Üçüncü Bölüm

SAPMANIN SONUÇLARI

Daha önceki bölümün son sayfalarında bu ümmetin pratik hayatına damgasını vuran uzun süreli sapma akı­mının son dönemdeki belirtilerine kısaca işaret etmiştik. Şimdi de bu ümmetin tarihinin son iki yüzyılını -özellikle de son yüzyılını- oldukça ayrıntılı bir şekilde irdelemek istiyoruz. Bu irdeleme bir yandan bize şu an için içinde yaşadığımız çağdaş realitemize nasıl ulaştığımızı ve bir yandan da bu çağdaş realitemizin mahiyetim ve belirgin özelliklerini açıklayacak ve böylece daha sonraki bölüm­lerde kurtuluş yolunu belirme çabalarımıza yardımcı ola­caktır.

 

I- İNANÇ GERİLEMESİ

Son iki yüzyılı ve özellikle son yüzyılı irdelerken gözü­müze ilk çarpan şey, müslümanların vicdanlarmdaki İslâm özünün koyu bir siyah tabakanın altına girmesi ve buna paralel olarak pratik hayatta bu özden gitgide uzaklaşılmasıdır. Yani hem düşünce ve hem de davranış düze­yinde etkili olan bir yozlaşma, bir bozulma ile karşı karşıyayız.

Bilindiği gibi davranış düzeyindeki bozulma daha önce­ki yüzyıllarda ortaya çıktı. Bu bozulma gerek Moğol sürü­lerinin o günkü İslâm devletini alt-üst etmeleri ve gerekse İslâm nurunu söndürme amacını taşıyan Haçlı orduları­nın İslâm dünyasını kasıp kavurmalarına yolaçarak bu ümmete cezasını çektirdi.

Fakat o dönemde İslâmla ilgili algı ve düşünceler halâ doğruya en yakın nitelikte idi. Çünkü İslâm düşüncesi ile ilgili sapmalar dar alanlarda mahpustu. Doğru yoldan sapmış çarpık akımlar ve mezhepler vardı, ama ümmet bütününe oranla bunların hacmi son derece küçüktü. "Murcie" düşüncesi, gerçi, daha o zamandan vardı, ama henüz kapalı kapılar ardındaki zihin egzersizleri düzeyin­deydi, ümmetin toplumsal hayatına yansımış somut bir realite olmaktan uzaktı.

Çünkü İslâmiyetin "amel (davranış, uygulama)" akımı­nın voltajı henüz çok yüksekti, her tarafa doğru dalga dal­ga yayılır, sözkonusu çarpık fikirler titreşimlerini önleye-miyorlardı. Hatta, daha önce dediğimiz gibi, "Murcie" dü­şüncesini savunanların bizzat kendileri bile amel ve iba­det görevlerine düşkün birer fıkıh bilgini idiler. Bu yüzden kendilerine özgü bu düşüncelerin etksi ile amel görevlerini bırakacak ya da başkalarım amel ihmalkârlığına çağıra­cak adamlar değillerdi.

O dönemde tasavvuf da vardı. Fakat İslâm toplumuna damgasını basacak derecede yaygın değildi. Tersine top­lum hayatından kopuk ve yaşama gürültüsünden uzak, köşesinde, kendi kendine ibadet sunuyordu!

Bundan dolayıdır ki, daha önce söylediğimiz gibi, İslâm koru, her ne kadar yüzeyi kül bağladı ise de halâ canlı idi. Nitekim yüzeyini örten küller üflenince tekrar tutuşup, harlanarak daha önceden tanıdığımız mucizevi sonuçlara ulaşmakta gecikmedi.

Fakat düşünce düzeyindeki bozulma, etki alanını ge­nişletmeye başlayarak toplumun baskın niletiliği haline gelince o zaman iş değişti. Çünkü artık hastalık, sadece davranış düzeyindeki bozulma değildi ki, ateşli hutbelerle ya da etkili vaazlarla tedavi edilmeye çalışılsın. Mesele, önce kavramları doğru biçimde algılamayı sağlayacaklan-ve arkasından davranış düzeyindeki bozuklukları düzelt­meye yönelecek ya da her iki bozukluğu bir arada gidermeyi programlaştıracak büyük bir çaba harcamayı gerek­tiriyordu. Bu yollardan hangisi tercih edilirse edilsin, ya­pılacak iş kolay değildi.

Geçen bölümün sonlannda işaret ettiğimiz gibi bütün İslâmî kavramlar yozlaştırılmış, hiç biri bu dinin yüce Al­lah (c.c) tarafından indirildiği günkü asıllarına (orijinalle­rine) benzemiyordu.

Meselâ "Lâilâhe illallah" şahadet cümleciği, bu cümle­ciğe ilk muhtap olup ona inanmış olan örnek kuşağın gö­zünde, o günkü kurulu sosyal düzeni kökünden yıkarak yerine onunla yüzdeyüz çelişen yeni bir sosyal düzeni kur­duracak derecede önemli ve kapsamlı bir temel kavramdı.

Bu kavram, bütün yönleri ve her türlü eklentileri ile tüm sosyal hayatı içeren, kendi kendine yeterli bir sosyal hayat tarzı idi. Bu hayat tarzının, büyük-küçük hiç bir un­suru "lailâhe illellah" ilkesi ile bu ilkenin "gerekleri" dışın­da düşünülmüyordu. Bu kavramın gerekleri de yüce Allah (c.c.) tarafından indirilen direktiflere gönüllü biçimde bo­yun eğmek ve elden geldiğince yüce Allah'ın bu direktifleri uyannca amel etmek, onlan uygulamaktır. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Buna göre elinizden geldiği kadar Allah'dan korku­nuz, O'nün öğütlerini dinleyiniz ve O'na itaat ediniz." (Te-ğabun/16)

Bu kavramın onların algısındaki olağanüstü büyüklü­ğü önce vicdanlarının iç yapısında meydana gelen korkunç değişmede kendini gösteriyordu. Öyle ki, bu vicdanlar, sanki öncekiler ile hiç bir ortak yönü olmayan yepyeni vic­danlar olmuştu. Aynı olağanüstü büyüklük algısı ilk müs-lüman kuşağın pratik hayatında beliren vicdanlardakine eş köklü değişmede de kendini göstermişti. Öyle ki, sanki bu hayat, geçmişin hiç bir mirasını taşımayan yepyeni bir hayattı. Hatta onların insanın en son ve en zor değişebilen yanım oluşturan psikolojik ve organik bütün davranışları bile, daha önce taşımadıkları yeni anlamlar kazanarak da­ha önceki eşlerine benzemeyen yeni bir kimlik edinmişler­di.

Hatta cahiliye dönemi hayat düzeninden miras aldıkla­rı İslâm tarafından onaylanmış bazı alışkanlık ve gelenek­ler bile cahiliye döneminde oldukları gibi değillerdi. Bu alışkanlık ve gelenekler şekil bakımından eskilerine ben­zeseler bile öz bakımından tamamen değişik bir niteliğe bürünmüşler, başka bir deyimle İslâm'la birlikte sanki ye­mden doğmuş gibi idiler.

Meselâ kahramanlık, yiğitlik cahiliye döneminden kal­ma bir kavramdı. İslâm da bu sıfatı onaylamış, hatta özen­dirmişti. Fakat acaba İslâmın onayladığı kahramanlık ile cahiliye döneminin kahramanlığı aynı şeyler miydi? Ha­yır, asla! Çünkü cahiliyenin kahramanlığı İslâm tarafın­dan ağır bir dille kınanan "körükörüne bağlılık" tutkusuna dayanıyordu. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyordu:

"O zaman kâfirler kalblerine körükörüne bağlılığı, ca­hiliye döneminin körükörüne bağlılığını koymuşlardı." (Fetih/ 26)

Islâmiyetin özendirdiği yiğitlik ise, körükörüne batıl bağlılığı değil, hak uğruna kahramanlık göstermek, nam ve gösteriş olsun diye değil de sırf Allah rızası için cihad etmekti, yani kahramanlık sıfatının gerçek özü idi.

Cömertlik de cahiliye döneminin yaygın sıfatlarmdan-dı. İslâm bu sıfatı da onaylamış, hatta özendirmişti. Fakat İslâm'ın benimsediği cömertlik, eskisinin şekil bakımın­dan benzeri olsa bile öz bakımından ondan farklı şeydi.

Cahiliye cömertliği, İslâm tarafından şiddetle kınanan gösteriş amaçlı idi. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuru­yor:

"Ey müminlery tıpkı insanlara gösteriş olsun diye ma­lını verip de Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan bir kim­se gibi başa kakarak ve eziyet vererek sadakalarınızı boşa çıkarmayınız. Böylesi üzerinde biraz toprak bulunan bir kayaya benzer ki, şiddetli bir sağanak, toprağını silip gö­türerek onu dazlak bir taş parçasa halinde bıraktı. Böyle-leri yaptıkları iyiliklerden hiç bir şey elde edemezler. Al­lah, kâfirleri doğru yola iletmez." (Bakara/ 264)

İslâmiyetin özendirdiği cömertlik ise sırf yüce Allah'ın rızasını amaçlayan, dilden dile dolaşma gayesi taşımayan katıksız, saf bir karşılıksız bağışlamadır. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Yoksula, yetime ve tutsağa O'nün sevgisi için yemek verirler. 'Biz size sırf Allah rızası için yemek veriyoruz, sizden bir karşılık ya da teşekkür beklemiyoruz' derler." (İnsan/ 8-9)

İşte böyle "Lailâhe illellah" ilkesi, ilk müslüman kuşa­ğın hayatlarındaki bütün unsurları değiştirerek onlar ye­rine yepyeni bir hayat düzeni getirdi ve bu yeni hayat pra­tiği ile "lailâhe illallah" ilkesi arasında zihinlerinde sıkı bir bağ kurdu. Çünkü gerçekten bu yeni hayat pratiğini gerek vicdanlarında ve gerekse sosyal hayatlannda oluş­turan bu ilke idi.

Onlar birden çok ilâha inandıkları dönemde kendileri için hiçlik, şaşkınlık, cahiliye bataklığına baş aşağı gömül­me, ahlâk bozukluğu, dargörüşlülük; yüzeysel, kısa vadeli ve bencil amaçlar peşinde koşma ve karşılıklı zulümler vardı. Tıpkı cahiliye şairi Züheyr b. Ebu Sulma'nın şu muallaka beytinde dile getirdiği gibi:

"Kim havzasını silâhı ile savunmaz ise Yıkıma uğrar. Başkalarına zülmetmeyene zulmederler!"

Buna karşılık onlar tek Allah'a inanıp da Allah'dan başka ilâh olmadığım onayladıkları an, bu saydıklarımızın hepsi değişiverdi. Yani hiçlikten sonra var oldular, şaşkın­lıktan sonra dorğu yolu buldular, düşüşten sonra yükseldi­ler, bozulan ahlâkları fazilete dönüştü, dargörüşlülükten kurtulup ileri görüşlü oldular, bencillikten annan amaçla­rı derinlik ve uzun vadelilik kazandı, karşılıklı zulümlerin yerine kardeşlik aldı.

Bundan dolayı onlann zihninde, "Laihâhe illellah'1 ilke­sine yönelen imanları ile hayatlarında meydana gelen bu büyük değişiklik arasında paralellik meydana geldi, hatta aslında bu değişikliği sağlayan faktör bu ilkeye dönük inançları idi. Bu yüzden onlann algısına göre o ilke, sade­ce basit bir cümlecik değildi. Onlar onu anlamı, gerektir­dikleri ve pratik tercümesi ile birlikte bir bütün halinde algılamışlar, zihinlerine yerleştirmişlerdi. Bu cümleciğin pratik tercümesi, uygulamalı yorumu onların hayatlann­da yeralan unsurlann tümü idi. Bu bütün içinde yüce Al­lah'ın birliğine dair olan inançtan namaza, oruçtan zekâta kadar ortağı bulunmayan tek Allah için yapılan bütün klasik ibadetler ile bütün ayrıntıları ile yüce Allah'ın di­rektiflerine dayanan bir sosyal hayat düzeni kurmaya ka­dar her şey vardı.

Acaba "Lailâhe illellah" ilkesinin bundan başka bir an­lamı, bundan başka bir uygulamalı tercümesi var mı?

"Lailâhe illellalh" ilkesinin pratik hayata dönük tercü­mesinin bir çok dereceleri olduğu doğrudur.[1] Bu tercümelerin hepsi onundur. En aşağı derecesi herkese farz olan asgari derecelisidir. En yüksek derecelisi de o eşsiz kuşa­ğın ortaya koyduğu benzersiz örnekler kümesidir. Fakat bu uygulamalı tercümelerin her bir doğru derecesi herkese farz olan düzeyin altına düşmez. Başka bir deyimle şu üç unsuru mutlaka içerir:

a- Yüce Allah'ın birliğine inanmak.

b- Bütün klâsik ibadetleri, kendisine ortak koşmaksızın sırf tek Allah'a sunmak.

c- Yüce Allah tarafından bize gönderilen direktiflere uygun bir sosyal hayat düzeni kurmak.

Bu asgarî düzey tutturulduktan sonra uygulama titizli­ği ve derinliği yolu ile istendiği kadar üst derecelere çıkıla-bilir.

Fakat ardarda geçen yüzyıllar boyunca bu ilke, müslü-manlann zihnindeki canlılığını sürekli biçimde yitirdi. Günden güne vicdanlardaki ve pratik hayattaki etkisi azaldı. Sonunda fonksiyonunu tamamen kaybederek sade­ce dille söylenen kuru bir cümleciğe dönüştü ve bu sözü söyleyenlerin hayatı, şartların sürüklediği mecrada akma­ya başladı.

Bu durumu şöyle bir örnekle açıklayalım. Bir adam dü­şünelim; bir akarsuyun akmasını durdukmak ya da akış yönünü değiştirmek istiyor. Bu amaçla akarsuyun önüne bir engel koyuyor. Fakat koyduğu engelin yüzeyi delik-de-şik. Bu durumda engel var, ama hiç bir işe yaradığı yok. Su, önünde duran engelin deliklerinden geçerek sanki o hiç yokmuş gibi, rahatlıkla akmasına devam ediyor.

Bu durumun bir başka örneği de sahte paradır. Sahte para, gerçeği üzerinde bulunan bütün yazı ve işaretleri üzerinde taşır ama, bütün bunlara rağmen sahibinin işine yaramaz, pazardan bir şey satın almasını sağlamaz. Ceza almasına, perişan olmasına sebep olma ihtimali de işin ca­bası. Çünkü karşılıksız olarak basıldı.

Bu dinin ilk bağlılarının nazarında ibadet, yüce Al­lah'ın (c.c.) kendilerine şu ayette öğrettiği gibi, her şeyi içeren, geniş kapsamlı bir kavramdı:

"De ki; 'benim namazım, diğer ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, alemlerin Rabbi olan Allah içindir." (Enam/ 162-163)

Bu kavram, onların nazarında sadece namaz, oruç, hacc ve zekât gibi bir takım sayılı klâsik ibadetten ibaret sayılarak insanın bu sayılı ibadetler arasında geçecek sü­rede ibadetsiz yaşaması asla doğal sayılmazdı. Tersine ha­yatın tümü ibadetti. Zikir kavramı ise, yüce Allah'ın indir­diği hükümler uyarınca amel etmek demek olan asıl anla­mı ile, onların hayatında sürekli ve aralıksız bir faaliyetti. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Onlar ki, ayakta, oturarak ve yatarken Allah'ı zikre­derler. " (Al-i îmran /191)

Bundan dolayı onların kalbleri sürekli olarak zikir ile meşguldü, hayatların her anı ibadet idi.

Bu anlayışın doğal sonucu olarak onlar; ticaret sırasın­da, alış-veriş yaparken kendilerini ibadet dışında sayarak Allah'ı zikretmekten gafil kalmayı, karşılanndakileri kan­dırmayı, aldatmayı ve müşterilerinin sırtından aşırı kârlar sağlamayı normal görmezlerdi.

Onlar dinlenme anlarında, boş zamanlannda da kendi­lerini ibadet dışında sayarak yeni bir ibadet vakti girip de tekrar yüce Allah'ı zikretmeye yönelene kadar çirkin sözler söylemeyi,   azgınlaşmayı, Allah'a karşı gelip O'nun emirlerini unutmayı normal görmezlerdi.

Başka bir deyimle onlara göre hayat, "ibadetler" ve "in­sanlar arası ilişkiler (muamelât)" diye iki kısma ayrılmaz­dı. Tersine hayatın tüm faaliyetleri ayrı ayrı birer ibadet­ti. Bu faaliyetlerin bir kısmı, "vakitleri belirli" ve herkese farz olan klâsik ibadetler iken diğer bir bölümü de insa­nın politik, ekonomik, sosyal, ahlâkî, bilimsel, kültürel bütün davranış ve tutumlarını içeren insanlar arası ilişkil-lerdi, ama bunlann tümü ibadetti, yüce Allah'ın adı zikre­dilerek ve yüce Allah'ın indirdiği hükümler gözetilerek ya­pılmaları gerekli idi.

Tıpkı bunun gibi, onlann anlayışlarına göre bazı tasav­vuf tekerlemelerinde söylendiği gibi, hayat "Bir anı kalbin için ve bir anı da Rabbin için" diye de ayrılmazdı. Bu anla­rın her ikisi de "Allah için"di. Sebebine gelince bunlar ha­yatın anları idi ve "hayat da tümü ile Allah için" di.

Acaba ibadet, bu eşsiz ilk müslüman kuşağın anladı­ğından başka bir anlama gelebilir mi?

Acaba onların "İnsanlar arası ilişkiler (muamelât)" alanında yüce Allah'ın (c.c.) indirdiği hükümlere bağlılık göstermeleri, bu dine kendilerinin ekledikleri bir fazlalık mı idi? Acaba dinlenme anlannda, boş zamanlannda bile İslâmın edep ve ahlâk ilkelerine bağlılıklarım devam ettir­meleri, bu dine kendilerinin kattıkları bir ek yükümlülük mü idi? Yoksa bizzat Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ken­dilerine öğretmiş olduğu "din" bu mu idi?

Acaba alış-verişte, ticarette doğruluk ve güvenilirlik, verilen sözlerde durmak, girişilen her işi dürüstçe ve titiz­likle yapmak, her davranışta ölçülü ve tutarlı olmak, edep ve ahlâk kurallarına bağlı kalmak; acaba bütün bunları, onlar, kendileri mi ortaya çıkarmışlar, sorumlu olmadıkla­rı bir takım nafileler olarak mı uygulamışlardır?

Evet, onlann sırf kendileri tarafından uygulanan özel bir takım nafile alanları vardı. Bu alanlarda onlar men-dupleri (özendirilmekle yetinilen iyilikleri) birer farzmış gibi yüklenmişlerdi. Zaten onları, ulaştıkları o başdöndü-rücü doruklara yükselten faktörler bunlardı.

Fakat acaba hayatın tümünü, insanın yüce Allah tara­fından indirilen direktifleri uyannca yürüteceği ve sadece yüce Allah'a yönelteceği bir ibadet algılamak, onlann ken­diliklerinden getirdikleri bir yorum mu idi, yoksa yüce Al­lah'ın

"De ki; 'Benim namazım, diğer ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir" ve "Onlar ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı zikrederler." (Enam/ 162-163, Al-i İmran/ 191)

Doğruluk, güvenilir olmak ve verilen sözlerde durmak ilâhî yükümlülükler olduklarına göre, acaba bu yükümlü­lükler ibadet kapsamına dahil midirler, yoksa onun dışın­da kalan bir takım eklemeler midirler? Bunlar nasıl ibadet kapsamı dışında ya da ekleme şeyler sayılabilirler ki, yüce Allah (c.c.) şu ayette pekiştirme ifadelerinin en güçlüsü ile insanlan sırf kendisine ibadet etsinler diye yarattığını bu­yurmaktadır.

"Ben cinnleri ve insanları sırf bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat/56)

İnsanlığın ana gayesi, yüce Allah'a ibadet etmek olun­ca, O'nun, insanlara önerdiği yükümlülüklerin bir tekinin bile ibadet çerçevesinin dışında olması mümkün olabilir mi? Öyle bir şey olsa, yüce Allah'ın (c.c.) insanlan -başka herhangi bir şey yapmalan için değil- sırf kendisine ibadet etsinler diye yarattığım bildiren vurgulu ve pekiştirmeli buyruğu nerde kalırdı?

Buna göre sahabilerin ibadet anlayışları doğru olduğu gibi, bu anlayışa dayanan tutumları doğru idi.

Fakat sahabilerden sonra öyle müslüman kuşaklar geldi ki, bunlar yüce Allah'ın (c.c.) önermiş olduğu bazı yü­kümlülükleri hafife alarak onlan kendi kafalanndan ya­vaş yavaş ibadet çerçevesi dışına ve ibadet kavramının çerçevesini gitgide daraltarak onu sadece bazı sayılı klâsik ibadetlerle sınırlamışlardır.

Bu sınırlama eğiliminin sonucu olarak doğruluk ve doğ­ru sözlülük, ibadet çerçevesi dışına çıkarılınca halkın an­layışına göre artık vazgeçilmez bir nitelik olmaktan çıktı. Artık o, sadece iyi bir huydu. Eğer insanlarda bulunursa ne ala; bulunmazsa bir zaran, bir sakıncası yok!

Yine bu sınırlama eğilimin sonucu olarak güvenilirlik (emanet), ibadet çerçevesi dışına çıkarılınca artık insanlar arası ilişkilerni vazgeçilmez şartı olmaktan çıkıverdi. O, artık iyi bir huydan ibaretti. Belirli bir kişide bulunsa ne âlâ; bulunmasa da zaran yok!

Yine bu sınırlama eğiliminin sonucu olarak verilen söz­lerde durmak, ibadet çerçevesi dışına çıkarılınca, artık vazgeçilmez olma niteliğini yitirdi. O, artık hatiplerin cu­ma hutbelerinde verdikleri iyi bir öğütten ibaretti. Hiç kimse onu uygulamasa da zaran yoktu!

İşte böylece halk arasında ahlâksız, yüce Allah'ın (c.c.) indirmemiş ve emretmemiş olduğu, hatta yüzde yüz tersi­ni emretmiş olduğu bir İslâm ortaya çıktı. Böyle olduğu halde halk, bu İslâmı, "Kulların, Rabbinin istediği şey" sa­yarak uygulamaya devam ediyorlardı.

Derken "Murcie" düşüncesi ortaya çıkarak bu yıkıcı inanç gerilemesinin yanına takılıyor. Her yeni inanç geri­lemesi adımı ile etki alanını yavaş yavaş genişletiyor. Böy­lece bu akımın "büyük" ilkesi olan "İmanla birlikte hiç bir şey zarar vermez", "iman, sadece kalb doğrulamasıdır", ya da "İman, kalb doğrulaması ile dil onayıdır" ve "Amel, imanın kapsamı dışındadır" şeklindeki sloganları günden güne daha çok taraftar buluyordu.

Gerçekten bu söylediklerimizi yapan insanlar, iman çerçevesi dışına çıkmıyorlardı. Onlar, yüce Allah'ın karşı­sında günahkâr kimselerdi. Yüce Allah onlan dilerse aza­ba çarptınr ve dilerse merhametinin kapsamına alırdı. Fa­kat bütün bunları yapan "Hazreti Muhammed Ümme-ti"nin iyi yolda olduğunu ve İmanın varlığı halinde hiç bir şeyin zararlı olmayacağını sanmak, hem yüce Allah'ın (c.c.) hem Peygamber Efendimizin (s.a.v) ve hem de tarih sürecinin yalanladığı asılsız bir kanaat idi. Neden derse­niz, bir defa yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyor:

"İş, ne sizin kuruntunuza ve ne de ehl-i Kilab'ın kurun­tularına göre değildir. Kötülük yapan, cezasını görür ve Allah dışında ne bir dost ve ne de bir destekçi bulamaz.

Buna karşılık mümin olmak şartı ile iyi amel işleyen erkek ve kadınlar da cennete girerler ve zerre kadar hak­sızlığa uğratılmazlar." (Nisa/ 123-124)

Peygamber Efendimizin - salât ve selâm üzerine olsun-bu konuda ne söylediğine gelince O, bir sabah sahabiler­den birine "Bu geceyi nasıl geçirdin?" diye sorar. Sahabi de O'na "Gerçek mümin olarak sabahladım" karşılığını ve­rir. Bunun üzerine sahabiye

"Her gerçeğin bir mahiyeti var, senin bu söylediğinin mahiyeti, içyüzü ne?"

diye sorunca adamdan şu cevabı alır; "Dünyadan el-etek çekerek gündüz oruç tuttum ve geceleyin de sabaha kadar ibadet ettim. O sırada sanki Rabbimin Arş'ını görür gibi idim. Yine sanki cennetlikler ile cehennemdekileri gö­rür gibi idim. Cennetlikler biribirleri ile sohbet ederken cehennemlikler acayip sesler çıkararak bağrışıyorlardı."

Sahabinin bu cevabı üzerinde Peygamberimiz sözlerni şöyle bağladı;

"Sen Allah'ın kalbini nurlandırdığı bir adamsın. Doğ­ruyu buldun, bu yoldan ayrılma."[2]

Tarihin süreci ise bu konuda söyleyeceğim açıkça söyle­di. Onun sözü, yüce Allah'ın (c.c.) değişmez ve alternatifsiz sosyal kanunudur ki, onun da özü şudur: Bu ümmet, sırf kalb doğrulaması ve dil onayı sayesinde değil, imanının gereklerine bağlı kaldığı oranda egemenliğini perçinlemiş, buna karşılık imanının gerektirdiği amelleri, yani "Lailâhe illellah" ilkesinin gereklerini kıstığı oranda sar­sılmış ve egemenlik kaybına uğramıştır.

Yine o eşsiz kuşağın hayatına dönelim: Bir defasında savaşta zafere ulaşmaları gecikince birbirlerine şöyle der­ler; "Herkes kendi kendini denetleyerek yüce Allah'ın ve Peygamberimizin herhangi bir emrini ihmal edip etmedi­ğini belirlesin". Bu nefis muhabesi sonucunda aralanndan biri dişlerini mısvıkla ovmayı ihmal etmiş olduğunu söyle­yince hep birlikte "İşte sebep budur" derler!

Şimdi de Rabb'lerinin emirlerini kısıtlayarak amelsiz ve ahlâksız bir İslâm yaşadıkan halde arkasından ortaya çıkıp "İman varolduktan sonra hiç bir şey zararlı olmaz" diyen sonraki nesilleri düşün. Sonra da hem onların ve bunlann tarihteki yerine bak!

"Lailâhe illallah" ve ibadet kavramlarının son müslü-man kuşaklar tarafından nasıl yozlaştırıldıklarını anlat­tıktan sonra bu kuşakların diğer bütün İslâm kavramları­nı, meselâ kaza ve kader kavramını, dünya-Ahiret kavra­mını, yeryüzünü kalkındırma ve geliştirme kavramını da yaygın biçimde yozlaştırdıklanm anlatmak, bu konuda ge­çen bölümün sonundaki değinmelerimize dönerek orada söylediklerimize başka bir şey eklemek gereğini duymuyo­ruz. Sadece bütün bu açıklamaların ortak sonucu olarak ortaya çıkan ve bu ümmetin hayatında belirmiş "İnanç ge­rilemesi" olarak adlandırılabilecek olan gerçeğe ve bu ger­çeğe eşlik eden "davranışsal gerileme" realitesine parmak basıyoruz.

Bu olumsuz gelişmelerin her ikisi de son derece tehlike­lidir. Fakat tehlikelerin daha büyüğü, hiç kuşkusuz, "İnanç gerilemesi"nin altında saklıdır. Çünkü inanç gerile­mişi davranışlar alanındaki gerilemeyi bir yandan besle­yip azdırmakta, bir yandan da tedavisini geciktirmektedir. Şunu demek istiyoruz. Eğer inanç sağlam olur da davra­nışlar alanındaki gerileme, sadece yükümlülüklerden sıy­rılma eğiliminde olan insan tabiatından kaynaklanırsa bu­nun önüne geçmek için uyarıda bulunmak yeterli olur. Çünkü uyarı, yükümlülükleri unutmaya yolaçan gafletin (aymazlığın) ilâhî ilâcıdır. Fakat asıl hastalık "inanç geri­lemesi" olunca, sadece uyarıda bulunma -bilinen normal şekilleri ile- yeterli olmaz. Çünkü bu uyan insan kalbi ta­rafından alışılagelen biçimde kabul edilmez. Bu durumda ilk önce kalbi yakalandığı hastalıktan kurtarmak gerekir.

Son dönemde İslâm ümmetinin hayatında ukdelerin (düğümlerin) ukdesi, problemlerin problemi haline gelen

bu inanç gerilemesi, özellikle Allah'ın şeiratının zalim Haçlı (Hristiyan Batı) saldırılan sonucunda tamamen yü­rürlükten kaldırılması üzerine son yüzyılda en karmaşık derecesine ulaştı. Fakat biz bu sözlerimizle tarihin adım­larını hızlandırmak istemiyoruz. Tersine bu süreci son aşamasına kadar adım adım izlemek istiyoruz. Biz sözleri­mizin bu noktasında, İslâm ümmetinin hayatında meyda­na gelen bu inanç gerilemesinin çapını ölçerken kullanaca­ğımız kriteri, ölçü birimini belirlemek istiyoruz.

Hiç kuşkusuz bu kriter, müslümanların hayatlarının her konudaki mercii olan Kur'an ve sünnettir. Bunlardan sonra gelen bir üçüncü kriter ise bu dini gerek düşünce ve gerekse davranış biçimlerini somut realiteler dünyasına imanlarının gerektirdiği gibi uygulamış olan ilk müslü-man kuşağın hayatıdır.

Buna göre bizler Kur'ana, sünette ve ilk müslüman ne­sil­le­rin hayatına ne kadar yaklaşırsak inanç bakımından o kadar "iler­lemiş" oluruz. Hiç kuşkusuz davranış bakımın­dan da öyle. Bu­na karşılık Kur'an'dan, sünnetten ve ilk müslüman kuşakların hayatından ne oranda uzak ve geri düşsek, inanç bakımından o oran­da "gerilemiş" oluruz. Ta­bii ki, davranış bakımından da öy­le.

Bunlar, aklımızdan hiç çıkarmamamız gereken ilk sıra­daki önemli gerçeklerdir. İster sapma akımı ile bu akımın toplum hayatındaki sonuçlarını incelerken olsun, isterse kurtuluş yolunu ararken olsun, bu temel gerçekleri gözö-nünden hiç bir zaman uzaklaştırmamalı, yolumuzu kay­betmemek için bunları her zaman bilincimizde taşımalı­yız.

 

II. BİLİM, UYGARLIK, EKONOMİ,

DÜŞÜNCE VE KÜLTÜR ALANINDA GERİLEME

İslâm dünyasının uğramış olduğu bütün gerileme bi­çimleri, inanç alanında gerilemeden doğdu. Bilim, uygar­lık, ekonomi, savunma, düşünce ve kültür alanlarındaki gerilemeler gibi.

İnanç gerilemesine yolaçtığım belirttiğimiz faktörlerin, sözünü ettiğimiz gerileme biçimleri ve alanları üzerindeki etkileri farklıdır. Yani bu gerileme biçimleri ile alanları­nın kimisi üzerinde "Murcie" düşüncesinin etki oranı daha belirginken kimisi üzerinde Tasavvufun etki oranı daha açıktır. Bazısı üzerinde insandaki yükümlülüklerden sıy­rılma eğiliminin etki oranı daha çokken diğer bazısı üze­rinde siyasî baskının etki oranı daha ağırlıklıdır. Fakat bu faktörlerin ortak geriletici etkisi, bu alanların hepsinde görülür, aslında inanç gerilemesinden kaynaklanıp besle­nen bu gerilemelerin her biri bu faktörlerin yozlaştırıcı et­kilerinden pay alırlar.

İnsanın sırf kalb doğrulaması ile dil onayı sayesinde, İslâmiyetin gerektirdiği hiç bir ameli işlemese bile, eksik­siz bir mümin olabileceğini ileri süren "Murcie" akımının meydana getir­diği uyuşukluğu düşününüz. Buna gerek "zikir" ile ilgili saplantıları ve gerekse insanları İslâmiyetin gerektirdiği davranışları yapmaksızın yüce Al­lah (c.c.) tarafından affedilecekleri anlayışına bel bağlama­larını da tasavvufun yolaçtığı uyuşukluğa ekleyiniz. Bu katmerli uyuşukluğun bir de insanı sadece şahsî problem­leri ile oyalanıp onu toplum ve ümmet yarannı düşünmek­ten alıkoyan siyasi rejimlerin baskısı ile erişeceği boyutla­rı hesap ediniz. Ayrıca bu uyuşturucu faktörlerin tümüne, insanın, yükümlülüklerden kaçınma eğiliminin eşlik etti­ğini tasavvur ediniz. İslâm ümmeti, bütün bu uyuşturucu faktörlerin ortak etkisi altında en az iki yüzyıl boyunca -hatta belki de daha fazla- tam bir uyuşukluk içinde boca­ladı. Oysa Batıda onyedinci ve onsekizinci yüzyıla karşılık olan bu zaman parçası, Avrupa'nın siyasî egemenliğini ku­rup perçinleme alanında ileri adımlar attığı bilim, uygar­lık ve maddî kalkınma alanlarında önemli gelişmeler gös­terdiği bir dönem olarak karşımıza çıkar.

Avrupa, orta çağının karanlık etkilerinden sıyrılarak ruh ve ahlâk alanındaki kesin yoksulluğuna rağmen İslâm dünyasından aldığı bilim ve uygarlık sayesinde bütün bi­lim dallarında güçlü bir hareket gerçekleştirdi.

İslâm dünyası ile aynı dönemde az önce işaret ettiğimiz katmerli uyuşukluk ile baskılı siyasî rejimlerin ve yüküm­lülük­lerden sıyrılma eğiliminin ortak etkisi ile derin ve uzun dönemli bir uykuya daldı. Böylece Avrupa'nın geliş­mek için bütün gücünü harcadığı bu dönemde İslâm alemi boyuna yokuş aşağı yuvarlanıyordu.

Bilim alanında yavaş yavaş bütün "dünya bilimleri"ni öğretim kurumlarından uzaklaştıran büyük bir daralma, büyük bir büzülme meydana geldi. Aynı dönemde şeriat bilimlerinde de en çok hicri beşinci yüzyılın düşüncesi ile yetiniliyordu. Ayrıca bu konuda hicri beşinci yüzyılın oriji­nalliği ile daha sonraki yüzyılların yıldan yıla "taşlaş­mağa yüz tutan taklitçiliği arasındaki büyük farkı da he­saba katmak gerekir.

Birinci bölümde işaret ettiğimiz gibi İslâmî ilim hare­ketinin en övünülecek özelliklerinden biri, bu hareketin bütün bilim dallarına açık olması, her bilim dalında oriji­nal çalışmalar ortaya koyması idi. Bunun sonucu olarak aynı kişi, şeriat ilimleri alanında ve hem de tıp, astrono­mi, fizik ve kimya dallarında -bu alanlar arasında hiç bir çatışma ve çelişme kompleksine kapılmaksızm- bilgin ola­biliyordu. Nitekim Avrupa, karanlık orta çağından çıkma­ya başladığı sıralarda öğrencilerine bütün bilim dallarım ayırım yapmaksızın öğreten Endülüs medreseleri ile diğer İslâm medreselerinden ilim öğrenmeye koyulmuştu. Bu öğretim kurumlarının en bariz özelliklerinden biri şeriat ilimlerinin yanında, dünya ilimlerinde de programlarında yer vermeleri idi. Avrupa, deneysel metodu bu kurumlar­da öğrendiği gibi müslüman bilginlerin tıp, astronomi, fi­zik, kimya, matematik ve optik (fizik) dallarında yazdıkla­rı eserleri Batı dillerine çevirerek Rönesans çağının baş­langıcında müslümanlara talebelik etti.

Fakat "gafil (şaşkın)" müslümanlar yavaş yavaş sadece hüküm bilimleri ile yetinmeye yönelerek bu bilim dallarını öğretim kurumlarından kovmaya giriştiler. Ayrıca hüküm bilimleri alanındaki araştırmaları da olması gerekenin ya­nında "gerilemiş"ti.

Bu konuda tasavvufun belirgin biçimde etkili olduğu söylenebilir. Çünkü tasavvuf, dünya ile Ahireti biribirinden ayırdı. Ruhları arındırıp Ahirete döndürmek gerekçesi ile dünyayı ihmal etmeye yöneldi. Bunun sonucu olarak ruhu ağırlaştınp şeffalı­ğın­dan ve uçuculuğundan uzaklaş­tırır bahanesi ile yeryüzü kalkınmasını da savsakladı. Bu­na bağlı olarak da bu kalkınma ile ilgili olan bütün bilim dallarım ihmal ederek bunlan, ümmetin gözünü kırpma­dan feda edebileceği nafileler, fazlalıklar olarak saydı.[3]

Evet, tasavvufun bu konudaki etkisi belki belirgindir, ama bu kötüye gidişin tek sorumlusu o değildir. Çünkü eğer müslü­manlar, aralarında düşmanlarım yıldırıp cay­dırma amacı ile savunma gücü hazırlamanın da bulundu­ğu ilâhî yükümlülüklerine bağlılıklarını sürdürselerdi, bu ilim dallarının çoğunu düşmanlarına üstünlük sağlayacak bir titizlikle öğrenip bilmek zorunda olduklarım görecek­lerdi. Çünkü bu bilimlerin ihmal edilmesinde ve onlara ihtiyaç duyulmamasında, tasavvufun yanında yükümlü­lüklerden sıyrılma eğilimi de etkili oldu. Ayrıca her eksik­liğe ve her kusura bahane bulan, kılıf uyduran "Murcie" düşüncesi de sahnede idi.

Böylece İslâm ümmeti, yavaş yavaş ilme düşkünlük, bi­lim ile içli-dışlı yaşama özelliğini bütünü ile yitirdi. Bir za­manlar merkezini oluşturduğu bilim dairesinin dışına çık­tı. Yeryüzünün en bilgili ümmeti olduğu ve Avrupa'nın önünde diz çöküp bildiklerini kendisinden öğrenmeye koş­tuğu günler artık geride kalmıştı.

Ayrıca İslâm alemini dört bir yandan kuşatan bu "da­ralma, büzülme" akımından bir süre sonra hüküm ilimleri de etkilendi.

Bir yandan toplumda ilme karşı olan eski itibar azaldı. Bunun sonucu olarak cahillik ve okuma-yazmasızlık yay­gınlaştı. Oysa Batı dünyası, bu dönemde ters orantılı bir gayretle cahilliğe karşı savaşmaya koyulmuş ve bilgiyi yaymak amacı ile birçok okullar açmaya girişmişti.

Diğer yandan hüküm bilimleri, en aşağı beş yüzyıl ön­ceki öğretim düzeylerinde dondurulmuştu. Ayrıca eski yu­nan felsefesinin saldırısı sonucunda bünyelerine giren ya­bancı unsurların yıkıcı etkisini de hesaba katmalıyız. Bu saldırının sonucu olarak ortaya çıkan ve İslâm bilim hazi­nesine hiç yararı ve katkısı olmayan "Kelâm ilmi"ne özel­likle parmak basmalıyız. Bu bilim dalı, hiç bir yararlı kat­kı getirm'ediği bir yana, inançla ilgili araştırmaları, bir ta­kım soğuk ve karmaşık zihni spekülasyonlara dönüştürdü. Bu zihni spekülasyonlar İslâm inancının canlı içeriğini bo­şaltarak bunun yerine bir sürü amaçsız ve sonuçsuz tar­tışmaya yolaçan felsefî meseleleri doldurdu.

Bütün bunlara ek olarak öğrenciler, düşünce yeteneğin­den yoksun birer ezberciye dönüştürüldü. Her öğrencinin bilgi ölçüsü, ezberlediği metinler, şerhler ve haşiyeler sayı­lıyordu. Bu öğrencilerin kendi hesaplarına ve kendi ken­dilerine düşünce üretmeleri hiç özendirilmiyordu. Bunun sonucu olarak "bilginler" bilimsel orijinalliklerini yitirerek eski alimlerin görüşlerini tekrar­layan taklitçiler haline geldiler.

Bu saydıklarımıza bir üçüncü kötülük daha eklendi. Bu da öğretim üyelerini de içine alan mezhep taassubu akımı idi. Herkes öğrenciliğinden beri benimsediği mezhebi, taasupla tutuyor, olanca din uğrunda "cihad" gayretini, kendi mezhebi ile mezhep imamlarının diğer mezhepler ile onla­rın imamlarının üstün olduğunu kanıtlamak için kullanı­yor, bu uğurda zaman zaman ağız tartışmalarının sınırını aşarak el ve vücud savunmaları biçimine dönüşen müca­delelere girmekten kaçınmıyorlardı. Bu arada ayrılık ve farklı mezhep bağlıları arasında rekabet yaygınlaştı. Öyle ki, bazı mezhep bağlıları, kendi mezheplerinden olmayan imamların arkasında namaz kılmıyor, hatta yanında na­maz kılarken kendi mezhebinin uygulamalarına ters düşe­cek şekilde ellerini göğsü üzerinde bağlayan ya da yana salan bir müslüman kardeşi ile gözünü kırpmadan savaş­maya girişiyor, müslüman kardeşi ile giriştiği bu savaşı İslama "hizmet" etmek sayıyorlardı.

Ümmetin dini kurumlarında görevli öğretim adamları­nın durumu bu olunca -geri kalan halk kesimi asılsız sap­lantılardan başka hiç bir bilgisi olmayan cahillere dönüş­tükten sonra, dinin sosyal hayatın ekseni, dinamosu, ciddi atılımlarının başlatıcı faktörü ve yönlendirici olduğunu da hesaba katarsak dinin özünden doğan bu boşluğu doldura­cak ve insanlann amaçlarında belirsizliği giderek ne olabi­lir ki?

Şu bir gerçektir ki, İslâm tarihinin hiç bir yüzyılı -hatta bunların en karanlık olanı bile- gerçek anlamda "bil­ginden yoksun kalmadı. Fakat böylelerinin gitgide azalışı ve buna karşılık donukluk ile taklidin gitgide yaygınlık kazanması anlamlı idi. Her şey, her şeye damgasını basan daralma ve batmaya yüz tutma akımı ile atbaşı gidiyordu.

Kısacası, hem dünya ve hem de şeriat bilimleri alanın­da görülen ve aslında inanç gerilemesinden kaynaklanan "bilimsel gerileme" içinde bulunduğumuz yüzyılda, İslâm dünyasını alt-üst edecek olan korkunç Haçlı saldırısının eşiğine gelindiğinde İslâm toplumunu tamamen karanlık egemenliği altına almıştı.

* * *

 

Uygarlığın maddi ve manevi kesimlerindeki gerilemeye gelince, bu durum bilimsel gerilemenin eşi ve yoldaşıdır. Ayrıca onunla aynı kaynaktan doğmakta ve aynı faktörün etkisi altında meydana gelmektedir. Bu ortak faktör inanç gerilemesidir.

Uygarlığın manevi kesimini oluşturan ahlâk ve değer­ler sistemini, insanlara ahlâksız bir İslâm sunmaya kalkı­şan "Murcie" düşüncesi devreden çıkardı. Çünkü ahlâk, manevî değerler sistemi olduğu kadar aynı oranda davra­nış sistemidir de. Yoksa gerçekler dünyasında hiç bir var­lığı, hiç bir pratiği olmayan, havada asılı bir takım boş slo­ganlara dönüşür.

İslâm dini, gerçek niteliğini taşıdığı dönemlerde en bü­yük özelliklerinden biri gerçekler dünyasında pratik dav­ranışlar biçiminde uygulanan ahlâk değerlerinden oluş­muş olması idi. Bu gerçek, ilk müslüman kuşakların anla­yışında "Lailâhe illellah" ilkesinin gerçek anlamlı tercü­mesi idi. Yani onlara göre ahlâkî davranışlar ile inanç ara­sında sıkı bir bağ vardı. Başka bir deyimle, onlara göre bu dine inanan kimsenin davranışları, sözkonusu ahlâk de­ğerlerine sıkı sıkıya bağlı kalmalıydı. Nitekim Peygamber Efendimiz -salât ve salam üzerine olsun-

"Din, insanlar arası davranışlar demektir."

derken kendilerine bu gerçeği öğrettiği gibi, Hz. Ayşe -Allah ondan razı olsun- "Peygamberimizin ahlâkı Kur'an idi" derken de yine aynı gerçeği dile getiriyordu.

İnanç sistemi ile bu inanç sisteminin gerektirdiği ahlâkî davranışlar arasındaki sıkı ilişki, bu dinin önerdiği uygarlığın öz değeridir. İslâm toplumunu, maddî uygarlık alanında ne kadar zayıf olursa olsun, uygar toplum yapan şey, bu değerdir. Bu değer aynı zamanda ahlâk değerleri­ne bir yandan kaynaklık eden ve bir yandan aralarında sı­kı ilişki bulunan inanç sistemini, uygarlığın özü konumu­na getirir.

İşte ilk müslüman kuşak, maddî ve kurumsal uygarlık alanındaki düzeyinin bütün sadeliğine rağmen, bu ölçü ile tüm insanlık tarihinin en uygar kuşağı idi. Çünkü o ku­şak, insanlığın tanıdığı en yüce insani ve ahlâkî değerleri gerçekler alemine uyguluyordu.

Birinci bölümde anlattığımız gibi bir süre sonra ve za­manı gelince maddi kalkınma hamlesi ortaya geldi. Bu or­taya geliş, İslâm dininin her yönde toplum yapısına üfledi­ği korkunç hayati akımın bir uzantısı olarak belirdi ve İslâmiyetin doğduğu andan beri varolan "uygarlık özü"nü saran bir kabuk ve ona biçim veren bir "şekil" oldu.

Fakat daha sonra "ibadet" kavramı, onu sadece klâsik ibadetler ile sınırlayan bir yozlaşmaya uğradı. Bu yozlaş­ma, ilk müslüman kuşaklann anlayışındaki geniş kap­samlı ve çok cepheli ibadet kavramının içeriğine giren bir­çok "insanlararası ilişkileri (muamelât)" bu kavramın dı­şına attı. Oysa bu ilişkiler, ilk müslüman kuşaklann algı­sına göre "Lailâhe illellah" ilkesi ile sıkı sıkıya ilişkili İslâmî davranış tarzları sayılıyordu. Arkasından ortaya çı­kan "Murcie" düşüncesi "amel"i, yani davranışı, eylemi iman'ın kapsamından çıkarmakla bu yozlaşmaya meşrui­yet bağışladı. İşte bu iki faktör (ibadet kavramında beliren sınırlayıcı yozlaşma ile Murcie düşüncesi) elele vererek inanç sistemi ile sıkı sıkıya ilişkili ve bu sistemin gerçek­ler dünyasına yansıyan tercümesi olarak ahlâkî davranış­ları dayanak kabul eden bu dinin içerdiği uygarlık özünü tahrip ettiler.

Başka bir deyimle İslâm tarihinde öyle bir gün geldi ki; yalan söylemekte, başkalarını aldatmakta, emanete hiya-net etmekte, görevini umursamamakta, verdiği sözü tut­mamakta, müslüman kardeşine karşı kin beslemekte, onun elinde-avucundakini kaybetmesini temenni etmekte, münafıklık (iki yüzlülük) etmekte, insanları gammazla­makta, başkalarını alaya almakta, dedikodu yapmakta, cimrilikte, korkaklıkta ve komşusunun aç olduğunu bile bile rahat yatağına uzanıp mışıl mışıl uyumakta yüreğin­de bir sakınca, bir sıkıntı duymaz oldu. İşte o gün İslâm uygarlığı, özünü yitirmiş oldu. Çünkü böylece bu uygarlık, "lailâhe illellah" ilkesine dayanan ahlâk sisteminden ve özünü, temel direğini oluşturan yüce insanî değerlerinden soyutlanmış oluyordu.

Öteyandan "dünyanın leş ve peşinden koşanların kö­pek" olduğu, yüce Allah (c.c.) katında bir sivrisinek kanadı kadar değer taşımadığı, buna göre takva sahibi müminler tarafından geçici bir iltifata lâyık görülmeyecek kadar hor ve hakir görülmesi gerektiği gerekçesi ile yeryüzü kalkın­masını ve kurumlarının düzenlemesini ihmal eden tasav­vuf akımı da uygarlığın "biçimsel ve maddî" kesimine kar­şı çıktı; insanları yapıcılıktan, gelişme gayretlerinden ve kurumsal düzenleme çabalarından alıkoydu. Çünkü halk -tabii ki, çoğunluğu kasdediyoruz- önce fakirleşti, sonra da fakirliğe razı oldu, arkasından da bu tutumuna Kur'an'da ve sünnette övülen "kanaat" ve yüce Allah'ın kaderine razı olma şeklinde bir kılıf uydurdu. Bu anlayışa göre toplumda kurumsal düzenlemeye girişmek de gereksizdi. Çünkü hayat, ne durumda ve nasıl olursa olsun, gelip geçen sayı­lı yıllardan ibaretti. İnsanlar bu dünyadan göçtükten son­ra Rabblerinin huzuruna varacaklar ve kendilerine sonsuz cennet nimetleri bağışlanacaktı.[4]

Bu saydıklarımıza bir de tasavvufun yapısında taşıdığı yozlaştırılmış tevekkül anlayışını, sebeplere sarılmayı umursamamayı, ne kadar kötü olursa olsun, insanın mev­cut durumu değiştirmeye kalkışmaması, hatta böyle bir arzu bile beslememesi gerektiği, çünkü bunun yüce Al­lah'ın kaderine karşı çıkma anlamına geleceği zihniyetini de eklemek gerekir. Bütün bunların sonucu olarak müslü-manlarda, uygarlığın maddi ve kurumsal alanlarında hiç bir yaratıcı arzu kalmadı. Bunun arkasından bilimsel yok­sulluğun öldürücü darbesi devreye girerek vicdanlarda va­rolabilecek olan arzu kırıntılarını bile uygulamaya geç­mekten tamamen aciz bırakıyordu.

İşte böylece yozlaşmış ibadet kavramında ve bu yozlaş­maya meşruluk kılıfı giydiren "Murcie" düşüncesinde, bunlann yanında insanları İslâmın denge kavramından saptıran, İslâmı pratik hayata yansıtma ve yeryüzünde ilâhî metoda göre kalkınmaya girişmeyi bir nafile hareket değil de savsaklanmaz bir yükümlülük olarak benimse­mekten uzaklaştıran tasavvuf akımında somutlaşan inanç gerilemesi ile karşı karşıya geldik.

Bu inanç gerilemesinden de, bu ümmeti, uygar insanlar camiasının dışına çıkaran korkunç bir uygarlık gerilemesi kaynaklandı. Tıpkı daha önce uğradığı inanç gerilemesi yüzünden bilgili insanlar camiasının dışına düştüğü gibi.

* * *

 

İslâm aleminin tümünü pençesi altına alan ekonomik gerilemenin bu ümmetin hayat tarzından kaynaklanan gerçek sebeplerim açıklamak, büyük çaba gerektiren zor bir iş değildir.

Evet, ortada bu gerilemede payı olan bir takım güçlü sebepler de yok değil. Fakat bunlar tek başlarına bu geri­lemeyi ne açıklayabilir ve ne de onun gerekçeleri olabilir­ler. *

Meselâ Hristiyan Batı dünyası, Endülüs'teki İslâm dev­letinin varlığına son verdikten sonra İslâm dünyasını ku­şatma altına almaya, onu her yolu kullanarak zayıflatma­ya gayret etti. Bu amaçlarım gerçekleştirebilmek için be­nimsedikleri yollardan biri de o güne kadar müslüman ül­kelerinin elinde bulunan dünya ticaretini kendi ellerine geçirmek için giriştikleri sürekli çaba idi. Müslüman ülke­ler Akdeniz ve Kızıldeniz'e egemen oldukları için dünya ti­caretini ellerinde tutuyor ve bu ticaret bütün İslâm dünya­sına büyük bir maddi servet sağlıyordu.

İşte bu sürekli çabaların bir sonucu olarak Portekizli­ler, Afrika kıtasının güneyinden dolaşan ve Ümit Burnu'ndan geçen yeni bir ticaret yolu keşfettiler. Üstelik bu yolu müslüman bilginlerin haritalarından ve müslüman denizcilerden yararlanarak keş­fet­tiler. Bu yolu keşfeden Batılılar yavaş yavaş uzak doğu topraklarını ve zenginlik kaynaklarım ele geçirerek Ümit Burnu'ndan dolaşarak Avrupa limanlarına ulaşan gemileri ile bu servetleri kendi ülkelerine taşımaya ve İslâm dünyasını o güne kadar sağ­ladığı büyük gelirden yoksun bırakmaya yöneldiler. Bir süre bu girişim gerçekleşti ve İslâm dünyasının ekonomik yapısına son derece ağır bir darbe indirdi.

Fakat ekonomik gerilemenin açıklaması ya da asıl ge­rek­çesi bu mudur?

Acaba İslâm devletinin ilk kuruluş günlerinde, o döne­min savaş, politika ve ekonomik güç merkezleri nerelerdi? Bütün bu güçler Eski İranlılar ile Bizanslıların ellerinde değil miydi?

Buna rağmen tarih neye şahid oldu?

Yeni bir inancın şevki ile yeryüzüne dağılan bu diri ümmet, o günün bütün batıl güçlerini yerle bir ederek on­ların yerine İslâm devletini kurdu. Sözünü ettiğimiz güç odaklarının tümünü ele geçirerek kısa bir zamanda yeryü­zünün en büyük gücü oldu. Zamanla gücünü her alana ya­yarak hem savaş hem politika ve hem de ekonomi alanla­rında döneminin tek söz sahibi otoritesi oldu. Bütün bun­lar yüce Allah'ın bu mümin ümmete vaat et­tik­lerinin ger­çekleşmesi idi. Nitekim yüce Allah (c.c.) buyuruyor ki:

"İçinizden iman edip salih amel işleyenlere Allah vaa-detti ki, nasıl onlardan öncekileri egemen kıldı ise onları da yeryüzünde egemen kılacak ve kendileri için seçip be­ğendiği dinlerini kendileri için perçinleyecek ve korkuları­nın ardından kendilerini tam bir güvene kavuşturacaktır. Çünkü onlar hep bana kulluk ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar." (Nur/55)

Peki daha sonraki dönemlerde bu durumu değiştirerek güç merkezlerinin müslümanlann elinden çıkmasına yola-çan faktör nedir? Denecek ki, buna yolaçan faktör, İslâm düşmanlarının güçlendikleri bir dönemde müslümanlann savaş güçlerinin zayıflaması ve bunun sonucu olarak düş­manları karşısında yenilgiye uğramalarıdır.[5]

Evet, bunlar görünen sebeplerdir ve varlıktan kuşku­suzdur. Fakat tarihi, onun sürecini sadece gürünür sebep­lere bağlayarak okumak, insanı gerçeğe ulaştırmaz, tersi­ne onu gerçekten saptırarak yanılgıya düşürür. Acaba söz­lerin en doğrusunu söyleyen yüce Allah (c.c.) bu konuda bize ne buyuruyor? Bir de ona bakalım:

"Herhangi bir millet kendi tutumunu değiştirmedikçe Allah, onların durumunu (statüsünü) değiştirmez." (Rad/11)

"Bu böyledir. Çünkü herhangi bir millet kendisinde bu­lunan güzel meziyetleri değiştirmedikçe Allah, onlara ver­diği nimeti değiştirmez." (Enfal/53)

Müminlerin vicdanlarını etkileyen meziyeti, imandır. Buna göre bu vicdanlarda meydana gelebilecek olan deği­şiklik imanın özü ile ilgili olabilir.

Bu duruma göre bu ümmet inanç alanında "ilerlemiş" olduğu zaman yüce Allah'ın (c.c.) kendisine vaadetmiş ol­duğu yeryüzü egemenliği, istikrar ve güven gerçekleşir. Buna karşılık inancında "gerileme" meydana geldiği tak­dirde yüce Allah kendisine bağışlamış olduğu nimetlerde değişiklik yaparak elindeki egemenliği, istikran ve güveni geri alır.

Demek oluyor ki, dünya ticaretinin müslümanlann elinden çıkmasının ve Hristiyan Avrupa'nın eline geçmesi­nin sebepleri, bu ümmet bütününün inanç gerilemesine uğraması ve bunun sonucu olarak her alanda beliren da­ralma ve silinme eğilimidir. Bu böyle olduğu gibi gitgide artan oranda, İslâm toprağının düşmanlann egemenliği altına düşmesine yolaçan savaş gücü zayıflaması da -gele­cek fasılda anlatacağımız gibi- bu inanç gerilemesinin ge­tirdiği sonuçlardan biridir.

Fakat inanç gerilemesinin ekonomik hayat üzerindeki özel etkisi gayet açıktır.

Şöyle ki; diyelim ki, dünya ticareti, karşı konulamaya­cak kadar güçlü bir sebepten dolayı müslümanlarm elin­den çıktı. Acaba müslümanlarm gelir kaynaklan, gerek o dönemde ve gerekse başka herhangi bir dönemde sırf tica­rete mi dayanıyordu?

İslâm dünyası, doğu ucundan batı ucuna kadar, yüce Allah'ın takdiri ile yeryüzünün en zengin, yeraltı ve yerüs­tü kaynakları en bol kesimidir. Bu geniş topraklann gerek altında ve gerekse üstünde o gün de bu gün de tam olarak işletilememiş bir çok gelir ve enerji kaynaklan vardır.

Buna göre eğer karşı konulmaz bir sebebe bağlı olarak gelir kaynaklanndan biri elden çıktı ise ümmet bütünü, niçin tanm, sanayi ve zengin madencilik kesimindeki di­ğer ekonomik imkânları işletmeye girişemedi?

Sebep; umursamazlık, uyuşukluk, yozlaştırılmış tevek­kül zihniyeti, bilimsel yetersizlik, azim eksikliği, yeryüzü kalkınmasına boş verme ve Allah'ın kaderidir diye değişti­rilmesine çalışılmaması gerektiği, yoksa Allah'a karşı çık­mak gibi ağır bir günaha düşülebileceği safsatasına da­yandırılmış fakirliğe razı olma eğilimidir.

Bütün bu yıkıcı faktörlerin kaynağı inanç gerilemesin­den başka nedir ki?

Eğer bu olumsuz gelişme -yani müslümanlarm dünya ticaretini kaybetmeleri- bu ümmetin ilk kuşaklan döne­minde meydana gelseydi, acaba onların bu olumsuz olay karşısındaki tepkileri, sonraki kuşaklarınki gibi mi olur­du. Acaba bu kuşakların tepkileri arasında meydana gele­ceği kesin olan fark, müslümanlarm içinde bulundukları dış şartlardan mı, yoksa aslında bu ümmetin başı ile sonu arasında beliren korkunç iç yapı farkından veya sağlıklı iman ile sapmaya ve sarsıntıya uğramış iman arasındaki farktan mı kaynaklandı? Kısacası bu olumsuz gelişme karşısında takınılan uyuşuk ve çözüm aramayan tavır, sonraki nesillerin içine düştüğü inanç gerilemesinden mi ileri geldi?

İslâm tarihinin diğer olaylarını bu anlayışın ışığı altın­da değerlendirmeliyiz.

Şunu hemen belirtelim ki, müslüman olmayan diğer ümmetlerin ya da milletlerin, Allah'dan uzak olmalarına rağmen yeryüzünde güç ve egemenlik elde etmeleri müm­kündür. Hatta Allah'dan uzaklaştıkları oranda güç ve ege­menlikleri artabilir. Nitekim günümüzdeki kâfir ve inkarcı batının durumu böyledir. Çünkü bu durum, yüce Allah'ın (c.c) kâfirlere ilişkin kanunlarından biridir. Yüce Allah (c.c.) buyuruyor ki:

"Kâfirler kendilerine yapılan uyarıları unutunca yüzle­rine herşeyin kapılarını açıverdik." (Enam/44)

Bu durumun ne kadar süreceğini yüce Allah'ın (c.c.) be­lirleyeceği kısa bir zaman parçası için geçerlidir. Arkasın­dan yıkım ve mahvoluş gelecektir. Nitekim yüce Allah (c.c.) yukardaki ayetin devamında şöyle buyuruyor:

"...Onlar kendilerine verilenle sevince daldıkları bir sı­rada ansızın kendilerini yakalayıverdik de birdenbire bü­tün umutlarını yitiriverdiler.

Böylece zalim milletin kökü kazındı. Alemlerin Rabbi olan Allah 'a hamdolsun." (En 'am / 44-45)

İslâm ümmetine gelince, yüce Allah (c.c.) bu ümmete o özel bir kanuna göre işlem yapıyor. Müslümanların ege­menlik ve güç kazanabilmeleri imanlarına bağlıdır. Eğer imanlarından aynlırlarsa egemenliklerini ve güçlerini yi­tirirler. Çünkü yüce Allah (c.c.) onların iman yolundan ay­rıldıkları halde egemenliklerini devam ettirerek şımarma­larını ve böylece daha da sapıtarak kâfirliğe düşmelerini ve bunun sonucu olarak kâfirlere özgü işlemlere tabi olma­yı hakketmelerini istememektedir. Nitekim O, bize şöyle buyuruyor:

"Kim dünya hayatını ve cazibesini isterse onlara amel­lerinin tüm karşılığını dünyadayken veririz. Onlar, orada hiç eksikliğe uğratılmazlar. Ama onlar öyle kimselerdir ki, Ahirette kendileri için sadece cehennem vardır. Dünyada­ki bütün yaptıkları silinmiş ve yaptıkları bütün çalışma­lar boşa gitmiştir." (Hud/15-16)

Demek yüce Allah'ın (c.c.) bu ümmete özgü rahmetinin bir sonucu olarak, bu ümet sapık yoldayken ona egemen­lik nasib etmez. Tekrar doğru yola dönsünler diye nasib eder. Ancak ondan razı iken kendisine egemenlik bağışlar ve Ahirette de ona iyi kullan için uygun gördüğü geleceği hazırlar.

* * *

 

Savaş gücü gerilemesine gelince; bu gerilemeyle inanç gerilemesi arasındaki ilişki gün gibi açıktır.

Sebebi ise inanç gerilemesine yolaçtıklarını belirttiği­miz faktörlerin tümü, bu ümmetin savaş gücünü olumsuz doğrultuda etkilemişlerdir. Meselâ bütün enerjiyi nefis mücadelesine yoğunlaştırabilmek gerekçesi ile insanlan Allah'ın düşmanlanna karşı cihad etmekten alıkoyan ta­savvuf akımı böyledir. İslâm'ın özünden ayrılan her sap­maya bahane uyduran, onu normal gösteren ve varlığına meşruluk kılığı sağlayan "murcie" düşüncesi, Allah'ın düş­manlarını yıldırmak amacı ile savaş gücü hazırlamayı içe­ren ilâhî yükümlülüklerden sıyrılma eğilimi, hükümdarla­rın yüce Allah'ın söz üstünlüğünü sağlamak amacı ile ci­had yapacaklan yerde bütün güçleri ile otoritelerini halk­larına empoze etmeye harcamaları sonucunu doğuran bas­kıcı siyasi rejimler de böyledir.

Eğer bu saydığımız faktörlere bir de aslında inanç geri­lemesinden kaynaklanan bilimsel ve teknolojik gerileme de eklenirse, savaş gücü alanındaki gerilemenin sebepleri tamamlanmış ve bu gerileme, son iki yüzyılda müslüman-lan pençesi altına alan şartlann doğal sonucu haline gel­miştir.

Şu bir gerçektir ki, Osmanlı devleti, İslâm dünyasını hristiyan saldırılarına karşı koruma yükünü yüzyıllarca sırtında taşıdı. Bu devletin bu yoldaki cihadı, samimiyeti ve olanca gücünü sefer etmiş olması Kıyamet günü yüce Allah (c.c.) katında amel terazisinin sevap kefesindeki ağırlıklı yerini alacağı kuşkusuzdur.

Fakat bütün İslâm dünyasını pençesi altına almış olan ve Osmanlı devletinin de etkisi dışında kalamamış olduğu gerileme faktörleri, diğer bütün alanlarda olduğu gibi, sa­vaş alanında da aşamalı olarak etkilerini göstermeye baş­lamıştı.

İslâm (Osmanlı) orduları daha önce doğuda Viyana'ya ve batıda Petersburg'a (şimdiki Leningrad'a) kadar var­dıktan ve bu illeri bir süre kuşatma altında tuttuktan sonra geri çekilmeye başladı. Bu geri çekilme, sadece adım verdiğimiz uç hedefleri değil, dünyanın diğer bölgelerinde­ki tüm sınırlan da içeriyordu. Öyle ki, sonunda Rusya, halkı müslüman olan geniş bir yeryüzü alanını yutuverdi. Hristiyan Avrupa da daha önce İslâm devletinin egemenli­ği altında yaşayan ve değişik oranda müslüman ve hristi-yanın yaşadığı büyük bir bölgeyi ele geçirmeyi başardı. Hiç kuşkusuz bu sürekli geri çekilmenin ve büzülmenin başlıca sebeplerinden biri savaş gücünün gerilemesidir.

Evet, sürekli biçimde güçlenen Avrupa günün birinde Osmanlı devletine denk hale geldi, sonra yavaş yavaş ona karşı üstünlük kurdu. Böylece değişen güçler dengesinin sonucu olarak "Hristiyan dünyası" İslâm alemini yutma­ya girişti.

Fakat sırf bu sebeb, bu sonucu ne yorumlayabilir ve ne de haklı gösterebilir.

Bu sonucu haklı gösteren değil, ama yorumlayan asıl önemli sebepler toplumda egemen olan donukluk, uyuşuk­luk, varolanla yetinme duygusu, sebeplere yapıştıktan sonraki gerçek tevekkülün yerine geçirilen umursamazlık, bilim ve sanayi alanlarındaki geri kalmışlık ve yaratıcılık ruhunun yokluğudur. Bunların tümü de, daha önce söyle­diğimiz üzere, yüce Allah'ın (c.c.) ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- açıkladıkları biçimdeki ima­nın özünde meydana gelen tehlikeli ve köklü sapmaya da­yanır.

İslâm alemini Hristiyan saldırılarına karşı koruma gö­revini omuzlarında taşıyan egemen devletin durumu böyle olunca, İslâm dünyasının geride kalan kısmının durumu, hiç kuşkusuz, çok daha kötü olacaktı zaten.

Türk milleti, doğal yapısı ile askerliğe yatkın bir millettir. Bunun yanında geleneklere çok bağlıdır. Ayrıca sert ve disiplinli bir sosyal eğitim sistemi uygular. Yani çocukları­nı küçük yaşlanndan başlayarak, amaçladığı terbiye ka­lıplarına göre yetiştirmekte son derece titiz davranır. Bu faktörler, bütün yıkıcı iç sebeplerin varlığına rağmen Os­manlı devletinin uzun yaşamasını sağladıkları gibi halkı­nın sosyal dayanışmacı ve işbirliğe yatkın ruhu da son iki yüzyıl boyunca arka arkaya uğranılan bozgunlara rağmen devletin yıkılışını geciktirmiştir.

Oysa İslâm aleminin geriye kalan kesiminde -çeşitli milletler arasında oran farklılıkları varolmakla birlikte-bu nitelikler, bu meziyetler daha zayıf halde idi. Bunun yanında inanç gerilemesi, bütün yıkıcı etkileri ile, istisna­sız olarak İslâm aleminin her tarafım pençesi altında inle­tiyordu. Üstelik Osmanlı İmparatorluğu dışında kalan yö­reler milâdî takvimle daha onyedinci yüzyılda Hristiyan Avrupa'nın saldırılarına hedef olmaya başladı ve saldırı dalgası ondokuzuncu yüzyıla kadar devam etti. Bundan dolayı bu yörelerde çöküş, daha hızlı biçimde gerçekleşti. Çünkü buralarda gerileme faktörleri, Osmanlı devletinde olduklarından çok daha fazla etkili idi.

Gerçi Fransız Haçlılarının General Napolyon Bonapar-te komutasındaki saldırgan orduları karşısında küçük İslâm devletçiklerinin güçleri kahramanca savaştı. Fakat av tüfekleri, Napolyon ordusunun silâhları olan mavzer tüfekleri karşısında ne işe yarayabilir ki? Bu yüzden yenil­gi ve bozgun kaçınılmaz oldu. Bu yenilgi ve bozgun, geliş­me ve yaratıcılık karşısındaki savaş gücü gerilemesinin bozgunu idi. Bu yenilgi ve bozgunun benzerleri zincirleme olarak İslâm dünyasının hemen hemen her yerinde yaşan­dı. Böylece bu saldın savaşlan, yeni savaş gü­cü­nün gerile­meye ve donmuşluğa karşı kazanmış olduğu zaferle noktalanmış oldu.

Bütün bu anlattıklarımızdan sonra tasvir ettiğimiz bu atmosfer içinde meydana gelen düşünce ve kültür gerile­mesin­den söz etmek aslında anlamsız ve yersizdir. Çünkü belli ki, bütün gerileme biçimleri biribirine sıkıca kenetli­dir ve hepsi de sonunda yıkılışa yolaçar.

Fakat düşünce ve kültür alanındaki gerileme ile inanç gerilemesi arasındaki ilişkiyi özellikle vurgulamak gereği­ni duyuyoruz. Çünkü çağdaş cahiliye uygarlığı, bu konuda ileri-geri bir çok lâflar ederek bu ümmetin kafasını karış­tırmaya bir türlü son vermiyor.

Sözünü ettiğimiz yıkıcı Haçlı saldırıları -ilerde anlata­cağımız gibi- müslümanların her türlü gerilemeye sırf müslüman oldukları için, yani İslâmiyet yüzünden uğra­dıklarının sanılmasına yolaçtı. Özellikle düşünce ve kültür alanlarındaki gerilemeler, Avrupa kilisesinin tarihi ile ku­rulan paralelliğe dayandırılmaya çalışıldı. Bu görüş şöyle savunuluyor: Avrupa dünyası, dinin (yani Hristiyan kilise­sinin) egemenliği altında yaşadığı çağlarda başta düşünce ve kültür alanları olmak üzere her alanda geri idi. Ancak dinin boyunduruğundan kurtulduktan sonradır ki ilerledi, uygarlaştı ve her alanda atılıma geçti.

İlerde Batıdan gelen düşünce emperyalizmi ile bu em­peryalizmin müslümanların hayatında meydana getirdiği sonuçları ele aldığımızda, bu konuyu daha ayrıntılı biçim­de inceleyeceğiz. Fakat burada şu kesin kanıtlı tarihî ger­çeğe parmak basmak istiyoruz:

Sağlıklı bir metoda dayalı olarak "düşünme" ve "aklı kullanma" özde İslâm'ın çağrısıdır. "Yeryüzünde dolaş-ma"ya ve tarihi, yine sağlıklı metod uyarınca incelemeye çalışmak da özünde İslâm çağrısıdır. Yüce Allah'ın (c.c) maddî evrendeki ola­ğanüstülük belirtilerini araştırmak, gerek madde dünyasında ve gerekse sosyal hayatta geçerli olan ilâhî kanunlan tanımak da bu dine özgü çağrılardan biridir.[6]

Gerek Kur'an-ı Kerîm'in ve gerekse Peygamber Efendi­mizin (s.a.v.) yönlendirici direktifleri sayesinde harekete geçen "İslâm düşüncesi", o günün bilinen bütün düşünce ve kültür kesimlerinde ilerlemiş ve bu alanlarda orijinal, köklü ve güvenilir eserler ortaya koymuştur. Bütün bu parlak eserler, İslâm ümmetinin pratik dünyaya aktardığı büyük inanç hamlesinin, Peygamberimizin öğretmiş oldu­ğu "İlim öğrenmeyi farz" bilme inancının ve Kur'an-ı Kerîm'in yüce Allah (c.c.) tarafından indirilmiş ilk cümle­sini oluşturan yüce ve muhteşem "oku" emrinin birer yan-kısıydı.

Fakat ibadet kavramını sadece belirli birkaç klâsik iba­det biçimi ile sınırlayarak diğer ilâhî yükümlülükleri bu kavramın kapsamı dışına çıkaran aşamalı inanç gerileme­si ortaya çıkınca, daha önce inanca ve geniş kapsamlı iba­det kavramına sıkı sıkıya bağlı olan bu yükümlülüklerin tümünde tedrici bir daralma ve etkisizleşme belirdi. Böy­lece bu temel yükümlülükler zamanla insanın isterse yeri­ne getirebileceği ve yerine getirmemesinin de hiç bir zarar taşımadığı bir takım "ek faziletler"e dönüştü. Bu arada bilgi peşinde koşmak, okuyup düşünmek de ibadet kavra­mının kapsamı dışına çıkarılarak daralmaya ve belirsiz-leşmeye terkedilen yükümlülükler arasındaydı.

Arkadan gelen "Murcie" düşüncesi, bu inanç gerileme­sine yataklık etmiş ve "İmanla birlikte hiç bir şey zarar vermez" şeklindeki zehirli ilkesi ile bu gerilemeye meşru­luk kılıfı giydirmiştir.

Daha sonra devreye giren tasavvuf düşüncesi, aklısıra alanı ruhla ilgili çalışmalara tamamen açabilmek için ak­lın çalışma alanını, elinden gelen sınırın sonuna kadar da­ralttı. Bunlara ek olarak ortaya çıkan rejimlerin siyasi baskısı da bütün alanları içeren yaygın bir donukluk eğili­min belirmesine yardımcı oldu. Bu inanç gerilemesinden doğan düşünce ve kültür gerilemesi, yavaş yavaş palazla­narak günü gelince toplumdaki yerini alıverdi.

Önce inanç alanında, arkasından da bilim, uygarlık, ekonomi, savaş gücü, kültür ve düşünce alanlarında bu derece korkunç bir gerileme meydana gelince, acaba geri­de ne kaldı? Ne kalacak? Ahlâksız bir islâm, uygarlıksız bir islâm, bilimsiz bir islâm, kültürsüz ve düşüncesiz bir islâm, ekonomik, savunma ve maddî gücü günden güne tü­kenen bir islâm. Acaba bu durumda İslâm'ın özünden geri­ye ne kaldı ki?

Ama "Murcie" düşüncesi, bu gerileyen ve günden güne kaybeden İslâm'dan hoşnuttu, bu hoşnutluğunu da "Bir zararı yok. İman varolduktan sonra hiç bir şeyin zaran ol­maz" diyerek açıklıyordu. Bu ölümcül gerilemeden mem­nun olan bir başka akım da tasavvuf düşüncesiydi. O da bu hoşnutluğunu şöyle dile getiriyordu; "Zaran yok. Zaten bütün bunlar gelip-geçici dünyanın meselelerindendir. Oy­sa önemli olan dünya değil, Ahirettir; önemli olan madde dünyası değli, ruh alemidir."

Fakat mesele, İslâm'ın özüne gelince sözünü ettiğimiz bu gerileyen ve günden güne kan kaybeden İslâm aslında nerdeyse "islâmsız bir islâm"a dönüşmek üzere idi.

İşte tam bu sırada... tam bu fırsatı kollayan Haçlılar her taraftan İslâm aleminin üzerine çullanıverdiler.

 

III. SON HAÇLI SEFERİ

Aslında bu yeni Haçlı seferi, İslâmiyetin Endülüs'den kovuluşunun hemen ardından, yani hicri onuncu yüzyılın (Milâdi takvimle onaltıncı yüzyılın) ilk yıllarında başladı. Bilindiği gibi Endülüs'teki son islâm devletini simgeleyen Granada devletçiği de milâdi takvimle 1492 yılında uzun ve son derece vahşi bir savaştan sonra yıkıldı. Vatikan'da­ki Papa, bu hristiyan zaferini kutlama amacı ile yayınladı­ğı bildiride müslümanlann kovalanmasına devam edilerek diğer islâm yörelerindeki egemenliklerine de son verilme­sine çağırıyordu.

Şunu da hemen belirtelim ki, Endülüs'te başsız kalan müslümanlar gizli gizli müslümanlıklanm korudular. En­gizisyon mahkemelerinin o güne kadar hiç bir yerde ben­zeri görülmemiş olan vahşi baskılarına rağmen iki yüzyıla yakın bir süre daha benliklerini yaşatmayı başardılar. Fa­kat bu ağır baskılara karşı, kendilerini koruyabilecek bir güç olmaksızın sürekli olarak yaşamaları beklenemezdi. Nitekim yavaş yavaş dağılarak sonunda tükendiler.

Kindar Haçlı orduları, doğu yolu ile Kudüs'e ulaşmayı amaçlayan ilk Haçlı seferini tekrarlayamıyorlardı. Çünkü genç Osmanlı devleti, bu saldırıların önünde sadece pusu­ya yatmakla yetinmemiş, tersine bütün yalın enerjisi ile bütün karşı durulmaz, kahredici gücü ile Doğu Avrupa iç­lerine sarkmaya girişmişti. Zamanımızın Kanadalı bir şarkiyatçısı olan Wilforel C. Smith'in deyimi ile bu genç imparatorluk, hristiyanlığın sadece topraklarını değil, inanç sistemini de tehdit ediyordu. Çünkü Avrupa içlerine yönelik akınları sırasında, on milyonlarca hristiyanın müslümanlığa girmesini sağlamıştı. Adı geçen Kanada'lı şarkiyatçının bir kaç pasajım birlikte okuyalım:

"Batı uygarlığının Kari Marks ve Komünizm'in ortaya çıkışından önceki tarihi boyunca karşılaştığı tek gerçek tehdit, Peygamber Muhammed'in (İslâmiyeti kastediyor) oluşturduğu tehdit idi. Bu tehditin ne derece gerçek oldu­ğunu ve bir zamanlar ne kadar ciddi bir tehlike oluşturdu­ğunu hatırlamamız önemlidir.

İslâm, hem savaş hem de inanç alanlarında Batıya karşı direkt saldırıya geçmişti. Bu saldırılar son derece güçlüydü. Bu saldırıların ilk dalgası sonunda Hristiyanlık, Roma İmparatorluğunun en güzel eyaletlerini yitirip bu yeni gücün ellerine teslim etmek zorunda kaldı. Aynı za­manda bütün imparatorluğu kaybetme tehlikesi ile yüzyüze geldi. Gerçi Bizans başkenti Kostantiniyye (şimdiki İs­tanbul) Mısır ve Suriye gibi henüz tamamen Arap ordula­rının eline geçmiş değildi, ama bu şehre yönelik baskı, uzun süre devam etti. Nihayet İslâm'ın, Avrupa aleyhine gerçekleştirdiği ikinci genişleme dalgası sırasında 1453 yı­lında bu şehir fiilen müslümanlarm eline geçti.

Öteyandan yılgınlığa düşmüş Avrupanın kalbinde

1529 yılında Viyana kuşatması ile karşılaşıyoruz. Böylece ortaya çıkan çetin ve amansız saldın yoluna devam etti ve ilkinin üzerinden kısa bir süre sonra 1683 yılında Viyana ikinci defa kuşatıldı.

Çekoslavakya'nın 1948 yılında komünizmin pençesine düşmesi olayı, yüzyıllar boyunca devam eden İslâm saldı­rılarının o çağın Avrupalı vicdanında uyandırdığı korku ve endişenin benzerini çağdaş Avrupalının vicdanında uyan­dırması sözkonusu değildir. Çünkü o çağın büyük ve tehditkar gücü durup dinlenme bilmeden darbelerini tekrarlı­yor ve her defasında yeni bir zafer kazanıyordu

Tıpkı Komünizm gibi, islâmiyetin tehdit ve saldırıları da savaş alanlarına ek olarak değerler ve düşünceler kesi­mine de dönüktü. Başka bir deyimle İslâm saldırılan Av­rupa'nın pratik dünyasını olduğu kadar teorik dünyasını da hedefleri arasına almıştı. Yeni inanç sistemi, Hristi­yanlığın temel inanç ilkesine ısrarla karşı çıkıyordu. Oysa Avrupanın yüce inancı haline gelen bu ilke etrafında, ya­vaş yavaş Batı uygarlığı oluşuyordu. Batıya dönük islâm tehdidi güçlü ve sert olduğu gibi başarılı ve Hristiyanlık dünyasının yaklaşık yarısı üzerinde yıkıcı idi. İslâmiyet, bu yeni dine benimseyerek giren on milyonlarca Hristiyanı kendine çekebilmiş yegane aktif güç oldu.[7]

 

Gezginler ve Keşifler

Doğudaki Osmanlı engelini ortadan kaldırmakta yeter­siz kalan, daha doğrusu bu engeli ortadan kaldırmayı ak­lından bile geçirmeye cesaret edemeyen Hristiyanlık dün­yası, özellikle Ümit Burnu yolunun keşfedilmesinden son­ra islâm alemine batı tarafından sokulmaya yöneldi.

Ümit Burnu yolu ile Uzak doğudan Avrupa'ya uzanan yolu müslümanlar ötedenberi biliyorlardı. Bu yolu harita­larına işledikleri gibi gerek el-Birunî'nin "Acayıb-ul Hind" adlı eserinde ve gerekse bu türden diğer kitaplarda verilen bilgilerden anlaşılacağı gibi bu deniz yolunun hava şartla­rını da inceden inceye araştırmışlardı. Fakat o dönemde Avrupa, orta çağın karanlığına kapanmış yaşıyordu. Dün­yanın çok az kısmından haberdardı, denizlere ve okyanus­lara açılmayı aklının ucundan bile geçirmiyordu.

Fakat bu dönemin sonunda, bazı iç kaynaklı faktörlerin ortak etkisi ile meçhul denizlere yönelmeye başladı. Bu faktörlerin en güçlülerinden biri, Hristiyanlık motifiydi. Papalık tarafından özendirilen bu faktör, Endülüs'ten çı­karılmış olan müslümanlan kovalayıp ülkelerini ele geçir­mek ve Endülüs'ten kovuldukları gibi buralardan atılama-salar da bu yolla onlan egemenlik altına almak amacında somutlaşıyordu. Bu faktörün diğer bir somut amacı da dünya ticaretini müslümanlarm elinden almaktı. Böylece bir yandan müslümanlan zayıf düşürecekler, öteyandan da onlara karşı güçlü konuma geçeceklerdi.

Bu dönemin şaşırtıcı olaylarından biri şudur ki, Vasco de Cama'ya yol gösteren, onun yolculuğunu basan ile so­nuçlandırmasını sağlayan kılavuz, bir müslüman Arap de­nizcisi olan "İbn-i Macid"ti. Bu müslüman denizci, Vasco de Cama'ya hem bilgi hem de haritaları ile yardımcı ol­muş, hatta doğu Hind Adalanna doğru gittiğini sandıkları gemisinin dümenini kendi eli ile yönetmişti. Acaba bu işi ne yaptığını bilmeyerek mi, yoksa baskı altında mı yaptı? Bilmiyorum.

Vasco de Cama bu yolculuğunu, İbn-i Macid'in yardımı ile sonuçlandırınca, bu yolculuğun gerçek amacını açıklayan ünlü bir söz söyler. Oysa biz, ilerde anlatacağımız dü­şünce emperyalizmin etkisi ile, bu yolculuğu yavrularımı­za öğretirken bu gerçek maksadı gözardı ederek onu okul­larımızda sırf "bilimsel" amaçlı bir gezi olarak tanıtmaya kalkışırız. Neyse, adam yolculuğunun sonunda aynen şöy­le demişti; "İşte şimdi islâmın boynuna ipi dolamış olduk. Artık yapılacak tek şey, bu ipi çekip onu boğmak ve ölme­sini beklemektir".

Kısacası amaçları gayet belirli bir Haçlı seferi ile karşı-karşıyayız. Hristiyanların islâm aleminde giriştikleri di­ğer bütün yolculuklar da bu niteliktedir. Adamlar bu yol­culuklar sırasında islâm dünyasını uygun giriş ve çıkış yollarını belirliyorlar ve arkasından hükümetlerine başvu­rarak kendilerine islâm ülkelerine sızma girişimlerinde kılavuzluk öneriyorlardı.

Bu tür gezilerin en ünlüsü Macellan tarafından yapıla­nı idi. Bu gezinin amacı Filipinler'deki islâm topraklanm ele geçirip bu topraklarda yaşayan müslümanlan, Hristi-yan egemenliği altına sokmaktı. Oysa biz bu geziyi de okul çağındaki yavrularımıza tarihteki en büyük "bilimsel" ke­şiflerden biri olarak tanıtıyoruz.[8]

Keşif amaçlı bir gezi olduğuna bir diyeceğimiz yok. Fa­kat "bilimsel" amaçlı olduğu iddiasına gelince tarihe karşı bundan daha ağır bir iftira düşünülemez.

Ayrıca bu gezinin keşif amaçlı olduğu da sadece Avrupa açısından doğrudur. Çünkü bu gezi sonunda Avrupalıların o güne kadar adlarını sadece kulaktan duydukları, hakla­rında gerçek bilgiye sahip olmadıkları bir takım yeni dün­ya bölgeleri keşfettiler. Peki acaba biz müslümanlar açı­sından durum nedir? Acaba okul kitaplarında çocuklarımı­za zannettirdiğimiz gibi, öz topraklarımız, Macellan'ın, ge­lip onları bizim için keşfetmesini beklememizi gerektire­cek biçimde bize göre meçhul muydu ki?[9]

 

Yağmalama

Geziler gezileri ve keşifleri izledi. Arkasından yağmala­malar başladı.

Hristiyan denizciler müslüman bir hükümdara başvu­ruyorlar. - Özellikle Afrika'da buna çok rastlandı- Adamın konukseverliğine ya da gafletine sığınarak limanlarına ya­naşan gemilerine yardım etmesini istiyorlar, hükümdar da hiç kuşkuya kapılmadan onlara yardım ediyor. Derken yanaşan gemilerine hizmet verebilmek bahanesi ile kendi­sinden sahilde bir parça toprak istiyorlar. Hükümdar ko­nukseverliğinin gereği olarak onlara istedikleri araziyi yi­ne hiç kuşkuya kapılmadan bağışlayıveriyor. Adamlar be­lirli bir toprak parçası edinip burayı sıçrama noktası ola­rak kullanınca gemileri ile asker ve silâh taşıyarak limanı işgal ediyorlar. Arkasından etrafa dağılarak canlarının is­tediği yerlere elkoyuyorlar.

Doğaldır ki, Haçlı saldırganlığının kullandığı tek metod bu değildi. Onlar, hedeflerine vardıran her metodu kullan-

dılar. Bu çeşitli metodlar arasında açık askeri saldırıdan[10] ge­leceğin istilâsına ön hazırlık nitelikli misyonerlik faali­yetle­rine[11] ve daha sonra tam bir sömürgeciliğe dönüşe­cek olan "ticarî" sızma hareketine kadar her yolu denedi-ler.[12]

Nihayet, yani milâdî takvimle ondokuzuncu yüzyılın sonunda, Türkiye ile Arap yarımadasının bazı kısımlan dışında kalan bütün islâm topraklannı ele geçirdiler. Ele geçirdikleri yerlerde yaşayan bütün müslümanlan ya doğ­rudan doğruya Hristiyanlık egemenliği altına aldılar. Ya da görünüşte idareyi elde tutarak aslında perde gerisinde­ki Hristiyan sömürgecilerin ülkeyi yönetmesine aracılık eden bazı sözde "müslüman" hükümdarların eli ile onları yönetimleri altına aldılar.

Bu Hristiyan saldırganlığına, bu Haçlı sömürgeciliğine belirli bir sebep ve yorum yakıştırmaya gerek yok.

Çünkü onlann müslümanlara karşı kalblerinde taşı­dıkları kini, yüce Allah, bize çok önceden bildirmişti. Bu konuda O, bize şöyle buyuruyor:

"Sen onların dinlerine girmedikçe ne yahudiler ve ne de Hristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar". (Bakara /120)

"Çoğu ehl-i Kitap (yahudiler ile Hristiyanlar) gerçeği anladıktan sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan dolayı, siz­leri iman ettikten sonra kâfirliğe döndürmek isterler" (Ba­kara/109)

"Onlar (kâfirler) yapabilseler sizi dininizden döndürün­ceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler".

Bu kin, kalblerinde İslama karşı sakladıkları sürekli bir duygudur. Başkaca bir gerekçe istemez. Sırf müslü-manlığın yeryüzünde varoluşu, onların kinlerini tahrik et­mek ve eğer ellerinden gelirse müslümanlan dinlerinden döndürmek üzere onlara karşı hareket etmeleri için yeter­li sebeptir.

Bu söylediğimiz, vurgulanması ve hatırlatılması gere­ken bir gerçektir. Çünkü bu konuda ortada Batı tarafın­dan uydurulup piyasaya sürülmüş büyük yalanlar var. Maksadı Hristiyanlıktan kay­naklanan kinlerini, bu mar­tavallarla maskelemektir. Bu yalanlarını her alana yaydı­ğı için müslümanlarm kendileri de -düşünce emperyaliz­minin etkisi altında- bunlara inanır olmuşlar ve bunları yabancı efendilerinin kendilerine telkin ettikleri gibi öteye -beriye yaymaya koyulmuşlardır.

Bu kocaman yalanlan şöyle özetleyebiliriz: Dine bağlı­lık çağı sona erdi. Bu günün Avrupasım harekete geçiren faktör, Ortaçağın Avrupasında olduğu gibi, artık din değil­dir. Çünkü din, artık Avrupalının hayatım etkileyen fak­tör değildir. Şimdilerde onun hayatını yönlendiren faktör, hammadde kaynaklarını ele geçirmek isteyen "Ekonomik sömürgecilik" motifidir ki bunun da dinle hiç bir ilgi­si yoktur.

Bu görüş-genelde- hiç bir gerçek payı olmayan bir ya­landır.

Gerçekten Avrupa dininden koptu, onu unuttu. Din onun pratik hayatının hiç bir kesiminde egemen değildir. Ne politik ne ekonomik davranışlarını, ne sosyal ilişkileri­ni ne duygularını ve ne de düşüncelerini dine göre yönlen­dirmiyor artık. Fakat bu başka, Hristiyanlık kini başka bir şey!

Çünkü Hristiyanlık kininin kaynağı, ilk bakışta sanıldığı gibi, mutlaka "Hristiyan dindarlığı" değildir. Bu kinin temel gerekçesi yeryüzünde müslümanlarm varolmasıdır. Kendilerine bağlı olmayan, kendi camialanna girmeyen ve kendi inanç ve yaşama biçimlerim paylaşmayan yabancı bir insan topluluğunun varlığıdır. İşte şu ayet, bu gerçeğe işaret ediyor:

"Sen onların dinlerine girmedikçe ne yahudiler ve ne de Hristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar" (Bakara/120)

Yani onlar ister dinlerine bağlı olsunlar, isterse dinle­rinden kopmuş bulunsunlar, müslümanlar müslüman ola­rak varoldukça, "Lâilâhe İllallah, Muhammedün Resulul-lah" sancağı altında bulundukça onlardan asla hoşnut ol­mazlar. Nitekim yazar Muhammed Esed "el- İslâm ala Mufterek-ıtturuk (Yolların ayırım noktasında İslâm" adlı eserinde bu konuda şöyle diyor:

"Birleşik Avrupa ile İslâm arasındaki ilk silâhlı çatış­ma -yani Haçlı seferleri- Avrupa uygarlığı şafağının söktü­ğü döneme rastlar. Daha önce Hristiyanlık kilisesine sıkı sıkıya bağlı olan bu uygarlık, Roma imparatorluğunun çö­küşünü izleyen uzun ve karanlık bir çağdan sonra bu dö­nemde kendine özgü bir yol tutturmaya başladı. Bu yıllar­da Avrupa edebiyatı yeni ve aydınlık bir ilkbahar dönemi yaşamaya başladı. Yine bu yıllarda güzel sanatlar Got, Hun ve Avar istilâlarının geride bıraktığı uykudan yavaş yavaş uyanmaya, sıyrılmaya başladı.

Avrupa, orta çağın başlannda etkisi altına girdiği sert şartlardan artık kurtulmuştu. Sonra yeni bir kültür bilinci kazandı. Bu kültür bilinci aracılığı ile bilenmiş bir duygu edindi. İşte bu çıkmazın ortasına düşünce, Haçlı savaşlan onu, islâm alemi ile bilinen düşmanca karşılaşmaya sü­rükledi.

Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında Haçlı savaşla­rından önce de savaşlar meydana geldi. Meselâ müslüman Arap orduları Sicilya ve Endülüsü fethettiler, ayrıca gü­ney Fransaya akınlar düzenlediler. Fakat bu savaşlar Avrupanın sözünü ettiğimiz yeni kültürel bilinci edinmesin­den önce meydana gelmişti. Bundan dolayı, hiç değilse Av­rupa açısından, bu savaşlann sonuçlan yerellik boyutları­nı aşmadı. Bu savaşlar Avrupanın gerçek çehresini tanıtı­cı nitelik kazanmadı.

Avrupanın islâm karşısındaki yüzyıllarca değişmeye­cek tutumunu belirleyen ilk ve en önemli faktör Haçlı sa­vaşları oldu. Bu savaşlann, bu alandaki etkisi kesin oldu. Çünkü bu savaşlar, yeni Avrupa'nın ilk gençlik döneminde meydana geldi. Kendine özgü kültürel özelliklerinin belir­meye başladığı ve biçimlenme sürecini yaşadığı ilk gençlik döneminde yani.

Halklar da fertler gibidirler. Bilindiği gibi ilk gençlik günlerinde meydana gelen büyük olayların etkileri, insan hayatının geri kalan bölümü boyunca açık ya da gizli bi­çimde devam eder. Bu etkiler ferd vicdanının derinlikle­rinde saklı kalır. Hatta hayatın daha sonraki dönemlerin­de kazanılan, heyecanlardan ve düşünceden kaynaklanan tecrübeler, bu etkilerin izlerini zor siler. Tamamen yokedilmeleri ise pek seyrektir.

İşte Haçlı savaşlarının rolü de böyle oldu. Bu savaşlar, Avrupalı insanın vicdanında en derin ve en kalıcı etkiyi meydana getirdi. Bu savaşlann o dönemde uyandırdığı kör taassub Avrupalının daha önce yaşadığı ya da tarihinde meydana gelen başka hiç bir olaya mukayese edilemez.

Bu dönemde bütün Avrupa kıtasını baştanbaşa coşkun bir heyecan sardı. Hiç değilse belirli bir süre coşkunluğunu sürdüren bu heyecan ülkeler, halklar ve sosyal sınıflar arasındaki engelleri ve sınırları ortadan siliverdi. Böyle bir şey Avrupa tarihinde ilk defa o zaman meydana geli­yordu. Avrupa kendi içinde birlik duygusu kazanmıştı. Fa­kat bu birlik, İslama karşıydı.

Avrupalı daha önce ya Anglo-sakson ya German ya Norman ya Frank ya İtalyan ya Danimarkalı veya Slav idi. Fakat Haçlı savaşlan sırasında "Avrupa Uygarlığı" düşüncesi doğdu ve bu uygarlık bütün Avrupa halklarının peşinde koşacağı ortak bir amaç haline geldi. İslâm düş­manı olan bu Batı uygarlığı, sözkonusu yeni doğmuş çocu­ğun vaftiz babalığı rolünü üstlendi.

İslama dönük Avrupa vicdanının bilgi birikimi, Avrupa önderlerinin dillerinde çarpıtılarak cahil halka sunulan yozlaştırılmış islâm ilkelerinin kırıntıları oldu. İşte bu ters şartlar altında Avrupalıların kafalannda şu gülünç önyar­gılar oluştu: İslâm şehvet düşkünü bir dindir, hayvansal bir şiddet hareketidir, biçimsel bazı yükümlülüklere körü-körüne bağlılığı önerir, kalbleri antma ve temizleme diye bir endişesi yoktur.

Bu önyargılar, ilk yerleştikleri biçimleri ile aynen kal­dılar. Artık kin tohumlan ekilmişti. Kör Hristiyanlık taas­subunun, Avrupanın bir çok yerinde kuyruklan vardı. İşte bu kuyrukların kışkırtmaları ile Endülüs hristiyanlan, ül­kelerini "Putperestlerin(!) karanlık pençesinden" kurtar­mak amacı ile Endülüs müslümanlarına karşı savaş açtı­lar.

Fakat ispanya yarımadasında meydana gelen bu kanlı olayların birikimi daha kaybolmadan Batı dünyası ile islâm dünyası arasındaki ilişkilere tuz-biber eken üçüncü ve çok önemli bir olay meydana geldi. Bu olay Bizans Başkenti Kostantınıyye'nin (şimdiki İstanbul'un) müslüman Türklerin eline geçmesi idi. Kostantmiyye'nin düşmesi ile Avrupa kapısının kanatları ardlanna kadar açıldı ve bu kapıdan boşanan Hristiyan kalabalıkları, islâmın üzerine bir sel gibi akmaya başladılar.

Bundan sonra biribirini izleyen ve hepsi de savaşla do­lu geçen yüzyıllar boyunca, Avrupanın İslama dönük düş­manlığı, sadece kültürel nitelikli bir olgu olarak kalmadı, bunun yanında politik bir önem de kazandı. Bu da bu düş­manlığı daha şiddetlendiren bir faktör oldu.

"Müslüman" sözcüğünün her tekrarlanışı ile halk şuu­runda çöreklenen bu düşmanlık daha da pekişti. Yaygın halk deyimlerinin ve atasözlerinin konusu oldu. Böylece yaygınlığı ve yoğunluğu daha da arttırılarak her Avrupalı erkek ve kadının kalbine maledildi.

Bunlann hepsinden daha şaşırtıcı olanı, şudur ki, bu kin, bütün kültürel değişim dönemlerinden sonra canlı kaldı. Derken Avrupada "dinde reform" çağı geldi. Bu dö­nemde çeşitli gruplara bölünen Avrupa, her gurubun diğe­rine karşı silâhlı vuruşmaya giriştiği yaman bir kargaşa çağı yaşadı. Fakat İslâm düşmanlığı, birbirleri ile vuruşan bütün bu grupların ortak duygusu idi. Arkasından din şu­urunun silinmeye yüztuttuğu dönem geldi. Fakat islâm düşmanlığı varlığını aynen koruyordu.[13]

Bu yazı, bazı zihinlerin kimi zaman kavramakta zorluk çektikleri bir soruyu bize çok güzel açıklıyor. Bu soru şu­dur: Avrupa, dininden büyük oranda koptuğu halde buna rağmen nasıl oluyorda müslümanlara karşı eski "Haçlı kin"ini beslemeye devam ediyor?

Dilediğimiz gibi yahudi ve Hristiyanlann yüreklerinde çöreklenen bu kinin birinci derecedeki faktörü, islâmın varlığıdır. Böyle olduğu içindir ki, bu kin islâm'ın ortaya çıktığı ilk andan beri vardır. Yani müslümanlar ile yahu-diler ve müslümanlar ile Hristiyanlar arasında her hangi bir çatışmanın meydana geldiği günlerin daha öncesinden kaynaklanır. Asıl sebep, islâm'ın varlığına bir de islâmın tarihteki büyük fonksiyonunu, yani gerek yahudiler ve ge­rekse Hristiyanlarla çatışmalara girerek onların uzun dö­nemler boyunca vaktiyle ellerinde tuttukları egemenlik merkezlerinden uzaklaştırmış olmaları eklenince, bu bi­timsiz kinin"ek sebepleri" belirlenmiş olur. Bu gerçeği on­lar da dile getirmekten çekinmiyorlar. Meselâ yukarda "el-islâm fi Tarih-il Hadis" adı ile Arapçaya çevrilen kitabın­dan alıntılar yaptığımız Wilford c. Smith adlı Batılı yazar bu gerçeği açık açık yazdığı gibi ondan başka bir çok şarki­yat araştırmacısı, misyoner, siyasetçi ve düşünür etiketli Batı adamı da aynı ortak duyguyu ifade ediyor.[14]

Bunun böyle olması Avrupanın, hammadde kaynaklan bakımından gayet zengin olan Doğuya karşı ekonomik ih­tiraslar beslemediği anlamına gelmez. O doğu dünyası -ki sahibi olduğu hammadde kaynaklarının çok azım işletiyor ve bu yüzden Avrupanın bu hammaddelere karşı ağzının suyunun akmasını tahrik ediyor.

Fakat bunun böyle olması, bu konudaki şu önemli ger­çekleri gözden kaçırmamıza yolaçmamalıdır:

l- Avrupayı, islâm alemini istilâ etmeye sürükleyen ana faktör, Hristiyanlık motifidir. Başta Vasco de Gama ile Macellanınkiler olmak üzere keşif amaçlı bütün büyük geziler - özellikle Afrika kıtasına dönük olanları- bu gerçe­ği kanıtlar. Bu keşiflerin arkasından Afrika kıtasının bazı bölgelerine o kadar kalabalık misyonerlik heyetleri yollan­dı ki ilk başta bu yörelerin ekonomik sömürü alanı sayıl­ması belirli değildi. Fakat daha sonra istilâcıların buralar­da zengin yeraltı kaynakları bulup işletmeye başlamaları ile bu faktör de gündemin ilk sıralarında yeraldı.

2- Avrupamn, doğuya, dönük ekonomik hareketinin ilk amacı, müslümanları güç kaynaklarından yoksun bırakıp zayıflatmaktır. Bu, uğrunda her aracın kullanıldığı kesin bir Hristi­yan­lık amacıdır. Ekonomik araç, bu amaç uğru­na kullanılan araçların sadece bir tanesidir. Bazılarının ve onlarla birlikte satılmış müslüman "aydınlarımın sandığı gibi amaç bu değildir. Oysa bu satılmış müslüman "aydınlar"(!) bu gerçek karşısında tam bir aptallıkla omuz silke­leyerek "Batının istediği tek şey ekonomik menfaatlerini sağlama almaktır. O, bundan başka hiç bir şeye önem ver­mez, diye konuşurlar.

3- Avrupa hayatında son dönemlerde ekonomik motif ön plâna çıkıp da onun bütün karar ve uygulamalarının ilk faktörü haline gelince bile, Avrupamn islâm ülkelerine dönük ekonomik sömürücülük siyaseti ile genişleme ve imparatorluklar oluşturma aşamasında istila ettikleri hal­kı müslüman olmayan ülkelerde uyguladığı ekonomik sö­mürücülük siyaseti arasında bariz bir farklılığın olduğunu gözlüyoruz.

Sömürgeci Avrupa, istilâ edip ekonomik kaynaklarına elkoyduğu ülkelere karşı her zaman ve her yerde zalim, bencil eğilimli olmuş ülkenin asıl yerlileri zararına özel menfaatlerini gerçekleştirmekten başka hiç bir şeye önem vermemiş, bu yerlileri sürekli biçimde yoksul bırakmayı, onları daha uzun vadede sömürebilmenin garantisi bilmiş, yerlilerin bütün özgürlük ve bağımsızlık amaçlı hareket­lerini acımasızca bastırmış, onlann her türlü siyasi ve "milli" varlıklannı ezmiştir.

Bütün bunlara rağmen Batı Emperyalizmi, müslüman olmayan sömürge ülkelerinde halkın dini inançlarına, dü­şüncelerine ve geleceklerine, genellikle, zor kullanarak karşı çıkmıyor. Buralarda mağlûpların, galiplerin hayat tarzına taklit etme tutkusundan kaynaklanan etkilerin uzun vadeli ve tedrici değişimi ile yetiniyor. Buna karşılık emperyalizm, müslüman ülkelerde sürekli olarak özel bazı önlemler ve düzenlemeler uygulamıştı. Bu önlem ve dü­zenlemelerin değişmez amacı, islâmî hayat düzeninin gö­rüntülerini ortadan kaldırmak, zor yolu ile islâmiyeti müslümanlann vicdanlarından silmek ya da baskı yolunu kullanmanın sakıncalı görüldüğü durumlarda sinsi, hileci ve uyuşturucu metodlar kullanarak halkı islâm'dan uzak­laştırmak olmuştur.[15] Kullanılan metodlar ne kadar es­nek ve sinsi olursa olsun, hiç bir zaman islâmla uzlaşmak veya onun varlığına razı olmak sözkonusu olmamıştır.

Ellerine geçirdikleri her islâm ülkesinde yürürlüğe koy­dukları önlem ve düzenlemelerin ön sırada yeralanlarından biri islâm şeriatım yürürlükten kaldırıp onun yerine kendi hukuk düzenlerini koymak olmuştur. Bu önlemin "ekonomik menfaatler" ile uzaktan-yakından hiç bir ilgisi yoktur. Oysa gerek bazı Batılılar ve gerekse onlara bağım­lı kimi müslüman "aydınlar" Avrupanın, islâm dünyasına yönelik istilâlarının ilk ve son amacının sadece bu ekono­mik yararlar olduğunu ileri sürerler.

Bundan açıkça anlaşılıyor ki, Batının, islâm dünyasına yönelik saldırılarında Hıristiyanlık güdüsü her zaman et­kili oldu. Bu güdü Haçlı saldırılarının ilk döneminde oldu­ğu gibi, kimi zaman tek başına ve kimi zamanda son dö­nemlerinde görüldüğü gibi ekonomik sömürü güdüsü ile karışık biçimde etkisini göstermiştir. Fakat bütün bu deği­şik durumlarda keskin, ateşli, durdurak bilmez niteliğini korumuştur. Hatta ilerde anlatacağımız gibi özellikle islâm dünyasında diriliş hareketlerinin ortaya çıkmasına paralel olarak son yüzyılda etkinliğini daha da arttırmış­tır.

2. kitap

 

IV. DÜŞÜNCE EMPERYALİZMİ

"Düşünce Emperyalizm"! deyimi ile Hristiyan emperya­lizminin, müslümanları İslama bağlılıktan, islâmiyetin önerdiği inanç, düşünce ve davranış tarzlan ile uyum için­de yaşamaktan alıkoymak ve islâmi hayat tarzının belirti­lerini ortadan silmek amacı ile kullandığı, askeri saldırı dışında kalan bütün metodlan kasdediyoruz.

Çağımız Haçlı savaşlarında Avrupalıların, düşünce em­peryalizmi metodunu kullanmalarının gerekçesi, Hicri takvimle beşinci ve altıncı yüzyıllarda (Milâdî takvimle onbirinci onikinci yüzyıllarda) müslümanlara karşı düzen­lemiş oldukları Haçlı savaşlarının kendileri hesabına ver­diği acı sonuçtur. Bu savaşlar sonucunda ağır bir askeri bozguna uğrayarak ülkelerinden yola çıkarken güttükleri amaçlarının hiç birini gerçekleştiremediler. Bu uzun sa­vaşlar boyunca harcadıkları servetler, döktükleri kanlar ve uğradıkları nüfus kaybı da işin cabası.

Bu savaşlar sırasında Fransa kralı IX.Luois, komutası altındaki Haçlı ordularının ağır yenilgisi üzerine müslümanlara esir düştü. Bir süre Mansura'da tutuklu kaldı ve Haçlıların ödediği fidye karşılığında salıverildi.

Adam bu tutukluk dönemi sırasında kendisinin ve din­daşlarının başına gelen musibetleri derinliğine düşündü ve salıverilip ülkesine dönünce dindaşlarına şunları söyle­di: "Eğer müslümanları yenilgiye uğratmak istiyorsanız sakın onlara karşı sırf silâhlı mücadele metodunu kullan­mayınız. Zaten silâhlı mücadele alanında onlara karşı boz­guna uğradınız. Onlarla inançları alanında savaşınız. Çünkü onlann gizli güç kaynaklan, bu alanlarında yatar"

Dindaşları, IX. Louis'in bu öğüdünü dinlediler.

Tekrar islâm alemine saldırmaya yöneldiklerinde artık sadece savaş alanında kullanılan silâhlarla yetinmeyerek adına "düşünce emperyalizm"! dediğimiz sinsi metodu da yanlarında getirdiler.

Düşünce Emperyalizminin nihaî amacı islâm inancını müslümanların kalblerinden söküp atmak ve onları islâm'a bağlılıktan vazgeçirmektir. Bunun araçları çok ve çeşitlidir, fakat onları şu iki ana birime indirgeyebiliriz:

a) Eğitim-öğretim programlan

b) Yayın-propaganda araçları.

Milâdî takvimle 1822 yılında İngilizler, Mısır'ı işgal edince o günkü başbakanlan Gladstone, avam kamarasın­da eline bir mushaf alarak kürsüye çıkıyor ve şunları söylüyor; "Mısırlıların elinde bu kitap bulundukça biz, o ülkede kalıcı bir egemenlik kuramayız"

Yine milâdî takvimle 1906 yılında Kahire'de Hristiyan misyonerleri kongresi toplanıyor. Bu kongrede kürsüye çı­kan hatipler ortak olarak şu itirafları dile getiriyorlar;

"Kesinlikle başarısızlığa uğradık. Bu kadar okullar açtığı­mız, bunca hastaneler ve mülteci yurtlankurduğumuz hal­de, o kadar masraflar yapıp bunca hizmetler sunmamıza rağmen, geriye dönüp baktığımızda ailelerinin inanç siste­mini daha öğrenemeden ana-babalarından çaldığımız bir kaç çocukla, para yardımı almak için bize başvuran bu yüzden gerçek inançlarının ne olduğunu kesinlikle bileme­yeceğimiz bir yaşlı adamdan başka hiç kimseyi Hristiyan yapamamış olduğumuzu görüyoruz"

Bu konuşmalann arkasından kürsüye gelen ve aynı za­manda kongrenin düzenleyicisi olan Rahip Zuvamer, bu yakınmaları şöyle cevaplandırdı.[16]

"Hatip kardeşlerimin konuşmalarım dinledim. Onlarla aynı görüşte değilim. Bizim görevimiz müslümanları hris-tiyan yapmak değildir. Bu, onların lâyık olmadıkları bir şereftir. Bizim asıl görevimiz müslümanları dinlerine bağ­lılıklarından uzaklaştırmaktır. Bu alanda ise parlak bir başarıya ulaştık. Bu başarımızı misyonerlik okullarımız ile islâm ülkelerinde uygulamaya koyduğumuz eğitim poli­tikasına borçluyuz."[17]

Adamın bu sözleri hiç bir yorum gerektirmeyecek ka­dar açıktır.

Demek ki, maksat müslümanları dinlerinden ve Kur'an'dan koparmaktır. Ondan sonra ne olurlarsa olsun­lar. Eğer ilk plânlan ve asıl arzulan uyarınca Müslümanları, hristiyanlaştıra­mamı­şlar, bu alanda somut bir başa­rısızlığa uğramışlarsa hiç değilse onların kalblerinden o korkunç ve başbelası şeyi, yani islâm inancını söküp at­mak gerekir[18] Bu korkunç ve başbelası inanç, hatta "Has­ta Adam"ın (Osmanlı devletinin son günleri kasdediliyor) kalbindeyken bile tahlikeli oluyor. Nitekim az önce kay­nak gösterdiğimiz "el-garetü âlâ alemil islâmî adlı eserde belirtildiğine göre bir Avrupalı yazar bu konuda şöyle di­yor:

"Avrupa, 'Hasta Adam'dan korkuyordu. Çünkü arka­sında parmağının bir işareti ile cihada girişmeye hazır üç-yüz milyon müslüman vardı"

Evet, bu dinin onları en çok korkutan yanı, telkin ettiği cihad ruhudur. Gerçi bu dinin her şeyinden nefret ettikleri için onun içyüzünü doğru görmeyi başaramıyorlar.[19]

"Düşünce Emperyalizmi alanında okuyucuya sunaca­ğımız belki de en uygun örnek Mısır deneyidir. Çünkü Haçlılar, Mısır'a ve Mısır'da İslâmiyetin kökünü kazımaya özel bir önem verdiler. Çünkü Mısır, İslâm aleminin kalbi­ni besleyen, hayati ve etkili bir merkezdi. Ayrıca ünlü Ezher Medresesi de buradaydı. Bu durum, Mısıra islâm ale­minin tümüne ışık saçan bir kültür ve manevi değerler merkezi konumu kazandınyordu.

İslâm aleminde faaliyet gösteren bir misyoner, yukarda sözünü esttiğimiz milâdî 1906 yılında Kahire'de toplanan misyonerlik kongresinde sözalarak Ezher Medresesinin, kiliseye karşı tehdit oluşturup oluşturmadığını irdeleyen konuşmasında şöyle diyordu:

"Ezher üniversitesinde verilen Arapça eğitimin diğer benzeri islâm kurumlarında verilen eğitimden daha titiz ve daha sağlam olduğu bütün sünnî müslümanlann zihin­lerine yerleşmiştir. Bu üniversitenin mezunlan islâm ilim­leri alanında geniş bilgi sahibi olarak tanınırlar. Ayrıca Ezher üniversitesinin kapılan, bütün islâm dünyasından gelecek olan öğretim üyelerine açıktır. Özellikle Ezher'e bağlı çok sayıda vakıflar bu üniversitedeki eğitime karşı­lıksız yardım yapar. Çünkü bu vakıflar, aynı anda 250 öğ­retim elemanına maaş verecek maddi kapasiteye sahiptir­ler"

Adam bunlan anlattıktan sonra masrafları kilise tara­fından karşılanacak bir hristiyan üniversitesinin kurul­masını ve Ezher medresesi tarafindan oluşturulan engelle­melerin bu üniversite aracılığı ile kolayca giderilmesini önerir. Ona göre kurulacak olan bu hristiyan üniversitesi, Arapça öğretimini titiz bir şekilde gerçekleştirmeyi üstlen­melidir. Sonunda sözünü şöyle bağlıyor; "Belki de bu hris­tiyan üniversitesini bir an önce kurup da islâm ülkelerini hristiyanlaştırmamız için Mısır'ı çalışma merkezi seçmeye bizi çağıran güç, ilâhî izzettir "[20]

İşte bu düşünceden hareket eden hristiyan misyoner­ler, İslâmiyeti, Mısır'da yozlaştırabilmek, başka bir deyim­le Mısır'ı islâm'dan çıkarabilmek için olağanüstü gayret göstermişler, bu amacın gerçekleşmesi uğruna diğer islam ülkelerinde harcadıklarından daha geniş çaplı ve da­ha köklü çabalar harcamışlardır. Bu sözümüz sadece Tür­kiye için geçerli değildir. Çünkü orada da halifeliği orta­dan kaldırıncaya kadar harcadıkları çabaların çapı da ay­nı derecede geniştir.[21]

"Düşünce Emperyalizmini anlatırken Mısır'ı örnek olarak seçmemizin bir başka sebebi de bu örneğin, İslâm'dan sıyrılmanın ilk adımından tekrar İslama dön­meyi yansıtan tarih sürecini tam olarak yansıtmasıdır. Bu yüzden başka bir Arap ya da islâm ülkesinin vatandaşı olan her okuyucu, kendi ülkesinin bu deneyin hiç değilse belirli bir aşamasını yaşadığım görecektir. Bu deneyi ek-sizsiz bütünlüğü içinde sunduğumuz takdirde, okuyucula­rımız gerek İslama karşı düzenlenen sinsi komploların bo­yutlarını ve gerekse bu komplolara karşı meydana gelen tepkileri kendiliklerinden kavrayacaklardır.

 

FRANSIZ İŞGALİ

Milâdi takvimle 1798 yılında Fransız haçlıları, Napol-yan Bonaparte komutasında giriştikleri bir saldırı sonu­cunda Mısır'ı işgal ettiler.

Oysa biz, okullardaki yavrularımıza bu Fransız işgali­nin büyük bir fetih olayı olduğunu, -Fransa açısından değil ha, Mısır açısından!- bu fetih olayının Mısır'ın uygar dünyaya açılışının, karanlıklardan sıyrılıp aydınlığa çıkı­şının başlangıç adımını oluşturduğunu öğretiyoruz. Halâ bile lise bitirme sınavlarımızda şu harcialem soruya rastlı­yoruz. Bu soru öğrencilere kimi zaman "Mısır'ın Fransız­lar tarafından işgal edilişinin yararlarım anlatınız" biçi­minde ve kimi zaman da "Mısırın Fransızlar tarafından iş­gal edilmesinin sonuçlarını anlatınız" şeklinde soruluyor. Fakat söylemeye gerek yok ki ders programlarında bir ke­re bile olsun, bu askeri harekatın en önemli İslâm merkez­lerinden birini işgal etme anlamına gelen bir Haçlı seferi olduğunu anlatmayız!

Bu işgalin amaçlarından sözedilirken Napolyon'un, Mı­sır'ı üst edinerek Britanya imparatorluğu ile Hindistan'ı biribirine bağlayan "stratejik yolu" kesmek istediği söyle­nir. Buna gerekçe olarak da o zaman ki Fransa ile Britan­ya imparatorluğu arasındaki sömürge rekabeti gösterilir. Ayrıca Napolyonun bu sefer sırasında Mısır halkına sesle­nen "İslâhat" nitelikli emirnamelerini ve bildirilerini ya­yınlayabilmek amacı ile yanında Arapça harflerle dökül­müş bir matbaayı yanında getirdiği, bunun yanında eski Firavunlar döneminin tarihi kalıntılarını ortaya çıkarmak amacı ile arkeolojik kazılar yapacak bir bilim kurulunun bu işgal ordusu ile birlikte Mısıra girdiği anlatılır.

Yalnız büyük bir aptallık ve gafletle -ya da büyük bir sinsilik ve kötü niyetlilikle- gerek bu askeri saldırının ve gerekse onun eşliğinde gelen Arap alfabeli matbaa ile söz­de bilim kurulunun gerçek amaçları bilmezden gelinir, bunlara hiç değinilmez.

Sözü edilen Britanya İmparaturluğu ile Fransa arasın­daki sömürge rekabeti, o tarih döneminin şüphe götürmez bir gerçeğidir. Napolyon'un, Mısır'ı üs edinerek Britanya İmparatorluğuna karşı koyma ve bu devletin Hindistana varacak "stratejik yol"unu kesme ihtirası da öyle. Ama Mı­sır işgalinin amaçlarının sadece bunlardan ibaret olduğu iddiası, tarih sürecinin yalanladığı bir yakıştırmadır.

