Kurban Kesme Ve Mekke'ye Dönüş
Mekke'de Son Günler Ve Veda Tavafı
Medine'ye Hareket Ve Medine Günleri
Rahman ve Rahim olan
Allah 'in adıyla
Hamd, sena ve
Övgülerin en güzeli, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı ve bizleri yaratıp
var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren Allah
(ac.)'a mahsustur.
Salat ve selam da, alemlerin
Rabbi tarafından sevilen, insanların ise tanıyıp, idrak edebilme nisbetince
sevebildikleri, Efendimiz, Önderimiz, Rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa'ya,
ashabına ve onun yolunu izlemeye çalışan ümmeti üzerine olsun.
Rabbimizin bazı özel
nimetlerine ve hikmetlerine talip iseniz, karşılaştığınız her nimeti ve her
hikmeti herkesle paylaşmamak durumundasınız. Çünkü Rabbimizin lutfuyla elde ettikleri
her nimeti ve her hikmeti geneüe paylaşmaya meyyal kimseler, Özel değil genel
nimetlere, genel hikmetlere layık olabilecek kimselerdir.
Bümiyorum neden, umre
ve hac olayında derinden teneffüs ettiğim birçok duygu, insanlara açmak ve
insanlarla paylaşmak istemediğim duygulardı Rabbimin lutfuyla yaşadığım bu
duyguları insanlara açtığım, insanlarla paylaştığım zaman, bütün bunları
kaybedeceğim, bütün bunları yitireceğim endişesini hissediyordum!. Dolayısıyle
hac ve umre konusunda böyle bir kitab çalışmasına girmeyi, gönlümden rahmet
yüklü bu küçücük bohçayı açmayı hiç düşünmemiştim!. Ancak olaylar farka
gelişti!.
Önceleri söz ve
konuşma düzleminde açıldı bu küçücük bohça!. Yakın çevremdeki kardeşlerimle,
arkadaşlarımla paylaştım bu güzel duyguları Allah'a hamdolsun ki hem benim,
hem de kardeşlerim için rahmet oldu bu konuşmalar. Daha önceleri umre ve hacca
giden bazı kardeşlerimin Biz nereye gittiğimizin, ne yaptığımızın pek farkında
değilmişik'. O beldelere tekrar gitmemiz gerek1, sözlerinden ise üzülerek
etkilendim!.
Bu arada bir duamı,
Kabe-i Muazzama'da
yaptığım bir duamı hatırladım!. Hacca giderken benden dua isteyen tüm
kardeşlerimi, Mescid-i Haram'ın muhteşem bir atmosferindeyken hatırlamış ve
Rahman olan Rabbimden tüm kardeşlerim için manaca derin, amelce salih bir hac
dilemiştim. Çünkü beni dirilten, her hücremi kıyama kaldıran o rahmet iklimini
derinlemesine teneffüs ederken, benden dua istiyen kardeşlerim için bundan
daha iyi, bundan daha güzel bir dilek düşünemezdim!.
Hatırladığım bu
duanın, hiç kuşkusuz id benimle ilgili ameli bir yönü de vardı Çünkü bu duada
ne kadar samimi isem, bu duanın gerçekle şebilmesi için o kadar çalışmam ve
haccm mana yönüne küçük, küçücük de oba bir ışık tutabilmem gerekiyordu.
Dolayısıyle bu kitab çalışması, söz konusu duanın benimle ilgili ameli bir
yönüdür.
Gerçi neyi ne kadar
açabileceğimi, neyi ne kadar anlatabileceğimi bilmiyorum!. Sımsıcak manaların
buz gibi kalıplarda dondurularak harflere, kelimelere ve cümlelere
dönüştürülmesiyle, Hz. İbrahim (a.s.)'ın sabrı, sebatı ve tevekkülü, Hz. Hacer
validemizin Rabbe münaca-aîı, Resulullah (s.a.v.)'in şefkat ve merhameti ne kadar
anlatuabilinir kil.
Bu konuda ne yazarsak
yazalım, ne kadar kalbi cümleler kullanırsak kullanalım, bütün bu yazılanlar
Kabe'ye giden yolda sadece tek cümlelik bir yol levhası olabilecektir.
Kabe-i Muazzamaya
gider
Hepsi bu,
yazdıklarımızın ve yazabileceklerimizin hepsi bu kadar. Mesela Kabe'nin
olağanüstü görkemini anlatmak için kullandığımız Muazzam kelimesine dikkatlice
bir bakın.
Muazzam!.
Soruyorum size, yedi
harflik bu kelimede gördüğünüz, görebildiğiniz bir muazzamlık var mı? Bu
kelimeyi ne kadar büyük, ne kadar güzel yazarsak yazalım, muazzamlık kazanabilir
mi?
Hayır, tabi ki hayır!.
Asıl gerçek, bu kelimelerin çok. çok üstünde, bu yol levhasının çok çok versindedir.
Dolayısıyla bu kitab çalışmasında Önemli olan ve önemsenmesi gereken husus kelimelerden
ve cümlelerden oluşan yol levhası değil bu küçücük yol levhasının göstermeye
çalıştığı Kabe gerçeği ve Kabe'nin manevi iklimidir!.
Evet, bu kitab
çalışması her ne kadar hacca gidebilecek müs-lümanlar için haccın mana yönüne
tek gözlü bir rehber, küçük bir ışık niteliğinde olacaksa da; hacca gitmeye
güç yetire-meyen müslümanlarla bu muazzam olayı paylaşabilmeyi, onlara bu
rahmet iklimini az da oha teneffüs ettirebilmeyi amaçlayacaktır. Rahman olan
Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de mü'minlerin kalplerini birleştireceğini
vadetmektedir. Dolayı-svyle zikrettiğim amacın gerçekleşebilmesi konusundaki
bütün umudum, Rabbimizin bu vaadindedir. Çünkü kaskatı cümlelerdeki buharımsı
anlam, ancak ve ancak Rabbimizin bu vaadinin gerçekleşmesiyle birbirimize
iletebileceğimiz, birbirimizle paylaşabileceğimiz bir anlamdır. Duamız sadece
Allah'adır.
Mehmed ALAGAŞ İzmir -
1999
Bazen sıkıldığınızı,
bazen bunaldığınızı hisseder, bütün sorunlardan uzaklaşmak için bir yerlere
kaçmaya, eksiklerinizi gidermek için bir yerlere gitmeye karar verirsiniz. Ve
iç dünyanızda küçük bir fısıltı ile önemi büyük bir soruyu seslendirirsiniz,,
Nereye gideyim?
Bu sorunun cevabı
kimlik ve kişiliklere, çevre ve imkanlara göre değişebilir. Manevi
sıkıntılardan uzaklaşabilmek için gidiien ya da gidilmek istenilen yerler, çoğu
kez maddi alemde güzel denilen yerlerdir. Betonarme şehir yaşantısında bunaian
insanlar için yemyeşil dağlar, serin yaylalar veya mavi denizler genellikle
tercih edilen yerlerdir. Manevi sıkıntılarını veya eksiklerini, maddi nedenlere
bağlayan ve çözümü yine maddede arayan bu aniayış, maddi alemin şimdiki
zamanla sınırlı kısır ikramıyla yetinmek zorundadır.
Günümüzdeki birçok
müslümanı veya müslümanım diyen kimseleri de böylesi bir cahiii anlayıştan
müstağni görebilmemiz mümkün değildir. Çünkü manevi açlıklarını, maddi alemde
gidermeyi önceleyen bu şaşkınlar da yazhk-lanyla, kışlıklarıyla ve büyük bir
cüretle "Cennetten bir
köşe" dedikleri
sayfiyelik tesisleri ile "Nereye gidelim?" sorusuna beş yıldızlı
cevaplar verebilmektedirler!. Bir çuval pirince açlık çekerken, kınk bir pirinç
tanesiyle yetinmek zorunda kalan bu anlayış; tüm arayışlarını bütün bir ömür
boyu sürdürse de, gideceği hiçbir yerde aradığı mutmainli-ği bulamayacak bir
anlayıştır. Oysa yaşadığımız sıkıntılar, içine düştüğümüz bazı bunalımlar açık
bir gerçektir. Birçok konuda eksikliklerimizin olduğu da doğrudur. Bütün bu
sıkıntılardan ve bunalımlardan uzaklaşabilmek, bütün bu eksikliklerimizi
giderebilmek için sorduğumuz "Nereye gideyim?" sorusu da, elbetteki
sorulması gereken doğru bir sorudur. Peki, sorulması gereken bu doğru sorunun,
doğru cevabı ne ola ki!.
"Nereye
gideyim?" sorusuna nasıl bir cevap bulmalıyız ki, bu cevapla birlikte
diğer aradıklarımızı da bulmuş olabilelim!. Bu soruya nasıl bir cevap verelim
ki bulduğumuz bu cevab dertlerimizi devaya, bunalımlarımızı göz ve gönül
aydınlığına çevirebilsin!. "Nereye gideyim?"
Bu önemli soruyu
nefsinize yöneltip, nefsani cevaplarla didişmek istemiyorsanız, her meselede
her müminin yaptığı ve yapması gerektiği gibi öncelikle Kur'an-ı Kerime
yöneliyor ve bu dosdoğru sorunuzu, doğrunun en temiz kaynağı olan Kur'an'a
soruyorsunuz., "Nereye gideyim?"
Kur'an-ı .Kerim'e
yönelttiğiniz bu soru, suya atılan bir taş gibi halkalar meydana getirmekte ve
birbirini takip
eden her halka,
birbiriyle uyumlu cevaplar vermektedir.,
Ne için
yaratıldığınızı ve ne olduğunuzu bilerek kendinize gelin, kendinize gidin...
Aile sorumluluğunuzu ve ne yapmanız gerektiğini bilerek evlerinize gidin...
Sıla-i rahimde bulunun, akrabalannıza gidin... Yakın çevrenizdeki yardıma
muhtaç yoksullara gidin, düşkünlere gidin, hastalara gidin... İslam'ı anlamak
ve İslam'ı anlatmak için insanlara gidin...
Hiç kuşkusuz ki önce
bunları, önce bu cevaplan yaşıyorsunuz. Daha sonra ise Kur'an-ı Kerim'in birer
birer verdiği bu cevaplan birer birer yaşayan ve yaşamaya çalışan bir mü'min
olarak, sorularınıza devam edebilme hakkını kendinizde görebiliyor ve başınızı
gönlünüzün en alt noktasına eğerek "Peki sonra, sonra nereye gideyim?"
diyorsunuz. Nitekim bu son sorunuz ile cevaplann en büyüğü, cevapların en
görkemlisiyle karşılaşmaya başlıyorsunuz.
Gerçek şu ki, insanlar
için ilk kurulan Ev, Bekke (Mekke) de, o, kutlu ve bütün insanlar (alemler)
için hidayet olan (Ka'be)dir.
Orada apaçık ayetler
(ve) İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse o güvenlikdedir. Ona bir yol
bulup güç Ev'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim de küfre
saparsa, kuşku yok, Allah alemlere karşı muhtaç olmayandır.[1]
Hani Biz İbrahim'e Ev'in
(Ka'be'nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle emretmiştik) Bana
hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, foyam edenler, rükua ve sucuda varanlar
için Evimi tertemiz tut.
İnsanlar içinde haca
duyur; gerek yaya, gerekse uzak
yollardan (derin
vadilerden) gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler.
Kendileri için
birtakım yararlara şahid olsunlar ve kendilerine nzık olarak verdiği
(kurbanlık) hayvanlar üzerinde belli günlerde Allah'ın adını ansınlar. Artık
bunlardan yiyin ve zorluk çeken yoksulu da doyurun.
Sonra kirlerini
gidersinler, adaklarını yerine getirsinler,
Beyti Atik'i tavaf
etsinler.[2]
Evet, sorduğunuz son
güzel soruya, güzelin gerçek sahibi olan Rabbimizin verdiği cevap, biz
müslümanlann dikkate alması, düşünmesi ve anlamaya çalışması gereken bir
ce-vapdır. Çünkü Rahman ve Rahim olan Rabbimiz bizleri Beytullah'a, bizleri
Kabe-i Muazzama'ya, bizleri gerçek bir hanif, gerçek bir halil olan İbrahim
(a.s.)'a, bizleri alemlere rahmet olarak gönderilen Resulullah (s.a.v.)'e ve bu
seçkin insanların yaşadıkları kutsal beldeye davet etmektedir. Önce
susuyorsunuz!.
Bu güzel daveti ve bu
güzel davetin Sahibini düşünüyorsunuz..
Alemlerin Rabbi olan
Allah (c.c.) tarafından ciddiye alınmanın verdiği onurla hafifçe ürperdiğinizi
ve içinizin bir hoş olduğunu hissediyorsunuz. Kabe'nin Rabbi, Kabe'nin sahibi
olan Allah (c.c.) sizlere gerçek bir değer vermekte ve sizleri Kabe'sine,
sizleri Bey fine davet etmektedir.
Ne diyeceğinizi
şaşırıyorsunuz!.
Aklınıza ilk gelen,
hali vakti yerinde birçok insanın esneyerek verdiği "Şimdi olmaz.
İnşaallah ilerde, inşallah yaşlanınca!." cevabı oluyor. Önce aklınıza,
sonra dilinizin ucuna gelen bu cevabı biraz düşününce, dilinizin ucunda bir leş
varmış gibi tiksindiğinizi hissediyor ve bu leşi hiç kimsenin göremeyeceği bir
çukura tükürmek istiyorsunuz. Çünkü iman ettiğiniz Kur'an-ı Kerim'de bu İlahi
davetin sahibi olan Rabbimiz Ona bir yol bulup güç yetirenkrin Ev'i haccetmesi
Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır., buyurmaktadır.
Ve bu davete ve bu
İlahi davete icabet edememenin yegane haklı nedeni, bu davete güç
yetirememektir. Hacca gitmeye güç yetirebiliyorsanız ve içinde bulunduğunuz
şartlar itibariyle hacca gidebilecek bir durumdaysanız, ilk fırsatta hacca gitmemeniz
için başka hiçbir haklı nedeniniz, başka hiçbir haklı mazeretiniz yoktur.
Önemli olan Kabeye gitmenin bir yolunu bulmak ve bu yola güç yetirebümektir.
Peki siz, siz buna güç
yetirebilecek olan müminlerden misiniz?
Gerçi her insana göre
farklı cevaplar bulabilen bir sorudur bu!. Parası olanların zamanı, zamanı
olanların parası olmaz genellikle!. Kazançh gözüken bir yatırım için gözünü
kırpmadan varını yoğunu satabilen veya bu yatırıma aylarını, yıllarını
ayırabilen birçok kimse; iş hacca gitmeye geldi-mi yedi günün hesabını
yapabilmekte veya yedi sülalesinin, yetmiş yıllık istikbalini
düşünebilmektedir!.
Oysa hacca gitmek bir
darlık değil bin genişlik, bir yoksulluk değil bin zenginlik, bir kıtlık değil
bin bolluk, bir azlık değil bin bereket vesilesidir. Dolayısıyle bütün bunları
bilen ve bütün bunlara iman eden bir mü'min
olarak Rabbinizin
daveti karşısında hiç bocalamadan, hiç oyalanmadan gönlünüze yöneliyor ve
gönlünüzden yükselen şu cevabı açık bir şekilde ifade ediyorsunuz.,
"İnşaallah!.
İnşaallah en kısa
zamanda!. İnşaallah ilk fırsatta Ya Rabbi!..
Şizi yaratan ve
yaşatan Rabbinizin İlahi daveti ile karşılaşan bir mü'min olarak, içinde
bulunduğunuz durumu gözden geçiriyor ve umreye ya da hacca gidebilecek imkanlara
sahip olup-olmadığımzı düşünüyorsunuz. İlk genel değerlendirmenizde ev ve iş
gibi asli ihtiyaçlarınızın dışında böyle bir imkana sahip olduğunuzu görmenize
rağmen nefsinizden şöyle bir vesvesenin fısıldandığını duyabilirsiniz.,
Hacca gitmeye imkanım
var ama daha şunlan şunları yapmam, bunlara bunlara vakit ayırmam da gerekli!.
Bu vesvese karşısında
duraksadığınızı hissediyorsunuz. Çünkü sizlere akli, sizlere mantıklı gelen
gerekçelerdir bunlar. Gerçekten o işleri de yapmanız, bu işlere de vakit
ayırmanız gereklidir!. Bir tercihle karşı karşıya olduğunuzu biliyor fakat
karar veremiyorsunuz!.
Oysa sizleri
Beytullah'a davet eden ve sahip olduğunuz imkanları kazanmanızı nasib eden
Rabbiniz, asıl itibariyle sizleri hem davet eden ve hem de uçak biletleriniz dahil
bütün masraflarınızı lutfuyla sizlere nasib eden, sizlere gönderen bir davet
sahibidir. Sizler ise sahip olduğunuz bu imkanlan kendinizden, kendi
çalışmalarınızdan bilerek, "Bu imkanlarım ile hacca mı gideyim yoksa şu
işlerimi mi yapayım?" diye düşünüyorsunuz!. Tabi ki tercih sizin!.
İsterseniz sizlere
lütfedilen imkanlar ve uçak bileti ile Beytullah'a gidersiniz, isterseniz uçak
biletini satarak bu imkanla bir hacetinizi giderir, bir def-i hacet
yaparsınız!.
İsterseniz falanca
işleri erteleye erteieye Beytullah'a gidersiniz, isterseniz haccı erteleye
erteieye kabire gidersiniz!.
İsterseniz ne
yaptığını bilen ve çevresindekilere yardım eden dinç bir müslüman olarak
Kabe'yi tavaf edersiniz, isterseniz çevrenizdekilerden yardım dilenen aciz bir
ihtiyar olarak tahtıraverana bindirilir ve kendisi tabuta, üstünde oturanı ise
mevtaya benzeyen bu tahterevanlar ile Kabe etrafında döndürülürsünüz!. Tercih
sizin!.
İşte bu noktadaki
tercihiniz İlahi davete icabet etme noktasında olduğu zaman, önce Hak'kın sonra
haikın duyacağı bir cümle ile bu niyetinizi ifade ediyorsunuz., Niyet ettim
hacca gitmeye.. Niyet ettim Beytullah'a gitmeye.. Bu niyetinizi duyan ancak ne
anlama geldiğini yeterince anlamayan bazı tanıdıklarınız, sizlere değişik
sorular yöneltmeye başlıyorlar.,
Neden niyet ettin ve
neden gidiyorsun hacca?
Arabistan'ı gezip,
görmek için mi?
Araplara döviz
götürmek için mi?
Hacı olmak için mi?
Hacı desinler diye mi?
Neden niyet ettin ve
neden gidiyorsun hacca?
Değişik insanlardan
gelen bu değişik sorular karşısında ne cevap vereceğinizi hiç şaşırmıyor ve
hacca gitme nedeninizi tek bir cümle ile ifade ediyorsunuz.,
"Rabbimin emri,
Rabbim çağırıyor ve ben gideceğim?"
Bu kısa cevabın derin
manasını anlamasanız da, nedenini, niçinini, hikmetini yeterince bilmeseniz de
bu cevaba kilitleniyor, bu cevaba sımsıkı tutunuyorsunuz.,
"Rabbimin emri, Rabbim
çarınyor ve ben gideceğim?"
Neden gideceksin?
"Bilmiyorum, Rabbim çağınyor."
Gideceksin de ne
olacak? "Bilmiyorum, Rabbim çağırıyor.
Bunun hikmeti ne?
"Bilmiyorum,
Rabbim çağırıyor. Ve susun ve soru sormayın artık!. Çünkü hiçbir felsefi ve
akademik sorunun, hiçbir felsefi ve akademik cevabını bilmiyorum, bildiğim ve
iman ettiğim gerçek şu.,
Rabbim çağırıyor.
Bunun için yollara
düşecek ve Rabbimin bu emrini yerine getirmek için Kutsal topraklara gideceğim.
Onun için susun, hepiniz susun ve önümden çekilin, Rabbim çağırıyor..."
Evet,
ciddi ve samimi bir
şekilde niyetlendiniz artık. Bu apaçık niyetinizde koyulaşmanıza ve
netleşmenize rağmen halk arasında sıkça kullanılan Hacılık nasip olmayacak
kişiyi deve üstünde
yılan sokar" atasözünü hatırlıyorsunuz. Bu kuşku sizi rahatsız ediyor ve
boynunuzu bükerek usulca fısıldıyorsunuz.,
Ben niyet ettim. Sen
nasib et Ya Rabbi...
Hocca girmeye niyet
ettiniz.
Mü'mine bir bacımızla
evliyseniz ve maddi durumunuz da müsaitse, elbetteki eşinizle birlikte
gitmelisiniz. Çünkü mü'min bir erkeğin, mü'mine bir hanımına helal n-zıktan
sonra verebileceği en güzel şeylerden birisi, hanımını helal parayla hacca
götürebilmektir. Bu arada şu hususu da belirtmek isterim ki şayet çok yaşlı veya
hasta iseniz, kendi yerinize (maddi açıdan hacca gidebilecek durumda olmayan)
genç bir müslüman yakınınızı göndermeniz, hem sizin ve hem de bu genç müslüman
açısından çok rahmetli bir karar olacaktır. Çünkü kanaat ve gözlemlerime göre
şartlar icabı vekaleten yapılması gereken ve kalbi bir mut-mainlikle
yapılabilecek olan en öncelikli amel, hac amelidir, Doiayısıyle bütün bu
hususları dikkate alarak son bir değerlendirme yapıyor ve durumunuza en uygun
karan veriyorsunuz.
Allah nasib ederse
artık hacca gidecek ve yaklaşık olarak bir ay kadar ailenizden, yakınlarınızdan
uzak kalacaksınız. Tabi ki geçindirmekle mükellef olduğunuz insanla, sizin
yokluğunuzda bir sıkıntıyla karşılaşmamalan için gerekli önlemleri alıyor,
gerekli nasihatlerde bulunuyorsunuz. Kabe'yi tavaf ederlerken ellerindeki cep
telefonlarıyla iş talimatı veren şaşkınlara benzememek için, bütün işlerinizi
yoluna koyuyor veya kısmi bir rölantiye alıyorsunuz.
Günler
yaklaşmaktadır!.
Artık size gelen veya
sizin gittiğiniz tanıdıklarla hacdan önceki son hasbıhallerinizi yapıyor ve bu
hasbıhaller sonunda onlara "Allahaısmarladık" derken, onlardan helallik
diliyorsunuz.,
Hakkını helal et,
hakkınızı helal ediniz!.
Helallaşmak!. Hacı
adayı İçin, hacca hazırlığın en Önemli rüknüdür bu!. Tanıdıklarınız arasında
"Bunların bana hakkı geçmiştir, şuniarın ise geçmemiştir" ayırımını
yapmadan, hepsiyle helallaşmak, helailaşmaya çalışmak.
Çünkü çocuklannızın, çünkü
yanınızda çalışan insanların, çünkü devamlı yardımlarda bulunduğunuz fakat bu
yardımlarda buiunurken bilmeyerek incittiğiniz yoksullann dahi sizlerde hakkı
olabilir. Bu nedenle hiçbir ayırım yapmadan tanıdığınız herkesle helallaşıyor,
helaüaşmaya çalışıyorsunuz.
Hacca gitmeden önce
helallaşmayı bu derece önemseyişiniz, bazı kimselere biraz tuhaf gelebilir.
Helallaşmayı geçmiş dönemlerdeki zor yolculuk şartlanna nisbet eden bu kimseler
"Üç ay gibi zorlu bir yolculukla hacca gidilen o dönemlerde, bu yolculukta
nelerle karşılaşacağı ve kimlerin dönüp-dönemeyeceği hiç belli değildi. Şimdi
ise üç saat gibi kısa sürede uçakla gidip geliniyor" diyebilirler!.
Tabi ki
katılmıyorsunuz böyle bir yaklaşıma!.
Çünkü yolculuk şartlan
ister kolay olsun, ister zor, günümüzdeki hiçbir hacı adayının da
dönüp-dönmeyeceği
belli değildir. Kaidı
ki bu ciddi mesele, hacı adayının dönüp dönmemesiyle, ölüp-ölmemesiyle sınırlı
bir mesele de değildir.
Bu yolculuk, Allah'a
bir yolculuktur.
Bu gidiş, Allah'a bir
gidiştir.
Böyle bir yolculukla,
böyle bir gidişle varacağınız yer, Beytullah'dır. Nasib olursa Beytullah'a
varacak ve bu kutlu beytin Sahibine "Geldik, geldik Ya Rabbi"
diyeceksiniz. İşte bu tekmili gönül rahatlığı ile verebilmeniz için, Rabbinizin
huzuruna sırtınızda kul haklan gibi büyük bir kamburla değil, Allah'ın
kullanyla helalîaşmanın verdiği bir hafiflikle, bir temizlikle çıkmaya
çalışmanız gerekmektedir.
Öyle değil mi?
Uzun yıllardır özlemle
ve heyacanla beklediğiniz o gün geldii. Artık bir Kabe yolcusu olarak yollara
düşecek, Rabbinizin beytine, Beytullah'a doğru gideceksiniz.
İstanbul, Ankara veya
İzmir gibi Suudi Arabistan'a direk uçuşlann olmadığı bir şehirdenseniz, ilk
yolculuğunuz bu şehirlerden birisine oluyor. Genelde otobüslerle yapılan bu ilk
yolculuk, hacı adaylannin yakınlarıyla vedalaştığı, hayır ve rahmet dualarıyla
uğurlandığı bir yolculuktur. Sizleri yolcu etmeye gelen yakınlannızia, dost ve
ahbablannız-la derin duygular içinde son konuşmalarınızı yapıyor ve hepsine
"Allahaısmarladık" diyorsunuz. Bütün sevdiklerinize arkanızı dönerek
ve yüzünüzü Rabbinize yönelterek ilk yolculuğunuza başlıyorsunuz.
Havaalanına
geldiğinizde büyük bir kalabalık, büyük bir hareketlilikle karşılaşıyorsunuz.
Çevre illerden gelen hacı adaylarının hepsi havaalanına doluşmuşlar, genellikle
ne yapacaklannı bilmeyen heyecan dolu gözlerle etraflarına bakmıyorlar.
Diyanet işleri tarafından hepsine tek tip elbise giydirilmesine rağmen, hepsi
ayn bir insan, hepsi ayn bir alem gibi!.
Altmış yaşlarında iki
kadına bakıyorsunuz. 0 yaşlanma kadar köylerinde yaşayan, köylerinin bağlı
bulunduğu şehre değil kasabaya bile inmeyen bu kadınlar, bir büyük şehrin, bir
büyük havaalanına gelmişler ve birbirlerinin ellerini sımsıkı tutarak ürkek
gözlerle etraflarına bakıyorlar. Sanki ilkokula yeni giden iki kız çocuğu gibi
heyacanlı, iki kız çocuğu gibi saf vp temizler. Birbirlerinin elini bıraksalar,
birbirlerini kaybedecekler, kaybolacaklar gibi!. Bu temiz insanlara sizlerde
tertemiz duygularla bakıyor ve onlar için Rabbinize dua ediyorsunuz.
Diğer tarafta köyde
muhtarlık, askerde onbaşılık yapmakla herşeyi bildiklerini, her işi
halledebileceklerini zanneden ve bu eda ile ortalıkta dolaşan fakat dolaşmaktan
başka hiçbir şey yapamayan bilgiçler!. Bir diğer tarafta aile içi otoritesini
kalabalıklar arasında da ispatlama gayretine düşen ve bu gayretle hanımlanna
sert çıkışlarda bulunan zorba erkekler!. Hacı adaylarının bu değişik görüntüler
arasındaki en belirgin ortak yönleri ise, üzerlerindeki tek tip elbiseler ve
hepsinin gözlerindeki ne yapacağını pek bilemeyen bakışlar!.
Ne yapacaklannı
bilemeyen bu insanların öğrendikleri ve bütün bir hac yolculuğu sırasında hiç
unutmadıkları tek şey, kafile reisleri!. Ana tavuğun arkasından koşuşturan
civcivler gibi, herkes kendi kafile reisinin arkasından koşuşturmakta!.
O nereye giderse,
peşindekiler de hurraa oraya!. Kafile reisi bazen duruyor ve kafilesine dönerek
"Sizler burada durun, sakın hiçbir yere dağılmayın. Ben şu işleri
halledip geleceğim" diyor. Yüksek sesle ve tane tane söylediği bu
sözlerden sonra işini halledeceği yere giderken bakıyorsunuz kafile ikiye
ayrılmış!. Verilen emiri duyanlar olduklan yerde beklerken, emiri duymayanlar
veya yeterince anlamayanlar yine kafile reisinin peşinde!.
Bütün bu hengameler
arasında bilet ve vize kontrol işleri yapılıp, valizler uçağa gönderiliyor.
Önce Medine'ye değilde Mekke'ye gidecekseniz, mikat yerini havada geçeceğinizden
hac veya umre için ihrama girmeniz gerekiyor. Bildiğiniz gibi hac ibadetimizi
İfrad, Temettü ve Kıran hac-cı olmak üzere üç şekilde eda edebilmemiz
mümkündür. İfrad haccı, umresiz yapılan hacdır. Hacdan önce umre yapmayıp,
sadece hac için İhrama girerek hacctnı eda edenler, ifrad haccı yapmış olurlar.
Temettü haccı, aynı yılın hac aylan içinde önce umre yapıp ihramdan çıktıktan
sonra hac için tekrar ihrama girilip, haccm eda edilmesidir. Kıran haccı ise
umre ve haccm bir ihramda ve bir niy-yette birleştirilmesidir. Umre ve haccın
ikisine birden niyyet ederek umreyi yaptıktan sonra ihramdan hiç çıkmadan hac
menasikini de eda edenler, kıran haccı yapmış olurlar. Menasik kitablannda
geniş ve yeterli anlatımını bulacağınız bu meselelere fazlaca girmemize gerek
yoktur.
Bu kısa açıklamamızdan
da anlaşılacağı üzere yapacağınız hacca göre, mikat sınınna gelmeden umre veya
hac için ihrama girmeniz gerekmektedir. Uçakta ihrama girmek zor
olabileceğinden uçağa binmeden önce hacılar için aynlan özel bölmelerde ihrama
girme hazırlığı yapıyorsunuz. Gerçi yola çıkmadan önce tırnaklannızı kesip,
koltukaltı ve kasık kıllarını temizleyip, gusledip ve güzel kokular sürünerek
bu hazırlığınızı yapmıştınız. Burada sadece bir abdest tazeliyor ve iki parça
olan ihramınızı koltuğunuzun altına alarak özel bölmelere gidiyorsunuz. Evet, ihrama
gireceksiniz!. Peki nedir ihram ve nedir ihrama girmek?
İhramın en kısa ve en
doğru tarifi kefendir. Dikişsiz ihram, dikişsiz bir kefen gibidir. İhrama
girmek, ölmeden önce ölmek, ölmeden önce kefenlenmek gibidir. Bu nedenledir ki
mikat yeri,
Rablerine doğru
yolculuğa çıkan insanlann kendilerini dünyadan arındırdıkları, dünyevi
giysilerden, dünyevi sembollerden uzaklaştıkları, kendi kendilerini
kefenledikleri, kendi kendilerine kefen giydirdikleri bir yerdir. Ne kadar
zengin veya ne kadar fakir olursanız olun, zenginlerin pahalı, fakirlerin
yamalı elbiselerini çıkararak aynı ihrama girdikleri, aynı ihram ile Rablerine
yöneldikleri bir yerdir mikat yeri.
Mikat yerine kadar
kaliteli elbiselerle, etiketli kıyafetlerle, yıldızı bol üniformalarla
gelenlerin, mikat yerinden böylesi kıyafetlerle geçebilmesi mümkün değildir.
Soyunacaksınız!.
Zenginliğinizin
işareti olan giysilerden, makamınızın işareti olan kıyafetlerden, rütbenizin
işareti olan apoletlerden uzaklaşacaksınız!. Rızasına yöneldiğiniz ve beytine
doğru yürümekte olduğunuz Rabbiniz, sizin üstünüzdeki kıyafetlere nasıl ki
önem vermiyor, sizleri üzerinizdeki elbiselere göre nasıl ki tanımlamıyorsa,
sizler de böylesi dünyevi kıyafetlere önem vermeyecek, kendinizi ve başkalannı
bu kıyafetlere göre tanımlamayacaksınız. Soyunacaksınız,
çıkaracaksınız
üzerinizdeki bütün elbiseleri ve hepiniz aynı ihrama ve hepiniz aynı kefene
girerek, Rabbinizin rızasına doğru yürüyeceksiniz. Bundan böyle kıyafetlerden
kaynaklanan bir ayrıcalığınız, yıldızı bol apoletlerden kaynaklanan bir
rütbeniz yok!. Hepiniz iki parçalık aynı ihram içindesiniz. Artık yegane
ayrıcalığınız salih ameller, artık yegane rütbeniz takva!.
İhrama girmek için
özel bölmelere giderken, hep bunian düşünüyor, hep bunlan anlamaya
çalışıyorsunuz. Çünkü bütün bunlan bilerek, bunlan anlayarak, bunlan yaşayarak
ihrama girmek istiyorsunuz. Bu arada etrafınıza, ihrama giren, ihrama girmekte
olan diğer hacı adaylarına bakıyorsunuz. Sanki bir pazar yerindesiniz!.
Kimisi yeni bir-
elbise giyiyormuş gibi heyecanlı,
kimisi bir bayrama
hazırlanıyormuş gibi neşeli,
kimisi sanki başkasını
kefenliyormuş gibi gafil,
kimisi endişeli,
kimisi hüzünlü,
kimisi derin duygular
içinde..
Tekrar kendinize
yöneliyor ve koltuğunuzun altındaki iki parça ihram ile özel bölmeye giriyorsunuz.
Artık ihrama gireceksiniz. Daha Önce temizleyip, guslettiğiniz vücudunuzdan
elbiselerinizi birer birer çıkarıyorsunuz. Öldüğünüz zaman başkalannın,
öldüğünüz zaman yakınlarınızın yapacağı bu işleri kendi kendinize yapıyorsunuz.
Bunlan yaparken garip bir hayrete, garip bir şaşkınlığa da düşüyorsunuz!.
Çünkü bir mevtanın kendi kendisini soyması, kendi kendisini gusletmesi, kendi
kendisini kefenlemesi gibi bir olayı yaşıyorsunuz!.
Rabbe döndürüleceğiniz
zaman sizleri kefene sararlarken ne hissedecekseniz,-ihrama girerken de aynı
duyguları hissediyorsunuz!. "Bu da bir Rabbe dönüş, bu da bir Rabbe
gidiş" diyorsunuz kendi kendinize!.
İhrama girerken
yaşadığınız bu duygular içinde öylesine derinleşiyorsunuz ki, iki rekat ihram
namazı kılmaya giderken hareket eden ellerinize, hareket eden ayaklarınıza
şaşkınlıkla bakıyor, bir ölünün canlılar gibi hareket etmesini, bir ölünün
canlılar gibi yürümesini aynı şaşkınlıkla karşılıyorsunuz!.
