Üçüncü Bölüm
SAPMANIN SONUÇLARI
Daha
önceki bölümün son sayfalarında bu ümmetin pratik hayatına damgasını vuran uzun
süreli sapma akımının son dönemdeki belirtilerine kısaca işaret etmiştik.
Şimdi de bu ümmetin tarihinin son iki yüzyılını -özellikle de son yüzyılını-
oldukça ayrıntılı bir şekilde irdelemek istiyoruz. Bu irdeleme bir yandan bize
şu an için içinde yaşadığımız çağdaş realitemize nasıl ulaştığımızı ve bir
yandan da bu çağdaş realitemizin mahiyetim ve belirgin özelliklerini
açıklayacak ve böylece daha sonraki bölümlerde kurtuluş yolunu belirme
çabalarımıza yardımcı olacaktır.
I- İNANÇ GERİLEMESİ
Son
iki yüzyılı ve özellikle son yüzyılı irdelerken gözümüze ilk çarpan şey,
müslümanların vicdanlarmdaki İslâm özünün koyu bir siyah tabakanın altına
girmesi ve buna paralel olarak pratik hayatta bu özden gitgide
uzaklaşılmasıdır. Yani hem düşünce ve hem de davranış düzeyinde etkili olan
bir yozlaşma, bir bozulma ile karşı karşıyayız.
Bilindiği
gibi davranış düzeyindeki bozulma daha önceki yüzyıllarda ortaya çıktı. Bu
bozulma gerek Moğol sürülerinin o günkü İslâm devletini alt-üst etmeleri ve
gerekse İslâm nurunu söndürme amacını taşıyan Haçlı ordularının İslâm
dünyasını kasıp kavurmalarına yolaçarak bu ümmete cezasını çektirdi.
Fakat
o dönemde İslâmla ilgili algı ve düşünceler halâ doğruya en yakın nitelikte
idi. Çünkü İslâm düşüncesi ile ilgili sapmalar dar alanlarda mahpustu. Doğru
yoldan sapmış çarpık akımlar ve mezhepler vardı, ama ümmet bütününe oranla bunların
hacmi son derece küçüktü. "Murcie" düşüncesi, gerçi, daha o zamandan
vardı, ama henüz kapalı kapılar ardındaki zihin egzersizleri düzeyindeydi,
ümmetin toplumsal hayatına yansımış somut bir realite olmaktan uzaktı.
Çünkü
İslâmiyetin "amel (davranış, uygulama)" akımının voltajı henüz çok
yüksekti, her tarafa doğru dalga dalga yayılır, sözkonusu çarpık fikirler
titreşimlerini önleye-miyorlardı. Hatta, daha önce dediğimiz gibi,
"Murcie" düşüncesini savunanların bizzat kendileri bile amel ve ibadet
görevlerine düşkün birer fıkıh bilgini idiler. Bu yüzden kendilerine özgü bu
düşüncelerin etksi ile amel görevlerini bırakacak ya da başkalarım amel ihmalkârlığına
çağıracak adamlar değillerdi.
O
dönemde tasavvuf da vardı. Fakat İslâm toplumuna damgasını basacak derecede
yaygın değildi. Tersine toplum hayatından kopuk ve yaşama gürültüsünden uzak,
köşesinde, kendi kendine ibadet sunuyordu!
Bundan
dolayıdır ki, daha önce söylediğimiz gibi, İslâm koru, her ne kadar yüzeyi kül
bağladı ise de halâ canlı idi. Nitekim yüzeyini örten küller üflenince tekrar
tutuşup, harlanarak daha önceden tanıdığımız mucizevi sonuçlara ulaşmakta gecikmedi.
Fakat
düşünce düzeyindeki bozulma, etki alanını genişletmeye başlayarak toplumun
baskın niletiliği haline gelince o zaman iş değişti. Çünkü artık hastalık, sadece
davranış düzeyindeki bozulma değildi ki, ateşli hutbelerle ya da etkili
vaazlarla tedavi edilmeye çalışılsın. Mesele, önce kavramları doğru biçimde
algılamayı sağlayacaklan-ve arkasından davranış düzeyindeki bozuklukları düzeltmeye
yönelecek ya da her iki bozukluğu bir arada gidermeyi programlaştıracak büyük
bir çaba harcamayı gerektiriyordu. Bu yollardan hangisi tercih edilirse
edilsin, yapılacak iş kolay değildi.
Geçen
bölümün sonlannda işaret ettiğimiz gibi bütün İslâmî kavramlar yozlaştırılmış,
hiç biri bu dinin yüce Allah (c.c) tarafından indirildiği günkü asıllarına
(orijinallerine) benzemiyordu.
Meselâ
"Lâilâhe illallah" şahadet cümleciği, bu cümleciğe ilk muhtap olup
ona inanmış olan örnek kuşağın gözünde, o günkü kurulu sosyal düzeni kökünden
yıkarak yerine onunla yüzdeyüz çelişen yeni bir sosyal düzeni kurduracak
derecede önemli ve kapsamlı bir temel kavramdı.
Bu
kavram, bütün yönleri ve her türlü eklentileri ile tüm sosyal hayatı içeren,
kendi kendine yeterli bir sosyal hayat tarzı idi. Bu hayat tarzının,
büyük-küçük hiç bir unsuru "lailâhe illellah" ilkesi ile bu ilkenin
"gerekleri" dışında düşünülmüyordu. Bu kavramın gerekleri de yüce
Allah (c.c.) tarafından indirilen direktiflere gönüllü biçimde boyun eğmek ve
elden geldiğince yüce Allah'ın bu direktifleri uyannca amel etmek, onlan uygulamaktır.
Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Buna göre elinizden geldiği kadar Allah'dan korkunuz, O'nün
öğütlerini dinleyiniz ve O'na itaat ediniz." (Te-ğabun/16)
Bu
kavramın onların algısındaki olağanüstü büyüklüğü önce vicdanlarının iç
yapısında meydana gelen korkunç değişmede kendini gösteriyordu. Öyle ki, bu
vicdanlar, sanki öncekiler ile hiç bir ortak yönü olmayan yepyeni vicdanlar
olmuştu. Aynı olağanüstü büyüklük algısı ilk müs-lüman kuşağın pratik hayatında
beliren vicdanlardakine eş köklü değişmede de kendini göstermişti. Öyle ki,
sanki bu hayat, geçmişin hiç bir mirasını taşımayan yepyeni bir
hayattı. Hatta onların insanın en son ve en zor değişebilen yanım oluşturan
psikolojik ve organik bütün davranışları bile, daha önce taşımadıkları yeni
anlamlar kazanarak daha önceki eşlerine benzemeyen yeni bir kimlik edinmişlerdi.
Hatta
cahiliye dönemi hayat düzeninden miras aldıkları İslâm tarafından onaylanmış
bazı alışkanlık ve gelenekler bile cahiliye döneminde oldukları gibi değillerdi.
Bu alışkanlık ve gelenekler şekil bakımından eskilerine benzeseler bile öz bakımından
tamamen değişik bir niteliğe bürünmüşler, başka bir deyimle İslâm'la birlikte
sanki yemden doğmuş gibi idiler.
Meselâ
kahramanlık, yiğitlik cahiliye döneminden kalma bir kavramdı. İslâm da bu
sıfatı onaylamış, hatta özendirmişti. Fakat acaba İslâmın onayladığı
kahramanlık ile cahiliye döneminin kahramanlığı aynı şeyler miydi? Hayır,
asla! Çünkü cahiliyenin kahramanlığı İslâm tarafından ağır bir dille kınanan
"körükörüne bağlılık" tutkusuna dayanıyordu. Nitekim yüce Allah
(c.c.) şöyle buyuruyordu:
"O zaman kâfirler kalblerine körükörüne bağlılığı, cahiliye
döneminin körükörüne bağlılığını koymuşlardı." (Fetih/ 26)
Islâmiyetin
özendirdiği yiğitlik ise, körükörüne batıl bağlılığı değil, hak uğruna
kahramanlık göstermek, nam ve gösteriş olsun diye değil de sırf Allah rızası
için cihad etmekti, yani kahramanlık sıfatının gerçek özü idi.
Cömertlik
de cahiliye döneminin yaygın sıfatlarmdan-dı. İslâm bu sıfatı da onaylamış,
hatta özendirmişti. Fakat İslâm'ın benimsediği cömertlik, eskisinin şekil
bakımından benzeri olsa bile öz bakımından ondan farklı şeydi.
Cahiliye
cömertliği, İslâm tarafından şiddetle kınanan gösteriş amaçlı idi. Nitekim yüce
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Ey müminlery tıpkı insanlara gösteriş olsun diye
malını verip de Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan bir kimse gibi başa
kakarak ve eziyet vererek sadakalarınızı boşa çıkarmayınız. Böylesi üzerinde
biraz toprak bulunan bir kayaya benzer ki, şiddetli bir sağanak, toprağını
silip götürerek onu dazlak bir taş parçasa halinde bıraktı. Böyle-leri
yaptıkları iyiliklerden hiç bir şey elde edemezler. Allah, kâfirleri doğru
yola iletmez." (Bakara/ 264)
İslâmiyetin
özendirdiği cömertlik ise sırf yüce Allah'ın rızasını amaçlayan, dilden dile
dolaşma gayesi taşımayan katıksız, saf bir karşılıksız bağışlamadır. Nitekim
yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Yoksula, yetime ve tutsağa O'nün sevgisi için yemek verirler.
'Biz size sırf Allah rızası için yemek veriyoruz, sizden bir karşılık ya da
teşekkür beklemiyoruz' derler." (İnsan/ 8-9)
İşte
böyle "Lailâhe illellah" ilkesi, ilk müslüman kuşağın hayatlarındaki
bütün unsurları değiştirerek onlar yerine yepyeni bir hayat düzeni getirdi ve
bu yeni hayat pratiği ile "lailâhe illallah" ilkesi arasında
zihinlerinde sıkı bir bağ kurdu. Çünkü gerçekten bu yeni hayat pratiğini gerek
vicdanlarında ve gerekse sosyal hayatlannda oluşturan bu ilke idi.
Onlar
birden çok ilâha inandıkları dönemde kendileri için hiçlik, şaşkınlık, cahiliye
bataklığına baş aşağı gömülme, ahlâk bozukluğu, dargörüşlülük; yüzeysel, kısa
vadeli ve bencil amaçlar peşinde koşma ve karşılıklı zulümler vardı. Tıpkı
cahiliye şairi Züheyr b. Ebu Sulma'nın şu muallaka beytinde dile getirdiği
gibi:
"Kim havzasını silâhı ile savunmaz ise Yıkıma uğrar. Başkalarına
zülmetmeyene zulmederler!"
Buna
karşılık onlar tek Allah'a inanıp da Allah'dan başka ilâh olmadığım
onayladıkları an, bu saydıklarımızın hepsi değişiverdi. Yani hiçlikten sonra
var oldular, şaşkınlıktan sonra dorğu yolu buldular, düşüşten sonra yükseldiler,
bozulan ahlâkları fazilete dönüştü, dargörüşlülükten kurtulup ileri görüşlü
oldular, bencillikten annan amaçları derinlik ve uzun vadelilik kazandı,
karşılıklı zulümlerin yerine kardeşlik aldı.
Bundan
dolayı onlann zihninde, "Laihâhe illellah'1 ilkesine yönelen
imanları ile hayatlarında meydana gelen bu büyük değişiklik arasında paralellik
meydana geldi, hatta aslında bu değişikliği sağlayan faktör bu ilkeye dönük
inançları idi. Bu yüzden onlann algısına göre o ilke, sadece basit bir
cümlecik değildi. Onlar onu anlamı, gerektirdikleri ve pratik tercümesi ile
birlikte bir bütün halinde algılamışlar, zihinlerine yerleştirmişlerdi. Bu
cümleciğin pratik tercümesi, uygulamalı yorumu onların hayatlannda yeralan
unsurlann tümü idi. Bu bütün içinde yüce Allah'ın birliğine dair olan inançtan
namaza, oruçtan zekâta kadar ortağı bulunmayan tek Allah için yapılan bütün
klasik ibadetler ile bütün ayrıntıları ile yüce Allah'ın direktiflerine dayanan
bir sosyal hayat düzeni kurmaya kadar her şey vardı.
Acaba
"Lailâhe illellah" ilkesinin bundan başka bir anlamı, bundan başka
bir uygulamalı tercümesi var mı?
"Lailâhe
illellalh" ilkesinin pratik hayata dönük tercümesinin bir çok dereceleri
olduğu doğrudur.[1] Bu tercümelerin
hepsi onundur. En aşağı derecesi herkese farz olan asgari derecelisidir. En
yüksek derecelisi de o eşsiz kuşağın ortaya koyduğu benzersiz örnekler
kümesidir. Fakat bu uygulamalı tercümelerin her bir doğru derecesi herkese farz
olan düzeyin altına düşmez. Başka bir deyimle şu üç unsuru mutlaka içerir:
a-
Yüce Allah'ın birliğine inanmak.
b-
Bütün klâsik ibadetleri, kendisine ortak koşmaksızın sırf tek Allah'a sunmak.
c-
Yüce Allah tarafından bize gönderilen direktiflere uygun bir sosyal hayat
düzeni kurmak.
Bu
asgarî düzey tutturulduktan sonra uygulama titizliği ve derinliği yolu ile
istendiği kadar üst derecelere çıkıla-bilir.
Fakat
ardarda geçen yüzyıllar boyunca bu ilke, müslü-manlann zihnindeki canlılığını
sürekli biçimde yitirdi. Günden güne vicdanlardaki ve pratik hayattaki etkisi
azaldı. Sonunda fonksiyonunu tamamen kaybederek sadece dille söylenen kuru bir
cümleciğe dönüştü ve bu sözü söyleyenlerin hayatı, şartların sürüklediği
mecrada akmaya başladı.
Bu
durumu şöyle bir örnekle açıklayalım. Bir adam düşünelim; bir akarsuyun
akmasını durdukmak ya da akış yönünü değiştirmek istiyor. Bu amaçla akarsuyun
önüne bir engel koyuyor. Fakat koyduğu engelin yüzeyi delik-de-şik. Bu
durumda engel var, ama hiç bir işe yaradığı yok. Su, önünde duran engelin
deliklerinden geçerek sanki o hiç yokmuş gibi, rahatlıkla akmasına devam ediyor.
Bu
durumun bir başka örneği de sahte paradır. Sahte para, gerçeği üzerinde bulunan
bütün yazı ve işaretleri
üzerinde taşır ama, bütün bunlara rağmen sahibinin
işine yaramaz, pazardan bir şey satın almasını sağlamaz. Ceza almasına, perişan
olmasına sebep olma ihtimali de işin cabası. Çünkü karşılıksız olarak basıldı.
Bu
dinin ilk bağlılarının nazarında ibadet, yüce Allah'ın (c.c.) kendilerine şu
ayette öğrettiği gibi, her şeyi içeren, geniş kapsamlı bir kavramdı:
"De ki; 'benim namazım, diğer ibadetlerim, hayatım ve ölümüm,
alemlerin Rabbi olan Allah içindir." (Enam/ 162-163)
Bu
kavram, onların nazarında sadece namaz, oruç, hacc ve zekât gibi bir takım
sayılı klâsik ibadetten ibaret sayılarak insanın bu sayılı ibadetler arasında
geçecek sürede ibadetsiz yaşaması asla doğal sayılmazdı. Tersine hayatın tümü
ibadetti. Zikir kavramı ise, yüce Allah'ın indirdiği hükümler uyarınca amel
etmek demek olan asıl anlamı ile, onların hayatında sürekli ve aralıksız bir
faaliyetti. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Onlar ki, ayakta, oturarak ve yatarken Allah'ı zikrederler.
" (Al-i îmran /191)
Bundan
dolayı onların kalbleri sürekli olarak zikir ile meşguldü, hayatların her anı
ibadet idi.
Bu
anlayışın doğal sonucu olarak onlar; ticaret sırasında, alış-veriş yaparken
kendilerini ibadet dışında sayarak Allah'ı zikretmekten gafil kalmayı,
karşılanndakileri kandırmayı, aldatmayı ve müşterilerinin sırtından aşırı
kârlar sağlamayı normal görmezlerdi.
Onlar
dinlenme anlarında, boş zamanlannda da kendilerini ibadet dışında sayarak yeni
bir ibadet vakti girip de tekrar yüce Allah'ı zikretmeye yönelene kadar çirkin
sözler söylemeyi, azgınlaşmayı, Allah'a
karşı gelip O'nun emirlerini unutmayı normal görmezlerdi.
Başka
bir deyimle onlara göre hayat, "ibadetler" ve "insanlar arası
ilişkiler (muamelât)" diye iki kısma ayrılmazdı. Tersine hayatın tüm
faaliyetleri ayrı ayrı birer ibadetti. Bu faaliyetlerin bir kısmı,
"vakitleri belirli" ve herkese farz olan klâsik ibadetler iken diğer
bir bölümü de insanın politik, ekonomik, sosyal, ahlâkî, bilimsel, kültürel
bütün davranış ve tutumlarını içeren insanlar arası ilişkil-lerdi, ama bunlann tümü
ibadetti, yüce Allah'ın adı zikredilerek ve yüce Allah'ın indirdiği hükümler
gözetilerek yapılmaları gerekli idi.
Tıpkı
bunun gibi, onlann anlayışlarına göre bazı tasavvuf tekerlemelerinde
söylendiği gibi, hayat "Bir anı kalbin için ve bir anı da Rabbin
için" diye de ayrılmazdı. Bu anların her ikisi de "Allah
için"di. Sebebine gelince bunlar hayatın anları idi ve "hayat da
tümü ile Allah için" di.
Acaba
ibadet, bu eşsiz ilk müslüman kuşağın anladığından başka bir anlama gelebilir
mi?
Acaba
onların "İnsanlar arası ilişkiler (muamelât)" alanında yüce Allah'ın
(c.c.) indirdiği hükümlere bağlılık göstermeleri, bu dine kendilerinin
ekledikleri bir fazlalık mı idi? Acaba dinlenme anlannda, boş zamanlannda bile
İslâmın edep ve ahlâk ilkelerine bağlılıklarım devam ettirmeleri, bu dine
kendilerinin kattıkları bir ek yükümlülük mü idi? Yoksa bizzat Peygamber
Efendimizin (s.a.v.) kendilerine öğretmiş olduğu "din" bu mu idi?
Acaba
alış-verişte, ticarette doğruluk ve güvenilirlik, verilen sözlerde durmak, girişilen
her işi dürüstçe ve titizlikle yapmak, her davranışta ölçülü ve tutarlı olmak,
edep ve ahlâk kurallarına bağlı kalmak; acaba bütün bunları, onlar, kendileri mi ortaya çıkarmışlar, sorumlu olmadıkları bir takım
nafileler olarak mı uygulamışlardır?
Evet,
onlann sırf kendileri tarafından uygulanan özel bir takım nafile alanları
vardı. Bu alanlarda onlar men-dupleri (özendirilmekle yetinilen iyilikleri)
birer farzmış gibi yüklenmişlerdi. Zaten onları, ulaştıkları o başdöndü-rücü
doruklara yükselten faktörler bunlardı.
Fakat
acaba hayatın tümünü, insanın yüce Allah tarafından indirilen direktifleri
uyannca yürüteceği ve sadece yüce Allah'a yönelteceği bir ibadet algılamak,
onlann kendiliklerinden getirdikleri bir yorum mu idi, yoksa yüce Allah'ın
"De ki; 'Benim namazım, diğer ibadetlerim, hayatım ve ölümüm
alemlerin Rabbi olan Allah içindir" ve "Onlar ayakta, otururken ve
yatarken Allah'ı zikrederler." (Enam/ 162-163, Al-i İmran/ 191)
Doğruluk,
güvenilir olmak ve verilen sözlerde durmak ilâhî yükümlülükler olduklarına
göre, acaba bu yükümlülükler ibadet kapsamına dahil midirler, yoksa onun dışında
kalan bir takım eklemeler midirler? Bunlar nasıl ibadet kapsamı dışında ya da
ekleme şeyler sayılabilirler ki, yüce Allah (c.c.) şu ayette pekiştirme ifadelerinin
en güçlüsü ile insanlan sırf kendisine ibadet etsinler diye yarattığını buyurmaktadır.
"Ben cinnleri ve insanları sırf bana ibadet etsinler diye
yarattım." (Zariyat/56)
İnsanlığın
ana gayesi, yüce Allah'a ibadet etmek olunca, O'nun, insanlara önerdiği
yükümlülüklerin bir tekinin bile ibadet çerçevesinin dışında olması mümkün
olabilir mi? Öyle bir şey olsa, yüce Allah'ın (c.c.) insanlan -başka herhangi
bir şey yapmalan için değil- sırf kendisine ibadet etsinler diye yarattığım bildiren vurgulu ve pekiştirmeli buyruğu nerde
kalırdı?
Buna
göre sahabilerin ibadet anlayışları doğru olduğu gibi, bu anlayışa dayanan
tutumları doğru idi.
Fakat
sahabilerden sonra öyle müslüman kuşaklar geldi ki, bunlar yüce Allah'ın (c.c.)
önermiş olduğu bazı yükümlülükleri hafife alarak onlan kendi kafalanndan yavaş
yavaş ibadet çerçevesi dışına ve ibadet kavramının çerçevesini gitgide daraltarak
onu sadece bazı sayılı klâsik ibadetlerle sınırlamışlardır.
Bu
sınırlama eğiliminin sonucu olarak doğruluk ve doğru sözlülük, ibadet
çerçevesi dışına çıkarılınca halkın anlayışına göre artık vazgeçilmez bir
nitelik olmaktan çıktı. Artık o, sadece iyi bir huydu. Eğer insanlarda
bulunursa ne ala; bulunmazsa bir zaran, bir sakıncası yok!
Yine
bu sınırlama eğilimin sonucu olarak güvenilirlik (emanet), ibadet çerçevesi
dışına çıkarılınca artık insanlar arası ilişkilerni vazgeçilmez şartı olmaktan
çıkıverdi. O, artık iyi bir huydan ibaretti. Belirli bir kişide bulunsa ne âlâ;
bulunmasa da zaran yok!
Yine
bu sınırlama eğiliminin sonucu olarak verilen sözlerde durmak, ibadet
çerçevesi dışına çıkarılınca, artık vazgeçilmez olma niteliğini yitirdi. O,
artık hatiplerin cuma hutbelerinde verdikleri iyi bir öğütten ibaretti. Hiç
kimse onu uygulamasa da zaran yoktu!
İşte
böylece halk arasında ahlâksız, yüce Allah'ın (c.c.) indirmemiş ve emretmemiş
olduğu, hatta yüzde yüz tersini emretmiş olduğu bir İslâm ortaya çıktı. Böyle
olduğu halde halk, bu İslâmı, "Kulların, Rabbinin istediği şey" sayarak
uygulamaya devam ediyorlardı.
Derken
"Murcie" düşüncesi ortaya çıkarak bu yıkıcı inanç gerilemesinin
yanına takılıyor. Her yeni inanç gerilemesi adımı ile etki alanını yavaş yavaş
genişletiyor. Böylece bu akımın "büyük" ilkesi olan "İmanla
birlikte hiç bir şey zarar vermez", "iman, sadece kalb doğrulamasıdır",
ya da "İman, kalb doğrulaması ile dil onayıdır" ve "Amel, imanın
kapsamı dışındadır" şeklindeki sloganları günden güne daha çok taraftar
buluyordu.
Gerçekten
bu söylediklerimizi yapan insanlar, iman çerçevesi dışına çıkmıyorlardı. Onlar,
yüce Allah'ın karşısında günahkâr kimselerdi. Yüce Allah onlan dilerse azaba
çarptınr ve dilerse merhametinin kapsamına alırdı. Fakat bütün bunları yapan
"Hazreti Muhammed Ümme-ti"nin iyi yolda olduğunu ve İmanın varlığı
halinde hiç bir şeyin zararlı olmayacağını sanmak, hem yüce Allah'ın (c.c.) hem
Peygamber Efendimizin (s.a.v) ve hem de tarih sürecinin yalanladığı asılsız bir
kanaat idi. Neden derseniz, bir defa yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyor:
"İş, ne sizin kuruntunuza ve ne de ehl-i Kilab'ın kuruntularına
göre değildir. Kötülük yapan, cezasını görür ve Allah dışında ne bir dost ve ne
de bir destekçi bulamaz.
Buna karşılık mümin olmak şartı ile iyi amel işleyen erkek ve
kadınlar da cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar."
(Nisa/ 123-124)
Peygamber
Efendimizin - salât ve selâm üzerine olsun-bu konuda ne söylediğine gelince O,
bir sabah sahabilerden birine "Bu geceyi nasıl geçirdin?" diye sorar.
Sahabi de O'na "Gerçek mümin olarak sabahladım" karşılığını verir.
Bunun üzerine sahabiye
"Her gerçeğin bir mahiyeti var, senin bu söylediğinin mahiyeti,
içyüzü ne?"
diye
sorunca adamdan şu cevabı alır; "Dünyadan el-etek çekerek gündüz oruç
tuttum ve geceleyin de sabaha kadar ibadet ettim. O sırada sanki Rabbimin
Arş'ını görür gibi idim. Yine sanki cennetlikler ile cehennemdekileri görür
gibi idim. Cennetlikler biribirleri ile sohbet ederken cehennemlikler acayip
sesler çıkararak bağrışıyorlardı."
Sahabinin
bu cevabı üzerinde Peygamberimiz sözlerni şöyle bağladı;
"Sen Allah'ın kalbini nurlandırdığı bir adamsın. Doğruyu
buldun, bu yoldan ayrılma."[2]
Tarihin
süreci ise bu konuda söyleyeceğim açıkça söyledi. Onun sözü, yüce Allah'ın
(c.c.) değişmez ve alternatifsiz sosyal kanunudur ki, onun da özü şudur: Bu
ümmet, sırf kalb doğrulaması ve dil onayı sayesinde değil, imanının gereklerine
bağlı kaldığı oranda egemenliğini perçinlemiş, buna karşılık imanının gerektirdiği
amelleri, yani "Lailâhe illellah" ilkesinin gereklerini kıstığı
oranda sarsılmış ve egemenlik kaybına uğramıştır.
Yine
o eşsiz kuşağın hayatına dönelim: Bir defasında savaşta zafere ulaşmaları
gecikince birbirlerine şöyle derler; "Herkes kendi kendini denetleyerek
yüce Allah'ın ve Peygamberimizin herhangi bir emrini ihmal edip etmediğini
belirlesin". Bu nefis muhabesi sonucunda aralanndan biri dişlerini
mısvıkla ovmayı ihmal etmiş olduğunu söyleyince hep birlikte "İşte sebep
budur" derler!
Şimdi
de Rabb'lerinin emirlerini kısıtlayarak amelsiz ve ahlâksız bir İslâm yaşadıkan
halde arkasından ortaya çıkıp "İman varolduktan sonra hiç bir şey zararlı
olmaz" diyen sonraki nesilleri düşün. Sonra da hem onların ve bunlann
tarihteki yerine bak!
"Lailâhe
illallah" ve ibadet kavramlarının son müslü-man kuşaklar tarafından nasıl
yozlaştırıldıklarını anlattıktan sonra bu kuşakların diğer bütün İslâm
kavramlarını, meselâ kaza ve kader kavramını, dünya-Ahiret kavramını,
yeryüzünü kalkındırma ve geliştirme kavramını da yaygın biçimde
yozlaştırdıklanm anlatmak, bu konuda geçen bölümün sonundaki değinmelerimize
dönerek orada söylediklerimize başka bir şey eklemek gereğini duymuyoruz.
Sadece bütün bu açıklamaların ortak sonucu olarak ortaya çıkan ve bu ümmetin
hayatında belirmiş "İnanç gerilemesi" olarak adlandırılabilecek olan
gerçeğe ve bu gerçeğe eşlik eden "davranışsal gerileme" realitesine
parmak basıyoruz.
Bu
olumsuz gelişmelerin her ikisi de son derece tehlikelidir. Fakat tehlikelerin
daha büyüğü, hiç kuşkusuz, "İnanç gerilemesi"nin altında saklıdır.
Çünkü inanç gerilemişi davranışlar alanındaki gerilemeyi bir yandan besleyip
azdırmakta, bir yandan da tedavisini geciktirmektedir. Şunu demek istiyoruz.
Eğer inanç sağlam olur da davranışlar alanındaki gerileme, sadece yükümlülüklerden
sıyrılma eğiliminde olan insan tabiatından kaynaklanırsa bunun önüne geçmek
için uyarıda bulunmak yeterli olur. Çünkü uyarı, yükümlülükleri unutmaya
yolaçan gafletin (aymazlığın) ilâhî ilâcıdır. Fakat asıl hastalık "inanç
gerilemesi" olunca, sadece uyarıda bulunma -bilinen normal şekilleri ile-
yeterli olmaz. Çünkü bu uyan insan kalbi tarafından alışılagelen biçimde kabul
edilmez. Bu durumda ilk önce kalbi yakalandığı hastalıktan kurtarmak gerekir.
Son
dönemde İslâm ümmetinin hayatında ukdelerin (düğümlerin) ukdesi, problemlerin
problemi haline gelen
bu
inanç gerilemesi, özellikle Allah'ın şeiratının zalim Haçlı (Hristiyan Batı)
saldırılan sonucunda tamamen yürürlükten kaldırılması üzerine son
yüzyılda en karmaşık derecesine ulaştı. Fakat biz bu sözlerimizle tarihin adımlarını
hızlandırmak istemiyoruz. Tersine bu süreci son aşamasına kadar adım adım izlemek
istiyoruz. Biz sözlerimizin bu noktasında, İslâm ümmetinin hayatında meydana
gelen bu inanç gerilemesinin çapını ölçerken kullanacağımız kriteri, ölçü
birimini belirlemek istiyoruz.
Hiç
kuşkusuz bu kriter, müslümanların hayatlarının her konudaki mercii olan Kur'an
ve sünnettir. Bunlardan sonra gelen bir üçüncü kriter ise bu dini gerek düşünce
ve gerekse davranış biçimlerini somut realiteler dünyasına imanlarının
gerektirdiği gibi uygulamış olan ilk müslü-man kuşağın hayatıdır.
Buna
göre bizler Kur'ana, sünette ve ilk müslüman nesillerin hayatına ne kadar
yaklaşırsak inanç bakımından o kadar "ilerlemiş" oluruz. Hiç
kuşkusuz davranış bakımından da öyle. Buna karşılık Kur'an'dan, sünnetten ve
ilk müslüman kuşakların hayatından ne oranda uzak ve geri düşsek, inanç
bakımından o oranda "gerilemiş" oluruz. Tabii ki, davranış
bakımından da öyle.
Bunlar,
aklımızdan hiç çıkarmamamız gereken ilk sıradaki önemli gerçeklerdir. İster
sapma akımı ile bu akımın toplum hayatındaki sonuçlarını incelerken olsun,
isterse kurtuluş yolunu ararken olsun, bu temel gerçekleri gözö-nünden hiç bir
zaman uzaklaştırmamalı, yolumuzu kaybetmemek için bunları her zaman
bilincimizde taşımalıyız.
II. BİLİM, UYGARLIK, EKONOMİ,
DÜŞÜNCE VE KÜLTÜR ALANINDA GERİLEME
İslâm
dünyasının uğramış olduğu bütün gerileme biçimleri, inanç alanında gerilemeden
doğdu. Bilim, uygarlık, ekonomi, savunma, düşünce ve kültür alanlarındaki
gerilemeler gibi.
İnanç
gerilemesine yolaçtığım belirttiğimiz faktörlerin, sözünü ettiğimiz gerileme biçimleri
ve alanları üzerindeki etkileri farklıdır. Yani bu gerileme biçimleri ile
alanlarının kimisi üzerinde "Murcie" düşüncesinin etki oranı daha
belirginken kimisi üzerinde Tasavvufun etki oranı daha açıktır. Bazısı üzerinde
insandaki yükümlülüklerden sıyrılma eğiliminin etki oranı daha çokken diğer
bazısı üzerinde siyasî baskının etki oranı daha ağırlıklıdır. Fakat bu
faktörlerin ortak geriletici etkisi, bu alanların hepsinde görülür, aslında
inanç gerilemesinden kaynaklanıp beslenen bu gerilemelerin her biri bu
faktörlerin yozlaştırıcı etkilerinden pay alırlar.
İnsanın
sırf kalb doğrulaması ile dil onayı sayesinde, İslâmiyetin gerektirdiği hiç bir
ameli işlemese bile, eksiksiz bir mümin olabileceğini ileri süren
"Murcie" akımının meydana getirdiği uyuşukluğu düşününüz. Buna gerek
"zikir" ile ilgili saplantıları ve gerekse insanları İslâmiyetin
gerektirdiği davranışları yapmaksızın yüce Allah (c.c.) tarafından
affedilecekleri anlayışına bel bağlamalarını da tasavvufun yolaçtığı
uyuşukluğa ekleyiniz. Bu katmerli uyuşukluğun bir de insanı sadece şahsî
problemleri ile oyalanıp onu toplum ve ümmet yarannı düşünmekten alıkoyan
siyasi rejimlerin baskısı ile erişeceği boyutları hesap ediniz. Ayrıca bu
uyuşturucu faktörlerin tümüne, insanın, yükümlülüklerden kaçınma eğiliminin
eşlik ettiğini tasavvur ediniz. İslâm ümmeti, bütün bu uyuşturucu faktörlerin
ortak etkisi altında en az iki yüzyıl boyunca -hatta belki de daha fazla- tam
bir uyuşukluk içinde bocaladı. Oysa Batıda onyedinci ve onsekizinci yüzyıla karşılık
olan bu zaman parçası, Avrupa'nın siyasî egemenliğini kurup perçinleme
alanında ileri adımlar attığı bilim, uygarlık ve maddî kalkınma alanlarında
önemli gelişmeler gösterdiği bir dönem olarak karşımıza çıkar.
Avrupa,
orta çağının karanlık etkilerinden sıyrılarak ruh ve ahlâk alanındaki kesin
yoksulluğuna rağmen İslâm dünyasından aldığı bilim ve uygarlık sayesinde bütün
bilim dallarında güçlü bir hareket gerçekleştirdi.
İslâm
dünyası ile aynı dönemde az önce işaret ettiğimiz katmerli uyuşukluk ile
baskılı siyasî rejimlerin ve yükümlülüklerden sıyrılma eğiliminin ortak
etkisi ile derin ve uzun dönemli bir uykuya daldı. Böylece Avrupa'nın gelişmek
için bütün gücünü harcadığı bu dönemde İslâm alemi boyuna yokuş aşağı
yuvarlanıyordu.
Bilim
alanında yavaş yavaş bütün "dünya bilimleri"ni öğretim kurumlarından uzaklaştıran büyük bir daralma, büyük bir büzülme
meydana geldi. Aynı dönemde şeriat bilimlerinde de en çok hicri beşinci
yüzyılın düşüncesi ile yetiniliyordu. Ayrıca bu konuda hicri beşinci yüzyılın
orijinalliği ile daha sonraki yüzyılların yıldan yıla "taşlaşmağa yüz
tutan taklitçiliği arasındaki büyük farkı da hesaba katmak gerekir.
Birinci
bölümde işaret ettiğimiz gibi İslâmî ilim hareketinin en övünülecek
özelliklerinden biri, bu hareketin bütün bilim dallarına açık olması, her bilim
dalında orijinal çalışmalar ortaya koyması idi. Bunun sonucu olarak aynı kişi,
şeriat ilimleri alanında ve hem de tıp, astronomi, fizik ve kimya dallarında
-bu alanlar arasında hiç bir çatışma ve çelişme kompleksine kapılmaksızm-
bilgin olabiliyordu. Nitekim Avrupa, karanlık orta çağından çıkmaya başladığı
sıralarda öğrencilerine bütün bilim dallarım ayırım yapmaksızın öğreten Endülüs
medreseleri ile diğer İslâm medreselerinden ilim öğrenmeye koyulmuştu. Bu
öğretim kurumlarının en bariz özelliklerinden biri şeriat ilimlerinin yanında,
dünya ilimlerinde de programlarında yer vermeleri idi. Avrupa, deneysel metodu
bu kurumlarda öğrendiği gibi müslüman bilginlerin tıp, astronomi, fizik,
kimya, matematik ve optik (fizik) dallarında yazdıkları eserleri Batı
dillerine çevirerek Rönesans çağının başlangıcında müslümanlara talebelik
etti.
Fakat
"gafil (şaşkın)" müslümanlar yavaş yavaş sadece hüküm bilimleri ile
yetinmeye yönelerek bu bilim dallarını öğretim kurumlarından kovmaya
giriştiler. Ayrıca hüküm bilimleri alanındaki araştırmaları da olması gerekenin
yanında "gerilemiş"ti.
Bu
konuda tasavvufun belirgin biçimde etkili olduğu söylenebilir.
Çünkü tasavvuf, dünya ile Ahireti biribirinden ayırdı. Ruhları arındırıp
Ahirete döndürmek gerekçesi ile dünyayı ihmal etmeye yöneldi. Bunun sonucu
olarak ruhu ağırlaştınp şeffalığından ve uçuculuğundan uzaklaştırır bahanesi
ile yeryüzü kalkınmasını da savsakladı. Buna bağlı olarak da bu kalkınma ile
ilgili olan bütün bilim dallarım ihmal ederek bunlan, ümmetin gözünü kırpmadan
feda edebileceği nafileler, fazlalıklar olarak saydı.[3]
Evet,
tasavvufun bu konudaki etkisi belki belirgindir, ama bu kötüye gidişin tek
sorumlusu o değildir. Çünkü eğer müslümanlar, aralarında düşmanlarım yıldırıp
caydırma amacı ile savunma gücü hazırlamanın da bulunduğu ilâhî yükümlülüklerine
bağlılıklarını sürdürselerdi, bu ilim dallarının çoğunu düşmanlarına üstünlük
sağlayacak bir titizlikle öğrenip bilmek zorunda olduklarım göreceklerdi.
Çünkü bu bilimlerin ihmal edilmesinde ve onlara ihtiyaç duyulmamasında,
tasavvufun yanında yükümlülüklerden sıyrılma eğilimi de etkili oldu. Ayrıca
her eksikliğe ve her kusura bahane bulan, kılıf uyduran "Murcie"
düşüncesi de sahnede idi.
Böylece
İslâm ümmeti, yavaş yavaş ilme düşkünlük, bilim ile içli-dışlı yaşama
özelliğini bütünü ile yitirdi. Bir zamanlar merkezini oluşturduğu bilim
dairesinin dışına çıktı. Yeryüzünün en bilgili ümmeti olduğu ve Avrupa'nın
önünde diz çöküp bildiklerini kendisinden öğrenmeye koştuğu günler artık
geride kalmıştı.
Ayrıca
İslâm alemini dört bir yandan kuşatan bu "daralma, büzülme"
akımından bir süre sonra hüküm ilimleri de etkilendi.
Bir
yandan toplumda ilme karşı olan eski itibar azaldı. Bunun sonucu olarak cahillik
ve okuma-yazmasızlık yaygınlaştı. Oysa Batı dünyası, bu dönemde ters orantılı
bir gayretle cahilliğe karşı savaşmaya koyulmuş ve bilgiyi yaymak amacı ile birçok
okullar açmaya girişmişti.
Diğer
yandan hüküm bilimleri, en aşağı beş yüzyıl önceki öğretim düzeylerinde
dondurulmuştu. Ayrıca eski yunan felsefesinin saldırısı sonucunda bünyelerine
giren yabancı unsurların yıkıcı etkisini de hesaba katmalıyız. Bu saldırının
sonucu olarak ortaya çıkan ve İslâm bilim hazinesine hiç yararı ve katkısı olmayan
"Kelâm ilmi"ne özellikle parmak basmalıyız. Bu bilim dalı, hiç bir
yararlı katkı getirm'ediği bir yana, inançla ilgili araştırmaları, bir takım
soğuk ve karmaşık zihni spekülasyonlara dönüştürdü. Bu zihni spekülasyonlar
İslâm inancının canlı içeriğini boşaltarak bunun yerine bir sürü amaçsız ve
sonuçsuz tartışmaya yolaçan felsefî meseleleri doldurdu.
Bütün
bunlara ek olarak öğrenciler, düşünce yeteneğinden yoksun birer ezberciye
dönüştürüldü. Her öğrencinin bilgi ölçüsü, ezberlediği metinler, şerhler ve
haşiyeler sayılıyordu. Bu öğrencilerin kendi hesaplarına ve kendi kendilerine
düşünce üretmeleri hiç özendirilmiyordu. Bunun sonucu olarak "bilginler"
bilimsel orijinalliklerini yitirerek eski alimlerin görüşlerini tekrarlayan
taklitçiler haline geldiler.
Bu
saydıklarımıza bir üçüncü kötülük daha eklendi. Bu da öğretim üyelerini de
içine alan mezhep taassubu akımı idi. Herkes öğrenciliğinden beri benimsediği
mezhebi, taasupla tutuyor, olanca din uğrunda "cihad" gayretini,
kendi mezhebi ile mezhep imamlarının diğer mezhepler ile onların imamlarının
üstün olduğunu kanıtlamak için kullanıyor, bu uğurda zaman zaman ağız
tartışmalarının sınırını aşarak el ve vücud savunmaları biçimine dönüşen mücadelelere
girmekten kaçınmıyorlardı. Bu arada ayrılık ve farklı mezhep bağlıları arasında
rekabet yaygınlaştı. Öyle ki, bazı mezhep bağlıları, kendi mezheplerinden
olmayan imamların arkasında namaz kılmıyor, hatta yanında namaz kılarken kendi
mezhebinin uygulamalarına ters düşecek şekilde ellerini göğsü üzerinde bağlayan
ya da yana salan bir müslüman kardeşi ile gözünü kırpmadan savaşmaya
girişiyor, müslüman kardeşi ile giriştiği bu savaşı İslama "hizmet" etmek
sayıyorlardı.
Ümmetin
dini kurumlarında görevli öğretim adamlarının durumu bu olunca -geri kalan halk
kesimi asılsız saplantılardan başka hiç bir bilgisi olmayan cahillere dönüştükten
sonra, dinin sosyal hayatın ekseni, dinamosu, ciddi atılımlarının başlatıcı
faktörü ve yönlendirici olduğunu da hesaba katarsak dinin özünden doğan bu
boşluğu dolduracak ve insanlann amaçlarında belirsizliği giderek ne olabilir
ki?
Şu
bir gerçektir ki, İslâm tarihinin hiç bir yüzyılı -hatta bunların en karanlık
olanı bile- gerçek anlamda "bilginden yoksun kalmadı. Fakat böylelerinin
gitgide azalışı ve buna karşılık donukluk ile taklidin gitgide yaygınlık
kazanması anlamlı idi. Her şey, her şeye damgasını basan daralma ve batmaya yüz
tutma akımı ile atbaşı gidiyordu.
Kısacası,
hem dünya ve hem de şeriat bilimleri alanında görülen ve aslında inanç
gerilemesinden kaynaklanan "bilimsel gerileme" içinde bulunduğumuz yüzyılda,
İslâm dünyasını alt-üst edecek olan korkunç Haçlı saldırısının
eşiğine gelindiğinde İslâm toplumunu tamamen karanlık egemenliği altına
almıştı.
*
* *
Uygarlığın
maddi ve manevi kesimlerindeki gerilemeye gelince, bu durum bilimsel
gerilemenin eşi ve yoldaşıdır. Ayrıca onunla aynı kaynaktan doğmakta ve aynı
faktörün etkisi altında meydana gelmektedir. Bu ortak faktör inanç
gerilemesidir.
Uygarlığın
manevi kesimini oluşturan ahlâk ve değerler sistemini, insanlara ahlâksız bir
İslâm sunmaya kalkışan "Murcie" düşüncesi devreden çıkardı. Çünkü
ahlâk, manevî değerler sistemi olduğu kadar aynı oranda davranış sistemidir
de. Yoksa gerçekler dünyasında hiç bir varlığı, hiç bir pratiği olmayan,
havada asılı bir takım boş sloganlara dönüşür.
İslâm
dini, gerçek niteliğini taşıdığı dönemlerde en büyük özelliklerinden biri
gerçekler dünyasında pratik davranışlar biçiminde uygulanan ahlâk
değerlerinden oluşmuş olması idi. Bu gerçek, ilk müslüman kuşakların anlayışında
"Lailâhe illellah" ilkesinin gerçek anlamlı tercümesi idi. Yani
onlara göre ahlâkî davranışlar ile inanç arasında sıkı bir bağ vardı. Başka
bir deyimle, onlara göre bu dine inanan kimsenin davranışları, sözkonusu ahlâk
değerlerine sıkı sıkıya bağlı kalmalıydı. Nitekim Peygamber Efendimiz -salât
ve salam üzerine olsun-
"Din, insanlar arası davranışlar demektir."
derken
kendilerine bu gerçeği öğrettiği gibi, Hz. Ayşe -Allah ondan razı olsun-
"Peygamberimizin ahlâkı Kur'an idi" derken de yine aynı gerçeği dile
getiriyordu.
İnanç
sistemi ile bu inanç sisteminin gerektirdiği ahlâkî davranışlar arasındaki sıkı
ilişki, bu dinin önerdiği uygarlığın öz değeridir. İslâm toplumunu, maddî
uygarlık alanında ne kadar zayıf olursa olsun, uygar toplum yapan şey, bu
değerdir. Bu değer aynı zamanda ahlâk değerlerine bir yandan kaynaklık eden ve
bir yandan aralarında sıkı ilişki bulunan inanç sistemini, uygarlığın özü konumuna
getirir.
İşte
ilk müslüman kuşak, maddî ve kurumsal uygarlık alanındaki düzeyinin bütün sadeliğine
rağmen, bu ölçü ile tüm insanlık tarihinin en uygar kuşağı idi. Çünkü o kuşak,
insanlığın tanıdığı en yüce insani ve ahlâkî değerleri gerçekler alemine
uyguluyordu.
Birinci
bölümde anlattığımız gibi bir süre sonra ve zamanı gelince maddi kalkınma
hamlesi ortaya geldi. Bu ortaya geliş, İslâm dininin her yönde toplum yapısına
üflediği korkunç hayati akımın bir uzantısı olarak belirdi ve İslâmiyetin
doğduğu andan beri varolan "uygarlık özü"nü saran bir kabuk ve ona
biçim veren bir "şekil" oldu.
Fakat
daha sonra "ibadet" kavramı, onu sadece klâsik ibadetler ile
sınırlayan bir yozlaşmaya uğradı. Bu yozlaşma, ilk müslüman kuşaklann
anlayışındaki geniş kapsamlı ve çok cepheli ibadet kavramının içeriğine giren
birçok "insanlararası ilişkileri (muamelât)" bu kavramın dışına
attı. Oysa bu ilişkiler, ilk müslüman kuşaklann algısına göre "Lailâhe
illellah" ilkesi ile sıkı sıkıya ilişkili İslâmî davranış tarzları
sayılıyordu. Arkasından ortaya çıkan "Murcie" düşüncesi
"amel"i, yani davranışı, eylemi iman'ın kapsamından çıkarmakla bu
yozlaşmaya meşruiyet bağışladı. İşte bu iki faktör (ibadet kavramında beliren
sınırlayıcı yozlaşma ile Murcie düşüncesi) elele vererek inanç sistemi ile sıkı sıkıya ilişkili ve bu sistemin gerçekler
dünyasına yansıyan tercümesi olarak ahlâkî davranışları dayanak kabul eden bu
dinin içerdiği uygarlık özünü tahrip ettiler.
Başka
bir deyimle İslâm tarihinde öyle bir gün geldi ki; yalan söylemekte,
başkalarını aldatmakta, emanete hiya-net etmekte, görevini umursamamakta, verdiği
sözü tutmamakta, müslüman kardeşine karşı kin beslemekte, onun
elinde-avucundakini kaybetmesini temenni etmekte, münafıklık (iki yüzlülük)
etmekte, insanları gammazlamakta, başkalarını alaya almakta, dedikodu
yapmakta, cimrilikte, korkaklıkta ve komşusunun aç olduğunu bile bile rahat
yatağına uzanıp mışıl mışıl uyumakta yüreğinde bir sakınca, bir sıkıntı duymaz
oldu. İşte o gün İslâm uygarlığı, özünü yitirmiş oldu. Çünkü böylece bu
uygarlık, "lailâhe illellah" ilkesine dayanan ahlâk sisteminden ve
özünü, temel direğini oluşturan yüce insanî değerlerinden soyutlanmış oluyordu.
Öteyandan
"dünyanın leş ve peşinden koşanların köpek" olduğu, yüce Allah
(c.c.) katında bir sivrisinek kanadı kadar değer taşımadığı, buna göre takva
sahibi müminler tarafından geçici bir iltifata lâyık görülmeyecek kadar hor ve
hakir görülmesi gerektiği gerekçesi ile yeryüzü kalkınmasını ve kurumlarının
düzenlemesini ihmal eden tasavvuf akımı da uygarlığın "biçimsel ve
maddî" kesimine karşı çıktı; insanları yapıcılıktan, gelişme gayretlerinden
ve kurumsal düzenleme çabalarından alıkoydu. Çünkü halk -tabii ki, çoğunluğu
kasdediyoruz- önce fakirleşti, sonra da fakirliğe razı oldu, arkasından da bu
tutumuna Kur'an'da ve sünnette övülen "kanaat" ve yüce Allah'ın kaderine
razı olma şeklinde bir kılıf uydurdu. Bu anlayışa göre toplumda kurumsal
düzenlemeye girişmek de gereksizdi. Çünkü hayat, ne durumda ve nasıl olursa olsun,
gelip geçen sayılı yıllardan ibaretti. İnsanlar bu dünyadan göçtükten sonra
Rabblerinin huzuruna varacaklar ve kendilerine sonsuz cennet nimetleri
bağışlanacaktı.[4]
Bu
saydıklarımıza bir de tasavvufun yapısında taşıdığı yozlaştırılmış tevekkül
anlayışını, sebeplere sarılmayı umursamamayı, ne kadar kötü olursa olsun,
insanın mevcut durumu değiştirmeye kalkışmaması, hatta böyle bir arzu bile
beslememesi gerektiği, çünkü bunun yüce Allah'ın kaderine karşı çıkma anlamına
geleceği zihniyetini de eklemek gerekir. Bütün bunların sonucu olarak
müslü-manlarda, uygarlığın maddi ve kurumsal alanlarında hiç bir yaratıcı arzu
kalmadı. Bunun arkasından bilimsel yoksulluğun öldürücü darbesi devreye
girerek vicdanlarda varolabilecek olan arzu kırıntılarını bile uygulamaya geçmekten
tamamen aciz bırakıyordu.
İşte
böylece yozlaşmış ibadet kavramında ve bu yozlaşmaya meşruluk kılıfı giydiren
"Murcie" düşüncesinde, bunlann yanında insanları İslâmın denge
kavramından saptıran, İslâmı pratik hayata yansıtma ve yeryüzünde ilâhî metoda
göre kalkınmaya girişmeyi bir nafile hareket değil de savsaklanmaz bir
yükümlülük olarak benimsemekten uzaklaştıran tasavvuf akımında somutlaşan
inanç gerilemesi ile karşı karşıya geldik.
Bu
inanç gerilemesinden de, bu ümmeti, uygar insanlar camiasının dışına çıkaran korkunç bir uygarlık gerilemesi kaynaklandı.
Tıpkı daha önce uğradığı inanç gerilemesi yüzünden bilgili insanlar camiasının
dışına düştüğü gibi.
*
* *
İslâm
aleminin tümünü pençesi altına alan ekonomik gerilemenin bu ümmetin hayat
tarzından kaynaklanan gerçek sebeplerim açıklamak, büyük çaba gerektiren zor
bir iş değildir.
Evet,
ortada bu gerilemede payı olan bir takım güçlü sebepler de yok değil. Fakat
bunlar tek başlarına bu gerilemeyi ne açıklayabilir ve ne de onun gerekçeleri
olabilirler. *
Meselâ
Hristiyan Batı dünyası, Endülüs'teki İslâm devletinin varlığına son verdikten
sonra İslâm dünyasını kuşatma altına almaya, onu her yolu kullanarak zayıflatmaya
gayret etti. Bu amaçlarım gerçekleştirebilmek için benimsedikleri yollardan
biri de o güne kadar müslüman ülkelerinin elinde bulunan dünya ticaretini
kendi ellerine geçirmek için giriştikleri sürekli çaba idi. Müslüman ülkeler
Akdeniz ve Kızıldeniz'e egemen oldukları için dünya ticaretini ellerinde
tutuyor ve bu ticaret bütün İslâm dünyasına büyük bir maddi servet sağlıyordu.
İşte
bu sürekli çabaların bir sonucu olarak Portekizliler, Afrika kıtasının
güneyinden dolaşan ve Ümit Burnu'ndan geçen yeni bir ticaret yolu keşfettiler.
Üstelik bu yolu müslüman bilginlerin haritalarından ve müslüman denizcilerden
yararlanarak keşfettiler. Bu yolu keşfeden Batılılar yavaş yavaş uzak doğu
topraklarını ve zenginlik kaynaklarım ele geçirerek Ümit Burnu'ndan dolaşarak
Avrupa limanlarına ulaşan gemileri ile bu servetleri kendi ülkelerine taşımaya ve İslâm dünyasını o güne kadar sağladığı büyük
gelirden yoksun bırakmaya yöneldiler. Bir süre bu girişim gerçekleşti ve İslâm
dünyasının ekonomik yapısına son derece ağır bir darbe indirdi.
Fakat
ekonomik gerilemenin açıklaması ya da asıl gerekçesi bu mudur?
Acaba
İslâm devletinin ilk kuruluş günlerinde, o dönemin savaş, politika ve ekonomik
güç merkezleri nerelerdi? Bütün bu güçler Eski İranlılar ile Bizanslıların ellerinde
değil miydi?
Buna
rağmen tarih neye şahid oldu?
Yeni
bir inancın şevki ile yeryüzüne dağılan bu diri ümmet, o günün bütün batıl
güçlerini yerle bir ederek onların yerine İslâm devletini kurdu. Sözünü
ettiğimiz güç odaklarının tümünü ele geçirerek kısa bir zamanda yeryüzünün en
büyük gücü oldu. Zamanla gücünü her alana yayarak hem savaş hem politika ve
hem de ekonomi alanlarında döneminin tek söz sahibi otoritesi oldu. Bütün bunlar
yüce Allah'ın bu mümin ümmete vaat ettiklerinin gerçekleşmesi idi. Nitekim
yüce Allah (c.c.) buyuruyor ki:
"İçinizden iman edip salih amel işleyenlere Allah vaa-detti
ki, nasıl onlardan öncekileri egemen kıldı ise onları da yeryüzünde egemen kılacak
ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendileri için perçinleyecek ve
korkularının ardından kendilerini tam bir güvene kavuşturacaktır. Çünkü onlar
hep bana kulluk ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar." (Nur/55)
Peki
daha sonraki dönemlerde bu durumu değiştirerek güç merkezlerinin müslümanlann
elinden çıkmasına yola-çan faktör nedir? Denecek ki, buna yolaçan faktör, İslâm düşmanlarının güçlendikleri bir dönemde müslümanlann savaş güçlerinin
zayıflaması ve bunun sonucu olarak düşmanları karşısında yenilgiye uğramalarıdır.[5]
Evet,
bunlar görünen sebeplerdir ve varlıktan kuşkusuzdur. Fakat tarihi, onun
sürecini sadece gürünür sebeplere bağlayarak okumak, insanı gerçeğe
ulaştırmaz, tersine onu gerçekten saptırarak yanılgıya düşürür. Acaba sözlerin
en doğrusunu söyleyen yüce Allah (c.c.) bu konuda bize ne buyuruyor? Bir de ona
bakalım:
"Herhangi bir millet kendi tutumunu değiştirmedikçe Allah,
onların durumunu (statüsünü) değiştirmez." (Rad/11)
"Bu böyledir. Çünkü herhangi bir millet kendisinde bulunan
güzel meziyetleri değiştirmedikçe Allah, onlara verdiği nimeti
değiştirmez." (Enfal/53)
Müminlerin
vicdanlarını etkileyen meziyeti, imandır. Buna göre bu vicdanlarda meydana
gelebilecek olan değişiklik imanın özü ile ilgili olabilir.
Bu
duruma göre bu ümmet inanç alanında "ilerlemiş" olduğu zaman yüce
Allah'ın (c.c.) kendisine vaadetmiş olduğu yeryüzü egemenliği, istikrar ve
güven gerçekleşir. Buna karşılık inancında "gerileme" meydana geldiği
takdirde yüce Allah kendisine bağışlamış olduğu nimetlerde değişiklik yaparak
elindeki egemenliği, istikran ve güveni geri alır.
Demek
oluyor ki, dünya ticaretinin müslümanlann elinden çıkmasının ve Hristiyan
Avrupa'nın eline geçmesinin sebepleri, bu ümmet bütününün inanç gerilemesine uğraması ve bunun sonucu olarak her alanda beliren daralma ve silinme
eğilimidir. Bu böyle olduğu gibi gitgide artan oranda, İslâm toprağının
düşmanlann egemenliği altına düşmesine yolaçan savaş gücü zayıflaması da -gelecek
fasılda anlatacağımız gibi- bu inanç gerilemesinin getirdiği sonuçlardan
biridir.
Fakat
inanç gerilemesinin ekonomik hayat üzerindeki özel etkisi gayet açıktır.
Şöyle
ki; diyelim ki, dünya ticareti, karşı konulamayacak kadar güçlü bir sebepten
dolayı müslümanlarm elinden çıktı. Acaba müslümanlarm gelir kaynaklan, gerek o
dönemde ve gerekse başka herhangi bir dönemde sırf ticarete mi dayanıyordu?
İslâm
dünyası, doğu ucundan batı ucuna kadar, yüce Allah'ın takdiri ile yeryüzünün en
zengin, yeraltı ve yerüstü kaynakları en bol kesimidir. Bu geniş topraklann
gerek altında ve gerekse üstünde o gün de bu gün de tam olarak işletilememiş
bir çok gelir ve enerji kaynaklan vardır.
Buna
göre eğer karşı konulmaz bir sebebe bağlı olarak gelir kaynaklanndan biri elden
çıktı ise ümmet bütünü, niçin tanm, sanayi ve zengin madencilik kesimindeki diğer
ekonomik imkânları işletmeye girişemedi?
Sebep;
umursamazlık, uyuşukluk, yozlaştırılmış tevekkül zihniyeti, bilimsel
yetersizlik, azim eksikliği, yeryüzü kalkınmasına boş verme ve Allah'ın
kaderidir diye değiştirilmesine çalışılmaması gerektiği, yoksa Allah'a karşı
çıkmak gibi ağır bir günaha düşülebileceği safsatasına dayandırılmış
fakirliğe razı olma eğilimidir.
Bütün
bu yıkıcı faktörlerin kaynağı inanç gerilemesinden başka nedir ki?
Eğer
bu olumsuz gelişme -yani müslümanlarm dünya ticaretini kaybetmeleri- bu ümmetin
ilk kuşaklan döneminde meydana gelseydi, acaba onların bu olumsuz olay
karşısındaki tepkileri, sonraki kuşaklarınki gibi mi olurdu. Acaba bu kuşakların
tepkileri arasında meydana geleceği kesin olan fark, müslümanlarm içinde
bulundukları dış şartlardan mı, yoksa aslında bu ümmetin başı ile sonu arasında
beliren korkunç iç yapı farkından veya sağlıklı iman ile sapmaya ve sarsıntıya
uğramış iman arasındaki farktan mı kaynaklandı? Kısacası bu olumsuz gelişme
karşısında takınılan uyuşuk ve çözüm aramayan tavır, sonraki nesillerin içine
düştüğü inanç gerilemesinden mi ileri geldi?
İslâm
tarihinin diğer olaylarını bu anlayışın ışığı altında değerlendirmeliyiz.
Şunu
hemen belirtelim ki, müslüman olmayan diğer ümmetlerin ya da milletlerin,
Allah'dan uzak olmalarına rağmen yeryüzünde güç ve egemenlik elde etmeleri mümkündür.
Hatta Allah'dan uzaklaştıkları oranda güç ve egemenlikleri artabilir. Nitekim
günümüzdeki kâfir ve inkarcı batının durumu böyledir. Çünkü bu durum, yüce
Allah'ın (c.c) kâfirlere ilişkin kanunlarından biridir. Yüce Allah (c.c.) buyuruyor
ki:
"Kâfirler kendilerine yapılan uyarıları unutunca yüzlerine
herşeyin kapılarını açıverdik." (Enam/44)
Bu
durumun ne kadar süreceğini yüce Allah'ın (c.c.) belirleyeceği kısa bir zaman
parçası için geçerlidir. Arkasından yıkım ve mahvoluş gelecektir. Nitekim yüce
Allah (c.c.) yukardaki ayetin devamında şöyle buyuruyor:
"...Onlar kendilerine verilenle sevince daldıkları bir sırada
ansızın kendilerini yakalayıverdik de birdenbire bütün umutlarını
yitiriverdiler.
Böylece zalim milletin kökü kazındı. Alemlerin Rabbi olan Allah 'a
hamdolsun." (En 'am / 44-45)
İslâm
ümmetine gelince, yüce Allah (c.c.) bu ümmete o özel bir kanuna göre işlem
yapıyor. Müslümanların egemenlik ve güç kazanabilmeleri imanlarına bağlıdır.
Eğer imanlarından aynlırlarsa egemenliklerini ve güçlerini yitirirler. Çünkü
yüce Allah (c.c.) onların iman yolundan ayrıldıkları halde egemenliklerini
devam ettirerek şımarmalarını ve böylece daha da sapıtarak kâfirliğe
düşmelerini ve bunun sonucu olarak kâfirlere özgü işlemlere tabi olmayı
hakketmelerini istememektedir. Nitekim O, bize şöyle buyuruyor:
"Kim dünya hayatını ve cazibesini isterse onlara amellerinin
tüm karşılığını dünyadayken veririz. Onlar, orada hiç eksikliğe uğratılmazlar.
Ama onlar öyle kimselerdir ki, Ahirette kendileri için sadece cehennem vardır.
Dünyadaki bütün yaptıkları silinmiş ve yaptıkları bütün çalışmalar boşa
gitmiştir." (Hud/15-16)
Demek
yüce Allah'ın (c.c.) bu ümmete özgü rahmetinin bir sonucu olarak, bu ümet sapık
yoldayken ona egemenlik nasib etmez. Tekrar doğru yola dönsünler diye nasib
eder. Ancak ondan razı iken kendisine egemenlik bağışlar ve Ahirette de ona iyi
kullan için uygun gördüğü geleceği hazırlar.
* * *
Savaş
gücü gerilemesine gelince; bu gerilemeyle inanç gerilemesi arasındaki ilişki
gün gibi açıktır.
Sebebi
ise inanç gerilemesine yolaçtıklarını belirttiğimiz faktörlerin tümü, bu
ümmetin savaş gücünü olumsuz doğrultuda etkilemişlerdir. Meselâ bütün enerjiyi
nefis mücadelesine yoğunlaştırabilmek gerekçesi ile insanlan Allah'ın
düşmanlanna karşı cihad etmekten alıkoyan tasavvuf akımı böyledir. İslâm'ın
özünden ayrılan her sapmaya bahane uyduran, onu normal gösteren ve varlığına
meşruluk kılığı sağlayan "murcie" düşüncesi, Allah'ın düşmanlarını
yıldırmak amacı ile savaş gücü hazırlamayı içeren ilâhî yükümlülüklerden
sıyrılma eğilimi, hükümdarların yüce Allah'ın söz üstünlüğünü sağlamak amacı
ile cihad yapacaklan yerde bütün güçleri ile otoritelerini halklarına empoze
etmeye harcamaları sonucunu doğuran baskıcı siyasi rejimler de böyledir.
Eğer
bu saydığımız faktörlere bir de aslında inanç gerilemesinden kaynaklanan
bilimsel ve teknolojik gerileme de eklenirse, savaş gücü alanındaki gerilemenin
sebepleri tamamlanmış ve bu gerileme, son iki yüzyılda müslüman-lan pençesi
altına alan şartlann doğal sonucu haline gelmiştir.
Şu
bir gerçektir ki, Osmanlı devleti, İslâm dünyasını hristiyan saldırılarına
karşı koruma yükünü yüzyıllarca sırtında taşıdı. Bu devletin bu yoldaki cihadı,
samimiyeti ve olanca gücünü sefer etmiş olması Kıyamet günü yüce Allah (c.c.)
katında amel terazisinin sevap kefesindeki ağırlıklı yerini alacağı kuşkusuzdur.
Fakat
bütün İslâm dünyasını pençesi altına almış olan ve Osmanlı devletinin de etkisi
dışında kalamamış olduğu gerileme faktörleri, diğer bütün alanlarda olduğu
gibi, savaş alanında da aşamalı olarak etkilerini göstermeye başlamıştı.
İslâm
(Osmanlı) orduları daha önce doğuda Viyana'ya ve batıda Petersburg'a (şimdiki
Leningrad'a) kadar vardıktan ve bu illeri bir süre kuşatma altında tuttuktan
sonra geri çekilmeye başladı. Bu geri çekilme, sadece adım verdiğimiz uç
hedefleri değil, dünyanın diğer bölgelerindeki tüm sınırlan da içeriyordu.
Öyle ki, sonunda Rusya, halkı müslüman olan geniş bir yeryüzü alanını
yutuverdi. Hristiyan Avrupa da daha önce İslâm devletinin egemenliği altında
yaşayan ve değişik oranda müslüman ve hristi-yanın yaşadığı büyük bir bölgeyi
ele geçirmeyi başardı. Hiç kuşkusuz bu sürekli geri çekilmenin ve büzülmenin
başlıca sebeplerinden biri savaş gücünün gerilemesidir.
Evet,
sürekli biçimde güçlenen Avrupa günün birinde Osmanlı devletine denk hale
geldi, sonra yavaş yavaş ona karşı üstünlük kurdu. Böylece değişen güçler dengesinin
sonucu olarak "Hristiyan dünyası" İslâm alemini yutmaya girişti.
Fakat
sırf bu sebeb, bu sonucu ne yorumlayabilir ve ne de haklı gösterebilir.
Bu
sonucu haklı gösteren değil, ama yorumlayan asıl önemli sebepler toplumda
egemen olan donukluk, uyuşukluk, varolanla yetinme duygusu, sebeplere
yapıştıktan sonraki gerçek tevekkülün yerine geçirilen umursamazlık, bilim ve
sanayi alanlarındaki geri kalmışlık ve yaratıcılık ruhunun yokluğudur. Bunların
tümü de, daha önce söylediğimiz üzere, yüce Allah'ın (c.c.) ve Peygamberimizin
-salât ve selâm üzerine olsun- açıkladıkları biçimdeki imanın özünde meydana
gelen tehlikeli ve köklü sapmaya dayanır.
İslâm
alemini Hristiyan saldırılarına karşı koruma görevini omuzlarında taşıyan
egemen devletin durumu böyle olunca, İslâm dünyasının geride kalan kısmının
durumu, hiç kuşkusuz, çok daha kötü olacaktı zaten.
Türk
milleti, doğal yapısı ile askerliğe yatkın bir millettir. Bunun yanında
geleneklere çok bağlıdır. Ayrıca sert ve disiplinli bir sosyal eğitim sistemi
uygular. Yani çocuklarını küçük yaşlanndan başlayarak, amaçladığı terbiye kalıplarına
göre yetiştirmekte son derece titiz davranır. Bu faktörler, bütün yıkıcı iç
sebeplerin varlığına rağmen Osmanlı devletinin uzun yaşamasını sağladıkları
gibi halkının sosyal dayanışmacı ve işbirliğe yatkın ruhu da son iki yüzyıl
boyunca arka arkaya uğranılan bozgunlara rağmen devletin yıkılışını
geciktirmiştir.
Oysa
İslâm aleminin geriye kalan kesiminde -çeşitli milletler arasında oran
farklılıkları varolmakla birlikte-bu nitelikler, bu meziyetler daha zayıf halde
idi. Bunun yanında inanç gerilemesi, bütün yıkıcı etkileri ile, istisnasız
olarak İslâm aleminin her tarafım pençesi altında inletiyordu. Üstelik Osmanlı
İmparatorluğu dışında kalan yöreler milâdî takvimle daha onyedinci yüzyılda
Hristiyan Avrupa'nın saldırılarına hedef olmaya başladı ve saldırı dalgası
ondokuzuncu yüzyıla kadar devam etti. Bundan dolayı bu yörelerde çöküş, daha
hızlı biçimde gerçekleşti. Çünkü buralarda gerileme faktörleri, Osmanlı
devletinde olduklarından çok daha fazla etkili idi.
Gerçi
Fransız Haçlılarının General Napolyon Bonapar-te komutasındaki saldırgan
orduları karşısında küçük İslâm devletçiklerinin güçleri kahramanca savaştı.
Fakat av tüfekleri, Napolyon ordusunun silâhları olan mavzer tüfekleri karşısında
ne işe yarayabilir ki? Bu yüzden yenilgi ve bozgun kaçınılmaz oldu. Bu yenilgi
ve bozgun, gelişme ve yaratıcılık karşısındaki savaş gücü gerilemesinin
bozgunu idi. Bu yenilgi ve bozgunun benzerleri zincirleme olarak İslâm
dünyasının hemen hemen her yerinde yaşandı. Böylece bu saldın savaşlan, yeni
savaş gücünün gerilemeye ve donmuşluğa karşı kazanmış olduğu zaferle noktalanmış
oldu.
Bütün
bu anlattıklarımızdan sonra tasvir ettiğimiz bu atmosfer içinde meydana gelen
düşünce ve kültür gerilemesinden söz etmek aslında anlamsız ve yersizdir.
Çünkü belli ki, bütün gerileme biçimleri biribirine sıkıca kenetlidir ve hepsi
de sonunda yıkılışa yolaçar.
Fakat
düşünce ve kültür alanındaki gerileme ile inanç gerilemesi arasındaki ilişkiyi
özellikle vurgulamak gereğini duyuyoruz. Çünkü çağdaş cahiliye uygarlığı, bu
konuda ileri-geri bir çok lâflar ederek bu ümmetin kafasını karıştırmaya bir
türlü son vermiyor.
Sözünü
ettiğimiz yıkıcı Haçlı saldırıları -ilerde anlatacağımız gibi- müslümanların
her türlü gerilemeye sırf müslüman oldukları için, yani İslâmiyet yüzünden uğradıklarının
sanılmasına yolaçtı. Özellikle düşünce ve kültür alanlarındaki gerilemeler,
Avrupa kilisesinin tarihi ile kurulan paralelliğe dayandırılmaya çalışıldı. Bu
görüş şöyle savunuluyor: Avrupa dünyası, dinin (yani Hristiyan kilisesinin)
egemenliği altında yaşadığı çağlarda başta düşünce ve kültür alanları olmak
üzere her alanda geri idi. Ancak dinin boyunduruğundan kurtulduktan sonradır ki
ilerledi, uygarlaştı ve her alanda atılıma geçti.
İlerde
Batıdan gelen düşünce emperyalizmi ile bu emperyalizmin müslümanların
hayatında meydana getirdiği sonuçları ele aldığımızda, bu konuyu daha ayrıntılı
biçimde inceleyeceğiz. Fakat burada şu kesin kanıtlı tarihî gerçeğe parmak
basmak istiyoruz:
Sağlıklı
bir metoda dayalı olarak "düşünme" ve "aklı kullanma" özde
İslâm'ın çağrısıdır. "Yeryüzünde dolaş-ma"ya ve tarihi, yine sağlıklı
metod uyarınca incelemeye çalışmak da özünde İslâm çağrısıdır. Yüce Allah'ın
(c.c) maddî evrendeki olağanüstülük belirtilerini araştırmak, gerek madde
dünyasında ve gerekse sosyal hayatta geçerli olan ilâhî kanunlan tanımak da bu
dine özgü çağrılardan biridir.[6]
Gerek
Kur'an-ı Kerîm'in ve gerekse Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yönlendirici
direktifleri sayesinde harekete geçen "İslâm düşüncesi", o günün
bilinen bütün düşünce ve kültür kesimlerinde ilerlemiş ve bu alanlarda
orijinal, köklü ve güvenilir eserler ortaya koymuştur. Bütün bu parlak eserler,
İslâm ümmetinin pratik dünyaya aktardığı büyük inanç hamlesinin, Peygamberimizin
öğretmiş olduğu "İlim öğrenmeyi farz" bilme inancının ve Kur'an-ı
Kerîm'in yüce Allah (c.c.) tarafından indirilmiş ilk cümlesini oluşturan yüce
ve muhteşem "oku" emrinin birer yan-kısıydı.
Fakat
ibadet kavramını sadece belirli birkaç klâsik ibadet biçimi ile sınırlayarak
diğer ilâhî yükümlülükleri bu kavramın kapsamı dışına çıkaran aşamalı inanç
gerilemesi ortaya çıkınca, daha önce inanca ve geniş kapsamlı ibadet
kavramına sıkı sıkıya bağlı olan bu yükümlülüklerin tümünde tedrici bir daralma
ve etkisizleşme belirdi. Böylece bu temel yükümlülükler zamanla insanın
isterse yerine getirebileceği ve yerine getirmemesinin de hiç bir zarar
taşımadığı bir takım "ek faziletler"e dönüştü. Bu arada bilgi peşinde
koşmak, okuyup düşünmek de ibadet kavramının kapsamı dışına çıkarılarak
daralmaya ve belirsiz-leşmeye terkedilen yükümlülükler arasındaydı.
Arkadan
gelen "Murcie" düşüncesi, bu inanç gerilemesine yataklık etmiş ve
"İmanla birlikte hiç bir şey zarar vermez" şeklindeki
zehirli ilkesi ile bu gerilemeye meşruluk kılıfı giydirmiştir.
Daha
sonra devreye giren tasavvuf düşüncesi, aklısıra alanı ruhla ilgili çalışmalara
tamamen açabilmek için aklın çalışma alanını, elinden gelen sınırın sonuna
kadar daralttı. Bunlara ek olarak ortaya çıkan rejimlerin siyasi baskısı da
bütün alanları içeren yaygın bir donukluk eğilimin belirmesine yardımcı oldu.
Bu inanç gerilemesinden doğan düşünce ve kültür gerilemesi, yavaş yavaş palazlanarak
günü gelince toplumdaki yerini alıverdi.
Önce
inanç alanında, arkasından da bilim, uygarlık, ekonomi, savaş gücü, kültür ve
düşünce alanlarında bu derece korkunç bir gerileme meydana gelince, acaba geride
ne kaldı? Ne kalacak? Ahlâksız bir islâm, uygarlıksız bir islâm, bilimsiz bir
islâm, kültürsüz ve düşüncesiz bir islâm, ekonomik, savunma ve maddî gücü
günden güne tükenen bir islâm. Acaba bu durumda İslâm'ın özünden geriye ne
kaldı ki?
Ama
"Murcie" düşüncesi, bu gerileyen ve günden güne kaybeden İslâm'dan
hoşnuttu, bu hoşnutluğunu da "Bir zararı yok. İman varolduktan sonra hiç
bir şeyin zaran olmaz" diyerek açıklıyordu. Bu ölümcül gerilemeden memnun
olan bir başka akım da tasavvuf düşüncesiydi. O da bu hoşnutluğunu şöyle dile
getiriyordu; "Zaran yok. Zaten bütün bunlar gelip-geçici dünyanın meselelerindendir.
Oysa önemli olan dünya değil, Ahirettir; önemli olan madde dünyası değli, ruh
alemidir."
Fakat
mesele, İslâm'ın özüne gelince sözünü ettiğimiz bu gerileyen ve günden güne kan
kaybeden İslâm aslında nerdeyse "islâmsız bir islâm"a dönüşmek üzere
idi.
İşte
tam bu sırada... tam bu fırsatı kollayan Haçlılar her taraftan İslâm aleminin
üzerine çullanıverdiler.
III. SON HAÇLI SEFERİ
Aslında
bu yeni Haçlı seferi, İslâmiyetin Endülüs'den kovuluşunun hemen ardından, yani
hicri onuncu yüzyılın (Milâdi takvimle onaltıncı yüzyılın) ilk yıllarında
başladı. Bilindiği gibi Endülüs'teki son islâm devletini simgeleyen Granada
devletçiği de milâdi takvimle 1492 yılında uzun ve son derece vahşi bir
savaştan sonra yıkıldı. Vatikan'daki Papa, bu hristiyan zaferini kutlama amacı
ile yayınladığı bildiride müslümanlann kovalanmasına devam edilerek
diğer islâm yörelerindeki egemenliklerine de son verilmesine çağırıyordu.
Şunu
da hemen belirtelim ki, Endülüs'te başsız kalan müslümanlar gizli gizli
müslümanlıklanm korudular. Engizisyon mahkemelerinin o güne kadar hiç bir
yerde benzeri görülmemiş olan vahşi baskılarına rağmen iki yüzyıla yakın bir
süre daha benliklerini yaşatmayı başardılar. Fakat bu ağır baskılara karşı,
kendilerini koruyabilecek bir güç olmaksızın sürekli olarak yaşamaları
beklenemezdi. Nitekim yavaş yavaş dağılarak sonunda tükendiler.
Kindar
Haçlı orduları, doğu yolu ile Kudüs'e ulaşmayı amaçlayan ilk Haçlı seferini
tekrarlayamıyorlardı. Çünkü genç Osmanlı devleti, bu saldırıların önünde sadece
pusuya yatmakla yetinmemiş, tersine bütün yalın enerjisi ile bütün karşı durulmaz,
kahredici gücü ile Doğu Avrupa içlerine sarkmaya girişmişti. Zamanımızın
Kanadalı bir şarkiyatçısı olan Wilforel C. Smith'in deyimi ile bu genç imparatorluk,
hristiyanlığın sadece topraklarını değil, inanç sistemini de tehdit ediyordu.
Çünkü Avrupa içlerine yönelik akınları sırasında, on milyonlarca hristiyanın
müslümanlığa girmesini sağlamıştı. Adı geçen Kanada'lı şarkiyatçının bir kaç
pasajım birlikte okuyalım:
"Batı
uygarlığının Kari Marks ve Komünizm'in ortaya çıkışından önceki tarihi boyunca
karşılaştığı tek gerçek tehdit, Peygamber Muhammed'in (İslâmiyeti kastediyor)
oluşturduğu tehdit idi. Bu tehditin ne derece gerçek olduğunu ve bir zamanlar
ne kadar ciddi bir tehlike oluşturduğunu hatırlamamız önemlidir.
İslâm,
hem savaş hem de inanç alanlarında Batıya karşı direkt saldırıya geçmişti. Bu
saldırılar son derece güçlüydü. Bu saldırıların ilk dalgası sonunda
Hristiyanlık, Roma İmparatorluğunun en güzel eyaletlerini yitirip bu yeni gücün
ellerine teslim etmek zorunda kaldı. Aynı zamanda bütün imparatorluğu kaybetme
tehlikesi ile yüzyüze geldi. Gerçi Bizans başkenti Kostantiniyye (şimdiki İstanbul)
Mısır ve Suriye gibi henüz tamamen Arap ordularının eline geçmiş değildi, ama
bu şehre yönelik baskı, uzun süre devam etti. Nihayet İslâm'ın, Avrupa aleyhine
gerçekleştirdiği ikinci genişleme dalgası sırasında 1453 yılında bu şehir
fiilen müslümanlarm eline geçti.
Öteyandan
yılgınlığa düşmüş Avrupanın kalbinde
1529
yılında Viyana kuşatması ile karşılaşıyoruz. Böylece ortaya çıkan çetin ve
amansız saldın yoluna devam etti ve ilkinin üzerinden kısa bir süre sonra 1683
yılında Viyana ikinci defa kuşatıldı.
Çekoslavakya'nın
1948 yılında komünizmin pençesine düşmesi olayı, yüzyıllar boyunca devam eden
İslâm saldırılarının o çağın Avrupalı vicdanında uyandırdığı korku ve
endişenin benzerini çağdaş Avrupalının vicdanında uyandırması sözkonusu
değildir. Çünkü o çağın büyük ve tehditkar gücü durup dinlenme bilmeden
darbelerini tekrarlıyor ve her defasında yeni bir zafer kazanıyordu
Tıpkı
Komünizm gibi, islâmiyetin tehdit ve saldırıları da savaş alanlarına ek olarak
değerler ve düşünceler kesimine de dönüktü. Başka bir deyimle İslâm saldırılan
Avrupa'nın pratik dünyasını olduğu kadar teorik dünyasını da hedefleri arasına
almıştı. Yeni inanç sistemi, Hristiyanlığın temel inanç ilkesine ısrarla karşı
çıkıyordu. Oysa Avrupanın yüce inancı haline gelen bu ilke etrafında, yavaş
yavaş Batı uygarlığı oluşuyordu. Batıya dönük islâm tehdidi güçlü ve sert
olduğu gibi başarılı ve Hristiyanlık dünyasının yaklaşık yarısı üzerinde yıkıcı
idi. İslâmiyet, bu yeni dine benimseyerek giren on milyonlarca Hristiyanı
kendine çekebilmiş yegane aktif güç oldu.[7]
Gezginler ve Keşifler
Doğudaki
Osmanlı engelini ortadan kaldırmakta yetersiz kalan, daha doğrusu bu engeli
ortadan kaldırmayı aklından bile geçirmeye cesaret edemeyen Hristiyanlık dünyası,
özellikle Ümit Burnu yolunun keşfedilmesinden sonra islâm alemine batı tarafından
sokulmaya yöneldi.
Ümit
Burnu yolu ile Uzak doğudan Avrupa'ya uzanan yolu müslümanlar ötedenberi
biliyorlardı. Bu yolu haritalarına işledikleri gibi gerek el-Birunî'nin
"Acayıb-ul Hind" adlı eserinde ve gerekse bu türden diğer kitaplarda
verilen bilgilerden anlaşılacağı gibi bu deniz yolunun hava şartlarını da
inceden inceye araştırmışlardı. Fakat o dönemde Avrupa, orta çağın karanlığına
kapanmış yaşıyordu. Dünyanın çok az kısmından haberdardı, denizlere ve okyanuslara
açılmayı aklının ucundan bile geçirmiyordu.
Fakat
bu dönemin sonunda, bazı iç kaynaklı faktörlerin ortak etkisi ile meçhul
denizlere yönelmeye başladı. Bu faktörlerin en güçlülerinden biri, Hristiyanlık
motifiydi. Papalık tarafından özendirilen bu faktör, Endülüs'ten çıkarılmış
olan müslümanlan kovalayıp ülkelerini ele geçirmek ve Endülüs'ten kovuldukları
gibi buralardan atılama-salar da bu yolla onlan egemenlik altına almak amacında
somutlaşıyordu. Bu faktörün diğer bir somut amacı da dünya ticaretini
müslümanlarm elinden almaktı. Böylece bir yandan müslümanlan zayıf düşürecekler,
öteyandan da onlara karşı güçlü konuma geçeceklerdi.
Bu
dönemin şaşırtıcı olaylarından biri şudur ki, Vasco de Cama'ya yol gösteren,
onun yolculuğunu basan ile sonuçlandırmasını sağlayan kılavuz, bir müslüman
Arap denizcisi olan "İbn-i Macid"ti. Bu müslüman denizci, Vasco de
Cama'ya hem bilgi hem de haritaları ile yardımcı olmuş, hatta doğu Hind
Adalanna doğru gittiğini sandıkları gemisinin dümenini kendi eli ile
yönetmişti. Acaba bu işi ne yaptığını bilmeyerek mi, yoksa baskı altında mı
yaptı? Bilmiyorum.
Vasco
de Cama bu yolculuğunu, İbn-i Macid'in yardımı ile sonuçlandırınca, bu
yolculuğun gerçek amacını açıklayan ünlü bir söz söyler. Oysa biz, ilerde
anlatacağımız düşünce emperyalizmin etkisi ile, bu yolculuğu yavrularımıza
öğretirken bu gerçek maksadı gözardı ederek onu okullarımızda sırf
"bilimsel" amaçlı bir gezi olarak tanıtmaya kalkışırız. Neyse, adam
yolculuğunun sonunda aynen şöyle demişti; "İşte şimdi islâmın boynuna ipi
dolamış olduk. Artık yapılacak tek şey, bu ipi çekip onu boğmak ve ölmesini beklemektir".
Kısacası
amaçları gayet belirli bir Haçlı seferi ile karşı-karşıyayız. Hristiyanların
islâm aleminde giriştikleri diğer bütün yolculuklar da bu niteliktedir.
Adamlar bu yolculuklar sırasında islâm dünyasını uygun giriş ve çıkış yollarını
belirliyorlar ve arkasından hükümetlerine başvurarak kendilerine islâm
ülkelerine sızma girişimlerinde kılavuzluk öneriyorlardı.
Bu
tür gezilerin en ünlüsü Macellan tarafından yapılanı idi. Bu gezinin amacı
Filipinler'deki islâm topraklanm ele geçirip bu topraklarda yaşayan
müslümanlan, Hristi-yan egemenliği altına sokmaktı. Oysa biz bu geziyi de okul
çağındaki yavrularımıza tarihteki en büyük "bilimsel" keşiflerden
biri olarak tanıtıyoruz.[8]
Keşif
amaçlı bir gezi olduğuna bir diyeceğimiz yok. Fakat "bilimsel"
amaçlı olduğu iddiasına gelince tarihe karşı bundan daha ağır bir iftira
düşünülemez.
Ayrıca
bu gezinin keşif amaçlı olduğu da sadece Avrupa açısından doğrudur. Çünkü bu
gezi sonunda Avrupalıların o güne kadar adlarını sadece kulaktan duydukları, haklarında
gerçek bilgiye sahip olmadıkları bir takım yeni dünya bölgeleri keşfettiler.
Peki acaba biz müslümanlar açısından durum nedir? Acaba okul kitaplarında
çocuklarımıza zannettirdiğimiz gibi, öz topraklarımız, Macellan'ın, gelip
onları bizim için keşfetmesini beklememizi gerektirecek biçimde bize göre
meçhul muydu ki?[9]
Yağmalama
Geziler
gezileri ve keşifleri izledi. Arkasından yağmalamalar başladı.
Hristiyan
denizciler müslüman bir hükümdara başvuruyorlar. - Özellikle Afrika'da buna
çok rastlandı- Adamın konukseverliğine ya da gafletine sığınarak limanlarına yanaşan
gemilerine yardım etmesini istiyorlar, hükümdar da hiç kuşkuya kapılmadan
onlara yardım ediyor. Derken yanaşan gemilerine hizmet verebilmek bahanesi ile
kendisinden sahilde bir parça toprak istiyorlar. Hükümdar konukseverliğinin
gereği olarak onlara istedikleri araziyi yine hiç kuşkuya kapılmadan bağışlayıveriyor.
Adamlar belirli bir toprak parçası edinip burayı sıçrama noktası olarak kullanınca
gemileri ile asker ve silâh taşıyarak limanı işgal ediyorlar. Arkasından etrafa
dağılarak canlarının istediği yerlere elkoyuyorlar.
Doğaldır
ki, Haçlı saldırganlığının kullandığı tek metod bu değildi. Onlar, hedeflerine
vardıran her metodu kullan-
dılar.
Bu çeşitli metodlar arasında açık askeri saldırıdan[10] geleceğin
istilâsına ön hazırlık nitelikli misyonerlik faaliyetlerine[11] ve daha
sonra tam bir sömürgeciliğe dönüşecek olan "ticarî" sızma hareketine
kadar her yolu denedi-ler.[12]
Nihayet,
yani milâdî takvimle ondokuzuncu yüzyılın sonunda, Türkiye ile Arap
yarımadasının bazı kısımlan dışında kalan bütün islâm topraklannı ele
geçirdiler. Ele geçirdikleri yerlerde yaşayan bütün müslümanlan ya doğrudan
doğruya Hristiyanlık egemenliği altına aldılar. Ya da görünüşte idareyi elde
tutarak aslında perde gerisindeki Hristiyan sömürgecilerin ülkeyi yönetmesine
aracılık eden bazı sözde "müslüman" hükümdarların eli ile onları
yönetimleri altına aldılar.
Bu
Hristiyan saldırganlığına, bu Haçlı sömürgeciliğine belirli bir sebep ve yorum
yakıştırmaya gerek yok.
Çünkü
onlann müslümanlara karşı kalblerinde taşıdıkları kini, yüce Allah, bize çok
önceden bildirmişti. Bu konuda O, bize şöyle buyuruyor:
"Sen onların dinlerine girmedikçe ne yahudiler ve ne de
Hristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar". (Bakara /120)
"Çoğu ehl-i Kitap (yahudiler ile Hristiyanlar) gerçeği anladıktan
sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan dolayı, sizleri iman ettikten sonra
kâfirliğe döndürmek isterler" (Bakara/109)
"Onlar (kâfirler) yapabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar
sizinle savaşmaya devam ederler".
Bu
kin, kalblerinde İslama karşı sakladıkları sürekli bir duygudur. Başkaca bir
gerekçe istemez. Sırf müslü-manlığın yeryüzünde varoluşu, onların kinlerini
tahrik etmek ve eğer ellerinden gelirse müslümanlan dinlerinden döndürmek üzere
onlara karşı hareket etmeleri için yeterli sebeptir.
Bu
söylediğimiz, vurgulanması ve hatırlatılması gereken bir gerçektir. Çünkü bu
konuda ortada Batı tarafından uydurulup piyasaya sürülmüş büyük yalanlar var.
Maksadı Hristiyanlıktan kaynaklanan kinlerini, bu martavallarla
maskelemektir. Bu yalanlarını her alana yaydığı için müslümanlarm kendileri de
-düşünce emperyalizminin etkisi altında- bunlara inanır olmuşlar ve bunları
yabancı efendilerinin kendilerine telkin ettikleri gibi öteye -beriye yaymaya
koyulmuşlardır.
Bu
kocaman yalanlan şöyle özetleyebiliriz: Dine bağlılık çağı sona erdi. Bu günün
Avrupasım harekete geçiren faktör, Ortaçağın Avrupasında olduğu gibi, artık din
değildir. Çünkü din, artık Avrupalının hayatım etkileyen faktör değildir.
Şimdilerde onun hayatını yönlendiren faktör, hammadde kaynaklarını ele geçirmek
isteyen "Ekonomik sömürgecilik" motifidir ki bunun da dinle hiç bir
ilgisi yoktur.
Bu
görüş-genelde- hiç bir gerçek payı olmayan bir yalandır.
Gerçekten
Avrupa dininden koptu, onu unuttu. Din onun pratik hayatının hiç bir kesiminde
egemen değildir. Ne politik ne ekonomik davranışlarını, ne sosyal ilişkilerini
ne duygularını ve ne de düşüncelerini dine göre yönlendirmiyor artık. Fakat bu
başka, Hristiyanlık kini başka bir şey!
Çünkü
Hristiyanlık kininin kaynağı, ilk bakışta sanıldığı gibi, mutlaka
"Hristiyan dindarlığı" değildir. Bu kinin temel gerekçesi yeryüzünde
müslümanlarm varolmasıdır. Kendilerine bağlı olmayan, kendi camialanna girmeyen
ve kendi inanç ve yaşama biçimlerim paylaşmayan yabancı bir insan topluluğunun
varlığıdır. İşte şu ayet, bu gerçeğe işaret ediyor:
"Sen onların dinlerine girmedikçe ne yahudiler ve ne de
Hristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar" (Bakara/120)
Yani
onlar ister dinlerine bağlı olsunlar, isterse dinlerinden kopmuş bulunsunlar,
müslümanlar müslüman olarak varoldukça, "Lâilâhe İllallah, Muhammedün
Resulul-lah" sancağı altında bulundukça onlardan asla hoşnut olmazlar.
Nitekim yazar Muhammed Esed "el- İslâm ala Mufterek-ıtturuk (Yolların
ayırım noktasında İslâm" adlı eserinde bu konuda şöyle diyor:
"Birleşik
Avrupa ile İslâm arasındaki ilk silâhlı çatışma -yani Haçlı seferleri- Avrupa
uygarlığı şafağının söktüğü döneme rastlar. Daha önce Hristiyanlık kilisesine
sıkı sıkıya bağlı olan bu uygarlık, Roma imparatorluğunun çöküşünü izleyen
uzun ve karanlık bir çağdan sonra bu dönemde kendine özgü bir yol tutturmaya
başladı. Bu yıllarda Avrupa edebiyatı yeni ve aydınlık bir ilkbahar dönemi
yaşamaya başladı. Yine bu yıllarda güzel sanatlar Got, Hun ve Avar
istilâlarının geride bıraktığı uykudan yavaş yavaş uyanmaya, sıyrılmaya
başladı.
Avrupa,
orta çağın başlannda etkisi altına girdiği sert şartlardan artık kurtulmuştu.
Sonra yeni bir kültür bilinci kazandı. Bu kültür bilinci aracılığı ile bilenmiş
bir duygu edindi. İşte bu çıkmazın ortasına düşünce, Haçlı savaşlan onu, islâm
alemi ile bilinen düşmanca karşılaşmaya sürükledi.
Müslümanlar
ile Hristiyanlar arasında Haçlı savaşlarından önce de savaşlar meydana geldi.
Meselâ müslüman Arap orduları Sicilya ve Endülüsü fethettiler, ayrıca güney
Fransaya akınlar düzenlediler. Fakat bu savaşlar Avrupanın sözünü ettiğimiz
yeni kültürel bilinci edinmesinden önce meydana gelmişti. Bundan dolayı, hiç
değilse Avrupa açısından, bu savaşlann sonuçlan yerellik boyutlarını aşmadı.
Bu savaşlar Avrupanın gerçek çehresini tanıtıcı nitelik kazanmadı.
Avrupanın
islâm karşısındaki yüzyıllarca değişmeyecek tutumunu belirleyen ilk ve en
önemli faktör Haçlı savaşları oldu. Bu savaşlann, bu alandaki etkisi kesin
oldu. Çünkü bu savaşlar, yeni Avrupa'nın ilk gençlik döneminde meydana geldi.
Kendine özgü kültürel özelliklerinin belirmeye başladığı ve biçimlenme
sürecini yaşadığı ilk gençlik döneminde yani.
Halklar
da fertler gibidirler. Bilindiği gibi ilk gençlik günlerinde meydana gelen
büyük olayların etkileri, insan hayatının geri kalan bölümü boyunca açık ya da
gizli biçimde devam eder. Bu etkiler ferd vicdanının derinliklerinde saklı
kalır. Hatta hayatın daha sonraki dönemlerinde kazanılan, heyecanlardan ve
düşünceden kaynaklanan tecrübeler, bu etkilerin izlerini zor siler. Tamamen
yokedilmeleri ise pek seyrektir.
İşte
Haçlı savaşlarının rolü de böyle oldu. Bu savaşlar, Avrupalı insanın vicdanında
en derin ve en kalıcı etkiyi meydana getirdi. Bu savaşlann o dönemde
uyandırdığı kör taassub Avrupalının daha önce yaşadığı ya da tarihinde meydana
gelen başka hiç bir olaya mukayese edilemez.
Bu
dönemde bütün Avrupa kıtasını baştanbaşa coşkun bir heyecan sardı. Hiç değilse
belirli bir süre coşkunluğunu sürdüren bu heyecan ülkeler, halklar ve sosyal
sınıflar arasındaki engelleri ve sınırları ortadan siliverdi. Böyle bir şey
Avrupa tarihinde ilk defa o zaman meydana geliyordu. Avrupa kendi içinde
birlik duygusu kazanmıştı. Fakat bu birlik, İslama karşıydı.
Avrupalı
daha önce ya Anglo-sakson ya German ya Norman ya Frank ya İtalyan ya
Danimarkalı veya Slav idi. Fakat Haçlı savaşlan sırasında "Avrupa
Uygarlığı" düşüncesi doğdu ve bu uygarlık bütün Avrupa halklarının peşinde
koşacağı ortak bir amaç haline geldi. İslâm düşmanı olan bu Batı uygarlığı,
sözkonusu yeni doğmuş çocuğun vaftiz babalığı rolünü üstlendi.
İslama
dönük Avrupa vicdanının bilgi birikimi, Avrupa önderlerinin dillerinde
çarpıtılarak cahil halka sunulan yozlaştırılmış islâm ilkelerinin kırıntıları
oldu. İşte bu ters şartlar altında Avrupalıların kafalannda şu gülünç önyargılar
oluştu: İslâm şehvet düşkünü bir dindir, hayvansal bir şiddet hareketidir, biçimsel
bazı yükümlülüklere körü-körüne bağlılığı önerir, kalbleri antma ve temizleme
diye bir endişesi yoktur.
Bu
önyargılar, ilk yerleştikleri biçimleri ile aynen kaldılar. Artık kin tohumlan
ekilmişti. Kör Hristiyanlık taassubunun, Avrupanın bir çok yerinde kuyruklan
vardı. İşte bu kuyrukların kışkırtmaları ile Endülüs hristiyanlan, ülkelerini
"Putperestlerin(!) karanlık pençesinden" kurtarmak amacı ile Endülüs
müslümanlarına karşı savaş açtılar.
Fakat
ispanya yarımadasında meydana gelen bu kanlı olayların birikimi daha
kaybolmadan Batı dünyası ile islâm dünyası arasındaki ilişkilere tuz-biber eken
üçüncü ve çok önemli bir olay meydana geldi. Bu olay Bizans Başkenti
Kostantınıyye'nin (şimdiki İstanbul'un) müslüman Türklerin eline geçmesi idi.
Kostantmiyye'nin düşmesi ile Avrupa kapısının kanatları ardlanna kadar açıldı
ve bu kapıdan boşanan Hristiyan kalabalıkları, islâmın üzerine bir sel gibi akmaya
başladılar.
Bundan
sonra biribirini izleyen ve hepsi de savaşla dolu geçen yüzyıllar boyunca,
Avrupanın İslama dönük düşmanlığı, sadece kültürel nitelikli bir olgu olarak
kalmadı, bunun yanında politik bir önem de kazandı. Bu da bu düşmanlığı daha
şiddetlendiren bir faktör oldu.
"Müslüman"
sözcüğünün her tekrarlanışı ile halk şuurunda çöreklenen bu düşmanlık daha da
pekişti. Yaygın halk deyimlerinin ve atasözlerinin konusu oldu. Böylece yaygınlığı
ve yoğunluğu daha da arttırılarak her Avrupalı erkek ve kadının kalbine
maledildi.
Bunlann
hepsinden daha şaşırtıcı olanı, şudur ki, bu kin, bütün kültürel değişim
dönemlerinden sonra canlı kaldı. Derken Avrupada "dinde reform" çağı
geldi. Bu dönemde çeşitli gruplara bölünen Avrupa, her gurubun diğerine karşı
silâhlı vuruşmaya giriştiği yaman bir kargaşa çağı yaşadı. Fakat İslâm
düşmanlığı, birbirleri ile vuruşan bütün bu grupların ortak duygusu idi. Arkasından
din şuurunun silinmeye yüztuttuğu dönem geldi. Fakat islâm düşmanlığı
varlığını aynen koruyordu.[13]
Bu
yazı, bazı zihinlerin kimi zaman kavramakta zorluk çektikleri bir soruyu bize
çok güzel açıklıyor. Bu soru şudur: Avrupa, dininden büyük oranda koptuğu
halde buna rağmen nasıl oluyorda müslümanlara karşı eski "Haçlı
kin"ini beslemeye devam ediyor?
Dilediğimiz
gibi yahudi ve Hristiyanlann yüreklerinde çöreklenen bu kinin birinci
derecedeki faktörü, islâmın varlığıdır. Böyle olduğu içindir ki, bu kin
islâm'ın ortaya çıktığı ilk andan beri vardır. Yani müslümanlar ile yahu-diler
ve müslümanlar ile Hristiyanlar arasında her hangi bir çatışmanın meydana
geldiği günlerin daha öncesinden kaynaklanır. Asıl sebep, islâm'ın varlığına
bir de islâmın tarihteki büyük fonksiyonunu, yani gerek yahudiler ve gerekse
Hristiyanlarla çatışmalara girerek onların uzun dönemler boyunca vaktiyle
ellerinde tuttukları egemenlik merkezlerinden uzaklaştırmış olmaları eklenince,
bu bitimsiz kinin"ek sebepleri" belirlenmiş olur. Bu gerçeği onlar
da dile getirmekten çekinmiyorlar. Meselâ yukarda "el-islâm fi Tarih-il
Hadis" adı ile Arapçaya çevrilen kitabından alıntılar yaptığımız Wilford
c. Smith adlı Batılı yazar bu gerçeği açık açık yazdığı gibi ondan başka bir
çok şarkiyat araştırmacısı, misyoner, siyasetçi ve düşünür etiketli Batı adamı
da aynı ortak duyguyu ifade ediyor.[14]
Bunun
böyle olması Avrupanın, hammadde kaynaklan bakımından gayet zengin olan Doğuya
karşı ekonomik ihtiraslar beslemediği anlamına gelmez. O doğu dünyası -ki
sahibi olduğu hammadde kaynaklarının çok azım işletiyor ve bu yüzden Avrupanın
bu hammaddelere karşı ağzının suyunun akmasını tahrik ediyor.
Fakat
bunun böyle olması, bu konudaki şu önemli gerçekleri gözden kaçırmamıza
yolaçmamalıdır:
l-
Avrupayı, islâm alemini istilâ etmeye sürükleyen ana faktör, Hristiyanlık
motifidir. Başta Vasco de Gama ile Macellanınkiler olmak üzere keşif amaçlı
bütün büyük
geziler - özellikle Afrika kıtasına dönük olanları-
bu gerçeği kanıtlar. Bu keşiflerin arkasından Afrika kıtasının bazı bölgelerine
o kadar kalabalık misyonerlik heyetleri yollandı ki ilk başta bu yörelerin
ekonomik sömürü alanı sayılması belirli değildi. Fakat daha sonra
istilâcıların buralarda zengin yeraltı kaynakları bulup işletmeye başlamaları
ile bu faktör de gündemin ilk sıralarında yeraldı.
2-
Avrupamn, doğuya, dönük ekonomik hareketinin ilk amacı, müslümanları güç
kaynaklarından yoksun bırakıp zayıflatmaktır. Bu, uğrunda her aracın
kullanıldığı kesin bir Hristiyanlık amacıdır. Ekonomik araç, bu amaç uğruna
kullanılan araçların sadece bir tanesidir. Bazılarının ve onlarla birlikte satılmış
müslüman "aydınlarımın sandığı gibi amaç bu değildir. Oysa bu satılmış
müslüman "aydınlar"(!) bu gerçek karşısında tam bir aptallıkla omuz
silkeleyerek "Batının istediği tek şey ekonomik menfaatlerini sağlama
almaktır. O, bundan başka hiç bir şeye önem vermez, diye konuşurlar.
3-
Avrupa hayatında son dönemlerde ekonomik motif ön plâna çıkıp da onun bütün
karar ve uygulamalarının ilk faktörü haline gelince bile, Avrupamn islâm
ülkelerine dönük ekonomik sömürücülük siyaseti ile genişleme ve imparatorluklar
oluşturma aşamasında istila ettikleri halkı müslüman olmayan ülkelerde
uyguladığı ekonomik sömürücülük siyaseti arasında bariz bir farklılığın olduğunu
gözlüyoruz.
Sömürgeci
Avrupa, istilâ edip ekonomik kaynaklarına elkoyduğu ülkelere karşı her zaman ve
her yerde zalim, bencil eğilimli olmuş ülkenin asıl yerlileri zararına özel
menfaatlerini gerçekleştirmekten başka hiç bir şeye önem vermemiş, bu yerlileri
sürekli biçimde yoksul bırakmayı, onları daha uzun vadede
sömürebilmenin garantisi bilmiş, yerlilerin bütün özgürlük ve bağımsızlık
amaçlı hareketlerini acımasızca bastırmış, onlann her türlü siyasi ve
"milli" varlıklannı ezmiştir.
Bütün
bunlara rağmen Batı Emperyalizmi, müslüman olmayan sömürge ülkelerinde halkın
dini inançlarına, düşüncelerine ve geleceklerine, genellikle, zor kullanarak
karşı çıkmıyor. Buralarda mağlûpların, galiplerin hayat tarzına taklit etme
tutkusundan kaynaklanan etkilerin uzun vadeli ve tedrici değişimi ile
yetiniyor. Buna karşılık emperyalizm, müslüman ülkelerde sürekli olarak özel
bazı önlemler ve düzenlemeler uygulamıştı. Bu önlem ve düzenlemelerin değişmez
amacı, islâmî hayat düzeninin görüntülerini ortadan kaldırmak, zor yolu ile
islâmiyeti müslümanlann vicdanlarından silmek ya da baskı yolunu kullanmanın
sakıncalı görüldüğü durumlarda sinsi, hileci ve uyuşturucu metodlar kullanarak
halkı islâm'dan uzaklaştırmak olmuştur.[15] Kullanılan
metodlar ne kadar esnek ve sinsi olursa olsun, hiç bir zaman islâmla uzlaşmak
veya onun varlığına razı olmak sözkonusu olmamıştır.
Ellerine
geçirdikleri her islâm ülkesinde yürürlüğe koydukları önlem ve düzenlemelerin
ön sırada yeralanlarından biri islâm şeriatım yürürlükten kaldırıp onun yerine
kendi hukuk düzenlerini koymak olmuştur. Bu önlemin "ekonomik menfaatler"
ile uzaktan-yakından hiç bir ilgisi yoktur. Oysa gerek bazı Batılılar ve
gerekse onlara bağımlı kimi müslüman "aydınlar" Avrupanın, islâm
dünyasına yönelik istilâlarının ilk ve son amacının sadece bu ekonomik yararlar
olduğunu ileri sürerler.
Bundan
açıkça anlaşılıyor ki, Batının, islâm dünyasına yönelik saldırılarında
Hıristiyanlık güdüsü her zaman etkili oldu. Bu güdü Haçlı saldırılarının ilk
döneminde olduğu gibi, kimi zaman tek başına ve kimi zamanda son dönemlerinde
görüldüğü gibi ekonomik sömürü güdüsü ile karışık biçimde etkisini
göstermiştir. Fakat bütün bu değişik durumlarda keskin, ateşli, durdurak
bilmez niteliğini korumuştur. Hatta ilerde anlatacağımız gibi özellikle islâm
dünyasında diriliş hareketlerinin ortaya çıkmasına paralel olarak son yüzyılda
etkinliğini daha da arttırmıştır.
2. kitap
IV. DÜŞÜNCE EMPERYALİZMİ
"Düşünce
Emperyalizm"! deyimi ile Hristiyan emperyalizminin, müslümanları İslama
bağlılıktan, islâmiyetin önerdiği inanç, düşünce ve davranış tarzlan ile uyum
içinde yaşamaktan alıkoymak ve islâmi hayat tarzının belirtilerini ortadan
silmek amacı ile kullandığı, askeri saldırı dışında kalan bütün metodlan
kasdediyoruz.
Çağımız
Haçlı savaşlarında Avrupalıların, düşünce emperyalizmi metodunu kullanmalarının
gerekçesi, Hicri takvimle beşinci ve altıncı yüzyıllarda (Milâdî takvimle
onbirinci onikinci yüzyıllarda) müslümanlara karşı düzenlemiş oldukları Haçlı
savaşlarının kendileri hesabına verdiği acı sonuçtur. Bu savaşlar sonucunda
ağır bir askeri bozguna uğrayarak ülkelerinden yola çıkarken güttükleri
amaçlarının hiç birini gerçekleştiremediler. Bu uzun savaşlar boyunca
harcadıkları servetler, döktükleri kanlar ve uğradıkları nüfus kaybı da işin
cabası.
Bu
savaşlar sırasında Fransa kralı IX.Luois, komutası altındaki Haçlı ordularının ağır yenilgisi üzerine müslümanlara esir
düştü. Bir süre Mansura'da tutuklu kaldı ve Haçlıların ödediği fidye
karşılığında salıverildi.
Adam
bu tutukluk dönemi sırasında kendisinin ve dindaşlarının başına gelen musibetleri
derinliğine düşündü ve salıverilip ülkesine dönünce dindaşlarına şunları söyledi:
"Eğer müslümanları yenilgiye uğratmak istiyorsanız sakın onlara karşı sırf
silâhlı mücadele metodunu kullanmayınız. Zaten silâhlı mücadele alanında
onlara karşı bozguna uğradınız. Onlarla inançları alanında savaşınız. Çünkü
onlann gizli güç kaynaklan, bu alanlarında yatar"
Dindaşları,
IX. Louis'in bu öğüdünü dinlediler.
Tekrar
islâm alemine saldırmaya yöneldiklerinde artık sadece savaş alanında kullanılan
silâhlarla yetinmeyerek adına "düşünce emperyalizm"! dediğimiz sinsi
metodu da yanlarında getirdiler.
Düşünce
Emperyalizminin nihaî amacı islâm inancını müslümanların kalblerinden söküp
atmak ve onları islâm'a bağlılıktan vazgeçirmektir. Bunun araçları çok ve çeşitlidir,
fakat onları şu iki ana birime indirgeyebiliriz:
a)
Eğitim-öğretim programlan
b)
Yayın-propaganda araçları.
Milâdî
takvimle 1822 yılında İngilizler, Mısır'ı işgal edince o günkü başbakanlan
Gladstone, avam kamarasında eline bir mushaf alarak kürsüye çıkıyor ve şunları
söylüyor; "Mısırlıların elinde bu kitap bulundukça biz, o ülkede kalıcı
bir egemenlik kuramayız"
Yine
milâdî takvimle 1906 yılında Kahire'de Hristiyan misyonerleri kongresi
toplanıyor. Bu kongrede kürsüye çıkan hatipler ortak olarak şu itirafları dile
getiriyorlar;
"Kesinlikle
başarısızlığa uğradık. Bu kadar okullar açtığımız, bunca hastaneler ve mülteci
yurtlankurduğumuz halde, o kadar masraflar yapıp bunca hizmetler sunmamıza
rağmen, geriye dönüp baktığımızda ailelerinin inanç sistemini daha öğrenemeden
ana-babalarından çaldığımız bir kaç çocukla, para yardımı almak için bize
başvuran bu yüzden gerçek inançlarının ne olduğunu kesinlikle bilemeyeceğimiz
bir yaşlı adamdan başka hiç kimseyi Hristiyan yapamamış olduğumuzu görüyoruz"
Bu
konuşmalann arkasından kürsüye gelen ve aynı zamanda kongrenin düzenleyicisi
olan Rahip Zuvamer, bu yakınmaları şöyle cevaplandırdı.[16]
"Hatip
kardeşlerimin konuşmalarım dinledim. Onlarla aynı görüşte değilim. Bizim
görevimiz müslümanları hris-tiyan yapmak değildir. Bu, onların lâyık
olmadıkları bir şereftir. Bizim asıl görevimiz müslümanları dinlerine bağlılıklarından
uzaklaştırmaktır. Bu alanda ise parlak bir başarıya ulaştık. Bu başarımızı
misyonerlik okullarımız ile islâm ülkelerinde uygulamaya koyduğumuz eğitim politikasına
borçluyuz."[17]
Adamın
bu sözleri hiç bir yorum gerektirmeyecek kadar açıktır.
Demek
ki, maksat müslümanları dinlerinden ve Kur'an'dan koparmaktır. Ondan sonra ne
olurlarsa olsunlar. Eğer ilk plânlan ve asıl arzulan uyarınca Müslümanları,
hristiyanlaştıramamışlar, bu alanda somut bir başarısızlığa uğramışlarsa hiç
değilse onların kalblerinden o korkunç ve başbelası şeyi, yani islâm inancını
söküp atmak gerekir[18]
Bu korkunç ve başbelası inanç, hatta "Hasta Adam"ın (Osmanlı devletinin
son günleri kasdediliyor) kalbindeyken bile tahlikeli oluyor. Nitekim az önce
kaynak gösterdiğimiz "el-garetü âlâ alemil islâmî adlı eserde belirtildiğine
göre bir Avrupalı yazar bu konuda şöyle diyor:
"Avrupa,
'Hasta Adam'dan korkuyordu. Çünkü arkasında parmağının bir işareti ile cihada
girişmeye hazır üç-yüz milyon müslüman vardı"
Evet,
bu dinin onları en çok korkutan yanı, telkin ettiği cihad ruhudur. Gerçi bu
dinin her şeyinden nefret ettikleri için onun içyüzünü doğru görmeyi
başaramıyorlar.[19]
"Düşünce
Emperyalizmi alanında okuyucuya sunacağımız belki de en uygun örnek Mısır
deneyidir. Çünkü Haçlılar, Mısır'a ve Mısır'da İslâmiyetin kökünü kazımaya özel
bir önem verdiler. Çünkü Mısır, İslâm aleminin kalbini besleyen, hayati ve
etkili bir merkezdi. Ayrıca ünlü Ezher Medresesi de buradaydı. Bu durum, Mısıra
islâm aleminin tümüne ışık saçan bir kültür ve manevi değerler merkezi konumu
kazandınyordu.
İslâm
aleminde faaliyet gösteren bir misyoner, yukarda sözünü esttiğimiz milâdî 1906
yılında Kahire'de toplanan misyonerlik kongresinde sözalarak Ezher
Medresesinin, kiliseye karşı tehdit oluşturup oluşturmadığını irdeleyen konuşmasında
şöyle diyordu:
"Ezher
üniversitesinde verilen Arapça eğitimin diğer benzeri islâm kurumlarında
verilen eğitimden daha titiz ve daha sağlam olduğu bütün sünnî müslümanlann
zihinlerine yerleşmiştir. Bu üniversitenin mezunlan islâm ilimleri alanında
geniş bilgi sahibi olarak tanınırlar. Ayrıca Ezher üniversitesinin kapılan,
bütün islâm dünyasından gelecek olan öğretim üyelerine açıktır. Özellikle
Ezher'e bağlı çok sayıda vakıflar bu üniversitedeki eğitime karşılıksız yardım
yapar. Çünkü bu vakıflar, aynı anda 250 öğretim elemanına maaş verecek maddi
kapasiteye sahiptirler"
Adam
bunlan anlattıktan sonra masrafları kilise tarafından karşılanacak bir
hristiyan üniversitesinin kurulmasını ve Ezher medresesi tarafindan
oluşturulan engellemelerin bu üniversite aracılığı ile kolayca giderilmesini
önerir. Ona göre kurulacak olan bu hristiyan üniversitesi, Arapça öğretimini
titiz bir şekilde gerçekleştirmeyi üstlenmelidir. Sonunda sözünü şöyle
bağlıyor; "Belki de bu hristiyan üniversitesini bir an önce kurup da
islâm ülkelerini hristiyanlaştırmamız için Mısır'ı çalışma merkezi seçmeye bizi
çağıran güç, ilâhî izzettir "[20]
İşte
bu düşünceden hareket eden hristiyan misyonerler, İslâmiyeti, Mısır'da
yozlaştırabilmek, başka bir deyimle Mısır'ı islâm'dan çıkarabilmek için
olağanüstü gayret göstermişler, bu amacın gerçekleşmesi uğruna diğer islam
ülkelerinde harcadıklarından daha geniş çaplı ve daha köklü çabalar harcamışlardır.
Bu sözümüz sadece Türkiye için geçerli değildir. Çünkü orada da halifeliği
ortadan kaldırıncaya kadar harcadıkları çabaların çapı da aynı derecede
geniştir.[21]
"Düşünce
Emperyalizmini anlatırken Mısır'ı örnek olarak seçmemizin bir başka sebebi de
bu örneğin, İslâm'dan sıyrılmanın ilk adımından tekrar İslama dönmeyi yansıtan
tarih sürecini tam olarak yansıtmasıdır. Bu yüzden başka bir Arap ya da islâm
ülkesinin vatandaşı olan her okuyucu, kendi ülkesinin bu deneyin hiç değilse
belirli bir aşamasını yaşadığım görecektir. Bu deneyi ek-sizsiz bütünlüğü
içinde sunduğumuz takdirde, okuyucularımız gerek İslama karşı düzenlenen sinsi
komploların boyutlarını ve gerekse bu komplolara karşı meydana gelen tepkileri
kendiliklerinden kavrayacaklardır.
FRANSIZ İŞGALİ
Milâdi
takvimle 1798 yılında Fransız haçlıları, Napol-yan Bonaparte komutasında
giriştikleri bir saldırı sonucunda Mısır'ı işgal ettiler.
Oysa
biz, okullardaki yavrularımıza bu Fransız işgalinin büyük bir fetih olayı
olduğunu, -Fransa açısından değil ha, Mısır açısından!- bu fetih olayının
Mısır'ın uygar dünyaya açılışının, karanlıklardan sıyrılıp aydınlığa çıkışının
başlangıç adımını oluşturduğunu öğretiyoruz. Halâ bile lise bitirme
sınavlarımızda şu harcialem soruya rastlıyoruz. Bu soru öğrencilere kimi zaman
"Mısır'ın Fransızlar tarafından işgal edilişinin yararlarım
anlatınız" biçiminde ve kimi zaman da "Mısırın Fransızlar tarafından
işgal edilmesinin sonuçlarını anlatınız" şeklinde soruluyor. Fakat
söylemeye gerek yok ki ders programlarında bir kere bile olsun, bu askeri
harekatın en önemli İslâm merkezlerinden birini işgal etme anlamına gelen bir
Haçlı seferi olduğunu anlatmayız!
Bu
işgalin amaçlarından sözedilirken Napolyon'un, Mısır'ı üst edinerek Britanya
imparatorluğu ile Hindistan'ı biribirine bağlayan "stratejik yolu"
kesmek istediği söylenir. Buna gerekçe olarak da o zaman ki Fransa ile Britanya
imparatorluğu arasındaki sömürge rekabeti gösterilir. Ayrıca Napolyonun bu
sefer sırasında Mısır halkına seslenen "İslâhat" nitelikli
emirnamelerini ve bildirilerini yayınlayabilmek amacı ile yanında Arapça
harflerle dökülmüş bir matbaayı yanında getirdiği, bunun yanında eski
Firavunlar döneminin tarihi kalıntılarını ortaya çıkarmak amacı ile arkeolojik
kazılar yapacak bir bilim kurulunun bu işgal ordusu ile birlikte Mısıra girdiği
anlatılır.
Yalnız
büyük bir aptallık ve gafletle -ya da büyük bir sinsilik ve kötü niyetlilikle-
gerek bu askeri saldırının ve gerekse onun eşliğinde gelen Arap alfabeli matbaa
ile sözde bilim kurulunun gerçek amaçları bilmezden gelinir, bunlara hiç
değinilmez.
Sözü
edilen Britanya İmparaturluğu ile Fransa arasındaki sömürge rekabeti, o tarih
döneminin şüphe götürmez bir gerçeğidir. Napolyon'un, Mısır'ı üs edinerek
Britanya İmparatorluğuna karşı koyma ve bu devletin Hindistana varacak
"stratejik yol"unu kesme ihtirası da öyle. Ama Mısır işgalinin
amaçlarının sadece bunlardan ibaret olduğu iddiası, tarih sürecinin yalanladığı
bir yakıştırmadır.
Öyle
olsa Hindistan'a giden stratejik yolu kesmekle Mısır'da islâm şeriatını
yürürlükten kaldırıp, bunun yerine insan yapısı kanunlar koyma girişimi
arasında ne gibi bir ilişki olabilir?
Yine
Hindistana giden stratejik yolu kesme amacının Firavunlar dönemi kalıntılarını
ortaya çıkaracak kazılar ile ne ilgisi var?
Fakat
eğer bu saldırının islâm karşıtı belirli hedefleri olan bir haçlı işgali
olduğunu bilirsek, o zaman her şey meydana çıkar.
Napolyon,
İskenderiye şehrim işgal ettikten sonra Mısır halkına seslenen bir bildiri yayınladı.