Öyle olsa Hindistan'a giden stratejik yolu kesmekle Mı­sır'da islâm şeriatını yürürlükten kaldırıp, bunun yerine insan yapısı kanunlar koyma girişimi arasında ne gibi bir ilişki olabilir?

Yine Hindistana giden stratejik yolu kesme amacının Firavunlar dönemi kalıntılarını ortaya çıkaracak kazılar ile ne ilgisi var?

Fakat eğer bu saldırının islâm karşıtı belirli hedefleri olan bir haçlı işgali olduğunu bilirsek, o zaman her şey meydana çıkar.

Napolyon, İskenderiye şehrim işgal ettikten sonra Mı­sır halkına seslenen bir bildiri yayınladı. Bu bildirinin baş tarafında şöyle diyordu:

"Bismillâhirrahmanirrahim. Allah'dan başka ilâh yok­tur. O'nun ne evlâdı ve ne de Mülkde ortağı vardır.

Özgürlük ve eşitlik ilkelerine dayalı Fransa Devletin­den Mısır hakkında duyuru[22]

Fransa ordulan başkomutanı, büyük asker sor Bona-parte (Napolyon) bütün Mısır halkına bildirir ki, Mısır'da yönetimi elinde tutan eyalet hükümdarları uzun zaman­dan beri Fransız azınlıklara karşı horlayıcı ve alçaltıcı bir politika uyguluyorlar.[23]

Size söylendi ki, benim bu tarafa gelmemin tek sebebi, dininizi ortadan kaldırmaktır. Bu iddia açık bir yalandır, sakın ona inanmayınız[24] Maksatlı kışkırtıcılara söyleyiniz ki, ben sadece sizlerin haklarınızı zalimlerden geri almak için buraya ayak bastım ve ben, şimdiye kadar Mısır'ı yö­netmiş olan hükümdarlardan yüce Allah'a daha çok ibadet ediyor. O'nun Peygamberi ile yüce Kur'an'a daha çok saygı besliyorum.

Ey şeyhler, kadılar, imamlar, cericiler[25] ve bu ülke­nin ileri gelenleri! Milletinize anlatınız ki, Fransızlar da samimi müslümandırlar. Bunun kanıtı, Fransızların Roma'yı ele geçirerek orada Papa'nın, hristiyanları sürekli biçimde müslümanlar üzerine kışkırtan Papa'nın otoritesi­ne karşı çıkmalarıdır. Ayrıca Fransızlar, Osmanlı sultanı­nın samimi dostları ve onun düşmanın da düşmanları ola­gelmişlerdir -Allah onun egemenliğini sürekli kılsın.[26]

Napolyon, İmbabe savaşında kölemenleri (memlükileri) bozguna uğrattıktan sonra Kahire'ye varıp "ilfî Bek"ın sa­rayına yerleşiverdi. Kur'an'ı ve İslâmı seven(!) sözde bir müslüman(!) olarak bilginler kuruluna başkanlık ediyor, onlara zaman zaman hilâtlar (saray hediyesi kıyafetler) bağışlıyor, bu bilginleri, islâm şeriatı yerine yürürlüğe koymak istediği insan yapısı kanunları halka benimsetil­mesi konusunda kullanmaya çalışıyordu. Bu kanunları, Mısır'ı işgal etmeye gelirken yanında getirdiği ve sonra­dan Hollanda'nın Bulak kentindeki şarkiyat cemiyetine hediye ettiği arap harfli matbaada basıyordu.

Britanya İmparatorluğu ile Hindistan arasındaki "stra­tejik" yolu kesmeyi amaçlayan ne yerinde bir icraat, değil mi?

Napolyon'un, sadece Britanya İmparatorluğu ile Hin­distan arasındaki stratejik yolu kesmek için Mısır'ı ele ge­çirdiğim sanmamız, aptalca bir saflıktır.

Evet, O, Britanya ile rekabet ediyor, onu kovalıyor, onun üzerine baskı uyguluyordu. Fakat bunun yanında Mısır'ı islâm çerçevesinin dışına çıkarmayı amaçlayan dört başı mamur bir haçlı plânını da beraberinde getirmiş­ti. Belki de bundan sonra islâm dünyasının geride kalan kısmını yozlaştırmak için Mısır, bir sıçrama tahtası olarak kullanılabilecekti. Çünkü burası tüm islâm dünyasının bi­lim ve aydınlık kaynağı idi.

Bu sinsi plânın ilk uygulamaya konan maddesi, islâm kanunlarını yürürlükten kaldırmaktı. Nitekim Ezher Medresesinin bilginlerinden biri, Napolyon'un bu sinsi amacını açığa vurmuştur. Yüce Allah'ın (c.c.) kalb gözünü açtığı, basiret keskinliği bağışladığı ve karşısındakinin kö­tü niyetlerini anlamaya muvaffak kıldığı bu bilgin, bir de­fasında Napolyon'un yüzüne karşı aynen şöyle demişti; "Eğer sen iddia ettiğin gibi gerçekten müslüman olsaydın, bu ülkede islâm kanunlannı yürürlükten kaldırıp yerine insan yapısı kanunlar koyacağına bu kanunları kendi ül­ken olan Fransada uygulardın.[27]

Matbaaya, Fransız işgalinin bu önemli "sonuc"una ge­lince Napolyon, onu birden çok sebep yüzünden yanında getirmişti. Her şeyden önce Mısır halkım, haçlı işgalcileri­nin emirlerine boyun eğmeye çağıran bildiriler burada ba­sılıyordu. Kaza ve kader ilkelerine inanmanın Fransızla­ra kayıtsız-şartsız teslim olmayı, onlara karşı koymaya kalkışmamayı gerektiğini savunan işgal bildirisi gibi. Çünkü bu bildiride ileri sürüldüğüne göre Fransızlar, yüce Allah'ın takdiri ile Mısır'ı yenip oraya eğmen olmuşlardı.

Ayrıca adım adım islâm şeriatını yürürlekten kaldıra­rak bunların yerine geçirilen "Napolyon Kanunları" da bu matbaada basılıyordu.

Gerçi denecek ki, bu matbaa daha sonraki yıllarda Na-polyonun amacına tamamen ters düşen işlerde de kullanıl­dı. Meselâ İslâmı Arap kültürünün yayılması gibi. Bu söz doğrudur. Fakat ne Napolyon'un ve ne de bu işgalin "sonuçları"nın iyilik hanesine yazılacak bir faktör değildir. Çünkü Napolyonun amaçlan arasında, böyle bir hizmette bulunmak yoktu. Tersine onun işgal günlerinde bu araç, sözkonusu amacın tam tersi için kullanılmıştı.

Firavunlar dönemi kalıntılarım kazıp meydana çıkar­mak için gelen, sözde "bilim" kuruluna gelince onu, bu haçlı saldırısının ikinci marifeti olarak saymak gerekir. Bunun mahiyeti ilkinden daha barizdir.

Nitekim açıksözlü bir şarkiyat araştırmacısı "eş-Şark-ul Edna Muctemeuhu ve sekafetühü" adlı eserinde bu ko­nuda şunlan söylüyor; "Bizler, girdiğimiz her islâm ülkesinin islâm öncesi eski uygarlıklarım meydana çıkarmak için topraklannı deştik. Doğaldır ki, böyle yapmakla müs-lümanlarm islâm öncesi inançlara dönmelerini beklemi­yorduk. Fakat müslümanın bağlılığını islâmla bu eski uy­garlıklar arasında tereddüte düşürmek bizim için yeter­liydi

İşte bu haçlı saldırısına eşlik eden sözde "bilim" heyeti­nin plânlanmış amacı da buydu. Bu amaç "bilimsel" değil, bilimle kamufle edilmiş bir haçlı amacı idi. Tıpkı milâdî takvimle onaltıncı yüzyıldan itibaren haçlılar tarafından gerçekleştirilmiş sözde bilimsel ve keşif amaçlı deniz yol­culuklarına benziyordu.

Firavunlar dönemine ait tarihi kalıntılar, Mısır'da bin­lerce yıldan beri vardı. Çalınanları çalınmış, yağmalanan­ları yağmalanmıştı. Geriye büyük tapınaklar ile koca hey­keller kalmıştı. Mısın ziyaret edenler bunları görür ve on­ları uzak geçmişin "acayib" eserlerinden kabul ederdi. Adam bunları görmekten zevk duyar, ibret alıp geçmek için karşılarında dikilir ve ülkesine döndüğünde bunları görmemiş olanlara anlatırdı. Bütün bunlar büyük bir tö­ren düzenlenmeksizin olup biterdi.

Mısırlı müslümanlara gelince, hiç kuşkusuz, bu büyük heykel ve tapınakları onlar da görür ve taşıdıkları sanat inceliklerini takdirle seyrederlerdi. Fakat bunlar, onlann anlayışına göre eski kavimlerden kalma putlar ve heykel­lerdi. Kendileri müslüman ve o kavimler ise putatapıcı ol­dukları için aralarındaki bağ kesilmişti.

Bu durum, topraklarında, islam'ın gelişinden önceki putperest dönemlerinden kalma eserler bulunan bütün islâm ülkeleri içinde aynıydı. Meselâ Arap yarımadası, Su­riye, Irak ve benzer durumdaki diğer islâm yöreleri gibi.

Bu durum bin yıldan uzun bir süre boyunca böyle sürüp gitti. Yani insanlar müslümanlıklarını devam ettirirken bu eserlerde yerlerinde durdular. Sözkonusu uzun süre bo­yunca bu eserler, müslümanların kalblerinde sadece tarih­ten ibret alma duygusu uyandırıyordu.

Fakat islâm dünyasının altını üstüne getirmek için se­fere çıkan haçlıların yanlarında taşıdıkları sinsi bir plân vardı. Bu plâna göre İslâm aleminin önemli merkezlerinin toprakları kazılarak tarih öncesi eski eserleri meydana çı­karılacak, böylelikle müslümanlann bağlılıkları islâm ile sozkunusu eski uygarlıklar arasında tereddüde düşürüle­cek, böylece de İslama bağlılık­larının tamamen koparılma­sına zemin hazırlanacaktı.

İşte Napolyon'un, Mısır'a gelirken yanında getirdiği sözde "bilimsel" heyetin amacı da buydu.

Bizzat onlardan (yani hristiyanlardan) olan biri, bunun böyle olmadığına şahidlik ederken bizim ortaya çıkıp da "bu heyetin amacı sadece bilimseldi" diye konuşmamız, islâm ülkelerinin aydınlarında bol bol rastlanan aptalca bir saflıktır.

Maksat, müslüman Mısır'da Firavun naraları kopar­maktı. Böylece Mısırlılar, kendilerini mutlaka bir şeye bağlı sayacaklarsa bu kaynak "islâm" değil, islâmdan uzak düşürülmüş bir "Mısır" olmalıydı. Nitekim "Nil şair"i diye anılan Hafız İbrahim'in şu beytini okuyunuz:

"Ben Mısırlıyım. Beni yokluğa meydan okuyan Tarihi piramidi yapanlar yaptı."

Gerçi Hafız İbrahim, İslâmî şiirlerde yazdı, ama görül­düğü gibi yine de yukarda sözünü ettiğimiz sinsi plân onun şahsında gerçekleşti. Yani açık sözlü bir şarkiyat araştırmacısının dediği gibi bağlılığını islâm ile islâm ön­cesi uygarlıklar arasında tereddüde düşürme plânı.

İşte Napolyon'ım, Mısır seferinin "stratejik" Hindistan yolunu kesme amacı yanındaki diğer amaçlan bunlardır: yani islâm kanunlarını yürürlükten kaldırarak yerine, Ba­tı kaynaklı insan yapısı kanunlar koymak ve bunun ya­nında "Mısır'ı, islâm aleminden ya da islâmın kendisinden koparma çalışmalarına hazırlık olsun diye ortalıkta Fira­vunluk naraları estirmek.

Bunlara iki şey daha eklemek gerekir. Bu iki şeyden bi­ri yukarda kitabından alıntı yaptığımız Ceberruti'nin "İş­gal fahişeleri" diye sözettiği ahlaksız kadınlar ordusudur. Bu "seviyesiz" kadın ordusunu da Napolyon yanında getir­mişti. Bunlar açık-saçık kıyafetleri içinde Kahire sokakla­rında gezintiye çıkıyor, böylece görenleri tahrik ederek fu­huş alışkanlığı yayıyorlardı. Bu arada Ceberrutî'nin sözü geçen "acayib-ul Asar" adlı kitabının bir kaç yerinde oku­duğumuza göre kimi müslüman kadınları kendilerini tak­lit etme özlemine kaptırıyorlardı.[28]

Eklenecek ikinci şey de Napolyon'un, Mısır'ı işgal edişi­nin ertesi günü dünya yahudilerine yayınladığı çağrıdır. Napolyon bu çağrısında dünya yahudilerini atalarının yur­duna dönüp orayı yeniden vatanlan haline getirmeye da­vet ediyordu.[29]

Eğer bu son iki gelişmeyi daha önce saydıklarımıza ek­lersek Napolyon'un, Mısır'a karşı giriştiği haçlı komplosu iyice açığa çıkar. Ayrıca bu komploda Fransız ihtilâlinde büyük çapta rolleri olan yahudilerin yardımcı oldukları da meydana çıkar. Bilindiği gibi Napolyonu meydana çıkaran ve siyasi davranışlarını yönlendiren olay Fransız devrimidir.[30]

İşte Fransa'nın, Mısır'a dönük saldırısının Avrupalılar eli ile yazılan ve sözde "müslüman" prapösörler tarafından tercüme edilip öğrencilerimize okutulan tarih kitaplannda anlatılmayan gerçek "marifetleri" bunlardır.

Fakat Napolyon, bu istilâ sırasında bazı önemli aptal­lıklar yaptı. Meselâ Kahire kalesine mevzilendirdiği top­lar ile Ezher medresesini top ateşine tutturdu. Arkasın­dan bu medreseyi ordusunun atları için ahır olarak kul­landı. Mısır halkım zorla islâmdan koparmaya girişti. Bu aptalca uygulamalara ek olarak Fransa'nın içinde bulun­duğu o günkü siyasi ve askeri şartlar Napolyan'u, Mı­sır'dan ayrılıp Fransa'ya dönmeye zorlamış, böylece Mısır istilâsını müslüman halkın günden güne kabaran öfke dal­gaları ile karşı karşıya bırakmıştı. Nitekim bu gitgide ka­baran halk öfkesinin dalgalan, Süleyman Halebi adındaki bir müslümanı, Napolyonun yerine bıraktığı Fransız ko­mutan Claber'i öldürmeye cüretlendirdi.[31]

Bütün bu şartların ortak etkisi ile Fransamn, Mısır'a karşı giriştiği istilâ yanda kaldı ve saldırgan Fransız bir­likleri geldiklerinden çok kısa bir süre sonra Mısır'ı terket-mek zorunda kaldılar. Fakat bu erken gelen geri çekilme, maalesef, saldırının bütün marifetlerine, bütün sonuçları­na son vermiş değildi. Meselâ sözünü ettiğimiz "bilim" he­yeti, kendisini beraberinde getiren istilâ ordusunun geri çekilmiş olmasına rağmen Said'deki kazılarına devam etti. Bu durum, bu gün bile açıklayamadığımız bir acayiplik olarak karşımıza çıkıyor!

Ayrıca bu saldırı, geride müslüman olduğunu iddia eden bazı fransızlar bıraktı. Bilindiği gibi Napolyon da ay­nı iddiayı ortaya atmıştı. Meselâ daha sonraki Mısır tari­hinde büyük rol üstlenecek olan "Süleyman Paşa" adlı Fransız generali gibi. Ayrıca Napolyon tarafından Kahi-re'nin, Munire semtinde kurulan ve içinde Firavunlar dö­nemi eserlerinin gösterildiği müzede yerinde kalmıştı. Bu müze, şu anda da aynı yerde duruyor.

Fransız saldırısı, sözünü ettiğimiz şartlar sebebi ile Haçlı-siyonist plânlarını gerçekleştiremedi. Fakat daha sonra Mısır'ın başına getirilen "Büyük Muhammed Ali"nin şahsında Haçlı-siyonist emperyalizm, sinsi plânlarını uygulamaya koyacak yaman bir araç ele geçirdi.

 

MUHAMMED ALİ DÖNEMİ

Muhammed Ali, adı kötüye çıkmış biriydi. Kabalığı ve acımazlığı ile tanınmıştı. Osmanlı devleti onu yükümlü tu­tuldukları vergi borçlannı ödemekte geciken Mısır köyleri­ni zorla yola getirmek için Mısır valiliğine tayin eder. O da kendine bağlı çetelerle birlikte sözkonusu köylere silâhlı baskınlar düzenleyerek ortalığı yağmalar ve köylülere dehşet salar. Böylece köylüler, ne kadar bellerini bükse bi­le kendilerinden istenen vergileri vererek Muhammed Ali ile çetelerinin baskı ve hakaretlerinden yakayı kurtarmayı tercih etmek zorunda kalırlar.

Adam, delilik derecesine varan bir mevki ve otorite düşkünü idi.

Bütün bunların hepsi üstlendiği role uygun özelliklerdi.[32]

Şu anda elimde Muhammed Ali'yi, Mısır valisi yapsın diye padişahı fransızlarm etkilediğini belirleyen hiç bir kanıt yok. Ama olayların akış mantığı, bunu kuvvetli bir ihtimal olarak karşımıza çıkanyor.

Her ne ise, adam, milâdi takvimle 1805 yılında, yani Fransız işgalinin sona ermesinden sadece üç yıl sonra Os­manlı devleti tarafından Mısır valiliğine atandı. Sözkonu­su üç yıllık ara dönemde ülke, Osmanlı padişahının valile­ri gözetiminde olmakla birlikte tekrar "Kölemenler"in yö­netimi altına girmişti.

Fransa, bütün plânlarını gerçekleştirmesini sağlamak amacı ile Muhammed Ali'yi tam anlamı ile koruması altı­na aldı. Fransız generali Süleyman Paşa, onun için o gü-

24

nün şartlarına göre en iyi şekilde eğitilmiş ve en modern silahlarla donatılmış bir ordu kurdu. Ayrıca yine o günün en modern deniz filosunu kurup onun komutasına verdi. Yine onun için dimyat'da bir Tersane kurdu. Bunun ya­nında arazi sulamasında kullanabilmesi için çok sayıda su kanalı inşa ederek emrine verdiler.

Acaba bütün bunlar Muhammed Ali'nin şahsına karşı duyulan sevgiden dolayı mı, yoksa Mısır'a karşı beslenen sempatiden dolayı mı yapılıyordu.

Hiç biri değil. Çünkü bunlar sadece Fransız saldırısı­nın geri çekilmek zorunda kaldığı için gerçekleştirmediği Haçlı plânlarını gerçekleştirebilmek için yapılıyordu.

Muhammed Ali, Mısır'ı islâm ekseninden ayırıp sonun­da, islâm çerçevesinden çıkmasına yolaçacak başka bir noktaya kaydırdı. Bunu belki bile bile belki de haçlılar ta­rafından kullanıldığının farkında olmayarak yaptı. Daha sonraki Türkiye ve Cemal Abdünnasır deneylerinin ışığı altındaki şahsi kanaatime göre o bu işi bile bile, oynadığı rolün mahiyetinin farkında ola ola yaptı. Fakat ister yap­tıklarını bile bile yapmış olsun, isterse farkında olmadan kullanılmış olsun, farketmez. Çünkü her iki durumda da oynadığı rol aynıdır ve bu rol uygulayıcılarının iç niyetleri bir yana aynı sonuçlara götürür. Fakat bütün bu ihtimal­ler karşısında kesin bir şey var ki, o da şudur: Gerçek bir "müslüman" ne bilerek ve ne de farkına varmayarak asla böyle bir rolü üstlenemez. Çünkü onun müslüman oluşu islâm düşmanlarından "direktif almasına engel olur.

Muhammed Ali'nin, islâm düşmanlarının hizmetinde oynamış olduğu rolün içyüzünü iyi anlamak istiyorsak ön­ce islâm düşmanlarının o günlerde ne istediklerini bilme­miz gerekir.

Hiç kuşkusuz genel istekleri, islâmiyetin varlığına son vermekti. Fakat bu nihaî amaca ulaşarak islâmiyetin var­lığına son verebilmek için ana planlarına bazı aşamalı amaçlar koymuşlardı. Bu aşamalı amaçlardan biri Osman­lı devletini yıkmak, bir başkası da özellikle Ezher üniver­sitesinin ülkesi olan Mısırı "batılaştırmak" ve arkasından bu "batıcılığı" buradan diğer islâm ülkelerine ihraç etmek­tir.

Osmanlı devletim yıkma amacının neden benimsendiği gayet açıktır. Fakat düşünce emperyalizmi yolu ile "batı-laştırma" işlemine gelince bunun ilk fonksiyonu müslü-manlardaki haçlılara dönük cihad ruhunu öldürmek ve böylece silahlı haçlı saldırılarının karşılaştıkları sürekli direnişi kırmak olacaktı. Bu da, "müslüman"a her zaman kendisinin müslüman ve düşmanlarının da karşılarında cihad vermek zorunda olduğu, islâm yurdunu işgal etme­lerine asla gözyummamakla görevli olduğu kâfirler oldu­ğunu hatırlatan inanç engelini ortadan kaldırmakla olabi­lir.

İşte müslüman batılaşınca bu engelden arınmış olur, artık islâm bir müslümanın ruhunda uyandırdığı direnci onun ruhunda uyandıramaz olur. Ayrıca batılaşma işle­mi, askeri alanda dize getirilecek olan islâm aleminin, Ba­tıya bağlılığının en kesin garantisidir. Çünkü islâm alemi batılaşınca artık İslama değil, Batı dünyasına bağlılık du­yar, kendini islâm dünyasının bir parçası olarak değil de Batı dünyasının bir parçası olarak algılar. Böyle olunca ondan ayrılma arzusu duymaz. Fakat, eğer günün birinde "bağımsız"lık isteğine kapılacak olursa bu isteği, efendile­rinin çevresinde örmüş oldukları ağın çerçevesini, genel bağımlılık kavramının içeriğini aşmaz.

Düşmanlarımızın neler planlamış oldukları hakkında birazcık fikir sahibi olduğumuza göre, şimdi, Fransa'nın iyice avucu içine girmiş olan Muhammed Ali'nin oynadığı rolü incelemeye çalışalım.

Fransa'nın Mısır'da yürürlüğe koymayı üstlendiği haçlı plânının ilk maddesi Muhammed Ali'yi güçlendirmek ve onu Padişahdan kopup bağımsız olmaya özendirmekti. Böylece İslâm devletinden bir islâm ülkesi ayrılacak ve bu da hiç kuşkusuz islâm devletini zayıflatacaktı. Ayrıca bu yolla Muhammed Ali, diğer valilere kışkırtıcı bir örnek olacak ve onlar da bağımsızlık hevesine kapılarak arka ar­kaya devletten kopacaklardı. Böylece devlet önce parçala­nacak, arkasından da tamamen çökertilecekti.

Plânın ikinci maddesi, bağımsız hale gelecek olan Mı­sır'ı, batılaştırmaktı. Böylece bu islâm ülkesinin hem Av­rupa'ya bağlılığı ve hem de islâm'dan nihai kopuşu garanti edilecekti.

Muhammed Ali, kendisinden beklenen bu rolü gayet güzel oynadı. Bir defa Fransanın kendisi için kurduğu ve eğitimini Fransız generali Süleyman Paşa'nın üstlendiği orduyu sadece Osmanlı devletinden kopmak için değil, Ha­lifenin ordularına karşı savaşmak için kullandı. Hatta eğer İngiltere işe karışmamış olsa Halifenin ordusunu ne­redeyse yenecekti. İngiltere'nin Halifenin tarafını tutarak bu işe kanşması aslında Padişahın, Fransa'ya gösterdiği dostluğu kıskanması ve Mısır'da nüfuz sağlama imkânı araması yüzündendi. Tabii ki böylece genel haçlı amaçları­na başka bir yoldan giderek hizmet edecekti.

İngiltere görünüşte, Muhammed Ali'yi aşmamak zorun­da olduğu sınırın önünde durdurmuş ve onu Padişah'ın üzerine yürümekten alıkoymuştu. Fakat aynı zamanda Padişaha karşı bağımsızlık kazanmasını ve bundan böyle veraset yolu ile kendi soyu tarafindan yönetilecek olan Mı­sır'ın sadece sözde Halifeye bağlılığı ile yetinilmesini ga­rantiye bağlamıştı.

Şimdi bir de şu olaya gözatalım: Muhammed Ali, bir süre sonra yunanistan'a karşı Navarinde bir savaşa giri­şince bütün haçlı Avrupa kendisine diz çöktürmek için biraraya geliverdi. Çünkü ne olduğunu unutarak bir hris-tiyan devleti olan Yunanistana saldırmaya cüret etmişti. Oysa haçlılar onu sadece islâm'a karşı savaşsın diye si­lahlandırıp güçlendirmişlerdi. Bu amaca hizmet ettikçe her türlü yardımı görebilirdi. Fakat eğer şahsi arzulan ka-barır da bir hristiyan devlete sataşacak olursa o zaman, zor kullanılarak yola getirilir, hatta eğer durum öyle ge­rektirirse kuvvet kullanılarak dize getirilirdi.

Haçlı plânının öbür maddesi olan Mısır'ı batılaştırma işlemine gelince Muhammed Ali, genç Mısırlı öğrencileri eğitim görmek üzere Avrupa'ya göndermek yolu ile yerine getirdi. Aslında bu onun yaptığı işlerin en tehlikelisi idi. Çünkü böylece "laiklik" akımı önce eğitim-öğretim alanı­na, arkasından da müslüman Mısır toplumunun bütün sosyal hayatına girmeye başladı.

Denebilir ki; "Muhammed Ali'nin önünde Mısır'ı kal­kındıracak başka bir yol yoktu"

Bu söz doğru değil. Çünkü eğer, Muhammed Ali'nin ye­rinde Müslüman Mısır'ı, islâm esasları uyarınca ve islâm temeli üzerinde kalkındırmak isteyen müslüman ve şuur­lu bir başka siyasi lider bulunsaydı, önünde tutacağı bir başka yolun olduğunu görürdü. Bu yol, sadece Mısır'ın de­ğil, tüm islâm aleminin ilim beşiği olarak bilinen Ezher medresesini islâh edip gelişme yoluna koymaktı. Bunun için onu tarihimizin gelişme çağındaki islâmi ilim kurulla­rının canlılık ve parlaklığına döndürmesi yeterli idi. Yani şeriat bilimleri ile dünya bilimlerinin birarada okutuldu­ğu ve bir zamanlar Avrupa'ya öğretmenlik eden müslü-man doktorlar, mühendisler, matematikçiler, astronomi uzmanları, fizikçiler ve kimyacılar yetiştiren islâmî ilim kurumlarını kasdediyoruz.

Diyelim ki, ülkesinin -daha doğrusu tüm islâm ülkeleri sozkonusu bilim dallarının uzmanlarına ihtiyacı vardı. Hatta Ezher medresesi bile sözünü ettiğimiz fonksiyonu yerine getirebilmek için aynı ihtiyaç içinde idi. O zaman sadece belirli kimseleri Avrupa'ya öğrenim görmeye gön­derme yolunu tutabilirdi. Bu belirli kimseleri dindarlıklarına, takva derecelerine, zeka düzeylerine ve şahsiyet sağ­lamlıklarına göre seçerdi. Ayrıca fitne yaşını geride bırak­mış olmalarına ve sağlıklı bir evlilik yapmış olmalarına, böylece ahlak fesadına uğrama ihtimallerinin zayıf olması­na dikkat edebilirdi.

Böylece seçilip Avrupa'ya gönderilen öğrenciler, çeşitli bilim dallarında uzmanlık kazanarak geri dönerler ve müslüman gençlere islâmi bir ortamda ders okuturlardı. O zaman genç öğrenci hem dinine bağlı kalır ve hem de uğ­radığı bilimsel gerilemeyi telafi edecek ilim hazinesine ka­vuşurdu, müslümanlarm uzun gerileme dönemi boyunca yoksun kaldıkları bilim tutkusunu yeniden kazanırdı. Böylelikle hem Mısır ve hem de Ezher medresesini öteden beri kendileri için uyulacak bir örnek olarak bilen diğer islâm ülkeleri kalkınmış olurdu. O zaman da bu politikayı uygulayan müslüman lider, islâm'a ve müslümanlara en büyük hizmeti yapmış olurdu.

Acaba Muhammed Ali böyle mi düşünüyordu? Daha

29

doğrusu böyle bir yöne yönelmesi sozkonusu muydu?

Eğer böyle olsaydı, yabancı efendileri onu seçmezler, kendisine yükledikleri "olağanüstü büyük" rolü oynasın diye onu iktidara getirmezlerdi.

Tersine onun bütün psikolojik eğilimi ve aldığı tüm "telkin"lerin özü başka bir yöne, Mısır'ı batılaştırma yönü­ne dönüktü.

Böyle olduğu içindir ki, henüz fitne çağını yaşayan, hiç bir koruma altına alınmamış genç delikanlıyı büyük kala­balıklar halinde Avrupa merkezlerine saldı. Bunlar gittik­leri yerlerde ister ilim öğrenirler ve ister fesad kapacaklar, daha doğrusu çoğunlukla hem ilmi ve hem de ahlâk fesa­dım birarada edinecekler ve bu yozlaşmış halleri ile tekrar Mısır'a döndükleri zaman batıcılık akımının, ülkeyi tümü ile yöneltmek istediği bu sapma akımının hızlı borazanlan ve sivri uçları olacaklardı.

Bu öğrenci kafilesinin her birinin yanına abu gençlere namaz kıldıracak ve gerekli din bilgileri verecek birer iman katmış olması fazla önemli değildir. Çünkü namaz, o günlerin tüm müslümanlarm anlayışlarında dokunulmaz bir kutsallığa sahipti. Bunun için o zaman, namaz kılma­yan bir "müslüman"ın varolabileceği düşünülmezdi. Ya da hiç değilse namaz, dokunulmaz konumu olan bir "gelenek" olarak biliniyordu, buna göre hiç kimse ona karşı çıkamaz­dı. Bundan dolayı o günlerde her hangi bir yerde bir gurup müslümanın bulunması ve bunların kendilerine namaz kıldıracak bir imamdan yoksun olmaları düşünülemezdi. Belki bu geleneği yıkmaya girişmek akla gelebilirdi. Ama Muhammed Ali'nin, hele o günlerde böyle bir girişime öna-yak olması beklenemezdi.

Fakat öğrenci kafileleri eşliğinde Avrupa'ya gönderilen bu imamlar ne yaptı acaba?

Rıfae Rafı Tahtavi adlı şahıs, bu "imam efendilerden" biri idi. Yahud da Fransa'ya giderken öyle idi. Fakat "batı-laşma" akımının savunuculuğunu yapan bir borazan ola­rak geri döndü.

Yıllarca süren bir gurbet döneminden sonra Fransa'dan Mısır'a döndüğü gün ailesi kendisini sevinçle karşılamıştı. Fakat o ailesinin yüzüne bile bakmadı, onları hor görüyor, kendisini karşılama şerefine bile layık olmayan "felah"lar olduklarını söylüyordu.

Daha sonra bu eski hocaefendi, "Paris" hatıralarım içe­ren bir kitap kaleme aldı. Bu kitapta kadının kapalı gi­yimden "kurtarılmasını" ve erkeğin girip çıktığı her yere birlikte girip çıkmasını önerdi. Bu arada kadın ile erkeğin bir arada dans etmesinde hiç bir kötü maksat aranmaması gerektiğini savunurken, "Dans, müzik nameleri eşliğinde yapılan bir sportif hareketler bütünüdür. Bu yüzden ona kötü bir iş gözü ile bakılmamalıdır" diyordu.

Doğaldır ki, müslüman Mısır halkının Tahtavi hocae-fendinin bu çağrılarına o günlerde olumlu karşılık vermesi beklenemezdi. Çünkü islâm birikimi, müslümanlarm vic-danlarındaki yerini henüz koruyordu. Ayrıca islâm'dan kaynaklanan gelenekler toplum hayatının her alanında egemendi. Bu iki güçlü faktör, sözkonusu imam eskisinin o günkü çağrısına ya gülünç bir maskaralık ya da şiddetle karşı çıkılması gereken bir ihanet damgasını basıyordu.

Fakat bu hızlı borazan, bu sivri uç, parmağının ucu ile bir doğrultuyu gösteriyordu. Bu doğrultu "batılaşma" akı­mı idi.

Gerek tahtavi adlı hocaeskisinin ve gerekse onun arkasında duran Muhammed Ali'nin eylemi ayrıntılı olarak şöyle açıklanabilir:

O güne kadar gerek Mısır'da ve gerekse diğer islâm ül­kelerinde yaşayan tüm müslümanlarm ferdi ve sosyal ha­yatlarında bir tek ağırlık merkezi, bir tek dayanma notka-sı vardı -Bu arada sözkonusu alemin bu dinin özünden uzaklaşmak suretiyle uğradığı geçici gerileme bir an için görmezlikten gelinmelidir.

Rifae Tahtavi ortaya çıkarak, bu iri merkez noktasının yanıbaşına son derece minicik bir nokta koydu. Bu minik nokta "Batı uygarlığı" idi. Arkasından da müslümanları bu noktaya koyarak onu merkez edinmeye çağırdı. Müslü­manların hayatında yeralan bu minik nokta yavaş yavaş irileşmeye, büyümeye başlayarak günün birinde islâm'ın yanında ikinci bir merkez noktası haline geldi. Üstelik ikinci noktanın irileştiği oranda birinci ve asıl merkez noktası yavaş yavaş küçülüyordu. Nihayet günün birinde o zayıf nokta asıl merkez noktası haline gelirken bir za­manların asıl merkez noktası nerede ise gözlerden kaybo­lacak kadar minikleşerek silikleşmeye yüz tutuyordu.

Bu yavaş tempolu merkez değişimi yaklaşık bir yüzyıl boyu sürdü. Fakat duraklamasız, sürekli, hatta mütema­diyen alanını genişleten bir süreç halinde gerçekleşti. Bu sürecini nasıl olduğunu önümüzdeki ara bölümlerde anla­tacağız. Hayatın sosyal, ahlâkî, fikri, politik ve ekonomik kesimlerinde bu geçişin aşamalarını izleyeceğiz. Özellikle kadın "serbestleştirilmesi" olayım bu açıdan ele alıp değer­lendireceğiz. Fakat burada biraz duraklayıp kendi kendi­mize şu soruyu sormalıyız: Acaba bu merkez değişimi ni­çin meydana geldi?

Acaba buna sebep olan faktör, üstün Batı karşısında uğranan askeri bozgun ve yenilgide beliren galibi taklit et­me düşkünlüğü mü idi?

Tek başına bu sebep, sözkonusu yüzyıl içinde olup bi­tenleri açıklamaya yetmez. Çünkü bu tek yüzyıl içinde islâm alemi batılaşmış, sanki bir zamanlar müslüman de-ğilmişcesine, bütün temel dayanaklarım unutmuş, hatta o güne kadarki onüç yüzyıl boyunca kesintisiz biçimde müs­lüman olarak yaşamamış gibi olmuştur.

Acaba sırf askeri alanda uğranılan bozgun, tek başına bu korkunç değişimi, daha doğrusu bir tek yüzyıla sığan bu ürkütücü çöküşü yorumlamaya yeter mi?

Hemen belirtelim ki, güçlü inanca sahip olan bir üm­meti, askeri yenilgi bu kadar ağır derecede etkileyemez. Hatta hiç etkileyemeyeceği bile söylenebilir.

Nasıl olur derseniz, bilindiği gibi müslümanlar, ilk ku­ruluş döneminde Uhud savaşında ağır bir yenilgiye uğra­dılar. Bu yenilginin ağırlığını anlatmak için yüce Allah'ın (c.c.) şu ayetini okumamız yeterlidir.

"Hani Peygamber, arkanızdan sizi çağırırken siz boyu­na düşmandan uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyor­dunuz" (Al-i İmran/ 153)

Bu hezimet, o günün müslümanlanm çok ağır bir şe­kilde sarstı. Çünkü kendileri müslüman ve düşmanları kâfir olduğu için yenilgiyi hiç beklemiyorlardı. Bundan do­layı bu sonucu dehşet içinde yadırgayarak "Böyle bir şey nasıl olabilir?" demişlerdi. Nitekim yüce Allah şöyle buyu­ruyor:

"Başınıza bir musibet gelince siz onun iki katını (Be-dir'de) onların başına getirdiğiniz halde 'Böyle bir şey nasıl olabilir?' dediniz" (Al-i İmran/ 165)

Fakat bu bozgunun arkasından inen şu ilâhi direktif, yarayı hemen iyileştiren bir merhem oldu:

"Sakın gevşemeyiniz, hayal kırıklığına uğramayınız. Eğer gerçekten mümin iseniz mutlaka üstün olan sizlersi­niz" (Al-i İmram/ 139)

Bu ilâhî direktif iner-inmez, islâm ümmeti onu kavradı ve içeriğine uydu. Bunun sonucu olarak artık askeri yenil­giler onlarda hayal kırıklığı uyandırmaz oldu. Çünkü on­lar imanlı oluşlarım üstünlük sebebi olarak görüyorlar ve yüce Allah'ın şu ayetlerde övgü ile anlattığı kullan kendi­lerine örnek alıyorlardı:

"Nice peygamber var ki, kendileri ile beraber bir çok erenler savaş verdiler. Bunlar Allah yolunda başlarına ge­lenlerden yılmadılar, zayıflık göstermediler ve boyun eğ­mediler. Allah sabredenleri sever.

Onlar sadece şöyle diyorlardı; 'Ey Rabbimiz günahları­mızı ve her konudaki aşırılıklarımızı bağışla. Ayaklarımı­zı yere sağlam bastır ve bize kâfirlere karşı yardım eyle.

Allah da onlara yaptıklarının her dünya karşılığını ve hem de en güzel Ahiret karşılığını verdi. Çünkü Allah iyi­lik işleyenleri sever" (Al-i İmran/146-148)

Hatta Moğollar ve Haçlılar karşısında yenildiklerinde bile bu onurlu güven duygusunu yitirmediler.

Moğol istilası gerçekten büyük bir yıkımdı. Bilindiği gi­bi bu istilâ, Abbasi devletini ortadan kaldırdı, Bağdat'ı yıktı, Bağdatlıları perişan etti ve akıtılan müslüman ka­nının çokluğu yüzünden kentin içinden geçen Dicle nehri kırk gün boyunca kırmızı renkli olarak aktı. Bu arada kor­ku ve çaresizlik inanılmaz boyutlara ulaştı. Öyle ki, bir moğol askeri, Bağdat sokaklarının birinde bir Müslüman karşılaşır. Moğol askerinin yanında kılıcı yoktur. Bu yüz­den müslümana şöyle seslenir; "Burda dur, beni bekle, kı­lıcımı alıp geleyim de seni öldüreyim" Müslüman da öyle­sine büyük bir dehşetin ve korkunun içinde yaşıyor ki Mo­ğol askerinin dediği yerde put gibi durarak bekliyor, adam da kılıcı ile gelip kendisini öldürüyor!

Bütün bunlara rağmen müslümanlar, Moğolları kendi­lerinden daha üstün ya da saygıdeğer görmelerine yolaça-cak bir ruh çöküntüsüne, bir onur aşmımma uğramadılar. Tersine onlar Moğolları, kesin bir aşağılamadan başka hiç bir şeye lâyık olmayan putperest bir barbar sürüsü olarak görüyorlardı. Savaşta galip gelmiş olmalarının, bu algıyı değiştirmesi sözkonusu değildi.

Haçlı saldırıları da müslümanlar için süpriz oldu. Böyle bir şeye karşı hazırlıklı değillerdi. Üstelik iki yüz yıl bo­yunca sürdüler. Müslümanlar bu savaşlarda ağır perişan­lıklara uğradılar. Fakat önceleri üstünlüğü ele geçiren Haçlılar Mısır'da ve Suriye dolaylarında bazı küçük dev­letçikler kurmayı başardıktan sonra yüce Allah (c.c.) Selâhaddin-i Eyyübî döneminde son zaferi müslümanlara nasip etti.

Bununla birlikte müslümanlar, haçlıları kendilerinden daha üstün ya da daha saygıdeğer görmelerine yolaçacak bir ruh çöküntüsüne, bir onur aşınımına uğramadılar. Tersine onlann gözünde haçlılar, haça tapan bir müşrikler sürüsü idi. Onları müşrik olmaları yüzünden olsun, ahlâksızlıkları yüzünden olsun son derece hor görüyor ve kendilerini "deyyuslar" diye anıyorlardı. Sebebine gelince bunlardan biri karısı ile birlikte yolda yürürken eğer karı­sının bir arkadaşı ile karşılaşsa kadın arkadaşı ile istediği gibi rahat konuşsun diye adam ikisini başbaşa bırakıp yana çekilirdi.[33]

O halde askeri bozgun ne kadar ağır ve ne kadar süpriz olursa olsun inanç sahibi bir ümmeti fazla etkilemez.

Fakat denebilir ki, uğradıkları askeri bozgunla birlikte yüzyüze geldikleri bilimsel, kültürel ve maddi alandaki üstünlük müslümanları bu derece etkilemiş ve onlarda böyle büyük bir değişiklik meydana getirmiştir. Çünkü bu durumla ilk defa ve birdenbire karşılaştılar ve böylece geri kalmışlarının korkunç derecesi meydana çıkmış oldu.

Bu söz, görünüşte inandırıcıdır. Hiç kuşkusuz müslü-manların Batı karşısında apışıp kalmalarında onların ge­lişmişlikleri yanında kendilerinin ne derece geri kaldıkla­rım açıkça görmeleri etkili bir faktör oldu. Fakat tek başı­na bu faktör de müslümanlarm Batı karşısında uğradıkla­rı çöküşü ne açıklayabilir ve ne de bu çöküşe gerekçe ola­bilir.

Çünkü müslümanlar, tarihlerinin ilk döneminde gerek bilim ve gerekse maddî ve kurumsal uygarlık alanlarında yakınlarında yaşayan o dönemin iki süper gücü olan bi-zans ve Sasani devletleri ile mukayese kabul etmeyecek derecede geri idi. Böyle olunca bu iki süper güçten bilim ve maddi uygarlık alanlarında alıntı yapmak zorunda olduk­ları kuşkusuzdu.

Fakat, birinci bölümde anlattığımız gibi, bu zorunlulu­ğa rağmen müslümanlar, hiç bir zaman, düşmanlarının kendilerinden üstün olduğu onların sahip oldukları dü­şüncelerin, inançların ve davranış tarzlarının kendileri­ninkinden daha iyi olduğu duygusuna kapılmadılar. Tam tersine imanlarından kaynaklanan üstünlük duygusu ile bütün bu kitleleri ilâhî kılavuzluğun gösterdiği doğru yola gilmeyen, hayatını yüce Allah'ın önerdiği metoda göre dü­zenlemeyen kör cahiller sürüsü olarak algıladılar.

Bu anlayışla muhtaç oldukları bilim dalları ile maddi ve kurumsal uygarlık unsurlannı onlardan alarak kendi hayat tarzlarına uyarlamışlar, fakat onların cahiliye nite­likli inançlarının, düşüncelerinin ve davranış tarzlarının kırıntısını bile almaya kalkışmadılar. İşte islâm ümmeti­nin bir şeye muhtaç olduğu ve muhtaç olduğu şeyin çevre­sinde yaşayan gayri müslim toplumlarda varolduğunu gördüğü zaman takınacağı doğru ve sağlıklı tutum budur.

Fakat bu son defaki tutumu bu söylediğimizin tama­men tersi oldu.

Bu defaki tutumu Batı karşısında "apışmak" oldu. Bu apışma öyle bir şey ki, galip gelen gücün önünde diz çök­meye, hiç itiraz etmeden dizginleri onun eline teslim etme­ye, ona tam anlamı ile boyun eğmeye, hatta zaferi kazan­mış gücün kendisini bağımlıları arasında saymasını min­net ve şükranla karşılamaya götürüyor.

Bu nasıl oldu?

Ne tek başına askeri bozgun, inanç sahibi bir mmeti bu hale getirebilir ne bilimsel ve maddî uygarlık alanındaki geri kalmışlık buna yolaçabilir ve ne de askeri bozgun ile bilimsel ve maddi uygarlık alanlarındaki gerikalmışlıkla-rm birleşik etkisi bu apışmaya götürücü olabilir.

Bu apışmanın asıl kaynağı, inanç gerilemesinden doğan iç bozgundur. Bilindiği gibi yüce Allah (c.c.) bize şöyle buyuruyor:

"Sakın gevşemeyiniz, hayal kırıklığına uğramayınız. Eğer gerçekten mümin iseniz üstün olan sizlersiniz" (Al-i îmran/139)

Görüldüğü gibi ayette imanın varlığı şart koşuluyor. Bu şart boşuna değildir. Çünkü düşmanlar karşısında boz­guna uğrandığı zaman müslümanlarda meydana gelebile­cek olan gevşeklik ve hayal kırıklığını, bu gevşeklik ve ha­yal kırıklığının yol­aça­bileceği düşmana teslim olma, diren­mekten vazgeçme ve onları çıktıkları yerden aşağı düşür­meye girişmeme tutumlarını önleyecek olan tek güç kay­nağı, imandır.

Üstünlük duygusu imanın ikiz kardeşidir.

Yani cahiliye düzenlerine karşı üstünlük duymak, ne kadar gelişmiş savaş araçlarına ve yeryüzünde egemenlik kurmaya yarayan ileri teknolojiye sahip olsalar bile bu dü­zenlere sırf cahiliye düzenleri gözü ile bakabilmektir.

Yukardaki ayet-i kerime, müminleri gerçek ölçü ile, gerçek kriter ile başbaşa bırakıyor. Çünkü mesele küfür-iman meselesi olunca üstün olanlar kesinlikle müminler­dir. Geçici bir askeri bozguna ya da yine geçici bir maddi zayıflığa uğramış olmaları bu durumu değiştirmez. Sebe­bine gelince başlıbaşına iman, küfürden üstündür. Psiko­lojik yönden üstündür, manevi yönden üstündür, akıl yö­nünden üstündür, ahlâk yönünden üstündür ve insancıllık (hümanizm) yönünden üstündür ve bu üstünlük hakkın batıla karşı, sağlıklı hayat tarzının bozuk hayat tarzına karşı, doğru görüşün eğri görüşe karşı ve doğru davranı­şın eğri davranışa karşı taşıdığı üstünlük oranında üstün­dür. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Acaba yüzüstü sürünen mi yoksa dosdoğru yolda yü­rüyen mi daha hidayet üzeredir?" (Mülk / 22)

Bu söylediğimiz düşman içinde erimeyi, onun karşısın­da ruhi hezimete uğramayı önleyen psikolojik, şuur ve vicdan bakımından böyledir. Bunun yanında meseleyi pra­tik açıdan ele alırsak müminler, doğru inanç sistemine ve sağlıklı hayat tarzına sahip oldukları için üstün oldukla­rına kesinlikle inanırlarsa-geçici bir askeri bozguna ya da maddi zayıflığa uğrasalar bile- bu kesin inançlarının biz­zat kendisi düştükleri vartadan kurtulmalarında, eski güçlerine kavuşmalarında ve düşmanlarım alaşağı etme­lerinde onlara yardımcı olur. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöy­le buyuruyor:

"O müminler ki, yaralandıktan sonra yine Allah'ın ve Peygamberin çağrısına uydular. Onlardan iyilik edenler ve (şirkten, günahlardan kaçıp Allah'ın azabından) koru­nanlar için pek büyük ecir vardır.

Onlar ki, halk kendilerine '(düşmanınız olan) insanlar size karşı ordu topladılar, onlardan korkunuz' deynce bu söz onların imanlarını arttırdı ve 'Allah bize yeter, o ne güzel vekildir'dediler" (Al-i İmran /172-173)

Buna göre "Murcie" Tasavvuf ya da ilâhî yükümlülük­lerden sıyrılma eğiliminin anlayışına göre değil de gerçek islâm anlayışına uygun samimi iman, bu ümmeti, düş­manlar karşısında psikolojik paniğe kapılmaktan, dizgin­leri onlara teslim etmekten ve onlara bağımlı olmaya bo­yun eğmekten alıkoyacak olan tek faktördür. Acaba haçlı­lar, islâm dünyasına saldırdıklarında, ortalığı yakıp yık­tıklarında müslümanlarda böyle bir iman var mıydı? Hiç kuşkusuz, hayır!

Çünkü eğer o günün müslümanlarında, yüce Allah'ın indirdiği ve Peygamberimizin (s.a.v.) sahabilerine öğretti­ği şekli ile böyle bir iman olsaydı, askeri ilimleri ile sosyal kurumlar bakımından ne oranda geri kalmış olurlarsa ol­sunlar, başlarına gelen felâketlere uğramazlardı. Bu iman, mutlaka o ümmeti yeni bir dirilişe götürerek zayıf­lıklarını gidermelerini gerikal­mışlık­larını telâfi etmelerini ve tekrar düşmanlarının karşısına dikilmelerini sağlardı.

Gerçek şu ki, ortada belirli renkte bir iman vardı, hiç baştan yok değildi. İşte ümmeti, haçlı saldırılan karşısın­da direnişe ve islâmî bir cihada, yani "lailhahe illellah Muhammedün Resullh" sancağı altındaki mücadeleye sürük­leyen, bu saldırının kâfirler tarafından islâm yurduna kar­şı düzenlenmiş ve mutlaka karşı konulup ortadan kaldırıl­ması gereken bir istilâ olarak algılanmasını sağlayan, bu sırada başgösteren kanunlarını kaldırıp yerine insan yapı­sı kanunlar geçirme girişimini, razı olunduğu takdirde bu ümmeti dininden çıkaracak bir küfür saydıran tek güç, bu iman olmuştu. Tıpkı müslaman Mısır halkının Napolyon komutasında girişilen haçlı saldırısına karşı koyması ve onu islâm kanunları yerine kendi hazırladığı kanunları yürürlüğe koymaktan alıkoyduğu gibi. Yine Kuzey Afrika­lı müslümanlarm, haçlı karakterli Fransız istilâsına, Hin­distan müslümanlannın, haçlı karakterli ingiliz istilasına, Endonezya müslümanlannın önce Portekiz ve sora Hol­landa tarafından yürütülen aynı karakterli istilâlara, kı­sacası hristiyan Batı tarafından girişilmiş bütün istilâlara o yöre müslümanlannın karşı koyması gibi.

Fakat bu iman, daha önce söylediğimiz gibi, "murcie" düşüncesi, tasavvuf akımı ve yükümlüklerden sıyrılma eğilimi tarafından gölgelen, üstelik halk yığınları düzeyinde bir takım hurafeler ve gelenekler yığınına dönüştürü­len bir imandı. Bundan dolayı, giriştiği cihad eyleminde ortaya koyduğu kahramanca direnişe rağmen artarak sü­ren saldırılar karşısında fazla ayakta duramadı. Üstelik çökünce de çöküşü daha öncekilere hiç benzemeyecek ka­dar müthiş oldu. Onunla birlikte ümmet de çökerek ken­dini akıntılara teslim etti.

Şimdi yine konumuz olan Mısır deneyine dönerek tari­hin adımlarını izleyelim:

 

İNGİLİZ İŞGALİ:

Gerek Muhammed Ali ve gerekse Hidiv İsmail Paşa'ya kadar onun arkasından gelenler zamanında Fransa'nın desteği devam etti. Bunlar Mısır'da, Fransa'nın nüfuzunu genişlettiler. Kendilerinden beklendiği gibi ülkeyi batılaş-tırmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Öyleki, bu valilerden biri olan sözde "Büyük İsmail", "Mısırı, Avrupa-nın bir parçası yapmak istiyorum" şeklindeki meşhur sözü söylemekten bile kaçınmadı.

Fakat günün birinde Tevfîk Paşa adında biri vaki olunca geminin rotası değil, dümenini tutan çarkçıbaşısı değişti. Yani bu vali zamanında İngiliz nüfuzu, önce uzak­tan Mısır'ı etkilemeye başladı, arkasından milâdî takvimle 1882 yılında Mısır, İngilizler tarafindan işgal edildi.

Doğal olarak yeni plân, Fransız usulü yerine İngiliz usulü ile batılaştırmaya devam etmekti. Bazılarına belki acayip gelecek ama İngilizler, Fransanın politik nüfuzunu her alanda kırmaya can atmalarına rağmen daha önce Fransızlar tarafından kurulan kolejler, misyonerlik okul­ları ve benzerleri gibi haçlı kurumlarına asla dokunmadılar. Çünkü Avrupa devletleri, siyasi nüfuz ve ganimet ka­zançları uğruna biribirleri ile kıyasıya rekabete girişiyor ve bu rekabetler bazan, aralarında ateşli savaşlara bile yolaçıyordu, ama islâm karşısında işbirliğine girişerek bi-ribirlerinin menfaatlerini koruyorlardı.

Meydana gelen en önemli değişiklik, insanları İslâm'dan çevirmeyi amaçlayan soğukkanlı İngiliz meto­dudur. Bu metod, İngilizlerin ünlü "yavaş, fakat emin (slow but sure)" deyimine uygun düşüyordu.

Napolyon'da, Fransız aptallığı vardı. Kızıyor ve vuru­yor ve her vuruşu daha çok uyanışa, daha çok direnmeye yolaçıyordu. Tıpkı Ezher medresesini top ateşine tutması ve at ahırı olarak kullanması olaylarında olduğu gibi.

İngilizlere gelince onlar haçlılıklarmda ve Ezher med­resesine düşmanlıklarında Fransızlar'dan ya da diğer haç­lı milletlerden aşağı değillerdi. Fakat toplumu değiştirme amaçları değil, bu değiştirme olayında kullandıkları me­tod farklı idi. Bu farklı metod, son çözümde farklı sonuçlar getiriyordu.

Dediğimiz gibi "yavaş fakat emin" bir metoddu bu. Ya­pacağını yapıyor, fakat insanlar meydana getirilen deği­şikliği farkedemiyorlardı.

Mısıra gönderilen ilk İngiliz "genel vali"si Lord Crom-mer'in şu sözlerini dikkatle okuyalım:

"İlâhî irade tarafından bu ülkenin (yanı Mısır'ın) başı­na geçirilen beyaz adamın görevi, hristiyan uygarlığın te­mellerini mümkün olan en geniş alana yaymaktır. Öyle ki, bu uygarlık insanlar arası ilişkilerin temeli haline gelsin. Gerçi halk arasında kuşku uyandırmamak için müslü-manları, hristiyanlaştırmaya çalışmamalı, ülkenin resmi görevlisi olarak islâm dininin göz boyayıcı görüntülerine meselâ dini törenlerine bağlılık göstermelidir."[34]

Bu sözlerin sahibi olan Lord Crommer'in Mısır'daki ilk görev günlerinde misyonerler kendisim İngiliz hükümeti­ne şikâyet ederler. Şikâyet gerekçeleri genel valinin kendi­lerine baskı yapması, rahat çalışmalarına imkân verme­mesidir. İngiliz hükümeti bu şikâyeti kendisine yansıtıp savunmasını isteyince adam, misyonerleri toplayarak on­lara şunları söyler:

"Benim size baskı yapabileceğimi, çalışma imkânlarınızı sınırlamak isteyeceğimi düşünebiliyor mu­sunuz? Fakat sizler sokakta bulduğunuz çocukları ve ken­di halindeki insanları kaçırıp hristiyanlaştırmaya kalkışı­yor, böylece müslümanları psikolojik baskı altına alıp on­ları dinlerine daha sıkı şekilde bağlanmalarına yolaçıyor-sunuz. Fakat en yakında Londra Trinity College'i (İlahiyat Fakültesini) bitirecek olan bir gençle anlaştım, okulunu bitirince buraya gelerek yeni bir eğitim sistemi kuracak ve bu sistem aracılığı ile sizlerin bütün hedeflerinizi gerçek­leştirecek.[35]

İşte "yavaş fakat emin" çalışma dediğin böyle olur. Ya­ni misyonerlerin bütün hedeflerini, başka bir deyimle bütün haçlı amaçlarını gerçekleştirmeyi garanti eden uzun vadeli bir eğitim politikasını yürürlüğe koyar, ayrıca halk arasında güvensizlik doğmasına meydan vermemek için uyanışa yol açacak en ufak bir baskıya bile başvurmaktan kaçınırsın.

Şimdi bu sinsi eğitim politikasının ayrıntılarını kısaca gözden geçirelim:

 

a) EĞİTİM PROGRAMI:

Lord Crommer'in yukarıda sözünü ettiği genç rahip Mr. Dunlop, bir süre sonra Milli Eğitim Bakanlığı müsteşarlı­ğına atandı. Aslında müsteşar hazretleri, müslüman Mı­sır'ın Eğitim bakanlığının tam yetkili sorumlusu oluyordu.

Eğer Eğitim bakanlığının başında bir hristiyan rahip bulunursa eğitim işlerinin nasıl olması beklenir acaba?

Mr. Dunlop, hristiyan kilisesinin tehlike kaynağı ola­rak mimlediği Ezher medresesine darbe vurmak için gel­mişti. Fakat bu darbeleri Napolyonunkiler gibi aptalca ol­mayacaktı. Çünkü Napolyonun söz konusu aptalca darbe­lerinin müslümanlarm dirençli tepkisine sebep olduğunu biliyordu.

Bu yüzden Mr. Dunlop, Ezher medresesini olduğu gibi bıraktı, ona hiç dokunmadı. Fakat izlenen "yavaş fakat emin" metod uyannca programlarında sırf "dünya bilimle-ri"ne yer veren orta öğretim düzeyli yeni okullar açtı. İler­de anlatacağımız üzere bu okulların programlarında gös­termelik bir kaç ders saati dışında din dersine yer verilme­mişti. Böylece müslümanları, islâmdan çıkarma plânının önemli bir parçası yürürlüğe konmuş oluyordu.

Müslüman halk bu durumu görür görmez -gerçek planın apaçıklığı ve gerekse kalblerinde yaşayan İslam tortu­sunun verdiği utançla -dediler ki" Bu okullar gavur okulla­rıdır. Çünkü programlarında Kur'an-ı Kerim öğretimi yok; çünkü Ezher medresesine hazırlık niteliği taşıyan orta öğ­retim okulları dört yıllık eğitim süreleri boyunca öğrenci­lerine Kur'an öğretiyorlardı."

Fakat bu orta öğretim okulları, islâmî bilgi vermiyor­lardı, ama Mr. Dunlop'un önceden hazırladığı ustalıklı plânlar uyarınca bir yandan geçim sebebi ve bir yandan da sosyal prestij kaynağı haline geldi.

Bu okullardan mezun olanlar -sadece dört yıllık bir eği­tim süresinin sonunda- mezun olur- olmaz, dört Mısır li­rasına varan maaşlarla devlet dairelerine memur olarak atanıyorlardı. Bu para o günlerde büyük bir servet demek­ti. Çünkü o günlerde fîatlar, şimdikiler ile karşılaştırılınca tasavvur edilemeyecek derecede oldukları için Mısır lira­sının satmalına gücü son derece yüksekti. Öyle ki, sözko-nusu dört Mısır lirası, başkent Kahire'de bile onurlu bir hayat sürmeye yetiyordu. Bu kazancın sahibi evlenip aile geçindirebildiği gibi bir kısmını arttırarak ilerde yazlık yeri arsası satın alabilirdi.[36]

Buna karşılık ömrünün yirmi yılını okullarda harcayan Ezher medresesi mezunu, kimi zaman hiç iş bulamıyor. Camilerde din görevlisi olarak iş bulduğu durumlarda da yüz yirmi kuruş maaş alabiliyordu. Gerçi bu para ile geçi­nebiliyordu. Ama yaşadığı hayatın düzeyi, devlet dairele­rinde memur olarak görev yapan yeni orta öğretim kurum­larının mezunlanna göre düşüktü.

Böyle bir durumda eğer okutmak istediğiniz bir oğlu­nuz olsa onu nereye götürürdünüz? Gençliğin baharını sı­nıflarında harcayarak mezun olunca işsiz kalacağı ya da sözünü ettiğimiz düşük maaşla camilerde din görevlisi ola­rak çalışabileceği Ezher medresine mi, yoksa dört yıllık kı­sa bir eğitim döneminden sonra bakkalım, kasabın, ev sa­hibinin sevdiği bir adam haline gelen, nereye gitse itibar gören devlet memuru yetiştiren Mr. Dunlop'un yeni okul­larına mı?

Oysa o güne kadar Ezher'li olmak aileler arasında yan­şa yolaçan bir şerefti. Evlâtlarından birisi "alim" olan, ya­ni Ezher mezunu olan aile herkesin gözdesi olurdu. Bu Kahire'de de diğer vilâyetlerde de böyleydi. Herkes bu ai­lelere saygı ile bakardı. Çünkü o zamanın insanlarının an­layışına göre "ilim" denince, akla hem dünya ve hem de Ahiret mutluluğunun kazandırıcısı olan din ilmi geliyor­du. Ayrıca devlet görevlileri çoğunlukla Ezher mezunları arasından seçildikleri için bu okulu bitirenler İslâm toplu­munda yükselmenin bütün imkânlarına sahip olurlardı.

Gerçi Ezher medresesi, Endülüs medreselerinin hatta gelişme dönemindeki Ezher medresesinin bizzat kendisi­nin örneklik ettiği doğru islâmî metoddan sapmıştı. Yani din ve dünya bilimlerini birarada öğretmiyor ve öğrencile­rini, yeryüzünü ilâhî metod uyarınca kalkındınp geliştir­me görevine hazırlamıyordu. Ama buna rağmen halkın gö­zünde islâmla sıkı sıkıya ilişkili görülüyordu, vicdanlarda islâmiyetin canlı bir sembolü olarak yaşıyordu. Bu yüzden onu elüstü tutuyorlar, ona ilgi gösteriyorlar yine bundan dolayı mezunlarının islâm toplumu içinde anlattığımız şe­kilde prestijli bir yeri vardı.

Oysa şimdi -Yani Mr. Dunlop'un döneminde- işler ta­mamen tersine döndü.

Artık Ezher'e, yeni okulların masraflarını karşılayacak parası olmayan ve bu yoksulluklarının bedelini toplumda karşılaştıkları prestij ve mevki kaybına katlanarak öde­mek zorunda kalan fakirler gidiyorlardı.

Gerçi bazı köklü aileler, taşıdığı "kutsallıktan" ötürü ve özellikle taşrada halâ varolan itibarını gözönüne alarak evlâtlarından birini Ezher'e vermeye devam ediyorlardı. Ama onların bu zayıf ilgisi Ezher'in yeni ve gölgelenmiş görüntüsünü değiştirmeye yetmiyordu. Bu gölgeli görün­tüye artık Ezher "yeni öğretim kurumlarTnm masraflarını karşılayacak ekonomik gücü olmayan ve dolayısıyla "yeni toplum"da yükselme şansını yitirmiş öğrencilerin sığınağı idi.

Buna karşılık yeni okulların mezunları, toplumun "yeni zümresi"ni oluşturuyorlardı. Bütün yükselme kapıları ön­lerinde açıktı. Onlar sömürgeci tumturaklılığı ile lügat pa­ralayarak konuşuyorlar ve bu nitelikleri ile caka satıyor­lardı. Buna karşılık sömürgeciler de bu zümreyi koruyor, onun aracılığı ile "yavaş fakat emin" bir biçimde toplumu istediği yöne götürüyorlardı.

Acaba bu yeni okulların mezunları nasıl tiplerdi, kültür düzeyleri ve dünya görüşleri ne idi? Mr. Dunlop, Lord Crommer tarafından seçilip milli eğitim bakanlığının başı­na tek yetkili olarak atanmasına yolaçan haçlı emellerini onlara nasıl aşılayabilmişti?

Bu sorulara cevap verebilmek için Mr. Dunlop'un yeni okullarda yürürlüğe koyduğu eğitim programlarını, bu programların da en tehlikelerini, en derin etki bırakanla­rını kısaca gözden geçirelim: Sözkonusu etmek istediğimiz ders programlan Arap dili ve edebyatı, din eğitimi ve tarih eğitimi programlandır.

Önce Arap dili eğitiminden söze girelim. Arap dili, haç­lıların kalbinde kin ateşleri tutuşturan Kur'an-ı Kerîm'in dili idi. Bu yüzden Mr. Dunlop, onu öldürmeye, varlığına son vermeye kesin kararlı idi.

Bu yüzden bütün yüksek okul diplomalı öğretmenlere oniki Mısır lirası aylık verildiği halde sadece Arap dili öğ­reten yüksek okul mezunu hocalara dört Mısır lirası maaş verilmeye başlandı.

Bu ayırımcı ve küçümseyici tutum, etkisini kısa za­manda hem okullarda ve hem de daha geniş olarak toplum bütününde göstermekte gecikmedi. Okullarda artık Arap dili öğretmenleri eski ön plândaki mevkilerini yitirdiler, hatta öğretmenler zümresinin en arka plânına düşmüşler­di. Diğer bütün öğretmenler, hatta orta öğretim mezunları da dahil olmak üzere, ondan önde geliyorlardı. Hatta eline çabuk, becerikli bazı okul hademeleri bile bazan ondan daha çok para kazanıyorlardı. Bundan dolayı artık okulda sözü geçmiyordu, okul işlerinde düşüncesi sorulmuyordu, okul yönetimine karıştırılmıyordu. Bunun yanında artık öğrencilerinin gözünde de itibarı kalmamıştı. Eğer elinde taşıdığı ve yaramaz öğrencilerini döğmek için kullandığı sopası olmasa kimsenin onu sayacağı ve adam yerine ko­yacağı yoktu. Oysa İngilizce öğretmeni en yüksek dereceli saygıyı görüyor, en itibarlı öğretmen kabul ediliyordu.

Okulun dışına çıkıp da toplum arasına girince durumu­nun daha da zavallı olduğunu görüyordu. Çünkü herkes mali durumunun acıklılığını, öğretmenler sırasının arka­sında yer aldığını ve diğer meslektaşlarının hem aylık ve hem de itibar bakımından ondan önce geldiklerini biliyor­du. Belki elindeki sopa ile öğrencilerini korkutarak onla­rın dersinde uslu oturmalarını sağlıyordu. Ama okulun dışındaki toplumun onun elindeki bu sopadan korkması beklenemezdi. Tersine herkes elinde taşıdığı bu sopayı alaya alıyor, gırgır konusu yapıyordu. Oysa meslektaşı İn­gilizce öğretmenin elindeki aynı sopa, ona okul içinde iti­bar sağladığı gibi okul dışında da ayıplanmasına, gırgıra alınmasına yolaçmıyordu. Tersine saygı, beğeni ve prestij kazanmasına sebep olduğu bile söylenebilirdi. Nitekim şa­ir Mutenebbi, bir beytinde şöyle diyor:

"İnsanlar, iyiliğini gördükleri kimsenin hoşuna gidecek sözü söylerler. Buna karşılık yanılgıya düşen aptallar kı­nanır."

Böylece Arap dili öğretmenin toplumdaki statüsü, maa­şının oranı düştükçe düşüyor ve sürekli alay konusu hali­ne geliyordu. Herkes onun cahilliğinden, gerikafalılığın-dan, ufkunun darlığından, fakirliğinden, sosyal ve düşün­ce düzeyinin düşüklüğünden sözediyordu. En ayıplanan ve alaya alınmasına yolaçan kusuru da yabancı dil bilmemesi idi.

Arapça öğretmenin bu saygıdan yoksun prestijsiz duru­mu, hiç kuşkusuz, okuttuğu dersin kendisine de yansı­makta gecikmiyordu. Zaten bu sinsi plânın ardında sakla­nan gizli amaç da buydu.

Arapça öğretmenine kondurulan itibarsızlık, kısa za­manda dersine geçerek Arapça dersi alay, küçümseme ve nefret konusu olmaya başladı. Bir defa öğrenciler Arapça-nın dilbilgisinin, söz diziminin, ifade sanatının, metinleri­nin ve edebiyatının zorluğundan yakınıyorlardı. Oysa on üç yüzyıl boyunca bu dille şikâyet etmeksizin, başbaşa ya­şamışlardı. Sanki o sözünü ettikleri zorluğunu, şimdi ansı­zın farkederek ondan soğuyorlardı. Arapçayı, başta ingiliz­ce olmak üzere yabancı diller ile karşılaştırmaya ve yine

İngilizce başta olmak üzere yabancı dilleri her bakımdan daha kolay bulmaya başladılar.

Onlara göre bir defa bu yabancı dillerde İrap (sözcükle­rin son sesli harfinin cümle içindeki yerine göre değişik ol­ması) kuralı yoktu. Başka bir deyimle bu dillerde okuyucu, kelimelerin sonundaki sesli harfin ne olacağı konusunda şaşkınlığa düşürülmüyordu. Bu diller, söz dizimi (sentaks, nahiv) ve okunuş bakımından kolay oldukları gibi cümle yapısı bakımından da karmaşık değillerdi.[37]

Kısacası şunu demek istiyorlardı: Arapça ile ilgilenmek gereksizdi, hatta yerinde değildi. Oysa yabancı dillere -özellikle ingilizceye- önem vermek son derece gerekli idi.

Bu görüşe göre yönlendirilen ve bu alışkanlıkla yetişti­rilen öğrenci, Arap dilinin söz dizimi kuralları savsakla­maya, faili ya da mefulu yanlış hareke ile okumaya ve bu yanlışlığı hiç umursamaksızın ve aldırış etmeksizin yap­maya başladı. Eğer hatası düzeltilir ya da uyanlırsa karşı­sındakine omuz silkeleyerek vurdum duymazlık içinde şöyle cevap veriyordu; "Yahu amca, bırak şu mollalığı, ben mezarlıklar imamı mıyım?"

Oysa aynı öğrenci yabancı dillerde her hangi bir keli­meyi okurken veya bir fiilin çekimini yaparken ya da bir bileşik kelimesini oluştururken "yanlışlık yapacağım" diye ödü kopuyor, eğer yanlışlık yaparsa çevresi tarafından alaya alınıyor ve cahillikle suçlanıyordu.

Öte yandan yazarlar da Arapçanın donukluğundan, es­nek olmayışından, değişik manaları ve bu manaların uzantılarını ifade etmeye elverişli olmayışından şikâyet ediyorlardı. Oysa, onlara göre, yabancı diller tabii ki İngi­lizce başta olmak üzere bu değişik manalan büyük bir ra­hatlık, kolaylık, derinlik ve isabet içinde ifade edebiliyor­lardı.

Sanki bu dil, on üç yüz yıl boyunca başbaşa yaşadıkları ve vicdanlarının bütün çırpıntılarını yetersizliğe düşmek­sizin ifade edegelen dil değildi. Sanki bu dilin daha önce farkında olmadıkları kusurlarını birden bire keşfedrek bu­nun sonucunda Arapçadan soğuyup diğer dillere ve o dille­rin edebiyatlarına yönelmişlerdi. Bu özentici anlayışın zevkine göre Arap edebiyatının ünlü simalan olan Mute-nebki, Buhteri, Alkeme, İmriilkays gibi isimler, akıl ve uy­garlık bakımından geri bir kofluğun ve yavanlığın sembol­leri idiler. Buna karşılık Dante, Şekspir, Wood vorth, Bay-ron, Andre Gide, Anatole France, Victore Hugo gibi Batılı yazar ve şairler "aydınlar" arasında dilden dile dolaşıyor­du. Bunu "aydın" olduklarını kanıtlamak için yapıyorlardı. Bu arada adlarını ezberledikleri bu yazar ve şairlerin eserlerinden hiç birini okumamış olsalarda ne zararı var­dı!

"Bilim adamları", daha doğrusu yabancı bilim adamla­rının yazılarını tercüme eden bilim aktarıcıları ile Arapçanın edebiyata elverişli -elbetteki seviyesiz bir edebiyata el­verişli- bir dil olmakla birlikte bilime elverişli olmayan, ilimle uyuşmaz bir dil olduğundan yakınıyorlardı. Onlara göre bu dil donuk, karmaşık, ifade imkânları sınırlı ve çağ dışı bir dildi. Buna göre bilimsel araştırma yaparken mut­laka bir yabancı dili -özellikle İngilizceyi- kullanmak gere­kir. Ayrıca eğer günün birinde bizimde bilim adamlarımı­zın olmasını istiyorsak kullandığınız bir yabancı dili okul­larda okuyan öğrencilerimize öğretmemiz gerekiyordu.

Sanki bu dilin İslâm'ın gelişme döneminde bilimle hiç bir ilişkisi olmamıştı. Hatta sanki bu dil bir zamanlar bi­lim dili olmamış ve hakkında Roger Bacon şunları söyle­memişti; "Kim bilimle uğraşmak istiyorsa önce Arapça öğ­rensin. Çünkü bu dil, bilim dilidir"

İşte bu şekilde Arapçaya her taraftan oklar yağdırılı­yordu. O, artık müslüman arabın on üç yüzyıl boyunca ifti­har ettiği bir övünç kaynağı değildi. Tersine her kesin bir an önce kendisinden sıyrılmaya çalıştığı, "aydm"lar arası­na katılabilmek için kıyasıya yerdiği, alabildiğine ayıpla­dığı bir utanç objesi idi.

Arapçaya kondurulan bu utandırıcı statü düşüklüğü­nün bu dilde yazılan eserlere ve yazılara yansımaması dü­şünülemezdi. Zaten bu sinsi kötüleme plânım hazırlayan­ların varmak istedikleri son amaç buydu.

Bu dilde yazılan yazılar ve eserler, başta Kur'an-ı Kerîm olmak üzere bu ümmetin kültür hazinelerinin tü­mü idi. Demek ki istenen şey, bu ümmeti başta Kurfan-ı Kerîm olmak üzere bütün kültür hazinelerinden uzaklaştırmaktı.[38]

Bu sinsi plânlar sonucunda müslüman halk gerçekten tedrici bir şekilde Kur'an'mdan ve öz kültüründen koptu. Artık "manevi besin kaynaklan" olarak bunlan görmüyor­du. Şimdiki manevi besin kaynakları, bunlar yerine, mu­zaffer efendilerinin dillerinde yazılan eserlerdi.

Mr. Dunlop'un programlarında yer alan din dersine ge­lince onun durumu da Arapçanınkinden daha az kötü de­ğildi.

Bir defa din dersi öğretmenliği, Mr. Dunlop tarafından anlattığımız şekilde zavallı duruma düşürülmüş olan Arapça öğretmenine verilmişti. Daha da kötüsü okulun en yaşlı Arapça öğretmenleri bu dersi okutmakla görevlendi­riliyordu. Bu uygulama, bu yaşlı adamları yazılı kağıdı okumak, bu kağıtları okuldan eve ve evden okula taşıma külfetinden kurtarma gerekçesine bağlanmıştı. Üstelik din dersi, gündelik ders programlarının en sonuna konu­yordu. Bu saat da çoğunlukla Cumartesi günleri, yedinci, perşembe günleri beşinci ve diğer günlerde beşinci ders sa­ati oluyordu.

Bu uygulamanın amacı şuydu: Öğrenciler din dersini gündelik ders programlarının sonunda bıkkın ve yorgun bir durumda göreceklerdi. Onlar bu saatte biran önce zilin çalmasını veya sokaklara dökülmeyi ya da evlerine gitme­yi sabırsızlıkla bekleyeceklerdi. Üstelik bu dersi yaşlı, iki ayağı çukurda, zayıf sesli, etkisiz ve ağır davranışlı bir öğretmenden aldıkları için zihinlerinde din ile yetersizlik, güçsüzlük, sıkıntı, baskı ve serbest kalma özlemi arasında ağ kuracaklar, kafalarında din ile bu kavramlar arasında çağrışım meydana gelecekti. Üstelik dersin kendisi de uy­gulanan eğitim metodu yüzünden ölüm ve cenaze kokuyor­du. Çünkü harekete, hayata ve ruha yer vermeyen bir ta­kım metinlerin ve duaların kuru kuruya ezberlenmesin­den ibaret olacak bir içerikte hazırlanmıştı.

Dediğimiz gibi bu plân, öğrencileri din dersinden ve son çözümde dinin kendisinden soğutmayı amaçlayan bir komplodur. Tıpkı Arap dili ile bu dilde yazılmış yazı ve eserler hakkında nefret uyandırılmak istendiği gibi. Bu­nun en açık kanıtı şudur. Misyonerler tarafından yöneti­len okullarda okutulan hatta bu okulların "laik" olduğu sanılıp din ile ilgisiz sanılanları ve "müslüman" öğrencile­rinin din derslerine katılmasını programlayanlarında bile hristiyan dini ile ilgili dersler sabanın erken saatlerinde okutuluyordu. Öğrencilerin bu derslere son derece neşeli ve sevinçli olarak katılmaları sağlanıyordu. Ayrıca bu dersler okulun en genç ve öğrenciler tarafından en çok se­vilen erkek ve kadın hocaları tarafından veriliyordu. Bun­lar yanında bu dersler, gündelik normal derslerin sıkıcılı-ğından uzak algılansınlar diye sınıflarda değil, okulun ki­lisesinde okutuluyordu. Bir de bu dersler, öğrencilerin kalbleri ile gırtlaklarının da ortak katkısını sağlayabilmek için ilâhîler ve şarkılar eşliğinde yapılıyordu. Böylece bu din dersi, öğrencilerin gönüllerinde sevinç, coşkunluk, ne­şe, hareket ve yaşama zevki ile iç içe algılanıyordu.

Bir de şu noktayı vurgulamalıyız. Mr. Dunlop'un okul programlarına eklenen bu islâmî din dersi aslında kendisi­ne yabancı, hatta ters yapıda olan bir eğitim elbisesine iliştirilmiş bir yamayı andınyordu. Neden derseniz, uygu­lanan eğitim sistemi elbisesi, katıksız bir "laik" elbise idi, din ile uzaktan yakından hiç bir ilgisi yoktu, dini bilimden ve gündelik hayattan ayıran dinsiz Batı zihniyeti uyarınca düzenlenmişti.[39]

Gerçi din dersi sırasında yüce Allah ile Peygamberimi­zin adları anılıyor, dinden ve Ahiretten sözediliyordu, ama en iyi şartlar da bile bu sese, bırakınız kalblere işle­meyi, kulaklara kadar bile varamaycak kadar cılızdı. Bu­na karşılık açıklanmasız ve canlı hayat ile bağlantısız ku­ru ve ezbere öğütler halinde verildiği durumlarda ise hele hocası da yukarda sözünü ettiğimiz yaşlı, iki ayağı çukur­da ve zavallı tip olunca bu ses iyice kısılmakta ve hiç etkili olmamaktaydı. Tersine etkisi ters yönde işlemekte, yani dinden soğutucu bir rol oynamaktaydı ki, zaten istenen de buydu.[40]

Bu uygulamanın maksatlı bir komploya dayandığından emin olmak için şunu bilmek yeterlidir ki, misyonerlerce yönetilen okullarda din eğitimi, sadece sözünü ettiğimiz din dersleri ile sınırlı tutulmuyordu. Bu derslerin sözünü ettiğimiz canlılığına, çekiciliğine, neşeli ve coşkulu nitelik­lerine rağmen bu böyleydi. Bu dersler yanında öğrencilere her fırsatta dini aşı yapılıyordu. Dersler sırasında, oyun sırasında, sınıflarda, teneffüslere çıkarken ve son zillerden sonra öğrenciler eve giderken bu tür telkinler ihmal edil­miyordu. Bu yüzden din duygusu öğrencilerin vicdanların­da köklü bir etki meydana getiriyordu. Ayrıca din dersleri de elbise üzerine iğreti biçimde iliştirilmiş yabancı ve uyumsuz bir yama gibi olmuyordu. Tersine elbise üzerin­de, onunla eş dokulu, uyumlu ve güzelleştirici bir parça ni­teliğinde duruyordu.

Son olarak Mr. Dunlop'un programlarında yer alan din dersine ek darbe niteliğini taşıyan bir uygulamayı hatır­latmalıyız. Sözkonusu uygulamaya göre din dersi, yaz kurslarının kapsamı dışına çıkarılıyordu. "Temel dersleri" içeren bu kurslarda din dersi resim, elişi dersleri ve beden eğitimi dersleri ile aynı kategoride sayılarak kurs prog­ramlarına katılmıyordu. Böylece din dersinin "ikinci dere­cede" yeralan önemsiz bir ders olduğu imajı, öğrencinin zihninde bir daha pekiştiriliyordu.

Anlatmaya çalıştığımız bu "yavaş fakat emin" eğitim metodu uyarınca eğitim gören ve dine en ufak bir saygı duymayan bir çok kuşak arka arkaya mezun edilerek top­luma salmmıştı.

Mr. Dunlop'un eğitim programlarında kıyıma uğrayan üçüncü ders, tarih dersi idi. Hem İslâm ve hem de Batı ta­rihinin bu komploda ayn ayrı yeri vardı.

İslâm tarihi eğitimi, öteden beri olduğu gibi, islâm önce Arap cahiliye toplumunun durumunu inceleyerek konuya giriyor, böylece Peygamberimizin gönderilişim ve islâmın doğuşunu incelemeye uygun zemin hazırlıyordu.

Cahiliye toplumunun durumu incelenirken şu "meşhur" ve basmakalıp[41] cümle baş köşeye oturtuluyordu; "Arap­lar, cahiliye döneminde putlara tapar, kız çocuklarını hor görerek onları doğar-doğmaz diri diri toprağa gömer, içki içer, kumar oynar, soygun ve yağmacılık yaparlardı. İslâm gelerek onlara bu hareketleri yapmayı yasakladı."

Bu cümleler, ilk bakışta masum görünmelerine rağmen aslında son derece sinsi amaçlıdırlar. Masum görünürler, çünkü cahiliye dönemi Araplarmın durumu gerçekten bu cümlelerin anlattığı gibi idi ve islâmiyetin bu durumu or­tadan kaldırdığı da doğrudur.

Sinsi amaçlı oluşlarına gelince bunun sebebi şu ki, bu cümleler, islâmiyetin ortadan kaldırıp değiştirmeye geldi­ği cahiliye zihniyetinin "özü"nün ne olduğunu anlatmıyor­lardı, sadece diğer cahiliye düzenlerinde bulunmayan ve sırf Arap cahiliye düzenine özgü olan "görüntüler" den söz ediyorlardı. Oysa islâmiyet, sadece Arap cahiliye zihniyeti­ni ortadan kaldırmak için değil, tümü ile cahiliye zihniye­tini ortadan kaldırarak yerine yüce Allah'ın (c.c.) dinini koymak için gelmişti.

Başka türlü söylersek islâmiyetin fonksiyonu sadece Arap cahiliye düzeninin bu görüntülerini ortadan kaldır­maktan ibaret sanınca "Acaba günümüzde islâmiyetin fonksiyonu nedir?" sorusu ile karşı karşıya kalırız.

Öğrenciler çevrelerine bakıp da kendilerine bilfiil tapı­lan putlar görmeyince o zaman islâmın fonksiyonu içinde bu "madde" ortadan kalkmış olur.[42]

Yine öğrenciler çevrelerine baktıklarında kız çocukları­nın horlanmadıklarını, hatta tersine son derece sevgi ile kucaklandıklarını görünce islâmiyetin fonksiyonlan ara­sında sayılan bu "madde" hükümsüz kalır.

Yine öğrenciler, toplumdaki bazı kimselerin bu gün de içki içip kumar oynadıklarını, islâmiyetin bu yoldaki "ahlâkî" çağrısını kiminin benimseyip kimilerinin de buna kulak asmayarak günaha girdiklerini gördüklerine göre yapacak başka bir şey kalmıyor.

Sözkonusu cümlelerde sözü edilen eski Arap toplumla­rındaki yağma ve soygunlara gelince bu günün hükümet­lerinin emrindeki özel güvenlik güçleri bu tür soygunların yapılmasını önleyebilir ya da bu tür suçluları yakalayıp hakkettikleri cezalara çarptırılmalarını sağlayabilir.

Böylelikle bu biçimdeki islâm, amacım gerçekleştirmiş ve fonksiyonunu sona erdirmiş olur. İşte islâm tarihinin daha ilk derecesinde öğrencilere aşılanmak istenen görüş budur. İslâm, kendisine ihtiyaç duyulan ve yapısı ile uyu­şan belirli bir zaman için ortaya çıktı. Fakat zamanımızda artık ona ihtiyaç kalmadı. O, artık geride kalan tarih bir parçasından başka bir şey değildir.

Oysa eğer bu "din"in, yani Hz. Adem'den Peygamberi­mize kadar bütün peygamberlerin insanlara öğrettikleri bütün dönemleri islâm dininin gerçekleştirilmesi amacı ile geldiği temel gerçek anlatılsa, öğrencilerin zihninde oluşa­cak düşünce tamamen değişik olurdu. Sözkonusu gerçek, insanları ortaksız, tek Allah'ın kulluğunu benimseme, ya­ni yüce Allah'ın birliğine inanmaya, kulluk amaçlı davra­nışları bu tek Allah'a sunmaya ve hayatın her meselesini yüce Allah'ın şeriatına göre düzenlemeye çağırmaktır. Bu temel gerçeğe, Peygamberimize inen islâm mesajının taşı­dığı bir özelliği de eklemek gerekir. Bu özel nitelik bu son islâmi mesajın Peygamberimizin gelişinden Kıyamet gü­nüne kadar gelmiş ve gelecek olan bütün insanları kapsa­ması, hepsine açık olmasıdır.

Dinin geliş amacını oluşturan bu temel gerçek ve bu gerçek yanında son mesajın sözünü ettiğimiz özel niteliği öğrencilere öğretilse edinecekleri görüş, islâm hakkında kafalannda meydana gelecek olan imaj ne kadar değişik olur?! Deminki statik görüş ile bu dinamik imaj arasında­ki fark yer ile gök arası kadar müthiştir.

Bu dinamik görüşün açısından bakınca bu dinin fonksi­yonunun ne geçmişte ne şimdiki zaman ve ne de gelecekte sona ermesi sözkonusudur. Yeryüzünde yüce Allah'dan başka bir ilâhın varlığına inanan, ibadet amaçlı hareketle­ri ya Allah'dan başkasına veya yüce Allah ile birlikte bir başkasına sunan ya da hayatını Allah'ın kanunları dışın­daki kanunlara göre düzenleyen bir tek "müşrik" bulun­dukça bu dinin fonksiyonu asla sona ermez, görevi bitmez, amaçlarına ulaşmış olmaz.

Hatta bir an için yer yüzünde yaşayan bütün insanla­rın mümin olduklarını farzetsek bile ki böyle bir varsayım, yüce Allah'ın takdirine aykırı olduğu için hiçbir zaman gerçekleşmez[43] yine bu dinin fonksiyonu sona ermez. Çünkü böyle bir durumdaki görevi, yüce Allah'ın (c.c.) aşağıdaki ayetinde dile gelen direktifi gereğince, ilâhî emirleri insanlara sürekli biçimde hatırlatarak inançlarım korumak olur:

"Ama yine de hatırlat. Çünkü hatırlatmak müminler için yararlıdır" (Zariyat/55)

Günümüzde islâmiyetin fonksiyonunun sona erdiği na­sıl sözkonusu olabilir ki, yeryüzünün her köşe bucağında müşrikliğin bütün türleri cirit atmaktadır. Kimi yerde puta tapıcılık müşrikliği, kimi yerde yahudi ve hristiyanlar-da görülen tahrif edilmiş semavî din müşrikliği ve çoğu yerde de yüce Allah'ın şeriatını kaldırıp yerine cahiliye dü­zeni geçirme müşrikliği egemendir.

Yine islâmiyetin günümüzdeki fonksiyonunun sona er­diği nasıl sözkonusu olabilsin ki, islâm aleminin kendisin­de bile Mısır da dahil olmak üzere yüce Allah'ın (c.c.) ka­nunları kaldırılarak yerine çeşitli cahiliye kanunları yü­rürlüğe konmuştur.

Günümüzde islâmiyetin, insanları bu çeşitli müşriklik türlerinden vazgeçirip Tevhid inancına çağırmak, daha büyük ne gibi bir görevi ve fonksiyonu olabilir?

Fakat öğrencilerin kafasından uzaklaştırılmak istenen asıl zaten budur.

Onlardan istenen şey, haçlı istilâsının gerçekleşmesi ile Mısır'da islâm'ı adım adım yürürlükten kaldırılarak yeri­ne cahiliye kanunlarının geçirildiğini hiç akıllarından ge­çirmemeleridir. Çünkü eğer bu gerçeği hatırlarlarsa müslümanlar, istilacıları islâm yurdundan çıkarmak için din amaçlı cihada girişmek görevi ile karşı karşıya kalırlar.

Bundan dolayı islâm tarihinin daha ilk dersi, anlattığı­mız biçimde yozlaştırılarak özünden uzak bir niteliğe büründürü­lüyordu. Böylece bu "küfür okullan"ndan mezun olacak olan öğrencilere zamanımızda islâmiyetin yerine getirmek durumunda olduğu bir görevi bulunduğu unuttu­rulmak isteniyordu.

Daha sonra öğrencilere yeterli sayılacak biçimde Pey­gamberimizin (s.a.v) gönderilişi ile İslâmiyetin başlangıç dönemi okutuluyordu. Fakat bu dönem okutulurken öğ­rencilere, islâmiyetin ortadan kaldırmaya geldiği cahiliye düzeninin ve Peygamberimizin insanlara anlatmakla gö­revlendirildiği, cihad yolu ile yeryüzüne egemen kılmaya çağırdığı ilâhi mesajın özü vurgulanarak anlatılmıyordu.

Fakat Peygamberlik ve islâmiyetin başlangıç dönemi ile ilgili olarak gözler önüne serilen bu parlak görüntü, bir kaç satır sonra ansızın kararıyor ve gölgeleniyordu. Çün­kü bu dönemin arkasından öğrencilere islâmiyetin "siyasi Tarih"i, daha doğrusu hurafeleri, yanıltıcı iddialan baskın gelen tarihi okutuluyordu.

Gerçekten sapma akımı tarihi bir realitedir. Özellikle siyasi hayatta bu realite neredeyse elle tutulur somutluk­tadır. Dahası bu sapma akımı, islâm tarihinin erken dö­nemlerinde, Emeviler döneminde başladı. Bu dönemde ge­rek iktidarı ele geçirmek ve gerekse elde bulundurmayı sürdürebilmek için ne yüce Allah'ın (c.c.) ve ne de Peygam­ber Efendimizin (s.a.v.) hoşnutlukla karşılamayacakları ve müslümanlara yakışmayan çirkin kopmlolara baş vurul­muştu.

Fakat islâm tarihinde sadece sapma akımını büyüteç altına alarak bu tarihin geride kalan kısmını dikkatlerden uzak tutmak, bile bile ve belirli bir amacı gerçekleştirmek için girişilen bir karalama ve yanıltma girişimidir.[44]

Oysa eğer islam tarihinin görüntüsü, gerçekte olduğu gibi tam olarak doğru yansıtılsa, maksatlı, yanıltmaların tam tersi olan bir sonuca varılacaktı.[45]

 Evet, islâmiyetin özellikle politik alanında sapma mey­dana geldiği doğrudur. Fakat bu akımla birlikte islâmiyetin varlığı sona ermiş değildi. İslâmiyetin geride kalan bir çok yönlerinin pratik hayatta uygulanmasına de­vam edildi. Bunun sonucu olarak tarihin sayfalarına geçi­rilmeye ve müslümanlann övünmelerine lâyık bir çok ifti­har tabloları varolmaya, yaşamaya devam etti.

Fakat Mr. Dunlop'un okul programlarında okutulan islâm tarihi dersinin amacı, müslümanlann tarihleri ile if­tihar etmesini sağlamak değildi. Tam tersine kesin ve sin­si bir kararlılıkla bu iftihar duygusunun öldürülmesi iste­niyordu.

İşte bu sinsi amaçtan dolayı islâm tarihinin bütün be­yaz sayfaları gözlerden saklanıyor, daha doğrusu bu tari­hin her sayfasındaki beyaz kısımlar saklı tutulurken siyah kısımlar alabildiğine abartılarak islâm tarihinin kendisi olarak sunuluyordu.

Meselâ bu tarih süreci içinde doğru inanç sisteminin okyanustan okyanusa uzanan geniş bir yeryüzü alanına yayılmış olması, bu geniş alanda yaşayan insanların ka­ranlıklardan kurtarılarak aydınlığa çıkarılmış olması, islâm kanunlarının uygulanmasında ifadesini bulan ilâhî adaletin yürürlüğe konması, islâmiyetin yayılmış olduğu bu geniş yörelerde yaşayan insanlar arasında eski dinleri­ne bağlılıklarını sürdürenlere tanınan ve tüm insanlık ta­rihinde bir başka eşi bulunmayan inanç özgürlüğü; bütün iftihar tabloları kısa, belirsiz ve bulanık ifadeler ile geçiş­tiriliyor, "sürekli islâm Fetihleri" deyimi içine sıkıştırılma­ya çalışılıyordu. Sanki bu fetihler, egemenlik alanını ge­nişletmekten başka hiç bir amacı olmayan basit bir yanıl­ma hareketiydi.

Bunun yanında islâm toplumunun genelde uzun bir ta­rih dönemi boyunca ırz ve soy güvenliği içinde etek pisli­ğinden uzak bir biçimde yaşadığı, bu arada islâm devleti­nin güçlü ve egemen olduğu yöre ve dönemlerde yüce Al­lah'ın (c.c.) şeriatı uyarınca can ve mal güvenliğini sağla­dığı gerçeği de gözlerden saklanıyordu.

Tıpkı bunlar gibi yeryüzünün her tarafına ışık saçan ve müslümanlar ile giriştikleri çeşitli ve çok yönlü ilişkiler sonucu Rönesans hareketine sahne olan Avrupayı da etki alam içine alan islâmın büyük bilim hareketi de gözlerden saklanıyordu.

Gözlerden saklanan diğer bir iftihar tablosu da maddi ve manevi kesimleri ile parlak islâm uygarlığı idi. Yani yüce insanlık değerleri ile ilgili islâmın manevi uygarlığı ile yeryüzü kalkınması ve sosyal hayatı düzenleyen çeşitli kurumları ile maddi uygarlığı görmezlikten geliniyordu. Doğaldır ki, bu iki uygarlık kesiminin islâmi metoddan kaynaklanan özel niteliği de dikkatlerden kaçınlıyordu. Bu özel nitelik, madde ile ruhu, dünya ile Ahireti birleşti­ren ilâhî metoda bağlı kalarak bütün insani gelişmelere alam açık tutma ilkesidir.

Bütün bunlar gözlerden saklandıktan sonra geride ne kalıyordu? Geride şu iki sinsî ve maksatlı imaj kalıyordu:

1- İslâmiyet, sadece raşid halifeler devrinde son derece kısa süren bir egemenlik üzere devrini kapatmıştır.

2-  İslâmiyetin başlangıç döneminden sonraki tarihi, sağlıklı ve insana yaraşır her türlü değer yargısından yok­sundur, bu tarih, iktidar uğruna girişilmiş kanlı baskınla­rın hikayesinden ibarettir.

İslâm tarihi bu şekilde, gerçek içeriğinden soyutlandıktan sonra, öğrencilerin bütün dikkatleri Avrupaya yönelti­liyordu.

Avrupa bilim demekti. Avrupa uygarlık demekti. Avru­pa hümanist (insancıl) değerler demekti. Avrupa demekro-si demekti. Avrupa insan haklan demekti. Avrupa endüst­riyel gelişme demekti. Uzun söze ne hacet, Avrupa her alanda insanlık için ideal örnek demekti!

Böyle denirken başta islâm dünyası olmak üzere sö­mürgeci Avrupalının kirli ayaklarını bastığı her yerdeki korkunç vahşetleri bile bile gözlerden saklanıyordu. Avru­pa'nın, islâm dünyasına saldırmasının arkasında yatan haçlı faktörü bile bile gözlerden saklanıyordu. Daha o gün­lerde batıda yayılmaya başlayan ahlâk bozukluğu bilerek ve isteyerek gözlerden saklanıyordu. Yine daha o günlerde bu uygarlığın bileşiminde maddenin egemen ve ruhun si­lik olduğu gerçeği kasden gözlerden saklanıyordu.

İşte böylece tarih dersi, hem islâm ve hem de Batı tari­hi kesimleri ile, bazı gerçekleri içerse bile aslında yalan olarak sunuluyordu.

İslâm tarihi okutulurken sayfaların siyah kısımları bü­yüteç altına alınıyor ve geride kalan beyaz kısımlar gözler­den saklanıyordu. Buna karşılık sıra Avrupa tarihine ge­lince bu tarihin sayfalanndaki beyaz kısımlar son derece abartılarak sunulurken sayfalardaki siyah kısımlar bakış­lardan saklanıyordu.

Tarihin her iki kesimi de bu şekilde yalan bir görüntü ile sunulunca sonuç ne olur? İslâmiyetten yavaş yavaş kopma akımına kapılan ve ardarda gelen okumuş kuşak­lan okullardan mezun etmek olur.

Bu okumuş kuşaklara göre İslâmiyetin fonksiyonu sona erdi. Onun şimdiki zamanda yapacağı hiç bir görevi kal­madı. Hatta o gereğinden, hakkettiğinden daha çok bile yaşadı. Aslında çok daha önce silinip gitmeliydi! Diplomalı kuşaklar bu görüşü benimsedikten yüzlerini Batıya çeviri­yorlardı. Öyle ya, vahiy yatağı, ışık kaynağı, gerikalmışlık ve yobazlık hastalıklarından kurtulmak isteyenlerin şifa yurdu orası idi.

Mr. Dunlop'un yönetimi altındaki ilk okullarda yapılan yıkımlar bunlar olunca yine onun eli altındaki orta okulla­rın aynı zehirleri hem de daha büyük dozlar halinde içe­receği baştan bellidir. Çünkü orta okulda öğrenciler hiç kuşkusuz daha gelişkin, kavrama kapasiteleri daha yük­sek ve beyinlerine akıtılacak zehirlerden daha çok etkilen­meye elverişli olacaklardır.

Bundan dolayı bu eğitim döneminde Arap dili dersine, başta İngilizce olmak üzere diğer derslerin yanında horla­manın dozajı artıyordu. Bunun yanında din dersini horla­yıp onu en uzak köşeye atma eğilimi daha da artıyordu. Ayrıca islam tarihinin siyah sayfalarını en ince ayrıntısına kadar abartarak beyaz sayfalarını gözlerden saklama uy­gulamasının boyutları daha da genişletiliyordu. Bütün bunlar yanında Avrupa hayranlığı zehirinin dozajı bir miktar daha arttırılıyordu. Bu zehirin sarhoşluğuna kapı­lan zavallı öğrenciler artık Avrupayı, insanlık tarihinin tek ve eşsiz zirvesi olarak tasavvur ediyorlar, insanın ne­fesini kesen, ağzı açık bir hayranlık içinde kurbanlık ko­yunlar gibi boyunlarını onun önüne uzatıyorlardı.

Bütün bunlar tamamlandıktan sonra Mr. Dunlop'un sinsi plânlarını eksiksiz biçimde gerçekleştirmek için sıra "Yüksek Öğretmen OkuhTna geliyordu.

Bu okul, Arap dili dışında kalan bütün branşların öğ­retmenlerinin yetiştirildikleri eğitim kurumu idi. Arap dili öğretmenleri önceleri sadece Ezher üniversitesi mezunları arasından seçiliyor, daha sonraları ise hem buradan ve hem de "Yüksek ilimler Akademisinden sağlanıyordu. Yüksek öğretmen okulu, öğretmen yetiştiren bir eğitim kurumu olması yanında "yavaş, fakat emin" adımlı uygu­lama yöntemi uyarınca bütün sinsî plânların etkilerinin sürekliliğim ve derinliğini garantiye alan bir "kuluçka yu­vası" idi.

Bir defa bu okulun öğrencileri, arka arkaya gelen iki öğretim kademesi boyunca akıtılmış olan zehirlerle beyin­leri uyuşturulan orta okul öğrencileri arasından seçiliyor­du. Bu zehir akıtma dönemlerinin biri ilkokul ve ikincisi de orta okul kademesi idi ve toplam olarak dokuz aralıkız yıl tutuyordu.

Ayrıca bu öğrenci adayları, yüksek öğretmen okulunun hepsi de İngiliz olan müdürü ile öğretmenlerinin belirle­dikleri özel kriterlere göre seçiliyorlardı.

Sana düşen tek şey, yapılan bu "seçmeler"in ve aranan bu özel "yetenekler"in nasıl bir sonuç vereceğini eli-kolu bağlı bir biçimde beklemekten ibarettir.

Doğaldır ki, bu özel yetenekler ne islâmiyet, ne takva ve ne de yapıcılık doğrultusuna dönük değildir.

Üstelik bu potaya, bu kuluçka yuvasına giren öğrenci­nin niteliği ne olursa olsun oradan çıkan öğrencinin hem niteliği ve hem de yetenekleri garantiye bağlanmıştır. Bu okulda, daha doğrusu bu kuluçka yuvasında her şey son derece ciddi bir ilgi ile gerçekleştirilir. Çünkü burada bir ümmetin geleceği bütün ayrıntıları ile çizilip belirlenmek­tedir.

Sözünü ettiğimiz yüksek öğretmen okulu, Nil köşkün-de[46] bulunan işgalci İngiliz ordusunun karargâhımnın bir kaç dakika uzağında Munire semtinde[47] idi. Bu oku­lun İngiliz öğretmenleri öğrencilerinin karşılarına sırf öğ­retmen olarak çıkmıyorlardı. Buna Kahire'yi işgal altında tutan bir askeri güç olma niteliklerini de ekliyorlardı. O askeri güç ki, "Yüce Takdir" tarafindan bu ülkenin başına getirilmiş olan "beyaz adam" karşısında bu öğrencileri sin­dirmek, onlara onun karşısında aşağılık ve yetersizlik duygusu hissettirmek için geldi.[48] Sözkonusu "öğretmen-ler"in kasıtlı bir şekilde açığa vurdukları bariz fonksiyon­ları buydu. Bir de açıklamaya pek yanaşmadıkları gizli fonksiyonlan vardı ki, bu da müslümanlan yıldırmaya dö­nük haçlı baskısı idi. Bunu gerçi pek açıklamak istemiyor­lardı, ama her vesilede ve yönlendirme girişiminde açıkça belli oluyordu.

Her ne ise, bu "öğretmenler" öğrencilerin gözünde karşı konulmaz bir korku objesini simgeliyorlardı. Öyle ki, bu öğrenciler öğrenim sürelerini doldurup mezun oluncaya kadar bir an bile kendilerini güvenli hissetmiyorlardı. Me­zun olduktan sonra hocalarından duydukları korku, kalblerinden çıkmıyordu. Sadece yaşadıkları pratik hayatın akışı içinde yeni ve değişik biçimlere giriyordu.

Öğrenciler işte bu genel korku havası içinde kendileri­ne sunulan zehirleri yudumluyorlardı.

Sorarım size, insan bu durumda bu zehirleri yudumla­maya karşı koyabilir mi? Ya da istese bile bu zehirlerin et­kili olmasına karşı koyabilir mi?

Burada sunulan zehirlerin yudumlan belli, yapılan tel­kin dolaysız ve dobra dobra idi. Şöyle deniyordu:

"Pençesinde kıvrandığınız geri kalmışlığın sebebi islâmdır. Gerçi bütün dinler gerilemeye yolaçarlar. Ama özellikle islâm, diğer dinlerin tümü arasında gerikalmaya sebep olma açısından birinciye gelir. Bu yüzden islâm di­nine bağlı kaldıkça gerikalmışlık konumunuz devam ede­cektir. Orta çağ kafasını bırakmadıkça hiç bir zaman iler­lemeyeceksiniz. Günümüzde gerek ferdi ve gerekse sosyal hayatın temeli din değil, bilimdir"

Bunlar yanında öğrencilere yapılan bir de dolaylı tel­kinler vardı, onlar da aşağı-yukarı şöyleydi:

"Avrupa, orta çağın karanlık yüzyılları boyunca dinin boyunduruğu altında yaşamıştı. Bu yüzden donuk, geri ve cahil kaldı. Ne zaman ki dini silkeleyip attı, işte o zaman ilerledi, uygarlaştı, bilgili oldu, bütün güç ve egemenlik şartlanna sahip oldu.

Din, bilime engeldi. Çünkü bir takım hurafeler, asılsız saplantılar yığınından ibaretti. Din, çalışmaya, gelişmeye ve üretmeye engeldi. Çünkü sırf Ahirete bakıyor, dünyayı ihmal ediyordu. Bu yüzden, onu mutlaka yıkmak gerekliy­di. Çünkü asılsız hurafeleri ortadan kaldırmak ve yeryü­zünde yaşamanın tadını çıkarmak ancak böylelikle müm­kün olabilirdi.

Hurafeleri cesaretle yıkmaya girişen güç, özgür insan düşüncesi oldu. Avrupamn günümüzde ulaştığı parlak ge­lişmeyi buna borçluyuz. Demokrasi ve insan haklan onun ürünüdür. Bir zamanlar din baskısı altında ezilen fert öz­gürlüğü ilkesini yerleştirerek insan onurunu yükselten de odur."

Öğrenciler, o günlerde, bu düşünce saldırılarına karşı koyacak güce sahip değillerdi. Eğer Batı hayranlığının yü­reklerinde doğurduğu iç bozgunu, ülkelerim işgal altında tutan askeri gücün kalblerine saldığı korku ve kendilerine yudum yudum zehir içiren ingiliz hocaları karşısında duy­dukları yılgınlık birarada düşünülürse bu saldırıya karşı koyacak cesaretlerinin kalmayacağı açıkça görülür. Eğer böyle bir cesaretleri kalmış olsa bile bu saldırılara karşı koyacak bilgiden yoksundular.

O gün o zavallı öğrenciler nereden bileceklerdi ki, pen­çesinde kıvrandıkları, hocalarının kendilerini "aşağılama" gerekçesi olarak kullandıkları ve daha ileri giderek dinle­rine, inançlarına, geleneklerine saldırmak için sızma nok­tası olarak seçtikleri gerikalmışlıklannın sebebi islâm de­ğil, tersine bu ümmeti islâmiyetin özünden uzaklaştıran inanç gerilemesi idi.

Acaba bu zavallı öğrencilerden "Batı uygarlığı"nm özü­nü kavramaları, onun güçlü ve zayıf noktalarını ayırdet-meleri ve bunun sonucu olarak Avrupamn ilerlemek ve uygarlaşmak için yıktığı dinin, aslında kilise tarafından uydurulmuş sahte bir din olduğunu ve bu özelliği ile sos­yal hayatın, ilerlemenin, yeryüzü kalkınmasını gerçekleş­tirmenin önünde engel olarak dikildiği için yıkılmayı hak­kettiğini, fakat öteyandan dinsiz hayatın da uydurma din­den aşağı kalır tarafi olmayan bir yozlaşma ve yıkım sebe­bi olduğunu, bundan dolayı bu uygarlığın sonunda çökme­ye açık, hatta mahkum olduğunu anlamalarını bekleyebi­lir miydik?

Hayır, asla. Bu zavallı öğrenciler, o günlerde, bu ger­çeklerin hiç birini anlayacak imkâna sahip değillerdi. Hat­ta ingiliz hocalarının manevi saldırılarının acısını ne ka­dar derinden duymuş olsalar, onlar tarafından hor görül­menin baskısı altında ne kadar rahatsız olsalar ve hayat­larının bütün kötü taraflarını müslüman olmalarına bağ­lamalarından ne ölçüde tedirginlik duymuş olsalar da bu can alıcı gerçeklere varmaları söz konusu değildi.

Bu gerçekleri kavramaya güçleri yetmediği için kendi­leri için beklenen ve fiilen gerçekleşen sonuç, önlerine su­nulan zehirin etkisinde kalmaları, hatırlanmaya değer bir direnme göstermeksizin ya da hiç bir direnme göstermek­sizin kendileri için hazırlanan kalıba dökülmeleri oldu.

Eğer söz konusu yabancı müdür ve öğretmenlerden olu­şan "hocalar kurulu" bu öğrencilerden her birinin gerçek­leştirmeye çalıştıkları amaçlara karşı direndiklerini görse­lerdi, bu eyleme karşı sessiz kalır mıydı. Hiç kuşkusuz kalmazdı. Fakat her hangi bir öğrencinin bu tür bir dire­niş gösterdiğini ve öğretim kadrosunun amaçlarına karşı çıktığı için okuldan kovulduğunu duymadık.

İşte bu hava içinde ve bu yönlendirme ortamında dört yıllık eğitim süresi sona erince "öğretmenler kurulu", ku­luçka makinesinde ürettikleri ve yeni bir kuşağın eğitimi­ni sorumluluğuna verecekleri "civciv"lerinin, kendilerin­den beklenen fonksiyonu yeni bir yönlendirmeye gerek kalmaksızın yerine getireceklerinden emindiler. Çünkü bu öğrenciler, edinmeleri beklenen alışkanlıkları edinmişler ve bünyelerine aşılanan zehiri yavaş yavaş "kusma" ya başlamışlardı. Fakat bu kusma eylemi, her nasılsa zehir yutmuş sağlıklı insanların yaptıkları gibi, bünyelerindeki zehiri dışarı atıp tekrar sağlıklarına kavuşmak için değil, bu zehiri küçük yaştaki hiç bir şeyden habersiz yeni civ­civlere aşılamak için oluyordu. Küçük yaşta, hiç bir şey­den habersiz yeni civcivlerde hiç bir ayırım yapmaksızın önlerine konan her şeyi yutuyorlardı.

Mr. Dunlop, işte bu sinsi plânı uygulayarak "kuşaklar" üzerindeki haçlı egemenliğini pekiştirdi.

Onun yaptığı sadece belirli bir kuşağı zehirlemek değil­di. Öyle olsa aşılanan zehiri söz konusu kuşağın ömrü ile birlikte sona ererdi. Onun amacı aşıladığı zehrin kuşaktan kuşağa geçerek etkisini sürdürmesini garantiye bağla­maktı. Böylece ilerde, yeniden islâmca düşünen hiç bir ne­sil ortaya çıkmayacaktı.

Kurduğu bu kuluçka makinesi aracılığı ile aşıladığı ze-hirin kesintisiz yayılmasını gerçekten sağlama bağlamıştı. Öğretmen de öğrenci de garanti altında idi. Öğretmen, öğ­renciyi istenen kalıba dökecek, bu kalıp içinde yetişecek olan öğrenci de bu yetişme yordamına karşı direnme gös­termeyecekti.

Fakat bu sürekli zehir yayma plânı, her yeni kuşağı po­tasında eritmeyi garantileyen bu yetkinliğine rağmen yine de yeterli görülmedi. Bu plâna daha sinsi ve daha sağlam bir tedbir eklendi. Deyim yerinde ise ağlar daha derin su­lara kadar yayılmak istendi.

Normal öğretmen kalıba kondu ve kalıbın verdiği biçi­me girdi. Arkasından da yeni yavruları kendisini biçimlen­diren kalıba koyup biçimlendirmekle görevlendirildi. Peki "seçkin" öğretmen adayına nasıl bir görev verilecekti. Ona da seçkinliğine yaraşır ek bir fonksiyon tanıyarak kendi­sinden daha geniş çapta yararlanılmalıydı. Bunun için de İngiltere'ye gönderilip orada daha ince ve daha hassas bir kalıba dökülmeliydi.

Gerçi bu "hocalar" kadrosu" "gerekeni" kendilerinden beklenen biçimde yerine getiriyorlardı. Ama bu öğrencile­rin -hocaların bütün sıkı denetimine rağmen- kendi ülke­lerinde yaşayıp bu ülkenin gelenekleri, düşünceleri ve inançlarının etkisi altında kalmaları ile bizzat bu hocala­rın ülkesinde yeniden dünyaya gelir gibi yepyeni bir kişili­ğe bürünerek hocalarından biri gibi olmaları arasında ne de olsa fark vardır. Hatta bu durumda öğrencinin kraldan çok kralcı kesilerek kendisinden beklenen rolü daha katı bir biçimde oynaması mümkündür.

Nitekim İngiltereye gönderilen bu öğrenciler dönüşte tamamen başka yaratıklar oldular. Kelimenin tam anlamı ile çarpılmışlardı. Ne din ne dil ve ne de milliyet tanıyor­lardı. Bütün bu değerlere dudak büküyorlardı. Bunları Eğitim Bakanlığının kilit noktalarına yerleştiriyorlar, böy­lece yozlaştırıcı ve yıkıcı etkilerinin geniş ve yaygın olması sağlanıyordu. Öyle ki, bunlardan biri günün birinde Eği­tim bakanı ya da bakan yardımcısı olduğu zaman milleti­nin mukaddes değerlerine, Mr. Dunlop'un bile cesaret ede­meyeceği derecede ağır darbeler indiriyordu. Çünkü Mr. Dunlop, kendi çizdiği ya da onu göreve getiren efendisinin belirlediği plân uyarınca "halk yığınlarında kuşku uyan­dırmamak" amacı ile inanç ve değerlerin yozlaşmış görün­tülerine dokunmuyordu. Oysa bu gözü kara devrimci hiç bir şeyden çekinmiyor, hiç bir şeye kulak asmıyordu.

Bu sinsi planın uygulama süreci boyunca gerek Arap dili öğretmeni ve gerekse din dersi öğretmeni günden güne daha uzağa itiliyor, ayaklar altında çiğneniyordu. Diğer bütün öğretmenler ile arasında doğan mesafe gün geçtikçe açılıyordu. Hiç bir önemli ve yön verici göreve lâyık görül­müyordu. Bunun sonucu olarak git gide daha da kısılan sesi artık işitilmez hale geliyordu. Buna karşılık diğer öğ­retmenler gün geçtikçe daha da ön plâna çıkarak "yeni toplum"un önderliğini ellerine geçiliyorlardı.

Zaman bu minval üzere akıp giderken gün geliyor ön­ce halk üniversitesi, arkasından resmi devlet üniversitesi kuruluyor. Bunlann arkasından çeşitli üniversiteler kuru­lup ortaya çıkıyor. Bu arada aynı tutum aynı plân uyarın­ca sürüp gidiyor. Bu sırada plânın ilk ve asıl sahibi artık ne iş başında ve ne de ortalıkta yoktur. Ama belirleyip yerleştirmiş olduğu plân "yavaş, fakat emin" biçimde uy­gulanmaya devam ediyor.

b- BASIN - YAYIN ORGANLARI

İslama karşı girişilen haçlı amaçlı düşünce emperya­lizmi işleminde eğitim sisteminin payı böyle belirince bil­memiz gerekir ki, bu yolda en az eğitim sistemi kadar za­rarlı başka araçlar da var ki, bunlar basın -yayın organla­rıdır. Yani kitaplar, gazeteler, dergiler, tiyatro oyunları ile sinema filimleri. Bilindiği gibi sözünü ettiğimiz dönemde henüz televizyon icad edilmemişti. İcad edildikten sonra o da bu sinsi plân içindeki yerini alıverdi.

Kitap işi, sözde "Devrim dönemi"nin başlangıcında tercüme biçiminde başladı ve daha sonra telif biçimine dö­nüştü. Yalnız tercüme akımı varlığım hep devam ettirdi.

Müslümanların içine düştükleri bilimsel gerilikten kurtulabilmeleri için işe tercüme işle başlamaları gayet doğal bir girişimdi. Çünkü telif güçleri kaybolmuştu. Ayrı­ca islâm dünyası, hayatın akışı ile atbaşı yürüyen, atılım­cı, yapıcı ve canlı düşünceden yoksun kalmıştı.

Fakat neyi tercüme etmek gerekirdi? Mesele buydu.

Beklenen şey, islâmiyetin kuruluşunu izleyen ilk tercüme döneminde olduğu gibi, işe bilimsel kitapların tercümesi ile başlanması idi. Çünkü çok büyük bir bilimsel boşluk vardı. Müslümanlar daha haçlı sürüleri karşısında uğra­dıkları bozgunun şokundan ayılır ayılmaz en çok farkına vardıkları eksiklik, ilim alanındaki gerikalmışlıkları ol­muştu.

Hiç kuşkusuz, bu sözde "devrim" döneminde bazı bi­limsel kitaplar tercüme edilmişti. Fakat yapılan tercüme­lerin büyük bir çoğunluğu, ya amaca tamamen aykırı ya da en azından gerekli olanın dışında kalan şeylerdi.

Neden derseniz, tercüme edilen çok az sayıdaki bilim­sel eserin yanında yüzlere hikâye, tiyatro oyunu ve Batı­nın "Laik"lik düşüncesini savunan, dini düşmanca bir tu­tumla inkâr eden kitaplar çevrilmişti.[49] Bu arada Darwinci tekâmül nazariyesi ile ilgili düşünceleri yaymak hu­susunda özel bir gayret gösterilmişti.

Tercüme edilen hikâye ve tiyatro oyunlarının geniş halk yığınları arasında yaymanın amacı, kadın ile erkeğin karışık yaşamasını engelleyen, fuhşu antipatik gösteren ve ahlâksızlıktan sakındıran islâm geleneğini yıkmaktı. Çünkü bu gelenek sistemi, ruhtan yoksun kuru gelenek­lerden ibaret olmasına rağmen haçlı emperyalizminin islâm toplumunda meydana getirmeyi amaçladığı korkunç ahlâk yıkımının önüne dikilen büyük bir engeldi.

Daha önceki bölümde gördüğümüz gibi Napolyon, Mı-sır'ı işgal ettiğinde yanında -Bize o dönemin hikayesini anlatan Ceberruti'nin deyimi ile- "ahlâk düşkünü" kadınlar getirmişti. Mısır istilâsının amaçlarından- yada okul ki­taplarımızın deyimi ile "sonuçlarından - birini oluşturan bu girişimle amaçlanan şey önce Mısır toplumunda kadın­lar arasında açık-saçıklığı yaygınlaştırmak, arkasından da fuhşa kapı açmaktı. Bu gerçeği gözönüne alınca muhafazakâr islâm havası ile taban tabana zıt bir hava sunan tiyatro oyunlan ile aşk hikâyelerinin neden özellik­le tercüme edildiklerini kolayca anlarız. O muhafazakâr islâm havası ki, ahlâksızlığın ve kötülüğün açığa vurulma­sını hoş görmez. Bu yüzden islâm toplum düzeninin temel dayanaklarından birini oluşturan bu ilkeyi, haçlı emper­yalizmi, önünde-sonunda yakmayı kafasına koymuştu.

