ŞEYTANİZME RAĞMEN İSLAMİ UYANIŞ
İslami Uyanışa Karşı Şeytani Hesaplar
Ferdi Müslümanlara Yaklaşımları
Ferdi Müslümanların Çoğalması Karşısında
Şeytani Hesapların Boşa Çıkarılması
Şeytanizme Rağmen İslami Mücadele
Bölgesel Boyutlu İslami Hareketler
Evrensel Boyutlu İslami Hareketler
Bölgesel Ve Evrensel Boyutlu İslami Hareketler
Islamı Harekette Kimlik Sorunu
1. Hareket Metodu Ve Kimlik İlişkisi
İslami Harekette Kültür Sorunu
Bakman ve Rahim olar.
Allah'ın adıyla
Hamd. sena ve Övgülerin
en güzeli ezelde ve ebedde var olan lutfuyla kainatı ve bizler' yaratıp var
eden. sayısız nimetlerle yaşatan ce rahmetiyie doğru yolu Allak (c c.)'a
mahsustur
Sala; ve claıv da,
alemlerin Rahbı tarafından seviler insanların ise tanıyıp: idrak edilme
nısbetine sevebildikleri. Efendimiz, Önderimiz, Rehberimiz Hz. Muhamnıed
Mustafa'ya, aline, ashabına, ve onun yolunu izlemevc çehan ümmeti üzerine
olsun,
"Şeytanizme
rağmen İslami uyanış' ısrrin? verdiğimiz bu kitap çahşmc'-.mdc, şeian ve
dostlarının müsldncanlc üzerine yaptıkları hesaplar ve bu şeytani hesapların boşa
çıkahılmes- için müslümanlann yahiplennıelerî gereken İslami prensipler
üzerinde durduk Baz- kardeşlerimizin bildiği gibi bu kitapta yer cic :
yazılardan bir kısmı, daha cace İnsan dergisinde yayınlanmıştı, i'cy:rdancn bu
yazılar, şeytani eylemlere yeterince vakıf olmayan bazı kardeşlerimizin şaşırmalarına
ve hayret etmelerine neden olurken, bu şeytani fiillerin faili olan
satılmışların ise Öfkelenmelerine ve telaşlanmalarına neden olmuştu.
Telaşlanmalarının
sebebi, acaba bizler bu haberleri nereden almıştık? Yoksa bu şeytani
yapılarda, bu şeytani gruplarda hainler mi, köstebekler mi vardı? Şeytani
eylemleri, şeytani maksatları, şeytani yaklaşımları, bizlere bunlar mı
iletmişti? Nitekim karşılaştığımız ilk soru bu oldu.,
Yazdıklarınızla ilgili
haberleri nereden aldınız?
Bu tehditvari soru
karşısında, dilimizin ucuna gelen bazı ifadeleri yutkunduk. Ayrıca
karşılaştığımız bu soruya, onların boyutundan baktığımız zaman, yadırganacak
bir soru da değildi. Nitekim bu soru karşısında herhangi bir şeyi gizlemeye
veya gizlenmeye gerek duymadan, cevabımızı apaçık olarak verdik.,
Bu yazdıklarımızla
ilgili tüm önemli haberleri Kur'an-ı Kerimden aldık..
Bizler için açık
olmasına rağmen, onlar için kapalı bir cevaptı bu!.
Anlayamadık!. Nasıl
aldınız?
"Anlayamadık"
derken, gerçekten doğru söylüyorlardı. Yüzleri.rsdeki merak, verdiğimiz cevabı
anlayamadıklarını açıkça gösteriyordu. Tabi ki cevabımızı daha da açık bir
hale getirdik.,
Şanı yüce Rabbimiz
Kur'an-ı Kerimde, şeytanı, şeytani zihniyeti, şeytani yaklaşımları, şeytanın
dostlarını, bunların geçmişte neler yaptığını ve neler yapmak isteyeceklerini
apaçıfz bir şekilde bildirmiştir. Zamanımızda da bu şeytan ve şeytanın
yandaşları olduğu için, bunların ne yapacakları ve ne yapmak isteyecekleri,
Kur'an-ı Kerime müracaat eden müslü-
manlar için gizli
değildir..
Karşımızdaki kafalar
"Hıımm", "Haaa", "Demek öyle!" ifadeleriyle
sallanmaya başladı. Anladıklarına hüsnüzan ederek "İnanmıyorsanız, gidip
şeytana sorun. O lanetli yaratık meselenin böyle olduğunu bilir.,"
demedik. Hem bu karşımızdakiler de, kendilerini şeytanın yandaşı görmüyorlardı
ki!.
Nitekim bizlere
dostça(!) sokularak nasihat etmeye, çok kötü adamlardan bizleri sakındırmaya
çalıştılar. O kötü adamlar bizlere şunları yaparlarmış, aslında bizler aydın
ve akıllı insanlarmışız, onlardan sakınmamız lazımmış, falan, filan..
Kullandıkları ifadeler
de, kendilerine göre çok dostça Bak
Mehmedciğim!. Arı kovanına hiç çomak sokulur mu?
"Arı kovanına
çomak sokulmaz" sözünü çok önceleri duymamıza rağmen, bu sözün anlam
genişliğini ve nelere şamil olduğunu pek bilmiyorduk. Bildiğimiz ve iman
ettiğimiz gerçek ise, beşer kaynaklı hiçbir sözün, İlahi kelamı neshetmediği
ve nesfıedemeyeceğidir.
Dolayısıyle İlahi
vahye göre bozmakla ve deşifre
etmekle, yükümlü
olduğumuz şeytani kovanlar varsa; şer odağı olan bu kovanların içini dışına
çıkartmak ve ifşa etmek için, bu kovanlara elimizdeki çomağı değil, omuzlarımız
üstündeki başlarımızı dahi sokma durumundayız..
Şeytan ve dostları
tarafından, bu böyle biline.,
Bu böyle biline ki, bizlere
küçücük parmaklarını tehditvari sallayarak.,
"Bü işlere
burnunuzu sokmayın!." demesinler.
Çünkü bu işlere
burnumuzu değil, severek ve sevinerek başımızı sokuyoruz..
Mehmed ALAGAŞ
İzmir / 1990
Yirminci yüzyılın
ikinci yarısında dünya genelinde meydana gelen olaylar, İslam'ın bütün bir
yeryüzünde tekrar gündeme geldiğini kanıtlamaktadır. Meseleye geleneksel bir
din vakası oîarak bakıldığında,, yirminci yüzyıl gibi bir çağda böylesi
olayların vuku bulması oldukça şaşırtıcı bir manzaradır. Çünkü bilindiği gibi
dünya tarihinde hiçbir din, yeni bir peygamber olmaksızın ondört asır gibi bir
aradan sonra yeniden uyanış, yeniden diriliş aşamasını yaşayabilmiş değildir.
Asırlar önce tahrif
edilen Hıristiyanlık, ayaklan üzerinde doğrulmak bir yana, ayağın ve
ayaklanmanın ne olduğunu unutan bir kötürüm, bir enkaz durumundadır.
Si-yonizmin sadece bir baston olarak kullandığı Musevilik İse, asırlardır devam
ettirdiği keyfiyetiyle Samirilik olup; buzağıya değil, külçe altınlara tapınan
yapısını ve şeytani mis-yonunu her çağa göre şekil değiştirerek
sürdürmektedir..
Kaynakları İtibariyle
semavi olan dinlerin günümüzdeki durumları bu olmasına rağmen, İslam'ın ilk günkü
berrak mesajıyla birlikte dünya gündemine girmesi, haliyle şaşırtıcı olmakta,
akılian ve gözleri
kamaştırmaktadır.,
"Yeni bir
peygamber olmadan, bütün bunlar nasıl meydana geliyor?1'
"Eskimesi,
önemini ve etkinliğini kaybetmesi gereken bir din, yirminci yüzyıl gibi bir
çağa, dibdiri bir keyfiyetle nasıl müdahale edebiliyor?."
Bu gibi sorular, ancak
ve ancak Kur'an-ı Kerim'in ve İslam'ın evrenselliği ile cevap!andmlabilecek
sorulardır. Tahrif edilmesi mümkün olmayan Kur'an-ı Kerim'in mucizevi varlığı
ve Resulullah (s.a.v.)'den intikal eden sahih sünnetin yeterliliği, yeni bir
peygamber gönderilmeksizin söz konusu İslami uyanışın olabileceğini ve olduğunu
göstermektedir.
İslami uyanışın
özellikle yaşadığımız çağda meydana gelmesi ise, İslam adına varlığını sürdüren
geleneksel enkazların ortadan kalkmasıyla ilgili bir hadisedir. Meseleye bu
boyuttan baktığımızda, ümmet üzerindeki İslami etkinliğini ve keyfiyetini
yitirmiş olan halifeliğin kaldırılmasını, İslami uyanışın önündeki bir enkazın
kaldırılması olarak görebiliriz.
Bu enkazlar kalktıktan
ve aslında yok olan şeylerin, görünürde de gerçekten yok olduğu açıklık
kazandıktan sonra, dünyanın birçok yöresindeki müslümanlar, sorumluluk
bilinciyle İslam'ın asli kaynaklarına yönelmişlerdir. Çünkü iş başa düşmüştür
artık!. Geleneksel bir alışkanlıkla asırlardır tutulmak istenen koskoca dal,
ufacık bir çıtırtıyla kırılmış ve içindeki oyuklar meydana çıkmıştır. Artık tutunulacak
dal, yönelinecek kaynak Kuran ve sünnettir.
Nitekim bu samimi
yönelişlerin berrak bir neticesi olarak, yaşadığımız yüzyılın değerli alimleri
vasıtasıyla gündeme gelen ve günümüz şartlarına göre açıklanan kelime tevhid
gerçeği, dünyanın bir çok ülkesindeki müslümanla-rın şuurlanmasına ve
yüzyılların birikimi olan hurafelerle yozlaşmış ananeleri sorgulayarak,
muvahhid birer müslü-man olmalanna vesile olmuştur.
Tevhidi gerçeği
kavrayan bu müslümanlar, tabi ki bununla yetinmemişler, mevcut şartlarda sahip
oldukları iletişim imkanlarıyla tevhidi gerçeği yaygınlaştırmaya çalışarak,
aynı düşüncedeki müslümanlann çoğalmalarına neden olmuşlardır..
Hangi ülkede ve hangi
şartlarda olurlarsa olsunlar, bütün dünya muvahhidleri, İlahi mesajın en asli
meselesi olan tevhidin yaygınlaştırılması konusunda aynı yaklaşımı
sahiplenerek, çevrelerinde bulunan insanlara bu gerçekleri götürmeyi, ertelenmez
bir vazife olarak telakki etmişlerdir. Bu Rabbani telakki istikametinde yerine
getirilen samimi çalışmalar, yaşanılan hal ve gösterilen tavırlarda anlam kazanan
yazılı ve sözlü anlatımlar neticesinde, rahmet olarak nitelendirdiğimiz
sonuçlarla karşılaşılmıştır.
Artık söz konusu
ülkelerde kanunların hüküm sürdüğü mabedlere giden, kanunların münasip gördüğü
memurların arkasında namaz kı'an, kanunlann sakıncalı görmediği vaazları ve
dini hikayeleri dinleyen, "Tağuta güç ve selamet, müstekbirlere sıhhat ve
uzun ömür vermesi.." için Allah'a dua eden ve kendilerini Kur'an-ı Kerime
nisbeî etmelerine rağmen, sahiplendikleri Kitabın gereğini yerine
getirmedikleri ve dolayısıyla dinlerini tahrif ettikleri için, Kuran-ı Kerim'in
'Ehli Kitap' sıfatıyla muhatap aldığı kimselerin durumuna düşen geleneksel
tiplerin aksine; kendilerine 'Hizbullah' yani Allah'ın hizbi /Allah'ın
taraftarı denilen, tevhidi dünya görüşünden ve bu görüşün gereği olarak
reddedilmesi gereken çağdaş putlardan bahseden, ilk müracat kitabı kabul
ettikleri Kurana Kerim'i anlamaya ve anlatmaya çalışan ve böylesine bir
varoluşla gözlerimizi ve gönüllerimizi aydınlatan yepyeni kimlikler ortaya
çıkmaktadır.
Asırlar sonrasında
Rabbimizin lutfuyla meydana gelen bu uyanış ülkeler tarihinin ötesinde, dünya
tarihinin yeni bir dönüm noktasına yaklaştığını göstermektedir. Sanayi ve
teknoloji çağlarının akabinde, dünya yepyeni bir çağa, yepyeni bir aydınlığa
doğru ilerlemektedir.
Çünkü İlahi takdirin
bir tecellisi olarak meydana gelen bu olaylar, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen
vaad ve yaidlerle ilgili Sünnetullah'ın tecellisine, bu Sünnetullah'ın gerçekleşmesine
zemin hazırlar bir istikamette gelişmektedir.
Dünya müslümanlarının
uyanışıyla ilgili olarak kısaca zikrettiğimiz bu vakıalan sadece biz mi
biliyoruz?
Elbetteki değil!..
Bizim kısaca
zikrettiğimiz bu vakayı çok daha geniş düzlemde ve olaylann detaylarına inerek
araştıran dünya müstekbirleri, bu durumdan elbetteki haberdar olmakta ve
elbetteki endişe duymaktadırlar. Yakın tarihte meydana gelen İran İslam
Devrimi, dünya müslümanları için uyancı nitelik taşıdığı gibi, dünya
müstekbirleri için de uyarıcı bir nitelik taşımıştır.
Yaşadıkları İran
olayında, itibar ve menfaat düzleminde büyük zayiatlar veren dünya
müstekbirleri, güçieri nisbetince benzer olaylarla bir daha karşılaşmama
gayretini göstermektedirler. Nitekim bu gayret nedeniyledir ki, dünyanın
herhangi bir yerindeki İslami uyanışa ilgisiz kalmamakta, gizli veya açık
müdahale gereği duymaktadırlar.
Peki, ne yapar bu
müstekbirler?. Tabi ki şeytanın yaptığını ve yap dediğini!.. Çünkü müslümanlara
karşı aynı şeytani mantıkla yaklaşmaktadırlar. Bu şeytani mantığın öngördüğü
her yaklaşım mubah, her eylem meşrudur bunlar için. Bu nedenle (şeytana göre açık,
dünya müstekbirlerine göre müphem olan İlahi hudutlar çerçevesinde) ellerinden
geleni ardlarına koymak istemezler.
Şeytan ve dostlarına
karşı uyanık olmaları emredilen müslümanların, öncelikle şeytani mantığı
kavramaları gerekir. Çünkü geçmişte yaşanan ve dünya tarihinde yer alan
örneklerde, şeytan ve dostlarının müslümanlara karşı farklı eylem biçimleriyle
müdahale ettikleri görülse de, bu farklı eylem biçimlerine yön veren mantık,
aynı şeytani mantıktır. Müslümanlann ve müstekbirlerin içinde bulundukları
konum ve seviyeye göre şekillenen bu mantık kavrandığı zaman; günümüzdeki
şeytan ve dostlarının hangi konumdaki müslümanlara, hangi mantıkla
yaklaşacakları ve yaşanan zaman diliminde sahip olduklan imkanlarla, neler
yapmak istenecekleri de kavranmış olacaktır.
Bu konudaki
araştırmalarımızın ışığında, günümüzdeki şeytan ve dostlarının hangi konumdaki
müslümanlara, hangi mantıkla yaklaşacakları ve bu mantıktan hareket ederek
imkanları dahilinde neler yapmak isteyecekleri konusunda genel olarak şunları
söyleyebiliriz.,
Cahili bir toplumda
veya cahili bir çevrede Allah'ın lutfuyla şuurlanan bir müslüman, müstekbirlere
göre vücuda giren bir mikrop gibidir, ferd olarak yıkıcı bir tehlike arzetmese
de, taşıdığı inancı söz ve davranışlarıyla etrafına tebliğ ederek, başkalarının
da hidayetine vesile olabileceğinden, cahili toplumun birlik ve bütünlüğünü
zedeleyebilecektir.
Bu açıdan tehlikeli
olan müslümanın, hem kendisine ve hem de çevresindeki insanlara dolaylı veya
dolaysız yollarla müdahele edilmesi gereklidir. Çünkü kendisi "Müslüman"
oimakîa bizatihi tehlike taşıdığı gibi, bu müslümanla iletişim imkanı
kurabilecek olan çevresindeki insanlar da "Müslüman olabilir"
tehlikesini taşımaktadırlar.
Bu konuda yapılması
gereken müdahelelerde, öncelikle dolaylı yoliar tercih edilir. Çünkü dolaylı
yollarla yapılan müdahelelerle, müslümanlann ciddiye alınmadığı ve onlara hiç
bir Önem verilmediği izlenimini yansıtabileceklerdir!. Nitekim önemle üzerinde
durdukları husus, bu müslümanlara karşı gösterilmesi gereken tavıriann,
yöneticiler tarafından değil, propaganda vasıtalarıyla şekillendirecekleri
yönetilenler tarafından gösterilmesidir.
Bu şeytani mantıktan
hareket ederek yaptıkları veya yapabilecekleri müdahaleler ise, genel olarak
şunlardır.,
Basın ve yayın
faaliyetleriyle bu konumdaki müslü-manlan, yaşadıkları çağı idrak edemeyen
birer şaşkın,
dünkü güzellikten
bahsettiği ve düne Özlem duyduğu için bugünden uzaklaşan birer gerici,
yaşanan realiteyi
kabul etmeyen birer deli,
ne istediğini bilmeyen
birer mecnun... olarak empoze etmek.,
Satm aldıkları veya
kendi mantıklarına göre yetiştirdikleri din görevlilerini unvan ve makamla
yücelterek din adına konuşma yetkisini bunlara vermek,
samimi müslümanlann
gündeme getirdikleri ve çevrelerine iletebildikleri Rabbani gerçeklere, bu
satılmışlar vasıtasıyla cahili yorumlar getirtilerek, Rabbani gerçeklerin insanlar
üzerindeki etkisini azaltmak..
Bu müslümanların söz
ve davranışlarını alaya almak,
onlara iftiralarda
bulunmak.,
ve bu gibi
yaklaşımlarla çevrelerinde bulunan insanları onlardan uzaklaştırarak, onları
yalnızlığa terketmek..
Bunlan belirttikten
sonra bazı kardeşlerimizin aklına şu soru gelebilir.,
"Şeytan ve
dostları bu müslümanlan, Rabbani mesajı çevrelerine iletmeden öldüremezler
mi?"
Hiçbir şüphe ve
kuşkunuz olmasın ki öldüremezler. Çünkü Rabbani mesaj Allah kelamıdır. Allah
kelamını susturmak veya suskunluğa mahkum etmek ise ki bu yaklaşım Allah'ı
susturmaya çalışmaktır bu mahluklann isteğiyle gerçekleşebilecek bir hadise
değildir.
Buna izin verebilecek
yegane merci olan şanı yüce Rabbimiz ise, İlahi mesajın insanlara
ulaştırılmasını murad etmektedir. İlahi mesaj ulaştırıldıktan sonra meydana
gelebilecek öldürme vakaları ise mesajın bereketlenmesine ve daha bir hızlı genişlemesine
neden olmaktadır.
İlahi mesajın
insanlara ulaşmasını engelleyemeyen ve bu konuda aciz kalmaya mahkum olan
şeytan ve dostları, İlahi mesajın yaygınlaşması ve sadece Allah'a kulluk ederek,
kendilerine kulluktan içtinap eden müsîümanların çoğalması karşısında, daha
geniş önlemler alınması gerektiğine inanmaktadırlar.
Çünkü bulundukları
konumda ferd olarak Allah'a kulluk eden ve Allah'a kulluğa davet eden bu
müslümanlar, ferd olarak potansiyel bir tehlike göstermemelerine rağmen,
çoğalma istidadında olan bu ferdlerin bir çatı altında toplanmaları ve ciddi
bir potansiyel tehlike meydana getirmeleri mümkündür.
Dünya müstekbirler
için bu dönem, dikkate alınması gereken kritik bir dönemdir!.
Hiç vakit kaybetmeden
yapılması gereken müdahaleler yapılmalı, alınması gereken bütün önlemler
alınmalıdır. Senaryolar yazılmalı, dekorlar hazırlanmalı ve oyuncular yerlerini
almalıdır.
Bu dönemdeki
çalışmalann hedefleri belirlenirken, bugüne ve yarına yönelik olmak üzere, iki
ayrı boyutta belirlenir. Verecekleri mücadelede, tek yönlü bir cepheyi tercih
etmezler. Çünkü bulundukları taraf ve karşı taraf olmak üzere her iki sahada
da yapmaları gereken şeytani eylemler vardır. Bu konumlarda neler yaptıklarını
ve neler yapmak isteyeceklerini maddeler halinde ve yine geneî olarak
belirtmemiz gerekecektir.,
Bir /
Öncelikle İlahi davetin yaygınlaşmasını önleyici tedbirler alınmalı ve hangi
yolla olursa olsun davete olan ilgi ve davetin cazibesi azaltılmalıdır.
İlahi davetin beyan
ettiği gerçeklere, tenkit ve eleştiri düzleminde karşı koyamıyacaklan İçin,
kendilerine göre en kolay yol; İlahi daveti, davetçinin şahsında küçültmeye ve
davetçinin şahsında eleştirmeye yönelmektir.
Bu yönelişte, İiahi
daveti gündeme getirmelerine rağmen davetin özünü ve espirisini kavramayan
bazı kimseleri kullanabilecekleri gibi, müslüman olmadığı halde, müslü-man
olarak empoze edecekleri serserileri de kullanabileceklerdir. Bunlara bazı
sorular yöneltecekler ve bunların verdikleri cevapları eksilterek, çoğaltarak
veya değiştirerek, istihza ile eleştirebilecekleri ve kolayca yutabilecekleri
dişlerine uygun bir lokma haline getireceklerdir.
İlahi davete olan ilgi
ve davetin cazibesini azaltma noktasında aldıkları diğer önlemler ise,
caydırıcı önlemlerdir. İlahi daveti gündeme getiren veya bu daveti kabul eden
bazı müslürnanlan tutuklayarak, işkenceyle sorgulayarak, hapis ve ölüm cezaları
vererek bu daveti gündeme getirmenin veya bu davete icabet ermenin ne kadar
kötü ve ne kadar tehlikeli bir iş olduğu görüntüsünü verirler.
Tabi ki bu
cezalandırmayı, kendilerine güç veren halkın onayıyla yapmaları gerekmektedir.
Bunun yegane yolu ise, cezalandırdıkları bu insanların, affedilmez ve affedilmemesi
gereken birer suçlu olarak gösterilmesidir.
Peki suçlan ne olacak?
Kendileri de
bilmektedir ki, cezalandırdıkları bu kimselerin sadece Allah'a kulluk yapmak
ve sadece Allah'a kulluğa davet etmekten başka suçları yoktur. Müstekbirler bu
gerçeği bildikleri gibi, bunu açıkça söylemeyeceklerini de bilmektedirler.
Hem nasıl söylesinler
ki?
Cezalandırdıkları
müslümanları göstererek.,
"Bunlar Allah'a
ve Allah'ın hakimiyetine inanarak sadece Allah'a kulluk ediyorlar, bizim
hakimiyetimizi reddederek bize kulluktan içtinap ediyorlar ve sizleri de buna
davet ederek bizlerin çıkar ve menfaatlerine zarar veriyorlar.." dedikleri
zaman, halkın uyanacağı ve kendilerini düşman bileceği aşikardır.
Bu durumda yaptıklan
en şeytani hareket, kendi zulümlerine düşman olan müslümanları "Halk
düşmanı" olarak empoze etmeleridir, Nitekim bu mantıktan hareket ederek,
cezalandırdıklan müslümanların topluma karşı işle-
dikleri suçlann ne
olduğu, şu beylik cümlelerle açıklanmaktadır.,
"Bu anarşistler,
bu hainler, sizin kanunlarınıza karşı gelip, sizin devletinizi yıkmak ve sizin
düzeninizi bozmak istiyorlar.."
Kendilerini yöneten
devletin, kendilerini sömüren bir zulüm devleti olduğunu ve yürürlükteki
şeytani kanunların, sömürüyü kolaylaştırmak istikametinde belirlendiğini bilmeyen
insanlar; elbetteki bu gibi beyanatların tesirinde kalarak, vatan ve millet
haini anarşistlerin cezalandırılmasını onaylayabileceklerdir.
Şeytan ve dostlarının
bu konuda karşılaştıkları en önemli güçlük, müslümanlara yönelttikleri suç
isnadına, bazı deliller bulmaktır. Çünkü bu müslümanların elinde silah değil,
Kitap bulunmaktadır ve işin kötü yanı, bu Kitap, halkın da benimsediği Kur'an-ı
Kerim'dir. Ayrıca bu müslümanların örgütsel bir yapılanmaları da yoktur.
Böylesi bir zor
durumla karşılaşan şeytan ve dostları., müslümanlara iftira atmak, daha önce
kendilerinin verdikleri veya yerleştirdikleri silahlan ortaya çıkararak bu
silahları müslümanlara isnat etmek, meşru nedenlerle birbirini ziyaret eden ve
birlikte olan müslümanları, gizli ve yıkıcı örgüt olmakla itham etmek,
ve bu müslümanların
arasına gönderdikleri ücretli veya ücretsiz gönüllüleri müslümanlarla birlikte
yakalayıp, bu iftiracılara herşeyi itiraf ettirmek... gibi şeytani yollara
başvurmaktadırlar.
İki /
Tevhidin yaygınlaşması vakasıyla karşılaşan şeytan ve dostları, bu
yaygınlaşmayı şehir ve bölgelere göre ve büyüme hızını dikkate alarak
değerlendirmektedirler. Bu değerlendirme ile.,
hangi bölgede, hangi
müslümanların müessir olduğunun tesbit edilmesi,
diğer müslümanlar
üzerinde müessir olan bu müslümanların sosyopsikolojik durumlarının tahliline
göre satın alınmaları,
korkutularak
pasifleştirmeleri veya değişik yollarla etkinliklerinin azaltılması
yapila-gelen İşlerdendir,
Ne yazık ki, halkında
müslüman olan ülkelerde böylesi şeytani müdahalelerin neticesiz kaldığını
söyleyemeyiz. Kendilerine "Müslüman" denilmesine rağmen, Allah'ın azabı
ve Allah'ın vaadi konusunda netleşemeyen bazı kimseler, müstekbirlerin azab
veya vaadini ön plana çıkararak kendileri sapmakta ve çevrelerindeki insanları
da saptırmaktadırlar.
Ayrıca, tevhidi
yaygınlaşmanın hız kazandığı bölgelere, resmi veya gayriresmi bel'amlann
gönderilmesi ve hazırlanan senaryolar ile bu bel'amların, söz konusu bölgelerde
meşhurlaştırılması da, ertelenmez bir vazifedir bu müstekbirler için..
Üç / Şeytan
ve dostları çok iyi bilmektedir ki, insanlar ortak sorunlar ve ortak görüşler
istikametinde bir araya gelebilirler. Bu gerçeği çok iyi bilen dünya
müstekbirleri, müslümanlann gündemine müdahele ederek, bu müslü-manlara farklı
sorunlar ve farklı görüşler empoze etmektedirler.
Gündeme getirdikleri
ve yandaşları vasıtasıyla tutucu bir uslubla savunduklan görüşler, genel olarak
İslami çerçevede zikredilen görüşler olmasına rağmen, bu görüşlerin İslami
bütünlükten kopuk, tek boyutlu, zamansız, mekansız ve mükeliefsiz olarak
gündeme getirilmesi, elbetteki rahmet olarak değil, zillet olarak
değerlendirdiğimiz ihtilaflara neden olmaktadır. Ne gariptir ki, bu gibi gündem
provokasyonlarına, samimiyetlerinden şüphe edilmeyen ve kendilerine aiim
denilen bazı zavallılar da alet olabilmektedir!.
Dört / Dünya
müstekbirleri "Yolculuğa çıkan müslü-manlardan, birisinin imam seçilmesi"
prensibini siyasi bağlamda değerlendirip / her fırsatta gündeme getirerek; yollarını
ve yöntemlerini belirlememiş, kemiyet ve keyfiyet açısından bu seviyeye
gelmemiş müslümanları, ham ve sun'i bir yapılanmaya sürüklemek isterler.
Her kuşa ayn ayn ve
kamuoyundan gizli olarak ateş etmek yerine, bu yapılanmayla toplu hedef haline
getirecekleri ve kamuoyuna örgüt olarak lanse edecekleri bölgesel hedeflere,
gizliliğe gerek duymadan açıkça ve birer el ateş etmek istemektedirler. Bu
yöntem onlar için hem daha kolay ve hem de daha verimli olmaktadır.
Beş /
Tevhidin yaygınlaşması, davet eden ve davet edilen insanların zamanlarıyla
ilgili bir hadisedir.. O halde bu insanların zamanlarına müdahele edilmesi,
tevhidi anlatacak ve tevhidi anlayacak zamanlannın mümkün olduğu kadar
kısıtlanması gerekmektedir. Bunun sağlanması için., ekonomik baskılar
yoğunlaştırılmakta,
"Geçim
derdi", siyasi, ahlaki ve insani dertleri unutturan ve çözümlenmesi
gereken en acil ve en asli bir dert durumuna getilmekte, bu dert ile etrafına
ve kendi haline bakmadan köleler gibi çalışan insanların yegane boş vakitleri
olan geceleri ise, şeytani bir ninni vazifesini gören radyo ve televizyon programlarıyla
işgal edilmektedir.
Altı /
Çoğalma istidadında oldukları için kendilerinin hoşlanmayacakları ve kontrol
altına alamayacakları bir yapılanmaya girmeleri mümkün ve muhtemel olan
müslü-manları, kendileriyle uzlaşan ve kendi kontrollerinde bulunan grupsal yapılanmalara
davet ederek, bu yapılanmalarda deşarj ve pasifize etmek isterler. Şayet
böylesi yapıların yanısıra yeni yapılanmalara gerek varsa, çok örtülü ödenekten
teşvik kredisi vermektedirler. Tabi ki en çok tasvib ettikleri yapılanmalar,
şeytani kanunlar istikametinde şekillenen ve büyük şeytanın güdümünde olan
politik yapılanmalardır.
Bu yapüanmalann onlara
rahatsızlık vermesi bir yana, daha da rahatlamalarına neden olmaktadır. Çünkü
oyun kendi sahalarında ve kendi kurallarına göre oynanacaktır.
Şeytani kurallara
göre.,
"Durr"
dedikleri zaman, durdurmaları,
"Suss"
dedikleri zaman, susturmaları ve "Dağılım" dedikleri zaman,
dağıtmaları mümkündür..
Neden rahatsız
olsunlar ki!..
Yedi /
Şeytan ve dostlarının dikkate aldıkları bir diğer husus, müslümanların
gündemine giren "Ümmet" kavramıdır. Ümmet kavramı istikametinde
şuurlanan rnüslü-manlar, dünyanın diğer bölgelerinde bulunan müslümanlara ve bu
bölgelerdeki islami hareketlere ilgi duymakta ve bölgesel çalışmalarına,
ümmetin genelini dikkate alarak yön vermek istemektedirler. Bu nedenledir ki,
uluslararası düzlemde varlığını hissettiren teşkilatlara sempatiyle
yaklaşmakta ve onların temsilcilerini, oniarla iletişime girmenin verdiği
sevinç ve heyecanla dinlemektedirler. Dünya müslümanlarının bu yaklaşımını
bilen dünya müstekbirleri, bu yaklaşımın getireceği zararlardan sakınmak ve
bunun da ötesinde bu yaklaşımdan faydalanabilmek için, kendileriyle uzlaşan ve
İslami görüntüde olan bazı teşkilatları, dünya genelinde popüler hale
getirmekte, bu teşkilat mensuplanmn her ülkeyi doiaşmalanna, oturum almalarına
ve kendi istekleri doğrultusunda girişimlerde bulunmalarına kolaylık
sağlamaktadırlar.
Nitekim İsİam'a karşı
düşmanca yaklaşan ülke yöneticileri, bu düşmanlıklarına rağmen, İslami
görüntüdeki bu teşkilat temsilcilerine kapılarını açmakta ve onların çalışmalarına
müsamaha göstermektedirler.
Bu uzlaşmacı ve
satılmış teşkilatların temsilcileri, uluslararası bei'amlar niteliğindedir.
Yöresel bel'amlardan farkları, çalışma düzlemlerinin çok daha geniş olmasıdır.