Bu bildirinin baş tarafında şöyle diyordu:
"Bismillâhirrahmanirrahim.
Allah'dan başka ilâh yoktur. O'nun ne evlâdı ve ne de Mülkde ortağı vardır.
Özgürlük
ve eşitlik ilkelerine dayalı Fransa Devletinden Mısır hakkında duyuru[22]
Fransa
ordulan başkomutanı, büyük asker sor Bona-parte (Napolyon) bütün Mısır halkına
bildirir ki, Mısır'da yönetimi elinde tutan eyalet hükümdarları uzun zamandan
beri Fransız azınlıklara karşı horlayıcı ve alçaltıcı bir politika uyguluyorlar.[23]
Size
söylendi ki, benim bu tarafa gelmemin tek sebebi, dininizi ortadan
kaldırmaktır. Bu iddia açık bir yalandır, sakın ona inanmayınız[24]
Maksatlı kışkırtıcılara söyleyiniz ki, ben sadece sizlerin haklarınızı
zalimlerden geri almak için buraya ayak bastım ve ben, şimdiye kadar Mısır'ı yönetmiş
olan hükümdarlardan yüce Allah'a daha çok ibadet ediyor. O'nun Peygamberi ile
yüce Kur'an'a daha çok saygı besliyorum.
Ey
şeyhler, kadılar, imamlar, cericiler[25]
ve bu ülkenin ileri gelenleri! Milletinize anlatınız ki, Fransızlar da samimi
müslümandırlar. Bunun kanıtı, Fransızların Roma'yı ele geçirerek orada
Papa'nın, hristiyanları sürekli biçimde müslümanlar üzerine kışkırtan Papa'nın
otoritesine karşı çıkmalarıdır. Ayrıca Fransızlar, Osmanlı sultanının samimi
dostları ve onun düşmanın da düşmanları olagelmişlerdir -Allah onun
egemenliğini sürekli kılsın.[26]
Napolyon,
İmbabe savaşında kölemenleri (memlükileri) bozguna uğrattıktan sonra Kahire'ye
varıp "ilfî Bek"ın sarayına yerleşiverdi. Kur'an'ı ve İslâmı seven(!)
sözde bir müslüman(!) olarak bilginler kuruluna başkanlık ediyor, onlara
zaman zaman hilâtlar (saray hediyesi kıyafetler) bağışlıyor, bu bilginleri,
islâm şeriatı yerine yürürlüğe koymak istediği insan yapısı kanunları halka
benimsetilmesi konusunda kullanmaya çalışıyordu. Bu kanunları, Mısır'ı işgal
etmeye gelirken yanında getirdiği ve sonradan Hollanda'nın Bulak kentindeki
şarkiyat cemiyetine hediye ettiği arap harfli matbaada basıyordu.
Britanya
İmparatorluğu ile Hindistan arasındaki "stratejik" yolu kesmeyi
amaçlayan ne yerinde bir icraat, değil mi?
Napolyon'un,
sadece Britanya İmparatorluğu ile Hindistan arasındaki stratejik yolu kesmek
için Mısır'ı ele geçirdiğim sanmamız, aptalca bir saflıktır.
Evet,
O, Britanya ile rekabet ediyor, onu kovalıyor, onun üzerine baskı uyguluyordu.
Fakat bunun yanında Mısır'ı islâm çerçevesinin dışına çıkarmayı amaçlayan dört
başı mamur bir haçlı plânını da beraberinde getirmişti. Belki de bundan sonra
islâm dünyasının geride kalan kısmını yozlaştırmak için Mısır, bir sıçrama
tahtası olarak kullanılabilecekti. Çünkü burası tüm islâm dünyasının bilim ve
aydınlık kaynağı idi.
Bu
sinsi plânın ilk uygulamaya konan maddesi, islâm kanunlarını yürürlükten
kaldırmaktı. Nitekim Ezher Medresesinin bilginlerinden biri, Napolyon'un bu
sinsi amacını açığa vurmuştur. Yüce Allah'ın (c.c.) kalb gözünü açtığı, basiret
keskinliği bağışladığı ve karşısındakinin kötü niyetlerini anlamaya muvaffak
kıldığı bu bilgin, bir defasında Napolyon'un yüzüne karşı aynen şöyle demişti;
"Eğer sen iddia ettiğin gibi gerçekten müslüman olsaydın, bu ülkede islâm
kanunlannı yürürlükten kaldırıp yerine insan yapısı kanunlar koyacağına bu
kanunları kendi ülken olan Fransada uygulardın.[27]
Matbaaya,
Fransız işgalinin bu önemli "sonuc"una gelince Napolyon, onu birden
çok sebep yüzünden yanında getirmişti. Her şeyden önce Mısır halkım, haçlı
işgalcilerinin emirlerine boyun eğmeye çağıran bildiriler burada basılıyordu.
Kaza ve kader ilkelerine inanmanın Fransızlara kayıtsız-şartsız teslim olmayı,
onlara karşı koymaya kalkışmamayı gerektiğini savunan işgal bildirisi gibi.
Çünkü bu bildiride ileri sürüldüğüne göre Fransızlar, yüce Allah'ın takdiri ile
Mısır'ı yenip oraya eğmen olmuşlardı.
Ayrıca
adım adım islâm şeriatını yürürlekten kaldırarak bunların yerine geçirilen
"Napolyon Kanunları" da bu matbaada basılıyordu.
Gerçi
denecek ki, bu matbaa daha sonraki yıllarda Na-polyonun amacına tamamen ters
düşen işlerde de kullanıldı. Meselâ İslâmı Arap kültürünün yayılması gibi. Bu
söz doğrudur. Fakat ne Napolyon'un ve ne de bu işgalin "sonuçları"nın
iyilik hanesine yazılacak bir faktör değildir. Çünkü Napolyonun amaçlan
arasında, böyle bir hizmette bulunmak yoktu. Tersine onun işgal günlerinde bu
araç, sözkonusu amacın tam tersi için kullanılmıştı.
Firavunlar
dönemi kalıntılarım kazıp meydana çıkarmak için gelen, sözde "bilim"
kuruluna gelince onu, bu haçlı saldırısının ikinci marifeti olarak saymak
gerekir. Bunun mahiyeti ilkinden daha barizdir.
Nitekim
açıksözlü bir şarkiyat araştırmacısı "eş-Şark-ul Edna Muctemeuhu ve
sekafetühü" adlı eserinde bu konuda şunlan söylüyor; "Bizler,
girdiğimiz her islâm ülkesinin islâm öncesi eski uygarlıklarım meydana çıkarmak
için topraklannı deştik. Doğaldır ki, böyle yapmakla müs-lümanlarm islâm öncesi
inançlara dönmelerini beklemiyorduk. Fakat müslümanın bağlılığını islâmla bu
eski uygarlıklar arasında tereddüte düşürmek bizim için yeterliydi
İşte
bu haçlı saldırısına eşlik eden sözde "bilim" heyetinin plânlanmış
amacı da buydu. Bu amaç "bilimsel" değil, bilimle kamufle edilmiş bir
haçlı amacı idi. Tıpkı milâdî takvimle onaltıncı yüzyıldan itibaren haçlılar
tarafından gerçekleştirilmiş sözde bilimsel ve keşif amaçlı deniz yolculuklarına
benziyordu.
Firavunlar
dönemine ait tarihi kalıntılar, Mısır'da binlerce yıldan beri vardı.
Çalınanları çalınmış, yağmalananları yağmalanmıştı. Geriye büyük tapınaklar
ile koca heykeller kalmıştı. Mısın ziyaret edenler bunları görür ve onları
uzak geçmişin "acayib" eserlerinden kabul ederdi. Adam bunları
görmekten zevk duyar, ibret alıp geçmek için karşılarında dikilir ve ülkesine
döndüğünde bunları görmemiş olanlara anlatırdı. Bütün bunlar büyük bir tören
düzenlenmeksizin olup biterdi.
Mısırlı
müslümanlara gelince, hiç kuşkusuz, bu büyük heykel ve tapınakları onlar da
görür ve taşıdıkları sanat inceliklerini takdirle seyrederlerdi. Fakat bunlar,
onlann anlayışına göre eski kavimlerden kalma putlar ve heykellerdi. Kendileri
müslüman ve o kavimler ise putatapıcı oldukları için aralarındaki bağ kesilmişti.
Bu
durum, topraklarında, islam'ın gelişinden önceki putperest dönemlerinden kalma
eserler bulunan bütün islâm ülkeleri içinde aynıydı. Meselâ Arap yarımadası, Suriye,
Irak ve benzer durumdaki diğer islâm yöreleri gibi.
Bu
durum bin yıldan uzun bir süre boyunca böyle sürüp gitti. Yani insanlar
müslümanlıklarını devam ettirirken bu eserlerde yerlerinde durdular. Sözkonusu
uzun süre boyunca bu eserler, müslümanların kalblerinde sadece tarihten ibret
alma duygusu uyandırıyordu.
Fakat
islâm dünyasının altını üstüne getirmek için sefere çıkan haçlıların
yanlarında taşıdıkları sinsi bir plân vardı. Bu plâna göre İslâm aleminin
önemli merkezlerinin toprakları kazılarak tarih öncesi eski eserleri meydana çıkarılacak,
böylelikle müslümanlann bağlılıkları islâm ile sozkunusu eski uygarlıklar
arasında tereddüde düşürülecek, böylece de İslama bağlılıklarının tamamen
koparılmasına zemin hazırlanacaktı.
İşte
Napolyon'un, Mısır'a gelirken yanında getirdiği sözde "bilimsel"
heyetin amacı da buydu.
Bizzat
onlardan (yani hristiyanlardan) olan biri, bunun böyle olmadığına şahidlik ederken
bizim ortaya çıkıp da "bu heyetin amacı sadece bilimseldi" diye
konuşmamız, islâm ülkelerinin aydınlarında bol bol rastlanan aptalca bir
saflıktır.
Maksat,
müslüman Mısır'da Firavun naraları koparmaktı. Böylece Mısırlılar, kendilerini
mutlaka bir şeye bağlı sayacaklarsa bu kaynak "islâm" değil, islâmdan
uzak düşürülmüş bir "Mısır" olmalıydı. Nitekim "Nil şair"i
diye anılan Hafız İbrahim'in şu beytini okuyunuz:
"Ben
Mısırlıyım. Beni yokluğa meydan okuyan Tarihi piramidi yapanlar yaptı."
Gerçi
Hafız İbrahim, İslâmî şiirlerde yazdı, ama görüldüğü gibi yine de yukarda
sözünü ettiğimiz sinsi plân onun şahsında gerçekleşti. Yani açık sözlü bir
şarkiyat araştırmacısının dediği gibi bağlılığını islâm ile islâm öncesi
uygarlıklar arasında tereddüde düşürme plânı.
İşte
Napolyon'ım, Mısır seferinin "stratejik" Hindistan yolunu kesme amacı
yanındaki diğer amaçlan bunlardır: yani islâm kanunlarını yürürlükten
kaldırarak yerine, Batı kaynaklı insan yapısı kanunlar koymak ve bunun yanında
"Mısır'ı, islâm aleminden ya da islâmın kendisinden koparma çalışmalarına
hazırlık olsun diye ortalıkta Firavunluk naraları estirmek.
Bunlara
iki şey daha eklemek gerekir. Bu iki şeyden biri yukarda kitabından alıntı
yaptığımız Ceberruti'nin "İşgal fahişeleri" diye sözettiği ahlaksız
kadınlar ordusudur. Bu "seviyesiz" kadın ordusunu da Napolyon yanında
getirmişti. Bunlar açık-saçık kıyafetleri içinde Kahire sokaklarında
gezintiye çıkıyor, böylece görenleri tahrik ederek fuhuş alışkanlığı yayıyorlardı.
Bu arada Ceberrutî'nin sözü geçen "acayib-ul Asar" adlı kitabının bir
kaç yerinde okuduğumuza göre kimi müslüman kadınları kendilerini taklit etme
özlemine kaptırıyorlardı.[28]
Eklenecek
ikinci şey de Napolyon'un, Mısır'ı işgal edişinin ertesi günü dünya
yahudilerine yayınladığı çağrıdır. Napolyon bu çağrısında dünya yahudilerini
atalarının yurduna dönüp orayı yeniden vatanlan haline getirmeye davet ediyordu.[29]
Eğer
bu son iki gelişmeyi daha önce saydıklarımıza eklersek Napolyon'un, Mısır'a
karşı giriştiği haçlı komplosu iyice açığa çıkar. Ayrıca bu komploda Fransız
ihtilâlinde
büyük çapta rolleri olan yahudilerin yardımcı
oldukları da meydana çıkar. Bilindiği gibi Napolyonu meydana çıkaran ve siyasi
davranışlarını yönlendiren olay Fransız devrimidir.[30]
İşte
Fransa'nın, Mısır'a dönük saldırısının Avrupalılar eli ile yazılan ve sözde
"müslüman" prapösörler tarafından tercüme edilip öğrencilerimize
okutulan tarih kitaplannda anlatılmayan gerçek "marifetleri"
bunlardır.
Fakat
Napolyon, bu istilâ sırasında bazı önemli aptallıklar yaptı. Meselâ Kahire
kalesine mevzilendirdiği toplar ile Ezher medresesini top ateşine tutturdu.
Arkasından bu medreseyi ordusunun atları için ahır olarak kullandı. Mısır
halkım zorla islâmdan koparmaya girişti. Bu aptalca uygulamalara ek olarak
Fransa'nın içinde bulunduğu o günkü siyasi ve askeri şartlar Napolyan'u, Mısır'dan
ayrılıp Fransa'ya dönmeye zorlamış, böylece Mısır istilâsını müslüman halkın
günden güne kabaran öfke dalgaları ile karşı karşıya bırakmıştı. Nitekim bu
gitgide kabaran halk öfkesinin dalgalan, Süleyman Halebi adındaki bir
müslümanı, Napolyonun yerine bıraktığı Fransız komutan Claber'i öldürmeye
cüretlendirdi.[31]
Bütün
bu şartların ortak etkisi ile Fransamn, Mısır'a karşı giriştiği istilâ yanda
kaldı ve saldırgan Fransız birlikleri geldiklerinden çok kısa bir süre sonra
Mısır'ı terket-mek zorunda kaldılar. Fakat bu erken gelen geri çekilme,
maalesef, saldırının bütün marifetlerine, bütün sonuçlarına son vermiş
değildi. Meselâ sözünü ettiğimiz "bilim" heyeti, kendisini
beraberinde getiren istilâ ordusunun geri çekilmiş olmasına rağmen Said'deki
kazılarına devam etti. Bu durum, bu gün bile açıklayamadığımız bir acayiplik
olarak karşımıza çıkıyor!
Ayrıca
bu saldırı, geride müslüman olduğunu iddia eden bazı fransızlar bıraktı.
Bilindiği gibi Napolyon da aynı iddiayı ortaya atmıştı. Meselâ daha sonraki
Mısır tarihinde büyük rol üstlenecek olan "Süleyman Paşa" adlı
Fransız generali gibi. Ayrıca Napolyon tarafından Kahi-re'nin, Munire semtinde
kurulan ve içinde Firavunlar dönemi eserlerinin gösterildiği müzede yerinde
kalmıştı. Bu müze, şu anda da aynı yerde duruyor.
Fransız
saldırısı, sözünü ettiğimiz şartlar sebebi ile Haçlı-siyonist plânlarını
gerçekleştiremedi. Fakat daha sonra Mısır'ın başına getirilen "Büyük
Muhammed Ali"nin şahsında Haçlı-siyonist emperyalizm, sinsi plânlarını
uygulamaya koyacak yaman bir araç ele geçirdi.
MUHAMMED ALİ DÖNEMİ
Muhammed
Ali, adı kötüye çıkmış biriydi. Kabalığı ve acımazlığı ile tanınmıştı. Osmanlı
devleti onu yükümlü tutuldukları vergi borçlannı ödemekte geciken Mısır
köylerini zorla yola getirmek için Mısır valiliğine tayin eder. O da kendine
bağlı çetelerle birlikte sözkonusu köylere silâhlı baskınlar düzenleyerek
ortalığı yağmalar ve köylülere dehşet salar. Böylece köylüler, ne kadar
bellerini bükse bile kendilerinden istenen vergileri vererek Muhammed Ali ile
çetelerinin baskı ve hakaretlerinden yakayı kurtarmayı tercih etmek zorunda
kalırlar.
Adam,
delilik derecesine varan bir mevki ve otorite düşkünü idi.
Bütün
bunların hepsi üstlendiği role uygun özelliklerdi.[32]
Şu
anda elimde Muhammed Ali'yi, Mısır valisi yapsın diye padişahı fransızlarm
etkilediğini belirleyen hiç bir kanıt yok. Ama olayların akış mantığı, bunu
kuvvetli bir ihtimal olarak karşımıza çıkanyor.
Her
ne ise, adam, milâdi takvimle 1805 yılında, yani Fransız işgalinin sona
ermesinden sadece üç yıl sonra Osmanlı devleti tarafından Mısır valiliğine
atandı. Sözkonusu üç yıllık ara dönemde ülke, Osmanlı padişahının valileri
gözetiminde olmakla birlikte tekrar "Kölemenler"in yönetimi altına
girmişti.
Fransa,
bütün plânlarını gerçekleştirmesini sağlamak amacı ile Muhammed Ali'yi tam
anlamı ile koruması altına aldı. Fransız generali Süleyman Paşa, onun için o
gü-
24
nün
şartlarına göre en iyi şekilde eğitilmiş ve en modern silahlarla donatılmış bir
ordu kurdu. Ayrıca yine o günün en modern deniz filosunu kurup onun komutasına
verdi. Yine onun için dimyat'da bir Tersane kurdu. Bunun yanında arazi sulamasında
kullanabilmesi için çok sayıda su kanalı inşa ederek emrine verdiler.
Acaba
bütün bunlar Muhammed Ali'nin şahsına karşı duyulan sevgiden dolayı mı, yoksa
Mısır'a karşı beslenen sempatiden dolayı mı yapılıyordu.
Hiç
biri değil. Çünkü bunlar sadece Fransız saldırısının geri çekilmek zorunda
kaldığı için gerçekleştirmediği Haçlı plânlarını gerçekleştirebilmek için
yapılıyordu.
Muhammed
Ali, Mısır'ı islâm ekseninden ayırıp sonunda, islâm çerçevesinden çıkmasına
yolaçacak başka bir noktaya kaydırdı. Bunu belki bile bile belki de haçlılar tarafından
kullanıldığının farkında olmayarak yaptı. Daha sonraki Türkiye ve Cemal
Abdünnasır deneylerinin ışığı altındaki şahsi kanaatime göre o bu işi bile
bile, oynadığı rolün mahiyetinin farkında ola ola yaptı. Fakat ister yaptıklarını
bile bile yapmış olsun, isterse farkında olmadan kullanılmış olsun, farketmez.
Çünkü her iki durumda da oynadığı rol aynıdır ve bu rol uygulayıcılarının iç
niyetleri bir yana aynı sonuçlara götürür. Fakat bütün bu ihtimaller
karşısında kesin bir şey var ki, o da şudur: Gerçek bir "müslüman" ne
bilerek ve ne de farkına varmayarak asla böyle bir rolü üstlenemez. Çünkü onun
müslüman oluşu islâm düşmanlarından "direktif almasına engel olur.
Muhammed
Ali'nin, islâm düşmanlarının hizmetinde oynamış olduğu rolün içyüzünü iyi
anlamak istiyorsak önce islâm düşmanlarının o günlerde ne istediklerini bilmemiz
gerekir.
Hiç
kuşkusuz genel istekleri, islâmiyetin varlığına son vermekti. Fakat bu nihaî
amaca ulaşarak islâmiyetin varlığına son verebilmek için ana planlarına bazı
aşamalı amaçlar koymuşlardı. Bu aşamalı amaçlardan biri Osmanlı devletini
yıkmak, bir başkası da özellikle Ezher üniversitesinin ülkesi olan Mısırı
"batılaştırmak" ve arkasından bu "batıcılığı" buradan diğer
islâm ülkelerine ihraç etmektir.
Osmanlı
devletim yıkma amacının neden benimsendiği gayet açıktır. Fakat düşünce
emperyalizmi yolu ile "batı-laştırma" işlemine gelince bunun ilk
fonksiyonu müslü-manlardaki haçlılara dönük cihad ruhunu öldürmek ve böylece
silahlı haçlı saldırılarının karşılaştıkları sürekli direnişi kırmak olacaktı.
Bu da, "müslüman"a her zaman kendisinin müslüman ve düşmanlarının da
karşılarında cihad vermek zorunda olduğu, islâm yurdunu işgal etmelerine asla
gözyummamakla görevli olduğu kâfirler olduğunu hatırlatan inanç engelini
ortadan kaldırmakla olabilir.
İşte
müslüman batılaşınca bu engelden arınmış olur, artık islâm bir müslümanın
ruhunda uyandırdığı direnci onun ruhunda uyandıramaz olur. Ayrıca batılaşma
işlemi, askeri alanda dize getirilecek olan islâm aleminin, Batıya
bağlılığının en kesin garantisidir. Çünkü islâm alemi batılaşınca artık İslama
değil, Batı dünyasına bağlılık duyar, kendini islâm dünyasının bir parçası
olarak değil de Batı dünyasının bir parçası olarak algılar. Böyle olunca ondan
ayrılma arzusu duymaz. Fakat, eğer günün birinde "bağımsız"lık
isteğine kapılacak olursa bu isteği, efendilerinin çevresinde örmüş oldukları
ağın çerçevesini, genel bağımlılık kavramının içeriğini aşmaz.
Düşmanlarımızın
neler planlamış oldukları hakkında birazcık fikir sahibi olduğumuza göre,
şimdi, Fransa'nın iyice avucu içine girmiş olan Muhammed Ali'nin oynadığı rolü
incelemeye çalışalım.
Fransa'nın
Mısır'da yürürlüğe koymayı üstlendiği haçlı plânının ilk maddesi Muhammed
Ali'yi güçlendirmek ve onu Padişahdan kopup bağımsız olmaya özendirmekti.
Böylece İslâm devletinden bir islâm ülkesi ayrılacak ve bu da hiç kuşkusuz
islâm devletini zayıflatacaktı. Ayrıca bu yolla Muhammed Ali, diğer valilere
kışkırtıcı bir örnek olacak ve onlar da bağımsızlık hevesine kapılarak arka arkaya
devletten kopacaklardı. Böylece devlet önce parçalanacak, arkasından da
tamamen çökertilecekti.
Plânın
ikinci maddesi, bağımsız hale gelecek olan Mısır'ı, batılaştırmaktı. Böylece
bu islâm ülkesinin hem Avrupa'ya bağlılığı ve hem de islâm'dan nihai kopuşu garanti
edilecekti.
Muhammed
Ali, kendisinden beklenen bu rolü gayet güzel oynadı. Bir defa Fransanın
kendisi için kurduğu ve eğitimini Fransız generali Süleyman Paşa'nın üstlendiği
orduyu sadece Osmanlı devletinden kopmak için değil, Halifenin ordularına
karşı savaşmak için kullandı. Hatta eğer İngiltere işe karışmamış olsa
Halifenin ordusunu neredeyse yenecekti. İngiltere'nin Halifenin tarafını tutarak
bu işe kanşması aslında Padişahın, Fransa'ya gösterdiği dostluğu kıskanması ve
Mısır'da nüfuz sağlama imkânı araması yüzündendi. Tabii ki böylece genel haçlı
amaçlarına başka bir yoldan giderek hizmet edecekti.
İngiltere
görünüşte, Muhammed Ali'yi aşmamak zorunda olduğu sınırın önünde durdurmuş ve
onu Padişah'ın üzerine yürümekten alıkoymuştu. Fakat aynı zamanda Padişaha karşı bağımsızlık kazanmasını ve bundan böyle veraset yolu ile
kendi soyu tarafindan yönetilecek olan Mısır'ın sadece sözde Halifeye
bağlılığı ile yetinilmesini garantiye bağlamıştı.
Şimdi
bir de şu olaya gözatalım: Muhammed Ali, bir süre sonra yunanistan'a karşı
Navarinde bir savaşa girişince bütün haçlı Avrupa kendisine diz çöktürmek için
biraraya geliverdi. Çünkü ne olduğunu unutarak bir hris-tiyan devleti olan
Yunanistana saldırmaya cüret etmişti. Oysa haçlılar onu sadece islâm'a karşı
savaşsın diye silahlandırıp güçlendirmişlerdi. Bu amaca hizmet ettikçe her
türlü yardımı görebilirdi. Fakat eğer şahsi arzulan ka-barır da bir hristiyan
devlete sataşacak olursa o zaman, zor kullanılarak yola getirilir, hatta eğer
durum öyle gerektirirse kuvvet kullanılarak dize getirilirdi.
Haçlı
plânının öbür maddesi olan Mısır'ı batılaştırma işlemine gelince Muhammed Ali,
genç Mısırlı öğrencileri eğitim görmek üzere Avrupa'ya göndermek yolu ile
yerine getirdi. Aslında bu onun yaptığı işlerin en tehlikelisi idi. Çünkü böylece
"laiklik" akımı önce eğitim-öğretim alanına, arkasından da müslüman
Mısır toplumunun bütün sosyal hayatına girmeye başladı.
Denebilir
ki; "Muhammed Ali'nin önünde Mısır'ı kalkındıracak başka bir yol
yoktu"
Bu
söz doğru değil. Çünkü eğer, Muhammed Ali'nin yerinde Müslüman Mısır'ı, islâm
esasları uyarınca ve islâm temeli üzerinde kalkındırmak isteyen müslüman ve
şuurlu bir başka siyasi lider bulunsaydı, önünde tutacağı bir başka yolun olduğunu
görürdü. Bu yol, sadece Mısır'ın değil, tüm islâm aleminin ilim beşiği olarak
bilinen Ezher medresesini islâh edip gelişme yoluna koymaktı. Bunun için onu
tarihimizin gelişme çağındaki islâmi ilim kurullarının canlılık ve
parlaklığına döndürmesi yeterli idi. Yani şeriat bilimleri ile dünya
bilimlerinin birarada okutulduğu ve bir zamanlar Avrupa'ya öğretmenlik eden
müslü-man doktorlar, mühendisler, matematikçiler, astronomi uzmanları,
fizikçiler ve kimyacılar yetiştiren islâmî ilim kurumlarını kasdediyoruz.
Diyelim
ki, ülkesinin -daha doğrusu tüm islâm ülkeleri sozkonusu bilim dallarının uzmanlarına
ihtiyacı vardı. Hatta Ezher medresesi bile sözünü ettiğimiz fonksiyonu yerine
getirebilmek için aynı ihtiyaç içinde idi. O zaman sadece belirli kimseleri
Avrupa'ya öğrenim görmeye gönderme yolunu tutabilirdi. Bu belirli kimseleri
dindarlıklarına, takva derecelerine, zeka düzeylerine ve şahsiyet sağlamlıklarına
göre seçerdi. Ayrıca fitne yaşını geride bırakmış olmalarına ve sağlıklı bir
evlilik yapmış olmalarına, böylece ahlak fesadına uğrama ihtimallerinin zayıf
olmasına dikkat edebilirdi.
Böylece
seçilip Avrupa'ya gönderilen öğrenciler, çeşitli bilim dallarında uzmanlık
kazanarak geri dönerler ve müslüman gençlere islâmi bir ortamda ders
okuturlardı. O zaman genç öğrenci hem dinine bağlı kalır ve hem de uğradığı
bilimsel gerilemeyi telafi edecek ilim hazinesine kavuşurdu, müslümanlarm uzun
gerileme dönemi boyunca yoksun kaldıkları bilim tutkusunu yeniden kazanırdı.
Böylelikle hem Mısır ve hem de Ezher medresesini öteden beri kendileri için
uyulacak bir örnek olarak bilen diğer islâm ülkeleri kalkınmış olurdu. O zaman
da bu politikayı uygulayan müslüman lider, islâm'a ve müslümanlara en büyük
hizmeti yapmış olurdu.
Acaba
Muhammed Ali böyle mi düşünüyordu? Daha
29
doğrusu
böyle bir yöne yönelmesi sozkonusu muydu?
Eğer
böyle olsaydı, yabancı efendileri onu seçmezler, kendisine yükledikleri
"olağanüstü büyük" rolü oynasın diye onu iktidara getirmezlerdi.
Tersine
onun bütün psikolojik eğilimi ve aldığı tüm "telkin"lerin özü başka
bir yöne, Mısır'ı batılaştırma yönüne dönüktü.
Böyle
olduğu içindir ki, henüz fitne çağını yaşayan, hiç bir koruma altına alınmamış
genç delikanlıyı büyük kalabalıklar halinde Avrupa merkezlerine saldı. Bunlar
gittikleri yerlerde ister ilim öğrenirler ve ister fesad kapacaklar, daha
doğrusu çoğunlukla hem ilmi ve hem de ahlâk fesadım birarada edinecekler ve bu
yozlaşmış halleri ile tekrar Mısır'a döndükleri zaman batıcılık akımının,
ülkeyi tümü ile yöneltmek istediği bu sapma akımının hızlı borazanlan ve sivri
uçları olacaklardı.
Bu
öğrenci kafilesinin her birinin yanına abu gençlere namaz kıldıracak ve gerekli
din bilgileri verecek birer iman katmış olması fazla önemli değildir. Çünkü
namaz, o günlerin tüm müslümanlarm anlayışlarında dokunulmaz bir kutsallığa
sahipti. Bunun için o zaman, namaz kılmayan bir "müslüman"ın varolabileceği
düşünülmezdi. Ya da hiç değilse namaz, dokunulmaz konumu olan bir "gelenek"
olarak biliniyordu, buna göre hiç kimse ona karşı çıkamazdı. Bundan dolayı o
günlerde her hangi bir yerde bir gurup müslümanın bulunması ve bunların
kendilerine namaz kıldıracak bir imamdan yoksun olmaları düşünülemezdi. Belki
bu geleneği yıkmaya girişmek akla gelebilirdi. Ama Muhammed Ali'nin, hele o
günlerde böyle bir girişime öna-yak olması beklenemezdi.
Fakat
öğrenci kafileleri eşliğinde Avrupa'ya gönderilen bu imamlar ne yaptı acaba?
Rıfae
Rafı Tahtavi adlı şahıs, bu "imam efendilerden" biri idi. Yahud da
Fransa'ya giderken öyle idi. Fakat "batı-laşma" akımının
savunuculuğunu yapan bir borazan olarak geri döndü.
Yıllarca
süren bir gurbet döneminden sonra Fransa'dan Mısır'a döndüğü gün ailesi
kendisini sevinçle karşılamıştı. Fakat o ailesinin yüzüne bile bakmadı, onları
hor görüyor, kendisini karşılama şerefine bile layık olmayan
"felah"lar olduklarını söylüyordu.
Daha
sonra bu eski hocaefendi, "Paris" hatıralarım içeren bir kitap
kaleme aldı. Bu kitapta kadının kapalı giyimden "kurtarılmasını" ve
erkeğin girip çıktığı her yere birlikte girip çıkmasını önerdi. Bu arada kadın
ile erkeğin bir arada dans etmesinde hiç bir kötü maksat aranmaması gerektiğini
savunurken, "Dans, müzik nameleri eşliğinde yapılan bir sportif hareketler
bütünüdür. Bu yüzden ona kötü bir iş gözü ile bakılmamalıdır" diyordu.
Doğaldır
ki, müslüman Mısır halkının Tahtavi hocae-fendinin bu çağrılarına o günlerde
olumlu karşılık vermesi beklenemezdi. Çünkü islâm birikimi, müslümanlarm
vic-danlarındaki yerini henüz koruyordu. Ayrıca islâm'dan kaynaklanan
gelenekler toplum hayatının her alanında egemendi. Bu iki güçlü faktör,
sözkonusu imam eskisinin o günkü çağrısına ya gülünç bir maskaralık ya da şiddetle
karşı çıkılması gereken bir ihanet damgasını basıyordu.
Fakat
bu hızlı borazan, bu sivri uç, parmağının ucu ile bir doğrultuyu gösteriyordu.
Bu doğrultu "batılaşma" akımı idi.
Gerek
tahtavi adlı hocaeskisinin ve gerekse onun arkasında duran Muhammed Ali'nin
eylemi ayrıntılı olarak şöyle açıklanabilir:
O
güne kadar gerek Mısır'da ve gerekse diğer islâm ülkelerinde yaşayan tüm
müslümanlarm ferdi ve sosyal hayatlarında bir tek ağırlık merkezi, bir tek
dayanma notka-sı vardı -Bu arada sözkonusu alemin bu dinin özünden uzaklaşmak
suretiyle uğradığı geçici gerileme bir an için görmezlikten gelinmelidir.
Rifae
Tahtavi ortaya çıkarak, bu iri merkez noktasının yanıbaşına son derece minicik
bir nokta koydu. Bu minik nokta "Batı uygarlığı" idi. Arkasından da
müslümanları bu noktaya koyarak onu merkez edinmeye çağırdı. Müslümanların
hayatında yeralan bu minik nokta yavaş yavaş irileşmeye, büyümeye başlayarak
günün birinde islâm'ın yanında ikinci bir merkez noktası haline geldi. Üstelik
ikinci noktanın irileştiği oranda birinci ve asıl merkez noktası yavaş yavaş
küçülüyordu. Nihayet günün birinde o zayıf nokta asıl merkez noktası haline
gelirken bir zamanların asıl merkez noktası nerede ise gözlerden kaybolacak
kadar minikleşerek silikleşmeye yüz tutuyordu.
Bu
yavaş tempolu merkez değişimi yaklaşık bir yüzyıl boyu sürdü. Fakat
duraklamasız, sürekli, hatta mütemadiyen alanını genişleten bir süreç halinde
gerçekleşti. Bu sürecini nasıl olduğunu önümüzdeki ara bölümlerde anlatacağız.
Hayatın sosyal, ahlâkî, fikri, politik ve ekonomik kesimlerinde bu geçişin aşamalarını
izleyeceğiz. Özellikle kadın "serbestleştirilmesi" olayım bu açıdan
ele alıp değerlendireceğiz. Fakat burada biraz duraklayıp kendi kendimize şu
soruyu sormalıyız: Acaba bu merkez değişimi niçin meydana geldi?
Acaba
buna sebep olan faktör, üstün Batı karşısında uğranan askeri
bozgun ve yenilgide beliren galibi taklit etme düşkünlüğü mü idi?
Tek
başına bu sebep, sözkonusu yüzyıl içinde olup bitenleri açıklamaya yetmez.
Çünkü bu tek yüzyıl içinde islâm alemi batılaşmış, sanki bir zamanlar müslüman
de-ğilmişcesine, bütün temel dayanaklarım unutmuş, hatta o güne kadarki onüç
yüzyıl boyunca kesintisiz biçimde müslüman olarak yaşamamış gibi olmuştur.
Acaba
sırf askeri alanda uğranılan bozgun, tek başına bu korkunç değişimi, daha
doğrusu bir tek yüzyıla sığan bu ürkütücü çöküşü yorumlamaya yeter mi?
Hemen
belirtelim ki, güçlü inanca sahip olan bir ümmeti, askeri yenilgi bu kadar
ağır derecede etkileyemez. Hatta hiç etkileyemeyeceği bile söylenebilir.
Nasıl
olur derseniz, bilindiği gibi müslümanlar, ilk kuruluş döneminde Uhud
savaşında ağır bir yenilgiye uğradılar. Bu yenilginin ağırlığını anlatmak için
yüce Allah'ın (c.c.) şu ayetini okumamız yeterlidir.
"Hani Peygamber, arkanızdan sizi çağırırken siz boyuna
düşmandan uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz" (Al-i İmran/ 153)
Bu
hezimet, o günün müslümanlanm çok ağır bir şekilde sarstı. Çünkü kendileri
müslüman ve düşmanları kâfir olduğu için yenilgiyi hiç beklemiyorlardı. Bundan
dolayı bu sonucu dehşet içinde yadırgayarak "Böyle bir şey nasıl
olabilir?" demişlerdi. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Başınıza bir musibet gelince siz onun iki katını (Be-dir'de)
onların başına getirdiğiniz halde 'Böyle bir şey nasıl olabilir?' dediniz"
(Al-i İmran/ 165)
Fakat
bu bozgunun arkasından inen şu ilâhi direktif, yarayı hemen iyileştiren bir
merhem oldu:
"Sakın gevşemeyiniz, hayal kırıklığına uğramayınız. Eğer
gerçekten mümin iseniz mutlaka üstün olan sizlersiniz" (Al-i İmram/ 139)
Bu
ilâhî direktif iner-inmez, islâm ümmeti onu kavradı ve içeriğine uydu. Bunun
sonucu olarak artık askeri yenilgiler onlarda hayal kırıklığı uyandırmaz oldu.
Çünkü onlar imanlı oluşlarım üstünlük sebebi olarak görüyorlar ve yüce
Allah'ın şu ayetlerde övgü ile anlattığı kullan kendilerine örnek alıyorlardı:
"Nice peygamber var ki, kendileri ile beraber bir çok erenler
savaş verdiler. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden yılmadılar,
zayıflık göstermediler ve boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.
Onlar sadece şöyle diyorlardı; 'Ey Rabbimiz günahlarımızı ve her
konudaki aşırılıklarımızı bağışla. Ayaklarımızı yere sağlam bastır ve bize
kâfirlere karşı yardım eyle.
Allah da onlara yaptıklarının her dünya karşılığını ve hem de en
güzel Ahiret karşılığını verdi. Çünkü Allah iyilik işleyenleri sever"
(Al-i İmran/146-148)
Hatta
Moğollar ve Haçlılar karşısında yenildiklerinde bile bu onurlu güven duygusunu
yitirmediler.
Moğol
istilası gerçekten büyük bir yıkımdı. Bilindiği gibi bu istilâ, Abbasi
devletini ortadan kaldırdı, Bağdat'ı yıktı, Bağdatlıları perişan etti ve
akıtılan müslüman kanının çokluğu yüzünden kentin içinden geçen Dicle nehri
kırk gün boyunca kırmızı renkli olarak aktı. Bu arada korku ve çaresizlik
inanılmaz boyutlara ulaştı. Öyle ki, bir moğol askeri, Bağdat sokaklarının
birinde bir Müslüman
karşılaşır. Moğol askerinin yanında kılıcı yoktur. Bu
yüzden müslümana şöyle seslenir; "Burda dur, beni bekle, kılıcımı alıp
geleyim de seni öldüreyim" Müslüman da öylesine büyük bir dehşetin ve
korkunun içinde yaşıyor ki Moğol askerinin dediği yerde put gibi durarak
bekliyor, adam da kılıcı ile gelip kendisini öldürüyor!
Bütün
bunlara rağmen müslümanlar, Moğolları kendilerinden daha üstün ya da
saygıdeğer görmelerine yolaça-cak bir ruh çöküntüsüne, bir onur aşmımma
uğramadılar. Tersine onlar Moğolları, kesin bir aşağılamadan başka hiç bir şeye
lâyık olmayan putperest bir barbar sürüsü olarak görüyorlardı. Savaşta galip
gelmiş olmalarının, bu algıyı değiştirmesi sözkonusu değildi.
Haçlı
saldırıları da müslümanlar için süpriz oldu. Böyle bir şeye karşı hazırlıklı
değillerdi. Üstelik iki yüz yıl boyunca sürdüler. Müslümanlar bu savaşlarda
ağır perişanlıklara uğradılar. Fakat önceleri üstünlüğü ele geçiren Haçlılar
Mısır'da ve Suriye dolaylarında bazı küçük devletçikler kurmayı başardıktan
sonra yüce Allah (c.c.) Selâhaddin-i Eyyübî döneminde son zaferi müslümanlara
nasip etti.
Bununla
birlikte müslümanlar, haçlıları kendilerinden daha üstün ya da daha saygıdeğer
görmelerine yolaçacak bir ruh çöküntüsüne, bir onur aşınımına uğramadılar.
Tersine onlann gözünde haçlılar, haça tapan bir müşrikler sürüsü idi. Onları
müşrik olmaları yüzünden olsun, ahlâksızlıkları yüzünden olsun son derece hor
görüyor ve kendilerini "deyyuslar" diye anıyorlardı. Sebebine gelince
bunlardan biri karısı ile birlikte yolda yürürken eğer karısının bir arkadaşı
ile karşılaşsa kadın arkadaşı ile istediği gibi rahat konuşsun diye adam
ikisini başbaşa bırakıp yana çekilirdi.[33]
O
halde askeri bozgun ne kadar ağır ve ne kadar süpriz olursa olsun inanç sahibi
bir ümmeti fazla etkilemez.
Fakat
denebilir ki, uğradıkları askeri bozgunla birlikte yüzyüze geldikleri bilimsel,
kültürel ve maddi alandaki üstünlük müslümanları bu derece etkilemiş ve onlarda
böyle büyük bir değişiklik meydana getirmiştir. Çünkü bu durumla ilk defa ve
birdenbire karşılaştılar ve böylece geri kalmışlarının korkunç derecesi meydana
çıkmış oldu.
Bu
söz, görünüşte inandırıcıdır. Hiç kuşkusuz müslü-manların Batı karşısında
apışıp kalmalarında onların gelişmişlikleri yanında kendilerinin ne derece
geri kaldıklarım açıkça görmeleri etkili bir faktör oldu. Fakat tek başına bu
faktör de müslümanlarm Batı karşısında uğradıkları çöküşü ne açıklayabilir ve
ne de bu çöküşe gerekçe olabilir.
Çünkü
müslümanlar, tarihlerinin ilk döneminde gerek bilim ve gerekse maddî ve
kurumsal uygarlık alanlarında yakınlarında yaşayan o dönemin iki süper gücü
olan bi-zans ve Sasani devletleri ile mukayese kabul etmeyecek derecede geri
idi. Böyle olunca bu iki süper güçten bilim ve maddi uygarlık alanlarında
alıntı yapmak zorunda oldukları kuşkusuzdu.
Fakat,
birinci bölümde anlattığımız gibi, bu zorunluluğa rağmen müslümanlar, hiç bir
zaman, düşmanlarının kendilerinden üstün olduğu onların sahip oldukları düşüncelerin,
inançların ve davranış tarzlarının kendilerininkinden daha iyi olduğu
duygusuna kapılmadılar. Tam tersine imanlarından kaynaklanan üstünlük duygusu
ile bütün bu kitleleri ilâhî kılavuzluğun gösterdiği doğru yola gilmeyen, hayatını
yüce Allah'ın önerdiği metoda göre düzenlemeyen kör cahiller sürüsü olarak
algıladılar.
Bu
anlayışla muhtaç oldukları bilim dalları ile maddi ve kurumsal uygarlık
unsurlannı onlardan alarak kendi hayat tarzlarına uyarlamışlar, fakat onların
cahiliye nitelikli inançlarının, düşüncelerinin ve davranış tarzlarının
kırıntısını bile almaya kalkışmadılar. İşte islâm ümmetinin bir şeye muhtaç
olduğu ve muhtaç olduğu şeyin çevresinde yaşayan gayri müslim toplumlarda
varolduğunu gördüğü zaman takınacağı doğru ve sağlıklı tutum budur.
Fakat
bu son defaki tutumu bu söylediğimizin tamamen tersi oldu.
Bu
defaki tutumu Batı karşısında "apışmak" oldu. Bu apışma öyle bir şey
ki, galip gelen gücün önünde diz çökmeye, hiç itiraz etmeden dizginleri onun
eline teslim etmeye, ona tam anlamı ile boyun eğmeye, hatta zaferi kazanmış
gücün kendisini bağımlıları arasında saymasını minnet ve şükranla karşılamaya
götürüyor.
Bu
nasıl oldu?
Ne
tek başına askeri bozgun, inanç sahibi bir mmeti bu hale getirebilir ne
bilimsel ve maddî uygarlık alanındaki geri kalmışlık buna yolaçabilir ve ne de
askeri bozgun ile bilimsel ve maddi uygarlık alanlarındaki gerikalmışlıkla-rm
birleşik etkisi bu apışmaya götürücü olabilir.
Bu
apışmanın asıl kaynağı, inanç gerilemesinden doğan iç bozgundur. Bilindiği gibi
yüce Allah (c.c.) bize şöyle buyuruyor:
"Sakın gevşemeyiniz, hayal kırıklığına uğramayınız. Eğer
gerçekten mümin iseniz üstün olan sizlersiniz" (Al-i îmran/139)
Görüldüğü
gibi ayette imanın varlığı şart koşuluyor. Bu şart boşuna değildir. Çünkü
düşmanlar karşısında bozguna uğrandığı zaman müslümanlarda meydana gelebilecek
olan gevşeklik ve hayal kırıklığını, bu gevşeklik ve hayal kırıklığının yolaçabileceği
düşmana teslim olma, direnmekten vazgeçme ve onları çıktıkları yerden aşağı
düşürmeye girişmeme tutumlarını önleyecek olan tek güç kaynağı, imandır.
Üstünlük
duygusu imanın ikiz kardeşidir.
Yani
cahiliye düzenlerine karşı üstünlük duymak, ne kadar gelişmiş savaş araçlarına
ve yeryüzünde egemenlik kurmaya yarayan ileri teknolojiye sahip olsalar bile bu
düzenlere sırf cahiliye düzenleri gözü ile bakabilmektir.
Yukardaki
ayet-i kerime, müminleri gerçek ölçü ile, gerçek kriter ile başbaşa bırakıyor.
Çünkü mesele küfür-iman meselesi olunca üstün olanlar kesinlikle müminlerdir.
Geçici bir askeri bozguna ya da yine geçici bir maddi zayıflığa uğramış
olmaları bu durumu değiştirmez. Sebebine gelince başlıbaşına iman, küfürden
üstündür. Psikolojik yönden üstündür, manevi yönden üstündür, akıl yönünden
üstündür, ahlâk yönünden üstündür ve insancıllık (hümanizm) yönünden üstündür
ve bu üstünlük hakkın batıla karşı, sağlıklı hayat tarzının bozuk hayat tarzına
karşı, doğru görüşün eğri görüşe karşı ve doğru davranışın eğri davranışa
karşı taşıdığı üstünlük oranında üstündür. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle
buyuruyor:
"Acaba yüzüstü sürünen mi yoksa dosdoğru yolda yürüyen mi
daha hidayet üzeredir?" (Mülk / 22)
Bu
söylediğimiz düşman içinde erimeyi, onun karşısında ruhi hezimete uğramayı
önleyen psikolojik, şuur ve vicdan bakımından böyledir. Bunun yanında meseleyi
pratik açıdan ele alırsak müminler, doğru inanç sistemine ve sağlıklı hayat
tarzına sahip oldukları için üstün olduklarına kesinlikle inanırlarsa-geçici
bir askeri bozguna ya da maddi zayıflığa uğrasalar bile- bu kesin inançlarının
bizzat kendisi düştükleri vartadan kurtulmalarında, eski güçlerine
kavuşmalarında ve düşmanlarım alaşağı etmelerinde onlara yardımcı olur.
Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"O müminler ki, yaralandıktan sonra yine Allah'ın ve
Peygamberin çağrısına uydular. Onlardan iyilik edenler ve (şirkten, günahlardan
kaçıp Allah'ın azabından) korunanlar için pek büyük ecir vardır.
Onlar ki, halk kendilerine '(düşmanınız olan) insanlar size karşı
ordu topladılar, onlardan korkunuz' deynce bu söz onların imanlarını arttırdı
ve 'Allah bize yeter, o ne güzel vekildir'dediler" (Al-i İmran /172-173)
Buna
göre "Murcie" Tasavvuf ya da ilâhî yükümlülüklerden sıyrılma
eğiliminin anlayışına göre değil de gerçek islâm anlayışına uygun samimi iman,
bu ümmeti, düşmanlar karşısında psikolojik paniğe kapılmaktan, dizginleri
onlara teslim etmekten ve onlara bağımlı olmaya boyun eğmekten alıkoyacak olan
tek faktördür. Acaba haçlılar, islâm dünyasına saldırdıklarında, ortalığı
yakıp yıktıklarında müslümanlarda böyle bir iman var mıydı? Hiç kuşkusuz,
hayır!
Çünkü
eğer o günün müslümanlarında, yüce Allah'ın indirdiği ve Peygamberimizin
(s.a.v.) sahabilerine öğrettiği şekli ile böyle bir iman olsaydı, askeri
ilimleri ile sosyal kurumlar bakımından ne oranda geri kalmış olurlarsa olsunlar,
başlarına gelen felâketlere uğramazlardı. Bu iman, mutlaka o ümmeti yeni bir
dirilişe götürerek zayıflıklarını gidermelerini gerikalmışlıklarını telâfi
etmelerini ve tekrar düşmanlarının karşısına dikilmelerini sağlardı.
Gerçek
şu ki, ortada belirli renkte bir iman vardı, hiç baştan yok değildi. İşte
ümmeti, haçlı saldırılan karşısında direnişe ve islâmî bir cihada, yani
"lailhahe illellah Muhammedün Resullh" sancağı altındaki mücadeleye
sürükleyen, bu saldırının kâfirler tarafından islâm yurduna karşı düzenlenmiş
ve mutlaka karşı konulup ortadan kaldırılması gereken bir istilâ olarak algılanmasını
sağlayan, bu sırada başgösteren kanunlarını kaldırıp yerine insan yapısı
kanunlar geçirme girişimini, razı olunduğu takdirde bu ümmeti dininden
çıkaracak bir küfür saydıran tek güç, bu iman olmuştu. Tıpkı müslaman Mısır
halkının Napolyon komutasında girişilen haçlı saldırısına karşı koyması ve onu
islâm kanunları yerine kendi hazırladığı kanunları yürürlüğe koymaktan
alıkoyduğu gibi. Yine Kuzey Afrikalı müslümanlarm, haçlı karakterli Fransız istilâsına,
Hindistan müslümanlannın, haçlı karakterli ingiliz istilasına, Endonezya
müslümanlannın önce Portekiz ve sora Hollanda tarafından yürütülen aynı karakterli
istilâlara, kısacası hristiyan Batı tarafından girişilmiş bütün istilâlara o
yöre müslümanlannın karşı koyması gibi.
Fakat
bu iman, daha önce söylediğimiz gibi, "murcie" düşüncesi, tasavvuf
akımı ve yükümlüklerden sıyrılma eğilimi tarafından gölgelen, üstelik halk
yığınları düzeyinde bir takım hurafeler ve gelenekler yığınına dönüştürülen bir
imandı. Bundan dolayı, giriştiği cihad eyleminde ortaya koyduğu kahramanca
direnişe rağmen artarak süren saldırılar karşısında fazla ayakta duramadı.
Üstelik çökünce de çöküşü daha öncekilere hiç benzemeyecek kadar müthiş oldu.
Onunla birlikte ümmet de çökerek kendini akıntılara teslim etti.
Şimdi
yine konumuz olan Mısır deneyine dönerek tarihin adımlarını izleyelim:
İNGİLİZ İŞGALİ:
Gerek
Muhammed Ali ve gerekse Hidiv İsmail Paşa'ya kadar onun arkasından gelenler
zamanında Fransa'nın desteği devam etti. Bunlar Mısır'da, Fransa'nın nüfuzunu
genişlettiler. Kendilerinden beklendiği gibi ülkeyi batılaş-tırmak için ellerinden
gelen her şeyi yaptılar. Öyleki, bu valilerden biri olan sözde "Büyük
İsmail", "Mısırı, Avrupa-nın bir parçası yapmak istiyorum" şeklindeki
meşhur sözü söylemekten bile kaçınmadı.
Fakat
günün birinde Tevfîk Paşa adında biri vaki olunca geminin rotası değil,
dümenini tutan çarkçıbaşısı değişti. Yani bu vali zamanında İngiliz nüfuzu,
önce uzaktan Mısır'ı etkilemeye başladı, arkasından milâdî takvimle 1882
yılında Mısır, İngilizler tarafindan işgal edildi.
Doğal
olarak yeni plân, Fransız usulü yerine İngiliz usulü ile batılaştırmaya devam
etmekti. Bazılarına belki acayip gelecek ama İngilizler, Fransanın politik
nüfuzunu her alanda kırmaya can atmalarına rağmen daha önce Fransızlar
tarafından kurulan kolejler, misyonerlik okulları ve benzerleri gibi haçlı
kurumlarına asla dokunmadılar. Çünkü Avrupa devletleri, siyasi nüfuz ve ganimet
kazançları uğruna biribirleri ile kıyasıya rekabete girişiyor ve bu rekabetler
bazan, aralarında ateşli savaşlara bile yolaçıyordu, ama islâm karşısında
işbirliğine girişerek bi-ribirlerinin menfaatlerini koruyorlardı.
Meydana
gelen en önemli değişiklik, insanları İslâm'dan çevirmeyi amaçlayan soğukkanlı
İngiliz metodudur. Bu metod, İngilizlerin ünlü "yavaş, fakat emin (slow
but sure)" deyimine uygun düşüyordu.
Napolyon'da,
Fransız aptallığı vardı. Kızıyor ve vuruyor ve her vuruşu daha çok uyanışa,
daha çok direnmeye yolaçıyordu. Tıpkı Ezher medresesini top ateşine tutması ve
at ahırı olarak kullanması olaylarında olduğu gibi.
İngilizlere
gelince onlar haçlılıklarmda ve Ezher medresesine düşmanlıklarında
Fransızlar'dan ya da diğer haçlı milletlerden aşağı değillerdi. Fakat toplumu
değiştirme amaçları değil, bu değiştirme olayında kullandıkları metod farklı
idi. Bu farklı metod, son çözümde farklı sonuçlar getiriyordu.
Dediğimiz
gibi "yavaş fakat emin" bir metoddu bu. Yapacağını yapıyor, fakat
insanlar meydana getirilen değişikliği farkedemiyorlardı.
Mısıra
gönderilen ilk İngiliz "genel vali"si Lord Crom-mer'in şu sözlerini
dikkatle okuyalım:
"İlâhî
irade tarafından bu ülkenin (yanı Mısır'ın) başına geçirilen beyaz adamın
görevi, hristiyan uygarlığın temellerini mümkün olan en geniş alana yaymaktır.
Öyle ki, bu uygarlık insanlar arası ilişkilerin temeli haline gelsin. Gerçi
halk arasında kuşku uyandırmamak için müslü-manları, hristiyanlaştırmaya
çalışmamalı, ülkenin resmi görevlisi olarak islâm dininin
göz boyayıcı görüntülerine meselâ dini törenlerine bağlılık göstermelidir."[34]
Bu
sözlerin sahibi olan Lord Crommer'in Mısır'daki ilk görev günlerinde
misyonerler kendisim İngiliz hükümetine şikâyet ederler. Şikâyet gerekçeleri
genel valinin kendilerine baskı yapması, rahat çalışmalarına imkân vermemesidir.
İngiliz hükümeti bu şikâyeti kendisine yansıtıp savunmasını isteyince adam,
misyonerleri toplayarak onlara şunları söyler:
"Benim
size baskı yapabileceğimi, çalışma imkânlarınızı sınırlamak isteyeceğimi
düşünebiliyor musunuz? Fakat sizler sokakta bulduğunuz çocukları ve kendi
halindeki insanları kaçırıp hristiyanlaştırmaya kalkışıyor, böylece
müslümanları psikolojik baskı altına alıp onları dinlerine daha sıkı şekilde
bağlanmalarına yolaçıyor-sunuz. Fakat en yakında Londra Trinity College'i
(İlahiyat Fakültesini) bitirecek olan bir gençle anlaştım, okulunu bitirince
buraya gelerek yeni bir eğitim sistemi kuracak ve bu sistem aracılığı ile
sizlerin bütün hedeflerinizi gerçekleştirecek.[35]
İşte
"yavaş fakat emin" çalışma dediğin böyle olur. Yani misyonerlerin
bütün hedeflerini, başka bir deyimle bütün haçlı amaçlarını gerçekleştirmeyi
garanti eden uzun vadeli bir eğitim politikasını yürürlüğe koyar, ayrıca halk
arasında güvensizlik doğmasına meydan vermemek için uyanışa yol açacak en ufak
bir baskıya bile başvurmaktan kaçınırsın.
Şimdi
bu sinsi eğitim politikasının ayrıntılarını kısaca gözden geçirelim:
a) EĞİTİM PROGRAMI:
Lord
Crommer'in yukarıda sözünü ettiği genç rahip Mr. Dunlop, bir süre sonra Milli
Eğitim Bakanlığı müsteşarlığına atandı. Aslında müsteşar hazretleri, müslüman
Mısır'ın Eğitim bakanlığının tam yetkili sorumlusu oluyordu.
Eğer
Eğitim bakanlığının başında bir hristiyan rahip bulunursa eğitim işlerinin
nasıl olması beklenir acaba?
Mr.
Dunlop, hristiyan kilisesinin tehlike kaynağı olarak mimlediği Ezher
medresesine darbe vurmak için gelmişti. Fakat bu darbeleri Napolyonunkiler
gibi aptalca olmayacaktı. Çünkü Napolyonun söz konusu aptalca darbelerinin
müslümanlarm dirençli tepkisine sebep olduğunu biliyordu.
Bu
yüzden Mr. Dunlop, Ezher medresesini olduğu gibi bıraktı, ona hiç dokunmadı.
Fakat izlenen "yavaş fakat emin" metod uyannca programlarında sırf
"dünya bilimle-ri"ne yer veren orta öğretim düzeyli yeni okullar
açtı. İlerde anlatacağımız üzere bu okulların programlarında göstermelik bir
kaç ders saati dışında din dersine yer verilmemişti. Böylece müslümanları,
islâmdan çıkarma plânının önemli bir parçası yürürlüğe konmuş oluyordu.
Müslüman
halk bu durumu görür görmez -gerçek planın apaçıklığı ve gerekse kalblerinde
yaşayan İslam tortusunun verdiği utançla -dediler ki" Bu okullar gavur
okullarıdır. Çünkü programlarında Kur'an-ı Kerim öğretimi yok; çünkü Ezher medresesine
hazırlık niteliği taşıyan orta öğretim okulları dört yıllık eğitim süreleri
boyunca öğrencilerine Kur'an öğretiyorlardı."
Fakat
bu orta öğretim okulları, islâmî bilgi vermiyorlardı, ama Mr. Dunlop'un
önceden hazırladığı ustalıklı plânlar uyarınca bir yandan geçim sebebi ve bir
yandan da sosyal prestij kaynağı haline geldi.
Bu
okullardan mezun olanlar -sadece dört yıllık bir eğitim süresinin sonunda-
mezun olur- olmaz, dört Mısır lirasına varan maaşlarla devlet dairelerine
memur olarak atanıyorlardı. Bu para o günlerde büyük bir servet demekti. Çünkü
o günlerde fîatlar, şimdikiler ile karşılaştırılınca tasavvur edilemeyecek derecede
oldukları için Mısır lirasının satmalına gücü son derece yüksekti. Öyle ki,
sözko-nusu dört Mısır lirası, başkent Kahire'de bile onurlu bir
hayat sürmeye yetiyordu. Bu kazancın sahibi evlenip aile geçindirebildiği gibi
bir kısmını arttırarak ilerde yazlık yeri arsası satın alabilirdi.[36]
Buna
karşılık ömrünün yirmi yılını okullarda harcayan Ezher medresesi mezunu, kimi
zaman hiç iş bulamıyor. Camilerde din görevlisi olarak iş bulduğu durumlarda da
yüz yirmi kuruş maaş alabiliyordu. Gerçi bu para ile geçinebiliyordu. Ama
yaşadığı hayatın düzeyi, devlet dairelerinde memur olarak görev yapan yeni
orta öğretim kurumlarının mezunlanna göre düşüktü.
Böyle
bir durumda eğer okutmak istediğiniz bir oğlunuz olsa onu nereye götürürdünüz?
Gençliğin baharını sınıflarında harcayarak mezun olunca işsiz kalacağı ya da
sözünü ettiğimiz düşük maaşla camilerde din görevlisi olarak çalışabileceği
Ezher medresine mi, yoksa dört yıllık kısa bir eğitim döneminden sonra
bakkalım, kasabın, ev sahibinin sevdiği bir adam haline gelen, nereye gitse
itibar gören devlet memuru yetiştiren Mr. Dunlop'un yeni okullarına mı?
Oysa
o güne kadar Ezher'li olmak aileler arasında yanşa yolaçan bir şerefti.
Evlâtlarından birisi "alim" olan, yani Ezher mezunu olan aile
herkesin gözdesi olurdu. Bu Kahire'de de diğer vilâyetlerde de böyleydi. Herkes
bu ailelere saygı ile bakardı. Çünkü o zamanın insanlarının anlayışına göre
"ilim" denince, akla hem dünya ve hem de Ahiret mutluluğunun kazandırıcısı
olan din ilmi geliyordu. Ayrıca devlet görevlileri çoğunlukla Ezher mezunları
arasından seçildikleri için bu okulu bitirenler İslâm toplumunda yükselmenin
bütün imkânlarına sahip olurlardı.
Gerçi
Ezher medresesi, Endülüs medreselerinin hatta gelişme dönemindeki Ezher medresesinin
bizzat kendisinin örneklik ettiği doğru islâmî metoddan sapmıştı. Yani din ve
dünya bilimlerini birarada öğretmiyor ve öğrencilerini, yeryüzünü ilâhî metod
uyarınca kalkındınp geliştirme görevine hazırlamıyordu. Ama buna rağmen halkın
gözünde islâmla sıkı sıkıya ilişkili görülüyordu, vicdanlarda islâmiyetin
canlı bir sembolü olarak yaşıyordu. Bu yüzden onu elüstü tutuyorlar, ona ilgi
gösteriyorlar yine bundan dolayı mezunlarının islâm toplumu içinde anlattığımız
şekilde prestijli bir yeri vardı.
Oysa
şimdi -Yani Mr. Dunlop'un döneminde- işler tamamen tersine döndü.
Artık
Ezher'e, yeni okulların masraflarını karşılayacak parası olmayan ve bu
yoksulluklarının bedelini toplumda karşılaştıkları prestij ve mevki kaybına
katlanarak ödemek zorunda kalan fakirler gidiyorlardı.
Gerçi
bazı köklü aileler, taşıdığı "kutsallıktan" ötürü ve özellikle
taşrada halâ varolan itibarını gözönüne alarak evlâtlarından birini Ezher'e
vermeye devam ediyorlardı. Ama onların bu zayıf ilgisi Ezher'in yeni ve
gölgelenmiş görüntüsünü değiştirmeye yetmiyordu. Bu gölgeli görüntüye artık
Ezher "yeni öğretim kurumlarTnm masraflarını karşılayacak ekonomik gücü
olmayan ve dolayısıyla "yeni toplum"da yükselme şansını yitirmiş öğrencilerin
sığınağı idi.
Buna
karşılık yeni okulların mezunları, toplumun "yeni zümresi"ni
oluşturuyorlardı. Bütün yükselme kapıları önlerinde açıktı. Onlar sömürgeci
tumturaklılığı ile lügat paralayarak konuşuyorlar ve bu nitelikleri ile caka
satıyorlardı. Buna karşılık sömürgeciler de bu zümreyi koruyor, onun aracılığı
ile "yavaş fakat emin" bir biçimde toplumu istediği yöne
götürüyorlardı.
Acaba
bu yeni okulların mezunları nasıl tiplerdi, kültür düzeyleri ve dünya görüşleri
ne idi? Mr. Dunlop, Lord Crommer tarafından seçilip milli eğitim bakanlığının
başına tek yetkili olarak atanmasına yolaçan haçlı emellerini onlara nasıl
aşılayabilmişti?
Bu
sorulara cevap verebilmek için Mr. Dunlop'un yeni okullarda yürürlüğe koyduğu
eğitim programlarını, bu programların da en tehlikelerini, en derin etki bırakanlarını
kısaca gözden geçirelim: Sözkonusu etmek istediğimiz ders programlan Arap dili
ve edebyatı, din eğitimi ve tarih eğitimi programlandır.
Önce
Arap dili eğitiminden söze girelim. Arap dili, haçlıların kalbinde kin
ateşleri tutuşturan Kur'an-ı Kerîm'in dili idi. Bu yüzden Mr. Dunlop, onu
öldürmeye, varlığına son vermeye kesin kararlı idi.
Bu
yüzden bütün yüksek okul diplomalı öğretmenlere oniki Mısır lirası aylık
verildiği halde sadece Arap dili öğreten yüksek okul mezunu hocalara dört
Mısır lirası maaş verilmeye başlandı.
Bu
ayırımcı ve küçümseyici tutum, etkisini kısa zamanda hem okullarda ve hem de
daha geniş olarak toplum bütününde göstermekte gecikmedi. Okullarda artık Arap
dili öğretmenleri eski ön plândaki mevkilerini yitirdiler, hatta öğretmenler zümresinin
en arka plânına düşmüşlerdi. Diğer bütün öğretmenler, hatta orta öğretim
mezunları da dahil olmak üzere, ondan önde geliyorlardı. Hatta eline çabuk,
becerikli bazı okul hademeleri bile bazan ondan daha çok para kazanıyorlardı.
Bundan dolayı artık okulda sözü geçmiyordu, okul işlerinde düşüncesi sorulmuyordu,
okul yönetimine karıştırılmıyordu. Bunun yanında artık öğrencilerinin gözünde
de itibarı kalmamıştı. Eğer elinde taşıdığı ve yaramaz öğrencilerini döğmek
için kullandığı sopası olmasa kimsenin onu sayacağı ve adam yerine koyacağı
yoktu. Oysa İngilizce öğretmeni en yüksek dereceli saygıyı görüyor, en itibarlı
öğretmen kabul ediliyordu.
Okulun
dışına çıkıp da toplum arasına girince durumunun daha da zavallı olduğunu
görüyordu. Çünkü herkes mali durumunun acıklılığını, öğretmenler sırasının arkasında
yer aldığını ve diğer meslektaşlarının hem aylık ve hem de itibar bakımından
ondan önce geldiklerini biliyordu. Belki elindeki sopa ile öğrencilerini
korkutarak onların dersinde uslu oturmalarını sağlıyordu. Ama okulun dışındaki
toplumun onun elindeki bu sopadan korkması beklenemezdi. Tersine herkes elinde
taşıdığı bu sopayı alaya alıyor, gırgır konusu yapıyordu. Oysa meslektaşı İngilizce
öğretmenin elindeki aynı sopa, ona okul içinde itibar sağladığı gibi okul
dışında da ayıplanmasına, gırgıra alınmasına yolaçmıyordu. Tersine saygı,
beğeni ve prestij kazanmasına sebep olduğu bile söylenebilirdi. Nitekim şair
Mutenebbi, bir beytinde şöyle diyor:
"İnsanlar,
iyiliğini gördükleri kimsenin hoşuna gidecek sözü söylerler. Buna karşılık
yanılgıya düşen aptallar kınanır."
Böylece
Arap dili öğretmenin toplumdaki statüsü, maaşının oranı düştükçe düşüyor ve
sürekli alay konusu haline geliyordu. Herkes onun cahilliğinden,
gerikafalılığın-dan, ufkunun darlığından, fakirliğinden, sosyal ve düşünce
düzeyinin düşüklüğünden sözediyordu. En ayıplanan ve alaya alınmasına yolaçan
kusuru da yabancı dil bilmemesi idi.
Arapça
öğretmenin bu saygıdan yoksun prestijsiz durumu, hiç kuşkusuz, okuttuğu dersin
kendisine de yansımakta gecikmiyordu. Zaten bu sinsi plânın ardında saklanan
gizli amaç da buydu.
Arapça
öğretmenine kondurulan itibarsızlık, kısa zamanda dersine geçerek Arapça dersi
alay, küçümseme ve nefret konusu olmaya başladı. Bir defa öğrenciler Arapça-nın
dilbilgisinin, söz diziminin, ifade sanatının, metinlerinin ve edebiyatının zorluğundan
yakınıyorlardı. Oysa on üç yüzyıl boyunca bu dille şikâyet etmeksizin, başbaşa
yaşamışlardı. Sanki o sözünü ettikleri zorluğunu, şimdi ansızın farkederek
ondan soğuyorlardı. Arapçayı, başta ingilizce olmak üzere yabancı diller ile
karşılaştırmaya ve yine
İngilizce
başta olmak üzere yabancı dilleri her bakımdan daha kolay bulmaya başladılar.
Onlara
göre bir defa bu yabancı dillerde İrap (sözcüklerin son sesli harfinin cümle
içindeki yerine göre değişik olması) kuralı yoktu. Başka bir deyimle bu
dillerde okuyucu, kelimelerin sonundaki sesli harfin ne olacağı konusunda
şaşkınlığa düşürülmüyordu. Bu diller, söz dizimi (sentaks, nahiv) ve okunuş
bakımından kolay oldukları gibi cümle yapısı bakımından da karmaşık değillerdi.[37]
Kısacası
şunu demek istiyorlardı: Arapça ile ilgilenmek gereksizdi, hatta yerinde
değildi. Oysa yabancı dillere -özellikle ingilizceye- önem vermek son derece
gerekli idi.
Bu
görüşe göre yönlendirilen ve bu alışkanlıkla yetiştirilen öğrenci, Arap
dilinin söz dizimi kuralları savsaklamaya, faili ya da mefulu yanlış hareke
ile okumaya ve bu yanlışlığı hiç umursamaksızın ve aldırış etmeksizin yapmaya
başladı. Eğer hatası düzeltilir ya da uyanlırsa karşısındakine omuz
silkeleyerek vurdum duymazlık içinde şöyle cevap veriyordu; "Yahu amca,
bırak şu mollalığı, ben mezarlıklar imamı mıyım?"
Oysa
aynı öğrenci yabancı dillerde her hangi bir kelimeyi okurken veya bir fiilin
çekimini yaparken ya da bir bileşik kelimesini oluştururken "yanlışlık
yapacağım" diye ödü kopuyor, eğer yanlışlık yaparsa çevresi tarafından
alaya alınıyor ve cahillikle suçlanıyordu.
Öte
yandan yazarlar da Arapçanın donukluğundan, esnek olmayışından, değişik
manaları ve bu manaların uzantılarını ifade etmeye elverişli olmayışından
şikâyet ediyorlardı. Oysa, onlara göre, yabancı diller tabii ki İngilizce
başta olmak üzere bu değişik manalan büyük bir rahatlık, kolaylık, derinlik ve
isabet içinde ifade edebiliyorlardı.
Sanki
bu dil, on üç yüz yıl boyunca başbaşa yaşadıkları ve vicdanlarının bütün
çırpıntılarını yetersizliğe düşmeksizin ifade edegelen dil değildi. Sanki bu
dilin daha önce farkında olmadıkları kusurlarını birden bire keşfedrek bunun
sonucunda Arapçadan soğuyup diğer dillere ve o dillerin edebiyatlarına
yönelmişlerdi. Bu özentici anlayışın zevkine göre Arap edebiyatının ünlü
simalan olan Mute-nebki, Buhteri, Alkeme, İmriilkays gibi isimler, akıl ve uygarlık
bakımından geri bir kofluğun ve yavanlığın sembolleri idiler. Buna karşılık
Dante, Şekspir, Wood vorth, Bay-ron, Andre Gide, Anatole France, Victore Hugo
gibi Batılı yazar ve şairler "aydınlar" arasında dilden dile
dolaşıyordu. Bunu "aydın" olduklarını kanıtlamak için yapıyorlardı.
Bu arada adlarını ezberledikleri bu yazar ve şairlerin eserlerinden hiç birini
okumamış olsalarda ne zararı vardı!
"Bilim
adamları", daha doğrusu yabancı bilim adamlarının yazılarını tercüme eden
bilim aktarıcıları ile Arapçanın edebiyata elverişli -elbetteki seviyesiz bir
edebiyata elverişli- bir dil olmakla birlikte bilime elverişli olmayan, ilimle
uyuşmaz bir dil olduğundan yakınıyorlardı. Onlara göre bu dil donuk, karmaşık,
ifade imkânları sınırlı ve çağ dışı bir dildi. Buna göre bilimsel araştırma
yaparken mutlaka bir yabancı dili -özellikle İngilizceyi- kullanmak gerekir.
Ayrıca eğer günün birinde bizimde bilim adamlarımızın olmasını istiyorsak
kullandığınız bir yabancı dili okullarda okuyan öğrencilerimize öğretmemiz
gerekiyordu.
Sanki
bu dilin İslâm'ın gelişme döneminde bilimle hiç bir ilişkisi olmamıştı. Hatta
sanki bu dil bir zamanlar bilim dili olmamış ve hakkında Roger Bacon şunları
söylememişti; "Kim bilimle uğraşmak istiyorsa önce Arapça öğrensin.
Çünkü bu dil, bilim dilidir"
İşte
bu şekilde Arapçaya her taraftan oklar yağdırılıyordu. O, artık müslüman
arabın on üç yüzyıl boyunca iftihar ettiği bir övünç kaynağı değildi. Tersine
her kesin bir an önce kendisinden sıyrılmaya çalıştığı, "aydm"lar
arasına katılabilmek için kıyasıya yerdiği, alabildiğine ayıpladığı bir utanç
objesi idi.
Arapçaya
kondurulan bu utandırıcı statü düşüklüğünün bu dilde yazılan eserlere ve
yazılara yansımaması düşünülemezdi. Zaten bu sinsi kötüleme plânım hazırlayanların
varmak istedikleri son amaç buydu.
Bu
dilde yazılan yazılar ve eserler, başta Kur'an-ı Kerîm olmak üzere bu ümmetin
kültür hazinelerinin tümü idi. Demek ki istenen şey, bu ümmeti başta Kurfan-ı
Kerîm olmak üzere bütün kültür hazinelerinden uzaklaştırmaktı.[38]
Bu
sinsi plânlar sonucunda müslüman halk gerçekten tedrici bir şekilde Kur'an'mdan
ve öz kültüründen koptu. Artık "manevi besin kaynaklan" olarak bunlan
görmüyordu. Şimdiki manevi besin kaynakları, bunlar yerine, muzaffer
efendilerinin dillerinde yazılan eserlerdi.
Mr.
Dunlop'un programlarında yer alan din dersine gelince onun durumu da
Arapçanınkinden daha az kötü değildi.
Bir
defa din dersi öğretmenliği, Mr. Dunlop tarafından anlattığımız şekilde zavallı
duruma düşürülmüş olan Arapça öğretmenine verilmişti. Daha da kötüsü okulun en
yaşlı Arapça öğretmenleri bu dersi okutmakla görevlendiriliyordu. Bu uygulama,
bu yaşlı adamları yazılı kağıdı okumak, bu kağıtları okuldan eve ve evden okula
taşıma külfetinden kurtarma gerekçesine bağlanmıştı. Üstelik din dersi,
gündelik ders programlarının en sonuna konuyordu. Bu saat da çoğunlukla
Cumartesi günleri, yedinci, perşembe günleri beşinci ve diğer günlerde beşinci
ders saati oluyordu.
Bu
uygulamanın amacı şuydu: Öğrenciler din dersini gündelik ders programlarının
sonunda bıkkın ve yorgun bir durumda göreceklerdi. Onlar bu saatte biran önce
zilin çalmasını veya sokaklara dökülmeyi ya da evlerine gitmeyi sabırsızlıkla
bekleyeceklerdi. Üstelik bu dersi yaşlı, iki ayağı çukurda, zayıf sesli,
etkisiz ve ağır davranışlı bir öğretmenden aldıkları için zihinlerinde din ile
yetersizlik, güçsüzlük, sıkıntı, baskı ve serbest kalma özlemi arasında ağ
kuracaklar, kafalarında din ile bu kavramlar arasında çağrışım meydana
gelecekti. Üstelik dersin kendisi de uygulanan eğitim metodu yüzünden ölüm ve
cenaze kokuyordu. Çünkü harekete, hayata ve ruha yer vermeyen bir takım
metinlerin ve duaların kuru kuruya ezberlenmesinden ibaret olacak bir içerikte
hazırlanmıştı.
Dediğimiz
gibi bu plân, öğrencileri din dersinden ve son çözümde dinin kendisinden
soğutmayı amaçlayan bir komplodur. Tıpkı Arap dili ile bu dilde yazılmış yazı
ve eserler hakkında nefret uyandırılmak istendiği gibi. Bunun en açık kanıtı
şudur. Misyonerler tarafından yönetilen okullarda okutulan hatta bu okulların
"laik" olduğu sanılıp din ile ilgisiz sanılanları ve
"müslüman" öğrencilerinin din derslerine katılmasını programlayanlarında
bile hristiyan dini ile ilgili dersler sabanın erken saatlerinde okutuluyordu.
Öğrencilerin bu derslere son derece neşeli ve sevinçli olarak katılmaları sağlanıyordu.
Ayrıca bu dersler okulun en genç ve öğrenciler tarafından en çok sevilen erkek
ve kadın hocaları tarafından veriliyordu. Bunlar yanında bu dersler, gündelik
normal derslerin sıkıcılı-ğından uzak algılansınlar diye sınıflarda değil,
okulun kilisesinde okutuluyordu. Bir de bu dersler, öğrencilerin kalbleri ile
gırtlaklarının da ortak katkısını sağlayabilmek için ilâhîler ve şarkılar
eşliğinde yapılıyordu. Böylece bu din dersi, öğrencilerin gönüllerinde sevinç,
coşkunluk, neşe, hareket ve yaşama zevki ile iç içe algılanıyordu.
Bir
de şu noktayı vurgulamalıyız. Mr. Dunlop'un okul programlarına eklenen bu
islâmî din dersi aslında kendisine yabancı, hatta ters yapıda olan bir eğitim
elbisesine iliştirilmiş bir yamayı andınyordu. Neden derseniz,
uygulanan eğitim sistemi elbisesi, katıksız bir "laik" elbise idi,
din ile uzaktan yakından hiç bir ilgisi yoktu, dini bilimden ve gündelik
hayattan ayıran dinsiz Batı zihniyeti uyarınca düzenlenmişti.[39]
Gerçi
din dersi sırasında yüce Allah ile Peygamberimizin adları anılıyor, dinden ve
Ahiretten sözediliyordu, ama en iyi şartlar da bile bu sese, bırakınız kalblere
işlemeyi, kulaklara kadar bile varamaycak kadar cılızdı. Buna karşılık açıklanmasız
ve canlı hayat ile bağlantısız kuru ve ezbere öğütler halinde verildiği
durumlarda ise hele hocası da yukarda sözünü ettiğimiz yaşlı, iki ayağı çukurda
ve zavallı tip olunca bu ses iyice kısılmakta ve hiç etkili olmamaktaydı.
Tersine etkisi ters yönde işlemekte, yani dinden soğutucu bir rol oynamaktaydı
ki, zaten istenen de buydu.[40]
Bu
uygulamanın maksatlı bir komploya dayandığından emin olmak için şunu bilmek
yeterlidir ki, misyonerlerce yönetilen okullarda din eğitimi, sadece sözünü
ettiğimiz din dersleri ile sınırlı tutulmuyordu. Bu derslerin sözünü ettiğimiz
canlılığına, çekiciliğine, neşeli ve coşkulu niteliklerine rağmen bu böyleydi.
Bu dersler yanında öğrencilere her fırsatta dini aşı yapılıyordu. Dersler
sırasında, oyun sırasında, sınıflarda, teneffüslere çıkarken ve son zillerden
sonra öğrenciler eve giderken bu tür telkinler ihmal edilmiyordu. Bu yüzden
din duygusu öğrencilerin vicdanlarında köklü bir etki meydana getiriyordu.
Ayrıca din dersleri de elbise üzerine iğreti biçimde iliştirilmiş yabancı ve uyumsuz bir yama gibi olmuyordu. Tersine elbise üzerinde, onunla eş
dokulu, uyumlu ve güzelleştirici bir parça niteliğinde duruyordu.
Son
olarak Mr. Dunlop'un programlarında yer alan din dersine ek darbe niteliğini
taşıyan bir uygulamayı hatırlatmalıyız. Sözkonusu uygulamaya göre din dersi,
yaz kurslarının kapsamı dışına çıkarılıyordu. "Temel dersleri" içeren
bu kurslarda din dersi resim, elişi dersleri ve beden eğitimi dersleri ile aynı
kategoride sayılarak kurs programlarına katılmıyordu. Böylece din dersinin
"ikinci derecede" yeralan önemsiz bir ders olduğu imajı, öğrencinin
zihninde bir daha pekiştiriliyordu.
Anlatmaya
çalıştığımız bu "yavaş fakat emin" eğitim metodu uyarınca eğitim
gören ve dine en ufak bir saygı duymayan bir çok kuşak arka arkaya mezun
edilerek topluma salmmıştı.
Mr.
Dunlop'un eğitim programlarında kıyıma uğrayan üçüncü ders, tarih dersi idi.
Hem İslâm ve hem de Batı tarihinin bu komploda ayn ayrı yeri vardı.
İslâm
tarihi eğitimi, öteden beri olduğu gibi, islâm önce Arap cahiliye toplumunun
durumunu inceleyerek konuya giriyor, böylece Peygamberimizin gönderilişim ve islâmın
doğuşunu incelemeye uygun zemin hazırlıyordu.
Cahiliye
toplumunun durumu incelenirken şu "meşhur" ve basmakalıp[41]
cümle baş köşeye oturtuluyordu; "Araplar, cahiliye döneminde putlara
tapar, kız çocuklarını hor görerek onları doğar-doğmaz diri diri toprağa gömer,
içki içer, kumar oynar, soygun ve yağmacılık yaparlardı. İslâm gelerek onlara bu hareketleri yapmayı yasakladı."
Bu
cümleler, ilk bakışta masum görünmelerine rağmen aslında son derece sinsi
amaçlıdırlar. Masum görünürler, çünkü cahiliye dönemi Araplarmın durumu gerçekten
bu cümlelerin anlattığı gibi idi ve islâmiyetin bu durumu ortadan kaldırdığı
da doğrudur.
Sinsi
amaçlı oluşlarına gelince bunun sebebi şu ki, bu cümleler, islâmiyetin ortadan
kaldırıp değiştirmeye geldiği cahiliye zihniyetinin "özü"nün ne
olduğunu anlatmıyorlardı, sadece diğer cahiliye düzenlerinde bulunmayan ve
sırf Arap cahiliye düzenine özgü olan "görüntüler" den söz
ediyorlardı. Oysa islâmiyet, sadece Arap cahiliye zihniyetini ortadan kaldırmak
için değil, tümü ile cahiliye zihniyetini ortadan kaldırarak yerine yüce
Allah'ın (c.c.) dinini koymak için gelmişti.
Başka
türlü söylersek islâmiyetin fonksiyonu sadece Arap cahiliye düzeninin bu
görüntülerini ortadan kaldırmaktan ibaret sanınca "Acaba günümüzde
islâmiyetin fonksiyonu nedir?" sorusu ile karşı karşıya kalırız.
Öğrenciler
çevrelerine bakıp da kendilerine bilfiil tapılan putlar görmeyince o zaman
islâmın fonksiyonu içinde bu "madde" ortadan kalkmış olur.[42]
Yine
öğrenciler çevrelerine baktıklarında kız çocuklarının horlanmadıklarını, hatta
tersine son derece sevgi ile kucaklandıklarını görünce islâmiyetin fonksiyonlan
arasında sayılan bu "madde" hükümsüz kalır.
Yine
öğrenciler, toplumdaki bazı kimselerin bu gün de içki içip kumar oynadıklarını,
islâmiyetin bu yoldaki
"ahlâkî" çağrısını kiminin benimseyip
kimilerinin de buna kulak asmayarak günaha girdiklerini gördüklerine göre
yapacak başka bir şey kalmıyor.
Sözkonusu
cümlelerde sözü edilen eski Arap toplumlarındaki yağma ve soygunlara gelince
bu günün hükümetlerinin emrindeki özel güvenlik güçleri bu tür soygunların
yapılmasını önleyebilir ya da bu tür suçluları yakalayıp hakkettikleri cezalara
çarptırılmalarını sağlayabilir.
Böylelikle
bu biçimdeki islâm, amacım gerçekleştirmiş ve fonksiyonunu sona erdirmiş olur.
İşte islâm tarihinin daha ilk derecesinde öğrencilere aşılanmak istenen görüş
budur. İslâm, kendisine ihtiyaç duyulan ve yapısı ile uyuşan belirli bir zaman
için ortaya çıktı. Fakat zamanımızda artık ona ihtiyaç kalmadı. O, artık geride
kalan tarih bir parçasından başka bir şey değildir.
Oysa
eğer bu "din"in, yani Hz. Adem'den Peygamberimize kadar bütün
peygamberlerin insanlara öğrettikleri bütün dönemleri islâm dininin
gerçekleştirilmesi amacı ile geldiği temel gerçek anlatılsa, öğrencilerin
zihninde oluşacak düşünce tamamen değişik olurdu. Sözkonusu gerçek, insanları
ortaksız, tek Allah'ın kulluğunu benimseme, yani yüce Allah'ın birliğine
inanmaya, kulluk amaçlı davranışları bu tek Allah'a sunmaya ve hayatın her
meselesini yüce Allah'ın şeriatına göre düzenlemeye çağırmaktır. Bu temel
gerçeğe, Peygamberimize inen islâm mesajının taşıdığı bir özelliği de eklemek
gerekir. Bu özel nitelik bu son islâmi mesajın Peygamberimizin gelişinden
Kıyamet gününe kadar gelmiş ve gelecek olan bütün insanları kapsaması,
hepsine açık olmasıdır.
Dinin
geliş amacını oluşturan bu temel gerçek ve bu gerçek yanında son mesajın sözünü
ettiğimiz özel niteliği
öğrencilere öğretilse edinecekleri görüş, islâm
hakkında kafalannda meydana gelecek olan imaj ne kadar değişik olur?! Deminki
statik görüş ile bu dinamik imaj arasındaki fark yer ile gök arası kadar
müthiştir.
Bu
dinamik görüşün açısından bakınca bu dinin fonksiyonunun ne geçmişte ne
şimdiki zaman ve ne de gelecekte sona ermesi sözkonusudur. Yeryüzünde yüce
Allah'dan başka bir ilâhın varlığına inanan, ibadet amaçlı hareketleri ya
Allah'dan başkasına veya yüce Allah ile birlikte bir başkasına sunan ya da
hayatını Allah'ın kanunları dışındaki kanunlara göre düzenleyen bir tek
"müşrik" bulundukça bu dinin fonksiyonu asla sona ermez, görevi
bitmez, amaçlarına ulaşmış olmaz.
Hatta
bir an için yer yüzünde yaşayan bütün insanların mümin olduklarını farzetsek
bile ki böyle bir varsayım, yüce Allah'ın takdirine aykırı olduğu için hiçbir
zaman gerçekleşmez[43]
yine bu dinin fonksiyonu sona ermez. Çünkü böyle bir durumdaki görevi, yüce
Allah'ın (c.c.) aşağıdaki ayetinde dile gelen direktifi gereğince, ilâhî
emirleri insanlara sürekli biçimde hatırlatarak inançlarım korumak olur:
"Ama yine de hatırlat. Çünkü hatırlatmak müminler için yararlıdır"
(Zariyat/55)
Günümüzde
islâmiyetin fonksiyonunun sona erdiği nasıl sözkonusu olabilir ki, yeryüzünün
her köşe bucağında müşrikliğin bütün türleri cirit atmaktadır. Kimi yerde puta
tapıcılık müşrikliği, kimi yerde yahudi ve hristiyanlar-da görülen tahrif edilmiş
semavî din müşrikliği ve çoğu yerde de yüce Allah'ın şeriatını kaldırıp yerine
cahiliye düzeni geçirme müşrikliği egemendir.
Yine
islâmiyetin günümüzdeki fonksiyonunun sona erdiği nasıl sözkonusu olabilsin
ki, islâm aleminin kendisinde bile Mısır da dahil olmak üzere yüce Allah'ın
(c.c.) kanunları kaldırılarak yerine çeşitli cahiliye kanunları yürürlüğe
konmuştur.
Günümüzde
islâmiyetin, insanları bu çeşitli müşriklik türlerinden vazgeçirip Tevhid
inancına çağırmak, daha büyük ne gibi bir görevi ve fonksiyonu olabilir?
Fakat
öğrencilerin kafasından uzaklaştırılmak istenen asıl zaten budur.
Onlardan
istenen şey, haçlı istilâsının gerçekleşmesi ile Mısır'da islâm'ı adım adım
yürürlükten kaldırılarak yerine cahiliye kanunlarının geçirildiğini hiç
akıllarından geçirmemeleridir. Çünkü eğer bu gerçeği hatırlarlarsa
müslümanlar, istilacıları islâm yurdundan çıkarmak için din amaçlı cihada
girişmek görevi ile karşı karşıya kalırlar.
Bundan
dolayı islâm tarihinin daha ilk dersi, anlattığımız biçimde yozlaştırılarak
özünden uzak bir niteliğe büründürülüyordu. Böylece bu "küfür
okullan"ndan mezun olacak olan öğrencilere zamanımızda islâmiyetin yerine
getirmek durumunda olduğu bir görevi bulunduğu unutturulmak isteniyordu.
Daha
sonra öğrencilere yeterli sayılacak biçimde Peygamberimizin (s.a.v)
gönderilişi ile İslâmiyetin başlangıç dönemi okutuluyordu. Fakat bu dönem
okutulurken öğrencilere, islâmiyetin ortadan kaldırmaya geldiği cahiliye düzeninin ve Peygamberimizin insanlara anlatmakla görevlendirildiği,
cihad yolu ile yeryüzüne egemen kılmaya çağırdığı ilâhi mesajın özü
vurgulanarak anlatılmıyordu.
Fakat
Peygamberlik ve islâmiyetin başlangıç dönemi ile ilgili olarak gözler önüne
serilen bu parlak görüntü, bir kaç satır sonra ansızın kararıyor ve
gölgeleniyordu. Çünkü bu dönemin arkasından öğrencilere islâmiyetin
"siyasi Tarih"i, daha doğrusu hurafeleri, yanıltıcı iddialan baskın
gelen tarihi okutuluyordu.
Gerçekten
sapma akımı tarihi bir realitedir. Özellikle siyasi hayatta bu realite neredeyse
elle tutulur somutluktadır. Dahası bu sapma akımı, islâm tarihinin erken dönemlerinde,
Emeviler döneminde başladı. Bu dönemde gerek iktidarı ele geçirmek ve gerekse
elde bulundurmayı sürdürebilmek için ne yüce Allah'ın (c.c.) ve ne de Peygamber
Efendimizin (s.a.v.) hoşnutlukla karşılamayacakları ve müslümanlara yakışmayan
çirkin kopmlolara baş vurulmuştu.
Fakat
islâm tarihinde sadece sapma akımını büyüteç altına alarak bu tarihin geride
kalan kısmını dikkatlerden uzak tutmak, bile bile ve belirli bir amacı
gerçekleştirmek için girişilen bir karalama ve yanıltma girişimidir.[44]
Oysa
eğer islam tarihinin görüntüsü, gerçekte olduğu gibi tam olarak doğru
yansıtılsa, maksatlı, yanıltmaların tam tersi olan bir sonuca varılacaktı.[45]
Evet, islâmiyetin özellikle politik alanında
sapma meydana geldiği doğrudur. Fakat bu akımla birlikte islâmiyetin varlığı
sona ermiş değildi. İslâmiyetin geride kalan bir çok yönlerinin pratik hayatta
uygulanmasına devam edildi. Bunun sonucu olarak tarihin sayfalarına geçirilmeye
ve müslümanlann övünmelerine lâyık bir çok iftihar tabloları varolmaya,
yaşamaya devam etti.
Fakat
Mr. Dunlop'un okul programlarında okutulan islâm tarihi dersinin amacı,
müslümanlann tarihleri ile iftihar etmesini sağlamak değildi. Tam tersine kesin
ve sinsi bir kararlılıkla bu iftihar duygusunun öldürülmesi isteniyordu.
İşte
bu sinsi amaçtan dolayı islâm tarihinin bütün beyaz sayfaları gözlerden
saklanıyor, daha doğrusu bu tarihin her sayfasındaki beyaz kısımlar saklı
tutulurken siyah kısımlar alabildiğine abartılarak islâm tarihinin kendisi
olarak sunuluyordu.
Meselâ
bu tarih süreci içinde doğru inanç sisteminin okyanustan okyanusa uzanan geniş
bir yeryüzü alanına yayılmış olması, bu geniş alanda yaşayan insanların karanlıklardan
kurtarılarak aydınlığa çıkarılmış olması, islâm kanunlarının uygulanmasında
ifadesini bulan ilâhî adaletin yürürlüğe konması, islâmiyetin yayılmış olduğu
bu geniş yörelerde yaşayan insanlar arasında eski dinlerine bağlılıklarını
sürdürenlere tanınan ve tüm insanlık tarihinde bir başka eşi bulunmayan inanç
özgürlüğü; bütün iftihar tabloları kısa, belirsiz ve bulanık ifadeler ile geçiştiriliyor,
"sürekli islâm Fetihleri" deyimi içine sıkıştırılmaya çalışılıyordu.
Sanki bu fetihler, egemenlik alanını genişletmekten başka hiç bir amacı
olmayan basit bir yanılma hareketiydi.
Bunun
yanında islâm toplumunun genelde uzun bir tarih dönemi boyunca ırz ve soy
güvenliği içinde etek pisliğinden uzak bir biçimde yaşadığı, bu arada islâm
devletinin güçlü ve egemen olduğu yöre ve dönemlerde yüce Allah'ın (c.c.) şeriatı
uyarınca can ve mal güvenliğini sağladığı gerçeği de gözlerden saklanıyordu.
Tıpkı
bunlar gibi yeryüzünün her tarafına ışık saçan ve müslümanlar ile giriştikleri
çeşitli ve çok yönlü ilişkiler sonucu Rönesans hareketine sahne olan Avrupayı
da etki alam içine alan islâmın büyük bilim hareketi de gözlerden saklanıyordu.
Gözlerden
saklanan diğer bir iftihar tablosu da maddi ve manevi kesimleri ile parlak
islâm uygarlığı idi. Yani yüce insanlık değerleri ile ilgili islâmın manevi uygarlığı
ile yeryüzü kalkınması ve sosyal hayatı düzenleyen çeşitli kurumları ile maddi
uygarlığı görmezlikten geliniyordu. Doğaldır ki, bu iki uygarlık kesiminin
islâmi metoddan kaynaklanan özel niteliği de dikkatlerden kaçınlıyordu. Bu özel
nitelik, madde ile ruhu, dünya ile Ahireti birleştiren ilâhî metoda bağlı
kalarak bütün insani gelişmelere alam açık tutma ilkesidir.
Bütün
bunlar gözlerden saklandıktan sonra geride ne kalıyordu? Geride şu iki sinsî ve
maksatlı imaj kalıyordu:
1-
İslâmiyet, sadece raşid halifeler devrinde son derece kısa süren bir egemenlik
üzere devrini kapatmıştır.
2- İslâmiyetin başlangıç döneminden sonraki
tarihi, sağlıklı ve insana yaraşır her türlü değer yargısından yoksundur, bu
tarih, iktidar uğruna girişilmiş kanlı baskınların hikayesinden ibarettir.
İslâm
tarihi bu şekilde, gerçek içeriğinden soyutlandıktan sonra, öğrencilerin bütün
dikkatleri Avrupaya yöneltiliyordu.
Avrupa
bilim demekti. Avrupa uygarlık demekti. Avrupa hümanist (insancıl) değerler
demekti. Avrupa demekro-si demekti. Avrupa insan haklan demekti. Avrupa endüstriyel
gelişme demekti. Uzun söze ne hacet, Avrupa her alanda insanlık için ideal
örnek demekti!
Böyle
denirken başta islâm dünyası olmak üzere sömürgeci Avrupalının kirli ayaklarını
bastığı her yerdeki korkunç vahşetleri bile bile gözlerden saklanıyordu. Avrupa'nın,
islâm dünyasına saldırmasının arkasında yatan haçlı faktörü bile bile gözlerden
saklanıyordu. Daha o günlerde batıda yayılmaya başlayan ahlâk bozukluğu
bilerek ve isteyerek gözlerden saklanıyordu. Yine daha o günlerde bu uygarlığın
bileşiminde maddenin egemen ve ruhun silik olduğu gerçeği kasden gözlerden
saklanıyordu.
İşte
böylece tarih dersi, hem islâm ve hem de Batı tarihi kesimleri ile, bazı
gerçekleri içerse bile aslında yalan olarak sunuluyordu.
İslâm
tarihi okutulurken sayfaların siyah kısımları büyüteç altına alınıyor ve
geride kalan beyaz kısımlar gözlerden saklanıyordu. Buna karşılık sıra Avrupa
tarihine gelince bu tarihin sayfalanndaki beyaz kısımlar son derece abartılarak
sunulurken sayfalardaki siyah kısımlar bakışlardan saklanıyordu.
Tarihin
her iki kesimi de bu şekilde yalan bir görüntü ile sunulunca sonuç ne olur?
İslâmiyetten yavaş yavaş kopma akımına kapılan ve ardarda gelen okumuş kuşaklan
okullardan mezun etmek olur.
Bu
okumuş kuşaklara göre İslâmiyetin fonksiyonu sona erdi. Onun
şimdiki zamanda yapacağı hiç bir görevi kalmadı. Hatta o gereğinden,
hakkettiğinden daha çok bile yaşadı. Aslında çok daha önce silinip gitmeliydi!
Diplomalı kuşaklar bu görüşü benimsedikten yüzlerini Batıya çeviriyorlardı.
Öyle ya, vahiy yatağı, ışık kaynağı, gerikalmışlık ve yobazlık hastalıklarından
kurtulmak isteyenlerin şifa yurdu orası idi.
Mr.
Dunlop'un yönetimi altındaki ilk okullarda yapılan yıkımlar bunlar olunca yine
onun eli altındaki orta okulların aynı zehirleri hem de daha büyük dozlar
halinde içereceği baştan bellidir. Çünkü orta okulda öğrenciler hiç kuşkusuz
daha gelişkin, kavrama kapasiteleri daha yüksek ve beyinlerine akıtılacak zehirlerden
daha çok etkilenmeye elverişli olacaklardır.
Bundan
dolayı bu eğitim döneminde Arap dili dersine, başta İngilizce olmak üzere diğer
derslerin yanında horlamanın dozajı artıyordu. Bunun yanında din dersini horlayıp
onu en uzak köşeye atma eğilimi daha da artıyordu. Ayrıca islam tarihinin siyah
sayfalarını en ince ayrıntısına kadar abartarak beyaz sayfalarını gözlerden
saklama uygulamasının boyutları daha da genişletiliyordu. Bütün bunlar yanında
Avrupa hayranlığı zehirinin dozajı bir miktar daha arttırılıyordu. Bu zehirin
sarhoşluğuna kapılan zavallı öğrenciler artık Avrupayı, insanlık tarihinin tek
ve eşsiz zirvesi olarak tasavvur ediyorlar, insanın nefesini kesen, ağzı açık
bir hayranlık içinde kurbanlık koyunlar gibi boyunlarını onun önüne
uzatıyorlardı.
Bütün
bunlar tamamlandıktan sonra Mr. Dunlop'un sinsi plânlarını eksiksiz biçimde
gerçekleştirmek için sıra "Yüksek Öğretmen OkuhTna geliyordu.
Bu
okul, Arap dili dışında kalan bütün branşların öğretmenlerinin
yetiştirildikleri eğitim kurumu idi. Arap dili öğretmenleri önceleri sadece
Ezher üniversitesi mezunları arasından seçiliyor, daha sonraları ise hem
buradan ve hem de "Yüksek ilimler Akademisinden sağlanıyordu. Yüksek öğretmen
okulu, öğretmen yetiştiren bir eğitim kurumu olması yanında "yavaş, fakat
emin" adımlı uygulama yöntemi uyarınca bütün sinsî plânların etkilerinin
sürekliliğim ve derinliğini garantiye alan bir "kuluçka yuvası" idi.
Bir
defa bu okulun öğrencileri, arka arkaya gelen iki öğretim kademesi boyunca
akıtılmış olan zehirlerle beyinleri uyuşturulan orta okul öğrencileri
arasından seçiliyordu. Bu zehir akıtma dönemlerinin biri ilkokul ve ikincisi
de orta okul kademesi idi ve toplam olarak dokuz aralıkız yıl tutuyordu.
Ayrıca
bu öğrenci adayları, yüksek öğretmen okulunun hepsi de İngiliz olan müdürü ile
öğretmenlerinin belirledikleri özel kriterlere göre seçiliyorlardı.
Sana
düşen tek şey, yapılan bu "seçmeler"in ve aranan bu özel
"yetenekler"in nasıl bir sonuç vereceğini eli-kolu bağlı bir biçimde
beklemekten ibarettir.
Doğaldır
ki, bu özel yetenekler ne islâmiyet, ne takva ve ne de yapıcılık doğrultusuna
dönük değildir.
Üstelik
bu potaya, bu kuluçka yuvasına giren öğrencinin niteliği ne olursa olsun
oradan çıkan öğrencinin hem niteliği ve hem de yetenekleri garantiye
bağlanmıştır. Bu
okulda, daha doğrusu bu kuluçka yuvasında her şey son
derece ciddi bir ilgi ile gerçekleştirilir. Çünkü burada bir ümmetin geleceği
bütün ayrıntıları ile çizilip belirlenmektedir.
Sözünü
ettiğimiz yüksek öğretmen okulu, Nil köşkün-de[46]
bulunan işgalci İngiliz ordusunun karargâhımnın bir kaç dakika uzağında
Munire semtinde[47] idi.
Bu okulun İngiliz öğretmenleri öğrencilerinin karşılarına sırf öğretmen
olarak çıkmıyorlardı. Buna Kahire'yi işgal altında tutan bir askeri güç olma
niteliklerini de ekliyorlardı. O askeri güç ki, "Yüce Takdir"
tarafindan bu ülkenin başına getirilmiş olan "beyaz adam" karşısında
bu öğrencileri sindirmek, onlara onun karşısında aşağılık ve yetersizlik
duygusu hissettirmek için geldi.[48]
Sözkonusu "öğretmen-ler"in kasıtlı bir şekilde açığa vurdukları bariz
fonksiyonları buydu. Bir de açıklamaya pek yanaşmadıkları gizli fonksiyonlan
vardı ki, bu da müslümanlan yıldırmaya dönük haçlı baskısı idi. Bunu gerçi pek
açıklamak istemiyorlardı, ama her vesilede ve yönlendirme girişiminde açıkça
belli oluyordu.
Her
ne ise, bu "öğretmenler" öğrencilerin gözünde karşı konulmaz bir
korku objesini simgeliyorlardı. Öyle ki, bu öğrenciler öğrenim sürelerini
doldurup mezun oluncaya kadar bir an bile kendilerini güvenli hissetmiyorlardı.
Mezun olduktan sonra hocalarından duydukları korku, kalblerinden çıkmıyordu.
Sadece yaşadıkları pratik hayatın akışı içinde yeni ve değişik biçimlere giriyordu.
Öğrenciler
işte bu genel korku havası içinde kendilerine sunulan zehirleri
yudumluyorlardı.
Sorarım
size, insan bu durumda bu zehirleri yudumlamaya karşı koyabilir mi? Ya da
istese bile bu zehirlerin etkili olmasına karşı koyabilir mi?
Burada
sunulan zehirlerin yudumlan belli, yapılan telkin dolaysız ve dobra dobra idi.
Şöyle deniyordu:
"Pençesinde
kıvrandığınız geri kalmışlığın sebebi islâmdır. Gerçi bütün dinler gerilemeye
yolaçarlar. Ama özellikle islâm, diğer dinlerin tümü arasında gerikalmaya sebep
olma açısından birinciye gelir. Bu yüzden islâm dinine bağlı kaldıkça
gerikalmışlık konumunuz devam edecektir. Orta çağ kafasını bırakmadıkça hiç
bir zaman ilerlemeyeceksiniz. Günümüzde gerek ferdi ve gerekse sosyal hayatın
temeli din değil, bilimdir"
Bunlar
yanında öğrencilere yapılan bir de dolaylı telkinler vardı, onlar da
aşağı-yukarı şöyleydi:
"Avrupa,
orta çağın karanlık yüzyılları boyunca dinin boyunduruğu altında yaşamıştı. Bu
yüzden donuk, geri ve cahil kaldı. Ne zaman ki dini silkeleyip attı, işte o
zaman ilerledi, uygarlaştı, bilgili oldu, bütün güç ve egemenlik şartlanna
sahip oldu.
Din,
bilime engeldi. Çünkü bir takım hurafeler, asılsız saplantılar yığınından
ibaretti. Din, çalışmaya, gelişmeye ve üretmeye engeldi. Çünkü sırf Ahirete
bakıyor, dünyayı ihmal ediyordu. Bu yüzden, onu mutlaka yıkmak gerekliydi.
Çünkü asılsız hurafeleri ortadan kaldırmak ve yeryüzünde yaşamanın tadını
çıkarmak ancak böylelikle mümkün olabilirdi.
Hurafeleri
cesaretle yıkmaya girişen güç, özgür insan düşüncesi oldu. Avrupamn günümüzde
ulaştığı parlak gelişmeyi buna borçluyuz. Demokrasi ve insan haklan onun ürünüdür. Bir zamanlar din baskısı altında ezilen fert özgürlüğü
ilkesini yerleştirerek insan onurunu yükselten de odur."
Öğrenciler,
o günlerde, bu düşünce saldırılarına karşı koyacak güce sahip değillerdi. Eğer
Batı hayranlığının yüreklerinde doğurduğu iç bozgunu, ülkelerim işgal altında
tutan askeri gücün kalblerine saldığı korku ve kendilerine yudum yudum zehir
içiren ingiliz hocaları karşısında duydukları yılgınlık birarada düşünülürse
bu saldırıya karşı koyacak cesaretlerinin kalmayacağı açıkça görülür. Eğer böyle
bir cesaretleri kalmış olsa bile bu saldırılara karşı koyacak bilgiden
yoksundular.
O
gün o zavallı öğrenciler nereden bileceklerdi ki, pençesinde kıvrandıkları,
hocalarının kendilerini "aşağılama" gerekçesi olarak kullandıkları ve
daha ileri giderek dinlerine, inançlarına, geleneklerine saldırmak için sızma
noktası olarak seçtikleri gerikalmışlıklannın sebebi islâm değil, tersine bu
ümmeti islâmiyetin özünden uzaklaştıran inanç gerilemesi idi.
Acaba
bu zavallı öğrencilerden "Batı uygarlığı"nm özünü kavramaları, onun
güçlü ve zayıf noktalarını ayırdet-meleri ve bunun sonucu olarak Avrupamn
ilerlemek ve uygarlaşmak için yıktığı dinin, aslında kilise tarafından
uydurulmuş sahte bir din olduğunu ve bu özelliği ile sosyal hayatın, ilerlemenin,
yeryüzü kalkınmasını gerçekleştirmenin önünde engel olarak dikildiği için
yıkılmayı hakkettiğini, fakat öteyandan dinsiz hayatın da uydurma dinden
aşağı kalır tarafi olmayan bir yozlaşma ve yıkım sebebi olduğunu, bundan
dolayı bu uygarlığın sonunda çökmeye açık, hatta mahkum olduğunu anlamalarını
bekleyebilir miydik?
Hayır,
asla. Bu zavallı öğrenciler, o günlerde, bu gerçeklerin hiç birini anlayacak
imkâna sahip değillerdi. Hatta ingiliz hocalarının manevi saldırılarının
acısını ne kadar derinden duymuş olsalar, onlar tarafından hor görülmenin baskısı
altında ne kadar rahatsız olsalar ve hayatlarının bütün kötü taraflarını
müslüman olmalarına bağlamalarından ne ölçüde tedirginlik duymuş olsalar da bu
can alıcı gerçeklere varmaları söz konusu değildi.
Bu
gerçekleri kavramaya güçleri yetmediği için kendileri için beklenen ve fiilen
gerçekleşen sonuç, önlerine sunulan zehirin etkisinde kalmaları, hatırlanmaya
değer bir direnme göstermeksizin ya da hiç bir direnme göstermeksizin
kendileri için hazırlanan kalıba dökülmeleri oldu.
Eğer
söz konusu yabancı müdür ve öğretmenlerden oluşan "hocalar kurulu"
bu öğrencilerden her birinin gerçekleştirmeye çalıştıkları amaçlara karşı
direndiklerini görselerdi, bu eyleme karşı sessiz kalır mıydı. Hiç kuşkusuz
kalmazdı. Fakat her hangi bir öğrencinin bu tür bir direniş gösterdiğini ve
öğretim kadrosunun amaçlarına karşı çıktığı için okuldan kovulduğunu duymadık.
İşte
bu hava içinde ve bu yönlendirme ortamında dört yıllık eğitim süresi sona
erince "öğretmenler kurulu", kuluçka makinesinde ürettikleri ve yeni
bir kuşağın eğitimini sorumluluğuna verecekleri "civciv"lerinin,
kendilerinden beklenen fonksiyonu yeni bir yönlendirmeye gerek kalmaksızın
yerine getireceklerinden emindiler. Çünkü bu öğrenciler, edinmeleri beklenen
alışkanlıkları edinmişler ve bünyelerine aşılanan zehiri yavaş yavaş
"kusma" ya başlamışlardı. Fakat bu kusma eylemi, her nasılsa zehir
yutmuş sağlıklı insanların yaptıkları gibi, bünyelerindeki zehiri dışarı atıp
tekrar sağlıklarına kavuşmak için değil, bu zehiri küçük
yaştaki hiç bir şeyden habersiz yeni civcivlere aşılamak için oluyordu. Küçük
yaşta, hiç bir şeyden habersiz yeni civcivlerde hiç bir ayırım yapmaksızın
önlerine konan her şeyi yutuyorlardı.
Mr.
Dunlop, işte bu sinsi plânı uygulayarak "kuşaklar" üzerindeki haçlı
egemenliğini pekiştirdi.
Onun
yaptığı sadece belirli bir kuşağı zehirlemek değildi. Öyle olsa aşılanan
zehiri söz konusu kuşağın ömrü ile birlikte sona ererdi. Onun amacı aşıladığı
zehrin kuşaktan kuşağa geçerek etkisini sürdürmesini garantiye bağlamaktı.
Böylece ilerde, yeniden islâmca düşünen hiç bir nesil ortaya çıkmayacaktı.
Kurduğu
bu kuluçka makinesi aracılığı ile aşıladığı ze-hirin kesintisiz yayılmasını
gerçekten sağlama bağlamıştı. Öğretmen de öğrenci de garanti altında idi. Öğretmen,
öğrenciyi istenen kalıba dökecek, bu kalıp içinde yetişecek olan öğrenci de bu
yetişme yordamına karşı direnme göstermeyecekti.
Fakat
bu sürekli zehir yayma plânı, her yeni kuşağı potasında eritmeyi garantileyen
bu yetkinliğine rağmen yine de yeterli görülmedi. Bu plâna daha sinsi ve daha
sağlam bir tedbir eklendi. Deyim yerinde ise ağlar daha derin sulara kadar
yayılmak istendi.
Normal
öğretmen kalıba kondu ve kalıbın verdiği biçime girdi. Arkasından da yeni
yavruları kendisini biçimlendiren kalıba koyup biçimlendirmekle
görevlendirildi. Peki "seçkin" öğretmen adayına nasıl bir görev
verilecekti. Ona da seçkinliğine yaraşır ek bir fonksiyon tanıyarak kendisinden
daha geniş çapta yararlanılmalıydı. Bunun için de İngiltere'ye gönderilip orada
daha ince ve daha hassas bir kalıba dökülmeliydi.
Gerçi
bu "hocalar" kadrosu" "gerekeni" kendilerinden beklenen
biçimde yerine getiriyorlardı. Ama bu öğrencilerin -hocaların bütün sıkı
denetimine rağmen- kendi ülkelerinde yaşayıp bu ülkenin gelenekleri,
düşünceleri ve inançlarının etkisi altında kalmaları ile bizzat bu hocaların
ülkesinde yeniden dünyaya gelir gibi yepyeni bir kişiliğe bürünerek hocalarından
biri gibi olmaları arasında ne de olsa fark vardır. Hatta bu durumda öğrencinin
kraldan çok kralcı kesilerek kendisinden beklenen rolü daha katı bir biçimde
oynaması mümkündür.
Nitekim
İngiltereye gönderilen bu öğrenciler dönüşte tamamen başka yaratıklar oldular.
Kelimenin tam anlamı ile çarpılmışlardı. Ne din ne dil ve ne de milliyet tanıyorlardı.
Bütün bu değerlere dudak büküyorlardı. Bunları Eğitim Bakanlığının kilit
noktalarına yerleştiriyorlar, böylece yozlaştırıcı ve yıkıcı etkilerinin geniş
ve yaygın olması sağlanıyordu. Öyle ki, bunlardan biri günün birinde Eğitim
bakanı ya da bakan yardımcısı olduğu zaman milletinin mukaddes değerlerine,
Mr. Dunlop'un bile cesaret edemeyeceği derecede ağır darbeler indiriyordu.
Çünkü Mr. Dunlop, kendi çizdiği ya da onu göreve getiren efendisinin
belirlediği plân uyarınca "halk yığınlarında kuşku uyandırmamak"
amacı ile inanç ve değerlerin yozlaşmış görüntülerine dokunmuyordu. Oysa bu
gözü kara devrimci hiç bir şeyden çekinmiyor, hiç bir şeye kulak asmıyordu.
Bu
sinsi planın uygulama süreci boyunca gerek Arap dili öğretmeni ve gerekse din
dersi öğretmeni günden güne daha uzağa itiliyor, ayaklar altında çiğneniyordu.
Diğer bütün öğretmenler ile arasında doğan mesafe gün geçtikçe açılıyordu. Hiç
bir önemli ve yön verici göreve lâyık görülmüyordu. Bunun sonucu olarak git
gide daha da kısılan
sesi artık işitilmez hale geliyordu. Buna karşılık
diğer öğretmenler gün geçtikçe daha da ön plâna çıkarak "yeni
toplum"un önderliğini ellerine geçiliyorlardı.
Zaman
bu minval üzere akıp giderken gün geliyor önce halk üniversitesi, arkasından
resmi devlet üniversitesi kuruluyor. Bunlann arkasından çeşitli üniversiteler
kurulup ortaya çıkıyor. Bu arada aynı tutum aynı plân uyarınca sürüp gidiyor.
Bu sırada plânın ilk ve asıl sahibi artık ne iş başında ve ne de ortalıkta
yoktur. Ama belirleyip yerleştirmiş olduğu plân "yavaş, fakat emin"
biçimde uygulanmaya devam ediyor.
b- BASIN - YAYIN ORGANLARI
İslama
karşı girişilen haçlı amaçlı düşünce emperyalizmi işleminde eğitim sisteminin
payı böyle belirince bilmemiz gerekir ki, bu yolda en az eğitim sistemi kadar
zararlı başka araçlar da var ki, bunlar basın -yayın organlarıdır. Yani kitaplar,
gazeteler, dergiler, tiyatro oyunları ile sinema filimleri. Bilindiği gibi sözünü
ettiğimiz dönemde henüz televizyon icad edilmemişti. İcad edildikten sonra o da
bu sinsi plân içindeki yerini alıverdi.
Kitap
işi, sözde "Devrim dönemi"nin başlangıcında tercüme biçiminde başladı
ve daha sonra telif biçimine dönüştü. Yalnız tercüme akımı varlığım hep devam
ettirdi.
Müslümanların
içine düştükleri bilimsel gerilikten kurtulabilmeleri için işe tercüme işle
başlamaları gayet doğal bir girişimdi. Çünkü telif güçleri kaybolmuştu. Ayrıca
islâm dünyası, hayatın akışı ile atbaşı yürüyen, atılımcı, yapıcı ve canlı
düşünceden yoksun kalmıştı.
Fakat
neyi tercüme etmek gerekirdi? Mesele buydu.
Beklenen
şey, islâmiyetin kuruluşunu izleyen ilk tercüme döneminde olduğu gibi, işe
bilimsel kitapların tercümesi ile başlanması idi. Çünkü çok büyük bir bilimsel
boşluk vardı. Müslümanlar daha haçlı sürüleri karşısında uğradıkları bozgunun
şokundan ayılır ayılmaz en çok farkına vardıkları eksiklik, ilim alanındaki
gerikalmışlıkları olmuştu.
Hiç
kuşkusuz, bu sözde "devrim" döneminde bazı bilimsel kitaplar tercüme
edilmişti. Fakat yapılan tercümelerin büyük bir çoğunluğu, ya amaca tamamen
aykırı ya da en azından gerekli olanın dışında kalan şeylerdi.
Neden
derseniz, tercüme edilen çok az sayıdaki bilimsel eserin yanında yüzlere
hikâye, tiyatro oyunu ve Batının "Laik"lik düşüncesini savunan, dini
düşmanca bir tutumla inkâr eden kitaplar çevrilmişti.[49]
Bu arada Darwinci tekâmül nazariyesi ile ilgili düşünceleri yaymak hususunda
özel bir gayret gösterilmişti.
Tercüme
edilen hikâye ve tiyatro oyunlarının geniş halk yığınları arasında yaymanın
amacı, kadın ile erkeğin karışık yaşamasını engelleyen, fuhşu antipatik
gösteren ve ahlâksızlıktan sakındıran islâm geleneğini yıkmaktı. Çünkü bu
gelenek sistemi, ruhtan yoksun kuru geleneklerden ibaret olmasına rağmen haçlı
emperyalizminin islâm toplumunda meydana getirmeyi amaçladığı korkunç ahlâk
yıkımının önüne dikilen büyük bir engeldi.
Daha
önceki bölümde gördüğümüz gibi Napolyon, Mı-sır'ı işgal ettiğinde yanında -Bize
o dönemin hikayesini anlatan Ceberruti'nin deyimi ile- "ahlâk
düşkünü" kadınlar getirmişti. Mısır istilâsının amaçlarından- yada okul kitaplarımızın
deyimi ile "sonuçlarından - birini oluşturan bu girişimle amaçlanan şey
önce Mısır toplumunda kadınlar arasında açık-saçıklığı yaygınlaştırmak,
arkasından da fuhşa kapı açmaktı. Bu gerçeği gözönüne alınca muhafazakâr islâm
havası ile taban tabana zıt bir hava sunan tiyatro oyunlan ile aşk
hikâyelerinin neden özellikle tercüme edildiklerini kolayca anlarız. O muhafazakâr
islâm havası ki, ahlâksızlığın ve kötülüğün açığa vurulmasını hoş görmez. Bu
yüzden islâm toplum düzeninin temel dayanaklarından birini oluşturan bu ilkeyi,
haçlı emperyalizmi, önünde-sonunda yakmayı kafasına koymuştu.
Çünkü
bu hikâyelerin ve tiyatro oyunlarının verdiği mesaj, kadın ile erkek arasındaki
yada genç kız ile delikanlı arasındaki meşru olmayan ilişkilerden başka bir
şey değildi. Bu hikâyeler ile tiyatro oyunlan, sözkonusu meşru olmayan
ilişkilere islâm ölçülerine ters düşen bir meşruluk veriyordu. Ayrıca bu meşruluk
bağışı ne kadar kötü olursa olsun her şeye güzellik ve çekicilik boyası
çekebilen büyüleyici "sanat havası" içinde gerçekleşiyordu.
Bu
özellik sanatın hem meziyeti, aynı zamanda da tehlikeli yönüdür.
Yani
sanat özel bir etkileme gücü taşır. O verdiği mesajı bir takım duygu ve
heyecanlar arasında sunar. Bu durum okuyucunun yada dinleyicinin hayal gücü aracılığı
ile sunulan görüntüde rol almasını, bu görüntüde yeralan olay kahramanlan ile
aynı tepkileri göstermesini sağlar.