Çünkü bu hikâyelerin ve tiyatro oyunlarının verdiği mesaj, kadın ile erkek arasındaki yada genç kız ile deli­kanlı arasındaki meşru olmayan ilişkilerden başka bir şey değildi. Bu hikâyeler ile tiyatro oyunlan, sözkonusu meşru olmayan ilişkilere islâm ölçülerine ters düşen bir meşru­luk veriyordu. Ayrıca bu meşruluk bağışı ne kadar kötü olursa olsun her şeye güzellik ve çekicilik boyası çekebilen büyüleyici "sanat havası" içinde gerçekleşiyordu.

Bu özellik sanatın hem meziyeti, aynı zamanda da tehlikeli yönüdür.

Yani sanat özel bir etkileme gücü taşır. O verdiği me­sajı bir takım duygu ve heyecanlar arasında sunar. Bu du­rum okuyucunun yada dinleyicinin hayal gücü aracılığı ile sunulan görüntüde rol almasını, bu görüntüde yeralan olay kahramanlan ile aynı tepkileri göstermesini sağlar.

Bundan dolayı sanatkârlann sorumluluğu son derece büyüktür. Eğer ortaya koyduklan sanat eseri iyilikten ya­na ise, yani yüce insancıl değerlere bağlı ise, o zaman bu sanat eseri iyiliği cazip göstererek kötülükten nefret ettir­meye yönelir. Sanat eseri bu fonksiyonu yerine getirirken "dolaysız yönlendirme" metodunu kullanmak zorunda de­ğildir. Tersine ne oranda "dolaysız yönlendirme" metoduna başvurursa daha yararlı olur. Yani her hangi bir sanat eseri, okuyucuya yada dinleyici ve seyirciye vermek istedi­ği mesajı somut ve dolaysız bir üslupla açık bir biçimde ve­receği yerde anlatılan kurguları; görüntüler, duygular ve hayaller aracılığı ile dolaylı olarak sunarsa bu yolla daha etkili ve karşısmdakileri istediği yöne daha çekici olur.

Buna karşılık eğer herhangi bir sanat eseri yüce in­sancıl değerlere bağlı olmaz, daha da fenası bu değerlere düşman olursa, bu değerleri yıkma amacı taşırsa, okuyu­cusunu yada dinleyici ve seyircisini istediği yöne sürükle­mede aynı şekilde etkili olma şansına sahip olur.

Oysa sözkonusu dönemde Arapçaya çevrilen sanat eserleri dini değerlerden tamamen sıyrılmış ve bu değer­lerden arınmış bir toplum meydana getirmeye çağıran eserlerdi. Bu eserlerin kurulmasına çağırdıkları toplum git gide gerileyerek sonunda hayvan toplumuna dönüşecek olan bir toplumdu.[50]

Bu hikâye ve tiyatro oyunlarını arapçaya çevirenler, oynadıkları rolün niteliğinin ister farkında olsunlar ister olmasınlar ortada bu tür yıkıcı sanatı özendirme ve genç­ler arasında yayma eğilimi egemendi.[51]

Bu özendirmenin güttüğü hedef gayet açıktı.

Bu aşk hikâyelerinden -ya da onların deyimi ile ro­mantik hikâyelerden- birini okuyan bir delikanlıyı düşü­nelim. O bu hikâyede insanların bakışlarından uzak tenha bir yerde buluşan bir genç adam ve kız ile karşılaşacaktır. Genç adam ile genç kız arasında çeşitli konuşmalar ile ha-raketler yer alacak. Bu konuşma ve hareketler sanatın çe­kiciliği ve kışkırtıcılığı ile süslenmiştir.

Bu durumda o gencin içinden geçecek olan duygu şu olacaktır. Keşke o hareketleri yapan genç adam kendisi ol­saydı, ya da okuduğu hikâye veya tiyatro oyununda mey­dana gelen olayların bir benzeri kendi başından da geçse diye özleyecektir. Ö t ey andan bu delikanlı iyi bilir ki, için­de yaşadığı muhafazakâr toplum, onun böyle şeyler yap­masına göz yummaz. Bu yüzden toplumunun gelenekleri­nin yıkılacağı ve hayat boyu okuduğu eserlerde tasvir edil­diği gibi "yararlanacağı" bir günün gelmesini özleyecektir. Tıpkı bu geleneklerin bağından "kurtulmuş" olan öbür top­lumların gençleri gibi "özgür" olacağı bir günün hayali ile yaşayacaktır.

O bu düşüncedeyken eğer günün birinde bu gelenek­ler gerçekten yıkılırsa beklediği günün doğduğuna sevine­cek olan bu genç adam ya da onun gibileri, bu yıkılışın karşısında olmayacaklar, tersine en hararetli alkışlayıcıla-n arasında yer alacaklardır.

* * *

"Laiklik" akımını savunan kitapları tercüme etmekte­ki amaç da açık bellidir. "el-Garetü alel alemil islâmiyyi" adlı eserin önsözünde ve ünlü bir misyoner şefi olan A. Chatillie'nin aşağıdaki sözlerim dikkatle okuyalım:

"Gerek katolik ve gerekse protestan inancına göre hazırlanmış propaganda yazılan islâm inancını sarsmada ye­tersiz kalır. Bunu gerçekleştirebilmek için Batı dilleri ara­cılığı ile aktarılacak olan düşüncelerin müslümanlar ara­sında yayılması gerekir. Bunun için müslümanlar arasın­da İngilizce, Fransızca, Almanca ve Flemençe gibi Batı dil­lerini bilenlerin sayısını çoğaltmak gerekir. O zaman islâm, Avrupa basını ile çatışmaya girer. Bu da islâm dün­yasında maddeci bir gelişmeye yolaçar. Bu gelişmenin so­nucunda da misyonerlik propagandası, varlığını ve gücü­nü ancak toplumdan kopuk olarak devam ettirebilecek olan islâm düşüncesini yıkmanın temelini atmış olur.[52]

Bu sözler, sözünü ettiğimiz düşünceleri tercüme edip Arapça olarak yayınlamakta hangi amacın güdüldüğünü bize açıkça gösterir. Şöyle ki, Avrupa dilleri müslümanlar arasında ne oranda yayılırsa yayılsın halk kitlelerinin ezi­ci çoğunluğu bu düşünceleri orijinal dillerindeki eserler­den okuma imkanına kavuşamayacaklardır. Buna göre sözlerini okuduğumuz misyoner şefinin varlığından yakın­dığı engel varlığını sürdürerek islâm dünyasını yıkıcı fak­törlerin etkisinden korumaya devam edecektir. Bu durum­da eğer sözkonusu engel tercüme yolu ile ortadan kaldırı­lırsa -misyoner şefinin deyimi ile- haçlılık akımı "temelini atmış" ve istenen yıkımı meydana getirme amacını gerçek­leştirmiş olur.

"Darwinciliğe" ve genel anlamda "Tekâmül nazariyesi ne" özel bir ağırlık tanımanın sebebine gelince bunu anla­yabilmek için "Siyon Protokolleri" adlı belgeyi okuman ye­terlidir. Bu belgesel eserin bir yerinde şunlar yazılıdır; "Darwin'in, K. Marks'ın ve Nitche'nin yaygınlaşıp benim-senmesini biz düzenledik. Çünkü yahudi olmayan (ümmi) milletlerin inançları üzerinde bunlann düşüncelerinin ne çapta etkili olacağını hiç bir kuşkuya vermeyecek açıklıkta görmüştük"[53]

Gerçekten uluslararası siyonist akım, Darwinizm'i ge­niş kitleler arasında yaygınlaştırma yolu ile yahudi olma­yan Avrupalı milletlerin (ümmilerin) zaten iyice zayıfla­mış olan dini inançlarını yıkarak orda dinsiz, ahlâksız ve geleneksiz "yeni" bir toplum kurmayı başarmıştır.[54]

Şimdi de aynı yıkıcı bombayı, haçlılar, islâm toplumu­na karşı aynı amaçla kullanmak istiyorlardı. Yani islâm toplumu yerine ne dini ne ahlakı ve ne de geleneği olma­yan "yeni" bir toplum meydana getirmeye çalışıyorlardı. Bunun için bu nazariyeyi islâm dünyasında ısrarla yay­maya gayret ediyorlardı. Bekledikleri sonuç bu nazariye­nin Batı toplumunda yaptığı etkinin aynısını burada, islâm toplumunda da meydana getirmesiydi.[55]

* * *

Gazetelerin rolü ise bu konuda daha tehlikelidir.

Sebebine gelince kitabın sırf "aydınlar"a özgü bir dü­şünce kaynağı olmasına karşılık gazeteler daha geniş bir çevreye seslenir. Bu çevreye aydınlar ile yan aydınlar ya­nında okuma-yazmasız halk yığınları da girer. Çünkü ka­saba ve köylerde bile gazete okuyanlann etrafını alarak böylelerinin "bilgi" almaya çalışanlara rastlıyoruz.

Özellikle Mısırda gazeteciliğin önemli rolü oldu. Belki de bu meslek en önemli rolünü burada oynadı. Çünkü da­ha önce belirttiğimiz gibi Mısır gerek coğrafi konumu ge­rek Tarihi önemi ve gerekse Ezher medresesini barındır­ması yüzünden haçlı plânlayıcıların gözünde manevi ve kültürel yönlendirmenin merkezi idi. Eğer Mısır, İslâm bakımından bozulabilirse bu başarı, islâm aleminin tümü­nü bozmayı plânlayanlara büyük bir destek sağlayacaktı. Çünkü bu durumda bozulma ve yozlaşma Kahire patentli olarak ihraç edilecekti ki, bu da bozulmanın Londra ve Pa­ris patentli olarak gelmesinden daha aldatıcı ve daha et­kili olurdu.

Bundan dolayı Kahirede lübnanlı Maruni hristiyanlar tarafından kurulan üç büyük gazete kompleksinin varlığı­nı pek hayretle karşılamıyoruz. Gerçi şu soruyu sormadan da kendimizi alamıyoruz: Bu Lübnanlı Maruni hristiyan­lar faaliyet alanı olarak kendilerine niçin Kahireyi seçti­ler? Acaba bu seçim, dünya haçlılığımn yönlendirme ve plânlaması uyarınca mı, yoksa bu adamların kendi haçlı-lık dürtülerinin sonucu olarak mı gerçekleşti?

Doğaldır ki, sonuç itibarı ile bu ikisi arasında hiç bir fark yoktur. Çünkü haçlı kanallarının tümü sonunda bir tek akarsu yatağında birleşir. Fakat elimizdeki bazı delil­ler açıkça kanıtlıyor ki, Kahireyi islâm karşıtı düşüncele­rin, islâm ve Osmanlı devleti düşmanı hareketlerin mer­kezi yapmak hususunda dünya haçlılığı görüş birliğine varmıştı.[56] Bu kanıtların başlıcalarını şöyle sıralayabili­riz: Nazlı Paşanın, Kahiredeki kendi malı olan konferans salonunda İngiliz genel valisi Lord Crommer'in huzurunda Mısırın kurtuluşu ile ilgili bazı düşüncelerini açıklamaya özendirilmesi.[57]

Osmanlı devleti tarafından yasaklanan ve Arap milli­yetçiliğini körükleyen bazı yayınların Kahirede çıkmasına göz yumulması[58] Cemaleddin-i Afganî'nin bir süre Mısır­da oturmasına izin verilmesi.[59]

Bu delilleri hep birarada değerlendirince bu üç büyük gazetecilik kompleksinin Kahirede oluşunun, sırf ferdi bir haçlı dürtüsü ya da bu komplekslerin sahipleri arasındaki yaklaşım uyuşumu sonucundan çok uluslararası haçlılığm yönlendirmesi sonucu olduğu kanısına varırız. Sözünü et­tiğimiz üç büyük gazetecilik kuruluşu şunlardır. Takla oğullarına ait el-Ehram kuruluşu, Yezdan oğullarının sa­hibi oldukları el-Hilâl kuruluşu ve Suruf oğullarına ait el-Mukattım kuruluşu.

Durum ne olursa olsun kaynak da plân da amaç da birdir.

Amaç bu islâm ümmetini islâmiyetten döndürmektir.

Bu sonuca varmak için kullanılan metod ise Mısın yöneti­mi altında bulunduran egemen devletin, yani İngilterenin "yavaş, fakat emin" adımlı ve "halk arasında kuşku uyan­masından titizlikle kaçınan" metodudur.

Acaba o dönemin şartlan içinde bu yıkıcı faaliyetlerin daha hızlı bir tempo ile yürütülmesi mümkün müydü?

Hayır, değildi. Sebebine gelince Napolyon'un aptalca deneyi halâ gözler önünde idi. Onun aptalca tutumu, hızlı temposu ve sert hareketleri yüzünden doğan ters sonuç­lar halâ zihinlerde canlılıklarını koruyorlardı. Ayrıca Mı­sır müslümanlarımn vicdanlarında halâ varlığım sürdü­ren islâmiyetin kalıntısı, açığa çıkabilecek bir düşman plânını etkisiz hale getirecek güçte idi. Oysa hızlı tempo, plânları meydana çıkaracak ve o güne kadar yapılmış olan her şeyi berbat edebilecek faktörlerden biri idi. Bu yüzden gerek genel vali Lord Crommer ve gerekse milli eğitimin tek yetkilisi hristiyan ilâhiyatçı Mr. Dunlop, kuşku uyan­dırmayacak yavaş bir tempo izlemeye çok dikkat ediyor­lardı.

Evet Kahire'de yuvalanan lübnan kaynaklı Maruni-hristiyan gazetecilik hareketinin ise İslama saldırarak işe başlaması düşünülemezdi. Çünkü müslüman halk yığınla­rının eyleme geçebilecek olan öfkesi, böyle bir hareketi da­ha yolunun başındayken, girişimcilerinin başına geçirecek güçteydi.

Fakat bu iş yavaş yavaş yapılınca başanlı olabilirdi!

Hatta bu gazetelerin bazı sayılarını okuyan kimi saf­diller, yanılgıya düşerek ilk bakışta onlan islâmî gazeteler bile sanabilirlerdi.

Çünkü bu gazeteler islâmiyeti ve Peygamber Efendimizi-salât ve selâm üzerine olsun- övüyor, "Bab-ı Ali"nin gündelik haberlerine, Sultanın kabul törenleri ile gezileri­ne sayfalarında yer veriyor, Sultan ile Batı devletleri ara­sında yeralan müzakerelerin, sürtüşmelerin ve tartışma­ların ayrıntılarını okuyucularına duyurmayı ihmal etmi­yorlardı. Bir müslüman, gazetesinden daha başka ne bek­leyebilirdi?

Evet, ama durumu yakından inceleyen uyanıklar, bu aldatıcı görüntünün yanında çeşitli maksatları açığa vu­ran bir çok ipuçlan yakalayabiliyorlardı.

Evet, gerçi islâmiyet, müslümanlann "hislerini" okşa­yacak bir yüzeysellikle övülüyordu, ama ondan bir yaşama düzeni ve egemen şeriat olarak sözedilmiyordu. Bu tutu­mun sonucu olarak gerek Mısırın ve gerekse tüm islâm dünyasının proplemleri gündeme getirilip tartışıldığında bu proplemlere islâm şeriatından kaynaklanan, hatta islâm ruhundan esinlenen çözümler önerilmiyordu. İlerde göreceğimiz üzere sadece Batı deneyinden, "batı uygarlı-ğTndan çözüm öneriliyordu.

Hatta dahası var. Bu halk yığınlarının duygularım okşamak amacı ile kendisinden sözedilen, insanlara bir hayat düzeni yada karşılaştıkları proplemlerin çözümleri­ni içeren bir kanun sistemi olarak sunulmayan islâm, oku­yucusunun bu gazetelerde her gün okuyarak hisler ve he­yecanlar düzeyinde de olsa dinini devamlı surette hatırla­dığı bir konu değildir. Bu gazetelere konu olan islâm, sa­dece belirli günlerin ve olayların, "dini günler ve olaylar" deyimi ile anılan sayılı münasebetlerin konusudur. Bu du­rumda islâm, sadece canlı ve yaygın anlamı bakımından sınırlamaya uğratılmakla bırakılmıyor, bunun yanında bir de müslümanın hayatında gelip geçici bir yeri olan sayılı günlerin ve münasebetlerin dar çerçevesine sıkıştırılıyor. Bu sayılı gün ve münasebetlerde Peygamber Efendimiz (s.a.v) ve islâm övülerek müslümanlarm vicdanı tatmin ediliyor, arkasından bu vicdanlar diğer aylarda ve günler­de islâmı anmaktan bile yoksun bırakılıyordu.

Nasıl ki, Mr. Dunlop tarafından düzenlenen ders programlarında islâm tarihinden doğan boşluk Avrupa-dan, Avrupamn gücünden, Avrupa devriminden, Avrupa uygarlığından, bu uygarlığın orijinalliğinden, yüceliğinden sözedilerek kapatılmaya çalışıldı ise bu gazeteler gerek islâmiyeti gerçek içeriğinden soyutlamanın ve gerekse sa­dece belirli dini günlerde ve münasebetlerde islâmdan sö-zetmenin doğurduğu boşluğu bol bol Avrupadan bahsede­rek kapatmaya çalışıyorlardı.

Bir defa haberler bakımından her günün baş konusu idi. Bunun yanında her vesile ile sürekli biçimde ondan sö-zediliyordu.

Haberler bakımından Avrupayı sözkonusu etmek, do­ğal ve normal olarak görülüyordu. Bunun bir sebebi, gaze­tenin okuyucularına içinde yaşadıkları dünyanın olayları­nı duyurmak zorunluğu idi. Buna ek olarak o günlerin Av-rupası, her alanda sürekli gelişme ve oluşumların merkezi idi. Fakat bu gerekçelerin de ötesinde o günün Avrupası, askeri, politik, bilimsel ve uygarlık alanındaki üstünlüğü­nün sonucu olarak dünyanın gidişatının dizginlerini elle­rinde tutuyor, dünyanın geride kalan bölümüne söyledik­lerini ve yaptıklarını empoze ediyordu.

Bu böyle olmakla birlikte her hangi bir islâm ülkesin­de yayınlanan bir islâm gazetesi, okuyucularına dünya olaylarım duyururken kendine özgü bir metod, bir üslup kullanmalıdır. Bu üsluba göre o, okuyucusuna, mağlup ve perişan duruma düşmüş olsa bile müslüman olduğunu, bu niteliği ile olaylara ve gelişmelere başkalarnınkine benze­meyen özel bir bakış tarzı bulunduğunu hissettirmelidir. Müslüman, başkalarını memnun eden bazı olaylar karşı­sında kızgınlığa kapılabilir, başkalarını üzen bazı olaylara sevinebilir, başkalarını sevindiren bazı olaylara üzülebilir ve bazı olaylar karşısında da başkaları ile aynı tepkiyi paylaşabilir, ama bu tepki ortaklığı yine de başkalarınkinden farklı özel bir gerekçeden kaynaklanabilir.[60]

Bununla birlikte bu gazetelerin haberlerine ve bu ha­berleri okuyucuya sunma biçimine göz yumsak da bunla­rın sürekli biçimde Avrupadan sözetmelerine göz yumma­mız mümkün değildir. Çünkü Avrupa bu gazetelerin di­linden hiç düşmüyordu.

Bunlar Avrupadan gerçek ağırlığı ve hacmi oranında söz etmekle yetinmiyorlardı. Aslında bu ağırlık ve hacim de o gün için büyüktü. Fakat bu ağırlık ve hacme ekleme­ler yapıyor, boyutlarını olduğundan da fazla gösteriyorlar­dı. Böylece okuyucularına "Dünya demek, Avrupa demek­tir" ve "yeryüzünde Avrupadan başka hiç bir şey yoktur" imajını aşılamaya çalışıyorlardı.

Gerçekten o günlerin Avrupası galip, üstün ve ege­mendi. Fakat bu egemenliği, yaşama tarzından kaynakla­nan büyük bir eğrilik üzerine kurulmuştu.

Acaba bu gazeteler Avrupa sömürgeciliğinin iğrençlik­lerini ve bu sömürgecilerin çoğunluğu islâm ülkesi olan sömürgelerinde işlemiş oldukları   yüz kızartıcı cinayetleri okuyuculanna anlatıyorlar mıydı?

Acaba bu gazeteler, islâm ülkelerini ele geçirmeye dö­nük Avrupa sömürgeciliğinin "ekonomik yarar", "siyasî menfaat" ve benzeri gerekçeler arkasında sakladığı "haçlı-lık" motifini açıklıyorlar mıydı?

Acaba bu gazeteler düşünce emperyalizminden ve bu emperyalizm türünün islâm ümmetini dininden döndür­mek isteyen gizli amacından hiç söz ediyorlar mıydı?[61]

Acaba bu gazeteler Avrupadaki ahlâk bozukluğundan ve bu ahlâk bozukluğunun insanların hayatında meydana getirdiği kötü etkiden hiç söz ediyorlar mıydı?

Acaba bu gazeteler faizden ve faize dayalı mali uygu­lamalar yüzünden meydana gelen ekonomik ve sosyal zu­lümden okuyucularına hiç bahsediyorlar mıydı? Gerçi faiz­den arasıra sözediyorlardı, ama bu sözediş, faizi "vazgeçil­mez bir ekonomik araç" diye tanımlayıp onun mubah sa­yılmasını telkin etmek için oluyordu.

Acaba bu gazeteler, Avrupa haçlılığı ile uluslararası siyonizmin, Osmanlı halifeliğinin varlığına son verme amacını taşıyan ortak komplosu hakkında okuyucularına bilgi veriyorlar mıydı?

Şunu hemen vurgulayalım ki, her hangi bir islâm ül­kesinde faaliyet gösteren islâm gazeteleri objektif gerçek­leri gözardı edecek, onları bilmezlikten gelecek demek is­temiyoruz. Bu gazeteler Avrupamn, dünyanın gidişatına yön verdiğim; politik, ekonomik, askeri, bilimsel ve tekno­lojik bütün alanlarda egemen güç olduğunu görmezlikten gelecek değillerdi, kendilerinden beklenen bu değildir.

Fakat islamcı olduğunu ileri süren bir gazete her şey­den önce Avrupanm sapık yönleri karşısında eleştirici bir tutum takınmalıdır. Bu sapık ve eğri yönler ise Avrupanm hayatında bol bol vardır.

İslâm olduğunu ileri süren bir gazetenin ikinci görevi de müslümanlarm gayretlerini harekete geçirerek geri kalmışlıklarını telâfi etmelerine, ellerinden kaçırdıkları egemenliklerine tekrar kavuşmalarına, geri kalmışlıktan kurtaracak doğru yola koyulmalarına yol gösterici sıfatı ile katkıda bulunmaktır. Bu da dinlerini, ahlâklarım ve geleneklerini koruyarak, Avrupa potasında erimeyerek; islâm inancına, islâm şeriatına ve islâm ruhuna ters düşe­cek şekilde Batıya özenmeye kalkışmayarak muhtaç ol­dukları bilim ve teknolojiyi Avrupadan almaları yolu ile olur.

İşte islamcı olan ile böyle olmayan gazetecilik arasın­daki yol ayırımı bu noktadadır.

Denebilir ki; "Peki, Mısırda bu gazeteler faaliyet gös­terirken müslümanlar nerede idi? Niçin kendi tutumlarım yansıtacak, kendi varlık ve yararlarına hizmet edecek öz gazetelerini çıkarmadılar?"

Bu sorulara vereceğimiz cevap şudur: O günün müslü-manları bilinçten yoksun idiler. Onların içine battıkları inanç gerilemesinden kaynaklanan şaşkınlık içinde yüzü­yorlardı. Bu şaşkınlık hayatlarının her kesiminde başka gerilemelere yolaçmıştı. Bunun sonucu olarak bilimsel, teknolojik, medeni, fikri, ekonomik ve politik alanların tü­münde çağlarının gerisinde debeleniyorlardı. Fakat bizim burada yapmak istediğimiz şey, sözkonusu lübnan asıllı Maruni hristiyan gazetelerin Mısırdaki faaliyetlerinin iç­yüzünü olduğu gibi gözler önüne sermek, bu gazetelerin o günün şartlan içinde oynadıkan rolün niteliğini meydana çıkarmaktır.

Az önce dediğimiz gibi onlar hakkında her şeyden ön­ce şu soru cevaplanmalıdır: Bu gazeteler yayın faaliyetle­rini yürütmek ve rollerim oynamak için niçin başka bir ül­keyi değil de Mısır'ı seçtiler. Bu bir yana, yukarda değindi­ğimiz bütün meseleler hakkında kendilerine özgü özel bir tutum sergilediklerim görüyoruz. Başka bir deyimle bu gazetelerin- sahiplerinin hristiyan oldukları gözönünde tu­tulunca - islamcı bir tutum takınmaları imkânsız idi ise de iyilikler ile kötülükleri objektif bir yaklaşımla ortaya ko­yan "tarafsız" bir tutum takınabilirlerdi. Oysa bunu da yapmadılar. Tam tersine "Avrupa uygarlığı" dedikleri nes­nenin, bütün sakat ve sapık yönleri ile ölümcül savunucu­ları kesildiler. Bunun sonucu olarak Mısır müslümanlan-nı her alanda Avrupa'nın izinden gitmeye, proplemlerini Avrupanm metodları ile çözmeye çalışmaya, her olay ve gelişmeye kendi gözleri ile değil, Avrupa gözü ile bakmaya olanca güçleri ile teşvik ediyorlardı.

Sevgili okuyucularımıza ne demek istediğimizi açıkça gösterecek bir örnek verelim.

Bilindiği gibi "sanayi devrimi" Avrupada ailenin çö­zülmesine, ahlakın bozulmasına ve anarşinin yayılmasına yol açmıştı.[62]

Her şey bir yana,[63] bu durum oradaki yerel şartlardan kaynaklanan, katıksız bir Avrupa proplemi idi.

Böyle olunca onun müslümanlar ile ne ilgisi vardı? Niye onlar bu proplemle meşgul ediliyorlardı?

Haydi, her nasılsa bu proplemle meşgul edildiler diye­lim. Peki ona hangi açıdan bakıyorlardı? Olup -bitenleri, dini, ahlâkı ve toplumsal gelenekleri inkâr eden Avrupanın başına çöreklenmiş bir "ahlâk bunalımı" olarak gören açıdan mı, yoksa bu yozlaşmaları "sanayi uygarlığı"ndan kaynaklanan kaçınılmaz sosyal değişmeler sayan açıdan mı görüyorlardı?

İşte yol ayırımı noktası burası.

Sözünü ettiğimiz Lübnan asıllı Maruni-hristiyan ga­zeteler, Avrupayı saran bu bunalımdan, henüz islâm dün­yasında baş göstermesi ve dolayısıyla sözünün edilmesi için hiç bir sebep yokken yıllarca ondan "uygar" dünyanın "kaçınılmaz bir sosyal gelişmesi" olarak bahsedip durdu­lar.

Acaba neden?

Acaba bunu sırf Mısırlı okurlar kendilerine "teselli pa­yı" çıkarsınlar diye mi yapıyorlardı dersiniz?

Ama bunun psikolojik, ahlakı ve toplumsal "teselli pa­yı" sayılacak nesi vardı?

Hayır, amaç "teselli payı" çıkarılmasını sağlamak de­ğildi. Amaç, Mısırın müslüman toplumunda da ahlâk anarşisinin yayılmasını ve bu bunalımın toplumun ayrıl­maz bir parçası haline geleceğini arzu ettikleri günlere zi­hinleri hazırlamaktı. Öyle günler gelince toplum düzenini kanunlar aracılığı ile devletin koruyup kollayacağını vur­guluyorlar di.

Bundan maksat, ahlâk anarşisini engelleyen ve cezaya çarptıran islâm şeriatını yürürlükten kaldıkdıktan son­ra ahlâksızlıktan ve bu tür davranışları açığa vurmaktan nefret ettiren islâm "hassasiyeti"ni eritmekti. Böylece bek­lenen gün gelip çatınca vicdanlan olup bitenlerden nefret etmeyecek, kalbler olarak olanlara isyan etmeyeceklerdi. Tersine toplumu saracak olan ahlâksızlık dalgası, uygar­lıktan kaynaklanan toplumsal bir kaçınılmazlık olarak karşılanacaktı. Bu "kaçınılmaz"lığa ayak uydurmaktan kaçınacak olanlar da "katılar", "donuklar", "taşlaşmışlar", uygarlık kervanı ile ve yeryüzünün her tarafına yayılan "gelişme" ruhu ile atbaşı yürümek istemeyenler olarak damgalanacaklardı.

Bu anlattığımız sadece bir örnekti. Dğer bütün "ileri­cilik konuları" bununla karşılaştınlabilir. Kadın ile erke­ğin karma bir hayat yaşaması, cinsler arası serbest ilişki, "kadın" meselesi, dinin "modern" hayattaki yeri ve "Laik­lik" gibi v.s.... Bütün bu konulara sözünü ettiğimiz dönem­deki Mısır basınının nasıl yaklaştığı, bu alanlarda attığı her adımın haçlı kaynaklı düşünce emperyalizminin ayrıl­maz bir parçasını oluşturduğu kolayca görülebilir.

Sözkonusu dönemin Mısır basını, müslümanların ha­yatında şu iki doğrultuda önemli oranda etkili oldu: Birin­ci doğrultu islâmiyetin toplumdaki etkisini zayıflatmak, ikinci doğrultu ise birincisine paralel olarak müslümanlara Avrupa önünde kesinlikle boyun eğdirmekti. Öyle ki, Avrupa, müslümanlar tarafından yavaş yavaş islâmiyet yerine yöneldikleri bir ilham merkezi, içinde yaşadıkları kötü durumlarından kurtuluş yolu, kendilerini uygarlık kervanına katacak mutlu bir gelecek beklentisi, üzerlerin­den gerikalmışlık ayıbını silecek olan bir tılsım gibi algı­lanmaya başlanmıştı.

Bu söylediklerimiz bize Rıfaa Rafi Tahtavı hakkında yukarda anlattıklarımızı hatırlatıyor. Hani şu öğrencilerin başında Parise gönderilip de yaman bir Batı yardakçısı olarak Mısıra dönen hoca eskisini.

Onun çağrıları o gün için reddedildi. Çünkü bu tür saçmalıkları kabul etmeye hazırlıklı olmayan bir toplumla karşı karşıya kalmıştı. Fakat gün gelecek onun saçma çağrıları bütün eklentileri ile ve fazlası ile kabul edilir ha­le gelecekti. Çünkü sözkonusu basının "yavaş, fakat emin" emin tempolu propagandası zihinleri ve kalbleri bu çağrı­lan kabul etmeye hazırlamıştı. Bundan dolayı bu çağrıla­rın uygulama alanına aktarılacağı günler gelip çatınca in­sanların bunları onaylamaya yatkın durumda oldukları, hatta bazı kimselerin bu adımları atmakta geç kalındığı, bir an önce atılmaları gerektiği gerekçesi ile bu uygulama­ların şakşakçısı kesildikleri görüldü.

Denebilir ki; "Acaba müslümanları dört bir yandan kuşatan olumsuz şartların gereği olarak işler zaten bu yönde gelişmiyor muydu? Buna göre sözkonusu basının yaptığı tek şey insanlann duygu ve düşünceleride meyda­na gelen "köklü değişim"in akıntısına ayak uydurmak gibi her zaman için normal olan bir tutumdan ibaret değil miy­di?"

Bu soruya cevap verirken şu iki nokta üzerinde dur­mak istiyoruz:

Birincisi, gelişmelerin kendiliklerinden bu istikamete doğru ilerlediklerini, o günün müslümanlarım kuşatan olumsuz şartların gereği olarak kabul ederi z, fakat bu şartların mutlaka bu yöndeki gelişmelere yolaçması gerek­tiğini, bu oluşumun önlenemez olduğunu onaylamayız.

Neden derseniz, Arap yarımadasında Muhammed b. Abdülvehhab önderliğinde meydana gelen ve islâm inancı­nı düzeltme, üzerine düşen gölgeleri dağıtma istikametin­deki güçlü hareket bize açıkça gösterir ki, Mısır toplumun­da beliren yozlaşma akımı kaçınılmaz değildi, aynı tarih­lerde Arap yarımadasında meydana gelen bu kurtuluş ha­reketinin benzeri Mısırda da meydana gelebilir ve "inanç gerilemesini" gidermek sureti ile toplumdaki kötü gidişi önlemeyi deneyebilirdi. O inanç gerilemesi ki, bilimsel alanda, maddi gelişme alanında, uygarlık alanında ve as­kerlik alanında beliren diğer bütün gerilemelerin ortak se­bebini oluşturuyordu. Fakat hiç kuşkusuz diğer bütün ya­yın araçları ile birlikte o günkü Mısır basınının oluşturdu­ğu ortam, o günlerin Mısırında bu tür bir kurtuluş hareke­tinin doğuşunu zayıf bir ihtimal haline getirirken o dö­nemde gördüğümüz bozuk gidişin istikametinde ilerlemeyi daha güçlü bir ihtimal haline getirdi.

Vurgulamak istediğimiz ikinci noktaya gelince, sözko­nusu Mısır basını bu süreç içinde olaylarla at başı yürü­müş değildi, tersi "öncü" rolü oynamıştı. Sebebine gelince bu basın, halkın vicdanında bilfiil varalon şeylerden değil, bu vicdanlarda varolması, yerleşmesi istenen şeylerden sö-zediyordu. Yukarda verdiğimiz ahlâk anarşisi örneği bu gerçeği açıkça kanıtlar. Başka bir deyimle bu basın kendi­sini, Batının din karşıtı düşüncelerini islâm toplumuna it­hal etmekle görevli sayıyordu. Halk bu düşünceleri kabul etmeye hazır olmaya ve daha önce bu tür düşüncelerle meşgul bulunmasa da o, bu görevini yerine getirmekten geri durmuyordu.

Bir an için farzedelim ki, galip ile mağlûp arasındaki ilişkiler bu alandaki sonucu zaten belirleyecekti. Söz konusu basın belirtilen rolünü oynamış olsa da oynamamış olsa da bu böyle olacaktı.[64] Fakat öyle bile olsa, kuşku yok ki, sözkonusu basının olumsuz etkisi mağlup tarafı haçlı galiplerin karşısında köleleştirmeyi, bu mağlubu ya­nılgı bataklığına sürüklemeyi, onu düşmanlarının istediği şekilde uyanıştan uzak tutmayı ve istese bile İslama dö­nüşünü engellemeyi hızlandırmış ve pekiştirmişti.

* * *

Ve sonunda yavaş yavaş, uzun ve sabırlı bir bekleme döneminin arkasından bu basın İslama hücum etmeye başladı!

Acaba o günlerde açıkça adım vererek İslama hücum edebileceği düşünülebilir mi?

Hayır, asla. Çünkü bu ümmetin kalbinde o günlerde halâ varlığını sürdüren islâm kırıntısı ve kalıntısı böyle bir şeye meydan vermezdi. Eğer böyle bir şey olsa halk yı­ğınları derhal bu gazetelere karşı ayaklanır ve onlann ya­pılarını içindekilerin başlarına yıkardı.

Bu saldırıların hedefi geleneklerdi. Eski gelenekler.

Saldırıya uğrayan bu eski geleneklerin neler oldukla­rını kendimize sorduğumuzda anlanz ki, bunların çoğun­luğu islâm kaynaklı idi.

Gerçekten saldırıya uğrayan bu gelenekler arasında islâm ümmetinin inanç gerilemesi döneminde tekrar geriye dönerek benimsediği bazı cahiliye gelenekleri de vardı. Meselâ "kadının görevi sadece hamile kalmak ve çocuk doğurmaktır, onun saygı duyulması gereken bir kişiliği yoktur" gibi sakat bir anlayışa dayanan ve kadını öğre­nim hakkından yoksun tutan, ona kötü davranmayı, onu horlamayı, mubah gelenek gibi. Bu gelenek, bu alanda islâm öncesi döneme geri dönüşü simgeliyordu. Bu ümmet, doğru ilâhi metoddan uzaklaşmasının sonucu olarak bu geri dönüş bataklığına yuvarlanmıştı. O doğru ilâhî metod ki, kadın ile erkek arasında bazı yükümlülükler, haklar ve görevler bakımından fark gözetmekle birlikte her iki cinsi de insan olma açısından biribirine eşit saymıştı. Nitekim yüce Allah (c.c.) bu konuda bize şöyle buyuruyor:

"Rabbleri onlara şöyle karşılık verdi; 'Ben sizden, ka­dın olsun, erkek olsun hiç bir çalışanın emeğini boşa çı­karmam. Siz biribirinizin ayrılmaz birer parçasısınız." (Al-i İmran /195)

"Erkek ve kadın her kim mümin olarak iyi amel işler ise ona dünyada mutlu bir hayat yaşatırız, Ahirette de yaptıkları amellerin en güzel karşılığı ile kendilerini ödül­lendiririz" (N ahi 197)

"Kadınlar ile iyi geçininiz (Nisa /19)

Öteyandan aynı konuda Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor:

"En iyileriniz, eşine karşı en iyi davrananlarınızda. Ben aranızda eşine karşı en iyi davrananınızım" (Tirmizi)

Sözünü ettiğimiz islâm dışı gelenekler, Mısır basını­nın eski geleneklere karşı giriştikleri saldırının giriş kapı­sını oluşturdu. Bu saldırı kampanyasında kullandıkları gerekçe sözkonusu geleneklerin islâm kaynaklı olmadıkla­rı, tersine bu geleneklerin arkasına saklanarak bencillik­lerini ve katılıklarını tatmin etmek isteyen dar görüşlü er­keklerin şahsi arzulanna din kutsallığı üniforması giydir­me girişimi oldukları idi.

Bu gerekçe batıl (eğrilik) amaçlı bir doğruyu yansıtı­yordu. Neden derseniz, çünkü bu saldın kampanyasını yü­rütenlerin amacı, sözkonusu sapık gelenekleri, İslama uy­gun asıllarına dönüştürmek değildi. Onların bu zayıf nok­tayı sinsi amaçları için uygun bir giriş yeri diye kullana­rak İslama uygun köklü ve doğru geleneklere de islâm dı­şı "eski gelenekler" bahanesi ile saldırabilmekti.

Evet, kadını hor görmek, onu sadece hamile kalıp ço­cuk doğurmakla görevli ve insan olarak erkek ile eşit ol­mayan bir varlık diye aşağılamak, onu öğrenim hakkından yoksun tutarak cahilliğin ve zavallılığın kucağına atmak, bütün bunlar İslama aykırı geleneklerdi. Fakat bunların yanında gereksiz yerde kadın ile erkeği biraraya getirme­ye, kadının süslenip püslenmesine, erkeği ayartmaya kal­kışmasına, kadınla erkek arasında yüce Allah'ın (c.c.) izin verdiği sınırlı ilişkiler dışında "serbest" ilişkiler kurulma­sını engellemek, bütün bunlar islâmın özündendi. Bu ilke­ler yüce Allah (c.c.) ile Peygamberimiz tarafından konmuş­lardı. Yoksa ne katı görüşlü "din adamları" tarafından ve ne de bencillikleri ile dar kafalılıklarını din kutsallığı per­desi altında kamufle etmek isteyen "erkek milleti" tarafın­dan belirlenmiş değillerdi.[65] 

Fakat Lübnan asıllı hristiyan Mısır basınında sözkonüsü "eski geleneklere" saldıranlar, sadece islâm dışı gele­neklere yüklenmekle yetinmedikleri gibi bu eğri gelenek­leri İslama uygun doğru biçimlerine dönüştürmeye de ça­lışmıyorlardı. Çünkü onlann amacı bu ümmetin gidişatını İslama uygun hale dönüştürerek onun inanç yanılgılarını düzeltmek değildi, onlann gerçek amacı islâmı kökünden yıkmak, varlığına tamamen son vermekti.

İslama bağlı bir İslahatçı ümmetin inanç gerilemesi döneminde tekrar saplandığı bu eski cahiliye gelenekleri­ne saldırması, onları kınaması, ortadan kaldırılmalarını istemesi doğaldı. Fakat o, bu çağrıyı islâm adına, gerçek ilâhî metod adına yapardı.

Bunun yanında aynı İslama bağlı İslahatçı, doğru islâmi geleneklerin kökleşmesine, islâmın emri olan kapa­lı kadın giyiminin korunmasına, süs düşkünlüğünün, ka-dın-erkek kanşık yaşamanın ve ahlâk çöküntüsünün ya­yılmasının önlenmesine de çağırırdı.

Fakat bu yabancı kökenli basının ve yazarlarının yap­tığı şey, doğru-eğri ayırımı yapmaksızın bütün gelenekleri hep birarada yaylım ateşine tutmak, bu kasıtlı kavram kargaşalığı içinde meselâ kadını eğitim hakkından yoksun bırakan gelenekle onun "her sosyal konuda erkekle ortak çalışmasını" engelleyen geleneği bir saymaktı.

Aslında "kadın meselesi" bu basının dilinden ve kale­minden düşürmediği konuların başında geliyordu. Bu ara­da pratikte gerçekleştirilen biçim ile kadının dininden, ahlâkından ve geleneklerinden koparılması anlamına ge­len "kadının özgürleştirilmesi" konusu ise bu sinsi kam­panyanın can damannı oluşturuyordu.

 

c- KADIN ÖZGÜRLÜĞÜ

Bu hikâyenin kahramanı Kasım Emindi. Kasım Emin, Türkiye kökenli Mısırlı (yani muhafazakar) bir aile­de doğup büyümüş bir delikanlı idi. Üstün bir zekası var­dı. Nitekim daha yirmi yaşında iken Kahiredeki Fransız hukuk fakültesinden diploma almıştı. Oysa o dönemde, Mısır'daki gençlerin çoğu ancak onbeş yaşlarında ilkokulu bitirebiliyorlardı.

İşte seyrek rastlanan yetenekler ve olağan-üstü deha­lar arayan eller onu bu okuldayken oltalarına taktılar. Amaç önce onu bozmak, arkasından da onun aracılığı ile bu ümmeti bozmaktı. Bu maksatla onu oltalarına düşür­dükten bir süre sonra Fransaya gönderdiler.

Kasım Emin'in eline Fransaya gitmeden önce, Batılı bir şarkiyatçı tarafından kaleme alınmış bir broşür (risale) geçer. Broşürde kadım horladığı, onu insanca bakmadığı gerekçesi ile İslama saldınlmaktadır. Hatıralarında anlat­tığına göre delikanlının, broşürdeki bu saldırılar karşısın­da tepesi atar ve broşürün yazanna cevap vermeyi, onun İslama yönelttiği iftiralan çürütmeyi kararlaştırır.

Fakat Fransa dönüşünde oraya gitmeden önceki bu tutumundan bambaşka bir havaya girer. Anlaşılan bu genç yaşta Fransaya gidişi yapısını derinden etkilemiştir. Bu yüzden bambaşka bir düşünce, bambaşka bir kafa ya­pısı ve bambaşka görüş açısı ile Mısıra döner.

Mısıra döndükten sonra artık misyoner öncülerinin ağzı ile ve onların islamiyeti yıkma planları ile tıpatıp uyuşacak biçimde kızları okutmanın va kadınlara özgür­lük vermenin ateşli bir savunucusu olarak karşımıza çı­kar.

Hatıralarında anlattığına göre Fransaya gidince oralı bir kızla samimi bir arkadaşlık kurar. Bu kızla aralarında derin, duygusal ve fakat "masum" bir ilişki doğar. Bu kız onu bazı Fransız aileleri ile tanıştırır, kimi toplantı ve sa­lon gezilerinde kendisine eşlik eder. Böylece Fransız aile­lerin, toplantıların ve salonların kapıları yüzüne açılır ve buralarda sıcak bir ilgi ile karşılanır.[66]

Acaba sözünü ettiği Fransız kızı ile tanışma girişimi kendinden mi kaynaklandı, yoksa böyle tir tanışmanın peşine düşsün diye bu kız kasden mi yoluna çıkarıldı? Bu ihtimallerin hangisinin gerçek olduğu belli değil. Fakat kesin olan şu ki, bu kız, delikanlımızın gönlü ile olduğu kadar aklı ile de oynadı, onun hayatının akışını değiştirdi ve sonuç olarak onu misyoner kongrelerinin islâmı yıkmak için gerekli olduğunu kararlaştıkları rolü oynamaya elve­rişli bir eleman haline getirdi.

Bize kalırsa onun bu Fransız kızla arasındaki ilişkiyi anlatırken kullandığı "masum" deyiminin doğruluğuna inanma eğilimindeyiz. Doğaldır ki, bu "masumluk islamiyetin tanımladığı anlamda bir "masum'luk değil, araların­daki ilişkinin fuhuş derecesine varmamış olması anlamın­da bir "masumluktur. Çünkü bu tür bir ilişki ile bağlı ol­duğu bir kız, fuhuş derecesine varmış, iğrenç ilişkilere gi­riştiği bir kıza göre düşüncelerini değiştirmede daha etkili olabilirdi. Eğer aralanndaki ilişkiler iğrenç boyutlara var­mış olsaydı, kız, delikanlımızın gözünden düşer, onun na-zarmdaki saygınlığını yitirir ve bunun sonucu olarak ken­disine "ilham kaynağı" olma niteliğim yitirirdi.

Bu durumda da aralanndaki ilişkinin "psikolojik" ve "düşünce" düzeyinde kalmasını sağlayarak delikanlımız üzerindeki etki şansını sağlama bağlayan ve böylece rolü­nü titizlikle oynamayı başaran Fransız kızı mıdır, yoksa kendisi tarafından "masum"lukla nitelenen bu ilişkinin sözkonusu sının aşmamasını sağlayan faktör, delikanlımı­zın muhafazakâr bir türk ailesinden aldığı çocukluk terbi­yesi midir? Bunu da bilmiyoruz. Fakat bu seçeneklerden hangisi doğru olursa olsun, nihaî sonuç, delikanlımızın dü­şünce ve davranış yapısında meydana gelen köklü "dev-rinTdir.

Şimdi bu köklü değişimin nasıl meydana geldiğini ir­delemeye çalışalım.

Evet. Delikanlımız çok zeki ve üstün yeteneklidir. Ama işgal altındaki bir ülkeden geliyor. Bu ülke, Avrupa ülkelerinden birinin işgali altındadır. O da Avrupaya gel­miştir. Yani milletinin ağız suyu akıtarak adını ağzına al­dığı, anlayışlarına göre karşısında Doğunun cılız ve önem­siz kaldığı bir süper gücün diyanna gelmiştir.

Bu yüzden delikanlımızın Avrupaya geldiğinde içine kapalı ve alabildiğine çekingen olacağını rahatlıkla bekle­yebiliriz. Delikanlı bu yabancı diyarda kendini küçük gör­mekte, aşağılık duygusu içinde bocalamakta, süper insan­ların bu dünyasında alaya alındığı korkusu ile dolaşmak­tadır. Çünkü düşük düzeyli insanların diyarından gelen geri ve zavallı bir insandır. Daha önce hayalinde bile can-landıramamış olduğu bu harika Batı ülkesindeki en büyük özlemi, psikolojik ve zihni bir güvene kavuşmasıdır.

Delikanlımız işte bu durumda -yani ürkek ve içe ka­panık- iken ansızın yolu üzerine bir genç kız çıkıyor. Bir defa her şeyden önce yabancılık duygusundan kaynakla­nan ürkekliğini gideriyor. Sonra içe kapanıklığını ve çe­kingenliğini ortadan kaldırıyor. Böylece üzerindeki sinir gerginliğini atarak bu gurbet diyarında güven duymaya başlıyor.

Hatıralarında anlattıklarından anlaşıldığına göre bu kız, bir süre sonra kendisine duygusal yakınlık gösteriyor. Böylece güvenlikten öte mutluluk ve imrenme duygularım yaşıyor. Bu duygular iç dünyasına denge getirdiği için ar­tık içini yabancılık ve gariplik duygusu kemirmiyor. Gerçi hiç bir ilişki kurmamış olduğu dış dünyaya karşı halâ ya­bancılık duymaktadır.

Fakat yanında gezen bu genç kız kendisine bu alanda da bir adım attırır. Onu yanına alarak Fransız ailelerin evlerine götürür. Böylece yüzüne Fransız ailelerin kapıları açılmaya başlar. Bu evlerde ilgi ile karşılanır. Sonra yine bu sözde korucu meleğinin eşliğinde kadınlı-erkekli top­lantılara ve eğlence salonlarına adım atar. Buralarda da aynı sıcak ilgiyi görür. Bunun üzerine hem şahsi duygula­rı ve hem de dışındaki dünya karşısında kapıldığı yabancı­lık duygusu tamamen kaybolur. İçine katıldığı yeni top­lumda kendisinden ve attığı adımlardan emin bir rahatlık içinde yürümeye başlar.

Acaba şimdi iç dünyasında neler olur?

Yambaşında yürüyen bu genç kızla arasındaki ilişkiye nasıl bir gözle bakıyor?

Hepsinden önemlisi iç dünyasında meydana gelen bü­tün bu değişmelerin oluşumunu sağlayan bu yeni toplu­mun geleneklerini hangi gözle görüyor?

Kızla arasındaki ilişki "masum". Fuhuş derecesine varmamış yani. Fakat bu ilişki sayesinde psikolojik yön­den büyük bir gelişme gösteriyor. İçe kapanıklığından ve yalnızlık duygusundan kurtularak olumlu ve yapıcı bir kişilik kazanıyor. Bunlarla birlikte kültür hazinesi, görüş ufku, neşesi ve canlılığı da genişliyor.

O halde bu toplumsal geleneklerin ne kusuru var? Bi­zim sosyal geleneklerimizin de böylesine "masum" bir nite­liğe bürünmesini engelleyecek ne var ki?

Her ne kadar delikanlımızın Fransada geçirdiği bu psikolojik değişimi iyimser bir gözle yorumlamaya çalıştık ise de hiç kuşkusuz yürüttüğünü farzettiğimiz bu "mantık"da bir sürü tutarsızlık ve saçmalık göze çarpıyor ki, başlıcalarım şöyle sıralayabiliriz:

1-  Delikanlımız, Fransız kız arkadaşı ile arasındaki ilişkinin, açık bir fuhşu içermediği gerekçesi ile "masum" olduğunu ileri sürüyor. Bu konuda doğru söylediğine inan­sak bile -ki bu eğilimde olduğumuzu daha önce belirtmiş­tik- bu ilişki, bir müslümanın hayatında yer alan bütün tutum ve davranışları kendisine başvurarak değerlendir­mek durumunda olduğu islâm ölçülerine göre "masum" bir ilişki değildir. Çünkü sözünü ettiği ilişki, fuhşa götürmüş olsun olmasın, başlıbaşına bir haram olan karşı cinsle yal­nız başına başbaşa kalmayı içeriyor. Bu durum yüce Al­lah'ın dinine göre haramdır ve haram olma sebebi de açık­tır. Çünkü bu durum sonunda kesinlikle fuhuşa götürür. Eğer ilk kerede ve bu işi alışkanlık haline getiren ilk kuşa­ğın hayatında bu sonuca yolaçmamış olsa bile bu böyledir. Başka bir deyimle toplum bir kere erkek ile kadının tenha yerde başbaşa kalmasını mubah sayınca, bu işin sonunun fuhuşlu ilişkiye varması kaçınılmaz olur. Tarihte hiç bir toplum bu kuralın dışında kalabilmiş değildir.

2- Delikanlımız bu tür ilişkilerin Fransız toplumunda doğurduğu sonuçlardan hiç söz etmiyor, onları adeta bil­mezlikten geliyor. Oysa hiç kuşkusuz, hayranlıkla içine daldığı toplumda kendisininkine benzer, fakat kendi deyi­mi ile bile "masum" olmayan değişik kadın-erkek ilişkile­rin yaygın olduğunu ve toplumun hiç bir engel çıkarma­dan bu ilişkilere göz yumduğunu iyi biliyor. Çünkü bu tür ilişkiler o toplumda yaşayan yerli-yabancı hiç bir kimse için gizli bir sır değildir.

Bu böyle olduğuna göre kendi kişisel ilişkisinin kız ar­kadaşından yada kendisinden kaynaklanan özel sebepler ile benzeri ilişkilerin o toplumda vardığı sonuca varmamış olduğuna inansak bile bu durum, bu ilişkileri mubah say­masını ve halkım bu tür ilişkileri benimsemeye çağırması­nı haklı gösterecek bir gerekçe, bir delil olamaz. Çünkü bu tür ilişkilerin mubah sayılması halinde bundan doğacak olan pratik sonuçlan kendi gözleri ile görmektedir.

3- Delikanlımız, Mısıra döndükten sonra kaleme aldı­ğı "Kadın Özgürlüğü" adındaki ilk eserinde bu özgürlüğün mutlaka faydalı sonuçlar doğuracağım ileri sürüyor. Yani bu ilişkilerin Fransız toplumunda gördüğü türden iğrenç sonuçlara yolaçabileceği ihtimalinden hiç sözetmiyor. Ken­di deyimi ile "bu ilişkiler, toplumda yaşayan bireyler ara­sıdaki bağları güçlendirecek ve dolayısı ile toplumsal da­yanışmayı sağlamlaştıracaktı."[67]

Her ne ise, Kasım Emin Fransadan dönerken artık bir kadın özgürlüğü savunucusu, ateşli bir açık giyim tarafta­rı ve kapalı giyim düşmanıdır. Bu haliyle aynen daha önce sözünü ettiğimiz Rıfaa Rafîi Tahtavi hoca eskisinin Fran­sa dönüşü seslendirdiği çağrıyı yeniliyordu. Fakat arada büyük bir fark vardı. Bu fark, çağrının özü bakımından değil, çağrıya muhatap olanlar bakımından sözkonusu idi.

104

Demek istediğimiz şu ki, yarım yüzyıldır Mısır halkının vicdanını sürekli biçimde etkileyen düşünce emperyalizmi­nin sonucu olarak Kasım Emin'in çağrısı, daha önce aynı çağrıyı seslendiren Rifaa Tahtavi hoca eskisinin uğradığı yoğun yadırgama tepkisi ile karşılaşmamış ve ilki gibi da­ha kaynağında boğulmaya uğramamıştı.

Buna rağmen delikanlımızın işi yine kolay olmadı. Çünkü "Kadın Özgürlüğü" adını taşıyan ilk kitabı sert bir tepki ile karşılaştı. Öyle ki, ya korkudan ya da uğradığı hayal kırıklığından ötürü evine kapanmak zorunda kaldı. Bu dönemde elini bu işten çekmeye bile karar vermek üze­re idi ki, Saad Zağlul[68] kendisini "Yoluna devam et, ar­kanda olacağım" diyerek kendisini teşvik etti.

Bunun üzerine yeniden ve o güne kadar yüzünü arka­sında saklamayı uygnu gördüğü perdeyi tamamen kaldırıp atarak sahneye döndü. Çünkü ilk kitabında tartışmayı islâm sınırlan içinde tutmaya çalışarak, islâm ilkelerine bağlıymış gibi görünerek müslüman kadınlara islâm tara­fından bağışlanmış olan hakların verilmesi için uğraştığı­nı, bu hakların başında da kadının öğrenim hakkının gel­diğini söylüyordu. Oysa "Yeni Kadın" adı ile yayınladığı ikinci kitabında islâmı gündemden çıkardı, artık adını bile anmaz oldu. Bu kitabında Mısır kadınının ilerlemesi ve özgürlüğünü elde edebilmesi, dolayısıyla bütün Mısır top­lumunun özgür ve gelişmiş bir toplum olabilmesi için Fransız hemcinslerini örnek edinmesi gerektiğini, aynen onların yaptıkları gibi yapmasını savunmaya koyuldu. Böylece onun yazılarında müslüman kadının farklılığın­dan doğan engel ortadan kalkıyor, müslüman Mısırlı ka­dın ile müşrik Fransız kadın biribirinden farksız iki kız kardeşe dönüşüyordu.

Hatta işi, Batılı kadının gelişim süreci boyunca o güne kadar aştığı merhalelerden geriye dönüp yeniden geçme çağrısına kadar vardırdı. Bu yolculuk Batılı kadının geri­de bıraktığı ve şimdi içinden geçmekte olduğu aşamaları tümü ile içermeli idi. Hiç kuşkusuz bu aşamalar arasında, delikanlımızın pek iyi bildiği müptezel, ahlâksız ve iğrenç geçitler de vardı. O bu konuda şöyle diyordu:

"Batılı milletlerin bizden önce geçip gittikleri yolu ye­niden yürümekte hiç bir sakınca, hiç bir engel görmüyo­ruz. Çünkü Batılıların uygarlık alanında günden güne da­ha ileri gittiklerini görüyorurz.

Kısacası kadınlarımızın eğitim yolu ile akıllarım güç­lendirdikten sonra kendilerine düşünce ve çalışma özgür­lüğü alanındaki haklarını vermemiz gerektiğim söylemek­ten çekinmiyoruz. Bunun için kadınlarımızın, Batılı ka­dınların daha önce aştıkları ve şimdi aşmakta oldukları dönemlerin tümünü yeniden aşmalan kesin olsa bile bunu göze almalıyız"[69]

Öleceği gece, Romanyadan Mısın ziyaret etmeye gelen kızlı-erkekli bir öğrenci grubuna hitaben Fransızca yap­mış olduğu son konuşmada şöyle diyordu:

"Şu bilim heyetini selâmlıyor ve ülkemizin yüksek öğ­renim gençliğinin çağrısına katıldıkları için kendilerine te­şekkür ediyorum. Özellikle de bu heyetin içinde yeralan, bilgi ve kültürlerini artırmak için uzun bir yolculuğun sı­kıntısına katlanarak Batıdan Doğuya gelen genç kızları selâmlıyorum.

Onları kalbim sevinç dolu olarak selâmlıyorum. Çün­kü eğitime karşı duydukları ilginin erkek arkadaşlannın-kinden az olmadığını görüyorum. Onları selâmlarken Mı­sırlı müslüman kızların öğretim ve eğitim düzeyinin onla­rınki gibi olacağı günü görmeyi büyük bir özlemle bekledi­ğimi belirtmek istiyorum. Müslüman kızların edebiyat matinelerinde Mısır delikanlıları ile bu gün olduğu gibi yanyana oturacakları ve bu gün yoksunu oldukları bilim ve edebiyat zevkini biz erkeklerle paylaşacakları günü ya­ni, Umuyorum ki, bu emellerimiz gerçekleşir de Mısırlı kızlar gelişir ve onların gelişmesi sayesinde tüm Mısırlı halkı gelişir."[70]

* * *

Şimdi artık kadının bir "meselesi" vardır ve bu mese­leyi mutlaka tetkik etmek gerekir.

Nitekim bu meseleyi Huda Şaravî'nin başım çektiği bir kadın grubu ile kadın hakları "savunucularından oluşmuş bir erkek gurubu üstlenmiştir. Kadınların elde edilmesini istedikleri ilk hak, açık-saçık giyinebilme öz­gürlüğü oldu. Bu tartışmanın ana eksenini de açık giyim-kapalı giyim kavgası oluşturuyordu.

İyi de bu "mesele" nereden çıktı?

Avrupalı kadın özgürlüğü (feminizm) akımı ortaya çıktığı zaman kadının gerçekten bir "meselesi" vardı. Bu mesele aynı fabrikada, aynı süre ile çalıştığı erkekler ile aynı ücreti alabilme meselesi idi. Oysa o zaman böyle bir kadın işçi, erkeğe verilen ücretin ancak yarısı kadarını alabiliyordu.[71]

Batıda Kadın Özgürlüğü akımı gelişip de gerek kendi­liğinden ve gerekse şeytanların plânları uyarınca çeşitli alanlara yayıldığı halde akımın ana eksenini yine de er­kek ile kadın arasındaki ücret eşitliği davası oluşturmaya devam etti. Kadının her yeni hak isteyişinde veya onun adına her yeni hak istenişinde yine meseleye dönülüyordu. Nihayet mesele kadın ile erkek arasında tam bir eşitlik is­temeye dönüştü. Bu "her şey" arasında erkeğin daha önce elde ettiği daha doğrusu içine sürüklendiği "fesad (bozul­ma ve yozlaşma) özgürlüğü" de vardı. Sözkonusu "fesad özgürlüğü" ilk önce "kadının, hayat arkadaşım seçme öz­gürlüğü" arkasından "kadının duygularını açıklama özgür­lüğü" ve en sonunda da "Kadının kendim istediğine teslim etme özgürlüğü" sloganları altında genel kadın özgürlüğü­nün ayrılmaz bir parçası haline getirildi.

Buna karşılık Mısırda yani islâm dünyasında hiç bir zaman kendine özgü bir "kadın davası" varolmadı. Burada varolan gerçek mesele, bu toplumun islâmiyetin özünden uzaklaşması akımı idi. Bilindiği gibi biz bu akımı "inanç gerilemesi" ile bu inanç gerilemesinin sonucu olarak haya­tın bütün kesimlerinde beliren yaygın bir "gerileme" akımı olarak değerlendiriyoruz.

Bu açıdan bakınca kadının horlanması, aşağılanması, onurlu bir insan muamelesinden yoksun tutulması, sadece islâmiyetin gerçek mahiyetinden geriye doğru uzak düşü­len bir çok hayat kesiminden sadece birini oluşturuyordu. Bunun tedavisi de -diğer bütün geriye düşülmüş alanların tedavisi gibi- islâmiyetin gerçek biçimine yeniden dönmek ve böylece sözkonusu utandırıcı gerilikten sıyrılmakla mümkündü.

"Mesele" buydu. Bu da ne sadece "bir "kadın" ve ne de sırf bir "erkek" meselesi idi. Tüm erkekleri, kadınları, gençleri, yöneticileri, bilginleri ve halk ile bütün islâm üm­metinin meselesi idi. Durum böyleyken bu meseleyi sırf "kadın meselesi" diye sayarak özelleştirmek ve sınırla­mak, gerçeği araştıncı "bilimsel" bakış açısından uzaklaş­ma anlamına geleceği gibi meseleye çözüm getirici olmak­tan da uzaktı. Çünkü bu anlayışa göre hastalığın belirtile­rinden biri ele alınarak hastalığın asıl kendisi gibi kabul ediliyor ve tedavi edilmeye kalkışılıyordu. Bu tedavi girişi­minin hiç bir başarı şansı yoktu. Çünkü bu girişim, bir yandan hastalığın gerçek sebeplerini görmezlikten geliyor, diğer yandan da geniş görüşlülükten yoksun kalıyordu.

Fakat acaba meseleyi ciddi, samimi, objektif, bilimsel ve titiz bir yaklaşımla inceleyerek sebeplerim belirlemeyi ve arkasından tedavisine girişmeyi düşünen var mıydı?

Hatta acaba bu mesele hakkında ileri-geri konuşanlar arasında, onu bilimsel, objektif ve basiretli şekilde tartışa­bilmek için tam bir şuurla kavramış olan kimse var mıydı?

Bunlardan da vazgeçtik. Acaba bu konuda gürültü ko­paranlar arasında meseleye kendi şahsi açısından bakabi-len, bulguları kendi ölçülerine göre değerlendirme yetene­ğine sahip olan bağımsız şahsiyetli bir kişi var mıydı? Yoksa bu meselenin tüm yaygaracıları birer köle mi idi. Ya ihtiraslarının yada Batılı efendilerinin köleleri yani. Düşmanlarının plânlarını gerçekleştirmek için kuklalar gibi güdülen, gaflet uykusu içinde yüzen ve derin bir sa­pıklığın bataklığında debelenen zavallı köleler!

Evet, üzülerek belirtelim ki, erkekleri ile kadınları ile öncüleri ile bağlıları ile plânlayıcıterı ve uygulayıcıları ile hepsi bu son dediğimiz cinsten idiler. Her "mesele"nin bir konusu olacağı için bu yakıştırma kadın meselesinin konusu da ansızın, durup dururken ve hiç bir ciddi gerekçeye dayanılmaksızın kapalı giyim-açık giyim konusu oluverdi.

Oysa bu mesele Avrupada, en azından görünüşte ve ilk ortaya çıkışında "tutarlı" ve akılcı idi.

Çünkü tartışma yeri burası olmayan çeşitli sebepler yüzünden[72] kadın çalışma zorunda bırakılıyor, arkasın­dan da kendisine aynı işi yapan erkek ücretinin sadece yarısı lâyık görülüyor. Bu durumda kadının eşit ücret iste­mesi, bu dava ile ortaya çıkması hem gerçek hem de her bakımdan tutarlı bir çıkıştır.

Buna karşılık açık giyim-kapalı giyim tartışmasına gelince bunun gerek mantık ve gerekse gerçek karşısında­ki yeri acaba nedir?

Bir defa kapalı giyim zorunluğunu kadına getiren "er­kek" değildir ki, kadın, erkek tarafından uğratıldığı zu­lümden kurtulmak amacı ile ona karşı mücadele bayrağı açmaya kalkışsın. Oysa Batıda mesele bu biçimde, yani bir erkek kadın çatışması, daha doğrusu erkek tarafıdan hak­sızlığa uğratılan kadının bir tür başkaldırması olarak or­taya konmuştu. Kadına kapalı giyim zorunluluğunu geti­ren onun Rabbi ve yaratıcısı idi.[73] Öyle ki, mümin bir ka­dının bu emri ne tartışma ve ne de onu benimseme ya da reddetme yetkisi sözkonusu olabilirdi. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Allah ve Peygamber herhangi bir konuda kesin hü­küm verince artık mümin bir erkek yada kadının o konu­da kendi arzularına göre tercih yapmak yetkileri yoktur. Kim Allah'a ve Peygambere karşı gelirse, hiç kuşkusuz, açık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzab/36)

Ayrıca kapalı giyim zorunluğu kendi özünde mesele olacak bir nitelik taşımaz.

Sebebine gelince yüce Allah (c.c.) kapalı giyimi Pey­gamberimiz (s.a.v) zamanında emretti ve bu emir yine O'nun zamanında yürürlüğe kondu, arkasından da on üç yüzyıl boyunca kesintisiz biçimde uygulandı.

Bir defa Allah'a ve Peygambere inanan hiç bir müslü-man kadının, Peygamber Efendimiz (s.a.v) döneminde zul­me uğratıldığını ileri süremez.[74] Gerçi kadın daha sonra­ki dönemlerde, müslümanların doğru inançları ile bu inançlarının gereklerinden geri düştükleri sapma dönem­lerinde zulme uğratıldı, ama kapalı giyim, kesinlikle bu zulmün ne sebebi ne kaynağı ve ne de yoldaşı olmuştur. Çünkü bu zorunluk, Peygamber Efendimizin "En iyileriniz benim çağdaşlarımdır" diyerek övdüğü mutlak anlamda çağların "en hayırlısı"nda yeralan bir uygulama idi. Aynı zamanda ahlâk ve ruh temizliğinin, insanlık tarihinde bir başkabenzeri yaşanmamış olan yüce bir insan onurluluğu-na eşlik etmiştir.

Fakat istenen şey kapalı giyimi atmaktır. İstenen şey açık saçık giyimdir. İstenen ortalıkta kırıtmak, hava atmaktır. İstenen şey sonunda kadının çırılçıplak sokağa çıkmasıdır.

İşte misyoner kongrelerinin arzusu ve ilerisinin plânlarını hazırlayan haçlıların amacı budur.

O halde mesele kapalı giyim-açık giyim tartışması şeklinde ortaya atılsın. Kapalı giyim akla gelebilen bütün kötülüklerin sembolü ve açık giyimde düşünülebilecek bü­tün iyiliklerin ve güzelliklerin anahtarı olarak sunulmalı­dır. Mesele böyle başlamalı ve şeytanların istediği gibi so­na ermelidir!

 

ÖNCÜ KADIN

Daha önce söylediğimiz gibi "mesele"nin öncülüğünü bir gurup kadın üstlendi. Bu kadınlar açık giyim özgürlü­ğünü savundular. Onlara göre bu özgürlük kadının, top­lum tarafından ya da bencil, katı, taşlaşmış, gerici ve ko­kuşmuş düşünceli erkek tarafından gasbedilmiş doğal bir "hakkı" idi.[75]

Bu "kadın devrimi"nin önderi, dediğimiz gibi Huda Şaravî "hanım" idi. Bu hanım evini bir tür toplantı "salon"una dönüştürerek burada açık giyimli olarak ve yanın­da hiç bir erkek yakını (mahremi) yokken yabancı erkek konuklarını kabul ediyordu.[76]

Huda Şaravî, o dönemin tanınmış devlet adamlarından Muhammed Paşa'nın kızıydı. Bundan dolayı soyca "ha­nım" sayılıyordu. Okumak için Fransa'ya gitti. Giderken kapalı giyimliydi. Fakat geriye açık giyimli olarak döndü. Fransadan döndüğünde babası bir gurup arkadaşı ile bir­likte kızını karşılamaya gitmişti. Fakat kızı açık giyimli olarak vapurdan inince adamcağızın hem utançtan hem de öfkeden yüzü kıpkırmızı oldu ve kızına "hoş geldin" bile demeden yüzünü çevirerek oradan uzaklaşıverdi. Fakat babasının bu sert tutumu Huda hanımı ne yolundan döndürebildi ve ne de Fransadan dönerken kafasında çörekle­nen yıkıcı emellerini dağıtabildi.

Huda hanım'ın çevresini kısa süre içinde bir takım ka­dınlar ile bazı erkekler çeviriverdi. Erkekler, kadın mese­lesini gazete ve dergilerde yayınladıkları yazı ve şiirler ile "savunan" sözde aydınlardı. Bekledikleri şey, "hammefendi"nin salonunda "lütufkâr" bir buluşmaya ya da hanıme­fendinin özel bir tebessümüne, yahud da kim bilir, belki de ellerine kıstırılacak bir ısmarlama gazete yazısı ücretidir. Adamlar bu isteklerine kavuşunca ya hanımefendinin "in­celiği", "lütufkarlığı" tatlı tebessümü ve erkek konuklarını karşılarken gösterdiği nezaket konusunda ya hanımefen­dinin toplantıları ile diğer çalışmaları konusunda ya da "dâva" hakkında ateşli bir gazete yazısı döşeneceklerdi.

Bu komedinin doruk noktasını 1919 yılında İngiliz iş­gal kuvvetleri karargâhı karşısında yeralan Kasr-ı Nil (di­ğer adı ile İsmailiye) alanında yapılan kadın miting ve gösterisidir.

O sıralarda Mısır devrimi başlamıştı[77] Gerek Kahire-nin ve gerekse diğer Mısır şehirlerinin sokaklarına dökü­len halk kalabalıktan İngilizler aleyhinde sloganlar atıyor veya işgal kuvvetlerinin ülkeyi tamamen terketmelerini ya da bu uğurda ölmeyi istiyorlardı. İngiliz askerleri ise bu göstericileri otomatik tüfekler ile yaylım ateşine tuta­rak çok sayıda kimseyi öldürüyorlardı.

Bu ciddi gösteriler ortasında demin dediğimiz kadın gösterisinin düzenlendiği görüldü. Bu yürüyüşün elebaşılı­ğını Saad Zağlül'ün eşi Safîye Zağlul hanım üstlenmişti.[78] Kadın göstericiler Kasr-ı Nil semtindeki İşgal kuv­vetleri karargahı önünde toplanarak işgal yönetimini pro­testo eden sloganlar attılar. Arkasından, evet arkasından önceden hazırlanan bir plân uyarınca ve durup dururken gösterici kadınlar baş örtülerini çıkarıp böylece Mısır ka­dım "kurtulmuş"[79] oldu!

Bu sahnenin komikliği ile saçmalığı, anlamsızlığı karşı­sında insanın ağzı hayretten açık kalıyor.

İngiliz işgal yönetimine karşı düzenlenen ve işgal yöne­timine son verilmesini isteyen bir protesto gösterisinin ba­şörtüsünü çıkarıp ateşe vermekle ne ilgisi vardı acaba?

Acaba müslüman Mısır kadınına kapalı giyim zorunlu-ğunu baskı ve zulüm yolu ile İngilizler mi getirmişti ki, iş­gal yönetimini protesto etmek için biraraya gelen bu göste­rici kadınlar, aynı zamanda bu yönetimin baskı yolu ile kendilerine dayattığı kapalı giyimi kaldırıp atmaya kal­kışmışlardı?

Acaba o güne kadar geçen onüç yüzyıl boyunca kadına kapalı kıyafet giydirenler İngilizler miydi ya da kadını açık-saçık giyinme "hakkı"ndan onlar mı yoksun bırakmışti da bu gösterici kadınlar şimdi onların zulümlerinden "kurtulmak" için eyleme geçiyorlar, onlara meydan oku­mak ve baskılarını kınamak için başörtülerini yüzlerine fırlatıyorlardı?

Bu komik oyunun mantığı neydi?

Aslında hiç bir mantığı, akla uygun hiç bir dayanağı yoktu.

Fakat daha sonraki yılların deneyleri bize öğretti ki, bu mantıksızlık mantığı, islâmla savaşmada izlenen örnek yoldur.

Yani kim İslama karşı bir yıkım ve darbe indirme eyle­mine girişecekse bu kimsenin daha önce "kahramanlaştı-rılması" gerekir ki, giriştiği darbeleme ve yıkım eylemleri kahramanlık yaygaralan ardında "kamufle" edebilsin.

........., Cemal Abdünnasır, Ahmed Binbellâ ve daha

bunlar gibi şu ya da bu biçimde İslama karşı savaş açmış onlarca sayıda sözde "kahraman" var ki, bunların tümü­nün İslama karşı savaşa kalkıştıkları zaman "kahraman" olmaları gerekli görülmüştür. Yoksa bunları paravan edi­nerek oynanan oyunlar açığa çıkar, bu kimselerin islâm düşmanlarının, yani haçlılar ile Siyonistlerin basit birer kuklaları olduğu samlamaz olurdu.

Mısır'da ortaya çıkan islamcı akımın mücahidlerine gö­zünü kırpmadan ölüm fermam yağdıran, ölüme gönderme­diklerine de haçlıların Endülüs'te islâmiyetin kökünü ka­zımak için kurdukları Engizisyon mahkemelerinden başka insanlık tarihinde hiç bir benzeri olmayan vahşi işkence ve hapishane çilelerini reva gören, şeriat mahkemelerini ortadan kaldıran, Ezher üniversitesinin faaliyetine son vermeye yeltenen sözde "kadın özgürlüğü" yaygarasına ye­ni nameleri ile katkıda bulunan Cemal Abdünnasır da öyle. O da bütün bu vahşetleri işlerken sözde bir "kahraman" idi. Bu düzmece kahramanlık payesi ona da İslama karşı giriştiği tüyler ürpertici cinayetleri gözlerden saklamak için bağışlamıştı.

Ya Ahmed b. Bellâ'ya ne dersiniz? Bu zat, islâm karak­terli Cezayir devrimini, el çabukluğu ile islâm dışı, hatta islâm karşıtı bir sosyalist devrime dönüştürmek için sah­neye çıkarılmıştı. Nitekim devrimin hemen arkasından müslüman Cezayir kadınlarını şu komik gerekçe ile kapalı giyimi bırakmaya çağırmıştı; "Cezayir kadım geçmişte, sö­mürge yönetimi döneminde kapalı giyim geleneğim bırak­mayı reddetmişti. Çünkü onu buna çağıran işgalci Fransız yönetimiydi[80] Şimdi ise Cezayirli kadınları kapalı giyim­den vazgeçmeye ben çağırıyor ve bunu Cezayirin yararı için onlardan istiyorum"

İşte bu Ahmed b. Bellâ, bu yıkıcı çağrısını seslendirir­ken sözde bir "kahraman" idi. Bu düzmece kahramanlık payesini kendisini Fransadan Cezayir'e getirmekte olan uçaktan kaçırılışı sayesinde elde etmişti. Oynanan oyun, yani adamı "kahramanlaştırma" komedisi amacına varın­ca islâm karşıtı eylemlerini gerçekleştirmek üzere serbest bırakılıp Cezayir'in başına geçmesi sağlandı.[81]

İşte 1919 yılında Kahirenin İsmailiye alanında düzen­lenen kadın yürüyüşünü de bu temel gerçeğin ışığı altında değerlendirmeliyiz.

Yani islâm karşıtı her hangi bir yıkıcı eylemi, arkasın­daki sinsi maksadı gizleyebilmek için, mutlaka bir "kahra­manlık" üniforması ile kamufle etmek gerekir."[82]

Durum böyle olunca o günkü "devrimci" Mısır kadınları için işgal yönetimine karşı çıkmak, onu protesto eden slo­ganlar haykırmak ve göğüslerini işgalci askerlerin kur­şunlarına siper etmekten daha büyük bir kahramanlık ve­silesi düşünülebilir mi?

Yavaş yavaş ve düzmece kahramanlıkların gölgesi al­tında kapalı kadın kıyafeti (hicab) gerçekten yere düştü.

Bu durum karşısında önce başkent Kahire'de sonra da yavaş yavaş diğer şehirlerde kapalı giyimli anneler yanın­da açık giyimli kızlar sık sık rastlanan görüntüler haline geldi. Bu büyük değişmeyi sağlayan başlıca araçlar bir yandan eğitim mekanizması ve öbür yandan da basın ya­yın organları oldu.

Bu değişikliğin öğretim kurumlarında benimsetilebil-mesi için uzun bir savaşın verilmesi gerekti. Değişiklik ön­ce ilkokullar düzeyinde arkasından orta öğretim düzeyin­de ve son olarak yüksek öğretim düzeyinde adım adım ger­çekleştirildi.

Bu değişim süreci boyunca islâm düşmanları, islâm toplumunda kadına ve kadının eğitim hakkına karşı ege­men olan cahiliye zihniyetinden büyük oranda yararlandılar. Bu islâm dışı zihniyeti mesele yaptılar, etrafında gü­rültü yaygaralar kopardılar. Mevcut haksız ve çarpık du­rumu alabildiğine istismar ederek onu amaçlarını elde et­menin aracı olarak kullandılar.

Şu andaki işimiz sorumluluk paylarını belirlemek de­ğil, tarih sürecinin adımlarını izlemektir. Yoksa eğer ko­numuz sorumlulukları paylaştırmak olsaydı, müslümanla-rın, kadını gerek Peygamber Efendimizin (s.a.v.) bu konu­daki kesin emirlerine ve uygulamalarına ters düşerek okuma hakkından yoksun bırakırken gerekse ana ve yeni kuşakların yetiştiricisi sıfatı ile bizzat yüce Allah tarafın­dan onurlandırılıp saygın ilân edildiği halde onu horlayıp aşağılarken açık bir yanılgı ve zulüm halinde olduklarını mutlaka vurgulamak gerekir. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Biz insanoğluna ana-babasına bağlı olmayı tavsiye et­tik. Anası onu sıkıntı üzerine sıkıntı çekerek karnında ta­şıdı ve memeden kesilmesi de iki yıl kadar sürdü. İşte bu yüzden ona tavsiye ettik ki; 'Bana ve ana-babana teşekkür et (nankörlük etme), dönüşün bana olacaktır"( Lok­man /14)

Aynı konuda Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Cennet anaların ayakları altındadır" (Ahmed, Nesei)

Sahabilerden biri ile Peygamberimiz arasında, bir defa­sında şöyle bir karşılıklı konuşma geçer:

Sahabi- En iyi kimle geçinmeli, en güzel ilişkiyi kimle kurmalıyım?

Peygamberimiz - Annenle Sahabi - Sonra? Peygamberimiz - Yine annenle

Sahabi - Sonra?

Peygamberimiz - Yine annenle

Sahabi - Ya sonra?

Peygamberimiz- Babanla (Buhari, Müslim v.d)

Fakat bu çarpık durumu propagandaları için malzeme olarak kullanan yaygaracıların asıl derdi, kadım kendisi­ne reva görülen bu haksızlıklardan kurtarmak değildi. Onların asıl amacı islâmiyeti yıkmak ve islâm toplumu­nun ahlakını bozmak için kadını, erkekleri baştan çıkara­cak ayartıcı bir kılık ve eda ile sokağa salmaktı.

Bu değişikliğin arkasından toplumu yavaş yavaş saran ahlâk anarşisi bu beyler için beklenmeyen bir sürpriz de­ğildi. Ayrıca bu sonucu ne yadırgıyorlar ve ne de onun kar­şısında yaptıklarından pişmanlık duyuyorlardı. Tersine bu sonuç, onlar açısından hesaplanmış, beklenen ve arzu edi­len bir sonuçtu. Çünkü Batı deneyi gözlerinin önünde dur­duğu için islâm toplumunda aynı yöne yönelindiği ve aynı adımlar izlendiği takdirde işin sonunun neye varacağını biliyorlardı.

Yalnız bu durum, işin içinde bazı aldanmışlarm, safdil­lerin bu kampanyaya iyi niyetle katılmışların varolması­na, doğallıkla, engel değildir. Fakat onların iyi niyeti, gafil olmalarını engellemez. Onlar bu gafletleri yüzünden şey­tanlara alet olmuşlardı, şeytanlar onların bu zayıf taraf­tarlarını davalarına güç katmak için kullandılar. Çünkü bu safların iyi niyetli olduğunu gören halk yığınları, yap­tıkları işin hayırlı olduğunu sanarak, onların peşlerinden gittiler, böylece şeytanların istedikleri olmuş oldu!

Bu arada yüce Allah ile Peygamberimizin hoşnutluğu­nu arayan, toplumun pençesinde kıvrandığı bu çarpık durumu düzeltmek isteyen samimi "İslahatçı" lar için ortada üçüncü bir şık vardı. Bu üçüncü şık, islâm toplumunu, ol­ması gereken gerçek biçimine döndürebilmek için çağrı yapmak, cihada girişmekti. Fakat o günün piyasasında ci­rit atan hiç bir "İslahatçı" bu üçüncü şıkkın sözcülüğünü üstlenmedi. Bu durumda halk şu iki şıktan birini seçmek zorunda bırakıldı. Ya haksız, katı, geri ve çarpık düzenin sürmesini tercih edecek ya da islâmın bir yana bırakılma­sına, ortadan kaldırılmasına ve hayattan koparıp atılma­sına razı olarak ilerlemek, uygarlaşmak ve ilerlemek için yüzünü Avrupaya döndürecekti.

Daha doğrusu yüce Allah'ın (c.c.) takdiri ile halkı sözü­nü ettiğimiz üçüncü yolu benimsemeye çağıran düşünce akımı ortaya çıkınca bir yandan devlet adamlarının en al­çakça baskı ve işkencelerine maruz kalırken öteyandan da bu sözde "İslahatçıların en sert direnişleri ve manasız muhalefetleri ile karşılaştı. Bu durum, islâm toplumunda ortaya çıkan bu sözde "ıslahatçı" akımların gerçek amaçla­rını ortaya koyucu niteliktedir. Bu akımların amacı, hiç bir zaman baştaki islâmiyeti yıkma arzulan oranında ger­çek bir yapıcılık, bir islâhatcılık olmamıştır. Onlann zihni­yetine göre "islâm yıkılsın da arkasından ne olursa olsun" du!

Böylece yavaş yavaş "kız öğrenciler" yolu ile başörtüsü ve genel olarak kapalı kadın giyimi "hicab) yere düştü.

Misyoner kongreleri, yapmış oldukları islâm karşıtı plânlarda müslüman kadının okutulması ve özgürlüğe kavuşturulması gerektiğini kararlaştırmamışlar mıydı?

Önceleri kız öğrenciler arasında açık-saçıklık henüz modalaşmamıştı. Hatta böyle bir şey, okullarda hoş bile görülmüyordu.

Bu kurnazlığın sebebi, doğallıkla, açıktır. Çünkü ne toplum o zaman böyle bir şeye gözyumardı ve ne de sinsi bir plânın daha ilk aşamada bütünü ile deşifre olması o plânın yürütülmesine imkân bırakırdı. Tersine böyle bir durum, o plânın daha doğarken ölmesini kesinleştirirdi.

Düşünelim ki, eğer kız öğrenciler daha ilk aşamada müslüman toplumun geleneklerini bir anda çiğneselerdi, her hangi bir öğrenci velisinin kızını bu okullara gönderip okutmaya razı olması beklenebilir miydi?

Elbette ki, hayır.

Bundan dolayı öğrenci velilerinin güvenini tam olarak kazanmak gerekirdi ki, kızlarım okullara göndermeye razı olsunlardı. Buna göre uygulanacak plân, diğer bütün sos­yal değişmelerde ilke olarak kabul edilen metodla uyum halinde olmalıydı. Yani "yavaş, fakat emin" adımlarla gidilmeli ve halk yığınlarında "kuşku uyandır­maktan özenle kaçınılmalıydı.

Yani adım adım sonuca varılmalıydı.

İlk başlarda kız öğrencilerin saçları bir başlıkla örtülü olacaktı. Bunun yanında arkadan sarkıtılacak iki örgü bir kumaş şeritle biribirine bağlanacaktı. Örgüler açıkta, ama baş üzerine geçirilen bir başlıkta kapalı ne kadar tuhaf de­ğil mi? Ayrıca yüz de bütünü ile apaçık. Evet, öyle, ama "Kardeşim, bunlar henüz birer çocuk, ne zararı var bu­nun"!

Bu iş öyle kolay gerçekleşmedi. Fakat sonunda gerçekleşti. Tıpkı bu alanda daha sonra atılacak olan göğ­sü, sırtı, kol ve bacaklan açmak, plajlarda soyunup dö-künmek ve açık-saçık kılıklarla sokaklarda kırıtmak gibi adımların önünde- sonunda gerçekleşebilmeleri, hedefleri­ne varmaları gibi.

Acaba bu adımlar nasıl oldu da gerçekleşebildi? Hiç kuşkusuz bunun bir sebebi bir hikmeti var.

Evet, daha önce dediğimiz gibi, ortada önce Mısır top­lumunun yapısını bozup sonra bu bozukluğu geride kalan islâm dünyasına "ihraç etmek" biçiminde özetlenebilecek yoğun şeytani çabalar vardı. Bu yoğun çabalara basından radyoya, radyodan sinema ve tiyatroya kadar, mümkün olan bütün araçlar elbirliği halinde katılmışlardı. Gösteri­len çabalar alabildiğine yoğun ve kullanılan araçlar alabil­diğine etkili idi. Bunların hepsi doğru. Ama, bütün bunlar olup-bitenleri açıklamaya yeterli mi?

Bu soruya cevap verebilmek için şunu düşünelim: Say­dığımız bütün bu propaganda araçları içinde yaşadığımız şu ana kadar sürekli biçimde kullamlagelmiştir. Üstelik hiç kuşkusuz, elli yıl öncesinden daha baskılı bir şekilde işletilmişlerdir. Bunun sonucu olarak bu şeytani araçlar, yarım yüz yılı aşkın bu süre içinde islâmdan nefret eden, onunla her türlü ilişkiyi kesmiş korkunç bir sosyal ve poli­tik bir akım oluşturdular. Buna rağmen günümüzde üni­versite öğrencisi ve aydın öyle başörtüsü ve kapalı giyimli genç kızlarımız var ki, bunlar bu yüzden tutuklansalar ya­da zindanlara kapatılsalar da bu kılıklarından vazgeçme­mektedirler.

Acaba şeytani plânların ilk uygulama aşamasındaki ta­vizleri veren ablaları ile bu kararlı yavrulanmız arasında­ki fark nereden kaynaklanıyor?

Başka bir deyimle bu sinsi kampanyanın ilk döneminde yere atılan başörtüsü ve kapalı giyim, bir inanç eseri mi, yoksa bir gelenek miydi?

Yine o dönemde yozlaşmaya ve bozulmaya bırakılan ahlâk, acaba gerçek bir inanç birikimine mi dayanıyordu, bir gelenek miydi.

Bu tür sorulan çoğaltabiliriz: Acaba kız öğrenciler yüz­lerini açınca, bu duruma karşı çıkan erkeğin bu baş kal­dırması acaba inanç kaynaklı mı yoksa gelenek endişesine mi dayanıyordu?

Yine acaba kadın çalışmak üzere sokağa çıktığı gün, buna karşı çıkan erkeğin bu karşı çıkışı, dinî ya da din-dı-şı gerçek bir inançtan mı kaynaklanıyordu, yoksa bu karşı çıkışın asıl faktörü erkek bencilliği, feda edilmek istenme­yen "erkek eğemenliği"miydi?

Baş örtüsü ile kapalı giyim, eğer inançtan kaynaklanı­yorsa, üzerine ne kadar yıkıcı propaganda aracı çullanırsa çullansın, yere düşmüyor, düşmanların önünde dize gelmi­yor.

Gerçek bir iman alt-yapısına dayanan ahlâkın ortadan kalkması da, bütün bozguncu faktörlerin ortak baskısına rağmen ya hiç sözkonusu olmuyor, ya da olsa bile amansız bir direnişten ve uzun bir süre geçtikten sonra mümkün oluyor.

Oysa ruhtan yoksun gelenekler ile kof erkek bencilliği, ağır bir baskı ile karşılaşır-karşılaşmaz diye gelmeye, düş­mana teslim olmaya yatkındır. Sözünü ettiğimiz kampan­ya süreci boyunca da uygulanan baskı hem ağır ve hem de, kelimenin olanca anlamı ile "şeytanca" idi.

* * *

Bu kampanya uyannca kız öğrenciler yüzlerini açmaya ve yukarda tanımladığımız biçimde yollarda yürümeye başladılar. Fakat işin başında giydikleri elbiseler kollan ile bacaklarını bileklerine kadar örtüyordu. Ayrıca edepli-liklerine ve "istikametli" tavırlarına da diyecek yoktu.

Acaba başka türlü olabilir miydi?

Çünkü o dönemde şeytana kapılıp ta sırf sağına ya da soluna dönüp bakan kız mahvolurdu, toplumun gözünden düşerek ibretlik hale gelirdi. Böyle olunca ilk günlerde kim sağa-sola bakmaya cesaret edebilirdi?

Dayandığı amaç ne olursa olsun, çoklanna göre bu uy­gulama, ideal eğitim ve sıkı disiplinin ta kendisiydi.

Kahire'de açılan ilk kız lisesinin ki adı "Medresetül Se-niyye" idi. Müdiresi İngiliz bir kadındı. Kadın son derece katı bir muhafazakardı. Öyle ki, onun kadar muhafazakar insana zor rastlanabilirdi. İşte başlangıçta işlerin böyle ol­ması gerekir. Ancak o zaman atılan adımlar sağlam ve ve­rimli olabilir. Bu adımları başka islâm ülkelerinin toprak­larına kaydırabilmek için de bu titizlik şarttır. Yoksa eğer daha ilk anda gizli plânlar açıklanacak olursa hiç bir kız öğrenci bu liseye kaydolmaz ve o zaman da yapılan bütün plânlar suya düşer.

Bu lisenin bütün öğretmenleri kadındı. Sadece Arapça öğretmenleri erkekti. Çünkü o zaman kadın arapça öğret­men bulmak mümkün değildi. Fakat onlar da yaşlı ve evli hocalar arasından seçilirdi. Hepsi de dürüst ve takvalı kimseler olurdu. Böyle olunca öğrencilerine kızları gibi ba­karlardı. Öğrenciler de vakarlı bir baba karşısında ne du­yarlarsa onlara karşı da aynı duyguları besleyerek onlara saygı gösterirlerdi.

Arapça hocasından başka okulda erkek olarak okul sekreteri ile kapıcı var. Sekreter, okulun ayn bir yerindeki kendi bürosunda öğrenci velileri, resmi yazışmalar ve oku­lun hesap işleri ile ilgilenir. Kapıcı yaşlı ve ağır başlı bir adamdır. Öğrenciler eğer kendisi ile konuşmak durumun­da kalırlarsa ona "Amca" diye hitap ederler.

Kız öğrenciler okula pencereleri perdeli bir at arabası içinde gelip giderlerdi. Eğer öğrencinin velisi bu arabanın masrafını ağır bulursa o zaman kızını sabahleyin okula kendisi getirir ve akşam çıkışında da onu okuldan kendisi alırdı. Böylece öğrencinin yolda yalnız başına yürümesine meydan verilmemiş olurdu.

Öğrenci velileri, bundan fazla ne isteyebilirlerdi?

Hatta "İngiliz Müdire"nin kızların terbiyesi hususunda bu çocuklann velilerinden bile daha titiz olduğu söylenebi­lirdi. Bunlar İngiliz, kardeşim! Terbiye meselesinde çok ciddidirler. Onlar hakkında ne dersen de, terbiye titizlikle­rine bir şey diyemezsin!

Bu kız lisesinin (kolejinin) programlan aslında erkek li­selerinin programlan gibiydi. Bu, başta örtülü ve saklı tu­tulan ileri dönük bir amaca dayanıyordu. Bu kız lisesinin öğrencileri, erkek öğrenciler için belirlenen ders program­larının aynısını okuyorlardı. Fakat bu programların arası­na ev yönetimi, çocuk bakımı gibi sırf "kadını" ilgilendiren bazı dersler de serpiştirilmişti. Bunun gerekçesi, bu okul­larda verilen eğitimin kız öğrencileri kendilerini bekleyen aile hayatına hazırlamayı öngördüğü izlenimini uyandır­maktı. Çünkü ilkokul düzeyinden sonra kızları okutmaya karşı çıkanları seslendirdikleri en yaygın gerekçe orta öğ­retim kızları - bu dönemde çağına erişecekleri- evlilikten alıkoyacağı, onları asıl yaratılış sebepleri olan ve hayatla­rının geride kalan bölümünü içinde geçirecekleri aile yu­vasından uzaklaştıracağı idi.

Bu işlerin başındakiler, evlilik yaşı ile orta okul çağı arasındaki çakışmanın doğurduğu proplemi kızların ev­lenme yaşını erteleterek çözümlediler. Getirdikleri çözüme göre o günden sonra kız çocuklarının on altı yaşlarını bitirmeden önce evlenmeleri kanunla yasak olacaktı. Bu er­teleme kararını o kadar çeşitli gerekçeler ile haklı göster­meye koyuldular ki bir süre sonra kızların, değil on altı yaşında, otuz ve daha ileri yaşlarda evlenmeleri, evlilikle­rini bu kadar ileri yaşlara ertelemeleri son derece normal görülür oldu.

Bu liselerde okuyan kızların aile ve ev havasından uzaklaştıkları biçimindeki eleştirilere gelince işin başında­ki yetkililer bunlan geçiştirebilmek için az önce söylediği­miz gibi okul programları arasına ev yönetimi ve çocuk bakımı gibi kadınlara özgü bir kaç ders katılmıştı. Buna karşılık kız liselerinin öğrenim süresi erkek öğrencilere göre bir yıl daha uzatılarak beş yıl yerine altı yıl yapılmış­tı.

İlerde eleştirilerin sesi kısılıp kızların lise öğrenimi görmeleri normal karşılanır hale gelince sözünü ettiğimiz "kadınlara özgü" dersler önce seyrekleşti, arkasından büs­bütün ortadan kalktı, böylece kız liselerinin programlan, erkek liselerinin programlan ile tamamen çakıştı. Bu du­rumda kız liselerinin eğitim sürelerine daha önce eklen­miş olan bir yıllık fazlalık ortadan kaldırılarak bu okullar da programlarını aynen uyguladıkları erkek liseleri gibi beş yıllık yapıldı.

Bu okuldan mezun olduktan sonra kızların önüne yeni bir mesele çıkıyordu. Bu mesele üniversiteye girme mese-lesiydi.

Fakat biz şimdi, tarihin adımlarını izlemeye devam edelim, daha ilerisine sıçramayalım.

Sözünü ettiğimiz kız liseleri önce Kahire'de sayıca ço­ğaldı, arkasından İskenderiye'ye ve daha sonra ülkenin di­ğer şehirlerine yayıldılar. Ayrıca İngiliz müdirenin ilk başlardaki o ünlü otoritesi de yavaş yavaş gevşemeye başladı. Gün geldi artık sadece katı "okul içi" disiplini ile ilgilenir oldu. Kız öğrencilerin "ahlâk" durumları ile "okul dışı" davranışlarını artık eskisi kadar umursamamaya başladı. Bunun yanında bu okulların sayısı çoğaldıkça başlarına Mısırlı müdireler getirildi. Bu sözde yerli müdireler hem okul içi disiplini bakımından daha zayıf ve hem de öğren­cilerinin ahlâki davranışlarına karşı daha kayıtsızdılar.

İşler bir süre bu biçimde gelişti. Bu arada bu okullara karşı olan rağbet arttı. Bu yüzden başvuruları karşılaya­maz oldular. Bunun üzerine aynı eğitim sistemini uygula­yan, aynı amaçları paylaşan "yerli" kız liseleri açılmaya başladı. Halk artık kızlarına güveniyordu. Bunun için okula gidiş ve dönüşlerinde hiç kimse onlara eşlik etmek gereğini duymuyordu.

Kız öğrenciler guruplar halinde kendi başlanna sokak­lara çıkıyor, gözeticisiz olarak okula gidip geliyorlardı. Fa­kat işler hep bu minval üzere sürüp gidebilir, yani bu sı­nırlı çerçeve içinde kalabilir miydi? Zor tabii ki. Çünkü her toplumda bu toplumun geleneklerine karşı çıkan, on­ları umursamayan bir takım "genç kızlar" ile "delikanlılar" bulunabilirdi.

Dayanışmalı toplumlarda böylelerinin kural dışı davra­nışları ani bir tepki ile karşılanarak çevreye yayılmaları ve yataklık ettikleri mikropların üremesi önleniverir. Fa­kat dağınık ve rabıtasız toplumlarda bu toplumsal tepki ya hiç gösterilmez ya da gösterilse bile etkili olmayacak derecede zayıf kalır. O zaman da beliren mikrop, varlığını sürdürerek ürer ve günün birinde salgın hastalığa yola-çar.

Bundan dolayı yüce Allah (c.c.) insanlara örnek olsun

diye ortaya çıkarılmış hayırlı ümmeti şöyle övüyor:

"Sizler tüm insanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Al­lah'a inanırsınız." (Al-i İmran/110)

Buna karşılık insanların önüne çıkarılmış en kötü, en zararlı ümmeti de şu ifadelerle lanetliyor:

"İsrailoğullarının kâfirleri, Davud ile Meryem oğlu İsa'nın dilinden lanetlendiler. Çünkü onlar Allah'a baş-kaldırmışlar, ölçüleri çiğnemişlerdi. Onlar yaptıkları kö­tülüklerden biribirlerini sakındırmıyorlardı. Bu yaptıkla­rı ne kötü bir şeydi!" (Maide/ 78-79)

Sosyal değerler ile ahlâk ilkelerinin ruhtan yoksun "ku­ru gelenekler"e dönüştüğü toplumlarda inkâr ve başkal­dırma girişimleri sık sık görülür, fakat mikrobu üreme­den öldürecek kesin toplumsal tepki görülmez. Bu durum­da mikrop varlığını sürdürür ve "yavaş, fakat emin" bir tempo ile çevreye yayılır.

İşte hicri on dördüncü yüzyılda meydana gelen haçlı kaynaklı düşünce emperyalizmi gerek ön planda Mısır toplumunda ve gerekse geride kalan islâm dünyasının tü­münde görülen, yaşanan olay budur.

Bu toplumlarda bazı değer yargılarının kalıntıları ve islâm dininin bazı kırıntıları halâ vardı. Fakat bu kırıntı ve kalıntılar ruhtan yoksun gelenekler halindeydiler. Bu yüzden ilerleme, uygarlık, gelişme, gerilikten ve donuk­luktan "kurtulma" gibi göz kamaştırıcı sloganlar adına ahlâk bozgununu cazip gösteren emperyalist kasırga dal­galan karşısında direnemediler, ayakta kalamadılar.

Bu ortamda yetişen "cüretkâr" bir kız, yine "cüretkâr" bir delikanlının açık ya da imalı lâf atma girişimine başını dönüp ona bakarak karşılık verdi. Bu cüretkâr kız, he­mencecik toplumun gözünden düşüverdi. Çünkü başını ya­na çevirip bir erkeğe bakmıştı. Bu kız bu geleneklere aykı­rı hareketi yüzünden gerçi ahlâksız sayılmaya başlandı, ama ciddi bir toplumsal tepki ile karşılaşmadı. Kendisine sokak ortasında lâf atan cüretkâr delikanlı da öyle. O da kararlı bir toplumsal tepki görmedi. Böyle olunca bu ilk örneklerin benzerleri orada-burada tekrarlandı. Halkın si­nirleri ardarda tekrarlanan bu manzaralar karşısında na­sır bağlamaya başladı. Böylece günün birinde "kız öğrenci­lerin bu ters görüntüsü, Mısır toplumunda iyiliği emrede­cek, kötülükten sakındırma mekanizmasını harekete ge­çirmeyen alışılmış, normal bir görüntüye dönüştü. Buna da şeytanlar çok sevindiler.

Bu arada kız öğrencilerin kıyafetleri yavaş yavaş değiş­ti. Önce okul önlüğü biraz kısaldı. Var mı bir zar an? Nasıl olsa önlüğün açıkta bıraktığı yerleri çoraplar örtüyor. Ne olur ki?

Birazcık da kolları kısaldı. Ne zararı var? Sadece bir kas santimetrecik. Bundan ne olur ki. Önlüğün kollan ve­ya etekleri birazcık kısalsa dünya mı yıkılır? Ey dar kafa­lılar, ey yobazlar bu işe kafalarınızı takmayınız!

Gözler ve sinirler bu görüntülere alışınca önlüklerin kol ve etekleri ya da çoraplar bir kaç santimetre daha kısalı-veriyor ve böylece kadın vücudunun yüce Allah (c.c.) tara-findan örtülmesi emredilen bir çok yerleri adım adım açılı­yor.

Yuh size, ey yobazlar! Durmadan "ahlâk, ahlâk" diyor, "vay, eyvah, yandık" diye çığlık atıyorsunuz. Elbiselerin boyları bir kaç santim kısalınca ahlâka ne oldu ki? Hiç ahlâk, bir kaç santimetrelik kumaş parçası ile ölçülür mü, ey geri kafalılar! Ahlâk dediğiniz şey bir takım değer yar­gılandır. Bu değer yargılarının yeri de kalbdir! Eğer kızla­rımızın vicdanları bu değer yargılannın koruması altında bulunursa sokaklarda çırılçıplak gezseler bile bozulmaz­lar!

Kısa ve açık giyimlilerin sokaklardaki sayıları günden güne artıyordu. Her gün daha çok sayıda lise öğrencisi, da­ha çok sayıda öğretmen okulu öğrencisi ve daha çok sayıda çeşitli okullardan mezun kadın öğretmen bu kervana ekle­niyordu. Bu diplomalı kız ve kadınlar çalışma hayatına atılınca ellerine geçen maaşları ile şahsi ihtiyaçlarım kar­şılayabilir duruma geldiler. İşte o zaman "kadın modaları" boy göstermeye başladı. Bir yandan bu modalar hakkında bilgi veren özel kadın dergi ve gazeteleri ortaya çıkarken, öbür yandan da gündelik gazeteler özel kadın ekleri yayın­layarak kadınlara sözde öğütler ve moda ile ilgili bilgiler vermeye başladılar.

Öğütler önce son derece "namus'lu ve ölçülü idi!

"Ey kadın, eşinin sevgisini nasıl kazanıp devam ettire­bilirsin?"

"Sorasım size, kadının kendisini kocasına sevdirmesi, onun için süslenip güzelleşmesi sakıncalı bir şey midir?"

"Bizim yaptığımız tek şey, öğütlerimizi resimli olarak sunmaktır. Çünkü biz, anlatacağı her şeyi resimle anlatan resimli gazetecilik döneminde yaşıyoruz"

"Attığımız bu adım yerine oturunca yeni bir ileri adım atar, böylece kadının din, ahlâk ve gelenek bağlanndan bi­raz daha kurtulup "özgürleşmesi" için, ortamı daha uygun hale getirmeye çalışırız"

"İlk aşamada hep "erkeğe bağımlı çözümler" peşinde

130

idik. Şimdi erkeğin bu fonksiyonu, bu üstün konumu sona erdi. Buna göre şimdi kendimizi serbest hissedelim"

"Acaba, erkeğin ilgisini nasıl çekebilirsiniz?" "Evet, evet. Ne var bunda sanki?"

"Sadece evli kadınlar mı süslenecek? Peki koca arayan genç kızlar ne yapsın? Onlar da bir "helâl süt emmiş oğ­lan" ayarlayıp kafesleyebilmek için süslenmesinler mi?"

"Eğer böyle helâl bir süt emmiş bir koca adayı ayarla-yamamışlarsa, ayarlayıncaya kadar süslenmeye devam et­melidirler"

"Bu fistan 'göğüslerin cazibesi'ni, şu fistan 'sırtın cazibesi'ni ve o fistan da 'bacakların cazibesi'ni açığa vuruyor."[83]

Bu arada "dünya modası" durmadan değişiyor ve her değişme aşamasında ince ve mahrem ayrıntılarına kadar kadın vücudunun bütün cazip yerlerim gözler önüne seri­yor. Mısır basını da bu değişiklikleri "adım adım, dirsek dirsek" izlemekten geri kalmıyor. Öyle ki "eğer Avurapalılar, kertenkele deliğine girseler, (mutlaka bir hikmeti var diyerek) onlar da oraya giriyorlar"[84]

* * *

Şimdi sıra "üniversite dönemi"ne geldi.

"Ey gericiler, sizler kadının ilkokulu bile okumasına karşı çıkmıştınız. "Kadın sadece ev işi yapabilir, okumak onun harcı değil" diyordunuz. Şimdi buyurun bakalım, okumuş kızların bizzat kendileri size meydan okuyor, köhne düşüncelerinizi çürütüveriyor. İşte kız çocuklarımız, erkek arkadaşlarının eğitim programlarından geçerek lise aşamasına ulaşmışlar.[85] Onlar erkek akranlanna sadece ayak uydurmakla yetinmemişler, kimi zaman onları bile geride bırakmışlardı.[86]

""gün gelecek, adım adım, dirsek dirsek, sizden önceki­lerin geleneklerine uyacak, izlerinden gideceksiniz. Öyle ki onlar kertenkele deliğine girseler(mutlaka bir bildikleri vardır diyerek) sizde o deliğe gireceksiniz." Ya Resulellah "Bu bizden öncekiler kimler?" "Kim olacak yahudiler ile hiristiyanlar" (Buhari-müslim)

Konunun savunuculan şöyle diyorlardı: "Bu mesele ay­nı aşamalardan geçecektir. Kadın meselesi bütün dünyada aynıdır, aynı yoldan geçecek ve sonunda aynı sonuca vara­caktır. Bu sonuç, Avrupalı kadının ulaştığı sonuçtur. O Avrupa ki, dünyanın geri kalan bölümünden en az bir asır ilerdedir ve orada kadın girmiş olduğu mücadeleden so­nunda başarılı olarak çıkmıştır"

Görünüşte meselenin savunucularının söyledikleri yer yüzünün çoğu ülkeleri için doğru idi. Fakat bu adamlar bazı önemli gerçekleri gözardı ediyorlardı ki, başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz:

1-  Bu meselenin yer yüzünün her yerinde aynı şekle girmesi, sandıklan gibi, özel karakterinin doğal sonucu değildir. Fakat meseleyi kendi özel hesaplan uyarınca yö­neten milletlerarası odaklar onu maksatlı olarak bu tek biçime büründürmüşlerdir.[87]

2- Müslüman kadının meselesi, Avrupalı "kardeşleri­nin meselesi ile aynı değildir. Çünkü Avrupalı "karde-şi"nin ki böyle bir kardeşlikten de aslında sözedilemez. Çünkü müslüman bir kadın ile müşrik bir kadın arasında kardeşlik ilişkisi olamaz meselesi, içinde yaşadığı toplu­mun ilâhî metoda göre düzenlenmemiş olması yüzünden meydana geldi. Bu toplumun sosyal ilişkileri insanlar ta­rafından konuyor. Bu yüzden hem kendilerine ve hem de başkalanna karşı zulmediyorlar.

Bu konuda da insanlarca ortaya konan kanunlar ya da gelenekler yüzünden zulüm meydana geldi. Fakat arka­sından bu zulmü gidermek için ortaya attıkları daha doğ­rusu pusuda yatan şeytanlar tarafından kendilerine empo­ze edilen çözüm tarzı sonunda kendilerini yıkıma götür­müştür. Sebebine gelince, bu sözde çözüm tarzı ailenin parçalanmasına, toplumun dağılmasına, kadın ile erkeğin her ikisinin mutsuz olmasına, çocukların başıboş ve kim­sesiz kalmasına, cinayet eğiliminin artmasına, anormal davranışların yayılmasına; psikolojik dengesizliklerin, si­nir hastalıklanmn, streslerin, deliliklerin, intiharlann, al­kollü içki düşkünlüğünün, uyuşturucu alışkanlığının ve suçluluk oranının salgın hale gelmesine yolaçmıştır.

Müslüman kadına gelince onun meselesi başkadır. Onun maruz kaldığı zulmün sebebi, içinde yaşadığı toplu­mun ilâhî metodu inanç olarak benimsediği halde uygula­mada bu metoda bağlı kalmaması, dahası bu alandaki uy­gulamalarında islâm öncesi dönemin (cahiliye'nin) bozuk geleneklerine dönmesidir.

Her iki dünyada kadınların uğradıkları zulüm aynı ya da biribirinin benzeri olabilir. Fakat hastalığın tedavi yolu farklıdır. Çünkü sebepler değişiktir. Müslüman kadının içinde bulunduğu proplemin çözümü, aslında doğru olan ilâhî metoda dönmeye ve bu doğru metodu hem inanç ve hem de uygulama düzeyinde benimsemeye bağlıdır. Yoksa onun proplemi, Batıdaki kadın meselesinin sürecini izleye­rek bir yıkımdan diğer bir yıkımın kucağına düşmekle, yağmurdan kaçarken doluya tutulmakla çözümlenemez.

Gerçekten ilâhî metod, insanlığın bütün proplemlerinin çözüm kaynağıdır. Eğer Avrupa buna inansa, bütün prop-lemlerini çözerdi. Fakat bu metodun uygulayıcıları olan müslümanlar ya da onu uyguladıkları sanılanlar onun il­kelerine bağlılığı prensipte kabul etmişlerdir. Bu yüzden eğer bu kimseler bu metoddan saparlarsa gerçek "islahat-çılar"m görevi, onlan uyarmak, onları bu metoda yenibaş-tan dönerek onu pratik dünyada uygulamaya çağırmaktır. O zaman proplemleri çözülür ve durumlan düzelir. Bunun yerine Avrupa'ya uymak ve müslüman kadının proplemle­rinin çözümünü, Batılı kadının propleminin çözümünde aştığı süreci aynen izlemekte aramak, bu proplemlere asla çözüm getirmeyecektir. Tipti Avrupalı kadının proplemle-rine çözüm getirmediği gibi. Buna rağmen bu yolda ısrar etmek, müslüman kadım, kendisinden önce bu yoldan ge­çen Avrupalı kadının ulaştığı sancılı sonuca vardıracaktır.

Zaten bir süre sonra fiilen ortaya çıkan sonuç da bu oldu.

Fakat bu tezin o günkü savunucuları bu gerçeklerin hiç birinin farkında değillerdi. Daha doğrusu onlar, o gün için, şu iki guruba ayrılıyorlardı: Guruplardan biri "kadın me-selesi"nin izlediği yolda Avrupa'da olduğu gibi toplumsal ahlâkın çözülüşüne ve toplumun dağılmasına götüreceğini iyi biliyorlar, bunu istiyorlar ve bunun için çalışıyorlardı. Çünkü onlar yüce Allah'ın (c.c.) deyimi ile "Müminler ara­sında edepsizliğin yayılmasını isteyenler"dendiler.[88]

Gurupların biri aldatılmış ve gafillerden oluşuyordu. Bunlar tıpkı Batı gibi düşünüyor. Gaflet ve bağımlılığı içinde efendilerinin her zaman doğru düşündüklerini sanı­yorlardı.

Ötekiler ile berikiler, birlikte islâm toplumunda haçlı emperyalizmi ile dünya yahudiliğinin hizmetine amade idiler.

Bu gurupların her ikisi de "kadın meselesi"nin çözümü­nün bir parçası olarak kızların üniversiteye girmesi ve böylece fonksiyonunu eksiksiz biçimde yerine getirmesi gerektiğim savunuyorlardı.

Oysa üniversite ve gerekse üniversite-dışı eğitim hakkı, müslüman kadının proplemi değildi. Çünkü islâm, kadım okumaktan alıkoymuyordu. Tersine onu okumaya çağırı­yor, bunu üzerine farz kılıyordu. Fakat bunu yaparken ona- diğer bütün faaliyetleri sırasında olduğu gibi- şu iki şartı koşuyordu: Önce dinini ve ahlâkını koruyacak, arka­sından da yaratılış gerekçesini oluşturan asıl görevlerini, yani ev bakımı ile çocuk yetiştirmeyi asla ihmal etmeyeçekti. Bu iki şartın sınırları içinde istediğini yapabilirdi. Bu sınırların arasında gayet geniş bir alan vardı. İsteyen sahabi kadınların hayatlarım inceleyerek bunu belirleye­bilirdi.

Fakat doğaldır ki, Batı köleleri ile şeytanlarının iste­dikleri bunlar değildi. Onlar müslüman kızların üniversi­tede okuyabilmesini ve buna bağlı "sorunların çözülmesi­ni savunuyorlardı.

Batı şeytanlan, zaten bir şeyi düzeltmek amacı ile orta­ya çıkmış değillerdi. Onların başta gelen amaçları yıkmak ve devirmekti.

Batı kölelerine gelince, onların önünde sadece bir yol vardı. Başkasını görmüyorlar, daha doğrusu göremiyorlar-dı. Çünkü onlar birer köleydiler. Köle ise sadece efendisi­nin gördüğünü görürdü. Hatta onun saplantısına göre dü­şünce yeteneğini efendisinin görüşlerinin dışına yöneltme­si bağışlanmaz bir suçtu.

* * *

Guruplar, aralarında savaşa tutuştular. "Kadın hakla­rı" savunuculan, kızlara erkeklere eşit olarak üniversiteye girme hakkının verilmesini istediler.

Bu tezin karşıtları ise kızların üniversite öğretimine asla elverişli olmadıklarını, böyle bir şeyin onların yapısı ile bağdaşmayacağını, dişiliklerini olumsuz yönde ekileye-ceğini, dahası onları bir kaç yıl evlilikten alıkoyup geri bı­rakacağını, böylece asıl görevleri olan aile yuvasından ve ev hayatından kendilerini uzaklaştıracağını, hepsinden önemlisi üniversitede kadın-erkek karışık okuma prople-minin ortaya çıkacağını ve böyle bir şeyin dine, ahlâka ve geleneklere ters düşeceğini savunuyorlardı.

Taraflar arasındaki bu savaş azımsanmayacak bir süre devam etti. Savaş boyunca biribirlerine ağır suçlamalar yaptılar. Bu, soğukkanlılıkla incelenerek bilinçli bir şekil­de karara bağlanması gereken bir çok önemli gerçekler bu hırslı savaşın toz ve dumanı arasında kaybolup gitti.

Çünkü kadın hakları savunuculanna göre ortada üze­rinde durulup araştırma konusu yapılacak bir mesele yok­tu. Bu adamlar bilerek yada farkında olmayarak kendile­rim islâmiyeti yıkıp ortadan kaldırmaya, daha doğrusu bu yıkımı gerçekleştirmek için "kadın meselesi"ni araç olarak kullanmaya adamışlardı.

Peki acaba karşı tarafta yeralanların hareket noktası neydi?

Görünüşe göre bunların hareket noktası islâmdı. Çün­kü her şeyden önce dinden, ahlâktan ve geleneklerden sık sık sözediyorlardı. Fakat acaba islâm hakkında gerçekten şuurlu muydular?

Görünen o ki, islâmla ilgileri, bilinçleri çok zayıftı. Ge­leneklere karşı olan bağlılıkları islâm'ın kendisine olan bağlılıklarından daha güçlü idi. Başka bir deyimle büyük bir hırsla tutup savundukları gelenekler kafalarındaki din imajı ile karışıktı. Bunun sonucu olarak gelenekler ile di­ne karşı olan bağlılıkları da kanşık ve iç içeydi.

Fakat asıl terslik surdaydı ki, savundukları gelenekler aslında islâm kaynaklı değildi. İslâm ümmetinin inanç ge­rilemesi döneminde tekrar benimsediği eski islâm öncesi geleneklerdi. Sonradan ümmet, bunları islâm'la karıştırdı. Bundan dolayı bu gelenekleri samimiyetle tutup savunan­lar, islâmiyeti savunduklarını sanıyorlardı.

Aslında erkek bencilliğinin de bu konuda etkili olan unsurlardan bir olduğu kuşkusuzdu.

Erkek bazı imtiyazlara, kadın karşısında bazı üstün­lüklere sahip olmak istiyordu. Bu imtiyazlar ister yüce Al­lah (c.c.) tarafından kendisine tanınmış gerçek imtiyazlar olsun, isterse cahiliye zihniyetinden kaynaklanan daya­naksız imtiyazlar olsun, farketmiyor, bunların ikisini biri-birine karıştırıyor ve her ikisinin de dinin özünden olduk­larına inanıyordu. Böyle olunca erkek, imtiyazlı pozisyo­nunu ve kadının sıraca kendisinden sonra geldiğini savu­nurken aslında dini savunduğunu kabul ediyordu.

Kadın hakları savunucuları, karşı tarafın tutumundaki bu zayıf noktayı istismar etmeyi ve onu sonuna kadar kul­lanmayı hiç kaçırmadı. Onlar meseleyi din çerçevesinin ta­mamen dışına çıkararak ondan sadece eski bir gelenek di­ye sözedilmesini savundular. Mesele bu biçimde ortaya konunca ortada sadece yıkılması ve yeni, modern, ilerici ve gelişmiş geleneklerle yer değiştirmesi gereken eski ve yıpranmış bir gelenek kalıyordu.

