Şirkin Psikolojik Ve Sosyolojik Nedenleri
1. İnsanlara Tevhidi Davetin Yapılmaması
2. Dünyevi Endişeler Ve Nefsi Marazlar
5. Duyu Organlarının İlahlaştırılması
İnsanlık Tarihinde Ve Çağımızda Şirk Hadisesi
Bir Dünya Görüşü Olarak Tevhid
Tevhidi Davette Açıldık Ve Anlaşılabilirlik
İslam'ın İlk Şartı Olarak Kelime-İ Tevhid
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
Hamd, sena ve Övgülerin en güzeli, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı
ve bizleri yaratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru
yolu gösteren Allah (cc.)'a mahsustur.
Salat ve selam da, alemlerin Rabbi tarafından sevilen,
insanların ise tanıyıp, idrak edebilme nisbetînce
sevebildikleri, efendimiz, önderimiz, rehberimiz Hz.
Muhammed Mustafa'ya, a'line, ashabına ve onun yolunu
izlemeye çalışan ümmeti üzerine olsun,.
Şirk ve tevhid kavramları, yaşadığımız coğrafyadaki insanların
genel olarak duydukları veya bildikleri kavramlardır. İslam'ın özüyle ve temel
yapısıyla dolaysız bir şekilde alakalı olan bu kavramlar, birçok kimseler
tarafından bilinmesine rağmen, kuşatıcı anlamlan ve yaşantıdaki yerleri
itibariyle toplumun gafil olduğu meselelerdir.
Tevhid ve şirkin güncelleşmesi, yaşanılan coğrafyalarda
müşahhas bir hale getirilmesi, İslami davet için açık
bir gerekliliktir. özellikle sirk meselesi, insanların zihninde geçmişten örneklendirilen
meselelerdir. Çağdaş şirkin her türUisüyle içice veya
yüzyüze olan insanlarımıza şirk denilince, her
nedense sadece Mekke müşriklerinin taptıklan bazı
putlar akıla gelmektedir.
Nitekim birçok
insanımıza göre putperestlik veya Allah'a eş koşmak, çok eskilerde kalan
hadiseler olup, günümüzde böyle ilkel şeyler hiç söz konusu değildir.
Oysa Öyle bir çağda
yaşamaktayız ki, putperestleri veya müşrikleri İslam'ı reddedenlerin arasında
değil kendilerini İslam'a nisbet edenlerin arasında
bulmamız mümkündür. Kendisini müslüman zanneden nice
insan vardır la, itikadtyla, yönelişiyle,
yaşantısıyla müşriklerden veya putperestlerden herhangi bir farkı yoktur.
Fakat kendisine
sorsanız, Elhamdülillah müslümanım diyecektir. Tabi
İd bu çelişkilerin nedeni, tevhid ve şirk meselesinin
yeterince günceüeşmemesi ve yaşadığımız coğrafyaya
göre açıklanmamasıdır.
Tevlidi ve şirk
gerçeğiyle ilgili olarak insanımıza verilmesi gereken temel esasları amaçlayan
bu kitap çalışmasında, bu meseleler yaşadığımız coğrafyadaki insanlar ve insanların
içinde bulundukları durum dikkate ahnarak, kısa ve
özlü bir şekilde verilmeye çalışılmıştır.
Hayrın gerçek sahibi
olan Rabbmizden,
bu çalışmamızın
hayırlara vesile olmasını diliyoruz..
birinci bölüm
Mehmed ALAGAŞ İZMİR/1991
Ortak olmak' manasına
gelen "Şe-Ri-Ke" fiil kökünden bir mastar olan "Şirk"
kelimesi; ortak koşma, ortak tanıma anlamına gelir. Bir kavram olarak kulanıldığı İslami pratikteki
anlamı ise; alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'a zatında ve sıfatlarında eş
koşmak veya Allah'a ortak isnat etmektir. Allah'a eş veya ortak koşmayla
ilgili bütün fiillere "Şirk" denildiği gibi, bu fiillerin faillerine
de "Müşrik" denilir.
"Şirk"
kavramı, İslam'ın kuşattığı bütün meselelerde Allah'a eş koşmak veya Allah'a
ortak isnat etmek manasına gelmesine rağmen, günümüzdeki toplumsal anlayışa
göre genel olarak, Allah'ı inkar manasına gelmektedir. Nitekim Allah'ı inkar
eden kafirlere "Müşrik", Allah'a inandığını ileri süren müşriklere
ise "Müslüman" denilmesinin nedeni, bu çarpık anlayıştır.
Oysa İslam'la mükellef
olan bir insan yaratılışla ilgili bazı olayları görerek ve tefekkür ederek;
"Allah vardır" dese, sadece bu ikrar ve bu inanç o insanı müslüman yapmaz. Bilindiği gibi müşrikler de yaratıcı
olarak Allah'a ve Allah'ın varlığına İnanmaktadırlar. Nitekim müşriklerle
ilgili olarak Kuram Kerim'de şöyle buyurulmaktadır.,
Andolun, onlara; Gökleri ve yeri lam yarattı, güneşi ve ayı
kim emre amade hidı? diye soracak olursan, şüphesiz;
Allah diyecekler. Şu Imlde nasıl oluyorlar da,
çevriliyorlar?[1]
Andolsun, onlara; Gökten su indirip de ölümünden sonda
yeryüzünü dirilten kimdir? diye soracak olursan, şüp-hest; Allah diyeceklerdir. De ki; Hamd
Allah'ındır. Hayır onların çoğu akktmiyorlar.[2]
Kur'an'ı Kerim'de zikredilen bu gibi ayet-i kerimeler,
meseleye açıklık getirmektedir. Müşrik, Allah'a inanmasına rağmen Allah'a eş
koşan insandır. Aliah'a eş koşan bu insanın,
Allah'ın varlığına olan imanı ister taklidi iman, ister tahkiki iman olsun bu
insan müşriktir ve İslam dairesinde değildir.
Şirk meselesine
tanımla ilgili olarak bu kısa girişi yaptıktan sonra insanlan
müşrik durumuna getiren şirk olgusunu, itikadi ve
ameli şirk olmak üzere iki genel başlıkta değerlendirebiliriz.,
İtikad demek, bir dinin temel inanç değerlerine kalbi
bağlılık veya inanmak demektir. İslam dinindeki iman esaslan
amentüde belirtildiği üzere altı olarak bildirilse
de, böylesi bir yaklaşım sınırlandırıcı olur. Günümüz müslümanlan
Allah'a, Peygambere ve bir bütün olarak Kur'an'ı
Kerim'e inanmakla yükümlüdürler. Kur'an'ı Kerim'de
bildirilen bütün gerçekler, Kur'an'ı Kerim'de beyan
edilen bütün esaslar, müslümanlar için birer iman
esasıdır. Bu iman esaslarını bölmek, bir kısmını esas, bir kısmını detay kabul
etmek, müslümanlar için mümkün değildir.
İslam'a göre en temel
inanç, Allah inancıdır. Tabi ki bu Alİah inancı,
değişik menkibelerde ve hurafelerle karışık
hikayelerde verilmeye çalışılan Alİah inancı
değildir. Allah inancının nasıl ve ne şekilde olacağını bildiren yegane
kaynak, Kur'an'ı Kerim'dir. Müslümanlar yaratılmış
birer mahluk olduklarının idrakine vararak, Yaratıcıyı kendi akıllarına ve
yaklaşımlarına göre tarif etmekten veya tanımlamaktan şiddetle kaçınırlar.
Müslümanlara göre
Allah (c.c.)'ın en doğru tanımı, Allah'ın Kur'an'ı Kerim'de kendi zatıyla ilgiii
olarak yaptığı tanımdır. Müslümanlar bu tanımı ne eksiltmeye ve ne de
çoğaltmaya çalışırlar. Çünkü böylesi yaklaşımlar, insanlann
büyük bir bölümünü, şirk vadisine sürükleyen yaklaşımlardır. İtikadi şirkin temelinde, Allah inancında meydana gelen bu
gibi sapık yaklaşımlar bulunmaktadır. Nitekim müşriklerin büyük bir kısmı,
böylesi yaklaşımlarla Allah'a zatında ve sıfatlannda
şirk koşan kimselerdir.
İtikadi şirk içinde bulunan kimseler, genellikle müslüman olduklarını zanneden veya müslüman
olduklarını ileri süren kimselerdir. Bunlarda meydana gelen itikadi
şirkten, ne yazık ki birçok örnekler verebilmemiz mümkündür.,
Mesela herhangi bir
insan, yegane Halik, yani yegane yaratıcı olan Allah'a inandığını söyleyip;
kainatın, dünyanın ve dünyanın içindekile-rinin yaratılışını, Allah'la beraber başka şeylere de nisbet ediyorsa,
yegane Rezzak, yani
yegane nzık verici olan Alİah'
a inandığını söyleyip; nzık verici olarak Allah'la
beraber başka şeyleri de ön piana çıkarıyorsa, yegane
Hadi, yani yegane hidayet edici olan Allah'a iman ettiğini söyleyip; hidayet
edici olarak başka şeyleri de görüyor ise,
yegane ve mutlak Hakim
olan Allah'a iman ettiğini söyleyip; hakimiyeti Allah'tan başka kimselere veya
mercilere nisbet ediyorsa.... böylesi inanışlarda
bulunan insanlar İtikadi şirk içersindedir.
Kısaca
örneklendirdiğimiz bu itikadi şirkler müslü-manlarda olmamakla beraber,
müslümanlann da bu gibi konularda yeterince bilinçli olduklannı söyleyemeyiz. Mesela aklı başında gözüken bazı
alimler bile İslami mücadeleleriyle ilgili olarak
"Bizim mücadelemiz Allah'ın hakimiyetini tesis etmek içindir" diyebiyorlar!. Böylesi bir söz, öncelikle Allah'ın
sıfatlarını bilmekle yükümlü olan alimlere yakışmayacak bir sözdür.
Müslümanların ve özellikle müs-lüman
alimlerin, itikadi sapma meydana getirebilecek olan
böylesi sözlerden şiddetle sakınmaları gerekir. Çünkü bizler biliriz ki Allah
(c.c.) bütün alemler üzerinde mutlak hakimdir. Yaratıcının İlahi hakimiyet
sıfatı, biz yaratılmışların mücadelesiyle tamamlanabilecek veya
gerçekleşebilecek bir sıfat değildir. Allah (c.c.)'m Hakimlik sıfatı, zaten
kendi özünde her türlü eksiklikten münezzeh olan bir sıfattır. Bu Öylesine
muhteşem bir hakimiyettir ki, bu ilahi hakimiyeti kabul eden veya etmeyen bütün
mahlukatı, bütün yaratılmışları kuşatmaktadır. Alemlerin Rabbi olan Allah
(c.c.)'ın İlahi hakimiyetini, bu hakimiyeti kabul
eden ülkelerde "Var", İlahi hakimiyeti reddeden ülkelerde
"Yok" sanmak, itikadi bir yanılgıdır.
Herhangi bir ülkeyi yöneten Firavun veya Nemrut, Allah'ın hakimiyetini reddetse
dahi, yine de bu ülkedeki mutlak hakimiyet o Firavun'un veya o Nemrud'un değildir.
İlahi hakimiyeti reddeden Firavun veya
Nemrud, yönettikleri ülkede hakimiyetin gerçek sahibi olsalardı,
hiç şüphesiz ki Firavun Hz. Musa'yı, Nemrud ise Hz. İbrahim'i gayet
kolay öldürebilirdi. Oysa biliyoruz ki bir yalancı hakimiyetin sözcüsü olarak
Allah'ın elçileri hakkında "Ölüm hükmünü" vermelerine rağmen, İlahi
hakimiyetin takdirine boğun eğmek zorunda kalmışlar ve öncelikle kendileri
ölmüşlerdir. Çünkü Allah (c.c), kendi hakimiyetini reddeden firavunlar
üzerinde de mutlak hakimdir.
Meseleyi Türkiye
coğrafyasında sonuca bağlayacak olursak, Türkiye genelinde Allah'ın hakimiyeti
değil, İslam'ın hakimiyeti yoktur. Dolayısıyle birer mü'min olarak bizlerin mücadelesi, Allah'ın hakimiyeti için
değil, İslam'ın hakimiyeti içindir.
Bizler bazı
yazılarımızda veya bazı konuşmalanmızda
"Hakimiyet Allah'ındır" diyorsak, bu sözümüz; gerçekleştirmeyi
arzuladığımız bir temenni değil, insanlara hatırlatmak istediğimiz apaçık bir
gerçektir.
Netice olarak müslümanlardaki Allah inancı, itikadi
şirkten ve itikadi sapmalardan uzak olan, Allah'ın
zatına ve sıfatlanna uygun bir İnançtır. İmanla İİgili bütün meselelerde bu inançtan sapmak, bu
istikametten uzaklaşmak, insanları itikadi şirke
sürükleyen bir yaklaşımdır.
Amel', fiil, eylem,
hareket, davranış manasına gelir. İnsanın bütün bir yaşantısında meydana gelen
fiil, eylem ve davranışlanndaki şirklere, kısaca
ameli şirk diyoruz. Ameli şirk, bizzat fiil ve eylemlerde meydana gelen
şirktir.
Mesela gaybı bildikleri inancıyla kahinlere gitmek, değişik
maksatlar için büyü veya sihir yaptırmak, göz boncuğu veya katır boncuğu
takarak, bunlardan fayda ummak, ölülerden veya birer mahluk olan
yaratılmışlardan gaybi yardım istemek,
Allah'tan başkasına
kurban kesmek,
insanların nasıl ve ne
şekilde yaşayacaklanyla ilgili olan Allah'ın
hükümlerine rağmen kendi istekleri doğrultusunda hükümler koymak veya bu
şekilde hükümler koyan müstekbirlere oy vererek onlan meşru görmek ve onlara destek vermek... ameli
şirklerdendir.
Ameli şirkin
kaynağında itikadı şirk olduğu gibi, bazı hallerde itikadi
cahillik de olabilir. Gerçi itikadi cahillikte de
şirki inanışlar vardır ancak bu inanışlar, hakka rağmen inanışlar değildir.
Mesela İslam'ın sadece bazı ibadetler değil, başhbaşına
bir hayat nizamı olduğunu anlamalanna, alemler
üzerinde mutlak hakim olan Allah'ın, insanlann
yaşantılarıyla ilgili olarak hükümler vazettiğini bilmelerine rağmen; bu İlahi hükümleri
reddeden müstekbirleri meşru gören ve onlan oylarıyla destekleyen kişilerin ameli şirklerinin
temelinde, itikadi cahillik değil, itikadi şirk vardır. Bu gibi konularda resmi veya gayriresmi propaganlarla aldatılan,
hakkı ve gerçeği bilmeyen kimselerin fiillerinde ise itikadi
cahillik bulunmaktadır.
Nitekim bütün bunlan dikkate alan İslam, fiilfail
ayıranını yapmakta, fiil ile fail arasında bilinç
bağı varsa, faili fiile göre sıfatlandırmaktadır.
Böyle bir bağ yok ise
fiili şirk olarak nitelemesine ve fiilin failini müslüman
görmemesine rağmen, bu faile hakkı bildiresiye kadar "Sen müşriksin"
diyerek 'Müşrik' sıfatını vermemektedir.
Şirki yönelişlerde
bulunan ve şirk fiilini işleyen fail insan olduğu için, insanın araştırılması
ve değişik boyutlanyla ortaya konulması
gerekmektedir. Şirkin faili olan insana yeterli açıklık getirilmediği sürece,
şirki yönelişlerin nedenleri de açıklık kazanamayacaktır.
İnsan nedir?
Nelere meyyaldir?
Zaaf ve yetenekleri nelerdir?
İnsanın yaratıhşıyla İlgili olan bu sorulara, kısa da olsa bir
açıklama getirmemiz gerekecektir. Çünkü insanlan
şirke sürükleyen nedenlerin hepsi, insan fıtratıyla ilgilidir. Dolayısıyle insanlan şirke
götüren nedenleri vermeden önce, bu nedenlerin tesirinde kalan insan fıtratına
genel bir açıklık getirmemiz gerekecektir.,
Tevhid ve şirk meselesini incelerken, Allah'a şirk koşan
müşrik ile Allah'ı birleyen muvahhid, farklı farklı yaratılışlarda bulunan iki ayrı mahluk olsaydı, bu
durum bizler için çok daha basit ve anlaşılır olabilirdi. Oysa biliyoruz ki her
iki yönelişin sahibi de insandır. Muvahhid bir müslü-manın temel yönelişi olan tevhid ile, herhangi bir müşri-ğin yönelişi olan şirk, aynı insan fıtratında meydana gelmektedir.
Varoluşları itibariyle aynı yaratılışta bulunan insanlar, birbiriyle tamamen zıd oian iki ayn
fiile, iki ayrı istikamete yönelebilmektedirler.
Birbiriyle çelişen bu
farklılığı, yaratılıştaki veya fıtrattaki farklılıklar olarak algılayamayız.