Ayrıca dünya müslümanlarının nezdinde uluslararası bir itibar görmeleri için,
dünya müslümanlarınca sevilen ve yakın tarihte yaşamış olan Seyyid Kutub gibi
salih kimselerin bazı görüş ve eserlerinin arkasına da gizleneb ilmektedirler.
Meselemizle ilgili
olarak, bu satılmış teşkilatlara göre; tevhidin yaygınlaştığı her ülke, acil
görev sahasıdır. Madem ki bu bölgelerde ferd ferd muvahhidler çoğalmakta, bu
muvahhidleri popüler bir çatı altında toplamak ve sapık vadilere sürüklemeye
çalışmak, bu satılmışların görevleridir. Bu satılmışlar, iletişim imkanı
kurdukları müslümanlara, Öncelikle çok samimi bir şekilde yanaşırlar. Bu
müslü-manlann dertlerini ve gereksinmelerini dinleyerek, onlara yardımcı
olabileceklerini bildirirler.
Yardımcı olurlar mı?.
Elbetteki olurlar..
Çünkü şeytani planlan,
bunu gerekli kılmaktadır. Müslümanlar üzerinde müessir ve yetenekli gördükleri
kimselere, bol vaad ve maddi yardımlarda bulunarak, bunların daha geniş
çalışmalara ve ciddi yapılanmalara yönelmelerini isterler.
Zayıf karakterdeki
kimselere götürecekleri teklifler, elbetteki şartlı tekliflerdir. Fakat diğer
tarafta şartlı teklifleri kabul etmeyecek müslümanîar da vardır!.
İşte bu müslümanlara,
genel olarak ön şartlar ileri sürmezler. Çalışmanın ve yapılanmanın şekli veya
çizgisi konusunda, bu müslümanları muhayyer bırakırlar. İşte bu teklifi kabul
etmeme ferasetini gösterebilecek müslümanîar, ne yazık ki çok azdır. Çünkü
kendilerine şartsız yardım teklif edilmektedir. Hiçbir şarta bağlı olmayan bu
yardımı neden reddedsinler kiî.
Nitekim çoğu zaman
kabul edilir bu teklifler. Yardımlar alınır, çalışmaların boyutları
genişletilir ve yeni yapılanmanın hazırlıkları tamamlanır.
Karşılaştıkları bu
İmkanları, kendi imkanlan zanneden müslümanların, ayaklan yerden kesilmiş
artık. Bu imkanlarla hemencecik büyüdüklerini, büyüyebildiklerini zannetmekte
ve büyük özlemlere doğru koşturmaktadırlar!.
Oysa ki, kendilerini
bu harekete sevk eden itici güç, kendi güçleri olmayıp, bu satılmışların
elindeki ve kontrolündeki bir güçtür. Bisikletle çalışmaktan, arabayla çalışmaya
terfi etmişlerdir, etmişlerdir ama,
benzin musluğu bu
teşkilatların elindedir. Benzin kesilirse, arabayı kendi güçleriyle
götüremiyeceklerini de görerek anlamışlardır artık. Çünkü bulunduklan seviyede
sahip oldukları kendilerine
özgü güçleri, sadece
pedal çevirmeye yetebilen bir güçtür..
Bisiklet pedalla
gidiyordu ama, araba pedalla gitmez ki!..
Geriye dönüş
olmayacağı, olamayacağı için, benzinin kesilmemesine özen göstermek
zorundadırlar. Fakat ne var ki, o zamana kadar susan ve benzin musluğunu elinde
tutan güçler, konuşmaya başlamışlardır artık.,
Yapılanmanız güzel,
güzei ama, şu, şu .. arkadaşların daha pasif görevlere alınması lazım.
Haklannda şikayet ve olumsuz rapor var da!.
Çizginizi tasvib
ediyoruz, ediyoruz ama, belli bir dönem şunlara karşı müsamahakar davranmayı
daha faydalı görüyoruz.
Bakın size Ahmed Fuat
isminde çok akıllı, çok samimi ve çok cevval bir kardeş getirdik. Size
yardımcı olacağına ve iyi geçineceğinize inanıyoruz!.
Şunlarla iyi
geçinmenin ve onlann bazı isteklerinin şimdilik yerine getirmenin, taviz
vermeyle ne ilgisi var? Niye bu kadar yoz düşünüyorsunuz?
Ahmed Fuat
kardeşinizin verdiği yönetim değişikliğiyle iigili raporu kabul ediyoruz.
Hayırlı olsun!..
Tabi ki hayırlı
olmuyor!.
Müslümanların samimi
çabalarıyla kurulmasına rağmen, müslümanlann saptırıldıkları ve pasifize
edildikleri bir duruma gelen yapılanmada,
ne hayır olsun ki?
Sekiz /
Tevhidin yaygınlaştığı ve ferdi müslümanlann çoğaldığı bölgelerde, şeytan ve
dostlarının yanna yönelik hedefleri gözeterek yerine getirdikleri bir diğer
çalışma ise, muhtemel cemaatleşme tehlikelerine karşı imam adaylan
hazırlamaktır. Müslümanlar illa bir imam arayışına ge çerlerse, bu talebi
karşılamak, onlar için bir zevk ve sevim, kaynağı olacaktır. Bunun için münasip
gördükleri tipleri meşhuriaştırmak ve onları taviz vermeyen birer kahraman
olarak empoze etmek isterler.
Tabi ki, bu zor
değildir onlar için..
Nitekim son yüzyıldaki
birçok sendikal faaliyette bu yöntemi takip eden kapitalistler, oldukça verimli
neticelerle karşılaşmışlardır. Patrona karşı İçinden küfreden işçüer, patrona
sokaklarda ve patronun yüzüne karşı küfreden kimseyi kahraman kabul etmekte ve
onun etrafında toplanarak, ne yapmaları gerektiğini ondan sormaktadırlar. Oysa
ki patronun izniyle, patronun yüzüne karşı küfreden bu kimse, patronun
köpeğidir. Patron böyie bir yalancı kahraman türetmekle, kendisine karşı olan
hareketi, bu köpek ile kendi kontrolüne almış olmaktadır.
Fakat ne var ki, aynı
mantıkla siyasi düzlemde imam adayları yetiştirmeye çalışan dünya
müstekbirlerinin bu hesaplan, mü'minlerin feraseti ile boşa çıkabilecek
hesaplardır. Çünkü onların bu konuda anlayamadıkları ve mü'min olmadan
anlayamayacakları bazı İlahi gerçekler vardır.
Tabi ki bu başlıkta
kastettiğimiz İslami cemaatler; İs-lami görüntünün fevkinde bulundukları
konumun fıkhını yaşayan, yukarda zikrettiğimiz uluslararası satılmış teşkilatlara
ve müstekbirlere bağımlı olmayan cemaatlerdir.
Bu gibi cemaatleri,
devlet konumundaki müslümanlardan ayıran ana unsur topraktır. Cemaat fıkhını
yaşayan bu müslümanların, kendilerine özgü toprakları veya diğer bir değişle
vatanlan yoktur. Ki bir anlamda bunun mücadelesini vermekte ve bu hedefe doğru
ilerlemektedirler.
Bu cemaatlerin
yapılanmaları, İslami kendi ülkeleri için şimdilik bir tehiike görmeyen batılı
ülkelerde olabileceği gibi, Ortadoğudaki ve benzeri yerleîdeki ülkelerde de
olabilir. Safların ayrıldığı ve fiili mücadelenin başladığı bölgelerdeki
İsiami cemaatlere karşı dünya müstekbirlerinin ilk yaklaşımı "Dejenere
etme" veya "Yok etme" esası üzerine dayanır. Sıcak müdahale
gereği duyarak askeri imkanlarını kullanmasına rağmen yok etme noktasında aciz
kaldığı cemaatlere karşı, siyasi düzlemde yaklaşmakta ve onları hedeflerinden
saptırmak istemektedirler.
Afganistan hadisesi
bunun açık bir örneğidir.
Silaha boyun eğmeyen
ve illa İslam' diyen Afganlı mücahidlerin bu istekleri, müstekbirler istese de
istemese de gerçekleşebilecek isteklerdir. 0 halde bütün yollar denenmeli ve
mücahidlerin bu istekleri dünya emperyalizmine zarar vermeyecek bir şekilde
kendilerine takdim edilmelidir. Çünkü bilmektedirler ki, kendi kontrolleri
dışında kurulacak bir İslam devleti, kendileri için büyük bir dert olacaktır.
Halbuki kendilerinin empoze edeceği Pakistan veya Suud modeli bir İslam (!),
kendilerine zarar vermeyeceği gibi, kendilerinin bölgedeki jandarmalığını da
yapabilecektir.
Değişik nedenlerle
fiili mücadelede bulunmadıkları İslami cemaatlere karşı yaptıkları
müdahalelerin en tehlikelisi, bu cemaatlerin yapısına ve yönetimine yönelik
müdahalelerdir. Bu nedenle birçok satılmışları bu cemaatlerin içine
gönderirler. Bunlardan bir kısmının görevi, cemaat içinde fitne ve ayrılık
çıkarmaktır. Bunları tanımak çoğu zaman mümkün olur. Gerçi bunlann tanınması,
müstekbirler için önemli değildir.
Çünkü bunlar ucuz ve
bol adamlardır!.
Asıl Önem verdikleri,
yönetime dahil ettikleri adamlardır. Bunların ikinci bir emre kadar
gösterecekleri tavırlar, samimi ve muttaki birer müslüman görünümünü vermektir.
Haksızlığa karşı çıkacaklar, fitne ve fesadı önlemeye çalışacaklar, kendilerine
tağut tarafından bildirilen bazı olayları, ajanları ve tuzakları, keskin
ferasetlerine (!) nisbet ederek veya "Rüyamda şöyle bir ikaz gördüm"
diyerek müslümanlara iletecekler ve müslümanlan büyük bir tehlikeden uyarmış
olarak, gözde kahramanlar durumuna getirileceklerdir.
Müstekbirlerin böylesi
yöneîişlerdeki hedefleri gayet açıktır.
Cemaat içerisinde
"İkinci adam" durumuna gelecek kimseleri yetiştirmek veya diğer bir
deyişle kendi adamlarını, cemaat içersinde "İkinci adam" durumuna
getirmektir. Çünkü bunu gerçekleştirdikleri zaman, birinci adama müdahale
ederek cemaatin kontrolünü ikinci adama devretmeleri, yani ellerine
geçirmeleri mümkün olacaktır,
Şeytan ve dostlarının,
cemaatlere yönelik müdahalelerinde daha başka boyutlar olmasına rağmen,
bunları açıklamayı şimdilik gerekli görmüyoruz.
Müslümanların devlet
konumuna gelmesi, dünya müstekbirlerinin en hoşlanmadıkları, en çok endişe duydukları
ve korktukları bir durumdur. Fakat istemeseler de bu durumla karşılaşmışlardır.
Kuvvet kullanarak bu yapılanmayı yıkmaları da mümkün değildir. Çünkü kuvvet kullanarak
halledebilecekleri bir meseie olsaydı, zaten bu yapılanmanın oluşumuna izin
vermezler, teşekkül etmeden yıkmaya çalışırlardı.
Fakat karşılaştıkları
İslam devrimi, tavandan tabana yansıyan değil, tabandan tavana yükselen, yani
halkla bütünleşen bir devrimdir. Şayet tavandaki bir azınlığın gerçekleştirdiği
bir devrim olsaydı, birçok ülkede olduğu gibi sadece bu azınlığa müdahale
ederek, devrimi sıfırlamaları mümkün olabilirdi. Ancak bize göre Sünnetullah,
dünya müstekbirlerine göre ihmalkarlık, talihsizlik, bazı yanlış ve eksik
müdahaleler nedeniyle bu devrim gerçekleşmiş ve İslam devleti kurulmuştur.
Devlet gücünün ne
olduğunu bilen ve dünya üzerindeki sömürülerini bu güce dayanarak sürdüren
müstekbir-1er, müşahhas olarak gördükleri böylesi bir devlet gücünün İslam'ın
kontrolüne geçmesini, elbetteki büyük bir tehlike olarak algılamaktadırlar. Bu
müstekbirlere göre söz kr-ıiMj tehlike, bölge ülkelerini tehdit ettiği gibi
bütün dünya ülkelerini de tehdit etmektedir. Gerekirse ekonomik, siyasi, iktisadi
ve kültürel tehlikeler olarak gruplar halinde açıkiıya-bileceğimiz bu
tehlikelerin bazılarına kısaca şu şekilde değinebiliriz.,
Şayet bazı şeytani
müdahalelerde bulunulmazsa, İslam devleti ekonomik güç bakımından dünyanın en
güçlü devleti haline gelebilecektir. Çünkü bencilliği yadırgayan ve devletin
maslahatını kişisel maslahatlann çok fevkinde tutan insanlardan meydana gelen
bir toplumun, gerçekleşmesi mümkün ortak idealler istikametinde hareket
etmesi, bu toplumu kısa zamanda söz konusu düzleme getirebilecektir.
Bu konuda Japonya veya
Almanya örneğini vererek "Onlar gibi.." ifadesini kesinlikle
kullanmıyoruz. Çünkü İslam devletinin bu meseleye yaklaşımı onlardan çok farklı
olduğu gibi, İslam devletinin sahip olduğu imkanlar, birçok boyuttan onların
sahip olduklarından çok daha fazladır.
Yaklaşımdaki
farklılık, İslam devletinin ekonomik güçlenmeyi yegane hedef veya en keskin
ifadesiyle bir put olarak telakki etmemesidir. Meseleye bu şekilde yaklaşmamalarına
rağmen, İlahi vahyin ışığındaki çalışmalan, onları İlahi vaadlere mazhar edecek
ve vahye göre bolluk ve bereket olarak nitelendirilen, ekonomi literatürüne
göre ise "Süper ekonomik güç" olarak kabul edilen düzleme getirebilecektir.
Sahip oldukları
İmkanlardaki farklılıklar ise, İslam toplumunu meydana getiren müslümanlar ile,
diğer toplumları meydana getiren insanlar arasındaki keyfiyet düzlemindeki
farklardır. Ki bu farkların en önemlisi, sadece dünyayı gözeterek çalışan
insanların azim ve fedakarlıklan ile, dünyayı ve ahireti gözeterek çalışan
insanların azim ve fedakarlıktan arasındaki muhteşem farktır. Ayrıca, yöneticilerin
adaletleri ve dünyevi beklentileri boyutundaki farklar ise, günümüz
müstekbirleriyle kıyaslanamıyacak farklardır.
Tabi ki bütün bu
farkların en görkemlisi, ifade ederken gurur duyduğumuz İlahi vahyin erişilmez
üstünlüğü-,, dür. Mesela, İslam devletinde faizin yasaklanması, kapitalist
ülkelerde hüküm süren paranın kutsiyetini ve gayrimeşru hakimiyetini inkar
ederek, paranın gayrimeşru hakimiyetinden kaynaklanan kapitalist sınıflaşmayı
ve bu sınıfın zulmünden meydana gelen pahalılığı ve enflasyonu Önlemiş
olmaktadır.
Aynca günümüzdeki
İslam devletinin, geçmiş dönemlerdeki İslam devletlerinden çok daha farklı ve
hızlı bir biçimde kalkınmasına neden olabilecek bir teknoloji vakası vardır.
Günümüzde teknolojiye
olumsuz olarak bakan ve teknolojiyi put olarak kabui eden müslümanlar
bulunmaktadır. Bu bakış açısı, teknolojiyi sömürü vasıtası olarak kullanan
dünya müstekbirlerinin yönlendirdiği teknolojiye karşı, sağlıklı kabul
edebileceğimiz bakış açısıdır. Ancak bilinmesi gerekir ki, teknoloji bizatihi
bir put değil, putlaştınlmış bir vakadır.
Müstekbirlerin şeytani
amaçlarına göre kullanılan teknoloji, elbetteki insanın değerini makina
karşısında küçültmekte ve emeklerinden başka güçleri olmayan dünya mus~
tazaflarını, kendilerinin sahip olamadıklan güçlü olan makinalar karşısında
zillete düşürmektedir. Ne var ki şeytani maksatlara göre kullanıldığı zaman
zillete neden olan teknoloji, İlahi hudutlara göre şekillendirilip, Rabbani maksatlara
göre kullanıldığı zaman, rahmete neden olabilecek ve İslam devletinin
kalkınmasına önemli bir hız katabile-cektir. Bunu anlamak için fazla akıllı
olmaya da gerek yoktur!.
Herhangi bir ülkenin
potansiyelini yetersiz, yetkin ve aşkın olmak üzere üç aşamada
değerlendirebiliriz. Kendi potansiyelleri, iç ve dış müdahalelerle kendilerine
yetersiz olan ülkeier olduğu gibi, yeterli veya aşkın potansiyele sahip
ülkeler de vardır. İslam devletinin cahili ihtiyaç mantığından sıynlarak,
toplumun asli ihtiyaçlarına yönelmesi ve bu ihtiyaçlan giderirken teknolojiden
faydalanması, yeterli Potansiyelin çok üstünde aşkın bir potansiyel meydana gelirecektir.
Çünkü günümüz şartlarında İslam toplumunun asli ihtiyaçlarının karşılanması,
teknolojik imkanların bulunmadığı geçmiş dönemlere göre çok daha kolaydır. Geçmiş
dönemlerde bir toplumun bitkisel ihtiyacını karşılamak için, o toplumun yüzde
yetmişinin ziraatle uğraşması gerekirken, teknolojik imkanları kendi istekleri
doğrultusunda kullanabilecek olan günümüz toplumunun yüzde onunun ziraatle
uğraşması yeterli olacaktır. Geçmiş dönemlerde bir ayakkabıcının bir yılda
bitirebüeceği yüz çift ayakkabı, günümüz atelyelerinde çalışan on ayakkabıcı
tarafından bir günde bitirilebilmektedir. Giyim ve konut ihtiyaçlarının
karşılanmasında da benzeri birçok kolaylıklar vardır..
Bütün bu örneklerden
açıkça şu gerçeği anlamamız gerekir ki; teknolojik imkanları Rabbani amaçla
kullanan ve müstekbirler tarafından sömürülmeyen bir toplumun asli
ihtiyaçlarının karşılanması için, mevcut iş gücünün yüzde kırkının kullanılması
fazlasıyla yeterli olacaktır. Geriye kalan yüzde altmışlık iş gücünün bugüne
ve yarına yönelik akıllıca ve samimi hedefler istikametinde kullanılması ise
elbetteki aşkın ve yüksek bir potansiyel meydana getirebilecektir.
İslam devletinde
meydana gelen bu yüksek potansiyelin, vahyin belirlediği İlahi hedeflere göre
kullanılmasının dünya genelinde meydana getireceği İslami etkinlik, tabi ki
dünya mustazaflanmn İslam gerçeğiyle uyanmalarına, güçlenmelerine ve
müstekbirlerin şeytani düzenlerini yerle bir etmelerine neden olabilecektir.
Dünya müstekbirlerihin ekonomiye dayalı bölgesel planlarını bozabilecek bu ekonomik
etkinlik, elbetteki siyasi etkinlikler gibi diğer ideolojik etkinliklere de
olumlu bir zemin hazırlıyarak, bu etkinliklerin artmasına neden olacaktır.
Hangi dinde olurlarsa
olsunlar, akıllarıyla veya duy-
îUİanyla ideal bir
toplum modeli arayışında bulunan dünya insanları, kendilerini İslam'a davet
eden mübelliğin Rabbani kimliğinden ve bu kimliğin getirdiği güzelliklerden
etkilendikleri gibi, açıkça müşahade edebilecekleri İslami toplum modelinden
de etkilenebileceklerdir. Çünkü yaşanan İlahi hükümlerin bir tecellisi olarak,
yüksek bir potansiyelle dünyaya yansıyacak olan bu aydınlık,
şeytan ve dostlarının
örtüp-gizleyemiyecekleri bir aydınlık olacaktır.
Sadece bir kısmını
belirttiğimiz bu tehlikelere karşı dünya müstekbirleri ne yapmak isterler ve ne
yaparlar ?
Tabi ki daha önce
şartlı olarak zikrettiğimiz gibi, ellerinden geleni ardlarına koymak
istemezler. Yaptıkları ve yapmak istedikleri şeytani müdahalelerden bazılarına,
yine maddeler halinde ve kısaca değineceğiz.,
Bir /
uunyayı ve dünyada meydana gelen olayları genel olarak materyalist bir
anlayışla değerlendiren dünya müstekbirleri, herhangi bir bölgede vuku bulan
İslam devrimini, söz konusu bölgedeki güçler dengesinin İslam'ın lehine
değişmesi olarak kabul etmektedirler. Ki bu değişiklik siyasi veya askeri güç
düzleminde olabileceği gibi, her ikisini bünyesinde taşıyan genel bir düzlemde
de olabilir.
Dünya müstekbirleri
siyasi düzlemde meydana gelen değişikliklere, askeri düzlemde veya askeri
düzlemde meydana gelen değişikliklere, siyasi düzlemde müdahale ederek,
güçler dengesini kendi lehlerine çevirebilme fırsatına sahip olmalarına rağmen;
siyasi ve askeri düzlemde meydana gelen genel değişiklikler karşısında çoğu
zaman aciz kalmaktadırlar. Bu durumda benimsedikleri yol; şimdiki zamandan
ziyade, gelecek zamana ait ciddi hedefler belh mek ve bu hedefler istikametinde
çalışmaktır.
İslam devriminin gerçekleşmesini, bölgedeki dengesinin İslam'ın lehine
değişmesi olarak algılayan dür ya müstekbirleri, devrime karşı olan muhalif
birçok yap| nın veya gücün bulunduğunu da kabul etmektedirler.
Yarına yönelik en
ciddi hedefleri, bölgedeki güçle» dengesini muhalefetin lehine çevirebilmektir.
Tabi ki bunl yapabilmeleri için, muhalefeti aynı hedefe yöneltip ve bunlara
yardım ederek güçlendirmeye çalışmaları gerektiği gibi, bölgede hakim olan
İslami cepheyi bazı entrikalarla parçalamaları ve aynı zamanda iç ve dış
müdahalelerle zayflatmaya çalışmaları da gerekecektir,
İslam devrimine karşı
yapılabilecek olan sabotajlar, siyasi entrikalar, ambargolar ve dünya
müstekbirlerinın dürtmesiyle meydana gelebilecek savaşlar, zikrettiğimiz
şeytani yaklaşımın hedefine ulaşabilmesi için yapılagelen müdahalelerdir. Bu
gibi müdahalelerle yarına yönelik gözettikleri hedef, bölgedeki güçler
dengesinin İslam'ın aleyhine değişmesidir.
İki / Şeytan
ve dostlan, müslümanlar hangi konumda olurlarsa olsunlar, bu müslümanların
sahip oldukları potansiyelden rahatsız olmuşlardır. Ancak şeytan aleyhilla-neye
göre müslümanların potansiyele sahip olmaları tehlike arzetse de, en büyük
tehlike müslümanların sahip; oldukları bu potansiyeli yerli yerinde
kullanmalarıdır.
Ferd halindeyken kendi
kişisel potansiyelini yerli yerinde kullanmakla mükellef olan bir müslüman,
İlahi takdir gereği müslümanlann imamı durumuna geldiği zaman, kendi
tasarrufunda bulunan cemaat veya devlet potansiyelini de yerli yerinde
kullanmakla mükelleftir. Sadece bu sorumluluğu belirttikten sonra, imamet için
zikredilen şartla-nn, ne kadar gerekli ve elzem şartlar olduğunu anlayabiliriz.
Çünkü bu sorumluluk, peygamberler dışındaki kimselerin hakkıyle yerine
getirebilecekleri ve gereğini yapabilecekleri bir sorumluluk değildir.
Kendisini gıpta ederek
sevdiğimiz ve rahmetle andığımız Hz. Ömer (r.a.) bile, halifeliği sırasında
beytülmalde toplanan bütün ganimetleri geçeği beklemeksizin müslü-manlara
dağıtmakla, (şu an ki bildiklerimize göre) yanılgı olarak nitelendirdiğimiz bir
tatbikatta bulunmuştur.
Hz. Ömer (r.aj'ın bu
tatbikatı, Resulullah (s.a.v.)'in sünnetinde bulunan bir tatbikat olmasına
rağmen, farklı konumlarda bulunan cemaatlerde tekrar edilebilecek bir tatbikat
değildir. Herhangi bir İslam cemaati ihtiyaç içer-sindeyse, beytülmalde
toplanan potansiyel, elbetteki öncelikle bu İslam cemaatine yansıtılacaktır.
Nitekim Resulullah (s.a.v.)'in Medine tatbikatı, genel olarak bu çizgide gerçekleşen
bir tatbikattır. İhtiyaç sahibi olmamalanna rağmen verdiği kimseler ise,
gerektiğinde İslam için herşeyini verebilen veya kalpleri İslam'a ısındınlmak
İstenen kimselerdir. Şayet İslam cemaati ihtiyaç içersinde değilse, beytülmalde
toplanan yüksek potansiyelin bütünüylü İslam cemaatine yansıtılması, bu cemaati
gevşetip/sefahata sürükleyebileceğinden, makul karşılayacağımız bir tatbikat
değildir. Kaldı ki Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bazı hükümlerde ve örneklerde
beyan edildiği gibi, bu yüksek potansiyelin İslam'ın bütün bir yeryüzünde hakim
olması istikametinde ve devletin kontrolünde kullanılması gerekmektedir.
İslam devletinin,
sahip olduğu potansiyeli ve imkanla-n yerli yerinde kullanması, elbetteki
şeytan ve dostlarının karşılaşmak istemedikleri bir durumdur. Bu nedenle
müdahale etmek veya kontrol altına almak istedikleri ilk unsur, İslam
devletinin sahip olduğu potansiyeldir. Çünkü müdahale etmedikleri zaman, bu
potansiyelin yükselip/ genişleyebileceğim ve yine müdahale etmedikleri zaman,
bu potansiyelin kendilerine karşı kullanılabileceğini dikkate alırlar. O halde
bu potansiyelin artmasını önlemek ve bu potansiyelin deşarj edilebileceği
sahalar ve yöntemler belirlemek gibi hedefleri vardır.
İslam devleti, sahip
olduğu potansiyelle silahı dolu bir avcı gibidir bunlar için!. Hedef olarak
kendilerini gösterdiklerinde veya hedef olarak görüldüklerinde bu kurşunların
kendilerine yöneleceğini bilirler. Bu nedenle kendilerinin bizatihi
bulunmadığı çalılara taş atarak, avcının
bu çalılara devamlı ateş etmesini ve bu gibi yapay hedeflerde kurşununu tüketmesini
isterler. İslam devletinin
içinde veya dışında bulunan kendi dostlannı ve kuklalarını bu Önemli
konuda seferber ederler. Bunların görevi İçde ve dışta yapay tehlikeler veya
gerçekleşmez hedefler oluşturmak ve îslami potansiyeli bu gibi vadilerde
deşarj etmektir.
Üç / İslam
devletinin kurulması, sahip oldukları inancı ve bu inancın gerektirdiği
mücadeleyi, evrensel düzlemde değerlendiren müslümanlar için elbetteki açık
bir rahmet niteliğinde olacaktır. Bu bilinçle İslam devletini destekleyecekler
ve onların ümmete yönelik beyanatlarını dikkate alacaklardır.
Meseleyi evrensel
düzlemde değerlendiren müslümanlara yönelik şeytani oyunların ne olduğuna
değinirken; ismi İslam olan bazı teşkilatların, müstekbirlerin desteğiyle
dünya genelinde popüler bir duruma getirildiğinden ve bunların müslümanlar
üzerindeki şeytani hesaplarından kısaca söz etmiştik. Tabi ki İslam devletinin
ortaya çıkması, bu satılmış teşkilatların dünya müslümanları üzerindeki
şeytani etkinliklerini azaltacak ve hileli düzenlerinin açığa çıkmasına neden
olacaktır.
Bu durumda bazı
senaryolar hazırlanmalı, provakas-yoniar tertip edilmeli ve sonuç olarak İslam
devletinin kavmi veya mezhebi bir devlet olduğu, acil yardıma muhtaç olan
müslümanlara yardım etmediği, onlara ilgisiz kaldığı ve bunun da Ötesinde
onları sattığı gibi görüntüler verilmelidir. Çünkü böyle bir görüntüyle, İslam
devletinin dünya müslümanları üzerindeki etkinliğini azaltmak ve satılmış
teşkilatların şeytani etkinliklerini devam ettirebilmek mümkün olacaktır.
Dört /
Şeytan ve dostlarının, cahili bir toplumda Allah'ın lutfuyla şuurlanan
müsîümanları yalnız bırakmak ve çevreyle ilişiğini kesmek istikametindeki
müdahaleleri, daha geniş bir düzlemde İsiam devletine karşı da tatbik
edilmektedir. Nitekim İslam devletini dünya kamuoyunda küçük düşürmek ve
gölgeleyebilmek için insani ve ahlaki ölçülerle bağdaşmayacak girişimlerde
bulunurlar.
İslam devletiyle
ilgili yanlış veya eksik görüntülere şeytani yorumlar getirmek, iftiralarda
bulunmak ve yalan haberler türetmek, tarafsız(!) basınyayın organlannın asli
vazifeleridir. Bütün bu vazifeleri şeytana ibadet aşkıyla yerine getirirler.
Biricik hedefleri İslam devletini dünya kamuoyuna yanlış empoze etmek ve
dolayısıyla İslam devletine karşı menfi yaklaşımların ve düşmanlıkların meydana
gelmesine vesile olabilmektir.
Beş / Dünya
müstekbirîeri, İslam devletinin yönetimine karşı güçleri nisbetince müdahale
etmek isterler. İslam cemaatinin yönetimine karşı yaptıkları bazı müdahaleleri
daha önce zikretmiştik. İslam devletine karşı elbetteki daha ciddi ve daha uzun
hesapları vardır.
Yönetime karşı
verecekleri mücadelenin, öncelikle kendilerine uygun şartlannı oluşturmak
isterler. Birinci hedefleri yönetimi yıkmak değil, yönetimi yıkmak için yapacakları
müdahaleye uygun zemin hazırlamaktır. Bu konuda birçok müslümanın göstermediği
sabrı da gösterebilirler.
Yaptıklan şeytani
hesaplar, genel olarak yanna yönelik hesaplardır.
Ellerindeki şeytani
silahların menzilini bildikleri için Öncelikle hedefin yaklaşmasını veya hedefe
yaklaşmak isterler. Şayet müslümanlann başında müslümanları kuşatan, bir
araya toplayabilen ve onlar üzerinde sevgiye ve saygıya dayanan bir otorite
kurabilen yetkin bir imam varsa, bazı şeytani planları için bu imamın ölmesini
de bekleyebilirler. Yeni yönetimde meydana getirebilecekleri İhtilaflar ve
İslam cemaatini parçalamaya
yönelik fesat rüzgarları için,
imamın ölmesi muhtemel bir fırsat veya uygun bir zamanlamadır şeytan ve
dostları için.. Nitekim İslam tarihinde müşahede ettiğimiz fitne ve fesat
rüzgarlarının, Resulullah (s.a.v.}'in
vefatının akabinde meydana gelmesi elbetteki tesadüfi olaylar
değildir.
Altı / Dünya
müstekbirleri İslam devletinin dünya müslümanlarıyla sıhhatli bir diyalog
kurmalarını da engellemek isterler. Bu konudaki ilk hedefleri, İslam devleti
ile dünya müslümanları arasındaki muhtemel mezhebi veya meşrebi farkhhklan
körükleyerek bel'amlar vasıtasıyla aşın boyutlarda lanse etmek ve iki tarafı
birbirinden uzaklaştırmaya çalışmaktır.
Tabi ki sadece bunu
yeterli görmezler!.
Çünkü bu şeytani
propagandalara rağmen yine de İslam devletini dikkate alan samimi ve bilinçli
müslümanlar olabilecektir. Bu varsayımdan hareket ederek belirledikleri ikinci
hedef daha tehlikelidir. Bu hedef söz konusu diyolo-ğu, kendi adamlan
vasıtasıyla gerçekleştirmeleridir. Bunu gerçekleştirebilmeleri, iki boyutta
çalışmalarıyla ve görüşmek isteyen iki tarafa da kendi adamlannı
gönderebilmele-riyle mümkün olacaktır.,
İslam devletine
gönderecekleri münafıklann görevi, öncelikle muttaki birer dava adamı
gözükmeleri, içinde bu-lunduklan cahiliyeden uzun uzun dert yanmalan, mensup
olduklan ülkenin toplumsal yapısı, kültürü, ananeleri ve bu ülkede yaşayan
müslümanlann durum ve seviyeleri hakkında yanlış ve yanıltıcı bilgiler
vermeleri ve sonuç olarak kendilerine verilecek her vazifeyi şeref lef!) yerine
getireceklerini ifade etmeleridir..
