına çıkarmak sırf düşünce olarak şaşırtıcı bir yanılgıdır.
Ayrıca bu görüşün islâm tarihinin itibarlı "bilginler"inden çıkması
bu yaraya tuz-biber ekmiştir.
Acaba
yüce Allah (c.c.) dinini bunun için mi indirmiş, Peygamberimizi bunun için mi
göndermiştir? Yani insanlar sırf kalbleri ile doğrulayıp dilleri ile
onaylasınlar da pratik hayatın akışını ne kalbi ile doğrulayan ve ne de dili
ile onaylayan cajıiliye uygulamalarının denetimine bıraksınlar diye mi bu din
geldi?
Peki
o zaman müslümanlar bozuk inançları, insanları yüce Allah'tan başkasına
taptıran geriletici rejimleri, her cahiliye düzeninde insan ve cin kılıklı
şeytanlarca uydurulan dengesiz davranış biçimleri ile batılı ortadan kaldırarak
ve bunun yerine doğru inanç sistemi, yüce Allah'ın hükmü üzerine kurulmuş
sağlıklı rejimi ve "Lâilâheillellah" ahlâkından türetilen davranış tarzları
ile ilâhî bir düzen kurarak amacını gerçekleştirebilecek olan olumlu, elle
tutulur ve gözle görülür bir "amel (eylem, çaba)" olmaksızın şu
cahiliye ürünü sosyal pratiği nasıl değiştirebilecekler?
Bu
ilâhî düzeni kurdular diyelim. Sonra onu sürekli cahiliye saldırılarına, bu
düzeni çökertip yerine tağutlann, zorbaların egemenliğini oturtmayı amaçlayan
ısrarlı girişimlerine ve bu amaca ulaştı-ncı araçlar olarak kullanacakları
silâhlı saldırı, batıl inançlar ve düşünceler saldırısı, yüce Allah'ın
indirdiği ilkelere göre hükmetmeyen rejimler saldırısı ve şeytanın
yardakçıları tarafından uydurulmuş davranış tarzları saldırısı gibi saldın türlerine
karşı nasıl koruyabilecekler?
Bütün
bunlar sırf kalb doğrulaması ve dil onaylaması ile olabilir mi? Aman Allah'ım!
İslama yamanmak istenen ne gülünç bir yanılgı! Peki, acaba böyle bir yaklaşım
yüce Allah'ın (c.c.) şu buyruğu ile nasıl bağdaşabilir?
"İş
ne sizin kuruntunuza ve ne de kitap ehlinin kuruntularına göre olmaz.
Kötülük işleyen cezasını çeker ve kendisine Allah'dan başka ne dost ve ne de
. destekçi bulamaz.
Erkek
veya kadın her kim inanarak iyi işlerderı bir iş yaparsa işte öyle
kimseler cennete girerler
ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar." (Nisa/123-124) Daha
doğrusu, bu yaklaşım insanı doğru inanca ve
bu doğru inanç gereğince amel etmeye
yönelten, baştan sona kadarki bütün Kuran direktifleri ile nasıl bağdaşabilir?
O
zaman sahabiler ile onlann izinden titizlikle giden seçkin müslümanların bu
dini, hayat pratiğine uygulamak hususundaki amansız "çaba"lan
ner-den çıkıyor? "Murcie" akımına göre bu çabalar iman kapsamı
dışında kalmaz mı? Öyle ya, bunların tümü kalb ve organ eylemleri değil mi?
Acaba onlar bu çabaları, yüce Allah tarafından yükümlü tutulmadıkları gönüllü
bir fazlalık, bir nafile olarak mı gösterdiler, yoksa bu çaba bu dinin özünü
oluşturduğu, bunsuz ne yeryüzünde ve ne de Allah katında varolması
düşünülemeyeceği için mi bu ısrarlı gayretleri göstermişlerdir?
Meseleye
bir insan yaratılışı ve Allah yapısı insan psikolojisinin tezahürleri
açısından bakalım.
Acaba
sağlıklı bir insan vicdanında herhangi bir şeye karşı iman olsun da sonra bu
vicdanı taşıyan insanın pratik hayatında bu imanın varlığını kanıtlayan hiç
bir iz bulunmasın, bu mümkün müdür? Yalnız sözkonusu insan eğer, "kişilik
çözülüşü"ne uğramış ise o başka. Çünkü bu durum sahibini yükümlülükten
çıkaran bir psikolojik anormalliktir.
Yalnız
şu gerçeği de belirtmeliyiz ki, kalbinde inanç taşıyan bir insanda psikolojik
içgüdü ve ihtirasların baskısı ile bu imanla çelişen bir davranış görülebilir.
Yüce Allah bu psikolojik içgüdü ve ihtiraslar ile ilgili olarak şöyle
buyuruyor:
"Kadınlardan,
evlatlardan, altın ve gümüş külçelerinden,
otlağa salınmış at ve davarlar ile
ekinlerden oluşan arzu ve ihtiraslar insanlara cazip gösterildi. Bunlar dünya
metalarıdır. Oysa iyi akıbet Allah'ın katandadır." (Al-i İmran/14) Fakat
bu durumun mutlaka bir sebebi ve de kanıtladığı bir sonuç vardır.
Bu
durumun sebebi, daha önce söylediğimiz gibi, insanın içinde yuvalanmış bulunan
karmaşık içgüdülerin insan vicdanı üzerinde uyguladıkları sürekli baskıdır.
Bu
durumun kanıtladığı sonuca gelince, o da böyle bir insanın içinde bulunan
inancın sözkonusu içgüdü baskılarına karşı koyup onlann yoğun akıcım etkisiz
hale getirecek kadar güçlü olmadığı gerçeğidir.
Böyle
bir durumda günah meydana gelir ve bu günah imanın özünü ortadan kaldırmaz.
Fakat bu günah, sözkonusu imanın etkisinin geçici yokluğundan dolayı ve o
sırada meydana gelir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu durumu şöyle
anlatıyor:
"Zina işleyen kimse o anda mü'minken zina işleyemez. Hırsızlık
yapan kimse o anda mü'minken hırsızlık yapamaz." (Müslim)
Demek
oluyor ki, imanın güçlü ya da zayıf oluşu ile bu imanı taşıyan insanın
herhangi bir anında yapmış olduğu amel (eylem, davranış) arasında sıkı bir
ilişki vardır. Bu hüküm sözkonusu amelin ibadet mi, yoksa günah mı olacağı ya
da hangi dereceli bir ibadet veya günah olacağı konusunda geçerlidir.
Bütün
bu söylediklerimizden şu iki gerçek ortaya çıkar:
1 — Amel ile iman arasında sıkı bir ilişki vardır.
2 — îman, hem artar ve hem de eksilir, ibadetler
ile artar ve günahlarla eksilir. Buna karşılık içine büyük şirk (Allah'a eş
koşma) karıştığı zaman yok olur.
İşte
"Murcie" akımının amel'i, eylemi iman kapsamının dışına çıkararak
onu
Hiç
kuşkusuz bu düşünce, başlangıcında, islâm ruhuna yabancı felsefe ve mantıktan
islâm bilginlerine bulaştı. Ayrıca ilk "Murcie" akımına bağlı bilginler
arasında kapalı kapılar ardında dile getirilen ve hayat pratiği ile ilişkisi
olmayan soyut bir "düşünce" olmaktan ileri gitmiyordu. Çünkü
sözkonusu "Murcie" taraftarı bilginlerin kendileri bile, gündelik hayatlarında
bu dinin gerektiği amelleri işleyen faziletli ve takva sahibi kimselerdi. Buna
göre ne kendilerinin amel işlemeyi savsaklamaları ve ne de başkalarını böyle
bir savsaklamaya çağırmaları düşünülemezdi.
Tersine bu saygın bilginler,
fıkıh konusunda yazdıkları eserlerde tam bir şuurla bu dinin, biribirinden
ayrılmaz inanç ve amelden ibaret olduğunu vurguluyorlardı. Fakat yabancı
felsefe ve mantığın mikroplan kapalı kapılar arkasındaki gözlerden uzak
yuvalarında bozucu, saptırıcı ve zihinleri karıştırıcı etkilerini için için
gösteriyordu. Ama zaman geçtikçe bu düşüncenin tehlikesi arttı ve
islâmın yükümlülüklerinden sıyrılma eğilimi yaygınlaşmaya başladı.
Zaten daha önce söylediğimiz gibi, yükümlülüklerden sıyrılma
eğilimi, insan yaratılışında varolan bir temayüldür. Nitekim yüce Allah (c.c.)
şöyle buyuruyor:
"Biz vaktiyle Adem'e (yasak ağacın meyvesinden ye-memesini)
sıkı şekilde tenbih ettik. Fakat o bizim tembihimizi unuttu. Biz onda azim ve
kararlılık göremedik." (Taha/115)
Bu
beşeri hastalığın bir ilâcı var ki, yüce Allah onu bize şöyle anlatıyor:
"Ama yine de hatırlat. Çünkü hatırlatma mti'min-lere yarar
sağlar." (Zariyat/55)
Bu
ayette işaret edilen "hatırlatma"nın imanın °zü ile ilgili olmadığı
kesindir. Çünkü ayet, kendile-nne "hatırlatma" yapılması
istenenlerin mü'min oluklarını açıkça belirtiyor. Buna göre ayette emre-ulen
hatırlatma, bu imanın gereğine uygun
ameî yapmaya dönüktür. Çünkü insan karmaşık içgüdülerinin baskısı altında bu
konuda gaflete ve umursamazlığa kapılabilir. Bu durumda hatırlatma yapılınca
iş yoluna girer ve iman, kalble doğrulama ve bu doğrulamanın gereğine amel etme
biçiminde tanımlanabilecek olan sağlıklı niteliğine yeniden kavuşur.
Fakat
"hatırlatma" yapılacağı yerde, "Murcie" düşüncesi ortaya
çıkmış, sözkonusu gaflet ve umursamazlık anına takılıp kalarak gafillere,
kalblerinde iman bulunduğu sürece mü'min oldukları garantisini vermeye
kalkışmıştır.
Zaman
geçtikçe "Murcie" düşüncesinin etkinlik alanı genişledi. Meselâ
gerek tek tek fertlerde ve gerekse toplum düzeyinde islâmî amelleri işleme
alanı yüzde doksan iken "Murcie" düşüncesinin amelin boşalttığı
etkinlik alanı yüzde ondu. Amelin boşalttığı alan yüzde elliye düşünce
"Murcie" düşüncesinin etkinlik alanı yüzde elliye yükseldi. Buna
karşılık amel ortadan tümü ile çekilince "Murcie" düşüncesi tüm
alanı etkisi altına aldı. Böylece son yüzyılda şöyle diyenlere rastlamaya başladık;
"Kim Lâilâheillellah derse, islâm'ın emrettiği amellerden hiç birini
yapmasa bile mü'mindir!"
Bu
hastalık, özellikle son yüzyılda, islâmın başına çöreklenen en ağır belâlardan
biri haline geldi.
LÜKS VE ISRAFLI HAYAT TUTKUSU
Abbasiler
döneminde beliren en tehlikeli sapmalardan biri de dünyanın her tarafından
gelen servetlerin etkisi ile meydana gelen lüks ve israflı hayat tutkusudur.
Lüks
ve gösterişli yaşama tutkusu aslında Emevilerin son dönemlerinde kendini
göstermeye başladı. Fakat o zaman hem biçim ve hem de alan bakımından henüz
sınırlı idi. Bunun da sebebi insanların, bir yandan ellerine bol servet geçmeye
başlaması ve öteyandan da sahabilerin zirve düzeyinden ağır ağır aşağıya doğru
düşülmesi idi.
Hatırlayalım
ki, Hz. Ömer zamanında, bir keresinde islâm başkentine o kadar büyük bir servet
geldi ki, o güne kadarki vergi gelirlerine göre hayal bile edilemeyecek kadar
büyüktü.
Bu
olay şöyle oldu. Bir akşam vakti Hz. Ömer'in Bahreyn dolaylarında görevli haraç
vergisi tahsildarı, topladığı vergileri teslim etmeye geldi. O sırada
müslümanlar akşam namazını kılıyorlardı. Bu sırada Hz. Ömer ile tahsildar
arasında şu karşılıklı konuşma geçti.
Hz.
Ömer - Yanında ne kadar para var? Tahsildar - Beşyüzbin san lira (dirhem)
Hz.
Ömer - Beşyüzbin sarı lira'nın ne kadar olduğunu biliyor musun?
Tahsildar
- Evet. Bir tane yüzbin, bir tane daha yüzbin, bir tane daha yüzbin, bir tane
daha yüzbin ve bir tane daha yüzbin san lira.
Hz.
Ömer - Anlaşılan sen yorgun ve uykusuzsun. Şimdi git, yann sabah bana gelirsin!
Tahsildar
ertesi sabah gelip de topladığı vergi gelirinin gerçekten beşyüz bin sarı lira
olduğunu görünce Hz. Ömer, hemen minbere çıkarak müslümanlara şunlan söyledi:
"Ey ahali, çok para geldi. Bunu isterseniz ölçerek isterseniz tartarak
aranızda bölüştüreyim."
Fakat
o güne kadar elde edilenlere göre muazzam meb-lağlı bu büyük servet,
Peygamberimizin (s.a.v.) günlerinin çok yakınında yaşayan, devlet başkanı ve
liderleri Hz. Ömer - Allah ondan razı olsun- olan müslümanlan bozmadı. O Hz.
Ömer ki, yukarda anlattığımız gibi, eşinin, ço-luk-çocuğunun geçimini sağlayan
mütevazi gelirden ayırarak arttırdığı yağlı çöreğin ücretini devlet hazinesine
geri vermişti. Ayrıca Hz. Ömer, ileri gelen sahabilerin ticaret yapmak amacı
ile taşraya çıkmalarına izin vermemiş, onları yüce Allah'ın (c.c.) hükümlerini
insanlar arasında uygulama görevinde kendisine yardımcı olsunlar diye yanında
tutmuştu.
Buna
karşılık Emeviler'in son dönemleri ile özellikle Abbasîler döneminde servetin
bozucu etkisi yıkım boyutlarına ulaştı.[4]
Bir
defa hükümdar ailesinin devlet hazinesinden aktarılma "Özel Tahsisaf'ı
vardı. Bu özel tahsisat o kadar büyüktü ki, har vurup harman savurarak
harcandığı halde yıllık dilimleri yine tükenmezdi. Bu yüzden özel bir hazine
oluşturulur ve yıllık ödeneklerin kullanılmayan dilimleri bu fonda
biriktirilerek gelecek yıllara aktanlırdı.
Vezirler
(bakanlar) da gerek özel ödeneklerinde ve gerekse halifeler ile eyalet
valilerin bağış ve hediyelerinden oluşan muazzam servetleri içinde hükümdar
ailesininkine benzer bir savurganlık hayatı yaşıyorlardı. Tüccarların
servetleri de o günkü dünyanın ölçülerine göre gerçekten "astronomik" idi. Çünkü doğunun en ucundan batının en ucuna
kadar o günkü dünya ticareti müslüman tüccarların elinde idi. Masal karakterli
olmalarına rağmen "Sindi-bad Gezileri" ile ilgili hikâyeler o zamanın
ticaret alemi hakkında bize yeterli derecede fikir verecek niteliktedir.[5]
Böylece
cepler para ile dolup taşarken gaflete dalıyor ve elleride Allah'ın ipine
sımsıkı tutunan avuçları gitgide gevşiyordu.
Bu
yüzden edebiyat ve tarih kitaplarının sayfalarına kadar her yana yansıyan
ölçüsüz bir lüks ve israf hayatı alıp yürümüştü. Şimdi İslâm dünyasının
doğusunda, yani Abbasi devletinin başkentinde yaşanan böyle ölçüsüz bir lüks
örneğinin belgelerini hep birlikte okuyalım:
-
Abbasiler düğün törenlerine büyük bir önem veriyorlardı. İlk dönem Abbasi
halifelerinin bu alandaki savurgan tutumlan halife Mehdî'nin, oğlu Harun
Reşid'i Zübey-de adlı bir kızla evlendirirken yaptığı gösterişli töreni inceleyince
açıkça meydana çıkar.