Çünkü insanı nasıl ve ne şekilde yarattığını hakkıyle
bilen şanı yüce Rabbimiz, insanın yaratılışıyla iîgili
olan gerçeği apaçık bir şekilde beyan etmektedir.,
O halde sen yüzünü hanif olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir id (Allah)
insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında değiştirme yoktur. Bu
(din) dosdoğru (müstakim) bir dindir. Ancak insanların çoğu bilmezler.[3]
Konumuzla ilgili
olarak anlamamız gereken gerçek; Allah (c.c.) sadece müslümanları
değil, bütün insanları İslam üzere yaratmıştır ve bütün insanlarda bu dinin
gereğini yerine getirebilecek imkanlar ve yetenekier
bulunmaktadır.
Kur'an'i Kerim'de zikredilen birçok İlahi buyruğu dikkate
aldığımız zaman, İlahi hükümlerle muhatap olan insanların değişik konularda
inanmak, sevmek, korkmak, sakınmak, itaat etmek, duymak, görmek, bilmek,
düşünmek, konuşmak, unutmak, hatırlamak, umudlanmak,
özenmek, güvenmek ve istemek gibi farklı fiillerle mükellef olduklarını
görürüz.
İşte bütün bu
mükellefiyetlerin yerine getirilmesi için gerekli olan fıtri donanım, insanda
bulunmaktadır. Daha açık bir ifadeyle sevmekle yükümlü olan insanda sevme
vasfı, korkmayla yükümlü olan insanda korkma vasfı, itaat etmekle yükümlü olan
insanda itaat vasfı, bu insanın fıtratında bulunmaktadır. İnsanlar sevmeye,
korkmaya, itaat etmeye, isyan etmeye meyyal olarak yaratılmışlardır.
Ancak yaratılış
itibariyle bütün insanlarda bulunan bu fıtri özellikler, insanlann
tercihlerine göre şekillenmekte, insanlann tercih
ettikleri şeylerle doldurulmaktadır.
Mesela korkmaya meyyal
olarak yaratılan bir insan, fıtratında bulunan bu korku boşluğunu, Allah
korkusuyla veya Allah'tan başka şeylerin korkusuyla doldurabilir. Sevmek ve
itaat etmek yönelişleri de böyledir.
İslam üzere olan bu
fıtratın yaratılışta değişmeyeceği ve değiştirilemeyeceği ise ayet-i kerimenin
devamında zikredilmektedir. ,
Allah'ın yaratışında
değiştirme yoktur.
İnanmak, sevmek,
korkmak, sakınmak, itaat etmek, duymak, görmek, bilmek, düşünmek, özenmek,
güvenmek., vs. gibi fıtri temayüllerde yaratılan insanlar hangi dine
girerlerse girsinler, onlarda meydana gelen değişiklik fıtri temayüllerde
değil, bu fıtri temayüllerle yöneldikleri, benimsedikleri ve sahiplendikleri
şeylerdedir.'
İnsan fıtratıyla
ilgili olan bu gibi İlahi kanunları, zamanımızdaki birçok insandan daha iyi
idrak eden şeytan aleyhiliane, şeytani çalışmalarına
bu İlahi kanunlan dikkate alarak yön vermektedir.
Nitekim .Allah'ın yaratışında değiştirme yoktur" buyruğunun, kesin ve
değişmeyen İlahi bir kanun olduğunu bilen şeytan aleyhiliane,
bu nedenle fıtri temayülleri değil, bu temayüllerle yönelinen
şeyleri değiştirmeye çalışmıştır. Mesela fıtraten
korkmaya meyyal olarak yaratılan bir insana yanaşırken, bu insanda fıtri bir
temayül olarak bulunan korkma vasfını yoketmeye veya
değiştirmeye çalışmaz. Çünkü bu fıtri temayülü yokedemeyeceğini
veya değiştiremeyeceğini çok iyi bilir!.
Zaten onun rahatsız
olduğu şey insanın korkmaya meyyal olarak yaratılması değil, bu fıtri temayül
ile Allah'tan korkmasıdır. Bu durumu önlemesi ve ve
bunun da Ötesinde insanların bu fıtri temayülünden faydalanabiimesi
için, korkmaya meyyal olarak yaratılan insanları şeytani vesveseler ve tağuti müeyyidelerle korkutması gerekmektedir. Nitekim
şeytan ve dostlarının da yaptığı bu değil midir?
Cahili sistemlerde yaşayan
insanların fıtratları, şeytan ve dostlarının böylesi müdahalelerine maruz
kalmıştır. İyiliğe ve kötülüğe meyyal olarak yaratılan insanlar, şeytani
propagandalarının tesirinde kalarak iyiliği küçümser, kötülüğü benimser duruma
getirilmişlerdir. İtaat ve isyana meyyal olarak yaratılan İnsanların Allah'a
itaat, tağuta isyan etmeleri gerekirken; bu insanlar
tağuta itaat, Allah'a isyan eder duruma
getirilmişlerdir.
İslam nasıl ki insanın
fıtratını veya yaratılış gerçeğini dikkate alıyorsa; insanlara zulmetmek
isteyen şeytan ve dostları da yine aynı fıtratı dikkate almaktadır. Tevhid ve şirk, aynı insan fıtratında meydana gelen fakat
birbiriyle tamamen zıd olan iki ayrı yöneliştir.
Tevhid ve şirkle ilgili birçok yönelişi, birbiriyle mukayese
ederek inceleyecek olursak, iki ayrı yönelişin aynı fıtrattan kaynaklandığını
gayet rahat müşahade edebiliriz. İnsanlarda aynı
fıtri temayüller, aynı fıtri gereksinmeler bulunmasına rağmen, insanlar hem
tevhide ve hem de şirke yöneleb ilmektedirler.
İnsanları şirke götüren yönelişlerin nedenlerini ise kısaca şu başlıklarda
inceleyebiliriz.,
İnsan fıtratının en
belirgin özelliği, boşluk kabul etmemesi veya boşluğa tahammül etmemesidir. Dolayısıyle insan fıtratında bulunan bütün temayüller,
bütün gereksinmeler, mutlaka ve mutlaka bir muhatap arar ve bu muhatapla
boşluğunu doldurmak ister. Mesela korkmaya meyyal oîarak
yaratılan insan fıtratı, bu fıtri boşluğunu mutlaka ve mutlaka doldurur.
Yaşadığımız dünyada Allah'tan veya devletten veya ölmekten korkmayan birçok
insan olabilir. Ancak hiçbir şeyden korkmayan tek bir insan yoktur. Her insanın
mutlaka korktuğu, gizli veya açık bir şey vardır. İnsanların fıtratında
bulunan bu korku boşluğu, mutlaka ve mutlaka bir korku ile doldurulmuştur.
Sevmek ve inanmak gibi fıtri boşluklar da böyledir.
İnsanların fıtratında
bulunan bu boşluklar, doğru veya yanlış, iyi veya kötü,
güzel veya çirkin mutlaka
bir şeylerle doldurululmasına rağmen, insan fitratıyla bütünleşebilecek değerler, ancak ve ancak
İslam'ın değerleridir.
İnsan fıtratı ve insan
fıtratında bulunan temayüller, İslam'ın gerçekleri ile donandığı zaman;
fıtratına yabancı olmayan bu değerlerle ahenkli bir bütünlüğe girmekte ve kemale
yükselmektedir.
Tabi ki insanlarda bu
kemalin veya bu olgunluğun gerçekleşmesi, insanların öncelikle tevhidi davetle
karşılaşmasıyla mümkündür. Yaratılışları itibariyle bir şeylere inanmaya, bir
şeyleri sevmeye veya bir şeylerden korkmaya meyyal olan insanlar, bu fıtri
ihtiyaçlarını muhatap alan hak davetle karşılaşmadıkları zaman, şeytan ve
dostlarının batıl davetlerinden çok daha çabuk etkilenebileceklerdir. Çünkü
tevhidi davetin muhatap almadığı insan fıtratını, şirki davet muhatap almakta
ve tevhidi gerçeklerle donan-mayan fıtri boşluklar, bu batıl davetle
doldurulmaktadır..
Yukarıda
yazdıklarımızdan hareket ederek "Hak davetle karşılaşan her insan mutlaka
bu davete icabet eder" diyemeyiz. Çünkü biliyoruz ki hak davetle
karşılaşmalarına rağmen bu daveti kabul ermeyen birçok insan bulunmaktadır.
İşte bu insanların tevhidi daveti reddedip, şirke yönelmelerinin önemli bir
nedeni, dünyevi endişeler ve nefsi marazlardır.
Mesela temeli zulme
dayalı olarak mala, mülke veya makama sahip olan insanlar, hak davetle karşılaştıklan zaman, meselenin sadece kabul ve tasdik
olmadığını bilirler. Hakkı ve adaleti kabul etmekle birlikte, doğal olarak
batılı ve zuîmü reddetmeleri gerektiğinin de
farkındadırlar. Böyle bir inkar ise zulme dayalı olan bütün makamların, sömürüye
dayalı olan bütün menfaatlerin de inkan olup, zulüm
ve sömürü müptelası olan kimseler için aşılması mümkün olmayan engellerdir.
Ekabir takımı için
faturası kabank kabul edilen bu gibi dünyevi
endişelerin, halk kitlelerinde bir lokma ekmek veya iki kuruş maaş gibi çok
küçük birimlere indiğini görürüz. Bir lokma ekmek veya iki kuruş menfaatin yanısıra, devletten ve devlet adamlanndan
korkmak, birçok zavallı insanın şirke yönelmesi için yeterli birer sebeb olabilmektedir.
Ayaklanndaki ve gönüllerindeki zincirleri biricik mal-varlıklan olarak kabul eden bu zavallılar, ne hazindir ki zincirlerden
kurtulmak için değil, bu zincirleri kaybetmemek için mücadele etmektedirler.
Bu zincirlerden kurtulmak, boşlukta kalmak gibi bir kabustur bunlar için!
Böyle anmışlar, böyle inandınlmışlardır bu zavallılar!.
Nitekim asker
askerliğini,
işçi işçiliğini,
köle köleliğini bu itikadla yapmaktadır!.
Geçmişteki hıristiyanlar, rahiplerine birkaç kuruş vererek cennet
tapusu alıyorlardı. Herkesin yadırgadığı bu durumu, ben pek yadırgamıyorum.
Hem neden yadırgayım ki!
Birkaç kuruş menfaat
için gerçek cennetlerini satan milyonlarca insanla bir arada yaşarken, onları
nasıl yadırgayabilirim?
Birkaç kuruş
karşılığında cennet umudu alanlar mı yadırganmalı,
yoksa birkaç kuruş
karşılığında gerçek cennetlerini satanlar mı?
Yannı uzak görme, insanlarda genel bir hastalık durumuna
gelmiştir. Herhangi bir şeyin vadesi uzadıkça, üzerine binen faizne olursa olsun bedeli ufalmaktadır birçok insanın
gözünde. İlahi tehditlere rağmen şirke yönelmeleri yine aynı marazdan, aynı
batıl yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Hesap veya ceza gününü uzak gördükleri
için; uzak olan yannlardaki tehdit, onların bugününü
pek etkilememektedir.
Halbuki gerçek böyle
midir?
Yarınlar uzak,
gerçekten uzak mıdır?
Oysa uzak olan, yarın
değil dündür. Yirmi yıl sonramız değil, yirmi saniye öncemiz uzaktır,
uzaklaşmıştır bizden. Yirmi yıl yol gitsek, yirmi saniye öncemize varabilmemiz
mümkün değildir.
Fakat yarınlar, yannlar, durmak bilmeyen adımlarla üzerimize doğru
gelmektedir. Yarınlardan kaçmak, yarınlardan uzaklaşabilmek, durmayan zamandan
korkanlar için dermansız bir derttir..
Aslında insanın
kendisi de, yarınların geleceğini, mutlaka ve mutlaka geleceğini bilmektedir.
Mesela ihtiyacı olan herhangi bir insana "Bugün sana yüzbin
lira vereyim, bir hafta sonra üç tırnağım kelpetenle
sökeyim!" deseniz, ihtiyacı olmasına rağmen teklifinize yanaşmaz. Çünkü zamanın
durmadığını, bir haftanın geçeceğini ve o günün
geleceğini bilir.
Peki bir hafta geçecek de,
bir yıl veya bir ömür geçmeyecek mi?
İnkar edemeyecekleri
ölüm günü, inandıklarını söyledikleri hesap günü gelmeyecek mi?
Biz yaşasak da, biz
ölsek de,
tıkır tıkır işleyen zaman hiç durmadan, hiç yorulmadan hesap
gününe doğru yol almıyor mu?
Fakat ne gariptir ki
bir haftanın geçeceğini gayet açık bir şekilde idrak
eden birçok kimsenin kısa aklı, mesele ölüm veya hesap gününe geldiği zaman
bulanmaktadır.
Burunlarının dibinde
olan ölüm veya hesap günü çok uzaklardadır bunlar için!. Nitekim çok uzaklarda
kabul et-
tikleri İlahi tehdit,
çok uzaklarda kabul ettikleri İlahi azap, onlan
şirkten veya azgınlıktan caydırıcı değildir!.
Ahirete kuşkuyla bakan kimseler için, yeniden dirilme ve
hesaba çekilme haberleri ise onlann korkmasına değil,
kalplerinin bir köşesinde sevinmelerine neden olmaktadır.
Çünkü ahirete kuşkuyla bakan bu kimselerde, ölmek ve yok olmak
korkusu vardır. Meseleye bu korkuyla yak-laştıklan
için, hangi şartta olursa olsun yeniden dirilmeyi güzel bir ihtimal olarak
görürler. Yok olmak korkusu, cehennem korkusundan çok daha fazladır bu
kimselerde!. Tabi ki bu batıl yaklaşım, cehenneme inanmamanın, cehennemi
bilmemelerinin bir neticesidir. Oysa cehennemin müthiş gerçeğiyle
karşılaştıkları zaman, Kur'an'ı Kerim'de beyan
edildiği gibi Bizi helak et, bizi yokeî ya Rabbi diyerek çılgınca feryat edeceklerdir.
Bazılarının kuşkuyla
baktıkları, bazılarının uzak gördükleri yarınlar,
Allah'a andolsun ki gelecektir, geliverecektir..
İnsanları doğru veya
yanlış birçok şeye sevkeden önemli bir etken umuddur. İnsanlar neleri umud
ederek, neler yapmışlardır kendi tarihlerinde. İnsanlardaki cennet umudu ise
geçmiş tarihten günümüze uzanan ortak bir umuddur.
İnsanlardaki cennet umudu ortak bir umud olmasına
rağmen, bu ortak umud için yapılmak istenenler ve
yapılanlar birbirinden oldukça farklıdır.
Allah'ı birleyen muvahhid müslümanlar, kendilerini
Allah'ın hoşnutluğuna götürecek cennet yolunu Kur'an
ve sünnette ararlarken, bazıları firavunların izinde, bazıları bel'amiarın dininde, bazıları sapıkların tekkesinde
aramaktadırlar!.
Asr-ı saadet döneminde sadece Efendimiz (s.a.v.) 'in pak
eteğine tutunarak cenenete gidebileceğini zanneden
tek bir müslüman yokken; günümüz hem kirli eteklerle
ve hem de cennet umuduyla bu eteklere tutunan etekçilerle doludur.
Netice olarak
insanları tevhide yöneltmesi gereken cennet umudu, birçok insanın şirke
yönelmesine neden olmaktadır. Yaşadığımız dünyada cennet umuduyla cehenneme
yönelmek, yaygın ve çağdaş birer hastalık durumuna gelmiştir.
Alemlerin Rabbi olan
Allah (c.c.) insanlan bazı duyu organlarıyla
yaratmasına rağmen, bu duyu organlan herşeyi kuşatabilecek, herşeyi
algılayabilecek keyfiyette değildir. Ancak insanlardan birçoğu bunun pek
farkına varmazlar. Onlar için varlık alemi, duyu organlarıyla müşahade edebildikleri şeylerdir. Ellerindeki tahta
kılıçlarıyla dünyayı fethedeceğini zanneden çocuklar gibi, bunlar da duyu organlarıyla
kainatı fethedebileceklerini zannederler!,
"Ancak benim
gördüğüm veya benim işittiğim vardır" demek, aynı zamanda "Ben herşeyi görürüm, ben herşeyi
işitirim" demektir!.
Oysa biliyor ve iman
ediyoruz ki herşeyi gören ve herşeyi
işiten Rabbimizdir. Bu mutlak sıfat, Rabbimize ait bir sıfattır.
Bizler ise yaratılmış
birer insanız.
Gözümüz ve kulağımız
olmasına rağmen ne her şeyi görebilir, ne de her şeyi işitebiliriz. Bu kısıtlı
duyu organlarına, kuşatıcı ve mutlak olan İlahi vasıflan nisbet
etmek, duyu organlarını ilahlaştırmaya çalışmak demektir. İşte böylesi
yaklaşımlar, insanlan şirk olan ataistlikten,
küfür olan ateistliğe kadar götürebilmektedir.