İki rekat ihram
namazını kıldıktan sonra hac veya umreye niyet etmeniz gerekmektedir. İfrad
haccı yapacak olanlar hacca, temettü haccı yapacak olanlar (hacdan önce ifa
edecekleri) umreye, kıran haccı yapacak olanlar ise hac ve umreye birlikte
niyet edeceklerdir. Genellikle tercih edilen temettü haccına karar vermişseniz,
bu hacdan önce ifa etmeniz gereken umreye niyet ediyorsunuz.
Ya Rabbi, Senin nzan
için ihrama girdim ve Senin rızan için umre yapmak istiyorum. Bu ameli bana
kolay-Iaştır ve bunu benden kabul buyur.."
Bu niyeti yaptıktan
sonra telbiye getiriyorsunuz.,
Lebbeyk, Aüahümme
kbbeyk
Lebbeyke la şerike
leke lebbeyk.
İnne'l hamde,
ve'nni'mete, leke ve'l mülk, la şerike lek
Bütün bir hac boyunca
sık sık tekrar edeceğiniz bu telbiyeyi, hem lafzen ve hem de anlam olarak
öğrenmelisiniz, öğrenmelisiniz ki ne söylediğinizin, nasıl bir tekmil
verdiğinizin, hangi gerçeklere iman ettiğinizin farkına varabilesiniz.
Lebbeyk, Aüahümme
lebbeyk (Buyur Allah'ım buyur).
Lebbeyke la şerike
leke lebbeyk (Senin eşin ve ortağın yoktur, buyur).
İnne'l hamde (Hamd
Senin),
ve'nni'mete (Nimet
Senin),
leke ve'l mülk (Mülk
Senindir),
la şerike lek (Senin
eşin ve ortağın yoktur).
Bu tekmili verip, bu
telbiyeyi getirirken, daha önce zikrettiğimiz şu ayet-i kerimeleri
hatırlıyorsunuz.,
Hani Biz İbrahim'e
Ev'in (Ka'be'nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle emretmiştik)
Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükua ve sucuda varanlar
için Evimi tertemiz tut.
İnsanlar içinde haccı
duyur; gerek yaya, gerekse uzak yollardan (derin vadilerden) gelen yorgun
düşmüş develer üstünde sana gelsinler.[3]
Şanı yüce Rabbimiz'
Hz. İbrahim (a.s.)'a İnsanlar içinde haccı duyur, haccı ilan et buyurmaktadır.
Bizler Hz. İbrahim (a.s.)'ı zahiren görmememize, bizler Hz. İbrahim (a.s.)'i
zahiren duymamamıza rağmen, kullanndan hakkıyla haberdar olan ve kullarını
haktan haberdar eden Rabbimiz bizlere, biz müslümanlara bu kutlu,, daveti
duyurmaktadır. İşte bu İlahi daveti duyan, bu yüce davete muhatap olan
bizlerden ortak bir ses, ortak bir haykırış yükselmektedir., Lebbeyk, Aüahümme
lebbeyk
Buyur Allah'ım buyur.
Davetini duydum ve iman ettim, davetini duydum ve teslim oldum, davetini
duydum ve icabet ettim, davetini duydum ve yollara düştüm. Buyur Allah'ım
buyur..
Lebbeyke la şerike
leke lebbeyk Senin eşin ve ortağın yoktur, buyur. Herşeyi yaratan .ve herşeyi
yaşatan Sensin. Sen birsin, Sen teksin, herşey Sana muhtaç, Sen hiçbir şeye
muhtaç değilsin. Senin eşin ve ortağın yoktur. Hüküm Sana, hakimiyet Sana
aittir. Yegane İlah Sensin, yalnız Sensin, yalnız Sen. Ve ben sadece Sana
yöneldim, buyur.
İnne'l hamde
Hamd Senindir, yalnız
Sana hamdederim. ve'nni'mete
Nimet Senindir, yalnız
Sana şükrederim, leke ve'l mülk
Mülk Senindir, yalnız
Senden isterim. şerike lek
Senin eşin ve ortağın
yoktur. Tekrar söylüyorum, tekrar tekrar söyleyeceğim ki İlahım yalnız Sensin,
Rabbin yalnız Sensin, Allah'ım yalnız Sen. Senin eşin ve ortağın yoktur.
Evet, umre için ihrama
girdikten, niyet edip telbiye getirdikten sonra bütün ihram yasaklan başlamış
durumdadır. Lafzıyla ve manasıyla iliklerinize kadar işleyen telbiyeyi getire
getire uçağa biniyorsunuz.
Benim gibi daha
önceleri uçağa hiç binmemiş, ilk uçak yolculuğunu mukaddes topraklara doğru
yapan bir kimse iseniz, uçağın ilk kalkıştaki tatlı heyacanı ile yolculuk
heyacanınızın birbirine karıştığım hissedecek ve uçak kalkış pistinde
hızlanmaya, motor gürültüleriyle beraber sarsıntılar artmaya ve uçağın ön
tarafı kalkarak yavaş yavaş havalanmaya başladığında, içinizde
hissedebileceğiniz tatls ve heyacanlı bir ürperti ile dudaklannızdan şu
ifadenin yükseldiğine şahit olabileceksiniz.,
"Geliyorum Ya
Rabbi!."
Artık havadasınız. İlk
kez yukanlardan aşağılara bakıyor ve biraz şaşırıyorsunuz!. Çünkü aşağılarda
iken sizlere büyük gözüken Meclis binasına benzer yapılann, koyun pisliğindeki
bir tane kadar küçüldüğünü, ufaldığını görüyorsunuz.
Sonra düşünüyorsunuz
bu küçücük tanelerin içinde yaşayan insanları!. Ve yanınızdaki arkadaşınıza
dönerek "Şu küçücük taneleri görüyormusun. İşte onlann içindeki birçok
insan, onların içindeki birçok şaşkın, burunlarını havaya kaldırarak ve Ben,
ben, ben..' diyerek kendilerini bir şey sanıyorlar" diyorsunuz.
İster İstemez gülüyor,
gülümsüyorsunuz bu
gülünç manzara karşısında!. Oysa henüz birkaç bin metre yükseldiniz
yeryüzünden!. Sadece birkaç bin metre yüksekten bakarak bu şaşkınların ne kadar
küçük, ne kadar aciz, ne kadar gülünç bir durumda olduklannı farkettiniz!.
Bir de bu şaşkınlara, bir
de bu kendini bilmezlere Rabbimizin katından bakmayı düşününüz!.
Dünyanın kainatta bir
zerre, o şaşkınların da bu zerrede bir zerre olduklarım bilerek, Allah'a karşı
kendilerini müstağni gören ve burunlannı havaya kaldırarak "Ben, ben,
ben.." diyen bu şaşkınlara, Rabbimizin naşı! bir nazarla baktığını ve
onlan nasıl tanımladığını düşününüz!.
Heyhat!..
Onlann küçüklüklerini
görebilecek bir göz, onlann isyanını anlatabilecek bir söz bulamıyorsunuz!.
Onlan bir zerre kadar
küçük varlıklan, bir kainat kadar büyük isyanları ile başbaşa bırakarak,
Rabbinize yöneltiyorsunuz. Bu isyankarlarda bulunan nefsin sizlerde de bulunduğunu, bu
isyankarlann muhatap olduğu
şeytani
vesveselere kendinizin
de muhatap olduğunuzu bilerek, büyük bir korkuyla Allah'a sığınıyorsunuz.
Biliyorsunuz ki Allah'ın yardımı, biliyorsunuz ki Allah'ın lutfu, biliyorsunuz
ki Allah'ın hidayeti olmasa, sizler de o isyankarlara benzeyecek, sizler de
onlardan olacaksınız. Titreyerek korkmaya,
korkarak titremeye
başlıyorsunuz!. Sadece Allah'a sığınabileceğinizi biliyor ve sadece Allah'a
sığınıyorsunuz., Yardım et Ya Rabbi, yardım et Ya Rabbi,
yardım et Ya Rabbi!.
Nefsimin şerrinden, yarattığın bütün şeylerin şerrinden Sana sığınmm. Senin
affına, Senin merhametine, Senin yardımına. Senin rahmetine sığınırım. Beni
koru, bizi koru, hepimizi koru Ya Rabbi!.
Evet, yakın tarihe
kadar iki-üç ay gibi uzun ve meşakkatli olan bu yolculuk, teknolojiden değil,
teknolojiyi insanlara nasib eden Allah'dan bileceğiniz bir lütuf ile iki-üç
saat gibi kısa bir zamanda bitecektir. Bulutların bazen arasından, bazen
üstünden giderken, Allah'ın bu nimetini düşünüyor ve bütün nimetleri için
Allah'a tekrar tekrar şükretmek istiyorsunuz.
Uçakta, mikat yerine
yaklaştığınız anons ediliyor. İhrama henüz girmemiş olanlar varsa hiç vakit
geçirmeden ihrama giriyorlar. Mikat yerinin üzerinden hepbir ağızdan telbiye
getirerek geçiyorsunuz.,
Lebbeyk, Alhhümme
lebbeyk
Lebbeyke la şerike
leke lebbeyk.
İnne'l hamde,
ve'nni'mete, leke ve'l mülk, la şerike lek.
Her hücrenizle Allah'a
yönelip, her ilginizle Allah'a ve Allah'ın rızasına doğru giderken, Kulum Bana
bir adım gelirse, Ben kuluma on adım giderim rivayetini hatırlıyorsunuz. Ne
anlama geldiğini daha iyi kavramaya, daha iyi anlamaya başladığınız bu müjde
karşısında kalbinizin sevinçle, kalbinizin heyacanla titreştiğini
hissediyorsunuz.
Duanıza dua, şükrünüze
şükür katıyorsunuz...
Cidde havaalanına
geldiniz.
Uçaktan inerken farklı
bir hava, farklı bir atmosfere girdiğinizi hissediyorsunuz. Uzun yıllardır hak
peygamber olarak iman ettiğiniz, sevdiğiniz, kendinize örnek aldığınız, salat
ve selam getirdiğiniz Resulullah (s.a.v)'in yaşadığı topraklarla, yaşadığı
İklimle, yaşadığı atmosferle ilk tanışıklığınız bu!.
Bir alemden, bir başka
aleme geldiniz sanki!.
Bu yepyeni alemi
yeterince tanımasanız da, nasıl bir ortam olduğunu yeterince anlamasanız da,
bütün duyu organfannızın şahitliği ile bu yeni alemi sevdiğinizi, çok sevdiğinizi
hissediyorsunuz.
Sizleri bütün hacı
adaylarıyla birlikte havaalanının bekleme bölümüne getiriyorlar. Kafile
yetkilileri pasaportlarla ilgili işlemleri yaparken, sizler de abdest
tazeliyerek namazlarınızı kılıyorsunuz. Bu arada tuvaletlerde bir kargaşa
yaşanıyor. Kapılannda sadece Men ve Lades yazan tuvaletler, Menin erkek,
Lades'in ise kadın demek olduğunu bilmeyen hacı adaylan tarafından karışık bir
şekilde kullanılmaya başlanıyor. Bu durumu gören arap yetkililerin tüyleri
diken diken!.
Önce sözlü uyanlar,
ikaziar!. Fakat görüyorlar ki kanşıklık devam ediyor, ister istemez her
tuvaletin önüne trafik polisi gibi bir görevli dikiyorlar ve sorun böylece
çözülmüş oluyor!. Diğer tarafta iri yan bir hacı adayının, karşısında süklüm
püklüm duran bir kadıncağıza bağırdığını duyuyorsunuz, Erkek hacı adayına selam
vererek, meselenin ne olduğunu soruyorsunuz. Hanımını göstererek
"Pasaportlann içinde bulunduğu çantayı uçakta unutmuş" diyor. Bunun
önemli olmadığını, uçağa hemen bir görevli göndererek çantanın alınabileceğini
söylüyorsunuz. Sinirlerine hakim olmaya çalışarak kafasını iki yana sallıyor.
Siz de hemen yetkililere gidip, durumu bildiriyorsunuz.
Fakat bir sorun var!.
Cidde'ye geldiğiniz
uçak, valizleri indirdikten sonra Medine'ye hareket etmiş ve pasaportlar
olmadan, bu iki hacı adayının Suud'a giriş yapabilmesi mümkün değil!. Bu durumu
öğrenen adam, hanımına öfkeden kızarmış gözlerle bakıyor. Orada yalnız olsalar,
kadıncağızı bir çivi gibi yere çakacağından hiç kuşku yok. "Bu kan ile
yola çıktım, suç bende, suç bende" diye bağırmaya başlıyor.
Kadıncağıza
bakıyorsunuz. Ellibeş yaşlannda, eli yüzü nurlu, sevecen bakışlı, merhamet dolu
bir hanımcağız. Kocasının bu öfkesi karşısında küçük bir kuş gibi titremekte.
Şayet mümkün olsa kendi pasaportîannızı vererek "Siz buyrun geçin, biz bu
mesele halledildikten sonra geliriz'" diyeceksiniz.
Ancak mümkün değil!.
Öfkeden ne yaptığını
bilmez hale gelen hacı adayını bir kenara çekerek bütün bunların bir imtihan
olduğunu,
sakin, sabırlı ve
merhametli olmamız gerektiğini hatırlatıyor ve "Sizi buraya kadar getiren
Rabbimiz, buradan geriye döndürmez" diyerek meselenin çözümlenebileceğini
söylüyorsunuz.
Yarım saatlik bir
koşuşturmadan, birçok yetkiliyle görüşmelerden sonra sorun çözülüyor. Dünyaya
küsmüş duygularla bir tarafta oturmakta olan hacı adayına müjdeyi
götürüyorsunuz. Ateşin üstüne bir kova su dökmüşsünüz gibi kızgın gözlerin
soğuduğunu, sakinleştiğini görüyorsunuz. Daha sonra dört-beş metre ileride
ayakta beklemekte olan ve kendisine ürkek gözlerle bakan hanımını yanma
çağırıyor. Bu sefer bambaşka bir şefkatle, bambaşka bir merhametle bakıyor
hanımına ve "Otur bakalım. Mesele çözülmüş. Bu bize ders olsun" diyerek,
hanımını kendi yerine oturtuyor.
Bu güzel tablo
karşısında duygulanıyorsunuz, seviniyorsunuz, rahatlıyorsunuz.. Müsaade
isteyerek onlardan uzaklaşıp, Rabbinize doğru yönelirken hamd ve şükürlerde
bulunuyorsunuz..
Yaklaşık iki saat
süren pasaport işlemleri bittikten ve valizler otobüslere yüklendikten sonra
Cidde'den Mekke'ye hareket ediyorsunuz. Bu otobüs yolculuğunuz da yaklaşık bir
saat sürüyor. Bir saat sonra Rabbimizin "Şehirlerin anası" dediği
Mekke'desiniz.
Mekke'ye hangi yoldan
girdiğinizin, nerede olduğunuzun ve hangi yollardan gittiğinizin pek farkına
varamadan otelinize geliyorsunuz. Artık aklınız fikriniz Kabe'de, Mes-cid-i
Haram'da.
Otel odanıza
eşyalannızı çıkanp-bıraktıktan sonra hemen abdest tazeliyor ve hemen Mescid-i
Harama doğru yola çıkıyorsunuz.
Üzerinizde ihram,
ayağınızda terlik, yüreğinizde he-yacan ile Mescid-i Harama doğru yürürken
halkın duyacağı, Hak'kın şahit olacağı bir sesle tekbir ve telbiye getiriyorsunuz.
Aüahu ekber, Allahu
ekber,
La ilahe iüaüahu
vallahu ekber,
Allahu ekber ve
li'llahi'l-hamd
Allah büyüktür, Allah
büyüktür, Allah'tan başka ilah yoktur, Allah büyüktür ve hamd O'na mahsustur,
Lebbeyk, Atlahümme
lebbeyk,
Lebbeyke la şerike
leke lebbeyk.
İnne'l hanide,
ve'nni'mete, leke ve'l mülk, la şerike.
Buyur Allah'ım buyur.
Senin eşin ve ortağın yoktur, buyur. Hamd Senin, nimet Senin, mülk Senindir.
Senin eşin ve ortağın yoktur.
Tekbir getirerek, telbiye
getirerek Mescid-i Harama geliyorsunuz. İlkin Mescid-i Haram'ın mermer
görüntüsüyle karşılaşıyorsunuz. Ne üstünden, ne de kapılarından Kabe'ye ait bir
şey görebilmeniz mümkün değil. Tekbir ve telbiye getirerek yürümeye devam
ediyor ve terliklerinizi çıkararak Mescid-i Ha-ram'dan içeriye giriyorsunuz.
Heyacandan tüm
duyularınızın, tüm duygulannızın tutulduğunu hissediyorsunuz. Bir deprem öncesi
sessizliğini, bir deprem öncesi sakinliğini yaşıyorsunuz sanki!. Gözlükleriniz
geliyor aklınıza. Hemen çıkarıyorsunuz. Kabe'yi görecek gözleriniz ile Kabe
arasında bir cam, ince bir cam dahi olsun istemiyorsunuz. Yavaş yavaş
ilerliyor ve adım adım kainatın merkezine doğru yaklaşıyorsunuz.
Ve Kabe karşınızda!.
Ve siz donakalmışsınız!.
Siz mi Kabe'nin
karşısına geldiniz, Kabe mi bütün görkemiyle sizin karşınıza dikiliverdi
anlayamıyorsunuz. Şaşkınlık anlan!.
Yıllardır resimlerini,
yıllardır fotoğraflarını, yıllardır video ilimlerini gördüğünüz, şeklini
şemaiini ezberlediğiniz Kabe, bambaşka bir görkem ve bambaşka bir azametle
karşınızda durmakta!. Uzun yıllardır canlı sandığınız bir hayalinizin ölü
olduğunu anladığınız ve ölü olduğunu anladığınız bu hayalinizin apaçık bir
gerçek ve koskoca bir dağ' gibi canlandığına şahit olduğunuz anlar!.
Tekbir ve telbiye
getirerek, Lebbeyk Alhhümme lebbeyk, buyur Allah'ım buyur" diyerek
geldiğiniz bu noktada, bütün duyulannızla, bütün duygularınızla tehlil
getirmeye başlıyorsunuz.,
La ilahe ükı'llahu
vafıdehu la şerike leh, lehü'l mülkü ve khü'l-hamdü ve hüve ala külli şey'in
kadir.
Allah'tan başka ilah
yoktur. Tekdir, eşi ve ortağı yoktur. Mülk O'nun, hamd O'nundur. O herşeye
kadirdir.
Kabe'yi ilk
gördüğünüzde yapacağınız duanın, Allah katında makbul bir dua olacağı
rivayetini hatırlıyorsunuz. Bu rivayet doğru mudur, yanlış mıdır diye hiç
düşünmeye gerek duymadan, en önemsediğiniz ve en Öncelediğiniz bir duada
bulunuyorsunuz.,
"Ey bu Kabe'nin
Rabbi olan Allah'ım. Senin zatına, Senin varlığına iman eden kıllarının,
tevhidi gerçekleri anlamalarını ve bu gerçekleri yaşamalannı nasib et."
Gözünüzü ve gönlünüzü
Kabe'den ayırmadan, tekbir ve tehlii getire getire Kabe'ye yaklaşıyorsunuz.
Artık Kabe'desiniz,
Kabe'nin yanıbaşındasınız. Derin duygular içindesiniz!. Kabe'ye geldiniz,
Kabe'ye geldiniz ama
karşılaştığınız her hayn ve her nimeti Allah'tan bilen bir müslüman olarak
"Ben Kabe'ye geldim" demiyorsunuz. Apaçık bir hayır olan bu nimeti
de-Alîah'tan bilerek "Rabbim beni, Rabbim beni Kabe'sine getirdi"
diyorsunuz.
Rabbim beni Kabe'sine
getirdi!.. Rabbim beni Kabe'sine getirdi!.. Benim gibi geçmişi günahlarla dolu
bir müslümansa-nız, bu ifadeyle ağlamaya, bu ifadeyle hıçkırmaya başlıyorsunuz.
Çünkü arkanıza
bakıyorsunuz, çünkü geçmişinize bakıyorsunuz, çünkü gittiğiniz yollan,
girdiğiniz bataklıkları hatırlıyorsunuz!. Kendi kendinize "O yollarda
ölebilir, o bataklıklara gömülebilirdim" diyorsunuz. Sonra,
sonra yanıbaşınızda
olan Kabe'yi görüyor, yanıbaşı-nızda oian Rahman'ı hissediyorsunuz. Artık
kendinizle, artık insanlarla değil, sizi sizden daha iyi duyan Rabbinizle
konuşuyorsunuz!.
Beni nereden aldın,
nereye getirdin Ya RabbÜ. Beni nereden aldın, nereye getirdin Ya Rabbi. Bu ne
büyük lütuf, bu ne büyük nimet, bu ne büyük ikram Ya Rabbi.
Sen Rahmansın, Sen
Rahmansın,
Vallahi de Rahmansın,
Billahi de Rahmansın Ya Rabbi....
Ağlıyorsunuz, hıçkıra
hıçkıra ağlıyorsunuz. Daha önceleri rahmet ve merhamet duygularını yaşamanıza
rağmen, o zamana kadar hiç tanış olmadığınız bir atmosferin içindesiniz. Rahmetin
yoğunlaştığı, elle tutulur, gözle görülür bir şekilde somutlaştığı bu
atmosferde, Rahman olan Rabbinizi yanınızda, yanıbaşınızda hissediyorsunuz.
Siz Rabbinize bir adım
giderseniz, Rabbiniz size on adım gelir rivayetinin, mana açısından hak bir
rivayet olduğunu anlıyorsunuz. Çünkü siz Rabbinize bir adım gittiniz mi,
gidebildiniz mi belli değil ama,
Rabbinizin size
geldiği açık bir gerçek!.
Allah'ın lutfu ve
yardımı ile,
Rabbinizin
"Gel" dediği, "Gelin" buyurduğu yere geldiniz.
Aşmanız gereken
engelleri aşarak, katetmeniz gereken kilometreleri katederek Kabe'nin yanına
vardınız. Artık katedebileceğiniz dünyevi bir mesafe, gidebileceğiniz dünyevi
bir uzaklık yok.
Şimdi yedi şavt ile
tavaf, yedi şaft ile yedi kat göğe yükselme zamanı!.
Kabe'yi solunuza
alarak ve Hacer-i Esved'e istilamda bulunarak tavafa başlayacaksınız. Hacer-i
Esved köşesinden başlayıp, yine bu köşede bitmek üzere Kabe etrafında her
dönüşünüz bir şavt olacak ve yedi şaft ile tavafı tamamlayacaksınız.
İlk üç şaftta remel
yapılan,
yani kısa adımlarla
hafifçe koşulan tavaflarda sünnet olduğu için ihramınızın üst parçası olan
ridanın bir ucunu sağ koltuk altınızdan geçirip, sol omuzunuzun üzerine atarak
ve sağ omuzunuzla beraber sağ kolunuzu ihram dışında bırakarak ıztıba
yapıyorsunuz. Hacer-i Esved'in hizasına gelmeden ve istilamda bulunmadan önce
umre tavafı için niyetleniyorsunuz.,
"Allah'ım, Senin
nzan için umre tavafımı yapmak istiyorum. Bana kolaylık ver ve bu amelimi
benden kabul buyur.
Şimdi Bismülahi
Allahuekber diyerek Hacer-i Es-ved'e istilamda bulunmanız ve tavafa başlamanız
gerekiyor. Hacer-i Esved'e dokunmak, sembolik olarak Allah'ın kudret eline
dokunmak, Aüah üe musafaha yapmaktır rivayetinden hareket eden insanların,
Hacer-i Esved'e dokunabilmek için birbirleriyle yaptıklan kıyasıya mücadeleye
uzaktan bakıyorsunuz!.
Sizin ise böyle bir
kaygınız, böyle bir ısrarınız yok. Çünkü sizin eliniz Hacer-i Esved'e uzanamasa
da, Allah'ın kudret elinin size uzandığını biliyor ve bu kudret eline aciz
ellerinizi kaldırarak Bismülahi Aüahuekber diyorsunuz. İlk üç şavtta remel
yaparak, hiç telbiye getirmeden tekbir, tehlil, zikir ve teşbih söyleyerek,
bildiğiniz dualan okuyarak tavafınıza başlıyorsunuz.,
Subhana'üahi
ve'l-hamdü li'llahi vekı ilahe iüa'Uahu va'lkthu ekber. Vekı havle vela kuvvete
itta bi'llahi'Ualiyyi'l-azim. Ve's-salatü ve's-selamü ala resuli'llahi
Muhammedin saüa'llahü aleyhi ve seüem. Aüahümme imanen bike ve tasdiken
bikabike ve vefaen bi ahdike ve'ttibaen li sünneti nebiyyi-ke ve habibike
Muhammedin salla'liahü aleyhi ve selfem.
Şam yüce Allah'ı
teşbih ve tenzih ederim. O bütün noksan sıfatlardan uzaktır. Hama Allah'a
mahsustur. Aüah büyüktür ve O'ndan başka Hah yoktur. Kuvvet ve kudret sadece
AUah'a aittir. Allah'ım Sana iman ederek, Kitab'ını tasdik ederek, ahdime bağlı kalarak ve sevgili peygamberin
Hz.
Mufıammed (s.a.v.)'in
sünnetine tabi olarak bu ibadeti yam yorum.
İlk üç şavtta remel
yaparken,
Efendimiz (s.a.v.)'in
remel yapmakla ilgili haberini hatırlıyorsunuz. Hudeybiye anlaşmasından bir
yıl sonra, Re-sulullah (s.a.v.) ve beraberindeki müminler bir yıl önce yapamadıkları
umreyi kaza etmek için Beytullah'a gelirler. O yıl Medine'de humma hastalığı
olduğunu duyan Kureyş müşrikleri, hastalıktan zayıf düşmüş takatsiz müslümanlan
görmek ve onlarla alay etmek için Daru'n Nedve Önünde toplanırlar. Kendilerini
seyretmekte olan müşriklerin bu konuşmalarını duyan Resulultah (s.a.v.), kolunu
ihramın dışında tutup, pazusunu şişirerek tavafın ilk üç şaftını kısa
adımlarla koşarak yapmış ve ashabına da Bugün kendini onlara kuwetli. gösterene
Allah rahmet etsin buyurmuştur.
Efendimiz (s,a.v.)'in
bu buyruğunu dikkate alarak siz de remel yapıyor, müslümanlan hor ve hakir
gören dünya müstekbirlerine gerçek kuvvetin, kuvvet ve kudret sahibi Alİah
(c.c.)'ın yanındaki müminlerde olduğunu gösteriyorsunuz.
Her şavtın bitim
noktası olan Hacer-i Esved'in hizasına gelince, elinizi kaldırarak ve
Bismillahi Allahu ekber diyerek Hacer-i Esved'e istilamda bulunuyorsunuz. İlk
üç şavt bittikten sonra ise ridanizla iki omuzunuzu örtüp, remel yapmayı
bırakarak normal yürüyüşe geçiyorsunuz.
Bir ateş, bir ışık
etrafında dönen pervaneler gibisiniz. Tekbir getiriyorsunuz, tehlil
getiriyorsunuz, bildiğiniz duaları o zamana kadar hiç bilmediğiniz bir anlam
derinliği ile okuyorsunuz.,
Rabbena atina
fi'd-dünya haseneten ve fi'l-ahireti hase-neten ve kına azabe'n-nar.
Ey Rabbimiz. Bize
dünyada iyilik ve güzellik ver, ahiret-te de iyilik ve güzellik ver. Bizi ateş
azabından (cefıennem azabından) koru.
Yıllardır ezberinizde
olan, yıllardır yaptığınız bir duadır bu. Ancak Kabe'yi tavaf ederken ve
Kabe'nin Rabbi olan Allah (c.c.)'ı kendinize kendinizden daha yakın hissederken,
bu dua ile Rabbinizden ne kadar büyük, ne kadar muhteşem bir şey istediğinizin
farkına varıyorsunuz.,
Ey Rabbimiz. Bize
dünyada iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyüik ve güzellik ver. Bizi ateş
azabından (cehennem azabından) koru.
Rabbinizden bir ev,
bir araba değil, Rabbinizden bir köy, bir kasaba değil, Rabbinizden bir güneş,
bir dünya değil, bütün bunlardan daha büyük ve daha hayırlı olan dünya ve
ahiret iyiliği, dünya ve ahiret güzelliği istiyorsunuz.
Bu büyük istek karşısında
küçülüverdiğinizi, bu büyük istekleri ifade eden dualann ağzınıza ve gönlünüze
sığmadığını hissediyorsunuz.,
Rabbena ve li
valideyye ve li müminim yevme yekumul hisab.
Rabbimiz, hesabın
yapılacağı gün, beni, anne-babamı ve mü'minleri bağışla..
Başka ne isteyecek,
başka ne dileyeceksiniz ki Rabbinizden!. Bundan sonraki duanız, nimetler
içindeki cennet ehlinin duası olan Subhanallah demekten, Rabbinizi tenzih ve
takdis etmekten başka ne olabilir ki!.
Subhana'Uahi
ve'l-hamdü li'llahi vela ilahe üla'Uahu va'llahu ekber. Vela havle vela kuwete
iüa bi'Üahiî-aUyyi'l-azim. Şanı yüce Allah'ı teşbih ve tenzih ederim. O bütün
noksan sıfatlardan uzaktır. Hamd Allah'a mahsustur. Allah büyüktür ve O'ndan
başka ilah yoktur. Kuvvet ve kudret sadece Allah'a aittir.
Her şavt ile bir üst
göğe çıkıyor, her şavt ile bir alemden, bir başka aleme geçiyor ve bu bilinçle
gerçekleştirdiğiniz yedi şaft ile yedi kat göğe yükseliyorsunuz!.
Tavafınızı huşu içinde
bitirdikten sonra iki rekat tavaf namazı kılmanız gerekiyor. Makam-ı
İbrahimin'in arka kısımları genelde müsait olmadığı için Kabe'yi karşınıza
alarak namaz kılabileceğiniz uygun bir yere gidiyorsunuz. Namaza başlamadan
Önce Resulullah (s.a.v.)'in Namaz mii'minin miracıdır buyruğunu hatırlıyorsunuz!.
Fakat siz, tavahnızdaki
yedi şavtı yetmiş güzel duygu ile tamamlayan siz, namazdan Önce miraca çıkmış
gibisiniz!. Uzun yollan katederek Kabe-i muazzamaya gelen ve yedi şavt İle yedi
kat göğe yükselen siz, alemlerin Rabbi olan Alİah (c.c.)'ın huzurundasmız.
Rabbinizle aranızda ne bir uzaklık, ne bir ayrılık kalmış.artık!.
İki rekat tavaf
namazına niyet ederek tekbir getiriyorsunuz.,
Allahu ekber Tekbir için kalkan ellerinizin ve
omuzlarınız üzerindeki başınızın adeta arşa değdiğini hissediyorsunuz. Namaza
durduğunuzda, Rahman'ın huzurunda olduğunuzu öylesine yakın duygularla
yaşıyorsunuz ki, dünyaya ve dünyanın içindekilere kapanan gözlerinizi açsanız
sanki Arş-ı azamı
görebilecek, sanki
Rabbinizin zatıyla karşı karşıya geleceksiniz! .
Ve başlıyorsunuz Allah
ile, başlıyorsunuz Rabbiniz ile konuşmaya., Elhamdülillahi Rabbil alemin Ne
dediğinizi düşünüyorsunuz!. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'a aittir.
Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdobun.
Ne kadar gerçek ve ne
kadar güzel bir ifade!. Tekrar söylüyorsunuz.,
Elhamdülillahi Rabbil
alemin İçinde olduğunuz nimeti, teneffüs ettiğiniz İİahi lutfu tekrar
düşünüyor, lafzı güzel, anlamı güzel bu gerçeği tekrar tekrar söylemek
istiyorsunuz., Elfuımdülülahi Rabbil alemin Elhamdülillahi Rabbil alemin
Elhamdülillahi Rabbil alemin
Her duyunuzla, her
duygunuzla tasdik ettiğiniz bu güzel gerçeği kaç kere tekrar ettiğinizi
bilmiyor, bilmek de istemiyorsunuz. İstediğiniz tek şey Hz. Musa aleyhisselam
gibi Rabbinizle uzun uzadıya konuşmak, konuşabilmek!. İstediğiniz tek şey bu
konuşmanın ve bu namazın bitmemesi, hiç bitmemesi!.
Errahmanirrahim
(Allah) Rahman'dır,
Rahim'dir.
Rahmanın rahmetini
hava gibi teneffüs eden, rahmeti içinizde değil kendinizi rahmetin içinde
hisseden siz, bu gerçeğe onlarca kez, bu gerçeğe yüzlerce kez şahitlik
etmek istiyorsunuz.,
Errahmanirrahim
Errahmanirrahim
Sen Rahmansın Ya
Rabbi, Sen Rahim'sin Ya Rabbi...
Sen Rahman olmasaydın,
Sen bizlere rahmet,
Sen bizlere merhamet etmesey-din, bizler ne olurduk, bizler ne yapardık Ya
Rabbi!. Sana Senin layık olduğun gibi hamdolsun, Sana Senin layık olduğun gibi
şükürler olsun ki Sen Rahmansın, Sen Rahim'sin Ya Rabbi!.
Malike yevmiddin
Din gününün Malidir.
O muazzam din gününün
yegane maliki, yegane sahibi Sensin, Sensin Ya Rabbi!. Aldığımız nefeslerle, attığımız
adımlarda korka korka yaklaştığımız o muhteşem hesap gününün, o muazzam din
gününün tek Maliki, tek sahibi Sensin,
Sensin Ya Rabbi!.
İyya kenabüdü ve iyya
kenastain
Yalnız Sana kulluk
eder ve yalnız Sen'den yardım dileriz.
Sadece Allah'a kulluk etmenin,
sadece Allah'a yönelmenin ne anlama geldiğini bilen bir müslüman olarak, daha
önceki namazlarınızda gönül mutmainliği ile okuyamadığınız bu ayetleri, içinde
bulunduğunuz bu atmosferde tam bir mutmainlik ile okuyorsunuz. Çünkü
herşeyinizle Allah'a yönelmiş, herşeyinizi Allah'a teslim etmiş ve herşe-yi
Allah'tan bekler bir durumdasınız!.
iyya kenabüdü ve iyya
kenastain
Yalnız Sana kulluk
eder ve yalnız Sen'den yardım dileriz.