İslam devletiyle
diyalog kurmak isteyen dünya rnüslü-manlanna gönderebilecekleri adamlar ise, ya
yukarıda be-lirtiğimiz münafıklar olacak veya İslam devleti vatandaşı
gözükmesine rağmen İslam düşmanı olan ve bu düşmanlık nedeniyle dünya
müstekbirleriyle işbirliğine girerek oturum aldıkları ülkelerde yaşayan
müslümanlara şeytani planlarla yaklaşan ve onlara müslüman gözüken satılmışlar
olacaktır..
Ne yazık ki, şeytan ve
dostlannin müessir olduğu bu diyaloglar, bazı ülkelerdeki müslümanları yanlış
vadilere sürükleyebilecek, onların zamansız yapılanmalanna, gereksiz Örgütler
kurmalanna ve İslami tebliğe muhtaç olan insanlan İslam'a maledecekleri ve
nefretle karşılayacaklan bazı sabotajlara girmelerine neden olabilecektir.
Şeytan ve dostlarının
müslümanlar üzerindeki bu gibi hesaplarına kısaca değindikten sonra, şu soruyu
sorabiliriz.,
Bunları yazmamız
gerekli miydi ?
Bu sorunun cevabını
Kur'an-ı Kerim vermektedir. Bilindiği gibi Kur'an-ı Kerim'in muhtelif
yerlerinde müslümanlara, şeytan ve dostlarından sakınmaları emredilmektedir.
Sadece bu emir,
müslümanların şeytan ve dostlarından sakınabilmeleri için yeterli midir?
Elbetteki değil..
Sadece bu emir
verilseydi, bu emir soyut bir emir olacak, müslümanların şeytan ve dostlarının
hangi yaklaşımlarından ve nasıl sakınmaları gerektiği açıklık kazanma-yacaktı.
Nitekim Kur'an-ı Kerim sadece bu emri vermekle yetinmemiş, şeytan ve
dostlarının müslürnanlara yaklaşım mantığını ve bu mantıktan hareket ederek
neler yaptıklarını ve neler yapabileceklerini de beyan etmiştir.
Zamanımızdaki şeytan
ve dostlarım bu mantıktan yoksun zannetmek, onları tanımamanın bir neticesidir.
Günümüz müstekbirleri aynı şeytani mantığa sahip oldukları gibi bu şeytani mantığı
daha bilimsel veçağdaş imkanlardan faydalanarak daha geniş boyutlarda tatbik
etmek istemektedirler. Bu nedenledir ki şeytan ve dostlarının müslümanlar
üzerindeki hesaplarına değinirken "Bu hesaplardan bazılarına ve genel
olarak değineceğiz" ifadesini kullandık. Nitekim bazılanna genel olarak ve
kısaca değindik. Asıl yansıtmak istediğimiz, onların bazı fiillerinden ziyade,
bu fiillere yön veren şeytani mantıklarıdır. Ki müslümanlar için asıl tehlikeli
olan ve sakınılması gereken bu mantıktır.
Şunu da ifade
etmeliyiz ki, zikrettiğimiz şeytani hesaplar, müslüman olmamız hasebiyle
sadece bizim üzerimize yapılan hesaplar olsaydı, elbetteki bunları açıklamayı
gereksiz görür ve kendi maslahatımıza rağmen böyle bir yayın organında gündeme
getirmezdik. Ancak bu gibi hesaplar, dünya müslümanlan üzerine yapılan ve
yapılmakta olan hesaplardır.
Geneli muhatap alan bu
şeytani hesaplar karşısında uyarılmaları ve uyanmalan gereken müslümanlar, hiç
şüphesiz ki genel bir düzlemde muhatap alabileceğimiz müsiü-manlardir. Bu
nedenle gücümüz nisbetince bütün kardeşlerimize seslenmek, durumlarıyla ve
akibetleriyle ilgili bu önemli konuya dikkatlerini çekmek istiyoruz.
Dünya müslümanlan
üzerine yapılan şeytani hesapları bilirler ve bu şeytani hesapların nasıl boşa
çıkarılabileceğini dikkate alırlarsa; bu bilinçli yaklaşımları hiç şüphesiz ki
hem İslami uyanışı hızlandıracak ve hem de kendilerini şeytanizmin pis
gölgesinden kurtaracaktır.
Şeytan ve dostlarının,
müsiümanlar üzerine yaptıkları hesaplara kısaca değindikten sonra, bu şeytani
hesaplar karşısında müslümanlann durum ve tavırlarını belirlememiz
gerekecektir. Gerçi birçok kardeşimiz "Onların bir hesabı varsa, Allah'ın
da bir hesabı vardır" buyruğunu zikrederek, Aİİah (c.c.)'ın şeytani
hesapian boşa çıkaracağım belirteceklerdir.
Şanı yüce Rabbimiz
elbetteki şeytan ve dostlarının hesabını boşa çıkaracaktır. Ancak bu demek
değildir ki, müsiümanlar şeytani hesaplara karşı kayıtsız kalacaklar ve bu işi
Rabbe havale ederek bir kenara çekilecekler!.
Çünkü Alİah (c.c.) tüm
müslümanlan bu önemli konuda uyarmakta, müslümanlann şeytani hesaplar karşısında
gösterecekleri tavırlan belirleyerek, müslümanları bu tavırlarla mükellef
tutmaktadır. Nitekim şeytani hesapların boşa çıkması, bu hesaplar karşısında
müslümanlann gösterecekleri bu Rabbani tavırlarla ilgili bir hadisedir.
Şeytani hesapların
boşa çıkmasında, müslümanlann aktif bir konumlan ve bu konumda yerine
getirdikleri mükellefiyetler vardır.
Bilindiği gibi şeytan ve
dostlarının, müslümanlar ürerine yaptıkları hesaplar her zaman boşa
ÇIKMAMIŞTIR!. Ki dünya tarihinde bunun birçok Örnekleri bulunmakta ve
müslümanlann şeytani hesaplar karşısında bozguna uğradıklan ve zillete
düştükleri müşahade edilmektedir.
Peki neden?
Herşeye kadir olan
Rabbimiz, şeytan ve dostlannın müslümanlar üzerindeki bu hesaplannı neden boşa
çıkarmadı?
Ebetteki bu olayda
Sünnetullah'a aykm hiçbir durum yoktur. Şanı yüce Rabbimiz müslümanlan, şeytan
ve dostlarının her türlü hesaplarından ve tuzaklanndan koruyacağını
va'detmiştir. Ancak bu vaad, Allah (c.c.)ın bu konudaki emirlerine riayet
etmekle gerçekleşebilecek bir vaaddir. Müslümanlar bu emirlere riayet
etmedikleri zaman, asilikleri, gafletleri veya gevşeklikleri nedeniyle İlahi vaadin
kuşattığı rahmet alanının dışına çıkmaktadırlar. Nitekim kar-şılaştıklan felaketler,
emredildikleri halde yapmadıklan veya nehyedildikleri halde
yaptıkları bazı ameller neticesinde başlarına gelmektedir. Rahman ve Rahim
olan Rabbimiz, bu müslümanlardan rahmetini esirgememiş, ancak bu müslümanlar
yaptıklarının ve yapmadıklarının bir neticesi olarak İlahi rahmetten
uzaklaşmışlardır.
Şeytan ve dostlannın
hesaplarından korunan ve İlahi vaadlere mazhar olan müslümanlar, bu konudaki
Rabbani hükümlerle uyanan ve bu hükümlerin gereğini yerine getiren
müslümanlardır. Bu müslümanlar "Allah şifa vericidir" diyerek
hastalıklara karşı kayıtsız olan veya "Allah nzık vericidir" diyerek
tembellik köşesine çekilen kimselerden değildir. Bu müslümanlar bilirler ki
şifaya nail olabilmeleri için; Safi olan Allah'ın emirlerine ve nehiylerine
riayet etmeleri, mikroplardan ve mikrobik tehlike taşıyan pisliklerden uzak
durmaian, şifalı ve gerekli nimetlerden faydalan-ma'an gerekmektedir.
Meseleye bu bağlamda
yaklaşarak şeytan ve dostiannın hesaplarına karşı müslümanlann konumlannı ve bu
şeytani hesaplara karşı göstermeleri gereken Rabbani ta-vırlan başlıca
prensipler çerçevesinde genel olarak değerlendireceğiz.,
Şeytan ve dostîannın müslümanlar
üzerine yaptıkları hesaplara değinerek bazı örnekler vermiştik. Düşmanın
şerrinden korunabümek için; düşmanın görünür fiilleriyle birlikte, onlan bu
fiillere sevkeden temel mantığın belirlenmesi gerekmektedir. Düşmanın görünür
filleri, düşmanca bir maksada binaen yapılan fiillerdir. Fiillerdeki bu maksat
bilindiği zaman, maksadı boşa çıkarmak mümkün olabileceği gibi, aynı maksattan
kaynaklanacak muhtemel fiillere karşı tedbir alabilmek de mümkün olabilecektir.
Şanı yüce Rabbimiz
Kur'an-ı Kerim'de zikrettiği örneklerle, şeytan ve dostlannın meseleye
yaklaşım mantığına açıklık getirmekte ve sakınmamız gereken bu mantığı bizler
için anlaşılır kılmaktadır. Kur'an-ı Kerim çalışmalarını sürdüren
kardeşlerimiz,1 şeytan ve dostlanyla ilgili fiillerle karşılaştıklan zaman, bu
fiillerdeki şeytani maksattan ve temel mantığı belirlemeleri gerekmektedir.
Bunu belirleyebil-meleri, söz konusu fiillere, aşağıdaki sorulan yöneltmeleriyle
mümkün olabilecektir.,
Şeytan ve dostları
bunları neden yapıyorlar?
Bu fiilleri yaparken
kendileri için ve müslümanlar için gözettikleri sonuçlar nelerdir?
Bu fiilleri
yapmasalardı ne olurdu? Bu fiilleri neden daha önce veya daha sonra değil de,
müslümanlar o konumda iken yapıyorlar?
Füllerdeki asli
maksat, görünür maksada ters veya gizli ise, buna neden gerek duyuyorlar?..
Şeytan ve dostlarının
fiillerine bu gibi sorulan yönelttiğimiz zaman, görünür fiillerin arka
planındaki şeytani mantığı ve maksadı, Allah'ın izniyle anlayabiliriz. Kur'an-ı
Kerim'de konumuzla ilgili olarak birçok örnek zikredilmesine rağmen, şimdilik
bu Örneklerden sadece bir tanesini değerlendirerek meselemize açıklık
getireceğiz. Şeytanın Adem (a.s.)'a
yaklaşımıyla ilgili olarak, Kur'an-ı Kerim'de şu ayeti kerimeler
zikredilmektedir.,
Şeytan, kendilerine
Örtülü (gizli) olan çirkin yerlerini açığa çıkarmak için, onlara vesvese
vererek: "Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, sadece sizin iki melek
olmamanız veya burada ebedi kalmamanız içindir" dedi. Ve "Gerçekten
ben size öğüt verenlerdenim" diye yemin de etti.[1]
Şeytan ona vesvese
vererek dedi ki: "Ey Adem, sana ebedilik ağacını ve yok olmayacak bir mülkü göstereyim mil"
Bunun üzerine ikisi de
ondan yediler ve çirkin yerleri kendilerine açılıverdi. Cennet yapraklarıyla Örtünmeye
başladılar. Adem Rabbine karşı geldi ve şaşırdı.[2]
Zikredilen ayeti
kerimelerde şeytanın Adem(a.s.)'a
yaklaşımı ve ne gibi
vesveseler verdiği beyan edilmektedir, Öncelikle sormamız gereken ilk soru
şudur.,
Rabbimiz bu olayı,
bizlere neden haber veriyor?
Merakımızı gidermek veya
genel kültürümüzü arttırmak için mi?
Eibetteki değil...
O halde neden?
Aynı hadise, aynı
şartlarda ve aynı şekilde bizim de başımıza mı gelecek?
Tabi ki bu da değil..
Ancak biliyor ve iman
ediyoruz ki, bu vakanın bize bildirilmesi, bizlerin maslahatı içindir, İşte bu
maslahata kavuşabilmemiz, bize bildirilen vakayı tahlil etmemizle ve şeytanın
bu vakadaki maksadını ve meseleye yaklaşım mantığını idrak etmemizle mümkün
olabilecektir. Çünkü bu idrak edildiği zaman, aynı yaklaşıma sahip olan günümüzdeki
şeytan ve dostlarının, ne için ne yaptıkları ve ne için ne yapacakları da
açıklık kazanacak, dolayısıyla günümüz müslümanları aynı şeytani mantıktan
kaynaklanan farklı fiillerden sakınabileceklerdir. Nitekim şam yüce Rabbanimizin
bir lutfu olarak, Kur'an-ı Kerim'de şeytanın birçok fiilleri zikredilmekte ve
bu fiiller tahlil edildiği zaman, şeytanın ve şeytani mantığın tanınması mümkün
olabilmektedir.
Şeytanın, Adem
(a.s.)'a verdiği vesveselere dikkat edilirse, bu vesveseler Adem (a.s.)
tarafından cevaplandırılmayan tek yönlü bir hitap niteliğindedir. Karşılıklı
konuşma ve münazara söz konusu değildir.
Şeytan aleyhillane
Rabbimizden aldığı izin ile Adem (a.s.)'a bazı vesveseler verme imkanına
sahiptir. Şeytan aleyhillane bu sınırlı imkanı çok dikkatli ve yerinde
kullanması gerektiğini bilmektedir. Bu nedenle vesvese vereceği insana karşı
gelişigüzel veya maksatsız bir şekilde hitap etmez. Nitekim Adem (a.s.)'a
verebileceği birçok vesveseler olmasına rağmen, bunlar arasında' seçim yapmakta
ve şeytani maksadına ulaşabilmek için en etkili vesveseyi belirleyerek, bu
vesveseyle hitap etmektedir.
"Rabbinizin size
bu ağacı yasaklaması, ancak sizin iki melek olmamanız veya burada ebedi
kalmamanız iç' dir."
Çaytan aleyhillanenin
dikkatli ve maksatlı bir şekilde ifade ettiği bu söz, tahlil edilmesi gereken
bir sözdür. Vesvesenin arka planındaki şeytani maksadı açığa çıkarabilmemiz
için Önce şu soruyu soruyoruz., Şeytan bu vesveseyi neden verdi? Verebileceği
birçok vesvese olmasına rağmen neden bunu seçti?
Öncelikle olayın
yaşandığı şartlan ve olaydaki faillerin durumlarını dikkate almamız gerekir.
Bilindiği gibi şeytan aleyhillane, Allah'ın emrine rağmen Adem (a.s.)'a secde
etmemiş ve lanetlenmişti. Bunun akabinde Allah {c.c.)' dan mühlet istemiş ve
kendisine tanınan bu mühlet içinde insanların büyük bir çoğunluğunu
saptıracağını İfade etmişti. Tabi ki ilk saptırmak isteyeceği insan, Adem
(a.s.)
olacaktı.
Eşiyle birlikte
cennette (veya cennet bahçesi gibi bir yerde) ikamet eden ve bu güzel yerin,
güzel nimetleriyle nimetlenen Adem (a.s.)'ı, isyana sürükleyerek bulunduğu
yerden çıkarabilmesi, sadece bir hükme bağlıydı. Çünkü Adem (a.s.) ile Havva
validemizin takvalan veya isyanları, sorumlu oldukları bir hükme karşı
gösterecekleri tavırla ilgili bir hadiseydi.
"Allah'ın
menetriği ağaca yaklaşmamak ve ondan yememek..."
Şeytanın hedefi belli
olmuştu. Onlara bu ağacın meyvesini yedirmek.
Peki ne yapıyor şeytan
aleyhillane?
Günümüzdeki bazı
manavlar gibi, meyve tellallığı yaparak "Bunu yiyin" mi diyor?
Şeytanın bu meseleye
yaklaşımını tahlil ettiğimiz zaman, bu lanetli yaratığın insanı ve insan
fıtratını çok iyi tanıdığını müşahade ediyoruz. Şeytan aleyhillanenin, Adem
(a.s.) ile Havva validemizin durumunu gözlemlemesi, değerlendirmesi ve
müdahale biçimi, bu konudaki yetkinliğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Öncelikle karşılaştığı
olayı net bir şekilde gözlemleyen şeytan aleyhillane, görüyor ki bu iki insan
cennette yaşıyorlar ve men edildikleri ağaca yaklaşmıyorlar. Bu konuda her
hangi bir istekleri veya rahatsızlıkları da yok. Çünkü cennetin diğer bütün
nimetleriyle nimetleniyorlar.
Bu ağaca ve bu ağacın
meyvasına gerek duymadıkları gibi, men edildikleri için de yaklaşmıyorlar.
İnsanın nedensiz birşey yapmadığını ve yapmayacağını çok iyi bilen şeytan
aleyhillane, gözlemlediği durumu bu bilinçle değerlendiriyor ve sorulması
gereken İlk soruyu soruyor.,
Neden ağaca,
yaklaşmıyorlar?
Tabi ki bu nedenin
cevabı aşikar. Çünkü Allah (c.c.) onlara bu konudaki hükmünü bildirmiş ve bu
hükmü bildikleri için ağaca yaklaşmıyorlar. İlahi hükmün bu insanlar
üzerindeki etkinliği, bu insanları söz konusu ağaçtan uzaklaştırıyor.
Bu durumdaki
insanlara, ağacın meyvasım göstererek
"Bunu yiyin"
decc, "Neden yiyelim ki, hem biz bundan menedildik" cevabıyla
karşılaşacaktır. Çünkü bu İnsanlann ağaca yaklaşmamaları kuvvetli bir nedene
bağlıdır.
İşte şeytan
aleyhillane öncelikle bu nedeni zayıflatmak istiyor, İlahi hükmü inkar
ettirebilse, bu kuvvetli nedeni ortadan kaldırabilecektir. Ancak ilahi hükümle
müşahhas olarak muhatap olan bu insanlara, İlahi hükmü inkar ettirebilmesi
mümkün değildir. Nitekim sonuç alamayacağını bildiği için böyle bir müdahaleye
de hiç gerek duymuyor. Ancak mücadelesinden vazgeçmiyor ve şeytanlığını ortaya
koyan bir vesvese veriyor.
"Rabbinizin size
bu ağacı yasaklaması, sizin iki melek olmamanız veya cennette ebedi kalmamanız
içindir!."
İşte iki İnsanın
dünyasını alt üst eden bir vesvese!. Vesvesedeki yaklaşım mantığı İse, metod
olarak doğru ve tutarlı bir görünüme sahip. Bu vesvesede gözetilen maksat;
İlahi hükmün inkar ettirilmesi değil, İlahi hükme cahili yorum getirerek, İlahi
hükmün bu hükmü kabul eden insanlar üzerindeki etkinliğini azaltmaktadır.
Nitekim Allah adına yemin ederek bu vesveseyi pekiştiren şeytan aleyhillane,
İlahi hükme karşı kuşku meydana getirmekte ve dolayısıyla İlahi hükmün, bu
insanlar üzerindeki Rabbani etkinliğini azaltmaktadır. Zaten ilk hedefi, bu
iki İnsanın ağaca yaklaşmama nedenini zayıflatmaktı.
İkinci hedefi ise, bu
iki insanın nefsi temayüllerini dikkate alarak, bu iki insanın ağaca
yaklaşmaları için kuvvetli bir neden vermekti!. Bu iki insanda müşahade ettiği
en büyük nefsi temayül, cennet ve cennetten hiç ayrılmamaktı. Nitekim verdiği
ilk vesvesede de bu nefsi temayül üzerinde durmuş ve onlara cennetten aynlma
endişesini ilka etmişti. İkinci olarak verdiği vesvese, ilk vesvese ile verdiği
derde bir deva görünümündedir.
"Ey Adem, sana
ebedilik ağacını ve yok olmayacak bir mülkü göstereyim mi?"
İlk vesvese ile batıl
bir dert veren şeytan, iyiliksever bir görünümle derman önerisinde
bulunmaktadır. Asıl maksadı ise, bu iki insanın ağaca yaklaşmalan ve ağacın
meyvasından yemeleri için onlara kuvvetli bir neden vermek ve onları böylece
isyana sürüklemektir.
Olayın sonucu Kur'an-ı
Kerim'de beyan edildiği gibidir.. Bu vesveseyle kuvvet kazanan "Ağaçtan
yeme nedeni", şeytani yorumla zayıflatılan "Ağaçtan yememe nedenine"
nefsi temayülle ağır basmakta ve ağırlık kazanan nedene bağlı fiil
işlenmektedir,
Çok kısa olarak tefsir
ettiğmiz bu vakıada, görülmesi gereken birçok gerçekler vardır. Görünür
fiillerin arka pia-nındaki, meseleye yaklaşım mantığını ve gözetilen maksadı
idrak ettğimiz zaman, bu gerçeklere nüfuz edebilecek ve günümüzdeki şeytan ve
dostlarının fiilerini zorlamadan yorumlayarak, bu fiilerin arka planındaki
maksatları boşa çı-karabilmemiz mümkün olabilecektir. Çünkü şeytani mantığı ve
maksadı anladığımız zaman, aynı mantıktan kaynaklanan farklı fiilleri de
tanıyabilecek ve aynı mantıktan kaynaklanabilecek olan muhtemel fiillere karşı
da uyanık olabileceğiz.
Yukarıda örnek olarak
zikrettiğimiz vakıadaki şeytani yaklaşım ve maksad anlaşıldığında, elbetteki
günümüzdeki bel'amların İlahi hükümlere ne için cahili yorumlar getirdikleri
ve cahili propagandaların arka planındaki şeytani maksatlar da anlaşılacaktır.
Aynca kıssada
belirtildiği gibi şeytanın önce batıl bir dert telkin edip, sonra bu dert ile
dertlenen insanlara deva Önerisinde bulunması ise, günümüz müstekbirlerini ve
bu müstekbirlerin şeytani yaklaşımlannı anlamamıza ışık tutacaktır.
Çünkü günümüz
müstekbirieri de sömürdükleri kitlelere, siyasi, iktisadi ve ekonomik bir çok
dertler empoze etmekte ve bu dertlere yegane çözüm olarak kendi çıkar ve
menfaatlerine uygun olan şeytani teklifleri ileri sürmektedirler. Şaşkın ve
çareden habersiz kitleler ise "Denize düşen yılana sarılır1' yaklaşımı
ile, isteyerek veya istemeyerek bu önerileri kabul etmektedirler,
Müstekbirlerin telkini ile serap gören bu insanlar; satılmış basın organlannda
yayınlanan deniz resimlerini görerek kendilerini denizde zanneden ve bu
iğrenç yılanlara sarılan zavallılardır.
Şeytan aleyhillane ve
dünya müstekbirieri, dünya mustazaflannm bir fiili işlemelerini istedikleri
zaman; bu fiili emrivaki olarak işletmekten ziyade, mustazaflann bu fiile
sahip çıkmasını ve bu fiili isteyerek işlemelerini tercih etmektedirler. Tabi
ki bunu sağlayabilmeleri için, fiilin işlenmesine ilişkin uygun zeminin
hazırlanması ve mustazaflara bu fiili işlemeleri için cahili nedenler verilmesi
gerekmektedir.
Bunlar yapıldığı
zaman, müstekbirlerin arzu ettiği fiiller, mustazaflann isteği ile yerine
getirilecektir.. İşte dünya müstekbirlerinin demokratik olarak niteledirdikleri
ve diğer bir deyişle demokrasiyi hak eden toplumlar olarak empoze ettikleri
toplumlar, bu toplumlardır.,
Kendi iradeleri ile
sömürüye "Evet" diyen, müstekbirlerin telkin ettikleri şeytani
fiilleri, kendi istekleriyle yerine getiren,
zulmün ve sömürünün
maslahatını, kendi maslahatlanın fevkinde tutan, kendilerine semer yapan
satılmışlara 'Sanatçı' ve bu semerle, e oturan müstekbiriere "Kurtancı Büyük
adam" diyen toplumlar, demokrasiye geçmeye hak kazanan demokratik
toplumlardır.
Bu toplumlarda
diktatörlük yapmaya, bu toplumlarda zor ve baskı kullanmaya hiç gerek yoktur.
Çünkü sadece BİR kişinin diktatörlüğünü reddeden bu toplumlar; sermayenin,
partinin, kanunlann, mal, makam ve unvanın diktatörlüğünü kabul ederek, zaten
ehlileştirilmiş toplumlardır.
Şayet herhangi bir
ülkedeki insanlar, kendi iradeleri ile müstekbirlerin çıkar ve menfaatlerini
gözetecek bir olgunluğa gelmemiş ise, bu toplumlar henüz demokrasiyi hak
edemeyen, ancak yürütülen faaliyetlerle demokratikleşme sürecinde bulunan
toplumlardır.
Tekrar konumuza
dönecek olursak, Kur'an-ı Kerim' de şeytanla ilgili olarak zikredilen olaylan,
sadece bir kıssa olarak algılayan ve bunların nedenlerine inmeyen kimselerin,
olaylann arka planındaki şeytani mantığı ve şeytani maksadı anlamalan ve bundan
sakın abilmeleri elbetteki mümkün olmayacaktır.
Kur'an-ı Kerim'de
şeytani yaklaşımlarla ilgili olarak bazı olaylar zikrediliyorsa; bilmeli ve
iman etmeliyiz ki, bu olayların arka planındaki şeytani mantıkla ve şeytani maksatla
günümüzde de karşılaşabileceğiz.
Şeytani fiilleri tek
tek zikrederek bu fiillerin arka planındaki yaklaşım mantığını ve maksadı
açıklamamız mümkün olmadığı için, bir metod niteliğindeki bu yaklaşımın dikkate
alınması ve karşılaşılan bütün şeytani fiillerin, bu yaklaşımla
değerlendirilmesi gerekmektedir. Çünkü şeytani müdahalelerdeki temel mantık
belirlendiği zaman, bu lanetli mantığın şerrinden korunabilmemiz mümkün
olabilecektir.
Şeytan ve dostlarının
hesaplarını boşa çıkarabilmek için günümüz müslümanlannın dikkate almaları
gereken ikinci prensip, tepkisel davranışlardan ve kişiyi böylesi davranışlara
sürükleyen yaklaşımlardan sakınmak olacaktır. Bu nedenle tepkisel, diğer bir
deyişle reaksiyoner davranışlar üzerinde duracak ve bunlara kısa bir açıklık
getireceğiz.
Tepkisel davranışlar,
herhangi bir canlının kendisine ulaşan bir uyarıya, bir dürtüye veya muhtelif
etkinliklere verdiği karşılıklardır, Tepkisel davranışlar konusunda insanı
diğer canlılardan ve cisimlerden ayıran belirgin Özellik, insanların maruz
kaldığı her etkiye tepki göstermemesi ve gösterdiği tepkilerin yönü ve şiddeti
konusunda kişiye ve topluma özgü farklılıklar arzetmesidir.
Mesela herhangi bir
cismin kendisini iten veya kendisini sıkıştıran başka bir cisme karşı
gösterdiği tepki, daima etkiye eşit ve etkiye ters yöndedir. Ancak insanlar ve
toplumlar için aynı kuralın geçerli olduğunu söyleyemeyiz. Cahili etkilere
maruz kalan nice insanlar ve toplumlar vardır ki, bu etkilere tepki göstermek
bir yana, birçok değerlerinden feragat ederek etki yönündeki davranışlarda
bulunabilmektedirler. Böylesi etkilerin Önünde sürüklenen ve etkiye karşı
hiçbir direnci olmayan bu insanları veya toplumları "Ölü" olarak
adlandırmak, elbetteki bunları onurlandırmak olacaktır. Çünkü etki
istikametindeki menfi davranışlar, ölülerin dahi yapmadığı davranışlardır.
Maruz kaldıkları bir dürtüye karşılık vermeyen ve dürtüldükleri istikamette
yol alan bu insanlar, pasifize edilmiş veya etkisiz hale getirilmiş
insanlardır.
Bizler burada
konumuzla ilgili olarak, etkiye karşı pa-sifleştirilmiş bu insanları değil,
etkiye karşı sağlıklı ve kontrollü tavırlar gösteremiyen ve çoğu kez aşın
tepkisel davranışların bedelini ödemek zorunda kalan kimselerin durumunu
değerlendireceğiz. Çünkü pasifize edilmiş insanları harekete geçirmek bir
gereklilik olmasına rağmen; bu insanları harekete sevkedecek kimselerin,
tepkisel davranışlar konusunda bilinçli olmaları daha büyük bir gerekliliktir.
Bu gereklilik yerine
getirilmeden, pasifize edilen insanları bilinçsizce tepkisel davranışlara
davet etmek, beklenmeyen ve arzu edilmeyen sonuçlar doğurabilecektir.
Cahili sistemlerde
yaşayan aktif ve heyecanlı müslü-manlar, şeytan ve dostlarının müslümanlar
üzerine yaptıkları hesaplara karşı, ne yazık ki çoğu kez tepkisel olarak
karşılık vermek istemekte ve kısmi imkanlar dahilinde, tepkisel davranışlarda
bulunmaktadırlar.
Öncelikle şu gerçeğin
anlaşılması gerekir ki; tepkisel davranışlar, belli bir hedefe yönelik bilinçli
davranışlar değildir. Herhangi bir düzlemde veya herhangi bir ortamda, etki ve
tepki arasında vuku bulan bir mücadele varsa, bu mücadelenin kontrolü, etki
eden taraftadır, Tepkisel davranışlardan kaynaklanan bir mücadele biçimini
benimseyen kimseler, kendilerine etki eden tarafın mücadeledeki insiyatifini
bilerek veya bilmeyerek kabul eden kimselerdir. Çünkü bu kimselerin
davranışları, kendilerinin belirlediği ve kendilerine özgü davranışlar olmayıp,
etki eden tarafın istek ve maksatlarına göre şekillenen davranışlardır.
Etki ve tepki
arasındaki1 ilişkiyi ve bunun önemini idrak eden dünya müstekbirieri,
müslümanlara yönelik bazı müdahalelerde bulunurlarken, bu müdahalelerin muhtemel
tepkilerini dikkate almakta ve bu tepkileri beklemektedirler. Nitekim
müslümanların hangi tepkide bulunmalarını istiyorlarsa, bu tepkiyi meydana
getirebilecek etkinlikleri seçmektedirler.
Meseleye bir örnek
vermek gerekirse, müslümanların zamansız ve sun'i bir yapılanmaya geçmelerini
isteyen dünya müstekbirieri, üç yönlü yaklaştırılan ile bu isteklerine
kavuşabilmektedirler.,
1. Müslümanların
böyle bir zamanda ve böyle bir yapılanmaya geçmelerinin, kendileri için çok
tehlikeli olacağını ve dolayısıyle böyle bir yapılanmayı hiç istemediklerini
empoze etmek.
2. Bel'amlar
ve İslarni prensiplere
vakıf olmayan müslümanlar
vasıtasıyla, böyle bir acil yapılanmanın İslam için mutlak gereklilik olduğunu
gündeme getirmek.
3. Kendilerinin
öne sürdüğü imam adaylan ve sahte kahramanlar çevresinde yapılanma
teşebbüslerinde bulunmak..
Aynı mantıktan
kaynaklanan bu üç yönlü yaklaşımın şeytani etkisinden kurtulabilmek, günümüz
müslümanlan için oldukça zor bir hadisedir. İlk yaklaşımın gözettiği hedef;
dünya müstekbirlerine muhaliî olan müslümanların, müstekbirlerin Ön plana
çıkardıkları isteklere muhalif davranmaları ve dolayısıyla müstekbirlerin arka
plandaki gerçek istekleri doğrultusunda karar vermeleridir. Bu şeytani
yaklaşım oldukça tesirli ve tehlikeli bir yaklaşımdır. Şeytan ve dostlannın
görünürdeki her yaklaşımlarına ve her isteklerine muhalefet etmeyi İslami bir
tavır telakki eden müslümanların, şeytan ve dostlannın bu yaklaşımlanndan
kurtulabilmeleri mümkün değildir.
Nitekim bei'amiann bu
istikametteki propagandalan ve müstekbirlerin empoze ettiği imam adaylarının
yapılanma girişimleri, söz konusu planı neticeye götüren yaklaşımlardır.
İslami hareketi bir bütün olarak kavrayamayan müslümanlann, bei'amiann bazı
ayetleri zikrederek gündeme getirdikleri görüşlerden etkilenmeleri ve sahte
kahramanlar etrafında toplanmalan tabi ki şaşırtıcı bir hadise değildir.