"Görmediğime
inanmam" diyen ateistlerin bu sapıklığı, farklı boyutta müşriklerde de
bulunmaktadır. Nitekim canlı veya cansız sembollere İlahilik nisbet eden müşrikler, göremedikleri tanrıyı, görülebilir
hale getirmekten yanadırlar. İbadet için yöneldikleri
merciyi, müşahhas yani somut hale getirmek isterler.
Çünkü böyle yaptıkları zaman, duyu organlan
erişemedikleri boşluktan kurtulacak ve bu organlan
erişebilecekleri, tutunabilecekleri bir dal olacaktır.
Müşahhas hale
getirdikleri ve yöneldikleri bu put,
ister canlı olsun,
ister cansız,
ister taştan olsun, ister
tahtadan, onlar için farketmez. Yöneldikleri bu putun
tann olmadığını bilseler bile, yine de bu puttan
vazgeçmezler. Çünkü bu putperestler için yöneldikleri canlı veya cansız put
tanrı olmasa da, yine de tanrının bir sembolü, bir işareti veya onlan tanrıya götürecek bir aracıdır. Mühim olan ibadet
için yönelinen şeyin kendilerine göre meçhullükten
çıkıp, müşahhas hale gelmesidir. Hele hele bu put
koskocaman yapılmışsa, duyu organlarının tatmin olması ve etkilenmesi daha
kolay olmaktadır.
Nitekim falancanın
kabrini veya filancanın heykelini çok büyük boyutlarda yapan müstekbirler, bütün bunlan
mevtaya olan saygılarından değil, bu sapık yönelişteki insanlan
etkileyebilmek içindir.
Netice oiarak "Görmediğime ibadet etmem" diyen ateist
ile, "Ancak gördüğüme ibadet ederim" diyen müşrik arasında,- önemli
bir fark yoktur. Her ikisi de görülebilir bir tann
istemektedirler. Birisi göremediği tannyı inkar etmekte,
diğeri ise göremediği tanrıyı, canlı veya cansız sembollerle görülür hale
getirdiğini zannetmektedir!.
Her ikisinin de kaikış ve batış noktası duyu organlarıdır.
"İnsan toplumsal
bir yaratıktır" derler. Kitlelerin geneli için doğru bir söz olsa gerek.
Nitekim birçok insan kimlik ve kişiliğini, içinde bulunduğu gruptan veya toplumdan
almaktadır. Bu insanlar kendilerini tanımlarken, kendi benliklerini ifade eden
"Ben" kelimesi yerine, içinde bulunduğu çoğunluğu kastederek
"Biz" kelimesiyle söze başlarlar. Biz şöyleyiz, biz böyleyiz"
gibi tanımlamalar, o insan-lann kendilerini içinde
bulundukları çoğunluğa göre tammlamalandır.
Böylesi durumlarda söz
konusu topluluk doğruda, iyide veya güzelde ise herhangi bir probiem yoktur. Hatta problem olmadığı gibi birçok müsbetlikler de bulunmaktadır. Ancak insanı etkileyen grup
veya toplum, batıl veya cahili bir nitelikteyse durumlar tam aksi yönde
değişmektedir. İnsan ve toplum arasındaki olumlu olan etkileşim, gayet olumsuz
bir vadiye kaymaktadır. Cahili toplumun insan üzerindeki baskısı, bu insanı
doğrudan, bu insanı iyiden, bu insanı güzelden uzaklaştırıcı bir baskı
olmaktadır.
İşte böylesi
toplumlarda, toplumun yanlışlığına rağmen doğruyu görmek, toplumun kötülüğüne
rağmen iyiyi tercih etmek, her kişinin değil er kişinin işidir.
Çünkü böyle bir
tercihte, binlerce ağızdan çıkan "Bu doğrudur" sözüne, tek bir ağız
ile "Hayn, bu yanlıştır" demek vardır,
çünkü böyie bir tercihte, yanlışın çoğulcu kalabalığından çıkıp,
doğrunun ıssız gölgesine sığınmak vardır,
çünkü böyle bir
tercihte, topluma ve toplumsal değerlere karşı çıkmak, toplumun ve toplumsal
değerlerin baskısına göğüs germek vardır..
Dolayısıyle kendi kişiliğini içinde bulunduğu grupta veya toplumda
bulan kimseler için, böyle bir tercih mümkün değildir. İçinde yaşadıkları grubu
veya toplumu reddetmek, kendi benliğini, kendi kişiliğini reddetmek gibi imkansız
bir iştir bu kimseler için!.
Bu kimseler doğru veya
hak bir sözle karşılaştıkları zaman, bu sözü kendilerine göre
değerlendirmezler, değerlendiremezler. Akıllarına ilk gelen şey, bu söze karşı
grup-iannın veya toplumlarının yaklaşımıdır. Grubun
veya toplumun reddettiği bir şeyi, doğru da olsa bunlann
kabul etmesi söz konusu değildir.
Nitekim cahili
toplumlarda yaşayan böylesi kimselerden, şu ifadeleri sık sık
duymamız mümkündür.,
Bunca insan yanlışta
da, sen mi doğrudasın?
Bunca insan bilmiyor
da, sen mi biliyorsun?
Bunca insan
aldatıldığının farkında değil de, sen mi farkındasin?
Bu kimselerin
mantığına göre, iyi veya doğru çoğunluğun yani toplumun kabul ettiğidir. Oysa
tarihe baktığımız zaman bu mantığın birçok hadisede çöktüğünü görürüz.,
Sünnetullah gereği topluca
helak edilen kavimler, topluca batılda
değil miydi?
Peygamberlerin gönderildiği
toplumlar, hak tebliğe topluca karşı çıkmıyorlar mıydı?
Yakın tarihten Örnek
verecek olursak, mesela Hitler, koca bir toplumun desteğini almamış mıydı?
0 halde, toplumu veya
toplumsal çoğunluğu esas alarak hangi şeye "Mutlak doğrudur"
diyebiliriz?
Ne var ki bütün
bunları yazmamız, kimlik ve kişiliğini toplumdan alan zayıf karakterli kimseler
için yine de bir çözüm olmayacaktır. Onlar yine çoğunluğa göre karar verecekler,
çoğunluğun ulu dediği cüceleri, uluyarak kutsayacaklardır.
Bu kimseler
"Ellen gelen düğün bayramdır" derler!.
Oysa ellen gelen
zulüm, ellen gelen sömürü, ellen gelen cehennem ise, bunun neresi bayramdır!.
İnsanlık tarihi, aynı
zamanda şeytanın da tarihidir. Şeytan aleyhillane
insanlık tarihi boyunca, insan ve toplum olgusundan kesinlikle kopmamıştir. Tarihin her döneminde şeytanın ayak izlerine
rastlamak,
şeytan ve dostlarının
gizli veya açık müdahalelerini görmek mümkündür.
Şeytanı insandan ve
toplumdan koparmayan gerçek, dostluk değil, düşmanlık gerçeğidir. İnsanın
amansız bir düşmanı olan şeytan aleyhillane, büyük
veya küçük her fırsatı değerlendirerek, insanlık tarihinde yer almıştır.
Müslümanlann en temel meselesi, nasıl ki tevhid
ve şirk meselesiyse, şeytanın da en temel meselesi aynıdır. Çünkü gerçekten
düşman olduğu insanları cehenneme sü-rükleyebilmesi, öncelikle bu iki temel meseleye yönelme-siyle mümkündür.
Bazı İlahi kanunlan birçok müslümandan daha
iyi bilen şeytan aleyhillane, hareket metodunu bu
kanunlara göre tesbit etmektedir.
Şeytana ve şeytani
mantığa göre, Allah'ı inkar eden ateistler ile Allah'ın varlığına inanmalarına
rağmen Allah'a eş koşan müşrikler arasında herhangi bir fark yoktur.
Şeytan aleyhillane her iki durumdan da, her iki grup-dan da
memnundur. Çünkü Allah'ı inkar eden ateistlerle birlikte, Allah'a inanmasına
rağmen Allah'a eş koşan müşriklerin de cehennem ehli olduğunu bilmektedir.,
Hiç şüphesiz Allah,
kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan dilediğini
bağışlar.[4]
Ey İsraibğullan,
benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Çünkü O, kendisine
şirk koşana kuşkusuz cenneti haram kılmıştır, O'nun barınma yen ateştir.[5]
Kur'an'ı Kerim'de zikredilen bu hükümlerde, Allah'a
inanmalarına rağmen Allah'a eş koşan müşriklerin akibetleri
beyan edilmektedir. Kafirler ve müşrikler arasında ameli farklılıklar olsa da,
müşriklerin amelleri boşa çıkmaktadır. Yaratıcı olarak Allah'a inanıp, namaz ve
oruç gibi bazı amelleri yapmalanna rağmen Allah'a eş
koşan müşriklerin hüsrana uğrayacakları, Allah için yaptıklarını zannettikleri
amellerin kabul edilmeyeceği ve boşa çıkacağı Kur'an'ı
Kerim'de açıkça beyan edilmektedir.,
Eğer şirk koşacak
olursan, şüphesiz senin de amellerin boşa çıkacak ve elbette sen kayba
uğrayanlardan olacaksın.[6]
Onlar da şirk
koşsalardı, elbette bütün amelleri boşa çıkmış olurdu.[7]
Müşriklik ve kafirlik
açısından akibete ilişkin herhangi bir fark olmadığı
için, şeytan aleyhillane sinsice davranmakta,
geleneksel bir inanç ile Allah'a inanan insanları Allah'ın varlığını inkara
değil, Allah'a eş koşmaya davet etmektedir. Çünkü böyle bir müdahale şeytan ve
dostları için çok daha kolay, çok daha verimli olmaktadır.
İşte şeytan ve dostlannın insanlık tarihindeki pis ayak izleri, aynı
iğrenç müdahale istikametindeki ayak izleridir.
Şeytan ve dostlannın insanları müşrik durumuna getiren
müdahalelerine açıklık getirebilmemiz için, aşağıdaki sorulan cevaplandırmamız
gerekecektir.,
Müşrikler Allah'a
inanmalarına rağmen Aliah'tan başka nelere
tapıyorlar ve neleri İlah kabul ediyorlardı,
şeytan ve dostlan onları nelere davet ediyorlar ve onları nasıl
müşrik durumuna düşülüyorlardı?.
Meseleyi Kur'an'ı Kerim'dekİ geçmiş
tarihle ilgili verilere ve günümüzdeki görüntülere göre değerlendirecek
olursak, ne yazık ki geçmiş ve günümüz ayırımına gitmemiz mümkün değildir.
"Geçmişte şöyleydi, günümüzde İse böyle" diyerek, geçmişteki
müşriklerle günümüz müşriklerini kesin hatlarla birbirinden ayıramayız.
Çünkü şirk vakıası ve
şirk mantığı, hem geçmişte ve hem de günümüzde aynıdır. Aynı şirk mantığından
kaynaklanan, benzer yönelişler söz konusudur, Nitekim geçmişteki ve
günümüzdeki müşriklerin nelere taptıklarım maddeler halinde kısaca
değerlendirecek olursak; belirttiğimiz bu benzerlik, dikkatsizlerin bile
dikkatini çekebilecek somutluktadır.,
İnsanlar bütün bir
tarihleri boyunca, kainatın ahenkli muazzamlığı karşısında ezilmişler ve
göremedikleri Allah'la beraber, görebilecekleri güç merkezleri de aramışlardır.
Nitekim geçmiş dünya tarihinde güneşe, aya ve yıldızlara tapan kavimler;
güneşte, ayda veya yıldızlarda büyük güçler olduğunu kabul etmişler ve
karşılaştıkları olaylann bu güçlerin etkisiyle
meydana geldiğine inanmışlardır. Tabi ki bu batıl inanış, beraberinde bu
şeylere karşı kulluğu yani putperestliği de getirmiştir. Çünkü güneşi, ayı veya
yıldızı yaşadıkları olaylarda müessir gören bu insanlar, karşılaştıklan
olayları bunlara göre yorumlayacaklar ve bunlann gazabına
uğramamak için gerekirse çocuklarını bile bunlara kurban edeceklerdir.
Geçmişte bu gibi şeylere
ayn ayrı tapılırken, günümüzde ise tabiat ve doğa
adı altında topluca tapılmaktadır. Tabiatperest
denilen bu kimseler bir yaratık olan tabiatı yaratıcı yerine koymaktalar ve
kainatın yaratılışını tabiata nisbet etmektedirler.
Bunlara göre kainat kendi içinde ve kendiliğinden varolmuştur.
Kendilerine bilim
adamı denilen bu kimseleri sapıklığa götüren önemli bir neden, belki bir çoklanmıza tuhaf gelecektir ama kainatın birbirini
tamamlayan, birbiriyle bütünleşen muhteşem ahengidir. Yaratılmış olan kainattaki
bu muazzamlığı görüp, huşu içinde Yaratıcıya yönelecekleri yerde; akıllarını
zorlayan bu muazzamlığa takılıp kalmışlar ve gördükleri muhteşem ahengi,
gördükleri tabiata nisbet etmişlerdir.
Tabi ki sonuç olarak
yanlış, gözlem olarak ise eksik bir yaklaşımdır bu!.
Oysa gözlemledikleri
gerçekleri biraz daha derinle-
mesine inceleseler, bu gerçeklerin üzerinde olan, bu gerçekleri
yaratan ve bu gerçeklere vaziyet eden İlahi gerçeği anlamaları zor
olmayacaktır. Mesela karıncalan yerin altın* da dahi inceleyen bilim adamlan vardır. Ellerindeki imkanlarla incelemelerini
yıllar boyu sürdürürler. Kraliçe karıncanın birkaç erkek kannea
tarafından döllendiğini, milyonlarca yumurta yaptığını ve bir kannea kolonisinin bu yumurtalardan çıkan karıncalarla
meydana geldiğini görmüşlerdir. Bazı karınca türlerinin çok vahşi olduğu, mesela
et yiyen kannealann hücumuna uğrayan bir hayvan
sürüsünden veya bir kabileden geriye sadece kemiklerin kaldığı da, yine bu
bilim adamlarının bildikleri gerçeklerdir.
Fakat ne var ki
gözlemledikleri bu gerçekleri yan yana koyup yeterince düşünmezler!
Mesela et yiyen kannealann vahşi tehlikesini bilmelerine rağmen kendi
kendilerine şu soruyu sormazlar.,
Sadece kraliçe kannea değil de, diğer karıncalar da çiftleşse dünyanın
durumu ne olur?
Bu soruya verecekleri
cevap bellidir. Dünyada et yiyen karıncalardan başka canlı kalmazdı. Bunu
anladıktan sonra ikinci soru gündemlerine gelecektir.,
Peki diğer kannealar neden çiftleşmiyor?
İşte bu sorunun
cevabını tabiata nisbet edemeyeceklerdir. Çünkü
kendi tanımlamalarına göre tabiat ana doğurgan olup; doğal istekleri
frenleyici değil,
kendi yaratılışında
teşvik edici bir niteliktedir.
O halde doğurgan olan
ve doğurganlığa karşı olmayan tabiat, bu doğum kontrolünü nasıl yapıyor?
Çiftleşmekle ilgili
hiçbir eksikleri olmayan ve bunun da ötesinde çiftleşmeye arzulu olan
milyonlarca dişi ve erkek karıncayı, çiftleşmekten alıkoyan gerçek ne?
Ki aynı durum, anlann dünyasında da vardır! Anların dünyasında da sadece
kraliçe an çiftleşmektedir.
Bilinçli yaratık kabul
ettikleri insanlara dahi yeterince doğum kontrolünün yaptmlamadığını
bilen bu kimseler; karıncalann veya anların bu fıtri
istekten neyle alıkoyulduklannı nasıl izah
edeceklerdir?
Oysa bunun yegane
izahı bilinçsiz olan tabiat değil, tabiatı yaratan ve tabiattaki ahengi
sağlayan İlahi iradedir.
Kısacık akıllan ile
Yaratıcının iradesini, yaratılmış olan tabiata nisbet
edenler, tabiatı Allah'a eş koşan tabiatperestlerdir.
Bilimsellik adına ileri sürülen bu gibi safsatala-nn yanısıra; yıldızlann
insanlann kaderi üzerinde müessir olduğuna, yıldıznameye ve yıldız fahna
inanan kimseler de aynı sapık fırkanın, sapık müntesipleridir.
Kuranı Kerim'in
cinlerle ilgili beyanına göre cinler ateşten yaratılmış olup, aralannda hem iyilerin ve hem de kötülerin bulunduğu
yaratıklardır. Cinler hakkında bunları bilmemize rağmen, cinler yine de biz
insanlara göre varlığı malum, mahiyeti meçhul yaratıklardır. İnsanlarla cinler
farklı boyutlarda veya farklı düzlemlerde yaratıldıktan halde, insanlarla
cinler arasında değişik yollarla iletişim kuru-labiimektedir.
