Bismillah
Benden gelmişti bu
ses!.
Uçaktan indikten sonra
beni bekleyen arabamın yanına gitmiş ve "Bismillah" diyerek arabaya
binmiştim. Ne kadar modem, ne kadar ilerici olursam olayım, bazı gelenek ve
göreneklerimize bağlı olmaktan özel bir zevk duyuyordum.
Cuma namazlarına
gitmek veya bir işe besmeleyle başlamak, bana rahmetli babamın öğrettiği
şeylerdi. Nitekim küçük yaşlarda cuma namazlanna gitmeye başlamış ve cuma
namazlarına giderek büyüdüğümü, cuma namazlarına giderek adam olduğumu
hissetmiştim.
Yaklaşık yirmibeş sene
olmuştu!.
Şimdi otuzyedi yaşında
olduğuma göre demek ki yirmibeş, yirmiyedi senedir cuma namazlanna gidiyordum.
Bazı kendini bilmezlerin aksine bu durumumdan tabi ki onur, tabi ki gurur
duyuyordum!.
Dile kolay, yirmiyedi
yıl!.
Bu süre zarfında
zengin, çok zengin birisi olmama rağmen, bu zenginlikle şımarmamış, bu
zenginlikle azma-mıştım. Yine cuma namazlanna gidiyor, sıradan denilebilecek
insanlarla yine cuma namazlarını kılıyordum. Onlar gibi veya onlardan biri
olmadığım halde, sanki onlardan
biriymişim gibi
onların arasına karışıyor ve "Alİah kabul etsin" diyerek elimi
sıkmak isteyenleri hiç terslemeden, elimi sıkmalarına izin veriyordum.
Gösterdiğim bu tevazu, hiç kuşkusuz ki Allah'ın hoşuna giden bir tevazuydu.
Açık söylemek gerekirse Allah'ı seviyor ve Allah tarafından sevildiğimi
biliyordum.
Efendim, nereye
gidiyoruz?
Menderes hava
limanından çevre yoluna çıkıyorduk. Aklıma önce Hülya, sonra çocuklarım, sonra
işim ve daha sonra karım Şirin geldi. Biraz düşündükten sonra cevap verdim.,
Gaziemir'e
Yaptığım bu tercih
hoşuma gitmişti. Bir iş adamı olarak, her zamanki gibi önce işime önem
vermiştim. Zaten işimi mühimsiyerek, işimi ciddiye alarak İzmir'in önde gelen
bir tekstilcisi durumuna geldiğimi biliyordum.
Gaziemir'deki yeni
fabrikamızı görmek istiyordum. Yurtdışındayken bana verilen talimata göre
üç-dört gün önce faaliyete başlaması gerekiyordu. İnşaallah hayırlı olacaktı.
Fabrikaya gelmiştik.
Arabadan indikten
sonra durdum. Etrafıma bakındım. Bahçe düzenlemesi dahil herşey bitmiş
gibiydi. Ne yalan söyleyeyim, fabrikaya baktıkça göğsümün gerilerek
genişlediğini, büyük bir gururla dolduğunu hissettim. Zeminle birlikte beş
katlı bir binaydı bu. Her kat ikibinbeşyüz metrekare olduğuna göre toplam
onikibinbeşyüz metrekareydi.
İşte bu bina, benim
binamdı!.
Gariptir belki ama
sanki benim bir uzvum, sanki benim bir parçam gibiydi bu bina!.
Bu koskoca binayı
kendime nisbet ederek, kendimle bütünleştirerek bu bina ile daha bir büyümüş,
daha bir genişlemiş, daha bir heybetli olmuştum sanki!.
Benim geldiğimi gören
yetkili personel dışarı fırlamış ve üniversite mezunu pazarcı esnafı gibi
çığırmaya başlamıştı.,
Hoşgeldiniz efendim.
Hoşgeldiniz Selçuk
Bey.
Hoşgeldiniz..
Bir zamanlar ben de
bunlar gibiydim!. Patronun karşısında böyle tazimlerde bulunuyor, içimden ise
kalayı basıyordum. Acaba bunlar da benim gibi içlerinden kalayı basıyorlar
mıydı? Bu merakla hepsinin gözlerine baktım. Belli etmiyordu namussuzlar!.
Gerçi ben de belli etmezdim ya!.
Başımı hafifçe
sallayarak "Hoşbulduk" dedim.
En kıdemli adamım olan
Nejat bey, antika ibriğim ile kapıda gözüktü. "Aferin" dedim içimden,
aferin Nejat beye!. İbriğin içinde mutfakta veya çayocağında ılıttığı su
olmalıydı, Bir an cünup olup-olmadığımı düşündüm. Cünup değildim. İyi ama bunu
niye düşünmüştüm ki!. Ben zaten cünup gezmezdim. Belki de şeytani bir
vesveseydi bu!.
Mescid arka tarafta
efendim.
Hepbirlikte arka tarafa
yürüdük. Fabrikanın arka tarafına güzel, şirin bir mescid yapılmıştı.
Etrafımdakilerin yardımıyla ceketimi ve çoraplarımı çıkararak kollarımı sıvadım.
Mescidde iki rekat şükür namazı kılmak için abdest alacaktım.
Tarihten aldığım bir
ders idi bu!.
Fatih Sultan Mehmed
han İstanbul'u fethettiği zaman önce iki rekat namaz kılmış sonra tahta
oturmuştu. Ne güzel bir davranış, ne büyük bir tevazuydu bu!. Tarihten birçok
şeyi unutmama rağmen bunu unutmamış ve bu soylu davranışı kendime Örnek
almıştım. Nitekim bundan iki yi! önce yaptırdığım büyük atelyeye de mescidde
iki rekat şükür namazı kıldıktan sonra girmiştim!.
Havlunuz efendim.
Elimi yüzümü
kuruladıktan sonra mescide girdim. Ben abdest alırken birisi mescide girmiş ve
içeriye güzel kokulu bir deodorant sıkmış olacak ki, içerisi mis gibi kokuyordu.
İki rekat namaz kılarak öylece oturdum. Kısa bir süre Allah'ı düşündüm.
Hoşnutlukla gülümsedim. Çünkü alemlerin Rabbi olan Allah'ın, benim gibi
çalışkan ve becerikli kulu ile iftihar'ettiğini hissetmiştim. Allah'ın
varlığına nasıl inanıyorsam, Allah'ın beni sevdiğine de öyle inanıyordum.
Mescidden çıkarak
fabrikaya yöneldim.
Depo olarak
kullanacağımız bodrum katına inmeyi düşünmeyerek diğer dört katı dolaştım.
Zavallı işçiler beni görünce ne yapacaklannı şaşırmışlardı sanki!. Fabrikada
yaklaşık üçyüzelli-dörtyüz işçi olmalıydı.
Burada kaç arkadaş
var?
Dörtyüzotuz efendim.
Dörtyüzotuziki Selçuk
bey.
Dörtyüzotuziki diyen
personel müdürüydü. Tabi ki onun söylediği rakam kesindi. Üst kata çıktık. En
üst kattaki özel odamın kapısında güzel bir kız bekliyordu. Bu yeni sekreter
yirmi yaşlannda olmalıydı. Odamın kapısını biraz daha açıp kenara çekildi ve
inceltmeye çalıştığı tiz bir ses tonuyla "Hoşgeldiniz beyefendi"
dedi. Hoşlanmazdım böyle yapmacık şeylerden. "Kendi sesinle konuş"
diyerek içeriye geçtim.
Fabrikada fazla
kalmayacaktım. Kendi masama geçmeye gerek duymadan misafir koltuklanndan
birisine oturdum. Sigaradan olsa gerek ağzımda hafif bir acılık vardı. Cips ve
neskafe göndermelerini söyleyerek yetkili personelin yerlerine dönmelerini
istedim.
Sekreter kız sıkıigan
bir tavırla yanıma yaklaştı.,
Beyefendi. Doktorunuz
Zekaİ Bey iki gündür sizi anyor, görüşmek istediğini belirtiyor.
Bir an düşündüm!.
Anlayamadım benimle ne
için görüşmek İstediğini!. Yurtdışına çıkmazdan önce Şirinle birlikte kendisine
gitmiştik. Karımın rahatsızlığı kadın hastalığı idi. Bu arada ben de basımdaki
ağrıdan şikayet etmiş ve Şirinle birlikte benim de bazı tomografilerim
çekilmişti. Acaba Şirinin durumu kötü müydü? Yoksa, yoksa çocuklar mı
hastalanmıştı!.
Evi ara.
Durdum!. Evi niye
aratıyordum ki!. Doktorla görüşmem daha iyiydi.,
Yok, yok!. Doktoru
ara.
Doktorla konuşmamız
kısa sürdü. Meselenin benimle ilgili olduğunu ve karşılıklı görüşmek istediğini
belirtti. Eve giderken uğrayacağımı söyleyerek telefonu kapattım.
Ne olabilirdi ki!.
Fazla düşünmek daha
doğrusu evhamlanmak istemedim. Getirdikleri cipsten birkaç parça yiyerek
fabrikadan aynldım.
Zuayenehaneye
girdiğimde saat altı civarındaydı.
Beni kapıda bizzat
doktor karşılamış ve odasına buyur etmişti. Esas itibariyle doktorları
sevmezdim. Beyaz Önlüklü görüntüleri ile bana hastalan ve hastalığı hatırlatırlardı.
Bununla beraber doktorla karşılaşmak istemeyenlerin, imamla karşılaşacaklarını
da biliyordum. Dolayısıyla siyah cüppeli imam ile beyaz önlüklü doktoru yan
yana koyduğumda, doktor gözüme çok şirin gözüküyor ve tercihimi hemen
doktordan yana yapıyordum.
Selçuk bey!. Ne
alırdınız?
Fabrikada neskafe
söylemiş fakat içmeden ayrılmıştım.,
Neskafe
Bir duble viski de
olabilirdi.
Pencereden dışarıya
baktım. Ortalık daha aydınlıktı. Ve ben gündüz içki içmesini, gündüz içki
içenleri hiç sevmezdim.,
Neskafe olsun
Telefonun ikaz
düğmesine basarak sekreterine İki neskafe söyledi.
Her ikimiz de
susmuştuk.
Tabi ki konuşması
gereken doktordu. 0 da bunu anlamış olacak ki konuşmaya başladı.,
Beyefendi!, Sizinle
böyle bir konuşma yapmak zorunda olduğum için üzgünüm.
Doktorun bu ifadeden
sonra susması, beni hem meraklandırmış, hem de canımı sıkmıştı.,
Devam edin..
Beyin tomografilerinizi
tekrar tekrar inceledik. Fı-rontal bölgede dört çarpı dört ebadında çevreye
invazyon yapmış malin beyin tümörü.
Başınızdaki ağrının sebebi maalesef tümör.
Doktorun
söylediklerinden sadece bir kelimeyi,
tek bir kelimeyi
anlamış ve doktorun ağzından çıkan bu tümör kelimesi, namludan çıkan kurşun
gibi idrakime saplanmıştı.
Tümör!.
"Aman
Allah'ım!." fısıltısı çıktı ağzımdan!.
Kulaklarım uğuldamaya,
bakışlarım titremeye başlamıştı. Ses ve görüntüler iç içe geçmiş, birbirine
karışmıştı sanki. Konuşmaya devam eden doktorun söylediği cümleleri anlamıyor
fakat bu cümleler içindeki bazı kelimeleri bir bir ayıklıyordum.,
Tümör.."
Kötü seyirli.."
Bu tip umutsuz
durumlar..."
Cümleler içinden
ayıkladığım bu kelimeler, birer hançer gibi bana, ben Selçuk beye
saplanıyordu. Hafifçe silkelenerek kendime gelmeye, kendimi toparlamaya
çalıştım.
Ne oluyordu?
Bu küstah doktor bana
ne söylüyordu ki!.
Tıbbi ifadelerle
konuşmasını sürdüren doktoru, ölümüme hükmeden zalim bir yargıç gibi görmeye
başladım.
Herife bak!. Ne kadar
da sakin, ne kadar da fütursuz konuşuyordu!.
Bu sizin teşhisiniz
mi?
Maalesef. Siz
yurtdışındayken üç ayn konsültasyon yaptık. Hücre tipi astrositoma olan bu
tümörün inoperabl yani öpere edilemez olduğu konsültasyon neticesi..
İkimiz de susmuştuk.
Doktorun söyleyecekleri bitmiş olmalıydı. Meseleyi umutsuz gören doktora yine
de sordum.,
Öneriniz?
Doktorun bir süre
susarak düşüneceğini zannettim. Oysa cevabı çoktan hazırlamış olacak ki
gözlerime bakarak "Dolu dolu yaşamanız
dedi. Dolu dolu yaşamak!.
Bu cevabın ne anlama
geldiğini biliyordum, ölmesi kesinleşen kimselere verilen bir cevaptı bu!.
Kendime acıdığımı hissettim. Kurtulmak istedim bu duygulardan. Hem daha
bilmediğim, bilmediğim bir cevap daha vardı..
Ne kadar?
Dolu dolu ne kadar
yaşayabilirdim?
Dilimin ucuna gelen bu
soruyu, ağzımdan çıkaramı-yordum. Doktorun vereceği cevaba hiç, ama hiç hazır
değildim. Fakat yine de sormadan edemedim.,
Ne kadar?
Altı ay, belkide bir
sene..
Altı ay!. Yüzseksen
gün!. Aldığımız bazı malların normal ödeme süresi!.
Zihnimde yüzseksen
sadece yüzseksen gün!, sayıklamasını yaparken, bir günü ve bir günün
kısalığını düşünüyordum.
Kapı açıldı.
Elinde iki neskafe
fincanı ile sekreter içeriye girdi. Hiçbir şey söylemeden ayağa kalktım. Ağır
adımlarla sekreterin açık bıraktığı kapıdan dışarıya çıktım.
Kapının önüne
çıktığımda şoför hemen kapıyı açtı. Arabanın önünde üç-beş saniye durduktan
sonra şoföre "Sen git" diyerek Alsancak sokaklarına doğru yürümeye
başladım. saattir yürüyorum. Ne İçin, nereye gittiğimin farkında değilim!.
Alsancağın ara sokaklarından önce Kordona çıkmış ve oradan da Konağa
yönelmişim!,
Hem yürüyor hem de
kendi kendime hiçbir şeyi düşünmeme, hiçbir şeyi anlamama mücadelesi
veriyorum. Çünkü olanları düşünmek, olanları anlamak istemiyorum.
Gerçi hiç de yabancı
olmadığım,
bir çok filimde,
birçok kez karşılaştığım bir durumdu bu!. Filmin kahramanı doktora gidiyor ve
doktor kısa bir süre sonra öleceğini bildiriyordu!,
Filmin kahramanında
bir üzüntü, bir sarsıntı!. Ne yapacağına karar verememe, falan, filan!.
Filmi seyreden ben ise
bir taraftan çerezimi yiyor, diğer taraftan kahramanın psikolojisini anlamaya
çalışıyordum!.
Tabi ki fazla
zorlanmadan, hiç de fazla zorlanmadan anlayıveriyordum durumu!.
Anlayıveriyordum filmin kahramanının ne hissettiğini!. Sonra, sonra bu
anlayışla çerezimi yemeğe devam ediyor, bu anlayışla kokakolamı yudumluyordum!.
Oturaklı bir küfür
savurdum kendime!.
Ne demek ulan, bu
psikolojiyi anlamak, bu psikolojiyi anlayabilmek ne demek!. Filimlerde
seyrederek, kitab satırlarında okuyarak, bu psikolojiyi anlayabilmek mümkün
mü? Tabi ki değil!.
Başkasına verilen Ölüm
haberiyle, ölümün ve ölecek olmanın ne anlama geldiğini anlayabilmek, başkasının girdiği denizde ıslanmak, ıslanabilmek gibi bir şeymiş meğer!.
Başkasının ölümünü,
başkasının öleceğini
düşünmek, sadece ve sadece Ölüme başkalaşmakmış meğer!.
Düşünüyorum,
düşünüyorum da, sık
sık duyduğum ve benim de sık sık söylediğim bazı ifadeler vardı. "Hiçbir
insan ölümsüz değildir, bütün insanlar elbetteki ölecektir, hiç kuşkusuz ben de
öleceğim..." gibi!.. Ne kadar boş, ne kadar anlamsız kullanılan sözlermiş
bunlar!.
Oysa şimdi, şimdi
anlıyorum bu sözlerin manasını!. Şimdi anlıyorum bu sözlerin ne anlama
geldiğini!. Çünkü ölümün ne olduğunu şimdi anladım!.
Ölümlü bir varlık
olduğumu yeni anladım!.
Ölümün ve ölecek
olmanın ne anlama geldiğini Vallahi yeni anladım.
Doktorun ağzından
çıkan tümör kelimesi, gizli bir neşter gibi özümdeki en özdaman koparıvermiştü.
Bir kelime, sadece bir
kelime bu damarın koparılmasına yetmişti.,
Tümör!.
Oysa daha önceleri bu
kelimeyi çok duymuş, çok işit-mistim. Son işittiğim kelimenin diğerlerinden tek
farkı ise, bu kelimenin benle olan ügisi yani benim tümörüm oluşuydu!. Tümörün
ne olduğunu birçok insandan daha iyi bilen doktorlar bile hiç kuşkusuz ki bir
hasta için bu keiimenin ne anlama geldiğini anlayamazlardı. Nitekim doktor denilen
Zekai, zoraki bir üzüntü ile bana bakmış ve sanki saatin kaç olduğunu
bildiriyormuş gibi gayet rahat konuşmuştu.,
"Başmızdaki
ağrının sebebi maalesef tümör!."
Elinin körü!.
Bunu söylemenin başka
bir yolu, başka bir metodu yok muydu? Kılıcı başta kınında göstermek, sonra
yavaş yavaş çıkarmak daha makul değil miydi? Gecenin karanlığında ateş gibi
parlayan bir kılıçla karşıma çıkmanın, karşıma dikili vermen in alemi neydi?
"Maalesef
tümör!."
Evet, bu söz ile her
şeyimi tutan bir şey kopuvermişti!. Bu söz ile en gizli ve en canlı olan bir
damarım, yaşam dama kopuvermiş ve iç dünyamın tamamı korkunç bir dehşetle
doluvermiştü.
Peki neydi, neydi beni
dehşete düşüren, neydi beni dehşetle dolduran şey!.
Koparılan yaşam
damarımın içinden ne çıkmıştı? Can mı, kan mı, irin mi, su mu, hava mı?
Değildi, hiçbiri değildi!.
Kesilen ve koparılan
yaşam damarımın içinden sadece bir-şey, tek bir şey çıkmıştı.,
Yokluk!.
Varlık damanmın
içinden çıkan bu yokluk, bir anda içimi doldurmuş, bir anda beni dehşete
düşürmüştü!. Kendimi bildim bileli bende bulunan bu yokluk korkusu, içimde
taşıdığım yokluk duygusunun dev bir baraj ile zapdedil-miş şekliymiş meğer!. Ve
bir söz, tek bir söz ile dev baraj yıkılmış ve bu yokluk duygusu, çılgın bir
sel gibi her şeyi kaplayıvermişti!.
Bu yaşıma kadar
"Ölüm, ölüm" derken kastettiğim küçücük bohça, bir kelime darbesiyle
açılmış ve bu küçücük bohçadaki gizli anlam, bütün bir kainatı dolduruvermişti!.
Konak'taki saat
kulesine gelmişim!.
Saat üçbuçuğu
gösteriyordu. Durmuş olmalıydı. Saat durmuştu, durmuştu ama zaman durmuyordu.
Ve her geçen zaman.beni ölüme yaklaştırıyordu. Bunu daha yeni farketmiştim,
Ne tuhaf değil mi?
Şimdiye kadar yüzlerce
ay, binlerce gün yaşayan ben, yaşadığım her anın beni ölüme yaklaştırdığını
daha yeni farketmiştim!.
Oysa, oysa bir denizde
yüzüyor gibiydik!.
Aldığımız her nefesle
bir kulaç atıyor, attığımız her kulaçla kıyıya, yani toprağa, yani kabire daha
bir yaklaşıyorduk!.
Birçok insan kıyıyı
görmeden, kıyıyı görmek istemeden kıyıya tosluyor, kendini bir anda kıyıda,
kendini bir anda kabirde buluyordu!.
Benimse durumum
farklıydı!.
Doktor denilen
gözcümüz, hiç beklemediğim bir anda kuiağima eğilmiş ve hiç beklemediğim bir
haberi çığırmaya başlamıştı.,
Kıyı gözüktü, kıyı
gözüktü!.
Ha dilin tutulaydı!.
Ha kıyıyı görmez ve
göstermez olaydın!. Geceyarısı..
Büyük Efes
otelindeyim. İçki içmek istemiş ve hangi meyhaneye gideceğimi düşünmüştüm.
Hiçbir meyhane, hiçbir restoran ilgimi ve hevesimi çekmemişti. Daha doğrusu
insanlarla beraber olmak, onlarla beraber içmek istemiyordum. Çünkü ben tüm
insanlara, tüm insanlar bana yabancılaşmış gibiydi. Hiçbir şey olmamış, hiçbir
şey olmayacakmış gibi oradan oraya koşuşturan bu insanlar, başka bir gezegenin,
başka canlıları gibi gözüküyorlardı gözüme!.
Yalnız kalmak
istiyordum.
Yalnız kalmalı ve
içeceksem yalnız içmeliydim.
Bu düşüncelerle Efes
oteline gelmiş ve oda servisine gerekli siparişleri vererek yatağa uzanmıştım.
Hülya geldi aklıma. Bir telefon etsem, yirmi dakika içinde yanımda
olurdu.
Yanımda olsun muydu?
Yanımda olacak da ne olacaktı? Onunla ne konuşacak, ona ne anlatacak ve herşeyden
önemlisi o ne anlayacaktı ki!. Onunla yatmak düşüncesi ise mevtayla yatmak
gibi garip bir tiksinti, derin bir soğukluk verdi içime!. Ben de şaşırdım!.
Niye böyle düşünmüş,
niye böyle hissetmiştim ki! Mevtayla yatmak örneği de neyin nesiydü. Ve kimdi,
kimdi örnekteki mevta?
Ne kadar basit, ne
kadar kolay bir soruydu bu!. Bir an durmam ve kendime göz ucuyla bakmam, bu
sorunun cevabını bulmam için yeterli olmuştu. Tabi ki bendim, tabi ki bendim bu
mevta!.
Yaklaşık altı saat
evvel aldığım bir haber ile yaşayan mevta durumuna düşmüştüm. Daha önceleri
benim için koskoca ve rengarenk olan dünya, dört çarpı dört ebadın-daki küçücük
bir tümör ile küçücük bir tabuta dönüşmüştü!.
Ve ben, kendini bir
anda tabutun içinde bulan ben Selçuk bey, bu küçücük tabutun içinde ne
yapacağımı, ne halt yiyeceğimi şaşırmıştım!.
Yemek ve
içeceklerinizi getirdim efendim!.
"Haahh işte!. Ne
halt yiyeceğimiz belli oidu!." dedim içimden. Gelen oda görevüsiydi. Açık
bıraktığım kapıya vurmuş muydu, vurmamış mıydı bilmiyorum. Yataktan hiç
doğrulmadan "Servis arabası orada kalsın" dedim. Servis arabasını
bırakarak öylece durdu. Herhalde bahşiş bekliyordu.
Sehpanın üzerinde
cüzdan var. Bahşişini oradan al Cüzdanı itina ile alıp bana uzattı.
Beyefendi buyrun.
İstifimi bozmadan
"Kendin al" dedim.
Ne kadar alayım?
Ne kadar istersen.
Şaşırmıştı!. Garsonun
bu şaşkınlığı belki de gülünecek bir durumdu. Ne var ki üç-beş kuruş için ne
yapacağını şaşıran bu garsona acıdığımı hissettim. Gözlerimi kapatarak
garsondan ve bu olaydan kopmak istiyordum. Kısa bir süre sonra kapının
kapanmasıyla garsonun gittiğini anladım.
Saat kaç olmuştu?
Bilmiyorum. Saat
komodinin üzerinde, merak eden gitsin baksın!.
Kaç şişe, kaç duble
içtiğimi de bilmiyorum. Bildiğim tek şey, içtikçe daha berbat, daha daha berbat
olduğum. İçtikçe kendimi biraz toparlayacağımı, içtikçe biraz da olsa moral
kazanabileceğimi umuyordum. Olmadı. Acı haber ile yere yığılan vücudum, acı
içki ile sümükleşmeye ve bir kusmuk gibi yerde yayılmaya başlamıştı!.
Neden böyle oldu
bilmiyorum!.
Oysa daha önceleri
böyle olmazdı. Kuzey kutbumda
bir sıkıntı olsa,
içtikçe güney kutbuma yaklaşır, kuzey kutbumdan ve bu kutuptaki
sıkıntılarımdan uzaklaşmaya çalışırdım!, Güney kutbumda bir sıkıntı olsa,
doğru kuzey kutbuma!. Şimdi ise yakıcı güneşe en yakın yer olan ekvatora çakılmış gibiyim!. İçtikçe bütün
kutuplarımı kaybettiğimi, içtikçe her tarafımın ekvatoriaştığmı hissediyorum!.
Boş ve dolu bütün
şişeleri duvara fırlatmak, bütün şişeleri kırmak istedim. Hiç mecalim yoktu!.
İki-üç metre ilerdeki
yatağa baktım. Vücudumu kaldırıp, o yatağa atmalıydım. Tabi ki vücudumla
beraber dört çarpı dört ebadındaki tümörümü de, tümörümü de götürmeliydim
yatağa!. Sahi ya!.
Bazı kimselerin
dediklerine bakılırsa tümörlü uzuvları kesip atıyorlarmış, kurtarıyorlarmış
vücudu tümörlü uzuvdan!.
Hoop. Çüüşş bakalım.
Bizimki beycin!.
Beyinsiz yaşanır mı?
Bütün gücümü
toplayarak ayağa kalktım ve güç bela yatağa attım kendimi. "Beyinsiz
yaşanır mı?" sorusunu düşünüyordum!.
İnsanları getirdim
gözümün önüne!. Beyinsizce yaşayan çoktu, çoktu ama yine de hepsinin beyinleri
vardı. Hiç kullanılmamış, gıcır gıcır beyinleri!. Saçmalamaya başlamıştım.
Uyumalıydım artık!..
(belden gündüz onbir
civarlarında ayrıldım. Önce eve gitmeyi, çocukları görmeyi düşündüm. Her
nedense içim burkuldu, hüzünlendim. Böyle bir durumla çocukların karşısına
çıkmak istemedim. önce doktora gittim.
Düne nazaran daha
sakin, daha makul bir durumdaydım. Nitekim doktorun anlattıklarını daha bir
ince, daha bir detaylı dinledim. Beynimdeki tümör, alın bölgemdey-miş. Çevreye
yayılım yapmış olan tümör konum ve seyir itibariyle malin yani kötü huylu olup,
hiçbir operasyona açık değilmiş. Avrupa'ya veya Amerika'ya da gitsem, bu gibi
vakalara herhangi bir müdahale yokmuş!.
Avrupa'ya veya
Amerika'ya gitmedim.
Önce İstanbul'a ve
oradan da Ankara'ya geçtim. Bir hafta içinde konunun uzmanları eşliğinde bir sürü
tomografi çektirdim. Bütün otoritelerin ortak görüşü, doktor Ze-kai'nin
söylediklerinden farklı değildi.
Bu bir haftalık
koşuşturmamın neticesi, altı aylık ömrümden bir haftanın eksilmiş olmasıydı!.
İzmir'e döndükten
sonra traş olup, bir demet gül yaptırarak eve döndüm. Evdekilere hiçbir şeyi
belli etmek istemiyordum. Zaten doktor Zekai'ye de bu hususu tenbih etmiştim.
Kapının önüne geldiğimde yine de heyecanlandığımı, telaşlandığımı hissettim.
Bir süre bekledikten sonra zile bastım. Kapıyı Şirin açtı.
Selamünaleyküm
Aslan oğlum Kutsal'ı
ise bilgili, kültürlü tam bir işadamı olarak yetiştirecektim. Bütün işlerin
idaresini ona devrettikten sonra büyük bir yat yaptırıp, iki-üç yıllık bir dünya
turuna çıkacaktım!.
Fakat bitmişti, herşey
bitmişti artık!.
Çocuklarıma baktığım zaman
altı aydan ilerisini göremiyordum artık!.
Altı ay sonrasındaki
görüntü ise beni bir anda allak bullak etmişti!. "Yüreğim parça parça
oldu" derken kastettikleri şey bu olsa gerekti. Yüreğim gerçekten parça
parça olmuştu. Karşımda yemek yiyen iki çocuğu değil, defneden sekiz ve onbir
yaşlarında iki yetimi görüyordum! .
Tuhaflaştım!.
Gırtlağımın hemen
altından yüzüme doğru sıcak bir ürpertinin yükseldiğini hissettim. Bu ürperti
bir anda gözlerime dayanmış, an be an artan bir baskıyla gözlerimi,
göz-damarlarımı zorlamaya başlamıştı. Hafif hafif kanncalaşan, hafif hafif
titreyen burnuma dokundum.