Bundan
dolayı sanatkârlann sorumluluğu son derece büyüktür. Eğer ortaya koyduklan
sanat eseri iyilikten yana ise, yani yüce insancıl değerlere bağlı ise, o
zaman bu sanat eseri iyiliği cazip göstererek kötülükten nefret
ettirmeye yönelir. Sanat eseri bu fonksiyonu yerine getirirken "dolaysız
yönlendirme" metodunu kullanmak zorunda değildir. Tersine ne oranda
"dolaysız yönlendirme" metoduna başvurursa daha yararlı olur. Yani
her hangi bir sanat eseri, okuyucuya yada dinleyici ve seyirciye vermek istediği
mesajı somut ve dolaysız bir üslupla açık bir biçimde vereceği yerde anlatılan
kurguları; görüntüler, duygular ve hayaller aracılığı ile dolaylı olarak
sunarsa bu yolla daha etkili ve karşısmdakileri istediği yöne daha çekici olur.
Buna
karşılık eğer herhangi bir sanat eseri yüce insancıl değerlere bağlı olmaz,
daha da fenası bu değerlere düşman olursa, bu değerleri yıkma amacı taşırsa,
okuyucusunu yada dinleyici ve seyircisini istediği yöne sürüklemede aynı
şekilde etkili olma şansına sahip olur.
Oysa
sözkonusu dönemde Arapçaya çevrilen sanat eserleri dini değerlerden tamamen
sıyrılmış ve bu değerlerden arınmış bir toplum meydana getirmeye çağıran
eserlerdi. Bu eserlerin kurulmasına çağırdıkları toplum git gide gerileyerek
sonunda hayvan toplumuna dönüşecek olan bir toplumdu.[50]
Bu
hikâye ve tiyatro oyunlarını arapçaya çevirenler, oynadıkları rolün niteliğinin
ister farkında olsunlar ister olmasınlar ortada bu tür yıkıcı sanatı özendirme
ve gençler arasında yayma eğilimi egemendi.[51]
Bu
özendirmenin güttüğü hedef gayet açıktı.
Bu
aşk hikâyelerinden -ya da onların deyimi ile romantik hikâyelerden- birini
okuyan bir delikanlıyı düşünelim. O bu hikâyede insanların bakışlarından uzak
tenha bir yerde buluşan bir genç adam ve kız ile karşılaşacaktır. Genç adam ile
genç kız arasında çeşitli konuşmalar ile ha-raketler yer alacak. Bu konuşma ve
hareketler sanatın çekiciliği ve kışkırtıcılığı ile süslenmiştir.
Bu
durumda o gencin içinden geçecek olan duygu şu olacaktır. Keşke o hareketleri
yapan genç adam kendisi olsaydı, ya da okuduğu hikâye veya tiyatro oyununda
meydana gelen olayların bir benzeri kendi başından da geçse diye özleyecektir.
Ö t ey andan bu delikanlı iyi bilir ki, içinde yaşadığı muhafazakâr toplum,
onun böyle şeyler yapmasına göz yummaz. Bu yüzden toplumunun geleneklerinin
yıkılacağı ve hayat boyu okuduğu eserlerde tasvir edildiği gibi "yararlanacağı"
bir günün gelmesini özleyecektir. Tıpkı bu geleneklerin bağından
"kurtulmuş" olan öbür toplumların gençleri gibi "özgür"
olacağı bir günün hayali ile yaşayacaktır.
O
bu düşüncedeyken eğer günün birinde bu gelenekler gerçekten yıkılırsa
beklediği günün doğduğuna sevinecek olan bu genç adam ya da onun gibileri, bu
yıkılışın karşısında olmayacaklar, tersine en hararetli alkışlayıcıla-n
arasında yer alacaklardır.
* * *
"Laiklik"
akımını savunan kitapları tercüme etmekteki amaç da açık bellidir.
"el-Garetü alel alemil islâmiyyi" adlı eserin önsözünde ve ünlü bir
misyoner şefi olan A. Chatillie'nin aşağıdaki sözlerim dikkatle okuyalım:
"Gerek
katolik ve gerekse protestan inancına göre hazırlanmış propaganda yazılan islâm
inancını sarsmada yetersiz kalır. Bunu gerçekleştirebilmek için Batı dilleri
aracılığı ile aktarılacak olan düşüncelerin müslümanlar arasında yayılması gerekir.
Bunun için müslümanlar arasında İngilizce, Fransızca, Almanca ve Flemençe gibi
Batı dillerini bilenlerin sayısını çoğaltmak gerekir. O zaman islâm, Avrupa
basını ile çatışmaya girer. Bu da islâm dünyasında maddeci bir gelişmeye
yolaçar. Bu gelişmenin sonucunda da misyonerlik propagandası, varlığını ve
gücünü ancak toplumdan kopuk olarak devam ettirebilecek olan islâm düşüncesini
yıkmanın temelini atmış olur.[52]
Bu
sözler, sözünü ettiğimiz düşünceleri tercüme edip Arapça olarak yayınlamakta
hangi amacın güdüldüğünü bize açıkça gösterir. Şöyle ki, Avrupa dilleri
müslümanlar arasında ne oranda yayılırsa yayılsın halk kitlelerinin ezici
çoğunluğu bu düşünceleri orijinal dillerindeki eserlerden okuma imkanına
kavuşamayacaklardır. Buna göre sözlerini okuduğumuz misyoner şefinin
varlığından yakındığı engel varlığını sürdürerek islâm dünyasını yıkıcı faktörlerin
etkisinden korumaya devam edecektir. Bu durumda eğer sözkonusu engel tercüme
yolu ile ortadan kaldırılırsa -misyoner şefinin deyimi ile- haçlılık akımı
"temelini atmış" ve istenen yıkımı meydana getirme amacını gerçekleştirmiş
olur.
"Darwinciliğe"
ve genel anlamda "Tekâmül nazariyesi ne" özel bir ağırlık tanımanın
sebebine gelince bunu anlayabilmek için "Siyon Protokolleri" adlı
belgeyi okuman yeterlidir. Bu belgesel eserin bir yerinde şunlar yazılıdır;
"Darwin'in, K. Marks'ın ve Nitche'nin yaygınlaşıp benim-senmesini biz
düzenledik. Çünkü yahudi olmayan (ümmi) milletlerin inançları üzerinde bunlann
düşüncelerinin ne çapta etkili olacağını hiç bir kuşkuya vermeyecek açıklıkta
görmüştük"[53]
Gerçekten
uluslararası siyonist akım, Darwinizm'i geniş kitleler arasında yaygınlaştırma
yolu ile yahudi olmayan Avrupalı milletlerin (ümmilerin) zaten iyice zayıflamış
olan dini inançlarını yıkarak orda dinsiz, ahlâksız ve geleneksiz
"yeni" bir toplum kurmayı başarmıştır.[54]
Şimdi
de aynı yıkıcı bombayı, haçlılar, islâm toplumuna karşı aynı amaçla kullanmak
istiyorlardı. Yani islâm toplumu yerine ne dini ne ahlakı ve ne de geleneği
olmayan "yeni" bir toplum meydana getirmeye çalışıyorlardı. Bunun
için bu nazariyeyi islâm dünyasında ısrarla yaymaya gayret ediyorlardı. Bekledikleri
sonuç bu nazariyenin Batı toplumunda yaptığı etkinin aynısını burada, islâm
toplumunda da meydana getirmesiydi.[55]
* * *
Gazetelerin
rolü ise bu konuda daha tehlikelidir.
Sebebine
gelince kitabın sırf "aydınlar"a özgü bir düşünce kaynağı olmasına
karşılık gazeteler daha geniş bir çevreye seslenir. Bu çevreye aydınlar ile yan
aydınlar yanında okuma-yazmasız halk yığınları da girer. Çünkü kasaba ve
köylerde bile gazete okuyanlann etrafını alarak böylelerinin
"bilgi" almaya çalışanlara rastlıyoruz.
Özellikle
Mısırda gazeteciliğin önemli rolü oldu. Belki de bu meslek en önemli rolünü
burada oynadı. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi Mısır gerek coğrafi konumu
gerek Tarihi önemi ve gerekse Ezher medresesini barındırması yüzünden haçlı
plânlayıcıların gözünde manevi ve kültürel yönlendirmenin merkezi idi. Eğer
Mısır, İslâm bakımından bozulabilirse bu başarı, islâm aleminin tümünü bozmayı
plânlayanlara büyük bir destek sağlayacaktı. Çünkü bu durumda bozulma ve
yozlaşma Kahire patentli olarak ihraç edilecekti ki, bu da bozulmanın Londra ve
Paris patentli olarak gelmesinden daha aldatıcı ve daha etkili olurdu.
Bundan
dolayı Kahirede lübnanlı Maruni hristiyanlar tarafından kurulan üç büyük gazete
kompleksinin varlığını pek hayretle karşılamıyoruz. Gerçi şu soruyu sormadan
da kendimizi alamıyoruz: Bu Lübnanlı Maruni hristiyanlar faaliyet alanı olarak
kendilerine niçin Kahireyi seçtiler? Acaba bu seçim, dünya haçlılığımn
yönlendirme ve plânlaması uyarınca mı, yoksa bu adamların kendi haçlı-lık
dürtülerinin sonucu olarak mı gerçekleşti?
Doğaldır
ki, sonuç itibarı ile bu ikisi arasında hiç bir fark yoktur. Çünkü haçlı
kanallarının tümü sonunda bir tek akarsu yatağında birleşir. Fakat elimizdeki
bazı deliller açıkça kanıtlıyor ki, Kahireyi islâm karşıtı düşüncelerin,
islâm ve Osmanlı devleti düşmanı hareketlerin merkezi yapmak hususunda dünya
haçlılığı görüş birliğine varmıştı.[56]
Bu kanıtların başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz: Nazlı Paşanın, Kahiredeki
kendi malı olan konferans
salonunda İngiliz genel valisi Lord Crommer'in
huzurunda Mısırın kurtuluşu ile ilgili bazı düşüncelerini açıklamaya özendirilmesi.[57]
Osmanlı
devleti tarafından yasaklanan ve Arap milliyetçiliğini körükleyen bazı
yayınların Kahirede çıkmasına göz yumulması[58]
Cemaleddin-i Afganî'nin bir süre Mısırda oturmasına izin verilmesi.[59]
Bu
delilleri hep birarada değerlendirince bu üç büyük gazetecilik kompleksinin
Kahirede oluşunun, sırf ferdi bir haçlı dürtüsü ya da bu komplekslerin
sahipleri arasındaki yaklaşım uyuşumu sonucundan çok uluslararası haçlılığm
yönlendirmesi sonucu olduğu kanısına varırız. Sözünü ettiğimiz üç büyük gazetecilik
kuruluşu şunlardır. Takla oğullarına ait el-Ehram kuruluşu, Yezdan oğullarının
sahibi oldukları el-Hilâl kuruluşu ve Suruf oğullarına ait el-Mukattım kuruluşu.
Durum
ne olursa olsun kaynak da plân da amaç da birdir.
Amaç
bu islâm ümmetini islâmiyetten döndürmektir.
Bu
sonuca varmak için kullanılan metod ise Mısın yönetimi altında bulunduran
egemen devletin, yani İngilterenin "yavaş, fakat emin" adımlı ve
"halk arasında kuşku uyanmasından titizlikle kaçınan" metodudur.
Acaba
o dönemin şartlan içinde bu yıkıcı faaliyetlerin daha hızlı bir tempo ile
yürütülmesi mümkün müydü?
Hayır,
değildi. Sebebine gelince Napolyon'un aptalca deneyi halâ gözler önünde idi.
Onun aptalca tutumu, hızlı temposu ve sert hareketleri yüzünden doğan ters
sonuçlar halâ zihinlerde canlılıklarını koruyorlardı. Ayrıca Mısır
müslümanlarımn vicdanlarında halâ varlığım sürdüren islâmiyetin kalıntısı,
açığa çıkabilecek bir düşman plânını etkisiz hale getirecek güçte idi. Oysa hızlı
tempo, plânları meydana çıkaracak ve o güne kadar yapılmış olan her şeyi berbat
edebilecek faktörlerden biri idi. Bu yüzden gerek genel vali Lord Crommer ve
gerekse milli eğitimin tek yetkilisi hristiyan ilâhiyatçı Mr. Dunlop, kuşku
uyandırmayacak yavaş bir tempo izlemeye çok dikkat ediyorlardı.
Evet
Kahire'de yuvalanan lübnan kaynaklı Maruni-hristiyan gazetecilik hareketinin
ise İslama saldırarak işe başlaması düşünülemezdi. Çünkü müslüman halk yığınlarının
eyleme geçebilecek olan öfkesi, böyle bir hareketi daha yolunun başındayken,
girişimcilerinin başına geçirecek güçteydi.
Fakat
bu iş yavaş yavaş yapılınca başanlı olabilirdi!
Hatta
bu gazetelerin bazı sayılarını okuyan kimi safdiller, yanılgıya düşerek ilk
bakışta onlan islâmî gazeteler bile sanabilirlerdi.
Çünkü
bu gazeteler islâmiyeti ve Peygamber Efendimizi-salât ve selâm üzerine olsun-
övüyor, "Bab-ı Ali"nin gündelik haberlerine, Sultanın kabul törenleri
ile gezilerine sayfalarında yer veriyor, Sultan ile Batı devletleri arasında
yeralan müzakerelerin, sürtüşmelerin ve tartışmaların ayrıntılarını okuyucularına
duyurmayı ihmal etmiyorlardı. Bir müslüman, gazetesinden daha başka ne bekleyebilirdi?
Evet,
ama durumu yakından inceleyen uyanıklar, bu aldatıcı görüntünün yanında çeşitli
maksatları açığa vuran bir çok ipuçlan yakalayabiliyorlardı.
Evet,
gerçi islâmiyet, müslümanlann "hislerini" okşayacak bir
yüzeysellikle övülüyordu, ama ondan bir yaşama düzeni ve egemen şeriat olarak
sözedilmiyordu. Bu tutumun sonucu olarak gerek Mısırın ve gerekse tüm islâm
dünyasının proplemleri gündeme getirilip tartışıldığında bu proplemlere islâm
şeriatından kaynaklanan, hatta islâm ruhundan esinlenen çözümler önerilmiyordu.
İlerde göreceğimiz üzere sadece Batı deneyinden, "batı uygarlı-ğTndan
çözüm öneriliyordu.
Hatta
dahası var. Bu halk yığınlarının duygularım okşamak amacı ile kendisinden
sözedilen, insanlara bir hayat düzeni yada karşılaştıkları proplemlerin
çözümlerini içeren bir kanun sistemi olarak sunulmayan islâm, okuyucusunun bu
gazetelerde her gün okuyarak hisler ve heyecanlar düzeyinde de olsa dinini
devamlı surette hatırladığı bir konu değildir. Bu gazetelere konu olan islâm,
sadece belirli günlerin ve olayların, "dini günler ve olaylar"
deyimi ile anılan sayılı münasebetlerin konusudur. Bu durumda islâm, sadece
canlı ve yaygın anlamı bakımından sınırlamaya uğratılmakla bırakılmıyor, bunun
yanında bir de müslümanın hayatında gelip geçici bir yeri olan sayılı günlerin ve münasebetlerin dar çerçevesine sıkıştırılıyor. Bu sayılı gün
ve münasebetlerde Peygamber Efendimiz (s.a.v) ve islâm övülerek müslümanlarm
vicdanı tatmin ediliyor, arkasından bu vicdanlar diğer aylarda ve günlerde
islâmı anmaktan bile yoksun bırakılıyordu.
Nasıl
ki, Mr. Dunlop tarafından düzenlenen ders programlarında islâm tarihinden doğan
boşluk Avrupa-dan, Avrupamn gücünden, Avrupa devriminden, Avrupa uygarlığından,
bu uygarlığın orijinalliğinden, yüceliğinden sözedilerek kapatılmaya çalışıldı
ise bu gazeteler gerek islâmiyeti gerçek içeriğinden soyutlamanın ve gerekse sadece
belirli dini günlerde ve münasebetlerde islâmdan sö-zetmenin doğurduğu boşluğu
bol bol Avrupadan bahsederek kapatmaya çalışıyorlardı.
Bir
defa haberler bakımından her günün baş konusu idi. Bunun yanında her vesile ile
sürekli biçimde ondan sö-zediliyordu.
Haberler
bakımından Avrupayı sözkonusu etmek, doğal ve normal olarak görülüyordu. Bunun
bir sebebi, gazetenin okuyucularına içinde yaşadıkları dünyanın olaylarını
duyurmak zorunluğu idi. Buna ek olarak o günlerin Av-rupası, her alanda sürekli
gelişme ve oluşumların merkezi idi. Fakat bu gerekçelerin de ötesinde o günün
Avrupası, askeri, politik, bilimsel ve uygarlık alanındaki üstünlüğünün sonucu
olarak dünyanın gidişatının dizginlerini ellerinde tutuyor, dünyanın geride
kalan bölümüne söylediklerini ve yaptıklarını empoze ediyordu.
Bu
böyle olmakla birlikte her hangi bir islâm ülkesinde yayınlanan bir islâm
gazetesi, okuyucularına dünya olaylarım duyururken kendine özgü bir metod, bir
üslup kullanmalıdır. Bu üsluba göre o, okuyucusuna, mağlup ve perişan duruma düşmüş olsa bile müslüman olduğunu, bu niteliği ile
olaylara ve gelişmelere başkalarnınkine benzemeyen özel bir bakış tarzı
bulunduğunu hissettirmelidir. Müslüman, başkalarını memnun eden bazı olaylar
karşısında kızgınlığa kapılabilir, başkalarını üzen bazı olaylara sevinebilir,
başkalarını sevindiren bazı olaylara üzülebilir ve bazı olaylar karşısında da
başkaları ile aynı tepkiyi paylaşabilir, ama bu tepki ortaklığı yine de
başkalarınkinden farklı özel bir gerekçeden kaynaklanabilir.[60]
Bununla
birlikte bu gazetelerin haberlerine ve bu haberleri okuyucuya sunma biçimine
göz yumsak da bunların sürekli biçimde Avrupadan sözetmelerine göz yummamız
mümkün değildir. Çünkü Avrupa bu gazetelerin dilinden hiç düşmüyordu.
Bunlar
Avrupadan gerçek ağırlığı ve hacmi oranında söz etmekle yetinmiyorlardı.
Aslında bu ağırlık ve hacim de o gün için büyüktü. Fakat bu ağırlık ve hacme
eklemeler yapıyor, boyutlarını olduğundan da fazla gösteriyorlardı. Böylece
okuyucularına "Dünya demek, Avrupa demektir" ve "yeryüzünde
Avrupadan başka hiç bir şey yoktur" imajını aşılamaya çalışıyorlardı.
Gerçekten
o günlerin Avrupası galip, üstün ve egemendi. Fakat bu egemenliği, yaşama
tarzından kaynaklanan büyük bir eğrilik üzerine kurulmuştu.
Acaba
bu gazeteler Avrupa sömürgeciliğinin iğrençliklerini ve bu sömürgecilerin
çoğunluğu islâm ülkesi olan sömürgelerinde işlemiş oldukları yüz kızartıcı cinayetleri okuyuculanna
anlatıyorlar mıydı?
Acaba
bu gazeteler, islâm ülkelerini ele geçirmeye dönük Avrupa sömürgeciliğinin
"ekonomik yarar", "siyasî menfaat" ve benzeri gerekçeler
arkasında sakladığı "haçlı-lık" motifini açıklıyorlar mıydı?
Acaba
bu gazeteler düşünce emperyalizminden ve bu emperyalizm türünün islâm ümmetini
dininden döndürmek isteyen gizli amacından hiç söz ediyorlar mıydı?[61]
Acaba
bu gazeteler Avrupadaki ahlâk bozukluğundan ve bu ahlâk bozukluğunun insanların
hayatında meydana getirdiği kötü etkiden hiç söz ediyorlar mıydı?
Acaba
bu gazeteler faizden ve faize dayalı mali uygulamalar yüzünden meydana gelen
ekonomik ve sosyal zulümden okuyucularına hiç bahsediyorlar mıydı? Gerçi faizden
arasıra sözediyorlardı, ama bu sözediş, faizi "vazgeçilmez bir ekonomik
araç" diye tanımlayıp onun mubah sayılmasını telkin etmek için oluyordu.
Acaba
bu gazeteler, Avrupa haçlılığı ile uluslararası siyonizmin, Osmanlı
halifeliğinin varlığına son verme amacını taşıyan ortak komplosu hakkında
okuyucularına bilgi veriyorlar mıydı?
Şunu
hemen vurgulayalım ki, her hangi bir islâm ülkesinde faaliyet gösteren islâm
gazeteleri objektif gerçekleri gözardı edecek, onları bilmezlikten gelecek
demek istemiyoruz. Bu gazeteler Avrupamn, dünyanın gidişatına yön verdiğim;
politik, ekonomik, askeri, bilimsel ve teknolojik bütün alanlarda egemen güç
olduğunu görmezlikten gelecek değillerdi, kendilerinden beklenen bu değildir.
Fakat
islamcı olduğunu ileri süren bir gazete her şeyden önce Avrupanm sapık yönleri
karşısında eleştirici bir tutum takınmalıdır. Bu sapık ve eğri yönler ise
Avrupanm hayatında bol bol vardır.
İslâm
olduğunu ileri süren bir gazetenin ikinci görevi de müslümanlarm gayretlerini
harekete geçirerek geri kalmışlıklarını telâfi etmelerine, ellerinden
kaçırdıkları egemenliklerine tekrar kavuşmalarına, geri kalmışlıktan kurtaracak
doğru yola koyulmalarına yol gösterici sıfatı ile katkıda bulunmaktır. Bu da
dinlerini, ahlâklarım ve geleneklerini koruyarak, Avrupa potasında erimeyerek;
islâm inancına, islâm şeriatına ve islâm ruhuna ters düşecek şekilde Batıya
özenmeye kalkışmayarak muhtaç oldukları bilim ve teknolojiyi Avrupadan
almaları yolu ile olur.
İşte
islamcı olan ile böyle olmayan gazetecilik arasındaki yol ayırımı bu
noktadadır.
Denebilir
ki; "Peki, Mısırda bu gazeteler faaliyet gösterirken müslümanlar nerede
idi? Niçin kendi tutumlarım yansıtacak, kendi varlık ve yararlarına hizmet
edecek öz gazetelerini çıkarmadılar?"
Bu
sorulara vereceğimiz cevap şudur: O günün müslü-manları bilinçten yoksun
idiler. Onların içine battıkları inanç gerilemesinden kaynaklanan şaşkınlık
içinde yüzüyorlardı. Bu şaşkınlık hayatlarının her kesiminde başka
gerilemelere yolaçmıştı. Bunun sonucu olarak bilimsel, teknolojik, medeni,
fikri, ekonomik ve politik alanların tümünde çağlarının gerisinde
debeleniyorlardı. Fakat bizim burada yapmak istediğimiz şey, sözkonusu lübnan
asıllı Maruni hristiyan gazetelerin Mısırdaki faaliyetlerinin içyüzünü olduğu
gibi gözler önüne sermek, bu gazetelerin o günün şartlan içinde
oynadıkan rolün niteliğini meydana çıkarmaktır.
Az
önce dediğimiz gibi onlar hakkında her şeyden önce şu soru cevaplanmalıdır: Bu
gazeteler yayın faaliyetlerini yürütmek ve rollerim oynamak için niçin başka
bir ülkeyi değil de Mısır'ı seçtiler. Bu bir yana, yukarda değindiğimiz bütün
meseleler hakkında kendilerine özgü özel bir tutum sergilediklerim görüyoruz.
Başka bir deyimle bu gazetelerin- sahiplerinin hristiyan oldukları gözönünde tutulunca
- islamcı bir tutum takınmaları imkânsız idi ise de iyilikler ile kötülükleri
objektif bir yaklaşımla ortaya koyan "tarafsız" bir tutum
takınabilirlerdi. Oysa bunu da yapmadılar. Tam tersine "Avrupa
uygarlığı" dedikleri nesnenin, bütün sakat ve sapık yönleri ile ölümcül
savunucuları kesildiler. Bunun sonucu olarak Mısır müslümanlan-nı her alanda
Avrupa'nın izinden gitmeye, proplemlerini Avrupanm metodları ile çözmeye
çalışmaya, her olay ve gelişmeye kendi gözleri ile değil, Avrupa gözü ile
bakmaya olanca güçleri ile teşvik ediyorlardı.
Sevgili
okuyucularımıza ne demek istediğimizi açıkça gösterecek bir örnek verelim.
Bilindiği
gibi "sanayi devrimi" Avrupada ailenin çözülmesine, ahlakın
bozulmasına ve anarşinin yayılmasına yol açmıştı.[62]
Her
şey bir yana,[63] bu
durum oradaki yerel şartlardan kaynaklanan, katıksız bir Avrupa proplemi idi.
Böyle
olunca onun müslümanlar ile ne ilgisi vardı? Niye onlar bu proplemle meşgul
ediliyorlardı?
Haydi,
her nasılsa bu proplemle meşgul edildiler diyelim. Peki ona hangi açıdan
bakıyorlardı? Olup -bitenleri, dini, ahlâkı ve toplumsal gelenekleri inkâr eden
Avrupanın başına çöreklenmiş bir "ahlâk bunalımı" olarak gören açıdan
mı, yoksa bu yozlaşmaları "sanayi uygarlığı"ndan kaynaklanan
kaçınılmaz sosyal değişmeler sayan açıdan mı görüyorlardı?
İşte
yol ayırımı noktası burası.
Sözünü
ettiğimiz Lübnan asıllı Maruni-hristiyan gazeteler, Avrupayı saran bu
bunalımdan, henüz islâm dünyasında baş göstermesi ve dolayısıyla sözünün edilmesi
için hiç bir sebep yokken yıllarca ondan "uygar" dünyanın "kaçınılmaz
bir sosyal gelişmesi" olarak bahsedip durdular.
Acaba
neden?
Acaba
bunu sırf Mısırlı okurlar kendilerine "teselli payı" çıkarsınlar
diye mi yapıyorlardı dersiniz?
Ama
bunun psikolojik, ahlakı ve toplumsal "teselli payı" sayılacak nesi
vardı?
Hayır,
amaç "teselli payı" çıkarılmasını sağlamak değildi. Amaç, Mısırın
müslüman toplumunda da ahlâk anarşisinin yayılmasını ve bu bunalımın toplumun
ayrılmaz bir parçası haline geleceğini arzu ettikleri günlere zihinleri
hazırlamaktı. Öyle günler gelince toplum düzenini kanunlar aracılığı ile
devletin koruyup kollayacağını vurguluyorlar di.
Bundan
maksat, ahlâk anarşisini engelleyen ve cezaya çarptıran islâm şeriatını
yürürlükten kaldıkdıktan sonra ahlâksızlıktan ve bu tür davranışları açığa
vurmaktan nefret ettiren islâm "hassasiyeti"ni eritmekti. Böylece beklenen
gün gelip çatınca vicdanlan olup bitenlerden nefret etmeyecek, kalbler olarak
olanlara isyan etmeyeceklerdi. Tersine toplumu saracak olan ahlâksızlık
dalgası, uygarlıktan kaynaklanan toplumsal bir kaçınılmazlık olarak
karşılanacaktı. Bu "kaçınılmaz"lığa ayak uydurmaktan kaçınacak
olanlar da "katılar", "donuklar", "taşlaşmışlar",
uygarlık kervanı ile ve yeryüzünün her tarafına yayılan "gelişme"
ruhu ile atbaşı yürümek istemeyenler olarak damgalanacaklardı.
Bu
anlattığımız sadece bir örnekti. Dğer bütün "ilericilik konuları"
bununla karşılaştınlabilir. Kadın ile erkeğin karma bir hayat yaşaması, cinsler
arası serbest ilişki, "kadın" meselesi, dinin "modern"
hayattaki yeri ve "Laiklik" gibi v.s.... Bütün bu konulara sözünü
ettiğimiz dönemdeki Mısır basınının nasıl yaklaştığı, bu alanlarda attığı her
adımın haçlı kaynaklı düşünce emperyalizminin ayrılmaz bir parçasını
oluşturduğu kolayca görülebilir.
Sözkonusu
dönemin Mısır basını, müslümanların hayatında şu iki doğrultuda önemli oranda
etkili oldu: Birinci doğrultu islâmiyetin toplumdaki etkisini zayıflatmak,
ikinci doğrultu ise birincisine paralel olarak müslümanlara Avrupa önünde kesinlikle
boyun eğdirmekti. Öyle ki, Avrupa, müslümanlar tarafından yavaş yavaş islâmiyet
yerine yöneldikleri bir ilham merkezi, içinde yaşadıkları kötü durumlarından
kurtuluş yolu, kendilerini uygarlık kervanına katacak mutlu bir gelecek
beklentisi, üzerlerinden gerikalmışlık ayıbını silecek olan bir tılsım gibi
algılanmaya başlanmıştı.
Bu
söylediklerimiz bize Rıfaa Rafi Tahtavı hakkında yukarda anlattıklarımızı
hatırlatıyor. Hani şu öğrencilerin başında Parise gönderilip de yaman bir Batı
yardakçısı olarak Mısıra dönen hoca eskisini.
Onun
çağrıları o gün için reddedildi. Çünkü bu tür saçmalıkları kabul etmeye
hazırlıklı olmayan bir toplumla karşı karşıya kalmıştı. Fakat gün gelecek onun
saçma çağrıları bütün eklentileri ile ve fazlası ile kabul edilir hale
gelecekti. Çünkü sözkonusu basının "yavaş, fakat emin" emin tempolu
propagandası zihinleri ve kalbleri bu çağrılan kabul etmeye hazırlamıştı.
Bundan dolayı bu çağrıların uygulama alanına aktarılacağı günler gelip çatınca
insanların bunları onaylamaya yatkın durumda oldukları, hatta bazı kimselerin
bu adımları atmakta geç kalındığı, bir an önce atılmaları gerektiği gerekçesi
ile bu uygulamaların şakşakçısı kesildikleri görüldü.
Denebilir
ki; "Acaba müslümanları dört bir yandan kuşatan olumsuz şartların gereği
olarak işler zaten bu yönde gelişmiyor muydu? Buna göre sözkonusu basının yaptığı
tek şey insanlann duygu ve düşünceleride meydana gelen "köklü
değişim"in akıntısına ayak uydurmak gibi her zaman için normal olan bir tutumdan
ibaret değil miydi?"
Bu
soruya cevap verirken şu iki nokta üzerinde durmak istiyoruz:
Birincisi,
gelişmelerin kendiliklerinden bu istikamete doğru ilerlediklerini, o günün
müslümanlarım kuşatan olumsuz şartların gereği olarak kabul ederi z, fakat bu
şartların mutlaka bu yöndeki gelişmelere yolaçması gerektiğini, bu oluşumun
önlenemez olduğunu onaylamayız.
Neden
derseniz, Arap yarımadasında Muhammed b. Abdülvehhab önderliğinde meydana gelen
ve islâm inancını düzeltme, üzerine düşen gölgeleri dağıtma istikametindeki
güçlü hareket bize açıkça gösterir ki, Mısır toplumunda beliren yozlaşma akımı
kaçınılmaz değildi, aynı tarihlerde Arap yarımadasında meydana gelen bu
kurtuluş hareketinin benzeri Mısırda da meydana gelebilir ve "inanç
gerilemesini" gidermek sureti ile toplumdaki kötü gidişi önlemeyi
deneyebilirdi. O inanç gerilemesi ki, bilimsel alanda, maddi gelişme alanında,
uygarlık alanında ve askerlik alanında beliren diğer bütün gerilemelerin ortak
sebebini oluşturuyordu. Fakat hiç kuşkusuz diğer bütün yayın araçları ile
birlikte o günkü Mısır basınının oluşturduğu ortam, o günlerin Mısırında bu
tür bir kurtuluş hareketinin doğuşunu zayıf bir ihtimal haline getirirken o dönemde
gördüğümüz bozuk gidişin istikametinde ilerlemeyi daha güçlü bir ihtimal haline
getirdi.
Vurgulamak
istediğimiz ikinci noktaya gelince, sözkonusu Mısır basını bu süreç içinde
olaylarla at başı yürümüş değildi, tersi "öncü" rolü oynamıştı.
Sebebine gelince bu basın, halkın vicdanında bilfiil varalon şeylerden değil,
bu vicdanlarda varolması, yerleşmesi istenen şeylerden sö-zediyordu. Yukarda
verdiğimiz ahlâk anarşisi örneği bu gerçeği açıkça kanıtlar. Başka bir deyimle
bu basın kendisini, Batının din karşıtı düşüncelerini islâm toplumuna ithal
etmekle görevli sayıyordu. Halk bu düşünceleri kabul etmeye hazır olmaya ve
daha önce bu tür düşüncelerle meşgul bulunmasa da o, bu görevini yerine getirmekten
geri durmuyordu.
Bir
an için farzedelim ki, galip ile mağlûp arasındaki ilişkiler bu alandaki sonucu
zaten belirleyecekti. Söz konusu basın belirtilen rolünü oynamış olsa da
oynamamış olsa da bu böyle olacaktı.[64]
Fakat öyle bile olsa, kuşku yok ki, sözkonusu basının olumsuz etkisi mağlup
tarafı haçlı galiplerin karşısında köleleştirmeyi, bu mağlubu yanılgı bataklığına
sürüklemeyi, onu düşmanlarının istediği şekilde uyanıştan uzak tutmayı ve
istese bile İslama dönüşünü engellemeyi hızlandırmış ve pekiştirmişti.
* * *
Ve
sonunda yavaş yavaş, uzun ve sabırlı bir bekleme döneminin arkasından bu basın
İslama hücum etmeye başladı!
Acaba
o günlerde açıkça adım vererek İslama hücum edebileceği düşünülebilir mi?
Hayır,
asla. Çünkü bu ümmetin kalbinde o günlerde halâ varlığını sürdüren islâm
kırıntısı ve kalıntısı böyle bir şeye meydan vermezdi. Eğer böyle bir şey olsa
halk yığınları derhal bu gazetelere karşı ayaklanır ve onlann yapılarını
içindekilerin başlarına yıkardı.
Bu
saldırıların hedefi geleneklerdi. Eski gelenekler.
Saldırıya
uğrayan bu eski geleneklerin neler olduklarını kendimize sorduğumuzda anlanz
ki, bunların çoğunluğu islâm kaynaklı idi.
Gerçekten
saldırıya uğrayan bu gelenekler arasında islâm ümmetinin inanç gerilemesi
döneminde tekrar geriye dönerek benimsediği bazı cahiliye gelenekleri de vardı.
Meselâ "kadının görevi sadece hamile kalmak ve çocuk doğurmaktır, onun saygı
duyulması gereken bir kişiliği yoktur" gibi sakat bir anlayışa dayanan ve
kadını öğrenim hakkından yoksun tutan, ona kötü davranmayı, onu horlamayı,
mubah gelenek gibi. Bu gelenek, bu alanda islâm öncesi döneme geri dönüşü
simgeliyordu. Bu ümmet, doğru ilâhi metoddan uzaklaşmasının sonucu olarak bu
geri dönüş bataklığına yuvarlanmıştı. O doğru ilâhî metod ki, kadın ile erkek
arasında bazı yükümlülükler, haklar ve görevler bakımından fark gözetmekle
birlikte her iki cinsi de insan olma açısından biribirine eşit saymıştı.
Nitekim yüce Allah (c.c.) bu konuda bize şöyle buyuruyor:
"Rabbleri onlara şöyle karşılık verdi; 'Ben sizden, kadın
olsun, erkek olsun hiç bir çalışanın emeğini boşa çıkarmam. Siz biribirinizin
ayrılmaz birer parçasısınız." (Al-i İmran /195)
"Erkek ve kadın her kim mümin olarak iyi amel işler ise ona
dünyada mutlu bir hayat yaşatırız, Ahirette de yaptıkları amellerin en güzel
karşılığı ile kendilerini ödüllendiririz" (N ahi 197)
"Kadınlar ile iyi geçininiz (Nisa /19)
Öteyandan
aynı konuda Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor:
"En iyileriniz, eşine karşı en iyi davrananlarınızda. Ben
aranızda eşine karşı en iyi davrananınızım" (Tirmizi)
Sözünü
ettiğimiz islâm dışı gelenekler, Mısır basınının eski geleneklere karşı giriştikleri
saldırının giriş kapısını oluşturdu. Bu saldırı kampanyasında kullandıkları gerekçe sözkonusu geleneklerin islâm kaynaklı olmadıkları, tersine bu
geleneklerin arkasına saklanarak bencilliklerini ve katılıklarını tatmin etmek
isteyen dar görüşlü erkeklerin şahsi arzulanna din kutsallığı üniforması
giydirme girişimi oldukları idi.
Bu
gerekçe batıl (eğrilik) amaçlı bir doğruyu yansıtıyordu. Neden derseniz, çünkü
bu saldın kampanyasını yürütenlerin amacı, sözkonusu sapık gelenekleri, İslama
uygun asıllarına dönüştürmek değildi. Onların bu zayıf noktayı sinsi amaçları
için uygun bir giriş yeri diye kullanarak İslama uygun köklü ve doğru
geleneklere de islâm dışı "eski gelenekler" bahanesi ile saldırabilmekti.
Evet,
kadını hor görmek, onu sadece hamile kalıp çocuk doğurmakla görevli ve insan
olarak erkek ile eşit olmayan bir varlık diye aşağılamak, onu öğrenim
hakkından yoksun tutarak cahilliğin ve zavallılığın kucağına atmak, bütün
bunlar İslama aykırı geleneklerdi. Fakat bunların yanında gereksiz yerde kadın
ile erkeği biraraya getirmeye, kadının süslenip püslenmesine, erkeği ayartmaya
kalkışmasına, kadınla erkek arasında yüce Allah'ın (c.c.) izin verdiği sınırlı
ilişkiler dışında "serbest" ilişkiler kurulmasını engellemek, bütün
bunlar islâmın özündendi. Bu ilkeler yüce Allah (c.c.) ile Peygamberimiz tarafından
konmuşlardı. Yoksa ne katı görüşlü "din adamları" tarafından ve ne
de bencillikleri ile dar kafalılıklarını din kutsallığı perdesi altında
kamufle etmek isteyen "erkek milleti" tarafından belirlenmiş
değillerdi.[65]
Fakat
Lübnan asıllı hristiyan Mısır basınında sözkonüsü "eski geleneklere"
saldıranlar, sadece islâm dışı geleneklere yüklenmekle yetinmedikleri gibi bu
eğri gelenekleri İslama uygun doğru biçimlerine dönüştürmeye de çalışmıyorlardı.
Çünkü onlann amacı bu ümmetin gidişatını İslama uygun hale dönüştürerek onun
inanç yanılgılarını düzeltmek değildi, onlann gerçek amacı islâmı kökünden
yıkmak, varlığına tamamen son vermekti.
İslama
bağlı bir İslahatçı ümmetin inanç gerilemesi döneminde tekrar saplandığı bu
eski cahiliye geleneklerine saldırması, onları kınaması, ortadan
kaldırılmalarını istemesi doğaldı. Fakat o, bu çağrıyı islâm adına, gerçek
ilâhî metod adına yapardı.
Bunun
yanında aynı İslama bağlı İslahatçı, doğru islâmi geleneklerin kökleşmesine,
islâmın emri olan kapalı kadın giyiminin korunmasına, süs düşkünlüğünün,
ka-dın-erkek kanşık yaşamanın ve ahlâk çöküntüsünün yayılmasının önlenmesine
de çağırırdı.
Fakat
bu yabancı kökenli basının ve yazarlarının yaptığı şey, doğru-eğri ayırımı
yapmaksızın bütün gelenekleri hep birarada yaylım ateşine tutmak, bu kasıtlı kavram
kargaşalığı içinde meselâ kadını eğitim hakkından yoksun bırakan gelenekle onun
"her sosyal konuda erkekle ortak çalışmasını" engelleyen geleneği bir
saymaktı.
Aslında
"kadın meselesi" bu basının dilinden ve kaleminden düşürmediği
konuların başında geliyordu. Bu arada pratikte gerçekleştirilen biçim ile
kadının dininden, ahlâkından ve geleneklerinden koparılması anlamına gelen
"kadının özgürleştirilmesi" konusu ise bu sinsi kampanyanın can
damannı oluşturuyordu.
c- KADIN ÖZGÜRLÜĞÜ
Bu
hikâyenin kahramanı Kasım Emindi. Kasım Emin, Türkiye kökenli Mısırlı (yani
muhafazakar) bir ailede doğup büyümüş bir delikanlı idi. Üstün bir zekası vardı.
Nitekim daha yirmi yaşında iken Kahiredeki Fransız hukuk fakültesinden diploma
almıştı. Oysa o dönemde, Mısır'daki gençlerin çoğu ancak onbeş yaşlarında
ilkokulu bitirebiliyorlardı.
İşte
seyrek rastlanan yetenekler ve olağan-üstü dehalar arayan eller onu bu okuldayken
oltalarına taktılar. Amaç önce onu bozmak, arkasından da onun aracılığı ile bu
ümmeti bozmaktı. Bu maksatla onu oltalarına düşürdükten bir süre sonra
Fransaya gönderdiler.
Kasım
Emin'in eline Fransaya gitmeden önce, Batılı bir şarkiyatçı tarafından kaleme
alınmış bir broşür (risale) geçer. Broşürde kadım horladığı, onu insanca bakmadığı
gerekçesi ile İslama saldınlmaktadır. Hatıralarında anlattığına göre delikanlının,
broşürdeki bu saldırılar karşısında tepesi atar ve broşürün yazanna cevap vermeyi,
onun İslama yönelttiği iftiralan çürütmeyi kararlaştırır.
Fakat
Fransa dönüşünde oraya gitmeden önceki bu tutumundan bambaşka bir havaya girer.
Anlaşılan bu genç yaşta Fransaya gidişi yapısını derinden etkilemiştir. Bu
yüzden bambaşka bir düşünce, bambaşka bir kafa yapısı ve bambaşka görüş açısı
ile Mısıra döner.
Mısıra
döndükten sonra artık misyoner öncülerinin ağzı ile ve onların islamiyeti yıkma
planları ile tıpatıp uyuşacak biçimde kızları okutmanın va kadınlara özgürlük
vermenin ateşli bir savunucusu olarak karşımıza çıkar.
Hatıralarında
anlattığına göre Fransaya gidince oralı bir kızla samimi bir
arkadaşlık kurar. Bu kızla aralarında derin, duygusal ve fakat
"masum" bir ilişki doğar. Bu kız onu bazı Fransız aileleri ile
tanıştırır, kimi toplantı ve salon gezilerinde kendisine eşlik eder. Böylece
Fransız ailelerin, toplantıların ve salonların kapıları yüzüne açılır ve
buralarda sıcak bir ilgi ile karşılanır.[66]
Acaba
sözünü ettiği Fransız kızı ile tanışma girişimi kendinden mi kaynaklandı, yoksa
böyle tir tanışmanın peşine düşsün diye bu kız kasden mi yoluna çıkarıldı? Bu
ihtimallerin hangisinin gerçek olduğu belli değil. Fakat kesin olan şu ki, bu
kız, delikanlımızın gönlü ile olduğu kadar aklı ile de oynadı, onun hayatının
akışını değiştirdi ve sonuç olarak onu misyoner kongrelerinin islâmı yıkmak
için gerekli olduğunu kararlaştıkları rolü oynamaya elverişli bir eleman
haline getirdi.
Bize
kalırsa onun bu Fransız kızla arasındaki ilişkiyi anlatırken kullandığı
"masum" deyiminin doğruluğuna inanma eğilimindeyiz. Doğaldır ki, bu
"masumluk islamiyetin tanımladığı anlamda bir "masum'luk değil,
aralarındaki ilişkinin fuhuş derecesine varmamış olması anlamında bir
"masumluktur. Çünkü bu tür bir ilişki ile bağlı olduğu bir kız, fuhuş
derecesine varmış, iğrenç ilişkilere giriştiği bir kıza göre düşüncelerini
değiştirmede daha etkili olabilirdi. Eğer aralanndaki ilişkiler iğrenç
boyutlara varmış olsaydı, kız, delikanlımızın gözünden düşer, onun na-zarmdaki
saygınlığını yitirir ve bunun sonucu olarak kendisine "ilham
kaynağı" olma niteliğim yitirirdi.
Bu
durumda da aralanndaki ilişkinin "psikolojik" ve "düşünce"
düzeyinde kalmasını sağlayarak delikanlımız üzerindeki etki
şansını sağlama bağlayan ve böylece rolünü titizlikle oynamayı başaran Fransız
kızı mıdır, yoksa kendisi tarafından "masum"lukla nitelenen bu
ilişkinin sözkonusu sının aşmamasını sağlayan faktör, delikanlımızın
muhafazakâr bir türk ailesinden aldığı çocukluk terbiyesi midir? Bunu da
bilmiyoruz. Fakat bu seçeneklerden hangisi doğru olursa olsun, nihaî sonuç, delikanlımızın
düşünce ve davranış yapısında meydana gelen köklü "dev-rinTdir.
Şimdi
bu köklü değişimin nasıl meydana geldiğini irdelemeye çalışalım.
Evet.
Delikanlımız çok zeki ve üstün yeteneklidir. Ama işgal altındaki bir ülkeden
geliyor. Bu ülke, Avrupa ülkelerinden birinin işgali altındadır. O da Avrupaya
gelmiştir. Yani milletinin ağız suyu akıtarak adını ağzına aldığı,
anlayışlarına göre karşısında Doğunun cılız ve önemsiz kaldığı bir süper gücün
diyanna gelmiştir.
Bu
yüzden delikanlımızın Avrupaya geldiğinde içine kapalı ve alabildiğine çekingen
olacağını rahatlıkla bekleyebiliriz. Delikanlı bu yabancı diyarda kendini
küçük görmekte, aşağılık duygusu içinde bocalamakta, süper insanların bu
dünyasında alaya alındığı korkusu ile dolaşmaktadır. Çünkü düşük düzeyli insanların
diyarından gelen geri ve zavallı bir insandır. Daha önce hayalinde bile
can-landıramamış olduğu bu harika Batı ülkesindeki en büyük özlemi, psikolojik
ve zihni bir güvene kavuşmasıdır.
Delikanlımız
işte bu durumda -yani ürkek ve içe kapanık- iken ansızın yolu üzerine bir genç
kız çıkıyor. Bir defa her şeyden önce yabancılık duygusundan kaynaklanan
ürkekliğini gideriyor. Sonra içe kapanıklığını ve çekingenliğini ortadan
kaldırıyor. Böylece üzerindeki sinir gerginliğini atarak
bu gurbet diyarında güven duymaya başlıyor.
Hatıralarında
anlattıklarından anlaşıldığına göre bu kız, bir süre sonra kendisine duygusal
yakınlık gösteriyor. Böylece güvenlikten öte mutluluk ve imrenme duygularım
yaşıyor. Bu duygular iç dünyasına denge getirdiği için artık içini yabancılık
ve gariplik duygusu kemirmiyor. Gerçi hiç bir ilişki kurmamış olduğu dış
dünyaya karşı halâ yabancılık duymaktadır.
Fakat
yanında gezen bu genç kız kendisine bu alanda da bir adım attırır. Onu yanına
alarak Fransız ailelerin evlerine götürür. Böylece yüzüne Fransız ailelerin
kapıları açılmaya başlar. Bu evlerde ilgi ile karşılanır. Sonra yine bu sözde
korucu meleğinin eşliğinde kadınlı-erkekli toplantılara ve eğlence salonlarına
adım atar. Buralarda da aynı sıcak ilgiyi görür. Bunun üzerine hem şahsi
duyguları ve hem de dışındaki dünya karşısında kapıldığı yabancılık duygusu
tamamen kaybolur. İçine katıldığı yeni toplumda kendisinden ve attığı
adımlardan emin bir rahatlık içinde yürümeye başlar.
Acaba
şimdi iç dünyasında neler olur?
Yambaşında
yürüyen bu genç kızla arasındaki ilişkiye nasıl bir gözle bakıyor?
Hepsinden
önemlisi iç dünyasında meydana gelen bütün bu değişmelerin oluşumunu sağlayan
bu yeni toplumun geleneklerini hangi gözle görüyor?
Kızla
arasındaki ilişki "masum". Fuhuş derecesine varmamış yani. Fakat bu
ilişki sayesinde psikolojik yönden büyük bir gelişme gösteriyor. İçe
kapanıklığından ve yalnızlık duygusundan kurtularak olumlu ve yapıcı bir
kişilik kazanıyor. Bunlarla birlikte kültür hazinesi, görüş ufku, neşesi ve
canlılığı da genişliyor.
O
halde bu toplumsal geleneklerin ne kusuru var? Bizim sosyal geleneklerimizin
de böylesine "masum" bir niteliğe bürünmesini engelleyecek ne var
ki?
Her
ne kadar delikanlımızın Fransada geçirdiği bu psikolojik değişimi iyimser bir
gözle yorumlamaya çalıştık ise de hiç kuşkusuz yürüttüğünü farzettiğimiz bu
"mantık"da bir sürü tutarsızlık ve saçmalık göze çarpıyor ki,
başlıcalarım şöyle sıralayabiliriz:
1- Delikanlımız, Fransız kız arkadaşı ile
arasındaki ilişkinin, açık bir fuhşu içermediği gerekçesi ile "masum"
olduğunu ileri sürüyor. Bu konuda doğru söylediğine inansak bile -ki bu eğilimde
olduğumuzu daha önce belirtmiştik- bu ilişki, bir müslümanın hayatında yer
alan bütün tutum ve davranışları kendisine başvurarak değerlendirmek durumunda
olduğu islâm ölçülerine göre "masum" bir ilişki değildir. Çünkü sözünü
ettiği ilişki, fuhşa götürmüş olsun olmasın, başlıbaşına bir haram olan karşı
cinsle yalnız başına başbaşa kalmayı içeriyor. Bu durum yüce Allah'ın dinine
göre haramdır ve haram olma sebebi de açıktır. Çünkü bu durum sonunda
kesinlikle fuhuşa götürür. Eğer ilk kerede ve bu işi alışkanlık haline getiren
ilk kuşağın hayatında bu sonuca yolaçmamış olsa bile bu böyledir. Başka bir
deyimle toplum bir kere erkek ile kadının tenha yerde başbaşa kalmasını mubah
sayınca, bu işin sonunun fuhuşlu ilişkiye varması kaçınılmaz olur. Tarihte hiç
bir toplum bu kuralın dışında kalabilmiş değildir.
2-
Delikanlımız bu tür ilişkilerin Fransız toplumunda doğurduğu sonuçlardan hiç
söz etmiyor, onları adeta bilmezlikten geliyor. Oysa hiç kuşkusuz, hayranlıkla
içine daldığı toplumda kendisininkine benzer, fakat kendi deyimi
ile bile "masum" olmayan değişik kadın-erkek ilişkilerin yaygın
olduğunu ve toplumun hiç bir engel çıkarmadan bu ilişkilere göz yumduğunu iyi
biliyor. Çünkü bu tür ilişkiler o toplumda yaşayan yerli-yabancı hiç bir kimse
için gizli bir sır değildir.
Bu
böyle olduğuna göre kendi kişisel ilişkisinin kız arkadaşından yada kendisinden
kaynaklanan özel sebepler ile benzeri ilişkilerin o toplumda vardığı sonuca
varmamış olduğuna inansak bile bu durum, bu ilişkileri mubah saymasını ve
halkım bu tür ilişkileri benimsemeye çağırmasını haklı gösterecek bir gerekçe,
bir delil olamaz. Çünkü bu tür ilişkilerin mubah sayılması halinde bundan
doğacak olan pratik sonuçlan kendi gözleri ile görmektedir.
3-
Delikanlımız, Mısıra döndükten sonra kaleme aldığı "Kadın Özgürlüğü"
adındaki ilk eserinde bu özgürlüğün mutlaka faydalı sonuçlar doğuracağım ileri
sürüyor. Yani bu ilişkilerin Fransız toplumunda gördüğü türden iğrenç sonuçlara
yolaçabileceği ihtimalinden hiç sözetmiyor. Kendi deyimi ile "bu
ilişkiler, toplumda yaşayan bireyler arasıdaki bağları güçlendirecek ve
dolayısı ile toplumsal dayanışmayı sağlamlaştıracaktı."[67]
Her
ne ise, Kasım Emin Fransadan dönerken artık bir kadın özgürlüğü savunucusu,
ateşli bir açık giyim taraftarı ve kapalı giyim düşmanıdır. Bu haliyle aynen
daha önce sözünü ettiğimiz Rıfaa Rafîi Tahtavi hoca eskisinin Fransa dönüşü
seslendirdiği çağrıyı yeniliyordu. Fakat arada büyük bir fark vardı. Bu fark,
çağrının özü bakımından değil, çağrıya muhatap olanlar bakımından sözkonusu
idi.
104
Demek
istediğimiz şu ki, yarım yüzyıldır Mısır halkının vicdanını sürekli biçimde etkileyen
düşünce emperyalizminin sonucu olarak Kasım Emin'in çağrısı, daha önce aynı
çağrıyı seslendiren Rifaa Tahtavi hoca eskisinin uğradığı yoğun yadırgama
tepkisi ile karşılaşmamış ve ilki gibi daha kaynağında boğulmaya uğramamıştı.
Buna
rağmen delikanlımızın işi yine kolay olmadı. Çünkü "Kadın Özgürlüğü"
adını taşıyan ilk kitabı sert bir tepki ile karşılaştı. Öyle ki, ya korkudan ya
da uğradığı hayal kırıklığından ötürü evine kapanmak zorunda kaldı. Bu dönemde
elini bu işten çekmeye bile karar vermek üzere idi ki, Saad Zağlul[68]
kendisini "Yoluna devam et, arkanda olacağım" diyerek kendisini
teşvik etti.
Bunun
üzerine yeniden ve o güne kadar yüzünü arkasında saklamayı uygnu gördüğü
perdeyi tamamen kaldırıp atarak sahneye döndü. Çünkü ilk kitabında tartışmayı
islâm sınırlan içinde tutmaya çalışarak, islâm ilkelerine bağlıymış gibi görünerek
müslüman kadınlara islâm tarafından bağışlanmış olan hakların verilmesi için
uğraştığını, bu hakların başında da kadının öğrenim hakkının geldiğini
söylüyordu. Oysa "Yeni Kadın" adı ile yayınladığı ikinci kitabında
islâmı gündemden çıkardı, artık adını bile anmaz oldu. Bu kitabında Mısır
kadınının ilerlemesi ve özgürlüğünü elde edebilmesi, dolayısıyla bütün Mısır
toplumunun özgür ve gelişmiş bir toplum olabilmesi için Fransız hemcinslerini
örnek edinmesi gerektiğini, aynen onların yaptıkları gibi yapmasını savunmaya
koyuldu. Böylece onun yazılarında müslüman kadının farklılığından doğan engel
ortadan kalkıyor, müslüman Mısırlı kadın ile müşrik Fransız kadın biribirinden
farksız iki kız
kardeşe dönüşüyordu.
Hatta
işi, Batılı kadının gelişim süreci boyunca o güne kadar aştığı merhalelerden
geriye dönüp yeniden geçme çağrısına kadar vardırdı. Bu yolculuk Batılı kadının
geride bıraktığı ve şimdi içinden geçmekte olduğu aşamaları tümü ile içermeli
idi. Hiç kuşkusuz bu aşamalar arasında, delikanlımızın pek iyi bildiği
müptezel, ahlâksız ve iğrenç geçitler de vardı. O bu konuda şöyle diyordu:
"Batılı
milletlerin bizden önce geçip gittikleri yolu yeniden yürümekte hiç bir
sakınca, hiç bir engel görmüyoruz. Çünkü Batılıların uygarlık alanında günden
güne daha ileri gittiklerini görüyorurz.
Kısacası
kadınlarımızın eğitim yolu ile akıllarım güçlendirdikten sonra kendilerine
düşünce ve çalışma özgürlüğü alanındaki haklarını vermemiz gerektiğim söylemekten
çekinmiyoruz. Bunun için kadınlarımızın, Batılı kadınların daha önce aştıkları
ve şimdi aşmakta oldukları dönemlerin tümünü yeniden aşmalan kesin olsa bile
bunu göze almalıyız"[69]
Öleceği
gece, Romanyadan Mısın ziyaret etmeye gelen kızlı-erkekli bir öğrenci grubuna
hitaben Fransızca yapmış olduğu son konuşmada şöyle diyordu:
"Şu
bilim heyetini selâmlıyor ve ülkemizin yüksek öğrenim gençliğinin çağrısına
katıldıkları için kendilerine teşekkür ediyorum. Özellikle de bu heyetin
içinde yeralan, bilgi ve kültürlerini artırmak için uzun bir yolculuğun sıkıntısına
katlanarak Batıdan Doğuya gelen genç kızları selâmlıyorum.
Onları
kalbim sevinç dolu olarak selâmlıyorum. Çünkü eğitime karşı duydukları ilginin
erkek arkadaşlannın-kinden az olmadığını görüyorum. Onları selâmlarken Mısırlı
müslüman kızların öğretim ve eğitim düzeyinin onlarınki gibi olacağı günü
görmeyi büyük bir özlemle beklediğimi belirtmek istiyorum. Müslüman kızların
edebiyat matinelerinde Mısır delikanlıları ile bu gün olduğu gibi yanyana
oturacakları ve bu gün yoksunu oldukları bilim ve edebiyat zevkini biz
erkeklerle paylaşacakları günü yani, Umuyorum ki, bu emellerimiz gerçekleşir
de Mısırlı kızlar gelişir ve onların gelişmesi sayesinde tüm Mısırlı halkı
gelişir."[70]
* * *
Şimdi
artık kadının bir "meselesi" vardır ve bu meseleyi mutlaka tetkik
etmek gerekir.
Nitekim
bu meseleyi Huda Şaravî'nin başım çektiği bir kadın grubu ile kadın hakları
"savunucularından oluşmuş bir erkek gurubu üstlenmiştir. Kadınların elde
edilmesini istedikleri ilk hak, açık-saçık giyinebilme özgürlüğü oldu. Bu
tartışmanın ana eksenini de açık giyim-kapalı giyim kavgası oluşturuyordu.
İyi
de bu "mesele" nereden çıktı?
Avrupalı
kadın özgürlüğü (feminizm) akımı ortaya çıktığı zaman kadının gerçekten bir
"meselesi" vardı. Bu mesele aynı fabrikada, aynı süre ile çalıştığı
erkekler ile aynı ücreti alabilme meselesi idi. Oysa o zaman böyle bir kadın
işçi, erkeğe verilen ücretin ancak yarısı kadarını alabiliyordu.[71]
Batıda
Kadın Özgürlüğü akımı gelişip de gerek kendiliğinden ve gerekse şeytanların
plânları uyarınca çeşitli alanlara yayıldığı halde akımın ana eksenini yine de
erkek ile kadın arasındaki ücret eşitliği davası oluşturmaya devam etti.
Kadının her yeni hak isteyişinde veya onun adına her yeni hak istenişinde yine
meseleye dönülüyordu. Nihayet mesele kadın ile erkek arasında tam bir eşitlik
istemeye dönüştü. Bu "her şey" arasında erkeğin daha önce elde
ettiği daha doğrusu içine sürüklendiği "fesad (bozulma ve yozlaşma)
özgürlüğü" de vardı. Sözkonusu "fesad özgürlüğü" ilk önce
"kadının, hayat arkadaşım seçme özgürlüğü" arkasından "kadının
duygularını açıklama özgürlüğü" ve en sonunda da "Kadının kendim
istediğine teslim etme özgürlüğü" sloganları altında genel kadın özgürlüğünün
ayrılmaz bir parçası haline getirildi.
Buna
karşılık Mısırda yani islâm dünyasında hiç bir zaman kendine özgü bir
"kadın davası" varolmadı. Burada varolan gerçek mesele, bu toplumun
islâmiyetin özünden uzaklaşması akımı idi. Bilindiği gibi biz bu akımı "inanç
gerilemesi" ile bu inanç gerilemesinin sonucu olarak hayatın bütün
kesimlerinde beliren yaygın bir "gerileme" akımı olarak
değerlendiriyoruz.
Bu
açıdan bakınca kadının horlanması, aşağılanması, onurlu bir insan muamelesinden
yoksun tutulması, sadece islâmiyetin gerçek mahiyetinden geriye doğru uzak düşülen
bir çok hayat kesiminden sadece birini oluşturuyordu. Bunun tedavisi de -diğer
bütün geriye düşülmüş alanların tedavisi gibi- islâmiyetin gerçek biçimine
yeniden dönmek ve böylece sözkonusu utandırıcı gerilikten sıyrılmakla mümkündü.
"Mesele"
buydu. Bu da ne sadece "bir "kadın" ve ne de sırf bir
"erkek" meselesi idi. Tüm erkekleri, kadınları, gençleri, yöneticileri,
bilginleri ve halk ile bütün islâm ümmetinin meselesi idi. Durum böyleyken bu
meseleyi sırf "kadın meselesi" diye sayarak özelleştirmek ve sınırlamak,
gerçeği araştıncı "bilimsel" bakış açısından uzaklaşma anlamına
geleceği gibi meseleye çözüm getirici olmaktan da uzaktı. Çünkü bu anlayışa
göre hastalığın belirtilerinden biri ele alınarak hastalığın asıl kendisi gibi
kabul ediliyor ve tedavi edilmeye kalkışılıyordu. Bu tedavi girişiminin hiç
bir başarı şansı yoktu. Çünkü bu girişim, bir yandan hastalığın gerçek sebeplerini
görmezlikten geliyor, diğer yandan da geniş görüşlülükten yoksun kalıyordu.
Fakat
acaba meseleyi ciddi, samimi, objektif, bilimsel ve titiz bir yaklaşımla
inceleyerek sebeplerim belirlemeyi ve arkasından tedavisine girişmeyi düşünen
var mıydı?
Hatta
acaba bu mesele hakkında ileri-geri konuşanlar arasında, onu bilimsel, objektif
ve basiretli şekilde tartışabilmek için tam bir şuurla kavramış olan kimse var
mıydı?
Bunlardan
da vazgeçtik. Acaba bu konuda gürültü koparanlar arasında meseleye kendi şahsi
açısından bakabi-len, bulguları kendi ölçülerine göre değerlendirme yeteneğine
sahip olan bağımsız şahsiyetli bir kişi var mıydı? Yoksa bu meselenin tüm
yaygaracıları birer köle mi idi. Ya ihtiraslarının yada Batılı efendilerinin
köleleri yani. Düşmanlarının plânlarını gerçekleştirmek için kuklalar gibi
güdülen, gaflet uykusu içinde yüzen ve derin bir sapıklığın bataklığında debelenen
zavallı köleler!
Evet,
üzülerek belirtelim ki, erkekleri ile kadınları ile öncüleri ile bağlıları ile
plânlayıcıterı ve uygulayıcıları ile hepsi bu son dediğimiz cinsten idiler. Her
"mesele"nin bir konusu olacağı için bu yakıştırma kadın meselesinin
konusu da ansızın, durup dururken ve hiç bir ciddi gerekçeye dayanılmaksızın
kapalı giyim-açık giyim konusu oluverdi.
Oysa
bu mesele Avrupada, en azından görünüşte ve ilk ortaya çıkışında "tutarlı"
ve akılcı idi.
Çünkü
tartışma yeri burası olmayan çeşitli sebepler yüzünden[72]
kadın çalışma zorunda bırakılıyor, arkasından da kendisine aynı işi yapan
erkek ücretinin sadece yarısı lâyık görülüyor. Bu durumda kadının eşit ücret
istemesi, bu dava ile ortaya çıkması hem gerçek hem de her bakımdan tutarlı
bir çıkıştır.
Buna
karşılık açık giyim-kapalı giyim tartışmasına gelince bunun gerek mantık ve
gerekse gerçek karşısındaki yeri acaba nedir?
Bir
defa kapalı giyim zorunluğunu kadına getiren "erkek" değildir ki,
kadın, erkek tarafından uğratıldığı zulümden kurtulmak amacı ile ona karşı
mücadele bayrağı açmaya kalkışsın. Oysa Batıda mesele bu biçimde, yani bir
erkek kadın çatışması, daha doğrusu erkek tarafıdan haksızlığa uğratılan
kadının bir tür başkaldırması olarak ortaya konmuştu. Kadına kapalı giyim
zorunluluğunu getiren onun Rabbi ve yaratıcısı idi.[73]
Öyle ki, mümin bir kadının bu emri ne tartışma ve ne de onu benimseme ya da reddetme yetkisi sözkonusu olabilirdi. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle
buyuruyor:
"Allah ve Peygamber herhangi bir konuda kesin hüküm verince
artık mümin bir erkek yada kadının o konuda kendi arzularına göre tercih
yapmak yetkileri yoktur. Kim Allah'a ve Peygambere karşı gelirse, hiç kuşkusuz,
açık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzab/36)
Ayrıca
kapalı giyim zorunluğu kendi özünde mesele olacak bir nitelik taşımaz.
Sebebine
gelince yüce Allah (c.c.) kapalı giyimi Peygamberimiz (s.a.v) zamanında
emretti ve bu emir yine O'nun zamanında yürürlüğe kondu, arkasından da on üç
yüzyıl boyunca kesintisiz biçimde uygulandı.
Bir
defa Allah'a ve Peygambere inanan hiç bir müslü-man kadının, Peygamber
Efendimiz (s.a.v) döneminde zulme uğratıldığını ileri süremez.[74]
Gerçi kadın daha sonraki dönemlerde, müslümanların doğru inançları ile bu
inançlarının gereklerinden geri düştükleri sapma dönemlerinde zulme uğratıldı,
ama kapalı giyim, kesinlikle bu zulmün ne sebebi ne kaynağı ve ne de yoldaşı
olmuştur. Çünkü bu zorunluk, Peygamber Efendimizin "En iyileriniz benim
çağdaşlarımdır" diyerek övdüğü mutlak anlamda çağların "en
hayırlısı"nda yeralan bir uygulama idi. Aynı zamanda ahlâk ve ruh temizliğinin,
insanlık tarihinde bir başkabenzeri yaşanmamış olan yüce bir insan
onurluluğu-na eşlik etmiştir.
Fakat
istenen şey kapalı giyimi atmaktır. İstenen şey açık saçık giyimdir. İstenen
ortalıkta kırıtmak, hava atmaktır. İstenen şey sonunda kadının çırılçıplak
sokağa çıkmasıdır.
İşte
misyoner kongrelerinin arzusu ve ilerisinin plânlarını hazırlayan haçlıların
amacı budur.
O
halde mesele kapalı giyim-açık giyim tartışması şeklinde ortaya atılsın. Kapalı
giyim akla gelebilen bütün kötülüklerin sembolü ve açık giyimde düşünülebilecek
bütün iyiliklerin ve güzelliklerin anahtarı olarak sunulmalıdır. Mesele böyle
başlamalı ve şeytanların istediği gibi sona ermelidir!
ÖNCÜ KADIN
Daha
önce söylediğimiz gibi "mesele"nin öncülüğünü bir gurup kadın
üstlendi. Bu kadınlar açık giyim özgürlüğünü savundular. Onlara göre bu
özgürlük kadının, toplum tarafından ya da bencil, katı, taşlaşmış, gerici ve
kokuşmuş düşünceli erkek tarafından gasbedilmiş doğal bir "hakkı"
idi.[75]
Bu
"kadın devrimi"nin önderi, dediğimiz gibi Huda Şaravî
"hanım" idi. Bu hanım evini bir tür toplantı "salon"una
dönüştürerek burada açık giyimli olarak ve yanında hiç bir erkek yakını
(mahremi) yokken yabancı erkek konuklarını kabul ediyordu.[76]
Huda
Şaravî, o dönemin tanınmış devlet adamlarından Muhammed Paşa'nın kızıydı.
Bundan dolayı soyca "hanım" sayılıyordu. Okumak için Fransa'ya
gitti. Giderken kapalı giyimliydi. Fakat geriye açık giyimli olarak döndü.
Fransadan döndüğünde babası bir gurup arkadaşı ile birlikte kızını karşılamaya
gitmişti. Fakat kızı açık giyimli olarak vapurdan inince adamcağızın hem
utançtan hem de öfkeden yüzü kıpkırmızı oldu ve kızına "hoş geldin"
bile demeden yüzünü çevirerek oradan uzaklaşıverdi. Fakat babasının bu sert
tutumu Huda hanımı ne yolundan döndürebildi ve ne de Fransadan dönerken kafasında
çöreklenen yıkıcı emellerini dağıtabildi.
Huda
hanım'ın çevresini kısa süre içinde bir takım kadınlar ile bazı erkekler çeviriverdi.
Erkekler, kadın meselesini gazete ve dergilerde yayınladıkları yazı ve şiirler
ile "savunan" sözde aydınlardı. Bekledikleri şey,
"hammefendi"nin salonunda "lütufkâr" bir buluşmaya ya da
hanımefendinin özel bir tebessümüne, yahud da kim bilir, belki de ellerine
kıstırılacak bir ısmarlama gazete yazısı ücretidir. Adamlar bu isteklerine
kavuşunca ya hanımefendinin "inceliği", "lütufkarlığı"
tatlı tebessümü ve erkek konuklarını karşılarken gösterdiği nezaket konusunda
ya hanımefendinin toplantıları ile diğer çalışmaları konusunda ya da
"dâva" hakkında ateşli bir gazete yazısı döşeneceklerdi.
Bu
komedinin doruk noktasını 1919 yılında İngiliz işgal kuvvetleri karargâhı
karşısında yeralan Kasr-ı Nil (diğer adı ile İsmailiye) alanında yapılan kadın
miting ve gösterisidir.
O
sıralarda Mısır devrimi başlamıştı[77]
Gerek Kahire-nin ve gerekse diğer Mısır şehirlerinin sokaklarına dökülen halk
kalabalıktan İngilizler aleyhinde sloganlar atıyor veya işgal kuvvetlerinin
ülkeyi tamamen terketmelerini ya da bu uğurda ölmeyi istiyorlardı. İngiliz
askerleri ise bu göstericileri otomatik tüfekler ile yaylım ateşine tutarak
çok sayıda kimseyi öldürüyorlardı.
Bu
ciddi gösteriler ortasında demin dediğimiz kadın gösterisinin düzenlendiği
görüldü. Bu yürüyüşün elebaşılığını Saad Zağlül'ün eşi Safîye Zağlul hanım
üstlenmişti.[78] Kadın
göstericiler Kasr-ı Nil semtindeki İşgal kuvvetleri karargahı önünde
toplanarak işgal yönetimini protesto eden sloganlar attılar. Arkasından, evet
arkasından önceden hazırlanan bir plân uyarınca ve durup dururken gösterici
kadınlar baş örtülerini çıkarıp böylece Mısır kadım "kurtulmuş"[79]
oldu!
Bu
sahnenin komikliği ile saçmalığı, anlamsızlığı karşısında insanın ağzı
hayretten açık kalıyor.
İngiliz
işgal yönetimine karşı düzenlenen ve işgal yönetimine son verilmesini isteyen
bir protesto gösterisinin başörtüsünü çıkarıp ateşe vermekle ne ilgisi vardı
acaba?
Acaba
müslüman Mısır kadınına kapalı giyim zorunlu-ğunu baskı ve zulüm yolu ile
İngilizler mi getirmişti ki, işgal yönetimini protesto etmek için biraraya
gelen bu gösterici kadınlar, aynı zamanda bu yönetimin baskı yolu ile kendilerine
dayattığı kapalı giyimi kaldırıp atmaya kalkışmışlardı?
Acaba
o güne kadar geçen onüç yüzyıl boyunca kadına kapalı kıyafet giydirenler
İngilizler miydi ya da kadını açık-saçık giyinme "hakkı"ndan onlar mı
yoksun bırakmışti da bu gösterici kadınlar şimdi onların zulümlerinden "kurtulmak"
için eyleme geçiyorlar, onlara meydan okumak ve baskılarını kınamak için
başörtülerini yüzlerine fırlatıyorlardı?
Bu
komik oyunun mantığı neydi?
Aslında
hiç bir mantığı, akla uygun hiç bir dayanağı yoktu.
Fakat
daha sonraki yılların deneyleri bize öğretti ki, bu mantıksızlık mantığı,
islâmla savaşmada izlenen örnek yoldur.
Yani
kim İslama karşı bir yıkım ve darbe indirme eylemine girişecekse bu kimsenin
daha önce "kahramanlaştı-rılması" gerekir ki, giriştiği darbeleme ve
yıkım eylemleri kahramanlık yaygaralan ardında "kamufle" edebilsin.
.........,
Cemal Abdünnasır, Ahmed Binbellâ ve daha
bunlar
gibi şu ya da bu biçimde İslama karşı savaş açmış onlarca sayıda sözde
"kahraman" var ki, bunların tümünün İslama karşı savaşa
kalkıştıkları zaman "kahraman" olmaları gerekli görülmüştür. Yoksa
bunları paravan edinerek oynanan oyunlar açığa çıkar, bu kimselerin islâm
düşmanlarının, yani haçlılar ile Siyonistlerin basit birer kuklaları olduğu
samlamaz olurdu.
Mısır'da
ortaya çıkan islamcı akımın mücahidlerine gözünü kırpmadan ölüm fermam
yağdıran, ölüme göndermediklerine de haçlıların Endülüs'te islâmiyetin kökünü
kazımak için kurdukları Engizisyon mahkemelerinden başka insanlık tarihinde
hiç bir benzeri olmayan vahşi işkence ve hapishane çilelerini reva gören,
şeriat mahkemelerini ortadan kaldıran, Ezher üniversitesinin faaliyetine son
vermeye yeltenen sözde "kadın özgürlüğü" yaygarasına yeni nameleri
ile katkıda bulunan Cemal Abdünnasır da öyle. O da bütün bu vahşetleri işlerken
sözde bir "kahraman" idi. Bu düzmece kahramanlık payesi ona da İslama
karşı giriştiği tüyler ürpertici cinayetleri gözlerden saklamak için bağışlamıştı.
Ya
Ahmed b. Bellâ'ya ne dersiniz? Bu zat, islâm karakterli Cezayir devrimini, el
çabukluğu ile islâm dışı, hatta islâm karşıtı bir sosyalist devrime dönüştürmek
için sahneye çıkarılmıştı. Nitekim devrimin hemen arkasından müslüman Cezayir
kadınlarını şu komik gerekçe ile kapalı giyimi bırakmaya çağırmıştı;
"Cezayir kadım geçmişte, sömürge yönetimi döneminde kapalı giyim
geleneğim bırakmayı reddetmişti. Çünkü onu buna çağıran işgalci Fransız
yönetimiydi[80] Şimdi
ise Cezayirli kadınları kapalı giyimden vazgeçmeye ben çağırıyor ve bunu
Cezayirin yararı için onlardan istiyorum"
İşte
bu Ahmed b. Bellâ, bu yıkıcı çağrısını seslendirirken sözde bir
"kahraman" idi. Bu düzmece kahramanlık payesini kendisini Fransadan
Cezayir'e getirmekte olan uçaktan kaçırılışı sayesinde elde etmişti. Oynanan
oyun, yani adamı "kahramanlaştırma" komedisi amacına varınca islâm
karşıtı eylemlerini gerçekleştirmek üzere serbest bırakılıp Cezayir'in başına
geçmesi sağlandı.[81]
İşte
1919 yılında Kahirenin İsmailiye alanında düzenlenen kadın yürüyüşünü de bu
temel gerçeğin ışığı altında değerlendirmeliyiz.
Yani
islâm karşıtı her hangi bir yıkıcı eylemi, arkasındaki sinsi maksadı
gizleyebilmek için, mutlaka bir "kahramanlık" üniforması ile kamufle
etmek gerekir."[82]
Durum
böyle olunca o günkü "devrimci" Mısır kadınları için işgal yönetimine
karşı çıkmak, onu protesto eden sloganlar haykırmak ve göğüslerini işgalci
askerlerin kurşunlarına siper etmekten daha büyük bir kahramanlık vesilesi
düşünülebilir mi?
Yavaş
yavaş ve düzmece kahramanlıkların gölgesi altında kapalı kadın kıyafeti
(hicab) gerçekten yere düştü.
Bu
durum karşısında önce başkent Kahire'de sonra da yavaş yavaş diğer şehirlerde
kapalı giyimli anneler yanında açık giyimli kızlar sık sık rastlanan
görüntüler haline geldi. Bu büyük değişmeyi sağlayan başlıca araçlar bir yandan
eğitim mekanizması ve öbür yandan da basın yayın organları oldu.
Bu
değişikliğin öğretim kurumlarında benimsetilebil-mesi için uzun bir savaşın
verilmesi gerekti. Değişiklik önce ilkokullar düzeyinde arkasından orta
öğretim düzeyinde ve son olarak yüksek öğretim düzeyinde adım adım gerçekleştirildi.
Bu
değişim süreci boyunca islâm düşmanları, islâm toplumunda kadına ve kadının
eğitim hakkına karşı egemen olan cahiliye zihniyetinden büyük oranda yararlandılar.
Bu islâm dışı zihniyeti mesele yaptılar, etrafında gürültü yaygaralar kopardılar.
Mevcut haksız ve çarpık durumu alabildiğine istismar ederek onu amaçlarını
elde etmenin aracı olarak kullandılar.
Şu
andaki işimiz sorumluluk paylarını belirlemek değil, tarih sürecinin
adımlarını izlemektir. Yoksa eğer konumuz sorumlulukları paylaştırmak olsaydı,
müslümanla-rın, kadını gerek Peygamber Efendimizin (s.a.v.) bu konudaki kesin
emirlerine ve uygulamalarına ters düşerek okuma hakkından yoksun bırakırken
gerekse ana ve yeni kuşakların yetiştiricisi sıfatı ile bizzat yüce Allah
tarafından onurlandırılıp saygın ilân edildiği halde onu horlayıp aşağılarken
açık bir yanılgı ve zulüm halinde olduklarını mutlaka vurgulamak gerekir.
Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Biz insanoğluna ana-babasına bağlı olmayı tavsiye ettik.
Anası onu sıkıntı üzerine sıkıntı çekerek karnında taşıdı ve memeden kesilmesi
de iki yıl kadar sürdü. İşte bu yüzden ona tavsiye ettik ki; 'Bana ve
ana-babana teşekkür et (nankörlük etme), dönüşün bana olacaktır"( Lokman
/14)
Aynı
konuda Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Cennet anaların
ayakları altındadır" (Ahmed, Nesei)
Sahabilerden
biri ile Peygamberimiz arasında, bir defasında şöyle bir karşılıklı konuşma
geçer:
Sahabi- En iyi kimle geçinmeli, en güzel ilişkiyi kimle
kurmalıyım?
Peygamberimiz - Annenle Sahabi - Sonra? Peygamberimiz - Yine
annenle
Sahabi - Sonra?
Peygamberimiz - Yine annenle
Sahabi - Ya sonra?
Peygamberimiz- Babanla (Buhari, Müslim v.d)
Fakat
bu çarpık durumu propagandaları için malzeme olarak kullanan yaygaracıların
asıl derdi, kadım kendisine reva görülen bu haksızlıklardan kurtarmak değildi.
Onların asıl amacı islâmiyeti yıkmak ve islâm toplumunun ahlakını bozmak için
kadını, erkekleri baştan çıkaracak ayartıcı bir kılık ve eda ile sokağa
salmaktı.
Bu
değişikliğin arkasından toplumu yavaş yavaş saran ahlâk anarşisi bu beyler için
beklenmeyen bir sürpriz değildi. Ayrıca bu sonucu ne yadırgıyorlar ve ne de
onun karşısında yaptıklarından pişmanlık duyuyorlardı. Tersine bu sonuç, onlar
açısından hesaplanmış, beklenen ve arzu edilen bir sonuçtu. Çünkü Batı deneyi
gözlerinin önünde durduğu için islâm toplumunda aynı yöne yönelindiği ve aynı
adımlar izlendiği takdirde işin sonunun neye varacağını biliyorlardı.
Yalnız
bu durum, işin içinde bazı aldanmışlarm, safdillerin bu kampanyaya iyi niyetle
katılmışların varolmasına, doğallıkla, engel değildir. Fakat onların iyi
niyeti, gafil olmalarını engellemez. Onlar bu gafletleri yüzünden şeytanlara
alet olmuşlardı, şeytanlar onların bu zayıf taraftarlarını davalarına güç
katmak için kullandılar. Çünkü bu safların iyi niyetli olduğunu gören halk
yığınları, yaptıkları işin hayırlı olduğunu sanarak, onların peşlerinden
gittiler, böylece şeytanların istedikleri olmuş oldu!
Bu
arada yüce Allah ile Peygamberimizin hoşnutluğunu arayan, toplumun pençesinde
kıvrandığı bu çarpık durumu düzeltmek isteyen samimi "İslahatçı" lar
için ortada üçüncü bir şık vardı. Bu üçüncü şık, islâm toplumunu, olması
gereken gerçek biçimine döndürebilmek için çağrı yapmak, cihada girişmekti.
Fakat o günün piyasasında cirit atan hiç bir "İslahatçı" bu üçüncü
şıkkın sözcülüğünü üstlenmedi. Bu durumda halk şu iki şıktan birini seçmek zorunda
bırakıldı. Ya haksız, katı, geri ve çarpık düzenin sürmesini tercih edecek ya
da islâmın bir yana bırakılmasına, ortadan kaldırılmasına ve hayattan koparıp
atılmasına razı olarak ilerlemek, uygarlaşmak ve ilerlemek için yüzünü
Avrupaya döndürecekti.
Daha
doğrusu yüce Allah'ın (c.c.) takdiri ile halkı sözünü ettiğimiz üçüncü yolu
benimsemeye çağıran düşünce akımı ortaya çıkınca bir yandan devlet adamlarının
en alçakça baskı ve işkencelerine maruz kalırken öteyandan da bu sözde
"İslahatçıların en sert direnişleri ve manasız muhalefetleri ile karşılaştı.
Bu durum, islâm toplumunda ortaya çıkan bu sözde "ıslahatçı"
akımların gerçek amaçlarını ortaya koyucu niteliktedir. Bu akımların amacı,
hiç bir zaman baştaki islâmiyeti yıkma arzulan oranında gerçek bir yapıcılık,
bir islâhatcılık olmamıştır. Onlann zihniyetine göre "islâm yıkılsın da
arkasından ne olursa olsun" du!
Böylece
yavaş yavaş "kız öğrenciler" yolu ile başörtüsü ve genel olarak
kapalı kadın giyimi "hicab) yere düştü.
Misyoner
kongreleri, yapmış oldukları islâm karşıtı plânlarda müslüman kadının
okutulması ve özgürlüğe kavuşturulması gerektiğini kararlaştırmamışlar mıydı?
Önceleri
kız öğrenciler arasında açık-saçıklık henüz modalaşmamıştı. Hatta böyle bir
şey, okullarda hoş bile görülmüyordu.
Bu
kurnazlığın sebebi, doğallıkla, açıktır. Çünkü ne toplum o zaman böyle bir şeye
gözyumardı ve ne de sinsi bir plânın daha ilk aşamada bütünü ile deşifre olması
o plânın yürütülmesine imkân bırakırdı. Tersine böyle bir durum, o plânın daha
doğarken ölmesini kesinleştirirdi.
Düşünelim
ki, eğer kız öğrenciler daha ilk aşamada müslüman toplumun geleneklerini bir
anda çiğneselerdi, her hangi bir öğrenci velisinin kızını bu okullara gönderip
okutmaya razı olması beklenebilir miydi?
Elbette
ki, hayır.
Bundan
dolayı öğrenci velilerinin güvenini tam olarak kazanmak gerekirdi ki, kızlarım
okullara göndermeye razı olsunlardı. Buna göre uygulanacak plân, diğer bütün
sosyal değişmelerde ilke olarak kabul edilen metodla uyum halinde olmalıydı.
Yani "yavaş, fakat emin" adımlarla gidilmeli ve halk yığınlarında
"kuşku uyandırmaktan özenle kaçınılmalıydı.
Yani
adım adım sonuca varılmalıydı.
İlk
başlarda kız öğrencilerin saçları bir başlıkla örtülü olacaktı. Bunun yanında
arkadan sarkıtılacak iki örgü bir kumaş şeritle biribirine bağlanacaktı.
Örgüler açıkta, ama baş üzerine geçirilen bir başlıkta kapalı ne kadar tuhaf değil
mi? Ayrıca yüz de bütünü ile apaçık. Evet, öyle, ama "Kardeşim, bunlar
henüz birer çocuk, ne zararı var bunun"!
Bu
iş öyle kolay gerçekleşmedi. Fakat sonunda gerçekleşti. Tıpkı bu alanda daha sonra
atılacak olan göğsü, sırtı, kol ve bacaklan açmak, plajlarda soyunup dö-künmek
ve açık-saçık kılıklarla sokaklarda kırıtmak gibi adımların önünde- sonunda
gerçekleşebilmeleri, hedeflerine varmaları gibi.
Acaba
bu adımlar nasıl oldu da gerçekleşebildi? Hiç kuşkusuz bunun bir sebebi bir
hikmeti var.
Evet,
daha önce dediğimiz gibi, ortada önce Mısır toplumunun yapısını bozup sonra bu
bozukluğu geride kalan islâm dünyasına "ihraç etmek" biçiminde
özetlenebilecek yoğun şeytani çabalar vardı. Bu yoğun çabalara basından
radyoya, radyodan sinema ve tiyatroya kadar, mümkün olan bütün araçlar
elbirliği halinde katılmışlardı. Gösterilen çabalar alabildiğine yoğun ve kullanılan
araçlar alabildiğine etkili idi. Bunların hepsi doğru. Ama, bütün bunlar
olup-bitenleri açıklamaya yeterli mi?
Bu
soruya cevap verebilmek için şunu düşünelim: Saydığımız bütün bu propaganda
araçları içinde yaşadığımız şu ana kadar sürekli biçimde kullamlagelmiştir.
Üstelik hiç kuşkusuz, elli yıl öncesinden daha baskılı bir şekilde işletilmişlerdir.
Bunun sonucu olarak bu şeytani araçlar, yarım yüz yılı aşkın bu süre içinde
islâmdan nefret eden, onunla her türlü ilişkiyi kesmiş korkunç bir sosyal ve
politik bir akım oluşturdular. Buna rağmen günümüzde üniversite öğrencisi ve
aydın öyle başörtüsü ve kapalı giyimli genç kızlarımız var ki, bunlar bu yüzden
tutuklansalar yada zindanlara kapatılsalar da bu kılıklarından vazgeçmemektedirler.
Acaba
şeytani plânların ilk uygulama aşamasındaki tavizleri veren ablaları ile bu
kararlı yavrulanmız arasındaki fark nereden kaynaklanıyor?
Başka
bir deyimle bu sinsi kampanyanın ilk döneminde yere atılan başörtüsü ve kapalı
giyim, bir inanç eseri mi, yoksa bir gelenek miydi?
Yine
o dönemde yozlaşmaya ve bozulmaya bırakılan ahlâk, acaba gerçek bir inanç
birikimine mi dayanıyordu, bir gelenek miydi.
Bu
tür sorulan çoğaltabiliriz: Acaba kız öğrenciler yüzlerini açınca, bu duruma
karşı çıkan erkeğin bu baş kaldırması acaba inanç kaynaklı mı yoksa gelenek
endişesine mi dayanıyordu?
Yine
acaba kadın çalışmak üzere sokağa çıktığı gün, buna karşı çıkan erkeğin bu
karşı çıkışı, dinî ya da din-dı-şı gerçek bir inançtan mı kaynaklanıyordu,
yoksa bu karşı çıkışın asıl faktörü erkek bencilliği, feda edilmek istenmeyen
"erkek eğemenliği"miydi?
Baş
örtüsü ile kapalı giyim, eğer inançtan kaynaklanıyorsa, üzerine ne kadar
yıkıcı propaganda aracı çullanırsa çullansın, yere düşmüyor, düşmanların önünde
dize gelmiyor.
Gerçek
bir iman alt-yapısına dayanan ahlâkın ortadan kalkması da, bütün bozguncu
faktörlerin ortak baskısına rağmen ya hiç sözkonusu olmuyor, ya da olsa bile
amansız bir direnişten ve uzun bir süre geçtikten sonra mümkün oluyor.
Oysa
ruhtan yoksun gelenekler ile kof erkek bencilliği, ağır bir baskı ile
karşılaşır-karşılaşmaz diye gelmeye, düşmana teslim olmaya yatkındır. Sözünü
ettiğimiz kampanya süreci boyunca da uygulanan baskı hem ağır ve hem de,
kelimenin olanca anlamı ile "şeytanca" idi.
* * *
Bu
kampanya uyannca kız öğrenciler yüzlerini açmaya ve yukarda tanımladığımız
biçimde yollarda yürümeye başladılar. Fakat işin başında giydikleri elbiseler
kollan ile bacaklarını bileklerine kadar örtüyordu. Ayrıca edepli-liklerine ve
"istikametli" tavırlarına da diyecek yoktu.
Acaba
başka türlü olabilir miydi?
Çünkü
o dönemde şeytana kapılıp ta sırf sağına ya da soluna dönüp bakan kız
mahvolurdu, toplumun gözünden düşerek ibretlik hale gelirdi. Böyle olunca ilk
günlerde kim sağa-sola bakmaya cesaret edebilirdi?
Dayandığı
amaç ne olursa olsun, çoklanna göre bu uygulama, ideal eğitim ve sıkı
disiplinin ta kendisiydi.
Kahire'de
açılan ilk kız lisesinin ki adı "Medresetül Se-niyye" idi. Müdiresi
İngiliz bir kadındı. Kadın son derece katı bir muhafazakardı. Öyle ki, onun
kadar muhafazakar insana zor rastlanabilirdi. İşte başlangıçta işlerin böyle olması
gerekir. Ancak o zaman atılan adımlar sağlam ve verimli olabilir. Bu adımları
başka islâm ülkelerinin topraklarına kaydırabilmek için de bu titizlik
şarttır. Yoksa eğer daha ilk anda gizli plânlar açıklanacak olursa hiç bir kız
öğrenci bu liseye kaydolmaz ve o zaman da yapılan bütün plânlar suya düşer.
Bu
lisenin bütün öğretmenleri kadındı. Sadece Arapça öğretmenleri erkekti. Çünkü o
zaman kadın arapça öğretmen bulmak mümkün değildi. Fakat onlar da yaşlı ve
evli hocalar arasından seçilirdi. Hepsi de dürüst ve takvalı kimseler olurdu.
Böyle olunca öğrencilerine kızları gibi bakarlardı. Öğrenciler de vakarlı bir
baba karşısında ne duyarlarsa onlara karşı da aynı duyguları besleyerek onlara
saygı gösterirlerdi.
Arapça
hocasından başka okulda erkek olarak okul sekreteri ile kapıcı var. Sekreter,
okulun ayn bir yerindeki kendi bürosunda öğrenci velileri, resmi yazışmalar ve
okulun hesap işleri ile ilgilenir. Kapıcı yaşlı ve ağır başlı bir adamdır.
Öğrenciler eğer kendisi ile konuşmak durumunda kalırlarsa ona "Amca"
diye hitap ederler.
Kız
öğrenciler okula pencereleri perdeli bir at arabası içinde gelip giderlerdi.
Eğer öğrencinin velisi bu arabanın masrafını ağır bulursa o zaman kızını
sabahleyin okula kendisi getirir ve akşam çıkışında da onu okuldan kendisi
alırdı. Böylece öğrencinin yolda yalnız başına yürümesine meydan verilmemiş olurdu.
Öğrenci
velileri, bundan fazla ne isteyebilirlerdi?
Hatta
"İngiliz Müdire"nin kızların terbiyesi hususunda bu çocuklann
velilerinden bile daha titiz olduğu söylenebilirdi. Bunlar İngiliz, kardeşim!
Terbiye meselesinde çok ciddidirler. Onlar hakkında ne dersen de, terbiye
titizliklerine bir şey diyemezsin!
Bu
kız lisesinin (kolejinin) programlan aslında erkek liselerinin programlan
gibiydi. Bu, başta örtülü ve saklı tutulan ileri dönük bir amaca dayanıyordu.
Bu kız lisesinin öğrencileri, erkek öğrenciler için belirlenen ders programlarının
aynısını okuyorlardı. Fakat bu programların arasına ev yönetimi, çocuk bakımı
gibi sırf "kadını" ilgilendiren bazı dersler de serpiştirilmişti. Bunun
gerekçesi, bu okullarda verilen eğitimin kız öğrencileri kendilerini bekleyen
aile hayatına hazırlamayı öngördüğü izlenimini uyandırmaktı. Çünkü ilkokul
düzeyinden sonra kızları okutmaya karşı çıkanları seslendirdikleri en yaygın
gerekçe orta öğretim kızları - bu dönemde çağına erişecekleri- evlilikten alıkoyacağı,
onları asıl yaratılış sebepleri olan ve hayatlarının geride kalan bölümünü
içinde geçirecekleri aile yuvasından uzaklaştıracağı idi.
Bu
işlerin başındakiler, evlilik yaşı ile orta okul çağı arasındaki çakışmanın
doğurduğu proplemi kızların evlenme yaşını erteleterek çözümlediler.
Getirdikleri çözüme göre o günden sonra kız çocuklarının on altı yaşlarını
bitirmeden önce evlenmeleri kanunla yasak olacaktı. Bu erteleme kararını o
kadar çeşitli gerekçeler ile haklı göstermeye koyuldular ki bir süre sonra
kızların, değil on altı yaşında, otuz ve daha ileri yaşlarda evlenmeleri,
evliliklerini bu kadar ileri yaşlara ertelemeleri son derece normal görülür
oldu.
Bu
liselerde okuyan kızların aile ve ev havasından uzaklaştıkları biçimindeki
eleştirilere gelince işin başındaki yetkililer bunlan geçiştirebilmek için az
önce söylediğimiz gibi okul programları arasına ev yönetimi ve çocuk bakımı
gibi kadınlara özgü bir kaç ders katılmıştı. Buna karşılık kız liselerinin
öğrenim süresi erkek öğrencilere göre bir yıl daha uzatılarak beş yıl yerine
altı yıl yapılmıştı.
İlerde
eleştirilerin sesi kısılıp kızların lise öğrenimi görmeleri normal karşılanır
hale gelince sözünü ettiğimiz "kadınlara özgü" dersler önce
seyrekleşti, arkasından büsbütün ortadan kalktı, böylece kız liselerinin
programlan, erkek liselerinin programlan ile tamamen çakıştı. Bu durumda kız
liselerinin eğitim sürelerine daha önce eklenmiş olan bir yıllık fazlalık
ortadan kaldırılarak bu okullar da programlarını aynen uyguladıkları erkek
liseleri gibi beş yıllık yapıldı.
Bu
okuldan mezun olduktan sonra kızların önüne yeni bir mesele çıkıyordu. Bu
mesele üniversiteye girme mese-lesiydi.
Fakat
biz şimdi, tarihin adımlarını izlemeye devam edelim, daha ilerisine
sıçramayalım.
Sözünü
ettiğimiz kız liseleri önce Kahire'de sayıca çoğaldı, arkasından
İskenderiye'ye ve daha sonra ülkenin diğer şehirlerine yayıldılar. Ayrıca
İngiliz müdirenin ilk başlardaki o ünlü otoritesi de yavaş yavaş gevşemeye
başladı. Gün geldi artık sadece katı "okul içi" disiplini ile
ilgilenir oldu. Kız öğrencilerin "ahlâk" durumları ile "okul
dışı" davranışlarını artık eskisi kadar umursamamaya başladı. Bunun
yanında bu okulların sayısı çoğaldıkça başlarına Mısırlı müdireler getirildi.
Bu sözde yerli müdireler hem okul içi disiplini bakımından daha zayıf ve hem de
öğrencilerinin ahlâki davranışlarına karşı daha kayıtsızdılar.
İşler
bir süre bu biçimde gelişti. Bu arada bu okullara karşı olan rağbet arttı. Bu
yüzden başvuruları karşılayamaz oldular. Bunun üzerine aynı eğitim sistemini
uygulayan, aynı amaçları paylaşan "yerli" kız liseleri açılmaya
başladı. Halk artık kızlarına güveniyordu. Bunun için okula gidiş ve dönüşlerinde
hiç kimse onlara eşlik etmek gereğini duymuyordu.
Kız
öğrenciler guruplar halinde kendi başlanna sokaklara çıkıyor, gözeticisiz
olarak okula gidip geliyorlardı. Fakat işler hep bu minval üzere sürüp
gidebilir, yani bu sınırlı çerçeve içinde kalabilir miydi? Zor tabii ki. Çünkü
her toplumda bu toplumun geleneklerine karşı çıkan, onları umursamayan bir
takım "genç kızlar" ile "delikanlılar" bulunabilirdi.
Dayanışmalı
toplumlarda böylelerinin kural dışı davranışları ani bir tepki ile
karşılanarak çevreye yayılmaları ve yataklık ettikleri mikropların üremesi
önleniverir. Fakat dağınık ve rabıtasız toplumlarda bu toplumsal tepki ya hiç
gösterilmez ya da gösterilse bile etkili olmayacak derecede zayıf kalır. O
zaman da beliren mikrop, varlığını sürdürerek ürer ve günün birinde salgın
hastalığa yola-çar.
Bundan
dolayı yüce Allah (c.c.) insanlara örnek olsun
diye
ortaya çıkarılmış hayırlı ümmeti şöyle övüyor:
"Sizler tüm insanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir
ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız."
(Al-i İmran/110)
Buna
karşılık insanların önüne çıkarılmış en kötü, en zararlı ümmeti de şu
ifadelerle lanetliyor:
"İsrailoğullarının kâfirleri, Davud ile Meryem oğlu İsa'nın dilinden
lanetlendiler. Çünkü onlar Allah'a baş-kaldırmışlar, ölçüleri çiğnemişlerdi.
Onlar yaptıkları kötülüklerden biribirlerini sakındırmıyorlardı. Bu yaptıkları
ne kötü bir şeydi!" (Maide/ 78-79)
Sosyal
değerler ile ahlâk ilkelerinin ruhtan yoksun "kuru gelenekler"e
dönüştüğü toplumlarda inkâr ve başkaldırma girişimleri sık sık görülür, fakat
mikrobu üremeden öldürecek kesin toplumsal tepki görülmez. Bu durumda mikrop
varlığını sürdürür ve "yavaş, fakat emin" bir tempo ile çevreye
yayılır.
İşte
hicri on dördüncü yüzyılda meydana gelen haçlı kaynaklı düşünce emperyalizmi
gerek ön planda Mısır toplumunda ve gerekse geride kalan islâm dünyasının tümünde
görülen, yaşanan olay budur.
Bu
toplumlarda bazı değer yargılarının kalıntıları ve islâm dininin bazı
kırıntıları halâ vardı. Fakat bu kırıntı ve kalıntılar ruhtan yoksun gelenekler
halindeydiler. Bu yüzden ilerleme, uygarlık, gelişme, gerilikten ve donukluktan
"kurtulma" gibi göz kamaştırıcı sloganlar adına ahlâk bozgununu cazip
gösteren emperyalist kasırga dalgalan karşısında direnemediler, ayakta
kalamadılar.
Bu
ortamda yetişen "cüretkâr" bir kız, yine "cüretkâr" bir
delikanlının açık ya da imalı lâf atma girişimine başını dönüp ona bakarak
karşılık verdi. Bu cüretkâr kız, hemencecik toplumun gözünden düşüverdi. Çünkü
başını yana çevirip bir erkeğe bakmıştı. Bu kız bu geleneklere aykırı
hareketi yüzünden gerçi ahlâksız sayılmaya başlandı, ama ciddi bir toplumsal
tepki ile karşılaşmadı. Kendisine sokak ortasında lâf atan cüretkâr delikanlı
da öyle. O da kararlı bir toplumsal tepki görmedi. Böyle olunca bu ilk
örneklerin benzerleri orada-burada tekrarlandı. Halkın sinirleri ardarda
tekrarlanan bu manzaralar karşısında nasır bağlamaya başladı. Böylece günün
birinde "kız öğrencilerin bu ters görüntüsü, Mısır toplumunda iyiliği
emredecek, kötülükten sakındırma mekanizmasını harekete geçirmeyen alışılmış,
normal bir görüntüye dönüştü. Buna da şeytanlar çok sevindiler.
Bu
arada kız öğrencilerin kıyafetleri yavaş yavaş değişti. Önce okul önlüğü biraz
kısaldı. Var mı bir zar an? Nasıl olsa önlüğün açıkta bıraktığı yerleri
çoraplar örtüyor. Ne olur ki?
Birazcık
da kolları kısaldı. Ne zararı var? Sadece bir kas santimetrecik. Bundan ne olur
ki. Önlüğün kollan veya etekleri birazcık kısalsa dünya mı yıkılır? Ey dar
kafalılar, ey yobazlar bu işe kafalarınızı takmayınız!
Gözler
ve sinirler bu görüntülere alışınca önlüklerin kol ve etekleri ya da çoraplar
bir kaç santimetre daha kısalı-veriyor ve böylece kadın vücudunun yüce Allah
(c.c.) tara-findan örtülmesi emredilen bir çok yerleri adım adım açılıyor.
Yuh
size, ey yobazlar! Durmadan "ahlâk, ahlâk" diyor, "vay, eyvah,
yandık" diye çığlık atıyorsunuz. Elbiselerin boyları bir kaç santim
kısalınca ahlâka ne oldu ki? Hiç ahlâk, bir kaç santimetrelik kumaş parçası ile
ölçülür mü,
ey geri kafalılar! Ahlâk dediğiniz şey bir takım
değer yargılandır. Bu değer yargılarının yeri de kalbdir! Eğer kızlarımızın
vicdanları bu değer yargılannın koruması altında bulunursa sokaklarda
çırılçıplak gezseler bile bozulmazlar!
Kısa
ve açık giyimlilerin sokaklardaki sayıları günden güne artıyordu. Her gün daha
çok sayıda lise öğrencisi, daha çok sayıda öğretmen okulu öğrencisi ve daha
çok sayıda çeşitli okullardan mezun kadın öğretmen bu kervana ekleniyordu. Bu
diplomalı kız ve kadınlar çalışma hayatına atılınca ellerine geçen maaşları ile
şahsi ihtiyaçlarım karşılayabilir duruma geldiler. İşte o zaman "kadın
modaları" boy göstermeye başladı. Bir yandan bu modalar hakkında bilgi
veren özel kadın dergi ve gazeteleri ortaya çıkarken, öbür yandan da gündelik
gazeteler özel kadın ekleri yayınlayarak kadınlara sözde öğütler ve moda ile
ilgili bilgiler vermeye başladılar.
Öğütler
önce son derece "namus'lu ve ölçülü idi!
"Ey
kadın, eşinin sevgisini nasıl kazanıp devam ettirebilirsin?"
"Sorasım
size, kadının kendisini kocasına sevdirmesi, onun için süslenip güzelleşmesi sakıncalı
bir şey midir?"
"Bizim
yaptığımız tek şey, öğütlerimizi resimli olarak sunmaktır. Çünkü biz,
anlatacağı her şeyi resimle anlatan resimli gazetecilik döneminde
yaşıyoruz"
"Attığımız
bu adım yerine oturunca yeni bir ileri adım atar, böylece kadının din, ahlâk ve
gelenek bağlanndan biraz daha kurtulup "özgürleşmesi" için, ortamı
daha uygun hale getirmeye çalışırız"
"İlk
aşamada hep "erkeğe bağımlı çözümler" peşinde
130
idik.
Şimdi erkeğin bu fonksiyonu, bu üstün konumu sona erdi. Buna göre şimdi kendimizi
serbest hissedelim"
"Acaba,
erkeğin ilgisini nasıl çekebilirsiniz?" "Evet, evet. Ne var bunda
sanki?"
"Sadece
evli kadınlar mı süslenecek? Peki koca arayan genç kızlar ne yapsın? Onlar da
bir "helâl süt emmiş oğlan" ayarlayıp kafesleyebilmek için süslenmesinler
mi?"
"Eğer
böyle helâl bir süt emmiş bir koca adayı ayarla-yamamışlarsa, ayarlayıncaya
kadar süslenmeye devam etmelidirler"
"Bu
fistan 'göğüslerin cazibesi'ni, şu fistan 'sırtın cazibesi'ni ve o fistan da
'bacakların cazibesi'ni açığa vuruyor."[83]
Bu
arada "dünya modası" durmadan değişiyor ve her değişme aşamasında
ince ve mahrem ayrıntılarına kadar kadın vücudunun bütün cazip yerlerim gözler
önüne seriyor. Mısır basını da bu değişiklikleri "adım adım, dirsek dirsek"
izlemekten geri kalmıyor. Öyle ki "eğer Avurapalılar, kertenkele deliğine
girseler, (mutlaka bir hikmeti var diyerek) onlar da oraya giriyorlar"[84]
* * *
Şimdi
sıra "üniversite dönemi"ne geldi.
"Ey
gericiler, sizler kadının ilkokulu bile okumasına karşı çıkmıştınız.
"Kadın sadece ev işi yapabilir, okumak onun harcı değil" diyordunuz.
Şimdi buyurun bakalım, okumuş kızların bizzat kendileri size meydan okuyor,
köhne düşüncelerinizi çürütüveriyor. İşte kız çocuklarımız, erkek
arkadaşlarının eğitim programlarından geçerek lise aşamasına ulaşmışlar.[85]
Onlar erkek akranlanna sadece ayak uydurmakla yetinmemişler, kimi zaman onları
bile geride bırakmışlardı.[86]
""gün gelecek, adım adım, dirsek dirsek, sizden öncekilerin
geleneklerine uyacak, izlerinden gideceksiniz. Öyle ki onlar kertenkele deliğine
girseler(mutlaka bir bildikleri vardır diyerek) sizde o deliğe
gireceksiniz." Ya Resulellah "Bu bizden öncekiler kimler?"
"Kim olacak yahudiler ile hiristiyanlar" (Buhari-müslim)
Konunun
savunuculan şöyle diyorlardı: "Bu mesele aynı aşamalardan geçecektir.
Kadın meselesi bütün dünyada aynıdır, aynı yoldan geçecek ve sonunda aynı
sonuca varacaktır. Bu sonuç, Avrupalı kadının ulaştığı sonuçtur. O Avrupa ki,
dünyanın geri kalan bölümünden en az bir asır ilerdedir ve orada kadın girmiş
olduğu mücadeleden sonunda başarılı olarak çıkmıştır"
Görünüşte
meselenin savunucularının söyledikleri yer yüzünün çoğu ülkeleri için doğru
idi. Fakat bu adamlar bazı önemli gerçekleri gözardı ediyorlardı ki,
başlıcalarını
şöyle sıralayabiliriz:
1- Bu meselenin yer yüzünün her yerinde aynı
şekle girmesi, sandıklan gibi, özel karakterinin doğal sonucu değildir. Fakat
meseleyi kendi özel hesaplan uyarınca yöneten milletlerarası odaklar onu
maksatlı olarak bu tek biçime büründürmüşlerdir.[87]
2-
Müslüman kadının meselesi, Avrupalı "kardeşlerinin meselesi ile aynı
değildir. Çünkü Avrupalı "karde-şi"nin ki böyle bir kardeşlikten de
aslında sözedilemez. Çünkü müslüman bir kadın ile müşrik bir kadın arasında
kardeşlik ilişkisi olamaz meselesi, içinde yaşadığı toplumun ilâhî metoda göre
düzenlenmemiş olması yüzünden meydana geldi. Bu toplumun sosyal ilişkileri
insanlar tarafından konuyor. Bu yüzden hem kendilerine ve hem de başkalanna
karşı zulmediyorlar.
Bu
konuda da insanlarca ortaya konan kanunlar ya da gelenekler yüzünden zulüm
meydana geldi. Fakat arkasından bu zulmü gidermek için ortaya attıkları daha
doğrusu pusuda yatan şeytanlar tarafından kendilerine empoze edilen çözüm
tarzı sonunda kendilerini yıkıma götürmüştür. Sebebine gelince, bu sözde çözüm
tarzı ailenin parçalanmasına, toplumun dağılmasına, kadın ile erkeğin her
ikisinin mutsuz olmasına, çocukların başıboş ve kimsesiz kalmasına, cinayet
eğiliminin artmasına, anormal davranışların yayılmasına; psikolojik
dengesizliklerin, sinir hastalıklanmn, streslerin, deliliklerin, intiharlann,
alkollü içki düşkünlüğünün, uyuşturucu alışkanlığının ve suçluluk oranının
salgın hale gelmesine yolaçmıştır.
Müslüman
kadına gelince onun meselesi başkadır. Onun maruz kaldığı zulmün sebebi, içinde
yaşadığı toplumun ilâhî metodu inanç olarak benimsediği halde uygulamada bu
metoda bağlı kalmaması, dahası bu alandaki uygulamalarında islâm öncesi
dönemin (cahiliye'nin) bozuk geleneklerine dönmesidir.
Her
iki dünyada kadınların uğradıkları zulüm aynı ya da biribirinin benzeri
olabilir. Fakat hastalığın tedavi yolu farklıdır. Çünkü sebepler değişiktir.
Müslüman kadının içinde bulunduğu proplemin çözümü, aslında doğru olan ilâhî
metoda dönmeye ve bu doğru metodu hem inanç ve hem de uygulama düzeyinde
benimsemeye bağlıdır. Yoksa onun proplemi, Batıdaki kadın meselesinin sürecini
izleyerek bir yıkımdan diğer bir yıkımın kucağına düşmekle, yağmurdan kaçarken
doluya tutulmakla çözümlenemez.
Gerçekten
ilâhî metod, insanlığın bütün proplemlerinin çözüm kaynağıdır. Eğer Avrupa buna
inansa, bütün prop-lemlerini çözerdi. Fakat bu metodun uygulayıcıları olan
müslümanlar ya da onu uyguladıkları sanılanlar onun ilkelerine bağlılığı
prensipte kabul etmişlerdir. Bu yüzden eğer bu kimseler bu metoddan saparlarsa
gerçek "islahat-çılar"m görevi, onlan uyarmak, onları bu metoda
yenibaş-tan dönerek onu pratik dünyada uygulamaya çağırmaktır. O zaman
proplemleri çözülür ve durumlan düzelir. Bunun yerine Avrupa'ya uymak ve
müslüman kadının proplemlerinin çözümünü, Batılı kadının propleminin çözümünde
aştığı süreci aynen izlemekte aramak, bu proplemlere asla çözüm
getirmeyecektir. Tipti Avrupalı kadının proplemle-rine çözüm getirmediği gibi.
Buna rağmen bu yolda ısrar etmek, müslüman kadım, kendisinden önce bu yoldan geçen
Avrupalı kadının ulaştığı sancılı sonuca vardıracaktır.
Zaten
bir süre sonra fiilen ortaya çıkan sonuç da bu oldu.
Fakat
bu tezin o günkü savunucuları bu gerçeklerin hiç birinin farkında değillerdi.
Daha doğrusu onlar, o gün için, şu iki guruba ayrılıyorlardı: Guruplardan biri
"kadın me-selesi"nin izlediği yolda Avrupa'da olduğu gibi toplumsal
ahlâkın çözülüşüne ve toplumun dağılmasına götüreceğini iyi biliyorlar, bunu
istiyorlar ve bunun için çalışıyorlardı. Çünkü onlar yüce Allah'ın (c.c.)
deyimi ile "Müminler arasında edepsizliğin yayılmasını
isteyenler"dendiler.[88]
Gurupların
biri aldatılmış ve gafillerden oluşuyordu. Bunlar tıpkı Batı gibi düşünüyor.
Gaflet ve bağımlılığı içinde efendilerinin her zaman doğru düşündüklerini sanıyorlardı.
Ötekiler
ile berikiler, birlikte islâm toplumunda haçlı emperyalizmi ile dünya
yahudiliğinin hizmetine amade idiler.
Bu
gurupların her ikisi de "kadın meselesi"nin çözümünün bir parçası
olarak kızların üniversiteye girmesi ve böylece fonksiyonunu eksiksiz biçimde
yerine getirmesi gerektiğim savunuyorlardı.
Oysa
üniversite ve gerekse üniversite-dışı eğitim hakkı, müslüman kadının proplemi
değildi. Çünkü islâm, kadım okumaktan alıkoymuyordu. Tersine onu okumaya çağırıyor,
bunu üzerine farz kılıyordu. Fakat bunu yaparken ona- diğer bütün faaliyetleri
sırasında olduğu gibi- şu iki şartı koşuyordu: Önce dinini ve ahlâkını
koruyacak, arkasından da yaratılış gerekçesini oluşturan asıl görevlerini,
yani ev bakımı ile çocuk yetiştirmeyi asla ihmal etmeyeçekti. Bu iki şartın
sınırları içinde istediğini yapabilirdi. Bu sınırların arasında gayet geniş bir
alan vardı. İsteyen sahabi kadınların hayatlarım inceleyerek bunu belirleyebilirdi.
Fakat
doğaldır ki, Batı köleleri ile şeytanlarının istedikleri bunlar değildi. Onlar
müslüman kızların üniversitede okuyabilmesini ve buna bağlı "sorunların
çözülmesini savunuyorlardı.
Batı
şeytanlan, zaten bir şeyi düzeltmek amacı ile ortaya çıkmış değillerdi.
Onların başta gelen amaçları yıkmak ve devirmekti.
Batı
kölelerine gelince, onların önünde sadece bir yol vardı. Başkasını görmüyorlar,
daha doğrusu göremiyorlar-dı. Çünkü onlar birer köleydiler. Köle ise sadece
efendisinin gördüğünü görürdü. Hatta onun saplantısına göre düşünce
yeteneğini efendisinin görüşlerinin dışına yöneltmesi bağışlanmaz bir suçtu.
* * *
Guruplar,
aralarında savaşa tutuştular. "Kadın hakları" savunuculan, kızlara
erkeklere eşit olarak üniversiteye girme hakkının verilmesini istediler.
Bu
tezin karşıtları ise kızların üniversite öğretimine asla elverişli
olmadıklarını, böyle bir şeyin onların yapısı ile bağdaşmayacağını,
dişiliklerini olumsuz yönde ekileye-ceğini, dahası onları bir kaç yıl
evlilikten alıkoyup geri bırakacağını, böylece asıl görevleri olan aile
yuvasından ve ev hayatından kendilerini uzaklaştıracağını, hepsinden önemlisi
üniversitede kadın-erkek karışık okuma prople-minin ortaya çıkacağını ve böyle
bir şeyin dine, ahlâka ve
geleneklere ters düşeceğini savunuyorlardı.
Taraflar
arasındaki bu savaş azımsanmayacak bir süre devam etti. Savaş boyunca
biribirlerine ağır suçlamalar yaptılar. Bu, soğukkanlılıkla incelenerek
bilinçli bir şekilde karara bağlanması gereken bir çok önemli gerçekler bu
hırslı savaşın toz ve dumanı arasında kaybolup gitti.
Çünkü
kadın hakları savunuculanna göre ortada üzerinde durulup araştırma konusu
yapılacak bir mesele yoktu. Bu adamlar bilerek yada farkında olmayarak kendilerim
islâmiyeti yıkıp ortadan kaldırmaya, daha doğrusu bu yıkımı gerçekleştirmek
için "kadın meselesi"ni araç olarak kullanmaya adamışlardı.
Peki
acaba karşı tarafta yeralanların hareket noktası neydi?
Görünüşe
göre bunların hareket noktası islâmdı. Çünkü her şeyden önce dinden, ahlâktan
ve geleneklerden sık sık sözediyorlardı. Fakat acaba islâm hakkında gerçekten
şuurlu muydular?
Görünen
o ki, islâmla ilgileri, bilinçleri çok zayıftı. Geleneklere karşı olan
bağlılıkları islâm'ın kendisine olan bağlılıklarından daha güçlü idi. Başka bir
deyimle büyük bir hırsla tutup savundukları gelenekler kafalarındaki din imajı
ile karışıktı. Bunun sonucu olarak gelenekler ile dine karşı olan bağlılıkları
da kanşık ve iç içeydi.
Fakat
asıl terslik surdaydı ki, savundukları gelenekler aslında islâm kaynaklı
değildi. İslâm ümmetinin inanç gerilemesi döneminde tekrar benimsediği eski
islâm öncesi geleneklerdi. Sonradan ümmet, bunları islâm'la karıştırdı. Bundan
dolayı bu gelenekleri samimiyetle tutup savunanlar, islâmiyeti savunduklarını
sanıyorlardı.
Aslında
erkek bencilliğinin de bu konuda etkili olan unsurlardan bir olduğu kuşkusuzdu.
Erkek
bazı imtiyazlara, kadın karşısında bazı üstünlüklere sahip olmak istiyordu. Bu
imtiyazlar ister yüce Allah (c.c.) tarafından kendisine tanınmış gerçek
imtiyazlar olsun, isterse cahiliye zihniyetinden kaynaklanan dayanaksız
imtiyazlar olsun, farketmiyor, bunların ikisini biri-birine karıştırıyor ve her
ikisinin de dinin özünden olduklarına inanıyordu. Böyle olunca erkek,
imtiyazlı pozisyonunu ve kadının sıraca kendisinden sonra geldiğini savunurken
aslında dini savunduğunu kabul ediyordu.
Kadın
hakları savunucuları, karşı tarafın tutumundaki bu zayıf noktayı istismar etmeyi
ve onu sonuna kadar kullanmayı hiç kaçırmadı. Onlar meseleyi din çerçevesinin
tamamen dışına çıkararak ondan sadece eski bir gelenek diye sözedilmesini
savundular. Mesele bu biçimde ortaya konunca ortada sadece yıkılması ve yeni,
modern, ilerici ve gelişmiş geleneklerle yer değiştirmesi gereken eski ve
yıpranmış bir gelenek kalıyordu.
Doğallıkla
dindarlar ile ahlâk bağlıları meselenin sadece gelenekler çerçevesine
sıkıştırılarak din alanının dışına çıkarılmasına razı değillerdi. Oysa
düşmanlan, bu savaşın her kızışma aşamasında kendilerine "Dini her işe
karıştırmayınız. Dinin bu işlerle hiç bir ilgisi yok" diyerek karşı çıkıyorlardı.
Fakat
sonunda bozguna uğrayıp geri çekildiler. Arkasından da sustular. Böylece
mesele, sinsi plânlayıcılarm çizdikleri süreci izleyerek "olup-bitti"
ye getirildi. Dindarlar, onaylamış olsun-onaylamamış olsunlar görüşlerini
açıklamış olsun ya da susmuş olsunlar, vanlan son netice buydu.
Acaba
neden böyle oldu?
Sebep
çoklarının sandığı gibi "önüne geçilmez tarihi gelişme" değildi.
Batı uygarlığının baskısı da değildi. Bu sonuca vardıran faktör, kadın haklan
savunucularının ileri sürdükleri gibi, daha önce mağlup olan "haklı"
bir davanın sonradan zafere ulaşmış olması da değildi. Meselenin dünya çapında
oluşu yüzünden yeryüzünün her yanında aynı süreci izlemesinin gerekliliği de bu
sonuca yolaçmamıştı. Hatta olayların akışım bu yönde biçimlendiren faktör,
düşünce emperyalizmi de sayılmazdı.
Bu
sonuca vardıran asıl sebep, her şeyden önce düşünce ve inanç boşluğundan kaynaklanan
psikolojik bozgundu. Bu bozgunun kökleri de inanç gerilemesine, Batı hayranlığına
ve Avrupa'nın güçlü merkezleri tarafından pompalanan her akımın mutlaka doğru
olacağı saplantısına dayanıyordu.
Evet,
düşünce emperyalizmine amacına ulaşma imkânı veren, onun plânlarını karşı
çıkılmaz, yolları üzerinde durulmaz, kesin sosyal kanunlarmış gibi algılatan
asıl faktör bu ruh bozgunu idi.
Eğer
müslümanlar, islâmiyetin önerdiği doğru yolda olsalardı, bunların hiç biri
olmaz, olamazdı.