Kur'am Kerim'e göre insanîann
cinlerle ilişki kurması müsbet bir gereklilik olmamasına
ve insanlar böyle bir iletişime teşvik edilmemelerine rağmen; cinlerin
peygamberi düzlemde insanlık alemine ilgi duymaları, insanlar arasından çıkan
peygamberlerin davetine kendi konumlanna göre icabet
etmeleri Rabbani bir gerekliliktir. Nitekim birçok cin taifesi Efendimiz
(s.a.v.)'in davetini dinlemişler, bu davete kendi konumlanna
göre icabet etmişler ve bu daveti kendi kavimlerine de iletmişlerdir.,
Hani cinlerden bir
kaçım, Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik
Böylece onun huzuruna geldikleri zaman dediler ki Kulak verin; sonra (dinleme
işi) bitirilince de kendi kavimlerine (birer) uyancı-korkutucular olarak
döndüler.
Dediler Ey kavmimiz, gerçekten biz Musa' dan sonra
indirilen, kendinden öncekileri de doğrulayan bir Kitab
dinledik; hakka ve dosdoğru olan yola yöneltip iktmektedir.
Ey kavmimiz, Allah'a
davet edene icabet edin ve ona iman edin; günahlarınızdan bir kısmını
bağışlasın ve sizi acıklı bir azabtan korusun.[8]
Cinlerin insanlık
alemiyle olan bu ilişkisi, tabi ki olumlu bir ilişkidir. Ancak bunun dışındaki
karşılıklı ilişkiler, genel olarak şeytani ilişkilerdir.
Efendimiz (s.a.v.)'in
sünnetinde görmediğimiz bu karşılıklı ilişkilerin neticesi ise; genellikle insanlann cinler ile Allah'a eş koşmalan
ve cinlere tapmalan sonucuna varmaktadır.
Cinleri Allah'a ortak
koştular, oysa onları da O yaratmıştır...[9]
(Melekler) Dediler ki Sen yücesin, bizim
velimiz sensin, onlar değil. Hayır, onlar cinlere tapmaktaydı ve çoğu onlara
iman etmişlerdi[10]
Cinlerin Allah'a eş
koşulması demek, Allah'ın yüce sıfatlarının cinlere nisbet
edilmesi, Allah'tan istenmesi gereken şeylerin cinlerden istenmesi demektir.
Cinlere iman etmek ise, cinierin verdiği her habere
inanmaktır. Tabi ki bütün bunlar ve bu gibi yönelişler, sadece geçmişe özgü
veya geçmişteki müşriklerin yaptıkları şeyler değildir.
Günümüzde de durum
aynıdır.
Mesela sabahın erken
saatinde camilerde üç-beş insan bulunmasına karşın, cinci hocaların kapılan,
sıra kapmak isteyen insanlarla doludur.
İnsanları Allah'ın
huzuruna değil de, cinci hocalann huzuruna götüren
etken, hiç şüphesiz ki şirk etkenidir. İnsanlar Allah'tan isteyecekleri,
Allah'tan bekleyecekleri şeyleri cinci hocalardan ve cinlerden bekler duruma
gelmişlerdir.
Kendilerine entel veya elit tabaka denilen kimseler ise aynı yönelişin
modern boyutu olan medyumluğu tercih etmektedirler. Ruhlarla ilişkiye
girdiklerini zanneden fakat aslında cinlerle İlişkiye giren ve cinlerin
maskarası olan bu kimseler, cinlerin kendilerine bildirdiği her şeye İlahi va-hiymiş gibi inanmaktadırlar.
Halbuki yaşanan zamanlardan bazı doğru bilgiler verebilecek olan cinlerin,
henüz yalanmamış bir zaman diliminden verdikleri gaybi
haberler, en basit ifadesiyle spor-toto tahminleri gibidir. Nitekıiu
cinlerin gaybı bilmedikleri ve bilemeyecekleri Kur'an'ı Kerim'de açıkça beyan edilmektedir.,
Böylece onun
(Süleyman'ın) ölümüne karar verdiğimiz zaman, ölümünü, onlara asasını yemekte
olan bir ağaç kurdundan başka haber veren olmadı. Artık o, yereyıkılıp
düşünce, açıkça ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı
bilmiş olsalardı böylesine aşağılanıcı bir
azab
içinde kalıpyasamazlardı[11]
Ayet-i kerimede de
beyan edildiği gibi alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) tarafından ve müstesna
bir vakıa olarak Hz. Süleyman (a.s.)'ın emrine verilen cinler, asasına dayalı olarak vefat eden
Süleyman (a.s.)'ın öldüğünü anlayamamışlar ve
(asanın bir ağaç kurdunun kemirmesiyîe kırılmasına
kadar) yaşıyor sandıklan Süleyman (a.s.)'a hizmet etmişlerdir. Şanı yüce olan
Rabbimizin de beyan ettiği gibi, şayet gaybı
bilselerdi, uzun bir zaman bu durumda kalırlar mıydı?
Ne var ki bu İlahi
gerçekleri bilmeyen insanlar, birer yaratık olan cinlere, Yaratıcının sıfatiannı vermekteler ve Allah'a sığınacakları yerde,
cinlere sığınmaktadırlar.,
Bir de şu gerçek var;
İnsanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı adamlara sığındılar. Öyle oluyor ki,
onların azgınlıklarını arttırmışlardır.[12]
Oysa İlahi gerçeğin en
açık ifadesi olan Kur'an'ı Ke-rim'e göre insanların, cinlerin veya yaratılmış her şeyin
şerrinden,
cinler veya cinci
hocalar gibi yaratıklara değil, bütün bunları yaratan ve alemlerin Rabbi olan
Allah'a sığınmak vardır.,
De ku
Sabahın Rabbine sığınırım, Yarattığı şeylerin şerrinden..[13]
Gerek cinlerden, gerekse
insanlardan (olan her han-nas'tan Allah'a sığınırım).
İnsanların, kendileri
gibi birer mahluk olan insanlara tapmaları en tuhaf olduğu gibi aynı zamanda en
yaygın bir şirk türüdür. Tarihin her döneminde kendisini ilahlaş-tırmaya çaiışan firavunlar ve bu
firavunlara kulluk yapan köleler olagelmiştir, Geçmiş dönemlerde bazen devlet
başkanı, bazen aşiret reisi olarak karşımıza çıkan bu firavunlar, çağımızda
dini, politik veya mali kimliklerle karşımıza çıkmaktadır. Allah'ın hükümlerini
hiçe sayan bir din adamı, bir politikacı veya bir patron ile geçmişteki
firavunlar arasında herhangi bir fark yoktur. Bunların hepsi az veya çok bir
insan kalabalığına tahakküm etmekte, şeytani hükümlerle bu insanları
kendilerine kul yapmaktadırlar.
Emperyalist
menfaatlerini her şeyin üzerinde tutan politik veya mali kimlikteki çağdaş firavunlann küfrü genellikle aşikardır. Bunlar kendüeri azdığı gibi kendilerine uyanlan
da azdırıp, saptırmışlardır.,
Üzerlerine (azap) sözü
hak olanlar derler ki; Rabbi-miz, işte bizim
azdırıp-saptırdıklarımız bunlar, kendimiz azıp saptığımız gibi onları da
azdırıp-saptırdık[14]
Şaşkın ve sapık olan
insanların bu azgınlara kulluğu, bu azgınları dost kabul etmeleri ve bunları
fayda veya zarar vermeye muktedir görmeleri üzerine gerçekleşmektedir, Bir
kısım insanlar bu firavunları severek, bu firavunlara kulluk yaparlarken diğer
bir kısım insanlar ise, bu firavunlardan korktukları için bu firavunlara kulluk
yapmaktadırlar.
Oysa çağdaş
firavunlann
kendilerine Özgü güçleri yoktur. Onların bulundukları makama
değer vererek, onlara kulluk yaparak onları güçlendirenler, kölelerdir.
Makamın veya paranın
yaptırım gücü, makama veya paraya değer verenler üzerinde müessirdir. Gerçi
bütün kölelere sorsanız, kendilerine tahakküm eden makama veya kapitale karşı
belirli bir rahatsızlık duymaktadırlar. Belki de kölelerin hepsi, bu makamların
veya bu kapital imparatorluklarının yıkılmasından, devrilmesinden yanadırlar.
Fakat değer verdikleri
bir şeyin yıkılmayacağını bilmezler, bilemezler!.
Oysa bir şeye değer
vermek demek, onu meşru görmek, onu güçlendirmek demektir. Dolayısıyle
makama veya kapitale değer vererek, bunlara devrimci yaklaşmak, bunları
devirebilmek mümkün değildir.
Ne var ki bu
gerçeklerden bihaber olan uluslararası köleler, kendilerine ilahlık taslayan
emperyalistlerin ve dünya emperyalizminin farkına vararak bunlan
devirmek için mücadele edecekleri yerde, bunlardan bir lokma ekmek alabilmek
için mücadele etmektedirler. İnsanın ve insanlığın hakkını unutup, emeğin
hakkı için mücadele ettiklerini zanneden bu kimseler, devrimci dava adamı
değil, ne yazık ki devrilmiş zavallılardır. Bu zavallıların arasında
kendilerini müslüman zanneden kalabalıklar da vardır.
Şeytana kulluk yapmaktan içtinap etmeye çalışan bu kimseler, farkında olmadan
şeytanın dostlanna kulluk yapmaktadırlar. Oysa ki
şeytana kulluk yapmak ile şeytanın dostuna kulluk yapmak arasında herhangi bir
fark yoktur. Bu gibi yönelişlerde bulunan insan, her iki durumda da şirke girmektedir.
Yukarıda örneğini
verdiğimiz politik ve mali kimlikli çağdaş firavunların yanısıra,
insanlara ilahlık taslayan dini kisveli kimseler de bulunmaktadır. Bunlar
genellikle müslü-maniann
arasında yaşamakta, müslüman gözükmekte Ve meseleye
vakıf olmayan insanlar tarafından müslüman bilinmektedirler.
Bu aldatıcılar, küfürleri aşikar olan firavunlara nazaran çok daha
tehlikelidirler. Çünkü bunlar doğrucu bilinen yalancılar, dost gözüken
düşmanlardır. Allah adını kullanarak insanları aldatmaktalar ve Allah'a kul olmak
isteyen insanları, kendilerine kul yapmaktadırlar. Bu aldatıcılara hacı, hoca,
şeyh, üstad, imam, müftü denilse de, bunlar Allah'ın
değil, şeytanın dostudurlar. Bunlar Allah'ı değil, kendi menfaatlerini ve
kendi nefislerini yüceltenlerdir.
Oysa müslümanlar Allah (c.c.)'i tekbir etmekle ve diğer insanlan Allah'a davet etmekle yükümlüdürler. Kendilerini
veya başkalarını yüceltenler ve diğer insanlan bunlara
davet edenler açık bir sapıklığı yaşamaktadırlar. En seçkin insan Resulullah (s.a.v,) sadece Allah'ı tekbir etmiş ve insanlan kendisine
değil, Allah'a davet etmiştir.
Yaşadığımız coğrafyada
dine karşı saygılı yaklaşan insanlar, din adamı görünümündeki aldatıcılara da
saygılı yaklaşmaktadırlar. Nitekim bu aldatıcıları yüce ve emin kişiler olarak
görmekte ve onlann Allah adını kullanarak yalan
söyleyebileceklerine hiç ihtimal vermemektedirler. Oysa bu aldatıcılar
"Besmele" ile söze başlamaktalar ve insanlan
kendilerine veya tağuta kulluğa davet ettikten sonra
'Elhamdülillah' diyerek sözü bitirmektedirler.
İnsanlarımızın bu
konularda dikkatli olmaları, her sarıklıyı hoca, her sakallıyı hacı
sanmamaları gerekir. Aynı şekilde müslümanlann da,
sevdikleri ve itaat ettikleri kimseleri Allah'ın hüküm ve ölçülerine göre
değerlendirmeleri ve bu değerlendirmeye göre onlara yaklaşmaları gerekmektedir.
Çünkü İlahi hükümleri dikkate almadan hoca ve üstadlarına
teslim olan kimseler, ne yazık ki bilginlerini ve rahiplerini Rab kabul eden hıristiyanîann durumuna düşmektedirler.
Yaşadığımız dünyada
ölülere karşı belirgin olan iki ayrı yaklaşım vardır. Bu yaklaşımlardan birisi
yalan ve iftiralarla mevtayı kötülemek, diğeri ise mevtada olmayan vasıflarla
onu yüceltmektir.
Nitekim ölülere tapma
hadisesi, ölmüş olan salih veya azgın kimselerin,
onlarda olmayan vasıflarla yüceltilmesi, çok ulvi makamlara çıkarılması ve
onlara bu itikatla yönelinmesi üzerine
gerçekleşmektedir. Müşrikler, bu şekilde yücelttikleri bir mevtaya
yönelmekte.,
bu mevtanın görüş ve
ilkelerine itaat ederek, bu mevtanın sevgi ve rızasını gözeterek, ihtiyaçlannı bu mevtaya arzedip,
bu mevtadan isteyerek.. Allah'tan başkasına kulluk yapmakta ve böylece küfre
girmektedirler. Kur'an'ı Kerim'de apaçık şirk olan bu
yöneliş zikredilmekte ve bu müşriklerin ne zelil duruma düştüklerini beyan
edilmektedir.,
Allah'tan başka
çağırdıkları, hiçbir şeyi yaratamazlar, üstelik onlar yaratılıp durmaktadırlar.
Ölüdürler, diri değildirler; ne zaman diriliceklerinin
şuuruna da varamazlar.[15]
Evet, geçmişteki ve
günümüzdeki müşriklerin yöneldikleri, itaat ettikleri, kurban verdikleri ve
kulluk ettikleri insanlar ölüdürler!. İnsanları zelil bir duruma getiren bu
hadise geçmişte yaşandığı gibi, ne yazık ki günümüzde de yaşanmaktadır.
İstanbul'daki Eyyüp Sultan'a uzanan eller, İzmir'deki Susuz Dedeye
dökülen sular.
Ankara'dakine akıtılan
kanlar ve yapılan merasimler bunun açık bir göstergesi değil midir?
Yaşanılan zillet öyle
boyutlara varmıştır ki, dünya işleri falanca ölüye bırakılırken, ahiret işleri filanca ölülere bırakılmaktadır. Daha açık
bir ifadeyle dirilerin idaresi, ölülere tevdi edilmiştir!
Tabi ki ölülere
yönelen, ölülere kuiluk ve tazimde bulunan bu
İnsanlara,
"Diri"
denilebilirse!..
Geçmiş müşriklerin
ağaçtan ve taştan yonttukları putlara taptıkları, onlardan yardım diledikleri, onlann önünde saygıyla durduklan
ve bu putlara kurbanlar adadık-ian birçok insanlar
tarafından bilinmektedir.
Fakat günümüzdeki
insanlar bütün bunlan bilmelerine rağmen, bu
putperestliğin geçmişte kaldığını savunacaklar "Yaşadımız
modem çağda putperestlik yoktur" diyeceklerdir.
Keşke öyle olsaydı,
putlar ve putperestlik
keşke geçmişte kalsaydı!.
Fakat ne yazık ki
putlar ve putraperest mantığı günümüzde de bulunmaktadır.
Hatta ve hatta insanlık tarihindeki putperestlik, günümüzde altın çağını
yaşamaktadır!. Geçmiş dönemlerdeki putlar sayılabilecek kadarken, günümüzde
artan nüfusa ve ihtiyaca göre sayılamayacak bir çoğunluğa ulaşmıştır. Kalpler,
sokaklar ve meydanlar bu putlarla Öylesine doldurulmuştur ki; insanlar
putperestlerin hışmına uğramamak için hangi yöne tüküreceklerini şaşırmaktadırlar!
. Çünkü herhangi bir puta gelebilecek tükürük, "Efendim, bu heykel aslında
bu bir put değil, diyerek söze başlayacak olan putperestlerin galeyana gelmesine
neden olacaktır.
Yaşadığımız çağda
isimleri ve cisimleri değişik olan bu putlar o kadar çoktur,
o kadar çoğalmıştır
ki, herhangi bir. adresin tarifi bile, bu putlara göre yapılmaktadır.,
Falanca putun
yanındaki sokaktan gir, filanca puta gelesiye kadar biraz sürün. O putun
sağında ve solunda iki yol göreceksin. Bu iki yol da aynı meydana çıkmasına rağmen
sen yine de muhafazakarsan sağdaki sokaktan, sosyalistsen soldaki sokaktan gir
ve meydana kadar sürünmeye devam et. Meydana geldiğinde seni bekleyen ve
elinde kazık olan bir putla karşılaşacaksın. İşte aradığın adres, o kazığın
gösterdiği yerde!.
Eee, büyükler ne demiş.,
Arayan Mevla'sını da
bulur, belasını da!.
İnsanlann sıkıntıya düşmeleri, bir takım şeylere şiddetle
muhtaç olmaları, insanlann sık sık
karşılaştıkları ve karşılaşabilecekleri bir durumdur. Bu sıkıntılar veya bu
ihtiyaçlar ferdi düzlemde olabileceği gibi toplumsal düzlemde de olabilir.