Doğallıkla dindarlar ile ahlâk bağlıları meselenin sade­ce gelenekler çerçevesine sıkıştırılarak din alanının dışına çıkarılmasına razı değillerdi. Oysa düşmanlan, bu savaşın her kızışma aşamasında kendilerine "Dini her işe karıştır­mayınız. Dinin bu işlerle hiç bir ilgisi yok" diyerek karşı çıkıyorlardı.

Fakat sonunda bozguna uğrayıp geri çekildiler. Arka­sından da sustular. Böylece mesele, sinsi plânlayıcılarm çizdikleri süreci izleyerek "olup-bitti" ye getirildi. Dindar­lar, onaylamış olsun-onaylamamış olsunlar görüşlerini açıklamış olsun ya da susmuş olsunlar, vanlan son netice buydu.

Acaba neden böyle oldu?

Sebep çoklarının sandığı gibi "önüne geçilmez tarihi ge­lişme" değildi. Batı uygarlığının baskısı da değildi. Bu so­nuca vardıran faktör, kadın haklan savunucularının ileri sürdükleri gibi, daha önce mağlup olan "haklı" bir dava­nın sonradan zafere ulaşmış olması da değildi. Meselenin dünya çapında oluşu yüzünden yeryüzünün her yanında aynı süreci izlemesinin gerekliliği de bu sonuca yolaçmamıştı. Hatta olayların akışım bu yönde biçimlendiren fak­tör, düşünce emperyalizmi de sayılmazdı.

Bu sonuca vardıran asıl sebep, her şeyden önce düşün­ce ve inanç boşluğundan kaynaklanan psikolojik bozgun­du. Bu bozgunun kökleri de inanç gerilemesine, Batı hay­ranlığına ve Avrupa'nın güçlü merkezleri tarafından pom­palanan her akımın mutlaka doğru olacağı saplantısına dayanıyordu.

Evet, düşünce emperyalizmine amacına ulaşma imkânı veren, onun plânlarını karşı çıkılmaz, yolları üzerinde du­rulmaz, kesin sosyal kanunlarmış gibi algılatan asıl faktör bu ruh bozgunu idi.

Eğer müslümanlar, islâmiyetin önerdiği doğru yolda ol­salardı, bunların hiç biri olmaz, olamazdı.

Çünkü kalblerde kökleşen canlı bir inancın yenilgiye uğratılması, uğranılan baskıların çapı ne kadar büyük olursa olsun sahibi tarafından terkedilmesi söz konusu de­ğildir.

İmandan kayaklanan üstünlük duygusu insanları, sa­vaşta yenilseler bile düşmanlarının potasında erimekten korur.

Allah'a beslenen gerçek   inançtan kaynaklanan ruh zenginliği ile ilâhî yaşama metodunu doğru uygulamaktan doğan reel zenginlik, müslümanlan, gerek birey gerek top­lum ve gerekse devlet olarak değer yargısı ve ilke borçlan­masından ihtiyaçsız yapar. Nerede kaldı bu alanlarda baş­kalarına sığınmak! Buna karşılık eğer müslüman kendi­sinde bulunmayan bir dünya değerine muhtaç olursa bu­nu, iman kaynaklı üstünlük duygusu ile bulduğu yerden alarak kendi ilâhi metoduna uyarlar. Böylece O değerin sahibi olur, yoksa onun kölesi olmaz.

Eğer müslümanlar islâmiyetin önerdiği doğru yolda ol­salardı, düşünce emperyalizmi ne vicdanlarına ne kafala­rına ne düşüncelerine ve ne de dünyalarına nüfuz ederek kendilerine dayanma tabanlarından kaydırıp Peygamberi­mizin (s.a.v.) on dört yüzyıl önceki deyimi ile "bir sel köpü­ğü gibi" akıntıda sürüklenmelerine yolaçardı.

Batı uygarlığının baskısı da müslümanlan mevzilerin­den söküp atamazdı. Çünkü bu uygarlık bilim, madde ve teknoloji alanındaki bütün gelişmişliğine rağmen değer yargıları bakımından çarpık ve kof bir uygarlıktı. Öte yan­dan müslümanlardan beklenen şey, muhtaç oldukları bi­limsel, maddi ve teknolojik gelişme araçlarını, müslüman-lıklanm yitirmeden, şahsiyetlerinden fedakarlık etmeden, ölçü ve değer yargısı kargaşasına düşmeden buldukları yerlerden almalarıydı. Tıpkı ilk dönemlerinde Bizanslılar ile Parslardan bu alanlardaki temel ihtiyaçlarını manevi kayıba uğramadan sağladıkları gibi.

"Dünya gelişmesi" de müslümanlan dize getirecek bir faktör değildi. Çünkü bu "dünya gelişmesi" Siyonistlerin, insanlığı sürükledikleri mecraya çekebilmeleri için ileri sürdükleri gibi "karşı konulmaz" bir akım değildi. Avru­pa, doğru inançtan yoksun olduğu, çarpık inanç sisteminin sosyal hayatı düzenlemeye elverişli olmaması ve dün­ya yahudilerinin komplolarına karşı koyacak derecede güçlü bulunmaması yüzünden yahudilerin "gelişme" akın­tısına kapılmıştı.[89]

Fakat bu sözde "gelişme" akıntısı karşısında direnmele­ri, bozguna uğramamaları beklenirdi. O sözde "gelişme" ki, insan onun akıntısı içinde tarihinin en büyük kıyımına uğradı. Hem değer yargılan hem ahlâk ilkeleri hatta "in­sanın insan oluşu" alanlarında geriye gitti. İlk zamanlar­da çakıp sönen şimşek gibi belirip kaybolmaları bir olan umut ışıklan ile çağımızda "insanın insanlığı" üzerine edi­len bol laflara rağmen gerçek budur.

Dediğimiz gibi müslümanların bu aldatıcı "gelişme" yaygarası karşısında direnmeleri; bozguna uğramamaları beklenirdi. Çünkü bir yandan sahip oldukları inanç siste­mi sağlam ve doğru idi, öte yandan da yahudilerin hileleri­ne karşı durma konusunda avantajlı bir ümmet konu­mumda idiler. Sebebine gelince yüce Allah (c.c.) şu buyru­ğunda belirttiği şartlan yerine getirdikleri takdirde müs-lümanları, yahudilerin hilelerinden koruyacağım vaad et­miştir:

"Eğer sabreder ve Allah'tan korkarsanız onlann (müna-fikların) hilesi size hiç bir zarar vermez" (Al-i İmran/120)

Hatta müslümanlardan Darvincilik saçmalığı karşısın­da, sözde tekamülcülük saçmalığı karşısında, maddecilik saçmalığı karşısında, insan davranışlarım sadece cinsiyet iç güdüsüne bağlayarak açıklama saçmalığı karşısında, sosyal hayatın gelişimini teknolojik araçların gelişimine bağlıyarak açıklama saçmalığı karşısında, kadını aile yu­vasından ve asıl görevinden kopararak bir lokma ekmek uğruna hayat mücadelesinin ortasına atarak harcama, bozma ve sonuç olarak tüm toplumu bozma cinayeti karşı­sında insanlığın pençesine yakalandığı düşünce sapıklığı­nı düzeltmeleri beklenirdi.

Tabii ki, eğer kendileri islâmiyetin doğru yolu üzerinde olsalardı bunlan yapabilirlerdi.

Oysa öyle değillerdi. Bu yüzden başlanna gelenler geldi de tüm insanlığın hayat tarzım düzelteceklerine, insanlığı doğru hayat metoduna yönelteceklerine kendileri ilâhi ya­şam metodundan uzaklaşarak Avrupa cahiliye zihniyeti­nin peşinden sürüklenmeye koyuldular. Avrupalılardan yalvar-yakar istedikleri tek şey, bu kafileyi en arkadan iz­lerken efendileri tarafından itilip kakılmamaktan ibaret oldu!

İşte gerek kadın meselesinde ve gerekse müslümanla­rın sözde "çağdaşlaşma devrimi" sırasında başlarına sarı­lan bütün diğer meselelerde olup-bitenlerin gerçek yoru­mu budur.

* * *

Evet, kadın üniversiteye girdi. O üniversiteye sadece "öğrenim" için değil, aynı zamanda "kurtulmak" için giri­yordu. Bu kurtuluş dinden, ahlâktan ve geleneklerden ola­caktı.

Daha önce Avrupalı kadına söylendiği gibi müslüman kadına da öğrenim görmenin, erkekler ile yanyana yaşa­manın, özgürlüğün ve hayatın her şeyini "deneme"nin ka­dının hakkı olduğu, fakat o güne kadar dinin, ahlâkın ve sosyal geleneklerin kendisini bu haklarını kullanmaktan alıkoyduğu söylendi. Öyleyse şimdi o, bütün bu engelleri yıkarak haklarını elde etmeliydi.

Doğaldır ki, bu alanda birden bire ani bir sıçrama ol­madı. Her şey yavaş yavaş gelişti. Zaten bu işleri plânlayanlarda ani bir sıçrama beklemiyorlardı. Böyle bir şeyi görmeye can atıyorlardı, ama bunun pratikte gerçek­leşmesinin mümkün olmadığını iyi biliyorlardı.

Sonunda dört genç kız, o gün önlerine dikilen bütün en­gelleri yıkarak "Mısır Üniversitesinin Edebiyat Fakülte­sine kayıtlarını yaptırıverdiler. Olay karşısında toplum kesin olarak ikiye bölünmüştü. Herkes bu girişimin ya ya­nında veya karşısında yeralmıştı. Aynı zamanda herkes bu yeni deneyi ve ne gibi sonuçlar doğuracağını derin bir merakla gözlüyordu.

 

BURADA EKSİK VAR.

Arapça:277-364 Arası

Sonraki konu İslami Uyanış

 

                                                          t

                  

   İSLAMİ UYANIŞ

İslami uyanış yüce Allah'ın taktir ettiği zamanda gerçekleşti. Bir çokları için bu olay, büyük bir sürprizdi.

Fakat gerçekten söylediği gibi Islami uyanış bir sürpriz midir?

İçerden bu olaya sürpriz olarak değerlendiren kişiler, dayanak noktlarını nihai olarak İslam yerine batı uygarlığı olarak seçen kimselerdir. Bunlar, bir daha geri dönmeyecek şekilde ortadan kaldırıldı gözüyle baktıkları İslam'a sırt çevirmişlerdir. Gelecek kuşakların öncüleri 'aydınlar'dır. Nihai olarak geçmişin izlerinden kurtulacak, sonsuza dek özgürlük yolunda yürüyecektir bu kuşaklar (!)

Dış dünyada Islami uyanışı sürpriz olarak görenlere gelince, bunlar yüzyılı aşkın bir süre boyunca, her türlü yola başvurarak ümmeti İslam'dan uzaklaştırmak için şeytani çabalarını sürdüren güçlerdir. İslam'dan peyderpey uzaklaşan kuşaklan fiilen gördüler de. Gelen her kuşak öncekinden daha çok kökünden uzaklaşıyordu. Bunlar -yeryüzü menşeli hesaplarına göre- ümmetin nihai olarak İslam'dan çıktığını ve bir daha geri dönmeyeceğini sandılar.

Ne varki, gerek içerdekiler ve gerekse dışarıdakiler, altında bir çok gerçek yatan önemli bir noktayı gözardı ettiler. Fakat bu gerçek onların planlarının dışındadır. Hesapları bu gerçeğe ulaşamaz da. Çünkü yüce Allah onların kalplerini kalın bir perdeyle örtmüştür. Bu yüzden derin ve detaylı plan hazırlayamazlar, en ince noktasına kadar kavrayamazlar. Kulaklarına da bir ağırlık musallat olmuştur.

Herşeyden önce, uçsuz bucaksız evrende, gelişmeleri yönlendirenin ne kendileri ne de kendileri gibi herhangi bir insandır. Bunlar, Allah'ın evrensel gelişmeleri yönlendirdiğine ilişkin gerçeğin farkına varamadılar. "Allah, emrini yerine getirmede etkin güce sahiptir, galiptir, fakat insanların çoğu bunu bilmez." (Yusuf/ 21)

"Rabbin dilediğini yaratır ve seçer, onların seçme hakkı yoktur." (Kasas/ 68) "Gökleri ve yeri yoktan varedendir, bir şeye karar verdi mi sadece "ol11 der, o da oluverir." (Bakara/ 117)

Bütün düşmanlarının aleyhteki komplolarına rağmen bu dinin kıyametin kopacağı ana kadar yeryüzünde kalıcı olmasına karar veren yüce Allah'tır. "Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır Müşrikler istemese de tüm dinlere üstünlük sağlasın diye peygamberini doğru yol khavuzu ve gerçek din ile birlikte gönderen O'dur." (Saf/ 8-9)

İkinci olarak da şu gerçeği gözardı ettiler: Onlar gelip insanların kafalarını karıştırıp dinlerinden döndürmeden önce bölge halkı, tam oniki yüzyıl boyunca bu dinle birlikte yaşadı. Duygulan, düşünceleri onunla özdeşleşti. Bu din onların hayatı ve düşüncesi, ilk ve son durakları, kalplerini hareket ettiren doğal nabızları haline gelmişti. Bu yüzden bir dönem onu terketmiş olsalar bile tekrar ona dönmelerinin şaşılacak bir yanı yoktur. Asıl şaşılacak şey insanların İslam'dan uzaklaşıp başka şeylere yönelmeleridir.

Bundan daha da şaşırtıcı olanı bu uzaklaşmışlık halini kalıcı hale getirip kalplerinin doğal nabzına dönmemeleridir.

Göremedikleri diğer bir gerçekte, bu dinin gerçek bir din olduğunu da göremediler. İftira ve yalanları da bu dinin hakkından gelemedi. Onların amacı bu dini bir daha geri dönmemek üzere ortadan kaldırmak bilimsel, uygarlıksal, teknolojik gelişmeyi yerleştirmekti. Bu yalanlar, kilisenin tahrif edip tanınmaz hale getirdiği cahiliye nitelikli Avrupa'nın dinini altetti. Fakat gerçek dini altedemedi. Çünkü bu dinin kaynağının yüce Allah koruma altına almıştır. Değişmesi, tahrif edilmesi mümkün değildir. Bu yüzden insanlar her zaman bu dinin el değmemiş, korunmuş, orjinal kaynağına başvurma şansına sahiptirler, Yaşam süreci içinde bir sapma baş göstermişse tekrar doğrulabilirler. Bu din, fıtrat dinidir, insanın ve evrenin öz yaratılışı ile uyum içinde olan bir dindir. Yüce Allah, dileği uyarınca normal fıtratla uyuşsun diye onu göndermiştir ve o yüce Allah tarafından ayrıntılı kılınmıştır, insanlık fıtratında baş gösteren sapmaları her zaman doğrultma yeteneği ile donatılmıştır.

İnsanlık -İslam dışı topluluklarda- herhangi bir sebepten dolayı belli bir süre inkara ve dinsizliğe yönelmiş olsa bile bu durum, tüm insanları zorunlu olarak etkisi altına alan beşeri, doğal bir şey değildir. Bir dönem böyle bir sapma başgöstermişse bunun kalıcı olacağı sonucu çıkmaz. Böyle bir durumun bizzat müslümanları da içine alacağı -bir süre dinin gerçekliğinden uzaklaşmış olsalar da- düşünülemez. Kilisenin egemenliğindeki bölgelerde dinsizlik akımının yaygınlaşması, bütün dinlerin aynı karaktere, bütün insanların aynı eğilime sahip oldukları anlamına gelmez. Böylesine geçici bir sapma dinin tarihsel bir rol oynadığı ve dinin döneminin bittiği sonucunu doğurmaz. Şu kadarı da varki, kilise Allah'ın dininin yerine insanlara bir başka din sunmuş ve bu din yaşamla uyuşmamıştır. Yaşamın gelişmesine, ilerlemesine, hareket etmesine izin vermemiştir. Bilimsel harekete müsade etmemiştir ki, kökleşmesine, ilerlemesine fırsat tanısın. Oysa bilim insan için zorunlu bir gereksinimdir. İnsanın öz yaratılışının vazgeçilmez bir ihtiyacıdır ki, yeryüzünü imar görevini yerine getirebilsin. Bu, yüce Allah'ın insanın yaratılışının asıl nedeni olarak öngördüğü halifelik görevinin bir parçasıdır.

Ama durum ne olursa olsun, islami uyanış yüce Allah'ın katında planlanan zamanda gerçekleşmiştir. Yeryüzünün şurasında ve burasında bazı insanlar bunu bir sürpriz olarak değerlendirse de.(1) İslami uyanıştan önce halk, genel olarak ikiye bölünmüştür. Bunlar birbirlerinden tamamen kopuk iki ayrı millet gibiydiler. İsimleri benzer olsa da aralarında hiçbir bağ yoktu.

Birinci grup tutucu dindarlardan oluşuyordu. Bu grubun başını, islami kültür almış el-Ezher mezunları çekiyordu. Yaşı ilerlemiş bazı kentliler de bunlar arasında yeralıyordu. Tufan karşısında islami geleneklerini korumaya çalışan bu insanlar, kendi nefislerini kurtarmak hesabına toplumdan soyutlanmışlardı. Bir de kırsal kesim de yaşayan halk bunların arasında yaralıyordu. Tufanın dalgaları bunları fazla uzaklara sürüklememişti. Çünkü bunlar yüz yıllardan beri aynı koşullarda yaşıyorlardı. Geleneklerine sıkısıkıya bağlıydılar, -özellikle Sait bölgesi halkı- Fakat bütün akımlara yönelik bilinci yetersizdi. Onun bildiği 'din' şeyhlerden, kerametlerden,evliyalardan, ziyaretlerden ve bir de geleneklerden öteye geçmiyordu.

İkinci grup da batı uygarlığına yönelmişti. Batıyı, alemin duçar olduğu bütün hastalıklardan, en başta da medeni geri kalmışlıktan kurtulmanın yolu olarak görüyorlardı. Onlara göre medeniyet alanındaki gerilik en büyük ayakbağıydı, hastalıkların kaynağıydı.

(1- Bu bölümde Mısır'daki Islami uyanıştan sözediyoruz. Geçen bölümde de belirttiğimiz gibi İslam'dan uzaklaşması ve yeniden Islama dönüşü süreci içinde Mısır'ın yaşadığı deneyimi aktarmaya karar verdik. Bu yüzden Mısır'daki islami uyanıştan çok daha önce ortaya çıkan Muhammed b. Abdulvehhab'ın hareketinden söz etmiyoruz. Hiç kuşkusuz bu hareketin Mısır'daki Islami uyanış üzerindeki etkisi büyüktür. Mevdudi'nin önderliğinde gelişme gösteren Hind yarımadası İslami Cemaat hareketi ve benzeri hareketlerden de söz etmiyoruz. Fakat okuyucu -hergangi bir İslam memleketinde olursa olsun- yazdıklarımız arasında kendi ülkesinde olup bitenlere benzer şeyler bulacaktır, ideolojik saldırı veya islami uyanış gibi. Bu yüzden acil tedaviye ihtiyaç vardı. Bunun tedavisi de onlara göre, hayrıyla, şerriyle -eğer içinde şer varsa- batı medeniyetini benimsemekti. Taha Hüseyin bunun kaçınılmaz olduğunu açıkça söylüyordu. Bu akım din karşısındaki tutumu bakımından iki gruba ayrılmıştı. Bir grup Avrupa'nın yaptığı gibi dini bütünüyle hayattan uzaklaştırmaktan yanaydı. Çünkü geri kalmışlığın ve diğer bütün hastalıkların sebebi 'din'di. Diğer grup ise dinin kendisi için öngörülen yeri kabullenip başka alanlara karışmadığı sürece varlığını sürdürmesinde bir sakınca görmüyordu. Bu grubun dine uygun gördüğü rol, kul ile Rabb arasındaki bir özel ilişki olmasıydı. Onun yeri vicdandı, hayatın pratiği ile bir ilgisi yoktu (!) Din Allah'a ve ahiret gününe inanmaya ilişkin ve kimi kulluk kastı taşıyan davranışları içeren bir inanç sistemi olmalıydı. Fakat bundan öteye geçmemeliydi. Siyasi, ekonomik ve sosyal meselelerle bir bağlantısı yoktu. Kadın sorunu gibi. Bütün bunlar batı uygarlığından kaynaklanıyordu, onunla ilgiliydi.

Birinci grup bin üçyüz yıllık mirası omuzlamış, onu yüceltmiş ve korumaya çalışıyordu. Fakat tam olarak bilemiyordu, bu mirasın ne kadarı gerçek dinin bir parçasıdır? Ne kadarı dışardan gelmiştir? Ne kadarı dosdoğru yolundan sapmıştı? Gün geçtikçe mirası daha bir değerli olarak algılıyordu, onu gün geçtikçe daha içten koruyordu, sıkı sıkıya sarılıyordu. Batıcı akımın ümmet hayatındaki etkisini hissettikçe doğal bir tepkisellikle moral değerlerine sarılıyordu. O fıtratın doğal sezgisiyle bu akımın dinine, ahlakına ve geleneklerine ters düştüğünü biliyordu. Bu yüzden bütün bunları reddediyordu. Bu akıma kuşkulu ve çekingen bir gözle bakıyordu. Elinden geldiği kadar batı medeniyetinin çirkefinin kendisine buluşmaması için çaba sarfediyordu.

Öteki grubun içinde yer alan her iki akım da dinden bütünüyle uzak duruyor. Veya onun vicdani ve ibadi sınırlan içinde kalmasının, hayatın geri kalan kısmından soyutlanmasını uygun görüyor. Bu grub, ideolojik işgalin 'aydınlara bulaştırdığı zehirlerden etkilenenlerdir. Her birinin kaptığı zehirin oranı farklıdır kuşkusuz.

İdeolojik işgalin yerli işbirlikçileri ve yabancı taktisyenler bu akımı destekliyorlar. Amaçları onları biraz daha islam'dan uzaklaştırmaktır. Bunun için her türlü yola başvururlar. Bu arada birinci grubun konumunu dinden nefret ettirmek, dine ilişkin olarak insanların kafalarını karıştırmak amacı ile kullanırlar.

Dini mi istiyorsunuz? Bakınız şu şeyhlerin yobazlıklarına, tutuculuklarına, ne kadar dar ufuklu, kıt anlayışlı, çevrelerindeki dünyada olup bitenlerden habersiz olduklarını görürsünüz. Onlar ortaçağın karanlığında yaşıyorken, bu geri kafaları ile gelişmiş çağa hükmetmek istiyorlar. Gelişme, ilerleme tekerleği bunlar için durur mu? Tam tersine onları bir daha bellerini doğrultmamak üzere ileriye doğru devam edecektir(î) Sözünü ettiğimiz bu grupta -temiz duygulu ve içten olmalarına rağmen-onları gerçekten haklı çıkaracak tutum ve davranışlar sergiliyorlardı. Öteki gruptaki artniyetli şeytanlar onların bu yanlış tutum ve davranışlarını insanların dinden uzaklaşmalarını sağlamak için birer malzeme olarak kullanıyorlardı.

Kadını horlamak, hayattaki rolünü görmezlikten gelmek, eğitim ve kültürden yoksun bırakmak İslam'ın emrettiği veya onayladığı bir davranış değildir. İlim öğrenmeyi bütün müslümanlara farz kılan islam'dır. Kadın, erkek bütün insanları evreni düşünmeye ve çevrelerinde gelişen olaylara bilinçli bir gözle bakmaya yönelten odur.

Bilim, maddi kalkanma, insanın omuzlarındaki zulmü hafifletecek özellikteki aletlerin kullanımı, hayatın organize ve düzeni, sorunlar ve çözümler üzerinde deneysel çalışma yapına gibi Batı uygarlığının olumlu, elverişli verilerini reddetmek, bunlara karşı çıkmak; islam'ın ruhuna uygun hareket eden, İslami kuşakların en hayırlıları ve bu dini en iyi anlayanları olan ilk kuşak müslümanlarm yöntemlerine uygun hareket etmek anlamına gelmez.

En iyimser bir değerlendirmeyle -bundan sonra asırlar hiç geçmemiş, insanların hayatlarında hiç bir şey değişmemiş gibi- Hicri beşinci yüzyılın sorunlarına takılıp kalmak, sürekli atılım halinde olan, kesintisiz olarak gelişme gösteren İslam ruhuyla uyuşmak anlamına gelmez. Bu ruh insan hayatındaki bütün meseleleri kapsar, insanın dejenere olmamış normal fıtratıyla ve fıtratın normal ihtiyaçlarıyla çatışmaz. Çünkü insan hayatında meydana gelen her gelişme, maddi varlığa yönelik bilgilerinin artışının bir sonucudur. Yeryüzünün imarı amacına doğru insanın bu bilgileri kullanma becerisinin artmasının sonucudur, islam böyle gelişmelere kayıtsız kalmaz. Çünkü bu da görevin kapsamındadır. Yüce Allah insanı bu görev için yaratmıştır. Bu görev, ilahi hayat sistemi çerçevesinde ve gereğince yeryüzünü imar etmektir, islam bunu emrediyor ve açıkça insanı bu sorumluluğu yerine getirmeye yöneltiyor.

Sizin için yeryüzünü boyun eğdiren O'dur. Şu halde yerin sırtlarında yürüyün ve O'nun rızkından yiyin. Sonunda dönüş O'nadır." (Mülk/ 15) " O göklerde ve yerde ne varsa hepsini size boyun eğdi rm işti r." (Casiye/ 13)

"Sizi topraktan yaratan ve yeryüzüne yerleştirerek burayı kalkındırmakla görevlendiren O'dur." (Hud/ 61)

Dış dünyadan kopuk münzevi bir hayat yaşamak, düşünce sistemini geçmiş kuşaklardan kalan kalıplara oturtmak -üstüne üstlük düşünce sorunlarını da söz konusu kuşaklardan miras almak- islam'ın emrettiği ve hoşnut olduğu bir durum değildir. Dış dünyada İslam'a göre kötü sayılan gelişmelerin olduğu ve kötülüklerin tufan dalgalan gibi İslam alemine akın ettikleri bir gerçektir. Fakat bu durumda takınılacak en doğru tavır sağlam bir gemi yapmak, ona binip tufanı aşarak güvenli bir sahile sığınmaktır, insanı sudan koruyamayacak olan bir dağın başına kaçmak, bu durumda takınılacak uygun bir tavır değildir.

Batıdaki hayatı topyekün girdabına alan ve önüne geleni yıkan, azgın dalgalarını islam alemine peşpeşe gönderen bu korkunç 'tufan'ı derin ve doğru bir Islami bakış açısıyla incelemek bir zorunluluktur. Bu gözlem sonucu hastalığı teşhis edip uygun tedavi yöntemini sunmak, şaşkınların elinden tutup onları normal ve elverişli bir mecraya sokmak kaçınılmazıdır. Ama geçmişe sarılmak, günün meselelerinden el çekip uzak durmak, 'tufan'ın azgın dalgalarına kapılıp boğulmaktan başka pratik bir yarar sağlamaz(l) Bu dindar insanların samimi oldukarına ilişkin somut gözlemlerimiz vardır. Fakat samimiyet, içtenlik tek başına yetmez. Basiret de gereklidir. "Deki; işte benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar basiret üzere Allah'a çağırıyoruz. Allah müşriklerin yakıştırmalarından münezzehtir ve ben müşriklerden değilim.1" (Yusuf/ 108)

Bunlar -yüzyılların sonunda müslümanların hayatında meydana gelen sapmalarla birlikte - Islami mirası omuzlam t şiardı, bu mirası' İslamı kabul ederek el üstünde tutuyorlardı. Onlar çok iyi biliyorlardı ki, önüne geleni silip süpüren, ortalığı kasıp kavuran bu batılılaşma akımının hedefi işte bu mirastı, onu dağıtıp ortadan kaldırmaktı. Bu yüzden azgın dalgalar karşısında onu korumak için olağan üstü gayret sarfediyorlardı. Fakat onlar -düzeyleri, içinde bulundukları durumları bakımından- bu mirası düzeltmekten, içine sızmış sapmaları, hastalık yapan unsurları ayıklamaktan acizdiler. Söz konusu miras da -içinde bulunduğu bu durumda-varlığını sürdüremezdi.[90]

Bu yüzden sözkonusu grup gelecek kuşaklar içinde varlığını sürdüremezdi.

Nitekim bazen yalnızlığa çekilmekle, bazen ölümle sürekli eridiler, gün geçtikçe varlık sahnesinden çekildiler. Artık azgın batılılaşma akımının önü boştu, her gün biraz daha genişliyordu. Batılı taktisyenlerin bu durumdan dörtköşe oldukları kuşku götürmez bir gerçekti.

Bu grup eriyip yok olunca, batıcı akımın önünde hiç bir engel kalmamıştı. Batılılaşma taraftarlarının yolundaki tüm barikatlar bertaraf edilmişti. Tek problem kırsal kesim -özellike Said bölgesi- dindarlarıydı. Bu problemin çözülmesi zor bir iş değildi.

Bunun çözümü -yahudi kökenli Amerikalı yazar Morre Berger'in The Arab VVorld Today1 (Bu günkü Arab Alemi) adlı eserinde de belirttiği gibi- şuydu: islam'ın oralardaki kalıntılarını da söküp atmak için 'kent' medeniyetinin ürünlerini kırsal kesime taşımalı. Yani açık-saçık sinema, açık-saçık radyo programları, açık-saçık gazeteler (Bunlar açık-saçık televizyon programlarından önceydi) kırsal kesimlere götürülmeli. (1)

1- Cemal Abdunnasır 'medeniyet ürünleri'nin kırsal kesime götürülmesine özel önem veriyordu. Bunun bir örneği kadınlı erkekli köylü kafilelerinin bir veya bir buçuk Cüneyh gibi sembolik bir ücret karşılığı deniz kenarlarına götürülüp her türlü masrafları karşılanarak iki hafta boyunca sahillerde gezdirilmeleriydi. Tabi köylüler bu iğrenç çıplaklıkları görüp fıtri utanma duygularını yitirsin ve böylece sorun ortadan kalksın. Kısa vadede dejenere olmaları mümkün olmayan dindar insanlar kentlere dolmasın, dolayısıyla kentsel ve kültürel kesimde islam'ın tutunacak bir dalı olmasın diye, son aşamada kırsal kesimin İslam'dan uzaklaştırılması asıl hedeftir. Çünkü kırsal kesim insanı, doğası gereği geri kalmıştır. Bu yüzden düşmanlık için bir kaynak değildir. Yani özgür, uygar ve gelişmiş kentlilerin herhangi bir konuda kırsal kesimi taklit etmeleri düşünülemez. İnançlarını, düşüncelerini, yaşam tarzlarını taklit etmeleri imkansızdır. Bu yüzden dinin -uzun vadede kırsal kesimden de sökülüp atılması amaçlanmışsa da- gelişmeleri etkileyecek şekilde kırsal kesimden kente geri dönmesi, sökülüp atıldığı bu ortamı yeniden kendine göre biçimlendirmesi mümkün değildir. Geri kalmışlık mikroplarını da beraberlerinde taşıyarak kentlere göç eden kırsal kesimin dindar insanları, çok geçmeden kentte eriyorlar, geri kalmışlık mikroplarından arınıyorlar veya zayıf bırakılmışlarla birlikte kenar bir semtte yalnızlığa itiliyorlar(J) Böylece din geri kalmış insanların bir değeri haline gelmiştir. Yani ya gerici, kokuşmuş, taşlaşmış, örümcek kafalı kentli şeyhlerin ya da hiç kimsenin benzemek istemediği cahil basit köylülerin bir niteliği olarak varlığını sürdürme durumunda kalmıştır. Hiç kuşukusuz bu durum planlamacıların ve propagandacıların bir başarısıdır. Bunlar daha önce aydınlara, dinin geri bıraktığı veya bizzat kendisinin geri olduğu düşüncesinin aşılamışlardı. Din bütünüyle 'geri kalmış1 bölgere hapsedilince ve insanlar da bunu hergün gözleriyle görünce yukarıdaki taktikler doğrulanmış oluyordu. Artık aydınların dinden uzaklaşmaları daha kolaydı. (Şayet dinleri, inançları hala kalmışsa!)

Bir kadını dinden uzaklaştırmak için "yoksa sen de şeyhler gibi veya köylüler gibi mi olmak istiyorsun?" demek yeterliydi. Bu istenmeyen nitelikten, gerikalmışlık suçlamasından kurtulmak için iffetinden, dininden uzaklaşmak zorunda kalırdı.[91]

Bu gün batılılaşma taraftarları insanları hergün biraz daha dinlerinden uzaklaştırıyorlar. Dinden uzaklaşmış grub her alanda belli bir üstünlük sağlamıştır. Toplumu onlar biçimlendiriyorlar. Bunun dışında bir hayat tarzının olmayacağı düşüncesini yayıyorlar. Diledikleri gibi hareket eden kitleleri peşlerinde sürükleyen gerek iktidardaki ve gerekse muhalefetteki ünlü politikacıların tümü laiktir. Bunlar parti tüzüklerine, dini meselelerle ilgilenmediklerini açıkça yazmaktadırlar.

Gazete ve dergilerin görüşlerini, kitaplarını, ideolojik ve edebi mücadelelerini yayınladıkları fikir ve edebiyat adamları da laiktirler. Bunlar dini, fikir ve ürünlerinden tamamen dışlamışlardır. Sadece fırsatını buldukça zaman zaman dinle alay etmek için onu ele aldıkları olur. Ulusal ekonomiyi ellerinde tutan önde gelen işadamları da öyle. Gazeteler her gün onlardan sözeder, onlara ilişkin haberler yayınlar. Kitleleri onlara özendirir. Bu adamlar da laiktirler. Faizi mubah görürler, onu gelişmiş çağdaş ekonominin temel uygulamalarından biri olarak görürler. Onlara göre düşmanın pençesinden kurtulabilmemiz için elde etmek zorunda olduğumuz ekonomik gücün en temel dayanağıdır faiz.

Toplumu eğlendirme rolünü üstlenen kadın-erkek tüm sanatçılar doğal olarak bundan önce tüm ahlaki değerlen yitiren kimselerdir. Bu ahlaki çöküntü onları sanat(!) dünyasına girmeye layık hale getirmiştir. Gazeteler bu düşük ahlaklı insanları 'yıldız1 ve 'kahraman' olarak sunmaktadır topluma. Kız-erkek tüm gençler onları taklit etmeye, onlara benzemeye çalışıyor. Toplum sürekli bunlarla ilgilenir, onların haberlerini okur, onlardan sözeder hale getiriliyor. Bu düşük düzeyli, ahlak yoksunu insanlar saygı ve taktir uyandıran yüksek sınıf haline geliyor.

Batılılaşma mücadelesini veren dindışı çevrelerin çeşitli ad ve arma altında kendilerine göre biçimlendirmedikleri ne kaldı toplum hayatında? İşte bu atmosferde ve toplum değişik katmanlarıyla bu haldeyken, İslam'ı uyanış gerçekleşti. Toplum hayatının içinde bulunduğu durum bakımından tam bir sürprizdi bu. Toplumsal yaşamın yolunda keskin bir dönemeçti. İlk sürpriz, İslam davasını omuzlayanların 'şeyhler1 arasında değil de, toplumun okumuş, entellektüel kesimi arasından çıkan kimseler olmasıydı.

Bu durum batıcılar açısından tam anlamıyla bir felaketti. Çünkü teorisyenler dini şeyhlerle sınırlandırıp entellektüel seçkinleri ondan soyutlamayı başardıkları gün, bunu büyük bir zafer olarak algılamışlardı. Çünkü bunu başarmakla dini geri kalmış, yaşamını sürdüme imkanı gittikçe zorlaşmış bir sınıfa özgü bir nitelik haline sokmuştu. Fakat bu gün dini omuzlayan, aydınlara, entellektüellere, efendilere ne yapacaklardı? Aydınlar, entellektüeller batılılaşma davasını omuzlamışlardı. Aynı zamanda teorisyenler, taktisyenler toplumu bütünüyle batının kulu haline getirmek ve İslam'dan uzaklaştırmak için kültür, bilim, uygarlık, ilericilik, bilinç ve kalkınmışlık sembolleri olarak bu efendileri, seçkinleri, entellektüelleri kullanıyorlardı.

Bu bakımdan kılık-kıyafetin değiştirilmesi de bir amaca yönelikti. Kıyafet bir bakıma insanın ait olduğu tarafı belirtiyordu. Yani batı kıyafetlerini giyen birisi aynı zamanda giyindiği yere yönelmiş olur. Sözkonusu bölgenin fikrini, geleneğini, yaşama tarzını ve hayat sistemini de almış olur. Siyasi, ekonomik ve sosyal düzenini kısaca her şeyini benimser.

Toplumun aralarında hiç bir bağ bulanmayan iki kesime bölünmesi de bir amaca yöneliktir.

Çünkü şeyhler doğuya yani İslam'a yöneliyorlar. Yeni kuşağın onlardan nefret etmelerini sağlayacak, bir daha kimseye öncülük yapamayacak duruma düşürecek şekilde geri kalmışlık, gericilik ve donuklaşmışlık niteliklerini onlara yakıştırıyorlar.[92] Efendiler, seçkinler, entellektüeller ve aydınlar ise, Batı'ya yani Avrupa'ya yöneliyorlar. Bunlara da, başkalarına öncülük etmelerini sağlayacak şekilde ilericilik, geniş ufukluluk, derin kavrayıcılık, uygarlıkla birlikte hareket etmek gibi nitelikler yakıştırıyorlar.

Bu yüzden kıyafetin değişmesi beraberinde bakış açısının, dünya görüşünün değişmesini getiriyordu.

Bu gün yaşanan sürpriz bakış açıları, dünya görüşleri değişsin diye kılık kıyafetleri değiştirilenlerin, bu kıyafetleriyle islam'a dönmeleri, insanları İslam'a çağırmalarıdır.

İkinci sürpriz de şuydu: Toplumun eğitim görmüş aydın kesiminden oluşan yeni islam davetçileri, Batı uygarlığı karşısında kayıtsız kalmıyorlardı. Onu bütünüyle reddetmiyorlardı. Tam tersine batı uygarlığından alınması gereken yönler bulunduğunu, bilimsel ve teknolojik ilerleme, pratik çalışma ruhu ve organizasyon dehası gibi yönlerinden yararlanılması gerektiğini açıkça duyuruyorlardı. Bunun yanısıra dinsizlik, küfür, bir yaratıcının varlığını veya onun evrensel olayları planlayıp yönettiğini inkar eden materyalizm, insanı hayvan düzeyine, hatta ondan da aşağı duruma düşüren ahlaki kokuşmuşluk, vicdani duyguları reddeden, onları pratik hayatın, iş hayatının dışına iten mekanikleşmiş yaşam biçimi, ailesel ve insani bağları kesen bireycilik, egoizm gibi bir müslümanın kesinlikle kaçınması gereken yüzlerininde bulunduğunu kesin bir dille ifade ediyorlardı. Bunların yanısıra batı uygarlığının siyasi, toplumsal ve ekonomik düzeninde hem iyi hem de kötü yönleri vardır. Bu sistemin kötü yönlerini bırakmak zorunludur. Bu sistemin iyi yönlerine (yani İslam'la uyuşan yönlerine) gelince, bunları da Allah katından gelen rabbani kaynaktan almak gerekir. İslam'ın aleyhine başlatılan meşum savaşın taktisyenleri bakımından bu sürpriz birincisinden daha az etkili olmadı...

Çünkü, her türlü propagandaya başvurarak yeni kuşağı nefret ettirdikleri şeyhlerin giysileri, islam'ın aleyhindeki haksız savaşta kullandıkları bir silahtı. Ama modern giyimli aydınlar yeni islam davetini omuzlayınca bu silahları işe yaramaz oldu.

Şeyhlerin batı uygarlığına karşı takındıkları toptan reddedici tavırda onların elinde bir silahtı ve bunu İslam'a karşı başlattıkları savaşta kullanıyorlardı. Bunlar batı uygarlığını mutlak iyiliğin sembolü olarak nitelendiriyorlardı. Onun her türlü hastanın ve hastalığın şifası olduğunu söylüyorlardı. Sonra şeyhlerin bu uygarlığın toptan reddettiklerini söylüyorlardı. Böylece şeyhler otomatikman kötü bir konuma düşmüş oluyorlardı. Batı uygarlığı ise insanların hedefi haline geliyordu. Fakat entellektüel müslüman davetçiler onların bu silahını da etkisiz hale getirdiler. Çünkü yeni davet hareketi sözkonusu uygarlığı bir çırpıda reddetmiyordu. Tam tersine bu uygarlığın iyi yönlerinin alınması ve aklı başında olan herkesin üzerinde birleştiği kötü yönlerininde bırakılması çağrısında bulunuyorlardı. Batı uygarlığının yeni İslam davetçileri tarafından bu tarz ayrıştırılıp eleştirilmesi hem teorisyenlerin hem de onların izleyicilerinin öfkesine neden olmuştur. Bunlar -geçen bölümde de söylediğimiz gibi- aydınlara; "Batı uygarlığı tek bir bütündür, bölünmesi, parçalanması mümkün değildir." diyorlardı. Doğal olarak bu iddia asılsızdır. Çünkü tarihte farklı medeniyetlerden seçme usulü bir sentez meydana getirme olayı birkaç kez yaşanmıştır. Bir keresinde ilk müslümanlar, İran ve Bizans -cahiliye- uygarlıklarının olumlu yönlerini aldılar, kendi inançlarına uymayan diğer yönlerini ise yanlarına yaklaştırmadılar. Yine Avrupalılar da İslam medeniyetinin ilmi araştırmalarda kullandığı deneysel yöntemi aldılar. Yine astronomi, kimya, tıp, fizik ve matematik alanlarındaki gelişmeleri aldılar, müslümanların denizler hususundaki deneyimlerinden, çizdikleri haritalardan ve coğrafi bilgilerinden yararlanıp bunları daha önce bilmedikleri bölgelerin keşfinde kullandılar. Bu sayede Reca Salih burnunu aşıp yeryüzünün öteki bölgelerine yayıldılar. Endülüs'te, Kuzey Afrika'da ve doğuda müslüman ülkelerin sahip bulundukarı bir çok mimarı tarzı ve medeniyet araçlarını aldılar. Ancak bütün bunların dayanağı olan asıl kaynağı, yani İslam'ı benimsemediler. Bi medeniyetin bazı yönlerini alıp gerisini bırakma şeklindeki seçmeci tutum çağımızda da Japonlar tarafından gerçekleştirildi. -Buna daha önce işaret ettik- Yüce

Allah dilediği sürece böyle bir olayı hem günümüzde ve hem de gelecekte gerçekleştirebilir.

Evet... Onların iddiaları saçmaydı, asılsızdı. Ama teorisyenler bir amaca yönelik olarak bu fikri yayıyorlardı. Onların korkuları, müslümanlarm seçmeci bir tavırla batı uygarlığına yaklaşıp bu uygarlığın pozitif yönleri ve güç kaynaklarını alıp dinsizlik, ahlaki dejenerasyon gibi olumsuz ve zayıf yönlerini almamalarıydı. Böylece kısmen Japonlar aracılığı ile tattıkları felaketin daha şiddetlisini müslümanlar aracılığı ile tatmak istemiyorlardı.[93] İşte bunun için: "Batı uygarlığını iyisiyle kötüsüyle, acısıyla, tatlısıyla bir bütün olarak almak gerekir" diyorlardı. Bu günkü İslami uyanışın toplumun aydın kesimi aracılığı ile gerçekleşmesi hem teorisyenleri ve hem de onların izleyicilerini güç durumda bırakmıştır. Çünkü bu hareketin batı uygarlığının olumlu yönlerinin alınması gerektiğini söylemesi, batıcıların şeyhlere yönelttikleri gericilik ve donukluk gibi suçlamaları geçersiz kılıyor. Yine bunların Batı uygarlığı karşısında seçmeci bir tavır takınıp batının içine battığı ahlaki çöküntü, psikolojik ve insani yıkım gibi olumsuzluklardan uzak durması, teorisyenlerin önemli bir hedefinin gerçekleşmesini önlüyor. Hedef şuydu: Uygarlık, ilericilik ve kalkınma isimleri altında fesat ve dinsizliği yayma, böylece bu ümmetin varoluş dayanaklarından arta kalanları da yıkıp onları köksüz, hedefsiz, boşlukta debelenen çerçöp yığınları gibi sellere kapılıp gitmesini sağlamaktı.

Batı ve batıcılar açısından üzücü sürpriz de şuydu: Yeni davetçiler gelip insanlara şöyle diyorlardı: Müslümanların geri kalmışlıkları, hayatlarındaki donukluk, zayıflık ve her alandaki düşkünlük durumunun sebebi İslam değildir. Bunun asıl sebebi islam'dan uzaklaşmadır, gerçek İslami anlayıştan sapmadır. Gerçek İslam düşüncesi, bozulmamış ilk kaynaklara dönülmesini gerektiriyor. Bu kaynaklar; Allah'ın kitabı, O'nun Peygamberinin -Salât ve selâm üzerine olsun- sünneti ve gerçek İslam'ı ilk defa pratik dünyada uygulayan ilk müslümanlarm hayatıdır. Bunlar tarihin tanık olduğu olağanüstü bir kuşaktırlar. "İnsanlara örnek olsunlar diye ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmettirler.

Batılı teorisyenler ve onların uyduları, İslam'ın donuklaşma, gericilik, geri kalmışlık, uyanış ve kalkınma gücünden yoksun, daha doğrusu uyanış ve kalkınmaya engel olduğu, müslümanlarm bu gün içinde bulundukları durumun müslüman oluşlarının doğal sonucu olduğu düşüncesini aydınların kafalarına yerleştirmişlerdi. Dini hayatlarından uzaklaştırmadıkları sürece geri kalmışlıktan, zayıflıktan, fakirlikten, cehalet ve hastalıktan kurtulamayacaklarını, nitekim Avrupa'nın da böyle yaparak kalkındığını, kendisini kalkınmaktan alıkoyan zincirlen, yani din, ahlak ve gelenek zincirlerini koparmadıkça kalkmamadığını söylemişlerdi... Ama bu gün davetçiler sorunları tamamen değişik bir mecraya koymayı bsaşarmışlardır. Bir kere gerçek islam ile müslümanların islam adı altında yaşadıkları çarpık dini anlayışı birbirinden ayırıyorlar. Aynı şekilde Avrupalıların uzaklaştıkları din ile yüce Allah'ın indirdiği ve asıl kaynaklarını koruyacağı garntisini verdiği, dolayısıyla indiği günki şeklinin koruyan ve her an kendisine dönülebilen dini birbirinden ayırıyorlardı. Yine ortaçağın karanlığında Avrupa'da kurulan ve 'dinadamllarmın1 arzularına, cehaletlerine ve bozguncu hareketlerine göre istedikleri gibi yönettikleri teokratik sistem ile müslümanlar tarafından seçilen ama Allah'ın indirdikleriyle hükmetmek zorunda olan insanların yönettiği Islami yönetim biçimini kesin çizgilerle yayıyorlardı. İslam'da diledikleri gibi yasa koyan, arzularına göre yöneten 'dinadamları* sınıfı yoktur. Alim ve fakihler vardır. Ve bunların kendilerine özgü giysileri yoktur. Bunlar bir sınıf olmadıkları gibi siyasal, toplumsal ve ekonomik bir otoriteleri veya bu bakımdan bir rorunmaları da sözkonusu değildir. Belli bir bilgi düzeyine ulaşmış herhangi bir insan bunlarla tartışabilir, elinde güçlü bir delil varsa içtihatlarının yanlışlığını ortaya koyabilir, islam kendisine bağlanan herkese açık bir dindir. Kavrama yetenekleri oranınıca bu dinin gerçeklerini anlayabilir, bilgide derinleşebilirler. Bu din, belli bir sınıfın tekelinde değildir. Yani dinin nassalarını kendi tekeline alan, kendisinden başka kimseye bu nassları yorumlama hakkı tanımayan, dilediği zaman kuralları değiştirme yetkisine sahip bir kutsallar sınıfı sözkonusu değildir. Şurası bir gerçektir ki, islam davasının yeni taşıyıcıları entellektüel insanların söyledikleri hepten yeni şeyler değildir. Bunlara bezer şeyleri daha önce bazı bakımlardan 'şeyhler'de söylüyarlardı. Çünkü islam'ın gerçekleri bir ve değişmezdirler. Ondan sözedenlerin bir noktada ve bazı açılardan buluşmaları kaçınılmazıdır. Fakat bazı nedenlerden dolayı, bu sözleri 'şeyhler' söylediği için kimse önemsemiyordu -ne dış teorisyenler ne de yerli işbirlikçiler.

Birincisi, bunlar 'şeyhler' in sözleriydi... Onlar toplum içinde kaybolmuşlardı. Her ne kadar gerçeğin ifadesi olsa da sözleri de onlarla birlikte kayboluyordu.

ikincisi, bunlar konuşmadan öteye geçmiyordu. Arkasından onu destekleyen, hayata geçiren bir hareket gelmiyordu. Bu yüzden daha söylenir söylenmez kaybolup gidiyordu, yani bir mesaja, bir davaya clörüşmüyordu... inanmak, bağlanmak, onu gerçekleştirilmesi gereken bir amaç yapmak için, onun uğrunda her türlü zorluğa katlanmak için kimse etrafında birleşmiyordu. Ayrıca bunlar boş kalıplara göre biçimlendirilmiş sözlerdi, inanç sistemi yüzyıllar boyunca bu kalıplar içinde vicdana hitap etmez, onu hareket geçirmez, zihinsel, soyut bir manzumeye dönüşmüştü. Bugün için karşıt tarafın akılcılığı ile boy ölçüşemiyordu. Bu yüzden daha ilk etapta aydınlar tarafından reddediliyordu; onlar açısından bu sözler üzerinde yaşanılacak fikirsel bir atmosfer, düşünsel bir besin kaynağı sayılmazdı. Azgın batılılaşma dalgası karşısında ölümcül bir darbe yiyen ruhlarını diriltecek manevi bir gıda değildi.

Fakat entellektüel davetçiler aracılığı ile muhataplar ilk kez islam'la karşılaştıkları hissine kapılıyorlar. Oysa islam islam'dır. Gerçekleri kalıcı ve zamana göre değişmezdir. Fakat Islamı algılama yöntemi, insanların onu tanıma metodu asırdan aşıra ve insanların her asırdaki durumlarına, kültürel düzeylerine, ilgi alanlarına, problemlerine, sapmalarına ve hastalıklarına göre değişir. Kuşkusuz soyut zihinsel kalıplar bir durumdu; belli bir çağda insanlar bu durumu yaşadılar. O gün için islam'ın onlara bu şekilde sunulması gerikiyordu. Fakat bu, ideal bir model değildi. Bütün çağlar için geçerli ola bir metot değildi. Bu tutum tüm insanlara ve tüm çağlara gönderilen Kur'an yöntemiyle uyuşmaz. Her kuşak durumlarına ilgi alanlarına ve sorunlarına Kur'an'dan uygun olan karşılığı edinir. Kur'an her seferinde ihtiyaçlarına cevap verir, kalplerinin ve akıllarının kapasitesi oranında gerçeklerini onlara sunar. Fakat Kur'an gerçekleri donuklaşmaz ve belli bir dönemde olduğu gibi kalıplara dönüşmez, insanlara akli donukluk ve hareketsizlik musallat olmadıkçı. İşte 'şeyhler' belli bir döneme damgasını vuran bu kalıpları alıyor ve bunları İslami hayatın ideal modeli olarak sunuyorlar.

Çağdaş davetçiler ise hareketi yeniden Kur'an'm hareket metoduna uydurdular. Birbirini izleyen kuşakların kattıkları donukluluğu, kalıplaşmışlığı ayıkladılar. Bundan dolayı muhataplar ilk kez İslam'la karşılaşıyorlarmış gibi bir duyguya kapıldılar. Bu yüzden -yüce Allah'ın dilediği kimseler- açık bir kalp ile, açık bir akıl ile, daha fazlasını isteyen, araştıran bir bilinç ile İslam'a yöneldiler.

Bundan daha da önemlisi -ki düşmanlara göre en büyük tehlike de budur-yeni davetin bir 'hareket' olmasıdır. O, kağıtlara yazılı bir 'söz' değildir. Tam tersine gönüllere kazılı bir 'iman'dır. Bu iman gönüllere doluyor ve bonları pratik hayatta hissedilir bir harekete yöneltiyor. Çevresindeki her şeye karşı belli bir tavır takınmasına yol açıyor. Hareket tarzına kendi kuralları uyarınca yön veriyor ve biçimlendiriyor.

Dördüncü sürpriz de davetin aydın kesim arasında; doktorlar, mühendisler, öğretmenler ve avukatlar gibi çağdaş kültürü almış, üniversitelerin çeşitli uzmanlık dallarında yetişmiş kimseler arasında köklü biçimde yayılması oldu.

Bu tür insanların ebediyen İslam'a dönmeyecekleri, bu tür bir mesaja ilgi duymayacakları sanılıyordu.

Oysa 'din' sözü geçen herşeye kulaklarını, kalplerini ve zihinlerini kapatmak üzere eğitilmişlerdi. Hareket noktalarının ve ilgi alanlarının din olması çok uzak bir ihtimaldi.

Din artık geçmişte kaldı, kendileri ise geleceği karşılamak üzeredirler(!) din 'garipler'e dayanır, kendileri ise 'realiteler arasında yaşıyorlar(!). Din hurafelerle doludur, kendileri ise bilim çağında yaşıyorlar(!) gibi fikirlerle eğitilmişlerdi.

Peki bunlara ne oldu da uzak tutuldukları bu düşünceye döndüler? Uzaklaştırılmak üzere her türlü çabanın sarfedildiği bu dine geri döndüler? Bu çabada yüzlerce kitap, binlerce makale, üniversitelerde, okullarda verilen binlerce laik ders, binlerce müstehcen resim, film ve şarkı, sokaklarda dolaşan iffetten yoksun binlerce geç kız, dans ve güzellik salonları, binlerce randevu evi ve genelev kullanıldı. Bütün bunlara rağmen ne oldu da bu insanlar islam'a yöneldiler?

Bunlar şok etkisi yaratan, beklenmeyen sürprizlerdi. Hiç kuşkusuz islam düşmanları açısından sevindirici değildi bu sürprizler. Doğal olarak 'özgürlük', 'uygarlık' ve 'ilericilik1 çığırtkanları davetin bu sürpriz çıkışı karşısında sessiz kalmadılar. Her türlü yola başvurarak saldırıya geçtiler. En başta kulandıkları yöntem de daveti 'gericilikle damgalamak oldu. Aydınları, islam'dan nefret ettirmenin en etkili yolu buydu.

Gerçekte bunlar kendilerini savunmak için İslam'a saldırıyorlardı.

 "Onlar kendileri inkar ettikleri gibi, keşke siz de inkar etseniz de eşit olsanız" (Nisa/ 89)

Ne varki onlar -gönüllü kölelik, kulluk, gereği- her zaman bağlılıklarını sundukları, aralıma kabul etmeleri için onursuzca yakardıkları efendilerini de savunmak amacı ile İslami harekete saldırıyorlardı. Batılılaşma operasyonu sırasında halka zorla benimsettirilen ve batıya azat kabul etmez köleliği öngören işbirlikçi düşünceyi de savunuyorlardı. Onlar kişisel varlıklarını hissetmiyorlardı, varlıkları içlerine sokulan batılıcılık fikriyle içice olmuştu. Öylesine içine düşmüşlerdi ki, bu düşünceyi kendilerine özgü orjinal bir fikir sanıyorlardı. Nasıl tersyoz edildikerinin farkında değildiler. Varlıkları içerden değiştirilmişti. Kendilerine ve çevrelerindeki herşeye dönelik bakışları değiştirilmişti. Bunun farıknda değildiler. Artık efendilerinin gözüyle bakıyorlardı dünyaya bu aydın (!) köleler, doğulu kimliklerini küçümsüyorlardı. Çünkü efendileri bu halleriyle onları küçümsüyordu. Bu yüzden var güçleriyle bu keqimlikten kurtulmak, bu utancı silmek için çırpınıyorlardı. Belki o zaman efendileri kendilerinden memnun kaçaktı, dolayısıyla kendileri de kendilerinden memnun kaçaklardı.[94]

Bu yüzden kölelerin islam davatine saldırmaları için efendilerin işaret vermelerine de gerek yoktur çoğu zaman. Çünkü onlar -tersyüz olmuş doğları gereği- islam'a yönelik derim bir düşmanlık beslerler, ondan nefret ederler. Buna rağmen efendiler diretifler vermekten de geri kalmazlar. "Atılan tüm adımlardan daha cüretlisini atmak gerekir. Dine, ahlaka ve geleneğe saldıran daha çok kitap, makale, ders ve arştırma olmalı. Açık-saçık resimler, açık-saçık filmler, açık-saçık öyküler, açık-saçık fikirler gün geçtikçe daha yaygın hale getirlmeli. Çıplak kızlar caddelerde, sokaklarda daha fazla görünmeli. Çünkü bu korkunç tehlikeyi ancak ahlaki çöküntü, gençleri ciddi işlerle ilgilenmekten alıkoyma, onları aşağılık duyguları tatminle uğraştırma, dünyanın basit sorunlarıyla ilgilendirme durdurabilir. Böyle olursa gençler Rabb'lerini unuturlar, ahireti akıllarına bile getirmezler, kallerine giden din menfezleri tıkanır, o zaman bu tehlikeye engel olurlar. Daha doğrusu kendilerini içinde yüzdükleri bataklıktan, iğrençlikten, çirkeften ve çöküntüden yoksun(!) bırakmak isteyen bu davete düşman olurlar."

Fakat onların dizlerinin bağını çözen ası sürpriz bütün bunlardan daha etkileyiciydi.

Bu sürpriz, Müslüman Fedailerin 1948 yılında Filistin savaşına katılmalarıydı:

Burada günümzeden elli yıl öncesine dönüp anılarımızı tazelememiz gerik. 1987 yılında İsviçre'nin Pal kentinde Siyonist lider Hertzl'in verdiği konferansa bir göz atmamız gerikir. Bu konferasta elli yol içinde Filistin'de bir yahudi devletinin kurulmasının zorunluluğu vurgulanıyor. Ve burada elli yol içinde devletin kuruluşuna sağlayacak stratejiler belirleniyor. Nitekim bu konferanstan elli yıl sonra devlet fiilen kurulmuş oldu. Bu planı hazırlayanlar[95] planın hazırlanışından devletin kuruluşuna kadar geçen süre içinde ne yaptılar?

Bilindiği gibi Filistin'in bir paçasını yahudilere satması için Sultan Abdulham'i kandırmaya çalışmakla işe başladılar. Bu istekleri karşısında va'dettikleri ise dünya hayatı isteyen, egenelik ve iktidar peşinde koşan bir yöneticinin vazgeçemeyeceği türden şeylerdi. (Ki onlar Abdulhamid'i de böyle nitelendiriyordarı.)

O sırada Osmanlı Devleti kendisine rahat yüzü göstermeyen sorunlarıla çalkalanıyordu. Ekonomik durum içler acısıydı. Ülkenin merkezinde ve ücra köslerinde gün geçmiyordu ki bir çalkantı, bir karmaşa haberi gelmesin. Siyasal bir kriz yaşanıyordu. Bunların baş sorumlusu da üyelerinin büyük çoğunluğu yahudi dönmelerden oluşan İttihad ve Terakki cemiyetiydi.[96] Ayrıcı Rusya ve ingiltere'nin kışkırttığı gayri müslim azınlıklarda büyük rol oynadı. Ruslar kendileri gibi ortadosluk mezhebine bağlı ermenileri kışkırtıyorlardı.[97] İngiltere de diğer azınlıkları ayaklandırıyordu. Yine ilgiltere -Fransa ile birlikte- Lübnan ve Suriye hristiyanlarmın başını çektiği 'arap milliyetçiliği1 akımlarını destekliyordu. Bu yolla rapları isyana ve Osmanlı yönetimine başkaldırmaya sürüklüyordu. Amaç, islam devletini parçalamak, kendi tanımlamlarma göre 'hasta adam'ın işini bitirmek, böylece mirasına konup aralarında paylaşmaktı, işte bu karamsar ortamda Hertzel son derece cömert ve baştan çıkarıcı bir öneriyle çıkar Abdulhamid'in huzuruna...

Uzun vadeli borç vermeyi önerir. Krizde olan Osmanlı ekonomisini canlandırmaya ilişkin projeler sunar. Ülkenin her yanındaki azınlıkları kışkırtmaktan vazgeçmeleri için Rusya ve İngiltere nezdinde girişimlerde bulunma sözü verir. Değindiği bu son husus düşmanların devleti yıkmak için kullandıkları ve nefes almasına fırsat vermedikleri en büyük kozdu. Abdul­hamid'in cevabı kesin, net ve yiğitçeydi. Zaten müslüman bir lidere de bu yakışırdı.

Eğer abdulhamid siyonist-haçlı ortak yapımı İslam ve müslümanları ortadan kaldırma amacına yönelik meşum plana karşı takındığı bilinçli ve tavizsiz tavrından dolayı düşmanlarının intikam amacı ile kişiliğini karalamak için tanımladıkları gibi dünya zevklerinin peşide koşan istipdatçı bir sultan olsaydı, hiç kuşkusuz siyonist-haçlı ortak yapımı planı kabul edip uygulayacaktı. O zaman tıpkı kendisinden sonra mirasını paylaşan, evrensel İslam devletini haçlı-siyonist egemenliğine peşkeş çeken ve böylece 'tarihsel kahramanlar1 olarak lanse edilen hainler gibi o da tarihsel bir kahraman olarak anılacaktı. Ne varki bu hainlerin kahramanlıkları, müslümanları toplu kıyımdan geçirip ülkelerini ve çıkarlarını haçlı-siyonist ittifakını peşkeş çekmeye yönelik hizmetlerinin bir ödülürdür. Ama o müslüman insan şu ünlü sözünü söylüyor: "Filistin benim toprağım değildir. Orası müslümanlarm toprağıdır. Müslümanlar orayı kanlarıyla sulamışlardır ve her karış toprağında bir şehid yatar... Filistinin bir karış toprağından vazgeçemem." Sonra herkesin bildiği şeyler oldu... Bir yöneticiyi gözden düşürmek için atılan tüm iftiralardan sonra Abdulhamid azledildi, ittihat ve Terakki aracılığı ile 'turancılık' fikri bayraklaştırıldı. Devletin türkleştirilmesi politikası güdüldü. Böylece araplarm tepki gösterip araplık bayrağını kaldırmaları ve Lavvrens'in öderliğinde 'büyük arap devrimi'(!) gerçekleştirmelerine zemin hazırlandı. Amaç müslümanlarm birliğini bozmak, aralarına kin ve düşmanlık tohumlarını serpmek ve daha sonra meydana gelecek gelişmelere uygun bir ortam hazırlamaktı.

Sonra 1. Dünya savaşı (1914-1918) çıktı veya çıkarıldı. Kuşkusuz Osmanlı devletine son darbeyi indirmek ve arap dünyasını ondan koparmak amaç. Koparılmak istenen topraklar içinde yahudiler bir devlete kurmak istedikleri ama Osmanlı'nın himayesinde olduğu müddetçe bu isteklerini gerçekleştiremeyeceklerini anladıkları Filistin'de bulunuyordu.[98]

Ardından hilafeti kaldırması, müslümanları toplu kıyımdan geçirmesi, hilafetin islam aleminin siyasi ve askeri gücünün merkezi olan Türkiye'nin sırtını islam'a döndürmesi, dolayısıyla Türkiye'yi Avrupa'nın aşağılık, onursuz bir uydusu yapmaıs için Mustafa Kemal getirildi. Aynı zamanda bölgenin geri kalanına örnek olması için de bu adam sahte kahramanlıklarla bezeyip efsaneleştirildi.[99]

İşi bitirildikten sonra, 'hasta adam'ın mirası yahudilerin iki sadık dostu Britanya ve Fransa arasında bölüştürüldü. Britanya o sırada haçlı dünyasının lideriydi ve güneş batmayan imporatorluğun sahibiydi. Siyonizmin baş destekçisi de oydu. Ünlü Belfour va'dinin sahibi yahudi kökenli Belfour, imparatorluğun dışişleri bakanıydı. Onun Filistin sorunuyla ilgili olarak atadığı elçi Samuel Hur'da yahudiydi. Bu ortamda devleti kurma hazırlıklarına başlandı. Devletin sahip olduğu topraklar yahudilere teslim edildi. Geri kalan topraklar da yüksek fiyatlarla satın alında. Sonra topraklarını satan yahudi kızları aracılığıyla kandırıldılar ve bütün paralar tekrar yahudilere geri döndü. Bu kızlar Telaviv'de bu benzeri amaçlar için çalıştırılıyorlardı.

Filistin çevresinde ise kendi başına ayakta duramayacak güçsüz devletler oluşturuldu. Bunlar ya Britanya'nın ya da Fransa'nın boyunduruğu altındaydılar. Bunların siyasi bir etkinlikleri yoktu. Bunların orduları -ki bunlar mecazi olarak ordu diye isimlendirilirler- göstermelik askeri birliklerdir ve sadece törenler de kullanılabilirdi. Bir diğer hedef de arapları askerlikten ve silah taşımaktan nefret ettirmekti. Zornulu askerlik döneminde arap gençleri aşağılayıcı, onur kırıcı işlerde kullanılırlardı ki, askeri eğitim açısından bunlar gereksiz derler, İngilizler, Faransızlar kendi memleketlerinde askerlerini bu tür işlerde kullanmazlardı. Söz konusu develetçiklerin askerlerinin erzak ve silahı di ingilizler ve fransızlar tarafından temin edilirdi. Şayet İngiltere ve Fransa silah ve erzak vermekten vazgeçselerdi, bu ordular havaya doğru da olsa, bir el bile ateş edemezlerdi.[100]

Bu devletçikler bütün bunların yanısın... Yani siyasi, askeri ve doğal olarak ekonomik güçsüzlüklerinin yanısıra birbirlerine düşman ve hasımdılar. Hiç bir bağ etrafında bir araya gelmezlerdi. Ne İslam, ne araplık ve ne de iyi komşuluk. Bu saydıklarımız sadece düşmanlık ve husumete neden olmaktaydı.

Milliyetçilik ve vatanseverlik öncüleri çok önceden va'dedil­miş(!) bu günlere hazırlık niteliğindeki tohumlarını bu topraklara serpmişlerdi. Bu akımların her birinin 'önder'(!) ve 'kahra­man(!) olarak lanse ettiği kimseler vardı. Önceki bölümde, Mısır'da Sa'd Zaglul kıssasının anlatmıştık. Her ülkenin benzeri bir kıssası vardı. Söz konusu bölümde de işaret ettiğimiz gibi bunun nedeni, düşünsel işgalin yolaçtığı inanç geriliğiydi. Nitekim bu işgal başarıya ulaştı, zehirli düşüncelerini ümmetin gerçek islam'dan uzak oluşu, sabır ve takva gibi yüce Allah'ın ümmeti zehirli akımlardan koruyan unsurlar olarark nitelediği duygulardan yoksun oluşuydu. "Eğer sabreder ve Allah'tan korkup günahlardan sıkanırsanız onların hilesi size hiç bir zarar vermez." (Al-i İmran/ 120)

Bu tür fikirler, ümmetin birliğini bozsun, parçalasın diye sokulmuştur islam ümmetinin arasına, çünkü başka milletlere ve milliyetlere düşmanca yaklaşmak milliyetçiliğin gereğidir. Ortak hedefleri olmakla beraber aralırmdaki kin ve düşmanlık gün geçtikçe güçlenir. Çünkü her biri tek başına hedefe ulaşmak ve diğerlerini bundan yoksun bırakmak ister. Milliyetçilik Avrupa'da yerel sebeblerden dolayı başarılı oldu.[101]

Avrupa bunun her zaman başarıyla sonuçlanan bir oyun olduğunu sandı. Çünkü Avrupa -kenid tarihsel süreci içinde- sanayileşme ile birlikte çağdıaşlaştı, İslam dünasmı işgal ederek, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini en son noktasına kadar talan ederek, maddi refahını gerçekleştirdi. Avrupa çelişen ve çatışan milliyetçi duygular yüzünden hem kendisinin ve hem de dünyanın başını bir kaç kez belaya sokup büyük felaktlere yol açmıştır. Müslümanlar gelince.

İslam milleti ve İslam yurdu için millyetçilik sadece büyük yıkımlara yol açan bir fitne oldu. Bunun dışında bir şey de elde edemediler. Öncekinden daha güçlü olamadılar. Sadece düşman tarafından daha kolay yutulabilecek küçük lokmalara dönüştüler. 'Hasta adam'ın başına gelen bunca felakete rağmen,düşman bu haliyle onu yutamıyordu.[102]

Otuzlu yılların sonlarında, küçük bir çocukken Irak'ın dışişleri bakanının sarfettiği sözleri hala dehşetle ve hayretle hatırlıyorum. Irakın bir hava filosu oluşturduğu zaman şöyle demişti bakan: "elimizde, bir yerde durmadan Kahieryi vurup dönebilecek uçaklarınız var." Ne hayret verici bir şey! ve ne kadar ilginç! Irak uçakları, kendi toprakları içinde -Musul'da- üslenmiş ingiliz kuvvetlerini bombalamaktan acizken, neden Kahireyi bombalamayı düşünüyor? Kahire onlar ne yapmıtşı ki, onu bombalamayı düşünüyorlardı. Fakat bilinçli olarak İslam topraklarına serpilen zehirli tohumlar buna yolaçmıştı. Liderler (!) ve kahramanlar(!) halkın kafasının karşıtırmak için buna önayak oluyorlardı. Fitne arttıkça parçalanma hızlanıyordu, sonuçda düşman karşısında daha zayıf, daha güçsüz ve daha önemsiz bir duruma düşülüyordu.

Eğer müslümanlar yüce Allah'ın emrettiği gibi tek bir ümmet olsalardı, bölgedeki ve başka yerlerdeki haçlı varlığı ve Siyonist varlık güven içinde olabilir miydi?

"Hepi'niz birden Allah'ın ipine sanlın, sakın ayrılığa düşmeyin, allah'ın size verdiği nimetini anın. Birbiriniz düşman iken kalplerinizin arasını uzlaştırdı. Onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Ateşten bir çukurun kenraında idiniz de o sizi ondan kurtardı. İşte böylece Allah size ayetlerini açıklamaktadır ki bu sayede doğru yola erişebilesiniz." (Al-i İmran/ 103) Siyonist devletin etrafını saran devletçikler bu durumda oludğuna göre, askeri, siyasi ve ekonomik zaaf içinde bulup birbirleriiyle bir kelime etrafında birleşemeyecek kadar dağınık ve önemsiz oldukarma göre, İslam düşmanlarının korkacağı ne kaldı? Evet bir şey kaldı. Gençler!..

Bu hedef etrafında birleştiği zaman, ona ciddiyetle sarıldığı zaman gençlik büyük ve önemli bir güçtür.

Bu yüzden düşmanlar gençliği yüzlaştırmaya, bertaraf etmeye, kafasını çelişkiler ve çöküntüye yol açın zehirli fikirler sokmaya çok önceden başladılar. Ki, belli bir amaç etrafında birleşmesin, hiçbir şeye ciddiyetle sarılmasın. İşte, açık-saçık gazetelerin, filmlerin ve plajların hikmeti(!) budur. Kadını dininden, ahlakında ve geleneğinden çıkarmakla güdülen amaç budur. Kadının soyunarak sokağa çıkmasının ardında bu amaç yatmaktadır. Hem kendisine ve hem de çevresindeki gençlere yıkım getirsin diye kadın evden çıkartıldı ki, hristiyan misyoner 'Zaumer'in amaci gerçekleşsin. Bu misyonerin yahudi mezarlığına gömülmesini vasiyet etmesi, bir yandan kökenini ortaya koyarken, bir yandan da, şahsında somutlaşan haçlı-siyonist ittifakını dile getiriyordu. 1935 yılında Kudüs'te düzenlenen misyonerlikle ilgili konferanda, misyonerlere hitaben şöyle diyordu: "Siz islam memleketlerinde bir kuşak ortaya çıkardınız ki, bunlar ne Allah'ı biliyorlar ve ne de bilmek istiyorlar. Müslümanları islam'dan çıkardınız ama hristiyanlığa sokmadınız. Böylece hristiyan sömürgeciliğinin isteğine uygun bir islam kuşağı ortaya çıktı. Bunlar önemli ve büyük meselelere ilgi duymazlar, rahatı ve tembelliği severler, dünyada bir tek şehvetle ilgilenirler.

Göreviniz en mükemmel bir şekilde tamamlandı. En iyi sonuçları elde ettiğiz. Hristiyanlığı berektlendirdiniz. Emparlizm sizden hoşnuttur. Mesajınızın gereğini yerine getirmeye devam ediniz. Mübarek savaşınızın faziletiyle rabbın bereketlerine mazhar oldunuz."[103]

Her bakımdan sağlam ve iyi tasarlanmış bu stratejiyle 1948 yılında yahudi devleti kuruldu. Hertzl'in 1897'de verdiği konferanstan elli yıl sonra... Amerika ilanın üzerinden yarım gece geçmeden kurulan devleti tanıdı. On dakika sonra da, dinsiz bir temele dayanan, dünyada din esasına dayalı bir devletin kurulmasını karşı çıkan Rusya yahudi devletini tadığını duyurdu. Devletin resmen ilan edilmesinden önce 1948 yılı boyunca arap orduları(!) ile yahudi çeteleri arasında danışıklı çatışmalar meydana geldi. Ki bütün kuvvetler önceden planlanmış, üzerinde görüş birliği sağlanmış çizgi üzerinde bulunsunlar. Danışıklı arabuluculuklardan biri de Britanya'nın Mısır ordusuna yaptığı erzak sevkiyatmı durdurması, dolayısıyla da savaşın durmasına yolaçmasıydı. -Tesadüfe bakın ki- tam da bölüşüm çizgisine ulaşıldığında erzak sevkiyatı durdurulmuştu.

İşte bu sırada herkesi dehşete düşüren bir sürpriz yaşandı. Hiç kimsenin aklına böyle bir şeyin olacağı gelmemişti.

İhvan- Müslimin'e mensup fedailer savaş alınna girdiler. Allah yolunda cihad eden ve Allah için şehid olmayı amaçlayan bir mü'minin kararlılığı ile yiğitçi meydana atıldılar.

Yahudiler çok geçmeden bu mücahidlerle savaşmanın, düzmece bir savaş senaryosuyla meydana sürülen ordularla savaşmaktan farklı olduğunu anladılar. Sözkonusu ordular danışıklı savaşın, ortalaşa hazırlanan senrayonun birer aracıydılar.

Sadece yahudiler şaşkına dönmediler kuşukasız, haçlı dünyasıda dehşet içinde kalakalmıştı.

Yahudailer, bir kaç çatışmadan sonra İhvan-i Müslümin fedaileriyle karşılaşıp "Allahu ekber ve lillahil hald" sadalarmı duyunca, silahlarını, teçhizat ve mühimmatlarını bırakarak canlarını kurtarmak için kaçıyorlardı. Kendilerinin hayatı sevdiği kadar ölümü seven bu fedailerden kurtulmak için can havliyle kaçıyorlardı. Doğrudan savaşa katılmasalarda haçlıların uğradığı şaşkınlık yahudilerinkinden az değildi.

Şehid Hasan el-Benna'nın önderliğinde ki İslaml hareket, 1928 yılından itibaren haçlılara büyük sıkıntılar yaşatmıştı. Özellikle, ingilizlerin karargahının bulunduğu İsmailiye bölgesinde, haçlılara zor anlar yaşatmışlardı. O sıralar haçlı dünyasının lideir konumundaki Britanya Hasan el-Benna'nın titizlikle kurduğu cemaati yakından izliyordu, onunla ilgili haberler alıyor, ajanları aracılığıyla cemaatin içine sızmak için büyük çaba serfediyordu.

İngiliz oryantalist Gibb'in yazdığı 'Modern Trends in İslam (İslamda modern akımlar)' adlı kitabındaki bir paragrafa yer vermek istiyorum. (İlk baskıdan sonra bu paragraf çıkartılmıştır.)

Gibb sözkonusu kitabında, modern İslami akımları Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh'a dayanan bir dipnotta şunları yazıyor:[104] "Bundan sonra (yazarın ele aldığı dönemin üzerinden bir müddet geçtikten sonra) Ihvan-i Müslimin adı verilen bir cemaat ortaya çıktı. Hasan el Benna adında bir kişi liderlik ediyordu. Cemaatin başına geçmesi eskiye dayanıyor. Bununla beraber cemaatin özel bir öneme sahip olduğu ortadadır.11 İfadeden anlaşıldığına göre İngiltere bu cemaaten korkuyor ama içyzünü de tam anlamıyla bilmiyor.

Kitabın ilk baskısının gerçekleştiği 1936 yılında durum bundan ibaretti. 1948 yılma kadar yani İhvan Fedaileri'nin Filistin savaşına katılmalarına kadar aynı durum devam etti. Ama bir farkla. İngiltere cemaatten eskisine oranla daha çok korkuyordu. Bunun kanıtı da, 1942 yılında İmam Hasan el-Benna'nın seçimlere aday olmasının önlemek için İngitere'nin doğrudan devreye girmesi[105] ve adaylığı engellemişi, için hükümet başkanı Nuhos Paşaya baskı yapmasıdır. Ancak içine sızmak için sarfettiği bunca istihbarat çalışmasına rağmen İngiltere hiç bir zaman İhvan-i Müslimin cemaatinin mahiyetini tam olarak öğrenemedi, bu gün bile öğrenibilmiş değildir. Ama korkusu hala sürmektedi. Bu yüzden yahudiler kadar ingilizler içinde bu sürpriz şaşkınlık vericiydi. Britanya -onun şahsında tüm haçlı dünyası- için İhvan-i Müslimin'in eylemi en azından iki bakımdan sürpriz oldu.

Her şeyden önce, haçlı dünyası, İslam'a ilişkin olarak kötü bir zanna kıpılmıştı: Güya İslam miadını doldurmuş, tarih sahnesinden çekilmişti. Müslümanların son asırlarda içine düştükleri ölümcül zayıflıktan sonra, İslam'ın yeniden dirilmesi, bir İslami cihad hareketinin doğması imkansızdı.(!)

Hindistan'da Kuzey Afrika'da Sudan'da İslam dünyasının diğer bölgelerinde mücadele veren tüm İslami cihad hareketleri sönmüştü, ortadan kaldırılmıştı. Etrafa zehir saçan fikir işgali cihad ruhunu siyasi hareketlere dönüştürmüştü. Bu hareketlerin de en yüce idealleri meydanlarda mitingler düzenlemek meyhanelerin kapılarını, camlarını kırmak, reklam panolarını indirmek, polisleri taşlamak, sonra da görevi yerine getirmiş olmanın hazzı ile gelip evde oturmaktır. Zaman zaman etrafa zarar veren şiddet hareketlerine de giriştikleri olur. Düşman siyasi hareketlerin başlattığı bu 'amansız direniş(!)' karşısında yavaş yavaş geri adım atmak zorunda kalır(!). Oysa düşman ülkeyi teslim edeceği güvenilir yöneticiler ortaya çıkarmanın peşindedir. 'Allah'ın indirdikleriyle hükmetme1 düşüncesinden soyutlanan kişileri bulduğu gün 'bağımsızlık1 tan hemen sonra yönetimi bunlar teslim eder. Otoriteyi bu güvenilir kişilere bırakıp kendisi sahneden çekilir.

Bu yüzden haçlıların aklına İslam'ın bir daha bir cihad hareketi olarak dirileceği gelmezdi. Bununla beraber Mısır'daki İhvan-i Müslimin harekitinden korkar, onu sürekli gözetlerlerdi. Gibb'in 'VVhiter islam1 adlı kitabında dile getirdiği endişeyi her zaman içlerinde taşıyorlardı:" Bu dinin oluşturduğu en büyük tehlike zahiri sebepler olmaksızın ve dirilişin gerçekleşeceği yeri önceden kestirme imkanı olmaksızın ansızın ortaya çıkıvermesidir. "Her şeye rağmen haçlılır dirilişin bu şekilde gerçekleşeceğini tahmin etmeyorlardt.

ikincisi: Haçlılar çok öncden; Napolyon'un Mısır'ı işgali yıllarında (1798) yani sözkonusu olaylardan bir buçuk asır önce Mısır'daki Islami temelleri çatlatma işine başlamışladı. Bu süre boyunca -önceki bölümde açıkladığımız gibi- islam'ı ortadan kaldırmak ve Mısır'ı nihai olarak İslam dairesinden çıkarmak için her yola başvurdular. Bu çabalar özellikle 1882'de başlayan 1954'e kadar devam eden İngiliz işgali döneminde doruğa çıkmıştır. Bu yüzden söz konusu fedailerin Mısır'dan[106] çıkmış olması, oradan gelip bu nazik zamanda danışıklı dövüşe katılıp planları altüst etmesi haçlılar için sürpriz olmuştu.

Bu noktada, haçlılar ve Siyonistler bir hedef üzerinde, dolayısıyla bir karar etrafında birleştiler. Yahudi devletinin işinin rayına oturması, dolyasıyla haçlı emellerinin gerçekleşmesi için bu cemaati etkisiz hale getirmek kaçınılmazdır.

İslam ve arap okyanusunun ortasında bir yahudi devletini kurmak haçlıların ötedenberi güttükleri bir amaçtı. Lord KampI 1908 yılındaki ünlü raporunda buna işaret ediyor. Rapor sahibi uyuyan devin bir gün uyanabilceğini işaret ediyor.

Müslümanların aklında böyle bir fikir yokken haçlılar bölgede bölye bir uyanış karşısanda ne yapacaklarına ilişkin planlar yapıyorlardı. Çünkü yüce Allah'ın da bildirdiği gibi onlar bu dini evlatlarından daha iyi biliyorlardı:

"Kendilerine kitap verdiğimiz topluluklar, onu kendi oğulllarını tanıdıkları gibi tanırlar." (Bakara/ 146)

Britanya o gün için haçlı dünyasının lideri olduğu için ve diğerlerine oranla bölgede daha geniş etkinliğe sahip olduğu için; haçlı ülkelerinin tümünün birden ilgilendiği, bu hususta birbirlerine yardımda bulunduğu hedefin gerçekleşme imkanlarını oluşturma işini ona havale ettelire. her biri bu amacın gerçekleşmesinde en büyük başarım kendisine ait olmasını içtenlikle istemesine rağmen, koşullar öyle gerektirdiği için Britanya'nın bu işi üstlenmesini istedilere.

İngiltere bölgede araştırma yapmak üzere -Lordlar Kamarası üyesi- Lord Kampl'ı görevlendirdi. Görevi bölgeyi incelemek ve sonunda bir rapor hazırlayıp tüm ilgililere sunmaktı. Sonunda Lord KampI ünlü raporunu yazdı. Şöyle diyordu: "Burda bir tek halk vardır, okyanustan körfeze kadar konuştukları dil birdir, inandıkları din, yöneldikleri kıble birdir. Kültürleri bir, amaçları birdir ve toprakları da bitişiktir. Ama bu gün için avucumuzun içindedir. Fakat kıpırdamaya başlıyor. Yarın bu dev uyanacak olursa ne olacak halimiz?"

Yarın olması beklenen, haçlılaran endişeli bir bekleyiş içinde gözetledikleri gelişme apaçık ortadır.

İslam'dan, islam olduğu için nefret eden; müslümanlara müslüman oldukları için kin beslleyen haçlı nefreti bir yana...

"Size bir iyilik dokunursa bu onların canını sıkar, başınıza bir musibet gelse, buna da sevinirler." (Al-i İmran/ 120)

Evet bu tarihsel kin bir yana, devin uyanması ile birlikte etkilenecek siyasi ve ekonomik çıkarlar sözkonusudur. Çünkü Avrupa, bu günkü durumuna müslümanlarm topraklarını, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürerek ulaşmıştır.

Avrupa İslam aleminde yayılmaya başlamadan önce neydi? Ne kadar güçlü olursa olsun, kendi kıtasına kapanıp kalsaydı ve dışarı ile mücadeleye girişmeden önceki gibi kendi iç mücadeleleriyle uğraşmaya devam etseydi ne olabilirdi ki?

Avrupa bu günkü gücüne, refah düzeyine, üzerine gökten boşanırcasına yağan servete islam alemine yönelik haçlı işgalleri sayesinde ulaşmıştı. Yarın bu dev uyansa ve talan edilen servetini ve zenginliklerini istese durum ne olacaktı?

Hiç kuşkusuz bu durum Avrupa'nın hayrına olmayacaktı! Şimdi Lord KampI çözüm yolunu öneriyor:

"Bölgenin ortasında bize dost ama bölgeye düşman bir devlet oluşturmak suretiyle bu halkı birbirine bağlayan bağı koparmalıyız. Dev uyanmaya kalkıştıkça bir yanına batıp uyuşturacak bir diken işlevinin görmelidir bu devlet."

İşte 1948 yılında kurulan yahudi devleti bu amaçla kurulmuştur, işte 1908 yılından beri -eğer bundan önce böyle bir palan yoksa- yürürlüğe konan haçlı planı budur.

Bundan dolayı haçlı dünyası ile dünya siyonizmi ortak bir hedef ve ortak bir karar etrafında birleşmişlerdir. "Yahudi devletinin işinin rayına oturması, dolayısıyla haçlı emellerinin gerçekleşmesi için bu cemaatın etkisiz hale getirlmesi kaçınılmazdır."

Meselenin ağır, uzun vadeli bir palan tahammülü yoktu. Ahlaki dejenarasyon ve düşünsel saldırı planına yer yoktu. Çünkü bütün bu planlar yürürlükteyken, birbuçuk asırlık kesintisiz çabanın ürünü her türlü yönteme başvuruluyorken, buna rağmen fedailerin Filistin savaşı sırasında ortaya koyudukları İslami diriliş haçlılar için tehlike oluşturan bu şekliyle gerçekleşti... Peki yapılacak ne kalmıştı? Bu güne kadar yapılanlar, olduğu gibi devam etmeliydi. Dine, ahlaka ve geleneği saldıran kitapların basımı ve yayının sürmeliydi. Açık-saçık filmler, müstehcen gazeteler ve her türlü rezaletin sergilendiği plajlar olduğu gibi sürmeliydi. Genç kızlar dün olduğu gibi bu günde ahlaksızca sokaklarda boy göstermeliydiler. Diskotekler, kumarhaneler ve batakhaneler açık olmalıydı. Bunların faaliyetleri katlanarak sürmeliydi. Ancak yaklaşan korkunç tehlikeyi önleyecek bir çözüme başvurmak kaçınılmazdı. Olaylar çorap söküğü gibi geldi... Yabancı ülke elçilerinin İsmailiye bölgesindeki 'Fayd' kentinde Britanya ordu komutanlarıyla bir toplantı düzenleyip Mısır hükümetine, İhvan-i Müslimin probleminin çözümü için faaliyetlerinin durdurulmasının zorunluluğuna ilişktin bir uyarı niteliğindeki bir mesaj iletildi. Bunun ardından tutuklamalar, işkenceler, sürgünler başladı. Şehid Imam'ın 1949 ylınıda bir suikaste kurban gitmesiyle olaylar doruğa çıktı...

Bir müslümanın(!) aracılığı ile Şehid İmam'ın öldürülüşünü planlayan haçlılar ve Siyonistler, onun ölümü ile sorunu sonsuza dek çözümleneceğinin, İslam düşmanlarının rahata kavuşacağını, artık bu tür sorunlara kafa yormayacaklarını sanmışlardı.

Gafil olmakla beraber onlar bu zanlarmd bir bakıma mazur sayılırlardı. Hasan el-Benna'yı öldürtmekle onun kurmuş bulunduğu cemaati yok edeceklerini sanmaları bakımından mazur sayılırlardı. Çünkü el-Benna gerçekte cemaatin her şeyiydi. O, cemaatin kurucusuydu, direktif ve idaresiyle cemaatin en büyük sorumlusuydu, düşünen aklıydı, atan kalbiydi, hareket ettiren ruhuydu. Bu yüzden -ki onlar bu bakımdan mazurdurlar- onu öldürmekle cemaatin dinamizmini kırıcaklarını, onunla birlikte cemaatin de sonsuza dek ortadan kalkacağını sanmışlardı.

Ne varki onlar ilahi yasadan habersizdiler: Uğruna kan akıtılan bir hareket ölmezdi!

Çok önemli bir gerçeğin farkında değildiler: Bizzat kendileri, -yüce Allah'ın takdiri gereği- önüne geçmek için bunca kan dökmelerine karşın davanın dirilişine hizmet ediyorlardı.

İbrahim Abdulhadi hükümetinin uyguladığı hapis ve terör eylemlerinin üzerinden iki yıl geçmişti ki 1950 yılında Mısır'daki siyasi durumda bir takım değişikler oldu. Bir takım özgürlükler verildi, normal koşullar içinde seçime gidilmesine izin verildi. Bu esnada büyük sürpriz gerçekleşti... Her alanda İslam'a yönelik mühiş eğilim başgösterdi. Üniversitelerdeki talebe birliklerinde yapılan seçimleride, bazı fakültelerde bütünüyle ihvanın adayları seçimleri kazandılar. En azından çoğunluk onlar geçti. İslam doktorlar, mühendisler, avukatlar ve işçiler arasında kök salıyordu. Bütün bunlardan daha da önemlisi ordu ve polis içinde de İslam yayılmaya başlamıştı. Her iki kurumda da, değişik rütbeler de subaylar İslami harekete bağlıydılar ve bunlar kendi kurumlarında ya da başka ortamlarda İslam'ın yayılması için çalışıyorlardı.

Bu gelişmeler karşısında haçlılar ve Siyonistler İslami harekete indirdikleri ilk darbenin öldürücü olmadığını anladılar. Öncekinden daha ölümcül, daha etkin ve işbitirci bir dabenin indirilmesi kaçınılmazdı. Şeytanın planına göre bu seferkinden olumlu sonuç alınacaktı. Fakat, bu esnada dünyada meydana gelen olaylar bölgenin haritasını baştan sona değiştirmişti. Ama hedefte her hangi bir değişiklik olmamıştı. Savaşın Britanya ve Fransa'yı yıpratıp ikinci düzeyde devletler statüsüne indirgemişi ile birlikte 'özgür dünyalnm(!) liderliğinin ABD'ye geçmesi ile birlikte haçlı dünyasının liderliği de ona geçmiş oldu. Çünkü sözde özgür dünya gerçekte haçlı dünyasıydı. Haçlı dünyasının liderliği de her zaman engüçlü haçlı devletine geçerdi. Nitekim en güçlü ülke ingiltere olduğu sıralarda haçlı dünyasının lideri de oydu. Amerika askeri ve siyasi olarak önplana çıkınca da liderlik el değiştirdi. Çünkü haçlı dünyasının tümü aslında İslam ile savaş halindedir. Ancak fiili durum gereği liderlik en güçlü devlet hangisiyse ona gerçer. Bu devletler birbirleriyle çekişme halinde olmakla beraber, sözkonusu islam olunca tümü büyük bir dayanışma ve yardımlaşma içinde aynı safta birleşirler.

İkincisi; dünya yahudiliğinin odak noktası da İngiltere yerine ABD oldu. Bu demek değildir ki, yahudiler İngiltere ile işbirliği yapmaktan vazgeçtiler. Kesinlikle hayır! Yahudi bulunduğu her yerde amacını hizmet edecek ortamı oluştrur. ister İngiltere'de, Fransa'da, Almanya'da, Rusya'da, Güney Afrika'da olsun hükümetlerle işbirliği yapmaya devam eder. Ne varki, en büyük çıkarlarını (veya kötülüklerini) garantiye almak için odak noktası olarak en güçlü devleti seçerler. Bu yüzden İslami hareket yönelik ölümcül darbe, daha önce yahudilerle İngiltere'nin işbirliği ile planlanırken, şimdi de yahudilerle ABD'nin işbirliğiyle planlanıyordu.

Burada İslami uyanışın veya düşmanlaırn karşıt komplolarının tarihini yazacak değiliz. Bu başka bir çalışmanın konusudur ve uzmanlarının yapabileceği bir işitir.

Ancak biz -konunun genel akışı içinde- belli başlı tarihsel gelişmelerin geniş bir çerçevisin çizmek amacındayız.

Nitekim biz, ilk cemaatin de tarihin yazmadık ama onun en belirgin özellikerini; yansıtan geniş bir çerçeve çizdik. Tarihsel sapmayı da kronolojik olarak dile getirmedik, sadece tarihsel sapmanın karekteristik çizgilerin belirgin biçimde ortaya koyuduk. Aynı şekilde İslami uyanış süreci içinde yaşanın gelişmeleri kronolojik olarak sunacak değiliz, amacımız tarihsel bir olgu olarak bu sürece değinmek; araştırmamızın elverdiği ölçüde, uyanışın en belirgin çizgilerine, karakteristik özellikerine işaret etmektir.

Haçlılar ve Siyonistler İslami hareketi silip süpürecek son bir darbenin gerekliliği üzerinde görüş birliğine vardılar. Bundan dolayı Siyonistler -yeni koşulların geriği olarak- darbenin gerçekleşmesi için ABD ile işbirliğine gittiler. Bunun için uygun gördükleri kişi Cemal Abdünnasır, yöntem de askeri darbeydi.

Çağdaş gelişmelerin mantığı gereği, haçlı ve Siyonistlerin doğal olarak bir araya geldikleri yer ABD'ydi. ABD realite olarak haçlıydı, ABD siyasetinin yahudilerin etkisinde olması bakımından da siyonistti. Bu noktadan harektele ABD'nin islam aleminde oynadığı haçlı ve siyonizme aynı anda hizmet rolünü kavrayabiliriz.

İslam'a karşı askeri darbe yönteminin kullanılmasına gelince, -geçen bölümün sonunda değindiğimiz gibi- 'M. Kemal'in deneyiminde somutlaşan geçmişte uygulanan bir haçlı-siyonist taktiğine dayanıyor. Haçlılar ve Siyonistler M. Kemal'in deneyimine büyük önem veriyorlar, onu paha biçilmez bir hazine olarak nitelendiriyorlar. Onlar açısından böylesine büyük bir hedefe varmak için bu yöntem bulunmaz bir hazinenedir. Bu hedef, İslam'ı yok etmek, müslümanları kıyımdan geçirmektir. Sözkonusu deneyim, misyonunu yerine getirmek açısından -onlara göre- başarılı olarak değerlendirildiği için ABD -hiç tereddütsüz- daha önce M. Kemal'in kullandığı bu amaç için aynı yöntemi uygulamaya karar verdi. Askerler -psikokojik yapıları gereği- otoriteyi severler, onu kendi ellerinde tutma eğiliminde olurlar. Askeri darbe için, iki temel özelliğe yani büyüklük kompleksi, katı kalplilik ve İslam düşmanlığı gibi temel niteliklere sahip bir adam bulunca, istenen eyemi başarıya ulaştıracak tüm öğeler bulunmuş olur. Artık çılgın asker arzulanan kıyımı gerçekleştirmek üzere arzulanan şiddete başvuracaktır. Akla gelen veya gelmeyen en katı yöntemleri devreye sokacaktı.

Otorite arzusu, cinnet düzeyine varan büyüklük kompleksi, katı kalplilik ve İslam düşmanlığı gibi arzulanan tüm unsurları bünyesinde barındırdığı için ilk kez uygulamaya konan M. Kemal'in deneyimi başarılı olmuştu. Kuşkusuz bundan önce deneyim gerekli düzeyde allandırılıp pullandırılmıştı, birazda sahte kahramanlıklarla bulandırımıştır. Bir önceki, dünya savaşında galip çıkan ve Anadolo'yu işgal eden müttefik kuvvetleri onun 'ezici kahramanlığı(!)' karşısında çekilmek zorunda kalmışlardı(!). Artık onun adı 'Gazi M. Kemal'di oysa 'kan dökücü M. Kemal ona daha çok yakışırdı. Bu günse, İslam aleminin ikinci ağırlık merkezi olan Mısır'daki İslami harekete bitirici darbe indirilmek isteniyordu. Çünkü haçlı ve Siyonistlerin aldıkları tüm önlemlere rağmen Mısır hala gerçek bir ağırlık merkezi olmaya devam ediyordu. Ve İslami hareket oradan civar arap ülkelerine, Suriye'ye, Ürdün'e, Irak'a ve Sudan'a sıçramıştı. Önlem alınmayacak olursa daha geniş boyutlu bi yayılma göstermesi de mümkündü.[107]

Bir siz daha şu hususu vurgulamak istiyoruz. Amacımız Islami uyanışın tarihini ve düşmanlarının karşı komplolarını tarihsel olarak sunmak değildir. Asıl amacımız en önemli hedefleri önplana çıkaran en belirgin karakteristik çizgileri işaret etmektir.

26 Ekim 1954 tarihinde İskenderiye komplosu düzenlendi. Ardından Ihvan-i Müslimin'e mensup yirmi bin dolaylarında genç-ihtiyar sıkıyönetim hapishanelerine ve diğer hapishaneler dolduruldu. Bu suçsuz insanlar kelimelerin ifade etmekten aciz kaldığı envai çeşit işkencelerden geçirlid. Bir söz ustası bile, bir hatebet dehası ible yaşanan bu vahşeti nitelemede aciz kalır.[108] Sıkı yönetim hapishanesindeki işkence aletleri 1954 yılından beri -yani iskenderiye komplosundan beş ay önce- hazırlanmıştı. Zebaniler o tarihten itibaren nazi uzmanları tarafından eğitilmişlerdi. Mitlerin esir kamplarında işkence için kullandığı bu uzmanlar o tarihten itibaren bu iş için ücretle tutulmuşlardı.[109]

1954 yılında Ihvan-i Müslimin'in başına gelenler iskenderiye komplosundan başka bir mesel ile de ilintilidir.

Bu olayın, Başkan Einzenhauvver'in Filistin sorununu araştırıp çözümü yollarını önermesi için görevlendirdiği 'Jahnston' raporuyla da ilgisi vardır. Johnston üstlendiği görevi yerine getirmiş, bölgeyi gezmiş, araplarla ve yahudilerle görüşmüştü. Sonra üç ana noktaya dayanan ayrıntıl bir rapor hazırlamıştı.

Raporum öngördüğü birinci nokta: Ürdün Nehri'nin aşağıdaki şekilde araplarla yahudiler arasnda paylaşılmasıydı. Nehrin kaynağı her iki ülkeden aktığı için Suriye ve Lübnan devletlerinin her ibri suyun % 10'unu alacak. Ürdün ve israil'de suyun % 40'ını alacaktı, israil bu suyu Nakab çölünü sulandırmak için kullancak, böylece üçmilyon civarındaki yeni yahudi göçmenleri barınma imkanına kavuşacaklar. Ürdün ise bu su ile, göçmen araplarm iskan amacı île batı yakasındaki üçmilyon dönüm araziyi sulacak.[110]

İkinci nokta: İsrail ile komşu arap ülkelerinin sınırları kesin biçimde belirlenmediğinden[111] bir çok arap, hala arap toprağında olduğunu sanarak

İsrail toprağı sanarak arap topraklarına girebiliyorlar. Bu da bölge güvenliğini tehlikeye sokan çatışmalara neden oluyor. Bu nedenle geçici bir süre içinde olsa israil ile arap ülkeleri arasındaki sınırı belirlemek yararlı olur. Nihai sınır daha sonra belirlenir, arap ülkeleri ile İsrail arasında ikiyüz metre genişliğinde bir tampon bölge oluşturulmalıdır.[112]

Üçüncü nokta: Bundan sonra araplarla yahudiler arasında üzerinde görüş birliği sağlanamayan sorunlar kalırsa, bu ronları çözümlemek için yuvarlak masa etrafında toplanırlar.[113]

Bu rapor ve raporun içerdiği hususlar, bu hususların arapları kandırması, gizli veya açık olarak yahudilere hizmet etmesi şu anda bizi ilgilendirmiyor. Artık tamamen tarihe malolmuştur. Gerçekte bu rapor bir aşamadan başka bir şey değildi. İsrail bundan sonra dilediği gibi genişleme imkanını bulacaktı. Nitekim İsrail bu raporun öngördüğü hususların tümünü bugün geride bırakmıştır. Batı Şeria'nın tümüne, Ürdün nehrinin yüzde doksanına el koymuştur. Müslümanlardan kimisi katledildi, kimisi yurdundan koparıldı, evsiz barksız mültecilere dönüştürüldü.

Bizi asıl ilgilendiren, Johnston'un raporunun sonunda sarfettiği sözlerdir. Ki bu rapor aynı zamanda ABD'nin israil'i o tarihteki sınırları içinde kökleştirmek amacı ile buşvurduğu yöntemi ortaya koyuyor. Amerika'nın amacı israil'in varlığına yasallık kazandırmaktır. İleriye dönük bir adım olarak yahudilerin buna ihtiyaçları vardı. Bundan sonra önceden planlanan ve israil ile ABD arasında üzerinde görüş birliği sağlanan hedeflere emin adımlarla yürünecekti. Raporun son cümlesi şöyleydi:

"Fakat, üyelerinin sayısı Mısır ve diğer arap ülkelerinde birmilyon bulan güçlü, silahlı ve tutucu bir örgüt İhvan-i Müsiimin varoldukça... Evet, bu örgüt bu gücüyle varlığını sürdürdükçe bu çözümün gerçekleşmesi mümkün olmayacaktır, ortadoğdu işler rayına oturmayacaktır!" Bunun anlamı gayet açıktı. "Bizim için bu cemaatin işini bitirin ki, bu çözüm gerçekleşsin ve Ortadoğuda işler rayına otursun" demek istiyordu. Haziran 1954 tarihinde rapor başkan Eizenhouvver'e sonuldu ve başkan raporu onayladı. Böylece raporun öngördüğü hususların yürürlüğe girmesi için Cemal Abdunnasır'a işaret verilmiş oldu.

İşte bu rapor ve sonrasındaki gelişmeler, iyi niyetli inan Üstad Hasan Seyyid'in telaşının nedinini açık biçimde ortaya koyuyor. Üstad onların içinde yaşıyordu, onlardan duyduklarıyla İhvan-i Müslimin'e ne yapacalarmı iyi biliyordu.

Kan içici sahte kahramanın eliyle o iğrenç katliam gerleşti. Bir çok insan ipe çekildi. Suçsuz günahsız gençler zebanilerin elinde işkenceden öldüler.

Ülke, uzun yıllar dehşetin kol gezdiği ölümcül bir korkunun gölgesinde yaşadı.

Manazara öylesine iç karartıcıydı ki, bir çok insan islami hareketin bir daha geri dönmemek üzere sona erdiği düşüncesine kapılmıştı. Düşmanlar planın başarısından emindiler.

1962 yılında 'Bu Günkü Arap Dünyası1 kitabında Morroe Berger şunları söylüyordu: "Dini akımlarla laik (sekuler) akımlar arasında yinelenen bu çatışmaların en şiddetlisi 1954 yılından sonra Mısırda yaşandı. Aşırı eğilimli İhvan-i Müsiimin cemaati, laik[114] hareketin gittikçe güçlendiğini görünce, 1952 yılında iktidara gelen eski müttefiklerine karşı koydular. Mısır rejimi İhvan-i Müslimin'i acımadan ezdi. Cemaatin İslam birliğini ve dindışı laik milliyetçiliğe karşı çıkmayı öngören çağrısını bastırdı.[115] Çünkü İslam'a göre insanlar ya bütün tavır, davranış, yani pratikleriyle, duygu ve düşünceleriyle dine girerler ya da dinin dışında olurlar. İslam'da bazı hareket ve duyguların dinin çerçevisinin dışında olması buna rağmen sözkonusu kişinin müslüman kabul edilmesi gibi laik bir mantığa yer yoktur. Böyle bir matık ancak dini esasları tahrif edilmiş kilise için geçerlidir. Kilise "Sezar'ın hakkını Sezar'a, tanrının hakkını tanrıya ver11 diyor. Yüce Allah ise şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler, bütün varlığınızla İslam'a girin ve sakın şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır." (Bakara/ 208) yani tüm benliğinizle, herşeyinizle, tüm duygu ve hareketlerinizle islam'a girin.

Yazar bir sonraki sayfada ise şöyle diyor:

"Dini akım ile laik akım arasındaki çatışma kaçınılmazdır. Ancak bu çatışmayı bazı dönemlerde ertelemek mümkün olabilir. Şu kadarı var ki bu çatışmanın galibi eninde sonunda dinsiz yani laik milliyetçilik olacaktır."[116] Sonra yazar (sh. 385-387) Rusya, Türkiye ve Mısır'daki toplumsal değişimden uzun uzadıya sözeder. Bundan çıkardığı sonuç ise şudur: "Cemal Abdunnasır eğitim sistemini değiştirmek, sanayileşmeyi teşvik etmek, kadın eğitimine önem vermek ve aile bağlarında değişiklik yapmak suretiyle Mısır'da laik (dinsiz) bir süreç başlatmıştır... Bu süreç ağır işliyor ancak geriye dönüş söz konusu olamaz. (!)

Ne varki Cemal Abdunnasır'ı dolayısıyla siyonist-haçlıları dehşete düşüren bir kader bekliyordu.

Nasır'ın istihbarat elamanları 1963 yılında İhvan-i Müslimin saflarında bir hareketin belirdiğini, bu hareketin kaynağının ve gücünün kesin olarak bilinmediğini ancak gündün güne geliştiğini rapor ettiler. Bu seferki sürpriz öncekilerden daha etkiliydi! Bütün olup bitenlere rağmen mi?

Kuşkusuz İslami uyanış öteden beri ilgililer için, yani haçlılar ve Siyonistler için bir sürprizdi.

Hareketin liderinin öldürülmesinden sonra gelişmelerin boyutları da ilgililer için ikinci bir sürprizdi.

Abdunnasır'ın tarihte eşi görülmemiş[117] işkencelerinden, katliamlarından sonra, yine de hareketin saflarında etkin bir faaliyetin olması islam düşmanları arasında sarsıcı bir sürprizdi.

Bundan dolayı kan içici sözde kahramanın 1965 yılında işlediği cinayetler, döktüğü kanlar, 1954 kıyımından çok daha şiddetli ve dehşet vericiydi. Üçüncü kez söylüryoruz ki, amacımız İslami uyanış sürecini kronojik olarak sunmak değil. Abdunnasır'ın hayatını da yazmak istemiyoruz. İslami hareketi etkisiz kılmık için siyonist-haçlılarm yürürlüğe kuydukları planları birer birer anlatmak da amaçlarımız arasında yer almıyor. Biz sadece bu olguyu, İslami uyanış olgusunu etüt ediyoruz. Bu süreç önce bir adım gönlünde başladı. Allah onun kalbini açmış, ruhuna aydınlanma ve Allah'la iletişim kurmanın arı duygusunu bahsetmişti. Bu sayede islam'ın yüceliğini algılamış ve bu yüceliği pratik hayata yansıtmak için hareket geçmişti.

Önceleri bir sofu olarak yaşamını sürdürdü. Çocuk yaştan itibaren bir tasavvuf cemaatine bağlanmışıt. Böylece ruhsal aydınlanması derinleşmiş, kalbi Allah'a ulaşmıştı.

Fakat o, -yüce Allah'ın gerçeği göstermesi sayesinde- İslam'ın sofular arasında temsil edilen, uygulanan biçinden daha geniş kapsamlı, daha büyük olduğunu anladı, islam eksiksiz bir hayat sistemiydi. Sırf kul ile Rab arasındaki manevi bir bağdan ibaret değildi.

islam, pratik hayattan uzak tarikat ihvanlarının dar kapsamlı dünyalarıyla sınırlı bireysel nitelikli bir kulluk sistemi değildir. İslarn hem bireysel ve hem de toplumsal boyutları olan bir ibadet sistemidir ve müslüman bir toplumun kurulması ile somutlaşır. Bu toplumda yönetim egemenliği Allah'ın şeriatına aittir. Müslüman devlet Allah'ın şeriatı ile hükmeder. Hakimiyet Allah'a ait değilse yani Allah'ın şeriatı egemen değilse, önce müslüman fert meydana getirmeli, sonra müslüman aile, sonra müslüman toplum, ardından müslüman devlet oluşturmak şeklinde bir sistem içinde aşamalı ve tedrici bir oyl izlemek gerekir. Şehid imam 'Eyyuheş-şebab* adlı risalesinde şunları söylüyor: "Ihvan-i Müslimin'in izlediği hareket metodunun aşamaları belli ve adımları açıktır. Biz ne istediğimizi iyi biliyoruz, bu isteğimizi gerçekleştirecek aracı da biliyoruz.

1- En başta düşüncesi, inancı, ahlakı, duyguları, ameli ve davranışları ile müslüman bir adam istiyoruz. Bizim ferdi oluşumumuz budur.

2- Bundan sona düşüncesi, inancı, ahlakı, duyguları, ameli ve davranışları ile müslüman bir ev istiyoruz. Bu bakımdan biz erkek kadar kadına da önem veriyoruz. Gençler kadar çocukları da önemsiyoruz. Bizim ailevi oluşumumuz da budur.

3- Bundan sonra aynı niteliklere sahip müslüman bir halk istiyoruz. Bu yüzden biz mesajımızın her eve ulaşması, sesimizin her yerde duyulması, düşüncemezin yayılması, köylerde, kasabalarda, kentlerde, merkezlerde, metropolde, taşrada yankılanması için çalışıyoruz. Bu amaç uğrunda hiçbir çabadan geri durmayız, hiçbir aracı terketmeyiz.

4- Bundan sonra da müslüman bir hükümet istiyoruz. Ki, halkı mescide yöneltsin, ardından insanlığı islam'ın yol göstericiliğine kavuştursun. Tıpkı daha önce peygamber efendimizin yakın arkadaşları, Hz. Ebubekir ve Ömer'in (Allah onlardan razı olsun) yaptığı gibi. Bundan dolayı biz, islam esasına dayanmayan, meşruiyetini islam'dan almayan hiç bir yönetim şeklini tanımıyoruz. Şu siyasal partileri, küfür ehlinin ve islam düşmanlarının bize dayattığı şu yönetim biçimlerini kabul etmiyoruz. Her yönüyle Islami olan bir yönetimin kurulması için çalışacağız.[118]

Onun kalbinin ve ruhunun derinliklerine nüfuz eden bu ışık -ki, bu gerçeği görmesini sağlayan da bu ışıktır- kuşkusuz ilahi bir yol göstericiliğin sonucuydu. Bu, aynı zamanda yüzyılı aşkın bir bir zamandır genelde tüm İslam alemini, özelde de Mısır'ı etkileyen olayları iyi takip etmenin ve sağlıklı biçimde değerlendirmenin bir göstergesiydi. Daha önce Rifaı Rafi et-Tahtavi'nin, Cemaleddin Afgani'nin, Muhammed Abduh'un ve batı karşısında ruhsal hezimete uğrayan bu yüzden -değişik oranlarda da olsa-batılılışma akımına kapılan diğerlerinin takınması gereken sağlıklı, doğru tavır buydu.

Acaba yukarıda saydığımız bu kişilerin içinde yaşadıkları dönemde Islami açıdan doğru kabul edilebilecek bir hedefe yönelmeleri imkasız mıydı? Acab, içinde yaşadıkları çağın koşulları açısından tek 'mantıklı1 ya da 'mümkün1 olan tek seçenek bu şahsiyetler miydi?

Kesinlikle hayır! Onların yaşadığı dönemde Muhammed Abdulvahab'ın arap yarımadasında başlattığı, sağlıklı bir yol izleyen, dosdoğru hareketi, bir örnek olarak gözlerinin önünde duruyordu. Fakat onlar bu harekete yönelmediler, onu örnek almadılar. Tam tersine batı karşısında ruhsal hezimete uğramanın ezikliğini yüreklerinde taşıdıkları için batıya yöneldiler, onu örnek aldılar.

Eşya ve olayları planlayıp yönlendiren yüce Allah'tır. Kullarından dilediği kimselerin kalp gözlerini açan, dilediği kimselerin de basiretini körelten O'dur. Ne varki yüce Allah yeryüzünde kullarının davranış ve yönelişleri içinde kendi ezeli planını nasıl yürürlüğe kuyduğunu bize şu şekilde anlatmaktadır.

"insanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesad ortaya çıktı" (Rum/ 41)

"İşte böyle, onlar Allah'ın indiriğini çirkin gördüler, bundan dolayı, O da, onların amellerini boşa çıkardı." (Muhammed/ 9) "Şüphesiz allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, kendisine katıksızca yöneleni de dosdoğru yola yöneltip iletir. Bunlar, iman edenler ve kalpleri Alah'ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun, kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur." (Ra'd/ 27-28)

"Bizim uğrumuzda çaba sarfedenlere} biz şüphesiz onlara yollarımızı gösteririz. Gerçek şu ki, Allah ihsan edenlerle beraberdir." (Ankebut/ 69) Şu halde yukarıda sözünü ettiğimiz bu kişilerin doğru yoldan sapmaları, dolayısıyla da ümmeti peşlerinden sürükleyip doğru yoldan usaklaştırmaları hiç bir şekilde mazur gösterilemez.

Aynı zamanda şunu da soruyoruz biz: İslami hareket, ortaya çıktığı dönem yerine, o zaman içinde ortaya çıkmış olsaydı başarıya ulaşması mümkün olabilir miydi?

Bu, gaybın kapsamına giren bir olaydır. Kesin bir cevap vermek mükün değildir. Gerçi, yarımadanın tanık olduğu Muhammed b. Abdulvahhab'ın örneği bizde bu haretin o zamanda başarılı olmasının mümkün olduğu düşüncesini uyandırmaktadır. Fakat bu durum, söz konusu şahısların üzerindeki davet yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Çünkü yüce Allah bize yönelik sonsuz rahmetinin bir eseri olarak, insanları İslam'a davet etmekle bizi yükümlü tutmuştur. Bu davetimiz ile birlikte belli bir sonuca varma yükümlülüğünü bize vermemiştir. Eğer biz gereği gibi çabalarsak yüce Allah sonuçlarlarla ilgili olarak bizi hesaba çekmeyecektir. Çünkü alınacak sonuçları düzenleyen ve planlayan O'dur. Asıl sorguya çekileceğimiz husus sarfetme yükümlülüğümüz bulunan çabadır. Gerçekten buçabayı sarfettik mi, ne şeklide sarfettik? diye hesaba çekileceğiz.

"Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülüğü yasalayan bir ümmet meydana gelişin, işte kurtuluşa erenler onlardı." (Al-i Imran/ 104) "Yüce Allah'ın senin aracılığınla bir adamı doğru yola iletmesi, senin açından kızıl develerden daha hayırlıdır." (Buhari, Müslim) "Eğer kuyamet kopsa ve içinizden birinin elinde bir fidan bulunsa, şayet kıyamet kopmadan bu fidanı dikme imkanı varsa diksin." (Buhari) Şayet adı geçen adamlar, Allah'ın mesajının insanlara doğru biçimde ve doğru bir yöntemle sunma yükülülüğünü yerine getirmiş olsalardı, buna rağimen kimse bu çağrıya olumlu karşılık vermeseydi yine de görevlerini yerine getirmiş olurlardı ve Allah katında ileri sürebilecekleri bir mazeretleri olurdu. Sorumluluk çağrıya olumlu karşılık vremeyenlere ait olurdu.

Daha önce de söylediğimiz gibi Şehid imam'ın kalbini aydınlatan bu ışık ilahi bir nurdu. Aynı zamanda, yüzyılı aşkın bir süredir, genelde tüm İslam alemini, özlede de Mısır'ı etkileyen gelişmeler doğru biçimde algılayıp değerlendimenin bir sonucuydu.

Hiç kuşkusuz bu, hilafeti ortadan kaldırmakla Müslüman­lara karşı bir komplo kuran İslam düşmanlarının komplolarını başlarına geçiren ilahi takdirin, ezeli planlamanın somut şekliydi.

Hilafet makamının ortadan kaldırılması ile müslümanlarm yüreğine oturan kayıp, İslam alemini baştan başa saran hüzün ve kalplerini pençesine alna ölümcül karamsarlık Hasan el-Benna'yı davet hareketini oluşturmaya itmişti. Kendi kendine şöyle demişti: Madem İslam devleti ortadan kaldırılmıştır, niçin onu yeniden kurmaya çalışmayalım?

"Allah emrini yerine getirme gücüne sahiptir. Fakat insanların çoğu bunu bilmez"  (Yusuf/ 21)

Şehid imam'ın yaşadığı günlerde dava büyük yaygınlık kazandı. Yüzbinlerce insan hareketin safların katıldı.[119]

Harekete katılan insanlar değişik karaktere ve eğiiimilere sahiptiler. Harekete katılan bu insanların bir kısmı, İhvan-ı Müslimin'i yeni ve aydın bir tasavvuf cemaati olarak algılayan tasavvuf ehli kimselerdi. Onlara göre bu harekette de onların uyduğu tasavvuf ilkelerine uyuyordu. Ancak bu seferki bidatlardan uzaktı ki, doğru yoldan sapmış bazı sofular bu bidatları tasavvufa bulaştırmıştı. Bu yüzden ihvana uymaları onları alıştıkları yoldun uzaklaştırmayacaktı. Aynı zamanda sofuların içine düştükleri sapmalara da bulaşmayacaklardı.

Temiz ve saf bir takım gençler de harekete katılmıştı. Bunlar toplumun içine düştüğü fesattan, çirkeften etkilenmemişlerdi. Bunlar batı uygarlığına karşı da kesin bir tavır içindeydiler. İnanç ve ahlakla çelişmeyen yararlı yönlerinden yararlanmak ama bu uygarlığın materyalist anlayışını, ahlaki çözülmüşlüğünü, cinsellik alanındaki sapıklığını, Allah'ın haram kıldığını helal kabul edişini reddetmek şeklinde ifade edilebilir bu tavırları... Toplum içinde bu tür gençler vardı. Henüz girdaba kapılmamışlardı ve batı kaynaklı çirkeflik satılıklarını, temizliklerini atetmemişti. Fakat gittikçe kaybolurlardı. Toplum içinde dağınık durumda bulunan ve bir amaç etrafında birleşemeyen bireyler konumundaydılar. köşelerine çekilip yalnızlık içinde ömürlerini tüketmeyi yeğliyorlardı. Kimse onlarla ilgilenmiyordu, ilgilenen de alay etmek için ilgileniyordu. Toplum içinde bir çığır açacak durumda değildiler. Çünkü bunlar tazyikle akan selin mecrasından uzak su birikintileri gibiydiler. Kuruyup gidene kadar bulundukları köşede kalacaklardı. Bu yüzden -varolmalarına rağmen- somut bir varlıkları yoktu. Ama şimdi kendilerini bulmuşlardı!

