ŞEYTANİZME RAĞMEN İSLAMİ UYANIŞ. 2

Önsöz. 2

BİRİNCİ BÖLÜM.. 3

Dünya Ve İslam.. 3

İslami Uyanışa Karşı Şeytani Hesaplar 4

Ferdi Müslümanlara Yaklaşımları 4

Ferdi Müslümanların Çoğalması Karşısında. 5

İslami Cemaatlere Karşı 7

İslam Devletine Karşı 8

Netice Olarak. 11

İKİNCİ BÖLÜM.. 12

Şeytani Hesapların Boşa Çıkarılması 12

Temel Mantığın Belirlenmesi 12

Tepkisel Davranışlar 15

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM.. 17

Şeytanizme Rağmen İslami Mücadele. 17

Mücadele Sahası 18

Mücadelenin Hedefleri 20

Mücadele Metodu. 23

Cahili Hareketler 23

Rabbani Metod Seçimi 26

Islahatı Metodlar 27

İnkılabı Metodlar 27

İslami Hareketin Boyutları 29

Bölgesel Boyutlu İslami Hareketler 29

Evrensel Boyutlu İslami Hareketler 29

Bölgesel Ve Evrensel Boyutlu İslami Hareketler 30

Islamı Harekette Kimlik Sorunu. 31

1. Hareket Metodu Ve Kimlik İlişkisi 31

Islahati Kimlikler 31

İnkılabi Kimlikler 32

2. Konum Ve Kimlik İlişkisi 33

Konum Ve Mükellefiyet 35

Kimliklerin Arındırılması 35

İslami Harekette Kültür Sorunu. 36

SONUÇ.. 38

 




ŞEYTANİZME RAĞMEN İSLAMİ UYANIŞ

 

Önsöz

 

Bakman ve Rahim olar. Allah'ın adıyla

Hamd. sena ve Övgülerin en güzeli ezelde ve ebedde var olan lutfuyla kainatı ve bizler' yaratıp var eden. sayısız nimetlerle yaşatan ce rahmetiyie doğru yolu Allak (c c.)'a mahsustur

Sala; ve claıv da, alemlerin Rahbı tarafından seviler insanların ise tanıyıp: idrak edilme nısbetine sevebildikleri. Efendimiz, Önderimiz, Rehberimiz Hz. Muhamnıed Mustafa'ya, aline, ashabına, ve onun yo­lunu izlemevc çehan ümmeti üzerine olsun,

"Şeytanizme rağmen İslami uyanış' ısrrin? verdi­ğimiz bu kitap çahşmc'-.mdc, şeian ve dostlarının müsldncanlc üzerine yaptıkları hesaplar ve bu şeyta­ni hesapların boşa çıkahılmes- için müslümanlann yahiplennıelerî gereken İslami prensipler üzerinde dur­duk Baz- kardeşlerimizin bildiği gibi bu kitapta yer cic : yazılardan bir kısmı, daha cace İnsan dergisinde yayınlanmıştı, i'cy:rdancn bu yazılar, şeytani eylemle­re yeterince vakıf olmayan bazı kardeşlerimizin şaşır­malarına ve hayret etmelerine neden olurken, bu şeytani fiillerin faili olan satılmışların ise Öfkelenmeleri­ne ve telaşlanmalarına neden olmuştu.

Telaşlanmalarının sebebi, acaba bizler bu haber­leri nereden almıştık? Yoksa bu şeytani yapılarda, bu şeytani gruplarda hainler mi, köstebekler mi vardı? Şeytani eylemleri, şeytani maksatları, şeytani yakla­şımları, bizlere bunlar mı iletmişti? Nitekim karşılaştı­ğımız ilk soru bu oldu.,

Yazdıklarınızla ilgili haberleri nereden aldınız?

Bu tehditvari soru karşısında, dilimizin ucuna gelen bazı ifadeleri yutkunduk. Ayrıca karşılaştığımız bu soruya, onların boyutundan baktığımız zaman, ya­dırganacak bir soru da değildi. Nitekim bu soru kar­şısında herhangi bir şeyi gizlemeye veya gizlenmeye gerek duymadan, cevabımızı apaçık olarak verdik.,

Bu yazdıklarımızla ilgili tüm önemli haberleri Kur'an-ı Kerimden aldık..

Bizler için açık olmasına rağmen, onlar için ka­palı bir cevaptı bu!.

Anlayamadık!. Nasıl aldınız?

"Anlayamadık" derken, gerçekten doğru söylüyor­lardı. Yüzleri.rsdeki merak, verdiğimiz cevabı anlaya­madıklarını açıkça gösteriyordu. Tabi ki cevabımızı daha da açık bir hale getirdik.,

Şanı yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerimde, şeytanı, şeytani zihniyeti, şeytani yaklaşımları, şeytanın dost­larını, bunların geçmişte neler yaptığını ve neler yap­mak isteyeceklerini apaçıfz bir şekilde bildirmiştir. Za­manımızda da bu şeytan ve şeytanın yandaşları olduğu için, bunların ne yapacakları ve ne yapmak is­teyecekleri, Kur'an-ı Kerime müracaat eden müslü-

manlar için gizli değildir..

Karşımızdaki kafalar "Hıımm", "Haaa", "Demek öyle!" ifadeleriyle sallanmaya başladı. Anladıklarına hüsnüzan ederek "İnanmıyorsanız, gidip şeytana so­run. O lanetli yaratık meselenin böyle olduğunu bi­lir.," demedik. Hem bu karşımızdakiler de, kendilerini şeytanın yandaşı görmüyorlardı ki!.

Nitekim bizlere dostça(!) sokularak nasihat etme­ye, çok kötü adamlardan bizleri sakındırmaya çalıştı­lar. O kötü adamlar bizlere şunları yaparlarmış, as­lında bizler aydın ve akıllı insanlarmışız, onlardan sakınmamız lazımmış, falan, filan..

Kullandıkları ifadeler de, kendilerine göre çok dostça  Bak Mehmedciğim!. Arı kovanına hiç çomak so­kulur mu?

"Arı kovanına çomak sokulmaz" sözünü çok önce­leri duymamıza rağmen, bu sözün anlam genişliğini ve nelere şamil olduğunu pek bilmiyorduk. Bildiğimiz ve iman ettiğimiz gerçek ise, beşer kaynaklı hiçbir sö­zün, İlahi kelamı neshetmediği ve nesfıedemeyeceğidir.

Dolayısıyle İlahi vahye göre bozmakla ve deşifre

etmekle, yükümlü olduğumuz şeytani kovanlar varsa; şer odağı olan bu kovanların içini dışına çıkartmak ve ifşa etmek için, bu kovanlara elimizdeki çomağı değil, omuzlarımız üstündeki başlarımızı dahi sokma durumundayız..

Şeytan ve dostları tarafından, bu böyle biline.,

Bu böyle biline ki, bizlere küçücük parmaklarını tehditvari sallaya­rak.,

"Bü işlere burnunuzu sokmayın!." demesinler.

Çünkü bu işlere burnumuzu değil, severek ve sevinerek başımızı sokuyoruz..

Mehmed ALAGAŞ

İzmir / 1990

 

 

 

 

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

Dünya Ve İslam

 

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında dünya genelinde meydana gelen olaylar, İslam'ın bütün bir yeryüzünde tek­rar gündeme geldiğini kanıtlamaktadır. Meseleye gelenek­sel bir din vakası oîarak bakıldığında,, yirminci yüzyıl gibi bir çağda böylesi olayların vuku bulması oldukça şaşırtıcı bir manzaradır. Çünkü bilindiği gibi dünya tarihinde hiçbir din, yeni bir peygamber olmaksızın ondört asır gibi bir aradan sonra yeniden uyanış, yeniden diriliş aşamasını ya­şayabilmiş değildir.

Asırlar önce tahrif edilen Hıristiyanlık, ayaklan üze­rinde doğrulmak bir yana, ayağın ve ayaklanmanın ne olduğunu unutan bir kötürüm, bir enkaz durumundadır. Si-yonizmin sadece bir baston olarak kullandığı Musevilik İse, asırlardır devam ettirdiği keyfiyetiyle Samirilik olup; buza­ğıya değil, külçe altınlara tapınan yapısını ve şeytani mis-yonunu her çağa göre şekil değiştirerek sürdürmektedir..

Kaynakları İtibariyle semavi olan dinlerin günümüzde­ki durumları bu olmasına rağmen, İslam'ın ilk günkü berrak mesajıyla birlikte dünya gündemine girmesi, haliyle şa­şırtıcı olmakta,

akılian ve gözleri kamaştırmaktadır.,

"Yeni bir peygamber olmadan, bütün bunlar nasıl meydana geliyor?1'

"Eskimesi, önemini ve etkinliğini kaybetmesi gereken bir din, yirminci yüzyıl gibi bir çağa, dibdiri bir keyfiyetle nasıl müdahale edebiliyor?."

Bu gibi sorular, ancak ve ancak Kur'an-ı Kerim'in ve İslam'ın evrenselliği ile cevap!andmlabilecek sorulardır. Tahrif edilmesi mümkün olmayan Kur'an-ı Kerim'in muci­zevi varlığı ve Resulullah (s.a.v.)'den intikal eden sahih sünnetin yeterliliği, yeni bir peygamber gönderilmeksizin söz konusu İslami uyanışın olabileceğini ve olduğunu gös­termektedir.

İslami uyanışın özellikle yaşadığımız çağda meydana gelmesi ise, İslam adına varlığını sürdüren geleneksel enkazların ortadan kalkmasıyla ilgili bir hadisedir. Meseleye bu boyuttan baktığımızda, ümmet üzerindeki İslami etkinli­ğini ve keyfiyetini yitirmiş olan halifeliğin kaldırılmasını, İs­lami uyanışın önündeki bir enkazın kaldırılması olarak gö­rebiliriz.

Bu enkazlar kalktıktan ve aslında yok olan şeylerin, görünürde de gerçekten yok olduğu açıklık kazandıktan sonra, dünyanın birçok yöresindeki müslümanlar, sorumlu­luk bilinciyle İslam'ın asli kaynaklarına yönelmişlerdir. Çünkü iş başa düşmüştür artık!. Geleneksel bir alışkanlıkla asırlardır tutulmak istenen koskoca dal, ufacık bir çıtırtıyla kırılmış ve içindeki oyuklar meydana çıkmıştır. Artık tutunulacak dal, yönelinecek kaynak Kuran ve sünnettir.

Nitekim bu samimi yönelişlerin berrak bir neticesi olarak, yaşadığımız yüzyılın değerli alimleri vasıtasıyla gündeme gelen ve günümüz şartlarına göre açıklanan kelime tevhid gerçeği, dünyanın bir çok ülkesindeki müslümanla-rın şuurlanmasına ve yüzyılların birikimi olan hurafelerle yozlaşmış ananeleri sorgulayarak, muvahhid birer müslü-man olmalanna vesile olmuştur.

Tevhidi gerçeği kavrayan bu müslümanlar, tabi ki bu­nunla yetinmemişler, mevcut şartlarda sahip oldukları iletişim imkanlarıyla tevhidi gerçeği yaygınlaştırmaya çalışarak, aynı düşüncedeki müslümanlann çoğalmalarına neden ol­muşlardır..

Hangi ülkede ve hangi şartlarda olurlarsa olsunlar, bütün dünya muvahhidleri, İlahi mesajın en asli meselesi olan tevhidin yaygınlaştırılması konusunda aynı yaklaşımı sahiplenerek, çevrelerinde bulunan insanlara bu gerçekleri götürmeyi, ertelenmez bir vazife olarak telakki etmişlerdir. Bu Rabbani telakki istikametinde yerine getirilen samimi çalışmalar, yaşanılan hal ve gösterilen tavırlarda anlam ka­zanan yazılı ve sözlü anlatımlar neticesinde, rahmet olarak nitelendirdiğimiz sonuçlarla karşılaşılmıştır.

Artık söz konusu ülkelerde kanunların hüküm sürdü­ğü mabedlere giden, kanunların münasip gördüğü memurların arkasında namaz kı'an, kanunlann sakıncalı görmedi­ği vaazları ve dini hikayeleri dinleyen, "Tağuta güç ve selamet, müstekbirlere sıhhat ve uzun ömür vermesi.." için Allah'a dua eden ve kendilerini Kur'an-ı Kerime nisbeî et­melerine rağmen, sahiplendikleri Kitabın gereğini yerine getirmedikleri ve dolayısıyla dinlerini tahrif ettikleri için, Kuran-ı Kerim'in 'Ehli Kitap' sıfatıyla muhatap aldığı kim­selerin durumuna düşen geleneksel tiplerin aksine; kendile­rine 'Hizbullah' yani Allah'ın hizbi /Allah'ın taraftarı deni­len, tevhidi dünya görüşünden ve bu görüşün gereği olarak reddedilmesi gereken çağdaş putlardan bahseden, ilk müracat kitabı kabul ettikleri Kurana Kerim'i anla­maya ve anlatmaya çalışan ve böylesine bir varoluşla göz­lerimizi ve gönüllerimizi aydınlatan yepyeni kimlikler orta­ya çıkmaktadır.

Asırlar sonrasında Rabbimizin lutfuyla meydana ge­len bu uyanış ülkeler tarihinin ötesinde, dünya tarihinin yeni bir dönüm noktasına yaklaştığını göstermektedir. Sa­nayi ve teknoloji çağlarının akabinde, dünya yepyeni bir çağa, yepyeni bir aydınlığa doğru ilerlemektedir.

Çünkü İlahi takdirin bir tecellisi olarak meydana ge­len bu olaylar, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen vaad ve yaidlerle ilgili Sünnetullah'ın tecellisine, bu Sünnetullah'ın ger­çekleşmesine zemin hazırlar bir istikamette gelişmektedir.

 

İslami Uyanışa Karşı Şeytani Hesaplar

 

Dünya müslümanlarının uyanışıyla ilgili olarak kısaca zikrettiğimiz bu vakıalan sadece biz mi biliyoruz?

Elbetteki değil!..

Bizim kısaca zikrettiğimiz bu vakayı çok daha geniş düzlemde ve olaylann detaylarına inerek araştıran dünya müstekbirleri, bu durumdan elbetteki haberdar olmakta ve elbetteki endişe duymaktadırlar. Yakın tarihte meydana gelen İran İslam Devrimi, dünya müslümanları için uyancı nitelik taşıdığı gibi, dünya müstekbirleri için de uyarıcı bir nitelik taşımıştır.

Yaşadıkları İran olayında, itibar ve menfaat düzlemin­de büyük zayiatlar veren dünya müstekbirleri, güçieri nisbetince benzer olaylarla bir daha karşılaşmama gayretini göstermektedirler. Nitekim bu gayret nedeniyledir ki, dün­yanın herhangi bir yerindeki İslami uyanışa ilgisiz kalma­makta, gizli veya açık müdahale gereği duymaktadırlar.

Peki, ne yapar bu müstekbirler?. Tabi ki şeytanın yaptığını ve yap dediğini!.. Çünkü müslümanlara karşı aynı şeytani mantıkla yak­laşmaktadırlar. Bu şeytani mantığın öngördüğü her yaklaşım mubah, her eylem meşrudur bunlar için. Bu nedenle (şeytana göre açık, dünya müstekbirlerine göre müphem olan İlahi hudutlar çerçevesinde) ellerinden geleni ardlarına koymak istemezler.

Şeytan ve dostlarına karşı uyanık olmaları emredilen müslümanların, öncelikle şeytani mantığı kavramaları gerekir. Çünkü geçmişte yaşanan ve dünya tarihinde yer alan örneklerde, şeytan ve dostlarının müslümanlara karşı farklı eylem biçimleriyle müdahale ettikleri görülse de, bu farklı eylem biçimlerine yön veren mantık, aynı şeytani mantıktır. Müslümanlann ve müstekbirlerin içinde bulun­dukları konum ve seviyeye göre şekillenen bu mantık kav­randığı zaman; günümüzdeki şeytan ve dostlarının hangi konumdaki müslümanlara, hangi mantıkla yaklaşacakları ve yaşanan zaman diliminde sahip olduklan imkanlarla, neler yapmak istenecekleri de kavranmış olacaktır.

Bu konudaki araştırmalarımızın ışığında, günümüzde­ki şeytan ve dostlarının hangi konumdaki müslümanlara, hangi mantıkla yaklaşacakları ve bu mantıktan hareket ederek imkanları dahilinde neler yapmak isteyecekleri konusunda genel olarak şunları söyleyebiliriz.,

 

Ferdi Müslümanlara Yaklaşımları

 

Cahili bir toplumda veya cahili bir çevrede Allah'ın lutfuyla şuurlanan bir müslüman, müstekbirlere göre vücu­da giren bir mikrop gibidir, ferd olarak yıkıcı bir tehlike arzetmese de, taşıdığı inancı söz ve davranışlarıyla etrafına tebliğ ederek, başkalarının da hidayetine vesile olabilece­ğinden, cahili toplumun birlik ve bütünlüğünü zedeleyebile­cektir.

Bu açıdan tehlikeli olan müslümanın, hem kendisine ve hem de çevresindeki insanlara dolaylı veya dolaysız yollarla müdahele edilmesi gereklidir. Çünkü kendisi "Müslü­man" oimakîa bizatihi tehlike taşıdığı gibi, bu müslümanla iletişim imkanı kurabilecek olan çevresindeki insanlar da "Müslüman olabilir" tehlikesini taşımaktadırlar.

Bu konuda yapılması gereken müdahelelerde, önce­likle dolaylı yoliar tercih edilir. Çünkü dolaylı yollarla yapılan müdahelelerle, müslümanlann ciddiye alınmadığı ve onlara hiç bir Önem verilmediği izlenimini yansıtabilecek­lerdir!. Nitekim önemle üzerinde durdukları husus, bu müs­lümanlara karşı gösterilmesi gereken tavıriann, yöneticiler tarafından değil, propaganda vasıtalarıyla şekillendirecekle­ri yönetilenler tarafından gösterilmesidir.

Bu şeytani mantıktan hareket ederek yaptıkları veya yapabilecekleri müdahaleler ise, genel olarak şunlardır.,

Basın ve yayın faaliyetleriyle bu konumdaki müslü-manlan, yaşadıkları çağı idrak edemeyen birer şaşkın,

dünkü güzellikten bahsettiği ve düne Özlem duyduğu için bugünden uzaklaşan birer gerici,

yaşanan realiteyi kabul etmeyen birer deli,

ne istediğini bilmeyen birer mecnun... olarak empoze etmek.,

Satm aldıkları veya kendi mantıklarına göre yetiştir­dikleri din görevlilerini unvan ve makamla yücelterek din adına konuşma yetkisini bunlara vermek,

samimi müslümanlann gündeme getirdikleri ve çevre­lerine iletebildikleri Rabbani gerçeklere, bu satılmışlar vasıtasıyla cahili yorumlar getirtilerek, Rabbani gerçeklerin in­sanlar üzerindeki etkisini azaltmak..

Bu müslümanların söz ve davranışlarını alaya almak,

onlara iftiralarda bulunmak.,

ve bu gibi yaklaşımlarla çevrelerinde bulunan insanla­rı onlardan uzaklaştırarak, onları yalnızlığa terketmek..

Bunlan belirttikten sonra bazı kardeşlerimizin aklına şu soru gelebilir.,

"Şeytan ve dostları bu müslümanlan, Rabbani mesajı çevrelerine iletmeden öldüremezler mi?"

Hiçbir şüphe ve kuşkunuz olmasın ki öldüremezler. Çünkü Rabbani mesaj Allah kelamıdır. Allah kelamını sus­turmak veya suskunluğa mahkum etmek ise ki bu yakla­şım Allah'ı susturmaya çalışmaktır bu mahluklann isteğiyle gerçekleşebilecek bir hadise değildir.

Buna izin verebilecek yegane merci olan şanı yüce Rabbimiz ise, İlahi mesajın insanlara ulaştırılmasını murad etmektedir. İlahi mesaj ulaştırıldıktan sonra meydana gele­bilecek öldürme vakaları ise mesajın bereketlenmesine ve daha bir hızlı genişlemesine neden olmaktadır.

 

Ferdi Müslümanların Çoğalması Karşısında

 

İlahi mesajın insanlara ulaşmasını engelleyemeyen ve bu konuda aciz kalmaya mahkum olan şeytan ve dostları, İlahi mesajın yaygınlaşması ve sadece Allah'a kulluk ede­rek, kendilerine kulluktan içtinap eden müsîümanların ço­ğalması karşısında, daha geniş önlemler alınması gerektiği­ne inanmaktadırlar.

Çünkü bulundukları konumda ferd olarak Allah'a kul­luk eden ve Allah'a kulluğa davet eden bu müslümanlar, ferd olarak potansiyel bir tehlike göstermemelerine rağmen, çoğalma istidadında olan bu ferdlerin bir çatı altında toplanmaları ve ciddi bir potansiyel tehlike meydana getir­meleri mümkündür.

Dünya müstekbirler için bu dönem, dikkate alınması gereken kritik bir dönemdir!.

Hiç vakit kaybetmeden yapılması gereken müdahale­ler yapılmalı, alınması gereken bütün önlemler alınmalıdır. Senaryolar yazılmalı, dekorlar hazırlanmalı ve oyuncular yerlerini almalıdır.

Bu dönemdeki çalışmalann hedefleri belirlenirken, bugüne ve yarına yönelik olmak üzere, iki ayrı boyutta belirlenir. Verecekleri mücadelede, tek yönlü bir cepheyi ter­cih etmezler. Çünkü bulundukları taraf ve karşı taraf ol­mak üzere her iki sahada da yapmaları gereken şeytani eylemler vardır. Bu konumlarda neler yaptıklarını ve neler yapmak isteyeceklerini maddeler halinde ve yine geneî olarak belirtmemiz gerekecektir.,

Bir / Öncelikle İlahi davetin yaygınlaşmasını önleyici tedbirler alınmalı ve hangi yolla olursa olsun davete olan ilgi ve davetin cazibesi azaltılmalıdır.

İlahi davetin beyan ettiği gerçeklere, tenkit ve eleştiri düzleminde karşı koyamıyacaklan İçin, kendilerine göre en kolay yol; İlahi daveti, davetçinin şahsında küçültmeye ve davetçinin şahsında eleştirmeye yönelmektir.

Bu yönelişte, İiahi daveti gündeme getirmelerine rağ­men davetin özünü ve espirisini kavramayan bazı kimseleri kullanabilecekleri gibi, müslüman olmadığı halde, müslü-man olarak empoze edecekleri serserileri de kullanabile­ceklerdir. Bunlara bazı sorular yöneltecekler ve bunların verdikleri cevapları eksilterek, çoğaltarak veya değiştirerek, istihza ile eleştirebilecekleri ve kolayca yutabilecekleri diş­lerine uygun bir lokma haline getireceklerdir.

İlahi davete olan ilgi ve davetin cazibesini azaltma noktasında aldıkları diğer önlemler ise, caydırıcı önlemler­dir. İlahi daveti gündeme getiren veya bu daveti kabul eden bazı müslürnanlan tutuklayarak, işkenceyle sorgulayarak, hapis ve ölüm cezaları vererek bu daveti gündeme getirmenin veya bu davete icabet ermenin ne kadar kötü ve ne kadar tehlikeli bir iş olduğu görüntüsünü verirler.

Tabi ki bu cezalandırmayı, kendilerine güç veren hal­kın onayıyla yapmaları gerekmektedir. Bunun yegane yolu ise, cezalandırdıkları bu insanların, affedilmez ve affedil­memesi gereken birer suçlu olarak gösterilmesidir.

Peki suçlan ne olacak?

Kendileri de bilmektedir ki, cezalandırdıkları bu kim­selerin sadece Allah'a kulluk yapmak ve sadece Allah'a kulluğa davet etmekten başka suçları yoktur. Müstekbirler bu gerçeği bildikleri gibi, bunu açıkça söylemeyeceklerini de bilmektedirler.

Hem nasıl söylesinler ki?

Cezalandırdıkları müslümanları göstererek.,

"Bunlar Allah'a ve Allah'ın hakimiyetine inanarak sa­dece Allah'a kulluk ediyorlar, bizim hakimiyetimizi redde­derek bize kulluktan içtinap ediyorlar ve sizleri de buna davet ederek bizlerin çıkar ve menfaatlerine zarar veriyorlar.." dedikleri zaman, halkın uyanacağı ve kendilerini düş­man bileceği aşikardır.

Bu durumda yaptıklan en şeytani hareket, kendi zu­lümlerine düşman olan müslümanları "Halk düşmanı" ola­rak empoze etmeleridir, Nitekim bu mantıktan hareket ederek, cezalandırdıklan müslümanların topluma karşı işle-

dikleri suçlann ne olduğu, şu beylik cümlelerle açıklanmak­tadır.,

"Bu anarşistler, bu hainler, sizin kanunlarınıza karşı gelip, sizin devletinizi yıkmak ve sizin düzeninizi boz­mak istiyorlar.."

Kendilerini yöneten devletin, kendilerini sömüren bir zulüm devleti olduğunu ve yürürlükteki şeytani kanunların, sömürüyü kolaylaştırmak istikametinde belirlendiğini bilme­yen insanlar; elbetteki bu gibi beyanatların tesirinde kala­rak, vatan ve millet haini anarşistlerin cezalandırılmasını onaylayabileceklerdir.

Şeytan ve dostlarının bu konuda karşılaştıkları en önemli güçlük, müslümanlara yönelttikleri suç isnadına, bazı deliller bulmaktır. Çünkü bu müslümanların elinde si­lah değil, Kitap bulunmaktadır ve işin kötü yanı, bu Kitap, halkın da benimsediği Kur'an-ı Kerim'dir. Ayrıca bu müslü­manların örgütsel bir yapılanmaları da yoktur.

Böylesi bir zor durumla karşılaşan şeytan ve dostları., müslümanlara iftira atmak, daha önce kendilerinin verdikleri veya yerleştirdikleri silahlan ortaya çıkararak bu silahları müslümanlara isnat etmek, meşru nedenlerle birbirini ziyaret eden ve birlikte olan müslümanları, gizli ve yıkıcı örgüt olmakla itham et­mek,

ve bu müslümanların arasına gönderdikleri ücretli veya ücretsiz gönüllüleri müslümanlarla birlikte yakalayıp, bu iftiracılara herşeyi itiraf ettirmek... gibi şeytani yollara başvurmaktadırlar.

İki / Tevhidin yaygınlaşması vakasıyla karşılaşan şeytan ve dostları, bu yaygınlaşmayı şehir ve bölgelere göre ve büyüme hızını dikkate alarak değerlendirmektedirler. Bu değerlendirme ile.,

hangi bölgede, hangi müslümanların müessir olduğu­nun tesbit edilmesi,

diğer müslümanlar üzerinde müessir olan bu müslü­manların sosyopsikolojik durumlarının tahliline göre satın alınmaları,

korkutularak pasifleştirmeleri veya değişik yollarla etkinliklerinin azaltılması yapila-gelen İşlerdendir,

Ne yazık ki, halkında müslüman olan ülkelerde böy­lesi şeytani müdahalelerin neticesiz kaldığını söyleyemeyiz. Kendilerine "Müslüman" denilmesine rağmen, Allah'ın aza­bı ve Allah'ın vaadi konusunda netleşemeyen bazı kimse­ler, müstekbirlerin azab veya vaadini ön plana çıkararak kendileri sapmakta ve çevrelerindeki insanları da saptır­maktadırlar.

Ayrıca, tevhidi yaygınlaşmanın hız kazandığı bölgele­re, resmi veya gayriresmi bel'amlann gönderilmesi ve hazırlanan senaryolar ile bu bel'amların, söz konusu bölgeler­de meşhurlaştırılması da, ertelenmez bir vazifedir bu müstekbirler için..

Üç / Şeytan ve dostları çok iyi bilmektedir ki, insan­lar ortak sorunlar ve ortak görüşler istikametinde bir araya gelebilirler. Bu gerçeği çok iyi bilen dünya müstekbirleri, müslümanlann gündemine müdahele ederek, bu müslü-manlara farklı sorunlar ve farklı görüşler empoze etmekte­dirler.

Gündeme getirdikleri ve yandaşları vasıtasıyla tutucu bir uslubla savunduklan görüşler, genel olarak İslami çerçevede zikredilen görüşler olmasına rağmen, bu görüşlerin İslami bütünlükten kopuk, tek boyutlu, zamansız, mekansız ve mükeliefsiz olarak gündeme getirilmesi, elbetteki rah­met olarak değil, zillet olarak değerlendirdiğimiz ihtilaflara neden olmaktadır. Ne gariptir ki, bu gibi gündem provo­kasyonlarına, samimiyetlerinden şüphe edilmeyen ve ken­dilerine aiim denilen bazı zavallılar da alet olabilmektedir!.

Dört / Dünya müstekbirleri "Yolculuğa çıkan müslü-manlardan, birisinin imam seçilmesi" prensibini siyasi bağlamda değerlendirip / her fırsatta gündeme getirerek; yol­larını ve yöntemlerini belirlememiş, kemiyet ve keyfiyet açısından bu seviyeye gelmemiş müslümanları, ham ve sun'i bir yapılanmaya sürüklemek isterler.

Her kuşa ayn ayn ve kamuoyundan gizli olarak ateş etmek yerine, bu yapılanmayla toplu hedef haline getire­cekleri ve kamuoyuna örgüt olarak lanse edecekleri bölge­sel hedeflere, gizliliğe gerek duymadan açıkça ve birer el ateş etmek istemektedirler. Bu yöntem onlar için hem daha kolay ve hem de daha verimli olmaktadır.

Beş / Tevhidin yaygınlaşması, davet eden ve davet edilen insanların zamanlarıyla ilgili bir hadisedir.. O halde bu insanların zamanlarına müdahele edilmesi, tevhidi anla­tacak ve tevhidi anlayacak zamanlannın mümkün olduğu kadar kısıtlanması gerekmektedir. Bunun sağlanması için., ekonomik baskılar yoğunlaştırılmakta,

"Geçim derdi", siyasi, ahlaki ve insani dertleri unuttu­ran ve çözümlenmesi gereken en acil ve en asli bir dert durumuna getilmekte, bu dert ile etrafına ve kendi haline bakmadan köleler gibi çalışan insanların yegane boş vakitleri olan geceleri ise, şeytani bir ninni vazifesini gören radyo ve televizyon programlarıyla işgal edilmektedir.

Altı / Çoğalma istidadında oldukları için kendilerinin hoşlanmayacakları ve kontrol altına alamayacakları bir ya­pılanmaya girmeleri mümkün ve muhtemel olan müslü-manları, kendileriyle uzlaşan ve kendi kontrollerinde bulu­nan grupsal yapılanmalara davet ederek, bu yapılanmalarda deşarj ve pasifize etmek isterler. Şayet böylesi yapıların yanısıra yeni yapılanmalara gerek varsa, çok örtülü ödenekten teşvik kredisi vermektedirler. Tabi ki en çok tasvib ettikleri yapılanmalar, şeytani kanunlar isti­kametinde şekillenen ve büyük şeytanın güdümünde olan politik yapılanmalardır.

Bu yapüanmalann onlara rahatsızlık vermesi bir yana, daha da rahatlamalarına neden olmaktadır. Çünkü oyun kendi sahalarında ve kendi kurallarına göre oynana­caktır.

Şeytani kurallara göre.,

"Durr" dedikleri zaman, durdurmaları,

"Suss" dedikleri zaman, susturmaları ve "Dağılım" dedikleri zaman, dağıtmaları mümkün­dür..

Neden rahatsız olsunlar ki!..

Yedi / Şeytan ve dostlarının dikkate aldıkları bir di­ğer husus, müslümanların gündemine giren "Ümmet" kav­ramıdır. Ümmet kavramı istikametinde şuurlanan rnüslü-manlar, dünyanın diğer bölgelerinde bulunan müslümanlara ve bu bölgelerdeki islami hareketlere ilgi duymakta ve bölgesel çalışmalarına, ümmetin genelini dik­kate alarak yön vermek istemektedirler. Bu nedenledir ki, uluslararası düzlemde varlığını hissettiren teşkilatlara sem­patiyle yaklaşmakta ve onların temsilcilerini, oniarla iletişime girmenin verdiği sevinç ve heyecanla dinlemektedirler. Dünya müslümanlarının bu yaklaşımını bilen dünya müstekbirleri, bu yaklaşımın getireceği zararlardan sakın­mak ve bunun da ötesinde bu yaklaşımdan faydalanabil­mek için, kendileriyle uzlaşan ve İslami görüntüde olan bazı teşkilatları, dünya genelinde popüler hale getirmekte, bu teşkilat mensuplanmn her ülkeyi doiaşmalanna, oturum almalarına ve kendi istekleri doğrultusunda girişimlerde bu­lunmalarına kolaylık sağlamaktadırlar.