Meseleyi kısmen idrak
eden müslümanlar ise, yetersiz ve samimiyetsiz kimselerin etrafında meydana
gelebilecek bir yapılanmaya fırsat vermemek için, bizzat kendileri bir
yapılanma teşebbüsüne geçeceklerdir. Ki bu yapılanma teşebbüsü de, tepkisel bir
teşebbüstür.
Bu teşebbüsteki ana
mantık; madem ki müstekbirler veya bei'amlar veya ehil olmayan kimseler,
ağaçtaki meyveleri toplayacaklar, o halde onlar toplamadan, biz toplayalım
mantığıdır ki, yanlış ve sakınılması gereken bir mantıktır. Çünkü bu önemli
konuda müslümanlann keyfiyetini ve zamanlamayı dikkate almadan, ağaçtaki ham
meyvelerin müstekbirler veya müslümanlar tarafından toplanması arasında hiçbir
fark yoktur. Her iki durumda da, yeterli olgunluğa gelmemiş meyvelerin telef
olması söz konusudur.
Bütün bunları idrak
ederek müslümanlan zamansız, ham ve sun'i yapılanmalardan sakındıran
müslümanlar ise, müstekbirlerin görünürdeki yapılanmama isteklerinef!) paralel
bir yaklaşım gösterecekleri için, müstekbirlerle işbirliğine girmek ve ajan
olmakla itham edilebileceklerdir. Bu gibi olaylar şimdiye kadar yaşadığımız ve Müslümanlar
uyanmadıkça, tekrar tekrar yaşayabileceğimiz olaylardır.
Şeytan ve dostları
kendilerine muhalif olan ve bu muhalefetten kaynaklanan tepkisel davranışlarda
bulunan müslümanları, müslümanlann bu yaklaşımını dikkate alarak, istediği
vadiye sürükleyebilmektedir. Bu müstekbirler görünürde cezalandırdıkları bir
münafığın, müslümanlar tarafından sahiplenileceğini bildikleri gibi, görünürde
takdir ettikleri bazı samimi müslümanlann da diğer müslümanlar tarafından
şüpheli bir konuma itileceğini ve dışlanacağını bilmektedirler. Bu mantıktan
hareket ederek yerine getirdikleri bazı müdahaleler, elbetteki genele şamil
olmayan Özel müdahalelerdir. Çünkü bu konudaki genel müdahaleleri, daha önce
belirttiğimiz gibidir.
Ancak müslümanlann bu
Özel müdahaleleri de dikkate almaları ve dolayısıyla müstekbirlerin
cezalandırdığı herkesi samimi bir dava adamı kabul etmemeleri gerekir. Çünkü
Mısır'da ve Tunus'ta bunun acı örnekleri yaşanmaktadır.
Kur'an-ı Kerim'deki
hareket metodunu ve bu metodun takipçisi olan müslümanlann, genel fıkıhlanyla
birlikte müstekbirlere karşı davranışlarını da inceleyen kardeşlerimiz, bu
davranışların genelde tepkisel davranışlar olmadığını müşahade edeceklerdir.
Müslümanların hareket
fıkhı, müstekbirlerin davranışlarına bağımlı olan ve müstekbirlerin muhtemel
davranışlarına göre şekillenen bir fıkıh değildir. Çünkü hareketin asli fıkhı,
çok daha geniş ve farklı boyutlara sahip olup, İlahi vahiy tarafından tesbit
edilen bir fıkıhtır. Bu nedenle bazı kitaplarda zikredilen "Hareket kendi
fıkhını, kendisi belirler" gibi ifadelerle savunulan görüşleri kabul edemeyiz.
Bu gibi ifadelerle savunulan hareket, önceden belirlenen asli fıkhı idrak
ederek, harekete bu fıkıh doğrultusuda yön verecek önderlere gerek duymayan,
yaşanılan durum ve karşılaşılan müdahalelere göre şekii alacak bir harekettir
ki, İslami hareketi böylesi hareketlerden tenzih ederiz.. Çünkü İsiami hareket
önceden belirsiz olup, şartlara göre belirlenen bir hareket değil; yaşanılan
şartları sadece dikkate alan ve bu şartlara göre değişmekten ziyade, şartlan
değiştirmeyi amaçlayan özgün fıkha sahip bir harekettir.
Nitekim İslami hareket
durmaya ve duraksamaya tahammül gösteremiyeceği için, bu harekete yön veren önderlerin,
bu hareketin asli fıkhını önceden bilmeleri gerekir. Yön verilen müslümanlar
için sadece hareketin bugünkü fıkhının bilinmesi yeterli olmasına rağmen; harekete
yön veren müslümanlann, hareketin yann ki fıkhını da bilmeleri bir
zorunluluktur. Çünkü hareketin zamanlaması ve hareketin füruya ait fıkhı,
hareketin asli fıkhına ve ulaşmak istediği yarın ki fıkhına göre belirlenir. Bu
meseleyi şimdilik daha fazla açmamıza gerek yoktur.
Konumuzla ilgili
olarak anlaşılması gereken husus; İslami hareketin, tepkisel davranışlardan
kaynaklanan bir anti hareket olmadığıdır. Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen ve
Rasulullah (s.a.v.)'m tatbikatında müşahade ettiğimiz iei'hidi mücadele, bu
gerçeği açıkça ortaya koymaktadır.,
Tevhidi mücadelenin
uzun bir safhasında, şeytani müdahalelere karşı müslümanlann gösterdiği sabır,
şeytan ve dostlarının birçok hesabını boşa çıkaran bir keyfiyete sahiptir. Çünkü
müslümanlara karşı birçok müdahalelerde bulunan şeytan ve dostları,
müslümanlann bu müdahalelere beklenen tepkiyi göstermelerini ve dolayısıyie
hareketi asli çizgisinden saptırarak, kendilerinin belirlediği tepkisel bir
harekete dönüşmesini istemektedirler.
Hareket tepkisel bir
keyfiyete sahip olduğu zaman, hareketin kontrolü elbetteki etki eden tarafta
olacaktır. Ancak müslümanlann söz konusu şeytani müdahaleleri sabırla
karşılaması, bu müdahalelere tepki göstermemesi ve bunun da ötesinde şeytani müdahalelerden
etkilenmiye-rek, Rabbani yükümlülükleri yerine getirmeleri, tabi ki şeytani
hesaplan boşa çıkarmaktadır.
Bunun dışında bazı
şeytani müdahalelere İlahi vahiy gereği ve İlahi hudutlar çerçevesinde tepki
gösterilmesi İse, hükme binaen olduğu için, hareket metodunu saptırıcı veya
hareket metodunun dışındaki davranışlar değildir.
Hiç şüphesiz ki bütün
bunların bilinmesi, hangi müdahalelere sabırla ve hangi müdahalelere nerede,
ne zaman ve nasıl bir karşı müdahale ile cevap verileceğinin belirlenmesi
gerekmektedir, Sabırla göğüslenmesi gereken şeytani müdahalelere, tepkisel
davranışlarla karşılık vermek, bu davranışlarda bulunan müslümanları,
hareketin asli çizgisinden uzaklaştıracaktır.
Şeytani hesapların
boşa çıkarılmasıyla ilgili diğer prensipler, aynı zamanda İslami uyanışla
ilgili prensipler olduğu için; bu prensipleri, önümüzdeki diğer konular içinde
vermeye devam edeceğiz.
"Hayat, iman ve
cihaddır" ifadesi, sık sık karşılaştığımız ve gayet tabi olarak kabul
ettiğimiz bir ifadedir. Bu ifadenin içerdiği gerçek, hangi dine veya hangi
ideolojiye bağlı olursa olsun, bütün dava adamlarının kabul ettiği bir
gerçektir. Bir davaya inanmış olan kişi, elbetteki bu inancı istikametinde
pasif veya aktif bir mücadelede bulunacaktır.
Bu mücadeleyi veren
kimselerin meşru veya gayri-meşru kabul edilmesi, bunların savundukları dünya
görüşünün doğruluğu veya yanlışlığı, iyiliği veya kötülüğü ile ilgili bir
mesele değildir. Herhangi bir ülkede yürürlükte olan resmi ideolojiye bağlı
dava adamları meşru kabul edilirken, farklı ideolojileri savunan dava adamları
ise, ayrılıkçı, vatan haini veya terörist gibi sıfatlarla gayrimeşru kabul
edilebilmektedir.
Nitekim kominizmin
resmi ideoloji olduğu bir ülkede, kominizm adına yüzbinlerce kimsenin
katledilmesi vatanperverlik kabul edilirken, aynı ülkede farklı bir ideoloji
adına bir kimsenin yaralanması teröristliktir. Doğruluğu veya yanlışlığı
tartışılabilecek olan böylesi yaklaşımlar hangi boyutlarda olursa olsun, insanlar
yine de farklı dünya görüşlerini benimseyebilmekte ası dünya görüşü istikametinde
mücadele vermektedirler.
İslam'a talip olan
veya müslüman olduklarını söyleyen kimselerin durumu ise, İslam
anlayışlarındaki farklılığa göre değişebilmektedir. Laiklik adına din ile dünya
işlerini ayn kabul edenler; yaşadıkları ülkede yürürlükte olan ideoloji ne
olursa olsun, bu ideolojiye karşı olumlu bir yaklaşım içindedirler. Çünkü bu
kimselerin anladıkları ve tabi oldukları din, dünyaya ve dünya işlerine
müdahale etmeyen bir dindir. Bunlardaki Allah telakkisi, insanların nasıl ve
ne şekilde idare edildiklerine ilgi duymayan, kendisine emrivaki olarak sunulan
laikliği ister istemez kabullenmek zorunda kalan, sosyalizm, liberalizm veya
îaşizm gibi ideolojileri meşru kabul edebilen ve bunlara müdahale etmeyen bir
Rab telakkisidir.
Laisizmin ilk
dönemlerinde dünya işlerine karışmayan ve tarafsız kabul edilen bu Rab
telakkisi, daha sonraları hakim ideolojiler tarafından şekillendirilmiş ve
hakim ideolojileri tasdik ederken, karşıt ideolojileri lanetleyen bir Rab
telakkisi haline getirilmiştir. Tabi ki böylesi Rab telakkilerine sahip olan
kimseler, hakim ideolojileri Rab adına desteklerken, karşıt ideolojileri yine
Rab adına lanetleyeceklerdir.
Öte yanda, İslam'ı her
türlü zulme ve sömürüye karşı bir dünya görüşü olarak algılayan müslümanlar
bulunmaktadır ki; bu müslümanlar ismi ne olursa olsun, zulmün her türlüsüne
karşı çıkmaktalar ve mücadeleden yana bir tavır koymaktadırlar. Böylesi
müslümanlar, dünya müstekbirleri-nin nefret ettikleri ve bir türlü
sevemedikleri müslümanlardır.
Emperyalizmin her
türlüsüne karşı mücadeleden yana tavır koyan bu müslümanlar,
müstekbirlere göre sakınılması gereken tehlikeli müslümanlardır. Bel'amlar
vasıtasıyla kendilerine müslüman denilen birçok kimseyi pasifize etmelerine ve
sadık köleler durumuna getirmelerine rağmen, böylesi müslümanlan pasifize
edebilmeleri mümkün olmamıştır.
İnsan onurunu ve
emeğini vahşi bir şekilde sömüren emperyalizme karşı derin bir öfke duyan bu müslümanlar,
dünya emperyalizmiyle mutlaka ve mutlaka mücadele etmek istemektedirler. Bu
müslümanlann varlığım ve meseleye yaklaşımlarını çok iyi gözlemleyen dünya
müstekbirle-ri, tabi ki "Madem mücadele ermek istiyorlar, bırakalım
etsinler!..1' diyerek bir kenara çekilmezler.
Peki ya ne yaparlar?
Kur'an-ı Kerim'de
beyan edilen şeytani mantığı ve yaklaşımı yeterince anlayan ve günümüz
dünyasını iyi gözlemleyen müslümanlar için, bu müstekbirierin ne yapmak
istedikleri ve ne yaptıkları gayet açıktır. Mücadele etmek isteyen müslüman
varlığıyla karşılaşan bu müstekbirler, kendi aralarında derler ki.,
"Madem bunlan
pasifize edemiyoruz, madem bunlar mücadeleden yana, madem ki bunlar 'İlla
mücadele edeceğiz' diyorlar.
O halde, o halde
bunların mücadelesini biz organize edelim."
Evet, bunlan derler!..
Ve sonra da,
kendilerinin organize edecekleri bir mücadelede, müslümanlann ne hale
geleceklerini konuşarak gülerler, gülüşürler..
Dini asabiyetleri ile
mücadeleden yana olan müslümanlar için, kendi emperyalist çıkarlarını
zedelemeyecek ve bunun da gerisinde kendilerine faydalı olabilecek mücadele
senaryolan hazırlayan bu müstekbirler-, hazırladıkları mücadele senaryolarının,
Özellikle şu dört boyutunu önemle dikkate almışlardır.,
1. Mücadele
sahası
2. Mücadelenin
hedefleri
3. Mücadele
metodu
4. Mücadelenin boyutları
Mücadelenin temelini
oluşturan bu dört esas dikkate alınarak hazırlanan senaryolar, bel'amlar ve
sahte kahramanlar tarafından ateşli ve heyecanlı bir üslubla gündeme
getirilmekte, emperyalizme karşı mücadeleden yana olan müslümanlar, böylesi
mücadelelere davet edilmektedirler.
"Nabza göre
şerbet" prensibinden hareket edilerek, kemiyet ve keyfiyet açısından
farklı içeriklerde bulunan böylesi davetler, ne yazık ki hayli taraftar
bulabilmektedir. Allah adına yapılan böylesi davetlerin, batıl davetler olduğunu
idrak eden müslümanlar ise, davete icabet etmedikleri için ayrılıkçı veya
fitneci gibi sıfatlarla yaftalanmaktadırlar.
Karşılaştığımız bazı
meselelere "Herneyse" dememize rağmen, dünya müs!umanları üzerine
yapılan bu şeytani hesaplara "Herneyse" demiyerek, oldukça önemli
gördüğümüz bu meselelere sırasıyla genel başlıklar halinde değinecek ve
bunlara açıklık getirmeye çalışacağız..
Konumuzla ilgili
olarak öncelikle mücadele sahası üzerinde duracağız. Dünya müstekbirlerinin
önemle dikkate aldıkları mücadele sahası veya mücadele düzlemi gerçekten bu
kadar önemli mi? Meselenin önemini yeterince idrak edemeyen kardeşlerimize, bu
meseleyle ilgili olarak şu soruyu sormak istiyoruz.,
"Yırtıcı bir
hayvan olan kara panter ile timsah dövüş-se, bu mücadeleyi hangi hayvan
kazanır?"
Bu soru ile
karşılaştıkları zaman, panter ile timsahın fiziki özelliklerini ve dövüş
kabiliyetlerini dikkate alarak, bu soruyu cevaplandıran kimseler, zikrettiğimiz
meselenin Önemini yeterince idrak edebilmiş kimseler değildir.
Her iki hayvanın
fiziki özellikleri ve dövüş kabiliyetleri elbetteki dikkate alınacaktır. Ancak
bu sorunun sıhhatli bir şekilde cevapladırılabilmesi için, panter ile timsahın
yaşlarıyla birlikte, bu iki hayvanın hangi düzlemde mücadele ettiklerinin de
mutlaka ve mutlaka sorulması gerekmektedir. Çünkü söz konusu mücadele karada
yapılıyorsa, üstünlük panterde; suda veya bataklıkta yapılıyorsa, üstünlük timsahtadır.
Fiziki özelliklerin ve
dövüş kabiliyetlerinin mücadeledeki
etkinliği, mücadele
düziemiyle ilgili bir meseledir.
Çünkü her mücadele
düzleminin, kendisine özgü nitelik ve kendisine özgü şartlan bulunmaktadır.
Fiziki Özelliklerin ve bazı yeteneklerin fonksiyonu ise, ancak ve anca1, bu
yeteneklere uygun şartlarda gerçekleşebilir. Uçma yeteni-gine sahip olan
kuşlar, suda veya havanın bulunmadığı bir boşlukta uçamazlar. Karada yüzelli
kilo kaldırabüen bir insana, denizde yüz kilo kaldırtmayı deneseniz; yüzelli
kiloyu kaldırabilecek olan kahramanın, yüz kiloluk demirle, denizin dibini
boyladığını görürsünüz.
Yüksek hareket
kabiliyetine ve kuvvetli pençelere sahip olan panterin de, bu özellikleri
karada geçerlidir. Uzun mesafeye sıçrayabilmesi veya ayağı ile şiddetli pençe
atabilmesi için, ayaklarının yere basması, yere dayanması gerekmektedir.
Mücadele sahasıyla ilgili olarak iki hayvandan Örnek vermemiz, insani asabiyete
sahip bazı kimseler tarafından yadırganabilecektir!. Ne var ki bazı
durumlarda, hayvanların içgüdüsel olarak yaptıklan hareketleri dikkate almak,
insanlığımıza bir gölge düşürmeyeceği gibi, aynı zamanda gerekli bir
yaklaşımdır.
Televizyonda seyrettiğimiz bir belgeselde, panterle timsah arasındaki bu mücadele
gösterilmişti. Mücadelenin gözlemlenmesi gereken en can alıcı noktası ise, her
iki hayvanın da kendilerine özgü mücadele sahalarını seçmeleri ve bu seçimde
ısrarlı olmalarıydı. Panter, timsahı karaya doğru çekerken, timsahın, panteri
suya doğru çekmeye çalışması; mücadelenin kilit noktası olup, mücadelenin sonucunu
etkileyebilecek bir keyfiyete sahipti. Bu safhada verilen mücadele, mücadele
sahasının seçimiyle ilgili bir mücadeleydi. Nitekim mücadelenin bu safhasını
kazanan ve mücadeleyi kendi sahasına çeken taraf, neticede mücadeleyi kazanan
taraf olmuştu.
Allah rızası için her
türlü zulme ve sömürüye karşı mücadeleden yana olan müslümanlann, mücadele
sahası konusunda yeterince bilinçli olduklarını söyleyemeyiz. Çünkü mücadele
sahasının seçimiyle ilgili olarak, iki hayvan arasında gördüğümüz ısrarlı
çekişmeyi, halkında müslüman olan ülkelerde yaşayan müslümanlarla, müstekbirler
arasında görebilmiş değiliz.
Müslümanlar ve
müstekbirler meseleye aynı önemi vermiş olsalar, mücadele sahasının seçimiyle
ilgili olarak mutlaka bir çekişme meydana gelecek ve her iki taraf da seçiminde
ısrarlı davranacaktır. Fakat ne yazık ki müstekbirler bu konuda bilinçli
olmalarına rağmen, müsiümanla-nn geneli aynı bilinçte değildir.
Birbirini tutmaz
görüşlerle, çok değişik vadilerde, çok değişik sahalarda mücadeleye davet
edilen müslümanlara; "Gevşemeyiniz, mahzun olmayınız, inanıyorsanız güçlüsünüz"
buyruğu sık sık tekrar edilerek, bu müslümanlann birçoğu uyutulabilmektedir.
İnsanlar İlahi bir
buyrukla uyutulur mu?
Elbetteki uyutulur!.
Allah adına yapılan
batıl davetlerle, insanların uyutulması mümkün olduğu gibi, zamansız, mekansız
ve mükellefsiz gündeme getirilen ayeti kerimelerle de insanlann uyutulması ve
bunun da gerisinde sapık vadiiere sürüklenmesi mümkündür.
Unutulmaması gerekir
ki, Allah'ın adını ağzına alan veya Kur'an-ı Kerim'den bazı ayetleri okuyan
kimseler, sadece müslümanlar değildir. Bel'amlar da söze besmeleyle başlamakta,
bazı ayeti kerimeleri tağutun maslahatına göre gündeme getirip, tevil ederek
sapık davetlerde bulunmakta ve Allah'a hamdederek sözlerini bitirmektedirler.
Halkında müslüman olan
ülkelerde resmi belamla' tanımak kolay olsa da, gayriresmi gözüken bel'amları
tanmak biraz zordur. Bunlar, sadece Alİah nzası için konış-tuklannı ve Allah
rızası için davette bulunduklarım ile"; sürerler. Oysa ki davet ettikleri
yol, meseleye vak' olan müslümanlann kolayca farkedebilecekleri batıl bir
yoldur. Meseleye vakıf olmayanlar ise Peygamber(s.a.v.) varisi gördükleri bu
bel'amları can kulağı ile dinlemekte ve onlara itaat etmektedirler.
Hangi sapık vadide
olurlarsa olsunlar, bu şaşkınların hepsine "İnanıyorsanız güçlüsünüz"
buyruğu telkin edilerek, bulundukları vadiyi, bulundukları mücadele sahasını
terketmemeleri ve mücadeleden vazgeçmemeleri empoze edilmektedir, Bu ifadeyi
kullanan kimseler, hak bir ifade ile batılı kastetmektedirler.
"inanıyorsanız
güçlüsünüz!."
Bu İlahi buyruktan
hareket edilerek, müminlerin her şartta ve her düzlemde güçlü olduklarını
bilerek söylemek ihanet, bilmeyerek söylemek ise cahilliktir. Çünkü bu İfadenin
içerdiği gerçeğe vakıf olmayan kimseler, bu ifadeyle davet edildikleri her
mücadele sahasına, cahillere özgü bir cesaretle icabet etmekte ve yine
cahillere Özgü bir cesaretle, mücadeleye soyunmaktadırlar. Çünkü inanmaları
hasebiyle kendilerini her mücadele sahasında güçlü zannetmektedirler.
İşte bu gibi
insanlann, biraz önce zikrettiğimiz hayvanlardan ibret değil, örnek almaları
gerekir. Örnek almaları gerekir ki, mütekbirlerin belirledikleri mücadele
saha-lanna kendi istekleriyle çıkıp, hayvanlardan daha aşağı bir dereceye
düşmesinler!.
"İnanıyorsanız güçlüsünüz" ifadesi,
müminleri muhatap alan bir ifadedir. Bu müminler Allah'a, Allah'ın
Rasulüne (s.a.v.), Allah'ın kelamına, Allah'ın sünnetine, Allah'ın vaad ve
vaidlerine yakinen iman eden müminlerdir, Bu müminler, bu inananlar, elbetteki
ve elbetteki güçlüdür. Fakat bu inananların güçlü olmaları, bir şarta, mutiak
bir şarta bağlıdır!.
İnandıkları yolda
bulunmaları.. Evet.,
Müminler, inandıklan
yolda bulunduklan sürece güçlüdürler. Çünkü müminlerin güçlü olabilmesi, ancak
ve ancak Allah'ın yardımıyla mümkündür. Allah'ın yardımı ise, sırat-ı
müstakimde bulunan mü' minleri kuşattığı için, inandıklan yolda bulunan bu
mü'minler güçlüdür. Sırat-ı müstakimden uzaklaşmak, Allah'ın yardımından
uzaklaşmaktır. Hak yoldan, sapık yollara meyletmek; izzetten, zillete
meyletmektir. Zillete meyleden kimselere güçlü olduklarını söylemek ise,
bunları avutmak veya bunları uyutmak olacaktır.
Dünya müslümanlarının,
yaşadıkları toplumu ve içinde bulundukları durumu dikkate alarak; konumlarını
ve mücadele sahalarını, İlahi ölçülere göre tesbit etmeleri gerekmektedir.
Dünya müstekbirlerine karşı mücadele verirken, bu müstekbirlerin
belirledikleri sahada değil, kendilerinin belirledikleri sahada mücadele
vereceklerdir. İlahi ölçülere göre belirlenen bu saha; (bu sahada) Allah'ın yardımına
mazhar olacak mü' minlerin, güçlü oldukları, güçlü olabilecekleri bir sahadır.
Müstekbirlerin
belirledikleri mücadele sahaları ise, cahili değerlerin güç kabul edildiği ve
cahili kuralların yürürlükte olduğu bir mücadele sahası olup, bu sahadaki üstünlük
ve insiyatif müstekbirlerin elindedir. Çünkü mücadele sahasıyla ilgili güç
unsurlarını ve mücadele kurallarını kendi çıkarlarına göre belirleyen dünya
müstekbirlerinin, bağlı olduklan İlahi ölçüler yoktur.
İlahi ölçülere göre
helal ve haram hudutlarını dikkate almayan bu müstekbirier, kendi çıkarlanna
uygun her yaklaşımı helal veya meşru kabul edebilmektedirler. Oysa müminlerin
bağlı olduklan ve dikkate almakla mükellef oldukları İlahi ölçüler vardır. Bu
İlahi Ölçüleri dikkate aldıkları zaman; söz konusu mücadele sahasında meşru
kabul edilen birçok hamleyi yapamayacak, fakat müstekbirlerin bu hamlelerine
maruz kalacaklardır. Günümüz müslüman-larının iyice anlamalan gereken bu
ifadeyi, altını çizerek tekrarlamak istiyoruz.,
"Müstekbirlerin
belirledikleri sahalarda mücadeleye soyunan müslümanlar, İlahi ölçüleri dikkate
aldıkları zaman; söz konusu mücadele sahasında meşru kabul edilen birçok
hamleyi yapamayacaklar, fakat müstekbirlerin bu hamlelerine maruz kalacaklardır.."
Nitekim dünya
müstekbirleri, birçok ülkede yaşayan ve mücadeleden yana olan müslümanlan;
küfrün, zulmün, fasıkhğın, yalancılığın, dolandırıcılığın, sahtekarlığın, riyakarlığın,
iftiracılığın, rüşvetçiliğin, yetkiyi ve görevi kötüye kullanmanın, dünya
emperyalizmine bağımlı olmanın ve onlarla yardımlaşmanın, devlete ve millete
ihanet etmenin... meşru kabul edildiği politik düzlemlerde, mücadeleye davet
etmektedirler. Çünkü bu mücadele düzlemleri, kendilerine özgü mücadele
düzlemleridir. Böylesi mücadele
düzlemlerinin şartlan, kurallan ve kanunlan, emperyalizmin çıkar ve
menfaatlerine göre belirlendiği için, bu sahalarda yapılan ve yapılacak olan
mücadelelerin insiyatifi, müstekbirlerin elinde olacaktır.
Müstekbirlern
belirledikleri ve tercih ettikleri mücadele düzlemleri, tabi ki sadece politik
düzlemler değildir. Müstekbirlere Özgü mücadele düzlemleri; her türlü zulmün,
kurnazlık kabul edildiği politik düzlemler olduğu gibi., faizin meşru görüldüğü
ve faizle gelişen ekonomik düzlemler, batıl görüşlerle beslenen kültürel
düzlemler ve bunun da Ötesinde, şeytani mantığa göre zamanlaması yapılan
askeri düzlemler de olabilir.
"İnananlar
güçlüdür.." gibi, gerçek manası saptırılan sloganlarla, batıl davetlere
icabet etmek ve böylesi düzlemlerde mücadeleye soyunmak; ayıp yerlerin açığa
çıkmasına ve hüsrana neden olacaktır. -
Netice oîarak
"İnananlar güçlüdür" İlahi buyruğuna; inandıklan yola teslim olan,
inandıklan doğru yolda yaşayan, bu yolda dağılmayan ve gevşeklik göstermeyen
müminler muhataptır. Allah'ın yardımına mazhar olan bu müminler güçlüdür. Bu
müminlerin mücadele düzlemi, sı-rat-ı müstakimdir. Sıratı müsta-kimde
ilerlerken karşılaştık-lan müstekbirlerle; sapmadan, saptırılmadan ve hiç kimseyi
saptırmadan mücadele ederler.
Sırat-ı müstakimdeki
konumlan, durumları ve merhaleleri bellidir bu müminlerin. İçinde bulundukları
konumun fıkhını, sabır, sebat ve azim İle yaşarlar.
Müstekbirlerle
mücadele ederlerken, ayaklarının sırat-ı müstakimden kaymamasına,
kaydınîmamasına önemle dikkat ederler. Çünkü bu mü'minier, sırat-ı müstakimde
bulundukları sürece, Allah'ın yardımına mazhar olacaklarına ve sırat-ı
müstakimde bulunduklan sürece, güçlü olduklanna yakinen iman etmişlerdir.
Böylesi müminlerle, sırat-ı müstakimde mücadele etmek zorunda kalan
müstekbirlerin akıbeti ise, Adem (a.s.)'dan bu yana yenilgi veya helakla
sonuçlanmıştır.
Mücadele sahasının
Önemini idrak eden müslümanla-nn hangi düzlemde mücadele verdiklerini veya
hangi düzlemde mücadele vermediklerini sorgulamaları gerekir. Ferdi ve
toplumsal mücadeleleri, Allah'ın emrettiği düzlemde gerçekleşiyorsa, hiçbir
şüphemiz yoktur ki, Allah(c.c) bu müslümanlann yardımcısıdır. Fakat mücadele
ettikleri düzlem, İlahi vahyi dikkate almayan aklın emrettiği bir düzlem ise,
bu düzlemde mücadele verirken yardımı Allah'tan deyine akıllarından beklemek
zorundadırlar!.
Şeytan ve dostlarının,
müslümanlar üzerine yaptıkları hesaplann boşa çıkabilmesi için, günümüz
müslümanlan-nın dikkate almaları ve pratize etmeleri gereken bir diğer prensip
ise, mücadelenin hedefleri olacaktır.
Hepimiz biliyoruz ki,
yapılan ve yapılacak olan her mücadelenin, kendisine özgü hedefleri
bulunmaktadır. Nitekim İslami gerçeklere vakıf olarak, mücadeleden yana bir
tavır koyan ve mücadele eden müslümanlara "Hedefiniz nedir?"
sorusunu yönelttiğiniz zaman, bu sorunuz genelde cevapsız kalmaz. Hatta bunun
da Ötesinde birçok değişik cevaplarla karşılaşmanız mümkündür!. Zaten günümüz
müslümanlarının birbirinden farklı gruplara bölünerek, birbirinden farklı istikametlere
yönelmelerinin önemli bir nedeni de, böylesi değişik hedeflere sahip
olmalarıdır.
Müslümanların
sapmasına ve saptınlmasına neden olabilen yanlış hedefler, müslümanlara şeytan
ve dostları tarafından empoze edilebildiği gibi, samimiyetlerinden kuşku
duymadığımız bazı müslümanlann, İlahi vahyi dikkate almadan ileri sürdükleri
akli hedefler de olabilmektedir. Oysa her konuda olduğu gibi bu konuda da İlahi
vahiy ve Efendimiz (s.a.v.)'in sünneti dikkate alınsa, akli sapmalar veya hedef
konusundaki şeytani müdahaleler engellenmiş olacaktır. Bu meseleye yeterli bir
şekilde vakıf olabilmemiz için, öncelikle aşağıdaki soruyu cevaplandırmamız
gerekecektir. ,
"Bilinçli hedef
tayini nasıl olmalıdır?." Mücadeleden yana olan dava adamlarının, bilinçli
bir hedef tayininde bulunabilmeleri için, savundukları davanın tabiatını,
içinde bulundukları konumu ve yaşadıkları şartlan mutlaka dikkate almaları
gerekmektedir. Hiç şüphesiz ki, her davanın gözettiği nihai hedefler vardır.
Ancak bu nihai hedeflerin bilinmesi, mücadelenin pratiği için yeterli
değildir. Bu nihai hedefler, dava adamlarına sadece bir istikamet verebilir.
Ne var ki. nihai hedeflerini bilmelerine ve bu hedeflere yönelmelerine rağmen,
yöneldikleri bu hedeflere hiç yaklaşamayan bir çok dava adamı bulunmaktadır.
Çünkü bunların erişmek
istedikleri hedef, bazı ayet-i kerimelerle sabit doğru bir hedef olmasına
rağmen, içinde bulundukları konumda ve yaşadıkları şartlarda, erişilmesi mümkün
olmayan büyük bir hedeftir. Davanın tabiatını bilen ve doğru bir yönelişte
bulunan bu müslümanlann dikkate almadıkları husus, içinde bulundukları konum
ve yaşadıkları şartlardır. Doğru bir yönelişten sonra yapılması gereken ikinci
iş, doğru bir konum tesbitidir, Bu tesbit yapıldığı zaman, içinde bulunulan
konum ile nihai hedef arasındaki mesafe ortaya çıkacak ve bu mesafe, varılması
mümkün ara hedeflere bölünerek, varılması gereken ilk ara hedef
belirlenecektir.