Çünkü
kalblerde kökleşen canlı bir inancın yenilgiye uğratılması, uğranılan
baskıların çapı ne kadar büyük olursa olsun sahibi tarafından terkedilmesi söz
konusu değildir.
İmandan
kayaklanan üstünlük duygusu insanları, savaşta yenilseler bile düşmanlarının
potasında erimekten korur.
Allah'a
beslenen gerçek inançtan kaynaklanan
ruh zenginliği ile ilâhî yaşama metodunu doğru uygulamaktan
doğan reel zenginlik, müslümanlan, gerek birey gerek toplum ve gerekse devlet
olarak değer yargısı ve ilke borçlanmasından ihtiyaçsız yapar. Nerede kaldı bu
alanlarda başkalarına sığınmak! Buna karşılık eğer müslüman kendisinde
bulunmayan bir dünya değerine muhtaç olursa bunu, iman kaynaklı üstünlük duygusu
ile bulduğu yerden alarak kendi ilâhi metoduna uyarlar. Böylece O değerin sahibi
olur, yoksa onun kölesi olmaz.
Eğer
müslümanlar islâmiyetin önerdiği doğru yolda olsalardı, düşünce emperyalizmi
ne vicdanlarına ne kafalarına ne düşüncelerine ve ne de dünyalarına nüfuz
ederek kendilerine dayanma tabanlarından kaydırıp Peygamberimizin (s.a.v.) on
dört yüzyıl önceki deyimi ile "bir sel köpüğü gibi" akıntıda sürüklenmelerine
yolaçardı.
Batı
uygarlığının baskısı da müslümanlan mevzilerinden söküp atamazdı. Çünkü bu
uygarlık bilim, madde ve teknoloji alanındaki bütün gelişmişliğine rağmen değer
yargıları bakımından çarpık ve kof bir uygarlıktı. Öte yandan müslümanlardan
beklenen şey, muhtaç oldukları bilimsel, maddi ve teknolojik gelişme
araçlarını, müslüman-lıklanm yitirmeden, şahsiyetlerinden fedakarlık etmeden,
ölçü ve değer yargısı kargaşasına düşmeden buldukları yerlerden almalarıydı.
Tıpkı ilk dönemlerinde Bizanslılar ile Parslardan bu alanlardaki temel
ihtiyaçlarını manevi kayıba uğramadan sağladıkları gibi.
"Dünya
gelişmesi" de müslümanlan dize getirecek bir faktör değildi. Çünkü bu
"dünya gelişmesi" Siyonistlerin, insanlığı sürükledikleri mecraya
çekebilmeleri için ileri sürdükleri gibi "karşı konulmaz" bir akım
değildi. Avrupa, doğru inançtan yoksun olduğu, çarpık inanç sisteminin sosyal
hayatı düzenlemeye elverişli olmaması ve dünya yahudilerinin komplolarına
karşı koyacak derecede güçlü bulunmaması yüzünden yahudilerin
"gelişme" akıntısına kapılmıştı.[89]
Fakat
bu sözde "gelişme" akıntısı karşısında direnmeleri, bozguna
uğramamaları beklenirdi. O sözde "gelişme" ki, insan onun akıntısı
içinde tarihinin en büyük kıyımına uğradı. Hem değer yargılan hem ahlâk
ilkeleri hatta "insanın insan oluşu" alanlarında geriye gitti. İlk
zamanlarda çakıp sönen şimşek gibi belirip kaybolmaları bir olan umut ışıklan
ile çağımızda "insanın insanlığı" üzerine edilen bol laflara rağmen
gerçek budur.
Dediğimiz
gibi müslümanların bu aldatıcı "gelişme" yaygarası karşısında
direnmeleri; bozguna uğramamaları beklenirdi. Çünkü bir yandan sahip oldukları
inanç sistemi sağlam ve doğru idi, öte yandan da yahudilerin hilelerine karşı
durma konusunda avantajlı bir ümmet konumumda idiler. Sebebine gelince yüce
Allah (c.c.) şu buyruğunda belirttiği şartlan yerine getirdikleri takdirde
müs-lümanları, yahudilerin hilelerinden koruyacağım vaad etmiştir:
"Eğer
sabreder ve Allah'tan korkarsanız onlann (müna-fikların) hilesi size hiç bir zarar
vermez" (Al-i İmran/120)
Hatta
müslümanlardan Darvincilik saçmalığı karşısında, sözde tekamülcülük saçmalığı
karşısında, maddecilik saçmalığı karşısında, insan davranışlarım sadece
cinsiyet iç güdüsüne bağlayarak açıklama saçmalığı karşısında, sosyal hayatın
gelişimini teknolojik araçların gelişimine bağlıyarak açıklama
saçmalığı karşısında, kadını aile yuvasından ve asıl görevinden kopararak bir
lokma ekmek uğruna hayat mücadelesinin ortasına atarak harcama, bozma ve sonuç
olarak tüm toplumu bozma cinayeti karşısında insanlığın pençesine yakalandığı
düşünce sapıklığını düzeltmeleri beklenirdi.
Tabii
ki, eğer kendileri islâmiyetin doğru yolu üzerinde olsalardı bunlan yapabilirlerdi.
Oysa
öyle değillerdi. Bu yüzden başlanna gelenler geldi de tüm insanlığın hayat
tarzım düzelteceklerine, insanlığı doğru hayat metoduna yönelteceklerine
kendileri ilâhi yaşam metodundan uzaklaşarak Avrupa cahiliye zihniyetinin
peşinden sürüklenmeye koyuldular. Avrupalılardan yalvar-yakar istedikleri tek
şey, bu kafileyi en arkadan izlerken efendileri tarafından itilip
kakılmamaktan ibaret oldu!
İşte
gerek kadın meselesinde ve gerekse müslümanların sözde "çağdaşlaşma
devrimi" sırasında başlarına sarılan bütün diğer meselelerde
olup-bitenlerin gerçek yorumu budur.
* * *
Evet,
kadın üniversiteye girdi. O üniversiteye sadece "öğrenim" için değil,
aynı zamanda "kurtulmak" için giriyordu. Bu kurtuluş dinden,
ahlâktan ve geleneklerden olacaktı.
Daha
önce Avrupalı kadına söylendiği gibi müslüman kadına da öğrenim görmenin,
erkekler ile yanyana yaşamanın, özgürlüğün ve hayatın her şeyini
"deneme"nin kadının hakkı olduğu, fakat o güne kadar dinin, ahlâkın
ve sosyal geleneklerin kendisini bu haklarını kullanmaktan alıkoyduğu söylendi. Öyleyse şimdi o, bütün bu engelleri yıkarak
haklarını elde etmeliydi.
Doğaldır
ki, bu alanda birden bire ani bir sıçrama olmadı. Her şey yavaş yavaş gelişti.
Zaten bu işleri plânlayanlarda ani bir sıçrama beklemiyorlardı. Böyle bir şeyi
görmeye can atıyorlardı, ama bunun pratikte gerçekleşmesinin mümkün
olmadığını iyi biliyorlardı.
Sonunda
dört genç kız, o gün önlerine dikilen bütün engelleri yıkarak "Mısır
Üniversitesinin Edebiyat Fakültesine kayıtlarını yaptırıverdiler. Olay
karşısında toplum kesin olarak ikiye bölünmüştü. Herkes bu girişimin ya yanında
veya karşısında yeralmıştı. Aynı zamanda herkes bu yeni deneyi ve ne gibi sonuçlar
doğuracağını derin bir merakla gözlüyordu.
BURADA
EKSİK VAR.
Arapça:277-364
Arası
Sonraki
konu İslami Uyanış
t
İSLAMİ UYANIŞ
İslami
uyanış yüce Allah'ın taktir ettiği zamanda gerçekleşti. Bir çokları için bu olay, büyük bir sürprizdi.
Fakat
gerçekten söylediği gibi Islami uyanış bir sürpriz midir?
İçerden
bu olaya sürpriz olarak değerlendiren kişiler, dayanak noktlarını nihai olarak İslam yerine batı uygarlığı olarak seçen kimselerdir.
Bunlar, bir daha geri dönmeyecek şekilde ortadan kaldırıldı gözüyle baktıkları
İslam'a sırt çevirmişlerdir. Gelecek kuşakların öncüleri 'aydınlar'dır. Nihai
olarak geçmişin izlerinden kurtulacak, sonsuza dek özgürlük yolunda yürüyecektir
bu kuşaklar (!)
Dış
dünyada Islami uyanışı sürpriz olarak görenlere gelince, bunlar yüzyılı aşkın
bir süre boyunca, her türlü yola başvurarak ümmeti İslam'dan uzaklaştırmak için
şeytani çabalarını sürdüren güçlerdir. İslam'dan peyderpey uzaklaşan kuşaklan
fiilen gördüler de. Gelen her kuşak öncekinden daha çok kökünden uzaklaşıyordu.
Bunlar -yeryüzü menşeli hesaplarına göre- ümmetin nihai olarak İslam'dan
çıktığını ve bir daha geri dönmeyeceğini sandılar.
Ne
varki, gerek içerdekiler ve gerekse dışarıdakiler, altında bir çok gerçek yatan
önemli bir noktayı gözardı ettiler. Fakat bu gerçek onların planlarının
dışındadır. Hesapları bu gerçeğe ulaşamaz da. Çünkü yüce Allah onların
kalplerini kalın bir perdeyle örtmüştür. Bu yüzden derin ve detaylı plan
hazırlayamazlar, en ince noktasına kadar kavrayamazlar. Kulaklarına da bir
ağırlık musallat olmuştur.
Herşeyden
önce, uçsuz bucaksız evrende, gelişmeleri yönlendirenin ne kendileri ne de
kendileri gibi herhangi bir insandır. Bunlar, Allah'ın evrensel gelişmeleri
yönlendirdiğine ilişkin gerçeğin farkına varamadılar. "Allah, emrini
yerine getirmede etkin güce sahiptir, galiptir, fakat insanların çoğu bunu
bilmez." (Yusuf/ 21)
"Rabbin dilediğini yaratır ve seçer, onların seçme hakkı
yoktur." (Kasas/ 68) "Gökleri ve yeri yoktan varedendir, bir şeye
karar verdi mi sadece "ol11 der, o da oluverir." (Bakara/
117)
Bütün
düşmanlarının aleyhteki komplolarına rağmen bu dinin kıyametin kopacağı ana
kadar yeryüzünde kalıcı olmasına karar veren yüce Allah'tır. "Ağızlarıyla
Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır
Müşrikler istemese de tüm dinlere üstünlük sağlasın diye peygamberini doğru yol
khavuzu ve gerçek din ile birlikte gönderen O'dur." (Saf/ 8-9)
İkinci
olarak da şu gerçeği gözardı ettiler: Onlar gelip insanların kafalarını
karıştırıp dinlerinden döndürmeden önce bölge halkı, tam oniki yüzyıl boyunca
bu dinle birlikte yaşadı. Duygulan, düşünceleri onunla özdeşleşti. Bu din
onların hayatı ve düşüncesi, ilk ve son durakları, kalplerini hareket ettiren
doğal nabızları haline gelmişti. Bu yüzden bir dönem onu terketmiş olsalar bile
tekrar ona dönmelerinin şaşılacak bir yanı yoktur. Asıl şaşılacak şey
insanların İslam'dan uzaklaşıp başka şeylere yönelmeleridir.
Bundan
daha da şaşırtıcı olanı bu uzaklaşmışlık halini kalıcı hale getirip kalplerinin
doğal nabzına dönmemeleridir.
Göremedikleri
diğer bir gerçekte, bu dinin gerçek bir din olduğunu da göremediler. İftira ve
yalanları da bu dinin hakkından gelemedi. Onların amacı bu dini bir daha geri
dönmemek üzere ortadan kaldırmak bilimsel, uygarlıksal, teknolojik gelişmeyi
yerleştirmekti. Bu yalanlar, kilisenin tahrif edip tanınmaz hale getirdiği
cahiliye nitelikli Avrupa'nın dinini altetti. Fakat gerçek dini altedemedi.
Çünkü bu dinin kaynağının yüce Allah koruma altına almıştır. Değişmesi, tahrif
edilmesi mümkün değildir. Bu yüzden insanlar her zaman bu dinin el değmemiş,
korunmuş, orjinal kaynağına başvurma şansına sahiptirler, Yaşam süreci içinde
bir sapma baş göstermişse tekrar doğrulabilirler. Bu din, fıtrat dinidir,
insanın ve evrenin öz yaratılışı ile uyum içinde olan bir dindir. Yüce Allah,
dileği uyarınca normal fıtratla uyuşsun diye onu göndermiştir ve o yüce Allah
tarafından ayrıntılı kılınmıştır, insanlık fıtratında baş gösteren sapmaları
her zaman doğrultma yeteneği ile donatılmıştır.
İnsanlık
-İslam dışı topluluklarda- herhangi bir sebepten dolayı belli bir süre inkara
ve dinsizliğe yönelmiş olsa bile bu durum, tüm insanları zorunlu olarak etkisi
altına alan beşeri, doğal bir şey değildir. Bir dönem böyle bir sapma
başgöstermişse bunun kalıcı olacağı sonucu çıkmaz. Böyle bir durumun bizzat
müslümanları da içine alacağı -bir süre dinin gerçekliğinden uzaklaşmış olsalar
da- düşünülemez. Kilisenin egemenliğindeki bölgelerde dinsizlik akımının
yaygınlaşması, bütün dinlerin aynı karaktere, bütün insanların aynı eğilime
sahip oldukları anlamına gelmez. Böylesine geçici bir sapma dinin tarihsel bir
rol oynadığı ve dinin döneminin bittiği sonucunu doğurmaz. Şu kadarı da varki,
kilise Allah'ın dininin yerine insanlara bir başka din sunmuş ve bu din yaşamla
uyuşmamıştır. Yaşamın gelişmesine, ilerlemesine, hareket etmesine izin
vermemiştir. Bilimsel harekete müsade etmemiştir ki, kökleşmesine, ilerlemesine
fırsat tanısın. Oysa bilim insan için zorunlu bir gereksinimdir. İnsanın öz
yaratılışının vazgeçilmez bir ihtiyacıdır ki, yeryüzünü imar görevini yerine
getirebilsin. Bu, yüce Allah'ın insanın yaratılışının asıl nedeni olarak
öngördüğü halifelik görevinin bir parçasıdır.
Ama
durum ne olursa olsun, islami uyanış yüce Allah'ın katında planlanan zamanda
gerçekleşmiştir. Yeryüzünün şurasında ve burasında bazı insanlar bunu bir
sürpriz olarak değerlendirse de.(1) İslami uyanıştan önce halk,
genel olarak ikiye bölünmüştür. Bunlar birbirlerinden tamamen kopuk iki ayrı
millet gibiydiler. İsimleri benzer olsa da aralarında hiçbir bağ yoktu.
Birinci
grup tutucu dindarlardan oluşuyordu. Bu grubun başını, islami kültür almış
el-Ezher mezunları çekiyordu. Yaşı ilerlemiş bazı kentliler de bunlar arasında
yeralıyordu. Tufan karşısında islami geleneklerini korumaya çalışan bu
insanlar, kendi nefislerini kurtarmak hesabına toplumdan soyutlanmışlardı. Bir
de kırsal kesim de yaşayan halk bunların arasında yaralıyordu.
Tufanın dalgaları bunları fazla uzaklara sürüklememişti. Çünkü bunlar yüz
yıllardan beri aynı koşullarda yaşıyorlardı. Geleneklerine sıkısıkıya
bağlıydılar, -özellikle Sait bölgesi halkı- Fakat bütün akımlara yönelik
bilinci yetersizdi. Onun bildiği 'din' şeyhlerden, kerametlerden,evliyalardan,
ziyaretlerden ve bir de geleneklerden öteye geçmiyordu.
İkinci
grup da batı uygarlığına yönelmişti. Batıyı, alemin duçar olduğu bütün
hastalıklardan, en başta da medeni geri kalmışlıktan kurtulmanın yolu olarak
görüyorlardı. Onlara göre medeniyet alanındaki gerilik en büyük ayakbağıydı,
hastalıkların kaynağıydı.
(1-
Bu bölümde Mısır'daki Islami uyanıştan sözediyoruz. Geçen bölümde de
belirttiğimiz gibi İslam'dan uzaklaşması ve yeniden Islama dönüşü süreci içinde
Mısır'ın yaşadığı deneyimi aktarmaya karar verdik. Bu yüzden Mısır'daki islami
uyanıştan çok daha önce ortaya çıkan Muhammed b. Abdulvehhab'ın hareketinden
söz etmiyoruz. Hiç kuşkusuz bu hareketin Mısır'daki Islami uyanış üzerindeki
etkisi büyüktür. Mevdudi'nin önderliğinde gelişme gösteren Hind yarımadası
İslami Cemaat hareketi ve benzeri hareketlerden de söz etmiyoruz. Fakat okuyucu
-hergangi bir İslam memleketinde olursa olsun- yazdıklarımız arasında kendi
ülkesinde olup bitenlere benzer şeyler bulacaktır, ideolojik saldırı veya
islami uyanış gibi. Bu yüzden acil tedaviye ihtiyaç vardı. Bunun tedavisi de
onlara göre, hayrıyla, şerriyle -eğer içinde şer varsa- batı medeniyetini benimsemekti.
Taha Hüseyin bunun kaçınılmaz olduğunu açıkça söylüyordu. Bu akım din
karşısındaki tutumu bakımından iki gruba ayrılmıştı. Bir grup Avrupa'nın
yaptığı gibi dini bütünüyle hayattan uzaklaştırmaktan yanaydı. Çünkü geri
kalmışlığın ve diğer bütün hastalıkların sebebi 'din'di. Diğer grup ise dinin
kendisi için öngörülen yeri kabullenip başka alanlara karışmadığı sürece
varlığını sürdürmesinde bir sakınca görmüyordu. Bu grubun dine uygun gördüğü
rol, kul ile Rabb arasındaki bir özel ilişki olmasıydı. Onun yeri vicdandı,
hayatın pratiği ile bir ilgisi yoktu (!) Din Allah'a ve ahiret gününe inanmaya
ilişkin ve kimi kulluk kastı taşıyan davranışları içeren bir inanç sistemi
olmalıydı. Fakat bundan öteye geçmemeliydi. Siyasi, ekonomik ve sosyal
meselelerle bir bağlantısı yoktu. Kadın sorunu gibi. Bütün bunlar batı
uygarlığından kaynaklanıyordu, onunla ilgiliydi.
Birinci
grup bin üçyüz yıllık mirası omuzlamış, onu yüceltmiş ve korumaya çalışıyordu.
Fakat tam olarak bilemiyordu, bu mirasın ne kadarı gerçek dinin bir parçasıdır?
Ne kadarı dışardan gelmiştir? Ne kadarı dosdoğru yolundan sapmıştı? Gün
geçtikçe mirası daha bir değerli olarak algılıyordu, onu gün geçtikçe daha
içten koruyordu, sıkı sıkıya sarılıyordu. Batıcı akımın ümmet hayatındaki
etkisini hissettikçe doğal bir tepkisellikle moral değerlerine sarılıyordu. O
fıtratın doğal sezgisiyle bu akımın dinine, ahlakına ve geleneklerine ters
düştüğünü biliyordu. Bu yüzden bütün bunları reddediyordu. Bu akıma kuşkulu ve
çekingen bir gözle bakıyordu. Elinden geldiği kadar batı medeniyetinin
çirkefinin kendisine buluşmaması için çaba sarfediyordu.
Öteki
grubun içinde yer alan her iki akım da dinden bütünüyle uzak duruyor. Veya onun
vicdani ve ibadi sınırlan içinde kalmasının, hayatın geri kalan kısmından
soyutlanmasını uygun görüyor. Bu grub, ideolojik işgalin 'aydınlara
bulaştırdığı zehirlerden etkilenenlerdir. Her birinin kaptığı zehirin oranı
farklıdır kuşkusuz.
İdeolojik
işgalin yerli işbirlikçileri ve yabancı taktisyenler bu akımı destekliyorlar.
Amaçları onları biraz daha islam'dan uzaklaştırmaktır. Bunun için her türlü
yola başvururlar. Bu arada birinci grubun konumunu dinden nefret ettirmek, dine
ilişkin olarak insanların kafalarını karıştırmak amacı ile kullanırlar.
Dini
mi istiyorsunuz? Bakınız şu şeyhlerin yobazlıklarına, tutuculuklarına, ne kadar
dar ufuklu, kıt anlayışlı, çevrelerindeki dünyada olup bitenlerden habersiz
olduklarını görürsünüz. Onlar ortaçağın karanlığında yaşıyorken, bu geri
kafaları ile gelişmiş çağa hükmetmek istiyorlar. Gelişme, ilerleme tekerleği
bunlar için durur mu? Tam tersine onları bir daha bellerini doğrultmamak üzere
ileriye doğru devam edecektir(î) Sözünü ettiğimiz bu grupta -temiz duygulu ve
içten olmalarına rağmen-onları gerçekten haklı çıkaracak tutum ve davranışlar
sergiliyorlardı. Öteki gruptaki artniyetli şeytanlar onların bu yanlış tutum ve
davranışlarını insanların dinden uzaklaşmalarını sağlamak için birer malzeme
olarak kullanıyorlardı.
Kadını
horlamak, hayattaki rolünü görmezlikten gelmek, eğitim ve kültürden yoksun
bırakmak İslam'ın emrettiği veya onayladığı bir davranış değildir. İlim
öğrenmeyi bütün müslümanlara farz kılan islam'dır. Kadın, erkek bütün insanları
evreni düşünmeye ve çevrelerinde gelişen olaylara bilinçli bir gözle bakmaya
yönelten odur.
Bilim,
maddi kalkanma, insanın omuzlarındaki zulmü hafifletecek özellikteki aletlerin
kullanımı, hayatın organize ve düzeni, sorunlar ve çözümler üzerinde deneysel
çalışma yapına gibi Batı uygarlığının olumlu, elverişli verilerini reddetmek,
bunlara karşı çıkmak; islam'ın ruhuna uygun hareket eden, İslami kuşakların en
hayırlıları ve bu dini en iyi anlayanları olan ilk kuşak müslümanlarm
yöntemlerine uygun hareket etmek anlamına gelmez.
En
iyimser bir değerlendirmeyle -bundan sonra asırlar hiç geçmemiş, insanların
hayatlarında hiç bir şey değişmemiş gibi- Hicri beşinci yüzyılın sorunlarına
takılıp kalmak, sürekli atılım halinde olan, kesintisiz olarak gelişme gösteren
İslam ruhuyla uyuşmak anlamına gelmez. Bu ruh insan hayatındaki bütün
meseleleri kapsar, insanın dejenere olmamış normal fıtratıyla ve fıtratın
normal ihtiyaçlarıyla çatışmaz. Çünkü insan hayatında meydana gelen her
gelişme, maddi varlığa yönelik bilgilerinin artışının bir sonucudur. Yeryüzünün
imarı amacına doğru insanın bu bilgileri kullanma becerisinin artmasının
sonucudur, islam böyle gelişmelere kayıtsız kalmaz. Çünkü bu da görevin kapsamındadır.
Yüce Allah insanı bu görev için yaratmıştır. Bu görev, ilahi
hayat sistemi çerçevesinde ve gereğince yeryüzünü imar etmektir, islam bunu
emrediyor ve açıkça insanı bu sorumluluğu yerine getirmeye yöneltiyor.
Sizin için yeryüzünü boyun eğdiren O'dur. Şu halde yerin
sırtlarında yürüyün ve O'nun rızkından yiyin. Sonunda dönüş O'nadır."
(Mülk/ 15) " O göklerde ve yerde ne varsa hepsini size boyun eğdi rm işti
r." (Casiye/ 13)
"Sizi topraktan yaratan ve yeryüzüne yerleştirerek burayı
kalkındırmakla görevlendiren O'dur." (Hud/ 61)
Dış
dünyadan kopuk münzevi bir hayat yaşamak, düşünce sistemini geçmiş kuşaklardan
kalan kalıplara oturtmak -üstüne üstlük düşünce sorunlarını da söz konusu
kuşaklardan miras almak- islam'ın emrettiği ve hoşnut olduğu bir durum
değildir. Dış dünyada İslam'a göre kötü sayılan gelişmelerin olduğu ve
kötülüklerin tufan dalgalan gibi İslam alemine akın ettikleri bir gerçektir.
Fakat bu durumda takınılacak en doğru tavır sağlam bir gemi yapmak, ona binip
tufanı aşarak güvenli bir sahile sığınmaktır, insanı sudan koruyamayacak olan
bir dağın başına kaçmak, bu durumda takınılacak uygun bir tavır değildir.
Batıdaki
hayatı topyekün girdabına alan ve önüne geleni yıkan, azgın dalgalarını islam
alemine peşpeşe gönderen bu korkunç 'tufan'ı derin ve doğru bir Islami bakış
açısıyla incelemek bir zorunluluktur. Bu gözlem sonucu hastalığı teşhis edip
uygun tedavi yöntemini sunmak, şaşkınların elinden tutup onları normal ve
elverişli bir mecraya sokmak kaçınılmazıdır. Ama geçmişe sarılmak, günün
meselelerinden el çekip uzak durmak, 'tufan'ın azgın dalgalarına kapılıp boğulmaktan
başka pratik bir yarar sağlamaz(l) Bu dindar insanların samimi oldukarına
ilişkin somut gözlemlerimiz vardır. Fakat samimiyet, içtenlik tek başına
yetmez. Basiret de gereklidir. "Deki; işte benim yolum budur. Ben ve
bana uyanlar basiret üzere Allah'a çağırıyoruz. Allah müşriklerin yakıştırmalarından
münezzehtir ve ben müşriklerden değilim.1" (Yusuf/ 108)
Bunlar
-yüzyılların sonunda müslümanların hayatında meydana gelen sapmalarla
birlikte - Islami mirası omuzlam t şiardı, bu mirası' İslamı kabul
ederek el üstünde tutuyorlardı. Onlar çok iyi biliyorlardı ki, önüne geleni
silip süpüren, ortalığı kasıp kavuran bu batılılaşma akımının hedefi işte bu
mirastı, onu dağıtıp ortadan kaldırmaktı. Bu yüzden azgın dalgalar karşısında
onu korumak için olağan üstü gayret sarfediyorlardı. Fakat onlar -düzeyleri,
içinde bulundukları durumları bakımından- bu mirası düzeltmekten, içine sızmış
sapmaları, hastalık yapan unsurları ayıklamaktan acizdiler. Söz konusu miras da
-içinde bulunduğu bu durumda-varlığını sürdüremezdi.[90]
Bu
yüzden sözkonusu grup gelecek kuşaklar içinde varlığını sürdüremezdi.
Nitekim
bazen yalnızlığa çekilmekle, bazen ölümle sürekli eridiler, gün geçtikçe varlık
sahnesinden çekildiler. Artık azgın batılılaşma akımının önü boştu, her gün
biraz daha genişliyordu. Batılı taktisyenlerin bu durumdan dörtköşe oldukları
kuşku götürmez bir gerçekti.
Bu
grup eriyip yok olunca, batıcı akımın önünde hiç bir engel kalmamıştı.
Batılılaşma taraftarlarının yolundaki tüm barikatlar bertaraf edilmişti. Tek
problem kırsal kesim -özellike Said bölgesi- dindarlarıydı. Bu problemin çözülmesi
zor bir iş değildi.
Bunun
çözümü -yahudi kökenli Amerikalı yazar Morre Berger'in The Arab VVorld Today1
(Bu günkü Arab Alemi) adlı eserinde de belirttiği gibi- şuydu: islam'ın
oralardaki kalıntılarını da söküp atmak için 'kent' medeniyetinin ürünlerini
kırsal kesime taşımalı. Yani açık-saçık sinema, açık-saçık radyo programları,
açık-saçık gazeteler (Bunlar açık-saçık televizyon programlarından önceydi)
kırsal kesimlere götürülmeli. (1)
1-
Cemal Abdunnasır 'medeniyet ürünleri'nin kırsal kesime götürülmesine özel önem
veriyordu. Bunun bir örneği kadınlı erkekli köylü kafilelerinin bir veya bir
buçuk Cüneyh gibi sembolik bir ücret karşılığı deniz kenarlarına götürülüp her
türlü masrafları karşılanarak iki hafta boyunca sahillerde gezdirilmeleriydi.
Tabi köylüler bu iğrenç çıplaklıkları görüp fıtri utanma duygularını yitirsin
ve böylece sorun ortadan kalksın. Kısa vadede dejenere olmaları mümkün olmayan
dindar insanlar kentlere dolmasın, dolayısıyla kentsel ve kültürel kesimde islam'ın
tutunacak bir dalı olmasın diye, son aşamada kırsal kesimin İslam'dan
uzaklaştırılması asıl hedeftir. Çünkü kırsal kesim insanı, doğası gereği geri
kalmıştır. Bu yüzden düşmanlık için bir kaynak değildir. Yani özgür, uygar ve
gelişmiş kentlilerin herhangi bir konuda kırsal kesimi taklit etmeleri
düşünülemez. İnançlarını, düşüncelerini, yaşam tarzlarını taklit etmeleri imkansızdır.
Bu yüzden dinin -uzun vadede kırsal kesimden de sökülüp atılması amaçlanmışsa
da- gelişmeleri etkileyecek şekilde kırsal kesimden kente geri dönmesi, sökülüp
atıldığı bu ortamı yeniden kendine göre biçimlendirmesi mümkün değildir. Geri
kalmışlık mikroplarını da beraberlerinde taşıyarak kentlere göç eden kırsal kesimin
dindar insanları, çok geçmeden kentte eriyorlar, geri kalmışlık mikroplarından
arınıyorlar veya zayıf bırakılmışlarla birlikte kenar bir semtte yalnızlığa
itiliyorlar(J) Böylece din geri kalmış insanların bir değeri haline gelmiştir.
Yani ya gerici, kokuşmuş, taşlaşmış, örümcek kafalı kentli şeyhlerin ya da hiç
kimsenin benzemek istemediği cahil basit köylülerin bir niteliği olarak
varlığını sürdürme durumunda kalmıştır. Hiç kuşukusuz bu durum planlamacıların
ve propagandacıların bir başarısıdır. Bunlar daha önce aydınlara, dinin geri
bıraktığı veya bizzat kendisinin geri olduğu düşüncesinin aşılamışlardı. Din
bütünüyle 'geri kalmış1 bölgere hapsedilince ve insanlar da bunu
hergün gözleriyle görünce yukarıdaki taktikler doğrulanmış oluyordu. Artık
aydınların dinden uzaklaşmaları daha kolaydı. (Şayet dinleri, inançları hala
kalmışsa!)
Bir
kadını dinden uzaklaştırmak için "yoksa sen de şeyhler gibi veya köylüler
gibi mi olmak istiyorsun?" demek yeterliydi. Bu istenmeyen nitelikten,
gerikalmışlık suçlamasından kurtulmak için iffetinden, dininden uzaklaşmak
zorunda kalırdı.[91]
Bu
gün batılılaşma taraftarları insanları hergün biraz daha dinlerinden
uzaklaştırıyorlar. Dinden uzaklaşmış grub her alanda belli bir üstünlük
sağlamıştır. Toplumu onlar biçimlendiriyorlar. Bunun dışında bir hayat tarzının
olmayacağı düşüncesini yayıyorlar. Diledikleri gibi hareket eden kitleleri
peşlerinde sürükleyen gerek iktidardaki ve gerekse muhalefetteki ünlü politikacıların
tümü laiktir. Bunlar parti tüzüklerine, dini meselelerle ilgilenmediklerini açıkça
yazmaktadırlar.
Gazete
ve dergilerin görüşlerini, kitaplarını, ideolojik ve edebi mücadelelerini
yayınladıkları fikir ve edebiyat adamları da laiktirler. Bunlar dini, fikir ve
ürünlerinden tamamen dışlamışlardır. Sadece fırsatını buldukça zaman zaman
dinle alay etmek için onu ele aldıkları olur. Ulusal ekonomiyi ellerinde tutan
önde gelen işadamları da öyle. Gazeteler her gün onlardan sözeder, onlara
ilişkin haberler yayınlar. Kitleleri onlara özendirir. Bu adamlar da
laiktirler. Faizi mubah görürler, onu gelişmiş çağdaş ekonominin temel uygulamalarından
biri olarak görürler. Onlara göre düşmanın pençesinden kurtulabilmemiz için
elde etmek zorunda olduğumuz ekonomik gücün en temel dayanağıdır faiz.
Toplumu
eğlendirme rolünü üstlenen kadın-erkek tüm sanatçılar doğal olarak bundan önce
tüm ahlaki değerlen yitiren kimselerdir. Bu ahlaki çöküntü onları sanat(!)
dünyasına girmeye layık hale getirmiştir. Gazeteler bu düşük ahlaklı insanları
'yıldız1 ve 'kahraman' olarak sunmaktadır topluma. Kız-erkek tüm
gençler onları taklit etmeye, onlara benzemeye çalışıyor. Toplum sürekli
bunlarla ilgilenir, onların haberlerini okur, onlardan sözeder hale
getiriliyor. Bu düşük düzeyli, ahlak yoksunu insanlar saygı ve taktir uyandıran
yüksek sınıf haline geliyor.
Batılılaşma
mücadelesini veren dindışı çevrelerin çeşitli ad ve arma altında kendilerine
göre biçimlendirmedikleri ne kaldı toplum hayatında? İşte bu atmosferde ve
toplum değişik katmanlarıyla bu haldeyken, İslam'ı uyanış gerçekleşti.
Toplum hayatının içinde bulunduğu durum bakımından tam bir sürprizdi bu. Toplumsal
yaşamın yolunda keskin bir dönemeçti. İlk sürpriz, İslam davasını omuzlayanların
'şeyhler1 arasında değil de, toplumun okumuş, entellektüel kesimi
arasından çıkan kimseler olmasıydı.
Bu
durum batıcılar açısından tam anlamıyla bir felaketti. Çünkü teorisyenler dini
şeyhlerle sınırlandırıp entellektüel seçkinleri ondan soyutlamayı başardıkları
gün, bunu büyük bir zafer olarak algılamışlardı. Çünkü bunu başarmakla dini
geri kalmış, yaşamını sürdüme imkanı gittikçe zorlaşmış bir sınıfa özgü bir
nitelik haline sokmuştu. Fakat bu gün dini omuzlayan, aydınlara,
entellektüellere, efendilere ne yapacaklardı? Aydınlar, entellektüeller
batılılaşma davasını omuzlamışlardı. Aynı zamanda teorisyenler, taktisyenler
toplumu bütünüyle batının kulu haline getirmek ve İslam'dan uzaklaştırmak için
kültür, bilim, uygarlık, ilericilik, bilinç ve kalkınmışlık sembolleri olarak
bu efendileri, seçkinleri, entellektüelleri kullanıyorlardı.
Bu
bakımdan kılık-kıyafetin değiştirilmesi de bir amaca yönelikti. Kıyafet bir
bakıma insanın ait olduğu tarafı belirtiyordu. Yani batı kıyafetlerini giyen
birisi aynı zamanda giyindiği yere yönelmiş olur. Sözkonusu bölgenin fikrini,
geleneğini, yaşama tarzını ve hayat sistemini de almış olur. Siyasi, ekonomik
ve sosyal düzenini kısaca her şeyini benimser.
Toplumun
aralarında hiç bir bağ bulanmayan iki kesime bölünmesi de bir amaca yöneliktir.
Çünkü
şeyhler doğuya yani İslam'a yöneliyorlar. Yeni kuşağın onlardan nefret
etmelerini sağlayacak, bir daha kimseye öncülük yapamayacak duruma düşürecek
şekilde geri kalmışlık, gericilik ve donuklaşmışlık niteliklerini onlara
yakıştırıyorlar.[92]
Efendiler, seçkinler, entellektüeller ve aydınlar ise, Batı'ya yani Avrupa'ya
yöneliyorlar. Bunlara da, başkalarına öncülük etmelerini sağlayacak şekilde
ilericilik, geniş ufukluluk, derin kavrayıcılık, uygarlıkla birlikte hareket
etmek gibi nitelikler yakıştırıyorlar.
Bu
yüzden kıyafetin değişmesi beraberinde bakış açısının, dünya görüşünün
değişmesini getiriyordu.
Bu
gün yaşanan sürpriz bakış açıları, dünya görüşleri değişsin diye kılık
kıyafetleri değiştirilenlerin, bu kıyafetleriyle islam'a dönmeleri, insanları
İslam'a çağırmalarıdır.
İkinci
sürpriz de şuydu: Toplumun eğitim görmüş aydın kesiminden oluşan yeni islam
davetçileri, Batı uygarlığı karşısında kayıtsız kalmıyorlardı. Onu bütünüyle
reddetmiyorlardı. Tam tersine batı uygarlığından alınması gereken yönler bulunduğunu,
bilimsel ve teknolojik ilerleme, pratik çalışma ruhu ve organizasyon dehası
gibi yönlerinden yararlanılması gerektiğini açıkça duyuruyorlardı. Bunun
yanısıra dinsizlik, küfür, bir yaratıcının varlığını veya onun evrensel
olayları planlayıp yönettiğini inkar eden materyalizm, insanı hayvan düzeyine,
hatta ondan da aşağı duruma düşüren ahlaki kokuşmuşluk, vicdani duyguları
reddeden, onları pratik hayatın, iş hayatının dışına iten
mekanikleşmiş yaşam biçimi, ailesel ve insani bağları kesen bireycilik, egoizm
gibi bir müslümanın kesinlikle kaçınması gereken yüzlerininde bulunduğunu kesin
bir dille ifade ediyorlardı. Bunların yanısıra batı uygarlığının siyasi, toplumsal
ve ekonomik düzeninde hem iyi hem de kötü yönleri vardır. Bu sistemin kötü
yönlerini bırakmak zorunludur. Bu sistemin iyi yönlerine (yani İslam'la uyuşan
yönlerine) gelince, bunları da Allah katından gelen rabbani kaynaktan almak gerekir.
İslam'ın aleyhine başlatılan meşum savaşın taktisyenleri bakımından bu sürpriz
birincisinden daha az etkili olmadı...
Çünkü,
her türlü propagandaya başvurarak yeni kuşağı nefret ettirdikleri şeyhlerin
giysileri, islam'ın aleyhindeki haksız savaşta kullandıkları bir silahtı. Ama
modern giyimli aydınlar yeni islam davetini omuzlayınca bu silahları işe yaramaz
oldu.
Şeyhlerin
batı uygarlığına karşı takındıkları toptan reddedici tavırda onların elinde bir
silahtı ve bunu İslam'a karşı başlattıkları savaşta kullanıyorlardı. Bunlar
batı uygarlığını mutlak iyiliğin sembolü olarak nitelendiriyorlardı. Onun her
türlü hastanın ve hastalığın şifası olduğunu söylüyorlardı. Sonra şeyhlerin bu
uygarlığın toptan reddettiklerini söylüyorlardı. Böylece şeyhler otomatikman
kötü bir konuma düşmüş oluyorlardı. Batı uygarlığı ise insanların hedefi haline
geliyordu. Fakat entellektüel müslüman davetçiler onların bu silahını da
etkisiz hale getirdiler. Çünkü yeni davet hareketi sözkonusu uygarlığı bir
çırpıda reddetmiyordu. Tam tersine bu uygarlığın iyi yönlerinin alınması ve
aklı başında olan herkesin üzerinde birleştiği kötü yönlerininde bırakılması
çağrısında bulunuyorlardı. Batı uygarlığının yeni İslam davetçileri tarafından
bu tarz ayrıştırılıp eleştirilmesi hem teorisyenlerin hem de onların izleyicilerinin
öfkesine neden olmuştur. Bunlar -geçen bölümde de söylediğimiz gibi- aydınlara;
"Batı uygarlığı tek bir bütündür, bölünmesi, parçalanması mümkün
değildir." diyorlardı. Doğal olarak bu iddia asılsızdır. Çünkü tarihte farklı
medeniyetlerden seçme usulü bir sentez meydana getirme olayı birkaç kez
yaşanmıştır. Bir keresinde ilk müslümanlar, İran ve Bizans -cahiliye- uygarlıklarının
olumlu yönlerini aldılar, kendi inançlarına uymayan diğer yönlerini ise
yanlarına yaklaştırmadılar. Yine Avrupalılar da İslam medeniyetinin ilmi
araştırmalarda kullandığı deneysel yöntemi aldılar. Yine astronomi, kimya, tıp,
fizik ve matematik alanlarındaki gelişmeleri aldılar, müslümanların denizler
hususundaki deneyimlerinden, çizdikleri haritalardan ve coğrafi bilgilerinden
yararlanıp bunları daha önce bilmedikleri bölgelerin keşfinde kullandılar. Bu
sayede Reca Salih burnunu aşıp yeryüzünün öteki bölgelerine yayıldılar.
Endülüs'te, Kuzey Afrika'da ve doğuda müslüman ülkelerin sahip bulundukarı bir
çok mimarı tarzı ve medeniyet araçlarını aldılar. Ancak bütün bunların dayanağı
olan asıl kaynağı, yani İslam'ı benimsemediler. Bi medeniyetin bazı yönlerini
alıp gerisini bırakma şeklindeki seçmeci tutum çağımızda da Japonlar tarafından
gerçekleştirildi. -Buna daha önce işaret ettik- Yüce
Allah
dilediği sürece böyle bir olayı hem günümüzde ve hem de gelecekte
gerçekleştirebilir.
Evet...
Onların iddiaları saçmaydı, asılsızdı. Ama teorisyenler bir amaca yönelik
olarak bu fikri yayıyorlardı. Onların korkuları, müslümanlarm seçmeci bir
tavırla batı uygarlığına yaklaşıp bu uygarlığın pozitif yönleri ve güç
kaynaklarını alıp dinsizlik, ahlaki dejenerasyon gibi olumsuz ve zayıf
yönlerini almamalarıydı. Böylece kısmen Japonlar aracılığı ile tattıkları
felaketin daha şiddetlisini müslümanlar aracılığı ile tatmak istemiyorlardı.[93]
İşte bunun için: "Batı uygarlığını iyisiyle kötüsüyle,
acısıyla, tatlısıyla bir bütün olarak almak gerekir" diyorlardı. Bu günkü
İslami uyanışın toplumun aydın kesimi aracılığı ile gerçekleşmesi hem
teorisyenleri ve hem de onların izleyicilerini güç durumda bırakmıştır. Çünkü
bu hareketin batı uygarlığının olumlu yönlerinin alınması gerektiğini
söylemesi, batıcıların şeyhlere yönelttikleri gericilik ve donukluk gibi
suçlamaları geçersiz kılıyor. Yine bunların Batı uygarlığı karşısında seçmeci
bir tavır takınıp batının içine battığı ahlaki çöküntü, psikolojik ve insani
yıkım gibi olumsuzluklardan uzak durması, teorisyenlerin önemli bir hedefinin
gerçekleşmesini önlüyor. Hedef şuydu: Uygarlık, ilericilik ve kalkınma isimleri
altında fesat ve dinsizliği yayma, böylece bu ümmetin varoluş dayanaklarından
arta kalanları da yıkıp onları köksüz, hedefsiz, boşlukta debelenen çerçöp
yığınları gibi sellere kapılıp gitmesini sağlamaktı.
Batı
ve batıcılar açısından üzücü sürpriz de şuydu: Yeni davetçiler gelip insanlara
şöyle diyorlardı: Müslümanların geri kalmışlıkları, hayatlarındaki donukluk,
zayıflık ve her alandaki düşkünlük durumunun sebebi İslam değildir. Bunun asıl
sebebi islam'dan uzaklaşmadır, gerçek İslami anlayıştan sapmadır. Gerçek İslam
düşüncesi, bozulmamış ilk kaynaklara dönülmesini gerektiriyor. Bu kaynaklar;
Allah'ın kitabı, O'nun Peygamberinin -Salât ve selâm üzerine olsun- sünneti ve
gerçek İslam'ı ilk defa pratik dünyada uygulayan ilk müslümanlarm hayatıdır.
Bunlar tarihin tanık olduğu olağanüstü bir kuşaktırlar. "İnsanlara örnek
olsunlar diye ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmettirler.
Batılı
teorisyenler ve onların uyduları, İslam'ın donuklaşma, gericilik, geri
kalmışlık, uyanış ve kalkınma gücünden yoksun, daha doğrusu uyanış ve
kalkınmaya engel olduğu, müslümanlarm bu gün içinde bulundukları durumun
müslüman oluşlarının doğal sonucu olduğu düşüncesini aydınların kafalarına yerleştirmişlerdi. Dini hayatlarından uzaklaştırmadıkları sürece geri
kalmışlıktan, zayıflıktan, fakirlikten, cehalet ve hastalıktan kurtulamayacaklarını,
nitekim Avrupa'nın da böyle yaparak kalkındığını, kendisini kalkınmaktan
alıkoyan zincirlen, yani din, ahlak ve gelenek zincirlerini koparmadıkça
kalkmamadığını söylemişlerdi... Ama bu gün davetçiler sorunları tamamen değişik
bir mecraya koymayı bsaşarmışlardır. Bir kere gerçek islam ile müslümanların
islam adı altında yaşadıkları çarpık dini anlayışı birbirinden ayırıyorlar.
Aynı şekilde Avrupalıların uzaklaştıkları din ile yüce Allah'ın indirdiği ve
asıl kaynaklarını koruyacağı garntisini verdiği, dolayısıyla indiği günki
şeklinin koruyan ve her an kendisine dönülebilen dini birbirinden
ayırıyorlardı. Yine ortaçağın karanlığında Avrupa'da kurulan ve 'dinadamllarmın1
arzularına, cehaletlerine ve bozguncu hareketlerine göre istedikleri gibi
yönettikleri teokratik sistem ile müslümanlar tarafından seçilen ama Allah'ın
indirdikleriyle hükmetmek zorunda olan insanların yönettiği Islami yönetim biçimini
kesin çizgilerle yayıyorlardı. İslam'da diledikleri gibi yasa koyan, arzularına
göre yöneten 'dinadamları* sınıfı yoktur. Alim ve fakihler vardır. Ve bunların
kendilerine özgü giysileri yoktur. Bunlar bir sınıf olmadıkları gibi siyasal,
toplumsal ve ekonomik bir otoriteleri veya bu bakımdan bir rorunmaları da
sözkonusu değildir. Belli bir bilgi düzeyine ulaşmış herhangi bir insan bunlarla
tartışabilir, elinde güçlü bir delil varsa içtihatlarının yanlışlığını ortaya
koyabilir, islam kendisine bağlanan herkese açık bir dindir. Kavrama
yetenekleri oranınıca bu dinin gerçeklerini anlayabilir, bilgide
derinleşebilirler. Bu din, belli bir sınıfın tekelinde değildir. Yani dinin
nassalarını kendi tekeline alan, kendisinden başka kimseye bu nassları yorumlama
hakkı tanımayan, dilediği zaman kuralları değiştirme yetkisine sahip bir
kutsallar sınıfı sözkonusu değildir. Şurası bir gerçektir ki, islam davasının
yeni taşıyıcıları entellektüel insanların söyledikleri hepten yeni şeyler
değildir. Bunlara bezer şeyleri daha önce bazı bakımlardan 'şeyhler'de
söylüyarlardı. Çünkü islam'ın gerçekleri bir ve değişmezdirler. Ondan
sözedenlerin bir noktada ve bazı açılardan buluşmaları kaçınılmazıdır. Fakat
bazı nedenlerden dolayı, bu sözleri 'şeyhler' söylediği için kimse
önemsemiyordu -ne dış teorisyenler ne de yerli işbirlikçiler.
Birincisi,
bunlar 'şeyhler' in sözleriydi... Onlar toplum içinde kaybolmuşlardı. Her ne
kadar gerçeğin ifadesi olsa da sözleri de onlarla birlikte kayboluyordu.
ikincisi,
bunlar konuşmadan öteye geçmiyordu. Arkasından onu destekleyen, hayata geçiren
bir hareket gelmiyordu. Bu yüzden daha söylenir söylenmez kaybolup gidiyordu,
yani bir mesaja, bir davaya clörüşmüyordu... inanmak, bağlanmak, onu
gerçekleştirilmesi gereken bir amaç yapmak için, onun uğrunda her türlü zorluğa
katlanmak için kimse etrafında birleşmiyordu. Ayrıca bunlar boş kalıplara göre
biçimlendirilmiş sözlerdi, inanç sistemi yüzyıllar boyunca bu kalıplar içinde
vicdana hitap etmez, onu hareket geçirmez, zihinsel,
soyut bir manzumeye dönüşmüştü. Bugün için karşıt tarafın akılcılığı ile boy
ölçüşemiyordu. Bu yüzden daha ilk etapta aydınlar tarafından reddediliyordu;
onlar açısından bu sözler üzerinde yaşanılacak fikirsel bir atmosfer, düşünsel
bir besin kaynağı sayılmazdı. Azgın batılılaşma dalgası karşısında ölümcül bir
darbe yiyen ruhlarını diriltecek manevi bir gıda değildi.
Fakat
entellektüel davetçiler aracılığı ile muhataplar ilk kez islam'la
karşılaştıkları hissine kapılıyorlar. Oysa islam islam'dır. Gerçekleri kalıcı
ve zamana göre değişmezdir. Fakat Islamı algılama yöntemi, insanların onu
tanıma metodu asırdan aşıra ve insanların her asırdaki durumlarına, kültürel
düzeylerine, ilgi alanlarına, problemlerine, sapmalarına ve hastalıklarına göre
değişir. Kuşkusuz soyut zihinsel kalıplar bir durumdu; belli bir çağda insanlar
bu durumu yaşadılar. O gün için islam'ın onlara bu şekilde sunulması
gerikiyordu. Fakat bu, ideal bir model değildi. Bütün çağlar için geçerli ola
bir metot değildi. Bu tutum tüm insanlara ve tüm çağlara gönderilen Kur'an
yöntemiyle uyuşmaz. Her kuşak durumlarına ilgi alanlarına ve sorunlarına
Kur'an'dan uygun olan karşılığı edinir. Kur'an her seferinde ihtiyaçlarına
cevap verir, kalplerinin ve akıllarının kapasitesi oranında gerçeklerini onlara
sunar. Fakat Kur'an gerçekleri donuklaşmaz ve belli bir dönemde olduğu gibi
kalıplara dönüşmez, insanlara akli donukluk ve hareketsizlik musallat olmadıkçı.
İşte 'şeyhler' belli bir döneme damgasını vuran bu kalıpları alıyor ve bunları
İslami hayatın ideal modeli olarak sunuyorlar.
Çağdaş
davetçiler ise hareketi yeniden Kur'an'm hareket metoduna uydurdular. Birbirini
izleyen kuşakların kattıkları donukluluğu, kalıplaşmışlığı ayıkladılar. Bundan
dolayı muhataplar ilk kez İslam'la karşılaşıyorlarmış gibi bir duyguya
kapıldılar. Bu yüzden -yüce Allah'ın dilediği kimseler- açık bir kalp ile, açık
bir akıl ile, daha fazlasını isteyen, araştıran bir bilinç ile İslam'a yöneldiler.
Bundan
daha da önemlisi -ki düşmanlara göre en büyük tehlike de budur-yeni davetin bir
'hareket' olmasıdır. O, kağıtlara yazılı bir 'söz' değildir. Tam tersine
gönüllere kazılı bir 'iman'dır. Bu iman gönüllere doluyor ve bonları pratik
hayatta hissedilir bir harekete yöneltiyor. Çevresindeki her şeye karşı belli
bir tavır takınmasına yol açıyor. Hareket tarzına kendi kuralları uyarınca yön
veriyor ve biçimlendiriyor.
Dördüncü
sürpriz de davetin aydın kesim arasında; doktorlar, mühendisler, öğretmenler ve
avukatlar gibi çağdaş kültürü almış, üniversitelerin çeşitli uzmanlık
dallarında yetişmiş kimseler arasında köklü biçimde yayılması oldu.
Bu
tür insanların ebediyen İslam'a dönmeyecekleri, bu tür bir mesaja ilgi
duymayacakları sanılıyordu.
Oysa
'din' sözü geçen herşeye kulaklarını, kalplerini ve zihinlerini kapatmak üzere
eğitilmişlerdi. Hareket noktalarının ve ilgi alanlarının din olması çok uzak
bir ihtimaldi.
Din
artık geçmişte kaldı, kendileri ise geleceği karşılamak üzeredirler(!) din
'garipler'e dayanır, kendileri ise 'realiteler arasında yaşıyorlar(!). Din
hurafelerle doludur, kendileri ise bilim çağında yaşıyorlar(!) gibi fikirlerle
eğitilmişlerdi.
Peki
bunlara ne oldu da uzak tutuldukları bu düşünceye döndüler? Uzaklaştırılmak
üzere her türlü çabanın sarfedildiği bu dine geri döndüler? Bu çabada yüzlerce
kitap, binlerce makale, üniversitelerde, okullarda verilen binlerce laik ders,
binlerce müstehcen resim, film ve şarkı, sokaklarda dolaşan iffetten yoksun
binlerce geç kız, dans ve güzellik salonları, binlerce randevu evi ve genelev
kullanıldı. Bütün bunlara rağmen ne oldu da bu insanlar islam'a yöneldiler?
Bunlar
şok etkisi yaratan, beklenmeyen sürprizlerdi. Hiç kuşkusuz islam düşmanları
açısından sevindirici değildi bu sürprizler. Doğal olarak 'özgürlük',
'uygarlık' ve 'ilericilik1 çığırtkanları davetin bu sürpriz çıkışı
karşısında sessiz kalmadılar. Her türlü yola başvurarak saldırıya geçtiler. En
başta kulandıkları yöntem de daveti 'gericilikle damgalamak oldu. Aydınları,
islam'dan nefret ettirmenin en etkili yolu buydu.
Gerçekte
bunlar kendilerini savunmak için İslam'a saldırıyorlardı.
"Onlar kendileri inkar ettikleri gibi,
keşke siz de inkar etseniz de eşit olsanız" (Nisa/ 89)
Ne
varki onlar -gönüllü kölelik, kulluk, gereği- her zaman bağlılıklarını
sundukları, aralıma kabul etmeleri için onursuzca yakardıkları efendilerini de
savunmak amacı ile İslami harekete saldırıyorlardı. Batılılaşma operasyonu
sırasında halka zorla benimsettirilen ve batıya azat kabul etmez köleliği
öngören işbirlikçi düşünceyi de savunuyorlardı. Onlar kişisel varlıklarını
hissetmiyorlardı, varlıkları içlerine sokulan batılıcılık fikriyle içice
olmuştu. Öylesine içine düşmüşlerdi ki, bu düşünceyi kendilerine özgü orjinal
bir fikir sanıyorlardı. Nasıl tersyoz edildikerinin farkında değildiler.
Varlıkları içerden değiştirilmişti. Kendilerine ve çevrelerindeki herşeye dönelik
bakışları değiştirilmişti. Bunun farıknda değildiler. Artık efendilerinin
gözüyle bakıyorlardı dünyaya bu aydın (!) köleler, doğulu kimliklerini
küçümsüyorlardı. Çünkü efendileri bu halleriyle onları küçümsüyordu. Bu yüzden
var güçleriyle bu keqimlikten kurtulmak, bu utancı silmek için çırpınıyorlardı.
Belki o zaman efendileri kendilerinden memnun kaçaktı, dolayısıyla kendileri de
kendilerinden memnun kaçaklardı.[94]
Bu
yüzden kölelerin islam davatine saldırmaları için efendilerin işaret
vermelerine de gerek yoktur çoğu zaman. Çünkü onlar -tersyüz olmuş doğları
gereği- islam'a yönelik derim bir düşmanlık beslerler, ondan nefret ederler.
Buna rağmen efendiler diretifler vermekten de geri kalmazlar. "Atılan tüm
adımlardan daha cüretlisini atmak gerekir. Dine, ahlaka ve geleneğe saldıran
daha çok kitap, makale, ders ve arştırma olmalı. Açık-saçık resimler,
açık-saçık filmler, açık-saçık öyküler, açık-saçık fikirler gün geçtikçe daha
yaygın hale getirlmeli. Çıplak kızlar caddelerde, sokaklarda daha fazla
görünmeli. Çünkü bu korkunç tehlikeyi ancak ahlaki çöküntü, gençleri ciddi
işlerle ilgilenmekten alıkoyma, onları aşağılık duyguları tatminle uğraştırma,
dünyanın basit sorunlarıyla ilgilendirme durdurabilir. Böyle olursa gençler
Rabb'lerini unuturlar, ahireti akıllarına bile getirmezler, kallerine giden din
menfezleri tıkanır, o zaman bu tehlikeye engel olurlar. Daha doğrusu
kendilerini içinde yüzdükleri bataklıktan, iğrençlikten, çirkeften ve çöküntüden
yoksun(!) bırakmak isteyen bu davete düşman olurlar."
Fakat
onların dizlerinin bağını çözen ası sürpriz bütün bunlardan daha etkileyiciydi.
Bu
sürpriz, Müslüman Fedailerin 1948 yılında Filistin savaşına katılmalarıydı:
Burada
günümzeden elli yıl öncesine dönüp anılarımızı tazelememiz gerik. 1987 yılında
İsviçre'nin Pal kentinde Siyonist lider Hertzl'in verdiği konferansa bir göz
atmamız gerikir. Bu konferasta elli yol içinde Filistin'de bir yahudi
devletinin kurulmasının zorunluluğu vurgulanıyor. Ve burada elli yol içinde
devletin kuruluşuna sağlayacak stratejiler belirleniyor. Nitekim bu konferanstan
elli yıl sonra devlet fiilen kurulmuş oldu. Bu planı hazırlayanlar[95]
planın hazırlanışından devletin kuruluşuna kadar geçen süre içinde ne yaptılar?
Bilindiği
gibi Filistin'in bir paçasını yahudilere satması için Sultan Abdulham'i
kandırmaya çalışmakla işe başladılar. Bu istekleri karşısında va'dettikleri ise
dünya hayatı isteyen, egenelik ve iktidar peşinde koşan bir yöneticinin
vazgeçemeyeceği türden şeylerdi. (Ki onlar Abdulhamid'i de böyle
nitelendiriyordarı.)
O
sırada Osmanlı Devleti kendisine rahat yüzü göstermeyen sorunlarıla
çalkalanıyordu. Ekonomik durum içler acısıydı. Ülkenin merkezinde ve ücra
köslerinde gün geçmiyordu ki bir çalkantı, bir karmaşa haberi gelmesin. Siyasal
bir kriz yaşanıyordu. Bunların baş sorumlusu da üyelerinin büyük çoğunluğu
yahudi dönmelerden oluşan İttihad ve Terakki cemiyetiydi.[96]
Ayrıcı Rusya ve ingiltere'nin kışkırttığı gayri müslim azınlıklarda büyük rol
oynadı. Ruslar kendileri gibi ortadosluk mezhebine bağlı ermenileri
kışkırtıyorlardı.[97]
İngiltere de diğer azınlıkları ayaklandırıyordu. Yine ilgiltere
-Fransa ile birlikte- Lübnan ve Suriye hristiyanlarmın başını çektiği 'arap
milliyetçiliği1 akımlarını destekliyordu. Bu yolla rapları isyana ve
Osmanlı yönetimine başkaldırmaya sürüklüyordu. Amaç, islam devletini parçalamak,
kendi tanımlamlarma göre 'hasta adam'ın işini bitirmek, böylece mirasına konup
aralarında paylaşmaktı, işte bu karamsar ortamda Hertzel son derece cömert ve
baştan çıkarıcı bir öneriyle çıkar Abdulhamid'in huzuruna...
Uzun
vadeli borç vermeyi önerir. Krizde olan Osmanlı ekonomisini canlandırmaya
ilişkin projeler sunar. Ülkenin her yanındaki azınlıkları kışkırtmaktan
vazgeçmeleri için Rusya ve İngiltere nezdinde girişimlerde bulunma sözü verir.
Değindiği bu son husus düşmanların devleti yıkmak için kullandıkları ve nefes
almasına fırsat vermedikleri en büyük kozdu. Abdulhamid'in cevabı kesin, net
ve yiğitçeydi. Zaten müslüman bir lidere de bu yakışırdı.
Eğer
abdulhamid siyonist-haçlı ortak yapımı İslam ve müslümanları ortadan kaldırma
amacına yönelik meşum plana karşı takındığı bilinçli ve tavizsiz tavrından
dolayı düşmanlarının intikam amacı ile kişiliğini karalamak için tanımladıkları
gibi dünya zevklerinin peşide koşan istipdatçı bir sultan olsaydı, hiç kuşkusuz
siyonist-haçlı ortak yapımı planı kabul edip uygulayacaktı. O zaman tıpkı
kendisinden sonra mirasını paylaşan, evrensel İslam devletini haçlı-siyonist
egemenliğine peşkeş çeken ve böylece 'tarihsel kahramanlar1 olarak
lanse edilen hainler gibi o da tarihsel bir kahraman olarak anılacaktı. Ne varki
bu hainlerin kahramanlıkları, müslümanları toplu kıyımdan geçirip ülkelerini ve
çıkarlarını haçlı-siyonist ittifakını peşkeş çekmeye yönelik hizmetlerinin bir
ödülürdür. Ama o müslüman insan şu ünlü sözünü söylüyor: "Filistin benim
toprağım değildir. Orası müslümanlarm toprağıdır. Müslümanlar orayı kanlarıyla
sulamışlardır ve her karış toprağında bir şehid yatar... Filistinin bir karış
toprağından vazgeçemem." Sonra herkesin bildiği şeyler oldu... Bir
yöneticiyi gözden düşürmek için atılan tüm iftiralardan sonra Abdulhamid
azledildi, ittihat ve Terakki aracılığı ile 'turancılık' fikri
bayraklaştırıldı. Devletin türkleştirilmesi politikası güdüldü. Böylece
araplarm tepki gösterip araplık bayrağını kaldırmaları ve Lavvrens'in
öderliğinde 'büyük arap devrimi'(!) gerçekleştirmelerine zemin hazırlandı. Amaç
müslümanlarm birliğini bozmak, aralarına kin ve düşmanlık tohumlarını serpmek
ve daha sonra meydana gelecek gelişmelere uygun bir ortam hazırlamaktı.
Sonra
1. Dünya savaşı (1914-1918) çıktı veya çıkarıldı. Kuşkusuz Osmanlı devletine
son darbeyi indirmek ve arap dünyasını ondan koparmak amaç. Koparılmak istenen
topraklar içinde yahudiler bir devlete kurmak istedikleri ama Osmanlı'nın
himayesinde olduğu müddetçe bu isteklerini gerçekleştiremeyeceklerini anladıkları
Filistin'de bulunuyordu.[98]
Ardından
hilafeti kaldırması, müslümanları toplu kıyımdan geçirmesi, hilafetin islam
aleminin siyasi ve askeri gücünün merkezi olan Türkiye'nin sırtını islam'a
döndürmesi, dolayısıyla Türkiye'yi Avrupa'nın aşağılık, onursuz bir uydusu
yapmaıs için Mustafa Kemal getirildi. Aynı zamanda bölgenin geri kalanına örnek
olması için de bu adam sahte kahramanlıklarla bezeyip efsaneleştirildi.[99]
İşi
bitirildikten sonra, 'hasta adam'ın mirası yahudilerin iki sadık dostu Britanya
ve Fransa arasında bölüştürüldü. Britanya o sırada haçlı dünyasının lideriydi
ve güneş batmayan imporatorluğun sahibiydi. Siyonizmin baş destekçisi de oydu.
Ünlü Belfour va'dinin sahibi yahudi kökenli Belfour, imparatorluğun dışişleri
bakanıydı. Onun Filistin sorunuyla ilgili olarak atadığı elçi Samuel Hur'da
yahudiydi. Bu ortamda devleti kurma hazırlıklarına başlandı. Devletin sahip
olduğu topraklar yahudilere teslim edildi. Geri kalan topraklar da yüksek
fiyatlarla satın alında. Sonra topraklarını satan yahudi kızları aracılığıyla
kandırıldılar ve bütün paralar tekrar yahudilere geri döndü. Bu kızlar
Telaviv'de bu benzeri amaçlar için çalıştırılıyorlardı.
Filistin
çevresinde ise kendi başına ayakta duramayacak güçsüz devletler oluşturuldu.
Bunlar ya Britanya'nın ya da Fransa'nın boyunduruğu altındaydılar. Bunların
siyasi bir etkinlikleri yoktu. Bunların orduları -ki bunlar mecazi olarak ordu
diye isimlendirilirler- göstermelik askeri birliklerdir ve sadece törenler de
kullanılabilirdi. Bir diğer hedef de arapları askerlikten ve silah taşımaktan
nefret ettirmekti. Zornulu askerlik döneminde arap gençleri aşağılayıcı, onur
kırıcı işlerde kullanılırlardı ki, askeri eğitim açısından bunlar gereksiz
derler, İngilizler, Faransızlar kendi memleketlerinde askerlerini bu tür
işlerde kullanmazlardı. Söz konusu develetçiklerin askerlerinin erzak ve silahı
di ingilizler ve fransızlar tarafından temin edilirdi. Şayet İngiltere ve
Fransa silah ve erzak vermekten vazgeçselerdi, bu ordular havaya doğru da olsa,
bir el bile ateş edemezlerdi.[100]
Bu
devletçikler bütün bunların yanısın... Yani siyasi, askeri ve doğal olarak
ekonomik güçsüzlüklerinin yanısıra birbirlerine düşman ve hasımdılar. Hiç bir
bağ etrafında bir araya gelmezlerdi. Ne İslam, ne araplık ve ne de iyi
komşuluk. Bu saydıklarımız sadece düşmanlık ve husumete neden olmaktaydı.
Milliyetçilik
ve vatanseverlik öncüleri çok önceden va'dedilmiş(!) bu günlere hazırlık
niteliğindeki tohumlarını bu topraklara serpmişlerdi. Bu akımların her birinin
'önder'(!) ve 'kahraman(!) olarak lanse ettiği kimseler vardı. Önceki bölümde,
Mısır'da Sa'd Zaglul kıssasının anlatmıştık. Her ülkenin benzeri bir kıssası
vardı. Söz konusu bölümde de işaret ettiğimiz gibi bunun nedeni, düşünsel
işgalin yolaçtığı inanç geriliğiydi. Nitekim bu işgal başarıya ulaştı, zehirli
düşüncelerini ümmetin gerçek islam'dan uzak oluşu, sabır ve takva gibi yüce
Allah'ın ümmeti zehirli akımlardan koruyan unsurlar olarark nitelediği duygulardan
yoksun oluşuydu. "Eğer sabreder ve Allah'tan korkup günahlardan
sıkanırsanız onların hilesi size hiç bir zarar vermez." (Al-i İmran/
120)
Bu
tür fikirler, ümmetin birliğini bozsun, parçalasın diye sokulmuştur islam
ümmetinin arasına, çünkü başka milletlere ve milliyetlere düşmanca yaklaşmak
milliyetçiliğin gereğidir. Ortak hedefleri olmakla beraber aralırmdaki kin ve
düşmanlık gün geçtikçe güçlenir. Çünkü her biri tek başına hedefe ulaşmak ve
diğerlerini bundan yoksun bırakmak ister. Milliyetçilik Avrupa'da yerel
sebeblerden dolayı başarılı oldu.[101]
Avrupa
bunun her zaman başarıyla sonuçlanan bir oyun olduğunu sandı. Çünkü Avrupa
-kenid tarihsel süreci içinde- sanayileşme ile birlikte çağdıaşlaştı, İslam
dünasmı işgal ederek, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini en son noktasına kadar
talan ederek, maddi refahını gerçekleştirdi. Avrupa çelişen ve çatışan
milliyetçi duygular yüzünden hem kendisinin ve hem de dünyanın başını bir kaç
kez belaya sokup büyük felaktlere yol açmıştır. Müslümanlar gelince.
İslam
milleti ve İslam yurdu için millyetçilik sadece büyük yıkımlara yol açan bir
fitne oldu. Bunun dışında bir şey de elde edemediler. Öncekinden daha güçlü
olamadılar. Sadece düşman tarafından daha kolay yutulabilecek küçük lokmalara dönüştüler.
'Hasta adam'ın başına gelen bunca felakete rağmen,düşman bu haliyle onu
yutamıyordu.[102]
Otuzlu
yılların sonlarında, küçük bir çocukken Irak'ın dışişleri bakanının sarfettiği
sözleri hala dehşetle ve hayretle hatırlıyorum. Irakın bir hava filosu oluşturduğu zaman şöyle demişti bakan: "elimizde, bir yerde
durmadan Kahieryi vurup dönebilecek uçaklarınız var." Ne hayret verici bir
şey! ve ne kadar ilginç! Irak uçakları, kendi toprakları içinde -Musul'da-
üslenmiş ingiliz kuvvetlerini bombalamaktan acizken, neden Kahireyi bombalamayı
düşünüyor? Kahire onlar ne yapmıtşı ki, onu bombalamayı düşünüyorlardı. Fakat
bilinçli olarak İslam topraklarına serpilen zehirli tohumlar buna yolaçmıştı.
Liderler (!) ve kahramanlar(!) halkın kafasının karşıtırmak için buna önayak
oluyorlardı. Fitne arttıkça parçalanma hızlanıyordu, sonuçda düşman karşısında
daha zayıf, daha güçsüz ve daha önemsiz bir duruma düşülüyordu.
Eğer
müslümanlar yüce Allah'ın emrettiği gibi tek bir ümmet olsalardı, bölgedeki ve
başka yerlerdeki haçlı varlığı ve Siyonist varlık güven içinde olabilir miydi?
"Hepi'niz
birden Allah'ın ipine sanlın, sakın ayrılığa düşmeyin, allah'ın size verdiği
nimetini anın. Birbiriniz düşman iken kalplerinizin arasını uzlaştırdı. Onun
nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Ateşten bir çukurun kenraında idiniz de o sizi
ondan kurtardı. İşte böylece Allah size ayetlerini açıklamaktadır ki bu sayede
doğru yola erişebilesiniz." (Al-i İmran/ 103) Siyonist devletin
etrafını saran devletçikler bu durumda oludğuna göre, askeri, siyasi ve
ekonomik zaaf içinde bulup birbirleriiyle bir kelime etrafında birleşemeyecek
kadar dağınık ve önemsiz oldukarma göre, İslam düşmanlarının korkacağı ne
kaldı? Evet bir şey kaldı. Gençler!..
Bu
hedef etrafında birleştiği zaman, ona ciddiyetle sarıldığı zaman gençlik büyük
ve önemli bir güçtür.
Bu
yüzden düşmanlar gençliği yüzlaştırmaya, bertaraf etmeye, kafasını çelişkiler
ve çöküntüye yol açın zehirli fikirler sokmaya çok önceden başladılar. Ki,
belli bir amaç etrafında birleşmesin, hiçbir şeye ciddiyetle sarılmasın. İşte,
açık-saçık gazetelerin, filmlerin ve plajların hikmeti(!) budur. Kadını dininden,
ahlakında ve geleneğinden çıkarmakla güdülen amaç budur. Kadının soyunarak sokağa
çıkmasının ardında bu amaç yatmaktadır. Hem kendisine ve hem de çevresindeki
gençlere yıkım getirsin diye kadın evden çıkartıldı ki, hristiyan misyoner
'Zaumer'in amaci gerçekleşsin. Bu misyonerin yahudi mezarlığına gömülmesini
vasiyet etmesi, bir yandan kökenini ortaya koyarken, bir yandan da, şahsında
somutlaşan haçlı-siyonist ittifakını dile getiriyordu. 1935 yılında Kudüs'te
düzenlenen misyonerlikle ilgili konferanda, misyonerlere hitaben şöyle diyordu:
"Siz islam memleketlerinde bir kuşak ortaya çıkardınız ki, bunlar ne
Allah'ı biliyorlar ve ne de bilmek istiyorlar. Müslümanları islam'dan
çıkardınız ama hristiyanlığa sokmadınız. Böylece hristiyan sömürgeciliğinin
isteğine uygun bir islam kuşağı ortaya çıktı. Bunlar önemli ve büyük meselelere
ilgi duymazlar, rahatı ve tembelliği severler, dünyada bir tek şehvetle
ilgilenirler.
Göreviniz
en mükemmel bir şekilde tamamlandı. En iyi sonuçları elde ettiğiz.
Hristiyanlığı berektlendirdiniz. Emparlizm sizden hoşnuttur. Mesajınızın
gereğini yerine getirmeye devam ediniz. Mübarek savaşınızın faziletiyle rabbın
bereketlerine mazhar oldunuz."[103]
Her
bakımdan sağlam ve iyi tasarlanmış bu stratejiyle 1948 yılında yahudi devleti
kuruldu. Hertzl'in 1897'de verdiği konferanstan elli yıl sonra... Amerika
ilanın üzerinden yarım gece geçmeden kurulan devleti tanıdı. On dakika sonra
da, dinsiz bir temele dayanan, dünyada din esasına dayalı bir devletin kurulmasını
karşı çıkan Rusya yahudi devletini tadığını duyurdu. Devletin resmen ilan
edilmesinden önce 1948 yılı boyunca arap orduları(!) ile yahudi çeteleri
arasında danışıklı çatışmalar meydana geldi. Ki bütün kuvvetler önceden
planlanmış, üzerinde görüş birliği sağlanmış çizgi üzerinde bulunsunlar. Danışıklı
arabuluculuklardan biri de Britanya'nın Mısır ordusuna yaptığı erzak sevkiyatmı
durdurması, dolayısıyla da savaşın durmasına yolaçmasıydı. -Tesadüfe bakın ki-
tam da bölüşüm çizgisine ulaşıldığında erzak sevkiyatı durdurulmuştu.
İşte
bu sırada herkesi dehşete düşüren bir sürpriz yaşandı. Hiç kimsenin aklına
böyle bir şeyin olacağı gelmemişti.
İhvan-
Müslimin'e mensup fedailer savaş alınna girdiler. Allah yolunda cihad eden ve
Allah için şehid olmayı amaçlayan bir mü'minin kararlılığı ile yiğitçi meydana
atıldılar.
Yahudiler
çok geçmeden bu mücahidlerle savaşmanın, düzmece bir savaş senaryosuyla meydana
sürülen ordularla savaşmaktan farklı olduğunu anladılar. Sözkonusu ordular danışıklı
savaşın, ortalaşa hazırlanan senrayonun birer aracıydılar.
Sadece
yahudiler şaşkına dönmediler kuşukasız, haçlı dünyasıda dehşet içinde
kalakalmıştı.
Yahudailer,
bir kaç çatışmadan sonra İhvan-i Müslümin fedaileriyle karşılaşıp "Allahu
ekber ve lillahil hald" sadalarmı duyunca, silahlarını, teçhizat ve
mühimmatlarını bırakarak canlarını kurtarmak için kaçıyorlardı. Kendilerinin
hayatı sevdiği kadar ölümü seven bu fedailerden kurtulmak için can havliyle
kaçıyorlardı. Doğrudan savaşa katılmasalarda haçlıların uğradığı şaşkınlık
yahudilerinkinden az değildi.
Şehid
Hasan el-Benna'nın önderliğinde ki İslaml hareket, 1928 yılından itibaren
haçlılara büyük sıkıntılar yaşatmıştı. Özellikle, ingilizlerin karargahının
bulunduğu İsmailiye bölgesinde, haçlılara zor anlar yaşatmışlardı. O sıralar
haçlı dünyasının lideir konumundaki Britanya Hasan el-Benna'nın titizlikle kurduğu
cemaati yakından izliyordu, onunla ilgili haberler alıyor, ajanları
aracılığıyla cemaatin içine sızmak için büyük çaba serfediyordu.
İngiliz
oryantalist Gibb'in yazdığı 'Modern Trends in İslam (İslamda modern akımlar)'
adlı kitabındaki bir paragrafa yer vermek istiyorum. (İlk baskıdan sonra bu paragraf çıkartılmıştır.)
Gibb
sözkonusu kitabında, modern İslami akımları Cemaleddin Afgani ve Muhammed
Abduh'a dayanan bir dipnotta şunları yazıyor:[104]
"Bundan sonra (yazarın ele aldığı dönemin üzerinden bir müddet geçtikten
sonra) Ihvan-i Müslimin adı verilen bir cemaat ortaya çıktı. Hasan el Benna
adında bir kişi liderlik ediyordu. Cemaatin başına geçmesi eskiye dayanıyor.
Bununla beraber cemaatin özel bir öneme sahip olduğu ortadadır.11 İfadeden
anlaşıldığına göre İngiltere bu cemaaten korkuyor ama içyzünü de tam anlamıyla
bilmiyor.
Kitabın
ilk baskısının gerçekleştiği 1936 yılında durum bundan ibaretti. 1948 yılma
kadar yani İhvan Fedaileri'nin Filistin savaşına katılmalarına kadar aynı durum
devam etti. Ama bir farkla. İngiltere cemaatten eskisine oranla daha çok
korkuyordu. Bunun kanıtı da, 1942 yılında İmam Hasan el-Benna'nın seçimlere
aday olmasının önlemek için İngitere'nin doğrudan devreye girmesi[105]
ve adaylığı engellemişi, için hükümet başkanı Nuhos Paşaya
baskı yapmasıdır. Ancak içine sızmak için sarfettiği bunca istihbarat çalışmasına
rağmen İngiltere hiç bir zaman İhvan-i Müslimin cemaatinin mahiyetini tam
olarak öğrenemedi, bu gün bile öğrenibilmiş değildir. Ama korkusu hala
sürmektedi. Bu yüzden yahudiler kadar ingilizler içinde bu sürpriz şaşkınlık
vericiydi. Britanya -onun şahsında tüm haçlı dünyası- için İhvan-i Müslimin'in
eylemi en azından iki bakımdan sürpriz oldu.
Her
şeyden önce, haçlı dünyası, İslam'a ilişkin olarak kötü bir zanna kıpılmıştı:
Güya İslam miadını doldurmuş, tarih sahnesinden çekilmişti. Müslümanların son
asırlarda içine düştükleri ölümcül zayıflıktan sonra, İslam'ın yeniden
dirilmesi, bir İslami cihad hareketinin doğması imkansızdı.(!)
Hindistan'da
Kuzey Afrika'da Sudan'da İslam dünyasının diğer bölgelerinde mücadele veren tüm
İslami cihad hareketleri sönmüştü, ortadan kaldırılmıştı. Etrafa zehir saçan
fikir işgali cihad ruhunu siyasi hareketlere dönüştürmüştü. Bu hareketlerin de
en yüce idealleri meydanlarda mitingler düzenlemek meyhanelerin kapılarını,
camlarını kırmak, reklam panolarını indirmek, polisleri taşlamak, sonra da
görevi yerine getirmiş olmanın hazzı ile gelip evde oturmaktır. Zaman zaman
etrafa zarar veren şiddet hareketlerine de giriştikleri olur. Düşman siyasi
hareketlerin başlattığı bu 'amansız direniş(!)' karşısında yavaş yavaş geri
adım atmak zorunda kalır(!). Oysa düşman ülkeyi teslim edeceği güvenilir
yöneticiler ortaya çıkarmanın peşindedir. 'Allah'ın indirdikleriyle hükmetme1
düşüncesinden soyutlanan kişileri bulduğu gün 'bağımsızlık1 tan
hemen sonra yönetimi bunlar teslim eder. Otoriteyi bu güvenilir kişilere bırakıp
kendisi sahneden çekilir.
Bu
yüzden haçlıların aklına İslam'ın bir daha bir cihad hareketi olarak dirileceği
gelmezdi. Bununla beraber Mısır'daki İhvan-i Müslimin harekitinden korkar, onu
sürekli gözetlerlerdi. Gibb'in 'VVhiter islam1 adlı kitabında dile
getirdiği endişeyi her zaman içlerinde taşıyorlardı:" Bu dinin oluşturduğu
en büyük tehlike zahiri sebepler olmaksızın ve dirilişin gerçekleşeceği yeri
önceden kestirme imkanı olmaksızın ansızın ortaya çıkıvermesidir. "Her
şeye rağmen haçlılır dirilişin bu şekilde gerçekleşeceğini tahmin etmeyorlardt.
ikincisi:
Haçlılar çok öncden; Napolyon'un Mısır'ı işgali yıllarında (1798) yani
sözkonusu olaylardan bir buçuk asır önce Mısır'daki Islami temelleri çatlatma
işine başlamışladı. Bu süre boyunca -önceki bölümde açıkladığımız gibi- islam'ı
ortadan kaldırmak ve Mısır'ı nihai olarak İslam dairesinden çıkarmak için her
yola başvurdular. Bu çabalar özellikle 1882'de başlayan 1954'e kadar devam eden
İngiliz işgali döneminde doruğa çıkmıştır. Bu yüzden söz konusu fedailerin
Mısır'dan[106] çıkmış
olması, oradan gelip bu nazik zamanda danışıklı dövüşe katılıp planları altüst
etmesi haçlılar için sürpriz olmuştu.
Bu
noktada, haçlılar ve Siyonistler bir hedef üzerinde, dolayısıyla bir karar etrafında birleştiler. Yahudi devletinin işinin rayına oturması,
dolyasıyla haçlı emellerinin gerçekleşmesi
için bu cemaati etkisiz hale getirmek kaçınılmazdır.
İslam
ve arap okyanusunun ortasında bir yahudi devletini kurmak haçlıların ötedenberi güttükleri bir amaçtı. Lord KampI 1908 yılındaki ünlü
raporunda buna işaret ediyor. Rapor sahibi
uyuyan devin bir gün uyanabilceğini işaret ediyor.
Müslümanların
aklında böyle bir fikir yokken haçlılar bölgede bölye bir uyanış karşısanda ne yapacaklarına ilişkin planlar yapıyorlardı. Çünkü
yüce Allah'ın da bildirdiği gibi onlar bu dini
evlatlarından daha iyi biliyorlardı:
"Kendilerine kitap verdiğimiz topluluklar, onu kendi
oğulllarını tanıdıkları gibi tanırlar." (Bakara/ 146)
Britanya
o gün için haçlı dünyasının lideri olduğu için ve diğerlerine oranla bölgede daha geniş etkinliğe sahip olduğu için; haçlı ülkelerinin
tümünün birden ilgilendiği, bu hususta
birbirlerine yardımda bulunduğu hedefin gerçekleşme
imkanlarını oluşturma işini ona havale ettelire. her biri bu amacın gerçekleşmesinde en büyük başarım kendisine ait
olmasını içtenlikle istemesine rağmen,
koşullar öyle gerektirdiği için Britanya'nın bu işi
üstlenmesini istedilere.
İngiltere
bölgede araştırma yapmak üzere -Lordlar Kamarası üyesi- Lord Kampl'ı görevlendirdi. Görevi bölgeyi incelemek ve sonunda bir rapor
hazırlayıp tüm ilgililere sunmaktı. Sonunda Lord
KampI ünlü raporunu yazdı. Şöyle diyordu: "Burda bir tek halk vardır,
okyanustan körfeze kadar konuştukları dil birdir, inandıkları din, yöneldikleri
kıble birdir. Kültürleri bir, amaçları birdir ve toprakları da bitişiktir. Ama
bu gün için avucumuzun içindedir. Fakat kıpırdamaya başlıyor. Yarın bu dev
uyanacak olursa ne olacak halimiz?"
Yarın
olması beklenen, haçlılaran endişeli bir bekleyiş içinde gözetledikleri gelişme
apaçık ortadır.
İslam'dan,
islam olduğu için nefret eden; müslümanlara müslüman oldukları için kin
beslleyen haçlı nefreti bir yana...
"Size
bir iyilik dokunursa bu onların canını sıkar, başınıza bir musibet gelse,
buna da sevinirler." (Al-i İmran/ 120)
Evet
bu tarihsel kin bir yana, devin uyanması ile birlikte etkilenecek siyasi ve
ekonomik çıkarlar sözkonusudur. Çünkü Avrupa, bu günkü durumuna müslümanlarm
topraklarını, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürerek ulaşmıştır.
Avrupa
İslam aleminde yayılmaya başlamadan önce neydi? Ne kadar güçlü olursa olsun,
kendi kıtasına kapanıp kalsaydı ve dışarı ile mücadeleye girişmeden önceki gibi
kendi iç mücadeleleriyle uğraşmaya devam etseydi ne olabilirdi ki?
Avrupa
bu günkü gücüne, refah düzeyine, üzerine gökten boşanırcasına yağan servete
islam alemine yönelik haçlı işgalleri sayesinde ulaşmıştı. Yarın bu dev uyansa
ve talan edilen servetini ve zenginliklerini istese durum ne olacaktı?
Hiç
kuşkusuz bu durum Avrupa'nın hayrına olmayacaktı! Şimdi Lord KampI çözüm yolunu
öneriyor:
"Bölgenin
ortasında bize dost ama bölgeye düşman bir devlet oluşturmak suretiyle bu halkı
birbirine bağlayan bağı koparmalıyız. Dev uyanmaya kalkıştıkça bir yanına batıp
uyuşturacak bir diken işlevinin görmelidir bu devlet."
İşte
1948 yılında kurulan yahudi devleti bu amaçla kurulmuştur, işte 1908 yılından
beri -eğer bundan önce böyle bir palan yoksa- yürürlüğe konan haçlı planı
budur.
Bundan
dolayı haçlı dünyası ile dünya siyonizmi ortak bir hedef ve ortak bir karar
etrafında birleşmişlerdir. "Yahudi devletinin işinin rayına oturması,
dolayısıyla haçlı emellerinin gerçekleşmesi için bu cemaatın etkisiz hale getirlmesi
kaçınılmazdır."
Meselenin
ağır, uzun vadeli bir palan tahammülü yoktu. Ahlaki dejenarasyon ve düşünsel
saldırı planına yer yoktu. Çünkü bütün bu planlar yürürlükteyken, birbuçuk
asırlık kesintisiz çabanın ürünü her türlü yönteme başvuruluyorken, buna rağmen
fedailerin Filistin savaşı sırasında ortaya koyudukları İslami diriliş haçlılar
için tehlike oluşturan bu şekliyle gerçekleşti... Peki yapılacak ne kalmıştı?
Bu güne kadar yapılanlar, olduğu gibi devam etmeliydi. Dine, ahlaka ve geleneği saldıran kitapların basımı ve yayının sürmeliydi. Açık-saçık
filmler, müstehcen gazeteler ve her türlü rezaletin sergilendiği plajlar olduğu
gibi sürmeliydi. Genç kızlar dün olduğu gibi bu günde ahlaksızca sokaklarda boy
göstermeliydiler. Diskotekler, kumarhaneler ve batakhaneler açık olmalıydı. Bunların
faaliyetleri katlanarak sürmeliydi. Ancak yaklaşan korkunç tehlikeyi önleyecek
bir çözüme başvurmak kaçınılmazdı. Olaylar çorap söküğü gibi geldi... Yabancı
ülke elçilerinin İsmailiye bölgesindeki 'Fayd' kentinde Britanya ordu
komutanlarıyla bir toplantı düzenleyip Mısır hükümetine, İhvan-i Müslimin probleminin
çözümü için faaliyetlerinin durdurulmasının zorunluluğuna ilişktin bir uyarı
niteliğindeki bir mesaj iletildi. Bunun ardından tutuklamalar, işkenceler, sürgünler
başladı. Şehid Imam'ın 1949 ylınıda bir suikaste kurban gitmesiyle olaylar
doruğa çıktı...
Bir
müslümanın(!) aracılığı ile Şehid İmam'ın öldürülüşünü planlayan haçlılar ve
Siyonistler, onun ölümü ile sorunu sonsuza dek çözümleneceğinin, İslam düşmanlarının
rahata kavuşacağını, artık bu tür sorunlara kafa yormayacaklarını sanmışlardı.
Gafil
olmakla beraber onlar bu zanlarmd bir bakıma mazur sayılırlardı. Hasan
el-Benna'yı öldürtmekle onun kurmuş bulunduğu cemaati yok edeceklerini
sanmaları bakımından mazur sayılırlardı. Çünkü el-Benna gerçekte cemaatin her
şeyiydi. O, cemaatin kurucusuydu, direktif ve idaresiyle cemaatin en büyük
sorumlusuydu, düşünen aklıydı, atan kalbiydi, hareket ettiren ruhuydu. Bu
yüzden -ki onlar bu bakımdan mazurdurlar- onu öldürmekle cemaatin dinamizmini
kırıcaklarını, onunla birlikte cemaatin de sonsuza dek ortadan kalkacağını
sanmışlardı.
Ne
varki onlar ilahi yasadan habersizdiler: Uğruna kan akıtılan bir hareket
ölmezdi!
Çok
önemli bir gerçeğin farkında değildiler: Bizzat kendileri, -yüce Allah'ın
takdiri gereği- önüne geçmek için bunca kan dökmelerine karşın davanın
dirilişine hizmet ediyorlardı.
İbrahim
Abdulhadi hükümetinin uyguladığı hapis ve terör eylemlerinin üzerinden iki yıl
geçmişti ki 1950 yılında Mısır'daki siyasi durumda bir takım değişikler oldu.
Bir takım özgürlükler verildi, normal koşullar içinde seçime gidilmesine izin
verildi. Bu esnada büyük sürpriz gerçekleşti... Her alanda İslam'a yönelik
mühiş eğilim başgösterdi. Üniversitelerdeki talebe birliklerinde yapılan
seçimleride, bazı fakültelerde bütünüyle ihvanın adayları seçimleri kazandılar.
En azından çoğunluk onlar geçti. İslam doktorlar, mühendisler, avukatlar ve
işçiler arasında kök salıyordu. Bütün bunlardan daha da önemlisi ordu ve polis
içinde de İslam yayılmaya başlamıştı. Her iki kurumda da, değişik rütbeler de
subaylar İslami harekete bağlıydılar ve bunlar kendi kurumlarında ya da başka ortamlarda
İslam'ın yayılması için çalışıyorlardı.
Bu
gelişmeler karşısında haçlılar ve Siyonistler İslami harekete indirdikleri ilk
darbenin öldürücü olmadığını anladılar. Öncekinden daha ölümcül, daha etkin ve
işbitirci bir dabenin indirilmesi kaçınılmazdı. Şeytanın planına göre bu
seferkinden olumlu sonuç alınacaktı. Fakat, bu esnada dünyada meydana gelen
olaylar bölgenin haritasını baştan sona değiştirmişti. Ama hedefte her hangi
bir değişiklik olmamıştı. Savaşın Britanya ve Fransa'yı yıpratıp ikinci düzeyde
devletler statüsüne indirgemişi ile birlikte 'özgür dünyalnm(!)
liderliğinin ABD'ye geçmesi ile birlikte haçlı dünyasının liderliği de ona
geçmiş oldu. Çünkü sözde özgür dünya gerçekte haçlı dünyasıydı. Haçlı dünyasının
liderliği de her zaman engüçlü haçlı devletine geçerdi. Nitekim en güçlü ülke
ingiltere olduğu sıralarda haçlı dünyasının lideri de oydu. Amerika askeri ve
siyasi olarak önplana çıkınca da liderlik el değiştirdi. Çünkü haçlı dünyasının
tümü aslında İslam ile savaş halindedir. Ancak fiili durum gereği liderlik en
güçlü devlet hangisiyse ona gerçer. Bu devletler birbirleriyle çekişme halinde
olmakla beraber, sözkonusu islam olunca tümü büyük bir dayanışma ve yardımlaşma
içinde aynı safta birleşirler.
İkincisi;
dünya yahudiliğinin odak noktası da İngiltere yerine ABD oldu. Bu demek
değildir ki, yahudiler İngiltere ile işbirliği yapmaktan vazgeçtiler. Kesinlikle
hayır! Yahudi bulunduğu her yerde amacını hizmet edecek ortamı oluştrur. ister
İngiltere'de, Fransa'da, Almanya'da, Rusya'da, Güney Afrika'da olsun
hükümetlerle işbirliği yapmaya devam eder. Ne varki, en büyük çıkarlarını (veya
kötülüklerini) garantiye almak için odak noktası olarak en güçlü devleti
seçerler. Bu yüzden İslami hareket yönelik ölümcül darbe, daha önce yahudilerle
İngiltere'nin işbirliği ile planlanırken, şimdi de yahudilerle ABD'nin
işbirliğiyle planlanıyordu.
Burada
İslami uyanışın veya düşmanlaırn karşıt komplolarının tarihini yazacak değiliz.
Bu başka bir çalışmanın konusudur ve uzmanlarının yapabileceği bir işitir.
Ancak
biz -konunun genel akışı içinde- belli başlı tarihsel gelişmelerin geniş bir
çerçevisin çizmek amacındayız.
Nitekim
biz, ilk cemaatin de tarihin yazmadık ama onun en belirgin özellikerini;
yansıtan geniş bir çerçeve çizdik. Tarihsel sapmayı da kronolojik olarak dile
getirmedik, sadece tarihsel sapmanın karekteristik çizgilerin belirgin biçimde
ortaya koyuduk. Aynı şekilde İslami uyanış süreci içinde yaşanın gelişmeleri
kronolojik olarak sunacak değiliz, amacımız tarihsel bir olgu olarak bu sürece
değinmek; araştırmamızın elverdiği ölçüde, uyanışın en belirgin çizgilerine,
karakteristik özellikerine işaret etmektir.
Haçlılar
ve Siyonistler İslami hareketi silip süpürecek son bir darbenin gerekliliği
üzerinde görüş birliğine vardılar. Bundan dolayı Siyonistler -yeni koşulların
geriği olarak- darbenin gerçekleşmesi için ABD ile işbirliğine gittiler. Bunun
için uygun gördükleri kişi Cemal Abdünnasır, yöntem de askeri darbeydi.
Çağdaş
gelişmelerin mantığı gereği, haçlı ve Siyonistlerin doğal olarak bir araya
geldikleri yer ABD'ydi. ABD realite olarak haçlıydı, ABD siyasetinin
yahudilerin etkisinde olması bakımından da siyonistti. Bu noktadan harektele
ABD'nin islam aleminde oynadığı haçlı ve siyonizme aynı anda hizmet rolünü kavrayabiliriz.
İslam'a
karşı askeri darbe yönteminin kullanılmasına gelince, -geçen bölümün sonunda
değindiğimiz gibi- 'M. Kemal'in deneyiminde somutlaşan geçmişte uygulanan bir
haçlı-siyonist taktiğine dayanıyor. Haçlılar ve Siyonistler M. Kemal'in deneyimine
büyük önem veriyorlar, onu paha biçilmez bir hazine olarak nitelendiriyorlar.
Onlar açısından böylesine büyük bir hedefe varmak için bu yöntem bulunmaz bir
hazinenedir. Bu hedef, İslam'ı yok etmek, müslümanları kıyımdan geçirmektir.
Sözkonusu deneyim, misyonunu yerine getirmek açısından -onlara göre- başarılı
olarak değerlendirildiği için ABD -hiç tereddütsüz- daha önce M. Kemal'in kullandığı
bu amaç için aynı yöntemi uygulamaya karar verdi. Askerler -psikokojik yapıları
gereği- otoriteyi severler, onu kendi ellerinde tutma eğiliminde olurlar.
Askeri darbe için, iki temel özelliğe yani büyüklük kompleksi, katı kalplilik
ve İslam düşmanlığı gibi temel niteliklere sahip bir adam bulunca, istenen
eyemi başarıya ulaştıracak tüm öğeler bulunmuş olur. Artık çılgın asker
arzulanan kıyımı gerçekleştirmek üzere arzulanan şiddete başvuracaktır. Akla
gelen veya gelmeyen en katı yöntemleri devreye sokacaktı.
Otorite
arzusu, cinnet düzeyine varan büyüklük kompleksi, katı kalplilik ve İslam
düşmanlığı gibi arzulanan tüm unsurları bünyesinde barındırdığı için ilk kez
uygulamaya konan M. Kemal'in deneyimi başarılı olmuştu. Kuşkusuz bundan önce
deneyim gerekli düzeyde allandırılıp pullandırılmıştı, birazda sahte
kahramanlıklarla bulandırımıştır. Bir önceki, dünya savaşında galip çıkan ve
Anadolo'yu işgal eden müttefik kuvvetleri onun 'ezici kahramanlığı(!)'
karşısında çekilmek zorunda kalmışlardı(!). Artık onun adı 'Gazi M. Kemal'di
oysa 'kan dökücü M. Kemal ona daha çok yakışırdı. Bu günse, İslam aleminin
ikinci ağırlık merkezi olan Mısır'daki İslami harekete bitirici darbe indirilmek
isteniyordu. Çünkü haçlı ve Siyonistlerin aldıkları tüm önlemlere rağmen Mısır
hala gerçek bir ağırlık merkezi olmaya devam ediyordu. Ve İslami hareket oradan
civar arap ülkelerine, Suriye'ye, Ürdün'e, Irak'a ve Sudan'a sıçramıştı. Önlem
alınmayacak olursa daha geniş boyutlu bi yayılma göstermesi de mümkündü.[107]
Bir
siz daha şu hususu vurgulamak istiyoruz. Amacımız Islami uyanışın tarihini ve
düşmanlarının karşı komplolarını tarihsel olarak sunmak değildir. Asıl amacımız
en önemli hedefleri önplana çıkaran en belirgin karakteristik çizgileri işaret
etmektir.
26
Ekim 1954 tarihinde İskenderiye komplosu düzenlendi. Ardından Ihvan-i
Müslimin'e mensup yirmi bin dolaylarında genç-ihtiyar sıkıyönetim
hapishanelerine ve diğer hapishaneler dolduruldu. Bu suçsuz insanlar
kelimelerin ifade etmekten aciz kaldığı envai çeşit işkencelerden geçirlid. Bir
söz ustası bile, bir hatebet dehası ible yaşanan bu vahşeti nitelemede aciz
kalır.[108] Sıkı
yönetim hapishanesindeki işkence aletleri 1954 yılından beri -yani iskenderiye
komplosundan beş ay önce- hazırlanmıştı. Zebaniler o tarihten itibaren nazi
uzmanları tarafından eğitilmişlerdi. Mitlerin esir kamplarında işkence için kullandığı
bu uzmanlar o tarihten itibaren bu iş için ücretle tutulmuşlardı.[109]
1954
yılında Ihvan-i Müslimin'in başına gelenler iskenderiye komplosundan başka bir
mesel ile de ilintilidir.
Bu
olayın, Başkan Einzenhauvver'in Filistin sorununu araştırıp çözümü yollarını
önermesi için görevlendirdiği 'Jahnston' raporuyla da ilgisi vardır. Johnston
üstlendiği görevi yerine getirmiş, bölgeyi gezmiş, araplarla ve yahudilerle
görüşmüştü. Sonra üç ana noktaya dayanan ayrıntıl bir rapor hazırlamıştı.
Raporum
öngördüğü birinci nokta: Ürdün Nehri'nin aşağıdaki şekilde araplarla yahudiler
arasnda paylaşılmasıydı. Nehrin kaynağı her iki ülkeden aktığı için Suriye ve
Lübnan devletlerinin her ibri suyun % 10'unu alacak. Ürdün ve israil'de suyun %
40'ını alacaktı, israil bu suyu Nakab çölünü sulandırmak için kullancak,
böylece üçmilyon civarındaki yeni yahudi göçmenleri barınma imkanına kavuşacaklar.
Ürdün ise bu su ile, göçmen araplarm iskan amacı île batı yakasındaki üçmilyon
dönüm araziyi sulacak.[110]
İkinci
nokta: İsrail ile komşu arap ülkelerinin sınırları kesin biçimde
belirlenmediğinden[111]
bir çok arap, hala arap toprağında olduğunu sanarak
İsrail
toprağı sanarak arap topraklarına girebiliyorlar. Bu da bölge güvenliğini
tehlikeye sokan çatışmalara neden oluyor. Bu nedenle geçici bir süre içinde
olsa israil ile arap ülkeleri arasındaki sınırı belirlemek yararlı olur. Nihai
sınır daha sonra belirlenir, arap ülkeleri ile İsrail arasında ikiyüz metre
genişliğinde bir tampon bölge oluşturulmalıdır.[112]
Üçüncü
nokta: Bundan sonra araplarla yahudiler arasında üzerinde görüş birliği sağlanamayan sorunlar kalırsa, bu ronları çözümlemek için
yuvarlak masa etrafında toplanırlar.[113]
Bu
rapor ve raporun içerdiği hususlar, bu hususların arapları kandırması, gizli veya açık olarak yahudilere hizmet etmesi şu anda bizi ilgilendirmiyor. Artık tamamen tarihe malolmuştur. Gerçekte
bu rapor bir aşamadan başka bir şey değildi.
İsrail bundan sonra dilediği gibi genişleme imkanını
bulacaktı. Nitekim İsrail bu raporun öngördüğü hususların tümünü bugün geride bırakmıştır. Batı Şeria'nın tümüne, Ürdün nehrinin
yüzde doksanına el koymuştur. Müslümanlardan kimisi katledildi, kimisi
yurdundan koparıldı, evsiz barksız mültecilere dönüştürüldü.
Bizi
asıl ilgilendiren, Johnston'un raporunun sonunda sarfettiği sözlerdir. Ki bu
rapor aynı zamanda ABD'nin israil'i o tarihteki sınırları içinde kökleştirmek
amacı ile buşvurduğu yöntemi ortaya koyuyor. Amerika'nın amacı israil'in
varlığına yasallık kazandırmaktır. İleriye dönük bir adım olarak yahudilerin
buna ihtiyaçları vardı. Bundan sonra önceden planlanan ve israil ile ABD
arasında üzerinde görüş birliği sağlanan hedeflere emin adımlarla yürünecekti.
Raporun son cümlesi şöyleydi:
"Fakat,
üyelerinin sayısı Mısır ve diğer arap ülkelerinde birmilyon bulan güçlü,
silahlı ve tutucu bir örgüt İhvan-i Müsiimin varoldukça... Evet, bu örgüt bu
gücüyle varlığını sürdürdükçe bu çözümün gerçekleşmesi mümkün olmayacaktır,
ortadoğdu işler rayına oturmayacaktır!" Bunun anlamı gayet açıktı.
"Bizim için bu cemaatin işini bitirin ki, bu çözüm gerçekleşsin ve
Ortadoğuda işler rayına otursun" demek istiyordu. Haziran 1954 tarihinde
rapor başkan Eizenhouvver'e sonuldu ve başkan raporu onayladı. Böylece raporun
öngördüğü hususların yürürlüğe girmesi için Cemal Abdunnasır'a işaret verilmiş
oldu.
İşte
bu rapor ve sonrasındaki gelişmeler, iyi niyetli inan Üstad Hasan Seyyid'in
telaşının nedinini açık biçimde ortaya koyuyor. Üstad onların içinde yaşıyordu,
onlardan duyduklarıyla İhvan-i Müslimin'e ne yapacalarmı iyi biliyordu.
Kan
içici sahte kahramanın eliyle o iğrenç katliam gerleşti. Bir çok insan ipe
çekildi. Suçsuz günahsız gençler zebanilerin elinde işkenceden öldüler.
Ülke,
uzun yıllar dehşetin kol gezdiği ölümcül bir korkunun gölgesinde yaşadı.
Manazara
öylesine iç karartıcıydı ki, bir çok insan islami hareketin bir daha geri
dönmemek üzere sona erdiği düşüncesine kapılmıştı. Düşmanlar planın
başarısından emindiler.
1962
yılında 'Bu Günkü Arap Dünyası1 kitabında Morroe Berger şunları
söylüyordu: "Dini akımlarla laik (sekuler) akımlar arasında yinelenen bu
çatışmaların en şiddetlisi 1954 yılından sonra Mısırda yaşandı. Aşırı eğilimli
İhvan-i Müsiimin cemaati, laik[114]
hareketin gittikçe güçlendiğini görünce, 1952 yılında iktidara gelen eski
müttefiklerine karşı koydular. Mısır rejimi İhvan-i Müslimin'i acımadan ezdi. Cemaatin
İslam birliğini ve dindışı laik milliyetçiliğe karşı çıkmayı öngören çağrısını
bastırdı.[115] Çünkü
İslam'a göre insanlar ya bütün tavır, davranış, yani pratikleriyle, duygu ve
düşünceleriyle dine girerler ya da dinin dışında olurlar. İslam'da bazı hareket ve duyguların dinin çerçevisinin dışında olması buna rağmen
sözkonusu kişinin müslüman kabul edilmesi gibi laik bir mantığa yer yoktur. Böyle
bir matık ancak dini esasları tahrif edilmiş kilise için geçerlidir. Kilise
"Sezar'ın hakkını Sezar'a, tanrının hakkını tanrıya ver11
diyor. Yüce Allah ise şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler, bütün
varlığınızla İslam'a girin ve sakın şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o
sizin apaçık düşmanınızdır." (Bakara/ 208) yani tüm benliğinizle,
herşeyinizle, tüm duygu ve hareketlerinizle islam'a girin.
Yazar
bir sonraki sayfada ise şöyle diyor:
"Dini
akım ile laik akım arasındaki çatışma kaçınılmazdır. Ancak bu çatışmayı bazı
dönemlerde ertelemek mümkün olabilir. Şu kadarı var ki bu çatışmanın galibi
eninde sonunda dinsiz yani laik milliyetçilik olacaktır."[116]
Sonra yazar (sh. 385-387) Rusya, Türkiye ve Mısır'daki toplumsal değişimden
uzun uzadıya sözeder. Bundan çıkardığı sonuç ise şudur: "Cemal Abdunnasır
eğitim sistemini değiştirmek, sanayileşmeyi teşvik etmek, kadın eğitimine önem
vermek ve aile bağlarında değişiklik yapmak suretiyle Mısır'da laik (dinsiz)
bir süreç başlatmıştır... Bu süreç ağır işliyor ancak geriye dönüş söz konusu
olamaz. (!)
Ne
varki Cemal Abdunnasır'ı dolayısıyla siyonist-haçlıları dehşete düşüren bir
kader bekliyordu.
Nasır'ın
istihbarat elamanları 1963 yılında İhvan-i Müslimin saflarında bir hareketin
belirdiğini, bu hareketin kaynağının ve gücünün kesin olarak bilinmediğini
ancak gündün güne geliştiğini rapor ettiler. Bu seferki sürpriz öncekilerden
daha etkiliydi! Bütün olup bitenlere rağmen mi?
Kuşkusuz
İslami uyanış öteden beri ilgililer için, yani haçlılar ve Siyonistler için bir
sürprizdi.
Hareketin
liderinin öldürülmesinden sonra gelişmelerin boyutları da ilgililer için ikinci
bir sürprizdi.
Abdunnasır'ın
tarihte eşi görülmemiş[117]
işkencelerinden, katliamlarından sonra, yine de hareketin saflarında etkin bir
faaliyetin olması islam düşmanları arasında sarsıcı bir sürprizdi.
Bundan
dolayı kan içici sözde kahramanın 1965 yılında işlediği cinayetler, döktüğü
kanlar, 1954 kıyımından çok daha şiddetli ve dehşet vericiydi. Üçüncü kez
söylüryoruz ki, amacımız İslami uyanış sürecini kronojik olarak sunmak değil.
Abdunnasır'ın hayatını da yazmak istemiyoruz. İslami hareketi etkisiz kılmık
için siyonist-haçlılarm yürürlüğe kuydukları planları birer birer anlatmak da
amaçlarımız arasında yer almıyor. Biz sadece bu olguyu, İslami uyanış olgusunu
etüt ediyoruz. Bu süreç önce bir adım gönlünde başladı. Allah onun kalbini açmış,
ruhuna aydınlanma ve Allah'la iletişim kurmanın arı duygusunu
bahsetmişti. Bu sayede islam'ın yüceliğini algılamış ve bu yüceliği pratik
hayata yansıtmak için hareket geçmişti.
Önceleri
bir sofu olarak yaşamını sürdürdü. Çocuk yaştan itibaren bir tasavvuf cemaatine
bağlanmışıt. Böylece ruhsal aydınlanması derinleşmiş, kalbi Allah'a ulaşmıştı.
Fakat
o, -yüce Allah'ın gerçeği göstermesi sayesinde- İslam'ın sofular arasında
temsil edilen, uygulanan biçinden daha geniş kapsamlı, daha büyük olduğunu
anladı, islam eksiksiz bir hayat sistemiydi. Sırf kul ile Rab arasındaki manevi
bir bağdan ibaret değildi.
islam,
pratik hayattan uzak tarikat ihvanlarının dar kapsamlı dünyalarıyla sınırlı
bireysel nitelikli bir kulluk sistemi değildir. İslarn hem bireysel ve hem de
toplumsal boyutları olan bir ibadet sistemidir ve müslüman bir toplumun
kurulması ile somutlaşır. Bu toplumda yönetim egemenliği Allah'ın şeriatına
aittir. Müslüman devlet Allah'ın şeriatı ile hükmeder. Hakimiyet Allah'a ait
değilse yani Allah'ın şeriatı egemen değilse, önce müslüman fert meydana
getirmeli, sonra müslüman aile, sonra müslüman toplum, ardından müslüman devlet
oluşturmak şeklinde bir sistem içinde aşamalı ve tedrici bir oyl izlemek
gerekir. Şehid imam 'Eyyuheş-şebab* adlı risalesinde şunları söylüyor:
"Ihvan-i Müslimin'in izlediği hareket metodunun aşamaları belli ve adımları
açıktır. Biz ne istediğimizi iyi biliyoruz, bu isteğimizi gerçekleştirecek
aracı da biliyoruz.
1-
En başta düşüncesi, inancı, ahlakı, duyguları, ameli ve davranışları ile
müslüman bir adam istiyoruz. Bizim ferdi oluşumumuz budur.
2-
Bundan sona düşüncesi, inancı, ahlakı, duyguları, ameli ve davranışları ile
müslüman bir ev istiyoruz. Bu bakımdan biz erkek kadar kadına da önem
veriyoruz. Gençler kadar çocukları da önemsiyoruz. Bizim ailevi oluşumumuz da
budur.
3-
Bundan sonra aynı niteliklere sahip müslüman bir halk istiyoruz. Bu yüzden biz
mesajımızın her eve ulaşması, sesimizin her yerde duyulması, düşüncemezin
yayılması, köylerde, kasabalarda, kentlerde, merkezlerde, metropolde, taşrada
yankılanması için çalışıyoruz. Bu amaç uğrunda hiçbir çabadan geri durmayız,
hiçbir aracı terketmeyiz.
4-
Bundan sonra da müslüman bir hükümet istiyoruz. Ki, halkı mescide yöneltsin,
ardından insanlığı islam'ın yol göstericiliğine kavuştursun. Tıpkı daha önce
peygamber efendimizin yakın arkadaşları, Hz. Ebubekir ve Ömer'in (Allah onlardan
razı olsun) yaptığı gibi. Bundan dolayı biz, islam esasına dayanmayan,
meşruiyetini islam'dan almayan hiç bir yönetim şeklini tanımıyoruz. Şu siyasal
partileri, küfür ehlinin ve islam düşmanlarının bize dayattığı şu yönetim
biçimlerini kabul etmiyoruz. Her yönüyle Islami olan bir yönetimin kurulması için çalışacağız.[118]
Onun
kalbinin ve ruhunun derinliklerine nüfuz eden bu ışık -ki, bu gerçeği görmesini sağlayan da bu ışıktır- kuşkusuz ilahi bir yol göstericiliğin
sonucuydu. Bu, aynı zamanda yüzyılı aşkın bir bir zamandır genelde tüm İslam
alemini, özelde de Mısır'ı etkileyen olayları iyi takip etmenin ve sağlıklı
biçimde değerlendirmenin bir göstergesiydi. Daha önce Rifaı Rafi
et-Tahtavi'nin, Cemaleddin Afgani'nin, Muhammed Abduh'un ve batı karşısında
ruhsal hezimete uğrayan bu yüzden -değişik oranlarda da olsa-batılılışma
akımına kapılan diğerlerinin takınması gereken sağlıklı, doğru tavır buydu.
Acaba
yukarıda saydığımız bu kişilerin içinde yaşadıkları dönemde Islami açıdan doğru
kabul edilebilecek bir hedefe yönelmeleri imkasız mıydı? Acab, içinde
yaşadıkları çağın koşulları açısından tek 'mantıklı1 ya da 'mümkün1
olan tek seçenek bu şahsiyetler miydi?
Kesinlikle
hayır! Onların yaşadığı dönemde Muhammed Abdulvahab'ın arap yarımadasında
başlattığı, sağlıklı bir yol izleyen, dosdoğru hareketi, bir örnek olarak
gözlerinin önünde duruyordu. Fakat onlar bu harekete yönelmediler, onu örnek
almadılar. Tam tersine batı karşısında ruhsal hezimete uğramanın ezikliğini
yüreklerinde taşıdıkları için batıya yöneldiler, onu örnek aldılar.
Eşya
ve olayları planlayıp yönlendiren yüce Allah'tır. Kullarından dilediği
kimselerin kalp gözlerini açan, dilediği kimselerin de basiretini körelten
O'dur. Ne varki yüce Allah yeryüzünde kullarının davranış ve yönelişleri içinde
kendi ezeli planını nasıl yürürlüğe kuyduğunu bize şu şekilde anlatmaktadır.
"insanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde
fesad ortaya çıktı" (Rum/ 41)
"İşte böyle, onlar Allah'ın indiriğini çirkin gördüler, bundan
dolayı, O da, onların amellerini boşa çıkardı." (Muhammed/
9) "Şüphesiz allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, kendisine katıksızca
yöneleni de dosdoğru yola yöneltip iletir. Bunlar, iman edenler ve kalpleri
Alah'ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun, kalpler yalnızca Allah'ın
zikriyle mutmain olur." (Ra'd/ 27-28)
"Bizim uğrumuzda çaba sarfedenlere} biz şüphesiz
onlara yollarımızı gösteririz. Gerçek şu ki, Allah ihsan edenlerle beraberdir."
(Ankebut/ 69) Şu halde yukarıda sözünü ettiğimiz bu kişilerin
doğru yoldan sapmaları, dolayısıyla da ümmeti peşlerinden sürükleyip doğru
yoldan usaklaştırmaları hiç bir şekilde mazur gösterilemez.
Aynı
zamanda şunu da soruyoruz biz: İslami hareket, ortaya çıktığı dönem yerine, o
zaman içinde ortaya çıkmış olsaydı başarıya ulaşması mümkün olabilir miydi?
Bu,
gaybın kapsamına giren bir olaydır. Kesin bir cevap vermek mükün değildir.
Gerçi, yarımadanın tanık olduğu Muhammed b. Abdulvahhab'ın örneği bizde bu
haretin o zamanda başarılı olmasının mümkün olduğu düşüncesini uyandırmaktadır.
Fakat bu durum, söz konusu şahısların üzerindeki davet yükümlülüğünü ortadan
kaldırmaz. Çünkü yüce Allah bize yönelik sonsuz rahmetinin bir
eseri olarak, insanları İslam'a davet etmekle bizi yükümlü tutmuştur. Bu
davetimiz ile birlikte belli bir sonuca varma yükümlülüğünü bize vermemiştir.
Eğer biz gereği gibi çabalarsak yüce Allah sonuçlarlarla ilgili olarak bizi
hesaba çekmeyecektir. Çünkü alınacak sonuçları düzenleyen ve planlayan O'dur.
Asıl sorguya çekileceğimiz husus sarfetme yükümlülüğümüz bulunan çabadır.
Gerçekten buçabayı sarfettik mi, ne şeklide sarfettik? diye hesaba çekileceğiz.
"Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülüğü yasalayan
bir ümmet meydana gelişin, işte kurtuluşa erenler onlardı." (Al-i Imran/
104) "Yüce Allah'ın senin aracılığınla bir adamı doğru yola iletmesi,
senin açından kızıl develerden daha hayırlıdır." (Buhari, Müslim) "Eğer
kuyamet kopsa ve içinizden birinin elinde bir fidan bulunsa, şayet kıyamet kopmadan
bu fidanı dikme imkanı varsa diksin." (Buhari) Şayet adı geçen
adamlar, Allah'ın mesajının insanlara doğru biçimde ve doğru bir yöntemle sunma
yükülülüğünü yerine getirmiş olsalardı, buna rağimen kimse bu çağrıya olumlu
karşılık vermeseydi yine de görevlerini yerine getirmiş olurlardı ve Allah
katında ileri sürebilecekleri bir mazeretleri olurdu. Sorumluluk çağrıya olumlu
karşılık vremeyenlere ait olurdu.
Daha
önce de söylediğimiz gibi Şehid imam'ın kalbini aydınlatan bu ışık ilahi bir
nurdu. Aynı zamanda, yüzyılı aşkın bir süredir, genelde tüm İslam alemini,
özlede de Mısır'ı etkileyen gelişmeler doğru biçimde algılayıp değerlendimenin
bir sonucuydu.
Hiç
kuşkusuz bu, hilafeti ortadan kaldırmakla Müslümanlara karşı bir komplo kuran
İslam düşmanlarının komplolarını başlarına geçiren ilahi takdirin, ezeli
planlamanın somut şekliydi.
Hilafet
makamının ortadan kaldırılması ile müslümanlarm yüreğine oturan kayıp, İslam
alemini baştan başa saran hüzün ve kalplerini pençesine alna ölümcül karamsarlık
Hasan el-Benna'yı davet hareketini oluşturmaya itmişti. Kendi kendine şöyle
demişti: Madem İslam devleti ortadan kaldırılmıştır, niçin onu yeniden kurmaya
çalışmayalım?
"Allah emrini yerine getirme gücüne sahiptir. Fakat insanların
çoğu bunu bilmez" (Yusuf/ 21)
Şehid
imam'ın yaşadığı günlerde dava büyük yaygınlık kazandı. Yüzbinlerce insan
hareketin safların katıldı.[119]
Harekete
katılan insanlar değişik karaktere ve eğiiimilere sahiptiler. Harekete katılan
bu insanların bir kısmı, İhvan-ı Müslimin'i yeni ve aydın bir tasavvuf cemaati
olarak algılayan tasavvuf ehli kimselerdi. Onlara göre bu harekette de onların
uyduğu tasavvuf ilkelerine uyuyordu. Ancak bu seferki bidatlardan uzaktı ki,
doğru yoldan sapmış bazı sofular bu bidatları tasavvufa bulaştırmıştı. Bu
yüzden ihvana uymaları onları alıştıkları yoldun uzaklaştırmayacaktı. Aynı
zamanda sofuların içine düştükleri sapmalara da bulaşmayacaklardı.
Temiz
ve saf bir takım gençler de harekete katılmıştı. Bunlar toplumun içine düştüğü
fesattan, çirkeften etkilenmemişlerdi. Bunlar batı uygarlığına karşı da kesin
bir tavır içindeydiler. İnanç ve ahlakla çelişmeyen yararlı yönlerinden
yararlanmak ama bu uygarlığın materyalist anlayışını, ahlaki çözülmüşlüğünü,
cinsellik alanındaki sapıklığını, Allah'ın haram kıldığını helal kabul edişini
reddetmek şeklinde ifade edilebilir bu tavırları... Toplum içinde bu tür
gençler vardı. Henüz girdaba kapılmamışlardı ve batı kaynaklı çirkeflik
satılıklarını, temizliklerini atetmemişti. Fakat gittikçe kaybolurlardı. Toplum
içinde dağınık durumda bulunan ve bir amaç etrafında birleşemeyen bireyler
konumundaydılar. köşelerine çekilip yalnızlık içinde ömürlerini tüketmeyi
yeğliyorlardı. Kimse onlarla ilgilenmiyordu, ilgilenen de alay etmek için
ilgileniyordu. Toplum içinde bir çığır açacak durumda değildiler. Çünkü bunlar
tazyikle akan selin mecrasından uzak su birikintileri gibiydiler. Kuruyup
gidene kadar bulundukları köşede kalacaklardı. Bu yüzden -varolmalarına rağmen-
somut bir varlıkları yoktu. Ama şimdi kendilerini bulmuşlardı!