Ağlayacaktım!.
Ağzımı tutarak hemen
sofradan kalktım.
"Galiba
kusacağım" diyerek kendimi güç bela banyoya attım. Banyonun kapısını
sürerken gözlerimden yaşlar boşanıvermişti. Yıllardır ağlamayan ve ağlamasını
unutan ben, doiu dolu ağlamaya başlamıştım. yeni fabrikaya gidiyordum. Ne
yapacağıma, ne yapmam gerektiğine hiçbir karar verememiştim. Bu kararı verinceye
kadar hiçbir şey olmamış gibi eski yaşantımı, mutad olan işlerimi devam
ettirmeliydim. Tabi ki dış görüntümdü bu!.
İç dünyamda ise
kıyamet çoktan kopmuş, kıyamet sonrası sessizliği yaşanıyordu!.
İstesem de, istemesem
de devamlı ölümü ve öleceğimi düşünüyordum! Her şeye bu ölüm düşüncesiyle
bakıyor, her şeyi bu ölüm düşüncesiyle yeniden tanımlıyordum.
Fabrikaya girdiğimde, kendimdeki
tuhaflığı kendim de farkettim. Sanki başkasının fabrikasına girmiş gibiydim!.
Etrafıma bakarken, iş konusunda hiç bu kadar gamsız, hiç bu kadar endişesiz olduğumu
hatırlamıyorum. Hiçbir şey umurumda değildi. Yedîbinbeşyüz takımlık Belçika
siparişi iki gün geçmesine rağmen henüz hazırlanmamış. Nedenini bile sormadan
"Olsun" dedim.
Tabi ki
şaşırmışlardı!. Çünkü böylesi aksiliklerde, makul nedenleri olsa bile oldukça
ağır konuşurdum.
Fabrikayı uzun uzun
gezdim.
Daha önceleri
işçilerden ziyade yapılan işlere dikkat ederdim. Şimdi ise işlere değil,
işçilere dikkat ediyor, işçileri tanımaya çalışıyordum. Hiçbiri diğerine
benzemiyordu. Her biri ayrı bir insan, her biri ayn bif1 dünyadı. Son on
yıldır, insanlardan ve insan tanımından uzaklaştığımı hissettim.
"Elli işçi, yüz
işçi alın" derdim personel müdürüne. Bunu söylerken kafamda tek bir canlı
tipi, tek bir canlı tanımı, tek bir canlı kimliği olurdu.
"Benim için
çalışacak ve bu sayede kendileri de nzık-lanacak olan insanlar!."
Oysa herbiri farklı
insan, herbiri farklı alemdi!.
İşçileri birer kemiyet
olarak değil birer keyfiyet olarak gözlemlerken, zihnimin değişik İnsan
tipleriyle dolmaya başladığını hissettim. Bir yandan geziyor ve bir yandan da
kendi kendime "Amma çok işçi varmış ha!. diyordum.
Çalışmakta olan bir
işçiye sordum.,
Kimin için
çalışıyorsun?
Şaşırdı, heyecanlandı.
Sonra yılışık yılışık gülerek "Sizin için beyefendi!." dedi.
Namussuz yalancı!.
Söylediği söz doğruydu ama kendisi yalan söylüyordu. Onun cevabını duyan
birçok işçi gülümsemişti. Gülmeyen, asık suratla çalışmasına devam eden birisi
vardı. Onun yanma giderek "Senin adın ne?"
dedim.
Hiç düşünmeden cevap
verdi.,
İşçi
Beni gülümseten bir
cevap olmuştu bu. Aynı soruyu ona da sordum.,
Sen kimin için
çalışıyorsun?
Ciddi bir ifadeyle
yüzüme bakıp, aynı ciddiyetle konuştu.,
Ailem için..
Hoşuma giden bu cevabı
kısa bir süre düşündükten sonra başımı sallayarak "Çok güzel" dedim.
İlk kattan dışarıya
çıkıyordum ki genel müdür biraz telaşla yanıma geldi.,
Beyefendi. Yıldız
grubunun yetkilileri görüşmek istiyor. Sizinle şartlan konuşmak, yeni sezona
ilişkin bağlantı yapmak isterler.
Yeni sezona daha sekiz
ay vardı!.
Ben iki aylık mevta
iken benimle bağlantı yapacaklarmış!.
Elimi sallayarak
"Boşver" dedim.
Şaşırdı.,
Efendim, bildiğiniz
gibi potansiyelleri çok yüksek.
Biliyorum. Ama sen
yine de boşver.
Kendileriyle
görüşmeyecek misiniz?
Nasipse yeni sezonda!.
Gerçi nasip olacağa
hiç benzemiyordu ya, hemeyse!. Kapıya yönelirken ilave ettim.,
Bu hafta bütün
işçilere birer maaş ikramiye verin.
Şaşkınlıktan
aptallaşmışü!. Çünkü her patronun içinden geçirmesi ancak yapmaması gereken
bir şeydi bu!. Çünkü işçilere birer maaş ikramiye demek, maliyeti arttırmak
demekti!. Serbest rekabet ortamında maliyeti arttırmak ise olacak şey
değildi!.
Birer maaş mı?
Evet, birer maaş.
Dışarıya çıktım.
Araba ve şoför hazır
bekliyordu.
Arabaya binmedim.
Biraz da bahçeyi dolaşmak istiyordum. Önce bekçi köpeğinin yanına gittim. Sert
ve güzel bir köpeğe benziyordu. Üç-dört yıl önceki bir hadiseyi hatırladım.
Yazlıktaki evimizin bahçesinde bir dalmaçyah vardı. Yedi-sekiz aylık olan bu
köpeğe bahçede güzel bir kulübe yaptırmıştık. Köpeğe birkaç kez yemek verirken,
bahçe duvarının arkasından kırk kırkbeş yaşlarındaki bir adamın dikkatlice
baktığını gördüm.
Köpeğe mi bakıyordu.
köpeğe verdiğim
haşlanmış etlere mi bilmiyorum. Yine birgün köpeğe yemek verirken aynı yerde
durmuş, aynı şekilde bakıyordu. Yanına giderek "Hayrola, niye bakıyorsun?"
dedim. Başını hafifçe yana eğerek "Hiç" dedi. Sonra sıkıla sıkıla
şunları söyledi.,
Efendi!. Bu köpeğin
yerine beni bağlasanız, bütün gece nöbet bekler, en ufak bir tehlikede size
seslenirim.
Şaşkınlıkla kendisine
Kaktım. Daha da utanmıştı. Kısık bir sesle ilave etti.,
İsterseniz havlarım
da!.
Espriyi anlamıştım.
Adam şaka yapıyordu. Gülmeye başladım. Espriye espriyle karşılık vermek için
"Köpek kulübesinde değil kümeste boş yer var. Yumurtlayabilir misin?"
dedim.
Adamın da gülmesini
bekliyordum. Fakat bu garip adam hiç gülmemiş, hüzünle karışık bir utangaçlıkla
dönüp gitmişti!. Evet,
her insan ayrı bir
alemdi. Fabrikanın arka kısmına geldiğimde ilk gördüğüm şey mescid oldu. On gün
önce iki rekat namaz kıldığım mescid. Yine Allah'ı hatırladım.
Son on gündür Allah'ı
her hatırladığımda ilgi ve dikkatimi başka şeylere yöneltiyor, Allah'ı
düşünmek istemiyordum.
Allah'a kırgın mıydım?
Ne yalan söyleyeyim,
kırgın sayılırdım!. Gerçi "Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış"
sözünü biliyordum, biliyordum ama yine de Allah'a karşı kırgınlığa, küskünlüğe
benzer duygular taşıyordum.
Açıkça söylemek
gerekirse başıma gelen bu derdi, hiç kuşku duymadan Allah'tan biliyordum.
Allah'ın bir dilemesi, Allah'ın bir takdiriydi bu!. İyi ama neden, neden tümör?
Neden bir başka hastalık değil?
Ve neden ben?
İntihar eden ve
intihar etmek isteyen bunca insan varken neden ben?
İnançsız, amelsiz
bunca insan varken neden ben?
Ramazanlarda oruç
tutmuyor muydum!. Teravih namazlarına gitmiyor muydum!. Fakirlere yardım
etmiyor muydum!. Kendimi bildim bileli hangi cumayı kaçırmıştım!. Ve işte bu
mescid,
bu mescidi de dinimin,
imanımın, Örf ve adetlerimizin bir gereği olarak yaptırmamış mıydım!.
O haide neden, neden
ben?
Bu sorularla
hüzünlendim!. Hüzünden başka bir şey taşımayan gözlerle tekrar mescide baktım.
Mescidi boşuna yaptırmışım gibi bir düşünce geçti içimden!. İlk anda bu
düşünceye ne doğru, ne de yanlış diyebildim.
Ama doğru değildi!.
Hangi sebebten olursa
olsun bir gün ölecektik. Bir mescid yaptırmak ve içinde iki rekat namaz kılmak,
hiçbir zaman pişmanlık duyulacak bir şey değildi.
Ahiret hayatında,
hesap gününde, kendisine tutunacağımız amellerdi bunlar.
Abdest almaya ve bu
mescidde iki rekat daha namaz kılmaya karar verdim. Abdest için hazırlanırken
içimden bir ses "Gurursuzca davranıyorsun. Sıradan insanlar gibi acizliği
kabul ediyorsun!." dedi.
Cevap vermedim. Doğru
olabilirdi!.
Muhtemelen doğruydu
da!.
Koskoca Selçuk beyin,
sıradan insanlardan ne farkı kalmıştı ki!. Fazlaca düşünmek istemedim. Hem
"Her işte bir hayır vardır" derler. Belki bunda da, bu hastalıkta da
bir hayır vardır.
Bu sözüme kendim de
inanmadım. Ölümün de hayn mı olurdu?
Son günler düşünmüş ve
Hülya'dan aynlmam gerektiğine karar vermiştim. Ölmeden önce ona bir şeyler vermek
ve bu defteri kapatmak istiyordum. Beni heyecanlı bir güleryüzle karşıladı.
Gerçi her zaman böyle karşılardı ya!. İşim olduğunu fazla kalamayacağımı
söyledim. İtiraz eder gözlerle baktı fakat hiçbir şey söylemedi. Söylese de
durumun değişmeyeceğini bilirdi. Çünkü nerede, ne kadar kalacağıma genellikle
ben karar verirdim. Çay demlemesini istedim.
Çayları içerken onbeş,
yirmi dakika havadan sudan konuştuk. Daha sonra yumuşak ve merhametli bir yaklaşımla
ayrılmami2 gerektiğini söyledim. Önce şaşkınlık, sonra ağlama.. Gerçekten
ağlıyordu, ağlıyordu ama ne için ağladığını bilmiyordum. Hülya'dan çocuğum
olmadığı için ilk kez sevindim.
Şirin abla mı? Şirin
abla mı ayrılmamızı istiyor?
Yok kızım!. Bunu da
nereden çıkardın, Hem o seni bilmiyor bile!.
Gerçekten de
bilmiyordu. Ne bileyim, söylememiştim işte!. Zaten iki yıllık bir meseleydi bu.
Dini nikahımızı kıyan imam ve şahitlik yapan birkaç arkadaş biliyordu bu durumu.
Başkaca hiç kimseye söylememiş, söylemek istememiştim.
Dini nikahı
hatırladım. Dinen evlendiğime göre yine dinen boşamam iazımdı. Kendisine
bakarak "Benden boşsun!." dedim. Bu ifade bir kere mi söylenecekti,
iki kere mi bilmiyorum!.
Her ihtimale karşı bir
kere daha söyledim.,
Benden boşsun.
Gözyaşlanm eliyle
silerek şaşkınlıkla sordu.,
Neyim, senden neyim?
Benden boşsun. Hani
dini nikah yapmıştık ya!. İşte o nikah bu söz ile bozuluyor. Artık dinen kanm
değilsin.
Bu sözümü hiç
önemsemedi. Dalgın dalgın pencereden dışarıya bakmaya başladı. Herhalde
beraberliğimizi düşünüyordu. İkimiz de bu beraberliğin sevgiye değil, karşılıklı
menfaate dayandığını biliyorduk.
Hüzün çağrışımları
yapan bu sessizliğin daha fazla sürmesini istemedim. Cebimden bir satış
vekaletnamesi ile onun adına açtırdığım banka hesap defterini çıkararak
kendisine uzattım.
Bu ev ile bankadaki bu
hesap senin.
Bir an durdu. Üzüntüsü
biraz dağılmış gibiydi. Kısık bir sesle "İstemiyorum" dedi.
Elimdekileri sehpanın üzerine bırakarak "Ben böyle istiyorum. Birbirimize
çok hakkımız geçti" dedim.
Bu bir bedel mi?
Yaşadığımız güzel günlerin bir bedeli mi?
Elimin tersiyle
suratına vuruverecektim. Bir fahişe gibi konuşmuştu karşımda!. Kendimi tutmaya
çalıştım. Kızdığımı anlamıştı, Kendisini toparlamaya çalışarak
"Afeder-sin, ne söylediğimi bilmiyorum!." dedi ve biraz sustuktan sonra
ekledi.,
Gerçekten bitti mi?
Evet
Nedenini hala
söylemedin!.
Belki siyasete
atılacağım!. Üsteleme artık!. Her şeyi anlamışçasına kafasını salladı.
Kalkmak için
hazırlandığımda "Bir daha görüşmeyecek miyiz?" dedi. Başımı iki yana
sallayarak "Hayır" dedim.
Kapıyı açıp, kenara
çekildi. Bana yine bir şey sormak, istiyor fakat ne soracağını bilemiyor
gibiydi.,
Bundan sonraki
yaşantım.. Bundan sonraki yaşantım için bana bir şey söylemeyecek, bir
nasihatte bulunmayacak mısın? Durdum.
Mutlaka öleceksin.
Bunu dikkate alarak yaşa! Bakışları bir anda değişti!. Gözlenme korkuyla baktı.
Kimbilir belki de
kendisini benim öldüreceğimi veya benim öldürteceğimi sanmıştı.
Bunu da nereden
çıkardın?
"Bunu ben
çıkarmadım!." İşaret parmağımla yukansı-nı göstererek "Öldürecek
olan, ölüm hükmünü koyan O" dedim.
Alsancak
sokaklanndayım.
Artık Hülyayı düşünmek
istemiyordum. Arkamdan kapıyı kapattıktan sonra hiç kuşkusuz ki hemen hesap
defterindeki meblağa bakmış ve bütün üzüntülerini unutmuş olmalıydı. "Allah
hidayet etsin, Allah yardımcısı olsun" dedim kendi kendime.
Peki ben, ben ne
yapmıştım ki!.
Bütün erkeklerin sahip
olmak isteyecekleri Hülya gibi bir kadından, üç-beş cümle ile ayniıvermiştirn!.
Herneyse!. Biraz
tuhaflaşmışhm ama pek üzülmemiş-tim. Çünkü bu güzel kadına karşı hiçbir heves,
hiçbir tutku kalmamıştı içimde. Şimdi daha iyi anlıyorum ki dünyada birçok şey
sıhhatle, sıhhatin de Ötesinde Ölümü unutmakla anlam kazanıyor. Ölümle
karşılaşmak, öleceğini bilmek ise dev bir silgi gibi siliveriyor bütün bu
anlamları!. Öyle ki geride ne silgi kalıyor, ne de silinen!. Kanuni Sultan
Süleyman ne kadar da doğru söylemiş. "Olmaya cihanda devlet gibi... bir
nefes sıhhat!." Yok yok, böyle değildi. "Olmaya devlet sıhhat gibi..
Herneyse, daha sonra bu sözü bulurum. - Dayı, yolver de geçelim!. Arkamı
döndüm,
İki kıza iki koluyla
sarılmış olan onsekiz yaşlanndaki bir delikanlı benden yol istiyordu. Kızlardan
birisini bıraksa, yanımdan rahatlıkla geçebilirdi. Herhalde buna niyeti yoktu.
Yanındaki kızları göstererek "Bıraktığın zaman kaçıyorlar mı?"
dedim.
Kızlar gülüştü:
Delikanlı ise erkekliğe bok sürdürmek istemiyordu.,
Tatavayı evdeki
hanımına yap. Çekilecek misin yoksa trafikten çekici mi getirelim?
Önce kızar gibi oldum
sonra gülümsedim. "Bak ben sana daha kolay bir yol göstereyim"
dedikten sonra ceketimin Önünü kaldırıp sol kalçamdaki ruhsatlı tabancayı göstererek
"Bu silahla beni vurup, üstümden atlayıverecek-sin!." dedim.
Kızlar kaçışıvermişti.
Delikanlı ise ürkek adımlarla geri geri giderken bir elini kaldırarak
"Afedersiniz, afedersiniz.." diyordu.
Üzüldüm,
Böyle yapmamalıydım.
Kenara çekilip yol verseydim belki daha iyi olacaktı.
Tekrar yoluma döndüm.
Bir zamanlar ben de bu
delikanlı gibiydim. Fakat bizim zamanımızdaki gençler, büyüklere karşı biraz daha saygılı, biraz
daha edebli idi. Bazı büyükleri tiye alıp, bunlarla dalga geçiyorduk ama
bunlar, kendilerini bizlerle akran görmeye çalışan gençlik budalası
kimselerdi. Sevinç pastahanesine gelmiştim. Oturayım mı, oturmayayım mı diye
düşünürken akşam ezanı okunmaya başladı. Ezan sesi yetmiş, seksen metre
ilerdeki Alsancak camiinden geliyordu. Biran duraksadım!.
Kendi kendime
"Hadi bir akşam namazı kılayım" dedim. Kendi isteğimi kendim de
yadırgadım!. Ne oluyordu bana, ölüm korkusuyla dindarlaşıyor muydum yoksa? Bu
duygudan, bu düşünceden hiç hoşlanmadım. En iyisi eve gitmekti.
Hey taksi.. Ben hala
ne yapacağıma karar verebilmiş değilim. Aklıma gelen ilk düşünce dünya turuna
çıkmak, gidebildiğim kadar gitmekti. Nitekim doktor Zekai de dolu dolu yaşamamı
söylemişti.
Hadi canım sende!.
Ne kadar abes, ne
kadar saçma bir sözdü bu!. Öleceğini bilen bir İnsan, nasıl olur da dolu dolu
yaşardı!. Sabah asılacağını bilen idam mahkumunun, geceyi eğlenerek geçirebilmesi
mümkün müydü? Bazı idam mahkumlarına son istekleri sorulduğunda etli yemek
istiyorlarmış!.
Fesuphanallah!.
Bunlar ya delirmiş, ya
da olayın şokuyla kendini kaybetmiş, ne yaptığını bilmez kimseler olmalıydı.
Birkaç saat sonra öleceğini bilen bir insan o yemeği ağzında nasıl çiğneyecek,
o lokmayı nasıl yutabilecekti?
Dünya turuna çıkmak
düşüncesi kısa bir. sürede cazibesini yitirdi. Bilmediğim yerlerde, bilmediğim
insanlar arasında ölmek istemiyordum.
Ayrıca dünyada en çok
görmek istediğim şeyler, Mısır piramitleri, Amazon ormanlan ya da Bahama
adaları değil, çocuklanmdı.
Benim için dünyadaki
en güzel iki şey, Esma ve Kutsal'dı.
Daha küçük olduğu için
mi, daha şirin olduğu için mi bilmiyorum, kızımı daha çok seviyordum. "Ah
sultanım, ah sultancık" dedim içimden.
Peki ne olacaktı, ne
yapacaktım ben? Hiçbir şey olmamış gibi işe gidiyor, hiçbir şey olmamış gibi
eve geliyordum ama hiçbir şey olmamış değildi ki!.
Her şey, ama her şey değişmişti, çok değişmişti!.
Etrafıma baktım!.
Malımı, mülkümü,
servetimi gözümün önüne getirdim. Hepsinin piyasa değeri dün ne ise bugün de
aynıydı. Hepsi aynı duruyor gibiydi, aynı duruyor gibiydi ama aynı değildi!.
Hepsinde bir mana, hepsinde bir anlam değişikliği olmuştu sanki!.
Daha önceleri
"Ben, ben" derken, içdünyamda canlı,
capcanlı olan bu mallarımı, bu
mülklerimi, bu servetimi kastediyor ve tüm benliğim bu mülküm, bu servetim ile
itibar ve değer kazanıyordu. Ama artık hepsi ölmüş, oluvermişti!. İç dünyamda
malın, mülkün, servetin hiçbir canlılığı kalmamıştı. Artık "Ben, ben"
derken kastettiğim şey küçülmüş, küçülmüş.
ölüme mahkum ufacık
bir adamcağız haline gelmişti!,
Değişen bendim!.
Ben değişmiş ve benle
birlikte herşey değişivermişti!. Daha önceleri üzerine oturduğum, güvenle
arkama yaslandığım kıymetli koltuk, yine aynı koltuktu, yine aynı koltuktu ama
koltuktaki değişmişti.
Koituktakinin gözleri
açılmıştı!.
Koltukta oturan Selçuk
bey, yıllardır güvenle bağlandığı ve müstakim zannettiği bu koltuğun, denizin
üzerinde olduğunu ve iki tahta parçası üzerinde yüzdüğünü yeni farketmişti!.
Bir dalga ile devrilecek,
küçücük bir dalga ile alabora olabilecek bir koltuktu bul. Nitekim dört çarpı
dört ebadın-daki küçücük dalga gözükmüş ve an be an büyüyerek kendisine
yaklaşmaya başlamıştı!.
Yaklaşamaz olasıca!.
Evet, dört çarpı dört
ebadındaki bu küçücük tümör, her şeyi değiştirivermiştü.
Ellerime, ayaklanma
bakınca, gördüklerim et değil topraktı sanki!. Şu an canlı, capcanlı duran
kolum, bir yıl sonra toprak olacaktı!. Yüzümü ve gözlerimi İse düşünmek, hayal
etmek istemiyorum!.
Yeşil gözlerim, yine
yeşil olarak kalsın istiyorum zihnimde!.
Gerçi pek
başaramıyorum.
Kesin bir bilginin,
kesin bir ağırlığı altından kalkamıyorum. Her şeyimle toprak olacağımı
biliyorum. Ve benimle birlikte, benim gibi.dört dörtlük bir adamı yere seren,
dört dörtlük tümörüm de, tümörüm de toprak olacak!. Tümör!.
İsmi bile çirkin!. Ü
ve ö harflerini, ölüm kelimesinden almış olmalı!.
Şu an beynimde değilde
elimde, avucumda olsa, köpek dişlerimle parçalayıp, azı dişlerimle Öğüttükten
sonra yere tükürmek ve saatlerce ayağımın altında ezmek isterdim. Avucumun
içinde tutabileceğim, sıkıp suyunu çıkarabileceğim küçücük bir şey, her şeyi
değiştirmiş, her şeyi değiştirivermişti!.
Acaba, acaba bu
tümörden kurtulsam, eski sıhhatime kavuşsam, yine eskisi gibi olabilir miydim?
Dünyaya yine eskisi gibi bakabilir miydim?
Beni düşündüren bir
soru oldu bu!. Gerçekten, gerçekten eskisi gibi olabilir miydim? Hiç
sanmıyorum. Ölümü tanımış, ölümün ne olduğunu anlamıştım bir kere!. Altı aylık
ömrüm belki altı yıla, belki onaltı yıla çıkacaktı, çıkacaktı ama sonuç yine
aynıydı, aynı olacaktı!.
Peki bu gerçeği daha
önceleri neden görememiş, neden anlayamamıştım ki!. Daha önceleri öleceğimi
bilmiyor
muydum?
Biliyordum, biliyordum
ama anlamıyordum!.
Ölümü ve öleceğimi
biliyor ancak bu gerçeğin ne anlama geldiğini bilmiyordum!.
Oysa anamı da, babamı
da ben defnetmiştim.!.
Babamı kabre
götürürken, kalbimle babam için üzülüyor, aklımla fabrikaya gelen son
siparişin genel maliyetini hesaplıyordum!. Kabirden dönerken ise genel maliyet
hesaplarını bitirmiş, karşı tarafa vereceğimiz îiyatı belirlemiştim bile!.
Ne bileyim!. O
zamanlar doğa!, çok doğal karşılıyordum bu durumumu!. Herkes "Ölenle
Ölünmez" diyordu. Doğru bir sözdü bu!. Ölenle ölünmezdi ki!.
Ulan ne adammışım be!,
Ölenle Ölünmezdi,
ölünmezdi ama bu olaydan alınacak hiçbir ders, hiçbir ibret yok muydu? Babam
gibi kendimin de öleceğini bilerek, mutlaka ve mutlaka öleceğimi dikkate alarak
birçok konuda kendime "Çüüşş" demem gerekmez miydi?
Zavallı anacığım!.
Zavallı babacığım!.
Şimdi düşünüyorum da
içerisine bakmadığım, bakmak istemediğim bir çukura, gözüm kapalı atıvermlş,
gözüm kapalı gömüvermişim onları!.
Ne ölümü düşünmüşüm,
ne öleceğimi!.
Mezarları ve
mezarlıkları, hep başkalarına ait yerler olarak hayal etmişim. Binlerce kabrin
yanına, binlerce çukurun yanma açılacak olan kendi kabrimi, kendi çukurumu hiç
dikkate almamışım!.
Aldığım her nefes ile
nefes nefese yaklaştığım kendi kabrime, kendi çukuruma bakarak. Ölümün ne
anlama geldiğini hiç düşünmemişim!.
Bildiğim fakat
anlamadığım,
ne anlama geldiğini
hissetmediğim bir gerçekmiş Ölüm!. Ve ben bunu şimdiye kadar hiç ama hiç
anlamamışım!. Ateşi bilipte sıcaklığını hissetmemek, hatta ve hatta soğuk
zannetmek gibi bir akılsızlık, bir duyarsızlık içindeymişim!
Tıpkı şu insanlar
gibi!.
"Elbet bir gün
öleceğiz" demelerine rağmen ölecekleri o güne daha çooook zaman olduğunu,
daha pek çoook yaşayacaklarını zanneden,
bu zan ile ölümü ve
Öleceklerini hiç akıllarına getirmeyen, biri iki, ikiyi dört, dördü sekiz
yapmaya çalışan,
ölümsüzlük ağacının
yegane meyvası olarak gördükleri parayı ele geçirebilmek için paralandıkça(l)
paralanan,
Allah'ı müşteri
çekleriyle hatırlayıp, samimi bir kalple "İnşaallah karşılığı vardır,
İnşaallah karşılığı vardır. zikrini yapan, gerçek bir şaşkınlık içinde oradan
oraya koşuşturan şu insanlar, şu insanlar gibiî.
Uyur-gezerden ziyade
uyur-yaşar olan bu insanlar, hiç kuşkusuz ki Ölümün ve ölecek olmanın ne anlama
geldiğini bilmiyorlardı.
Ve bu uyur-yaşar
insanlardan biri olan ben, uyanmıştım, uyanmıştım ama demirin sertliğini, demiri
düşünerek, demire elimle usulca dokunarak değil, demire kafamla toslayarak
anlamıştım!. gece biraz televizyon seyrettim.
"2000 yılında
Dünya" diye bir program vardı!. Hiç ilgilenmedim, ilgimi çekmedi. 2000
yılından ve 2000 yılındaki dünyadan bana neydi!.
Diğer kanalda
Fenerbahçenin şampiyonluğu anlatılıyordu. Bu haftaki maçı alırlarsa
şampiyonluğu ilan edeceklermiş!. Yıllardır koyu bir fenerbahçeli olmama rağmen
bununla da pek ilgilenmedim. İsterse amatör kümeye düşsün diye bir düşünce
geçti içimden!.
Televizyonu kapattım.
Bu arada kızım yanıma
geldi. Biraz keyifsiz gibiydi. Ne olduğunu sorduğumda "Baba, iki gündür
başım ağrıyor" dedi.
Durakaldım!.
İki gündür başı
ağnyormuş!.
"Nedense
evhamlandım!." demiyeceğim. Çünkü neden evhamlandığımı biliyorum. Hemen
doktor çağırdım. Muayeneden sonra birkaç ilaç vererek önemli bir şey olmadığını
söyledi.
Doktor!. Baş ağrısının
sebebi ne?
Beyefendi!.
Başağnsının binlerce nedeni olabilir. Kızımız biraz üşütmüş. Ondan olmalı.
Başağnsının binlerce
nedeni olabilirdi. Ama benim aklıma gelen, beni korkutan bir, sadece bir
nedendi.
Doktorun
söyledikleriyle kendimi toparlamaya, kendimi rahatlatmaya çalışırken
"Basımdaki tümörün bende değilde, kızımda olmasını ister miydim!."
gibi bir düşünce geçti içimden!. Bu,düşünceyle titreyen yüreğimden aceleci bir
çığlık yükseldi.,
"Allah
korusun!."
Yüreğimden yükselen bu
çığlık daha sonra dilimde yankılanmaya başladı "Allah korusun, Alİah
korusun..." Kızıma, sultanıma sarılmak istedim hemen!.
Tümörümü alnıma, kızımı
kucağıma alarak Allah'a en kalbi, en içten dualarda bulundum.
Allak bullak
olmuştum!.