Önemle anlaşılması
gereken husus: yaşanılan şartların dikkate alınması, ilk ara hedef
belirlendikten sonraki üçüncü aşamadadır. Nitekim yanlış ve yanıltıcı hedef
tayin eden müslümanların büyük hatası, yaşadıkları şartlara göre hedef tayin
etmelerinden kaynaklanmaktadır. Oysa yaşanılan şartların dikkate alınması,
hedef tayin etmek için değil, davanın tabiatına ve müslümanlann konumuna göre
tayin edilen ilk ara hedefe, nasıl ve ne şekilde ulaşılabileceğini tesbit etmek
içindir. Yaşanılan şartlara göre hedef tayin etmek, İslami hareketin
tabiatıyla bağdaşmayan ve hiçbir zaman bağdaşamayacak olan batıl bir
yaklaşımdır. Çünkü hedefini yaşanılan şartlara göre belirleyen bir hareket,
şartlara bağımlı ve şartlara göre değişebilen tutarsız bir harekettir. Oysa
İslami hareket, şartlara göre değişen değil, bizzat şartlan değiştirmeyi
amaçiayan bir harekettir.
İslami harekette büyük
bir önemi olan ara hedeflerin tesbit edümesi, İslami harekete bir bütün oiarak
vakıf olan ve yaşadıkları çağı idrak eden yetkin müslümanlann görevidir.
İslami hareketle ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'de zikredilen hükümler,
kronolojik sırasına ve konularına göre incelendiği zaman, nihai hedefle
birlikte, müslümanları bu hedefe götürebilecek ara hedeflerin de tesbit
edilebilmesi mümkün olacaktır. Bu Rabbani bilgilerin pratize edilebilmesi ise,
yaşanılan çağa ve müslümanlann durumuna vakıf olmakla gerçekleşebilecektir.
Ara hedeflerin
bilinçli olarak tesbit edilmesiyle ilgili olarak. Allah'ın sünnetiyle
gerçekleşen tabiat olaylanndan da birçok örnek alabiliriz. Çünkü bu olayîan
sağlıklı olarak gözlemi ey ebilirsek, yaratılmışlarla ilgili bu olaylardan,
Yaratıcının sünnetini yani daha açık bir ifadeyle, gözlemlediğimiz olaydaki
Hak yaklaşımı anlamış oluruz. Yaratılmışlarla olarak Yaratıcının sünnetini
idrak eder ve yaratılmışlara bu sünneti dikkate alarak yaklaşabilirsek, bu
yaklaşımımız şüphesiz ki hak bir yaklaşım olacaktır.
Bu konuyla ilgili
olarak, yaşadığım bir olaydan örnek verebilirim. Güzelyali'da bahçeli bir evin
önünde otobüs beklerken, bahçede yetişen çiçeklere bakıyordum. Bakışlarım,
bahçe parmaklığının hemen arkasında olan bir karanfile takılmıştı. Karanfile
bakarken, bir çiçeğin ne kadar güzel ve ne kadar muhteşem olduğunu ilk kez
farkediyordum. İncecik bir dalın ucunda, güzele ve güzelliğe anlam vererek
derin bir arzuyla açılan bu karanfil, beni oldukça etkilemişti. Karanfili,
karanfilin gelişimini ve bu karanfili yaratan Rabbimi düşündüm. Cevaplandırmak
İstediğim ilk soru şuydu.,
Yaratan ve yaşatan
Rabbim, karanfilin bu noktaya gelmesini, karanfili yaratmadan önce dilemiş
miydi?.
Şüphesiz ki
dilemişti..
O halde karanfilin bu
gelişimi, tesadüfi bir gelişim değildi. Şanı yüce Rabbim, gördüğüm karanfilin,
gördüğüm doruk noktasına ulaşmasını dilemiş ve bu noktaya ulaşabilmesi İçin.
karanfile ahenkli bir gelişim süreci takdir etmişti. Karanfilin toprakta
başlayıp doruk noktasına ulaşan yolculuğu, kesinlikle tesadüfi bir yolculuk
değildi. Daha açık bir ifadeyle, nihai hedef önceden takdir edilmişti.
Karanfilin gelişim süreci boyunca attığı her adım, bu hedefe yönelik adımlardı.
Nihai hedefe ulaşılabilmesi için, nihai hedef istikametindeki birçok ara
hedefleri geçmesi gerekiyordu. Şayet çevre şartlan olumsuz olursa, nihai hedefe
ulaşamıyor, fakat hak olan gelişim istikametini de değiştirmiyordu. Nitekim
peygamberlerin tevhid mücadelesinde ve bu mücadelenin tabiatında da, aynı
gerçekler bulunmaktadır..
Karanfile bakarken ve
bütün bunları düşünürken, kaç otobüs kaçırdığımı bilmiyorum. Fakat gördüğüm ve
anladığım bir gerçek olmuştu.,
"Gerçekleştirmek
istediğimiz herhangi bir işi, sondan başa doğru düşünüp, baştan sona doğru
yapmak!."
Bu ifadeyi tabi ki
kısaca açmamız ve açıklamamız gerekecektir. Herhangi bir işin veya herhangi
bir mücadelenin teorisi, bulunulan konumdan yani baştan sona doğru
belirlenmeye çalışılırsa; bu şekilde belirlenen teoriler, bilinçli hedeflere
yönelik, tutarlı teoriler değildir,
Nihai hedef
gözetilmesine rağmen, baştan sona doğru hazırlanan diğer teoriler de, aynı
kategoriye girmektedir. Çünkü böylesi teoriler hazırlanırken, ilk ara
hedeflerin tesbit edilmesinde belirsizlik vardır.
İlk ara hedefler, ne
için, neyi gerçekleştirmek veya neye zemin hazırlamak için tesbit edilecektir?
Akli selim olan her
kardeşimizin idrak edeceği gibi, tesbit edilen ve tesbit edilecek olan her
hedef, bir sonraki hedefin gerçekleşmesine zemin hazırlar mahiyette olması
gerekmektedir. O halde bir hedefin belirlenebilmesi için, bir sonraki hedefin
mutlaka bilinmesi ve dikkate alınması gerekmektedir. Bir sonrak: hedefin
bilinmesi, ondan sonraki hedefin bilinmesine bağlı olduğuna göre, bu yaklaşım
bizi öncelikle nihai hedefe, yani sona
götürecektir. İşte "Sondan başa
doğru düşünmek" ifadesiyle, belli bir hedefe yönelik bilinçli bir
teorinin, sondan başa doğru hazırlanması gerektiği anlatılmaktadır. Nihai
hedefle, içinde bulunulan konum noktası dolambaçsız bir çizgiyle
birleştirilecek ve bu Çizgi istikametindeki ara hedefler, sondan başa doğru tesbit
edilecektir. Nihai hedefe atılacak adımın, son kalkış noktası neresi ise, işte
o nokta; nihai hedeften önceki son ara hedeftir...
Sondan başa doğru
belirlenen bu teorinin pratiği ise, elbetteki baştan sona doğru olacaktır. Bu
şekilde belirlenen teorilerin pratiği, şüphesiz ki maksatlı hedeflere yönelik,
bilinçli bir pratiktir. Bu pratiği yaşayan müslümanlann hepsi, yaşadıkları
pratiğin hikmetini ve yarına yönelik sonuçlarını bilmeseler dahi; bu pratiğe
yön veren ve bu pratiği yaşayan yetkin müslümanlar, ne için/nereye yöneldiklerinin,
hangi hedefe doğru ilerlediklerinin, bu hedefe ulaşabilmek için nelerden
sakınıp/neleri ikame etmeleri gerektiğinin ve daha sonraki hedeflerin
bilincindedirler. Çünkü bir harekete yön verebilmeleri için, bütün bu gerçeklerin
bilincinde olmaları gerekmektedir.
Şeytan ve dostlarının
hedef tayini noktasındaki müdahaleleri, tabi ki çok çeşitlidir. İnsan
dergisinin ilk sayılarında yer alan "İslami Hareket ve Şeytan"
başlıklı yazıda, bu müdahalelerin bir boyutuna değinmiştik. Bu müdahaleyi
kısaca özetleyecek olursak, şunları söyleyebiliriz.,
Müslümanların
bulundukları konumda yönelmeleri gereken ilk ve Öncül hedefler vardır. Şeytan
aleyhîllane müslümanlann bu ciddi hedeflere yönelmelerini ve gerçekleşebilir
bu hedeflere doğru ilerlemelerini tabi ki istemez. Bunu engeli ey eb ilmesi
için, müslümanlara iki ayrı boyuttan yaklaşması gerekmektedir.,
Birinci boyuttaki
yaklaşımında; müslümanları söz konusu hedeften geri çekmeyi, uzaklaştırmayı
amaçlamakladır. Nitekim birçok müslümanın zaafından faydalanarak, onları
şimdilik uzlaşmaya, taviz vermeye veya müsait zamanı ve mekanı beklemeye
teşvik ederek, bu müslümanları bir ölüm döşeği olan bekleme koltuğuna
oturtabilmektedir!.
Tabi ki bütün
müslümanları aynı yaklaşımla, aynı koltuğa oturtabiimesi mümkün değildir. Çünkü
İslami anlayışlarının bir gereği olarak, mutiaka ve mutlaka bir şeyler yapmak
isteyen, azimli, dirayetli ve fedakar müslümanlar da bulunmaktadır. Şeytanın bu
müslümanları söz konusu hedeften geriye çekebilmesi ve pasifize edebilmesi mümkün
değildir. İşte böyle bir durumda şeytan ve dostları, bu müslümanlara ikinci
boyuttan yaklaşmakta ve bu müslümanları övücü ifadelerle yücelterek, ayrıca
Allah'ın yardımını da ileri sürerek, bunlan gerçekleşmesi mümkün oima-yan
büyük hedeflere yöneltmektedirler.
Şeytanın bu iki ayrı
boyuttaki yaklaşımı, iki ayrı yaklaşım gibi gözükse de, sonuç itibarıyla
şeytanı memnun eden aynı neticeyi vermektedir. Çünkü yaşanılan konumda
gerçekleşmesi mümkün oian küçük hedeflere yönelmemek ile. yaşanılan konumda
gerçekleşmesi mümkün olmayan büyük hedeflere yönelmek arasında, netice olarak
hiçbir fark yoktur.
Birisi aynı noktada
oturarak beklerken, diğeri aynı noktada ayakta durmakta ve kendisini cezbeden
büyük hedefe özlemle bakarak, bu hedefe nasıl ve ne şekilde sıçrayabileceğinin
hayali hesaplarını yapmaktadır!.
Velhasıl sonuç
aynıdır!..
Şeytan ve dostlarının
diğer yaklaşımlarına bir başka örnek olarak-, teoride doğru, fakat konum ve
şartlar açısından pratikte yanlış hedefler ileri sürmelerini verebiliriz. İslami
hareketin tabiatında, batıl görüşlerle ve bu görüşlerden kaynaklanan
hastalıklarla mücadele etmek elbetteki vardır. Çünkü bu batıl görüşler, apaçık
bir mikrop gibidir.
Ne var ki söz buraya
geldiği zaman büyük bir "Fakat" eğiz. FAKAT! İslami hareket
bu mikroplarla mücadele ederken, bu bilinçli mücadeleye öncelikle vücuda giren
mikroptan başlar. Öncelikli hedefler,
vücuda giren yani bizlerde yaşayan mikroba karşıdır. Falanca köyde verem,
filanca köyde tifo salgını olabilir. Bizim köyün muhtarını dinleyerek, vereme
ve tifoya karşı mücadele vermezden önce, bizim köyde hangi hastalığın olduğunu
tesbit etmemiz gerekir. Bizim köyde veba varsa ki yok diyemiyorum vereme veya
tifoya karşı mücadele etmemizin ve veba komasına giren cahil doktorların
telkinine inanarak, her gün vereme veya tifoya karşı aşılanmamızın ne anlamı
olacaktır?.
Komşu köyden, yani
Rusya'dan gelen bir müftüyle görüşmüştük. İzmir Fuarındaki Sovyet pavyonuna Rus
yetkililer tarafından gönderilen bu müftü, sarığı ve cübbesi ile pavyondaki
yerini almış, Rusya'daki din ve ibadet hürriye-tinin(!) görsel propagandasını yapıyordu. Arkasında yer alan Kur'an-ı Kerimle,
camilerle, namaz kılan cemaatlerle ve hacılarla İlgili resimler, söylediklerini
doğrulayan yapay görüntülerdi. Şivesi farklı olsa da, Türkçe bildiği için anlaşmamız
pek zor olmadı. Biraz akıllı olmah ki, kısa bir konuşmadan sonra bizlerin
siyasi bilince vakıf müslümanlar olduğumuzu anlamış ve bizlerle bu istikamette
konuşmaya başlamıştı. Bundan sonraki konuşmalarımız sade bir türk-çeyle veya
mealen şöyle gelişmişti.,
Kominist sistemle bir
anlaşmazlığınız var mı?
Bize din özgürlüğü
tanıyorlar, ibadet özgürlüğü tanıyorlar, neden bir anlaşmazlığımız olsun ki!
Peki iktidara
kapitalistler gelse ne yapardınız? Fıldır fıldır dönen gözleriyle
yüzlerimizdeki saf meraka biraz baktıktan sonra, bize daha da yaklaşarak cevap
verdi.,
Kapitalizme karşı
mücadele ederdik.
Bizlerin kapitalizm
belasından ne çektiğimizi biliyorsunuzdur. Allah bizleri bu beladan ne zaman
kurtaracak?
Müslümanlar! Herşeyi
Allah'tan beklemeyin! Sizin de çalışmanız, mücadele etmeniz lazım.
Kapitalizmden kurtulan
sizler, bundan kurtulmak isteyen müslüman kardeşlerinize yardım edebilecek
misiniz?
Bizler camilerde,
vaazlarda, konuşmalarda kapitalizme karşı mücadele veriyoruz. Dünya
kapitalizmine karşı verdiğimiz mücadele, tabi ki sizin için. Sizi kapitalizmden
kurtarmak için. Fakat sizin de çalışmanız lazım.
Buradaki müslümanlar,
sizin söylediğiniz bu konuda çalışamaz.
Neden?!.
Çünkü burada yaşayan
müslümanlar dünya komi-nizmine karşı mücadele vererek, sizleri kominizin
belasından kurtarmaya çalışıyorlar!.
Anlam veremediğimiz
bir yüz ifadesiyle yutkunarak bize sırtını döndü. Yutkunarak yuttuğu cümle
herhalde şuydu.,
Onlar önce kendilerini
kurtarsın!.
Bunu söyleseydi, bizim
yutkunmadan vereceğimiz cevap tabi ki belliydi.
Siz de Önce kendinizi
kurtarın!.
Konuşmalardan da
anlaşıldığı gibi, kominizmin yürürlükte olduğu Rusya'daki müslümanlar,
kapitalizme karşı mücadele verirken, kapitalizmin yürürlükte olduğu Türkiye'li
müslümanlar da, kominizme karşı mücadele verebilmektedirler. "Şeytan
bunun neresinde?" sorusuna hiç gerek var mı?
Neresinde değil ki?!,.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi sağlıklı ve bilinçli mücadele, öncelikle vücuda giren, yani
bulunduğumuz yapıda yaşayan mikroba karsıdır. Bulunduğumuz yapıda yaşayan
mikroplar, meşru veya zararsız veya müdahalesi sakıncalı görülerek; vücuda
girmeyen farazi mikroplara karşı mücadele verilmesi ve bu farazi mikropların
öncelikli hedef kabul edilmesi, şeytani müdahalenin açık tezahürleridir. Şeytan
ve dostları günümüz müslümanlanna
böylesi farazi hedefler göstermekte ve bu hedeflere yönelttikleri
müslü-manların aktif potansiyellerini, bu gibi hedeflerde telef etmektedirler. Bu şeytani müdahaleye aklanan kimselerin
durumu, paçasını kurda kaptırmasına rağmen, karşı dağdaki ayıya ateş eden
avcının durumu gibidir!.. Fazla söze gerek var mı?
Mücadele alanını ve
mücadelenin hedeflerini belirledikten sonra önemle dikkate alınması gereken
bir diğer husus mücadele metodudur. Günümüz müslümanları mücadele metodu
meselesine ilgisiz kalmamakta fakat ne var ki bu önemli konuda da, birbirini
tutmayan değişik yaklaşımlarda bulunabilmektedirler. Birbirinden farklı olan
bu yaklaşımları tahlil ettiğimiz zaman, bu yaklaşımların cahili hareketlerden
az veya çok etkilendiklerini görürüz. Bu nedenle yakın tarihte meydana gelen
bazı cahili hareketler üzerinde kısaca durmamız gerekecektir. Çünkü bunları dikkate
aldığımız zaman, metod meselesiyle ilgili olarak ileri sürülen birçok
yaklaşımın nereden kaynaklandığı da açıklık kazanacaktır.
Günümüzdeki birçok
müslümanın, yakın tarihte meydana gelen cahili hareketlerden etkilenmelerinin
en belli başlı nedeni, çağdaş kabul ediien bu hareketlerin başarıya ulaşması
veya başarıya ulaşmış gözükmesidir. Çünkü insanların genelinde, her türlü
başarıya karşı bir Ön kabul bulunurken, her türlü başarısızlığa karşı da bir ön
yargı bulunmaktadır. Nitekim bu batıl yaklaşımdan etkilenen günümüzdeki birçok
müslüman, yakın tarihte başarıya ulaşan çağdaş hareketleri neticesine göre
değerlendirmekte ve neticesini olumlu gördükleri hareketlere ılımlı yaklaşarak,
bu hareketlere özgü bazı prensipleri benimseyebilmektedirler.
Başarıyla sonuçlanan
cahili hareketlere ılımlı yaklaşabilen bu müslümanların, gelişemeyen veya
neticeye ulaşamayan bazı tevhidi hareketleri başarısızlıkla itham ederek
yargılamaları ise, karşılaştığımız bir diğer görüntüdür. Hiç şüpheniz olmasın
ki, Nuh (a.s.)
aramızda olsaydı ve Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen tevhidi
hareketini uzun yıllar aramızda sürdürseydi; onun başarıya ulaşamadığım gören
günümüzdeki bu müslümanlar, Nuh (a.s.)'ı, onun hareketini ve
hareket metodunu da
şiddetli bir şekilde yargılayabilirlerdi. Çünkü daha önce
de belirttiğimiz gibi, çalışmaları ve hareketleri neticelerine göre
değerlendiren bu yaklaşım, eylemlerin keyfiyetinden ziyade, sonuçlarını dikkate
almakta ve eylemleri sonuçlarına göre yorumlamaktadır.
Günümüz müslümanlan
arasında "Yaşadığımız çağa uygun, çağdaş hareket nasıl olmalı?"
sorusuna, yakın tarihten cevap aramak, genel bir alışkanlık haline gelmiştir.
Oysa ki ondört asır önce nazil olan Kur'an-ı Kerim, toplumların genel
karakterlerini ve eğilimlerini beyan ederek, bunların keyfiyette
değişmeyeceğini bildirmekte ve bütün bu evrensel gerçekleri dikkate alarak,
zamanlar üstü bir hareket metodu ortaya koymaktadır. Nitekim îsiami hareket
metoduna vakıf olarak, yakın tarihte meydana gelen birçok devrimci hareketi
incelediğimiz zaman, İslami hareketin böylesi hareketlerden münezzeh
olduğunu, ancak başanya ulaşabilen bu
hareketlerde, bazı İslami prensiplerin bulunduğunu görürüz.
Mesela Cin devrimini
gerçekleştiren en büyük eylem, Kızıl Ordunun uzun yürüşüdür. Mao'nun da dediği
gibi, devrimin en açık ve anlaşılır manifestosu budur..
Uzun yürüyüş sırasında
geçilen yerlerdeki.,
zalim toprak
ağalarından alınan pirinç, tuz ve paranın yoksul köylüler arasında
dağıtılması,
hapishanelerdeki
mazlumların kurtarılması, Kızıl Ordu tarafından köylülerin hasat işlerine
yardım edilmesi,
onların ihtiyaçlarının
giderilmesi
ve bütün bu güzel
davranışlar karşısında, kendilerini evlerinde ağırlamak isteyen köylülere;
"Sizi rahatsız etmeyelim, size yük olmayalım" cevabını veren Kızıl
Ordu mensuplarının, sokaklarda ve kaldırımlarda uyumaları... mazlum Çin
halkının Kızıl Ordu'yu sevmesine, sahiplenmesine ve desteklemesine neden
olmuştur. Nitekim devrimi gerçekleştiren en büyük dinamik, halkın bu
desteğidir.
Ancak şu gerçeğin
açıklık kazanması gerekir ki, mazlum Çin halkının Kızıl Ordu'yu benimsemesi ve
desteklemesi, kesinlikle ideolojik bir benimseme ve ideolojik bir destekleme
değildir. Kızıl Ordu'nun ideolojisini yeterince anlamaktan ve sorgulamaktan çok
uzak olan halk kitleleri, Kızıl Orduyu yukarıda belirttiğimiz güzel
davranışlarıyla tanımış ve pratikteki bu davranışlarıyla sevmiştir. Oysa biliyoruz
ki, insan fıtratını ve toplum psikolojisini derinden etkileyebilen bu güzel
davranışlar, en muhteşem örnekleriyle İslam'da bulunmakta ve İsiami güzelliklerin
sadece bir bölümünü oluşturmaktadır.
Rusya'da meydana gelen
Ekim Devrimi ise devrimin gerçekleşmesini, Çarlık sistemine ve bu sistemin
zulmüne başkaldırının yanısıra, bu hareketi bir kişinin şahsına bağımlı
kılmayan, profesyonel devrimcilere borçludur. Bilindiği gibi devrimci
hareketin en kritik dönemlerinde, Lenin Rusya'dan uzaklaşmak
zorunda kalmış, fakat
hareketin stratejisini idrak eden iyi yetiştirilmiş profesyonel devrimciler
tarafından, devrimci hareket Lenin'in yokluğunda da sürdürülmüştür. Devrimci
hareketi yok edebilecek ölümcül duraklamaya fırsat tanımayan ve hareketin en
zor dönemlerini göğüsleyen bu profesyonel devrimcilerin İslami hareketteki
adı, öncü müslümanlardır. Her türlü
meşakkate katlanarak hayırlarda yanşan, öne geçen, ilerleyen ve hareketi ilerleten
müslümanlardır Peygamberlerin
veya imamların yokluğunda öne çıkan ve tevhidi çizgiyi takip eden
müslümanlar, yine bu müslümanlardır. Nitekim İran İslam Devriminin öncesinde ve
sonrasında da bu gerçekleri görmemiz mümkündür. Devrim Öncesinde İmam Hu-meyni
İran'dan sürgün edilmesine rağmen. İran'da yaşayan öncü
ve örnek müslümanlar
tarafından önderlik misyonu
pratize edilmiş ve hareket sürdürülmüştür. Devrim gerçekleştikten sonra ise
İmam Humeyni'nin ciddi suikast
girişimlerine maruz kalmaması,
İslam Devriminin İmam
Humeyni'nin şahsına bağımlı olmadığını ve bu açık gerçeğin, dünya
emperyalistleri tarafından da anlaşıldığını göstermektedir.
1869-1948 yılları
arasında yaşayan Mohandas K. Gandhı'nin Hindistan'daki hareketini, müslümanlann
oldukça etkilendikleri diğer önemli hareketlerden biri olarak görebiliriz.
Gandi'nin hareketi incelendiği zaman, bu hareketin özellikle kalkış ve gelişim
sürecinde, bazı İslami prensipleri içerdiği tesbit edilebilecektir.,
Londra'da hukuk
tahsili yaptıktan sonra Hindistan'a dönen Gandi, İngiliz sömürgesi olan Güney
Afrika'ya görevli olarak gönderilir. Güney Afrika'da çalışan Hintli soydaşlarının
ne derece ezildiklerini ve İngilizler tarafından ne kadar aşağılandıklarını,
olanca açıklığı iie burada müşaha-de eden Gandi, teorisini İngilizlerden
öğrendiği insani değerlerin, pratikte hiçe sayıldığı bu ırk ayrıcalığı
karşısında şaşkına dönmüştür. Kendisini eziien ve aşağılanan Hintlilerden
ayıran tahsil ayrıcalığı bulunmasına rağmen, bu ayrıcalığı kabul etmeyerek
aşağılanan soydaşlarının yanında yer alması, Gandi'nin yaşantısında dönüm
noktasını oluşturan soylu bir karardır. Müslüman olmayan Gandi'nin gösterdiği
bu güzel davranışı, ne yazık ki müslüman olduklarını iddia
eden bazı dava
adamlarında görebilmemiz
mümkün değildir. Oysa
müslüman la ra örnek olabilecek bütün peygamberlerin, hakim
sınıflar tarafından kendilerine tanınan ayrıcalığı reddederek, ezilen
mazlumların yanında yer aldıkları bilinen gerçeklerdir. Nitekim hakim sınıflar
tarafından birçok peygambere hitaben; "Aşağılanan, hor görülen, zayıf ve
güçsüz insanları senin yanında görüyoruz" denilmesi, tesadüfi olmayan bu
asil gerçeği beyan etmektedir.
İnsani değerleri hiçe
sayan ırk ayrıcalığına karşı mücadeleye girişen Mohandas Gandi, Güney
Afrika'da başlatıp Hindistan'da devam ettirdiği bu harekete
"Satyagraha" adını vermiştir. Dış dünyanın olumsuz müdahalelerine karşı
sabrı ve metaneti öğütleyen bu hareket, dünyevi ihtirasları frenlemek için
perhizi tavsiye etmektedir, İslam'a yabancı olmayan bu gibi öğütleri yerine
getiren ilk kişi, bizzat Mohandas Gandi'dir.
İngiliz emperyalizmini
çaresiz bırakan ve şaşkına çeviren toplumsal tavır ise, sivil itaatsizliktir.
Gandi'nin çağrısına icabet eden Hintliler, İngilizlerin elinde olan herşeyi., onların
işlerinde çalışmayı, onların okullarını,
mahkemelerini, makinalarım,
tekstil ürünlerini,., vs. boykot etmeye başlamışlardır.
Zarif İngiliz
kumaşlarını bir kenara iterek, basit çıktıkla yün eğiren ve bu yünleri kendi
ilkel tezgahlarında dokutarak, giyim ihtiyacım karşılayan Gandi; İngilizlerin
tüm Hintlileri aşağıhyarak tekrarladıkları "Hintliler İngilizlere
muhtaçtır" büyülü ifadesinin üzerini karalamakta ve kendilerinin
ürettikleri kaba giysiler içinde doğrularak, İngilizlere muhtaç olmadıklarım
bütün dünyaya haykırmaktadır.
Yaşadığımız toplumda
İngilizleri çağdaş ve medeni telakki eden aydın bozuntuları bulunmaktadır.
Burada İngiliz halkını yargılayacak değiliz. Fakat son yüzyıldaki İngiliz
yönetimi ve bu yönetimin zihniyeti, insanlık tarihi için yüz karası olan
zihniyetlerden birisidir. Bilindiği gibi deniz suyundan elde edilen tuz,
Allah'ın verdiği tabi nimetlerdendir. Fakat ne gariptir ki, üç tarafı
denizlerle kaplı olan Hindistan'ın yerli halkı, kendi denizindeki tuza el
uzatamıyor ve tuzu İngilizlerden almak zorunda bırakılıyorlardı. Çünkü
"Tuz yasası" çıkaran İngilizler, denizlerdeki tuzu alma yetkisini
sadece kendilerine tanıyorlar ve kendilerine verdikleri bu iğrenç yetki ile,
Hint Okyonusunun tuzunu, Hintlilere fahiş fiyatla satıyorlardı. İşte ezilen
halklarla birlikte, insaf sahibi İngilizlerin de lanetlemeleri gereken İngiliz
zihniyeti budur. Hiçbir adil açıklaması olmayan bu iğrenç zihniyete, hor
görülen hayvanlar aleminden dahi bir ömek verilebilmesi mümkün değildir. Mohandas
Gandi bütün Hintlileri bu yasağı ihlale davet etmiş ve " fann'nın
nimetleri tekelleştirilemez" ifadesiyle denize doğru yürüyerek, tuz
yasasını ilk kez kendisi ihlal etmiştir. Bütün bu yapılanlar karşısında
İngilizlerin çaresiz kalma nedeni, hareketin kalkış ve gelişim dönemlerinde
Hintlilerin gösterdiği sabırdır. Çünkü Hintlileri sivil itaatsizliğe davet
eden Gandi, bu itaatsizlik karşısında meydana gelebilecek İngiliz
müdahalelerine, kesinlikle fiili müdahale ile karşılık verilmemesini ve
sabredilmesin! öğütlüyordu. İngiliz emperyalizmine itaat etmeyen halk
hapishaneleri dolduruyor, fakat itaatsizlik yine devam ediyordu. Sahip olduğu imkanlar
ile, kendisine direnç
gösteren buzu parçalayabilecek
olan İngiliz balyozu, hamlesine fiili karşılık yermeyen ve direnç göstermeyen
suyun yumuşaklığı karşısında çaresiz kalıyordu.
Mohandas Gandi'nin
Satyagraha hareketini geliştiren ve genişleten bu sabır faktörü, İslami
harekete ilişkin prensiplerden sadece bir tanesi olup, bu prensibin yüzeysel
ve kabaca bir uygulamasıdır. Çünkü İslami harekette bu prensip çok daha ince
boyutlardan ele alınmakta ve tatbikatte-ki muhteşemlik gözleri ve gönülleri
kamaştırmaktadır.
Mesela şeytani
zihniyetlerin ve emperyalist tatbikaüe-rin, ferdi akidelerde ve bazı ferdi
tavırlarda reddedilmesinden sonra, bir cemaate özgü akide ve yine bir cemaate
özgü tavır düzleminde reddedilmesi, sivil itaatsizliğin iç ve dış merhalelerini
beyan etmekte, aynca İslami gelişimin koruyucu dinamiği olan sabır faktörüne
açıklık getirilerek, hangi konumda, ne zaman, nelere karşı, nasıl ve ne kadar
sabredileceği, akılları tutkun edici örneklerle gözler önüne serilmektedir.
Fakat ne yazık ki,
İslami harekete yeterince vakıf olamayan müslümanlar, birkaç örnek verdiğimiz
böylesi hareketlerden etkilenebilmekte, zamana veya şartlara uygun telakki
ettikleri bu hareketlerin, bazı olumsuz prensiplerini benimseyebilmektedirler.
Oysa kısaca belirttiğimiz gibi, bu hareketlerdeki bazı doğrular, zaten İslam'ın
doğrulandır. Bu parça doğruları muhteşem bir bütünlük içinde bulabileceğimiz
yegane kaynak, İslam'dır. Kaldı ki İslam bizlere bu doğrulan hem bir bütünlük
içinde vermekte ve hem de doğrunun dosdoğru tatbikatını sunmaktadır.
Doğrunun yanlış
tatbikatına açık bir örnek olarak, Mohandas Gandi'nin durumunu verebiliriz.
Satyagraha hareketini geliştiren temel dinamiklerden biri olan sabır faktörünün,
hareketin tabana yayıldığı, tabanla bütünleştiği ve dolayısıyle yüksek
potansiyel kazandığı dönemlerde de devam ettirilmesi, Satyagraha hareketinin
onur ve ilerleme kaybına neden olmuştur.
Tabi ki bu durum, doğrunun doğru tatbikatını bilmeyen Mohandas Gandi'nin
eksikliğinden ve kişisel zaaflarından kaynaklanan bir durumdur. Hareketin
yüksek potansiyel kazandığı dönemlerde, budala bir hümanist kimliğiyle
karşımıza çıkan Gandi, İngilizlere insan olmaları hasebiyle değer vermekte ve
bu felsefeden hareket ederek, onlara bir zarar gelmemesi için sabra ve
sabretmeye devam etmektedir. Tabi ki İngilizler de, Mohandas Gandi'nin insani
fazilet gibi gözüken bu zaafını dikkate alarak, münafıkça girişimlerle bu
eğilimi tahrik etmişler ve onun bu zaafından faydalanmışlardır.
Oysa Kur'an-ı Kerim,
müslüman önderleri böylesi zaaflara ve münafıkça girişimlere karşı uyarmakta
ve "Hürmet karşılıklıdır" İlahi buyruğu ile, insani duygulan çelişkiye düşüren
bu meseleyi aydınlatmaktadır. Mohandas " Gandi "Hürmet
karşılıklıdır" hükmünü ve bu hükmün
hikmetini anlamış
olsaydı, hiç şüphesiz ki Hintlilere insan olmaları hasebiyle değer vermeyerek,
insanlıktan uzaklaşan İngilizlere, insan olarak(!) değer vermenin ve onların
haksız çıkarlarını korumanın açık bir saçmalık olduğunu da anlayabilirdi.