Artık
selin mecrasından uzak şuraya buraya serpiştirilmiş su birikintileri
değildiler. En azından varolduklarının farkına varmaları bakımından somut birer
varlıktılar. Girdabına kapılan, yutan bataklıktan ayrı bağımsız kişilikleri
vardı. Bu uğursuz gidişe ters düştükleri için baskıya uğruyorlardı ama
varlıklarını, farklılıklarını, yitirmiyorlardı... Her badirede daha bir
kenetleniyor, inançları, özgüvenleri daha bir pişiyordu.Hareket her geçen gün
gelişiyor. Hızla gelişiyor. Batı menşeli yıkıcı dalga bu geşimenin baskısını
hissediyor. Bu gelişmeyi durdurmasa da, yok edemese de, akışını engelleyemese
de varlığından dolayı daralıyor, sıkıntı çekiyordu. Dinsel duyarlılığını tatmin
için gelen kitleler vardı. Bunların İslam'dan anladıkları sadece bu duyarlılıktı.
Şehid Imam'ın konuşmalarından ve derslerinden manevi bir feyz alırlardı. Çünkü
yüce Allah ona parlak, derin, etkili bir manevi feyz bahsetmişti. İnsanlar onun
kişiliğinin bu karizmatik etkileyiciliği aracılığı ile dinsel duyarlılıklarını
tatmin ederlerdi. Böylece cemaate bağlanır, faaliyetlerine katılırlardı. Ancak
bu tür insanların başta gelen istekleri manevi haz almak, dinsel duyarlılığı
tatmin etmekti. Harekete katılanlar arasında çıkarcı tiplerde vardı. Bunlar o
tarihte faaliyet gösteren siyasal partilere mensuptular. İhvan-ı Müslimin'i
hızla gelişen, taraftarları çoğalan yeni bir siyasal parti olduğunu veya hızla
yol alan, peşine takılan kitlelerin sayısı gittiçe artan bir lokomotif olduğunu
sanıyorlardı. Bu yüzden diğer siyasal partilerden çok onun geniş taraftar
kitlesiyle yönetime yakın oluduğunu düşünüyorlardı. Şu halde fırsat elden
gitmemeliydi. Treni kaçırmamak gerikirdi!
1948-49
darbelerinde bu saydıklarımızın çoğu bir daha geri dönmemek üzere hareketten
uzaklaştılar, arkalarına bakmadan kaçtılar. Sofular kaçtılar. Çünkü ihvan-ı
Müslimin'in yeni ve aydın bir tasavvuf cemaati olmadığını, bir cihad hareketi
olduğunu anlamışlardı. Tarihte ortaya çıkan bütün cihad
hareketlerinde olduğu gibi mensuplarının başına türlü musibetlerin, akıl almaz
işkencelerin, sürgünlerin, kovulmaların geldiğini görmüşlerdi. Oysa kendileri
bunun için gelmemişledi. Bunlara katlancak, sabredecek durumda da değildiler.
Şu halde kurtuluş, yolun tehlikelerinden kurtulmaktı. Selamet kaçıştaydı!
Çıkarcılar
da kaçtılar. Çünkü bu trenin iktidar koltuğuna ulaşmaktan çok uzak olduğunu
anlamışlardı. Onlarsa bunun için gelmişlerdi. Bundan başka bir şey bilmezlerdi,
başka bir hedefleri olamazdı. Şu halde ileride izini silemeyecekleri bir damga
yemeden kaçmak en iyisiydi! Halk kitleleri de kaçtılar. Çünkü hareketin dini
duyarlılıklarına hitap eden bir yönü kalmamıştı. Başka bir şey de gelmezdi
ellerinden, islam'dan bildikleri buydu. Oysa burada zindan var, işkence var,
sürgün var, ölüm var. Onlar bunun için gelmemişlerdi. Buna katlanacak,
sabredecek durumda değildiler. Şu halde iktidar sahipleri üzerlerine çullanmadan,
onlar da 'onlardan' olmakla suçlamadan kaçmak en selametli yoldu! Ama saf ve
temiz gençler kaldılar. Kuşkusuz tümü kalmadı. Gençlerin tamamı önceden yolun çeşitli
engebelerle dolu olduğunu bilmiyordu. Bütünü, bir gün başına çeşitli
musibetlerin, akıl almaz işkencelerin, kıyımların geleceğini hesap edemiyordu.
Bunun içinde yaşadıkları çirkefe batmış toplumun pisliklerinden uzak, tertemiz
bir ortamda gerçekleşen güzel bir yolculuk olduğunu sanıyorlardı. Sadece çoğunun
kişisel endişeleri vardı. Endişeleri çirkef ve çöküntü ortamında dinlerini
korumaktı. Nitekim peygamber efendimiz de salât ve selem üzerine olsun- buna
işaret etmiştir: "Bir gün gelecek, dinini tutan kişi kızgın bir ateş
tutmuş gibi olacak" Hapishaneler, gözaltılar, sürgünler ve işkencelere
gelince, çoğunun hesabında bu yoktu. Gerçi Şehid İmam 'Beynel emsi vel-yevm'
başlıklı risalesinde onlara bu hususu hiç bir kapalılığa yer bırakmayacak
şekilde açıklamıştı.
"Size
şunu açıkça söylemek istiyorum ki, mesajınız hala insanların çoğu tarafından
bilinmiyor. Mesajınızı bildikleri, kavradıkları, amacını ve hedefini algıladıkları
gün onlardan şiddetli bir düşmanlık göreceksiniz, sert bir tepkiyle karşınıza
dikileceklerdir. Önünüzde bir çok meşakkat bulacaksınınz. Bir çok engelle
karşılacaksmız. İşte ancak o zaman dava adamlarının yoluna girmiş olursunuz
Şimdi ise, hala bilinmiyorsunuz. Henüz ollgunlaşma evresindesiniz, cihada ve
mücadeleye hazırlanıyorunuz. Halkın gerçek islam'ı bimeyişi bir engel olarak
kurşınıza çıkacaktır. İslami anlayışınızı garipseyen dindarlar, resmi etiketli
alimler göreceksiniz. Bunlar sizin İslam adına yürüttüğünüz cihadı yanlış
bulacaklardır. Başkanlar, liderler, mevki ve makam sahipleri size karşı kin
kusacaklardır. Bütün hükümetler karşınıza dikilecek, her hükümet
faaliyetlerinizi sınırlandırmak, yolunuza taş koymak için çalışacaktır.
Memleketin yönetimini gaspedenler, size karşı koymak ve davanızın nurunu
söndürmek için her yola başvuracaklardır. Zayıf hükümetlerden, düşük ahlaktan
yardım isteyeceklerdir, onlara yakaran ama size kin besleyen ellere uzanacaklardır. Hepsi bir araya gelecek davanızın etrafında şüphe
bulutları yaymak,haksız suçlamalarda bulunmak için çalışacaklardır. Her türlü
kusuru ona yamayacaklardır. Onu insanlara çirkin göstemeye, kötü tanıtmaya
gayret edeceklerdir. Bunu yaparken güçlerine,siyasal otoritelerine
güvenecek,mali güçlerine ve nüfuzlarına dayanacaklardır. "Ağızlarıyla
Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, keni
nurunu muhakkak tamamlayacaktır." (Tevbe/ 32) Bu inancınız ve tavrınızla
siz, hiç kuşkusuz deneme ve sınama aşamasına gireceksiniz. Zindana atılacak,
gözaltında tutulacaksınınz. Yerinizden yurdunuzdan uzaklaştırılacak, sürgün
edileceksiniz. Maddi çıkarlarınıza el konulacak, işinize son verilecek,
evleriniz gözetim altında tutulacaktır. Sınava tabi tululacağmız bu aşama çok
uzun bir dönemi de kapsayabilir.
"insanlar sınavdan geçirilmeden yalnızca 'inandık' demekle
bırakılacaklarını mı sanıyorlar?" (Ankebut/ 2)
Ancak,
şunu bilmelisiniz ki, yüce Allah bütün bunlardan sonra mücahidlere zafer,
muhsinler sevap va'detmiştir:
"Ey iman edenler! size, sizi acıklı azaptan kurtaracak bir ticaret
göstereyim mi?" (Saff/ 10)
"Biz de iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik, onlar
da üstün geldiler." (Saff, 14)
Buna
rağmen hala Allah'ın yardımcıları olmakta ısrarlı mısınız?"[120]
Son
ölümcül darbeden sonra cemaatle kalanlar, bizzat Şehid İmam tarafından
eğitilenlerdi. Onnu sınıflandırması ile bunları 1hvan-i amilin1 (eylenci
kadeşler) denirdi. Gerçi leride bunların oluşum ve hareketlerinde acele
edildiğini gösteren belirtiler görülecekti. Buna da ileriki sayfalarda
değineceğiz.
Şehid
İmam'ın haftalık derslerine katılan yığınların çoğu kaştı. İhvan-i Müslimin'in
genel merkezi bunlarla dolradı, buray asığmaz caddelere, sokaklara taşarlardı.
Fakat yokanda elde edilecek bir yarar, katedilecek kısa bir mesafe sözkonusu
olmadığını tam tersine yolun cihad ve zorluklarla dolu olduğunu görünce
hareketi terkettiler.[121]
Şehid İmam'ın trenle çıktığı
yolculuklarda -ki bu alışkanlığını ömrünün sonuna kadar sürdürdü- onu
karşılayanlara da kaçtılar.
Fakat
kitlelerin harekete yönelik bu yoğun ilgi beraberinde bir takım gerçekleri
ortaya koymaktadır. Bu bilginin ortaya koyduğu birinci gerçek şudur: Birbuçuk
asırdır islam'ı tamamen ortadan kaldırmak, Mısır'ı Avrupa'nın[122]
veya Akdeniz havzası uygarlığının[123]
veya islam'dan başka herhangi bir şeyin bir parçası yapmaya çalışanların, hala
çalışmakta olanların sandıkları gibi bu yığınların gönlünde İslami duyarlılık
tamamen son bulmamıştır.
İkinci
gerçek şudur: Halk kitleleri birleşmek için bir çağrının beklentisi içindedir.
insanlar
ekmek ve benzeri zaruri ihtiyaçlar için gösterilere katılmasi gibi maddi
varlığını ilgilendiren konuların dışında kendi kendine toplanmaz. Halk
yığınlarının 'değerler1 için toplanması ise her zaman bir liderin
olmasını kaçınılmaz kılar. Nitekim, kriz dönemlerinde halk yığınlarının
çevrelerinde birleştiği kimseler din alimleridir. Ya da din alimlerinin kendisi
halkı toplanmaya çağırırlar ve halk da onların yol göstericilikleri ile hareket
ederler.
Ancak
alimler sahneden çekilince, ders halkalarının daracık dünyasına ya da kendi iç
alemlerine kapanınca dini nitelikli önderlik ortadan kalkar. 'Dinsiz1 (laik)
önderlik ortaya çıkar - ya da çıkarılır-. Önceki bölümde değindiğimiz gibi halk
yığınları bu sefer laik nitelikli bir önderliğin tutkunu olur. Dini önderlik tekrar
sahneye çıkınca, halk yeniden onun etrafında birleşir. Düşünce savaşı, batı
haranlığı gibi nedenlerden dolayı dönenlerin sayısı öncekine göre az olsa da...
Şu kadarı var ki, bu kümeleşme, önderin toplumu bürüyen olumsuz havayı giderme,
kitlelere İslami gerçek ve net şekliyle sunma ve yeni kuşağı İslami gerçekler
uyarınca eğitme hususunda başarı kazandığı oranda daha geniş boyutlar kazanmaya
müsaittir. Üçüncü gerçek şudur: İslam fıtrat dini (yani insanan öz yapısına
uygun din) olduğu için her zaman için kalpleri kendine çekecek özelliğe
sahiptir. Bu nedenle insanın fıtratı dejenere olmamışsa, İslam'a girebilir,
İslam'a uyması kolay olur. müslümanlarm içnde yaşadığı bu sözde ortam İslam
düşmanları tarafından insanları İslam'dan nefret ettirmek ve
kalıplaşmışlıklarmın, geri kalmışlıklarının, zayıflıklarının ve dünya toplumu
içinde geri bir konumda oluşlarının sebebinin İslam olduğu kuruntusuna
kapılmalarını sağlamak için dayatılmıştır. Bununla beraber İslami gerçeklerin
doğru biçinde insanlara sunalması, dağınık kalplerin tekrar ona dönmelerine
yolaçabilir. İnsanları İslam bayrağı altında birleştirmeye ilişkin mesaj,
tekrar doğal yerlerine döndürebilir.
Bu benim dosdoğru olan yolumdur, şu halde ona uyun, sizi onun
yolundan ayıracak başka yollar uymayın" (En'am/ 153)
İslam'ın
yeniden egemen olması için meşakkatli bir cihada ihtiyaç olduğu bir gerçektir...
Dünya
haçlılığı ile dünya yahudiliğinin bugün İslam aleyhinde başlattıkları korkunç savaşın, arzulanan İslami egemenlik için kaçınılmaz olan cihadı
her zamankinden daha meşakkatli, daha ağır
kıldığı da bir gerçektir. Öyleki bu cihadın
meşakkatine ancak taşıdığı mesajın iblincinde olan karalı müslümanlar katlanabilir. Bu yüzden gün geçtikçe çoğalıyor
olsalar da islam çağrısına olumlu karşılık verenler azdır.
Bütün
bunlar doğrudur... Fakat orta yerde hiçbir zaman değişmeyen bir gerçek vardır.
Çünkü bu gerçek bizzat amaçla ilgilidir: 'Yeniden İslam'a dönüş1
hedefi ile ilgilidir. Şu ana kadar fiilen islam'a dönenlerin sayıları ile
ilgili değildir.
Bu
gerçekten dolayıdır ki, İslam düşmanları, işini bitirdiklerini, son ölümcül
darbeyi indirdiklerin sandıklan bir sırada davetin sürdüğünü ve hala nefes
aldığını gördükçe cinnet geçiriyorlar.
Hiç
kuşkusuz Hasan el-Benna'nın başlattığı hareket, bir ümmeti yeniden oluşturmaya
benzeyen çok önemli bir hareketti... O tarihte İslam Ümmetinin durumu yıkılmaya
yüz tutmuş bir duvarı andırıyordu... Ve o bu duvarı yeniden onardı.
Onun
yaptığı sadece toplum içinde özelliğini kaybetmemiş duvar olmaya elverişli
tuğlaları üstüste koymak değildi. Ya da o, sırf selden arta kalan su
birikintilerini biraya getirmeye çalışmadı. O, bu birleştirme operasyonunun
yanısıra, bu sağlam ve elverişli tuğlalardan bir bina yaptı; selden artakalan
bu su birikintilerinden canlı ve tazyikli bir akım meydana getirdi. Onun
yaptığı, İslam'ı insanların içinde bir harekete dönüştürmekti. İnsanların
zihinlerindeki İslam'ı bir hayat sisteminine, paratik hayatın vazgeçilmez tavrına
dönüştürmekti... İslam'ı 'şeyhlerin' elinden hayattan ve hareketten yoksun kuru
kalıplara, Muhammed Abduh'un elinde pratiği değiştirmek için hareket eden ama
değişikliğin gerçekleşmesi için 'cihad' etmeyen kültürel ve akli bir hareket,
sofuların elinde türbelere, evliyalara ve ziyaretlere, halk yığınlarının elinde
miskin bir tevekküle ve hurafelere dönmüşlükten sonra İslam'ı canlı ve
hareketli orjinalitesine kavuşturmaktı onun yaptığı...
O
dönemde ve o bölgede bir insanın böylesine ağır bir yükümlülüğün altına girmesi
kolay bir iş değildi. Çünkü haçlılar ve Siyonistler İslam'a son darbeyi
indirmek için tüm güçlerini o bölgede yoğunlaştırmışlardı. Batılılaşma hareketi
ile birlikte egemen olan 'ben1 merkezli bireyciliğin parça parça
ettiği, İslam'ın pratik hayattan aşamalı olarak uzaklaşması ile duyarsızlaşan
gönülleri kardeşlik bağı ile birbirine bağlamak kolay değildi. Rahatı düşünen
ve ahiretten kopuk bi dünya için çaba sarfetmeyi dününen nefisleri, kendini
dava için feda etmek, dünyanın zevklerinden vazgeçmez üzere eğitmek hiçte kolay
değildi. Bundan önce ahireti düşünecek olsalardı ya çoğunlukla bireysel kulluk
davranışları şeklinde dışa vururdu ya da sadece iyi bir niyet olarak kalırdı.
Sadece
rahatını düşünen nefisleri, Allah yolunda ölmek -samimi olarak- ve Allah
yolunda ölmeyi en büyük arzu olarak değerlendirmek üzere eğitmek kolay
değildir.
Bir
insanın böyle bir göreve soyunması o kadar kolay değildi. Fakat bu büyük
kurucunun elinde bütün bunlar çok kolay gerçekleşti. Yüce Allah el-Benna
(kurucu, bina edici) isminin gerektirdiği tüm nitelikleri ona bahsetmişti.
Ruh
aydınlığı, kalp temizliği, Allah için herşeyden geçmek, tükenmez bir aşk,
çalışma azmi, meşakkatlere karşı sabır, insanları birarada tutmak için gerekli
olan karizmatik lidelik yeteneği ve örgütleyicilik bercerisi gibi yeteneklerle
donatmıştı onu.
Ne
var ki, el-Benna'nın inşa ettiği bu görkemli binanın duvarlarında bazı gedikler
vardı ve bunlar zaman içinde etkisini gösteriyordu. Genel kanı, büyük ustanın
işin başında bu gediklerin farkında olmadığı, ancak ölümüne yakın zamanlarda
bunu görmeye başladığı şeklindedir, ileride de değineceğimiz gibi el-Benna bu
gediklerin izleyicilerinin gönüllerinde derin etki bırakmasına izin vermemiştir.
Yapıdaki
birinci gedik; olması gereken zamandan önce halk kitlelerinin topyekün harekete
yönelmesi hususunda gereğinden fazla aceleci olunmasıydı.
İnsanların
hidayet ermesini, mümkün olan en kısa zamanda olabildiği kadar fazla sayıda
insanın doğru yolu bulmasını istemek davetçilerin ve ıslahatçılaran hatta
bizzat peygamberelirin gönüllerinde yatan vazgeçilmez beşeri bir arzudur.
Nitekim peygamber efendimiz -Salât ve selâm üzerine olsan- insanların hidayete
ermelerini içtenlikle ve derin bir arzuyla isterdi. Aynı şekilde insanların
halk içerikli mesaja olumlu karşılık vermemeleri onu çok üzerdi. Nitekim yüce
Allah bu hususa şu şekilde değiniyor:
"Şimdi onlar bu söze inanmayacak olurlarsa sen, onların
peşisıra üzülerek kendini kahredeceksin." (Kehf/ 6)
"Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete eriştiremezsin, ancak
Allah, dilediğini hidayete eriştirir. O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir."
(Kasas/ 56)
Fakat,
eşya ve olaylara yön veren ilahi yasalar sistemi vardır. Ve davet hareketleri
de bu yasalar sistemine göre gelişme gösterir. Bu sistem, başlangıçta
davetçilere ve ıslahatçılara meşakkatli gibi görünsede hayır içeriklidir. Halk
kitlelerinin davet hareketinin hemen başında büyük bir yoğunlukla davete yönelmeleri
bu yasalar sisteminin bir gereği değildir ve bunula hayır gerçekleşmez.
Eğer
halk kitlelerinin yoğun biçimde davete ilgi duymaları ile hayır gerçekleşseydi,
yüce Allah bu hayrı Peygamberi'nden -Salât ve selâm üzerine olsun- ve
peygamberinin yaşadığı dönemde yeryüzüne egemen kılmayı, otorite sahibi bir
devletinni olmasını takdir ettiği dininden esirgemezdi.
Allah'ın
kaderinden kopuk olarak dünyevi açıdan olaya baktığımızda, Mekke'de onüç yıl
boyunca az sayıdaki insanın Peygamber efendimiz -Salât ve selâm üzerine olsun-
davetini kabul etmesinin nedeninin arapların inatları ve dikbaşlılıkları
olduğunu sanırız.[124]
Fakat olaya Allah'ın kaderi açısından baktığımız zaman anlarız ki, yüce Allah
-dileseydi- bir kaç yıl içinde binlerce insanı Peygamberi'nin -Salât ve selâm
üzerine olsun-etrafında toplardı.
Fakat
yüce Allah'ın kaderi bildiğimiz şekilde gelişti kuşkusuz. -O, bir şeye
"ol" der o da oluverir.- Bu gelişme davetin iyiliği ve yararı içindi.
Çünkü dava bu şekilde daha sağlam bir biçimde yeryüzüne kök salardı. Nitekim bu
dava -yüce Allah'ın kaderi uyarınca- başka hiç bir davetin yazmadığı bir tarih
yazmıştır.
Onüç
yıl içinde Mekke'de Hz. Peygamber'in -Salât ve selâm üzerine olsun-çağrısma
olumlu karşılık verip kabul edenler, sayıları ikiyüzü geçmeyen az sayıda
insandı. Fakat onlar insanlık tarihinin bir benzerine tanık olmadığı o eşsiz
neslin çekirdekleri niteliğindeydiler.
Sayıları
azdı. Evet, ama -el-Benna'nın deyimiyle- tüm binayı ayakta tutan sütunlar
onlardı. Tıpkı, binayı yapmadan önce sağlam bir zemine oturtmayı planlayan usta
gibi. Ayrıca binayı taşıyacak sütunları da iyi belirlemek gerekir. Taşların ve
harcın işlevi sonra gelir, ilahi kader Hz. Peygamer'in -Salât ve selâm üzerine
olsun- aracılığı ile böyle yaptı. Yüce Allah az sayıdaki ilk müslümanlarm onun
etrafında toptanlarım, onun gözetimi ve direktifleri doğrultusunda yaşamalarını
öngördü. Onun kontrolunda eğitilmelirin, bütün enerjilerini ondan almalmn
takdir buyurdu. Böylece yüce allah'ın dilemesi ile her baıkmdan sağlam birir
sütun oludular. Ardından allah'ın kaderi Ensar'ı devreye soktu. Bunlar da
Muhacirlerle birlikte (ki sayıları oldukça azdı) Peygamberimizin -Salât ve
selâm üzerine olsun- gözetimi altında eğitim görmeye başladılar. Onun
eğitimnden, yönetiminden ve direktiflerinden en olumlu biçinde yararlandılar.
(Kuşkusuz bu konuda muhacirler her zaman herkesten öndedirler) Bu, binayı
tamamlayacak, kullanılır duruma getirecek tuşlar gelmeye başlamadan önceki
aşamaydı. Yüce Allah, bunlar hakkında şöyle buyuruyor:
"İnsanların Allah'ın dinine grup grup girdiklerini gördüğün
zaman." (Nasr/ 2)
İşte,
davanın başarısını ve yeryüzünde kök salıp egemenlik kurmasını sağlayan Rabbani
eğitim metodu budur. Biran için olayın bu şekilde gerçekleşmetiğini, insanların
ilk andan itibaren veya davetin başlangıcından ilk bir kaç yıl içinde akın akın
dine girdiğin düşünelim, Acaba bina bu şekilde kurulabilir miydi? Yüce Allah'ın
dilediği şekilde yere sağlam oturabir miydi?
Yüce
Allah bir şeye "ol" der, o da oluverir. Allah dilese yapar. Bir şeyi
takdir etti mi, o şey meydana gelir.
Fakat
-yüce irade sahibi- yüce Allah evrene, dünyaya ve insan hayatına bazı yasalar
egemen kılmıştır. Yüce iradesi uyarınca evrende, yeryüzünde ve insan hayatında
bu yasaların yürürlükte olmasını öngörmüştür. Davet hareketi için de az sayıda
insanın olumlu karşılık verip inanmasını, bunların kendisi tarafından
gönderilen peygamberin gözetimi altında en iyi bir şeklide eğitilmelerini,
dolayısıyla binayı ayakta tutacak sütunlar olma niteliğin
kazanmalarını öngören bir yasalar sistemini yürürlüğe koymuştur. Eğitim çok
çaba gerektiren uzun vadeli ve meşakkatli bir iştir. Allah'ın Peygamberi -Salât
ve selâm üzerine olsun- de tarihin tanık olduğu en büyük eğitimcidir. Fakat
eğer davetin başladığı ilk andan itibaren binlerce insan çağrısına uyup inansaydı,
az sayıdaki ilk müslümanlarda olduğu gibi onları gereği gibi eğitemezdi,
istediği biçimde yönlendiremezdi. Ancak o az sayıdaki müslümanlar, en mükemmel
şekilde ve en yüksek düzeyde nebevi eğitimeden pay aldılar. Onlar hakkında yüce
Allah şöyle buyuruyor: "
"Siz insanlara örnek olsun diye ortaya çıkarılmış en hayırlı
ümmetisiniz." (Al-ilmran/ 110)
işin
bu şekilde sonuçlanması, yüce Allah'ın insan hayatına egemen kıldığı evrensel
yasalar sistemi ile ahenkli biçinde yol almak demekti. Hiç kuşkusuz yüce Allah
-kendisinin öngördüğü bir hikmet uyarınca- bu dini ilgilendiern tüm
gelişmelerin sözkonusu yasalarla paralel olarak yürümesini dilemiştir, mucizelere
göre değil. Tabiki her hahgi bir müslüman nesil ortaya çıkıp ta tembellik
göstererek: "ilk müslümanlar mucizelerle başarıya uluştılar. Risaletin son
bulması ile ve peygamberlerin arkasının kesilmesi ile artık mucizeler de
gerçekleşmeyecektir." demesin.
Bu
din için en büyük mucize Allah'an indirdiği kitaptır. Bu kitap Allah'ın kaderi
uyarınca kıyamete kadar korunacak ve kalıcı olacaktır.
"Kuşkusuz zikri (kitabı) indiren biziz ve onu koruyacak olan
da biziz." (Hicr/ 9)
Şayet,
Bedir savaşında meleklerin müslümanlarla birlikte savaşa katılmaları şeklinde
bir mucize gerçekleşmişse bu müslümanlarm kendileri ile birlikte savaşan
melekleri görmeleri mucizesidir. Fakat meleklerin mü'minlere güven verme,
onların inançlarını pekiştirme, korkularını giderip yüreklerini yatıştırma
amacı ile inmeleri, yüce Allah'ın yürürlükte olan bir yasasıdır, dilediği
zaman, kullarından hakkedenler için bu yasayı devreye sokar:
"Rabbimiz Allah'tır deyip sonra dosdoğru yürüyenlerin üzerine
melekler inerler ve onlara korkmayın üzülmeyin size vadolunan cennetle sevinin.
Biz dünya hayatında ve ahirette sizin dostlarmızız..." (Fussilet/
30-31)
Yürürlükte
olan -Resulullah -Salât ve selâm üzerine olsun- fiilen yaşadığı cahiliyenin hak
içerikli mesaja karşı inatçı bir tavır takınması, gerçeğe savaş açması, tehditler
savurması, onu sürekli izlemesi ve her yola başvurarak kitlelerin gerçeğe katılmalarını
önlemesi, korkutması ve sindirme yöntemlerine başvurması ve başlangıçta az
sayıda insandan başka kimsenin hak davetine inanmaması, imanın bu azınlığın
kalplerinde kökleşmesi, dolayısıyla cahiyeyi küçümsemeleri, onun komplolarına
karşı sabretmeleri, sarsılmadan cahiyenin karşısında durmaları, başlarına gelen
musibetlerin sadece imanlarını arttırması, bütün bu aşamalardan geçerken
olgunlaşıp kusurlardan, günahlardan, beşeri za'flardan arınmaları, sonuçta yüce
Allah'ın onları emaneti taşımak ve binayı kurmak üzere seçmesi şeklinde özetlenebilir.
Mü'minlerin
sınavdan geçirilip denenmeleri bir yasadır: "İnsanlar sınavdan
gerilmeden sadece "inandık" demekle bırakılacaklarını mı sandılar?
Kuşkusuz biz, onlardan önceki ümmetleri de sınavdan geçirdik, kesinlikle Allah
doğruları ortaya çıkaracak ve mutlaka yalancıları ortaya koyacaktır." (Ankebut/
1-3)
Düşmanların
işi bitirilmeden önce mü'minlerin arındırılmaları bir yasadır: "Allah,
mü 'minleri arındırmak ve kafirleri yok etmek için böyle yapar." Sınama
aşaması ve arındırma tamamlanıp yüce Allah, kalplerinin herşeyden geçip tamamen
kendisine yöneldiğini, Allah ve Resulü'nün her şeyden daha çok onlara sevimli
geldiğiği görünce, rabbani yasası onların yeryüzüne egemen olmaları ve
insanların grup grup hak içerikli davaya koşmaları şeklinde devreye girer.
Sınama
ve arındırma aşamasında emaneti taşıyacak olanların eğitiminin önemli bir
evresi tamamlanır. İlk etapta cahiliyeyle karşılaşacak olanlar, bunlardır.
Bunların daha sonraki aşamalarda dine giren gruplardan ayrı niteliklere sahip
olmaları gerikir. Daha sonra dine girenlerden farklı olarak bunlara yarı bir
özen gösterilmelidir. Bu iki grup arasındaki fark, binanın tümünü taşıyacak
sütunlarla, bunlar üzerinde yükselen taş ve harçtan oluşan duvar arasındaki
farkı andırır.
Bu
sütunların özel bir şekilde yapılmaları, yapıları özel olmalı, dikilecek yeleri
özenle seçilmeli ve sütunların dikileceği zaman iyi seçilmelidir. Eğer
öngörülen hususlarda gerekli özen gösterilmezse kısa zaman sonra duvarlar çatlar,
bina yıkılmaya yüztutar.
Bir
binanın yapımı için tek başına sütunların yetmediği ve binanın yapımı ile
gözönünde bulundurulan amacın gerçekleşmeyeceği bir gerçektir. Şu halde, duvar
yapımında kullanılacak, binaya son şeklini verecek, binanın yapımı ile
planlanan hedefi gerçekleştirecek daha çok taşa ihtiyaç vardır. Ne varki eğer
sen temel atmadan ve sütunları sağlam bir yere oturtmadan veya bunları normal
bir şekilde yerine getirmeden taşları dizmeye başlarsan bina heran için
yıkılabilir. Böyle bir durumda taşlar birer ağır yük olurlar, hiç bir payanda
ile ayakta duramazlar.
Eğitim
aşamasında, ilk önce cahiliyeye karşı çıkacak öncülerin hazırlığı, istenen
tarzda, kusursuzca tamamlanınca, gerçekte bir çok mesele kemdiliğinden çözüme
kavuşur.
Kuşkusuz
bu öncüler -söylediğimiz gibi- aldıkları sağlam eğitim sayesinde cahiyenin
çevirdiği dolaplar karşısında sarsılmadan durabilirler. Cahiliye, toprağın
derinliklerine kök salmadan önce yeni daveti susturmak için her türlü yola
buşvuracaktır. Çünkü cahiliye çok iyi biliyorki, eğer elinden gelen her şeyi
yapmazsa ipin ucunu kaçırabilir ve hareket kontrol edilemez bir çığıra
dönüşebilir. Bu yüzden hareketin ilk asasında cahiliyenin uyguladığı baskı çok
şiddetlidir. Ancak seçkin mü'minlerden oluşan bu öncüler sözkonusu baskıya
karşı direnebilirler. Çünkü onlar liderlerinden, onun eğitminden ve yönlendiriciliğinden
gerekli olan enerjiyi almışlardır.
Aslında
öncülein cahiliye komploları karşısında kazandığı başarı davetin hareket
çizgisinde bir dönüm noktasıdır. Onların başarıları, insanların gönüllerini;
inandıkları gerçekten dönmeden akıl almaz entrikalar, dayanılmaz işkencelere
göğüs geren mü'minlere yöneltir. Bu durum onların destansı direnişleri gerçek
içerikli mesajın tanığı olur, yeni ruhları cezbeder, bu gelenler gerçek uğruna
cihad ederler ve temel aynı sağlamlığını ve sarsılmazlığını koruyarak genişler.
Bu öncülerin bir diğer özellikleri liderin yanında seçkin bir yere sahip
olmalarıdır. Ayrıca onlar lider olmak üzere, liderden sonra onun halifeleri
olmak üzere eğitilirler.
Resulullah'ın
-Salât ve selâm üzerine olsun- arkadaşlarına bakıldığında...Onlar dava için,
komutanları için tarihin bir benzerine tanık olmadığı şekilde kendilerini feda
eden seçkin askerlerdi. Ama aynı zamanda Hz. Peygamber -Salât ve selâm üzerine
olsun-, herbirini bir parçası olduğu yapının temel taşı olacak şekilde eğitiyordu.
Bu yüzden tarihin tanık olduğu en görkemli, en göz kamaştırıcı şekilde
üstlendikleri görevi yerine getirdiler. Onlar insanları Allah'ın dinine göre
eğitecek önderler oldular. Resulullah -Salât ve selâm üzerine olsun- da eşsiz
eğitimiyle onların önderi oldu. Sonra onlar Hz. Peygamberin -Salât ve selâm
üzerine olsun-ardından emanetin taşıyıcıları oldular. Tarihin tanıklığıyla
ondan sonra raşit halifeler olarak ümmetin önderleri oldular.
Bir
bina yapımında izlenecek yol budur. İnsanları Allah'ın dinine davet etmek üzere
hareket geçecek bir cemaatin kuruluşunda böyle bir yol izlemek gerekli ve
vazgeçilmezdir.
Tekrar
Şehid İmam'ın kurduğu ve -Allah'ın kaderi uyarınca- İslam ümmetinin hayatında
bir dönüm noktası yaptığı görkemli binaya dönecek olursak, halk yığınlarının
çok erken dönemlerde yoğun bir şekilde harekete akın ettiğini görürüz. Oysa
henüz istenen sağlamlıkta bir temel atılmamıştı, cahiliyeyle karşılaşacak
ilknesil için vazgeçilmez nitelikte olan özelliklere aship sütunlar
dikilmemişti. Bu noktada akla şöyle bir soru geliyor.
Şehid
İmam'ın yeterli sayıda eğitimci ve davetçi yetişene kadar etrafında toplanan
binlerce insanın harekete katılmasına engel olması mı gerekiyordu? Onları
çevresinde toplayabildiği ve azda olsa içelerinde bulunan dini duyarlılığı
harekete geçirebildiği halde kaybolup gitmelerine göz yummalı mıydı?
Mesele
bu şekilde ortaya konunca kuşkusuz verilecek cevap olumsuz olacaktır.
Ancak
meseleyi bu şekilde ortaya koymak gerçekçi bir tavır değildir! Aslında soruyu
şöyle sormamız gerekir: İnsanlar davanın gerçek mahiyetini ve boyotlarmı,
davayı kuşatan atmosferin koşullarını, dava ile dava düşmanlarının arasındaki
savaşın gerçek niteliğini, siyonist-haçlı ittifakının İslam'a ve insanları
İslam'a döndürmeyi amaçlayan her harekete karşı çevirdikleri dolapları,
düzenledikleri entrikaları baştan itibaren bilselerdi, gene bu
kadar kısa bir zamanda onbinlerce gruplar halinde harekete katılırlar mıydı?
Yeniden
Şehid imam'ın geçen sayfalarda sunduğumuz sözlerine dönüyoruz: "Size şunu
açıkça söylemek istiyorum ki, mesajınız hala insanların çoğu tartından
bilinmiyor. Mesajınızı bildikleri, kavradıkları, amacını ve hedefini
algıladıkları gün onlardan şiddetli bir düşmanlık göreceksiniz, sert bir
tepkiyle karşınıza dikilecekler. Önünüzde birçok meşakkat bulacaksınız. Bir çok
engelle karşılaşakcaksınız. işte ancak o zaman dava adamlarının yoluna girmiş
olursunuz.11 İşte sorun burda yatmaktadır.
Eğer
insanlar, davanın gerçek mahiyetini ve boyutunu bilselerdi -veya onlara
bildirilseydi- hiç kuşkusuz rabbani sünnet devreye girecekti. O zaman az sayıda
insan davayı benimseyecekti, bunlar kusursuz bir eğitimden gerilecekti. Binayı
taşıyan sağlam sütunlar bunlar olacaktı, insanlar akın akın dine girdikleri
zaman eğitimci görevini bunlar yapacaktı ve onlar yol buyonca önderlerin yerini
alacak hazır durumdaki 'ikinci saf olacaklardı.
Kuşkusuz
'Eylemci kardeşler' (ihvan-i Amilin) seçkin askerlerdi. Önderlerinin emriyle
hareket eder, onun direktifleri doğrultusunda eylem gerçekleştirirlerdi.[125]
Fakat onlar, zamansız bir şekilde gruplar halinde koşup davanın çevresinde
kümelenen halk kitlelerini eğitecek önderler olabilecek eğitimden uzaktılar.
Çünkü bunlar Şehid İmam'ın da dediği gibi davanın gerçek mahiyetini
bilmiyorlardı. Yine onlar -ki bu çok daha tehlikeli bir durumdur- imamdan sonra
önderliği devir almaya, uzun ve meşakkatli yolda bu emaneti taşımaya hazır
değildiler. Gelişmelerin de tanıklığıyla, bu kusurların davet süreci üzerinde
olumsuz etki bırkatığı bir gerçektir. Binayı ayakta tutacak sağlam temeller
atılmadan halk kitlelerinin harekete katılımı hususunda acele davranıldığı
gibi, gerek iç siyaset sahnesinde ve gerekse Filistin savaşında zamanından önce
harekete geçildi.
İçeride
cemaatın gücünü göstermesi hususunda acele davranıldı. Coşkun mitingler,
gösteriler, geziler düzenlendi, dönemin gündemindeki siyasal sorunlara
katılmak, komünistlere savaş açmak, Güvenlik Konseyi'nde mısır sorununu desteklemek,
gibi meselelere gereksiz yere girildi. Sanki cemaat şunu demek istiyordu: " Biz buradayız ve
biz......yapabiliriz."
Bir
müslüman cemaat o tarihte ortaya çıkan sorunlarla mı ilgilenmeliydi, yoksa bu
sorunları doğuran ortamı temelden değiştirip düzeltmeli miydi? Allah'ın hayat
sisteminden uzaklaşan bu toplumu yeniden ilahi hayat sistemine döndürmek için
mi uğraşmalıydı? gerçeği bir yana... Bu gerçek bir yana hiç kuşkusuz, temeli
iyice oturtmadan, dayanıklı sütunlar yerleştirilmeden, gerekli olan eğitim
süreci tamamlanmadan, en önemlisi gerekli niteliklere sahip yeterli sayıda
insan yetiştirlmeden zamanından önce hareket geçip 'pazu göstermek1
hareket çizgisini, gelişimini büyük ölçüde etkileyen tehlikeli sonuçlar doğurur.
Filistin sorununa gelince: İhvan-i Müslimin'e mensup gerillaların Filistin
savaşına katılmaları hiç kuşkusuz ilahi bir takdirdi. Fakat bu olay, sonraki
tüm gelişmelir önemli ölçüde etkilemiştir. Allah'ın takdir ettiği bir şey
kesinlikle tamamlanacaktır. Ancak Allah'ın kitabı, Allah'ın kaderinin
insanların olaylardaki rollerini ve sorumluluklarını dışlamadığını öğretmektedir:
"İki katını (Bedir savaşında) düşmanın başına getirdiğiniz
bir musibet kendi başınıza gelince, 'bu nereden kaynaklandı?' dediniz. De ki:
'O sizin kendinizden kaynaklandı.' Allah'ın her şeye gücü yeter, iki ordunun
karşılaştığı gün başınıza gelenler Allah'ın izniyle olmuştur." (Al-i İmran/
165-166)
İhvan-i
müslimin'e mensup gerillaların Filistin savaşma katılmasını Şehid İmam kendi
isteğiyle mi, yoksa gençlerin baskısı ve ısrarları sonucunda mı karar verdiği
hususunda elimde şuanda kesin bir kanıt yoktur. Ancak sanıyorum ki, cemaatin günlük
politikalara aktif olarak katılması, daha sonra onu bu yönde bir karar almaya
zorlamıştır. Cemaatin liderinin isteyerek veya istemeyerek bu karan onaylamış
olması o kadar önemli değildir. Çünkü cemaat bundan önce olaylara aktif olarak
katılmış ve insanları cihad ve özveriye çağırmıştı. Çünkü cemaatin dayandığı
ilkeler, insanları yapmaya çağırdıkları şeyleri, öncelikle kendisinin yapmasını
öngörüyordu.
Mesele
her ne şekilde olursa olsun, hiç kuşkusuz Allah'ın kaderi yerine gelmiştir.
Böylece haçlı-siyonist ittifakı Ihvan'ın genelde tüm planları ve özelde de
Siyonist devletin varlığına karşı oluşturduğu büyük tehlikeyi farkettiler.
Böylece cemaat iyice olgunlaşmadan ve olayları kontrol edebilecek düzeye gelmeden
sistemli bir şekilde ardarda katliamlara maruz kaldı.
Kitlelerin
hareketin etrafında toplanmaları ve zamanından önce bu kitlelerin harekete geçmeleri
konusunda acele davranıldığı gibi, bu acele tavır örgütlenmede de sergilendi.
Çünkü hareket, olması gereken noktadan başlamadı. Tam tersine sıralamada ondan
sonra gelen bir aşama ile yapılanmaya girişildi.
İnanç
meselesi açık, herkesçe kavranmış ve çözümlenmiş pürüzsüz bir mesele olarak
algılandı. Bütün yapacağımız şey, dini duyarlılığı derin uykusundan uyandırmak
ve bu duyarlılığı pratik harekete dönüştürmektir. Bundan sonra her şeyin normale
döneceği, bütün hedeflerin gerçekleşeceği sanıldı.
Daha
sonra da açıklayacağımız gibi bu sanı fazlasıyla iyimserdi. Çünkü daha sonraki
gelişmeler, inanç sorununu gündeme getirmiş yeniden ele alınmasını ve başlangıç
noktasının inancın düzeltilmesi olduğunu ortaya koymuştur. Kitlelerin, daha
doğrusu birçok davetçinin, İslam'ın bu ikinci gurbetinde farkında olmadığı anlam kaymalarının ve kaybolmalarının kesin biçimde
ortaya konmasının bir zorunluluk olduğunu kanıtlamıştır. Peygamberimiz -salât
ve selam üzerine olsun- bu ikinci gurbet dönemine şu şekilde işaret ediyor:
"İslam garip başladı ve başladığı gibi tekrar garip olacaktır.
Ne mutlu gariplere!"
Bu
aceleciliği iki ana nedene bağlamamız mümkündür: Birincisi: İslami altyapının
varolduğunun kabul edilmesi, yapılacak işin sözkonusu altyapının yeniden inşaa
edilmesi yerine, halkın bir araya getirmesi, bu doğrultuda harekete
geçirilmesi, düzenlenmesi, önderlik yapılması, gerekli görülen harekete yöneltilmesi
olduğunun sanılmasıdır. ikincisi: Bir yandan dünya siyonizmi ile dünya haçlı
ittifakına karşı komak için ne kadarlık bir gücün gerektiğinin önceden kestirilmemesi,
bir diğer açıdan da içi koşulların sağlıklı bir analizden geçirilmemesidir.
Sözünü ettiğimiz gücün tür veya hacim olarak algılanması sonuç açısından
farketmez.
Birinci
için diyebiliriz ki, Şehid İmam, Mısır toprağında adım atmaya başlamasından
sonra kitlelerin yoğun ilgisinden ve davayı karşılama şeklinden dolayı
oluşturduğu yapının konumu ile ilgili olarak ileri düzeyde bir iyimserliğe
kapılmış olabilir. Çünkü Şehid Imam'ın şehadetine kadar ki yirmili yıllar halk
kitlelerinin ihvana yönelik yoğun ilgisiyle geçti. Öyleki bu yıllarda cemaate
mensup insanların sayısı ikiye üçe katlandı. Aynı şekilde askerlerinden (eylemci
kardeşler) gördüğü yoğun ilgi ve itaat de onu bu iyimserliğe yönletmiş
olabilir. Bu askerler onun elinde birer eğitim aracıydılar ve bu şekliyle
insanlara güven aşılayarak itaatlareni sağlıyordu. Fakat uygulama ortaya koymuştur
ki, bu bakış açısı ortamın gerektirdiğinden fazlasıyla iyimserlik taşımaktadır.
Çünkü 'dini heyecan1 başka bir şey İslami altyapı1 da
başka bir şeydir... Bu heyecan İslam'a yönelik olsa bile, pratikte bir anlam
ifade etmez. Bu heyecana sahip olanların dini öndörtyoz yıldan fazla bir
azmandır yaşayan geleneksel dindir. Bu yüzden bu din gerçek şekliyle anlaşılmadan,
bilinçli ve basiretli bir yaklaşımla etüt edilmeden tek başına bu duyarlılık
yetmez. İslami hareket için 'bilgi' düzeyinde gerekli gerçek anlayış şudur:
"Bil ki, Allah'tan başka ilah yoktur." (Muhammed/
19)
Gerekli
olan basiret ise şudur:
"De ki; işte benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar bir
basiret üzere Allah'a çağırıyoruz. Allah ortaklardan münezzehtir. Ben
müşriklerden değilim." (Yusuf/ 108)
Daha
önce de söylediğimiz gibi inanç, müslümanların gönlünde korkunç bir erozyona
uğramış varlığından eser kalmamıştır. Bu yüzden sözkonusu 'dini duyarlılık'
gerçek bir anlam taşımaz. Bütün iftiralarıyla, sapıklıklarıyla korkunç bir
savaş başlatan İslam düşmanı çağdaş cahileyeye karşı koyması gereken bir
hareket, böylesine gerçekliği bulunmayan heyacanlara dayandırılamaz.
İnsanların
inançlarında asırların birikimi sonucu, özellikle son asırda meydana gelen
büyük çaplı sapma onarılmadan 'dini duyarlılık' gerçek anlamda uyarılamaz,
pratik bir hakete dönüştürülemez. Hiç kuşkusuz imam, Tasavvufun ve mürcie
akımının neden olduğu nemelazımcılık anlayışını ortadan kaldırdı. Uyuşmuş dini
duyarlılığı pratik harekete dönüştürdü. Daha önce de değindiğimiz gibi
müslümanlara bu yönden musallat olan bozuklukları gözönünde bulundurduğumuz
zaman, Şehid İmam'ın bu yaptıklarının çok önemli olduğunu görürüz. Fakat
-özellikle son asırda müslüman ümmete musallat olan- bir diğer felaket de
lailahe illallah' ilkesinin korkunç bir anlam erozyonuna uğrayıp içi büş bir
slogana dönüşmesidir. Allah'ın Şeriatının yürürlükte olması ile yamdan bağlantılı
olan 'hakimiyet1 sorunundan tamamen kopuk biçimde algılanmasıdır.
Hiç kuşkusuz bu ümmetin hayatında meydana gelen en büyük tehlike bu sapmadır.
İslami uyanış açısından da bu tehlike sözkonusudur. Öyleki tasavvuf ve mürcie
akımlarının neden olduğu nemelazımcılıktan çok, ümmetin varlığı ile yakından
ilgisi bulunan bu sorun üzerinde durulmalıdır. İslam ümmeti yaklaşık olarak
binüçyüz yıl İslam şeriatının egemenliği altında yaşadı. Bu ümmet namaz kılmak
gibi şeriatla yönetilmeyi de bu dinin vazgeçilmez ilkelerinden biri olarak
görüyordu.
Fakat
son yüzyılda haçlılar -onların ardından Siyonistler- İslam alemine egemen
oldular. Bu güçler askeri ve düşünsel ağırlıklarını koyarak islam şeriatının
yürürlükten kaldırmak, namazı da günlük yaşamın uygulamaları arasından çıkarmak
için büyük baskılar uyguladılar. Ümmeti İslam'dan uzaklaştırma amaçlı bu
korkunç komplo, atılan her adımdan sonra insanların hala kendilerini müslüman
sanmalarını sağlama planına dayanıyor.
Önce
şeriat yürürlükten kaldırıldı. Bu arada insanları "birşey olmaz size!
Namaz kılıp oruç tuttuğunuz sürece siz müslümansmız!" denildi. Sonra namaz
-ve diğer tüm ibadetler- hayattan uzaklaştırıldı. İnsanlara da "Bunun size
bir zararı dokunmaz! 'lailahe illallah1 dediğiniz sürece siz
müslümansmınz!" denildi.
Böylece
pratik durumun baskısıyla, zihinleri zehirleyen fikir emperyalizminin etkisiyle
lailahe illallah1 bütün içeriğinden yoksun hale getirildi. Artık
sadece dille söylenen bir slogana dönüştü. Onu söyleyen kişi de bununla
müslüman olması için gerekli olan şartı yerine getirdiğini sanacak duruma
geldi. Bunu yapmakla 'tanıklık1 görevini tamamladığını, dolayısıyla
cennetin kendisini beklediğini sandı. Kalbi 'lailahe İllallah'ın gerçeğini
anlamaktan uzak olsa da, hayat tarzı onun içerdiği gerçeklerle çelişse de bu
ona bir zarar veremezdi.
Şehid
İmam'ın öncülük ettiği hareket başladığı zaman yüce Allah'ın merhamet edip de
gönlünü şahadet cümlesinin ve dinin gerçek mahiyetini anlayacak şekilde açtığı
kimseler hariç, ümmetin durumu bundan ibaretti. Şehid İmam -söylediğimiz gibi-
'lailahe illallah' ilkesinin müslümanlarm(!) gönlünde uğradığı anlam ve içerik
kaybının bir yönünü düzeltmeye girişti ki, bu yönü tasavvuf ve
mürcie akımları dejenere etmişti. Bunun ardından Allah'ın şeriatının
uygulanmasını istedi. İslam şeriatını uygulayacak müslüman bir devletin
kurulmasının zorunluluğunu vurguladı. Bu çağrısına kitlelerin yoğun ilgi
gösterdiğini gördü, kitlelerin bu ilgisi onda yaklaşımının isabetli olduğu
fikrini uyandırdı, dolayısıyla başlangıç noktasında göstermesi gereken dikkate
gereken özeni gösteremedi. Oysa daha sonra pratik olarak kanıtlandı ki, bu
noktanmı büyük bir onarıma ihtiyacı vardır.
Sonra
Şehid İmam'ın öldürüldü. Hiç bir şey olmamış gibi bir çok insanın kılı
kıpırdamadı.
Ardından
gerçekte kanlı katil, sözde 'kahraman1 geldi. Müslümanlar için
tarihin tanık olduğu en korkunç mezbahalar kuruldu. Birçok insanın kılı
kıpırdamadı, hiç birşey olmamış gibi... Hatta bundan da kötüsü oldu.
Birçokları, ellerinden müslüman kanı damlayan kanlı katil Nasır'ı alkışladı.
'Müslüman' bir insan için böyle bir tavır normal mıdır? Diğer bir ifadeyle:
Eğer insanlar 'lailahe illallah'ın gerçek anlamının ve onun Allah'ın şeriatının
egemen olmasıyla olan vazgeçilmez ilişkisini bileselerdi, böylesine tuhaf,
böylesine akılalmaz bir tutum içinde olabilirler miydi? Kuşkusuz böyle birşey olmazdı!
Allah'ın
şeratinin egemen olmasını isteyen bir davetçi bu kadar basit öldürülmezdi.
Tarihin tanık olduğu en korkunç mezbahaları kurarak, Allah'ın şeriatının egemen
olmasının isteyen davetçilerin kanma giren sahte kahraman, kanlı katil Nasır
işini bu kadar basit göremezdi. Gel görki, ellerinden müslaman kanı süzülen bu
katili alkışlayanlar bile oldu. Böyle bir şey ancak 'lailahe illallah'
ilkesinin anlamı ve içeriğinin gerçek mahiyetiyle bilinmediği bir ortamda
olabilir!
Şehid
İmmam'ın ve onun yolunu izleyen cemaatin aleyhine yapılan propagandaların
meydana getirdiği etkileri, ayrıca da yapılan olumlu propagandaların doğurduğu
etkiyi de hesaba katalım. Gene de gerek İmam'ın şehid edilmesi ve gereksiz
Nasır katilinin işlediği cinayetler açısından takınılan bu tavır kabul edilemez
türdendir.
Yapılan
propagandalar sonucu, kitlelerin imam'ın şahsının ve cemaatiini aleyhine
dönmesini normal kabul etsek bile, bu kitlelerin Allah'ın şeriatının egemen
olması sorunu karışında bambaşka bir tavır içinde olması gerekirdi. Allah'ın
şeratinin egemen olması sorunu karşısında sesiz kalmak, Allah'ın şeriatının
egemen olması çağrısında bulunan davetçilerin katledilmeselerini kılı kıpırdamadan
izlemek, ancak 'lailahe illallah' m ne anlam ifade ettiğini ve bu ilkenini Allah'ın
şeriatının hakimiyetiyle olan vazgeçilmez bağının gerçek anlamda bilinmediği
bir ortamda olabilir. Sadece dille 'lailahe illallah1 söymenini
insana müslüman niteliği kazandırdığını ve kişi 'lailahe illallah1
ilkesine ters düşen düşünce ve davranışlara sahip olsa da bu niteliğin ondan
ayrılmayacağını sanmak; tek başına Allah'ın şeriatının egemen olmasının -başka
değil- ve tek başına
Allah'ın
şeriatının hükmüne başvurmanın -başka değil- 'lailahe illallah1 ilkesinin
vazgeçilmez gereği olduğunu; Allah'ın şeriatı egemen olmadıkça insan günde bin
kere lailahe illallah1 dese de müslüman niteliğini kazanamayacağını
bilmemek ancak böylesine kör bir cahiliyenin egemen olduğu bir ortamda
olabilir.
İsanları
Allah'ın terazisine koymak ve -bu cehaletle birlikte müslüman veya müslüman
olmadıkları değerlendirmesi bir yana[126]
diyebiliriz ki, bu cehalet olanca ağırlığıyla insanların hayatlarına,
düşüncelerine ve duygularına egemendir. Bu cehalet varoldukça bir İslami
altyapı meydana getirmek için atılacak ilk adım insanalır hayatına egemen olan
bu cehaleti söküp atmaktır.
İslam'ın
egemenliğinin önümdeki en büyük engel işte bu cehalettir. Bu engel
sanıldığından da büyüktür.
İslam'ın
hakimiyeti yalnızca Allah'ın şeriatının egemen olması çağrısında bulunan
mü'min, mücahid bir 'örgüt'ün bulunması ile gerçekleşemez. Bu cemaatin yönetime
gelmesi için hangi yönteme başvurulursa vurulsu, bir yönetim için gerginde
dayandığı ve düşmanlarının komplolarına karşı kend in savunan bir dayanağın
bulunması kaçınılmazdır.
İslam
aleminde bu gün için ayakta duran birçok yönetim şekli vardır. Bunlar ya
Amerika'ya, ya da Rusya'ya ya da her ikisine birden -müslümanları katletme,
İslami hareketi yoketme gibi durumlarda- dayandıkları için ayakta
durabiliryorlar. Ya İslami bir yönetim, yeryüzünde hangi güce dayanacaktır?
Doğal olarak Amerika ve Rusya bu yönetimi desteklemeyecektir. Şu halde bu
yönetimin kendi halkından bir dayanağı bulunmalıdır. Allah yolunda cihad eden,
bu uğurda mücadele ederken kınayanın kınamasına aldırmayan mücahid, mümin,
müslüman bir topluluk bulunmalıdır
Bir
İslami altyapımın varolması, İslam'ın egemenliği için kaçınılmazdır.
Bazılarının sandığı gibi, İslami bir yönetimin kurulması için, bütün milletin
mümin ve mücahid bir topluma dönüşene kadar beklememiz gerektiğini söylemek
istemiyoruz.
Yeryüzünde
tüm fertleri kararlı, tuttuğunu koparan ve kişiliğinin doruğunda olan bir
toplum yoktur. Hatta peygamberimizin öncülüğünde kurulan ilk müslüman
topluluğun tüm fertleri de ideal düzeyde değildiler. Aralarında münafıklar,
zayıf imanlılar, yükümlülüğünü yerine getirmede ağır davrananlar, ağırdan
alanlar vardı. Fakat bunların yanısıra, bütün bunları da taşıyarak yüce
Allah'ın önceden tasarladığı hedefine doğru sapmadan yol alabilecek güçte,
sağlamlıkta, dayanıklıkta ve kökleşmiş bir İslami temel vardı. Bir İslami
altyapı vardı.
Birİslami
yönetiminin kurulabilmesi için bugün ihtiyaç duyulan şey,makul bir yoğunlukta,
yeterli bir düzeyde bir İslami altyapı'dır. Bu altyapı ümmeti, o görkemli
hedefe doğru giden çizgide tutacaktır. Toplum içinde münafıkların, zayıf
imanlıların, ağır davrananların, ağırdan alanların varlığı bu hedefin gerçekleşmesini engelleyemez.
Yeterli
ve gerekli özelliklere sahip bir çekirdek kadro niteliğindeki bir altyapının
oluşturulmasının önündeki ilk engel, 'Lailahe illallah1 ilkesine
ilişkin toplumsal düzeydeki cehalettir. Çünkü müslümanlar boşlukta hareket
etmiyorlar. Tarihin tanık olduğu en azgın yerel ve uluslararası düşmanlıkların
bakışları arasında yol almaya çalışıyorlardı, islam düşmanları, islami
hareketlere karşı başlattıkları amansız savaşta, insanların bu cehaletinden
onuna kadar yararlanıyorlar. Bunlar islam memleketlerinde Allah'ın indirdiklerine
ve Allah'ın indirdikleriyle hümetmeye çağıranlara karşı savaş açan yönetimlere
tam bir yasallık kisvesi giydirmişlerdir. Halk kitleleri de 'lailahe illallah1
ikesine ve bu ilkenin Allah'ın şeriatının egemen olmasıyla olan yakın ve
vazgeçilmez ilgisine ilişin derin cehaletleri yüzünden bu yönetimleri normal ve
doğal karşılamışlardır.
Sonra
halk ile islami hareketler arasından nefretten bir duvar örmüşlerdir. Bir de
insanlara: "Siz bunların İslam için çalıştıklarını mı sonıyorsunuz?
Bunların asıl amaçları iktidara gelmektir, dini ise, siyasi çıkarlarına alet
ediyorlar(!)" diyorlar. Dini alet olarak kullanma olgusu insanları
tiksindiren ve yoldan uzaklaştıran bir işlev görmektedir. Halk yığınları
aşamalı olarak depolitize edilerek, siyasal ve yönetsel sorunlara duyarsız hale
getirilmişlerdir. Kimin iktidara gelme için çalıştığı, kimin iktidara geldiği
onları pek ilgilendirmiyor. Halk "gelene ağam, gidene paşam"
diyerecek duruma getirilmişlerdir. Tıpkı Mütenebbi'nin dedeği gibi:
"Birine bir iyilik isabet edince insanlar ona, 'ne hoş!1
derler. Hata eden de hak etti…
Yani
müslümanlar iktidara geldikleri zaman halk kitleleri onları alkışlarlar. Fakat
amaçlarına ulaşamayıp başarısızlığa uğradıkları zaman da, "Onlar başlarına
geleni hak etmişlerdir. Neden iktidardakilere karşı çıktılar ki? Yoksa iktidarı
devredin demekle iktidardakilerin bunu yapacaklarını mı sandılar? iktidar
sahipleri iktidarlarını korumak zorundadırlar, iktidarlarına karşı çıkanları
tepeleme hakkına sahiptirler" derler. Mesele bu şekilde yozlaştırılmıştır.
Halkın gözünde iktidara yürüyen, iktidarı ele geçiren herkes eşit konuma
getirlmiştir. Yani onlar açısından, allah'ın dininin sınırlarını çizdiği
şeklide kimin 'hak1 yolda, kimin 'batıl' yolda olduğu önemli değildir,
islam açısından iktidarın meşru (şeriata) uygunluğuna da bakılmaz. Yani
iktidardaki Allah'ın indirdikleriyle mi hükmediyor yoksa Allah'ın
indirdiklerinin dışındaki bir yasayla mı hümediyor? Bu durum, onları pek ilgilendirmiyor.
Bu yozlaşma yüzünden de 'müslüman bir altyapı'nın oluşturulması ertelenmiş
oluyor. Yüce Allah'ın egemen olmasına izin verdiği cahiliye hükmüdür diye,
Allah'ın hükmünün dışındaki tüm hükümleri reddedecek olan işte bu müslüman
çekirdek kadrodur.
"Yoksa cahiliye hükmünü nü istiyorlar? Kesin inançlı bir
topluluk için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır?" (Maide/ 50)
"Yoksa dinde onlar için Allah'ın izin vermediği yasalar koyan
ortakları mı var?" (Şura/ 21)
Bu
korkunç cahilliği başka bir sorun izliyor. Bu sorun, islami hareket açısından,
'müslüman altyapı'nın oluşumu için gerekli olan olgunlaşmayı geciktirici bu
yozlaşmadan daha tehlikelidir.
Halkın
bu cahilliği ve duyarsızlığı, tağutlarm İslami cemaatlere saldırma, vahşet ve
ölümcül derbeler indirme imkanını vermektedir. Tağut katliamlar yaparken,
suçsuz günahsız insanları işkenceden geçirirken, insanları yerinden yurdundan
ederken halkın öfkesinden emindir, imam Hasan el-Benna'nın öldürülmesinde
oluduğu gibi. Ve tıpkı kanlı katil Nasır'ın gerçekleştirdiği katliamlarda
olduğu gibi. Bu katliamlarda cemaata bir daha belini doğrultamayacak darbeler indirmek
için cemaatin imamları ve önder kadroları yokedilmişti. Böyle olaylar her zaman
ve defalarca yapılabilir. Bu olanları bir de başka bir şekilde düşünelim. Halk
kitlelerini 'lailahe illallah1 ilkesinni gerçek anlamını ve Allah'ın
şeriatının egemen olmasıyla olan sıkı ve vazgeçilmez ilgisini gerçekten kavradığını,
yani yüce Allah'ın ve peygamberinin şu sözlerindeki mesajı algıladığını
düşünelim:
"Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda
senin hükmüne başvurmadıkça, sonrada içlerinde senin verdiğin karara karşı en
ufak bir sıkıntı olmasızın tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş
olmazlar" (Nisa/ 65)
"Allah'a ve peygambere inandık ve itaat ettik."
diyorlar; onlara aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve peygambere çağırdıklarında,
bakarsın ki, içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler." (Nur/ 48,48)
"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Resulüne davet
edildiklerinde, müminlerin söyleyeceği: Işittit ve itaat ettik1
sözüdür, işte kurtuluşa erenler bunlardır." (Nur/ 51)
Bu
günkü toplulukların da, bir müslümanm ancak Allah'ın indirdikleriyle hükmettiği
ve ancak Allah'ın şeriatının hükmüne başvurduğu zaman ya da İmam el-Benna'nın
dediği gibi: "Şehadet cümlelerini diliyle söyleyip gereklerini ve farzları
yerine getirdiği zaman" müslüman olabileceğini anladığını düşünelim.[127]
Durum ne olurdu acaba?
Tağutlar
müslüman halkın öfkesinden emin olarak İslam davetçilerini öldürebilirler
miydi?
'Lailahe
illallah1 ilkesinin içerdiği mesajın gerçek şekliyle kavranması ile
birlikte tüm halkın bir günde veya bir gecede kararlı, yollarına dikilen
engellere aldırış etmeyen mücahidlere dönüşeceğini, Allah'ın şeriatı için
mücadele edip, şeriata saldıran bütün sapık ve azgınlara karşı koyacağının
iddia etmiyoruz.
Kesinlikle
hayır! Hiç kimse böyle bir vehme kapımış değildir! Fakat -en azından- müslüman
bir altyapının oluşması daha kolay ve daha kısa zamanda gerçekleşecektir. O
zaman tağutlar, katliamlarını gerçekleştirirken halk çoğunluğundan destek
göremeyeceklerdir. Oysa şimdi cinayetlerini işlerken halkın cahilliğinden
sonuna kadar yararlanmaktadırlar.
Bu
yüzden İslam'ı uyanış açısından bu mesele üzerinde yoğunlaşmak son derece
önemlidir. İslami bir altyapı oluşturmak için bu noktadan başlamak bir
zorunluluktur. Başlangıç noktası bu mesele olmayan her hareket tökezleyecek ve
yol uzadıkça uzayacaktır. Bu husus hareketin başlangıcında yeterince belirginleşmemiş
olmakla beraber, son dönemlerde, yaşanan deneyimlerin de yardımıyla
İmam'ın zihninde meselenin netleştiği anlaşılmatadır. 7 Receb 1367/16 Masıy
1948 tarihinde günlük 1hvan-i Müslümin1 gazetesinde (Yıl 3, sayı
627) Hasan el-Benna'nın imzasıyla yayınlanan 'Me'reketul Mushafeyne Hukmullah?1
başlıklı makele bunu açıkça ortaya koymaktadır: "Şüphesiz Allah'ın sana
gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana kitabı hak olarak
indirdik. Sakın hainlerin savunucusu olma!" (Nisa/ 105)
"Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve onların havalarına
uyma, Allah'ın indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmasınlar diye onlardan
sakın. Şayet yüz çevirirlerse bil ki, Allah bir kısım günahları nedeniyle
onlara bir musibeti tattırmak istemektedir. Şüphesiz, insanların çoğu
fasıklardır. Onlar hala cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin inanan bir
topluluk için hükmü, Allah'tan daha güzel olan kimdir?"
(Maide/ 59,50)
"Aralarında hükmetmesi için, Allah'a ve Resulüne çağırıldıkları
zaman mü'min olanların sözü: 'işittik ve itaat ettik' demeleridir, işte kurtuluşa
erenler bunlardır." (Nur/ 51)
islam
hem dindir, hem devlettir. Bunda şüphe yoktur. Bu ifadenin açık anlamı şudur:
islam Rabbani bir şeriattır, insani öğretiler ve toplumsal hükümler
içermektedir. Dinin korunması, yayılması, mü'minler arasında hükümlerinin
uygulanmasının sağlmanması, mesajının mü'min olmayanlara duyurulması görevi
devlet kurumuna yani müslüman topluma başkanlık eden, ümmeti yöneten hakime
verilmiştir. Hakim bu hükümlerin korunmasında kusur ederse, artık İslami bir
hakim sayılmaz. Devlet yasaları bu görevi dışlayacak şekilde düzenlenirse artık
o devlet İslami bir devlet olarak değerlendirilmez. Toplum ya da İslam ümmeti
bu ihmale razı olursa, onaylarsa artık o da Islami bir toplum sayılmaz, diliyle
böyle bir iddiada bulunsa bile. Müslüman bir hakim için İslam'ın öngördüğü
farzlara sıkı sikaya sarılmak, büyük günahlar işlemeden Allah'ın haram kıldığı
şeylerden uzak durmak şarttır. Bağlı bulunduğu devletin oluşturduğu ortam, onun
müslümanlar arasında İslam'ın hükümlerini uygulamasına elverişli olmadığı
sürece yukarıda saydığımız hususlarda onun müslüman bir hakim olarak nitelendirilmesine
yetmez. Devletin onlar açısından konumu, onların İslam daveti karşısındaki konumlarına
göre belirlenir.
Burda
tartışmaya, münakaşa etmeye yer yoktur. Yukarıya aldığımız ayetler bunu
öngörüyor. Nur suresinde yer alan ayetler Allah'ın indirdikleriyle hükmetmekten
kaçınanların iman çerçevesinin dışına çıktıklarını açık biçimde ortaya
koymaktadır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onlar derler ki; 'Allah'a ve
Resule iman ettik' sonrada bunun ardından onlardan bir grup sırt çevirir Bunlar
iman etmiş değildirler. Aralarında hükmetmesi için onlar Allah'a ve Resulüne
çağırıldıkları zaman, onlardan bir grup yüz çevirir. Eğer hak onların
lehlerinde ise, ona boyun eğerek gelirler. Bunların kalplerinde hastalık mı
var? Yoksa kuşkuya mı kapıldılar? Yoksa Allah'ın ve Resulünün kendilerine karşı
haksızlık yapacağından mı korkmaktadırlar? Hayır onlar zalim olanlardır. Aralarında
hükmetmesi için,
Allah'a ve Resulüne çağrıldıkları zaman mü'min olanların sözü:
işittik ve itaat ettik' demeleridir, işte kurtuluşa erenler bunlardır." (Nur, 47-51)
Maide suresinde yer alan ayetler de Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenleri
kafirlikle, zalimlikle ve fasıklıkla nitelendirmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerdir
-zalimlerdir-fasıklardır." sonra şöyle buyuruyor: "Yoksa
hala cahiliye hükmünü mü istiyorlar. Kesin inançlı bir topluluk için hükmü
Allah'tan daha güzel olan kimdir?"
Allah'ın
indirdikleriyle hükmetme olgusunun gerçekleşmesi için devletin anayasasında
müslüman bir devlet olduğunun veya devletin resmi dininin islam olduğunun
yazılması ya da devletin kişisel meselelerde Allah'ın indirdikleriyle hükmederken,
buna karşın cezai, mali ve namus gibi konularda Allah'ın indirdiklerine ters
düşen yasalara uymayacağını ilan etmesi yeterli değildir. Davranışları dine
uygun veya ters olsa da üstdüzey yöneticilerin müslüman olduklarını söylemeleri
de yetmez. Devlet düzeyinde Allah'ın indirdikleriyle hükmetmek demek; devletin
bir misyon sahibi olması demektir. En üst düzeye kadar yönetenlerin ve en alt
düzeye kadar yönetilenlerin misyonlarının bilincinde olmaları demektir. Bunun
devletin rengini belirleyen bir boya olması gerekir, insanlar bununla
nitelendirilmeli, toplumlar içinde devlet bununla tanınmalıdır. Her
uygulamasında bu niteliğini önplanda tutmalı, söz ve eylemleriyle dava adına
bir bağlantı kurulmalıdır.
Dünya
devletleri içinde SSCB adında bir devlet vardır. Bu devletin belli ilkeleri,
belli bir rengi ve belli bir ideolojisi vardır. Biz bunları benimsemiyor,
insanları böyle bir şeye davet etmiyoruz. Fakat biz diyoruz ki, bu devlet dünya
toplumları içinde bu rengiyle biliniyor. Devletin tüm uygulamaları, söz ve
davranışları işte buna göre belirleniyor. İngiltere ve ABD'de onu taklit ederek
demokrasi diye bir rejimin temsilcileri olduklarını ilan ettiler. Gerçi bunlar,
çıkar, amaç, koşul ve gelişmeler açısından biribirlerinden farklıdırlar.
Neden
Mısır'da -ki egemenlik hakkına sahip bağımsız bir ülkedir-uluslararası
platformda İslam'a bağlılığıyla, ona karşı duyarlılığıyla, insanları ona uymaya
davet etmesiyle, her söz ve eylemiyle onunla bağlantılı kılmasıyla bilinmesin?
İşte Allah'ın indirdikleriyle hükmetmenin esası budur. Bu anlam somutlaştığı
zaman hiç kuşkunuz olmasın, o zaman yöneticiler İslam'ın öngördüğü farzlara
sıkı sıkıya sarılacak, hayatlarını onunla biçimlendireceklerdir. Ardından
çıkarılan bütün yasalar ve toplumsal düzenlemeler İslam'ın direktiflerine ve
hükümlerine uygun olacaktır. Böylece Allah'ın hükmü ferd, toplum ve devlet
planında gerçekleşecektir. Gerekli olan da budur.
Bu
gerçeklere göre biz ne durumdayız acaba?
Dağrusu
bunlardan çok uzaktayız. Bütün sermayemiz anayasanın 149. maddesi ve halkın
gönlünde ki duygular ve duyarlılıklar ile kimi bireysel ibadetler, ameller ve
değerlendirmelerdir. Hükümet ve devlet ise bir kutupta, Alla'ın hükmü ise bir
başka kutupta yer alıyor! Sayın hükümet başkanı asıl sorumlu sensin. Sayın
Adalet Bakanı özellikle sen sorumlusun. Ey milletvekilleri ve senatörler siz de
sorumlusununz, temsil ettiğiniz halk adına. Ve ey Ezher Şeyhi ve saygı değer
alimler, yüce Allah'ın sizden aldığı misak gereği üstlendiğiniz ilim ve tebliğ
adına sorumlusunuz.
Ey
millet sen de kendi isteğinle Allah'ın hükmünün dışına çıktığın için
sorumlusun. Çünkü bütün otorite ve iktidarların kaynağı sensin. Şu halde
yöneticilerinize karşı mücadele edin, onları Allah'ın indirdiklerini uygulamaya
zorlayın. Onlarla birlikte mushaf savaşına katılın. Allah'ın izniyle zafer
sizin olacaktır"
Evet,
son dönemlerinde İmam sorunu zihninde netleştirmişti. Ne varki, bu anlamın
izleyicilerinin kalplerinde kökleşmesi için uygun zaman ve fırsat bulamadı.
Daha önce buna değinmiştik. Dolayısıyla Imam'ın izleyicileri açısından mesele
açıklığa kavuşmadı. Bu anlayış stratejilerine, hareketlerine ve düşüncelerine
yansımadı.
Şehid
Imam'ın kurduğu teşkilat açısından vurguladığımız ilk nokta budur, ikinci nokta
ise, islami uyanışın -ister istemez- İslam düşmanlarına karşı girişeceği
savaşın gerçek boyutlarının sağlıklı biçimde değerlendirilmesi, gerekli olan
niteliklerin kazanılması, bu savaşa hazırlık için lazım gelen çabanın harcanması
ve gerekli zamanın iyi kullanılmasıdır. Bu hususta sehid İmam'ın kafasında ne
gibi bir düşüncenin varolduğunu bilmemiz mümkün değildir. Çünkü henüz genç
yaştayken sehid edildi. -Allah ondan razı olsun-Ve henüz yolun başındaydı.
Fakat bize göre hazırlıkta ve harekette acele edildi. Sonra da olanlar oldu.
Gerçekte
savaş, İslami cemaatlerle onları öldüren, işkence eden, onları sürgün eden,
köklerini kurutmaya çalışan tağutlar arasında geçen yerel bir çatışma değildir.
Aynı şekilde bu savaş, birkaç vur-kaçla bitecek cinsten de değildir. Bu öyle
bir savaştır ki, haçlı dünyası ile dünya siyonizmi bütün İslam düşmanlarını da
yanlarına alarak direktifleri, fikir ve görüşleriyle katılmaktadırlar.
1956
yılında bir ingiliz gazetesi şunları yazıyordu:
"Cemal
Abdunnasır'ın 1952'de gerçekleştirdiği darbeyi destekledik. Çünkü yeni güçlü
bir lider olacaktı. Hayat düzeyini yükselterek komünizmle savaşacak ve
İsrail'le barış sağlamak suretiyle Ortadoğu'ya barış getirecekti.[128]
Ancak o, barışa savaş açmayı yeğledi.[129]
Bundan dolayı ona kırgınız. Fakat fanatik İhvan-i Müslimin cemaatini ezdiği
için unutmamalıyız."
Abdunnasır
bu programı uygulamak üzere işbaşına getirilmişti. O da bu programı uygulamak için elinden geleni yaptı......'ün görevi belliydi,
İslam'ı ortadan kaldırmak. Gazetenin bu
benzetmesi ilginçtir. Çünkü birinci.....'ün görevi
İslam aleminin siyasi ve askeri merkezi olan istanbul'da islam'ı yok etmekti........Abdunnasır'ın
görevi de İslam aleminin manevi aydınlanma ve kültür
merkezi olan Kahire'de islam'ı ortadan kaldırmaktı. Komünizm savaşına gelince onun da yöntemleri değişti ve iş sosyalizmin
uygulanması ile sonuçlandı. Amerikalı yahudi
'Walt Rousto'nun da 'Merahilitten Miyetil iktisadiye
Fil Biladil Mutehalife adlı kitabında dediği gibi halk komünizmden nefret ediyordu. İsrail'le barış yapmaya
gelince, Nasır bunun için elinden gelen her
şeyi yaptı, ne varki fiilen barış yapamadan önce öldü.
Ancak
'büyük(!)' halefi güzel ahlakı (!) tamamlamak üzere onun rolünü devraldı.
İndira
Gandhi 1968 yılında ABD'yi ziyaret ederken düzenlediği bir basın toplantısında şöyle diyordu:
"Biz
Cemal Abdunnasır'ı seviyoruz ve onu destekliyoruz. Çünkü o, fanatik
İhvan-i
Müslimin örgütünü dağıttı."
Onun
yakın arkadaşları sabıkalı İslam düşmanlarından oluşuyordu: BM'in ve Abdunasır'ın desteğiyle Kıbrıs'ta müslümanları katleden baş piskopos
Makariyos, Yugoslavya'da üç-dört milyon müslümanı katleden
yahudi Tito, Hindistan'da müslümanları
katleden kimi zaman ateşte yakan, sonra da ülkede
huzursuzluk çıkarıyorlar diye resmen yargılayan İndira Ganhi, 1961 yılında BM teşkilatında yaptığı konuşmada oniki yıl sonra
Etyopya'da tek dinin olacağını, yani nüfusun %
56'sını oluşturan Müslümanların yokedileceklerini ya da sürüleceklerini
söyleyen Haile Selasiye gibi. Dünya iletişim
araçları -haçlı, Siyonist, komünist ve kapitalist heber örgütleri- onun boynuna sahte bir kahramanlık yaftasını
yapıştırmışlardı, aynı zamanda onun işlediği
cinayetleri de örtbas ediyorlardı. Sahte kahraman
cinayetlerini arttırdıkça iletişim araçları onun lehindeki propagandalarının dozunu arttırıyorlardı. Çünkü onlar
açısından büyük tehlike oluşturan İslami
hareketi yok etmeye çalışıyordu.
1955
yılında 'İnsan Hakları Konseyi' temsilcileri gelip sıkıyönetim hapishanelerini ziyaret ettiler. O sıralar müslümanlarm aleyhine
başlatılan sindirme kampanyası doruğa
çıkmıştı. Akıl almaz işkenceler uygulanıyordu, barbarca
kan dökülüyordu. Bu aralar bir dizi komik mahkemeler kuruldu, kanlı katilin arkadaşları bu mahkemelere başkanlık ediyorlardı.
Sonra insan
Hakları
Konseyi1 bir bildiri yayınlayarak mahkemelerin yargı usullerine uygun biçimde ve özgür(!) bir ortamda kurulduğunu söylediler.
Bu,
İslam'a karşı beslenen uluslararası düşmanlığı somutlaştıran bir örnektir sadece!
Müslüman
cemaatin -ister istemez- İslam düşmanlarına karşı giriştiği bu savaş kolay ve kısa vadeli bir savaş değildir. Bu savaşı sonuna kadar
sürdürüp başarılı bir sonuç elde etmek için özel
niteliklere, özel bir hazırlığa ihtiyaç
vardır. Bunun için hazırlığın yapılacağı uygun zaman beklenemez.
Belli
merkezlerden yöneltilen bu amansız saldırılar, İslami uyanışın karşı karşıya kaldığı tek tehlike değildir. Bunların yanısıra İslami uyanış
yeryüzüne egemen olan tüm cahiliye sistemlerine karşı
koymak zorundadır, islam coğrafyası da bunun kapsamındadır. Çünkü buralar da
cahiliyenin egemenliği altındadır ve yüzde yüz bir nitelik değişimine
uğramıştır. Bu durum, islam aleminde yaşanan inanç gerilemesi sonucu islam
düşmanlarının egemenlik kurup islam şeriatını yürürlükten kaldırmalarından, din
düşmanı fikirlerini yaymalarından bu yana sürmektedir. Bu cahiliyenin bir
yönetim şekli, bir düşünce sistemi, bir eğitim yöntemi, propaganda araçları ve
pratik yaşam tarzı vardır. Ve tümüde dine ve islam'a karşı düşmanca niteliktedir.
İslami uyanış -ister istemez- attığı her adımda, giriştiği her harekette
cahiliyenin düşmanlığını bulacaktır karşısında. Katliamlara, işkencelere,
sürgünlere, küçük düşürmelere, engellemelere ve nefrete maruz kalacaktır. Her
türlü yöntemle kendisine karşı koyulacak. O ise bütün bunlara karşı eşsiz bir
donanıma muhtaçtır. Üstün bir siyasi bilince, derin bir düşünce yeteneğine,
müslümanları saran düşmanlık kuşağını kestirecek bir ferasete sahip olmalıdır.
Savaşın niteliğini, giriştiği savaşta başvurması gereken yöntemleri, araç ve
gereçleri bilmeli ve bunlara sahip olmalıdır. Bütün bunların yanısıra, savaşın
yerel nitelikli ve belli kuşağı ilgilendiren bir savaş olmadığını bilmesi
gerekir. Bu, kuşaklar boyu sürecek bir savaştır, ister dışarıda pusu kurmuş
düşmanların saldırıları ile olsun, isterse islam'a ilişkin derin bilgisizlik
sebebiyle olsun (ki, bu cehalet İslami altyapının oluşmasını engellemektedir.)
bu savaş sürüp gidecektir. Bundan dolayı İslami uyanış yarı yolda tükenmeyen
uzun süre dayanan bir nefese muhtaçtır.
Şehid
İmam'ın eğittiği kuşak en azından iki yönde üstün nietliklere sahipti: Allah
yolunda ölmeye hazır, kendini davaya adamış, üstün fedakarlık ruhu ve
kardeşleri Allah için birbirine bağlayan derin kardeşlik duygusu... Bu, övgüye
değer bir çabaydı. Şehid İmam bu uğurda zamanını, emeğini, ruhunu ve kanını verdi.
Başkası bunu yapamazdı, başkası gereken niteliklere sahip değildi çünkü.
Fakat
bu kuşak -buna rağmen- büyük ölçüde siyasi bilinçten yoksundu. Bu bilinç
sayesinde, güncel politik sorunlarla ilgilenmenin müslüman bir cemaatin görevi
olmadığını kavrayabilirlerdi. Müslüman bir cemaatin asıl görevinin işleri
rayına sokacak İslam sistemini açıklamak, dünya meselelerinde ilahi sisteme
uymamanın sonucu baş gösteren bozulmalara, fesada dikkat çekmek olduğunu
bilirlerdi. İslami yönetimi kurup koruyacak bir İslami altyapı mevcut olmadığı
sürece İslam aleminin herhangi bir bölgesindeki yönetici değişikliğini
kavrayabilirlerdi. Çünkü bu coğrafyada meydana gelen her yönetici değişikliğinde
gelen, gedenin İslam'a savaş açmaya ilişkin görevini devralıyor. Değişen sadece
araçlar ve yöntemlerdir. Bu kuşak düşünce açısından da yeterli düzeye
ulaşmamıştı. Eğer derin bir düşünsel kapasiteye sahip olsalardı, düşmanın
kullandığı gizli açık yöntemleri, müslümanları İslam'dan uzaklaştırmak için
kimi zaman eğitim sistemiyle, kimi zaman iletişim araçlarıyla, kimi zaman
düşünce kurallarıyla ve kimi zaman da yaşam tarzlarıyla gündeme getirdikleri
araçları görürlerdi. Başvurulan gizli yöntemlerden birinin islami uyanışı
ayrıntı niteliğindeki sorunlara ve çatışmalara yöneltip enerjilerini ve
güçlerini buralarda tüketmelerini sağlamak, asıl görevleri olan islami
altyapıyı1 oluşturma hedefinden uzaklaştırmak. Başvurulan bu yöntemi
kavrayabilselerdi zaman ve yapılanma açısından acele etmeden, uzun bir süreç
izleyerek gerekli niteliklere sahip bu altyapıyı oluşturmayı bırakıp gereksiz
sorunlarla ilgilenmezlerdi.
Karşılama
için zorunlu olan dayanıklılıktan da yoksundular. Nefesleri böyle bir çatışmaya
yetmiyordu. Ancak bu şekilde de yolun yarısında yorgun düşmeden ardarda inen darbelere
karşı koyabilirlerdi. Fakat ilginçtir ki, bu insanlar inançlarında samimi ve
fedakar insanlar oldukları halde ilk sarsıntıda; tutukevlerinde ve
hapishanelerde yıkıldılar. Bunun nedeni inaçlarının noksanlığı veya fedakarlık
duygularından yoksun oluşları değildi. Ne varki sinirleri belli bir zamana göre
gerilmişti. Bu zaman içinde zafere ulaşacaklarının, islam'ın egemen olacağını,
düşmanın işini bitireceklerini düşünüyorlardı. Ancak vuracakları yerde
vurulduklarında, egemenlik kuracakları yerde peşpeşe darbeler yediklerinde,
kısa bir zaman dilimine ayarlanmış gergin sinirler yoruldu, bir çokları davet
hareketinden çekilip başka alanlara yöneldi veya hareketin yolundan değişik bir
çizgide daha az tehlikeli bir davet yöntemine kaydı.[130]
Şimdi
de Şehid Iman'ın öncülüğünde yarım yüz yılı aşkın bir süredir sahnede beliren
İslami uyanışın pratikteki durumuna bir gözatalım... Ortada iki olgu vardır.
Biri insanı iyimserliğe yöneltirken, diğeri de samimi davetçileri karamsarlığa
itiyor.
Birincisi:
Altyapının genişlemesi, gençler arasında İslama doğru büyük bir yönelişin
olmasıdır. Denebilir ki, islam'a yöneliş gençler arasında başlı başına bir akım
haline gelmiştir. Bu akımın belli bir cemaatin faaliyetleriyle veya belli bir
cemaatin varlığıyla ilgisi yoktur. Bu kendiliğinden gençlerin gönlünde uyanan
bir arzudur. İkincisi: İslami haretin dağınıklığı ve bölünmüşlüğüdür. İslami
sahada çok sayıda cemaat vardır. Bunlar birbirleriyle çelişiyor, çatışıyorlar.
Birbirlerini eleştirmektedirler. Her biri sadece kendisinin doğru yolda olduğunu,
başkalarının sapıklık içinde olduğunu söylemektedirler. Bu iki olgu değişik
yönlere yönelik olmalarına karşın -Allah'ın kaderi uyarınca- aynı zamanda
ortaya çıktılar. Kuşkusuz bu durum bazı sebeplerden dolayı gündeme gelmiştir.
Altyapının
genişlemesi -bir yandan- davetçilerin çabalarını davet hareketine yöneltirken
-bir yandan da- İslam düşmanlarının müslümanlara karşı tezgahladıkları
katliamları, işkenceleri ve kıyımları gündeme getirdi. Bu, bir ilahi yasadır.
Hergün yaşanmasına rağmen İslam düşmanları bunun farkında değildirler. Uğruna
kan dökülen bir dava ölmez. Düşmanlar -kinlerinden dolayı-
kan dökmekten, katliam yapmaktan, işkence etmekten kendilerini alamazlar. Bunu
yaparken davet hareketinin yok ettiklerini sanırlar. Oysa onların yaptıkları ile
birlikte Allah'ın kaderi işlevini görmekte, akan bunca kana rağmen, sırtlarda
saklayan kırbaçlara rağmen taban genişlemektedir. Kalbi Allah'a bağlı bulunan
tek bir adamın şehid düşmesi davaya binlerce hatibin, binlerce kitabın ve
binlerce konferansın yapamayacağı kazanımı sağlar. Fakat zalimler bunu
bilmezler. İslami hareketin dağınıklığına gelince, bunun bir çok nedeni vardır.
Birinci neden: -ki bu en belirgin nedendir- herkesin güvendiği, sevgi, saygı ve
takdir duygularıyla kendisine itaat ettiği, dolayısıyla yığınların etafında
toplandığı, kalplerin yanında kenetlendiği büyük bir önderin bulunmayışıdır.
Kuşkusuz büyük bir önderin varlığı toplumun tüm sorunlarını çözmez. Çünkü her
zaman hasta ruhlar bulunur ve bunlar sadece ihtiraslarına, heva ve heveslerine
uyarlar. Nitekim insanlığın tanık olduğu en büyük şahsiyet olan Allah'ın
Peygamberi Hz. Muhammed1 in -Salât ve selâm üzerine olsun-önderliği
Abdullah b. Ubeyy'in kin duymasına ve İslam safından ayrılmasına neden olmuştu.
Şehid İmam'ın önderliği de insanlık düzeyinde, tarihte çığır açan büyük önderliklerden
biri sayılır. Ne varki onun varlığı cemaat içinde bölünmeleri, hizipleşmeleri
önleyememişti.
Ancak
büyük önderliğin varlığının, toplumsal sorunları büyük ölçüde çözümlediği
kuşkusuzdur. Büyük önderlik, gösteriş için veya kişisel üstünlük sağlamak için
çalışmayan samimi insanları biraraya getirir. Fedakar ve asker tipleri
birleştirir. Asekerler genellikle kişisel arzularından soyutlanmış samimi
insanlar olurlar.
Böylesine
büyük bir önderliğin yokluğunda deneyimsiz, genç ve küçük çaplı liderlikler
türer. Bunlarda da çoğu zaman dava içtenliği ile kişisel içtenlik içice girmiş
olur. Şeytan herhangi bir gedikten onlara bu hatayı işletir. Her biri
kendisinin hak yolda olduğuna inanır. Bu yüzden 'hakka uyanların onu temsil
edene uymaları bir zorunluluktur1 diye düşünür. Yani kendisine
uyulmalı. Bu nedenle sözkonusu liderler birbirleriyle didişirler, birbirlerini
altetmeye çalışırlar: "Falan cemaat -eğer isterse- bana gelip yoluma
uymalıdır. Ben ona gitmem, onun yolunu izlemem, çünkü o, doğru yolda değildir."
derler.
İkinci
neden: Bu gün harekete katılan gençlerin büyük çoğunluğu örgütlü bir hareket
içinde eğitilmiş değildirler. Çünkü zindanlarda faaliyet gösteren bir örgüt
çalışması yoktur. Gençler sadece kitap okuyarak kendilerini eğitmişlerdir.
Sadece okumuşlar... Tek başına okuma yetmez. İslami hareketin bir önderi
bulunmalıdır. İslami hareketi yönlendirecek, eğitecek, yetiştirecek odur.
Şayet,
insanları sonsuz ilmiyle yaratan yüce Allah, onlar için kitapların yeterli
olacağını taktir etseydi, hiç kuşkusuz Kur'an'ı bir kerede yazılı bir metin
halinde indirir, sonra da insanlara onu nasıl okuyacaklarını öğretirdi. Fakat
insanları yaratan yüce Allah -ki o herşeyi bilir- gerçeğin ancak bir kalpten
diğer bir kalbe, bir öğretenden öğrenciye, vericiden alıcıya geçiş şeklinde
etkili olabileceğini biliyordu. Bu yüzden peygamberini -Salât ve selâm üzerine
olsun- gönderdi ki, öğretici olsun, verici işlevini görsün. Diğer kalplerde
ondan öğrensin, mesajı onun aracılığı ile algılasın. Gençler istekli ve
gayretlidirler. Ne var ki, okudukları kitaplardan başka bir şey yok ellerinde.
Bu yüzden değişik yolları tutuyorlar. Kesin olmasına ve bir anlama yönelik
işareti de bilinmesine rağmen bir tek nassın içeriği üzerinde farklı görüşlere
sahip olmak akıl için normaldir. Ortada değişik nasslar varsa ve bu nasslarm
kesinliği sözkonusu olmadığı gibi içerikleri de kesinlik düzeyinde belirli
değilse durum ne olur acaba? İstenen bir şey olmamakla beraber, yol göstericisiz,
öğreticisiz ve öndersiz kitap okuyarak kendini yetiştiren bu gençlerin arasında
görüş ayrılıklarının başgöstermesi doğaldır.
Bu
durum üzücüdür kuşkusuz. Gönül isterdiki İslami hareket bir çatı altında
birleşsin ve bölünmesin. Çünkü bölünme düşmandan başka kimseye hizmet etmiyor.
Ne varki -her zaman söylediğim gibi- bu, sihir değneğiyle çözülecek bir sorun
değildir. Büyüsel çözümden kastettiğim, hiç bir zorlukla karşılaşmaksızın
kolayca ve çabukça gerçekleşen çözümdür. Ne yazık ki, İslami hareketin karşı
karşıya kaldığı sorunların büyük çoğunluğu, bu çeşit büyüsel bir yöntemle
çözülmeyen türdendir. Bu sorunların çözümü büyük zorlukları aşmayı, zorluklara
karşı sabretmeyi, kesintisiz bir çaba sarfetmeyi ve samimi bir niyet beslemeyi
gerektirmektedir.
"Ey mü'minler, sabredin ve sabırda yarışın, nöbetlesin,
Allah'tan korkun. Umulur ki kurtuluşa erersiniz." (Ali-i
İmran/ 200)
Buna rağmen
-kötü olmakla beraber- ben bu durumdan dolayı o kadar da üzülmüyorum. Çünkü ben
bu duruma geçmişin bir kalıntısından çok geleceğe yönelik kıpırdama olarak
bakıyorum.
Bu
durum uzun bir uykudan sonra gerçekleşen bir uyanışın sonucudur, insanlar derin
bir uykudan uyandıklarında, başlarına ne geldiğini anladıklarında ve bu
durumdan kurtulma mücadelesi verdiklerinde hem de herkesin güvenini kazanmış
bir önderin yokluğunda görüş ayrılıklarının, değişik bakış açılarının ortaya
çıkması mümkündür. Biri burayı kurtuluş yolu olarak görür, diğeri şurayı, bir
üçüncüsü de başka bir yeri görür. Fakat deneyimlerle... Düşe kalka... Yavaş yavaş
hangi yolun doğru olduğu, hangi yolun hedefe ulaştıracağı açığa kavuşur.
Gelişmeleri planlayıp yönlendirenin insanlar olmadığını bir an bile unutmamalıyız.
Eşya ve olayları yönlendiren yüce Allah'tır. Bu dava da O'nundur. Davayı zafere
ulaştırmak O'nun yetkisindedir. O bunu garantilemiştir. Dava her zaman O'nun
gözetimi altındadır. Dava adamlarının saflarını belirginleştirmeyi,
kötülüklerini gidermeyi üzerine almıştır. " Allah inananları sizin
durumunuzda bırakacak değildir. Temizi pisten ayıracaktır. Allah size gaybı bidirecek
değildir." (Al-i İmran/ 179) Yüce Allah islam safının pis ile temizin
içice olacağı şekilde bırakmaz, kullarına gaybı göstermez ve önceden : "Şu
temiz, şu da pistir" demez. Ancak mü'minleri deneyimlerden geçirir. Bu
süre içinde mü'minler arınıp Allah için herşeyden geçerken
temiz olanlarla pis olanlar da belirginleşirler. Deneyimler ve meşakketler sonucu
insanlar, bu gruplardan hangisinin evrensel İslam gerçeğini kavradığını, hangisinin
doğru kavrayış ile paralel olarak doğru bir hareket tarzı izlediğini,
hangisinin içtenlikle Allah için herşeyden geçtiğini anlayacaklardır. Böylece
yüce Allah saftaki pisleri ayıklayıp yokedecektir:
"Köpük
atılıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince o yeryüzünde kalır." (Rad/ 17)
Her zaman
için İslami harekette vazgeçilmez öneme sahip bulunan büyük önderliğe gelince
bu, ilahi bir bağıştır, insanlar tarafından birine bu nitelik kazandırılamaz.
Çünkü istediğimiz zaman içinde bir önder siparişini verip bu önderi
alabileceğimiz bir fabrika yok. Fakat ilahi bağış sözkonusudur, ilahi bir
tezgah vardır. Yani deneyler ve sınavlarla mü'minler arınır, bu süreç içinde
önderlik için kimin elverişli olduğu ortaya çıkar. Bizim yapmamız gereken bir
şey vardır, o da, biran önce aramızdan bir önder çıkarması için dua etmektir.
Bunun için niyetimizi ve hareketimizi her türlü beşeri çıkarlar ve arzudan
arındırmalıyız ki yüce Allah duamızı kabul buyursun:
"Rabb'iniz dedi ki; 'bana dua edin, duanızı kabul edeyim1"
(Gafir/ 60)
Cennette
kendisine arkadaş olması için kendisinden Allah'a dua etmesini isteyen bir
adama Peygamberimiz -Salât ve selâm üzerine olsun- şu cevabı verir: "Sen de
çok secde ederek bana yardım et." (Müslim) Şayet bu gün gençler
karşılarında duran şeyhlere güvenip onlara bağlanmıyorlarsa ve henüz kendisine
güvenip uyacakları bir önder de ortaya çıkaramamışlarsa, bu durum sonsuza dek
böyle sürmeyecektir. Şu anda olduğu gibi hep böyle sürünceme de kalmayacaktır.
Bu, geçici bir aşamadır, bir geçiş dönemidir, insanlar kendi düşünce ve
konumlarını değiştirdikleri zaman, kişisel arzu ve çıkarlardan arınıp kendilerini
Allah'a adadıkları zaman yüce Allah bu geçici aşamayı daha olumlu bir aşamayla
değiştirecektir.
İleriki
sayfalarda, çağdaş İslami hareketlerde başgösteren görüş ayrılıklarının
üzerinde yoğunlaştıkları noktalara değineceğiz. Fakat bundan önce, bu konuda
çok önemli olduğuna inandığım bir meseleye dikkat çekmek istiyorum.
Kuşkusuz,
kavramları ve hareket metodunu düzeltmek, doğrultmak İslami hareket için
vazgeçilmez bir başlangıç noktası niteliğindedir. Hareket, tutacağı doğru yolu
bilmezse, bu yola yönelmezse umulan meyveleri devşirmesi mümkün olmayacaktır.
Fakat yeni
bölünmelere yol açarak, yeni tehlikelere meydan vererek böyle bir düzeltme ve
doğrultmaya girişmek yanlıştır. Bu girişim başka grupları kıt anlayışlılıkla suçlamak,
onları yaralamakla sonuçlanacaktır. Bunlar sonuçsuz çabalardır. Bu çabaların
meyvesi acıdır ve şeytanın işine yarar. Dağrultma ve düzetme mücadelesi yumuşak
üsluplu bir açıklama ile şer'i delili ortaya koymak ile olur. Çünkü hükümler
şer'i delillere dayanır. Ayrıca kişiyi başkasından ayıran ve
önceden bir angajmana girmesine neden olan erken bir karar vermeden önce
Allah'ın dini hususunda derin bilgiye sahip olmak, uzmanlaşmak kaçınılmazdır.
Kişiliğimizi
önplana çıkarmadığımız zaman, hak bizim açımızdan nefsimizden daha öncelikli
olduğu zaman ve gerçeğe ulaşma çabamız bir plan, bir gözlem ve basiret
dahilinde gelişme gösterdiği zaman perde aralanacak, görüş alanı netleşecek ve
izlenecek yol gün gibi ortaya çıkacaktır. Allah'ın yardımı ve müyesser kılmasıyla
bu günkü gidişin bu mutlu sona doğru olduğuna inanıyoruz.
İslami
hareket sahasında faaliyet gösteren cemaatler arasında görüş ayrılıklarına konu
olan bir çok mesele vardır. Fakat iki mesele vardır ki, en büyük tartışma
bunlar üzerinde yapılmaktadır. Bu meseleler: insanlar hakkında verilecek hüküm
ile günümüzde izlenmesi gereken hareket metodudur. Bunlardan başka daha az
önemli olan problemler vardır ki, bu iki meseleye değindikten sonra, bunların
bir kısmına da işaret edceğiz.
İNSANLAR
HAKKINDA VERİCEK HÜKÜM MESELESİ
Değişik
grupların en fazla tartıştıkları, hakkında farklı görüşler ileri sürdükleri
meseledir. Gruplar bu konuda iki yönlü olarak aşırıya kaçmışlardır. Bir kısmına
göre: 'lailahe illallah' diyen mü'mindir, İslam'ın öngördüğü bir tek amel
yapmasa da. Bir kısmına göre de: Bu gün, aksi kanıtlanmadığı sürece insanların
temel niteliği küfürdür. Birinci gruptakiler, ameli bir yana pırakıp sadece
niyete bakarak insanlar hakkında karar veriyorlar. Öteki gruptakiler ise,
niyete bakmaksızın sırf amele bakarak karar veriyorlar. Diğer grupların her
biri bu iki aşırı kutup arasında bir yerde yeralmaktadırlar.
Bu meseleyle
ilgili olarak öteden beri bir kanaate varmıştım. (1965 Yıllından beri) Uzun
uzadıya düşündükten sonra bu sonuca varmıştım ve halen görüşümü korumaktayım.
Bana göre en büyük problemimimz insanlar hakkında bir hüküm vermek değildir.
Asıl problemimz gerçek İslam'ı onlara öğretmemizdir. Bu konu bizi kesinlikle
ilgilendirmemelidir. Davet hareketinde bu problemi düşüncemizin ekseni haline
getirmemeliyiz, insanları şuradan buradan alıp bu konuyla bağlantılı olarak bir
yere oturtmamalıyız. Yapmamız gereken en öncelikli , en önemli ve en verimli
hareket insanların bilmedikleri İslami gerçekleri onlara öğretmektir. Bu
gerçekler doğrultusunda onları eğitmek ve bunun gereklerini yerine
getirmelerini sağlamaktır. İşte gerçek ve verimli hareket budur. Sonuçta
insanların pratiğinin değiştirecek olan hareket budur. Kuşaklar boyu süregelen
cehaletin sonucu uzaklaştıkları gerçek İslami çizgiye bu şekilde dönerler.
Onların bu uzaklaşmaları, özellikle son yüzyılda onları büyük vebal altına
sokmaktıdır.
Ümmetin
gerçek İslam'a ilişkin cehaleti -daha önce de açıkladığımız gibi-İslami
hareketin en başta gelen düşmanıdır, davetin önündeki en büyük engeldir. Düşmanlar
da daveti engellemek amacı ile başlattıkları savaşta ençok bu cehaletten
faydalanmaktadırlar.
Hiç kuşkusuz
'lailahe illallah' ilkesinin gerçek içeriğinden yoksun kof bir slogana dönüşmüş
olması, bu içeriğin başta gelen gereğinden uzaklaşmış olması, yani Allah
katından gelene uymak ve Allah'ın şeriatına göre hüküm vermekle olan sıkı
bağlantısının unutulmuş olması; haçlı-siyonust ittifakına, Allah'ın şeratmı
yürürlükten kaldırma, bu arada insanlara müslümanlıklarma kıl kadar halel
gelmediğini vehmettirme imkanını vermiştir. İnsanlara demişlerdir ki, "siz
'lailahe illallah1 dediğiniz sürece insanlar tarafından konulmuş kanunlardan
hoşnut olsanız, onları gönül rızasıyla uygulasanız gene de müslüman olarak
kalırsınız." Bu sayede düşmanlar, askerlerini islam topraklarından
çektikten sonra, yerli halktan işbirlikçiler bulup kendi yerlerine yönetime
getirmişlerdir. Bunlar da şeriatı yürürlükten kaldırma eylemini
sürdürmektedirler. Buna rağmen bu yönetimler tam bir meşruluk kisvesine
bürünmüşlerdir, insanlar da Allah'ın şeratmı uygulamalarını istemeksizin onları
-beşeri kanunlarıyla birlikte-kabul etmişlerdir. Ayrıca, 'lailahe illallah1
ilkesinin içeriğine ve bu içeriğin Allah'ın şeriatını egemen kılmakla olan
bağlantısına ilişkin bu cehalet, yönetimdeki işbirlikçilerin İslam
davetçilerine ikide bir darbeler indirip onları ezmelerine imkan vermektedir.
Çünkü onlar dilleriyle 'lailahe illallah1 dedikleri sürece halkın öfkesinden
emin olacaklarını biliyorlar. Bu cehaleti yok etmek, insanlara gerçek islam'ı
ve 'lailahe illallah' ilkesi ile bu ilkenin başta gelen gereği, yani Allah'ın
şeriatını egemen kılmak arasındaki vazgeçilmez bağı öğretmek, insanları bu
gerçek doğrultusunda eğitmektir verimli ve öncelikli iş. İslam aleminde
insanların durumunu değiştirecek, onları kayıp gerçeğe yeniden döndürecek,
böylece onları yeniden özbenliklerine ve dinlerine döndürecek hareket budur. Onlar
şartları yerine getirince de yüce Allah onların zaferlerini ve egemenliklerini
pekiştirecektir:
"Allah,
içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va'detmiştir ki hiç
şühesiz onlardan öncekileri; nasıl 'güç ve iktidar' sahibi kıldıysa, onları da
yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi1 kılacak, kendileri için seçip beğendiği
dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından
sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibadet ederler ve bana
hiçbir şeyi ortak koşmazlar." (Nur/ 55)
Bu yüzden
davetçilerin çabalarını sözkonusu cehaletin giderilmesine yöneltmeliyiz.
Çabaları bölük pörçük olmamalı, insanların durumu hakkında karar vermek, bir
amaca hizmet vermeyen sorunlarla ilgilenmemeli. İnsanların müslüman veya kafir
olduklarına ilişkin bir hüküm vermek, sorunu çözecek değildir. Böyle bir
kararla birlikte insanların pratik durumları da değişmez. Çünkü eğer sen
-birinci gruptakiler gibi- kim kelime-i tevhidi söylerse o, mü'mindir, İslam'ın
öngördüğü amellerden birini yapmasa bile. O zaman insanlar, içinde yaşadıkları
uyuşmuşluktan kurtulamazlar. Düşündükleri tek şey İslam'ın ve imanın
gereklerini yerine getirmiş oldukları ve hiç bir amel yapmasalar bile Cennet'in
kendilerini beklediği olur. Eğer -ikinci gruptakiler gibi- siz pratik
durumunuzdan dolayı kafirsiniz, içinizde beslediğiniz niyetler olumlu bile olsa
bu niteliğiniz değişmez. Bu durumda savunma pozisyonuna geçerler ve müslüman
olduklarına ilişkin fıkhi deliller aramaya koyulurlar. Gene içinde yaşadıkları
durumda -bundan dolayı- bir değişiklik olmaz. Fakat -en önce onların hakkında
bir hüküm vermeden- onları eğitmek, düşüncelerinin ve kalplerinin ıslah
olmasına yolaçar. Bu, insanların durumlarını değiştirmeye ilişkin bir çağrı
olur ki, Allah da onları değiştirsin, Yüce Allah'ın buyurduğu gibi:
"insanlar kendilerini değiştirmedikçe Allah onların içinde
bulundukları durumu değiştirmez." (Rad/ 11)
Beni
bu tavrı takınmaya iten bir takım değerlendirmeler vardı. Ve hala
değerlendirmeler benim için belli ağırlığa sahiptirler. Birinci değerlendirme:
Uzun bir geçmişi bulunan sapma sürecini, sapmanın neden olduğu gelişmeleri,
kültür emperyalizmini, islam alimlerinin ümmetin önderliğinden çekilip dinlerinin
gerçeklerini öğretme misyonunu bir kenara bırakmış olmalarını, hatta kimi zaman
yanlışa yöneltici fetvalarla veya Allah katında meşruluğu bulunmayan
uygulamaları şeriata uygun olarak nitelendirip bu tür uygulamaların İslam'da
izin verilen ictihad olgusunun kapsamına girdiğini ilan etmelerini uzun uzadıya
inceledikten sonra.
Evet,
bütün bunları enine boyuna incelidikten sonra diyorum ki: Biz bu gün insanlar
hakkında bir karar vermeden önce onları eğitme durumundayız, islam'ın günümüzde
yaşadığı ikinci gariplik dönemini sona erdirme amacına yönelik bu eğitim süreci
hiç de azımsanmayacak bir zaman ve emek harcamayı gerekli kılmaktadır. Çünkü
meseleyi kökünden çözümleyecek de bu süreçtir. Bundan sonra, açıklama ve eğitimden
sonra yüz çeviren ve eski tavrında ısrar eden seksiz, şüphesiz kafirdir. Çağrıya
olumlu karşılık veren de kuşkusuz müslümandır.
"Suçluların yolu belli olsun diye ayetleri işte böyle açıklarız."
(En'am/ 55)
"Helak olan açık bir delille helak olsun, yaşayan da açık bir
delille yaşasın." (Enfal/ 42)
Aksi
kanıtlanmadığı sürece günümüzde insanların temel niteliğinin kafirlik olduğu
görüşünde olanlar diyorlarki; "Açıklama ve davetten sonra mesajı kabul
edenin bu kabullenişi, onun kabullenmeden önce müşrik olduğu gerçeğini ortadan
kaldırmaz. Çünkü Hz. Peygamber -Salât ve selâm üzerine olsun- de insanlara
Allah'ın dinini açıklamış ve öğretmişti. Kimisi karşı çıkmış, kimisi de kabul
etmişti. Fakat kubul edenin, kabullenişi onun .hüküm vermesi gibi biz de bu
günkü insanların pratik durumlarına göre onlar hakkında hüküm verme hakkına sahibiz.
Aksi bir tavır ortaya koyanlar hariç en başta onların müşrik olduğuna karar
vererek harekete geçeriz." Bu benzetme bir ölçüde doğrudur fakat iki durum
arasında fark vardır. O günkü cahiliyede durumunu bilmeyen, Allah'dan başka
ilahlar edindiğinin farkında olmayan, bilerek, ilahlıklarma inanarak, onlara kulluk
sunmaya ısrarla devam ederek onlara yöneldiğinden haberdar olmayan kimse yoktu.
Aynı
şekilde onlar içinde, neye çağırıldığını bilmeyen de yoktu. Herkes, ister
bizzat kendilerine veya Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk sundukları
tanrıları bir kenara bırakıp tek ve ortaksız Allah'a kulluk sunmaya, Allah'ın
dışındaki tüm başvuru ve hüküm kaynaklarını bir kenara bırakmaya çağırdığını
biliyordu.
Bugün
ise, belli bir azınlığın dışında bu tür bilinçli bir tavır yoktur. Bir kısım
insanların kafir olduğu kuşkusuzdur. Çünkü çağrıyı reddediyorlar ve neyi
reddettiklerini de biliyorlar. Bir kısmının da mü'min olduğu kuşkusuzdur. Çünkü
bunlar kabul ediyorlar ve neyi kabul ettilerini biliyorlar.[131]
(1) Bazı insanlar da var ki, kendilerinden kesin olarak ne istendiğini bilememe
şüphesi ile kuşatılmışlardır. Bu şüphe hakkında imam Ibni Teymiye şöyle diyor:
"Yüce
Allah'ın Peygamberine -Salât ve selâm üzerine olsun- indirdiği ile hükmetmenin
zorunlu olduğuna inanmayan kimsenin kafir olduğunda kuşku yoktur. Kim Allah'ın
indirdiklerine uymaksızın kendi görüşüyle insanlar arasında hüküm vermesinin
adalete uygun olduğunu düşünerek bunu helal görürse, o, kafirdir. Hüküm ve
adeletle emredilmeyen herhangi bir ümmet yoktur. Bazılarının dinine göre
adelet, ileri gelenlerin görüşü olabilir. Hatta kendilerini İslam'a nisbet eden
bir çok topluluk yüce Allah'ın indirdiğini bir kenara bırakıp kendi geleneklerine
göre hükmediyorlar, ilk dönemlerdeki bedeviler gibi. Hükmüne başvuranlar,
kendilerine boyun eğilen emirlerdir. Kitap ve Sünnet'ten ayrı olarak bu
emirlerin buyrukları ile hükmetmenin gerektiğine inanırlar, işte bu, küfürdür.
Birçok topluluk vardır ki, bunlar İslam'a giriyorlar fakat bunlar, sözü
dinlenen ileri gelenlerini emrettiği genel geçer geleneklerden başka bir şeyle
hükmetmezler. Bunlar, eğer Allah'ın indirdiklerinden başkasıyla hükmetmenin
kendileri için caiz olmadığını öğrenir de buna uymazlarsa ve Allah'ın
indirdiklerine ters düşen hükümlerle hükmederlerse, kafir olurlar.[132]
İşte bundan dolayı, insanlar hakkında hüküm vermeden önce bu cehaleti ortadan
kaldırmak için bir eğitim süresini başlatmak zorunludur. İkinci değerlendirme:
Gerçekte tek bir hükmü tüm topluma genelleştirmek mümkün değildir. Çünkü bu
toplum içinde birçok insan grupları vardır. Bunlar arasında -söylediğimiz gibi-
kafir olduklarından şüphe duyulmayan kimseler vardır. Bunlar dini ya da her ne
gerekçeyle olursa olsun Allah'ın şeriatıyla hükmetmeyi kesin biçimde reddeden
kimselerdir. Örneğin bunların gerekçesi şu olabilir: "Dinin siyasetle,
ekonomiyle toplumla ve insanların pratik hayatlarıyla bir ilgisi yoktur. Veya,
Şeriat bundan bindörtyüz yıl önce inmiştir, günümüzde uygulamaya elverişli
değildir. Yahut "Günümüzdeki gelişme -zamanında elverişli olsa da- geçmişi
bir kenara bırakmayı, siyasette, ekonomide, toplumsal yaşamda ve insanların
pratik hayatında yeni bir görünüme bürünmeyi gerektiriyor." diyebilirler.
İşte bunlar Allah'ın dini ve şeriatı yerine laiklik düşüncesine inanırlar.
Toplumda
müslüman olduğundan şüyhe duyulmayan kimseler de vardır. Onlar biliyorlarki,
islam'a girmek; islam şeriatı ile hükmetmeyi, onun hükmüne başvurmayı
gerektirir. Yapabildikleri kadar islam şeratıyla hükmediyorlar da. Mücadele
yöntemlerinden biriyle Allah'ın hükmünün egemen olması için çalışırlar.
Toplumda
nitelikleri belli olmayan geniş bir kitle de vardır. Bunlar ne şuraya ne de
buraya kesin olarak oturtacak bir tavırları yoktur. Bu yüzden kimlikleri ilk
etapta belli olmaz. Bunlar hakkında farklı görüşler ileri sürülmektedir. Şu
kadarı da varki, bunların durumları iyice incelendiğinde tek bir kategoriye girmedikleri
görülür. Bunlardan bazılarının dinle hiçbir ilgileri yoktur. Hükmetmiştir, etmemiştir;
var mı yokmu onları ilgilendirmez. Bunlar kafirlerdir çünkü inançsızdırlar. Bir
kısmı da cehaletlerinden dolayı ilahi hükümleri çiğnemenin, günümüzün zorunlu
kıldığı şartlarda caiz olduğuna inanırlar. Çünkü 'alimleri(!)' bu şekilde
öğretmiştir onlara. Bunlar İbn-i Teymiye'nin sözünü ettiği bizim de az önce
değindiğimiz cehalet şüphesi kapsamına girer. Bir kısmı kalbiyle bu durumdan
tiksinir. Ancak kalp ile tiksinmenin bazı gereklerinin olduğunu bilemez. Yanlış
olduğuna inanılan şeye katılmamak gibi. Kuşkusuz kalbi iman ile yatışmış olup
da zorlananlar bu durumun dışındadırlar. Bir kısmı kendi içinde islam'ın egemen
olmasını arzular, ancak bu arzusunu somutlaştırcak bir adım atmaz. Onun beklediği
bütünüyle güvenli, kesinlikle hiçbir eziyetle karşılaşmayacağı bir fırsattır.
Yani izin verilen bir kolaylığı veya sonu güvenli olan bir fetvayı bekler.
Bunların
tümünü bir arada tutan, niteliklerinin gizli oluşu, görünümlerinin içaçıcı
olmayışı ve gerçek İslam'dan uzak oluşlarıdır. Bununla beraber bunlardan hiçbirinin
gerçek ağırlığı ve etkinliği belli değildir. Bu kesimde yer alan insanlar iki
akımın bakışı altındadırlar. Ağır da olsa, açık küfür ve açık iman kamplarına
yönelik bir kayma sürecini yaşamaktadırlar.
Bir
yandan tüm yeryüzüne dinsizliği egemen kılmak isteyen dünya siyonizminin
baskısı altındadırlar. Siyonizm, insanların geçen ikiyüz yılda dinden uzaklaşıp
her an kopabilecek bir pamuk ipilğiyle bağlı duruma gelmelerini yeterli
görmüyor. Onun amacı dini bütünüyle yeryüzünden söküp atmaktır. Ki, 'ümmiler'den
hiç kimsenin dini inancı bulunmasın, dolayasıyla yahudilerin dünya egemenliği
gerçekleşsin. Bu kesimdeki insanlar Islami hareketin baskısını da yoğun biçimde
hissetmektedirler. Islami hareket, onlara diyor ki, tevhid gerçeği -ki bu
İslami'dir- sadece şehadet cümlesini dille söylemek suretiyle gerçekleşmez.
Şehadeti dille ifade etmenin yanısıra, gereğini yapmak, Allah ve Resulünün emredip
de Şehid İmam'ın risalelerinede vurguladığı gibi farzları eksiksiz yerine getirmek
gerekir.
Bu
iki akımın sürekli baskısı altında kalan bu kesimdeki nitelikleri henüz açığa
kavuşmamış insanlar, ağır ama sürekli bir hareketlilik yaşamaktadırlar. Yumuşak
zeminli dağların zeminlerinin yağışlı mevsimlerde kayması
gibi. Böyle dağlardan her seferinde bir parça sağa veya sola kayar, sonunda
dağdan eser kalmaz, içinde yaşadığımız bu günlerde de sözkonusu kesimde ağır
ama sürekli bir hareketlilik yaşamaktadır. Kimisi açık küfür kampına, kimisi de
açık iman kampına kaymaktadır ve gitgide bu ara kesimdeki kitlenin yoğunluğu
azalmaktadır. Yirmi yıl önce kendi kendime şöyle diyordum: Şayet bu kitlenin
belirgin unsarlara, açık küfür ve açık iman nitelikli unsurlara ayrılması[133]
süreci elli yılı alsa bile, bu kitle hakkında karar vermemiz gerekmez. Bu
kitlenin hükmü hakkında ihtilafa düşmemiz bundan dolayı zıtlaşmamız, bunu
hareket noktamız haline getirip insanları buna göre değerlendirmemiz ve davet
hareketine bu meseleyle başlamamız tamamen yersizdir. Şimdi -yirmi yıl sonra
(şu an H. 1406 M. 1986)- bu kitlenin belirgin unsurlarına ayrıştığının belirtilerini
görüyorum. Bir takım gençler var -her cinsten- ayrılıyor, çözülüyor ve Allah'ın
diledikleri harici bir daha geri dönmemek üzere küfür kampına yöneliyorlar. Bir
takım gençler de belirgin bir şekilde ve açık biçimde islam'a sarılıyorlar.
Bir
gelişme daha varki, bunun verdiği mesaj çok daha net ve umut vericidir.
Kastettiğim örtülü kızlar olayıdır. Artık üniversiteler, okullar bunlarla dolup
taşıyor. Özellikle pratik eğitim veren fakültelerde örtünen kızların sayısı
gittikçe artıyor. Oysa bu fakülteler küfrün, dinsizliğin, islam dışı
eğilimlerin kaleleri olmak üzere kurulmuşlardı. Onlar bu giysileriyle sadece
yerel cahiliyeye değil, dünyaya egemen olan tüm cahiliye sistemlerine meydan
okuyorlar. Başları dik onurluca imanlarını haykırıyorlar. Cahiliye mensuplarının
küçümseyici ve kin dolu bakışları ve tavırları onları örtünmekten alıkoyamıyor.
Cahiliye mensupları zaman zaman hızlarını alamayarak bu tertemiz kızları suçsuz
yere, sadece örtündükleri için tutuklayıp hapse atıyorlar veya üzerlerinde
değişik tepeleme ve işkence yöntemlerini uyguluyorlar.
Bu
gelişme başlıbaşma bir mesajdır, bir çığırdır. Çünkü yahudilerin yeryüzündeki
tüm 'ümmiler1 için hazırladıkları plan kadının sonsuza dek bir daha
geri dönmemek üzere dininden, ahlakından ve geleneklerinden uzaklaştırılmasını
öngörüyordu. Bu, bütün toplumun dejenere olmasının, yozlaşmasının garantisiydi.