Gerdek
gecesi günü öyle gösterişli bir düğün ziyafeti düzenledi ki, daha önce hiçbir
müslüman böylesini yapmamıştı. Ayrıca davetlilere gümüş dolu altın tabaklar
ile altın, misk ve amber dolu gümüş tabaklar armağan etti.
Gelini
de öylesine çok takı ve mücevher ile süsledi ki, kızcağız, üzerinde taşıdığı
takıların ve mücevherlerin ağırlığı altında adım atamaz hale geldi.
Öteyandan
tarihçi Şabestî'nin bildirdiğine göre Abbasî halifelerinden Memun, Buran adlı
hanımla evlenirken kendisine mihir olarak yüzbin dinar ile elli bin dirhem,
yani yarım milyondan fazla dinar vermişti. O gece gelinin önünde üç amber
şamdanlık yakılmıştı. Fakat birara kaynana Zubeyde hanım "Yeterince
masraf gösterisi yapıldı. Şu amber şamdanının kaldırın da normal şamdanı getirin"
dedi.
Buran
hanif duvağını açıp yüzünü Memun'a gösterince Memun, elbisesinin kolu içinde
sakladığı incileri çıkarıp gelinin üzerine saçtı, saçılan inciler yerdeki altın
işlemeli bir yaygının üzerine düştü. Bunu gören Memun, 'Allah şair Hasan b.
Hanî'nin iyiliğini versin. Tıpkı onun dediği gibi:
O
güzelin yüzündeki büyük ve küçük benler Tıpkı altın bir zemine yağmış sapsarı
kum tanecikleri gibi.
Bu
arada safları başına oturmuş davetlilerin yemeğe başlamak istemediklerini
farkeden Memun, anneliğine, 'Buyurunuz', diye iltifatta bulundu. Bunun üzerine
Zubeyde önündeki yemekten bir lokma alınca konuklar önlerindeki yemekleri yemeğe
başladılar.
Yine
Şabestî'nin belirttiğine göre bir önceki düğün, halife Mehdî'ye bir milyon üç
yüz seksen sekiz dinara mal oldu. Damat Harun'un (Reşid) kendisinin yaptığı
masraflar bu rakamın dışındadır.
Buna
karşılık Zubeyde hanımın oğlu Emin'in, babadan kardeşi Ebu Abdullah Memun'a
söylediğine göre az önce anlattığımız Memun'un düğün masrafı otuz beş ile otuz
yedi milyon dirhem arasında değişiyordu.
Görüldüğü
gibi Memun, babası Harun Reşid'i gösteriş ve savurganlıkta geri bırakmıştı.
Hasan b. Sehl'in kızı Buran ile evlenirken yaptığı ihtişamlı düğün bunu bize
yeterince kanıtlar.
Tarihçi
Taberî'nin bildirdiğine göre kayınbabası Hasan b. Sehl'e, Buran'a giderken
yolda on milyon dirhem verilmesini emretti. Ayrıca ona Fem-i Sulh denen
yörenin haraç gelirini bağladı. Yine tarihçi İbni Hallikan'ın yazdığına göre
Memun, adı geçen kayınbabasma Fais ve Ahvaz eyaletlerinin bir yıllık haraç
gelirlerini bağışlamıştı.
Öteyandan
tarihçi Mesudî, Hasan b. Sehl'in sözkonusu düğün sırasında yapmış olduğu
savurganlıktan şöyle anlatır; "Hasan, kızının bu düğün töreninde o güne
kadar ne cahiliye ve ne de İslâm döneminde hiç bir hükümdarın yapmadığı kadar büyük
masraf yaptın".
Bu
meyanda o, Haşimi sülalesinden olanlara, ordu komutanlarına ve ileri gelen
devlet adamlanna dökme fişekler dağıttı. Bu fişeklerin içine konan kağıt
parçalarına arazi, köle, binek hayvanı gibi hediyelerin adlan yazılmıştı. Sözü
geçen fişekler kimin eline geçerse içindeki kağıt parçasını açıp okuyor ve
üzerinde itibar ve rütbesine göre belirlenen hediyenin adının yazıldığını
görüyordu. Adam kağıt parçasını okuduktan sonra onu bu iş için görevlendiren
yetkiliye uzatıyor. Yetkili de ona "Şu kadar alanı olan falanca yerdeki
filân arazi" veya "Falanca cariye" ya da "Şu şu nitelikli
binek hayvanı" gibi açıklamalarla kazandığı hediyeyi tanıtıyordu.
Ayrıca
diğer davetlilere altın ve gümüş paralar, misk kutulan ve yumurta biçimli
amberlikler dağıttı. Bu arada damadı Memun'un yanında kaldığı arkadaşlarını,
özel muhafızlarım, kervancıları, hamalları, denizcileri ve kafilede bulunan
ast-üst, maaşlı asker, ne varsa hepsini gayet masraflı biçimde ağırlamıştı.[6]
Abbasilerin
bu savurganlıklarına örnek olarak şimdi de halife Mutedın'ın, Humaruye'nin,
Kadrun Neda adlı kızı ile evlenirken yapılan masrafların hikâyesini okuyalım:
-
Humaruye, Mısır eyaleti hazinesinden sağladığı ödenekler sayesinde bu düğün
dolayısı ile hiç fakirlik ve yokluk endişesi taşımayan birinin yapabileceği
kadar ölçüsüz masraflar yaptı. İbni Dekkak'ın belirttiğine göre kızını Bağdad'a
götürürken yanına o güne kadar hiç kimsenin ne gördüğü ve ne de duyduğu kadar
çok ve değerli bir çehiz götürdü. Yine tarihçi mukrizî'nin yazdığına göre her
renk ve her türden bütün nadide ve orijinal şeyleri yanında çehiz olarak götürmüştü.
(Hutat c. I, s. 319).
Bu
çehizin arasında dört parça, altından yapılmış bir çardak maketi vardı. Maketin
kubbesi göz göz altın işlemeli idi. Bu gözlerin her birinde, ucunda paha
biçilmez bir mücevher tanesi sallanan bir küpe vardı. Ayrıca koku hammaddesi
ezmek için yüz tane altın havan ve tanesi on dinar olan bin tane gecelik bu
yüklü çehizin eşyalan arasında idi. Humaruye kızının çehizini düzdükten sonra
Bağdad'a giderken mola vereceği her konaklama yerinde, oturduğu ya da dinlenmek
için kullandığı köşklerin birer benzerinin yapılmasını emretti. Bu köşkler tam
dayalı-dö-şeli olarak yapıldı. Böylece kızı Bağdad sarayına gelin giderken
yolda, sanki babasının sarayında oturuyormuş gibi, istediği bütün konfor ve
rahatlık imkanlarını kullanarak yolculuk etmişti.
Bu
düğünün masraflarına gelince başvurduğumuz kaynakların hiç biri bu konuda
bilgi vermiyor. Yalnız tarihçi İbni Hallikan (c. I, s. 174) halife tarafından
geline verilen mihrin bir milyon dirhem olduğunu yazar. Bu rakam, gelinin
çehizine göre büyük değildir. Çünkü edindiğimiz bilgilere göre gelinin cehizini
hazırlamakla görevlendirilen İb-ni Cessas Cevheri'ye, cehizi düzdükten sonra
geri kalan dört yüz bin dinar bahşiş olarak verilmişti."
Şimdi
de Endülüs Emevilerin bu tür savurganlıkları ile ilgili bir belgeyi okuyalım:
-
Endülüs Emevilerinin ünlü saraylanndan biri de Me-mun b. Zinnun tarafından
yaptırılan Taytula sarayı idi. Yapımı için büyük miktarda para harcandı.
Sarayın
ortasında bir havuz ve havuzun da ortasında renkli ve nakışlı camdan bir kubbe
yapılmıştı. Bu kubbenin en üst noktasından akan su, devamlı şekilde çevresinden
geçerek tabanına iniyordu. Cam kubbe dıştan kaplamalı idi ve su, bu kaplama
üzerinden sürekli akıyordu. Ayrıca içinde oturan hükümdar Memun, sudan hiç
ıslanmıyordu. Bu kubbe içinde yakılan şamdanların meydana getirdiği renkli
ışıklar eşsiz bir manzara oluşturdu.[7]
Bu
sunduğumuz belgeler, doğuda Abbasiler ile batıda Endülüs Emevilerinin savurgan
ve ihtişamlı saray hayatlarının
Doğal
olarak bu dönemde "Uygarlık" İslâmî kavramlarından sapmaya başladı.
Şurası
bir gerçektir ki bu uygarlık, gerek doğuda Abbasî egemenliği altında ve gerekse
batıda Endülüs Emevileri'nin elinde orijinal ve günümüze kadar izleri kalabilen
gözalıcı mimari askerler meydana getirdi. Bu eserler üstün bir mimarlık maharetini,
ileri bir mühendislik, teknoloji ve benzeri bilimler düzeyini açıkça kanıtlar.
Fakat bu gösterişli yapılarda gözlenen savurganlık tutkusu, Ahireti unutturup
dünya hayatına daldıncı fonksiyonları, yüce Allah yolunda cihad etme görevini
ihmal ettirerek maddî zevklerle oyalayıcı nitelikleri asla İslâm ruhu ile
bağdaşmaz. Bunlar İslâm toplumunu belirli bir süre sonra kaçınılmaz sonuçlanna
ulaştırmış olan birer sapma belirtileri olmuşlardır.
Doğaldır
ki, bu sözlerimizin anlamı, "Uygarlığın bütün alanları İslâm'dan saptı
veya bu sapma birdenbire oluverdi" demek değildir. Tersine ilerde
anlatılacağı üzere bu uygarlıktan bir çok yararlı eserler kaldı. Çünkü o,
İslâmî değerlerine özünde bağlı kaldı. Fakat sonunda, sapmalar öze baskın
gelince, yüce Allah'ın sosyal kanunlan gereğince yıkılış meydana geldi.
Bu
savurganlığa eşlik eden ve onun ayrılmaz parçalan olarak ortaya çıkan iki fitne
daha meydana geldi. Bunlardan biri cariyelerin (kadın köle ve hizmetçilerin)
çoğalması, ikincisi de halifelerin, eyalet valilerinin, bakanların,
zenginlerin ve tüccarların saray ve köşklerini dolduran "şarkıcı ve
çalgıcı cariyeler" idi.
Düşmanlarla
girişilen çok sayıdaki savaşların sonucu olarak İslâm alemine çok sayıda cariye
getirildi. Bunlar pazarların en geçerli ticaret alanı haline geldiler. Cariyelik,
aslında sağlıklı bir kurum olmasına rağmen toplumu sarmaya başlayan gösteriş ve
lüks tutkunluğu ruhu, bu cariyelerin varlığı, topluma egemen olan lüks hayat
tutkusu ile kokuşma belirtilerine yeni boyutlar ekledi ve bunlar da artan servetler
gibi baştan çıkancı bir fitne unsuru oldular.
Bu
cariyelerin varlığı yüzünden saraylara egemen olan "eğlence" havası
ile saraylıların ciddi ve seviyeli konulardan uzak kalmış olmaları bir yana,
bunlann en tehlikeli fonksiyonları, bu saraylann içinde çevirdikleri entrikalar
oldu. Çünkü bunlar arasında İslâm'a karşı kin besleyen yahudi ve hristiyanlar
vardı. Böyleleri yüreklerinde besledikleri kinin etkisi ile bu saraylarda
çeşitli fitneler, komplolar ve desiseler sahneleyerek yetkilileri özel
problemler ile oyalamışlar, böylece yüce Allah'ın (c.c.) hükmünü uygulayan
müslüman yöneticiler bir yana, her sorumlu yöneticinin birinci derecede uğraşmak
zorunda olduğu halkın dertleri ile ağır yönetim sorunlarından kopuk kalmalarına
yolaçtılar.
Bu
yaygın savurganlık eğilimi ile çok sayıda cariyenin ortalıkta kol gezdiği
ortamda daha bozucu ve daha eğlenceye daldıncı bir görüntü ortaya çıktı. Bu da
edebiyat tarihinde "şarkıcı ve çalgıcı cariyeler" diye adlandırılan
görüntüdür. Bu görüntü o günün hakim atmosferi düşünülürse hem varlığı ve hem
de etkileri bakımından tutarlı bir görüntü idi.
Çünkü,
madem ki köşk ve saraylarda şenlik düzenlemek mubah görülüyordu ve madem ki
şarkı ve çalgı bu şenliklerin ayrılmaz bir parçası idi, bu şarkıcılığın ve çalgıcılığın
kadınlar tarafından yapılması daha şenlikli olurdu.
Bu
yüzden bu iş, o toplumda birçok kişinin geçimini sağlayan bir
"meslek" haline geldi. Sözkonusu meslek, şarkıcı olmaya elverişli
sesi olan cariyeleri arayıp bulmak, bunlara müzik eğitimi vermek, erkekleri
eğlendirecek maharetleri edinmelerini sağlamak, sonra da bunları ya satmak ya
da satıcıların evlerinde veya savurgan ve eğlence düşkünü kodamanların köşk ve
saraylannda eğlence düzenlemek gibi faaliyetleri içerirdi.
Bu
şenlikler yatsıdan gece yarısı sonralarına kadar devam ederdi. İçkisiz
olanlarına da rastlanmakla birlikte çoğu içkili olurdu. Söylemeye gerek yok
ki, bu şenliklçi gurupların akıllarına ne yüce Allah'ın adım anmak ve ne de
O'nun yolunda cihad etme görevi gelirdi. Sabahleyin kalktıklarında da -tabii
eğer kalkabilirlerse- daha sarhoş, daha cümbüşlü ve şenlikli eğlencelerin
özlemi ile uyanırlardı.
Bu
durumun arkasından yıkılışın gelmesi kaçınılmazdı!
Şu
bir gerçektir ki bu yıkılış bir anda olup bitmedi. Tersine iki yüz yıllık bir
zaman parçasına yayıldı. Ayrıca devlet yıkılınca da İslâmiyet yeryüzündeki
varlığını korudu. Bunun gözönünde tutulması gereken bir kaç önemli faktörü
vardır.
Bir
defa bu bozulma ilk önce devlet merkezinde -Bağdat'ta- halifelerin ve diğer
ileri gelen resmi yetkililerin saraylannda başladı. Sonra zenginlerin
köşklerine buluşarak başkentin "geçer akçe"si haline geldi. Yani
çoğunluk, bu işlere karışsın ya da karışmamış olsun, bu hareketleri yadırgamaz
olmuştu.
Fakat
işin başında başkent dışında kalan İslâm beldeleri bu yöresel bozulmanın
etkisine girmemişlerdi. Çünkü bu beldeler kalblerinde taşıdıkları imanın gerektirdiği
ciddiyetle İslâmı yaşayıp yaşatmaya devam ediyorlardı.
Fakat
bir süre sonra başkentin dışına taşarak taşra eyaletlerinin merkezlerine
yayılmaya başladı. Bu da müs-lümanlar iyiliği emredip kötülükten alıkoyma
görevlerini savsaklayınca yüce Allah'ın "fe
"İnsanların kendi elleri ile işledikleri günahlar yüzünden
karada ve denizde fe
Buna
rağmen eğer bu insanlar yaptıklarından dönmezlerse beliren fe
Bu
dönemde fe
Fakat
"İslâm" varlığını sürdürdü.
Çünkü
vicdanları ateşleyen inanç koru canlı idi. Gerçi işlenen günahların,
bidatlerin, İslama aykırı tutum ve uygulamaların dine bağlılık alanında
beliren umursamazlıkların etkisi ile bu korun yüzeyi kül bağladı, ama halâ
canlı idi ve üzerindeki külleri üfleyip dağıtarak tekrar tutuşmasını
sağlayacak soluğu güçlü birini bekliyordu.