Rabbinizin kudret ve
azameti karşısında bu ifadeleri dillendirip, bu gerçekleri gönüllendirirken
O'ndan başka kulluk edilecek, O'ndan başka yardım dilenecek hiçbir kimsenin,
hiçbir mercinin olmadığını, olamayacağını apaçık bir şekilde tasdik
ediyorsunuz. "Hakka şahitlik eden müslümanlar olarak Sen'den başka kime
kulluk edip, Sen'den başka kimden yardım dileyebiliriz ki Ya Rabbi!." diyorsunuz.
İhdinas sıratel
müstakim. Sıratellezine enamîe aleyhim, gayrü mağdubi aleyhim veled dalin
Bizi doğru yola ilet.
Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, sapanların ve gazaba uğrayanların değil.
Doğru yola girmenin,
doğru yolun yolcusu olmanın ne kadar muazzam bir nimet olduğunu idrak ederek,
bu büyük nimeti Rabbinizden büyük bir heyacanla diliyor, büyük bir ısrarla
dileniyorsunuz.
Tavaf namazının ilk
rekatında Kafirun, ikinci rekatında İhlas surelerini okumanın efdal olduğunu
bildiğinizden. Fatihadan sonra Kafirun suresini okumaya başlıyorsunuz., Kul ya
eyyuhel kafirune Deki, ey kafirler!.
Bu hitab ile
dikkatiniz aşağılara, bu hitab ile dikkatiniz aşağılann aşağısına, bu hitab
ile dikkatiniz esfele safiline yöneliyor ve ister istemez yaşadığınız ülkeyi,
yaşadığınız coğrafyayı hatırlıyarak bu hitabın muhatablannı düşünüyorsunuz.
Allah'ı bırakıp birbirlerini yücelten, birbirlerine ibadet edip,
birbirlerinden yardım dileyen azgınlar, sapıklar geliyor gözünüzün önüne!.
Tüyleriniz ürperiyor!.
Kendi kendinize
"Allah tarafından yaratılan ve Allah tarafından yaşatılan bir insan, nasıl
olur da Allah'a karşı böylesine nankör, böylesine azgın olabilir!."
diyorsunuz. Ve bütün bu nankörlere, bütün bu azgınlara, bütün bu sapıklara
karşı net ve açık tavnnızı ortaya koyuyorsunuz., Kul ya eyyuhel kafirune La
abudu ma tabudun Vele entum abudune ma abud Vela ene abudun ma abedtum Vela
entum abudune ma abud Lehim dinikum ve tiyedin. Deki, ey kafirler. Ben sizin
taptığınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapmazsınız. Ben sizin taptığınıza
tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size,
benim dinim bana. Kafirlere karşı bu apaçık tavrınızı ortaya koyduktan
sonra Allahu ekber diyerek rükuya gidiyorsunuz. Rabbinizi
tenzih ve takdis etmeye başlıyorsunuz.,
"Ya Rabbi Seni
tenzih ederim, Seni tenzih ederim, Seni bu yanm yamalak tenzihimden de tenzih
ederim. Sen benim tenzih edemeyeceğim kadar noksanlıklardan uzaksın. Sen, benim
Seni yüceltemeyeceğim kadar yücesin. Ben yine de boynumu bükerek, ben yine de
belimi bükerek Seni tenzih ve takdis ediyorum Ya Rabbi" diyorsunuz.
Bütün bir dünya ile
değişmeyeceğiniz,
değişmek
istemeyeceğiniz bu iki rekat namazın sonuna geldiğinizde, selam vererek
namazdan çıkmak, selam vererek bu İlahi huzurdan aynlmak istemiyorsunuz.
Size namazın ve miracın
ne olduğunu gösteren Rabbinze hamd-ü senalarda bulunuyor, "Sana, Senin
layık olduğun gibi hamdolsun; Sana, Senin layık olduğun gibi şükürler olsun
Ya Rabbi" diyorsunuz..
İki rekat tavaf namazı
kıldıktan sonra duanızı ediyor ve zemzem içtikten sonra umre sa'yinizi yapmak
için me'saya yani sa'y yapacağınız yere yöneliyorsunuz.
Sayınıza Safa
tepesinden başlayıp, Safa ile Merve arasında yedi defa gidip-geldikten sonra
Merve'de bitireceksiniz.
Ancak durun, hareket
etmeyin!.
Birçok hacı adayı gibi
Safa ve Merve arasında bilinçsizce gidip-gelmeye başlamayın!. Sa'y nedir, sa'y
yapmak ne demektir sorularını düşünün!.
Sa'y yapmanın ne
olduğunu, ne olmadığını anlamaya anlayarak yaşamaya çalışın!.
Ve bunu anlamak için,
bu gerçeği anlayarak
yaşamak için, binlerce yıl öncesine gitmeniz gerektiğini ve siyahi bir köle,
mümine bir kadın, müslim bir eş ve şefkatli bir anne olan Hz. Hacer validemizle
mutlaka tanışmanız gerektiğini idrak edin. Çünkü sa'y yapmakla ilgili olarak
aklınıza gelen ve gelmeyen bütün sorularınızın cevabını, Hz. Hacer validemizde
ve onun yaptığı muhteşem sa'yde bulabileceksiniz!.
Evet, binlerce yıl
öncesindesiniz!.
Bugün umre yapmak,
bugün sa'y yapmak için geldiğiniz ve milyonlarca insanın kaynaştığı bu yerde
sadece Kabe'nin temelleri bulunmakta!. Ne bir ev, ne bir çadır, ne de bir insan
vardır bu ıssız ve çorak yerde!.
Her yer boş ve her yer
sessiz!.
"Kabe böyle
miydi, burası böylesine boş ve ıssız mıydı?" diyorsunuz kendi kendinize!.
Bu geniş sessizlik ve sakinlik karşısında biraz tuhaf lastiğinizi, biraz
garipleştiğinizi hissediyorsunuz!. "Burada yalnız kalsam ne yaparım, nasıl
yaşarım?" sorusunu duyar gibi olmanıza rağmen cevap vermiyor, cevap vermek
istemiyorsunuz bu soruya!.
Bir ses, sessizlik
içinde bir ses duyuyorsunuz!.
Kabe temellerinin
yukan kısmında bulunan ve Devha denilen büyük ağaca doğru üç kişilik bir aile
yaklaşmaktadır. Bir erkek ve kucağı çocuklu bir kadından oluşan bu aileyi her
müslüman gibi siz de, siz de çok iyi tanıyorsunuz. "Bu gelen İbrahim'dir,
bu gelen Hacer'dir, bu gelen İsmail'dir" derken, duygularınızın coştuğunu,
gözlerinizin dolduğunu hissediyorsunuz.
Hz. İbrahim aleyhisselama
bakıyorsunuz. Bir imtihandan bir imtihana, bir destandan bir destana yol alan
Hz. İbrahim (a.s.)'ın cemalinde, merhametle hüznün, hüzünle teslimiyetin
birbirine girdiğini, birbiriyle kaynaştığını görüyorsunuz. Hz. Hacer
validemizin siyah yüzü ise şefkat ve teslimiyet duygularıyla güneş gibi
parlamakta!.
Ve Hz. İsmail,
İbrahim gibi bir
babanın, Hacer gibi bir annenin çocuğu olan İsmail, annesinin kucağında sevgi
ve güven dolu gözlerle etrafına bakınmakta!.
Hz. İbrahim (a.s.)'ın
cemalindeki hüzün, Kabe mahalline yaklaşıldıkça daha bir koyulaşmakta, daha
bir belirginleşmekte!. Derin duygular, büyük hüzünler içinde Hz. İbrahim
efendimiz. Çünkü Rabbimizin uzun yıllar sonra nasib ettiği sevgili oğlunu ve
oğlunun anası olan değerli hanımı Hacer'i, yine Rabbimizin bir emri ve işareti
gereği bu ıssız yere bırakacaktır!.
Allah'a sığınan,
Allah'dan yardım
isteyen ve tekrar tekrar Allah'a tevekkül eden Hz. İbrahim (a.s.), bu değerli
ailesini Devha denilen büyük ağacın dibine bırakarak oradan uzaklaşmaya başlar!.
Bu susuz, bu çorak, bu ıssız yerde henüz bir bebek olan yavrusuyla kalakalan
Hz. Hacer validemiz ise şaşkınlık içindedir ve bu şaşkınlıkla Hz. İbrahim
(a.s.)'ın arkasından seslenir.,
Ey İbrahim, bizi
burada, hiçbir insanın, hiçbir yoldaşın bulunmadığı bir yerde bırakıp nereye
gidiyorsun?
Hz. İbrahim (a.s.) hiç
dönmedi, hiç dönemedi, hiç cevap veremedi bu soruya!. Hz. Hacer validemiz ise
bu sözünü, bu sorusunu birkaç kez tekrarladı.,
Ey İbrahim, bizi
burada bırakıp nereye, nereye gidiyorsun?
Yine dönmedi, yine
cevap .vermedi Hz. İbrahim aleyhisselam!. Çünkü dönmek, çünkü arkasında
bıraktığı acı tabloyu bir kez daha görmek istemiyordu. Çünkü Rabbimizin de
Kur'an-ı Kerim'de beyan ettiği gibi yüreği çok yumuşak, çok duyarlı, çok
merhametli bir insandı Hz. İbrahim aleyhisselam. Çorak ve ıssız bir yere
bıraktığı ailesine tekrar dönüp bakabilecek, onlann mahsun yüzlerini tekrar
görebilecek, hüzün ateşini tekrar körükleyebilecek bir gücü hissetmiyordu
kendinde!. Bu nedenle dönmedi, dönüp bakamadı ailesine!.
Sorularına cevap
alamayan Hacer validemiz, son kez seslendi.,
Ey İbrahim!. Böyle
yapmanı Allah mı emretti? Durdu, durakaldı Hz. İbrahim Seyhisselam Çünkü bu
soru suskunlukla karşılanabilecek, bu soru cevabsız bırakılabilecek bir soru
değildi. Her şartta hakka şahitlik eden, hakka şahitlik etmesi gereken bir hak
peygamber olarak durdu ve cevapladı, cevaplanması gereken bu soruyu.,
Evet ya Hacer!. Allah
emretti.
Bu cevap ile bakışlan
değişen, bu cevap ile yüreğin-deki korku ve endişeden uzaklaşan Hacer validemiz,
hüzün içindeki Hz. İbrahim aleyhisselamı da rahatlatmak istercesine şu cevabı
verdi.,
O halde git, git ya
İbrahim!. Rabbimiz koruyucu-muzdur, O bizi burada perişan etmez!.
Büyük imtihanların,
büyük kahramanı Hz. İbrahim (a.s.) bu cevap ile yoluna devam etti. Kendisini
göremeyecekleri Seniyye (tepesine) gelince, Beyt-i Harama yönelerek ve
ellerini alemlerin Rabbi olan Allah'a açarak şu duayı yaptı.,
Rabbimiz, ailemden bir
kısmını dosdoğru namazı bl-sınlar diye Beyt-i Haram yanında eHni olmayan bir
vadiye yerleştirdim. Artık Sen, insanların bir kısmının kalplerini onlara
meykdici kıl ve onları bir takım ürünlerden nzıUandır. Onlar da (nimetlerinin
kadrin bilip) şükretsinler.[4]
Hacer validemiz ise
tam bir tevekkül ile İsmail'in yanına dönmüş, henüz iki yaşlannda olan oğlunu
şefkatle kucaklamıştı. Yanlarında içinde hurma bulunan eski bir azık dağarcığı
ile içinde su bulunan bir tuluk vardı. Yalnızdı, oğluyla beraber yapayalnızdı
bu ıssız ve çorak yerde. Her insan için apaçık bir düşman olan şeytan
aleyhillane, Hacer validemizin kadınlık asabiyetini dikkate alarak bir vesvese
vermek istedi.,
"Ey Hacer!.
İbrahim seni ve çocuğunu Sare için ter-ketti. Çünkü hiç çocuğu olmayan Sare
seni kıskanmıştı. İbrahim seni ve çocuğunu terkederek, senden çok daha güzel
olan hanımı Sare'nin yanına gitti."
Hacer validemiz bu
vesveselere hiç itibar etmeden Allah'a yöneldi ve şeytan aleyhillaneden Allah'a
sığındı. Çünkü İbrahim aleyhisselamı ve Sare validemizi çok iyi tanıyor, çünkü
böylesi vesveselerin şeytandan geldiğini, şeytandan gelebileceğini çok iyi
biliyordu. Kaldı ki doğruluk timsali olan eşi Hz. İbrahim (a.s.), bu durumla
ilgili olarak "Bunu Alİah emretti" demişti.
Günler geçiyordu!.
Hacer validemiz
yanlarında bulunan sudan içiyor, çocuğunu emziriyordu. Her an teşbih ettiği,
her an dualarda bulunduğu Allah (c.c.)'dan, bir yardım, bir işaret bekliyordu
Hz. Hacer.
Fakat gelmiyordu, gelmiyordu
böyle bir yardım, gelmiyordu böyle bir işaret!.
Tuluktaki su bitmiş, sütü
de kesilmişti Hacer'in!. Olup-bitenden habersiz olan İsmail ise susuzluktan
kurumuş dudaklar ile annesine bakıyor, mahsun bakışlan ile "Anne bana ne
zaman süt, anne bana ne zaman su vereceksin?" diyordu!. Bu mah-sun
bakışlar ve yakanşlar, perişan ediyordu Hz. Hacer'ü. Bir anne buna nasıl
dayanır, nasıl dayanabilirdi?
Dudaklarını çatlatan, dilini
kurutan susuzluktan değil, İsmail'in susuzluğundan kavruluyordu Hacer!.
Etrafına bakındı, binlerce
umudla yüzlerce kez etrafına bakındı Hacer!. Rabbisinden bir vesile, bir
işaret, bir yardım bekliyordu Hacer!.
Susuzluktan kıvranıp
acı çeken oğulcağızına gözyaş-' lanyla bakıyor ve bu gözyaşlarını oğlunun
dudaklarına sürerek "Dayan, dayan oğuicağızım, dayan yavrum! Allah'ın
yardımı gelecektir, elbette gelecektir" diyordu. Bu umudia tekrar etrafına
bakıyor, tekrar tekrar etrafına bakmıyordu Hacer!.
Fakat yoktu, yoktu bir
işaret, yoktu bir gelen!.
Bu durumu gören ve bu
durumu bir ganimet telakki eden şeytan ise lanetli bir yılan gibi vesvese
zehirini akıtmaya devam ediyordu.,
"İşte Hacer,
İşte îbrahimin'in
Rabbi, İşte İbrahim'in söyledikleri!. Şimdi anladın mı bu sözlerin, şimdi
anladın mı bu vaadlerin ne kadar boş olduğunu. Şimdi anladın mı burada kimsesiz
ve yardımsız kaldığını!. Haydi al çocuğunu, al çocuğunu ve hemen ayrıl buradan.
İlerlerde bir su, ilerlerde birilerini bulabilirsin!. İsmail'e hiç acımıyor
musun? Haydi çocuğun telef olmadan hemen ayni, çocuğunu al ve hemen ayni
buradan!."
Yine Allah'a
sığınıyor, bütün susuzluğuna ve bütün çaresizliğine rağmen iç dünyasında bu
vesveselere bir yer, tek bir yer vermiyor Hz. Hacer!. Kurumuş dudakları ile
"Alemlerin Rabbi olan Allah var, Vallahi de var, Billahi de var"
demekten, "İbrahim'in söyledikleri doğru, Vallahi de doğru, Billahi de
doğru" demekten vazgeçmiyor, bir an bile vazgeçmiyor Hz. Hacer!.
Ve tüm susuzluğuna ve
tüm çaresizliğine rağmen içindeki umudu sulamaya devam ediyor.
"Allah'ım yardım
et, Allah'ım yardım et!."
Gözlerini yine oğluna,
yine oğulcağızına çeviriyor. İşte o an gözlerini bir alev, kızgın bir alev
yalıyor Ha-cer'in!. Çünkü İsmail susuz, İsmail bitkin, İsmail perişan!.
İsmail'in susuzluğa susuzluk katılmış gözlerinde bir ateş, bir orman yangını!.
Artık dayanamıyor
Hacer,
susuzluktan kıvranıp
acı çeken oğulcağızına bakamıyor, bakmaya tahammül edemiyor Hacer!.
Ve artık oturamaz
ve artık bekleyemez
Hz. Hacer!.
İsmail'i alıp, başka
yerlere de gidemez!. Çünkü kocası, çünkü peygamberi, çünkü oğlunun babası olan
Hz. İbrahim (a.s.) onlan buraya bırakmıştır. Ne yüz metre batıya, ne yüz metre
doğuya, buraya, tam buraya bırakmıştır onlan!.
İsmail'i bu yere,
Hz. İbrahim'in tayin
ettiği bu yere bırakan Hacer validemiz, kendisine en yakın tepe olan Safa'ya
bakar. Acaba
Safa tepesinin
arkasından gelen bir insan, gelen bir kervan, gelen bir yardım var mıdır? Bu
umudla Safa tepesine çıkmaya başlar. Tepenin arkasında bir gelen, bir kervan
görürse, hiç durmadan, hiç duraksamadan fırlayacak onlara doğru. "Yavrum
susuz, yavrum yanıyor, ne olur su, birazcık su!." diyecek ve aldığı suyu
bir solukta İsmail'e, bir solukta yavrusuna yetiştirecek!.
Safa tepesinin
üzerinden bu umudla etrafına bakım-yor. Fakat görmüyor, göremiyor görmek
istediklerini. Bir de karşı tepeye çıkayım, bir de karşı tepeden bakayım diyor.
Herhalde o taraftan, herhalde o taraftan gelecek Allah'ın yardımı!. Bu yeni
umudla Safa'dan iniyor. İki tepe arasındaki vadiye ulaşınca eteklerini hafifçe
toplayarak çok ciddi ve çok acil işi olan bir insanın koşuşuyla vadiyi geçiyor.
Merve'ye, Merve tepesine çıkınca yine kimseyi, hiç kimseyi göremiyor!.
Etraf yine boş, etraf
yine ıssız!.
Tekrar Safa tepesine, tekrar
Merve'ye..
Tekrar Safa tepesine, tekrar
Merve'ye..
Hacer bıkmadan, Hacer
usanmadan Rahmanın rahmet kapısını çalıyor.,
Aç, aç Ya Rabbİ,
diyor.
Ya Rabbi yavrum susuz,
Ya Rabbi yavrum kavruluyor, diyor.
Ya Rahman, rahmet
kapını aç, ne olur aç, diyor.
Fakat açılmıyor kapı!.
Rahman'ın rahmet
kapısı açılmıyor, açılmıyor ama bir taraftan bir tarafa koşturmaya devam eden,
Safa ve Merve arasında gidip gelmekten bıkmayan Hacer validemiz, aynlmıyor
Rahman'ın kapısından, dualanyla, zikirleriyle, yalvarışlanyla Rahman'ın rahmet
kapısını çalmaya devam ediyor.
Ne var ki yine açmıyor
Rahman yine açılmıyor rahmet kapısı!.
Hacer validemizin bu
münacaatı karşısında öfkesinden kuduran şeytan aleyhillane, sadece bir kuşku,
küçücük bir kuşku vermek istiyor Hacer validemize.,
"Ey Hacer!.
Ağlaya ağlaya, çırpına çırpma çalınan bu rahmet kapısı neden açılmıyor ki!.
Acaba içerde kimse yok mu?"
İşte kainatın sustuğu,
kainatın pür dikkat kesildiği
Hacer validemiz, bu
soruya, bu kuşkuya İç dünyasında küçük, küçücük bir yer verseydi, hiç şüphesiz
ki Hacer bitecek, Hacer kaybolacak, insanlık tarihinde dağ gibi bir Hacer
olamayacaktı!. Ancak bu şeytani vesvese karşısında, Rahmani bir feryat
yükselir Hacer'den ve Hacer'in her hücresinden,
Hayır, var, var, var,
VAR... Rahmet kapısını çaldığım Rahman VAR!. Bu kapı sahipsiz, bu kapı
kimsesiz değil. Bu rahmet kapısının açılmama nedeni benim!. Bu rahmet kapısının
açılmama nedeni benim günahlarım!.
Tekrar kapıya bakar, tekrar
kapıyı çalar, tekrar ağlamaya başlar Hacer validemiz!. Tertemiz ellerindeki
kiri(!) temizlemek için derisini dahi yüzebilecek bir
yönelişle tevbe eden,
tevbeler eden, mağfiret dileyen Hacer validemiz, Safa ve Merve arasında
gidip-gelmeye, Rahman'ın rahmet kapısını çalmaya devam eder.,
Ey tevbeleri kabul
eden, Ey Rahman olan Rabbim. Beni affet, beni bağışla. Benim günahlarımdan
dolayı İsmail'i susuz, İsmail'i yardımsız bırakma!.
Ey İbrahim'e merhamet
eden, ey İbrahim'i yakmayan Rabbim. İbrahim'in oğlu susuz, İbrahim'in oğlu
susuzluktan yanıyor. Yardım et, yardım et, yardım et, ne olur yardım et Ya
Rabbi!.
Ve Allah
ve alemlerin Rabbi
olan Allah (c.c), bu muhteşem tabloyu meleklerine göstererek "Siyahi bir
köle, aciz bir kadın olan şu kulumun Bana nasıl münacaatta bulunduğunu, rahmet
kapımı nasıl çaldığını görüyor musunuz!." buyuruyor.
Meleklerin gıptayla
baktıkları Hacer validemizden artık hoşnuttur, artık hoşnut olmuştur Rabbimiz.
Tevbelerle, dualarla, yakanşlarla Safa ve Merve arasında gidip-gelen ve bu
gidiş-gelişi yedi kere yapan Hacer validemiz, son kez Merve'ye yaklaşınca
rahmet kapılarının açıldığına şahit oluyor.
Dünya zemzemle
tanışmıştır artık!. İsmail'in bulunduğu yerde,
kocasının,
peygamberinin, Hz. İbrahim (a.s.)'ın kendilerini bıraktıkları tam o yerde,
zemzem fışkırmaya, zemzem akmaya başlamıştır artık!.
Bir İsmail için
ağlayan, bir İsmail için "Su, su" diye yakaran Hacer validemiz,
Rabbİmize öylesine bir münacaatta bulunmuş, Rahman'ın rahmet kapısını öylesine
çalmıştır ki, bu muhteşem münacaat neticesinde binlerce yıldır, milyarlarca İsmail'in
susuzluğunu gideren Zemzemle tanışmamız mümkün olmuştur!,
Ve Hz. Hacer ve Hz.
Hacer validemiz, Rahman olan Rabbimize öylesine bir münacaatta bulunmuştur ki,
bu muhteşem rnü-nacaat hac ve umrenin vazgeçilmez bir rüknü haline gelmiştir. sa'y
yapmak için çıktığınız bu meydan, Hacer gibi bir kahramanın meydanıdır!. Hacer
validemizi anlamadan, anlayıp yaşamadan yapılacak olan saylar, ne yazık ki
Safa ve Merve arasında kuru bir gezinti gibi olacaktır!.
Tabi ki siz buraya
gezmeye, tabi ki siz buraya kuru bir yürüyüş yapmaya gelmediniz!. Bu nedenle
önce Hacer validemize bakıyorsunuz. Ha-cer'i düşünüyorsunuz, İsmail'i
düşünüyorsunuz!.
Hacer validemizi
tarihe geçiren münacaatim anlamaya, onun yakarışlarını ve duygularını an be an
yaşamaya çalışıyorsunuz.
Sonra günümüze
geliyorsunuz!.
Günümüzdeki
İsmail'lere bakıyorsunuz. Aile ve akra-balannızdaki İsmail'leri, mahalle ve
şehrinizdeki İsmail'leri, ülke ve dünyanızdaki İsmail'leri düşünüyorsunuz!.
Haktan ve hakikatten habersiz bu İsmail'lerin adım adım cehalete, adım adım
felakete yaklaştıklannı görüyorsunuz!.
Medyatik
propagandaların insanlık ormanını yaktığı günümüz dünyasında, orman yangınının
ortasında kalan bu İsmail'lerin ne kadar aciz, ne kadar çaresiz olduklarını
görüyorsunuz!.
Yüreğiniz burkuluyor!.
Gözieriniz doluyor!.
Acıyorsunuz,
acıyorsunuz onların bu açması hallerine!.
Hakka ve hakikate aç,
hidayete susuz olan bu
İsmail'ler için Safa tepesine çıkıyorsunuz. "Allah'ım Senin nzan için umre
sa'yini yapmak istiyorum. Bu ameli bana kolaylaştır ve bunu benden kabul
buyur" diyerek niyetleniyor, besmele, tekbir, tehlil, salavat ve dua ile
sa'ymize başlıyorsunuz. Safa ve Merve arasında yedi kere gidip-geleceğiniz bu
sayinizde, duanız İsmail için, dualarınız İsmail'ler içindir.,
Ya Rabbi, günümüzdeki
İsmail'lere merhamet et!.
Ya Rabbi, bu
İsmail'ler aç, bu İsmail'ler susuz!.
Bu İsmail'leri
aldatıyorlar, bu İsmail'leri kandırıyorlar, bu İsmail'leri batılın ateşiyle
yakıyorlar Ya Rabbi!.
Bu İsmail'lere hidayet
et, bu İsmail'lere hidayeti na-sibet Ya Rabbi!.
Yalvarıyorsunuz, yakanyorsunuz,
hidayet diliyor, hidayet dileniyorsunuz Rabbinizden.
Hz. Hacer'in sa'yine,
Hz. Hacer'in Rabbe
münacaatına şahitlik eden bu mübarek mekanda, Hz. Hacer'in gölgesini takib
ederek günümüz İsmail'leri için merhamet diliyor, günümüz İsmail'leri için
hidayet dileniyorsunuz.
Gönülden duaiannızla,
yalvarışlarınızla,
yakarışlarınızla, çırpınışlannızla Hz. Hacer gibi, Hacer gibi gibi olmaya
çalışıyorsunuz, Küfri aile yapılan, küfri sistemler içinde hidayete susuzluk
çeken İsmail'lerin, suya susuzluk çeken Hz. İsmail'den çok daha zor, çok daha
açması bir durumda olduklarını biliyorsunuz. "Ey karıncalara dahi rahmet,
karıncalara dahi merhamet eden Rahman. Günümüzdeki İsmail'lere de rahmet, günümüzdeki
İsmail'lere de merhamat et!." diyorsunuz.
Rahman'ın rahmet
kapısını,
Hacer validemiz gibi
çalmaya, Hacer validemiz gibi çalabümeye gayret ediyorsunuz. İnsanlara
bakmıyor, insanları görmüyor, insanlarla ilgilenmiyorsunuz sa'y yaparken. Tüm
ilginizi, tüm dikkatinizi Rahman'a yöneltmişsiniz. Ellerinizi tevbelerle,
ellerinizi istiğfarlarla, ellerinizi mağfiret duaları ile yıkayarak, Rahman'ın
rahmet kapısına dokunuyor ve boynunuzu bükerek bu kapıyı, bu rahmet kapısını
çalmaya devam ediyorsunuz.,
"Ya Rabbi kapında
bir aciz var,
Ya Rabbi kapında Sana
muhtaç, herşeyi ile Sana muhtaç bir aciz var!. Bu acizin gidebileceği başka bir
yer, bu acizin çalabileceği başka bir kapı yok!.
Hz. Hacer validemize
açtığın gibi,
bizlere de bu kapıyı
aç, aç Ya Rabbi!. Hz. Hacer validemiz Sana bir İsmail için gelmişti, bizler
ise binlerce İsmail için geldik. Hak ve hakikate aç, hidayete susuz binlerce
İsmail için geldik. Bu İsmail'leri aç, bu İsmail'leri susuz bırakma Ya
Rabbi!."
Safa ve Merve arasında
gidip-geliyor,
Rahman'ın rahmet
kapısını bu dualarld, bu yakarışlarla çalmaya devam ediyorsunuz. Say yapan ve
sa'y yapmakta olan milyonlarca hacı adayının içersinde "Ahh bir Hacer,
sadece bir Hacer olsa!." diyorsunuz.
Ve milyonlarca hacı
adayıyla birlikte sa'y yaparken, hepinizin, toplam hepinizin bir Hacer, sadece
bir Hacer edebilmesi için, Hz. Hacer'in izinden gitmeye ve Rahman'ın rahmet
kapısını Hz. Hacer gibi ağlayarak, Hz. Hacer gibi yalvararak çalmaya devam
ediyorsunuz!.
Dua ve gözyaşlarıyla
sürdürdüğünüz bu umud yolculuğunu bitirdiğinizde, Merve'ye dördüncü kez gelip
sa'yinizi tamamladığınızda, saçınızı keserek ihramdan çıkmış ve umrenizi
tamamlamış oluyorsunuz.
Bir mana okyonusundan
çıkmış, bir manevi deprem yaşamış gibisiniz!.
Ağır ağır Mescid-i
Haram'dan çıkarken, bir kenarda Kuran okuyan onbeş yaşlannda gencecik bir
müslürnanı görüyorsunuz!. "Bu İsmail, İsmail'lerden bir İsmail" diyorsunuz
kendi kendinize. Ve İsmail'e değil, İsmail'in elindeki Kitab'a, İsmail'in
elindeki Kur'an-ı Kerim'e bakıyorsunuz. Gözünüz patlarcasına büyümeye, gönlünüz
çatlarcasına genişlemeye başlıyor. Dilinizden ve gönlünüzden bir çığlık
yükseliyor.,
İşte Zemzem!.
İste zemzem!.
Bu çığlığınızı duyan
etrafınızdaki hacı adayları şaşkınlıkla bakıyor size!. Birisi omzunuzu
dürterek "Zemzem ku-
yusu şurada
evladım" diyor!. Üç-beş adım uzaklaşıyorsunu oradan, üç-beş adımda
uzaklaşıyorsunuz o alemden!. Sonra yine, sonra yine gencin elindeki Kur'an-ı
Kerim'e bakarak ağlamaya ve ağlayarak sayıklamaya devam ediyorsunuz.,
İşte Zemzem!.
İşte zemzem!.
Sa'y yaparken
çaldığınız, bıkıp-usanmadan çaldığınız rahmet kapısının açıldığını, bir anda
açılıverdiğini görmüş gibisiniz!.
Hayret ve haşyet
içersindesiniz!.
Bir kenarda oturup
zemzem içmekte olan gencecik İsmail'e ve İsmail'in ayet ayet, sure sure içtiği
zemzeme bakıyorsunuz!.
Nasıl hamdedeceğinizi,
nasıl şükredeceğinizi
bilemiyorsunuz Rabbinize!.
"Sana, Senin
layık olduğun gibi hamdolsun. Sana, Senin layık olduğun gibi şükürier olsun Ya
Rabbi" diyorsunuz.
İsmail'lerin açlığını,
İsmail'lerin
susuzluğunu giderecek olan zemzem'in, rahmet peygamberi olan Resulullah
(s.a.v.) ile gönderilen Kuranın, Kur'an-ı Kerim'in ta kendisi olduğunu bir kez
daha anlıyorsunuz.
İsmail'lerin
aradıkları zemzem,
İsmail'lerin
oturdukları, İsmail'lerin bulundukları yerdedir. Önemli olan. bu zemzemin
üzerindeki tozu, toprağı kaldırıp, bu zemzemin bütün İsmail'lere hayat verecek
şekilde yeniden fışkırmasını, yeniden çağlamasını sağlayabilmektir.
Otelinize giderken,
sanki bir başka
Safa'dan, sanki bir başka Merve'ye gidiyor ve başka bir sa'y yapıyor gibi
dualarınıza devam ediyorsunuz.,
"Ya Rabbi, bütün
İsmail'ler için bir Zemzem, bütün İsmail'ler için bir Şifa olan Kur'an-ı
Kerim'i, kana kana içmemizi ve susuzluktan yanan bütün İsmail'lere
götürebilmemizi, bütün İsmail'lere anlatabilmemizi nasib et!."
Umrenizi yaptınız.
Hacca bir kere giderek
bu farzı yerine getirenlerin istedikleri zaman yapabilecekleri, hacca gitmeye
güç yetiremeyip umreye gidebilecek olanların eda edecekleri umre ibadeti, işte
böylesine güzel, böylesine muhteşem bir ibadeti.
İhramdan çıkmış
durumdasınız.
Artık Zilhiccenin
sekizine yani terviye gününe kadar ihram giymeyecek, Mekke'de kutsal yerleri
gezmekle ve ibadetle meşgul olacaksınız. Birçok fıkıh kitabında "Terviye
gününe kadar bol bol nafile tavafı yapabilirsiniz" denilse de, Mescid-i
Haram'in çok daha sakin olduğu geçmiş dönemler için doğru olan bu içtihada
günümüz şartlarında itibar etmemeniz gerekmektedir. Çünkü Mekke'ye hergün akın
akın geien yeni hacı adaylarının vacib tavaflarını bile izdihamla yaptıkları
bir ortamda, nafile tavaflara niyetlenerek bu izdihamı çoğaltmamahsınız.
Bununla beraber hem
nafile tavaf yapmak ve hem de müslümanlara bir eziyet vermek istemiyorsanız,
yürüyen merdivenler ile Mescid-i Haram'ın üçüncü katına çıkarak nafile
tavafınızı burada yapabilirsiniz. Tabi ki bu katta yapacağınız tavafın her
şavtı çok daha geniş bir dairede gerçekleştiği için, uzun menzilli olan bu
tavafınız alt katta-kilere nazaran biraz daha zor, fakat güzel niyetinize binaen
daha eftal olabilecektir.
Otellerdeki durumunuza
gelince, altı-yedi kişinin balık istifi yattığı küçücük otel odalarında, hiç
kuşkusuz ki evinizdeki genişliği ve rahatı bulamayacaksınız. Bunu zaten
aramamanız da gerekir. Çünkü siz buraya rahatlığı aramak için değil, Rabbinizin
rızasını aramak için geldiniz.
Bu arada bazı hacı
adaylarının en olmaz nedenlerle birbirlerine bağırdıklarını, birbirlerini
incittiklerini görebileceksiniz. 1800, 1900 dolar verdikleri için görevli
görevsiz herkesten hizmet bekleyen bu hacı adaylarının, olmadık kaprisleriyle,
gereksiz İstekleriyle karşılaşabileceksiniz.
Haccınıza anlam, haccınıza
ecir, haccınıza değer katmak istiyorsanız, Allah'ın lutfuyla geldiğiniz
Beytullah'da, kendinizi hizmet bekleyen bir misafir olarak değil, hizmet eden
bir ehl-i beyt olarak görmeniz gerekir.
Çünkü misafirlerin
değil, ev Sahibinin safında olmak,
çünkü kutsal
topraklarda ehl-i beyt yani ehl-i Beytullah olmak, kaçırılmaması gereken büyük
bir fırsattır. Bu fırsatı değerlendirebilmenin yegane şartı ise etrafınızdaki
hacı adaylarından hizmet beklemeden onlara hizmet etmek, gücünüz nisbetince
onlara yardımda bulunmaktır.