İçimi sızlatan,
yüreğimi kabartan şey elbetteki merhametti. Bir babanın, bir annenin
evlatlarına karşı hissettikleri en kuvvetli iki duygudan birisi olan
merhamet!.
Gerçekten evlatlarımızı
kendimizden daha fazla seviyor, onlara kendimizden daha fazla merhamet
ediyorduk. Ve gerçekten güzel, çok güzel duygulardı bunlar. Sevgi ve merhamet!.
Peki bizlere bu sevgiyi,
bizlere bu merhameti
veren Allah, bizleri bizler kadar sevmiyor, bizlere bizler kadar merhamet
etmiyor muydu? Merhamet ediyorsa, gerçekten merhamet ediyorsa, bu almmdaki şey
de neyin nesiydi?
Ben daha otuzyedi
yaşında değil miyim? Öldüğüm zaman bu çocuklar yetim kalmayacaklar mı? Sevgili
karımı dul, çocuklarımı yetim bırakacak olan bu İlahi takdir, gerçekten
merhametli bir takdir midir? Oysa ben olsaydım,
birazcık merhamete
sahip olan ben olsaydım!.. Durdum!. Duraksadıml. Düşünmeye başladım!,.
Ee eee!. Ben olsaydım,
ben olsaydım ne yapacaktım kü. Burasını ebedi dünya hayatı mı? Yoksa kötülerin
ayıklanıp, iyilerin huzura kavuşturulacağı bir cennet mi? Ahi-retteki cenneti
dünyaya mı taşıyacak, dünyada mı gerçekleştirecektim?
Saçmalıktı bunlar!.
Her şeyi bilen, her
şeye düzen veren Allah'tı.
Hem Allah'a niye
kırılıyor,
Allah'a niye
güceniyorum ki!. İnandığım, gerçekten inandığım Allah, bizlere ebedi dünya
hayatı vaadetmiş, ebedi dünya hayatı vaadetmiş de, sonra bu vaadinden dönmüş
müydü?
Şüphesiz ki hayır!.
Allah zaten bu dünya
hayatının ebedi olmadığım, her insanın her an ölebileceğim bildirmemiş miydi?
Bildirmişti, bildirmişti ama bilen kim? Bilip de anlayan kim?
Şu insanlara baksana!.
Alemlerin Rabbi olan Allah bütün insanlara "Öleceksiniz" diyor
tınlayan yok!: Çünkü bu İnsanlar için Allah'ın değil, doktorun sözü daha
etkili, daha tesirli oluyor!. Nitekim aynı sözü bir doktordan duydukları
zaman, şahsımda görüldüğü gibi ne halt yiyeceklerini şaşıracaklar!. Doktorun
ağzından fıçıkan "Öleceksin" kelimesi ile sanki ölmüş gibi
olacaklar!.
Ve anlayacaklar, o
zaman anlayacaklar ölümün ne olduğunu, ne anlama geldiğini!.
Düşünüyorum, hastaneleri
ve hastalan düşünüyorum!.
Hastaneler ve her
insanın uzanacağı hasta yatakları geliyor gözümün önüne!. Hasta yatağına
uzanmış, acılar içinde kıvranan insanları anlamaya çalışıyorum.
Bu insanlan anladıkça,
bu zavallı insanlara daha çok acıyorum!.. Çektikleri ızdıraptan yorulmuş
gözlerle doktora bakan, doktorundan müsbet bir söz duyabilmek için pür dik-
kat kesilen,
kendilerine verilen her ilacı abıhayat umuduyla içmeye çalışan bu zavallılar, ne
yaparlarsa yapsınlar,
ne kadar çırpınırlarsa
çırpınanlar, İlahi takdiri değiştiremeyecek olan ölüm mahkumlarıydı!. Tabi ki
yalnız onlar değil, herkes ama herkes benzer acılarla, benzer ızdıraplar-la
aynı akıbete doğru gidiyorlardı!. Hiçbir şey olmamış, hiçbir şey olmayacakmış
gibi yaşamaya devam eden bu insanlar, hastayken çekecekleri ızdıraplan, Ölürken
duyacakları korkulan bilseler, hiç kuşkusuz ki dünyaya gelmek istemezlerdi!.
Çünkü bu insanların
karşılaştıkları, bu insanların karşılaşabilecekleri öyle ızdıraplar vardı ki,
kırk yıl sefa İçinde yaşamak bile bu ızdırabı kırk dakika çekmeye değmezdi!.
Kaldı ki dünya hayatında kırk dakika sefa sürmeden bu gibi acılarla, bu gibi
ızdıraplarla karşılaşan milyonlarca insan, milyonlarca zavallı vardı!. İyi ama
niye. niye geldik ki şu dünyaya!.
Elması müthiş
acılarla, derin ızdıraplarla dolu olan bu elma şekerini, neden elimize aldık
ki!. Yoksa üzerindeki incecik şekeri yalamak, yalayabilmek için mü. Saçma, Vallahi
saçma!.
Üzerindeki incecik
şekeri yalamak, incecik şekeri yalayabilmek için acılarla dolu bu elma hiç
yenilir miydi? O halde neden, neden geldik şu dünyaya!.
Müslümanların, bütün
müslümanların bu soruya verdikleri ortak cevap belliydi!. Dünya hayatını bir
imtihan hayatı gören bütün müslümanlar "Biz bu dünya hayatına Cenneti
kazanmak için geldik" diyorlardı.
Durdum, duraksadım,
şaşırdım!.
İyi ama ben bu sözü,
ben bu cevabı niye kendime değilde, kendi dışımda varsaydığım müslümanlara
nisbet etmiştim ki!. Oysa ben de müsiümandım, ben de aynı cevabı, aynı
netlikle vermeliydim!. Yoksa ben, ben bu söze inanmıyor muydum?
Kendimi yokladım.
Allah'ın varlığına
nasıl inanıyorsam, hiç kuşkusuz ki Allah'ın vaadi olan bu söze de öylece
inanıyordum. Bu söze de inanıyordum ama iç dünyamda fazlaca önemsediğim, ön plana
çıkardığım bir söz değildi bu!. Dünyaya ne için geldik sorusuna vereceğim belki
beşinci, belki onuncu bir cevaptı bu!.
Peki ama ilk dört, ya
da ilk dokuz cevap neydi ki!.
Fazlaca düşünmeden
buldum, fazlaca zorlanmadan hatırladım bu cevaplan!. Hepsi paraya, hepsi
maddiyata, hepsi nefsi arzulara ait şeylerdi.
Gülümsedim!.
Daha önceleri doğru,
mutlak doğru bilerek mermere kazır gibi iç dünyama kazıdığım bu cevaplar, ölüm
gerçeğinin hafif bir esintisiyle silinivermişti!.
Ne kadar da boş, ne
kadar da saçma cevaplarmış bunlar!.
Ölümün soğuk
esintisiyle silinmeyen ve hatta daha da belirginleşen cevap, herhalde
"Cenneti kazanmak için!." olmalıydı.
Doğru bir cevap mıydı
bu!.
Cenneti kazanmak,
cennete girebilmek bunca acılara, bunca sıkıntılara değer miydi!.
Küçük yaştan beri
cennetle ilgili duyduklarımı, cennetle ilgili bildiklerimi düşündüm. Böyle bir
hayat var mıydı? Elbetteki vardı.
Dünya hayatını ve
böyle bir kainatı yaratmaya kadir olan Allah, hiç kuşkusuz ki cennet hayatını
da yaratmaya kadirdi. Allah'ın yarattığı dünya hayatı ne kadar gerçek ise
cennet hayatı da o kadar gerçek, olmalıydı. Çünkü her iki hayatı da yaratan
Allah, bütün müslümanlara cenneti, cennet hayatını vadetmişti. Cennet hayatı!.
Ebedi bir hayattı bu!.
Bu hayatta ne dert vardı, ne de sıkıntı!. Bu hayatta ne tümör vardı, ne de
ölüm!. Her güzel şeyin, en güzel şekliyle bulunduğu bu hayat, hiç kuşkusuz ki
gerçek bir mutluluğun, gerçek bir saadetin hayatıydı. Bu düşüncelerle tuhaf
lastiğimi, bu düşüncelerle baş-kalaştığımı hissettim. Müslüman olmamı hiç bu
kadar mühimsememiş, müslüman olmama hiç bu kadar sevinme-miştim!.
Ben müslümandım!.
Ebedi cennet hayatıyla
müjdelenen müslümanlardan birisi de bendim. Sanki cennetle, cennet hayatıyla
yeni müjdelenmiş gibiydim. İçimin sevinçle, içimin huzurla titrediğini
hissettim.
Ebedi cennet hayatı!.
Evet, sadece ve sadece
bunun için yaşanabilir, sadece ve sadece bunun için ölünebilirdü. on üç gündür
geçmiş hayatımın muhasebesini yapıyorum. Günahlarımla, sevaplarımla bütün bir
hayatımı gözümün önünden geçinneye çalışıyorum. Daha önceleri geçmişime
baktığım zaman, en sevindiğim, en onurlandığım şeyler, aldığım ihaleler,
yaptığım bağlantılar ve gerçekleştirdiğim büyük işlerdi. Şimdi ise bu gibi
şeylere değil, kıldığım namazlara, fakirlere verdiğim sadakalara seviniyorum.
Geçmişime baktığım zaman, geçmiş yaşantımda değer kazanan birer İnci, birer
yakut tanesi gibi görüyorum bu amellerimi.
Cuma namazlarında
hiçbir eksiğim yoktu, ramazan oruçlarını genellikle tutmuş, teravih namazlarına
gitmiştim,
şimdiye kadar çok, pek
çok fakire yardım etmiştim, imanlıydım, hiç cünup gezmemiştim, domuz etini
ağzıma bile değirmemiştim, bazı gençleri evlendirmiştim, birçok cami inşaatına
demir ve çimento almıştım, iki tane mescid yaptırmıştım ve bunlara benzer daha
neler neler....
Elhamdülillah!..
Rahmetİi babamı
sevgiyle hatırladım. Hep onun nasihatleri, hep onun telkinleriyle yapmıştım
bunlan. Anacı da kimbilir ne dualar etmişti.
Geçmişime baktığım
zaman tabi ki görmek istemediğim, tabi ki pişmanlık duyduğum şeyler de vardı.
Geçmiş yaşantımdan bunları silmek, bunları silebilmek için neler vermezdim ki!.
Daha önceleri Allah'ın her şeyi affedeceğini düşünüyordum. Şimdi ise nedenini
bilmediğim bir kuşku, bir tereddüt içindeyim!.
Acaba Allah bütün
bunları affeder miydi!. Beni rahatsız eden bu kuşkulardan kurtulabilmek için
bazı imamlarla, bazı hocaefendilerle görüştüm. Onlara bir arkadaşımın hasta
olduğunu, beş-altı ay sonra ölebileceğir ni, imanlı bir insan olan bu
arkadaşımın birçok dini vecibeyi yerine getirmesine rağmen bazı günahlara da
bulaştığını belirterek,
Allah'ın bu günahları affedip-affetmeyeceğini sordum. Ağızlarına
sağlık!.
Bana öyle güzel, öyle
sevindirici cevaplar verdiler ki, az daha sözünü ettiğim bu arkadaş benim
diyecektim. En önemsedikleri şey ise bu arkadaşın yani benim, belirttikleri
bazı hayır kurumlarına yardımda bulunmamdı. Tabi ki hiç önemli değildi bu. 0
arkadaşın namına verebileceğimi belirterek, beklediklerinin fevkinde
yardımlarda bulundum. Rahatlamıştım artık!.
Ölüm ve ahiretle
ilgili bazı kitaplar aldım. Bu kitapları birkaç kez merak ve dikkatle okudum.
Bu kitapları daha ; önceleri okusaydım, hiç kuşkusuz ki bu kadar anlamaz, bu
kadar etkilenmezdim.
Konuyla ilgili ayet-i
kerimeler, konuyla ilgili hadis-i şerifler beni gerçekten çok ama çok
etkilemişti. Gerçi ölüm düşüncesini yine sevmiyor, bu düşünceden yine
hoşlanmıyordum ama artık eskisi gibi de korku vermiyordu bu düşünce bana.
Ölümden
kaçış yoktu ve bütün
insanlar hiç kuşkusuz ki ölecekti. Benim bu insanlardan tek farkım, ölecek
olmamı haber almam ve yaklaşık olarak ne zaman öleceğimi bilmemdi.
Peki bu fark, nasıl
bir farktı?
Bir insanın Ölecek
olmasını ya da ne zaman öleceğini bilmesi, bu insan için bir artı değer miydi?
ölümü bilerek, ölümü
görerek, ölüme doğru gitmek mi iyiydi, yoksa ölümden bihaber yaşarken bir anda
ölümle çarpışmak mı?
Bu sorunun tek bir
cevabını bulamıyorum!.
Meseleye ahiret
açısından yaklaştığım zaman öiümü bilmenin, ölümü dikkate alarak yaşamanın
akibet ve ahiret için elbetteki daha iyi olduğu kanaatine sahip oluyorum. Çünkü
hoşlanmasak da, hoşumuza gitmese de ölüme ve ölümden sonraki hayata doğru
ilerliyorduk. Dolayısıyle gün be gün, an be an yaklaştığımız ölümü bilmek ve
ölüme hazırlanmak, ölüme ansızın yakalanmaktan daha iyi olsa gerekti.
Fakat insanlar buna
dayanabilir, insanlar bu habere tahammül edebilir miydi? Kalabalık caddelerde
bilinçsiz bir sel gibi akıp giden şu insanların hepsi, hiç istisnasız hepsi
ölecekti. Bu insanlar arasında elbetteki benden önce ölecek olan nice insanlar
da vardı.
Peki, ne zaman
öleceklerini bilmeyen bu insanlara, ne zaman ölecekleri bildirilseydi ne
olurdu? Ya da bütün insanların bazı hayvanlar gibi standart bir ömürleri
olsaydı, bu insanlar ölümlerine birkaç yıl, birkaç ay, birkaç gün kala ne
yaparlardı?
Bu duruma nasıl
dayanırlardı demiyeceğim!.
Çünkü dayanamazlardı!.
Ellerinden bazı
malları alındığı zaman hırçınlaşan, sağa sola saldıran nice insan, ellerinden
ömürleri alındığı zaman hiç kuşkusuz ki zabdedilmez birer deli, birer çılgın olurlardı!.
Dünyaya ve dünya
malına büyük bir hırsla bağlanan nice İnsan, ölümüne üç yıl kala değil, ölümüne
otuzüç yıl kala değişmeye başlar, ölümüne on yıl kaldığı zaman ise dünyadan
elini eteğini çekerdi!. Hayret değil mi!.
Öleceklerini, mutlaka öleceklerini
bilen bu insanlara, sadece ve sadece ne zaman ölecekleri bildirildiği zaman
dünyadaki her şey ama her şey değişiverecektü. Çünkü ölümü bilerek, ölümü
görerek yaşamak, aslanların gezindiği bir ormanda piknik yapmak gibi bir
şeydi!.
Her an üzerinize
atlayabilecek olan aslanları görerek, aslanlar yokmuş gibi mangalda et
pişirmeniz, teybi açarak oynayabilmeniz mümkün müydü? Tabi ki değildi!.
Oysa bu insanlar ölümü
bilmedikleri, ölümün simgesi olan aslanları görmedikleri zaman, aslanlar yokmuş
gibi gayet kaygısız yaşayabiliyor, hatta ve hatta zil takıp
oynayabiliyorlardı!.
Sonra, sonra ise bir
aslan kükremesi ve birkaç çırpınışla küt kabire!.
Tabi ki bu kadar
basit, tabi ki bu kadar kolay değildir ölmek!.
Sözünü ettiğim o
birkaç çırpmış, hiç kuşkusuz ki birkaç ömür gibidir!. Bilmem düşünebiliyor
musunuz, bilmem anlayabiliyor musunuz ölüm anını?
Benim üç-dört hafta
Önce duyduğum ve yavaş yavaş sindirmeye çalıştığım ölüm gerçeğiyle bir anda
karşılaşmanız!.
Kendinizi bildiniz
bileli içinde olduğunuz, içinde yaşadığınız, birlikte yürüyüp, birlikte
koştuğunuz canlı, capcanlı vücudunuzun, direği yıkılmış çadır gibi yere
yayılması!.
Yıllardır çalışan
kalbinizin hiçbir şey söylemeden, hiçbir çığlık atmadan, derin bir suskunluk
içinde- duruverme
O ana kadar demirci
körüğü gibi çalışan, nefes ahp nefes veren, nefes alıp-nefes veren
ciğerlerinizin, nefes verip de bir daha nefes almaması!.
Şaşırmanız, çığ gibi
büyüyen bir paniğe kapılmanız!.
İçinde bulunduğunuz et
yığınının Ölmesiyle, kendinizin de öleceğini bilerek dehşete düşmeniz ve
vücudunuza bakarak "Ölme, ölmee, sakın ölmeee!." çığlıklarını atmanız!.
Çalışması için
kalbinizi, nefes alması için ciğerlerinizi zorlamanız!..
Hareketsiz bir
vücudun, hareketsiz bir cesedin içinde mahsur kalan canınızın, tonlarca basınç
ile git gide ezilen ve ezildikçe ağırlaşan dikenli bir gülle gibi gırtlağınızın
altında toplandığını hissetmeniz!.
O ana kadar korkuyu ve
korkulacak şeyi dışanda arayan gözlerinizin, içeride yaşanan dehşetli korku
ile dışarıya fırlamak istemesi!,
Şimdiye kadar çok
kullandığınız "Ölüm" kelimesini, şimdiye kadar hiç kullanmadığınız
bir anlam derinliği ile
kullanarak
"Galiba ölüyorum!." demeniz!.
Patlarcasına açılmış
gözlerinizle etrafınıza bakmanız ve siz ölüp giderken kılını bile kıpırdatmayan
dünyanın ne kadar vefasız olduğunu anlamanız!.
Çok uzun zannettiğiniz
bütün bir hayatınızı, bir anda gözünü/ün önünden geçirmeniz!.
Dogmamın, büyümemin,
yaşamamın herşeyin ama herşeyin yegane nedeni buymuş, ölecek olmammış düşüncesine
kapılmanız ve tsunun için mi doğdum, bunun için mi büyüdüm, bunun için mi
çalıştım, bunun için mi yaşadım..." sorularını hüzünlü bir suskunluk ile
cevapsız bırakmanız! .
Açılmış gözlerinizden
perdelerin kalkması ve ölüm meleklerini görmeniz!.
Can ve can çekişmeyi
unutup, korkunç bir hayret ve dehşetli bir korkuyla bu meleklere bakmanız!.
Şimdiye kadar
milyarlarca insanın ruhunu kabzeden meleklerin, engin bir sakinlik ile kudret
ellerini size uzatmaları!.
Kaçmak isteyip de
kaçamadığınız, kımıldamak isteyip de kımıldayamadığınız o an, iki parmak
arasındaki zavallı bir karınca gibi aciz olduğunuzu anlamanız!. Çırpmamadan,
kıpırday amadan,
'Durun yahu, ne oldu,
ne oluyor!." diyemeden, korkuyla gırtlağınızın altına sinmiş olan
canınızın sökülüp çıkanlması!.
Ve ölmeniz ve ölümün
ne olduğunu, Ölerek anlamanız!.
Sonra, sonra engin bir
sessizlik!.
Yerdeki cesedinize
bakıyorsunuz!.
Daha önceleri
"Benim elim, benim ayağım, benim başım.." diyerek kendinizle
Özdeşleştirdiğiniz bu et yığınının sizden ayrı, sizden farklı bir şey olduğunu
yeni farkediyorsunuz!.
Atını yitirmiş bir
süvari gibisiniz!.
Yıllarca bindiğiniz,
oradan oraya koşturduğunuz atınız ölmüştür artık!.
"Ben, ben.."
derken kastettiğiniz şeyin, asıl itibariyle bu at değil, bu atın sürücüsü, bu
atın süvarisi olduğunu anlıyorsunuz! .
Size emanet olarak
verilen bu atın, size emanet olarak verilen bu cesedin Yaratıcısı geliyor
aklınıza!.
"Allaaah"
diyorsunuz dehşetle!.
Sizlere bu vücudu
veren Allah'ın, bu emanetle ilgili emir ve yasaklarını hatırlıyorsunuz!.
"Dünya hayatında
ne yapmam gerekirdi ve ben ne yaptım?" sorusu, ateşten bir göktaşı gibi
düşüyor üzerinize!.
Eziliveriyorsunuz!.
Kalkamıyorsunuz,
çırpınamıyorsunuz, kımıldıyamıyor-sunuz bu sorunun altında!.
Oysa cevabını
bildiğiniz, cevabını çok iyi bildiğiniz bir sorudur bu!. Fakat yine de susmayı,
yine de bu sorunun altında ezilmeyi tercih ediyorsunuz!. Çünkü dilinizin ucuna
gelen cevap, dilinizi bile utandıran bir cevaptır!.
Yine bir feryat
yükseliyor benliğinizden.,
"Allaaah!."
Sorulan ve sorulmayan
bütün soruların, bütün cevapları gizlidir bu "Allaah" deyişinizde!.
Benliğinizden yükselen
bu feryat, ne yazık ki hoşnut ettiğiniz bir sevgiliye kavuşmanın sevincini
değil, Adil ve Kahhar olan bir hesap sorucuyla karşılaşmanın dehşetini
yansıtıyor!.
Dünya yaşantısında
sadece gölgesini, soyut bir gölgesini gördüğünüz korkunun, somut olan
gerçeğiyle, somut olan dehşetiyle karşılaşıyorsunuz!.
Panik içindesiniz!.
Bütün bunlardan
kaçmanız, bütün bunlardan kaçabilmeniz, kendinizden kaçmanıza, kendinizden
kaçabilmenize bağlı!.
Fakat ne mümkün!.
Size sizden uzak, size
O'ndan yakın hiçbir şey yoktur etrafınızda!.
Çaresizliğin dikenli
çukuruna bırakıveriyorsunuz kendinizi!. Pişmanlık duygusu, ateşte erimiş bir
maden gibi akıyor içinize!. Kendinizi paralamak, kendinizi parçalamak isteğiyle,
paramparça
oluyorsunuz!. Ve, ve cesedinizin başına üşüşen insanlara bakıyorsunuz!.
Size bin yıl gibi
gelen bu bir dakikalık sürede size bakan, sizi seyreden insanların, çenenizi
bağlarken "Rahmetli. Sessiz sedasız, nasıl da rahatça canverdü."
demelerini duyuyorsunuz!.
Başkalarının ölümünden
ölümü tanıdıklarını zanneden bu insanların, ölüme ne kadar yabancı, ölüme ne kadar
duyarsız olduklarını ilk kez anlıyorsunuz!.
Evet, ölmek başka,
bambaşka bir şeydi!.
Ölmekle her şey değil
sadece bir şey bitiyordu!. Ve bu bir şeyin bitmesiyle, her şey yeni
başlıyordu!.
on zamanlar fabrikaya
pek gitmek istemiyordum. Zorunlu durumlarda gidiyor, gelişmeleri öğrenip,
gerekli direktifleri verdikten sonra ayrılıyordum. Bir anlamda işleri röîantiye
almış gibiydim. Fabrika yine çalışıyordu, yine çalışıyordu ama koşturmayı
bırakıp ağır adımlarla yürüyen bir insana benzemişti.
"Yeter"
diyordum kendi kendime1.
Bu kadar çalışmasını
bile fazla görüyordum!. Ölümlü dünyada daha fazla çalışıp, daha fazla, çok daha
fazla kazanıp da ne olacaktı!. Oysa bir ay önce böyle düşünmüyordum. Hafifçe
gülümsedim. Dünyanın ölümlü olduğunu. Ölümlü dünya olduğunu anlamıştım tabi!,
Fabrikadan erken
ayrılmış ve garip bir istek ile doğruca kabristana gelmiştim!. Kabristanın
girişinde biraz duraksadıktan sonra içeriye girdim. Yakın bir tarihte cenaze
arabasıyla geleceğim bu kabristana şimdilik canlı olarak giriyordum!.
Burası kabristandı, burası
herkesin geleceği son ikametgahtı!.
Kabristanı ağır
adımlarla dolaşmaya başladım. Etrafıma büyük bir hayretle bakıyor, her şeyi
görmeye, her şeyi anlamaya çalışıyordum. Daha önceleri işyeri veya fabrika
yapacağımız arsaya gelir, arsanın bulunduğu yeri ve çevreyi etüd ederdim.
Şimdi ise çok farklı düşüncelerle, çok farklı bir etüd içindeydim!.
Mezarlık sakin bir
yerdi!.
Mezarlıklar arasında
yürürken ve mezardakileri düşünürken, canlı olduğumu ilk kez farkediyor
gibiydim!. Canlılık hayret verici bir şeydi!. Herhangi bir kayanın canlı gibi
yürümesini, koşup zıplamasını görsek, hayretler içinde kalırız. Su, toprak,
kaya gibi bir madde olan insanın yürümesini, koşmasını veya konuşmasını ise
alışkanlıktan olsa gerek gayet doğal karşılıyoruz. Düşünce tembelliği içinde
esneyerek "Canlıdır yürür, canlıdır koşar, canlıdır konuşur..."
diyoruz. İyi, iyi de bu can ne?
Bu canlılık neyin
nesi!.
Herhangi bir kayaya
can vermeye kalkışsak, can vermek bir yana, vermek istediğimiz canın ne
olduğunu, nasıl bir şey olduğunu biliyor muyuz?
Belki bu sorunun
cevabım canlı olan bizler değil, canını yitirmiş olan bu ölüler, bu mevtalar
verebilirdi!, Bazı şeylerin ne olduğu, belki varlığında değil yokluğunda anlaşılıyordu!.
Kabristanın içinde
ağır ağır dolaşmaya, kabirleri ve kabirdekileri düşünmeye devam ediyorum. Ne
ben bunlara, ne de bunlar bana uzaktı!. Ölüme yakın bir insan olarak,
kabirdeki mevtaları daha iyi anlıyor, onlan daha yakından hissedebiliyordum.
Bir süre sonra kabirdekiierin gözüyle dışarılara, dışarıdakilerin gözüyle
kabirlere baktım.
Heyhat!. Hayretten
irkilmiştim!.
Birbirinden ne kadar
ayn, birbirinden ne kadar farklı bakışlardı bunlar!.
Baktığını gören,
gördüğünü anlayan bakışlar, hiç kuşkusuz ki kabirdekiierin bakışlarıydı!. Çok
net, çok açık, çok berrak bakışlardı bunlar. Ölü gözlerdeki bu canlı bakışlar,
dünyayı ve dünyanın hakikatini gören bakışlardı!.
Dışandakilerin
bakışları ise en caiz tabirle birer mevta bakışıydı!. Canlı gözlerin ölü
bakışıydı bunlar!. Dışandan kabristana ve kabirlere bakan bu insanlar,
görülmesi gerekeni değil, görmek istediklerini görüyorlardı!. Bazısı mezarlıktaki
ağaçlan, bazısı mermerleri, bazısı mezarın üstündeki toprağı görüyordu!. Derin
düşündüğünü zanneden bazı kimseler ise toprağın altına iniyor ve kefenlenmiş
mevtayı görüyordu!.
İyi ama o kefeni, o
örtüyü açmamız, o kefenin içindekine bakmamız gerekmez mi?
Etleri dökülmüş o kuru
kafadan niye korkuyoruz ki!. Başımıza parmağımızla vurduğumuz zaman gelen
"Tak, tak.." sesleri, bizim de aynı akibete mahkum, aynı kuru kafaya
sahip olduğumuzu hatırlatmıyor mu? Etlerinden annmış o kuru kafada, yalanlardan
arınmış bir gerçeği görmüyor muyuz? Kafatasındaki göz çukurlarına gözlerimizi
yapıştırıp, ötelere, öte alemlere neden bakmıyoruz ki!.
Her yere yüzümüzü
dönmek, bastığımız yere bakmak, gittiğimiz yeri görmek isterken, kabirlere,
kabirdekilere neden bakmıyoruz?
Gün be gün, an be an
gittiğimiz bu istikamete neden sırtımızı dönüyor, neden geri geri gidiyoruz
ki!. Yüzümüzü dünyaya döndüğümüz zaman, durduğumuzu, dünyaya demir attığımızı, kabristana ve
kabristandaki çukurumuza yaklaşmadığımızı mı zannediyoruz! .
Bu sorunun cevabını kabirdekiler
veriyor., "Evet öyle zannediyorsunuz!. Evet öyle zannediyorduk!
Doğru bir cevaptı bu!.
Zaten herkes, zaten her şey doğru söylüyordu bu kabristanda!. Burası başka. gerçekten
bambaşka bir alemdi. Herşey sessiz, herşey durgundu bu alemde!. Burada herşey
bu sessizlikle, burada herşey bu durgunlukla anlatılıyordu!.
Anlamlı bir sessizlik,
anlamlı bir sakinlik vardı kabristanda!. Bu kabristanı dolduran binlerce insan,
hiç kuşkusuz ki bir zamanlar cadde ve sokaklarda oradan oraya koşuşturan
insanlardı. Bir yerde yarım saat oturdukları zaman sıkılan, ne yapacaklarını
şaşıran bu insanlar, uzun yıllardır aynı kabirde, aynı şekilde, aynı sessizlik
içinde öylece yatıyorlardı,
Kabirdekilere bakarak
tekrar, tekrar düşünmeye başladım! .