Nitekim İsİam'a karşı düşmanca yaklaşan ülke yöneti­cileri, bu düşmanlıklarına rağmen, İslami görüntüdeki bu teşkilat temsilcilerine kapılarını açmakta ve onların çalış­malarına müsamaha göstermektedirler.

Bu uzlaşmacı ve satılmış teşkilatların temsilcileri, ulus­lararası bei'amlar niteliğindedir. Yöresel bel'amlardan fark­ları, çalışma düzlemlerinin çok daha geniş olmasıdır. Ayrı­ca dünya müslümanlarının nezdinde uluslararası bir itibar görmeleri için, dünya müslümanlarınca sevilen ve yakın ta­rihte yaşamış olan Seyyid Kutub gibi salih kimselerin bazı görüş ve eserlerinin arkasına da gizleneb ilmektedirler.

Meselemizle ilgili olarak, bu satılmış teşkilatlara göre; tevhidin yaygınlaştığı her ülke, acil görev sahasıdır. Ma­dem ki bu bölgelerde ferd ferd muvahhidler çoğalmakta, bu muvahhidleri popüler bir çatı altında toplamak ve sapık vadilere sürüklemeye çalışmak, bu satılmışların görevleri­dir. Bu satılmışlar, iletişim imkanı kurdukları müslümanla­ra, Öncelikle çok samimi bir şekilde yanaşırlar. Bu müslü-manlann dertlerini ve gereksinmelerini dinleyerek, onlara yardımcı olabileceklerini bildirirler.

Yardımcı olurlar mı?. Elbetteki olurlar..

Çünkü şeytani planlan, bunu gerekli kılmaktadır. Müslümanlar üzerinde müessir ve yetenekli gördükleri kimselere, bol vaad ve maddi yardımlarda bulunarak, bun­ların daha geniş çalışmalara ve ciddi yapılanmalara yönel­melerini isterler.

Zayıf karakterdeki kimselere götürecekleri teklifler, elbetteki şartlı tekliflerdir. Fakat diğer tarafta şartlı teklifleri kabul etmeyecek müslümanîar da vardır!.

İşte bu müslümanlara, genel olarak ön şartlar ileri sürmezler. Çalışmanın ve yapılanmanın şekli veya çizgisi konusunda, bu müslümanları muhayyer bırakırlar. İşte bu teklifi kabul etmeme ferasetini gösterebilecek müslüman­îar, ne yazık ki çok azdır. Çünkü kendilerine şartsız yar­dım teklif edilmektedir. Hiçbir şarta bağlı olmayan bu yar­dımı neden reddedsinler kiî.

Nitekim çoğu zaman kabul edilir bu teklifler. Yardım­lar alınır, çalışmaların boyutları genişletilir ve yeni yapılanmanın hazırlıkları tamamlanır.

Karşılaştıkları bu İmkanları, kendi imkanlan zanne­den müslümanların, ayaklan yerden kesilmiş artık. Bu imkanlarla hemencecik büyüdüklerini, büyüyebildiklerini zan­netmekte ve büyük özlemlere doğru koşturmaktadırlar!.

Oysa ki, kendilerini bu harekete sevk eden itici güç, kendi güçleri olmayıp, bu satılmışların elindeki ve kontro­lündeki bir güçtür. Bisikletle çalışmaktan, arabayla çalış­maya terfi etmişlerdir, etmişlerdir ama,

benzin musluğu bu teşkilatların elindedir. Benzin ke­silirse, arabayı kendi güçleriyle götüremiyeceklerini de gö­rerek anlamışlardır artık. Çünkü bulunduklan seviyede sa­hip   oldukları   kendilerine   özgü   güçleri,   sadece   pedal çevirmeye yetebilen bir güçtür..

Bisiklet pedalla gidiyordu ama, araba pedalla gitmez ki!..

Geriye dönüş olmayacağı, olamayacağı için, benzinin kesilmemesine özen göstermek zorundadırlar. Fakat ne var ki, o zamana kadar susan ve benzin musluğunu elinde tutan güçler, konuşmaya başlamışlardır artık.,

Yapılanmanız güzel, güzei ama, şu, şu .. arkadaşla­rın daha pasif görevlere alınması lazım. Haklannda şikayet ve olumsuz rapor var da!.

Çizginizi tasvib ediyoruz, ediyoruz ama, belli bir dö­nem şunlara karşı müsamahakar davranmayı daha faydalı görüyoruz.

Bakın size Ahmed Fuat isminde çok akıllı, çok sami­mi ve çok cevval bir kardeş getirdik. Size yardımcı olacağı­na ve iyi geçineceğinize inanıyoruz!.

Şunlarla iyi geçinmenin ve onlann bazı isteklerinin şimdilik yerine getirmenin, taviz vermeyle ne ilgisi var? Niye bu kadar yoz düşünüyorsunuz?

Ahmed Fuat kardeşinizin verdiği yönetim değişikli­ğiyle iigili raporu kabul ediyoruz. Hayırlı olsun!..

Tabi ki hayırlı olmuyor!.

Müslümanların samimi çabalarıyla kurulmasına rağ­men, müslümanlann saptırıldıkları ve pasifize edildikleri bir duruma gelen yapılanmada,

ne hayır olsun ki?

Sekiz / Tevhidin yaygınlaştığı ve ferdi müslümanla­nn çoğaldığı bölgelerde, şeytan ve dostlarının yanna yöne­lik hedefleri gözeterek yerine getirdikleri bir diğer çalışma ise, muhtemel cemaatleşme tehlikelerine karşı imam adaylan hazırlamaktır. Müslümanlar illa bir imam arayışına ge çerlerse, bu talebi karşılamak, onlar için bir zevk ve sevim, kaynağı olacaktır. Bunun için münasip gördükleri tipleri meşhuriaştırmak ve onları taviz vermeyen birer kahraman olarak empoze etmek isterler.

Tabi ki, bu zor değildir onlar için..

Nitekim son yüzyıldaki birçok sendikal faaliyette bu yöntemi takip eden kapitalistler, oldukça verimli neticeler­le karşılaşmışlardır. Patrona karşı İçinden küfreden işçüer, patrona sokaklarda ve patronun yüzüne karşı küfreden kimseyi kahraman kabul etmekte ve onun etrafında topla­narak, ne yapmaları gerektiğini ondan sormaktadırlar. Oysa ki patronun izniyle, patronun yüzüne karşı küfreden bu kimse, patronun köpeğidir. Patron böyie bir yalancı kahraman türetmekle, kendisine karşı olan hareketi, bu köpek ile kendi kontrolüne almış olmaktadır.

Fakat ne var ki, aynı mantıkla siyasi düzlemde imam adayları yetiştirmeye çalışan dünya müstekbirlerinin bu hesaplan, mü'minlerin feraseti ile boşa çıkabilecek hesaplar­dır. Çünkü onların bu konuda anlayamadıkları ve mü'min olmadan anlayamayacakları bazı İlahi gerçekler vardır.

 

İslami Cemaatlere Karşı

 

Tabi ki bu başlıkta kastettiğimiz İslami cemaatler; İs-lami görüntünün fevkinde bulundukları konumun fıkhını yaşayan, yukarda zikrettiğimiz uluslararası satılmış teşkilat­lara ve müstekbirlere bağımlı olmayan cemaatlerdir.

Bu gibi cemaatleri, devlet konumundaki müslümanlardan ayıran ana unsur topraktır. Cemaat fıkhını yaşayan bu müslümanların, kendilerine özgü toprakları veya diğer bir değişle vatanlan yoktur. Ki bir anlamda bunun müca­delesini vermekte ve bu hedefe doğru ilerlemektedirler.

Bu cemaatlerin yapılanmaları, İslami kendi ülkeleri için şimdilik bir tehiike görmeyen batılı ülkelerde olabilece­ği gibi, Ortadoğudaki ve benzeri yerleîdeki ülkelerde de olabilir. Safların ayrıldığı ve fiili mücadelenin başladığı böl­gelerdeki İsiami cemaatlere karşı dünya müstekbirlerinin ilk yaklaşımı "Dejenere etme" veya "Yok etme" esası üzeri­ne dayanır. Sıcak müdahale gereği duyarak askeri imkan­larını kullanmasına rağmen yok etme noktasında aciz kal­dığı cemaatlere karşı, siyasi düzlemde yaklaşmakta ve onları hedeflerinden saptırmak istemektedirler.

Afganistan hadisesi bunun açık bir örneğidir.

Silaha boyun eğmeyen ve illa İslam' diyen Afganlı mücahidlerin bu istekleri, müstekbirler istese de istemese de gerçekleşebilecek isteklerdir. 0 halde bütün yollar de­nenmeli ve mücahidlerin bu istekleri dünya emperyalizmi­ne zarar vermeyecek bir şekilde kendilerine takdim edilme­lidir. Çünkü bilmektedirler ki, kendi kontrolleri dışında kurulacak bir İslam devleti, kendileri için büyük bir dert olacaktır. Halbuki kendilerinin empoze edeceği Pakistan veya Suud modeli bir İslam (!), kendilerine zarar vermeye­ceği gibi, kendilerinin bölgedeki jandarmalığını da yapabi­lecektir.

Değişik nedenlerle fiili mücadelede bulunmadıkları İs­lami cemaatlere karşı yaptıkları müdahalelerin en tehlikeli­si, bu cemaatlerin yapısına ve yönetimine yönelik müdaha­lelerdir. Bu nedenle birçok satılmışları bu cemaatlerin içine gönderirler. Bunlardan bir kısmının görevi, cemaat içinde fitne ve ayrılık çıkarmaktır. Bunları tanımak çoğu zaman mümkün olur. Gerçi bunlann tanınması, müstekbirler için önemli değildir.

Çünkü bunlar ucuz ve bol adamlardır!.

Asıl Önem verdikleri, yönetime dahil ettikleri adam­lardır. Bunların ikinci bir emre kadar gösterecekleri tavır­lar, samimi ve muttaki birer müslüman görünümünü ver­mektir. Haksızlığa karşı çıkacaklar, fitne ve fesadı önlemeye çalışacaklar, kendilerine tağut tarafından bildiri­len bazı olayları, ajanları ve tuzakları, keskin ferasetlerine (!) nisbet ederek veya "Rüyamda şöyle bir ikaz gördüm" di­yerek müslümanlara iletecekler ve müslümanlan büyük bir tehlikeden uyarmış olarak, gözde kahramanlar durumuna getirileceklerdir.

Müstekbirlerin böylesi yöneîişlerdeki hedefleri gayet açıktır.

Cemaat içerisinde "İkinci adam" durumuna gelecek kimseleri yetiştirmek veya diğer bir deyişle kendi adamları­nı, cemaat içersinde "İkinci adam" durumuna getirmektir. Çünkü bunu gerçekleştirdikleri zaman, birinci adama mü­dahale ederek cemaatin kontrolünü ikinci adama devret­meleri, yani ellerine geçirmeleri mümkün olacaktır,

Şeytan ve dostlarının, cemaatlere yönelik müdahale­lerinde daha başka boyutlar olmasına rağmen, bunları açıklamayı şimdilik gerekli görmüyoruz.

 

İslam Devletine Karşı

 

Müslümanların devlet konumuna gelmesi, dünya müstekbirlerinin en hoşlanmadıkları, en çok endişe duy­dukları ve korktukları bir durumdur. Fakat istemeseler de bu durumla karşılaşmışlardır. Kuvvet kullanarak bu yapılanmayı yıkmaları da mümkün değildir. Çünkü kuvvet kul­lanarak halledebilecekleri bir meseie olsaydı, zaten bu ya­pılanmanın oluşumuna izin vermezler, teşekkül etmeden yıkmaya çalışırlardı.

Fakat karşılaştıkları İslam devrimi, tavandan tabana yansıyan değil, tabandan tavana yükselen, yani halkla bü­tünleşen bir devrimdir. Şayet tavandaki bir azınlığın ger­çekleştirdiği bir devrim olsaydı, birçok ülkede olduğu gibi sadece bu azınlığa müdahale ederek, devrimi sıfırlamaları mümkün olabilirdi. Ancak bize göre Sünnetullah, dünya müstekbirlerine göre ihmalkarlık, talihsizlik, bazı yanlış ve eksik müdahaleler nedeniyle bu devrim gerçekleşmiş ve İs­lam devleti kurulmuştur.

Devlet gücünün ne olduğunu bilen ve dünya üzerin­deki sömürülerini bu güce dayanarak sürdüren müstekbir-1er, müşahhas olarak gördükleri böylesi bir devlet gücünün İslam'ın kontrolüne geçmesini, elbetteki büyük bir tehlike olarak algılamaktadırlar. Bu müstekbirlere göre söz kr-ıiMj tehlike, bölge ülkelerini tehdit ettiği gibi bütün dünya ülke­lerini de tehdit etmektedir. Gerekirse ekonomik, siyasi, ik­tisadi ve kültürel tehlikeler olarak gruplar halinde açıkiıya-bileceğimiz bu tehlikelerin bazılarına kısaca şu şekilde değinebiliriz.,

Şayet bazı şeytani müdahalelerde bulunulmazsa, İs­lam devleti ekonomik güç bakımından dünyanın en güçlü devleti haline gelebilecektir. Çünkü bencilliği yadırgayan ve devletin maslahatını kişisel maslahatlann çok fevkinde tutan insanlardan meydana gelen bir toplumun, gerçekleş­mesi mümkün ortak idealler istikametinde hareket etmesi, bu toplumu kısa zamanda söz konusu düzleme getirebile­cektir.

Bu konuda Japonya veya Almanya örneğini vererek "Onlar gibi.." ifadesini kesinlikle kullanmıyoruz. Çünkü İslam devletinin bu meseleye yaklaşımı onlardan çok farklı olduğu gibi, İslam devletinin sahip olduğu imkanlar, birçok boyuttan onların sahip olduklarından çok daha fazladır.

Yaklaşımdaki farklılık, İslam devletinin ekonomik güçlenmeyi yegane hedef veya en keskin ifadesiyle bir put olarak telakki etmemesidir. Meseleye bu şekilde yaklaşma­malarına rağmen, İlahi vahyin ışığındaki çalışmalan, onları İlahi vaadlere mazhar edecek ve vahye göre bolluk ve be­reket olarak nitelendirilen, ekonomi literatürüne göre ise "Süper ekonomik güç" olarak kabul edilen düzleme getire­bilecektir.

Sahip oldukları İmkanlardaki farklılıklar ise, İslam toplumunu meydana getiren müslümanlar ile, diğer top­lumları meydana getiren insanlar arasındaki keyfiyet düzle­mindeki farklardır. Ki bu farkların en önemlisi, sadece dünyayı gözeterek çalışan insanların azim ve fedakarlıklan ile, dünyayı ve ahireti gözeterek çalışan insanların azim ve fedakarlıktan arasındaki muhteşem farktır. Ayrıca, yöneti­cilerin adaletleri ve dünyevi beklentileri boyutundaki fark­lar ise, günümüz müstekbirleriyle kıyaslanamıyacak farklar­dır.

Tabi ki bütün bu farkların en görkemlisi, ifade eder­ken gurur duyduğumuz İlahi vahyin erişilmez üstünlüğü-,, dür. Mesela, İslam devletinde faizin yasaklanması, kapita­list ülkelerde hüküm süren paranın kutsiyetini ve gayrimeşru hakimiyetini inkar ederek, paranın gayrimeşru hakimiyetinden kaynaklanan kapitalist sınıflaşmayı ve bu sınıfın zulmünden meydana gelen pahalılığı ve enflasyonu Önlemiş olmaktadır.

Aynca günümüzdeki İslam devletinin, geçmiş dönem­lerdeki İslam devletlerinden çok daha farklı ve hızlı bir bi­çimde kalkınmasına neden olabilecek bir teknoloji vakası vardır.

Günümüzde teknolojiye olumsuz olarak bakan ve tek­nolojiyi put olarak kabui eden müslümanlar bulunmaktadır. Bu bakış açısı, teknolojiyi sömürü vasıtası olarak kullanan dünya müstekbirlerinin yönlendirdiği teknolojiye karşı, sağ­lıklı kabul edebileceğimiz bakış açısıdır. Ancak bilinmesi gerekir ki, teknoloji bizatihi bir put değil, putlaştınlmış bir vakadır.

Müstekbirlerin şeytani amaçlarına göre kullanılan tek­noloji, elbetteki insanın değerini makina karşısında küçült­mekte ve emeklerinden başka güçleri olmayan dünya mus~ tazaflarını, kendilerinin sahip olamadıklan güçlü olan makinalar karşısında zillete düşürmektedir. Ne var ki şeyta­ni maksatlara göre kullanıldığı zaman zillete neden olan teknoloji, İlahi hudutlara göre şekillendirilip, Rabbani mak­satlara göre kullanıldığı zaman, rahmete neden olabilecek ve İslam devletinin kalkınmasına önemli bir hız katabile-cektir. Bunu anlamak için fazla akıllı olmaya da gerek yok­tur!.

Herhangi bir ülkenin potansiyelini yetersiz, yetkin ve aşkın olmak üzere üç aşamada değerlendirebiliriz. Kendi potansiyelleri, iç ve dış müdahalelerle kendilerine yetersiz olan ülkeier olduğu gibi, yeterli veya aşkın potansiyele sa­hip ülkeler de vardır. İslam devletinin cahili ihtiyaç mantı­ğından sıynlarak, toplumun asli ihtiyaçlarına yönelmesi ve bu ihtiyaçlan giderirken teknolojiden faydalanması, yeterli Potansiyelin çok üstünde aşkın bir potansiyel meydana gelirecektir. Çünkü günümüz şartlarında İslam toplumunun asli ihtiyaçlarının karşılanması, teknolojik imkanların bu­lunmadığı geçmiş dönemlere göre çok daha kolaydır. Geç­miş dönemlerde bir toplumun bitkisel ihtiyacını karşılamak için, o toplumun yüzde yetmişinin ziraatle uğraşması gere­kirken, teknolojik imkanları kendi istekleri doğrultusunda kullanabilecek olan günümüz toplumunun yüzde onunun ziraatle uğraşması yeterli olacaktır. Geçmiş dönemlerde bir ayakkabıcının bir yılda bitirebüeceği yüz çift ayakkabı, günümüz atelyelerinde çalışan on ayakkabıcı tarafından bir günde bitirilebilmektedir. Giyim ve konut ihtiyaçlarının karşılanmasında da benzeri birçok kolaylıklar vardır..

Bütün bu örneklerden açıkça şu gerçeği anlamamız gerekir ki; teknolojik imkanları Rabbani amaçla kullanan ve müstekbirler tarafından sömürülmeyen bir toplumun asli ihtiyaçlarının karşılanması için, mevcut iş gücünün yüzde kırkının kullanılması fazlasıyla yeterli olacaktır. Geri­ye kalan yüzde altmışlık iş gücünün bugüne ve yarına yö­nelik akıllıca ve samimi hedefler istikametinde kullanılması ise elbetteki aşkın ve yüksek bir potansiyel meydana geti­rebilecektir.

İslam devletinde meydana gelen bu yüksek potansi­yelin, vahyin belirlediği İlahi hedeflere göre kullanılmasının dünya genelinde meydana getireceği İslami etkinlik, tabi ki dünya mustazaflanmn İslam gerçeğiyle uyanmalarına, güç­lenmelerine ve müstekbirlerin şeytani düzenlerini yerle bir etmelerine neden olabilecektir. Dünya müstekbirlerihin ekonomiye dayalı bölgesel planlarını bozabilecek bu eko­nomik etkinlik, elbetteki siyasi etkinlikler gibi diğer ideolo­jik etkinliklere de olumlu bir zemin hazırlıyarak, bu etkin­liklerin artmasına neden olacaktır.

Hangi dinde olurlarsa olsunlar, akıllarıyla veya duy-

îUİanyla ideal bir toplum modeli arayışında bulunan dünya insanları, kendilerini İslam'a davet eden mübelliğin Rabba­ni kimliğinden ve bu kimliğin getirdiği güzelliklerden etki­lendikleri gibi, açıkça müşahade edebilecekleri İslami top­lum modelinden de etkilenebileceklerdir. Çünkü yaşanan İlahi hükümlerin bir tecellisi olarak, yüksek bir potansiyelle dünyaya yansıyacak olan bu aydınlık,

şeytan ve dostlarının örtüp-gizleyemiyecekleri bir ay­dınlık olacaktır.

Sadece bir kısmını belirttiğimiz bu tehlikelere karşı dünya müstekbirleri ne yapmak isterler ve ne yaparlar ?

Tabi ki daha önce şartlı olarak zikrettiğimiz gibi, elle­rinden geleni ardlarına koymak istemezler. Yaptıkları ve yapmak istedikleri şeytani müdahalelerden bazılarına, yine maddeler halinde ve kısaca değineceğiz.,

Bir / uunyayı ve dünyada meydana gelen olayları genel olarak materyalist bir anlayışla değerlendiren dünya müstekbirleri, herhangi bir bölgede vuku bulan İslam devri­mini, söz konusu bölgedeki güçler dengesinin İslam'ın lehi­ne değişmesi olarak kabul etmektedirler. Ki bu değişiklik siyasi veya askeri güç düzleminde olabileceği gibi, her iki­sini bünyesinde taşıyan genel bir düzlemde de olabilir.

Dünya müstekbirleri siyasi düzlemde meydana gelen değişikliklere, askeri düzlemde veya askeri düzlemde mey­dana gelen değişikliklere, siyasi düzlemde müdahale ede­rek, güçler dengesini kendi lehlerine çevirebilme fırsatına sahip olmalarına rağmen; siyasi ve askeri düzlemde mey­dana gelen genel değişiklikler karşısında çoğu zaman aciz kalmaktadırlar. Bu durumda benimsedikleri yol; şimdiki zamandan ziyade, gelecek zamana ait ciddi hedefler belh mek ve bu hedefler istikametinde çalışmaktır.

İslam  devriminin gerçekleşmesini,  bölgedeki dengesinin İslam'ın lehine değişmesi olarak algılayan dür ya müstekbirleri, devrime karşı olan muhalif birçok yap| nın veya gücün bulunduğunu da kabul etmektedirler.

Yarına yönelik en ciddi hedefleri, bölgedeki güçle» dengesini muhalefetin lehine çevirebilmektir. Tabi ki bunl yapabilmeleri için, muhalefeti aynı hedefe yöneltip ve bunlara yardım ederek güçlendirmeye çalışmaları gerektiği gibi, bölgede hakim olan İslami cepheyi bazı entrikalarla parçalamaları ve aynı zamanda iç ve dış müdahalelerle zayflatmaya çalışmaları da gerekecektir,

İslam devrimine karşı yapılabilecek olan sabotajlar, siyasi entrikalar, ambargolar ve dünya müstekbirlerinın dürtmesiyle meydana gelebilecek savaşlar, zikrettiğimiz şeytani yaklaşımın hedefine ulaşabilmesi için yapılagelen müdahalelerdir. Bu gibi müdahalelerle yarına yönelik gö­zettikleri hedef, bölgedeki güçler dengesinin İslam'ın aley­hine değişmesidir.

İki / Şeytan ve dostlan, müslümanlar hangi konum­da olurlarsa olsunlar, bu müslümanların sahip oldukları potansiyelden rahatsız olmuşlardır. Ancak şeytan aleyhilla-neye göre müslümanların potansiyele sahip olmaları tehli­ke arzetse de, en büyük tehlike müslümanların sahip; ol­dukları bu potansiyeli yerli yerinde kullanmalarıdır.

Ferd halindeyken kendi kişisel potansiyelini yerli ye­rinde kullanmakla mükellef olan bir müslüman, İlahi takdir gereği müslümanlann imamı durumuna geldiği zaman, kendi tasarrufunda bulunan cemaat veya devlet potansiye­lini de yerli yerinde kullanmakla mükelleftir. Sadece bu sorumluluğu belirttikten sonra, imamet için zikredilen şartla-nn, ne kadar gerekli ve elzem şartlar olduğunu anlayabili­riz. Çünkü bu sorumluluk, peygamberler dışındaki kimsele­rin hakkıyle yerine getirebilecekleri ve gereğini yapabilecekleri bir sorumluluk değildir.

Kendisini gıpta ederek sevdiğimiz ve rahmetle andığı­mız Hz. Ömer (r.a.) bile, halifeliği sırasında beytülmalde toplanan bütün ganimetleri geçeği beklemeksizin müslü-manlara dağıtmakla, (şu an ki bildiklerimize göre) yanılgı olarak nitelendirdiğimiz bir tatbikatta bulunmuştur.

Hz. Ömer (r.aj'ın bu tatbikatı, Resulullah (s.a.v.)'in sünnetinde bulunan bir tatbikat olmasına rağmen, farklı konumlarda bulunan cemaatlerde tekrar edilebilecek bir tatbikat değildir. Herhangi bir İslam cemaati ihtiyaç içer-sindeyse, beytülmalde toplanan potansiyel, elbetteki önce­likle bu İslam cemaatine yansıtılacaktır. Nitekim Resulullah (s.a.v.)'in Medine tatbikatı, genel olarak bu çizgide gerçek­leşen bir tatbikattır. İhtiyaç sahibi olmamalanna rağmen verdiği kimseler ise, gerektiğinde İslam için herşeyini vere­bilen veya kalpleri İslam'a ısındınlmak İstenen kimselerdir. Şayet İslam cemaati ihtiyaç içersinde değilse, beytülmalde toplanan yüksek potansiyelin bütünüylü İslam cemaatine yansıtılması, bu cemaati gevşetip/sefahata sürükleyebilece­ğinden, makul karşılayacağımız bir tatbikat değildir. Kaldı ki Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bazı hükümlerde ve örnek­lerde beyan edildiği gibi, bu yüksek potansiyelin İslam'ın bütün bir yeryüzünde hakim olması istikametinde ve devle­tin kontrolünde kullanılması gerekmektedir.

İslam devletinin, sahip olduğu potansiyeli ve imkanla-n yerli yerinde kullanması, elbetteki şeytan ve dostlarının karşılaşmak istemedikleri bir durumdur. Bu nedenle müdahale etmek veya kontrol altına almak istedikleri ilk unsur, İslam devletinin sahip olduğu potansiyeldir. Çünkü müda­hale etmedikleri zaman, bu potansiyelin yükselip/ genişleyebileceğim ve yine müdahale etmedikleri zaman, bu potansiyelin kendilerine karşı kullanılabileceğini dikkate alırlar. O halde bu potansiyelin artmasını önlemek ve bu potansiyelin deşarj edilebileceği sahalar ve yöntemler belir­lemek gibi hedefleri vardır.

İslam devleti, sahip olduğu potansiyelle silahı dolu bir avcı gibidir bunlar için!. Hedef olarak kendilerini göster­diklerinde veya hedef olarak görüldüklerinde bu kurşunla­rın kendilerine yöneleceğini bilirler. Bu nedenle kendileri­nin bizatihi bulunmadığı çalılara taş atarak,  avcının bu çalılara devamlı ateş etmesini ve bu gibi yapay hedeflerde kurşununu   tüketmesini   isterler.   İslam   devletinin   içinde veya dışında bulunan kendi dostlannı ve kuklalarını bu Önemli konuda seferber ederler. Bunların görevi İçde ve dışta yapay tehlikeler veya gerçekleşmez hedefler oluştur­mak ve îslami potansiyeli bu gibi vadilerde deşarj etmek­tir.

Üç / İslam devletinin kurulması, sahip oldukları inan­cı ve bu inancın gerektirdiği mücadeleyi, evrensel düzlem­de değerlendiren müslümanlar için elbetteki açık bir rah­met niteliğinde olacaktır. Bu bilinçle İslam devletini destekleyecekler ve onların ümmete yönelik beyanatlarını dikkate alacaklardır.

Meseleyi evrensel düzlemde değerlendiren müslümanlara yönelik şeytani oyunların ne olduğuna değinir­ken; ismi İslam olan bazı teşkilatların, müstekbirlerin des­teğiyle dünya genelinde popüler bir duruma getirildiğinden ve bunların müslümanlar üzerindeki şeytani hesaplarından kısaca söz etmiştik. Tabi ki İslam devletinin ortaya çıkma­sı, bu satılmış teşkilatların dünya müslümanları üzerindeki şeytani etkinliklerini azaltacak ve hileli düzenlerinin açığa çıkmasına neden olacaktır.

Bu durumda bazı senaryolar hazırlanmalı, provakas-yoniar tertip edilmeli ve sonuç olarak İslam devletinin kav­mi veya mezhebi bir devlet olduğu, acil yardıma muhtaç olan müslümanlara yardım etmediği, onlara ilgisiz kaldığı ve bunun da Ötesinde onları sattığı gibi görüntüler verilme­lidir. Çünkü böyle bir görüntüyle, İslam devletinin dünya müslümanları üzerindeki etkinliğini azaltmak ve satılmış teşkilatların şeytani etkinliklerini devam ettirebilmek müm­kün olacaktır.

Dört / Şeytan ve dostlarının, cahili bir toplumda Al­lah'ın lutfuyla şuurlanan müsîümanları yalnız bırakmak ve çevreyle ilişiğini kesmek istikametindeki müdahaleleri, daha geniş bir düzlemde İsiam devletine karşı da tatbik edilmektedir. Nitekim İslam devletini dünya kamuoyunda küçük düşürmek ve gölgeleyebilmek için insani ve ahlaki ölçülerle bağdaşmayacak girişimlerde bulunurlar.

İslam devletiyle ilgili yanlış veya eksik görüntülere şeytani yorumlar getirmek, iftiralarda bulunmak ve yalan haberler türetmek, tarafsız(!) basınyayın organlannın asli vazifeleridir. Bütün bu vazifeleri şeytana ibadet aşkıyla ye­rine getirirler. Biricik hedefleri İslam devletini dünya kamu­oyuna yanlış empoze etmek ve dolayısıyla İslam devletine karşı menfi yaklaşımların ve düşmanlıkların meydana gel­mesine vesile olabilmektir.

Beş / Dünya müstekbirîeri, İslam devletinin yöneti­mine karşı güçleri nisbetince müdahale etmek isterler. İs­lam cemaatinin yönetimine karşı yaptıkları bazı müdahaleleri daha önce zikretmiştik. İslam devletine karşı elbetteki daha ciddi ve daha uzun hesapları vardır.

Yönetime karşı verecekleri mücadelenin, öncelikle kendilerine uygun şartlannı oluşturmak isterler. Birinci he­defleri yönetimi yıkmak değil, yönetimi yıkmak için yapa­cakları müdahaleye uygun zemin hazırlamaktır. Bu konu­da birçok müslümanın göstermediği sabrı da gösterebilirler.

Yaptıklan şeytani hesaplar, genel olarak yanna yö­nelik hesaplardır.

Ellerindeki şeytani silahların menzilini bildikleri için Öncelikle hedefin yaklaşmasını veya hedefe yaklaşmak is­terler. Şayet müslümanlann başında müslümanları kuşa­tan, bir araya toplayabilen ve onlar üzerinde sevgiye ve saygıya dayanan bir otorite kurabilen yetkin bir imam var­sa, bazı şeytani planları için bu imamın ölmesini de bekle­yebilirler. Yeni yönetimde meydana getirebilecekleri İhti­laflar   ve   İslam   cemaatini   parçalamaya   yönelik   fesat rüzgarları için, imamın ölmesi muhtemel bir fırsat veya uy­gun bir zamanlamadır şeytan ve dostları için.. Nitekim İs­lam tarihinde müşahede ettiğimiz fitne ve fesat rüzgarları­nın,   Resulullah   (s.a.v.}'in   vefatının   akabinde   meydana gelmesi elbetteki tesadüfi olaylar değildir.

Altı / Dünya müstekbirleri İslam devletinin dünya müslümanlarıyla sıhhatli bir diyalog kurmalarını da engelle­mek isterler. Bu konudaki ilk hedefleri, İslam devleti ile dünya müslümanları arasındaki muhtemel mezhebi veya meşrebi farkhhklan körükleyerek bel'amlar vasıtasıyla aşın boyutlarda lanse etmek ve iki tarafı birbirinden uzaklaştır­maya çalışmaktır.

Tabi ki sadece bunu yeterli görmezler!.