Mekke'de kaldığınız
ilk günlerde en çok gittiğiniz ve en çok gitmek isteyeceğiniz yer, hiç şüphesiz
ki Mescid-i Haram'dır. Her fırsatta Mescid-i Haram'a gidecek, insanlardan
rahatsız olmayacağınız ve inanları rahatsız etmeyeceğiniz müsait bir yere
oturarak Me:nun'un Leyla'yı seyrettiği gibi derin duygular içinde Kabe
Muazzama'yı seyredeceksiniz!.
Müslümanlar için
dünyadaki tüm haksızlıklara, tüm zulümlere karşı bir kıyam yeri obn Kabe'yi düşünecek,
Kabe'nin geçmiş tarihini düşüneceksiniz!.
Hz. İbrahim (a.s.)'ın
Hz. İsmail'le beraber Kabe temellerini yükseltirken boyunlarını bükerek Ey
Rabbimiz, Senin yardımınla yaptığımız bu işimizi bizden kabul buyur dediklerini
duyacaksınız.
"Heyhat" diyeceksiniz
kendi kendinize!.
Küçücük bir hayırda
bulunduktan sonra büyüklenen insanların aksine, böylesine hayırlı bir iş yapan
baba-oğulun bu tevazulan, bu dualan ile titrediğinizi, titreyerek kendinize
geldiğinizi hissedeceksiniz.1'
Resulullah (s.a.v.)'in
Mescidimde (Mescid-i Nebevide) kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hariç diğer
mescidlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir. Mescid-i Haram'da kılman
bir namaz ise diğer mescidlerde kılınan yüzbin namazdan daha faziletlidir
buyruğunu hatırlayacaksınız.
Vakit namazlarından
kaza namazlarına,
kaza namazlarından
nafile namazlara kadar bol bol namaz kılacaksınız, namazların bereketlendiği
böylesi bir yerde!.
Namazlardan sonra
gözünüzü Kabe'ye, gönlünüzü Kabe'nin Rabbi olan Allah'a yönelterek uzun uzadıya
Rabbinizi zikredeceksiniz, teşbih edeceksiniz, tenzih ve takdis edeceksiniz.
Kuran okuyacaksınız, meal
okuyacaksınız Mescid-i Haram'da. Okuduğunuz Kuranın; düşündüğünüz mealin
sizlere daha fazla, çok daha fazla tesir ettiğini hissedecek, Rabbinizin size
yakından, çok daha yakından seslendiğini müşahade edeceksiniz. Okuduğunuz ve
düşündüğünüz ayet-i kerimeleri, bambaşka bir rahmetle, bambaşka bir ferasetle
daha iyi, çok daha iyi anladığınızı göreceksiniz.
Müsait bir zamanınızda
Mescid-i Haram'ın yaklaşık iki kilometre kuzeyinde bulunan Cennetü'l Muaila'ya
gidecek, bu mezarlıkta bulunan Hz. Hatice validemize selam vereceksiniz.
Cinlerin, Resulullah (s.a.v.)'i dinledikleri ve iman ederek kavimlerine
gittikleri yerde yapılan Cin mescidinde iki rekat namaz kılabileceksiniz.
Hicret esnasında
Efendimiz (s.a.v.)'i ve arkadaşı Ebu-bekir (r.a.)'ı üç gün-üç qece sinesinde
barındıran Sevr dağını ve bu dağın zirvesindeki Sevr mağarasını görebilecek,
hicreti ve hicret esnasındaki muhteşem olayları yakinen yaşayabileceksiniz.
Ve Hira dağına ve Nur
dağına gitmeniz gerekecek. Çünkü Kabe dışında hiçbir yere gitmeseniz,
gidemeseniz de, yaşınız ve sıhhatiniz müsaitse Nur dağına mutlaka çıkmalı, Hira
mağarasını mutlaka görmelisiniz.
Cebel-i Nura gitmek
için mümkün olduğu kadar yalnız ve sakin bir ortamda yola çıkın, Mekke
yakınlarında. olan bu dağa yürüyerek gitmeniz mümkünse de, yollan bulmakta
zorluk çekebilirsiniz, Bu nedenle Mescid-i Haram'ın yanından kalkan dolmuş veya
taksilere binerek ve binmeden önce kaç riyal olduğunu mutlaka sorarak, Nur
dağının eteklerine kadar rahatça gelebilirsiniz
Bir tepeden büyük, bir
dağdan küçük olan Cebel-i Nur karşınızdadır artık!.
Aşağılardan yukarılara
doğru bakmaya, bakarak seyretmeye başlıyorsunuz bu Nur dağını. Üzerinde tek
bir ağaç, tek bir yeşillik olmayan, küçüklü büyüklü taşlarla, kayalarla kaplı
bu dağa öylece bakıyorsunuz.
Bir şaşkınlık anı
yaşıyorsunuz!.
Rabbinize yönelerek
"Ya Rabbi. Yeryüzünde içinden pınarlar fışkıran, yemyeşil ormanların,
rengarenk çiçeklerin bulunduğu nice görkemli dağlar dururken; Sen, taşlarla ve
kayalarla kaplı bu küçücük dağı seçtin ve bu küçücük dağı, bütün dağların
gıptayla baktıkları bir Cebel-İ Nur yaptın" diyorsunuz!.
Siz Nur dağına
bakarken, Nur dağının da size baktığını ve "Evet, Rabbim beni seçti, beni
şereflendirdi, beni nurlandırdı" dediğini duyuyorsunuz. Zenginler
dururken fakirlerden, krallar dururken kölelerden, soylular dururken
yetimlerden kendisine Resul seçen Rabbinizin, hüküm ve hikmet sahibi bir Rab
olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz.
"Bismillah"
diyerek çıkmaya,
"Bismillah"
diyerek tırmanmaya başlıyorsunuz Nur dağına. "Ya hacı. Sadaka, sadaka"
diye feryat eden bir dilenciyle karşılaşıyorsunuz. Bu kutlu yolculukta Allah
rızası için sadaka verebilmenizi sağlayacak bir vesileyle karşılaştığınız için
seviniyorsunuz. Hemen birkaç riyal veriyorsunuz bu yoksula.
Dilencinin yanından
onbeş-yirmi metre uzaklaşmadan "Ya hacı. Sadaka, sadaka" diyen ikinci
bir feryat duyuyor,
ikinci bir dilenciyi
görüyorsunuz. Buna da birkaç riyal veriyorsunuz. Yine onbeş-yirmi metre
gidiyor, yine "Ya hacı, Sadaka, sadaka" diyen bir dilenciyle
karşılaşıyorsunuz.
Şaşırıyorsunuz!.
Şöyle bir kafanızı
kaldırıp, Nur dağının tepelerine giden yola baktığınızda, bu yolun onbeş-yirmi
metrede bir dilencilerle dolu olduğunu görüyorsunuz. Artık Hira mağarasına
giden yolu şaşırmanız mümkün değildir. Trafik levhaları gibi durmakta olan
dilencileri takip ederek mağaraya ulaşabilirsiniz. Nitekim bu yolu izleye
izleye ve üzerinizdeki bütün bozuk paralan vere vere Hira mağarasına
ulaşıyorsunuz.
Büyük kayalar
arasındaki bu küçücük boşluk,
Nur dağının gizli ve
gizemli bir rahmi gibi!. Mağaranın yan tarafındaki büyük kayanın üzerinde,
hala silinmemişse "Turhallı Hamza" yazısını okursunuz. Kimdir bu
Tur-hallı Hamza ve buraya ismini neden yazmıştır, anlayamaz ve anlamak
İstemezsiniz!.
İki-üç metre derinliği
olan mağaranın içine girersiniz. Benim gibi halvet ve inzivayı seven bir
müslümansanız, burasının halvet ve inziva için ne kadar uygun bir yer olduğunu
hissedebilirsiniz.
Altı-üstü yani her
tarafı kaya olan bu küçük boşluğun içinde oturup, dışarıya bakarsınız.
Mağaranın ön tarafı da kayalık olduğu için, gökyüzünü bu kayalıklann arasında
kalan bir boşluktan görüyorsunuz. Gündüz olmasına rağmen geceyi tahayyül eder
ve geceleyin kayalıklar arasındaki bu boşluktan gökyüzünün nasıl gözüktüğünü
düşündüğünüzde irkildiğinizi, gerçekten irkildiğinizi hissedersiniz!.
Çünkü kayalıklar
arasındaki bu boşluk, dünyanın kainata açılan gözü, göz boşluğu gibidir!.
Resulullah (s.a.v.)'in uzun geceler bu göz boşluğundan kainata nasıl baktığını,
bu muhteşem görüntü karşısında neler hissettiğini, kainatın Rabbi olan Allah
(c.c.)' a nasıl münacaatta bulunduğunu anlayabilmek, birazcık anlayabilmek,
azıcık da olsa anlayabilmek için aklınızı ve gönül yelkeninizi açık tutarak
tefekkür edersiniz.
Rahmet peygamberini
bağnnda yaşatan, sinesinde
barındıran bu sert kayaların,
nurdan ve rahmetten yumuşacık
olduklarını ve her an
Resulullah (s.a.v.)'in Rabbe münacaatına şahitlik ettiklerini hissedersiniz.
Bunları düşünmeye,
bunlan hissetmeye,
bunlan yaşamaya
başladınız mı, tfurasının bambaşka bir minber, bambaşka bir makam olduğunu
anlarsınız.
Siz de dua etmeye, siz
de Rabbe münacaatta bulunmaya başlarsınız. Bu arada kalbinize gelen "Sen
kimsin?" sorusuna, ne isminizle, ne cisminizle, ne soyunuzla, ne
sopunuzla ilgili bir cevap vermek istemezsiniz!.
"Ben O'nun, uzun
yıllar buraya gelerek Rabbe münacaat eden, Rahmanın rahmet kapısını çalan
Resulullah (s.a.v.)'in ümmetiyim" dersiniz. Bundan başka bir isim, bundan
başka bir sıfat yakıştıramazsınız kendinize!.
Ve yine Efendimiz
(s.a.v.)'i düşünmeye, ondört asır öncesine ait bildiklerinizi tekrar tekrar hatırlamaya
başlarsınız..
Ailesiyle mutlu
olmasına rağmen mazlumların mutsuzluğunu, zengin olmasına rağmen yoksulların
fakirliğini yaşayan Resulullah (s.a.v.), umudlanm putlara bağlayan ve putlardan
yardım dilenen İnsanlann içinde bulunduklan sapıklığı görüyor fakat onları bu
sapıklıktan nasıl döndüreceğini, hangi gerçeklerle nelere davet edeceğini bilmiyordu.
Bu nedenle susmuştu,
kırk yaşına kadar
susmuştu,
Rabbi konuşuncaya
kadar susmuştu Resulullah (s.a.v.)!. Çünkü susması gerekiyordu, çünkü Allah
adına yapılması gereken bir davette, kendi adına ve kendine göre konuşamazdı.
Nitekim Efendimiz (s.a.v.) bu suskunluk dönemi ile de bizlere Örnek olmuş,
Allah'ın dini adına bilmediğimiz sözlerde, bilmediğimiz davetlerde bulunmaktan
bizleri sakındırmıştır.
Resulullah (s.a.v.)
yakinen iman ettiği, hiçbir kuşku duymadan iman ettiği Allah (c.c.)'a
mü-nacaatta bulunmak için buraya geldiğinde, en çok iki yere bakıyor, en çok
iki yere yöneliyordu!. Bu yüksek tepeden baktığı yerlerden birisi Kabe idi. İçi
putlarla, çevresi putperestlerle dolu olan Kabe!. Sonra Kabe'nin Rabbine
yöneliyordu Efendimiz (s.a.v.). İnsanları bu dalaletten, insanian bu
sapıklıktan kurtarabilecek küçük, küçücük bir ışık arıyordu. Alemlere rahmet
olarak gönderilen Resulullah (s.a.v.) bu umudla Rabbe münacaat ediyor, bu
umudla ağlıyor, bu umudla rahmet kapısını çalıyordu.
Ve işte burada, eski
adı Hira olan bu dağın zirvesinde açıldı rahmet kapılan!. Hira dağını, Nur dağı
yapan ayetler burada inzal olmaya başladı. Yaşadığımız dünya, Kur'an-ı Kerim
mucizesi ile ilkin burada tanıştı.
Yaratan Rabbinin
adıyla oku
O, insanı bir alak'tan
(kan pıhtısından) yarattı
Oku, Rabbin en büyük
kerem sahibidir;
Ki O, kalemle
Öğretendir.
İnsana bilmediğini
Öğretti[5]
Yıllardır rahmet
kapısını çalan,
Rahmana münacaatta
bulunan Resulullah (s.a.v.)'in, Cebrail (a.s.)'i gördüğü, rahmet kapılarının
açıldığına şahit olduğu ve bu İlk ayetlerle karşılaştığı zaman neler hissettiğini,
neler yaşadığını anlamaya çalışırsınız, anlamaya çalışırsınız fakat
anlayamazsınız!. Çünkü sizin ufkunuzun, çünkü bizim ufkumuzun ötesindeki
şeylerdir bunlar!.
Artık boynunuzu
bükecek,
Resulullah (s.a.v.)'in
Rabbe münacaat makamı olan bu nurlu zirveden yavaş yavaş inmeye
başlayacaksınız.
İlk inen bu ayetleri
okuya okuya, bu ayetleri tefekkür ede ede aşağı inerken, yine dilencilerle
karşılaşıyorsunuz. Eli kolu kesik, bacaktan sakat olan bazı dilencilerin,
aksaya aksaya, sürüne sürüne yukan doğru çıktıklannı ve kendilerine müsait bir
yer bularak, burada dilenmeye başladıklan-nı görüyorsunuz.
Nerede olduğunuzu
düşünüyorsunuz,
Resulullah (s.a.v.)'i
düşünüyorsunuz, Hira mağarasına çıkan bu zorlu yolu ve bu yolun yolculannı
düşünüyorsunuz!. Birkaç saat önce çıkmakta, şu an ise inmekte olduğunuz bu
yol, hiç kuşkusuz ki Efendimiz (s.a.v.)'in yolu idi!.
Efendimiz (s.a.v.) Nur
dağının taşlarla, kayalarla kaplı bu zorlu yollannı çıkıyor, bu yollar ile Hira
mağarasına ulaşıyordu.
Sonra dilencilere, her
gün aksaya aksaya, her gün sürüne sürüne bu yolu çıkmaya çalışan dilencilere
bakıyorsunuz!. Garip bir şaşkınlık ile "Aynı yol" diyorsunuz kendi
kendinize!.
Dilencilerin hergün
türlü meşakkatler ile çıktıklan bu yollar, Resulullah (s.a.v.)'in de çıktığı
yollardır. Efendimiz (s.a.v.) ve bu dilenciler aynı yollan çıkmakta, aynı dağa
tırmanmakta idiler!. Düşünceleriniz bu noktaya geldiği zaman içinizde bir
anda patlayıveren "Fakaatî." haykınşıni duyuyorsunuz.
Fakat, niyetler
farklı!."
Evet,
Resulullah (s.a.v.) bu
yollan Allah için çıkıyor, Nur dağına bu İlahi rıza için tırmanıyordu. Bu
zavallı dilenciler ise riyal, üç-beş riyal için çıkıyorlardı Nur dağına!. Aynı
dağdaki aynı yolların, farklı yolcuları idi bunlar!.
Bu düşüncelerle
dünyaya,
bu düşüncelerle
yaşadığınız coğrafyaya bakıyorsunuz. Dünyevi şan ve şöhret için, dünyevi mal ve
makam için dini hizmetlerde bulunan, İslami konularla ilgilenen, bu konularda
uzun yıllar araştırma yapan, çalışan, çabalayan kimselerin, Nur dağının nurlu
yollarını riyal için çıkan bu dilencilerden bir farklan, hiçbir farklan
olmadığını görüyorsunuz!.
Böyle bir zillete
düşmekten, .
pahalı yolun ucuz
yolcusu olmaktan Allah'a sığınıyor ve her adımda tazelediğiniz bu tevekkül ile
Mekke'ye, Mekke'nin bağnndaki Beytullah'a dönüyorsunuz.
Mekke'de yaşadığınız
günler, başka, bambaşka günlerdir. İnsanlar bazı sohbet ve konuşmalarda
"Dolu dolu yaşamaktan" söz ederler. Belki de sık sık duyduğunuz ancak
ne anlama geldiğini, gelmesi gerektiğini yeterince anlamadığınız sözlerdir
bunlar. İşte bu sözün ne anlama gelmesi gerektiğini burada anlıyorsunuz. Çünkü
Mekke'de yaşadığınız günler, gerçekten dolu dolu yaşadığınız günlerdir.
Bu güzel günler geçip,
terviye günü yaklaştıkça Mekke'deki kalabalığın gün be gün, an be an arttığına
şahit olacaksınız. Dünyanın dört bir tarafından gelen farklı renklerdeki,
farklı dillerdeki insanlara bakacak, bu insanların gözlerindeki İlahi nzayı
arayan bakışlan görecek ve kendi kendinize "Ya Rabbü, Senin ne kadar çok,
ne kadar güzel kullann varmış" diyeceksiniz.
Zilhicceye
yaklaşıldığı bu son günler, Beytullah'daki izdiham ve hareketlilik had safhaya
varmaktadır. Bir gece bu kalabalıklar arasında Mescid-i Harama gitmek
isteyeceksiniz. Elinizdeki teşbihle, gönlü-nüzdeki Rabbinizi zikrede zikrede,
Mescid-i Haram'ın üçüncü katına çıkacaksınız.
Alt katlarda yer
bulamayan müslümanlann tavaf ve sa'y yaptıklan oldukça büyük bir yerdir burası.
Kenarlan parmaklıklı olan orta kısımdaki geniş boşluk, Kabe-i Muaz-zama'ya bakmaktadır.
Gece olmasına rağmen heryer ışıl ışıl, heryer gündüz gibidir. Üçüncü kata
çıktıktan sonra orta boşluktaki parmaklıklann kenanna gelmek ve buradan
Beytullah'a bakmak istiyorsunuz.
Usul usul
ilerliyorsunuz parmaklıklara doğru!.
Parmaklıklann kenanna
gelip aşağıya, Kabe-i Muazzama'ya baktığınız zaman, hayret ve haşyetle
irkilmenin ne anlama geldiğini, ne olduğunu orada görüyorsunuz. Onbinlerce
insan zikirlerle, teşbihlerle, dualarla Kabe'yi tavaf etmekte ve rahmetli bir
düzen içinde akan bu insan selinden çıkan gizemli uğultu, arşa doğru
yükselmektedir.
Ne resimlerdekine, ne
filimlerdekine, ne de televizyonların canlı yayında gösterdikleri cansız
görüntülere benzemeyen bu muhteşem tablo karşısında, hiç mübalağasız
iliklerinize kadar titrediğinizi,
herşeyinizle
irkildiğinizi hissediyorsunuz!. O yaşınıza kadar nereleri gezip, nereleri
görmüş olursanız olun, şimdiye kadar gördüğünüz ve görebileceğiniz en muhteşem
görüntüdür bu!. Hayret ve haşyetten büyüyen gözünüz, aşağıda bir sel gibi akan
insanlara bakarken,, heyecandan
titreyen gönlünüze şu ayet
kerime geliyor.,
(Allah'ım) Eğer onları
azablandmrsan, şüphesiz onlar Sen'in kullarındır, eğer onları bağışlarsan,
şüphesiz aziz olan, halâm olan Sen'sin Sen.[6]
Hz. İsa
aleyhisselarn'm rahmet ve merhamet dolu bu duası ile aşağıya, Kabe-i
Muazzama'nın etrafında Allah, AUah diyerek, Allah'ı tenzih ve takdis ederek bir
sel gibi akmakta olan insanlara bakıyorsunuz. Birçok hataları, birçok
eksiklikleri olsa da, bildikleri bazı gerçeklere teslim olan bu insanlara
acıdığınızı, bu insanlara karşı dağ gibi bir merhamet duyduğunuzu
hissediyorsunuz. Bu merhamet duygulan ile ağlamaya, bu merhamet duygulan ile
hıçkırmaya başlıyorsunuz. Kabe'nin Rabbi olan Allah (c.c.)'a, Kabe'nin
etrafında durmaksızın dönen insanlan göstererek yalvarmaya, yakarmaya
başlıyorsunuz.,
"Ya Rabbi!.
Eğer bunlan
azablandırırsan, şüphesiz ki bunlar Senin kullanndir. Eğer bunları
bağışlarsan, eğer bunlan bağışlarsan, eğer bunlan bağışlarsan..."
Rahmet ve merhamet
duyguları ile hıçkınklara boğuluyorsunuz. Bu hıçkınklar arasında ne
dediğinizi, ne demek istediğinizi sadece Rabbiniz anlıyor.,
"Eğer bunları
bağışlarsan, Aziz ve Hakim olan şüphesiz ki Sen'sin, Sen'sin, Sen'sin Ya
Rabbi.,"
Bu duanın içinde
kayboluyor,
bu duada bulunan Hz.
İsa (a.s.)'ı daha iyi tanımaya, daha çok sevmeye başlıyorsunuz..
Bir duygu yoğunluğu,
bir duygu yorgunluğu
içindesiniz. Yaslanmakta olduğunuz parmaklıkların dibine oturuyor, size sizden
daha yakın olan Rabbinizi tenzih ve takdis etmeye devam ediyorsunuz. Bu arada
sizleri Kabe'ye yolcu ederken "Bize orada dua et" diyen kardeşleriniz
geliyor aklınıza!. Bu kardeşlerim, bu müslümanlar için Rabbimden ne isteyim
sorusu, yaşadığınız hal ile cevab bulan bir soru oluyor. Rabbinize yöneiiyor ve
ne istediğinizi bilen birisi olarak hiç durmadan, hiç duraksamadan şu duada
bulunuyorsunuz.,
"Ya Rabbi, kardeşlerimin
de bu gerçekleri yaşamalannı, bu iklimi teneffüs etmelerini ve bu rahmetle
böylesine tanışmalannı nasib et!."
Sekiz zilhicce.
Terviye gününe yani
arefeden bir gün öncesine geldiniz. Hac İçin ihrama gireceksiniz. İhram öncesi
temizliğinizi yapıp, guslettikten sonra ihrama giriyorsunuz. İki rekat ihram
namazınızı kılıyor ve hac için niyetleniyorsunuz.,
"Allah'ım, Senin
nzan için haccetmek istiyorum. Bunu bana kolaylaştır ve bu amelimi benden kabul
et.."
Artık ihram yasaklan
yeniden başlamış durumdadır. Kurban bayramının ilk günü saç tıraşı olarak
ihramdan çıkıncaya kadar, bu yasaklar devam edecektir. Haccın normal akışına
göre terviye günü Mina'ya gitmeniz, geceyi Mina'da geçirip Arafat'a geçmeniz,
arefe günü boyunca Arafat'ta vakfeye durup, güneş battıktan sonra Müzdelife'ye
hareket etmeniz, geceyi Müzdelife'de geçirip, sabah namazına müteakip Mina'ya
geçerek şeytan taşlamanız, kurban kesmeniz ve tıraş olarak ihramdan çıktıktan
sonra ziyaret tavafını ve hac sa'yini yapmanız gerekmektedir.
Haccın normal akışı
budur.
Ancak bazı izdihamlar
dikkate alınarak Arafat'a çıkmadan önce hac sa'yinin yapılabileceğine ve
geceyi Mina'da geçirmeden Arafat'a gidilebileceğine dair makul
karşılayabileceğimiz
ictihadlarda bulunulmuştur. Dolayısıyle Arafat dönüşü izdiham ve yorgunluk
fazla olacağı için hac sa'yinizi ziyaret tavafından önce yapmak istiyorsanız,
ihramınızla Mescid-i Haram'a gidebilir ve nafile bir tavaftan sonra hac
sa'yinizi yapabilirsiniz.
Geceyi Mina'da
geçirecek olanlar, terviye günü Mina'ya giderler. Türkiye'den gelen hac
kafilesi ise organizasyon gereği geceleyin Arafat'a hareket edecek ve sabah
namazından önce Arafat'ta olacaklardır. Zaten hac için önemli ve vazgeçilmez
olan husus, bütün hacı adaylarının arefe gününde Arafat'ta bulunmaları ve
vakfeye durmalarıdır.
İşte beklenen günün,
beklenen saati
gelmiştir artık!. Gece yarısına doğru otelde bir heyecan, bir koşuşturma
başlamıştır. Hacı adaylarını Arafat'a götürecek olan otobüsler, bembeyaz ihramlar
içindeki hacı adaylarıyla dolmakta ve bir bir Arafat'a doğru hareket
etmektedir.
Siz de, siz de bu
otobüslerden birinin içindesiniz!. Gecenin karanlığında Arafat'a doğru hareket
eden otobüsün penceresinden, garip duygular içinde dışarıya bakıyorsunuz!.
Dünyadan ayrılırken, dünyaya son bakışınız sanki bunlar!. Dünyanın bir yerinden
diğer bir yerine değil, bir alemden başka bir aleme gidiyor gibisiniz!.
Telbiye getirirken
Lebbeyk aliahümme
lebbeyk derken, kıyameti, tekrar dirilmeyi ve ahiret gününü inkar edenlerle
ilgili olarak zikredilen şu ayet-i kerimeler bir bir gözünüzün önüne gelmeye,
kalbinizdeki rahmet dinamitlerini bir bir ateşlemeye başlıyor.
Ve derler ki: Eğer
doğru söyleyenler iseniz, bu va'd (etmekte olduğunuz kıyamet) ne zamanmış?
Onlar, yalnızca tek
bir çığlıktan başkasını gözetmezler, onlar birbirleriyk-çekişip dururken o
kendilerini yakalayıverir.
Artık ne bir tavsiyede
bulunmaya güç yetirebilirler, ne de ailelerine dönebilirler.
Sur'a üfürülmüstür;
böylece onlar kabirlerinden (diriltilip) Rablerine doğru (dalgalar halinde)
akın ederler.
Demirlerdir ki:
Eyvanlar bize, uyuyakaldığımız yerden bizi kim diriltip-kaldırdı? (O halde) Bu,
Rahman (olan Allah m va'dettiğidir, (demek ki) gönderilen (peygamber)ler doğru
söylemiş.
O, yalnızca bir tek
çığlıktan başkası değildir; artık onların hepsi (biraraya) toplanmış olarak
huzurumuza getirilmişlerdir.[7]
Evet,
Sur'a üfürülmüş ve
kıyamet kopmuştur artık!. Bütün kabirler içindekileri dışarıya çıkarmış ve
haşrolan insanlar bölük bölük Rablerine, bölük bölük ahiret gününe gitmektedirler
artık!.
Dönüş Allah'adır
gerçeğinin, ne kadar açık, ne kadar şüphesiz, ne kadar doğru bir gerçek
olduğunu, an be an yaşayarak anlıyorsunuz. Sur'a üfürülmüstür; böylece onlar
kabirlerinden (diriltilip) Rablerine doğru (dalgalar halinde) alan ederler...
ayet-i kerimesini, harf harf, kelime kelime yaşamaya başlıyorsunuz.
Bu duygular içinde, bu
teslimiyet içinde Lebbeyk aliahümme
lebbeyk derken, Buyur Allah'ım
buyur derken, Geliyorum
Ya Rabbi, geliyorum Ya Rahman
derken, Rabbinize hangi amellerle, hangi yüzle gittiğinizi
düşünüyorsunuz. Boynunuz bükülüyor,
üzerinizdeki ihramla,
üzerinizdeki kefenle yüzünüzü Örtmek istiyorsunuz!. Utanç ve pişmanlıklarla
dolu böylesi duygular içinde "Otobüsten ineyim mi, geri döneyim mi?"
diyorsunuz kendi kendinize!. Fakat nereye dönebilecek, bu utancınızı Allah'ın
göremeyeceği nereye saklayabileceksiniz ki!.
Yüzünüzü tevbelerle, yüzünüzü
gözyaşlarıyla yıkaya yıkaya Lebbeyk allahümme lebbeyk demeye başlıyorsunuz.
Günahlarınız ne kadar çok olursa olsun, Rahman'ın geniş rahmet, Rahmanın
sonsuz merhamet sahibi olduğunu düşünüyorsunuz.
Ve Rahman'ın rahmetini
ve Rahman'ın merhametini diliyerek, Rahman olan Rabbinize doğru gidiyorsunuz.
Sabah namazından önce
Arafat'a geldiniz.
Mekke'ye yaklaşık 25
km. mesafedeki bu yer, içine milyonlarca insanı alabilecek çok geniş düzlüğü
ile adeta bir içtima, bir tekmil yerini andırıyor. Önceden belirlenen bir
planlama ile ülkeye kendi kontenjanına göre çadır kurabilecekleri yerler
ayrılmış. Arafat meydanında onbin-lerce büyük çadınn daha önceden kurulmuş
olduğunu ve hacı adaylarının ihtiyaçlarını giderebilecekleri yerlerin hazırlanmış
oiduğunu görüyorsunuz.
Hangi ülke kafilesiyle
gelmişseniz, o ülkeye ayrılan bölgedeki çadırlara gidiyorsunuz. Yanlan tamamen
açık olan bu çadırlar, hacı adaylarını güneşten koruyabilecek gölgelikler
şeklinde tasarlanmış. Hacı adayları bu çadırlara yine balık istifi şeklinde
yerleşiyor ve sabah ezanına kadar dinleniyorlar.
Fecr-i sadıkla
beraber,
Arafat'ın her yerinden
sabah ezanları yükselmeye başlıyor. Müsait bir yerde sabah namazınızı kılıyor
ve Arafat'ın yan taraflarındaki kayalık yamaçlardan birisine çıkıyorsunuz.
50-60 metrelik bir yüksekliğe çıkmanız dahi on-binlerce çadırın kurulduğu bu
geniş düzlüğü görmenize yetiyor.
Arafat'a bakıyor ve
Arafat'ı düşünüyorsunuz!. Güneşin doğmasıyla birlikte Arafat'ta bir canlılık,
bir hareketlilik başlıyor. Hacı adaylanndan bir kısmı çadırlarının etrafında
dolaşmaya başlarken, bir kısmı da Arafat'ın kuzey kesimindeki Cebel-i Rahme
denilen küçük tepeye doğru akın etmeye başlıyorlar. Kendisi küçük,
anlamı büyük olan bu
Rahmet tepesinin yakınları, Efendimiz (s.a.v.)'in Arafat vakfesini yaptığı
yerler. Çok kısa bir sürede CebeH Rahme'nin, ihramlı hacı adaylarıyla
dolup-taştığını görüyorsunuz. Bu arada ardı arkası kesilmeyen otobüsler
gelmektedir Arafat'a. Sünnete uygun olarak geceyi Mina'da geçirenler, içieri ve
üstleri hacı adaylarıyla dolu rengarenk otobüslerle, akın akın Arafat'a
gelmekteler.
Evet, bugün arefedir, bugün
Arafat'ta vakfe günüdür!. Resulullah (s.a.v.)'in "Hac Arafat'tır"
buyruğunda işaret ettiği gibi, hac ibadetinin en önemli şartı, bugün yapılacak
olan Arafat vakfesidir. Lügat anlamı itibariyle vakfe, durak, durulacak yer ya
da duruş demektir. Dolayısıyle Arafat vakfesi, Arafat'a gelmek ve Arafat'ta
durmak, durulması gerektiği gibi duruşa geçmektir. Ve siz Arafat'a
ve siz vakfeye
geldiniz. Kefene benzer ihramlarınızla haşroîarak, bir yeniden dirilişi
yaşayarak, ahiret günü şuruyla vakfe yapmaya geldiniz.
Dönüş Allah'adır
gerçeğini biliyorsunuz.
İsteseniz de,
istemeseniz de ölecek, isteseniz de, istemeseniz de tekrar dirilecek, isteseniz
de, -istemeseniz de ahiret günü Allah'ın huzurunda toplanacaksınız. Bütün
bunları biliyor ve bütün bu gerçeklere iman ediyorsunuz.
Ahiret gününün dünyaya
bir yansıması, dünyada bir yaşanması olan bugün ise durum biraz farklı!. Çünkü
siz bugüne, çünkü siz bugünü yaşamaya isteyerek geldiniz. Yerler ve gökler
Rabbimizİn İsteyerek veya istemeyerek emrime gelin buyruğu karşısında nasıl ki
İsteyerek geldik de-mişlerse, siz de "İsteyerek geldik" diyorsunuz.
İsteyerek geldiğinizi, isteyerek beyan ediyorsunuz.,
Sana geldik, davetini
duyduk isteyerek geldik,
Seni severek ve
Seninle sevinerek huzurunda durmaya geldik!.
Hesap gününü anlamaya,
hesap gününü yaşamaya, hesap gününden önce hesap vermeye geldik!.
Dünyalıklardan annmış
cesedimiz, rütbelerden uzak kimliğimiz, yaptıklarımızla dolu defterimiz ile ne
olduğumuzu, ne olmadığımızı anlamaya ve Sen'den af dilemeye, Sen'den af
dilenmeye geldik!.
Dönüş ancak Sana'dır ve
biz ancak Sana döndük ve biz ancak Sana geldik Ya Rabbi.
Dönüşü olmayan gün
gelmezden önce, dönüşü olmayan günü yaşamaya, dönüşü olmayan günü anlamaya ve
bu bilinçle tekrar dünyaya dönmeye geldik Ya Rabbi.
Lebbeyk, Aüahümme
lebbeyk
Lebbeyke la şerike
leke lebbeyk.
İnne'l hamde,
ve'nni'mete, lehe, ve'l mülk, la şerike lek
Böylesi düşünceler ve
böylesi teslimiyetlerle telbiye getire getire çıktığınız yamaçdan aşağıya
iniyor, dünyanın dört bir tarafından gelen milyonlarca hacı adayının arasına
katılıyorsunuz.
Bembeyaz ihramlar
içindeki rengarenk insanlar, değişik ses tonlan ve değişik lehçeler ile
telbiye getirerek uhrevi bir hedefe doğru yürümekteler.
Yol kenarlan,
yiyecek-içecek satıcılanyla dolu.
Et kavurmasından
meyveye, dondurmadan meşrubata kadar herşey var gibi!. Bir kısım hacı adaylan
çadırlarda dinlenirken, bir kısmı alış-veriş etmekteler. Diğer tarafta bir
deve etrafında toplanan ve çoğunluğu türk olan hacı adaylannı görüyorsunuz.
Güneşten kızmaya başlamış asfalt üzerine çöktürülen deve, hacı adayının
binmesi üzerine ayağa kalkmakta ve deve sahibi fotoğraf çektikten sonra
tekrar çöktürülerek yeni müşterisinin binmesini beklemektedir. "Arafat
hatırası" olarak on riyale deve üzerinde fotoğraf çekürebilmek için
sıraya geçen hacı adaylarına hayretle bakıyorsunuz. "Arafat'a gelen bu
hacı adaylarının, Arafat'tan alacaklan, Arafat'tan alabilecekleri hatıra bu
mu?" diyorsunuz kendi kendinize!.