Acaba bu mevtalar gamsız,
bu mevtalar tasasız, bu mevtalar kaygısız mıydı!.
Bu sorularla mezarlara
teker teker baktım. Sorularımın cevaplanni yine bu kabirlerden, yine bu
kabirdekiler den duymak istiyordum!.
Hayır!.
Vallahi hayır!.
Hiçbiri gamsız,
hiçbiri kaygısız değildi!.
Kabirdekilerin hepsi, kıyamete
kurulmuş saat, mahşere gerilmiş ok gibiydi!.
Hepsi nefesini tutmuş,
hepsi pür dikkat kesilmiş, hepsi o anı, tekrar dirilecekleri o anı
bekliyorlardı!.
Kaskatıydı hepsi!.
O ana yönelik
dikkatlerinden, o ana yönelik heyecanlarından katı, kaskatı olmuşlardı!.
Yüzleri ve bakışlan
farklı farklıydı!. Kiminin son tebessümü,
kiminin son pişmanlığı, kiminin son gözyaşı donmuştu, donakalmiştı
yüzünde!. Hepsi öylece, öylece bekliyorlardı!,
Acaba benim, benim
yüzüm ne olacaktı? Yüzümde en son hangi mana, bakışlarımda en son hangi anlam
donakalacaktı? Korktum, paniğe kapıldım!.
Ölümden değil, ölümden
sonraki durumlardan korkuyordum!.
Allah'ı düşündüm,
boynum büküldü, ayaklarım çözüldü. Bir kabrin yanına uzanıverdim. Ne kadar
aciz, ne kadar çaresiz olduğumu hissettim. Kundakta eli kolu bağlanmış zavallı
bir bebe gibi ağlamaya başladım!. Bildiğim bütün lisanlan, bildiğim bütün
cümleleri, bildiğim bütün kelimeleri unutmuştum. Hafızamda sadece bir cümle
kalmış, bütün benliğim bu cümleye sarılmıştı., "Allah'ım bana yardım
et!."
Hiç durmadan, hiç
duraksamadan aynı cümleyi tekrarlıyordum. "Allah'ım bana yardım et!.
Allah'ım bana yardım et!."
Şimdiye kadar Allah'a
çok dua etmiş, çok dua etmiştim ama kendimi Allah'a, Allah'ı kendime hiç bu
kadar yakın hissetmemiştim. Sanki her tarafım, her uzvum, her hücrem başlı
başına birer el olmuş ve ben bu binlerce elimle Allah'a tutunmuş, Allah'a
sarılmış ve hiç bırakmadan ve hiç bırakmak istemeden Allah'a yalvanyordum;
Allah'ım bana yardım et!. Allah'ım bana yardım et!." - Yardım ister misin?
İrkildim!. Bu ses ve
bu söz ile donakaldım!. Bu ses yerden mi gelmişti gökten mi anlayamadım!.
Yattığım yerden doğrularak etrafıma baktım. Sağ tarafımda, sekizon metre
ileride bir adam duruyordu. Kendisine hayretle baktığımı görünce, sakin bir
sesle "Selamunaleyküm" dedi.
Kırk yaşlarında,
sakallı biriydi bu!. Bir süre durdum. Ne yapacağıma, ne söyleyeceğime karar
veremedim. Oturduğum yerden kalkarak üstümü hafifçe silkeledim. Adama dönüp
"Aleykümselam" dedikten sonra kabristanın girişine doğru yürümeye
başladım. Canım sıkılmıştı!.
Hiç. istemediğim bir
anda, hiç istemediğim bir şekilde karşıma çıkan bu canlı, canımı sıkmıştı!.
İçkiye tövbe etmiş, beş
vakit namaza başlamıştım. Önceleri rahatsız oldum. Bütün bunlan öleceğimi
bildiğim için, ölüm korkusuyla yaptığım düşüncesine kapıldım. Hiç hoşuma gitmeyen
bu düşünceye bir süre karşı çıkmaya, bu düşünceyi inkar etmeye çalıştım.
Fakat başaramadım!.
Çünkü işin aslı
buydu!, öleceğimi bildiğim için içkiye tövbe etmiş, öleceğimi bildiğim için beş
vakit namaza başlamıştım. Daha sonra kabullendim bu düşünceyi. Hem bu
düşünceye ne diye karşı çıkacaktım ki!. Zaten Allah bütün insanlara
öleceklerini bildirmiş, bütün insanlann her an ölüme hazır olmalarını
istemişti. Öleceğini bilerek ibadet etmek, zaten her müslümanın yapması gereken
bir şeydi.
Bunlan düşünerek, bunları
dikkate alarak beni rahatsız eden o vesveseden, o şeytani vesveseden
kurtuldum. Lanetli şeytan, insanı nasılda saptırmaya çalışıyordu!. Şeytanın
tesirinde kalarak ibadet etmeyen insanlar, herhalde başlan ve burunları dik
olarak yaşayan ve kabiriere diklemesine giren insanlar olmalıydı!.
Allah'a şükürler olsun
ki onlardan değildim.
Ancak açık söylemek
gerekirse beş vakit namaz kılmanın nefsime bu kadar ağır geleceğini de hiç
ummuyordum. Ne bileyim, dışarıdan gözüktüğü gibi kolay bir şey değilmiş bu!.
Namaz kılacağım zamanlar içimin sıkıldığını, nedenini bilmediğim bir baskı
altına girdiğimi hissediyorum. Selam verip de namazdan çıktığım zaman,
dakikalarca suyun altında kalıp da su yüzeyine çıkmış gibi derin bir
"Ohh" çekiyorum.
Oysa cuma namazlarında
böylesine sıkıldığımı, nedeni belirsiz bir baskı altında kaldığımı hiç
hatırlamıyorum. Gerçi şimdiye kadar kıldığım cuma namazlarında Allah'tan ziyade
insanları, içinde yaşadığımız toplumu dikkate alıyordum. Kendim için çizdiğim
bir imaj vardı. Tarihine bağlı, müliyetçi ve muhafazakar bir imajdı bu. Kendimi
bu imajımla tanıtıyor, bu imajımın sarsılmasını İstemiyordum. Nitekim cuma
namazlarına gitmem de, bu imajın zorunlu bir gerekliliği idi. Allah'a
inanıyordum, inanıyordum ama namaz kılmamın yegane nedeni Allah değildi. Şimdi
ise durum farklı!.
Şimdi ne imajımı, ne
de toplumun değer yargılarını dikkate alıyorum. Üstündeki giysileri alev almış
bir insan gibi görüyorum kendimi!. Yıllardır korumaya çalıştığım imajımı
belirleyen bu giysileri telaşla üzerimden çıkarırken, ne toplumu dikkate
alıyorum, ne de toplumun beni çıplak görmesini!.
Hiçbirini
umursamıyorum!. Umursadığım tek bir şey var, Alİah!. Ben Allah'ın kuluyum ve bu
kulluğun gereğini yapmakla mükellefim. Hepsi bu kadar. Ne başka bir seçeneğim,
ne de başka bir alternatifim var. Nefsim istemese de, şimdiye kadar hindi gibi
kabarttığım nefsime zor gelse de, diğer müslümanlar gibi namaz kılmak, diğer müslümanlar
gibi haramlardan kaçınmak durumundayım.
Hem diğer müslümanlar derken, benim bu müslümanlardan ne ayrıcalığım
var ki!.
Zengin ve itibarlı
olmam mı?
Hasta olduğumu
duymadan önce bunlar önemli ayrı-calıklarımdı!. Terazinin bir kefesine bin
işçiyi, diğer kefesine sadece kendimi koyduğum zaman, ben ağır basıyordum!.
Bin İşçiyi yanında çalıştıran, bin işçinin geçimini temin eden bir insan,
elbetteki bu bin işçiden daha değerli olacak, bin işçiden daha ağır gelecekti!.
Ne var ki hastalık
haberiyle her şey değişti!.
Allah'la karşı karşıya
gelmiş, Allah'a döneceğimi anlamıştım. Bu anlayışla farkettiğim en önemli
gerçek ise, halkın değer verdiği servet ve itibar gibi şeylere, bütün mülkün,
bütün kainatın yegane sahibi olan Allah'ın değer vermediği idi!. Dolayısıyle
ha!k nezdindeki itibarım, hak nezdinde devam etmemişti!.
Hak nezdinde değerli
olan yegane şey, kulluktu!.
Kulluğun gereğini
yerine getirmekti!.
Açık söylemek, açıkça
itiraf etmek gerekirse, hak nezdindeki terazinin bir kefesine benim gibi bin
patronu, diğer kefesine kulluğun gereğini yapan bir işçiyi koysalar, hiç
kuşkusuz ki bu bir işçi, benim gibi bin patrona ağır basacaktı!.
Dolayısıyle
büyüklenmeye, dolayısıyle kibirlenmeye hiç gerek yoktu. Nefsime zor gelse de
Allah'a kulluğun gereğini yapacak, beşbin sıkıntıyla da karşılaşsam bu beş vakit
namazı kılacaktım!. Sımsıkı tuttuğum bu ipi bırakmaya hiç, ama hiç niyetim
yoktu!. günlerde başağnlanm biraz daha arttı. Bu ağrıların nedenini bilmediğim
günlerde sadece ağrıları hisseder, sadece bu ağrılardan kurtulmak isterdim.
Şimdi ise bu başağnlan, koca bir ağacın küçük dikenleri gibi gözüküyor gözüme!.
Doktor Zekai, durum
ümitsiz olsa da kemoterapi yani ilaç tedavisine başlamamı istiyordu. İlaç
tedavisinin yan tesirlerini dikkate alarak kabul etmedim, Bazı kimselere bir
arkadaşımın hasta olduğunu söylemiştim. Otlardan İlaç yapan bir adamı tavsiye
ettiler. Söylediklerine göre bazı kimseleri iyileştirmiş, Her nedense gittim bu
adama. Çekilen filmleri göstererek
durumu anlattım. Bana
Allah'tan umud kesilmeyeceğini vereceği otları belli bir düzen içinde
kullanmamı söyledi. Zaten benim de istediğim buydu. Az da olsa, çok az da olsa
beni umudlandıracak bir şey yapmak istiyordum. Hem bu otların, diğer ilaçlar
gibi yan tesirleri de yoktu. Adamın söylediklerini bir bir yapmaya başladım.
Tabiattan toplanan bu
otlar, eczaneden alınan ilaçlardan daha hoş görünmüştü gözüme. İyileşmem için
bir mucize lazımsa, bu mucize insanların yaptıkları ilaçlarda değil, Allah'ın
yarattığı bu otlarda olmalıydı.
Fabrikadaki
vakitlerimi genel olarak kitap okuyarak geçiriyorum. Burada güzel bir kitaplık
oluşturdum kendime. Değişik konularda, değişik kitaplar aldım. En çok dik-
katimi çeken kitaplar
ise tasavvufla ilgili menkibeleri ania-tan kitaplardı. Bu dünyadan ne büyük
zatlar gelip geçmiştü. Hepsinin birbirinden ilginç, birbirinden güzel kerametleri
vardı. Kendilerini ziyarete gelen bir insanla daha hiç konuşmadan onun ne için
geldiğini biliyorlar, ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Bu zatlardan birisiyle
karşılaşmak, ona halimi arzetmek ve onun sohbetini dinlemek isterdim.
Bu kimseler,
peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)'in "Ölmeden Önce ölünüz"
nasihatinin bir gereği olarak hergün ölümü ve ölüm anını düşünen kimselerdi,
ölecek olan bir insanın halini, herhalde en iyi onlar anlardı.
Acaba zamanımızda da
böyle şeyhler, böyle mürşitler var mıydı?
İsmail geldi aklıma!.
Beymen'in yakışıklı
tezgahtan!. Herkesin kendisine gıptayla baktığı filinta gibi bir delikanlıydı.
Ne olduysa olmuş, Alsancağın hareketli eğlence atmosferinden kendini
çekivermişti!. Camilerdeki ihtiyarları, diskoteklerdeki kızlara tercih eden bu
delikanlı, hem çevresini, hem de beni şaşırtmıştı.
Ne bileyim, o zamanlar
çok erken, çok garip karşılamıştım İsmail'in bu tercihini!.
İsmail hakkında
tarikata girdi, tarikatçı oldu diyorlardı!. Ne derece doğru bilmiyorum. Hoş
sohbet bir insan olan İsmail'le karşılaştığımız her yerde yine konuşur, yine
şakalaşırdık. Kendisine "Ne haber modern yobaz!." derdim. Hiç
alınmazdı. Bana sistemin kokuşmuşluğundan, ahlaki değerlerin çöküşünden
bahseder ve önce insan sonra müslüman olmamız gerekir derdi.
Tabi ki söylediklerine
pek kulak aşmazdım!. Sistem içinde basan kazanamayan bu gibi kimseler,
elbetteki sisteme çamur atacaklardı. Ben bunu bir ezilmişlik kompleksi, bir
başarısızlık mazereti olarak görürdüm. Kaldı ki nasihat etmesi ve nasihati
dinlenmesi gereken kişi, İsmail değil bendim. Çünkü uzun yıllar tezgahtarlık
yaptıktan sonra bilmem ne
zoruyla küçük bir mağaza açan
İsmail değil, ben başarılı bir insandım. Sözü dinlenmesi gereken bir kişi
varsa, bu kişi, söz konusu başannın sahibi olan bendim!.
İsmail'i tekrar
düşündüm!.
Hiçbir kuşku duymadan
"Benden akıllıymış. Vallahi benden daha
akıllıymış!." dedim kendi kendime. Genç yaşta nefsini zapdetme başarısı ise
birkaç fabrika sahibi olan benim başarımın çok fevkinde bir başarıydı. Ne
diyelim, helal olsun!. Saat birbuçuk!.
Öğlen namazını
kıldıktan sonra Konağa inip şu İsmail'i, şu bizim modem yobazı bir göreyim!.
Yarım saattir
İsmail'in yanındayım.
Beni içten bir
sevgiyle karşıladı. Oturduk, çaylar geldi. Önce biraz geçmişten, eski
günlerden, eski tanıdıklardan bahsettik. Bazıları o yolda, o yaşantıda
ölmüştü!. İsmail "Ne yapalım, elden ne gelir" dercesine omuzlarını
kaldırarak boynunu büktü. Onların Ölmesinden ziyade, o hal üzere ölmelerine
üzülmüş olmalıydı!. "Konuştum, anlattım, anlamadılar ya da anlamak
istemediler" dedi.
Sonra bana baktı.
Bakışlan "Senin durumun, senin halin nasıl?" der gibiydi. Sakin bir
sesle beş vakit namaza
başladığımı söyledim.
Yüzünde, gözlerinde,
bakışlarında bir patlama oldu sanki!.
Sevinç içinde ayağa
fırladı!.
Gel sana bir
sanlayım!." diyerek beni sevinçle kucakladı.
Şaşırmıştım!.
Bir insan, diğer bir
insan için nasıl olur da bu kadar çok sevinebilirdü. Oysa namaza başlamama ben
biie bu kadar sevinmemiştim. Fakat yine de İsmail'in bu içten tavrı, bu içten
sevinci hoşuma gitti.
Nasıl oldu?
Ne, nasıl oldu?
Namaza nasıl başladın?
Soruyu anlamıştım.
İsmail namaza neden, hangi se-beble, hangi vesileyle başladığımı sokuyordu. Ne
cevap vereceğimi şaşırdım. Özel durumumu kimseyle, hiç kimseyle paylaşmak
istemiyordum.
Bir arkadaşta beyin
tümörü oluşmuş. Herhalde ölecek. Bu beni çok etkiledi.
İsmail alt dudağını
ısırarak kafasını salladı.
Kaç yaşında?
Hemen^hemen ben
yaşlarda!.
Ne diyeiim Selçuk!.
Ölümlü dünya!. Her şeyde hayır vardır derler ya, doğru bir söz. İnşaallah o
arkadaşının da haynna vesile olur!.
Kafamı sallayarak
"İnşaallah" dedim.
İsmail Bey!.
Müşteriler gelmişti.
İsmail bana bir çay daha söyleyerek müsaade istedi. Bir aile grubuydu gelen.
Herhalde nisanlık ya da damatlık elbise alacaklardı.
Damat olduğunu
zannettiğim genç birkaç elbise giymiş, hiçbirini beğenmemişti. Bu gence
bakarak "Son giysin, kefen olacak delikanlı" dedim içimden. Kefen
giydiri-lirken hiçbir mevta mızmızlık yapmıyor, şimdi olduğu gibi "Yok
efendim şu renk olsun, şurası şöyle, burası böyle olsun!." demiyoriardı.
Mağazaya topal birisi
girdi!.
Orta yaşlı, sakallı,
biraz dökük kıyafetli biriydi bu!. Üç-beş adım attıktan sonra durdu, etrafına
bakındı. İsmail'in müşterilerle ilgilendiğini görünce benden tarafa baktı. Ne
yapacağına karar vermiş gibi topallayarak bana doğru ilerlemeye başladı.
Dilenci olmalıydı!.
Yüzündeki durgun
İfadeyle yanıma yaklaştı, Bir an tereddüt ettikten sonra cebimden para çıkararak
kendisine uzattım. Durdu Öylece paraya baktı. "Allah kabul etsin" diyerek
parayı aldı. Sonra İsmail'den tarafa dönerek, İsmail'e yardım eden tezgahtar
kıza seslendi.,
Asuman hanım!.
Yanımıza gelen kız
tebessüm ederek "Hoşgeldiniz Said hoca!." dedi. Hoşbulduk dedikten
sor.ra elindeki parayı uzatarak ilave etti "Bunu lütfen bir fakire
veriniz!."
Hoşgeldin Üstad!.
Buyur, geliyorum!.
İsmail'di seslenen.
İsmail'e de tebessümle başını salladıktan sonra şaşkınlık içinde olanları
seyreden bana baktı ve "Selamünaleyküm" diyerek karşımdaki sandalyeye
oturdu.
Kendimi toparlayarak
"Aleykümselam" dedim ve hemen ilave ettim.,
Afedersiniz!.
Gözlerime hafif bir
tebessümle baktı.,
Estağfurullah!. Alİah
için sadaka vermek, affa vesiledir, înşaailah affedilirsiniz!.
Bu sözlerin ne anlama
geldiğini tam anlayamamıştım ama yine de "İnşaaliah" dedim. Bütün
dikkatimle bu garip adamı bir anda süzdüm. Bu adamı İsmail'in giydirmediği ya
da bu adamın İsmail'den giyinmediği belliydi. Üstü başı belki biraz eskiydi ama
temiz gibiydi. Saç ve sakallarının yaklaşık üçte biri beyazlamışti.
Sakin, durgun fakat
anlamlı bir yüzü vardı. Dikkat ettim!.
Tezgahtar kızın hoca,
İsmail'in üstad dediği bu adamın yüzü bana hiç yabancı gelmiyordu!.
Sanki bu adamla, sanki
bu yüzle daha önce karşılaşmış gibiydim. Bakışlarımı bir başka tarafa
çevirerek düşünmeye, hatırlamaya çalıştım.
Bulamadım!.
Belki bir zamanlar
yanımda çalışmış, belki de bir camide karşılaşmıştık!. Hemeyse.
İsmim Selçuk
Memnun oldum. Benim de
Said.
Müşterileri mağazanın
kapısından yolcu eden İsmail yanımıza geldi. "Üstadım tekrar hoş
geldin" diyerek elini sıktı. Yanımıza oturduktan sonra bizi birbirimizle
tanıştırdı. Kur'ani ilimlere vakıf ve bildikleriyle amel eden, bildiklerini
yaşayan muhterem bir kimse olduğunu söyledi. Beni ise eski bir arkadaş, yeni
bir kardeş olarak tanıttı. Beş vakit namaza nasıl başladığımı söylemeyi de
ihmal etmedi.
Adam öylece bana
baktı.
Tereddütsüz,
kıpırtısız, düz ve keskin bakışlardı bunlar. İsmail'in söylediklerine bir
ilavem olup-olmadığını sorar gibiydi. Bakışlardaki soruya konuşarak cevap
verdim.,
İsmail'in söylediği
gibi!. Arkadaşımın durumunu görünce hepimizin öleceğini daha iyi anladım.
İlginç!.
İlginç olan ne?
Öleceğimi anlamam mı?
Hayır!. Arkadaşınızın
hastalığından böyle bir ders almanız!.
Biraz şaşırmıştım.
Anlayamadım!.
Günümüz insanları
başkalarının hastalığından değil, başkalarının ölmelerinden bile ders almazken,
sizin bu durumunuzu hayretle karşıladım.
Ne söyleyecektim ki!.
Söz konusu arkadaş benim mi diyecektim!. Öylece kalakaldım. Meseleyi adamın
şahsına getirmek için "Siz başkalarının durumundan ders almaz
mısınız?" dedim.
Başkalarının
durumundan yeterince ders alsaydım, başkalarından farklı, çok farklı bir insan
olurdum.
Adama öylece baktım.
"Başkalarından farklı bir insana benziyorsunuz" diyecektim, demedim.
Konuşmaları sessizce dinleyen İsmail'e döndüm.
İsmail, Şahin bey
nasıl?
Şahin bey İsmail'in
eski patronuydu. Çok hırslı bir işadamıydı. İsmail hafifçe gülümseyerek cevap
verdi.,
Yaşlılık ve
hastalıklar Şahin beyin kanatlarını kırdı. Geniş kapsamlı perhiz yapmak
zorunda. Yiyebildiği üç-beş bisküi ile yaşamaya çalışıyor!.
Ben de hafifçe
gülümsedim. Belki benden de zengin olan Şahin beyin durumu, hem İsmail'i, hem
de beni gülümsetmişti. Güzel bir sözü hatırladım. İnsanların yaşadım trajedi,
düşünen insanları güldürüp, hisseden insanları hüzünlendirirmiş!. Gerçi Şahin
beyin durumuna gülümsememe rağmen hüzünlenmediğimi de söyleyemem.
İsmail, herşeyin başı
sıhhat!. Hani Kanuni Sultan Süleymanın bir sözü var. Şimdi pek hatırlayamıyorum,
nasıldı o söz?
İsmail biraz
düşündükten sonra Said hocaya baktı. Hoca cevap verdi.,
Halk içinde muteber
bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi.
Said hocaya dönerek
"Evet bu" dedim ve ilave ettim.,
Güzel bir söz değil
mi?
Hiçbir tepki
göstermeden "Nesi güzel?" dedi. "Elinin körü" diyecektim,
zabdettim kendimi.
Tabi ki manası
Manası ne? Nefes mi
kıymetli, devlet mi kıymetsiz! Bu adam ya beni imtihan ediyor, ya da sabrımı
ölçüyordu. Tepkimi belli etmeden cevap verdim.,
Sıhhatli bir nefes,
elbetteki devletten daha değerli, daha kıymetli!.
Verdiğim cevabı
duymamış, duysa da anlamamış gibi yüzüme baktı. Belki de saf bir adamdı bu!.
Gülümseyerek "Anlamadınız mı?" dedim. Gülümsememe gülümseyerek
karşılık vermedi. Sakin bir sesle "Anlamadım, sizin de anladığınızı
sanmıyorum" dedikten sonra bir süre gözlerime bakıp ilave etti.,
Şu an dünyada sıhhatli
bir şekilde nefes alıp veren milyarlarca insan var. Söyleyin bana!. Hangisinin aldığı nefes, hangi devletten
kıymetli?
Durdum, düşündüm,
şaşırdım!.
Gayet mantıkh bir
itirazdı bu!. Uzun yıllardır, uzun asırlardır herkesin doğru gördüğü, doğru
bildiği bir söze böyle itiraz eden bu adama ne cevap vereceğimi bilemedim. En
iyisi soruya soruyla karşılık vermekti.,
Sizce bu sözün anlamı
ne?
Bence bu sözün belirli
bir anlamı yok. Anlamlı değil, anlama muhtaç bir söz bu!.
Nasıl
Sıhhatli bir nefes ve
bu nefesle yaşanan zaman, her halükarda değerli ya da değersiz bir şey
değildir. Zamanı değerli ya da değersiz kılan şey, bu zamanın harcanma
şeklidir, neyin karşılığında harcandığıdır.
Doğruydu adamın
söyledikleri. Bu söylediklerini tasdik eder gözlerle kendisine baktım. Devam
etti.,
Herhangi bir şeye
bedel olarak verdiğimiz zaman, o şeyden daha değerli değildir. Çünkü değerli
olsaydı, bu alışverişe razı olmamamız gerekirdi. Dolayısıyle
devleti, malı, makamı ele geçirmek için harcanan zaman, harcandığı
şeylerden daha değersiz bir duruma itilmiştir.
Bu adamın sözleri,
beni düşündüren, düşünce derinliğine daldıran sözler olmuştu. Bu
söylediklerini bir neticeye bağlamasını istiyerek "Sonuç olarak!."
dedim.
Sonuç olarak şu.
Devlete sahip olmaktan daha kıy-metli olan nefes, devletten daha kıymetli bir
ideal, daha değerli bir hedef uğruna tüketilen nefestir.
Yani
Sustu. İsmail'e baktı.
Bu sorunun cevabını İsmail'in vermesini istiyordu. İsmail bana tebessüm ederek
"Bunun cevabını sen de öğrenmişsin. Allah'ı razı etmek için, O'nun nzası
istikametinde yaşamak" dedi.
İsmail'in tebessümüne
tebessümle karşılık vererek "Doğru" dedim ve ekledim.,
İsmail, ben bunu biraz
geç öğrendim. Fakat yine de Allah'a şükür!. Bunu daha öğrenemeyen, bunun
farkında olamayan çok!.
O arkadaşın farkında
mı?
Hangi arkadaşım?
Hani o hasta olan!.
İsmail'in bu sorusu
karşısında biraz bocaladığımı hissettim. Hasta dediğim o arkadaşı yani kendimi
nasıl tanıtacağımı düşündüm!.
O arkadaşı kendi
yerime koyduğuma göre kendim nasılsam, o arkadaşı da aynı şekilde
tanıtmalıydım.,
Geçenlerde o da beş
vakit namaza başladı. Zaten küçük yaştan beri cuma namazlarını kaçırmazdı. İyiliksever,
hoş bir arkadaş.
Daha Önce konuştuğum
bazı hocaefendiler gibi "Ha öyle mi!. Maşallah, maşallah!."
demelerini bekliyordum. Hiçbir şey demediler. Sevinir gibi olan İsmail Said
hocaya baktı. Yüzünde hiçbir tepki olmayan Said hoca bana dönerek usulca
sordu.,
İslam'ı biliyor mu?
Soruyu acaba yanlış mı
anladım diye bir an durakal-dım. Yooo, doğru anlamıştım!. Bana İslam'ı biliyor
mu diye soruyordu!. Ne kadar saçma bir soruydu bu!. Adamı bozayım mı yoksa
hiçbir şey söylemeden kalkıp gideyim mi diye düşündüm. Said denilen bu adama
tekrar baktım. Gayet sakin bir şekilde vereceğim cevabı bekliyordu. Susamazdım.,
Ne demek İslam'ı
biliyor mu? Size o arkadaşın beş vakit namaz kıldığını söyledim. Duymadınız mı?
Duydum.
Bu herif beni gerçekten
çatlatacaktı!.
O halde neden İslam'ı
biliyor mu diye soruyorsunuz? Namaz kılan bir insan, İslam'ı bilmiyor mudur?
İsmail de, Said
denilen bu herif de bana öylece bakıyorlardı. Bakışlarında ne bir hayret, ne
bir şaşkınlık vardı. Görünüşe bakılırsa bunlar beni anlıyorlardı, adıyorlardı
ama ben bunları anlatılıyordum!.
Cevabı yine Said
denilen adam verdi.,
Namaz elbetteki
dinimizin emirlerinden biridir. Ancak İslam'a girmenin ilk şartı namaz
değildir. Herhangi bir insan namaza başlamakla İslam'ı bilmiş, İslam'a girmiş
olmaz.
Siz namaz kılanların
müslüman olmadığını mı söylüyorsunuz?
Yoo. Böyle bir
genelleme yapmadım. Her müslüman elbetteki namaz kılar. Fakat ne yazık ki
günümüzde her namaz kılan kimseyi müslüman görmemiz, müslüman kabul etmemiz mümkün
değildir!.
Yine anlayamadım!.
Bakınız!. İslam'ın ilk
dönemlerinde namaz dinin şiarıydı.
Namaz kılan bir insan görüldüğünde, o kimsenin müslüman olduğuna şahadet
edilebilirdi. Çünkü o dönemlerde müşrikler de, kafirler de namazdan uzak
kimselerdi. İslam'ın ilk dönemlerinde namaz kîlan kimseler, sadece ve sadece
müslümanlardı. Ancak günümüzde böyle değil. Günümüzde müşrikler bile namaz
kıhyor. Tabi ki buna namaz denilirse!,
Durun bir dakika!.
Müşrikler neden namaz kılsın ki!. Allah'a inanmayan bir insan, neden camiye
gitsin, neden namaz kılsın!.