Çünkü bu şeytani propagandalara rağmen yine de İs­lam devletini dikkate alan samimi ve bilinçli müslümanlar olabilecektir. Bu varsayımdan hareket ederek belirledikleri ikinci hedef daha tehlikelidir. Bu hedef söz konusu diyolo-ğu, kendi adamlan vasıtasıyla gerçekleştirmeleridir. Bunu gerçekleştirebilmeleri, iki boyutta çalışmalarıyla ve görüş­mek isteyen iki tarafa da kendi adamlannı gönderebilmele-riyle mümkün olacaktır.,

İslam devletine gönderecekleri münafıklann görevi, öncelikle muttaki birer dava adamı gözükmeleri, içinde bu-lunduklan cahiliyeden uzun uzun dert yanmalan, mensup olduklan ülkenin toplumsal yapısı, kültürü, ananeleri ve bu ülkede yaşayan müslümanlann durum ve seviyeleri hakkın­da yanlış ve yanıltıcı bilgiler vermeleri ve sonuç olarak kendilerine verilecek her vazifeyi şeref lef!) yerine getirecek­lerini ifade etmeleridir..

İslam devletiyle diyalog kurmak isteyen dünya rnüslü-manlanna gönderebilecekleri adamlar ise, ya yukarıda be-lirtiğimiz münafıklar olacak veya İslam devleti vatandaşı gözükmesine rağmen İslam düşmanı olan ve bu düşmanlık nedeniyle dünya müstekbirleriyle işbirliğine girerek oturum aldıkları ülkelerde yaşayan müslümanlara şeytani planlarla yaklaşan ve onlara müslüman gözüken satılmışlar olacak­tır..

Ne yazık ki, şeytan ve dostlannin müessir olduğu bu diyaloglar, bazı ülkelerdeki müslümanları yanlış vadilere sü­rükleyebilecek, onların zamansız yapılanmalanna, gereksiz Örgütler kurmalanna ve İslami tebliğe muhtaç olan insanlan İslam'a maledecekleri ve nefretle karşılayacaklan bazı sabotajlara girmelerine neden olabilecektir.

 

Netice Olarak

 

Şeytan ve dostlarının müslümanlar üzerindeki bu gibi hesaplarına kısaca değindikten sonra, şu soruyu sorabiliriz.,

Bunları yazmamız gerekli miydi ?

Bu sorunun cevabını Kur'an-ı Kerim vermektedir. Bi­lindiği gibi Kur'an-ı Kerim'in muhtelif yerlerinde müslümanlara, şeytan ve dostlarından sakınmaları emredilmektedir.

Sadece bu emir, müslümanların şeytan ve dostların­dan sakınabilmeleri için yeterli midir? Elbetteki değil..

Sadece bu emir verilseydi, bu emir soyut bir emir olacak, müslümanların şeytan ve dostlarının hangi yaklaşımlarından ve nasıl sakınmaları gerektiği açıklık kazanma-yacaktı. Nitekim Kur'an-ı Kerim sadece bu emri vermekle yetinmemiş, şeytan ve dostlarının müslürnanlara yaklaşım mantığını ve bu mantıktan hareket ederek neler yaptıkları­nı ve neler yapabileceklerini de beyan etmiştir.

Zamanımızdaki şeytan ve dostlarım bu mantıktan yoksun zannetmek, onları tanımamanın bir neticesidir. Günümüz müstekbirleri aynı şeytani mantığa sahip olduk­ları gibi bu şeytani mantığı daha bilimsel veçağdaş imkan­lardan faydalanarak daha geniş boyutlarda tatbik etmek is­temektedirler. Bu nedenledir ki şeytan ve dostlarının müslümanlar üzerindeki hesaplarına değinirken "Bu he­saplardan bazılarına ve genel olarak değineceğiz" ifadesini kullandık. Nitekim bazılanna genel olarak ve kısaca değin­dik. Asıl yansıtmak istediğimiz, onların bazı fiillerinden zi­yade, bu fiillere yön veren şeytani mantıklarıdır. Ki müslümanlar için asıl tehlikeli olan ve sakınılması gereken bu mantıktır.

Şunu da ifade etmeliyiz ki, zikrettiğimiz şeytani he­saplar, müslüman olmamız hasebiyle sadece bizim üzerimi­ze yapılan hesaplar olsaydı, elbetteki bunları açıklamayı gereksiz görür ve kendi maslahatımıza rağmen böyle bir yayın organında gündeme getirmezdik. Ancak bu gibi he­saplar, dünya müslümanlan üzerine yapılan ve yapılmakta olan hesaplardır.

Geneli muhatap alan bu şeytani hesaplar karşısında uyarılmaları ve uyanmalan gereken müslümanlar, hiç şüphesiz ki genel bir düzlemde muhatap alabileceğimiz müsiü-manlardir. Bu nedenle gücümüz nisbetince bütün kardeşle­rimize seslenmek, durumlarıyla ve akibetleriyle ilgili bu önemli konuya dikkatlerini çekmek istiyoruz.

Dünya müslümanlan üzerine yapılan şeytani hesapla­rı bilirler ve bu şeytani hesapların nasıl boşa çıkarılabileceğini dikkate alırlarsa; bu bilinçli yaklaşımları hiç şüphesiz ki hem İslami uyanışı hızlandıracak ve hem de kendilerini şeytanizmin pis gölgesinden kurtaracaktır.

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

Şeytani Hesapların Boşa Çıkarılması

 

Şeytan ve dostlarının, müsiümanlar üzerine yaptıkları hesaplara kısaca değindikten sonra, bu şeytani hesaplar karşısında müslümanlann durum ve tavırlarını belirlememiz gerekecektir. Gerçi birçok kardeşimiz "Onların bir hesabı varsa, Allah'ın da bir hesabı vardır" buyruğunu zikrederek, Aİİah (c.c.)'ın şeytani hesapian boşa çıkaracağım belirte­ceklerdir.

Şanı yüce Rabbimiz elbetteki şeytan ve dostlarının hesabını boşa çıkaracaktır. Ancak bu demek değildir ki, müsiümanlar şeytani hesaplara karşı kayıtsız kalacaklar ve bu işi Rabbe havale ederek bir kenara çekilecekler!.

Çünkü Alİah (c.c.) tüm müslümanlan bu önemli ko­nuda uyarmakta, müslümanlann şeytani hesaplar karşısın­da gösterecekleri tavırlan belirleyerek, müslümanları bu ta­vırlarla mükellef tutmaktadır. Nitekim şeytani hesapların boşa çıkması, bu hesaplar karşısında müslümanlann göste­recekleri bu Rabbani tavırlarla ilgili bir hadisedir.

Şeytani hesapların boşa çıkmasında, müslümanlann aktif bir konumlan ve bu konumda yerine getirdikleri mü­kellefiyetler vardır.   Bilindiği gibi  şeytan  ve  dostlarının, müslümanlar ürerine yaptıkları hesaplar her zaman boşa ÇIKMAMIŞTIR!. Ki dünya tarihinde bunun birçok Örnekle­ri bulunmakta ve müslümanlann şeytani hesaplar karşısın­da bozguna uğradıklan ve zillete düştükleri müşahade edil­mektedir.

Peki neden?

Herşeye kadir olan Rabbimiz, şeytan ve dostlannın müslümanlar üzerindeki bu hesaplannı neden boşa çıkarmadı?

Ebetteki bu olayda Sünnetullah'a aykm hiçbir durum yoktur. Şanı yüce Rabbimiz müslümanlan, şeytan ve dostlarının her türlü hesaplarından ve tuzaklanndan koruyaca­ğını va'detmiştir. Ancak bu vaad, Allah (c.c.)ın bu konuda­ki emirlerine riayet etmekle gerçekleşebilecek bir vaaddir. Müslümanlar bu emirlere riayet etmedikleri zaman, asilik­leri, gafletleri veya gevşeklikleri nedeniyle İlahi vaadin ku­şattığı rahmet alanının dışına çıkmaktadırlar. Nitekim kar-şılaştıklan   felaketler,   emredildikleri   halde   yapmadıklan veya nehyedildikleri halde yaptıkları bazı ameller neticesin­de başlarına gelmektedir. Rahman ve Rahim olan Rabbi­miz, bu müslümanlardan rahmetini esirgememiş, ancak bu müslümanlar yaptıklarının ve yapmadıklarının bir neticesi olarak İlahi rahmetten uzaklaşmışlardır.

Şeytan ve dostlannın hesaplarından korunan ve İlahi vaadlere mazhar olan müslümanlar, bu konudaki Rabbani hükümlerle uyanan ve bu hükümlerin gereğini yerine geti­ren müslümanlardır. Bu müslümanlar "Allah şifa vericidir" diyerek hastalıklara karşı kayıtsız olan veya "Allah nzık ve­ricidir" diyerek tembellik köşesine çekilen kimselerden de­ğildir. Bu müslümanlar bilirler ki şifaya nail olabilmeleri için; Safi olan Allah'ın emirlerine ve nehiylerine riayet etmeleri, mikroplardan ve mikrobik tehlike taşıyan pislikler­den uzak durmaian, şifalı ve gerekli nimetlerden faydalan-ma'an gerekmektedir.

Meseleye bu bağlamda yaklaşarak şeytan ve dostiannın hesaplarına karşı müslümanlann konumlannı ve bu şeytani hesaplara karşı göstermeleri gereken Rabbani ta-vırlan başlıca prensipler çerçevesinde genel olarak değer­lendireceğiz.,

 

Temel Mantığın Belirlenmesi

 

Şeytan ve dostîannın müslümanlar üzerine yaptıkları hesaplara değinerek bazı örnekler vermiştik. Düşmanın şerrinden korunabümek için; düşmanın görünür fiilleriyle birlikte, onlan bu fiillere sevkeden temel mantığın belirlen­mesi gerekmektedir. Düşmanın görünür filleri, düşmanca bir maksada binaen yapılan fiillerdir. Fiillerdeki bu maksat bilindiği zaman, maksadı boşa çıkarmak mümkün olabile­ceği gibi, aynı maksattan kaynaklanacak muhtemel fiillere karşı tedbir alabilmek de mümkün olabilecektir.

Şanı yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de zikrettiği ör­neklerle, şeytan ve dostlannın meseleye yaklaşım mantığı­na açıklık getirmekte ve sakınmamız gereken bu mantığı bizler için anlaşılır kılmaktadır. Kur'an-ı Kerim çalışmalarını sürdüren kardeşlerimiz,1 şeytan ve dostlanyla ilgili fiillerle karşılaştıklan zaman, bu fiillerdeki şeytani maksattan ve te­mel mantığı belirlemeleri gerekmektedir. Bunu belirleyebil-meleri, söz konusu fiillere, aşağıdaki sorulan yöneltmeleriyle mümkün olabilecektir.,

Şeytan ve dostları bunları neden yapıyorlar?

Bu fiilleri yaparken kendileri için ve müslümanlar için gözettikleri sonuçlar nelerdir?

Bu fiilleri yapmasalardı ne olurdu? Bu fiilleri neden daha önce veya daha sonra değil de, müslümanlar o konumda iken yapıyorlar?

Füllerdeki asli maksat, görünür maksada ters veya gizli ise, buna neden gerek duyuyorlar?..

Şeytan ve dostlarının fiillerine bu gibi sorulan yönelt­tiğimiz zaman, görünür fiillerin arka planındaki şeytani mantığı ve maksadı, Allah'ın izniyle anlayabiliriz. Kur'an-ı Kerim'de konumuzla ilgili olarak birçok örnek zikredilmesi­ne rağmen, şimdilik bu Örneklerden sadece bir tanesini değerlendirerek meselemize açıklık getireceğiz.  Şeytanın Adem (a.s.)'a yaklaşımıyla ilgili olarak, Kur'an-ı Kerim'de şu ayeti kerimeler zikredilmektedir.,

Şeytan, kendilerine Örtülü (gizli) olan çirkin yer­lerini açığa çıkarmak için, onlara vesvese vererek: "Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, sadece sizin iki melek olmamanız veya burada ebedi kalmamanız içindir" dedi. Ve "Gerçekten ben size öğüt verenlerde­nim" diye yemin de etti.[1]

Şeytan ona vesvese vererek dedi ki: "Ey Adem, sana ebedilik ağacını  ve yok olmayacak  bir mülkü göstereyim mil"

Bunun üzerine ikisi de ondan yediler ve çirkin yerleri kendilerine açılıverdi. Cennet yapraklarıyla Ör­tünmeye başladılar. Adem Rabbine karşı geldi ve şa­şırdı.[2]

Zikredilen  ayeti  kerimelerde  şeytanın  Adem(a.s.)'a

yaklaşımı ve ne gibi vesveseler verdiği beyan edilmektedir, Öncelikle sormamız gereken ilk soru şudur.,

Rabbimiz bu olayı, bizlere neden haber veriyor?

Merakımızı gidermek veya genel kültürümüzü arttır­mak için mi?

Eibetteki değil...

O halde neden?

Aynı hadise, aynı şartlarda ve aynı şekilde bizim de başımıza mı gelecek?

Tabi ki bu da değil..

Ancak biliyor ve iman ediyoruz ki, bu vakanın bize bildirilmesi, bizlerin maslahatı içindir, İşte bu maslahata ka­vuşabilmemiz, bize bildirilen vakayı tahlil etmemizle ve şey­tanın bu vakadaki maksadını ve meseleye yaklaşım mantı­ğını idrak etmemizle mümkün olabilecektir. Çünkü bu idrak edildiği zaman, aynı yaklaşıma sahip olan günümüz­deki şeytan ve dostlarının, ne için ne yaptıkları ve ne için ne yapacakları da açıklık kazanacak, dolayısıyla günümüz müslümanları aynı şeytani mantıktan kaynaklanan farklı fi­illerden sakınabileceklerdir. Nitekim şam yüce Rabbanimi­zin bir lutfu olarak, Kur'an-ı Kerim'de şeytanın birçok fiille­ri zikredilmekte ve bu fiiller tahlil edildiği zaman, şeytanın ve şeytani mantığın tanınması mümkün olabilmektedir.

Şeytanın, Adem (a.s.)'a verdiği vesveselere dikkat edi­lirse, bu vesveseler Adem (a.s.) tarafından cevaplandırılma­yan tek yönlü bir hitap niteliğindedir. Karşılıklı konuşma ve münazara söz konusu değildir.

Şeytan aleyhillane Rabbimizden aldığı izin ile Adem (a.s.)'a bazı vesveseler verme imkanına sahiptir. Şeytan aleyhillane bu sınırlı imkanı çok dikkatli ve yerinde kullanması gerektiğini bilmektedir. Bu nedenle vesvese vereceği insana karşı gelişigüzel veya maksatsız bir şekilde hitap et­mez. Nitekim Adem (a.s.)'a verebileceği birçok vesveseler olmasına rağmen, bunlar arasında' seçim yapmakta ve şeytani maksadına ulaşabilmek için en etkili vesveseyi be­lirleyerek, bu vesveseyle hitap etmektedir.

"Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, ancak si­zin iki melek olmamanız veya burada ebedi kalmama­nız iç' dir."

Çaytan aleyhillanenin dikkatli ve maksatlı bir şekilde ifade ettiği bu söz, tahlil edilmesi gereken bir sözdür. Ves­vesenin arka planındaki şeytani maksadı açığa çıkarabilmemiz için Önce şu soruyu soruyoruz., Şeytan bu vesveseyi neden verdi? Verebileceği birçok vesvese olmasına rağmen neden bunu seçti?

Öncelikle olayın yaşandığı şartlan ve olaydaki faille­rin durumlarını dikkate almamız gerekir. Bilindiği gibi şey­tan aleyhillane, Allah'ın emrine rağmen Adem (a.s.)'a sec­de etmemiş ve lanetlenmişti. Bunun akabinde Allah {c.c.)' dan mühlet istemiş ve kendisine tanınan bu mühlet içinde insanların büyük bir çoğunluğunu saptıracağını İfade et­mişti. Tabi ki ilk saptırmak isteyeceği insan, Adem (a.s.)

olacaktı.

Eşiyle birlikte cennette (veya cennet bahçesi gibi bir yerde) ikamet eden ve bu güzel yerin, güzel nimetleriyle nimetlenen Adem (a.s.)'ı, isyana sürükleyerek bulunduğu yerden çıkarabilmesi, sadece bir hükme bağlıydı. Çünkü Adem (a.s.) ile Havva validemizin takvalan veya isyanları, sorumlu oldukları bir hükme karşı gösterecekleri tavırla il­gili bir hadiseydi.

"Allah'ın menetriği ağaca yaklaşmamak ve ondan ye­memek..."

Şeytanın hedefi belli olmuştu. Onlara bu ağacın mey­vesini yedirmek.

Peki ne yapıyor şeytan aleyhillane?

Günümüzdeki bazı manavlar gibi, meyve tellallığı ya­parak "Bunu yiyin" mi diyor?

Şeytanın bu meseleye yaklaşımını tahlil ettiğimiz za­man, bu lanetli yaratığın insanı ve insan fıtratını çok iyi ta­nıdığını müşahade ediyoruz. Şeytan aleyhillanenin, Adem (a.s.) ile Havva validemizin durumunu gözlemlemesi, de­ğerlendirmesi ve müdahale biçimi, bu konudaki yetkinliğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Öncelikle karşılaştığı olayı net bir şekilde gözlemle­yen şeytan aleyhillane, görüyor ki bu iki insan cennette yaşıyorlar ve men edildikleri ağaca yaklaşmıyorlar. Bu ko­nuda her hangi bir istekleri veya rahatsızlıkları da yok. Çünkü cennetin diğer bütün nimetleriyle nimetleniyorlar.

Bu ağaca ve bu ağacın meyvasına gerek duymadıkla­rı gibi, men edildikleri için de yaklaşmıyorlar. İnsanın ne­densiz birşey yapmadığını ve yapmayacağını çok iyi bilen şeytan aleyhillane, gözlemlediği durumu bu bilinçle değer­lendiriyor ve sorulması gereken İlk soruyu soruyor.,

Neden ağaca, yaklaşmıyorlar?

Tabi ki bu nedenin cevabı aşikar. Çünkü Allah (c.c.) onlara bu konudaki hükmünü bildirmiş ve bu hükmü bil­dikleri için ağaca yaklaşmıyorlar. İlahi hükmün bu insanlar üzerindeki etkinliği, bu insanları söz konusu ağaçtan uzak­laştırıyor.

Bu durumdaki insanlara, ağacın meyvasım göstererek

"Bunu yiyin" decc, "Neden yiyelim ki, hem biz bundan menedildik" cevabıyla karşılaşacaktır. Çünkü bu İnsanlann ağaca yaklaşmamaları kuvvetli bir nedene bağlıdır.

İşte şeytan aleyhillane öncelikle bu nedeni zayıflat­mak istiyor, İlahi hükmü inkar ettirebilse, bu kuvvetli ne­deni ortadan kaldırabilecektir. Ancak ilahi hükümle mü­şahhas olarak muhatap olan bu insanlara, İlahi hükmü inkar ettirebilmesi mümkün değildir. Nitekim sonuç alama­yacağını bildiği için böyle bir müdahaleye de hiç gerek duymuyor. Ancak mücadelesinden vazgeçmiyor ve şeytan­lığını ortaya koyan bir vesvese veriyor.

"Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, sizin iki melek olmamanız veya cennette ebedi kalmamanız içindir!."

İşte iki İnsanın dünyasını alt üst eden bir vesvese!. Vesvesedeki yaklaşım mantığı İse, metod olarak doğ­ru ve tutarlı bir görünüme sahip. Bu vesvesede gözetilen maksat; İlahi hükmün inkar ettirilmesi değil, İlahi hükme cahili yorum getirerek, İlahi hükmün bu hükmü kabul eden insanlar üzerindeki etkinliğini azaltmaktadır. Nitekim Allah adına yemin ederek bu vesveseyi pekiştiren şeytan aleyhillane, İlahi hükme karşı kuşku meydana getirmekte ve dolayısıyla İlahi hükmün, bu insanlar üzerindeki Rabba­ni etkinliğini azaltmaktadır. Zaten ilk hedefi, bu iki İnsanın ağaca yaklaşmama nedenini zayıflatmaktı.

İkinci hedefi ise, bu iki insanın nefsi temayüllerini dikkate alarak, bu iki insanın ağaca yaklaşmaları için kuv­vetli bir neden vermekti!. Bu iki insanda müşahade ettiği en büyük nefsi temayül, cennet ve cennetten hiç ayrılma­maktı. Nitekim verdiği ilk vesvesede de bu nefsi temayül üzerinde durmuş ve onlara cennetten aynlma endişesini ilka etmişti. İkinci olarak verdiği vesvese, ilk vesvese ile verdiği derde bir deva görünümündedir.

"Ey Adem, sana ebedilik ağacını ve yok olmaya­cak bir mülkü göstereyim mi?"

İlk vesvese ile batıl bir dert veren şeytan, iyiliksever bir görünümle derman önerisinde bulunmaktadır. Asıl maksadı ise, bu iki insanın ağaca yaklaşmalan ve ağacın meyvasından yemeleri için onlara kuvvetli bir neden ver­mek ve onları böylece isyana sürüklemektir.

Olayın sonucu Kur'an-ı Kerim'de beyan edildiği gibi­dir.. Bu vesveseyle kuvvet kazanan "Ağaçtan yeme nede­ni", şeytani yorumla zayıflatılan "Ağaçtan yememe nedeni­ne" nefsi temayülle ağır basmakta ve ağırlık kazanan nedene bağlı fiil işlenmektedir,

Çok kısa olarak tefsir ettiğmiz bu vakıada, görülmesi gereken birçok gerçekler vardır. Görünür fiillerin arka pia-nındaki, meseleye yaklaşım mantığını ve gözetilen maksadı idrak ettğimiz zaman, bu gerçeklere nüfuz edebilecek ve günümüzdeki şeytan ve dostlarının fiilerini zorlamadan yo­rumlayarak, bu fiilerin arka planındaki maksatları boşa çı-karabilmemiz mümkün olabilecektir. Çünkü şeytani mantı­ğı ve maksadı anladığımız zaman, aynı mantıktan kaynaklanan farklı fiilleri de tanıyabilecek ve aynı mantık­tan kaynaklanabilecek olan muhtemel fiillere karşı da uya­nık olabileceğiz.

Yukarıda örnek olarak zikrettiğimiz vakıadaki şeytani yaklaşım ve maksad anlaşıldığında, elbetteki günümüzdeki bel'amların İlahi hükümlere ne için cahili yorumlar getirdik­leri ve cahili propagandaların arka planındaki şeytani mak­satlar da anlaşılacaktır.

Aynca kıssada belirtildiği gibi şeytanın önce batıl bir dert telkin edip, sonra bu dert ile dertlenen insanlara deva Önerisinde bulunması ise, günümüz müstekbirlerini ve bu müstekbirlerin şeytani yaklaşımlannı anlamamıza ışık tuta­caktır.

Çünkü günümüz müstekbirieri de sömürdükleri kitle­lere, siyasi, iktisadi ve ekonomik bir çok dertler empoze etmekte ve bu dertlere yegane çözüm olarak kendi çıkar ve menfaatlerine uygun olan şeytani teklifleri ileri sürmek­tedirler. Şaşkın ve çareden habersiz kitleler ise "Denize düşen yılana sarılır1' yaklaşımı ile, isteyerek veya istemeye­rek bu önerileri kabul etmektedirler, Müstekbirlerin telkini ile serap gören bu insanlar; satılmış basın organlannda ya­yınlanan deniz resimlerini görerek kendilerini denizde zan­neden ve bu iğrenç yılanlara sarılan zavallılardır.

Şeytan aleyhillane ve dünya müstekbirieri, dünya mustazaflannm bir fiili işlemelerini istedikleri zaman; bu fii­li emrivaki olarak işletmekten ziyade, mustazaflann bu fiile sahip çıkmasını ve bu fiili isteyerek işlemelerini tercih et­mektedirler. Tabi ki bunu sağlayabilmeleri için, fiilin işlen­mesine ilişkin uygun zeminin hazırlanması ve mustazaflara bu fiili işlemeleri için cahili nedenler verilmesi gerekmekte­dir.

Bunlar yapıldığı zaman, müstekbirlerin arzu ettiği fiil­ler, mustazaflann isteği ile yerine getirilecektir.. İşte dünya müstekbirlerinin demokratik olarak niteledirdikleri ve diğer bir deyişle demokrasiyi hak eden toplumlar olarak empo­ze ettikleri toplumlar, bu toplumlardır.,

Kendi iradeleri ile sömürüye "Evet" diyen, müstekbirlerin telkin ettikleri şeytani fiilleri, kendi is­tekleriyle yerine getiren,

zulmün ve sömürünün maslahatını, kendi maslahatlanın fevkinde tutan, kendilerine semer yapan satılmışlara 'Sanatçı' ve bu semerle, e oturan müstekbiriere "Kurtancı Bü­yük adam" diyen toplumlar, demokrasiye geçmeye hak ka­zanan demokratik toplumlardır.

Bu toplumlarda diktatörlük yapmaya, bu toplumlarda zor ve baskı kullanmaya hiç gerek yoktur. Çünkü sadece BİR kişinin diktatörlüğünü reddeden bu toplumlar; serma­yenin, partinin, kanunlann, mal, makam ve unvanın dikta­törlüğünü kabul ederek, zaten ehlileştirilmiş toplumlardır.

Şayet herhangi bir ülkedeki insanlar, kendi iradeleri ile müstekbirlerin çıkar ve menfaatlerini gözetecek bir olgunluğa gelmemiş ise, bu toplumlar henüz demokrasiyi hak edemeyen, ancak yürütülen faaliyetlerle demokratik­leşme sürecinde bulunan toplumlardır.

Tekrar konumuza dönecek olursak, Kur'an-ı Kerim' de şeytanla ilgili olarak zikredilen olaylan, sadece bir kıssa olarak algılayan ve bunların nedenlerine inmeyen kimsele­rin, olaylann arka planındaki şeytani mantığı ve şeytani maksadı anlamalan ve bundan sakın abilmeleri elbetteki mümkün olmayacaktır.

Kur'an-ı Kerim'de şeytani yaklaşımlarla ilgili olarak bazı olaylar zikrediliyorsa; bilmeli ve iman etmeliyiz ki, bu olayların arka planındaki şeytani mantıkla ve şeytani mak­satla günümüzde de karşılaşabileceğiz.

Şeytani fiilleri tek tek zikrederek bu fiillerin arka pla­nındaki yaklaşım mantığını ve maksadı açıklamamız mümkün olmadığı için, bir metod niteliğindeki bu yaklaşımın dikkate alınması ve karşılaşılan bütün şeytani fiillerin, bu yaklaşımla değerlendirilmesi gerekmektedir. Çünkü şeytani müdahalelerdeki temel mantık belirlendiği zaman, bu la­netli mantığın şerrinden korunabilmemiz mümkün olabile­cektir.

 

Tepkisel Davranışlar

 

Şeytan ve dostlarının hesaplarını boşa çıkarabilmek için günümüz müslümanlannın dikkate almaları gereken ikinci prensip, tepkisel davranışlardan ve kişiyi böylesi davranışlara sürükleyen yaklaşımlardan sakınmak olacak­tır. Bu nedenle tepkisel, diğer bir deyişle reaksiyoner dav­ranışlar üzerinde duracak ve bunlara kısa bir açıklık getire­ceğiz.

Tepkisel davranışlar, herhangi bir canlının kendisine ulaşan bir uyarıya, bir dürtüye veya muhtelif etkinliklere verdiği karşılıklardır, Tepkisel davranışlar konusunda insa­nı diğer canlılardan ve cisimlerden ayıran belirgin Özellik, insanların maruz kaldığı her etkiye tepki göstermemesi ve gösterdiği tepkilerin yönü ve şiddeti konusunda kişiye ve topluma özgü farklılıklar arzetmesidir.

Mesela herhangi bir cismin kendisini iten veya kendi­sini sıkıştıran başka bir cisme karşı gösterdiği tepki, daima etkiye eşit ve etkiye ters yöndedir. Ancak insanlar ve top­lumlar için aynı kuralın geçerli olduğunu söyleyemeyiz. Cahili etkilere maruz kalan nice insanlar ve toplumlar var­dır ki, bu etkilere tepki göstermek bir yana, birçok değer­lerinden feragat ederek etki yönündeki davranışlarda bulu­nabilmektedirler. Böylesi etkilerin Önünde sürüklenen ve etkiye karşı hiçbir direnci olmayan bu insanları veya top­lumları "Ölü" olarak adlandırmak, elbetteki bunları onur­landırmak olacaktır. Çünkü etki istikametindeki menfi davranışlar, ölülerin dahi yapmadığı davranışlardır. Maruz kal­dıkları bir dürtüye karşılık vermeyen ve dürtüldükleri istika­mette yol alan bu insanlar, pasifize edilmiş veya etkisiz hale getirilmiş insanlardır.

Bizler burada konumuzla ilgili olarak, etkiye karşı pa-sifleştirilmiş bu insanları değil, etkiye karşı sağlıklı ve kont­rollü tavırlar gösteremiyen ve çoğu kez aşın tepkisel davra­nışların bedelini ödemek zorunda kalan kimselerin durumunu değerlendireceğiz. Çünkü pasifize edilmiş insan­ları harekete geçirmek bir gereklilik olmasına rağmen; bu insanları harekete sevkedecek kimselerin, tepkisel davra­nışlar konusunda bilinçli olmaları daha büyük bir gereklilik­tir.

Bu gereklilik yerine getirilmeden, pasifize edilen in­sanları bilinçsizce tepkisel davranışlara davet etmek, beklenmeyen ve arzu edilmeyen sonuçlar doğurabilecektir.

Cahili sistemlerde yaşayan aktif ve heyecanlı müslü-manlar, şeytan ve dostlarının müslümanlar üzerine yaptıkları hesaplara karşı, ne yazık ki çoğu kez tepkisel olarak karşılık vermek istemekte ve kısmi imkanlar dahilinde, tep­kisel davranışlarda bulunmaktadırlar.

Öncelikle şu gerçeğin anlaşılması gerekir ki; tepkisel davranışlar, belli bir hedefe yönelik bilinçli davranışlar de­ğildir. Herhangi bir düzlemde veya herhangi bir ortamda, etki ve tepki arasında vuku bulan bir mücadele varsa, bu mücadelenin kontrolü, etki eden taraftadır, Tepkisel davra­nışlardan kaynaklanan bir mücadele biçimini benimseyen kimseler, kendilerine etki eden tarafın mücadeledeki insiyatifini bilerek veya bilmeyerek kabul eden kimselerdir. Çünkü bu kimselerin davranışları, kendilerinin belirlediği ve kendilerine özgü davranışlar olmayıp, etki eden tarafın istek ve maksatlarına göre şekillenen davranışlardır.

Etki ve tepki arasındaki1 ilişkiyi ve bunun önemini id­rak eden dünya müstekbirieri, müslümanlara yönelik bazı müdahalelerde bulunurlarken, bu müdahalelerin muhtemel tepkilerini dikkate almakta ve bu tepkileri beklemektedir­ler. Nitekim müslümanların hangi tepkide bulunmalarını is­tiyorlarsa, bu tepkiyi meydana getirebilecek etkinlikleri seçmektedirler.

Meseleye bir örnek vermek gerekirse, müslümanların zamansız ve sun'i bir yapılanmaya geçmelerini isteyen dünya müstekbirieri, üç yönlü yaklaştırılan ile bu istekleri­ne kavuşabilmektedirler.,

1. Müslümanların böyle bir zamanda ve böyle bir ya­pılanmaya geçmelerinin, kendileri için çok tehlikeli olacağını ve dolayısıyle böyle bir yapılanmayı hiç istemediklerini empoze etmek.

2. Bel'amlar ve   İslarni  prensiplere  vakıf  olmayan müslümanlar vasıtasıyla, böyle bir acil yapılanmanın İslam için mutlak gereklilik olduğunu gündeme getirmek.

3. Kendilerinin öne sürdüğü imam adaylan ve sahte kahramanlar çevresinde yapılanma teşebbüslerinde bulunmak..

Aynı mantıktan kaynaklanan bu üç yönlü yaklaşımın şeytani etkisinden kurtulabilmek, günümüz müslümanlan için oldukça zor bir hadisedir. İlk yaklaşımın gözettiği he­def; dünya müstekbirlerine muhaliî olan müslümanların, müstekbirlerin Ön plana çıkardıkları isteklere muhalif dav­ranmaları ve dolayısıyla müstekbirlerin arka plandaki ger­çek istekleri doğrultusunda karar vermeleridir. Bu şeytani yaklaşım oldukça tesirli ve tehlikeli bir yaklaşımdır. Şeytan ve dostlannın görünürdeki her yaklaşımlarına ve her isteklerine muhalefet etmeyi İslami bir tavır telakki eden müslü­manların, şeytan ve dostlannın bu yaklaşımlanndan kurtulabilmeleri mümkün değildir.