Yanınızda duran birkaç
hacı adayının da bu olaya çok dikkatli bir şekilde baktıklannı görüyorsunuz.
Onların da bu olaya ibretle baktıklarını zannederek "Görüyor musunuz?"
diyerek kanaatlerini öğrenmek istiyorsunuz. Kafalarını sallayarak "Yaa,
ya!." diyorlar ve devam ediyorlar.,
Kırkbeş dakikadır
bakıyoruz. Otuzaltı kişi fotoğraf çektirdi. Demek ki saatte elli kişi. Akşama
kadar beşyüz olur. On riyalden beşbin riyal!. Buraya bir deve getirmek varmış!.
Allah sabır vermese
"Siz buraya zaten bir deve getirmişsiniz!." diyeceksiniz. Fakat
Allah'ın yardımıyla sabrediyorsunuz. Kendi kendinize "Keşke onlarla değil
de deveyle konuşsaydım!." diyerek gözünüzü deveye çeviriyor ve devenin
anlam dolu gözlerine bakıyorsunuz!. Kızgın asfaltta çöküp-kalkmaktan dizleri
kanamaya başlayan devenin tertemiz bakışlan, sabır ve teslimiyet dolu!. Bunu
görebiliyor, bunu hissedebiliyorsunuz devenin gözlerinde. Yaratılış gereğini
hakkıyle yerine getiren, Rabbe karşı alnı apaçık olan bu tertemiz hayvana
gıptayla bakarken, o muazzam hesab gününde kaç milyar insanın bu devenin
yerinde olmak isteyeceklerini düşünüyorsunuz!.
Bilmediğiniz
ülkelerin, bilmediğiniz müslümanlan Lebbeyk Aüahümme Lebbeyk diyerek
yanınızdan geçerken, siz de onlara, siz de bilmediğiniz o müslümanlann arasına
katılıyorsunuz. Uzaklaşıyorsunuz deveden ve deveyle meşgul olan insanlardan.
Bir süre bu müslümanlarla birlikte gidiyor, bir süre bunlarla birlikte telbiye
getiriyorsunuz.,
Lebbeyk Aüahümme
lebbeyk
Lebbeyke la şerike
leke lebbeyk
İnne'l hamde,
ve'nni'mete, leke ve'l mülk, la şerike lek
Gönlünüzden dilinize
yansıya yansıya getirdiğiniz bu telbiyeler ile ne için nerede bulunduğunuzu
yakinen hissetmeye, ahiret gününü tekrar yaşamaya başlıyorsunuz.
Ahiret gününü, din
gününü, hesap gününü düşünürken, Kur'an-ı Ke-rim'de zikredilen şu ayet-i
kerimeleri hatırlıyorsunuz.,
Kulakları
patlatırcasına olan o gürkme' geldiği zaman,
Kişi o gün, kendi
kardeşinden, annesinden ve babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar.
O gün, onlardan her
birisinin kendine yetecek bir isi (meşguliyeti) vardır.
O gün öyle yüzler
vardır ki apaydınlıktır. Sevinç içinde gülmektedir
Ve o gün öyle yüzler
vardır ki üzerini toz bürümüştür. Onu da bir karartı sarıp-kaplamıştır.
İşte onlar kafir ve
facir olanlardır.[8]
Daha önceleri yüzlerce
kez okuduğunuz bu ayet-i kerime!er!e yeni karşılaşmış gibisiniz!. Tekrar tekrar
okumaya, tekrar tekrar düşünmeye başlıyorsunuz bu ayet-i kerimeleri!.
Duyduğunuz derin heyacana endişe, endişenize korku katılıyor. Dağlar kadar
büyük nedeni olan bir korkuyu, köklü bir korkuyu yaşıyorsunuz.
O gün öyle yüzler
vardır ki apaydınlıktır. Sevinç içinde gülmektedir Ve o gün Öyle yüzler vardır
la üzerini toz bürümüştür. Onu da bir karartı sanp kaplamıştır.
Aynaya bakmak,
yüzünüzün nasıl olduğunu, kimlerin yüzüne benzediğini görmek istemiyorsunuz.
İstediğiniz yegane şey ağlamak, ağlamak ve ağlayarak yüzünüzü
yıkaya-bilmektir.
Fakat olmuyor, ağlayamıyorsunuz!.
Zorla ağlanmıyor, zorla ağlanamıyor ki!.
Ellerinizle yüzünüzü
sıvazlıyor, yüzünüzde bir toz, yüzünüzde bir toprak varsa çıksın, hemen çıksın
endişesiyle bastırarak tekrar tekrar sıvazlıyorsunuz.
0 yaşınıza kadar
kendinizi hiç bu kadar yalnız, hiç bu kadar tek hissetmediniz!. Yaşlısıyla
genciyle, siyahıyla beyazıyla, kadınıyla erkeğiyle milyonlarca hacı adayının
arasında olmanıza rağmen yalnızlığı yaşıyor ve nedeni belli bir korku ile
"Nefsihi, nefsini" diyorsunuz. Anneniz, babanız, eşiniz,
çocukiannız, hocanız, kardeşiniz hiçbiri, ama hiçbiri umurunuzda değil!.
"Ben, ben, ben ne yapacağım, ben nasıl hesab vereceğim?" korkusunu
yaşıyorsunuz!.
Dünyada yalnız siz,
Arafat'ta yalnız siz,
Hesab gününde yalnız
siz,
Allah'ın huzurunda
yalnız siz, yalnız siz varsınız!.
Ağzınızı açmıyor, sesinizi
çıkarmıyor ve hiç konuşmuyorsunuz, hiç konuşmuyorsunuz ama hangi uzvunuza
baksanız, o uzvunuzun dillenmeye, o uzvunuzun konuşmaya başladığını görüyorsunuz!.
Elleriniz "Ya Rabbi, bu kulun benimle şunlan yaptı.."; ayaklannız
"Ya Rabbi, bu kulun benimle şuralara gitti"; gözleriniz "Ya
Rabbi, bu kulun benimle şunlara bakti"; diliniz "Ya Rabbi, bu kulun
benimle şunlan dedi"; gönlünüz "Ya Rabbi, bu kulun benimle şunlan
sevdi" demeye başlıyorlar!.
Ne diyeceksiniz ki!.
Her uzvunuzun hakka
şahitliği karşısında boynunuzu büküyor ve "Doğru, doğru söylüyorlar Ya
Rabbi" diyorsunuz!.
Kendinizi müdafa
edecek bir söz, kendinizi müdafa edecek bir kelime arıyorsunuz!.
Elbetteki bu sözün
hak, bu kelimenin doğru olması gerekmektedir. Çünkü bu gün; doğrulara,
doğruluklarının fayda sağlayabileceği bir gündür. Fakat kendinizi müdafa
edebileceğiniz doğru bir söz, doğru bir kelime bulamıyorsunuz!.
O gün yakınlaştırılmış
olan cehenneme bakıyorsunuz!. Yürekleri titreten bir homurtu ile yanmakta olan
cehenneme bakarken "Bunu benim için yakmışlar, benim için
hazırlamışlar" feryadı yükseliyor içinizden!. Kaskatı kesiliyorsunuz!.
Her tarafı korku dolan, herşeyi korku olan, kaskatı bir korku heykeli
gibisiniz!. Korkudan ne yapacağınızı,
korkudan ne
söyleyeceğinizi bilemiyorsunuz!, Korku ve dehşetin karanlık kuyusunda bir ışık,
küçücük bir umud ışığı arıyorsunuz!. Sadece Rabbiniz, sadece Rahman geliyor
aklınıza!. Gönlüni-Tün çatırdayarak genişlediğini ve gözyaşlarınizın bir sel
gibi boşandığını hissediyorsunuz!. Ve hiç düşünmeden konuşmaya ve hiç düşünmeden
yakarmaya başlıyorsunuz.,
Ya Rabbi Sen Rahman,
Ya Rabbi Sen Rahim
değil miydin!. Ben "Rahman" diye diye rahmetini umarak, ben
"Rahim" diye diye merhametini dilenerek buralara geldim. Şu halime
bak Ya Rabbi!.
Şimdi Sen beni burada,
şimdi Sen beni bu dehşetle, şimdi Sen beni bu korkularla başbaşa mı
bırakacaksın!. Sen bana rahmet, Sen bana merhamet etmeyecek misin Rabbim!.
Biliyorsun ki Sen bana merhamet etmezsen, bana merhamet edebilecek kimse, hiç
kimse, hiç kimsecik yoktur!. Rahman ve Rahim olan Sen'sin, yalnız Sen, yalnız
Sensin Ya Rabbi!.
Rahmetine muhtacım Ya
Rahman, merhametine muhtacım Ya Rahim!.
Sen şahitsin ki ben
Sen'den korkarak, ben Sen'i severek bu güne geldim. Beni şu korkunç cehenneme
götürmeye kalksalar dahi, Sana olan sevgimi terketmeyecek, asla terketmeyecek
ve cehenneme sürüklenirken bile "Ben Rahman'ın kuluyum, ben Rahman'ı seviyorum"
diye feryat edeceğim!. Çünkü biliyor ve İman ediyorum ki bu sevgiyi
terketmeyen bir kulunu, bu sevgiyle beraber cehenneme terketmezsin!. Sen
Rahmansın, Sen Rahimsin, Rahman ve Rahim olan yalnız Sen'sin, yalnız Sen'sin Ya
Rabbi!.
Gözyaşlarıyla dolu bu
dualarla yıkandığınızı, bu yakanşlarla hafiflediğinizi hissediyorsunuz.
İçinizde bir boşluk, bütün gökieri içine alabilecek genişlikte garip bir boşluk
oluşuyor. Size huzur veren bu geniş boşluğun içine bir şey, küçücük bir şey
dahi koymak istemiyorsunuz.
Şaşkın gözlerle
etrafa, şaşkın gözlerle kendinize bakıyorsunuz!.
Arafat'a dikilmiş bir
direk gibi öylece ayaktasınız. Ne kadar zamandır böyle durduğunuzu, böyle
durakaldığmızı bilmiyorsunuz. "Bu bir vakfe miydi ve ben vakfe mi yaptım?"
diye soruyorsunuz kendinize. Cevap vermiyor, cevap vermeyi düşünmüyorsunuz bu
soruya. Din gününün, hesap gününün dehşetini yaşadığınız o anlara, bir ad, bir
isim vermek istemiyorsunuz.
Küçük bir arap
çocuğumuz satmaktadır yol kenannda. Bir muz alarak, küçük bir ağaç gölgesine
oturuyorsunuz. Elinizdeki muza bir süre hayretle bakıyorsunuz!. Rabbinizin
eiinize tutuşturduğu bir nimet, bir ikram olarak görüyorsunuz bu muzu!. Bütün
duyu ve duygulannızın titrediğini hissediyorsunuz. Allah'ın size verdiği el ve
elinize verdiği kuvvet ile muzu soyuyorsunuz. Muzu Allah'ın yardımıyla ağzınıza
götürüyor ve yine Allah'ın yardımıyla çiğneyerek, Allah'ın yardımıyla
yutuyorsunuz. Resulullah (s.a.v.)'in her yemekten sonra yaptığı Beni yediren,
içiren Allah'a lıamdoisun duası geliyor aklınıza. Bu duanın ne kadar hak, ne
kadar doğru bir dua olduğunu, yaşayarak anlıyorsunuz.
Öğle ezanlan okunuyor.
Bugün öğle ve ikindi.
namazlarını cemederek yani birleştirerek kılacaksınız. Bu nedenle pek acele
etmiyor, gölgesinde oturduğunuz küçük ağacın dibinde Alİah'ı tenzih ve takdis
ederek bir süre dinleniyorsunuz. Yerleri ve gökleri yaratan Rabbinizin
azametini düşündükçe, Rabbi-niz hakkında bir mukayeseyi belirten "En
büyük" ifadesini kullanmak istemiyorsunuz. "Sen büyüksün, büyüğün ve
büyüklüğün ta kendisisin Ya Rabbi. Kainat bile Seninle mukayese edilemez,
Sen'in büyüklüğün karşısında küçük dahi olamaz Ya Rahman" diyorsunuz.
Abdest tazeleyerek
öğle ve ikindi namazlarını cemederek kılıyorsunuz. Vakit yavaş yavaş ikindiye
yaklaşmaktadır. Resulullah (s.a.v.)'in Cebel-i Rahme'nin yakınlarında vakfe
yaptığını bildiğinizden, Cebel-i Rahme'ye gitmek, orada da vakfe yapmak
istiyorsunuz. Adımlarınız Cebel-i Rahme'ye yöneliyor.
50-60 metre
yüksekliğindeki, 250-300 metre genişliğindeki bu kayalık tepeye yaklaştıkça,
kalabalıkların daha bir arttığına şahit oluyorsunuz. Cebel-i Rahme ve etekleri,
yüzbinlerce ihramlı hacı adayıyla kaplanmış gibi!. Hiç kimseye rahatsızlık
vermeden
Gidebildiğim kadar
gideyim, çıkabildiğim kadar çıkayım" diyerek, küçücük bir tepeye benzeyen
bu koskoca rahmet dağına çıkmaya başlıyorsunuz. Nereye kadar çıkabilmeniz mümkün
ise oraya kadar çıkıyor ve yüzünüzü Beytullah'a, gönlünüzü Allah'a yönelterek
vakfeye duruyorsunuz.
Dünyadaki en yüksek
dağın, en yüksek zirvesindesiniz sanki!. Yerlerin ve göklerin Rabbi olan Allah
(c.c.)'ı düşündükçe, ayaklarınız altındaki dünyanın küçüldüğünü,
küçülüverdiğini hissediyorsunuz.
Bütün kalabalıklar
kayboluyor!.
Dünyada yalnız siz, Arafat'ta
yalnız siz, Cebe Rahme'de yalnız siz varsınız!. Hiç kıpırdamadan ufka bakan
gözleriniz, Rahman'ı gören bir rahmet sevdahsi gibi aydınlanıyor. Oysa Rahman'ı
görmenin değil, Rahman tarafından görülmenin sevinci bu!.
Rahmet kapısını açan
Rahman,' öylece size bakmaktadır. Ağlıyor musunuz yoksa içinizdeki herşey
gözlerinizden dışarı mı akıyor bilmiyorsunuz!. Vakfeye durduğunuz yerde size
bakan, sizi seyreden Rabbinize, harf ve kelimelerin kullanılmadığı bir
anlatımla "Ben geldim, ben geidim, ben geldim Ya Rabbi!." diyorsunuz.
Başka bir şey söylemiyor, başka bir şey söyleyemiyorsunuz!.
"Ben geidim, ben
geldim Ya Rabbi!."
Size rahmetle bakmakta
olan Rahman karşısında ne diyeceğinizi, nasıl şükredeceğinizi bilemiyorsunuz.
Sanki ilk kez telbiye getiriyormuşsunuz gibi telbiye getirmeye başlıyorsunuz.,
Lebbeyk, Aİlahümme
kbbeyk.
Lebbeyke la şerike
leke lebbeyk înne'l hamde, ve'nni'mete, leke ve'l mülk, la şerike lek Buyur
Allah'ım buyur. Senin eşin ve ortağın yoktur, buyur. Hamd Senin, nimet Senin,
mülk Senindir. Senin eşin ve ortağın yoktur.
Rabbinizi tekrar
tekrar tenzih ve takdis ederek Ce-be!-i Rahme'den iniyorsunuz. Duygu yorgunluğu
içinde ağır ağır ilerlerken, buralarda da yüzlerce dilencinin olduğunu
görüyorsunuz. Elleri ayaklan kesik bir şekilde "Sadaka, sadaka ya
hacı" diye çığıran bu dilencilere bakarken, Hesab gününde mü'minlerden
dua, müminlerden bir nazar, bir bakış dilenecek olan günahkarları hatırlıyorsunuz.
O günahkarlar hiç kuşkusuz ki bu yoksullardan çok daha fazla çığıracaklar, çok
daha fazla feryat edeceklerdir. "Ya Rabbi, o günahkarlara benzemekten Sana
sığınırım" diyerek, dilencilere sadaka veriyorsunuz.
Biraz ilerleyince bir
tır dolusu soğuk meşrubatın, hayrat olarak dağıtıldığını görüyorsunuz. Ne
güzeldir ki buralarda sık sık karşılaşacağınız görüntülerdir bunlar. Bu sıcak
günde meşrubatları kapışarak içmeye çalışan hacı adaylarına bakarak, hayrat
sahibi için hayır dualarda bulunuyorsunuz.
Cebel-i Rahme'nin yan
tarafındaki küçük tepeye çıkınca, yüksekçe bir yerde oturuyor ve Arafat'ı
tekrar seyretmeye başlıyorsunuz. Sinesinde 4-5 milyon hacı adayını banndıran
Arafat, adeta bir mahşer, bir mahşer yeri gibi!. Dünyanın dört bir tarafından
gelen hacı adayları, ülkelere göre taksim edilmiş çadırlarda akşamı
bekliyorlar. Tabi ki ülke bayrakları altındaki ülkelere göre bu bölünmüşlük,
ahiret gününde amellere ve imamlara göre olacak!. Dünya yaşantısında kim kimin
arkasından gidiyor, kim kime tabi
oluyorsa, ahiret
gününde de onun arkasında, onunla birlikte bulunacak!.
Arafat'taki mahşeri
seyredip,
Arafat'taki mahşeri
yaşarken, Resulullah (s.a.v.)'în mahşer günü kevserin başında olacağı haberini
hatırlıyorsunuz. Kalkıyorsunuz oturduğunuz yerden. Resulullah (s.a.v.)'i gören
ve Resululîah (s.a.v.) tarafından görülen Arafat'a bakıyorsunuz. Soluk soluğa
yaşadığınız bu mahşer gününde Kevser'i değil, Resulullah (s.a.v.)'i bulmak,
Onun sancağı altında bulunmak istiyorsunuz.
Rengarenk ülke
bayrakları arasında,
Resulullah (s.a.v.)'in
bayrağını, Resulullah (s.a.v.)'in sancağını arıyor gözleriniz!. Böylesi bir
mahşer gününde bile dünyevi telaş içinde olan hacılara, hacı adaylarına değil,
Arafat'ın taşına, Arafat'ın toprağına, Arafat'ın otuna sormak istiyorsunuz.,
Nerede, rahmet
peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) nerede?
Bu sorunuz cevapsız
kalmıyor. Resulullah (s.a.v.)'in ayak bastığı topraklar, dokunduğu taşlar,
nazar ettiği kayalar ortak bir sesle, ortak bir cevab veriyorlar size.,
Az önce buradaydı!. Az
önce burada veda hutbesini verdi. Sesi hala burada, sesi hala bizlerde
yankılanmakta!.
Doğru söylüyordu
taşlar,
doğru söylüyordu topraklar.
Resulullah (s.a.v.) az önce buradan bütün zamanlara, bütün zamanlardaki müslümanlara
ve özellikle size hitab etmişti!. Bu düşüncelerle oturuyor, bu düşüncelerle
Resulullah (s.a.v.)'e kulak kabartıyorsunuz.
Efendimiz (s.a.v.)'i
görmeseniz, göremeseniz de, O'nu duymanın heyacaniyla veda hutbesini dinlemeye
başlıyorsunuz.,
Resulullah (s.a.v.)
Allah'a hamd-ü sena, hatırlatma ve tavsiyelerden sonra şöyle devam etti: (Ey ahali) hangi ayın hürmetçe daha ileri
olduğunu biliyor musunuz? Halk; Şu içinde bulunduğumuz ay değil mi? dedi
Resulullah (s.a.v.) : Pekiyi hangi bölgenin hürmetçe daha önde olduğunu biliyor
musunuz? diye sordu; Halk Şu yerler değü
mi? cevabını verdi Resulullah tekrar:
Pekala hanj günün hürmetçe daha üstün olduğunu biliyor musunuz? dedi
Halk Şu içinde bulunduğumuz gün değil mi? dedi Resulullah şöyle devam
etti; Öyle ise bilin ki, kanlatınız,
mallarınız, ırzlarınız birbirinize, bu ayınızda, bu beldenizde şu gününüz nasıl
fıa-ramsa öylece haram kılınmıştın Bilin ki herkesin cinayetinden kendisi
sorumludur. Hiçbir babanın cinayetinden oğlu sorumlu tutulmaz. Haberiniz olsun
ki, müslüman, müslüma-nm kardeşidir. Bu sebeple, bir müslümana, bizzat kendisi
helal kılmadıkça kardeşinin hiçbir şeyi hela! değildir. Bilin ki cahiliyye
devrinden kalan bütün faizler mülgadır, terkedüecek ve alınmayacaktır. Faize
verilen paranın sadece sermaye kısmını yani aslını alacaksınız, -böylece ne
zulüm ve haksızlık etmiş ne de zulme ve haksızlığa uğramış olacaksınız- Abbas
İbnu Abdi'l-Muîtalib'in faizi hariç. Zira onun tamamı terkedilmiştir. Habenniz
olsun la, cahiliyye devrinde kalan bütün kanlar da terkedilmiştir. İlga ettiğim
ilk cahiliyye kam da el-Haris İbnu Abdü'l-Muttalib'in kanıdır. Haris, Benu
Leys'ten tuttuğu bir süt anneye bebeğini emzirtiyordu. Çocuğu Hüzeyl adında
birisi (kavga sırasında attığı bir taşla kazaen) Öldürmüştü, Salan ha,
kadınlara da iyi muamele yapın. Çünkü onlar yanınızda esir durumundadır. Onlara
iyi bir muamelenin dışında (terketmek, dövmek gibi) bir başka şey yapma
hakkına sahip
değilsiniz. Ancak açık bir çirkinlikte bulunurlarsa o hariç. Çirkin iş
yapmaları halinde, önce yataklarını ayırın, (yine de devam edecek olurlarsa)
yaralamayacak şekilde dövün. Bundan sonra itaat edecek olurlarsa, zulmen devam
etmek için bir yol (bir bahane) aramayın. Bilin ki, sizin kadınlarınız üzerinde
bazı haklarınız vardır. Kadınlarınızın da sizin üzerenizde bazı haklan vardır.
Kadınlarınız üzerindeki haklarınız istemediğiniz kimselere yatağınızı
çiğnetmemeleri, evlerinize hoşlanmadıklarınızın girmesine izin vermemeleridir.
(Onların sizdeki, hakkın ise) yiyecek ve giyeceklerinde iyi dav-ranmanızdır.
Haberiniz olsun, şeytan bu beldenizde kendisine ebediyyen tapılmayacağım idrak
etmiştir. Fakat, sizin önemsemediğiniz şeylerde ona itaat devam edecek, bunlar
da onu memnun kılacaktır. Rabbinize kavuştuğunuz zaman sizi yap-tıldannızdan hesaba
çekecektir. Sakın benden sonra birbirinizin boynunu vuran kafirler olmayın. Bu
söylediklerimi duyanlar, duymayanlara ulaştırsınlar. ' Bazan söz kendisine
ulaştırılan kimse, ulaştınlan sözü, bizzat dinleyenden daha iyi beller.
Resulullah (s.a.v.) sonra üç kere tekrar ederek sordu: Duydunuz mu, tebliğ
ettim mi? Halk her defasında Evet cevabını verdi Bunun üzerine üç sefer: Ya Rab
şahid ol! Ya Rab şahid ol! Ya Rab şahid ol' buyurdu.
Efendimiz (s.a.v.)'in
veda hutbesini verdiği yerde, veda hutbesini ağır ağır, düşüne düşüne bir kez
daha dinledikten sonra ayağa kalkıyor ve "Tebüğ ettin, tebliğ ettin Ya
Resuîullah. Rabbim şahittir ki tebliğ ettin.." diyerek çadırlarınıza
dönüyorsunuz.
Arafat'ta güneş
batmış,
Arafat'ta akşam
olmuştur artık!. Herkes bir telaş ile eşyalarını toplamakta, kendilerini
Müzdelife'ye götürecek otobüslere binmeye başlamaktadır. Siz ise garip duygular
içindesiniz!. Arafat'ta bir mahşer, bir din, bir hesap gününü yaşadınız.
Dünyayı ve dünyanın içindeki herşeyi terkederek Allah'ın huzurunda durdunuz,
vakfe yaptınız. Dönüşü olmayan, dönüşü mümkün olmayan o ahiret gününü burada,
Arafat'ta yaşadınız.
Ve şimdi, şimdi
döneceksiniz!. Dönüşü olmayan günü yaşadıktan sonra tekrar dünyaya, tekrar
dünya yaşantısına döneceksiniz!.
Bu durum karşısında
biraz garip, biraz tuhaf duygular içine girmenize rağmen "Madem ki
dönecektik, o halde niye geldik?" sorusunu sormuyorsunuz. Çünkü biliyor
ve iman ediyorsunuz ki, dönüşü olmayan gün gelmezden önce dönüşü olmayan günü
yaşamanız ve bu bilinçle dünya yaşantısına dönmeniz, Allah (c.c.)'ın büyük bir
lutfudur. Ölmeden önce ölmek, ölümden ders ve nasihat aimak nasıl bir rahmet
ise; mahşer gününe
gelmeden mahşer gününü
yaşamak, yaşayabilmek de böyle bir rahmettir. Her hükmünde hikmet sahibi olan
Rabbi-miz, bizleri Arafat'a davet etmiş ve ahiret gününün dünyaya yansıması
olan böyle bir günü yaşamamızı nasib ederek, dönüşü olmayan o muazzam hesab
gününe çok daha ciddi, çok daha bilinçli hazırlanmamız gerektiğine apaçık bir
şekilde işaret etmiştir.
Bizlere böyle bir günü
yaşatan, böyle bir günü yaşamamızı nasib eden Allah'a hamdolsun!.
Evet, yaşanmış bir
ahiret günü şuuruyia dünyaya dönmeniz gerekiyor. Bu yolculuktaki ilk menziliniz
Müzdelife olduğu için akşam namazını kılmadan otobüslere biniyor ve
Müz-delife'ye doğru hareket ediyorsunuz.
Arafat ile Mina
arasında bulunan ve Harem sınırları içinde kalan bir bölge olan Müzdelife'ye
hava karardığı zaman geliyorsunuz. Otobüslerden iniyor ve geceyi geçireceğiniz
uygun bir yere kafileler halinde yürüyerek gidiyorsunuz. Arefe gününü bayrama
bağlayan bu geceyi Müzdelife'de geçirmeniz sünnet, burada vakfe yapmanız ise
vacibdir.
Müsait bir yerde
abdest tazeliyor, akşam ile yatsı namazını cemederek kılıyorsunuz.
Müzdelife'de konaklayacağınız, geceyi geçireceğiniz yere gelince, payınıza
düşen 1.5-2 metrekarelik toprağa oturuyor, isterseniz bir müddet uzanarak
dinleniyorsunuz.
Gökyüzü muhteşem!.
Yıldızlarla donatılmış
gökyüzüne bakıyor, kainatın yaratılışını düşünüyorsunuz. Kur'an-ı Kerim
ifadesiyle "Sen bütün bunları boşuna yaratmadın, oyun ve eğlence olsun
diye yaratmadın Ya
Rabbi" diyorsunuz.
"Peki ne için, ne
için yaratıldı?" sorusuna, "Dünyada yaşamış ve yaşayacak olan
milyarlarca insan için, bu insanlann imtihanı için yaratıldı" gibi genel
bir cevap vererek, kendinize bu genel cevaptan milyarlarda bir olan küçük bir
hisse çıkarmak yerine; "Benim için, benim imtihanım için yaratıldı?"
diyerek, bu muazzam yaratılış karşısındaki sorumluluğunuzu çok daha derin, çok
daha yoğun bir şekilde hissediyorsunuz. Duyduğunuz heyacandan tüyleriniz
ürperiyor. Sormanız gereken bir diğer soruyu da, usulca soruyorsunuz
kendinize.,
"Bütün bunları
benim için yaratan, dünyayı benim için döndüren, gündüzden geceyi, geceden
gündüzü benim için çıkaran, beni güneşle ısıtıp, güneşle aydınlatan, suyu benim
için indiren, taneleri benim için çatlatan, bitkileri benim için bitiren,
hayvanları benim Jçin yaratan, benim için yaşatan, benim için süt, benim için
bal yaptıran Rabbim, bütün bunlara karşılık benden ne istiyor?" Susuyorsunuz!.
Bu büyük soruya küçük,
küçücük bir cevap vermekten sıkılıyorsunuz!. Fakat yine de başınızı
omuzlarınızın arasına gömerek "Hiçbir şeyi O'na eş koşmadan sadece O'na
kulluk yapmamı istiyor" diyorsunuz.
Evet, bütün bunlan
sizin için yaratan ve sizin için yaşatan Rabbiniz, sizden sadece ve sadece
kendisine kulluk yapmanızı istemektedir. Rahmet duyguları ile Rabbinize yöneliyor
"Allah'ım neden, Sana neden eş koşacak ve Sana neden kulluk
yapmayacakmışım ki!, diyerek
teslimiyetinizi bildiriyor, Rabbinizi tekrar tekrar tenzih ve takdis ediyorsunuz.
Evet,
Müzdelife'desiniz!.
Arafat'tan dünyaya
dönerken durduğunuz, konakladığınız ilk menzildir bu!. Duygu ve düşünceleriniz
geçmişe, yani kalu belaya uzanıyor!. Allah (c.c.)'ın Ben sizin Rabbiniz değil
miyim? sorusu karşısında Evet, Sen bizim Rabbimizsin diyerek verdiğiniz cevabı
hatırlıyorsunuz.
Sonra bekleyiş, kalu
beladan dünya yaşantısına gelinceye kadar ki bekleyiş döneminiz!. İşte
Arafat'ta Rabbinizi tenzih ve takdis ettikten sonra Müzdelife'de geçirdiğiniz
bu karanlık geceyi de, Kalu bela ile dünya yaşantınız arasındaki bekleyiş
dönemine benzetiyorsunuz!.
Yann güneşle birlikte
Mina'ya hareket edecek,
güneşle birlikte dünya
yaşantısına gireceksiniz!. Kurban bayramının dört gününde şeytan taşlarken
kullanacağınız nohuttan iri, fındıktan küçük ebatlardaki taşları, bu gece
Müzdelife'de toplamanız gerekiyor. İlk gün yedi, diğer üç gün yirmibir taş
atacağınızdan, toplam yetmiş taş toplayacaksınız. Bu taşlan Şeytan denilen
lanetli yaratığa atacak olsanız bile yine de bu taşların pisliğe bulaşmamış ve
temiz olması gerekiyor. Çünkü müslümanlan kafirlere ve kafirlerin taptıklarına
sövmekten meneden İslam dini, bu uygulaması ile değil insanlara, insanların en
büyük düşmanı olan şeytana bile pislik atılmaması gerektiğini beyan ederek,
müslümanlan her türlü hakaretten uzak temiz bir kimliğe davet etmektedir. Bu
bilinçle taşlarınızı topluyor ve gerekiyorsa bu taşları su ile yıkayarak
temizliyorsunuz.
Artık sabah ezanına
kadar kafan süreyi, ibadetle, tefekkürle ve dinlenmekle geçirebilirsiniz.
Bir müddet sonra her
gecenin olduğu gibi, bu güzel gecenin de sabahı olmaya başlıyor. Fecr-i sadıkla
birlikte Müzdelife'nin her yerinden sabah ezanlarının yükseldiğini
duyuyorsunuz.
Hiç geciktirmeden
sabah namazını kılıyor ve ortalık aydınlanıncaya kadar tekbir, tehlil, teîbiye,
istiğfar, dua ve salavat ile vakfe yapıyorsunuz.
Müzdelife vakfesini
yaparken, Kur'an-ı Kerim'deki şu ayetleri hatırlıyorsunuz.,
Rabbinizden bir fazi
istemenizde size sakınca yoktun Arafat'tan hep birlikte indiğinizde Allah'ı
Meş'ar-ı Haram'da anın. O, sizi nasû doğru yola yöneltip-üettiyse, siz de O'nu
anın. Gerçek şu ki, siz bundan evvel sapık olanlardandınız.[9]
Rabbimiz olan Allah
(c.c.) hiç kuşkusuz ki doğruyu, hiç kuşkusuz ki hakkı söylüyor. O bizlere
hidayet etmezden, O bizlere doğru yolunu göstermezden evvel, bizler ne
yapacağını, nereye gideceğini, hangi yolda bulunacağını bilmeyen
kimselerdendik!.
Şimdi ise
Müzdelife'de, şimdi ise Meş'ar-ı Haram'dayız. Doğru yolun, doğru bir
istikametinde, doğru bir menzilindeyiz. Bizi buraya getiren, bizi bu yola
hidayet eden Allah (c.c.)'ı anmamız ve O'na şükretmemiz gereken bir makamdayız.
Bu bilinçle Allah (c.c.)'a şükrediyor, bu şükranla Allah (c.c.)'ı tenzih ve
takdis ediyoruz.
Ve ayet-i kerime devam
ediyor.,
Sonra insanların
(topluca) ahn ettiği yerden siz de abn edin ve Allah'tan bağışlanma dileyin.
Şüphesiz Allak bağışlayandır, esirgeyendir.[10]
Evet, insanlann
topluca akın ettiği yerden Mina'ya hareket etme vakti gelmiştir, Birkaç parça
eşyanızı topluyor ve Rabbinizden bağışlanma dileye dileye, tekbir ve telbiye getire
getire Mina'ya hareket ediyorsunuz.
Milyonlarca insan,
Müzdelife'den Mina'ya
doğru akın akın ilerlemektedir. Geceyi Müzdelife'de geçiren büyük bir ordu,
güneşin ilk ışınlarıyla birlikte hareket etmiş, nereye gideceğini ve ne
yapacağını bilen adımlarla Mina'ya doğru yürümektedir.
Allah'a sığma sığına, tekbir
ve teibiye getire getire dünyaya gidiyorsunuz!. Dağların ve göklerin
yüklenmekten sakındıkları emaneti yüklenmiş olarak, Rabbinize söz vermiş olarak
dünyaya dönüyorsunuz!. Dünyada yapacağınız İlk iş, dünya yaşantınızda en büyük
düşmanınız olan şeytan aleyhilianeyi taşlamaktır!. Çünkü sizleri dünya
yaşantısına gönderen Rabbi-niz, sizleri yılan ve çıyanlardan, harami ve
eşkiyalardan önce şeytan konusunda ikaz etmekte, en büyük düşmanınızın şeytan
olduğunu beyan etmektedir.,
Gerçek şu ki, şeytan
sizin düşmanınızda, öyle ise siz de onu düşman edinin. 0, kendi gurubunu, ancak
çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır.[11]
İman ettiğiniz bu
ayet-i kerimeyi düşüne düşüne, milyonlarca müslümamn kendisine doğru yürüdüğünü
görerek iyice azgınlaşan şeytan aleyhillaneden Allah'a sığına sığına, en büyük
düşmanınıza doğru yürüyorsunuz. Şeytan aleyhillane,
Rabbinizin belirlediği
hedef tahtasındadır bugün!. Birbirine yüz-yüzelli metre mesafedeki üç noktaya
dikilen üç taş sütun, sizlere bu hedefi açıkça göstermektedir. Sırasıyla
küçük, orta ve büyük şeytan denilen bu üç cemreden, bayramın bu ilk gününde
Akabe cemresi denilen büyük şeytanı taşlayacaksınız.