Artık selin mecrasından uzak şuraya buraya serpiştirilmiş su birikintileri değildiler. En azından varolduklarının farkına varmaları bakımından somut birer varlıktılar. Girdabına kapılan, yutan bataklıktan ayrı bağımsız kişilikleri vardı. Bu uğursuz gidişe ters düştükleri için baskıya uğruyorlardı ama varlıklarını, farklılıklarını, yitirmiyorlardı... Her badirede daha bir kenetleniyor, inançları, özgüvenleri daha bir pişiyordu.Hareket her geçen gün gelişiyor. Hızla gelişiyor. Batı menşeli yıkıcı dalga bu geşimenin baskısını hissediyor. Bu gelişmeyi durdurmasa da, yok edemese de, akışını engelleyemese de varlığından dolayı daralıyor, sıkıntı çekiyordu. Dinsel duyarlılığını tatmin için gelen kitleler vardı. Bunların İslam'dan anladıkları sadece bu duyarlılıktı. Şehid Imam'ın konuşmalarından ve derslerinden manevi bir feyz alırlardı. Çünkü yüce Allah ona parlak, derin, etkili bir manevi feyz bahsetmişti. İnsanlar onun kişiliğinin bu karizmatik etkileyiciliği aracılığı ile dinsel duyarlılıklarını tatmin ederlerdi. Böylece cemaate bağlanır, faaliyetlerine katılırlardı. Ancak bu tür insanların başta gelen istekleri manevi haz almak, dinsel duyarlılığı tatmin etmekti. Harekete katılanlar arasında çıkarcı tiplerde vardı. Bunlar o tarihte faaliyet gösteren siyasal partilere mensuptular. İhvan-ı Müslimin'i hızla gelişen, taraftarları çoğalan yeni bir siyasal parti olduğunu veya hızla yol alan, peşine takılan kitlelerin sayısı gittiçe artan bir lokomotif olduğunu sanıyorlardı. Bu yüzden diğer siyasal partilerden çok onun geniş taraftar kitlesiyle yönetime yakın oluduğunu düşünüyorlardı. Şu halde fırsat elden gitmemeliydi. Treni kaçırmamak gerikirdi!

1948-49 darbelerinde bu saydıklarımızın çoğu bir daha geri dönmemek üzere hareketten uzaklaştılar, arkalarına bakmadan kaçtılar. Sofular kaçtılar. Çünkü ihvan-ı Müslimin'in yeni ve aydın bir tasavvuf cemaati olmadığını, bir cihad hareketi olduğunu anlamışlardı. Tarihte ortaya çıkan bütün cihad hareketlerinde olduğu gibi mensuplarının başına türlü musibetlerin, akıl almaz işkencelerin, sürgünlerin, kovulmaların geldiğini görmüşlerdi. Oysa kendileri bunun için gelmemişledi. Bunlara katlancak, sabredecek durumda da değildiler. Şu halde kurtuluş, yolun tehlikelerinden kurtulmaktı. Selamet kaçıştaydı!

Çıkarcılar da kaçtılar. Çünkü bu trenin iktidar koltuğuna ulaşmaktan çok uzak olduğunu anlamışlardı. Onlarsa bunun için gelmişlerdi. Bundan başka bir şey bilmezlerdi, başka bir hedefleri olamazdı. Şu halde ileride izini silemeyecekleri bir damga yemeden kaçmak en iyisiydi! Halk kitleleri de kaçtılar. Çünkü hareketin dini duyarlılıklarına hitap eden bir yönü kalmamıştı. Başka bir şey de gelmezdi ellerinden, islam'dan bildikleri buydu. Oysa burada zindan var, işkence var, sürgün var, ölüm var. Onlar bunun için gelmemişlerdi. Buna katlanacak, sabredecek durumda değildiler. Şu halde iktidar sahipleri üzerlerine çullanmadan, onlar da 'onlardan' olmakla suçlamadan kaçmak en selametli yoldu! Ama saf ve temiz gençler kaldılar. Kuşkusuz tümü kalmadı. Gençlerin tamamı önceden yolun çeşitli engebelerle dolu olduğunu bilmiyordu. Bütünü, bir gün başına çeşitli musibetlerin, akıl almaz işkencelerin, kıyımların geleceğini hesap edemiyordu. Bunun içinde yaşadıkları çirkefe batmış toplumun pisliklerinden uzak, tertemiz bir ortamda gerçekleşen güzel bir yolculuk olduğunu sanıyorlardı. Sadece çoğunun kişisel endişeleri vardı. Endişeleri çirkef ve çöküntü ortamında dinlerini korumaktı. Nitekim peygamber efendimiz de salât ve selem üzerine olsun- buna işaret etmiştir: "Bir gün gelecek, dinini tutan kişi kızgın bir ateş tutmuş gibi olacak" Hapishaneler, gözaltılar, sürgünler ve işkencelere gelince, çoğunun hesabında bu yoktu. Gerçi Şehid İmam 'Beynel emsi vel-yevm' başlıklı risalesinde onlara bu hususu hiç bir kapalılığa yer bırakmayacak şekilde açıklamıştı.

"Size şunu açıkça söylemek istiyorum ki, mesajınız hala insanların çoğu tarafından bilinmiyor. Mesajınızı bildikleri, kavradıkları, amacını ve hedefini algıladıkları gün onlardan şiddetli bir düşmanlık göreceksiniz, sert bir tepkiyle karşınıza dikileceklerdir. Önünüzde bir çok meşakkat bulacaksınınz. Bir çok engelle karşılacaksmız. İşte ancak o zaman dava adamlarının yoluna girmiş olursunuz Şimdi ise, hala bilinmiyorsunuz. Henüz ollgunlaşma evresindesiniz, cihada ve mücadeleye hazırlanıyorunuz. Halkın gerçek islam'ı bimeyişi bir engel olarak kurşınıza çıkacaktır. İslami anlayışınızı garipseyen dindarlar, resmi etiketli alimler göreceksiniz. Bunlar sizin İslam adına yürüttüğünüz cihadı yanlış bulacaklardır. Başkanlar, liderler, mevki ve makam sahipleri size karşı kin kusacaklardır. Bütün hükümetler karşınıza dikilecek, her hükümet faaliyetlerinizi sınırlandırmak, yolunuza taş koymak için çalışacaktır. Memleketin yönetimini gaspedenler, size karşı koymak ve davanızın nurunu söndürmek için her yola başvuracaklardır. Zayıf hükümetlerden, düşük ahlaktan yardım isteyeceklerdir, onlara yakaran ama size kin besleyen ellere uzanacaklardır. Hepsi bir araya gelecek davanızın etrafında şüphe bulutları yaymak,haksız suçlamalarda bulunmak için çalışacaklardır. Her türlü kusuru ona yamayacaklardır. Onu insanlara çirkin göstemeye, kötü tanıtmaya gayret edeceklerdir. Bunu yaparken güçlerine,siyasal otoritelerine güvenecek,mali güçlerine ve nüfuzlarına dayanacaklardır. "Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, keni nurunu muhakkak tamamlayacaktır." (Tevbe/ 32) Bu inancınız ve tavrınızla siz, hiç kuşkusuz deneme ve sınama aşamasına gireceksiniz. Zindana atılacak, gözaltında tutulacaksınınz. Yerinizden yurdunuzdan uzaklaştırılacak, sürgün edileceksiniz. Maddi çıkarlarınıza el konulacak, işinize son verilecek, evleriniz gözetim altında tutulacaktır. Sınava tabi tululacağmız bu aşama çok uzun bir dönemi de kapsayabilir.

"insanlar sınavdan geçirilmeden yalnızca 'inandık' demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar?" (Ankebut/ 2)

Ancak, şunu bilmelisiniz ki, yüce Allah bütün bunlardan sonra mücahidlere zafer, muhsinler sevap va'detmiştir:

"Ey iman edenler! size, sizi acıklı azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi?" (Saff/ 10)

"Biz de iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik, onlar da üstün geldiler." (Saff, 14)

Buna rağmen hala Allah'ın yardımcıları olmakta ısrarlı mısınız?"[120]

Son ölümcül darbeden sonra cemaatle kalanlar, bizzat Şehid İmam tarafından eğitilenlerdi. Onnu sınıflandırması ile bunları 1hvan-i amilin1 (eylenci kadeşler) denirdi. Gerçi leride bunların oluşum ve hareketlerinde acele edildiğini gösteren belirtiler görülecekti. Buna da ileriki sayfalarda değineceğiz.

Şehid İmam'ın haftalık derslerine katılan yığınların çoğu kaştı. İhvan-i Müslimin'in genel merkezi bunlarla dolradı, buray asığmaz caddelere, sokaklara taşarlardı. Fakat yokanda elde edilecek bir yarar, katedilecek kısa bir mesafe sözkonusu olmadığını tam tersine yolun cihad ve zorluklarla dolu olduğunu görünce hareketi terkettiler.[121] Şehid İmam'ın  trenle çıktığı yolculuklarda -ki bu alışkanlığını ömrünün sonuna kadar sürdürdü- onu karşılayanlara da kaçtılar.

Fakat kitlelerin harekete yönelik bu yoğun ilgi beraberinde bir takım gerçekleri ortaya koymaktadır. Bu bilginin ortaya koyduğu birinci gerçek şudur: Birbuçuk asırdır islam'ı tamamen ortadan kaldırmak, Mısır'ı Avrupa'nın[122] veya Akdeniz havzası uygarlığının[123] veya islam'dan başka herhangi bir şeyin bir parçası yapmaya çalışanların, hala çalışmakta olanların sandıkları gibi bu yığınların gönlünde İslami duyarlılık tamamen son bulmamıştır.

İkinci gerçek şudur: Halk kitleleri birleşmek için bir çağrının beklentisi içindedir.

insanlar ekmek ve benzeri zaruri ihtiyaçlar için gösterilere katılmasi gibi maddi varlığını ilgilendiren konuların dışında kendi kendine toplanmaz. Halk yığınlarının 'değerler1 için toplanması ise her zaman bir liderin olmasını kaçınılmaz kılar. Nitekim, kriz dönemlerinde halk yığınlarının çevrelerinde birleştiği kimseler din alimleridir. Ya da din alimlerinin kendisi halkı toplanmaya çağırırlar ve halk da onların yol göstericilikleri ile hareket ederler.

Ancak alimler sahneden çekilince, ders halkalarının daracık dünyasına ya da kendi iç alemlerine kapanınca dini nitelikli önderlik ortadan kalkar. 'Dinsiz1 (laik) önderlik ortaya çıkar - ya da çıkarılır-. Önceki bölümde değindiğimiz gibi halk yığınları bu sefer laik nitelikli bir önderliğin tutkunu olur. Dini önderlik tekrar sahneye çıkınca, halk yeniden onun etrafında birleşir. Düşünce savaşı, batı haranlığı gibi nedenlerden dolayı dönenlerin sayısı öncekine göre az olsa da... Şu kadarı var ki, bu kümeleşme, önderin toplumu bürüyen olumsuz havayı giderme, kitlelere İslami gerçek ve net şekliyle sunma ve yeni kuşağı İslami gerçekler uyarınca eğitme hususunda başarı kazandığı oranda daha geniş boyutlar kazanmaya müsaittir. Üçüncü gerçek şudur: İslam fıtrat dini (yani insanan öz yapısına uygun din) olduğu için her zaman için kalpleri kendine çekecek özelliğe sahiptir. Bu nedenle insanın fıtratı dejenere olmamışsa, İslam'a girebilir, İslam'a uyması kolay olur. müslümanlarm içnde yaşadığı bu sözde ortam İslam düşmanları tarafından insanları İslam'dan nefret ettirmek ve kalıplaşmışlıklarmın, geri kalmışlıklarının, zayıflıklarının ve dünya toplumu içinde geri bir konumda oluşlarının sebebinin İslam olduğu kuruntusuna kapılmalarını sağlamak için dayatılmıştır. Bununla beraber İslami gerçeklerin doğru biçinde insanlara sunalması, dağınık kalplerin tekrar ona dönmelerine yolaçabilir. İnsanları İslam bayrağı altında birleştirmeye ilişkin mesaj, tekrar doğal yerlerine döndürebilir.

Bu benim dosdoğru olan yolumdur, şu halde ona uyun, sizi onun yolundan ayıracak başka yollar uymayın" (En'am/ 153)

İslam'ın yeniden egemen olması için meşakkatli bir cihada ihtiyaç olduğu bir gerçektir...

Dünya haçlılığı ile dünya yahudiliğinin bugün İslam aleyhinde başlattıkları korkunç savaşın, arzulanan İslami egemenlik için kaçınılmaz olan cihadı her zamankinden daha meşakkatli, daha ağır kıldığı da bir gerçektir. Öyleki bu cihadın meşakkatine ancak taşıdığı mesajın iblincinde olan karalı müslümanlar katlanabilir. Bu yüzden gün geçtikçe çoğalıyor olsalar da islam çağrısına olumlu karşılık verenler azdır.

Bütün bunlar doğrudur... Fakat orta yerde hiçbir zaman değişmeyen bir gerçek vardır. Çünkü bu gerçek bizzat amaçla ilgilidir: 'Yeniden İslam'a dönüş1 hedefi ile ilgilidir. Şu ana kadar fiilen islam'a dönenlerin sayıları ile ilgili değildir.

Bu gerçekten dolayıdır ki, İslam düşmanları, işini bitirdiklerini, son ölümcül darbeyi indirdiklerin sandıklan bir sırada davetin sürdüğünü ve hala nefes aldığını gördükçe cinnet geçiriyorlar.

Hiç kuşkusuz Hasan el-Benna'nın başlattığı hareket, bir ümmeti yeniden oluşturmaya benzeyen çok önemli bir hareketti... O tarihte İslam Ümmetinin durumu yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı andırıyordu... Ve o bu duvarı yeniden onardı.

Onun yaptığı sadece toplum içinde özelliğini kaybetmemiş duvar olmaya elverişli tuğlaları üstüste koymak değildi. Ya da o, sırf selden arta kalan su birikintilerini biraya getirmeye çalışmadı. O, bu birleştirme operasyonunun yanısıra, bu sağlam ve elverişli tuğlalardan bir bina yaptı; selden artakalan bu su birikintilerinden canlı ve tazyikli bir akım meydana getirdi. Onun yaptığı, İslam'ı insanların içinde bir harekete dönüştürmekti. İnsanların zihinlerindeki İslam'ı bir hayat sisteminine, paratik hayatın vazgeçilmez tavrına dönüştürmekti... İslam'ı 'şeyhlerin' elinden hayattan ve hareketten yoksun kuru kalıplara, Muhammed Abduh'un elinde pratiği değiştirmek için hareket eden ama değişikliğin gerçekleşmesi için 'cihad' etmeyen kültürel ve akli bir hareket, sofuların elinde türbelere, evliyalara ve ziyaretlere, halk yığınlarının elinde miskin bir tevekküle ve hurafelere dönmüşlükten sonra İslam'ı canlı ve hareketli orjinalitesine kavuşturmaktı onun yaptığı...

O dönemde ve o bölgede bir insanın böylesine ağır bir yükümlülüğün altına girmesi kolay bir iş değildi. Çünkü haçlılar ve Siyonistler İslam'a son darbeyi indirmek için tüm güçlerini o bölgede yoğunlaştırmışlardı. Batılılaşma hareketi ile birlikte egemen olan 'ben1 merkezli bireyciliğin parça parça ettiği, İslam'ın pratik hayattan aşamalı olarak uzaklaşması ile duyarsızlaşan gönülleri kardeşlik bağı ile birbirine bağlamak kolay değildi. Rahatı düşünen ve ahiretten kopuk bi dünya için çaba sarfetmeyi dününen nefisleri, kendini dava için feda etmek, dünyanın zevklerinden vazgeçmez üzere eğitmek hiçte kolay değildi. Bundan önce ahireti düşünecek olsalardı ya çoğunlukla bireysel kulluk davranışları şeklinde dışa vururdu ya da sadece iyi bir niyet olarak kalırdı.

Sadece rahatını düşünen nefisleri, Allah yolunda ölmek -samimi olarak- ve Allah yolunda ölmeyi en büyük arzu olarak değerlendirmek üzere eğitmek kolay değildir.

Bir insanın böyle bir göreve soyunması o kadar kolay değildi. Fakat bu büyük kurucunun elinde bütün bunlar çok kolay gerçekleşti. Yüce Allah el-Benna (kurucu, bina edici) isminin gerektirdiği tüm nitelikleri ona bahsetmişti.

Ruh aydınlığı, kalp temizliği, Allah için herşeyden geçmek, tükenmez bir aşk, çalışma azmi, meşakkatlere karşı sabır, insanları birarada tutmak için gerekli olan karizmatik lidelik yeteneği ve örgütleyicilik bercerisi gibi yeteneklerle donatmıştı onu.

Ne var ki, el-Benna'nın inşa ettiği bu görkemli binanın duvarlarında bazı gedikler vardı ve bunlar zaman içinde etkisini gösteriyordu. Genel kanı, büyük ustanın işin başında bu gediklerin farkında olmadığı, ancak ölümüne yakın zamanlarda bunu görmeye başladığı şeklindedir, ileride de değineceğimiz gibi el-Benna bu gediklerin izleyicilerinin gönüllerinde derin etki bırakmasına izin vermemiştir.

Yapıdaki birinci gedik; olması gereken zamandan önce halk kitlelerinin topyekün harekete yönelmesi hususunda gereğinden fazla aceleci olunmasıydı.

İnsanların hidayet ermesini, mümkün olan en kısa zamanda olabildiği kadar fazla sayıda insanın doğru yolu bulmasını istemek davetçilerin ve ıslahatçılaran hatta bizzat peygamberelirin gönüllerinde yatan vazgeçilmez beşeri bir arzudur. Nitekim peygamber efendimiz -Salât ve selâm üzerine olsan- insanların hidayete ermelerini içtenlikle ve derin bir arzuyla isterdi. Aynı şekilde insanların halk içerikli mesaja olumlu karşılık vermemeleri onu çok üzerdi. Nitekim yüce Allah bu hususa şu şekilde değiniyor:

"Şimdi onlar bu söze inanmayacak olurlarsa sen, onların peşisıra üzülerek kendini kahredeceksin." (Kehf/ 6)

"Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete eriştiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete eriştirir. O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir." (Kasas/ 56)

Fakat, eşya ve olaylara yön veren ilahi yasalar sistemi vardır. Ve davet hareketleri de bu yasalar sistemine göre gelişme gösterir. Bu sistem, başlangıçta davetçilere ve ıslahatçılara meşakkatli gibi görünsede hayır içeriklidir. Halk kitlelerinin davet hareketinin hemen başında büyük bir yoğunlukla davete yönelmeleri bu yasalar sisteminin bir gereği değildir ve bunula hayır gerçekleşmez.

Eğer halk kitlelerinin yoğun biçimde davete ilgi duymaları ile hayır gerçekleşseydi, yüce Allah bu hayrı Peygamberi'nden -Salât ve selâm üzerine olsun- ve peygamberinin yaşadığı dönemde yeryüzüne egemen kılmayı, otorite sahibi bir devletinni olmasını takdir ettiği dininden esirgemezdi.

Allah'ın kaderinden kopuk olarak dünyevi açıdan olaya baktığımızda, Mekke'de onüç yıl boyunca az sayıdaki insanın Peygamber efendimiz -Salât ve selâm üzerine olsun- davetini kabul etmesinin nedeninin arapların inatları ve dikbaşlılıkları olduğunu sanırız.[124] Fakat olaya Allah'ın kaderi açısından baktığımız zaman anlarız ki, yüce Allah -dileseydi- bir kaç yıl içinde binlerce insanı Peygamberi'nin -Salât ve selâm üzerine olsun-etrafında toplardı.

Fakat yüce Allah'ın kaderi bildiğimiz şekilde gelişti kuşkusuz. -O, bir şeye "ol" der o da oluverir.- Bu gelişme davetin iyiliği ve yararı içindi. Çünkü dava bu şekilde daha sağlam bir biçimde yeryüzüne kök salardı. Nitekim bu dava -yüce Allah'ın kaderi uyarınca- başka hiç bir davetin yazmadığı bir tarih yazmıştır.

Onüç yıl içinde Mekke'de Hz. Peygamber'in -Salât ve selâm üzerine olsun-çağrısma olumlu karşılık verip kabul edenler, sayıları ikiyüzü geçmeyen az sayıda insandı. Fakat onlar insanlık tarihinin bir benzerine tanık olmadığı o eşsiz neslin çekirdekleri niteliğindeydiler.

Sayıları azdı. Evet, ama -el-Benna'nın deyimiyle- tüm binayı ayakta tutan sütunlar onlardı. Tıpkı, binayı yapmadan önce sağlam bir zemine oturtmayı planlayan usta gibi. Ayrıca binayı taşıyacak sütunları da iyi belirlemek gerekir. Taşların ve harcın işlevi sonra gelir, ilahi kader Hz. Peygamer'in -Salât ve selâm üzerine olsun- aracılığı ile böyle yaptı. Yüce Allah az sayıdaki ilk müslümanlarm onun etrafında toptanlarım, onun gözetimi ve direktifleri doğrultusunda yaşamalarını öngördü. Onun kontrolunda eğitilmelirin, bütün enerjilerini ondan almalmn takdir buyurdu. Böylece yüce allah'ın dilemesi ile her baıkmdan sağlam birir sütun oludular. Ardından allah'ın kaderi Ensar'ı devreye soktu. Bunlar da Muhacirlerle birlikte (ki sayıları oldukça azdı) Peygamberimizin -Salât ve selâm üzerine olsun- gözetimi altında eğitim görmeye başladılar. Onun eğitimnden, yönetiminden ve direktiflerinden en olumlu biçinde yararlandılar. (Kuşkusuz bu konuda muhacirler her zaman herkesten öndedirler) Bu, binayı tamamlayacak, kullanılır duruma getirecek tuşlar gelmeye başlamadan önceki aşamaydı. Yüce Allah, bunlar hakkında şöyle buyuruyor:

"İnsanların Allah'ın dinine grup grup girdiklerini gördüğün zaman." (Nasr/ 2)

İşte, davanın başarısını ve yeryüzünde kök salıp egemenlik kurmasını sağlayan Rabbani eğitim metodu budur. Biran için olayın bu şekilde gerçekleşmetiğini, insanların ilk andan itibaren veya davetin başlangıcından ilk bir kaç yıl içinde akın akın dine girdiğin düşünelim, Acaba bina bu şekilde kurulabilir miydi? Yüce Allah'ın dilediği şekilde yere sağlam oturabir miydi?

Yüce Allah bir şeye "ol" der, o da oluverir. Allah dilese yapar. Bir şeyi takdir etti mi, o şey meydana gelir.

Fakat -yüce irade sahibi- yüce Allah evrene, dünyaya ve insan hayatına bazı yasalar egemen kılmıştır. Yüce iradesi uyarınca evrende, yeryüzünde ve insan hayatında bu yasaların yürürlükte olmasını öngörmüştür. Davet hareketi için de az sayıda insanın olumlu karşılık verip inanmasını, bunların kendisi tarafından gönderilen peygamberin gözetimi altında en iyi bir şeklide eğitilmelerini, dolayısıyla binayı ayakta tutacak sütunlar olma niteliğin kazanmalarını öngören bir yasalar sistemini yürürlüğe koymuştur. Eğitim çok çaba gerektiren uzun vadeli ve meşakkatli bir iştir. Allah'ın Peygamberi -Salât ve selâm üzerine olsun- de tarihin tanık olduğu en büyük eğitimcidir. Fakat eğer davetin başladığı ilk andan itibaren binlerce insan çağrısına uyup inansaydı, az sayıdaki ilk müslümanlarda olduğu gibi onları gereği gibi eğitemezdi, istediği biçimde yönlendiremezdi. Ancak o az sayıdaki müslümanlar, en mükemmel şekilde ve en yüksek düzeyde nebevi eğitimeden pay aldılar. Onlar hakkında yüce Allah şöyle buyuruyor: "

"Siz insanlara örnek olsun diye ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetisiniz." (Al-ilmran/ 110)

işin bu şekilde sonuçlanması, yüce Allah'ın insan hayatına egemen kıldığı evrensel yasalar sistemi ile ahenkli biçinde yol almak demekti. Hiç kuşkusuz yüce Allah -kendisinin öngördüğü bir hikmet uyarınca- bu dini ilgilendiern tüm gelişmelerin sözkonusu yasalarla paralel olarak yürümesini dilemiştir, mucizelere göre değil. Tabiki her hahgi bir müslüman nesil ortaya çıkıp ta tembellik göstererek: "ilk müslümanlar mucizelerle başarıya uluştılar. Risaletin son bulması ile ve peygamberlerin arkasının kesilmesi ile artık mucizeler de gerçekleşmeyecektir." demesin.

Bu din için en büyük mucize Allah'an indirdiği kitaptır. Bu kitap Allah'ın kaderi uyarınca kıyamete kadar korunacak ve kalıcı olacaktır.

"Kuşkusuz zikri (kitabı) indiren biziz ve onu koruyacak olan da biziz." (Hicr/ 9)

Şayet, Bedir savaşında meleklerin müslümanlarla birlikte savaşa katılmaları şeklinde bir mucize gerçekleşmişse bu müslümanlarm kendileri ile birlikte savaşan melekleri görmeleri mucizesidir. Fakat meleklerin mü'minlere güven verme, onların inançlarını pekiştirme, korkularını giderip yüreklerini yatıştırma amacı ile inmeleri, yüce Allah'ın yürürlükte olan bir yasasıdır, dilediği zaman, kullarından hakkedenler için bu yasayı devreye sokar:

"Rabbimiz Allah'tır deyip sonra dosdoğru yürüyenlerin üzerine melekler inerler ve onlara korkmayın üzülmeyin size vadolunan cennetle sevinin. Biz dünya hayatında ve ahirette sizin dostlarmızız..." (Fussilet/ 30-31)

Yürürlükte olan -Resulullah -Salât ve selâm üzerine olsun- fiilen yaşadığı cahiliyenin hak içerikli mesaja karşı inatçı bir tavır takınması, gerçeğe savaş açması, tehditler savurması, onu sürekli izlemesi ve her yola başvurarak kitlelerin gerçeğe katılmalarını önlemesi, korkutması ve sindirme yöntemlerine başvurması ve başlangıçta az sayıda insandan başka kimsenin hak davetine inanmaması, imanın bu azınlığın kalplerinde kökleşmesi, dolayısıyla cahiyeyi küçümsemeleri, onun komplolarına karşı sabretmeleri, sarsılmadan cahiyenin karşısında durmaları, başlarına gelen musibetlerin sadece imanlarını arttırması, bütün bu aşamalardan geçerken olgunlaşıp kusurlardan, günahlardan, beşeri za'flardan arınmaları, sonuçta yüce Allah'ın onları emaneti taşımak ve binayı kurmak üzere seçmesi şeklinde özetlenebilir.

Mü'minlerin sınavdan geçirilip denenmeleri bir yasadır: "İnsanlar sınavdan gerilmeden sadece "inandık" demekle bırakılacaklarını mı sandılar? Kuşkusuz biz, onlardan önceki ümmetleri de sınavdan geçirdik, kesinlikle Allah doğruları ortaya çıkaracak ve mutlaka yalancıları ortaya koyacaktır." (Ankebut/ 1-3)

Düşmanların işi bitirilmeden önce mü'minlerin arındırılmaları bir yasadır: "Allah, mü 'minleri arındırmak ve kafirleri yok etmek için böyle yapar." Sınama aşaması ve arındırma tamamlanıp yüce Allah, kalplerinin herşeyden geçip tamamen kendisine yöneldiğini, Allah ve Resulü'nün her şeyden daha çok onlara sevimli geldiğiği görünce, rabbani yasası onların yeryüzüne egemen olmaları ve insanların grup grup hak içerikli davaya koşmaları şeklinde devreye girer.

Sınama ve arındırma aşamasında emaneti taşıyacak olanların eğitiminin önemli bir evresi tamamlanır. İlk etapta cahiliyeyle karşılaşacak olanlar, bunlardır. Bunların daha sonraki aşamalarda dine giren gruplardan ayrı niteliklere sahip olmaları gerikir. Daha sonra dine girenlerden farklı olarak bunlara yarı bir özen gösterilmelidir. Bu iki grup arasındaki fark, binanın tümünü taşıyacak sütunlarla, bunlar üzerinde yükselen taş ve harçtan oluşan duvar arasındaki farkı andırır.

Bu sütunların özel bir şekilde yapılmaları, yapıları özel olmalı, dikilecek yeleri özenle seçilmeli ve sütunların dikileceği zaman iyi seçilmelidir. Eğer öngörülen hususlarda gerekli özen gösterilmezse kısa zaman sonra duvarlar çatlar, bina yıkılmaya yüztutar.

Bir binanın yapımı için tek başına sütunların yetmediği ve binanın yapımı ile gözönünde bulundurulan amacın gerçekleşmeyeceği bir gerçektir. Şu halde, duvar yapımında kullanılacak, binaya son şeklini verecek, binanın yapımı ile planlanan hedefi gerçekleştirecek daha çok taşa ihtiyaç vardır. Ne varki eğer sen temel atmadan ve sütunları sağlam bir yere oturtmadan veya bunları normal bir şekilde yerine getirmeden taşları dizmeye başlarsan bina heran için yıkılabilir. Böyle bir durumda taşlar birer ağır yük olurlar, hiç bir payanda ile ayakta duramazlar.

Eğitim aşamasında, ilk önce cahiliyeye karşı çıkacak öncülerin hazırlığı, istenen tarzda, kusursuzca tamamlanınca, gerçekte bir çok mesele kemdiliğinden çözüme kavuşur.

Kuşkusuz bu öncüler -söylediğimiz gibi- aldıkları sağlam eğitim sayesinde cahiyenin çevirdiği dolaplar karşısında sarsılmadan durabilirler. Cahiliye, toprağın derinliklerine kök salmadan önce yeni daveti susturmak için her türlü yola buşvuracaktır. Çünkü cahiliye çok iyi biliyorki, eğer elinden gelen her şeyi yapmazsa ipin ucunu kaçırabilir ve hareket kontrol edilemez bir çığıra dönüşebilir. Bu yüzden hareketin ilk asasında cahiliyenin uyguladığı baskı çok şiddetlidir. Ancak seçkin mü'minlerden oluşan bu öncüler sözkonusu baskıya karşı direnebilirler. Çünkü onlar liderlerinden, onun eğitminden ve yönlendiriciliğinden gerekli olan enerjiyi almışlardır.

Aslında öncülein cahiliye komploları karşısında kazandığı başarı davetin hareket çizgisinde bir dönüm noktasıdır. Onların başarıları, insanların gönüllerini; inandıkları gerçekten dönmeden akıl almaz entrikalar, dayanılmaz işkencelere göğüs geren mü'minlere yöneltir. Bu durum onların destansı direnişleri gerçek içerikli mesajın tanığı olur, yeni ruhları cezbeder, bu gelenler gerçek uğruna cihad ederler ve temel aynı sağlamlığını ve sarsılmazlığını koruyarak genişler. Bu öncülerin bir diğer özellikleri liderin yanında seçkin bir yere sahip olmalarıdır. Ayrıca onlar lider olmak üzere, liderden sonra onun halifeleri olmak üzere eğitilirler.

Resulullah'ın -Salât ve selâm üzerine olsun- arkadaşlarına bakıldığında...Onlar dava için, komutanları için tarihin bir benzerine tanık olmadığı şekilde kendilerini feda eden seçkin askerlerdi. Ama aynı zamanda Hz. Peygamber -Salât ve selâm üzerine olsun-, herbirini bir parçası olduğu yapının temel taşı olacak şekilde eğitiyordu. Bu yüzden tarihin tanık olduğu en görkemli, en göz kamaştırıcı şekilde üstlendikleri görevi yerine getirdiler. Onlar insanları Allah'ın dinine göre eğitecek önderler oldular. Resulullah -Salât ve selâm üzerine olsun- da eşsiz eğitimiyle onların önderi oldu. Sonra onlar Hz. Peygamberin -Salât ve selâm üzerine olsun-ardından emanetin taşıyıcıları oldular. Tarihin tanıklığıyla ondan sonra raşit halifeler olarak ümmetin önderleri oldular.

Bir bina yapımında izlenecek yol budur. İnsanları Allah'ın dinine davet etmek üzere hareket geçecek bir cemaatin kuruluşunda böyle bir yol izlemek gerekli ve vazgeçilmezdir.

Tekrar Şehid İmam'ın kurduğu ve -Allah'ın kaderi uyarınca- İslam ümmetinin hayatında bir dönüm noktası yaptığı görkemli binaya dönecek olursak, halk yığınlarının çok erken dönemlerde yoğun bir şekilde harekete akın ettiğini görürüz. Oysa henüz istenen sağlamlıkta bir temel atılmamıştı, cahiliyeyle karşılaşacak ilknesil için vazgeçilmez nitelikte olan özelliklere aship sütunlar dikilmemişti. Bu noktada akla şöyle bir soru geliyor.

Şehid İmam'ın yeterli sayıda eğitimci ve davetçi yetişene kadar etrafında toplanan binlerce insanın harekete katılmasına engel olması mı gerekiyordu? Onları çevresinde toplayabildiği ve azda olsa içelerinde bulunan dini duyarlılığı harekete geçirebildiği halde kaybolup gitmelerine göz yummalı mıydı?

Mesele bu şekilde ortaya konunca kuşkusuz verilecek cevap olumsuz olacaktır.

Ancak meseleyi bu şekilde ortaya koymak gerçekçi bir tavır değildir! Aslında soruyu şöyle sormamız gerekir: İnsanlar davanın gerçek mahiyetini ve boyotlarmı, davayı kuşatan atmosferin koşullarını, dava ile dava düşmanlarının arasındaki savaşın gerçek niteliğini, siyonist-haçlı ittifakının İslam'a ve insanları İslam'a döndürmeyi amaçlayan her harekete karşı çevirdikleri dolapları, düzenledikleri entrikaları baştan itibaren bilselerdi, gene bu kadar kısa bir zamanda onbinlerce gruplar halinde harekete katılırlar mıydı?

Yeniden Şehid imam'ın geçen sayfalarda sunduğumuz sözlerine dönüyoruz: "Size şunu açıkça söylemek istiyorum ki, mesajınız hala insanların çoğu tartından bilinmiyor. Mesajınızı bildikleri, kavradıkları, amacını ve hedefini algıladıkları gün onlardan şiddetli bir düşmanlık göreceksiniz, sert bir tepkiyle karşınıza dikilecekler. Önünüzde birçok meşakkat bulacaksınız. Bir çok engelle karşılaşakcaksınız. işte ancak o zaman dava adamlarının yoluna girmiş olursunuz.11 İşte sorun burda yatmaktadır.

Eğer insanlar, davanın gerçek mahiyetini ve boyutunu bilselerdi -veya onlara bildirilseydi- hiç kuşkusuz rabbani sünnet devreye girecekti. O zaman az sayıda insan davayı benimseyecekti, bunlar kusursuz bir eğitimden gerilecekti. Binayı taşıyan sağlam sütunlar bunlar olacaktı, insanlar akın akın dine girdikleri zaman eğitimci görevini bunlar yapacaktı ve onlar yol buyonca önderlerin yerini alacak hazır durumdaki 'ikinci saf olacaklardı.

Kuşkusuz 'Eylemci kardeşler' (ihvan-i Amilin) seçkin askerlerdi. Önderlerinin emriyle hareket eder, onun direktifleri doğrultusunda eylem gerçekleştirirlerdi.[125] Fakat onlar, zamansız bir şekilde gruplar halinde koşup davanın çevresinde kümelenen halk kitlelerini eğitecek önderler olabilecek eğitimden uzaktılar. Çünkü bunlar Şehid İmam'ın da dediği gibi davanın gerçek mahiyetini bilmiyorlardı. Yine onlar -ki bu çok daha tehlikeli bir durumdur- imamdan sonra önderliği devir almaya, uzun ve meşakkatli yolda bu emaneti taşımaya hazır değildiler. Gelişmelerin de tanıklığıyla, bu kusurların davet süreci üzerinde olumsuz etki bırkatığı bir gerçektir. Binayı ayakta tutacak sağlam temeller atılmadan halk kitlelerinin harekete katılımı hususunda acele davranıldığı gibi, gerek iç siyaset sahnesinde ve gerekse Filistin savaşında zamanından önce harekete geçildi.

İçeride cemaatın gücünü göstermesi hususunda acele davranıldı. Coşkun mitingler, gösteriler, geziler düzenlendi, dönemin gündemindeki siyasal sorunlara katılmak, komünistlere savaş açmak, Güvenlik Konseyi'nde mısır sorununu desteklemek, gibi meselelere gereksiz yere girildi. Sanki cemaat şunu demek istiyordu: " Biz buradayız ve biz......yapabiliriz."

Bir müslüman cemaat o tarihte ortaya çıkan sorunlarla mı ilgilenmeliydi, yoksa bu sorunları doğuran ortamı temelden değiştirip düzeltmeli miydi? Allah'ın hayat sisteminden uzaklaşan bu toplumu yeniden ilahi hayat sistemine döndürmek için mi uğraşmalıydı? gerçeği bir yana... Bu gerçek bir yana hiç kuşkusuz, temeli iyice oturtmadan, dayanıklı sütunlar yerleştirilmeden, gerekli olan eğitim süreci tamamlanmadan, en önemlisi gerekli niteliklere sahip yeterli sayıda insan yetiştirlmeden zamanından önce hareket geçip 'pazu göstermek1 hareket çizgisini, gelişimini büyük ölçüde etkileyen tehlikeli sonuçlar doğurur. Filistin sorununa gelince: İhvan-i Müslimin'e mensup gerillaların Filistin savaşına katılmaları hiç kuşkusuz ilahi bir takdirdi. Fakat bu olay, sonraki tüm gelişmelir önemli ölçüde etkilemiştir. Allah'ın takdir ettiği bir şey kesinlikle tamamlanacaktır. Ancak Allah'ın kitabı, Allah'ın kaderinin insanların olaylardaki rollerini ve sorumluluklarını dışlamadığını öğretmektedir:

"İki katını (Bedir savaşında) düşmanın başına getirdiğiniz bir musibet kendi başınıza gelince, 'bu nereden kaynaklandı?' dediniz. De ki: 'O sizin kendinizden kaynaklandı.' Allah'ın her şeye gücü yeter, iki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelenler Allah'ın izniyle olmuştur." (Al-i İmran/ 165-166)

İhvan-i müslimin'e mensup gerillaların Filistin savaşma katılmasını Şehid İmam kendi isteğiyle mi, yoksa gençlerin baskısı ve ısrarları sonucunda mı karar verdiği hususunda elimde şuanda kesin bir kanıt yoktur. Ancak sanıyorum ki, cemaatin günlük politikalara aktif olarak katılması, daha sonra onu bu yönde bir karar almaya zorlamıştır. Cemaatin liderinin isteyerek veya istemeyerek bu karan onaylamış olması o kadar önemli değildir. Çünkü cemaat bundan önce olaylara aktif olarak katılmış ve insanları cihad ve özveriye çağırmıştı. Çünkü cemaatin dayandığı ilkeler, insanları yapmaya çağırdıkları şeyleri, öncelikle kendisinin yapmasını öngörüyordu.

Mesele her ne şekilde olursa olsun, hiç kuşkusuz Allah'ın kaderi yerine gelmiştir. Böylece haçlı-siyonist ittifakı Ihvan'ın genelde tüm planları ve özelde de Siyonist devletin varlığına karşı oluşturduğu büyük tehlikeyi farkettiler. Böylece cemaat iyice olgunlaşmadan ve olayları kontrol edebilecek düzeye gelmeden sistemli bir şekilde ardarda katliamlara maruz kaldı.

Kitlelerin hareketin etrafında toplanmaları ve zamanından önce bu kitlelerin harekete geçmeleri konusunda acele davranıldığı gibi, bu acele tavır örgütlenmede de sergilendi. Çünkü hareket, olması gereken noktadan başlamadı. Tam tersine sıralamada ondan sonra gelen bir aşama ile yapılanmaya girişildi.

İnanç meselesi açık, herkesçe kavranmış ve çözümlenmiş pürüzsüz bir mesele olarak algılandı. Bütün yapacağımız şey, dini duyarlılığı derin uykusundan uyandırmak ve bu duyarlılığı pratik harekete dönüştürmektir. Bundan sonra her şeyin normale döneceği, bütün hedeflerin gerçekleşeceği sanıldı.

Daha sonra da açıklayacağımız gibi bu sanı fazlasıyla iyimserdi. Çünkü daha sonraki gelişmeler, inanç sorununu gündeme getirmiş yeniden ele alınmasını ve başlangıç noktasının inancın düzeltilmesi olduğunu ortaya koymuştur. Kitlelerin, daha doğrusu birçok davetçinin, İslam'ın bu ikinci gurbetinde farkında olmadığı anlam kaymalarının ve kaybolmalarının kesin biçimde ortaya konmasının bir zorunluluk olduğunu kanıtlamıştır. Peygamberimiz -salât ve selam üzerine olsun- bu ikinci gurbet dönemine şu şekilde işaret ediyor:

"İslam garip başladı ve başladığı gibi tekrar garip olacaktır. Ne mutlu gariplere!"

Bu aceleciliği iki ana nedene bağlamamız mümkündür: Birincisi: İslami altyapının varolduğunun kabul edilmesi, yapılacak işin sözkonusu altyapının yeniden inşaa edilmesi yerine, halkın bir araya getirmesi, bu doğrultuda harekete geçirilmesi, düzenlenmesi, önderlik yapılması, gerekli görülen harekete yöneltilmesi olduğunun sanılmasıdır. ikincisi: Bir yandan dünya siyonizmi ile dünya haçlı ittifakına karşı komak için ne kadarlık bir gücün gerektiğinin önceden kestirilmemesi, bir diğer açıdan da içi koşulların sağlıklı bir analizden geçirilmemesidir. Sözünü ettiğimiz gücün tür veya hacim olarak algılanması sonuç açısından farketmez.

Birinci için diyebiliriz ki, Şehid İmam, Mısır toprağında adım atmaya başlamasından sonra kitlelerin yoğun ilgisinden ve davayı karşılama şeklinden dolayı oluşturduğu yapının konumu ile ilgili olarak ileri düzeyde bir iyimserliğe kapılmış olabilir. Çünkü Şehid Imam'ın şehadetine kadar ki yirmili yıllar halk kitlelerinin ihvana yönelik yoğun ilgisiyle geçti. Öyleki bu yıllarda cemaate mensup insanların sayısı ikiye üçe katlandı. Aynı şekilde askerlerinden (eylemci kardeşler) gördüğü yoğun ilgi ve itaat de onu bu iyimserliğe yönletmiş olabilir. Bu askerler onun elinde birer eğitim aracıydılar ve bu şekliyle insanlara güven aşılayarak itaatlareni sağlıyordu. Fakat uygulama ortaya koymuştur ki, bu bakış açısı ortamın gerektirdiğinden fazlasıyla iyimserlik taşımaktadır. Çünkü 'dini heyecan1 başka bir şey İslami altyapı1 da başka bir şeydir... Bu heyecan İslam'a yönelik olsa bile, pratikte bir anlam ifade etmez. Bu heyecana sahip olanların dini öndörtyoz yıldan fazla bir azmandır yaşayan geleneksel dindir. Bu yüzden bu din gerçek şekliyle anlaşılmadan, bilinçli ve basiretli bir yaklaşımla etüt edilmeden tek başına bu duyarlılık yetmez. İslami hareket için 'bilgi' düzeyinde gerekli gerçek anlayış şudur:

"Bil ki, Allah'tan başka ilah yoktur." (Muhammed/ 19)

Gerekli olan basiret ise şudur:

"De ki; işte benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar bir basiret üzere Allah'a çağırıyoruz. Allah ortaklardan münezzehtir. Ben müşriklerden değilim." (Yusuf/ 108)

Daha önce de söylediğimiz gibi inanç, müslümanların gönlünde korkunç bir erozyona uğramış varlığından eser kalmamıştır. Bu yüzden sözkonusu 'dini duyarlılık' gerçek bir anlam taşımaz. Bütün iftiralarıyla, sapıklıklarıyla korkunç bir savaş başlatan İslam düşmanı çağdaş cahileyeye karşı koyması gereken bir hareket, böylesine gerçekliği bulunmayan heyacanlara dayandırılamaz.

İnsanların inançlarında asırların birikimi sonucu, özellikle son asırda meydana gelen büyük çaplı sapma onarılmadan 'dini duyarlılık' gerçek anlamda uyarılamaz, pratik bir hakete dönüştürülemez. Hiç kuşkusuz imam, Tasavvufun ve mürcie akımının neden olduğu nemelazımcılık anlayışını ortadan kaldırdı. Uyuşmuş dini duyarlılığı pratik harekete dönüştürdü. Daha önce de değindiğimiz gibi müslümanlara bu yönden musallat olan bozuklukları gözönünde bulundurduğumuz zaman, Şehid İmam'ın bu yaptıklarının çok önemli olduğunu görürüz. Fakat -özellikle son asırda müslüman ümmete musallat olan- bir diğer felaket de lailahe illallah' ilkesinin korkunç bir anlam erozyonuna uğrayıp içi büş bir slogana dönüşmesidir. Allah'ın Şeriatının yürürlükte olması ile yamdan bağlantılı olan 'hakimiyet1 sorunundan tamamen kopuk biçimde algılanmasıdır. Hiç kuşkusuz bu ümmetin hayatında meydana gelen en büyük tehlike bu sapmadır. İslami uyanış açısından da bu tehlike sözkonusudur. Öyleki tasavvuf ve mürcie akımlarının neden olduğu nemelazımcılıktan çok, ümmetin varlığı ile yakından ilgisi bulunan bu sorun üzerinde durulmalıdır. İslam ümmeti yaklaşık olarak binüçyüz yıl İslam şeriatının egemenliği altında yaşadı. Bu ümmet namaz kılmak gibi şeriatla yönetilmeyi de bu dinin vazgeçilmez ilkelerinden biri olarak görüyordu.

Fakat son yüzyılda haçlılar -onların ardından Siyonistler- İslam alemine egemen oldular. Bu güçler askeri ve düşünsel ağırlıklarını koyarak islam şeriatının yürürlükten kaldırmak, namazı da günlük yaşamın uygulamaları arasından çıkarmak için büyük baskılar uyguladılar. Ümmeti İslam'dan uzaklaştırma amaçlı bu korkunç komplo, atılan her adımdan sonra insanların hala kendilerini müslüman sanmalarını sağlama planına dayanıyor.

Önce şeriat yürürlükten kaldırıldı. Bu arada insanları "birşey olmaz size! Namaz kılıp oruç tuttuğunuz sürece siz müslümansmız!" denildi. Sonra namaz -ve diğer tüm ibadetler- hayattan uzaklaştırıldı. İnsanlara da "Bunun size bir zararı dokunmaz! 'lailahe illallah1 dediğiniz sürece siz müslümansmınz!" denildi.

Böylece pratik durumun baskısıyla, zihinleri zehirleyen fikir emperyalizminin etkisiyle lailahe illallah1 bütün içeriğinden yoksun hale getirildi. Artık sadece dille söylenen bir slogana dönüştü. Onu söyleyen kişi de bununla müslüman olması için gerekli olan şartı yerine getirdiğini sanacak duruma geldi. Bunu yapmakla 'tanıklık1 görevini tamamladığını, dolayısıyla cennetin kendisini beklediğini sandı. Kalbi 'lailahe İllallah'ın gerçeğini anlamaktan uzak olsa da, hayat tarzı onun içerdiği gerçeklerle çelişse de bu ona bir zarar veremezdi.

Şehid İmam'ın öncülük ettiği hareket başladığı zaman yüce Allah'ın merhamet edip de gönlünü şahadet cümlesinin ve dinin gerçek mahiyetini anlayacak şekilde açtığı kimseler hariç, ümmetin durumu bundan ibaretti. Şehid İmam -söylediğimiz gibi- 'lailahe illallah' ilkesinin müslümanlarm(!) gönlünde uğradığı anlam ve içerik kaybının bir yönünü düzeltmeye girişti ki, bu yönü tasavvuf ve mürcie akımları dejenere etmişti. Bunun ardından Allah'ın şeriatının uygulanmasını istedi. İslam şeriatını uygulayacak müslüman bir devletin kurulmasının zorunluluğunu vurguladı. Bu çağrısına kitlelerin yoğun ilgi gösterdiğini gördü, kitlelerin bu ilgisi onda yaklaşımının isabetli olduğu fikrini uyandırdı, dolayısıyla başlangıç noktasında göstermesi gereken dikkate gereken özeni gösteremedi. Oysa daha sonra pratik olarak kanıtlandı ki, bu noktanmı büyük bir onarıma ihtiyacı vardır.

Sonra Şehid İmam'ın öldürüldü. Hiç bir şey olmamış gibi bir çok insanın kılı kıpırdamadı.

Ardından gerçekte kanlı katil, sözde 'kahraman1 geldi. Müslümanlar için tarihin tanık olduğu en korkunç mezbahalar kuruldu. Birçok insanın kılı kıpırdamadı, hiç birşey olmamış gibi... Hatta bundan da kötüsü oldu. Birçokları, ellerinden müslüman kanı damlayan kanlı katil Nasır'ı alkışladı. 'Müslüman' bir insan için böyle bir tavır normal mıdır? Diğer bir ifadeyle: Eğer insanlar 'lailahe illallah'ın gerçek anlamının ve onun Allah'ın şeriatının egemen olmasıyla olan vazgeçilmez ilişkisini bileselerdi, böylesine tuhaf, böylesine akılalmaz bir tutum içinde olabilirler miydi? Kuşkusuz böyle birşey olmazdı!

Allah'ın şeratinin egemen olmasını isteyen bir davetçi bu kadar basit öldürülmezdi. Tarihin tanık olduğu en korkunç mezbahaları kurarak, Allah'ın şeriatının egemen olmasının isteyen davetçilerin kanma giren sahte kahraman, kanlı katil Nasır işini bu kadar basit göremezdi. Gel görki, ellerinden müslaman kanı süzülen bu katili alkışlayanlar bile oldu. Böyle bir şey ancak 'lailahe illallah' ilkesinin anlamı ve içeriğinin gerçek mahiyetiyle bilinmediği bir ortamda olabilir!

Şehid İmmam'ın ve onun yolunu izleyen cemaatin aleyhine yapılan propagandaların meydana getirdiği etkileri, ayrıca da yapılan olumlu propagandaların doğurduğu etkiyi de hesaba katalım. Gene de gerek İmam'ın şehid edilmesi ve gereksiz Nasır katilinin işlediği cinayetler açısından takınılan bu tavır kabul edilemez türdendir.

Yapılan propagandalar sonucu, kitlelerin imam'ın şahsının ve cemaatiini aleyhine dönmesini normal kabul etsek bile, bu kitlelerin Allah'ın şeriatının egemen olması sorunu karışında bambaşka bir tavır içinde olması gerekirdi. Allah'ın şeratinin egemen olması sorunu karşısında sesiz kalmak, Allah'ın şeriatının egemen olması çağrısında bulunan davetçilerin katledilmeselerini kılı kıpırdamadan izlemek, ancak 'lailahe illallah' m ne anlam ifade ettiğini ve bu ilkenini Allah'ın şeriatının hakimiyetiyle olan vazgeçilmez bağının gerçek anlamda bilinmediği bir ortamda olabilir. Sadece dille 'lailahe illallah1 söymenini insana müslüman niteliği kazandırdığını ve kişi 'lailahe illallah1 ilkesine ters düşen düşünce ve davranışlara sahip olsa da bu niteliğin ondan ayrılmayacağını sanmak; tek başına Allah'ın şeriatının egemen olmasının -başka değil- ve tek başına

Allah'ın şeriatının hükmüne başvurmanın -başka değil- 'lailahe illallah1 ilkesinin vazgeçilmez gereği olduğunu; Allah'ın şeriatı egemen olmadıkça insan günde bin kere lailahe illallah1 dese de müslüman niteliğini kazanamayacağını bilmemek ancak böylesine kör bir cahiliyenin egemen olduğu bir ortamda olabilir.

İsanları Allah'ın terazisine koymak ve -bu cehaletle birlikte müslüman veya müslüman olmadıkları değerlendirmesi bir yana[126] diyebiliriz ki, bu cehalet olanca ağırlığıyla insanların hayatlarına, düşüncelerine ve duygularına egemendir. Bu cehalet varoldukça bir İslami altyapı meydana getirmek için atılacak ilk adım insanalır hayatına egemen olan bu cehaleti söküp atmaktır.

İslam'ın egemenliğinin önümdeki en büyük engel işte bu cehalettir. Bu engel sanıldığından da büyüktür.

İslam'ın hakimiyeti yalnızca Allah'ın şeriatının egemen olması çağrısında bulunan mü'min, mücahid bir 'örgüt'ün bulunması ile gerçekleşemez. Bu cemaatin yönetime gelmesi için hangi yönteme başvurulursa vurulsu, bir yönetim için gerginde dayandığı ve düşmanlarının komplolarına karşı kend in savunan bir dayanağın bulunması kaçınılmazdır.

İslam aleminde bu gün için ayakta duran birçok yönetim şekli vardır. Bunlar ya Amerika'ya, ya da Rusya'ya ya da her ikisine birden -müslümanları katletme, İslami hareketi yoketme gibi durumlarda- dayandıkları için ayakta durabiliryorlar. Ya İslami bir yönetim, yeryüzünde hangi güce dayanacaktır? Doğal olarak Amerika ve Rusya bu yönetimi desteklemeyecektir. Şu halde bu yönetimin kendi halkından bir dayanağı bulunmalıdır. Allah yolunda cihad eden, bu uğurda mücadele ederken kınayanın kınamasına aldırmayan mücahid, mümin, müslüman bir topluluk bulunmalıdır

Bir İslami altyapımın varolması, İslam'ın egemenliği için kaçınılmazdır. Bazılarının sandığı gibi, İslami bir yönetimin kurulması için, bütün milletin mümin ve mücahid bir topluma dönüşene kadar beklememiz gerektiğini söylemek istemiyoruz.

Yeryüzünde tüm fertleri kararlı, tuttuğunu koparan ve kişiliğinin doruğunda olan bir toplum yoktur. Hatta peygamberimizin öncülüğünde kurulan ilk müslüman topluluğun tüm fertleri de ideal düzeyde değildiler. Aralarında münafıklar, zayıf imanlılar, yükümlülüğünü yerine getirmede ağır davrananlar, ağırdan alanlar vardı. Fakat bunların yanısıra, bütün bunları da taşıyarak yüce Allah'ın önceden tasarladığı hedefine doğru sapmadan yol alabilecek güçte, sağlamlıkta, dayanıklıkta ve kökleşmiş bir İslami temel vardı. Bir İslami altyapı vardı.

Birİslami yönetiminin kurulabilmesi için bugün ihtiyaç duyulan şey,makul bir yoğunlukta, yeterli bir düzeyde bir İslami altyapı'dır. Bu altyapı ümmeti, o görkemli hedefe doğru giden çizgide tutacaktır. Toplum içinde münafıkların, zayıf imanlıların, ağır davrananların, ağırdan alanların varlığı bu hedefin gerçekleşmesini engelleyemez.

Yeterli ve gerekli özelliklere sahip bir çekirdek kadro niteliğindeki bir altyapının oluşturulmasının önündeki ilk engel, 'Lailahe illallah1 ilkesine ilişkin toplumsal düzeydeki cehalettir. Çünkü müslümanlar boşlukta hareket etmiyorlar. Tarihin tanık olduğu en azgın yerel ve uluslararası düşmanlıkların bakışları arasında yol almaya çalışıyorlardı, islam düşmanları, islami hareketlere karşı başlattıkları amansız savaşta, insanların bu cehaletinden onuna kadar yararlanıyorlar. Bunlar islam memleketlerinde Allah'ın indirdiklerine ve Allah'ın indirdikleriyle hümetmeye çağıranlara karşı savaş açan yönetimlere tam bir yasallık kisvesi giydirmişlerdir. Halk kitleleri de 'lailahe illallah1 ikesine ve bu ilkenin Allah'ın şeriatının egemen olmasıyla olan yakın ve vazgeçilmez ilgisine ilişin derin cehaletleri yüzünden bu yönetimleri normal ve doğal karşılamışlardır.

Sonra halk ile islami hareketler arasından nefretten bir duvar örmüşlerdir. Bir de insanlara: "Siz bunların İslam için çalıştıklarını mı sonıyorsunuz? Bunların asıl amaçları iktidara gelmektir, dini ise, siyasi çıkarlarına alet ediyorlar(!)" diyorlar. Dini alet olarak kullanma olgusu insanları tiksindiren ve yoldan uzaklaştıran bir işlev görmektedir. Halk yığınları aşamalı olarak depolitize edilerek, siyasal ve yönetsel sorunlara duyarsız hale getirilmişlerdir. Kimin iktidara gelme için çalıştığı, kimin iktidara geldiği onları pek ilgilendirmiyor. Halk "gelene ağam, gidene paşam" diyerecek duruma getirilmişlerdir. Tıpkı Mütenebbi'nin dedeği gibi: "Birine bir iyilik isabet edince insanlar ona, 'ne hoş!1 derler. Hata eden de hak etti…

Yani müslümanlar iktidara geldikleri zaman halk kitleleri onları alkışlarlar. Fakat amaçlarına ulaşamayıp başarısızlığa uğradıkları zaman da, "Onlar başlarına geleni hak etmişlerdir. Neden iktidardakilere karşı çıktılar ki? Yoksa iktidarı devredin demekle iktidardakilerin bunu yapacaklarını mı sandılar? iktidar sahipleri iktidarlarını korumak zorundadırlar, iktidarlarına karşı çıkanları tepeleme hakkına sahiptirler" derler. Mesele bu şekilde yozlaştırılmıştır. Halkın gözünde iktidara yürüyen, iktidarı ele geçiren herkes eşit konuma getirlmiştir. Yani onlar açısından, allah'ın dininin sınırlarını çizdiği şeklide kimin 'hak1 yolda, kimin 'batıl' yolda olduğu önemli değildir, islam açısından iktidarın meşru (şeriata) uygunluğuna da bakılmaz. Yani iktidardaki Allah'ın indirdikleriyle mi hükmediyor yoksa Allah'ın indirdiklerinin dışındaki bir yasayla mı hümediyor? Bu durum, onları pek ilgilendirmiyor. Bu yozlaşma yüzünden de 'müslüman bir altyapı'nın oluşturulması ertelenmiş oluyor. Yüce Allah'ın egemen olmasına izin verdiği cahiliye hükmüdür diye, Allah'ın hükmünün dışındaki tüm hükümleri reddedecek olan işte bu müslüman çekirdek kadrodur.

"Yoksa cahiliye hükmünü nü istiyorlar? Kesin inançlı bir topluluk için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır?" (Maide/ 50)

"Yoksa dinde onlar için Allah'ın izin vermediği yasalar koyan ortakları mı var?" (Şura/ 21)

Bu korkunç cahilliği başka bir sorun izliyor. Bu sorun, islami hareket açısından, 'müslüman altyapı'nın oluşumu için gerekli olan olgunlaşmayı geciktirici bu yozlaşmadan daha tehlikelidir.

Halkın bu cahilliği ve duyarsızlığı, tağutlarm İslami cemaatlere saldırma, vahşet ve ölümcül derbeler indirme imkanını vermektedir. Tağut katliamlar yaparken, suçsuz günahsız insanları işkenceden geçirirken, insanları yerinden yurdundan ederken halkın öfkesinden emindir, imam Hasan el-Benna'nın öldürülmesinde oluduğu gibi. Ve tıpkı kanlı katil Nasır'ın gerçekleştirdiği katliamlarda olduğu gibi. Bu katliamlarda cemaata bir daha belini doğrultamayacak darbeler indirmek için cemaatin imamları ve önder kadroları yokedilmişti. Böyle olaylar her zaman ve defalarca yapılabilir. Bu olanları bir de başka bir şekilde düşünelim. Halk kitlelerini 'lailahe illallah1 ilkesinni gerçek anlamını ve Allah'ın şeriatının egemen olmasıyla olan sıkı ve vazgeçilmez ilgisini gerçekten kavradığını, yani yüce Allah'ın ve peygamberinin şu sözlerindeki mesajı algıladığını düşünelim:

"Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin hükmüne başvurmadıkça, sonrada içlerinde senin verdiğin karara karşı en ufak bir sıkıntı olmasızın tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar" (Nisa/ 65)

"Allah'a ve peygambere inandık ve itaat ettik." diyorlar; onlara aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve peygambere çağırdıklarında, bakarsın ki, içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler." (Nur/ 48,48) "Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Resulüne davet edildiklerinde, müminlerin söyleyeceği: Işittit ve itaat ettik1 sözüdür, işte kurtuluşa erenler bunlardır." (Nur/ 51)

Bu günkü toplulukların da, bir müslümanm ancak Allah'ın indirdikleriyle hükmettiği ve ancak Allah'ın şeriatının hükmüne başvurduğu zaman ya da İmam el-Benna'nın dediği gibi: "Şehadet cümlelerini diliyle söyleyip gereklerini ve farzları yerine getirdiği zaman" müslüman olabileceğini anladığını düşünelim.[127] Durum ne olurdu acaba?

Tağutlar müslüman halkın öfkesinden emin olarak İslam davetçilerini öldürebilirler miydi?

'Lailahe illallah1 ilkesinin içerdiği mesajın gerçek şekliyle kavranması ile birlikte tüm halkın bir günde veya bir gecede kararlı, yollarına dikilen engellere aldırış etmeyen mücahidlere dönüşeceğini, Allah'ın şeriatı için mücadele edip, şeriata saldıran bütün sapık ve azgınlara karşı koyacağının iddia etmiyoruz.

Kesinlikle hayır! Hiç kimse böyle bir vehme kapımış değildir! Fakat -en azından- müslüman bir altyapının oluşması daha kolay ve daha kısa zamanda gerçekleşecektir. O zaman tağutlar, katliamlarını gerçekleştirirken halk çoğunluğundan destek göremeyeceklerdir. Oysa şimdi cinayetlerini işlerken halkın cahilliğinden sonuna kadar yararlanmaktadırlar.

Bu yüzden İslam'ı uyanış açısından bu mesele üzerinde yoğunlaşmak son derece önemlidir. İslami bir altyapı oluşturmak için bu noktadan başlamak bir zorunluluktur. Başlangıç noktası bu mesele olmayan her hareket tökezleyecek ve yol uzadıkça uzayacaktır. Bu husus hareketin başlangıcında yeterince belirginleşmemiş olmakla beraber, son dönemlerde, yaşanan deneyimlerin de yardımıyla İmam'ın zihninde meselenin netleştiği anlaşılmatadır. 7 Receb 1367/16 Masıy 1948 tarihinde günlük 1hvan-i Müslümin1 gazetesinde (Yıl 3, sayı 627) Hasan el-Benna'nın imzasıyla yayınlanan 'Me'reketul Mushafeyne Hukmullah?1 başlıklı makele bunu açıkça ortaya koymaktadır: "Şüphesiz Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana kitabı hak olarak indirdik. Sakın hainlerin savunucusu olma!" (Nisa/ 105)

"Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve onların havalarına uyma, Allah'ın indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmasınlar diye onlardan sakın. Şayet yüz çevirirlerse bil ki, Allah bir kısım günahları nedeniyle onlara bir musibeti tattırmak istemektedir. Şüphesiz, insanların çoğu fasıklardır. Onlar hala cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin inanan bir topluluk için hükmü, Allah'tan daha güzel olan kimdir?" (Maide/ 59,50)

"Aralarında hükmetmesi için, Allah'a ve Resulüne çağırıldıkları zaman mü'min olanların sözü: 'işittik ve itaat ettik' demeleridir, işte kurtuluşa erenler bunlardır." (Nur/ 51)

islam hem dindir, hem devlettir. Bunda şüphe yoktur. Bu ifadenin açık anlamı şudur: islam Rabbani bir şeriattır, insani öğretiler ve toplumsal hükümler içermektedir. Dinin korunması, yayılması, mü'minler arasında hükümlerinin uygulanmasının sağlmanması, mesajının mü'min olmayanlara duyurulması görevi devlet kurumuna yani müslüman topluma başkanlık eden, ümmeti yöneten hakime verilmiştir. Hakim bu hükümlerin korunmasında kusur ederse, artık İslami bir hakim sayılmaz. Devlet yasaları bu görevi dışlayacak şekilde düzenlenirse artık o devlet İslami bir devlet olarak değerlendirilmez. Toplum ya da İslam ümmeti bu ihmale razı olursa, onaylarsa artık o da Islami bir toplum sayılmaz, diliyle böyle bir iddiada bulunsa bile. Müslüman bir hakim için İslam'ın öngördüğü farzlara sıkı sikaya sarılmak, büyük günahlar işlemeden Allah'ın haram kıldığı şeylerden uzak durmak şarttır. Bağlı bulunduğu devletin oluşturduğu ortam, onun müslümanlar arasında İslam'ın hükümlerini uygulamasına elverişli olmadığı sürece yukarıda saydığımız hususlarda onun müslüman bir hakim olarak nitelendirilmesine yetmez. Devletin onlar açısından konumu, onların İslam daveti karşısındaki konumlarına göre belirlenir.

Burda tartışmaya, münakaşa etmeye yer yoktur. Yukarıya aldığımız ayetler bunu öngörüyor. Nur suresinde yer alan ayetler Allah'ın indirdikleriyle hükmetmekten kaçınanların iman çerçevesinin dışına çıktıklarını açık biçimde ortaya koymaktadır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onlar derler ki; 'Allah'a ve Resule iman ettik' sonrada bunun ardından onlardan bir grup sırt çevirir Bunlar iman etmiş değildirler. Aralarında hükmetmesi için onlar Allah'a ve Resulüne çağırıldıkları zaman, onlardan bir grup yüz çevirir. Eğer hak onların lehlerinde ise, ona boyun eğerek gelirler. Bunların kalplerinde hastalık mı var? Yoksa kuşkuya mı kapıldılar? Yoksa Allah'ın ve Resulünün kendilerine karşı haksızlık yapacağından mı korkmaktadırlar? Hayır onlar zalim olanlardır. Aralarında hükmetmesi için,

Allah'a ve Resulüne çağrıldıkları zaman mü'min olanların sözü: işittik ve itaat ettik' demeleridir, işte kurtuluşa erenler bunlardır." (Nur, 47-51) Maide suresinde yer alan ayetler de Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenleri kafirlikle, zalimlikle ve fasıklıkla nitelendirmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerdir -zalimlerdir-fasıklardır." sonra şöyle buyuruyor: "Yoksa hala cahiliye hükmünü mü istiyorlar. Kesin inançlı bir topluluk için hükmü Allah'tan daha güzel olan kimdir?"

Allah'ın indirdikleriyle hükmetme olgusunun gerçekleşmesi için devletin anayasasında müslüman bir devlet olduğunun veya devletin resmi dininin islam olduğunun yazılması ya da devletin kişisel meselelerde Allah'ın indirdikleriyle hükmederken, buna karşın cezai, mali ve namus gibi konularda Allah'ın indirdiklerine ters düşen yasalara uymayacağını ilan etmesi yeterli değildir. Davranışları dine uygun veya ters olsa da üstdüzey yöneticilerin müslüman olduklarını söylemeleri de yetmez. Devlet düzeyinde Allah'ın indirdikleriyle hükmetmek demek; devletin bir misyon sahibi olması demektir. En üst düzeye kadar yönetenlerin ve en alt düzeye kadar yönetilenlerin misyonlarının bilincinde olmaları demektir. Bunun devletin rengini belirleyen bir boya olması gerekir, insanlar bununla nitelendirilmeli, toplumlar içinde devlet bununla tanınmalıdır. Her uygulamasında bu niteliğini önplanda tutmalı, söz ve eylemleriyle dava adına bir bağlantı kurulmalıdır.

Dünya devletleri içinde SSCB adında bir devlet vardır. Bu devletin belli ilkeleri, belli bir rengi ve belli bir ideolojisi vardır. Biz bunları benimsemiyor, insanları böyle bir şeye davet etmiyoruz. Fakat biz diyoruz ki, bu devlet dünya toplumları içinde bu rengiyle biliniyor. Devletin tüm uygulamaları, söz ve davranışları işte buna göre belirleniyor. İngiltere ve ABD'de onu taklit ederek demokrasi diye bir rejimin temsilcileri olduklarını ilan ettiler. Gerçi bunlar, çıkar, amaç, koşul ve gelişmeler açısından biribirlerinden farklıdırlar.

Neden Mısır'da -ki egemenlik hakkına sahip bağımsız bir ülkedir-uluslararası platformda İslam'a bağlılığıyla, ona karşı duyarlılığıyla, insanları ona uymaya davet etmesiyle, her söz ve eylemiyle onunla bağlantılı kılmasıyla bilinmesin? İşte Allah'ın indirdikleriyle hükmetmenin esası budur. Bu anlam somutlaştığı zaman hiç kuşkunuz olmasın, o zaman yöneticiler İslam'ın öngördüğü farzlara sıkı sıkıya sarılacak, hayatlarını onunla biçimlendireceklerdir. Ardından çıkarılan bütün yasalar ve toplumsal düzenlemeler İslam'ın direktiflerine ve hükümlerine uygun olacaktır. Böylece Allah'ın hükmü ferd, toplum ve devlet planında gerçekleşecektir. Gerekli olan da budur.

Bu gerçeklere göre biz ne durumdayız acaba?

Dağrusu bunlardan çok uzaktayız. Bütün sermayemiz anayasanın 149. maddesi ve halkın gönlünde ki duygular ve duyarlılıklar ile kimi bireysel ibadetler, ameller ve değerlendirmelerdir. Hükümet ve devlet ise bir kutupta, Alla'ın hükmü ise bir başka kutupta yer alıyor! Sayın hükümet başkanı asıl sorumlu sensin. Sayın Adalet Bakanı özellikle sen sorumlusun. Ey milletvekilleri ve senatörler siz de sorumlusununz, temsil ettiğiniz halk adına. Ve ey Ezher Şeyhi ve saygı değer alimler, yüce Allah'ın sizden aldığı misak gereği üstlendiğiniz ilim ve tebliğ adına sorumlusunuz.

Ey millet sen de kendi isteğinle Allah'ın hükmünün dışına çıktığın için sorumlusun. Çünkü bütün otorite ve iktidarların kaynağı sensin. Şu halde yöneticilerinize karşı mücadele edin, onları Allah'ın indirdiklerini uygulamaya zorlayın. Onlarla birlikte mushaf savaşına katılın. Allah'ın izniyle zafer sizin olacaktır"

Evet, son dönemlerinde İmam sorunu zihninde netleştirmişti. Ne varki, bu anlamın izleyicilerinin kalplerinde kökleşmesi için uygun zaman ve fırsat bulamadı. Daha önce buna değinmiştik. Dolayısıyla Imam'ın izleyicileri açısından mesele açıklığa kavuşmadı. Bu anlayış stratejilerine, hareketlerine ve düşüncelerine yansımadı.

Şehid Imam'ın kurduğu teşkilat açısından vurguladığımız ilk nokta budur, ikinci nokta ise, islami uyanışın -ister istemez- İslam düşmanlarına karşı girişeceği savaşın gerçek boyutlarının sağlıklı biçimde değerlendirilmesi, gerekli olan niteliklerin kazanılması, bu savaşa hazırlık için lazım gelen çabanın harcanması ve gerekli zamanın iyi kullanılmasıdır. Bu hususta sehid İmam'ın kafasında ne gibi bir düşüncenin varolduğunu bilmemiz mümkün değildir. Çünkü henüz genç yaştayken sehid edildi. -Allah ondan razı olsun-Ve henüz yolun başındaydı. Fakat bize göre hazırlıkta ve harekette acele edildi. Sonra da olanlar oldu.

Gerçekte savaş, İslami cemaatlerle onları öldüren, işkence eden, onları sürgün eden, köklerini kurutmaya çalışan tağutlar arasında geçen yerel bir çatışma değildir. Aynı şekilde bu savaş, birkaç vur-kaçla bitecek cinsten de değildir. Bu öyle bir savaştır ki, haçlı dünyası ile dünya siyonizmi bütün İslam düşmanlarını da yanlarına alarak direktifleri, fikir ve görüşleriyle katılmaktadırlar.

1956 yılında bir ingiliz gazetesi şunları yazıyordu:

"Cemal Abdunnasır'ın 1952'de gerçekleştirdiği darbeyi destekledik. Çünkü yeni güçlü bir lider olacaktı. Hayat düzeyini yükselterek komünizmle savaşacak ve İsrail'le barış sağlamak suretiyle Ortadoğu'ya barış getirecekti.[128] Ancak o, barışa savaş açmayı yeğledi.[129] Bundan dolayı ona kırgınız. Fakat fanatik İhvan-i Müslimin cemaatini ezdiği için unutmamalıyız."

Abdunnasır bu programı uygulamak üzere işbaşına getirilmişti. O da bu programı uygulamak için elinden geleni yaptı......'ün görevi belliydi, İslam'ı ortadan kaldırmak. Gazetenin bu benzetmesi ilginçtir. Çünkü birinci.....'ün görevi İslam aleminin siyasi ve askeri merkezi olan istanbul'da islam'ı yok etmekti........Abdunnasır'ın görevi de İslam aleminin manevi aydınlanma ve kültür merkezi olan Kahire'de islam'ı ortadan kaldırmaktı. Komünizm savaşına gelince onun da yöntemleri değişti ve iş sosyalizmin uygulanması ile sonuçlandı. Amerikalı yahudi 'Walt Rousto'nun da 'Merahilitten Miyetil iktisadiye Fil Biladil Mutehalife adlı kitabında dediği gibi halk komünizmden nefret ediyordu. İsrail'le barış yapmaya gelince, Nasır bunun için elinden gelen her şeyi yaptı, ne varki fiilen barış yapamadan önce öldü.

Ancak 'büyük(!)' halefi güzel ahlakı (!) tamamlamak üzere onun rolünü devraldı.

İndira Gandhi 1968 yılında ABD'yi ziyaret ederken düzenlediği bir basın toplantısında şöyle diyordu:

"Biz Cemal Abdunnasır'ı seviyoruz ve onu destekliyoruz. Çünkü o, fanatik

İhvan-i Müslimin örgütünü dağıttı."

Onun yakın arkadaşları sabıkalı İslam düşmanlarından oluşuyordu: BM'in ve Abdunasır'ın desteğiyle Kıbrıs'ta müslümanları katleden baş piskopos Makariyos, Yugoslavya'da üç-dört milyon müslümanı katleden yahudi Tito, Hindistan'da müslümanları katleden kimi zaman ateşte yakan, sonra da ülkede huzursuzluk çıkarıyorlar diye resmen yargılayan İndira Ganhi, 1961 yılında BM teşkilatında yaptığı konuşmada oniki yıl sonra Etyopya'da tek dinin olacağını, yani nüfusun % 56'sını oluşturan Müslümanların yokedileceklerini ya da sürüleceklerini söyleyen Haile Selasiye gibi. Dünya iletişim araçları -haçlı, Siyonist, komünist ve kapitalist heber örgütleri- onun boynuna sahte bir kahramanlık yaftasını yapıştırmışlardı, aynı zamanda onun işlediği cinayetleri de örtbas ediyorlardı. Sahte kahraman cinayetlerini arttırdıkça iletişim araçları onun lehindeki propagandalarının dozunu arttırıyorlardı. Çünkü onlar açısından büyük tehlike oluşturan İslami hareketi yok etmeye çalışıyordu.

1955 yılında 'İnsan Hakları Konseyi' temsilcileri gelip sıkıyönetim hapishanelerini ziyaret ettiler. O sıralar müslümanlarm aleyhine başlatılan sindirme kampanyası doruğa çıkmıştı. Akıl almaz işkenceler uygulanıyordu, barbarca kan dökülüyordu. Bu aralar bir dizi komik mahkemeler kuruldu, kanlı katilin arkadaşları bu mahkemelere başkanlık ediyorlardı. Sonra insan

Hakları Konseyi1 bir bildiri yayınlayarak mahkemelerin yargı usullerine uygun biçimde ve özgür(!) bir ortamda kurulduğunu söylediler.

Bu, İslam'a karşı beslenen uluslararası düşmanlığı somutlaştıran bir örnektir sadece!

Müslüman cemaatin -ister istemez- İslam düşmanlarına karşı giriştiği bu savaş kolay ve kısa vadeli bir savaş değildir. Bu savaşı sonuna kadar sürdürüp başarılı bir sonuç elde etmek için özel niteliklere, özel bir hazırlığa ihtiyaç vardır. Bunun için hazırlığın yapılacağı uygun zaman beklenemez.

Belli merkezlerden yöneltilen bu amansız saldırılar, İslami uyanışın karşı karşıya kaldığı tek tehlike değildir. Bunların yanısıra İslami uyanış yeryüzüne egemen olan tüm cahiliye sistemlerine karşı koymak zorundadır, islam coğrafyası da bunun kapsamındadır. Çünkü buralar da cahiliyenin egemenliği altındadır ve yüzde yüz bir nitelik değişimine uğramıştır. Bu durum, islam aleminde yaşanan inanç gerilemesi sonucu islam düşmanlarının egemenlik kurup islam şeriatını yürürlükten kaldırmalarından, din düşmanı fikirlerini yaymalarından bu yana sürmektedir. Bu cahiliyenin bir yönetim şekli, bir düşünce sistemi, bir eğitim yöntemi, propaganda araçları ve pratik yaşam tarzı vardır. Ve tümüde dine ve islam'a karşı düşmanca niteliktedir. İslami uyanış -ister istemez- attığı her adımda, giriştiği her harekette cahiliyenin düşmanlığını bulacaktır karşısında. Katliamlara, işkencelere, sürgünlere, küçük düşürmelere, engellemelere ve nefrete maruz kalacaktır. Her türlü yöntemle kendisine karşı koyulacak. O ise bütün bunlara karşı eşsiz bir donanıma muhtaçtır. Üstün bir siyasi bilince, derin bir düşünce yeteneğine, müslümanları saran düşmanlık kuşağını kestirecek bir ferasete sahip olmalıdır. Savaşın niteliğini, giriştiği savaşta başvurması gereken yöntemleri, araç ve gereçleri bilmeli ve bunlara sahip olmalıdır. Bütün bunların yanısıra, savaşın yerel nitelikli ve belli kuşağı ilgilendiren bir savaş olmadığını bilmesi gerekir. Bu, kuşaklar boyu sürecek bir savaştır, ister dışarıda pusu kurmuş düşmanların saldırıları ile olsun, isterse islam'a ilişkin derin bilgisizlik sebebiyle olsun (ki, bu cehalet İslami altyapının oluşmasını engellemektedir.) bu savaş sürüp gidecektir. Bundan dolayı İslami uyanış yarı yolda tükenmeyen uzun süre dayanan bir nefese muhtaçtır.

Şehid İmam'ın eğittiği kuşak en azından iki yönde üstün nietliklere sahipti: Allah yolunda ölmeye hazır, kendini davaya adamış, üstün fedakarlık ruhu ve kardeşleri Allah için birbirine bağlayan derin kardeşlik duygusu... Bu, övgüye değer bir çabaydı. Şehid İmam bu uğurda zamanını, emeğini, ruhunu ve kanını verdi. Başkası bunu yapamazdı, başkası gereken niteliklere sahip değildi çünkü.

Fakat bu kuşak -buna rağmen- büyük ölçüde siyasi bilinçten yoksundu. Bu bilinç sayesinde, güncel politik sorunlarla ilgilenmenin müslüman bir cemaatin görevi olmadığını kavrayabilirlerdi. Müslüman bir cemaatin asıl görevinin işleri rayına sokacak İslam sistemini açıklamak, dünya meselelerinde ilahi sisteme uymamanın sonucu baş gösteren bozulmalara, fesada dikkat çekmek olduğunu bilirlerdi. İslami yönetimi kurup koruyacak bir İslami altyapı mevcut olmadığı sürece İslam aleminin herhangi bir bölgesindeki yönetici değişikliğini kavrayabilirlerdi. Çünkü bu coğrafyada meydana gelen her yönetici değişikliğinde gelen, gedenin İslam'a savaş açmaya ilişkin görevini devralıyor. Değişen sadece araçlar ve yöntemlerdir. Bu kuşak düşünce açısından da yeterli düzeye ulaşmamıştı. Eğer derin bir düşünsel kapasiteye sahip olsalardı, düşmanın kullandığı gizli açık yöntemleri, müslümanları İslam'dan uzaklaştırmak için kimi zaman eğitim sistemiyle, kimi zaman iletişim araçlarıyla, kimi zaman düşünce kurallarıyla ve kimi zaman da yaşam tarzlarıyla gündeme getirdikleri araçları görürlerdi. Başvurulan gizli yöntemlerden birinin islami uyanışı ayrıntı niteliğindeki sorunlara ve çatışmalara yöneltip enerjilerini ve güçlerini buralarda tüketmelerini sağlamak, asıl görevleri olan islami altyapıyı1 oluşturma hedefinden uzaklaştırmak. Başvurulan bu yöntemi kavrayabilselerdi zaman ve yapılanma açısından acele etmeden, uzun bir süreç izleyerek gerekli niteliklere sahip bu altyapıyı oluşturmayı bırakıp gereksiz sorunlarla ilgilenmezlerdi.

Karşılama için zorunlu olan dayanıklılıktan da yoksundular. Nefesleri böyle bir çatışmaya yetmiyordu. Ancak bu şekilde de yolun yarısında yorgun düşmeden ardarda inen darbelere karşı koyabilirlerdi. Fakat ilginçtir ki, bu insanlar inançlarında samimi ve fedakar insanlar oldukları halde ilk sarsıntıda; tutukevlerinde ve hapishanelerde yıkıldılar. Bunun nedeni inaçlarının noksanlığı veya fedakarlık duygularından yoksun oluşları değildi. Ne varki sinirleri belli bir zamana göre gerilmişti. Bu zaman içinde zafere ulaşacaklarının, islam'ın egemen olacağını, düşmanın işini bitireceklerini düşünüyorlardı. Ancak vuracakları yerde vurulduklarında, egemenlik kuracakları yerde peşpeşe darbeler yediklerinde, kısa bir zaman dilimine ayarlanmış gergin sinirler yoruldu, bir çokları davet hareketinden çekilip başka alanlara yöneldi veya hareketin yolundan değişik bir çizgide daha az tehlikeli bir davet yöntemine kaydı.[130]

Şimdi de Şehid Iman'ın öncülüğünde yarım yüz yılı aşkın bir süredir sahnede beliren İslami uyanışın pratikteki durumuna bir gözatalım... Ortada iki olgu vardır. Biri insanı iyimserliğe yöneltirken, diğeri de samimi davetçileri karamsarlığa itiyor.

Birincisi: Altyapının genişlemesi, gençler arasında İslama doğru büyük bir yönelişin olmasıdır. Denebilir ki, islam'a yöneliş gençler arasında başlı başına bir akım haline gelmiştir. Bu akımın belli bir cemaatin faaliyetleriyle veya belli bir cemaatin varlığıyla ilgisi yoktur. Bu kendiliğinden gençlerin gönlünde uyanan bir arzudur. İkincisi: İslami haretin dağınıklığı ve bölünmüşlüğüdür. İslami sahada çok sayıda cemaat vardır. Bunlar birbirleriyle çelişiyor, çatışıyorlar. Birbirlerini eleştirmektedirler. Her biri sadece kendisinin doğru yolda olduğunu, başkalarının sapıklık içinde olduğunu söylemektedirler. Bu iki olgu değişik yönlere yönelik olmalarına karşın -Allah'ın kaderi uyarınca- aynı zamanda ortaya çıktılar. Kuşkusuz bu durum bazı sebeplerden dolayı gündeme gelmiştir.

Altyapının genişlemesi -bir yandan- davetçilerin çabalarını davet hareketine yöneltirken -bir yandan da- İslam düşmanlarının müslümanlara karşı tezgahladıkları katliamları, işkenceleri ve kıyımları gündeme getirdi. Bu, bir ilahi yasadır. Hergün yaşanmasına rağmen İslam düşmanları bunun farkında değildirler. Uğruna kan dökülen bir dava ölmez. Düşmanlar -kinlerinden dolayı- kan dökmekten, katliam yapmaktan, işkence etmekten kendilerini alamazlar. Bunu yaparken davet hareketinin yok ettiklerini sanırlar. Oysa onların yaptıkları ile birlikte Allah'ın kaderi işlevini görmekte, akan bunca kana rağmen, sırtlarda saklayan kırbaçlara rağmen taban genişlemektedir. Kalbi Allah'a bağlı bulunan tek bir adamın şehid düşmesi davaya binlerce hatibin, binlerce kitabın ve binlerce konferansın yapamayacağı kazanımı sağlar. Fakat zalimler bunu bilmezler. İslami hareketin dağınıklığına gelince, bunun bir çok nedeni vardır. Birinci neden: -ki bu en belirgin nedendir- herkesin güvendiği, sevgi, saygı ve takdir duygularıyla kendisine itaat ettiği, dolayısıyla yığınların etafında toplandığı, kalplerin yanında kenetlendiği büyük bir önderin bulunmayışıdır. Kuşkusuz büyük bir önderin varlığı toplumun tüm sorunlarını çözmez. Çünkü her zaman hasta ruhlar bulunur ve bunlar sadece ihtiraslarına, heva ve heveslerine uyarlar. Nitekim insanlığın tanık olduğu en büyük şahsiyet olan Allah'ın Peygamberi Hz. Muhammed1 in -Salât ve selâm üzerine olsun-önderliği Abdullah b. Ubeyy'in kin duymasına ve İslam safından ayrılmasına neden olmuştu. Şehid İmam'ın önderliği de insanlık düzeyinde, tarihte çığır açan büyük önderliklerden biri sayılır. Ne varki onun varlığı cemaat içinde bölünmeleri, hizipleşmeleri önleyememişti.

Ancak büyük önderliğin varlığının, toplumsal sorunları büyük ölçüde çözümlediği kuşkusuzdur. Büyük önderlik, gösteriş için veya kişisel üstünlük sağlamak için çalışmayan samimi insanları biraraya getirir. Fedakar ve asker tipleri birleştirir. Asekerler genellikle kişisel arzularından soyutlanmış samimi insanlar olurlar.

Böylesine büyük bir önderliğin yokluğunda deneyimsiz, genç ve küçük çaplı liderlikler türer. Bunlarda da çoğu zaman dava içtenliği ile kişisel içtenlik içice girmiş olur. Şeytan herhangi bir gedikten onlara bu hatayı işletir. Her biri kendisinin hak yolda olduğuna inanır. Bu yüzden 'hakka uyanların onu temsil edene uymaları bir zorunluluktur1 diye düşünür. Yani kendisine uyulmalı. Bu nedenle sözkonusu liderler birbirleriyle didişirler, birbirlerini altetmeye çalışırlar: "Falan cemaat -eğer isterse- bana gelip yoluma uymalıdır. Ben ona gitmem, onun yolunu izlemem, çünkü o, doğru yolda değildir." derler.

İkinci neden: Bu gün harekete katılan gençlerin büyük çoğunluğu örgütlü bir hareket içinde eğitilmiş değildirler. Çünkü zindanlarda faaliyet gösteren bir örgüt çalışması yoktur. Gençler sadece kitap okuyarak kendilerini eğitmişlerdir. Sadece okumuşlar... Tek başına okuma yetmez. İslami hareketin bir önderi bulunmalıdır. İslami hareketi yönlendirecek, eğitecek, yetiştirecek odur.

Şayet, insanları sonsuz ilmiyle yaratan yüce Allah, onlar için kitapların yeterli olacağını taktir etseydi, hiç kuşkusuz Kur'an'ı bir kerede yazılı bir metin halinde indirir, sonra da insanlara onu nasıl okuyacaklarını öğretirdi. Fakat insanları yaratan yüce Allah -ki o herşeyi bilir- gerçeğin ancak bir kalpten diğer bir kalbe, bir öğretenden öğrenciye, vericiden alıcıya geçiş şeklinde etkili olabileceğini biliyordu. Bu yüzden peygamberini -Salât ve selâm üzerine olsun- gönderdi ki, öğretici olsun, verici işlevini görsün. Diğer kalplerde ondan öğrensin, mesajı onun aracılığı ile algılasın. Gençler istekli ve gayretlidirler. Ne var ki, okudukları kitaplardan başka bir şey yok ellerinde. Bu yüzden değişik yolları tutuyorlar. Kesin olmasına ve bir anlama yönelik işareti de bilinmesine rağmen bir tek nassın içeriği üzerinde farklı görüşlere sahip olmak akıl için normaldir. Ortada değişik nasslar varsa ve bu nasslarm kesinliği sözkonusu olmadığı gibi içerikleri de kesinlik düzeyinde belirli değilse durum ne olur acaba? İstenen bir şey olmamakla beraber, yol göstericisiz, öğreticisiz ve öndersiz kitap okuyarak kendini yetiştiren bu gençlerin arasında görüş ayrılıklarının başgöstermesi doğaldır.

Bu durum üzücüdür kuşkusuz. Gönül isterdiki İslami hareket bir çatı altında birleşsin ve bölünmesin. Çünkü bölünme düşmandan başka kimseye hizmet etmiyor. Ne varki -her zaman söylediğim gibi- bu, sihir değneğiyle çözülecek bir sorun değildir. Büyüsel çözümden kastettiğim, hiç bir zorlukla karşılaşmaksızın kolayca ve çabukça gerçekleşen çözümdür. Ne yazık ki, İslami hareketin karşı karşıya kaldığı sorunların büyük çoğunluğu, bu çeşit büyüsel bir yöntemle çözülmeyen türdendir. Bu sorunların çözümü büyük zorlukları aşmayı, zorluklara karşı sabretmeyi, kesintisiz bir çaba sarfetmeyi ve samimi bir niyet beslemeyi gerektirmektedir.

"Ey mü'minler, sabredin ve sabırda yarışın, nöbetlesin, Allah'tan korkun. Umulur ki kurtuluşa erersiniz." (Ali-i İmran/ 200)

Buna rağmen -kötü olmakla beraber- ben bu durumdan dolayı o kadar da üzülmüyorum. Çünkü ben bu duruma geçmişin bir kalıntısından çok geleceğe yönelik kıpırdama olarak bakıyorum.

Bu durum uzun bir uykudan sonra gerçekleşen bir uyanışın sonucudur, insanlar derin bir uykudan uyandıklarında, başlarına ne geldiğini anladıklarında ve bu durumdan kurtulma mücadelesi verdiklerinde hem de herkesin güvenini kazanmış bir önderin yokluğunda görüş ayrılıklarının, değişik bakış açılarının ortaya çıkması mümkündür. Biri burayı kurtuluş yolu olarak görür, diğeri şurayı, bir üçüncüsü de başka bir yeri görür. Fakat deneyimlerle... Düşe kalka... Yavaş yavaş hangi yolun doğru olduğu, hangi yolun hedefe ulaştıracağı açığa kavuşur. Gelişmeleri planlayıp yönlendirenin insanlar olmadığını bir an bile unutmamalıyız. Eşya ve olayları yönlendiren yüce Allah'tır. Bu dava da O'nundur. Davayı zafere ulaştırmak O'nun yetkisindedir. O bunu garantilemiştir. Dava her zaman O'nun gözetimi altındadır. Dava adamlarının saflarını belirginleştirmeyi, kötülüklerini gidermeyi üzerine almıştır. " Allah inananları sizin durumunuzda bırakacak değildir. Temizi pisten ayıracaktır. Allah size gaybı bidirecek değildir." (Al-i İmran/ 179) Yüce Allah islam safının pis ile temizin içice olacağı şekilde bırakmaz, kullarına gaybı göstermez ve önceden : "Şu temiz, şu da pistir" demez. Ancak mü'minleri deneyimlerden geçirir. Bu süre içinde mü'minler arınıp Allah için herşeyden geçerken temiz olanlarla pis olanlar da belirginleşirler. Deneyimler ve meşakketler sonucu insanlar, bu gruplardan hangisinin evrensel İslam gerçeğini kavradığını, hangisinin doğru kavrayış ile paralel olarak doğru bir hareket tarzı izlediğini, hangisinin içtenlikle Allah için herşeyden geçtiğini anlayacaklardır. Böylece yüce Allah saftaki pisleri ayıklayıp yokedecektir:

"Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince o yeryüzünde kalır." (Rad/ 17)

Her zaman için İslami harekette vazgeçilmez öneme sahip bulunan büyük önderliğe gelince bu, ilahi bir bağıştır, insanlar tarafından birine bu nitelik kazandırılamaz. Çünkü istediğimiz zaman içinde bir önder siparişini verip bu önderi alabileceğimiz bir fabrika yok. Fakat ilahi bağış sözkonusudur, ilahi bir tezgah vardır. Yani deneyler ve sınavlarla mü'minler arınır, bu süreç içinde önderlik için kimin elverişli olduğu ortaya çıkar. Bizim yapmamız gereken bir şey vardır, o da, biran önce aramızdan bir önder çıkarması için dua etmektir. Bunun için niyetimizi ve hareketimizi her türlü beşeri çıkarlar ve arzudan arındırmalıyız ki yüce Allah duamızı kabul buyursun:

"Rabb'iniz dedi ki; 'bana dua edin, duanızı kabul edeyim1" (Gafir/ 60)

Cennette kendisine arkadaş olması için kendisinden Allah'a dua etmesini isteyen bir adama Peygamberimiz -Salât ve selâm üzerine olsun- şu cevabı verir: "Sen de çok secde ederek bana yardım et." (Müslim) Şayet bu gün gençler karşılarında duran şeyhlere güvenip onlara bağlanmıyorlarsa ve henüz kendisine güvenip uyacakları bir önder de ortaya çıkaramamışlarsa, bu durum sonsuza dek böyle sürmeyecektir. Şu anda olduğu gibi hep böyle sürünceme de kalmayacaktır. Bu, geçici bir aşamadır, bir geçiş dönemidir, insanlar kendi düşünce ve konumlarını değiştirdikleri zaman, kişisel arzu ve çıkarlardan arınıp kendilerini Allah'a adadıkları zaman yüce Allah bu geçici aşamayı daha olumlu bir aşamayla değiştirecektir.

İleriki sayfalarda, çağdaş İslami hareketlerde başgösteren görüş ayrılıklarının üzerinde yoğunlaştıkları noktalara değineceğiz. Fakat bundan önce, bu konuda çok önemli olduğuna inandığım bir meseleye dikkat çekmek istiyorum.

Kuşkusuz, kavramları ve hareket metodunu düzeltmek, doğrultmak İslami hareket için vazgeçilmez bir başlangıç noktası niteliğindedir. Hareket, tutacağı doğru yolu bilmezse, bu yola yönelmezse umulan meyveleri devşirmesi mümkün olmayacaktır.

Fakat yeni bölünmelere yol açarak, yeni tehlikelere meydan vererek böyle bir düzeltme ve doğrultmaya girişmek yanlıştır. Bu girişim başka grupları kıt anlayışlılıkla suçlamak, onları yaralamakla sonuçlanacaktır. Bunlar sonuçsuz çabalardır. Bu çabaların meyvesi acıdır ve şeytanın işine yarar. Dağrultma ve düzetme mücadelesi yumuşak üsluplu bir açıklama ile şer'i delili ortaya koymak ile olur. Çünkü hükümler şer'i delillere dayanır. Ayrıca kişiyi başkasından ayıran ve önceden bir angajmana girmesine neden olan erken bir karar vermeden önce Allah'ın dini hususunda derin bilgiye sahip olmak, uzmanlaşmak kaçınılmazdır.

Kişiliğimizi önplana çıkarmadığımız zaman, hak bizim açımızdan nefsimizden daha öncelikli olduğu zaman ve gerçeğe ulaşma çabamız bir plan, bir gözlem ve basiret dahilinde gelişme gösterdiği zaman perde aralanacak, görüş alanı netleşecek ve izlenecek yol gün gibi ortaya çıkacaktır. Allah'ın yardımı ve müyesser kılmasıyla bu günkü gidişin bu mutlu sona doğru olduğuna inanıyoruz.

İslami hareket sahasında faaliyet gösteren cemaatler arasında görüş ayrılıklarına konu olan bir çok mesele vardır. Fakat iki mesele vardır ki, en büyük tartışma bunlar üzerinde yapılmaktadır. Bu meseleler: insanlar hakkında verilecek hüküm ile günümüzde izlenmesi gereken hareket metodudur. Bunlardan başka daha az önemli olan problemler vardır ki, bu iki meseleye değindikten sonra, bunların bir kısmına da işaret edceğiz.

İNSANLAR HAKKINDA VERİCEK HÜKÜM MESELESİ

Değişik grupların en fazla tartıştıkları, hakkında farklı görüşler ileri sürdükleri meseledir. Gruplar bu konuda iki yönlü olarak aşırıya kaçmışlardır. Bir kısmına göre: 'lailahe illallah' diyen mü'mindir, İslam'ın öngördüğü bir tek amel yapmasa da. Bir kısmına göre de: Bu gün, aksi kanıtlanmadığı sürece insanların temel niteliği küfürdür. Birinci gruptakiler, ameli bir yana pırakıp sadece niyete bakarak insanlar hakkında karar veriyorlar. Öteki gruptakiler ise, niyete bakmaksızın sırf amele bakarak karar veriyorlar. Diğer grupların her biri bu iki aşırı kutup arasında bir yerde yeralmaktadırlar.

Bu meseleyle ilgili olarak öteden beri bir kanaate varmıştım. (1965 Yıllından beri) Uzun uzadıya düşündükten sonra bu sonuca varmıştım ve halen görüşümü korumaktayım. Bana göre en büyük problemimimz insanlar hakkında bir hüküm vermek değildir. Asıl problemimz gerçek İslam'ı onlara öğretmemizdir. Bu konu bizi kesinlikle ilgilendirmemelidir. Davet hareketinde bu problemi düşüncemizin ekseni haline getirmemeliyiz, insanları şuradan buradan alıp bu konuyla bağlantılı olarak bir yere oturtmamalıyız. Yapmamız gereken en öncelikli , en önemli ve en verimli hareket insanların bilmedikleri İslami gerçekleri onlara öğretmektir. Bu gerçekler doğrultusunda onları eğitmek ve bunun gereklerini yerine getirmelerini sağlamaktır. İşte gerçek ve verimli hareket budur. Sonuçta insanların pratiğinin değiştirecek olan hareket budur. Kuşaklar boyu süregelen cehaletin sonucu uzaklaştıkları gerçek İslami çizgiye bu şekilde dönerler. Onların bu uzaklaşmaları, özellikle son yüzyılda onları büyük vebal altına sokmaktıdır.

Ümmetin gerçek İslam'a ilişkin cehaleti -daha önce de açıkladığımız gibi-İslami hareketin en başta gelen düşmanıdır, davetin önündeki en büyük engeldir. Düşmanlar da daveti engellemek amacı ile başlattıkları savaşta ençok bu cehaletten faydalanmaktadırlar.

 

Hiç kuşkusuz 'lailahe illallah' ilkesinin gerçek içeriğinden yoksun kof bir slogana dönüşmüş olması, bu içeriğin başta gelen gereğinden uzaklaşmış olması, yani Allah katından gelene uymak ve Allah'ın şeriatına göre hüküm vermekle olan sıkı bağlantısının unutulmuş olması; haçlı-siyonust ittifakına, Allah'ın şeratmı yürürlükten kaldırma, bu arada insanlara müslümanlıklarma kıl kadar halel gelmediğini vehmettirme imkanını vermiştir. İnsanlara demişlerdir ki, "siz 'lailahe illallah1 dediğiniz sürece insanlar tarafından konulmuş kanunlardan hoşnut olsanız, onları gönül rızasıyla uygulasanız gene de müslüman olarak kalırsınız." Bu sayede düşmanlar, askerlerini islam topraklarından çektikten sonra, yerli halktan işbirlikçiler bulup kendi yerlerine yönetime getirmişlerdir. Bunlar da şeriatı yürürlükten kaldırma eylemini sürdürmektedirler. Buna rağmen bu yönetimler tam bir meşruluk kisvesine bürünmüşlerdir, insanlar da Allah'ın şeratmı uygulamalarını istemeksizin onları -beşeri kanunlarıyla birlikte-kabul etmişlerdir. Ayrıca, 'lailahe illallah1 ilkesinin içeriğine ve bu içeriğin Allah'ın şeriatını egemen kılmakla olan bağlantısına ilişkin bu cehalet, yönetimdeki işbirlikçilerin İslam davetçilerine ikide bir darbeler indirip onları ezmelerine imkan vermektedir. Çünkü onlar dilleriyle 'lailahe illallah1 dedikleri sürece halkın öfkesinden emin olacaklarını biliyorlar. Bu cehaleti yok etmek, insanlara gerçek islam'ı ve 'lailahe illallah' ilkesi ile bu ilkenin başta gelen gereği, yani Allah'ın şeriatını egemen kılmak arasındaki vazgeçilmez bağı öğretmek, insanları bu gerçek doğrultusunda eğitmektir verimli ve öncelikli iş. İslam aleminde insanların durumunu değiştirecek, onları kayıp gerçeğe yeniden döndürecek, böylece onları yeniden özbenliklerine ve dinlerine döndürecek hareket budur. Onlar şartları yerine getirince de yüce Allah onların zaferlerini ve egemenliklerini pekiştirecektir:

"Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va'detmiştir ki hiç şühesiz onlardan öncekileri; nasıl 'güç ve iktidar' sahibi kıldıysa, onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi1 kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibadet ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar." (Nur/ 55)

Bu yüzden davetçilerin çabalarını sözkonusu cehaletin giderilmesine yöneltmeliyiz. Çabaları bölük pörçük olmamalı, insanların durumu hakkında karar vermek, bir amaca hizmet vermeyen sorunlarla ilgilenmemeli. İnsanların müslüman veya kafir olduklarına ilişkin bir hüküm vermek, sorunu çözecek değildir. Böyle bir kararla birlikte insanların pratik durumları da değişmez. Çünkü eğer sen -birinci gruptakiler gibi- kim kelime-i tevhidi söylerse o, mü'mindir, İslam'ın öngördüğü amellerden birini yapmasa bile. O zaman insanlar, içinde yaşadıkları uyuşmuşluktan kurtulamazlar. Düşündükleri tek şey İslam'ın ve imanın gereklerini yerine getirmiş oldukları ve hiç bir amel yapmasalar bile Cennet'in kendilerini beklediği olur. Eğer -ikinci gruptakiler gibi- siz pratik durumunuzdan dolayı kafirsiniz, içinizde beslediğiniz niyetler olumlu bile olsa bu niteliğiniz değişmez. Bu durumda savunma pozisyonuna geçerler ve müslüman olduklarına ilişkin fıkhi deliller aramaya koyulurlar. Gene içinde yaşadıkları durumda -bundan dolayı- bir değişiklik olmaz. Fakat -en önce onların hakkında bir hüküm vermeden- onları eğitmek, düşüncelerinin ve kalplerinin ıslah olmasına yolaçar. Bu, insanların durumlarını değiştirmeye ilişkin bir çağrı olur ki, Allah da onları değiştirsin, Yüce Allah'ın buyurduğu gibi:

"insanlar kendilerini değiştirmedikçe Allah onların içinde bulundukları durumu değiştirmez." (Rad/ 11)

Beni bu tavrı takınmaya iten bir takım değerlendirmeler vardı. Ve hala değerlendirmeler benim için belli ağırlığa sahiptirler. Birinci değerlendirme: Uzun bir geçmişi bulunan sapma sürecini, sapmanın neden olduğu gelişmeleri, kültür emperyalizmini, islam alimlerinin ümmetin önderliğinden çekilip dinlerinin gerçeklerini öğretme misyonunu bir kenara bırakmış olmalarını, hatta kimi zaman yanlışa yöneltici fetvalarla veya Allah katında meşruluğu bulunmayan uygulamaları şeriata uygun olarak nitelendirip bu tür uygulamaların İslam'da izin verilen ictihad olgusunun kapsamına girdiğini ilan etmelerini uzun uzadıya inceledikten sonra.

Evet, bütün bunları enine boyuna incelidikten sonra diyorum ki: Biz bu gün insanlar hakkında bir karar vermeden önce onları eğitme durumundayız, islam'ın günümüzde yaşadığı ikinci gariplik dönemini sona erdirme amacına yönelik bu eğitim süreci hiç de azımsanmayacak bir zaman ve emek harcamayı gerekli kılmaktadır. Çünkü meseleyi kökünden çözümleyecek de bu süreçtir. Bundan sonra, açıklama ve eğitimden sonra yüz çeviren ve eski tavrında ısrar eden seksiz, şüphesiz kafirdir. Çağrıya olumlu karşılık veren de kuşkusuz müslümandır.

"Suçluların yolu belli olsun diye ayetleri işte böyle açıklarız." (En'am/ 55)

"Helak olan açık bir delille helak olsun, yaşayan da açık bir delille yaşasın." (Enfal/ 42)

Aksi kanıtlanmadığı sürece günümüzde insanların temel niteliğinin kafirlik olduğu görüşünde olanlar diyorlarki; "Açıklama ve davetten sonra mesajı kabul edenin bu kabullenişi, onun kabullenmeden önce müşrik olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Çünkü Hz. Peygamber -Salât ve selâm üzerine olsun- de insanlara Allah'ın dinini açıklamış ve öğretmişti. Kimisi karşı çıkmış, kimisi de kabul etmişti. Fakat kubul edenin, kabullenişi onun .hüküm vermesi gibi biz de bu günkü insanların pratik durumlarına göre onlar hakkında hüküm verme hakkına sahibiz. Aksi bir tavır ortaya koyanlar hariç en başta onların müşrik olduğuna karar vererek harekete geçeriz." Bu benzetme bir ölçüde doğrudur fakat iki durum arasında fark vardır. O günkü cahiliyede durumunu bilmeyen, Allah'dan başka ilahlar edindiğinin farkında olmayan, bilerek, ilahlıklarma inanarak, onlara kulluk sunmaya ısrarla devam ederek onlara yöneldiğinden haberdar olmayan kimse yoktu.

Aynı şekilde onlar içinde, neye çağırıldığını bilmeyen de yoktu. Herkes, ister bizzat kendilerine veya Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk sundukları tanrıları bir kenara bırakıp tek ve ortaksız Allah'a kulluk sunmaya, Allah'ın dışındaki tüm başvuru ve hüküm kaynaklarını bir kenara bırakmaya çağırdığını biliyordu.

Bugün ise, belli bir azınlığın dışında bu tür bilinçli bir tavır yoktur. Bir kısım insanların kafir olduğu kuşkusuzdur. Çünkü çağrıyı reddediyorlar ve neyi reddettiklerini de biliyorlar. Bir kısmının da mü'min olduğu kuşkusuzdur. Çünkü bunlar kabul ediyorlar ve neyi kabul ettilerini biliyorlar.[131] (1) Bazı insanlar da var ki, kendilerinden kesin olarak ne istendiğini bilememe şüphesi ile kuşatılmışlardır. Bu şüphe hakkında imam Ibni Teymiye şöyle diyor:

"Yüce Allah'ın Peygamberine -Salât ve selâm üzerine olsun- indirdiği ile hükmetmenin zorunlu olduğuna inanmayan kimsenin kafir olduğunda kuşku yoktur. Kim Allah'ın indirdiklerine uymaksızın kendi görüşüyle insanlar arasında hüküm vermesinin adalete uygun olduğunu düşünerek bunu helal görürse, o, kafirdir. Hüküm ve adeletle emredilmeyen herhangi bir ümmet yoktur. Bazılarının dinine göre adelet, ileri gelenlerin görüşü olabilir. Hatta kendilerini İslam'a nisbet eden bir çok topluluk yüce Allah'ın indirdiğini bir kenara bırakıp kendi geleneklerine göre hükmediyorlar, ilk dönemlerdeki bedeviler gibi. Hükmüne başvuranlar, kendilerine boyun eğilen emirlerdir. Kitap ve Sünnet'ten ayrı olarak bu emirlerin buyrukları ile hükmetmenin gerektiğine inanırlar, işte bu, küfürdür. Birçok topluluk vardır ki, bunlar İslam'a giriyorlar fakat bunlar, sözü dinlenen ileri gelenlerini emrettiği genel geçer geleneklerden başka bir şeyle hükmetmezler. Bunlar, eğer Allah'ın indirdiklerinden başkasıyla hükmetmenin kendileri için caiz olmadığını öğrenir de buna uymazlarsa ve Allah'ın indirdiklerine ters düşen hükümlerle hükmederlerse, kafir olurlar.[132] İşte bundan dolayı, insanlar hakkında hüküm vermeden önce bu cehaleti ortadan kaldırmak için bir eğitim süresini başlatmak zorunludur. İkinci değerlendirme: Gerçekte tek bir hükmü tüm topluma genelleştirmek mümkün değildir. Çünkü bu toplum içinde birçok insan grupları vardır. Bunlar arasında -söylediğimiz gibi- kafir olduklarından şüphe duyulmayan kimseler vardır. Bunlar dini ya da her ne gerekçeyle olursa olsun Allah'ın şeriatıyla hükmetmeyi kesin biçimde reddeden kimselerdir. Örneğin bunların gerekçesi şu olabilir: "Dinin siyasetle, ekonomiyle toplumla ve insanların pratik hayatlarıyla bir ilgisi yoktur. Veya, Şeriat bundan bindörtyüz yıl önce inmiştir, günümüzde uygulamaya elverişli değildir. Yahut "Günümüzdeki gelişme -zamanında elverişli olsa da- geçmişi bir kenara bırakmayı, siyasette, ekonomide, toplumsal yaşamda ve insanların pratik hayatında yeni bir görünüme bürünmeyi gerektiriyor." diyebilirler. İşte bunlar Allah'ın dini ve şeriatı yerine laiklik düşüncesine inanırlar.

Toplumda müslüman olduğundan şüyhe duyulmayan kimseler de vardır. Onlar biliyorlarki, islam'a girmek; islam şeriatı ile hükmetmeyi, onun hükmüne başvurmayı gerektirir. Yapabildikleri kadar islam şeratıyla hükmediyorlar da. Mücadele yöntemlerinden biriyle Allah'ın hükmünün egemen olması için çalışırlar.

Toplumda nitelikleri belli olmayan geniş bir kitle de vardır. Bunlar ne şuraya ne de buraya kesin olarak oturtacak bir tavırları yoktur. Bu yüzden kimlikleri ilk etapta belli olmaz. Bunlar hakkında farklı görüşler ileri sürülmektedir. Şu kadarı da varki, bunların durumları iyice incelendiğinde tek bir kategoriye girmedikleri görülür. Bunlardan bazılarının dinle hiçbir ilgileri yoktur. Hükmetmiştir, etmemiştir; var mı yokmu onları ilgilendirmez. Bunlar kafirlerdir çünkü inançsızdırlar. Bir kısmı da cehaletlerinden dolayı ilahi hükümleri çiğnemenin, günümüzün zorunlu kıldığı şartlarda caiz olduğuna inanırlar. Çünkü 'alimleri(!)' bu şekilde öğretmiştir onlara. Bunlar İbn-i Teymiye'nin sözünü ettiği bizim de az önce değindiğimiz cehalet şüphesi kapsamına girer. Bir kısmı kalbiyle bu durumdan tiksinir. Ancak kalp ile tiksinmenin bazı gereklerinin olduğunu bilemez. Yanlış olduğuna inanılan şeye katılmamak gibi. Kuşkusuz kalbi iman ile yatışmış olup da zorlananlar bu durumun dışındadırlar. Bir kısmı kendi içinde islam'ın egemen olmasını arzular, ancak bu arzusunu somutlaştırcak bir adım atmaz. Onun beklediği bütünüyle güvenli, kesinlikle hiçbir eziyetle karşılaşmayacağı bir fırsattır. Yani izin verilen bir kolaylığı veya sonu güvenli olan bir fetvayı bekler.

Bunların tümünü bir arada tutan, niteliklerinin gizli oluşu, görünümlerinin içaçıcı olmayışı ve gerçek İslam'dan uzak oluşlarıdır. Bununla beraber bunlardan hiçbirinin gerçek ağırlığı ve etkinliği belli değildir. Bu kesimde yer alan insanlar iki akımın bakışı altındadırlar. Ağır da olsa, açık küfür ve açık iman kamplarına yönelik bir kayma sürecini yaşamaktadırlar.

Bir yandan tüm yeryüzüne dinsizliği egemen kılmak isteyen dünya siyonizminin baskısı altındadırlar. Siyonizm, insanların geçen ikiyüz yılda dinden uzaklaşıp her an kopabilecek bir pamuk ipilğiyle bağlı duruma gelmelerini yeterli görmüyor. Onun amacı dini bütünüyle yeryüzünden söküp atmaktır. Ki, 'ümmiler'den hiç kimsenin dini inancı bulunmasın, dolayasıyla yahudilerin dünya egemenliği gerçekleşsin. Bu kesimdeki insanlar Islami hareketin baskısını da yoğun biçimde hissetmektedirler. Islami hareket, onlara diyor ki, tevhid gerçeği -ki bu İslami'dir- sadece şehadet cümlesini dille söylemek suretiyle gerçekleşmez. Şehadeti dille ifade etmenin yanısıra, gereğini yapmak, Allah ve Resulünün emredip de Şehid İmam'ın risalelerinede vurguladığı gibi farzları eksiksiz yerine getirmek gerekir.

Bu iki akımın sürekli baskısı altında kalan bu kesimdeki nitelikleri henüz açığa kavuşmamış insanlar, ağır ama sürekli bir hareketlilik yaşamaktadırlar. Yumuşak zeminli dağların zeminlerinin yağışlı mevsimlerde kayması gibi. Böyle dağlardan her seferinde bir parça sağa veya sola kayar, sonunda dağdan eser kalmaz, içinde yaşadığımız bu günlerde de sözkonusu kesimde ağır ama sürekli bir hareketlilik yaşamaktadır. Kimisi açık küfür kampına, kimisi de açık iman kampına kaymaktadır ve gitgide bu ara kesimdeki kitlenin yoğunluğu azalmaktadır. Yirmi yıl önce kendi kendime şöyle diyordum: Şayet bu kitlenin belirgin unsarlara, açık küfür ve açık iman nitelikli unsurlara ayrılması[133] süreci elli yılı alsa bile, bu kitle hakkında karar vermemiz gerekmez. Bu kitlenin hükmü hakkında ihtilafa düşmemiz bundan dolayı zıtlaşmamız, bunu hareket noktamız haline getirip insanları buna göre değerlendirmemiz ve davet hareketine bu meseleyle başlamamız tamamen yersizdir. Şimdi -yirmi yıl sonra (şu an H. 1406 M. 1986)- bu kitlenin belirgin unsurlarına ayrıştığının belirtilerini görüyorum. Bir takım gençler var -her cinsten- ayrılıyor, çözülüyor ve Allah'ın diledikleri harici bir daha geri dönmemek üzere küfür kampına yöneliyorlar. Bir takım gençler de belirgin bir şekilde ve açık biçimde islam'a sarılıyorlar.

Bir gelişme daha varki, bunun verdiği mesaj çok daha net ve umut vericidir. Kastettiğim örtülü kızlar olayıdır. Artık üniversiteler, okullar bunlarla dolup taşıyor. Özellikle pratik eğitim veren fakültelerde örtünen kızların sayısı gittikçe artıyor. Oysa bu fakülteler küfrün, dinsizliğin, islam dışı eğilimlerin kaleleri olmak üzere kurulmuşlardı. Onlar bu giysileriyle sadece yerel cahiliyeye değil, dünyaya egemen olan tüm cahiliye sistemlerine meydan okuyorlar. Başları dik onurluca imanlarını haykırıyorlar. Cahiliye mensuplarının küçümseyici ve kin dolu bakışları ve tavırları onları örtünmekten alıkoyamıyor. Cahiliye mensupları zaman zaman hızlarını alamayarak bu tertemiz kızları suçsuz yere, sadece örtündükleri için tutuklayıp hapse atıyorlar veya üzerlerinde değişik tepeleme ve işkence yöntemlerini uyguluyorlar.

Bu gelişme başlıbaşma bir mesajdır, bir çığırdır. Çünkü yahudilerin yeryüzündeki tüm 'ümmiler1 için hazırladıkları plan kadının sonsuza dek bir daha geri dönmemek üzere dininden, ahlakından ve geleneklerinden uzaklaştırılmasını öngörüyordu. Bu, bütün toplumun dejenere olmasının, yozlaşmasının garantisiydi. Böylece ortada çocuklarına küçük yaştan itibaren dinin ilkelerini ve ahlakı öğreten bir 'anne' olmayacaktı. Ayrıca haçlı-siyonist ittifakının müslüman kadın için öngördüğü plan, onun da Avrupalı kadının geçtiği aşamaları bizzat yaşaması esasına dayanıyordu. Bu sayede islam toplumu dejenere olacaktı, artık çocuklarına küçük yaştan itibaren dinin ilkelerini ve ahlakını aşılayan müslüman 'anne' mevcut olmayacaktı. Bunun için haçlı-siyonist ittifakı her türlü çabayı sarfetti. Müslüman kadının vücudunun tümünü veya büyük kısmını soyduktan sonra çıplaklık 'uygar(!)' toplumun temel niteliklerinden, ileriliğin, gelişmişliğin ve serbestliğin bir belirtisi olarak algılandıktan sonra, bir daha islam'a ve islam örtüsüne dönmesini önlemek için her yola başvurdular. Bu yüzden müslüman kızların haçlı-siyonist ittiffakmın yollarına koyduğu tüm engelleri aşarak bu şekilde islam örtüsüne -bir inanç olarak, gelenek değil- dönmesi, toplumsal düzeydeki dönüşümü ve nitelikleri belli olmayan kitlenin safları arasındaki ayrışımı çok çarpıcı biçimde ifade etmektedir. Niteliği belli olmayan kitlenin safları arasındaki ayrışımın tamamlanması için veya gidişin netleşmesi için yirmi veya otuz yıl daha gerektiğini varsayalım, bu haliyle bile bana göre Islami kesim arasında insanlar hakkında hüküm verme konusunda süregelen bu tartışmalara gerek yoktur. Çünkü -bana göre- bu tutum hareket halindeki bir cismi doğrultmak için çabalamaya benzer. Biz onun doğrultulması gerektiğinden söz ederken o, bir kaç adımda olsa, yerinden hareket etmektedir.