İşte
Selâhaddin-i Eyyubî ortaya çıkarak "Ey müslümanlar, sizler Allah'dan
uzaklaştığınız için Haçlılar önünde bozguna uğradınız ve O'na dönmedikçe
zafere eremezsiniz" diye seslenir-seslenmez ve Katar hükümdarı Kutz meydana
çıkarak "Aman, İslâm elden gidiyor" diye haykırır-haykırmaz bu iman
koru yeniden tutuşuverdi. Arkasından müslümanlar çok geçmeden Mısır'da ve Suriye'de
Haçlılara karşı zafere ulaştılar. Bu zaferlerin doruk noktasını
"Hatın" savaşı oluşturdu. Aynı zamanda "Calût gölü"
dolaylarında da Moğolları bozguna uğrattılar. Bu zafer, İslâm tarihinde büyük bir dönüm noktası oluşturdu. Bu dönüm noktası
Moğolların İslâm dinine girerek daha sonraki yıllarda İslâm'ın en dirençli
ordulanndan biri haline dönüşmeleri olayıdır.
Abbasî
devleti, düzeltilemeyecek derece bozulduğu için, İslâhat yolu ile doğru yola
döndürülemeyecek derecede fe
Öteyandan
Endülüs Emevî devleti de yıkıldı. Arkasından müslümanlar, kiliseye bağlı
Engizisyon (İnguisition) mahkemelerinin tam iki yüzyıl boyunca süren amansız işkencelerinin
sonunda yeryüzünün o yöresindeki bütün müslümanlar yurtlarından kovuldu ve
İslâm'ın izleri kökünden silindi. Fakat yeryüzünün başka bir yöresinde yerine
geçen ve güçlü bir İslâm devleti (Osmanlı devleti) meydana çıktı. Bu İslâm
devleti egemenliğini beşyüz yıl sürdürdü.
Tasavvuf Akımı
Fakat
bu üçüncü halifelik devletini, olumlu ve olumsuz yanları ile, sözkonusu etmeden
önce Abbasiler dönemi toplumunda ortaya çıkan ve Abbasi devletinin yıkılışından
sonra da varlığım sürdüren, hatta daha kuruluş döneminde sözkonusu yeni
devletin yapısını saran ve bu devletin son yüzyıldaki yıkılışına kadar İslâm
ümmetinin hayatındaki tehlikeli sonuçlarım göstermekten geri kalmayan başka
bir sapma akımını hatırlatmalıyız.
Bu
sapma akımı tasavvuftur.
Tasavvuf,
Abbasiler dönemi toplumunu saran lüks ve israf eğilimine tepki olarak doğdu.
Toplumda günden güne yaygınlık kazanan savurganlık ve çılgınlıklardan ürküntüye
kapılan o günkü toplumun "temiz insanları" kendilerini bu
sapıklıklardan kurtarmak istediler ve Allah ile başbaşa temiz ve an bir hayat
yaşayabilmek için üzerlerindeki elbiselerinden ibaret olan varlıkları ile bir
araya gelerek sözkonusu bozuk toplumdan koptular.
Tasavvufa
sonradan giren yahudi, hristiyan, mecusî (ateşperestlik) ve hindu kaynaklı
düşünce ve motifler bir yana, bu akımın temel motifinin toplumu saran fesattan
ayrılarak temizlik ve arınmışlıkla başbaşa yaşamak olduğunu inkâr edemeyiz.
Fakat
tasavvufun bizzat kendisi İslâm'ın doğru metodundan sapmış bir eğilimdir.
Gerçi
tasavvufun içerdiği nefis terbiyesi İslâm'dandır, onun, dünya hazlarmı dudak
bükerek küçümseyişi İslâm'dandır, yine ondaki Ahireti hiç hatırdan çıkarmama
motifi İslâm'dandır. Fakat yine onun içerdiği dünya hayatım ihmal etmeye dönük
her şeyden eletek çekme ve reak-siyoner tavırlar İslâm'dan değildir.
Tasavvuf,
aslında pratik realite ile karşı karşıya gelerek onunla cedelleşmekten
"kaçış" eğilimidir. Hayal ürünü olan "özel bir aleme" kaçış
eğilimi. Bu özel alemde insan, -gerçek ya da hayali- Allah'a yakınlık duygulan
ile beslenerek bu yolda "emek vermekten, çaba harcamadan" geri kalıyor,
bunun yerine yolunu kısalmış gibi gösteren sözkonusu duyguları ile yetiniyor.
"Ameller"
Allah'a yaklaşmanın aracıdır. Fakat "ermişin" amacına erdiğine göre
araca ihtiyacı yoktur!
İşte
bu yaklaşımla, tasavvuf bağlıları pratik dünya hayatında mücadeleden ve emek
vermekten geri dururlar. Ayrıca sapıtmış realiteyi doğru yola döndürmek uğruna,
onunla boğuşmaya girmeye de yanaşmazlar. Sadece Allah'a yaklaştıklan, O'na erdikleri,
O'nun huzurunda yaşadıkları ya da O'nun nuru etrafında pervane gibi döndükleri
şeklindeki hayalî duyguları ile yetinirler. Bunun dışında başka bir şey
aramazlar. Çünkü onlara göre bunun dışında başka hiç bir şey yoktur.
Gerçekten
duyguların, insanın idrak alanına egemen olması ve insanın bunlara dalarak
kendinden geçmesi mümkündür.
Ayrıca
belirli bir psikolojik eğitim, insanın önüne acayipliklerle dolu bir alem
açabilir. Nasıl ki, belirli bir beden eğitimi, insana belirli bir güç, bir
kudret ve bu güçle tatmin olma duygusu veriyorsa; yine nasıl ki, akıl eğitimi,
insan zihnini geliştirip ona kavrama, algılama gücü ile bu güçle tatmin olma
duygusu kazandınyorsa, tıpkı bunlar gibi psikolojik eğitim, ruhi eğitim de
insana belirli bir uçarılık, parıldama, görülen sed ve engelleri aşarak
uçsuz-bucaksız bir aleme sıçrama ve bu duygu ile tatmin olarak daha başka bir
şey istememe duygusu verebilir.
Fakat
İslâmiyet bu "kaçış"ı, bu "ortadan kaybolma"yı kabul etmez.
Çünkü
İslâmiyet, yeryüzünde belirli bir "görevi, misyonu" gerçekleştirmek
için geldi. Yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyor:
"Biz peygamberlerimizi açık deliller ile gönderdik ve onlarla
birlikte Kitab'ı ve adalet ölçüsünü indirdik ki, insanlar aralarında adaleti
yerine getirsinler." (Hadid/25)
İnsanlar
arasında adalet düzeninin gerçekleşmesi, sırf bunu istemekle
ya da özlemini çekmekle olmaz. Bu özlemin gerçekleşmesi ve bu arzunun somut
bir pratiğe dönüşmesi için mutlaka emek ve gayret harcamak gerekir.
Yüce
Allah (c.c.), indirdiği Kitab'ın hükümleri uyarınca insanlığı karanlıklardan
aydınlığa çıkarmak için "çalışma" sorumluluğunu bizzat müslümanlarm
omuzlarına yükledi. Bakınız, bu konuda bize ne buyuruyor:
"Elif lam ra. Bu Kitap, insanları karanlıklardan aydınlığa
çıkarman için sana indirdiğimiz bir Kitabdır." (İbrahim /1)
"İşte böylece, siz insanlara örnek (ve Kıyamette şahit) ve
Peygamber de size örnek olsun diye sizi bu ikisi arasında yer alan bir ümmet
yaptık." (Bakara /143)
"Aranızda hayra çağıran, iyiliği emrederek kötülükten
sakındıran bir gurup, bir topluluk bulunsun."(Al-i İm-ran/104)
"Sizler tüm insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir
ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız."
(Al-i İmran/ 110)
Görülüyor
ki, bu dinin yeryüzü pratiği karşısındaki hareketinin özü olan iyiliği
emrederek kötülükten alıkoyma eylemi, pratik harcanacak somut bir çaba ve
sosyal hayatın her gelişmesi karşısında takınılacak olan aktif bir tutumdur.
İşte
bu nokta, tasavvuf ile İslâm arasındaki yolayrımıdır.
İslâm'da
yeryüzü bazlarından el çekme yönünde açık bir çağrı vardır. Nitekim yüce Allah
(c.c.) şöyle buyuruyor:
"Kadınlardan, evlâtlardan, biriktirilmiş altın ve gümüş
külçelerinden, otlağa salınmış at ve davar sürüleri ile ekinlerden oluşan hazlara aşırı düşkünlük, insanlara cazip
göründü. Oysa bunlar dünya hayatının haz kaynaklarıdır. Asıl güzel akıbet,
Allah'ın katındadır.
De ki; 'Size bu haz kaynaklarından daha iyisini haber vereyim
ister misiniz? Takva sahipleri için Rabb'leri katında altlarından çeşitli
ırmaklar akan ve içlerinde ebedi olarak kalacakları cennetler, tertemiz eşler
ve Allah'ın hoşnutluğu vardır. Hiç şüphesiz Allah, kullarını inceden inceye
görür.
Yani 'Ey Rabbimiz, biz sana inandık, günahlarımızı affeyle ve bizi
cehennem azabından koru." (Al-i İmran/ 14-16)
Bunun
yanında tasavvufta da yeryüzü bazlarından el çekerek bu hazlarm çok azı ile
yetimeye çağrı vardır.
Fakat
dünya hazlanndan el çekme yaşantısı sonucunda birikecek olan psikolojik enerji
nerelerde harcanacak?
İslâmda
bu enerji "yüce değerler"i pratik dünyaya aktarıp uygulamada
harcanırken, tasavvufta aynı enerji ruhî parendeler ile vicdan pırıltılarına
dönük değerler uğruna harcanır.
Bu
enerji kullanma biçimlerinden birincisi, pratik dünyayı fiilen düzeltir. Ferdi
ve toplumu islâh ederek onları kabalık ve somutluk alanı ile temsil edilen
düşük realitenin tutsaklığından kurtararak yüksek realite düzeyine yüceltir.
Bu düzeyde insanın bütün enerji kesimleri yani bedeni, aklı ve ruhu halifelik
görevini yerine getirmek ve ilâhî metod gereğince yeryüzü kalkınmasını
gerçekleştirmek üzere serbestçe harekete geçer. Geniş ve kapsamlı anlamı ile
"ibadet" bu olduğu gibi, bunun gerçekleşmesi ile insan için en üst
düzeyli varoluş biçimi de gerçekleşmiş olur.
İkinci
enerji kullanma biçimi ise dünya pratiğini bütün kötülükleri ile bir yana
bırakır. Onu düzeltmeye kalkışmaz. Bunun yerine ondan el-etek çekerek kendini
düzeltmeye girişir. Gerçi bu girişim, bazı alanlarda -yani ruh alanında-
başanya ulaşabilir. Fakat o takdirde insan uğrunda ve uyannca yaratılmış
olduğu denge ile pratiğe dönüklüğünü ve aktif yapıcılığını kaybeder. Buna
paralel olarak yüce Allah'ın (c.c.) üzerine farz kılmış olduğu "insanlar
arasında adaleti gerçekleştirmek" ve "insanlığı karanlıklardan
aydınlığa çıkarmak" alanlarındaki yükümlülüklerini yerine getirmemiş
olur.
Şöyle
düşünelim. Farzedelim ki, ortada potansiyel bir enerji var. Bu enerji ile
yeryüzündeki genişçe bir kıraç arazi parçasını verimli hale dönüştürmek mümkündür.
Bu kıraç arazinin zararlı otlan ayıklanabilir, sürülüp sulanabilir ve orada
çeşitli bitkiler, ağaçlar, çiçekler ve güller yetiştirilebilir. Böylece bir
gurup insanın bu tarlanın ürünlerinden yararlanmaları sağlanarak yaşam
düzeyleri yükseltilebilir. Fakat böyle yapılacağı yerde bu enerjinin o toprağın
bir köşesinde bir tek bitki türü ekmek için kullanıldığını varsayalım.
Toprağın diğer kısmı ayrık otlarına, böceklere ve canavarlara yuva olmaya
bırakılmış.
Acaba
bu iki enerji kullanma biçimlerinden hangisi enerjiyi boşa harcamak ve hangisi
onu islâh amaçlı gayretler için kullanma olur?
İşte
tasavvufun insan enerjisini boşuna harcaması buna benzer. Fakat bu boşuna
harcamayı insan, enerjiyi toplayıp bir noktaya yoğunlaştırma olarak sanabilir.
Tasavvufun insan hayatının islâh etme gayretleri, tıpkı bu örnekteki gibidir.
Eğer onun İslâhata dönük fonksiyonu olduğunu söylemek yerinde ise tabii.
İnsan,
ne yaparsa yapsın, yüce Allah'a (c.c) meleklerin yaptıkları gibi ibadet edemez.
Yüce Allah (c.c.) onların ibadet biçimleri hakkında şöyle buyuruyor:
"(Melekler) gece-gündüz hiç ara vermeksizin O'nü teşbih
ederler." (Enbiya/ 20)
Yüce
Allah (c.c.) hikmet ve merhametinin eseri olarak insanı, kendisine melekler
gibi ibadet etmekle yükümlü tutmadı. Yoksa onu daha baştan melek olarak yani
toprak kaynaklı ve çeşitli eğilimli bedeni olmayan, çeşitli hayat konuları ile
ilgili düşüncesi bulunmayan uçucu bir varlık halinde yaratırdı.
Fakat
hikmet ve merhametinin eseri olarak onu bir avuç topraktan yaratarak özüne
kendi ruhundan bir soluk üfledi. Onun çeşitli arzularla hareket eden bir beden,
sürekli biçimde düşünmekle uğraşan bir akıl ve uçarı bir ruhla donattı.
Ayrıca
onu ne meleklerinkine ve ne de hayvanlar ile cansız maddelerinkine benzeyen bir
ibadetle yükümlü kıldı. Bu ibadet türü, onun bütün varlık kesimlerini, yani bedeninin,
aklını ve ruhunu kapsayan bir ibadet türüdür. Başka bir deyimle yüce Allah
(c.c.) insan vücudunun bütün girişimlerini, insan aklının bütün girişimlerini
ve insan ruhunun bütün dalgalanmalarını ibadet saydı. Yalnız böyle olabilmesi
için bunların tümünün Allah'a yöneltilmesi ve yüce Allah'ın direktiflerine
bağlı olması şarttır. Tıpkı yüce Allah'ın (c.c.) buyurduğu gibi:
"De ki; 'Benim namazım, diğer bütün ibadet amaçlı davranışlarım,
hayatım ve ölümüm, eşi-ortağı olmayan ve tüm alemlerin Rabbi olan Allah
içindir." (En'am/162-163)
İnsan
böyle yapınca en yüce düzeyinde, Allah'a en yakın konumunda ve O'nun
hoşnutluğuna en lâyık durumda olur. Bu konudaki delilimiz, yüce Allah'ın, en
çok ibadet e-den kulu, O'nun yarattığı insanlar içinde en onurlusu olan
Muhammed Mustafa'dır -salât ve selâm üzerine olsun- Nitekim O, bu konuda şöyle
buyuruyor:
"Haberiniz olsun ki, içinizde Allah'a en çok ibadet edeniniz,
ibadete en düşkününüz benim. Bununla birlikte ben hem oruç tutar, hem bozarım.
Hem gece ibadet yapar hem uyurum. Kadınlarla cinsî ilişki de kurarım. Kim benim
sünnetimden yüzçevirirse benden değildir." (Buhari, Müslim v.d.)
Hele
bu hadisi okuduktan sonra herhangi bir kimse kendisini Peygamber Efendimizden
(s.a.v.) daha ibadet aşığı sanabilir mi?
O
halde Peygamberimizin ibadet etmesi nasıldı?
Meselâ,
Rabbi ile başbaşa kalışını ele alalım. Bu saatlerde mübarek ayaklan uyuşuncaya
kadar ayakta kalırdı. Nitekim böyle bir defasında eşi Hz. Ayşe kendisine;
"O kadar kendini sıkma. Zira Allah, senin geçmiş-gelecek tüm günahlarını
peşinen affetti," deyince eşinin bu sözlerine ancak ibadetin derinliklerine
dalmış bir ibadet düşkününün ağzına yaraşan şu cümle ile cevap verir:
"Peki, ben şükür görevini yerine getiren bir kul olmayayım
mı?" (Buhari, Müslim v.d.)
Bununla
birlikte acaba Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- nasıl bir insandı.
Hiç
kuşkusuz O, yeryüzünün tanıdığı en aktif enerji idi.