Üç taş sütun, üç
cemre, üç şeytan!. Önce irili büyüklü taşlardan örülmüş bu sütunlara bakıyorsunuz.
Sizlere hedef noktalarını gösteren bu sütunlar-daki irili büyüklü taşlar da
size bakmaya, sizinle konuşmaya, sizinle dertleşmeye başlıyor.,
Buraya gelen birçok
hacı adayı, şeytanı düşünerek şeytanı taşlayacaklarına, bizleri kastederek
bizleri taşlıyorlar!. Oysa Hacer-i Esved nasıl ki Allah'ın yarattığı bir taş
ise, bizler de Allah'ın yarattığı ve Allah korkusunu taşıyan taşlanz!. Hacer-i
Esved'i sadece bir taş olarak yüceltmek ve takdis etmek ne kadar yanlışsa,
bizlere hakir düşürülmüş düşman gözüyle bakıp, taşlan bizlere atmak da o kadar
yanlıştır. Bizlerin buradaki görevi, sizlere hedefi göstermek, hedefi
gösterebilmektir. Dolayısıyle burada bizleri değil, bizlerin işaret ettiği
şeytanlan taşlamanız gerekir. Şeytanı ve şeytanlan kastederek bizlere doğru var
gücünüzle atacağınız taşlar, hiç kuşkusuz ki bizlere acı vermeyecek, sizlere
doğru bir hedef gösterebilmenin sevincini yaşatacaktır.
Taşların bu kısa ve
özlü anlatımını hayretle dinliyor, taşlara dil veren ve size taşlarla nasihat
eden Rabbinize hamdediyorsunuz. Tabi ki doğru söylüyordu bu taşlar. Siz buraya,
bu taş sütunları değil, bu taş sütunlarla hedefi belirlenen şeytanı taşlamaya
geldiniz.
Üç taş sütun, üç
cemre, üç şeytan!.
Peki taşlayacağınız ve
mutlaka taşlamanız gereken bu üç şeytanın, dünya yaşantısındaki karşılıkları
nelerdir? Küçük, orta ve büyük cemre denilen bu üç şeytanın, dünya
yaşantısındaki uzantıları, dünya yaşantisındaki görüntüleri nelerdir?
Bu önemli sorularla
Kur'an-ı Kerime ve bu yüce Ki-tab'ta zikredilen peygamber kıssalarına
yöneldiğiniz zaman, bütün peygamberlerin şu üç putla, şu üç putta sem-bolleşen
batıl değerlerle mücadele ettiklerini görürsünüz.,
Firavun, Karun ve
Belam..
Firavun, Allah'a
kulluğu ve Allah'ın hükümlerini reddederek, insanları kendi nefs ve nevasına'
göre yönetmeye kalkışan zalim idarecilerdir.
Karun, helal haram
tanımadan sahip oldukları ekonomik güçle insanlara tahakküm eden, insanları
sömüren mal, mülk sahipleri, zalim kapitalistlerdir.
Belam ise doğruyla
yanlışı ayırabilme durumunda olmayan insanları doğru adına yanlışa, hak adına
batıla davet eden din adamlan, yazarlar, çizerler ve medya mensuplarıdır.
Firavun, Karun ve
Belam, insanlık tarihinin her döneminde değişik yüzler, değişik veçheler ile
karşımıza çıkan ve insanlık tarihinde kapkara lekeler olarak yerini alan
kimselerdir. Bizlere Örnek olan bütün peygamberler bu üç puta ve putlaştınlmış
bu üç değere karşı nasıl bir mücadele vermişlerse, hiç kuşkusuz ki bizlerin de
aynı mücadeleyi vermesi gerekmektedir. Çünkü Firavunlara, Karun'lara ve Bel'am'lara
karşı Rabbimizin bizlere emrettiği net ve açık tavrı göstermeden, sadece
Allah'a kul olmamız, kul olabilmemiz mümkün değildir.
"Hüküm
Allah'ındır" İlahi gerçeğine iman ediyorsak, elbetteki Firavunları ve
Firavunluğu reddetmemiz gerekecektir, "Mülk Allah'ındır" gerçeğini
tasdik ediyorsak, elbetteki Karun'ları ve Karunluğu reddedeceğiz. "Din Allah'ındır"
üahi gerçeğine teslim olmuşsak, eibetteki Beram'lan ve Selamlığı reddedeceğiz.
Şeytana düşman olmak, şeytanın dostlanna da düşman olmamızı gerektirir.
Şeytanın dostlanna dostluk yapmak, asıl itibariyle Allah'ın dostluğundan
uzaklaşmak ve şeytana dostluk yapmaktır. Oysa bizler Allah'e dost, şeytana
düşman olmak İsteyen müslümanlanz. Bu nedenle şeytanı taşladığımız gibi, şeytanın
dostlarını da taşlamamız, onların davetlerini de inkar etmemiz gerekmektedir.
İşte burası,
şeytan ve dostlarının
davetlerini reddedeceğiniz, şeytan ve dostlarını taşlayacağınız bir yerdir.
Hepimizin bildiği gibi tarihte büyük kahramanlıkların, büyük zaferlerin yaşandığı
Bedir gibi yerler vardır. İşte burası da Şeytan aley-hillanenin Hz. İbrahim
{a.s.) ile karşılaştığı ve taşlanarak hezimete uğratıldığı bir yerdir. Burası
Mina'dır!. Ve siz Mina'dasmız!.
Siz de atanız İbrahim
(a.s.)'in hanif dinine bağlı bir müslüman olarak gerçek atanızın izinden
gidiyor, ellerinizdeki taş ve yüreğinizdeki öfke ile en büyük cemreye, Akabe
cemresine doğru ilerliyorsunuz.
Küçük ve orta cemrenin
yanından geçerken "Sizi unuttuğumu sanmayın! Size yarın sıra gelecek.
Şimdi büyüğünüzün yanına, en büyüğünüzü taşlamaya gidiyorum" diyorsunuz.
Akabe cemresine
yaklaşırken,
Firavunları,
Karun'ları, Bel'am'ları yani şeytan ve dostlarını tekrcr düşünüyor ve
yüreğinizdeki öfke İle "Ya Rabbi, insanlık aleminin bu en büyük
düşmanlarının hepsini reddediyor ve hepsini taşlamaya gidiyorum"
diyorsunuz. Akabe cemresinin bulunduğu yere köprünün üst tarafından
gelmişseniz, bu cemreyi istediğiniz taraftan taşlayabilirsiniz. Hacı adayları
genellikle ön cepheden taşlamaya çalıştıkları için bu bölgede izdiham
olmaktadır. Siz hiç bu izdihamın içine girmeden geniş bir kavis çizerek
cemrenin arka tarafına dolanıyor ve çok daha müsait olan bu cepheden Akabe
cemresine yaklaşıyorsunuz,
Artık hiç oyalanmadan
işinizi yapmanız ve oradan ayrılmanız gerekiyor. Elinizde hazır olan yedi taşı
Bismillah! Allahu ekber, rağmen li'ş-şeytani ve hizbih diyerek teker teker
atmaya başlıyorsunuz. Dikkatle ve öfkeyle attığınız her taşın hedefi vurmasına
özen gösteriyor, dışarıya giden bir atışınız olursa hemen yedek bir taş alarak
bu eksiğinizi tamamlıyorsunuz.
"Ya Rabbi,
taşlanması gereken bütün büyük şeytanlara, bu şeytanların hiziplerine, bu şeytanların
dostlanna" diyerek teker teker attığınız taşiar yediye tamamlanınca artık
oradan ayrılıyorsunuz.
Bugünkü taşlama
göreviniz bitti.
Bayramın diğer günleri
de buraya gelecek, her üç cemreyi de yedişer taşla taşlayacaksınız. Tabi ki bu
cemrelerin sadece burada dikili olduklarını görerek, şeytan ve dostlarının
sadece buralarda taşlanacağını düşünmüyorsunuz!.. Çünkü gittiğiniz birçok yerde
irili büyüklü bu cemrelerle karşılaşacak, hatta ve hatta bu cemreler
karşısında suskunluğa, bu cemreler karşısında saygı duruşuna davet
edileceksiniz!.
İşte burada, bu
cemrelere karşı, gösterdiğiniz tavır ne ise, hayatınızın bundan sonraki
dönemlerinde de karşılaşacağınız her cemreye aynı tevhidi tavın göstermeniz,
karşılaştığınız her yerde şeytanı ve şeytani davetleri reddetmeniz gerekecektir.
İfrad haccı hariç
olmak üzere temettü veya kıran haccı yapanların, Akabe cemresini taşladıktan
sonra kurban kesme yerine gitmeleri ve kurbanlarını kesmeleri gerekmektedir.
Siz temettü haccı yaptığınız için, siz de kurbân kesecek, siz de bu görevi ifa
edeceksiniz.
Şimdiye kadar birçok
yerde kurban kesmiş veya kurban kestirmiş olabilirsiniz. Ancak burası bir
başka mekan, bir başka kurban yeridir!. Burası İbrahim (a.s.) gibi bir adak
sahibinin, İsmail (a.s.) gibi bir kurbanın yaşadığı yerlerdir.
Duruyor, öylece
etrafınıza bakıyorsunuz!.
Kurban kesmeden önce
binlerce yıl evveline gidiyor, bu mekanda yaşanan o muhteşem olayı tekrar
hatırlamak, tekrar hissetmek istiyorsunuz.,
Sare validemizle evli
olan İbrahim (a.s.)'ın uzun yıllar çocuğu olmamıştı. Evlat özlemini derinden
hisseden Hz. İbrahim (a.s.) Rabbim, bana salihlerden (bir evlad) armağan et.[12]
duasında bulunmuştu. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) Biz de onu halim bir
çocukla müjdeledik.[13] ayet-i
kerimesinde beyan edildiği
gibi onun bu duasını
kabul etmiş ve Hz. İbrahim (a.s.) yıllar sonra Hacer validemizden bir erkek
evlada yani İsmail'e kavuşmuştu.
Uzun yıllar evlad
özlemi çeken İbrahim (a.s.),
ilk çocuğu olan
İsmail'i eibetteki sevmiş, elbetteki çok sevmişti. Fakat Rabbimizin halili olan
İbrahim (a.s.), bu imtihan dünyasının, bir imtihan kahramanıydı!. Nitekim
İbrahim (a.s.)'ın evlad sevgisiyle ilk imtihanı, ayrılık hükmüyle olmuş, uzun
yıllar sonra kucağına aldığı bu yavrusunu, annesiyle birlikte ıssız bir yere
bırakması emredilmişti!.
"Neden Ya Rabbi,
neden?" diyerek feryat etmemişti İbrahim (a.s.)!.
"Çok uzun yıllar
sonra kavuştuğum bu çocuğumdan beni niye, beni ne diye ayırıyorsun?"
dememişti!.
Çünkü o, büyük
İmtihanların, büyük kahramanıydı!. Çünkü o, küçük yaşlardan beri Allah'a teslim
olmuş ve bu teslimiyeti kendisine şiar edinmiş biriydi!.
Çünkü o, her hükümde
Allah'a teslim olan ve bu teslimiyeti ile şeytanı teslim alan Hz. İbrahim
(a.s.) idi!.
Ve hiç çırpınmadan ve
hiç direnmeden ve hiç isyan etmeden ailesiyle birlikte yollara düştü ve onları
ıssız bir yer oîan Kabe'nin yanına kendi elceğiziyle bıraktı!. Oradan
uzaklaşırken "Bizi buraya bırakıp, nereye gidiyorsun Ey İbrahim!."
diye seslenen Hacer validemize hiç dönmemiş, dönüp bakamamış, bakmaya
dayanamamıştı Hz. İbrahim!.
Gidiyordu. ailesini
bırakmış, yavrusunu bırakmış, hanımını bırakmış bir vaziyette durmadan
gidiyordu!.
Fakat bir soru, Hacer
validemizin sorduğu son bir soru, onu kurşun yemiş bir ceylan gibi durdurmuş,
durduruvermişti.,
Ey İbrahim!. Böyle
yapmanı Allah mı emretti? Durdu, döndü hakh Hacer validemize! Rahmet dolu bakışlarıyla "Ey Hacer, bu
nasii soru, bu nasıl bir soru?" derken, merhametten yaşaran gözleriyle
"Allah (c.c.) emretmiş olmasa, ben sizleri hiç burada bırakır, hiç burada
bırakabilir miyim? Öpüp-koklamaya duyamadığım yavrumu, hiç terkedebilir
miyim?" diyordu. Gönlüne ağır gelen, hüznüne hüzün, gözyaşlarına yaş katan
bu soruya kısaca cevap verdi.,
Evet Ya Hacer. Allah
emretti.
Bu cevabtan sonra oradan
ayrılan ve geride bıraktığı ailesi için Allah'a duada bulunan İbrahim fa.s.),
Allah (c.c.)'ın takdir ettiği bir süreden sonra tekrar ailesinin yanına dönmüş
ve oğlu İsmail'e tekrar kavuşmuştu. Fakat ne var ki bitmemiş, sona ermemişti
İlahi imtihan!. Hz. İbrahim (a.s.) arka arkaya gördüğü rüyalarda, kendisini
elinde bir bıçakla oğlunu, oğlu İsmail'i boğazlarken görüyordu!.
Bizler gördüğü zaman
hiçbir bağlayıcılığı olmayan ve şeytani bir kabus olarak nitelendirerek
şerrinden Allah'a sığınmamız gereken bu rüya, hak peygamber Hz. İbrahim (a.s.)
için İlahi bir işaret, İlahi bir emir niteliğinde idi.
Alemlerin Rabbi olan
Allah (c.c.),
Hz. İbrahim (a.s.)'dan
bu rüyayı doğrulamasını, bunun gereğini yapmasını emrediyordu!. Söz buraya
gelince bazı tefsirlerde yer alan "Hz. İbrahim (a.s.) daha önceden oğlunu
kurban olarak adamış fakat bu adağını unutmuştu. Gördüğü bu rüya iîe adağı
kendisine hatırlatıldı!." yaklaşımlarından, Hz. İbrahim (a.s.)'ı hiç
düşünmeden tenzih etmemiz gerekir. Bazı tefsirlerde yer alan böylesi yaklaşımlar,
elinde fal okları bulunan Hz. İbrahim heykelini yaparak Kabe'nin içine koyan
ve çocuklarını Allah için(!) kurban etmeye kalkışan Mekke müşriklerinin
zihniyetinden kaynaklanan batıl yaklaşımlardır. Çünkü hiçbir peygamber ve
hiçbir müslüman, bir insanı kurban etme hakkın! kendinde göremez.
Doğmuş ya da doğacak
çocuğumuzu elbetteki Allah'a adayabiliriz. Ancak bu adamamız, Hz. Meryem'in
annesi tarafından yapılan şu dua çerçevesindedir.,
Hani îmran'ın karısı:
Rabbim, karnımda olanı (her türlü bağımlılıktan) azatlı bir kul olarak Sana
adadım, adağımı benden kabul et. Şüphesiz işiten, bilen Sen'sin Sen. demişti
Fakat onu
doğurduğunda, Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilirken dedi ki: Rabbim,
doğrvu onu bir kız doğurdum. Erkek ise, kız gibi değildir. Ona Meryem adını koydum.
Ben onu ve soyunu, o taşa tutulmuş şeytandan Sana sığındırırım.
Bunun üzenne Rabbi onu
güzel bir kabulle kabul etti. ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi.
Zekeriyya'yı da ona sorumlu kıldı. Zekeriyya ne zaman mihraba girdiyse, (onun)
yanında bir yiyecek buldu: Meryem, bu sana nerden? deyince, (Meryem) Bu, Allah
katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız nzık verendir dedi.[14]
Bu dua ve bu duanın
akabinde gelişen olayları tefekkür edersek, söz konusu adağın ve adanmışlığın
Allah için kesilen bir kurban olarak değil, Allah'a emanet edilen bir kul
olarak gerçekleştiğini görürüz. Nitekim doğru ve hak olan da budur.
Peki, İbrahim (a.s.)'m
gördüğü rüyanın arka planını nasıl anlamamız, nasıl tefsir etmemiz gerekir? Bu
konuyu fazlaca zorlamamıza, arka plana ait bilmediğimiz boşlukları, bilmediğimiz
varsayımlarla doldurmaya çalışmamıza tabi ki gerek yoktur. Konuyla ilgili ayeH
kerimeleri incelediğimiz zaman, İbrahim (a.s.)'ın bir kefaret veya bir şükür
vesilesi olarak- Aliah'a söz verdiği bir adağı olduğunu anlayabiliriz.
Evet, bir adağı vardı
İbrahim (a.s.)'ın. Rabbi için bir kan akıtarak, bu adağını yerine getirecekti.
Ancak kendisi için oldukça önemli olan bu adak konusunda, sadece bir şeyi
bilmiyor, sadece bir konuda kararsızlığa düşüyordu Hz. İbrahim (a.s.).
"Rabbi için ne
kesmeliydi?"
Alemlerin Rabbi olan
Allah (c.'c.) için büyük ve değerli bir kurban kesmek istiyor, büyük ve
değerli bir kurban kesmek istiyordu ama bu ne olmalıydı?
Koyun mu, keçi mi,
sığır mı, deve mi?
Hz. İbrahim (a.s.) bu
sorularla istihareye yattı mı-yatmadı mı, bu konuda Allah'tan bir işaret
bekledi mibeklemedi mi bilmiyoruz. Bize bildirilen gerçek, İbrahim (a.s.)'a bu
cevabın ve bu İlahi işaretin rüyada verildiğidir. Hz. İbrahim (a.s.) arka
arkaya gördüğü rüyalarda, kendisini oğlu İsmail'i boğazlıyorken görmektedir!.
Hükmünde hikmet, hikmetinde
rahmet olan Rabbimiz "Ey İbrahim!. Madem ki Benim için büyük, Benim için
değerli bir kurban kesmek istiyorsun, bu kurban senin için de büyük, senin için
de değerli olan İsmail'dir" buyuruyordu!.
Açık seçik bir şekilde
bu rüyayı gören İbrahim (a.s.), yattığı yerde usul usul gözlerini açtı!. Hiç
hareket etmiyor, hiç hareket edemiyordu!. Uzaklara, çok uzaklara dalıp giden
hareketsiz gözleriyle öylece duruyor, bütün duyu ve duygularının donduğunu
hissediyordu!, Kendisinde bir hata, kendisinde bir suç arayarak "Neden
yattım, neden uyudum" diyordu kendi kendisine!. Çünkü böyle bir rüyayı
göreceğini bilseydi, ömrünün sonuna kadar hiç yatmaz, ömrünün sonuna kadar hiç
uyumak istemezdi İbrahim (a.s.)!.
Oğlunu düşündü ve.oğlu
geliverdi gözlerinin önüne!.
İçinde sessiz bir
patlamayla, sessiz bir ateş harlay1 verdi!. Nemrut'un kendisi için yaktığı ve
kendisinin içine atıldığı ateş, bu sefer dışında değil içinde tutuşmuş, çok
daha büyük alevlerle içinde tutuşuvermiştü. Bu ateş sönmüyor, bu ateş
söndürülmüyordu!. İbrahim (a.s.)'ın İçini kavuran bu ateş, Nemrut'un ateşi gibi
serin ve soğuk olmuyordu!.
Ağlamaya başladı
İbrahim (a.s.)!.
"Ya Rabbi ben
bunu nasıl yaparım, nasıl yapabilirim?" diye ağlamaya başladı. Elbetteki
her canlı gibi İsmail de, sevgili oğlu İsmail de ölebüirdi. Ve buna dayanır,
buna dayanabilirdi İbrahim (a.s.)!. Fakat neden bu iş kendisine verilmişti!. O
bu işi nasıl yapar, o sevgili oğulcağızını nasıl boğazlayabilirdi!.
Bu acıyla günler, bu
acıyla haftalar geçiren İbrahim (a.s.) bir çıkış, bir kurtuluş yolu arar
gibiydi!. Kendisine kesin bir zaman, kesin bir mühiet verilmediği için, içinde
her geçen gün daha da mayalanan bu acı ile İsmail'in biraz büyümesini bekledi!.
Çünkü içindeki acı ne kadar büyük olursa olsun, bu geçen süre zarfında gönlünde
besleyip büyüttüğü bir de umudu vardı İbrahim (a.s.)'ın. Nitekim bu umudunun
gerçekleşebilmesi için İsmail'in biraz büyümesini, gezip-koşabilecek bir çağa
gelmesini beklemiş ve gördüğü rüyayı ancak o zaman İsmail'e anlatmıştı.,
Böylece (çocuk) onun
yanında gezip-koşabilecek çağa erişince (İbrahim ona): Oğlum dedi Gerçekten ben
seni rüyamda boğazhyorken görüyorum. Bir düşün, sen ne dersin.[15]
İbrahim (a.s.), böyle
bir yaklaşım ile oğlu İsmail'e tercih hakkı veriyordu. "Oğlum, ben
boğazlamakla emrolun-dum fakat sen boğazlanmakla emrolunmadın!. Tercihin
nedir" diyordu. Yumuşacık yüreği rahmet depremleriyle sarsılarak bu soruyu
soran İbrahim (a.s.), gezip-koşabilecek çağa gelen İsmail'in, koşarak
kendisinden uzaklaşmasını, uzaklaşıvermesini umud ediyordu. Çünkü böyle bir
durumda ne kendisini boğazlatmayan İsmail, ne.de İsmail'i boğazlayamadığı için
kendisi sorumlu olmayacaktı.
Fakat olmadı!.
Karşısındaki çocuk,
sıradan bir çocuk değildi!.
İbrahim (a.s.)'ın
oğlu, İbrahim (a.s.)'a yakışan bir evlad, bir İsmail idi!. Nitekim hiç durmadan,
hiç duraksamadan babasına şu cevabı verdi..
Babacığım, emrolunduğun
şeyi yap. İnşaallah, beni sabredenlerden bulacaksın.[16]
Heyhat!.
Artık herşey bitmiş, bütün
çıkış yollan kapanmıştı İbrahim (a.s.) için!, İsmail'in bu muhteşem cevap
karşısında öylece kalakaldı!.
Kendisine
"Babacığım" diyerek sevgisini, "Emrolunduğun şeyi yap"
diyerek saygısını, "İnşaallah" diyerek tevekkülünü, "Beni
sabredenlerden bulacaksın" diyerek teslimiyetini ifade eden oğluna
bakakaldı!. Üzülmesi mi, yoksa böylesine salih bir evlad ile gurur duyması mı
gerekiyordu, bilemedi!. Ne var ki yapılması gereken iş, yapılacaktı artık!.
Sonunda ikisi de (Allah'ın
emrine ve takdirine) teslim olup (babası İsmail'i kurban etmek için) onu alnı
üzerine yatırdı;[17]
Bu olayı yaşarcasına
düşünürken,
tüm duygularınızın
titrediğini hissediyorsunuz!. Meleklerle, cinlerle ve bütün kainat ehliyle
birlikte, Rabbimizin Halim sıfatını verdiği İsmail (a.s.)'ın yere uzanışına,
boynunu hafifçe uzatışına bakıyorsunuz. Kalbiniz duruyor fakat yaşıyorsunuz,
yine de yaşayabiliyorsunuz bu yaşanan iıadise karşısında!.
Hacer validemizi
düşünüyorsunuz!.
Yıllar önceki hadiseye
dönüyor ve Hacer validemizin 'Ya Rabbi İsmail susuz, İsmail susuzluktan
kavruluyor!." diyerek yaptığı yakarışları hatırlıyorsunuz. Bu olayın
duygu yüklü bir kadın, yüreği merhamet dolu bir anne için büyük bir imtihan
olduğunu biliyorsunuz.
Sonra İbrahim (a.s.)'a
bakıyorsunuz!.
Yüreğinde evlad
sevgisi ve elinde bıçak ile İsmail'in başucunda duran İbrahim (a.s.)'a
bakıyorsunuz!. Söylenecek bir söz, konuşulacak bir kelime kalmıyor!. Ağlamaya,
nıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyorsunuz!. "Ya Rabbi nasıl, nasıl
dayanabildi buna!. Naşı! üstesinden gelebildi böyle bir imtihanın!"
diyerek ağlıyorsunuz!.
İbrahim (a.s.)fın
gözlerine bakıyor, rahmet ve merhamet yüklü bu gözlerde bir gözyaşı gibi
eridiğinizi, bir gözyaşı gibi akıp-gittiğinizi hissediyorsunuz!,
İsmail'i boğazlamaktansa,
dünyevi ateşlere binlerce kez atılmaya razı olabilecek olan İbrahim (a.s.),
ağır ağır İsmail'in boğazına doğru eğiliyor!. Bir an duruyor, sağ eline ve sağ
elindeki bıçağa bakıyor!. Bıçak, titreyen ellerinden düşecek gibi!. Son bir
güçle ellerini sıkıyor, ellerini sıkarak bıçağı kavramaya çalışıyor!.
İbrahim fa.s.) henüz
İsmail'i kesmemiş,
İsmail'i
boğazlamamıştır ama bu kısacık sürede içindeki binlerce İbrahim kesilmiş,
binierce İbrahim parçalanmış gibidir!. İçi kan olmuştur, içi kan dolmuştur, içi
kandan bir derya olmuştur İbrahim (a.s.)'ın. Gözlerinden artık yaş değil sanki
kan, kıpkırmızı bir kan boşanıyordur!.
Dayamlası bir hal
değildir bu!.
Elindeki bıçağı atarak
geri dönmesi, geri dönüverme-si de mümkün değildir!. Çünkü Allah'ın, alemlerin
Rabbi olan Allah (c.c.)'ın emridir bu!. İlahi emre teslim olmaktan başka ne
yapabilir, ne yapabilirdi ki!.
İbrahim (a.s.)
titreyen ellerindeki bıçak ile alnı üzerine yatan İsmail'in, yüzünü ve
gözlerini görmediği oğlunun, önünde boylu boyunca yatan sevgili oğulcağızının
boğazına tekrar eğildi!.
Hiçbir şey düşünmek, hiçbir
şey hissetmek istemiyordu. "Bitsin, artık bitsin, artık bitiversin"
duyguları içinde "Bismillahi Allahu ekber" diyerek bıçağı İsmail'in
boğazına çaldı.
İşte o an, bıçağın
tene değdiği o an, rahmet kapıları açılmış ve Rahman'm sesi duyulmuştu.,
Biz ona: Ey İbrahim
diye seslendik. Gerçekten sen, rüyayı doğruladın. Hiç şüphesiz Biz, ihsanda
bulunanları böyle ödüllendiririz.[18]
Rüyasında gördüğü
olayı aynen yaşayan ve tüm hüc-relerindeki titremesi henüz geçmeyen İbrahim
(a.s.) anlaşılmaz duygular içindeydi!. İnanılmaz bir darlıktan çıkarılmış,
inanılmaz bir genişliğe bırakılmış gibiydi!. Şaşkın gözlerle elindeki bıçağa ve
önündeki İsmail'e baktı!. Önündeki İsmail yaşıyordu, yaşıyordu ama, bıçağın
tene değdiği o unutulmaz anda, Hz. İbrahim ta.s.) gönlündeki İsmail'i
boğazlamış, İsmail'ini boğazlayıvermiştü. Artık gönlünde bir İsmail değil,
İsmail'i kendisine
bağışlayan Allah, sadece Allah (c.c.) vardı!. Engin bir huzuru yaşayan İbrahim
(a.s.)'ın gönlünde sadece ve sadece Rahman, sadece ve sadece Rahman sevgisi
kalmıştı!.
Ve devam ediyor ayet-İ
kerime, İbrahim gibi bir kulun Rabbi olan Allah (c.c.) beyana devam ediyor.,
Doğrusu bu, apaçık bir
imrilıandı.
Ve ona büyük bir
kurbanı fidye verdik
Sonra gelenler
arasında ona (fıayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık
ibrahim 'e selam
olsun.
Biz, ihsanda
bulunanları böyle ödüllendiririz.
Şüphesiz o, Bizim
mü'min olan kuüanmızdandır.[19]
Evet, selam olsun,
tekrar selam olsun, tekrar tekrar selam olsun İbrahim (a.s.)'a!. Ve yine selam
olsun İsmail'e ve
yine selam olsun Hacer
validemize..
İşte burası Mina'dır.
Kurban keseceğiniz bu
yer, aşağılardan yukarılara bakarak anlamaya ve anlatmaya çalıştığımız bu
muhteşem olayın yaşandığı yerdir!. Tabi ki daha fazla düşünmeli, tabi ki daha
fazla anlamaya çalışmalısınız bu olayı!.
İbrahim'i düşünmeli,
İsmail'i
düşünmelisiniz!. Sonra kendinizi İbrahim yerine koyarak, en çok sevdiğiniz
İsmail'i, kendi İsmail'inizi bulmalısınız!.
Nedir sizin
İsmail'iniz?
Hanımınız mı, oğlunuz
mu, kızınız mı? Dünyada en çok sevdiğiniz, en çok değer verdiğiniz İsmail'iniz,
kendi İsmail'iniz nedir?
Açık bir yüreklilik
ile kendi İsmail'inizi bulmalı ve kendi İsmail'inizi Mina'ya getirmelisiniz.
Sonra yukanda anlattığımız muhteşem olayı dikkate alarak, düşünce dünyanızda
bu olayın müsveddesini, küçük bir müsveddesini yaşamaya çalışmalısınız.
Ve sormalısınız
kendinize.,
Allah için büyük,
Allah için değerli bir kurban kesmek ister, kesmek istersiniz de, sizin için
de büyük, sizin içinde değerli olan kendi İsmail'inizi kesebilir misiniz?
Allah için kesmeniz,
Allah için
boğazlamanız gereken kendi İsmail'inizi siz de kesebilir, siz de boğazlayabilir
misiniz?
Gönül masanıza
yatırdığınız kendi İsmail'inize ve titreyen ellerinize bakarak, bu önemli
sorunun, önemli cevabını arayın kendinizde!.
Biliyorum kesmeyecek, biliyorum
kesemeyeceksiniz gönlünüzdeki temiz ve masum İsmail'i!.
O halde soruyu ve
gönlünüzdeki kurbanı değiştirelim!. Size "Babacığım, emrolunduğun şeyi
yap. Kocacığım, emrolunduğun yolda git" diyerek sizi Allah'a kulluğa ve
teslimiyete teşvik eden masum İsmail'inizi değil de; sizi Allah'a kulluktan
engellemesine rağmen sevdiğiniz diğer İsmail'inizi düşünün ve diğer
İsmail'inizi getirin Mina'ya Mal veya makam, ev veya araba, şan veya şöhret sevgisi
olabilecek bu İsmail'inizi yatırın önünüze!. Dikkat edin ki bu bağışlamanız,
bu merhamet etmeniz, bu acımanız gereken bir İsmail değildir. Nefsi
duygularla sevdiğini4 cahili ölçülerle değer verdiğiniz bu İsmail, mutlaka ve
mutlaka kesilmesi, mutlaka ve mutlaka kurban edilmesi gereken bir İsmail'dir.
Gönlünüzde yer alarak sizi Allah'a kulluktan engelleyen bu İsmail'leri kesmeli,
gönlünüzü böylesi İsmail sevgilerinden arındırmaksınız.
Yapmalısınız bunu!.
Allah için kurban
kesmeden önce gönlünüzdeki böylesi İsmail'leri kesmeli ve gönlünüzü böylesi
İsmail'lerden, İsmail sevgilerinden arındırmaksınız. Çünkü burası Mina'dır.
Burası gönüldeki sevgilerin, gönüldeki sevgililerin teke indirildiği bir
yerdir.
Burada duracak, burada
bir tercihte bulunacaksınız!.
Gönlünüzde mal, mülk
ve makam sevgisi mi olacak, yoksa Allah, önemle ve öncelikle Allah sevgisi mi?
Çünkü hem mülkü, hem Malik-il mülkü sevemezsiniz!. Malik-il mülkü severek mülke
ulaşabilirsiniz ama mülkü severek Malik-il mülke ulaşamazsınız!. Gönlünüzde hem
mülk, hem Malik-il mülk sevgisi varsa, mülk sevginizi bir İsmail gibi önünüze
yatırmalı ve hiç durmadan ve hiç duraksamadan bu İsmail'i boğazlamaksınız!.
Evet, burası Mina'dır,
siz Mina'da bunlan
düşünüyor, bunları yaşamaya çalışıyorsunuz!. Kurban kesim yerine giderek
mezbahayı gördüğünüzde "Asıl mezbaha içimde, asıl mezbaha gönlümde"
diyorsunuz kendi kendinize!. Ve kurbanınızı kestikten ya da vekalet vererek
kestirdikten sonra saçlannızı traş ederek ihramdan çıkıyorsunuz.
Artık Mina'dan
ayrılacaksınız.
Hz. İbrahim'e ve
İbrahim ailesine her an selam göndermekte olan Mina'nm taşına, Mina'nın
toprağına bakarken, gözünüzü ve gönlünüzü tekrar Hz. İbrahim (a.s.)'a yöneltiyorsunuz.
Bu kutsal yerlerde Allah'a teslimiyetin muhteşem zirvesine çıkan ve bu zirveye
kulluk sancağını diken Hz. İbrahim (a.s.)'a herşeyinizle, her hücrenizle selam
ve sevgilerinizi iletmek istiyorsunuz!. Severek ve sevinerek girdiğiniz yüce
İslam dininin, hangi kahramanlann dini olduğunu bir kez daha anlamaya çalışıyor
ve böyle bir dinin müntesibi olduğunuz için Allah'a,
Rahman ve Rahim olan
Rabbinize hamdediyorsunuz.
Mina'da kurban
kestikten veya vekalet vererek kestirdikten sonra traş olarak ihramdan
çıktınız ve Mekke'ye döndünüz. İhramdan çıktıktan sonra Mekke'deki ilk işiniz,
ziyaret tavafınızı ve (Arafat'a çıkmadan önce şayet yapmamışsanız) hac
sa'yinizi yapmaktır. Otelinizde banyo yapıp, biraz dinlendikten sonra
Beytullah'a gidiyor, ziyaret tavafınızı ve daha önce ifa etmemiş iseniz hac
sa'yinizi yapıyorsunuz.
Artık bütün ihram
yasaklan kalkmış durumdadır.
Kendinizi biraz tuhaf
hissediyorsunuz!. Fiziki bir yorgunluk ve manevi bir genişlik içindesiniz.