Böylece ortada çocuklarına küçük yaştan itibaren dinin ilkelerini ve ahlakı
öğreten bir 'anne' olmayacaktı. Ayrıca haçlı-siyonist ittifakının müslüman
kadın için öngördüğü plan, onun da Avrupalı kadının geçtiği aşamaları bizzat
yaşaması esasına dayanıyordu. Bu sayede islam toplumu dejenere olacaktı, artık
çocuklarına küçük yaştan itibaren dinin ilkelerini ve ahlakını aşılayan
müslüman 'anne' mevcut olmayacaktı. Bunun için haçlı-siyonist ittifakı her
türlü çabayı sarfetti. Müslüman kadının vücudunun tümünü veya büyük kısmını
soyduktan sonra
çıplaklık 'uygar(!)' toplumun temel niteliklerinden,
ileriliğin, gelişmişliğin ve serbestliğin bir belirtisi olarak algılandıktan sonra,
bir daha islam'a ve islam örtüsüne dönmesini önlemek için her yola başvurdular.
Bu yüzden müslüman kızların haçlı-siyonist ittiffakmın yollarına koyduğu tüm
engelleri aşarak bu şekilde islam örtüsüne -bir inanç olarak, gelenek değil-
dönmesi, toplumsal düzeydeki dönüşümü ve nitelikleri belli olmayan kitlenin
safları arasındaki ayrışımı çok çarpıcı biçimde ifade etmektedir. Niteliği
belli olmayan kitlenin safları arasındaki ayrışımın tamamlanması için veya
gidişin netleşmesi için yirmi veya otuz yıl daha gerektiğini varsayalım, bu
haliyle bile bana göre Islami kesim arasında insanlar hakkında hüküm verme konusunda
süregelen bu tartışmalara gerek yoktur. Çünkü -bana göre- bu tutum hareket
halindeki bir cismi doğrultmak için çabalamaya benzer. Biz onun doğrultulması gerektiğinden
söz ederken o, bir kaç adımda olsa, yerinden hareket etmektedir.
Bu
kitledeki harekliliğin yavaş geliştiği somut bir gerçektir. Bu durum bazı
davetçilerin canını sıkıyor, bazısı da karamsarlığa kapılıyor. Ancak biz hiç
bir şekilde bu günkü durumun iki yönüyle siyah veya beyaz gib netleştiğini
söyleyemeyiz. Bu kitle elli yıl önce veya on yıl önce olduğu gibi sürekli
değişim halindedir. Değişim hızından çok, değişimin kendisi önemlidir. Üçüncü
değerlendirme: Toplumun bu niteliği, henüz belirginleşmemiş kitlesi gerek kendisini
kuşatan olumsuz bir etkenle ve gerekse islam'dan söz edildiği zaman kendisini
bürüyen 'dini duygular'ın etkisiyle olsun kurulduğu zaman Islami bir yönetime
karşı çıkamayacaktır. Bu kitlenin ve özellikle aydın kesimin islam'a ilişkin
derin cehaletlerinin; 'lailahe illallah' ilkesi ile Allah'ın şeriatıyla
hükmetme arasındaki kaçınılmaz bağlantıya ilişkin bilgisizliklerinin günümüzde
İslami harekete karşı bir koz olarak kullanıldığı doğrudur. Geçen sayfalarda da
buna değindik ve bunun Islami haretin yolundaki engellerin en büyüğü olduğunu
ifade ettik. Fakat benim vurgulamak istediğim şudur: Islami yönetim kurulduğu,
yani müslüman taban genişleyip bir Islami yönetim kuracak düzeye geldiği zaman,
bu gün için niteliği ve tavrı belirsiz olan bu kitle -eğer bu günkü durumunu sürdürürse
ki, bu imkasız bir şeydir- İslami yönetime karşı çıkmayacaktır, İslami bir
yönetimin yoluna dikilmeyecektir. Islami yönetime karşı çıkacak olanlar
'inançlılar'dır. Yani komünistler, laikler, dinsizler ve benzeri gruplar İslami
şeriata karşı tavır koyacaklardır. Bunlarsa, kitleden sayılmazlar. Bunlar açık
küfür kampını seçen kimselerdir.
Bu
kaygan kitle İslami yönetimin kurulması durumunda karşı çıkacak olsa bile, ona
karşı takınacağımız nihai kararı belirlememiz için onun şeriatı en güzel biçimde
kavraması için çaba sarfetmek en iyisidir. Bu gün için ona karşı takınacağımız
tavır davettir. Yani 'lailahe illallah' gerçeğini ve islam gerçeğini açıklamaktır.
İslam'ı gerçek anlamıyla ve tüm gerekleriyle kabul edenleri eğitmeye
çalışmaktır. Bu tür bir davetin, sözkonusu kitle hakkında bir hüküm vermekle
ilgisi yoktur. Onlar Allah'ın terazisinde müslüman da olsalar, kafir de olsalar onlara şu anda yöneltilecek davet birdir. İslami
hareket içinde faaliyet gösterenleri de dahil tüm insanlara aynı çağrıyı
yöneltmek gerekir. Çünkü bunların bir çoğu insanları islam'a davet etmekle
meşgul olsalar da 'lailahe illallah1 ilkesinin tüm gereklerini
bilmemektedirler. Bunların birçoğu, yüzyıllardan beri ümmetin yaşamında etkili
olan mürcie düşüncesinin de etkisiyle, lailahe illallah1 diyen
kimse, islam'ın öngördüğü amellerden bir tanesin dahi yerine getirmese, o kimse
mü'mindir (!)" diyebiliyorlar.
Şayet
davetin içeriği -şu aşamada- halkın müslümanlar ve kafirler diye ayrılmalarına
göre değişiyorsa ve etkileniyorsa bu durumda böyle bir ayırım yapmak için büyük
çaba göstermemiz, son derece titiz davranmamız gerekecektir. Çünkü biz her bir
gruba özel bir davet durumunda kalacağız. Ne varki, biz şu anda pratik olarak
tüm insanlara ve hatta tavırlarından dolayı müslüman olduklarından ve Allah'a
davet eyleminde içten davrandıklarından kuşku duymadığımız İslami hareket
mensuplarına yönelttiğimiz davetin içeriği birdir!
Taraflar
arasında başgösteren bu tartışma ortamında bazıları diyorlarki: "insanlara
karşı konumumuzu belirlememiz, ister günlük yaşamda, isterse davet sürecinde
onlara kirşi takınacağımız tavrı net biçimde ortaya koymamız için müslüman veya
kafir olduklarını belirlememiz bir zorunluluktur, insanlara karşı konumumuzu ve
onlarla ilişki kurma yöntemimizi belirlememiz için bütün insanlarla ilgili bir
hüküm vermemiz zorunludur" şeklindeki yargı pratik olmaktan çok teoriktir.
Çünkü biz pratikte yaptığımız hareketlerin bir çoğunda, bir aile olarak toplumda
ilişki içine girmiyoruz. Bizim ilişkimiz toplum içinde belli fertlerledir. Bu
ilişki ister evlilik ve hısımlık gibi nitelikli olsun ya da davet ortamında bu
dine göre hareket etme şeklinde olsun farketmez. Biz bu alanlarda ilişki içinde
bulunduğumuz fertlerin kimliklerini rahatlıkla belirleyebiliriz. Ama bir bütün
olarak topluma gelince, onunla ne zaman bu tür bir ilişkiye girebiliriz ki?
Biz
bu gün içinde yaşadığımız toplumlara 'cahiliye toplumları' diyoruz. Çünkü bu
toplumlar Allah'ın şeriatına göre yönetilmiyorlar, onunla hükmetmiyorlar.
Tersine insan ürünü cahiliye yasalarıyla yönetiliyor, onunla hükmediyorlar. Ne
varki, bu hüküm söz konusu toplumlarda yaşayan tüm fertleri kapsamaz. Tersine
bu fertlerin her biri için egemen cahiliye sistemi karşısındaki tutumuna göre
somutlaşan bir hüküm sözkonusudur. Egemen sistemden hoşnut olan ondandır, hoşnut
olmayan, onu reddeden kimsenin hükmü ise farklıdır.
Biz
tüm alanlarda, bir bütün olarak toplumla değil bireysel ilişkiler içindeyiz;
toplum içindeki fertlerle ilişkimiz vardır. Daha önce de söylediğimiz gibi,
fertlerin durumlarını açığa kavuşturabiliriz ve ilişkimizi bu bilgimize dayalı
olarak yönlendirebiliriz.
Davet
hareketi sürecindeki ilişki biçimine gelince, hareket için küfür ve İslam temel
niteliklerinden başka nitelikler sözkonusudur. Herşeyden önce hareketin köklü ve sağlam sütunlara ihtiyacı vardır. Ancak
müslümanlığından kuşku duymadığımız samimi kimseler bile olsa, her insan bunun
için elverişli değildir. Örneğin Ebuzer (r.a.) seçkin sahabelerden biriydi.
İslama sarsılmaz bir inançla bağlıydı. Resulullah'a derinden inanmıştı. Ne
varki, insanları Islama davet etmek istediğinde Peygamberimiz -Salât ve selâm
üzerine olsun- buna izin vermemişti. Bu iş sonuçlanana kadar, yani islam iyice
kökleşene kadar gidip kavminin arasında kalmasını öğütlemişti.
Hareket
içine alacağımız -veya harekete göre ilişki kuracağımız- insanların seçiminde
tek ölçü insanlar düzeyinde yapacağımız kafirlik ve müslümanlık ayırımı değildir.
Bundan da öte samimi müslümanlar için de yapılanma aşamasında elverişli
olduğuna inandığımız kimseleri seçmek durumundayız. 'Dostluk1 ve
'yardımlaşma' sorununa gelince -inanç açısından son derece önemli olmasına
rağmen- şimdiki durumumuzda, bu darmadağınık şaşkın toplumumuz içinde bu kavramların
reel ve pratik bir anlamları olmadığı için insanları bunlar için sınıflandırmamız
bir değer ifade etmez. Allah'ın şeriatının egemen olduğu bir biriyle
kanetlenmiş, tüm uygulamaları ve faaliyetleri şeriata göre biçimlenen bir
toplum kurulduğu zaman 'dostluk1 kavramı pratik ve reel içeriğiyle
bireysel bir sorun olacaktır veya gerçek bir birlik esasına dayalı olarak bir
birine bağlanmamış cahiliye toplumu içindeki grupların sorunu olarak kalacaktır.
Biz şu anda bir devlet değiliz ki, insanları kafir-müslüman şeklinde
ayırmamızın onların hayatlarında pratik bir etkisi olsun! Söz gelimi
mürtedlere, irtidatın cezasını uygulayabilelim. Biz davetçiyiz. Tüm insanlara
yönelik bir davetin yükümlülüğü altındayız. Bu mesajı, tüm insanlara aynı
ifadelerle sunma durumundayız. Sonra mesajımıza olumlu karşılık verenler
arasında, yapılanma aşamasına elverişli olanları seçmektir görevimiz.
Ancak
Allah'ın terazisinde kesin olarak bilinecek bir mesele vardır ki, bazı gruplar
bunu gündemde tutuyorlar. Arkasında namaz kılınacak imamın seçimi meselesi...
Bu konuda bizim görüşümüz son derece açıktır: Bir insanı, mutmain olmadığı bir
imamın arkasında namaz kılmağa zorlayamayız. Ancak tüm kuşkuları ortadan
kaldıran kesin bir kanıt olmaksızın ilk etapta bu imamın kafirliğine karar
vermek Allah'ın şeriatına göre caiz değildir.[134]
Bu bakımlardan, ben diyorum ki, insanlar hakkında hüküm verme meselesi, bu aşamada hakkında ayrılığa düşüceğimiz, çelişeceğimiz bir mesele
değildir. Ve yine diyorum ki, bu mesele, milletlerin ve davet hareketlerinin
-bazı davetçiler ağır hareket ettiği düşüncesinde olsalar da- hayatında kısa
sayılabilecek bir zaman diliminde kendi kendine çözümlecektir. Çünkü kaygan
zeminde yeralan kararsız kitleye yönelik sürekli bir davet haketi onu aşamalı
olarak iki belirgin gruba ayrıştıracaktır. Bunların her birinin ayırıcı
nitelikleri olacak ve insanlar bunlar hakkında ihtilafa düşmeyeceklerdir. Açık
kafir veya açıkça müslüman oldukları belli olacaktır.[135]
Ne
varki, biz insanlar hakkında bir hüküm verme meselesini şimdilik bir kenara
bıraktığınızda, tüm ilgimizi insanları bilmedikleri Islami gerçekler hususunda
eğitme olgusuna yöneltmeliyiz, 'lailahe illallah1 ilkesinin ifade
ettiği gerçeği olanca açıklığıyla onlara sunmalıyız. Eğer biz onları bu
cehaletleriyle başbaşa bırakırsak Allah için yüklendiğimiz emaneti yerine getirmemiş
oluruz. Yüce Allah bu hususta Peygamberine -Salât ve selâm üzerine olsun- şöyle
diyor: " Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu
yapmayacak olursan, O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun." (Maide/
67) Eğer insanlara lailahe illallah1 gerçeğini ve bu gerçeğin
Allah'ın şeriatının egemenliğiyle olan vazgeçilmez bağlantısını insanlara öğretmezsek,
emaneti yerine getirmiş olmayız. Yüce Allah'ın emrettiği şekilde daveti gerçekleştirmiş
olmayız:
"Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran
bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Ali-i
İmran/ 104) Eğer insanlara: "lailahe illallah" diyen biri İslam'ın
öngördüğü amellerin tek bir tanesini dahi yapmasa o mü'mindir" -ki bu,
mürcie akımının ileri sürdüğü yanlış bir görüştür- desek, onları İslam gerçeği
hakkında yanıltmış, onları daha beter yozlaştırmış, olgunlaşmalarını ve
belirginleşmelerini geciktirmiş oluruz. Dolayısıyla İslam'ın yeryüzüne egemen olması
için vazgeçilmez olan Islami taban' oluşturma faaliyetini ertelemiş oluruz.
Böyle yapmakla biz -bilinçli veya bilinçsiz olarak- İslam davetçilerine karşı
tağutlara yardım etmiş oluruz. Davetçileri katletmelerine, kitlelerin
öfkesinden emin olarak onları kıyımdan geçirmelerine yardımcı oluruz.
Zorbaların halkın cehaletinden yararlanmalarına zemin hazırlamış oluruz Aynı
şeklide, "lailahe illallah" diyen kimse dünya hayatında müslüman
kabul edilir, onun ahiretteki hesabı ise Allah'a aittir" dediğimiz zaman
gene insanları yanıltmış oluruz. Aşağıdaki satırlarda böyle bir mesajın ne tür
bir aldatmaca, ne tür bir göz boyama içerdiğini açıklayacağız. Kaldıki, bu
mesaj gerçeğin ifadesi de olsa, insanların bu günkü durumuna göre
bunu açıklamanın zamanı değildir. Çünkü insanlar islam'ın gerçeğinden oldukça
uzaktırlar. Bu gerçekten uzak olduklarından dolayı zelil, onursuz ve alçak bir
hayat sürdürmektedirler. Şu anda onların ihtiyacı, onları küçümseyecek,
horlayacak biri değildir. Onların beklediği kemdilerini gafletlerinden
uyandıracak biridir ki, kendilerini değiştirsinler, Allah da onları
değiştirisin.
Davetçilerin
görevi halkın yalandan İslam'a tanıklık etmelerini sağlamak değildir. Onların
görevleri arasında halka kıyamet günü Allah'ın terazisinde bir ağırlıkları
olmasa bile dünya hayatında nasıl müslüman olabileceklerini göstermek diye bir
husus yer almaz. Tersine onların görevi, insanlara nasıl Allah'ın terazisinde
gerçek mü'min olabileceklerini, onun katında nasıl kabul göreceklerini
açıklamaktır. Yani onların görevi insanlara İslam gerçeğini -şirkten uzak
tevhid gerçeğini- açıklamaktır, dünya hayatında müslüman görünmelerini sağlamak
değildir. Yukarıda işaret ettiğimiz yanıltıcı görüşün aksine dünya hayatında
müslüman görünme olayı bile tek başına 'lailahe illallah1 demekle
gerçekleşmez.
İnsan
lailahe illallah, muhammedun resulullah1 demekle İslam çerçevesine
girer. Bu doğrudur. Ve bunu demekle dünya hayatında islam niteliğini
kazanırlar. Ancak bu nitelik -sahte veya gerçek olarak- kendiliğinden insana
yapışmaz. Ne yaparlarsa yapsınlar hayatları boyunca onlara yapışık da kalmaz.
Tersine bu niteliği, heran iyi ameller işleyerek ve biran olsun bu amellerden
geri durmayarak pekiştirmek gerekir. Bu niteliğin kalıcı olması için her mesele
de Allah'ın şeriatının hükmüne başvurmak ve hiç bir meselede başka hükümlere
başvurmamak bir zorunluluktur. Müslüman görünen ile gerçekten müslüman olan
kimse Allah'ın şeriatının hükmüne başvurmanın zorunluluğu hususunda
birbirlerinden ayrılmazlar. -Dünya hayatında müslüman niteğinin kazanmak için
her ikisi için de Allah'ın şeriatının hükmüne başvurmak vazgeçilmez bir
husustur.- onları birbirinden ayıran husus şudur: Müslüman görünenlerin
Allah'ın şeriatının hükmüne başvurmaları münafıklık icabıdır. Böyle bir insan
ahirette cehennem ateşinin en alt tabakasında yer alır. Gerçek müslüman ise,
Allah'a içtenlikle itaat ettiğinden, ona derin bir amaçla bağlı olduğundan
Allah'ın şeriatının hükmüne başvurur. Bu inancının ve içten itaatinin karşılığı
olarak da yüce Allah onu cennetine sokarak ödüllendirir. Kısacası her iki durumda
da müslüman niteliğini kazanmak için Allah'ın şeriatının hükmüne başvurmak,
onunla yönetilmek bir zorunluluktur. Allah'ın şeriatını uygulayan bir İslam
devletinin kurulması durumunda, lailahe illallah, muhammedun resulullah1
diyen kimse -kalbindeki niyetine bakılmaksızın- müslüman kabul edilir. Bu kişi
şahadet getirdikten sonra ayrıca ondan Allah'ın şeriatının hükmüne başvurup
başkasına müracaat etmeme hususunda söz vermesi istenmez. Çünkü bu husus
şeriatın egemen oluduğu İslam toplumunda 'lailahe illallah, muhammedun
resulullah'ın kesin
bir gereğidir, 'lailahe illallah' diyen kimse
-münafık veya mü'min olsun-şeriatın hükmüne uymayı da kabul etmiş demektir.
Çünkü şeriatın hükümran olduğu bir yerde lailahe illallah'ın otoritesi
geçerlidir, ister münafık olsun, ister mü'min olsun kelime-i tevhidi söyleyen
bir kişinin şeriatın hükmünün dışına çıkıp başka bir hüküm istemesi
düşünülemez. Çünkü böyle bir durumda mürted kabul edilir ve ona had cezası
uygulanır. Yani islam'ın fiilen egemen olduğu bir bölgede -ister mü'min, ister
münafık olsun- şehadet getiren bir insan aynı anda iki olguyu dile
getirmektedir, -bunlara inansın veya inanılmasın- Bu olgulardan birini diliyle,
diğerini de pratik hayatıyla ortaya koymaktadır. Diliyle ortaya koyduğu lailahe
illallah, muhammedun resulullah'tır. Pratik hayatıyla ortaya koyduğu ise;
Allah'ın şeriatından başka bir yasaya uyulmaz ve Allah'ın egemenliğinden başka
hiçbir egemenlik yasal değildir...
Söz
konusu kişi "egemen olması gereken sadece Allah şeriatıdır1
gerçeğini fiilen ortaya koymaktan vazgeçerse -ki bu dille ifade edilmez, ancak
dille söylenen 'lailahe illallah'ın kapsamındadır. - o kişi mürted kabul edilir
ve İslam'ın egemen olduğu bir ortamda ona had cezası uygulanır, o kişi günde yüz
kere 'lailahe illallah, muhammedun resulullah' dese de kafirdir. Eğer bir
insana müslüman niteliğini kazandıran sadece şehadet getirmek olsaydı ve
bunların pratik gereklerini yerine getirme zorunluluğu olmasaydı; şehadetin
içerdiği hükümleri uygulama zorunluluğu olmasaydı, şehadet getirmeye devam
ettiği halde böyle bir insana şeriatın hükmüne uymuyor diye had cezası
uygulanabilir miydi?
Allah'ın
hükmüne başvurmaktan kaçınıyor veya şeriatın bazı hükümlerini inkar ediyor diye
bir mürtede, şehadet getirmeye devam ettiği halde, had cezası uygulama zorunluluğu
kesin biçimde ortaya koyuyor ki, sadece şehadet getirmek insana müslüman
niteliğini kazandırmaz. Tersine bir yandan şehadet getirme zorunluluğu varken,
bir yandan da şehadet getirmenin vazgeçilmez gereği olan Allah'ın şeriatına
uymak gerekir. Şehadet getirilirken gereklerine de uyulacağı ifade edilmiş oluyor.
Yani şahadet getirmekle birlikte Allah'ın şeriatına uyma zorunluluğu da
kendiliğinden doğmuş oluyor. Böyle bir zorunluluğun dille de ifade edilmesine
ilişkin bir nass bulunmasa da, bu gerçek, insanlar arasında din olgusu var
oduğundan beri; yüce Allah'ın insanlara 'lailahe illallah, dedirtmeleri için peygamberler
göndermesinden beri 'lailahe illallah'ın vazgeçilmez bir gereği olarak
algılanmıştır. Öteden beri peygamberlerin insanlara yönelik mesajı:
"lailahe illallah deyin . Allah'a kulluk sunun ondan başka ilahınız
yoktur" olmuştur.
Şayet
durum bunun aksi olsaydı... eğer şahadet cümlesini söylemek sadece Allah'ın
şeriatına uymayı, onun dışındaki yasaları reddetmeyi ve ondan başkasının
hükmüne başvurmaktan kaçınmayı gerektirmeseydi, bir insanın, kendisinden kabul
etmesi ve uyması istenmeyen bir yasaya göre adam öldürmenin cezası olarak
dünyada öldürülmesi, ahirette de kalıcı bir azaba çarptırılması yüce Allah'ın
adaletine sığar mıydı?
Allah'ın
şeriatının egemen olduğu bir yerde durum bundan ibarettir. İnsanların dünya
hayatında müslüman niteliğini kazanmalarını sağlayan durum budur, içten kafir,
münafık olsalarda kelime-i tevhidi söylediklerinde, Allah'ın şeriatına boyun
eğdiklerinde, onun dışındaki tüm yasa, düzen ve hükümden kaçındıklarında
müslüman kabul edilirler. Bu durumda mü'min ile münafık arasındaki fark şudur:
Münafık inanmadan ikiyüzlülüğün gereği olarak Allah'ın şeriatına uyar, mü'min
ise, bir inanç olarak itaat eder, cenneti ve Allah'ın hoşnutluğunu umarak
Allah'ın şeriatının hükmüne başvurur.
Allah'ın
şeriatının egemen olmaması durumuna gelince, peygamber efendimiz böyle bir
durumda, bir insanın nasıl müslüman niteliğini hakkedeceğini ve niteliğin ne
şekilde kalıcılığını sürdüreceğini şöyle açıklamıştır:
"
Benden önce yüce Allah'ın herhangi bir ümmete gönderdiği hiçbir peygamber
yoktur ki, ümmetinden havarileri ve yakın arkadaşları olmasın. Bunlar onun
sünnetine sarılırlar ve emirlerine uyarlardı. Sonra bu peygamberlerin açtığı
çığırı başkaları izledi. Bunlar yapmadıkları şeyleri söylediler, emredilmedikleri
şeyleri yaptılar. Kim bunlara karşı eliyle cihad etse o, mü'mindir, kim diliyle
cihda etse o, mü'mindir. Kim kalbiyle cihad etse o, mü'mindir. Bunun ötesinde
bir hardal tanesi kadar iman yoktur." (Müslim")
Burası
Arapçasında s.453
Arapçasında
1 sayfa eksik.
Hareket
metodundan önceki pragraflar (s.454)eksik.
HAREKET METODU
Günümüzde
insanlan İslama davet etmek amacı ile faaliyet gösteren gruplar, bu aşamada
uyulması gereken hareket metodu hakkında birbirinden oldukça farklı görüşlere
sahiptirler. Bu görüş ayrılıkları aslında çeyrek yüzyıl öncesinde hemen hemen
yok gibiydi. İslami hareket şehid imamın belirlediği ve örgütünü bu esaslara
dayandırarak kurduğu hareket metodu uyarınca yol alıyordu. Bu alanda faaliyet
gösteren başka gruplar da yoktu.
Fakat
bugün durum tamamen farklıdır...
Bir
çok grup ortaya çıkmış, değişik bakış açılan belirtmiştir. Değişik bakış
açılarına paralel olarak değişik tutumlar içine girilmiştir.
Bununla
beraber tutumları ve yöntemleri değişik de olsa bu grupların büyük
çoğunluğunun üzerinde birleştikleri ortak bir nokta vardır... Acelecilik...
Şöyle
diyorlar: Davet hareketi yarımyüzyılı aşkın bir süredir yürütülüyor. Fakat
henüz başarıya ulaşmış değildir. Yani insanları davet ettiği Allah'ın
şeriatını egemen
kılmak ve toplumun sorunlarını ilahi hayat sistemine
göre çözüme kavuşturmak için yönetimi ele almış değildir.
Bunu
söylerken şunu da ekliyorlar: Komünistler başardılar. Bunlann dışında halka
dayanmayan, sözünü etmeye değecek bir yoğunluğa sahip olmayan daha bir çok
hareket iktidara gelebildi ama müslümanlar iktidara gelemediler. Şu halde hareket
metodunda bir yanlışlık vardır. Dolayısıyla değişiklik yapmak kaçınılmazdır.
İşte bu noktadan itibaren görüş ayrılıkları başgösteriyor.
Bir
kere bu aşamada uyulması zorunlu olan hareket metodunu tartışmadan önce bu
anlayışı düzeltmemiz gerekir. Acaba İslami hareketi, iktidan ele geçiren ve
halkları baskıcı rejimleri altında inim inim inleten komünizm, laisizm ve
diğer azınlık hareketleri ile karşılaştırmak doğru mudur?
Biz
herşeyden önce sözkonusu akımların kendi çabaları ile, kendi ağırlıkları ile
iktidara gelmediklerini bilmeliyiz. İşte bunların, İslam düşmanlarının teşviki
ile gerekli desteği sağlamaları ve halkı ezip aşağılamaları için lazım gelen
maddi gücü devreye sokmaları ile iktidara gelebildiklerini anlamalıyız. Eğer
bu noktayı göremezsek davet hareketini yürütecek kapasiteye sahip olmadığımız
ortaya çıkar. Çünkü hareketin keskin bir görüşe, uyanık bir bilince ihtiyacı
vardır. Bunlar olmadan değil islami hareket, herhangi bir çalışma bile yürütülemez.
"Ey Muhammedi De ki; 'Benim yolum budur. Ben ve buna uyanlar,
bilerek insanları Allah'a davet ederiz" (Yusuf Suresi/ 108.)
Biz
bu açık gerçeği kavradığımız zaman ardından veya beraberinde bir çoklarının
farkında olmadığı bir diğer gerçeği de kavrayabiliriz.
Her
iktidar için bir dayanak, varlığım sürdürmesi için bir destek gerekiyorsa;
islami yönetimin dayanağı nerede? İslami hareketin varlığım sürdürmesini
sağlayacak destek nerede?
Komünistler
ve laikler gibi iktidan ele geçiren azınlık gruplar islam düşmanlarının gücüne
dayanıyor, varlıklarını onların desteği ile sürdürüyorlarsa acaba islam düşmanları
-gerek Rusya, gerek Amerika- destek olmalan bir yana islami bir yönetimin kurulmasına
izin verirler mi? Yoksa Rusyanın Afganistanda, Amerikanın da güdümündeki ülkelerde
yaptığı gibi Müslümanların islami varlıklarım ortaya koymalarına engel olmak
için denetimlerini mi sıklaştırırlar?
O
halde, dışandan bir destek gelmeyeceğine göre islami yönetimi kurmak için islam
ümmetinin içinde bir dayanak oluşturmak gerekir. Peki, bu dayanağın günümüzde
var olduğu söylenebilir mi?
Buna
tereddütsüz "evet" diyenler, islami faaliyetin başlangıçta yaşadığı
yanılgının aynısını yaşarlar. Bu yanılgıyı şöyle ifade etmek mümkündür. Şu anda
pratik olarak islami bir temel vardır. Bize düşen sadece dini duyarlılığı
arındırıp harekete geçirmektir. Böylece sorun çözümlenmiş olur(!)
Şayet
böyle düşünürsek, davet alanında harcadığımız yarım yüzyılı aşkın süreyi,
herhangi bir ibret dersi almadan, istenen keskin görüşlülüğü elde etmek için
gerekli olan deneyimi kazanmadan kaybetmiş oluruz.
Kuşkusuz
gerek imamın şehid edilişi ile gerekse kanlı katilin (Nasınn) katliamıyla
yaşadığımız deneyim, var olduğunu sandığımız temelin aslında varolmadığım, bu
temeli yeni baştan inşa etmek gerektiğini ortaya koymuştur... Sadece islami çalışmayı
yürüten gruplar vardır. Bu gruplarla halk kitleleri arasında ortak bir
problemde yoktur. Gerçi katliama ve işkenceye uğratıldıkları zaman, veya
kitlelerin vicdanını sarsacak kahramanlıklar ortaya koydukları zaman bu
gruplarla halk kitleleri arasında geçici bir duygusal bağ oluşur.
Fakat
boyutları ve yoğunluğu ne olursa olsun bu geçici duygusal iletişim ile bu
gruplar ve halk kitleleri arasında bir ortak problemin varlığı birbirinden
tamamen farklı iki ayrı olgudur. Var olması gereken ortak problem Allah'ın
şeriatının uygulanması ve yüce Allah'ın emri uyannca diğer tüm yasa sistemlerinin
egemenliğine son verilmesidir:
"Rabbinizden size indirilen kitaba uyun, ondan başka dostlar
edinerek onlara uy mayın" (A'raf Suresi/ 3)
"Yoksa cahileyin hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir millet
için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır?" (Maide Suresi/ 50)
Yaşanan
deneyimlerin de kanıtladığı gibi bu problemin belirtileri, halk kitlesinin
kafasında netleşmemesidir.
Uğrunda
çaba sarfedilen bu problemin bilinç planındaki temelinin gün geçtikçe
kökleştiği, yayıldığı kuşkusuzdur. Günümüzde davet konusunda varılan aşama
bunun somut örneğidir. Ne var ki katedilen bu mesafe, islami bir yönetimin kurulması
ve kurulduktan sonra varlığını sürdürmesi için gerekli olan birikimin henüz
çok gerisindedir.
Yüzyıllardan
beri özellikle son yüzyılda ümmetin bünyesinde meydana gelen bozulma, yaşanan
pratik sapma bir çoklarının düşündüğünden de geniş boyutludur. Az önce de
belirttiğimiz gibi sapma sadece hayat tarzı ile sınırlı değildir. Hem düşüncede
hem de hayat tarzında bozulma meydana gelmiştir. En başta bu
dinin temel ilkesi olan "Lailahe illallah" kavramı olmak üzere
islamın belli başlı ilkelerine ilişkin düşünceler de yoğun sapmalar meydana gelmiştir...
Ümmetin
durumunu değiştirmek, onu yeniden gerçek İslama döndürmek bir çok insanın
düşündüğü gibi kolayca halledilecek bir iş değildir. Bunun için her zaman
geçerli olan ilahi yasa uyarınca çok uzun bir zamana, çok büyük bir emeğe şu
anda mücadelenin her alanında yaşanan ölümcül bir çalışmaya ihtiyaç vardır.
Öncelikle
bu dinin bilinmeyen gerçeklerinin günyüzüne çıkarılması gerekir. En başta
"Lailahe illallah" kavramından başlamak kaçınılmazdır.[136]
Ardından insanların bu gerçekler uyannca, pratik hayatta fiili olarak
eğitilmeleri gelir. Bu ise, çok uzun bir mücadeleyi gerektirir ve her zaman
geçerli olan ilahi yasa gereğince bir kaç yılda tamamlanması mümkün değildir.
Davet için bugüne kadar harcanan zaman ise, milletlerin yaşama süreleri ile
karşılaştırıldığında çok kısa bir zaman dilimi olarak belirir.
Bu
noktada -çoğunluğu gayretli gençlerden oluşan-ateşli aceleciler, aynı kapıya
varan iki soru ile dikilirler karşımıza: "Acaba tüm ümmeti İslama göre
eğitene kadar beklememiz makul bir davranış mıdır?" Kaldıki bunun
gerçekleşmesi de mümkün değildir. "İslam düşmanı yönetimler periyodik
olarak saldırılarını yoğunlaştırdıkları, kökümüzü kurutmak için her yönteme
başvurduğu, herhangi bir kuşaktan yetiştirdiğimiz gençleri hapislerde çürüttüğü,
işkencelerden geçirdiği, öldürdüğü, yok ettiği halde ümmeti topyekün eğitmemiz
mümkün müdür?"
Birinci
soru açısından olaya baktığımızda hiç kimse
tüm
ümmetin eğitilmesine kadar beklenilmesi gerekir diyemez. Kaldıki, bu olgu
dünya realitesine göre fiilen gerçekleşemez. Nitekim peygamber efendimizin
-selam üzerine olsun- dönemindeki müslümanlar topyekün onun gözetiminde
yetişen, onun eğitimi ile olgunlaşan, yakın arkadaşlarının düzeyinde değildi.
Daha doğrusu onun sırdaşı durumundaki yakın arkadaşları bile kendi aralarında
farklı düzeylere, üstünlüğe sahiptiler. Üstelik peygamber efendimizin -selam
üzerine olsun- yaşadığı yüzyıl geçmiş ve gelecek tüm yüzyılların en
hayırlısıdır, nerede kaldı bizim yaşadığımız yüzyıl!
Defalarca
vurguladığımız gibi hedef, binayı taşıyacak, makul bir yoğunluğa sahip ve
böylesine önemli bir hareket için istenen niteliklere en yakın bir temelin
oluşturulmasıdır. Kuşkusuz bu önem sırf ümmetin hayatı için söz konusu
değildir. Bugün bir parçası olduğumuz insanlık alemi içinde geçerlidir bu
özenlilik.[137]
Meseleye
ikinci soru açısından baktığımız zaman, bazı insanların acelecilik unsurunu
önplanda tutan bakış açıları doğrultusunda sandıklan gibi, biz bir gençlik
kuşağını yetiştirdiğimizde düşmanlarımız onları tutuklamak suretiyle bütün emeğimizi,
bütün çalışmalarımızı boşa çıkarmış olmuyorlar.
İslami
hareketin ilerlemesini önledikleri doğrudur. Hareketi ortadan kaldırmaya
gelince çok istemelerine rağmen onlar bile böyle bir iddiada bulunamıyorlar.
Tam tersine, her zaman yaşanan realite şudur: Yüce Allah'ın planı ve evrensel
yasası uyarınca islam düşmanlarının gerçekleştirdikleri tüyler ürpertici her
korkunç katliamdan sonra yeni bir gençlik dalgası beliriyor, temel sürekli
genişliyor. Barbarca işkencelere, öldürmelere, amansız takiplere rağmen islami
hareketin boyutlan gün geçtikte genişliyor. Hiç kuşkusuz bütün bunlar yüce
Allah'ın planı, değişmez evrensel yasası uyarınca gerçekleşiyor:
"Bu, Allah'ın geçmiş milletlere ilişkin yasasıdır. Allah'ın
yasasında bir değişiklik göremezsin." (Fetih Suresi/ 23)
Aceleciler
diyorlar ki; yeterince adam eğittik. Artık çalışma zamanıdır.
Bu
söz kısa olmasına karşın islami hareketin karşı karşıya kaldığı iki büyük
problemin ifadesidir. Bu problemleri teker teker ele alıp açıklamak gerekir.
Birincisi: Gerçekten yeterince adam eğittik mi? Bu güne
kadar yapılanların yeterli olduğunu veya fazlasını yapmak gerektiğini
belirlemek için elimizde hangi kriter vardır?
İkincisi: Bu aceleciler "çalışma" kavramı ile
neyi kastediyorlar?
Önce
ikinci sorudan başlıyorum. Çünkü birincisinden daha kolay açıklanabilir. Ayrıca
taraf olanların zihinlerinde meselenin boyutlan belirlenmiştir. Fakat
birincisini detaylı biçimde açıklamak gerekir.
Acelecilerin
genç veya yaşlı oluşlarına paralel olarak değişen iki tane belli başlı fikir
vardır. İslami hareket alanında açıkça temsil edilmemekle beraber,
taraftarlannca açığa vurulmak istenen ve tüm islami harekete yön vermesi
hedeflenen bir üçüncü fikir daha var ki ona da ileride değineceğiz.
Ateşli
ve heyecanlı gençlerin düşüncesi kuvvete başvurarak bir an önce iktidara
gelmek, halkı davet aşamasında değil, iktidardayken eğitmektir. Çünkü davet
aşamasındaki eğitim, düşmanların islami harekete karşı çıkmaları, sürekli
engelleri, biraraya gelindiği her seferinde birliği dağıtmaları yüzünden uzun
zaman alır. Uzun bir yol takip etmek gerekir.
Çektikleri
uzun meşakkatlerin, yol boyunca yedikleri ağır darbelerin, bitmez tükenmez
baskıların sonucu yorgun düşmüş yaşlı kuşağın düşüncesi ise, hiç bir zaman iktidar
sahipleriyle çatışmaya girmemeyi öngören "Barışçı" davettir. Nitekim
bunların bir kanadı parlamentoya ve seçimlere katılmaya eğilimlidir. Siyasi
arenada yer alıp etkinlik sağlama, en azından islamın sesini siyasi yapılanmanın
içinden duyurma peşindedir. İnsanların hayatına egemen olan bu siyasi teşkilat
içinde yeralınmca bu sesin insanların duyguları üzerinde olumlu etki bırakacağı
inancındadırlar.
Biz
herşeyden önce her iki grubun da samimiyetine inanıyoruz. (Aynı inancımız
ileride değineceğimiz üçüncü grup için de geçerlidir) Fakat tek başına
samimiyet yetmez. Bunun yanında ileri görüşlülük kaçınılmazdır. Çünkü ileriyi
görme olgusundan yoksun bir samimiyetin meyvesi çürük olmaya müsaittir.
Tekrar
başta söylediğimize dönüyoruz... İslami yönetim dışarıdan ne Rusyadan, ne
Amerikadan, ne haçlılardan, ne de siyonistlerden, kısacası müşrik bloka mensup
hiç bir güçten destek alamaz. Şu halde içeriden destek bulmalıdır... Peki bir
islami yönetim kurulduğunda dayanacağı, bundan sonrada varlığını korumada
destek göreceği temel nerede?
Söz
gelimi bir grup ateşli genç stratejiyi iyi belirleyip "inkılap"
yaptılar; İslam coğrafyasının herhangi bir bölgesinde islam hükümeti kurdular.
Bu aşamada önemli olan bundan sonra gerekli olan dayanaktan nedir?
Örneğin
Mısın ele alalım... Önceki bölümlerde "Mısır deneyiminden" söz
etmiştik... Bugüne kadar islam coğrafyası içinde en geniş islami potansiyele
Afganistan hariç Mısır sahiptir. Acaba, İslami yönetimin dayanması ve her
durumda tetikte bekleyen Haçlı ve Siyonist düşmanlardan korunması için bu
potansiyel yeterli midir?
Diyelim
ki Rusya, Afganistanda olduğu gibi, Amerikanın onayı veya teşviki ile bir
komünist darbe yapmadı. Veya Amerika zaman zaman yaptığı gibi açıkça cephe
almadı veya her zaman yaptığı gibi İsraili saldırması için özendirmedi...
Sadece Mısır'ın Buğday ihracatını önledi...
Acaba
-halihazırda- Mısır halkı, islami yönetim uğruna açlığa katlanabilir mi? Yoksa
peşine aç "kitleleri" takmış komünistlerin, Laiklerin, Dinsizlerin
önderliğinde gösteriler düzenleyip "ekmek ve özgürlük istiyoruz" mu
diyecektir?
Realist
olmalıyız... ve islami potansiyel, istenen islami bir harekete yeterli olacak
düzeyden çok uzaktadır diyebilmeliyiz...
Afganistan'daki
gibi savaşabilecek, uzun süre düşmanların komplolarına karşı koyabilecek bir
potansiyele ihtiyaç vardır. Çünkü Ruslann iğrenç barbarlıkları -savaş veya
düşmanlık demiyorum- ile dopdolu altı yılın sonunda gelinen nokta Ruslar
açısından ilk günkünün aynısıdır. Mücahidler dağlarda üslenmişler, Rus
kuvvetleri ise ovalara egemendirler(î) Mücahidler zaman zaman vadilere akın
düzenledikleri halde Rus kuvvetleri dağlara saldırmayı göze alamıyorlar.
Üstelik Afgan savaşçılarının ellerinde "geleneksel" savaş gereçleri
de yoktur. Günümüzde artık "Antika" olarak adlandırılan birinci cihan
harbi kalıntısı silahlarla savaşıyorlar.[138]
Fakat,
bu tür bir altyapı oluşturmadan iktidarı ele geçirmek için hakim güçlerle
çatışmaya girmeye yönelik her girişim sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Keskin bir
bakışa, özenle çizilmiş bir plana dayanmayan boş bir çabadır. İşte bu tür bir
girişimin en açık örneği Hama katliamıdır. Hama, islami Hareketin sebepleri ne
olursa olsun bir daha böyle bir yanılgıya düşmemek için üzerinde düşünülmesi
gereken bir realitedir.
Ateşli
gençler "Afganistandaki gibi bir altyapıyı nereden bulalım? Ki hem böyle
bir altyapı oluşsun diye nasıl hareketsiz durabiliriz?" diyecek olurlarsa,
onlara şu cevabı veririz: Evet, altyapı yavaş yavaş oluşur. Fakat sürekli
genişler, gelişmekten geri durmaz. Her zaman yeni genç kuşaklar katılır bu altyapıya.
Daha baştan itibaren yolun zorluklarını, yoldaki engelleri bilir. Dolayısıyle,
ölüm karşısında, işkenceler karşısında nefesini kontrollü kullanır. Bu uzun
yolculukta nefesini gereksiz tüketmez. Bir gün -O günü ancak yüce Allah bilir-
altyapı olgunlaşacak, genişleyecektir. Kesilmesi güçleşecek bir kıvama gelecektir.
İşte o zaman yüce Allah'ın evrensel yasası gereği insanlar dalga dalga ona
katılacaktır. O zaman düşman kendisini, istediği zaman kökünü kesebildiği
maddi güçten yoksun bir cemaatin değil, tek bir irade etrafında kenetlenmiş
bir ümmet karşısında bulacaktır. Ve Allah'ın iradesi müminlerin içine ferahlık
veren gelişmeleri günyüzüne çıkaracaktır.
Gençlerin
"çalışmadan" duracaklanna, sözkonusu altyapı oluşana kadar
bekleyeceklerine ilişkin sözü ise "çalışma" kavramına ilişkin dar ve
sınırlı bir düşüncenin ürünüdür. Bu dar ve sınırlı düşünce gençlerin
kalplerini ve kafalarını doldurmuş, sonuçta "çalışma" kavramı ile
silahı alıp düşmana karşı çıkmayı anlayacak duruma gelmişlerdir. Bunun
dışındaki bir anlayışı da hiç birşey yapmadan oturmak şeklinde algılamışlardır.
Biz
de onlara şu soruyu yöneltiyoruz! Öyleyse altyapıyı bu gençler oluşturmayacaksa
kim oluşturacak? Altyapıyı kurmakla meşgul olan insanlar "Hiç birşey
yapmadan oturuyor" olarak nitelendirilebilirlerini?...
Ateşli
gençlerin ortaya attığı bu düşüncenin iki nedeni vardır:
Birincisi;
arzulanan eğitim sürecinin gerçek boyutlarım kavrayamamak.
İkincisi;
Bu yüzden eğitim sürecinin tamamlandığına; artık ikinci adımı atmanın
gerektiğine, yani silahı alıp düşmanın üzerine yürümenin zorunlu hale geldiğine
inanmak.
Eğitimin,
ilk kez cahiliye toplumu ile karşılaşan kuşak ile bütün ümmet veye eğitime
ihtiyacı olan toplum açısından gerekli olan boyutlarım açıklamak amacı ile ilk
önce eğitim olgusundan sözetmek istiyoruz. Fakat bundan önce de söz konusu
aceleci iki grubu tanıtmak istiyoruz. Çünkü eğitim herkes için gereklidir. Hem
aceleci gençler, hem yaşlılar hem de ileri de sözünü edeceğimiz üçüncü grup
içinde gereklidir. Ayrıca eğitimle ilgili olan herkes için kaçınılmazdır.
Her
şeyden önce, bugünkü yaşlıların dünkü aceleci gençlerin
kalıntıları olduklarını unutmamalıyız. Artık harekete geçme zamanı geldiğine,
bir veya bir kaç darbe ile tağutlann yerle bir olacağına, islamın hakim
olacağına inanırlardı.
Bu
gençlerin bir çoğu önceden meydanı terkettiler. Fakat onlardan geriye kalan
bugünkü yaşlılar meydanı bırakmadılar, ama şimdi de davanın bir çıkmaza
girdiğine, bu yüzden yolu değiştirmek gerektiğine inanıyorlar.
Onlar
açısından bu görüşün nedeni gayet açıktır. Çünkü, Tağutlara darbe indirecek
kuşağın kendileri olacağı yönünde eğitilmişlerdi. Bir kaç yıl içinde indirecekleri
darbeler sonucu düşman yenilecek, zafer islamın olacaktı.
Fakat
yılların geçmesiyle birlikte üstüste darbe yiyenlerin kendileri olduklarını,
her seferinde düşmanın kazançlı çıktığını, kendilerininse darbeleri
karşılamaktan başka bir şey yapmadıklarını gördüler.
Bu
yüzden onlara göre yol tıkanmıştı ve kısa vadede açılacağı da yoktu. Şu halde
yine onlara göre tıkanık olmayan bir yol aramak kaçınılmazdı.
Onların,
sonuca ulaştıncı olduğunu sandıkları yol, daha önce de işaret ettiğimiz gibi
parlamentoya girmek, seçimlere katılmak, başka türlü sesini yükseltmesine izin
vermediklerine göre islamın sesini oradan duyurmaktı.
Silah
alıp düşman üzerine yürümeyi benimseyen aceleci gençlerle tartıştığımız,
realitenin ışığında Hama'da yaşanan olayların tanıklığı ile makul bir
yoğunlukta müslü-man bir altyapı oluşmadan iktidar sahipleri ile fiili çatışmaya
girmenin boş bir girişim olduğunu ve ancak Ha-ma'daki bir sonucun elde edilebileceğini
söylediğimiz gibi tıkanık olmayan bu yola girmekle islami harekete canlılık
getirdiklerini ve arzulanan sonuca böylelikle ulaşacaklannı sanan aceleci
yaşlılara da karşı çıkıyoruz.
Onlara
söyleyeceğimiz şudur: Makul bir yoğunlukta "müslüman bir altyapı"
oluşmadan önce böyle bir yola başvurmak gereksizdir. Sözgelimi yüzdeyüz
müslümanlardan oluşan ve bütün üyeleri Allah'ın şeriatını uygulamayı isteyen
bir parlamento oluşturabildik. Peki, islami yönetimin dayanağı ve varlığını
sürdürmesinin güvencesi olan "müslüman bir altyapı" olmaksızın bu
parlamento ne yapabilir?
Bir
askeri darbe parlamentoya el koyar. Üyelerini tutuklar, zindanlara doldurur.
Ve bir kaç saniye içinde her şey biter.
İleri
sürülen tüm gerekçelere rağmen, bu, son derece tutarsız basit bir düşüncedir.
Bunun yamsıra, aynı zamanda bu düşünce, davanın özüne zarar veren, ilk anda
tersi gibi görünmesine yani toprağa kök salmasına, adımlarım hızlandırmasına
yardımcı olduğu sanılmasına rağmen daha çok hareketin sekteye uğramasına neden
olur, derin yaralar açar. Açılan ilk yara inanç ile ilgilidir. Dini kendisine
sadece Allah'ın şeriatını uygulamayı emreden, Allah'ın hükmünden başka tüm
hükümlerin kabul edilmesine hoşnut olunmaması, katkıda bulunulmaması gereken
cahiliye hükümleri olarak nitelendirirken bir müslüma-mn, Allah'ın indirdiği
hükümlerden başkası ile hükmeden, uygulamaları ile her münasebetle Allah'ın
şeriatım reddettiğini açıkça ilan eden bir meclise üye olması caiz midir?
Bu
meclise yönelik dostluk yemini etmesi, bu meclisin ve bu meclisin uyguladığı
anayasayı koruyacağına sözver-mesi bir yana, bir müslümanın yalnızca böyle bir
meclise katılması bile inanç açısından caiz midir acaba? Yüce Allah'ın şu
hükmüne rağmen bir müslümanın cahiliye meclisine üye olarak girmesi doğru
mudur?
"Allah size indirdiği kitapta 'O'nün ayetlerinin inkar edildiğini,
alaya alındığını işittiğinizde başka bir konuya geçmedikleri sürece onlarla
birarada oturmamanızı, yoksa sizin de onlar gibi olacağınızı'
bildirdi".(Nisa Suresi/ 140)
Bu
cahiliye meclislerinde oturanların her zamanki gündemleri Allah'ın şeriatına
karşı çıkmak, ona sırt çevirmektir. Başka bir konuya geçmelerini beklemekte
boşunadır. Şu halde bir müslüman nasıl onlarla birlikte oturur?
Gerekçe
olarak ileri sürülenler... Biz onlara islamın görüşünü anlatıyoruz. Allah'ın
indirdiği hükümlerden başkası ile hükmedilmesine karşı olduğumuzu sürekli
vurguluyoruz. Biz resmi kürsüde insanları Allah'ın şeriatını uygulamaya
çağırıyoruz... gibi bahaneler, bu tutumun islam inancına ters olduğu gerçeğini
ortadan kaldıramaz.
Diyorlar
ki: Resulullah da, Allah'ın sözünü onlara duyurmak için Kureyş meclisine
gitmedi mi?
Evet,
gitti. Onları uyarmak için meclislerine gitti. Fakat toplantılarına katılmak,
onlardan biri olarak orada bulunmak için gitmedi.
Allah'ın
şeriatını uygulamaları için insanlara çağrıda bulunan bir müslüman, çağdaş
cahiliyenin meclisine gidebiliyorsa ve ilk cahiliyenin Resulullah'a izin
verdiği gibi bu mecliste konuşmasına izin veriliyorsa, o müslümanın oraya
gidip dinini açıkça duyurması bir zorunluluktur. Çünkü böyle bir durumda
müslüman o meclisin bir "üyesi" durumuna düşmez. O, meclise dışardan
gelmiş bir davetçi-dir. Onlan Allah'ın indirdikleri hükümlere uymaya davet
etmek için gelmiştir. Meclis onu kendi üyesi sayamayacağı gibi, o da kendisini
meclisin bir üyesi olarak kabul etmez.
Konuşmasını
yapıp sonra da yoluna devam edecek bir da-vetçidir o.
Fakat
Hak içerikli mesajı insanlara duyurma firsatı doğuyor gerekçesi ile cahiliye
meclisine bir üye olarak katılmanın Allah'ın dininde hiç bir dayanağı yoktur.
İkinci
yara ise, meselenin "kitleler" nezdinde ciddiyetini yitirmesi
şeklinde belirmektedir.
Her
fırsatta halk kitlelerine, Allah'ın indirdiği hükümlerin dışındaki yasaları
uygulamanın yanlış olduğunu, Allah'ın şeriatım uygulayan bir idareden
başkasının yasal olmayacağını söylüyoruz. Sonra halk bir de bakıyor ki, bunları
söyleyen bizler, insanları katılmamaya çağırdığımız parlamentoya kendimiz
giriyoruz. Sonuç ne olacak?
Eğer
bizler, insanlara batıl olduğunu söylediğimiz bir düzenin yönetim kademelerine
katılmak için gerekçeler bulabiliyor s ak, halk kitlelerinin bu batıl düzeni
onaylamamasını nasıl bekleyebiliriz? İslami bir yönetime temel oluşturan,
Allah'ın hükmünden başkasını reddeden, Allah'ın hükmünden başkasına katılmayı
kabul etmeyen is-lami bir altyapı nasıl oluşacak?
Biz,
parlamentolara girmek suretiyle, islami bir altyapı oluşturmayı kolaylaştıran
bir iş başardığımızı sanıyoruz. Halk kitlelesi nezdinde değer verilen resmi
kürsülerden seslendiğimiz zaman her şeyin çok daha kolay çözüleceğini zannediyoruz.
Oysa, Allah'ın indirdikleri ile hükmetme meselesinde gösterdiğimiz bu
ciddiyetsiz tavır dolayısıyla verdiğimiz bu olumsuz tavizin sonucunda gerçekte
islami bir altyapının oluşmasına engel oluyoruz. Bu yüzden bu tür meselelerde
Halk kitlelerinin örnek olacağı ideal bir tavır belirginleşmemiş olur. Kanun
bilinci olgunlaşıp, başka değil sadece islami bir yönetim kurması gerektiğini
bir inanç ilkesi olarak anlayıp, Allah'ın hükmünden başka hükümlerin varlığını
kabul etmemesinin şart olduğunu kesinlikle öğrenene kadar islami bir yönetim
kurmak için gerekli olan altyapı bu sayede kurulmamış olur.
Üçüncü
yara ise; yüzyılların deneyimi ile kanıtlandığı gibi "Diplomasi"
oyununda daima güçlüler zayıflan yener. Bu oyunda zayıfın güçlüyü aldatmasına,
elindeki iktidann bir parçasının kopmasına izin verilmez.
Diplomasi
oyunundaki güçlülük ve zayıflılığm, ne hak ve batıl ile, ne de çokluk veya
azlık ile bir ilgisi vardır.
Halk
tarafından dışlanan, halkın nefretinin odak noktası haline gelen, bununla
beraber içerden askeri güç, dışarıdan da günümüzde yeryüzüne egemen olan
herhangi bir şeytani güç tarafından desteklenen mutlu azınlık; taraftarı olmamasına
rağmen en güçlü olan taraftır. Buna karşın ezici çoğunluğu oluşturan
mustazaflar zayıftırlar. Çoğunluğu temsil etseler bile.
Bu
yüzden islam düşmanlarının siyasi kurumlarında yeralan islamcı gruplar
diplomasi oyununda yenik düşerler. Düşmanlar ise herhalukarda kazançlı
çıkarlar. Kendi yanlarına çektikleri islamcı gruplar yardımıyla veya onlarla
vardıkları ittifak'ın desteği ile, ya da onların herhangi bir meselede kendi
saflarında yeralmaları ile kamuoyundaki görünümlerini güzel göstermeyi
başarırlar. Öte yandan islamcıların halk nezdindeki ağırlıklarını da yok
ederler. Ayakta durmalarım sağlayan belirgin özelliklerini, kötülüklerden
arınmışlıklarını unuttururlar. Çünkü islamcılar, mücadele meydanında taviz
vermez tutumlarıyla, çevrelerini saran siyasi cahiliyeye katılmayışlarıyla
belirginleşirler, bu sayede insanlar onlann, sadece dünya hayatını arzulayan, yeryüzü nimetlerinin üzerine kuduz köpekler gibi
üşüşen cahiliyenin siyasi kurumlarından daha üstün, onlardan daha şerefli bir
davanın mansupları olduklarını görürler. Yaptıkları politikada islam ahlakından,
hiçbir özellik taşımayan, islamın anlamından uzak bir kurumlardan farklı
olduklarını kavrarlar. Cahiliye sembollerini bayraklaştıran, insanları bu
sembollerin peşinde yürümeye çağıran, Allah'ın şeriatına sırt çevirmelerim
isteyen cahili partilere benzemediklerim farkederler. Ama cahiliyenin
parlamentolarına girdikleri zaman, islamcılar bu ayrıcalıklarını bu
niteliklerim yitirmişler. Diplomasi oyununda mustazaflarm bir kez olsun,
düşmanlarının güdümündeki siyasal yapılanmanın içinde, olayların dümenini
kendi lehlerine kırdıkları görülmüş değildir. Çünkü bir tek dişli, çarkın dönüsünü
etkilemez. Tersine dişlileri harekete geçiren, dönen çarktır. Öte yandan
cahi-liye, hayatın bazı alanlarında islamcıların gerçekleştirdikleri
İslahatlara tahammül edemez ve hemen bunları ortadan kaldırmaya, sonuçlarını
yoketmeye bakar. Halbuki asıl meselenin laçkalaşması süreci devam eder ve bazı
küçük çaplı ıslahatların sağladığı yarar bu ölümcül tavizin zararını karşılayamaz.
Tıpkı yüce Allah'ın şu sözünde işaret edildiği gibi:
"Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir takım
faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür."
(Bakara Sûresi/ 219)
İslamcılar
aşamalı olarak yönetim kademelerine sızarken cahiliyenin uyuyacağı, yine böyle
bir gaflet anında islamcıların cahiliye mensuplarını yönetiminden uzaklaştırıp
islam şeriatım uygulayacağı kuruntusuna kapılanların bu düşüncelerini basitlikte
nitelendirmek bile yeterli değildir. Şayet bazı zihinler gerçekten bu kuruntuya
eğilimli iseler "Sudan" deneyimi bunun nedenli boş bir vehim olduğunun
en belirgin kanıtıdır.
Üçüncü
aceleci grub da, "Bilimsel düşünce", "Bilimsel araştırma"
taraftarlarından oluşur.
Bu
tür bir düşünce, Amerikada yaşayan İslamcı Arap gençleri arasında yaygındır.
Bununla beraber bu akıma benzer veya onu temsil eden bazı gruplara Avrupa veya
"eski dünya"da da rastlanmaktadır.
Bu
akımın taraftarları "Doğu deneyimi amacına ulaşmış ve artık çıkmaza
girmiştir. Bu yüzden islami hareketin önderliğini, yeni bir düşünce yöntemine
sahip yeni akıllara teslim etmek gerekir. Bilimsel araştırmalara dayalı
bilimsel yöntemle düşünen, İslama bağlı kalarak insanlara sorunlarının
çözümünü pratik olarak gösteren öncü kadrolara ihtiyaç vardır. İşte izlenecek
yol budur." diyorlar
Biz,
bu yeni önderliğe bütün kalbimizle başarılar diliyoruz. Ancak bununla birlikte
bu yolun tutarsızlıklarını, çarpıklıklarını bilimsel ve pratik yöntemlerle
ortaya koymaktan da kendimizi alamıyoruz.
"İnsanların
tek eksiği karşı karşıya kaldıkları sorunların islami çözümünü bilmeyişleridir.
Şayet islami çözümlerin Kapitalist ve sosyalist çözümlerden daha iyi olduğunu
bilir ve bu çözümleri içtenlikle benimserlerse, bunun yamsıra bu çözümlerin
teorik veya propaganda amaçlı yahut sözde kalan çözümler olmadıklarına tamamen
pratik çözümler olduklarına inanırlarsa, topyekün İslama yönelirler, islami
bir hükümet kurmak için topluca harekete geçerler." düşüncesi büyük bir
ihtimalle adı geçen gençlerin Batı demokrasinin gölgesindeki yaşayışlarından
kaynaklanmıştır. Çünkü Batı demokrasilerindeki özgürlük ortamı insanlara
istedikleri gibi düşünme, deneme, düşündüğünü söyleme imkanı veriyor. Ve bu
ortamda en azından görünürde insanların kabul ettikleri bir düşünceyi pratikte
uygulamaya koşmaları ve bunu demokratik yöntemlerle yürürlüğe koymaları
ihtimali vardır.[139]
Diyelim
ki bir varsayım olarak "eski dünya"nın eksiği sorunlann pratik islami
çözümünü bilmeyişidir. Eğer karşılaştıkları sorunlar için islamın kapitalizm
ve sosyalizmden daha iyi ve daha pratik çözümler ürettiğine ikna olurlarsa
derhal islami bir hükümet kurmaya koşacaklardır...
Diyelim
ki, böyledir... Ve "islam şeriatım uygulamak 'Lailahe illallah Muhammedun
Resulullah' cümlesinde ifadesini bulan islam inancının bir parçasıdır ve islam
şeriatı uygulanmadığı sürece inanç eksik olur. Bunun için uzun açıklamalara,
davete ve eğitime ihtiyaç vardır. Resulul-lah'ın Allah katından getirdiği
şekliyle ilahi inanç sisteminin gerçekten varolması için bütün bunlar kaçınılmazdır"
gerçeğini vurgulayan imamın şehid edilişini, bu inancı, bu bilinci haykıran
müslümanlan kınp geçiren alçak kan içicinin (Nasır'ın) eliyle gerçekleşen
katliamın ortaya koyduğu gerçeği görmezlikten gelelim.
Bir
an için bu gençlerin düşüncelerini doğru kabul edelim... Ve diyelim ki, sırf
pratik islami çözümler içeren Bilimsel araştırmaları sunmak ile insanlar
İslama, islami çözümün zurunluluğuna inanacaklar. Hemen islami uygulamaya koşacaklar
veya uygulanmasını isteyecekler. Peki sonuç ne olacak?
Acaba
Rusya ve Amerika "Mademki müslümanlar ilmi araştırmalar ve bilimsel
düşünme yöntemi sonucu islami bir hükümetin kurulmasının gerekliliğini anladılar.
O halde ne halleri varsa görsünler, varsınlar, arzuladıkları islami hükümleri
uygulasınlar mı?" diyecekler. Yoksa, yeryüzünde islami bir hükümet kurmaya,
islam şeriatını uygulamaya kalkışan müslümanlan şu anda yaptıkları gibi öldürmeleri,
sürgün etmeleri, çeşitli işkencelerden geçirmeleri için yerli
işbirlikçilerini, kiralık katillerini üzerlerine mi salacaklar?
Böyle
bir durumda... Acaba, Allah'ın şeriatım uygulamak isteyen müslümanların karşı
karşıya kaldıkları barbarca işkencelere katlanmak için tek başına "ikna
olmuş-luk" veya "Bilimsel düşünce" yeterli midir? Yoksa
"gerçek bir inanca mı ihtiyaç vardır. Bu mesele, küfür iman meselesidir.
En iyi çözümü bulma meselesi değildir. Cennet -Cehennem meselesidir, dünya hayatında
çözüm bekleyen problemler meselesi değildir" diyen ve "insanlara bu
şekilde inanmadıkları sürece mümin olamayacaklarını, Allah'ın şeriatından
başkası ile yönetilmeyi istemeleri veya Allah'ın hükmünün dışındaki bir
hükümden hoşnut olmaları durumunda yine Allah'ın kıyamet günü müslümanlık iddialarını
kabul etmeyeceğini" söyleyen bir inanç mı gereklidir?
Hiç
kuşkusuz islam, dünya ve ahireti birlikte kucaklayan bir dindir. İslam sırf
bir inanç sistemi değildir. İslam hem bir inanç hem de eksiksiz bir hayat
sistemidir. Bu sistemde insanlığın dünya hayatındaki tüm ihtiyaçlan gözö-nünde
bulundurulmuştur. Daha doğrusu bu sistemde, insanlık hayatının zorunlu bir
düzeye yükselmesi, her alanda "güzellik" ve "iyilik/ihsan"
derecesine ulaşması öngörülmüştür:
"Allah her şeyde güzel davranmayı (ihsan) şart koştu.
Öldürdüğünüz birini güzel öldürün. Bir hayvanı keseceğiniz zaman güzel kesin.
Bir hayvanı kesince biriniz bıçağını hileylesin, hayvana eziyet etmesin."[140]
İslam
insanlığın ihtiyaçlarına cevap vermek, geliştirmek ve yükseltmek için hayat
sistemlerinin en üstününü ve en iyisini ortaya koyar:
"Yoksa onlar cahiliye yönetimini mi istiyorlar? iyi anlayan
bir toplum için Allah'tan daha iyi hüküm koyan kim olabilir" (Maide/ 50)
Bütün
bunlar doğrudur... Fakat yüce Allah peygamberine öncelikle doğru inanç
sistemim yerleştirmesini, insanlara ilahlığın gerçek mahiyetini açıklamasını,
Allah'ın belirlediği emir ve yasaklara uymanın bu inanç sisteminin vazgeçilmez
gereği olduğunu vurgulamasını emretmiştir. Sonra bu aşamanın ardından
insanlığın problemleri için "pratik çözümler" indirmiş ve bu
çözümlere uymayı İman-Küfür ve Cennet - Cehennem meselesi olarak vurgulamıştır.
"Hayır, Rabbine andolsun ki, senin hükmüne başvurmadıkça
iman etmiş olmazlar." (Nisa/ 65)
"Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler kafirlerdir"
(Maide/ 44)
"Rabbiniz tarafından size indirilen kitaba uyun. O'ndan başka
velilere uy mayın." (A'raf/ 3)
"Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara kanun
kılacak ortakları mı vardır?" (Şura/ 21)
Şayet
biz, Allah'ın şeriatına uymayı veya uymamayı bir iman-küfür, bir cennet -
cehennem meselesi olarak insanların kafasına yerleştirmeyi bir kenara bırakıp
öncelikle problemlerin pratik çözümlerini sunsak, acaba mesele bilimsel
araştırmacıların düşündükleri şekilde sonuçlanacak mı?
Bilimsel
araştırmalar ve etütler sonucu islami çözümün en iyisi olduğuna ikna ettiğin ve
sayılan oldukça kabarık olan insanlar: "Tamam ikna olduk! Doğrusu biz islamm
bu kadar yüce, bu kadar kapsamlı ve insanların sorunlarım pratik olarak çözümleyecek
nitelikte olduğunu bilmiyorduk. Siz gidin kurun islam devletini. Onu
kurduğunuz zaman ilk önce itaat edenler biz olacağız" derlerse ne cevap
verebilirsin?
İslam
devleti bu şekilde kurulabilir mi?
Teoride
ikna olmak realite dünyasından hiçbir şey değiştirmez. Bu gerçek, banş ve
güven ortamları için bile geçerlidir. Nerde kaldı baskı ve barbarlığın
kolgezdiği ortamlar! Sokrat ve Aristo'dan günümüze kadar gelen şu "felsefe"
yeryüzünün realitesinden bir şey değiştirebildi mi? Bir inanç olmaktan veya bir
ideolojinin iskeletini oluşturmaktan öteye geçebildi mi? Böyle bir durumda bir
takım değişiklikler meydana gelse dahi bunlar söz konusu ideolojinin sonuçlandır.
"Eski
dünya" da yaşanan deneyimler ortaya koymuştur ki, bizzat inanç sisteminin
onanma ihtiyacı vardır. Çünkü inanç sistemi peşpeşe geçen kuşakların ardından,
özellikle son yüzyıllarda içeriğini kaybetmiştir. Gerçek mahiyetinin ciddi
olarak açıklanmasına ve insanların bu gerçek doğrultusunda eğitilmesine ihtiyaç
vardır. İnsanlann her alandaki davranışlarının siyaset, yönetim, toplum,
ekonomi, ilim ve düşünce alanındaki uygulamalarının "Lailahe illallah"
ilkesinin gereklerine uygun olması için uzun süreli bir eğitim aşaması
kaçınılmaz hale gelmiştir.
Buna
rağmen biz, bilimsel araştırma yapanlara, araştırma yapmayın demiyoruz.
Aksine, islamm daha önceden gizli kalmış gerçeklerini gün yüzüne çıkarma
amacına yönelik derin ilmi araştırmaları sevinçle karşılarız... Fakat niçin ve
nasıl yapılacak araştırma?
Kuşkusuz
insanlık hayatında islamda olduğu gibi hem değişmez hem de değişken olgular
vardır.
Yüce
Allah'ın vurguladığı ve değişikliğe uğramadan insan hayatına egemen olmasını
dilediği ilkeler vardır. "Lailahe illallah Muhammedun resulullah"
cümlesinde evrensel ve eksiksiz anlamı ile ifadesini bulan, Allah tarafından
gönderilen herşeye uymayı öngören inanç ilkesi gibi. Mücmel ve ayrıntılı ibadetler
gibi. Kimi suçlara verilecek cezalar gibi. Fıkıhçıların ayrıntılı biçimde
ortaya koyduklan daha bir çok değişmez ibadet ve inanç ilkesi gibi.
Bunun
yanısıra Kanun koyucunun (şari'nin) içtihat yapılmasına izin verdiği değişken
konular da mevcuttur. Fakat kanun koyucu, bu değişkenliği -sürekliliğine rağmen-değişmez
eksenlere ve kalıcı prensiplere bağlamıştır. İnsan hayatında başgösteren
gelişmelerin ışığında, bir değişiklik yapma veya varolan ilkeyi geliştirme
yönüne gidilirken Allah tarafından belirlenen bu eksenleri ve prensipleri
çiğnemek doğru değildir.
Şayet
biz, bugün çağdaş sorunlara çözüm getirecek islami öneriler belirlemek
amacıyla ilmi bir araştırma yapacaksak, bu araştırmayı hangi konuda yapacağız?
Bu araştırma değişmez eksenlerle mi, yoksa değişken ayrıntılarla mı ilgili
olacaktır?
Değişmez
eksenlerle ilgili araştırma zorunludur. Çünkü bu mesele dinin vazgeçilmez
fıkhının bir parçasıdır.
İnsanlann
dini gerçeklere ilişkin bilgi kapasitelerinin gelişmesi onların yararınadır. Ve
yollarını dosdoğru izlemelerinin garantisidir.
Değişken
konulara özellikle günümüzde içinden çıkılmaz bir durum arzeden ekonomik
sorunlara gelince; bu konuda herhangi bir araştırma yapsak kesin olarak bu
araştırmayı kime sunacağız? Ve kimin belirlediği ölçülere göre araştırma yapacağız?
Diğer bir ifadeyle hangi milletin veya hangi çağın ihtiyaçlarını esas alarak
bu araştırmayı yürüteceğiz?
Bugün
1406 (Miladi 1986) yılındayız. Biz, günümüzün ekonomik sorunlarını çözmek için
kapitalizm ve sosyalizmden daha üstün olan islami çözümleri belirgin bir şekilde
ön planda tutan araştırmayı kime sunacağız? Müslümanlara mı? Yoksa Avrupalı
veya Amerikalılara mı?
İlk
bakışta bu sorunun yersiz olduğu görülür. Çünkü biz araştırmalarımızı elbette
müslümanlara sunacağız. Fakat bu soru ile yeni önderliğin dikkatini,
boyutlarını ne kadar kavradığını bilmediğimiz bir gerçeğe çekmek istiyoruz:
Bugün
tüm yeryüzünde ekonomik sistemlerini cahiliye bataklığından kurtarıp islami
ilkelere göre biçimlendirmek için yaptığımız araştırmayı uygulayacak
"müslüman-lar" nerede?
Ayrıca
araştırmamızın teoriden çok uygulama ile ilgili olacağını da hatırlatalım. Şu
anda uygulayacak kimse bulunmuyorsa, pratik dünyada uygulama imkanı bulunmayan
çözümler üretmek için bunca emek, bunca zaman ve bunca enerji harcamak gereksiz
değil midir? Şu da bir gerçektir ki, bu çözümler uygulanabilir niteliklere
sahip olmadıkları için uygulanamıyor değildirler; Tersine uygulayacak kimse
bulunmadığı için veya uygulayacak kimselerin bunu gerçekleştirecek güçleri
bulunmadığı için uygulanamıyorlar.
Kuşkusuz
şöyle diyenler olacaktır: Biz bu araştırmaların sonucu elde edilen pratik
çözümleri, bir islam devleti kurulur kurulmaz uygulasm diye koruruz. Kurulan
islam devleti incelenmiş, araştırılmış, ayrıntıları ile ortaya konmuş bu
güvenilir çözümleri devreye sokar. Artık kuruluş aşamasında neyi uygularım diye
bocalamaz. Dolayısıyla dünya devletleri içinde, karşılaştığı sorunları inanç ve
hayat sistemi ile çözemiyor gibi bir çaresizliğe düşmez.
İlk
anda insana mantıklı gibi gelse de bilimsel olarak bir anlam ifade etmez bu
söz.
Her
hangi birisi kalkıp kesin bir tarih vererek -hatta bir tahminde bulunarak-
hedeflenen islam devletinin ne zaman kurulacağını söyleyebilir mi?
Acaba
her hangi bir insan hedeflenen islam devleti kurulduğu gün ne tür ekonomik
problemlerle karşılaşacağını kesin olarak söyleyebilir mi? (veya bir tahmin
yürütebilir mi?)
Şu
halde ne zaman geleceğini kesin olarak bilmediğimiz, yapısını, biçimini ve
mahiyetini kestiremediğimiz bir dönemin sorunları için pratik çözümler üretmeye
kalkışmak boş bir uğraşı olmaz mı?
Günümüzde
en fazla değişkenlik gösteren sorunlar ekonomik sorunlardır. Şayet biz
önümüzdeki on yıl içerisinde bir islam devletinin kurulabileceğini tahmin ediyoruz
desek-ki bu sözün hiçbir ilmi dayanağı yoktur- acaba, ilmi olarak bu gün
araştırmalarımıza esas aldığımız sorunlann önümüzdeki on yılda da süreceğini,
dolayısıyla bugünden hazırladığımız pratik islami çözümlerle bu sorunları ortadan
kaldırabileceğimizi garantileyebilir miyiz?
Diyelim
ki, islam devletinin kuruluşu çeyrek veya yarım yüzyılı alacak -Hiç kuşkusuz bu
da az önceki varsayım gibi ilmi bir gerçeğe dayanmadan gayba taş atmak gibi bir
şeydir- acaba, üzerinde araştırma yaptığımız bu ekonomik sorunlar o güne kadar
hiçbir değişikliğe uğramadan kalacak mıdır? Ki, islam devleti kurulur kurulmaz
hazırladığımız çözümleri devreye soksun.
Daha
doğrusu, herhangi bir dönemde kurulacak islam devletinin karşılaşacağı
sorunlar, şimdiye kadar ki araştırmalarımızın özünü oluşturan kapitalist
dünyanın karşılaştığı sorunlann aynısı mı olacaktır?
İslamın
sigortaya ilişkin görüşünü incelemek, sigortanın helal mi yoksa haram mı
olduğunu belirlemek, ayrıca İslama uygun bir ekonomik yaşantı için islami bir
sigortanın mahiyetini ortaya koymak amacı ile düzenlenen son derece görkemli
bir sempozyum hatırlıyorum.
İktisatçı
olmadığım halde o gün şöyle demiştim.[141]
"Korkarım ki, yönümüzü ve emeğimizi, ekonomik hayatımızı kontrol altına
alan günümüz kapitalist cahiliyesinin önümüze koyduğu sorunlara yöneltmişiz. Ne
var ki bu sorunlar islam devleti kurulduğunda kesinlikle mevcut olmayacaktır.
Bu gün sigorta ile ilgili olarak karşılaştığımız problemlerin, islam Beytul
malı'nın işlevine son verilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bir islam devleti
kurulup "Beytul mal" yeniden işlevini görmeye başladığında bugünkü
şekliyle bir sigorta sistemine gerek kalmayacağını kim inkar edebilir ki? Ancak
o gün sigortanın helal veya haramlığına ilişkin araştırmamız bir anlam
kazanabilir ve emeğimiz de boşa gitmemiş olur."
Ne
var ki, o görkemli sempozyumda bu uyarıma aldıran olmadı. Bilimin yüksek
himmeti ile sigorta sorunu et-raflıcı irdelendi. Fakat bütün katılanların
üzerinde birleş-medikleri bir sonuç elde edildi. Buna göre; bu günkü şekliyle
sigorta haramdır. Bu yüzden şimdiki sigorta sistemini kıskacına alan faiz'den
uzak yeni bir sigorta sistemi geliştirmek zorunludur.
Bir
de şunu varsayalım. Diyelim ki yüce Allah, islam devletinin kuruluşuna ilişkin
normal yasasını işletmedi de kullarına yönelik lütfü, iyiliği ve keremi ile mucize
yasasını devreye soktu ve hemen yarın bir islam devleti kuruldu. Hiç bir
şeyden haberi olmayan bizler de hazırlıksız yakalandık. İslam devletinin karşılaşacağı
sorunları ortadan kaldıracak pratik çözümleri önceden hazırlayamadık. Acaba bu
varsayım, söz konusu sorunları ortadan kaldıracak pratik çözümler üretmek için
bu günden emek sarfetme-mizin gerekçesi olabilir mi?
Elbette
hayır! Çünkü yüce Allah olayların mucizevi şekilde gelişmesini öngören
yasasını yürürlüğe koyunca, beraberinde her türlü problemi anında çözümleyen
olağanüstülükleri de yaratır.
Fakat
biz, hiç bir zaman Allah'ın kullarına yönelik rahmetinden ümidimizi kesmemekle
beraber yine Allah'ın normal yasası uyannca hareket etmekle yükümlüyüz. Yüce
Allah Kur'an-ı Kerim'de bu yasasından şu şekilde söze-der:
"Seni yardımıyla ve müminlerle destekleyen O'dur" (Enfal
Suresi/ 62)
"Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın."
(Enfal Suresi/ 60)
Yüce
Allah burada dikkatimizi iki önemli olguya çekiyor. Birincisi: Yüce Allah'ın
yeryüzüne ilişkin planına (kader) perde olacak savaşçı mü'minlerin bulunması
zorunludur... İkincisi: Gerçeğin zafere ulaşması için bu mü'minlerin
güçlerinin yettiği kadar kuvvet bulundurmaları kaçınılmazdır. Ancak bundan
sonra Allah'ın yardımı gelir. Hiç kuşkusuz ulu Allah, beşeri araçlar ve
insanların çabası olmaksızın dinine yardım edemeyecek durumda değildir. O, bir
şeye "ol" dedimi, hemen oluverir. Fakat Allah'ın evrensel yasası bu
şekilde işliyor:
"Allah dileseydi, onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle
denemek ister." (Muhammed Suresi/ 4)
"Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, Allah da size yardım
eder, ayaklarınızı sağlam tutar." (Muhammed Suresi/ 7)
Bir
an bile ulu Allah'ın kullarına yönelik rahmetinden ümidimizi kesmemekle beraber
adımlarımızı her zaman için yürürlükte olan ilahi yasaya uydurmakla yükümlüyüz.
Bu yasa, en başta makul bir düzeye ulaşmış, mü'min müslüman bir altyapının
oluşmasını zorunlu kılıyor. Bundan sonra, söz konusu altyapıyı oluşturan
müslüman cemaatin her zaman için yoluna dikilen cahiliyeye karşı yürüteceği
uzun bir cihad devresinin ardından islam devletinin kuruluşunu bekleyebiliriz.
Mesele
bundan ibaret olduğuna göre, müslüman, mü'min, mücahid, dinden döndürme amaçlı
baskılara dayanıklı bir altyapı oluşturmayı bir kenara bırakıp "çağdaş problemlere pratik çözümler" aramaya koyulmak yersiz ve yararsız
bir girişimdir.
Zaman
zaman kimi iyi niyetli ve samimi kimi de altında pislik yatan, art
niyetli insanların sorulan ile karşılaşıyoruz. Diyorlar ki: İslami düzeninizi
kurduğunuz zaman çağın problemlerini nasıl karşılayacaksınız? Örneğin, ekonomik[142]
problemler karşısında ne yapacaksınız? Elinizde pratik çözümler var mıdır?
Gerek
iyi niyetli gerekse artniyet olsun bu tür sorularla karşılaşıyoruz. Biz de hiç
farkında olmadan her an aklımızda olması gereken "İslam devletini nasıl
kurarız?" sorusuna cevap aramayı bir yana bırakıp, zaman açısından ondan
sonra gelen" islam devleti kurulduğu zaman çağdaş sorunları nasıl çözümleriz?"
sorusuna cevap aramaya koyuluyoruz.
Bazan
bu soruların baskısı altında ve çoğu zaman bilinçsizce ikinci sorunun
cevabının aynı zamanda birinci sorunun da cevabı olduğunu zannediyoruz. Yani
biz, günümüzün sorunlarına pratik çözümler ürettiğimiz zaman; beraberinde
islam devletini kuracak olan müslüman altyapıyı da oluşturmuş oluruz,
yanılgısına düşüyoruz.
Bu,
bir kuruntudur. Bunu daha önce tartıştık ve saçmaladığını ortaya koyduk.
Yeryüzünde müslümanları, Allah'ın indirdiği hükümleri uygulayacak bir hükümet
kurmaktan alıkoymak için düşmanlar gözlerini dört açmış yoğun baskılarını her
an hissettirirken sözkonusu azgın düşmanlığı bertaraf etmek için gerekli olan
araç, insanların islamın pratik çözümler ürettiğine ikna olmaları değildir.
Bu çetin savaşta tek araç inanç olmalıdır. İnsanlara bu mesele
"iman-küfür" meselesidir, "cennet-cehennem" meselesidir
diyen bir inanca sahip olmak kaçınılmazdır savaşımı verebilmek için.
İnanç
kapısından içeri girmeyen... Yani Allah'ın öngördüğü şekliyle "Lailahe
illallah" kapısından girmeyen birisi, er meydanına atılmadan, çağdaş
cahiliyenin islamın aleyhine başlattığı çetin savaşa katılmadan, bu gün değilse
bile yarın müslümanlarm girmek zorunda kalacakları cihada katılmadan sadece
İslama uzaktan bakmaya ve is-lami çözümleri araştırmaya devam edecektir.[143]
İkna
düzeyi, daha doğrusu "pratik çözümler" üretme yeteneği ne kadar
gelişmiş olursa olsun, islam yönetimini kuracak kişi savaşımı uzaktan
gözetleyen bu zat olmayacaktır. Allah izin verirse islam devletini gerçek
inanç sistemine bağlı, islam devletini kurmanın "Lailahe İllallah
Muhammedun Resulullah" şehadet cümlesinin vazgeçilmez gereği olduğuna
inanan, Allah'ın hükmünü yeryüzüne egemen kılmak uğruna başına gelen ölümlerin,
çektiği işkencelerin, muttakilere söz verilen cennete girmenin en ucuz ve en
güvenli yolu olduğunu bilen mü'minler kuracaktır:
"Allah mü'minlerin mallarını ve canlarını karşılığında
kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar, bu
yolda kimi zaman öldürürler ve kimi zaman da öldürülürler. Bu Allah 'in
üzerine borç aldığı ve hem Tevrat'ta, hem İncil'de, hem de Kur'an'da yer verdiği
bir sözdür. Allah'tan daha çok sözünde duran kim olabilir ki? O halde
yaptığınız bu alışverişe sevininiz. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı
budur". (Tevbe Suresi/ 111)
İslamcı
hareketi çağın problemlerine pratik çözümler üretmeye yöneltme amacını güden
yeni önderliğin ruhların karakteristik özelliklerini bilmesi, gelişmeler
karşısında her zamankinden çok daha realist olması gerekir. İnsanların yoğun
baskısı karşısında bunalarak daha öncelikli olan birinci sorunun cevabım bir
yana bırakıp ikinci sorunun cevabını araştırmaya koyulmamalıdır.
Kurulacak
islam yönetimine dayanak oluşturacak, bundan sonra da bu yönetimin varlığını
sürdürmesine yardımcı olacak bilinçli ve mücahid bir "müslüman
altyapı" oluşturmak için uzun, yorucu, meşakkatlerle dolu, sonucunu ağır
ağır gösteren, insanın tüm enerjisini tüketen eğitim yolunu katletmek bir zorunluluktur.
Çünkü, az önce her üç aceleci grubun baş vurdukları yöntemlerin, hareketi
donukluktan kurtarıyor görünümünü verseler bile çıkmaza girdiklerini gördük.
Buna göre;
Müslüman
bir altyapı oluşturmadan siyasi otoriteyle girilecek bir çatışma, Tağutlara,
zorbalara müslümanları tepeleme, kırıp geçirme fırsatı verir. Bunun ötesinde
hiç bir olumlu sonuç vermeyen bir intihar girişimidir. Çünkü kitleler
çatışmanın asıl mahiyetinden habersizdirler. Bu zorbaların -yalnızca hareketi
önlemek değil- tek amaçlarının İslama düşmanlık olduğunu bilmiyorlar. Her
yerde ve her alanda İslama savaş açan Haçlı ve siyonistlerle dostluk ve
işbirliği içinde olduklarını bilmiyorlar.[144]
Aynı
şekilde bilinçli, mücahid ve müslüman bir altaypı olmaksızın cahiliyenin siyasi
kurumlarına sızma girişimleri, sorunu halkın gözünde laçkalaştırmaktan, islami
bir yönetimin vazgeçilmez dayanağı olan altyapının olgunlaşmasını
geciktirmekten başka hiçbir yarar sağlamayan boş ve anlamsız eylemlerdir.
Az
önce sözünü ettiğimiz altyapıyı oluşturmadan çağdaş sorunlan ortadan kaldırmak
için pratik çözümler aramak emeği boş yere harcamaktır. Hareket halinde ki
enerjiyi asıl mecrasından alıp yan alanlara kaydırmaktır. Bu durumda enerji
tamamen tükenir de olumlu bir sonuç elde edilmez. Buna rağmen kişi
"hareket" ettiği daha doğrusu gerekli hareketi sadece kendisinin
yürüttüğü kuruntusuna kapılır. Enerjiyi asıl alanından alıp yan alanlara kaydırmakla
neler kaybettiğinin farkına bile varmaz.
"Eğitim
zorunludur, ilk önce bilinçli, mücahid ve müs-lüman bir altyapı oluşturmak
kaçınılmazdır" dediğimiz zaman bir çok soru ve değişik fikirle karşı
karşıya kalıyoruz!
Bu
güne kadar yeterince eğitim yaptık!
Ne
zamana kadar harekete geçmeden hep eğitimle uğraşacağız?
Eğittiğimiz
gençleri düşman ortadan kaldırdıktan sonra, yapacağımız eğitimin ne yaran var
ki?
Eğitim'den
neyi kastediyorsunuz? gibi.
Şimdi
aydınlatıcı projektörlerimizi, eğitimle neyi kastettiğimiz konusuna yöneltmek
istiyoruz. Fakat, Allah'ın izniyle hedeflenen verimli ve gerçek tobloyu
sağlıklı bir şekilde dikkatlere, sunmaya bir hazırlık olsun diye bazı düşünceleri
düzeltmek zorunludur.
"Bu
güne kadar gerekli olan eğitimi gerçekleştirdik" diyenler, bu alandaki
birçok pratik gerçekten habersizdirler.
Herhalde
bu güne kadar bu alanda gerçekleştirilen en iyi eğitim şekli, Şehid İmam'ın
"müslüman kardeşler" üzerinde uyguladığı yöntem olsa gerektir. Bu
yöntemin en iyi
tarafı da bağlıları arasında gerçekleştirdiği
sarsılmaz kardeşlik, kişiliklerine nakşettiği samimi fedakarlık ruhu,
ruhlarına kazandırdığı askerlik disiplini, ayrıca "Lailahe illallah"
gerçeğini duygularında tasavvuf ve rindlik (murciyelik) anlayışından kurtarıp
onları pratik harekete ve çalışmaya yöneltmesidir.
Ne
var ki, bir çok açıdan gördük ki, bu köklü ve iyi örgütlenmiş eğitim yöntemi
de eksiktir. Özellikle imamın şe-hid edilmesinden sonra bu eksikliğin islami
hareketin üzerindeki olumsuz etkilerim gördük...
Şehid
imam yaşasaydı bu eksikliklerin ne kadarım giderirdi, hangi yönlerini
düzeltirdi bilmiyoruz... Fakat pratik alanda görüyoruz ki, askerler sadece
asker olmaları için eğitiliyorlar, komutanlarının herhangi bir şekilde ortadan
kalkması ile birlikte komutayı devralmaları için değil. Nitekim peygamber
efendimiz -salat ve selam üzerine olsun- arkadaşlarını komutası altında birer
üstün nitelikli asker olmaları için eğittiği gibi, aynı zamanda "ikinci
bir saf olmaları için de eğitiyordu. Yani komutanın ortadan kalkması ile
birlikte komutayı üstlenecek nitelikler kazandırıyordu. Nitekim, ilk dört
gerçek halife ve geri kalan sahabeler, atıldıkları alanlarda bu nitelikleri
ile belirginleşmişlerdi.
İmamın
(Hasan el- Benna) şehid edilmesinden sonra gün geçtikçe çağdaş koşullarda
islami hareketi yürütecek cemaatin istenen düzeyde, sözünü ettiğimiz bu
"ikinci saftan yoksun olduğunu görüyoruz. Bu yüzden Realitenin tanıklığı
ile uygulanan eğitim yönteminin bu yönüyle eksik olduğunu, düzeltilmesi
gerektiğini anlıyoruz. Yeryüzüne egemen olması belki de kuşaklan alacak
davanın uzun ömründe bu gediğin kapatılmasını zorunlu görüyoruz.
Daha
önce hazırlık aşamasında, harekete geçmek ve bir komutanın emri altındaki
askerler olmalannın yanısı-ra bizzat komutanlık ve eğiticilik niteliklerine
sahip yeterli sayıda davetçi hazırlamadan önce halk kitlesinin harekete
katılmaları konusunda acele ettik ve bunun hareketin gidişi üzerinde ne kadar
olumsuz etkilerinin olduğunu gördük. Bundan dolayı, bize düşen- uzun bir sürece
hazırlanırken- çağdaş islami hareketi yürüten ilk kuşağın içine düştüğü bu
yanılgıyı düzeltmek, yada farkında olmadıkları bu eksikliğe eğilmektir. Yani,
hareketin amacına, sürenin uzunluğuna, yakın zorluklarına ve düşmanların muhtemel
komplolarına uygun şekilde eğitim yönteminde gerekli değişiklikleri yapmaktır.
Bu
gün, çeşitli gruplara baktığımızda birçok yönden iyi olan örnekler
görebiliyoruz. Bununla beraber, eğitimde büyük bir eksiklik te mevcuttur.
"Lailahe illallah" kavramını ve bu kavramın Allah'ın şeiratım hayata
egemen kılma yükümlülüğü ile olan yakın ve güçlü ilgisini anlayan, önceleri
bir çok davetçinin bile farkında olmadığı ve oldukça kapalı bir kavram olarak
algıladığı, "Hakimiyet" meselesini daha iyi kavrayan gençler vardır.
Yine, süregelen savaşın içyüzünü, bu savaşta kullanılan gizli açık silahların
mahiyetini, çeşitli örgütlerin, eğitim programları ve propaganda yöntemleri ile
islam davasına karşı başlatılan savaştaki rollerini bilen gençler vardır. Bu örgütlerin
halkı İslama yönelmekten alıkoymak ve ilahi kaynağın yol-göstericiliğinden
uzaklaştırmak için siyasi, toplumsal ve ideolojik buhranlar çıkardıklarını
bilen uyanık gençler vardır. Fakat bu gençler çoğu zaman gerçek bir birlikten
yoksundurlar. Dağınık ve küçük gruplar halinde bir araya gelirler. Bunlar da
birbirlerine komplolar kurmanın, birbirlerinin kusurlarını bulmanın peşindedirler.
Ya da sevgi
ruhu ile değil, düşmanlık anlayışı ile birbirleriyle
mücadele etmektedirler. Herhangi bir ayetin tefsiri veya herhangi bir meselenin
değerlendirilmesi esnasında başgösteren ilk görüş ayrılığında bu küçük cemaat
daha küçük gruplara bölünebilir. Bu da gösteriyor ki, bu gruplar cemaat ruhundan
yoksundurlar. Ve güçlü bir bireysellik anlayışına sahiptirler. Oysa öncelikle
cahiliyeye karşı koyma yükünü omuzlayacak öncü kuşak bir yana, genel olarak
müslüman bir ümmet oluşturmak için gerekli olan eğitim sisteminde bireysellik
ruhu ile cemaat ruhunun dengelenmesi kaçınılmazdır. Bireysellik ruhu hesabına
cemaat ruhunun yıpranmasına fırsat verilmemelidir. Bireycilik anlayışının güç
kazanıp dolayısıyla her bireyin kendi düşüncesi, olaylara ilişkin kendi
değerlendirmesi ile övünerek cemaatle kaynaşmamasına, kısacası dengeli bir
cemaat anlayışının yok olmasına imkan tanınmamalıdır.[145]
Nitekim
bu gençler çoğu zaman hareket deneyiminden de yoksundurlar. (Oysa hareket
deneyimi gerekli olan eğitimin vazgeçilmez bir parçasıdır) Bununla beraber bu
gençler fikri ağırlıklı konularda önceki kuşağa oranla daha geniş bir birikime
sahiptirler. Bu yüzden siyasi otoriteyle bir an önce çatışmaya girmeye,
hareketi ileriye veya geriye götürme özelliğinden yoksun meselelerde ya da belli
bir ağırlığı ve önemi olmakla beraber bu günkü durumda müslümanların
değiştiremeyecekleri konularda güç gösterisinde bulunmaya can atarlar.
İskenderiye
Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren dini cemaatlere mensup gençler bir
keresinde üniversite idaresinin, özelde dini cemaatleri oyuna getirmek genelde
de islami ruhu öldürmek amacı ile düzenlediği bir kutlama partisini güç kullanarak
önlemek istemişlerdi. Nitekim gençler, bütün resmi düzenlemelere rağmen
kutlamanın gerçekleşmesini önleyebilmişlerdi. Dansa, müziğe ve ahlaksız gösterilere
izin vermemişlerdi.
İşte
bu, üniversitelerde faaliyet gösteren dini cemaatlerin gerçekleştirdiği
"eylemlerin" bir örneğidir... Fakat, gerçekte bu tür eylemler islami
hareket açısından bir anlam ifade ederler mi?
Bu
tür bir güç gösterisi kuşkusuz ahlaki bir sınır tanımayan "liberal"
öğrenci ve öğretim görevlilerini frenleyici bir etken işlevini görür. Bunun
sonucu üniversiteli kızlar pistlerdeki dansözler veya podyumlardaki mankenler
gibi açılıp saçılmaya, rezil davranışlarda bulunmaya cesaret edemezler. Aslında
bunlar, her türlü dini, ahlaki ve geleneksel bağdan sıyrılmış inkarcı Avrupa
gençliğinin ilim öğrenildiği saatlerde takındıkları ciddi tavırdan bile yoksundurlar.
Yine bu dini cemaatlerin bu tür eylemleri sonucu "özgürlük"
çığırtkanı komünist gençler açıkça İslama saldırmaya cesaret edemezler. Bu tür
bir güç gösterisini "Düşünce ve Özgürlüğü" veya "üniversite
ruhu" adı altında dine, ahlaka ve geleneğe saldırmak suretiyle üniversitedeki
kürsülerini garantiye alan profesörlerin İslama dil uzatmalarına da engel olur.
Evet,
ama!...
Eğer,
üniversitelerdeki dini cemaatlerin varlıkları kalıcı olsaydı; liberallerin ve
komünistlerin ahlakı bozmaya, gençleri dini değerlerden uzaklaştırmaya,
aralarında ahlaki çözülmeyi yaygınlaştırmaya yönelik eylemlerini önleyici bir
ağırlıkları olsaydı bu davranış uygun bir hareket metodu olarak kabul edilebilirdi.
Biraz
sonra açıklayacağımız gibi bu cemaatlerin varlıkları geçici olduğuna göre, bu
tür bireysel eylemler üniversitelerdeki gerek öğrenci, gerek öğretim görevlisi
bozguncuların hayatlarındaki realiteyi değiştirir mi? Yoksa bu tür cemaatlerin
eline bir fırsat geçmişken bütün çabalarını islam ilkeleri üzerinde gerçek bir
eğitime yöneltmeleri daha mı yararlı olur? Kuşkusuz bu cemaatlerin uyarılan
sonucu bataklıktan kurtulan her bir genç, her bir öğretim görevlisi dava için,
Resulullah'ın buyurduğu gibi dünya ve içindeki tüm varlıklardan daha değerli
bir meyvedir.
"Yüce Allah'ın senin aracılığın ile bir insanı doğru yola iletmesi
senin için dünya ve içindeki herşeyden daha hayırlıdır." veya "senin
için kızıl develerden daha hayırlıdır."[146]
Dini
cemaatlerin başrol oynadıkları bu "senaryo"da görülen odur ki
iktidardakiler komünist ve onların doğal müttefikleri Nasırcıların şiddetli
baskısı altında bunalmışlardır. Bu yüzden geçici bir süre için islamcı
akımlara müsade etmeleri son derece mantıklıdır. Böylece düzen geniş bir
manevra alanı bulmuş oluyor. Kuşkusuz düzenin amacı, toplumu bozgunculuktan,
dinsizlikten, küfür ve ahlaki çözülmeden arındırmak veya memleketi bu veba tümörlerden
temizlemek için islami akımların gelişmesine yardımcı olmak değildir. Asıl amaç
karşı karşıya kaldığı siyasi baskıyı bertaraf etmektir. Bunun yamsıra, güvenlik
güçleri aracılığı ile islamcı gençlerin gizli güçlerini ortaya çıkarmaktır. Hiç
kuşkunuz olmasın ki, senaryo sona erdikten sonra, mutlaka uygun bir zamanda
hareketi dağıtmak veya kökünü kurutmak için en ağır darbeyi indirmekten geri
durmayacaktır.
Şimdi
soralım acaba bu ve benzeri kutlamaları bahane ederek güç gösterisinde bulunmak
bu tür bir senaryo karşısında uygun bir hareket tarzı mıdır? Yoksa bu davranış
insanın senaryonun sonunda tasarlanan nihai darbeye kendi adımlan ile koşması
mıdır?
Hiç
kuşkusuz Askeri hapishane müdürünün de[147]
işaret ettiği gibi tasarlanan darbe kesinlikle gerçekleşecektir. "İlgililer"
islami akımın güçlenmeye başladığını hissettikleri anda, kaçınılmaz olarak
haçlıların, Siyonistlerin ve yeryüzünün her tarafında onlar adına hareket eden
tüm güçlerin endişelendikleri bu korkunç tehlikeyi bertaraf etmenin yollarını
araştırırlar.
Fakat
dini cemaatlerin "faaliyetleri" bütünüyle temiz ahlaklı, pisliklerden
kaçınan, Rabbini tanıyan, şeytanın iğrençliklerinden haberi olmayan gençler
yetiştirmekle sınırlı olunca bu sefer "düzen" onlara karşı güç
kullanmakta tereddüt geçirir. Bu cemaatlere karşı barbarca işkence yöntemlerine
başvurmaktan çekinir. Çünkü bu vahşi hareket için halk kitlelerine herhangi
bir gerekçe gösteremez.
Kuşkusuz
Güvenlik güçleri durup dururken bir problem çıkarabilirler. İnsanlara, işlemek
bir yana hiç düşünmedikleri suçlan yükleyebilirler. Akıl almaz işkence yöntemleri
ile insanlan, akıllarına bile gelmeyen suçları "itiraf etmeye zorlayabilirler.[148]
Fakat artık halk kitleleri yirmi-otuz yıl önceki gibi olup
bitenlerden habersiz değildir. Halkın Güvenlik örgütlerine yönelik güvensizliği
güveninden daha ileridedir. Artık düzen için, sadece islami eğitimle uğraşan
bir cemaati tepelemek kolay değildir. Protestolarla karşılaşmadan bu cemaat
mensuplarını işkencelerden geçirmeyi eskisi gibi gizleyemez. Elbette halk kitlelerinin
öfkeye kapılmaları bu zorbaları pek ilgilendirmez. Fakat onlar yaptıklarının
her tarafta bilinmesinden hoşlanmazlar. Çünkü bu durumda oyun bozulur ve istenen
amaca varılamaz! Hatta egemen güçler yerel işbirlikçilerinin rolünün sona
erdiğim artık yeni bir yüzle halkın karşısına çıkılması gerektiğim anladıklan
anda kendi elleri ile yerel zorbaları halkı galeyana getirecek davranışlara
iterler. Sedat ve Numeyri'ye yaptıkları gibi.
Daha
önce, hareketi ileriye ve geriye götürmeyen; realite de herhangi bir
değişikliğe yolaçmayan meselelerle zaman ve enerji kaybetmeye bir örnek vermiş
ve şu tespitte bulunmuştuk: Dini cemaatler çok geçmeden sahneden çekilecek ve
bozguncular yeniden yıkıcı faaliyetlerini sürdüreceklerdir.
Şimdi
de islam şeriatını uygulamak gibi gerçekten önemli olan bir konuya değinmek istiyoruz.
Aslında bu problem ümmetin geneli açısından öncelikli bir problemdir.
"Lailahe İllallah Muhammedun Resulullah" diyen her müslümanın
Allah'ın şeriatının egemen olması için çalışması farzdır. Çünkü şeriatı uygulamaya
çalışmak, şehadet cümlesi ile ilan edilen gerçeğin vazgeçilmez sonucudur.
Doğru,
ama bir sorun var.
İslami
bir hükümet kurmanın sonucunda başgöstere-cek problemleri, en başta da
Afganistanda olduğu gibi Haçlı ve Siyonistlerin aksi propagandalannı
karşılayabileçek bilinçli, savaşçı ve mü'min bir altyapı kurmadan yeryüzünün
herhangi bir bölgesinde Allah'ın şeriatını uygulamak gerçekten mümkün müdür?
Acaba
tek başına "halk baskısı " islami bir yönetim kurmak için yeterli
midir? Bu halk, tıpkı Afganistan halkı gibi cihada, uzun bir savaşa, yüce
Allah'ın ulu kitabında ifade ettiği gibi korkuya, açlığa, mal, can ve ürün
kaybına katlanmaya hazır olmadan bu yönetimi ayakta tutabilir mi?
"
Ey müminleri sabır ve namaz aracılığı ile yardım isteyin. Çünkü Allah
sabırlıların yanındadır. Bir de Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz.
Onlar diridirler ama siz bilmezsiniz. Kuşkusuz sizi biraz korkuyla, açlıkla,
mal, can ve ürün kaybıyla deneyeceğiz. Sabırlıları müjdele." (Bakara
Suresi/ 153-155)
Şu
halde, zaman ve enerjinin tümünü veya bir kısmım gerçekte hiç bir yararlı sonuç
doğurmayan, tersine tıpkı karavana bir atış gibi sadece düşmanın kendi yerini
öğrenmesini sağlayan yüzeysel olaylarda tüketmektense "müslüman bir
altyapı" oluşturmak için harcamak daha iyi değil midir?
Mesele,
islam şeriatını uygulamak için halk kitlelerinin hamaset duygularını
alevlendirmek değildir. Bu tek başına yetmez ve realiteyi de değiştirmez.
Üstelik sözkonusu halk kitleleri hamaset duygusundan başka da birşeye sahip
değildirler. Bu da kolayca alevlendiği gibi aynı kolaylıkla da sönebilir.
Ancak bu kitleler, Allah'ın şeriatını uygulamak "lailahe İllallah
Muhammedun Resulullah" şeha-det cümlesinde ifadesini bulan gerçeğin
vazgeçilmez sonucudur ilkesinden hareketle bir ordu disiplini içinde
"örgütlendiği" zaman realitede bir çok şeyi değiştirebilir.
Realitede
hiç değişikliğe yolaçmayan tepkisel bir hamaset duygusu ile, halkın bu mesele
için bir ordu disiplini içinde örgütlenmesi arasında büyük bir fark vardır. Hiç
kuşkusuz bu ince aynı zamanda önemli fark meseleye yönelik iki değişik anlayıştan
kaynaklanır. Şayet insanlar Allah'ın şeriatını egemen kılma meselesine aslında
var olan dinlerini tamamlayan ek bir olgu olarak bakarlarsa, bundan önce de
Allah'ın şeriatından başka bir yasa sistemini benimseseler, içlerinde hiç bir
burukluk duymadan O'ndan başkasının hükmüne başvursalar bile yine de müslüman kalacaklarına
inanırlarsa, bu mesele karşısındaki en büyük duyarlılıkları işte bu hamaset
duygusu olacaktır. Bu da Allah'ın şeriatı karşısına dikilen zorbaların başvurdukları
ezici güç karşısında hiçbir işe yaramaz... Fakat insanlar, Allah'ın şeriatından
başka bir yasa sistemini benimsediklerinde müslüman olamayacaklarına, yüce
Allah böyle bir yetki ve izin vermediği halde insanlann kendi kafalarından
uydurdukları yasalara başvuracak olurlarsa, imanlarının eksik değil, tamamen
yok olacağına inanırlarsa, o zaman bir ordu disiplini içinde örgütlenerek
meselenin üzerine gideceklerdir. Çünkü o zaman mesele zihinlerinde farklı bir
boyut kazanmış olur. Artık mesele iman-küfür meselesidir. Bilfiil varolan ve
Allah tarafından da onaylanan eksik bir imanın "tamamlanması" kemale
ermesi meselesi değil.
İnsanlar
bir ordu disiplini içinde örgütlenip kendilerini bu meseleye vermedikçe ve bu
uğurda her türlü zorluğa katlanıp her türlü fedakarlığı göze almadıkça
yeryüzünde Allah'ın şeriatı egemen olamaz. Gelip geçici hamaset duygusu ile,
davetçilerin hoşuna da gitse islam düşmanlarının islam aleyhine başlattıkları
bu korkunç savaşta gerçek bir mühimmat, bir birikim niteliğini taşımaz.
Bu
örnekleri, enerjiyi gerçek mecrasına yöneltmek veya sadece belirlenen amaç
uğruna özgü kılmak için verdik. Bu da gösteriyor ki, islami hareket sahasında
uygulanan eğitimin birtakım eksik tarafları vardır. Çünkü doğru işi bilip onu
gerçekleştirmeye çalışmak, aynı şekilde yanlış işi bilip ondan da kaçınmak
islam davası için vazgeçilmez bir değere sahip bulunan
"Basiretliliğin" bir parçasıdır. Bu aynı zamanda davetçi insanlann
hazırlanması için uygulanması gereken eğitim metodunun da bir parçasıdır. Özellikle,
kendileri aleyhine çeşitli dolaplar çeviren, komplolar düzenleyen cahiliye ile
ilk önce karşılaşacak olan öncü kuşak için vazgeçilmez bir niteliktir bu.
Buna
bir de, "Bizden sorumlu olan bazı kişiler, kendimizi bütünüyle davet
görevine vermemize engel oluyorlar" diye davanın çıkarını kendi
kişiliklerinin, kalabalıkların sayısının artmasına ilişkin arzularının önüne
geçiren, önderlerini şikayet eden gençlerin sözlerini eklediğimizde mesele
daha iyi anlaşılır.
Bütün
bunlan terazinin bir kefesine koyduğumuz zaman, artık herhangi bir kimse
"Yeterinci eğitim yaptık" diye bilir mi?
*
* *
Ne
zamana kadar fiili harekete geçmeksizin sadece eğitimle uğraşacağız? sorusunu
yöneltenlere "On sene veya yirmi sene ye kadar" diye kesin bir cevap
veremeyiz. Böyle bir söz, açık bir delile dayanmadan gaybı taşlamak gibidir.
Sadece şunu diye biliriz: Oluşturmayı amaçladığımız "altyapı" makul
bir yoğunluğa ulaşana kadar eğitim aşamasını sürdüreceğiz.
Görüldüğü
gibi bu cevapta herhangi bir sınırlandırma
189
yoktur.
Ne hedeflenen "zaman" ne de göz önünde bulundurulan
"yoğunluk" belirlenmiş değildir. Fakat yeryüzünde söz konusu
"zaman" ve "yoğunluğu" kesin olarak belirleyecek bir
insanın da olmadığı bir gerçektir. Çünkü burada insanın bilemeyeceği gayb
alemine özgü unsurlar sözkonu-sudur.
Resulullah'm
-selam üzerine olsun- önderliğindeki ilk müslüman cemaatin hareket stratejisini
vahiy belirliyor-du. Bu strateji uyannca yüce Allah, peygamberine en başta
yakın aşiretini uyarmasını emretmişti. Peygamberimiz de bir dönem gizliden gizliye
insanları Allah'ın dinine çağırmıştı. Bu sırada yakın akrabalarından gelen
eziyetlere katlanmış ve Rabb'inin açıktan davet etmeye ilişkin emrini bekleyerek
her türlü zorluğa karşı sabretmişti. Daha sonra peygamberimiz -selam üzerine olsun-
insanlara yönelik ilahi mesajı açıkça duyurmuştu. Bunun üzerine mü'minler ağır
işkencelerle karşı karşıya kalmışlardı. Bu arada bazılarının içinde eziyetlere
aynıyla karşılık verme isteği uyanmıştı. Ama vahiy gelmiş ve "vazgeçin"
demişti. Onlar da vazgeçmiş ve ulu Allah savaş izni verene kadar eziyetlere
katlanarak sabretmişlerdi.
"Kendileriyle savaşılanlara, zulme uğramış olmaları sebebiyle
savaş izni verildi. Şüphesiz Allah onlara yardım edecek güçtedir"( Hacc
Suresi/ 39)
Arkasından
sadece mü'minlerle savaşan müşriklere karşı savaşılmasına izin verilmişti.
"Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, sakın bunun
ötesine geçmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez" (Bakara Suresi/
190)
Sonra
bütün müşriklerle savaşılmasına ilişkin emir gelmişti:
190
"Müşrikler size karşı nasıl topyekün savaşıyorlarsa siz de
onlara karşı topyekün savaşın" (Tevbe Suresi/ 36)
Bu
gün ise, peygamberlik misyonları sona ermiş, peygamberlik son bulmuştur. Ve
artık müslümanlara! "şu seneye kadar savaştan uzak durun. Şu senede ise
savaşın" direktifini verecek vahiy inmeyecektir. Artık mesele yeryüzündeki
şartlara ve ulu Allah'ın insanlık hayatına ilişkin kaderini yönlendiren evrensel
yasaların dünya realitesine yansıyış biçimine göre geliştirilecek ictihad ve
yoruma kalmıştır.
İşte
bu evrensel yasalar bize diyor ki; Ümmetin bünyesindeki sapma o kadar
korkunçtur ki, artık islam, ilk dönemdeki gibi gariptir. Ümmetin yeniden
normal çizgiye gelmesi veya islam düşmanı evrensel güçlerin saldırılarına ve
darbelerine katlanacak; ulu Allah zafer nasib edip yeryüzündeki egemenliğini
pekiştirene kadar baskılara karşı direnecek bir cemaatin oluşması için büyük
emeklere ve hiçte kısa olmayan bir zaman dilimine ihtiyaç vardır. Bu cemaatin
imanda derinleşmesi, gerçek bir kararlılık ve cesaret örneği göstermesi
gerekir. Dünya nimetlerini bir yana bırakıp ahirette kendisini bekleyen Allah
katındaki kalıcı nimetlere göz dikmelidir. Ancak bu sayede istenen sabır yükünü
omuzlayabilir. -Günümüzde Afganistan mü-cahidlerinin yaptığı gibi- Bunun
yanısıra ümmetin içindeki münafıklar, zayıf imanlılar ve cihad kaçkınları gibi
kirli unsurlan rencide etmeden onları insanlık için öngörülen ideal düzeye
ulaştırabilir:
"Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen,
kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız
Rabb'lerine dayanıp güvenen kimselerdir. Onlar namazlarını dosdoğru kılan ve
kendilerine
rızık olarak verdiğimizden harcayan kimselerdir.
İşte onlar gerçek müzminlerdir. Onlar için Rabb'leri katında dereceler,
bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır."(Enfal Suresi/ 2-4)
"Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler
var. işte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi
de beklemektedir. Onlar hiç bir şekilde sözlerini değiştirmemişlerdir.
"(Ahzab/ 23)
"Ey Müminler, içinizden kim dininden dönerse bilsin ki,
yakında Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği onlarda
O'nü severler, bunlar müminlere alçak gönüllü kafirlerde karşı onurlu
davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından
çekinmezler." (Maide suresi/ 54)
"Nice peygamberler vardı ki, beraberinde Allah erleri bulunduğu
halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı
gevşeklik ve zaaf göstermediler; boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.
"(Al-i İm-ran/ 146)
"O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah
yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galib gelirse
biz ona yakında büyük bir mükafat vereceğiz. "(Nisa/ 74)
Buna
göre mü'min kadrolann eğitimi için gerekli olan zaman dilimi, şu ayetlerde
vurgulanan niteliklerin düşmanla karşılaşma yükümlülüğünü omuzlamak üzere seçilen
öncü kuşağın benliğine yerleşmesidir. Bu da gaybın kapsamındaki bir konu olduğu
için hiç bir insan bu zaman dilimine bir sınır tayin edemez. Ayrıca burada değişken
hususlar da sözkonusudur. Her değişiklik türü ve boyutu oranında sonucu da etkiler doğal olarak.
En
başta, temel hedefimize varmak için harcamamız gereken emek değişkenlik
arzeder. Büyük efor sarfettiğimiz her seferinde daha kısa bir zamanda sonuca
varmamız mümkündür. Ama efor sarfetme konusunda gevşek davranırsak veya
eforumuzu yanlış yönlere kanalize edersek kuşkusuz önümüzdeki katedilmesi
gereken zaman uzayacaktır.
İkinci
değişken hususta davet ettiğimiz ve eğittiğimiz insanların gösterecekleri
olumlu tepkinin zamanı ve boyutudur. Bu ise kesinlikle insanın etkinlik
alanının dışındaki bir olgudur:
"Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine
hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi o bilir. "(Kasas/ 56)
Yüce
Allah emek sarfetme sorumluluğunu bize vermiştir. Sonuçları ise kendi üzerine
almıştır. Çünkü sonuçlar, O'nun belirlediği kader uyarınca ve onun iradesi
doğrultusunda gerçekleşirler. Biz her zaman Allah'ın lütfunun kereminin
beklentisi içinde olmakla beraber biz Allah için sarfettiğimiz emek hususunda
samimi ve içten davranırsak ulu Allah davanın yararına olan sonuçlar bahşeder.
Nitekim bir tek adamın şehit edilmesi ile ulu Allah'ın bu va'dini doğruladığını
gözlerimizle gördük. Bu şehadetin bereketiyle binlerce konuşmanın, binlerce
kitabın yapamayacağı akılalmaz gelişmeler oldu dava hesabına.[149]
İşte bu, yüce Allah'ın gerçekten kendisine yönelen, sadece kendisine güvenip
dayanan, içtenlikle inanan kullarına vadettiği yardımdır.
Her
zaman değişebilecek üçüncü olgu ise, hem davanın hem de dava düşmanlarının
içinde bulunduktan ortamdır. Bu ortam, işlevi itibariyle öngörülen altyapı için
uygun olan yoğunluğu belirleyebilir. Eğer yüce Allah uygun bir ortam yaratırsa
en küçük bir yoğunluğa sahip bir öncü grup bile şu anda düşlediğimizi, yani
Allah'ın hükmünü yeryüzüne egemen kılmayı gerçekleştirebilir ve bu egemenliğin
süreklilik kazanması için sarsılmaz bir dayanak işlevini görebilir. Ama eğer
ulu Allah öngördüğü bir hikmet uyarınca bundan farklı bir şey dilerse, o zaman
belli bir zaman için istediğimiz yoğunluğa ulaşabilmemiz için daha büyük çaba
sarfetmemiz gerekir. İster altyapı için gerekli olan yoğunluğu belirlemede
olsun, ister altyapıyı kuşatan şartları değerlendirmede olsun verilecek karar
yetkili kişilerin içtihadına bağlıdır.
İşte
bu ve benzeri değişken olgulardan dolayı hiç bir insan bir zaman
sınırlandırmasında bulunup "şu seneye kadar eğitim yapacağız, ondan sonra
da iktidarı ele geçirme amaçlı eylemlere başlayacağız" diyemez.
Bununla
beraber bir an bile eğitim işini kulak ardı edemeyeceğimizi bilmemiz gerekir.
Çünkü müslüman bireyin eğitimi, islami bir yönetim kurulsa bile ümmet için
vazgeçilmez bir hedeftir. Peygamber efendimiz -selam üzerine olsun- devletini
kurduktan sonra arkadaşlarını eğitmekten geri durmamış; son anına kadar onları
eğitmekle meşgul olmuştur. Örneğin Veda Haccındaki hutbesinin içerisine
bakılabilir. Aynı şekilde ondan sonra yönetimi devralan gerçek halifeler de
halkı Kur'an ve iktidarın sağladığı imkanlarla eğittiler. Nitekim eğitime
gereken önem verilmeyip, normal yöntem değiştikten sonra ümmetin bünyesinde
sapmalar başgöstermiştir.
Bu
arada bu cevabımızın "ne zamana kadar tüm vaktimizi ve çabamızı eğitim
alanında sarfedeceğiz?" sorusunu yöneltenlere yönelik olduğunu vurgulamalıyız.
"Eğitimin
ne önemi var ki, bizim yetiştirdiğimiz her genç kuşağı düşman dağıttıktan
sonra?" diyenlere gelince: Daha önce gözle görülen realiteden örnekler
göstererek onlara cevap vermiştik. Realite diyor ki: Düşmanın gerçekleştirdiği
her katliamdan sonra, yeni gençler katılıyor davanın saflarına. Bu gelenler
sadece meydana gelen boşluğu doldurmuyorlar, aynı zamanda altyapının kesintisiz
gelişmesine de yardımcı oluyorlar.
Biz
gaybi bilmiyoruz... Bugün eğittiğimiz bir gencin yarın hemen mi öleceğini
yoksa uzun bir ömür mü sürdüreceğini bilemeyiz. Aynı şekilde bu yolda kalıcı
mı olacağını yoksa dininden mi döneceğini de şimdiden kestiremeyiz. Fakat bize
düşen doğru bir metod izleyerek tüm çabamızı sürekli eğitim konusunda
yoğunlaştırmaktır. Eğer Allah onun uzun bir ömür yaşamasını dilerse kuşkusuz
dava için bir destek, bir sürekliliktir. Yüce Allah'ın eğittiğimiz insana
şehitlik mertebesini bahşetmesi de aynı şekilde dava için bir güç ve
süreklilik demektir. Ama yüce Allah O'nun dininden dönmesini de takdir etmişse
de kim Allah'ın kaderinin akışını durdurabilir ki? Hem bir insan bugünden
yann başına ne geleceğini bilebilir mi?
Bu
yüzden bize düşen her halükarda eğitimi sürdürmektir. Çünkü bunun sonuca
ulaştıncı biricik yol olduğunu kesinlikle biliyoruz, zorluklarla,
meşakkatlerle dolu, yorucu, ağır katedilen ve uzun olsa da.
* *
*
Gerekli
olan eğitimin en azından bazı boyutlarının açığa kavuşması için bazı
gerçeklere işaret etmemiz kaçınılmazdır. Zaten "çağdaş konumumuz'dan"
sözeden bir kitapta eğitimin boyutlarını büsbütün görmezlikten gelmemiz mümkün
değildir. Bununla beraber eğitimin bütün boyutlarından, bütün eğitim
metotlarından burada sözetmemiz de imkansızdır. Bunlar uzmanlık isteyen
alanlardır ve bu kitabın kapsamının dışındadır.
Burada
eğitimin, bir çok boyutlarını ve farklı sahalarının arasından seçip
çıkardığımız üç boyutu ile yetiniyoruz. Çünkü bunlar özel öneme sahiptirler. Şu
kadarı varki, eğitimin her boyutu özellikle arzulanan "altyapı"
açısından büyük öneme sahiptir.