Cihad
alanında, insanları hak yola çağırma alanında, Allah yolunda savaşma alanında,
sahabileri, her yönden en yüce örnek olsunlar amacı ile eğitip yetiştirme
alanında, bizzat yaratıcısı ve ortaya çıkarıcısı olan yüce Allah (c.c.)
tarafından hakkında:
"Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz,
"
şeklinde
şahitlik edilen eşsiz "ümmef'i oluşturma ala nında, yeryüzünde ilâhî
adaleti gerçekleştirme alanında; devletin siyasî, ekonomik, sosyal, savunma,
ahlâkî, manevî ve fikrî meselelerini düzenleme alanlarında ve bütün bunlar
yanında özel hayatının düzenlenmesi, eşlerinin ve kızlarının gözetimi,
geçimlerinin sağlanması, yönlendirilmeleri ve eğitimleri alanlarında bir eşi
daha görülmemiş aktif bir enerji kaynağı.
Öte
yandan Peygamberimiz, Kıyamet anına kadar müslümanlarm örneği ve bu dinin en
yüksek düzeyli pratik, uygulamalı tercümesidir, nitekim yüce Allah (c.c.) bu
gerçeği şöyle dile getiriyor:
"Hiç şüphesiz Peygamber, sizin için, yani Allah'ı ve Ahireti
arzu edenler ve O'nü sık sık ananlar için, uyulacak en güzel örnektir."
(Ahzab /21)
Tasavvufcular
da "Allah'ı ve Ahireti arzu ettiklerim ve Allah'ı sık sık
andıklarını" söylerler. O halde Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine
olsun- aktifliğini, yapıcılığını, pratiğe dönüklüğünü, kötü uygulamalara karşı
çıkarak onlan yıkışını, ortadan kaldırışını ve yerlerine sağlıklı bir pratik
kurmasını neden kendilerine örnek almıyorlar?[8] İşte islâm
ile tasavvuf arasındaki fark budur.
Bir
tarafta yapıcılık, aktiflik ve öbür tarafta pasiflik vardır. Bir tarafta kötü
uygulamalara karşı çıkma, öbür tarafta yan çizme ve kenara çekilme vardır. Bir
tarafta dünya hazlanm mubah görme ve kullanma yanında onlara "düşkün
olmama" kapılmama" öbür yandan ise arzuları öldürme ve nefsi tümü ile
dumura uğratma anlamında aşın bir "eletek çekme" yaklaşımı vardır.
Tasavvuf
ile birlikte islâm'ın tevekkül anlayışı ile bağdaşmayan umursamaza bir
tevekkül yaklaşımı ortaya çıkar.
Aslında
Allah'a tevekkül etmek (dayanmak) imanın özünden kaynaklanır. Bundan dolayı
Kur'an'da sık sık imanla yanyana, imanla arasındaki sıkı ilişki vurgulanarak
anılmıştır. Buyurunuz, şu ayetleri birlikte okuyalım:
"Müminler, sadece Allah'a tevekkül etsinler." (Al-i
İm-ran/160)
"Gerçek müminler o kimselerdir ki, yanlarında Allah anıldığı
zaman kalbleri ürperir, kendilerine O'nün ayetleri okunduğu zaman ise imanları
artar, onlar sadece Rabb-lerine tevekkül ederler." (Enfal/2)
Fakat
tevekkül, Allah'ın dininin diğer bütün kavram ve kurumlan gibi aktif, atılımcı
bir enerjidir, mü'min bütün sebeplere sarıldıktan, her türlü tedbiri aldıktan
sonra ona başvurur. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Kesin karara vardığın, azmettiğin zaman Allah'a tevekkül
et." (Al-i İmran/159)
Kesin
kararlılık (azim) özellikle savaş sözkonusu olunca -çünkü az önceki ayet savaş
konusu ile ilgili olarak inmiştir- her türlü savaş hazırlığını yapmayı ve mümkün
olan bütün tedbirleri almayı gerektirir.
Buna
karşılık tasavvufçulann anladıkları ve kullandıkları anlamdaki tevekkül
-tasavvufun diğer bütün kavram ve kurumlan gibi- pasif, uyuşturucu ve bu bahane
arkasına saklanarak gerekli tedbirlere başvurmayı ihmal ettirici bir kavramdır.
Bu
uyuşuk tevekkül anlayışı, kaza ve kader inancını büyük oranda yozlaştırarak onu
yapıcı ve atılımcı bir inanç ilkesinden pasif ve pısırık bir inanç ilkesine,
varolan herşeye uyuşukça rıza göstererek onu değiştirmeye girişmeme umursamazlığına
dönüştürdü.
Oysa
yüce Allah (c.c.) ilk müslüman kuşağı bu konuda eğitirken şöyle buyuruyordu:
"De ki; Allah bizim için ne yazdı ise (ne takdir ettirse) başımıza
ancak o gelir. Bizim efendimiz, sahibimiz O'dur. Mü'minler sırf Allah'a tevekkül
etsinler." (Tevbe/51)
Onlar
böylece savaşa gittikleri için ölmediklerini, yüce Allah (c.c.) tarafından
belirlenen kaderlerinin, nere olurlarsa olsunlar, başlanna geleceğini
öğreniyorlar ve olanca güçleri ile savaşa atılıyorlardı. Öte yandan yüce Allah
(c.c.) şunu öğretiyordu:
"Kâfirler bizim takdirimizi başlarından savdıklarını sanmasınlar.
Onlar bizi aciz bırakamazlar. Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve
cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayınız. Bunlarla Allah'ın düşmanını,
sizin düşmanınızı korkutursunuz." (Enfal/59-60)
Onlar
böylece, kesin ve pekiştirilmiş bir biçimde, yüce Allah'ın (c.c.) kâfirlere bu
dini yıkıp yoketmek şeklinde özetlenebilecek olan ana amaçlarını gerçekleştirme
fırsatı asla vermeyeceğini öğreniyorlardı. Fakat bununla birlikte ellerinden
geldiğince askeri güç hazırlıyorlardı. Yani bu uğurda emek
harcıyorlar, sebeplere sarılıyorlar ve hiç bir zaman kendi kendilerine
"Madem ki, yüce Allah dinini egemen kılacak, bu bize yeter, biz başka hiç
bir şey yapmaksızın O'na tevekkül edelim" demiyorlardı.
Ayrıca
yüce Allah (c.c.) onlara şunu öğretiyordu:
"Başınıza bir musibet gelince -siz bu musibetin iki katını
Bedir'de onların başlarına getirmiş olduğunuz halde yine- 'Bu nereden başımıza
geldi?' dediniz. De ki; 'O musibet, kendinizdendir.' Hiç şüphesiz Allah her
şeye kadirdir.
iki topluluğun karşı karşıya geldiği gün başınıza gelen musibet,
kesinlikle Allah'ın izni ile başınıza gelmiştir ki, O, müminleri deneyip
belirlesin diye..." (Al-i İmran/165-166)
Böylece
onlar öğrenmiş oluyorlardı ki, herhangi bir olayın yüce Allah'ın takdiri
uyannca meydana gelmesi, onları yanlış davranışlarının veya kaderle ilgili
yanlış yorumlarının sorumluğundan kurtaramaz.
Yine
yüce Allah (c.c.) o ilk nesle şunu öğretiyordu:
"O müminler ki, darbe yedikten sonra yine Allah'ın ve
Peygamberin çağrısına uydular. Onlardan iyilik edip günahlardan sakınanlar
için pek büyük bir mükâfat vardır.
Onlar ki, herkes kendilerine 'Düşmanlarınız size karşı ordu
hazırladı, onlardan korkunuz' deyince bu söz onların imanını pekiştirdi ve
'Allah bize yeter, O ne güzel dayanaktır' dediler." (Al-i imran/172-173)
Böylece
öğrendiler ki, yüce Allah (c.c.)'ın takdiri gereğince savaşta bozguna uğramış
olmaları, bu bozgunun yüce Allah tarafından takdir edildiği gerekçesi ile
eli-kolu bağlı biçimde oturarak bu acı sonuca boyun eğmeyi gerektirmez.
Yapılması gereken şey, yüce Allah'a dayanmakla birlikte, ilk
takdiri ikinci bir takdirle değiştirir umudu ile bu acı sonucu değiştirmek için
aktif biçimde gayret harcamaktır.[9]
Bütün
bu bilgilerin sağladığı bilinç sayesinde ilk müs-lümanların hayatında kader,
itici ve ileriye götürücü bir rol oynuyordu.
Fakat
tasavvufun pasif tevekkül anlayışı, bu kavramı bambaşka bir biçime soktu. Onun
"senin olan nasıl olsa seni bulur" gerekçesi ile sebeplere
sarılmaktan geri durmaya, meydana gelen her olayın yüce Allah'ın (c.c.)
takdiri ile meydana geldiği gerekçesi ile insanın davranışlarının
sorumluluğundan sıyrılmaya, bunun uzantısı olarak hastalık, güçsüzlük, yoksulluk,
zillet ve yenilgi gibi kötü gelişmelere, bunların hepsinin yüce Allah'ın
takdiri uyarınca meydana geldiği ve eğer O, istese bunları değiştirebileceği
gerekçesi ile katlanma pısırıklığına dönüştürdü.
Tasavvufun
yolaçtığı bir başka sonuç da yeryüzü kalkınmasından geri durma eylemidir.
Bunun için dünyanın lânetli olduğu, asıl önem verilmesi gerekenin Ahiret hayatı
olduğu, bu dünyada kıtkanaat geçinmenin yeterli olduğu, ancak böylelikle
dünyaya gönül bağlamaktan kurtularak Ahirete hazırlanmak üzere ruhunu
arıtabileceği gibi gerekçelere dayanır.
Hiç
şüphesiz dünya hazlarını kısıtlamak ve dünyaya "gönül bağlamamak"
islâm dininin temel çağrısıdır. Bu daha önce değindiğimiz "Zühd"
ilkesini oluşturur. Fakat yeryüzü kalkınmasından vazgeçmek, dünya hayatına bağlanmaktan
ayrı ve farklı bir şeydir.
Yüce
Allah (c.c.) insan nefsine, onu çalışmaya ve gelişmeye iten içgüdü ve arzu
biçiminde bir takım sürükleyici eğilimler yükledi. Bunlann insana en egemen
olanlarını, en önemlilerini yüce Allah (c.c.) şu ayette bize tanıtıyor:
"Kadınlardan, evlâtlardan, biriktirilmiş altın ve gümüş
külçelerinden, otlağa salınmış at ve davar sürülerinden, ekinlerden oluşmuş
arzular insanlara cazip gösterildi." (Al-i İmran /14)
Yüce
Allah -haşa!- bu arzu ve içgüdüleri boşuna yaratmadı. Ayrıca onları, insanlar
ruh terbiyesi gerekçesi ile öldürsünler, dumura uğratsınlar diye de yaratmadı.
Yüce
Allah (c.c.) bu içgüdü ve arzulan, insanlann yaratılış gerçekesi olan
"Allah'ın halifesi olma" fonksiyonunun ayrılmaz bir gereği olan
yeryüzü kalkınmasının itici gücü ve yardımcı faktörleri olsunlar diye yarattı.
Nitekim O, bize bu konuda şöyle buyuruyor:
"Hani Rabbin, meleklere 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım'
dedi." (Bakara/ 30)
"Sizleri topraktan yaratan ve arkasından sizleri orayı
(yeryüzünü) imar etmekle, kalkındırmakla görevlendiren O'dur."(Hud/ 61)
Yalnız
bu arzu ve içgüdülere iyice kapılarak onların son noktasına kadar gitmenin ve
yüce Allah'ın (c.c.):
"Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, sakın onları aşmayınız"
ve "Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, sakın onlara yaklaşmayınız."
(Bakara/ 229 ve 178)
şeklindeki
buyruklan ile belirlediği 'sınırları' çiğnemenin insan için mahvedici bir
sonuç getireceği doğrudur.
Bundan
dolayı yüce Allah (c.c.) insan nefsinde bu içgüdü ve arzuların denetimsiz bir
başıboşlukla boşalmaya kalkışmalarını önleyecek bazı kontrol mekanizmalan yarattı.
Bu kontrol mekanizmalarının başlıcaları akıl, denetimli irade, her olayın
önündeki iki yolu ayırdedip bunlardan birini tercih etme yeteneğidir. Nitekim
yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Nefs'e ve ona şekil verene, ona hem kötülüğü ve hem de takva
yolunu tanıtana andolsun ki, kim nefsini arıtmış ise felaha ermiş, buna
karşılık kim onu kirletirse aldan-mış, mahvolmuştur." (Şems/ 7-10)
"Biz insana iki yol göstermedik mi?" (Beled/ 10)
"Biz insana iki yol gösterdik. O ister şükredici ve isterse
nankör olur." (İnsan / 3)
Yüce
Allah (c.c.), Ayrıca insana Ahireti, ölümden sonraki dirilişi, hesaplaşmayı ve
cezayı hatırlattı. Bu hatırlatmaların, arzularını denetim altına almada ve
yüce Allah'ın belirlemiş olduğu sınırlara bağlı kalmakta insana yardımcı
olmasını murad etti. Çünkü yüce Allah (c.c.) bu sınırların berisinde güvencin,
huzurun ve kurtuluşun varolduğunu, Ayrıca bu sınırlara bağlı kalmanın insan
nefsini antıp yüceleştireceğini ve yeryüzü kalkınmasını ilâhî metod uyannca
gerçekleştirmesine yardım edeceğini biliyordu.
İlâhî
metodun bu noktadaki açıklığına rağmen tasavvuf, insan içgüdülerini arıtıp
denetim altına alma yerine onlan "öldürmeyi" amaçlıyor; yüce Allah
(c.c.)'a yaklaşmak ve O'nun hoşnutluğunu kazanmak gerekçesi ile dünya hayatını
"ihmal etme'ye çağırıyor.
Eğer
islâmiyet bu olsaydı, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bize bu yolu gösterir, böyle
davranmamızı önerirdi.
Bu
arada tasavvufçular, Peygamberimizin (s.a.v.) şu hadisini haklılıklarının
kanıtı olarak göstermek isterler:
"Dünya ve içinde yer alan her şey lânetlidir. Yalnız Allah'ı
zikretmek, alim olmak veya öğrenci olmak müstesna. " (Tirmizi, İbn-i
Mace)
Ayrıca
yüce Allah (c.c.)'ın da Kur'an'ın çeşitli yerlerinde dünyayı kötüleyerek onun
"aldatıcı bir meta" olduğunu vurguladığını, haklılıklarının bir başka
delili olarak sunarlar.
Gerçekten
gerek Kur'an'da ve gerekse Peygamberimizin hadislerinde dünyayı kötüleyen veya
lanetleyen ifadeler vardır. Fakat eğer bu kötüleme yada lanetleme ifadelerine
yer veren ayet ve hadisleri baştan sona kadar dikkatle okuyacak olursak
dünyanın şu iki durumda kötülendiği-ni ya da lanetlendiğini açıkça görürüz:
1) Dünya, insanları Allah'a inanmaktan alıkoyup
kâfirliğe sürüklediği durumlarda
2)
Dünya, insanları Allah yolunda cihad etmekten alıkoyduğu durumlarda. Nitekim
yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"İnandıktan sonra Allah'ı inkâr eden -kalbi imanla tatmin
olduğu halde inkâra zorlanan değil, fakat kâfirliğe bağrını açan- kimselere
Allah'dan gazap iner, onlar için büyük bir azab vardır. Çünkü onlar dünya
hayatını, Ahirete tercih ettiler. Hiç kuşkusuz Allah, kâfirleri doğru yola iletmez."
(Nahl/106-107)
"De ki; 'Eğer babalarınız, evlâtlarınız, kardeşleriniz, eşleriniz,
hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, bozulmasından korktuğunuz ticaretiniz ve
hoşunuza giden evleriniz sizin için Allah'dan, Peyamberden ve Allah yolunda
cihad etmekten daha sevgili ise o halde Allah'ın başınıza indireceği belâyı
bekleyiniz. Zira Allah fasıkları doğru yola iletmez." (Tebve/24)
Bu
iki durumuna gelince, yani insanı yüce Allah'a inanmaktan ve O'nun yolunda
cihad etmekten alıkoymadığı sürece dünya ne kötülenir ve ne de lanetlenir.