İnsanlann değişik sıkıntılarla karşılaşmalan
bir gerçek olduğu gibi, bu sıkıntıların genel olarak değişik vesilelerle,
değişik sebeblerle giderileceği veya giderildiği de
bir gerçektir. İşte böylesi durumlarda sıkıntıyı giderecek sebeblere
kulluk adabıyla yönelmek, sıkıntıyı gideren sebebleri
sınır tanımadan yüceltmek; bütün bu sesebleri yaratan
Allah'a, sebeblerle eş koşmaktır.
Sebebleri ilahlaştırmaya meyyal olan bu şirk yönelişi, oldukça
yaygın olan bir yöneliştir. Nitekim Kur'an'ı Ke-rim'in birçok yerinde
zikredildiğine göre, sıkıntıya düşen insanların Allah'a yalvardıkları ve
sıkıntıları giderilince Allah'a eş Koştukları beyan edilmektedir.,
Nimet olarak size
ulaşan ne varsa Allah'tandır, sonra size bir zarar dokunduğunda ancak O'na
yalvarmaktasınız. Sonra sizden zararı kaldırdığında, sizden bir grup Rabkrine şirk kaşarlar; Kendilerine verdiklerimize karşı
nankörlük etmek için. öyleyse yararlanın, ilerde bileceksiniz.[16]
Geçmiş tarihte yaşanan
bu gibi olaylar, günümüzde de sık sık yaşanmaktadır.
Sıkıntıya düşen insanların duası Allah'a, sıkıntı kalktıktan sonra hamd ve şükürleri ise sıkıntılarının kalkmasına vesile
olan sebebedir. Halbuki o sebeb ile sıkıntıyı
kaldıran Allah (c.c.)'dır. Sebebi yaratan da, o sebeble
yardım eden de şanı yüce olan Rabbimizdir.
Allah'ın yardıma mazhar olmalarına rağmen sebebleri
yücelterek hamd ve şükürlerini bu sebeblere
yönelten kişiler, Allah'a nankörlük ederek şirk koşan müşrikler durumuna
düşmektedirler.
Yaşadığım bir olay,
benim bu durumu daha
müşahhas görmeme vesile olmuştur. Bundan bir süre önce odamda çalışırken,
bahçedeki köpeğin boş çanak sesini duydum. Boş çanak sesi bana köpeğin susuz
olduğu mesajını verdiğinden, bahçeye çıkarak gerçekten boş olan su kabını
doldurdum. Suya saldıran köpek hem su içiyor ve hem de bana bakarak kuyruk
sallıyordu!.
Bana içtenlikle kuyruk
sallayan köpeğe sorsanız, onun susuzluğunu gideren kurtancı
herhalde bendim. Halbuki olayın gerçek düzleminde, onun susuzluğunu gideren
değil, o köpeği susuz bırakan bendim!, Ayrıca çalışmamı sürdürürken karşımdaki
insanın konuşmasını dahi anlayamayan ben, nasıl olmuştu da .boş çanak sesinden
köpeğin susuz kaldığını anlamıştım? Açık bir gerçektir ki, boş çanak sesinden
köpeğin susuz kaldığını anlayan ben olsam dahi, bana bu mesajı veren köpek
değildi. Gerçekten merhametli oîan Rabbim, yarattığı
köpeğe merhamet etmiş ve beni uyararak, benim vesilemle onun susuzluğunu gidermişti.
Yaşadığım olayı sebeblerin ve vesilelerin üzerinde kavradıktan sonra,
köpeğin bana kuyruk sallamasını nasıl görüyorsam, ne yazık ki birçok insanın
durumunu da aynı görüyordum. Sebebleri yüceiten bu kimselerin durumu da, ön ayaklan üzerine
çökerek bana kuyruk sallayan köpeğin durumundan pek farklı değildi.
Bahçemdeki köpek, bana
nasıl bir içtenlikle kuyruk sallıyorsa, firavunların bahçesindeki veya
ülkesindeki köleler de, aynı içtenlikle firavunlara kuyruk sallıyorlardı!.
Sebebleri yaratan Allah'a, seseblerle
eş koşma, sebeblere tapınma, geçmişte ve günümüzde
yaşanan yaygın bir hastalıktır. Nitekim yakın tarihte yaşanan bazı olaylar da,
bu sapık yaklaşıma örnekler niteliğindedir. Mesela düşman istilasına uğrayan
herhangi bir ülkedeki insanlar, yardım etmesi için Allah'a dua ediyorlar ve
Allah'ın yardımıyla üstün geldikleri zaman Allah'ı değil komutanlarını yüceltip,
komutanlarına şükrediyorlarsa, bu ülkedeki insanlar açık bir sapıklığa
girmektedirler. Bu insanlar Allah'ın yardımına vesile olan herhangi bir sebebi
ilahlaştırmaya çalışarak, kurtuluşlarına vesile olan sebebi, helaklarına vesile olacak bir sebeb
durumuna getirmektedirler.
Netice olarak, sebebleri sınır tanımadan yüceltmek, sebeblere
tapınmanın sebebi olmaktadır!.
Şimdiye kadar kısaca
belirttiğimiz bu yönelişler, bir insanı müşrik durumuna getiren yönelişlerdir.
Bu yönelişlerin ne derece yaygın olduğu İse, yaratıcı olarak Allah'ın
varlığına inanan birçok insanın içine düşdüğü durumda
belirginleşmektedir. Yaşadığımız toplumda Allah'a inanıp, ta-guta kulluk yapan
kitleler bulunmaktadır. Kendilerini genellikle müslüman
zanneden bu kimseler Allah'tan korktuklarını ifade etmelerine rağmen, bu
kimselerin yaşantılarını etkileyen baskın korku, tağut
korkusudur. Tağutu gazaplandırmamak
için tağuta itaat ederlerken, Allah'ı gazaplandırmamak için Allah'a dua ederler. Gençliklerinin
en güzel ve en verimli yıllarını tağut yolunda
geçirirlerken, yaşlılıklarının son günlerini Allah'ın yolunda geçirmeye çalışırlar.
Açık şirk içinde
bulunan bu insanlarla konuşur ve bu insanları tanımaya çalışırsanız, bu
insanların genellikle müstekbirler ve bel'amlar tarafından aldatıldıklarını görürsünüz.
Aldatılan bu insanlar bilinçsiz olmasına rağmen, bu insanları aldatanlar
oldukça bilinçlidirler. Aldattıkian insanların, aldattıkları
kitlelerin uyanmaması için gereken Özeni gösterirler.
Kendilerini genellikle
ortanın sağı veya ortanın solu olarak tanımlayan dünya müstekbirlerinin,
"Orta" derken kastettikleri merkez, şeytandır. Bunlar şeytanın
sağında ve şeytanın solunda yer alan, aynı namussuzlardır. Şeytanın hangi
yanında yer alırlarsa alsınlar, şeytanın dostu ve birbirleriyle yandaş olan
aynı müstekbirlerdir.
İşte Allah'ın hükümlerine
rağmen hüküm koyan bu dünya müstekbirleri, halkında müslüman olan ülkelerde, halkın din adına açıkça tepki
göstereceği bir kanun koymazlar. Mesela namazı yasaklayan bir kanun
çıkarmadıkları gibi, "Bundan böyle namaz kılınırken Kabe'ye değil de, falancanın
anıtına yöneünecek" şeklinde bir kanun da çıkarmazlar.
Şeytanın sağındaki
bütün pislikleri muhafaza eden, muhafazakar müstekbirlere
bunun nedenini sorduğunuz da.,
Efendim siz ne
dediğinizin farkında mısınız? Namazın Kabe'ye doğru kılınacağı, kıblenin Kabe
olduğu Allah'ın hükmüdür. Allah'ın bu hükmünü değiştirmeye kalkışmak, bu hükme
rağmen .hüküm koymak bizim ne haddimize!, derler.
Şayet Allah'ın
hükümlerini yeterince bilen ve haksızlığa tahammülü olmayan bir insansanız, bu
cevap siz deli etmeye yetecektir. Susmanız ve susturulmanız mümkün olmadığı
için, muhafazakar politikacıya gereken cevabı hemen vereceksiniz.,
Bana bak muhafazakar!
Senin karşında ninnilerle uyuttuğun, kazıklarla büyüttüğün vatandaş yok.
Gözümün içine baka baka "Allah'ın bu hükmünü
değiştirmeye kalkışmak, bu hükme rağmen hüküm koymak bizim ne haddimize"
diyorsun. Peki ya İslam'ın diğer hükümleri, diğer hükümlerini
değiştirmeye çalışmak, diğer hükümlere rağmen hüküm koymak haddiniz mi?
Allah'ın toplumsal adalet için koyduğu İslam'ın birçok hükmünü değiştiren, bu
hükümlere rağmen hüküm koyan namussuzlar siz değil misiniz?
Şayet karşınızda
seçilmiş bir muhafazakar varsa, sözünüze daha fazla devam edebilmeniz mümkün
olmayacaktır. Dokunulmaz kişilere dokundurduğunuzdan "Buyrun
içeri" diyeceklerdir!.
Çünkü karşınızdaki
aldatıcılar, halk kitlelerinin nasıl aldatılması gerektiğini bilen uyanık
aldatıcılardır.
Uyuyan ve uyutulan
kitlelerin, uyanık vekilleridir!.
Tevhid, birleme veya bir olduğuna inanma anlamına gelir.
"İslam'a göre tevhid nedir?" sorusunun en
kısa cevabı; Alemlerin Rabbi olan Allah'ı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde
birlemek, O'na hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamaktır. Bu cevabı biraz daha
genişletecek olursak, tevhidi şöyle tanımlayabiliriz.,
Tevhid, alemleri yaratan Allah (c.c.)'ı zatında, sıfatlarında,
fiillerinde birliyerek O'na inanan müslümanlann, yaşadıktan sürece ilgilerini ve dikkatlerini
Allah'a yöneltmeleri,
Allah'a teslim
olmaları,
hiçbir yaratığı,
hiçbir konuda mutlak muktedir görmeyerek, karşılaştıklan
her iş ve her durumda mutlak muktedirin Allah (c.c.) olduğunu idrak etmeleri,
Allah'ın gösterdiği
yolda,
Allah'ın emrettiği
kişilikle sadece Allah'a kulluk etmeleridir.
Nitekim kendilerine muvahhid denilen müslümanlar, tevhid gerçeğine bu bilinçle yönelen ve bu bilince göre yaşayan
müslümanlardır.
Allah'ı birlemenin
zıddı, Allah'a eş koşmak veya ortak tanımaktır. Halk arasında Allah'a eş
koşmak veya ortak tanımak vakıası, genel olarak Allah'ı ikilemek gibi anlaşıldığından;
Allah'ın bir olduğuna inanan, "Sadece bir Allah vardır" diyen herkes,
kendisini Allah'ı birleyen muvahhid olarak
görmektedir. Oysa bir muvahhid olarak Allah'ı
birlemek, yukanda da belirttiğimiz gibi Allah'ı
zatında, sıfatlannda ve fiillerinde birlemektir.
'"Alİah birdir veya sadece tek bir Allah
vardır" demelerine rağmen, Allah'a zatında, sıfatlarında veya fiillerinde
eş ve ortak tanıyan kimseler muvahhid değil,
müşriktirler. Çünkü muvahhid bir müslüman,
Allah'ın bir olduğuna inandığı gibi,
Allah ile beraber
başka bir Yaratıcı,
Allah ile beraber
başka bir hakim,
Allah ile beraber
başka bir hüküm koyucu olmadığına da inanır. Yaşanılan coğrafyada mutlak
hakimiyeti kendilerinde gören müstekbirler, Allah'a
karşı azan ve azgınlığa davet eden tağutlar, Allah'ın
hükümlerine rağmen hüküm koyan kişiler veya kuruluşlar varsa; muvahhid bir müslüman, Allah'ı
birlemenin ve tevhidin bir gereği olarak bütün bunlan
da inkar eder. Çünkü tevhid gerçeğinin hakkı tasdik
edip, bütün batılları reddetmek anlamına geldiğini ' bilir.
Tevhid gerçeği, birkaç konudan ibaret olan, kapsamı ve
kuşatıcılığı sınırlı bir gerçek değildir, Tevhid
gerçeği alemşümul bir gerçek olmasına rağmen, bu gerçeğin birkaç konuya
hapsedilmesi ve tarih boyunca farklı şekillerde anlaşılması, şeytani müdahalelerin
bir neticesidir. Nitekim aynı şeytani müdahalelerin neticesi olan tahrifatlar
diğer İslami kavramlarda da yaşanmış ve hala
yaşanmaktadır.
Şanı yüce Rabbimiz
Kuranı Kerim'de inkardan ve sapıklıktan bahsetmektedir. İnkar, herhangi bir
gerçeği, herhangi bir kavramı, mana ve lafzı ile birlikte reddetmektir.
Sapıklığın kökeninde ise lafza sahip çıkıp, lafzın içerdiği manayı inkar etmek
veya değiştirmek vardır. Nitekim sapıklığa düşen birçok fırka veya grup,
İslam'dan ve müs-lümanlıktan
vazgeçmek istememişler, İslam, müslümanlık ve tevhid gibi kavramlardan feragat etmemişlerdir. Ancak,
sahiplendikleri kavramın manası İle nefislerini ve nefislerinde olanı
değiştirmeleri gerekirken, nefsani istekleri ile kavramın
anlamını değiştirmişlerdir,
Mevcut sapmalar ve
sapıklıklar karşısında yegane ölçü, hiç şüphesiz ki Kur'an'ı
Kerim'dir. Bizleri tevhide davet eden Rabbimiz, bizleri bu önemli konuda
muhayyer bırakmamıştır ki; herkes kendi yaklaşımına göre tevhidi tanımlayıp,
herkes kendi anlayışına göre tevhidi yaşasın!.
Tevhidi prensipler, Kur'an'ı Kerim'in muhtelif yerlerinde beyan edilmekte ve Resulullah (s.a.v.)'in sünnetinde örneklendirilmektedir.
Nitekim tevhid gerçeğini Kur'an
ve sünnetten öğrenen müslümanlann akidesinde önemli
hiçbir fark yoktur. Bu müslümanlar arasında bazı
farklar varsa, bu farklar tevhidi akidenin özünde ve çizgisinde değil, tevhid gerçeğini idrak etme derecesindedir. Mesela biz müslümanlara namazda Kabe'ye yönelmemiz emredilmektedir.
Kabe'yi hiç görmemesine rağmen Kabe'ye yönelen müslüman
ile, Kabe'nin karşısında namaz kılan müslüman yöneliş
ve istikametinde herhangi bir fark yoktur. Her ikisi de İlahi emre boyun
eğmekte, her ikisi de Kabe'ye yönelmektedir. Bu durumdaki fark, istikamette
veya yönelişte değil, bulunulan konumdadır. Kabe'nin karşısında namaz kılan müslüman, Kabe gerçeğini belki daha yakından idrak
edebilmektedir.
İşte tevhid gerçeği de,
namazda Kabe'ye yönelindiği gibi, bütün bir yaşamda ilgi ve dikkati Allah'a
yöneltme, Allah'a teslim olma vakıa-sidir. Muvahhid müsiümanların bu yönelişleri ve istikametleri arasında
herhangi bir fark yoktur. Bu muvahhidler arasındaki
muhtemel fark, yöneldikleri Allah'a yakınlık derecesindedir. Bazı
kardeşlerimiz "Allah (c.c) insana şah damanndan
daha yakındır" ayet-i kerimesini zikrederek, "Muvahhid
müsiümanların Allah'a yakınlığında nasıl bir fark
olabilir?" sorusunu sorabileceklerdir. Ayet-i kerimede beyan edilen
yakınlık, Allah (c.c.)'ın insanlara olan yakınlığıdır.
Bizim farklı olarak nitelendirdiğimiz yakınlık ise Allah'ın insanlara değil, insanlann Allah'a olan yakınlığıdır.
Allah (c.c.) bizlere
şah damarımıdan daha yakın olmasına rağmen, bizler
de O'na yakın olabiliyor muyuz?
Allah (c.c.)'ın bizlere olan yakınlığını bilerek, idrak ederek, bu
yakınlığı hissedebiliyor, bu yakınlığı yaşayabiliyor muyuz?
Bu idraki ve bu
yakınlığı hiç şüphesiz ki 'Fenafülah', yani Allah'ın
zatı ve sıfatlan karşısında yokolmak şeklinde
tanımlayamayız. Çünkü bu hadise, Allah'ın zatı ve sıfatlan karşısında yokoimak değil, Allah'ın zatı ve sıfatlan karşısında kulluk
bilinciyle varolmak hadisesidir. Bu yakınlığa ve bu bilince ulaşan
kardeşlerimiz, "Allah vardır" diyerek Allah'ın varlığını idrak ve
ikrar ettikleri gibi; kendilerinin de Allah'ın zatı ve sıfatlan karşısında bir
kul olarak varoldukla-nnı idrak ederek, bu idrakin
sorumluluğunu yaşamaktadırlar.