Bu kitledeki harekliliğin yavaş geliştiği somut bir gerçektir. Bu durum bazı davetçilerin canını sıkıyor, bazısı da karamsarlığa kapılıyor. Ancak biz hiç bir şekilde bu günkü durumun iki yönüyle siyah veya beyaz gib netleştiğini söyleyemeyiz. Bu kitle elli yıl önce veya on yıl önce olduğu gibi sürekli değişim halindedir. Değişim hızından çok, değişimin kendisi önemlidir. Üçüncü değerlendirme: Toplumun bu niteliği, henüz belirginleşmemiş kitlesi gerek kendisini kuşatan olumsuz bir etkenle ve gerekse islam'dan söz edildiği zaman kendisini bürüyen 'dini duygular'ın etkisiyle olsun kurulduğu zaman Islami bir yönetime karşı çıkamayacaktır. Bu kitlenin ve özellikle aydın kesimin islam'a ilişkin derin cehaletlerinin; 'lailahe illallah' ilkesi ile Allah'ın şeriatıyla hükmetme arasındaki kaçınılmaz bağlantıya ilişkin bilgisizliklerinin günümüzde İslami harekete karşı bir koz olarak kullanıldığı doğrudur. Geçen sayfalarda da buna değindik ve bunun Islami haretin yolundaki engellerin en büyüğü olduğunu ifade ettik. Fakat benim vurgulamak istediğim şudur: Islami yönetim kurulduğu, yani müslüman taban genişleyip bir Islami yönetim kuracak düzeye geldiği zaman, bu gün için niteliği ve tavrı belirsiz olan bu kitle -eğer bu günkü durumunu sürdürürse ki, bu imkasız bir şeydir- İslami yönetime karşı çıkmayacaktır, İslami bir yönetimin yoluna dikilmeyecektir. Islami yönetime karşı çıkacak olanlar 'inançlılar'dır. Yani komünistler, laikler, dinsizler ve benzeri gruplar İslami şeriata karşı tavır koyacaklardır. Bunlarsa, kitleden sayılmazlar. Bunlar açık küfür kampını seçen kimselerdir.

Bu kaygan kitle İslami yönetimin kurulması durumunda karşı çıkacak olsa bile, ona karşı takınacağımız nihai kararı belirlememiz için onun şeriatı en güzel biçimde kavraması için çaba sarfetmek en iyisidir. Bu gün için ona karşı takınacağımız tavır davettir. Yani 'lailahe illallah' gerçeğini ve islam gerçeğini açıklamaktır. İslam'ı gerçek anlamıyla ve tüm gerekleriyle kabul edenleri eğitmeye çalışmaktır. Bu tür bir davetin, sözkonusu kitle hakkında bir hüküm vermekle ilgisi yoktur. Onlar Allah'ın terazisinde müslüman da olsalar, kafir de olsalar onlara şu anda yöneltilecek davet birdir. İslami hareket içinde faaliyet gösterenleri de dahil tüm insanlara aynı çağrıyı yöneltmek gerekir. Çünkü bunların bir çoğu insanları islam'a davet etmekle meşgul olsalar da 'lailahe illallah1 ilkesinin tüm gereklerini bilmemektedirler. Bunların birçoğu, yüzyıllardan beri ümmetin yaşamında etkili olan mürcie düşüncesinin de etkisiyle, lailahe illallah1 diyen kimse, islam'ın öngördüğü amellerden bir tanesin dahi yerine getirmese, o kimse mü'mindir (!)" diyebiliyorlar.

Şayet davetin içeriği -şu aşamada- halkın müslümanlar ve kafirler diye ayrılmalarına göre değişiyorsa ve etkileniyorsa bu durumda böyle bir ayırım yapmak için büyük çaba göstermemiz, son derece titiz davranmamız gerekecektir. Çünkü biz her bir gruba özel bir davet durumunda kalacağız. Ne varki, biz şu anda pratik olarak tüm insanlara ve hatta tavırlarından dolayı müslüman olduklarından ve Allah'a davet eyleminde içten davrandıklarından kuşku duymadığımız İslami hareket mensuplarına yönelttiğimiz davetin içeriği birdir!

Taraflar arasında başgösteren bu tartışma ortamında bazıları diyorlarki: "insanlara karşı konumumuzu belirlememiz, ister günlük yaşamda, isterse davet sürecinde onlara kirşi takınacağımız tavrı net biçimde ortaya koymamız için müslüman veya kafir olduklarını belirlememiz bir zorunluluktur, insanlara karşı konumumuzu ve onlarla ilişki kurma yöntemimizi belirlememiz için bütün insanlarla ilgili bir hüküm vermemiz zorunludur" şeklindeki yargı pratik olmaktan çok teoriktir. Çünkü biz pratikte yaptığımız hareketlerin bir çoğunda, bir aile olarak toplumda ilişki içine girmiyoruz. Bizim ilişkimiz toplum içinde belli fertlerledir. Bu ilişki ister evlilik ve hısımlık gibi nitelikli olsun ya da davet ortamında bu dine göre hareket etme şeklinde olsun farketmez. Biz bu alanlarda ilişki içinde bulunduğumuz fertlerin kimliklerini rahatlıkla belirleyebiliriz. Ama bir bütün olarak topluma gelince, onunla ne zaman bu tür bir ilişkiye girebiliriz ki?

Biz bu gün içinde yaşadığımız toplumlara 'cahiliye toplumları' diyoruz. Çünkü bu toplumlar Allah'ın şeriatına göre yönetilmiyorlar, onunla hükmetmiyorlar. Tersine insan ürünü cahiliye yasalarıyla yönetiliyor, onunla hükmediyorlar. Ne varki, bu hüküm söz konusu toplumlarda yaşayan tüm fertleri kapsamaz. Tersine bu fertlerin her biri için egemen cahiliye sistemi karşısındaki tutumuna göre somutlaşan bir hüküm sözko­nusudur. Egemen sistemden hoşnut olan ondandır, hoşnut olmayan, onu reddeden kimsenin hükmü ise farklıdır.

Biz tüm alanlarda, bir bütün olarak toplumla değil bireysel ilişkiler içindeyiz; toplum içindeki fertlerle ilişkimiz vardır. Daha önce de söylediğimiz gibi, fertlerin durumlarını açığa kavuşturabiliriz ve ilişkimizi bu bilgimize dayalı olarak yönlendirebiliriz.

Davet hareketi sürecindeki ilişki biçimine gelince, hareket için küfür ve İslam temel niteliklerinden başka nitelikler sözkonusudur. Herşeyden önce hareketin köklü ve sağlam sütunlara ihtiyacı vardır. Ancak müslümanlığından kuşku duymadığımız samimi kimseler bile olsa, her insan bunun için elverişli değildir. Örneğin Ebuzer (r.a.) seçkin sahabelerden biriydi. İslama sarsılmaz bir inançla bağlıydı. Resulullah'a derinden inanmıştı. Ne varki, insanları Islama davet etmek istediğinde Peygamberimiz -Salât ve selâm üzerine olsun- buna izin vermemişti. Bu iş sonuçlanana kadar, yani islam iyice kökleşene kadar gidip kavminin arasında kalmasını öğütlemişti.

Hareket içine alacağımız -veya harekete göre ilişki kuracağımız- insanların seçiminde tek ölçü insanlar düzeyinde yapacağımız kafirlik ve müslümanlık ayırımı değildir. Bundan da öte samimi müslümanlar için de yapılanma aşamasında elverişli olduğuna inandığımız kimseleri seçmek durumundayız. 'Dostluk1 ve 'yardımlaşma' sorununa gelince -inanç açısından son derece önemli olmasına rağmen- şimdiki durumumuzda, bu darmadağınık şaşkın toplumumuz içinde bu kavramların reel ve pratik bir anlamları olmadığı için insanları bunlar için sınıflandırmamız bir değer ifade etmez. Allah'ın şeriatının egemen olduğu bir biriyle kanetlenmiş, tüm uygulamaları ve faaliyetleri şeriata göre biçimlenen bir toplum kurulduğu zaman 'dostluk1 kavramı pratik ve reel içeriğiyle bireysel bir sorun olacaktır veya gerçek bir birlik esasına dayalı olarak bir birine bağlanmamış cahiliye toplumu içindeki grupların sorunu olarak kalacaktır. Biz şu anda bir devlet değiliz ki, insanları kafir-müslüman şeklinde ayırmamızın onların hayatlarında pratik bir etkisi olsun! Söz gelimi mürtedlere, irtidatın cezasını uygulayabilelim. Biz davetçiyiz. Tüm insanlara yönelik bir davetin yükümlülüğü altındayız. Bu mesajı, tüm insanlara aynı ifadelerle sunma durumundayız. Sonra mesajımıza olumlu karşılık verenler arasında, yapılanma aşamasına elverişli olanları seçmektir görevimiz.

Ancak Allah'ın terazisinde kesin olarak bilinecek bir mesele vardır ki, bazı gruplar bunu gündemde tutuyorlar. Arkasında namaz kılınacak imamın seçimi meselesi... Bu konuda bizim görüşümüz son derece açıktır: Bir insanı, mutmain olmadığı bir imamın arkasında namaz kılmağa zorlayamayız. Ancak tüm kuşkuları ortadan kaldıran kesin bir kanıt olmaksızın ilk etapta bu imamın kafirliğine karar vermek Allah'ın şeriatına göre caiz değildir.[134] Bu bakımlardan, ben diyorum ki, insanlar hakkında hüküm verme meselesi, bu aşamada hakkında ayrılığa düşüceğimiz, çelişeceğimiz bir mesele değildir. Ve yine diyorum ki, bu mesele, milletlerin ve davet hareketlerinin -bazı davetçiler ağır hareket ettiği düşüncesinde olsalar da- hayatında kısa sayılabilecek bir zaman diliminde kendi kendine çözümlecektir. Çünkü kaygan zeminde yeralan kararsız kitleye yönelik sürekli bir davet haketi onu aşamalı olarak iki belirgin gruba ayrıştıracaktır. Bunların her birinin ayırıcı nitelikleri olacak ve insanlar bunlar hakkında ihtilafa düşmeyeceklerdir. Açık kafir veya açıkça müslüman oldukları belli olacaktır.[135]

Ne varki, biz insanlar hakkında bir hüküm verme meselesini şimdilik bir kenara bıraktığınızda, tüm ilgimizi insanları bilmedikleri Islami gerçekler hususunda eğitme olgusuna yöneltmeliyiz, 'lailahe illallah1 ilkesinin ifade ettiği gerçeği olanca açıklığıyla onlara sunmalıyız. Eğer biz onları bu cehaletleriyle başbaşa bırakırsak Allah için yüklendiğimiz emaneti yerine getirmemiş oluruz. Yüce Allah bu hususta Peygamberine -Salât ve selâm üzerine olsun- şöyle diyor: " Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmayacak olursan, O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun." (Maide/ 67) Eğer insanlara lailahe illallah1 gerçeğini ve bu gerçeğin Allah'ın şeriatının egemenliğiyle olan vazgeçilmez bağlantısını insanlara öğretmezsek, emaneti yerine getirmiş olmayız. Yüce Allah'ın emrettiği şekilde daveti gerçekleştirmiş olmayız:

"Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Ali-i İmran/ 104) Eğer insanlara: "lailahe illallah" diyen biri İslam'ın öngördüğü amellerin tek bir tanesini dahi yapmasa o mü'mindir" -ki bu, mürcie akımının ileri sürdüğü yanlış bir görüştür- desek, onları İslam gerçeği hakkında yanıltmış, onları daha beter yozlaştırmış, olgunlaşmalarını ve belirginleşmelerini geciktirmiş oluruz. Dolayısıyla İslam'ın yeryüzüne egemen olması için vazgeçilmez olan Islami taban' oluşturma faaliyetini ertelemiş oluruz. Böyle yapmakla biz -bilinçli veya bilinçsiz olarak- İslam davetçilerine karşı tağutlara yardım etmiş oluruz. Davetçileri katletmelerine, kitlelerin öfkesinden emin olarak onları kıyımdan geçirmelerine yardımcı oluruz. Zorbaların halkın cehaletinden yararlanmalarına zemin hazırlamış oluruz Aynı şeklide, "lailahe illallah" diyen kimse dünya hayatında müslüman kabul edilir, onun ahiretteki hesabı ise Allah'a aittir" dediğimiz zaman gene insanları yanıltmış oluruz. Aşağıdaki satırlarda böyle bir mesajın ne tür bir aldatmaca, ne tür bir göz boyama içerdiğini açıklayacağız. Kaldıki, bu mesaj gerçeğin ifadesi de olsa, insanların bu günkü durumuna göre bunu açıklamanın zamanı değildir. Çünkü insanlar islam'ın gerçeğinden oldukça uzaktırlar. Bu gerçekten uzak olduklarından dolayı zelil, onursuz ve alçak bir hayat sürdürmektedirler. Şu anda onların ihtiyacı, onları küçümseyecek, horlayacak biri değildir. Onların beklediği kemdilerini gafletlerinden uyandıracak biridir ki, kendilerini değiştirsinler, Allah da onları değiştirisin.

Davetçilerin görevi halkın yalandan İslam'a tanıklık etmelerini sağlamak değildir. Onların görevleri arasında halka kıyamet günü Allah'ın terazisinde bir ağırlıkları olmasa bile dünya hayatında nasıl müslüman olabileceklerini göstermek diye bir husus yer almaz. Tersine onların görevi, insanlara nasıl Allah'ın terazisinde gerçek mü'min olabileceklerini, onun katında nasıl kabul göreceklerini açıklamaktır. Yani onların görevi insanlara İslam gerçeğini -şirkten uzak tevhid gerçeğini- açıklamaktır, dünya hayatında müslüman görünmelerini sağlamak değildir. Yukarıda işaret ettiğimiz yanıltıcı görüşün aksine dünya hayatında müslüman görünme olayı bile tek başına 'lailahe illallah1 demekle gerçekleşmez.

İnsan lailahe illallah, muhammedun resulullah1 demekle İslam çerçevesine girer. Bu doğrudur. Ve bunu demekle dünya hayatında islam niteliğini kazanırlar. Ancak bu nitelik -sahte veya gerçek olarak- kendiliğinden insana yapışmaz. Ne yaparlarsa yapsınlar hayatları boyunca onlara yapışık da kalmaz. Tersine bu niteliği, heran iyi ameller işleyerek ve biran olsun bu amellerden geri durmayarak pekiştirmek gerekir. Bu niteliğin kalıcı olması için her mesele de Allah'ın şeriatının hükmüne başvurmak ve hiç bir meselede başka hükümlere başvurmamak bir zorunluluktur. Müslüman görünen ile gerçekten müslüman olan kimse Allah'ın şeriatının hükmüne başvurmanın zorunluluğu hususunda birbirlerinden ayrılmazlar. -Dünya hayatında müslüman niteğinin kazanmak için her ikisi için de Allah'ın şeriatının hükmüne başvurmak vazgeçilmez bir husustur.- onları birbirinden ayıran husus şudur: Müslüman görünenlerin Allah'ın şeriatının hükmüne başvurmaları münafıklık icabıdır. Böyle bir insan ahirette cehennem ateşinin en alt tabakasında yer alır. Gerçek müslüman ise, Allah'a içtenlikle itaat ettiğinden, ona derin bir amaçla bağlı olduğundan Allah'ın şeriatının hükmüne başvurur. Bu inancının ve içten itaatinin karşılığı olarak da yüce Allah onu cennetine sokarak ödüllendirir. Kısacası her iki durumda da müslüman niteliğini kazanmak için Allah'ın şeriatının hükmüne başvurmak, onunla yönetilmek bir zorunluluktur. Allah'ın şeriatını uygulayan bir İslam devletinin kurulması durumunda, lailahe illallah, muhammedun resulullah1 diyen kimse -kalbindeki niyetine bakılmaksızın- müslüman kabul edilir. Bu kişi şahadet getirdikten sonra ayrıca ondan Allah'ın şeriatının hükmüne başvurup başkasına müracaat etmeme hususunda söz vermesi istenmez. Çünkü bu husus şeriatın egemen oluduğu İslam toplumunda 'lailahe illallah, muhammedun resulullah'ın kesin bir gereğidir, 'lailahe illallah' diyen kimse -münafık veya mü'min olsun-şeriatın hükmüne uymayı da kabul etmiş demektir. Çünkü şeriatın hükümran olduğu bir yerde lailahe illallah'ın otoritesi geçerlidir, ister münafık olsun, ister mü'min olsun kelime-i tevhidi söyleyen bir kişinin şeriatın hükmünün dışına çıkıp başka bir hüküm istemesi düşünülemez. Çünkü böyle bir durumda mürted kabul edilir ve ona had cezası uygulanır. Yani islam'ın fiilen egemen olduğu bir bölgede -ister mü'min, ister münafık olsun- şehadet getiren bir insan aynı anda iki olguyu dile getirmektedir, -bunlara inansın veya inanılmasın- Bu olgulardan birini diliyle, diğerini de pratik hayatıyla ortaya koymaktadır. Diliyle ortaya koyduğu lailahe illallah, muhammedun resulullah'tır. Pratik hayatıyla ortaya koyduğu ise; Allah'ın şeriatından başka bir yasaya uyulmaz ve Allah'ın egemenliğinden başka hiçbir egemenlik yasal değildir...

Söz konusu kişi "egemen olması gereken sadece Allah şeriatıdır1 gerçeğini fiilen ortaya koymaktan vazgeçerse -ki bu dille ifade edilmez, ancak dille söylenen 'lailahe illallah'ın kapsamındadır. - o kişi mürted kabul edilir ve İslam'ın egemen olduğu bir ortamda ona had cezası uygulanır, o kişi günde yüz kere 'lailahe illallah, muhammedun resulullah' dese de kafirdir. Eğer bir insana müslüman niteliğini kazandıran sadece şehadet getirmek olsaydı ve bunların pratik gereklerini yerine getirme zorunluluğu olmasaydı; şehadetin içerdiği hükümleri uygulama zorunluluğu olmasaydı, şehadet getirmeye devam ettiği halde böyle bir insana şeriatın hükmüne uymuyor diye had cezası uygulanabilir miydi?

Allah'ın hükmüne başvurmaktan kaçınıyor veya şeriatın bazı hükümlerini inkar ediyor diye bir mürtede, şehadet getirmeye devam ettiği halde, had cezası uygulama zorunluluğu kesin biçimde ortaya koyuyor ki, sadece şehadet getirmek insana müslüman niteliğini kazandırmaz. Tersine bir yandan şehadet getirme zorunluluğu varken, bir yandan da şehadet getirmenin vazgeçilmez gereği olan Allah'ın şeriatına uymak gerekir. Şehadet getirilirken gereklerine de uyulacağı ifade edilmiş oluyor. Yani şahadet getirmekle birlikte Allah'ın şeriatına uyma zorunluluğu da kendiliğinden doğmuş oluyor. Böyle bir zorunluluğun dille de ifade edilmesine ilişkin bir nass bulunmasa da, bu gerçek, insanlar arasında din olgusu var oduğundan beri; yüce Allah'ın insanlara 'lailahe illallah, dedirtmeleri için peygamberler göndermesinden beri 'lailahe illallah'ın vazgeçilmez bir gereği olarak algılanmıştır. Öteden beri peygamberlerin insanlara yönelik mesajı: "lailahe illallah deyin . Allah'a kulluk sunun ondan başka ilahınız yoktur" olmuştur.

Şayet durum bunun aksi olsaydı... eğer şahadet cümlesini söylemek sadece Allah'ın şeriatına uymayı, onun dışındaki yasaları reddetmeyi ve ondan başkasının hükmüne başvurmaktan kaçınmayı gerektirmeseydi, bir insanın, kendisinden kabul etmesi ve uyması istenmeyen bir yasaya göre adam öldürmenin cezası olarak dünyada öldürülmesi, ahirette de kalıcı bir azaba çarptırılması yüce Allah'ın adaletine sığar mıydı?

Allah'ın şeriatının egemen olduğu bir yerde durum bundan ibarettir. İnsanların dünya hayatında müslüman niteliğini kazanmalarını sağlayan durum budur, içten kafir, münafık olsalarda kelime-i tevhidi söylediklerinde, Allah'ın şeriatına boyun eğdiklerinde, onun dışındaki tüm yasa, düzen ve hükümden kaçındıklarında müslüman kabul edilirler. Bu durumda mü'min ile münafık arasındaki fark şudur: Münafık inanmadan ikiyüzlülüğün gereği olarak Allah'ın şeriatına uyar, mü'min ise, bir inanç olarak itaat eder, cenneti ve Allah'ın hoşnutluğunu umarak Allah'ın şeriatının hükmüne başvurur.

Allah'ın şeriatının egemen olmaması durumuna gelince, peygamber efendimiz böyle bir durumda, bir insanın nasıl müslüman niteliğini hakkedeceğini ve niteliğin ne şekilde kalıcılığını sürdüreceğini şöyle açıklamıştır:

" Benden önce yüce Allah'ın herhangi bir ümmete gönderdiği hiçbir peygamber yoktur ki, ümmetinden havarileri ve yakın arkadaşları olmasın. Bunlar onun sünnetine sarılırlar ve emirlerine uyarlardı. Sonra bu peygamberlerin açtığı çığırı başkaları izledi. Bunlar yapmadıkları şeyleri söylediler, emredilmedikleri şeyleri yaptılar. Kim bunlara karşı eliyle cihad etse o, mü'mindir, kim diliyle cihda etse o, mü'mindir. Kim kalbiyle cihad etse o, mü'mindir. Bunun ötesinde bir hardal tanesi kadar iman yoktur." (Müslim")

 

Burası Arapçasında s.453

Arapçasında 1 sayfa eksik.

Hareket metodundan önceki pragraflar (s.454)eksik.

 

HAREKET METODU

Günümüzde insanlan İslama davet etmek amacı ile fa­aliyet gösteren gruplar, bu aşamada uyulması gereken ha­reket metodu hakkında birbirinden oldukça farklı görüş­lere sahiptirler. Bu görüş ayrılıkları aslında çeyrek yüzyıl öncesinde hemen hemen yok gibiydi. İslami hareket şehid imamın belirlediği ve örgütünü bu esaslara dayandırarak kurduğu hareket metodu uyarınca yol alıyordu. Bu alanda faaliyet gösteren başka gruplar da yoktu.

Fakat bugün durum tamamen farklıdır...

Bir çok grup ortaya çıkmış, değişik bakış açılan belirt­miştir. Değişik bakış açılarına paralel olarak değişik tu­tumlar içine girilmiştir.

Bununla beraber tutumları ve yöntemleri değişik de ol­sa bu grupların büyük çoğunluğunun üzerinde birleştikle­ri ortak bir nokta vardır... Acelecilik...

Şöyle diyorlar: Davet hareketi yarımyüzyılı aşkın bir süredir yürütülüyor. Fakat henüz başarıya ulaşmış değil­dir. Yani insanları davet ettiği Allah'ın şeriatını egemen kılmak ve toplumun sorunlarını ilahi hayat sistemine göre çözüme kavuşturmak için yönetimi ele almış değildir.

Bunu söylerken şunu da ekliyorlar: Komünistler başar­dılar. Bunlann dışında halka dayanmayan, sözünü etmeye değecek bir yoğunluğa sahip olmayan daha bir çok hareket iktidara gelebildi ama müslümanlar iktidara gelemediler. Şu halde hareket metodunda bir yanlışlık vardır. Dolayı­sıyla değişiklik yapmak kaçınılmazdır. İşte bu noktadan itibaren görüş ayrılıkları başgösteriyor.

Bir kere bu aşamada uyulması zorunlu olan hareket metodunu tartışmadan önce bu anlayışı düzeltmemiz gere­kir. Acaba İslami hareketi, iktidan ele geçiren ve halkları baskıcı rejimleri altında inim inim inleten komünizm, lai­sizm ve diğer azınlık hareketleri ile karşılaştırmak doğru mudur?

Biz herşeyden önce sözkonusu akımların kendi çabaları ile, kendi ağırlıkları ile iktidara gelmediklerini bilmeliyiz. İşte bunların, İslam düşmanlarının teşviki ile gerekli des­teği sağlamaları ve halkı ezip aşağılamaları için lazım ge­len maddi gücü devreye sokmaları ile iktidara gelebildikle­rini anlamalıyız. Eğer bu noktayı göremezsek davet hare­ketini yürütecek kapasiteye sahip olmadığımız ortaya çı­kar. Çünkü hareketin keskin bir görüşe, uyanık bir bilince ihtiyacı vardır. Bunlar olmadan değil islami hareket, her­hangi bir çalışma bile yürütülemez.

"Ey Muhammedi De ki; 'Benim yolum budur. Ben ve buna uyanlar, bilerek insanları Allah'a davet ederiz" (Yusuf Suresi/ 108.)

Biz bu açık gerçeği kavradığımız zaman ardından veya beraberinde bir çoklarının farkında olmadığı bir diğer ger­çeği de kavrayabiliriz.

Her iktidar için bir dayanak, varlığım sürdürmesi için bir destek gerekiyorsa; islami yönetimin dayanağı nerede? İslami hareketin varlığım sürdürmesini sağlayacak destek nerede?

Komünistler ve laikler gibi iktidan ele geçiren azınlık gruplar islam düşmanlarının gücüne dayanıyor, varlıkları­nı onların desteği ile sürdürüyorlarsa acaba islam düş­manları -gerek Rusya, gerek Amerika- destek olmalan bir yana islami bir yönetimin kurulmasına izin verirler mi? Yoksa Rusyanın Afganistanda, Amerikanın da güdümün­deki ülkelerde yaptığı gibi Müslüman­ların islami varlıkla­rım ortaya koymalarına engel olmak için denetimlerini mi sıklaştırırlar?

O halde, dışandan bir destek gelmeyeceğine göre islami yönetimi kurmak için islam ümmetinin içinde bir dayanak oluşturmak gerekir. Peki, bu dayanağın günümüzde var olduğu söylenebilir mi?

Buna tereddütsüz "evet" diyenler, islami faaliyetin baş­langıçta yaşadığı yanılgının aynısını yaşarlar. Bu yanılgıyı şöyle ifade etmek mümkündür. Şu anda pratik olarak isla­mi bir temel vardır. Bize düşen sadece dini duyarlılığı arındırıp harekete geçirmektir. Böylece sorun çözümlen­miş olur(!)

Şayet böyle düşünürsek, davet alanında harcadığımız yarım yüzyılı aşkın süreyi, herhangi bir ibret dersi alma­dan, istenen keskin görüşlülüğü elde etmek için gerekli olan deneyimi kazanmadan kaybetmiş oluruz.

Kuşkusuz gerek imamın şehid edilişi ile gerekse kanlı katilin (Nasınn) katliamıyla yaşadığımız deneyim, var ol­duğunu sandığımız temelin aslında varolmadığım, bu te­meli yeni baştan inşa etmek gerektiğini ortaya koymuştur... Sadece islami çalışmayı yürüten gruplar vardır. Bu gruplarla halk kitleleri arasında ortak bir problemde yok­tur. Gerçi katliama ve işkenceye uğratıldıkları zaman, ve­ya kitlelerin vicdanını sarsacak kahramanlıklar ortaya koydukları zaman bu gruplarla halk kitleleri arasında ge­çici bir duygusal bağ oluşur.

Fakat boyutları ve yoğunluğu ne olursa olsun bu geçici duygusal iletişim ile bu gruplar ve halk kitleleri arasında bir ortak problemin varlığı birbirinden tamamen farklı iki ayrı olgudur. Var olması gereken ortak problem Allah'ın şeriatının uygulanması ve yüce Allah'ın emri uyannca di­ğer tüm yasa sistemlerinin egemenliğine son verilmesidir:

"Rabbinizden size indirilen kitaba uyun, ondan başka dostlar edinerek onlara uy mayın" (A'raf Suresi/ 3)

"Yoksa cahileyin hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim var­dır?" (Maide Suresi/ 50)

Yaşanan deneyimlerin de kanıtladığı gibi bu problemin belirtileri, halk kitlesinin kafasında netleşmemesidir.

Uğrunda çaba sarfedilen bu problemin bilinç planında­ki temelinin gün geçtikçe kökleştiği, yayıldığı kuşkusuz­dur. Günümüzde davet konusunda varılan aşama bunun somut örneğidir. Ne var ki katedilen bu mesafe, islami bir yönetimin kurulması ve kurulduktan sonra varlığını sür­dürmesi için gerekli olan birikimin henüz çok gerisindedir.

Yüzyıllardan beri özellikle son yüzyılda ümmetin bün­yesinde meydana gelen bozulma, yaşanan pratik sapma bir çoklarının düşündüğünden de geniş boyutludur. Az ön­ce de belirttiğimiz gibi sapma sadece hayat tarzı ile sınırlı değildir. Hem düşüncede hem de hayat tarzında bozulma meydana gelmiştir. En başta bu dinin temel ilkesi olan "Lailahe illallah" kavramı olmak üzere islamın belli başlı ilkelerine ilişkin düşünceler de yoğun sapmalar meydana gelmiştir...

Ümmetin durumunu değiştirmek, onu yeniden gerçek İslama döndürmek bir çok insanın düşündüğü gibi kolayca halledilecek bir iş değildir. Bunun için her zaman geçerli olan ilahi yasa uyarınca çok uzun bir zamana, çok büyük bir emeğe şu anda mücadelenin her alanında yaşanan ölümcül bir çalışmaya ihtiyaç vardır.

Öncelikle bu dinin bilinmeyen gerçeklerinin günyüzüne çıkarılması gerekir. En başta "Lailahe illallah" kavramın­dan başlamak kaçınılmazdır.[136] Ardından insanların bu gerçekler uyannca, pratik hayatta fiili olarak eğitilmeleri gelir. Bu ise, çok uzun bir mücadeleyi gerektirir ve her za­man geçerli olan ilahi yasa gereğince bir kaç yılda tamam­lanması mümkün değildir. Davet için bugüne kadar harca­nan zaman ise, milletlerin yaşama süreleri ile karşılaştı­rıldığında çok kısa bir zaman dilimi olarak belirir.

Bu noktada -çoğunluğu gayretli gençlerden oluşan-ateşli aceleciler, aynı kapıya varan iki soru ile dikilirler karşımıza: "Acaba tüm ümmeti İslama göre eğitene kadar beklememiz makul bir davranış mıdır?" Kaldıki bunun gerçekleşmesi de mümkün değildir. "İslam düşmanı yöne­timler periyodik olarak saldırılarını yoğunlaştırdıkları, kö­kümüzü kurutmak için her yönteme başvurduğu, herhan­gi bir kuşaktan yetiştirdiğimiz gençleri hapislerde çürüt­tüğü, işkencelerden geçirdiği, öldürdüğü, yok ettiği halde ümmeti topyekün eğitmemiz mümkün müdür?"

Birinci soru açısından olaya baktığımızda hiç kimse

tüm ümmetin eğitilmesine kadar beklenilmesi gerekir di­yemez. Kaldıki, bu olgu dünya realitesine göre fiilen ger­çekleşemez. Nitekim peygamber efendimizin -selam üzeri­ne olsun- dönemindeki müslümanlar topyekün onun göze­timinde yetişen, onun eğitimi ile olgunlaşan, yakın arka­daşlarının düzeyinde değildi. Daha doğrusu onun sırdaşı durumundaki yakın arkadaşları bile kendi aralarında farklı düzeylere, üstünlüğe sahiptiler. Üstelik peygamber efendimizin -selam üzerine olsun- yaşadığı yüzyıl geçmiş ve gelecek tüm yüzyılların en hayırlısıdır, nerede kaldı bi­zim yaşadığımız yüzyıl!

Defalarca vurguladığımız gibi hedef, binayı taşıyacak, makul bir yoğunluğa sahip ve böylesine önemli bir hareket için istenen niteliklere en yakın bir temelin oluşturulması­dır. Kuşkusuz bu önem sırf ümmetin hayatı için söz konu­su değildir. Bugün bir parçası olduğumuz insanlık alemi içinde geçerlidir bu özenlilik.[137]

Meseleye ikinci soru açısından baktığımız zaman, bazı insanların acelecilik unsurunu önplanda tutan bakış açıla­rı doğrultusunda sandıklan gibi, biz bir gençlik kuşağını yetiştirdiğimizde düşmanlarımız onları tutuklamak sure­tiyle bütün emeğimizi, bütün çalışmalarımızı boşa çıkar­mış olmuyorlar.

İslami hareketin ilerlemesini önledikleri doğrudur. Ha­reketi ortadan kaldırmaya gelince çok istemelerine rağ­men onlar bile böyle bir iddiada bulunamıyorlar. Tam ter­sine, her zaman yaşanan realite şudur: Yüce Allah'ın pla­nı ve evrensel yasası uyarınca islam düşmanlarının ger­çekleştirdikleri tüyler ürpertici her korkunç katliamdan sonra yeni bir gençlik dalgası beliriyor, temel sürekli genişliyor. Barbarca işkencelere, öldürmelere, amansız ta­kiplere rağmen islami hareketin boyutlan gün geçtikte ge­nişliyor. Hiç kuşkusuz bütün bunlar yüce Allah'ın planı, değişmez evrensel yasası uyarınca gerçekleşiyor:

"Bu, Allah'ın geçmiş milletlere ilişkin yasasıdır. Allah'ın yasasında bir değişiklik göremezsin." (Fetih Suresi/ 23)

Aceleciler diyorlar ki; yeterince adam eğittik. Artık ça­lışma zamanıdır.

Bu söz kısa olmasına karşın islami hareketin karşı kar­şıya kaldığı iki büyük problemin ifadesidir. Bu problemleri teker teker ele alıp açıklamak gerekir.

Birincisi: Gerçekten yeterince adam eğittik mi? Bu gü­ne kadar yapılanların yeterli olduğunu veya fazlasını yap­mak gerektiğini belirlemek için elimizde hangi kriter var­dır?

İkincisi: Bu aceleciler "çalışma" kavramı ile neyi kas­tediyorlar?

Önce ikinci sorudan başlıyorum. Çünkü birincisinden daha kolay açıklanabilir. Ayrıca taraf olanların zihinlerin­de meselenin boyutlan belirlenmiştir. Fakat birincisini de­taylı biçimde açıklamak gerekir.

Acelecilerin genç veya yaşlı oluşlarına paralel olarak değişen iki tane belli başlı fikir vardır. İslami hareket ala­nında açıkça temsil edilmemekle beraber, taraftarlannca açığa vurulmak istenen ve tüm islami harekete yön ver­mesi hedeflenen bir üçüncü fikir daha var ki ona da ileride değineceğiz.

Ateşli ve heyecanlı gençlerin düşüncesi kuvvete başvu­rarak bir an önce iktidara gelmek, halkı davet aşamasında değil, iktidardayken eğitmektir. Çünkü davet aşamasında­ki eğitim, düşmanların islami harekete karşı çıkmaları, sürekli engelleri, biraraya gelindiği her seferinde birliği dağıtmaları yüzünden uzun zaman alır. Uzun bir yol takip etmek gerekir.

Çektikleri uzun meşakkatlerin, yol boyunca yedikleri ağır darbelerin, bitmez tükenmez baskıların sonucu yor­gun düşmüş yaşlı kuşağın düşüncesi ise, hiç bir zaman ik­tidar sahipleriyle çatışmaya girmemeyi öngören "Barışçı" davettir. Nitekim bunların bir kanadı parlamentoya ve se­çimlere katılmaya eğilimlidir. Siyasi arenada yer alıp et­kinlik sağlama, en azından islamın sesini siyasi yapılan­manın içinden duyurma peşindedir. İnsanların hayatına egemen olan bu siyasi teşkilat içinde yeralınmca bu sesin insanların duyguları üzerinde olumlu etki bırakacağı inancındadırlar.

Biz herşeyden önce her iki grubun da samimiyetine inanıyoruz. (Aynı inancımız ileride değineceğimiz üçüncü grup için de geçerlidir) Fakat tek başına samimiyet yet­mez. Bunun yanında ileri görüşlülük kaçınılmazdır. Çün­kü ileriyi görme olgusundan yoksun bir samimiyetin mey­vesi çürük olmaya müsaittir.

Tekrar başta söylediğimize dönüyoruz... İslami yöne­tim dışarıdan ne Rusyadan, ne Amerikadan, ne haçlılar­dan, ne de siyonistlerden, kısacası müşrik bloka mensup hiç bir güçten destek alamaz. Şu halde içeriden destek bulmalıdır... Peki bir islami yönetim kurulduğunda daya­nacağı, bundan sonrada varlığını korumada destek görece­ği temel nerede?

Söz gelimi bir grup ateşli genç stratejiyi iyi belirleyip "inkılap" yaptılar; İslam coğrafyasının herhangi bir bölge­sinde islam hükümeti kurdular. Bu aşamada önemli olan bundan sonra gerekli olan dayanaktan nedir?

Örneğin Mısın ele alalım... Önceki bölümlerde "Mısır deneyiminden" söz etmiştik... Bugüne kadar islam coğraf­yası içinde en geniş islami potansiyele Afganistan hariç Mısır sahiptir. Acaba, İslami yönetimin dayanması ve her durumda tetikte bekleyen Haçlı ve Siyonist düşmanlardan korunması için bu potansiyel yeterli midir?

Diyelim ki Rusya, Afganistanda olduğu gibi, Amerika­nın onayı veya teşviki ile bir komünist darbe yapmadı. Ve­ya Amerika zaman zaman yaptığı gibi açıkça cephe almadı veya her zaman yaptığı gibi İsraili saldırması için özendir­medi... Sadece Mısır'ın Buğday ihracatını önledi...

Acaba -halihazırda- Mısır halkı, islami yönetim uğruna açlığa katlanabilir mi? Yoksa peşine aç "kitleleri" takmış komünistlerin, Laiklerin, Dinsizlerin önderliğinde gösteri­ler düzenleyip "ekmek ve özgürlük istiyoruz" mu diyecek­tir?

Realist olmalıyız... ve islami potansiyel, istenen islami bir harekete yeterli olacak düzeyden çok uzaktadır diye­bilmeliyiz...

Afganistan'daki gibi savaşabilecek, uzun süre düşman­ların komplolarına karşı koyabilecek bir potansiyele ihti­yaç vardır. Çünkü Ruslann iğrenç barbarlıkları -savaş ve­ya düşmanlık demiyorum- ile dopdolu altı yılın sonunda gelinen nokta Ruslar açısından ilk günkünün aynısıdır. Mücahidler dağlarda üslenmişler, Rus kuvvetleri ise ova­lara egemendirler(î) Mücahidler zaman zaman vadilere akın düzenledikleri halde Rus kuvvetleri dağlara saldırmayı göze alamıyorlar. Üstelik Afgan savaşçılarının elle­rinde "geleneksel" savaş gereçleri de yoktur. Günümüzde artık "Antika" olarak adlandırılan birinci cihan harbi ka­lıntısı silahlarla savaşıyorlar.[138]

Fakat, bu tür bir altyapı oluşturmadan iktidarı ele ge­çirmek için hakim güçlerle çatışmaya girmeye yönelik her girişim sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Keskin bir bakışa, özenle çizilmiş bir plana dayanmayan boş bir çabadır. İşte bu tür bir girişimin en açık örneği Hama katliamıdır. Ha­ma, islami Hareketin sebepleri ne olursa olsun bir daha böyle bir yanılgıya düşmemek için üzerinde düşünülmesi gereken bir realitedir.

Ateşli gençler "Afganistandaki gibi bir altyapıyı nere­den bulalım? Ki hem böyle bir altyapı oluşsun diye nasıl hareketsiz durabiliriz?" diyecek olurlarsa, onlara şu ceva­bı veririz: Evet, altyapı yavaş yavaş oluşur. Fakat sürekli genişler, gelişmekten geri durmaz. Her zaman yeni genç kuşaklar katılır bu altyapıya. Daha baştan itibaren yolun zorluklarını, yoldaki engelleri bilir. Dolayısıyle, ölüm kar­şısında, işkenceler karşısında nefesini kontrollü kullanır. Bu uzun yolculukta nefesini gereksiz tüketmez. Bir gün -O günü ancak yüce Allah bilir- altyapı olgunlaşacak, genişle­yecektir. Kesilmesi güçleşecek bir kıvama gelecektir. İşte o zaman yüce Allah'ın evrensel yasası gereği insanlar dalga dalga ona katılacaktır. O zaman düşman kendisini, istedi­ği zaman kökünü kesebildiği maddi güçten yoksun bir ce­maatin değil, tek bir irade etrafında kenetlenmiş bir üm­met karşısında bulacaktır. Ve Allah'ın iradesi müminlerin içine ferahlık veren gelişmeleri günyüzüne çıkaracaktır.

Gençlerin "çalışmadan" duracaklanna, sözkonusu alt­yapı oluşana kadar bekleyeceklerine ilişkin sözü ise "çalış­ma" kavramına ilişkin dar ve sınırlı bir düşüncenin ürü­nüdür. Bu dar ve sınırlı düşünce gençlerin kalplerini ve kafalarını doldurmuş, sonuçta "çalışma" kavramı ile silahı alıp düşmana karşı çıkmayı anlayacak duruma gelmişler­dir. Bunun dışındaki bir anlayışı da hiç birşey yapmadan oturmak şeklinde algılamışlardır.

Biz de onlara şu soruyu yöneltiyoruz! Öyleyse altyapıyı bu gençler oluşturmayacaksa kim oluşturacak? Altyapıyı kurmakla meşgul olan insanlar "Hiç birşey yapmadan oturuyor" olarak nitelendirilebilirlerini?...

Ateşli gençlerin ortaya attığı bu düşüncenin iki nedeni vardır:

Birincisi; arzulanan eğitim sürecinin gerçek boyutlarım kavrayamamak.

İkincisi; Bu yüzden eğitim sürecinin tamamlandığına; artık ikinci adımı atmanın gerektiğine, yani silahı alıp düşmanın üzerine yürümenin zorunlu hale geldiğine inan­mak.

Eğitimin, ilk kez cahiliye toplumu ile karşılaşan kuşak ile bütün ümmet veye eğitime ihtiyacı olan toplum açısın­dan gerekli olan boyutlarım açıklamak amacı ile ilk önce eğitim olgusundan sözetmek istiyoruz. Fakat bundan önce de söz konusu aceleci iki grubu tanıtmak istiyoruz. Çünkü eğitim herkes için gereklidir. Hem aceleci gençler, hem yaşlılar hem de ileri de sözünü edeceğimiz üçüncü grup içinde gereklidir. Ayrıca eğitimle ilgili olan herkes için ka­çınılmazdır.

Her şeyden önce, bugünkü yaşlıların dünkü aceleci gençlerin kalıntıları olduklarını unutmamalıyız. Artık ha­rekete geçme zamanı geldiğine, bir veya bir kaç darbe ile tağutlann yerle bir olacağına, islamın hakim olacağına inanırlardı.

Bu gençlerin bir çoğu önceden meydanı terkettiler. Fa­kat onlardan geriye kalan bugünkü yaşlılar meydanı bı­rakmadılar, ama şimdi de davanın bir çıkmaza girdiğine, bu yüzden yolu değiştirmek gerektiğine inanıyorlar.

Onlar açısından bu görüşün nedeni gayet açıktır. Çün­kü, Tağutlara darbe indirecek kuşağın kendileri olacağı yönünde eğitilmişlerdi. Bir kaç yıl içinde indirecekleri dar­beler sonucu düşman yenilecek, zafer islamın olacaktı.

Fakat yılların geçmesiyle birlikte üstüste darbe yiyen­lerin kendileri olduklarını, her seferinde düşmanın ka­zançlı çıktığını, kendilerininse darbeleri karşılamaktan başka bir şey yapmadıklarını gördüler.

Bu yüzden onlara göre yol tıkanmıştı ve kısa vadede açılacağı da yoktu. Şu halde yine onlara göre tıkanık ol­mayan bir yol aramak kaçınılmazdı.

Onların, sonuca ulaştıncı olduğunu sandıkları yol, da­ha önce de işaret ettiğimiz gibi parlamentoya girmek, se­çimlere katılmak, başka türlü sesini yükseltmesine izin vermediklerine göre islamın sesini oradan duyurmaktı.

Silah alıp düşman üzerine yürümeyi benimseyen acele­ci gençlerle tartıştığımız, realitenin ışığında Hama'da ya­şanan olayların tanıklığı ile makul bir yoğunlukta müslü-man bir altyapı oluşmadan iktidar sahipleri ile fiili çatış­maya girmenin boş bir girişim olduğunu ve ancak Ha-ma'daki bir sonucun elde edilebileceğini söylediğimiz gibi tıkanık olmayan bu yola girmekle islami harekete canlılık getirdiklerini ve arzulanan sonuca böylelikle ulaşacaklannı sanan aceleci yaşlılara da karşı çıkıyoruz.

Onlara söyleyeceğimiz şudur: Makul bir yoğunlukta "müslüman bir altyapı" oluşmadan önce böyle bir yola baş­vurmak gereksizdir. Sözgelimi yüzdeyüz müslümanlardan oluşan ve bütün üyeleri Allah'ın şeriatını uygulamayı iste­yen bir parlamento oluşturabildik. Peki, islami yönetimin dayanağı ve varlığını sürdürmesinin güvencesi olan "müs­lüman bir altyapı" olmaksızın bu parlamento ne yapabilir?

Bir askeri darbe parlamentoya el koyar. Üyelerini tu­tuklar, zindanlara doldurur. Ve bir kaç saniye içinde her şey biter.

İleri sürülen tüm gerekçelere rağmen, bu, son derece tutarsız basit bir düşüncedir. Bunun yamsıra, aynı za­manda bu düşünce, davanın özüne zarar veren, ilk anda tersi gibi görünmesine yani toprağa kök salmasına, adım­larım hızlandırmasına yardımcı olduğu sanılmasına rağ­men daha çok hareketin sekteye uğramasına neden olur, derin yaralar açar. Açılan ilk yara inanç ile ilgilidir. Dini kendisine sadece Allah'ın şeriatını uygulamayı emreden, Allah'ın hükmünden başka tüm hükümlerin kabul edilme­sine hoşnut olunmaması, katkıda bulunulmaması gereken cahiliye hükümleri olarak nitelendirirken bir müslüma-mn, Allah'ın indirdiği hükümlerden başkası ile hükmeden, uygulamaları ile her münasebetle Allah'ın şeriatım red­dettiğini açıkça ilan eden bir meclise üye olması caiz mi­dir?

Bu meclise yönelik dostluk yemini etmesi, bu meclisin ve bu meclisin uyguladığı anayasayı koruyacağına sözver-mesi bir yana, bir müslümanın yalnızca böyle bir meclise katılması bile inanç açısından caiz midir acaba? Yüce Al­lah'ın şu hükmüne rağmen bir müslümanın cahiliye meclisine üye olarak girmesi doğru mudur?

"Allah size indirdiği kitapta 'O'nün ayetlerinin inkar edildiğini, alaya alındığını işittiğinizde başka bir konuya geçmedikleri sürece onlarla birarada oturmamanızı, yoksa sizin de onlar gibi olacağınızı' bildirdi".(Nisa Suresi/ 140)

Bu cahiliye meclislerinde oturanların her zamanki gün­demleri Allah'ın şeriatına karşı çıkmak, ona sırt çevirmek­tir. Başka bir konuya geçmelerini beklemekte boşunadır. Şu halde bir müslüman nasıl onlarla birlikte oturur?

Gerekçe olarak ileri sürülenler... Biz onlara islamın gö­rüşünü anlatıyoruz. Allah'ın indirdiği hükümlerden baş­kası ile hükmedilmesine karşı olduğumuzu sürekli vurgu­luyoruz. Biz resmi kürsüde insanları Allah'ın şeriatını uy­gulamaya çağırıyoruz... gibi bahaneler, bu tutumun islam inancına ters olduğu gerçeğini ortadan kaldıramaz.

Diyorlar ki: Resulullah da, Allah'ın sözünü onlara du­yurmak için Kureyş meclisine gitmedi mi?

Evet, gitti. Onları uyarmak için meclislerine gitti. Fa­kat toplantılarına katılmak, onlardan biri olarak orada bulunmak için gitmedi.

Allah'ın şeriatını uygulamaları için insanlara çağrıda bulunan bir müslüman, çağdaş cahiliyenin meclisine gide­biliyorsa ve ilk cahiliyenin Resulullah'a izin verdiği gibi bu mecliste konuşmasına izin veriliyorsa, o müslümanın ora­ya gidip dinini açıkça duyurması bir zorunluluktur. Çün­kü böyle bir durumda müslüman o meclisin bir "üyesi" du­rumuna düşmez. O, meclise dışardan gelmiş bir davetçi-dir. Onlan Allah'ın indirdikleri hükümlere uymaya davet etmek için gelmiştir. Meclis onu kendi üyesi sayamayacağı gibi, o da kendisini meclisin bir üyesi olarak kabul etmez.

Konuşmasını yapıp sonra da yoluna devam edecek bir da-vetçidir o.

Fakat Hak içerikli mesajı insanlara duyurma firsatı do­ğuyor gerekçesi ile cahiliye meclisine bir üye olarak katıl­manın Allah'ın dininde hiç bir dayanağı yoktur.

İkinci yara ise, meselenin "kitleler" nezdinde ciddiyeti­ni yitirmesi şeklinde belirmektedir.

Her fırsatta halk kitlelerine, Allah'ın indirdiği hüküm­lerin dışındaki yasaları uygulamanın yanlış olduğunu, Al­lah'ın şeriatım uygulayan bir idareden başkasının yasal olmayacağını söylüyoruz. Sonra halk bir de bakıyor ki, bunları söyleyen bizler, insanları katılmamaya çağırdığı­mız parlamentoya kendimiz giriyoruz. Sonuç ne olacak?

Eğer bizler, insanlara batıl olduğunu söylediğimiz bir düzenin yönetim kademelerine katılmak için gerekçeler bulabiliyor s ak, halk kitlelerinin bu batıl düzeni onaylama­masını nasıl bekleyebiliriz? İslami bir yönetime temel oluşturan, Allah'ın hükmünden başkasını reddeden, Al­lah'ın hükmünden başkasına katılmayı kabul etmeyen is-lami bir altyapı nasıl oluşacak?

Biz, parlamentolara girmek suretiyle, islami bir altyapı oluşturmayı kolaylaştıran bir iş başardığımızı sanıyoruz. Halk kitlelesi nezdinde değer verilen resmi kürsülerden seslendiğimiz zaman her şeyin çok daha kolay çözüleceğini zannediyoruz. Oysa, Allah'ın indirdikleri ile hükmetme meselesinde gösterdiğimiz bu ciddiyetsiz tavır dolayısıyla verdiğimiz bu olumsuz tavizin sonucunda gerçekte islami bir altyapının oluşmasına engel oluyoruz. Bu yüzden bu tür meselelerde Halk kitlelerinin örnek olacağı ideal bir tavır belirginleşmemiş olur. Kanun bilinci olgunlaşıp, başka değil sadece islami bir yönetim kurması gerektiğini bir inanç ilkesi olarak anlayıp, Allah'ın hükmünden başka hü­kümlerin varlığını kabul etmemesinin şart olduğunu ke­sinlikle öğrenene kadar islami bir yönetim kurmak için ge­rekli olan altyapı bu sayede kurulmamış olur.

Üçüncü yara ise; yüzyılların deneyimi ile kanıtlandığı gibi "Diplomasi" oyununda daima güçlüler zayıflan yener. Bu oyunda zayıfın güçlüyü aldatmasına, elindeki iktidann bir parçasının kopmasına izin verilmez.

Diplomasi oyunundaki güçlülük ve zayıflılığm, ne hak ve batıl ile, ne de çokluk veya azlık ile bir ilgisi vardır.

Halk tarafından dışlanan, halkın nefretinin odak nok­tası haline gelen, bununla beraber içerden askeri güç, dı­şarıdan da günümüzde yeryüzüne egemen olan herhangi bir şeytani güç tarafından desteklenen mutlu azınlık; ta­raftarı olmamasına rağmen en güçlü olan taraftır. Buna karşın ezici çoğunluğu oluşturan mustazaflar zayıftırlar. Çoğunluğu temsil etseler bile.

Bu yüzden islam düşmanlarının siyasi kurumlarında yeralan islamcı gruplar diplomasi oyununda yenik düşer­ler. Düşmanlar ise herhalukarda kazançlı çıkarlar. Kendi yanlarına çektikleri islamcı gruplar yardımıyla veya on­larla vardıkları ittifak'ın desteği ile, ya da onların herhan­gi bir meselede kendi saflarında yeralmaları ile kamuo­yundaki görünümlerini güzel göstermeyi başarırlar. Öte yandan islamcıların halk nezdindeki ağırlıklarını da yok ederler. Ayakta durmalarım sağlayan belirgin özellikleri­ni, kötülüklerden arınmışlıklarını unuttururlar. Çünkü islamcılar, mücadele meydanında taviz vermez tutumla­rıyla, çevrelerini saran siyasi cahiliyeye katılmayışlarıyla belirginleşirler, bu sayede insanlar onlann, sadece dünya hayatını arzulayan, yeryüzü nimetlerinin üzerine kuduz köpekler gibi üşüşen cahiliyenin siyasi kurumlarından da­ha üstün, onlardan daha şerefli bir davanın mansupları ol­duklarını görürler. Yaptıkları politikada islam ahlakın­dan, hiçbir özellik taşımayan, islamın anlamından uzak bir kurumlardan farklı olduklarını kavrarlar. Cahiliye sembollerini bayraklaştıran, insanları bu sembollerin pe­şinde yürümeye çağıran, Allah'ın şeriatına sırt çevirmele­rim isteyen cahili partilere benzemediklerim farkederler. Ama cahiliyenin parlamentolarına girdikleri zaman, is­lamcılar bu ayrıcalıklarını bu niteliklerim yitirmişler. Dip­lomasi oyununda mustazaflarm bir kez olsun, düşmanları­nın güdümündeki siyasal yapılanmanın içinde, olayların dümenini kendi lehlerine kırdıkları görülmüş değildir. Çünkü bir tek dişli, çarkın dönüsünü etkilemez. Tersine dişlileri harekete geçiren, dönen çarktır. Öte yandan cahi-liye, hayatın bazı alanlarında islamcıların gerçekleştirdik­leri İslahatlara tahammül edemez ve hemen bunları orta­dan kaldırmaya, sonuçlarını yoketmeye bakar. Halbuki asıl meselenin laçkalaşması süreci devam eder ve bazı kü­çük çaplı ıslahatların sağladığı yarar bu ölümcül tavizin zararını karşılayamaz. Tıpkı yüce Allah'ın şu sözünde işa­ret edildiği gibi:

"Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir takım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı fay­dasından daha büyüktür." (Bakara Sûresi/ 219)

İslamcılar aşamalı olarak yönetim kademelerine sızar­ken cahiliyenin uyuyacağı, yine böyle bir gaflet anında is­lamcıların cahiliye mensuplarını yönetiminden uzaklaştı­rıp islam şeriatım uygulayacağı kuruntusuna kapılanların bu düşüncelerini basitlikte nitelendirmek bile yeterli değildir. Şayet bazı zihinler gerçekten bu kuruntuya eğilimli iseler "Sudan" deneyimi bunun nedenli boş bir vehim oldu­ğunun en belirgin kanıtıdır.

Üçüncü aceleci grub da, "Bilimsel düşünce", "Bilimsel araştırma" taraftarlarından oluşur.

Bu tür bir düşünce, Amerikada yaşayan İslamcı Arap gençleri arasında yaygındır. Bununla beraber bu akıma benzer veya onu temsil eden bazı gruplara Avrupa veya "eski dünya"da da rastlanmaktadır.

Bu akımın taraftarları "Doğu deneyimi amacına ulaş­mış ve artık çıkmaza girmiştir. Bu yüzden islami hareke­tin önderliğini, yeni bir düşünce yöntemine sahip yeni akıllara teslim etmek gerekir. Bilimsel araştırmalara da­yalı bilimsel yöntemle düşünen, İslama bağlı kalarak in­sanlara sorunlarının çözümünü pratik olarak gösteren ön­cü kadrolara ihtiyaç vardır. İşte izlenecek yol budur." di­yorlar

Biz, bu yeni önderliğe bütün kalbimizle başarılar dili­yoruz. Ancak bununla birlikte bu yolun tutarsızlıklarını, çarpıklıklarını bilimsel ve pratik yöntemlerle ortaya koy­maktan da kendimizi alamıyoruz.

"İnsanların tek eksiği karşı karşıya kaldıkları sorunla­rın islami çözümünü bilmeyişleridir. Şayet islami çözüm­lerin Kapitalist ve sosyalist çözümlerden daha iyi olduğu­nu bilir ve bu çözümleri içtenlikle benimserlerse, bunun yamsıra bu çözümlerin teorik veya propaganda amaçlı ya­hut sözde kalan çözümler olmadıklarına tamamen pratik çözümler olduklarına inanırlarsa, topyekün İslama yöne­lirler, islami bir hükümet kurmak için topluca harekete geçerler." düşüncesi büyük bir ihtimalle adı geçen gençlerin Batı demokrasinin gölgesindeki yaşayışlarından kay­naklanmıştır. Çünkü Batı demokrasilerindeki özgürlük or­tamı insanlara istedikleri gibi düşünme, deneme, düşün­düğünü söyleme imkanı veriyor. Ve bu ortamda en azın­dan görünürde insanların kabul ettikleri bir düşünceyi pratikte uygulamaya koşmaları ve bunu demokratik yön­temlerle yürürlüğe koymaları ihtimali vardır.[139]

Diyelim ki bir varsayım olarak "eski dünya"nın eksiği sorunlann pratik islami çözümünü bilmeyişidir. Eğer kar­şılaştıkları sorunlar için islamın kapitalizm ve sosyalizm­den daha iyi ve daha pratik çözümler ürettiğine ikna olur­larsa derhal islami bir hükümet kurmaya koşacaklardır...

Diyelim ki, böyledir... Ve "islam şeriatım uygulamak 'Lailahe illallah Muhammedun Resulullah' cümlesinde ifa­desini bulan islam inancının bir parçasıdır ve islam şeriatı uygulanmadığı sürece inanç eksik olur. Bunun için uzun açıklamalara, davete ve eğitime ihtiyaç vardır. Resulul-lah'ın Allah katından getirdiği şekliyle ilahi inanç sistemi­nin gerçekten varolması için bütün bunlar kaçınılmazdır" gerçeğini vurgulayan imamın şehid edilişini, bu inancı, bu bilinci haykıran müslümanlan kınp geçiren alçak kan içi­cinin (Nasır'ın) eliyle gerçekleşen katliamın ortaya koydu­ğu gerçeği görmezlikten gelelim.

Bir an için bu gençlerin düşüncelerini doğru kabul ede­lim... Ve diyelim ki, sırf pratik islami çözümler içeren Bi­limsel araştırmaları sunmak ile insanlar İslama, islami çö­zümün zurunluluğuna inanacaklar. Hemen islami uygula­maya koşacaklar veya uygulanmasını isteyecekler. Peki sonuç ne olacak?

Acaba Rusya ve Amerika "Mademki müslümanlar ilmi araştırmalar ve bilimsel düşünme yöntemi sonucu islami bir hükümetin kurulmasının gerekliliğini anladılar. O hal­de ne halleri varsa görsünler, varsınlar, arzuladıkları isla­mi hükümleri uygulasınlar mı?" diyecekler. Yoksa, yeryü­zünde islami bir hükümet kurmaya, islam şeriatını uygu­lamaya kalkışan müslümanlan şu anda yaptıkları gibi öl­dürmeleri, sürgün etmeleri, çeşitli işkencelerden geçirme­leri için yerli işbirlikçilerini, kiralık katillerini üzerlerine mi salacaklar?

Böyle bir durumda... Acaba, Allah'ın şeriatım uygula­mak isteyen müslümanların karşı karşıya kaldıkları bar­barca işkencelere katlanmak için tek başına "ikna olmuş-luk" veya "Bilimsel düşünce" yeterli midir? Yoksa "gerçek bir inanca mı ihtiyaç vardır. Bu mesele, küfür iman mese­lesidir. En iyi çözümü bulma meselesi değildir. Cennet -Cehennem meselesidir, dünya hayatında çözüm bekleyen problemler meselesi değildir" diyen ve "insanlara bu şekil­de inanmadıkları sürece mümin olamayacaklarını, Al­lah'ın şeriatından başkası ile yönetilmeyi istemeleri veya Allah'ın hükmünün dışındaki bir hükümden hoşnut olma­ları durumunda yine Allah'ın kıyamet günü müslümanlık iddialarını kabul etmeyeceğini" söyleyen bir inanç mı ge­reklidir?

Hiç kuşkusuz islam, dünya ve ahireti birlikte kucakla­yan bir dindir. İslam sırf bir inanç sistemi değildir. İslam hem bir inanç hem de eksiksiz bir hayat sistemidir. Bu sis­temde insanlığın dünya hayatındaki tüm ihtiyaçlan gözö-nünde bulundurulmuştur. Daha doğrusu bu sistemde, in­sanlık hayatının zorunlu bir düzeye yükselmesi, her alanda "güzellik" ve "iyilik/ihsan" derecesine ulaşması öngörül­müştür:

"Allah her şeyde güzel davranmayı (ihsan) şart koştu. Öldürdüğünüz birini güzel öldürün. Bir hayvanı keseceği­niz zaman güzel kesin. Bir hayvanı kesince biriniz bıçağı­nı hileylesin, hayvana eziyet etmesin."[140]

İslam insanlığın ihtiyaçlarına cevap vermek, geliştir­mek ve yükseltmek için hayat sistemlerinin en üstününü ve en iyisini ortaya koyar:

"Yoksa onlar cahiliye yönetimini mi istiyorlar? iyi an­layan bir toplum için Allah'tan daha iyi hüküm koyan kim olabilir" (Maide/ 50)

Bütün bunlar doğrudur... Fakat yüce Allah peygambe­rine öncelikle doğru inanç sistemim yerleştirmesini, in­sanlara ilahlığın gerçek mahiyetini açıklamasını, Allah'ın belirlediği emir ve yasaklara uymanın bu inanç sisteminin vazgeçilmez gereği olduğunu vurgulamasını emretmiştir. Sonra bu aşamanın ardından insanlığın problemleri için "pratik çözümler" indirmiş ve bu çözümlere uymayı İman-Küfür ve Cennet - Cehennem meselesi olarak vurgulamış­tır.

"Hayır, Rabbine andolsun ki, senin hükmüne başvur­madıkça iman etmiş olmazlar." (Nisa/ 65)

"Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler kafirlerdir" (Maide/ 44)

"Rabbiniz tarafından size indirilen kitaba uyun. O'ndan başka velilere uy mayın." (A'raf/ 3)

"Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara kanun kılacak ortakları mı vardır?" (Şura/ 21)

Şayet biz, Allah'ın şeriatına uymayı veya uymamayı bir iman-küfür, bir cennet - cehennem meselesi olarak insan­ların kafasına yerleştirmeyi bir kenara bırakıp öncelikle problemlerin pratik çözümlerini sunsak, acaba mesele bi­limsel araştırmacıların düşündükleri şekilde sonuçlana­cak mı?

Bilimsel araştırmalar ve etütler sonucu islami çözümün en iyisi olduğuna ikna ettiğin ve sayılan oldukça kabarık olan insanlar: "Tamam ikna olduk! Doğrusu biz islamm bu kadar yüce, bu kadar kapsamlı ve insanların sorunlarım pratik olarak çözümleyecek nitelikte olduğunu bilmiyor­duk. Siz gidin kurun islam devletini. Onu kurduğunuz za­man ilk önce itaat edenler biz olacağız" derlerse ne cevap verebilirsin?

İslam devleti bu şekilde kurulabilir mi?

Teoride ikna olmak realite dünyasından hiçbir şey de­ğiştirmez. Bu gerçek, banş ve güven ortamları için bile ge­çerlidir. Nerde kaldı baskı ve barbarlığın kolgezdiği or­tamlar! Sokrat ve Aristo'dan günümüze kadar gelen şu "felsefe" yeryüzünün realitesinden bir şey değiştirebildi mi? Bir inanç olmaktan veya bir ideolojinin iskeletini oluş­turmaktan öteye geçebildi mi? Böyle bir durumda bir ta­kım değişiklikler meydana gelse dahi bunlar söz konusu ideolojinin sonuçlandır.

"Eski dünya" da yaşanan deneyimler ortaya koymuştur ki, bizzat inanç sisteminin onanma ihtiyacı vardır. Çünkü inanç sistemi peşpeşe geçen kuşakların ardından, özellikle son yüzyıllarda içeriğini kaybetmiştir. Gerçek mahiyetinin ciddi olarak açıklanmasına ve insanların bu gerçek doğrultusunda eğitilmesine ihtiyaç vardır. İnsanlann her alan­daki davranışlarının siyaset, yönetim, toplum, ekonomi, ilim ve düşünce alanındaki uygulamalarının "Lailahe illal­lah" ilkesinin gereklerine uygun olması için uzun süreli bir eğitim aşaması kaçınılmaz hale gelmiştir.

Buna rağmen biz, bilimsel araştırma yapanlara, araş­tırma yapmayın demiyoruz. Aksine, islamm daha önceden gizli kalmış gerçeklerini gün yüzüne çıkarma amacına yö­nelik derin ilmi araştırmaları sevinçle karşılarız... Fakat niçin ve nasıl yapılacak araştırma?

Kuşkusuz insanlık hayatında islamda olduğu gibi hem değişmez hem de değişken olgular vardır.

Yüce Allah'ın vurguladığı ve değişikliğe uğramadan in­san hayatına egemen olmasını dilediği ilkeler vardır. "Lai­lahe illallah Muhammedun resulullah" cümlesinde evren­sel ve eksiksiz anlamı ile ifadesini bulan, Allah tarafından gönderilen herşeye uymayı öngören inanç ilkesi gibi. Müc­mel ve ayrıntılı ibadetler gibi. Kimi suçlara verilecek ceza­lar gibi. Fıkıhçıların ayrıntılı biçimde ortaya koyduklan daha bir çok değişmez ibadet ve inanç ilkesi gibi.

Bunun yanısıra Kanun koyucunun (şari'nin) içtihat ya­pılmasına izin verdiği değişken konular da mevcuttur. Fa­kat kanun koyucu, bu değişkenliği -sürekliliğine rağmen-değişmez eksenlere ve kalıcı prensiplere bağlamıştır. İn­san hayatında başgösteren gelişmelerin ışığında, bir deği­şiklik yapma veya varolan ilkeyi geliştirme yönüne gidilir­ken Allah tarafından belirlenen bu eksenleri ve prensiple­ri çiğnemek doğru değildir.

Şayet biz, bugün çağdaş sorunlara çözüm getirecek is­lami öneriler belirlemek amacıyla ilmi bir araştırma yapa­caksak, bu araştırmayı hangi konuda yapacağız? Bu araştırma değişmez eksenlerle mi, yoksa değişken ayrıntılarla mı ilgili olacaktır?

Değişmez eksenlerle ilgili araştırma zorunludur. Çün­kü bu mesele dinin vazgeçilmez fıkhının bir parçasıdır.

İnsanlann dini gerçeklere ilişkin bilgi kapasitelerinin gelişmesi onların yararınadır. Ve yollarını dosdoğru izle­melerinin garantisidir.

Değişken konulara özellikle günümüzde içinden çıkıl­maz bir durum arzeden ekonomik sorunlara gelince; bu konuda herhangi bir araştırma yapsak kesin olarak bu araştırmayı kime sunacağız? Ve kimin belirlediği ölçülere göre araştırma yapacağız? Diğer bir ifadeyle hangi mille­tin veya hangi çağın ihtiyaçlarını esas alarak bu araştır­mayı yürüteceğiz?

Bugün 1406 (Miladi 1986) yılındayız. Biz, günümüzün ekonomik sorunlarını çözmek için kapitalizm ve sosya­lizmden daha üstün olan islami çözümleri belirgin bir şe­kilde ön planda tutan araştırmayı kime sunacağız? Müs­lümanlara mı? Yoksa Avrupalı veya Amerikalılara mı?

İlk bakışta bu sorunun yersiz olduğu görülür. Çünkü biz araştırmalarımızı elbette müslümanlara sunacağız. Fakat bu soru ile yeni önderliğin dikkatini, boyutlarını ne kadar kavradığını bilmediğimiz bir gerçeğe çekmek istiyo­ruz:

Bugün tüm yeryüzünde ekonomik sistemlerini cahiliye bataklığından kurtarıp islami ilkelere göre biçimlendir­mek için yaptığımız araştırmayı uygulayacak "müslüman-lar" nerede?

Ayrıca araştırmamızın teoriden çok uygulama ile ilgili olacağını da hatırlatalım. Şu anda uygulayacak kimse bu­lunmuyorsa, pratik dünyada uygulama imkanı bulunmayan çözümler üretmek için bunca emek, bunca zaman ve bunca enerji harcamak gereksiz değil midir? Şu da bir ger­çektir ki, bu çözümler uygulanabilir niteliklere sahip ol­madıkları için uygulanamıyor değildirler; Tersine uygula­yacak kimse bulunmadığı için veya uygulayacak kimsele­rin bunu gerçekleştirecek güçleri bulunmadığı için uygula­namıyorlar.

Kuşkusuz şöyle diyenler olacaktır: Biz bu araştırmala­rın sonucu elde edilen pratik çözümleri, bir islam devleti kurulur kurulmaz uygulasm diye koruruz. Kurulan islam devleti incelenmiş, araştırılmış, ayrıntıları ile ortaya kon­muş bu güvenilir çözümleri devreye sokar. Artık kuruluş aşamasında neyi uygularım diye bocalamaz. Dolayısıyla dünya devletleri içinde, karşılaştığı sorunları inanç ve ha­yat sistemi ile çözemiyor gibi bir çaresizliğe düşmez.

İlk anda insana mantıklı gibi gelse de bilimsel olarak bir anlam ifade etmez bu söz.

Her hangi birisi kalkıp kesin bir tarih vererek -hatta bir tahminde bulunarak- hedeflenen islam devletinin ne zaman kurulacağını söyleyebilir mi?

Acaba her hangi bir insan hedeflenen islam devleti ku­rulduğu gün ne tür ekonomik problemlerle karşılaşacağını kesin olarak söyleyebilir mi? (veya bir tahmin yürütebilir mi?)

Şu halde ne zaman geleceğini kesin olarak bilmediği­miz, yapısını, biçimini ve mahiyetini kestiremediğimiz bir dönemin sorunları için pratik çözümler üretmeye kalkış­mak boş bir uğraşı olmaz mı?

Günümüzde en fazla değişkenlik gösteren sorunlar eko­nomik sorunlardır. Şayet biz önümüzdeki on yıl içerisinde bir islam devletinin kurulabileceğini tahmin ediyoruz desek-ki bu sözün hiçbir ilmi dayanağı yoktur- acaba, ilmi olarak bu gün araştırmalarımıza esas aldığımız sorunlann önümüzdeki on yılda da süreceğini, dolayısıyla bugünden hazırladığımız pratik islami çözümlerle bu sorunları orta­dan kaldırabileceğimizi garantileyebilir miyiz?

Diyelim ki, islam devletinin kuruluşu çeyrek veya yarım yüzyılı alacak -Hiç kuşkusuz bu da az önceki varsayım gibi ilmi bir gerçeğe dayanmadan gayba taş atmak gibi bir şeydir- acaba, üzerinde araştırma yaptığımız bu ekonomik sorunlar o güne kadar hiçbir değişikliğe uğramadan kala­cak mıdır? Ki, islam devleti kurulur kurulmaz hazırladığı­mız çözümleri devreye soksun.

Daha doğrusu, herhangi bir dönemde kurulacak islam devletinin karşılaşacağı sorunlar, şimdiye kadar ki araş­tırmaları­mızın özünü oluşturan kapitalist dünyanın karşı­laştığı sorunlann aynısı mı olacaktır?

İslamın sigortaya ilişkin görüşünü incelemek, sigorta­nın helal mi yoksa haram mı olduğunu belirlemek, ayrıca İslama uygun bir ekonomik yaşantı için islami bir sigorta­nın mahiyetini ortaya koymak amacı ile düzenlenen son derece görkemli bir sempozyum hatırlıyorum.

İktisatçı olmadığım halde o gün şöyle demiştim.[141] "Korkarım ki, yönümüzü ve emeğimizi, ekonomik hayatı­mızı kontrol altına alan günümüz kapitalist cahiliyesinin önümüze koyduğu sorunlara yöneltmişiz. Ne var ki bu so­runlar islam devleti kurulduğunda kesinlikle mevcut ol­mayacaktır. Bu gün sigorta ile ilgili olarak karşılaştığımız problemlerin, islam Beytul malı'nın işlevine son verilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bir islam devleti kurulup "Beytul mal" yeniden işlevini görmeye başladığında bugünkü şekliyle bir sigorta sistemine gerek kalmayacağını kim inkar edebilir ki? Ancak o gün sigortanın helal veya haramlığına ilişkin araştırmamız bir anlam kazanabilir ve emeğimiz de boşa gitmemiş olur."

Ne var ki, o görkemli sempozyumda bu uyarıma aldı­ran olmadı. Bilimin yüksek himmeti ile sigorta sorunu et-raflıcı irdelendi. Fakat bütün katılanların üzerinde birleş-medikleri bir sonuç elde edildi. Buna göre; bu günkü şek­liyle sigorta haramdır. Bu yüzden şimdiki sigorta sistemi­ni kıskacına alan faiz'den uzak yeni bir sigorta sistemi ge­liştirmek zorunludur.

Bir de şunu varsayalım. Diyelim ki yüce Allah, islam devletinin kuruluşuna ilişkin normal yasasını işletmedi de kullarına yönelik lütfü, iyiliği ve keremi ile mucize yasası­nı devreye soktu ve hemen yarın bir islam devleti kuruldu. Hiç bir şeyden haberi olmayan bizler de hazırlıksız yaka­landık. İslam devletinin karşılaşacağı sorunları ortadan kaldıracak pratik çözümleri önceden hazırlayamadık. Aca­ba bu varsayım, söz konusu sorunları ortadan kaldıracak pratik çözümler üretmek için bu günden emek sarfetme-mizin gerekçesi olabilir mi?

Elbette hayır! Çünkü yüce Allah olayların mucizevi şe­kilde gelişmesini öngören yasasını yürürlüğe koyunca, be­raberinde her türlü problemi anında çözümleyen olağa­nüstülükleri de yaratır.

Fakat biz, hiç bir zaman Allah'ın kullarına yönelik rah­metinden ümidimizi kesmemekle beraber yine Allah'ın normal yasası uyannca hareket etmekle yükümlüyüz. Yü­ce Allah Kur'an-ı Kerim'de bu yasasından şu şekilde söze-der:

"Seni yardımıyla ve müminlerle destekleyen O'dur" (Enfal Suresi/ 62)

"Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırla­yın." (Enfal Suresi/ 60)

Yüce Allah burada dikkatimizi iki önemli olguya çeki­yor. Birincisi: Yüce Allah'ın yeryüzüne ilişkin planına (ka­der) perde olacak savaşçı mü'minlerin bulunması zorunlu­dur... İkincisi: Gerçeğin zafere ulaşması için bu mü'minle­rin güçlerinin yettiği kadar kuvvet bulundurmaları kaçı­nılmazdır. Ancak bundan sonra Allah'ın yardımı gelir. Hiç kuşkusuz ulu Allah, beşeri araçlar ve insanların çabası ol­maksızın dinine yardım edemeyecek durumda değildir. O, bir şeye "ol" dedimi, hemen oluverir. Fakat Allah'ın evren­sel yasası bu şekilde işliyor:

"Allah dileseydi, onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister." (Muhammed Suresi/ 4)

"Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar." (Muhammed Su­resi/ 7)

Bir an bile ulu Allah'ın kullarına yönelik rahmetinden ümidimizi kesmemekle beraber adımlarımızı her zaman için yürürlükte olan ilahi yasaya uydurmakla yükümlü­yüz. Bu yasa, en başta makul bir düzeye ulaşmış, mü'min müslüman bir altyapının oluşmasını zorunlu kılıyor. Bun­dan sonra, söz konusu altyapıyı oluşturan müslüman ce­maatin her zaman için yoluna dikilen cahiliyeye karşı yü­rüteceği uzun bir cihad devresinin ardından islam devleti­nin kuruluşunu bekleyebiliriz.

Mesele bundan ibaret olduğuna göre, müslüman, mü'min, mücahid, dinden döndürme amaçlı baskılara da­yanıklı bir altyapı oluşturmayı bir kenara bırakıp "çağdaş problemlere pratik çözümler" aramaya koyulmak yersiz ve yararsız bir girişimdir.

Zaman zaman kimi iyi niyetli ve samimi kimi de altın­da pislik yatan, art niyetli insanların sorulan ile karşılaşı­yoruz. Diyorlar ki: İslami düzeninizi kurduğunuz zaman çağın problemlerini nasıl karşılayacaksınız? Örneğin, eko­nomik[142] problemler karşısında ne yapacaksınız? Elinizde pratik çözümler var mıdır?

Gerek iyi niyetli gerekse artniyet olsun bu tür sorularla karşılaşıyoruz. Biz de hiç farkında olmadan her an aklı­mızda olması gereken "İslam devletini nasıl kurarız?" so­rusuna cevap aramayı bir yana bırakıp, zaman açısından ondan sonra gelen" islam devleti kurulduğu zaman çağdaş sorunları nasıl çözümleriz?" sorusuna cevap aramaya ko­yuluyoruz.

Bazan bu soruların baskısı altında ve çoğu zaman bi­linçsizce ikinci sorunun cevabının aynı zamanda birinci sorunun da cevabı olduğunu zannediyoruz. Yani biz, günü­müzün sorunlarına pratik çözümler ürettiğimiz zaman; beraberinde islam devletini kuracak olan müslüman altya­pıyı da oluşturmuş oluruz, yanılgısına düşüyoruz.

Bu, bir kuruntudur. Bunu daha önce tartıştık ve saç­maladığını ortaya koyduk. Yeryüzünde müslümanları, Al­lah'ın indirdiği hükümleri uygulayacak bir hükümet kur­maktan alıkoymak için düşmanlar gözlerini dört açmış yoğun baskılarını her an hissettirirken sözkonusu azgın düşmanlığı bertaraf etmek için gerekli olan araç, insanla­rın islamın pratik çözümler ürettiğine ikna olmaları değil­dir. Bu çetin savaşta tek araç inanç olmalıdır. İnsanlara bu mesele "iman-küfür" meselesidir, "cennet-cehennem" meselesidir diyen bir inanca sahip olmak kaçınılmazdır savaşımı verebilmek için.

İnanç kapısından içeri girmeyen... Yani Allah'ın öngör­düğü şekliyle "Lailahe illallah" kapısından girmeyen biri­si, er meydanına atılmadan, çağdaş cahiliyenin islamın aleyhine başlattığı çetin savaşa katılmadan, bu gün değil­se bile yarın müslümanlarm girmek zorunda kalacakları cihada katılmadan sadece İslama uzaktan bakmaya ve is-lami çözümleri araştırmaya devam edecektir.[143]

İkna düzeyi, daha doğrusu "pratik çözümler" üretme yeteneği ne kadar gelişmiş olursa olsun, islam yönetimini kuracak kişi savaşımı uzaktan gözetleyen bu zat olmaya­caktır. Allah izin verirse islam devletini gerçek inanç sis­temine bağlı, islam devletini kurmanın "Lailahe İllallah Muhammedun Resulullah" şehadet cümlesinin vazgeçil­mez gereği olduğuna inanan, Allah'ın hükmünü yeryüzüne egemen kılmak uğruna başına gelen ölümlerin, çektiği iş­kencelerin, muttakilere söz verilen cennete girmenin en ucuz ve en güvenli yolu olduğunu bilen mü'minler kura­caktır:

"Allah mü'minlerin mallarını ve canlarını karşılığında kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar, bu yolda kimi zaman öldürürler ve ki­mi zaman da öldürülürler. Bu Allah 'in üzerine borç aldığı ve hem Tevrat'ta, hem İncil'de, hem de Kur'an'da yer ver­diği bir sözdür. Allah'tan daha çok sözünde duran kim olabilir ki? O halde yaptığınız bu alışverişe sevininiz. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur". (Tevbe Suresi/ 111)

İslamcı hareketi çağın problemlerine pratik çözümler üretmeye yöneltme amacını güden yeni önderliğin ruhla­rın karakteristik özelliklerini bilmesi, gelişmeler karşısın­da her zamankinden çok daha realist olması gerekir. İn­sanların yoğun baskısı karşısında bunalarak daha öncelik­li olan birinci sorunun cevabım bir yana bırakıp ikinci so­runun cevabını araştırmaya koyulmamalıdır.

Kurulacak islam yönetimine dayanak oluşturacak, bundan sonra da bu yönetimin varlığını sürdürmesine yar­dımcı olacak bilinçli ve mücahid bir "müslüman altyapı" oluşturmak için uzun, yorucu, meşakkatlerle dolu, sonucu­nu ağır ağır gösteren, insanın tüm enerjisini tüketen eği­tim yolunu katletmek bir zorunluluktur. Çünkü, az önce her üç aceleci grubun baş vurdukları yöntemlerin, hareke­ti donukluktan kurtarıyor görünümünü verseler bile çık­maza girdiklerini gördük. Buna göre;

Müslüman bir altyapı oluşturmadan siyasi otoriteyle girilecek bir çatışma, Tağutlara, zorbalara müslümanları tepeleme, kırıp geçirme fırsatı verir. Bunun ötesinde hiç bir olumlu sonuç vermeyen bir intihar girişimidir. Çünkü kitleler çatışmanın asıl mahiyetinden habersizdirler. Bu zorbaların -yalnızca hareketi önlemek değil- tek amaçları­nın İslama düşmanlık olduğunu bilmiyorlar. Her yerde ve her alanda İslama savaş açan Haçlı ve siyonistlerle dost­luk ve işbirliği içinde olduklarını bilmiyorlar.[144]

Aynı şekilde bilinçli, mücahid ve müslüman bir altaypı olmaksızın cahiliyenin siyasi kurumlarına sızma girişim­leri, sorunu halkın gözünde laçkalaştırmaktan, islami bir yönetimin vazgeçilmez dayanağı olan altyapının olgunlaşmasını geciktirmekten başka hiçbir yarar sağlamayan boş ve anlamsız eylemlerdir.

Az önce sözünü ettiğimiz altyapıyı oluşturmadan çağ­daş sorunlan ortadan kaldırmak için pratik çözümler ara­mak emeği boş yere harcamaktır. Hareket halinde ki ener­jiyi asıl mecrasından alıp yan alanlara kaydırmaktır. Bu durumda enerji tamamen tükenir de olumlu bir sonuç elde edilmez. Buna rağmen kişi "hareket" ettiği daha doğrusu gerekli hareketi sadece kendisinin yürüttüğü kuruntusu­na kapılır. Enerjiyi asıl alanından alıp yan alanlara kay­dırmakla neler kaybettiğinin farkına bile varmaz.

"Eğitim zorunludur, ilk önce bilinçli, mücahid ve müs-lüman bir altyapı oluşturmak kaçınılmazdır" dediğimiz za­man bir çok soru ve değişik fikirle karşı karşıya kalıyoruz!

Bu güne kadar yeterince eğitim yaptık!

Ne zamana kadar harekete geçmeden hep eğitimle uğ­raşacağız?

Eğittiğimiz gençleri düşman ortadan kaldırdıktan son­ra, yapacağımız eğitimin ne yaran var ki?

Eğitim'den neyi kastediyorsunuz? gibi.

Şimdi aydınlatıcı projektörlerimizi, eğitimle neyi kas­tettiğimiz konusuna yöneltmek istiyoruz. Fakat, Allah'ın izniyle hedeflenen verimli ve gerçek tobloyu sağlıklı bir şe­kilde dikkatlere, sunmaya bir hazırlık olsun diye bazı dü­şünceleri düzeltmek zorunludur.

"Bu güne kadar gerekli olan eğitimi gerçekleştirdik" di­yenler, bu alandaki birçok pratik gerçekten habersizdirler.

Herhalde bu güne kadar bu alanda gerçekleştirilen en iyi eğitim şekli, Şehid İmam'ın "müslüman kardeşler" üze­rinde uyguladığı yöntem olsa gerektir. Bu yöntemin en iyi tarafı da bağlıları arasında gerçekleştirdiği sarsılmaz kar­deşlik, kişiliklerine nakşettiği samimi fedakarlık ruhu, ruhlarına kazandırdığı askerlik disiplini, ayrıca "Lailahe illallah" gerçeğini duygularında tasavvuf ve rindlik (murciyelik) anlayışından kurtarıp onları pratik harekete ve çalışmaya yöneltmesidir.

Ne var ki, bir çok açıdan gördük ki, bu köklü ve iyi ör­gütlenmiş eğitim yöntemi de eksiktir. Özellikle imamın şe-hid edilmesinden sonra bu eksikliğin islami hareketin üze­rindeki olumsuz etkilerim gördük...

Şehid imam yaşasaydı bu eksikliklerin ne kadarım gi­derirdi, hangi yönlerini düzeltirdi bilmiyoruz... Fakat pra­tik alanda görüyoruz ki, askerler sadece asker olmaları için eğitiliyorlar, komutanlarının herhangi bir şekilde or­tadan kalkması ile birlikte komutayı devralmaları için de­ğil. Nitekim peygamber efendimiz -salat ve selam üzerine olsun- arkadaşlarını komutası altında birer üstün nitelikli asker olmaları için eğittiği gibi, aynı zamanda "ikinci bir saf olmaları için de eğitiyordu. Yani komutanın ortadan kalkması ile birlikte komutayı üstlenecek nitelikler kazan­dırıyordu. Nitekim, ilk dört gerçek halife ve geri kalan sa­habeler, atıldıkları alanlarda bu nitelikleri ile belirginleş­mişlerdi.

İmamın (Hasan el- Benna) şehid edilmesinden sonra gün geçtikçe çağdaş koşullarda islami hareketi yürütecek cemaatin istenen düzeyde, sözünü ettiğimiz bu "ikinci saftan yoksun olduğunu görüyoruz. Bu yüzden Realitenin tanıklığı ile uygulanan eğitim yönteminin bu yönüyle ek­sik olduğunu, düzeltilmesi gerektiğini anlıyoruz. Yeryüzü­ne egemen olması belki de kuşaklan alacak davanın uzun ömründe bu gediğin kapatılmasını zorunlu görüyoruz.

Daha önce hazırlık aşamasında, harekete geçmek ve bir komutanın emri altındaki askerler olmalannın yanısı-ra bizzat komutanlık ve eğiticilik niteliklerine sahip yeter­li sayıda davetçi hazırlamadan önce halk kitlesinin hare­kete katılmaları konusunda acele ettik ve bunun hareke­tin gidişi üzerinde ne kadar olumsuz etkilerinin olduğunu gördük. Bundan dolayı, bize düşen- uzun bir sürece hazır­lanırken- çağdaş islami hareketi yürüten ilk kuşağın içine düştüğü bu yanılgıyı düzeltmek, yada farkında olmadıkla­rı bu eksikliğe eğilmektir. Yani, hareketin amacına, süre­nin uzunluğuna, yakın zorluklarına ve düşmanların muh­temel komplolarına uygun şekilde eğitim yönteminde ge­rekli değişiklikleri yapmaktır.

Bu gün, çeşitli gruplara baktığımızda birçok yönden iyi olan örnekler görebiliyoruz. Bununla beraber, eğitimde büyük bir eksiklik te mevcuttur. "Lailahe illallah" kavra­mını ve bu kavramın Allah'ın şeiratım hayata egemen kıl­ma yükümlülüğü ile olan yakın ve güçlü ilgisini anlayan, önceleri bir çok davetçinin bile farkında olmadığı ve olduk­ça kapalı bir kavram olarak algıladığı, "Hakimiyet" mese­lesini daha iyi kavrayan gençler vardır. Yine, süregelen savaşın içyüzünü, bu savaşta kullanılan gizli açık silahla­rın mahiyetini, çeşitli örgütlerin, eğitim programları ve propaganda yöntemleri ile islam davasına karşı başlatılan savaştaki rollerini bilen gençler vardır. Bu örgütlerin hal­kı İslama yönelmekten alıkoymak ve ilahi kaynağın yol-göstericiliğinden uzaklaştırmak için siyasi, toplumsal ve ideolojik buhranlar çıkardıklarını bilen uyanık gençler vardır. Fakat bu gençler çoğu zaman gerçek bir birlikten yoksundurlar. Dağınık ve küçük gruplar halinde bir araya gelirler. Bunlar da birbirlerine komplolar kurmanın, bir­birlerinin kusurlarını bulmanın peşindedirler. Ya da sevgi ruhu ile değil, düşmanlık anlayışı ile birbirleriyle mücade­le etmektedirler. Herhangi bir ayetin tefsiri veya herhangi bir meselenin değerlendirilmesi esnasında başgösteren ilk görüş ayrılığında bu küçük cemaat daha küçük gruplara bölünebilir. Bu da gösteriyor ki, bu gruplar cemaat ruhun­dan yoksundurlar. Ve güçlü bir bireysellik anlayışına sa­hiptirler. Oysa öncelikle cahiliyeye karşı koyma yükünü omuzlayacak öncü kuşak bir yana, genel olarak müslüman bir ümmet oluşturmak için gerekli olan eğitim sisteminde bireysellik ruhu ile cemaat ruhunun dengelenmesi kaçınıl­mazdır. Bireysellik ruhu hesabına cemaat ruhunun yıp­ranmasına fırsat verilmemelidir. Bireycilik anlayışının güç kazanıp dolayısıyla her bireyin kendi düşüncesi, olay­lara ilişkin kendi değerlendirmesi ile övünerek cemaatle kaynaşmamasına, kısacası dengeli bir cemaat anlayışının yok olmasına imkan tanınmamalıdır.[145]

Nitekim bu gençler çoğu zaman hareket deneyiminden de yoksundurlar. (Oysa hareket deneyimi gerekli olan eği­timin vazgeçilmez bir parçasıdır) Bununla beraber bu gençler fikri ağırlıklı konularda önceki kuşağa oranla da­ha geniş bir birikime sahiptirler. Bu yüzden siyasi otori­teyle bir an önce çatışmaya girmeye, hareketi ileriye veya geriye götürme özelliğinden yoksun meselelerde ya da bel­li bir ağırlığı ve önemi olmakla beraber bu günkü durum­da müslümanların değiştiremeyecekleri konularda güç gösterisinde bulunmaya can atarlar.

İskenderiye Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren dini cemaatlere mensup gençler bir keresinde üniversite idaresinin, özelde dini cemaatleri oyuna getirmek genelde de islami ruhu öldürmek amacı ile düzenlediği bir kutlama partisini güç kullanarak önlemek istemişlerdi. Nite­kim gençler, bütün resmi düzenlemelere rağmen kutlama­nın gerçekleşmesini önleyebilmişlerdi. Dansa, müziğe ve ahlaksız gösterilere izin vermemişlerdi.

İşte bu, üniversitelerde faaliyet gösteren dini cemaatle­rin gerçekleştirdiği "eylemlerin" bir örneğidir... Fakat, gerçekte bu tür eylemler islami hareket açısından bir an­lam ifade ederler mi?

Bu tür bir güç gösterisi kuşkusuz ahlaki bir sınır tanı­mayan "liberal" öğrenci ve öğretim görevlilerini frenleyici bir etken işlevini görür. Bunun sonucu üniversiteli kızlar pistlerdeki dansözler veya podyumlardaki mankenler gibi açılıp saçılmaya, rezil davranışlarda bulunmaya cesaret edemezler. Aslında bunlar, her türlü dini, ahlaki ve gele­neksel bağdan sıyrılmış inkarcı Avrupa gençliğinin ilim öğrenildiği saatlerde takındıkları ciddi tavırdan bile yok­sundurlar. Yine bu dini cemaatlerin bu tür eylemleri sonu­cu "özgürlük" çığırtkanı komünist gençler açıkça İslama saldırmaya cesaret edemezler. Bu tür bir güç gösterisini "Düşünce ve Özgürlüğü" veya "üniversite ruhu" adı altın­da dine, ahlaka ve geleneğe saldırmak suretiyle üniversi­tedeki kürsülerini garantiye alan profesörlerin İslama dil uzatmalarına da engel olur.

Evet, ama!...

Eğer, üniversitelerdeki dini cemaatlerin varlıkları kalı­cı olsaydı; liberallerin ve komünistlerin ahlakı bozmaya, gençleri dini değerlerden uzaklaştırmaya, aralarında ahla­ki çözülmeyi yaygınlaştırmaya yönelik eylemlerini önleyici bir ağırlıkları olsaydı bu davranış uygun bir hareket meto­du olarak kabul edilebilirdi.

Biraz sonra açıklayacağımız gibi bu cemaatlerin varlık­ları geçici olduğuna göre, bu tür bireysel eylemler üniver­sitelerdeki gerek öğrenci, gerek öğretim görevlisi bozgun­cuların hayatlarındaki realiteyi değiştirir mi? Yoksa bu tür cemaatlerin eline bir fırsat geçmişken bütün çabaları­nı islam ilkeleri üzerinde gerçek bir eğitime yöneltmeleri daha mı yararlı olur? Kuşkusuz bu cemaatlerin uyarılan sonucu bataklıktan kurtulan her bir genç, her bir öğretim görevlisi dava için, Resulullah'ın buyurduğu gibi dünya ve içindeki tüm varlıklardan daha değerli bir meyvedir.

"Yüce Allah'ın senin aracılığın ile bir insanı doğru yola iletmesi senin için dünya ve içindeki herşeyden daha ha­yırlıdır." veya "senin için kızıl develerden daha hayırlıdır."[146]

Dini cemaatlerin başrol oynadıkları bu "senaryo"da gö­rülen odur ki iktidardakiler komünist ve onların doğal müttefikleri Nasırcıların şiddetli baskısı altında bunal­mışlardır. Bu yüzden geçici bir süre için islamcı akımlara müsade etmeleri son derece mantıklıdır. Böylece düzen ge­niş bir manevra alanı bulmuş oluyor. Kuşkusuz düzenin amacı, toplumu bozgunculuktan, dinsizlikten, küfür ve ah­laki çözülmeden arındırmak veya memleketi bu veba tü­mörlerden temizlemek için islami akımların gelişmesine yardımcı olmak değildir. Asıl amaç karşı karşıya kaldığı siyasi baskıyı bertaraf etmektir. Bunun yamsıra, güvenlik güçleri aracılığı ile islamcı gençlerin gizli güçlerini ortaya çıkarmaktır. Hiç kuşkunuz olmasın ki, senaryo sona er­dikten sonra, mutlaka uygun bir zamanda hareketi dağıt­mak veya kökünü kurutmak için en ağır darbeyi indir­mekten geri durmayacaktır.

Şimdi soralım acaba bu ve benzeri kutlamaları bahane ederek güç gösterisinde bulunmak bu tür bir senaryo kar­şısında uygun bir hareket tarzı mıdır? Yoksa bu davranış insanın senaryonun sonunda tasarlanan nihai darbeye kendi adımlan ile koşması mıdır?

Hiç kuşkusuz Askeri hapishane müdürünün de[147] işa­ret ettiği gibi tasarlanan darbe kesinlikle gerçekleşecek­tir. "İlgililer" islami akımın güçlenmeye başladığını hisset­tikleri anda, kaçınılmaz olarak haçlıların, Siyonistlerin ve yeryüzünün her tarafında onlar adına hareket eden tüm güçlerin endişelendikleri bu korkunç tehlikeyi bertaraf et­menin yollarını araştırırlar.

Fakat dini cemaatlerin "faaliyetleri" bütünüyle temiz ahlaklı, pisliklerden kaçınan, Rabbini tanıyan, şeytanın iğrençliklerinden haberi olmayan gençler yetiştirmekle sı­nırlı olunca bu sefer "düzen" onlara karşı güç kullanmakta tereddüt geçirir. Bu cemaatlere karşı barbarca işkence yöntemlerine başvurmaktan çekinir. Çünkü bu vahşi ha­reket için halk kitlelerine herhangi bir gerekçe göstere­mez.

Kuşkusuz Güvenlik güçleri durup dururken bir prob­lem çıkarabilirler. İnsanlara, işlemek bir yana hiç düşün­medikleri suçlan yükleyebilirler. Akıl almaz işkence yön­temleri ile insanlan, akıllarına bile gelmeyen suçları "iti­raf etmeye zorlayabilirler.[148] Fakat artık halk kitleleri yirmi-otuz yıl önceki gibi olup bitenlerden habersiz değil­dir. Halkın Güvenlik örgütlerine yönelik güvensizliği gü­veninden daha ileridedir. Artık düzen için, sadece islami eğitimle uğraşan bir cemaati tepelemek kolay değildir. Protestolarla karşılaşmadan bu cemaat mensuplarını iş­kencelerden geçirmeyi eskisi gibi gizleyemez. Elbette halk kitlelerinin öfkeye kapılmaları bu zorbaları pek ilgilendir­mez. Fakat onlar yaptıklarının her tarafta bilinmesinden hoşlanmazlar. Çünkü bu durumda oyun bozulur ve iste­nen amaca varılamaz! Hatta egemen güçler yerel işbirlik­çilerinin rolünün sona erdiğim artık yeni bir yüzle halkın karşısına çıkılması gerektiğim anladıklan anda kendi elle­ri ile yerel zorbaları halkı galeyana getirecek davranışlara iterler. Sedat ve Numeyri'ye yaptıkları gibi.

Daha önce, hareketi ileriye ve geriye götürmeyen; reali­te de herhangi bir değişikliğe yolaçmayan meselelerle za­man ve enerji kaybetmeye bir örnek vermiş ve şu tespitte bulunmuştuk: Dini cemaatler çok geçmeden sahneden çe­kilecek ve bozguncular yeniden yıkıcı faaliyetlerini sürdü­receklerdir.

Şimdi de islam şeriatını uygulamak gibi gerçekten önemli olan bir konuya değinmek istiyoruz. Aslında bu problem ümmetin geneli açısından öncelikli bir problem­dir. "Lailahe İllallah Muhammedun Resulullah" diyen her müslümanın Allah'ın şeriatının egemen olması için çalış­ması farzdır. Çünkü şeriatı uygulamaya çalışmak, şehadet cümlesi ile ilan edilen gerçeğin vazgeçilmez sonucudur.

Doğru, ama bir sorun var.

İslami bir hükümet kurmanın sonucunda başgöstere-cek problemleri, en başta da Afganistanda olduğu gibi Haçlı ve Siyonistlerin aksi propagandalannı karşılayabileçek bilinçli, savaşçı ve mü'min bir altyapı kurmadan yer­yüzünün herhangi bir bölgesinde Allah'ın şeriatını uygula­mak gerçekten mümkün müdür?

Acaba tek başına "halk baskısı " islami bir yönetim kurmak için yeterli midir? Bu halk, tıpkı Afganistan halkı gibi cihada, uzun bir savaşa, yüce Allah'ın ulu kitabında ifade ettiği gibi korkuya, açlığa, mal, can ve ürün kaybına katlanmaya hazır olmadan bu yönetimi ayakta tutabilir mi?

" Ey müminleri sabır ve namaz aracılığı ile yardım is­teyin. Çünkü Allah sabırlıların yanındadır. Bir de Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz. Onlar diridirler ama siz bilmezsiniz. Kuşkusuz sizi biraz korkuyla, açlıkla, mal, can ve ürün kaybıyla deneyeceğiz. Sabırlıları müjde­le." (Bakara Suresi/ 153-155)

Şu halde, zaman ve enerjinin tümünü veya bir kısmım gerçekte hiç bir yararlı sonuç doğurmayan, tersine tıpkı karavana bir atış gibi sadece düşmanın kendi yerini öğ­renmesini sağlayan yüzeysel olaylarda tüketmektense "müslüman bir altyapı" oluşturmak için harcamak daha iyi değil midir?

Mesele, islam şeriatını uygulamak için halk kitlelerinin hamaset duygularını alevlendirmek değildir. Bu tek başı­na yetmez ve realiteyi de değiştirmez. Üstelik sözkonusu halk kitleleri hamaset duygusundan başka da birşeye sa­hip değildirler. Bu da kolayca alevlendiği gibi aynı kolay­lıkla da sönebilir. Ancak bu kitleler, Allah'ın şeriatını uy­gulamak "lailahe İllallah Muhammedun Resulullah" şeha-det cümlesinde ifadesini bulan gerçeğin vazgeçilmez sonu­cudur ilkesinden hareketle bir ordu disiplini içinde "örgüt­lendiği" zaman realitede bir çok şeyi değiştirebilir.

Realitede hiç değişikliğe yolaçmayan tepkisel bir hama­set duygusu ile, halkın bu mesele için bir ordu disiplini içinde örgütlenmesi arasında büyük bir fark vardır. Hiç kuşkusuz bu ince aynı zamanda önemli fark meseleye yö­nelik iki değişik anlayıştan kaynaklanır. Şayet insanlar Allah'ın şeriatını egemen kılma meselesine aslında var olan dinlerini tamamlayan ek bir olgu olarak bakarlarsa, bundan önce de Allah'ın şeriatından başka bir yasa siste­mini benimseseler, içlerinde hiç bir burukluk duymadan O'ndan başkasının hükmüne başvursalar bile yine de müslüman kalacaklarına inanırlarsa, bu mesele karşısın­daki en büyük duyarlılıkları işte bu hamaset duygusu ola­caktır. Bu da Allah'ın şeriatı karşısına dikilen zorbaların başvurdukları ezici güç karşısında hiçbir işe yaramaz... Fakat insanlar, Allah'ın şeriatından başka bir yasa siste­mini benimsediklerinde müslüman olamayacaklarına, yü­ce Allah böyle bir yetki ve izin vermediği halde insanlann kendi kafalarından uydurdukları yasalara başvuracak olurlarsa, imanlarının eksik değil, tamamen yok olacağına inanırlarsa, o zaman bir ordu disiplini içinde örgütlenerek meselenin üzerine gideceklerdir. Çünkü o zaman mesele zihinlerinde farklı bir boyut kazanmış olur. Artık mesele iman-küfür meselesidir. Bilfiil varolan ve Allah tarafın­dan da onaylanan eksik bir imanın "tamamlanması" ke­male ermesi meselesi değil.

İnsanlar bir ordu disiplini içinde örgütlenip kendilerini bu meseleye vermedikçe ve bu uğurda her türlü zorluğa katlanıp her türlü fedakarlığı göze almadıkça yeryüzünde Allah'ın şeriatı egemen olamaz. Gelip geçici hamaset duy­gusu ile, davetçilerin hoşuna da gitse islam düşmanlarının islam aleyhine başlattıkları bu korkunç savaşta gerçek bir mühimmat, bir birikim niteliğini taşımaz.

Bu örnekleri, enerjiyi gerçek mecrasına yöneltmek veya sadece belirlenen amaç uğruna özgü kılmak için verdik. Bu da gösteriyor ki, islami hareket sahasında uygulanan eğitimin birtakım eksik tarafları vardır. Çünkü doğru işi bilip onu gerçekleştirmeye çalışmak, aynı şekilde yanlış işi bilip ondan da kaçınmak islam davası için vazgeçilmez bir değere sahip bulunan "Basiretliliğin" bir parçasıdır. Bu aynı zamanda davetçi insanlann hazırlanması için uygu­lanması gereken eğitim metodunun da bir parçasıdır. Özellikle, kendileri aleyhine çeşitli dolaplar çeviren, komplolar düzenleyen cahiliye ile ilk önce karşılaşacak olan öncü kuşak için vazgeçilmez bir niteliktir bu.

Buna bir de, "Bizden sorumlu olan bazı kişiler, kendi­mizi bütünüyle davet görevine vermemize engel oluyorlar" diye davanın çıkarını kendi kişiliklerinin, kalabalıkların sayısının artmasına ilişkin arzularının önüne geçiren, ön­derlerini şikayet eden gençlerin sözlerini eklediğimizde mesele daha iyi anlaşılır.

Bütün bunlan terazinin bir kefesine koyduğumuz za­man, artık herhangi bir kimse "Yeterinci eğitim yaptık" di­ye bilir mi?

* * *

Ne zamana kadar fiili harekete geçmeksizin sadece eği­timle uğraşacağız? sorusunu yöneltenlere "On sene veya yirmi sene ye kadar" diye kesin bir cevap veremeyiz. Böyle bir söz, açık bir delile dayanmadan gaybı taşlamak gibidir. Sadece şunu diye biliriz: Oluşturmayı amaçladığımız "alt­yapı" makul bir yoğunluğa ulaşana kadar eğitim aşaması­nı sürdüreceğiz.

Görüldüğü gibi bu cevapta herhangi bir sınırlandırma

189

yoktur. Ne hedeflenen "zaman" ne de göz önünde bulundu­rulan "yoğunluk" belirlenmiş değildir. Fakat yeryüzünde söz konusu "zaman" ve "yoğunluğu" kesin olarak belirleye­cek bir insanın da olmadığı bir gerçektir. Çünkü burada insanın bilemeyeceği gayb alemine özgü unsurlar sözkonu-sudur.

Resulullah'm -selam üzerine olsun- önderliğindeki ilk müslüman cemaatin hareket stratejisini vahiy belirliyor-du. Bu strateji uyannca yüce Allah, peygamberine en baş­ta yakın aşiretini uyarmasını emretmişti. Peygamberimiz de bir dönem gizliden gizliye insanları Allah'ın dinine ça­ğırmıştı. Bu sırada yakın akrabalarından gelen eziyetlere katlanmış ve Rabb'inin açıktan davet etmeye ilişkin emri­ni bekleyerek her türlü zorluğa karşı sabretmişti. Daha sonra peygamberimiz -selam üzerine olsun- insanlara yö­nelik ilahi mesajı açıkça duyurmuştu. Bunun üzerine mü'minler ağır işkencelerle karşı karşıya kalmışlardı. Bu arada bazılarının içinde eziyetlere aynıyla karşılık verme isteği uyanmıştı. Ama vahiy gelmiş ve "vazgeçin" demişti. Onlar da vazgeçmiş ve ulu Allah savaş izni verene kadar eziyetlere katlanarak sabretmişlerdi.

"Kendileriyle savaşılanlara, zulme uğramış olmaları sebebiyle savaş izni verildi. Şüphesiz Allah onlara yardım edecek güçtedir"( Hacc Suresi/ 39)

Arkasından sadece mü'minlerle savaşan müşriklere karşı savaşılmasına izin verilmişti.

"Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, sakın bu­nun ötesine geçmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sev­mez" (Bakara Suresi/ 190)

Sonra bütün müşriklerle savaşılmasına ilişkin emir gelmişti:

190

"Müşrikler size karşı nasıl topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşın" (Tevbe Suresi/ 36)

Bu gün ise, peygamberlik misyonları sona ermiş, pey­gamberlik son bulmuştur. Ve artık müslümanlara! "şu se­neye kadar savaştan uzak durun. Şu senede ise savaşın" direktifini verecek vahiy inmeyecektir. Artık mesele yer­yüzündeki şartlara ve ulu Allah'ın insanlık hayatına iliş­kin kaderini yönlendiren evrensel yasaların dünya realite­sine yansıyış biçimine göre geliştirilecek ictihad ve yoru­ma kalmıştır.

İşte bu evrensel yasalar bize diyor ki; Ümmetin bünye­sindeki sapma o kadar korkunçtur ki, artık islam, ilk dö­nemdeki gibi gariptir. Ümmetin yeniden normal çizgiye gelmesi veya islam düşmanı evrensel güçlerin saldırıları­na ve darbelerine katlanacak; ulu Allah zafer nasib edip yeryüzündeki egemenliğini pekiştirene kadar baskılara karşı direnecek bir cemaatin oluşması için büyük emekle­re ve hiçte kısa olmayan bir zaman dilimine ihtiyaç vardır. Bu cemaatin imanda derinleşmesi, gerçek bir kararlılık ve cesaret örneği göstermesi gerekir. Dünya nimetlerini bir yana bırakıp ahirette kendisini bekleyen Allah katındaki kalıcı nimetlere göz dikmelidir. Ancak bu sayede istenen sabır yükünü omuzlayabilir. -Günümüzde Afganistan mü-cahidlerinin yaptığı gibi- Bunun yanısıra ümmetin içinde­ki münafıklar, zayıf imanlılar ve cihad kaçkınları gibi kirli unsurlan rencide etmeden onları insanlık için öngörülen ideal düzeye ulaştırabilir:

"Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri tit­reyen, kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğunda imanla­rını artıran ve yalnız Rabb'lerine dayanıp güvenen kimse­lerdir. Onlar namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden harcayan kimselerdir. İşte on­lar gerçek müzminlerdir. Onlar için Rabb'leri katında de­receler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır."(Enfal Suresi/ 2-4)

"Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. işte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de beklemektedir. Onlar hiç bir şe­kilde sözlerini değiştirmemişlerdir. "(Ahzab/ 23)

"Ey Müminler, içinizden kim dininden dönerse bilsin ki, yakında Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği onlarda O'nü severler, bunlar müminlere alçak gönüllü kafirlerde karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kına­masından çekinmezler." (Maide suresi/ 54)

"Nice peygamberler vardı ki, beraberinde Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermedi­ler; boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever. "(Al-i İm-ran/ 146)

"O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galib gelirse biz ona yakında büyük bir mükafat vereceğiz. "(Nisa/ 74)

Buna göre mü'min kadrolann eğitimi için gerekli olan zaman dilimi, şu ayetlerde vurgulanan niteliklerin düş­manla karşılaşma yükümlülüğünü omuzlamak üzere seçi­len öncü kuşağın benliğine yerleşmesidir. Bu da gaybın kapsamındaki bir konu olduğu için hiç bir insan bu zaman dilimine bir sınır tayin edemez. Ayrıca burada değişken hususlar da sözkonusudur. Her değişiklik türü ve boyutu oranında sonucu da etkiler doğal olarak.

En başta, temel hedefimize varmak için harcamamız gereken emek değişkenlik arzeder. Büyük efor sarfettiğimiz her seferinde daha kısa bir zamanda sonuca varma­mız mümkündür. Ama efor sarfetme konusunda gevşek davranırsak veya eforumuzu yanlış yönlere kanalize eder­sek kuşkusuz önümüzdeki katedilmesi gereken zaman uzayacaktır.

İkinci değişken hususta davet ettiğimiz ve eğittiğimiz insanların gösterecekleri olumlu tepkinin zamanı ve boyu­tudur. Bu ise kesinlikle insanın etkinlik alanının dışında­ki bir olgudur:

"Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis, Allah di­lediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi o bilir. "(Kasas/ 56)

Yüce Allah emek sarfetme sorumluluğunu bize vermiş­tir. Sonuçları ise kendi üzerine almıştır. Çünkü sonuçlar, O'nun belirlediği kader uyarınca ve onun iradesi doğrultu­sunda gerçekleşirler. Biz her zaman Allah'ın lütfunun ke­reminin beklentisi içinde olmakla beraber biz Allah için sarfettiğimiz emek hususunda samimi ve içten davranır­sak ulu Allah davanın yararına olan sonuçlar bahşeder. Nitekim bir tek adamın şehit edilmesi ile ulu Allah'ın bu va'dini doğruladığını gözlerimizle gördük. Bu şehadetin bereketiyle binlerce konuşmanın, binlerce kitabın yapa­mayacağı akılalmaz gelişmeler oldu dava hesabına.[149] İş­te bu, yüce Allah'ın gerçekten kendisine yönelen, sadece kendisine güvenip dayanan, içtenlikle inanan kullarına vadettiği yardımdır.

Her zaman değişebilecek üçüncü olgu ise, hem davanın hem de dava düşmanlarının içinde bulunduktan ortamdır. Bu ortam, işlevi itibariyle öngörülen altyapı için uygun olan yoğunluğu belirleyebilir. Eğer yüce Allah uygun bir ortam yaratırsa en küçük bir yoğunluğa sahip bir öncü grup bile şu anda düşlediğimizi, yani Allah'ın hükmünü yeryüzüne egemen kılmayı gerçekleştirebilir ve bu ege­menliğin süreklilik kazanması için sarsılmaz bir dayanak işlevini görebilir. Ama eğer ulu Allah öngördüğü bir hik­met uyarınca bundan farklı bir şey dilerse, o zaman belli bir zaman için istediğimiz yoğunluğa ulaşabilmemiz için daha büyük çaba sarfetmemiz gerekir. İster altyapı için gerekli olan yoğunluğu belirlemede olsun, ister altyapıyı kuşatan şartları değerlendirmede olsun verilecek karar yetkili kişilerin içtihadına bağlıdır.

İşte bu ve benzeri değişken olgulardan dolayı hiç bir in­san bir zaman sınırlandırmasında bulunup "şu seneye ka­dar eğitim yapacağız, ondan sonra da iktidarı ele geçirme amaçlı eylemlere başlayacağız" diyemez.

Bununla beraber bir an bile eğitim işini kulak ardı ede­meyeceğimizi bilmemiz gerekir. Çünkü müslüman bireyin eğitimi, islami bir yönetim kurulsa bile ümmet için vazge­çilmez bir hedeftir. Peygamber efendimiz -selam üzerine olsun- devletini kurduktan sonra arkadaşlarını eğitmek­ten geri durmamış; son anına kadar onları eğitmekle meş­gul olmuştur. Örneğin Veda Haccındaki hutbesinin içerisi­ne bakılabilir. Aynı şekilde ondan sonra yönetimi devralan gerçek halifeler de halkı Kur'an ve iktidarın sağladığı im­kanlarla eğittiler. Nitekim eğitime gereken önem verilme­yip, normal yöntem değiştikten sonra ümmetin bünyesin­de sapmalar başgöstermiştir.

Bu arada bu cevabımızın "ne zamana kadar tüm vaktimizi ve çabamızı eğitim alanında sarfedeceğiz?" sorusunu yöneltenlere yönelik olduğunu vurgulamalıyız.

"Eğitimin ne önemi var ki, bizim yetiştirdiğimiz her genç kuşağı düşman dağıttıktan sonra?" diyenlere gelince: Daha önce gözle görülen realiteden örnekler göstererek onlara cevap vermiştik. Realite diyor ki: Düşmanın ger­çekleştirdiği her katliamdan sonra, yeni gençler katılıyor davanın saflarına. Bu gelenler sadece meydana gelen boş­luğu doldurmuyorlar, aynı zamanda altyapının kesintisiz gelişmesine de yardımcı oluyorlar.

Biz gaybi bilmiyoruz... Bugün eğittiğimiz bir gencin ya­rın hemen mi öleceğini yoksa uzun bir ömür mü sürdüre­ceğini bilemeyiz. Aynı şekilde bu yolda kalıcı mı olacağını yoksa dininden mi döneceğini de şimdiden kestiremeyiz. Fakat bize düşen doğru bir metod izleyerek tüm çabamızı sürekli eğitim konusunda yoğunlaştırmaktır. Eğer Allah onun uzun bir ömür yaşamasını dilerse kuşkusuz dava için bir destek, bir sürekliliktir. Yüce Allah'ın eğittiğimiz insana şehitlik mertebesini bahşetmesi de aynı şekilde da­va için bir güç ve süreklilik demektir. Ama yüce Allah O'nun dininden dönmesini de takdir etmişse de kim Al­lah'ın kaderinin akışını durdurabilir ki? Hem bir insan bu­günden yann başına ne geleceğini bilebilir mi?

Bu yüzden bize düşen her halükarda eğitimi sürdür­mektir. Çünkü bunun sonuca ulaştıncı biricik yol olduğu­nu kesinlikle biliyoruz, zorluklarla, meşakkatlerle dolu, yorucu, ağır katedilen ve uzun olsa da.

* * *

Gerekli olan eğitimin en azından bazı boyutlarının açı­ğa kavuşması için bazı gerçeklere işaret etmemiz kaçınılmazdır. Zaten "çağdaş konumumuz'dan" sözeden bir kitap­ta eğitimin boyutlarını büsbütün görmezlikten gelmemiz mümkün değildir. Bununla beraber eğitimin bütün boyut­larından, bütün eğitim metotlarından burada sözetmemiz de imkansızdır. Bunlar uzmanlık isteyen alanlardır ve bu kitabın kapsamının dışındadır.

Burada eğitimin, bir çok boyutlarını ve farklı sahaları­nın arasından seçip çıkardığımız üç boyutu ile yetiniyoruz. Çünkü bunlar özel öneme sahiptirler. Şu kadarı varki, eği­timin her boyutu özellikle arzulanan "altyapı" açısından büyük öneme sahiptir.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Şüphesiz rızık veren, ancak sarsılmaz güce sahip olan Allah'tır."(Zariyat Suresi/ 58)

Şayet yolda geçen herhangi bir insana "Rızkım kim ve­riyor?" diye bir soru yöneltecek olursan, tereddütsüz "Al­lah!" diyecektir.

Fakat bir de bu adama rızkının daraldığı zaman bakar­san: "Falan adam ekmeğime mani oluyor, rızkımı kesiyor" dediğini görürsün. Bu söz ne anlama gelir?

Bu söz gösteriyor ki, bu adamın kendini güvencede his­settiği zamanda tereddütsüz olarak söylediği söz, kalpte kökleşmiş pürüzsüz bir inançtan kaynaklanmıyor. Sadece zihninde yereden bir düşünceyi ifade etmişti. Bu düşünce barış ve güvenlik zamanlarında köklü ve sürekli bir inanç intibaını uyandırır. Fakat en ufak bir zorluk karşısında derhal sarsılır. Çünkü derinliklere kök salmış bir inanç ni­teliğini kazanmamıştır.