Tersine bu durumlarla ilgili olarak yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"De ki; 'Allah'ın, kulları için ortaya çıkardığı güzelliği ve
temiz rızık kaynaklarını kim haram etti?' De ki; 'Bunlar dünya hayatında
mü'minlere ait oldukları gibi Ahiret-te de sırf onlara özgü olacaklardır."
(A'raf/32)
"Allah'ın sana verdikleri aracılığı ile Ahiret yurdunu ara,
fakat dünyadaki payını da unutma." (Kasas/72)
İnsanın
dünyaya gönül vermesinin yüce Allah'a asi olmaya yolaçtığı doğrudur.
Tasavvufçularm ısrarlı biçimde vurguladıkları ve ona dayanarak dünyayı lânetli
saydıkları gerekçe budur. Fakat buna karşılık, günaha düşmek korkusu ile nefsi
öldürmek ya da kökünden kurutmaya kalkışmak da insanı başka tür bir günaha
sürükler. Bu günah, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamaktan, batıla karşı
dikilip onu yoketmeye çalışmaktan ve yeryüzünü yüce Allah (c.c.)'ın metodu
uyannca kalkındırmaktan geri durma günahıdır.
Şunu
da hemen vurgulayalım ki, insan, bu çerçeve içinde çaba sarfederken, yani
iyiğili emredip kötülüğü yasaklar, Allah'ın sözü üstün olsun diye cihad eder
ve ilâhi me-tod uyannca yeryüzü kalkınmasını gerçekleştirmeye gayret ederken,
eğer zaman zaman ısrarlı ve şımank olmayarak bazı hata ya da günahlar işler de
sonra bunlardan tev-be eder, bir daha onları işlememeye çalışırsa yüce Allah
(c.c.) bu durumla ilgili olarak şöyle buyuruyor:
"Ve o kimseler ki, bir kötülük işledikeri ya da nefislerine
zulmettikleri zaman, hemen Allah'ı hatırlayarak ondan günahlarının
affedilmesini dilerler. Zaten günahları Allah'dan başka kim affedebilir?
Ayrıca onlar bile bile yaptıklarında ısrar etmezler. İşte onların mükâfatı,
rabbleri tarafından bağışlanma ve altından ırmaklar akan, içinde ebedi olarak kalacakları
cennetlerdir. İyi amel işleyenlerin mükâfatı ne kadar güzeldir!" (Al-i
imran / 135-136)
Bu
durumla ilgili olarak Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederek söylüyorum
ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi ortadan kaldırıp yerinize günah
işleyip af dileyen ve Allah 'in da günahlarını affedeceği bir ümmet
getirirdi." (Müslim)
Bu
durumu şöyle bir örnekle açıklamaya çalışalım:
Bir
yerde rahat rahat otururken başının üstünde içi dolu bir sepet taşıdığını ve
bu sepetten hiç bir şey düşürmediğini farzedelim. Bu durumda, sepetin
içindekileri korumuş olursun. Fakat bu koruma uğruna senden beklenen hareketten,
belirli bir yere doğru ilerlemekten de geri durmuş olursun. Marifet bu
değildir. Marifet, yürürken dolu sepeti başında taşıman, bu durumda içinden hiç
bir şey düşürmemeye gayret etmen ve eğer düşürürsen hemen düşürdüğünü yerden
kaldırıp tekrar sebepet koyarak yürümeye devam etmendir.
İşte
yüce Allah (c.c.) da insanları, buna benzer bir görevi yerine getirmek üzere
yarattı. Açıklayacak olursak emanetini omuzlanna yükledikten sonra bu emaneti
taşırken ona yeryüzünün eteklerinde, ötesinde-berisinde yürümeyi emretti. Bu
yürüyüş ve gezinmeleri sırasında insan, iyiliği emrederek kötülükten alıkoyacak,
insanlar arasında adalet egemen olsun ve yüce Allah'ın söz üstünlüğü benimsensin
diye cihad edecek ve ilâhî metod uyannca yeryüzünün kalkınıp gelişmesini
sağlamaya çalışacak. Bu arada insanın yetersizliğini bilen yüce Allah (c.c.) bu
çalışmalar sırasında işlenen günahları, ısrarlı bir inatçılıktan kaynaklanmış
olmamaları, tevbe ve istiğfara bağlanmaları şartı ile affetmeyi merhametinin
gereği sayıyor. İşte böylece insan ulaşabileceği en yükse düzeye yücelmiş ve
Allah'ın hoşnutluğuna en yakın pozisyona ermiş olarak kendisinden beklenen
"üretim"i gerçekleştirmiş olur.
Buna
karşılık sapmalardan ve ayak sürçmelerinden kaçınmak gerekçesi ile "üretim"
faaliyetinden geri durmak ya da bu faaliyeti mümkün olan en dar çerçevede
tutmaya gelince, iyi bilelim ki, yüce Allah (c.c.)'m emri bu değildir.
Diğer
yandan, üretim faaliyetini mümkün olan en dar çerçevede tutmak ki bu çerçeve
zar-zor geçinme düzeyini kapsar, devleti tümü ile kıtkanaat geçinmeye zorlar ve
"yeryüzü eğemenliği"nin gerekleri için harcayacağı "artık değer"in
elinde birikmesine imkân vermez.
Oysa
yeryüzü egemenliği, siyasi üstünlük yüce Allah'ın mü'minlere sunduğu bir
bağıştır. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Allah içinizden iman edip iyi amel işleyenlere vadetti ki,
kendilerinden öncekileri nasıl hükümran kıldı ise onları da yeryüzünde
hükümran kılacak ve kendileri için beğendiği dinlerine üstünlük sağlayacak ve
korkulu günlerinin ardından kendilerini tam bir güvene erdirecektir. Onlar
hep bana kulluk ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar. " (Nur 155)
Fakat
bu ilâhî bağışın bazı yükümlülükleri vardır. Her şeyden önce sırf yüce Allah
(c.c.)'a kulluk sunularak O'na, hiç bir şey ortak koşulmayacak ve Allah'ın hükmü
tek başvuru ve hüküm mercii olarak bilinecektir. Bu ikisi, doğru ve sağlıklı
imanın pratik gerçekleridir. Fakat bunlar dışında bir takım elle tutulur maddî
yükümlülükler de vardır. Bu yükümlülükler ile ilgili olarak yüce Allah (c.c.)
şöyle buyuruyor:
"Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar askeri kuvvet ve cihad
için bağlanıp beslenen atlar hazırlayınız. Bunlarla Allah'ın düşmanlarını,
kendi düşmanlarınızı ve bunlar dışında sizin bilmediğiniz, fakat Allah'ın bildiği
düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız karşılığı size tam
olarak ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız." (Enfal/ 60)
Eğer
toplum çoğunluğu, ancak zar-zor geçinmeyi sağlayacak düzeyde yaşar ve sadece
kıt-kanaat geçinmeye yetecek kadar üretirse, müslüman devlet, Allah'ın
düşmanlarını yıldıracak askeri gücü nasıl hazırlayabilir? Oysa yeryüzü
egemenliği, ancak böyle bir askeri gücün varlığı halin de devam edebilir.
Bunun
için üretip az tüketmek gerekir. Yeryüzünde egemenlik kurup bu egemenliği devam
ettirmeyi sağlayacak denklem budur. Buna karşılık ancak zaruri tüketimi
karşılayabilecek düzeydeki az üretim, tüm ümmetin fakirliğinden başka hiç bir
sonuç vermez. Sözkonusu yaygın fakirlik, zayıflığa sebep olur. Zayıflık da
islâm devletini yıkmak için uygun fırsat gözetleyen düşmanların iştahlannı
harekete geçirir.
Bütün
bunlar yanında eğer toplumun temiz insanları toplumdan koparsa, kirletici
faktörlerden uzak kalarak ruhlarını arıtma gerekçesi ile toplumdan izole
olurlarsa toplumda kimler kalır, toplumu kimler idare eder, meydan kimin olur?
Acaba
iyilerin toplumdan el-etek çekmeleri kötüleri özendirici olmaz mı? Onların hiç
bir müdahele ve hiç bir itiraza uğramaksızın toplumu yalnız başlarına ve
diledikleri gibi yönetmelerine fırsat hazırlamaz mı? Oysa sözkonusu iyilerin
ilk sosyal görevleri iyiliği emrederek kötülükten sakındırmak ve yüce Allah
ile Peygamberimizin ortak direktifleri uyarınca zalim hükümdarları her türlü
yola getirme ve baskı mekanizmalarından yararlanarak hak yola dönmeye zorlamak
değil midir?
Bütün
bunlara bir de tasavvufta şeyhin aşın derecede büyütülüp müritler tarafından
yüce Allah ile kul arasında aracıymış gibi algılanmalarını eklemeliyiz. Oysa
islâmiyet, kul ile Allah arasındaki bütün aracıları ortadan kaldırarak insan
kalbini yüce Allah (c.c.) ile dolaysız biçimde ilişki kurmaktan alıkoyan bütün
engellerden kurtarmak ve sadece tek Allah'a, O'na hiç bir şeyi ortak
koş-maksızın kulluk etme ilkesini yerleştirmek için geldi. Bizzat yüce Allah
(c.c.) bu ilke ile ilgili olarak kullarına şu direktifi verir:
"Eğer kullarım sana beni sorarlarsa onlara de ki, ben onlara
yakınım, dua edenlerin çağrılarına karşılık veririm. O halde onlar da benim
çağrıma karşılık vererek bana inansınlar. Böylece doğru yola koyulmuş
olurlar." (Bakara/186)
İşte
şimdiye kadarki bütün eleştirilerimize bu nokta da eklenince tasavufun,
islâmiyetin özünden ne kadar saptığını, aslında islâmın malı olan, fakat ilâhî
metoda aykırı bir yoldan gidilerek gerçekleştirilmeye çalışılan bir amaç uğruna
ona ne kadar yabancı unsurlar eklemeye kalkıştığım açıkça görürüz.
Bütün
bu söylediklerimiz saf samimi ve aslına uygun tasavvuf ile
ilgilidir. Eğer uydurmaya, fitneye ve hurafeye büründürülürse durum nice olur,
vann siz düşünün!
Hiç
kuşkusuz tasavvuf tarihinde gerek şeyh ve gerekse mürid olarak islâm ilkelerine
uygun amel eden, canı ve malı ile Allah yolunda cihad eden, iyiliği emredip
kötülükten sakındıran, yüce Allah'ın (c.c.) dinini yeryüzünde yaymaya çalışan
şahsiyetler vardır. Daha önce değindiğimiz gibi sapık tasavvufçular için
verilen hüküm, bunlar hakkında geçerli değildir. Onlar her ne kadar tasavvufçular
arasında sayılsalar da aslında Mzahid"dirler.
Kuşku
duyulmaması gereken bir başka gerçek de bu tip şahsiyetlerin tasavvuf tarihinde
çok ufak bir azınlık oldukları, asıl büyük tasavvufçu çoğunluğun yukardan beri
sözünü ettiğimiz hayat kervanından koparak nefislerini antmaya çalışan pasif
toplum kaçaklarından oluştuğudur.
Abbasiler
dönemine tekrar dönerek bu dönemde meydana gelen sapmayı değerlendirdiğimizde,
bu sapmanın islâmiyetin bir çok alanlarında hiç kuşkusuz büyük çaplı olduğunu
görürüz.
Daha
önce vurguladığımız gibi, bu devletin, bazıları tek başına bile çöküşe götürücü
olan bu sapmaların ortak ve bileşik baskısı altında yıkılması gayet doğaldı.
Meselâ sarayları kasıp kavuran, hükümdarları yıkıcı ajanların kucağına
düşüren, sayısız komploların ve entrikaların pazar-lanmasma fırsat veren, böylece
devletin askeri ve siyasî gücünü zayıflatan savurganlık ve lüks düşkünlüğü
gibi. Buna şimdiye kadar saydığımız diğer sapmalar eklenince bu devletin neden
yıkıldığına değil, yapısında taşıdığı bunca hastalık mikrobuna rağmen nasıl
olup bu kadar uzun bir zaman ayakta kalabildiğine şaşmak gerekir.
Bu
yıkılış, yüce Allah'ın (c.c.) insanlık hayatı ile ilgili genel geçerli
kanunları uyarınca gerçekleşti. O kanunlar ki, her ne kadar kuru dille
"Lâilâheillellah Muhammedün Resulûllah (Allah'dan başka ilâh yoktur,
Muhammed O'nun elçisidir)." dese bile hiç kimseyi kapsam dışı bırakmazlar.
Şunu
hemen belirtelim ki, Abbasî devletinin egemenliğine son veren Moğollar, yine
bu devletin şii asıllı veziri ile Bağdatlı yahudilerini komplo nitelikli gizli
çağrıları ile Bağdat'a girdi. Bundan dolayı Moğollar orada kaldıkları sürece
bunlara hiç bir kötülükleri dokunmadı. Oysa dicle nehrinin sulan, Moğollar'm
boğazladıkları müslümanlann kanlan yüzünder kırk gün boyunca kızıl renkli
olarak aktı.
Bu
gerçek bir yana, eğer Abbasî devleti bir islâm devletine yaraşır şuura sahip
olsaydı, yüce Allah'ın (c.c.) düşmanlarını yıldıracak nitelikte askeri güç
hazırlamayı ve İslama karşı entrika düşünenleri dost edinmemeyi emreden
direktiflerine bağlı kalsaydı, bu saldırı yüzünden yıkılması düşünülemezdi.
Nitekim yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyor:
"Ey müminlery kendi dışınızdakileri dost
edinmeyiniz. Onlar sizi bozmaktan geri durmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri
isterler. Onların ağızlarından öfke taşmaktadır. Ayrıca kalblerinde
gizledikleri kin daha da büyüktür. Eğer düşünecek olursanız, biz size
ayetlerimizi açıkça bildirdik. " (Al-i İmran/118)
"Senin Rabbin kullarına zulmedecek değildir." (Fussilet/46)
Fakat
geride kirli bir miras bırakmakla birlikte ve bu kirli mirasta bir dereceye
kadar tüm ümmetin payı bulunmasına rağmen Abbasi devletinin yıkılışı, "İslâm
ümmeti'nin sonu olmadı. Bunu şu iki önemli sebebe bağlayabiliriz:
1- İslâmiyetin bu ümmetin yapısına saldığı canlılık akımı henüz hızını kaybetmemişti.
2-
Bu ümmetin inancı hâlâ canlılığım koruyordu. Gerçi bu inanç korunun yüzeyini
küller bürümüştü. Fakat sadece bu külleri üzerinden üfleyerek onu yeniden
tutuşturacak birinden başka hiç bir beklentisi yoktu.
Nitekim
islâm'ın ve islâm ümmetinin sözkonusu canlığı olanca gücü ve hamleciğili ile
sanki bu ümmetin yeniden dirilişini ya da yeni doğuşunu müjdelercesine Osmanlı
Devletinin ortaya çıkışında açıkça meydana koydu.
Fakat
acaba bu devletin tarih sahnesine çıkışı, katıksız bir yeniden diriliş ya da
zirve dönemini çağrıştıran bir yeniden doğuş muydu? Yoksa "ümmef'in
yapısında taşıdığı eski hastalıklı geçmişin tortularım birlikte mi taşıyordu.
Osmanlılar Dönemi
Eğer
meseleyi bu dine hizmet etme arzusunun içtenliği, bu uğurda can ve mal ortaya
koyma fedakârlığı açısından bakarak Osmanlı devletinin kurucularının bu alanda
Tabiin (ikinci kuşak) müslümanlarmdan aşağı kalmadıklarını görürüz. Gerçekten
onların bu yoldaki gayretleri, Bizans başkenti Kostantınıyye'yi (şimdiki
İstanbulu) ilk defa emeviler döneminde fethetmeye teşebbüs eden sahabiler ile
Tabiin'in gayretlerinin uzantısı niteliğinde idi.
Onların
hristiyan Avrupa'nın içlerine kadar sokulup islâm adına bunca yerler ve
gönüller fethetmiş olmaları, milyonlarca yeni insanın müslüman olmasını
sağlamış olmaları, yüce Allah'ın (c.c.) terazisinde onlar için yeterlidir.