Nitekim benim bir
şahıs olarak İslam'a teslim olmama önemli bir neden, kendi varlığımdır. Çünkü
belli bir zamana kadar sadece Allah'ın varlığına inanan ve "Allah vardır"
diyen ben, Allah'ın karşısında bir kul olarak varolmam gerektiğinin bilincinde
değildim. Aiiah'i var kabul ederken, kendimi bir kul
olarak adeta yok kabul ediyordum. İşte kendi varlığımı sorgulamam ve bu gerçeği
farketmem, hidayet eden Rabbime hamdoisun
ki kendime gelmeme ve O'nun karşısında bir kul olarak varolmama neden oldu.
Netice olarak gıpta
ettiğimiz hal ve makam, Allah'ın zatı ve sıfatlan karşısında yokolma safsatası değil, Allah'ın zatı ve sıfatlan
karşısında muvahhid bir kul olarak varolmanın
izzetli ye şerefli bilincine ulaşmaktır.
Ne yazık ki bazı
şaşkınlar "Gerçekte varolan sadece Allah'tır. Allah'ın karşısında 'Ben,
ben' diyerek varlık iddia etmek, Allah'a eş koşmaktır" diyorlar!. Oysa
vahdet-i vü-cutçulann
yaptığı gibi yaratılmış mahlukları Yaratıcıyla cem etmeye, bütünleştirmeye
kalkışmak, mahlukatı Allah'a eş koşmaktır. Çünkü bu cemetme
veya bütünleştirme yönelişinde, mahlukata İlahilik nisbet
etmek, Yaratıcı'nın sı-fatlannı,
yaratılmışlara vermek vardır. Halbuki Allah'ın karşısında kulluk bilinciyle
"Ben" demek, Allah'a eş koşmak değil; Yaratıcıyı, yaratılmış olan
kendi nefsimizden münezzeh tutmak, Allah'ın karşısında bir kul olarak
varolduğumuzu idrak ve ikrar etmektir. Nitekim Kur'an'ı
Kerim'de birçok peygamber, bu bilinçle "Ben" ifadesini kullanmıştır.
Şayet herhangi bir insan kendi nefsine bazı İlahi vasıflan nisbet
ediyorsa, bu insan kendisini ister Allah'tan ayn, ister
Allah ile bütün kabul etsin, her iki durumda da müşriktir.
Çünkü tevhid gerçeği, yaratılmışlara İlahi sıfatlan nisbet' etmemek olduğu gibi, aynı zamanda Yaratıcıya da
beşeri sıfatlan nisbet etmemektir.
Tevhid gerçeği, bütün bir hayata, bütün bir kainata özgün
bir bakış, çelişkisiz bir yorumlama biçimidir. Alemşümul olan tevhid gerçeği, hiç şüphesiz ki müslümanlann
dünya görüşünü de belirleyen bir gerçektir.
Müslümanlann dünya hakkındaki sosyal, siyasi, ekonomik ve
iktisadi görüşleri, aynı tevhid gerçeğinden kaynaklanan
görüşlerdir.
Tevhidin idrakine
varan muvahhid bir müslüman,
falanca meseleye böyle, filanca meseleye şöyle bakmaz. Tevhidi bir bakış,
bütün bir kainata aynı özden, aynı gerçeklikten bakmaktır.
Beşeri dünya
görüşlerinde ise kapsamlı bir birlik, çelişkisiz bir bütünlük kesinlikle
yoktur. Genellikle belli sınıfla-nn veya belli
zümrelerin istek ve eğilimlerine göre şekil alan, emperyalistlerin
menfaatlerine göre tanımlanan beşeri dünya görüşleri, kendi içlerinde dahi
çelişen görüşlerdir.
Nitekim bu gibi dünya
görüşlerinin sık sık tadilattan veya restoreden
geçirilmesi fakat yine de belli bir müddet sonra iflas etmesi, dünya ve insan
realitesiyle ne derece uyumlu (!) olduğunu göstermektedir.
İdeolojik düzlemdeki
bu çelişkiler, bilimsel düzlemde de pek farklı değildir. Mesela izafiye
teorisine göre günümüzdeki gerçekler görece olup, kişilere veya Ölçüde ve tanımlamada
merkez kabul edilen şeylere göre değişmektedir. Tabi ki kişilere veya odaklara
göre değişebilen bu gerçekler, beşeri gerçekler olup, bu gerçeklerde birlik ve mutlakhk yoktur.
Tevhidi gerçeklikte
ise böylesi ikilemler, böylesi çelişkiler söz konusu değildir. Herhangi bir
şeyin gerçekliği bize, size veya onlara göre değişebilir. Ne var ki biz yaratılmışların
gözlemine ve tanımlamasına göre değişebilen görece gerçekler, herşeyi hakkiyle bilen Yaratıcının tanımlamasında 'mutlak
gerçek' vasfını almaktadır. Mesela zaman mefhumu, insanlara göre izafi olan
bir mefhumdur. İnsanların buîundukîan mekana ve
hareket hızlarına göre değişebileceği ileri sürülür. Bize göre izafi veya
görece olan ve niceliği değişebilen zaman mefhumu, Rabbirnizin
tanımlamasında nicesel bir mutlakiık kazanmaktadır.,
Onlar senden, azabın
çarçabuk getirilmesini istiyorlar; Allah, va'dine
kesin olarak muhalefet etmez. Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün sizin
saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.[17]
İşte Rabbimizin beyan
ettiği bu gerçek, mutlak bir gerçektir. Bu gerçeğe veya bu tanıma
"Görecedir ve değişebilir" diyemeyiz. Çünkü bu tanım, zamanı yaratan
Allah'ın, zamanı tanımlamasıdır. Netice olarak İlahi olan bütün meselelere,
mutlak olan İlahi gerçeklikle bakılması gerekir. Mesela Kur'an'ı
Kerim'de hesap günü denilirken, tek bir günden bahsedilmektedir. Bu hesap
gününü, bize göre yirmidört saat olan bir gün gibi
zannedersek, bu zan İlahi gerçeğe uygun olmaz. Çünkü zaman konusundaki mutlak
gerçek, insanlar için görece olan tanımlamalar değil, Rabbimizin tanımladığı
gerçektir. Nitekim hesap gününde, bütün insanlar tarafından bu mutlak gerçek
kabul ve tasdik edilecektir.,
Gündüzün bir saatinden
başka hiç Ömür sürmemişler gibi onlan bir arada
toplayacağı gün, onlar birbirlerini tanımış olacaklar.[18]
Kıyamet-saatinin
kopacağı gün, suçlu-günahkarlar, tek bir saatin dışında (dünya hayatı)
yaşamadıklarına and içerler.[19]
Bu konudaki ayet-i
kerimelere dikkat edilirse, dünya yaşantısının süresiyle ilgili olarak verilen
bütün cevaplarda kişilere göre değişebilen bir görecelik değil, genel bir ortaklık
vardır.,
"Bir saat veya
bir saatten daha az."
Dünyada sadece bir
saat veya bir saatten daha az yaşadıklarını yemin ederek söyleyen bu insanlar,
zaman konusundaki mutlak gerçeği kavrayan ve bu mutlak gerçeğe göre cevap veren
insanlardır. Tabi ki onlar dünya yaşantısıyla ilgili bu zaman gerçeğini hesap
gününde anlamalanna rağmen, muvahhid
bir müslüman bu gerçeği dünyada kavrayan ve gerçek
zamana göre bir saatlik gördüğü dünya yaşantısına bu bilinçle yaklaşan bir
insandır.
Elbetteki sadece bu
meselede değil, diğer bütün meselelerde de muvahhid
bir müslümanın yönelişi böyledir. Alemleri yaratan
Allah(c.c.)'ın bildirdiği bütün gerçekleri, mutlak
gerçekler kabul eden muvahhid bir müslüman,
kainata ve bütün yaratılmışlara çelişkisiz olan bu gerçeklikten bakar. İlahi
gerçeklere beşeri yama yapmaktan sakındığı gibi, İlahi olan bütün değerlere
beşeri tanımlamalar getirmekten de sakınır.
Muvahhid bir müslüman, alemşümul bir
merkezden, alemlere bakan ve bütün gördüklerini, İlahi ve mutlak olan
gerçeklere göre tanımlayan, bu gerçeklere göre yorumlayan bir müslümandır.
Çünkü tevhidin gereği
budur.
Tevhid, yegane yaratıcı olan Allah'ı zatında, sıfatlarında
ve fiillerinde birlemek, yaratılmışlara ise bütün bunlan
yaratan Yaratıcının mutlak değerleriyle bakmaktır. Bu aydınlık bakış hem ferdi
düzlemde ve hem de toplumsal düzlemde geçerlidir.
Netice olarak tevhidi
dünya görüşü demek, dünyayı ve dünyanın içindekileri, bütün bunlan
yaratan Allah (c.c.)'ın beyan ettiği gerçekler
istikametinde bakmak, bu gerçeklere göre tanımlamak demektir.
"Türkiye'de din
adına davet yapılıyor mu?" desek, bu soru birçoklarımızın tuhafına
gidecektir. Çünkü yaşadığımız coğrafyada din adına birbiriyle çelişen birçok
davetlerde bulunulmaktadır. Zaten halk kitlelerinin din gerçeğine karşı
çelişkili anlayışlara sürüklenmesi, din adına yapılan bu davetlerden
kaynaklanmaktadır.
Bu çelişkiler nasıl
giderilecek, davette tevhid veya bütünlük nasıl
sağlanacaktır? Tevhidi davet metoduyla ilgili olan bu sorulara, şimdilik iki
başlıkta ve kısaca açıklık getirmeye çalışacağız.,
Yaşadığımız toplumda İslami davet metoduyla ilgili olarak imani
meseleler üzerinde duran ve "Topluma Allah 'in varlığını
anlatmalıyız" diyen kimseler bulunmaktadır. Samimi olduklarına hüsnüzan ettiğimiz bu kimseler, tabiat olaylan
ve yaratılışla ilgili meseleler üzerinde durarak "İlla Allah (Allah
vardır)" tebliğini değişik boyutlardan yapmaya çalışmaktadırlar. Oysa ki
bu gibi meseleler tevhidi teğlibin sadece bir cüzünü,
bir bölümünü teşkil etmektedir. Bu bölüm, tevhidi tebliğden ayrı olmadığı
gibi, tevhidi tebliğ sadece bu bölümden de ibaret değildir.
Nitekim herhangi bir
insan yaratılışla ilgili bazı olay-lan görerek ve
tefekkür ederek; "Allah vardır" dese, sadece bu ikrar ve bu inanç o
insanı müslüman yapmaz. Daha önce de belirttiğimiz
gibi müşrikler de yaratıcı olarak Allah'a inanmaktalar ve; 'Allah vardır"
demektedirler. Müşrik, Allah'a inanmasına rağmen Aliah'a
eş koşan insandır.' Allah'a eş koşan bu insanın Allah'ın varlığına.olan imanı
ister taklidi iman, ister tahkiki iman olsun bu insan müşriktir ve İslam
dairesinde değildir. Böyle bir insana "İlla Allah" tebliğinin değişik
boyutlardan yapılması, o insanı İslam dairesine dahil etmeyecektir.
Tağutu ve tağuti görüşleri inkar
ettirmeden, insanları Allah'ın varlığına iman ettirmeye çalışan ve bununla yetinen
kimseler, açık bir şaşkınlık içindedirler. Böylesi davetlerle karşılaşan ve bu
davetleri kabul eden kimseler, ne yazık ki "Allah'a inanıp, tağuta kulluk yapan" kimselerdir. Nitekim tağuti sistemlerin böylesi davetlerden herhangi bir
rahatsızlık duymamaları, hatta bu gibi davetleri ve davetçi-leri
desteklemeleri bu nedenledir. Çünkü bu gibi davetlerde sadece Allah'ın varlığı
anlatılmakta, insanları sömüren firavuniann sahte
Hanlığına dil uzatılmamaktadır.
Zaten tağutlann ve müşriklerin istediği de bu değil midir?
Mekke müşriklerinin, Resulullah (s.a.v.)'e; "Senden sadece bizim ilahlanmıza dil uzatmamanı istiyoruz" şeklinde bir
uzlaşma teklifi götürmelerinin nedeni, aynı şeytani beklenti değil midir?
Resulullah (s.a.v.) tarafından reddedilen bu teklif, acaba sözü
edilen çalışmalara yön veren ve kendilerine alim denilen bazı kimseler, bazı
şaşkınla!, bazı sapıklar tarafından kabul mü edilmiştir? Oysa Kur'an'ı Kerim'de peygamberlerin neden gönderildiği
zikredilerek, peygamber varisi olan alimlere, takip edecekleri yol açıkça beyan
edilmektedir.,
Andobun, biz her ümmete; Allah'a kulluk edin ve tağuta (Allah'tan başka her şeye) kulluktan kaçının
(demesi için) bir peygamber gönderdik[20]
Nitekim kelime-i tevhid "La İlahe" ile başlamakta, tağutu red ve inkar ederek
temizlenen kalbe "İlla Allah" gerçeği sunulmaktadır.
Tevhidi tebliğ, bu
esaslardan kaynaklanan ve bu esaslara göre şekillenen tebliğdir. Tevhidi
tebliğin gündeme gelmediği toplumlarda kimlerin müslüman,
kimlerin kafir oldukları kesinlik kazanmış değildir. Çünkü müslü-manlık veya kafirlik gibi sıfatlar, hak tebliğe muhatap olan
insanların, bu tebliğe karşı gösterdikleri ve gösterecekleri tavrın bir
neticesi olarak o insanlara verilmektedir.
Müslüman, karşılaştığı
hak tebliği kabul eden ve bu hakka teslim olan insandır. Kafir ise, hak
tebliğle karşılaşmasına rağmen bu hakkı örten, bu hakkı gizleyen ve bu hakkı
inkar eden insandır. Tevil ve tahrif edilmiş gayri İsla-mi
tebliğle karşılaşan insanlar, bu tebliği kabul etmekle İslam'a göre müslüman olmayacakları gibi, bu tebliği reddetmekle de
İslam'a göre kafir olmazlar. Her iki durumda da gayrimüslimdirler. Kafir kabul
edilip tekfir edilmeleri veya müslüman kabul edilip
cennetle müjdelenmeleri caiz değildir.
Bizlerden istenilen ve
bizlere emredilen yükümlülük, bu insanları tevhidi tebiiğ
ile yüzyüze getirmemizdir. Politika veya din adına hergün değişik şeytani tebliğlere muhatap olan insanlar, tevhid gerçeğine, tevhidi tebliğe muhtaç olan insanlardır.
Bu tebliğin açık,
apaçık yapılması gerekmektedir. Henüz alfabeyi bilmeyen insanlara B harfini
anlatmak için, "A harfinden sonradır, C harfinden öncedir.." gibi
dolaylı yollara başvurmak, bu insanlar için kesinlikle yeterli olmayacaktır.
Tevhidi gerçeklerin hem kavram ve hem de pratik düzlemde müşahhaslaşması
gerekmektedir. Mesela "İlah" kavramını ve yaşadığı toplumda kendisine
hangi mercilerin ilahhk tasladığını bilmeyen bir
insan, kelime-i tevhidin gereği olarak neleri tasdik edip, neleri reddedeceğini
nasıl bilecektir?
Bunlar açıklanmadan
tevhidi bir davette açıklık ve anlaşılabilirlik nasıl sağlanacaktır?
Oysa İslam,
kelime-i tevhid, kelime-i şahadet ile başlamaktadır.. Günümüz
insanlarına bu gerçeklerin açık, apaçık bir şekilde anlatılması gerekmektedir.
Herhangi bir insanın
İslam dinine girmesi için kelime-i şahadet esas alınmıştır. Bir insanın müslüman olması için "La ilahe İlla Allah Muhammedun Resulullah" buyruğunu
anlamıyla beraber, anlamıyla beraber, anlamıyla beraber tasdik ve ikrar etmesi
gerekmektedir.
Anlamıyla beraber
ifadesini tekrar etmemin nedeni, bu anlamın birçok yerde, birçok tebliğde gözardı edime sindendir. Halkında müslüman
olan birçok ülkede kelime-i şahadet, ifadesi malum, manası meçhul durumdadır.
Her gün yüzlerce kez kelime-i şahadet getiren binlerce insan dahi, bu ifadenin
yüce anlamından ne yazık ki uzaktırlar.
"Allah'tan başka
İlah yoktur ancak Allah vardır ve Muhammed (s.a.v.) Allah'ın Resulüdür"
ifadesi ne demektir?
Bu ifadeyi tasdik eden
kimseler, neyi tasdik etmektedirler?
Kelime-i şahadette
"La ilahe" yani "(Allah'tan başka) İlah yoktur" ifadesine
neden gerek duyulmuştur?