Acaba böyle bir insan davanın yükünü omuzlayabilir mi? Bu uğurda önüne çıkacak zorluklara göğüs gerebilir mi?

"Rızıklan veren sarsılmaz güç sahibi olan Allah'tır, O'dur dirilten ve öldüren, insana zarar ve fayda dokundu­ran O'dur. Veren, alan O'dur. O'dur her şeyi planlayan. Her şeyin kontrolü O'nun elindedir." gerçeği pürüzsüz bir inanç şeklinde kalbine yerleşmiş bir insandan başkası da­vanın ağır yükünü omuzlayabilir mi?

Bu inanç bir an için sarsılacak olursa neler olur acaba?

Hapishanedeyken bazı insanların bu inançlarının sar­sıldığım dolayısıyla davanın öngördüğü hareket çizgisini izlerken adımlarının karıştığını görmüştük. Bunlar falan­ca adamın kendilerine yarar veya zarar dokundurabilecek-lerini düşünebiliyorlardı. Bu yüzden içinde bulundukları sıkıntıdan kurtarsın diye sözkonusu şahsa yalvarıyorlardı. Ve ayaklan kayıyordu. Böylece dava içindeki fonksiyonları da sona erdi. Hiç kuşkusuz Allah'a tevbe edip bağışlanma dileyecek olurlarsa, ulu Allah onları bağışlayacaktır.

Görüldüğü gibi, her şeyi planlayıp yönlendirenin Allah olduğu, insanlar sadece Allah'ın kaderine aracı olurlar. Bir zarara uğrayacak veya bir yarar elde edecek olurlarsa bunun ancak yüce Allah'ın öngördüğü bir kaderin gereği olduğu gerçeğinin pürüzsüz bir inanç olarak insan ruhu­nun derinliklerine kök salması için nice toplantılara, ders­lere, konferanslara ve yönlendirmelere ihtiyaç vardır. İşte o zaman insan hem darlıkta hemde bollukta sadece Al­lah'a yönelir. Artık kesin bir inanç olarak, bütün varlıkla­rın ne kendisine ne de bizzat kendilerine herhangi bir ya­rar veya zarar dokunduramayacaklannı bilir. Bir zorlukla karşı karşıya kaldığı zaman çünkü davanın yolu dikenler­le, kan ve gözyaşıyla doludur yüce Allah'tan kendisine di­renme ve dayanma gücü vermesini ister. Başına gelen herşeye kendisi için belirlenmiş bir kader gözüyle bakar. Ay­rıca iman çizgisini takip ettiği sürece kendisi için belirle­nen bu kaderin tamamen iyilik olduğunu düşünür. Çünkü "Mü'minin her durumu iyiliktir. Eğer bolluk içinde yaşar­sa şükreder, bu, onun için iyiliktir. Eğer bir sıkıntıya dü­şerse sabreder, bu da aynı şekilde kendisi için iyiliktir. Bu durum sadece mü'min için geçerlidir".

Pratik hayata davranış şeklinde yansıyan bu pürüzsüz ve köklü inanç düzeyine ulaşmamış bir insan dava'nın ağır yükünü omuzlayabilir mi?

Bu inancın pürüzsüz olarak kalbte kökleşmesi için bir ferdin veya bir cemaatin düzenli ve sürekli bir eğitime ih­tiyacı vardır. Bunun gibi eğitilmiş insanlardan meydana gelen sağlam bir altyapı için çok şeye ihtiyaç vardır. Çün­kü davanın binası ve Allah izin verirse devletin yapısı bu temele dayanır.

Hiç kuşkusuz, peygamber efendimiz -selam üzerine ol­sun- on üç sene Mekke'de ondan sonra da Medine'de bu şe­kilde hareket ediyordu. Bu şekilde hareket ediyor ve Mek­ke'deyken "ne zamana kadar birşeyler yapmadan hep eği­timle vakit geçireceğiz?" diye sormuyordu. Çünkü o, -Rabb'inin kendisine bildirmesi sonucu- herşeyden öncelikli olarak hareketin bu olduğunu biliyordu. Üzerinde durul­ması gereken bu "inanç sistemi"dir... İnanç sisteminin ifa­desi olan "Lailahe İllallah" gerçeğinin insan ruhunun de­rinliklerine köksalması için çalışmaktır en öncelikli hare­ket... Yapılacak iş sırf düşünce olarak yüce Allah'ın bir ol­duğunu kabul etmek değildir. Cahiliye döneminde bunu kabul etmek Araplara zor geliyor idiyse de, insan zihninin buna inanmasından daha kolay bir şey yoktur. Fakat bu zihinsel inanca bağlı olarak bir çok ruhsal ve düşünsel çarpıklık varlığını sürdürür. Bunlar da ancak, zorluk veya rahatlık durumlannda ortaya konan pratik davranışlarla dışa yansıyabilirler. Şu kadan var ki, insanın uğradığı zorluk, her türlü inanç çarpıklığını ortaya koyan güçlü bir mercek niteliğindedir.

"Bazı insanlar 'Allah'a inandık'derler. Fakat Allah uğruna eziyete uğratıldıkları zaman insanların işkencesi­ni Allah'ın azabı ile bir tutarlar. "(Ankebut/ 10)

"İnsanlar sınanmadan, sadece inandık demekle bırakı­lacaklarını mı sandılar? Andolsun, biz onlardan önceki toplumları da sınadık. Elbette Allah doğruları ortaya çı­karacak ve elbette yalancıları da belirleyecektir." (Anke­but/ 2-3)

Peygamber efendimiz -selam üzerine olsun- "Dar'ul er-kam" olarak bildiğimiz gizli toplantı yerinde arkadaşlarım böyle bir ideal düzeye ulaşmaları için hazırlıyordu. Onları eğitiyor, terbiye ediyordu. Gerçek inanç sistemini öğreti­yor ve bu inanç doğrultusunda onları eğitiyordu. Çünkü inanç, zihinlere dolup yerleşecek bir teori değildir. Bu şek­liyle inanç pratik hayatta hiç bir etkinlik gösteremez, ya­şanan realitenin hiç bir yönünü değişteremez. İnanç, in­sanların hayatlannda hiçbir değişikliğe önayak olamayan; ayaklan yere basmayan felsefeye benzemez. İnanç odur ki, kalpte pürüzsüz ve sarsılmaz bir gerçeğe dönüşene kadar kökleştikçe kökleşir. Artık kalbi duygular bu gerçeğin yol-göstericiliği ile harekete geçerler. İnsanın ortaya koyduğu hareketler bu gerçeğin doğrultusunda gelişir.

İşte "inanç sistemi" realite dünyasında bu şekilde hare­ket eder. Bir takım şeyleri değiştirir. Yıkar, yeniden ya­par. Batılı ortadan kaldırır, gerçeği onun yerine yerleşti­rir.

Peygamber efendimiz -selam üzerine olsun- arkadaşla­rını gerçek inanç sistemi doğrultusunda eğitirken, aynı za­manda yüce Allah'ın öngördüğü bir plan gereği kalbi ilgi­lendiren bu gerçeği de gönüllere yerleştiriyordu. Çünkü in­sanın sergilediği davranışlar bu gerçekten kaynaklanır. Yine peygamber efendimiz Allah'ın şaşmaz planı gereği, tarihte yüce Allah'ın izin verdiği ölçüde olağanüstülükler gerçekleştiren şahsiyetleri de yetiştiriyordu.

Kur'an ile... peygamberimizin sürekli yönlendirmeleri ile... Gece namazlan ile... Peygamberimizin pratik önder­liği ile... sıkıntıya düştüklerinde onları gözetmesi ile... Onlara yönelik derin sevgisi ile...

Evet bunların tümü bir araya gelerek "inanc"ın bu eş­siz kuşağın gönlüne yerleşmesine yardımcı oldular. Tarih­te gördüğümüz bu olağanüstülükleri işte bu akıl almaz enerji gerçekleştirdi.

Biz, islamın bu ikinci gariplik döneminde, ilk gariplik dönemindeki bu unsura muhtacız. O günkü görkemli dü­zeyi ile olmasa bile, ona yakın bir düzey ile insanlık isla­mın bu ikinci gariplik dönemini ortadan kaldırabilir.

Bu ne kadar bir zaman alır? İşte onu bilemeyiz. Ama, kesin olarak bunun kaçınılmaz olduğunu biliyoruz. Oluş­turulması arzulanan altyapı "Lailahe illallah" cümlesinde ifadesini bulan inanç gerçeğine dayanmalıdır. Ancak o za­man bu pürüzsüz gerçek köklü bir inanç olarak kalbe yer­leşir, davranış olarakta realite dünyasına yansır.

Yüce Allah "Müminler ancak kardeştirler" diyor. (Hu-curat Suresi/ 10)

Bir insanın sözünü edebileceği en güzel kavramlardan biri de "Kardeşlik"tir. Tıpkı nur gibi şeffaf ve latiftir.

Sevimli ve sempatiktir. Acaba Allah'ın kitabında söz konu­su edien kardeşlik ne anlama gelir?

Geniş bir yolda, güvenlik içinde ve tehlikesiz bir yolcu­luk yapan iki insan kardeş olabilirler; her biri kardeşinin üzerine sevgi kanatlarını gerebilir.

Fakat sen bir de onları daracık ve ancak birinin öne ge­çip ötekinin onu izlemesine imkan veren bir yolda yürür­ken seyret. Kim öne geçecek? Ben mi öne geçeceğim yoksa kardeşini öne geçirip onun ardından mı yürüyeceğim?

Sonra bu daracık yolun biraz daha daraldığını düşün. Yalnızca bir kişi gidebiliyor ve başka da kimsenin geçme­sine imkan vermiyor. Yani kullanılması gereken tek bir fırsat vardır. Ya ben ya da kardeşim. Kim öne geçecek? "Bu fırsatı ben kullanayım, o, başının çaresine baksm"mı diyeceğim, yoksa kardeşime: Sen bu fırsatı değerlendir, ben başımın çaresine bakayım" mı diyeceğim?

İşte kardeşliğin mihengi budur.

Barış ve güvenlik ortamındaki kardeşlik insana bir külfet getirmez. Kişinin ihtiraslan ile de çelişmez. Hatta, insanın gerçekleşmesi için çabaladığı kişisel ihtiraslardan biri de budur. Çünkü insana psikolojik bir rahatlık verir.

Fakat zorluk veya hırs anında kardeşlik gerçek bir sı­navdan geçer. Burada insanın kendini tercih edişi ve ego­istliği ile başkalarını kendine tercih edişi ve kardeş sevgi­si açık seçik ortaya çıkar. İnsan banş ve güvenlik ortamın­da bunun farkında olmaz. Kendini kardeşliğin her türlü gereğini yerine getirebilecek gerçek bir "kardeş" olarak gö­rür.

Mü'min ferdin, mü'min cemaatin ve oluşturulması amaçlanan mü'min "altyapı"yı oluşturan insanların kalplerine bu anlamın kök salıp, zihinlerde yereden ama pra­tikte etkinliği bulunmayan zihinsel bir gerçek olmaktan kurtulması için nice toplantılara, nice derslere, nice konfe­ranslara ve nice yönlendirmelere ihtiyaç vardır. O zaman bu gerçek kalple bütünleşmiş bir melekeye dönüşür. Ora­da kökleşir ve Allah'ın kitabında dile getirildiği gibi pratik hareket olarak realite dünyasına yansır:

"Daha önce Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine ima­nı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenle­ri severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar. Kendileri muhtaç durumda olsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğin­den korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Haşr Su­resi/ 9)

Kuşkusuz peygamberimiz -selam üzerine olsun- on üç sene Mekke'de, ondan sonra da Medine'de arkadaşlarını eğitirken bu ideal düzeye ulaşmaları için çabalıyordu...

Ve Mekke'deyken, hiç bir zaman "Daha ne zamana ka­dar, hiçbir şey yapmaksızın hep bu duyguları eğitmekle uğraşacağız?" diye bir soru yöneltmiyordu, kendi kendine. Çünkü O, Rabb'inin kendisine bildirmesi sonucu biliyordu ki, oluşturmak üzere görevlendirildiği mü'min bir "altyapı"nın temeli budur. Yine bu kardeşliğin islam ümmetinin çekirdeği niteliğindeki mü'min bir altyapının kuruluşu için zorunlu olması bir yana "Lailah İllallah" cümlesinde ifadesini bulan inanç sisteminin realiteye yansıyışının bir parçası olduğunu biliyordu. Çünkü "Lailahe İllallah" ger­çeği sadece kalpte yereden derin bir duygu değildir. "Lai­lahe İllallah" Allah'ın indirdiklerine sarılmaktır. Bu yüz­den, Allah tarafından indirilen hükümlere sarılıp uygula­mak "Lailahe İllallah"ın gereğidir. Nitekim ulu Allah bu kardeşliği sevmiş ve ondan övgüyle sözetmiştir. Bunu mü'minlerin omuzlarındaki bir görev olarak nitelendirmiş­tir. Ve bu konuda birçok ayet indirmiştir. Her halde en çarpıcı olanı da şu ayettir:

"Ey müminleri Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Ka­dınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendile­rinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbi­rinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir niteliktir. Kimde tevbe etmezse işte böyle kim­seler zalimlerdir. Ey müminleri Zannın çoğundan kaçı­nın, çünkü zannın bir kısmı günahtır. Bir birinizin kusu­runu araştırmayın. Biriniz diğerinizin arkasından çekiş­tirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşla­nır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan kor­kun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirge­yicidir. " (Hucurat Suresi/ 11-12)

Kur'an ile... Arkadaşlık ile... Birarada yaşamak ile... Sürekli yönlendirmeler ile... Peygamber efendimizin fiili önderliği ile... Ulu kalbinde arkadaşlarına yönelik ola­rak beslediği derin sevgisi ile... Onların herbirine göster­diği içten ilgi ile... Toplum içinde imandan kaynaklanan duyguların yaygınlaşması ile...

Evet, peygamber efendimiz, bu yollara başvurarak, bir­biriyle gerçekten kardeş olmuş o kitleyi eğitti. Sonraki yıl­larda gerçekleşen olağanüstü gelişmeler bu kardeşlik sa­yesinde olmuştu. Birbiriyle kenetlenmiş, birbirini güçlen­diren o sarsılmaz yapı işte bu temele dayanarak kurul­muştu.

İslamın bu ikinci gariplik döneminde, bizim de ilk ga­riplik döneminde uygulanan eğitim sistemine ihtiyacımız vardır. O görkemli düzeyde olmasa bile ona yakın bir dü­zeyde insanlan eğitmemiz bir zorunluluktur. Çünkü cahi-liyenin baskısı tüm bağlan koparmıştır. Bu baskıya daya­nacak, tüm zorlamalara rağmen varlığını koruyacak tek bir bağ kalmamıştır.

Bu mesele ne kadar zaman alır bilemem. Ama bunun gerekli olduğunu kesinlikle biliyorum. Cahiliyenin tüm entrikalarını ilk elden karşılama yükünü omuzlayacak mü'min "altyapımın hayatında, Laihale illallah'm gereği olan bu ahlak, davranış olarak gerçekleşmelidir. Ancak o zaman toplum yüce Allah'ın gözetimim hakkedebilir. Teh­likelerle, akıl almaz zorluklarla karşı karşıya kalırken bir biriyle kenetlenmiş, dayanışmalı kardeşler olarak yol ala­bilmeleri buna bağlıdır.

"Düzen" insan hayatı için vazgeçilmez bir olgudur. Özellikle günümüzde ondan, medeniyetin bu ümmete kar­şı kullandığı bir silah olarak söz ediliyor.

İslamın doğduğu toplum -Allah'ın belirlediği bir plan gereği- çok azı hariç sıcak veya ılıman iklimlerin egemen olduğu bir bölgede yaşamaktaydı. Bu toplum da doğal ola­rak düzensiz bir toplumdu.

Bu bölgede hayat genellikle kolay ve rahattır. Çok na­dir durumlar hariç kimse açlıktan ölmez. İnsanların so­ğuktan donarak öldükleri de çok nadirdir. Az bir yiyecek bile insanın enerjisini korumasını sağlayabilir. Çünkü bü­tün enerjiyi tüketecek ve taze yiyecekler aracılığı ile yeni "yakıta" ihtiyaç duyulacak dondurucu soğuklara rastlan­maz. Aynı şekilde insan zihninde geleceğe yönelik planlar, tedbirler düşünüp depolama gereği de duymaz. Çünkü onun duygularında gelecek, şimdiki zaman gibidir. Şimdi ise, önceden bir hazırlık veya bir plan yapmaksızın şu veya bu şekilde ihtiyacını karşılamaktadır. Bu yüzden insan geleceğe yönelik "stareteji"ler belirleme bakışlarını ve dü­şüncesini uzaklara dikme gereğini duymaz. Çünkü yarın karşımıza bir problem çıkacak olursa onu da bugünkü problemlerimizi çözdüğümüz gibi nasıl olsa çözeriz. Bu yüzden bölge insanları çevrenin etkisi ile karekter olarak çalışmaya karşı çok isteksiz, ihtirassız ve tokgözlüdürler, bir işte süreklilik gösteremezler. Çünkü onlara göre tok gözlülükle açgözlülük, sonuç açısından farketmez. Bir problem karşısında her ikisi de aynı işlevi görür. Proble­min ortadan kalkması ile de hiçbir önemleri kalmaz.

Kısacası bu ortamda yetişen insanlar çevrenin etkisin­den kurtulmadıkları zamanlar düzenden hoşlanmazlar. Onu taşınmaması gereken ağır bir yük olarak kabul eder­ler. Böyle bir yükü taşımak ta zorunlu değildir. Tembel insanlar, ileriye dönük planlar yapmaktan, uzaklara göz-dikmekten nefret ederler. Bunu da sinirleri için taşınma­ması gereken ağır bir yük olarak düşünürler. Son olarak bunlar tahammülsüz insanlardırlar: geçici bir süre için ve aniden duygulan kabanr, alevlenir. Az sonra bu duyguları yatışır ve hiç alevlenmemiş gibi sönüverir. Artık farklı bir durum alırlar.

İslam, onlan içinde bulundukları ortamdan kaynakla­nan bu karakterleri ile ele aldı ve bambaşka bir toplum meydana getirdi.

Herşeyden önce onları son derece düzenli bir ümmet haline getirdi: düzenli hayattan nefret etmeyen, bu haya­tın kurallarını çiğnemeye kalkışamayan, tersine onun için çabalayan, gereklerini itaatle yerine getiren bir toplum haline getirdi. İslamın, bu toplumun asırların birikimi ile, içinde bulunduktan ortamın etkisi ile oluşan karekterlerini değiştirirken başvurduğu tüm yöntemleri sıralayacak değiliz. Fakat siret kitaplarında "Resulallah bizi savaşta sıraya koyduğu gibi Namazda da sıraya koyardı" ifadesini okudukça derinden sarsılırım. Bu ümmeti önemli bir göre­ve hazırlayan bu olağanüstü eğitimin tutumunu hayretle düşünürüm. "İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı bir üm­met" olmaya hazırlanırken, bu dinin ruhlarda meydana getirdiği değişiklikleri ve ilk anda değişmez gibi görünen karekterleri nasıl ortadan kaldırdığını dehşetle seyrede­rim.

Peygamberimiz -selam üzerine olsun- Safın düzgün ol­duğunu görmedikçe namaza başlamazdı. Kendi elleriyle safları düzeltir, omuzları, ayakları aynı hizaya ve birbiri­ne bitişik hale getirirdi. Öyleki namazdaki saf tutma düze­ni tıpkı savaştaki askerlerin saf tutuşuna benzerdi. Yani birbirine girmiş sağlam duvarlar gibi.

İslam baştan sona düzen ve dikkati gerektiren bir ha­yat sistemidir. Bununla beraber insanların kusurlarına hoşgörüyle yaklaşır. Kişi hatasında ısrar etmedikçe onu rencide etmez kınamaz. İslam insan ruhu ile uyuşacak, onunla iletişim kuracak yatkınlığa sahiptir. Fakat kesin­likle insan ruhuna araç gereçmiş gibi yaklaşmaz. Onları okşanması gereken duygular olarak ele alır. Sıkıntılarını giderir:

"Onlar fena bir şey yaptıklarında veya kendilerine zul­mettiklerinde Allah'ı anarlar, günahlarının bağışlanma­sını dilerler. Günahları Allah'tan başka bağışlayan kim vardır? Onlar yaptıklarında bile bile direnmezler. Onla­rın hareketlerinin karşılığı Rabblerinden bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cen­netlerdir. İyi davrananların ecri ne güzeldir. "(Al-i İmran/ 136)

"O sizi seçmiş ve dinde sizin için bir zorluk kılmamış-tır"(Hac/ 78)

"Allah sizi zorlamak istemez, Allah sizi arıtıp üzerini­ze olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz" (Maide/ 6)

Islamın öngördüğü ibadetlerde belli bir düzenin sözko-nusu olduğu son derece açıktır. Sözgelimi namaz için belli vakitler vardır. Oruç, hacc ve zekat da öyle. Ayrıca bu iba­detlerin her biri kendi içinde ince bir düzeni barındırır. Özellikle namaz ve Hacc ibadeti bunun en belirgin örneği­dir.

Kur'an-ı kerim, bugün "toplumsal davranış kuralları" dediğimiz prensiplerde düzenlilik ve inceliği öğretir mü'minlere:

"Ey mü'minler! kendi evinizden başka evlere, geldiğini­zi farkettirip ev halkına selam vermedikçe girmeyin. Bu, sizin için daha iyidir her halde düşünüp anlarsınız. Ora­da kimse bulamadınızsa, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size, "Geri dönün!" denilirse, hemen dö­nün. Çünkü bu, sizin için daha temiz bir davranıştır. Al­lah, yaptığınızı bilir. İçinde kendinize ait bir şeylerin bu­lunduğu oturulmayan bir eve girmenizde herhangi bir sa­kınca yoktur. Allah, sizin açığa vurduklarınızı da, gizle­diklerinizi de bilir"(Nur/ 27-29)

"Ey mü'minler! Bir yemek için size izin verilmiş olması hali müstesna, peygamberin evlerine girmeyin. Yemek ka­bını gözetlemeyin. Davet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğiniz de hemen dağıtın. Yemekten sonra sohbete dal­mayın. Çünkü bu hareketiniz peygamberi üzüyor, fakat o, utanıyordu. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez. Pey­gamberin hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de on­ların kalpleri için daha temiz bir davranıştır."(Ahzap/ 53)

Peygamberimiz -selam üzerine olsun- arkadaşlarını is­lam eğitimi sistemi doğrultusunda eğitmiş ve onlardan "insani" esaslara dayalı -otomatik olarak işleyen mekanik esaslara değil- en ince detayına kadar düzenlenmiş bir ümmet oluşturmuştu. Bu, islamın ayırıcı özelliğidir. Haya­tı her yönüyle bir düzene koyarken, bir alete dönüşmesin diye insanın insanlığını da korur. Aksi takdirde hareket, kendisi için asıl önemli olan ruhsal yönünü yitirir. Islamın gölgesinde insan düzene bağlı kalmakla beraber varlık amacının bilincindedir. Her zaman isteyerek bu amacın gerçekleşmesine çalışır. Otomatik bir hareketle değil.

Her şey belli bir düzen içinde cereyan etmekle beraber, islam ümmetinde yapılan hareketlere isteksizlik egemen-değildir. Çünkü her hareketin yasa tarafından kontrol edilmesi söz konusudur. Her hareket için belirlenen yasa­nın da gerçekleşmesi gereken bir amacı vardır. Bu yüzden insan yaptığı hareketin, serbest bölgede, yani helal daire­sinde olup olmadığına bakar. Bunun yamsıra, yaptığı ha­reketin muhtemel sonuçlarının yasanın amacı ile paralel­lik oluşturup oluşturmadığına da dikkat eder.

Düzen, kontrol ve sonuçlara bakmanın yamsıra islam, insanları uzun solukluluğa, uzak hedeflere bakmaya yö­neltir. Çünkü her ferdin ulaşmak istediği uzak bir hedefi vardır. Ümmetin geneli için de uzanıp giden hedefler söz-konusudur.

İslam, bireyi sadece dünyasına, yakın geleceğine bakması üzerine eğitmez. Onun için gözle görülür alemin, tüm dünya hayatının ötesinde bir hedef belirler. Onun gayb alemine, ahiret gününe ulaşmasını amaçlar. Bu sayede bi­rey, şimdiki dünyasında, içinde bulunduğu anda ona her hangi bir şey yaparken duygu ve düşüncenin boyutlarını aşan çok uzak bir aleme bakar. Bu alem uzaktır ama, göz­lerinin önünde görüyor gibi durmaktadır. Şu anda yaşanı­yor gibidir. İnsan, her an gerçekleşmesi için çırpındığı bu hedefi gözönünde bulundurarak hareket eder. Bu hedef cennettir, Allah'ın hoşnutluğudur. Bütün insanlığın duy­gusunda bundan daha uzak bir hedefin olması mümkün değildir. Bu uzaklığa rağmen insan sürekli onunla ilgili­dir, her an tüm varlığının ona bağlı olduğunu hisseder, at­tığı her adımın kendisini bu uzak hedefe yaklaştırdığını düşünür.

"işte böylece sizin insanlar üzerinde şahitler olmanız, Resulün de sizin üzerinizde bir şahit olması için sizi orta bir millet kıldık"(Bakara/ 143)

Toplumu ise, islam, asıl görevinin kendi varoluşu ile, içinde bulunduğu anı ile sınırlı olmadığını, dünya hayatı içinden uzanıp ahiret hayatına ulaşan bir hedefinin oldu­ğunu öğreterek eğitir. Bu hedef, tüm insanlığı Allah'ın nu­runa çağırmak, tüm yeryüzünde en üstün, en muteber sö­zün Allah'ın mesajı olması için cihat etmektir. Kıyamet günü tüm insanlığa şahit olmaktır:

"Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamamen Al­lah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın"(Enfal/ 39)

"Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü yasak­layan bir topluluk bulunsun, işte onlar kurtuluşa erenler­dir."(Al-iİmran/ 104)

İslam ümmeti kesintisiz on asır boyunca bu hedefi gerçekleştirmek için çalıştı. Bir an bile gayretinden bir şey kaybetmedi, bu amaç için cihad etmekten geri durmadı. Peşpeşe gelen kuşaklar hep bu amaç için çalıştı. İşte bu, ümmetin tarih boyunca giriştiği en uzun soluklu hareket­tir.

Fakat daha önce ana hatlarıyla sunduğumuz[150] ve üm­metin hayatındaki etkilerinden[151] söz ettiğimiz uzanıp gelen sapma akımı, islami gerçekler üzerinde derin ve ka­lıcı izler bıraktı. Bu gerçeklerin ruhlar üzerindeki etkile­rini yavaş yavaş bertaraf etti. Gitgide ümmet yeniden böl­gesel koşulların, ortamın etkisine girdi. Çünkü ruhlara kök salmış canlı bir inanç sisteminin yokluğunda etkinlik, ortamın eline geçer. Bu yüzden toplum yemden kontrol mekanizmasından nefret eden düzensizliğe, ileriye dönük planlar yapmaktan hoşlanmayan boş vermişliğe düşer. Ve uzak hedeflere göz kaymayı ağır yük gibi algılayan, uzun süreli amaçların peşinden koşmaya güç yetirmeyen kısa solukluğa döndü.

Gözlemci bir yaklaşımla bakan herkesin görebileceği gibi, ümmetin durumu bundan ibaret olduğuna göre, bu ümmeti tekrar kim düzeltebilir?

Acaba, batıcı siyasi partiler bu ümmeti düzeltebilirler mi? Bu partiler böyle bir hedefi programlarına almadıkları gibi, bunu isteseler de başaramazar... Yüzyıllık deneyim bunun en bariz örneğidir. Bu süre içinde toplum batı tak­litçiliği hastalığına tutulmuştur. Bu yüzden batı yanlısı ve batılılaşma taraftarı partiler bu durumu değiştiremezler. Dolayısıyla toplum, düzen tanımazlığını, kontrolden hoş­lanmayan boşvermişliğini, bir an için parlayıp sönen heyecanlı ama kısa süreli gayretliliğini arttırmasa bile sür­dürmüştür.

Acaba böyle bir amacı programlarına koymayan ve böy­le birşeyi başarmaktan çok uzak görülen komünist parti­ler toplumu düzeltebilirler mi? İslam aleminin bazı köşele­rinde çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir bu deneyim yaşan­maktadır ve bu durum halkın sapıklığını arttırmaktan başka hiçbir gelişmeye önayak olamamıştır.

Artık iyice anlaşılmıştır ki, ortamın etkilerini ancak inanç sistemi giderebilir. Gerçek inanç sistemine bağlı, toplumsal gerçekliğin bilincinde olanı tıpkı Resulullah'm arkadaşları gibi islam eğitim sistemi ile eğitilen mü'min-lerden başkası toplumu düzeltemez. Kuşkusuz islam eği­tim sistemi ilk kez yaptığı gibi ruhları yeni baştan şekillendirebilir; düzenli, kontrollü ve uzun mesafeli hedeflere dayanıklı bir ümmet oluşturabilir. Uzun süreli sapmanın sonuçlarını giderip ümmeti daha önce olduğu gibi bu dinin öngördüğü normal haline getirebilir. Elbette, reformdan sözeden bazı insanlann söylediği gibi "Medeniyetin saldı­rılarını "karşılama amacı ile değil, ümmeti yüce Allah'ın kendisi için öngördüğü "hayırlılığı" yeniden elde etmek için:

"Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar ve Allah'a inanırsınız. "(Al-i İmran/ 110)

Bu "Medeniyetin meydan okuyuşlarım" karşılamaktan da öte, sonderece üstün ve göz alıcı bir hedeftir. Dünya ve ahir et iyiliği...

Gördüğün gibi, en başta bu anlamın somutlaşması için müslüman ferd, müslüman toplum ve müslüman altyapı daha çok oturuma, derse, konferansa ve yönlendirmeye muhtaçtır. İşte o zaman bu "altyapı" temsil ettiği gerçeği başka insanlara sunabilir. Ardından içinde bulunduğu krizden kurtulup daha yücelere ulaşabilmesi için tüm üm­meti, zorunlu olan bu niteliklerin ve ahlaki kuralların ışı­ğında eğitebilir.

Eğitimin değişik alanlarındaki bir çok boyutundan seç­tiğimiz bu üç boyut, ütopik bir örnek olmadığı gibi, alter­natif niteliği ile de sunulmamışlardır. Bunlar, akılalmaz komplolar kurmak üzere pusuda bekleyen cahiliye toplu­mu ile karşı karşıya kalmak gibi ağır bir yükü taşıyabilen mümin altyapının oluşması için vazgeçilmez nitelikte olan şartlardır.

Biz, eğitimden, aşmamız gereken uzun yoldan sözettiği-miz zaman biraz önce sadece açıklama amacı ile bazı ör­nekleri sunduğumuz bu vazgeçilmez nitelikte bulunan bo­yutları kastediyoruz. Bu örneklerden ve sözünü etmediği­miz bir çok gerçekten açıkça anlaşılıyor ki eğitim husu­sunda önümüzde upuzun bir bölüm durmaktadır. Ve "Bundan sonra ne olacak?" sorusunu sorma hakkımız doğ­madan önce bu bölümü aşmamız kaçınılmazdır.

Eğitimin bazı alanlarında epey mesafe aldık ancak so­nuca ulaşamadık, bazı alanlarda ise henüz başlangıç bile yapamadık. Özellikle eğitim alanında acele etmek hiçbir yarar sağlamaz. Bu durum, temel atmadan bir yapı kur­maya benzer. Veya binayı sağlam olmayan bir temele da­yandırmak gibidir ki, bina yükseldikçe yıkılmaya yüztu-tar.

Böyle bir yolu çok uzun görenler, daha kısa ve daha az hasarlı yollar olabileceğini düşünenler, Hama katliamı ve Sudan'daki "siyasi" girişim deneyimlerinden ders almalıdırlar. Biz eğer olaylardan ders çıkaramıyorsak, bu da bi­zim yeterli eğitim alamadığımızın, dolayısıyla bu açığı ka­patmak zorunda olduğumuzun kanıtıdır.

İmdi... Buraya kadar, islami hareket içinde faaliyet gösteren grupların, hakkında görüş ayrılığına düştükleri başta gelen iki sorunu irdeledik. Şimdide "İslami uya-nış"la ilgili konuyu noktalamadan önce bu alanda gün­demde olan diğer bazı sorunlara da kısaca değinmek isti­yoruz.

 

DİNLEMEK VE İTAAT ETMEK

İslamcı gruplar arasında bölünmelere neden olan bu problemden sözetmek istiyoruz. Bu gruplar henüz farklı bakış açılarını hazmedecek olgunluğa erişmedikleri için, bir meselede, üyelerini "Dinlemek ve itaat etmek" ya da gruptan aynlmak arasında bir tercih yapmak durumunda bırakıyorlar. Kimi zaman da, dinleyip itaat etmezlerse ce­maatten ihraç edecekleri tehdidinde bulunurlar. Sonuçta bazıları, farklı bir bakış açısına sahip olmakla beraber, içindekileri gizleyerek tehditlere boyun eğer. Bazıları da ayrılmayı tercih eder, ya yeni bir cemaat oluşturur ya da islami faaliyetlerden büsbütün vazgeçerek kayıplar hane­sine yazılırlar.

"Dinlemek ve itaat etmek" problemi gerçekte eğitim so­runları ile yakından ilgili bir problemdir. Eğer, lafı fazla uzatmayalım diye burada bazı açık örneklerden sözetmeye karar vermeseydik, bu meseleyi islami altyapı için arzula­nan eğitimin bir boyutu olarak ele almamız uygun düşe­cekti.

Bu mesele ile ilgili olarak sorulması gereken soru şu­dur: Acaba, şartlar elverirse, nasıl bir devlet kurmayı düşünüyoruz? Resulullah -selam üzerine olsun- ve ondan sonraki ilk iki halifenin kurduklan sura esasına dayalı is­lam devleti mi yoksa vatandaşlarına mutlak itaati emre­den ve söylediği hiç bir şeyin tartışma konusu yapılmasını istemeyen, yasakçı, baskıcı ve askeri bir devlet mi?

Bu cemaatlerin çoğunun "yetkilileri" bir konuyu sadece kendilerinin tartışma hakkına sahip olduklarına inanır­lar. Bu tartışmanın sonunda çıkan bir kararı cemaatteki tüm üyelerin yani bu "yetkililerden başkaları kabul edip uygulamaları zorunludur. Onların görevi dinlemek ve iti­raz etmeksizin itaat etmektir. Bu cemaatler, bunu yapar­ken muhalifleri cemaatten ihraç etmekle tehdit ederler.

Burada önemli bir gerçeği vurgulamak gerekir. Lideri­nin buyrukları dinlenip itaat edilmiyorsa bir cemaatin ayakta kalması mümkün değildir. Yine burada tarihsel bir gerçeği de hatırlatmak yerinde olacaktır: Hz. Ali'nin -Al­lah ondan razı olsun- yenilmesinin asıl sorumlusu bir gö­rüş etrafında birleşmeyen ve liderlerinin direktiflerine bo­yun eğmeyen askerleridir. Oysa ki bir mesele tartışılır, araştırılır ve bir karara varılırdı. Komutan bu karan esas alarak hareket stratejisini belirledikten sonra askerleri bu karara itaat ederlerdi.

Bu bir gerçektir... Ama, cemaat içinde bazı fertleri "yetkili" sıfatı ile otoriter duruma getirmek, diğer insanla­rı yasal muhalefet bir yana kayıtsız şartsız itaate zorlama­sı, bu cemaatlerin büyük çoğunluğunun "asker" olarak eği­tilmeleri -komutan olarak değil- neden olmaktadır. Bu da, komutandan sonra liderliği devralacak "ikinci safin" ola­mayışının başlıca nedenidir.

Daha önce de söylediğimiz gibi eğitim de asıl olan, ce­maati, komutanın emirlerini yerine getiren askerler olarak yetiştirmek, bunun yanısıra, komutanın yokluğunda sorumluluğu üstlenecek yeteneklere sahip olmalarım sağ­lamaktır. Çünkü her lider, bir gün mutlaka yok olacaktır. Bu, insanlığın bugüne kadar gördüğü en büyük askerleri, aynı zamanda en büyük komutanları yetiştiren peygambe­rimizin -selam üzerine olsun- yöntemidir. Peygamberimi­zin izleyicilerini, insan ruhunun bireysellik ve toplumsal­lık yönlerini birlikte gözönünde bulundurarak eğitiyordu. İnsan ruhunun toplumsallık yönünün gelişmesi için bi­reysellik yönünü bastırmak; itaatkar ve komutanının bir dediğini iki etmeyen askerlerin yetişmesini sağlar ama bu yöntem sorumluluk taşıyabilecek kişilerin yetişmesine el­verişli değildir. Devletten önce davet, ağır sorumlulukları gerektirir. Bu sorumluluklar yolun her virajında daha iyi belirginleşir. Eğer fertler itaatten ve verilen emirleri uy­gulamaktan başka bir şey beceremezlerse, "yetkili"nin sapması ile birlikte tüm cemaatin sapmasından daha ko­lay bir şey olamaz.

Yasal muhalefete gelince; daha önce de işaret ettiğimiz gibi, dinlemek ve itaat etmek yasal bir gerekçeye dayan­malıdır: "İtaat ancak iyilikte söz konusudur"[152]

Şu halde "sorumlulara" kayıtsız şartsız itaat sözkonusu değildir. Tartışmadan, karşılıklı konuşmadan ve danışma­dan itaat etmek te doğru değildir.

Meselenin önemini ve bu önemli meselede ortaya çıkan eğitim yetersizliğini vurgulayıcı, islami pratikten bazı so­mut örnekler verelim.

Bir cemaat, düşüncesinin "Lailahe İllallah diyen, bir tek islami amel işlemese bile mümindir" temeline dayan­dığını -ki bu, kitap ve sünnete açıkça ters düşen aşırı murciye akımının düşüncesidir- söylüyor sonra da üyeleri­ni bu düşünceyi dinleyip itaat etmeye çağırıp aksi taktirde bölücülük yapmış olacakları tehdidinde bulunabiliyorsa...

Bir cemaat, sünnete uymanın zorunlu olmadığını, sün­net üzerinde "içtihat" yapmamız gerektiğim savunuyor. Eski kuşakların sağlam dediği hadislere zayıf, zayıf dedik­lerine de sağlam diyebileceğimizi, söylüyor. Eskiler sağ­lam ve doğru kararım vermiş olsalar bile bugünkü duru­mumuza uymayan hadisleri bir kenara atabileceğimizi söyleyip sonra da üyelerini bu düşünceye kayıtsız şartsız itaate çağırıyor ve aksi tutum sergileyenleri bölücülülte suçluyorsa...

Herhangi bir cemaat, Allah'ın şeriatım inkar ederek ça­ğımızda insanlann ona bağlı kalmalarının zorunlu olmadı­ğını iddia ediyorsa; dini -yani islamı- düşüncesinin daya­nağı olarak kabul etmeyip onun yerine sosyalist Arap mil­liyetçiliğini benimseyen partilerin şahsında somutlaşan şeytanla ittifak kuruyorsa, sonra da üyelerinden bu kararı kayıtsız şartsız kabul etmelerini aksi takdirde bölünmeye neden olacakları tehdidinde bulunuyorsa...

Bu ve benzeri durumlar olabiliyorsa, "dinlemek ve itaat etmek" ilkelerini yasal ve eğitsel açıdan yenibaştan ele al­mamız gerekir. Yasal açıdan baktığımız zaman, itaatin şer'i bir dayanağı olmalıdır:" İtaat ancak iyilikte sözkonu-sudur"... Aynı şekilde bu cemaatlerin tüzüklerinde ve eği­tim programlarında bir görüş ayrılığı başgösterdiğinde, "sorumluların" yetki alanlarının belirlenmiş olması gere­kir. Eğitsel açıdan -ki bu, şer'i açıyla yakından ilgilidir- ce­maatin üyeleri Allah'ın dinini derinden kavramalıdırlar. Ne zaman itaat edeceklerini, ne zaman itaat etmeyecekle­rini ne zaman "sorumluları" hak çizgisine getirmek için karşılarına dikileceklerini çok iyi bilmelidirler. Dinlemek ve itaat etmenin sorumluluğunun yanısıra, sorumluluk yüklenmek üzere de eğitilmelidirler. Çünkü onlar, gerçeğe ters düşen buyruklan dinleyip, itaat etme hususunda Al­lah'a karşı sorumludurlar. Yine onlar, Allah'a karşı omuz-ladıklan davadan da sorumludurlar ve "Ey Rabb'imiz, biz liderlerimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yol­dan saptırdılar"(Ahzab, 67) diyerek kendilerim mazur gösteremezler.

Eğer cemaatlerin "sorumluları" karşılarına çıkan mese­lelerde tamamen içten ve samimi davrandıklarım varsay­sak bile diledikleri gibi karar verip sonra da üyeleri kayıt­sız şartsız itaate çağırmaya veya onları karşı çıkmaları durumunda bölünmeye neden olmakla suçlamaya devam ettikleri takdirde daha önce bir çok defa meydana geldiği gibi büyük çaplı bölünmeler meydana gelmeye devam ede­cektir. İslami hareket bu konuda gerçek bir yasal kontrol mekanizmasına kavuşana kadar tökezlemeye devam ede­cektir. Ve islami alanda faaliyet gösteren cemaatler Hz. Peygamberin -selam üzerine olsun- arkadaşlarım eğittiği islamın gerçek ruhundan uzak kalmaya devam edecekler­dir.

 

İDEAL ÖNDERLİK

Bundan önce islami hareket alanındaki parçalanmışlı­ğın, bölünmüşlüğün nedenlerinden birinin, her kesin hay­ranlıkla, sevgiyle, saygıyla boyun eğip, büyük bir güvenle izlediği büyük bir önderlik mekanizmasının olmayışı oldu­ğundan sözetmiştik. Büyük bir önderliğin olmayışı sonucu her tarafta birbiriyle didişen, birbirinden nefret eden kü­çük önderlikler ortaya çıkar. Bunların her biri kendi görü­şünün ve tutumunun üstünlüğünden dem vurur. Hiçbir zaman uzlaşma ve ortak bir noktada buluşma sözkonusu olamaz.

Bu ideal önderliği meydana çıkaracak imkanlara sahip olmadığımızı, bu işi yüce Allah'a bıraktığımızı belirtmiş­tik. Şu kadan var ki bizim görevimiz samimiyetle ve Allah için özveride bulunarak çalışmaktır. Bu sayede yüce Al­lah'ın dilediğimizi yerine getirmesini hakkedebiliriz. Nite­kim biz, bir diğer açıdan da olaya yaklaşmış ve yüce Al­lah'ın şu sözünde ifade edildiği gibi önderlerin deneyim ve sınamalar sonucu ortaya çıkıp belirginleştiklerinden sö­zetmiştik:

"Allah temizi pisten ayırdetmeden müminleri sizin bu­lunduğunuz durumda bırakacak değildir. Bununla bera­ber Allah size gaybı da bildirecek değildir." (Al-i Îmran/ 179)

Konuya yeni bir şey ekleyecek değiliz. Amacımız, günü­müzdeki islami hareket için ideal olan önderlik türü hak­kında kısa ve öz bir açıklama yapmaktır. Çünkü iç ve dış koşullardan dolayı içinde bulunulan ortam amaç açısından son derece hassas bir durum arzetmektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi içerde korkunç bir cehalet vardır ki, bu durum, peygamber efendimizin işaret ettiği islamın ikinci gariplik döneminin başka nedenidir. Dışarda ise, sürekli pusuda bekleyen siyonist ve Haçlıların düşmanlığı ile kar­şı karşıyayız. Bunlar islami hareketi kökünden sarsmada, hareketi büyümeden önce başını ezmede hiç bir fırsatı ka-çırmazlar. fiillerindeki maddi güçleri, İslama karşı belirle­dikleri stratejinin gereklerini yerine getirmek için kulla­nırlar.

İşte bu hassas durumlardan dolayı islami hareket için­de "zor bir denge" oluşmaktadır.

Gençler, gerçek islami kimliğe büründüklerinde yani Allah'ın kitabı ile peygamberinin sünnetindeki şekliyle ve ilk kuşak müslümanların uygulamaları ile islami gerçek­lere sarıldıkları zaman... Bu gençler içinde bulunduğumuz pratik ortamın bu gerçeklerden uzak olduğunu gördükleri zaman, galeyana gelirler. Öğrendikleri gerçeğe yönelik sa­mimi duyguları, onları realiteye karşı sabırsızlığa ve güç kullanarak bu durumu değiştirmeye iter. İşte bu noktada ilk tehlike sinyali çalar. İslam düşmanlanna, islami hare­keti teröristlikle suçlayıp tepeleme fırsatı verilmiş demek­tir.

Bu gençlere: "Bu işten vazgeçin... siyasi otoriteyle ça­tışmaya girmeyin, çünkü bunun arkası gelmez. Eğitime yönelin..." denildiği zaman, bu sefer umutları kırılır, bir çoğu elini eteğini çeker, büyük bir karamsarlıkla köşesine çekilir. Sonra da zamanın çarkına kapılarak kaybolur gi­der.

Böylesine duyarlı bir ortamda faaliyet gösteren islami hareketin muhtaç olduğu önderlik, eğitim konusunu ek­siksiz ele aldığı gibi insanlara: "siyasi otoriteyle çatışmaya girmekten vazgeçin" diyen ve bu isteği yerine getirilen bir önderliktir. İnsanlar, islami duyarlılıklarını yitirmeden, dağılıp gitmeden, karamsarlığın veya zamanın girdabına girip kaybolmadan onun direktiflerini yerine getirirler.

Hiç kuşkusuz bu, son derece zor bir görev ve onun ka­dar da korunması zor bir dengedir... Fakat bu, islamın ilk gariplik döneminde Mekke'deki müslümanların yaşadığı durumun aynısıdır. Onlar, peygamber efendimiz tarafın­dan çok yönlü bir eğitime tabii tutuluyorlarken, aynı za­manda Kureyş'in iğrenç eziyetleriyle de karşı karşıyaydı-lar. Bununla beraber peygamberimiz vahyin direktifi doğ­rultusunda onlara, "Kureyşlilerle çatışmaya girmekten ka­çının" diyordu. Onlar da derin bir teslimiyet duygusu ile peygamberimizin buyruğuna uyuyorlardı. Bununla bera­ber duyarlılıklarını yitirmiyorlardı. Liderlerinin buyruğu­nun dışına çıkmıyorlardı. Tersine, gittikçe artan bir tesli­miyetle ona bağlanıyor ve Allah'ın rahmetine göz dikerek bekliyorlardı.

Elbette, peygamber efendimizin, insanlık tarihi içinde­ki eşsiz önderliği düzeyinde bir önderlik gelmeyecektir, ancak "Peygamber metodu" örnek olarak sunulmuştur. Onun uygulaması bütün insanlık için yol göstericilik işlevini görür. Bu gerçek ayette şu şekilde ifade edilmiştir:

"Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe ka­vuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Resu-lullah en güzel bir örnektir. "(Ahzab/ 21)

Fakat, peygamberimizi -selam üzerine olsun- örnek alan ve "peygamber metodunu" gerçek şekliyle uygulayan lider, liderlik için gerekli niteliklere sahip üstün bir insan olmalıdır. Ayrıca şimdiki hassas dengeyi koruyabilecek özel meziyetlere de sahip olmalıdır. Yüce Allah'ın, pey­gamber efendimizin eliyle ilk gariplik dönemini sona er­dirdiği gibi, şu anda yaşadığımız ikinci gariplik dönemini sona erdirmesi için bu nitelikler kaçınılmazdır. Bu, aynı zamanda Gariplerin, peygamber efendimiz -salat ve selam üzerine olsun- tarafından belirlenmiş görevleridir:

"... Ne mutlu Gariplere; insanların sünnetimden tahrif ettiklerini uygulamak suretiyle hayata geçirirler. "(Tirmizi)

İstenen niteliklere sahip, günün hassas şartlarım ye­terli düzeyde kavramış bir önderlik ortaya çıktığı zaman, en doğru hareket metodu bilindikten sonra dağınık du­rumdaki grupların çoğu bu önderliğin etrafında kenetlene-cektir.

Eğer cahiliye bu liderin varlığına tahammül edemeyip daha önceki liderlere yaptığı gibi onu öldürecek olursa, bu ölüm dava için yeni bir doğuş olacaktır. Gerçek hareket metodu bilindikten sonra dava meşalesi kesinlikle sönme-yecektir.

 

CAHİLİYENİN OKULLARINDA

ÖĞRENİM GÖREBİLİR MİYİZ?

İşte, kendini Allah davasına adamış, gayretli ve sami­mi bazı gençlerin yanlış ve tehlikeli tutumlarından biri daha...

Fakültenin son sınıfına gelmiştir. Fakat birden okulu terkediyor. Çünkü "cahiliye" kurumudur. Kıtkanat geçin­diği bir iş bulup köşesine çekilmiştir. Kendine göre nefsini ve onun isteklerini yenmiş, dünya hayatı ve çekici nimet­lerini elinin tersiyle itmiştir. Allah ve davası için her şey­den soyutlanmıştır. Örnek hayatı kendi nefsinde gerçek­leştirmiştir!...

Okul ve enstitülerimizdeki müfredat programlarının açıkça cahiliye karekterli olduğundan şüphe etmiyoruz. Düşünce savaşından sözederken vurguladığımız gibi bu programlar bizi islamdan döndürmek için düşmanlarımız tarafindan belirlenmiştir. Düşünce savaşında başvurulan en büyük ve en tehlikeli silahlardan biri okullardaki müf­redat programlandır. Bu programların, sürekli milliyetçilik, ırkçılık, laiklik ve sosyalizm[153] propagandasını yapma­sı Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenleri açıkça övüp göklere çıkarman bile büyük bir günahtır. Fakat gerçekte bu programların zararı bununla sınırlı değildir. Bunlar, son aşamada kulları Allah'a kul olmaktan çıkarmayı he­defleyen din karşıtı bir kültür, bir bilim oluştururlar.[154]

Ayrıca biz, cahiliye kültüründen uzaklaşmaya -aniden-eğitimi yanda bırakmaya karar veren her hangi bir gencin samimiyetinden de şüphe etmiyoruz. Buna rağmen o genç, basiretsizliğini ortaya koyan korkunç bir hata işlemekte­dir. Bu kitapta defalarca tek başına samimiyetin yeterli olmadığını, bunun yamsıra bir müslümanın keskin bir fe­rasete, ileri görüşlülüğe sahip olmasının da gerekli oldu­ğunu vurguladık. Nitekim yüce Allah, peygamberimize de bu direktifi vermektedir:

"Ey Muhammedi De ki: 'Benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar bilerek (ala basiretin) insanları Allah'a çağırırız. Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben asla Allah'a ortak koşanlardan değilim. "(Yusuf/ 108)

Bu şekilde çekip gidenlerin gözardı ettikleri mesele kendi içinde bir çok gerçeği barındırmaktadır:

Birincisi; Eğer hepimiz, cahiliye kültürü ve bilimini öğ­reniyoruz gerekçesiyle kültür ve bilimden uzaklaşırsak, düşmanlarımıza bize karşı kullanacakları önemli bir sila­hı teslim etmiş oluruz. İnsanların duygularında islam da­vası cehaletle bir tutulacaktır. Bilim, dinden uzaklaşma, dine ters düşme şeklinde algılanacaktır. Nitekim islami uyanıştan önce durum bundan ibaretti. Düşmanlar insanları dinden nefret ettirmek için bunu bol bol kullanırlardı. Bu incelememizin başında da vurguladığımız gibi, islami uyanışın kozu, yeni daveti üstlenenlerin "efendi/seçkin" kimseler olmasıydı. Bunlar, çağdaş ilerici kültürü almış, buna rağmen dine dönmüşlerdi, insanları dine çağırıyor­lardı. İşte bu, düşman için kötü bir sürprizdi. Bu yüzden düşman islami uyanışa karşı nasıl bir strateji uygulayaca­ğım uzun süre tespit edemedi. Sonuçta korkunç kininden dolayı islami harekete barbarca darbeler indirmeye kal­kıştı. İşte bu darbelerin sonunda Allah'ın planı gereği isla­mi altyapı gelişti ve gençler daha çok İslama yönelmeye başladılar.

Hangi gerekçeyle olursa olsun eğer biz, bugün kültür ve bilimden uzaklaşırsak islami hareket, islam aleyhinde yürütülen korkunç savaşta sahip olduğu günün en önemli sebeplerinden birini yitirecek ve bizler yeniden uyanış ön­ceki duruma döneceğiz. Nasıl olduğunu bilmeden, hiç bir şekilde hesaba katmadan, insanların dinden kaçması için islam düşmanlarına yardımcı olacağız.

İkincisi; Bugün okullarda, üniversitelerde okutulan bi­limin tümü yanlış değildir. Tümü kaçınılması gereken za­rarlı bilgiler değildir.

Bu bilgilerin cahiliye ruhuyla öğretildikleri bir gerçek­tir. Çünkü biz, pozitif bilime ilişkin ders kitabımızda, ya­ratan Allah'tır. "Allah herşeyi yarattı, sonra da gideceği yolu gösterdi."[155] diyeceğimize, Tabiat yarattı diyoruz. Ta­biatın falan varlığa şöyle şöyle özellikler bahşettiğinden sözediyoruz. "Tabiat kanunlan"ınn kesin olduğunu söylü­yoruz.[156] Sanki öğrencilere yüce Allah isterse de bu kanunları değiştiremez, durduramaz denmek isteniyor. Bunlar körükörüne Avrupa kaynaklanndan tercüme edip üzerine kendi adımızı koyduğumuz bilgilerdir. Avrupa da Kili-se'nin tutumundan dolayı, bilimin bu din karşıtı kimliğe büründüğüne bakmadan ve bunun gerçek bilim olmadığı­nı, tersine ihtiras ve arzuların bilime bulaştığını düşün­meden olduğu gibi aktanyoruz.

Bunlann tümü doğrudur... Fakat bu, Tıbba, mühendis­liğe, matematiğe ve diğer ilim dallarına ihtiyacımızın ol­madığı anlamına gelmez. Bu demek değildir ki, bütün bunları hayatımızdan atabiliriz ve ancak o zaman doğru ve sağlıklı bir hayata kavuşmuş oluruz. Bu tür ilimler can­lılar için hayati öneme sahiptirler. Gerekçemiz ne olursa olsun eğer bu ilimleri öğrenmeyecek olursak, varlığımızın bir yönü eksik kalır. Aynı zamanda yüce Allah'ın bize yük­lediği yeryüzündeki Halifelik görevini yerine getirme hu­susunda yetersiz kalırız. Yeryüzü Halifeliği; yeryüzüne egemen olmak, dünyayı inşa edip bayındır hale getirmek­tir. Yüce Allah bu görev için Adem'e bütün isimleri öğretti, Ademoğullanna kulak, göz ve kalp gibi organlar bahşetti.

"Allah sizi annelerinizin karnından birşey bilmez hal­de çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalp vermiştir. "(Nahl/ 78)

Üçüncüsü; Bu ümmetin görevi, insanlığa yolgöstericilik yapıp onları hakka dayalı ilahi hayat sistemine ulaştır­maktır:

"Böylece sizi insanlara şahid ve örnek olmanız için orta bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahid ve örnek-tir"(Bakara/ 143)

Bugünkü islami hareket, sapık insanlığa bir mesaj ta­şımaktadır. Onlan bu mesaj aracılığı ile hakka dayalı ilahi hayat sistemine ulaştırmayı amaçlamaktadır.[157] Acaba, islami hareket genelde tüm hayatın, özelde de günümüz hayat biçiminin çok önemli bir yönünden habersizse, o za­man insanlığa yol göstericilik yapabilir mi? Yoksa, çağdaş cahiliye'nin bilgi birikiminden haberdar olması, sonra da ona yol göstericilik yaparak hayat biçimim düzeltmesi mi gerekir? Kuşkusuz bunu ancak bilgi ile yapabilir, cehaletle değil. Çünkü cehalet insanı hiç bir olumlu sonuca götür­mez.

Bizzat yaşadığım bir deneyimi anlatayım:

Yüksek öğretmen Enstütüsünde öğrenciyken, Freud üzerine yaptığım bir araştırma, çağdaş batı hayat biçimi­nin boşluklarını ve batı düşüncesindeki sapıklıkları gör­memi sağladı. Bu sayede Eğitim ve psikoloji gibi konulara yönelik gerçek islami yönteme ilişkin bilgim biraz daha arttı.

Bu yüzden, yüce Allah'ın da belirttiği gibi şöyle diyo­rum:

"Bize bu gerçekleri gösteren Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bu gerçekleri bize göstermeseydi, kuşkusuz biz göre­mezdik." (A'raf/ 43)

Eğer benim kalbim ve düşüncem batı "biliminden" ha­bersiz olsaydı, bu bilimin içindeki boşlukları nasıl bilecek­tim? Doğru düşünme yöntemini nasıl öğrenecektim?

Hayır hayır!... Bu gençlerin okulları bırakıp gitmeleri sadece din düşmanlarının işine gelir.

 

"CAHİLİYE TOPLUMU" İÇİNDE

HANGİ GÖREVLERİ ALABİLİRİZ:

Her şeyden önce "cahiliye toplumu" derken ne kastetti­ğimizi açıklamalıyız. Çünkü islamın ikinci gariplik döne­minde zihinleri bulandıran kavram kargaşası içinde bu kavram da rahatlıkla yanlış anlaşılabilir.

Daha önce de söylediğimiz gibi bu gün içinde yaşadığı­mız toplumlar cahiliye toplumlarıdır. Çünkü bu toplumlar, Allah'ın şeriatı ile hükmetmiyor, onunla yönetilmiyorlar. Cahiliye sistemleri ile yönetiliyor, cahiliye kanunlarını uy­guluyorlar. Ulu Allah'ın kitabında belirttiği gibi Allah'ın hükmünün dışındaki tüm hükümler, cahiliye hükümleri­dir.

"Cahiliye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır?" (Maide, 50)

Bu ayet, Allah katında üçüncüsü olmayan iki tür yöne­tim biçimi olduğunu açıkça ortaya koyuyor: Ya Allah'ın hükmü ya da cahiliye hükmü...

Fakat biz bu toplumları Allah'ın indirdikleri hükümle­rin dışındaki hükümleri uyguladıkları için cahiliye toplu­mu olarak nitelendirdik. Meselenin bu toplumlara mensup insanlann bireysel inançları ile ilgisi yoktur. Bu insanlar, müslüman veya kafir olabilirler. Müslüman ve kafir karı­şık ta olabilirler.[158] Toplumun niteliği, içinde bulunan bi­reylerin kişisel inançlarından çok uygulanan yönetim biçi­mine bağlıdır. Bu da tıpkı, bir memleketin "Dar'ul - İslam" veya "Dar'ul- Harp" olarak nitelendirilmesinde, o memle­ketin vatandaşlarının bireysel inançlarından çok egemen­liğin kaynağına bakılması gibidir. Allah'ın Resulü hicret edip Allah'ın hükmünü egemen kıldığı sırada, işin başın­da müslümanlar azınlık durumunda olmalarına rağmen "Medine" Dar'ul islamdı. Müslümanlar Mısırı fethedip, Al­lah'ın şeriatını uygulamaya başladıktan sonra, halkın ço­ğunluğu müslüman olmadığı ve uzun süre öylece kaldığı halde orası da Dar'ul islamdı. Hindistan da Dar'ul islamdı: Müslümanlar fethedip Allah'ın şeriatım egemen kılmışlar­dı. Bununla beraber, islamın sekiz yüzyıllık egemenliği bo­yunca Hindu halka oranla müslümanlar azınlık duru­munda kaldılar. Günümüzde de aynı durum devam et­mektedir. Bunun tersi de doğrudur. Haçlılar islam alemi­ne saldırırken, bir takım Hristiyan devletler kurmuşlardı. Bunların bazıları ikiyüzyıl kadar yaşadılar. Bu devletlerin sınırlan içinde yaşayan insanların çoğunluğu müslüman olmasına rağmen oralar Dar'ul-Harpti.

Bu gerçeği bildikten sonra, zorunlu olarak, Allah'ın şe­riatını uygulamadıkları için bu toplumları cahiliye toplu­mu olarak nitelendirmemizden dolayı gündeme gelen di­ğer meseleyi ele almalıyız: "Bu toplumlardaki insanlara ne diyeceğiz?"

Bu meseleye ilişkin görüşümüzü daha önce belirtmiş ve şöyle demiştik: Şu anda öğretme durumundayız, insanlar aleyhinde hükümler çıkaracak durumda değiliz. Fakat biz, öğretme durumundayken yüce Allah'ın bu meseleye ilişkin hükmünü açıklamalıyız. Ki, insanlar öğrensinler, Allah'ın hükmüne ilişkin net bilgiye dayanarak tavırlarını belirt­sinler.

Toplumun cahiliye niteliği ise, şu şekilde açıklanabilir. Ortada bir "cahiliye şemsiyesi" vardır. Bu şemsiyenin göl­gesi Allah'ın indirdiklerinden başkası ile hükmetmek şek­linde toplum üzerine yansımaktadır. Bu gölge, Allah'ın di­nine davet edenler de dahil herkesi kaplamaktadır. Bu gölgenin altında bulunan insanların durumu peygamber efendimizin belirttiği gibi bu şemsiyeye yönelik tavırlarına bağlıdır. Kim hoşnutsa ondandır. İnkar edene gelince, onun için özel bir hüküm vardır:

"... Onlara karşı eliyle cihad eden mü'mindir... Diliyle cihad eden mü'mindir... Kalbi ile cihad eden mü'mindir... Bunların dışındaki insanlarda hardal tanesi kadar iman yoktur. "(Müslim)

"... Ondan tiksinen uzaklaşmıştır, inkar eden kurtul­muştur. Fakat hoşnut olan ve onları izleyen onlardandır" ( Müslim)

Toplumun durumu ve Allah'ın bu durumdaki topluma ilişkin hükmü bu olduğuna göre, bu toplumda görev alma­nın durumu nedir?

Müslümanlar -yani Allah'ın indirdiklerinin dışındaki hükümleri inkar edenler- için aslolan imkanlan ölçüsünde cahiliye yönetiminin baskısından uzak yerlerde bulunma­larıdır. Fakat bu, herkesi kapsayacak şekilde genelleştiri­lemez. Çünkü geçim şartlan birçok insanı, hem kendilerinin hem de bakmakla yükümlü oldukları insanların geçi­mi için bu baskının altına girmeye zorlamaktadır. Görül­düğü gibi, bu da bir çok insan için bir zorunluluktur. Şu halde bu insanların bu zorunluluğun baskısı altında ne tür işlerde çalışmaları doğrudur?

Gerçekte bu konuda en ince detayına kadar inmiş bir sınırlandırma yapılamaz. Fakat genel olarak şunu söyle­yebiliriz: Görev "otorite"ye yakın oldukça zorunlu olarak müslümamn konumu da bu görevden uzak olacaktır.

Sözgelimi müslüman bir doktar, tıpla ilgili görevlerde çalışabilir. Bununla beraber hayat tarzının, vicdanının ve insanlararası ilişkilerindeki tutumunun temizliği ile in­sanlara islamı sevdiren bir örnek olabilir. Aynı zamanda işi ile ilgili alanın dışına çıkmadan, cahüiye sisteminin doğrudan müdahalesinden uzak bir şekilde çalışabilir. Mühendis de öyle...

Ama öğretmen -kaçınılmaz olarak- belli ölçüde üzerin­deki cahiliye baskısına boyun eğer. İslam dışı hayat sis­temlerini öğretmek veya cahiliyenin direktifine uyarak, Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyen Tağutları (zorbala­rı) göklere çıkarmak gibi. Fakat, buna rağmen öğretmen, tertemiz davranışları ile, üstün ahlakı ile, aşağılık davra­nışlardan uzak hayatı ile, kişiliği, dini ve ahlaki üstünlü­ğü ile, pratik olarak islamın nasıl cahiliyeden farklı oldu­ğunu açıklayabilir.

Şu da var ki, bu "görevliler" yaptıkları işin türüne göre cahiliyenin baskısından uzak veya yakın bulunabilirler.

Fakat hiçbir zaman bir müslüman "Bakan" olmamalı­dır. .. Çünkü bu durumda cahiliyenin dolaysız baskısı altı­na girecek ve hiç bir şekilde bu baskıdan kurtulamayacak­tır. En basitinden, inkar ettiği cahiliyenin hükmüne veya Allah'ın indirdiklerinden başkası ile hükmeden Diktatör Tağutlara (zorbalara) bağlı kalacağına, onları koruyacağı­na yemin edecektir. Bir müslüman, Allah'ın şeriatına ters düşen yasalara göre hareket edilen kurumlarda da yer alamaz. Çünkü bu durumda Allah'ın hükmüne ters düş­mekten kurtulamaz.

Daha önce de söylediğimiz gibi bu konuda ileri sürülen hiç bir gerekçe bu eylemi mazur gösteremez.

Fakat, Hz. Yusufun -selam üzerine olsun- Allah'ın in­dirdikleri ile hükmetmeyen Krala söylediği şu sözü kanıt olarak ileri sürmek bazı insanların hoşuna gidiyor. Şöyle demişti Hz. Yusuf:

"Beni memleketin Hazinelerine memur et, çünkü ben, korumasını ve yönetmesini bilirim. "(Yusuf/ 55)

Oysa bu adamların kendi durumları ile Hz. Yusufun durumu arasında karşılaştırma yapmaları yanlıştır.

Bir kere Hz. Yusuf, Kral kendisine: "Bu gün sen yanı­mızda büyük yetki sahibi ve güvenilir birisin"(Yusuf/ 54) demeden, "Beni memleketin hazinelerine memur et" deme­miştir. Yani Kral kendisine yüksek bir makam ve büyük yetkiler tanımıştır. Dolayısıyla Hz. Yusuf, başkalarının emrinde bir memur değil, sözü dinlenir bir amir konumun­daydı.

İşte meselenin canalıcı noktası, iki durum arasındaki yol aynmı budur...

Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyen bir cahiliye yöne­timi, bir müslümana! "Gel, her hangi bir bakanlığı üstlen. Tasarlayıcı ve uygulayıcı sen ol. Senin işine karışmayaca­ğımız gibi bütün emirlerini de eksiksiz uygulayacağız" de­se, bu durumda o müslümamn öneriyi kabul edip üstesinden gelebileceğine inandığı, ayrıca davası için bir daya­nak, Allah'ın şeriatını uygulamak için bir fırsat olarak kullanabileceğini düşündüğü bakanlık görevini üstlenme­sinde bir sakınca yoktur. Fakat, günümüzde böyle bir şe­yin olması mümkün müdür?

Böyle bir şey olmayacağına göre, davanın elde edeceği bütün geçici kazançlar -Kuşkusuz dava böyle bir durumda kimi geçici başarılar elde eder.- Allah'ın indirdikleriyle hükmetme meselesinin halk kitleleri nezdindeki ciddiyeti­ni ve önemini yitirmesine sebep olabilir. Ayrıca islami yö­netimin kurulup egemenliğinin pekişmesi için vazgeçilmez olan "Müslüman altyapının" oluşmasının gecikmesi ile meydana gelen zaran karşılayamaz.

İSLAM DÜZENİNİN İYİLİKLERİNİ ANLATMAKLA

İNSANLARI İSLAMA YÖNELTEBİLİR MİYİZ?

Diyorlar ki: "Teşvik etme... 'Kalpleri ısındırma' amacı ile özellikle gençlere islam düzeninin iyiliklerim anlatma­lıyız. Çünkü gençler fikir savaşında çağdaş düşünce akım­larının özellikle Demokrasi ve sosyalizmin yıkıcı propa­gandasının etkisine açık durumdadırlar. Bu yüzden islam düzeninin söz konusu düzenlerden daha üstün olduğunu anlatmalıyız. İslama ilişkin sağlıklı bir bilginin olmadığı bu dönemde fikir savaşının neden olduğu düşünce karga­şasını ancak bu şekilde önleyebiliriz."...

Her hangi bir yazarın islam düzeni ile ilgili bir kitap yazmasına itirazımız yok. Fakat gözönünde bulundurma­mız gereken bir takım sakıncalar sözkonusudur.

Birinci sakınca; İslami savunmaktır!

İslami itham altında görüp kalemlerimizi savunma amacı ile bilememiz, uzak durulması gereken son derece yanlış bir yöntemdir. Çünkü ilahi hayat sisteminin suçlamalardan kurtulmak için insanlann savunmasına ve yapı­lan suçlamalardan beraat ettiğinin insanlar tarafından duyurulmasına ihtiyacı yoktur. Allah'ın dininin, hareket alanının aklanması için herhangi bir insanın kendi kafa­sından söyleceği bir söze ihtiyaç olduğunu düşünmemiz, inancımızda büyük bir eksiklik olduğunun açık kanıtıdır.

Tersine insanlar her zaman islami gerçeklerin kendile­rine anlatılmasına muhtaçtırlar:

"Sana, insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur'anı indirdik. Belki düşünürler. "(Nahl/ 44)

Şu halde en doğru hareket metodu islami gerçekleri in­sanlara açıklamaktır. Çünkü bütün kuşaklarıyla birlikte insanlık bu açıklamaya her zaman muhtaçtır. Özellikle çağdaş kuşağın, islamın ikinci gariplik döneminde, islami gerçeklere ilişkin koyu bir cahalet içinde olduğu için böyle bir açıklamaya son derece muhtaçtır. Onlara islami ger­çekleri açıklarken, bilgisizliklerinden dolayı zihinlerinde uyanan veya düşmanlann müslümanlan dinlerinden dön­dürmek için yaydıkları kuşkular üzerinde durup konuyla ilgili gerçeği açıklamak suretiyle söz konusu kuşkulan gi­dermeye çalışmamızda herhangi bir sakınca yoktur.

Fakat islami savunmaya gelince; bu yöntem başta ken­dim olmak üzere bazı islamcı yazarlann içine düştükleri bir tuzaktır. Bu yazarlar, müsteşriklerin ve islam düş­manlarının "kültürlü" gençleri dinlerinden döndürmek için başlattıkları kesintisiz ve ölümcül saldırılar karşısın­da ruhlarda başgösteren iç hezimetin sonucu böyle bir yönteme başvuruyorlardı.

İlk dönemlerde, düşmanların yaydıkları bu tür şüphe­lere cevap vermek amacı ile "islamın etrafındaki şüpheler" kitabını yazmıştım. Aslında kitap bilinen anlamda bir "savunma" niteliğinde değildir. Daha çok çağdaş Batı cahili-yesine yönelik sert hücumlar içeriyordu. Bu durum, çağ­daş bir müsteşrik olan ffNılferd Cantol Smitlfin ilgisini çekmiş ve "modern Tarihte islam" adlı eserinde bu kitap­tan öfkeli ifadelerle sözetmiştir.

Buna rağmen, kitabın yedinci baskısının önsözünde, ki­tabın yöntemine katılmadığımı belirtmiş ve uyulması ge­reken doğru metoda ilişkin görüşümü: "Yapılması gere­ken, her şeyden önce insanlara islami gerçekleri anlat­maktır, şüpheleri ortaya koyup onlara cevap vermek değil­dir" diye yazmıştım. Yine o önsözde, bir kaç kere söz konu­su kitabı, şayet basılmasaydı ve çoğu zaman iznim ve bil­gim dışında bir çok dile cevrilmeseydi, eserlerim arasın­dan çıkarmayı düşündüğümü, fakat sonunda olduğu gibi bırakmaya karar verdiğimi, bununla beraber kitabın yön­teminin yanlış olduğunu, bu tür şüpheler karşısında izle­necek doğru yöntemin bu olmadığını vurgulamıştım.

İkinci sakınca: yazarın islami savunmaya yönelik ar­zusundan dolayı İslama yabancı olan bazı kavramların li­teratürümüze girmesidir. Bu da önceki gibi, düşmanların saldırıları karşısında içine düşülen ruhsal hezimetin bir sonucudur.

İslam, "çağdaş uygarlığın kadına verdiği tüm hakları tanıyor" dediğimiz zaman...

İslam, "sadece müslümanlara yönelen saldırılan berta­raf etmek için, yani savunma amacı ile savaşın" dediğimiz zaman...

"Özel mülkiyetin varlığı zararlı olmaya başlayınca he­lal yoldan elde edilmiş olsa bile islami yönetimde devlet, şahısların mallarına el koyabilir veya millileştirebilir," de­diğimiz zaman...

İslam "beşeri düzenlerin kültür birikimlerine açılmaya, onlardan yararlanmaya karşı değildir veya islam demok­ratik yahut sosyalist bir düzendir" dediğimiz zaman...

Bazı iyi niyetli yazarların kitaplannda yer verdikleri bu ve benzeri sözler söylediğimiz zaman, bu tür bir "sa­vunma" ile biz İslama hizmet etmiş olmayız. Aslında Al­lah'ın dini açısından bu yöntem gerçek bir savunma da sa­yılmaz. Biz, bu tutumumuzla, islamın berrak gerçeğini bu­landırmış, bilinçli veya bilinçsiz olarak islamda olmayan şeyleri ona maletmiş oluruz.

Çünkü çağdaş cahiliye uygarlığı "Kişisel Özgürlük" adı altında erkeğe verdiği gibi kadına açılıp saçılma, ahlaksız­lık, edepsizlik hakkını vermiştir. Peki islam bir kadın veya erkeğin böyle yapmasına izin verir mi? Batı uygarlığı, ka­dın erkek eşitliği maskesi altında kadının erkekleşmesine ve kadınlığının bozulmasına çalışıyor. Acaba islam bunu hoş karşılar mı? Yine bu uygarlık kadım erkeğin egemen­liğinden çıkarmaya ve kadının erkeğe düşman gözüyle bakmasını sağlamaya çalışıyor. Peki islam, cahiliyenin ka­dını böylesine tersyüz etmesini, yüce Allah'ın iki eşin ya­ratılışına dayanak kıldığı hikmetin dışına çıkarmasını, iki eş arasındaki ilişkiyi huzur, sevgi ve şefkatten uzaklaştı­rıp bunalıma, rekabete, ayrılık ve parçalanmaya dönüştür­mesini hoş karşılar mı?

"İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler ya­ratıp; aranızda muhabbet ve rahmet varetmesi O'nün var­lığının belgelerindendir."(Rum/ 21)

Aslında iğrenç müsteşrikler Kadın konusunda İslama saldırılarda bulunup, çeşitli laf oyunlarıyla "islam kadım küçümsüyor, ona insani haklarını vermiyor" derken, bazı insanların kuşkusuz iyi niyetle çıkıp islamı savunmak amacı ile "Kesinlikle bu suçlama doğru değildir. İslam, çağdaş medeniyetin verdiği tüm haklan kadına vermiştir." demelerini amaçlamaktadır. Böylece islamı savundukları­nı sanan bu insanlar kendileri için kurulan tuzağa düşü­yorlar ve kadının içine düştüğü fıtrat ve ahlak bozukluğu­nu islam şemsiyesi altına sokuyorlar... Müsteşriklerin hayranlarından bazıları da -iyice tuzağa düşerek- şöyle di­yorlar: İslam kadını ezmez, onu horlamaz. İslam gelişme ve ilerlemeye elverişli uygar bir düzendir. Onu anlama­yanların ileri sürdükleri gibi donuk ve katı bir sistem de­ğildir. Biz de onların yazdıklarına delil arıyor ve diyoruz ki: İnsaflı(!) Müsteşrikler de islamın ilerici ve uygar bir sistem olduğunu kabul ediyorlar(!)

Buna benzer bir konu da "savunma savaşı" meselesidir.

Müsteşrikler durmadan İslama saldırıyor ve "islam kı­lıç zoruyla yayılmıştır" diyorlar. Amaçlan bellidir. Bazı iyi niyetli insanların çıkıp "Kesinlikle... islam sadece kendim savunmak için savaşır" desin ve böylece kurulan tuzağa düşsünler. Yani müslümanlar islamı yaymak için cihad et­me düşüncesini akıllarından çıkarsınlar. Çünkü islam düşmanlan cihaddan korktuklan kadar başka hiç bir şey­den korkmazlar.

Kuşkusuz islam yüce Allah'ın emri uyannca kılıç kulla­nır. Fakat inanç sistemini insanlara zorla kabul ettirmek için değil, gerçeği insanlardan gizleyen cahiliye rejimlerini ortadan kaldırmak için. Cahiliye düzenleri bertaraf edilin­ce artık insanlar özgürdürler, islam inancını kabul etmeye zorlanmazlar. Nitekim, Mısır'da Kiptiler, Suriye ile Lüb­nan'da Hristiyanlar ve Hindistanda Mecusiler islam inan­cını kabul etmeye zorlanmaksızın günümüze kadar varlık­larını sürdürmüşlerdir. Komünistler de ferdi mülkiyete izin veriyor diye İslama yoğun saldırılarda bulunmaktadırlar. Onlann da amaçları bellidir. Bazı insanlar çıkıp, islamı savunmak amacı ile: "Kesinlikle!... islam 'toplumsal adaleti1 gerçekleştirmek için devlete fertlerin mallarına el koyma, millileştirme yet­kisini vermiştir" desinler ve kurulan tuzağa düşsünler. Yani sosyalizmi islam şemsiyesi altına soksunlar. Komü­nizmin, islam dünyasında gerçekleştirmek istediği başlıca hedef budur. Çünkü, Rusya'nın direktifi ile belirlenen strateji şudur: Müslüman ismi taşıyan komünizm propa­gandacıları, düşüncelerine islamdan kılıflar bulacaklar. Bununla beraber islamı gerçek mahiyetinden uzaklaştırıp sosyalizm kisvesine büründürecekler. Böylece islam mem­leketlerindeki komünizm savaşı daha kolay yürütülecek.

İslam, toplumsal adaleti sağlamak ve şer'i amaçlara ters düşmekten dolayı bozulan toplumsal dengeyi yeniden kurmak için özel yöntemlere başvurur. Ama bu özel yön­temlerden biri, helal yoldan kazanılan mala el koymak ve­ya millileştirmek değildir.[159] Tabii konuyu burada geniş boyutlarıyla ele alma imkanına sahip değiliz. Sadece, isla­mı savunduğunu sanan, iyi niyetli kişilerin tuttukları yan­lış yola dikkat çekmek istedik.

İslamın beşeri kültür birikimine ve insan aklının ürü­nü düzenlere açık olduğu meselesi de öyle...

Hiç kuşkusuz amacı islamı cıvıklaştırmaktır, berrak or-jinalitesini bozup onun "başka düzenlere kanşmaz, onlarla kaynaşmaz benzersiz ilahi düzen" kimliğinden uzaklaştır­maktır:

"Böylece sizi insanlara şahid ve örnek olmanız için ör-

tada bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahid ve örnek­tir."(Bakara/ 143)

"Allah'ın verdiği renge uyun; rengi Allah'ınkinden da­ha güzel olan kim vardır? 'Biz O'na kulluk edenleriz' de­yin "(Bakara/ 138)

"Cahiliye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır." (Maide/ 50)

Böyle bir görüşü savunanlar -bilinçli veya bilinçsiz ola­rak- batı sistemleri karşısında duydukları ezikliği, ruhsal hezimeti dışa vurmuş oluyorlar. İslamın bu tür sistemler­den yararlı ve amacına ters düşmeyen yönleri olabileceğini söyleyerek islamı insanlara şirin göstermeye çalışıyorlar. Sanki içten içe islam sisteminin yalnız başına yeterli ola­cağından kuşku duyuyor gibidirler. Veya sanki islam, bu tür düzenlerden alıntı yapmaz, onlarla kaynaşmaz diyecek olurlarsa, islamdan uzaklaşanlar gittikçe uzaklaşır, artık davete kulak vermezler endişesi içindedirler.

İslamı sevdirmek, bir amaçtır... Ama onun gerçek ma­hiyetini çarpıtarak değil... islamda olmayan bir şeyi ona maletmekle değil... "Kalpleri ısındırmak" amacıyla ilahi yol göstericilikten uzak cahiliye sistemleri ile uzlaşmaya gitmek, onlara şirin görünmeye çalışmak değildir.

"Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. "(Kalem/ 9)

Kalpleri İslama ısındırmak, onu Allah'ın indirdiği şek­liyle, orjinal berraklığı içinde kapsamlı ve eksiksiz bir ha­yat sistemi olarak sunmakla olur. Onun, Allah'ın hayat sisteminden ayrılan beşeri sistemlerden yapılacak yama­lara ihtiyacı yoktur:

"Bu gün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nime­timi tamamladım, din olarak sizin için islamiyeti beğen­dim." (Maide/ 3)

Müslümanlar, islam ile Beşeri düzenleri birbirleriyle kaynaştırma yoluna girmeden, insan düşüncesinin doğru olan yönlerinden yararlanırlar. Çünkü Allah'ın sanatı in­san yapısı ile karışmaz, onunla kaynaşmaz. İslam-demok-rasi, islam-sosyalizm arasında olduğu gibi arasında ben­zerlikler, ortak yönler varmış gibi görünse de bu yanıltıcı­dır.

İslam ile bu düzenler arasında bazı benzerlikler olduğu doğrudur. Fakat doğrusu -hatta tarihsel determinizm açı­sından- bazı beşeri düzenlerin İslama yaklaştıklarını veya bazı noktalarda İslama benzediklerini söylemektir. Bunun tersi doğru değildir. Beşeri düzenler asılmış gibi, onlar da­ha önce varmış da islam onlardan esinlenmiş, onlardan alıntı yapmış gibi davranmak yanlıştır.

Ayrıca şunu da söylemek zorundayız: İslam ile bu beşe­ri sistemler arasındaki kimi alanlardaki görünüm benzer­liği bu sistemlerin dayandıkları temel ile islamın dayandı­ğı temel arasındaki büyük farklılığı bize unutturmamalı-dır. İslamın temelinde kulluk sunulan merci Allah'tır. Ka­nun koyucu Allah'tır. Diğer sistemlerin temelinde ise kul­luk sunulan merci Allah ile birlikte veya O'nsuz başka tanrılardır. Kanun koyucu, heva ve hevesine uyan, ihtiras­larına göre hareket eden, kapsamlı ve her şeyi kuşatıcı ilimden yoksun insandır. Bu yüzden, kulluk sunulan mer­ci gerçek ilah olduğu zaman insanın insanlığı gerçekleşir. Ama kulluk sunulan merci, Allah'ın dışında vatan, millet, ideoloji, lider veya dolar gibi düzmece ilahlar olunca insa­nın insanlığı yarım kalır. O zaman, yasama yoluyla insanlann bir kısmı, diğer kısmına kulluk eder. Kanun koyucu her şeyi bilen ve herşeyden haberdar olan Allah olunca eksiksiz adalet gerçekleşir. Kanun koyucu insan olunca, adalet hep yarım yamalak kalır. O zaman bir yönüyle zu­lüm hep ayakta kalır. İnsanlar bu zulmü değiştirmek iste­dikçe yeni zulümler işler.[160]

Üçüncü sakınca ise; daha önce işaret ettiğimiz gibi "islam sadece çağdaş sorunlan çözümlemekle kalmaz, aynı zamanda en üstün çözümü getirir" savım kanıtlamak için günün sorunlarına ayrıntılı çözümler bulmanın peşine düşmektir.

Bu sakınca şundan ileri geliyor: Daha önce de değindi­ğimiz gibi bu pratik çözümler, gerçekte pratik değildirler. Çünkü uygulanamazlar. Kuşkusuz bizzat uygulanamaz nitelikte oldukları için değil. Fakat mevcut çözümlerin en üstünü olsalar bile, pratikte onlan uygulayacak kimse bu­lunmadığı için. Örneğin -kendi yanımızda, bu pratik çö­zümlerle ona hitap ettiğimizi varsaydığımız- Batı, bizimle ilgilenmez, sözlerimizi dinlemez bile. Çünkü müslüman değildir. Onunla islam arasında engel oluşturan Haçlı zih­niyeti, Batının bizim, onun sorunlarına elindeki tüm çö­zümlerden daha üstün çözümler bulduğumuza ilişkin me­sajımızı dinlemesini önleyecek kadar yoğun ve katmerli­dir. Batılılar arasında müslüman olanlar da bizim sundu­ğumuz pratik çözümlerden dolayı değil, ruhsal açlık his­settikleri için müslüman oluyorlar.

Müslüman genci -veya islamdan kaçtığı halde müslü­man ismini taşıyan genci- İslama döndürmenin yolu, isla­mın çağdaş sorunlan çözecek pratik çözümler üretebildiğine, demokrasi ve komünizmden daha üstün yollar önerdi­ğine inandırmak değildir. Buna gerçekten inansa bile o zaman sana şöyle diyecektir: "Gidin islami yönetiminizi, islam düzeninizi kurun, o zaman sizi destekleriz "... Çün­kü söz konusu genç -insanı uygulamaya zorlayan- inanç noktasından davet edilmemiştir. Sadece akli düşünme noktasından davet edilmiştir. O da insanı yerinden kımıl­datmaz, özellikle harekete geçmek, işkencelere uğramak, sürgün edilmek, öldürülmek anlamına geliyorsa!...

Batılı sistemleri fiilen uygulayan, güçlü, kuvvetli ege­men devletler vardır. İslam düzeni ise gençleri üstünlüğü­ne inandırsak bile güçlü, kuvvetli ve egemen bir devlet ta­rafından uygulanmıyor. Bu yüzden beşeri düzenlere yöne­lenler "Demokrasi dükkanında", "komünizm dükkanında" satılan hazır mallar bulacaklardır. İslam tarafında ise, mevcudu bulunmayan malların pazarlandığını görecekler­dir. Pazarlamacı, benim satmak istediğim mallar o dük­kanlarda gördüklerinden üstündür dese bile her hangi bir değişiklik olmayacaktır. Eğer müşteri "inanan" biri değil­se, sana rahatlıkla şöyle diyecektir: Sen malını getirdiğin zaman senden alırım. Ama şimdi hazır olanı alacağım. Bu yüzden her zaman, davetin kapısı inançtır diyoruz. Bu da "Lailahe İllallah, Muhammedun Resulullah" kapısıdır. İnanç kapısından girmeyenin gözü hep dışarda olacaktır.

Bizim, insanlara anlatmakla yükümlü olduğumuz, inanç, siyaset, ekonomi, eğitim ve toplumsal yapıya ilişkin dinin değişmez değerleridir.

Bu değerleri, her müslüman kuşağa, anlayacakları bir dille, yaşadıktan deneyim ve karşılaştıkları sorun aracılığı ile anlatmak bir görevdir. Bununla beraber tarihte eşi gö­rülmemiş bir kavram kargaşasını yaşayan, düşüncesi karışan, duygulan şaşkına dönen günümüz kuşağına bunlan açıklamak ise çok daha zorunlu bir görevdir.

Bu meseleleri bilmek, mü'minin imanım daha da kök-leştirir. Dinine ilişkin gerçekleri öğrendikçe inancı pekişir. Gerçeği samimiyetle araştıran bazı şaşkınlar kendine ge­lir, boşluktan kurtularak doğru yola ulaşır.

Burada şöyle bir soru yöneltilebilir: Siyaset, ekonomi v.s. konularına ilişkin "değişmez temellerden" sözetme-mizle, ayrıntılardan sözetmemiz arasında ne fark var? İs-lamdan kaçanlann "islami pratik çözümlerin" daha üstün olduğuna inandıktan sonra geri dönmeleri açısından ay-nntılara girmek daha uygun bir yol değil midir?

Ama mesele gerçekte böyle değildir.

Çünkü "pratik çözümler" arayan kişi, genellikle, en kö­tü anlamıyla "realisttir". Eğer hazırda herhangi bir mal bulamazsa veya realiteyle uyuşan bir pratik göremezse, başka mağazalara bakacaktır. Fakat "temelleri" ve "değer­leri" araştıran kişi köktencidir, gerçeğin peşindedir. Onu gördüğü yerde hemen ilgi duyar, sonra ona inanır, ardın­dan hayata geçmesi için cihad eder.

Dördüncü sakınca; Düşmanlarımızın hedefi, gerçeği öğrenmekten çok müslümanlan, gerçekleşmesi için çalış­tıkları amaçları hakkında karamsarlığa düşürmek için önümüze sürdükleri problemler aracılığı ile yavaş yavaş bizi kendilerine uyruk haline getirmeleridir.

Örnek olarak"siyaset teorisini" ele alalım.

Sana diyecekler ki; "islamın bir siyaset teorisi yoktur. Veya davet görevini yürüten müslümanlar siyaset teorisi­ne ilişkin netleşmiş bir düşünceye sahip değildirler. Şu halde nasıl devlet kuracaklar?"

Bazı samimi kimseler de islamın bir siyaset teorisinin olduğunu kanıtlamak amacı ile önlerine uzatılan bu oltaya takılırlar. Bu teoriyi, kitap, sünnet, Hz. Peygamber döne­mi ile dört halife dönemindeki fiili uygulamadan örnekler getirerek açıklamaya çalışırlar. Şayet Allah dilerse bunun­da iyi yönleri olur. Fakat, acaba bu sorunu ilk önce ortaya atanlar, bu "meydan okuma"nın bilimsel detaylı ve köklü­ce cevaplandınldığım gördükleri zaman susarlar mı?

Kesinlikle hayır! Çünkü daha baştan itibaren amaçları gerçeği öğrenmek değildir.

Sonra şunu diyecekler: -nitekim fiilen dediler de- ülke-lerinizdeki azınlıkları ne yapacaksınız?[161] Amerika ve Rus­ya'yı ne yapacaksınız? Dine dayalı devlet düşüncesini onaylamayan uluslararası kamuoyu karşısında ne yapa­caksınız? gibi onlarca, yüzlerce soru...

Eğer onlara "şu halde ne yapalım?" diye soracak olur­san, sonunda göreceksin ki, siyasi kimlikleri uyarınca, ya­ni Rusya veya Amerika'dan hangisine kul olmuşlarsa, se­nin de onlardan birine uymanı isterler. İlmi tartışma veya mevzuyu inceleme adı altında seni bu hedefe sürükledikle­rini farkedersin.

Şayet, islami gerçekleri açıklamak şeklinde ifade edebi­leceğimiz asıl çizgimizi unutup, onların durmadan önümü­ze çıkardıkları ve bu gidişle de vazgeçmeyecekleri sorunla­rın peşine düşersek, emeğimizin gereksiz yere harcanması, uğruna düşünce ürettiğimiz, araştırma yaptığımız, yazı yazıp insanlara tanıtmaya uğraştığımız asıl hedefimizi kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalırız. Zaten düş­manlarımızın amacı da budur. Israrla bu tutumlarını sür­dürmeleri bu yüzdendir. Bizim karanlık bir yola canla baş­la koyulduğumuzu gördükçe hain bir iştahla ellerini ovuş­tururlar.

Gayri müslim azınlıkların varlığı, Rusya ve Ameri­ka'nın yolumuza taş koyması, uluslararası kamuoyunun istememesi gibi problemler, Allah'ın hükmünü yeryüzüne egemen kılmaya ilişkin Rabbani yükümlülüğü ortadan kaldırmaz.

Az önce sıraladığımız bu tür engellerden dolayı, bu yü­kümlülüğün müslümanlarm omuzlarından kalktığına ina­nanlar, Allah'ın ilim ve hikmet sıfatını yok sayıyorlar. O'nun kudret ve kuvvet sıfatını hesaba katmıyorlar. Sanki onlar, yüce Allah'ın (haşa) ilerde islamın hakimiyetini ön­leyecek şartların ortaya çıkacağını bilmediğini varsayıyor­lar. Onlara göre yüce Allah (haşa) gerçekleşme imkanı ol­mayan, hikmetle çelişen bir yükümlülük yüklemiştir müs-lümanlara. Yine onların iddialarına göre yüce Allah mü'minlere yardım edecek, yardımı ile onları destekleye­cek durumda değildir. Çünkü Rusya ve Amerika (haşa) ondan daha güçlüdür.

Ulu Allah bizim kendisine inanmamızı ve uğrunda cihad etmemizi şart koşmuştur. Bunun ötesini kendi üzeri­ne almıştır.

Bu gün gözlerimizle Afganistanda mucizeye benzer ge­lişmeler görüyoruz. Her türlü silah'tan (aşağı yukarı) yok­sun bir halkın, kesintisiz altı yıldır, tarihte benzeri görül­memiş bir vahşete, bir barbarlığa karşı yürüttüğü destansı  mücadeleyi  seyrediyoruz.  Buna  rağmen  düşman, mü'min mücahitlerin direnişini kıramıyor.

Bu tür mücadeleleri başlatanlarla sürekli tartışmak, onlann ikna olmalarına yolaçmaz. Çünkü onlar gerçeği or­taya çıkarma amacında değildirler. Onların kinleri de bit­mez. Onlar her halükarda islamdan hoşlanmazlar. Onlar bundan sonra da şu veya bu beşeri güce kulluk sunmaya devam edeceklerdir:

"Sen onları iftiraları ile başbaşa bırak"(En'am/ 112)

Son olarak dikkat çekmek istediğimiz sakınca ise, "il­mi araştırma" sorununun yavaş yavaş bizi "islami bir alt­yapı" oluşturmak için vazgeçilmez nitelikte olan eğitim gö­revinden alıkoymasıdır. Daha önce buna işaret etmiştik. Böyle bir durumda biz gereksiz işlerle meşgulken bizden istenen her türlü görevi yaptığımızı zannedebiliriz.

Bir grup araştırmacının, hareket, insanlarla iletişim kurma ve eğitim görevini yürütmeden çok bu tür konular­la uğraşmasında bir sakınca yoktur. Fakat bütün bir ce­maatin bu işe yönelmesi, sonra da islami harekette üstüne düşeni yerine getirdiğini sanması tehlikelidir... Çünkü bu, sonuçta hareketi öldürür ve araştırma konuları arttıkça islami altyapı da daralır.

 

AŞIRILIK

Karekter olarak aşırılığı sevmem. Sadece bu meselede değil. Her konuda öyleyim.

Aslında bu meselede söylenecek çok söz vardır.

En başta, islami hareket alanında faaliyet gösteren ba­zı cemaatlerin ve bazı gençlerin aşırı gittikleri doğrudur. Fakat bunların sayısı, belli bir amaç için tüm hareketi aşı­rılıkla suçlayan abartmacıların göstermeye çalıştıkları ka­dar korkunç boyutlarda değildir.

İster nefret ettirme, ister teşvik etme, ister kışkırtma amacı ile olsun aşırılığı tasvir ederken abartılı ifadelerle olayı olduğundan korkunç gösterenler, sakal bırakan her delikanlıyı, örtünen her genç kızı veya Allah'ın şeriatının uygulanmasını isteyen her kişiyi aşırılıkla nitelendirirler.

Kuşkusuz sakal bırakan her bin delikanlıdan biri veya islami öçlülere göre örtünen her bin genç kızdan biri yahut Allah'ın şeriatının uygulanmasını isteyen bin insandan bi­ri aşın davranışlarda bulunabilir. Fakat o bin kişinin tü­münü aşırılıkla nitelendirmek, islami hareket ile kitleler arasında nefretten bir duvar örme amacına yöneliktir.

Maksat, hızla gelişen islami hareketi durdurmak, gelişme­sini önlemektir. Bununla bütün islami hareketi aşırılıkla nitelendirmek böylece Allah'ın şeriatının uygulanmasını isteyen müslümanlan ezmek isteyen Diktatör zorbaların eline bir bahane vermektir.

Şu halde, aşırılığa karşı eserler veren islamcı yazarlar sözlerinin nereye vardığına baksınlar. Bu sözlerin, islami hareket içindeki en ılımlı gruplar aleyhinde bile nasıl kul­lanıldığına baksınlar...

Yüce Allah, kitabında şöyle buyuruyor:

"Allah'tan başka yalvarıp yakardıklarına sövmeyin ki onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler." (Enam/ 108)

Asılsız ve düzmece oldukları halde, zerre kadar gerçek­lik payı taşımadıkları halde ulu Allah, müşriklerin Allah'ı bir yana bırakarak kulluk sundukları sahte tanrılara sö­vülmesini yasaklamıştır. Çünkü böyle yapmak, Allah düş­manlarının islamın kutsal değerlerine sövmelerine neden olabilir. Şu halde sırf aşırılığı sevmediğimizi vurgulayalım veya kendimize yönelik aşırılık suçlamasından kurtulalım diye Batıl taraftarlarına kalemlerimizle nasıl yardımcı olabiliriz? Sonunda bize karşı kullanılacak bir silah nasıl veririz düşmana? Şu atasözü bu durumu çok güzel ifade etmektedir: "Aslında beni, beyaz öküzü yediğin gün yemiştin."[162]

İkincisi; ileri gidiyorlar diye aşın gruplara savaş açan­lar, ılımlılığa, orta yolculuğa dönülmesi gerektiğini ileri sürenler, aslında o gruplara karşı bu sebepten dolayı sa­vaşmıyorlar. Gençleri, Allah'ın şeriatının uygulanması hu­susunda ısrar etmeye, Allah'ın şeriatından başka yönetim biçimini kabul etmemeye yönelttiği için savaş açıyorlar. İşte onların istemedikleri, kabul edemedikleri budur. Şu halde aleyhinde savaş başlatılan islamdır, aşırı gruplar değil. Gerçekte, islami insanların pratik yaşayışı haline getirme isteğidir yasak olan. Çünkü düşmanlar, islamın bu şekilde kalmasını istiyorlar. Yani islamsız islam.

İslama savaş açanlar, aşırılık aleyhtarlığı maskesinin arkasına saklansalar da, şu gerçek her türlü perdenin ge­risinden açıkça görülecektir: Gerçekte savaşılan islamdır ve yeryüzünde yokedilmek veya sürülmek istenen de müs-lümanlardır:

"Milletinin cevabı sadece, onları kasabanızdan çıkarın, güya onlar temiz kalmaya uğraşan insanlarmış demek ol­du." (A'raf/ 82)

Bu konuda söylenecek son söz şudur: Aşırılığa yol açan ve onu uygulamalarıyla sürekli besleyen, Allah'ın indir-dikleriyle hükmetmeyen, dolayısıyla Allah'ın şeriatının egemen olmasını isteyen müslümanlan katleden, kurşuna dizen yönetimlerdir.

Yoksa... Eğer bu yönetimler yüce Allah'ın emrettiği şekliyle Allah'ın indirdikleriyle hükmetselerdi, aşın uçlar nereden türeyecekti?

Eğer Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyen bu yönetim­ler, en azından "Lailahe illallah Muhammedurresulullah" diyen herkesin boynunun borcu olan Allah'ın şeriatının uygulanmasını isteyen müslümanlara "adi" suçlulara verdiği hakları tanısaydı, onlara da kendilerini savunma fir-satını verseydi, onlan yapsın, yapmasın bazı eylemleri iti­raf etmeye zorlamak için işkence yöntemlerine başvurmasaydı. Zora dayalı ve şeriata uygun olmasalar bile normal yasaları onlar için de işletselerdi, en azından böyle yapsa­lardı, aşın hareketler nerden türeyecekti?

Şunu hiç bir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız: Aşırılı­ğın yayılıp beslenmesinin en başta gelen ve en büyük etke­ni, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyen, Allah'ın şeriatı­nın egemen olmasını isteyen müslümanlara karşı tarihte eşi görülmemiş barbarca baskı ve sindirme yöntemlerini uygulayan bu günkü yönetimlerdir. Şunu da unutmamalı­yız ki; Bu yönetimler aynı anda üç suç birden işlemekte­dirler. Birincisi, şeriatının uygulanmasını emreden Al­lah'ın emrini dinlememek. İkincisi, Orman kanununda bi­le yeralmayan cinayetler işlemek, toplu kıyımlar yapmak. Üçüncüsü, gençler arasında ilk iki cinayete bir tepki ola­rak ortaya çıkan aşırılık ruhunu beslemek.

Şu gerçeği de hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız: Gerçek nedenleri ortadan kaldırılmadıkça aşırılığa son vermek mümkün değildir. Yani, yöneticiler, Allah'ın indir­dikleriyle hükmetmeye ilişkin Allah'ın emrine olumlu kar­şılık vermelidirler. Ya da en azından Allah'ın şeriatının egemen olmasını isteyenlere karşı başlattıkları barbarca sindirme yöntemlerinden vazgeçmelidirler. Yeryüzünün her tarafında müslümanlar arasında girişilen kıyımlar, Allah'ın dilediği kadar sürüp gidecek aşırılık ateşinin ya­kıtı niteliğindedir.

Şu halde gerçekten aşırılıktan şikayetçi olanlar, ger­çekten bu hastalığı tedavi etmek niyetinde olanlar, tuttuk­ları yolu gözden geçirsinler...

Buraya kadar, islami hareket sahasında karşı karşıya kalınan bazı sorunlara değindik. İslami uyanışla bağlantı­lı bu bölümün sonunda, tarihinin bu aşamasında omuzuna binmiş davet görevini özetlememiz yerinde olacaktır.

Davet, ilahi mesajı duyurma ve bu mesaj doğrultusun­da insanları eğitme görevidir. Mekkede'ki ilk davet döne­minde uygulanan peygamber metodunu göz önünde bulun­durarak. ..

İlahi mesajı duyurma görevi şu demektir: Daveti kitle­lere ulaştırma fırsatı doğunca, onlara bilmedikleri "lailahe İllallah" gerçeği öğretmek ve bu gerçeğin Allah'ın şeriatını egemen kılmakla yakından ilgili olduğunu vurgulamaktır. Bu gün müslümanların içine düştükleri zilletin, onur kin­ci durumun, zayıflığın, geri kalmışlığın, yenilmişliğin ne­deninin "Lailahe İllallah"ın asıl içeriğim kaybedip sadece dille söylenen sıradan bir söze dönüşmesi olduğunu anlat­maktır: Bunun da Allah'ın indirdiği islam olmadığım söy­lemektir. Yüce Allah'ın dünya ve ahirette hoşnut olup ge­çerliliğini kabul ettiği islamın, "Lailahe İllallah Muham-medun Resulallah" kelimesini söyleyip gereklerini yerine getirmek, farzlan uygulamak olduğunu anlatmaktır. Müs­lümanların Doğu ve Batıdan alınma herhangi bir ideoloji ile, veya her hangi bir hayat sistemi ile tekrar egemenlik kuramayacaklarını söylemektir. Bunun ancak gerçekten Allah'a dönmekle, yani gerek inanca özgü konularda, ge­rek bireysel ve sembolik kulluk kastı taşıyan davranışlar­da, gerek herhangi bir meselede Allah'ın şeriatına göre hükmetmede, tek ve ortaksız Allah'a kulluk sunmakla mümkün olacağını açıklamaktır. Tastamam yüzyıldır Do­ğu ve Batıdan alınan ideolojiler zayıflığı, onur kırıcı orta­mı, zilleti, zaran, egemenlik ve istikrardan gittikçe uzak­laşmayı arttırmaktan, başka bir şey getirmediğini vurgu­lamaktır.

İlahi mesajı kabul eden insanlan eğitme görevi ise, ger­çekte davet hareketinin yerine getirdiği en önemli görev­dir. Çünkü bu, kurtuluş yoludur. Şartlar ne olursa olsun, zorlukta, rahatlıkta, genişlik ve darlıkta hiç durmadan ke­sintisiz sürmesi gereken bir görevdir bu.

İslami bir altyapı kurmak için gerekli olan eğitim siste­mi, sıradan müslümanlar değil, örnek bir nesil çıkarmayı hedefler. Tıpkı, binayı ayakta tutacak sağlam sütunlar gi­bi.

İlk hedef olarak; yabancı unsurlardan, bid'at ve sapma­lardan arındırılmış bir inancı gerektiriyor; Kuşaklar boyu yapılan eklemelerden, sapmalardan ve neredeyse katışık­sız tevhid inancını cahiliye putperestliğine dönüştürmüş bulunan sapıklıklardan uzak, tıpkı ilk kuşak müslümanlarınki gibi bir inancın varlığım zorunludur.

İkinci hedef; bu inancın gereklerine ilişkin bilinçli bir kavrayışa ihtiyaç vardır. Bu inancın gerekleri, Allah'ın ki­tabında ve peygamberimizin -selam üzerine olsun- sünne­tinde yeralan bütün yükümlülüklere ve direktiflerdir. İşte bu dinin yüceliği ve tarihin tanık olduğu en görkemli reali­teyi ortaya çıkaran ve bu dini omuzlayan bu ümmetin yü­celiği, söz konusu yükümlülük ve direktiflerin yüceliğin­den, insan ruhunun ve hayatın her yönünü kapsayıcı nite­liğinden kaynaklanır.

Üçüncü hedef; bu inancı, realite dünyasında yaşanan uygulamalı bir gerçeğe dönüştürecek bir eğitime ihtiyaç vardır.

Bu eğitim de, ilahlığın ifade ettiği anlamların, pratik bir uygulamaya temel oluşturacak, kalbte yereden pürüz­süz bir gerçeğe dönüşene kadar derinlere uzanıp kökleş­mesini gerektiriyor. Zorlukta imtihan ve bollukla imtihanda sarsılmayan pürüzsüz bir inancı zorunlu kılıyor.

"Lailahe illallah" ahlakının doğrudan doğruya insan ruhundan fışkıran pratik bir gerçek halini alacak şekilde kökleşmesi gerekir. 'Lailahe illallah' ahlakı, insanın sergi­lediği tüm davranıştan kapsayacak kadar geniş ve kuşatı­cı bir kavramdır. Örneğin, kardeşlik, 'Lailahe illallah'ın öngördüğü ahlak kurallarından biridir. Dayanışma bir "la-ilahe illallah" ahlakıdır. Zorluklara karşı sabır ve direnme bir "lailahe illallah" ahlakıdır. Hakkı gerçekleştirme husu­sunda gözünü budaktan sakınmama, cesaret bir "lailahe illallah" ahlakıdır. Düzenli ve kontrollü bir hayat sürdür­me bir "lailahe illallah" ahlakıdır. Gerçeği bilip onu izleme de bir "lailahe illallah" ahlakıdır.

Çağdaş dünyanın durumuna, bu günkü şartlan içinde müslümanların durumuna, düşmanların islam aleyhine kurdukları tuzaklara, çevirdikleri dolaplara, fikir savaşı ve diğer savaş yöntemleriyle müslümanların hayatını ka­rıştırmalarına ilişkin siyasi bilinçte ihtiyaç duyulan un­surlardan biridir.

Zamanı gelmeden adım atmamayı, vakit gelince de ge­reği gibi harekete geçmeyi ve yararlanmadıkça fırsatı el­den kaçırmamayı öngören bir hareket bilinci de lazımdır.

Hem ferdin içinde hem de toplum bünyesinde ferdi ve toplumsal istekleri dengelemek gerekir. Bu sayede ferd, azgın bir zorbaya; aynı zamanda ister doğru ister yanlış olsun toplumun yaptığı herşeyi kabul eden güdük bir un­sura dönüşmez. Toplum da ferdin kişiliğini ezen azgın bir despotizme veya birlik ve bağlılıktan yoksun başıboş bir kalabalık niteliğini almaz.

Bunların yamsıra sağlıklı bir fıkıh bilgisine ihtiyaç var­dır: kişi neyi alacağını, neyi bırakacağını, ne zaman dinleyip itaat etmesi gerektiğini ve ne zaman itaat edip dinler­se mahvolacağım bilir.

İşte öngörülen eğitimin çok ve ağır gereklerinden dola­yı, özellikle aşağı yukarı islamın bütün değerlerinden so­yutlanmış bir ümmet içinde doğru bir metod doğrultusun­da hem kendilerini hem de başkalarım eğitebilecek yeterli sayıda davetçi eğitimciler yetişmeden önce adım atmada acele edilmemelidir, kitlelerin büyük çapta davetin safla­rına katılması hususunda acele edilmemelidir. Çünkü bu acelecilik davete hiçbir şey kazandırmaz, sadece yoluna taş koyar, normal seyrini önler.

* * *

Halk kitlelerinin ilgisine, islamdan sözedildiği zaman meydana gelen duygu coşkunluğuna rağmen, gerçekte bir "müslüman altyapı"nın mevcud olmadığım aklımızdan çı­karmamalıyız. Bu duygusal bir coşkunluktur, buna daya­narak gerçek bir yapı, gerçek bir hareket oluşturmak im­kansızdır. Yenibaştan bir yapılanma gerekir istenen "alt-yapı"nın oluşumu için. Birer birer kenetlenmiş yapı kuru­lana kadar. Tıpkı peygamberimizin -selam üzerine olsun-kurduğu ilk müslüman cemaat gibi. Aynı düzeye ulaşılma-sa bile, aynı metodu izleyerek bu yapıyı kurmak gerekir. Resulullah ve ilerde oluşacak islam ümmetine altyapı ni­teliğinde eğittiği ilk müslüman cemaat güzel bir modeldir çünkü.

* * *

Ayrıca islam ile düşmanları arasındaki savaşın gelip geçici bir çatışma olmadığını, kuşaklar boyu süren uzun ve çileli bir çarpışma olduğunu da aklımızdan çıkarmamalı­yız. Bu yüzden bu ağır yükü omuzlamak üzere oluşturulan "altyapının, uzun nefesli, yaman sabırlı, derin bir Allah inancına sahip ona yönelik derin bir tevekkül duygusu ile, işin gerektirdiği zorluklara hazır hale gelmek... İslamın günümüzdeki garipliğini ortadan kaldırmak, taze fidanı selin akıntısından kurtarıp bir kez daha dikip toprağın de­rinliklerine köksalmasını sağlamak için gerekli olan feda­karlıkta bulunabilecek, emeğim, malım, kanını ve düşün­cesini bu yola koyacak niteliklere sahip bir toplum oluş­turmak bir zorunluluktur.

İstenen niteliklere sahip ve uygun yoğunlukta bir alt­yapı oluşunca ulu Allah insanların içinde bulundukları durumu değiştirecektir. Çünkü onlar üzerlerine düştüğü kadarıyla kendilerim değiştirmişlerdir. İstenen şartı yeri­ne getirmiş olacakları için yüce Allah bir kez daha onları yeryüzüne egemen kılacaktır:

"Allah içinizden iman edip iyi ameller işleyenlere, ken­dilerini tıpkı daha önceki mü'minler gibi yeryüzünde ege­men kılacağını, kendileri için seçtiği dinlerini sarsılmaz temellere oturtacağını ve korkularını güvene dönüştürece­ğini vadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiç bir şeyi bana ortak koşmazlar. "(Nur/ 55)

Bundan sonraki bölümde, geleceğe bakmaya çalışaca­ğız, bakışlarımızı içinde bulunduğumuz anın ötesine uza­tacağız...

 

GELECEĞE BAKIŞ

Önceki bölümlerde, sapma akımının vardığı sonuçlar­dan; zayıflıktan, zilletten, onur kırıcı duruma düşmekten, her yönüyle zarara uğramaktan ve düşman karşısında ağır yenilgiye uğramaktan sözederken ayrıntılı biçimde sunduğumuz bütün olumsuz şartların sonucu bugün is­lam alemi iç karartıcı, kötü bir dönem yaşıyor. Bunun yanısıra, islam alemi konjüktürel iktisadi, siyasi, toplumsal, düşünsel ve psikolojik krizlerle bocalıyor.

Yakın gelecekte islam alemi için düşünülen manzara, bütün bunlardan daha korkunçtur. Çünkü düşmanlar bu­güne kadar islam alemi bünyesinde yaptıkları tahribatlar­la yetinmemişler. Daha büyük tahribatlar ve geniş boyut­lu parçalanmalar meydana getirmeyi düşünüyorlar.

Onlar gerçekte dörtyüz yıldan beri belirlenen yolu izli­yorlar. Bu süreç müslümanların Endülüs'ten sürülmeleri ile başlar. Ardından müslümanların geri kalan bölgeler­den de kovulması, kindar haçlı egemenliğine boyun eğme­lerinin sağlanması ve ilk haçlı savaşlarında alınan ağır yenilgilerin intikamının alınması için yeni Haçlı savaşları başlar. Haçlılar ilk saldırılarında büyü mal ve can kaybına uğramalarına rağmen eli boş dönmüşlerdi. Üstelik Avru­pa'nın göbeğinde bir müslüman devlet kurulmuş ve bu devlet üç yüz yıl boyunca sürekli ilerlemiştir. Hristiyan şehirlerini birer birer ele geçirip egemenliği altına almıştı. Bu şehirlerin on milyonları bulan halkları islam inancını benimsemişti.

Ne varki islam alemi, yirminci yüzyılın başından itiba­ren emperyalizmden kurtulduğunu, yeniden yapılandığını, idari yapısını iyileştirdiğini, artık ileriye, yani güçlülüğe, uygarlığa ve kalkınmışlığa doğru adım atabileceğini san­mıştı.

Acaba bu zan gerçek miydi?

Kuşkusuz daha önce müslüman halkların genel niteliği cehalet iken yirminci yüzyıl boyunca eğitim yaygınlaştı. Salgın hastalıklar kol geziyorken sağlık durumunda da be­lirli bir düzelme görüldü. Yerel hammaddeyi işleten bü-yük-küçük sanayi kuruluşları meydana geldi. Daha önce her şey dışarıdan alımyorken ve halk en basit bir malze­meyi üretecek durumda değilken, ihtiyaç duyulan bazı malları üretecek duruma geldi. Ordular son derece ilkel si­lahlan kullamyorken, modern silahlara kavuştular. Sana­yide, tarımda ve onarım alanında modern araç-gereçler kullanılmaya başlandı. Caddelerde otomobillerden geçil­miyor. Evlerimizde televizyonlar eksik değil.

Fakat bu görüntüler, ilk bakışta sanıldığı gibi gerçeği yansıtmıyorlar. Kimisi gerçek, kimisi de yanıltıcı olabilir. Genel olarak durum, ikinci dünya savaşından sonra mey­dana gelen şartlardan biraz daha iyiydi. İkinci dünya sa­vaşından sonraki durum, yüzyılın ilk yarısında yaşanan yüzeysel ilerlemenin ardından bir düşüş olarak nitelendi­rilmektedir.

Nasıl oldu bu durum? Neden durumlar tersine döndü ve günden güne bu düşüş neden artarak devam etti. İç et­kenlerden dolayı mı? Yoksa dış etkenlerden dolayı mı?

Yoksa iç ve dış olaylar birlikte mi etkili oldular?

Şu halde, ilk önce başlangıçtaki zahiri düzelmeyi ele alalım.

Hiç şüphesiz, gerek emperyalizmin isteği ile gerekse is­teği dışında bir ölçüde maddi ilerleme gerçekleşmiştir.

Emperyalizme karşı gelişen isyan ruhu, halkı harekete geçirmiş; ısrarlı bir şekilde okuyup öğrenmeye, üretmeye, hayatlarında bozuk gördükleri tarafları düzeltmeye yö­neltmiştir.

Fakat, kalkınmışlığa, uygarlığa ve ilerlemeye doğru yü­rüyen bu halklar önemli bir tehlikenin farkında değildir­ler.

Bütün emperyalist ülkelerin, varlığının temel taşına, yani İslama karşı uyguladıkları dehşet verici komplonun farkında değildirler. Emperyalist ülkelerin islam alemin­den çekilmeden önce yürürlüğü koydukları "zehirleme" planım görmüyorlar.

İslam aleminde hayat biçimini kontrolüne geçiren, onu uygarlaştırmaya çalışan ama islamdışı ilkeleri esas alan Laik önderler ortaya çıkmadıkça Emperyalistler bu bölge­den çekilmediler.

Müslüman(!) kadın "özgürlüğüne" kavuşmadan, yani dininden, ahlakından, geleneğinden kurtulup erkekleri baştan çıkaracak bir fitne unsuru olarak sokağa dökülme­den bu topraklan terketmediler emperyalistler.

Batı toplumunda mevcut olan tüm zehirli tohumlan is­lam aleminin her tarafına saçmadan çekip gitmediler. Ama oradaki yıkımı geciktirme işlevini gören etkenleri ge­tirmediler. Cinsel anarşizm, ahlaki çözülme, ailesel parça­lanma, ruhsal boşluk, psikolojik çöküntü, bunalım, intihar, sinir hastalıkları, içki, suç, bireycilik, değerleri hiçe sayma, maddi zevkin peşine düşüp kendini kaptırma gibi tohumlar saçarak gittiler.

Bünyesine bu zehirli tohumlar ekilen halklar gerçekten kalkmabildiler mi? Gerçekten uyandılar mı? Gerçekten güç ve yükselmeye doğru giden bir yol mu tuttular?

Yoksa, sürekli bir çöküş, görünürde ilerlemişliği andı­ran gelişmelere rağmen değişmez bir zayıflık mı yaşanı­yor?

Kuşkusuz aklı başında olan insanlar bütün bunların tehlikesini görüp halklarını uyardılar. Ama Allah'ın mer­hamet ettikleri hariç bu halklar uyarıcılara aldırmadı. De­liler gibi dillerim çıkanp bu zehirli tohumların biraz daha verilmesini istediler, aldıkça biraz daha, biraz daha diye yalvardılar.

Daha önce, düşünce savaşına alet olanlara, bilinçli, bi­linçsiz işbirlikçilere ve bunun sonucu sözkonusu halkların bünyesinde meydana gelen sürekli yıkıma ilişkin söyledik­lerimizi burada yeniden anlatmaya gerek yoktur.

Bütün bunlarla beraber emperyalizme başkaldıran "Devrimcilerin", emperyalizmi yenip ülkelerinden kovduk­larını ve gerçekte özgür olmadıkları aksine batıya kulluk illetine yakalandıkları halde kendilerini özgür sanarak yan gelip yatmalarına rağmen, bu gevşemenin sonucu em­peryalizmin geride bıraktığı zehirli tohumların daha etkili olmasına rağmen...

Bütün bunlara rağmen, bölge halkları hızlı bir tempoy­la, hırslı bir yürüyüş tutturmuşlardı. Fakat bu hızlı tem­po, uluslarararası sahnede meydana gelen radikal değişik­liklerden, daha önceki güçlerin yerini daha dişli ve daha kötülerin almasından sonra büyük ölçüde yavaşladı.