Nitekim bei'amiann bu istikametteki propagandalan ve müstekbirlerin empoze ettiği imam adaylarının yapılan­ma girişimleri, söz konusu planı neticeye götüren yakla­şımlardır. İslami hareketi bir bütün olarak kavrayamayan müslümanlann, bei'amiann bazı ayetleri zikrederek günde­me getirdikleri görüşlerden etkilenmeleri ve sahte kahra­manlar etrafında toplanmalan tabi ki şaşırtıcı bir hadise değildir.

Meseleyi kısmen idrak eden müslümanlar ise, yeter­siz ve samimiyetsiz kimselerin etrafında meydana gelebile­cek bir yapılanmaya fırsat vermemek için, bizzat kendileri bir yapılanma teşebbüsüne geçeceklerdir. Ki bu yapılanma teşebbüsü de, tepkisel bir teşebbüstür.

Bu teşebbüsteki ana mantık; madem ki müstekbirler veya bei'amlar veya ehil olmayan kimseler, ağaçtaki mey­veleri toplayacaklar, o halde onlar toplamadan, biz topla­yalım mantığıdır ki, yanlış ve sakınılması gereken bir man­tıktır. Çünkü bu önemli konuda müslümanlann keyfiyetini ve zamanlamayı dikkate almadan, ağaçtaki ham meyvele­rin müstekbirler veya müslümanlar tarafından toplanması arasında hiçbir fark yoktur. Her iki durumda da, yeterli ol­gunluğa gelmemiş meyvelerin telef olması söz konusudur.

Bütün bunları idrak ederek müslümanlan zamansız, ham ve sun'i yapılanmalardan sakındıran müslümanlar ise, müstekbirlerin görünürdeki yapılanmama isteklerinef!) pa­ralel bir yaklaşım gösterecekleri için, müstekbirlerle işbirli­ğine girmek ve ajan olmakla itham edilebileceklerdir. Bu gibi olaylar şimdiye kadar yaşadığımız ve Müslümanlar uyanmadıkça, tekrar tekrar yaşayabileceğimiz olaylardır.

Şeytan ve dostları kendilerine muhalif olan ve bu muhalefetten kaynaklanan tepkisel davranışlarda bulunan müslümanları, müslümanlann bu yaklaşımını dikkate ala­rak, istediği vadiye sürükleyebilmektedir. Bu müstekbirler görünürde cezalandırdıkları bir münafığın, müslümanlar ta­rafından sahiplenileceğini bildikleri gibi, görünürde takdir ettikleri bazı samimi müslümanlann da diğer müslümanlar tarafından şüpheli bir konuma itileceğini ve dışlanacağını bilmektedirler. Bu mantıktan hareket ederek yerine getir­dikleri bazı müdahaleler, elbetteki genele şamil olmayan Özel müdahalelerdir. Çünkü bu konudaki genel müdahale­leri, daha önce belirttiğimiz gibidir.

Ancak müslümanlann bu Özel müdahaleleri de dikka­te almaları ve dolayısıyla müstekbirlerin cezalandırdığı her­kesi samimi bir dava adamı kabul etmemeleri gerekir. Çünkü Mısır'da ve Tunus'ta bunun acı örnekleri yaşanmak­tadır.

Kur'an-ı Kerim'deki hareket metodunu ve bu meto­dun takipçisi olan müslümanlann, genel fıkıhlanyla birlikte müstekbirlere karşı davranışlarını da inceleyen kardeşleri­miz, bu davranışların genelde tepkisel davranışlar olmadı­ğını müşahade edeceklerdir.

Müslümanların hareket fıkhı, müstekbirlerin davranış­larına bağımlı olan ve müstekbirlerin muhtemel davranışla­rına göre şekillenen bir fıkıh değildir. Çünkü hareketin asli fıkhı, çok daha geniş ve farklı boyutlara sahip olup, İlahi vahiy tarafından tesbit edilen bir fıkıhtır. Bu nedenle bazı kitaplarda zikredilen "Hareket kendi fıkhını, kendisi belirler" gibi ifadelerle savunulan görüşleri kabul edemeyiz. Bu gibi ifadelerle savunulan hareket, önceden belirlenen asli fıkhı idrak ederek, harekete bu fıkıh doğrultusuda yön ve­recek önderlere gerek duymayan, yaşanılan durum ve kar­şılaşılan müdahalelere göre şekii alacak bir harekettir ki, İslami hareketi böylesi hareketlerden tenzih ederiz.. Çünkü İsiami hareket önceden belirsiz olup, şartlara göre belirle­nen bir hareket değil; yaşanılan şartları sadece dikkate alan ve bu şartlara göre değişmekten ziyade, şartlan değiş­tirmeyi amaçlayan özgün fıkha sahip bir harekettir.

Nitekim İslami hareket durmaya ve duraksamaya ta­hammül gösteremiyeceği için, bu harekete yön veren önderlerin, bu hareketin asli fıkhını önceden bilmeleri gere­kir. Yön verilen müslümanlar için sadece hareketin bugünkü fıkhının bilinmesi yeterli olmasına rağmen; hare­kete yön veren müslümanlann, hareketin yann ki fıkhını da bilmeleri bir zorunluluktur. Çünkü hareketin zamanla­ması ve hareketin füruya ait fıkhı, hareketin asli fıkhına ve ulaşmak istediği yarın ki fıkhına göre belirlenir. Bu mesele­yi şimdilik daha fazla açmamıza gerek yoktur.

Konumuzla ilgili olarak anlaşılması gereken husus; İs­lami hareketin, tepkisel davranışlardan kaynaklanan bir anti hareket olmadığıdır. Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen ve Rasulullah (s.a.v.)'m tatbikatında müşahade ettiğimiz iei'hidi mücadele, bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır.,

Tevhidi mücadelenin uzun bir safhasında, şeytani müdahalelere karşı müslümanlann gösterdiği sabır, şeytan ve dostlarının birçok hesabını boşa çıkaran bir keyfiyete sahiptir. Çünkü müslümanlara karşı birçok müdahalelerde bulunan şeytan ve dostları, müslümanlann bu müdahalele­re beklenen tepkiyi göstermelerini ve dolayısıyie hareketi asli çizgisinden saptırarak, kendilerinin belirlediği tepkisel bir harekete dönüşmesini istemektedirler.

Hareket tepkisel bir keyfiyete sahip olduğu zaman, hareketin kontrolü elbetteki etki eden tarafta olacaktır. Ancak müslümanlann söz konusu şeytani müdahaleleri sa­bırla karşılaması, bu müdahalelere tepki göstermemesi ve bunun da ötesinde şeytani müdahalelerden etkilenmiye-rek, Rabbani yükümlülükleri yerine getirmeleri, tabi ki şey­tani hesaplan boşa çıkarmaktadır.

Bunun dışında bazı şeytani müdahalelere İlahi vahiy gereği ve İlahi hudutlar çerçevesinde tepki gösterilmesi İse, hükme binaen olduğu için, hareket metodunu saptırıcı veya hareket metodunun dışındaki davranışlar değildir.

Hiç şüphesiz ki bütün bunların bilinmesi, hangi mü­dahalelere sabırla ve hangi müdahalelere nerede, ne za­man ve nasıl bir karşı müdahale ile cevap verileceğinin be­lirlenmesi gerekmektedir, Sabırla göğüslenmesi gereken şeytani müdahalelere, tepkisel davranışlarla karşılık ver­mek, bu davranışlarda bulunan müslümanları, hareketin asli çizgisinden uzaklaştıracaktır.

Şeytani hesapların boşa çıkarılmasıyla ilgili diğer prensipler, aynı zamanda İslami uyanışla ilgili prensipler olduğu için; bu prensipleri, önümüzdeki diğer konular için­de vermeye devam edeceğiz.

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

Şeytanizme Rağmen İslami Mücadele

 

"Hayat, iman ve cihaddır" ifadesi, sık sık karşılaştığı­mız ve gayet tabi olarak kabul ettiğimiz bir ifadedir. Bu ifadenin içerdiği gerçek, hangi dine veya hangi ideolojiye bağlı olursa olsun, bütün dava adamlarının kabul ettiği bir gerçektir. Bir davaya inanmış olan kişi, elbetteki bu inancı istikametinde pasif veya aktif bir mücadelede bulunacaktır.

Bu mücadeleyi veren kimselerin meşru veya gayri-meşru kabul edilmesi, bunların savundukları dünya görüşünün doğruluğu veya yanlışlığı, iyiliği veya kötülüğü ile ilgili bir mesele değildir. Herhangi bir ülkede yürürlükte olan resmi ideolojiye bağlı dava adamları meşru kabul edilirken, farklı ideolojileri savunan dava adamları ise, ayrılıkçı, vatan haini veya terörist gibi sıfatlarla gayrimeşru kabul edilebil­mektedir.

Nitekim kominizmin resmi ideoloji olduğu bir ülkede, kominizm adına yüzbinlerce kimsenin katledilmesi vatanperverlik kabul edilirken, aynı ülkede farklı bir ideoloji adı­na bir kimsenin yaralanması teröristliktir. Doğruluğu veya yanlışlığı tartışılabilecek olan böylesi yaklaşımlar hangi bo­yutlarda olursa olsun, insanlar yine de farklı dünya görüşlerini benimseyebilmekte ası dünya görüşü isti­kametinde mücadele vermektedirler.

İslam'a talip olan veya müslüman olduklarını söyle­yen kimselerin durumu ise, İslam anlayışlarındaki farklılığa göre değişebilmektedir. Laiklik adına din ile dünya işlerini ayn kabul edenler; yaşadıkları ülkede yürürlükte olan ideo­loji ne olursa olsun, bu ideolojiye karşı olumlu bir yakla­şım içindedirler. Çünkü bu kimselerin anladıkları ve tabi oldukları din, dünyaya ve dünya işlerine müdahale etme­yen bir dindir. Bunlardaki Allah telakkisi, insanların nasıl ve ne şekilde idare edildiklerine ilgi duymayan, kendisine emrivaki olarak sunulan laikliği ister istemez kabullenmek zorunda kalan, sosyalizm, liberalizm veya îaşizm gibi ideo­lojileri meşru kabul edebilen ve bunlara müdahale etme­yen bir Rab telakkisidir.

Laisizmin ilk dönemlerinde dünya işlerine karışma­yan ve tarafsız kabul edilen bu Rab telakkisi, daha sonra­ları hakim ideolojiler tarafından şekillendirilmiş ve hakim ideolojileri tasdik ederken, karşıt ideolojileri lanetleyen bir Rab telakkisi haline getirilmiştir. Tabi ki böylesi Rab telak­kilerine sahip olan kimseler, hakim ideolojileri Rab adına desteklerken, karşıt ideolojileri yine Rab adına lanetleye­ceklerdir.

Öte yanda, İslam'ı her türlü zulme ve sömürüye karşı bir dünya görüşü olarak algılayan müslümanlar bulunmaktadır ki; bu müslümanlar ismi ne olursa olsun, zulmün her türlüsüne karşı çıkmaktalar ve mücadeleden yana bir tavır koymaktadırlar. Böylesi müslümanlar, dünya müstekbirleri-nin nefret ettikleri ve bir türlü sevemedikleri müslümanlardır.

Emperyalizmin   her   türlüsüne   karşı   mücadeleden yana tavır koyan bu müslümanlar, müstekbirlere göre sakınılması gereken tehlikeli müslümanlardır. Bel'amlar vasıta­sıyla kendilerine müslüman denilen birçok kimseyi pasifize etmelerine ve sadık köleler durumuna getirmelerine rağ­men, böylesi müslümanlan pasifize edebilmeleri mümkün olmamıştır.

İnsan onurunu ve emeğini vahşi bir şekilde sömüren emperyalizme karşı derin bir öfke duyan bu müslümanlar, dünya emperyalizmiyle mutlaka ve mutlaka mücadele et­mek istemektedirler. Bu müslümanlann varlığım ve mese­leye yaklaşımlarını çok iyi gözlemleyen dünya müstekbirle-ri, tabi ki "Madem mücadele ermek istiyorlar, bırakalım etsinler!..1' diyerek bir kenara çekilmezler.

Peki ya ne yaparlar?

Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen şeytani mantığı ve yaklaşımı yeterince anlayan ve günümüz dünyasını iyi gözlemleyen müslümanlar için, bu müstekbirierin ne yapmak istedikleri ve ne yaptıkları gayet açıktır. Mücadele etmek isteyen müslüman varlığıyla karşılaşan bu müstekbirler, kendi aralarında derler ki.,

"Madem bunlan pasifize edemiyoruz, madem bunlar mücadeleden yana, madem ki bunlar 'İlla mücadele edeceğiz' diyorlar.

O halde, o halde bunların mücadelesini biz organize edelim."

Evet, bunlan derler!..

Ve sonra da, kendilerinin organize edecekleri bir mü­cadelede, müslümanlann ne hale geleceklerini konuşarak gülerler, gülüşürler..

Dini asabiyetleri ile mücadeleden yana olan müslümanlar için, kendi emperyalist çıkarlarını zedelemeyecek ve bunun da gerisinde kendilerine faydalı olabilecek müca­dele senaryolan hazırlayan bu müstekbirler-, hazırladıkları mücadele senaryolarının, Özellikle şu dört boyutunu önem­le dikkate almışlardır.,

1. Mücadele sahası

2. Mücadelenin hedefleri

3. Mücadele metodu

4.  Mücadelenin boyutları

Mücadelenin temelini oluşturan bu dört esas dikkate alınarak hazırlanan senaryolar, bel'amlar ve sahte kahra­manlar tarafından ateşli ve heyecanlı bir üslubla gündeme getirilmekte, emperyalizme karşı mücadeleden yana olan müslümanlar, böylesi mücadelelere davet edilmektedirler.

"Nabza göre şerbet" prensibinden hareket edilerek, kemiyet ve keyfiyet açısından farklı içeriklerde bulunan böylesi davetler, ne yazık ki hayli taraftar bulabilmektedir. Allah adına yapılan böylesi davetlerin, batıl davetler oldu­ğunu idrak eden müslümanlar ise, davete icabet etmedik­leri için ayrılıkçı veya fitneci gibi sıfatlarla yaftalanmaktadırlar.

Karşılaştığımız bazı meselelere "Herneyse" dememize rağmen, dünya müs!umanları üzerine yapılan bu şeytani hesaplara "Herneyse" demiyerek, oldukça önemli gördü­ğümüz bu meselelere sırasıyla genel başlıklar halinde deği­necek ve bunlara açıklık getirmeye çalışacağız..

 

Mücadele Sahası

 

Konumuzla ilgili olarak öncelikle mücadele sahası üzerinde duracağız. Dünya müstekbirlerinin önemle dikka­te aldıkları mücadele sahası veya mücadele düzlemi ger­çekten bu kadar önemli mi? Meselenin önemini yeterince idrak edemeyen kardeşlerimize, bu meseleyle ilgili olarak şu soruyu sormak istiyoruz.,

"Yırtıcı bir hayvan olan kara panter ile timsah dövüş-se, bu mücadeleyi hangi hayvan kazanır?"

Bu soru ile karşılaştıkları zaman, panter ile timsahın fiziki özelliklerini ve dövüş kabiliyetlerini dikkate alarak, bu soruyu cevaplandıran kimseler, zikrettiğimiz meselenin Önemini yeterince idrak edebilmiş kimseler değildir.

Her iki hayvanın fiziki özellikleri ve dövüş kabiliyetleri elbetteki dikkate alınacaktır. Ancak bu sorunun sıhhatli bir şekilde cevapladırılabilmesi için, panter ile timsahın yaşla­rıyla birlikte, bu iki hayvanın hangi düzlemde mücadele et­tiklerinin de mutlaka ve mutlaka sorulması gerekmektedir. Çünkü söz konusu mücadele karada yapılıyorsa, üstünlük panterde; suda veya bataklıkta yapılıyorsa, üstünlük tim­sahtadır.

Fiziki özelliklerin ve dövüş kabiliyetlerinin mücadele­deki  etkinliği,  mücadele düziemiyle  ilgili  bir meseledir.

Çünkü her mücadele düzleminin, kendisine özgü nitelik ve kendisine özgü şartlan bulunmaktadır. Fiziki Özelliklerin ve bazı yeteneklerin fonksiyonu ise, ancak ve anca1, bu yeteneklere uygun şartlarda gerçekleşebilir. Uçma yeteni-gine sahip olan kuşlar, suda veya havanın bulunmadığı bir boşlukta uçamazlar. Karada yüzelli kilo kaldırabüen bir in­sana, denizde yüz kilo kaldırtmayı deneseniz; yüzelli kiloyu kaldırabilecek olan kahramanın, yüz kiloluk demirle, deni­zin dibini boyladığını görürsünüz.

Yüksek hareket kabiliyetine ve kuvvetli pençelere sa­hip olan panterin de, bu özellikleri karada geçerlidir. Uzun mesafeye sıçrayabilmesi veya ayağı ile şiddetli pençe ata­bilmesi için, ayaklarının yere basması, yere dayanması ge­rekmektedir. Mücadele sahasıyla ilgili olarak iki hayvandan Örnek vermemiz, insani asabiyete sahip bazı kimseler tara­fından yadırganabilecektir!. Ne var ki bazı durumlarda, hayvanların içgüdüsel olarak yaptıklan hareketleri dikkate almak, insanlığımıza bir gölge düşürmeyeceği gibi, aynı zamanda gerekli bir yaklaşımdır.

Televizyonda  seyrettiğimiz bir belgeselde,   panterle timsah arasındaki bu mücadele gösterilmişti. Mücadelenin gözlemlenmesi gereken en can alıcı noktası ise, her iki hayvanın da kendilerine özgü mücadele sahalarını seçme­leri ve bu seçimde ısrarlı olmalarıydı. Panter, timsahı kara­ya doğru çekerken, timsahın, panteri suya doğru çekmeye çalışması; mücadelenin kilit noktası olup, mücadelenin so­nucunu etkileyebilecek bir keyfiyete sahipti. Bu safhada verilen mücadele, mücadele sahasının seçimiyle ilgili bir mücadeleydi. Nitekim mücadelenin bu safhasını kazanan ve mücadeleyi kendi sahasına çeken taraf, neticede müca­deleyi kazanan taraf olmuştu.

Allah rızası için her türlü zulme ve sömürüye karşı mücadeleden yana olan müslümanlann, mücadele sahası konusunda yeterince bilinçli olduklarını söyleyemeyiz. Çün­kü mücadele sahasının seçimiyle ilgili olarak, iki hayvan arasında gördüğümüz ısrarlı çekişmeyi, halkında müslüman olan ülkelerde yaşayan müslümanlarla, müstekbirler arasın­da görebilmiş değiliz.

Müslümanlar ve müstekbirler meseleye aynı önemi vermiş olsalar, mücadele sahasının seçimiyle ilgili olarak mutlaka bir çekişme meydana gelecek ve her iki taraf da seçiminde ısrarlı davranacaktır. Fakat ne yazık ki müstek­birler bu konuda bilinçli olmalarına rağmen, müsiümanla-nn geneli aynı bilinçte değildir.

Birbirini tutmaz görüşlerle, çok değişik vadilerde, çok değişik sahalarda mücadeleye davet edilen müslümanlara; "Gevşemeyiniz, mahzun olmayınız, inanıyorsanız güçlü­sünüz" buyruğu sık sık tekrar edilerek, bu müslümanlann birçoğu uyutulabilmektedir.

İnsanlar İlahi bir buyrukla uyutulur mu?

Elbetteki uyutulur!.

Allah adına yapılan batıl davetlerle, insanların uyutul­ması mümkün olduğu gibi, zamansız, mekansız ve mükellefsiz gündeme getirilen ayeti kerimelerle de insanlann uyutulması ve bunun da gerisinde sapık vadiiere sürüklen­mesi mümkündür.

Unutulmaması gerekir ki, Allah'ın adını ağzına alan veya Kur'an-ı Kerim'den bazı ayetleri okuyan kimseler, sadece müslümanlar değildir. Bel'amlar da söze besmeleyle başlamakta, bazı ayeti kerimeleri tağutun maslahatına göre gündeme getirip, tevil ederek sapık davetlerde bulunmakta ve Allah'a hamdederek sözlerini bitirmektedirler.

Halkında müslüman olan ülkelerde resmi belamla' tanımak kolay olsa da, gayriresmi gözüken bel'amları tanmak biraz zordur. Bunlar, sadece Alİah nzası için konış-tuklannı ve Allah rızası için davette bulunduklarım ile"; sürerler. Oysa ki davet ettikleri yol, meseleye vak' olan müslümanlann kolayca farkedebilecekleri batıl bir yoldur. Meseleye vakıf olmayanlar ise Peygamber(s.a.v.) varisi gördükleri bu bel'amları can kulağı ile dinlemekte ve onla­ra itaat etmektedirler.

Hangi sapık vadide olurlarsa olsunlar, bu şaşkınların hepsine "İnanıyorsanız güçlüsünüz" buyruğu telkin edilerek, bulundukları vadiyi, bulundukları mücadele sahasını terketmemeleri ve mücadeleden vazgeçmemeleri empoze edilmektedir, Bu ifadeyi kullanan kimseler, hak bir ifade ile batılı kastetmektedirler.

"inanıyorsanız güçlüsünüz!."

Bu İlahi buyruktan hareket edilerek, müminlerin her şartta ve her düzlemde güçlü olduklarını bilerek söylemek ihanet, bilmeyerek söylemek ise cahilliktir. Çünkü bu İfa­denin içerdiği gerçeğe vakıf olmayan kimseler, bu ifadeyle davet edildikleri her mücadele sahasına, cahillere özgü bir cesaretle icabet etmekte ve yine cahillere Özgü bir cesaret­le, mücadeleye soyunmaktadırlar. Çünkü inanmaları hase­biyle kendilerini her mücadele sahasında güçlü zannetmek­tedirler.

İşte bu gibi insanlann, biraz önce zikrettiğimiz hay­vanlardan ibret değil, örnek almaları gerekir. Örnek alma­ları gerekir ki, mütekbirlerin belirledikleri mücadele saha-lanna kendi istekleriyle çıkıp, hayvanlardan daha aşağı bir dereceye düşmesinler!.

"İnanıyorsanız  güçlüsünüz"   ifadesi,   müminleri muhatap alan bir ifadedir. Bu müminler Allah'a, Allah'ın Rasulüne (s.a.v.), Allah'ın kelamına, Allah'ın sünnetine, Al­lah'ın vaad ve vaidlerine yakinen iman eden müminlerdir, Bu müminler, bu inananlar, elbetteki ve elbetteki güçlü­dür. Fakat bu inananların güçlü olmaları, bir şarta, mutiak bir şarta bağlıdır!.

İnandıkları yolda bulunmaları.. Evet.,

Müminler, inandıklan yolda bulunduklan sürece güç­lüdürler. Çünkü müminlerin güçlü olabilmesi, ancak ve ancak Allah'ın yardımıyla mümkündür. Allah'ın yardımı ise, sırat-ı müstakimde bulunan mü' minleri kuşattığı için, inan­dıklan yolda bulunan bu mü'minler güçlüdür. Sırat-ı müsta­kimden uzaklaşmak, Allah'ın yardımından uzaklaşmaktır. Hak yoldan, sapık yollara meyletmek; izzetten, zillete meyletmektir. Zillete meyleden kimselere güçlü olduklarını söylemek ise, bunları avutmak veya bunları uyutmak ola­caktır.

Dünya müslümanlarının, yaşadıkları toplumu ve için­de bulundukları durumu dikkate alarak; konumlarını ve mücadele sahalarını, İlahi ölçülere göre tesbit etmeleri ge­rekmektedir. Dünya müstekbirlerine karşı mücadele verir­ken, bu müstekbirlerin belirledikleri sahada değil, kendileri­nin belirledikleri sahada mücadele vereceklerdir. İlahi ölçülere göre belirlenen bu saha; (bu sahada) Allah'ın yar­dımına mazhar olacak mü' minlerin, güçlü oldukları, güçlü olabilecekleri bir sahadır.

Müstekbirlerin belirledikleri mücadele sahaları ise, ca­hili değerlerin güç kabul edildiği ve cahili kuralların yürürlükte olduğu bir mücadele sahası olup, bu sahadaki üstün­lük ve insiyatif müstekbirlerin elindedir. Çünkü mücadele sahasıyla ilgili güç unsurlarını ve mücadele kurallarını ken­di çıkarlarına göre belirleyen dünya müstekbirlerinin, bağlı olduklan İlahi ölçüler yoktur.

İlahi ölçülere göre helal ve haram hudutlarını dikkate almayan bu müstekbirier, kendi çıkarlanna uygun her yaklaşımı helal veya meşru kabul edebilmektedirler. Oysa müminlerin bağlı olduklan ve dikkate almakla mükellef ol­dukları İlahi ölçüler vardır. Bu İlahi Ölçüleri dikkate aldıkla­rı zaman; söz konusu mücadele sahasında meşru kabul edilen birçok hamleyi yapamayacak, fakat müstekbirlerin bu hamlelerine maruz kalacaklardır. Günümüz müslüman-larının iyice anlamalan gereken bu ifadeyi, altını çizerek tekrarlamak istiyoruz.,

"Müstekbirlerin belirledikleri sahalarda mücadeleye soyunan müslümanlar, İlahi ölçüleri dikkate aldıkları zaman; söz konusu mücadele sahasında meşru kabul edilen birçok hamleyi yapamayacaklar, fakat müstekbirlerin bu hamlelerine maruz kalacaklardır.."

Nitekim dünya müstekbirleri, birçok ülkede yaşayan ve mücadeleden yana olan müslümanlan; küfrün, zulmün, fasıkhğın, yalancılığın, dolandırıcılığın, sahtekarlığın, riya­karlığın, iftiracılığın, rüşvetçiliğin, yetkiyi ve görevi kötüye kullanmanın, dünya emperyalizmine bağımlı olmanın ve onlarla yardımlaşmanın, devlete ve millete ihanet etme­nin... meşru kabul edildiği politik düzlemlerde, mücadeleye davet etmektedirler. Çünkü bu mücadele düzlemleri, ken­dilerine özgü mücadele düzlemleridir.  Böylesi mücadele düzlemlerinin şartlan, kurallan ve kanunlan, emperyaliz­min çıkar ve menfaatlerine göre belirlendiği için, bu saha­larda yapılan ve yapılacak olan mücadelelerin insiyatifi, müstekbirlerin elinde olacaktır.

Müstekbirlern belirledikleri ve tercih ettikleri mücade­le düzlemleri, tabi ki sadece politik düzlemler değildir. Müstekbirlere Özgü mücadele düzlemleri; her türlü zulmün, kurnazlık kabul edildiği politik düzlemler olduğu gibi., faizin meşru görüldüğü ve faizle gelişen ekonomik düzlemler, batıl görüşlerle beslenen kültürel düzlemler ve bunun da Ötesinde, şeytani mantığa göre zaman­laması yapılan askeri düzlemler de olabilir.

"İnananlar güçlüdür.." gibi, gerçek manası saptırılan sloganlarla, batıl davetlere icabet etmek ve böylesi düzlem­lerde mücadeleye soyunmak; ayıp yerlerin açığa çıkmasına ve hüsrana neden olacaktır.   -

Netice oîarak "İnananlar güçlüdür" İlahi buyruğu­na; inandıklan yola teslim olan, inandıklan doğru yolda yaşayan, bu yolda dağılmayan ve gevşeklik göstermeyen müminler muhataptır. Allah'ın yardımına mazhar olan bu müminler güçlüdür. Bu müminlerin mücadele düzlemi, sı-rat-ı müstakimdir. Sıratı müsta-kimde ilerlerken karşılaştık-lan müstekbirlerle; sapmadan, saptırılmadan ve hiç kimse­yi saptırmadan mücadele ederler.

Sırat-ı müstakimdeki konumlan, durumları ve merha­leleri bellidir bu müminlerin. İçinde bulundukları konumun fıkhını, sabır, sebat ve azim İle yaşarlar.

Müstekbirlerle mücadele ederlerken, ayaklarının sırat-ı müstakimden kaymamasına, kaydınîmamasına önemle dikkat ederler. Çünkü bu mü'minier, sırat-ı müstakimde bulundukları sürece, Allah'ın yardımına mazhar olacakları­na ve sırat-ı müstakimde bulunduklan sürece, güçlü olduklanna yakinen iman etmişlerdir. Böylesi müminlerle, sırat-ı müstakimde mücadele etmek zorunda kalan müstekbirlerin akıbeti ise, Adem (a.s.)'dan bu yana yenilgi veya helakla sonuçlanmıştır.

Mücadele sahasının Önemini idrak eden müslümanla-nn hangi düzlemde mücadele verdiklerini veya hangi düz­lemde mücadele vermediklerini sorgulamaları gerekir. Fer­di ve toplumsal mücadeleleri, Allah'ın emrettiği düzlemde gerçekleşiyorsa, hiçbir şüphemiz yoktur ki, Allah(c.c) bu müslümanlann yardımcısıdır. Fakat mücadele ettikleri düz­lem, İlahi vahyi dikkate almayan aklın emrettiği bir düzlem ise, bu düzlemde mücadele verirken yardımı Allah'tan deyine akıllarından beklemek zorundadırlar!.

 

Mücadelenin Hedefleri

 

Şeytan ve dostlarının, müslümanlar üzerine yaptıkları hesaplann boşa çıkabilmesi için, günümüz müslümanlan-nın dikkate almaları ve pratize etmeleri gereken bir diğer prensip ise, mücadelenin hedefleri olacaktır.

Hepimiz biliyoruz ki, yapılan ve yapılacak olan her mücadelenin, kendisine özgü hedefleri bulunmaktadır. Ni­tekim İslami gerçeklere vakıf olarak, mücadeleden yana bir tavır koyan ve mücadele eden müslümanlara "Hedefi­niz nedir?" sorusunu yönelttiğiniz zaman, bu sorunuz ge­nelde cevapsız kalmaz. Hatta bunun da Ötesinde birçok değişik cevaplarla karşılaşmanız mümkündür!. Zaten günü­müz müslümanlarının birbirinden farklı gruplara bölünerek, birbirinden farklı istikametlere yönelmelerinin önemli bir nedeni de, böylesi değişik hedeflere sahip olmalarıdır.

Müslümanların sapmasına ve saptınlmasına neden olabilen yanlış hedefler, müslümanlara şeytan ve dostları tarafından empoze edilebildiği gibi, samimiyetlerinden kuş­ku duymadığımız bazı müslümanlann, İlahi vahyi dikkate almadan ileri sürdükleri akli hedefler de olabilmektedir. Oysa her konuda olduğu gibi bu konuda da İlahi vahiy ve Efendimiz (s.a.v.)'in sünneti dikkate alınsa, akli sapmalar veya hedef konusundaki şeytani müdahaleler engellenmiş olacaktır. Bu meseleye yeterli bir şekilde vakıf olabilmemiz için, öncelikle aşağıdaki soruyu cevaplandırmamız gereke­cektir. ,

"Bilinçli hedef tayini nasıl olmalıdır?." Mücadeleden yana olan dava adamlarının, bilinçli bir hedef tayininde bulunabilmeleri için, savundukları davanın tabiatını, içinde bulundukları konumu ve yaşadıkları şartlan mutlaka dikkate almaları gerekmektedir. Hiç şüphesiz ki, her davanın gözettiği nihai hedefler vardır. Ancak bu ni­hai hedeflerin bilinmesi, mücadelenin pratiği için yeterli değildir. Bu nihai hedefler, dava adamlarına sadece bir is­tikamet verebilir. Ne var ki. nihai hedeflerini bilmelerine ve bu hedeflere yönelmelerine rağmen, yöneldikleri bu he­deflere hiç yaklaşamayan bir çok dava adamı bulunmakta­dır.

Çünkü bunların erişmek istedikleri hedef, bazı ayet-i kerimelerle sabit doğru bir hedef olmasına rağmen, içinde bulundukları konumda ve yaşadıkları şartlarda, erişilmesi mümkün olmayan büyük bir hedeftir. Davanın tabiatını bi­len ve doğru bir yönelişte bulunan bu müslümanlann dik­kate almadıkları husus, içinde bulundukları konum ve ya­şadıkları şartlardır. Doğru bir yönelişten sonra yapılması gereken ikinci iş, doğru bir konum tesbitidir, Bu tesbit ya­pıldığı zaman, içinde bulunulan konum ile nihai hedef ara­sındaki mesafe ortaya çıkacak ve bu mesafe, varılması mümkün ara hedeflere bölünerek, varılması gereken ilk ara hedef belirlenecektir.