Doğrunun doğru
tatbikatı, müslüman önderlerin üzerinde durmaları ve özenle irdelemeleri
gereken bir meseledir. Hiç şüphesiz ki müslümanlar ve özellikle müslüman
önderler için en açık örnek, Resulullah(s.a.v.)'dir. Kur'an-ı Kerim'in yanı
sıra Efendimiz (s.a.v.)'in de gönderilmiş olması; doğru ile birlikte, doğrunun
doğru tatbikatına da muhtaç olduğumuzu göstermektedir.
Doğrunun dosdoğru
tatbikatçısı olan Efendimiz (s.a.v.)'den örnek almak, şüphesiz ki onun
fiillerine şablon-cu bir zihniyetle yaklaşmak değildir. Resulullah(s.a.v.)'den
aynıyla alabileceğimiz örnek fiiller olduğu gibi, tatbikatte değil, usulde
örnek almamız gereken fiiller de bulunmaktadır. İlahi hükümlerin tatbikatında,
muhatapların içinde bulunduğu durum ve şartlan dikkate alan bu fiillerde,
müslüman önderlerin irdelemesi gereken husus; Efendimiz (s.a.v.)'in hangi
şartlarda, hangi tatbikatlerde bulunduğunu, bu tatbikatlerde gözettiği ve
gözardı ettiği maslahatların ne olduğunu tesbit ederek, peygamberi usule vakıf
olmaları ve bu usulün hikmetini anlamaya çalışmalarıdır. Ancak bu anlayışla
Resulullah (s.a.v.)'in Örnek alınabilmesi, şartlar ve durumlar değişse dahi
yine de Efendimiz (s.a.v.)'in sünnetine sadık kalınabilmesi mümkündür. Çünkü
bizlere ondört asır önceden yansıyan Sünneti Seniyye'yi, bu sünneti örnek
alarak ondört asır sonra yaşatabilmemiz, Efendimiz (s.a.v.)'i tanımamızla,
anlamamızla ve bu kutlu anlayıştan hareket ederek, günümüze getirmemizle mümkün
olabileçektir.
Dünya rnüslümanlan
için kıyamete kadar apaçık bir Örnek olan Resulullah (s.a.v.)'i, sadece
yaşadığı çağa hasretmek ve Efendimiz (s.a.v.)'le ilgili olarak
"Yaşadığımız çağda olsaydı ne yapardı?" sorusunu abes telakki etmek,
Resulullah (s.a.v.)'den, onun sünnetinden ve onun önderliğinden uzaklaşmak
olacaktır.
Fakat ne yazık ki,
doğrunun dosdoğru tatbikatıyla il-cili olarak, Resulullah (s.a.v.)'e karşı dahi
şablonik bir zihniyetle yaklaşılmaması gerekirken, bu gerçeğin çok çok gerilerinde olan bazı
müslümanlar, başarıya ulaşan çağdaş İslami hareketlere şablonik bir zihniyetle
yaklaşmakta; (bulundukları yöreye, vaziyet ettikleri insanların kültürlerine
ve toplumsal gerçeklerine uygun olmaları hasebiyle başarıya ulaşabilen) bu
hareketleri esas alarak, benzer tatbikat-lerle farklı kültürlerin ve farklı
toplumsal gerçeklerin bulunduğu coğrafyalarda da, başarıya ulaşabilecekleri
zehabına kapılmaktadırlar, Bu müsiümanların niyetlerini esas alarak ve
girdikleri yolun çıkmazlığını gözardı ederek "Allah yollarını açık
etsin" diyemiyoruz. Çünkü biliyoruz ki, gbıi veya açık olarak
savunulabilecek ilmi Ölçülerden yoksun olan böylesi yanlışlıkların faturası,
sadece yanlışa düşenlere değil, İslam'a ve diğer müslümanlara da nisbet
edilmektedir.
Tekrar cahili
hareketlere dönecek olursak, konumuzun başında da belirttiğimiz gibi böylesi
hareketlerde bazı İslami doğrular bulunmasına rağmen, İslami hareket bütün bu
cahili hareketlerden münezzehtir. Lenin'in, Mao'nun, Gandi'nin veya benzeri
önderlerin hareketlerinden alabileceğimiz veya almamız gereken hiçbir ömek
yoktur. Bu gibi Önderler bilerek veya bilmeyerek bazı İslami doğrulan prensip
edinmişlerse, bu prensiplerle ilgili örneği bunlardarı değil, yine İslam'dan
alırız.
Kaldı ki hareket
metoduyla ilgili seçim ve belirleme hareket içindeki dava adamlarının dünya
görüşleriyle' amaçlarıyla, sahip oldukları imkan ve dinamiklerle bağlantılı
bir meseledir. Allah'a, Allah'ın indirdiği Kitaba, Resulullah (s.a.v.)'e ve
Allah'ın yardım ve vaadlerine yakinen iman eden müsiümanların, böylesi müminler
olmaları hasebiyle sahip oldukları kimlik, kişilik ve dinamiklerden yoksun olan
cahiliye mensuptan, gayet tabi olarak bu yoksunluklarını örtebilecek farklı
unsurlara yönelecekler ve hareket metod-iannı bu unsurlara göre
belirleyeceklerdir.
Örneklerden bir ömek
vermek gerekirse, cahili hare-ketlerdeki hakim ideolojiye yönelik yoğun yıkıcı
girişimler, İslami hareketlerde yoktur. Herhangi bir batıl ideolojinin iktidar
olabilmesi, hakim ideolojinin yıkılmasıyla mümkündür. Böylesi hareketlerde,
devrimci ideolojiyi ikame etme çalışmaları ile, hakim ideolojiyi
yıkma-çalışmaları birlikte yürütülmekte ve buna zorunluluk duyulmaktadır. Çünkü
hiçbir batıl ideoloji, sadece kendi misyonu ile diğer batıl ideolojileri yıkma
veya yıkabilme keyfiyetine sahip değildir. Oysa biliyor ve yakinen iman
ediyoruz ki, bu keyfiyete sahip yegane din, bu keyfiyete sahip yegane hareket
İslam' dır.
Nitekim İslami
hareketlerde, hakim ideolojileri ve hakim otoriteleri yıkmaya yönelİk\ ikinci
bir uğraşıya, ikinci bir cepheye gerek duyulmaz. Çünkü "Hak geldi,batıl z
oldu" İlahi sünnetini dikkate alam İslami hareketler, hakkın getirilmesini
esas almakta ve çalışmalarını bu yönde yoğunlaştırmaktadır. Batılı yıkmak için
farklı uğraşılara veya sinsi girişimlere gerek duyulmadan hak getirilmekte ve
açıklığı ile gündeme getirilen hak; şüphesiz hak olma keyfiyetiyle, batılı
zaten zail etmektedir, Bü bilinçle hakka sarılan ve hakkı ikame etmeye çalışan
müslümanlar, netice olarak İslarni hareketi ve kendilerini, aydınlık sonuca
götüren müslümanlardır.
Cahili hareketlerle
ilgili olarak bu kısa açıklamayı yaptıktan sonra, İslami hareketleri, hiçbir
kuşkuya kapılmadan böylesi hareketlerden tenzih ediyoruz. Sonuç itibariyle
başarıya ulaşan veya başarıya ulaşmış gözüken bu gibi cahili hareketleri,
bilinçli olarak bir kenara bıraktıktan sonra, hareket ve hareket metodu
konusunda yöneleceğimiz kaynak şüphesiz ki islam olacaktır.
Çünkü hareket
metoduyla ilgili olarak, şeytan ve dostlarının saptırıcı girişim ve
Önerilerinden kurtulabilmemiz, bizleri şeytan ve dostlarının şerrinden
koruyabilecek yegane merci olan Rahman'a yönelmemiz, Rahman'm buyruğunu
dinlememiz ve durumumuza uygun Rabbani metodu seçmemizle mümkün olabilecektir.,
Harekat metoduyla
ilgili bu konuyu değerlendirirken "İslami hareket" ifadesini kullanmamız,
devrimci hareketlere yakın ilgi duyan bazı kardeşlerimizin zihninde farklı anlamlar
çağrıştırabilecektir. Birçok cahili hareketlere nisbet edilerek söylenen
"Devrimci hareket" ifadesiyle, boyutları ne olursa olsun tüm İslami
çalışmalara nisbet edilerek söylenen "İslami hareket" ifadesinin,
kesin sınırlarla birbirinden aynlması gerekir. Çünkü her iki ifadede de yer
alan "Hareket" kelimesi, bağlı olduğu misyona göre farklı
yo-rumlanabilmekte, nitelik ve nicelik boyutunda farklı anlaşılabilmektedir.
Bunlar arasındaki en önemli fark; cahili hareketlerde kemiyet dikkate
alınırken, İslami hareketlerde keyfiyetin esas alınmasıdır.
Herhangi bir harekette
müslümanlar bulunsa ve bu hareket kemiyet düzleminde genişlese dahi, şayet bu
hareket İslami keyfiyetten uzaksa, bu harekete kesinlikle "İslami
hareket " diyemeyiz. Çünkü harekete îslamilik vasfını kazandıran unsur,
harekete dahil olanların İslami keyfiyetinden ve kemiyetinden ziyade, bizzat
hareketin İslami keyfiyetidir. Kemiyet düzleminde üçbeş kişiden ileri gidemeyen
nice hareketler vardır ki, sahip olduğu keyfiyet ile İslami vasfını kazanmakta
ve İslam'a nisbet edilmesine rağmen İslami keyfiyetten uzak olan birçok
çoğulcu hareketi gölgede bırakmaktadır.
Hareket ve hareket
metodu konusunda yönelebileceğimiz İslami kaynaklar, bilindiği gibi Kuran,
Sünnet, İslam tarihi ve salih alimlerin sahih görüşleridir. Metodla ilgili
olarak bu kaynaklara yöneldiğimiz zaman, özde aynı olmasına rağmen, pratikte
farklı yaklaşımlarla karşılaşabilmemiz mümkündür. Meselemizi sadece Kur'an-ı
Kerim'de değer-lendirsek dahi, yine de bu farklı yaklaşımlarla karşılaşabiliriz.
Mesela Nuh (a.s.fın, Süleyman (a.s.)'ın, İbrahim (a.s.)'ın ve Musa (a.s.)'m
hareketlerini birbirleriyle mukayeseli olarak değerlendirirsek, aynı tevhidi
istikamette olan bu peygamberlerin, pratikteki farklılıklarını görebiliriz.
Elbetteki Kur'an-ı
Kerim'de zikredilen bu örneklerin hepsini dikkate almamız ve söz konusu
farklılıkların nelerden kaynaklandığını tesbit elmamız .gerekir. Meseleyi bu
boyuttan değerlendirdiğimiz zaman; pratikteki farklılıkların Şenel olarak,
cahiliyyenin yapısından, müminlerin durucundan ve özellikle harekete yön veren
önderlerin farklı dinamiklere sahip oluşlanndan kaynaklandığını görebiliriz.
Mesela Süleyman (a.s.)'ın mülkü, hiçbir peygamberde yoktur. Musa (a.s.)'a
davetten önce verilen apaçık rpucizeter.
Nuh (a.s.)'a veya
İbrahim (a.s.)'a verilmemiştir. Bunun ya-nısıra İbrahim (a.s.)'da gördüğümüz
muhteşem tevekkülü, aynı görkemiyle Musa (a.s.)'da göremiyoruz. Burada dikkate
almamız gereken husus, peygamberlere verilenlerle, peygamberlerin pratikleri
arasında olumlu bir ilişkinin olduğudur.
Peygamberlerin sahip
oldukları dinamiklerle, peygamberlerin pratikleri arasındaki bu olumlu
İlişkiyi idrak ettiğimiz zaman; hareket metodunu örnek alabileceğimiz,
önderlerin sahip oldukları dinamiklerle, kendimizin sahip olduğu dinamikleri
mukayese etmemiz ve aşağıdaki soruları, bu istikamette cevaplandırmamız
gerekecektir.,
Hareket metodunu
seçtiğimiz veya seçmek istediğimiz önderin sahip olduğu dinamikler nelerdir?
Seçtiğimiz hareket
metodu için gerekli olan bu dinamikler, bizlerde var mı?
Bu dinamiklerin, bir
kişinin şahsında cemedilebilme-si mümkün mü?
Bir Önderin başlı
başına sahip olduğu dinamiklere, bir grup öncü müslüman nasıl ve ne şekilde
sahip olabilir? Öncü grubun bünyesindeki bazı zafiyetler, öncü grubun sahip
olduğu dinamikleri nötrleştirebilir mi?
Öncü gruptaki çok
seslilik, bir önderde gördüğümüz tek sese kavuşabilir mi?
Hareket metodunu örnek
almak istediğimiz önder ile, kendi durumumuzu mukayese ederek sorduğumuz bu
gibi sorulan olumlu olarak cevaplandıramazsak, başlangıç noktasına dönmemiz ve gerçekten
nelere sahip olduğumuzu belirleyerek, sahip olduğumuz bu dinamiklerle hangi
metodu seçebileceğimizi yeniden tesbit etmemiz gerekeçektir. Nitekim Resulullah
(s.a.v.)'e Kur'an-ı Kerim'de bildirilen peygamber kıssalarını ve
Efendimiz(s.a.v.)'in hareket metodunu birlikte incelediğimiz zaman, yaşanılan
şartlardan ve sahip olunan dinamiklerden kaynaklanan farklılıkları
görebilmemiz ve bunların nedenlerini anlayabilmemiz mümkün olacaktır. Ki bu
nedenlerden en önemlisi; Efendimiz (s.a.v.)'in, sahip olduğu şahsi
dinamiklerden ziyade, ümmetinin sahip olduğu ve sahip oiacağı dinamikleri dikkate
alması ve bu itidalli yönelişle ümmetine örnek olmasıdır.
İslami kaynaklarda
beyan edilen hareket metodlarının pratikteki farklılıklanna şimdilik fazla
değinmeden, bütün bu metodlan iki genel başlıkta değerlendirmemiz mümkün
olacaktır. Çünkü "Islahatı" ve "İnkılabi" olarak
adlandıracağımız bu iki başlık, diğer bütün metodlan genel olarak kendi
kapsamına almaktadır.
"Islah
etmek" ifadesi, bilindiği gibi düzeltmek, iyileştirmek, eksiklerini ve
hatalarını gidermek anlamına gelmektedir. Mevcut sisteme veya hakim otoriteye
karşı ıslahatı yaklaşım ise, bu sistemi yanlışlarından sakındırmak,
eksikliklerini gidermek, iyileştirmeye ve güzelleştirmeye çalışmak
istikametindeki yaklaşımlardır.
Herhangi bir sistem
veya herhangi bir devlet kendisini İslam'a nisbet etmesine ve İslami vasfını
taşımasına rağmen, muhtelif konulardaMjsk ve zulüm içindeyse, aynı coğrafyada
yaşayan muminierinTHsu devlete karşı yaklaşım metodlan, Islahati olmaktadır. Bu
yaklaşımlarda iyileştirmek ve düzeltmek esas alınmakta, İslami vasfını
muhafaza eden devletin, hata ve eksiklerden arındırılmasına gayret
gösterilmektedir. Devlete ve devlet yetkililerine karşı Islahata hareketi
geliştiren müminler, devlete karşı bu hareketi geliştirmelerine rağmen,
devleti ayakta tutan temel dinamiklere ve devletin şer'i maslahatlarına bir
zarar gelmemesine Özen gösterirler. Çünkü amaçlan varolanı yıkmak değil,
iyileştirmeye ve güzelleştirmeye çalışarak ıslah etmektir,
İslami vasıflarını
korumalarına rağmen, değişik konularda bidat ve hurafelere dalan toplumlara
da, aynı Islaha-ti metodla yaklaşılmaktadır. Bu yaklaşımlarda toplumların sahip
oldukları hak değerlere ve doğru ölçülere hiç doku-nulmamakta, sadece bid'at ve
hurafelere müdahale edilerek, toplumun böylesi marazlardan arındırılması
amaçlanmaktadır.
Köktenci bir
yaklaşımla geneli reddetmeden ve geneldeki doğrulan muhafaza ederek, sadece
hataların giderilmesini ve eksiklerin tamamlanmasını hedef alan bu hareketler, Islahatı
hareketlerdir. Ayrıca şu
hususun da açıklık kazanması
gerekir ki, Islahatı hareketler veya İslahatı müdahaleler, bir cemaatin
varlığına mutlak bağımlı hareketler veya müdahaleler değildir. Islahatı
girişimler bir cemaat veya bir grup adına yapılabileceği gibi, bu sorumluluğu
idrak eden ferd müminler tarafından da yapılabilir. Çünkü Islahatı girişimlerde
yaptırım gücü şart değildir. İslahatı metod istikametinde hareket eden
müminlerin sorumluluğu, mutlaka hayra getirmek veya getirmeye zorlamak değil,
sadece hayra davet etmektir.
"İnkılap"
kelimesi, altüst olma, yıkılma, devrilme, bir halden başka bir hale dönme,
değişme anlamına gelmektedir. Dolayısıyle bir sisteme veya bir devlete karşı
yönelen İnkılabı hareketler, bu sistemi veya bu devleti altüst etmeyi,
yıkmayı, devirmeyi veya bir halden başka bir hale döndürmeyi amaçlayan
hareketlerdir.
Herhangi bir
coğrafyadaki hakim otorite kendisini İslam'a nisbet etmesine rağmen İslami
vasfını yitirmişse veya kendisini İslam'a nisbet etmek gibi bir endişesi
olmayan küfri bir otoriteyse, bu coğrafyada yaşayan müminlerin söz konusu
otoriteye karşı muhtemel yaklaşımları, inkılabı yaklaşımlar olmaktadır. Çünkü
küfür ve şirk temelleri üzerine bina edilen böylesi otoritelere karşı Islahati
yaklaşmak, küfür ve şirk üzerine bazı İslami motifleri yamamaya veya tağutu
güzelleştirmeye ve gerçek çehresini örtmeye çalışmak olacaktır ki, müminler
böylesi yaklaşımlardan şiddetle menedilmektedirler. Müminler böylesi
otoritelere karşı İnkılabİ bir metodla yaklaşmakta, küfrün ıslah olmasını veya
batılın restore edilmesini değil, sadece ve sadece hakkın ikame edilmesini esas
almaktadırlar.
Adem (a.s.)'dan bu
yana tevhid mücadelesini dikkate aldığımız zoaman, müslümaniarın küfri
otoritelere karşı inkılabı yaklaşımlarını, ferdi ve cemaat düzleminde olmak
üzere iki ayrı grupta inceleyebiliriz. Ferdi düzlemdeki inkılabı yaklaşımlar,
genel olarak peygamberlerin şahsında gördüğümüz yaklaşımlardır. Cemaat
potansiyeline ve cemaatin yaptırım gücüne sahip olamayan peygamberler, küfri
otoritelerin karşısına ferd olarak çıkmakta ve küfri otoriteleri hakka davet
etmektedirler.
Her türlü şirki ve.
küfrü "Sadece Allah'a kulluk" ifadesiyle reddeden bu itibariyle
inkılabi bir davettir. Peygamberlerin bu daveti ve bu davete muhatap olan
otoritelerin yapısı dikkate alındığı zaman, apaçık olarak görülecektir ki;
peygamberle, bu davetlerinde, kısmi
eksikliklere veya kısmi yanlışlıklara müdahale etmeye hiç gerek duymadan, hakim
otoritenin küfri temellerini hedef almakta ve tavizsiz bir tutumla bu hedeflere
yönelmektedirler. Bu tertemiz daveti gündeme getiren peygamberlerin
yalnızlığı dikkate alınarak, peygamberlerin bu dönemlerde zayıf ve güçsüz
olduklarını zannetmek, apaçık bir yanılgıdır.
Çünkü müminler cemaatinin ve
mü'minlerin yardımının bulunmadı bu dönemlerde, söz konusu boşluğu
dolduran ve Hak'km
davetçisine yardımcı olan
merci, Hakkın ta kendisidir. Meselenin bu geri -k boyutunu dikkate
aldığımız zaman, Hak'kın davetçisi olan müminlerin, sadece Allah'ın yardımıyla
başbaşa olduklan bu dönemlerde, gerçekten daha güçlü olduklarını
anlayabiliriz. Çünkü mü'minlerin veya müminler cemaatinin yardımında, bazı nedenlerden kaynaklanabilecek zafiyetler
olmasına rağmen, Allah'ın
yardımında hiçbir zafiyet söz konusu değildir. Nitekim İnsan dergisi
yayınlarından olan "Rabbani yol ve Sünnetullah" kitabında açıklandığı
gibi, İlahi davetin bu dönemlerinde müstekbirler apaçık ayetler ile Allah'a
kulluğa davet edilmekte ve caydırıcı güç olarak Allah'ın sünne-tiyle, Allah'ın
inkarcı toplumlara karşı dünyevi azabıyla, helakıyla karşı karşıya
getirilmektedirler. Nuh, Ad, Semud ve Lut kavimlerinde görüldüğü gibi, peygamberlerin
inkılabı davetlerinin neticesindeki inkılap, inkarcı kavimlerle ilgili
Sünnetullah'in tecellisiyle meydana gelen inkılaplardır.
Cemaat düzlemindeki
inkılabi yaklaşımlar ise, mü minlerin cemaat potansiyeline ve yaptırım gücüne
sahip olduklan dönemlerde karşılaştığımız yaklaşımlardır. Çünkü müslümanlar
yaptırım gücüne sahip oldukları zaman, buna bağlı olarak fiili müdahaleyle
ilgili hükümlerle mükellef olmaktadırlar. Her türlü şerre ve şer gelişmelere
karşı, el İle, dil ile ve bunlara gücü yetmiyorsa kalbi buğz ile direnmesi
gereken müminler, bu prensibin gereği olarak el ile düzeltebilecekleri bir
şerre, sadece dil ile müdahale etmezler. Çünkü esas olan, güç nisbetince hakkın
ikame edilmesi ve dolayısıyle batılın yerle bir edilmesidir.
Tabi ki bu gelişmelerde
güç mefhumu önemli olduğu gibi, gücün yerli yerinde kullanılması da önemlidir.
Güce ^ahip olmak veya olmamak, müslümanları ne azgınlığa sü-rüklemeli ve ne de
zillete düşürmelidir. İnkılabi yaklaşılması gereken bir yapıya, güce sahip
olmadıkları için ıslahatı yaklaşan müslümanlar, zillete meylettikleri gibi,
ıslahatı yaklaşılması gereken bir yapıya, güce sahip olduklan için inkılabi
yaklaşan müslümanlar da, azgınlığa meyletmişlerdir.
Konumuzla ilgili
olarak İslam tarihinde bizlere örnek ve ibret olacak olaylar zikredilmektedir.
Özellikle zalim sultanlara karşı yaklaşımlardaki mezhebi farklılıklar, irdelenmesi
ve dikkate alınması gereken farklılıklardır. Bilindiği gibi Sünni anlayış,
zalim sultanlara karşı genelde ıslahati metodla yaklaşırken, Şii anlayışın
yaklaşımı ise inkılabi bir görüntüdedir. Mezhebi asabiyetlerden hareket ederek,
bu anlayışlara ön yargıyla yaklaşmak, bizleri İslami gerçekten
uzak]aştıracaktır. Hiç şüphesiz ki her iki anlayışı kendi mantığında
değerlendirdiğimiz zaman, bu anlayışlarda birçok doğruların olduğunu
görebiliriz.
Doğrulara nisbet
edilen anlayışların birbiriyl^ çelişmesi veya çelişir gözükmesi, bu doğruların
genel .bir bütünlük içinde ele alınmayışından kaynaklanmaktadır. Her iki anlayışın
dikkate aldığı doğrular, genel bir bütünlük içinde ele alınsaydı, bu iki
anlayışın tek bir anlayışa dönüşmesi mümkün olabilirdi. Çünkü İlahi vahiyden
anladığımız apaçık gerçek, zaiim sultanlara karşı zulmün keyfiyetine ve müslümanların
konumuna göre önce ıslahatı, sonra inkılabı yaklaşımı beyan eden gerçektir.
Islahati bir yaklaşımla düzelmesi ve düzeltilmesi mümkün olan bir yapıya,
inkılabı yaklaşmak ne kadar yanlış ise, ıslahati bir yaklaşımla düzelmeyen ve
düzeltilemeyen bir yapının zulmüne sabır göstermek de, o kadar yanlıştır.
Meselemizle ilgili
olarak ülkelere ve devletlere yönelik Sünnetullah gerçeğini dikkate aldığımız
zaman, bu İlahi Sünnette tebliğ, mühlet ve müdahale aşamalarını görmemiz
mümkündür, Küfri yapılara karşı inkılabi mahiyette olan bu tebliğ, kendilerini
İslam'a nisbet eden ve temelde İslami vasfını koruyan yapılara karşı tabi ki
ıslahatı mahiyettedir. Mühlet anlayışı ise asırlara tekabül eden bir anlayış
olmayıp, en fazla bir nesil sürecinde inkılabi yaklaşımla sonuçlanan bir
anlayıştır.
Zalim sultanlara karşı
asırlar boyunca tahammül gösteren Sünni anlayışın önemli bir yanılgısını,
sultanların bazı zulümlerini kişisel düzlemde değerlendirmelerinde görebiliriz.
Hiç şüphesiz ki zulüm olan bazı fiiller, kişiyi küfre sokan fiiller değildir.
Herhangi bir müslüman bu fiilleri işlediğinde zulmetmiş olmasına rağmen, yine
müslümandır ve yine müslümanca davranılmaya layıktır. Ancak zulüm olan bu
fiilleri, avamdan bir müslümanın işlemesi ile, devlet başkanının işlemesi bir
değildir ve bir tutulmamalıdır. Çünkü avamdaki bir şahsın zulmü, kendi dar
çerçevesine yansıyabilecek bir zulüm olmasına rağmen, devlet başkanının zulmü,
bütün bir topluma, bütün bir ümmete yansıyacak zulümdür. Meseleyi sadece
devlet başkanının şahsında değerlendirerek "Bu zulümleri işliyor ama bu
zulümler kişiyi küfre sokmadığı için yine de müslümandır ve yine de itaat
edilmelidir" demek, ümmetin ortak meselesini, bir kişinin şahsında
değerlendirerek, ümmete zulmetmektir. Çünkü bütün bir ümmete yansıyan zulüm,
hak ve adaleti zedeleyeceği gibi, İslam adına zulme uğrayan insanların İslam'dan
uzaklaşmasına ve küfre meyletmesine neden olabilecektir. Daha açık bir
ifadeyle, devlet başkanını, yani bir kişiyi küfre sokmayan fiil, binlerce
kişinin küfrüne neden olabilecektir. Nitekim meselenin bu boyutuna önemle dikkat
çeken Kur'an-i Kerim, yönetenler üe yönetilenlerin yükümlülüklerini
birbirinden ayırmakta ve yönetenlerin yanılgılarına çok daha şiddetli
yaklaşmaktadır.
Birçok boyuttan
yadırgadığımız bu Sünni anlayışın günümüzde ulaştığı nokta ise, çok daha
vahimdir. Çünkü zalim sultanlara karşı gösterilen ıslahati yaklaşım ve tahammül,
aynı Sünni anlayışın kopuk bir uzantısı olarak, küfri otoritelere karşı da
gösterilebilmektedir. Kendilerine alim veya ulema denilen birçok zavallı,
firavunları üçüncü derece zalim veya dördüncü derece fasık kabul ederek, yine
de onlara itaat edilmesi gerektiğini ileri sürmektedirler. Firavunlar
"Allah" deyince onları mümin, "Maşaallah" deyince onları
muttaki zanneden bu zavallılar, ellerindeki küçücük makaslarla, firavunların
sakallarını sünnete göre kırpma mücadelesi vermektedirler. Nitekim halkında müslüman
olan ülkelerde sakallı ve ihramli firavunlarla, türbanlı kleopatralarla
karşılaşılması, böylesi mücadelelerin tabi bir neticesidir.
Netice olarak, mücadeleden
yana olan dünya müslü-manlarının, mücadelenin metodu konusunda netleşmeleri
gerekmektedir, inkılabi bir metodla yaklaşılması gereken firavunlara ve küfri
otoritelere ıslahati bir metodla yaklaşmak, firavunlann çirkin yüzlerini
makyajla örtmek ve sömürülen halkları uyutmak anlamına gelecektir.
Kullandığımız bu gibi
başlıklar ve değindiğimiz konular, bazı kardeşlerimize yabancı gelebilecektir.
Ne var ki bu konulara değinsek de/değinmesek de, bunlar her harekette olması gereken
ve varolan unsurlardır. Herhangi bir hareketin veya herhangi bir grup
çalışmasının, keyfiyetleri, gündemleri ve yönelişleriyle itibariyle mutlaka
tercih ettikleri bir boyut vardır. Bu tercihlerin bilincinde olup olmadıkları
ise tartışılabilecek bir konudur. Çünkü bu tercihin bilincinde olabilmeleri; ne
için, ne yaptıklarının ve ne yaparak, nereye ilerlediklerinin bilincinde
olmalarıyla ilgilidir. Böylesine bir bilincin ise, günümüz müsiümanları
arasında yaygın bir bilinç olmadığı aşikardır!..
Yukarıda belirttiğimiz
gibi her İslami çalışmada ideallerden ve yönelişlerden kaynaklanan bazı
boyutlar bulunmaktadır. Bu boyutların en önemlileri bölgesel ve evrensel
diyebileceğimiz boyutlardır. Hiç şüphesiz ki özgün İslami hareketlerde de
bölgesel ve evrensel boyutlar vardır. Ancak belli hudutlar dahilinde meşru,
makul ve gerekli olan bu boyutlar; tek taraflı ele alınınca, İslami hareketi
dumura uğratan bir yanılgı şekline dönüşmektedir, Nitekim bir ya- İslami
hareketlerle ilgili olarak bu iki ayrı yanılgıdan, bu iki ayrı yönelişten söz
etmiştik.,
Bunlardan birisi aşın
bölgeselcilik, diğeri ise aşırı evrenselcilikti..
Bu iki ayrı yanılgıyı
ve iki ayrı yönelişi dikkate alarak, günümüzdeki İslami hareketleri veya
İslami çalışmaları, kalkış noktalarına , yönelişlerine ve gelişim dönemlerine
göre şu şekilde tasnif edebiliriz.,
Sadece yaşanılan
bölgeyi, bölge gerçeklerini, insanların ve toplumlann eğilimlerini,
kültürlerini, değerlerini dikkate alan hareket veya çalışmalara, bölgesel
boyutlu hareketler veya çalışmalar diyebiliriz. Bölgesel boyutlu hareketler,
söz konusu bölgeler veya ülkeler dahilinde gerçekleştirilmesi en kolay
hareketlerdir. Çünkü böylesi hareketlerde, yaşanılan bölgedeki İslam kültürü
ve İslarni eğilimler esas alınmakta ve dolayısıyle geleneksel din anlayışıyla
fazla bir çat şmaya girilmeden ve hatta bu geleneksel din anlayışından da
faydalanılarak, hareket gelişmekte ve genişletilmektedir.
Kalkış noktası ve
gelişim dönemleri için oldukça olumlu ve verimli gözüken bölgesel yaklaşımlar,
İslami hareket bölge sınırlan dışına taştığı veya devrimle neticelenerek
evrensel bir boyut kazandığı dönemlerde, bazı sorunlarla ve çıkmazlarla
karşılaşmaktadır. Kendi bölgesine veya kendi toplumuna göre şekillenen bu
hareketler, kendi bölgelerinin dışına taştığı zaman, farklı bölge
kimlikleriyle karşılaşmakta ve bölgesel kimlikler arasında sağlanması gereken
vahdet, çözümü zor bir problem olarak günyüzüne çıkmaktadır.
Karşılaşılan bu
çelişkili sorunun yegane çözümü; farklı bölgesel kimliklerin, İslam'ın evrense!
gerçeklerine göre arındırılması, bidat ve hurafelerden ayıklanmasıyla mümkün
olabilecektir. Fakat ne var ki bölgesel yaklaşımlar, hareketin kalkış ve
gelişim dönemlerinde bu bid'at ve hurafelere müdahale etmeyip, bunun da
ötesinde bid'at ve hurafelerden kaynaklanan bazı asabiyetlerden
faydalanmış-larsa, gelişimde ve başarıda payı gözüken bu bid'at ve hurafeleri
kaldırmalan da oldukça güçleşecektir. Çünkü bu aşamada müdahale etmek
istedikleri bid'at ve hurafeler, basanda payı gözüken ve dolayısıyle harekette
yer edinerek, harekete maledilen bid'at ve hurafelerdir.