Müşrikler Allah'ı
inkar etmezler. Allah'a inanırlar fakat inandıkları Allah'a eş koşarlar!.
Cami vaazlarında
Allah'a inanmayan, Allah'ı inkar eden kafirleri çok duymuştum ama Allah'a eş
koştukları söylenen bu müşrikleri ilk kez duyuyordum!.
İnsancın ne tuhaf
yaratık!,
Bazıları inkar ederek
Allah'ın bir olan varlığını kabul etmezken, bazıları ise eş koşarak Allah'ın
bir olan varlığını ikiye, üçe çıkanyormuş!. İyi ama namaz kılan kimseler
arasında da böyle sapık kimseler var mıydı?
Hem namaz kılıp, hem
de Allah ikidir, üçtür diyenler var mı?
Allah ikidir, üçtür demek,
AİIah'a bir olan zatında eş Mesela tesiis inancına sahip olan yani Allah'a eş
' 2 çocuk nisbet eden hıristiyanlarda böyle bir şirk vardır. Halkında müslüman olan ülkelerde ise
genellikle yoktur. Bu ülkelerde karşılaştığımız şirk hadisesi, Allah'a zatında
değil, sıfat ve hükümlerinde eş koşulmasıdır. Samimi bir kalble "Allah
birdir, bir tanedir" diyen birçok insan, bu ifadeyle Allah'ı zatında
birlemesine rağmen ne yazık ki sosyal yaşantıdaki birçok yönelişinde, birçok
tercihinde, birçok inanışında Allah'a sıfat ve hükümlerinde eş koşar.
Kafam karışmıştı!.
Ancak söylenenleri anlamak istiyordum.,
Şuniarı bir daha
tekrar etsene!.
İtiraz etmedi,
Söylediklerini bir kez daha ve biraz daha açıklayarak tekrar etti. Bir şeyler
anlamıştım, anlamıştım ama yine de yeterince anladığımı söyleyemezdim. Bu
adamın söyledikleri önemli, çok önemli şeylerdi. Adamın söylediklerinden yeni
bir şeyler öğrenmekle beraber,
eskiden bildiğim bazı
şeylerin de sarsıldığını, değiştiğini hissediyor gibiydim. İlgimi çeken bu adamla
konuşmak, daha uzun ve daha geniş konuşmak istiyordum.,
Düşünceli bir ifadeyle
yüzüme baktı.
Benim biraz sonra köye
dönmem gerekiyor. İsmail bana dönerek "Üstad, Torbalı'nın bir köyünde
oturuyor" dedi.
Torbalı, İzmir-Aydın
yolu üzerindeydi. İzmir'e gelip giderken Gaziemir'den geçmek zorundaydı.
Yeni fabrikamız
Gaziemir'de. Yann İzmir'e inecek-seniz uğrayabilirsiniz.
Kısa bir süre düşündü.
İnşaallah saat on
civarlarında.
Ben de
"İnşaallah" diyerek fabrikanın yerini tarif ettim. Sonra müsaade
isteyerek ayağa kalktım. Vedalaştık. İsmai! beni kapıya kadar uğurladı. Ona
sormadan edemedim.,
İsmail, nasıl bir adam
bu? İsmail hafifçe gülümsedi.
Bu soruyu yarın kendin
cevaplarsın. Yalnız, söylediklerini çok iyi dinle!.
Kafamı sallayarak
"Tamam" dedim ve ekledim., dokuz civannda fabrikaya geldim. Dün gece
Said hocayla konuştuklanmızı değerlendirmiş, ne yapacağımı, ne yapmam
gerektiğini düşünmüştüm. İsiami konularda yeterli bir bilgiye, yeterli bir
donanıma sahip değildim.
Önceleri bir
hocaefendiyi çağırmak düşüncesine kapıldım. Çağırdığım zaman gelebilecek olan
çok hoca vardı. Said hocayla yapacağımız konuşmaları bu hocaefendi de duysun,
bu hocaefendi de değerlendirsin istiyordum. Sonra hoşlanmadım bu düşünceden.
Hocaları birbiriyle kapıştırmaya benzeyecekti. Said hocaya karşı ayıp
olabilirdi. En iyisi bütün konuşmaları banta almak, daha sonra bu bantı
hocaefendilerle birlikte değerlendirmekti1;
Evet, en uygunu, en
münasibi buydu.
Evden getirdiğim teybi
masanın üst çekmecesine koyarak kayıt düğmesine bastım. Sonra odamn değişik
yerlerinde konuşarak gezindim. Teybi geriye alarak bu konuş-malan dinledim.
İyiydi, konuşmaları gayet anlaşılır alıyordu. Teybi çekmecede hazır bırakarak
Said hocayı beklemeye başladım.
Saat ona beş kala
fabrikaya geldi.
Aşağı inerek onu
birinci katın girişinde karşıladım. Birlikte yukarıya çıktık. Etrafıyla pek
ilgilenmiyor gibiydi. Daha önceleri olsaydı ona biraz fabrikayı gezdirir, halk
tabiriyle hava basabilirdim. Şimdi ise hiç böyle bir arzum yoktu. Çünkü bu
koca binanın benim nezdimde bile Önemli bir yeri, önemli bir değeri
kalmamıştı!.
Said hoca biraz
topallayarak yürüyordu. Sol ayağı hafif kısa mıydı, eğri miydi anlayamadım.
Aksak ama sakin adımlarla odama girdi. Kendisine rahat bir yer gösterdim.
Oturdu.
Ne içersini??
Cay
Duble mi olsun?
Hafifçe gülümsedi.
Aynı soruyu arkadaşlar
sorduğu zaman erkekse teker teker gelsin diyorum!.
Ben de gülümsedim.
Telefonu açarak çaylan söyledim. Hemen mevzuya girmek istiyordum. Teybin düğmesine
usulca basarak ilk sorumu yönelttim.
Dün gece
konuştuklarımızı düşündüm. Anlayamadığım bir husus var. Siz dünkü konuşmanızda
her müslü-man namaz kılar, fakat her namaz kılan müslüman değildir
dediniz. Anlayamadığım husus,
dün siz gelmezden önce İsmail'e
namaza başladığımı söylemiştim. İsmail'in sevincini görmeliydiniz!. Namaz
kılmak madem İslam'ın şiarı değil, İsmail neden sevindi ki!.
Allah'ın hoşlanmadığı
bazı kötülükleri terkederek namaza başlamak, hiç kuşkusuz ki her hangi bir
insanın samimi bir kalble İslam'a yönelmesi. İslam'ı taleb etmesi demektir.
İsmail'i sevindiren husus, sizin bu yönelişiniz, sizin bu talebiniz olmalı.
Mantıklı bir açıklama
gibi geldi bana. Demek ki İsmail'i sevindiren husus benim İslam'a girmem
değil, İs-tam'a yönelmem, İslam'ı talep etmemmiş!. Tabi ki İslam'a girip
-girmemiş olmam konusunda getirilen yorum, bunlayorumuydu. Benimse bu konuda
herhangi bir kuşkum voktu. Ben kes udim bileli İslam dinindeydim. Bazı
eksiklerime, bazı
hatalarıma rağmen hiç kuşkusuz ki müslümandım.
Anlayamadığım bir
husus daha var. Dünkü konuşmanızda, beş vakit namaz kılan o arkadaşım hakkında
İslam'ı biliyor mu diye sordunuz. Sonra da Allah'a şirk koşmaktan bahsettiniz. Sizin
bu bildiklerinizi elbetteki camilerimizdeki imamlarımız da,
vaizlerimiz de biliyor. Beş vakit namaz kılan o arkadaşı camiye hiç gitmiyor,
hutbe ve vaazları hiç dinlemiyor mu sandınız?
Durdu. Biraz
hüzünlenmiş gibiydi. Konuşmaya başlayacaktı ki çaylar geldi.
Sustu. Çaylarımızı
aldık. Çayına iki şeker attıktan sonra arkasına yaslandı ve gözlerime bakarak
konuşmaya başladı.
Dün çok kısa olarak
değindiğimiz şirk meselesini, bütün imamların ya da vaizlerin bilip-bilmediğini
bilemem. Benim bildiğim husus, bazı istisnalar ojsa da birçok camide bu
gerçeklerin Dolayısıyle herhangi bir insanın namaza başlayarak camilere
gitmesi, bu gerçeklerle karşılaşacağı, bu gerçekleri öğreneceği anlamına gelmez.
Haydaa!. Önce
müslümanlan itham eden bu adam şimdi de camileri, camilerdeki imamları itham
ediyordu!. Allah'a şirk koşmak gibi önemli meseleler birçok camide anlatılmıyormuş!.
Durdum, düşündüm!.
Bunlar bir grup veya
bir tarikat olmalıydı. Camilerde anlatılmıyor dedikleri meseleler, belki de
kendi meseleleri, kendi propagandalarıydı!. Kendi gruplarına, kendi
tarikat-lerine girmeyenlere kafir diyenler varmış. Tabi ya, bunlar Öyle bir
grup, öyle bir tarikattı herhalde!.
Sizin grubunuzun ya da
tarikatınızın adı ne? Gülümseyerek
"Bizim grubumuz ya da tarikatımız
yok" dedi.
Peki size ne diyorlar?
İslam'ı bilenler bizim
gibilere sadece müslüman diyorlar. Bilmeyenlerin ise yakıştırdıkları çok isim
var. Mesela aşın dinci gibi!.
Evet. Duymuştum bu
isimleri. Demek aşırı dinci denilen kimseler bunlarmış!.
Çayından bir yudum
daha aldıktan sonra bana baktı. Bu kısa konuşmadan rahatsız olduğumu, tereddüte
düştüğümü anlamış gibiydi.
Şaşırmış gibisin!.
Evet, biraz
şaşırdım. Ne bileyim, toplumda sizin
hakkınızda pek iyi konuşulmuyor da!.
Gülümsedi.
Doğrudur. Halkı ve
halkın değerlerini dikkate alsaydık, haîk nezdinde değerli, halk nezdinde
övülen kimseler olurduk. Bizse sadece hakkı dikkate aldık, hakkı dikkate
alıyoruz.
Hak dediğiniz şey
nedir?
Önce Kur'an-ı Kerim,
önce Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen gerçekler. Sonra ise Efendimiz (s.a.v.)'in
pak sünneti.
İşte şimdi doğru
söylediniz. Zaten bütün müslüman-lar da böyle diyor.
Kendilerini İslam'a
nisbet eden herkesin Kuran ve sünnet dediğini biliyoruz. Söyledikleri bu sözün
gereğini yapsalar, elbetteki aramızda hiçbir fark kalmayacak.
Hepsi aşırı dinci mi
olacak?
Yoo. Sadece müslüman!.
Bu adamın müslüman
kelimesini kullanış biçimi hiç hoşuma gitmiyordu. Bu kelimeyi öylesine özel bir
anlamda kullanıyordu ki, bu anlamın dışında kalanların hepsi kafirdi sanki!.
Sustum!. Ne
diyeceğimi, ne söyleyeceğimi şaşırdım!. O da sustu. Öylece bana baktı.
Gözlerinde hafif bir hüzün, hafif bir sıkıntı var gibiydi.
Bakınız Selçuk bey!.
Ben buraya sizinle tartışmaya, sizi üzmeye, sizin kalbinizi kırmaya gelmedim!.
Allah'ın lutfuyîa karşılaştığımız, iman ettiğimiz İlahi gerçekler var. Bir
müslüman olarak değer verdiğim, çok değer verdiğim bu İlahi gerçekleri size
anlatmak, sizinle paylaşmak İstedim. Buraya gelme nedenim sadece budur.
İçten ve samimi olan
bu sözleri hoşuma gitmişti. Belki de kabahat bendeydi. Belki de bu adama ön
yargıyla yaklaşmamalı, bu adamı öncelikle dinlemeliydim. Onu rahatlatmak
istedim., ,
Zaten ben de sizi
bunun için davet ettim, Ancak camiler hakkında söylediklerinize katılmıyorum.
İstisna koymanıza rağmen birçok camide önemli meselelerin anlatıl-madığını
söylediniz. Oysa bütün camilerimizde İslam'ın en küçük, en ayrıntı meseleleri
dahi anlatılıyor.
Ben camilerde İslam'ın
en küçük, en ayrıntı meseleleri anlatılmıyor demedim. Bunlar anlatılıyor.
Birçok camide anlatılmayan, İslam'ın en büyük meselesi olan tevhid ve şirk.
Anlatılmadığını
nereden biliyorsunuz?
Sabırlı bir insandı.
Sözlerimi, itirazlarımı gayet sakin karşılıyordu.
Ne zamandır camilere
gidiyorsunuz?
Küçük yaştan beri.
Tabi ki bu yaşınıza
kadar birçok hocanın hutbe ve vaazını dinlediniz.
Dinledim.
Şimdi söyleyeceklerime
dikkat edin. Kur'an-ı Kerime iman eden bütün hocaların, bütün alimlerin,
Resulul-lah (s.a.v.)'i kendilerine örnek alması gerekir. Çünkü alimler peygamber
varisidir. Peygamberlerin yaşamadığı dönemlerde, peygamber varisi
olan bu alimler, peygamberlerin nasihatlerini, peygamberlerin davetlerini
insanlara iletmekle görevlidirler. Şimdi size soruyorum. Efendimiz (s.a.v.)'in ve bütün peygamberlerin
en önemli daveti neydi biliyor musun?
Durdum. Camilerde
dinlediklerimi hatırladım. Cevap belliydi.,
Allah'a kulluğa davet
etmekti.
Güzel ancak eksik bir
cevap!.
Nesi eksik?
Yansı!.
Anlayamadım.
Bakın. Şanı yüce
Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'in Nahl suresinde,
tüm peygamberlerin gönderiliş gayelerini iki esasa bağlıyor.
İnsanları tağuttan ve tağuta kulluktan sakındırarak Allah'a kulluğa davet
etmek. Şimdi söyleyin bana. Küçük yaştan
beri dinlediğiniz vaaz ve hutbelerde, tağutun ne olduğunu, tağuttan nasıl
sakınmanız gerektiğini öğrendiniz mi?
Tağut!. İlk olarak
duyduğum bir kelime. Belki türkçe-sini biliyorumdur!.
Tağut ne demek?
Durdu. Bakışlarında
yine hüzün vardı. Bu hüzünle cevap verdi.,
Tağut, insanları
Allah'tan ve Allah'a kuüuktan uzaklaştırarak, kendisine kulluğa davet eden her
şeydir. Görüntüsü zaman ve mekana göre değişebilir. İnsanların karşısına
bazen bir put, bazen bir firavun, bazen bir dinadamı, bazen bir tarikat, bazen
bir parti, bazen bir ideoloji, bazen bir devlet olarak çıkabilir!.
Şaşırmıştım.,
Ülkemizde hangi çeşidi
var?
Ne yazık ki hepsi,
hatta daha fazlası!.
Başımı pencere
tarafına çevirip dışarılara bakmaya başladım. Adam tağuttan bahsediyordu!.
Bütün peygamberler
insanlan tağuta kulluktan sakındırmak ve Allah'a kulluğa davet etmek için
gönderilmiş!. Peki neymiş tağut?
Tağut, insanlan
Allah'a kulluktan engelleyip, kendisine kulluğa davet eden her şeymiş!.
Ülkemizde birçok çeşidi varmış!.
Dışanları düşünüyorum,
toplumu düşünüyorum, tarikatleri düşünüyorum, devleti düşünüyorum, düşünüyorum
ama adamın söylediği anlamda hiçbir tağut göremiyorum!. Bu ülkede insanları
Allah'a kulluktan engelleyen ne var ki!.
İsteyen, istediği
camide namazını kılabiliyor!.
İstediği zaman orucunu
tutup, kurbanını kesiyor!.
E eee!. İnsanlan
Allah'a kuüuktan engelleyen tağut nerede?
Said hocaya döndüm.,
Söylediklerinizi
arıladım ama bir yere oturtamadım. Bu ülkede insanları Allah'a kulluktan
engelleyen hiçbir şey göremiyorum. İsteyen herkes namazını kılıp, orucunu tutabiliyor.
Bütün bunlara kim engel oluyor ki!.
Beni gayet iyi
anlamışçasına kafasını salladı.
Söylediklerin doğru.
Bu gibi şeylere
pek engel olunmuyor. Ama meseleyi biraz daha geniş düşün. Tağu-tun
insanları Allah'a kulluktan engellemesi İki türlüdür. Birincisinde zor ve
baskı vardır. İnsanlara zor kullanılarak, işkence edilerek
"Allah'a kulluk etmeyeceksiniz" denilir. Nitekim geçmiş tarihte bunun çok
örnekleri vardır. Mesela ashab-ı uhdud, imanlarından dönmeyen bütün mü'minleri
ateş çukurlanna atmıştır. Bu tağutun birinci yaklaşımıdır. İkinci yaklaşımı ise
birincisinden yumuşak ancak çok daha tehlikelidir. Tağut bu yaklaşımında
insanlara zor ve baskı kullanarak "Allah'a kulluk yapmayacaksınız"
demez. İnsanları sizin de belirttiğiniz gibi namaz, oruç gibi Allah'a kullukla
ilgili bazı ibadetlerden engellemez. İnsanlardan sadece bir isteği, bir
beklentisi vardır.
Sustu. Belki de
dinlenmek istiyordu. Ama ben mera klanmıştım.,
Nedir o isteği?
Hem Allah'a, hem de
kendisine kulluk yapmaları!. Çünkü bunların
akıl hocası, vesvese elçisi olan
şeytan aleyhillane çok iyi biliyor ki, Allah'la beraber başka bir şeye kulluk yapan
bir insan, kesinlikle ve kesinlikle Allah'a kulluk yapmış olmaz. Allah'a
kullukta tevhid esastır. Çünkü Allah'a kulluk, sadece ve sadece Allah'a
yapılan kulluktur. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c), kendisiyle beraber başka
bir şeye de kulluk yapılmasından kesinlikle razı olmaz. Böyle bir kulluğu
kabul etmez. .
Said hocanın
önemsediği şey, sadece Allah'a kulluk yapılmasıydı. Allah'ın kabul edeceği
kulluk, sadece kendisine yapıian kullukmuş!.
Buna kimin ne itirazı
olacaktı ki!.
Çocuğunuz var mı?
Evet, bir oğlan, bir
kız.
Allah İslam'a
bağışlasın. Şimdi oğlunuzu ele alalım. Oğlunuz size baba demediği, babalığınızı
inkar ettiği zaman kızarsınız değil mi?
Ne biçim soruydu bu!.
Tabi ki kızarım!.
İşte Allah'ı ve
Allah'a kulluğu inkar edenlerin örneği bunun gibidir. Biraz önce söylediğim
gibi tağutun ilk yaklaşımı, ilk daveti budur. İnkar ettirmek. Tağutun ikinci
yaklaşımı ise size "Baba" demekten vazgeçmeyecek olan oğlunuzun, bazı kimselere de "Baba" demesini sağlamaktır. Peki böyle bir durumda
ne yaparsınız? Oğlunuz sizden başka bazı kimselere de "Baba" diyorsa,
size "Baba" demesinin bir önemi, bir anlamı var mıdır?
İlginç bir örnekti.
Düşündüm!.
Oğlumun bana
"Baba" dememesi, benim babalığımı İnkar etmesi ile benimle beraber
bazı kimselere de "Baba" demesi aynı şey gibiydi!.
Önemli olan benim
babalığımı inkar etmemesi ve sadece bana "Baba" demesiydi.
Benden cevap bekleyen
Said hocaya "Hayır" manasına kafamı kaldırarak "Bir önemi, bir
anlamı yoktur" dedim. Devam etti.,
İşte Allah'la beraber
başka şeylere de kulluk yapanların durumu, babasıyla beraber başka adamlara da
"Baba"
diyen kimselerin
durumuna benzer. Çocuğunun üzerinde sadece babalık hakkı bulunan sen, böyle bir
durumu nasıl kabullenmiyorsan, insanların üzerinde İlahlık hakkı bulunan,
insanlan yaratan, insanlan yaşatan Allah (c.c.) da, kendisiyle beraber başka
bir şeye kulluk edilmesini asla kabul etmez.
Gülümsedim.
Sadece Allah'a kulluk
meselesini, ne güzel bir örnekle, ne güzel anlatmıştı!.
Teşekkür ederim
Bakışlarında
memnuniyet belirdi. Aynı memnuniyetle "Anladığınız için ben teşekkür
ederim" dedi.
Evet, anlamıştım.
Allah'la beraber başka
hiçbir şeye kulluk yapılmazdı. Hem Allah'a, hem de tağuta kulluk yapanlar,
Allah'a değil tağuta kulluk yapan kimselerdi.
Tağut!.
Yine geldim bu kelimeye!.
İyi ama bu tağutun kim
olduğunu, nerede olduğunu, insanları kendisine nasıl kulluğa çağırdığını hala
bilmiyordum!.
Bu ülkede tağutun ne
olduğunu, kimler olduğunu hala anlayamadım!.
Başını "Tamam1'
dercesine sallayarak "İnşaallah anlayacaksın" dedi. Sonra yerinden
doğruldu. Gideceğini sanarak her nedense endişelendim.
Tuvalete gitmek
istiyorum!. Rahatlamıştım. Hemen ayağa kalktım.
Lütfen buyrun.
Ona tuvalete kadar
refakat ettikten sonra odama
döndüm. Teyb aklıma
geldi. Hemen alıcı düğmesini kapattım. Kaset daha bitmemişti.
Her ihtimale karşı
yeni bir kaset koydum. Sonra oturarak Said hocayı ve söylediklerini düşünmeye
başladım.
Bana yeni,
yepyeni şeyler anlatan
bu adamı önemsemeye, bu adamı sevmeye başlamıştım. aklaşık on dakika sonra
geldi. Yüzü ve saçları ıslak gibiydi. Herhalde hem tuvalet ihtiyacını
karşılamış, hem de abdest alrrhştı.
Kendisine hemen bir
havlu uzattım. Teşekkür ederek aldı. Masama geçerek oturdum ve yine teybin
alıcı düğmesine usulca bastım. Bu sinsice hareketimden hoşlanmamıştım ama
neyse. Allah affetsin!.
Tağuttan
bahsediyorduk!.
Evet, her müslümanın
sakınması gereken tağuttan bahsediyorduk ve sen bu ülkedeki tağutu, tağutları
tanımak istiyordun.
Evet
Başka çay hakkımız yok
mu?
Afedersiniz. Hiç
aklıma gelmedi!.
Hemen iki çay daha söyledim.
Saate baktım. Vakit öğleye yaklaşıyordu. Telefonu tekrar açtım.
Misafirimle burada
yiyeceğim. Hazırlık yapın.
Said hocaya dönerek
"Herhangi bir perhiziniz ya da perhiz yemeğiniz var mı?" diye sordum.
Perhizim yok. Fakat
iştahım da pek yok. Zahmet etmeyin.
Estağfurullah, zahmet
mi olur!.
Çaylar hemen geldi.
Oda görevlisine teşekkür ederek çayını aldı. İki şeker atarak arkasına
yaslandı. Gözlerime bakarak konuşmaya başladı.,
Selçuk Bey!. Din ve
İlah kavramlarının ne anlama geldiğini anladığınız zaman hiç kuşkunuz olmasın
ki tağutun da ne olduğunu, kim olduğunu da anlayacaksınız. Ben öncelikle din
kelimesi üzerinde duracağım. Din nedir? Din dediğimiz zaman neyi anlamamız
gerekir?
Sustu!.
Cevap vermemi değil,
düşünmemi istiyor gibiydi.
Oysa düşünülecek ne
vardı ki!, Herkesin bildiği bir şeydi bu!. Din dediğimiz zaman hepimizin neyi
kastettiği belliydi. Allah'ı hoşnut etmek için bazı ibadetleri yerine getirmemiz,
içki ve domuz eti gibi bazı haramlardan sakınmamızdı. Bu cevabı bilmeme rağmen
sustum. Onun cevap vermesini bekledim.
Din bir yaşam
şeklidir. İslam dini bazı kimselerin zannettiği gibi yirmidört saatimizin muayyen vakitlerine değil, yaşadığımız
yirmidört saate müdahale eden, ışık tutan, denetleyen, disipline alan bir
dünya görüşü, bir yaşam tarzıdır. Nitekim dinimizin asii kaynağı olan Kur'an-ı
Kerime baktığımız zaman, Kur'an-ı Kerim'de bütün bir hayatımızı kuşatan, bütün
bir hayatımızı denetleyen hükümlerin, kanunların bulunduğunu görürüz. Çünkü
din budur. Çünkü din, bu genişlikteki bir yaşam tarzıdır, Dolayısıyle din
dediğimiz zaman bunu anlamamız gerekir. Her din bir dünya görüşü, bir yaşam
tarzı olduğu gibi, her dünya görüşü, her yaşam tarzı da bir dindir.
Putperestlik bir dindir, mecusilik bir dindir, insanlara belirli bir yaşam
tarzı dayatan her ideoloji, her izm, bir dindir.
Adamı öylece
dinliyordum. Söylediklerini anlamaya çalışıyor ve anlıyordum. Din kelimesine
oldukça geniş bir tanım getirmişti.
Dünyada genel olarak
iki çeşit din vardır. Hak din ve batıl dinler. Beşer kaynaklı bütün
ideolojiler, bütün izmler, bütün dinler batıldır. Birçok batıl din olmasına
rağmen bir tane, sadece bir tane hak din vardır.
Hiç düşünmeden
müdahale ettim.,
İslam!.
Sözünü kesmiştim ama
kızmadı, Kısa bir süre gözlerime bakıp sordu.,
Neden İslam?
Haydaa!. Soruya bak!.
Bu adanl1 beni yine tereddüte düşürmüş, bu adam beni yine kuşkulandırmıştı.
Nedeni var mı? İslam
dini, beşer yani insan kaynaklı bir din değildir. Allah'ın gönderdiği bir
dindir.
Doğru söyledin ama
açıklaman gereken bir husus var. Musevilik de, hıristiyanlık da semavi yani
İlahi kaynaklı bir dindir. Neden musevilik ya da hıristiyanlık demedin de
İslam dedin?
Durakladım!.
Doğru bir itirazdı bu.
Musevilik de, hıristiyanlık da İlahi kaynaklı dinlerdi. Ama bir dakika!. Onlar
dinlerini bozmuşlardı!.
O dinler de İlahi
kaynaklı ama onlar dinlerini bozmuşlar, değiştirmişler!.
Hafifçe gülümseyerek
başını salladı. Sözlerimi tasdik etmişti.
Evet. Kaynağı İiahi
olmasına rağmen insanlann değiştirerek, bazı ilave ve eksiltmelerde bulunarak
tahrif ettikleri dinler de batıl dinlerdendir.
Kısa bir süre
sustuktan sonra sordu.,
Peki, müslümanım diyen
insanlar da dinlerine bazı ilave ve eksiltmelerde bulunsalar, ismine yine İsiam
dedikleri bu din, hak din olur mu?
Ne diyecektim ki!.
Verilecek cevap belliydi.,
Olmaz.
Evet olmaz. Bunları
söylememin nedeni, İslam dinini hak din yaparı unsur, bu dinin sadece semavi
oluşu ya da adına İslam denilmesi değildir. Dolayısıyle yaşadığımız dünyada
adına İslam denilen her dine, adına İslam denilen her yaşam tarzına hak dindir
diyemeyiz. Çünkü adına İslam denilmesine rağmen insanların ilave ve
eksiltmelerde bulundukları, bilerek veya bilmeyerek tahrif ettikleri din, asıl
itibariyle hak din olan İslam değildir. Kaynağı İlahi olmasına rağmen
insanların değiştirdikleri bu dinin hıristi-yanlıktan, ya da musevilikten bir
farkı kalmamıştır.
Biraz durduktan sonra
ilave etti.,
Allah katında yegane
hak din olan İslam, Kuran ve sünnet çerçevesindeki İslam'dır. Çünkü hak olan
din, hak ölçülere göre yaşanan dindir.
Şaşırmıştım!.
Bildiğimi sandığım bir
meselede, ne kadar bilgisiz olduğuma şaşırmıştan. Din kelimesinin ne kadar
geniş, ne kadar özel bir manası varmış!.
Ya İslam'a,
İslam anlayışıma ne
demeli!. Daha önceleri adına İslam denilen her şeye haktır diyordum. Oysa hak
olan İslam, Said hocanın belirttiği gibi hak ölçülere sadık olan İslam'mış
Niye misli, mışlı
konuşuyorum ki!.
Adamın söyledikleri
doğru değil mi? Adına İslam denilmesine rağmen değiştirilen, tahrif edilen bir
dinin, hiristiyanlıktan ya da musevilikten ne farkı vardır? İlave ve eksiltmelerde
bulunularak tahrif edilen hıristiyanlığa batıl diyeceğiz de, aynı şekilde
tahrif edilen bir dine, adı İslam'dır diye hak mı diyeceğiz?
İyi ama,
İslam dininde bu
tahribat yapılmış mıdır? İslam dininde olduklarını söyleyen müsiümanlar da,
museviler ya da hıristiyanlar gibi dinlerini tahrif etmişler midir?
İslam dininde de
tahribat yapılmış mı? İslam dini de batıl mı?