Yüce
Allah şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz rızık veren, ancak sarsılmaz güce sahip olan
Allah'tır."(Zariyat Suresi/ 58)
Şayet
yolda geçen herhangi bir insana "Rızkım kim veriyor?" diye bir soru
yöneltecek olursan, tereddütsüz "Allah!" diyecektir.
Fakat
bir de bu adama rızkının daraldığı zaman bakarsan: "Falan adam ekmeğime
mani oluyor, rızkımı kesiyor" dediğini görürsün. Bu söz ne anlama gelir?
Bu
söz gösteriyor ki, bu adamın kendini güvencede hissettiği zamanda tereddütsüz
olarak söylediği söz, kalpte kökleşmiş pürüzsüz bir inançtan kaynaklanmıyor.
Sadece zihninde yereden bir düşünceyi ifade etmişti. Bu düşünce barış ve güvenlik
zamanlarında köklü ve sürekli bir inanç intibaını uyandırır. Fakat en ufak bir
zorluk karşısında derhal sarsılır. Çünkü derinliklere kök salmış bir inanç niteliğini
kazanmamıştır.
Acaba
böyle bir insan davanın yükünü omuzlayabilir mi? Bu uğurda önüne çıkacak
zorluklara göğüs gerebilir mi?
"Rızıklan
veren sarsılmaz güç sahibi olan Allah'tır, O'dur dirilten ve öldüren, insana
zarar ve fayda dokunduran O'dur. Veren, alan O'dur. O'dur her şeyi planlayan.
Her şeyin kontrolü O'nun elindedir." gerçeği pürüzsüz bir inanç şeklinde
kalbine yerleşmiş bir insandan başkası davanın ağır yükünü omuzlayabilir mi?
Bu
inanç bir an için sarsılacak olursa neler olur acaba?
Hapishanedeyken
bazı insanların bu inançlarının sarsıldığım dolayısıyla davanın öngördüğü
hareket çizgisini izlerken adımlarının karıştığını görmüştük. Bunlar falanca
adamın kendilerine yarar veya zarar dokundurabilecek-lerini düşünebiliyorlardı.
Bu yüzden içinde bulundukları sıkıntıdan kurtarsın diye sözkonusu şahsa yalvarıyorlardı.
Ve ayaklan kayıyordu. Böylece dava içindeki fonksiyonları da sona erdi. Hiç
kuşkusuz Allah'a tevbe edip bağışlanma dileyecek olurlarsa, ulu Allah onları bağışlayacaktır.
Görüldüğü
gibi, her şeyi planlayıp yönlendirenin Allah olduğu, insanlar sadece Allah'ın
kaderine aracı olurlar. Bir zarara uğrayacak veya bir yarar elde edecek olurlarsa
bunun ancak yüce Allah'ın öngördüğü bir kaderin gereği olduğu gerçeğinin
pürüzsüz bir inanç olarak insan ruhunun derinliklerine kök salması için nice
toplantılara, derslere, konferanslara ve yönlendirmelere ihtiyaç vardır. İşte
o zaman insan hem darlıkta hemde bollukta sadece Allah'a yönelir. Artık kesin
bir inanç olarak, bütün varlıkların ne kendisine ne de bizzat kendilerine
herhangi bir yarar veya zarar dokunduramayacaklannı bilir. Bir zorlukla karşı
karşıya kaldığı zaman çünkü davanın yolu dikenlerle, kan ve gözyaşıyla doludur
yüce Allah'tan kendisine direnme ve dayanma gücü vermesini ister. Başına gelen
herşeye kendisi için belirlenmiş bir kader gözüyle bakar. Ayrıca iman
çizgisini takip ettiği sürece kendisi için belirlenen bu kaderin tamamen
iyilik olduğunu düşünür. Çünkü "Mü'minin her durumu iyiliktir. Eğer bolluk
içinde yaşarsa şükreder, bu, onun için iyiliktir. Eğer bir sıkıntıya düşerse
sabreder, bu da aynı şekilde kendisi için iyiliktir. Bu durum sadece mü'min
için geçerlidir".
Pratik
hayata davranış şeklinde yansıyan bu pürüzsüz ve köklü inanç düzeyine ulaşmamış
bir insan dava'nın ağır yükünü omuzlayabilir mi?
Bu
inancın pürüzsüz olarak kalbte kökleşmesi için bir ferdin veya bir cemaatin
düzenli ve sürekli bir eğitime ihtiyacı vardır. Bunun gibi eğitilmiş
insanlardan meydana gelen sağlam bir altyapı için çok şeye ihtiyaç vardır. Çünkü
davanın binası ve Allah izin verirse devletin yapısı bu temele dayanır.
Hiç
kuşkusuz, peygamber efendimiz -selam üzerine olsun- on üç sene Mekke'de ondan
sonra da Medine'de bu şekilde hareket ediyordu. Bu şekilde hareket ediyor ve
Mekke'deyken "ne zamana kadar birşeyler yapmadan hep eğitimle vakit geçireceğiz?"
diye sormuyordu. Çünkü o, -Rabb'inin kendisine bildirmesi sonucu- herşeyden
öncelikli olarak hareketin bu olduğunu biliyordu. Üzerinde durulması gereken
bu "inanç sistemi"dir... İnanç sisteminin ifadesi olan "Lailahe
İllallah" gerçeğinin insan ruhunun derinliklerine köksalması için
çalışmaktır en öncelikli hareket... Yapılacak iş sırf düşünce olarak yüce Allah'ın
bir olduğunu kabul etmek değildir. Cahiliye döneminde bunu kabul etmek
Araplara zor geliyor idiyse de, insan zihninin buna inanmasından daha kolay bir
şey yoktur. Fakat bu zihinsel inanca bağlı olarak bir çok ruhsal ve düşünsel çarpıklık varlığını sürdürür. Bunlar da ancak, zorluk veya rahatlık
durumlannda ortaya konan pratik davranışlarla dışa yansıyabilirler. Şu kadan
var ki, insanın uğradığı zorluk, her türlü inanç çarpıklığını ortaya koyan
güçlü bir mercek niteliğindedir.
"Bazı insanlar 'Allah'a inandık'derler. Fakat Allah uğruna
eziyete uğratıldıkları zaman insanların işkencesini Allah'ın azabı ile bir
tutarlar. "(Ankebut/ 10)
"İnsanlar sınanmadan, sadece inandık demekle bırakılacaklarını
mı sandılar? Andolsun, biz onlardan önceki toplumları da sınadık. Elbette Allah
doğruları ortaya çıkaracak ve elbette yalancıları da belirleyecektir."
(Ankebut/ 2-3)
Peygamber
efendimiz -selam üzerine olsun- "Dar'ul er-kam" olarak bildiğimiz
gizli toplantı yerinde arkadaşlarım böyle bir ideal düzeye ulaşmaları için
hazırlıyordu. Onları eğitiyor, terbiye ediyordu. Gerçek inanç sistemini öğretiyor
ve bu inanç doğrultusunda onları eğitiyordu. Çünkü inanç, zihinlere dolup
yerleşecek bir teori değildir. Bu şekliyle inanç pratik hayatta hiç bir etkinlik
gösteremez, yaşanan realitenin hiç bir yönünü değişteremez. İnanç, insanların
hayatlannda hiçbir değişikliğe önayak olamayan; ayaklan yere basmayan felsefeye
benzemez. İnanç odur ki, kalpte pürüzsüz ve sarsılmaz bir gerçeğe dönüşene
kadar kökleştikçe kökleşir. Artık kalbi duygular bu gerçeğin yol-göstericiliği
ile harekete geçerler. İnsanın ortaya koyduğu hareketler bu gerçeğin
doğrultusunda gelişir.
İşte
"inanç sistemi" realite dünyasında bu şekilde hareket eder. Bir
takım şeyleri değiştirir. Yıkar, yeniden yapar. Batılı ortadan kaldırır,
gerçeği onun yerine yerleştirir.
Peygamber
efendimiz -selam üzerine olsun- arkadaşlarını gerçek inanç sistemi
doğrultusunda eğitirken, aynı zamanda yüce Allah'ın öngördüğü bir plan gereği
kalbi ilgilendiren bu gerçeği de gönüllere yerleştiriyordu. Çünkü insanın
sergilediği davranışlar bu gerçekten kaynaklanır. Yine peygamber efendimiz
Allah'ın şaşmaz planı gereği, tarihte yüce Allah'ın izin verdiği ölçüde
olağanüstülükler gerçekleştiren şahsiyetleri de yetiştiriyordu.
Kur'an
ile... peygamberimizin sürekli yönlendirmeleri ile... Gece namazlan ile...
Peygamberimizin pratik önderliği ile... sıkıntıya düştüklerinde onları
gözetmesi ile... Onlara yönelik derin sevgisi ile...
Evet
bunların tümü bir araya gelerek "inanc"ın bu eşsiz kuşağın gönlüne
yerleşmesine yardımcı oldular. Tarihte gördüğümüz bu olağanüstülükleri işte bu
akıl almaz enerji gerçekleştirdi.
Biz,
islamın bu ikinci gariplik döneminde, ilk gariplik dönemindeki bu unsura
muhtacız. O günkü görkemli düzeyi ile olmasa bile, ona yakın bir düzey ile
insanlık islamın bu ikinci gariplik dönemini ortadan kaldırabilir.
Bu
ne kadar bir zaman alır? İşte onu bilemeyiz. Ama, kesin olarak bunun kaçınılmaz
olduğunu biliyoruz. Oluşturulması arzulanan altyapı "Lailahe
illallah" cümlesinde ifadesini bulan inanç gerçeğine dayanmalıdır. Ancak o
zaman bu pürüzsüz gerçek köklü bir inanç olarak kalbe yerleşir, davranış
olarakta realite dünyasına yansır.
Yüce
Allah "Müminler ancak kardeştirler" diyor. (Hu-curat Suresi/ 10)
Bir
insanın sözünü edebileceği en güzel kavramlardan biri de
"Kardeşlik"tir. Tıpkı nur gibi şeffaf ve latiftir.
Sevimli
ve sempatiktir. Acaba Allah'ın kitabında söz konusu edien kardeşlik ne anlama
gelir?
Geniş
bir yolda, güvenlik içinde ve tehlikesiz bir yolculuk yapan iki insan kardeş
olabilirler; her biri kardeşinin üzerine sevgi kanatlarını gerebilir.
Fakat
sen bir de onları daracık ve ancak birinin öne geçip ötekinin onu izlemesine
imkan veren bir yolda yürürken seyret. Kim öne geçecek? Ben mi öne geçeceğim
yoksa kardeşini öne geçirip onun ardından mı yürüyeceğim?
Sonra
bu daracık yolun biraz daha daraldığını düşün. Yalnızca bir kişi gidebiliyor ve
başka da kimsenin geçmesine imkan vermiyor. Yani kullanılması gereken tek bir
fırsat vardır. Ya ben ya da kardeşim. Kim öne geçecek? "Bu fırsatı ben
kullanayım, o, başının çaresine baksm"mı diyeceğim, yoksa kardeşime: Sen
bu fırsatı değerlendir, ben başımın çaresine bakayım" mı diyeceğim?
İşte
kardeşliğin mihengi budur.
Barış
ve güvenlik ortamındaki kardeşlik insana bir külfet getirmez. Kişinin
ihtiraslan ile de çelişmez. Hatta, insanın gerçekleşmesi için çabaladığı
kişisel ihtiraslardan biri de budur. Çünkü insana psikolojik bir rahatlık
verir.
Fakat
zorluk veya hırs anında kardeşlik gerçek bir sınavdan geçer. Burada insanın
kendini tercih edişi ve egoistliği ile başkalarını kendine tercih edişi ve
kardeş sevgisi açık seçik ortaya çıkar. İnsan banş ve güvenlik ortamında
bunun farkında olmaz. Kendini kardeşliğin her türlü gereğini yerine getirebilecek
gerçek bir "kardeş" olarak görür.
Mü'min
ferdin, mü'min cemaatin ve oluşturulması amaçlanan mü'min "altyapı"yı
oluşturan insanların kalplerine bu anlamın kök salıp, zihinlerde yereden ama
pratikte etkinliği bulunmayan zihinsel bir gerçek olmaktan kurtulması için
nice toplantılara, nice derslere, nice konferanslara ve nice yönlendirmelere
ihtiyaç vardır. O zaman bu gerçek kalple bütünleşmiş bir melekeye dönüşür. Orada
kökleşir ve Allah'ın kitabında dile getirildiği gibi pratik hareket olarak
realite dünyasına yansır:
"Daha önce Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı
yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara
verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar. Kendileri muhtaç durumda
olsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa,
işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Haşr Suresi/ 9)
Kuşkusuz
peygamberimiz -selam üzerine olsun- on üç sene Mekke'de, ondan sonra da
Medine'de arkadaşlarını eğitirken bu ideal düzeye ulaşmaları için
çabalıyordu...
Ve
Mekke'deyken, hiç bir zaman "Daha ne zamana kadar, hiçbir şey yapmaksızın
hep bu duyguları eğitmekle uğraşacağız?" diye bir soru yöneltmiyordu,
kendi kendine. Çünkü O, Rabb'inin kendisine bildirmesi sonucu biliyordu ki,
oluşturmak üzere görevlendirildiği mü'min bir "altyapı"nın temeli
budur. Yine bu kardeşliğin islam ümmetinin çekirdeği niteliğindeki mü'min bir
altyapının kuruluşu için zorunlu olması bir yana "Lailah İllallah"
cümlesinde ifadesini bulan inanç sisteminin realiteye yansıyışının bir parçası
olduğunu biliyordu. Çünkü "Lailahe İllallah" gerçeği sadece kalpte
yereden derin bir duygu değildir. "Lailahe İllallah" Allah'ın
indirdiklerine sarılmaktır. Bu yüzden, Allah tarafından indirilen hükümlere
sarılıp uygulamak "Lailahe İllallah"ın gereğidir. Nitekim ulu Allah
bu kardeşliği sevmiş ve ondan övgüyle sözetmiştir. Bunu
mü'minlerin omuzlarındaki bir görev olarak nitelendirmiştir. Ve bu konuda
birçok ayet indirmiştir. Her halde en çarpıcı olanı da şu ayettir:
"Ey müminleri Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın.
Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya
almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi
ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne
kötü bir niteliktir. Kimde tevbe etmezse işte böyle kimseler zalimlerdir. Ey
müminleri Zannın çoğundan kaçının, çünkü zannın bir kısmı günahtır. Bir
birinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizin arkasından çekiştirmesin.
Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz.
O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok
esirgeyicidir. " (Hucurat Suresi/ 11-12)
Kur'an
ile... Arkadaşlık ile... Birarada yaşamak ile... Sürekli yönlendirmeler ile...
Peygamber efendimizin fiili önderliği ile... Ulu kalbinde arkadaşlarına yönelik
olarak beslediği derin sevgisi ile... Onların herbirine gösterdiği içten ilgi
ile... Toplum içinde imandan kaynaklanan duyguların yaygınlaşması ile...
Evet,
peygamber efendimiz, bu yollara başvurarak, birbiriyle gerçekten kardeş olmuş
o kitleyi eğitti. Sonraki yıllarda gerçekleşen olağanüstü gelişmeler bu
kardeşlik sayesinde olmuştu. Birbiriyle kenetlenmiş, birbirini güçlendiren o
sarsılmaz yapı işte bu temele dayanarak kurulmuştu.
İslamın
bu ikinci gariplik döneminde, bizim de ilk gariplik döneminde uygulanan eğitim
sistemine ihtiyacımız
vardır. O görkemli düzeyde olmasa bile ona yakın bir
düzeyde insanlan eğitmemiz bir zorunluluktur. Çünkü cahi-liyenin baskısı tüm
bağlan koparmıştır. Bu baskıya dayanacak, tüm zorlamalara rağmen varlığını
koruyacak tek bir bağ kalmamıştır.
Bu
mesele ne kadar zaman alır bilemem. Ama bunun gerekli olduğunu kesinlikle
biliyorum. Cahiliyenin tüm entrikalarını ilk elden karşılama yükünü omuzlayacak
mü'min "altyapımın hayatında, Laihale illallah'm gereği olan bu ahlak,
davranış olarak gerçekleşmelidir. Ancak o zaman toplum yüce Allah'ın gözetimim
hakkedebilir. Tehlikelerle, akıl almaz zorluklarla karşı karşıya kalırken bir biriyle
kenetlenmiş, dayanışmalı kardeşler olarak yol alabilmeleri buna bağlıdır.
"Düzen"
insan hayatı için vazgeçilmez bir olgudur. Özellikle günümüzde ondan,
medeniyetin bu ümmete karşı kullandığı bir silah olarak söz ediliyor.
İslamın
doğduğu toplum -Allah'ın belirlediği bir plan gereği- çok azı hariç sıcak veya
ılıman iklimlerin egemen olduğu bir bölgede yaşamaktaydı. Bu toplum da doğal
olarak düzensiz bir toplumdu.
Bu
bölgede hayat genellikle kolay ve rahattır. Çok nadir durumlar hariç kimse
açlıktan ölmez. İnsanların soğuktan donarak öldükleri de çok nadirdir. Az bir
yiyecek bile insanın enerjisini korumasını sağlayabilir. Çünkü bütün enerjiyi
tüketecek ve taze yiyecekler aracılığı ile yeni "yakıta" ihtiyaç
duyulacak dondurucu soğuklara rastlanmaz. Aynı şekilde insan zihninde geleceğe
yönelik planlar, tedbirler düşünüp depolama gereği de duymaz. Çünkü onun
duygularında gelecek, şimdiki zaman gibidir. Şimdi ise, önceden bir hazırlık
veya bir plan yapmaksızın şu veya bu şekilde ihtiyacını karşılamaktadır. Bu
yüzden insan geleceğe yönelik "stareteji"ler belirleme bakışlarını ve
düşüncesini uzaklara dikme gereğini duymaz. Çünkü yarın karşımıza bir problem
çıkacak olursa onu da bugünkü problemlerimizi çözdüğümüz gibi nasıl olsa
çözeriz. Bu yüzden bölge insanları çevrenin etkisi ile karekter olarak
çalışmaya karşı çok isteksiz, ihtirassız ve tokgözlüdürler, bir işte süreklilik
gösteremezler. Çünkü onlara göre tok gözlülükle açgözlülük, sonuç açısından
farketmez. Bir problem karşısında her ikisi de aynı işlevi görür. Problemin
ortadan kalkması ile de hiçbir önemleri kalmaz.
Kısacası
bu ortamda yetişen insanlar çevrenin etkisinden kurtulmadıkları zamanlar
düzenden hoşlanmazlar. Onu taşınmaması gereken ağır bir yük olarak kabul ederler.
Böyle bir yükü taşımak ta zorunlu değildir. Tembel insanlar, ileriye dönük
planlar yapmaktan, uzaklara göz-dikmekten nefret ederler. Bunu da sinirleri
için taşınmaması gereken ağır bir yük olarak düşünürler. Son olarak bunlar
tahammülsüz insanlardırlar: geçici bir süre için ve aniden duygulan kabanr,
alevlenir. Az sonra bu duyguları yatışır ve hiç alevlenmemiş gibi sönüverir.
Artık farklı bir durum alırlar.
İslam,
onlan içinde bulundukları ortamdan kaynaklanan bu karakterleri ile ele aldı ve
bambaşka bir toplum meydana getirdi.
Herşeyden
önce onları son derece düzenli bir ümmet haline getirdi: düzenli hayattan
nefret etmeyen, bu hayatın kurallarını çiğnemeye kalkışamayan, tersine onun
için çabalayan, gereklerini itaatle yerine getiren bir toplum haline getirdi.
İslamın, bu toplumun asırların birikimi ile, içinde bulunduktan ortamın etkisi
ile oluşan karekterlerini değiştirirken başvurduğu tüm yöntemleri sıralayacak değiliz.
Fakat siret kitaplarında "Resulallah bizi savaşta sıraya koyduğu gibi
Namazda da sıraya koyardı" ifadesini okudukça derinden sarsılırım. Bu
ümmeti önemli bir göreve hazırlayan bu olağanüstü eğitimin tutumunu hayretle
düşünürüm. "İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet" olmaya
hazırlanırken, bu dinin ruhlarda meydana getirdiği değişiklikleri ve ilk anda değişmez
gibi görünen karekterleri nasıl ortadan kaldırdığını dehşetle seyrederim.
Peygamberimiz
-selam üzerine olsun- Safın düzgün olduğunu görmedikçe namaza başlamazdı.
Kendi elleriyle safları düzeltir, omuzları, ayakları aynı hizaya ve birbirine
bitişik hale getirirdi. Öyleki namazdaki saf tutma düzeni tıpkı savaştaki
askerlerin saf tutuşuna benzerdi. Yani birbirine girmiş sağlam duvarlar gibi.
İslam
baştan sona düzen ve dikkati gerektiren bir hayat sistemidir. Bununla beraber
insanların kusurlarına hoşgörüyle yaklaşır. Kişi hatasında ısrar etmedikçe onu
rencide etmez kınamaz. İslam insan ruhu ile uyuşacak, onunla iletişim kuracak
yatkınlığa sahiptir. Fakat kesinlikle insan ruhuna araç gereçmiş gibi
yaklaşmaz. Onları okşanması gereken duygular olarak ele alır. Sıkıntılarını
giderir:
"Onlar fena bir şey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde
Allah'ı anarlar, günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah'tan
başka bağışlayan kim vardır? Onlar yaptıklarında bile bile direnmezler. Onların
hareketlerinin karşılığı Rabblerinden bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan,
içinde temelli kalacakları cennetlerdir. İyi davrananların ecri ne güzeldir. "(Al-i İmran/
136)
"O sizi seçmiş ve dinde sizin için bir zorluk kılmamış-tır"(Hac/
78)
"Allah sizi zorlamak istemez, Allah sizi arıtıp üzerinize
olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz" (Maide/ 6)
Islamın
öngördüğü ibadetlerde belli bir düzenin sözko-nusu olduğu son derece açıktır.
Sözgelimi namaz için belli vakitler vardır. Oruç, hacc ve zekat da öyle. Ayrıca
bu ibadetlerin her biri kendi içinde ince bir düzeni barındırır. Özellikle
namaz ve Hacc ibadeti bunun en belirgin örneğidir.
Kur'an-ı
kerim, bugün "toplumsal davranış kuralları" dediğimiz prensiplerde
düzenlilik ve inceliği öğretir mü'minlere:
"Ey mü'minler! kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi
farkettirip ev halkına selam vermedikçe girmeyin. Bu, sizin için daha iyidir
her halde düşünüp anlarsınız. Orada kimse bulamadınızsa, size izin verilinceye
kadar oraya girmeyin. Eğer size, "Geri dönün!" denilirse, hemen dönün.
Çünkü bu, sizin için daha temiz bir davranıştır. Allah, yaptığınızı bilir.
İçinde kendinize ait bir şeylerin bulunduğu oturulmayan bir eve girmenizde
herhangi bir sakınca yoktur. Allah, sizin açığa vurduklarınızı da, gizlediklerinizi
de bilir"(Nur/ 27-29)
"Ey mü'minler! Bir yemek için size izin verilmiş olması hali
müstesna, peygamberin evlerine girmeyin. Yemek kabını gözetlemeyin. Davet
edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğiniz de hemen dağıtın. Yemekten sonra
sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz peygamberi üzüyor, fakat o, utanıyordu. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez. Peygamberin
hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin
kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır."(Ahzap/
53)
Peygamberimiz
-selam üzerine olsun- arkadaşlarını islam eğitimi sistemi doğrultusunda
eğitmiş ve onlardan "insani" esaslara dayalı -otomatik olarak işleyen
mekanik esaslara değil- en ince detayına kadar düzenlenmiş bir ümmet oluşturmuştu.
Bu, islamın ayırıcı özelliğidir. Hayatı her yönüyle bir düzene koyarken, bir
alete dönüşmesin diye insanın insanlığını da korur. Aksi takdirde hareket,
kendisi için asıl önemli olan ruhsal yönünü yitirir. Islamın gölgesinde insan
düzene bağlı kalmakla beraber varlık amacının bilincindedir. Her zaman
isteyerek bu amacın gerçekleşmesine çalışır. Otomatik bir hareketle değil.
Her
şey belli bir düzen içinde cereyan etmekle beraber, islam ümmetinde yapılan
hareketlere isteksizlik egemen-değildir. Çünkü her hareketin yasa tarafından
kontrol edilmesi söz konusudur. Her hareket için belirlenen yasanın da gerçekleşmesi
gereken bir amacı vardır. Bu yüzden insan yaptığı hareketin, serbest bölgede,
yani helal dairesinde olup olmadığına bakar. Bunun yamsıra, yaptığı hareketin
muhtemel sonuçlarının yasanın amacı ile paralellik oluşturup oluşturmadığına
da dikkat eder.
Düzen,
kontrol ve sonuçlara bakmanın yamsıra islam, insanları uzun solukluluğa, uzak
hedeflere bakmaya yöneltir. Çünkü her ferdin ulaşmak istediği uzak bir hedefi
vardır. Ümmetin geneli için de uzanıp giden hedefler söz-konusudur.
İslam,
bireyi sadece dünyasına, yakın geleceğine bakması üzerine eğitmez. Onun için
gözle görülür alemin, tüm dünya hayatının ötesinde bir hedef belirler. Onun
gayb alemine, ahiret gününe ulaşmasını amaçlar. Bu sayede birey, şimdiki dünyasında,
içinde bulunduğu anda ona her hangi bir şey yaparken duygu ve düşüncenin
boyutlarını aşan çok uzak bir aleme bakar. Bu alem uzaktır ama, gözlerinin
önünde görüyor gibi durmaktadır. Şu anda yaşanıyor gibidir. İnsan, her an
gerçekleşmesi için çırpındığı bu hedefi gözönünde bulundurarak hareket eder. Bu
hedef cennettir, Allah'ın hoşnutluğudur. Bütün insanlığın duygusunda bundan
daha uzak bir hedefin olması mümkün değildir. Bu uzaklığa rağmen insan sürekli
onunla ilgilidir, her an tüm varlığının ona bağlı olduğunu hisseder, attığı
her adımın kendisini bu uzak hedefe yaklaştırdığını düşünür.
"işte böylece sizin insanlar üzerinde şahitler olmanız, Resulün
de sizin üzerinizde bir şahit olması için sizi orta bir millet
kıldık"(Bakara/ 143)
Toplumu
ise, islam, asıl görevinin kendi varoluşu ile, içinde bulunduğu anı ile sınırlı
olmadığını, dünya hayatı içinden uzanıp ahiret hayatına ulaşan bir hedefinin
olduğunu öğreterek eğitir. Bu hedef, tüm insanlığı Allah'ın nuruna çağırmak,
tüm yeryüzünde en üstün, en muteber sözün Allah'ın mesajı olması için cihat
etmektir. Kıyamet günü tüm insanlığa şahit olmaktır:
"Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya
kadar onlarla savaşın"(Enfal/ 39)
"Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan
bir topluluk bulunsun, işte onlar kurtuluşa erenlerdir."(Al-iİmran/ 104)
İslam
ümmeti kesintisiz on asır boyunca bu hedefi gerçekleştirmek için çalıştı. Bir
an bile gayretinden bir şey kaybetmedi, bu amaç için cihad etmekten geri durmadı.
Peşpeşe gelen kuşaklar hep bu amaç için çalıştı. İşte bu, ümmetin tarih boyunca
giriştiği en uzun soluklu harekettir.
Fakat
daha önce ana hatlarıyla sunduğumuz[150]
ve ümmetin hayatındaki etkilerinden[151]
söz ettiğimiz uzanıp gelen sapma akımı, islami gerçekler üzerinde derin ve kalıcı
izler bıraktı. Bu gerçeklerin ruhlar üzerindeki etkilerini yavaş yavaş
bertaraf etti. Gitgide ümmet yeniden bölgesel koşulların, ortamın etkisine
girdi. Çünkü ruhlara kök salmış canlı bir inanç sisteminin yokluğunda etkinlik,
ortamın eline geçer. Bu yüzden toplum yemden kontrol mekanizmasından nefret
eden düzensizliğe, ileriye dönük planlar yapmaktan hoşlanmayan boş vermişliğe
düşer. Ve uzak hedeflere göz kaymayı ağır yük gibi algılayan, uzun süreli
amaçların peşinden koşmaya güç yetirmeyen kısa solukluğa döndü.
Gözlemci
bir yaklaşımla bakan herkesin görebileceği gibi, ümmetin durumu bundan ibaret
olduğuna göre, bu ümmeti tekrar kim düzeltebilir?
Acaba,
batıcı siyasi partiler bu ümmeti düzeltebilirler mi? Bu partiler böyle bir
hedefi programlarına almadıkları gibi, bunu isteseler de başaramazar...
Yüzyıllık deneyim bunun en bariz örneğidir. Bu süre içinde toplum batı taklitçiliği
hastalığına tutulmuştur. Bu yüzden batı yanlısı ve batılılaşma taraftarı
partiler bu durumu değiştiremezler. Dolayısıyla toplum, düzen tanımazlığını,
kontrolden hoşlanmayan boşvermişliğini, bir an için parlayıp sönen heyecanlı
ama kısa süreli gayretliliğini arttırmasa bile sürdürmüştür.
Acaba
böyle bir amacı programlarına koymayan ve böyle birşeyi başarmaktan çok uzak
görülen komünist partiler toplumu düzeltebilirler mi? İslam aleminin bazı
köşelerinde çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir bu deneyim yaşanmaktadır ve bu
durum halkın sapıklığını arttırmaktan başka hiçbir gelişmeye önayak olamamıştır.
Artık
iyice anlaşılmıştır ki, ortamın etkilerini ancak inanç sistemi giderebilir.
Gerçek inanç sistemine bağlı, toplumsal gerçekliğin bilincinde olanı tıpkı
Resulullah'm arkadaşları gibi islam eğitim sistemi ile eğitilen mü'min-lerden
başkası toplumu düzeltemez. Kuşkusuz islam eğitim sistemi ilk kez yaptığı gibi
ruhları yeni baştan şekillendirebilir; düzenli, kontrollü ve uzun mesafeli
hedeflere dayanıklı bir ümmet oluşturabilir. Uzun süreli sapmanın sonuçlarını
giderip ümmeti daha önce olduğu gibi bu dinin öngördüğü normal haline
getirebilir. Elbette, reformdan sözeden bazı insanlann söylediği gibi
"Medeniyetin saldırılarını "karşılama amacı ile değil, ümmeti yüce
Allah'ın kendisi için öngördüğü "hayırlılığı" yeniden elde etmek
için:
"Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı
ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar ve Allah'a inanırsınız.
"(Al-i İmran/ 110)
Bu
"Medeniyetin meydan okuyuşlarım" karşılamaktan da öte, sonderece
üstün ve göz alıcı bir hedeftir. Dünya ve ahir et iyiliği...
Gördüğün
gibi, en başta bu anlamın somutlaşması için müslüman ferd, müslüman toplum ve
müslüman altyapı
daha çok oturuma, derse, konferansa ve yönlendirmeye
muhtaçtır. İşte o zaman bu "altyapı" temsil ettiği gerçeği başka
insanlara sunabilir. Ardından içinde bulunduğu krizden kurtulup daha yücelere
ulaşabilmesi için tüm ümmeti, zorunlu olan bu niteliklerin ve ahlaki
kuralların ışığında eğitebilir.
Eğitimin
değişik alanlarındaki bir çok boyutundan seçtiğimiz bu üç boyut, ütopik bir
örnek olmadığı gibi, alternatif niteliği ile de sunulmamışlardır. Bunlar,
akılalmaz komplolar kurmak üzere pusuda bekleyen cahiliye toplumu ile karşı
karşıya kalmak gibi ağır bir yükü taşıyabilen mümin altyapının oluşması için
vazgeçilmez nitelikte olan şartlardır.
Biz,
eğitimden, aşmamız gereken uzun yoldan sözettiği-miz zaman biraz önce sadece
açıklama amacı ile bazı örnekleri sunduğumuz bu vazgeçilmez nitelikte bulunan
boyutları kastediyoruz. Bu örneklerden ve sözünü etmediğimiz bir çok gerçekten
açıkça anlaşılıyor ki eğitim hususunda önümüzde upuzun bir bölüm durmaktadır.
Ve "Bundan sonra ne olacak?" sorusunu sorma hakkımız doğmadan önce
bu bölümü aşmamız kaçınılmazdır.
Eğitimin
bazı alanlarında epey mesafe aldık ancak sonuca ulaşamadık, bazı alanlarda ise
henüz başlangıç bile yapamadık. Özellikle eğitim alanında acele etmek hiçbir
yarar sağlamaz. Bu durum, temel atmadan bir yapı kurmaya benzer. Veya binayı
sağlam olmayan bir temele dayandırmak gibidir ki, bina yükseldikçe yıkılmaya
yüztu-tar.
Böyle
bir yolu çok uzun görenler, daha kısa ve daha az hasarlı yollar olabileceğini
düşünenler, Hama katliamı ve Sudan'daki "siyasi" girişim deneyimlerinden
ders almalıdırlar. Biz eğer olaylardan ders çıkaramıyorsak, bu da bizim
yeterli eğitim alamadığımızın, dolayısıyla bu açığı kapatmak zorunda olduğumuzun
kanıtıdır.
İmdi...
Buraya kadar, islami hareket içinde faaliyet gösteren grupların, hakkında görüş
ayrılığına düştükleri başta gelen iki sorunu irdeledik. Şimdide "İslami
uya-nış"la ilgili konuyu noktalamadan önce bu alanda gündemde olan diğer
bazı sorunlara da kısaca değinmek istiyoruz.
DİNLEMEK VE İTAAT ETMEK
İslamcı
gruplar arasında bölünmelere neden olan bu problemden sözetmek istiyoruz. Bu
gruplar henüz farklı bakış açılarını hazmedecek olgunluğa erişmedikleri için,
bir meselede, üyelerini "Dinlemek ve itaat etmek" ya da gruptan
aynlmak arasında bir tercih yapmak durumunda bırakıyorlar. Kimi zaman da,
dinleyip itaat etmezlerse cemaatten ihraç edecekleri tehdidinde bulunurlar.
Sonuçta bazıları, farklı bir bakış açısına sahip olmakla beraber, içindekileri
gizleyerek tehditlere boyun eğer. Bazıları da ayrılmayı tercih eder, ya yeni
bir cemaat oluşturur ya da islami faaliyetlerden büsbütün vazgeçerek kayıplar
hanesine yazılırlar.
"Dinlemek
ve itaat etmek" problemi gerçekte eğitim sorunları ile yakından ilgili
bir problemdir. Eğer, lafı fazla uzatmayalım diye burada bazı açık örneklerden
sözetmeye karar vermeseydik, bu meseleyi islami altyapı için arzulanan eğitimin
bir boyutu olarak ele almamız uygun düşecekti.
Bu
mesele ile ilgili olarak sorulması gereken soru şudur: Acaba, şartlar
elverirse, nasıl bir devlet kurmayı düşünüyoruz? Resulullah -selam üzerine
olsun- ve ondan sonraki ilk iki halifenin kurduklan sura esasına dayalı islam
devleti mi yoksa vatandaşlarına mutlak itaati emreden ve söylediği hiç bir
şeyin tartışma konusu yapılmasını istemeyen, yasakçı, baskıcı ve askeri bir
devlet mi?
Bu
cemaatlerin çoğunun "yetkilileri" bir konuyu sadece kendilerinin
tartışma hakkına sahip olduklarına inanırlar. Bu tartışmanın sonunda çıkan bir
kararı cemaatteki tüm üyelerin yani bu "yetkililerden başkaları kabul edip
uygulamaları zorunludur. Onların görevi dinlemek ve itiraz etmeksizin itaat etmektir.
Bu cemaatler, bunu yaparken muhalifleri cemaatten ihraç etmekle tehdit
ederler.
Burada
önemli bir gerçeği vurgulamak gerekir. Liderinin buyrukları dinlenip itaat
edilmiyorsa bir cemaatin ayakta kalması mümkün değildir. Yine burada tarihsel
bir gerçeği de hatırlatmak yerinde olacaktır: Hz. Ali'nin -Allah ondan razı
olsun- yenilmesinin asıl sorumlusu bir görüş etrafında birleşmeyen ve
liderlerinin direktiflerine boyun eğmeyen askerleridir. Oysa ki bir mesele
tartışılır, araştırılır ve bir karara varılırdı. Komutan bu karan esas alarak
hareket stratejisini belirledikten sonra askerleri bu karara itaat ederlerdi.
Bu
bir gerçektir... Ama, cemaat içinde bazı fertleri "yetkili" sıfatı
ile otoriter duruma getirmek, diğer insanları yasal muhalefet bir yana
kayıtsız şartsız itaate zorlaması, bu cemaatlerin büyük çoğunluğunun
"asker" olarak eğitilmeleri -komutan olarak değil- neden olmaktadır.
Bu da, komutandan sonra liderliği devralacak "ikinci safin" olamayışının
başlıca nedenidir.
Daha
önce de söylediğimiz gibi eğitim de asıl olan, cemaati, komutanın emirlerini
yerine getiren askerler olarak yetiştirmek, bunun yanısıra, komutanın
yokluğunda sorumluluğu üstlenecek yeteneklere sahip olmalarım sağlamaktır.
Çünkü her lider, bir gün mutlaka yok olacaktır. Bu, insanlığın bugüne kadar
gördüğü en büyük askerleri, aynı zamanda en büyük komutanları yetiştiren
peygamberimizin -selam üzerine olsun- yöntemidir. Peygamberimizin
izleyicilerini, insan ruhunun bireysellik ve toplumsallık yönlerini birlikte
gözönünde bulundurarak eğitiyordu. İnsan ruhunun toplumsallık yönünün gelişmesi
için bireysellik yönünü bastırmak; itaatkar ve komutanının bir dediğini iki
etmeyen askerlerin yetişmesini sağlar ama bu yöntem sorumluluk taşıyabilecek
kişilerin yetişmesine elverişli değildir. Devletten önce davet, ağır
sorumlulukları gerektirir. Bu sorumluluklar yolun her virajında daha iyi
belirginleşir. Eğer fertler itaatten ve verilen emirleri uygulamaktan başka
bir şey beceremezlerse, "yetkili"nin sapması ile birlikte tüm cemaatin
sapmasından daha kolay bir şey olamaz.
Yasal
muhalefete gelince; daha önce de işaret ettiğimiz gibi, dinlemek ve itaat etmek
yasal bir gerekçeye dayanmalıdır: "İtaat ancak iyilikte söz konusudur"[152]
Şu
halde "sorumlulara" kayıtsız şartsız itaat sözkonusu değildir.
Tartışmadan, karşılıklı konuşmadan ve danışmadan itaat etmek te doğru
değildir.
Meselenin
önemini ve bu önemli meselede ortaya çıkan eğitim yetersizliğini vurgulayıcı,
islami pratikten bazı somut örnekler verelim.
Bir
cemaat, düşüncesinin "Lailahe İllallah diyen, bir tek islami amel işlemese
bile mümindir" temeline dayandığını -ki bu, kitap ve sünnete açıkça ters
düşen aşırı murciye akımının düşüncesidir- söylüyor sonra da üyelerini bu
düşünceyi dinleyip itaat etmeye çağırıp aksi taktirde bölücülük yapmış
olacakları tehdidinde bulunabiliyorsa...
Bir
cemaat, sünnete uymanın zorunlu olmadığını, sünnet üzerinde
"içtihat" yapmamız gerektiğim savunuyor. Eski kuşakların sağlam
dediği hadislere zayıf, zayıf dediklerine de sağlam diyebileceğimizi, söylüyor.
Eskiler sağlam ve doğru kararım vermiş olsalar bile bugünkü durumumuza
uymayan hadisleri bir kenara atabileceğimizi söyleyip sonra da üyelerini bu
düşünceye kayıtsız şartsız itaate çağırıyor ve aksi tutum sergileyenleri
bölücülülte suçluyorsa...
Herhangi
bir cemaat, Allah'ın şeriatım inkar ederek çağımızda insanlann ona bağlı
kalmalarının zorunlu olmadığını iddia ediyorsa; dini -yani islamı-
düşüncesinin dayanağı olarak kabul etmeyip onun yerine sosyalist Arap milliyetçiliğini
benimseyen partilerin şahsında somutlaşan şeytanla ittifak kuruyorsa, sonra da
üyelerinden bu kararı kayıtsız şartsız kabul etmelerini aksi takdirde bölünmeye
neden olacakları tehdidinde bulunuyorsa...
Bu
ve benzeri durumlar olabiliyorsa, "dinlemek ve itaat etmek" ilkelerini
yasal ve eğitsel açıdan yenibaştan ele almamız gerekir. Yasal açıdan
baktığımız zaman, itaatin şer'i bir dayanağı olmalıdır:" İtaat ancak
iyilikte sözkonu-sudur"... Aynı şekilde bu cemaatlerin tüzüklerinde ve eğitim
programlarında bir görüş ayrılığı başgösterdiğinde, "sorumluların"
yetki alanlarının belirlenmiş olması gerekir. Eğitsel açıdan -ki bu, şer'i
açıyla yakından ilgilidir- cemaatin üyeleri Allah'ın dinini derinden kavramalıdırlar.
Ne zaman itaat edeceklerini, ne zaman itaat etmeyeceklerini ne zaman
"sorumluları" hak çizgisine getirmek için karşılarına dikileceklerini çok iyi bilmelidirler. Dinlemek ve itaat etmenin
sorumluluğunun yanısıra, sorumluluk yüklenmek üzere de eğitilmelidirler. Çünkü
onlar, gerçeğe ters düşen buyruklan dinleyip, itaat etme hususunda Allah'a
karşı sorumludurlar. Yine onlar, Allah'a karşı omuz-ladıklan davadan da
sorumludurlar ve "Ey Rabb'imiz, biz liderlerimize ve büyüklerimize
uyduk. Onlar da bizi yoldan saptırdılar"(Ahzab, 67) diyerek
kendilerim mazur gösteremezler.
Eğer
cemaatlerin "sorumluları" karşılarına çıkan meselelerde tamamen
içten ve samimi davrandıklarım varsaysak bile diledikleri gibi karar verip
sonra da üyeleri kayıtsız şartsız itaate çağırmaya veya onları karşı çıkmaları
durumunda bölünmeye neden olmakla suçlamaya devam ettikleri takdirde daha önce
bir çok defa meydana geldiği gibi büyük çaplı bölünmeler meydana gelmeye devam
edecektir. İslami hareket bu konuda gerçek bir yasal kontrol mekanizmasına
kavuşana kadar tökezlemeye devam edecektir. Ve islami alanda faaliyet gösteren
cemaatler Hz. Peygamberin -selam üzerine olsun- arkadaşlarım eğittiği islamın
gerçek ruhundan uzak kalmaya devam edeceklerdir.
İDEAL ÖNDERLİK
Bundan
önce islami hareket alanındaki parçalanmışlığın, bölünmüşlüğün nedenlerinden
birinin, her kesin hayranlıkla, sevgiyle, saygıyla boyun eğip, büyük bir
güvenle izlediği büyük bir önderlik mekanizmasının olmayışı olduğundan
sözetmiştik. Büyük bir önderliğin olmayışı sonucu her tarafta birbiriyle didişen,
birbirinden nefret eden küçük önderlikler ortaya çıkar. Bunların her biri
kendi görüşünün ve tutumunun üstünlüğünden dem vurur. Hiçbir zaman uzlaşma ve
ortak bir noktada buluşma sözkonusu olamaz.
Bu
ideal önderliği meydana çıkaracak imkanlara sahip olmadığımızı, bu işi yüce
Allah'a bıraktığımızı belirtmiştik. Şu kadan var ki bizim görevimiz
samimiyetle ve Allah için özveride bulunarak çalışmaktır. Bu sayede yüce Allah'ın
dilediğimizi yerine getirmesini hakkedebiliriz. Nitekim biz, bir diğer açıdan
da olaya yaklaşmış ve yüce Allah'ın şu sözünde ifade edildiği gibi önderlerin
deneyim ve sınamalar sonucu ortaya çıkıp belirginleştiklerinden sözetmiştik:
"Allah temizi pisten ayırdetmeden müminleri sizin bulunduğunuz
durumda bırakacak değildir. Bununla beraber Allah size gaybı da bildirecek
değildir." (Al-i Îmran/ 179)
Konuya
yeni bir şey ekleyecek değiliz. Amacımız, günümüzdeki islami hareket için
ideal olan önderlik türü hakkında kısa ve öz bir açıklama yapmaktır. Çünkü iç
ve dış koşullardan dolayı içinde bulunulan ortam amaç açısından son derece hassas
bir durum arzetmektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi içerde korkunç bir
cehalet vardır ki, bu durum, peygamber efendimizin işaret ettiği islamın ikinci
gariplik döneminin başka nedenidir. Dışarda ise, sürekli pusuda bekleyen
siyonist ve Haçlıların düşmanlığı ile karşı karşıyayız. Bunlar islami hareketi
kökünden sarsmada, hareketi büyümeden önce başını ezmede hiç bir fırsatı
ka-çırmazlar. fiillerindeki maddi güçleri, İslama karşı belirledikleri
stratejinin gereklerini yerine getirmek için kullanırlar.
İşte
bu hassas durumlardan dolayı islami hareket içinde "zor bir denge"
oluşmaktadır.
Gençler,
gerçek islami kimliğe büründüklerinde yani Allah'ın kitabı ile peygamberinin
sünnetindeki şekliyle ve ilk kuşak müslümanların uygulamaları ile islami gerçeklere
sarıldıkları zaman... Bu gençler içinde bulunduğumuz pratik ortamın bu
gerçeklerden uzak olduğunu gördükleri zaman, galeyana gelirler. Öğrendikleri
gerçeğe yönelik samimi duyguları, onları realiteye karşı sabırsızlığa ve güç
kullanarak bu durumu değiştirmeye iter. İşte bu noktada ilk tehlike sinyali
çalar. İslam düşmanlanna, islami hareketi teröristlikle suçlayıp tepeleme
fırsatı verilmiş demektir.
Bu
gençlere: "Bu işten vazgeçin... siyasi otoriteyle çatışmaya girmeyin,
çünkü bunun arkası gelmez. Eğitime yönelin..." denildiği zaman, bu sefer
umutları kırılır, bir çoğu elini eteğini çeker, büyük bir karamsarlıkla
köşesine çekilir. Sonra da zamanın çarkına kapılarak kaybolur gider.
Böylesine
duyarlı bir ortamda faaliyet gösteren islami hareketin muhtaç olduğu önderlik,
eğitim konusunu eksiksiz ele aldığı gibi insanlara: "siyasi otoriteyle
çatışmaya girmekten vazgeçin" diyen ve bu isteği yerine getirilen bir
önderliktir. İnsanlar, islami duyarlılıklarını yitirmeden, dağılıp gitmeden,
karamsarlığın veya zamanın girdabına girip kaybolmadan onun direktiflerini
yerine getirirler.
Hiç
kuşkusuz bu, son derece zor bir görev ve onun kadar da korunması zor bir
dengedir... Fakat bu, islamın ilk gariplik döneminde Mekke'deki müslümanların
yaşadığı durumun aynısıdır. Onlar, peygamber efendimiz tarafından çok yönlü
bir eğitime tabii tutuluyorlarken, aynı zamanda Kureyş'in iğrenç eziyetleriyle
de karşı karşıyaydı-lar. Bununla beraber peygamberimiz vahyin direktifi doğrultusunda
onlara, "Kureyşlilerle çatışmaya girmekten kaçının" diyordu. Onlar
da derin bir teslimiyet duygusu ile peygamberimizin buyruğuna uyuyorlardı.
Bununla beraber duyarlılıklarını yitirmiyorlardı. Liderlerinin buyruğunun
dışına çıkmıyorlardı. Tersine, gittikçe artan bir teslimiyetle ona bağlanıyor
ve Allah'ın rahmetine göz dikerek bekliyorlardı.
Elbette,
peygamber efendimizin, insanlık tarihi içindeki eşsiz önderliği düzeyinde bir
önderlik gelmeyecektir, ancak "Peygamber metodu" örnek olarak
sunulmuştur. Onun uygulaması bütün insanlık için yol göstericilik işlevini
görür. Bu gerçek ayette şu şekilde ifade edilmiştir:
"Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı
umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Resu-lullah en güzel bir örnektir.
"(Ahzab/ 21)
Fakat,
peygamberimizi -selam üzerine olsun- örnek alan ve "peygamber
metodunu" gerçek şekliyle uygulayan lider, liderlik için gerekli
niteliklere sahip üstün bir insan olmalıdır. Ayrıca şimdiki hassas dengeyi
koruyabilecek özel meziyetlere de sahip olmalıdır. Yüce Allah'ın, peygamber
efendimizin eliyle ilk gariplik dönemini sona erdirdiği gibi, şu anda
yaşadığımız ikinci gariplik dönemini sona erdirmesi için bu nitelikler
kaçınılmazdır. Bu, aynı zamanda Gariplerin, peygamber efendimiz -salat ve selam
üzerine olsun- tarafından belirlenmiş görevleridir:
"...
Ne mutlu Gariplere; insanların sünnetimden tahrif ettiklerini uygulamak
suretiyle hayata geçirirler. "(Tirmizi)
İstenen
niteliklere sahip, günün hassas şartlarım yeterli düzeyde kavramış bir önderlik
ortaya çıktığı zaman, en doğru hareket metodu bilindikten sonra dağınık durumdaki
grupların çoğu bu önderliğin etrafında kenetlene-cektir.
Eğer
cahiliye bu liderin varlığına tahammül edemeyip daha önceki liderlere yaptığı
gibi onu öldürecek olursa, bu ölüm dava için yeni bir doğuş olacaktır. Gerçek
hareket metodu bilindikten sonra dava meşalesi kesinlikle sönme-yecektir.
CAHİLİYENİN OKULLARINDA
ÖĞRENİM GÖREBİLİR MİYİZ?
İşte,
kendini Allah davasına adamış, gayretli ve samimi bazı gençlerin yanlış ve tehlikeli
tutumlarından biri daha...
Fakültenin
son sınıfına gelmiştir. Fakat birden okulu terkediyor. Çünkü
"cahiliye" kurumudur. Kıtkanat geçindiği bir iş bulup köşesine
çekilmiştir. Kendine göre nefsini ve onun isteklerini yenmiş, dünya hayatı ve
çekici nimetlerini elinin tersiyle itmiştir. Allah ve davası için her şeyden
soyutlanmıştır. Örnek hayatı kendi nefsinde gerçekleştirmiştir!...
Okul
ve enstitülerimizdeki müfredat programlarının açıkça cahiliye karekterli
olduğundan şüphe etmiyoruz. Düşünce savaşından sözederken vurguladığımız gibi
bu programlar bizi islamdan döndürmek için düşmanlarımız tarafindan belirlenmiştir.
Düşünce savaşında başvurulan en büyük ve en tehlikeli silahlardan biri
okullardaki müfredat programlandır. Bu programların, sürekli milliyetçilik,
ırkçılık, laiklik ve sosyalizm[153]
propagandasını yapması Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenleri açıkça övüp
göklere çıkarman bile büyük bir günahtır. Fakat gerçekte bu programların zararı
bununla sınırlı değildir. Bunlar, son aşamada kulları Allah'a kul olmaktan
çıkarmayı hedefleyen din karşıtı bir kültür, bir bilim oluştururlar.[154]
Ayrıca
biz, cahiliye kültüründen uzaklaşmaya -aniden-eğitimi yanda bırakmaya karar
veren her hangi bir gencin samimiyetinden de şüphe etmiyoruz. Buna rağmen o
genç, basiretsizliğini ortaya koyan korkunç bir hata işlemektedir. Bu kitapta
defalarca tek başına samimiyetin yeterli olmadığını, bunun yamsıra bir
müslümanın keskin bir ferasete, ileri görüşlülüğe sahip olmasının da gerekli
olduğunu vurguladık. Nitekim yüce Allah, peygamberimize de bu direktifi vermektedir:
"Ey Muhammedi De ki: 'Benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar
bilerek (ala basiretin) insanları Allah'a çağırırız. Allah'ı noksan
sıfatlardan tenzih ederim. Ben asla Allah'a ortak koşanlardan değilim.
"(Yusuf/ 108)
Bu
şekilde çekip gidenlerin gözardı ettikleri mesele kendi içinde bir çok gerçeği
barındırmaktadır:
Birincisi;
Eğer hepimiz, cahiliye kültürü ve bilimini öğreniyoruz gerekçesiyle kültür ve
bilimden uzaklaşırsak, düşmanlarımıza bize karşı kullanacakları önemli bir silahı
teslim etmiş oluruz. İnsanların duygularında islam davası cehaletle bir tutulacaktır.
Bilim, dinden uzaklaşma, dine ters düşme şeklinde algılanacaktır. Nitekim
islami uyanıştan önce durum bundan ibaretti. Düşmanlar insanları dinden nefret
ettirmek için bunu bol bol kullanırlardı. Bu incelememizin başında da
vurguladığımız gibi, islami uyanışın kozu, yeni daveti üstlenenlerin "efendi/seçkin"
kimseler olmasıydı. Bunlar, çağdaş ilerici kültürü almış, buna rağmen dine
dönmüşlerdi, insanları dine çağırıyorlardı. İşte bu, düşman için kötü bir
sürprizdi. Bu yüzden düşman islami uyanışa karşı nasıl bir strateji uygulayacağım
uzun süre tespit edemedi. Sonuçta korkunç kininden dolayı islami harekete
barbarca darbeler indirmeye kalkıştı. İşte bu darbelerin sonunda Allah'ın
planı gereği islami altyapı gelişti ve gençler daha çok İslama yönelmeye
başladılar.
Hangi
gerekçeyle olursa olsun eğer biz, bugün kültür ve bilimden uzaklaşırsak islami
hareket, islam aleyhinde yürütülen korkunç savaşta sahip olduğu günün en önemli
sebeplerinden birini yitirecek ve bizler yeniden uyanış önceki duruma döneceğiz.
Nasıl olduğunu bilmeden, hiç bir şekilde hesaba katmadan, insanların dinden
kaçması için islam düşmanlarına yardımcı olacağız.
İkincisi;
Bugün okullarda, üniversitelerde okutulan bilimin tümü yanlış değildir. Tümü
kaçınılması gereken zararlı bilgiler değildir.
Bu
bilgilerin cahiliye ruhuyla öğretildikleri bir gerçektir. Çünkü biz, pozitif
bilime ilişkin ders kitabımızda, yaratan Allah'tır. "Allah herşeyi
yarattı, sonra da gideceği yolu gösterdi."[155]
diyeceğimize, Tabiat yarattı diyoruz. Tabiatın falan varlığa şöyle şöyle
özellikler bahşettiğinden sözediyoruz. "Tabiat kanunlan"ınn kesin
olduğunu söylüyoruz.[156]
Sanki öğrencilere yüce Allah isterse de bu kanunları değiştiremez, durduramaz
denmek isteniyor. Bunlar körükörüne Avrupa kaynaklanndan tercüme edip üzerine
kendi adımızı koyduğumuz bilgilerdir. Avrupa da Kili-se'nin tutumundan dolayı,
bilimin bu din karşıtı kimliğe büründüğüne bakmadan ve bunun gerçek bilim olmadığını,
tersine ihtiras ve arzuların bilime bulaştığını düşünmeden olduğu gibi
aktanyoruz.
Bunlann
tümü doğrudur... Fakat bu, Tıbba, mühendisliğe, matematiğe ve diğer ilim
dallarına ihtiyacımızın olmadığı anlamına gelmez. Bu demek değildir ki, bütün
bunları hayatımızdan atabiliriz ve ancak o zaman doğru ve sağlıklı bir hayata
kavuşmuş oluruz. Bu tür ilimler canlılar için hayati öneme sahiptirler.
Gerekçemiz ne olursa olsun eğer bu ilimleri öğrenmeyecek olursak, varlığımızın bir
yönü eksik kalır. Aynı zamanda yüce Allah'ın bize yüklediği yeryüzündeki
Halifelik görevini yerine getirme hususunda yetersiz kalırız. Yeryüzü
Halifeliği; yeryüzüne egemen olmak, dünyayı inşa edip bayındır hale getirmektir.
Yüce Allah bu görev için Adem'e bütün isimleri öğretti, Ademoğullanna kulak,
göz ve kalp gibi organlar bahşetti.
"Allah sizi annelerinizin karnından birşey bilmez halde
çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalp vermiştir.
"(Nahl/ 78)
Üçüncüsü;
Bu ümmetin görevi, insanlığa yolgöstericilik yapıp onları hakka dayalı ilahi
hayat sistemine ulaştırmaktır:
"Böylece sizi insanlara şahid ve örnek olmanız için orta bir
ümmet kıldık. Peygamber de size şahid ve örnek-tir"(Bakara/ 143)
Bugünkü
islami hareket, sapık insanlığa bir mesaj taşımaktadır. Onlan bu mesaj
aracılığı ile hakka dayalı ilahi hayat sistemine ulaştırmayı amaçlamaktadır.[157]
Acaba, islami hareket genelde tüm hayatın, özelde de günümüz hayat biçiminin
çok önemli bir yönünden habersizse, o zaman insanlığa yol göstericilik
yapabilir mi? Yoksa, çağdaş cahiliye'nin bilgi birikiminden haberdar olması,
sonra da ona yol göstericilik yaparak hayat biçimim düzeltmesi mi gerekir?
Kuşkusuz bunu ancak bilgi ile yapabilir, cehaletle değil. Çünkü cehalet insanı
hiç bir olumlu sonuca götürmez.
Bizzat
yaşadığım bir deneyimi anlatayım:
Yüksek
öğretmen Enstütüsünde öğrenciyken, Freud üzerine yaptığım bir araştırma, çağdaş
batı hayat biçiminin boşluklarını ve batı düşüncesindeki sapıklıkları görmemi
sağladı. Bu sayede Eğitim ve psikoloji gibi konulara yönelik gerçek islami
yönteme ilişkin bilgim biraz daha arttı.
Bu
yüzden, yüce Allah'ın da belirttiği gibi şöyle diyorum:
"Bize bu gerçekleri gösteren Allah'a hamd olsun. Eğer Allah
bu gerçekleri bize göstermeseydi, kuşkusuz biz göremezdik." (A'raf/ 43)
Eğer
benim kalbim ve düşüncem batı "biliminden" habersiz olsaydı, bu
bilimin içindeki boşlukları nasıl bilecektim? Doğru düşünme yöntemini nasıl
öğrenecektim?
Hayır
hayır!... Bu gençlerin okulları bırakıp gitmeleri sadece din düşmanlarının
işine gelir.
"CAHİLİYE TOPLUMU" İÇİNDE
HANGİ GÖREVLERİ ALABİLİRİZ:
Her
şeyden önce "cahiliye toplumu" derken ne kastettiğimizi
açıklamalıyız. Çünkü islamın ikinci gariplik döneminde zihinleri bulandıran
kavram kargaşası içinde bu kavram da rahatlıkla yanlış anlaşılabilir.
Daha
önce de söylediğimiz gibi bu gün içinde yaşadığımız toplumlar cahiliye
toplumlarıdır. Çünkü bu toplumlar, Allah'ın şeriatı ile hükmetmiyor, onunla
yönetilmiyorlar. Cahiliye sistemleri ile yönetiliyor, cahiliye kanunlarını uyguluyorlar.
Ulu Allah'ın kitabında belirttiği gibi Allah'ın hükmünün dışındaki tüm hükümler,
cahiliye hükümleridir.
"Cahiliye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir millet için
Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır?" (Maide, 50)
Bu
ayet, Allah katında üçüncüsü olmayan iki tür yönetim biçimi olduğunu açıkça
ortaya koyuyor: Ya Allah'ın hükmü ya da cahiliye hükmü...
Fakat
biz bu toplumları Allah'ın indirdikleri hükümlerin dışındaki hükümleri
uyguladıkları için cahiliye toplumu olarak nitelendirdik. Meselenin bu
toplumlara mensup insanlann bireysel inançları ile ilgisi yoktur. Bu insanlar,
müslüman veya kafir olabilirler. Müslüman ve kafir karışık ta olabilirler.[158]
Toplumun niteliği, içinde bulunan bireylerin kişisel inançlarından çok
uygulanan yönetim biçimine bağlıdır. Bu da tıpkı, bir memleketin "Dar'ul
- İslam" veya "Dar'ul- Harp" olarak nitelendirilmesinde, o memleketin
vatandaşlarının bireysel inançlarından çok egemenliğin kaynağına bakılması
gibidir. Allah'ın Resulü hicret edip Allah'ın hükmünü egemen kıldığı sırada,
işin başında müslümanlar azınlık durumunda olmalarına rağmen
"Medine" Dar'ul islamdı. Müslümanlar Mısırı fethedip, Allah'ın
şeriatını uygulamaya başladıktan sonra, halkın çoğunluğu müslüman olmadığı ve
uzun süre öylece kaldığı halde orası da Dar'ul islamdı. Hindistan da Dar'ul
islamdı: Müslümanlar fethedip Allah'ın şeriatım egemen kılmışlardı. Bununla
beraber, islamın sekiz yüzyıllık egemenliği boyunca Hindu halka oranla
müslümanlar azınlık durumunda kaldılar. Günümüzde de aynı durum devam etmektedir.
Bunun tersi de doğrudur. Haçlılar islam alemine saldırırken, bir takım
Hristiyan devletler kurmuşlardı. Bunların bazıları ikiyüzyıl kadar yaşadılar.
Bu devletlerin sınırlan içinde yaşayan insanların çoğunluğu müslüman olmasına
rağmen oralar Dar'ul-Harpti.
Bu
gerçeği bildikten sonra, zorunlu olarak, Allah'ın şeriatını uygulamadıkları
için bu toplumları cahiliye toplumu olarak nitelendirmemizden dolayı gündeme
gelen diğer meseleyi ele almalıyız: "Bu toplumlardaki insanlara ne
diyeceğiz?"
Bu
meseleye ilişkin görüşümüzü daha önce belirtmiş ve şöyle demiştik: Şu anda
öğretme durumundayız, insanlar aleyhinde hükümler çıkaracak durumda değiliz.
Fakat biz, öğretme durumundayken yüce Allah'ın bu meseleye ilişkin hükmünü
açıklamalıyız. Ki, insanlar öğrensinler, Allah'ın hükmüne ilişkin net bilgiye
dayanarak tavırlarını belirtsinler.
Toplumun
cahiliye niteliği ise, şu şekilde açıklanabilir. Ortada bir "cahiliye
şemsiyesi" vardır. Bu şemsiyenin gölgesi Allah'ın indirdiklerinden başkası
ile hükmetmek şeklinde toplum üzerine yansımaktadır. Bu gölge, Allah'ın dinine
davet edenler de dahil herkesi kaplamaktadır. Bu gölgenin altında bulunan
insanların durumu peygamber efendimizin belirttiği gibi bu şemsiyeye yönelik
tavırlarına bağlıdır. Kim hoşnutsa ondandır. İnkar edene gelince, onun için
özel bir hüküm vardır:
"...
Onlara karşı eliyle cihad eden mü'mindir... Diliyle cihad eden mü'mindir...
Kalbi ile cihad eden mü'mindir... Bunların dışındaki insanlarda hardal tanesi
kadar iman yoktur. "(Müslim)
"... Ondan tiksinen uzaklaşmıştır, inkar eden kurtulmuştur.
Fakat hoşnut olan ve onları izleyen onlardandır" ( Müslim)
Toplumun
durumu ve Allah'ın bu durumdaki topluma ilişkin hükmü bu olduğuna göre, bu
toplumda görev almanın durumu nedir?
Müslümanlar
-yani Allah'ın indirdiklerinin dışındaki hükümleri inkar edenler- için aslolan
imkanlan ölçüsünde cahiliye yönetiminin baskısından uzak yerlerde bulunmalarıdır.
Fakat bu, herkesi kapsayacak şekilde genelleştirilemez. Çünkü geçim şartlan
birçok insanı, hem kendilerinin hem de bakmakla yükümlü oldukları insanların
geçimi için bu baskının altına girmeye zorlamaktadır. Görüldüğü gibi, bu da
bir çok insan için bir zorunluluktur. Şu halde bu insanların bu zorunluluğun
baskısı altında ne tür işlerde çalışmaları doğrudur?
Gerçekte
bu konuda en ince detayına kadar inmiş bir sınırlandırma yapılamaz. Fakat genel
olarak şunu söyleyebiliriz: Görev "otorite"ye yakın oldukça zorunlu
olarak müslümamn konumu da bu görevden uzak olacaktır.
Sözgelimi
müslüman bir doktar, tıpla ilgili görevlerde çalışabilir. Bununla beraber hayat
tarzının, vicdanının ve insanlararası ilişkilerindeki tutumunun temizliği ile
insanlara islamı sevdiren bir örnek olabilir. Aynı zamanda işi ile ilgili alanın
dışına çıkmadan, cahüiye sisteminin doğrudan müdahalesinden uzak bir şekilde
çalışabilir. Mühendis de öyle...
Ama
öğretmen -kaçınılmaz olarak- belli ölçüde üzerindeki cahiliye baskısına boyun
eğer. İslam dışı hayat sistemlerini öğretmek veya cahiliyenin direktifine
uyarak, Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyen Tağutları (zorbaları) göklere
çıkarmak gibi. Fakat, buna rağmen öğretmen, tertemiz davranışları ile, üstün
ahlakı ile, aşağılık davranışlardan uzak hayatı ile, kişiliği, dini ve ahlaki
üstünlüğü ile, pratik olarak islamın nasıl cahiliyeden farklı olduğunu
açıklayabilir.
Şu
da var ki, bu "görevliler" yaptıkları işin türüne göre cahiliyenin
baskısından uzak veya yakın bulunabilirler.
Fakat
hiçbir zaman bir müslüman "Bakan" olmamalıdır. .. Çünkü bu durumda
cahiliyenin dolaysız baskısı altına girecek ve hiç bir şekilde bu baskıdan
kurtulamayacaktır. En basitinden, inkar ettiği cahiliyenin hükmüne veya Allah'ın indirdiklerinden başkası ile hükmeden Diktatör Tağutlara
(zorbalara) bağlı kalacağına, onları koruyacağına yemin edecektir. Bir
müslüman, Allah'ın şeriatına ters düşen yasalara göre hareket edilen kurumlarda
da yer alamaz. Çünkü bu durumda Allah'ın hükmüne ters düşmekten kurtulamaz.
Daha
önce de söylediğimiz gibi bu konuda ileri sürülen hiç bir gerekçe bu eylemi
mazur gösteremez.
Fakat,
Hz. Yusufun -selam üzerine olsun- Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyen Krala
söylediği şu sözü kanıt olarak ileri sürmek bazı insanların hoşuna gidiyor.
Şöyle demişti Hz. Yusuf:
"Beni memleketin Hazinelerine memur et, çünkü ben, korumasını
ve yönetmesini bilirim. "(Yusuf/ 55)
Oysa
bu adamların kendi durumları ile Hz. Yusufun durumu arasında karşılaştırma
yapmaları yanlıştır.
Bir
kere Hz. Yusuf, Kral kendisine: "Bu gün sen yanımızda büyük yetki
sahibi ve güvenilir birisin"(Yusuf/ 54) demeden, "Beni
memleketin hazinelerine memur et" dememiştir. Yani Kral kendisine
yüksek bir makam ve büyük yetkiler tanımıştır. Dolayısıyla Hz. Yusuf,
başkalarının emrinde bir memur değil, sözü dinlenir bir amir konumundaydı.
İşte
meselenin canalıcı noktası, iki durum arasındaki yol aynmı budur...
Allah'ın
indirdikleriyle hükmetmeyen bir cahiliye yönetimi, bir müslümana! "Gel,
her hangi bir bakanlığı üstlen. Tasarlayıcı ve uygulayıcı sen ol. Senin işine
karışmayacağımız gibi bütün emirlerini de eksiksiz uygulayacağız" dese,
bu durumda o müslümamn öneriyi kabul edip üstesinden gelebileceğine inandığı,
ayrıca davası için bir dayanak, Allah'ın şeriatını uygulamak için bir fırsat
olarak kullanabileceğini düşündüğü bakanlık görevini üstlenmesinde bir sakınca
yoktur. Fakat, günümüzde böyle bir şeyin olması mümkün müdür?
Böyle
bir şey olmayacağına göre, davanın elde edeceği bütün geçici kazançlar
-Kuşkusuz dava böyle bir durumda kimi geçici başarılar elde eder.- Allah'ın
indirdikleriyle hükmetme meselesinin halk kitleleri nezdindeki ciddiyetini ve
önemini yitirmesine sebep olabilir. Ayrıca islami yönetimin kurulup egemenliğinin
pekişmesi için vazgeçilmez olan "Müslüman altyapının" oluşmasının
gecikmesi ile meydana gelen zaran karşılayamaz.
İSLAM DÜZENİNİN İYİLİKLERİNİ ANLATMAKLA
İNSANLARI İSLAMA YÖNELTEBİLİR MİYİZ?
Diyorlar
ki: "Teşvik etme... 'Kalpleri ısındırma' amacı ile özellikle gençlere
islam düzeninin iyiliklerim anlatmalıyız. Çünkü gençler fikir savaşında çağdaş
düşünce akımlarının özellikle Demokrasi ve sosyalizmin yıkıcı propagandasının
etkisine açık durumdadırlar. Bu yüzden islam düzeninin söz konusu düzenlerden
daha üstün olduğunu anlatmalıyız. İslama ilişkin sağlıklı bir bilginin olmadığı
bu dönemde fikir savaşının neden olduğu düşünce kargaşasını ancak bu şekilde
önleyebiliriz."...
Her
hangi bir yazarın islam düzeni ile ilgili bir kitap yazmasına itirazımız yok.
Fakat gözönünde bulundurmamız gereken bir takım sakıncalar sözkonusudur.
Birinci sakınca; İslami savunmaktır!
İslami
itham altında görüp kalemlerimizi savunma amacı ile bilememiz, uzak durulması
gereken son derece yanlış bir yöntemdir. Çünkü ilahi hayat sisteminin
suçlamalardan kurtulmak için insanlann savunmasına ve yapılan suçlamalardan
beraat ettiğinin insanlar tarafından duyurulmasına ihtiyacı yoktur. Allah'ın dininin,
hareket alanının aklanması için herhangi bir insanın kendi kafasından
söyleceği bir söze ihtiyaç olduğunu düşünmemiz, inancımızda büyük bir eksiklik
olduğunun açık kanıtıdır.
Tersine
insanlar her zaman islami gerçeklerin kendilerine anlatılmasına muhtaçtırlar:
"Sana, insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur'anı indirdik.
Belki düşünürler. "(Nahl/ 44)
Şu
halde en doğru hareket metodu islami gerçekleri insanlara açıklamaktır. Çünkü
bütün kuşaklarıyla birlikte insanlık bu açıklamaya her zaman muhtaçtır.
Özellikle çağdaş kuşağın, islamın ikinci gariplik döneminde, islami gerçeklere
ilişkin koyu bir cahalet içinde olduğu için böyle bir açıklamaya son derece
muhtaçtır. Onlara islami gerçekleri açıklarken, bilgisizliklerinden dolayı
zihinlerinde uyanan veya düşmanlann müslümanlan dinlerinden döndürmek için
yaydıkları kuşkular üzerinde durup konuyla ilgili gerçeği açıklamak suretiyle
söz konusu kuşkulan gidermeye çalışmamızda herhangi bir sakınca yoktur.
Fakat
islami savunmaya gelince; bu yöntem başta kendim olmak üzere bazı islamcı
yazarlann içine düştükleri bir tuzaktır. Bu yazarlar, müsteşriklerin ve islam
düşmanlarının "kültürlü" gençleri dinlerinden döndürmek için
başlattıkları kesintisiz ve ölümcül saldırılar karşısında ruhlarda başgösteren
iç hezimetin sonucu böyle bir yönteme başvuruyorlardı.
İlk
dönemlerde, düşmanların yaydıkları bu tür şüphelere cevap vermek amacı ile
"islamın etrafındaki şüpheler" kitabını yazmıştım. Aslında kitap
bilinen anlamda bir "savunma" niteliğinde değildir. Daha çok çağdaş
Batı cahili-yesine yönelik sert hücumlar içeriyordu. Bu durum, çağdaş bir
müsteşrik olan ffNılferd Cantol Smitlfin ilgisini çekmiş
ve "modern Tarihte islam" adlı eserinde bu kitaptan öfkeli ifadelerle
sözetmiştir.
Buna
rağmen, kitabın yedinci baskısının önsözünde, kitabın yöntemine katılmadığımı
belirtmiş ve uyulması gereken doğru metoda ilişkin görüşümü: "Yapılması
gereken, her şeyden önce insanlara islami gerçekleri anlatmaktır, şüpheleri ortaya
koyup onlara cevap vermek değildir" diye yazmıştım. Yine o önsözde, bir
kaç kere söz konusu kitabı, şayet basılmasaydı ve çoğu zaman iznim ve bilgim
dışında bir çok dile cevrilmeseydi, eserlerim arasından çıkarmayı düşündüğümü,
fakat sonunda olduğu gibi bırakmaya karar verdiğimi, bununla beraber kitabın
yönteminin yanlış olduğunu, bu tür şüpheler karşısında izlenecek doğru
yöntemin bu olmadığını vurgulamıştım.
İkinci
sakınca: yazarın islami savunmaya yönelik arzusundan dolayı İslama yabancı
olan bazı kavramların literatürümüze girmesidir. Bu da önceki gibi,
düşmanların saldırıları karşısında içine düşülen ruhsal hezimetin bir sonucudur.
İslam,
"çağdaş uygarlığın kadına verdiği tüm hakları tanıyor" dediğimiz
zaman...
İslam,
"sadece müslümanlara yönelen saldırılan bertaraf etmek için, yani savunma
amacı ile savaşın" dediğimiz zaman...
"Özel
mülkiyetin varlığı zararlı olmaya başlayınca helal yoldan elde edilmiş olsa
bile islami yönetimde devlet, şahısların mallarına el koyabilir veya millileştirebilir,"
dediğimiz zaman...
İslam
"beşeri düzenlerin kültür birikimlerine açılmaya, onlardan yararlanmaya
karşı değildir veya islam demokratik yahut sosyalist bir düzendir"
dediğimiz zaman...
Bazı
iyi niyetli yazarların kitaplannda yer verdikleri bu ve benzeri sözler söylediğimiz
zaman, bu tür bir "savunma" ile biz İslama hizmet etmiş olmayız.
Aslında Allah'ın dini açısından bu yöntem gerçek bir savunma da sayılmaz.
Biz, bu tutumumuzla, islamın berrak gerçeğini bulandırmış, bilinçli veya
bilinçsiz olarak islamda olmayan şeyleri ona maletmiş oluruz.
Çünkü
çağdaş cahiliye uygarlığı "Kişisel Özgürlük" adı altında erkeğe
verdiği gibi kadına açılıp saçılma, ahlaksızlık, edepsizlik hakkını vermiştir.
Peki islam bir kadın veya erkeğin böyle yapmasına izin verir mi? Batı uygarlığı,
kadın erkek eşitliği maskesi altında kadının erkekleşmesine ve kadınlığının
bozulmasına çalışıyor. Acaba islam bunu hoş karşılar mı? Yine bu uygarlık kadım
erkeğin egemenliğinden çıkarmaya ve kadının erkeğe düşman gözüyle bakmasını
sağlamaya çalışıyor. Peki islam, cahiliyenin kadını böylesine tersyüz
etmesini, yüce Allah'ın iki eşin yaratılışına dayanak kıldığı hikmetin dışına
çıkarmasını, iki eş arasındaki ilişkiyi huzur, sevgi ve şefkatten uzaklaştırıp
bunalıma, rekabete, ayrılık ve parçalanmaya dönüştürmesini hoş karşılar mı?
"İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp;
aranızda muhabbet ve rahmet varetmesi O'nün varlığının belgelerindendir."(Rum/
21)
Aslında
iğrenç müsteşrikler Kadın konusunda İslama saldırılarda bulunup, çeşitli laf
oyunlarıyla "islam kadım küçümsüyor, ona insani haklarını vermiyor"
derken, bazı insanların kuşkusuz iyi niyetle çıkıp islamı savunmak amacı ile "Kesinlikle bu suçlama doğru değildir. İslam, çağdaş
medeniyetin verdiği tüm haklan kadına vermiştir." demelerini
amaçlamaktadır. Böylece islamı savunduklarını sanan bu insanlar kendileri için
kurulan tuzağa düşüyorlar ve kadının içine düştüğü fıtrat ve ahlak bozukluğunu
islam şemsiyesi altına sokuyorlar... Müsteşriklerin hayranlarından bazıları da
-iyice tuzağa düşerek- şöyle diyorlar: İslam kadını ezmez, onu horlamaz. İslam
gelişme ve ilerlemeye elverişli uygar bir düzendir. Onu anlamayanların ileri
sürdükleri gibi donuk ve katı bir sistem değildir. Biz de onların yazdıklarına
delil arıyor ve diyoruz ki: İnsaflı(!) Müsteşrikler de islamın ilerici ve uygar
bir sistem olduğunu kabul ediyorlar(!)
Buna
benzer bir konu da "savunma savaşı" meselesidir.
Müsteşrikler
durmadan İslama saldırıyor ve "islam kılıç zoruyla yayılmıştır"
diyorlar. Amaçlan bellidir. Bazı iyi niyetli insanların çıkıp
"Kesinlikle... islam sadece kendim savunmak için savaşır" desin ve
böylece kurulan tuzağa düşsünler. Yani müslümanlar islamı yaymak için cihad etme
düşüncesini akıllarından çıkarsınlar. Çünkü islam düşmanlan cihaddan korktuklan
kadar başka hiç bir şeyden korkmazlar.
Kuşkusuz
islam yüce Allah'ın emri uyannca kılıç kullanır. Fakat inanç sistemini
insanlara zorla kabul ettirmek için değil, gerçeği insanlardan gizleyen
cahiliye rejimlerini ortadan kaldırmak için. Cahiliye düzenleri bertaraf edilince
artık insanlar özgürdürler, islam inancını kabul etmeye zorlanmazlar. Nitekim,
Mısır'da Kiptiler, Suriye ile Lübnan'da Hristiyanlar ve Hindistanda Mecusiler
islam inancını kabul etmeye zorlanmaksızın günümüze kadar varlıklarını
sürdürmüşlerdir.
Komünistler de ferdi mülkiyete izin veriyor diye
İslama yoğun saldırılarda bulunmaktadırlar. Onlann da amaçları bellidir. Bazı
insanlar çıkıp, islamı savunmak amacı ile: "Kesinlikle!... islam 'toplumsal
adaleti1 gerçekleştirmek için devlete fertlerin mallarına el koyma,
millileştirme yetkisini vermiştir" desinler ve kurulan tuzağa düşsünler.
Yani sosyalizmi islam şemsiyesi altına soksunlar. Komünizmin, islam dünyasında
gerçekleştirmek istediği başlıca hedef budur. Çünkü, Rusya'nın direktifi ile
belirlenen strateji şudur: Müslüman ismi taşıyan komünizm propagandacıları, düşüncelerine
islamdan kılıflar bulacaklar. Bununla beraber islamı gerçek mahiyetinden
uzaklaştırıp sosyalizm kisvesine büründürecekler. Böylece islam memleketlerindeki
komünizm savaşı daha kolay yürütülecek.
İslam,
toplumsal adaleti sağlamak ve şer'i amaçlara ters düşmekten dolayı bozulan
toplumsal dengeyi yeniden kurmak için özel yöntemlere başvurur. Ama bu özel yöntemlerden
biri, helal yoldan kazanılan mala el koymak veya millileştirmek değildir.[159]
Tabii konuyu burada geniş boyutlarıyla ele alma imkanına sahip değiliz. Sadece,
islamı savunduğunu sanan, iyi niyetli kişilerin tuttukları yanlış yola dikkat
çekmek istedik.
İslamın
beşeri kültür birikimine ve insan aklının ürünü düzenlere açık olduğu meselesi
de öyle...
Hiç
kuşkusuz amacı islamı cıvıklaştırmaktır, berrak or-jinalitesini bozup onun
"başka düzenlere kanşmaz, onlarla kaynaşmaz benzersiz ilahi düzen"
kimliğinden uzaklaştırmaktır:
"Böylece sizi insanlara şahid ve örnek olmanız için ör-
tada bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahid ve örnektir."(Bakara/
143)
"Allah'ın verdiği renge uyun; rengi Allah'ınkinden daha
güzel olan kim vardır? 'Biz O'na kulluk edenleriz' deyin "(Bakara/ 138)
"Cahiliye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir millet için
Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır." (Maide/ 50)
Böyle
bir görüşü savunanlar -bilinçli veya bilinçsiz olarak- batı sistemleri
karşısında duydukları ezikliği, ruhsal hezimeti dışa vurmuş oluyorlar. İslamın
bu tür sistemlerden yararlı ve amacına ters düşmeyen yönleri olabileceğini söyleyerek
islamı insanlara şirin göstermeye çalışıyorlar. Sanki içten içe islam
sisteminin yalnız başına yeterli olacağından kuşku duyuyor gibidirler. Veya
sanki islam, bu tür düzenlerden alıntı yapmaz, onlarla kaynaşmaz diyecek
olurlarsa, islamdan uzaklaşanlar gittikçe uzaklaşır, artık davete kulak
vermezler endişesi içindedirler.
İslamı
sevdirmek, bir amaçtır... Ama onun gerçek mahiyetini çarpıtarak değil...
islamda olmayan bir şeyi ona maletmekle değil... "Kalpleri
ısındırmak" amacıyla ilahi yol göstericilikten uzak cahiliye sistemleri
ile uzlaşmaya gitmek, onlara şirin görünmeye çalışmak değildir.
"Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana
yumuşak davransınlar. "(Kalem/ 9)
Kalpleri
İslama ısındırmak, onu Allah'ın indirdiği şekliyle, orjinal berraklığı içinde
kapsamlı ve eksiksiz bir hayat sistemi olarak sunmakla olur. Onun, Allah'ın
hayat sisteminden ayrılan beşeri sistemlerden yapılacak yamalara ihtiyacı yoktur:
"Bu gün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi
tamamladım, din olarak sizin için islamiyeti beğendim." (Maide/ 3)
Müslümanlar,
islam ile Beşeri düzenleri birbirleriyle kaynaştırma yoluna girmeden, insan
düşüncesinin doğru olan yönlerinden yararlanırlar. Çünkü Allah'ın sanatı insan
yapısı ile karışmaz, onunla kaynaşmaz. İslam-demok-rasi, islam-sosyalizm
arasında olduğu gibi arasında benzerlikler, ortak yönler varmış gibi görünse
de bu yanıltıcıdır.
İslam
ile bu düzenler arasında bazı benzerlikler olduğu doğrudur. Fakat doğrusu
-hatta tarihsel determinizm açısından- bazı beşeri düzenlerin İslama
yaklaştıklarını veya bazı noktalarda İslama benzediklerini söylemektir. Bunun
tersi doğru değildir. Beşeri düzenler asılmış gibi, onlar daha önce varmış da
islam onlardan esinlenmiş, onlardan alıntı yapmış gibi davranmak yanlıştır.
Ayrıca
şunu da söylemek zorundayız: İslam ile bu beşeri sistemler arasındaki kimi
alanlardaki görünüm benzerliği bu sistemlerin dayandıkları temel ile islamın
dayandığı temel arasındaki büyük farklılığı bize unutturmamalı-dır. İslamın
temelinde kulluk sunulan merci Allah'tır. Kanun koyucu Allah'tır. Diğer
sistemlerin temelinde ise kulluk sunulan merci Allah ile birlikte veya O'nsuz
başka tanrılardır. Kanun koyucu, heva ve hevesine uyan, ihtiraslarına göre
hareket eden, kapsamlı ve her şeyi kuşatıcı ilimden yoksun insandır. Bu yüzden,
kulluk sunulan merci gerçek ilah olduğu zaman insanın insanlığı gerçekleşir.
Ama kulluk sunulan merci, Allah'ın dışında vatan, millet, ideoloji, lider veya
dolar gibi düzmece ilahlar olunca insanın insanlığı yarım kalır. O zaman, yasama
yoluyla insanlann bir kısmı, diğer kısmına kulluk eder. Kanun koyucu her şeyi
bilen ve herşeyden haberdar olan Allah olunca eksiksiz adalet gerçekleşir.
Kanun koyucu insan olunca, adalet hep yarım yamalak kalır. O zaman bir yönüyle
zulüm hep ayakta kalır. İnsanlar bu zulmü değiştirmek istedikçe yeni zulümler
işler.[160]
Üçüncü sakınca ise; daha önce işaret ettiğimiz gibi
"islam sadece çağdaş sorunlan çözümlemekle kalmaz, aynı zamanda en üstün
çözümü getirir" savım kanıtlamak için günün sorunlarına ayrıntılı çözümler
bulmanın peşine düşmektir.
Bu
sakınca şundan ileri geliyor: Daha önce de değindiğimiz gibi bu pratik
çözümler, gerçekte pratik değildirler. Çünkü uygulanamazlar. Kuşkusuz bizzat
uygulanamaz nitelikte oldukları için değil. Fakat mevcut çözümlerin en üstünü
olsalar bile, pratikte onlan uygulayacak kimse bulunmadığı için. Örneğin
-kendi yanımızda, bu pratik çözümlerle ona hitap ettiğimizi varsaydığımız-
Batı, bizimle ilgilenmez, sözlerimizi dinlemez bile. Çünkü müslüman değildir.
Onunla islam arasında engel oluşturan Haçlı zihniyeti, Batının bizim, onun
sorunlarına elindeki tüm çözümlerden daha üstün çözümler bulduğumuza ilişkin
mesajımızı dinlemesini önleyecek kadar yoğun ve katmerlidir. Batılılar arasında
müslüman olanlar da bizim sunduğumuz pratik çözümlerden dolayı değil, ruhsal
açlık hissettikleri için müslüman oluyorlar.
Müslüman
genci -veya islamdan kaçtığı halde müslüman ismini taşıyan genci- İslama
döndürmenin yolu, islamın çağdaş sorunlan çözecek pratik çözümler üretebildiğine,
demokrasi ve komünizmden daha üstün yollar önerdiğine inandırmak değildir.
Buna gerçekten inansa bile o zaman sana şöyle diyecektir: "Gidin islami
yönetiminizi, islam düzeninizi kurun, o zaman sizi destekleriz "... Çünkü
söz konusu genç -insanı uygulamaya zorlayan- inanç noktasından davet edilmemiştir.
Sadece akli düşünme noktasından davet edilmiştir. O da insanı yerinden kımıldatmaz,
özellikle harekete geçmek, işkencelere uğramak, sürgün edilmek, öldürülmek
anlamına geliyorsa!...
Batılı
sistemleri fiilen uygulayan, güçlü, kuvvetli egemen devletler vardır. İslam
düzeni ise gençleri üstünlüğüne inandırsak bile güçlü, kuvvetli ve egemen bir
devlet tarafından uygulanmıyor. Bu yüzden beşeri düzenlere yönelenler "Demokrasi
dükkanında", "komünizm dükkanında" satılan hazır mallar bulacaklardır.
İslam tarafında ise, mevcudu bulunmayan malların pazarlandığını göreceklerdir.
Pazarlamacı, benim satmak istediğim mallar o dükkanlarda gördüklerinden
üstündür dese bile her hangi bir değişiklik olmayacaktır. Eğer müşteri
"inanan" biri değilse, sana rahatlıkla şöyle diyecektir: Sen malını
getirdiğin zaman senden alırım. Ama şimdi hazır olanı alacağım. Bu yüzden her
zaman, davetin kapısı inançtır diyoruz. Bu da "Lailahe İllallah,
Muhammedun Resulullah" kapısıdır. İnanç kapısından girmeyenin gözü hep
dışarda olacaktır.
Bizim,
insanlara anlatmakla yükümlü olduğumuz, inanç, siyaset, ekonomi, eğitim ve
toplumsal yapıya ilişkin dinin değişmez değerleridir.
Bu
değerleri, her müslüman kuşağa, anlayacakları bir dille, yaşadıktan deneyim ve
karşılaştıkları sorun aracılığı ile anlatmak bir görevdir. Bununla beraber
tarihte eşi görülmemiş bir kavram kargaşasını yaşayan, düşüncesi karışan,
duygulan şaşkına dönen günümüz kuşağına bunlan açıklamak ise çok daha zorunlu
bir görevdir.
Bu
meseleleri bilmek, mü'minin imanım daha da kök-leştirir. Dinine ilişkin
gerçekleri öğrendikçe inancı pekişir. Gerçeği samimiyetle araştıran bazı
şaşkınlar kendine gelir, boşluktan kurtularak doğru yola ulaşır.
Burada
şöyle bir soru yöneltilebilir: Siyaset, ekonomi v.s. konularına ilişkin
"değişmez temellerden" sözetme-mizle, ayrıntılardan sözetmemiz
arasında ne fark var? İs-lamdan kaçanlann "islami pratik çözümlerin"
daha üstün olduğuna inandıktan sonra geri dönmeleri açısından ay-nntılara
girmek daha uygun bir yol değil midir?
Ama
mesele gerçekte böyle değildir.
Çünkü
"pratik çözümler" arayan kişi, genellikle, en kötü anlamıyla
"realisttir". Eğer hazırda herhangi bir mal bulamazsa veya realiteyle
uyuşan bir pratik göremezse, başka mağazalara bakacaktır. Fakat
"temelleri" ve "değerleri" araştıran kişi köktencidir,
gerçeğin peşindedir. Onu gördüğü yerde hemen ilgi duyar, sonra ona inanır,
ardından hayata geçmesi için cihad eder.
Dördüncü sakınca; Düşmanlarımızın hedefi, gerçeği öğrenmekten
çok müslümanlan, gerçekleşmesi için çalıştıkları amaçları hakkında
karamsarlığa düşürmek için önümüze sürdükleri problemler aracılığı ile yavaş
yavaş bizi kendilerine uyruk haline getirmeleridir.
Örnek
olarak"siyaset teorisini" ele alalım.
Sana
diyecekler ki; "islamın bir siyaset teorisi yoktur. Veya davet görevini
yürüten müslümanlar siyaset teorisine ilişkin netleşmiş bir düşünceye sahip
değildirler. Şu halde nasıl devlet kuracaklar?"
Bazı
samimi kimseler de islamın bir siyaset teorisinin olduğunu kanıtlamak amacı ile
önlerine uzatılan bu oltaya takılırlar. Bu teoriyi, kitap, sünnet, Hz.
Peygamber dönemi ile dört halife dönemindeki fiili uygulamadan örnekler
getirerek açıklamaya çalışırlar. Şayet Allah dilerse bununda iyi yönleri olur.
Fakat, acaba bu sorunu ilk önce ortaya atanlar, bu "meydan okuma"nın
bilimsel detaylı ve köklüce cevaplandınldığım gördükleri zaman susarlar mı?
Kesinlikle
hayır! Çünkü daha baştan itibaren amaçları gerçeği öğrenmek değildir.
Sonra
şunu diyecekler: -nitekim fiilen dediler de- ülke-lerinizdeki azınlıkları ne
yapacaksınız?[161] Amerika
ve Rusya'yı ne yapacaksınız? Dine dayalı devlet düşüncesini onaylamayan uluslararası
kamuoyu karşısında ne yapacaksınız? gibi onlarca, yüzlerce soru...
Eğer
onlara "şu halde ne yapalım?" diye soracak olursan, sonunda
göreceksin ki, siyasi kimlikleri uyarınca, yani Rusya veya Amerika'dan
hangisine kul olmuşlarsa, senin de onlardan birine uymanı isterler. İlmi
tartışma veya mevzuyu inceleme adı altında seni bu hedefe sürüklediklerini
farkedersin.
Şayet,
islami gerçekleri açıklamak şeklinde ifade edebileceğimiz asıl çizgimizi
unutup, onların durmadan önümüze çıkardıkları ve bu gidişle de
vazgeçmeyecekleri sorunların peşine düşersek, emeğimizin gereksiz yere harcanması,
uğruna düşünce ürettiğimiz, araştırma yaptığımız, yazı yazıp insanlara
tanıtmaya uğraştığımız asıl hedefimizi kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya
kalırız. Zaten düşmanlarımızın amacı da budur. Israrla bu tutumlarını sürdürmeleri
bu yüzdendir. Bizim karanlık bir yola canla başla koyulduğumuzu gördükçe hain
bir iştahla ellerini ovuştururlar.
Gayri
müslim azınlıkların varlığı, Rusya ve Amerika'nın yolumuza taş koyması,
uluslararası kamuoyunun istememesi gibi problemler, Allah'ın hükmünü yeryüzüne
egemen kılmaya ilişkin Rabbani yükümlülüğü ortadan kaldırmaz.
Az
önce sıraladığımız bu tür engellerden dolayı, bu yükümlülüğün müslümanlarm
omuzlarından kalktığına inananlar, Allah'ın ilim ve hikmet sıfatını yok
sayıyorlar. O'nun kudret ve kuvvet sıfatını hesaba katmıyorlar. Sanki onlar,
yüce Allah'ın (haşa) ilerde islamın hakimiyetini önleyecek şartların ortaya
çıkacağını bilmediğini varsayıyorlar. Onlara göre yüce Allah (haşa)
gerçekleşme imkanı olmayan, hikmetle çelişen bir yükümlülük yüklemiştir
müs-lümanlara. Yine onların iddialarına göre yüce Allah mü'minlere yardım
edecek, yardımı ile onları destekleyecek durumda değildir. Çünkü Rusya ve
Amerika (haşa) ondan daha güçlüdür.
Ulu
Allah bizim kendisine inanmamızı ve uğrunda cihad etmemizi şart koşmuştur.
Bunun ötesini kendi üzerine almıştır.
Bu
gün gözlerimizle Afganistanda mucizeye benzer gelişmeler görüyoruz. Her türlü
silah'tan (aşağı yukarı) yoksun bir halkın, kesintisiz altı yıldır, tarihte
benzeri görülmemiş bir vahşete, bir barbarlığa karşı yürüttüğü destansı mücadeleyi
seyrediyoruz. Buna rağmen
düşman, mü'min mücahitlerin direnişini kıramıyor.
Bu
tür mücadeleleri başlatanlarla sürekli tartışmak, onlann ikna olmalarına
yolaçmaz. Çünkü onlar gerçeği ortaya çıkarma amacında değildirler. Onların
kinleri de bitmez. Onlar her halükarda islamdan hoşlanmazlar. Onlar bundan
sonra da şu veya bu beşeri güce kulluk sunmaya devam edeceklerdir:
"Sen onları iftiraları ile başbaşa bırak"(En'am/ 112)
Son
olarak dikkat çekmek istediğimiz sakınca ise, "ilmi
araştırma" sorununun yavaş yavaş bizi "islami bir altyapı" oluşturmak
için vazgeçilmez nitelikte olan eğitim görevinden alıkoymasıdır. Daha önce
buna işaret etmiştik. Böyle bir durumda biz gereksiz işlerle meşgulken bizden
istenen her türlü görevi yaptığımızı zannedebiliriz.
Bir
grup araştırmacının, hareket, insanlarla iletişim kurma ve eğitim görevini
yürütmeden çok bu tür konularla uğraşmasında bir sakınca yoktur. Fakat bütün
bir cemaatin bu işe yönelmesi, sonra da islami harekette üstüne düşeni yerine
getirdiğini sanması tehlikelidir... Çünkü bu, sonuçta hareketi öldürür ve
araştırma konuları arttıkça islami altyapı da daralır.
AŞIRILIK
Karekter
olarak aşırılığı sevmem. Sadece bu meselede değil. Her konuda öyleyim.
Aslında
bu meselede söylenecek çok söz vardır.
En
başta, islami hareket alanında faaliyet gösteren bazı cemaatlerin ve bazı
gençlerin aşırı gittikleri doğrudur. Fakat bunların sayısı, belli bir amaç için
tüm hareketi aşırılıkla suçlayan abartmacıların göstermeye çalıştıkları kadar
korkunç boyutlarda değildir.
İster
nefret ettirme, ister teşvik etme, ister kışkırtma amacı ile olsun aşırılığı
tasvir ederken abartılı ifadelerle olayı olduğundan korkunç gösterenler, sakal
bırakan her delikanlıyı, örtünen her genç kızı veya Allah'ın şeriatının
uygulanmasını isteyen her kişiyi aşırılıkla nitelendirirler.
Kuşkusuz
sakal bırakan her bin delikanlıdan biri veya islami öçlülere göre örtünen her
bin genç kızdan biri yahut Allah'ın şeriatının uygulanmasını isteyen bin
insandan biri aşın davranışlarda bulunabilir. Fakat o bin kişinin tümünü
aşırılıkla nitelendirmek, islami hareket ile kitleler arasında nefretten bir
duvar örme amacına yöneliktir.
Maksat,
hızla gelişen islami hareketi durdurmak, gelişmesini önlemektir. Bununla bütün
islami hareketi aşırılıkla nitelendirmek böylece Allah'ın şeriatının
uygulanmasını isteyen müslümanlan ezmek isteyen Diktatör zorbaların eline bir
bahane vermektir.
Şu
halde, aşırılığa karşı eserler veren islamcı yazarlar sözlerinin nereye
vardığına baksınlar. Bu sözlerin, islami hareket içindeki en ılımlı gruplar
aleyhinde bile nasıl kullanıldığına baksınlar...
Yüce
Allah, kitabında şöyle buyuruyor:
"Allah'tan başka yalvarıp yakardıklarına sövmeyin ki onlar da
bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler." (Enam/ 108)
Asılsız
ve düzmece oldukları halde, zerre kadar gerçeklik payı taşımadıkları halde ulu
Allah, müşriklerin Allah'ı bir yana bırakarak kulluk sundukları sahte tanrılara
sövülmesini yasaklamıştır. Çünkü böyle yapmak, Allah düşmanlarının islamın
kutsal değerlerine sövmelerine neden olabilir. Şu halde sırf aşırılığı
sevmediğimizi vurgulayalım veya kendimize yönelik aşırılık suçlamasından
kurtulalım diye Batıl taraftarlarına kalemlerimizle nasıl yardımcı olabiliriz?
Sonunda bize karşı kullanılacak bir silah nasıl veririz düşmana? Şu atasözü bu
durumu çok güzel ifade etmektedir: "Aslında beni, beyaz öküzü yediğin gün
yemiştin."[162]
İkincisi; ileri gidiyorlar diye aşın gruplara savaş açanlar,
ılımlılığa, orta yolculuğa dönülmesi gerektiğini ileri sürenler, aslında o
gruplara karşı bu sebepten dolayı savaşmıyorlar. Gençleri, Allah'ın şeriatının
uygulanması hususunda ısrar etmeye, Allah'ın şeriatından başka yönetim
biçimini kabul etmemeye yönelttiği için savaş açıyorlar. İşte onların istemedikleri,
kabul edemedikleri budur. Şu halde aleyhinde savaş başlatılan islamdır, aşırı
gruplar değil. Gerçekte, islami insanların pratik yaşayışı haline getirme
isteğidir yasak olan. Çünkü düşmanlar, islamın bu şekilde kalmasını istiyorlar.
Yani islamsız islam.
İslama
savaş açanlar, aşırılık aleyhtarlığı maskesinin arkasına saklansalar da, şu
gerçek her türlü perdenin gerisinden açıkça görülecektir: Gerçekte savaşılan
islamdır ve yeryüzünde yokedilmek veya sürülmek istenen de müs-lümanlardır:
"Milletinin cevabı sadece, onları kasabanızdan çıkarın, güya
onlar temiz kalmaya uğraşan insanlarmış demek oldu." (A'raf/ 82)
Bu
konuda söylenecek son söz şudur: Aşırılığa yol açan ve onu uygulamalarıyla
sürekli besleyen, Allah'ın indir-dikleriyle hükmetmeyen, dolayısıyla Allah'ın
şeriatının egemen olmasını isteyen müslümanlan katleden, kurşuna dizen
yönetimlerdir.
Yoksa...
Eğer bu yönetimler yüce Allah'ın emrettiği şekliyle Allah'ın indirdikleriyle
hükmetselerdi, aşın uçlar nereden türeyecekti?
Eğer
Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyen bu yönetimler, en azından "Lailahe
illallah Muhammedurresulullah" diyen herkesin boynunun borcu olan Allah'ın
şeriatının uygulanmasını isteyen müslümanlara "adi" suçlulara verdiği
hakları tanısaydı, onlara da kendilerini savunma fir-satını verseydi, onlan
yapsın, yapmasın bazı eylemleri itiraf etmeye zorlamak için işkence
yöntemlerine başvurmasaydı. Zora dayalı ve şeriata uygun olmasalar bile normal
yasaları onlar için de işletselerdi, en azından böyle yapsalardı, aşın
hareketler nerden türeyecekti?
Şunu
hiç bir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız: Aşırılığın yayılıp beslenmesinin en
başta gelen ve en büyük etkeni, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyen, Allah'ın
şeriatının egemen olmasını isteyen müslümanlara karşı tarihte eşi görülmemiş
barbarca baskı ve sindirme yöntemlerini uygulayan bu günkü yönetimlerdir. Şunu
da unutmamalıyız ki; Bu yönetimler aynı anda üç suç birden işlemektedirler.
Birincisi, şeriatının uygulanmasını emreden Allah'ın emrini dinlememek.
İkincisi, Orman kanununda bile yeralmayan cinayetler işlemek, toplu kıyımlar
yapmak. Üçüncüsü, gençler arasında ilk iki cinayete bir tepki olarak ortaya
çıkan aşırılık ruhunu beslemek.
Şu
gerçeği de hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız: Gerçek nedenleri ortadan
kaldırılmadıkça aşırılığa son vermek mümkün değildir. Yani, yöneticiler,
Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeye ilişkin Allah'ın emrine olumlu karşılık
vermelidirler. Ya da en azından Allah'ın şeriatının egemen olmasını isteyenlere
karşı başlattıkları barbarca sindirme yöntemlerinden vazgeçmelidirler.
Yeryüzünün her tarafında müslümanlar arasında girişilen kıyımlar, Allah'ın
dilediği kadar sürüp gidecek aşırılık ateşinin yakıtı niteliğindedir.
Şu
halde gerçekten aşırılıktan şikayetçi olanlar, gerçekten bu hastalığı tedavi
etmek niyetinde olanlar, tuttukları yolu gözden geçirsinler...
Buraya
kadar, islami hareket sahasında karşı karşıya kalınan bazı
sorunlara değindik. İslami uyanışla bağlantılı bu bölümün sonunda, tarihinin
bu aşamasında omuzuna binmiş davet görevini özetlememiz yerinde olacaktır.
Davet,
ilahi mesajı duyurma ve bu mesaj doğrultusunda insanları eğitme görevidir.
Mekkede'ki ilk davet döneminde uygulanan peygamber metodunu göz önünde bulundurarak.
..
İlahi
mesajı duyurma görevi şu demektir: Daveti kitlelere ulaştırma fırsatı doğunca,
onlara bilmedikleri "lailahe İllallah" gerçeği öğretmek ve bu
gerçeğin Allah'ın şeriatını egemen kılmakla yakından ilgili olduğunu vurgulamaktır.
Bu gün müslümanların içine düştükleri zilletin, onur kinci durumun,
zayıflığın, geri kalmışlığın, yenilmişliğin nedeninin "Lailahe İllallah"ın
asıl içeriğim kaybedip sadece dille söylenen sıradan bir söze dönüşmesi
olduğunu anlatmaktır: Bunun da Allah'ın indirdiği islam olmadığım söylemektir.
Yüce Allah'ın dünya ve ahirette hoşnut olup geçerliliğini kabul ettiği
islamın, "Lailahe İllallah Muham-medun Resulallah" kelimesini
söyleyip gereklerini yerine getirmek, farzlan uygulamak olduğunu anlatmaktır.
Müslümanların Doğu ve Batıdan alınma herhangi bir ideoloji ile, veya her hangi
bir hayat sistemi ile tekrar egemenlik kuramayacaklarını söylemektir. Bunun
ancak gerçekten Allah'a dönmekle, yani gerek inanca özgü konularda, gerek
bireysel ve sembolik kulluk kastı taşıyan davranışlarda, gerek herhangi bir
meselede Allah'ın şeriatına göre hükmetmede, tek ve ortaksız Allah'a kulluk
sunmakla mümkün olacağını açıklamaktır. Tastamam yüzyıldır Doğu ve Batıdan
alınan ideolojiler zayıflığı, onur kırıcı ortamı, zilleti, zaran, egemenlik ve
istikrardan gittikçe uzaklaşmayı arttırmaktan, başka bir şey getirmediğini
vurgulamaktır.
İlahi
mesajı kabul eden insanlan eğitme görevi ise, gerçekte davet hareketinin
yerine getirdiği en önemli görevdir. Çünkü bu, kurtuluş yoludur. Şartlar ne
olursa olsun, zorlukta, rahatlıkta, genişlik ve darlıkta hiç durmadan kesintisiz
sürmesi gereken bir görevdir bu.
İslami
bir altyapı kurmak için gerekli olan eğitim sistemi, sıradan müslümanlar
değil, örnek bir nesil çıkarmayı hedefler. Tıpkı, binayı ayakta tutacak sağlam
sütunlar gibi.
İlk
hedef olarak; yabancı unsurlardan, bid'at ve sapmalardan arındırılmış bir
inancı gerektiriyor; Kuşaklar boyu yapılan eklemelerden, sapmalardan ve
neredeyse katışıksız tevhid inancını cahiliye putperestliğine dönüştürmüş
bulunan sapıklıklardan uzak, tıpkı ilk kuşak müslümanlarınki gibi bir inancın
varlığım zorunludur.
İkinci
hedef; bu inancın gereklerine ilişkin bilinçli bir kavrayışa ihtiyaç vardır. Bu
inancın gerekleri, Allah'ın kitabında ve peygamberimizin -selam üzerine olsun-
sünnetinde yeralan bütün yükümlülüklere ve direktiflerdir. İşte bu dinin
yüceliği ve tarihin tanık olduğu en görkemli realiteyi ortaya çıkaran ve bu
dini omuzlayan bu ümmetin yüceliği, söz konusu yükümlülük ve direktiflerin
yüceliğinden, insan ruhunun ve hayatın her yönünü kapsayıcı niteliğinden
kaynaklanır.
Üçüncü
hedef; bu inancı, realite dünyasında yaşanan uygulamalı bir gerçeğe
dönüştürecek bir eğitime ihtiyaç vardır.
Bu
eğitim de, ilahlığın ifade ettiği anlamların, pratik bir uygulamaya temel
oluşturacak, kalbte yereden pürüzsüz bir gerçeğe dönüşene kadar derinlere
uzanıp kökleşmesini gerektiriyor. Zorlukta imtihan ve bollukla imtihanda
sarsılmayan pürüzsüz bir inancı zorunlu kılıyor.
"Lailahe
illallah" ahlakının doğrudan doğruya insan ruhundan fışkıran pratik bir
gerçek halini alacak şekilde kökleşmesi gerekir. 'Lailahe illallah' ahlakı,
insanın sergilediği tüm davranıştan kapsayacak kadar geniş ve kuşatıcı bir kavramdır.
Örneğin, kardeşlik, 'Lailahe illallah'ın öngördüğü ahlak kurallarından biridir.
Dayanışma bir "la-ilahe illallah" ahlakıdır. Zorluklara karşı sabır
ve direnme bir "lailahe illallah" ahlakıdır. Hakkı gerçekleştirme
hususunda gözünü budaktan sakınmama, cesaret bir "lailahe illallah"
ahlakıdır. Düzenli ve kontrollü bir hayat sürdürme bir "lailahe
illallah" ahlakıdır. Gerçeği bilip onu izleme de bir "lailahe
illallah" ahlakıdır.
Çağdaş
dünyanın durumuna, bu günkü şartlan içinde müslümanların durumuna, düşmanların
islam aleyhine kurdukları tuzaklara, çevirdikleri dolaplara, fikir savaşı ve
diğer savaş yöntemleriyle müslümanların hayatını karıştırmalarına ilişkin
siyasi bilinçte ihtiyaç duyulan unsurlardan biridir.
Zamanı
gelmeden adım atmamayı, vakit gelince de gereği gibi harekete geçmeyi ve
yararlanmadıkça fırsatı elden kaçırmamayı öngören bir hareket bilinci de
lazımdır.
Hem
ferdin içinde hem de toplum bünyesinde ferdi ve toplumsal istekleri dengelemek
gerekir. Bu sayede ferd, azgın bir zorbaya; aynı zamanda ister doğru ister
yanlış olsun toplumun yaptığı herşeyi kabul eden güdük bir unsura dönüşmez. Toplum
da ferdin kişiliğini ezen azgın bir despotizme veya birlik ve bağlılıktan
yoksun başıboş bir kalabalık niteliğini almaz.
Bunların
yamsıra sağlıklı bir fıkıh bilgisine ihtiyaç vardır: kişi neyi alacağını, neyi
bırakacağını, ne zaman dinleyip itaat etmesi gerektiğini ve ne zaman itaat edip
dinlerse mahvolacağım bilir.
İşte
öngörülen eğitimin çok ve ağır gereklerinden dolayı, özellikle aşağı yukarı
islamın bütün değerlerinden soyutlanmış bir ümmet içinde doğru bir metod
doğrultusunda hem kendilerini hem de başkalarım eğitebilecek yeterli sayıda
davetçi eğitimciler yetişmeden önce adım atmada acele edilmemelidir, kitlelerin
büyük çapta davetin saflarına katılması hususunda acele edilmemelidir. Çünkü
bu acelecilik davete hiçbir şey kazandırmaz, sadece yoluna taş koyar, normal
seyrini önler.
*
* *
Halk
kitlelerinin ilgisine, islamdan sözedildiği zaman meydana gelen duygu
coşkunluğuna rağmen, gerçekte bir "müslüman altyapı"nın mevcud
olmadığım aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu duygusal bir coşkunluktur, buna dayanarak
gerçek bir yapı, gerçek bir hareket oluşturmak imkansızdır. Yenibaştan bir yapılanma
gerekir istenen "alt-yapı"nın oluşumu için. Birer birer kenetlenmiş
yapı kurulana kadar. Tıpkı peygamberimizin -selam üzerine olsun-kurduğu ilk
müslüman cemaat gibi. Aynı düzeye ulaşılma-sa bile, aynı metodu izleyerek bu
yapıyı kurmak gerekir. Resulullah ve ilerde oluşacak islam ümmetine altyapı niteliğinde
eğittiği ilk müslüman cemaat güzel bir modeldir çünkü.
* * *
Ayrıca
islam ile düşmanları arasındaki savaşın gelip geçici bir çatışma olmadığını,
kuşaklar boyu süren uzun ve çileli bir çarpışma olduğunu da aklımızdan çıkarmamalıyız.
Bu yüzden bu ağır yükü omuzlamak üzere oluşturulan "altyapının, uzun
nefesli, yaman sabırlı, derin bir Allah inancına sahip ona
yönelik derin bir tevekkül duygusu ile, işin gerektirdiği zorluklara hazır hale
gelmek... İslamın günümüzdeki garipliğini ortadan kaldırmak, taze fidanı selin
akıntısından kurtarıp bir kez daha dikip toprağın derinliklerine köksalmasını
sağlamak için gerekli olan fedakarlıkta bulunabilecek, emeğim, malım, kanını
ve düşüncesini bu yola koyacak niteliklere sahip bir toplum oluşturmak bir
zorunluluktur.
İstenen
niteliklere sahip ve uygun yoğunlukta bir altyapı oluşunca ulu Allah
insanların içinde bulundukları durumu değiştirecektir. Çünkü onlar üzerlerine
düştüğü kadarıyla kendilerim değiştirmişlerdir. İstenen şartı yerine getirmiş
olacakları için yüce Allah bir kez daha onları yeryüzüne egemen kılacaktır:
"Allah içinizden iman edip iyi ameller işleyenlere, kendilerini
tıpkı daha önceki mü'minler gibi yeryüzünde egemen kılacağını, kendileri için
seçtiği dinlerini sarsılmaz temellere oturtacağını ve korkularını güvene dönüştüreceğini
vadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiç bir şeyi bana ortak koşmazlar.
"(Nur/ 55)
Bundan
sonraki bölümde, geleceğe bakmaya çalışacağız, bakışlarımızı içinde
bulunduğumuz anın ötesine uzatacağız...
GELECEĞE BAKIŞ
Önceki
bölümlerde, sapma akımının vardığı sonuçlardan; zayıflıktan, zilletten, onur
kırıcı duruma düşmekten, her yönüyle zarara uğramaktan ve düşman karşısında
ağır yenilgiye uğramaktan sözederken ayrıntılı biçimde sunduğumuz bütün olumsuz
şartların sonucu bugün islam alemi iç karartıcı, kötü bir dönem yaşıyor. Bunun
yanısıra, islam alemi konjüktürel iktisadi, siyasi, toplumsal, düşünsel ve psikolojik
krizlerle bocalıyor.
Yakın
gelecekte islam alemi için düşünülen manzara, bütün bunlardan daha korkunçtur.
Çünkü düşmanlar bugüne kadar islam alemi bünyesinde yaptıkları tahribatlarla
yetinmemişler. Daha büyük tahribatlar ve geniş boyutlu parçalanmalar meydana
getirmeyi düşünüyorlar.
Onlar
gerçekte dörtyüz yıldan beri belirlenen yolu izliyorlar. Bu süreç
müslümanların Endülüs'ten sürülmeleri ile başlar. Ardından müslümanların geri kalan
bölgelerden de kovulması, kindar haçlı egemenliğine boyun eğmelerinin
sağlanması ve ilk haçlı savaşlarında alınan ağır yenilgilerin intikamının alınması
için yeni Haçlı savaşları başlar. Haçlılar ilk saldırılarında büyü mal ve can
kaybına uğramalarına rağmen eli boş dönmüşlerdi. Üstelik Avrupa'nın göbeğinde
bir müslüman devlet kurulmuş ve bu devlet üç yüz yıl boyunca sürekli
ilerlemiştir. Hristiyan şehirlerini birer birer ele geçirip egemenliği altına
almıştı. Bu şehirlerin on milyonları bulan halkları islam inancını benimsemişti.
Ne
varki islam alemi, yirminci yüzyılın başından itibaren emperyalizmden
kurtulduğunu, yeniden yapılandığını, idari yapısını iyileştirdiğini, artık
ileriye, yani güçlülüğe, uygarlığa ve kalkınmışlığa doğru adım atabileceğini
sanmıştı.
Acaba
bu zan gerçek miydi?
Kuşkusuz
daha önce müslüman halkların genel niteliği cehalet iken yirminci yüzyıl
boyunca eğitim yaygınlaştı. Salgın hastalıklar kol geziyorken sağlık durumunda
da belirli bir düzelme görüldü. Yerel hammaddeyi işleten bü-yük-küçük sanayi
kuruluşları meydana geldi. Daha önce her şey dışarıdan alımyorken ve halk en
basit bir malzemeyi üretecek durumda değilken, ihtiyaç duyulan bazı malları
üretecek duruma geldi. Ordular son derece ilkel silahlan kullamyorken, modern
silahlara kavuştular. Sanayide, tarımda ve onarım alanında modern
araç-gereçler kullanılmaya başlandı. Caddelerde otomobillerden geçilmiyor.
Evlerimizde televizyonlar eksik değil.
Fakat
bu görüntüler, ilk bakışta sanıldığı gibi gerçeği yansıtmıyorlar. Kimisi gerçek,
kimisi de yanıltıcı olabilir. Genel olarak durum, ikinci dünya savaşından sonra
meydana gelen şartlardan biraz daha iyiydi. İkinci dünya savaşından sonraki durum,
yüzyılın ilk yarısında yaşanan yüzeysel ilerlemenin ardından bir düşüş olarak
nitelendirilmektedir.
Nasıl
oldu bu durum? Neden durumlar tersine döndü ve günden güne bu düşüş neden
artarak devam etti. İç etkenlerden dolayı mı? Yoksa dış etkenlerden dolayı mı?
Yoksa
iç ve dış olaylar birlikte mi etkili oldular?
Şu
halde, ilk önce başlangıçtaki zahiri düzelmeyi ele alalım.
Hiç
şüphesiz, gerek emperyalizmin isteği ile gerekse isteği dışında bir ölçüde
maddi ilerleme gerçekleşmiştir.
Emperyalizme
karşı gelişen isyan ruhu, halkı harekete geçirmiş; ısrarlı bir şekilde okuyup
öğrenmeye, üretmeye, hayatlarında bozuk gördükleri tarafları düzeltmeye yöneltmiştir.
Fakat,
kalkınmışlığa, uygarlığa ve ilerlemeye doğru yürüyen bu halklar önemli bir
tehlikenin farkında değildirler.
Bütün
emperyalist ülkelerin, varlığının temel taşına, yani İslama karşı uyguladıkları
dehşet verici komplonun farkında değildirler. Emperyalist ülkelerin islam
aleminden çekilmeden önce yürürlüğü koydukları "zehirleme" planım
görmüyorlar.
İslam
aleminde hayat biçimini kontrolüne geçiren, onu uygarlaştırmaya çalışan ama
islamdışı ilkeleri esas alan Laik önderler ortaya çıkmadıkça Emperyalistler bu
bölgeden çekilmediler.
Müslüman(!)
kadın "özgürlüğüne" kavuşmadan, yani dininden, ahlakından,
geleneğinden kurtulup erkekleri baştan çıkaracak bir fitne unsuru olarak sokağa
dökülmeden bu topraklan terketmediler emperyalistler.
Batı
toplumunda mevcut olan tüm zehirli tohumlan islam aleminin her tarafına
saçmadan çekip gitmediler. Ama oradaki yıkımı geciktirme işlevini gören
etkenleri getirmediler. Cinsel anarşizm, ahlaki çözülme, ailesel parçalanma,
ruhsal boşluk, psikolojik çöküntü, bunalım, intihar, sinir hastalıkları, içki,
suç, bireycilik, değerleri hiçe sayma, maddi zevkin peşine düşüp kendini
kaptırma gibi tohumlar saçarak gittiler.
Bünyesine
bu zehirli tohumlar ekilen halklar gerçekten kalkmabildiler mi? Gerçekten
uyandılar mı? Gerçekten güç ve yükselmeye doğru giden bir yol mu tuttular?
Yoksa,
sürekli bir çöküş, görünürde ilerlemişliği andıran gelişmelere rağmen değişmez
bir zayıflık mı yaşanıyor?
Kuşkusuz
aklı başında olan insanlar bütün bunların tehlikesini görüp halklarını
uyardılar. Ama Allah'ın merhamet ettikleri hariç bu halklar uyarıcılara aldırmadı.
Deliler gibi dillerim çıkanp bu zehirli tohumların biraz daha verilmesini
istediler, aldıkça biraz daha, biraz daha diye yalvardılar.
Daha
önce, düşünce savaşına alet olanlara, bilinçli, bilinçsiz işbirlikçilere ve
bunun sonucu sözkonusu halkların bünyesinde meydana gelen sürekli yıkıma
ilişkin söylediklerimizi burada yeniden anlatmaya gerek yoktur.
Bütün
bunlarla beraber emperyalizme başkaldıran "Devrimcilerin",
emperyalizmi yenip ülkelerinden kovduklarını ve gerçekte özgür olmadıkları
aksine batıya kulluk illetine yakalandıkları halde kendilerini özgür sanarak
yan gelip yatmalarına rağmen, bu gevşemenin sonucu emperyalizmin geride
bıraktığı zehirli tohumların daha etkili olmasına rağmen...
Bütün
bunlara rağmen, bölge halkları hızlı bir tempoyla, hırslı bir yürüyüş
tutturmuşlardı. Fakat bu hızlı tempo, uluslarararası sahnede meydana gelen
radikal değişikliklerden, daha önceki güçlerin yerini daha dişli ve daha
kötülerin almasından sonra büyük ölçüde yavaşladı.