Netice olarak izale
edilmesi gerekli fakat zor olan bu engeller, bölgesel boyutlu hareketleri bu
noktada durdurarak evrensel boyutta genişlemesini engellemekte ve ayrıca iç
bünyede yaptığı tahribatlarla hareKetin iğdiş edilmesine ve dumura uğramasına
neden olmaktadır.
Bölgesel boyutlu
hareketlerin, en kısa ve en genel ifadesi budur. İçinde bulunulan bölgede
gelişmesi ve yaygınlaştırılması kolay bir hareket olmasına karşın, hareketin
ilerki aşamalarında hem bölge içinde ve hem de evrensel düzlemde oldukça ciddi
sorunlar getirebilecek bir yaklaşımdır.
slami hareketin sadece
evrensel- boyutunu dikkate alan, evrensel düzlemde nasıl ve ne şekilde
olunacaksa bu ideal hedefe yönelen, bölgesel veya toplumsal gerçekleri Sözardı
ederek ideal hedefi, varılması gereken öncelikli hedef kabul eden hareketler,
aşırı evrensel boyutlu hareketlerdir. Hareketin sadece evrensel boyutunu esas
alan böylesi hareketler, yaşanılan bölge sınırlan içinde gelişmesi mümkün
olmayan hareketlerdir. Çünkü bu gibi hareketlerde gündeme getirilen meseleler
ve din adına yapılan davetler, yaşanılan bölge gerçeklerini dikkate almadığı
için, davete muhatap olan insanların anlayabilecekler veya kabul
edebilecekleri meseleler ve davetler değildir.
İslam'ın evrensel
düzleminde varılması gereken ideal noktayı tesbit etmek ne kadar önemliyse,
yaşanılan bölgesel gerçeklen dikkate alarak, kalkış noktasını tesbit etmek de
o kadar önemlidir. Hiç şüphesiz ki geneli ilgilendiren ve geneli kuşatmayı
amaçlayan bir hareketteki kalkış noktası, ayaklan yere basmayan bazı
kimselerin durumu dikkate alınarak değil, bizzat genelin durumu dikkate
alınarak tesbit edilebilecektir. Bu tesbit, özel şahıslara göre yapılırsa veya
kişilerin özel durumlarına göre değerlendirilirse, söz konusu hareket özel
şahıslardan müteşekkil olup, genele açılamayan ve dolayısıyle kabuklanan bir
hareket olacaktır.
Evrensel boyutlu İslami
hareketleri savunan kimseler, teori ve konuşma düzleminde büyük ve cazip
ifadeler kullanabilmelerine rağmen, bölgesel gerçekleri dikkate almadıkları
için, bu İdeal görüşleri pratize ederek somutlaştıra-bilmeleri ve dolayısıyle
içinde bulundukları harekete artan bir genişlik kazandırabilmeleri mümkün
değildir.
Bölgesel boyutlu
İslami hareketler, İslami hareket bölge sınırlan dışına taştığı zaman
engellerle karşılaşmasına rağmen, sadece evrensel boyutlu İslami hareketler,
söz konusu engellerle bölge sınırlan içinde karşılaşmakta ve dolayısıyle
genişleme imkanı kazanmadan dumura uğramaktadır. Aynca şu hususun da bilinmesi
gerekir ki; herhangi bir coğrafyada bölgesel ve evrensel boyutlu hareketler
karşı karşıya geldiği veya iki ayn kutup oluşturduğu zaman; bu iki kutup
arasındaki teorik tartışmalarda kimin haklı olduğu pek açıklık kazanmasa da,
savunulan görüşler pratiğe yansıtıldığında , bu pratik düzlemde bölgesel boyutlu
hareketler apaçık bir üstünlük sağlayabileceklerdir.
Vahye ve sünnete uygun
İslami hareketlerde, hem bölgesel boyutun ve hem de evrensel boyutun bulunduğunu
belirtmiştik. İşte özlem duyulan ve gerçekleştirilmesi gereken İslami
hareketler, bu iki boyutu da dikkate alan hareketlerdir. Diğer iki hareketin
doğru görüşlerini kendisinde cem'eden bu hareket, teori ve pratik düzleminde
de önü açık bir harekettir.
Bu hareketin
müntesipleri, İslam'ın evrensel boyutunu dikkate alarak gözetilmesi gereken
genel maslahatları, varılması gereken idealleri tesbit ederler. Sonra içinde bulundukları
bölgesel şartları, toplumun yapısını, kültür olayını, müslümanların ve diğer
insanların sahiplendikleri değerleri, bunların eğilimlerini, marazlarını ve
tepkilerini tesbit ve tahlil ederek yaşanılan realiteyi idrak ederler.
Bu iki ayrı yöneliş
neticesinde, olunması gereken hal yani "ideal" ile, yaşanılan konum
ve zaman diliminde olunulan hal yani "realite" belirlenmiş olur.
Bu İki ayn durumun
açıkça belirlenmesi, bu belirlemeyi yapan müslümanlara üçüncü bir gerçeği daha
göstermektedir. İlk iki gerçeğin tesbit edilmesiyle ortaya çıkan üçüncü gerçek
ise.,
ideal ve realite
arasındaki mesafe, bu mesafede kaldırılması gereken engeller ve bu mesafede
doldurulması gereken boşluklardır...
Herhangi bir ideale
varan adımlar, mutlaka ve mutlaka realiteden hareket eden adımlardır, Daha
açık bir ifadeyle, ideal hedeflere varılabilmesi, realiteden hareket edilmesiyle
mümkündür. Olunması gereken hale, olunan halden hareket edileceğinden, bu
bilinçteki teorinin pratikle bütünleşebilmesi, bütün bu gerçeklerin dikkate
alınmasıyla gerçekleşebilecektir.
İslami hareketi,
bölgesel ve evrensel boyuttan değerlendiren müminler, varılması gereken
ideallere, yaşadıkları toplumda bulunan insanları davet etmekle yükümlü oldukları
için; yapacakları davetin, bu insanlar tarafından güç yetirilebilir veya gerçekleşebilir davetler
olmasına özen
gösterirler.
Ne var ki, muhatap aldıkları İnsanların,
en kolay hangi adımlan atacaklannı esas alarak, hareketi bu adımlara
göre tesbit ettikleri ve bu adımlara davet ettikleri zaman, meseleyi
sadece bölgesel boyuttan değerlendiren kimselerin hatasına
düşeceklerini de bilirler. Oysa davet edecekleri ilk adım, güç yetirilebilir
bir adım olmakla beraber, mutlaka ve mutlaka ideal istikametinde olması gereken
bir adımdır. Çünkü kalkış noktasındaki bu gerçek dikkate alınmadığı zaman,
bugün atılan adımlardan, yarınlarda pişmanlık duyulacağı
ve bazı adımların nasıl ve ne şekilde geriye alınabileceği sorunuyla
karşılaşılacağı aşikardır.
İşte bu önemli
noktada, davetin ve hareketin istikametini belirleyen esas, hareketin evrensel
boyutudur. Nite-1 kim yaşanılan realite ile ideali birleştiren dosdoğru
çizgi-davetin ve hareketin istikametini ifade etmektedir. Bu apa' çık istikamette
netleşen müminler, bölgesel gerçekleri dikkate alarak bu istikamette önce
hangi engelleri izale edeçeklerini, önce hangi gerçeklere davet edeceklerini
biîen müminlerdir.
İslami hareketin
bölgesel ve evrensel boyutunu dikkate alan müminlerin yaptıkları böylesi
çalışmalar, bölgesel çalışmaların gerisinde mahalli çalışmalar olsa dahi, yarınlarda
bu çalışmalardan pişmanlık duymazlar. Çünkü ideallerinden taviz vermeyen
kimselerin, realiteyi dikkate alarak ideal istikametinde atacakları adımlar,
İslam adına atılması gereken adımlar olup, bu bilinçli adımlann yarınlarda geri
çekilmesi söz konusu değildir.
İslami hareketi
ilerletmek ve İslam adına ilerlemek İsteyen müminlerin, İslam'ın evrensel
boyutunu dikkate alarak istikamette netleşmeleri ve bu netlikten sonra ya adım
atacakları yere bakmalan, ya da baktıkları .yere adım atabilmeleri
gerekmektedir.
Nitekim sadece
bölgesel boyutlu hareketler, nereye gittiklerini ve neyle karşılaşacaklarını
bilmeyen, yani istikamette netleşmemiş hareketler oldukları gibi; sadece evrensel
boyutlu hareketler de, adım attıkları yere bakmayan veya baktıkları yere adım
atamayacak olan hareketlerdir.
Herhangi bir hareket
ile, bu hareketteki kimselerin kimlikleri arasındaki ilgi, fiil ile fail
arasındaki ilgi gibidir. Beşeri hareketler bile, bu ilgiyi dikkate almakta ve
savundukları hareketle bağdaşabilecek kimliklerin oluşmasına ve
oluşturulmasına özen göstermektedirler. Nitekim sosyal yaşantıda
karşılaştığımız faşist veya marksist kimlikler, söz konusu ideolojilerin
şekillendimdikleri ve telkin ettikleri kimliklerdir.
Hak bir dava, batıl
kimliklerle İkame edilemeyeceği gibi, batıl bir dava da hak kimliklerle ikame
edilemeyecektir. Faşist veya marksist kimliklerde gördüğümüz batıl motifler,
bu harekete yön vsren şahıslar tarafından özellikle telkin edilen motiflerdir.
Nitekim kimliğini ve kişiliğini bu batıl motiflere g^re şekillendiremeyen
kimseler, kısa bir süre sonra söz konusu hareketlerden kopabilen kimseler
olmaktadır.
Her gerçeği ve her
güzeli kendisinde cem'eden ve kendisinden yansıtan İslam, hareket ve kimlik
arasındaki ahenkli ilgiyi birçok boyuttan ele almakta ve bu önemli meseleyi,
hüküm, örnek ve ibretlerle açıklamaktadır. İnsan fıtratıyla ve toplum
psikolojisiyle ilgili olan bu meseleye, genelde iki ayrı boyuttan yaklaşan
İslam, birinci boyutta hareket ve hareket metodunun keyfiyetini, İkinci boyutta
ise hareket içindeki dava adamının konumunu esas almaktadır.
İslam'a talip olan ve
İslam'a teslim olan müslümanla-nn, hiç şüphesiz ki müslüman olmaları hasebiyle
sahiplendikleri ve kişiliklerine malettikleri genel keyfiyetleri vardır. Bizim
üzerinde duracağımız keyfiyetler ise, bu genel keyfiyetlerin fevkinde meydana
gelen ve hareket metodundan kaynaklanan keyfiyetlerdir. Çünkü müslümanların
takip edecekleri hareket metodu ne ise, bu metodun, müslü-manlara öngördüğü
bazı keyfiyetler bulunmaktadır.
Meseleyi daha açık bir
hale getirebilmek için, ıslahatı ve inkılabı metodlardan Örnek verebiliriz.
Cahili bir toplumda yaşayan ve cahili otoriteye karşı inküabi bir metod-la
yaklaşmaları gereken müslümanların, mutlaka ve mutlaka inkılabi
bir kimliğe sahip
olmaları gerekir. Çünkü insanları davet ettikleri konum,
inkılabı bir konum ise, bu inkılabı öncelikle kendi nefislerinde
gerçekleştirmeleri ve inkılabı bir kimliğe, öncelikle kendilerinin ulaşmaları
gerekmektedir. İnkılabı kimliklerle ve bu kimliklerden kaynaklanan inkılabi
yaklaşımlarla, ıslahatı hareketler ikame edilemeyeceği gibi;
ıslahatı kimliklerle ve
bu kimliklerden kaynaklanan
ıslahatı yaklaşımlarla da, inkılabi hareketler ikame edilemeyecektir.
Belirttiğimiz bu
esaslar, İslam'a ve İslami harekete yeterince vakıf olan kardeşlerimizin idrak
ve ikrar edecekleri esaslar olmasına rağmen, günümüz müslümanlannm içinde
bulundukları durum, bu esaslardan oldukça farklı vadilerde seyretmektedir.
İnkılabi söylemlerde bulunan bir müslümanın kimliğine ve yönelişine baktığımız
zaman, bu müslümanın söylemde inkılabi, kimlikte ıslahatı, yönelişte geleneksel
veya modemist olduğunu müşahade edebiliyoruz!.
Teoride devrimci,
pratikte devrilmiş kimselerle karşılaşılması ise, alışılagelen görüntüler
olmuştur.
Meseleye bu açıklıkla
yaklaştıktan sonra inkılabi ve ıs-lahati kimliklerin nasıl oluştuğunu ve bu
kimlikler arasındaki farklılıklara genel olarak değinebiliriz.,
İçinde bulunduğumuz
yirminci yüzyılda karşılaştığımız bazı olayları tahlil etmemiz, ıslahati ve
İnkılabi kimlikler konusunda bizlere önemli ipuçları verebilecek ve İslam'a yönelişteki
bazı farklılıkların, kimlikler üzerindeki önemli etkilerini
açıklayabilecektir.
Birçoğumuzun gördüğü,
kabul ettiği ve aşağıdaki benzer ifadelerle açıkladığı bir gerçek vardır.,
"Efendim.. Gavurluktan
İslam'a dönenlerin müslümanlığı bir başka oluyor!.
Mal bulmuş mağribi
gibi, Kurana sarılıyorlar, arapça öğreniyorlar,
Sünneti Seniyye'yi
okuyorlar
ve bütün bunların
ötesinde çağdaş anlayış, modern yaşantı gibi büyülü kavramlan bir kenara
bırakarak öğrendiklerini yaşıyorlar.."
Tabi ki birçoğumuza
acaip gelen bir görüntüdür bu!.
Koltuklardan yer
minderine inen, yemek masalarını terkedip, yer sofrasına oturan, güzelim
elbiseleri çıkarıp, bol ve uzun giysilere bürünen,
sakala ve sarığa büyük
Önem veren, hepimizin bildiği ayetleri, hepimizin bildiği hadisleri, sanki hiç
bilinmeyen şeylermiş gibi açılmış gözlerle ve heyecanlı ifadelerle söyleyen bu
kimselere şaşkınlıkla bakabiliyoruz! .
Tabi ki meraklı
yaratık olan insanlar, kendilerine yansıyan acaip olayları mutlaka ve mutlaka
yorumlamak veya bir şeye nisbet etmek isteyeceklerinden, bu görüntüyü de
yorumlamakta pek zorluk çekmiyorlar.,
Efendime söyleyeyim,
bu insanlar daha önce gavur oldukları için, İslam'a girdikleri zaman
şaşırıyorlar, adeta ne yapacaklarını bilemiyorlar. Bu nedenle onların bu şaşkınlıklarının
hoş karşılanması, acemiliklerinin makul görülmesi gerekir..
Evet, mesele
hallolmuştur artık!. Karşılaşılan
olaydan örnek değil,
ibret alınmış ve kökleri İslam'a
nisbet edilen kitleler, kalıtımsal
avantajla yağ gibi üste çıkmışlardır.
Oysa mesele, böyle
basit ve yüzeysel yaklaşımlarla açıklanabilecek bir mesele değildir.
Karşılaştığımız olayda bizler için ibretler olduğu gibi, muhtaç olduğumuz
örnekler de vardır. Gördüğümüz olayda tahlil etmemiz gereken unsur, bu
insanların nefislerinde meydana gelen devrimdir. Asrı saadet döneminde olduğu
gibi, İslam'a giren bu insanların nefislerinde de köklü değişiklikler olmakta,
İslam öncesi yaşantıları ile İslam sonrası yaşantıları, kesin hatlar ile
birbirinden ayrılmaktadır.
Eksiğiyle, fazlasıyla,
doğrusuyla, yanlışıyla bambaşka bir yaşantıları, bambaşka bir kimlikleri
olmaktadır bu insanların. Karşılaştığımız bu olay, nefislerde ve kimliklerde
meydana gelen devrim olayıdır. İslam'a giren bu insanlar, sanki bir dünyadan,
bambaşka bir dünyaya geçmişlerdir. İslam'ı kabul etmekle ve İslam olmakla,
dünyaları, yaşantıları, kimlik ve kişilikleri değişmiştir artık bu
müslümanla-nn,.
Fakat görüyor ve
biliyoruz ki, halkında müslüman olan ülkelerde meydana gelen İslam'a geçme veya
müslüman olma vakalarında, böylesi görüntüler yoktur. Buradaki müslümanların
İslam öncesi ve İslam sonrası yaşantıları birbirinden çok farklı olmadığı gibi,
İslam öncesi kimlikleri ile İsiam sonrası kimlikleri arasında da köklü
değişiklikler yoktur, İşte bunun nedenini bulmamız ve nefislerdeki İsia-mi
devrimi engelleyen yönelişleri veya marazları tesbit etmemiz gerekecektir.
Önce ilk örnek
üzerinde duralım ve şu sorunun cevabını arayalım.,
İslam'a geçen batılı
bir müslümamn yaşantısında ve kimliğinde devrimlere neden olan unsur nedir?
Bu sorunun cevabı
İslam'a yönelişle ilgilidir. Batılı bir müslüman İslama yöneldiği ve İslam'ı
kabul ettiği zaman, bu gerçeklerle birlikte daha önce gayrimüslim veya gavur
olduğunu da kabul ediyordu. Daha önce gavur olduğunu, müslüman olmadığını idrak
eden ve "Ben daha önce gavurdum" diyerek bunu ikrar eden batılı;
İslam'ı kabul ettiği zaman, daha önceki yaşantısını gayet tabi olarak inkar ediyor
ve İslam'a göre yepyeni bir yaşantıya geçiyordu. Hiç şüphesiz ki bu şekilde müslüman
olmak, inkılabi bir metodla, inkılabı bir yaklaşımla müslüman olmaktır. Çünkü
bu metodla.veya bu yaklaşımla müslüman olmak; batıl görüşleri, batıl
yaşantıları köktenci bir yaklaşımla inkarı esas almakta ve kişiyi inkılabı bir
kimliğe ulaştırmaktadır.
Halkında müslüman olan
ülkelerde ise böylesi inkılabı yaklaşımlar olmadığı gibi, dolayısıyle böylesi
inkılabi kimlikler de yoktur. Bu ülkelerde kelimei tevhid gerçeğiyle karşılaşan
İnsanlar, bir eksiğini giderme yaklaşımıyla bu gerçeği kabul etmekteler ve
cahili birikimler taşıyan yaşantılarına bu gerçeği yamayarak, artık bilinçli
birer muvahhid olduklarını zannetmektedirler.
Karşılaştıkları
tevhidi gerçeklere göre, daha önceki yaşantılarını ciddi bir şekilde
sorgulamaları, nefislerini hesaba çekmeleri ve hakbatıl karışımı olan
yaşantılarını inkar ederek, tertemiz bir İslami yaşantıya yönelmeleri söz konusu
değildir bunların.
Çünkü bunlar daha
önceleri gavur değillerdir ki!. Sadece bilmedikleri veya yanlış bildikleri bazı
şeyler vardır. Bu şeyleri öğrenip, düşünce ve eylem dünyalarına yamadıkları
zaman, hemencecik şuurlu ve bilinçli
birer müslüman oluverirler. Olur mu, olmaz mı tartışmasına girmeye hiç gerek
yoktur., Oluyorlar işte!..
Islahatı olan bu
yaklaşım-, halkında müslüman olan ülkelerde değil, müslüman ülkelerde yaşayan,
temelde ve birçok yönelişte mümin olan kimselerin, bazı eksiklerini giderme
noktasında doğru bir yaklaşımdır. Gerçek İslam ülkelerinde yaşayan, ismi ve
cismi İslam olan bu ülkelerdeki rahmetli tebliğ ile mü'min vasfını kazanan
kimseler; toplumda veya kültürde yer etmiş olan bazı bid'at ve hurafelere hiç
şüphesiz ki ıslahatı bir metodla yaklaşacaklar ve kendi kimliklerini de
ıslahati bir metodla arındıracaklardır.
Ancak ne var ki, İslam
ülkesinde yaşayan böylesi müslümanlar için doğru olan bu ıslahati yaklaşım;
İslam vasfını yitirmiş ülkelerde yaşayan, bi'datların ve hurafelerin fevkinde
küfri propagandalar arasında boğulmuş insanlara tatbik edildiği zaman, mozaik
sonuçlar verecek bir yaklaşımdır. Nitekim böylesi yönelişlerden kaynaklanan
kimlik-lerdeki, yüzlerce çeşit bu mozaikleşme, en genel düzlemde ülke
toplumlarını birbirinden ayırdığı gibi, aynı ülkede yaşayan cemaatleri,
grupları ve ferdi kimlikleri de birbirinden ayırmaktadır. Çünkü insanlara
yamalı bohça gibi intikal eden kültür mirası, genelde farklı olduğu gibi,
özelde de farklı restorelere tabi tutulduğundan, çok değişik motiflere sahip
olmakta ve dolayısıyle yansımaları da çok farklı olabilmektedir.
Netice olarak böylesi
farklı kültürlere, farklı anlayışlarla nisbet edilen, daha açık bir ifadeyle
eski bohça üzerine yeni yama olan Kelimei Tevhid gerçeği, devrimci anlamından
ve dünya müslümanlarını birleştirici keyfiyetinden uzaklaştırılmaktadır. Cahili
toplumlardaki ıslahati kimlikler, böylesi yönelişlerden kaynaklanan
kimliklerdir. Bu gibi kimliklerle, devrimci bir hareketi ikame etmeye çalışmak;
hiç şüphesiz ki devirmeye değil, devrilmeye neden olabilecektir.
Severek ve sevinerek
talip olduğumuz İslam dininin toplumlara ve insana yaklaşımı, bazı noktalarda
benzerlik göstermektedir. Nitekim toplumlara yönelik ıslahati ve inkılabı
yaklaşımlar, birçok boyuttan nefse karşı da gösterilmesi gereken
yaklaşımlardır. Cahili toplumlarda yaşayan müslümanlann, cahili otoritelere
karşı yaklaşımları nasıl ki İnkılabı yaklaşımlarsa, kendi nefislerine
yaklaşımları da inkılabi yaklaşımlar olmaktadır.
Cahili toplumlarda
yaşayan ve bilerek veya bilmeyerek birçok cahili görüşleri benimseyebilen
insanlar, en kısa ifadesiyle cahili kimliğe sahip insanlardır. Cahili kültür ve
eğitimden etkilenen ve bunlara göre şekillenen cahili kimliklerde, birçok
beşeri etiketlerin yanısıra İslami bir etiket olsa da, bu etiket gerçek
manasından oldukça uzaktır. Böylesi etiketlere sahip oldukları ve kendilerini
her fırsatta İslam'a nisbet ettikleri için, bu in1 anları müslüman kabul ederek
bunları ufaktefek rütuşlaria restore ?tmeye çalışmak, çamurun içindeki bir
insan mendille temizlemeye çalışmak olacaktır. Oysa İslam'ın bu durumdaki
İnsanlara inkılabı daveti.,
"Öncelikle çamuru
inkar et, çamuru reddet
ve çamurdan
çık.." şeklindedir. Çünkü bataklıktan ve bataklığın pisliklerinden
kurtul-manın ilk şartı, bataklığa sırt dönerek, bataklıktan çıkmaktır.
"Efendim!.
Bataklıkta zararlı şeyler olduğu gibi faydalı şeyler de vardır. Bu nedenle
bataklığı uzun uzun tahlil etmemiz, faydalı şeyleri alıp, faydasız şeyleri
peyderpey terketmemiz gerekir!." diyen kimseler, bataklıkta peyderpey can
veren ve can verecek olan kimselerdir.
Oysa bataklıktaki bazı
faydalı şeylere Ömürlerini ve canlarını yönelten bu insanların davet
edildil'leri İslam'da, kendileri için gerekli ve faydalı olan herşeye imkan
vardır. Karaya çıkan, ayaklan sırat-ı müstakime basan müslüman, bataklıktan
olduğu gibi göllerden ve denizlerden de ibret ve örnek alabilecek imkanlara
zaten sahip olmaktadır. Bataklıktaki kısmi şeylerden faydalanabilmek için,
bataklıkta kalmaya gerek yoktur ki!.
Cahili kimlikler, bazı
restorelerle İslami keyfiyet kaza-nacak kimlikler değildir. Çünkü cahili
kimliklerde reddedilmesi gereken pislikler, ancak ve ancak köktenci bir yaklaşımla
reddedilebilecek pisliklerdir. Köktenci yani inkılabı bir yaklaşımla müslüman
olan kimseler, İslam'dan önce sahip oldukları bütün değer ve görüşlerle
aralarına bir mesafe koymakta, daha sonra terkettiği şeyler arasında İslam'ın
hoş ve makbul gömüklerini alabilmektedirler. Daha açık bir ifadeyle bu
müslümanîar, terketmedikleri cahili kimliklerden pislikleri ayıklayan kimseler
değil, terkettikleri cahili kimliklerden doğrulan ve güzelleri ayaklıyan
kimselerdir.
İslami harekette konum
veya konum tesbiti denilince akla ilk gelen yaşanılan coğrafyanın hangi
"Dar" kavramına girdiğidir. Nitekim bu konudaki fıkhi nakillere
dayalı tartışmaların fevkinde, yaşadığımız bölgenin dar'ul cahiliy-ye olduğunu
izah etmiş ve meseleye getirdiğimiz bu açıklık, söylentilerin ötesinde ilmi
bir tenkidle karşılaşmadan gene! olarak kabul görmüştü.
Yaşanılan bölgenin
konum tesbiti, hareket metoduyla ilgili olduğu için, bu konum tesbitiyle kimlik
arasında ikinci bir ilişki kurmamıza gerek yoktur. Cahiliyenin hüküm sürdüğü
bölgelerde hiç şüphesiz ki tekfir değil tebliğ esas alınmakta ve bu tebliği
yerine getirecek olan müslümanlann cahili bataklıktaki insanlara merhametle
yaklaşmaları ve bu merhametli kimlikle rahmete davet etmeleri bildirilmektedir.
Yaşanılan bölgeyle
ilgili konum tesbiti, müslümania-nn dikkate aldıkları bir konum tesbiti
olmasına rağmen, İs-lami hareket içindeki müslümanların ferdi konum tesbiti,
yeterince dikkate alınmayan ve gündeme gelmeyen bir meseledir. Bu önemli
meseleyi öncelikle asrı saadet döneminde gözlemleyecek olursak, bu dönemde
böylesi problemlerin pek olmadığını görürüz. İslami harekete yön veren en uç
noktada, Rabbimizin seçtiği Resulullah (s.a.v.) vardır. Müminler tarafından
tartışmasız kabul edilen bu gerçek, İslami hareketteki diğer konumların da aynı
ahenk ve ehliyetle doldurulmasına vesile olmuştur. Efendimiz (s.a.v.) insanları
İslam'ın asli ve vazgeçilmez esaslarına davet etmekle beraber; İlahi daveti
kabui eden müslürnanlan da, Rabbani idealler istikametinde ve bu müslümanların
yetenekleri ve imkanları dahilinde hayırlarda yarışmaya teşvik etmiştir.
İslami harekette
Resulullah (s.a.v.)'e yakınlık sağlayan, yardımcı olan, öncü ve örnek
müslümanlar, teşvik edildikleri hayırlarda yarışan ve öne geçen
müslümanlar-dır. Bunlar İslami hareketteki mümtaz yerlerini, herhangi bir
iltimasla değil, bizzat cehdleri ve takvalarıyla elde etmişlerdir.
Asn saadet döneminde
yaşanan durum, böylesine ahenkli bir durum olmasına rağmen, günümüz için aynı
şeyleri söyleyemeyiz. Özellikle yaşadığımız coğrafyadaki müslümanların, kendi
konumlarını tesbit etme noktasında düştükleri yanılgılar, birçok kardeşimizin
müşahade ettiği yanılgılardır. Bu yanılgıların temelde iki ayrı nedeni vardır.
Bunlardan birisi İslami çalışmalarda etkin bir konuma talip olan
kardeşlerimizin, bu konumun ciddiyetini, bu konumun keyfiyetini, bu konumun
misyonunu ve bu konum için gerekli hasletleri yeterince bilmemeleridir.
Yanılgının ikinci önemli nedeni ise etkin bir konuma talip olan kardeşlerimizin
kendilerini yeterince tanımamalarıdır. Bu iki yanılgı bir araya geldiği zaman,
günümüzde karşılaşılan görüntülerin şaşılacak hiçbir tarafı yoktur.
Oysa İslami
hareketteki veya İslami çalışmadaki etkin bir konuma talip olunmadan önce, bu
konumun keyfiyeti ve sorumluluğu yeterince idrak edilmelidir. Hiç şüphesiz ki
İslam tarihinde böylesi konumların gereğini yerine getiren birçok örnek
şahsiyet vardır. Böylesi konumların gereğini yerine getiren bu şahsiyetleri
yakından tanımak ve bu şahsiyetlerin sahip oldukları kimlikleri anlamak, o
konumlar için gerekli kimlikleri anlamak olacaktır.
Bu anlayıştan sonra
yapılması gereken ikinci eylem, kişinin kendisini tanıması, kendisini
tanımlamasıdır. Ne olduğunu ve ne olmadığını dürüstçe belirlemesidir. Ki bu
tes-bitin sağlıklı bir şekilde yapılabildiğini ne yazık ki söyleyemeyiz. Bu
konuda karşılaştığımız en belirgin maraz, birçok yazıda ifade ettiğimiz gibi
büyüklenme hastalığıdır. İnsanın kendisine yönelişiyle ve kendisini tanımlamasıyla
ilgili bu yanılgıyı, önceki değerlendirmelerimizi biraz genişleterek şöyle izah
edebiliriz.,
Hangi dünya görüşüne
bağlı olurlarsa olsunlar, bütün dava adamlarının savundukları davayla ilgili
olarak örnek aldıkları, beğendikleri, sevdikleri kimlikler vardır. Bu kimlikler,
söz konusu davayı en güzel bir biçimde temsil eden sembol kimliklerdir. Dava
adamları bu kimliklerle ve bu kimliklerin anlamlı keyfiyetleriyle
karşılaştıktan zaman, ister istemez bu kimliklere karşı bir özlem duyarlar. Bu
sem-bol kimlikler, dava adamlarının özlem duydukları, ulaşmak istedikleri
kimliklerdir.
Özlem duyulan bu
kimliğin aksine, bir de sahiplendikleri davayla ilgili olarak ibret alınması
ve sakınılması gereken kimlikler vardır. Birçok marazı, yanılgıyı, eksikliği,
çirkin ve abes davranışları bünyesinde toplayan bu kimlik ise, dava adamlarının
uzaklaşmak istedikleri bir kimliktir.
Yaşanmakta olan bu
gerçekleri kabul ettiğimiz zaman, bütün dava adamlarının iç dünyalarında üç
ayrı kimlik olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Bunlardan birincisi, dava
adamlarının özlem duydukları, ulaşmak istedikleri kimliktir. İkinci kimlik, hiç
sevmedikleri ve uzaklaşmak istedikleri kimliktir. Üçüncü kimlik ise, bu dava
adamlarının yaşadıklan zaman diliminde sahip oldukları gerçek kimliklerdir. Bu
gerçek kimliğe örnek verecek olursak; teori düzleminde sıfırın altında 20 ve
sıfırın üstünde +50 dereceyi gösteren termometrelerdeki, civanın gerçek
yüksekliği ve gösterdiği gerçek sıcaklıktır.
Kendi iç dünyalarında
bu üç ayrı kimliği aynı anda barındıran bu insanlar, genel olarak bu üçiemi
dikkate almazlar. Kendilerini tanırken ve tanımlarken, tek bir kişilik veya
tek bir kimlikle tanımlarlar. Tabi ki bu tanımlamayı yapabilmeleri için, kendi
iç dünyalarında iki ayrı kutup olan 20 ve +50 dereceler arasında civanın
yüksekliğini veya kendi yerlerini belirlemeleri gerekmektedir. İşte bu
belirlemeyi yaparken, kendi nefislerine karşı ne yazık ki dürüst ve gerçekçi
yaklaşımlarda bulunamazlar. Çünkü insanların büyük çoğunluğu, kendi
nefislerine karşı iyimser, kendi nefislerine karşı cömerttirler. Sıfırın
altından uzaklaşmak, sıfırın üstüne yükselmek eğiliminde ve isteğinde
oldukları için, kendilerini sahip olduklan gerçek kimliklerden ziyade özlem
duydukları kimliklere yakın zannederler. Kendilerini tanımlar veya kendilerini
tanıtırken, sahip olduktan gerçek kimliğe değil, özlem duydukları kimliğe yakın
tanımlarlar. İşte bir insanın kendisini böyle tanıması veya böyle tanıtması, o
insanın büyüklenmesidir. Büyük-lenmek, bir insanın büyümesi veya büyük olması
değil, kendisini olduğundan büyük zannetmesidir.