Mahşer gününü yaşadıktan sonra büyük bir boşluktan geçerek dünyaya düşmüş,
dünyaya dönmüş gibisiniz!. Ne yapacağınızı bilemez bir halde etrafınıza
bakıyorsunuz. Daha önceleri alışık olduğunuz dünya ve dünyevi işler, bir garip
gözüküyor size!. Bu duygular içinde otelinize dönüyor ve kurban etinizden bir
parça gelmiş ise biraz1 yiyerek istirahate çekiliyorsunuz.
Mekke'deki son
günlerinizdir bunlar!.
Kurban bayramının
bitimiyle birlikte hemen toparlanacak ve Medine'ye hareket edeceksiniz. Bu
nedenle her fırsatta Beytullah'a gitmek istiyor, kalan vakitlerinizi
Bey-tullah'da namaz, zikir, tavaf ve tefekkür ile geçirmek istiyorsunuz. Tabi
ki bu arada hacla ilgili son görevlerinizi de yerine getireceksiniz.
Hacla ilgili bu son
görevlerinizi ifa etmek için, bayramın ikinci, üçüncü (ve tercihe göre
dördüncü) günü Mina'ya gidiyor, her gittiğiniz gün küçük, orta ve büyük
cemrelere yedişer taş atarak, bu önemli vazifenizi de yerine getiriyorsunuz.
Ve son güne,
Mekke'deki son günün
gecesine geldiniz artık!. Yarın sabah namazıyla birlikte Mekke'den ayrılacak ve
Medine'ye doğru yola çıkacaksınız. Beytullah'taki son geceniz-dir bu!. Önce
tavaf yapıyor, boi bol tavaf yapmak istiyorsunuz. Anneniz için, babanız için,
Kabe'ye gelmek isteyip de gelemeyen yaşlı mü'minler ve mü'mineler için ayn ayrı
niyetleniyor, ayrı ayn tavaf yapıyorsunuz. Müsait bir yere oturuyor ve
Beytuilah'a bakarak bu beytin Sahibini düşünüyorsunuz!. Hamdediyor ve
şükrediyorsunuz Rabbinize.
Namaz kılmak için
kalktığınızda yanınızda tanıdık bir sima ile karşılaşıyorsunuz. Usulca
selamlaştıktan sonra önce karşınızdaki Kabe-i Muazzama'ya ve sonra bu tanıdığa
dönerek "Kıble neresi?" diye soruyorsunuz!. Bu sorunuz karşısında
nedense hiç şaşırmıyor tanıdığınız ve iki elini Kabe-i Muazzama'ya doğru
kaldırarak "İşte böyle" diyor!.
Tebessüm ederek
başınızı sallıyorsunuz!.
Namazda yöneleceğimiz
kıble, yönelmemiz gereken istikamet nasıl ki bu kadar açık ve bu kadar net ise;
sadece Allah'a kulluk yapması gereken mü'minler olarak bütün bir yaşam boyu
yönelmemiz gereken tevhidi istikametin
de, bu kadar net ve bu
kadar açık olduğunu düşünüyorsunuz!.
Kabe-i Muazzama'ya
bakıyorsunuz!.
Mutmain bir kalp ile
kıbleye ve tevhide yönelmiş bir mü'min olarak, sadece Rabbinize kulluk yapmanın
bilinciyle namaza duruyorsunuz. Daha önce bildiğiniz ayetlerin, bilmediğiniz
manalarını anlaya anlaya namaz kılıyorsunuz. Sizlere sayısız nimet veren
Rabbiniz için kıldığınız namazları hiç saymıyor, böyle bir gecede kaç rekat
namaz kıldığınızı hiç bilmiyorsunuz.
Vakit oldukça
ilerlemiş,
Beytullah'tan ayrılma
saati gelmiştir artık!.
Veda tavafını yapmak
için Kabe-i Muazzama'ya yaklaşıyor ve Hacer-i Esved'in hizasına gelince veda
tavafına niyetleniyorsunuz.,
"Allah'ım, Senin
rızan için veda tavafını yapmak istiyorum. Bu tavafı bana kolaylaştır ve bunu
benden kabul et."
Niyetlendikten sonra
ellerinizi Hacer-i Esved'e doğru kaldırıp Bisndüahi AUahu ekber diyerek
istilamda bulunuyor ve veda tavafınızın ilk şavtına başlıyorsunuz. Tekbir,
tehlil, teşbih ve dua ile Kabe'yi tavaf ederken, bu veda tavafınız olduğu için
hüzünlendiğinizi hissediyorsunuz.
Bu son tavafınız, bu
veda tavafmızdır!.
Veda tavafınızı
bitirip Beytullah'tan ayrılacak ve kısa bir süre sonra memleketinize
döneceksiniz. Bir an ülkenizi ve ülke insanlarınızı düşünüyorsunuz. Ülkenizdeki
müslü-manlar geliyor aklınıza!. Daha önceleri aynı inancı, aynı akideyi paylaştığınız
bazı kardeşlerinizin, ülkenizdeki batıl rüzgarlar ile saptıklarını,
sapıverdiklerini hatırlıyorsunuz!.
İçiniz ürperiyor,
irkiliyorsunuz!.
Dışarılara bakan
gözünüz, yavaş yavaş kendinize yönelmeye, kendinize bakmaya başlıyor. Kendiniz
ve yarınlarınız hakkında ne düşüneceğinizi, ne diyeceğinizi bilemiyorsunuz!.
"Onlar saptı, onlar doğru yoldan saptı ama, ben sapmam, ben kesinlikle
sapmam" diyemiyorsunuz!. İçinizde bir korku, çığ gibi bir korku büyümeye
başlıyor!.
Kabe'ye bakıyorsunuz!.
Gönlünüzdeki hüzünlü
bir ses "Acaba bu tavafım, Kabe'yi müslümanca son tavafım mı? Dünya
yaşantısına girdikten-sonra acaba ben de sapacak, acaba ben de sapanlardan mı
olacağım?" sorularını fısıldıyor!. Bu küçük, bu küçücük fısıltılar Üe iç
aleminizdeki Sura üflendiğini hissediyorsunuz!.
Kıyamet, sessiz bir
kıyamet kopuyor iç aleminizde!.
Duygu ve
düşüncelerinizle birlikte herşeyin, içinizdeki herşeyin bir kıyamet dehşetiyle
sarsıldığını, temeisiz gökdelenler gibi yıkılmaya başladığını görüyorsunuz!.
Korku ve panik içindesiniz!.
Kabe'ye, tekrar Kabe-i
Muazzama'ya bakıyorsunuz!. Yine o küçük, yine o küçücük fısıltı yükseliyor
gönlünüzden!.
"Acaba bu
tavafım, Kabe'yi müslümanca son tavafım mı?"
Bu sorusunun altından
kalkamıyor ve -bu sorunun altında ağlamaya başlıyorsunuz. Sanki topraktan
değil de ince, incecik bir baimumundan yaratılmış gibisiniz!. Ve içinize düşen
küçük bir ateş, git gide büyüyerek balmumu cesedinizi eritmektedir!. Hızla,
büyük bir hızla
eriyipgitmekte olduğunuzu görüyor, fakat ne yapacağınızı, ne yapmanız
gerektiğini bilmiyorsunuz!.
Elsiz ayaksız, dilsiz
dudaksız bir bedenin içinde, yaşadığı dehşetten kaçmak isteyen bir kötürüm,
çaresizliğini feryada dökmek isteyen bir dilsiz gibisiniz!. Çaresizliğin ne
olduğunu ilk kez böylesine görüyor, ilk kez böylesine anlıyorsunuz!.
İçiniz inceliyor!.
İçinizdeki herşeyin hızla inceldiğini, incelmeye devam ettiğini
hissediyorsunuz!. "Kopacak, kesinlikle kopacak" demenize rağmen
kopmuyor, kopmadan inceliyor, incelmeye devam ediyor içiniz!.
Her şavtın bitiminde
Hacer-i Esved'i istilam ederken, ellerinizi kaldırıp Bismillahi Allahu ekber
diyerek Rabbinizi selamlarken, bunun bir aynltk, bunun bir Hak'ka veda
selamlaşması olduğunu düşünüyorsunuz!.
Buna nasıi
dayandığınızı,
dağlar gibi ağırlaşan
bu hüznü nasıl taşıyabildiğinizi bilmiyorsunuz!. Hacer-i Esved'in hemen
yanındaki kapıya, Kabe-i Muazzama'nın altın kapılarına ilişiyor gözünüz!. Bu
kapıların, dünya ile ahiret arasındaki kapılar olduğunu düşünüyorsunuz!. Bu
düşüncenizin doğruluğunu yanlışlığını hiç sorgulamadan, kapalı olan bu kapıları
dualannızla, ya-kanşlarınizla, gözyaşlannızla açmak ve hiç duraksamadan
Kabe'nin içine girerek, bir daha çıkmamak, hiç dünya yaşantısına dönmemek
istiyorsunuz!.
Fakat olmuyor,
fakat açılmıyor
Beytuilah'ın kapılan!.
"Ya Rabbi ben ne
yapacam!. Ben ne yapacam Ya Rabbi" diye bir feryat yükseliyor içinizden!.
Ne var ki umutsuz bir feryattır bu!. Çünkü içinizdeki sapma korkusu ne kadar
büyük olursa olsun, bu konuda Rabbinizden bir güven, Rabbinizden bir teminat
alamayacağınızı biliyorsunuz. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın, böyle bir
güveni ve böyle bir teminatı peygamberlerine, sevgili peygamberlerine dahi
vermediğini çok iyi biliyorsunuz.
Kur'an-ı Kerim'deki
peygamber kıssalarını ve bu kıs-salardaki bütün peygamberlerin Ya Rabbi canımızı
müslüman olarak al Müslüman olarak ölmemizi nasib et mealindeki dualarını,
yakanşlannı hatırlıyorsunuz.
Yüz yaşını aşan ve
gençliğinde putlara karşı destansı bir mücadele veren Hz. İbrahim (a.s.)'ın (Ya
Rabbi) bu şehri güvenli, beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut.[20]
mealindeki duasının ne anlama geldiğini kavramaya başlıyorsunuz.
Oysa daha önce
bildiğiniz ayetler, daha önce bildiğiniz dualardır bunlar!. Ancak şu an, ancak
şu an anlıyorsunuz ki tüm peygamberler bu duayı yaparlarken. Ya
Rabbi canımızı müslüman
olarak al Müslüman olarak
Ölmemizi nasib et diye yakarırlarken,
hepsinin korkudan ödleri kopuyordul.
Onlar için farazi, onlar için fantazi dualar değildi bu!. Sapmaktan ve
putlara tapmaktan ödleri koparak bu duayı yapıyorlar, korkudan ödleri koparak
Allah'a sığınıyorlardı!. Şimdi anlıyorsunuz bütün bunları!. Sapma ve sapıtma korkusuyla
titrerken, peygamberlerin sizden çok daha fazla korktuğunu, sizden çok daha
fazla titrediğini şimdi anlıyorsunuz!. Artık yapmanız gereken şey, tüm
peygamberlerin korku ve tevekkül dolu bu duasına sarılmak, sımsıkı
sanlıvermektir., "Ya Rabbi, büyük, çok büyük bir şey istiyorum Sen'den. Ne
olur canımı müslüman olarak al!. Müslüman olarak ölmemi nasib et!. Müslüman
olarak ölmemi nasib et!...
Durmayan
gözyaşlannızla, durmadan tekrarlıyorsunuz bu duayı!. Şimdiye kadar Rabbinizden
hiçbir şeyi bu kadar ısrarla dilememiş, ısrarla dilenmemiştiniz!. Müslüman
olmanın ve müslümanca ölmenin ne büyük bir nimet, ne büyük bir lütuf olduğunu
daha iyi, çok daha iyi anlıyorsunuz. Bu arada Resulullah (s.a.v.)'in Nasıl
yaşarsanız, Öyle ölürsünüz. Nasıl Ölürseniz, Öyle haşrolursunuz buyruğu geliyor
aklınıza!. Müslümanca ölmenin, müslümanca ölebilmenin yegane şartının,
müsiü-manca yaşamak, müslümanca yaşayabilmek olduğunu bir kez daha
hatırlıyorsunuz!. Bundan sonraki kısa ömrünüzü müslüman olarak, müslümanca
yaşayarak geçirebilmeniz için yine Rabbinize, yine Rahmana dua ediyorsunuz...
Ve bu dualarla, bu
yakarışlarla bitiriyorsunuz tavafınızı!.
Uzun süren bir
depremden çıkmış gibisiniz!. Veda tavafınızı yedi şavt olarak saydınız,
saydığınızı sandınız ama bir şavt eksik, iki şavt fazla mı yaptınız
bilmiyorsunuz!. Ne var ki böyle bir tavafı bir daha yapabilecek güç, bir daha
yaşayabilecek takat kalmamıştır sizde!.
Bitkin adımlarla bir
kenara gidiyor ve müsait bir yerde iki rekat tavaf namazı kılıyorsunuz.
Namazınızı bitirdikten sonra hiçbir şey düşünmeden öylece Kabe'ye, öylece
Beytullah'a bakıyorsunuz!. Gördüğünüz şey, sanki dünyada gördüğünüz en güzel,
en sevgili şeydir sizin için!. Bu güzel duygularla Kabe'ye bakıyor ve Kabe'yle
konuşmaya başlıyorsunuz.,
"Ey siyah,
simsiyah elbiseler giymiş olan sevgili!.
Arşa doğru yükselen
duvarların ile Arşın Sahibine uzanmak istesen de, temellerinle bu dünyaya
bağlanmış,
bu dünyaya
zincirlenmiş bir güzel, kıyameti bekleyen bir güzel gibisin!. Kıyametle bu
dünyadan ayrılmayı, kıyametle Rabbine kavuşmayı bekliyorsun!.
Senin taştan, senin
taş duvarlardan yapıldığını biliyorum. Senin önünde ve sana doğru yaptığım
bütün secdelerim, elbette-ki sana değil, senin Sahibinedir. Sen bizim için bir
ev, sen bizim için bir kıblesin sadece!.
Fakat Rabbim seni
sevmiş, Rabbim seni sevdirmiştir bizlere!. Bu nedenle sana böyle bakıyor, bu
nedenle sana bakmaya doyamıyorum!.."
Kabe-i Muazzamaya bu
duygularla,
bu düşüncelerle
bakarken, ellerinizi yavaş yavaş kaldırıyor ve Kabe'nin Rabbi olan Allah'a
buradaki son duanızı, son münacaatmızı yapmaya başlıyorsunuz.,
Önce hamdediyorsunuz, şükrediyorsunuz
Rabbinize!. Resulullah (s.a.v.)'e ve yolu Kabe'den geçen bütün peygamberlere,
bütün salihlere, bütün müminlere sajat ve selam gönderiyorsunuz.
Elleriniz açık bir
şekilde, bir süre öylece duruyorsunuz. Ne isteyeceğinizi, ne dileyeceğinizi,
ne dileneceğinizi düşünüyorsunuz Rabbinizden!. Aklınıza, fikrinize, gönlünüze
bir şey, sadece bir şey geliyor.,
"Ya Rabbi,
huzuruna geldiğimde hoşnutluğunu görmemi nasib et!."
Sadece bunu
istiyorsunuz- Rabbinizden. İlahi huzura çıktığınız zaman Rabbinizin size
hoşnutlukla, hoşnut olmuş bir nazarla bakmasını diliyorsunuz. Çünkü
seviyorsunuz Rabbinizi, Rabbiniz şahittir ki seviyorsunuz Rabbinizi!. Ve
istediğiniz, en çok istediğiniz şey, sevdiğiniz Rabbinizi hoşnut etmek, hoşnut
edebilmektir!. Bu dua iie yalvarmaya, bu dua ile yakarmaya başlıyorsunuz.,
"Ya Rabbi,
hoşnutluğunu görmemi nasib et!." hoşnutluğunu görmemi nasib et, hoşnutluğunu
görmemi nasibet!."
Gözyaşlannızla sulanan
bu duayı kaç kere söylediniz, kaç kere tekrar ettiniz bilmiyorsunuz. Bir anda
bütün dikkatiniz gönlünüze, gönlünüzde yankılanan şu ayet-i kerimelere
çevriliyor.,
Ey mutmain (tatmin
bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık
kullarımın arasına gir. Cennetime gir.[21]
Hiçbir şey düşünmeden,
hiçbir şey düşünemeden
öylece kalıyorsunuz!. Başınızı hafifçe kaldınyor ve size sizden daria yakın
olan Rabbinize yöneltiyorsunuz ilginizi!.
Sonra tekrar gönlünüze, gönlünüzde kır çiçekleri gibi
açan ayetlere bakıyorsunuz!. Ey mutmain nefis
Mutrnainliği nefes
nefese yaşayan kalbinizle "Bu benim" diyorsunuz kendi kendinize!.
Evet, bu sizsiniz ve gönlünüzde bir anda yankılanan ayetlerle Rabbiniz size,
Rabbiniz size seslenmektedir!.
Peki, ne diyor, ne
buyuruyor Rabbiniz size?
Rabbine, hoşnut edici
ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir.
İçinizden yavaş yavaş
yükselen ürperti dalgalan ile Jt-remeye başlıyorsunuz!. Cennetime gir İlahi hitabına muhatab olmak, cennetle
müjdelenmek!.
Hayret ve haşyet
içindesiniz!.
Başınız iki yana
sallanırken "Rabbim bana, Rabbim bana cennetime, cennetime gir dedi,
cennetime gir dedi..." demeye başlıyorsunuz!.
Kızgın bir çölü
andıran gönlünüzün her tarafından sulann, buz gibi suların kaynamaya,
fışkırmaya başladığını hissediyorsunuz!. Kabe'ye, Kabe-i Muazzama'ya bakarak
ayağa kalkıyor ve dünyada hiç kimsenin, kainatta ise herkesin duyacağı bir
sesle feryat ediyorsunuz.,
"Rabbim bana
cennetime gir dedi!."
"Rabbim bana
cennetime gir dedi!."
Mescid-i Haram'dan
nasıl çıktığınızı, Mekke sokaklarında ne zamandır dolaştığınızı
bilmiyorsunuz!. Bildiğiniz ve durmadan sayıkladığınız tek şey, Rabbinizin size
Cennetime gir dediği!. Mekke sokaklarında deli gibi dolaşırken, deli gibi
bunu, hep bunu tekrar ediyorsunuz.,
"Rabbim bana
cennetime gir dedi!."
Dünyadan kopmuş
gibisiniz!. Ne Mekke sokakları, ne de Mekke sokaklarında size bakan insanlar
ilgilendirmiyor sizi!. "Acaba delirdim mi, yoksa deliriyor muyum?"
diye de sormuyorsunuz kendinize!. Delilikse delilik!. Herşeyi kabullenmiş
durumdasınız!. Böyle bir haber, böyle bir müjde ile başka nasıl olabilir, başka
nasıl olabilir ki insan!.
Otele gideyim mi diye
düşünüyorsunuz!.
Otele gidip ne
yapacaksınız ki, yatacak mısınız?
Yatıp uyuyacak
mısınız?
Tuhaf geliyor bu
düşünceler size!. Bir garib oluyorsunuz. İçinizdeki delicesine sevincin yerini
bir korku, bir endişe almaya başlıyor. Kendinize yönelerek "Nasıl, bu müjde
ile nasıl yaşayabileceğim?" diyorsunuz!.
Cevabını
veremiyorsunuz bu sorunun!.
Düşünüyor, düşündükçe
daha çok korkuyorsunuz!. Bu müjde ile ayaklarınızı nasıl uzatabilecek, nasıl
yatabilecek, nasıl uyuyabileceksiniz!. Bu müjdeden sonra ibadetsiz bir saati,
ibadetsiz bir dakikayı nasıl yaşayabileceksiniz!.
Şaşkınsınız!.
Sevdiğiniz, gıptayla
baktığınız Kabe-i Muazzama, bütün ağırlığı ile sırtınıza yüklenmiştir sanki!.
Asr-ı saadet dönemini hatırlıyorsunuz. Bu saadet döneminde cennetle müjdelenen
müminleri düşünüyorsunuz!. Hayretten açılmış gözlerle "Ya Rabbi, onlar bu
müjdeye nasıl dayandı, nasıl dayanabildiler?" diyorsunuz.
Anlamıyorsunuz, anlıyamıyorsunuz
o müminleri!. Bu müjdeye nasıl dayanabildiler, bu müjdeyle nasıl
yaşayabildiler bilemiyorsunuz!.
Bir an durup,
kendinize gelmeye çalışıyorsunuz!. Düşünüyorsunuz, baştan sona düşünüyorsunuz
yaşadıkla!. Yasin suresinde zikredilen bir mü'min, kendisine Cennete gir
denilen mü'min geliyor aklınıza!. Ve o kıssayı tekrar hatırlıyorsunuz..
Şehrin en uzak
yerinden bir adam koşarak geldi: Ey kavmim, bu elçilere uyunuz dedi
Sizden ücret
istemeyenlere uyun, onlar hidayet bulmuş kimselerdir.
Bana ne olmuş ki, beni
yaratana kulluk etmeyecekmi-şim? Siz O'na döndürüleceksiniz.
Ben, O'ndan başka
ilahlar edinir miyim id, Rahman (olan Alİah), bana bir zarar dileyecek olsa, ne
onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler.
Şüphesiz ben, o
durumda apaçık bir sapıklık içinde olmuş olurum.
Halbuki ben, Rabbinize
iman ettim; O halde beni işitin (dinleyin).
Ona Cennete gir
denildi O da: Keşke benim kavmim de bilselerdi dedi
Rabbimin beni
bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını.[22]
Kavminin küfrüne ve
tehdidine rağmen iman ve teslimiyetinde ısrar eden bu mü'rfıin, Rabbimizin
Cennete gir buyruğu ile (şehadete nail olarak) cennete girmiş, cennete
girivermişti. Çünkü Rabbimiz Ol buyurduğu zaman, o iş hemen oluverirdi.
Kendinize yöneliyorsunuz.
"Ben dünyadayım, ben hala dünyadayım!." diyorsunuz kendi kendinize!.
Bu şaşkınlık ile gönlünüzde hala yankılanmakta olan ayetleri tekrar
düşünüyorsunuz.,
Ey mutmain (tatmin
bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Arak
kullarımın arasına gir. Cennetime gir.
Anlayışınız genişliyor
ve gülümsüyorsunuz!.
Ayet-i kerimelerin
siyakındaki şartlan dikkate almadan, sibakındaki müjdeyi yaşadığınızı
anlıyorsunuz. Oysa ayet-İ kerimeîerdeki Cennetime gir müjdesi, Rabbinizi hoşnut
etme, hoşnut edebilme şartına bağlıdır. Dolayısıyle bu hitab ve bu müjde, bütün
müslümanları muhatap alan ve bütün müslümanları mutmainliğe, bütün müslümanları
Rabbi hoşnut etmeye davet eden bir müjdedir.
Derin bir nefes
alıyorsunuz.
Sevinç ve üzüntüden uzak
duygular içindesiniz!.
Sevinmeniz mi yoksa
üzülmeniz mi gerekir bilmiyorsunuz!. Ancak rahatladığınızı, size daha çok
sevinç mi yoksa endişe mi verdiğini yeterince anlayamadığınız duyguların
dışına çıkarak rahatladığınızı hissediyorsunuz!.
İlahi müjdenin, taşınması
ne kadar ağır, ne kadar zor bir haber olduğunu az da olsa anlamışçastna,
Kevser'le ve cennetle müjdelenen Resulullah (s.a.v.)'i düşünüyor ve anlayış
ufuklarınızın dışına taşan Efendimiz {s.a.v.)'e salat ve selam
gönderiyorsunuz!.
Ve Rabbinize, hoşnut
etmeniz gereken Rabbinize yöneltiyorsunuz ilginizi!. Herşeyi görmekte ve
bilmekte olan Rabbinizin, Mekke sokaklarında şaşkın bir mecnun gibi
dolaştığınız az önceki halinizi hoşnutlukla, yine de hoşnutlukla seyrettiğini
düşünüyorsunuz!.
Tekrar kendinize
dönüyor, tekrar kendinizi düşünüyorsunuz!. Sizi adeta çılgına çeviren böyle bir
İlahi müjdeyi, yaşarken, yaşamaya devam ederken değil; son nefesinizde
görebileceğiniz Azrail (a.s.)'ın yumuşak sesiyle, müjde dolu selamıyla almak
istiyorsunuz! .
"İnşaallah, İnşaallah
Ya Rabbi" diyerek otelinize dönüyorsunuz!.
Medine'ye yoiculuk
vakti geldi!.
Otelin önüne gelen
otobüslere eşyalar yüklenmiş ve tüm hacılar yerlerine oturmuş durumdadır.
Medine'ye ya otobüslerle gideceksiniz, ya da bu otobüslerle Cidde'ye gidip,
oradan uçakta Medine'ye geçeceksiniz. Umre zamanı uçakla yapılan bu ara
yolculuk, yoğun hac döneminde genellikle otobüslerle yapılmakta, dörtyüz
kilometre civarındaki bu mesafe otobüslerle katedilmektedir.
Hareket eden
otobüsünüz Mekke caddelerinde ağır ağır ilerlerken, otobüsün penceresinden
Mekke'ye ve Mekke sokaklanna son bir kez bakıyorsunuz. Şehirlerin anası olan
Mekke'den ve Mekke'nin bağnndaki Kabe'den, Kabei Muazzama'dan ayrılıyorsunuz
artık!.
Kabe'yi
düşünüyorsunuz,
Kabe geliyor gözünüzün
önüne!. Gönlünüzün yüzlerce halat ile Kabe'ye bağlanmış olduğunu ve otobüs
gittikçe, otobüs Kabe'den uzaklaştıkça bu halatların gerildiğini
hissediyorsunuz!. Acıdan ziyade hüzün, derin bir hüzün veriyor bu durum size!.
Ailenizden ve sevdiklerinizden ayrılırken bile hissetmediğiniz, böylesine
derinden hissetmediğiniz bir hüzündür bu!.
Ve Resulullah (s.a.v.)
geliyor aklınıza!.
Resulullah (s.a.v.)'i
ve O'nun hicretini düşünüyorsunuz!. Gözleriniz doluyor!. "Ya Rabbi, ben
bu kadar kısa süre kalmama rağmen sevdim, çok sevdim burasını!. Bu nedenledir
ki buradan ve Beytullah'tan ayrılmak zor geliyor bana!. Peki burada doğan,
burada büyüyen, burasını an be an teneffüs eden Efendim (s.a.v.) nasıl aynldı
Mekke'den, nasıl ayrılabildi Beytullah'tan!." diyerek ağlamaya
başlıyorsunuz.!.
Daha önceleri
bildiğiniz,
defalarca okuduğunuz
hicret olayının, o zamana kadar hiç görmediğiniz hüzün dolu satırlarıyla
karşılaşıyor ve asırlar sonra hicret olayını tekrar, tekrar yaşıyorsunuz!.
Şehirlerin anası olan Mekke'den, Mekke'sinden çıkanlan Resulullah (s.a.v.)'in,
çocukluğundan beri rahmani duygularla sevdiği ve seyrettiği Beytullah'tan
nasıl ayniabildiğini, Beytullah'ı arkasında bırakarak oradan nasıl
uzaklaşabildi-ğini düşünüyorsunuz!.
Bu düşüncelerle,
bu duygularla sürüyor
yolculuğunuz!. Otobüsünüz eski, otobüsünüz tangur tungur gidiyor olsa da, bu
durumdan hiç şikayet etmiyorsunuz. Çünkü biliyorsunuz ki otobüs koltuğunda
gittiğiniz bu mesafeler, asr-ı saadet dönemindeki mü'minlerin develerle ya da
yürüyerek gittikleri mesafelerdir.
Akşam ezanına doğru
Medine'ye yaklaşıyorsunuz. Medine çevresindeki hurma bahçelerini seyrede
seyrede Medine'ye girerken, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Medine'ye
yaklaşan Resulullah (s.a.v.)'in, Medine'li müslü-manlar tarafından nasıl
karşılandığını hatırlıyorsunuz!.
Yollara dökülen
Medine'li müslümanlann, Resulullah (s.a.v.)'i gördükleri zaman söyledikleri
kabul edilen "Tale'al bedr-u aleyna" kasidesi geliyor aklınıza.
Gönlünüz ve ku~ laklannız, Medine'ye girerken bu güzel kasideyi tekrar dinlemek
istiyor. Resulullah (s.a.v.)'i karşılamaya gelen bir mü'min olarak, bu güzel
kasideyi siz de içinizden tekrarlıyor ve güzel manasını bir bir
hatırlıyorsunuz.,
Ay doğdu üzerimize,
veda tepelerinden
Şükür gerekti bizlere,
Alİah adaletinden
Sen güneşsin, sen
aysın, sen nur üstüne nursun
Sen Süreyya ışığısın
ey sevgili, ey Resul
Ey bizden seçüen elçi,
yüce bir davetle geldin
Sen bu şehre şeref
verdin, Ey sevgili hoşgeldin
Yine Efendimiz
(s.a.v.)'i düşünüyorsunuz!.
Rahmet dolu bakışlar
ile önce arkasındaki Mekke'ye, sonra önündeki Medine'ye bakan ve daha sonra tüm
ilgisini semaya yönelten Resulullah (s.a.v.)'in ne düşündüğünü anlamaya
çalışıyorsunuz!.
Bir tarafta kendisini
öldürmek isteyen Mekke'li müşrikler, diğer tarafta ise çoluk çocuk yollara
dökülen, sımsıcak bir sevgiyle kendisini karşılamaya gelen ve gönüllerden
yükselen bir sesle Sen bu şehre şeref verdin, Ey sevgili hoşgeldin!. diyen Medine'li müslümanlar
Herşeye hak ve hakikat
gözüyle bakan, her hayrı ve her rahmeti Allah'dan bilen Resulullah (s.a.v.),
Medine'li müslümanlann bu sımsıcak karşılamalan-nı da hiç kuşkusuz ki Allah'dan
biliyor ve Allah'a hamd-u senalarda bulunuyordu. Mekke'den aynlırken duyduğu
hüznün yerini, Medine'ye ve Medine'li bu müslümanlara kavuşmanın şükür dolu
sevinci almıştı!.
Medine'ye girerken siz
de bunları düşünüyor,
Resulullah (s.a.v.)'in
asırlar önce yaşadığı şükür dolu bu sevinci, şükrede şükrede siz de yaşamaya
çalışıyorsunuz. Otobüslerden indiğiniz zaman derin bir şekilde teneffüs
ettiğiniz Medine atmosferi, size de sımsıcak bir huzur, bir rahatlık veriyor.
Eşyalarınızı otel
odanıza yerleştirdikten sonra, sağa sola bakmadan, başkaca hiçbir şeyle
ilgilenmeden Resulullah (s.a.v.)'e gitmek, Efendiniz (s.a.v.)'i selamia-mak
İstiyorsunuz. Tabi ki ne kadar aceleniz olursa olsun öncelikle abdest alıyor,
en temiz elbiselerinizi giyip, en güzel kokulannızı sürünüyorsunuz. Çünkü
Resulullah (s.a.v.)'e çünkü rahmete ve rahmet peygamberi olan Efendimiz
(s.a.v.)'e gideceksiniz.,
Biz seni, ancak
alemlere rahmet olarak gönderdik [23]
Evet,
Rahman olan Rabbimizin
bütün alemlere rahmet olarak gönderdiği Resulullah (s.a.v.)'e gitmek üzere
yola çıkıyorsunuz. Salavat getire getire Mescid-i Nebeviye doğru ilerlerken,
Resulullah (s.a.v.)'İn Kim beni vefatımdan sonra ziyaret ederse, o beni
hayatımda ziyaret etmiş gibidir, buyruğunu hatırlıyorsunuz.
Resulullah (s.a.v.)'i
sağlığında ziyaret ediyormuş gibi heyecanlı, sağlığında ziyaret ediyormuş gibi
canlı ve güzel duygular içindesiniz!. Bir ara boş. ellerinize bakıyor ve
"Rahmet peygamberine böyle boş ellerle mi gidiyorum!." endişesine
kapılıyorsunuz.
Sonra kardeşlerinizin
gönderdiği selamlar, binlerce kilometredir gönlünüzde taşıdığınız sevgiler geliyor
aklınıza. "Resulullah (s.a.v.)'e gönlümdeki selamlan, gönlümdeki sevgileri
götürüyorum" diyorsunuz kendi kendinize!. Kur'an-ı Kerim'de Peygamber
(s.a.v.)'i ziyaret ada-bıyla ilgili olarak zikredilen şu ayet-i kerimeyi
hatırlıyorsunuz.,
Ey iman edenler,
peygambere gizli bir şey arz edeceğiniz zaman, gizli konuşmanızdan önce bir
sadaka verin. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet (buna imkan)
bula-mazsanız, artık şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.[24]
Bu ayet-i kerimenin
benimle bir ilgisi var mıyok mu diye hiç düşünmeden, karşılaşacağınız her
yoksula sadaka vermek istiyorsunuz. Ancak denetlemelerden kaynaklansa gerek Nur
dağında veya Arafat'ta karşılaştığınız gibi bolca dilenci yoktur buralarda.
Dolayısıyle yolunuz üzerinde bir dilenci göremezseniz, Müminin mü'mine
tebessümü sadakadır rivayetinden hareketle karşılaştığınız birçok mü'mine
tebessüm ederek selam veriyorsunuz.
Cadde ve sokaklardan
geçip,
Mescid-i Nebevinin
ışıklar içindeki görüntüsüyle karşılaştığınız zaman ayakiannız duruyor,
olduğunuz yerde kalıyorsunuz! Dünyanın dört bir tarafından gelen yüzbinlerce
müslüman, rahmet ve merhamet dolu bir an kovanını andıran Mescid-i Nebeviye
girip-çıkmaktadır!.
Duygu ve
düşünceleriniz Nur dağına,
Nur dağındaki Hira
mağarasına uzanıyor!. Bu küçücük mağarada tek başına Rabbe Münacaat eden, uzun
yıllar tek başına Rahman'ın rahmet kapısını çalan Resulullah (s.a.v.)'i
düşünüyorsunuz!. "Hira mağarasında bir yetim, tek başına bir yetim!.1'
diyorsunuz kendi kendinize!.
Sonra, sonra önünüze
gelen bu muhteşem manzaraya bakıyorsunuz!. Binlerce yıldır, milyarlarca
müslümanin saygısına, sevgisine, salat ve selamına mazhar olan Resulullah
(s.a.v.)'in, nur dolu mescidine, Mescid-i Nebeviye bakıyorsunuz!.
Ebu Süfyan geliyor
aklınıza!. Mekke'nin fethinde bir tepeye çıkarak akın akın ilerlemekte olan
Muhammed ordusunu gördükten sonra "Allah Muhammed'e ne büyük izzet, ne
büyük şeref vermiş" diyen Ebu Süfyan'ı hatırlıyorsunuz!.