İkinci
dünya savaşı, dünya üzerindeki siyasi dengelerde köklü değişikliklere neden
oldu.
O
güne kadar "iki süper güç", yani yeryüzünde zorbaca egemen iki ülke olan
İngiltere ve Fransa vardı. Ötekiler, ikisinin emperyalist gölgesinde yaşam
savaşı veren ikinci derecede güçler konumundaydılar. Bir çok alanda bu iki
süper güçle çekişiyor olsalar bile durum böyleydi. Sykspykut antlaşması
imzalanana kadar bu iki süpergüç arasında da sert çekişmeler mevcuttu. Bu
anlaşma ile, nüfuz alanlarını aralannda paylaştıktan sonra çekişme sona ermişti.
Fakat birbirleriyle çelişen bütün güçlerin üzerinde birleştikleri ortak bir
yönleri vardı: İslamla karşılaştıkları zaman bütün çekişmeleri unutuyor, dayanışmaya
girip güçbirliği yapan tek saf halini alırlardı.
Örneğin
Büyük Britanya 1882 yılında Mısırı işgal etmiş ve Muhammed Ali döneminden
Hidiv İsmail dönemine kadar süren Fransa'nın siyasi nüfuzuna son vermişti.
Ama, hiç bir Fransız misyonerlik teşkilatına, Fransız kültür kurumlarına,
Napolyonun kurduğu Firavunlar dönemi eserleri enstitüsüne karışmamış. Çünkü
burada İngiliz, Fransıza olan düşmanlığını ve nefretini unutuyor, ikisinin de
ortak bir düşmanı yok etmek için çalıştığını, dolayısıyla dayanışma içinde
hareket etmeleri gerektiğini hatırlıyor.
Bundan
daha çarpıcı olan bir örnek de şudur: Fransız kültürü ile beslenmiş, tamamen
Fransız isteklerine göre hareket eden Dr. Taha Hüseyin, "cahiliye
şiiri" üzerine yazdığı kitapta, Kur'an'a ve bütün kutsal değerlere saldırması
nedeniyle Ezher'in öfkesini çekmişti. Ezher uleması Taha Hüseyin'in unvanının
elinden alınıp mahkemeye verilmesini istemişti. Fransa taraftan ve Fransız
kültürü ile beslenmiş Taha Hüseyini Britanya yüksek Delegesi savunmuştu.
Delege, Başbakanın makamına gitmiş ve "ne zamana kadar
sürecek bu ayıp?" demişti. Bunun üzerine Taha Hüseyin hakkında başlatılan
soruşturma derhal durdurulmuş, Ezher de sesini kesmişti. Fırtına dinmiş ve
"Doktor(!)M da unvanını korumuştu.
İkinci
dünya savaşından önce dünyada işler böyle yürütülüyordu. İki süper güç her
tarafa egemendi, ikinci derecede güçler de onlarla çekişiyordu. Ama iş İslama
gelince, hepsi ortak amaç etrafında, islamla savaşma noktasında birbiriyle yardımlaşıyordu.
Bu savaşta kullandıkları en büyük araçlar, fikir saldırısı, kadın özgürlüğü,
toplumu dejenere etme, her alanda laik liderler önplana çıkarmaktı. Bunları da
Haçlı emperyalizminin temsil ettiği siyasi ve ekonomik egemenliğin desteği ile
yürütüyorlardı.
Fakat
savaş bu iki süper gücün sahneden çekilmesine neden oldu. Onlann yerine iki
yeni barbar güç ortaya çıktı. Rusya ve Amerika sahneye çıktılar. Bundan da
önemlisi Yahudi nüfuzu su yüzüne çıktı.
Başka
bir kitapta[163]
açıkladığımız gibi tesadüfen Yahudi tefecilerin eliyle gerçekleşen sanayi
Devriminden buyana Batı dünyasında bir Yahudi nüfuzu sözkonusuydu. Ama bu
nüfuz ikinci dünya savaşından sonraki gibi hiç bir zaman bu kadar yayılmamış,
bu kadar belirginleşmemişti. Yahudiler Doğu ve Batı bloklarının ikisine de egemen
oldular. Dünya siyaseti Yahudilerin eline geçti. Daha önce iki dünya savaşı
arasındaki dönemde Fransa ve İngiltere aracılığı ile yaptıklarından çok daha
fazla ve daha açık olarak iki yeni barbar güç aracılığı ile siyasetlerini yürütmeye
başladılar.
Yahudiler,
islam aleminin merkezine yerleşip Filistin topraklan üzerinde Devletlerini
kurdular. Bunun için iki emperyalist güçten yararlandılar. Yahudi Devletini ilk
tanıyan ülke Amerika oldu. On dakika sonra da Rusya tanıdı. Komünist
ideolojinin tamamen karşı çıkmasına rağmen, açıkça dini temellere dayanan bu
devleti tanıdı.
Allah'ın
takdiri gereği, Yahudi Devletinin kuruluşu sırasında şu tarihsel olay meydana
geldi: Devletin kurulması üzerine müslüman fedailer Yahudilere karşı savaşmaya
başladılar. O zaman, Siyonistler ve Haçlılar elbirliği edip islam aleminin merkezinde
kurdukları devletin, şayet isla-mi hareket varlığını sürdürecek olursa,
sınırlarının genişlemesi bir yana varlığının da tehdit altında olduğunu anladılar.
O
zaman, bütün düşmanlıklar aynı noktada buluştu ve tarihte eşi görülmemiş
sertlikte bir karara varıldı. İslami hareket kesinlikle ortadan kaldırılmalı ve
üç kuvvet, Rusya, Amerika ve Yahudiler İslama ve müslümanlara saldın hususunda
işbirliği yapmalı...
Bunun
sonucu, geçmişteki uygulamalardan çok daha sert yöntemlerle yeni bir
"Yıkma" aşaması başlatıldı. Bu aşama şu iki belli başlı stratejiyle
somutlaşmaktadır: Müslümanları hunharca kesmeli, İslam aleminde kurulan
devletleri, özellikle Arap ülkelerini sürekli bölmek, parçalamak...
Şurası
bir gerçektir ki, hunharca katliamlar daha önce Büyük Britanyanın eliyle,
yahudilerin hesabına 1948-1949 yıllarında başlamıştı: O yıllarda "müslüman
kardeşler" mensupları tutuklanmaya başlanmış ve Hasan el-Benna şehid
edilmişti. Benzeri olayların İngiltere ve Fransa'nın eliyle islam aleminin her
tarafında ve her zaman gerçekleştirilebilir. Fakat yeni dönemde daha ezici ve
daha fazla kitlesel kıyıma yolaçıcı yöntemlere başvuruldu. Bu yöntem,
emperyalist güçlerin belli bir amaç uğruna, "büyüklük" payesi ve
iktidar uğruna yapmayacakları şey bulunmayan "Büyüklük" delisi taş
kalplilerin eliyle gerçekleştirdikleri askeri darbelerdir.
Böylece
hunharca katliamlar birbirini izledi. Beraberinde de her alanda ahlaki çözülme
aldı başım gitti.
Toplumsal
çözülme daha önce "kadın özgürlüğü" adı altında kendiliğinden
gelişip, yavaş yavaş meyvesini vermek üzere planlanmıştı. Fakat bu plan
-Askerlerin eliyle- ve bir amaç uğruna bilinçli olarak yaygınlaştırıldı, hızlandırıldı.
Birgün
Cemal Abdunnasır halk diliyle[164]
ateşli bir konuşma yapıyordu. Bu konuşma esnasında halkın yadırgadığı bir
ifade kullandı. Fakat daha sonra ne demek istediğini anlamışlardı. Şöyle
diyordu -Fakat İsrailin bir tavrından dolayı canının sıkkın olduğu belliydi.[165]
Aynı
şekilde, toplumsal değer yargılarının yok edilmesi de, ilk elden emperyalistler
aracılığı ile ve "Bağımsızlık" döneminde toplumun bünyesine zehirli
tohumların serpilmesi ve dinin hayattan uzaklaştırılması sonucu kendi kendine
yaygınlaşmaya bırakılmıştı. Ancak bu bozulma, askerlerin eliyle hızla yayıldı.
Çünkü İslama karşı amansız bir savaş başlatıldı, bütün temiz ve iyi nitelikli
insanlar yönetim kademelerinden uzaklaştırıldı, rüzgar ne yönden
eserse ona göre şekil alan dalkavuklar, yağcılar önemli kadrolara yerleştirildi.
Öyleki artık rüşvet toplumun temeli haline geldi. İnsanlararası ilişkilerin
özü sahtekarlık oldu. Kapkaççılık kimsenin gizleme gereği duymadığı normal bir
davranış haline geldi. Kısacası: Resulullah'ın -selam üzerine olsun- buyurduğu
gibi, iyi olan kötü, kötü olan da iyi olarak algılandı. Yani bütün
değerler altüst oldu. Bütün bunlar, Düşman tarafından belirlenen genel siyasetin
bir parçasıydı. Amaç, yahudi'nin isteklerine direnecek bir unsur kalmasın,
birlikten eser bulunmasın diye İsraile komşu olan halkları temelden sarsmak,
bölüp parçalamaktır.
Devletlerin
durumuna gelince 14 Şubat 1982 tarihinde, Yahudi "Kiyfunin"
gazetesinde yayınlanan bu makale her-şeyi anlatmaktadır. "Reca
Carudi", İsraile komşu ülkelerde uygulanmak istenen ve Fiilen Lübnanda
tatbik edilen, arkası da yakında gelecek olan siyaseti açıklamak amacı ile
hazırladığı "Siyonizm Dosyası" adlı eserinde söz konusu makaleden
alıntılar yapar:
"Sina'yı
bütün zenginlikleriyle birlikte geri almak öncelikli bir hedeftir... Ama Camp
David antlaşması şimdilik bizi birbirimizden ayırmıştır. Petrol ve petrol
ürünlerinden yoksun bırakıldık, bu alanda bir çok malımızı feda etmek zorunda
bırakıldık. Şimdi Sina'daki eski durumu, yani uğursuz Sedat'ın ziyaretinden ve
onunla 1979'da varılan antlaşmadan önceki durumu yeniden geri getirmemiz kaçınılmazdır."
"Mısırın
ekonomik durumu, Mısır rejiminin karekteri, Arap politikası gibi etkenler,
sonunda İsraili müdahale etmeye zorlayacak koşulları doğuracaktır. Çünkü
Mısır, iç çekişmelerden dolayı, artık bizim için stratejik bir problem oluşturamaz. Biz, Mısırı 24 saat içinde 1968 savaşından sonraki durumuna
sokabiliriz. Artık Mısır için "Arap Aleminin Lideri" olma efsanesi
bitmiştir. Mısır gücünün %50'sini yitirmiştir. Bir birlik olarak Mısır ruhsuz
bir ceset gibidir. Özellikle giderek artan ve yükselen müslüman-hristiyan
cepheleşmesi açısından yaklaştığımızda, hedefimiz Mısın seksenli yıllarda
birbirinden ayrı coğrafi bölgeler şeklinde bölmek olmalıdır."
"Mısırın
bölünmesi gerçekleşip merkezi otorite ortadan kalktıktan sonra Libya, Sudan
gibi ülkelerin çözülmeden kurtulmaları imkansızlaşır. Yukarı Mısırda bir kipti
hükümeti kurmak, bölgesel küçük rejimler oluşturmak tarihsel gelişmelerin anahtarı
olacaktır. Şimdilik antlaşma bu durumu geciktiriyor. Ama bu, meydana gelmesi
kaçınılmaz bir gelişmedir ve uzun süre geciktirilemez."
"Batı
cephesindeki sorunlara oranla Doğu cephesindeki sorunlar hem daha çok, hem daha
karmaşıktır. Ama dış görünüş bunun tersi istikamettedir. Lübnanın beş parçaya bölünmesi,
Arap ülkelerinde uygulanması gereken stratejiyi açıklayıcı niteliktedir. Irak
ve Suriye'yi etnik veya dini ayrılıkları esas alarak bölmek, bizim için uzun
vadede gerçekleştirilmesi gereken bir hedef olmalıdır. Bu amaç uğruna
atılacak ilk adım sözkonusu devletlerin askeri güçlerini kırmaktır."
"Suriye'nin
etnik yapısı onu, kıyıda bir Şii devlet, Halep bölgesinde bir Sünni devlet bir
de Şam'da olmak üzere üç parçaya bölünmeye doğru sürüklüyor. Bir dürzi bölgesi
oluşturmak, bize bağlı Golan bölgesinde bir devlete dönüşmeye yöneliktir. Bu
devlet Horan'ı ve Urdünün kuzeyini de içine alabilir. Böyle bir devlet, uzun
vadede bölge banşı ve güvenliğinin garantisi olacaktır. Bu da, gerçekleştirmeyi
düşündüğümüz hedefler arasındadır."
"Irak
ise, petrol zenginidir. Aynı zamanda iç çekişmelere gebedir. Bizim açımızdan
Irak'ın bölünmesi, Suriye birliğinin dağılmasından daha önemlidir. Çünkü Irak,
kısa vadede İsrail için en büyük tehdit konumundadır. Bir Suriye-Irak savaşı
bize karşı büyük çaplı kampanyaya kalkışmadan önce Irak'ın çökertilmesine
yardımcı olabilir. Araplararası her iç çekişme bizim yararımıza olacak ve
Araplann bölünmelerine yardımcı olacaktır. Büyük bir ihtimalle İran-Irak
savaşı Arap saflarının zayıflayıp çözülmesi ile sonuçlanacaktır."
"Ürdün
her an stratejik bir hedeftir. Kral Hüseyin yönetimi son bulup
parçalanmadıkça, dolayısıyla yönetim Filistinli çoğunluğun eline geçmedikçe
uzun vadede bizim için bir tehlike oluşturmaz. İsrail siyasetçileri bu meseleye
dikkat etmelidirler. Çünkü bu değişiklik, büyük çoğunluğu Araplardan oluşan
Batı yakası sorununun çözümlenmesi anlamına gelir. Bu, Araplann ister banş
yoluyla, ister savaşta doğu yakasına göçetmeleri, ekonomik ve nüfus
gelişmesinin dondurulması, ilerdeki değişiklikler için sağlam garantiler
niteliğindedirler. Bu işi hızlandırmak için bütün çabamızı sarf etmek
zorundayız."
"Şahıs
egemenliği planını ve ara çözümleri veya bir arada barış içinde yaşamayı
öngören, yani peşinde iki milletin kesin ayrılığını zorlaştıran her türlü
planı reddetmek gerekir."
"İsrailli
Araplar (Yani Filistinliler) Ürdün'den başka bir vatanlarının olamayacağını ve
Yahudilerin Akdeniz ile Ürdün nehri arasındaki bölge üzerindeki egemenliklerini
tanımadıkça güven içinde yaşayamayacaklarını anlamalıdırlar. Nükleer çağın
eşiğine gelmiş olan ülkemizin yahudi nüfusunun dörtte üçlük kısmının sahilde
sıkışıp kalmasına razı olması beklenemez. İç politikamızın öncelikli görevi bu
nüfusu dağıtmaktır. Çünkü Yehuda, Şamara ve Celil bölgeleri bir millet olarak
varlığımızı sürdürmemizin yegane garantisidirler. Şayet dağlık bölgelerdeki
nüfus çoğunluğu bizim lehimize olmazsa bizim de akibetimiz, bu bölgeleri
kaybeden Haçlıların akibetinden farksız olacaktır."
"Yerleşim
alanları, stratejik bölgeler ve ekonomi alanlarında bölgeye yeniden denge
getirmek için çalışmalıyız. Bu, varmak istediğimiz hedeflerin başında
olmalıdır. Bu, aynı zamanda "Yedi kuyu"dan yukan celil bölgesine
kadar uzanan bölgenin su kaynaklarına sahip olmanın da garantisidir. Ve bu
bölgede bu gün bir tek yahudi yoktur."
İslam
alemi açısından şimdiki gelişmeler işte bu denli iç karartıcıdır. Amerikanın
açık, Rusya'nın sessiz ve gizli desteği ile Yahudi Devletinin yaşaması ve
genişlemesi için önümüzdeki yıllarda daha da kötü durumlara sokulmak
istenmektedir. Rusya, İsrailin her saldırısı karşısında kınamalarla yetinip,
Araplara da destek vadeder. Ama 1948'den günümüze kadar süren saldırı ve
genişleme karşısında somut bir şey yapmaz. Sen elindeki bıçakla bir başkasının
boğazını kesen adamın yanında durur ve "Ayıptır be adam, bu yaptığın doğru
değildir" demekle ye-tinirsen, bu adamın hiç bir engelle karşılaşmaksızın
cinayet işlemesine yardımcı oluyorsun demektir. Çünkü senin bağırıp çağırman
bir süre sonra boşlukta kaybolur, ama suçlu, suç işlemeye devam eder.
İşte
iki süper gücün islam ve müslümanlara karşı takındıkları tutumun gerçek
mahiyeti bundan ibarettir. Rusya, Amerikanın nüfuz alanına giren bölgelerde
İslama karşı başlatılan savaşta komünizm propagandası yaparak
Amerikaya
yardımcı olur. Tıpkı önceki iki süper güç olan Britanya ve Fransa gibi bu iki
süper güç de islam karşısında düşmanlıklarını ve rakipliklerini unutarak
dayanışma içinde hareket ederler. Ama bu ikisi daha vahşi ve daha hunharca
davranıyor. Bu dayanışma, Rusya'nın Amerika tarafından gerçekleştirilen
müslüman katliamım örtmesi, Amerikanın da onun müslümanlara karşı işlediği
cinayetleri örtmesi şeklinde somutlaşmaktadır. Her iki süper güç İslama karşı
duydukları özel kinlerim gerçekleştirirken aynı zamanda uluslar arası siyonizm
hesabına çalışırlar.
Önceki
bölümlerden de anlaşılacağı gibi İslami hareketin yolu, hiçte küçük ve kolay
olmayan problemlerle doludur. Bu problemlerin en belirgini, bu alanda faaliyet
gösteren cemaatlerin bölünmüşlüğü, dağınıklığı, bazılarının birbirleriyle
savaşması, buna karşın bütün islami grupları bir araya getirecek bir büyük
önderliğin olmayışıdır. Bunun yamsıra; inanç, hareket, düşünce ve siyasi
eğitim açısından yetersizlik de büyük bir problemdir.
Bu
manzara karşısında müslümanlar için tasarlanan kötülüklere ek olarak bazı
insanlar duruyor ve adeta yolun tamamen kapalı olduğunu, dirilişin yıkılmak
üzere olduğunu, karanlığın yeniden döndüğünü görüyorlar.
Ama
bu, doğru değildir.
İslami
dirilişi yok etmek için bu korkunç planlan hazırlayan islam düşmanları dahi
bunun doğru olmadığını biliyorlar. İslami dirilişi yok etmek için harcadıkları
bütün çabalara rağmen, yok edemediklerini biliyor ve bu kadar çalışmadan sonra
dirilişin, uyanışın daha geniş boyutlara varmasından korkuyorlar.
İslami
dirilişin, uyanışın Allah'ın izniyle kalıcı olacağını, gittikçe gelişip daha
geniş boyutlara varacağını, geleceğin islam damgası taşıyacağını söylediğimiz
zaman, gaybı taşlamak kabilinden dayanaksız bir söz söylemiş olmuyoruz.
Tersine bunu gözle görülen realiteye bakarak ve ulu Allah'ın varlık alemine
egemen kıldığı evrensel yasa sistemine dayanarak söylüyoruz.
Şu
halde, bir çok olayla dolu bu son dönemde ulu Allah'ın bu ümmet için
belirlediği takdirin işleyişini izlemeye çalışalım.
Şayet
yüce Allah, bu ümmetin ölmesini, işlevinin sona ermesini, tarih sahnesinden
çekilmesini taktir etseydi, herhalde bunun için en uygun fırsat Atatürk'ün
Halifeliği kaldırmasıydı. Çünkü o olayla birlikte, islam aleminin dört bir yanını
koyu bir karanlık, ümitsiz bir karamsarlık kaplamıştı. Müslümanlar koruyucusunu
kaybetmiş yetimler gibi hissetmişlerdir kendilerini. Yedikleri darbe ümit
kinci nitelikte ağır bir darbeydi.
Fakat
yüce Allah'ın belirlediği kader, bizzat bu olayın, yeni bir uyanışa, yeniden
dirilişe başlangıç olmasını öngördü.
Şayet
yüce Allah, düşmanlann bu uyanışı bastırmalarını, yoketmelerini, nefes
almasını önlemelerini takdir etseydi, her halde, ikinci Atatürk'ün -Cemal
Abdunnasır-yaptıklan, islami hareket aleyhine başlattığı vahşi savaş, hareketin
yokolması, tarih sahnesinden çekilmesi için en uygun firsattı.
Fakat
şu ana kadar gördüğümüz o dur ki, işlenen her katliamın ardından yeni bir
gençlik dalgası islami harekete katılıyor, destek oluyor. Daha doğrusu genel
eğilimin İslama yönelik olduğunu, islamın Allah katından geldiği şekliyle eksiksiz, kapsamlı uygulanışı isteğinin ağır bastığını
görüyoruz. Bu istek gençlik arasında başlı başına bir akımdır ve belli bir
gruba özgü bir düşünce niteliğinde değildir. Şu veya bu cemaata bağlı olsun
veya herhangi bir cemaate bağlı olmasın[166]
genel olarak tüm gençlerin düşüncesi budur.
"İslami
uyanış" bölümünde bu milletin yeniden İslama dönüş yapmasının şaşırtıcı
olmadığını, asıl şaşırtıcı olanın islamı bırakıp başka taraflara yönelmeleri
olduğunu, bu şaşırtıcılığın daha büyüğünün ise, şimdiki anormal durumlarını
sürdürüp doğal kalp atışlarına dönmemeleri olduğunu söylemiştik.
Daha
önce de söylediğimiz gibi, ümmetin şu anki kaçış pozisyonunun en büyük nedeni,
Batı uygarlığının baştan çıkarıcı cazibesine kapılmalarıydı. O zaman "Aydınlar"
kendi kendilerine şöyle diyorlardı: "İşte bakın, Avrupa kafir ve inkarcıdır.
Buna rağmen güçlüdür, uygardır, egemenliği sağlam temellere dayalıdır. Dindar
olmadığı halde ahlâklıdır! Öte yandan bizler dindarız, ama zayıf ve geri
kalmışız. Bütün bunlar bir yana, biz ahlâksız bir milletiz. Şu halde bu dini
terketmeliyiz. Tıpkı kalkınmak ve uygarlaşmak için dinini bırakan Avrupa gibi
yapmalıyız..." Sonra bu Aydınlar "sapma akımının sonuçlan"
bölümünde işaret ettiğimiz şartlarda milletin geri kalanımda peşlerine
takdılar.
Ama
bugün denklemin iki ucunda da bir yanlışın olduğu, uygarlığın baştan çıkarıcı
cazibesine kapılmanın başladığı günden çok daha net biçimde ortaya çıkmıştır.
Evet,
Avrupa inkarcıdır, kafirdir buna rağmen güçlülük için gerekli olan her imkana
sahiptir... Fakat başlangıçta "Aydmlar"ın da sandığı gibi
inkarcılığın ve kafirliğinin etkileri hayatında yok değildir. Avrupa'nın
inkarcı ve kafir oluşunun sosyal yapısı üzerinde derin etkileri vardır.
Bunlardan biri uygarlığın doğuşundan beri ona eşlik edip giderek artan bir
dozda devam eden bunalımdır. Diğeri de sonun da karşısına çıkmak üzere bekleyen
çöküştür. Birincisi, psikolojik, sinirsel ve düşünsel "BunalınV'dır. Çünkü
-maddi zenginliğin bütün kapılarını üzerlerine açan-yüce Allah, evrensel yasasının
gereği onlara yaptığı uyarıyı unutmamıştır. Yüce Allah ta eskiden beri
insanlığı şu hususta uyarmıştır: Şayet Rabb'inin emrine başkaldırırsa, Allah
bir süre için -yavaş yavaş akibetine sürüklensin diye- dünya nimetlerinden
bolca yararlanmasına izin verecektir. Ama bereket ve kalp huzuru
bahsetmeyecektir. Çünkü bunlar imana bağlı olgulardır. Ve yüce Allah bunları,
kendisine yönelen, sürekli kendisini zikreden, ilahlı-ğını tanıyan ve kendisine
yönelik kulluk görevini yerine getiren mü'minlerden başkasına bahşetmez.
"Eğer kasabaların halkı inanmış ve Bize karşı gelmekten
sakınmış olsalardı, onlara göğün ve yerin bolluklarını verirdik"(A'raf/
96)
"Onlar inanmışlar ve kalpleri Allah'ı anmakla huzura kavuşmuştur.
Dikkat edin! Kalpler ancak Allah'ı anmakla huzura kavuşur''(Ra'd/ 28)
"Bunalım"
doğduğu günden beri bu uygarlığın en belirgin özelliğidir. Ancak bunalımın
sonuçlan gün geçtikçe daha bir belirginleşmektedir. Kendi istatistikleri
sürekli bunalımın gerek psikolojik ve sinirsel hastalıklar, gerek çıl-darma ve
intihar, gerek alkol ve uyuşturucu tutkunluğu, gerek suça
yatkınlık, gerek ailesel ve toplumsal bağların kopması şeklinde artarak devam
ettiğini söylüyor.
Kafirlik
ve inkarcılığın diğer sonucu ise, bu uygarlığı bekleyen çöküştür. Buna, aklı
başında birçok düşünür, hem de bu uygarlığa mensup olanları dikkat çekmiştir.
Ne yazık ki bu düşünürler kendilerini bu kaçınılmaz akibetten kurtaramamışlar.
Çünkü kendileri çökmekte olan binanın içinden başkalarını uyarmaya
çalışıyorlar.
Şu
kadarı varki, bu gün yeryüzüne egemen olan batı uygarlığı çöküşten söz
ettiğimiz zaman bazı insanların zannettikleri gibi o kadar çabuk çökmeyecektir.
Çünkü bu günkü uygarlık kaçınılmaz çöküşü geciktirici etkenlerden olan güç ve
aktiviteye sahiptir.
Batı
uygarlığı bilim gücüne sahiptir. Çalışma hususunda müthiş bir sabır ve dayanma
gücüne, idari dehaya, sorunları inceleme ve çözüm yollan arama hususunda
pratik bir ruha ve hayatın bir çok alanlarında son derece yararlı ve
kolaylaştırıcı imkanlara sahiptir. Sözgelimi, emek yükünü insanın omuzlarından
kaldırıp makinalara yüklemeye çalışmaktadır. İşte bütün bunlar dökülen yapıyı
ayakta tutuyor, çöküşe sürükleyen "günahlarına rağmen hızlı bir yıkılışa
engel oluyor.
Evet...
Ama bütün bunlar kaçınılmaz akibeti durduramazlar. Çünkü bu, Allah'ın varlık
alemine egemen kıldığı değişmez yasasıdır.
"Ahlak"
meselesine gelince, batı uygarlığının "çıkarcı" bir ahlak anlayışına
sahip olduğu, bunun gerçek bir "ahlak" olmadığı ortaya çıkmıştır.
Dış görünüşü güzeldir, ama köksüzdür. Çünkü gerçek ahlak kaynağından, yani dinden
beslenmiyor. Bu yüzden kurumaya yüz tutmuştur. Nitekim ikinci Dünya savaşından
sonra ortaya çıkan kuşak
yavaş yavaş bu ahlaktan uzaklaşmış, ya suça yönelmiş
ya da başıboşluğa ve sorumsuzluğa yönelmiştir. Bu oran günden güne
artmaktadır.
Öte
yandan bu gün müslümanlann içinde bulundukları durumun onların müslüman
oluşlarının bir sonucu olmadığı da ortaya çıkmıştır. Bu durum, uzun süreli
sapma çizgisinin sonucu başta gelen islami kavramların aşamalı olarak anlam
kaybına uğramalarından kaynaklanıyor. Bunun sonucu, "Lailahe illallah"
kavramı asıl anlamından uzaklaşmış ve bütün islam dini, ruh'tan yoksun
gelenekler yığınına dönüşmüştür.
Bu
gerçeğin, bir yandan batı uygarlığı açısından, bir yandan da müslümanların son
yüzyıllardaki realitesi açısından son derece açık oluşunun kuşkusuz islami
uyanış üzerinde büyük etsisi olmuştur. Ortaya çıkan yeni kuşaklarca kesintisiz
sürdürülen bir realitedir bu. Çağdaş cahi-liyenin çarpıklıktan gün yüzüne
çıktıkça, insanlar islamın Allah'ın kitabındaki ve peygamberinin -salat ve
selam üzerine olsun- sünnetindeki gerçek mahiyetini kavradıkça bu gerçek net
bir şekilde anlaşılacaktır. İlk kuşak müslümanların (selef) hayatındaki pratik
uygulamayı anladıkça, bunun yamsıra bu ümmetin şu anda dinin gerçeğine olan uzaklığının
boyutlarını algıladıkça bu realite daha somut biçimde gün yüzüne çıkacaktır.
İki
yönlü gerçekliğiyle bu bilinç, artık yok edilemez. Avrupa, Allah katından
gelen dine karşı inatçı ısrarını sür-dürse bile ilahi evrensel yasa uyarınca
hızla sürüklendiği çöküşü durduramaz. Ve "Lailahe illallah" gerçeği
ile, Allah katından gelen dinin mahiyetinin anlaşılmasının önüne geçemez. Çünkü
artık gençlerin ellerinde tartışma götürmez kanıtlar vardır ve gün gibi aşikar
bir pratik hayat mevcuttur.
İslami
uyanışı besleyen kaynaklardan biri de, halkın karşı karşıya kaldığı sorunların
çözümü için uygulanan sistemlerin başarısızlığı ile halkın kendilerine
bağladığı ümitleri boşa çıkaran laik liderlerin başanszılığa uğramalarında
somutlaşıyor.
Yarım
yüzyıldan beridir Doğu ve Batı Avrupa'dan alınan sistemlerin pratik sonucu,
somut bir gerçek olarak gözler önündedir.
"Müslümanların"
sürekli zayıflamaları, buna karşın düşmanların giderek güçlenmeleri...
Büyük
islam Devleti parçalandı, islam alemi parçalara bölündü. Sonra bu parçalar da
daha küçük parçalara bölündü. Bu günde daha fazla ezilmesi ve daha küçük parçalara
bölünmesi için eldeki parçalar da öğütülüyor.
Yoksulluk
arttı. Bilinçsizce ve sorumsuzca yapılan borçların faizleri altından kalkılacak
gibi değildir. Bununla beraber "Sosyalizmin"!!) gölgesinde yeni
sömürücü bir sınıf ortaya çıktı. Bu sınıfın elinde, tamamı halkın ekmeğinden
kırpılan, alın terinden çalınan hayali bir servet birikti.
Ahlak
çöktü, değerler darmadağın oldu. Halklar, birlik ve dayanışma ruhunu yitirip
egoist fertlere veya birbirini boğazlayan gruplara bölündü. Ülkeler
güvenliklerini kaybettiler ve kurtuluş yolu bulunmayan sürekli bir tedirginliğin
girdabına düştüler.
En
kutsal bölgelerinden biri islam aleminin merkezinden koparıldı ve burada bir
yahudi Devleti kuruldu. Batı, islam ülkesinde gayri müslim devletler kurmak
için altyapı oluşturmaya çalışıyor.
Her
tarafta müslüman halklara yönelik saldırılar devam ediyor: Hindistan'da,
Habeşistan'da, Eritre'de, Somali'de, Uganda'da, Filipinler'de katliam sürüyor.
Bunun yanısıra Afganistan'da müslümanlara karşı amansız bir savaş sürüyor. Komünist
dünyada müslümanlar ölümcül bir baskı altında inim inim inliyorlar.
Batıdan
alınan sistemler ne yaptı? Ne yaptı laik liderler? Bütün bunlar onlann gözler
önünde veya bizzat onların eliyle meydana geldi. Bu dehşet verici durumun
taraflarından biri, başlıca nedenlerinden biri de onlardı çünkü.
İnsanlar
bu sistemlerden ve bu liderlerden ümitlerim kesince nereye yönelecekler? Hiç
kuşkusuz bu durum isla-mi uyanışı besleyen ve önü alınmaz olgulardan biridir.
Batıdan
alınan bu sistemler, beraberinde gizli veya açık olarak iki bloktan birine kul
olmayı getiriyor. Kullukla da aydınlanma olmaz, hiçbir sorun çözümlenmez. Veya
her hangi bir sorun çözümlense de bu, milletin kaçınılmaz akibetine yönelik
oluyor, tıpkı daha büyük bir çukura girsin diye, bir çukurdan çıkmak gibi. Bu
sefer öyle bir çukura düşüyor ki, artık kurtuluş imkansızdır.
Sahte
liderler, halklarını gerçek anlamda kurtaramazlar. Çünkü bu, onları
bulundukları makamlara getirenlerin, izleyecekleri siyasetleri belirleyenlerin
çıkarına zarar verir. Onlar bu makamlara kölelerin değil, efendilerin çıkarına
hizmet etmek için getirilmişlerdir. Ayrıca efendiler bu liderlerin gerçekten başarılı
olmalarına da izin vermezler. Bu, onlann çıkarına ters düşer. Aynı şekilde bu
sahte liderler de efendilerin burunlarını sürtme başarısını gösteremezler.
Çünkü iktidarı onlara bahşeden bu efendilerdir. Bu liderler bir gün onlara
itaat etmeyecek olurlarsa, onları bertaraf etmekten daha kolay ne var ki!...
Efendiler
bu güç dengeyi sağlamak için, bütün islam ülkesinde halkların gözlerini
kamaştıran ve çıkarları için xçalıştıkları vehmini uyandıran
"Ebedi Lider" msyonunu ortaya çıkardılar. Ama aslında sahte
kahramanlıklar perdesi altında efendilerin çıkannı koruyan kuklalardır. Ne
varki, çok geçmeden oyun anlaşılıyor. Halk, Ebedi Lideri'nin sahnede göz
kamaştırıcı kahramanlığı başanyla oynarken aslında kendisini, onur kinci bir
zillete, yüz kızartıcı bir pozisyona, yoksulluğa ve başı boşluğa mahkum ettiğini
anlıyor. Ebedi liderin yönetimi altında geçirdikleri her bir yıl içinde kat kat
gerilediğini görüyor.
Sürecin
sonunda, halklar oynanan oyundan ve oyunculardan bıkınca, kurtuluş arzusuyla
günden güne artan kalabalık sayılarla İslama yöneliyor.
* * *
İslam
Coğrafyasındaki yahudi unsurun varlığı da "isla-mi uyanış" selini
besleyen kaynaklardan biridir.
Bu
devlet, Haçlı ve Siyonistlerin ortak entrikaları sonucu kuruldu. Lord
Cambel'in açıklaması da bunu açıkça ortaya koyuyor. Bölgede efendilerin
çıkarına ters düşen gelişmeleri, ayaklanmaları bastırma işlevini yerine getirmesi
amaçlanmıştır. Nitekim bu devlet işlevini yerine getirdi ve getirmeye devam
ediyor da.
Yahudiler,
şeytani zekalarına rağmen, kendi çıkarlarına ters düşen davranışlarda
bulunurlar. İslam ve müslü-manlara yönelik olarak kalplerini dolduran derin
nefret ve kin dolayısıyla kendilerini böyle davranmaktan alıkoyamıyorlar.
"Ey Muhammedi Mü'minlere en şiddetli düşman olarak,
insanlardan yahudileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun. "((Maide/ 82)
Onlar,
Arap ülkelerini aşağılayarak onurlarını kıracaklardır. Bunun için bir sınır da
tanımayacaklardır. Çünkü istedikleri egemenlik ve genişlemedir. Bu yüzden sürekli
artan bir tepkinin oluşmasına neden oluyorlar.
Daha
önce seksenli yıllarda uygulamak istedikleri planı gördük. Acaba yahudiler,
bir noktada durup kendilerine şöyle diyebilirler mi?: Artık bu kadarı yeter!
Makul bir sınırda durmalıyız ki, bizim için tehlikeli olabilecek bir tepkiyle
karşılaşmayalım!
Kesinlikle
hayır! Onlar -derin kinlerinden dolayı- bir yerde durmaz, eldekiyle
yetinmezler. Şeytan onları dür-tükler ve durmadan ileri gitmelerini ister.
Tepki
oluştuğu zaman -ki bir gün mutlaka oluşacaktır-insanlar nereye yönelecekler?
Amacına
ulaşsın diye İsraile destek veren, saldırmaya teşvik eden Batı-başta Amerika
olmak üzere- halkın batı yanlısı partilere yönelebileceğini düşünebilir misin?
Yoksa,
sadece laf olsun diye: Ayıp be Adam, bu yaptığın doru değildir" demekle
yetinen, ama adamın avını güven içinde boğazlamasına seyirci kalan komünist
partilere mi yöneleceğini düşünüyorsun?
İslamdan
başka bir yere yönelemezler!
Yahudiler
bunu biliyorlar. Zaman zaman da dışa vuruyorlar. Tehlikeye dikkat çekiyorlar.
Fakat içlerindeki kara kin, çılgın egemenlik ve genişleme arzusu bir yerde durmalarına
engel olmuyor, onları daha çok kötülük yapmaya, daha fazla azgınlaşmaya
itiyor.
* * *
Olaylara
yön veren yüce bir kader, bir plan vardır. Gelişmeleri belli bir noktaya,
islami uyanışa doğru yönlendiren ilahi bir takdir sözkonusudur.
İslami
uyanış için gerekli olan bütün etkenler mevcuttur. Bir kısmı hazır, bir kısmı
da yoldadır.
Bu
etkenlere karşı -daha önce söylediğimiz gibi- düşmanın elinden birşey gelmiyor.
Batı ne uygarlığının çöküşünü durdurabiliyor ne de bölgedeki işbirlikçilerinin
halkların nazarında başarılı görünmelerini sağlayabiliyor. Ne de Yahudinin
bölgedeki varlığına son verebiliyorlar. Ne de durdurak bilmeyen saldırılarına,
zorbalıklarına engel olabiliyorlar.
Onlar
-Allah'ın öngördüğü bir plan uyarınca- sadece bir şey yapabiliyorlar: Öldürme,
kesme, kovalama, işkence ve zülüm etme. Bu da islami hareketi yoketmiyor,
aksine, onu ayıklıyor, arındırıyor, karşı koyacak duruma getiriyor.
İşleri
planlayıp yönlendiren ulu Allah'tır.
Allah'ın
belirlediği kader uyarınca, dünyadaki tüm gelişmeler, ortaya çıkan tüm şartlar
islami uyanışın varlığının sağlam temellere dayanmasına, kökleşmesine, insanlığın
geleceğine damgasını vuran en belirgin çizgi olmasına yardımcı oluyor.
Allah'ın
kaderi uyarınca, bütün Allah düşmanları normal işlerini yaparken ve İslama
karşı içlerinde biriken yaman kinin etkisiyle bazı hareketlerde bulunurlar.
İşte bu hareketler, bu görevin, yani islami uyanışın varlığının sağlam
temellere dayanması ve kök salması görevinin yerine gelmesine hizmet ediyor.
Kuşkusuz
müslümanlar bu esnada zevkli bir gezintiye çıkacak değillerdir. İzledikleri yol
da güllük gülistanlık olmayacaktır. Tersine, ter, gözyaşı, kan, işkence, yorucu
bir çaba, korkularla, yırtıcı hayvanlarla, kan içicilerle dolu bir yol
yürüyecektir. Bu yolda ardarda şehitler verilecektir.
Ama
kervan yazın kavurucu sıcağında da, kışın dondurucu soğuğunda da durmadan
yoluna devam edecektir.
"Gevşemeyin, üzülmeyin inanmışsanız, mutlaka en
üs-tünsünüzdür. Eğer siz bir yara aldıysanız, şüphesiz o topluluk da benzeri
bir yara almıştır. Allah'ın gerçekten inananları belirtmesi ve içinizden
şahidler edinmesi, Allah'ın inananları arıtması ve inkar edenleri yok etmesi
için, insanlar arasında bu günleri bazan lehe, bazan aleyhe döndürür durur.
Allah, zulmedenleri sevmez. Yoksa içinizden Allah cihad edenleri ve
sabredenleri belirtmeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?" (Al-i
İmran/ 139-142)
Bu
sürecin sonunda yüce Allah, uğruna cihad eden ordulara yönelik değişmez va'di
uyarınca onlara zafer veriyor ve onların yeryüzündeki egemenliklerim
pekiştiriyor:
"Allah, aranızdaki iman edip iyi ameller işleyenlere, kendilerini
tıpkı daha önceki müminler gibi yeryüzünde egemen kılacağını, kendileri için
seçtiği dinlerini sarsılmaz temellere oturtacağını ve korkularını güvene
dönüştüreceğini vaadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana
ortak koşmazlar. "(Nur/ 55)
Doğal
olarak dinin sağlam dayanaklara oturtulması, yani yeryüzüne egemen olması,
nasıl olacaktır bilemeyiz. Bu, gaybi ilgilendiren bir olgudur. Şu kadarı var
ki, peygamber efendimizin bazı hadislerinde söz konusu egemenliğe ilişkin
bazı işaretler verilmiştir.
Bu
gün yeryüzüne egemen olanlar Yahudilerdir. Dünya siyasetini onlar
belirtiyorlar. İslama ve müslümanlara karşı kurulan tuzaklar onların
kafalarından çıkar.[167]
Özellikle İsrailin çevresindeki bölgelerde meydana gelen gelişmeler, tamamen
onların kontrolündedir.
Hz.
peygamberimiz -selam üzerine ölsün- şöyle buyuruyor: "Müslümanlarla
Yahudiler savaşmadıkça ve müslü-manlar onları öldürmedikçe kıyamet kopmaz.
Öyleki Yahudiler bu savaşta taşların ve ağaçların arkasına sakla-nır da, o taş
ve ağaç: 'Ey müslüman, ey Allah'ın kulu, arkamda saklanan bir yahudi var, gel
öldür onu' diye seslenecektir" (Müslim)
Yahudiler
bu hadisi biliyor ve inanıyorlar. Nitekim hadisin sonunda şöyle bir ifade
vardır: "Ancak Garkad ağacı hariç. Çünkü bu ağaç Yahudi ağacıdır." Bu
yüzden Yahudiler Filistindeki evlerinin çevresine Garkad ağacını dikiyorlar.
Bu da hadisin doğruluğuna inandıklarının kanıtıdır.
Bu
hadisten hareketle, müslümanlarla Yahudiler arasında çetin bir savaş patlak
verecektir. Müslümanların bu savaşta, Araplık, milliyetçilik ve vatan topraklan
gibi sahte değerler yerine "Lailahe illallah" bayrağı altında, Allah'ın
takdiri uyarınca kesin bir zafer kazanacaklannı ve bu olayın tarihin akışını
değiştirecek nitelikte olacağım söyleyebiliriz.
Resulullah
-selam üzerine olsun- vahyin kendisine öğrettiği şekliyle, peygamber olarak
ümmetinin gelecekteki tarihine ilişkin bilgiler sunarken şöyle buyuruyor:
"Peygamberlik misyonu Allah'ın dilediği kadar aranızda kalacaktır. Sonra
yüce Allah dilediği zaman onu aranızdan kaldıracaktır. Onu, peygamberlik
metoduna göre hareket eden Halifelik sistemi izleyecektir. Bu sistem, Allah'ın
devam etmesini istediği kadar devam edecektir. Sonra yüce Allah bu sistemin
ortadan kalkmasını isteyince son bulacaktır. Yerine iktidar düşkünü kırallık
sistemi kurulacaktır. Bu sistem de Allah'ın devam etmesini istediği kadar devam edecektir. Sonra Alah bu sistemin son bulmasını isteyince onu
ortadan kaldıracaktır. Onu zora dayalı zorba yönetim biçimi izleyecektir. O da,
Allah'ın devam etmesini istediği kadar devam edecektir. Sonra Allah'ın
iradesiyle ortadan kalkacaktır. Sonra peygamberlik metoduna göre hareket eden
halifelik sistemi kurulacaktır". Bu sözlerden sonra peygamberimiz
susmuştur.[168]
Bu
hadisten hareketle, müslümanlarm hayatında yeni bir dönemin eşiğinde olduğumuzu
söyleyebiliriz: Bu dönemde peygamber metoduna göre hareket eden gerçek halifelikle
yönetileceklerdir. İslamın bu gün yaşadığı gariplik dönemi sona erecek ve ümmet
yeniden yeryüzüne egemen olacak, egemenliği sağlam temellere dayanacaktır...
Şimdi
biz, tekrar bu gün islam aleminde başgösteren islami uyanışa bakalım... Acaba
bu uyanış, va'dedilen egemenliğe doğru giden bir yol mudur?
Bu,
gaybın kapsamına giren bir olgudur ve bir insan bu konuda bir kehanette
bulunamaz. Sadece bu uyanışın egemenliğe uzanan yolun belirtisi olduğunu söyleyebiliriz.
Eğer ulu Allah, bu uyanışı temsil eden insanların kalplerinde içtenlik ve
samimiyet olduğunu, Allah için her şeyden soyutlandığını, gerçek bir imana
sahip olduğunu, güçlü ve ödün vermez bir iradeye sahip olduğunu bilirse, kuşkusuz
yollarım sağlamlaştıracak, görevini yerine getirmesine yardımcı olacaktır.
Aksi takdirde onların yerine başka insanları ortaya çıkaracaktır:
"Eğer O'ndan yüz çevirirseniz sizi ortadan kaldırır, sizin
gibi olmayacak bir milleti yerine getirir. "(Muhammed/ 38)
Ama
her halükarda yüce Allah planım uygulayacaktır.
"Allah buyruğunu yerine getirendir. Allah herşey için bir plan belirlemiştir.
"(Talak/ 3)
*
* *
Yüce
Allah, müslüman ümmetin yeryüzündeki egemenliğim pekiştirince o zaman insanlık
hayatında köklü değişiklikler olacaktır.
Yüce
Allah'ın bu ümmete, insanlığa şahid ve örnek olması, peygamberin de ona şahit
ve örnek olması için orta bir ümmet yapması Allah'ın ona yönelik bir lütfudur.
Ulu Allah, insanlığın bütün durumlarını bu ümmetin durumu ile bağlantılı
kılmıştır. Eğer bu millet doğru yola girer ve yeryüzündeki egemenliği pekişirse
her yönüyle iyilikler içinde yüzer. Bu iyilikler dünyanın dörtbir yanına
yansır. Nitekim Avrupa'nın doğu ve batıdaki müslümanlarla sürtüşmesi sonucu
ortaya çağın karanlıklarından çıkıp aydınlanmaya başladığı sırada bu ümmetin
sahip bulunduğu iyi meziyetlerden etkilenmiştir. Ama bu millet, dininden
uzaklaştığı ve rabbini unuttuğu zaman bedbahtlaşmış, beraberinde de tüm
insanlık bedbahtlığının girdabına girmiştir. Bu gün insanlığın hayatına hükmeden
Avrupa ca-hiliyesi, ancak islam ümmetinin misyonundan uzaklaşması sonucu bu
denli azgmlaşabilmiş, yeryüzünde bir fesat unsuru haline gelebilmiştir. Avrupa
azgınlaştıkça, kabardıkça bu islam ümmetine sömürü, saldın ve azgınlık şeklinde
yansımıştır.
Yahudiler,
Avrupai cahiliye hayatının açık deliklerinden sızarak tüm insanlığı kontrolü
altına almıştır. Bunu birbaşka kitapta etraflıca anlattık.[169]
Bu çılgın ve nefret karekterli egemenlik yüzünden tüm insanlık günden güne
mutsuzluğu artarak bunalımın girdabına düşmektedir.
(7)
Yazarın "çağdaş fikir akımları" adlı eserine bakınız.
Çünkü
yahudiler bütün insanları, bu şeytan kavmin sırtına binmesi için Allah
tarafından yaratılan eşekler olarak tanımlarlar.
İslam
ümmeti gerçek İslama dönünce ve yüce Allah da verdiği doğru söz uyannca onun
yeryüzündeki egemenliğini pekiştirince hiç kuşkusuz yeryüzünün çehresi değişecektir.
Nitekim
islam ilk defa geldiği sırada insanlık cehennemi bir uçurumun tam kenarında
duruyordu. C.H. Demsen "Uygarlığın duygusal temelleri" (E motions as
tehe Ba-sis of Civilization) adlı eserinde şunları söylemektedir:
"Beşinci
ve Altınca yüzyıllarda uygar dünya yıkılmaya yüz tutmuş, içine düştüğü anarşizm
bakımından bir yarın kenarında duruyordu. Çünkü bir uygarlığın ayakta kalmasına
yardımcı olan inanç sistemi yıkılmıştı. Yerini dolduracak bir düşünce de
geliştirilmemişti. Bu bakımdan insanlığın dörtbin yıllık emeğinin ürünü olan
en büyük medeniyetin çökmeye, dağılmaya yüz tuttuğu ve insanlığın bir kez daha
düzensizliğe doğru yuvarlandığı görülebiliyordu. Çünkü kabileler birbiriyle
savaşıyor, birbirini boğazlıyordu. Kanun, nizam tanımıyordu. Hıristiyanlığın
meydana getirdiği sistem, birleştiricilik ve düzenlilik getireceğine
bölünmeye, yıkılmaya önayak oluyordu. Medeniyet, gölgesi tüm dünyayı kaplayan
dalları birbirine girmiş ulu bir ağaç gibiydi. Ama artık zayıflamış, bünyesini
kemiren hastalık her tarafı kaplamıştı. İşte tam bu kapsamlı bozulmanın doruklara
çıktığı bir sırada, tüm insanlığı birleştiren adam dünyaya geldi.
Bu
gün insanlık bir kez daha çağdaş cahiliyenin öncülügünde çöküşe, yokoluşa doğru
yuvarlanıyor. Nitekim zaman zaman bu uygarlığın "düşünürlerinden"
bazıları da belli dönemlerde bunu dile getiriyorlar. Ne yazık ki, insanlığı
kaplayan çılgın girdap arasında bu sesler kaybolup gidiyor.
İnsanlığı
islamdan başkası yokoluştan kurtaramaz...
Tıpkı
ilk defa yaptığı gibi... Ama bir farkla: Bu gün is-lamın yolu üzerinde pusu
kuran düşmanlar, ilk dönemin yoluna dikilen düşmanlardan daha zorludurlar. Şimdiki
cahiliye, ilk cahiliyeden daha iğrençtir.
Bununla
beraber, insanlığın bu kriz döneminde verdiği kayıplar, kurtuluş yolu arayan
binlerce insanın her yıl Avrupa'da, Amerika'da, Avustralya'da, Asya'da[170]
ve Afrika da İslama girmesine neden oluyor.
Eğer
islam şu anda mevcut olsaydı, gerçek bir islam toplumu tarafından temsil
edilseydi, hiç kuşkusuz binler, milyonlara dönüşecekti. Çünkü insanlığın tüm
problemleri için islam gerçek bir çözümdür.
Bugün
-Batı medeniyetinin gölgesinde- insanlığın başta gelen problemi; ilahi
kılavuzluğa karşı büyüklük kompleksine kapılmasıdır. Çünkü Avrupadaki Kilise
sayesinde din, insanlann mallarını, ruhlarını ve akıllarım yiyen, onları
bilimsel araştırmalardan alıkoyan, yeryüzünü imar etmelerine engel olan, dünya
hayatını bir kenara bırakıp ilgilerini ahirete yöneltmelerini isteyen çirkin
bir cadıdır.[171]
İşte
bütün kötülük, bütün bedbahtlık başta gelen bu canalıcı noktadan kaynaklandı:
Beşer "aklı" veya diğer bir ifadeyle beşer arzusu
ve ihtirası, hayat sistemini belirlemeye kalkıştı. Artık, ister kapitalizm
olsun, ister komünizm olsun, ister bireycilik olsun, ister toplumculuk olsun,
ister çıkarcı ahlak sisteminde olsun, ister ahlaksızlıktan olsun, insan heva ve
hevesinin ürünü tüm sistemlerde zillet ve zülüm kaçınılmaz oldu. İnsanlık
ilahi şeriatın, ilahi hayat sisteminin yokluğunda cinsel sınır tanımazlık, ahlaki
çöküntü, doymak nedir bilmeyen maddi hırs ve vahşi savaşlann arasında sığmaksız
bir şaşkına döndü.
Bu
başta gelen ve can alıcı sorunu çözümleyecek olan islamdır.
Çünkü
islam, ilahlık makamına gerçek değerim veren ve aynı zamanda Allah'ın
onurlandırması ile insana onurlu bir makam biçen tek dindir:
"Andolsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada
ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık,
yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık"(İsra/ 70)
İslam,
insan kalbini saygı ve korkunun yanısıra derin bir sevgiyle Allah'a bağlayan
bir dindir. Kullar için kulluğu bir zorluk haline getirmez. Onu bir onur, bir
üstünlük belirtisi, bir aydınlık ve şeffaflık olarak öngörür.
İslam,
insan ruhunu hayvansal duyguların tortularından arındırırken, aynı zamanda
yüce Allah'ın faal olması için yarattığı pasif kalmasını istemediği iç güdüleri
pasivi-ze etmeyen bir dindir. Ne var ki bu iç güdüler, insana yaraşır yücelikte
doğal mecrasına kanalize edilirler.
İslam,
insanın özyaratılışındaki kulluk sunma isteği ile, bilme arzusunu birbirinden
ayırmayan bir dindir. Bunlar insanın özyaratılışmda yeralan ve birbiriyle uyum oluşturan iki temel unsurdurlar. Birlikte faaliyet göstererek insanın
ruhsal yapısını dengelerler.
İslam,
insan hayatının her yönünü; siyasi, ekonomik, toplumsal, düşünsel, ruhsal,
ahlaki ve sanatsal yönlerini yönlendirecek ilahi hayat sistemini içeren bir
dindir. Bu sistemi latif olan, herşeyden haberdar olan, herşeyi bilen ve her
yaptığı yerinde olan Allah indirmiştir. Allah insan ruhunu yaratmıştır. Bu
yüzden onu düzeltecek, ona uyacak şeyleri herkesten iyi bilir. Sahip bulunduğu
araçları ve tedavi yollarını en iyi o bilir.
Şu
anda elbirliği edip insanlığı bu dine yönelmekten alıkoyan etkenleri görelim:
Avrupada
Kilisenin İslama karşı oluşturduğu Haçlı zihniyeti bunlardan biridir.
Bu
etkenlerden biri de Yahudilerin İslama yönelik düşmanlıklarıdır.
Kilise
aracılığı ile "din" kavramının yozlaşması da bir etkendir.
Çağdaş
cahiliyenin insan ruhunda neden olduğu alçaklıkta bir başka etkendir.
İslamın
gerçek mahiyetini bilmemek de insanlığı İslama yönelmekten alıkoyan
etkenlerden biridir.
Fakat,
müslümanlarm bu günkü pratik durumları, düşünce ve davranış olarak islamın
gerçek mahiyetinden çok uzaktadır. Bu da, insanları İslama girmekten alıkoyan
en büyük etkendir.
Nitekim
İslama bağlanan ilk müslümanlarm davranışları, islamın yeryüzünün geniş bir
bölgesinde yayılmasının başlıca etkeniydi. Aynı şekilde bu gün müslüman olduklarını
ileri süren insanların hayat biçimlerinin, her alandaki geri kalmışlıklarının,
insanlararası ilişkilerde sergiledikleri kötü ahlaklarının islamın önündeki
engellerden biri olduğunu görüyoruz.
Bu
gün, Avrupalıların müslüman olmaları için müslümanlarm ilim ve keşiflerde
Avrupayı geçmesi beklenemez. Çünkü Batının eksiği ilim ve keşif değildir.
Onların
yoksun bulundukları doğru, gerçek bir hayat sistemidir. Sadece bir yönünü
değil, insanı kapsamlılığı ve eksiksizliği ile tüm yönleriyle ele alan ve insan
enerjisini dengeli ve ahenkli bir şekilde hareket etmek üzere serbest bırakan
bir sistemdir onların eksiği.
Onların
eksiği; Çağdaş cahiliye hayatı içinde tanrılaş-tırdıklan bütün düzmece
tanrılara inanmasıdır. Şayet ırk ve milliyet tanrısını, bilim tanrısını, akıl
tanrısını, maddi üretim tanrısını, cinsellik tanrısını, heva ve heves tanrısını,
ihtiras tanrısını hayattan söküp atarsa, tek ve ortaksız Allah'a kulluk
sunarsa, dolayısıyla başkasıyla birlikte değil, sadece O'nun hayat sistemini
uygularsa kurtuluşa ererler. Bundan sonra sahip bulundukları bütün pozitif
enerjiler, ilahi yol göstericilikle yol aldıkları için birer yapıcı güce
dönüşürler. Bu günkü gibi, zararlı birer fitne unsuru olamazlar. Yeryüzünde
egemenlik kurdukça Allah'ın yolundan uzaklaşıp gittikçe azgınlaşmalarına
dolayısıyla yokluğa yaklaşmalarına neden olmazlar.
Tek
Allah'a kulluk esasına dayalı ve tek Allah'a kulluk sunma ilkesine göre
şekillenen bu hayat sistemini islam önerir. İşte müslümanlar bunu insanlığa
gösterebilirler, insanlığı da ona yöneltebilirler. Ama bizzat kendilerinin
doğru yolda olmaları şartıyla.
Şimdiki
islami uyanışın, insanlığın yolunu aydınlataçak bu düzeye ulaşması içtenlikle
arzulanmaktadır.
Daha
önce de söylediğimiz gibi, islamın yolunda pusu kuran amansız düşmanlar, ona
karşı ilan edilen korkunç savaş, bunun yamsıra milletin dinden habersiz oluşu,
düşünce ve davranış olarak ondan çok uzakta bulunuşu bakımından bu amaca
ulaşmak kolay olmayacaktır.
Fakat
daha önce de söylediğimiz gibi belirtiler, engellerden daha ağır basıyor.
Engeller,
şimdiki zamanda ve yakın gelecekte Haçlı ve Siyonistlerin müslümanlara yönelik
kin dolu eylemlerinde somutlaşıyor.
Fakat
belirtiler islam ümmetini ve tüm insanlığı bekleyen büyük geleceği müjdeliyor.
Belirtiler,
engellerden daha ağır basıyor, çünkü tarihin tanıklığı bu yöndedir. Batı
uygarlığının yokluğa doğru sürüklendiği bir sırada islami uyanışın önplana
çıkması bunun göstergesidir.
Günümüzde
ve yakın gelecekte bir takım engeller var. Çünkü ne batı uygarlığı tamamen
çökmüş, ne de islami uyanış gereken olgunluk düzeyine ulaşmıştır. Eğer bu
şartlar altında iki kuvvet arasında bir çarpışma başgöste-recek olsa ilk etapta
maddi gücü elinde bulunduran taraf, çökmeye yüz tutmuş olsa bile galip gelecektir.
Çünkü gerçeği temsil eden taraf henüz zayıflık ve deneme aşamasını
geçmemiştir.
Sonra
ilahi yasalar öngörüldüğü şekliyle işlevlerini görürler, mü'minler zayıflık
aşamasından çıkar, sağlam, mücahid, sabırlı ve dayanıklı mü'min bir altyapının
şahsında güçlülük aşamasına geçerler, artık cahiliyeye kafa tutacak, ona karşı
koyacak duruma gelirler. O gün yüce Allah mücahid, mü'min
topluluğu yardımıyla destekleyecek, kendisinden kat kat fazla müşrik kuvvetlere
karşı ona zafer bahşedecektir:
"Karşı karşıya gelen iki topluluğun durumlarında sizin için
ibret vardır; biri Allah yolunda savaşanlardır, diğeri inkarcılardır ki, bunlar
karşı tarafı gözleriyle kendilerinin iki misli görüyorlardı.[172]
"Allah dilediğini yardımıyla destekler. Bunda görebilenler için ibret
vardır." (Al-i İmran/ 13)
Afganistanda
yaşanan savaş, gelecekte olabilecek duruma bir örnektir.
Doğusuyla,
Batısıyla bütün dünya Afgan mücahidleri-nin Rusları yenmelerine engel olmak
için köpekler gibi canla başla çalışıyorlar. Çünkü biliyorlar ki eğer bu olay,
bu şekilde noktalanacak olursa, tarihin akışını değiştirebilir.
Biz
mücahidlerin üstünlük kurup sağlam bir zafer kazanmalarım temenni etmekle
beraber, sürmekte olan bu savaşın yarın nasıl bir gelişme göstereceğini
bilemeyiz. Fakat şunu söyleyebiliriz ki, dinsizlik ve inkar kampı ile dayanışma
içinde hareket eden Haçlılar, söyledikleri gibi onurlarını korumak ve gerçekten
de bu olayı izleyecek önemli tarihsel sonuçlann endişesiyle mücahidlerin kesin
bir zafer kazanmasını önleme başarısını gösterseler bile, bu olayın tarihsel
tanıklığı kalıcı olacaktır. Müslümanların, sağlam, mücahid ve mü'min
altyapılarım tamamladıkları gelecekte gözönünde bulundurulacak bir örnek
olarak duracaktır. O zaman cahiliye, muazzam bir birlik oluşturmuş "İslam
Ümmetini" karşısında bulacaktır, bu gün Afa-nistanda olduğu gibi tüm
ağırlıklarıyla köpekler gibi başına üşüşecekleri tek bir halkı veya islam
aleminin dört bir yanına dağılmış, birbirinden kopuk küçük bir grubu değil!...
Haçlılar
ve Siyonistler bu meselenin farkındadırlar. Bu yüzden kuruluşunu tamamlamadan
önce bu altyapıyı yıkmaya çalışıyorlar. Amaç, tüm insanlığı kapsayan zora dayalı
egemenliklerini korumaktır kuşkusuz.
Ne
var ki tarih onlann arzulanm tersi yönünde hareket ediyor.
Hiç
kuşkusuz yıllar önce B. Russol'un da söylediği gibi Beyaz Adamın devri sona
erdi. Artık askeri, maddi ve ilmi gücünü yitirdiği için değil elbette. Fakat
bütün bu güçleri bir araya getirip hayat için elverişli bir "gıda"
meydana getiremediği için.
İslam
bu gıdaya sahiptir...
İnsanlık
İslama yönelince, işte sadece o zaman ilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler
ileriye dönük hale gelebilir, gerçek halifelik sistemine yardımcı unsurlar
haline gelirler. Bu günkü gibi insanlığı ruhsal ve ahlaki çöküntüye, yokluğa
sürüklemeleri söz konusu olamaz o zaman.
Bu
gün islami uyanışı varlık sahnesinin önplanına çıkaran, aynı zamanda
materyalist Batı uygarlığının çökmeye yüz tuttuğunu gözler önüne seren
tarihsel realite, buyruğunu yerine getiren Allah'ın geleceğe işaret eden
kaderidir, planıdır.
Evet
gelecek islamındır... Tarih bunu gösteriyor.
Burada son
bitiş cümleleri eksik (Arapça 550)
[1] Cennette de bu tercüme derecelerinin karşılığı olan değişik
dereceler vardır.
[2] (2) İbni Asakir (Hz.
Enes'e dayanarak).
[3] Oysa hicri beşinci yüzyılda yaşayan İmam-ı Gazali,
tasavvufa eğilimli olmasına rağmen farz-ı ayn ve farz-ı kifaye olan ilim
dallarından sözediyor ve dünya ilimlerini farz-ı kifaye kategorisine
ayırıyordu. Ayrıca da ümmetin yeterli evlâtları bu farz-ı kifayeyi yerine
getirmemeleri halinde bütün ümmetin bu yüzden günahkâr olacağını vurguluyordu.
Fakat daha sonra öyle bir dönem geldi ki, bu bilim dalları islâm ümmetinin
hesabından tümü ile düştü.
[4] Daha önce "sapma akımı"ndan sözederken
belirtiğimiz gibi Kur'an'da ve hadislerde dünya, insanı Allah'a iman etmekten
ve Allah yolunda cihad etmekten alıkoyduğu takdirde, bu gerekçeden dolayı kınanıyor.
Fakat bunun yanında yeryüzünün eteklerinde dolaşarak yüce Allah'ın nimetlerini
aramayı ve yeryüzünü ilâhi metod uyarınca kalkındırmayı telkin eden islâm
direktifleri gayet açıktır.
[5] Savaş gücünün gerilemesi konusunda ilerde yeri gelince
konuşacağız.
[6] İsteyenler "Mezahibu Fikriyyetün Muasıretün" adlı
eserimizin "el-akliye (Rasyonalizm)" başlıklı bölümüne başvurabilirler.
[7] Wilford C. Smith, "el-İslâm fıtarihil hadis",
s.105-106, 1966, Baskı IV.
[8] Macellan, Papaya bir çok kez yazı ile başvurarak
Filipinlere doğru yapılacak bir gezi hazırlanmasına izin vermesini istemişti.
Ona göre bu gezinin amacı, Filipinlerde yaşayan kâfirleri (yani müslümanları)
Hristiyan egemenliği altına sokmaktı. Sonunda istediği izni kopararak ünlü
"bilimsel" gezisine çıktı. Gezisinin sonunda müslüman toprakları
üzerinde Hristiyan bayrağı dalgalandırmaya kalkışınca yerli müslümanlar
tarafından öldürüldü. Gerçek durum bu olduğu halde biz okul çağındaki
yavrularımıza Macellan'ı öldürenlerin onun gerçekleştirdiği "bilimsel"
gezinin değerini anlayamayan yerli "barbarlar" olduklarını öğretiriz.
[9] Geniş bilgi isteyenler, müslüman gezginlerin "seyahatnamelerine,
bunlara örnek olarak "İbni Batuta Seyahatnamesine bakabilirler.
[10] Mısır ve Kuzey Afrikada böyle oldu.
[11] Orta ve Batı Afrikada böyle oldu.
[12] Hindistan ve Endonezyada böyle oldu.
[13] Muhammed Esed "el-İslâmu âlâ mufterek-ı Hurukı",
Tere- Ömer Ferruh, s. 52-58.
[14] Bu konuda daha geniş bilgi
edinmek isteyenler Ömer Ferruh'un bir arkadaşı ile birlikte kaleme aldığı
"et-Tebşir vel İstimar" adlı esere başvurabilirler.
[15] "Düşünce Emperyalizmi" başlığını taşıyan gelecek
bölümde baskısı nitelikte olmayan bu sinsi metodlardan ayrıntılı biçimde
sözedeceğiz.
[16] Rahip Zuvamer, İslâm ülkelerinde gerçekleştirilen
Hristiyanlığı yayma faaliyetlerinde önemli roller üstlenmiş olan bir
protestan misyoneridir. Fakat bu sıfatına rağmen öldükten sonra yahudi
mezarlığna gömülmeyi vasiyyet etti.
[17] Daha geniş bilgi için
Muhibuddin Hatip tarafından "el-garetü ala alemil islâmi" adı ile
arapçaya çevrilen esere başvurunuz.
[18] Rahip Zumare'nin
hristiyanların, müslümanları hristiyanlaştır-mak amacında olmadıkları şeklindeki
sözlerine olduğu gibi hristiyan olmanın, müslümanlann lâyık olmadıkları bir
şeref olduğu biçimindeki yakışıksız gerekçelendirmesine de önem vermemek
gerekir. Bu sözler misyonerlerin, müslümanları hristiyanlaştırma girişimleri
sırasında uğradıkları başarısızlığı örtbas etmek amacı ile söylenmiştir. Tıpkı
Kedinin yetişemediği ete murdar demesi gibi.
[19] (4) Avrupada yaşayan müslümanlar,
Batılıların meselâ kapalı giyimli müslüman kadınları karşısında nasıl
gizlenmez bir kin duyduklarını yakından görmüşlerdir.
[20] (5) "el-garetü âlâ
alemil İslâmî", sh-57-58, Darussudiyyel linneşr, Cidde
[21] (6) Haçlı misyonerleri
islâmı ortadan kaldırma amacına yönelik gayretlerini şu iki noktada
yoğunlaştırdılar: İstanbul ve Kahire İstanbul, islâm aleminin siyasi ve askeri
güç merkezi olduğu için, Kahire de Kültürel ve manevi aydınlanma merkezi,
olduğu için. Merkezlerin bu farklı konumlarına paralel olarak İstanbul ile
ilgili çalışmaları daha çok siyasi ve askeri nitelik taşırken Kahiredeki
çalışmalarının ağırlığını düşünce ve kültür alanlarında yoğunlaştırdıkları
görülür. Bundan dolayı "Düşünce Emperyalizm"ini anlatırken Mısır
deneyini büyüteç altına alıyor, bunun yanında tarih sürecini gözden geçirirken
Türkiye deneyini incelemmeyi plânlıyoruz.
[22] (7) Tercümenin üslubunun
düşük olduğu görülüyor. Fakat bu, o zamanın aydın dilinden daha çok halk
diline yakın olan üslubuna uygun düşüyordu. Burada Fransız devriminin ünlü
"Özgürlük, kardeşlik ve eşitlik" sloganına açıkça işaret ediliyor.
Bilindiği gibi bu slogan, aynı zamanda "masonluğun" sloganıdır.
[23] Napolyon, burada açıkça
belirtiyor ki, Mısıra saldırmasının amaçlarından biri, egemenlik alanları olan
Suriye ve Mısır'da oturan Fransızlara sözde "horlayıcı ve
aşağılayıcı" biçimde davranan kölemenlerden intikam almaktır. Fakat bu
saldırının sonuçları üzerine yazı yazan araştırmacılar, bu örtülü haçlı
amacından hiç söz etmezler.
[24] Burada, "böyle diyenleri kulaklarından
tutup bana getirin" der gibidir.
[25] Müslümanlara yöneltilen
ve kendisinin de bir müslüman olduğunu kanıtlamak amacı güden bir bildiride
"Eski yunan asıllı hristiyanlar" demek olan "Cericiyye"ye,
müslüman sıfatlı önderler arasında neden yer verdiğini anlamadım.
[26] Bu bildirinin tam metnini görmek isteyenler
şu kaynağa başvurabilirler: (Acayib-ul Asar fi Teracum-il Asar",
Abdurrahman Ceberrutî, s. 182-183, Beyrut)
[27] (12) Bu bilginin adı
Şeyh şerkavi'dir. Napolyon ondan çok nefret ederdi.
[28] (14) Adı geçen eserin
ikinci cildinin 231, 244-245, 251, 272-273, 302, 436-437 inci sayfalarına
başvurunuz.
[29] (15) Bu çağrı son derece önemli olmasına
rağmen ondan çok seyrek olarak sözediliyor. Bakınız "el-Mefahim vel
mustalahat as-sehyoniyye" s. 243, Ehram yayınları, 1979,
"es-Sehayinet-ül Mesihiyyun" maddesi.
[30] (16) Daha geniş bilgi
edinmek isteyenler "Mezahibu Fikriyye Muası-re" adlı eserimizin
"Devr-ul Yehud Fi ifsad-ı Urubba" başlıklı bölümüne başvurabilirler.
[31] (17)
Mısır halkı, bu Fransız istilâsına karşı eşine az rastlanır bir
kahramanlıkta savaştı. Fakat öğrencilerimizle mektep hocalarımızın elden ele
dolaştırdıkları kitapların yazdıkları gibi onlar bu savaşa "Mısır"
milleti sıfatı ile "Fransız" milletine karşı vermiş değillerdi. Bunun
yerine toprakları kâfirler tarafından işgale uğramış "müslümanlar"
olarak bu direnişe girişmişlerdi. Bu direnişin "Haçlılar"a karşı
yöneltilmiş bir "ci-had" savaşı oluşunu en kesin kanıtı islâm
alimlerinin komutası altında yürütülüşü ve ana direniş merkezi niteliğini
kazanan Ezher medresesinin Napolyonun öfkesini yoğunlaştırdığı yer olarak
ortaya çıkması idi. Bu gerçeğin en çarpıcı dedili de
işgal birliklerinin Fransız komutanını öldüren Süleyman Halebi'nin bir Mısırlı
değil, soyadından da anlaşılacağı üzere Halepli bir müslüman oluşu idi. O zaman
henüz "miliyetçilik" diye bir akım olmadığı için Mısır halkını,
Fransızlara karşı direnişe sürükleyen faktör bu değildi. Bundan dolayı bu
direnişi şimdi okullarda okuttuğumuz gibi anlatmak, tarihe karşı en büyük
iftira olur. Ayrıca bu asılsız yakıştırma, müslümanlann beyinlerinde
çöreklenmiş bir düşünce emperyalizmi tortusudur.
[32] (18) Muhammed Ali,
Cemal Abdünnasır,... ve benzerleri gibi İslama karşı verilen haçlı savaşının
kritik dönemlerinde seçilen kimselerin hep mevki düşkünü ve katı kalbli
olmaları rastlantı sonucu değildir. Çünkü bu iki özellik bu önemli(!) rolü
oynayabilmek için gereklidir.
[33] (19) Son yenilgiden
sonra müslümanlarm değer yargılarının sözünü ettiğimiz konuda bile ne kadar
değiştiğini anlayabilmek için "Ruz-ul Yusuf dergisinde yayınlanan şu
satırlara göz gezdirmemiz yeterlidir: "Ne zamana kadar gerici kalacağız.
Bir adam düşününüz ki, eşi ile birlikte yolda yürürken karısının bir arkadaşı
ile karşılaşıyor ve adam ile karısı arasında neler konuşulduğunu işitebilmek
için inatla yanlarında kalıyor, başbaşa konuşmalarına fırsat vermiyor.
[34] (20) Lord Crommer, "Modern Mısır (Modern
Egypt)" Birinci bölüm, 1905.
[35] (21) Ben bu metni vaktiyle "Mission and
missionaries (misyonerlik ve misyonerler)" adlı eserde okumuştum. Bu
kitap, "Methef-ul Britani" kütüphanesinin dışanya çıkarılması yasak
kitapları arasında yeralıyordu. Fakat bir dostum, aynı kitaba Asyut'ta oturan
bir kıptinm evinde rastladı ve durumu bana bildikdikten sonra kitabı ele
geçirdi. Fakat milâdî takvimle 1965 yılındaki olaylar sırasında islamcı
çalışmalar yaptığı suçlaması ile tutuklanınca bu kitabı kaybetti. Bu kitaba
rastlayacak okuyucumun bu meni belgelendirmesini umar ve kendisine şimdiden
teşekkür ederim.
[36] (22) Kahirenin banliyösindeki geniş bahçeli "villâ" ların kirası
yüz elli kuruş, bir okka (yani bir tam ve bir çeyrek kilo) şeker iki buçuk kuruş,
yirmi tane iri yumurta bir kuruştu. Gündelik hayatın diğer ihtiyaçlarının
fiyatını varın siz bunlarla karşılaştırın.
[37] Yaşayan yabancı dilleri inceleyenler bilirler ki, Fransızca son derece
karmaşık bir dildir. Bu dilde fiiller üç değişik gurubu ayrılır. Ayrıca her
guruba eklenen öyle kural dışı fiiller var ki, ekli oldukları gurubun
kurallarına göre çekilmezler. Bunun yanında her guruba giren fiiller altı
değişik zaman kipine göre değişik çekime uğrar. Oysa Arapça fiillerin sadece
mazi (geçmiş zaman), muzari (geniş ve şimdiki zaman) ve emir kiplerinden
oluşmuş üç değişik zaman çekimi vardır. Bu dilin telâffuzu da karmaşık ve
mantık dışıdır. Açıkça mantık dışı olan müzekker ve mü-ennes ayırımı da işin
cabası.
İngilizce
ise görünüşte biraz daha kolaydır. Ama bu dilde bol bulunan deyimler (idioms)
tamamen kuralsızdır.Her birini teker teker ezberlemek gerekir. Zaman kiplerinin
sayısı da Fransızcada olduğu gibi altı tanedir. Telâfuz bu dilde kuralsızdır.
Meselâ OUGH harf gurubu, bulundukları kelimeye göre altı değişik bir biçimde
okunurlar: Enough, Dough, Though, Thorough ve Through sözcüklerinde olduğu
gibi.
[38] Meselâ Türkiye müslümanları, Arapça harfler değiştirilerek
yerine lâtin harfleri konmakla, türkçeye yerleşen arapça kelimeler ayıklanmakla
ve böylece islâm kültürü ile bağlantı kurma imkanından yoksun kuşakların yetişmesine
zemin hazırlamakla ve bu yeni kuşakların büsbütün dinsiz yetişmeleri planlanmakla
islâmî kültür köklerinden koparıldı. Mısır'da da Abdülaziz Fehmi ve benzerleri
gibi bazı kimseler bu tür değişikliklere giriştiler. Ama bu girişimler ölü
doğdu, hiç bir başarıya ulaşamadı.
[39] (25) Daha ayrıntılı
bilgi edinmek isteyenler "Mezahibu Fikriyye Mua-sıre" adlı eserimizin
"el-İlmaniyye" başlılkıl bölümüne başvurabilirler.
[40] (26)
"Din dersinde öğretim metodu" adı altında küçük bir kitap yayınlamak
niyetindeyim.
[41] (27) Söz konusu
basmakalıp cümleye "meşhur" dememizin sebebi şu ki, bu cümle önce
Mısır'da biçimlenmiş ve arkasından Arap aleminin çoğuna yayılmıştır.
[42] (28) bu arada Asya ve
Afrikadaki puta tapan yığınların varlığı bile öğrencilerin dikkatlerinden
kaçırılır.
[43] (29) Yüce Allah (c.c)
insanların davranışlarında hür olmalarını ve bunun yanında yaptıklarından
sorumlu olmalarını takdir etti. Bu takdirin sonucu olarak insanların bazılarının
mümin ve diğer bazılarının kâfir olması olgusu ile karşı karşıya kalıyoruz.
Oysa "Eğer yüce Allah isteseydi, insanlar bir tek ümmet olurlardı"
Yani onlan mümin olmaya zorlardı. Fakat O, böyle olmasını istemedi.
[44] (30)
"el-Musteşrıkuni vel islâm" adlı eserimizde bu konu oldukça geniş
bir biçimde incelenmiştir.
[45] (31) "Keyfe
nektübu Tarihel İslâm" adlı eserimizde bu konu hakkında oldukça geniş
bilgi verilmiştir.
[46] (32) Şimdiki Kurtuluş
meydanında bulunan Hilton Otelinin yerinde.
[47] (33) Şimdiki Kahire Ticaret Külliyesinin
yerinde.
[48] (34) Bir kaç sayfa önceki Lord Crommer'in
sözlerini hatırlayalım.
[49] (35)
"Laiklik"terimi "Mezahibu Fikriyye Muasıre" adlı eserimizde
belirttiğimiz gibi Fransızca Secularizm teriminin yanlış bir tercümesidir. Bu
terim, sosyal hayatı din dışı temellere dayandırmak anlamına gelir. Buna göre
karşılığıda kullanılması gereken terim "lâdinilik (din dişilik )olmalı
idi.
[50] Bu gerçek geçen yüzyılda bu günkü kadar belirgin değildi. Bununla birlikte sağduyu sahipleri
bugünlere geleceğini o günden görebiliyorlardı.
[51] Bu tercüme ve yayın faliyetlerinde rol
alanlar arasında Lüblanlı hristiyanlar başı çekiyorlardı. Onlann haçlı planları
ile ilişkileri açıktı.
[52] Bak "el-Garetü alel alemil İslhamiyyi", tere. Muhibuddin
el-Ha-tıb (Önsözü).
[53] Daha geniş bilgi
edinmek isteyenler "SİYON PROTOKOLLERİ" adlı eserin 2 nolu
protokolüne başvurabilir.
[54] Daha geniş bilgi için "Mezahibu Fikriyye Muasire" adlı eserimizin
"Devr el-Vahud fi ifsad-ı Avrupa" başlıklı bölümüne başvurabilir.
[55] Bu düşünceleri Mısırda
yayımlamaya çalışanların başında Şıbli Şumeyl ile Selâmet Musa adındaki iki
hristiyan ile sözde Müslüman İsmail Muzhır adlı şahıslar gelir. Gerçi işin
içinde başkalarıda var ama onların önemli bir etkisi yoktur.
[56] (42) Yahut daha sonra ortaya çıkacağı üzere "dünya haçlılığı ile
yahudiliği."
[57] (43) Nazlı Paşanın bu konferans salonu ile bu
salonun Muhammed Abduh ve Saad Zağlül'ün yanlış yollara sürüklenmeleri
üzerindeki ve genel olarak Mısırın sosyal ve politik düşüncesi üzerindeki
etkisinden ileride sözedeceğiz.
[58] (44)
Bu yayınların büyük bir çoğunluğu Kahire ile Pariste çıkardı. Ayrıca
arap milliyetçiliğini savunan veya Lübnanlı yada Suriyeli hristiyan olan bu
gizli derneklerin üyelerinin hayatı da Kahire ile Paris arasında geçerdi. Yani
bu işler, "hasta adam"ı bir an önce öldürüp de mirasına konmak için
can atan İngiltere ile Fransanın koruması ve gözetimi altında yürütülüyordu.
[59] (45) İlerde tekrar belirteceğimiz üzere
Cemaleddin-i Afgani, halifeliğin türklerin elinden alınarak araplara
verilmesini savunuyordu. Oysa o pek keskin zekâsı ile pekâla biliyordu ki, o
dönemde araplar böyle bir sorumluluğu yüklenmeleri sözkonusu olamayacak
derecede zayıftılar. Ayrıca Afgani, masonluğu ve dinler arası kardeşliği de
savunuyordu.
[60] (46) Bu konu ayrıntılı
biçimde açıklanmalı ve islâmiyetin "Basm-ya-yın" politikası geniş bir
biçimde ortaya konmalıdır. İnşallah uzman bir yazar bu konuda bir kitap kaleme
alarak müslümanlara islâm propagandasının "vaaz vermek" demek
olmadığını, bunun islâm'ın bakış açısı ile ve islâmiyetin tutumuna göre sosyal
hayatın bütün meselelerini ele alıp değerlendirmek demek olduğunu öğretir.
[61] (47) Böyle bir şey
mümkün değildi. Çünkü bu gazetelerin kendileri düşünce emperyalizminin birer
aracı idiler.
[62] (48) "Mezahibu fıkriyye
muasıre" adlı kitabımda sanayi devrimi ile bu devrimin yolaçtığı sosyal
bozulmalardan sözettim. Orada belirttiğim gibi bu sosyal bozukluklar, sanayi
alanında gelişmenin doğal ve kaçınılmaz sonuçları değildi, bu yozlaşmalar
sinsi birer yahudi plânı olarak ortaya çıkmışlardı.
[63] (49) Yani uluslararası yahudiliğin bu yozlaşmadaki rolünü ve bu
ahlâk bunalımının yolaçtığı psikolojik ve sosyal sonuçları bir an için bir yana
bırakarak.
[64] (50) Daha önce
belirttiğimiz gibi sosyal bir kanunmuş gibi görünen "mağlubun taklit yolu
ile galibin potasında eriyeceği" varsayımı inanç ümmeti" için geçerli
değildir. Eğer "Bu ümmetin inancı zayıfladı da bundan dolayı düşmanın
potasında erimesi kaçınılmaz oldu" denecek olursa buna karşılık "zayıflık
başka, yokolmak başka şeydir" deriz. Sözkonusu basının yapmaya çalıştığı
ve nerede ise başardığ bu inancı büsbütün yo-ketmekti. Onun gerçek rolü budur.
[65] (51) İslâmda "din
adamları" diye bir zümre yoktur. Bu gerçeği çeşitli kitabımızın bir çok
yerinde bir çok kez vurguladık. Fakat islâm düşmanları buna rağmen ısrarla bu
deyimi kullanmaktadırlar.
[66] (52) Daha geniş bilgi
için "Kasım Eminin Hatıraları" adlı esere başvurabilirsiniz.
[67] (53) İleride görüleceği
gibi ikinci kitabı olan "Yeni Kadın"da bu saçma görüşünden vazgeçtiğini
belirtmiştir.
[68] (54) Gelecek alt
bölümde Saad Zağlül'ün yeni Mısır'ın hayatında oynadığı rolden sözedeceğiz.
[69] (55) Kasım Emin'in yirminci ölüm yıldönümü anısına çıkan
"Hilâl" dergisi, 1 Haziran 1928, s. 948.
[70] (56) Hilâl dergisi, l
Haziran 1928, s. 949.
[71] (57) Avrupadaki bu mesele ile bu meseleye
bağlı gelişmeler hakkında "Mezahibu Fikriyye Muasire" adlı eserimizin
"Devrul yahudi fi ifsadi Avrupa" başlıklı bölümünde bilgi verilmiştir.
[72] (58) "Mezahibu Fikriyye muasıra" adlı
eserimizin "Devrul Yahudi fi ifsadı Avrupa" başlıklı bölümünde sanayi
devrimini ve bu devrimin Batı toplumu üzerindeki etkilerini anlatırken bu
sebepleri ayrıntılı biçimde anlatmaya çalıştım.
[73] (59) Daha önceki bir dipnotta bu gerçeğe
değinerek tarihi gerçeklere ters düşen bazı yaygaracılara cevap vermeye
çalıştım. Böyleleri kapalı kadın giyiminin, islâmdan öncesine dayanan bedevi
bir arap geleneği olduğunu ileri sürerler. Oysa sözkonusu dipnotta Hz.
Ayşe'nin, Medineli (Ensar) kadınları "kapalı giyimi emreden ayet inince
hepsi elbiselerinin uzantılarını kapıp onlarla açık kalan tarafların örtmeye
giriştiler" diyerek övmesi bu iddianın aslı olmadığını gösterir.
[74] (60) Oysa bu gün
müslüman ismi taşıyan bazı hayasız islâm dönekleri bu iddiayı ileri sürüyor,
buna bağlı olarak Allah'a Peygambere ve Allah'ın dinine zalimlik yaftası yapıştırıyorlar.
[75] Acaba bu hak kadınlardan hangi dönemde gaspedildi, Allah aşkına!
[76] (2) Gelecek alt bölümde
bu salonlardan sözedeceğiz.
[77] (63) Gelecek alt
bölümde Mısır devriminde sözedeceğiz.
[78] (64) Bu hanımın gerçek adı Safıyye Mustafa
Fehmidir. Fakat Batılaşmanın, Batı kaynaklı
düşünce emperyalizminin etkisi
ile onlardaki kadınların, kocalarının soyadı ile anılmaları geleneğine
uyarak kocası Saad Zağlül'ün soyadı ile Safiye Zağlul diye anılmayı benimsedi.
Fakat halk kitleleri bu değişik isimlendirme geleneğini farkedip karşısına çıkmadı.
[79] (65) Nitekim kadının islâm kıyafetinden
soyunduğunu bu meydanın o zamana kadar "İsmailiye Meydanı" olan adı,
bu sözde büyük olayın anısını ebedileştirmek için "Kurtuluş Meydanı"
olarak değiştirildi.
[80] (66) Bin Bellâ bu
sözleri ile önemli bir gerçeğin üzerinden farkında olmayarak perdeyi
kaldırıyordu. Bu gerçek müslüman kadınları açık giyinmeye çağıran, kapalı
giyimden vazgeçmeye çağıran asıl kaynağın sömürgeci haçlılar olduğu gerçeğidir.
[81] (67)
Söylendiğine göre Ahmed b. Bellâ, iktidardan uzaklaştırılışını izleyen
sürgünlük döneminde tekrar İslama dönmüş, hatta konuşmaları ve yazıları ile
halkı İslama çağırmaya başlamıştır. Bizler insanların hidayete ermesini, eğri
gidişlerini değiştirip doğru yolu bulmalarını sadece sevinçle karşılarız. Fakat
burada belirtmek istediğimiz sadece şudur ki, bu zat iktidarı döneminde açıkça
İslama karşı idi.
[82] (68) Sözkonusu kadın
gösterisi sırasında, baş örtülerinin çıkarılıp ateşe verilmesini kimin
plânladığını kesinlikle bilmiyoruz. Fakat o günden sonraki olayların akışından
edindiğimiz izlenime göre Kasım Emin'in samimi dostu, onu destek vaadi ile
yoluna devam etmeye teşvik etmiş olan Saad Zağlul, ülkede bu tür adımların atılmasını
coşku ile karşılıyor ve eşinin bu tür hareketlere ele başılık etmesini
sağlıyordu. Saad Zağlul'un Mısır devriminin, bir islâm devriminden, islâmdan
uzak "Milliyetçi bir devrim"e dönüşmesi hususunda oynamış olduğu
rolü, bu kitabın ilerdeki sayfalarında anlatacağız.
[83] (69) Tırnak içinde
sunduğumuz ifadeler ya "Moda" dergilerinde ya da gündelik
gazetelerin"kadm eklerinde aynen yayınlanmıştır.
[84] (70) Tıpkı Peygamberimizin -salât ve selâm
üzerine olsun aşağıdaki hadiste buyurduğu gibi:
[85] (70) İşte kız okullarında aynen erkek okullarındaki programların uygulanmasının
"hikmeti" buydu. Böylece kadın-erkek eşitliğine gerekçe bulunacak ve
buradan hareket edilerek kadına "toplumu bozma" hakkı sağlanacaktı.
Bu işin bundan daha az önemli bir başka hikmeti de eğitim biçiminde meydana
getirilen "eşitlik" yolu ile "erkeğin üstünlüğü" ilkesini
ortadan kaldırmak ya da hiç değilse sarsmaktır.
[86] (72) Gerçekten zaman
zaman kız öğrenciler, erkek akranlarından daha başarılı oluyorlardı. Çünkü
öğrenciler sokaklarda, kahvelerde ve arkadaşları ile birlikte oynadıkları
çeşitli oyunlarda vakit öldürürlerken akranları olan kız öğrenciler evlerinde
derslerine çalışıyorlardı. Bunun yanında kızların "kadınlık
gururları"nı okşayan erkeğe üstün gelme duygusunun da bu başarıda payı vardı.
[87] (73) Daha geniş bilgi
edinmek isteyenler "Mezahibu Fikriyye Muasıre" adlı eserimizin
"Devrul Yahudi fi Ifsad-ı Avrupa" başlıklı bölümüne başvurabilirler.
[88] (74) Yüce Allah (c.c.)
Nur suresinin ondokuzuncu ayetinde şöyle buyuruyor; "Müminler arasında
edepsizliğin yayılmasını isteyenleri dünyada ve Ahirette acı bir azap beklemektedir"
[89] (76) Daha geniş bilgi
edinmek isteyenler "Mezahubi Fikriryye Muası-re" adlı eserimizin
"Devrûl Yahudi fi İfsadi Avrupa" başlıklı bölümüne başvurabilirler.
[90] (1- Burda kastedilen bilimsel ve kavramsal anlamıyla miras değildir.
Maksat müslümanların tarihsel mirasıdır. İşte bunun köklü bir ayıklanmaya
ihtiyacı vardır. Kuşaklar boyu başgösteren -özellikle son
dönemlerdeki-sapmalardan ayıklanması gerekiyordu. (Sapma çizgisi bölümüne
bakınız.)
[91] 1- Bir plajda genç bir
kız bir ressamın kumlar üzerinde palaj giysileri içindeki resmini çizmesini
istemişti. Fakat görkemli manzara (!) ressamın ilgisini çekmemişti. Kızdan
biraz daha açılmasını istemişti, -demek yeterince açık görmemişti- Fakat kız bu
isteği yerine getirmemişti. Bunun üzerine ressam: "Sen köylü müsün
nesin?" diye çıkışmıştı. Kızcağız bu suçlamadan, geri kalmışlık
suçlamasından kurtulmak için hemen istenileni yapmıştır.)
[92] (1- Daha önce de
değindiğimiz gibi bunlar da düşmanların kendilerine bu yakıştırmalarda
bulunmalarını haklı çıkaracak tutumlar sergilemiyor değildirler.)
[93] Japonların onlara
verdiği zarar: Onların pazarlarına rakip olmaları, pazarlarını daraltmaları
şeklindedir. Ama müslümanlarm yitirdikleri benliklerine dönmeleriyle birlikte
batılıların yaşayacakları felaket korkunçtur. Bir kere müslümanlardan
çaldıkları hammeddeleri kaybedeceklerdir. Müslümanları ezmek ve egemenliklerine
boyun eğdirmek için kullandıkları siyasi hegemonyalarını yitireceklerdir. Yine
batılıların çok iyi bilipte müslümanım diyen insanların bilmediği daha birçok
gelişme olacaktır.)
[94] (1- Bu konuya ilişkin olarak Dr. Hüseyin Fevzi'nin 'Sindebadu Asri'
(Çağdaş Sindebad) kitabında yazdıkları ile Dr. Zeki Necip Muhmud'un doğuyu yerdiği
'Fikr uş-Şarki' adlı kitabi ile batıyı övdüğü 'Fikr ui-Garbi' adlı kitabında
yazdıklarına bakılabilir. Bir de (Tonby'nin) Dr. Nebil Suphi tarafından
arapçaya çevrilen islam ve Batı1 başlıklı makalesinden de söz etmek
gerekir. Burada şöyle deniyor: Biz müslüman türkleri sürekli sıkıştırdık
nihayet İslam'ı bırakap bizi taklit etmeye başladılar. Böyle yapınca da onları
horladık, küçümsedik. Çünkü kendisine kişilik veren bir düşüncesi yoktu artık.!!)
[95] İleride de değineceğimiz gibi bu plan haçlı-siyonizm ortak yapımıdır.
Sadece haçlı veya sadece Siyonist bir plan değildir.)
[96] Bu yahudiler daha önce Batıda yaşıyorlardı.
Engizisyon mahkemelerinden kurtulmak için Endülüsten kaçan müslümanlarla birlikte
Osmanlıya sığınmışlardı. Sonra müslümanlaşmaları ve Balkanlara göçetmeleri yönünde
gizli bir emir aldılar, işte burada Osmanlı saltanatının yıkılması için kendilerine
verilen rolü başarıyla oynadılar.)
[97] Ruslar ortadokstular, bu yüzden
Ortodoks ermenilerle aralarında kuvvetli bağlar vardı. Onlara Osmanlı Devleti
aleyhine kışkırtırlardı.)
[98] (1- VVilliem Car "Ahcar ala rikatiş-Şatranc" adlı eserinde
şöyle diyor: "Yahudiler bir yahudi devletine hazırlık amacıyla Osmanlı
Devleti'ni ortadan kaldırmak için birinci dünya savaşını çıkarttılar. II. Dünya
savaşını da bu devleti fiilen kurmak için çıkarttılar." Bu sözlerde gerçek
payı vardır. Car'ın yahudileri korkunç göstermedeki abartmasını bir yana
bırakırsık, yahudilerin her iki fırsatı da amaçlarına ulaşmak için
değerlendirdikelerinde kuşku yoktur. )
[99]
(1-
Cemal Abdunnasır birkaç kez Mustafa Kemal'i örnek aldığını söylemiştir.)
[100] 1948 yılında Filistin
toprakları üzerinde tezgahlanan danışıklı savaşta bu durum fiilen yaşandı.
İngiltere arap ordularının erzaklarını kesince savaş durdu ve Filistin'in
paylaşımı gerçekleştirildi.
[101] Çağdaş Fikir akımları
kitabının 'Milliyetçilik, Yurtseverlik' bölümüne bakınız.)
[102] 'el-Garefu alel alemil
İslami1 adlı eserde, bir misyoner şöyle diyor: "Avrupa 'hasta
adam'dan korkuyordu. Çünkü arkasında bir parmak işaretiyle cihada koşabilecek
üçyüzmilyon insan vardı.)
[103] 'el-Muhattataful
isti'mariye fi muhafatil' islam' Muhammed Mahmud Savvaf, sh. 218)
[104] (1- Burada kitabın
içeriğini eleştirmeyeceğiz. 'Oryantalisler ve islam' adlı eserde bu kitabı
geniş biçimde eleştirdim.)
[105] (2- Seçimlere katılma hususundaki görüşümüzü bu bölümde açıklaycağız.)
[106] (1- Daha önce
düşmanların bütün İslam ülkelerinden çok Türkiye ve Mısırdaki İslami varlığı
yıkmaya yöneldiklerini söylemiştik. Bunun başlıca nedeni Türkiye'nin hilafetin,
siyasi ve askeri gücün merkezi, Mısır'ında Ezheryani müslümanların ilmi ve ruhi
aydınlıklarının merkezi oluşuduru.)
[107] İngilizler bu tehlikeyi yıllar önce sezdiler. Bu yüzden
Mısır'a yönelik politikalarında köklü değişikiklere gittiler. Amaçlan ağır,
sağlam ve etkin adımlarla barışçı bir şekilde tehlikeyi bertaraf etmekti.
Bundan önceki stratejileri Mısır'ı bütünüyle arap ve islam dünyasından
koparmak, Firavunluk dönemi özlemleriyle biçimlenmiş bir milliyetçiliği ön
plana çıkarmak şeklindeydi. Geçen bölümde bu stratejiye işaret ettik. Bu arada
dini duyarlılığı öldüren, insanı önemli hedeflerin peşinde koşmaktan alıkoyan
ahlaki çözülme ve dejenerasyona yönelik faaliyetler de ihtimal göstermelik
lider ancak bu kadarını biliyordu. Ancak darbenin gerçek lideri Abdunnasır her
şeyi biliyordu kuşkusuz.)
[108] Sıkıyönetim hapishanesinde
yaşanan vahşeti uzaktan da olsa tavsif eder ümidiyle okurlara bir örneği
anlatmak istiyorum. 1954 yılında olaydan yaklaşık olarak bir ay sonra Şubat
ayında gözaltına alındım. Şehid Yusuf Talat da benden kırk sekiz saat önce tutuklanmıştı.
Üç hafta boyunca onu aramış, nihayet yerini belirleyip gözaltına almışlardı.
Sıkıyönetim hapishanesindeki geleneğe göre tutuklanan her gruba karşılama (!)
yapılırdı. Biz buna espiri olarak 'karşılama töreni' diyorduk. Cezaevi
gardiyanları zindanın kapısında yan yana dizilirlerdi. Gelen her tutuklunun adı
yazıldığı sırada, gardiyanların önünden geçerken her biri ya bir kırbaç ya bir
tekme ya bir baston darbesini inrirdi, tutukluya. Kimisi bir yumruk, kimisi
demir bir sopa rastgele yapıştırırdı tutuklunun her hangi bir yerine. Bunu
bilinçli olarak yapıyorlardı. Amaç ilk andan itibaren tutukluların yüreğine
korku salmaktı. Bu, devletin müslümanların üzerinde estirdiği genel terörün bir
parçasıydı. Benimle birlikte tutuklanan herkes gibi ben de 'karşılama
töreninden1 nasibimi aldım. Fakat - gardiyanların bana yaptıklarını
kardeşler anlatana kadar- Şehid Yusuf Talat'a yapılanları görünce bütün
bunuları unuttum. Zavallı adam zindanın kapısından kayıt bölmesine getirilene
kadar öyle bir şiddete maruz kalmıştı ki, insan görmeye dayanamıyordu.
Yusuf iri
cüsseli, sağlam yapılı ve dolgun birisiydi, inancının derinliği ve gerçeği
söylemedeki pervasızlığı yanısıra güçlü-kuvvetli oluşuyla da bilinirdi. Yukarıda
da söylediğim gibi gözaltına alınışının üzerinden henüz kırksekiz saat
geçmişti. Fakat görünüşü beni dehşete düşürdü. Kan ve tentürdiyot sızan sargı
bezleri bacaklarından ayaklarına kadar iniyordu. Her iki kolu da aynı şekilde
kanlı, tentürdiyotlu sargılar içindeydi, iki zebani ona eşlik ediyordu. Biri
önden birde arkadan geliyordu, her adımda bir iki kırbaç iniyordu kanlı
bacaklarına. Biri önden biri arkadan vuruyordu. Buna rağmen her seferinde
attığı adım beş santimi geçmiyordu. Hiç kuşkusuz, zindanın kapısından kayıt
bürosunu kadar katettiği bu mesafede üzerine inen yakıcı kırbaç darbeleri
altında yapabilseydi, bir santim bile olsa adımını geniş atacaktı. Fakat yediği
darbelerin etkisiyle mecali tükenmişti. Bu yüzden onu gördüğüm zaman 'karşılama
töreninde' bana yapılanları unutuverdim. Tutuklanmadan önce, bu hapishaneye
uygulanan işkence türlerine ilişkin çeşitli söylentiler duymuştum. Fakat bu
dehşet verici manzarayı görmeden önce duyduklarım, işkenceyi gerçek şekliyle
somutlaştıramıyordu zihnimde.)
[109] 1965 yılında
sıkıyönetim hapishanesindeki soruşturma esnasında sorgucu bana şöyle dedi: (Bu
konuşma sorgulama raşivine geçmiştir.) "Bir topluluğun önünde iskenderiye
olayları komplodur demişsin" Ben: "Böyle söylemedim" dedim.
"Peki ne söyledin?" dedi. Onlara dedim ki; "iskenderiye olayları
gerçekten olsaydı veya almasaydı bile İhvan'ın başına gelenler önceden
planlanmıştı" dedim. Sorgucu hoşnut olmaya nbir tavırla: "Bunun böyle
olduğuna ilişkin kanıtın nedir?" dedi. Şunları söyledim: "Hasan
Seyyid adında bir arkadaşım vardı. Cemal Abdunnasır ona çok güvenirdi. 1952 yılından
bu yana aramızda sağlam bir arkadaşlık kurulmuştu. 1954 yılının Haziran ayının
sonlarına doğru bir akşam vakti bürosunda onu ziyaret ettim. (Avukat olarak
çalışıyordu.) Çabucak işlerini tamamladı ve bana "gel" dedi. Sora
bürosunun kapısını içirden kitledi. "Çok önemli bir iş için seni görmek
istedim. Herhangi bir şekilde hükümetle İhvan arasındaki çatışmayı dudurmak
istiyoruz" dedi. Ben: "Çatışma filan oldu bitti artık nasıl
duduracaksınız" dedim. "Anlaşmayı (o tarihlerde ingilizlerle hükümet
arasında yapılan bir anlaşmayı kastediyordu. İhvan bu anlaşmaya bir çok açıdan
karşı çıkıyordu) eleştirmekten vaz geçsinler" dedi. "Bu konudaki görüşlerini
kamoyuna duyurmuş bulunuyorlar, artık ne yapılabilir ki?" dedim. "Politikadan
uzak dursunlar ve dini bir örgüt olduklarını ilan etsinler" dedi. "Bunu
kendilerini korumak için mi yapsınlar yani dayandıkları temelleri mi yıksınlar?
Onların hareketleri en kapsamlı biçimde İslam'ı uygulamak esasına dayanıyor.
Politika da bunun bir parçasıdır. Bu gün siyasetten çekilecek olurlarsa, hangi
ilkeye dayanacaklar?" dedim. "Kriz atlatılana kadar, geçici bir süre
için böyle bir tavır alsınlar. Sen onların başına nelerin geleceğini
bilmiyorsun?" dedi. "Başlarına ne gelecekmiş" dedim. Cevap vermekte
tereddüt etti. Bunun üzerine soruyu yineledim. "Ben içlerinde yaşıyorum.
Ne olacağını biliyorum. Yani lideri tutuklayıp cemaatin ileri gelen
şahsiyetlerinden biracını idam ettikleri, binlerce genci İbrahim Abdulhadi
aracılığı ile işkenceden geçirdikleri zaman dava sona erer" dedi. "
Bu sekide dava sona ermez." dedim. Sözüme karşı çıkarak: "Öyle
sanıyorum ki, bu tür sıkıntılar dava adamlarının mücadele kararlılıklarını
biler diyeceksin. Ben bu sözü senden çok daha fazla anlıyorum. Fakat davanın
tekrar eski düzeyine gelebilmesi için, yüzyıl gerekecektir" dedi.
"Günümüzde olaylar çok çabuk gelişiyor. Bir gelişmenin yüzyılı alması
artık mümkün değildir. Bununla beraber benim elimden ne gelir ki?" dedim.
"Kardeşin Seyyid'le görüş ve hükümetle zıtlaşma, çatışma politasını bir
şekilde durdurmasını iste" dedi. Ona "Evet bunu yapacağım" dedi.
Fakat kerdeşimle son tutuklamalardan önce buluşma imkanı bulamadım.)
[110] Böylece dünya komuoyunu
ilgi odağı haline gelen mülteciler sorunu çözümlenmiş oldu. Nihayet yahudiler
çeşitli yöntemlerle kamuoyunun ilgisini mületcilerden uzaklaştırabilmişti.)
[111] O tarihte arap ülkeleri İsrail'i tanımıyorlardı ve 'sözde israil devleti1
diyorlardı. Dolayısıyla ortada resmen tanınmış sınırlı söz konusu
değildi.)
[112] Johnston'un o tarihte
nihai bir sınırın belirlenmesini, istemediği açıkça anlaşılıyor. Ki israil'i
bağlayan bir durum sözkonusu olmasın. Johnston'un istediği İsrail'in varlığına
yasallık kazandırmaktır. Bundan sonra sınırını genişletmesinin ber sakıncası yoktur.)
[113] Böylece barış sağlamya
ortam hazırlanıyor.)
[114] 'Secular' yani laiklik arapçaya 'ilmaniye' şeklinde tercüme edilir. Oysa
bu tercüme yanlıştır. Bu kelimenin 'dinsizlik1 olarak tercüme
edilmesi gerikir. ('Çağdaş Fikir Akımları' kitabının laiklik bölümüne bakınız)
[115] Anchor Books edition, Nev York, 1964 II. Bası sh. 319)
[116] Age. sh. 320)
[117] (2- İslam'ı yok etmek
için Endülüs'te kurulan engizisyon mahkemeleri hariç. Daha önce bunu işaret
etemiştik.)
[118] Şehid imam Hasan
el-Benna'ın 'Risalelerine bakınız.
[119] Bazı kaynaklar, Şehid imam'ı şahadetinden sonra yarım milyon insanın
harekete katıldığını belirtir. Ancak titiz bir sayım yapılmış değildir.)
[120] Hasan el Benna 'Risaleler' sh. 108-109)
[121] (1- Yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Eğer yakın bir yarar ve orta bir sefer olsaydı, onlar mutlaka
seni izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi." (Tevbe/ 42)
[122] Hidiv İsmail'e atitir
bu söz
[123] Bu da Taha Hüseyin'in
sözüdür.
[124] Yüce Allah Şöyle
buyuruyor: "Biz bun (Kur'an'ı) senin dilinle kolaylaştırdık, takva
sahiplerine müjde vermen ve direnen bir kavmi uyarıp korkutman için" (Meryem/
97)
[125] (1- Gerçi Şehid imam hayatının son günlerinde cemaat tarafından görevlendirilen
bazı kişilerin sorumsuz davranışlarından şikayet ediyordu. Fakat bu tür
istisnalar kuralı değiştirmez. Yani, askerlerin komutanlarına itaat ettiği,
ister istemez ona uyduğu gerçeğini değiştiremez.)
[126] İleride bu konuya değineceğiz.
[127] Hasan el Benna 'et-Tealim-1 risalesinde "Şehadet cümlesini
diliyle söyleyen, bunların gereklerini ve farzları yerine getiren bir müslüman
herhangi bir görüşünden veya işlediği bir günahdan dolayı tekfir etmeyiz"
diyor. Sh. 539 Hasan el Benna'nın 'şehadetin gereklerinden1
kastettiği, hayatın her alanında Allah'ın indirdikleriyle hükmetmektir. Bu,
imanın şartıdır ve bu olmadan iman olmaz: "Hayır, Rabbine andolsun ki,
aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin hükmüne başvurmadıkça, sonrada
içlerinde senin verdiğin karara karşı en ufak bir sıkıntı olmaksızın tam
manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisa/ 65) Burada bir
mesele karşımıza çıkıyor. Bu da bir çok insanın kafasını karıştırıyor.
Kastettiğimiz, günah meselesidir. Ümmetin ortak görüşüne göre günah,
Allah'ın
indirdiklerine ters düşen bir amel olmakla beraber işleyen kimseyi iman
çerçevesinin dışına çıkarmaz. Aslında bu iki yaklaşım arasında bir çelişki
yoktur. Çünkü günah işleyen kimse, bu yaptığının günah olduğunu kabul ettiği
zaman Allah'ın indirdikleriyle hükmediyor, eşya ve olayları onun terazisiyle
ölçüyor demektir. Şehvetine ve ihtirasına yenik düşerek bu suçu, işlediği
günahı helal kabul ederse bu durumda Allah'tan başkasının hükmüyle hükmediyor,
ondan başkasının terazisiyle ölçüyor demektir, bu yüzden kafir olur. Aslında bu
kişi söz konusu günahı işlemeksizin sırf helal saydığı için kafir olur. Çünkü
-organlarıyla bu suçu işlemiş olsa bile- kalbi ile insanı iman çerçevesinin
dışına çıaran bir tavır sergilemiş olur. Yani kendi nefsini Allah'a eş koşmuş
olur. allah'm izni olmaksızın bir şeyi helal kılmış veya haram kılmış olur.
Oysa helal ve haram, belirleme de, serbest ve yasak koymada tek yetkili yüce
allah'ttr. Bu O'nun ortaksız yaratıcı olmasının zorunlu bir gereğidir: "Dikkat
edin, yartma ve emir yetkisi O'na aittir." (Araf, 54) Bu ayet, günah
işleyen işlediği günahın helal olduğuna inanmadıkça, yani bu konuda Allah'ın hükmüne
ters düşen bir hüküm vermedikçe insanı iman çerçevesinin dışına çıkarmadığını
açık biçimde ortaya koymaktadır.
Bununla beraber, ümmetin
ortak görüşüne göre, bazı ameller vardır ki, bunlarda yapanın niyeti, helal
sayıp saymadığı sorulmaz. Çünkü bu ameller bizzat küfrü ifade ederler. Puta
secde etmek, Allah'ın kitabına dil uzatmak, Allah'ın peygamberine -selat ve
selam üzerine olsun- sövmek, İslam düşmanlarına yardım etmek, Allah'ı bir yana
bırakarak kendi başına helaller ve haramlar belirlemek yani Allah'ın
şeriatından başka bir konunla hükmetmek gibi.)
[128] İşte üçüncü program ya da 'hareket protokolü' dedikleri budur.
[129] Süveyş kanalının
millileştirilmesini kastediyor.
[130] Konunun akışı içinde
hareketin yolunda beliren bazı dönemeçlerden sözedilecektir.
[131] Dışgörünüşleri itibariyle. Kalplerini ise ancak Allah bilir.
[132] (1- İbni Teymiye, fetava, Mecmuatut- Tevhid 12. Risale, sh. 278)
[133] (1- Gerçekte yeryüzünde -Peygamberimizin -Salât ve selâm üzerine
olsun-toplumu da dahil- tamamen unsurları ayrışmış bir toplum yoktur. Her zaman
durumları belli olmayan gruplar olur. Ancak bizim kastettiğimiz topluma
niteliğini kazandıran belli başlı gruplardır.)
[134] (1- Ibn- Kudame'nin 'el-Muğni' adlı eserinde şöyle deniliyor: Bir adam
müslümanlığından kuşku duyduğu ve hünsa olması ihtimali bulunan bir insanın
arkasında namaz kılarsa imamın küfrü ve müşkül hünsa olduğu açığa çıkmadığı
sürece namazı geçerlidir. Çünkü namaz kılanların bu tavırları, özellikle imam
olması zahiren hünsalıktan uzak olduğunu gösterir. Ancak namazdan sonra imamın
kafirliği veya müşkül hünsalığı ortaya çıkarsa, namazı yenilemek gerekir...
(Yazarın verdiği örnek küfür hükmünü verme noktasında Allah'ın şeriatının
fiilen hakim olduğu islam toplumu için geçerlidir. -Çeviren-)
[135] Az önce dedik ki, yeryüzünde hiç bir toplum yoktur ki tüm fertleri
açıkça belli olsun. Peygamber toplumu da bu genellemenin içindedir. Her toplumda
'münafıklar' bulunur. Allah'ın indirdikleriyle hükmeden müslüman toplumda
bunların hükmü, 'lailahe illallah' dedikleri ve Allah'ın şeriatına uydukları
sürece 'müslüman1 şeklindedir. Ama şehadet kelimesini getirseler
bile Allah'ın şeriatına uymazlarsa, mürted kabul edilirler.
[136] Yazarın "Düzeltilmesi gereken kavramlar" kitabına bakabilirsiniz.
[137] İleride ele alacağımız "Geleceğe bakış" bölümünde bu noktaya
değineceğiz.
[138] Afgan savaşının mesajı ve
ona ilişkin değerlendirmelerimize "Geleceğe bakış" bölümünde yer
vereceğiz.
[139] Bu gençlerin Amerikan
toplumu ile içli dışlı olmalarına rağmen, Demokrasinin arkasında uluslar arası
siyonizmin olduğu ve siyonizmin çıkarı ile çelişen hiçbir fikir akımının
pratikte uygulanmasına izin verilmediği gerçeğinin farkında olmayışları
şaşırtıcıdır.
[140] Müslim, Ebu Davud,
Tirmizi, Nesai ve İbni Mace. Dileyen "Peygamberden iktibaslar"
kitabının "kesilecek hayvana eziyet etmeme" bölümüne bakabilir.
[141] "Arzular ve Sakıncalar"
başlıklı tebliğde.
[142] Siyasi, toplumsal v.s.
gibi...
[143] Bu savaş bugün en
kapsamlı şekliyle Afganistanda ve her yerdeki islamcı cemaatlara karşı
sürmektedir. Ve yarın islam düşmanları müslü-man ümmete karşı en acımasız
şekliyle bir savaş başlatmaktan çekinmeyeceklerdir. Bir sonraki "geleceğe
bakış" bölümüne bakınız.
[144] Askeri Hapishanede bulunduğumuz günlerde bir sabah Hapishane müdürü ile
daha sonraları feci bir trafik kazasında paramparça olmak suretiyle Allah
tarafından cezalandırılan en büyük celladı Hamza el-Bisyani çıka geldiler.
Bizler, her gün sabah saat altıdan akşam dört buçuğa kadar süren sistematik
işkencenin uygulandığı işkence Taburun-daydık. Küçük celladının buyruklarına ne
kadar bağlı olduğunu göstermek için huzurunda hızlı adımlarla koşuşup saygı
gösterisinde bulunmasının ardından, Atının üzerinden bize dönerek şunları
söyledi Hamza el-Bisyuni: "Bütün yaptıklarımıza rağmen hala yaşıyorsunuz
O... çocuklan. Daha ne yapalım size? Bütün yapabildiğimiz birkaç yılda bir
sizleri toplayıp sürüm sürüm süründürmektir." Yani bir bahane olsun
olmasın bu uygulamalar çok önceden planlamıştır demek istiyordu.
[145] Konunun akışı içinde
"Dinlemek ve itaat etmek" meselesine değineceğiz.
[146] Geçen sayfalarda bu
hadise işaret edilmiştir.
[147] Sh. 514'deki dipnot.
[148] Nasırın iktidarı sırasında şöyle bir fıkra anlatılırdı: Bir gün Nasır
Kalemini kaybeder ve bütün aramalara rağmen bulamaz. İçişleri Bakanına haber verir
ve kalemi kimin aldığını araştırmasını ister. İçişleri Bakanı hemen isteneni
yapar. Bir saat sonra Abdunnasır Bakanı arar ve kalemi bulduğunu dolayısıyla aramadan
vazgeçmesini ister. Bunun üzerine Bakan şu cevabı verir: Ama efendim, Beş kişi
yakaladık, beşi de kaleminizi aldığını "itiraf etti!!!
[149] Yazar, burada Seyyid
Kutub'un şehit edilişini kastediyor olsa gerektir. (Çev.)
[150] "Sapma akımı"
bölümüne bkz.
[151] "Sapmanın sonuçları" bölümüne bkz.
[152] Buhari - Müslim.
[153] Yazarın "çağdaş
fikir akımları" kitabına bakınız.
[154] Geçen bölümdeki
"düşünce savaşı" başlığı ile sunulan bölüme ve "çağdaş fikir
akımları kitabında yeralan "laiklik" bölümüne bakınız.
[155] Taha, 50.
[156] Bu gün artık bilimde bu
kanunların "kesin" olmadığını söylüyor. Sadece birbirini destekleyen
bir takım "ihtimallerden" sözediyor.
[157] Bir sonraki
"Geleceğe bakış" bölümünde bu gerçeğe değineceğiz.
[158] Günümüzde olduğu gibi.
[159] Ebu Yusuf,
"el-Harac" kitabında der ki; "Devlet Başkanı, Beytul malın
ihtiyaç duyduğu miktarı zenginlerin mallarından alabilir.
[160] Daha geniş bilgi için
yazarın "Çağdaş fikir akımları" kitabının "Demokrasi"
bölümüne bakınız:
[161] İslami yönetime karşı
ileri sürülen hayret verici konulardan biri de gayri müslüm azınlıklar
sorunudur. Yeryüzünün birçok bölgesinde müslüman azınlıklar var ve onların o
ülke halklarının dini inançlarını yaşamalarına engel oluşturmaları düşünülmediği
gibi buna müsade de edilmez. Peki, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmek islamın
ayrılmaz bir parçısı olduğu halde gayri müslim azınlıkların müslüman çoğunluğun
inançlannı uygulamalarına engel olma hakkı nerden doğuyor?
[162] Hikaye şöyledir: Bir
sürü kızıl öküzün arasında bir de Beyaz öküz varmış. Rengi başkadır diye bu
öküzü sevmezlermiş, Ondan nefret ederlermiş. Bir gün Aslan gelmiş ve yemek
üzere aralanndan birini vermelerini istemiş. Onlarda Beyaz öküzden kurtulmak
için onu vermişler Aslana. Fakat bir süre sonra aslan yine gelmiş ve yemek
üzere bir öküz daha istemiş. Daha sonra parçalamak üzere birinin üzerine
atlamış. Aslanın pençesindeki öküz şöyle demiş: "Aslında beni, Beyaz öküzü
yediğin gün yemiştin."
[163] Daha geniş, bilgi için,
yazarın "çağdaş fikir akımları" kitabında yeralan "Avrupa'nın
bozulmasında Yahudilerin oynadığı rol" bölümüne bakılabilir.
[164] "Büyük
Önderlerin"(!) en büyük özelliği, islam düşmanlarının arzusu gereği edebi
Arapçıyı konuşamamaktadır. Emperyalistler uşaklarını onların bilgisi dahilinde
veya onlardan habersiz halk dilini iyi konuşanlar arasından seçerler.
[165] Bilindiği gibi Yahudiler, -ne kadar hizmet
etselerde- kendi çıkarlarına önem verdikleri kadar uşaklarının duygularına
değer vermezler. Okuyucular hatırlarki, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı
kendilerine akıl almaz hizmetler sunduğu halde onu bile, çok kere incitmişlerdir.
[166] Aslında birbirini
seven, birbiriyle kaynaşmış, islami pratik olarak yaşayan ve İslama davet eden
bir cemaat olmaksızın islam için çalışmak yeterli olmaz. Ama biz burada fiili
bir durumu dile getirdik.
[167] Hiç kuşkusuz,
Haçlılarla sıkı bir dayanışma içindedirler bu konuda.
[168] İmam Ahmed Huzeyfe b.
Yeman'a dayanak rivayet etmiştir.
[169] "el-İslam
ven-Nizam'al alemiy el-Cedid" Te'lif: Mevla Muhammed Ali, Araçaya çeviren:
Ahmed Lud es-Sahar.
[170] Bugün Japonya ve Korede
büyük cemaatler İslama girmiştir.
[171] "Çağdaş Fikir Akımları" "Laiklik" bölümüne bakınız.
[172] Aslında kendileri onların üç katıydılar.