Hemen elini kaldırarak
beni susturdu. Bakışları bir anda değişmişti.
Sümme haşa!. İslam
dinini böyle bir genellemeye dahil
etmekten Allah'a sığınırım.
Günümüz dünyasında hak olan
İslam'ı, hak olan ölçülere göre yaşayan milyonlarca müslüman vardır. Bu
müslümanların tabi oldukları din, hiç kuşkusuz ki hak olan İslam'dır. Ancak
adına İslam denilmesine rağmen bazı çevreler, bazı fırkalar, bazı tari katler
tarafından tahrif edilen din, hak olan İslam değildir. Ben sadece bunu
söylemek, bunu belirtmek istedim.
Anlamıştım meseleyi.
Dünyada hak. olan
yegane din İslam'dı. Ama adına İslam denilen her din, hak değildi. "Tamam"
dercesine kafamı salladım.
Din konusunda bu kısa
bilgi şimdilik yeterli. Önemli oları dinin ne olduğunu bilmemiz, hak ve batıl
dinlerin genel mahiyetini aniamamızdır. Hiç unutmamanız gereken husus, hak olan
dinin, hak ölçülere sadık bir din olduğudur. Dolayısıyle hak olan İslam, Kuran
ve sünnet çerçevesinde tanımlanan, aynı çerçevede yaşanan İslam'dır.
Memnuniyetimi ifade
eden gözlerle kendisine bakarak "Anlaşıldı hocam" dedim. Said hocaya
ilk kez hocam demiştim. Bu sözümden hiçbir rahatsızlık duymadım. Gerçekten
değerli bir insandı ve hocam sayılırdı.
Telefon çaldı. Açtım.
Sekreter bilmem kimi
bağlayacağını söyledi. Kim olduğunu anlamadan "Bağlama, meşgulüm"
diyerek telefonu kapattım. Sonra Said hocaya dönerek "Lütfen devam
edin" dedim.
Şimdi de İlah kavramı
üzerinde biraz konuşmamız gerekecek. İlah nedir?
Biraz sustuktan sonra
devam etti.,
İlah, yüce bilinerek
kendisine sığınılan, kendisinden yardım istenen ve kendisine ibadet edilen
mabud, tann demektir.
Ehhh. Önceden
bildiğimden farklı bir tanım değildi bu. Zaten benim de İlah kelimesinden
anladığım bunun gibi bir şeydi!. Evet dercesine başımı salladım.
Devam etti.,
İşte İslam'ın yani
İslam'a girmenin ilk ve öncelikli şartı, ilah olarak sadece Allah'ı bilmek,
sadece Allah'a kulluk etmektir. Nitekim kelime-i şahadette yer alan kelime-i
tevhidin manası budur. 'La ilahe İllallah' yani Allah'tan başka ilah yoktur
ancak Alİah vardır.
Bu da anlaşılır bir
şeydi. Nitekim bütün müslümanlar ilah olarak sadece Allah'ı kabul ediyorlardı.
Said hocaya bakarak "Bunu da anladım" dedim.
Durdu. Gözlerime
düşünceli düşünceli bakarak "Acele etme!. Daha yeterince anladığını
sanmıyorum" dedi. İtiraz etmedim. Hafifçe gülümsemekle yetindim. Onun ise
bakış-lanndaki ciddiyet değişmedi,
Şimdi size bir şey
sormak istiyorum. Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına göre şanı yüce
Rabbimiz bizleri neden ısrarla bu kelimeye, bu kelime-i tevhide davet ediyor?
Anlayamadım!.
Bakın size bir örnek
vereyim. Daha önce oğlunuzdan bahsetmiştik. Siz hiç oğlunuza "Oğlum,
senin .benden başka baban yok. Senin baban ancak benim" dediniz mi?
Demedim!.
Tabi ki demediniz.
Çünkü böyle bir sözü söylemeye hiç gerek duymadınız.
Biraz durduktan sonra
devam etti.,
Peki oğlunuzun yegane
babası olan siz böyle bir söze gerek duymadınız da, insanların yegane Ilah'ı
olan Allah (c.c.) neden böyle bir söze gerek duydu? Neden bizlere ısrarla
"Sizin Ben'den başka ilahınız yoktur. Sizin ilahınız ancak Ben'im"
gerçeğini hatırlatıyor?
Sustum. Ne diyeceğimi
şaşırdım!.
Telaşlanmayın. Mesele pek karmaşık değil. Şunu düşünün.
Oğlunuza "Oğlum. Senin benden başka baban yok" sözünü ne zaman
söylersiniz. Ya da hangi durumlarda böyle bir söze gerek duyarsınız?
İlginç bir soruydu!.
Ben çocuğuma hangi
durumlarda "Oğlum, senin benden başka baban yok!." derdim!. Cevabı
bulmakta gecikmedim. Şayet oğluma bazı kimseler babası olduklannı söyleyip,
yalan iddialarda bulunurlarsa o zaman bu söze gerek duyabiiirdim.
Şayet bazı kimseler
oğluma babalık iddiasında bulunurlarsa, o zaman söyleyebilirim.
Hafifçe gülümsedi.
İşte bu kadar basit!.
Nitekim kelime-i tevhide davet edilmemizin hikmeti de bu!. Allah'tan başka ilah
yoktur, ilah yoktur ama bu dünya hayatında bizlere ilahlık taslayan, ilahlık
iddiasında buiunan birçok şey bulunmaktadır. Allah (c.c), bizlerin "La
ilahe" demesini ve bu sözün apaçık bir gereği olarak bizlere ilahlık
taslayan bu gibi sahte ilahları reddetmemizi diliyor.
Evet, söylenenleri
şimdi anlamıştım. "La Üahe" diyerek varolan başka ilahları değil,
bizlere ilahlık taslayan sahte ilahlan reddetmemiz gerekiyordu. Fakat
anlayamadığım husus, bizlere nelerin iiahlık tasladığı idi!.
Peygamber döneminde
putlar vardı. İnsanlar putlara tapıyorlardı. Ama bu putların hepsi tarihte
kalmıştı. Belki Afrika'da hala puta tapan bazı kavimler vardı. Fakat bu
kavimlerin bizimle, bizim toplumumuzla ne ilgisi vardı!. Bizim ülkemizde böyle
bir put ve putperestler yoktu ki!.
Yaşadığımız ülkede
bizlere ilahlık taslayan, ilahlık İddiasında bulunan sahte ilahlar var mı?
Şanı yüce Rabbimizin
İlahlık hakkını kendinde gören her kişi, her merci ya da her kurum insanlara
iiahlık iddiasında bulunmaktadır.
Açık söylemek
gerekirse hiçbir şey anlamamıştım!.
Anlayamadım!.
Rabbimizin tüm
insanlar üzerindeki ilahlık hakkını anladığın zaman bunu da anlayacaksın.
Sustu, gözlerime
baktı.
Çok ciddi ve çok
etkileyici bakışlardı bunlar. Sanki bana yukarılardan, çok yukarılardan
bakıyordu. Niye böyle yaptı, niye böyle baktı anlayamadım!.
Bakışlarını
değiştirmeden konuşmaya başladı.,
Rahman ve Rahim olan
Rabbimiz, bizleri bu dünyaya keyfimize göre yaşamamız için göndermemiştir.
Karşılığı cennet ya da cehennem olan bir imtihan dünyasıdır bu!. Bu imtihanın boyutlan, bu imtihanın çerçevesi ise bazı kimselerin
zannettiği gibi muayyen vakitlerde namaz kılmak, muayyen vakitlerde oruç
tutmaktan ibaret değildir. Daha açık bir ifadeyle şanı yüce Rabbimiz, bu
insanlara "Muayyen vakitlerde namaz kılın, bu vakitlerin dışında istediğinizi
yapın" gibi bir serbestlik vermemiş, insanlan böyle bir başıboşluğa
terketmemiştir. Çünkü İslam'a göre Allah'a kulluk, muayyen vakitleri değil
bütün bir yaşamı kuşatan, bütün bir yaşamı kapsayan kulluktur. Dolayısıyle şanı
yüce Rabbimiz biz insanlara sadece namazla,"sadece oruçla ilgili hükümler
değil, tüm yaşamımızla ilgiii hükümler indirmiştir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'i
açan ve okuyan her insan, yaşam ve yaşam tarzıyla ilgili bu hükümleri görür.
Biraz duraksadıktan
sonra gözlerime merakla bakarak sordu.,
İnsanlan yaratan ve
değişik nimetlerle yaşatan Allah'ın, insanların nasıl yaşayacakla nyla ilgili
olarak hüküm koymaya hakkı var mıdır?
Ne biçim bir soruydu
bu!.
Elbette vardır!.
İşte var dediğin bu
hak, Allah'ın insanlar ve toplumlar üzerindeki İlahlık hakkıdır.
Anladığımı görerek
sözlerine devam etti.
İlahlık hakkını
anladıktan sonra ikinci bir hususu daha anlaman gerekir. Allah (c.c.) bu
ilahlık hakkını hiçbir peygambere, hiçbir evliyaya, hiçbir kişiye, hiçbir
merciye, hiçbir kuruma, hiçbir devlete vermemiştir. İnsanlar ve toplumlar
üzerindeki bu ilahlık hakkı, sadece ve sadece Allah'a ait bir haktır.
Çok net ve çok açık
konuşan Said hocaya Öylece baktım. Gayet iyi anlamıştım söylediklerini.
İnsanlar ve toplumlar üzerindeki ilahlık hakkı, sadece Allah'a ait bir hakti.
Anladım hocam!.
Madem anladın, şu
sorumu cevapla!. Herhangi bir insan, herhangi bir merci, herhangi bir devlet,
Allah'ın insanlar üzerindeki ilahlık hakkım kendisinde görürse, böyle bir hak
bende de var derse, kendisini ne yerine koymuş olur?
Hemen cevap verdim.,
İlah yerine!.
Peki bunlar ilah
mıdır?
Tabi ki değil!.
Durdu. Tebessüm ederek
başını salladı.
İşte insanlara ilahlık
taslayan, ilahlık iddiasında bulunan sahte ilahlar bunlardır. Allah'ın hüküm
koyduğu bir meselede hüküm koymaya kalkışan, Allah'ın haram dediğine helal,
helal dediğine haram diyebilen her kişi veya her merci, insanlara biierek ya da
bilmeyerek ilahlık taslamaktadır. Müslümanm görevi ve müslüman olmanın şartı,
kendisine ilahlık taslayan bu gibi şeyleri "La ilahe" diyerek
reddetmesi, İlah olarak sadece Allah'ı kabul edip, sadece Allah'a yönelmesidir.
Öylece kalakaldım!.
Şaşırmıştım ya da
kafam karışmıştı demiyeceğim.
Çünkü ne şaşırmış, ne
de kafam karışmıştı.
Söylenenleri gayet iyi
anlamıştım, anlamıştım ama bu anladıklarım boşluktaydı sanki!. Bu anladıklarımı
bir yere oturtamıyordum!.
Biraz daha açar
mısın!.
Tabi. Mesela şanı yüce
Rabbimizin namaz konusundaki hükümlerinden biri, dünyanın neresinde olursak
olalım Kabe'ye yönelmemizdir. Şimdi herhangi bir kişi ya da herhangi bir
meclis, "Bundan sonra
namaz kılarken Kabe'ye değil,
İsviçre'ye yöneleceksiniz" derse, böyle bir kanun çıkarırsa ne yaparsın?
Ne yapacağım belli
değil mi hocam!. Onlara sizin de, sizin kanunlarınızın da.
Elini kaldırarak beni
susturdu. Ve kendisi devam etti.
Kısacası bu hükmü, bu
kanunu reddedersin. Bu konuda hüküm koymak Rabbimin hakkıdır ve en güzel hüküm, Rabbimin hükmüdür dersin. Onların bu konudaki hükmünü ve hüküm
kuyuculuğunu reddedersin. Öyle değil mi?
"Evet"
dedim.
İşte önemli olan,
Allah'ın bu hükmünde gösterdiğin müsiümanca tavrı, Allah'ın diğer hükümlerinde
de göstermen. Çünkü şanı yüce Rabbimiz sadece namaz, sadece oruç hükmünü
vazetmemiş. Kendisine kullukla ilgili olarak sadece bu hükümlerin gereğini
yapmamızı emretmemiş. Hüküm ve hikmet sahibi olan Rabbimiz doğumumuzdan
ölümümüze kadar bütün bir hayatımızı kuşatan hükümler vazetmiştir. Bu hükümlerin bir kısmı önemli, bir kısmı önemsiz değildir. Namazla ilgili
hükümler nasıl önemliyse, evlilikle, aile hayatıyla, işimizle, ticaretimizle, toplum
ilişkilerimizle ilgili hükümler de o kadar önemlidir. Bütün bu
hükümler, Allah'a
kulluğumuzun bir gereği olarak yaşamamız gereken hükümlerdir. Allah'ın bu
konulardaki hükümlerine zıt hükümler koyarak, insanlan bu hükümlere itaate
davet eden her kişi ya da kurum, insanlara iiahlık taslayan, insanları
kendisine kulluğa davet eden birer tağuttur. Müslümanın görevi ise kendisine
iiahlık taslayan tüm ta-ğutları "La ilahe" diyerek reddetmesi ve
tağuta kulluktan sakınmasıdır.
Evet!.
Tağutun ne olduğu en
sonunda açıklık kazanmıştı. Allah'ın hükmüne rağmen hüküm koyan, İnsanlan bu hükümlere
davet eden her kişi ya da kurum, birer tağuttu. Ve peygamberler ve bütün
peygamberler de insanlan tağuta kulluktan sakındırmak için gönderilmişti!.
Zaten peygamberler de
bunun için gönderilmişti değil mi!.
Gözlerine yansıyan
sevinçle başını salladı.
Said hocanın söylediklerini
düşündükçe yerimde duramıyordum. Söyledikleri her şeyi kuşatmış, söyledikleri
her şeyi aydınlanmıştı sanki!.
Odada yalnızmışım gibi
ayağa kalktım. Pencerenin yanına giderek tekrar dışanya, tekrar dışarılara
baktım.
Her şeyi başka, çok
daha başka görüyordum. Her şeyin maskesi düşmüş, her şeyin gerçek yüzü ortaya
çıkmıştı sanki!.
Allah'ın hükümlerini
inkar ederek,
Allah'ın hükümlerini
gözardı ederek,
Allah'ın hükümlerini
geçmişe nisbet ederek, insanlan kendi hükümlerine davet eden yüzlerce sahte
ilah, yüzler tağut görüyordum dışarılarda!.
"Vay namussuzlar,
vay hergeleler" diye bir fısıltı yükseldi içimden. İnsanları nasıl da
aldatıyorlar, nasıl da kan-dmyorlardı!.
Ki beni de, benim gibi
kültürlü bir iş adamını da kandırmışlardı!.
Boğazıma, ta boğazıma
kadar bir şirk pisliği içinde olduğumu hissettim. Daha önceleri hiç görmediğim,
daha Önceleri hiç farkedemediğim bir pislikti bu!.
Ne yapayım, ne yapmam
gerekir diye düşünmedim. Çünkü biliyordum, biliyordum ne yapmam, ne söylemem gerektiğini.,
La ilahe!.
Allah'tan başka ilah
yoktur!. Vallahi de yoktur, Billahi de yoktur.
La ilahe!.
İnsanlara illahlık
taslayan bütün (ısahte ilahları, bütün tağutları reddediyorum.
La ilahe illallah!.
İnsanlara illahlık
taslayan bütün sahte ilahları reddediyorum. Çünkü Allah'tan başka ilah yoktur.
Ancak ve ancak Allah vardır.
La ilahe illallah!. La
ilahe illailah!.
En güzel gerçeği, en
güzel bir şekilde ifade eden bu sözü sanki yeni öğrenmiş, bu sözün hikmet dolu
sırrına sanki yeni vakıf olmuştum.
Ne güzel ve ne
muhteşem bir sözdü bu!.
Bu sözü her
söyleyişimde, dışarılarda gördüğüm sahte ilahların, dışarılarda gördüğüm
tağutun pisliğinden uzaklaştığımı, temiz, tertemiz bir kimliğe doğru
yükseldiğimi hissediyordum.
Elhamdülillah!.
Şükran dolu gözlerle
Said hocaya baktım. Sakin bir şekilde oturuyordu. Sanki hiçbir şey yapmamış,
sanki hiçbir şey anlatmamış gibiydi!.
Oysa, çalı çırpı
içinde kalmış ve birçok dallan birbirine karışmış olan koca bir ağacı, beş-on
dakikalık bir konuşma ile budayıvermiş ve ortada düz, dümdüz bir gövde bırakmıştı!.
Açık, apaçık bir
gerçekti ortada kalan!.
"Allah'tan başka
ilah yoktur. Ancak Allah vardır hoca öğie yemeğinden birkaç lokma yedikten
sonra müsaade istemişti. Kendisini arabayla göndermek istememe rağmen kabul
etmedi. Ben de fazla ısrar etmedim.
Hoca gittikten sonra
öğle namazı için mescide inmiş ve namaz kıldıktan sonra odama çekilerek
kasetteki konuşmaları tekrar tekrar dinlemeye başlamıştım.
Akşam olmuştu.
Kasetleri kaç kez
dinlediğimi bilmiyorum. Fakat her dinleyişimde daha iyi anlıyor, her
dinleyişimde ufkum daha genişliyordu sanki.
Kasetteki bütün
konuşmalar, üç kelime ya da üç kavram etraf ındaydı.
Din, ilah, tağut!.
Fakat bu üç kelime, fakat
bu üç kavram, bütün insanların özellikle ve öncelikle bütün müslümanların
bilmeleri gereken kavramlardı. Çünkü bunları bilmeden, bunlann ne anlama
geldiğini kavramadan, sadece ve sadece Allah'a kulluk yapmamız, yapabilmemiz
mümkün değiidi!.
Daha önceleri okuduğum
ve ilginç bulduğum iki mısra geldi aklıma.,
Otuzüç yıldır saatim
çalışmış, ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz
uçurtma uçurmuşum!.
Zannedersem rahmetli
Necip Fazıl'ındı bu mısralar. Bu mısraları ilk okuduğum zaman, meseleyi Necip
Fazıl'ın şahsında değerlendirmiş, sadece onun bir gafleti olarak yorumlamıştım.
Oysa söz konusu gaflet benim gafletimmiş, söz konusu gaflet koca bir toplum
olarak bizim gafletimizmiş!.
Allah'a inanan ve
Aliah'a kulluk yapmak isteyen birçok İnsan, ne yazık ki bu gerçeklerden
habersizdi. Belini doğrultmaktan aciz olan bu insanlar, hem Allah'ın huzurunda
hem de tağutun önünde eğiliyorlardı. Oysa müslüman demek, sadece Allah'ın
huzurunda eğilen insan demekti, Çünkü Allah katında makbul olan kulluk, sadece
ve sadece Allah'a yapılan kulluktu.
Fakat bilmiyordu,
bilmiyordu bu insanlar bunu!.
Ertesi gün fabrikaya
geldiğimde bütün işçileri yemek salonunda toplayıp, hepsine "Din nedir,
İiah nedir, tağut nedir biliyor musunuz?" demek geçti içimden. Hepsine bu
gerçekleri anlatıp, hepsini namaza davet etmek istedim.
Sonra vazgeçtim bu
düşünceden. Bu konuşmayı Said hocanın yapması daha münasib olurdu. Bu isteğimi
Said hocaya iletmeliydim. Çünkü yanımda çalışan insanlara karşı bir görevim,
Önemli bir görevimdi bu.
Ben yine de öğlen ve
ikindi namazlarını fabrikanın mescidinde kılan işçileri çağırarak onlarla
konuşmak istedim. Önce sorular sordum onlara. Hepsi birbirlerinin suratına
bakarak, sorularımın cevabını birbirlerinde bulmak istediler. Tağutun ne
olduğunu sorduğumda ise daha çok şaşırdılar. En yaşlıları "Efendim o tağut
değil tabut" diyerek, benim yanlışımı düzeltmek istedi.
Tağutun ne olduğunu
anlamadan tabuta doğru ilerleyen bu işçiye üzülerek baktım. Senelerdir beş
vakit namaz kılan, binlerce kez camiye giden bu insan, tağutu reddetmesi bir
yana daha henüz tağutun ne olduğunu bilmiyordu!.
Birçok cami ve din
görevlisi hakkında söylenenler doğru olmalıydı!.
Allah'ın razı olacağı
dini öğrenebilmek için camilere giden birçok insan, ağaç dikmenin faziletini
öğreniyorlardı ama İslam'ın faziletini öğrenemiyorlardı. İslam'a girmenin en
önemli şartı olan kelime-i tevhidin ne anlama geldiğini, "La ilahe"
derken neleri inkar edeceklerini bilmiyorlardı!.
Acaba onlar, insanlara
bu gerçekleri anlatmayan din görevlileri ne diyorlardı bu duruma!.
Bilmiyorlar mıydı?
Yoksa bilip de
susuyorlar mıydı?
Benim için önemli olan
bu sorunun cevabını Öğrenmek, bir an önce öğrenmek istiyordum!.
En iyisi onlarla
konuşmak, onlardan dinlemekti bu sorunun cevabini!. Kasetler geldi aklıma.
Onları çağırıp, kasetleri birlikte dinleyebilirdik. Zaten kasetleri bu niyetle
doldurmuştum.
Hemen iki hocaefendiye
telefon ederek, onları öğle yemeğine davet ettim. Davetimi kabul ederek
namazdan sonra gelebileceklerini söylediler.
Mescidde öğle namazını
kılıp yukarıya çıktıktan sonra hoca efendiler geldi. Her ikisi de yılların
vaiziydi. Bulundukları çevrede önemli bir itibarları vardı.
Önce yemeklerimizi
yedik.
Bana hasta arkadaşımın
nasıl olduğunu sordular. Durumunda önemli bir değişiklik olmadığını söyledim.
Herhalde hasta arkadaşım nedeniyle çağırdığımı zannetmişlerdi.
Onlara Said hocanın
İsmini vermeden meseleyi kısaca anlattım. Benim bu meselelerde yeterli
bilgimin olmadığını dolayısıyle kasetleri dinleyerek değerlendirmelerini
istedim.
Birisi kuşkulu kuşkulu
yüzüme baktı. Sakallı olanı ise "Tabi Selçuk bey!. Dinleyelim!."
dedi.
Kahveleri söyleyerek
birinci kasedi teybe koydum. Dinlemeye başladık. Ses oldukça netti ve gayet iyi
anlaşılıyordu. Bana önce İsmail'in kim olduğunu sordular. "Eski bir
arkadaş" dedim.
Dinlemeye devam
ettiler.
Said hocanın birçok
cami ve cami görevlisi hakkındaki sözlerini bir kez daha dinlemek istediler.
Kasedi geriye alarak bir kez daha dinlettim. Sakalsız olanı diğerine bakarak
kafasını iki yana salladı. Bunun ne anlama geldiğini çıkaramadım!.
Said hocanın tağut
hakkındaki söylediklerini de dinledikten sonra ikinci kasedi koydum. Sanki
huzursuz oldular. Saatlerine bakarak fazla vakitlerinin olmadığını söylediler.
Kasedin kısa olduğunu belirterek dinlemelerini istedim.
İsteksizce kabul
ettiler!.
Hiçbir şey söylemeden
ikinci kaseti de dinlediler. Yüzlerindeki ifadeye bakılırsa kasette
söylenenlerden hiç hoşlanmamış gibiydiler!. Teybi kapatarak sakalsız olana
döndüm.,
Eee hocam!. Ne
diyorsunuz?
Hemen cevap vermedi.
Durdu, düşündü, kafasını salladı sonra konuşmaya başladı.,
Selçuk bey!.
Kendilerine hoca denilen böylesi kimselere itibar etmeyiniz. Bunlar nerede
yaşadıklannı bilmeyen, geçmişten ders almayan kimseler. Türkiye'de onca dinsiz varken, bu dinsizleri
bırakıp din adamlarıyla uğraşan bu kimselere ne denir bilmem ki!. Ben bunlar
hakkında yorum yapmak istemiyorum. En iyisi bunları Allah'a havale etmektir.
Konuşmasına devam
edeceğini sanarak bekledim. Sustu, devam etmedi konuşmasına!. Şaşırmıştım. Said
hocayı Allah'a havale ederek işi bitirmişti!.
Durun bir dakika!. Ben
bu adamların ne olduğundan ziyade söylediklerini merak
ediyorum. Söyledikleri doğru mu,
yanlış mı?
Ne hakkındaki
söyledikleri?
Tağut hakkında, din ve
ilah hakkında söyledikleri!. Sustular.
Önce birbirlerinin
yüzüne sonra bana baktılar.
Ben ise cevap
bekliyordum. Sakallı olanı meseleye açıklık getirmek istedi.,
Bakın, bu söylenenler
doğru olsa bile her doğruyu, her yerde söylemek doğru değildir. Ayrıca biz hala
devlet memuru sayılırız!.
Devlet memuru
olmanızla bunun ne ilgisi var? Cehaletime bakarak tebessüm ettiler.
Sakallı olanı
aynı tebessümle cevap
verdi.,
Selçuk bey!. Bu ülkede kanunlar vardır. Kur'an-ı Kerim'de yer alan her gerçeği, her
yerde söyleyemezsiniz!.
Camilerde bile mi?
Tabi, camilerde bile!.
Çünkü camilerde görev yapan arkadaşlarımız da maaşlı birer devlet görevlisidir.
Her memur gibi onların da kanunlan dikkate almaları gerekir. Bunu yapmadıkları
zaman hem görevden alınırlar, hem de haklarında kanuni işlem yapılır.
Pek anlayamadım!.
Anlaşılmayacak ne var
ki!. Mesela camilerde görev yapan her arkadaşımız, Allah'ın hükmüyle
hükmetmeyenlerin kafir olduklarını bilir. Bilir ama bunu camilerde söyleyemez.
Çünkü Kur'an-ı Kerim'de yer alsa dahi devleti tenkid eden,
devleti eleştiren ayet-i
kerimeleri gündeme getirmek
yasaktır. Bu yasağa uymayan birçok din görevlisi, devleti yıpratmak ve halkı
devlet aleyhine kışkırtmak suçundan hapse girmiştir.
Hapse giren bu
insanlann söyledikleri doğru şeyler miydi!.
Elbetteki doğru!.
Hepsi Kurani gerçekler,
hepsi hak...
Sözüne devam edecekti
ki yanındakinin dürtmesiyle duraksadı. Ne oldu dercesine ona baktı. Sakalsız
olanı masaya bakarak, bakışlarıyla teybi gösterdi!.
Donakalmıştı!.
Teybe yönelen gözleri
endişeyle büyüdü. Bakışlarını Önce bana sonra teybe döndürerek fısıltıh bir
sesle "Teyb açık mı?" dedi.
Onu rahatlatmak
istemedim.
"Ne söylediğini
duydum, kim olduğunu biliyorum" dercesine başımı sallayarak ona baktım.
Ayağa kalkarak teybe bakmak istedi. Teybi masanın üzerinden alarak çekmeceye
koydum.
Bir süre ayakta
kalakaldı!.
Sonra yerine oturdu.
Korkmuştu, evhamlanmıştı!. Bense öylece ona bakıyor, ne yapacağını, ne
söyleyeceğini bekliyordum.
Selçuk bey!. Sizden
istirham ederim bu konuştuklarımız aramızda kalsın. Üçbuçuk yıl sonra emekli
olacağım. Lütfen!.
"Bu
konuştuklarımız aramızda kalmayacak" dedim. Gözleri büyüdü. Ne yapacağını
bilemez halde önce sakallarını sıvazladı sonra kaşımaya başladı. Sözlerime
devam ettim,,
Bu konuştuklarımızın
hepsi, huzuru mahşerde ortaya çıkacak!.
Her ikisi birlikte
derin bir "Ohhh" çekmişlerdi sanki!. Yüzlerindeki endişe,
bakışlarındaki korku
kaybolmaya başlamıştı, Rahatlamış gibiydiler!.
Öylece onlara baktım!.
Allah'ın dinini öğrenmek
için camileri dolduran onca insan
bunlardan mı, bunlar gibi din adamlarından mı İslam'ı. Dört duvar arasında bile
hakki söylemekten korkan bunlar, umuma açık camilerde mi hakkı anlatacaklardı!.
Önce acıdım bunlara!.
Teyb korkusuyla
karşımda süklüm püklüm oturan bu adamlara önce acıdım.
Acıdığımı hissettim!.
Sonra camileri
dolduran milyonlarca çaresiz insan geldi gözümün önüne!. Acınması gereken
insanlar, hiç kuşkusuz ki İslam'ı öğrenmek, İslam'ı öğrenebilmek için camileri
dolduran o insanlardı.
İslam'a talip
olmalarına rağmen İslam'dan bihaber olan o insanlara acımamız, o insanlara
merhamet etmemiz gerekiyordu. O insanları acınacak hale getirenler ise
bunlardı, bunlar gibi din adamlarıydı!.
Alacakları üç-beş
kuruş maaş için hakkı gizleyen, emeklilik hakkını gözeterek İlahi hakkı gözardı
eden bu adamlardan tiksinmeye başlamıştım.