Yine
beşyüz yıl boyunca islâmiyeti, haçlı saldırılarına karşı korumuş olmaları, bir
zamanlar Kudüs'ü kuşatmayı başaran haçlı ordularının, Osmanlı devleti tarih
sahnesinden çekilene kadar bir daha istilâ amaçlı doğu seferine çıkmaya
cesaret edememiş olmaları da Allah'ın terazisinde onlar hesabına yeterli bir
sevaptır.
Yine
yıkılışlarından önceki can çekişme dönemlerinde bile islâm diyannda bir yahudî
devletinin kurulmasına engel olmaları, dünyanın dört bir yanına dağılmış halde
yaşayan yahudilerin ancak Osmanlı devletinin tarih sahnesinden çekilişinden
sonra Filistin'de biraraya gelip devlet kurabilmiş olmaları, yüce Allah'ın
terazisinde sevap kefelerine konacak çok önemli bir sevaplarıdır.
Ayrıca
bilime ve bu dinin mesajını gelecek nesillere taşıyan bilginlere karşı
gösterdikleri saygı da yüce Allah'ın terazisinde sevap kefelerine konacak
önemli bir meziyetleri olarak sayılmalıdır.
Fakat
bütün bu sevap ve meziyetler -yüce Allah'ın terazisinde oluşturdukları büyük
ağırlığa rağmen- gerek bu devletin mekanizmasında ve gerekse bu devletin yönlendirmesi
altındaki ümmetin toplumsal hayatında bazı tehlikeli sapmaların Varolduğu
gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bu tehlikeli sapmalar, zaman geçtikçe kötü
meyvelernii vermişlerdir.
Bir
defa Osmanlı devleti, Araplaşmamış ilk halifelik devleti idi.
İşin
başında bu faktörün olumsuz etkisi isözkonusu değildi. Çünkü kuruluş dönemi
Osmanlıları ihlâslı, iyi niyetli, islâm dünyasını birleştirip güçlü bir
liderlik altına alarak Abbasîlerin son zamanlarında sıkıntısını çektiği dağınıklıktan
kurtarmak için ellerinden gelen her şeyi yapmaya kararlı kimselerdi.
Fakat
günler geçtikçe bu faktör, olumsuz etkisini göstermeye başladı. Çünkü en az
dokuz yüzyıl boyunca islâmiyetin atan kalbi olan Arap halkı, bir çeşit
yalnızlık ve dışlanmışlık duygusuna kapıldı. Yöneticileri onu anlamadığı ve
islâm'ın kutsal kitabı Kur'an'ınkinden farklı bir dille hitap ediyorlardı. Bu
yalnızlık ve dışlanmışlık duygusu, Osmanlı devletini kuşatan bazı
olumsuzlukların süreklilik kazanması ile daha da arttı. Sonunda entrikacı
düşmanlar, ümmet bütünlüğü organizmasını parçalamayı başardılar. Bu parçalamayı
başarırken kullandıkları başlıca kötü niyetli araç "Arap" ve
"Türk" ayırımı silâhı idi.
Buna
karşılık Osmanlı devletinin Araplaştığım ve Kur'an-ı Kerîm'in dili ile konuştuğunu
farzedelim. Hiç kuşkusuz o takdirde devlet içinde birliği sağlayacak olan
faktörler, yıkıcı düşmanların komplolarını rahatlıkla boşa çıkaracak kadar
güçlü ve dayanıklı olurlardı. Ayrıca Arapçayı bilmek, bu dini, ana kaynaklan
olan Kur'an ve Sünnetten dolaysız ve aracısız biçimde öğrenme, doğru olarak
öğrenme imkânı sağlardı. Oysa Osmanlı devletinin gerek yöneticileri ve gerekse
yönetilenleri, islâm bilimleri alanındaki bütün tercüme ve telif eserlere
rağmen bu aracısız islâm öğrenimine muhtaçtırlar.
Bunun
yanında bütün askerî rejimlerde olduğu gibi Osmanlı devletinin politikasına
zaman zaman istibdat derecesine varan aşın bir "sertlik" egemendi.
Hiç
kuşkusuz siyasî istibdat (baskı rejimi), islâm tarihinin daha önce
dönemlerinde de görülmüştü. Emeviler zamanında başlamış ve Abbasiler döneminde
sürdürülmüştü. Zaten bu tutum, Peygamberimizin (s.a.v.) deyimi ile
"iktiar düşkünü krallar" tarafından benimsenerek halifelik dönemi
çizgisinden aynlmaya yolaçan sapmalardan biri idi. O halifelik dönemi ki, onun
egemenliği altında insanlar ilâhî adaletin en parlak biçimde uygulanmasının
mutluluğunu tatmışlardı.
Fakat
benim kanaatime göre, Osmanlı devletine egemen olan siyasî baskı politikası,
Emeviler döneminde beli-rip Abbasiler zamanında devam ettirilen baskı
politikasının basit bir uzantısı değildi. Gerçi böyle olduğu da ileri
sürülebilir, ama bana göre bu olgunun Osmanlı devletinin yapısından kaynaklanan
"yerel" bir sebebi vardı. O sebep de, askerlerin iktidan ele geçirdikeri
her yerde alışılagelmişin ötesinde aşın bir "sertlik" politikasına
başvurmaya yatkın olmaları idi.
Gerçi
devletin karşı karşıya geldiği ve egemenliğini perçinleyebilmek için ya yıkmak
ya da kuvvet kullanarak boyun eğdirmek zorunluğunu duyduğu güçlü düşman devletler,
Osmanlı devletinin belirgin niteliği haline gelen bu aşın "sertliğin"
sebeplerinden biri olmuştu. Ama islâm ruhu, durum ne olursa olsun ve hangi
bahanelere dayandın-lırsa dayandırılsın baskı politikasını hoş görmez ve yönetenler
ile yöneticiler arasında, şartlar ne olursa olsun, ilâhî adaletin uygulanmasını
gerekli sayar.
Osmanlı
devletinin güttüğü kendine özgü eyalet valiliği düzeni bu durumu daha da
kötüleştiriyordu. Çünkü bu düzene göre eyalet valileri, görev yerlerinde kısa
bir süre, çoğunlukla iki ya da bilemediğiniz üç yıllığına kalabiliyor, bu
sürenin sonunda başka bir eyalete atanıyorlardı.
Hiç
kuşkusuz devlet, bu düzeni belirli bir amaç uğruna uyguluyordu. Bu amaç devlet
otoritesini tek elde, yani halifenin elinde tutmak, valilerin eyaletlerinde
zamanla bağımsız hükümdarlar konumuna gelmelerine firsat vermemekti. Nitekim
Abbasî devletinin son döneminde durum böyle olmuş ve bu otorite parçalanması,
sonunda devletin parçalanıp yıkılışına yolaçmıştı. Gerçekten bu düzen merkezi
devletin, eyaletleri üzerindeki otoritesinin uzun yüzyıllar boyunca sürekli
olmasını, Osmanlı yönetiminin hem kendi vatandaşlarının ve hem de düşmanlarının
gözünde istikrarlı ve heybetli bir imaj kazanmasını sağlamıştır.
Fakat
bu düzenin bazı kusurlan da vardır. Bir defa görev yerinde belirli bir süre
kalacağım daha baştan bilen bir valinin eyaletinin halkına karşı hak ve adalet
ölçüleri uyannca davranması beklenemezdi. Meğer ki, bu adam sıradan bir
yönetici değil de bilgin huylu ya da melek karakterli olmalıydı. Bu istisnaî
ihtimali bir yana bırakacak olursak, çoğunlukla bu valilerin en çok önem verdikleri
şey, ömürlerinin geride kalan kısmını refah içinde yaşamalarım garanti edecek
kadar çok servet yığmaktı. Bu durumda adam, Padişahın bir yandan emrettiği
geliri toplarken bir yandan da bunun bir kaç katını kendisi için topluyordu.
Hiç kuşkusuz bu vergi ve gelirler, Allah kullarının sırtlarına bindirilen baskı
ve zulümler aracılığı ile toplanıyordu.
Eğer
bu yönetim düzenlemesine, türkler arasında islâm olmalarından önce geçerli olan
ve müslüman olduktan sonra da bağlı kalıp uygulamaya devam ettikleri derebeylik
düzeni eklenecek olursa siyasî baskı düzenine bir tür toplumsal zulmün
eklendiği görülür. Bu derebeylik düze-nide binlerce topraksız köylü, Timar
sahibi paşaların bağımlı köleleri halinde yaşıyorlardı.
Yöneticiler
açısından durum böyle olunca yöneticiler düzeyinde de bir çok sapmalann
varolması doğaldı.
Bir
defa tüm ümmete verilmiş bir emir olan iyiliği emrederek kötülükten sakındırma
görevi, yöneticilere karşı titizlikle yerine getirilmesi gereken bu görev, uzun
zamandan beri unutulmuştu. Osmanlı devletinin dayandığı askerî yönetimin sert
atmosferi içinde bu göreve yeniden sahip çıkılması beklenemezdi. Tersine bu durumda
bu görevden daha da uzaklaşılması normaldi.
Ferdî
ve toplumsal düzeyde, bir başka deyimle siyasetle ilgili olmayan alanlarda
islâm inancı gereğince "amel etmek, davranmak" konusuna gelince, hiç
kuşkusuz, bu açıdan Osmanlı toplumunun durumu ahlâk bozukluğu ile yozlaşmanın
egemen olduğu Abbasilerin son döneminden çok daha iyi idi. Genç bir devletin
eli ile gerçekleşen yeniden doğuş hamleciliği amansız düşmanlarla savaşarak
egemenliğini pekiştirmek istediği, yeni bir devlet kurmanın gerektirdiği güçlü
irade, bunlar yanında askerî bir devlette bulunması normal sayılan gözüpek
kararlılık, bütün bu faktörler, insanlan, Abbasiler zamanındaki refah
düşkünlüğünün, eğlence dalgınlığının, hatta çılgınlığının uzak düşürdüğü islâm
ruhuna yeniden yaklaştıran bir ahlâk ve toplum dayanışması oluşturdular.
Fakat
sıkılmış bir yumruğun zamanla gevşemesi nasıl kaçınılmaz ise, kalbleri sürekli
bçimde canlı tutacak uyarılar olmadığı sürece, perçinleşmiş egemenliğin
zamanla gevşemeye yüz tutması da kaçınılmazdır.
Bu
toplumda, İslama uygun sağlıklı uyarma mekanizması yerine tasavvuf metoduna
bağlı bir uyarı mekanizması gelişti.
Gerçi
tasavvuf, Abbasî toplumunda yayılmaya başladı,
ama
o dönemde toplumla bütünleşememiş bir kurum niteliğinde idi. Osmalı devleti
dönemine ve Türkiye'nin kendisine gelince burada tasavvuf hem toplumun ve hem
de dinin ta kendisi haline geldi. Bundan dolayıdır ki, özellikle son iki
yüzyıl içinde halk arasında şu şaşırtıcı sözün yaygınlık kazandığını
görüyoruz; "Kimin mürşidi yoksa, onun mürşidi şeytandır!" Bu toplumda
tasavvuf, özellikle halk kesimi düzeyinde, dine giriş kapısı ve dini uygulama
alanının belirleyicisi durumuna geldi.
Durum
böyle olunca gerek yaşayan ve gerekse ölmüş şeyhler ile ilgili bir sürü hurafe
ve asılsız yakıştırmalar alıp yürüdü. Bunun sonucu olarak "dindarlık, dine
bağlılık" şeyhe, şeyhin kerametlerine, olağanüstülüklerine, gaybı
kurcalama gücüne, hastalan ilâçsız tedavi etme yeteneğine, "büyü
bozma" ve şeytanları musallat oldukları kimselerin ruhlarından çıkarma konusundaki
marifetine inanmak demek oldu. Ayrıca tekkelere, zaviyelere, türbelere ve
velilere bağlılık, islâmiyetin gerektirdiği hiç bir gerçek amel işlemeksizin,
bu saydıklarımıza adak adamak ve kurban kesmek de dine bağlılığın güvenilir bir
göstergesi sayıldı. Hatta halk kesiminin anlayışına göre asıl din, yüce Allah'ın
indirdiği Kitab'daki ilkeler ile Peygamberlerimizin (s.a.v.) sünneti değil de,
bunlar oldu.
Tasavvufun
"amel" ve davranış alanında bıraktığı korkunç boşluğa gelince , onu
"Murcie" akımının görüşü "kapattı" Önemli olan imandı. O
da doğrulamadan (tasdikten) en iyimser yorumla doğrulama ve onaylamadan (ikrar)
ibaretti. Bunlar da kalbde bol bol vardı. Buna göre imanın gerektirdiği amel ve
davranışlardan yoksunluk, insan için problem değildi. Çünkü iman olduktan sonra
hiç bir şey zararlı olamazdı!
Bu
sapık yaklaşımım sonucu olarak sosyal hayat, yavaş yavaş dinin gerçek
içeriğinden soyutlandı. Din adına ortada sadece sapıklıklar ve geleneksel
unsurlarla karışık asılsız sezgi ve saplantılar kaldı.
Yeri
gelmişken söylemeliyiz ki, geleneklerin, Osmanlı devletinin yapısında mutlaka
vurgulanması gereken özel bir rolü vardı.
Bir
defa Türk halkı, geleneklerine, diğer bir çok halkar-dan daha güçlü bir biçimde
bağlıdır. Bu gürüşümüzü pekiştiren bir örnek verelim:
Türk
evlerinin zeminleri çoğunlukla duvardan duvara halı ya da kilimlerle kaplıdır.
Bütün ev tabanının kaplı olmadığı durumlarda da mutlaka yere serilen ve odadan
odaya uzanan bir yaygı vardır.
Müslüman
Türk evinin bir geleneğine göre eve girerken eşiğin dışında ya da içeri
girer-girmez dışarda giydiği pabuçları çıkarman ve onlar yerine halı ya da
kilimler üzerinde gezinirken kullanabileceğin temiz bir çift pabuç (terlik)
giymen gerekir. Tuvalete ya da banyoya girerken de bu temiz pabuçları çıkarıp
su kullanırken uygun olarak başka bir çift terlik giyeceksin. Banyodan ya da
tuvaletten çıkarken ise önce mutlaka ayaklarım kurulamalı, sonra da ayağındaki
ıslak terlikleri daha önce kapıda bıraktığın temiz ve kuru terliklerle
değiştirmelisin.
Besbelli
ki, burada bir "islâm geleneği" ile karşı karşı-yayız. Bu geleneğin
maksadı, evi namaz kılmaya elverişli şekilde temiz tutmaktır. Böyle olunca bu
geleneğin müslü-man bir evde uygulanması, dinimizin her şeyde farz kıldığı
temizlik ilkesi ile uyumlu ve tutarlı bir tutumdur.
Fakat
sen bugünün Türkiye'sinde bazı insanlarla karşılaşırsın. Bu adamlar,
dinlerinden tamamen sıyrılmışlardır. Artık ne namaz kılıyorlar ne oruç
tutuyorlar ve ne de dine inanıyorlar. Buna rağmen aynı geleneğe onlann evlerinde
de uyulduğunu görürsün. Çünkü sadece bir "gelenek"tir.
Bu
milletin benliğinde kök salmış olan bu ruhu eğer iyi kavrarsak bu miletin çok
uzun bir tarih dönemi boyunca "islâm geleneklerini nasıl korumayı
başardığını anlayabiliriz. Oysa başka bir millet, bu arada Arap milleti, bu kadar
uzun bir süre boyunca bu gelenekleri koruyamazdı. İmparatorluk süresince bu
millet egemen konumlu olduğu, başka bir deyimle devlet yükümlülüğünü sırtında
taşıdığı için onun etkisi ile islâm gelenekleri, islâm dünyasında uzun süre
yürürlükte kaldı.
Fakat
son dönemde bu gelenekler, ruhlanndan yoksun kalarak, sadece basit geleneklere
dönüştüler.
Şunu
kısaca vurgulayalım ki, islâm ahlâkının ve islâm davranış sisteminin
gelenekleşmesi, yani gelenek haline gelerek kökleşmesi, aslında iyi bir şeydir.