Önemle anlaşılması gereken husus: yaşanılan şartla­rın dikkate alınması, ilk ara hedef belirlendikten sonraki üçüncü aşamadadır. Nitekim yanlış ve yanıltıcı hedef tayin eden müslümanların büyük hatası, yaşadıkları şartlara göre hedef tayin etmelerinden kaynaklanmaktadır. Oysa yaşanı­lan şartların dikkate alınması, hedef tayin etmek için değil, davanın tabiatına ve müslümanlann konumuna göre tayin edilen ilk ara hedefe, nasıl ve ne şekilde ulaşılabileceğini tesbit etmek içindir. Yaşanılan şartlara göre hedef tayin et­mek, İslami hareketin tabiatıyla bağdaşmayan ve hiçbir za­man bağdaşamayacak olan batıl bir yaklaşımdır. Çünkü hedefini yaşanılan şartlara göre belirleyen bir hareket, şartlara bağımlı ve şartlara göre değişebilen tutarsız bir ha­rekettir. Oysa İslami hareket, şartlara göre değişen değil, bizzat şartlan değiştirmeyi amaçiayan bir harekettir.

İslami harekette büyük bir önemi olan ara hedeflerin tesbit edümesi, İslami harekete bir bütün oiarak vakıf olan ve yaşadıkları çağı idrak eden yetkin müslümanlann göre­vidir. İslami hareketle ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'de zikre­dilen hükümler, kronolojik sırasına ve konularına göre in­celendiği zaman, nihai hedefle birlikte, müslümanları bu hedefe götürebilecek ara hedeflerin de tesbit edilebilmesi mümkün olacaktır. Bu Rabbani bilgilerin pratize edilebil­mesi ise, yaşanılan çağa ve müslümanlann durumuna vakıf olmakla gerçekleşebilecektir.

Ara hedeflerin bilinçli olarak tesbit edilmesiyle ilgili olarak. Allah'ın sünnetiyle gerçekleşen tabiat olaylanndan da birçok örnek alabiliriz. Çünkü bu olayîan sağlıklı olarak gözlemi ey ebilirsek, yaratılmışlarla ilgili bu olaylardan, Yara­tıcının sünnetini yani daha açık bir ifadeyle, gözlemlediği­miz olaydaki Hak yaklaşımı anlamış oluruz. Yaratılmışlarla olarak Yaratıcının sünnetini idrak eder ve yaratılmışla­ra bu sünneti dikkate alarak yaklaşabilirsek, bu yaklaşımı­mız şüphesiz ki hak bir yaklaşım olacaktır.

Bu konuyla ilgili olarak, yaşadığım bir olaydan örnek verebilirim. Güzelyali'da bahçeli bir evin önünde otobüs beklerken, bahçede yetişen çiçeklere bakıyordum. Bakışla­rım, bahçe parmaklığının hemen arkasında olan bir karan­file takılmıştı. Karanfile bakarken, bir çiçeğin ne kadar gü­zel ve ne kadar muhteşem olduğunu ilk kez farkediyordum. İncecik bir dalın ucunda, güzele ve güzelli­ğe anlam vererek derin bir arzuyla açılan bu karanfil, beni oldukça etkilemişti. Karanfili, karanfilin gelişimini ve bu karanfili yaratan Rabbimi düşündüm. Cevaplandırmak İste­diğim ilk soru şuydu.,

Yaratan ve yaşatan Rabbim, karanfilin bu noktaya gelmesini, karanfili yaratmadan önce dilemiş miydi?.

Şüphesiz ki dilemişti..

O halde karanfilin bu gelişimi, tesadüfi bir gelişim değildi. Şanı yüce Rabbim, gördüğüm karanfilin, gördü­ğüm doruk noktasına ulaşmasını dilemiş ve bu noktaya ulaşabilmesi İçin. karanfile ahenkli bir gelişim süreci takdir etmişti. Karanfilin toprakta başlayıp doruk noktasına ula­şan yolculuğu, kesinlikle tesadüfi bir yolculuk değildi. Daha açık bir ifadeyle, nihai hedef önceden takdir edilmiş­ti. Karanfilin gelişim süreci boyunca attığı her adım, bu hedefe yönelik adımlardı. Nihai hedefe ulaşılabilmesi için, nihai hedef istikametindeki birçok ara hedefleri geçmesi gerekiyordu. Şayet çevre şartlan olumsuz olursa, nihai he­defe ulaşamıyor, fakat hak olan gelişim istikametini de de­ğiştirmiyordu. Nitekim peygamberlerin tevhid mücadele­sinde ve bu mücadelenin tabiatında da, aynı gerçekler bulunmaktadır..

Karanfile bakarken ve bütün bunları düşünürken, kaç otobüs kaçırdığımı bilmiyorum. Fakat gördüğüm ve anladığım bir gerçek olmuştu.,

"Gerçekleştirmek istediğimiz herhangi bir işi, sondan başa doğru düşünüp, baştan sona doğru yapmak!."

Bu ifadeyi tabi ki kısaca açmamız ve açıklamamız ge­rekecektir. Herhangi bir işin veya herhangi bir mücadele­nin teorisi, bulunulan konumdan yani baştan sona doğru belirlenmeye çalışılırsa; bu şekilde belirlenen teoriler, bi­linçli hedeflere yönelik, tutarlı teoriler değildir,

Nihai hedef gözetilmesine rağmen, baştan sona doğ­ru hazırlanan diğer teoriler de, aynı kategoriye girmekte­dir. Çünkü böylesi teoriler hazırlanırken, ilk ara hedeflerin tesbit edilmesinde belirsizlik vardır.

İlk ara hedefler, ne için, neyi gerçekleştirmek veya neye zemin hazırlamak için tesbit edilecektir?

Akli selim olan her kardeşimizin idrak edeceği gibi, tesbit edilen ve tesbit edilecek olan her hedef, bir sonraki hedefin gerçekleşmesine zemin hazırlar mahiyette olması gerekmektedir. O halde bir hedefin belirlenebilmesi için, bir sonraki hedefin mutlaka bilinmesi ve dikkate alınması gerekmektedir. Bir sonrak: hedefin bilinmesi, ondan son­raki hedefin bilinmesine bağlı olduğuna göre, bu yaklaşım bizi öncelikle nihai hedefe,  yani sona götürecektir.  İşte "Sondan başa doğru düşünmek" ifadesiyle, belli bir hedefe yönelik bilinçli bir teorinin, sondan başa doğru hazırlanma­sı gerektiği anlatılmaktadır. Nihai hedefle, içinde bulunulan konum noktası dolambaçsız bir çizgiyle birleştirilecek ve bu Çizgi istikametindeki ara hedefler, sondan başa doğru tes­bit edilecektir. Nihai hedefe atılacak adımın, son kalkış noktası neresi ise, işte o nokta; nihai hedeften önceki son ara hedeftir...

Sondan başa doğru belirlenen bu teorinin pratiği ise, elbetteki baştan sona doğru olacaktır. Bu şekilde belirle­nen teorilerin pratiği, şüphesiz ki maksatlı hedeflere yöne­lik, bilinçli bir pratiktir. Bu pratiği yaşayan müslümanlann hepsi, yaşadıkları pratiğin hikmetini ve yarına yönelik so­nuçlarını bilmeseler dahi; bu pratiğe yön veren ve bu pra­tiği yaşayan yetkin müslümanlar, ne için/nereye yöneldik­lerinin, hangi hedefe doğru ilerlediklerinin, bu hedefe ulaşabilmek için nelerden sakınıp/neleri ikame etmeleri gerektiğinin ve daha sonraki hedeflerin bilincindedirler. Çünkü bir harekete yön verebilmeleri için, bütün bu ger­çeklerin bilincinde olmaları gerekmektedir.

Şeytan ve dostlarının hedef tayini noktasındaki mü­dahaleleri, tabi ki çok çeşitlidir. İnsan dergisinin ilk sayıla­rında yer alan "İslami Hareket ve Şeytan" başlıklı yazıda, bu müdahalelerin bir boyutuna değinmiştik. Bu müdahale­yi kısaca özetleyecek olursak, şunları söyleyebiliriz.,

Müslümanların bulundukları konumda yönelmeleri gereken ilk ve Öncül hedefler vardır. Şeytan aleyhîllane müslümanlann bu ciddi hedeflere yönelmelerini ve gerçek­leşebilir bu hedeflere doğru ilerlemelerini tabi ki istemez. Bunu engeli ey eb ilmesi için, müslümanlara iki ayrı boyut­tan yaklaşması gerekmektedir.,

Birinci boyuttaki yaklaşımında; müslümanları söz ko­nusu hedeften geri çekmeyi, uzaklaştırmayı amaçlamakla­dır. Nitekim birçok müslümanın zaafından faydalanarak, onları şimdilik uzlaşmaya, taviz vermeye veya müsait za­manı ve mekanı beklemeye teşvik ederek, bu müslümanla­rı bir ölüm döşeği olan bekleme koltuğuna oturtabilmekte­dir!.

Tabi ki bütün müslümanları aynı yaklaşımla, aynı koltuğa oturtabiimesi mümkün değildir. Çünkü İslami anlayış­larının bir gereği olarak, mutiaka ve mutlaka bir şeyler yapmak isteyen, azimli, dirayetli ve fedakar müslümanlar da bulunmaktadır. Şeytanın bu müslümanları söz konusu hedeften geriye çekebilmesi ve pasifize edebilmesi müm­kün değildir. İşte böyle bir durumda şeytan ve dostları, bu müslümanlara ikinci boyuttan yaklaşmakta ve bu müslü­manları övücü ifadelerle yücelterek, ayrıca Allah'ın yardı­mını da ileri sürerek, bunlan gerçekleşmesi mümkün oima-yan büyük hedeflere yöneltmektedirler.

Şeytanın bu iki ayrı boyuttaki yaklaşımı, iki ayrı yak­laşım gibi gözükse de, sonuç itibarıyla şeytanı memnun eden aynı neticeyi vermektedir. Çünkü yaşanılan konumda gerçekleşmesi mümkün oian küçük hedeflere yönelmemek ile. yaşanılan konumda gerçekleşmesi mümkün olmayan büyük hedeflere yönelmek arasında, netice olarak hiçbir fark yoktur.

Birisi aynı noktada oturarak beklerken, diğeri aynı noktada ayakta durmakta ve kendisini cezbeden büyük he­defe özlemle bakarak, bu hedefe nasıl ve ne şekilde sıçra­yabileceğinin hayali hesaplarını yapmaktadır!.

Velhasıl sonuç aynıdır!..

Şeytan ve dostlarının diğer yaklaşımlarına bir başka örnek olarak-, teoride doğru, fakat konum ve şartlar açısın­dan pratikte yanlış hedefler ileri sürmelerini verebiliriz. İs­lami hareketin tabiatında, batıl görüşlerle ve bu görüşler­den kaynaklanan hastalıklarla mücadele etmek elbetteki vardır. Çünkü bu batıl görüşler, apaçık bir mikrop gibidir.

Ne var ki söz buraya geldiği zaman büyük bir "Fakat" eğiz. FAKAT! İslami   hareket  bu  mikroplarla  mücadele ederken,  bu bilinçli mücadeleye öncelikle vücuda giren mikroptan başlar.  Öncelikli hedefler, vücuda giren yani bizlerde yaşayan mikroba karşıdır. Falanca köyde verem, filanca köyde tifo salgını olabilir. Bizim köyün muhtarını dinleyerek, vereme ve tifoya karşı mücadele vermezden önce, bizim köyde hangi hastalığın olduğunu tesbit etme­miz gerekir. Bizim köyde veba varsa ki yok diyemiyorum vereme veya tifoya karşı mücadele etmemizin ve veba ko­masına giren cahil doktorların telkinine inanarak, her gün vereme veya tifoya karşı aşılanmamızın ne anlamı olacak­tır?.

Komşu köyden, yani Rusya'dan gelen bir müftüyle görüşmüştük. İzmir Fuarındaki Sovyet pavyonuna Rus yet­kililer tarafından gönderilen bu müftü, sarığı ve cübbesi ile pavyondaki yerini almış, Rusya'daki din ve ibadet hürriye-tinin(!)  görsel propagandasını yapıyordu.  Arkasında yer alan Kur'an-ı Kerimle, camilerle, namaz kılan cemaatlerle ve hacılarla İlgili resimler, söylediklerini doğrulayan yapay görüntülerdi. Şivesi farklı olsa da, Türkçe bildiği için anlaş­mamız pek zor olmadı. Biraz akıllı olmah ki, kısa bir ko­nuşmadan sonra bizlerin siyasi bilince vakıf müslümanlar olduğumuzu anlamış ve bizlerle bu istikamette konuşmaya başlamıştı. Bundan sonraki konuşmalarımız sade bir türk-çeyle veya mealen şöyle gelişmişti.,

Kominist sistemle bir anlaşmazlığınız var mı?

Bize din özgürlüğü tanıyorlar, ibadet özgürlüğü ta­nıyorlar, neden bir anlaşmazlığımız olsun ki!

Peki iktidara kapitalistler gelse ne yapardınız? Fıldır fıldır dönen gözleriyle yüzlerimizdeki saf mera­ka biraz baktıktan sonra, bize daha da yaklaşarak cevap verdi.,

Kapitalizme karşı mücadele ederdik.

Bizlerin kapitalizm belasından ne çektiğimizi bili­yorsunuzdur. Allah bizleri bu beladan ne zaman kurtara­cak?

Müslümanlar! Herşeyi Allah'tan beklemeyin! Sizin de çalışmanız, mücadele etmeniz lazım.

Kapitalizmden kurtulan sizler, bundan kurtulmak is­teyen müslüman kardeşlerinize yardım edebilecek misiniz?

Bizler camilerde, vaazlarda, konuşmalarda kapitaliz­me karşı mücadele veriyoruz. Dünya kapitalizmine karşı verdiğimiz mücadele, tabi ki sizin için. Sizi kapitalizmden kurtarmak için. Fakat sizin de çalışmanız lazım.

Buradaki müslümanlar, sizin söylediğiniz bu konuda çalışamaz.

Neden?!.

Çünkü burada yaşayan müslümanlar dünya komi-nizmine karşı mücadele vererek, sizleri kominizin belasın­dan kurtarmaya çalışıyorlar!.

Anlam veremediğimiz bir yüz ifadesiyle yutkunarak bize sırtını döndü. Yutkunarak yuttuğu cümle herhalde şuydu.,

Onlar önce kendilerini kurtarsın!.

Bunu söyleseydi, bizim yutkunmadan vereceğimiz ce­vap tabi ki belliydi.

Siz de Önce kendinizi kurtarın!.

Konuşmalardan da anlaşıldığı gibi, kominizmin yürür­lükte olduğu Rusya'daki müslümanlar, kapitalizme karşı mücadele verirken, kapitalizmin yürürlükte olduğu Türkiye'li müslümanlar da, kominizme karşı mücadele verebil­mektedirler. "Şeytan bunun neresinde?" sorusuna hiç gerek var mı?

Neresinde değil ki?!,.

Daha önce de belirttiğimiz gibi sağlıklı ve bilinçli mü­cadele, öncelikle vücuda giren, yani bulunduğumuz yapıda yaşayan mikroba karsıdır. Bulunduğumuz yapıda yaşayan mikroplar, meşru veya zararsız veya müdahalesi sakıncalı görülerek; vücuda girmeyen farazi mikroplara karşı müca­dele verilmesi ve bu farazi mikropların öncelikli hedef ka­bul edilmesi, şeytani müdahalenin açık tezahürleridir. Şey­tan ve  dostları günümüz müslümanlanna böylesi farazi hedefler göstermekte ve bu hedeflere yönelttikleri müslü-manların aktif potansiyellerini, bu gibi hedeflerde telef et­mektedirler.  Bu şeytani müdahaleye aklanan kimselerin durumu, paçasını kurda kaptırmasına rağmen, karşı dağ­daki ayıya ateş eden avcının durumu gibidir!.. Fazla söze gerek var mı?

 

Mücadele Metodu

 

Mücadele alanını ve mücadelenin hedeflerini belirle­dikten sonra önemle dikkate alınması gereken bir diğer husus mücadele metodudur. Günümüz müslümanları mü­cadele metodu meselesine ilgisiz kalmamakta fakat ne var ki bu önemli konuda da, birbirini tutmayan değişik yakla­şımlarda bulunabilmektedirler. Birbirinden farklı olan bu yaklaşımları tahlil ettiğimiz zaman, bu yaklaşımların cahili hareketlerden az veya çok etkilendiklerini görürüz. Bu ne­denle yakın tarihte meydana gelen bazı cahili hareketler üzerinde kısaca durmamız gerekecektir. Çünkü bunları dik­kate aldığımız zaman, metod meselesiyle ilgili olarak ileri sürülen birçok yaklaşımın nereden kaynaklandığı da açıklık kazanacaktır.

 

Cahili Hareketler

 

Günümüzdeki birçok müslümanın, yakın tarihte mey­dana gelen cahili hareketlerden etkilenmelerinin en belli başlı nedeni, çağdaş kabul ediien bu hareketlerin başarıya ulaşması veya başarıya ulaşmış gözükmesidir. Çünkü in­sanların genelinde, her türlü başarıya karşı bir Ön kabul bulunurken, her türlü başarısızlığa karşı da bir ön yargı bulunmaktadır. Nitekim bu batıl yaklaşımdan etkilenen günü­müzdeki birçok müslüman, yakın tarihte başarıya ulaşan çağdaş hareketleri neticesine göre değerlendirmekte ve neticesini olumlu gördükleri hareketlere ılımlı yaklaşarak, bu hareketlere özgü bazı prensipleri benimseyebilmekte­dirler.

Başarıyla sonuçlanan cahili hareketlere ılımlı yaklaşa­bilen bu müslümanların, gelişemeyen veya neticeye ulaşa­mayan bazı tevhidi hareketleri başarısızlıkla itham ederek yargılamaları ise, karşılaştığımız bir diğer görüntüdür. Hiç şüpheniz   olmasın   ki,   Nuh   (a.s.)   aramızda   olsaydı   ve Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen tevhidi hareketini uzun yıl­lar aramızda sürdürseydi; onun başarıya ulaşamadığım gö­ren günümüzdeki bu müslümanlar, Nuh (a.s.)'ı, onun hare­ketini   ve   hareket   metodunu   da   şiddetli   bir   şekilde yargılayabilirlerdi. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, çalışmaları ve hareketleri neticelerine göre değerlendiren bu yaklaşım, eylemlerin keyfiyetinden ziyade, sonuçlarını dikkate almakta ve eylemleri sonuçlarına göre yorumla­maktadır.

Günümüz müslümanlan arasında "Yaşadığımız çağa uygun, çağdaş hareket nasıl olmalı?" sorusuna, yakın tarihten cevap aramak, genel bir alışkanlık haline gelmiştir. Oysa ki ondört asır önce nazil olan Kur'an-ı Kerim, top­lumların genel karakterlerini ve eğilimlerini beyan ederek, bunların keyfiyette değişmeyeceğini bildirmekte ve bütün bu evrensel gerçekleri dikkate alarak, zamanlar üstü bir hareket metodu ortaya koymaktadır. Nitekim îsiami hare­ket metoduna vakıf olarak, yakın tarihte meydana gelen birçok devrimci hareketi incelediğimiz zaman, İslami hare­ketin böylesi hareketlerden münezzeh olduğunu,  ancak başanya ulaşabilen bu hareketlerde, bazı İslami prensiple­rin bulunduğunu görürüz.

Mesela Cin devrimini gerçekleştiren en büyük eylem, Kızıl Ordunun uzun yürüşüdür. Mao'nun da dediği gibi, devrimin en açık ve anlaşılır manifestosu budur..

Uzun yürüyüş sırasında geçilen yerlerdeki.,

zalim toprak ağalarından alınan pirinç, tuz ve para­nın yoksul köylüler arasında dağıtılması,

hapishanelerdeki mazlumların kurtarılması, Kızıl Ordu tarafından köylülerin hasat işlerine yardım edilmesi,

onların ihtiyaçlarının giderilmesi

ve bütün bu güzel davranışlar karşısında, kendilerini evlerinde ağırlamak isteyen köylülere; "Sizi rahatsız etmeyelim, size yük olmayalım" cevabını veren Kızıl Ordu men­suplarının, sokaklarda ve kaldırımlarda uyumaları... maz­lum Çin halkının Kızıl Ordu'yu sevmesine, sahiplenmesine ve desteklemesine neden olmuştur. Nitekim devrimi ger­çekleştiren en büyük dinamik, halkın bu desteğidir.

Ancak şu gerçeğin açıklık kazanması gerekir ki, maz­lum Çin halkının Kızıl Ordu'yu benimsemesi ve destekle­mesi, kesinlikle ideolojik bir benimseme ve ideolojik bir destekleme değildir. Kızıl Ordu'nun ideolojisini yeterince anlamaktan ve sorgulamaktan çok uzak olan halk kitleleri, Kızıl Orduyu yukarıda belirttiğimiz güzel davranışlarıyla ta­nımış ve pratikteki bu davranışlarıyla sevmiştir. Oysa bili­yoruz ki, insan fıtratını ve toplum psikolojisini derinden et­kileyebilen bu güzel davranışlar, en muhteşem örnekleriyle İslam'da bulunmakta ve İsiami güzelliklerin sadece bir bölü­münü oluşturmaktadır.

Rusya'da meydana gelen Ekim Devrimi ise devrimin gerçekleşmesini, Çarlık sistemine ve bu sistemin zulmüne başkaldırının yanısıra, bu hareketi bir kişinin şahsına ba­ğımlı kılmayan, profesyonel devrimcilere borçludur. Bilin­diği gibi devrimci hareketin en kritik dönemlerinde, Lenin Rusya'dan  uzaklaşmak  zorunda  kalmış,   fakat  hareketin stratejisini idrak eden iyi yetiştirilmiş profesyonel devrimci­ler tarafından, devrimci hareket Lenin'in yokluğunda da sürdürülmüştür. Devrimci hareketi yok edebilecek ölümcül duraklamaya fırsat tanımayan ve hareketin en zor dönem­lerini göğüsleyen bu profesyonel devrimcilerin İslami hare­ketteki adı, öncü müslümanlardır.  Her türlü meşakkate katlanarak hayırlarda yanşan, öne geçen, ilerleyen ve ha­reketi   ilerleten   müslümanlardır Peygamberlerin   veya imamların yokluğunda öne çıkan ve tevhidi çizgiyi takip eden müslümanlar, yine bu müslümanlardır. Nitekim İran İslam Devriminin öncesinde ve sonrasında da bu gerçekle­ri görmemiz mümkündür. Devrim Öncesinde İmam Hu-meyni İran'dan sürgün edilmesine rağmen. İran'da yaşa­yan   öncü   ve   örnek   müslümanlar   tarafından   önderlik misyonu pratize edilmiş ve hareket sürdürülmüştür. Dev­rim gerçekleştikten sonra ise İmam Humeyni'nin ciddi sui­kast   girişimlerine   maruz   kalmaması,   İslam   Devriminin İmam Humeyni'nin şahsına bağımlı olmadığını ve bu açık gerçeğin, dünya emperyalistleri tarafından da anlaşıldığını göstermektedir.

1869-1948 yılları arasında yaşayan Mohandas K. Gandhı'nin Hindistan'daki hareketini, müslümanlann ol­dukça etkilendikleri diğer önemli hareketlerden biri olarak görebiliriz. Gandi'nin hareketi incelendiği zaman, bu hare­ketin özellikle kalkış ve gelişim sürecinde, bazı İslami pren­sipleri içerdiği tesbit edilebilecektir.,

Londra'da hukuk tahsili yaptıktan sonra Hindistan'a dönen Gandi, İngiliz sömürgesi olan Güney Afrika'ya gö­revli olarak gönderilir. Güney Afrika'da çalışan Hintli soy­daşlarının ne derece ezildiklerini ve İngilizler tarafından ne kadar aşağılandıklarını, olanca açıklığı iie burada müşaha-de eden Gandi, teorisini İngilizlerden öğrendiği insani de­ğerlerin, pratikte hiçe sayıldığı bu ırk ayrıcalığı karşısında şaşkına dönmüştür. Kendisini eziien ve aşağılanan Hintli­lerden ayıran tahsil ayrıcalığı bulunmasına rağmen, bu ay­rıcalığı kabul etmeyerek aşağılanan soydaşlarının yanında yer alması, Gandi'nin yaşantısında dönüm noktasını oluştu­ran soylu bir karardır. Müslüman olmayan Gandi'nin gös­terdiği bu güzel davranışı, ne yazık ki müslüman oldukları­nı   iddia   eden   bazı   dava   adamlarında   görebilmemiz mümkün  değildir.   Oysa  müslüman la ra  örnek  olabilecek bütün peygamberlerin, hakim sınıflar tarafından kendileri­ne tanınan ayrıcalığı reddederek, ezilen mazlumların ya­nında yer aldıkları bilinen gerçeklerdir. Nitekim hakim sı­nıflar tarafından birçok peygambere hitaben; "Aşağılanan, hor görülen, zayıf ve güçsüz insanları senin yanında görü­yoruz" denilmesi, tesadüfi olmayan bu asil gerçeği beyan etmektedir.

İnsani değerleri hiçe sayan ırk ayrıcalığına karşı mü­cadeleye girişen Mohandas Gandi, Güney Afrika'da başla­tıp Hindistan'da devam ettirdiği bu harekete "Satyagraha" adını vermiştir. Dış dünyanın olumsuz müdahalelerine kar­şı sabrı ve metaneti öğütleyen bu hareket, dünyevi ihtiras­ları frenlemek için perhizi tavsiye etmektedir, İslam'a ya­bancı olmayan bu gibi öğütleri yerine getiren ilk kişi, bizzat Mohandas Gandi'dir.

İngiliz emperyalizmini çaresiz bırakan ve şaşkına çeviren toplumsal tavır ise, sivil itaatsizliktir. Gandi'nin çağrısı­na icabet eden Hintliler, İngilizlerin elinde olan herşeyi., onların işlerinde çalışmayı, onların okullarını,

mahkemelerini, makinalarım, tekstil ürünlerini,., vs. boykot etmeye başlamışlardır.

Zarif İngiliz kumaşlarını bir kenara iterek, basit çıktık­la yün eğiren ve bu yünleri kendi ilkel tezgahlarında doku­tarak, giyim ihtiyacım karşılayan Gandi; İngilizlerin tüm Hintlileri aşağıhyarak tekrarladıkları "Hintliler İngilizlere muhtaçtır" büyülü ifadesinin üzerini karalamakta ve kendi­lerinin ürettikleri kaba giysiler içinde doğrularak, İngilizlere muhtaç olmadıklarım bütün dünyaya haykırmaktadır.

Yaşadığımız toplumda İngilizleri çağdaş ve medeni telakki eden aydın bozuntuları bulunmaktadır. Burada İngi­liz halkını yargılayacak değiliz. Fakat son yüzyıldaki İngiliz yönetimi ve bu yönetimin zihniyeti, insanlık tarihi için yüz karası olan zihniyetlerden birisidir. Bilindiği gibi deniz su­yundan elde edilen tuz, Allah'ın verdiği tabi nimetlerden­dir. Fakat ne gariptir ki, üç tarafı denizlerle kaplı olan Hindistan'ın yerli halkı, kendi denizindeki tuza el uzatamı­yor ve tuzu İngilizlerden almak zorunda bırakılıyorlardı. Çünkü "Tuz yasası" çıkaran İngilizler, denizlerdeki tuzu alma yetkisini sadece kendilerine tanıyorlar ve kendilerine verdikleri bu iğrenç yetki ile, Hint Okyonusunun tuzunu, Hintlilere fahiş fiyatla satıyorlardı. İşte ezilen halklarla bir­likte, insaf sahibi İngilizlerin de lanetlemeleri gereken İngi­liz zihniyeti budur. Hiçbir adil açıklaması olmayan bu iğ­renç zihniyete, hor görülen hayvanlar aleminden dahi bir ömek verilebilmesi mümkün değildir. Mohandas Gandi bütün Hintlileri bu yasağı ihlale da­vet etmiş ve " fann'nın nimetleri tekelleştirilemez" ifadesiy­le denize doğru yürüyerek, tuz yasasını ilk kez kendisi ihlal etmiştir. Bütün bu yapılanlar karşısında İngilizlerin çaresiz kalma nedeni, hareketin kalkış ve gelişim dönemlerinde Hintlilerin gösterdiği sabırdır. Çünkü Hintlileri sivil itaatsiz­liğe davet eden Gandi, bu itaatsizlik karşısında meydana gelebilecek İngiliz müdahalelerine, kesinlikle fiili müdahale ile karşılık verilmemesini ve sabredilmesin! öğütlüyordu. İn­giliz emperyalizmine itaat etmeyen halk hapishaneleri dol­duruyor, fakat itaatsizlik yine devam ediyordu. Sahip oldu­ğu    imkanlar    ile,    kendisine    direnç    gösteren    buzu parçalayabilecek olan İngiliz balyozu, hamlesine fiili karşı­lık yermeyen ve direnç göstermeyen suyun yumuşaklığı karşısında çaresiz kalıyordu.

Mohandas Gandi'nin Satyagraha hareketini geliştiren ve genişleten bu sabır faktörü, İslami harekete ilişkin pren­siplerden sadece bir tanesi olup, bu prensibin yüzeysel ve kabaca bir uygulamasıdır. Çünkü İslami harekette bu pren­sip çok daha ince boyutlardan ele alınmakta ve tatbikatte-ki muhteşemlik gözleri ve gönülleri kamaştırmaktadır.

Mesela şeytani zihniyetlerin ve emperyalist tatbikaüe-rin, ferdi akidelerde ve bazı ferdi tavırlarda reddedilmesin­den sonra, bir cemaate özgü akide ve yine bir cemaate özgü tavır düzleminde reddedilmesi, sivil itaatsizliğin iç ve dış merhalelerini beyan etmekte, aynca İslami gelişimin koruyucu dinamiği olan sabır faktörüne açıklık getirilerek, hangi konumda, ne zaman, nelere karşı, nasıl ve ne kadar sabredileceği, akılları tutkun edici örneklerle gözler önüne serilmektedir.

Fakat ne yazık ki, İslami harekete yeterince vakıf olamayan müslümanlar, birkaç örnek verdiğimiz böylesi hare­ketlerden etkilenebilmekte, zamana veya şartlara uygun telakki ettikleri bu hareketlerin, bazı olumsuz prensiplerini benimseyebilmektedirler. Oysa kısaca belirttiğimiz gibi, bu hareketlerdeki bazı doğrular, zaten İslam'ın doğrulandır. Bu parça doğruları muhteşem bir bütünlük içinde bulabile­ceğimiz yegane kaynak, İslam'dır. Kaldı ki İslam bizlere bu doğrulan hem bir bütünlük içinde vermekte ve hem de doğrunun dosdoğru tatbikatını sunmaktadır.

Doğrunun yanlış tatbikatına açık bir örnek olarak, Mohandas Gandi'nin durumunu verebiliriz. Satyagraha ha­reketini geliştiren temel dinamiklerden biri olan sabır fak­törünün, hareketin tabana yayıldığı, tabanla bütünleştiği ve dolayısıyle yüksek potansiyel kazandığı dönemlerde de de­vam ettirilmesi, Satyagraha hareketinin onur ve ilerleme kaybına neden olmuştur.  Tabi ki bu durum, doğrunun doğru tatbikatını bilmeyen Mohandas Gandi'nin eksikliğin­den ve kişisel zaaflarından kaynaklanan bir durumdur. Ha­reketin yüksek potansiyel kazandığı dönemlerde, budala bir hümanist kimliğiyle karşımıza çıkan Gandi, İngilizlere insan olmaları hasebiyle değer vermekte ve bu felsefeden hareket ederek, onlara bir zarar gelmemesi için sabra ve sabretmeye devam etmektedir. Tabi ki İngilizler de, Mo­handas Gandi'nin insani fazilet gibi gözüken bu zaafını dikkate alarak, münafıkça girişimlerle bu eğilimi tahrik et­mişler ve onun bu zaafından faydalanmışlardır.

Oysa Kur'an-ı Kerim, müslüman önderleri böylesi za­aflara ve münafıkça girişimlere karşı uyarmakta ve "Hür­met karşılıklıdır" İlahi buyruğu ile, insani duygulan çeliş­kiye  düşüren  bu  meseleyi  aydınlatmaktadır.  Mohandas " Gandi "Hürmet karşılıklıdır" hükmünü ve bu hükmün

hikmetini anlamış olsaydı, hiç şüphesiz ki Hintlilere insan olmaları hasebiyle değer vermeyerek, insanlıktan uzakla­şan İngilizlere, insan olarak(!) değer vermenin ve onların haksız çıkarlarını korumanın açık bir saçmalık olduğunu da anlayabilirdi.