Kısa bir süre ne
yapacağımı, bu adamlara ne söylemem gerektiğini düşündüm, Söylemek istediğim
tek söz, bu adamlara "Defolun" demekti. Ayağa kalkarak
"Defolun" diye haykırmak istedim.
Fakat olmazdı!.
Misafirim
sayılırlardı. Bu söz onlara yakışsa da, bana, benim ağzıma yakışmazdı!.
Kendimi tutmaya,
kendimi zabdetmeye çalışarak onlara kapıyı gösterdim.,
Lütfen gidin, lütfen
gidin artık!. pazar.
Karımla bu gece uzun
uzun konuştum. Çocuklan saat onda yatırdıktan sonra salonda yalnız kalmıştık.
Bende hafif bir başağnsı vardı. Çayla birlikte iki ağrı kesici içtim. Karım
Şirin, başağnlarımm çok çalışmaktan kaynaklandığını sanıyordu, öyle söylemiştim
ona. Yine usulca fazla çalışmamam gerektiğini söyledi.
İyi bir insandı karım.
Ona sevgiyle,
merhametle bakarak konuşmaya başladım. Önce İnandığımız Allah'ı anlattım pna.
Allah'a olan inancımızın her türlü kuşkudan uzak olduğunu bir kez daha
tekrarladım.
O da katıldı bu
söylediklerime, samimi bir şekilde o da tasdik etti. Sonra peygamberleri
anlatmaya başladım. Peygamberlerin insanlan sadece Allah'a kulluğa davet
ettiklerini ve bu insanlara tertemiz bir din getirdiklerini söyledim. Söz
buraya gelince dinin tarifim yapıp, hak ve batıl dinler hakkında kısa bir
açıklama yaptım. İnsanlar peygamberlerin getirdiği bu hak dini tahrif
etmeselerdi, insanlara bir peygamberin yeteceğini belirttim. Ancak insanların
birçok hak dini tahrif ettiklerini ve her tahrifattan sonra Allah'ın yeni bir
peygamber gönderdiğini söyledim.
Buraya kadar
söylediklerimi çok iyi anladı.
Sonra tüm
peygamberlerin gönderiliş gayesi olan insanları tağuta kulluktan sakmdırıp,
Allah'a kulluğa davet emek meselesini açıklamaya çalıştım.
Tağutun ne olduğunu
Şirin de pek anlamadı.
Tağutu anlaması için
ısrar etmeden İlah kavramını tanımlayıp, kelime-i tevhidin manasını açıkladım.
Gerçek ilah ile
insanlara ilahlık taslayan sahte ilahların, kelime-i tevhid ile birbirinden
nasıl ay irildiğini, sahte ilahların reddedilerek yegane ilah olarak Allah'ın
tasdik edilmesi gerektiğini anlattım.
Bütün söylediklerimi
dikkatle dinlemiş ve anlamaya çalışmıştı. Gözlerime bakarak "Biraz önce
tağut dediğin şey, İnsanlara ilahlık taslayan bu sahte ilahlar mı"
demişti. Allah'a hamdederek "Evet, aynen öyle" dedim. Sonra tağutu
örneklendirerek, kelime-i tevhidi bu bilinçle söylemesi gerektiğini belirttim.
"La ilahe
illallah" dedi.
Durdu, düşündü sonra
kafasını sallayarak tekrar "La ilahe illallah" dedi.
Bir süre sessiz
kaldık.
Daha sonra "Peki
Selçuk, başka ne yapacağız?" dedi. Karımın bu samimi sorusu hem hoşuma
gitmiş ve hem de beni duygulandırmışti. Kendisine açık bir cevap verdim.,
Allah'ın dinini
kafamıza göre, anene ve geleneklerimize göre yaşamaktan vazgeçip, Allah'ın
hükümlerine göre yaşayacağız. Çünkü sadece Allah'a kulluk yapmanın başka bir
yolu yok!.
Akıllı bir insandı.
Bu söylediklerimin ne
anlama geldiğini biliyordu. Bana hafifçe gülümseyerek "Yani şeriatçı mı
olacağız" dedi.
Ben de gülümsedim.
Çili cılı ekleri
boşverî. Zaten "La ilahe illallah" derken, yegane ilah ve hükümkoyucu
olarak Allah'ı kabul ediyoruz. Allah'ın hükümlerini yani Allah'ın şeriatını
reddederek başka hükümlere, başka şeriatlara yönelmemiz tabi ki mümkün değil.
Başını sallayarak
"Tabi ki" dedi. Sonra durdu, düşünmeye başladı. Ne düşündüğünü
hissediyor gibiydim. Yanılmamışım! .
Selçuk, örtünecek
miyim?
Örtünmek istemiyor
musun?
Yine durakladı!.
Kafası kanşmış gibiydi!.
Bilmiyorum!. Ne tuhaf
değil mi!. Örtünmeyi düşünürken akhma Allah değil de, çevremizdeki insanlar,
çevremizdeki kadınlar geliyor. Onların ne diyeceğini, onların bana nasıl
bakacaklarını düşünüyorum!.
Cevap vermeden öylece
kendisine baktım.
Bu söylediklerinden
nasıl bir sonuç çıkaracağını merak ediyor gibiydim. Bir süre daha düşündükten
sonra "Saçma, Vallahi saçma" diyerek ayağa kalktı.
Yatak odasına doğru
gitti.
Bense bekliyordum.
Bekleyişim sevinçli bir hayretle sona erdi. Çünkü birkaç dakika sonra yatak
odasından çıkan Şirin, başörtülü bir Şirin'dü. Mevlidlerde kullandığı beyaz
başörtüsünü başına dolamış ve "Bundan sonra inşaallah hep böyle"
diyerek karşıma oturmuştu.
Ona baktım!.
Öylece bakakaldım
ona!.
Gerçek bir şirin,
şipşirin bir kadın olmuştu karşımda. Başörtüsüyle kuşatılan yüzü, ışıl ışıl
yanmaya, ışıl ışıl panldamaya başlamıştı sanki!.
Duygulanmıştım,
Gözlerimin dolduğunu
hissettim.
Yerimden kalkarak onun
yanına oturdum. Sağ elini ellerimin arasına aldım. "Senden Aİiah razı olsun"
diyerek elini dudaklarıma götürdüm.
Öptüm, tekrar öptüm.
İrkildi, şaşırdı,
utandı, sıkıldı. Ellerimi kendisine çekerek ve eğilip Öperek "Allah
senden de razı olsun" dedi.
Bir süre öylece
oturduk.
Böyle bir eşin, böyle
bir hayat arkadaşının insan için ne güzel ve ne değerli bir şey olduğunu daha
iyi anladım.
Böyle bir eş,
servetten de, maldan da, mülkten de daha değerliydi bir insan için!. Bana
böylesine değerli bir eş nasip ettiği için Allah'a bamdetüm.
"Ben yatsıyı
kılmadım" dedim. Çülümseyerek "Ben de kılmadım" dedi. Beraberce
namaz kıldıktan sonra yattık. Karım mutlu, gerçekten mutlu gözüküyordu. Bu
geceki konuşmalarımızla yeni, yepyeni bir dünyaya girmiş gibiydi.
Pazartesi günü karımla
beraber alışverişe çıktık. Birkaç mağazadan bazı şeyler aldıktan sonra
İsmail'e uğradık. İsmail'de oldukça kaliteli kadın giysileri vardı.
Karım, tezgahtar kızın
yardımıyla pardesülere, mantolara, elbiselere bakarken biz de İsmail'le
oturduk. Bana Said hocayla olan konuşmalarımızı sordu. Kısaca anlattım. Benim
için çok faydalı olduğunu belirttim. Said hocadan sadece benim değil birçok
müslümanm faydalandığını söyledi.
Onunla tekrar nasıl
görüşebileceğimi sordum, "Bilmiyorum, kendisiyle görüşmemiz gerek"
dedi.
Karıma baktım. Bazı
giysileri seçmekte zorlanıyor gibiydi. Onun yanına giderek beğendiklerinin
hepsini almasını söyledim. Gülümseyerek "O kadarına gerek yok" dedi.
Israr ederek "Ben öyle istiyorum, lütfen" dedim. Gerçekten de.öyle
istiyordum.
Ses çıkarmadı.
Tezgahtar kıza dönerek
"Asuman hanım!. Beğendiklerinin hepsini ayırın" dedim.
İsmail telefonla
konuşuyordu. Bir ara bana dönerek "Yarın fabrikada mısın?" dedi.
Yarın ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilmiyordum. Yine de "Evet"
dedim.
Sonra oturduk.
İsmail bana Said
hocayla konuştuğunu, kesin bir söz vermemekle beraber yann öğleye doğru
uğrayabileceğini söyledi. Durumda bir değişiklik olursa Said hoca bana telefon
ederek bildirecekmiş.
Teşekkür ettim
İsmaü'e. Sevinmiştim!.
Alışverişi bu sevinçle
bitirdim. öğle namazını İsmail'in orada kıldık. Şirin yeni aldığı pardesüyü
giymiş ve bu pardesüye uygun bir eşarb takmıştı. İsmail'e diğer aldıklarımızı
otoparka göndermesini söyleyerek karımla birlikte mağazadan ayrıldık.
Şirine güzel bir Öğle
yemeği yedirmek istiyordum. Kemeraltı camünin karşısında kömür ateşinde döner
yapıyorlardı. Oraya doğru yürümeye başladık.
Karımla birlikte
yürürken arasıra vitrin camlanndaki görüntümüze bakıyordum. İkimiz de çok
değişmiştik.
Bende üç-beş günlük
sakal vardı.
Karım Şirin ise
bambaşka bir hanım, bambaşka bir hanımefendi olmuştu. Her nedense bu yeni
kimliğine hiç yabancılık çekmemişti gibiydi!. Bu yeni giysileri içinde eski bir
rahatlık ile yürüyordu. Sanki bu giysilerle doğmuş, sanki bu giysilerle
büyümüş gibi rahattı.
Yemeğimizi yerken, yeni
durumumuzdan, yeni dünyamızdan konuştuk.
Gerçi yine yiyor, yine
geziyor, yine dünya nimetlerinden faydalanıyorduk ama bütün bunları daha Önce
bir şaşkın kimliği ile yaparken, şimdi Allah'a bağlı bir kul kimliği ile
yapıyorduk. En önemli değişiklik, bizlerde olan değişiklikti.
Biz değişmiş, bizimle
birlikte her şey değişmişti sanki!.
Daha sonra bu dünya
hayatının ebedi olmadığından ve er geç öleceğimizden bahsettik. Bir müslüman
olarak her an ölüme hazır olmamız gerektiğini belirttik. Karım hem beni
dinliyor, hem de söylediklerime doğru ve anlamlı katılımlarda bulunuyordu.
Onun bu durumu, ölümü
gayet normal karşılayan sözleri karşısında bir an durakladım. Karıma
hastalığımdan bahsetmeli miyim diye düşündüm. Bu sorumun cevabını onun yüzünde,
onun gözlerinde bulmak istedim.
Mutluydu, çok
mutluydu.
Vazgeçtim, söylemek
istemedim. Onun bu yeni dünyasındaki yepyeni mutluluğunu gölgelemek istemedim.
Hastalığımı ona sonra, daha sonra söylerdim!.. kadar hiç telefon çalsın istemedim.
Her telefon sesinde
acaba Said hoca gelemeyeceğini mi bildirecek diye endişelendim. Said hoca
onbirbuçuğa doğru geldi. Onu yine kapıda karşıladım. Yukarıya kadar yorulmasını
istemeyerek lobinin yanındaki büyük odaya buyur ettim.
Kısa bir hal hatır
sormadan sonra önceki konuşma-iar için kendisine teşekkür ettim. Bu konuşmaların
benim için çok faydalı olduğunu belirttim. Ayrıca bu konuşmaları kendisinden
izinsiz kasede aldığımı da söyleyerek özür diledim. Herhangi bir tepki
göstermeden "Zaten bütün konuşmalanmızın kayda alındığını, defterimize
yazıldığını bilerek konuşuyoruz" dedi.
Hoşuma gitti bu
sözleri.
Kaseti dinlettiğim
diğer hocalar aklıma geldi. Said hoca ile onlar arasında ne büyük fark vardı.
Said hocaya onlardan da, onların konuşmalarından da bahsettim.
Onları küçümseyici ya
da hor görücü bir tavır göstermedi. Sadece bütün hocaların öyle olmadığını,
hocalar içinde hakkı anlatmaktan çekinmeyen mümtaz kimselerin de bulunduğunu
belirtti.
İtidalli bir insandı
bu Said hoca!.
Belirgin bir iimi
derinlik ile konuşuyordu. Daha önceleri herhangi bir insanla konuşurken, o
insanla neyi ne kadar konuşacağımı düşünür, belli bir sınır koyardım kendime.
Said hocayla konuşurken ise böyle bir sınıra, böyle bir çerçeveye gerek
görmüyor gibiyim!.
Ne bileyim, sanki her meselemi
rahatlıkla açacağım, rahatlıkla
konuşabileceğim bir insandı bu Said hoca!. Hastalığım geldi aklıma!.
Hiç kimseye
söylemediğim hastalığımı konuşacağım bir insan varsa, bu insan Said hoca
olmalıydı.
Fazlaca düşünmeden
patlayıverdim.,
Hocam!, Başında tümör
olan o arkadaş benim!.
Bu sözü söylemekle
rahatladığımı hissettim. Said hocada ise ne bir hayret, ne de bir şaşkınlık
belirdi. Bir an acaba daha önceden biliyor muydu diye bir düşünceye kapıldım.
Hayırlısı olsun!.
Cevap vermedim.
İçimden usulca "Amin" diyerek bu hastalıktaki hayırların ne
olabileceğini düşündüm.
Ne zaman öğrendin?
Yaklaşık birbuçuk ay
önce.
Durdu. Düşünmeye
başladı. Yüzü ve bakışları bu düşünceyle yıkanıyor, bu düşünceyle titriyor
gibiydi. Duyglanmıştı. İçinden, ta içinden gelen kısık bir sesle konuşmaya
başladı.,
Efendimiz (s.a.v.)
ölüm gerçeğine işaret ederek "Nasihat olarak ölüm yeter" buyuruyor.
Ölümü bilmek, ölmeden önce ölüm gerçeğini tanımak, gerçekten çok büyük bir
nasihattir. İnsanlara bu nasihati bazen bir müslüman, bazen bir peygamber
yapar.
Biraz durduktan sonra
devam etti.,
Sana ise bu nasihati
Allah (c.c.) yapmış. Sana ölmeden önce öleceğini bildirerek, bu gerçekle
uyanmanı, bu gerçekle kendine gelmeni dilemiş.
Ürperdiğimi
hissettim!.
Şimdiye kadar bu
hastalığımın Allah'tan olduğunu biliyordum, biliyordum ama bu hastalığı
Allah'tan bir nasihat olarak değil, bir musibet olarak kabul ediyordum!.
Oysa, oysa öyle
değildi durum!.
Said hoca doğru
söylüyordu. Beni eski yaşantım içinde her an öldürebilecek olan Rabbim bana
rahmet etmiş, bana ölmeden önce öleceğimi bildirerek, altı ay gibi uzun bir
mühlet vermişti. Bu düşüncelerle sevindiğimi ve bana rahmet eden Rabbimi daha
fazla, çok daha fazla sevdiğimi hissettim.
Said hocaya hafifçe
başımı sallıyarak "Doğru söylüyorsun hocam" dedim ve ekledim.,
Bu hastalık
vesilesiyle ölümlü bir fani olduğumu gayet iyi anladım.
Daha önceleri
Daha önceleri ölümü
biliyor ancak ölümle kendi aramda hiçbir
ciddi ilişki kurmuyordum. Daha doğrusu
ölümü hiç hissetmiyordum. Ölümü
hissetmeden, ölüm gerçeğini
anlamak tabi ki mümkün olmuyor. Ne bileyim, sanki dünyada ebedi yaşayacakmışım
gibi bir duygu içindeydim.
Bu duyguyu hiç
düşündün mü?
Hangi duyguyu
Ebedilik duygusunu
Herhalde batıl ve
saçma bir duygu olmalı
Ben aynı kanaatte
değilim.
Neden?
Bence bu batıl bir
duygu değil. Fıtratımızda bulunan gerçek bir duygu bu!.
Anlayamadım.
Bak Selçuk. İnsanların
dünya hayatım ebedi sanması, elbetteki şeytani bir vesvesedir. Benim üzerinde
durmak isteğim husus, bu vesveseye muhatap olan fıtratımızda, böyle bir
duygunun gerçekten bulunup-bulunmadığı!.
Var mı?
Tabi ki var!. Şayet
şanı yüce Rabbimiz bizleri tanıştırmasaydı, bizler ebediliğin ne anlama
geldiğini bilmeseydik, şeytan
aleyhillane insanlara dünya hayatını ebedi gibi gösteremezdi!.
Kafam karışır gibi
olmuştu.
Biraz açar mısın?
Mesela şeytan
aîeyhillane insanlara bazı vesveseler vererek onları açlıkla ya da yoksullukla
korkutuyor değil mi?
Evet
Şayet şanı yüce
Rabbimiz insanlara korku vasfını vermeseydi, insanların fıtratında bu gerçek
olmasaydı, insanlar korkunun ne olduğunu bilmeselerdi, şeytan aleyhillane
insanlan korkutabilir miydi?
Korkutamazdı!.
İşte ebedilik
duygusunu da aynı paralelde düşünmemiz gerekir. Şanı yüce Rabbimiz bizleri
ebedilikle tanıştırmasaydı, bizlerin fıtratında bu gerçek olmasaydı, şeytan
aleyhillane insanlara dünya hayatını ebedi gibi gösterebilir miydi?
Gösteremezdi!.
Verdiğim cevaba kendim
de şaşmış, verdiğim cevabın ne anlama geldiğini kendim de düşünmeye
başlamıştım. Gösteremezdi!. Evet, doğru bir cevaptı bu. Korkmanın ne olduğunu
bilmeyen bir canlıyı korkutabilmek nasıl mümkün değilse, ebediliğin ne olduğunu
bilmeyen bir canlıya da bu duyguyu verebilmek mümkün değildi.
Korku vasfı
fıtratımızda nasıl varsa,
bu duygu da o şekilde
vardı. Tabi ya!. İnsanlarla ebedilik hakkında konuşulduğunda hiç kimse bu
ebedilik de ne, nasıl bir şey, nasıl bir duygu demiyorlardı!. Sanki hepsinin
bildiği, sanki hepsinin hissettiği bir gerçekti bu!.
İyi ama bütün bunlar
ne anlama geliyordu. Ebedi olduğumuz anlamına mı!.
Hocam. Bütün bunlardan
ne sonuç çıkarıyorsunuz?
Allah-u Teala bizleri
ebedilikle tanıştırmış!. Allah gerçeği
fıtratımızda nasıl varsa, bu ebedilik gerçeği de fıtratımızda öylece var.
Fıtraten bildiğimiz, fıtraten hiç yabancı olmadığımız bir gerçek bu!.
Biraz durduktan sonra
devam etti.,
Ve şeytan denilen
lanetli yaratık, insanlan, insanlarda bulunan bu gerçekle kandırıyor!.
İnsanların fıtratında bulunan bu gerçeği muhatap alarak, insanlara dünya hayatını
ebedi gibi gösterebiliyor.
Şeytan insanlan
bununla kandınyorsa, Allah ebedilik duygusunu insanların fıtratına neden verdi
ki!.
Tabi ki bu şeytani
vesveseye aldanarak dünya hayatını ebedi sanmaları için değil!. Korku vasfını
nasıl ki sadece kendisinden korkulması için vermişse, bu gerçeği de ebedi olan
ahiret hayatını daha iyi anlamalan, daha iyi his-sedebilmeleri İçin vermiş.
Ebedi cennetin ve ebedi cehennemin ne olduğunu kavray ab ilmeleri için!.
Evet, şimdi her şey
yerli yerine oturmuştu!.
Demek ki dünya
hayatını ebedi, kainatı sonsuz zanneden insanlar, fıtratlarında bulunan
ebedilik ve sonsuzluk gerçeğini yanlış yorumlayan daha doğrusu bu sıfatlan
yanlış şeylere nisbet eden insanlardı. Ebedilik denilen bir gerçek vardı,
vardı ama bu gerçeğin karşılığı dünya değil ahiretti, ahiret hayatıydı.
Fıtratımızda bulunan bu ebedilik duygusu, ebedi hayatın varlığına açık bir
delildi.
Ezeli olmayan ve
ezelilik duygusuna yabancı olan biz insanlar, ebedi bir hayata muhatap
olduğumuz için ebedilik duygusuna hiç de yabancı değildik.
Tuhaf lastiğimi
hissettim!.
Ebedi hayatı görmüş,
ebedi hayatla burun buruna gelmiş gibiydim.
Bu duygular içindeyken
ölümü düşündüm.
Ölümün de mahiyeti
değişmişti iç dünyamda!. Daha önceleri hayatı bitiren bir nokta, büyük bir
nokta olarak gördüğüm ölüm, küçük, küçücük bir virgül durumuna gelmişti! .
Ne düşünüyorsun?
Said hocaya baktım.
Gözlerinde sıcak bir ilgi, içten bir samimiyet vardı. Duygu ve düşüncelerimi
paylaşmak istiyor gibiydi. Hafifçe tebessüm ederek "Ölümü" dedim ve
ekledim "Zaten birbuçuk aydır en çok düşündüğüm şey!."
Ölümden korkuyor
musun?
Hemen cevap vermedim.
Veremezdim de!. Çünkü bu konuda hayli farklı duygular, hayli farklı düşünceler
içindeydim.
Bilmiyorum. Ancak
insanın ne zaman öleceğini bilmesi garip ve zor bir duygu.
Ne zaman öleceğini
biliyor musun?
Yaklaşık dört- beş ay
sonra!.
Neden böyle
düşünüyorsun?
Söyledim ya tümör.
Durumum umutsuz!. Gülümseyerek kafasını iki yana salladı.
Yoo. Seni öldürecek
olan tümör değil, Allah. Ölüm hükmü sadece ve sadece Allah'ın elinde. Dilerse
dört ay, dilerse dört yıl, dilerse kırkdört yıl. Hastalığım ciddi diyorsan,
hiçbir hastalık Hz. Eyyüb (a.s.)'ın hastalığından ciddi değildir. Vücudundaki
yaralar kurtlanmış, etleri dökülmeye başlamıştı. Hz. Eyyüb (a.s.)'m o durumunu
zamanımızdaki tıbbi otoriteler görselerdi, müdahale etmek bir yana, öyle bir
durumda yaşıyor olmasını bile hayretle karşılarlardı.
Bir süre durdu,
Hafifçe gülümsedi.
Hz. Eyyüb (a.s.) o
durumdayken, bir meseleden dolayı kızdığı hanımına ne dedi biliyor musun?
Ne dedi?
İyileştiğim zaman sana
kırk değnek vuracağım!. Düşünebiliyor
musun!. O durumdayken
bile iyileşmekten umudunu kesmemiş!.
Nitekim Allah (c.c),
kendisinden umud kesmeyen kulunu iyileştiriyor. Derdi veren Alİah,
dermanını da nasip ediyor.
Said hocayı öylece
dinliyordum. Güzel bir kıssaya, ne güzel bir yorum getirmişti.
Ayrıca durumum umutsuz
dedin!. İçinde bulunduğun bu durum,
balığın kamında bulunan
Hz Yun (a.s.)'ın durumundan daha
mı umutsuz!.
Anlayamadım!.
Fırtınalı bir havada,
gemiden denize atılan ve bir balık tarafından yutulan insan hakkında ne
düşünürsün! Kurtulma umudu var mıdır?
Yoktur"
diyecektim sustum. Çünkü Hz. Yunus (a.s.) kurtulmuştu!. Gülümseyerek başımı
salladım.
Doğru söylüyordu Said
hoca.
En umudsuz durumlarda
dahi yine de Allah'tan umud kesmememiz gerekirdi. Her şey Allah'ın emrine, her
şey Allah'ın dilemesine bağlıydı.
Doğru söylüyorsun
hocam. Hiçbir zaman umudumuzu kesmememiz gerekir.
Tamam" dercesine
başını salladı. Sonrada kaşlarını kaldırarak ilave etti.
Tabi ki bütün bunları,
sekerat durumunda bile ölümü akıllarına getirmeyen, iyileşeceklerini zanneden
insanlara benzemen için söylemiyorum. Öleceksin, hepimiz öleceğiz. Ancak ne
zaman ve nerede öleceğimizi sadece Allah bilir. Dört-beş ay dedin. Belki
dört-beş gün, belki dört-beş sene!. Allah bilir. Önemli olan her an ölüme hazır
olmak, ölüme hazır bir şekilde yaşamak!.
Said hocaya baktım.
Çok güzel ve çok doğru konuşuyordu. Çok doğru konuşuyordu ama bu
söylediklerinin ne anlama geldiğini hissedebiliyor muydu? Ölümün ve ölüm duygusunun
ne olduğunu benim kadar anlayabilmiş miydi?
Hocam. Benim durumumda
değilsiniz. Ölümün ve ölüm düşüncesinin ne olduğunu anlayabiliyor, bu duyguyu
hissedebiliyor musunuz?
Bir arkadaşımın güze!
bir sözü var. Gerçek bir düşünür,
körleri düşünürken gözleri
görmeyen kimsedir. Kafa ile
düşünmek bilmemizi, kalp ile anlamak hissetmemizi sağlar. Ölüm düşüncesi
kafamızdan kalbimize intikal ettiği
zaman bu gerçeği
yaşıyormuş gibi hissetmemiz mümkündür. Ayrıca durumlarımız
arasında önemli bir fark da yok. Hepimiz ölüme doğru gidiyoruz. 0 menzile kimin
daha önce varacağını Allah bilir. Belki ben senden önce, çok daha önce
öleceğim.
Boş ve kuru sözler
değildi bunlar.
Said hoca anladığını
hisseden, hissettiğini anlatan biriydi. Kendisine saygıyla baktım. Bana bir
şeyler anlatabilmek, bana bir şeyler öğretebilmek için çırpınan bu adama
gerçekten saygı duyuyor, bu adamı gerçekten seviyordum.
Said hoca için bir
şeyler yapmak, Said hocayı sevindirmek isteğine kapıldım. Kısa bir tereddütten
sonra aklıma gelen ilk şeyi söylemeye karar verdim.,
Said hocam. Size
teşekkür etmek istiyorum. Benimle ilgilendiniz, bana çok güzel şeyler
öğrettiniz. Uzun yıllar çalışarak elde ettiğiniz ilminizi, benimle paylaştınız.
Biraz sustuktan sonra
devam ettim.,
Uzun yıllar çalışarak
benim elde ettiğim şey ise biraz dünya malı. Müsaade ederseniz ben de bunun
bir kısmını size vermek, sizinle paylaşmak istiyorum. Yukarıdaki kasamda
kullanmadığım, kullanmayı düşünmediğim yüklüce bir para var. Bunu lütfen kabul
edin!.
Sustu.
Hiçbir cevap vermeden
gözlerime baktı.
Bir şeyleri görmek,
bir şeyleri anlamak
istiyor gibiydi!.
Bense korkmadım, bense
utanmadım bu bakışlardan. Çünkü
rahattım, çünkü samimiydim, Paraya değer vererek, parayı önemseyerek böyle bir
teklifte bulunmamıştım. Sadece küçük bir isteğimi, küçük bir arzumu dile
getirmiştim.
Anlayamadığım bir
yüz ifadesiyle "Bu
iki oluyor" dedi.
Ne iki oluyor?
Beni ikinci kez yoksul
durumuna koyuyorsun. Vermek elbetteki güzel bir şeydir. Fakat kimlere
vereceğini, kimlere vermen gerektiğini öğren artık!.
Ne diyeceğimi
şaşırdım. Ben bu sözleri, ben bu azarı haketmemiştim. Biraz kızdığımı, biraz
kırıldığımı hissettim.
Said hoca beni yanlış
anladınız. Bu benim içimden gelen bir şeydi. Ne bileyim!. Size bir şeyler
vererek, size teşekkür etmek istedim sadece!. Verebileceğim başka bir şey de
yoktu!.
Bakışları biraz
duruldu, sakinleşti.
Verebileceğin başka
bir şey vardı!.
Ne vardı?
Hafifçe tebessüm
ederek konuşmaya başladı.,
Bak sana bir kıssa
anlatayım. Geçimini ağıhndaki inekle sağlayan bir adam varmış. Her nasıl
olmuşsa dünyaperestin biri, bu adamın küçük bir işine yardımcı olmuş.
Dünyaperestin bu yardımı karşısında borçlu kalmak istemeyen adam, kısa bir
süre düşündükten sonra ona şunları söylemiş. 'Alİah razı olsun desem, bu sana
göre az bana göre çok olur. Ağıldaki inekle danasını al ve git!."
Vaavvv!. Adama ve
adamın "Allah razı olsun" duasına verdiği öneme bak!. Said hocaya
baktım.
Bunu bana ne için
anlattığını aniadım. O benden "Allah razı olsun" duasını bekliyordu,
Ben ise ona inekle danasını değil, danalardan küçük bir tanesini vermeye kalkışmıştım!.