Çünkü gerek toplum ve gerekse gelecek kuşaklar bu geleneklere alışır, onlan
kolayca binemser, hiç bir çaba harcadığını hissettirmeden otomatik biçimde
uygulanmaları ve yürürlekte tutulmaları mümkün olur.
Fakat
bu durumun iyi olabilmesi için sözkonusu geleneğin kendisinden kaynaklandığı
ve uygulamalı ifadesi halini aldığı inanç kökü ile ilgili şuurun varolması
gerekir. Buna göre eğer bu şuur kaybolur, eğer bu geleneğe kaynaklık eden iman
kökü kuruyop ortadan kalkar da mesele, o geleneği sırf gelenek olduğu için
korumak şekline dönüşürse, sözkonusu gelenek üzerine çullanıp kendisine savaş
açan güçlü bir faktörle çatışmaya girince yokolmaya mahkûm olur. Çünkü böyle
bir çatışmada ayakta kalarak karşı koyabilecek olan unsur
gelenek değil, bu geleneğin arkasında saklı olan ruhtur, kültürel özdür. Bu
ruh, bu kültürel öz olmayınca, direnme ve karşı koyma sözkonusu olmaz.
Bu
böyle olduğu içindir ki -gelecek bölümde göreceğimiz gibi- sözkonusu kökü
kurumuş geleneklerin, BatYnın yıkma amacı güden sistemli düşünce saldırıları
karşısında kalınca arka arkaya güz yaprakları gibi döküldüklerini, islâm
ülkelerinin çoğunluğunda bu geleneklerin bu savaşa yarım yüzyıldan fazla
dayanamadıklarım görünce buna şaşmıyoruz.
Bu
durumu açıklamak üzere ünlü "Türk hicabı"m (kapalı kadın giyimini)
örnek olarak ele alalım:
Bu
hicab'm islâmî olduğu, islâmdan kaynaklandığı kuşkusuzdur.[10] Türkler, bu
geleneği müslüman olduktan sonra edindiler. Başka bir deyimle onlar onu, kendilerine
islâmiyeti öğreten halklardan iktibas edip benimsediler. Bu gelenek -şu ya da
bu şekilde- uzun yüzyıllar boyu islâm dünyasının tümünde benimsenip uygulanan
bir temel ilke olarak bilinmişti.
Fakat
şimdiye kadar sözkonusu ettiğimiz çeşitli sapmaların ortak etkisi ile islâm
dünyasında islâm ruhu zayıflayıp canlılığını yitirince kapalı kadın giyimi (Hicab)
kuru bir geleneğe dönüştü, titizlikle uyulan, islâm dünyasında hiçbir kadının
karşı çıkmadığı hatta karşı çıkmaya cesaret edemediği, karşı çıkacak olanın
müptezel ve ahlâksız damgası yemesine sebep olacak olan bir gelenek.
Fakat
toplumun bağlı olduğu bir gelenek olarak şiddetle korunmasına rağmen bu ilke,
Batı'mn sözde "Kadın özgürlüğüne çağıran, açık-saçık giyim isteyen ve
kadınların yan-çıplak kılıklarla sokaklara dökülmelerini öneren düşünce saldırıları
karşısında yarım yüzyıl bile direnemedi. Bu yoğun saldın dalgalarının sonucu
olarak islâm aleminin kadınları Peygamberimizin onüç yüzyıl önceki islâm
öncesi döneminin kadınlarım tanıtırken kullandığı "giyinmiş oldukları
halde çıplak olan, kendileri doğru yoldan sapmış olduğu gibi başkalannı da
ayartan ve başları eğri deve hörgücüne benzeyen" ifadelerine tıpa-tıp uyan
bir eda ile evleri dışına döküldüler.
Bunun
sebebi şu ki, kapalı kadın giyimi sadece bir gelenekti. Ona bu niteliği ile
uyuluyordu. Yoksa kaynaklandığı inanç kökünün bilincinde olan canlı bir imana
dayanmıyordu.
Şimdi
aradaki farkı görmek için bu gelenek bağlılığı ile günümüzün inanç ve şuura
dayalı olarak kapalı giyime geçen genç kızlarını karşılaştırınız. Çağdaş
cahiliye zihniyeti bütün ağırlığı ile bu kapalı giyimli kızlarımıza karşı çıkıyor,
onlarla alay ediyor. Dahası onları zaman zaman hapis ve işkenceye maruz
bırakıyor. Bütün bunlara rağmen üstlerini-başlarmı açıyorlar mı, hatta kendilerini
açılmaya çağıran tehditkâr gürültülere kulak asıyorlar mı?
İşte
inançtan kaynaklanan bilinçli davranışla gelenekten kaynaklanan davranış
arasındaki fark budur.
Diğer
bütün islâmî konuları bu örnekle karşılaştırmak gerekir.
Buna
göre islâmiyetin ibadetlere ve özel davranışlara varıncaya kadar bütün
kurumları geleneklere dönüşecek duruma geldiğini, ruhtan soyutlanmış bu
geleneklere sırf gelenek oldukları için uyulageldiği gerçeğini belirleyince
yıkılışın nasıl geldiğini kolayca anlayabilirsin.
İÇTİHAD KAPISININ YENİDEN
AÇILMASININ REDDİ
Osmanlı
yönetimi ile ilgili olan bir başka mesele var ki, ona mutlaka işaret etmemiz
gerekir. Çünkü bu mesele islâm toplumunu hem derinlemesine ve hem de uzun vadeli
olarak etkiledi.
İslâm
dünyasının -hatta bütün dünyanın- toplumsal şartları yaklaşık olarak on yüzyıl
boyunca bazı dar alanlar dışında, aşağı-yukan değişmez olarak kaldı.
Bu
uzun dönemin başlarında, büyük islâm fıkıh bilginleri karşılaştıkları her
konuda içtihad (bilimsel araştırma) yaparak müslümanlann ibadetler ve toplumsal
ilişkiler ile ilgili tüm ihtiyaçlarını karşılayan çok boyutlu, geniş kapsamlı
ve yeterli bir fıkıh bilimi meydana getirdiler.
Bu
büyük müctehidlerin arkalarından gelen öğrencileri ile açıklayıcıları
(sarihleri) de ünlü hocalarının araştırmalarına ayrıntılarla ilgili eklemeler
yaparak ilerde ortaya çıkabileceklerini tasarladıkları muhtemel ferdi ve toplumsal
meselelere çözüm getirdiler. Onlar; "Eğer şöyle şöyle olursa..."
diyerek ileriye dönük varsayımlar kuruyorlar ve bu
varsayımlara yüce Allah'ın (c.c.) hükmü uyarınca çözüm öneriyorlardı.
Bu
yüzden geçen zaman içinde sözkonusu varsayımlar gerçek olaylar haline gelince
müslümanlar, yeni bir icti-had yapma ihtiyacını duymadılar. Çnükü gerek büyük
müctehidler ve gerekse onlann öğrencileri ile açıklayıcıları çok önceden
onlann hayatlarında beliren bu yeni gelişmeleri, bilimsel araştırmalarının
kapsamına almışlardı. Bundan dolayı hicrî beşinci yüzyıl dolaylarında ihtiyaç
olmadığı gereçesi ile "içtihad kapısının kapandığı" ilân edildi!
Bu
karar üzerinde yaklaşık olarak beş ya da altı yüzyıl geçti. Bu süre içinde
müslümanlar bu karan gözden geçirme ihtiyacını duymadılar. Çünkü ellerindeki
fıkıh hazinesi kendilerine yetiyor, ihtiyaçlannı karşılıyordu. Bu yüzden
onlar da bu uzun süre boyunca sözkonusu bilgi hazinesini öğrenmek ve fıkıh
öğrenimine yeni başlayan öğrencileri bu bilim dalının geniş ufiıklanna dalmaya
hazırlayacak özet niteliğnide kısaltılmış yardımcı kitaplar hazırlamakla
yetindiler.
Fakat
hiç değilse hicrî on ikinci yüzyıldan itibaren dünyanın sosyal ve
siyasî çehresi hızlı bir şekilde değişmeye başladı. Önemli bazı teknik
buluşların arkasından büyük bilimsel gelişmeler, keşifler ve icadlar meydana
geldi. Bu önemli bilimsel ve teknolojik gelişmeler gerek klâsik fikıh
bilginlerinin ve gerekse onlann öğrencileri ile açıklayıcılarının
hayallerinden bile geçirmedikleri ve bu yüzden haklarında islâm hükmünden
kaynaklanan uygun çözümler önermedikleri birtakım yeni sosyal şartlar ve
değişik toplumsal ilişki biçimleri ortaya çıkardı.
Bu
durumda tutulması gereken yol, uzun yüzyıllar boyunca kapalı tutulan içtihad
(bilimsel araştırma) kapısını yeniden açarak sözkonusu sosyal ve siyasî
değişmeleri karşılamak, bu değişmeler ile ilgili müslümanlarm benimseyeceği
ilâhî hükümleri açıklamaktı. Çünkü fıkıh biliminin duraklama tanımayan sürekli
görevi, müslümanlarm hayat şartlannda belirecek her türlü gelişmeyi karşılayarak
onun hakkındaki helâl, haram, mendüp, mekruh ve mubah biçimindeki ilâhî hükmü
açıklamak ve böylece müslümanlarm önlerine çıkan her yeni mesele ile ilgili
olarak yüce Allah'ın (c.c.) emrinin ne oldğunu açık-seçik biçimde bilmelerini
sağlamaktır.
Fakat
Osmanlı devleti, içtihad kapısının yemden açılmasını reddettik.[11]
Osmanlı
devleti bu red kararını tam bir iyi niyetle ve yüce Allah'ın dinine toz
kondurmaktan sakınan samimi bir din gayreti ile vermişti. Dayandığı gerekçe, o
dönemde içtihad yapabilecek yeterlilikte islâm bilginlerinin bulunmaması idi.
Fakat
bu red karan önemli ve tehlikeli sonuçlara yolaç-tı. Düşünelim ki, eğer
gerektirici şartların ve ihtiyaçların varlığına rağmen içtihad faaliyeti durur,
yeni bilimsel araştırmalar yapılmaz ise acaba ne olur? İki şey olur: Ya hayat
donar, gelişmeden uzak kalır. Çünkü artık üzerine uymaz olan kalıplara mahkûm
edilmiştir. Ya da içine sı-kıştırıldığı kalıpların ve aynı zamanda Allah'ın
(c.c.) hükmü çerçevesinin dışına çıkar. Çünkü hükmün çerçevesi içtihad yolu
ile bu hayatı rahatlıkla kapsamına alacak biçimde genişletilmemiştir.
İslâm
tarihinde bunların her ikisi de arka arkaya meydana geldi. Yani önce donup
kalma ve gelişmelerin gerisinde kalma, arkasından da İslâm çerçevesinin dışına
çıkma bahtsızlıkları ile karşı karşıya geldik.
İslâm
tarihini sadece yüzeysel bir yaklaşımla gözden geçirebilen bir okuyucu, İslâm
çerçevesi dışına çıkma olayının hicri ondördüncü yüzyılın başlarında (Milâdî
takvimle ondokuzuncu yüzyılın sonlannda) meydana geldiğini sanır. Oysa
gerçek, böyle değildir. Çünkü anılan dönemde meydana gelen olay, ilerdeki
bölümde açıklayacağımız üzere, islâm hükmünün tümü ile bir yana bırakılması ve
Allah'ın indirdikleri dışında kalan hükümlerin güdümüne açıktan açığa girilmesi
idi.
Fakat
islâm devletinin yapısına yabancı "düzenler"in sızmaya başlaması, bu
dönemden çok önceye dayanır. Bu işi, Osmanlı padişahlarından "Kanunî
Süleyman" lâkabı ile tanınan ve hicrî bin yirmi (Milâdî takvimde bin beşyüz
altmış altı) yılında tahta geçen birinci Süleyman dönemine kadar uzatabiliriz.
Çünkü islâm devletinde klâsik fıkıh bilginlerinin çözümünü öngörmemiş oldukları
yeni meselelerden kaynaklanan dâvalann mahkeme kararına bağlanması ile ilgili
olarak ilk defa "Avrupa kanunları" ithal etmeye girişen bu padişah
oldu. Kendisim bu işe, Osmanlı devletinde yaşayan yahudiler ile hristiyanlar
teşvik etmiş-lerdi.[12] Hiç
kuşkusuz bu teşviki, belirli bir maksatla yapmışlardı. Bu girişim, islâm
bünysinde bir deli acımış ve bu delik gitgide genişleyerek sonunda islâm
ümmetinin tarihinde beliren sapmaların en utandırıcısının meydana gelmesine
yolaçmıştı.
Bu
yabancı "kanunlar" ilk başta islâm ruhu ile uyuşması mümkün olan,
onun nasslan ile çelişmeyen metinlerdi. Bu yüzden o dönemin islâm bilginleri
onlan kullanmayı sakıncalı görmemişlerdi. Özellikle içtihad kapısının yeniden
açılmasına izin verilmemiş olması bu hoşgörüye zemin hazırlamıştı.
Fakat
bu sapma, beraberinde iki büyük tehlike getirmişti:
Birincisi,
böylece kötü bir çığır açılmış oluyor, başlıba-şına tehlike oluşturan bir
"ilke" ortaya konuyordu. İlerdeki günlerin ne kadar tehlikeli
olduğunu kanıtlayacağı bu ilke, islâm dışı bir düşünce kaynağından, bir sosyal
hayat alanından, bir yaşam tarzından yardım istemek, yabancı bir yamayı islâmla
çelişik olmadığı gerekçesi ile islâm elbisesine dikmeye kalkışmak ilkesidir.
Tehlikelerinin
birincisinden daha az önemli olmayan ikincisi ise bu davranışın -farkında
olarak ya da olmayarak- halkın vicdanında şöyle bir saplantının yerleşmesine
yolaçmış olmasıdır. Sözünü etmek istediğiniz saplantı şudur: İslâm hükmü,
sadece indiği günden beri değişmez kalan, olduğu gibi duran sosyal konularda
uygulanabilir. Özellikle son iki yüzyılın yeni ortaya çıkan hayat şartlarına
gelince hüküm, bunlara ne cevap verebilir ve ne de onlan açıklayabilir. Bu tür
problemleri çözebilmek için, bunları kaynaklandığında yaşayıp geçerli çözümlerini
önermiş olan "gelişmiş" milletlerden uygun "kanunlar" ithal
etmekten başka çıkış yolu yoktur.
Bu
iki tehlikenin her ikisi de islâm ümmetinin son bir kaç kuşağı üzerindeki son
derece kötü olan etkilerini göstermede gecikmedi.
*
* *
Bu
bölümün şimdiye kadar okuduğumuz sayfaları boyunca islâm ümmetinin yaklaşık
olarak on dört yüzyıllık tarihini şimşek hızı ile gözden geçirdik. Böylesine
büyük bir hızla ve bizim yaptığımız şekildeki bir tarih yolculuğunun, aslında
olayların akış çizgisini sağlıklı bir şekilde ortaya koyması mümkün değildir.
Çünkü
olaylar, bizim burada anlattığımız gibi, tek başına meydana gelmez ve bir tek
kanal boyunca akıp gitmez. Tersine onlar toplumsal hayat içinde karşılıklı
biçimde bi-ribirlerini etkileyerek gelişirler ve sonuçlarım da bu ortak
etkileşim uyannca ortaya koyarlar. Öyle ki, ortaya çıkan sonuçlan ne bir tek
belirli sebebe -bu sebep ne kadar güçlü olursa olsun- ve ne de bir olaylar
kümesinin ayrı ayrı belirlenmiş rolüne bağlamak doğru olur.