Nitekim birçok konuda
henüz buzlan çözülmemiş olan kimselerin, kendilerini +20, +30 gibi yüksek
derecelerle tanımlamaları, bu marazın açık tezahürleridir.
Bir insanın kendisini
tanımlamada içine düştüğü ikinci yanılgı ise kendisini olduğundan küçük
görmesi veya küçüklenmesidir. Küçüklenme vakası, çok nadir karşılaşılan vakalar
olmasına rağmen özellikle belli bir yetkinlikte bulunan sorumlu müsiümanlar
için tehlikeli olabilecek bir yaklaşımdır. Çünkü bu durumlardaki küçüklenme
vakası, müminlerin hasletinden olan tevazuda bulunmak değil, fa-sıkların
marazından olan sorumluluktan kaçmaktır. Mesela ismini vermek İstemediğimiz
bazı kardeşlerimiz, yıllarca sü= ren araştırmalarından ve bazı değerli eserlerinden
sonra, bu çalışmalardan rücu veya tevbe ederek köşelerine çekilmeyi tercih
etmişlerdir. İleri sürdükleri mazeret ise, gerçek İslam alimlerinin büyüklüğü
karşısındaki küçüklükleridir. İslam tarihindeki bu mümtaz şahsiyetlere ve
onların derin yeteneklerine bakarak, İslam adına konuşabilme yetkisini bu
şartiara bağlayan kardeşlerimiz, kendilerinde böylesi derin yetenekler
olmadığı için hadİerini bilerek, köşelerine çekilmişlerdir.
İnsana mantıklı gelen
ve insanı rahatlatan bir yaklaşımdır bu!.
Ancak bu yaklaşımın,
Rabbani bir yaklaşım olduğunu kesinlikle söyleyemiyoruz.. Çünkü bu nefsi
yaklaşım, bir insanın haddini bilmesi değil, haddin ne olduğunu bilmemesidir.
Bu kardeşlerimizin sevdikleri ve kendilerini kıyas ettikleri mümtaz şahsiyetler
de, bu kardeşimizin yaklaşımından hareket ederek kendilerini Resulullah
(s.a.v.) ile veya asrı saadet dönemindeki bazı seçkin müslümanlarla kendilerini
kıyas etselerdi, hiç şüphesiz ki onlar da haddini bilir (!) ve köşelerine
çekilirlerdi. Oysa onların meseleye böyle kolaycı yaklaşmadıklarını görüyoruz.
Çünkü yaşanılan zaman diliminde yerine getirilmesi gereken İslami mükellefiyetler;
ideal kimliklere değil, ideale en yakın veya diğer müslümanlara
göre en ehil
kimliklere sahip olan müslümanlann yükümlü
oldukları
mükellefiyetlerdir. Bu
kimliklerdeki sapıklıktan beri olan eksiklikler, yaşanılan zaman diliminde
makul karşılanması gereken eksikliklerdir. Bu eksiklikleri öne sürerek
sorumluluktan kaçmak, bu eksikliklerin yanısıra sahip olunulan
yeteneklerin gereğini yapmamak,
daha açık bir ifadeyle bu yeteneklere nankörlük etmek veya bunların şükrünü
eda etmemektir.
Oysa söz konusu
eksiklikleri dikkate alarak ve bu eksiklikleri gidermeye çalışarak, yapılması
gerekenler noktasında cehd edilmesi
gerekmektedir. Nitekim meseleye böyle yaklaştığımız için, bu
sorumluluktan kaçamıyor ve nefsimize ağır gelse de bazı boşlukların küçük bir
kısmını gücümüz nisbetince doldurmaya çalışıyoruz. Çünkü bilmedikleri! izden
değil, Öncelikle bildiklerimizden; yapamayacaklarımızdan değil, öncelikle
yapabileceklerimizden sorumlu
olduğumuzu ve hesaba çekileceğimizi biliyoruz.
Netice «olarak kimlik
tanımlamasıyla ilgili bu gibi yanılgılara, özellikle büyüklenme marazına
düşmeden, her kardeşimizin kendilerini doğru olarak tanımlamaları ve bu
tanımlamadan hareket ederek, sahip oldukları kimlik ve keyfiyet ile İslami
çalışmalardaki hangi konuma talip caklarını
belirlemeleri gerekir. Çünkü bu doğru konum ve kimlik tesbitinden sonra, konum
ve mükellefiyet arasındaki ahenkli ilişkinin de anlaşılabilmesi mümkün
olacaktır.
Resulullah (s.a.v.)
döneminde hayırlarda yanşan ve öne geçen müsiümanlardan bahsetmiştik.
Hayırlarda yan-şarak öne geçen, öncü ve örnek olan bu müslümanlar, tabi ki zamanımızda
da vardır veya olmaları gerekir. Ve yine hiç şüphesiz ki İslam davetini
şahıslarında ve yaşantılarında sembolize eden bu müslümanların, diğer müsiümanlardan
farklı olarak talip olduklan konumun keyfiyetini yaşamaları ve yansıtmaları
gerekecektir.
Ancak bu önemli konuda
Resulullah (s.a.v.)'i nihai örnek alacakları için, içinde bulundukları konumla
ilgili güzel hasletlere ve seçkin vasıflara sahip olacaklar, fakat bunları
genele şamil kılmayacaklardır. Çünkü davetçi müshjmanların fıkhı ile, daveti
kabul eden müslümanlann genel fıkıhları arasında belirgin farklılıklar vardır.
Herhangi bir müslüman, cahiliyye toplumunda yaşamasına rağmen, İsiam toplumunda
yaşayan müslümanlann ferden mükellef olduklan birçok hükmü şahsında
yaşayabilir. Müslümanın bu davranışı, kutlanacak ve gıpta edilecek bir
davranıştır. Fakat ne var ki kendisinin güç yetirebildiği bu davranışlara,
başka insanların da güç yetirebilmesini bekleyemez. Bunu bekleme yetkisinde
olmadığı gibi, bu davranışları gösteremeyenleri tekfir etme yetkisinde de
değildir. Çünkü İslam'ı kabul eden ferdlere yüklenecek mükellefiyetlerde
gösterilmesi gereken genel tavır, davetçinin kişisel potansiyeline göre değil,
davete muhatap olan insanların sahip olduklan potansiyelin tabanına göre tesbit
edilir. Davetin merhalelerine ve davete muhatap olan insanla konumların? göre
hikmetli bir geliş m göstere ı ıu taban esasında; nefsi marazlardan ka;
'aklanan kişisel dikkate alınmadığı gibi oncu müslümanlann aşkın
potansiyelleri de dikkate alınmaz. "Alİah hiçbir nefse güç
yetiremeyeceğini yükleme buyruğu, bu gerçeğe işaret etmekte, yaşanılan konumda
güç yetirilemeyecek hükümlerin yüklenmeyeceğini fakat buna karşın yüklenen
hükümlerin, güç yetirilebilir hükümleı olduğunu açıklamaktadır.
Öncü ve Örnek
müslümanların fıkhı ile, daveti kabul eden müslümanların genel fıkıhları
arasındaki farklar, özellikle azimet ve ruhsat meselesinde de kendisini
göstermektedir. Mesela kaibi imanla dolu olmasına rağmen küfri bir söze
zorlanan müminler için. Nahl suresi 106. ayeti kerimede sınıfları belirlenerek
verilen bir ruhsat vardır. Fakat Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğünde görüyoruz ki,
özellikle peygamberler ve İlahi daveti gündeme getiren öncü müs-lümanlar, bu
konuda ruhsatla değil azimetle amel etmişlerdir. Kafirun süresindeki net ve
açık tavır, boyutları ve keyfiyeti ne olursa olsun hiçbir zorlamayı veya
ikrahı dikkate almayan, daha açık bir ifadeyle azimetin görkemleştiği bir
tavırdır.
Azimete dayalı bu gibi
net tavırlar, Efendimiz (s.a.v.) ve bazı seçkin müslümanlar tarafından yerine
getirilmesine rağmen, İslami hareketin o konumunda genele şamil kılınan
tavîrlar değildir, İlahi daveti ve tevhidi hareketi şahıslarında,
sembolleştir^n bu seçkin müslümanlar, ne ruhsata meyletmişler ve no de daveti
kabul eden bütün müslümanların azimetle amel etmelerini şart koşmuşlardır. Bu
konuda gösterilen genel yaklaşım, ruhsata değil azimete teşvik etmek, fakat
ruhsatla amel edenleri de makul ve mazur görmektir.
Günümüz müslümanları
arasında İslam adına mükellefiyet yüklemede yaşanan çelişkilerin bir diğer
nedeni de, öncelikle öncü müslümanları oluşturma kaygısıdır. Ne var ki öncü ve
örnek müslümanları oluşturabilme kaygısına Öncelik tanıdıktan sonra, öncü
müslümanların vasıflannı ve yaşamaları gereken fıkhı içeren sınırlı davetlerde
bulunmak, davet sahiplerini içe kapanık ve gelişmesi mümkün olmayan bir yapıya
sürükleyecektir. Nitekim Mısır'da ve daha birçok ülkede böylesi yanlış
yapılanmalara ve yapılanma girişimlerine rastlamak mümkündür.
Oysa ki öncü
müslümanlar, açık ve genel davet ile İslam'ı kabul eden ve daha sonra
hayırlarda yarışarak öne geçen müslümanlardır. Taban potansiyeli dikkate alan
İlahi davet ile İslam'a giren ve daha sonra hayırlarda yarışarak tavan
potansiyele erişebilen müslümanlardır.
Böylesi genel bir
davette bulunmadan, daveti kabul eden müslümanlar hayırlarda yarışmaya teşvik
edilmeden,
kimlerin öne
geçebileceği nasıl bilinecektir ki!..
Netice olarak bütün bu
gerçeklerin dikkate alınması, İlahi davete muhatap olan insanlann nelere davet
edileceği ve bu daveti kabul eden insanlara hangi asli mükellefiyetlerin
yükleneceğinin belirlenmesi gerekmektedir. Hiç şüphesiz ki bu genel
mükellefiyetler, bir insanın İslam dairesinde öncü ve örnek olabilmesi için
yüklenecek mükellefiyetler değil, sadece İslam dairesinde olabilmesi için
yüklenecek mükellefiyetlerdir. İslam'ı kabul eden müslümanların muhatap
olduklan hayra, iyiliğe, güzelliğe ait diğer hükümler ise, bu müslümanların
teşvik edilecekleri hükümlerdir. Hayra teşvik edilen ve hayırlarda yanşan
müslümanlar arasından, hiç şüphesiz ki Öne geçen, öncü ve Örnek vasfını kazanan
kardeşlerimiz olacaktır.
Müslümanların İslami
çalışmalardaki konumlan ne olursa olsun, Öncelikle müslüman olmaları hasebiyle
İslami kimliklerini batıldan, hurafelerden ve nefsi marazlardan arındırmalan
gerekmektedir. Günümüz müslümanlannm hangi bid'at ve hurafelerden uzaklaşmaları
veya nelerden sakınmalan gerektiği konularında fazlaca yazacak bir şey yoktur.
Çünkü özellikle bu gibi konularda müslümanların genelindeki görülen
eksiklikler, teoriden ziyade pratik düzlemdeki eksikliklerdir.
Nitekim bilinen ve
kabul edilen İlahi gerçeklerin yaşantıda pratize edilmesi, reddedilen batıl
görüşlerin pratik yaşantıda da reddedilmesi, günümüz müslümanlannı Özelde
arındırılmış bir İslami kimliğe ve genelde de rahmetli bir beraberliğe
yaklaştıracaktır. Fakat ne yazık ki günümüzdeki
genel yaklaşım; hak gerçekleri yaşamanın gerisinde, batıl görüşleri fiilde
reddetme aşamasına dahi ulaşmamıştır. Bu olayla ilgili olarak tevhid akidesinden
habersiz veya geleneksel İslam anlayışına sahip kitlelerden örnek vermemize
gerek yoktur. Çünkü konuyla ilgili birçok örnek, kendilerine
"Muvahhid" denilen ve seçkin kabul edilen birçok müslümanda da
gözükmektedir. Mesela ibret almamız gereken bu görüntülerden bir tanesini
belirtebiliriz., Türkiye'de laiklik çerçevesinde çok değişik tartışmalar
yapılmasına rağmen tevhid akidesini esas alan ve İslam'ı ferdi yaşantıların
fevkinde bir dünya nizamı olarak kabul eden müslümanların, laiklik meselesine
yaklaşımlan kesin bir netlik göstermektedir. Din ile dünya işlerinin
birbirinden ayrılmayacağını savunan ve dolayısıyle İslam devletinin laik
olmayacağını, olamayacağını ileri sürerek hakim otoriteyi gayriislamilikle
itham eden müslümanlann bu görüşlerini tartışacak veya yadırgayacak değiliz.
Ancak sistemin veya devletin iaikliğine karşı çıkan bütün müslümanlara sormak
istiyoruz.,
Aranızda kaç kişi,
kendi nefislerinde laik değildir?
Aranızda kaç kişi,
dini ile dünyasını birbirinden ayır-mamıştır?
"Onlar, şunlar,
bunlar dünyalık işlerim, şuncağız ise dini uğraşılarım!" demeyen kaç kişi
vardır?
Dinin maslahatını
dünyevi maslahatına tercih etmek bir yana, dünyevi maslahatını dinin
maslahatına tercih etmeyen kimlerdir?
Din için dünyadan
taviz vermek bir yana, dünya için dinden taviz vermeyenler kaç kişidir?
"Benim,
yaratılışım, yaşantım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir"
gerçeğini idrak ederek dini ile dünyasını birbirinden ayırmayan, pratikteki
bütün bir hayatıyla Allah için yaşayıp, Allah için ölecek olan kimlerdir?
Sistemin laikliğine
karşı çıkanlardan kaç kişi, kendi nefislerindeki laikliği yıkmışlardır?
Bütün bu sorulara,
geneli dikkate alarak genelde olumlu bir cevap verebilmek mümkün değildir.
Laikliğe karşı çıkan birçok nefiste laik anlayış hüküm sürdüğü gibi özellikle
Avrupa'daki bazı camilerde de aynı laik görüntülere daha geniş bir yapıda
rastlamak mümkündür. Söz ve konuşma düzleminde devletin laikliğine şiddetle
karşı çıkıldığı bu camilerde, din ile dünya işleri birbirinden ayrı telakki
edilmekte, din işlerinden imam, dünya işlerinden dernek başkanı
sorumlu olmaktadır. Türkiye'deki Diyane* devlete nasıl bağlı ise, bu
camilerdeki imamlar da derneğe ve dernek başkanına bağlıdır. Herhangi bir imam,
cami derneğinin veya dernek başkanının geleneksel din anlayışına ters
gelebilecek İslami bir gerçeği söylediği zaman ister/istemez bavulunu
hazırlamaktadır. Çünkü böylesi camilerdeki
hakim otorite imam
değil, demek ve dernek başkanlarıdır. En iyimser ifadesiyle
Osman'daki saltanatı andıran bu yapılardaki konuşmalarda, söz devlete geldiği
zaman Sultanlardan ve geçim derdine düşmüş maaşlı Şeyhülislamlardan aynı
feryat yükselmektedir., Laikliğe karşıyak! Laik devletü istemezük!.. Ne
diyelim? Ve ne diyebiliriz ki?
Sadece ayna uzatıyoruz
kendilerine. Laikliğe karşı çıkan gruplar, laikliği lanetleyen kişiler
öncelikle kendilerine, kendi durumlarına, kendi kimliklerine, kendi
yönelişlerine bir baksınlar ve dillerindeki melhemi ellerine aiarak öncelikle
kendi başlarına sürsünler istiyoruz..
Çünkü İslami
kimliklerin arındırılması, teoride karşı çıkılan marazların, pratikte ve
nefislerde reddedilmesiyle mümkün olabilecektir. Bütün bunlar yapılmadığı
zaman, İslami kimliklerdeki gölgeler ve İslami kimliklerdeki bulanıklıklar
devam edecektir.
Bulanık kimliklerle,
berrak sonuçlara gidilemeyeceği ise aşikardır..
Kimlik ve kişilik
meselesini toplum düzleminde değerlendirdiğimiz zaman hiç şüphesiz ki
geleneksel kültür vakasıyla karşılaşacağız. Kültür vakasını tarihi süreç
içersinde değerlendirmemiz, bu vakaya daha kolay nüfuz etmemizi sağlayacaktır.,
Asn saadet dönemi ile
günümüz arasındaki en önemli farklardan birisi, günümüzdeki kültür
genişlemesidir. Bilindiği gibi asrı saadet dönemindeki İslam kültürü, günümüz
kültüründen çok daha az ve çok daha özgün bir yapıdadır. İlahi vahyin disipline
ettiği bu kültür, müslüman-lann kültür ihtiyacını karşılamakla beraber, kültür
enflasyonuna neden olabilecek boyutlarda değildir. Daha açık bir ifadeyle
kemiyeti sınırlı, keyfiyeti yüksek bîr kültürdür. Aynı zamanda bu tertemiz
kültür, müslümanlan çelişkiye düşürecek veya müslümanlan çok değişik vadilere
sürükleyebilecek bir kültür de değildir.
Fakat tarihte
gördüğümüz gibi, bu tertemiz İslam kültürü zaman süreci içersinde devamlı bir
genişleme göstermiştir. Her nesil, kendilerine intikal eden kültüre, içinde
bulundukları şartlardan, etkilendikleri unsurlardan,
siyasi veya siyasetsiz ölümlerinden kaynaklanan ilavelerde bulunmuşlardır.
İslam kültüründeki bu genişleme vakası, keyfiyetten ziyade kemiyette bir
genişleme vakasıdır. Kemiyetteki bu istikrarsız ve istikametsiz gelişim,
keyfiyetin gelişmesine değil, ne yazık ki bulanarak gerilemesine neden
olmuştur.
Nitekim söz buraya
geldiği zaman, İslam kültüründeki genişleme vakasını "Suya atılan bir
taşın etrafında meydana gelen halkaların genişlemesi gibi.." benzetmesiyle
ifade edemiyoruz. Çünkü
suya atılan taşın
etrafında meydana gelen
halkaların genişlemesi, taşın atıldığı ilk noktaya, yani öze bağlı bir
genişleme olmasına rağmen, İslam kültüründeki genişleme çok merkezli ve çok
yönlü bir genişlemedir. Bu genişleme vakasına bir Örnek vermemiz gerekirse,
insan vücudundaki dengesiz gelişmeye benzetebiliriz. Ağzın ve midenin
büyümesi, defi hacet yollarının daralarak kapanması, kolların ve bacakların
büyümesi, parmakların kütleşmesi, beynin, et, yağ ve ur gibi beyne yabancı
unsurlarla genişlik kazanması, sinir sistemindeki tek iktidarın yitirilmesi,
vücudda kirlenen kanın, akciğerlerde daha da kirletilmesi gibi... Tabi ki
bütün bunların neticesinde vücudda bir büyüme gözükse de, bu büyüme sağlıklı
ve rahmetli bir büyüme değildir.
İşte İslam
kültüründeki büyüme vakası da, ne yazık ki böylesine bulanık bir büyümedir.
Yardan yuvarlanan bir taş, nasıl ki bir çığ meydana getiriyorsa, bu kültür
mirası da çığ gibi büyüyerek zamanımıza yuvarlanmıştır. Meseleye gerçeğin bu
boyutundan yaklaştığımız zaman, Türkiye'de cumhuriyetin ilanında ve sonraki
yıllarda yaşanan dinde fetret döneminde, İslam açısından birtakım hayırlar
olduğunu görebiliriz. Tabi ki birçok kardeşimizin yadırgayacağı veya
yargılayacağı bu ifadeyi açıklamamız gerekecektir.
Cumhuriyetin ilanında
ve buna bağ! olarak bunun akabinde yaşanan dinde fetret döneminde, özellikle
Türkiye'de yaşayan müslümanlar için İslam açısından birtakım hayırlar olduğunu
söylüyoruz!.
Çünkü. hareket
halindeki kültür vakası, sorgulanması ve ayıklanması zor bir vakadır. Nitekim
meseleyi tarihi akışta değerlendirdiğimiz zaman, birçok nesiller kendilerine
hareket halinde intikal eden kültür mirasını genel düzlemde sorgulamaya ve
ayıklamaya fırsat bulamadan, isteyerek veya istemeyerek kabullenmek zorunda
kalmışlar ve bu mirasa kendilerinden de birşeyler katarak bir sonraki nesillere
intikal ettirmişlerdir. Hareket halindeki bu kültür vakasına bazı ferdi
kıyamlar ve muhalif ekoller olmuşsa da, bütün bunlar yuvarlanmakta olan çığın
istikametini değiştirmemiş, bilakis çığa dahil olarak ve özgün keyfiyetini
yitirerek çığın daha da büyümesine neden olmuştur.
Çünkü hareket
halindeki kültür vakasına ciddi ve etkili müdahaleler, keyfiyetle birlikte
kemiyetle de ilgili bir hadisedir. Söz konusu değişiklik veya arınma, toplumsal
düzlemde olması gereken bir arınma olduğu için; toplumun arınması, toplumu
antacak görüşlerin toplumda ma-kes bulmasıyla ilgilidir. Yoksa ferdi veya kısmi
arınmalar, toplumun genel akışını ve durumunu değiştirmeyeceği gibi, bu kısmi
arınmaların tarihi akış içersinde varlıklarını ve netliklerini muhafaza
edebilmeleri de mümkün değildir. Çünkü tarihi süreçte geride kalan bu muhalif
görüşler, genel olarak zamanın iktidar zihniyetlerine göre yorumlanacağından,
dejenere edilmiş bir keyfiyetle kültür mirasına dahil edilecektir.
Tabi ki bütün bunları
söylerken, önceki nesillerde yaşayan salih ve muttaki alimleri yargılamıyor,
özellikle peygamberlerin üstesinden geldikleri bu görevi "Sizler neden
başarmadınız?" diyerek, onlan itham etmiyoruz. Çünkü daha önce de
belirttiğimiz gibi hareket halinde yuvarlanan bir çığın önünde yılmadan ve
yıkılmadan durabilmek, bir ömürlük mücadeleyle bu çığı sorgulayabilmek, bu çığı
ayıklayabilmek, bizlerin ifadesine göre çok, gerçekten çok zor bir iştir...
İşte Türkiye'de
cumhuriyetin ilanı, hareket halindeki kültür mirasının veya yuvarlanmakta olan
çığın önüne konulan bir takoz niteliğindedir. Hangi niyetle olursa olsun bu
çığın önüne konulan takoz, iyice hantallaşan bu çığı durdurmaya yetmiştir.
Nitekim daha sonra genelde yaşanan dinde fetret dönemi, yuvarlanmakta olan
çığın Önündeki takozu aşamadığını ve durduğunu açıkça göstermektedir.
Karşılaşılan bu durum,
Türkiye'deki İslami uyanış için oldukça olumlu bir durumdur. Çünkü kültür
mirasındaki bu durgunluk, bu mirasın rahatça gözlenmesine ve ayıklanmasına
fırsat verebilecek bir durgunluktur. Nesillerin önünden belli bir hızla geçen
kültür treni durmuş ve bu durgunlukta daha rahat gözlenebilir olmuştur..
Artık bu treni hangi
lokomotifin götürdüğünü, makinistlerin kim olduğunu, lokomotif kazanında
nelerin yakıldığını, raylann hangi batıl şirketler tarafından yapıldığını, demiryolunun
istikametini, yük vagonlarındaki nesilleri, hayvan vagonlarına konan insanları ve
birinci sınıf vagonlardaki bazı hayvanları görebiliyorsak..
Bütün bunlar,
zamanımızdaki müslümanlann yeteneğinden ziyade trenin durmasıyla ilgilidir.
Çünkü hareket halindeki trenin, bu genişlikte ve bu genellikte gözlenebil-mesi
mümkün değildir. Nitekim farklı coğrafyalarda bulunan ve asırlardır
sahiplendikleri kültür mirasında bu durgunluğu ve fetreti yaşamayan
müslümanlar için, aynı gözlemlerin, aynı genişlik ve aynı netlikle
yapılabilmesi mümkün olmamıştır. Türkiye'deki birçok kardeşimizin geleneksel
kültür ve mezhep asabiyetleri konusunda, bu kardeşlerimize nisbeten daha
itidalli bir yaklaşımları varc bu itidal, durgunlaşan kültür mirasının daha bir
serinkanlılıkla değerlendirilmesinden kaynaklanmaktadır.
Tabi ki birçok
kardeşimize nisbet ettiğimiz bu itidalli ve bilinçli yaklaşımın, Türkiye'de
yaygın bir yaklaşım oİdu-ğunu söyleyemeyiz. Çünkü Türkiye'de yaşanan fetret döneminden
sonra, geleneksel kültür mirasına çok değişik boyutlardan yaklaşılmıştır.
Atalara bağlılık adı altında bu kültür mirasına toptan bağlanmak isteyen
eğilimler olduğu gibi, bu kültür mirasını bulanıklığı nedeniyle toptan reddeden
eğilimler de olmuştur.
"Cumhuriyetin
ilanında ve yaşanan fetret döneminde, İslam açısından birtakım hayırlar
vardır.." derken kastettiğimiz hayır, hiç şüphesiz ki böylesi eğilimlerle
ve böylesi yönelişlerle elde edilecek bir hayır değildir. Meseleyi fazla genişletmeden
ve söz konusu eğilimleri tartışmaya gerek duymadan, İlahi vahyin kültür
sorununa nasıl yaklaştığını ifade ederek, bu meseleyi şimdilik noktalamak
istiyoruz.,
Resulullah (s.a.v.)'e
vahiy nazil olmazdan önce, Mekke ve çevresindeki toplulukların, kültürsüz
topluluklar olduğunu söyleyemeyiz. Bu dönemde batıl kültürler olduğu gibi,
semavi dinlere nisbet edilmesine rağmen tahrif edilmiş kültürler de
bulunmaktaydı. Nitekim Hz. Hatice validemizin amcazadesi olan Varaka b.
Nevfel, özellikle semavi dinlere nisbet edilen bu kültür konusunda oldukça
birikime sahip bir insandı.,
İlahi vahyin geçmiş
kültür mirasına yaklaşımını dikkate aldığımız zaman karşılaştığımız ilk
gerçek; İlahi vahiy, geçmişi bir kalemle tekzip etmemiş, geçmişle bütün bağları
koparmamıştır. Çünkü İslam ve İslam tarihi, Resulullah (s.a.v.)'le başlayan ve
başlayacak olan bir hadise değildir. İslam'ın ve müslümanlann örneklerle ve
ibretlerle dolu bir geçmişleri, bir tarihleri vardır.
Bu tarih ile
müslümanların ilişkisini kesmek, bir ağacın köklerini kesmek gibiydi. Oysa
Mekke'li müslümanların geçmişlerinde ibret alarak sakınacakları, Ömek alarak sahiplenecekleri,
onur duyacakları, mutmain olacakları olaylarla dolu bir tarihleri vardı.
Müslümanların sahip
oldukları tarihin kökleri, tarihi köklerinin derinliğiyle övünen bütün
toplulukların fevkinde, kalu belaya ve ezelde varolan Allah'a uzanmakta ve bu
muhteşem derinlik ile ebedde varolacak Allah'ı idrak etme yüksekliğini
kazanmaktadır. Dolayısıyle bir müslüman olarak yaşadığımız ve hissettiğimiz
tarihi derinlik, daha dünkü hadise olan Orta Asya'ya değil, şanı yüce Rabbimize
ve | yaratılışımıza uzanan muhteşem bir derinliktir.
İnsan, toplum ve tarih
meselesine bu gerçeklikle yaklaşan İlahi vahiy, Mekke'li müslümanlara bu
tarihi kökleri verirken; bu kökleri batıl ve lüzumsuz saçaklardan, kurtlardan,
haşerelerden, çürüklerden de temizleyerek vermiştir.
İlahi vahyin eçmişe ait verdiklerini dikkate aldığımız zo
man, bu apaçık gerçekleri görmemiz, görebilmemiz hiç de zor olmayacaktır.
Netice olarak geçmiş
kültür mirasımıza, İlahi vahiyden kaynaklanan bu bilinçle yaklaşmamız ve bu
bilincin verdiği aydınlık ile değerlendirmemiz gerekmektedir. Çünkü geçmiş
kültür mirasının ayıklanabilmesi ve bu kültür mirasından faydalanılabilmesi
ancak ve ancak İlahi vahyin esas alınmasıyla mümkün olabilecektir.
Bu sınırh kitap
çalışmasında İslam'a karşı yapılan ve yapılmakta olan şeytani hesaplara genel
bir açıklık getirdikten sonra, bu hesapların boşa çıkarılabilmesi için
müsiü-manların dikkate almaları gereken İsiami prensiplere yine gene! olarak
değindik. Konuyla ilgili bu yazdıklarımızın yeterli olmadığını kabul etmemize
rağmen, yepyeni bir İsiami uyanışı yaşayan günümüz müslümanlannın, bu
prensipleri İsiami kaynaklardan daha da zenginleştirerek, bu prensiplere
sarılmaları gerektiğine İnanıyoruz. Çünkü İsiami çalışmaların, İsiami idealler
istikametinde ilerlemesi, İsiami prensiplerin idrak ve ikame edilmesiyle mümkün
olabilecektir.
Netice olarak, İsiami
davayı şahıslarında disipline eden ve İsiami harekete yön veren önderlerin veya
öncü müslümanlann, yürüttükleri çalışmalarda muhtemel başarıların ve muhtemel
başarısızlıkların nedenlerini önceden tesbit etmeleri ve bütüı. Dunları dikkate
alarak hareketi olgunlaştırmaları gerekmektedir. "Önemli olan
sonuçtur" sloganından hareket ederek, sadece sonuçları dikkate almak ve
bilinçsiz adımlarla sonuçlara doğru yürümeye çalışmak, cahillere özgü bir
yaklaşımdır.
Çünkü biliyoruz ki, sonuçlar,
genel oiarak sebeblerin bir neticesidir.
Bir hareketi başarıya
götüren iç ve dış sebebler önceden îesbit edilip, ikame edilmediği zaman,
hareketin başarıya ulaşması nasıl mümkün değilse.,
bir hareketi
başarısızlığa götürebilecek iç ve dışsebebler de dikkate alınıp, izale
edilmediği zaman, bu hareketi kötü akıbetten veya hezimetten kurtarabilmek de
mümkün değildir..
Yarınlarda kaşılaşmak
istemediğimiz bazı durumlar veya bazı sonuçlar varsa, bizleri bu olumsuz
durumlara veya sonuçlara götürebilecek nedenlen şimdiden tesbit etmemiz ve
gereken önlemleri şimdiden almamız gerekmektedir.
Mesele bu noktaya
geldiği zaman Allah'ın lutfu ile Allah'ın vaadini birbirinden ayrı boyutlarda
değerlendirmemiz gerekir. Alemlerin Rabbi olan Allah'ın insanlara ve tüm
mahlukata sayısız lutufları vardır. 3u İlahi lutuflar, yerine getirilmesi
gereken Ön şartlara bağlı veya bağımlı değildir. Rahman olan Rabhimîz dilediği
kullarına, dilediği mahlukata, dilediği gibi lutfetmektedir.
Allah'ın vadileri ise
İlahi Sutuflardan farklı olarak bazı şartlara bağlıdır. Bu şartlar yclnc
getirilmediği zaman, İlahi vaadlere kavuşabilmek mümkün değildir. Allah'ın
yardımı ve nusret, İlahı vaadlerdendir. Daha açık bir ifadeyle şartlarını
yerine getirip, sebeblerinc sarıldığımız zaman kavuşabileceğimiz bir
neticedir. Rabbirrnzin beyan ettiği bu şartları gözardı edip, sebeblerine
sarılmadığımız zaman, Allah'ın yardımını veya nusreti beklemeye hakkımız yoktur.
Bizleri İlahi yardıma
ve bereketli sonuçlara yaklaştıracak rahmetli sebeblere, Rabbani eylemlere bu
bilinçle hep birlikte sarılacağımızı, sapabileceğimizi umud ediyoruz. Selam ve
rahmet üzerinize olsun....