Doğrunun doğru tatbikatı, müslüman önderlerin üze­rinde durmaları ve özenle irdelemeleri gereken bir mesele­dir. Hiç şüphesiz ki müslümanlar ve özellikle müslüman önderler için en açık örnek, Resulullah(s.a.v.)'dir. Kur'an-ı Kerim'in yanı sıra Efendimiz (s.a.v.)'in de gönderilmiş ol­ması; doğru ile birlikte, doğrunun doğru tatbikatına da muhtaç olduğumuzu göstermektedir.

Doğrunun dosdoğru tatbikatçısı olan Efendimiz (s.a.v.)'den örnek almak, şüphesiz ki onun fiillerine şablon-cu bir zihniyetle yaklaşmak değildir. Resulullah(s.a.v.)'den aynıyla alabileceğimiz örnek fiiller olduğu gibi, tatbikatte değil, usulde örnek almamız gereken fiiller de bulunmakta­dır. İlahi hükümlerin tatbikatında, muhatapların içinde bu­lunduğu durum ve şartlan dikkate alan bu fiillerde, müslü­man önderlerin irdelemesi gereken husus; Efendimiz (s.a.v.)'in hangi şartlarda, hangi tatbikatlerde bulunduğunu, bu tatbikatlerde gözettiği ve gözardı ettiği maslahatların ne olduğunu tesbit ederek, peygamberi usule vakıf olmaları ve bu usulün hikmetini anlamaya çalışmalarıdır. Ancak bu an­layışla Resulullah (s.a.v.)'in Örnek alınabilmesi, şartlar ve durumlar değişse dahi yine de Efendimiz (s.a.v.)'in sünneti­ne sadık kalınabilmesi mümkündür. Çünkü bizlere ondört asır önceden yansıyan Sünneti Seniyye'yi, bu sünneti ör­nek alarak ondört asır sonra yaşatabilmemiz, Efendimiz (s.a.v.)'i tanımamızla, anlamamızla ve bu kutlu anlayıştan hareket ederek, günümüze getirmemizle mümkün olabileçektir.

Dünya rnüslümanlan için kıyamete kadar apaçık bir Örnek olan Resulullah (s.a.v.)'i, sadece yaşadığı çağa hasretmek ve Efendimiz (s.a.v.)'le ilgili olarak "Yaşadığımız çağda olsaydı ne yapardı?" sorusunu abes telakki etmek, Resulullah (s.a.v.)'den, onun sünnetinden ve onun önderli­ğinden uzaklaşmak olacaktır.

Fakat ne yazık ki, doğrunun dosdoğru tatbikatıyla il-cili olarak, Resulullah (s.a.v.)'e karşı dahi şablonik bir zihniyetle yaklaşılmaması gerekirken,  bu gerçeğin çok çok gerilerinde olan bazı müslümanlar, başarıya ulaşan çağdaş İslami hareketlere şablonik bir zihniyetle yaklaşmakta; (bu­lundukları yöreye, vaziyet ettikleri insanların kültürlerine ve toplumsal gerçeklerine uygun olmaları hasebiyle başarı­ya ulaşabilen) bu hareketleri esas alarak, benzer tatbikat-lerle farklı kültürlerin ve farklı toplumsal gerçeklerin bulun­duğu coğrafyalarda da, başarıya ulaşabilecekleri zehabına kapılmaktadırlar, Bu müsiümanların niyetlerini esas alarak ve girdikleri yolun çıkmazlığını gözardı ederek "Allah yolla­rını açık etsin" diyemiyoruz. Çünkü biliyoruz ki, gbıi veya açık olarak savunulabilecek ilmi Ölçülerden yoksun olan böylesi yanlışlıkların faturası, sadece yanlışa düşenlere de­ğil, İslam'a ve diğer müslümanlara da nisbet edilmektedir.

Tekrar cahili hareketlere dönecek olursak, konumu­zun başında da belirttiğimiz gibi böylesi hareketlerde bazı İslami doğrular bulunmasına rağmen, İslami hareket bütün bu cahili hareketlerden münezzehtir. Lenin'in, Mao'nun, Gandi'nin veya benzeri önderlerin hareketlerinden alabile­ceğimiz veya almamız gereken hiçbir ömek yoktur. Bu gibi Önderler bilerek veya bilmeyerek bazı İslami doğrulan prensip edinmişlerse, bu prensiplerle ilgili örneği bunlardarı değil, yine İslam'dan alırız.

Kaldı ki hareket metoduyla ilgili seçim ve belirleme hareket içindeki dava adamlarının dünya görüşleriyle' amaçlarıyla, sahip oldukları imkan ve dinamiklerle bağlan­tılı bir meseledir. Allah'a, Allah'ın indirdiği Kitaba, Resulul­lah (s.a.v.)'e ve Allah'ın yardım ve vaadlerine yakinen iman eden müsiümanların, böylesi müminler olmaları hasebiyle sahip oldukları kimlik, kişilik ve dinamiklerden yoksun olan cahiliye mensuptan, gayet tabi olarak bu yoksunluklarını örtebilecek farklı unsurlara yönelecekler ve hareket metod-iannı bu unsurlara göre belirleyeceklerdir.

Örneklerden bir ömek vermek gerekirse, cahili hare-ketlerdeki hakim ideolojiye yönelik yoğun yıkıcı girişimler, İslami hareketlerde yoktur. Herhangi bir batıl ideolojinin iktidar olabilmesi, hakim ideolojinin yıkılmasıyla mümkün­dür. Böylesi hareketlerde, devrimci ideolojiyi ikame etme çalışmaları ile, hakim ideolojiyi yıkma-çalışmaları birlikte yürütülmekte ve buna zorunluluk duyulmaktadır. Çünkü hiçbir batıl ideoloji, sadece kendi misyonu ile diğer batıl ideolojileri yıkma veya yıkabilme keyfiyetine sahip değildir. Oysa biliyor ve yakinen iman ediyoruz ki, bu keyfiyete sa­hip yegane din, bu keyfiyete sahip yegane hareket İslam' dır.

Nitekim İslami hareketlerde, hakim ideolojileri ve ha­kim otoriteleri yıkmaya yönelİk\ ikinci bir uğraşıya, ikinci bir cepheye gerek duyulmaz. Çünkü "Hak geldi,batıl z oldu" İlahi sünnetini dikkate alam İslami hareketler, hakkın getirilmesini esas almakta ve çalışmalarını bu yönde yo­ğunlaştırmaktadır. Batılı yıkmak için farklı uğraşılara veya sinsi girişimlere gerek duyulmadan hak getirilmekte ve açıklığı ile gündeme getirilen hak; şüphesiz hak olma keyfiyetiyle, batılı zaten zail etmektedir, Bü bilinçle hakka sarılan ve hakkı ikame etmeye çalışan müslümanlar, neti­ce olarak İslarni hareketi ve kendilerini, aydınlık sonuca götüren müslümanlardır.

Cahili hareketlerle ilgili olarak bu kısa açıklamayı yaptıktan sonra, İslami hareketleri, hiçbir kuşkuya kapıl­madan böylesi hareketlerden tenzih ediyoruz. Sonuç itiba­riyle başarıya ulaşan veya başarıya ulaşmış gözüken bu gibi cahili hareketleri, bilinçli olarak bir kenara bıraktıktan sonra, hareket ve hareket metodu konusunda yöneleceğimiz kaynak şüphesiz ki islam olacaktır.

Çünkü hareket metoduyla ilgili olarak, şeytan ve dostlarının saptırıcı girişim ve Önerilerinden kurtulabilme­miz, bizleri şeytan ve dostlarının şerrinden koruyabilecek yegane merci olan Rahman'a yönelmemiz, Rahman'm buyruğunu dinlememiz ve durumumuza uygun Rabbani metodu seçmemizle mümkün olabilecektir.,

 

Rabbani Metod Seçimi

 

Harekat metoduyla ilgili bu konuyu değerlendirirken "İslami hareket" ifadesini kullanmamız, devrimci hareketlere yakın ilgi duyan bazı kardeşlerimizin zihninde farklı an­lamlar çağrıştırabilecektir. Birçok cahili hareketlere nisbet edilerek söylenen "Devrimci hareket" ifadesiyle, boyutları ne olursa olsun tüm İslami çalışmalara nisbet edilerek söy­lenen "İslami hareket" ifadesinin, kesin sınırlarla birbirin­den aynlması gerekir. Çünkü her iki ifadede de yer alan "Hareket" kelimesi, bağlı olduğu misyona göre farklı yo-rumlanabilmekte, nitelik ve nicelik boyutunda farklı anlaşılabilmektedir. Bunlar arasındaki en önemli fark; cahili ha­reketlerde kemiyet dikkate alınırken, İslami hareketlerde keyfiyetin esas alınmasıdır.

Herhangi bir harekette müslümanlar bulunsa ve bu hareket kemiyet düzleminde genişlese dahi, şayet bu hare­ket İslami keyfiyetten uzaksa, bu harekete kesinlikle "İsla­mi hareket " diyemeyiz. Çünkü harekete îslamilik vasfını kazandıran unsur, harekete dahil olanların İslami keyfiye­tinden ve kemiyetinden ziyade, bizzat hareketin İslami key­fiyetidir. Kemiyet düzleminde üçbeş kişiden ileri gideme­yen nice hareketler vardır ki, sahip olduğu keyfiyet ile İslami vasfını kazanmakta ve İslam'a nisbet edilmesine rağ­men İslami keyfiyetten uzak olan birçok çoğulcu hareketi gölgede bırakmaktadır.

Hareket ve hareket metodu konusunda yönelebilece­ğimiz İslami kaynaklar, bilindiği gibi Kuran, Sünnet, İslam tarihi ve salih alimlerin sahih görüşleridir. Metodla ilgili olarak bu kaynaklara yöneldiğimiz zaman, özde aynı olma­sına rağmen, pratikte farklı yaklaşımlarla karşılaşabilmemiz mümkündür. Meselemizi sadece Kur'an-ı Kerim'de değer-lendirsek dahi, yine de bu farklı yaklaşımlarla karşılaşabili­riz. Mesela Nuh (a.s.fın, Süleyman (a.s.)'ın, İbrahim (a.s.)'ın ve Musa (a.s.)'m hareketlerini birbirleriyle mukaye­seli olarak değerlendirirsek, aynı tevhidi istikamette olan bu peygamberlerin, pratikteki farklılıklarını görebiliriz.

Elbetteki Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bu örneklerin hepsini dikkate almamız ve söz konusu farklılıkların nelerden kaynaklandığını tesbit elmamız .gerekir. Meseleyi bu boyuttan değerlendirdiğimiz zaman; pratikteki farklılıkların Şenel olarak, cahiliyyenin yapısından, müminlerin duru­cundan ve özellikle harekete yön veren önderlerin farklı dinamiklere sahip oluşlanndan kaynaklandığını görebiliriz. Mesela Süleyman (a.s.)'ın mülkü, hiçbir peygamberde yoktur. Musa (a.s.)'a davetten önce verilen apaçık rpucizeter.

Nuh (a.s.)'a veya İbrahim (a.s.)'a verilmemiştir. Bunun ya-nısıra İbrahim (a.s.)'da gördüğümüz muhteşem tevekkülü, aynı görkemiyle Musa (a.s.)'da göremiyoruz. Burada dikka­te almamız gereken husus, peygamberlere verilenlerle, peygamberlerin pratikleri arasında olumlu bir ilişkinin ol­duğudur.

Peygamberlerin sahip oldukları dinamiklerle, pey­gamberlerin pratikleri arasındaki bu olumlu İlişkiyi idrak ettiğimiz zaman; hareket metodunu örnek alabileceğimiz, önderlerin sahip oldukları dinamiklerle, kendimizin sahip olduğu dinamikleri mukayese etmemiz ve aşağıdaki sorula­rı, bu istikamette cevaplandırmamız gerekecektir.,

Hareket metodunu seçtiğimiz veya seçmek istediği­miz önderin sahip olduğu dinamikler nelerdir?

Seçtiğimiz hareket metodu için gerekli olan bu dina­mikler, bizlerde var mı?

Bu dinamiklerin, bir kişinin şahsında cemedilebilme-si mümkün mü?

Bir Önderin başlı başına sahip olduğu dinamiklere, bir grup öncü müslüman nasıl ve ne şekilde sahip olabilir? Öncü grubun bünyesindeki bazı zafiyetler, öncü gru­bun sahip olduğu dinamikleri nötrleştirebilir mi?

Öncü gruptaki çok seslilik, bir önderde gördüğümüz tek sese kavuşabilir mi?

Hareket metodunu örnek almak istediğimiz önder ile, kendi durumumuzu mukayese ederek sorduğumuz bu gibi sorulan olumlu olarak cevaplandıramazsak, başlangıç noktasına dönmemiz ve gerçekten nelere sahip olduğumuzu belirleyerek, sahip olduğumuz bu dinamiklerle hangi metodu seçebileceğimizi yeniden tesbit etmemiz gerekeçektir. Nitekim Resulullah (s.a.v.)'e Kur'an-ı Kerim'de bildi­rilen peygamber kıssalarını ve Efendimiz(s.a.v.)'in hareket metodunu birlikte incelediğimiz zaman, yaşanılan şartlar­dan ve sahip olunan dinamiklerden kaynaklanan farklılıkla­rı görebilmemiz ve bunların nedenlerini anlayabilmemiz mümkün olacaktır. Ki bu nedenlerden en önemlisi; Efendi­miz (s.a.v.)'in, sahip olduğu şahsi dinamiklerden ziyade, ümmetinin sahip olduğu ve sahip oiacağı dinamikleri dik­kate alması ve bu itidalli yönelişle ümmetine örnek olması­dır.

İslami kaynaklarda beyan edilen hareket metodlarının pratikteki farklılıklanna şimdilik fazla değinmeden, bütün bu metodlan iki genel başlıkta değerlendirmemiz mümkün olacaktır. Çünkü "Islahatı" ve "İnkılabi" olarak adlandıraca­ğımız bu iki başlık, diğer bütün metodlan genel olarak kendi kapsamına almaktadır.

 

Islahatı Metodlar

 

"Islah etmek" ifadesi, bilindiği gibi düzeltmek, iyileştirmek, eksiklerini ve hatalarını gidermek anlamına gelmektedir. Mevcut sisteme veya hakim otoriteye karşı ıslahatı yaklaşım ise, bu sistemi yanlışlarından sakındırmak, eksikliklerini gidermek, iyileştir­meye ve güzelleştirmeye çalışmak istikametindeki yakla­şımlardır.

Herhangi bir sistem veya herhangi bir devlet kendisi­ni İslam'a nisbet etmesine ve İslami vasfını taşımasına rağ­men, muhtelif konulardaMjsk ve zulüm içindeyse, aynı coğ­rafyada yaşayan muminierinTHsu devlete karşı yaklaşım metodlan, Islahati olmaktadır. Bu yaklaşımlarda iyileştir­mek ve düzeltmek esas alınmakta, İslami vasfını muhafaza eden devletin, hata ve eksiklerden arındırılmasına gayret gösterilmektedir. Devlete ve devlet yetkililerine karşı Isla­hata hareketi geliştiren müminler, devlete karşı bu hareke­ti geliştirmelerine rağmen, devleti ayakta tutan temel dina­miklere ve devletin şer'i maslahatlarına bir zarar gelmemesine Özen gösterirler. Çünkü amaçlan varolanı yıkmak değil, iyileştirmeye ve güzelleştirmeye çalışarak ıs­lah etmektir,

İslami vasıflarını korumalarına rağmen, değişik konu­larda bidat ve hurafelere dalan toplumlara da, aynı Islaha-ti metodla yaklaşılmaktadır. Bu yaklaşımlarda toplumların sahip oldukları hak değerlere ve doğru ölçülere hiç doku-nulmamakta, sadece bid'at ve hurafelere müdahale edile­rek, toplumun böylesi marazlardan arındırılması amaçlan­maktadır.

Köktenci bir yaklaşımla geneli reddetmeden ve ge­neldeki doğrulan muhafaza ederek, sadece hataların giderilmesini ve eksiklerin tamamlanmasını hedef alan bu ha­reketler,   Islahatı   hareketlerdir.   Ayrıca   şu   hususun   da açıklık kazanması gerekir ki, Islahatı hareketler veya İsla­hatı müdahaleler, bir cemaatin varlığına mutlak bağımlı hareketler veya müdahaleler değildir. Islahatı girişimler bir cemaat veya bir grup adına yapılabileceği gibi, bu sorum­luluğu idrak eden ferd müminler tarafından da yapılabilir. Çünkü Islahatı girişimlerde yaptırım gücü şart değildir. İs­lahatı metod istikametinde hareket eden müminlerin so­rumluluğu, mutlaka hayra getirmek veya getirmeye zorla­mak değil, sadece hayra davet etmektir.

 

İnkılabı Metodlar

 

"İnkılap" kelimesi, altüst olma, yıkılma, devrilme, bir halden başka bir hale dönme, değişme anlamına gelmek­tedir. Dolayısıyle bir sisteme veya bir devlete karşı yönelen İnkılabı hareketler, bu sistemi veya bu devleti altüst etme­yi, yıkmayı, devirmeyi veya bir halden başka bir hale dön­dürmeyi amaçlayan hareketlerdir.

Herhangi bir coğrafyadaki hakim otorite kendisini İs­lam'a nisbet etmesine rağmen İslami vasfını yitirmişse veya kendisini İslam'a nisbet etmek gibi bir endişesi olmayan küfri bir otoriteyse, bu coğrafyada yaşayan müminlerin söz konusu otoriteye karşı muhtemel yaklaşımları, inkılabı yaklaşımlar olmaktadır. Çünkü küfür ve şirk temelleri üze­rine bina edilen böylesi otoritelere karşı Islahati yaklaş­mak, küfür ve şirk üzerine bazı İslami motifleri yamamaya veya tağutu güzelleştirmeye ve gerçek çehresini örtmeye çalışmak olacaktır ki, müminler böylesi yaklaşımlardan şid­detle menedilmektedirler. Müminler böylesi otoritelere karşı İnkılabİ bir metodla yaklaşmakta, küfrün ıslah olması­nı veya batılın restore edilmesini değil, sadece ve sadece hakkın ikame edilmesini esas almaktadırlar.

Adem (a.s.)'dan bu yana tevhid mücadelesini dikkate aldığımız zoaman, müslümaniarın küfri otoritelere karşı inkı­labı yaklaşımlarını, ferdi ve cemaat düzleminde olmak üze­re iki ayrı grupta inceleyebiliriz. Ferdi düzlemdeki inkılabı yaklaşımlar, genel olarak peygamberlerin şahsında gördü­ğümüz yaklaşımlardır. Cemaat potansiyeline ve cemaatin yaptırım gücüne sahip olamayan peygamberler, küfri oto­ritelerin karşısına ferd olarak çıkmakta ve küfri otoriteleri hakka davet etmektedirler.

Her türlü şirki ve. küfrü "Sadece Allah'a kulluk" ifade­siyle reddeden bu itibariyle inkılabi bir da­vettir. Peygamberlerin bu daveti ve bu davete muhatap olan otoritelerin yapısı dikkate alındığı zaman, apaçık ola­rak görülecektir ki; peygamberle,  bu davetlerinde, kısmi eksikliklere veya kısmi yanlışlıklara müdahale etmeye hiç gerek duymadan, hakim otoritenin küfri temellerini hedef almakta ve tavizsiz bir tutumla bu hedeflere yönelmekte­dirler. Bu tertemiz daveti gündeme getiren peygamberle­rin yalnızlığı dikkate alınarak, peygamberlerin bu dönem­lerde zayıf ve güçsüz olduklarını zannetmek, apaçık bir yanılgıdır.   Çünkü müminler cemaatinin ve  mü'minlerin yardımının bulunmadı bu dönemlerde, söz konusu boşluğu dolduran  ve   Hak'km  davetçisine  yardımcı  olan   merci, Hakkın ta kendisidir. Meselenin bu geri -k boyutunu dik­kate aldığımız zaman, Hak'kın davetçisi olan müminlerin, sadece Allah'ın yardımıyla başbaşa olduklan bu dönemler­de, gerçekten daha güçlü olduklarını anlayabiliriz. Çünkü mü'minlerin veya müminler cemaatinin yardımında, bazı nedenlerden  kaynaklanabilecek  zafiyetler   olmasına  rağ­men, Allah'ın yardımında hiçbir zafiyet söz konusu değil­dir. Nitekim İnsan dergisi yayınlarından olan "Rabbani yol ve Sünnetullah" kitabında açıklandığı gibi, İlahi davetin bu dönemlerinde müstekbirler apaçık ayetler ile Allah'a kullu­ğa davet edilmekte ve caydırıcı güç olarak Allah'ın sünne-tiyle, Allah'ın inkarcı toplumlara karşı dünyevi azabıyla, helakıyla karşı karşıya getirilmektedirler. Nuh, Ad, Semud ve Lut kavimlerinde görüldüğü gibi, peygamberlerin inkıla­bı davetlerinin neticesindeki inkılap, inkarcı kavimlerle ilgi­li Sünnetullah'in tecellisiyle meydana gelen inkılaplardır.

Cemaat düzlemindeki inkılabi yaklaşımlar ise, mü minlerin cemaat potansiyeline ve yaptırım gücüne sahip olduklan dönemlerde karşılaştığımız yaklaşımlardır. Çünkü müslümanlar yaptırım gücüne sahip oldukları zaman, buna bağlı olarak fiili müdahaleyle ilgili hükümlerle mükellef olmaktadırlar. Her türlü şerre ve şer gelişmelere karşı, el İle, dil ile ve bunlara gücü yetmiyorsa kalbi buğz ile direnmesi gereken müminler, bu prensibin gereği olarak el ile düzel­tebilecekleri bir şerre, sadece dil ile müdahale etmezler. Çünkü esas olan, güç nisbetince hakkın ikame edilmesi ve dolayısıyle batılın yerle bir edilmesidir.

Tabi ki bu gelişmelerde güç mefhumu önemli olduğu gibi, gücün yerli yerinde kullanılması da önemlidir. Güce ^ahip olmak veya olmamak, müslümanları ne azgınlığa sü-rüklemeli ve ne de zillete düşürmelidir. İnkılabi yaklaşılması gereken bir yapıya, güce sahip olmadıkları için ıslahatı yaklaşan müslümanlar, zillete meylettikleri gibi, ıslahatı yaklaşılması gereken bir yapıya, güce sahip olduklan için inkılabi yaklaşan müslümanlar da, azgınlığa meyletmişler­dir.

Konumuzla ilgili olarak İslam tarihinde bizlere örnek ve ibret olacak olaylar zikredilmektedir. Özellikle zalim sul­tanlara karşı yaklaşımlardaki mezhebi farklılıklar, irdelen­mesi ve dikkate alınması gereken farklılıklardır. Bilindiği gibi Sünni anlayış, zalim sultanlara karşı genelde ıslahati metodla yaklaşırken, Şii anlayışın yaklaşımı ise inkılabi bir görüntüdedir. Mezhebi asabiyetlerden hareket ederek, bu anlayışlara ön yargıyla yaklaşmak, bizleri İslami gerçekten uzak]aştıracaktır. Hiç şüphesiz ki her iki anlayışı kendi mantığında değerlendirdiğimiz zaman, bu anlayışlarda bir­çok doğruların olduğunu görebiliriz.

Doğrulara nisbet edilen anlayışların birbiriyl^ çelişme­si veya çelişir gözükmesi, bu doğruların genel .bir bütünlük içinde ele alınmayışından kaynaklanmaktadır. Her iki anla­yışın dikkate aldığı doğrular, genel bir bütünlük içinde ele alınsaydı, bu iki anlayışın tek bir anlayışa dönüşmesi mümkün olabilirdi. Çünkü İlahi vahiyden anladığımız apaçık gerçek, zaiim sultanlara karşı zulmün keyfiyetine ve müslümanların konumuna göre önce ıslahatı, sonra inkılabı yak­laşımı beyan eden gerçektir. Islahati bir yaklaşımla düzel­mesi ve düzeltilmesi mümkün olan bir yapıya, inkılabı yaklaşmak ne kadar yanlış ise, ıslahati bir yaklaşımla dü­zelmeyen ve düzeltilemeyen bir yapının zulmüne sabır göstermek de, o kadar yanlıştır.

Meselemizle ilgili olarak ülkelere ve devletlere yönelik Sünnetullah gerçeğini dikkate aldığımız zaman, bu İlahi Sünnette tebliğ, mühlet ve müdahale aşamalarını görme­miz mümkündür, Küfri yapılara karşı inkılabi mahiyette olan bu tebliğ, kendilerini İslam'a nisbet eden ve temelde İslami vasfını koruyan yapılara karşı tabi ki ıslahatı mahi­yettedir. Mühlet anlayışı ise asırlara tekabül eden bir anla­yış olmayıp, en fazla bir nesil sürecinde inkılabi yaklaşımla sonuçlanan bir anlayıştır.

Zalim sultanlara karşı asırlar boyunca tahammül gös­teren Sünni anlayışın önemli bir yanılgısını, sultanların bazı zulümlerini kişisel düzlemde değerlendirmelerinde gö­rebiliriz. Hiç şüphesiz ki zulüm olan bazı fiiller, kişiyi küfre sokan fiiller değildir. Herhangi bir müslüman bu fiilleri iş­lediğinde zulmetmiş olmasına rağmen, yine müslümandır ve yine müslümanca davranılmaya layıktır. Ancak zulüm olan bu fiilleri, avamdan bir müslümanın işlemesi ile, dev­let başkanının işlemesi bir değildir ve bir tutulmamalıdır. Çünkü avamdaki bir şahsın zulmü, kendi dar çerçevesine yansıyabilecek bir zulüm olmasına rağmen, devlet başkanı­nın zulmü, bütün bir topluma, bütün bir ümmete yansıya­cak zulümdür. Meseleyi sadece devlet başkanının şahsında değerlendirerek "Bu zulümleri işliyor ama bu zulümler kişiyi küfre sokmadığı için yine de müslümandır ve yine de itaat edilmelidir" demek, ümmetin ortak meselesini, bir ki­şinin şahsında değerlendirerek, ümmete zulmetmektir. Çünkü bütün bir ümmete yansıyan zulüm, hak ve adaleti zedeleyeceği gibi, İslam adına zulme uğrayan insanların İs­lam'dan uzaklaşmasına ve küfre meyletmesine neden ola­bilecektir. Daha açık bir ifadeyle, devlet başkanını, yani bir kişiyi küfre sokmayan fiil, binlerce kişinin küfrüne neden olabilecektir. Nitekim meselenin bu boyutuna önemle dik­kat çeken Kur'an-i Kerim, yönetenler üe yönetilenlerin yü­kümlülüklerini birbirinden ayırmakta ve yönetenlerin yanıl­gılarına çok daha şiddetli yaklaşmaktadır.

Birçok boyuttan yadırgadığımız bu Sünni anlayışın günümüzde ulaştığı nokta ise, çok daha vahimdir. Çünkü zalim sultanlara karşı gösterilen ıslahati yaklaşım ve ta­hammül, aynı Sünni anlayışın kopuk bir uzantısı olarak, küfri otoritelere karşı da gösterilebilmektedir. Kendilerine alim veya ulema denilen birçok zavallı, firavunları üçüncü derece zalim veya dördüncü derece fasık kabul ederek, yine de onlara itaat edilmesi gerektiğini ileri sürmektedir­ler. Firavunlar "Allah" deyince onları mümin, "Maşaallah" deyince onları muttaki zanneden bu zavallılar, ellerindeki küçücük makaslarla, firavunların sakallarını sünnete göre kırpma mücadelesi vermektedirler. Nitekim halkında müs­lüman olan ülkelerde sakallı ve ihramli firavunlarla, türban­lı kleopatralarla karşılaşılması, böylesi mücadelelerin tabi bir neticesidir.

Netice olarak, mücadeleden yana olan dünya müslü-manlarının, mücadelenin metodu konusunda netleşmeleri gerekmektedir, inkılabi bir metodla yaklaşılması gereken fi­ravunlara ve küfri otoritelere ıslahati bir metodla yaklaşmak, firavunlann çirkin yüzlerini makyajla örtmek ve sö­mürülen halkları uyutmak anlamına gelecektir.

 

İslami Hareketin Boyutları

 

Kullandığımız bu gibi başlıklar ve değindiğimiz konu­lar, bazı kardeşlerimize yabancı gelebilecektir. Ne var ki bu konulara değinsek de/değinmesek de, bunlar her hare­kette olması gereken ve varolan unsurlardır. Herhangi bir hareketin veya herhangi bir grup çalışmasının, keyfiyetleri, gündemleri ve yönelişleriyle itibariyle mutlaka tercih ettik­leri bir boyut vardır. Bu tercihlerin bilincinde olup olma­dıkları ise tartışılabilecek bir konudur. Çünkü bu tercihin bilincinde olabilmeleri; ne için, ne yaptıklarının ve ne ya­parak, nereye ilerlediklerinin bilincinde olmalarıyla ilgilidir. Böylesine bir bilincin ise, günümüz müsiümanları arasında yaygın bir bilinç olmadığı aşikardır!..

Yukarıda belirttiğimiz gibi her İslami çalışmada ideal­lerden ve yönelişlerden kaynaklanan bazı boyutlar bulun­maktadır. Bu boyutların en önemlileri bölgesel ve evrensel diyebileceğimiz boyutlardır. Hiç şüphesiz ki özgün İslami hareketlerde de bölgesel ve evrensel boyutlar vardır. An­cak belli hudutlar dahilinde meşru, makul ve gerekli olan bu boyutlar; tek taraflı ele alınınca, İslami hareketi dumura uğratan bir yanılgı şekline dönüşmektedir, Nitekim bir ya- İslami hareketlerle ilgili olarak bu iki ayrı yanılgıdan, bu iki ayrı yönelişten söz etmiştik.,

Bunlardan birisi aşın bölgeselcilik, diğeri ise aşırı evrenselcilikti..

Bu iki ayrı yanılgıyı ve iki ayrı yönelişi dikkate ala­rak, günümüzdeki İslami hareketleri veya İslami çalışmala­rı, kalkış noktalarına , yönelişlerine ve gelişim dönemleri­ne göre şu şekilde tasnif edebiliriz.,

 

Bölgesel Boyutlu İslami Hareketler

 

Sadece yaşanılan bölgeyi, bölge gerçeklerini, insanla­rın ve toplumlann eğilimlerini, kültürlerini, değerlerini dik­kate alan hareket veya çalışmalara, bölgesel boyutlu hare­ketler veya çalışmalar diyebiliriz. Bölgesel boyutlu hareketler, söz konusu bölgeler veya ülkeler dahilinde ger­çekleştirilmesi en kolay hareketlerdir. Çünkü böylesi hare­ketlerde, yaşanılan bölgedeki İslam kültürü ve İslarni eği­limler esas alınmakta ve dolayısıyle geleneksel din anlayışıyla fazla bir çat şmaya girilmeden ve hatta bu gele­neksel din anlayışından da faydalanılarak, hareket geliş­mekte ve genişletilmektedir.

Kalkış noktası ve gelişim dönemleri için oldukça olumlu ve verimli gözüken bölgesel yaklaşımlar, İslami ha­reket bölge sınırlan dışına taştığı veya devrimle neticelene­rek evrensel bir boyut kazandığı dönemlerde, bazı sorun­larla ve çıkmazlarla karşılaşmaktadır. Kendi bölgesine veya kendi toplumuna göre şekillenen bu hareketler, kendi böl­gelerinin dışına taştığı zaman, farklı bölge kimlikleriyle karşılaşmakta ve bölgesel kimlikler arasında sağlanması gereken vahdet, çözümü zor bir problem olarak günyüzüne çıkmaktadır.

Karşılaşılan bu çelişkili sorunun yegane çözümü; farklı bölgesel kimliklerin, İslam'ın evrense! gerçeklerine göre arındırılması, bidat ve hurafelerden ayıklanmasıyla mümkün olabilecektir. Fakat ne var ki bölgesel yaklaşım­lar, hareketin kalkış ve gelişim dönemlerinde bu bid'at ve hurafelere müdahale etmeyip, bunun da ötesinde bid'at ve hurafelerden kaynaklanan bazı asabiyetlerden faydalanmış-larsa, gelişimde ve başarıda payı gözüken bu bid'at ve hu­rafeleri kaldırmalan da oldukça güçleşecektir. Çünkü bu aşamada müdahale etmek istedikleri bid'at ve hurafeler, basanda payı gözüken ve dolayısıyle harekette yer edine­rek, harekete maledilen bid'at ve hurafelerdir.