Neden sadece;
"Allah vardır ve Muhammed(s.a.v.) Alİah 'in
Resulüdür" denilmemiştir?.
Allah'tan başka İlah
var mıdır ki, şanı yüce Rabbimiz Allah (c.c.) bizleri "La ilahe"
(Allah'tan başka İlah.yoktur) buyruğuna davet etmektedir?
Allah'tan başka İlah
olmadığına,
Allah'tan başka İlah
olamayacağına göre "La ilahe buyruğunu tasdik ve ikrar etmemiz neden
emredilmiştir?. İşte bu sorulann cevabını aramamız,
bizleri kelime-i şahadetin yüce anlamına götürecektir.
Bütün kainatta, bütün
alemlerde Allah'tan başka İlah yoktur gerçeğine rağmen, yaşadığımız dünyada
tahakküm ettikleri insanlara ilahhk taslayan,
kendilerini ilahlaştırmaya çalışan firavunlar bulunmaktadır. Nitekim kelime-i
şahadetteki "La ilahe" buyruğu ile gerçekten İlah olanlar değil,
kendilerini ilahlaştırmaya çalışan bu müstekr-Tİer, bu tağutlar inkar
edilecektir.
Peki, bir mahluğun ilahlaşmaya çalışması veya insanlara ilahhk taslaması ne demektir?
Milyonlarca insanın
kabul ve tasdik ettiği gibi herşeyi Allah (c.c.)
yaratmıştır. İnsanları yaratan Allah (c.c), insanları dünya yaşantısında kendi
zatından habersiz bırakmamış ve bu insanlara peygamberler göndererek nasıİ ve ne şekilde yaşamaları gerektiğini kendilerine
bildirmiştir. Bildirilen bu hükümlerle insanlara bir yol, bir dünya görüşü,
bir yaşam biçimi ve en özlü ifadesiyle bir din sunulmaktadır. Allah'ın razı
olacağı dini, yani İslam'ı yaşayan toplumlarda, Allah'ın hükümleri karşısında
herkes eşittir. Bu hükümlerden muaf tutulan ayrıcalıklı veya dokunulmaz bir
sınıf yoktur.
Peki bu durumdan
herkes memnun mudur?
Elbetteki değildir!.
İnsanları ezmek ve
sömürmek isteyen müstekbirier bu durumdan hiç memnun
değillerdir. Çünkü İlahi hükümlere göre insanlan
ezmeleri, insanları sömürmeleri mümkün değildir. Bu durumda yapacakları iş,
kendi çıkar ve menfaatlerine dokunan İlahi hükümleri tevü
ve tahrif etmek ve yaşam şeklini belirleyen yeni hükümler koymak, yeni
kanunlar çıkarmaktır.
Allah'ın hükümlerine
rağmen yaşam şeklini belirleyen yeni hükümler koymak, yeni kanunlar çıkarmak ne
demektir?
Allah (c.c.) böyle bir
yetkiyi kime vermiştir?
Okuduğu Kur'an'ı Kerim'i anlamaya çalışan herkesin bildiği gibi,
Allah (c.c) böyle bir yetkiyi peygamberlerine dahi vermemiştir. Çünkü insanların
nasıl ve ne şekilde yaşayacaklanna dair mutlak hükümler
vazetme yetkisi sadece ve sadece Allah (c.c.)'a,,aittlr.
Hiçbir insana verilmeyen bu yetki, hiçbir insana tanınmayan bu hak, sadece ve
sadece Allah'ın hakkıdır. Daha açık bir ifadeyle böyle bir yetki veya böyle
bir hak, İlah olmakla ilgili bir hak olup, yegane İlah olan Alİah
(c.c.)'ın hakkıdır.
İnsanların nasıl ve ne
şekilde yaşayacakîanna dair hüküm vazetme meselesi,
İlah olmakla ilgili bir mesele ise, bilerek veya bilmeyerek insanları aldatan
din adamlarına
ve aldatılan bütün
şaşkınlara soruyoruz., İnsanların nasıl ve ne şekilde yaşamalan
gerektiğini beyan eden Allah'ın hükümlerine rağmen, kendi çıkar ve
menfaatlerine uygun şeytani hükümler vazeden, Allah'ın helal dediğine haram,
haram dediğine helal diyen bu firavunlar kimdir?
İnsanların nasıl ve ne
şekil yaşayacakîanna dair hüküm vazetme meselesi, İlah'hkla iigili bir mesele
olduğuna göre bunlar İlah mıdır?
Bağırsaklarında pislik
taşıyan bu mahluklar, elbetteki İlah değildir. Ne var ki İlah olmayan bu
firavunlar, İlah'hkla ilgili meselelerde hüküm
vazederek ilahlaşmaya çalışmaktalar ve tahakküm ettikleri insanlara ilahlık
taslamaktadırlar.
İşte ilahlaşmaya
çalışmak veya insanlara İlahlık taslamak budur. Bu anlaşıldığı zaman, "La
ilahe (Alİah 'tan başka İlah yoktur)" hükmünün
vazedilme nedeni ve hikmeti daha iyi anlaşılacaktır.
Bizleri bu hükme davet
eden Rabbimiz, bizlere bu hükmün gerektirdiği tavrı emretmektedir. Bu hükmün gereği
ise ilahlaşmaya çalışan, insanlara ilahlık taslayan firavunların red ve inkar edilmesidir. Kelime-i şahadette yer alan
"La ilahe" buyruğu bunu gerektirmektedir.
Herhangi bir ihsanın
İslam dinine girebilmesi için; kendisine ilahlık taslayan bütün firavunları,
ilahlaştmlmaya çalışan bütün putları.. "La ilahe" buyruğu
ile inkar etmesi, bu inkardan sonra "İlla Allah" diyerek alemlerin
yegane yaratıcısı olan Allah (c.c.)'a yönelmesi ve 'Muhammedun
Resulullah' buyruğu ile Hz.
Muhammed Mustafa (s.a.v.)'i Resulullah olarak, bir
önder ve bir örnek olarak kabul ettiğini ikrar etmesi gerekmektedir.
Kelime-i şahadetin
manasını bilmeden, bunun gerektirdiği tavm idrak
etmeden, bu kelimeyi telaffuz eden herkesi müslüman
kabul edebilmemiz mümkün değildir. Çünkü günümüzde yaşayan birçok firavun bile
kelime-i şahadeti telaffuz etmekte ve müslüman
olduklarını ileri sürmektedirler.
Kelime-i şahadeti
telaffuz etmelerine rağmen firavun-laşan ve
firavunlara kulluk yapan kimseler müslüman değildirler.
Bu kimseler namaz da küsalar, oruç da tutsalar, hacca
da gitseler ne yazık ki müşriktirler. Çünkü kelime-i şahadet sihirli bir söz
veya büyülü bir kelime değildir ki, bu sözü söyleyen kimseyi kendiliğinden mü'min yapabilsin!. Oysa büyüden ve sihirden münezzeh olan
kelime-i şahadetin; insanların inançlarına, yaşantılarına, fiillerine müdahale
eden yüce bir anlamı vardır. Netice olarak kelime-i şahadeti bu yüce anlamıyla
kabul ve tasdik eden bir insan, kurtuluş yolcusu bir müslüman
olabilmektedir.
Tevhidi davet, bu
istikamette ve bu anlamda yapılan bir davettir. Davetin Özü, birliğe ve
bütünlüğe dayanmaktadır. Allah'tan başka mercilere yapılan davet, kime yapılırsa
yapılsın tevhidi bir davet değildir. İnsanlann kulluk
bazında davet edildikleri merci ister bir politikacı, ister salih veya sapık bir şeyh olsun, böyle bir davet İslami değildir.
Çünkü İslam'a göre Resulullah (s.a.v.) dahi, insanlar, kendisine davet
etmekten nehyedilmiş ve böylesi davetlerin şirk
olduğu beyan edilmiştir.
Sen Rabbine çağır ve
sakın müşriklerden olma.[21]
Tevhid meselesi,
temelde özgün bir
inanca, sağlam bir akideye öncelik vermesine rağmen, sadece akidevi
bir mesele değildir. Tevhid gerçeği tertemiz ve
aydınlık bir inanç olmakla beraber, aynı zamanda yaşantıya yön veren ve
yaşanan bir gerçektir.
Muvahhid bir müslüman, tevhidi bir
akideye sahip olduğu gibi, bu tevhid akidesini pratik
yaşantısına yansıtan bir müslümandır. Teoride tevhidi
düşünmesine rağmen, pratikte bu tevhidi veya bu birliği yaşamayan kimseler, muvahhid değil, fasık veya
münafık olan kimselerdir.
Oysa iç ve dış
bütünlüğü, tevhidin vazgeçilmez şartla-nndan biridir.
Herhangi bir insanın iç dünyasındaki inancıyla, dış dünyasındaki pratikleri
birbiriyle çelişiyorsa, henüz kendi nefsinde bile tevhidi gerçekleştiremeyen
bu insana nasıl muvahhid diyebiliriz? Muvahhid bir müslüman, tevhid gerçeğini öncelikle kendi nefsinde gerçekleştiren
bir müslümandır.
İnsanları birlik ve
bütünlüğe davet eden tevhid gerçeğinin prensipleri, muvahhid müsiümanlar için
vazgeçilmez prensiplerdir. Öncelikle itikadi düzlemde
başlayan bu prensiplere, yine genel olarak ve kısaca açıklık getirmeye
çalışacağız.,
İtikadda tevhid, tevhid
akidesinin öncelikli ve kaçınılmaz şartıdır. Herhangi bir kimsede tevhidi bir
akide yoksa, bu kimsenin bütün davranıştan veya bütün konuşmaları tevhidi
gibi gözükse dahi bu insan muvahhid bir müslüman değildir.
İtikadda tevhid demek, itikadı
meydana getiren bütün inançlarda hak ve gerçeğe eş koşmamak demektir.
Çünkü tevhid birliktir, bütünlüktür.
Yaratılmış çokluklann fevkindeki Biri idrak etmek,
bu Bir'e İnanmak ve
zerre kadar eş koşmamaktır.
Muvahhid bir müslümanın itikadi meseleleri veya inandığı hususlar birden çok
olmasına rağmen, bütün bu inançlar tek bir öze, tek bir gerçeğe dayanmaktadır.
Bu gerçek daha önce de belirttiğimiz gibi sadece Allah'a yönelmek, Allah'a
zatında, sıfatlannda ve fiillerinde ortak tanımamaktır.
Birçoklanmızın bildiği gibi Şanı yüce Rabbimizin güzel sıfatlarını
içeren isimlerine, esma'ül hüsna
denilmektedir. Belli bir adetle sınırlandıramayacağımız fakat halk arasında
genellikle doksandokuz olarak bilinen bu isimlerden bazılan şunlardır.,
El Musavvir:
Her şeyi tasvir eden, bir şekil ve hususiyet veren.
El Alim: Herşeyi hakkıyle bilen.
Es Semi: Herşeyi hakkıyle işiten.
El Basir:
Gizli açık herşeyi hakkıyle
gören.
El Ganiyy:
Çok zengin ve her şeyden müstağni olan
El Hayy:
Gerçekten diri olan
Malikü'l mülk: Mülkün gerçek ve ebedi sahibi olan...
Bu isimlerin içerdiği
mananın bizlere yabancı olmaması; bu isimlerin, bizlerin yaratılışında kısmi
olarak teceili etmesindendir. Mesela tasvir etme,
bilme, görme, işitme gibi sıfatlar, Rabbimiz tarafından kısmi olarak bizlere de
verilen sıfatlardır. Ancak tekrar ederek belirttiğim gibi, bu sıfatlar bizlere
kısmi olarak verilmiştir. Bizlerde mutlak ve müstağni olan hiçbir sıfat yoktur.
Zaten insanların
azması,
insanların tağutlaşmasi, kendilerinde bulunan kısmi veya kısıtlı
sıfatlan mutlak ve her şeyden müstağni zannederek, bu beşeri sıfatlara
İlahilik nisbet etmelerinden kaynaklanmaktadır.
Mesela biz yaratılmışlar, birbirimize karşı müstağni olabiliriz. Fakat bu
müstağnilik, her şeyden müstağni olmak anlamına gelen mutlak bir müstağnilik
değildir. Bu konuda sının aşan kimseler, kendilerini Allah'tan ve Allah'ın
hükümlerinden bile müstağni görerek tağutlaş-maktadıriar. Bizatihi fani olan üç-beş parça mala sahip olduktan
sonra kendilerini malikü'l mülk zanneden holding veya
tröst sahipleri de, tağutlaşan aynı sapıklardandır.
Bu şekilde tağutlaşanlar ile, bu tağutlan
meşru ve makbul kabul edenler arasında pek bir fark yoktur. Çünkü cehenneme
hem tağutlar ve hem de tağuta
inanan, tağutlan meşru kabul eden, tağutlan destekleyen kimseler girecektir.
İşte insanları cennet
yoluna ileten itikadda tevhid
demek; Rabbimizin mutlak olan afatlarını hiçbir yaratığa, hiçbir merciye nisbet etmemek, hak olan
gerçeğe kendi bütünlüğünde iman etmek demektir.
Tevhid gerçeğiyle karşılaşan kardeşlerimiz, bu gerçekle
karşılaştıkları ilk dönemlerde içlerinin ve dışlarının aydınlandığını, dünya ve
dünyaya bakışla ilgili karmakarışık düğümlerin çözüldüğünü yakından
hissetmişlerdir.
Bunlar gerçekten
güzel, çok güzel duygulardır.
İşte bu güzel ve
aydınlık duygulann kalıcı olması, ancak ve ancak tevhid gerçeğinin yaşanmasıyla mümkündür. Çünkü insan
fıtratıyla ilgili bir gerçek vardır ki, bu gerçek yaşanan duygulann
büyümesi, yaşanan inançlann kökleşmesidir. Yaşanmayan
inançlar ise değişmeye ve yok olmaya mahkumdur. Bir insanın yaşadığı
yanlışlar, yaşamadığı doğrulara etki etmekte ve yaşanan yanlış, yaşanmayan
doğruya ağır basmaktadır. Nitekim Resulullah(s.a.v.)'in
İnsan ya inandığı gibi yaşar, ya
da yaşadığı gibi inanmaya başlar buyruğu, aynı gerçeği ifade etmektedir.
İnsan psikolojisini
yakından tahlil eden kimseler, bu gerçeği daha iyi anlayacaklardır. İnsanlar
kendi nefislerin-deki ikilemlerden ve çelişkilerden doğal bir rahatsızlık duymaktadırlar.
Bu rahatsızlıktan ve bu çelişkilerden kurtulma-lan
için ya amellerini inançlarına göre, ya da inançlarım amellere göre değiştireceklerdir.
Amellerin tevhid inancına göre değişmesi ise, hiç şüphesiz ki iç
dünyamızdaki tevhidi duygulann daha bir kökleşmesine, daha
bir gelişmesine neden
olacaktır.
Amellere yansıyan tevhid, insan psikolojisindeki birçok çelişkileri, birçok bunalımlan da ortadan kaldıracaktır. Allah'a eş koşan veya
ortak tanıyan müşrikler, hal ve davranışlarında birden, fazla merciyi gözetmek, birden fazla merciyi
hoşnut etmek durumundadırlar. Ki çoğu kez, putlaşhnlmış
bir merciyi memnun ederlerken, diğer mercinin gazabıyla karşılaşabilmektedirler. Her ikisini,
her üçünü veya her dördünü razı ve hoşnut etmek ise; ayn
ayrı kimlikler, ayn ayn
yönelişler gerektirdiğinden, bu kimseleri kimlik çelişkilerine ve psikolojik
bunalımlara sürüklemektedir.
Amel ve eylemlerini
tevhide ayarlayan muvahhid müslümanlann,
böylesi problemleri yoktur. Muvahhid müslümanin kimliği, bir olan tevhid
gerçeğine göre şekillenen kimliktir. Her şeyin fevkinde korkacağı, her şeyin
fevkinde sakınacağı, her şeyin fevkinde razı ve hoşnut edeceği merci de,
sadece bir mercidir. Müslüman bir insan İlahi buyruk gereği anne babasına
itaatle yükümlü tutulmasına rağmen, şayet anne baba evlatlannı
şirke davet ederlerse, bu davet ve davetin gereği hususlarında itaat
yükümlülüğü ortadan kalkmaktadır. Böylesi durumlarda dahi, müslüman
bir muvahhid herhangi bir çelişkiye düşmez.
Allah'ın gazabına
rağmen anne babasının hoşnutluğunu,
Allah'ın gazabına
rağmen eşinin hoşnutluğunu, Allah'ın gazabına rağmen evladının hoşnutluğunu,
Allah'ın gazabına rağmen herhangi bir liderin, bir din adamının, bir
politikacının hoşnutluğunu gözetmek, gözetebilmek, muvahhid
bir müslüman için mümkün değildir.
İnancına göre yaşayan,
inancına göre amel eden muvahhid bir müslüman, tevhidi çizgiden sapması için kendisine
yöneltilen tehdit ve mükafatlara hiç iltifat etmez.