Gülümseyerek baktım
kendisine ve "Hocam kusuruma bakmayın" dedim. Sonra Allah razı olsun
duasının ne anlama geldiğini bilerek, bu duaya çok değer vererek ilave ettim.,
Sizden Allah razı
olsun!.
"İnşaallah senden
de, senden de Allah razı olsun!." diyerek oturduğu yerden kalktı.
"Hocam gidiyor
musunuz?" diyerek ayağa kalkarken, elimle dayandığım koltukla beraber yere
düştüm. Ne olduğunu, nasıl düştüğümü ben de anlayamadım!.
Yardım ister misin?
Düştüğüm yerde donakaldım!. Ben bu sesi, ben bu sözü daha önce de duymuştum!.
Evet, mezarlıkta
duyduğum ses, mezarlıkta duyduğum sözdü bu!. Said hocaya öylece baktım. Evet
oydu, oydu bana mezarlıkta seslenen!.
Ne diyeceğimi, ne söyleyeceğimi
şaşırdım. Acaba Said hoca da beni, beni tanımış mıydı? Daha önce mezarlıkta
karşılaştığımızı biliyor muydu?
Yüzünden,
bakışlarından hiçbir şey belli olmuyordu!. Düştüğüm yerden kalkarken, bana
sıcak bir tebessümle bakan Said hocaya, tebessümle mukabele ettim.,
Allah razı olsun?
Zaten yardım ettiniz!. gün eve biraz erken geldim.
Karım Şirin çocuklarla
oturmuş, onlara sure ezberletiyordu. Gördüklerim karşısında çok sevindim. Yine
ölüm ve öleceğim geldi aklıma. Allah'a şükürler olsun ki gözüm arkada
kalmayacaktı. Karım gerçekten iyi bir insandı. Çocuklanmı da aynı iyi ahlak
üzere yetiştirebilecek birisiydi.
Daha önceleri kendime
değer verir.
Şirin için büyük bir
nimet ve çok değerli bir eş olduğumu düşünürdüm. Şimdi ise Şirin'in benim için
bir nimet, çok değerli bir eş olduğunu düşünüyorum.
Kutsal bana yeni
kitablarını gösterdi. Peygamber kıssaları ve dini hikayelerdi bunlar. Şirine
döndüm. Bugün çocuklarla birlikte çarşıya gittiğini, hem kendisine hem de
çocuklara bazı kitaplar aldığını söyledi. "Çok güzel, iyi yapmışsınız"
dedim.
Peygamber kıssaları, tek
tek küçük kitaplar halindeydi. Kutsal'ı yanıma oturtarak kitaplara birlikte
bakmaya başladık. Esma'da hemen diğer yanıma oturup, kitapların ismini okumaya
başladı. Güzel kızım, sultanım, okumasını öğrenmişti ya, her fırsatta bunu
kanıtlamak istiyordu. Hz. Eyyüb ve Yunus (a.s.)'Ia ilgili kitapları görünce
Said hocanın anlattıklannı hatırladım. İnandığımız Allah, her şeye kadirdi. Her
şeye kadir olan Allah'tan ise hiçbir zaman ve hiçbir durumda umud kesilmezdi.
Hz. İbrahim (a.s.)'la
ilgili kitabı görünce, bu kıssada da aynı mesajın olduğunu hatırladım. Hz.
Yunus (a.s.)'ı balığın karnından kurtaran Allah (c.c), Hz. İbrahim (a.s.)'ı da
ateşten kurtarmıştı. Önemli olan Allah'tan umud kesmemek ve Allah'a gerektiği
gibi tevekkül etmekti.
Yemekten sonra saat
ona kadar çocuklarla birlikte oturduk. Hep birlikte konuştuk, şakalaştık,
oynadık. Çocuklar yattıktan sonra Şirine hastalığımdan bahsettim.
Ba-şağrılanmın sebebinin basımdaki ufak bir tümör olduğunu söyledim. Gözleri
büyüdü. Şaşırdı!.
Tümör mü?
Evet tümör, Ancak
fazia telaşlanmana gerek yok. Küçük bir şey!.
Durdu.
Öylece bana baktı.
Gayet sakindim. Bakışlarımda ne bir evham, ne de bir üzüntü vardı.
Söylediklerim ile halim arasında bir bağlantı kurmak istiyor, kuramıyordu!.
Doktorlar ne diyor?
Tümör olduğu konusunda
hepsi hemfikir. Hayati tehlike olup-olmadığı konusunda ise farklı görüşler var.
Nasıl yani!.
Kimisi altı ay sonra
hayati tehlike olabilir diyor, kimisi altı yıl sonra. Yani kesin bir şey yok!.
Gözleri doldu. Titrek
bir sesle "Altı ay mı?" dedi.
Hastalığımdan çok onun
bu durumuna üzüldüm. Rüzgarda kaîmış küçük ve narin bir çiçek gibi titremeye
başlamıştı.
Hayatım, o sadece bir
doktorun kanaati. Söyledim ya belki altı ay, belki altı yıl. Kimbilir belki de
otuzaltı yıl.
İnsanın ne zaman
Öleceğini ancak Alİah bilir. Hem biz müslümanız. Her zaman ölüme hazır olmamız
gerekmez mi?
Başını
"Evet" manasına ağır ağır sallarken ağlamaya başladı. Onun bu durumu
karşısında ben de ağlayabilirdim. Fakat tuttum kendimi. Onun yanına oturarak
başını göğsüme yasladım. Bir elimle başını okşuyor, bir elimle gözyaşlarını
silmeye çalışıyordum.
Bak hayatım!. Bu
dünyada güzel bir beraberliğimiz var. Allah senden razı olsun. Benim için iyi
bir eş, anlayışlı bir arkadaşsın. Ama asıl güze! olan, bu güzei beraberliğimizi
cennete taşımamız. Ebedi cennet hayatında da bir ve beraber olmamız. Ben umud
ediyorum ki biz bunu Allah'ın izniyle başaracağız.
Göğsümdeki yüzünü,
yüzüme doğru çevirdim. Gözyaşıyla ıslanmış gözlerine sevgiyle baktım. Sağ
elimle sağ elini tutup hafifçe sıkarak "Söyle, söyle rJünu başaracak mıyız"
dedim.
Bir süre duraksadı.
Gözlerime baktı.
Bakışlarımız birbirine
geçmiş, birbiriyle kaynaşmıştı sanki. Birbirimizin gözlerini değil içini, ta
İçini görüyor gibiydik. Kadınla erkeğin birleştiği, gerçekten birleştiği an,
böyle bir an olmalıydı.
Elimi hafifçe sıkarak
"İnşaallah, inşaallah başaracağız" dedi.
Birkaç saat daha
oturduk.
Ona Said hocadan
bahsettim. İsmail'in orada karşılaşmamızı ve bazı konuşmalarımızı anlattım.
Bugün kendisine yüklüce bir para vermek istediğimi fakat kabul etmediğini söyledim.
Şirin şaşırdı. "Şaşıracak bir
şey yok.
Bizden daha
zengin" dedim ve kanaat sahibi bir insanın bizim gibi birçok zenginden
daha zengin, çok daha zengin olduğunu belirttim. Samimi bir şekilde
takdirlerini ifade etti ve bir akşam ailecek yemeğe davet edelim dedi.
"İnşa-allah" dedim.
Bu konuşmalardan sonra
yatsıyı kılmış ve yatmıştık.
Sağ tarafına dönerek
hareketsiz yatan karım uyuyor muydu yoksa uyuyor gibi mi yapıyordu bilmiyorum.
Fakat ben uyuyamıyordum. Said hocayla kabristanda karşılaştığımız o günü ve o
günkü durumumu düşünüyordum.
O gün güzel, çok güzel
duygular içindeydim. Allah'a kendimi hiç o günkü kadar yakın hissetmemiş, hiç o
günkü kadar samimi bir duada bulunmamıştım. Yüreğimden yükselen bir yakarışla
"Allah'ım bana yardım et, Allah'ım bana yardım et!." diyordum. Sonra,
sonra duyduğum o ses!.
"Yardım ister
misin?"
Bu bir tesadüf, bu bir
tevafuk olamazdı. Daha önceleri okuduğum bazı tasavvuf kıssalarını hatırladım.
Müritlerinin imdadına yetişen mürşitler vardı. Doğru ya!. Ben zaten İsmail'in
dükkanına, İsmail'in mürşidini öğrenmek için gitmiştim. Ve orada da, orada da
karşılaştığım şahıs, yine aynı şahıstı!.
Yine Said hocaydı!.
Evet, bunların
hiçbiri, hiçbiri tesadüf değildi. Heyecanlandığımı hissettim. Sanki bir
mucizeyle, açık bir mucizeyle karşılaşmış gibiydim. Said hocaya bakışım
değişmeye, çok değişmeye başlamıştı. Said hoca kesinlikle sıradan bir insan
değildi!.
"Allah'ım Sana sığınırım,
Sana sığınırım" diyerek duada bulundum. Niye böyle dediğimi, niye böyle
bir duada bulunduğumu bilmiyorum. Herhalde böyle bir hassas konuda yanlış
yapmak, yanılgıya düşmek istemiyordum. Tekrar tekrar Allah'a sığındım,
Allah'a tevekkül
ettim ve bu tevekkül duygularıyla uyuya kaldım.
Said hocaya
gidiyordum.
Said hocayı görecek,
onunla açık açık konuşacaktım. Torbalı'ya geldiğimde şaşırdım. Said hocanın
nerede, hangi köyde oturduğunu bilmiyordum ki!. Arabadan inerek caddelerde
dolaşmaya başladım. Bir yoksul gördüm yol kenarında. Geri dönerek sadaka
verdim. Sadakayı aldıktan sonra bana "Şu, şu ilerdeki beyaz otobüse
bineceksin" dedi. Şaşırdım fakat hiçbir şey söylemedim yoksula. Doğruca
beyaz otobüsün yanma gittim. Nereye gittiğini, nereye gideceğini sormadan
bindim otobüse!.
Otobüs sanki beni, sanki
benim binmemi bekliyormuş gibi hemen hareket etti. Torbalı'dan çıkarak dağlık
bir yöreye yöneldik. Nereye, hangi köye doğru yol aldığımızı bilmiyordum, bilmiyordum
ama Said hocaya gittiğimi, Said hocaya yaklaştığımı hissediyordum.
Ortalık aniden
karardı!.
Otobüs karanlık bir
tünele girmişti.
Bir süre bu tünelin
bitmesini bekledim. Bitmiyordu, bitmiyordu bu karanlık tünel. Dışarıdan insan
çığlıkları, insan feryatları gelmeye başlamıştı!.
Dehşetle dışarıya
baktım!.
Karanlık tünelin loş
köşelerinde değişik insan grupla-nnı farkettim. Kimileri oturmuş konuşuyorlar,
kimileri içki
içiyorlar, kimileri
oynuyorlardı!.
Çığlıklar, o korkunç
çığlıklar bunlardan geliyordu, bunlardan geliyordu ama bunlar o çığlıkların hiç
farkında değildi!.
O korkunç çığlıklar
kendilerinden gelmiyormuş gibi konuşuyorlar, gülüyorlar, oynuyorlardı!. Otobüs
durdu.
Muavin kapıyı açarak
dışarıya baktı. Yolcu alacaktı herhalde. Loş köşelerdeki insanlara tekrar
baktı. Sonra sağ elini kulağına götürerek ezan okumaya başladı.
Şaşırmıştım!.
Öylece olanları
seyrediyordum. Dışarıya baktım. Çoğu insan ezan sesini duymuyordu. Ezan sesini
duyan bazı insanlar ise oturuş şekillerini hafifçe değiştiriyorlar sonra yine
konuşmaya, sonra yine gülüşmeye devam ediyorlardı.
Ezan bitti!.
Hiç kimse gelmedi, hiç
kimse binmedi otobüse!,
Her nedense
üzüldüğümü, hüzünlendiğimi hissettim. Ve otobüs hareket etti.
Muavine baktım.
Arkadaki koltuğuna oturmuş, teşbih çekerek bir şeyler mırıldanıyordu. Dışarıdan
yine feryatlar, yine çığlıklar yükselmeye başladı!. Gözlerim otobüsün kapısına
yönelmişti ki korkuyla irkildim!.
Açıktı, apaçıktı
kapı!.
Yükseklikten korkan
bir insan, yüksek bir uçurumdan aşağıya nasıl bir korkuyla bakarsa, aynı
korkuyla bakıyordum açık kapıya!. Sanki bir güç, gizli bir güç beni o kapıya
doğru çekiyordu!.
Oturduğum koltuğa
sımsıkı tütündüm.
Koltuğun döşemesine
geçen, koltuğun döşemesine kenetlenen parmaklanmı bir an gevşetsem, rüzgarın
önündeki bir tüy gibi otobüsten dışarıya fırlayacağımı, fırlayıve-receğimi
hissediyordum!.
Muavine haykırmak, muavine
bağırmak istedim. "Kardaş, ne olursun, ne olursun kapıyı kapat"
diyecektim. Haykırmak için ağzımı açıyor ama hiçbir ses, en ufak bir ses
çıkaramıyordum. Ağzımın İçinde derin bir boşluk meydana gelmişti. Bu boşlukta
ne bir nefes vardı, ne de bir hava.
Sanki uzaydaydım.
Havasız konuşulmayacağını yeni anlamış gibiydim!.
Yalvaran gözlerle
muavine baktım.
O da bana bakıyor
ancak en ufak bir tepki göstermeden teşbih çekmeye devam ediyordu!.
Yaşadığım korku, yaşadığım
panik içinde yalnız, yapayalnız kalmıştım. Kendi durumuma kendim de acıdım.
Kendim İçin, çaresizliğim için ağlamaya başladım.
Rabbim geldi aklıma!.
Hemen o an,
Rabbimi hatırladığım o
an "Ya Rab yardım et!." diye haykırdım. Sesim bütün sesleri
bastırmış, sesim bütün çığlıkları susturmuştu!.
Ben de şaşırmıştım!.
Muavine seslenmek isterken en ufak bir ses çıkaramayan benden, böylesine gür
bir ses nasıl çıkmıştı ki!.
Muavine baktım.
Haykırışımı duymuş
olacak ki o da bana tebessüm ediyordu!. Sonra yanımdan, yanibaşımdan bir ses
geldi.,
Yardım ister misin?
Aman Ya Rabbü. Yine
aynı ses, yine aynı sözdü!.
Öylece kalakaldım!.
Alev alev yanan
vücudum, serin sulara girmiş gibiydi!. Her tarafımın gevşediğini, her
tarafımın rahatladığını hissettim.
Sevinmiştim
demiyeceğim.
Çünkü sevinmenin
Ötesinde sevincin ta kendisi olmuştum. Her şeyim, her hücrem başlı başına bir
sevinç olmuştu sanki!.
Başımı yavaş yavaş
sesin geldiği tarafa çevirmeye başladım. Başımı yana doğru çevirdikçe otobüsün
İçi aydınlanıyor, otobüs tünelden çıkıyordu.
Yanımda, yanıbaşimda
oturan şahıs, Said hocaydı!. Hiçbir şey söylemeden bana bakıyor, tebessüm
ediyordu. Yüzü pırıl pınidı. Otobüsün içini bu nurlu yüz aydınlatmıştı sanki!.
Bakışları ise bambaşkaydı. Bana ötelerden, çok Ötelerden, başka alemlerden
bakıyor gibiydi!.
0 mübarek gözlerine
bakarak konuşamazdım.
Duygu ve düşüncelerimi
bir hareketle, tek bir hareketle gösterebilmek için eline doğru eğildim. Bu
mübarek insanın elini öpecek, sonra tekrar öpecek, sonra tekrar Öpecektim.
Şimdiye kadar hiç yapmadığım, hiçbir kimseye karşı göstermediğim bir tavırdı
bu!. Fakat şimdi yapıyordum, şimdi yapmam lazımdı. Çünkü Said hoca hiçbir
kimseye benzemeyen mübarek bir insandı. İçimden geçenleri biliyor, dualarımı
işitiyor gibiydi!.
Hürmetle eğildim,
eğildim, eğildim!.
Ancak garip bir şeyler
oluyordu!. Ben Said hocanın eline eğildikçe, eli benden uzaklaşıyordu!.
Derin bir boşluğa
eğiliyor gibiydim!. Fakat ne olursa olsun bu eli tutacak, ne olursa olsun bu
eli öpecektim. Gözlerimi kapatarak kendimi boşluğa, boşluktaki ele doğru
bırakıverdim.
Evet tutmuştum, tutmuştum
Said hocanın elini. Hemen dudaklarıma götürerek öpmeye başladım.
Fakat yine, yine
hayret ettim!. Ben bu eli öptükçe el katılaşıyor, ben bu eli öptükçe el kaskatı
oluyordu!.
Gözlerimi açtım.
Derin bir uçurumun
kıyısındaydım. Tuttuğum ve öptüğüm el, bir heykelin eliydi!. Başı kopuk bir
insan heykeliydi bu!.
Buraya gel!.
Sesin geldiği tarafa
döndüm. Said hoca ilerki bir ağacın altında oturuyordu. Suçlu bir çocuk gibi
hocanın yanına gittim. Bakışları sert, bakışları şiddetliydi. Birkaç metre
önünü işaret ederek "Otur" dedi. Oturdum.
Bir kağıda sarılmış
küçük bir şeyi önüme
atarak "Bunu al, bu beni tanıman için!." dedi. Şaşırmıştım!.
Kağıdı yerden alırken aynı şaşkınlıkla sordum.,
Bu ne?
Sadece benim yaptığım
bir şey!.
Elimdeki buruşmuş
kağıda öylece bakıyordum. Açmaya cesaretim yoktu. Bir mucizeyle, apaçık bir
mucizeyle karşılaşacakmışım gibiydim.
Bu paketin içinde ne
olabilirdi!.
Bir elmas mı, bir
yakut mu? Bu değerli insan, alelade bir taşı, mükemmel bir elmas durumuna mı
getirmişti?
Ellerim titriyerek
açmaya başladım.
Açtım,
Nutkum tutulmuştu!.
Elimdeki kağıdın
içinde, fındık büyüklüğünde bir pislik, bir insan pisliği duruyordu!.
Şaşkınlıkla Said
hocaya bakarak "Bu bir insan pisliği" dedim.
Evet, benim pisliğim.
Bunu bana niye verdin?
Bir mahluk olduğumu
anlaman için!.
Ne diyeceğimi
şaşırdım. Öylece kendisine bakıyordum. Yüzündeki öfke, bakışlarındaki şiddet
tekrar alevlendi.,
Ben sana tağutu, beni
tağut yerine koyman için anlatmadım. İyi ki peygamberleri ve peygamberlerin
mucizelerini görmedin. Yoksa onlara secde etmeye kalkardın!.
Aman ya Rabbü. Ne
diyordu bu adam!. Büyük bir utanç altında ezildiğimi, ezile ezile inceldiğimi
hissettim. Her an, her yerimden kopabilirdim!.
Durumumu anlamış,
durumuma acımış olacak ki bakışlarını biraz yumuşatarak konuşmaya başladı.,
Bak genç adam!. İnsanı
her yerde gören, her yerde işiten ve bütün dualara icabet eden sadece ve sadece
Allah'tır. Dualara icabet eden Allah (c.c), kendisine duada bulunan Hz. Nuh'u
gemi, Hz. Yunusu balık vesilesiyle kurtardı. Hz. Nuh'un kurtuluşunu gemiden
bilmemiz ne kadar saçma ise Hz. Yunusun kurtuluşunu da balıktan fümemiz
o kadar saçmadır.
Yegane kurtarıcı, kurtuluş vesilelerini yaratan Allah'tır. Kurtuluşu vesileden
bilenler ise bu vesileyi iiahlaştıran sapıklardır. Anladın mı?
Anladım manasına
kafamı salladım. Bunu yeterli görmemiş olacak ki tekrar "Anladın
mı?" dedi. Kısık bir sesle "Anladım" dedim.
Bu sefer bağırarak
sordu., - Anladın mı?
Ben de "Anladım,
anladım, anladım" diye bağırmaya, bağırarak cevap vermeye başladım.
Ve kendi sesimle,
kendi haykırışımla
uyandım.
"Anladım!. gördüğüm
rüyanın tesirinde kaldım. Hiç kimseye bu rüyayı anlatmak, hiç kimseye bu
rüyanın tabirini sormak istemedim. Çünkü benim için çok net, çok açık, çok anlamlı
bir rüyadı bu.
Sadece bu rüya ile
ilgili olarak Esma-ül hüsna yani Rabbimizin güzel isimlerini, güzel sıfatlarını
anlatan bir kitab aldım. Bu kitabı okudukça, rüyayı ve rüyadaki mesajı daha
iyi, daha açık anlayabiliyordum.
Basir olan, Semi olan,
Hadi olan, Kadir olan. Malik olan sadece ve sadece Rabbimizdi. Şanı yüce
Rabbimizin bu sıfatlarından herhangi birisini bir insana, bir mahluğa nisbet
etmek, o insanın gaybı gördüğünü, gaybı bildiğini zannetmek, hiç kuşkusuz ki o
insanı, o mahluğu ilahlaştır-maya çalışmaktı!.
Hem neden, neden böyle
bir şeye gerek duyacağız ki!.
Bizi zaten her yerde
gören, her yerde işiten, gizlimizi ve açığımızı hakkıyle bilen bir îiah'ımız,
bir Rabbimiz yok mu?
Ve bu biricik Rabbimiz
ve bu biricik İlah'ımız bize yetmiyor mu?
Kendi kendime
gülümsedim. Kimi suçluyordum ki!. Bu yanılgıya düşen, bu sapıklığa meyleden
kimselerden biri de bendim!. Değerli bir insan, değerli bir müslüman olan Said
hoca hakkında yanlış şeyler düşünen kişi bendim!. Hatta ve hatta rüyayı
gördükten, rüyadaki açık mesajı aldıktan sonra bile bir an, küçük bir an, bu
rüyayı Said hocadan bilme vesvesesine kapılmıştım!.
Rabbim affetsin!.
Hiç kuşkusuz ki her
hayır, her hayrın yegane sahibi olan Allah'tandır. Müslümanlar olarak her
hayrı Allah'tan bilmemiz ve her hayrı Allah'tan beklememiz gerekiyor.
Rabbime hamdediyorum,
şükrediyorum!..
Allah'a olan inancım, bazı
hurafelerden annıp temizlendikçe, böylesine temiz bir inancın müslümanlar için
ne kadar önemli, ne kadar değerli olduğunu daha iyi anlıyorum. Yaşadığımız dünyada
Allah'a inanan milyonlarca, milyarlarca insan vardı.
Allah'a inanmak
önemliydi, önemliydi ama bu inancı değerli kılan unsur, bu inancın her türlü
hurafeden, her türlü şirkten uzak olmasıydı.
Her şeyin yegane
sahibi, her şeyin yegane Hakimi Allah idi!.
Bir insan için en
büyük paye ve en büyük onur, şirk koşmadan Allah'a inanması ve yine şirk
koşmadan Oha kul olmasıydı!.
Gerçek onur ve gerçek
izzet buydu!.
"Sen kimsin, sen
neyin nesisin?" dediklerinde, gözleriyle arşı işaret edip "Ben bu
arşın sahibi olan Aîîah'ın kuluyum" diyebilmesiydi.
Ve ben, ben Selçuk,
Allah'a hamdolsun ki, hamdımı işiten bu Rabbimin kuluyum.
Artık yalnız, artık
çaresiz değilim!
Çünkü her şeye Kadir,
çünkü her şeye Hakim bir Rabbim vardı artık!. Bu Rabbim öylesine merhametli, öylesine
şefkatliydi ki, bana, benim gibi aciz bir mahluğa, aziz bir vekil olabileceğini
vadediyordu!.
Allah'ın bir mü'mine,
Allah'ın bir müslümana
vekii olması!.
Tüylerimi bile
ürperten, tüylerimi bile kıyama kaldıran, tüylerime bile izzet veren bir
nimetti bu!. Alemlerin Rabbi olan Allah'a yönelerek
"Hasbinaüahuvenimelvekil" diyen Selçuk, artık yalnız, artık çaresiz
değildi!.
Rahman ve Rahim olan
bir Rabbim vardı!.
Beni her yerde ve her
zaman gören, bana benden daha yakın olan bu Rabbimie birlikte yürüyor, bu
Rabbimie birlikte oturuyor, bu Rabbimie birlikte yaşıyordum!.
Sana Senin layık
olduğun gibi hamdolsun, Sana Senin layık olduğun gibi şükürler olsun Ya Rabbi.
Ve aradan günler ve
aradan aylar geçti.
Geçen hafta, altı ay
dolmuştu. Birkaç ilaçla beraber bitki
tedavisine de devam
ediyordum. Başağnlanmda önemli
bir artma, Önemli bir değişiklik olmadı. Bu geçen süre zarfında değişen bendim,
değişen ailemdi, değişen aile hayatımızdı. Temiz, tertemiz,
pırıl pırıl bir
yaşantı içine girmiştik. Bu dünyaya ne için geldiğimizi biliyor, yaşamımızı bu
bilinçle sürdürüyorduk. Bizleri dirilten, yaşamımıza aydınlık bir anlam veren
bir bilinçti bu.
Hafızasını yitiren bir
insan,
uzun yıllar bu durumda
kaldıktan sonra hafızasına-kavuşunca ne hissederse, aynı şeyleri hissediyor
gibiydim. Bu hastalık vesilesiyle mazimi, bu hastalık vesilesiyle kalu belayı,
bu hastalık vesilesiyle Rabbimi ve Rabbime verdiğim sözü hatırlamıştım. Ne
olduğum,
kim olduğum belliydi
artık. Daha önceleri sahip olduğum bütün etiketleri, bütün sıfatlan terketmiş,
sadece bir sıfata, sadece bir kimliğe sımsıkı sarılmıştım. Bana onur veren,
bana izzet veren bu
kimlik, Allah'a kul olmak kimliği idi!.
Bu arada Said hocayı
iki-üç kere daha gördüm. Yine konuştuk, yine sohbet ettik. Fabrikaya iki kez
gelerek, bütün işçilere çok anlamlı tebliğlerde, çok güzel nasihatlerde
bulundu. Fabrikadaki birçok işçiyle sıcak ilişkiler kurdu. Sanki onlara daha
fazla yakınlaşmış, sanki onları benden daha fazla sevmiş gibiydi!.
Kıskanmadım!.
Ona karşı sevgim, ona
karşı saygım daha da arttı.
Ne güze! bir insan, ne
güzel bir kuldu bu!.
Doktor Zekai ise geçen
ay bir trafik kazasında Ölmüştü. Bana ölüm haberini verirken, hiç kuşkusuz ki
benden önce öleceğini bilmiyordu!.
Alnımdaki tümörün son
durumunu öğrenmek için Şirin'in ısrarıyla yeni bir tomografi daha çektirdik.
Aslına bakılırsa ben bunu hiç istemiyordum. Tümör büyüdü mü, küçüldü mü hiç
merak etmiyordum.
İlgi ve dikkatimi
Allah'a yöneltmiştim.
Hayat damarım,
Allah'ın elindeydi.
O dilediği zaman,
dilediği yerde, dilediği şekilde bu damarı koparacaktı.
Hatta şimdi, hemen
şimdi de koparabilirdi!.
Rabbim şahit oîsun ki
bu düşünce bana artık bir korku, bir endişe değil, umud dolu bir hoşnutluk
veriyordu. Çünkü müslümanca yaşamak ne kadar güzel ise, müslümanca ölmek de o
kadar güzeldi.
Boynum bükük ve alnım
açıktı Rabbime karşı!.
Her şeyin mutlak
sahibi, mutlak hakimi olarak sadece Rabbimi görüyor ve bu inançla yöneldiğim
Rabbime, bu inançla kulluk yapmaya çalışıyordum.
Bu hal üzere ölmek
demek.
İnşallahu Teala
Rahmanın rahmetiyle kucaklaşmak demekti. Şanı yüce Rabbimin beni samimi bir
müslim kimliği üzere öldürmesi, bana "Ey kulum. Artık senden razı oldum,
artık senin imtihanını bitirdim" demesiydi!.
Önemli olan bu
kimliği, önemli olan bu samimi ve gayretli müslim kimliğini kaybetmeden Azrail
(a.s.)'la selamlaşmak ve ölümle kucaklaşmaktı!. Çünkü bu hal üzere gelen ölüm,
cennete ve cennetin sahibine kavuşmak demekti. İnşaallah, inşaallah ya Rabbi Şirinle
tekrar doktora gittik. Çekilen tomografiye göre tümörün aynı yerde varlığını
sürdürdüğü ancak önemli bir gelişme göstermediği söylendi.
Ne üzülmüş ne de
sevinmiştim bu haber karşısında!.
Belki garip bir
duygudur ama bu tümörün kurumasını, bu tümörün yokolmasını istemiyordum. Çünkü
alnımdaki bu tümör, maden ocaklarında çalışan işçilerin alnındaki fener gibi
yolumun aydınlanmasına vesile olmuştu.
Ne bileyim, sanki
seviyordum, sanki seviyordum bu tümörü!. Bunu bir tümör olarak değil, alnımdaki
bir ışık olarak görüyordum!. .