Netice olarak izale edilmesi gerekli fakat zor olan bu engeller, bölgesel boyutlu hareketleri bu noktada durdura­rak evrensel boyutta genişlemesini engellemekte ve ayrıca iç bünyede yaptığı tahribatlarla hareKetin iğdiş edilmesine ve dumura uğramasına neden olmaktadır.

Bölgesel boyutlu hareketlerin, en kısa ve en genel ifadesi budur. İçinde bulunulan bölgede gelişmesi ve yaygınlaştırılması kolay bir hareket olmasına karşın, hareketin ilerki aşamalarında hem bölge içinde ve hem de evrensel düzlemde oldukça ciddi sorunlar getirebilecek bir yaklaşım­dır.

 

Evrensel Boyutlu İslami Hareketler

 

slami hareketin sadece evrensel- boyutunu dikkate alan, evrensel düzlemde nasıl ve ne şekilde olunacaksa bu ideal hedefe yönelen, bölgesel veya toplumsal gerçekleri Sözardı ederek ideal hedefi, varılması gereken öncelikli he­def kabul eden hareketler, aşırı evrensel boyutlu hareket­lerdir. Hareketin sadece evrensel boyutunu esas alan böy­lesi hareketler, yaşanılan bölge sınırlan içinde gelişmesi mümkün olmayan hareketlerdir. Çünkü bu gibi hareketler­de gündeme getirilen meseleler ve din adına yapılan da­vetler, yaşanılan bölge gerçeklerini dikkate almadığı için, davete muhatap olan insanların anlayabilecekler veya ka­bul edebilecekleri meseleler ve davetler değildir.

İslam'ın evrensel düzleminde varılması gereken ideal noktayı tesbit etmek ne kadar önemliyse, yaşanılan bölge­sel gerçeklen dikkate alarak, kalkış noktasını tesbit etmek de o kadar önemlidir. Hiç şüphesiz ki geneli ilgilendiren ve geneli kuşatmayı amaçlayan bir hareketteki kalkış nok­tası, ayaklan yere basmayan bazı kimselerin durumu dik­kate alınarak değil, bizzat genelin durumu dikkate alınarak tesbit edilebilecektir. Bu tesbit, özel şahıslara göre yapılır­sa veya kişilerin özel durumlarına göre değerlendirilirse, söz konusu hareket özel şahıslardan müteşekkil olup, ge­nele açılamayan ve dolayısıyle kabuklanan bir hareket ola­caktır.

Evrensel boyutlu İslami hareketleri savunan kimseler, teori ve konuşma düzleminde büyük ve cazip ifadeler kullanabilmelerine rağmen, bölgesel gerçekleri dikkate alma­dıkları için, bu İdeal görüşleri pratize ederek somutlaştıra-bilmeleri ve dolayısıyle içinde bulundukları harekete artan bir genişlik kazandırabilmeleri mümkün değildir.

Bölgesel boyutlu İslami hareketler, İslami hareket bölge sınırlan dışına taştığı zaman engellerle karşılaşması­na rağmen, sadece evrensel boyutlu İslami hareketler, söz konusu engellerle bölge sınırlan içinde karşılaşmakta ve dolayısıyle genişleme imkanı kazanmadan dumura uğra­maktadır. Aynca şu hususun da bilinmesi gerekir ki; herhangi bir coğrafyada bölgesel ve evrensel boyutlu hareket­ler karşı karşıya geldiği veya iki ayn kutup oluşturduğu zaman; bu iki kutup arasındaki teorik tartışmalarda kimin haklı olduğu pek açıklık kazanmasa da, savunulan görüşler pratiğe yansıtıldığında , bu pratik düzlemde bölgesel boyut­lu hareketler apaçık bir üstünlük sağlayabileceklerdir.

 

Bölgesel Ve Evrensel Boyutlu İslami Hareketler

 

Vahye ve sünnete uygun İslami hareketlerde, hem bölgesel boyutun ve hem de evrensel boyutun bulunduğu­nu belirtmiştik. İşte özlem duyulan ve gerçekleştirilmesi ge­reken İslami hareketler, bu iki boyutu da dikkate alan ha­reketlerdir. Diğer iki hareketin doğru görüşlerini kendisinde cem'eden bu hareket, teori ve pratik düzlemin­de de önü açık bir harekettir.

Bu hareketin müntesipleri, İslam'ın evrensel boyutu­nu dikkate alarak gözetilmesi gereken genel maslahatları, varılması gereken idealleri tesbit ederler. Sonra içinde bu­lundukları bölgesel şartları, toplumun yapısını, kültür olayı­nı, müslümanların ve diğer insanların sahiplendikleri de­ğerleri, bunların eğilimlerini, marazlarını ve tepkilerini tesbit ve tahlil ederek yaşanılan realiteyi idrak ederler.

Bu iki ayrı yöneliş neticesinde, olunması gereken hal yani "ideal" ile, yaşanılan konum ve zaman diliminde olunulan hal yani "realite" belirlenmiş olur.

Bu İki ayn durumun açıkça belirlenmesi, bu belirle­meyi yapan müslümanlara üçüncü bir gerçeği daha göstermektedir. İlk iki gerçeğin tesbit edilmesiyle ortaya çıkan üçüncü gerçek ise.,

ideal ve realite arasındaki mesafe, bu mesafede kaldırılması gereken engeller ve bu me­safede doldurulması gereken boşluklardır...

Herhangi bir ideale varan adımlar, mutlaka ve mutla­ka realiteden hareket eden adımlardır, Daha açık bir ifa­deyle, ideal hedeflere varılabilmesi, realiteden hareket edil­mesiyle mümkündür. Olunması gereken hale, olunan halden hareket edileceğinden, bu bilinçteki teorinin pratik­le bütünleşebilmesi, bütün bu gerçeklerin dikkate alınma­sıyla gerçekleşebilecektir.

İslami hareketi, bölgesel ve evrensel boyuttan değer­lendiren müminler, varılması gereken ideallere, yaşadıkları toplumda bulunan insanları davet etmekle yükümlü olduk­ları için; yapacakları davetin, bu insanlar tarafından güç yetirilebilir veya  gerçekleşebilir   davetler  olmasına  özen

gösterirler.

Ne var ki,  muhatap aldıkları  İnsanların,  en kolay hangi adımlan atacaklannı esas alarak, hareketi bu adım­lara göre tesbit ettikleri ve bu adımlara davet ettikleri za­man,  meseleyi  sadece  bölgesel boyuttan  değerlendiren kimselerin hatasına düşeceklerini de bilirler. Oysa davet edecekleri ilk adım, güç yetirilebilir bir adım olmakla bera­ber, mutlaka ve mutlaka ideal istikametinde olması gere­ken bir adımdır. Çünkü kalkış noktasındaki bu gerçek dik­kate    alınmadığı    zaman,    bugün    atılan    adımlardan, yarınlarda pişmanlık duyulacağı ve bazı adımların nasıl ve ne şekilde geriye alınabileceği sorunuyla karşılaşılacağı aşi­kardır.

İşte bu önemli noktada, davetin ve hareketin istika­metini belirleyen esas, hareketin evrensel boyutudur. Nite-1 kim yaşanılan realite ile ideali birleştiren dosdoğru çizgi-davetin ve hareketin istikametini ifade etmektedir. Bu apa' çık istikamette netleşen müminler, bölgesel gerçekleri dik­kate alarak bu istikamette önce hangi engelleri izale edeçeklerini, önce hangi gerçeklere davet edeceklerini biîen müminlerdir.

İslami hareketin bölgesel ve evrensel boyutunu dikka­te alan müminlerin yaptıkları böylesi çalışmalar, bölgesel çalışmaların gerisinde mahalli çalışmalar olsa dahi, yarın­larda bu çalışmalardan pişmanlık duymazlar. Çünkü ideal­lerinden taviz vermeyen kimselerin, realiteyi dikkate alarak ideal istikametinde atacakları adımlar, İslam adına atılması gereken adımlar olup, bu bilinçli adımlann yarınlarda geri çekilmesi söz konusu değildir.

İslami hareketi ilerletmek ve İslam adına ilerlemek İs­teyen müminlerin, İslam'ın evrensel boyutunu dikkate alarak istikamette netleşmeleri ve bu netlikten sonra ya adım atacakları yere bakmalan, ya da baktıkları .yere adım ata­bilmeleri gerekmektedir.

Nitekim sadece bölgesel boyutlu hareketler, nereye gittiklerini ve neyle karşılaşacaklarını bilmeyen, yani istika­mette netleşmemiş hareketler oldukları gibi; sadece evren­sel boyutlu hareketler de, adım attıkları yere bakmayan veya baktıkları yere adım atamayacak olan hareketlerdir.

 

Islamı Harekette Kimlik Sorunu

 

Herhangi bir hareket ile, bu hareketteki kimselerin kimlikleri arasındaki ilgi, fiil ile fail arasındaki ilgi gibidir. Beşeri hareketler bile, bu ilgiyi dikkate almakta ve savun­dukları hareketle bağdaşabilecek kimliklerin oluşmasına ve oluşturulmasına özen göstermektedirler. Nitekim sosyal ya­şantıda karşılaştığımız faşist veya marksist kimlikler, söz konusu ideolojilerin şekillendimdikleri ve telkin ettikleri kimliklerdir.

Hak bir dava, batıl kimliklerle İkame edilemeyeceği gibi, batıl bir dava da hak kimliklerle ikame edilemeyecek­tir. Faşist veya marksist kimliklerde gördüğümüz batıl mo­tifler, bu harekete yön vsren şahıslar tarafından özellikle telkin edilen motiflerdir. Nitekim kimliğini ve kişiliğini bu batıl motiflere g^re şekillendiremeyen kimseler, kısa bir süre sonra söz konusu hareketlerden kopabilen kimseler olmaktadır.

Her gerçeği ve her güzeli kendisinde cem'eden ve kendisinden yansıtan İslam, hareket ve kimlik arasındaki ahenkli ilgiyi birçok boyuttan ele almakta ve bu önemli meseleyi, hüküm, örnek ve ibretlerle açıklamaktadır. İnsan fıtratıyla ve toplum psikolojisiyle ilgili olan bu meseleye, genelde iki ayrı boyuttan yaklaşan İslam, birinci boyutta hareket ve hareket metodunun keyfiyetini, İkinci boyutta ise hareket içindeki dava adamının konumunu esas almak­tadır.

 

1. Hareket Metodu Ve Kimlik İlişkisi

 

İslam'a talip olan ve İslam'a teslim olan müslümanla-nn, hiç şüphesiz ki müslüman olmaları hasebiyle sahiplen­dikleri ve kişiliklerine malettikleri genel keyfiyetleri vardır. Bizim üzerinde duracağımız keyfiyetler ise, bu genel keyfi­yetlerin fevkinde meydana gelen ve hareket metodundan kaynaklanan keyfiyetlerdir. Çünkü müslümanların takip edecekleri hareket metodu ne ise, bu metodun, müslü-manlara öngördüğü bazı keyfiyetler bulunmaktadır.

Meseleyi daha açık bir hale getirebilmek için, ıslahatı ve inkılabı metodlardan Örnek verebiliriz. Cahili bir top­lumda yaşayan ve cahili otoriteye karşı inküabi bir metod-la yaklaşmaları gereken müslümanların, mutlaka ve mutla­ka   inkılabi  bir  kimliğe  sahip   olmaları   gerekir.   Çünkü insanları davet ettikleri konum, inkılabı bir konum ise, bu inkılabı öncelikle kendi nefislerinde gerçekleştirmeleri ve inkılabı bir kimliğe, öncelikle kendilerinin ulaşmaları gerek­mektedir. İnkılabı kimliklerle ve bu kimliklerden kaynakla­nan inkılabi yaklaşımlarla, ıslahatı hareketler ikame edile­meyeceği   gibi;   ıslahatı   kimliklerle   ve   bu   kimliklerden kaynaklanan ıslahatı yaklaşımlarla da, inkılabi hareketler ikame edilemeyecektir.

Belirttiğimiz bu esaslar, İslam'a ve İslami harekete ye­terince vakıf olan kardeşlerimizin idrak ve ikrar edecekleri esaslar olmasına rağmen, günümüz müslümanlannm içinde bulundukları durum, bu esaslardan oldukça farklı vadi­lerde seyretmektedir. İnkılabi söylemlerde bulunan bir müslümanın kimliğine ve yönelişine baktığımız zaman, bu müslümanın söylemde inkılabi, kimlikte ıslahatı, yönelişte geleneksel veya modemist olduğunu müşahade edebiliyo­ruz!.

Teoride devrimci, pratikte devrilmiş kimselerle karşı­laşılması ise, alışılagelen görüntüler olmuştur.

Meseleye bu açıklıkla yaklaştıktan sonra inkılabi ve ıs-lahati kimliklerin nasıl oluştuğunu ve bu kimlikler arasında­ki farklılıklara genel olarak değinebiliriz.,

 

Islahati Kimlikler

 

İçinde bulunduğumuz yirminci yüzyılda karşılaştığımız bazı olayları tahlil etmemiz, ıslahati ve İnkılabi kimlikler ko­nusunda bizlere önemli ipuçları verebilecek ve İslam'a yö­nelişteki bazı farklılıkların, kimlikler üzerindeki önemli etki­lerini açıklayabilecektir.

Birçoğumuzun gördüğü, kabul ettiği ve aşağıdaki benzer ifadelerle açıkladığı bir gerçek vardır.,

"Efendim.. Gavurluktan İslam'a dönenlerin müslümanlığı bir başka oluyor!.

Mal bulmuş mağribi gibi, Kurana sarılıyorlar, arapça öğreniyorlar,

Sünneti Seniyye'yi okuyorlar

ve bütün bunların ötesinde çağdaş anlayış, modern yaşantı gibi büyülü kavramlan bir kenara bırakarak öğrendiklerini yaşıyorlar.."

Tabi ki birçoğumuza acaip gelen bir görüntüdür bu!.

Koltuklardan yer minderine inen, yemek masalarını terkedip, yer sofrasına oturan, güzelim elbiseleri çıkarıp, bol ve uzun giysilere bürü­nen,

sakala ve sarığa büyük Önem veren, hepimizin bildiği ayetleri, hepimizin bildiği hadisleri, sanki hiç bilinmeyen şeylermiş gibi açılmış gözlerle ve he­yecanlı ifadelerle söyleyen bu kimselere şaşkınlıkla bakabi­liyoruz! .

Tabi ki meraklı yaratık olan insanlar, kendilerine yansıyan acaip olayları mutlaka ve mutlaka yorumlamak veya bir şeye nisbet etmek isteyeceklerinden, bu görüntü­yü de yorumlamakta pek zorluk çekmiyorlar.,

Efendime söyleyeyim, bu insanlar daha önce gavur oldukları için, İslam'a girdikleri zaman şaşırıyorlar, adeta ne yapacaklarını bilemiyorlar. Bu nedenle onların bu şaş­kınlıklarının hoş karşılanması, acemiliklerinin makul görül­mesi gerekir..

Evet, mesele hallolmuştur artık!. Karşılaşılan  olaydan  örnek  değil,   ibret  alınmış ve kökleri İslam'a nisbet edilen kitleler,  kalıtımsal avantajla yağ gibi üste çıkmışlardır.

Oysa mesele, böyle basit ve yüzeysel yaklaşımlarla açıklanabilecek bir mesele değildir. Karşılaştığımız olayda bizler için ibretler olduğu gibi, muhtaç olduğumuz örnekler de vardır. Gördüğümüz olayda tahlil etmemiz gereken un­sur, bu insanların nefislerinde meydana gelen devrimdir. Asrı saadet döneminde olduğu gibi, İslam'a giren bu in­sanların nefislerinde de köklü değişiklikler olmakta, İslam öncesi yaşantıları ile İslam sonrası yaşantıları, kesin hatlar ile birbirinden ayrılmaktadır.

Eksiğiyle, fazlasıyla, doğrusuyla, yanlışıyla bambaşka bir yaşantıları, bambaşka bir kimlikleri olmaktadır bu in­sanların. Karşılaştığımız bu olay, nefislerde ve kimliklerde meydana gelen devrim olayıdır. İslam'a giren bu insanlar, sanki bir dünyadan, bambaşka bir dünyaya geçmişlerdir. İslam'ı kabul etmekle ve İslam olmakla, dünyaları, yaşantı­ları, kimlik ve kişilikleri değişmiştir artık bu müslümanla-nn,.

Fakat görüyor ve biliyoruz ki, halkında müslüman olan ülkelerde meydana gelen İslam'a geçme veya müslü­man olma vakalarında, böylesi görüntüler yoktur. Burada­ki müslümanların İslam öncesi ve İslam sonrası yaşantıları birbirinden çok farklı olmadığı gibi, İslam öncesi kimlikleri ile İsiam sonrası kimlikleri arasında da köklü değişiklikler yoktur, İşte bunun nedenini bulmamız ve nefislerdeki İsia-mi devrimi engelleyen yönelişleri veya marazları tesbit et­memiz gerekecektir.

Önce ilk örnek üzerinde duralım ve şu sorunun ceva­bını arayalım.,

İslam'a geçen batılı bir müslümamn yaşantısında ve kimliğinde devrimlere neden olan unsur nedir?

Bu sorunun cevabı İslam'a yönelişle ilgilidir. Batılı bir müslüman İslama yöneldiği ve İslam'ı kabul ettiği zaman, bu gerçeklerle birlikte daha önce gayrimüslim veya gavur olduğunu da kabul ediyordu. Daha önce gavur olduğunu, müslüman olmadığını idrak eden ve "Ben daha önce ga­vurdum" diyerek bunu ikrar eden batılı; İslam'ı kabul ettiği zaman, daha önceki yaşantısını gayet tabi olarak inkar edi­yor ve İslam'a göre yepyeni bir yaşantıya geçiyordu. Hiç şüphesiz ki bu şekilde müslüman olmak, inkılabi bir metodla, inkılabı bir yaklaşımla müslüman olmaktır. Çünkü bu metodla.veya bu yaklaşımla müslüman olmak; batıl gö­rüşleri, batıl yaşantıları köktenci bir yaklaşımla inkarı esas almakta ve kişiyi inkılabı bir kimliğe ulaştırmaktadır.

Halkında müslüman olan ülkelerde ise böylesi inkıla­bı yaklaşımlar olmadığı gibi, dolayısıyle böylesi inkılabi kimlikler de yoktur. Bu ülkelerde kelimei tevhid gerçeğiyle karşılaşan İnsanlar, bir eksiğini giderme yaklaşımıyla bu gerçeği kabul etmekteler ve cahili birikimler taşıyan yaşan­tılarına bu gerçeği yamayarak, artık bilinçli birer muvahhid olduklarını zannetmektedirler.

Karşılaştıkları tevhidi gerçeklere göre, daha önceki yaşantılarını ciddi bir şekilde sorgulamaları, nefislerini he­saba çekmeleri ve hakbatıl karışımı olan yaşantılarını inkar ederek, tertemiz bir İslami yaşantıya yönelmeleri söz ko­nusu değildir bunların.

Çünkü bunlar daha önceleri gavur değillerdir ki!. Sadece bilmedikleri veya yanlış bildikleri bazı şeyler vardır. Bu şeyleri öğrenip, düşünce ve eylem dünyalarına yamadıkları zaman,  hemencecik şuurlu ve bilinçli birer müslüman oluverirler. Olur mu, olmaz mı tartışmasına gir­meye hiç gerek yoktur., Oluyorlar işte!..

Islahatı olan bu yaklaşım-, halkında müslüman olan ülkelerde değil, müslüman ülkelerde yaşayan, temelde ve birçok yönelişte mümin olan kimselerin, bazı eksiklerini giderme noktasında doğru bir yaklaşımdır. Gerçek İslam ülkelerinde yaşayan, ismi ve cismi İslam olan bu ülkelerde­ki rahmetli tebliğ ile mü'min vasfını kazanan kimseler; top­lumda veya kültürde yer etmiş olan bazı bid'at ve hurafele­re hiç şüphesiz ki ıslahatı bir metodla yaklaşacaklar ve kendi kimliklerini de ıslahati bir metodla arındıracaklardır.

Ancak ne var ki, İslam ülkesinde yaşayan böylesi müslümanlar için doğru olan bu ıslahati yaklaşım; İslam vasfını yitirmiş ülkelerde yaşayan, bi'datların ve hurafelerin fevkinde küfri propagandalar arasında boğulmuş insanlara tatbik edildiği zaman, mozaik sonuçlar verecek bir yakla­şımdır. Nitekim böylesi yönelişlerden kaynaklanan kimlik-lerdeki, yüzlerce çeşit bu mozaikleşme, en genel düzlemde ülke toplumlarını birbirinden ayırdığı gibi, aynı ülkede ya­şayan cemaatleri, grupları ve ferdi kimlikleri de birbirinden ayırmaktadır. Çünkü insanlara yamalı bohça gibi intikal eden kültür mirası, genelde farklı olduğu gibi, özelde de farklı restorelere tabi tutulduğundan, çok değişik motiflere sahip olmakta ve dolayısıyle yansımaları da çok farklı ola­bilmektedir.

Netice olarak böylesi farklı kültürlere, farklı anlayış­larla nisbet edilen, daha açık bir ifadeyle eski bohça üzeri­ne yeni yama olan Kelimei Tevhid gerçeği, devrimci anla­mından ve dünya müslümanlarını birleştirici keyfiyetinden uzaklaştırılmaktadır. Cahili toplumlardaki ıslahati kimlikler, böylesi yönelişlerden kaynaklanan kimliklerdir. Bu gibi kimliklerle, devrimci bir hareketi ikame etmeye çalışmak; hiç şüphesiz ki devirmeye değil, devrilmeye neden olabile­cektir.

 

İnkılabi Kimlikler

 

Severek ve sevinerek talip olduğumuz İslam dininin toplumlara ve insana yaklaşımı, bazı noktalarda benzerlik göstermektedir. Nitekim toplumlara yönelik ıslahati ve in­kılabı yaklaşımlar, birçok boyuttan nefse karşı da gösteril­mesi gereken yaklaşımlardır. Cahili toplumlarda yaşayan müslümanlann, cahili otoritelere karşı yaklaşımları nasıl ki İnkılabı yaklaşımlarsa, kendi nefislerine yaklaşımları da inkılabi yaklaşımlar olmaktadır.

Cahili toplumlarda yaşayan ve bilerek veya bilmeye­rek birçok cahili görüşleri benimseyebilen insanlar, en kısa ifadesiyle cahili kimliğe sahip insanlardır. Cahili kültür ve eğitimden etkilenen ve bunlara göre şekillenen cahili kim­liklerde, birçok beşeri etiketlerin yanısıra İslami bir etiket olsa da, bu etiket gerçek manasından oldukça uzaktır. Böylesi etiketlere sahip oldukları ve kendilerini her fırsatta İslam'a nisbet ettikleri için, bu in1 anları müslüman kabul ederek bunları ufaktefek rütuşlaria restore ?tmeye çalış­mak, çamurun içindeki bir insan mendille temizlemeye çalışmak olacaktır. Oysa İslam'ın bu durumdaki İnsanlara inkılabı daveti.,

"Öncelikle çamuru inkar et, çamuru reddet

ve çamurdan çık.." şeklindedir. Çünkü bataklıktan ve bataklığın pisliklerinden kurtul-manın ilk şartı, bataklığa sırt dönerek, bataklıktan çıkmak­tır.

"Efendim!. Bataklıkta zararlı şeyler olduğu gibi fayda­lı şeyler de vardır. Bu nedenle bataklığı uzun uzun tahlil etmemiz, faydalı şeyleri alıp, faydasız şeyleri peyderpey terketmemiz gerekir!." diyen kimseler, bataklıkta peyder­pey can veren ve can verecek olan kimselerdir.

Oysa bataklıktaki bazı faydalı şeylere Ömürlerini ve canlarını yönelten bu insanların davet edildil'leri İslam'da, kendileri için gerekli ve faydalı olan herşeye imkan vardır. Karaya çıkan, ayaklan sırat-ı müstakime basan müslüman, bataklıktan olduğu gibi göllerden ve denizlerden de ibret ve örnek alabilecek imkanlara zaten sahip olmaktadır. Ba­taklıktaki kısmi şeylerden faydalanabilmek için, bataklıkta kalmaya gerek yoktur ki!.

Cahili kimlikler, bazı restorelerle İslami keyfiyet kaza-nacak kimlikler değildir. Çünkü cahili kimliklerde reddedil­mesi gereken pislikler, ancak ve ancak köktenci bir yakla­şımla reddedilebilecek pisliklerdir. Köktenci yani inkılabı bir yaklaşımla müslüman olan kimseler, İslam'dan önce sa­hip oldukları bütün değer ve görüşlerle aralarına bir mesa­fe koymakta, daha sonra terkettiği şeyler arasında İslam'ın hoş ve makbul gömüklerini alabilmektedirler. Daha açık bir ifadeyle bu müslümanîar, terketmedikleri cahili kimlik­lerden pislikleri ayıklayan kimseler değil, terkettikleri cahili kimliklerden doğrulan ve güzelleri ayaklıyan kimselerdir.

 

2. Konum Ve Kimlik İlişkisi

 

İslami harekette konum veya konum tesbiti denilince akla ilk gelen yaşanılan coğrafyanın hangi "Dar" kavramı­na girdiğidir. Nitekim bu konudaki fıkhi nakillere dayalı tartışmaların fevkinde, yaşadığımız bölgenin dar'ul cahiliy-ye olduğunu izah etmiş ve meseleye getirdiğimiz bu açık­lık, söylentilerin ötesinde ilmi bir tenkidle karşılaşmadan gene! olarak kabul görmüştü.

Yaşanılan bölgenin konum tesbiti, hareket metoduyla ilgili olduğu için, bu konum tesbitiyle kimlik arasında ikinci bir ilişki kurmamıza gerek yoktur. Cahiliyenin hüküm sür­düğü bölgelerde hiç şüphesiz ki tekfir değil tebliğ esas alın­makta ve bu tebliği yerine getirecek olan müslümanlann cahili bataklıktaki insanlara merhametle yaklaşmaları ve bu merhametli kimlikle rahmete davet etmeleri bildirilmekte­dir.

Yaşanılan bölgeyle ilgili konum tesbiti, müslümania-nn dikkate aldıkları bir konum tesbiti olmasına rağmen, İs-lami hareket içindeki müslümanların ferdi konum tesbiti, yeterince dikkate alınmayan ve gündeme gelmeyen bir meseledir. Bu önemli meseleyi öncelikle asrı saadet döne­minde gözlemleyecek olursak, bu dönemde böylesi prob­lemlerin pek olmadığını görürüz. İslami harekete yön ve­ren en uç noktada, Rabbimizin seçtiği Resulullah (s.a.v.) vardır. Müminler tarafından tartışmasız kabul edilen bu gerçek, İslami hareketteki diğer konumların da aynı ahenk ve ehliyetle doldurulmasına vesile olmuştur. Efendimiz (s.a.v.) insanları İslam'ın asli ve vazgeçilmez esaslarına da­vet etmekle beraber; İlahi daveti kabui eden müslürnanlan da, Rabbani idealler istikametinde ve bu müslümanların yetenekleri ve imkanları dahilinde hayırlarda yarışmaya teşvik etmiştir.

İslami harekette Resulullah (s.a.v.)'e yakınlık sağla­yan, yardımcı olan, öncü ve örnek müslümanlar, teşvik edildikleri hayırlarda yarışan ve öne geçen müslümanlar-dır. Bunlar İslami hareketteki mümtaz yerlerini, herhangi bir iltimasla değil, bizzat cehdleri ve takvalarıyla elde et­mişlerdir.

Asn saadet döneminde yaşanan durum, böylesine ahenkli bir durum olmasına rağmen, günümüz için aynı şeyleri söyleyemeyiz. Özellikle yaşadığımız coğrafyadaki müslümanların, kendi konumlarını tesbit etme noktasında düştükleri yanılgılar, birçok kardeşimizin müşahade ettiği yanılgılardır. Bu yanılgıların temelde iki ayrı nedeni vardır. Bunlardan birisi İslami çalışmalarda etkin bir konuma talip olan kardeşlerimizin, bu konumun ciddiyetini, bu konu­mun keyfiyetini, bu konumun misyonunu ve bu konum için gerekli hasletleri yeterince bilmemeleridir. Yanılgının ikinci önemli nedeni ise etkin bir konuma talip olan kar­deşlerimizin kendilerini yeterince tanımamalarıdır. Bu iki yanılgı bir araya geldiği zaman, günümüzde karşılaşılan görüntülerin şaşılacak hiçbir tarafı yoktur.

Oysa İslami hareketteki veya İslami çalışmadaki etkin bir konuma talip olunmadan önce, bu konumun keyfiyeti ve sorumluluğu yeterince idrak edilmelidir. Hiç şüphesiz ki İslam tarihinde böylesi konumların gereğini yerine getiren birçok örnek şahsiyet vardır. Böylesi konumların gereğini yerine getiren bu şahsiyetleri yakından tanımak ve bu şah­siyetlerin sahip oldukları kimlikleri anlamak, o konumlar için gerekli kimlikleri anlamak olacaktır.

Bu anlayıştan sonra yapılması gereken ikinci eylem, kişinin kendisini tanıması, kendisini tanımlamasıdır. Ne ol­duğunu ve ne olmadığını dürüstçe belirlemesidir. Ki bu tes-bitin sağlıklı bir şekilde yapılabildiğini ne yazık ki söyleye­meyiz. Bu konuda karşılaştığımız en belirgin maraz, birçok yazıda ifade ettiğimiz gibi büyüklenme hastalığıdır. İnsanın kendisine yönelişiyle ve kendisini tanımlamasıyla ilgili bu yanılgıyı, önceki değerlendirmelerimizi biraz genişleterek şöyle izah edebiliriz.,

Hangi dünya görüşüne bağlı olurlarsa olsunlar, bütün dava adamlarının savundukları davayla ilgili olarak örnek aldıkları, beğendikleri, sevdikleri kimlikler vardır. Bu kim­likler, söz konusu davayı en güzel bir biçimde temsil eden sembol kimliklerdir. Dava adamları bu kimliklerle ve bu kimliklerin anlamlı keyfiyetleriyle karşılaştıktan zaman, is­ter istemez bu kimliklere karşı bir özlem duyarlar. Bu sem-bol kimlikler, dava adamlarının özlem duydukları, ulaşmak istedikleri kimliklerdir.

Özlem duyulan bu kimliğin aksine, bir de sahiplen­dikleri davayla ilgili olarak ibret alınması ve sakınılması ge­reken kimlikler vardır. Birçok marazı, yanılgıyı, eksikliği, çirkin ve abes davranışları bünyesinde toplayan bu kimlik ise, dava adamlarının uzaklaşmak istedikleri bir kimliktir.

Yaşanmakta olan bu gerçekleri kabul ettiğimiz za­man, bütün dava adamlarının iç dünyalarında üç ayrı kim­lik olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Bunlardan birinci­si, dava adamlarının özlem duydukları, ulaşmak istedikleri kimliktir. İkinci kimlik, hiç sevmedikleri ve uzaklaşmak istedikleri kimliktir. Üçüncü kimlik ise, bu dava adamlarının yaşadıklan zaman diliminde sahip oldukları gerçek kimlik­lerdir. Bu gerçek kimliğe örnek verecek olursak; teori düz­leminde sıfırın altında 20 ve sıfırın üstünde +50 dereceyi gösteren termometrelerdeki, civanın gerçek yüksekliği ve gösterdiği gerçek sıcaklıktır.

Kendi iç dünyalarında bu üç ayrı kimliği aynı anda barındıran bu insanlar, genel olarak bu üçiemi dikkate al­mazlar. Kendilerini tanırken ve tanımlarken, tek bir kişilik veya tek bir kimlikle tanımlarlar. Tabi ki bu tanımlamayı yapabilmeleri için, kendi iç dünyalarında iki ayrı kutup olan 20 ve +50 dereceler arasında civanın yüksekliğini veya kendi yerlerini belirlemeleri gerekmektedir. İşte bu belirlemeyi yaparken, kendi nefislerine karşı ne yazık ki dürüst ve gerçekçi yaklaşımlarda bulunamazlar. Çünkü in­sanların büyük çoğunluğu, kendi nefislerine karşı iyimser, kendi nefislerine karşı cömerttirler. Sıfırın altından uzak­laşmak, sıfırın üstüne yükselmek eğiliminde ve isteğinde oldukları için, kendilerini sahip olduklan gerçek kimlikler­den ziyade özlem duydukları kimliklere yakın zannederler. Kendilerini tanımlar veya kendilerini tanıtırken, sahip olduktan gerçek kimliğe değil, özlem duydukları kimliğe ya­kın tanımlarlar. İşte bir insanın kendisini böyle tanıması veya böyle tanıtması, o insanın büyüklenmesidir. Büyük-lenmek, bir insanın büyümesi veya büyük olması değil, kendisini olduğundan büyük zannetmesidir.