Çünkü muvahhid bir müslüman için en
büyük tehdit cehennem,
en büyük mükafat ise
cennettir..
Müslümanlar için İslam
dini, hem bir hayat şekli ve hem de uğrunda mücadele verilecek kutlu bir
davadır. "Her davanın bir hedefi, bir amacı bulunduğuna göre, İsla-mi davanın hedefi veya amacı nedir?" sorusu, düşünmemiz
gereken bir sorudur.
Hakim otoriteler
tarafından dini baskılanri yoğunlaştığı yakın
tarihte, İsiam genel olarak ferdi düzlemde ele
alınmış, meselenin toplumsal yönü haklı veya haksız nedenlerle gözardı edilmiştir. İslam'ın sosyal ve siyasi şuurunun
açıklık kazanmaya başladığı günümüzde ise geçmişe tepkisel bir yaklaşım ortaya
çıkmış, İslam davası sadece siyasi ve toplumsal bir dava olarak algılanmaya
başlamıştır.
Yeryüzünde fitne
kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar savaşın buyruğunu şiar
edinen bazı müslümanlar, kendi nefislerindeki fitneyi
unutarak, toplumsal düzlemdeki fitneleri kaldırmak için yönelişlerde bulunmuşlardır.
Bu yönelişîerdeki yol ve metod
farklılıkları ise, müs-lümanlan
vahdetten uzaklaştıran ve değişik fırkalara ayıran
önemli bir neden olmuştur.
Yol ve metodda tevhid demek, Allah'ın
emrettiği hedefe, Allah'ın gösterdiği yoldan gitmek demektir. Yol ve metod konusunda muhayyer bırakılmış olsaydık, mücadelenin
teorisiyle ilgili olarak akli çözümlemeler üretmemiz makul olabilirdi. Oysa
tevhidi mücadelenin temel prensipleri bulunmakta ve bu prensiplerden
kesinlikle ve kesinlikle taviz verilmemesi emredilmektedir. İlahi vahyi dikkate
almayan akıla dayanan, tağutu gözardı
eden, tağutla uzlaşan veya tağuti
düzlemleri meşru kabul eden hareketler, hiç şüphesiz ki İslami
hareketler değildir.
Yol ve metod olarak batıla yönelen bu kimselerin, kendilerine
yöneltilen haklı eleştirilerden kurtulabilmeleri için "Bizler toplumu
kurtarmak için kendimizi feda ediyoruz" demeleri ise, adeta moda
olmuştur. Birçok kimseye cazip veya kahramanca gelen bu yaklaşım, İslam'a göre
batıl bir yaklaşımdır. Çünkü İslam'a göre bir insanın kurtarmakla, yükümlü ve
sorumlu olduğu ilk şey kendisidir. Kendisini kurtarmayan, kurtaramayan bir
insanın, başkalarını veya toplumu kurtarmaya kalkışması sadece mizah konusu
olabilir.
Mekke döneminin yoğun
baskılarından kurtulmak için Habeşistan'a hicret eden müslümanlar,
öncelikle kendi kulluklannı muhafaza edebilmek için
bu hicrete yönelmişlerdir. Bu müslümanlar hicret
ederlerken, Mekke'de insanları kurtarmaya yönelik İslami
bir hareket vardı. Habeşistan'a hicret eden müslümanlar,
bazı tavizlerde bulunarak Mekke'de kalabilirler ve toplumun kurtulması için
verilen mücadelede, kendi kulluklarından fedakarlık yaparak yer alabilirlerdi.
Fakat İslami hareket böylesi kimlikleri kabul
etmediği gibi, o insanların toplum için kendilerini feda etmesini de kabul
etmemektedir.
Günümüzde batıl yol ve
yöntemlere başvuran kimseler, bu günkü anlayışlanyla
Mekke'de yaşıyor olsalardı, kesinlikle Habeşistan'a hicret etmezlerdi.
Kendilerini gizleyerek, kulluklarından fedakarlık yaparak ve gerekirse dar'ül Nedve'nin en üst koltuğuna
talip olarak, İslam adına insanları kurtarabileceklerini zannederler ve
kendilerini hak adına uyaran müslümanlara da, bizlere
dedikleri gibi "Toplumu kurtarmak için kendimizi feda ediyoruz"
diyebilirlerdi!. Oysa cehennemden korkan müminler olarak, değil bir toplumun
kurtulması, bütün bir dünyanın kurtulacağını bilsek, kendimizi ateşe atmaktan
Rabbimize ağınırız. Bu yaklaşım bazılarına göre bencillik gibi gözükse de,
aslında korkaklıkla ilgilidir. Bu ciddi meselede Allah'a hamdolsun
ki cesur değiliz. Binlerce insanın ebedi cehennemden kurtulabilmesi için, bir
gün bile cehennemde kalmayı göze alabilecek yiğitlik yoktur bizde!. Çünkü
yüreğimizde cahillere Özgü böyle bir cesaret değil, mü'minlere
özgü cehennem korkusu bulunmaktadır. Kaldı ki insanların ateşten kurturabilmesi, kendimizi ateşe atmamız gibi saçma bir
vesileye de bağlı değildir. Hangi peygamber toplumu kurtarmak için kendisini
feda etmiş, toplumun cennete gitmesi için cehenneme razı olmuştur!.
Oysa İslam'ın
emrettiği yol ve yöntem, hem kendi nefislerimizi ve hem de çevremizdeki insanlan kurtarmayı amaçlayan tevhidi bir yol, tevhidi bir yöntemdir.
Yol ve metodda tevhid,
ancak ve ancak Kur'an'ı Kerim çerçevesinde ve O'nun
hükümlerine göre gerçekleşebilecek bir tevhiddir.
Falanca din adamının
yolu, filanca politikacının metodu, insanlan onların
nzasına ve hoşnutluğuna götürürken.,
Allah'ın emrettiği yol
ve metod, bizleri hiç şüphesiz ki Allah'ın
hoşnutluğuna götürecektir.
Bu yolun en özlü
ifadesi olan sırat-ı müstakim ise, asıl itibariyle sadece ve sadece tek bir
yoldur. "Her yol
Ankara" veya daha
doğru bir deyişle "Her yol cehennem" ifadesi, Ankara'ya veya
Ankara'dakine talip olanlar için doğru bir ifade olsa da,
"Her yol
cennet" ifadesi,
cennete talip müslümanlar için kesinlikle doğru değildir. Çünkü bizleri
cennete götürebilecek yegane yol, Sırat-ı müstakimdir.
Dinler arası sentez
tartışmalarının yapıldığı, birçok safsatalann ileri
sürüldüğü yaşadığımız çağda, muvahhid bir müslüman, Allah'ın razı olacağı yegane dinin İslam olduğunu
bilen ve bu bilinçle sadece İslam'a yönelen müslümandır.
Çünkü Kur'an'ı Kerim müslümanlara bu
bilinci vermekte ve bu tevhidi tavıra davet
etmektedir.,
Bir muvahhid (hanif) olarak yüzünü
dine doğru yönelt ve sakin müşriklerden olma[22]
Dine karşı bu tevhidi
yöneliş, dini birleyen, dini bir bütün olarak kabul eden yöneliştir. Nitekim Kur'an'ı Kerim'in birçok yerinde beyan edilen, dini Allah'a
halis kılma vakıası da, aynı tevhidi bakıştan kaynaklanan bir vakıadır.
De ki: Ben dinimi
yalnızca O'na hah hlarak Allah'a ibadet ederim.[23]
Dini yalnızca Allah'a
halis kılmak, Allah'ın razı olacağı dinde eş ve ortak tanımamak olup, tevhid dininin açık bir gereğidir. Bunun nasıl
gerçekleştirileceği veya müşriklerde dahi nasıl gerçekleştiği ise Kur'an'ı Kerim'deki şu örnekle açıklık kazanmaktadır.,
Onları kara gölgeler
gibi dalgalar sanverdiği zaman, dini yalnızca O'na
halis kılanlar olarak Allah'a yalvarıp, yakarırlar..[24]
Yüce Kitab'ımızın muhteiif yerlerinde
zikredilen bu örneklerde, insan psikolojisinin özüne ait önemli ipuçları
verilmektedir. Bu örneklerde zikredilen ve dini Allah'a halis kılan insanlar,
genellikle müşriklerdir. Denizde fırtınaya yakalanan bu insanlar, müşrik olmalarına
rağmen kendi fıtratlarında bulunan gerçeğe dönmekteler ve dini yalnızca Allah'a
haîis kılarak, Allah'a dua etmektedirler.
İnsan fıtratiyla ilgili bu gerçeğin anlaşılabilmesi için, mutlaka
denizde bir fırtınaya yakalan iknası gerekmez. İnsanlardan veya teknolojik
imkanlardan umud kesilen bütün durumlarda, insaniarın genelinde bu yöneliş vardır. Diğer zamanlarda
Allah'a eş koşan veya Allah'tan bihaber olan bu insanlar, böylesi durumlarda
yüzlerini ve gönüllerini sadece Allah'a yöneltirler. Para için hazine
bakanlığına, şifa için sağlık bakanlığına dua ederek "Sayın bakanım, bana
şifa ver!" demezler. Yalnızca Allah'a yönelerek "Allah'ım yardım et,
Allah'ım şifa ver.." dualan gerçekten Allah'a
yönelerek, dini Allah'a halis kılarak yaptıklan
dualardır.
İşte müşriklerin ve
kafirlerin sadece böyiesi durumlarda
gerçekleştirdikleri bu yöneliş,
muvahhid müslümanlann bütün bir hayatlannda yaşadıkları yöneliştir. Muvahhid
müslümanlar sadece fırtınaya yakalandıklarında veya
sadece önemli tehlikelerde değil, her yerde ve her zaman Allah'a muhtaç
olduklarını
bilirler. Kendilerini
yaratan ve yaşatan Rabîerine bu bilinçle, bu
teslimiyetle yönelirler.
Çünkü dini Allah'a
halis kılmak,
tevhid dinini bir ve bütün kabul etmek, muvahhid
müslümanlar için sürekli ve fasılasız bir
gerçektir.
Efendimiz (s.a.v.)
Mekke insanlarına İslam'ı tebliğ ederken, bütün bu insanları kelime-i tevhide
davet etmiştir. "La ilahe illa Allah" ifadesi, Mekke'li
bütün yetişkinler tarafından anlaşılabilen bir ifadeydi. Bu insanlar İlahi
daveti kabul etmeseler bile, neye davet edildiklerini ve bu davetin neleri
gerektirdiğini biliyorlardı.
"La ilahe"
buyruğu, Allah'tan başka ilah olmadığını beyan etmekte ve dolayısıyle
Mekke'li insanlan bütün sahte
ilahları inkara davet etmekteydi. Zaten kelime-i tevhidin ne anlama geldiğini
bildikleri için, Resulullah (s.a.v.) "La ilahe
illa Allah" dediği zaman, müşriklerin yüzleri değişiyor, hırstan ve
kızgınlıktan ne yapacaklannı şaşınyoriardı.
Mekke'li yetişkinlere "La ilahe" buyruğu ile neleri
reddetmeleri gerektiğini uzun uzun açıklamıyan Resulullah (s.a.v.),
henüz küçük bir çocuk olan Hz. Ali'ye kelime-i tevhidi
tebliğ ederken, onun yaşını ve anlayışını dikkate alarak tebliğine açıklık
getirmiş ve ona "La ilahe buyruğunun gereği olarak Lat,
Menat, Uzza gibi putları
inkar etmen lazım" demiştir. ]
Efendimiz (s.a.v.)'in
bu sünnetini dikkate alarak meseleyi günümüze getirecek ve halk düzleminde
değerlendirecek olursak, Türkiye coğrafyasında kelime-i tevhidin ne anlama
geldiğini ve neleri gerektirdiğini bilebilecek yetişkinler yok denecek kadar
azdır. Yaşadığımız coğrafyadaki insanlara, hem kelime-i tevhidin manasını ve
hem de bu mananın gereğini tebliğ etmemiz gerekmektedir. Çünkü tevhidi tebliği
götürmemiz gereken insanların, yaşadığımız coğrafyada neleri tasdik edip,
neleri reddedeceklerini anla-malan gerekir.
"La
ilahe(Allah'tan başka ilah yoktur)" diyerek doğrulan bir insan,
yaşadığımız çağda hangi puttan, hangi sahte ilahları reddedecektir?
Efendimiz (s.a.v.)'in
zamanındaki putlar, genellikle belli bir yerde toplanan ve belli sayılarda olan
putlardı. Zamanımızda ise legal ve ilegal düzlemlerde
sayısız putlar bulunmaktadır. İlegal düzlemdeki
putlar, genellikle kanun korumasında olmadıkları için, birçok insana göre bu putlann teşhir edilmesi daha kolay olmaktadır. Legal
düzlemdeki putlar ise şeytani kanunlann koruması
altına alınmış olup, yine şeytani propagandalarla kutsanmaktadır.
Legal düzlemde olmakla
resmilik kazanan bu putlar, legalleşen mantıkların meşru gördükleri putlardır.
Çünkü çağımızdaki toplumlarda legallik veya resmilik bir put haline
getirilmiştir. Sivil toplum ifadesi, sık sık
kullanılan bir ifade olmasına rağmen, bazı ülkelerde gerçekleşen kısmi siviliik, sadece sosyal konum düzlemindedir.
Özellikle mantık ve
düşünce düzleminde sivilleşme vakıası yok denecek kadar azdır. Dünya
emperyalizminin tahakkümündeki basın yayın faaliyetleriyle, insanlann
mantık ve düşünceleri resmileştirilmiştir!.
Bu ülkelerde devlet
veya devletle ilgili şahıslar ve kuruluşlar, başlı başına birer tabu haline
getirilmiştir. Nitekim resmi propagandanın ulaştığı köylerdeki herhangi bir vatandaş,
birçok konuda resmi makamlar istikametinde düşünebilmektedir.
Netice olarak legal ve
ilegal şirk odaklarının cazip hale getirildiği
günümüz dünyasında, bu şirk odaklarının hepsi birer tağut
durumundadır.
Muvahhid müslümanlar "la
ilahe" buyruğunun gereği olarak insanları tağutu
inkara davet ederlerken, tağut ifadesiyle bu şirk ve
küfür odaklarının hepsini kastetmektedir-, ler.
Günümüz insanı
tarafından bilinmesi gereken 'Tağut' kelimesi, haddi
ve sının aşmak, karşı çıkışta fazla ileri gitmek anlamına gelen
"Tuğyan" mastarından türemiş bir kelimedir. "Pratik yaşantıda tağut nedir?" sorusuna "Puttur, şeytandır,
şeytanların üzerine indiği kahinlerdir, Allah'tan başka ibadet edilen her
şeydir" gibi, birbirini tamamlayan cevaplar verilmektedir. Tağut en kısa ifadesiyle şirk, küfür, isyan ve azgınlık
vasıflarını üzerinde taşıyarak insanları kendisine davet eden her şeydir.
Şeytan bir tağuttur,
meydanlara,dikilen ve
kendisine saygı gösterilmesi istenen putlar ve putperest davetçiler bir tağuttur,
İnsanlan, Allah'ın hükümlerini inkara dayanan kanunlara
çağıran kişi ve kuruluşlar bir tağuttur,
İnsanlan Allah'a isyana ve kendilerine kulluğa davet eden
bütün kişiler, bütün kuruluşlar, bütün devletler birer tağuttur.
İşte tevhid gerçeği, hakkı kabulle birlikte legal veya ilegal olan bütün bu tağutlan
inkar etmekte ve insanlan bu inkara davet etmektedir.
Çünkü yirminci
yüzyıldaki dünya insanlannı ezen, insanlan
ve insanlığı sömüren zulüm odaklan, kısaca tağut
dediğimiz bu şer odaklarıdır.
Böyle bir çağda müslüman olmak, hakkı kabul ve tağutu
inkar etmekle mümkündür.
Tevhid ve şirk meselesini kısaca değerlendirdiğimiz bu
çalışmanın son sözü, hiç şüphesiz ki bu iki ayn
yönelişin, iki ayn sonucunu beyan eden, kimilerine
basit, kimilerine anlamlı, kimilerine ise dehşetli ve muazzam gelen iki kelime
olacaktır.,
Cennet ve cehennem!.
[1] Ankebut 61
[2] Ankebut 63
[3] 30-Rum 30
[4] 4-Nisa 116
[5] 5-Maide 72
[6] 39-Zümer 65
[7] 6-En'am 88
[8] Ahkaf 29...31
[9] 6-En'am 100
[10] 34-Sebe41
[11] 34-Sebe 14
[12] 72-Cin 6
[13] 113-Nas 1.2
[14] 28-Kasas 63
[15] Nahl 20.21
[16] 16-Nahl 53...55
[17] 22-Hac 47
[18] 10-Yunus 45
[19] 30-Rum 55
[20] 16-Nahl36
[21] 28-Kasas 87
[22] 10-Yunus 105
[23] 39-Zümer 14
[24] 31-Lokman 32