Ayrıca
ağır tempolu, girift ve sürekli değişimli tarih süreci içinde yeralan olaylar,
bizim onlardan konuşurken anlattığımız gibi, girinti ya da çıkıntı noktalan
olmayan, dosdoğru çizgiler boyunca gelişmeler, tersine kimi zaman zig-zaglar
çizdikleri gibi kimi zaman da kesişerek biribirlerine karışırlar. Zaman zaman
kimisi hızla gelişirken kimisi de ağır tempoya düşer. Hatta kimi zaman da ağır
tempo iyice yavaşlayarak belirli bir durgunluk dönemi yaşar gibi görünür, derken
gün gelir, yeniden hızlı bir atağa kalkar. Sonunda bize kesin ve nihaî gibi
görünen bir sonuç belirir. Oysa bize kesin ve nihaî gibi görünen sonuç, gelişme
sürecinin, daha sonra bir yenisi ile yer değiştirecek olan geçici bir aşamasından
başka bir şey değildir.
Evet,
bir daha vurgulayalım ki, tarih sürecinin portresi, bizim geçmiş sayfalardaki
şimşek hızıyla gözden geçirmeye dayanarak çizdiğimiz gibi değildir. Fakat bir
yandan araştırmacılığın karakteristik zorunluğu, bir yandan da özetleme
mecburiyeti bizi böylesine yetersiz bir portre ile yetinmek zorunda bıraktı.
Çünkü
araştırmacılığın karakteristik zorunluluğu tarihi akımları biribirinden tek
tek ayırarak her birinden -sanki aslında da öyleymiş gibi- ayrı ayrı sözeder.
Özetleme mecburiyeti de bizi sadece kaba ve kalın hatları kâğıt üzerine
çizmekle yetinmeye götürdü. Böylece tarih sürecinin nihaî portresinin oluşumunda
sırf bu ana hatlann etkili olmadığı, bunlar yanında daha bir çok yan hatlar ile
bu hatları birleştiren çok sayıda gizli ve günyüzüne çıkmadan irtibat kurma
fonksiyonlarım yürüten yeraltı kanallarının varolduğu gerçeğini unutur gibi
olduk.
Fakat
şunu hemen belirtmeliyiz ki, bizim bu sayfalar boyunca yapmak istediğimiz şey
islâm ümmetinin, hatta-bu ümmetin hayatında yeralan sapma akımlarının tarihini
yazmak değildir. Bizim burada yapmak istediğimiz şey, belirli hatları ve tarih
portremizin oluşumunu nisbeten daha çok etkili olduğunu sandığımız belirli
durumlan seçtikten sonra bu karmaşık, çok yönlü ve karşılıklı ilişkili süreç
ve durumlan tabiî çevrelerinden koparak üzerlerine bakışlarımızı yoğunlaştırmak
ve bunları mecaz yolu ile "sapma akımları" diye adlandırmaktır.
Her
neyse, sözümüzün konusu sapmalar biraraya gelmiş ve karşılıklı biçimde
biribirlerini etkileyerek sonunda yıkılışa yolaçmışlardır.
Yüce
zirve noktasından dibsizlik çukuruna yuvarlanış. Baş döndürücü korkunç bir
mesafe!
Acaba
o eşsiz ilk müslüman kuşağı, ulaştıkları bütün doruk noktalan ile yakından
tanıyan bir gözlemci, onlarla aynı inanç sistemini paylaşan bugünkü
torunlarının bu kadar alçak bir dipsizlik çukuruna yuvarlanabileceklerine
inanabilir mi? Buna karşılık böylesine derin bir dipsizlik çukurunda debelenen
bugünkü müslüman kuşaklar ile bir arada yaşayan bir gözlemci de bu kuşaklann, o
eşsiz kuşağın inanç mirasçıları olduğuna hiç ihtimal verebilir mi?
Sanki
bu ikisi, aralannda hiç bir ortak yön bulunmayan apayrı birer ümmet
gibidirler. Fakat tarihin realitesi işte budur.
Az
önce dediğimiz gibi tarihin nihaî sonuçlarını belirli bir tek sebebe ya da
rolleri ayrı ayrı belirlenecek bir sebepler kümesine dayandırmak çok zordur.
Fakat bu realite, tarih süreci içinde yer alan kimi sebeplerin diğerlerinden
daha çok etkili olmaları gerçeği ile çelişmez.
Buna
göre biz durumu dört ana noktada, ya da dört temel sebep etrafında
özetleyebilir ve tarih sürecimiz içinde yer alan diğer nokta ve sebepleri
bunlara bağlayabiliriz.
İslâm
ümmetinin bu güne gelmesine sebep olan dört ana noktanın birincisi, zaman
geçtikçe yükümlülüklerden sıyrılmak, kaytarmak eğiliminde olan insan
tabiatıdır. Bu kaytarma eğiliminin ilâhî ilâcı -daha önce dediğimiz gibi-uyarma
ve yükümlülükleri hatırlatmaktır. Buna göre diyebiliriz ki, İslâm tarihi boyunca
bu uyarma işi, ya ümmet bütününü kaytarmacılıktan alıkoyacak kadar yapılmamış
ya da miktar bakımından yeterli gibi göründü ise de nitelik bakımından ümmetin
ana caddeden sapmasına engel olacak kalitede yapılamamıştır. Özellikle fethedilen
toprakların alan bakımından sürekli genişlemesi ve mütemadiyen yeni
kavimlerin İslama girmesi karşısında bu görev, yeterince
yerine getirilmemiştir.
Tam
bu ortamda yani uyarma görevinin nicelik ve nitelik bakımından düşük düzeyde
yerine getirilebildiği ve daha aktif bir biçimde ele alınmasına gerek
duyulduğu bir sırada bu uyarma işlemi ile çelişen iki akım meydana geldi ve
sözkonusu görevin yetersizlik derecesini daha da arttırdı.
Sözünü
etmek istediğimiz iki akımın biri "Murcie" akımıdır. Bu akım,
kullan, inançlarının gerektirdiği hiç bir ciddi ameli yapmaksızın, sırf
kalblerde bulunan birtakım duygu ve heyecanlara bel bağlayarak, yüce Allah'ın
(c.c.) hoşnutluğunu kazanabilecekleri ümidine kaptırdı. Öbürü de tasavvuftur.
Bu akım da kullan, hükmün yükümlülüklerini yerine getirmenin dışında bir başka
yol izlenerek yüce Allah'ın hoşnutluğunun kazanabileceği umuduna kaptırdı.
Tasavvufçulara göre bu yol bazı virdleri, bazı zikir cümlelerini tekrarlamak,
velilere ve şeyhlere körü-kö-rüne bağlanmak, müridin kendini tam bir
teslimiyetle şeyhinin önüne koyması ve şeyhinin de sanki gökten gelen bir
vahiy mesajını kendisinden alıyormuşçasına önünde teslim olan müride istediği
telkinleri yapmasıdır.
Bu
üç yozlaştıncı faktörün ortak etkisi imanın gerektirdiği "amelleri"
(İslâm'ın aksiyon ve davranış sistemi) üzerinde yoğunlaştı. Yani olumsuz
etkilerini, İslâmiyeti doğru davranışlar biçiminde pratiğe aktarma alanında
gösterdiler. Özellikle "iyiliği emredip kötülükten sakındırma" misyonunu
yıkıcı etkilerinin ilk hedefi haline getirdiler. Çünkü bu misyon, bu pratik ve
yapıcı amaçlı dinin yeryüzündeki hareketinin, aktivitenin canlı özüdür. İlâhî
metodun pratik hayatta uygulanmasını sağlayan aktivitenin canlı özü. Bu din,
ancak bu misyon sayesinde bu dinin vicdanların kapalı köşelerinde hapsolup
zayıflaması ve bunun sonucu olarak ilerde etkinliğini daha da yitirmeye açık
kalmasıyla önlenebilir.
Bu
üç saptırıcı faktöre bir de zaman zaman "istibdat" derecesine varan
siyasî baskı faktörünü de eklemeliyiz. Çünkü bu faktör, özellikle siyaset
alanında "İyiliği emredip kötülükten sakındırma" misyonunun etkisini
yitirmesinin sorumlusudur. Böyle olunca İslâmiyet, halkın anlayışında bir
takım ferdi uygulamalara ve yavaş yavaş sadece ibadet nitelikli davranıştan
din bilip, sırf onlar üzerinde yoğunlaşmaya dönüşmüştür. Çünkü bu dinin temel
dayanaklarından birini oluşturan toplumsal uygulamalar etkilerini
yitirmişlerdir.
Eğer
sözünü ettiğmiz siyasî baskı faktörünü daha önce saydığımız üç faktöre eklersek
toplam olarak dört sapma akımı elde ederiz. Bu dört akım da sonunda büyük bir
akımda birleşir. Hemen belirtelim ki, bu ana akımın akış yönü hem toplumsal
pratik düzeyinde ve hem de ferd vicdanı düzeyinde bu dinin akış yönüne yüz seksen
derece ters düşer.
Kasaca
diyebiliriz ki, bütün temel İslâmî kavramlar, son kuşakların anlayışlarında
yozlaşma ve sapmaya uğradı. Her şeyden önce "Lâilâhe illellah (Allah'dan
başka ilâh yoktur)" kavramı sadece dille söylenen basit bir sözcük dizisine
dönüştü, kalbler anlamının farkında olmadığı gibi davranışlar da ondan uzaktır.
İbadet kavramı, yerine getirilen ya da getirilmeyen bir takım tapınma hareketleri
ile sınırlandırıldı. Kaza ve kader kavramı, girişimden alıkoyucu ve pısırıklık
aşılaycı bir güce dönüştürüldü. Dünya ve Ahiret kavranılan biribirinden
kopanlarak biribirlerine karşıt ve düşman kamplara dönüştürüldüler. Öyle ki,
biri uğruna çalışmak, kaçınılmaz olarak öbürü uğruna çalışmayı
ihmal ettirir diye sanılır oldu. Yeryüzü kalkınmasını gerçekleştirme kavramı,
yüce Allah'ın (c.c.) metodu uyarınca yeryüzünde kalkınma yapmak anlamını
yitirerek ya-kalkınmaya girişmeme ya da yüce Allah'ın önerdiğinde başka bir
metodla kalkınma kavramına dönüştü.[13]
Bu
büyük sapma ve yozlaşmalar sonunda İslâm dini, her yandan üzerine çullanan,
kendisini tamamen yoket-mek için and içmiş vahşi saldırılara karşı direnemeyen,
ruhtan soyutlanmış ve şaşkına çevrilmiş acıklı bir hale getirildi.
Doğaldır
ki, bu sözlerimiz ile bütün vicdanlann bozulduğunu, uyanların hiç bir olumlu
etki meydana getirmediğini, "Murcie" akımının, insanları bellibaşlı
ibadetler de dahil olmak üzere bütün İslâmî anellerden alıkoyduğun, tasavvufun
pasifliğinin bütün vicdanlara egemen olarak onlan gerekli her türlü yapıcı
girişimden tamamen geri aldığını, gerek siyaset ve gerekse toplumsal alanların
"iyilği emredip kötülükten sakındırma"çalışmalarından tamamen yoksun
kaldığını söylemek istemiyoruz. Zira eğer böyle desek tarihi gerçeklere uzak
düşmüş ve hiç bir müslü-man kuşağın varlıklarından mahrum kalmadığı, ilk
müs-lüman kuşağın ateşinden kalblerinde her zaman bir kıvılcım taşımış olan
parlak ve ünlü simalara karşı nankör davranmış oluruz.
Fakat
biz bir takım genel yargılar ileri sürürken bunları çoğunluğun durumunu
gözönüne alarak veririz. Çünkü aslıda gerçek ve paritk durumu çoğunluğun tutumu
belirler. Azınlığın tutumu ne kadar seçkin ve saygın olursa olsun bu alanda
belirleyici rol oynayamaz. Yalnız eğer bu seçkin azınlık siyasî iktidarı elinde
bulunduruyorsa o zaman iş değişir.
Bu
bölümde sapmaya yol açan sebeplerin yüce Allah'ın (c.c.) kesin sosyal kanunları
uyannca beklenen sonuçlarım verdiklerini belirttikten sonra önümüzdeki bölümde
bu sapmalann çağdaş toplum pratiğimizde meydana getirmiş oldukları etkileri ve
sonuçlan oldukça ayrıntılı bir biçimde açıklamaya çalışacağız. Şimdilik sözlerimizi
yüce Allah'ın (c.c.) şu buyruğu ile noktalayalım:
"Allah'ın kanunlarına alternatif bulamazsın." (Fetih/
23)
[1] Böyle bir kanunun
varolduğundan emin değilim. çi böyle bir varsayımı destekleyen tarihî
gelişmeler var, bu durumda milletlerin lüks ve refaha dalmalarının onarın
yokolmalarına yolaçan afet olduğunu da düşünebiliriz.
[2] Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler
"Mezahibu Fikriyye Muasıre" adlı eserimizin "el-Aklaniye
(rasyonalizm)" başlıklı bölümüne başvurabilirler.
[3] Daha geniş bilgi almak isteyenler "Mefahime Yen-beğı en
Tüsahhah" adlı eserimizin "Lâilâheillellah kavramı" başlıklı
bölümüne başvurabilirler.
[4] (4) Endülüs'te de buna
benzer gelişmeler oldu.
[5] Gerek Sindibad'ın kişiliği ve gerekse gezileri masal ürünüdür.
Fakat buna rağmen bu hikâyeler, o günün realitesini belirli bir oranda yansıtan
belgelerdir.
[6] Tarihi İslâm siyasî, dinî, sıfatı ve içtimaî, Dr. Hasan İbrahim
Hasan, C: II, s. 442-443, yedinci baskı, 1964.
[7] Tarihi islâm siyasî, dinî, şifa ti ve içtimaî, Dr. Hasan İbrahim
Hasan, C: III, s. 457-458, yedinci baskı, 1964.
[8] Burada şu gerçeği hatırlatmalıyız ki, tasavvufa bağlı bir
çok kimseler, Allah yolunda cihad eden kimselerdi. Bunlar Afrika'nın ve Asya'nın
başka hiç bir müslümanın ayak basmadığı yörelerine islâmı yaydılar. Bunlar her
ne kadar biçimsel olarak tasavvufa bağlı idiler ise de aslında zühd ve takva
sahibi kimselerdi. Bu yüzden burada tasavvufcular hakkında söylediğimiz her şey
onlar için geçerli değildir.
[9] Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler
"Mefahime Yenbeği en Tusahhaha" adlı eserimizin "Mefhum-ul kaza
vel kader" başlıklı bölümüne başvurabilirler.
[10] Bazı sorumsuz erkek ve kadınlar küstahça yükseltilmiş bir ses
tonu ile kapalı kadın giyiminin (Hicab'm) islâm kaynaklı bir ilke olmayıp
sadece arap bedevilerinin bir geleneği olduğunu, müslümanların atalarından
miras kalan geleneklere bağlı kalıp onları islâm döneminde de sürdürmelerinin
göstergesi olmaktan başka bir anlam taşımadığını ileri sürerler. Böylece tarihi
gerçekleri inkâr ederken gizli bir haz duyarlar. Nitekim Hz. Ayşe (Allah ondan
razı olsun) "Allah Medineli (Ensar) kadınların iyiliğini versin. Çünkü
Hicab ayeti indiğinde onlann her biri elbiselerinin eteklerine yapışarak onlarla
başlarını ve yüzlerini örtmeye giriştiler" derken sorumsuzca inkâr edilmek
istenen tarihi gerçeği gözlerimizin önüne getiriyor. Demek ki, kapalı kadın
giyimi, islâmda önce uygulanan bir gelenek değildi, tersine yüce Allah
tarafından emredilince müslümanlar tarafından hemen uygulanan bir islâm ilkesi
idi!
[11] Çokları, içtihad kapısını Osmanlı devletinin kapattığına
inanırlar. Oysa bu doğru değildir. Çünkü içtihad kapısı hicrî beşinci
yüzyıldan itibaren kilitlenmişti. Osmanlı devletinin bu konudaki tek
sorumluluğu, şartların gerekli kıldığı bir dönemde bu kapının yeniden açılmasını
onaylamamış olmasıdır.
[12] Bu tutum, "gayri müslimleri dost edinmekten kaçınmak"
şeklindeki ilâhî uyarıya rağmen Abbasilerin arkasından Osmanlıların da pençesine
düştükleri bir sapma oldu.
[13] Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler "Mefahimu Yen-beği
en Tusahhaba (Düzeltilmesi gereken bazı kavramlar)" adlı eserimize
başvurabilirler.