Nitekim birçok konuda henüz buzlan çözülmemiş olan kimselerin, kendilerini +20, +30 gibi yüksek derece­lerle tanımlamaları, bu marazın açık tezahürleridir.

Bir insanın kendisini tanımlamada içine düştüğü ikin­ci yanılgı ise kendisini olduğundan küçük görmesi veya küçüklenmesidir. Küçüklenme vakası, çok nadir karşılaşılan vakalar olmasına rağmen özellikle belli bir yetkinlikte bulu­nan sorumlu müsiümanlar için tehlikeli olabilecek bir yak­laşımdır. Çünkü bu durumlardaki küçüklenme vakası, müminlerin hasletinden olan tevazuda bulunmak değil, fa-sıkların marazından olan sorumluluktan kaçmaktır. Mesela ismini vermek İstemediğimiz bazı kardeşlerimiz, yıllarca sü= ren araştırmalarından ve bazı değerli eserlerinden sonra, bu çalışmalardan rücu veya tevbe ederek köşelerine çekil­meyi tercih etmişlerdir. İleri sürdükleri mazeret ise, gerçek İslam alimlerinin büyüklüğü karşısındaki küçüklükleridir. İs­lam tarihindeki bu mümtaz şahsiyetlere ve onların derin yeteneklerine bakarak, İslam adına konuşabilme yetkisini bu şartiara bağlayan kardeşlerimiz, kendilerinde böylesi de­rin yetenekler olmadığı için hadİerini bilerek, köşelerine çekilmişlerdir.

İnsana mantıklı gelen ve insanı rahatlatan bir yakla­şımdır bu!.

Ancak bu yaklaşımın, Rabbani bir yaklaşım olduğunu kesinlikle söyleyemiyoruz.. Çünkü bu nefsi yaklaşım, bir insanın haddini bilmesi değil, haddin ne olduğunu bilmemesidir. Bu kardeşlerimizin sevdikleri ve kendilerini kıyas ettikleri mümtaz şahsiyetler de, bu kardeşimizin yaklaşı­mından hareket ederek kendilerini Resulullah (s.a.v.) ile veya asrı saadet dönemindeki bazı seçkin müslümanlarla kendilerini kıyas etselerdi, hiç şüphesiz ki onlar da haddini bilir (!) ve köşelerine çekilirlerdi. Oysa onların meseleye böyle kolaycı yaklaşmadıklarını görüyoruz. Çünkü yaşanı­lan zaman diliminde yerine getirilmesi gereken İslami mü­kellefiyetler; ideal kimliklere değil, ideale en yakın veya di­ğer  müslümanlara  göre   en  ehil  kimliklere  sahip  olan müslümanlann  yükümlü  oldukları   mükellefiyetlerdir.   Bu kimliklerdeki sapıklıktan beri olan eksiklikler, yaşanılan za­man diliminde makul karşılanması gereken eksikliklerdir. Bu eksiklikleri öne sürerek sorumluluktan kaçmak, bu ek­sikliklerin yanısıra sahip  olunulan  yeteneklerin  gereğini yapmamak, daha açık bir ifadeyle bu yeteneklere nankör­lük etmek veya bunların şükrünü eda etmemektir.

Oysa söz konusu eksiklikleri dikkate alarak ve bu ek­siklikleri gidermeye çalışarak, yapılması gerekenler noktasında   cehd   edilmesi   gerekmektedir.   Nitekim   meseleye böyle yaklaştığımız için, bu sorumluluktan kaçamıyor ve nefsimize ağır gelse de bazı boşlukların küçük bir kısmını gücümüz nisbetince doldurmaya çalışıyoruz. Çünkü bilme­dikleri! izden değil, Öncelikle bildiklerimizden; yapamaya­caklarımızdan değil,  öncelikle  yapabileceklerimizden  so­rumlu olduğumuzu ve hesaba çekileceğimizi biliyoruz.

Netice «olarak kimlik tanımlamasıyla ilgili bu gibi ya­nılgılara, özellikle büyüklenme marazına düşmeden, her kardeşimizin kendilerini doğru olarak tanımlamaları ve bu tanımlamadan hareket ederek, sahip oldukları kimlik ve keyfiyet ile İslami çalışmalardaki hangi konuma talip  caklarını belirlemeleri gerekir. Çünkü bu doğru konum ve kimlik tesbitinden sonra, konum ve mükellefiyet arasındaki ahenkli ilişkinin de anlaşılabilmesi mümkün olacaktır.

 

Konum Ve Mükellefiyet

 

Resulullah (s.a.v.) döneminde hayırlarda yanşan ve öne geçen müsiümanlardan bahsetmiştik. Hayırlarda yan-şarak öne geçen, öncü ve örnek olan bu müslümanlar, tabi ki zamanımızda da vardır veya olmaları gerekir. Ve yine hiç şüphesiz ki İslam davetini şahıslarında ve yaşantı­larında sembolize eden bu müslümanların, diğer müsiü­manlardan farklı olarak talip olduklan konumun keyfiyetini yaşamaları ve yansıtmaları gerekecektir.

Ancak bu önemli konuda Resulullah (s.a.v.)'i nihai ör­nek alacakları için, içinde bulundukları konumla ilgili güzel hasletlere ve seçkin vasıflara sahip olacaklar, fakat bunları genele şamil kılmayacaklardır. Çünkü davetçi müshjmanların fıkhı ile, daveti kabul eden müslümanlann genel fıkıhla­rı arasında belirgin farklılıklar vardır. Herhangi bir müslüman, cahiliyye toplumunda yaşamasına rağmen, İsiam toplumunda yaşayan müslümanlann ferden mükellef ol­duklan birçok hükmü şahsında yaşayabilir. Müslümanın bu davranışı, kutlanacak ve gıpta edilecek bir davranıştır. Fa­kat ne var ki kendisinin güç yetirebildiği bu davranışlara, başka insanların da güç yetirebilmesini bekleyemez. Bunu bekleme yetkisinde olmadığı gibi, bu davranışları göstere­meyenleri tekfir etme yetkisinde de değildir. Çünkü İslam'ı kabul eden ferdlere yüklenecek mükellefiyetlerde gösteril­mesi gereken genel tavır, davetçinin kişisel potansiyeline göre değil, davete muhatap olan insanların sahip olduklan potansiyelin tabanına göre tesbit edilir. Davetin merhalelerine ve davete muhatap olan insanla konumların? göre hikmetli bir geliş m göstere ı ıu taban esasında; nefsi marazlardan ka; 'aklanan kişisel dikkate alınma­dığı gibi oncu müslümanlann aşkın potansiyelleri de dik­kate alınmaz. "Alİah hiçbir nefse güç yetiremeyeceğini yükleme buyruğu, bu gerçeğe işaret etmekte, yaşanılan konumda güç yetirilemeyecek hükümlerin yüklenmeyece­ğini fakat buna karşın yüklenen hükümlerin, güç yetirilebilir hükümleı olduğunu açıklamaktadır.

Öncü ve Örnek müslümanların fıkhı ile, daveti kabul eden müslümanların genel fıkıhları arasındaki farklar, özel­likle azimet ve ruhsat meselesinde de kendisini göstermek­tedir. Mesela kaibi imanla dolu olmasına rağmen küfri bir söze zorlanan müminler için. Nahl suresi 106. ayeti keri­mede sınıfları belirlenerek verilen bir ruhsat vardır. Fakat Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğünde görüyoruz ki, özellikle peygamberler ve İlahi daveti gündeme getiren öncü müs-lümanlar, bu konuda ruhsatla değil azimetle amel etmişler­dir. Kafirun süresindeki net ve açık tavır, boyutları ve key­fiyeti ne olursa olsun hiçbir zorlamayı veya ikrahı dikkate almayan, daha açık bir ifadeyle azimetin görkemleştiği bir tavırdır.

Azimete dayalı bu gibi net tavırlar, Efendimiz (s.a.v.) ve bazı seçkin müslümanlar tarafından yerine getirilmesine rağmen, İslami hareketin o konumunda genele şamil kılı­nan tavîrlar değildir, İlahi daveti ve tevhidi hareketi şahıs­larında, sembolleştir^n bu seçkin müslümanlar, ne ruhsata meyletmişler ve no de daveti kabul eden bütün müslüman­ların azimetle amel etmelerini şart koşmuşlardır. Bu konu­da gösterilen genel yaklaşım, ruhsata değil azimete teşvik etmek, fakat ruhsatla amel edenleri de makul ve mazur görmektir.

Günümüz müslümanları arasında İslam adına mükel­lefiyet yüklemede yaşanan çelişkilerin bir diğer nedeni de, öncelikle öncü müslümanları oluşturma kaygısıdır. Ne var ki öncü ve örnek müslümanları oluşturabilme kaygısına Öncelik tanıdıktan sonra, öncü müslümanların vasıflannı ve yaşamaları gereken fıkhı içeren sınırlı davetlerde bulun­mak, davet sahiplerini içe kapanık ve gelişmesi mümkün olmayan bir yapıya sürükleyecektir. Nitekim Mısır'da ve daha birçok ülkede böylesi yanlış yapılanmalara ve yapı­lanma girişimlerine rastlamak mümkündür.

Oysa ki öncü müslümanlar, açık ve genel davet ile İs­lam'ı kabul eden ve daha sonra hayırlarda yarışarak öne geçen müslümanlardır. Taban potansiyeli dikkate alan İla­hi davet ile İslam'a giren ve daha sonra hayırlarda yarışa­rak tavan potansiyele erişebilen müslümanlardır.

Böylesi genel bir davette bulunmadan, daveti kabul eden müslümanlar hayırlarda yarışmaya teşvik edilmeden,

kimlerin öne geçebileceği nasıl bilinecektir ki!..

Netice olarak bütün bu gerçeklerin dikkate alınması, İlahi davete muhatap olan insanlann nelere davet edileceği ve bu daveti kabul eden insanlara hangi asli mükellefiyetle­rin yükleneceğinin belirlenmesi gerekmektedir. Hiç şüphe­siz ki bu genel mükellefiyetler, bir insanın İslam dairesinde öncü ve örnek olabilmesi için yüklenecek mükellefiyetler değil, sadece İslam dairesinde olabilmesi için yüklenecek mükellefiyetlerdir. İslam'ı kabul eden müslümanların muha­tap olduklan hayra, iyiliğe, güzelliğe ait diğer hükümler ise, bu müslümanların teşvik edilecekleri hükümlerdir. Hayra teşvik edilen ve hayırlarda yanşan müslümanlar arasından, hiç şüphesiz ki Öne geçen, öncü ve Örnek vasfını kazanan kardeşlerimiz olacaktır.

 

Kimliklerin Arındırılması

 

Müslümanların İslami çalışmalardaki konumlan ne olursa olsun, Öncelikle müslüman olmaları hasebiyle İslami kimliklerini batıldan, hurafelerden ve nefsi marazlardan arındırmalan gerekmektedir. Günümüz müslümanlannm hangi bid'at ve hurafelerden uzaklaşmaları veya nelerden sakınmalan gerektiği konularında fazlaca yazacak bir şey yoktur. Çünkü özellikle bu gibi konularda müslümanların genelindeki görülen eksiklikler, teoriden ziyade pratik düz­lemdeki eksikliklerdir.

Nitekim bilinen ve kabul edilen İlahi gerçeklerin ya­şantıda pratize edilmesi, reddedilen batıl görüşlerin pratik yaşantıda da reddedilmesi, günümüz müslümanlannı Özel­de arındırılmış bir İslami kimliğe ve genelde de rahmetli bir beraberliğe yaklaştıracaktır.  Fakat ne yazık ki günü­müzdeki genel yaklaşım; hak gerçekleri yaşamanın gerisin­de, batıl görüşleri fiilde reddetme aşamasına dahi ulaşma­mıştır. Bu olayla ilgili olarak tevhid akidesinden habersiz veya geleneksel İslam anlayışına sahip kitlelerden örnek vermemize gerek yoktur. Çünkü konuyla ilgili birçok ör­nek, kendilerine "Muvahhid" denilen ve seçkin kabul edi­len birçok müslümanda da gözükmektedir. Mesela ibret al­mamız gereken bu görüntülerden bir tanesini belirtebiliriz., Türkiye'de laiklik çerçevesinde çok değişik tartışmalar yapılmasına rağmen tevhid akidesini esas alan ve İslam'ı ferdi yaşantıların fevkinde bir dünya nizamı olarak kabul eden müslümanların, laiklik meselesine yaklaşımlan kesin bir netlik göstermektedir. Din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılmayacağını savunan ve dolayısıyle İslam devleti­nin laik olmayacağını, olamayacağını ileri sürerek hakim otoriteyi gayriislamilikle itham eden müslümanlann bu görüşlerini tartışacak veya yadırgayacak değiliz. Ancak siste­min veya devletin iaikliğine karşı çıkan bütün müslümanlara sormak istiyoruz.,

Aranızda kaç kişi, kendi nefislerinde laik değildir?

Aranızda kaç kişi, dini ile dünyasını birbirinden ayır-mamıştır?

"Onlar, şunlar, bunlar dünyalık işlerim, şuncağız ise dini uğraşılarım!" demeyen kaç kişi vardır?

Dinin maslahatını dünyevi maslahatına tercih etmek bir yana, dünyevi maslahatını dinin maslahatına tercih etmeyen kimlerdir?

Din için dünyadan taviz vermek bir yana, dünya için dinden taviz vermeyenler kaç kişidir?

"Benim, yaratılışım, yaşantım ve ölümüm alemle­rin Rabbi olan Allah içindir" gerçeğini idrak ederek dini ile dünyasını birbirinden ayırmayan, pratikteki bütün bir hayatıyla Allah için yaşayıp, Allah için ölecek olan kimlerdir?

Sistemin laikliğine karşı çıkanlardan kaç kişi, kendi nefislerindeki laikliği yıkmışlardır?

Bütün bu sorulara, geneli dikkate alarak genelde olumlu bir cevap verebilmek mümkün değildir. Laikliğe karşı çıkan birçok nefiste laik anlayış hüküm sürdüğü gibi özellikle Avrupa'daki bazı camilerde de aynı laik görüntülere daha geniş bir yapıda rastlamak mümkündür. Söz ve konuşma düzleminde devletin laikliğine şiddetle karşı çıkıl­dığı bu camilerde, din ile dünya işleri birbirinden ayrı te­lakki edilmekte, din işlerinden imam, dünya işlerinden dernek  başkanı   sorumlu   olmaktadır.   Türkiye'deki   Diyane* devlete nasıl bağlı ise, bu camilerdeki imamlar da derneğe ve dernek başkanına bağlıdır. Herhangi bir imam, cami derneğinin veya dernek başkanının geleneksel din anlayışı­na ters gelebilecek İslami bir gerçeği söylediği zaman is­ter/istemez bavulunu hazırlamaktadır. Çünkü böylesi cami­lerdeki  hakim  otorite  imam  değil,  demek ve  dernek başkanlarıdır. En iyimser ifadesiyle Osman'daki saltanatı andıran bu yapılardaki konuşmalarda, söz devlete geldiği zaman Sultanlardan ve geçim derdine düşmüş maaşlı Şey­hülislamlardan aynı feryat yükselmektedir., Laikliğe karşıyak! Laik devletü istemezük!.. Ne diyelim? Ve ne diyebiliriz ki?

Sadece ayna uzatıyoruz kendilerine. Laikliğe karşı çı­kan gruplar, laikliği lanetleyen kişiler öncelikle kendilerine, kendi durumlarına, kendi kimliklerine, kendi yönelişlerine bir baksınlar ve dillerindeki melhemi ellerine aiarak önce­likle kendi başlarına sürsünler istiyoruz..

Çünkü İslami kimliklerin arındırılması, teoride karşı çıkılan marazların, pratikte ve nefislerde reddedilmesiyle mümkün olabilecektir. Bütün bunlar yapılmadığı zaman, İslami kimliklerdeki gölgeler ve İslami kimliklerdeki bula­nıklıklar devam edecektir.

Bulanık kimliklerle, berrak sonuçlara gidilemeyeceği ise aşikardır..

 

İslami Harekette Kültür Sorunu

 

Kimlik ve kişilik meselesini toplum düzleminde değer­lendirdiğimiz zaman hiç şüphesiz ki geleneksel kültür vakasıyla karşılaşacağız. Kültür vakasını tarihi süreç içersinde değerlendirmemiz, bu vakaya daha kolay nüfuz etmemizi sağlayacaktır.,

Asn saadet dönemi ile günümüz arasındaki en önem­li farklardan birisi, günümüzdeki kültür genişlemesidir. Bilindiği gibi asrı saadet dönemindeki İslam kültürü, günü­müz kültüründen çok daha az ve çok daha özgün bir yapıdadır. İlahi vahyin disipline ettiği bu kültür, müslüman-lann kültür ihtiyacını karşılamakla beraber, kültür enflasyo­nuna neden olabilecek boyutlarda değildir. Daha açık bir ifadeyle kemiyeti sınırlı, keyfiyeti yüksek bîr kültürdür. Aynı zamanda bu tertemiz kültür, müslümanlan çelişkiye düşürecek veya müslümanlan çok değişik vadilere sürükle­yebilecek bir kültür de değildir.

Fakat tarihte gördüğümüz gibi, bu tertemiz İslam kül­türü zaman süreci içersinde devamlı bir genişleme göstermiştir. Her nesil, kendilerine intikal eden kültüre, içinde bulundukları  şartlardan,  etkilendikleri  unsurlardan,  siyasi veya siyasetsiz ölümlerinden kaynaklanan ilavelerde bu­lunmuşlardır. İslam kültüründeki bu genişleme vakası, key­fiyetten ziyade kemiyette bir genişleme vakasıdır. Kemiyet­teki bu istikrarsız ve istikametsiz gelişim, keyfiyetin gelişmesine değil, ne yazık ki bulanarak gerilemesine ne­den olmuştur.

Nitekim söz buraya geldiği zaman, İslam kültüründe­ki genişleme vakasını "Suya atılan bir taşın etrafında meydana gelen halkaların genişlemesi gibi.." benzetmesiyle ifa­de   edemiyoruz.    Çünkü    suya    atılan    taşın    etrafında meydana  gelen halkaların genişlemesi,  taşın  atıldığı ilk noktaya, yani öze bağlı bir genişleme olmasına rağmen, İslam kültüründeki genişleme çok merkezli ve çok yönlü bir genişlemedir. Bu genişleme vakasına bir Örnek verme­miz gerekirse, insan vücudundaki dengesiz gelişmeye ben­zetebiliriz. Ağzın ve midenin büyümesi, defi hacet yolları­nın daralarak kapanması, kolların ve bacakların büyümesi, parmakların kütleşmesi, beynin, et, yağ ve ur gibi beyne yabancı unsurlarla genişlik kazanması, sinir sistemindeki tek iktidarın yitirilmesi, vücudda kirlenen kanın, akciğerler­de daha da kirletilmesi gibi... Tabi ki bütün bunların neti­cesinde vücudda bir büyüme gözükse de, bu büyüme sağ­lıklı ve rahmetli bir büyüme değildir.

İşte İslam kültüründeki büyüme vakası da, ne yazık ki böylesine bulanık bir büyümedir. Yardan yuvarlanan bir taş, nasıl ki bir çığ meydana getiriyorsa, bu kültür mirası da çığ gibi büyüyerek zamanımıza yuvarlanmıştır. Mesele­ye gerçeğin bu boyutundan yaklaştığımız zaman, Türki­ye'de cumhuriyetin ilanında ve sonraki yıllarda yaşanan dinde fetret döneminde, İslam açısından birtakım hayırlar olduğunu görebiliriz. Tabi ki birçok kardeşimizin yadırgayacağı veya yargılayacağı bu ifadeyi açıklamamız gereke­cektir.

Cumhuriyetin ilanında ve buna bağ! olarak bunun akabinde yaşanan dinde fetret döneminde, özellikle Türki­ye'de yaşayan müslümanlar için İslam açısından birtakım hayırlar olduğunu söylüyoruz!.

Çünkü. hareket halindeki kültür vakası, sorgulanması ve ayık­lanması zor bir vakadır. Nitekim meseleyi tarihi akışta de­ğerlendirdiğimiz zaman, birçok nesiller kendilerine hareket halinde intikal eden kültür mirasını genel düzlemde sorgu­lamaya ve ayıklamaya fırsat bulamadan, isteyerek veya is­temeyerek kabullenmek zorunda kalmışlar ve bu mirasa kendilerinden de birşeyler katarak bir sonraki nesillere inti­kal ettirmişlerdir. Hareket halindeki bu kültür vakasına bazı ferdi kıyamlar ve muhalif ekoller olmuşsa da, bütün bunlar yuvarlanmakta olan çığın istikametini değiştirme­miş, bilakis çığa dahil olarak ve özgün keyfiyetini yitirerek çığın daha da büyümesine neden olmuştur.

Çünkü hareket halindeki kültür vakasına ciddi ve et­kili müdahaleler, keyfiyetle birlikte kemiyetle de ilgili bir hadisedir. Söz konusu değişiklik veya arınma, toplumsal düzlemde olması gereken bir arınma olduğu için; toplumun arınması, toplumu antacak görüşlerin toplumda ma-kes bulmasıyla ilgilidir. Yoksa ferdi veya kısmi arınmalar, toplumun genel akışını ve durumunu değiştirmeyeceği gibi, bu kısmi arınmaların tarihi akış içersinde varlıklarını ve netliklerini muhafaza edebilmeleri de mümkün değildir. Çünkü tarihi süreçte geride kalan bu muhalif görüşler, ge­nel olarak zamanın iktidar zihniyetlerine göre yorumlana­cağından, dejenere edilmiş bir keyfiyetle kültür mirasına dahil edilecektir.

Tabi ki bütün bunları söylerken, önceki nesillerde ya­şayan salih ve muttaki alimleri yargılamıyor, özellikle pey­gamberlerin üstesinden geldikleri bu görevi "Sizler neden başarmadınız?" diyerek, onlan itham etmiyoruz. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi hareket halinde yuvarlanan bir çığın önünde yılmadan ve yıkılmadan durabilmek, bir ömürlük mücadeleyle bu çığı sorgulayabilmek, bu çığı ayıklayabilmek, bizlerin ifadesine göre çok, gerçekten çok zor bir iştir...

İşte Türkiye'de cumhuriyetin ilanı, hareket halindeki kültür mirasının veya yuvarlanmakta olan çığın önüne ko­nulan bir takoz niteliğindedir. Hangi niyetle olursa olsun bu çığın önüne konulan takoz, iyice hantallaşan bu çığı durdurmaya yetmiştir. Nitekim daha sonra genelde yaşa­nan dinde fetret dönemi, yuvarlanmakta olan çığın Önün­deki takozu aşamadığını ve durduğunu açıkça göstermek­tedir.

Karşılaşılan bu durum, Türkiye'deki İslami uyanış için oldukça olumlu bir durumdur. Çünkü kültür mirasındaki bu durgunluk, bu mirasın rahatça gözlenmesine ve ayık­lanmasına fırsat verebilecek bir durgunluktur. Nesillerin önünden belli bir hızla geçen kültür treni durmuş ve bu durgunlukta daha rahat gözlenebilir olmuştur..

Artık bu treni hangi lokomotifin götürdüğünü, makinistlerin kim olduğunu, lokomotif kazanında nelerin yakıldığını, raylann hangi batıl şirketler tarafından yapıldığını, demiryolunun istikametini, yük vagonlarındaki nesilleri, hayvan vagonlarına konan insanları ve birinci sınıf vagonlardaki bazı hayvanları görebiliyorsak..

Bütün bunlar, zamanımızdaki müslümanlann yetene­ğinden ziyade trenin durmasıyla ilgilidir. Çünkü hareket halindeki trenin, bu genişlikte ve bu genellikte gözlenebil-mesi mümkün değildir. Nitekim farklı coğrafyalarda bulu­nan ve asırlardır sahiplendikleri kültür mirasında bu dur­gunluğu ve fetreti yaşamayan müslümanlar için, aynı gözlemlerin, aynı genişlik ve aynı netlikle yapılabilmesi mümkün olmamıştır. Türkiye'deki birçok kardeşimizin gele­neksel kültür ve mezhep asabiyetleri konusunda, bu kar­deşlerimize nisbeten daha itidalli bir yaklaşımları varc bu itidal, durgunlaşan kültür mirasının daha bir serinkanlılıkla değerlendirilmesinden kaynaklanmaktadır.

Tabi ki birçok kardeşimize nisbet ettiğimiz bu itidalli ve bilinçli yaklaşımın, Türkiye'de yaygın bir yaklaşım oİdu-ğunu söyleyemeyiz. Çünkü Türkiye'de yaşanan fetret dö­neminden sonra, geleneksel kültür mirasına çok değişik boyutlardan yaklaşılmıştır. Atalara bağlılık adı altında bu kültür mirasına toptan bağlanmak isteyen eğilimler olduğu gibi, bu kültür mirasını bulanıklığı nedeniyle toptan redde­den eğilimler de olmuştur.

"Cumhuriyetin ilanında ve yaşanan fetret döneminde, İslam açısından birtakım hayırlar vardır.." derken kastettiği­miz hayır, hiç şüphesiz ki böylesi eğilimlerle ve böylesi yö­nelişlerle elde edilecek bir hayır değildir. Meseleyi fazla ge­nişletmeden ve söz konusu eğilimleri tartışmaya gerek duymadan, İlahi vahyin kültür sorununa nasıl yaklaştığını ifade ederek, bu meseleyi şimdilik noktalamak istiyoruz.,

Resulullah (s.a.v.)'e vahiy nazil olmazdan önce, Mekke ve çevresindeki toplulukların, kültürsüz topluluklar olduğunu söyleyemeyiz. Bu dönemde batıl kültürler olduğu gibi, semavi dinlere nisbet edilmesine rağmen tahrif edil­miş kültürler de bulunmaktaydı. Nitekim Hz. Hatice vali­demizin amcazadesi olan Varaka b. Nevfel, özellikle sema­vi dinlere nisbet edilen bu kültür konusunda oldukça birikime sahip bir insandı.,

İlahi vahyin geçmiş kültür mirasına yaklaşımını dikka­te aldığımız zaman karşılaştığımız ilk gerçek; İlahi vahiy, geçmişi bir kalemle tekzip etmemiş, geçmişle bütün bağla­rı koparmamıştır. Çünkü İslam ve İslam tarihi, Resulullah (s.a.v.)'le başlayan ve başlayacak olan bir hadise değildir. İslam'ın ve müslümanlann örneklerle ve ibretlerle dolu bir geçmişleri, bir tarihleri vardır.

Bu tarih ile müslümanların ilişkisini kesmek, bir ağa­cın köklerini kesmek gibiydi. Oysa Mekke'li müslümanların geçmişlerinde ibret alarak sakınacakları, Ömek alarak sa­hiplenecekleri, onur duyacakları, mutmain olacakları olay­larla dolu bir tarihleri vardı.

Müslümanların sahip oldukları tarihin kökleri, tarihi köklerinin derinliğiyle övünen bütün toplulukların fevkinde, kalu belaya ve ezelde varolan Allah'a uzanmakta ve bu muhteşem derinlik ile ebedde varolacak Allah'ı idrak etme yüksekliğini kazanmaktadır. Dolayısıyle bir müslüman ola­rak yaşadığımız ve hissettiğimiz tarihi derinlik, daha dünkü hadise olan Orta Asya'ya değil, şanı yüce Rabbimize ve | yaratılışımıza uzanan muhteşem bir derinliktir.

İnsan, toplum ve tarih meselesine bu gerçeklikle yak­laşan İlahi vahiy, Mekke'li müslümanlara bu tarihi kökleri verirken; bu kökleri batıl ve lüzumsuz saçaklardan, kurtlar­dan, haşerelerden, çürüklerden de temizleyerek vermiştir.

İlahi vahyin   eçmişe ait verdiklerini dikkate aldığımız zo man, bu apaçık gerçekleri görmemiz, görebilmemiz hiç de zor olmayacaktır.

Netice olarak geçmiş kültür mirasımıza, İlahi vahiy­den kaynaklanan bu bilinçle yaklaşmamız ve bu bilincin verdiği aydınlık ile değerlendirmemiz gerekmektedir. Çün­kü geçmiş kültür mirasının ayıklanabilmesi ve bu kültür mi­rasından faydalanılabilmesi ancak ve ancak İlahi vahyin esas alınmasıyla mümkün olabilecektir.

 

SONUÇ

 

Bu sınırh kitap çalışmasında İslam'a karşı yapılan ve yapılmakta olan şeytani hesaplara genel bir açıklık getir­dikten sonra, bu hesapların boşa çıkarılabilmesi için müsiü-manların dikkate almaları gereken İsiami prensiplere yine gene! olarak değindik. Konuyla ilgili bu yazdıklarımızın ye­terli olmadığını kabul etmemize rağmen, yepyeni bir İsiami uyanışı yaşayan günümüz müslümanlannın, bu prensipleri İsiami kaynaklardan daha da zenginleştirerek, bu prensip­lere sarılmaları gerektiğine İnanıyoruz. Çünkü İsiami çalış­maların, İsiami idealler istikametinde ilerlemesi, İsiami prensiplerin idrak ve ikame edilmesiyle mümkün olabile­cektir.

Netice olarak, İsiami davayı şahıslarında disipline eden ve İsiami harekete yön veren önderlerin veya öncü müslümanlann, yürüttükleri çalışmalarda muhtemel başarı­ların ve muhtemel başarısızlıkların nedenlerini önceden tesbit etmeleri ve bütüı. Dunları dikkate alarak hareketi ol­gunlaştırmaları gerekmektedir. "Önemli olan sonuçtur" slo­ganından hareket ederek, sadece sonuçları dikkate almak ve bilinçsiz adımlarla sonuçlara doğru yürümeye çalışmak, cahillere özgü bir yaklaşımdır.

Çünkü biliyoruz ki, sonuçlar, genel oiarak sebeblerin bir neticesidir.

Bir hareketi başarıya götüren iç ve dış sebebler ön­ceden îesbit edilip, ikame edilmediği zaman, hareketin ba­şarıya ulaşması nasıl mümkün değilse.,

bir hareketi başarısızlığa götürebilecek iç ve dışse­bebler de dikkate alınıp, izale edilmediği zaman, bu hare­keti kötü akıbetten veya hezimetten kurtarabilmek de mümkün değildir..

Yarınlarda kaşılaşmak istemediğimiz bazı durumlar veya bazı sonuçlar varsa, bizleri bu olumsuz durumlara veya sonuçlara götürebilecek nedenlen şimdiden tesbit et­memiz ve gereken önlemleri şimdiden almamız gerekmektedir.

Mesele bu noktaya geldiği zaman Allah'ın lutfu ile Allah'ın vaadini birbirinden ayrı boyutlarda değerlendirmemiz gerekir. Alemlerin Rabbi olan Allah'ın insanlara ve tüm mahlukata sayısız lutufları vardır. 3u İlahi lutuflar, yerine getirilmesi gereken Ön şartlara bağlı veya bağımlı değildir. Rahman olan Rabhimîz dilediği kullarına, dilediği mahlu­kata, dilediği gibi lutfetmektedir.

Allah'ın vadileri ise İlahi Sutuflardan farklı olarak bazı şartlara bağlıdır. Bu şartlar yclnc getirilmediği zaman, İla­hi vaadlere kavuşabilmek mümkün değildir. Allah'ın yardı­mı ve nusret, İlahı vaadlerdendir. Daha açık bir ifadeyle şartlarını yerine getirip, sebeblerinc sarıldığımız zaman ka­vuşabileceğimiz bir neticedir. Rabbirrnzin beyan ettiği bu şartları gözardı edip, sebeblerine sarılmadığımız zaman, Allah'ın yardımını veya nusreti beklemeye hakkımız yok­tur.

Bizleri İlahi yardıma ve bereketli sonuçlara yaklaştıracak rahmetli sebeblere, Rabbani eylemlere bu bilinçle hep birlikte sarılacağımızı, sapabileceğimizi umud ediyoruz. Selam ve rahmet üzerinize olsun....



[1] A'raf 20.21

[2] Taha 120.121