İkinci dünya savaşı, dünya üzerindeki siyasi dengeler­de köklü değişikliklere neden oldu.

O güne kadar "iki süper güç", yani yeryüzünde zorbaca egemen iki ülke olan İngiltere ve Fransa vardı. Ötekiler, ikisinin emperyalist gölgesinde yaşam savaşı veren ikinci derecede güçler konumundaydılar. Bir çok alanda bu iki süper güçle çekişiyor olsalar bile durum böyleydi. Sykspykut antlaşması imzalanana kadar bu iki süpergüç ara­sında da sert çekişmeler mevcuttu. Bu anlaşma ile, nüfuz alanlarını aralannda paylaştıktan sonra çekişme sona er­mişti. Fakat birbirleriyle çelişen bütün güçlerin üzerinde birleştikleri ortak bir yönleri vardı: İslamla karşılaştıkları zaman bütün çekişmeleri unutuyor, dayanışmaya girip güçbirliği yapan tek saf halini alırlardı.

Örneğin Büyük Britanya 1882 yılında Mısırı işgal et­miş ve Muhammed Ali döneminden Hidiv İsmail dönemi­ne kadar süren Fransa'nın siyasi nüfuzuna son vermişti. Ama, hiç bir Fransız misyonerlik teşkilatına, Fransız kül­tür kurumlarına, Napolyonun kurduğu Firavunlar dönemi eserleri enstitüsüne karışmamış. Çünkü burada İngiliz, Fransıza olan düşmanlığını ve nefretini unutuyor, ikisinin de ortak bir düşmanı yok etmek için çalıştığını, dolayısıyla dayanışma içinde hareket etmeleri gerektiğini hatırlıyor.

Bundan daha çarpıcı olan bir örnek de şudur: Fransız kültürü ile beslenmiş, tamamen Fransız isteklerine göre hareket eden Dr. Taha Hüseyin, "cahiliye şiiri" üzerine yazdığı kitapta, Kur'an'a ve bütün kutsal değerlere saldır­ması nedeniyle Ezher'in öfkesini çekmişti. Ezher uleması Taha Hüseyin'in unvanının elinden alınıp mahkemeye ve­rilmesini istemişti. Fransa taraftan ve Fransız kültürü ile beslenmiş Taha Hüseyini Britanya yüksek Delegesi sa­vunmuştu. Delege, Başbakanın makamına gitmiş ve "ne zamana kadar sürecek bu ayıp?" demişti. Bunun üzerine Taha Hüseyin hakkında başlatılan soruşturma derhal durdurulmuş, Ezher de sesini kesmişti. Fırtına dinmiş ve "Doktor(!)M da unvanını korumuştu.

İkinci dünya savaşından önce dünyada işler böyle yürü­tülüyordu. İki süper güç her tarafa egemendi, ikinci dere­cede güçler de onlarla çekişiyordu. Ama iş İslama gelince, hepsi ortak amaç etrafında, islamla savaşma noktasında birbiriyle yardımlaşıyordu. Bu savaşta kullandıkları en büyük araçlar, fikir saldırısı, kadın özgürlüğü, toplumu dejenere etme, her alanda laik liderler önplana çıkarmak­tı. Bunları da Haçlı emperyalizminin temsil ettiği siyasi ve ekonomik egemenliğin desteği ile yürütüyorlardı.

Fakat savaş bu iki süper gücün sahneden çekilmesine neden oldu. Onlann yerine iki yeni barbar güç ortaya çık­tı. Rusya ve Amerika sahneye çıktılar. Bundan da önemli­si Yahudi nüfuzu su yüzüne çıktı.

Başka bir kitapta[163] açıkladığımız gibi tesadüfen Yahu­di tefecilerin eliyle gerçekleşen sanayi Devriminden buya­na Batı dünyasında bir Yahudi nüfuzu sözkonusuydu. Ama bu nüfuz ikinci dünya savaşından sonraki gibi hiç bir zaman bu kadar yayılmamış, bu kadar belirginleşme­mişti. Yahudiler Doğu ve Batı bloklarının ikisine de ege­men oldular. Dünya siyaseti Yahudilerin eline geçti. Daha önce iki dünya savaşı arasındaki dönemde Fransa ve İn­giltere aracılığı ile yaptıklarından çok daha fazla ve daha açık olarak iki yeni barbar güç aracılığı ile siyasetlerini yürütmeye başladılar.

Yahudiler, islam aleminin merkezine yerleşip Filistin topraklan üzerinde Devletlerini kurdular. Bunun için iki emperyalist güçten yararlandılar. Yahudi Devletini ilk ta­nıyan ülke Amerika oldu. On dakika sonra da Rusya tanı­dı. Komünist ideolojinin tamamen karşı çıkmasına rağ­men, açıkça dini temellere dayanan bu devleti tanıdı.

Allah'ın takdiri gereği, Yahudi Devletinin kuruluşu sı­rasında şu tarihsel olay meydana geldi: Devletin kurulma­sı üzerine müslüman fedailer Yahudilere karşı savaşmaya başladılar. O zaman, Siyonistler ve Haçlılar elbirliği edip islam aleminin merkezinde kurdukları devletin, şayet isla-mi hareket varlığını sürdürecek olursa, sınırlarının geniş­lemesi bir yana varlığının da tehdit altında olduğunu an­ladılar.

O zaman, bütün düşmanlıklar aynı noktada buluştu ve tarihte eşi görülmemiş sertlikte bir karara varıldı. İslami hareket kesinlikle ortadan kaldırılmalı ve üç kuvvet, Rus­ya, Amerika ve Yahudiler İslama ve müslümanlara saldın hususunda işbirliği yapmalı...

Bunun sonucu, geçmişteki uygulamalardan çok daha sert yöntemlerle yeni bir "Yıkma" aşaması başlatıldı. Bu aşama şu iki belli başlı stratejiyle somutlaşmaktadır: Müslümanları hunharca kesmeli, İslam aleminde kurulan devletleri, özellikle Arap ülkelerini sürekli bölmek, parça­lamak...

Şurası bir gerçektir ki, hunharca katliamlar daha önce Büyük Britanyanın eliyle, yahudilerin hesabına 1948-1949 yıllarında başlamıştı: O yıllarda "müslüman kardeşler" mensupları tutuklanmaya başlanmış ve Hasan el-Benna şehid edilmişti. Benzeri olayların İngiltere ve Fransa'nın eliyle islam aleminin her tarafında ve her zaman gerçekleştirilebilir. Fakat yeni dönemde daha ezici ve daha fazla kitlesel kıyıma yolaçıcı yöntemlere başvuruldu. Bu yön­tem, emperyalist güçlerin belli bir amaç uğruna, "büyük­lük" payesi ve iktidar uğruna yapmayacakları şey bulun­mayan "Büyüklük" delisi taş kalplilerin eliyle gerçekleştir­dikleri askeri darbelerdir.

Böylece hunharca katliamlar birbirini izledi. Berabe­rinde de her alanda ahlaki çözülme aldı başım gitti.

Toplumsal çözülme daha önce "kadın özgürlüğü" adı al­tında kendiliğinden gelişip, yavaş yavaş meyvesini vermek üzere planlanmıştı. Fakat bu plan -Askerlerin eliyle- ve bir amaç uğruna bilinçli olarak yaygınlaştırıldı, hızlandı­rıldı.

Birgün Cemal Abdunnasır halk diliyle[164] ateşli bir ko­nuşma yapıyordu. Bu konuşma esnasında halkın yadırga­dığı bir ifade kullandı. Fakat daha sonra ne demek istedi­ğini anlamışlardı. Şöyle diyordu -Fakat İsrailin bir tavrın­dan dolayı canının sıkkın olduğu belliydi.[165]

Aynı şekilde, toplumsal değer yargılarının yok edilmesi de, ilk elden emperyalistler aracılığı ile ve "Bağımsızlık" döneminde toplumun bünyesine zehirli tohumların serpil­mesi ve dinin hayattan uzaklaştırılması sonucu kendi ken­dine yaygınlaşmaya bırakılmıştı. Ancak bu bozulma, as­kerlerin eliyle hızla yayıldı. Çünkü İslama karşı amansız bir savaş başlatıldı, bütün temiz ve iyi nitelikli insanlar yönetim kademelerinden uzaklaştırıldı, rüzgar ne yönden eserse ona göre şekil alan dalkavuklar, yağcılar önemli kadrolara yerleştirildi. Öyleki artık rüşvet toplumun te­meli haline geldi. İnsanlararası ilişkilerin özü sahtekarlık oldu. Kapkaççılık kimsenin gizleme gereği duymadığı nor­mal bir davranış haline geldi. Kısacası: Resulullah'ın -se­lam üzerine olsun- buyurduğu gibi, iyi olan kötü, kötü olan da iyi olarak algılandı. Yani bütün değerler altüst oldu. Bütün bunlar, Düşman tarafından belirlenen genel siyase­tin bir parçasıydı. Amaç, yahudi'nin isteklerine direnecek bir unsur kalmasın, birlikten eser bulunmasın diye İsraile komşu olan halkları temelden sarsmak, bölüp parçala­maktır.

Devletlerin durumuna gelince 14 Şubat 1982 tarihinde, Yahudi "Kiyfunin" gazetesinde yayınlanan bu makale her-şeyi anlatmaktadır. "Reca Carudi", İsraile komşu ülkeler­de uygulanmak istenen ve Fiilen Lübnanda tatbik edilen, arkası da yakında gelecek olan siyaseti açıklamak amacı ile hazırladığı "Siyonizm Dosyası" adlı eserinde söz ko­nusu makaleden alıntılar yapar:

"Sina'yı bütün zenginlikleriyle birlikte geri almak önce­likli bir hedeftir... Ama Camp David antlaşması şimdilik bizi birbirimizden ayırmıştır. Petrol ve petrol ürünlerin­den yoksun bırakıldık, bu alanda bir çok malımızı feda et­mek zorunda bırakıldık. Şimdi Sina'daki eski durumu, ya­ni uğursuz Sedat'ın ziyaretinden ve onunla 1979'da varı­lan antlaşmadan önceki durumu yeniden geri getirmemiz kaçınılmazdır."

"Mısırın ekonomik durumu, Mısır rejiminin karekteri, Arap politikası gibi etkenler, sonunda İsraili müdahale et­meye zorlayacak koşulları doğuracaktır. Çünkü Mısır, iç çekişmelerden dolayı, artık bizim için stratejik bir problem oluşturamaz. Biz, Mısırı 24 saat içinde 1968 savaşından sonraki durumuna sokabiliriz. Artık Mısır için "Arap Ale­minin Lideri" olma efsanesi bitmiştir. Mısır gücünün %50'sini yitirmiştir. Bir birlik olarak Mısır ruhsuz bir ce­set gibidir. Özellikle giderek artan ve yükselen müslüman-hristiyan cepheleşmesi açısından yaklaştığımızda, hedefi­miz Mısın seksenli yıllarda birbirinden ayrı coğrafi bölge­ler şeklinde bölmek olmalıdır."

"Mısırın bölünmesi gerçekleşip merkezi otorite ortadan kalktıktan sonra Libya, Sudan gibi ülkelerin çözülmeden kurtulmaları imkansızlaşır. Yukarı Mısırda bir kipti hü­kümeti kurmak, bölgesel küçük rejimler oluşturmak tarih­sel gelişmelerin anahtarı olacaktır. Şimdilik antlaşma bu durumu geciktiriyor. Ama bu, meydana gelmesi kaçınıl­maz bir gelişmedir ve uzun süre geciktirilemez."

"Batı cephesindeki sorunlara oranla Doğu cephesindeki sorunlar hem daha çok, hem daha karmaşıktır. Ama dış görünüş bunun tersi istikamettedir. Lübnanın beş parçaya bölünmesi, Arap ülkelerinde uygulanması gereken strate­jiyi açıklayıcı niteliktedir. Irak ve Suriye'yi etnik veya dini ayrılıkları esas alarak bölmek, bizim için uzun vadede ger­çekleştirilmesi gereken bir hedef olmalıdır. Bu amaç uğru­na atılacak ilk adım sözkonusu devletlerin askeri güçlerini kırmaktır."

"Suriye'nin etnik yapısı onu, kıyıda bir Şii devlet, Ha­lep bölgesinde bir Sünni devlet bir de Şam'da olmak üzere üç parçaya bölünmeye doğru sürüklüyor. Bir dürzi bölgesi oluşturmak, bize bağlı Golan bölgesinde bir devlete dönüş­meye yöneliktir. Bu devlet Horan'ı ve Urdünün kuzeyini de içine alabilir. Böyle bir devlet, uzun vadede bölge banşı ve güvenliğinin garantisi olacaktır. Bu da, gerçekleştirme­yi düşündüğümüz hedefler arasındadır."

"Irak ise, petrol zenginidir. Aynı zamanda iç çekişme­lere gebedir. Bizim açımızdan Irak'ın bölünmesi, Suriye birliğinin dağılmasından daha önemlidir. Çünkü Irak, kı­sa vadede İsrail için en büyük tehdit konumundadır. Bir Suriye-Irak savaşı bize karşı büyük çaplı kampanyaya kalkışmadan önce Irak'ın çökertilmesine yardımcı olabilir. Araplararası her iç çekişme bizim yararımıza olacak ve Araplann bölünmelerine yardımcı olacaktır. Büyük bir ih­timalle İran-Irak savaşı Arap saflarının zayıflayıp çözül­mesi ile sonuçlanacaktır."

"Ürdün her an stratejik bir hedeftir. Kral Hüseyin yö­netimi son bulup parçalanmadıkça, dolayısıyla yönetim Fi­listinli çoğunluğun eline geçmedikçe uzun vadede bizim için bir tehlike oluşturmaz. İsrail siyasetçileri bu meseleye dikkat etmelidirler. Çünkü bu değişiklik, büyük çoğunlu­ğu Araplardan oluşan Batı yakası sorununun çözümlen­mesi anlamına gelir. Bu, Araplann ister banş yoluyla, is­ter savaşta doğu yakasına göçetmeleri, ekonomik ve nüfus gelişmesinin dondurulması, ilerdeki değişiklikler için sağ­lam garantiler niteliğindedirler. Bu işi hızlandırmak için bütün çabamızı sarf etmek zorundayız."

"Şahıs egemenliği planını ve ara çözümleri veya bir arada barış içinde yaşamayı öngören, yani peşinde iki mil­letin kesin ayrılığını zorlaştıran her türlü planı reddetmek gerekir."

"İsrailli Araplar (Yani Filistinliler) Ürdün'den başka bir vatanlarının olamayacağını ve Yahudilerin Akdeniz ile Ürdün nehri arasındaki bölge üzerindeki egemenliklerini tanımadıkça güven içinde yaşayamayacaklarını anlamalı­dırlar. Nükleer çağın eşiğine gelmiş olan ülkemizin yahudi nüfusunun dörtte üçlük kısmının sahilde sıkışıp kalmasına razı olması beklenemez. İç politikamızın öncelikli göre­vi bu nüfusu dağıtmaktır. Çünkü Yehuda, Şamara ve Celil bölgeleri bir millet olarak varlığımızı sürdürmemizin ye­gane garantisidirler. Şayet dağlık bölgelerdeki nüfus ço­ğunluğu bizim lehimize olmazsa bizim de akibetimiz, bu bölgeleri kaybeden Haçlıların akibetinden farksız olacak­tır."

"Yerleşim alanları, stratejik bölgeler ve ekonomi alan­larında bölgeye yeniden denge getirmek için çalışmalıyız. Bu, varmak istediğimiz hedeflerin başında olmalıdır. Bu, aynı zamanda "Yedi kuyu"dan yukan celil bölgesine kadar uzanan bölgenin su kaynaklarına sahip olmanın da garan­tisidir. Ve bu bölgede bu gün bir tek yahudi yoktur."

İslam alemi açısından şimdiki gelişmeler işte bu denli iç karartıcıdır. Amerikanın açık, Rusya'nın sessiz ve gizli desteği ile Yahudi Devletinin yaşaması ve genişlemesi için önümüzdeki yıllarda daha da kötü durumlara sokulmak istenmektedir. Rusya, İsrailin her saldırısı karşısında kı­namalarla yetinip, Araplara da destek vadeder. Ama 1948'den günümüze kadar süren saldırı ve genişleme kar­şısında somut bir şey yapmaz. Sen elindeki bıçakla bir başkasının boğazını kesen adamın yanında durur ve "Ayıptır be adam, bu yaptığın doğru değildir" demekle ye-tinirsen, bu adamın hiç bir engelle karşılaşmaksızın cina­yet işlemesine yardımcı oluyorsun demektir. Çünkü senin bağırıp çağırman bir süre sonra boşlukta kaybolur, ama suçlu, suç işlemeye devam eder.

İşte iki süper gücün islam ve müslümanlara karşı ta­kındıkları tutumun gerçek mahiyeti bundan ibarettir. Rusya, Amerikanın nüfuz alanına giren bölgelerde İslama karşı başlatılan savaşta komünizm propagandası yaparak

Amerikaya yardımcı olur. Tıpkı önceki iki süper güç olan Britanya ve Fransa gibi bu iki süper güç de islam karşısın­da düşmanlıklarını ve rakipliklerini unutarak dayanışma içinde hareket ederler. Ama bu ikisi daha vahşi ve daha hunharca davranıyor. Bu dayanışma, Rusya'nın Amerika tarafından gerçekleştirilen müslüman katliamım örtmesi, Amerikanın da onun müslümanlara karşı işlediği cinayet­leri örtmesi şeklinde somutlaşmaktadır. Her iki süper güç İslama karşı duydukları özel kinlerim gerçekleştirirken aynı zamanda uluslar arası siyonizm hesabına çalışırlar.

Önceki bölümlerden de anlaşılacağı gibi İslami hareke­tin yolu, hiçte küçük ve kolay olmayan problemlerle dolu­dur. Bu problemlerin en belirgini, bu alanda faaliyet gös­teren cemaatlerin bölünmüşlüğü, dağınıklığı, bazılarının birbirleriyle savaşması, buna karşın bütün islami grupları bir araya getirecek bir büyük önderliğin olmayışıdır. Bu­nun yamsıra; inanç, hareket, düşünce ve siyasi eğitim açı­sından yetersizlik de büyük bir problemdir.

Bu manzara karşısında müslümanlar için tasarlanan kötülüklere ek olarak bazı insanlar duruyor ve adeta yo­lun tamamen kapalı olduğunu, dirilişin yıkılmak üzere ol­duğunu, karanlığın yeniden döndüğünü görüyorlar.

Ama bu, doğru değildir.

İslami dirilişi yok etmek için bu korkunç planlan hazır­layan islam düşmanları dahi bunun doğru olmadığını bili­yorlar. İslami dirilişi yok etmek için harcadıkları bütün çabalara rağmen, yok edemediklerini biliyor ve bu kadar çalışmadan sonra dirilişin, uyanışın daha geniş boyutlara varmasından korkuyorlar.

İslami dirilişin, uyanışın Allah'ın izniyle kalıcı olacağı­nı, gittikçe gelişip daha geniş boyutlara varacağını, gelece­ğin islam damgası taşıyacağını söylediğimiz zaman, gaybı taşlamak kabilinden dayanaksız bir söz söylemiş olmuyo­ruz. Tersine bunu gözle görülen realiteye bakarak ve ulu Allah'ın varlık alemine egemen kıldığı evrensel yasa siste­mine dayanarak söylüyoruz.

Şu halde, bir çok olayla dolu bu son dönemde ulu Al­lah'ın bu ümmet için belirlediği takdirin işleyişini izleme­ye çalışalım.

Şayet yüce Allah, bu ümmetin ölmesini, işlevinin sona ermesini, tarih sahnesinden çekilmesini taktir etseydi, herhalde bunun için en uygun fırsat Atatürk'ün Halifeliği kaldırmasıydı. Çünkü o olayla birlikte, islam aleminin dört bir yanını koyu bir karanlık, ümitsiz bir karamsarlık kaplamıştı. Müslümanlar koruyucusunu kaybetmiş yetim­ler gibi hissetmişlerdir kendilerini. Yedikleri darbe ümit kinci nitelikte ağır bir darbeydi.

Fakat yüce Allah'ın belirlediği kader, bizzat bu olayın, yeni bir uyanışa, yeniden dirilişe başlangıç olmasını ön­gördü.

Şayet yüce Allah, düşmanlann bu uyanışı bastırmaları­nı, yoketmelerini, nefes almasını önlemelerini takdir et­seydi, her halde, ikinci Atatürk'ün -Cemal Abdunnasır-yaptıklan, islami hareket aleyhine başlattığı vahşi savaş, hareketin yokolması, tarih sahnesinden çekilmesi için en uygun firsattı.

Fakat şu ana kadar gördüğümüz o dur ki, işlenen her katliamın ardından yeni bir gençlik dalgası islami hareke­te katılıyor, destek oluyor. Daha doğrusu genel eğilimin İslama yönelik olduğunu, islamın Allah katından geldiği şekliyle eksiksiz, kapsamlı uygulanışı isteğinin ağır bastı­ğını görüyoruz. Bu istek gençlik arasında başlı başına bir akımdır ve belli bir gruba özgü bir düşünce niteliğinde de­ğildir. Şu veya bu cemaata bağlı olsun veya herhangi bir cemaate bağlı olmasın[166] genel olarak tüm gençlerin dü­şüncesi budur.

"İslami uyanış" bölümünde bu milletin yeniden İslama dönüş yapmasının şaşırtıcı olmadığını, asıl şaşırtıcı olanın islamı bırakıp başka taraflara yönelmeleri olduğunu, bu şaşırtıcılığın daha büyüğünün ise, şimdiki anormal du­rumlarını sürdürüp doğal kalp atışlarına dönmemeleri ol­duğunu söylemiştik.

Daha önce de söylediğimiz gibi, ümmetin şu anki kaçış pozisyonunun en büyük nedeni, Batı uygarlığının baştan çıkarıcı cazibesine kapılmalarıydı. O zaman "Aydınlar" kendi kendilerine şöyle diyorlardı: "İşte bakın, Avrupa ka­fir ve inkarcıdır. Buna rağmen güçlüdür, uygardır, ege­menliği sağlam temellere dayalıdır. Dindar olmadığı halde ahlâklıdır! Öte yandan bizler dindarız, ama zayıf ve geri kalmışız. Bütün bunlar bir yana, biz ahlâksız bir milletiz. Şu halde bu dini terketmeliyiz. Tıpkı kalkınmak ve uygar­laşmak için dinini bırakan Avrupa gibi yapmalıyız..." Sonra bu Aydınlar "sapma akımının sonuçlan" bölümünde işaret ettiğimiz şartlarda milletin geri kalanımda peşleri­ne takdılar.

Ama bugün denklemin iki ucunda da bir yanlışın oldu­ğu, uygarlığın baştan çıkarıcı cazibesine kapılmanın baş­ladığı günden çok daha net biçimde ortaya çıkmıştır.

Evet, Avrupa inkarcıdır, kafirdir buna rağmen güçlü­lük için gerekli olan her imkana sahiptir... Fakat başlan­gıçta "Aydmlar"ın da sandığı gibi inkarcılığın ve kafirliği­nin etkileri hayatında yok değildir. Avrupa'nın inkarcı ve kafir oluşunun sosyal yapısı üzerinde derin etkileri vardır. Bunlardan biri uygarlığın doğuşundan beri ona eşlik edip giderek artan bir dozda devam eden bunalımdır. Diğeri de sonun da karşısına çıkmak üzere bekleyen çöküştür. Bi­rincisi, psikolojik, sinirsel ve düşünsel "BunalınV'dır. Çün­kü -maddi zenginliğin bütün kapılarını üzerlerine açan-yüce Allah, evrensel yasasının gereği onlara yaptığı uyarı­yı unutmamıştır. Yüce Allah ta eskiden beri insanlığı şu hususta uyarmıştır: Şayet Rabb'inin emrine başkaldırırsa, Allah bir süre için -yavaş yavaş akibetine sürüklensin di­ye- dünya nimetlerinden bolca yararlanmasına izin vere­cektir. Ama bereket ve kalp huzuru bahsetmeyecektir. Çünkü bunlar imana bağlı olgulardır. Ve yüce Allah bun­ları, kendisine yönelen, sürekli kendisini zikreden, ilahlı-ğını tanıyan ve kendisine yönelik kulluk görevini yerine getiren mü'minlerden başkasına bahşetmez.

"Eğer kasabaların halkı inanmış ve Bize karşı gelmek­ten sakınmış olsalardı, onlara göğün ve yerin bolluklarını verirdik"(A'raf/ 96)

"Onlar inanmışlar ve kalpleri Allah'ı anmakla huzura kavuşmuştur. Dikkat edin! Kalpler ancak Allah'ı anmak­la huzura kavuşur''(Ra'd/ 28)

"Bunalım" doğduğu günden beri bu uygarlığın en belir­gin özelliğidir. Ancak bunalımın sonuçlan gün geçtikçe da­ha bir belirginleşmektedir. Kendi istatistikleri sürekli bu­nalımın gerek psikolojik ve sinirsel hastalıklar, gerek çıl-darma ve intihar, gerek alkol ve uyuşturucu tutkunluğu, gerek suça yatkınlık, gerek ailesel ve toplumsal bağların kopması şeklinde artarak devam ettiğini söylüyor.

Kafirlik ve inkarcılığın diğer sonucu ise, bu uygarlığı bekleyen çöküştür. Buna, aklı başında birçok düşünür, hem de bu uygarlığa mensup olanları dikkat çekmiştir. Ne yazık ki bu düşünürler kendilerini bu kaçınılmaz akibetten kurtaramamışlar. Çünkü kendileri çökmekte olan bi­nanın içinden başkalarını uyarmaya çalışıyorlar.

Şu kadarı varki, bu gün yeryüzüne egemen olan batı uygarlığı çöküşten söz ettiğimiz zaman bazı insanların zannettikleri gibi o kadar çabuk çökmeyecektir. Çünkü bu günkü uygarlık kaçınılmaz çöküşü geciktirici etkenlerden olan güç ve aktiviteye sahiptir.

Batı uygarlığı bilim gücüne sahiptir. Çalışma hususun­da müthiş bir sabır ve dayanma gücüne, idari dehaya, so­runları inceleme ve çözüm yollan arama hususunda pratik bir ruha ve hayatın bir çok alanlarında son derece yararlı ve kolaylaştırıcı imkanlara sahiptir. Sözgelimi, emek yü­künü insanın omuzlarından kaldırıp makinalara yükleme­ye çalışmaktadır. İşte bütün bunlar dökülen yapıyı ayakta tutuyor, çöküşe sürükleyen "günahlarına rağmen hızlı bir yıkılışa engel oluyor.

Evet... Ama bütün bunlar kaçınılmaz akibeti durdura­mazlar. Çünkü bu, Allah'ın varlık alemine egemen kıldığı değişmez yasasıdır.

"Ahlak" meselesine gelince, batı uygarlığının "çıkarcı" bir ahlak anlayışına sahip olduğu, bunun gerçek bir "ah­lak" olmadığı ortaya çıkmıştır. Dış görünüşü güzeldir, ama köksüzdür. Çünkü gerçek ahlak kaynağından, yani din­den beslenmiyor. Bu yüzden kurumaya yüz tutmuştur. Ni­tekim ikinci Dünya savaşından sonra ortaya çıkan kuşak yavaş yavaş bu ahlaktan uzaklaşmış, ya suça yönelmiş ya da başıboşluğa ve sorumsuzluğa yönelmiştir. Bu oran gün­den güne artmaktadır.

Öte yandan bu gün müslümanlann içinde bulundukları durumun onların müslüman oluşlarının bir sonucu olma­dığı da ortaya çıkmıştır. Bu durum, uzun süreli sapma çiz­gisinin sonucu başta gelen islami kavramların aşamalı olarak anlam kaybına uğramalarından kaynaklanıyor. Bu­nun sonucu, "Lailahe illallah" kavramı asıl anlamından uzaklaşmış ve bütün islam dini, ruh'tan yoksun gelenekler yığınına dönüşmüştür.

Bu gerçeğin, bir yandan batı uygarlığı açısından, bir yandan da müslümanların son yüzyıllardaki realitesi açı­sından son derece açık oluşunun kuşkusuz islami uyanış üzerinde büyük etsisi olmuştur. Ortaya çıkan yeni kuşak­larca kesintisiz sürdürülen bir realitedir bu. Çağdaş cahi-liyenin çarpıklıktan gün yüzüne çıktıkça, insanlar islamın Allah'ın kitabındaki ve peygamberinin -salat ve selam üzerine olsun- sünnetindeki gerçek mahiyetini kavradıkça bu gerçek net bir şekilde anlaşılacaktır. İlk kuşak müslü­manların (selef) hayatındaki pratik uygulamayı anladıkça, bunun yamsıra bu ümmetin şu anda dinin gerçeğine olan uzaklığının boyutlarını algıladıkça bu realite daha somut biçimde gün yüzüne çıkacaktır.

İki yönlü gerçekliğiyle bu bilinç, artık yok edilemez. Av­rupa, Allah katından gelen dine karşı inatçı ısrarını sür-dürse bile ilahi evrensel yasa uyarınca hızla sürüklendiği çöküşü durduramaz. Ve "Lailahe illallah" gerçeği ile, Allah katından gelen dinin mahiyetinin anlaşılmasının önüne geçemez. Çünkü artık gençlerin ellerinde tartışma götür­mez kanıtlar vardır ve gün gibi aşikar bir pratik hayat mevcuttur.

İslami uyanışı besleyen kaynaklardan biri de, halkın karşı karşıya kaldığı sorunların çözümü için uygulanan sistemlerin başarısızlığı ile halkın kendilerine bağladığı ümitleri boşa çıkaran laik liderlerin başanszılığa uğrama­larında somutlaşıyor.

Yarım yüzyıldan beridir Doğu ve Batı Avrupa'dan alı­nan sistemlerin pratik sonucu, somut bir gerçek olarak gözler önündedir.

"Müslümanların" sürekli zayıflamaları, buna karşın düşmanların giderek güçlenmeleri...

Büyük islam Devleti parçalandı, islam alemi parçalara bölündü. Sonra bu parçalar da daha küçük parçalara bö­lündü. Bu günde daha fazla ezilmesi ve daha küçük parça­lara bölünmesi için eldeki parçalar da öğütülüyor.

Yoksulluk arttı. Bilinçsizce ve sorumsuzca yapılan borçların faizleri altından kalkılacak gibi değildir. Bunun­la beraber "Sosyalizmin"!!) gölgesinde yeni sömürücü bir sınıf ortaya çıktı. Bu sınıfın elinde, tamamı halkın ekme­ğinden kırpılan, alın terinden çalınan hayali bir servet bi­rikti.

Ahlak çöktü, değerler darmadağın oldu. Halklar, birlik ve dayanışma ruhunu yitirip egoist fertlere veya birbirini boğazlayan gruplara bölündü. Ülkeler güvenliklerini kay­bettiler ve kurtuluş yolu bulunmayan sürekli bir tedirgin­liğin girdabına düştüler.

En kutsal bölgelerinden biri islam aleminin merkezin­den koparıldı ve burada bir yahudi Devleti kuruldu. Batı, islam ülkesinde gayri müslim devletler kurmak için altya­pı oluşturmaya çalışıyor.

Her tarafta müslüman halklara yönelik saldırılar de­vam ediyor: Hindistan'da, Habeşistan'da, Eritre'de, Somali'de, Uganda'da, Filipinler'de katliam sürüyor. Bunun yanısıra Afganistan'da müslümanlara karşı amansız bir sa­vaş sürüyor. Komünist dünyada müslümanlar ölümcül bir baskı altında inim inim inliyorlar.

Batıdan alınan sistemler ne yaptı? Ne yaptı laik lider­ler? Bütün bunlar onlann gözler önünde veya bizzat onla­rın eliyle meydana geldi. Bu dehşet verici durumun taraf­larından biri, başlıca nedenlerinden biri de onlardı çünkü.

İnsanlar bu sistemlerden ve bu liderlerden ümitlerim kesince nereye yönelecekler? Hiç kuşkusuz bu durum isla-mi uyanışı besleyen ve önü alınmaz olgulardan biridir.

Batıdan alınan bu sistemler, beraberinde gizli veya açık olarak iki bloktan birine kul olmayı getiriyor. Kulluk­la da aydınlanma olmaz, hiçbir sorun çözümlenmez. Veya her hangi bir sorun çözümlense de bu, milletin kaçınılmaz akibetine yönelik oluyor, tıpkı daha büyük bir çukura gir­sin diye, bir çukurdan çıkmak gibi. Bu sefer öyle bir çuku­ra düşüyor ki, artık kurtuluş imkansızdır.

Sahte liderler, halklarını gerçek anlamda kurtaramaz­lar. Çünkü bu, onları bulundukları makamlara getirenle­rin, izleyecekleri siyasetleri belirleyenlerin çıkarına zarar verir. Onlar bu makamlara kölelerin değil, efendilerin çı­karına hizmet etmek için getirilmişlerdir. Ayrıca efendiler bu liderlerin gerçekten başarılı olmalarına da izin vermez­ler. Bu, onlann çıkarına ters düşer. Aynı şekilde bu sahte liderler de efendilerin burunlarını sürtme başarısını göste­remezler. Çünkü iktidarı onlara bahşeden bu efendilerdir. Bu liderler bir gün onlara itaat etmeyecek olurlarsa, onla­rı bertaraf etmekten daha kolay ne var ki!...

Efendiler bu güç dengeyi sağlamak için, bütün islam ülkesinde halkların gözlerini kamaştıran ve çıkarları için xçalıştıkları vehmini uyandıran "Ebedi Lider" msyonunu ortaya çıkardılar. Ama aslında sahte kahramanlıklar per­desi altında efendilerin çıkannı koruyan kuklalardır. Ne varki, çok geçmeden oyun anlaşılıyor. Halk, Ebedi Lideri'nin sahnede göz kamaştırıcı kahramanlığı başanyla oy­narken aslında kendisini, onur kinci bir zillete, yüz kızar­tıcı bir pozisyona, yoksulluğa ve başı boşluğa mahkum et­tiğini anlıyor. Ebedi liderin yönetimi altında geçirdikleri her bir yıl içinde kat kat gerilediğini görüyor.

Sürecin sonunda, halklar oynanan oyundan ve oyuncu­lardan bıkınca, kurtuluş arzusuyla günden güne artan ka­labalık sayılarla İslama yöneliyor.

* * *

İslam Coğrafyasındaki yahudi unsurun varlığı da "isla-mi uyanış" selini besleyen kaynaklardan biridir.

Bu devlet, Haçlı ve Siyonistlerin ortak entrikaları sonu­cu kuruldu. Lord Cambel'in açıklaması da bunu açıkça ortaya koyuyor. Bölgede efendilerin çıkarına ters düşen gelişmeleri, ayaklanmaları bastırma işlevini yerine getir­mesi amaçlanmıştır. Nitekim bu devlet işlevini yerine ge­tirdi ve getirmeye devam ediyor da.

Yahudiler, şeytani zekalarına rağmen, kendi çıkarları­na ters düşen davranışlarda bulunurlar. İslam ve müslü-manlara yönelik olarak kalplerini dolduran derin nefret ve kin dolayısıyla kendilerini böyle davranmaktan alıko­yamıyorlar.

"Ey Muhammedi Mü'minlere en şiddetli düşman ola­rak, insanlardan yahudileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun. "((Maide/ 82)

Onlar, Arap ülkelerini aşağılayarak onurlarını kıracaklardır. Bunun için bir sınır da tanımayacaklardır. Çünkü istedikleri egemenlik ve genişlemedir. Bu yüzden sürekli artan bir tepkinin oluşmasına neden oluyorlar.

Daha önce seksenli yıllarda uygulamak istedikleri pla­nı gördük. Acaba yahudiler, bir noktada durup kendilerine şöyle diyebilirler mi?: Artık bu kadarı yeter! Makul bir sı­nırda durmalıyız ki, bizim için tehlikeli olabilecek bir tep­kiyle karşılaşmayalım!

Kesinlikle hayır! Onlar -derin kinlerinden dolayı- bir yerde durmaz, eldekiyle yetinmezler. Şeytan onları dür-tükler ve durmadan ileri gitmelerini ister.

Tepki oluştuğu zaman -ki bir gün mutlaka oluşacaktır-insanlar nereye yönelecekler?

Amacına ulaşsın diye İsraile destek veren, saldırmaya teşvik eden Batı-başta Amerika olmak üzere- halkın batı yanlısı partilere yönelebileceğini düşünebilir misin?

Yoksa, sadece laf olsun diye: Ayıp be Adam, bu yaptığın doru değildir" demekle yetinen, ama adamın avını güven içinde boğazlamasına seyirci kalan komünist partilere mi yöneleceğini düşünüyorsun?

İslamdan başka bir yere yönelemezler!

Yahudiler bunu biliyorlar. Zaman zaman da dışa vuru­yorlar. Tehlikeye dikkat çekiyorlar. Fakat içlerindeki kara kin, çılgın egemenlik ve genişleme arzusu bir yerde dur­malarına engel olmuyor, onları daha çok kötülük yapma­ya, daha fazla azgınlaşmaya itiyor.

* * *

Olaylara yön veren yüce bir kader, bir plan vardır. Ge­lişmeleri belli bir noktaya, islami uyanışa doğru yönlendi­ren ilahi bir takdir sözkonusudur.

İslami uyanış için gerekli olan bütün etkenler mevcut­tur. Bir kısmı hazır, bir kısmı da yoldadır.

Bu etkenlere karşı -daha önce söylediğimiz gibi- düş­manın elinden birşey gelmiyor. Batı ne uygarlığının çökü­şünü durdurabiliyor ne de bölgedeki işbirlikçilerinin halk­ların nazarında başarılı görünmelerini sağlayabiliyor. Ne de Yahudinin bölgedeki varlığına son verebiliyorlar. Ne de durdurak bilmeyen saldırılarına, zorbalıklarına engel ola­biliyorlar.

Onlar -Allah'ın öngördüğü bir plan uyarınca- sadece bir şey yapabiliyorlar: Öldürme, kesme, kovalama, işkence ve zülüm etme. Bu da islami hareketi yoketmiyor, aksine, onu ayıklıyor, arındırıyor, karşı koyacak duruma getiriyor.

İşleri planlayıp yönlendiren ulu Allah'tır.

Allah'ın belirlediği kader uyarınca, dünyadaki tüm ge­lişmeler, ortaya çıkan tüm şartlar islami uyanışın varlığı­nın sağlam temellere dayanmasına, kökleşmesine, insanlı­ğın geleceğine damgasını vuran en belirgin çizgi olmasına yardımcı oluyor.

Allah'ın kaderi uyarınca, bütün Allah düşmanları nor­mal işlerini yaparken ve İslama karşı içlerinde biriken ya­man kinin etkisiyle bazı hareketlerde bulunurlar. İşte bu hareketler, bu görevin, yani islami uyanışın varlığının sağlam temellere dayanması ve kök salması görevinin ye­rine gelmesine hizmet ediyor.

Kuşkusuz müslümanlar bu esnada zevkli bir gezintiye çıkacak değillerdir. İzledikleri yol da güllük gülistanlık ol­mayacaktır. Tersine, ter, gözyaşı, kan, işkence, yorucu bir çaba, korkularla, yırtıcı hayvanlarla, kan içicilerle dolu bir yol yürüyecektir. Bu yolda ardarda şehitler verilecektir.

Ama kervan yazın kavurucu sıcağında da, kışın donduru­cu soğuğunda da durmadan yoluna devam edecektir.

"Gevşemeyin, üzülmeyin inanmışsanız, mutlaka en üs-tünsünüzdür. Eğer siz bir yara aldıysanız, şüphesiz o top­luluk da benzeri bir yara almıştır. Allah'ın gerçekten ina­nanları belirtmesi ve içinizden şahidler edinmesi, Allah'ın inananları arıtması ve inkar edenleri yok etmesi için, in­sanlar arasında bu günleri bazan lehe, bazan aleyhe dön­dürür durur. Allah, zulmedenleri sevmez. Yoksa içinizden Allah cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?" (Al-i İmran/ 139-142)

Bu sürecin sonunda yüce Allah, uğruna cihad eden or­dulara yönelik değişmez va'di uyarınca onlara zafer veri­yor ve onların yeryüzündeki egemenliklerim pekiştiriyor:

"Allah, aranızdaki iman edip iyi ameller işleyenlere, kendilerini tıpkı daha önceki müminler gibi yeryüzünde egemen kılacağını, kendileri için seçtiği dinlerini sarsıl­maz temellere oturtacağını ve korkularını güvene dönüştü­receğini vaadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. "(Nur/ 55)

Doğal olarak dinin sağlam dayanaklara oturtulması, yani yeryüzüne egemen olması, nasıl olacaktır bilemeyiz. Bu, gaybi ilgilendiren bir olgudur. Şu kadarı var ki, pey­gamber efendimizin bazı hadislerinde söz konusu egemen­liğe ilişkin bazı işaretler verilmiştir.

Bu gün yeryüzüne egemen olanlar Yahudilerdir. Dünya siyasetini onlar belirtiyorlar. İslama ve müslümanlara karşı kurulan tuzaklar onların kafalarından çıkar.[167] Özel­likle İsrailin çevresindeki bölgelerde meydana gelen geliş­meler, tamamen onların kontrolündedir.

Hz. peygamberimiz -selam üzerine ölsün- şöyle buyuru­yor: "Müslümanlarla Yahudiler savaşmadıkça ve müslü-manlar onları öldürmedikçe kıyamet kopmaz. Öyleki Ya­hudiler bu savaşta taşların ve ağaçların arkasına sakla-nır da, o taş ve ağaç: 'Ey müslüman, ey Allah'ın kulu, ar­kamda saklanan bir yahudi var, gel öldür onu' diye sesle­necektir" (Müslim)

Yahudiler bu hadisi biliyor ve inanıyorlar. Nitekim ha­disin sonunda şöyle bir ifade vardır: "Ancak Garkad ağacı hariç. Çünkü bu ağaç Yahudi ağacıdır." Bu yüzden Yahu­diler Filistindeki evlerinin çevresine Garkad ağacını diki­yorlar. Bu da hadisin doğruluğuna inandıklarının kanıtı­dır.

Bu hadisten hareketle, müslümanlarla Yahudiler ara­sında çetin bir savaş patlak verecektir. Müslümanların bu savaşta, Araplık, milliyetçilik ve vatan topraklan gibi sah­te değerler yerine "Lailahe illallah" bayrağı altında, Al­lah'ın takdiri uyarınca kesin bir zafer kazanacaklannı ve bu olayın tarihin akışını değiştirecek nitelikte olacağım söyleyebiliriz.

Resulullah -selam üzerine olsun- vahyin kendisine öğ­rettiği şekliyle, peygamber olarak ümmetinin gelecekteki tarihine ilişkin bilgiler sunarken şöyle buyuruyor: "Pey­gamberlik misyonu Allah'ın dilediği kadar aranızda kala­caktır. Sonra yüce Allah dilediği zaman onu aranızdan kaldıracaktır. Onu, peygamberlik metoduna göre hareket eden Halifelik sistemi izleyecektir. Bu sistem, Allah'ın de­vam etmesini istediği kadar devam edecektir. Sonra yüce Allah bu sistemin ortadan kalkmasını isteyince son bula­caktır. Yerine iktidar düşkünü kırallık sistemi kurulacak­tır. Bu sistem de Allah'ın devam etmesini istediği kadar devam edecektir. Sonra Alah bu sistemin son bulmasını is­teyince onu ortadan kaldıracaktır. Onu zora dayalı zorba yönetim biçimi izleyecektir. O da, Allah'ın devam etmesini istediği kadar devam edecektir. Sonra Allah'ın iradesiyle ortadan kalkacaktır. Sonra peygamberlik metoduna göre hareket eden halifelik sistemi kurulacaktır". Bu sözlerden sonra peygamberimiz susmuştur.[168]

Bu hadisten hareketle, müslümanlarm hayatında yeni bir dönemin eşiğinde olduğumuzu söyleyebiliriz: Bu dö­nemde peygamber metoduna göre hareket eden gerçek ha­lifelikle yönetileceklerdir. İslamın bu gün yaşadığı gariplik dönemi sona erecek ve ümmet yeniden yeryüzüne egemen olacak, egemenliği sağlam temellere dayanacaktır...

Şimdi biz, tekrar bu gün islam aleminde başgösteren islami uyanışa bakalım... Acaba bu uyanış, va'dedilen ege­menliğe doğru giden bir yol mudur?

Bu, gaybın kapsamına giren bir olgudur ve bir insan bu konuda bir kehanette bulunamaz. Sadece bu uyanışın ege­menliğe uzanan yolun belirtisi olduğunu söyleyebiliriz. Eğer ulu Allah, bu uyanışı temsil eden insanların kalple­rinde içtenlik ve samimiyet olduğunu, Allah için her şey­den soyutlandığını, gerçek bir imana sahip olduğunu, güç­lü ve ödün vermez bir iradeye sahip olduğunu bilirse, kuş­kusuz yollarım sağlamlaştıracak, görevini yerine getirme­sine yardımcı olacaktır. Aksi takdirde onların yerine baş­ka insanları ortaya çıkaracaktır:

"Eğer O'ndan yüz çevirirseniz sizi ortadan kaldırır, si­zin gibi olmayacak bir milleti yerine getirir. "(Muhammed/ 38)

Ama her halükarda yüce Allah planım uygulayacaktır.

"Allah buyruğunu yerine getirendir. Allah   herşey için bir plan belirlemiştir. "(Talak/ 3)

* *  *

Yüce Allah, müslüman ümmetin yeryüzündeki egemen­liğim pekiştirince o zaman insanlık hayatında köklü deği­şiklikler olacaktır.

Yüce Allah'ın bu ümmete, insanlığa şahid ve örnek ol­ması, peygamberin de ona şahit ve örnek olması için orta bir ümmet yapması Allah'ın ona yönelik bir lütfudur. Ulu Allah, insanlığın bütün durumlarını bu ümmetin durumu ile bağlantılı kılmıştır. Eğer bu millet doğru yola girer ve yeryüzündeki egemenliği pekişirse her yönüyle iyilikler içinde yüzer. Bu iyilikler dünyanın dörtbir yanına yansır. Nitekim Avrupa'nın doğu ve batıdaki müslümanlarla sür­tüşmesi sonucu ortaya çağın karanlıklarından çıkıp aydın­lanmaya başladığı sırada bu ümmetin sahip bulunduğu iyi meziyetlerden etkilenmiştir. Ama bu millet, dininden uzaklaştığı ve rabbini unuttuğu zaman bedbahtlaşmış, be­raberinde de tüm insanlık bedbahtlığının girdabına gir­miştir. Bu gün insanlığın hayatına hükmeden Avrupa ca-hiliyesi, ancak islam ümmetinin misyonundan uzaklaşma­sı sonucu bu denli azgmlaşabilmiş, yeryüzünde bir fesat unsuru haline gelebilmiştir. Avrupa azgınlaştıkça, kabar­dıkça bu islam ümmetine sömürü, saldın ve azgınlık şek­linde yansımıştır.

Yahudiler, Avrupai cahiliye hayatının açık deliklerin­den sızarak tüm insanlığı kontrolü altına almıştır. Bunu birbaşka kitapta etraflıca anlattık.[169] Bu çılgın ve nefret karekterli egemenlik yüzünden tüm insanlık günden güne mutsuzluğu artarak bunalımın girdabına düşmektedir.

(7) Yazarın "çağdaş fikir akımları" adlı eserine bakınız.

Çünkü yahudiler bütün insanları, bu şeytan kavmin sırtı­na binmesi için Allah tarafından yaratılan eşekler olarak tanımlarlar.

İslam ümmeti gerçek İslama dönünce ve yüce Allah da verdiği doğru söz uyannca onun yeryüzündeki egemenliği­ni pekiştirince hiç kuşkusuz yeryüzünün çehresi değişe­cektir.

Nitekim islam ilk defa geldiği sırada insanlık cehenne­mi bir uçurumun tam kenarında duruyordu. C.H. Demsen "Uygarlığın duygusal temelleri" (E motions as tehe Ba-sis of Civilization) adlı eserinde şunları söylemektedir:

"Beşinci ve Altınca yüzyıllarda uygar dünya yıkılmaya yüz tutmuş, içine düştüğü anarşizm bakımından bir yarın kenarında duruyordu. Çünkü bir uygarlığın ayakta kal­masına yardımcı olan inanç sistemi yıkılmıştı. Yerini dol­duracak bir düşünce de geliştirilmemişti. Bu bakımdan in­sanlığın dörtbin yıllık emeğinin ürünü olan en büyük me­deniyetin çökmeye, dağılmaya yüz tuttuğu ve insanlığın bir kez daha düzensizliğe doğru yuvarlandığı görülebili­yordu. Çünkü kabileler birbiriyle savaşıyor, birbirini bo­ğazlıyordu. Kanun, nizam tanımıyordu. Hıristiyanlığın meydana getirdiği sistem, birleştiricilik ve düzenlilik geti­receğine bölünmeye, yıkılmaya önayak oluyordu. Medeni­yet, gölgesi tüm dünyayı kaplayan dalları birbirine girmiş ulu bir ağaç gibiydi. Ama artık zayıflamış, bünyesini kemi­ren hastalık her tarafı kaplamıştı. İşte tam bu kapsamlı bozulmanın doruklara çıktığı bir sırada, tüm insanlığı bir­leştiren adam dünyaya geldi.

Bu gün insanlık bir kez daha çağdaş cahiliyenin öncülügünde çöküşe, yokoluşa doğru yuvarlanıyor. Nitekim za­man zaman bu uygarlığın "düşünürlerinden" bazıları da belli dönemlerde bunu dile getiriyorlar. Ne yazık ki, insan­lığı kaplayan çılgın girdap arasında bu sesler kaybolup gi­diyor.

İnsanlığı islamdan başkası yokoluştan kurtaramaz...

Tıpkı ilk defa yaptığı gibi... Ama bir farkla: Bu gün is-lamın yolu üzerinde pusu kuran düşmanlar, ilk dönemin yoluna dikilen düşmanlardan daha zorludurlar. Şimdiki cahiliye, ilk cahiliyeden daha iğrençtir.

Bununla beraber, insanlığın bu kriz döneminde verdiği kayıplar, kurtuluş yolu arayan binlerce insanın her yıl Av­rupa'da, Amerika'da, Avustralya'da, Asya'da[170] ve Afrika da İslama girmesine neden oluyor.

Eğer islam şu anda mevcut olsaydı, gerçek bir islam toplumu tarafından temsil edilseydi, hiç kuşkusuz binler, milyonlara dönüşecekti. Çünkü insanlığın tüm problemleri için islam gerçek bir çözümdür.

Bugün -Batı medeniyetinin gölgesinde- insanlığın başta gelen problemi; ilahi kılavuzluğa karşı büyüklük komplek­sine kapılmasıdır. Çünkü Avrupadaki Kilise sayesinde din, insanlann mallarını, ruhlarını ve akıllarım yiyen, on­ları bilimsel araştırmalardan alıkoyan, yeryüzünü imar etmelerine engel olan, dünya hayatını bir kenara bırakıp ilgilerini ahirete yöneltmelerini isteyen çirkin bir cadıdır.[171]

İşte bütün kötülük, bütün bedbahtlık başta gelen bu canalıcı noktadan kaynaklandı: Beşer "aklı" veya diğer bir ifadeyle beşer arzusu ve ihtirası, hayat sistemini belirle­meye kalkıştı. Artık, ister kapitalizm olsun, ister komü­nizm olsun, ister bireycilik olsun, ister toplumculuk olsun, ister çıkarcı ahlak sisteminde olsun, ister ahlaksızlıktan olsun, insan heva ve hevesinin ürünü tüm sistemlerde zil­let ve zülüm kaçınılmaz oldu. İnsanlık ilahi şeriatın, ilahi hayat sisteminin yokluğunda cinsel sınır tanımazlık, ahla­ki çöküntü, doymak nedir bilmeyen maddi hırs ve vahşi savaşlann arasında sığmaksız bir şaşkına döndü.

Bu başta gelen ve can alıcı sorunu çözümleyecek olan islamdır.

Çünkü islam, ilahlık makamına gerçek değerim veren ve aynı zamanda Allah'ın onurlandırması ile insana onur­lu bir makam biçen tek dindir:

"Andolsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onla­rı rızıklandırdık, yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık"(İsra/ 70)

İslam, insan kalbini saygı ve korkunun yanısıra derin bir sevgiyle Allah'a bağlayan bir dindir. Kullar için kullu­ğu bir zorluk haline getirmez. Onu bir onur, bir üstünlük belirtisi, bir aydınlık ve şeffaflık olarak öngörür.

İslam, insan ruhunu hayvansal duyguların tortuların­dan arındırırken, aynı zamanda yüce Allah'ın faal olması için yarattığı pasif kalmasını istemediği iç güdüleri pasivi-ze etmeyen bir dindir. Ne var ki bu iç güdüler, insana ya­raşır yücelikte doğal mecrasına kanalize edilirler.

İslam, insanın özyaratılışındaki kulluk sunma isteği ile, bilme arzusunu birbirinden ayırmayan bir dindir. Bunlar insanın özyaratılışmda yeralan ve birbiriyle uyum oluşturan iki temel unsurdurlar. Birlikte faaliyet göstere­rek insanın ruhsal yapısını dengelerler.

İslam, insan hayatının her yönünü; siyasi, ekonomik, toplumsal, düşünsel, ruhsal, ahlaki ve sanatsal yönlerini yönlendirecek ilahi hayat sistemini içeren bir dindir. Bu sistemi latif olan, herşeyden haberdar olan, herşeyi bilen ve her yaptığı yerinde olan Allah indirmiştir. Allah insan ruhunu yaratmıştır. Bu yüzden onu düzeltecek, ona uya­cak şeyleri herkesten iyi bilir. Sahip bulunduğu araçları ve tedavi yollarını en iyi o bilir.

Şu anda elbirliği edip insanlığı bu dine yönelmekten alıkoyan etkenleri görelim:

Avrupada Kilisenin İslama karşı oluşturduğu Haçlı zih­niyeti bunlardan biridir.

Bu etkenlerden biri de Yahudilerin İslama yönelik düş­manlıklarıdır.

Kilise aracılığı ile "din" kavramının yozlaşması da bir etkendir.

Çağdaş cahiliyenin insan ruhunda neden olduğu alçak­lıkta bir başka etkendir.

İslamın gerçek mahiyetini bilmemek de insanlığı İsla­ma yönelmekten alıkoyan etkenlerden biridir.

Fakat, müslümanlarm bu günkü pratik durumları, dü­şünce ve davranış olarak islamın gerçek mahiyetinden çok uzaktadır. Bu da, insanları İslama girmekten alıkoyan en büyük etkendir.

Nitekim İslama bağlanan ilk müslümanlarm davranış­ları, islamın yeryüzünün geniş bir bölgesinde yayılmasının başlıca etkeniydi. Aynı şekilde bu gün müslüman oldukla­rını ileri süren insanların hayat biçimlerinin, her alandaki geri kalmışlıklarının, insanlararası ilişkilerde sergiledik­leri kötü ahlaklarının islamın önündeki engellerden biri olduğunu görüyoruz.

Bu gün, Avrupalıların müslüman olmaları için müslü­manlarm ilim ve keşiflerde Avrupayı geçmesi beklenemez. Çünkü Batının eksiği ilim ve keşif değildir.

Onların yoksun bulundukları doğru, gerçek bir hayat sistemidir. Sadece bir yönünü değil, insanı kapsamlılığı ve eksiksizliği ile tüm yönleriyle ele alan ve insan enerjisini dengeli ve ahenkli bir şekilde hareket etmek üzere serbest bırakan bir sistemdir onların eksiği.

Onların eksiği; Çağdaş cahiliye hayatı içinde tanrılaş-tırdıklan bütün düzmece tanrılara inanmasıdır. Şayet ırk ve milliyet tanrısını, bilim tanrısını, akıl tanrısını, maddi üretim tanrısını, cinsellik tanrısını, heva ve heves tanrısı­nı, ihtiras tanrısını hayattan söküp atarsa, tek ve ortaksız Allah'a kulluk sunarsa, dolayısıyla başkasıyla birlikte de­ğil, sadece O'nun hayat sistemini uygularsa kurtuluşa ererler. Bundan sonra sahip bulundukları bütün pozitif enerjiler, ilahi yol göstericilikle yol aldıkları için birer ya­pıcı güce dönüşürler. Bu günkü gibi, zararlı birer fitne un­suru olamazlar. Yeryüzünde egemenlik kurdukça Allah'ın yolundan uzaklaşıp gittikçe azgınlaşmalarına dolayısıyla yokluğa yaklaşmalarına neden olmazlar.

Tek Allah'a kulluk esasına dayalı ve tek Allah'a kulluk sunma ilkesine göre şekillenen bu hayat sistemini islam önerir. İşte müslümanlar bunu insanlığa gösterebilirler, insanlığı da ona yöneltebilirler. Ama bizzat kendilerinin doğru yolda olmaları şartıyla.

Şimdiki islami uyanışın, insanlığın yolunu aydınlataçak bu düzeye ulaşması içtenlikle arzulanmaktadır.

Daha önce de söylediğimiz gibi, islamın yolunda pusu kuran amansız düşmanlar, ona karşı ilan edilen korkunç savaş, bunun yamsıra milletin dinden habersiz oluşu, dü­şünce ve davranış olarak ondan çok uzakta bulunuşu bakı­mından bu amaca ulaşmak kolay olmayacaktır.

Fakat daha önce de söylediğimiz gibi belirtiler, engel­lerden daha ağır basıyor.

Engeller, şimdiki zamanda ve yakın gelecekte Haçlı ve Siyonistlerin müslümanlara yönelik kin dolu eylemlerinde somutlaşıyor.

Fakat belirtiler islam ümmetini ve tüm insanlığı bekle­yen büyük geleceği müjdeliyor.

Belirtiler, engellerden daha ağır basıyor, çünkü tarihin tanıklığı bu yöndedir. Batı uygarlığının yokluğa doğru sü­rüklendiği bir sırada islami uyanışın önplana çıkması bu­nun göstergesidir.

Günümüzde ve yakın gelecekte bir takım engeller var. Çünkü ne batı uygarlığı tamamen çökmüş, ne de islami uyanış gereken olgunluk düzeyine ulaşmıştır. Eğer bu şartlar altında iki kuvvet arasında bir çarpışma başgöste-recek olsa ilk etapta maddi gücü elinde bulunduran taraf, çökmeye yüz tutmuş olsa bile galip gelecektir. Çünkü ger­çeği temsil eden taraf henüz zayıflık ve deneme aşamasını geçmemiştir.

Sonra ilahi yasalar öngörüldüğü şekliyle işlevlerini gö­rürler, mü'minler zayıflık aşamasından çıkar, sağlam, mücahid, sabırlı ve dayanıklı mü'min bir altyapının şahsında güçlülük aşamasına geçerler, artık cahiliyeye kafa tuta­cak, ona karşı koyacak duruma gelirler. O gün yüce Allah mücahid, mü'min topluluğu yardımıyla destekleyecek, kendisinden kat kat fazla müşrik kuvvetlere karşı ona za­fer bahşedecektir:

"Karşı karşıya gelen iki topluluğun durumlarında sizin için ibret vardır; biri Allah yolunda savaşanlardır, diğeri inkarcılardır ki, bunlar karşı tarafı gözleriyle kendilerinin iki misli görüyorlardı.[172] "Allah dilediğini yardımıyla destekler. Bunda görebilenler için ibret vardır." (Al-i İmran/ 13)

Afganistanda yaşanan savaş, gelecekte olabilecek duru­ma bir örnektir.

Doğusuyla, Batısıyla bütün dünya Afgan mücahidleri-nin Rusları yenmelerine engel olmak için köpekler gibi canla başla çalışıyorlar. Çünkü biliyorlar ki eğer bu olay, bu şekilde noktalanacak olursa, tarihin akışını değiştirebi­lir.

Biz mücahidlerin üstünlük kurup sağlam bir zafer ka­zanmalarım temenni etmekle beraber, sürmekte olan bu savaşın yarın nasıl bir gelişme göstereceğini bilemeyiz. Fakat şunu söyleyebiliriz ki, dinsizlik ve inkar kampı ile dayanışma içinde hareket eden Haçlılar, söyledikleri gibi onurlarını korumak ve gerçekten de bu olayı izleyecek önemli tarihsel sonuçlann endişesiyle mücahidlerin kesin bir zafer kazanmasını önleme başarısını gösterseler bile, bu olayın tarihsel tanıklığı kalıcı olacaktır. Müslümanla­rın, sağlam, mücahid ve mü'min altyapılarım tamamladık­ları gelecekte gözönünde bulundurulacak bir örnek olarak duracaktır. O zaman cahiliye, muazzam bir birlik oluştur­muş "İslam Ümmetini" karşısında bulacaktır, bu gün Afa-nistanda olduğu gibi tüm ağırlıklarıyla köpekler gibi başına üşüşecekleri tek bir halkı veya islam aleminin dört bir yanına dağılmış, birbirinden kopuk küçük bir grubu de­ğil!...

Haçlılar ve Siyonistler bu meselenin farkındadırlar. Bu yüzden kuruluşunu tamamlamadan önce bu altyapıyı yık­maya çalışıyorlar. Amaç, tüm insanlığı kapsayan zora da­yalı egemenliklerini korumaktır kuşkusuz.

Ne var ki tarih onlann arzulanm tersi yönünde hare­ket ediyor.

Hiç kuşkusuz yıllar önce B. Russol'un da söylediği gibi Beyaz Adamın devri sona erdi. Artık askeri, maddi ve ilmi gücünü yitirdiği için değil elbette. Fakat bütün bu güçleri bir araya getirip hayat için elverişli bir "gıda" meydana ge­tiremediği için.

İslam bu gıdaya sahiptir...

İnsanlık İslama yönelince, işte sadece o zaman ilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler ileriye dönük hale gelebi­lir, gerçek halifelik sistemine yardımcı unsurlar haline ge­lirler. Bu günkü gibi insanlığı ruhsal ve ahlaki çöküntüye, yokluğa sürüklemeleri söz konusu olamaz o zaman.

Bu gün islami uyanışı varlık sahnesinin önplanına çı­karan, aynı zamanda materyalist Batı uygarlığının çökme­ye yüz tuttuğunu gözler önüne seren tarihsel realite, buy­ruğunu yerine getiren Allah'ın geleceğe işaret eden kaderi­dir, planıdır.

Evet gelecek islamındır... Tarih bunu gösteriyor.

Burada son bitiş cümleleri eksik (Arapça 550)

 

 



[1]           Cennette de bu tercüme derecelerinin karşılığı olan değişik dere­celer vardır.

[2] (2) İbni Asakir (Hz. Enes'e dayanarak).

[3]           Oysa hicri beşinci yüzyılda yaşayan İmam-ı Gazali, tasavvufa eği­limli olmasına rağmen farz-ı ayn ve farz-ı kifaye olan ilim dallarından sözediyor ve dünya ilimlerini farz-ı kifaye kategorisine ayırıyordu. Ayrıca da ümmetin yeterli evlâtları bu farz-ı kifayeyi yerine getirmemeleri ha­linde bütün ümmetin bu yüzden günahkâr olacağını vurguluyordu. Fa­kat daha sonra öyle bir dönem geldi ki, bu bilim dalları islâm ümmetinin hesabından tümü ile düştü.

[4]           Daha önce "sapma akımı"ndan sözederken belirtiğimiz gibi Kur'an'da ve hadislerde dünya, insanı Allah'a iman etmekten ve Allah yolunda cihad etmekten alıkoyduğu takdirde, bu gerekçeden dolayı kına­nıyor. Fakat bunun yanında yeryüzünün eteklerinde dolaşarak yüce Al­lah'ın nimetlerini aramayı ve yeryüzünü ilâhi metod uyarınca kalkındır­mayı telkin eden islâm direktifleri gayet açıktır.

[5]           Savaş gücünün gerilemesi konusunda ilerde yeri gelince konuşa­cağız.

[6]           İsteyenler "Mezahibu Fikriyyetün Muasıretün" adlı eserimizin "el-akliye (Rasyo­nalizm)" başlıklı bölümüne başvurabilirler.

[7]           Wilford C. Smith, "el-İslâm fıtarihil hadis", s.105-106, 1966, Baskı IV.

[8]           Macellan, Papaya bir çok kez yazı ile başvurarak Filipinlere doğ­ru yapılacak bir gezi hazırlanmasına izin vermesini istemişti. Ona göre bu gezinin amacı, Filipinlerde yaşayan kâfirleri (yani müslümanları) Hristiyan egemenliği altına sokmaktı. Sonunda istediği izni kopararak ünlü "bilimsel" gezisine çıktı. Gezisinin sonunda müslüman toprakları üzerinde Hristiyan bayrağı dalgalandırmaya kalkışınca yerli müslüman­lar tarafından öldürüldü. Gerçek durum bu olduğu halde biz okul çağın­daki yavrularımıza Macellan'ı öldürenlerin onun gerçekleştirdiği "bilim­sel" gezinin değerini anlayamayan yerli "barbarlar" olduklarını öğretiriz.

[9]           Geniş bilgi isteyenler, müslüman gezginlerin "seyahatnameleri­ne, bunlara örnek olarak "İbni Batuta Seyahatnamesine bakabilirler.

[10]          Mısır ve Kuzey Afrikada böyle oldu.

[11]  Orta ve Batı Afrikada böyle oldu.

[12]  Hindistan ve Endonezyada böyle oldu.

[13]          Muhammed Esed "el-İslâmu âlâ mufterek-ı Hurukı", Tere- Ömer Ferruh, s. 52-58.

[14]          Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler Ömer Ferruh'un bir arkadaşı ile birlikte kaleme aldığı "et-Tebşir vel İstimar" adlı esere başvurabilirler.

[15]          "Düşünce Emperyalizmi" başlığını taşıyan gelecek bölümde baskı­sı nitelikte olmayan bu sinsi metodlardan ayrıntılı biçimde sözedeceğiz.

[16]          Rahip Zuvamer, İslâm ülkelerinde gerçekleştirilen Hristiyanlığı yayma faali­yet­lerinde önemli roller üstlenmiş olan bir protestan misyo­neridir. Fakat bu sıfatına rağmen öldükten sonra yahudi mezarlığna gö­mülmeyi vasiyyet etti.

[17]          Daha geniş bilgi için Muhibuddin Hatip tarafından "el-garetü ala alemil islâ­mi" adı ile arapçaya çevrilen esere başvurunuz.

[18] Rahip Zumare'nin hristiyanların, müslümanları hristiyanlaştır-mak amacında olmadıkları şeklindeki sözlerine olduğu gibi hristiyan ol­manın, müslümanlann lâyık olmadıkları bir şeref olduğu biçimindeki ya­kışıksız gerekçelendirmesine de önem vermemek gerekir. Bu sözler mis­yonerlerin, müslümanları hristiyanlaştırma girişimleri sırasında uğra­dıkları başarısızlığı örtbas etmek amacı ile söylenmiştir. Tıpkı Kedinin yetişemediği ete murdar demesi gibi.

[19]  (4) Avrupada yaşayan müslümanlar, Batılıların meselâ kapalı giyim­li müslüman kadınları karşısında nasıl gizlenmez bir kin duyduklarını yakından görmüşlerdir.

[20] (5) "el-garetü âlâ alemil İslâmî", sh-57-58, Darussudiyyel linneşr, Cidde

[21] (6) Haçlı misyonerleri islâmı ortadan kaldırma amacına yönelik gay­retlerini şu iki noktada yoğunlaştırdılar: İstanbul ve Kahire İstanbul, islâm aleminin siyasi ve askeri güç merkezi olduğu için, Kahire de Kültü­rel ve manevi aydınlanma merkezi, olduğu için. Merkezlerin bu farklı ko­numlarına paralel olarak İstanbul ile ilgili çalışmaları daha çok siyasi ve askeri nitelik taşırken Kahiredeki çalışmalarının ağırlığını düşünce ve kültür alanlarında yoğunlaştırdıkları görülür. Bundan dolayı "Düşünce Emperyalizm"ini anlatırken Mısır deneyini büyüteç altına alıyor, bunun yanında tarih sürecini gözden geçirirken Türkiye deneyini incelemmeyi plânlıyoruz.

[22] (7) Tercümenin üslubunun düşük olduğu görülüyor. Fakat bu, o za­manın aydın dilinden daha çok halk diline yakın olan üslubuna uygun düşüyordu. Burada Fransız devriminin ünlü "Özgürlük, kardeşlik ve eşitlik" sloganına açıkça işaret ediliyor. Bilindiği gibi bu slogan, aynı za­manda "masonluğun" sloganıdır.

[23] Napolyon, burada açıkça belirtiyor ki, Mısıra saldırmasının amaçlarından biri, egemenlik alanları olan Suriye ve Mısır'da oturan Fransızlara sözde "horlayıcı ve aşağılayıcı" biçimde davranan kölemen­lerden intikam almaktır. Fakat bu saldırının sonuçları üzerine yazı ya­zan araştırmacılar, bu örtülü haçlı amacından hiç söz etmezler.

[24]  Burada, "böyle diyenleri kulaklarından tutup bana getirin" der gi­bidir.

[25] Müslümanlara yöneltilen ve kendisinin de bir müslüman olduğu­nu kanıtlamak amacı güden bir bildiride "Eski yunan asıllı hristiyanlar" demek olan "Cericiyye"ye, müslüman sıfatlı önderler arasında neden yer verdiğini anlamadım.

[26]  Bu bildirinin tam metnini görmek isteyenler şu kaynağa başvura­bilirler: (Acayib-ul Asar fi Teracum-il Asar", Abdurrahman Ceberrutî, s. 182-183, Beyrut)

[27] (12) Bu bilginin adı Şeyh şerkavi'dir. Napolyon ondan çok nefret eder­di.

[28] (14) Adı geçen eserin ikinci cildinin 231, 244-245, 251, 272-273, 302, 436-437 inci sayfalarına başvurunuz.

[29]  (15) Bu çağrı son derece önemli olmasına rağmen ondan çok seyrek olarak sözediliyor. Bakınız "el-Mefahim vel mustalahat as-sehyoniyye" s. 243, Ehram yayınları, 1979, "es-Sehayinet-ül Mesihiyyun" maddesi.

[30] (16) Daha geniş bilgi edinmek isteyenler "Mezahibu Fikriyye Muası-re" adlı eserimizin "Devr-ul Yehud Fi ifsad-ı Urubba" başlıklı bölümüne başvurabilirler.

[31]  (17)  Mısır halkı, bu Fransız istilâsına karşı eşine az rastlanır bir kahramanlıkta savaştı. Fakat öğrencilerimizle mektep hocalarımızın el­den ele dolaştırdıkları kitapların yazdıkları gibi onlar bu savaşa "Mısır" milleti sıfatı ile "Fransız" milletine karşı vermiş değillerdi. Bunun yerine toprakları kâfirler tarafından işgale uğramış "müslümanlar" olarak bu direnişe girişmişlerdi. Bu direnişin "Haçlılar"a karşı yöneltilmiş bir "ci-had" savaşı oluşunu en kesin kanıtı islâm alimlerinin komutası altında yürütülüşü ve ana direniş merkezi niteliğini kazanan Ezher medresesi­nin Napol­yo­nun öfkesini yoğunlaştırdığı yer olarak ortaya çıkması idi. Bu gerçeğin en çarpıcı dedili de işgal birliklerinin Fransız komutanını öl­düren Süleyman Halebi'nin bir Mısırlı değil, soyadından da anlaşılacağı üzere Halepli bir müslüman oluşu idi. O zaman henüz "miliyetçilik" diye bir akım olmadığı için Mısır halkını, Fransızlara karşı direnişe sürükle­yen faktör bu değildi. Bundan dolayı bu direnişi şimdi okullarda okuttu­ğumuz gibi anlatmak, tarihe karşı en büyük iftira olur. Ayrıca bu asılsız yakıştırma, müslümanlann beyinlerinde çöreklenmiş bir düşünce emper­yalizmi tortusudur.

[32] (18) Muhammed Ali, Cemal Abdünnasır,... ve benzerleri gibi İslama karşı verilen haçlı savaşının kritik dönemlerinde seçilen kimselerin hep mevki düşkünü ve katı kalbli olmaları rastlantı sonucu değildir. Çünkü bu iki özellik bu önemli(!) rolü oynayabilmek için gereklidir.

[33] (19) Son yenilgiden sonra müslümanlarm değer yargılarının sözünü ettiğimiz konuda bile ne kadar değiştiğini anlayabilmek için "Ruz-ul Yu­suf dergisinde yayınlanan şu satırlara göz gezdirmemiz yeterlidir: "Ne zamana kadar gerici kalacağız. Bir adam düşününüz ki, eşi ile birlikte yolda yürürken karısının bir arkadaşı ile karşılaşıyor ve adam ile karısı arasında neler konuşulduğunu işitebilmek için inatla yanlarında kalı­yor, başbaşa konuşmalarına fırsat vermiyor.

[34] (20)  Lord Crommer, "Modern Mısır (Modern Egypt)" Birinci bölüm, 1905.

[35]  (21) Ben bu metni vaktiyle "Mission and missionaries (misyonerlik ve misyonerler)" adlı eserde okumuştum. Bu kitap, "Methef-ul Britani" kü­tüphanesinin dışanya çıkarılması yasak kitapları arasında yeralıyordu. Fakat bir dostum, aynı kitaba Asyut'ta oturan bir kıptinm evinde rastla­dı ve durumu bana bildikdikten sonra kitabı ele geçirdi. Fakat milâdî takvimle 1965 yılındaki olaylar sırasında islamcı çalışmalar yaptığı suç­laması ile tutuklanınca bu kitabı kaybetti. Bu kitaba rastlayacak okuyu­cumun bu meni belgelendirmesini umar ve kendisine şimdiden teşekkür ederim.

[36] (22) Kahirenin banliyösindeki geniş bahçeli "villâ" ların kirası yüz el­li kuruş, bir okka (yani bir tam ve bir çeyrek kilo) şeker iki buçuk kuruş, yirmi tane iri yumurta bir kuruştu. Gündelik hayatın diğer ihtiyaçları­nın fiyatını varın siz bunlarla karşılaştırın.

[37] Yaşayan yabancı dilleri inceleyenler bilirler ki, Fransızca son de­rece karmaşık bir dildir. Bu dilde fiiller üç değişik gurubu ayrılır. Ayrıca her guruba eklenen öyle kural dışı fiiller var ki, ekli oldukları gurubun kurallarına göre çekilmezler. Bunun yanında her guruba giren fiiller altı değişik zaman kipine göre değişik çekime uğrar. Oysa Arapça fiillerin sadece mazi (geçmiş zaman), muzari (geniş ve şimdiki zaman) ve emir kiplerinden oluşmuş üç değişik zaman çekimi vardır. Bu dilin telâffuzu da karmaşık ve mantık dışıdır. Açıkça mantık dışı olan müzekker ve mü-ennes ayırımı da işin cabası.

İngilizce ise görünüşte biraz daha kolaydır. Ama bu dilde bol bulunan deyimler (idioms) tamamen kuralsızdır.Her birini teker teker ezberlemek gerekir. Zaman kiplerinin sayısı da Fransızcada olduğu gibi altı tanedir. Telâfuz bu dilde kuralsızdır. Meselâ OUGH harf gurubu, bulundukları kelimeye göre altı değişik bir biçimde okunurlar: Enough, Dough, Though, Thorough ve Through sözcüklerinde olduğu gibi.

 

[38]          Meselâ Türkiye müslümanları, Arapça harfler değiştirilerek ye­rine lâtin harfleri konmakla, türkçeye yerleşen arapça kelimeler ayıklan­makla ve böylece islâm kültürü ile bağlantı kurma imkanından yoksun kuşakların yetişmesine zemin hazırlamakla ve bu yeni kuşakların büs­bütün dinsiz yetişmeleri planlanmakla islâmî kültür köklerinden kopa­rıldı. Mısır'da da Abdülaziz Fehmi ve benzerleri gibi bazı kimseler bu tür değişikliklere giriştiler. Ama bu girişimler ölü doğdu, hiç bir başarıya ulaşamadı.

[39] (25) Daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler "Mezahibu Fikriyye Mua-sıre" adlı eserimizin "el-İlmaniyye" başlılkıl bölümüne başvurabilirler.

[40]  (26)  "Din dersinde öğretim metodu" adı altında küçük bir kitap ya­yınlamak niyetindeyim.

[41] (27) Söz konusu basmakalıp cümleye "meşhur" dememizin sebebi şu ki, bu cümle önce Mısır'da biçimlenmiş ve arkasından Arap aleminin ço­ğuna yayılmıştır.

[42] (28) bu arada Asya ve Afrikadaki puta tapan yığınların varlığı bile öğrencilerin dikkatlerinden kaçırılır.

[43] (29) Yüce Allah (c.c) insanların davranışlarında hür olmalarını ve bu­nun yanında yaptıklarından sorumlu olmalarını takdir etti. Bu takdirin sonucu olarak insanların bazılarının mümin ve diğer bazılarının kâfir ol­ması olgusu ile karşı karşıya kalıyoruz. Oysa "Eğer yüce Allah isteseydi, insanlar bir tek ümmet olurlardı" Yani onlan mümin olmaya zorlardı. Fakat O, böyle olmasını istemedi.

[44] (30) "el-Musteşrıkuni vel islâm" adlı eserimizde bu konu oldukça ge­niş bir biçimde incelenmiştir.

[45] (31) "Keyfe nektübu Tarihel İslâm" adlı eserimizde bu konu hakkında oldukça geniş bilgi verilmiştir.

[46] (32) Şimdiki Kurtuluş meydanında bulunan Hilton Otelinin yerinde.

[47]  (33) Şimdiki Kahire Ticaret Külliyesinin yerinde.

[48]  (34) Bir kaç sayfa önceki Lord Crommer'in sözlerini hatırlayalım.

[49] (35) "Laiklik"terimi "Mezahibu Fikriyye Muasıre" adlı eserimizde be­lirttiğimiz gibi Fransızca Secularizm teriminin yanlış bir tercümesidir. Bu terim, sosyal hayatı din dışı temellere dayandırmak anlamına gelir. Buna göre karşılığıda kullanılması gereken terim "lâdinilik (din dişi­lik )olmalı idi.

[50]          Bu gerçek geçen yüzyılda bu günkü kadar belirgin  değildi. Bu­nunla birlikte sağduyu sahipleri bugünlere geleceğini o günden görebili­yorlardı.

[51]  Bu tercüme ve yayın faliyetlerinde rol alanlar arasında Lüblanlı hristiyanlar başı çekiyorlardı. Onlann haçlı planları ile ilişkileri açıktı.

[52] Bak "el-Garetü alel alemil İslhamiyyi", tere. Muhibuddin el-Ha-tıb (Önsözü).

[53] Daha geniş bilgi edinmek isteyenler "SİYON PROTOKOLLERİ" adlı eserin 2 nolu protokolüne başvurabilir.

[54] Daha geniş bilgi için "Mezahibu Fikriyye Muasire" adlı eserimi­zin "Devr el-Vahud fi ifsad-ı Avrupa" başlıklı bölümüne başvurabilir.

[55] Bu düşünceleri Mısırda yayımlamaya çalışanların başında Şıbli Şumeyl ile Selâmet Musa adındaki iki hristiyan ile sözde Müslüman İs­mail Muzhır adlı şahıslar gelir. Gerçi işin içinde başkalarıda var ama on­ların önemli bir etkisi yoktur.

[56] (42) Yahut daha sonra ortaya çıkacağı üzere "dünya haçlılığı ile yahudiliği."

[57] (43)   Nazlı Paşanın bu konferans salonu ile bu salonun Muhammed Abduh ve Saad Zağlül'ün yanlış yollara sürüklenmeleri üzerindeki ve ge­nel olarak Mısırın sosyal ve politik düşüncesi üzerindeki etkisinden ileri­de sözedeceğiz.

[58]  (44)  Bu yayınların büyük bir çoğunluğu Kahire ile Pariste çıkardı. Ayrıca arap milliyetçiliğini savunan veya Lübnanlı yada Suriyeli hristiyan olan bu gizli derneklerin üyelerinin hayatı da Kahire ile Paris ara­sında geçerdi. Yani bu işler, "hasta adam"ı bir an önce öldürüp de mirası­na konmak için can atan İngiltere ile Fransanın koruması ve gözetimi al­tında yürütülüyordu.

[59]  (45) İlerde tekrar belirteceğimiz üzere Cemaleddin-i Afgani, halifeli­ğin türklerin elinden alınarak araplara verilmesini savunuyordu. Oysa o pek keskin zekâsı ile pekâla biliyordu ki, o dönemde araplar böyle bir so­rumluluğu yüklenmeleri sözkonusu olamayacak derecede zayıftılar. Ayrı­ca Afgani, masonluğu ve dinler arası kardeşliği de savunuyordu.

[60] (46) Bu konu ayrıntılı biçimde açıklanmalı ve islâmiyetin "Basm-ya-yın" politikası geniş bir biçimde ortaya konmalıdır. İnşallah uzman bir yazar bu konuda bir kitap kaleme alarak müslümanlara islâm propagan­dasının "vaaz vermek" demek olmadığını, bunun islâm'ın bakış açısı ile ve islâmiyetin tutumuna göre sosyal hayatın bütün meselelerini ele alıp değerlendirmek demek olduğunu öğretir.

[61] (47) Böyle bir şey mümkün değildi. Çünkü bu gazetelerin kendileri düşünce emperyalizminin birer aracı idiler.

[62] (48)  "Mezahibu fıkriyye muasıre" adlı kitabımda sanayi devrimi ile bu devrimin yolaçtığı sosyal bozulmalardan sözettim. Orada belirttiğim gibi bu sosyal bozukluklar, sanayi alanında gelişmenin doğal ve kaçınıl­maz sonuçları değildi, bu yozlaşmalar sinsi birer yahudi plânı olarak or­taya çıkmışlardı.

[63] (49)  Yani uluslararası   yahudiliğin bu yozlaşmadaki rolünü ve bu ahlâk bunalımının yolaçtığı psikolojik ve sosyal sonuçları bir an için bir yana bırakarak.

[64] (50) Daha önce belirttiğimiz gibi sosyal bir kanunmuş gibi görünen "mağlubun taklit yolu ile galibin potasında eriyeceği" varsayımı inanç ümmeti" için geçerli değildir. Eğer "Bu ümmetin inancı zayıfladı da bun­dan dolayı düşmanın potasında erimesi kaçınılmaz oldu" denecek olursa buna karşılık "zayıflık başka, yokolmak başka şeydir" deriz. Sözkonusu basının yapmaya çalıştığı ve nerede ise başardığ bu inancı büsbütün yo-ketmekti. Onun gerçek rolü budur.

[65] (51) İslâmda "din adamları" diye bir zümre yoktur. Bu gerçeği çeşitli kitabımızın bir çok yerinde bir çok kez vurguladık. Fakat islâm düşman­ları buna rağmen ısrarla bu deyimi kullanmaktadırlar.

[66] (52) Daha geniş bilgi için "Kasım Eminin Hatıraları" adlı esere baş­vurabilirsiniz.

[67] (53) İleride görüleceği gibi ikinci kitabı olan "Yeni Kadın"da bu saçma görüşünden vazgeçtiğini belirtmiştir.

[68] (54) Gelecek alt bölümde Saad Zağlül'ün yeni Mısır'ın hayatında oy­nadığı rolden sözedeceğiz.

[69] (55) Kasım Emin'in yirminci ölüm yıldönümü anısına çıkan "Hilâl" dergisi, 1 Haziran 1928, s. 948.

[70] (56) Hilâl dergisi, l Haziran 1928, s. 949.

[71]  (57) Avrupadaki bu mesele ile bu meseleye bağlı gelişmeler hakkında "Mezahibu Fikriyye Muasire" adlı eserimizin "Devrul yahudi fi ifsadi Av­rupa" başlıklı bölümünde bilgi verilmiştir.

[72] (58)  "Mezahibu Fikriyye muasıra" adlı eserimizin "Devrul Yahudi fi ifsadı Avrupa" başlıklı bölümünde sanayi devrimini ve bu devrimin Batı toplumu üzerindeki etkilerini anlatırken bu sebepleri ayrıntılı biçimde anlatmaya çalıştım.

[73]  (59) Daha önceki bir dipnotta bu gerçeğe değinerek tarihi gerçeklere ters düşen bazı yaygaracılara cevap vermeye çalıştım. Böyleleri kapalı kadın giyiminin, islâmdan öncesine dayanan bedevi bir arap geleneği ol­duğunu ileri sürerler. Oysa sözkonusu dipnotta Hz. Ayşe'nin, Medineli (Ensar) kadınları "kapalı giyimi emreden ayet inince hepsi elbiselerinin uzantılarını kapıp onlarla açık kalan tarafların örtmeye giriştiler" diye­rek övmesi bu iddianın aslı olmadığını gösterir.

[74] (60) Oysa bu gün müslüman ismi taşıyan bazı hayasız islâm dönek­leri bu iddiayı ileri sürüyor, buna bağlı olarak Allah'a Peygambere ve Al­lah'ın dinine zalimlik yaftası yapıştırıyorlar.

[75] Acaba bu hak kadınlardan hangi dönemde gaspedildi, Allah aşkına!

[76] (2) Gelecek alt bölümde bu salonlardan sözedeceğiz.

[77] (63) Gelecek alt bölümde Mısır devriminde sözedeceğiz.

[78] (64)  Bu hanımın gerçek adı Safıyye Mustafa Fehmidir. Fakat Batılaşmanın,  Batı  kaynaklı  düşünce  emperyalizminin  etkisi  ile onlardaki kadınların, kocalarının soyadı ile anılmaları geleneğine uyarak kocası Saad Zağlül'ün soyadı ile Safiye Zağlul diye anılmayı benimsedi. Fakat halk kitleleri bu değişik isimlendirme geleneğini farkedip karşısına çıkmadı.

[79]  (65) Nitekim kadının islâm kıyafetinden soyunduğunu bu meydanın o zamana kadar "İsmailiye Meydanı" olan adı, bu sözde büyük olayın anısını ebedileştirmek için "Kurtuluş Meydanı" olarak değiştirildi.

[80] (66) Bin Bellâ bu sözleri ile önemli bir gerçeğin üzerinden farkında olmayarak perdeyi kaldırıyordu. Bu gerçek müslüman kadınları açık giyinmeye çağıran, kapalı giyimden vazgeçmeye çağıran asıl kaynağın sömürgeci haçlılar olduğu gerçeğidir.

[81]  (67)  Söylendiğine göre Ahmed b. Bellâ, iktidardan uzaklaştırılışını izleyen sürgünlük döneminde tekrar İslama dönmüş, hatta konuşmaları ve yazıları ile halkı İslama çağırmaya başlamıştır. Bizler insanların hidayete ermesini, eğri gidişlerini değiştirip doğru yolu bulmalarını sadece sevinçle karşılarız. Fakat burada belirtmek istediğimiz sadece şudur ki, bu zat iktidarı döneminde açıkça İslama karşı idi.

[82] (68) Sözkonusu kadın gösterisi sırasında, baş örtülerinin çıkarılıp ateşe verilmesini kimin plânladığını kesinlikle bilmiyoruz. Fakat o günden sonraki olayların akışından edindiğimiz izlenime göre Kasım Emin'in samimi dostu, onu destek vaadi ile yoluna devam etmeye teşvik etmiş olan Saad Zağlul, ülkede bu tür adımların atılmasını coşku ile karşılıyor ve eşinin bu tür hareketlere ele başılık etmesini sağlıyordu. Saad Zağlul'un Mısır devriminin, bir islâm devriminden, islâmdan uzak "Milliyetçi bir devrim"e dönüşmesi hususunda oynamış olduğu rolü, bu kitabın ilerdeki sayfalarında anlatacağız.

[83] (69) Tırnak içinde sunduğumuz ifadeler ya "Moda" dergilerinde ya da gündelik gazetelerin"kadm eklerinde aynen yayınlanmıştır.

[84]  (70) Tıpkı Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun aşağıdaki hadiste buyurduğu gibi:

[85] (70) İşte kız okullarında aynen erkek okullarındaki programların uygulanmasının "hikmeti" buydu. Böylece kadın-erkek eşitliğine gerekçe bulunacak ve buradan hareket edilerek kadına "toplumu bozma" hakkı sağlanacaktı. Bu işin bundan daha az önemli bir başka hikmeti de eğitim biçiminde meydana getirilen "eşitlik" yolu ile "erkeğin üstünlüğü" ilkesini ortadan kaldırmak ya da hiç değilse sarsmaktır.

[86] (72) Gerçekten zaman zaman kız öğrenciler, erkek akranlarından daha başarılı oluyorlardı. Çünkü öğrenciler sokaklarda, kahvelerde ve arkadaşları ile birlikte oynadıkları çeşitli oyunlarda vakit öldürürlerken akranları olan kız öğrenciler evlerinde derslerine çalışıyorlardı. Bunun yanında kızların "kadınlık gururları"nı okşayan erkeğe üstün gelme duygusunun da bu başarıda payı vardı.

[87] (73) Daha geniş bilgi edinmek isteyenler "Mezahibu Fikriyye Muasıre" adlı eserimizin "Devrul Yahudi fi Ifsad-ı Avrupa" başlıklı bölümüne başvurabilirler.

[88] (74) Yüce Allah (c.c.) Nur suresinin ondokuzuncu ayetinde şöyle bu­yuruyor; "Müminler arasında edepsizliğin yayılmasını isteyenleri dünya­da ve Ahirette acı bir azap beklemektedir"

[89] (76) Daha geniş bilgi edinmek isteyenler "Mezahubi Fikriryye Muası-re" adlı eserimizin "Devrûl Yahudi fi İfsadi Avrupa" başlıklı bölümüne başvurabilirler.

[90] (1- Burda kastedilen bilimsel ve kavramsal anlamıyla miras değildir. Maksat müslümanların tarihsel mirasıdır. İşte bunun köklü bir ayıklanmaya ihtiyacı vardır. Kuşaklar boyu başgös­teren -özellikle son dönemlerdeki-sapmalardan ayıklanması gere­ki­yordu. (Sapma çizgisi bölümüne bakınız.)

[91] 1- Bir plajda genç bir kız bir ressamın kumlar üzerinde palaj giysileri içindeki resmini çizmesini istemişti. Fakat görkemli manzara (!) ressamın ilgisini çekmemişti. Kızdan biraz daha açılmasını istemişti, -demek yeterince açık görmemişti- Fakat kız bu isteği yerine getirmemişti. Bunun üzerine ressam: "Sen köylü müsün nesin?" diye çıkışmıştı. Kızcağız bu suçlamadan, geri kalmışlık suçlamasından kurtulmak için hemen istenileni yapmıştır.)

[92] (1- Daha önce de değindiğimiz gibi bunlar da düşmanların kendilerine bu yakıştırmalarda bulunmalarını haklı çıkaracak tutumlar sergilemiyor değildirler.)

[93] Japonların onlara verdiği zarar: Onların pazarlarına rakip olmaları, pazarlarını daraltmaları şeklindedir. Ama müslümanlarm yitirdikleri benliklerine dönmeleriyle birlikte batılıların yaşayacakları felaket korkunçtur. Bir kere müslümanlardan çaldıkları hammeddeleri kaybedeceklerdir. Müslümanları ezmek ve egemenliklerine boyun eğdirmek için kullandıkları siyasi hegemonyalarını yitireceklerdir. Yine batılıların çok iyi bilipte müslümanım diyen insanların bilmediği daha birçok gelişme olacaktır.)

[94] (1- Bu konuya ilişkin olarak Dr. Hüseyin Fevzi'nin 'Sindebadu Asri' (Çağdaş Sindebad) kitabında yazdıkları ile Dr. Zeki Necip Muhmud'un doğuyu yerdiği 'Fikr uş-Şarki' adlı kitabi ile batıyı övdüğü 'Fikr ui-Garbi' adlı kitabında yazdıklarına bakılabilir. Bir de (Tonby'nin) Dr. Nebil Suphi tarafından arapçaya çevrilen islam ve Batı1 başlıklı makalesinden de söz etmek gerekir. Burada şöyle deniyor: Biz müslüman türkleri sürekli sıkıştırdık nihayet İslam'ı bırakap bizi taklit etmeye başladılar. Böyle yapınca da onları horladık, küçümsedik. Çünkü kendisine kişilik veren bir düşüncesi yoktu artık.!!)

[95] İleride de değineceğimiz gibi bu plan haçlı-siyonizm ortak yapımıdır. Sadece haçlı veya sadece Siyonist bir plan değildir.)

[96]  Bu yahudiler daha önce Batıda yaşıyorlardı. Engizisyon mahkemelerinden kurtulmak için Endülüsten kaçan müslümanlarla birlikte Osmanlıya sığınmışlardı. Sonra müslümanlaşmaları ve Balkanlara göçetmeleri yönünde gizli bir emir aldılar, işte burada Osmanlı saltanatının yıkılması için kendilerine verilen rolü başarıyla oynadılar.)

[97]  Ruslar ortadokstular, bu yüzden Ortodoks ermenilerle aralarında kuvvetli bağlar vardı. Onlara Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtırlardı.)

[98] (1- VVilliem Car "Ahcar ala rikatiş-Şatranc" adlı eserinde şöyle diyor: "Yahudiler bir yahudi devletine hazırlık amacıyla Osmanlı Devleti'ni ortadan kaldırmak için birinci dünya savaşını çıkarttılar. II. Dünya savaşını da bu devleti fiilen kurmak için çıkarttılar." Bu sözlerde gerçek payı vardır. Car'ın yahudileri korkunç göstermedeki abartmasını bir yana bırakırsık, yahudilerin her iki fırsatı da amaçlarına ulaşmak için değerlendirdikelerinde kuşku yoktur. )

[99] (1- Cemal Abdunnasır birkaç kez Mustafa Kemal'i örnek aldığını söylemiştir.)

[100] 1948 yılında Filistin toprakları üzerinde tezgahlanan danışıklı savaşta bu durum fiilen yaşandı. İngiltere arap ordularının erzaklarını kesince savaş durdu ve Filistin'in paylaşımı gerçekleştirildi.

[101] Çağdaş Fikir akımları kitabının 'Milliyetçilik, Yurtseverlik' bölümüne bakınız.)

[102] 'el-Garefu alel alemil İslami1 adlı eserde, bir misyoner şöyle diyor: "Avrupa 'hasta adam'dan korkuyordu. Çünkü arkasında bir parmak işaretiyle cihada koşabilecek üçyüzmilyon insan vardı.)

[103] 'el-Muhattataful isti'mariye fi muhafatil' islam' Muhammed Mahmud Savvaf, sh. 218)

[104] (1- Burada kitabın içeriğini eleştirmeyeceğiz. 'Oryantalisler ve islam' adlı eserde bu kitabı geniş biçimde eleştirdim.)

[105] (2- Seçimlere katılma hususundaki görüşümüzü bu bölümde açıklaycağız.)

[106] (1- Daha önce düşmanların bütün İslam ülkelerinden çok Türkiye ve Mısırdaki İslami varlığı yıkmaya yöneldiklerini söylemiştik. Bunun başlıca nedeni Türkiye'nin hilafetin, siyasi ve askeri gücün merkezi, Mısır'ında Ezheryani müslümanların ilmi ve ruhi aydınlıklarının merkezi oluşuduru.)

[107]        İngilizler bu tehlikeyi yıllar önce sezdiler. Bu yüzden Mısır'a yönelik politikalarında köklü değişikiklere gittiler. Amaçlan ağır, sağlam ve etkin adımlarla barışçı bir şekilde tehlikeyi bertaraf etmekti. Bundan önceki stratejileri Mısır'ı bütünüyle arap ve islam dünyasından koparmak, Firavunluk dönemi özlemleriyle biçimlenmiş bir milliyetçiliği ön plana çıkarmak şeklindeydi. Geçen bölümde bu stratejiye işaret ettik. Bu arada dini duyarlılığı öldüren, insanı önemli hedeflerin peşinde koşmaktan alıkoyan ahlaki çözülme ve dejenerasyona yönelik faaliyetler de ihtimal göstermelik lider ancak bu kadarını biliyordu. Ancak darbenin gerçek lideri Abdunnasır her şeyi biliyordu kuşkusuz.)

[108]        Sıkıyönetim hapishanesinde yaşanan vahşeti uzaktan da olsa tavsif eder ümidiyle okurlara bir örneği anlatmak istiyorum. 1954 yılında olaydan yaklaşık olarak bir ay sonra Şubat ayında gözaltına alındım. Şehid Yusuf Talat da benden kırk sekiz saat önce tutuklanmıştı. Üç hafta boyunca onu aramış, nihayet yerini belirleyip gözaltına almışlardı. Sıkıyönetim hapishanesindeki geleneğe göre tutuklanan her gruba karşılama (!) yapılırdı. Biz buna espiri olarak 'karşılama töreni' diyorduk. Cezaevi gardiyanları zindanın kapısında yan yana dizilirlerdi. Gelen her tutuklunun adı yazıldığı sırada, gardiyanların önünden geçerken her biri ya bir kırbaç ya bir tekme ya bir baston darbesini inrirdi, tutukluya. Kimisi bir yumruk, kimisi demir bir sopa rastgele yapıştırırdı tutuklunun her hangi bir yerine. Bunu bilinçli olarak yapıyorlardı. Amaç ilk andan itibaren tutukluların yüreğine korku salmaktı. Bu, devletin müslümanların üzerinde estirdiği genel terörün bir parçasıydı. Benimle birlikte tutuklanan herkes gibi ben de 'karşılama töreninden1 nasibimi aldım. Fakat - gardiyanların bana yaptıklarını kardeşler anlatana kadar- Şehid Yusuf Talat'a yapılanları görünce bütün bunuları unuttum. Zavallı adam zindanın kapısından kayıt bölmesine getirilene kadar öyle bir şiddete maruz kalmıştı ki, insan görmeye dayanamıyordu.

Yusuf iri cüsseli, sağlam yapılı ve dolgun birisiydi, inancının derinliği ve gerçeği söylemedeki pervasızlığı yanısıra güçlü-kuvvetli oluşuyla da bilinirdi. Yukarıda da söylediğim gibi gözaltına alınışının üzerinden henüz kırksekiz saat geçmişti. Fakat görünüşü beni dehşete düşürdü. Kan ve tentürdiyot sızan sargı bezleri bacaklarından ayaklarına kadar iniyordu. Her iki kolu da aynı şekilde kanlı, tentürdiyotlu sargılar içindeydi, iki zebani ona eşlik ediyordu. Biri önden birde arkadan geliyordu, her adımda bir iki kırbaç iniyordu kanlı bacaklarına. Biri önden biri arkadan vuruyordu. Buna rağmen her seferinde attığı adım beş santimi geçmiyordu. Hiç kuşkusuz, zindanın kapısından kayıt bürosunu kadar katettiği bu mesafede üzerine inen yakıcı kırbaç darbeleri altında yapabilseydi, bir santim bile olsa adımını geniş atacaktı. Fakat yediği darbelerin etkisiyle mecali tükenmişti. Bu yüzden onu gördüğüm zaman 'karşılama töreninde' bana yapılanları unutuverdim. Tutuklanmadan önce, bu hapishaneye uygulanan işkence türlerine ilişkin çeşitli söylentiler duymuştum. Fakat bu dehşet verici manzarayı görmeden önce duyduklarım, işkenceyi gerçek şekliyle somutlaştıramıyordu zihnimde.)

[109] 1965 yılında sıkıyönetim hapishanesindeki soruşturma esnasında sorgucu bana şöyle dedi: (Bu konuşma sorgulama raşivine geçmiştir.) "Bir topluluğun önünde iskenderiye olayları komplodur demişsin" Ben: "Böyle söylemedim" dedim. "Peki ne söyledin?" dedi. Onlara dedim ki; "iskenderiye olayları gerçekten olsaydı veya almasaydı bile İhvan'ın başına gelenler önceden planlanmıştı" dedim. Sorgucu hoşnut olmaya nbir tavırla: "Bunun böyle olduğuna ilişkin kanıtın nedir?" dedi. Şunları söyledim: "Hasan Seyyid adında bir arkadaşım vardı. Cemal Abdunnasır ona çok güvenirdi. 1952 yılından bu yana aramızda sağlam bir arkadaşlık kurulmuştu. 1954 yılının Haziran ayının sonlarına doğru bir akşam vakti bürosunda onu ziyaret ettim. (Avukat olarak çalışıyordu.) Çabucak işlerini tamamladı ve bana "gel" dedi. Sora bürosunun kapısını içirden kitledi. "Çok önemli bir iş için seni görmek istedim. Herhangi bir şekilde hükümetle İhvan arasındaki çatışmayı dudurmak istiyoruz" dedi. Ben: "Çatışma filan oldu bitti artık nasıl duduracaksınız" dedim. "Anlaşmayı (o tarihlerde ingilizlerle hükümet arasında yapılan bir anlaşmayı kastediyordu. İhvan bu anlaşmaya bir çok açıdan karşı çıkıyordu) eleştirmekten vaz geçsinler" dedi. "Bu konudaki görüşlerini kamoyuna duyurmuş bulunuyorlar, artık ne yapılabilir ki?" dedim. "Politikadan uzak dursunlar ve dini bir örgüt olduklarını ilan etsinler" dedi. "Bunu kendilerini korumak için mi yapsınlar yani dayandıkları temelleri mi yıksınlar? Onların hareketleri en kapsamlı biçimde İslam'ı uygulamak esasına dayanıyor. Politika da bunun bir parçasıdır. Bu gün siyasetten çekilecek olurlarsa, hangi ilkeye dayanacaklar?" dedim. "Kriz atlatılana kadar, geçici bir süre için böyle bir tavır alsınlar. Sen onların başına nelerin geleceğini bilmiyorsun?" dedi. "Başlarına ne gelecekmiş" dedim. Cevap vermekte tereddüt etti. Bunun üzerine soruyu yineledim. "Ben içlerinde yaşıyorum. Ne olacağını biliyorum. Yani lideri tutuklayıp cemaatin ileri gelen şahsiyetlerinden biracını idam ettikleri, binlerce genci İbrahim Abdulhadi aracılığı ile işkenceden geçirdikleri zaman dava sona erer" dedi. " Bu sekide dava sona ermez." dedim. Sözüme karşı çıkarak: "Öyle sanıyorum ki, bu tür sıkıntılar dava adamlarının mücadele kararlılıklarını biler diyeceksin. Ben bu sözü senden çok daha fazla anlıyorum. Fakat davanın tekrar eski düzeyine gelebilmesi için, yüzyıl gerekecektir" dedi. "Günümüzde olaylar çok çabuk gelişiyor. Bir gelişmenin yüzyılı alması artık mümkün değildir. Bununla beraber benim elimden ne gelir ki?" dedim. "Kardeşin Seyyid'le görüş ve hükümetle zıtlaşma, çatışma politasını bir şekilde durdurmasını iste" dedi. Ona "Evet bunu yapacağım" dedi. Fakat kerdeşimle son tutuklamalardan önce buluşma imkanı bulamadım.)

[110] Böylece dünya komuoyunu ilgi odağı haline gelen mülteciler sorunu çözümlenmiş oldu. Nihayet yahudiler çeşitli yöntemlerle kamuoyunun ilgisini mületcilerden uzaklaştırabilmişti.)

[111] O tarihte arap ülkeleri İsrail'i tanımıyorlardı ve 'sözde israil devleti1 diyorlardı. Dolayısıyla ortada resmen tanınmış sınırlı söz konusu değildi.)

[112] Johnston'un o tarihte nihai bir sınırın belirlenmesini, istemediği açıkça anlaşılıyor. Ki israil'i bağlayan bir durum sözkonusu olmasın. Johnston'un istediği İsrail'in varlığına yasallık kazandırmaktır. Bundan sonra sınırını genişletmesinin ber sakıncası yoktur.)

[113] Böylece barış sağlamya ortam hazırlanıyor.)

[114] 'Secular' yani laiklik arapçaya 'ilmaniye' şeklinde tercüme edilir. Oysa bu tercüme yanlıştır. Bu kelimenin 'dinsizlik1 olarak tercüme edilmesi gerikir. ('Çağdaş Fikir Akımları' kitabının laiklik bölümüne bakınız)

[115] Anchor Books edition, Nev York, 1964 II. Bası sh. 319)

[116] Age. sh. 320)

[117] (2- İslam'ı yok etmek için Endülüs'te kurulan engizisyon mahkemeleri hariç. Daha önce bunu işaret etemiştik.)

[118] Şehid imam Hasan el-Benna'ın 'Risalelerine bakınız.

[119] Bazı kaynaklar, Şehid imam'ı şahadetinden sonra yarım milyon insanın harekete katıldığını belirtir. Ancak titiz bir sayım yapılmış değildir.)

[120] Hasan el Benna 'Risaleler' sh. 108-109)

[121] (1- Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Eğer yakın bir yarar ve orta bir sefer olsaydı, onlar mutlaka seni izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi." (Tevbe/ 42)

[122] Hidiv İsmail'e atitir bu söz

[123] Bu da Taha Hüseyin'in sözüdür.

[124] Yüce Allah Şöyle buyuruyor: "Biz bun (Kur'an'ı) senin dilinle kolaylaştırdık, takva sahiplerine müjde vermen ve direnen bir kavmi uyarıp korkutman için" (Meryem/ 97)

[125] (1- Gerçi Şehid imam hayatının son günlerinde cemaat tarafından görevlendirilen bazı kişilerin sorumsuz davranışlarından şikayet ediyordu. Fakat bu tür istisnalar kuralı değiştirmez. Yani, askerlerin komutanlarına itaat ettiği, ister istemez ona uyduğu gerçeğini değiştiremez.)

[126] İleride bu konuya değineceğiz.

[127] Hasan el Benna 'et-Tealim-1 risalesinde "Şehadet cümlesini diliyle söyleyen, bunların gereklerini ve farzları yerine getiren bir müslüman herhangi bir görüşünden veya işlediği bir günahdan dolayı tekfir etmeyiz" diyor. Sh. 539 Hasan el Benna'nın 'şehadetin gereklerinden1 kastettiği, hayatın her alanında Allah'ın indirdikleriyle hükmetmektir. Bu, imanın şartıdır ve bu olmadan iman olmaz: "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin hükmüne başvurmadıkça, sonrada içlerinde senin verdiğin karara karşı en ufak bir sıkıntı olmaksızın tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisa/ 65) Burada bir mesele karşımıza çıkıyor. Bu da bir çok insanın kafasını karıştırıyor. Kastettiğimiz, günah meselesidir. Ümmetin ortak görüşüne göre günah,

Allah'ın indirdiklerine ters düşen bir amel olmakla beraber işleyen kimseyi iman çerçevesinin dışına çıkarmaz. Aslında bu iki yaklaşım arasında bir çelişki yoktur. Çünkü günah işleyen kimse, bu yaptığının günah olduğunu kabul ettiği zaman Allah'ın indirdikleriyle hükmediyor, eşya ve olayları onun terazisiyle ölçüyor demektir. Şehvetine ve ihtirasına yenik düşerek bu suçu, işlediği günahı helal kabul ederse bu durumda Allah'tan başkasının hükmüyle hükmediyor, ondan başkasının terazisiyle ölçüyor demektir, bu yüzden kafir olur. Aslında bu kişi söz konusu günahı işlemeksizin sırf helal saydığı için kafir olur. Çünkü -organlarıyla bu suçu işlemiş olsa bile- kalbi ile insanı iman çerçevesinin dışına çıaran bir tavır sergilemiş olur. Yani kendi nefsini Allah'a eş koşmuş olur. allah'm izni olmaksızın bir şeyi helal kılmış veya haram kılmış olur. Oysa helal ve haram, belirleme de, serbest ve yasak koymada tek yetkili yüce allah'ttr. Bu O'nun ortaksız yaratıcı olmasının zorunlu bir gereğidir: "Dikkat edin, yartma ve emir yetkisi O'na aittir." (Araf, 54) Bu ayet, günah işleyen işlediği günahın helal olduğuna inanmadıkça, yani bu konuda Allah'ın hükmüne ters düşen bir hüküm vermedikçe insanı iman çerçevesinin dışına çıkarmadığını açık biçimde ortaya koymaktadır.

Bununla beraber, ümmetin ortak görüşüne göre, bazı ameller vardır ki, bunlarda yapanın niyeti, helal sayıp saymadığı sorulmaz. Çünkü bu ameller bizzat küfrü ifade ederler. Puta secde etmek, Allah'ın kitabına dil uzatmak, Allah'ın peygamberine -selat ve selam üzerine olsun- sövmek, İslam düşmanlarına yardım etmek, Allah'ı bir yana bırakarak kendi başına helaller ve haramlar belirlemek yani Allah'ın şeriatından başka bir konunla hükmetmek gibi.)

[128] İşte üçüncü program ya da 'hareket protokolü' dedikleri budur.

[129] Süveyş kanalının millileştirilmesini kastediyor.

[130] Konunun akışı içinde hareketin yolunda beliren bazı dönemeçlerden sözedilecektir.

[131] Dışgörünüşleri itibariyle. Kalplerini ise ancak Allah bilir.

[132] (1- İbni Teymiye, fetava, Mecmuatut- Tevhid 12. Risale, sh. 278)

[133] (1- Gerçekte yeryüzünde -Peygamberimizin -Salât ve selâm üzerine olsun-toplumu da dahil- tamamen unsurları ayrışmış bir toplum yoktur. Her zaman durumları belli olmayan gruplar olur. Ancak bizim kastettiğimiz topluma niteliğini kazandıran belli başlı gruplardır.)

[134] (1- Ibn- Kudame'nin 'el-Muğni' adlı eserinde şöyle deniliyor: Bir adam müslümanlığından kuşku duyduğu ve hünsa olması ihtimali bulunan bir insanın arkasında namaz kılarsa imamın küfrü ve müşkül hünsa olduğu açığa çıkmadığı sürece namazı geçerlidir. Çünkü namaz kılanların bu tavırları, özellikle imam olması zahiren hünsalıktan uzak olduğunu gösterir. Ancak namazdan sonra imamın kafirliği veya müşkül hünsalığı ortaya çıkarsa, namazı yenilemek gerekir... (Yazarın verdiği örnek küfür hükmünü verme noktasında Allah'ın şeriatının fiilen hakim olduğu islam toplumu için geçerlidir. -Çeviren-)

[135] Az önce dedik ki, yeryüzünde hiç bir toplum yoktur ki tüm fertleri açıkça belli olsun. Peygamber toplumu da bu genellemenin içindedir. Her toplumda 'münafıklar' bulunur. Allah'ın indirdikleriyle hükmeden müslüman toplumda bunların hükmü, 'lailahe illallah' dedikleri ve Allah'ın şeriatına uydukları sürece 'müslüman1 şeklindedir. Ama şehadet kelimesini getirseler bile Allah'ın şeriatına uymazlarsa, mürted kabul edilirler.

[136] Yazarın "Düzeltilmesi gereken kavramlar" kitabına bakabilirsiniz.

 

[137] İleride ele alacağımız "Geleceğe bakış" bölümünde bu noktaya de­ğineceğiz.

 

[138] Afgan savaşının mesajı ve ona ilişkin değerlendirmelerimize "Ge­leceğe bakış" bölümünde yer vereceğiz.

[139] Bu gençlerin Amerikan toplumu ile içli dışlı olmalarına rağmen, Demokrasinin arkasında uluslar arası siyonizmin olduğu ve siyonizmin çıkarı ile çelişen hiçbir fikir akımının pratikte uygulanmasına izin veril­mediği gerçeğinin farkında olmayışları şaşırtıcıdır.

[140] Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai ve İbni Mace. Dileyen "Pey­gamberden iktibaslar" kitabının "kesilecek hayvana eziyet etmeme" bö­lümüne bakabilir.

[141] "Arzular ve Sakıncalar" başlıklı tebliğde.

[142] Siyasi, toplumsal v.s. gibi...

[143] Bu savaş bugün en kapsamlı şekliyle Afganistanda ve her yerdeki islamcı cemaatlara karşı sürmektedir. Ve yarın islam düşmanları müslü-man ümmete karşı en acımasız şekliyle bir savaş başlatmaktan çekinme­yeceklerdir. Bir sonraki "geleceğe bakış" bölümüne bakınız.

[144] Askeri Hapishanede bulunduğumuz günlerde bir sabah Hapisha­ne müdürü ile daha sonraları feci bir trafik kazasında paramparça olmak suretiyle Allah tarafından cezalandırılan en büyük celladı Hamza el-Bisyani çıka geldiler. Bizler, her gün sabah saat altıdan akşam dört bu­çuğa kadar süren sistematik işkencenin uygulandığı işkence Taburun-daydık. Küçük celladının buyruklarına ne kadar bağlı olduğunu göster­mek için huzurunda hızlı adımlarla koşuşup saygı gösterisinde bulunma­sının ardından, Atının üzerinden bize dönerek şunları söyledi Hamza el-Bisyuni: "Bütün yaptıklarımıza rağmen hala yaşıyorsunuz O... çocuklan. Daha ne yapalım size? Bütün yapabildiğimiz birkaç yılda bir sizleri top­layıp sürüm sürüm süründürmektir." Yani bir bahane olsun olmasın bu uygulamalar çok önceden planlamıştır demek istiyordu.

[145] Konunun akışı içinde "Dinlemek ve itaat etmek" meselesine de­ğineceğiz.

[146] Geçen sayfalarda bu hadise işaret edilmiştir.

[147] Sh. 514'deki dipnot.

[148] Nasırın iktidarı sırasında şöyle bir fıkra anlatılırdı: Bir gün Na­sır Kalemini kaybeder ve bütün aramalara rağmen bulamaz. İçişleri Ba­kanına haber verir ve kalemi kimin aldığını araştırmasını ister. İçişleri Bakanı hemen isteneni yapar. Bir saat sonra Abdunnasır Bakanı arar ve kalemi bulduğunu dolayısıyla aramadan vazgeçmesini ister. Bunun üze­rine Bakan şu cevabı verir: Ama efendim, Beş kişi yakaladık, beşi de ka­leminizi aldığını "itiraf etti!!!

[149] Yazar, burada Seyyid Kutub'un şehit edilişini kastediyor olsa ge­rektir. (Çev.)

[150] "Sapma akımı" bölümüne bkz.

[151]  "Sapmanın sonuçları" bölümüne bkz.

[152] Buhari - Müslim.

[153] Yazarın "çağdaş fikir akımları" kitabına bakınız.

[154] Geçen bölümdeki "düşünce savaşı" başlığı ile sunulan bölüme ve "çağdaş fikir akımları kitabında yeralan "laiklik" bölümüne bakınız.

[155] Taha, 50.

[156] Bu gün artık bilimde bu kanunların "kesin" olmadığını söylüyor. Sadece birbirini destekleyen bir takım "ihtimallerden" sözediyor.

[157] Bir sonraki "Geleceğe bakış" bölümünde bu gerçeğe değineceğiz.

[158] Günümüzde olduğu gibi.

[159] Ebu Yusuf, "el-Harac" kitabında der ki; "Devlet Başkanı, Beytul malın ihtiyaç duyduğu miktarı zenginlerin mallarından alabilir.

[160] Daha geniş bilgi için yazarın "Çağdaş fikir akımları" kitabının "Demokrasi" bölümüne bakınız:

[161] İslami yönetime karşı ileri sürülen hayret verici konulardan biri de gayri müslüm azınlıklar sorunudur. Yeryüzünün birçok bölgesinde müslüman azınlıklar var ve onların o ülke halklarının dini inançlarını yaşamalarına engel oluşturmaları düşünülmediği gibi buna müsade de edilmez. Peki, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmek islamın ayrılmaz bir parçısı olduğu halde gayri müslim azınlıkların müslüman çoğunluğun inançlannı uygulamalarına engel olma hakkı nerden doğuyor?

[162] Hikaye şöyledir: Bir sürü kızıl öküzün arasında bir de Beyaz öküz varmış. Rengi başkadır diye bu öküzü sevmezlermiş, Ondan nefret eder­lermiş. Bir gün Aslan gelmiş ve yemek üzere aralanndan birini vermele­rini istemiş. Onlarda Beyaz öküzden kurtulmak için onu vermişler Asla­na. Fakat bir süre sonra aslan yine gelmiş ve yemek üzere bir öküz daha istemiş. Daha sonra parçalamak üzere birinin üzerine atlamış. Aslanın pençesindeki öküz şöyle demiş: "Aslında beni, Beyaz öküzü yediğin gün yemiştin."

[163] Daha geniş, bilgi için, yazarın "çağdaş fikir akımları" kitabında yeralan "Avrupa'nın bozulmasında Yahudilerin oynadığı rol" bölümüne bakılabilir.

[164] "Büyük Önderlerin"(!) en büyük özelliği, islam düşmanlarının ar­zusu gereği edebi Arapçıyı konuşamamaktadır. Emperyalistler uşakları­nı onların bilgisi dahilinde veya onlardan habersiz halk dilini iyi konu­şanlar arasından seçerler.

[165]  Bilindiği gibi Yahudiler, -ne kadar hizmet etselerde- kendi çıkar­larına önem verdikleri kadar uşaklarının duygularına değer vermezler. Okuyucular hatırlarki, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı kendilerine akıl almaz hizmetler sunduğu halde onu bile, çok kere incitmişlerdir.

[166] Aslında birbirini seven, birbiriyle kaynaşmış, islami pratik olarak yaşayan ve İslama davet eden bir cemaat olmaksızın islam için çalışmak yeterli olmaz. Ama biz burada fiili bir durumu dile getirdik.

[167] Hiç kuşkusuz, Haçlılarla sıkı bir dayanışma içindedirler bu konuda.

[168] İmam Ahmed Huzeyfe b. Yeman'a dayanak rivayet etmiştir.

[169] "el-İslam ven-Nizam'al alemiy el-Cedid" Te'lif: Mevla Muhammed Ali, Araçaya çeviren: Ahmed Lud es-Sahar.

[170] Bugün Japonya ve Korede büyük cemaatler İslama girmiştir.

[171] "Çağdaş Fikir Akımları" "Laiklik" bölümüne bakınız.

[172]        Aslında kendileri onların üç katıydılar.