Fakat siz, siz Ebu
Süfyan gibi konuşmuyor, Ebu Süfyan gibi bakmıyorsunuz bu meseleye!. Binlerce
yıldır, milyarlarca müslümanın Resulullah (s.a.v.)'e yöneiik sevgi ve teveccühleri
ne kadar büyük olursa olsun, Efendimiz (s.a.v.)'in Rab-bimiz katındaki şeref ve
izzetinin, bu dünyevi görüntülerin çok üstünde, çok fevkinde olduğunu
biliyorsunuz.
Resulullah (s.a.v.)'i
düşüne düşüne,
Resulullah (s.a.v.)e
salavat getire getire giriyorsunuz Mescid-i Nebeviye!. Yaklaşık dörtyüzbin
kişinin namaz kılabileceği genişlikteki büyük bir mesciddir burası!. Resulullah
(s.a.v.)'in kabr-i saadetleri ile minberi arasındaki kışıma Ravza-i Mutahhere
denilmektedir. Hac zamanı oldukça kalabalık olan Ravza-i Mutahhare'yi
görebileceğiniz kadar yaklaşarak iki rekat tahıyyetü'l mescid ve iki rekat da
şükür namazı kılıyorsunuz. Dua, şükür ve senalarda bulunuyorsunuz Rabbinize.
Sonra yerinizden
kalkıyor ve gönlünüzden yükselen salavatlar ile Resulullah (s.a.v.)'e doğru
yürümeye başlıyorsunuz.
Ravza-i Mutahhare
denilen rahmet alanına girdiğinizde, ayakta da olsa orada biraz durmak, orada
biraz kalmak istiyorsunuz. Çünkü başka bir iklime, bambaşka bir atmosfere
girdiğinizin farkındasınız!. İlahi vahyin ve İlahi rahmetin defalarca indiği bu
mekanda duyduğunuz cennet kokusu, size Resulullah (s.a.v.)'in Evimle minberim
arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir buyruğunu hatırlatıyor!. Size ulaşan
bu haberin senedini, bu haberin ravilerini hiç düşünmeden, düşünmeye gerek
duymadan "Amenna ve sadakna" diyorsunuz. Gerçekten cennet
bahçelerinden bir bahçeye girmiş ve bu bahçenin İlahi rahmetle dolu engin
huzurunu gönlünüze çekiyor gibisiniz!.
Küçük yaşlardan beri
gözleri görmeyen bazı arkadaş-lannız, bazı kardeşleriniz geliyor aklınıza!.
Gözleri dünyaya kapalı, hak ve hakikate açık olan bu kardeşleriniz buraya
gelseler, tertemiz gönülleri İle sadece (,bu iklimi, sadece bu atmosferi
teneffüs ederek "İşte burası, Ravza-i Mutahhare burası"
diyebileceklerdir!.
Kalabalığı dikkate
alarak daha fazla durmuyor, daha fazla duramıyorsunuz orada!. Bulunduğunuz
yerden ağır adımlarla aynlıyor ve Resulullah (s.a.v.)'in kabr-i saadetlerine
doğru ilerlemeye başlıyorsunuz!.
Kabr-i saadetlerin
başındaki görevliler,
kabirlere doğru el
açıp istekte bulunan, kabir parmaklıklanna el-yüz sürmek isteyenleri devamlı ikaz
etmektedirler.
Hoşunuza gidiyor bu
durum!.
Tabi ki bu rahmani
yaklaşımı Rahman'dan biliyor ve. Resulullah (s.a.v.)'in kabrinde kurban
kestirmeyen, mum diktirmeyen, çaput bağlatmayan, el-yüz sürdürmeyen Rabbinize
hamdediyorsunuz.
Kabr-i Saadetlerin
karşısına geldiğinizde,
Efendiniz, önderiniz,
rehberiniz, peygamberiniz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)'i, selamların en
güzeliyle selamlamak istiyorsunuz.,
Es selamu aleyk ya
Resulullah,
Es selamu aleyk ya
Nebiyuüah,
Es selamu aleyk ya
Habibullah... nidaları yükselmeye başlıyor gönlünüzden!. O yaşınıza kadar
fazlaca hissetmediğiniz, küîlenmiş bir ateş olarak telakki ettiğiniz Resulullah
(s.a.v.) sevdasının, küllerinden arınarak alev alev tutuşmaya başladığını
görüyorsunuz!. Rahmet duygulanyla dolmaya başlayan gözlerinizle "Ya
Resulullah, seni seviyorum, seni çok seviyorum" diye haykırmak geçiyor
içinizden!. Efendiniz {s.a.v.) ile konuşmak, çok az da olsa konuşmak
İstiyorsunuz!.
Bu niyetle Resulullah
(s.a.v.)'e değil, hem Resulullah (s.a.v.)'in ve hem de sizin Rabbiniz olan
Allah (c.c.)'a yöneliyorsunuz. Çünkü bir kuiu aracı kılarak Rabbinize değil;
herşeyden haberdar olan ve kuilan-nı haberdar eden Rabbinizi aracı kılarak bir
kula, şerefli bir kul olan Resulullah (s.a.v.)'e ulaşmak istiyorsunuz.,
"Ya Rabbi, alemlere
rahmet olarak gönderdiğin Resulullah (s.a.v.)'e selamlarımı ve sevgilerimi
iletmeni diliyorum. Ya Rabbi, üzerime emanet olarak aldığım bütün selamlan, bütün
sevgileri ve şefaata dair bütün dilekleri de iletmeni istiyorum!. Şefaatin
gerçek sahibi hiç kuşkusuz ki Sen'sin. Senin izninle şefaat edeceğini umduğumuz
Resulullah (s.a.v.)'in şefaatine, şefaate muhtaç bütün müslümanlan layık ve
mazhar eyle Ya Rabbi!. Ey Rahman ve Rahim olan Rabbim, Resulullah (s.a.v.)'e
çok övülen bir makam olan
Makam-ı Mahmud'u nasib
et!. Makam-ı Mahmud'u nasib et Ya Rabbi..."
Efendimiz (s.a.v.)'in
bir temennisi olarak Rabbinizden Makam-ı Mahmud'u isterken, tabi ki kendiniz
için istediğiniz bir makam yoktur!. Çünkü rahmet Peygamberi Hz. Muhammed
Mustafa (s.a.v.)'e ümmet olmak, sizin için şükrünü eda edemeyeceğiniz
büyüklükteki bir makamdır!. Bunu burada daha iyi anlıyor ve sizi böyle bir
nimete, böyle bir makama kavuşturduğu için hamd-u senalarda bulunuyorsunuz
Rabbinize!.
Derin duygular içinde
sağ tarafa doğru ilerleyerek önce Hz. Ebubekir (r.a)'ı, daha sonra Hz. Ömer
(r.a.)'ı selamlıyorsunuz. Resulullah (s.a.v.)'in dünya ve ahiret komşusu olan
bu iki büyük sahabiye gıpta ederek bakıyor ve onlar için en güzel dualarda
bulunuyorsunuz.
Ziyaretinizi
tamamlayıp Mescid-i Nebevinin avlusuna çıktığınızda, kendinizi Resulullah
(s.a.v.)'in hane-i şeriflerinden çıkmış gibi hissediyorsunuz!. Resulullah
(s.a.v.)'i görmemenize rağmen onunla görüşmüş, onunla tanışmış gibisiniz! .
Salavat getire getire
karşıya, yüz-yüzelli metre ilerdeki Cennetul-Baki'ye doğru ilerlemeye
başlıyorsunuz. Mezarlığın kenarına gelip, demir parmaklıklardan içeriye
bakıyorsunuz. Medine'nin ortasında, Mescid-i Nebevinin karşısında geniş bir
mezarlıktır burası. Burada mermerlerden yapılmış anıt mezarlar, sütunları
yükseltilmiş anıt kabirler yoktur!. Bakır rengindeki toprak üzerinde sadece
bazı kabir yerlerini belirten taşların dikili olduğu sade bir mezarlıktır
burası!.
Resulullah (s.a.v.)'in
kızları ve hanımları,
Resulullah (s.a.v.)'in
ashabı ve arkadaşları yatmaktadır burada!. Bir isim belirtmek, bir sıralama
yapmak istemiyorsunuz bu güzide müminler ve mü'mineler için!. Gözünüzü ve
gönlünüzü bu güzel müsiümanlann hepsine birden yöneltip, hepsini birden
selamlıyorsunuz., Es selamu aleyk ya mü'mininu mü'minat Es selamu aleyh ya
mü'mininu mü'minaî Memleketiniz geliyor aklınıza. Memleketinizdeki bazı mezarlıkların yanından
geçerken bu selamı veriyor ve "Acaba bu mezarlıkta
verdiğim selama muhatab olabilecek gerçek müminler var mı?" diye de bazen
bir kuşkuya düşüyordunuz! .
Şimdi ise durum
farklı!.
Şimdi kabirdekilerden
değil, kabirdekilere selam verenlerden kuşku duyuyorsunuz. Çünkü biliyorsunuz
ki burada kendilerine selam verilenler, kendilerine selam verenlerden çok, ama
çok daha hayırlı olan müminlerdir!. Toprağın altındakiler, toprağın
üstündekilerden daha güzel, daha hayırlıdır burada!.
Bu güzel müsiümanlann
Allah için, İslam için ne yaptıklarını, nasıl yaşadıklarını düşünüyor ve sonra
usul usul kendinize bakıyorsunuz. "Peki, ben ne yapıyorum, ben nasıl
yaşıyorum!." diyorsunuz kendi kendinize!. Cennetü'l-Baki'ye yönelerek
"Ben de sizler gibi mücadele ediyorum, ben de sizler gibi yaşıyorum"
diyemiyorsunuz!.
Bu suskunluğunuz
boynunuzu büküyor!. Fakat yine de onlar gibi olabilme, onlar gibi yaşayabilme
arzunuzu içinizde diri tutuyor ve bu arzuyu hiç yitir-miyorsunuz!. Çünkü
seviyorsunuz bu müminleri ve küçücük gayretinizle bu müminlere biraz benzemek,
birazcık benzeyebilmek istiyorsunuz!. Bu arada bir ses duyuyor ve bu ses ile
irkiliyorsunuz!.
Cennetül-Bakfnin bakır
rengi topraklarında gezinen yüzlerce güvercin, kanatlarını sesli bir şekilde
çırparak bir anda havalanmaya, Cennetü'1-Baki üzerinde yükselmeye
başlamışlardır!. Hiçbir şey düşünmeden baktığınız bu manzara, size haşn, size
yeniden dirilmeyi hatırlatıyor!. Beklenen gün geldiği zaman bütün bu kabirler
açılacak ve bu kabirlerdeki güzel insanlar, aydınlık simalar ile Rablerine
doğru kanat çırpacaklardır!. Bu düşüncelerle arkanızdaki Mescid-i Nebeviye,
yeşil kubbe altındaki Resulullah (s.a.v.)'e bakıyor ve "Tabi ki Rahmet
Peygamberi (s.a.v.) ile birlikte, onunla beraber haşrolacaklar" diyorsunuz.
Müminler için ne güzel
bir haşr ve ne güzel bir haş-rolma yeri!.
Cennetü'l-Baki'nin
etrafını çeviren demir parmaklıkları iki elinizle tutarak düşündüğünüzde, bu
parmaklıklar arkasındaki mahkumun, bu parmaklıklar arkasındaki tutsağın kim
olduğunu anlamakta güçlük çekmiyorsunuz.
Sizsiniz bu!.
Dünya zindanının demir
parmaklıklar arkasındaki mahkumu, demir parmaklıklar arkasındaki tutsağı
sizsiniz!.
Çünkü dünya sürgününü
siz, siz yaşıyorsunuz!.
Demir parmaklıkların
ötesindeki Cennetü'1-Baki ise bu zindanın çıkışındaki bir eşik, hürriyet ve
huzur dolu bir. avlu gibi!.
Gıpta ederek tekrar
bakıyorsunuz Cennetü'l-Baki'ye ve Es selamu aleyk ya mü'mininu mü'minat diyerek
tekrar selamlıyorsunuz bu müminleri.
Yüce İslam dininin,
İslam nimetinin bizlere ulaşması için mallarıyla, canlanyla mücadele eden bu
güzide müsiü-manlara şükran dolu dualarda bulunuyorsunuz.
Medine'deki
günleriniz,
Mekke'de olduğu gibi
ibadet ve ziyaretle geçiyor. Asr-ı saadet döneminde Küba Mescidinin, Cum'a
Mesci-di'nin ve Mescidü'l-Kıbleteyn'in bulunduğu mekanlara gidiyorsunuz.
İslam'da ilk cami olan
Küba Mescidinin inşasında Re-sulullah (s.a.v.)'in neden ve nasıl çalıştığını
düşünüyorsunuz!. İslam'da ilk cum'a namazının neden Mekke'de değil-de Medine'de
farz olduğunu, neden onüç yıl sonra burada kılındığını anlamaya
çalışıyorsunuz!. Resulullah (s.a.v.) ve beraberindeki müminler Mescid-i Aksaya
doğru namaz kılarlarken nazil olan kıble ayetini düşünüyor ve ayet-i kerime
iner inmez hemen bu hükmün gereğini yapan, namazın bitmesini bile beklemeden
hemen Kabe'ye yönelen müminlerin, İlahi hükme nasıl yaklaştıklarını hissetmeye
çalışıyorsunuz!.
Uhud'a gidiyorsunuz.
Resulullah (s.a.v.)'in
"İşte Uhud, o bizi sever, biz de onu severiz" buyruğunu hatırlayarak,
sevgiyle bakıyorsunuz Uhud dağına!.
Tabi ki Uhud savaşını,
tabi ki mevzilerini .terkeden okçulan, tabi ki bu savaşta şehid olan Hz. Hamza
ve diğer müminleri görüyorsunuz burada!.
Savaşı kazandıklarını
ve savaşın bittiğini zannederek, ganimetten pay alabilmek için mevzilerini
terkeden okçuları düşünüyorsunuz!. Bunun bir imtihan, takdir edilmiş bir
imtihan olduğunu anlıyor ve Rabbinizden af, Rabbinizden mağfiret, Rabbinizden
rahmet diliyorsunuz bu müminler için!.
Müslümanları küfre
karşı korumakla, müslümanlan batıla karşı kollamakla görevli olan günümüz
okçularının ne yaptıklarını merak ediyorsunuz!. Bakışlanmz memleketinize
çevriliyor. Günümüzde kendilerine aydın, kendilerine din alimi denilen birçok
okçunun, okla-nnı satarak paralarını faize yatırdıklarını görüyorsunuz!.
"Bunlan da Allah ıslah etsin!." diyorsunuz kendi kendinize!
Uhud şehitliğine
bakıyorsunuz!.
Hz. Hamza'nın, bumu ve
kulaklan kesilmiş, karnı yarılmış, ciğerleri çıkanlmış, parça parça edilmiş
cesediyle ayağa kalkarak Rabbe yöneldiğini görüyor ve "Ya Rabbi, Sana
şükürler olsun ki Senin yolunda böyle savaşmamı, böyle parça parça olmamı
nasib ettin!." dediğini duyuyorsunuz!.
Sonra Efendimiz
(s.a.v.)'e yöneliyorsunuz!.
Uhud'da şehit düşen
bütün müminler için yakınları gözyaşı dökerken, pek yakını olmayan Hz.
Hamza'nın bu yalnız, bu garib, bu kimsesiz hali ile hüzünlenen ve rahmetten
yaşaran bakışlarıyla Ey Medineli kadınlar!. Hamza için, Hamza için de ağlayın
buyuran Resulullah (s.a.v.)'i işitiyorsunuz!.
Ve ağlıyorsunuz,
Hz. Hamza gibi bir
büyük şehit için, küçücük gözyaş-lannızı dökmeye başlıyorsunuz!.
Hz. Hamza'nın
parçalanmış cesedini düşünürken, onu şehid eden Vahşi geliyor aklınıza!.
Ebu Süfyan'm karısı
olan Hind, kölesi Vahşiyi Uhud'a getirmiş ve Hz. Hamza'yi öldürdüğü takdirde büyük
mükafatlar vererek onu azad edeceğini vadetrniştir. Bu vaad ile Hz. Hamza'yı
bir kere öldüren fakat binlerce kez pişman olan Vahşi, Allah'ın lutfuyla
müslüman olmuş ve Hz. Ebubekir (r.a.)'ın halifeliği döneminde Yemame'de ortaya
çıkan Müseylimetü'l-Kezzab gibi bir İslam düşmanını Öldürmüştür.
Müseylimetü'l-Kezzab!.
Sizin de bildiğiniz
gibi Resulullah (s.a.v.)'in vefatından sonra İslam'dan dönerek peygamberlik
iddiasında bulunan, farz olan namazı kaldınp, içki ve zinayı serbest bırakarak
bir hayli taraftar toplayan bu sahtekar öldürülmüştür, öldürülmüştür ama, bu
yalancı peygamberin yalancı ümmeti, günümüze kadar varlığını
sürdürmüştür!. Nitekim günümüzde
"Elhamdülillah müslümanız!." demelerine rağmen namaz kılmayan,
"Tabi ki müslümanız demelerine rağmen içki içen, "Elbette
müslümanız!." demelerine rağmen zina yapan ve bütün bu yaptıklarının
meşruluğunu savunan sapıklar, elbetteki hak peygamber Resulullah (s.a.v.)'in
değil, yalancı peygamber Müseylimetü'l-Kezzab'm ümmeti dirler!. Allah rızası
için namaz kılan, Allah'tan korkarak içki ve zinadan uzak duran müminler,
mahşer günü Resulullah (s.a.v.)'in rahmet sancağı altında toplanırlarken, bu
sapıklar da Müseylimetü'l-Kezzab'm ateşten gölgesi altında toplanacaklardır!.
Bunlan-düşünerek Uhud
şehitliğine bakarken, Uhud savaşında öldürülen kafirler ve Uhud savaşında
öldürülen müşrikler geliyor aklınıza!. "Aynı yer!. Aynı yerde ölmüşler!." diyorsunuz
kendi kendinize!. Onlar
da müminler gibi burada, onlar da müslimler gibi Uhud'da
Öldürülmüşlerdir! .
Fakat kendilerinden ne
güzel bir iz, ne hayırlı bir isim kalmıştır arkalannda!. İnsanlık tarihinin en
pis, en köhne köşesine bir leş gibi atılmışlar, atılı-vermişlerdir!. Uhud'un
bir tarafında bu karanlık simalar, diğer tarafında ise Uhud'u aydınlatan
şehitler!. Aynı yerde ölerek cehenneme, aynı yerde ölerek cennete kavuşan insanlar!.
Henüz bir tercihte bulunmayan tüm insanlar için, apaçık bir tercih yeri olan
Uhud'da çok şey düşünüyor, çok şey hissediyorsunuz!.
Cesetleri burada olsa
da, Rableri katında nzıklanmakta olan şehitlere selam ve sevgilerinizi ileterek
aynliyorsunuz Uhud'dan!.
Hendek savaşının
yapıldığı yerlere gidiyor ve o günleri tekrar düşünüyorsunuz!.
Uhud savaşından iki
yıl sonra Yahudilerle işbirliği yapan Mekke'li müşrikler, onbin kişilik ordu
ile Medine'ye yürüdüklerinde, müslümanlarla istişare yapan Resulullah (s.a.v.)
Medine'yi içerden korumaya ve düşman hücumuna açık olan şehrin kuzey tarafına
hendek kazmaya karar vermiştir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.)'in de bizzat
çalışmasıyla altı gün gibi kısa bir sürede boydan boya hendek kazılmıştır.
Medine'ye ulaşan müşrik ordusu, bu hendekleri aşarak şehre giremeyeceğini
anlayınca Medine'yi kuşatmışlardır. Dışanyla irtibatlan kesilen müslümanlar, o
sene şiddetli geçen kış şartlan ve yiyecek sıkıntılan altında bu kuşatmaya
direnmeye başlamışlardır.
Yirmiyedi gün, tam
yirmiyedi gün sürmüştür bu kuşatma!. Onbinler-ce kişiden oluşan düşman ordusu
her an hendeği aşabilir, her an Medine'deki müslümanlan kılıçtan
geçirebilirdi!.
Bedir savaşı sırasında
müşrik ordusunu müslümanla-ra az gösteren, müslümanlann gönlüne huzur ve güven
duygusunu indiren Rabbimiz, bu kuşatma sürecinde müslümanlann gönüllerine
böyle bir huzur ve güven duygusu indirmemiş, büyük bir imtihanın gerçekleşmesi
için müsHi-manlara bu kuşatmanın tüm vehametini göstermiştir!. Nitekim Kur'an-i
Kerim, bu büyük imtihanı şöyle tasvir etmektedir.,
Hani onlar, size hem
üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi; gözler de kaymış, yürekler
hançereye gelip dayanmıştı ve siz Aüah hakkında da (birtakım) zanlarda bulunuyordunuz.
İşte orada, iman
etmekte olanlar, denemeden geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıyla sarsıntıya
uğratılmışlardı.
Hani, münafık olanlar
ve kalplerinde hastalık bulunanlar: AÜah ve Resulü, bize boş bir aldanıştan
başka bir şey va'detmedi diyorlardı.
Onlardan bir grup da
hani şöyle demişti: Ey Yesrib (Medine) halkı, artık sizin için (burada) kalacak
yer yok, şu halde dönün. Onlardan bir topluluk da: Gerçekten evlerimiz açıktır
diye peygamberden izin istiyordu; oysa onlar(ın evleri) açık değildi Onlar
yalnızca kaçmak istiyorlardı.
Eğer onların
tarafından üzerlerine girilseydi sonra da kendilerinden fitne (çıkarmaları)
istenmiş obaydı, hiç şüphesiz buna yanaşırlar ve bunda pek az (zaman) dışında
(evde) kalmazlardı.
Oysa onlar andolsun
ki, daha önce 'arkalarını dönüp-kaçmayacaUanna' dair Allah'a söz vermişlerdi;
Allah'a verilen söz (ahid) ise, (ağır bir) sorumluluktur.
De ki; Eğer Ölümden
veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçış size kesin olarak bir yarar sağlamaz;
böyle olsa bile, pek az (bir zaman) dışında metalanıp-yararlandınlmazsınız.[25]
Evet, büyük bir
imtihandı bu!. Allah ve Resulüne verilen sözlerin, iman ve teslimiyetin bir
imtihanı olan bu kuşatma yirmiyedi gün sürmüş ve Resulullah (s.a.v.)'in
ellerini semaya kaldırarak yirmiyedinci gün yaptığı son dua ile İlahi yardım
kapıları açılmıştır.,
Ey iman edenler,
Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani size ordular gelmişti;
böylece Biz de onların üzerine, bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular
göndermiştik Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.[26]
Yirmiyedi günlük
müdafaanın,
yirmiyedi günlük
direnmenin akabinde, şiddetli rüzgar ve görmediğimiz ordular ile İlahi yardım
gelmiş ve müşrik ordusu darmadağınık bir şekilde geri çekilmek zorunda kalmıştır.
İşte yedi tane küçük
mescidin yani yedi mescidlerin yapıldığı bu yer, müslümanîann küfre karşı
sabırla direndikleri, iman ve teslimiyetlerinin imtihanlarını verdikleri bir
yerdir.
Bunlan düşünüyorsunuz
burada!.
Orta yerdeki hendeğe
ve hendeğin iki yakasındaki insanlara bakarak, sosyal konumunuz ve mücadeleniz
ile hangi-tarafta, hendeğin hangi tarafında olduğunuzu düşünüyorsunuz!.
Her türlü küfri
baskıya direnerek, sabır ve sebat dolu bir mücadele vererek Resulullah
(s.a.v.)'in saflannda mısınız? Yoksa adına İslami(!) denilen nefsi kaygılarla
düşman mevzilerini içten fethetmek isteyen şaşkınlar gibi küfür makamlannda ve
küfür saflannda mısınız?
Yoksa, yoksa iki arada
bir derede kalarak hendeğe yuvarlanan, "Ben ne etliye kanşınm, ne de
sütlüye" diyerek hendek içindeki kumlarla oynayan, dünya ile oyalanan
kimselerden misiniz?
Bunları soruyor ve
bunlann cevabını veriyorsunuz kendinize!.
Hendeğin karşısında ya
da hendeğin içinde olmaktan Rabbinize sığınarak, son nefesinize kadar
Resulullah (s.a.v.)'in saflannda olacağınıza, tüm gücünüzle olmaya çalışacağınıza
söz veriyorsunuz.
Yedi mescidlere
bakarak, yetmiş kere söz veriyorsunuz Rabbinize!.
Bu arada Medine'yi de
geziyorsunuz!. Büyük binaların, lüks mağazalann bulunduğu bir caddeden
geçerken, bu caddeye "Ebu Zer' isminin verildiğini görüyor, biraz
şaşınyorsunuz!. Dünyada dikili bir ağacı olmayan, bütün yatınmını ahirete
yapan Ebu Zer gibi bir sa-habinin, böyle bir caddeye isminin veriliş
hikmetini(l) anlayamıyorsunuz!.
Medine'deki
günlerinizin önemli bir bölümü, hiç kuşkusuz ki Mescid-i Nebevi'de geçiyor.
Medine'de nereye giderseniz gidin, nereyi gezerseniz gezin, adımlarınız dönüp
dolaşıp Mescid-i Nebeviye yöneliyor. Resulullah (s.a.v.)'in mescidine girmek,
burada kılabildiğiniz kadar namaz kılmak, Ravza-i Mutahhare'ye ve kabr-i
saadetlere bakarak düşünmek, Resulullah (s.a.v.)'i düşün-mek istiyorsunuz. Efendimiz (s.a.v.)'i bizlere anlatan bir
ayet-i kerime geliyor aklınıza.,
Andolsun, size
içinizden sıkıntıya düşmeniz onun gücüne gidere size pek düşkün, mü'minkre de
şefkatli ve esirgeyici olan bir peygamber gelmiştir.[27]
Bu ayet-i kerimeyi
anlamaya, bu ayet-i kerime ile Resulullah (s.a.v.)'i tanımaya çalışıyorsunuz!.
Efendimiz (s.a.v.)'i anlayabildiğiniz kadar tanıyor, tanıyabildiğiniz kadar
seviyorsunuz!.
Sonra ümmete,
Resulullah (s.a.v.)'in
Mescid-i Nebeviyi dolduran ümmetine bakıyorsunuz!. Bir canlılık, bir
hareketlilik var Mescid-i Nebevi'deki Muhammed ümmetinde!. Ancak bu canlılık,
parça parça edilmiş bir vücudun sinirlerindeki titreme, etlerindeki kıprama
gibi gözüküyor gözünüze!.
Hüzünleniyorsunuz!.
Birbirlerinden ayrı,
birbirlerinden kopuk olan Muhammed ümmetine, bu hüzünle bakıyorsunuz!. Fakat
yine de bir umudun, Kur'an merkezli çok canlı bir umudun varlığını
hissediyorsunuz içinizde!. Samimi müslümanlann gayreti ve Rabbimizin yardımı
ile dünya müslümanlannın bir ve beraber olacaklarına, kıyametten önce mutlaka
ve mutlaka rahmet dolu bir vahdeti gerçekleştireceklerine inanıyorsunuz.
İçinizdeki bu umudla
dua etmek, dua üstüne dua etmek istiyorsunuz. Bu arada kırk-kırkbeş yaşlannda
bir müslüman geliyor yanınıza ve Allah'ın selamını vererek bir kağıt uzatıyor
size!.
Tebessüm ederek
"Resulullah (s.a.v.)'in bir tavsiyesi, istersen okuyabilirsin"
dedikten sonra ayrılıyor yanınızdan. Elinizdeki kağıda bakıyor ve bunun Kütüb-i
Sitte'den bir hadis olduğunu görerek okumaya başlıyorsunuz.,
Abdullah İbnu Ebi Evfa
el-Eslemi (radıyallahu anh) anlatıyor: (Bir gün) Resuluilah (aleyhissalaîu
vesselam) yanımıza geldi ve şöyle buyurdu: Kimin Allah'a veya herfıangi bir
insana ifıtiyacı hasıl olursa önce abdest alsın, abdesü de güzel yapsın, sonra
ilâ rek'aî namaz kılsın, sonra şu duayı okusun: Halim ve Kerim olan Allah'tan
başka ilah yoktur, ArŞ'i Azam'ın Rabbi noksan sıfatlardan münezzehtir. Hamd
alemlerin Rabbine aittir. Allah'ım, şüphesiz ben, Senin rahmetine vesile
olacak amelleri, mağfiretini celbedecek sebebkri (hakkımda yaratmanı) taleb
ediyor, irer çeşit günahtan koruman için yalvarıyor, her çeşit iyilikten
zenginlik her çeşit günahtan selamet diliyorum. Rabbim! Affetmediğin hiçbir günahımı,
kaldırmadığın hiçbir sıkıntımı bırakma! Allahım! Her günahımı bağışlamanı, her
kederimi gidermeni, rızana uyan her dileğimi görmeni Senden talep ediyorum. (Bu
münaca-attan) sonra Allah'tan dünya ve ahiretle ilgili ne dilerse ister, Çünkü
şüphesiz (o dilek) takdir edilir. İbnu
Okuyorsunuz, tekrar
tekrar okuyorsunuz bu güzel müracaatı!. Eski tabirle "Mal bulmuş mağribi
gibi" sevinçlisiniz. Manasını düşündükçe kalbinize daha çok mutmainlik
veren bu ha-dis-i şerif ile karşılaşmanızı Allah'tan bilmenize ve Allah'a
hamdetmenize rağmen, bu hayra vesile olan o müslüma-na da teşekkür etmek,
"Allah razı olsun" diyebilmek için etrafınıza bakıyorsunuz.
Göremiyorsunuz o müslümanı fakat bütün müslümanları görmekte olan Rabbinize
yönelerek "Ya Rabbi o müslümandan, o kardeşimden razı ol" diyorsunuz.
Ve hemen iki rekat
namaz kılarak ve hemen ellerinizi ve gönlünüzü Rabbinize açarak, bu güzel
münacaatı duanızın başına oturtuyor ve Muhammed ümmeti için istemeye, dilemeye,
dilenmeye başlıyorsunuz!.
Muhammed ümmetinin
rahmetli vahdetini,
Ümmet-i Muhamrned'in
hayırlarda birlik ve beraberliğini istiyorsunuz Rabbinizden!.
Sonra yine kendinize, kendi
halinize, kendi kulluğunuza, kendi sorumluluğunuza dönüyorsunuz. Ravza-i
Mutahhare'ye ve kabri saadetlere bakarak tekrar Resuluilah (s.a.v.)'i düşünüyorsunuz.
Önceden bildiğiniz birçok hadis-i şerifi hatırlıyor ve Resuluilah (s.a.v.)'in
bu hadislerle size seslendiğini, sizinle konuştuğunu hissediyorsunuz!. Daha
öncelerden bildiğiniz bu hadis-i şerifleri Efendimiz (s.a.v.)'den tekrar
dinlemek, tekrar tekrar anlamaya çalışmak,
Medine'de yaşadığınız,
Medine'de
yaşayabileceğiniz en güzel zamanlar oluyor!.
Yaklaşık bir aydır, evinizden,
ailenizden, dost ve arkadaşlarınızdan ayrısınız!. Mekke ve Medine'de
geçirdiğiniz bu günler, hiç kuşkusuz ki Ömrünüzün sonuna, son nefesinize kadar
unutamayacağınız güzellikteki günlerdir!. Herşeye ahiret boyutundan bakıp,
ahirete göre değerlendirdiğiniz bu günler, dünya hayatınıza ait günler
olmasına rağmen, bu günleri sanki dünyada değil ahirette geçirmiş, ahirette
yaşamış gibisiniz!.
Ve artık dünyaya, çeşitli
meşakkat, fitne ve fesatlarla dolu dünya yaşantısına dönme zamanı geldi!.
Mescid-i Nebevi'ye son kez giderek Resulullah (s.a.v.)'e veda ziyaretini
yaptıktan ve Efendimiz (s.a.v.) ile mahşer günü Kevser'in başında buluşmak
umuduyla, buluşabilmek dualarıyla oradan ayrıldıktan sonra gözyaşlanyla
otelinize dönüyorsunuz!.
Medine'den ayrılma
vakti gelmiştir!.
Eşyalar ve valizler,
heyecanlı bir telaş içinde olan hacılar tarafından aceleyle otobüslere
yüklendikten sonra doğruca Medine havaalanına gidiyorsunuz. Yolda otobüsleri
durduran arap görevliler, "Hediye, hediye" diyerek her hacıya meyve
suyu, çörek ve bir şişe zemzem verdikten sonra beyaz dişlerini gösterircesine
tebessüm ederek "Güle güle, güle güle!." diyorlar.
Hoşunuza gidiyor bu
durum!. Dünya müslümanlannın bir araya geldiği hac olayının siyasi boyutunda
çok ciddi eksiklikler görmenize rağmen, Mekke ve Medine'deki temizlik
hizmetlerini, birçok meselede mezhepler üstü bir anlayışla yapılan organizeleri,
"Taşıma suyla değirmen döndürülmez" denilmesine rağmen taşıma suyla
milyonlarca hacının hergün defalarca duş almalarını sağlayacak şekilde
ihtiyaçlarının giderilmesini ayrı bir takdirle karşılıyorsunuz. Değişik ülke
insanlarından oluşan arap vatandaşları ise, genellikle samimi ve dürüst olan
ilişkileriyle sizin sevgi ve güveninizi kazanıyorlar!. Medine havaalanına,
uçağın hareketinden
yaklaşık dört-beş saat önce geliyorsunuz!. Bu süre zarfında, Suud-i
Arabistan'dan çıkış işlemleri yapılıyor. Uçağa binme zamanı gelince, hacıların
telaşına, hacıların birbirlerini itip-kakmalanna hayretle bakıyorsunuz!.
Memleketlerine döndükleri zaman "Ahh kardeşim. O mübarek yerlerden hiç
ayrılmak istemedik!." diyecek olan hacılar, uçağa
daha önce binebilmek için adeta
birbirlerini yiyecekler!,
Sizin ise böyle bir
aceleniz yok!. Kuyruğa bile geçmeye gerek duymadan herkesin gitmesini bekliyor
ve belki de son yolcu olarak uçağa biniyorsunuz. Yaklaşık yarım saat sonra
kemerler bağlanıyor ve yüksek devirde çalışmaya başlayan motor uğultuları
içinde Medine'den havalanıyorsunuz. Dönüş yolculuğu başlamıştır artık!. Uçak
memleketinize doğru gitse de, siz arkanıza, arkada bıraktığınız Mekke ve
Medine'ye doğru bakıyor, Mekke ve Medine'de geçirdiğiniz olağanüstü günleri
düşünüyorsunuz!. Rabbinizin emrine uyarak buralara geldiniz ve Rabbinizin
lutfuyla bugünleri yaşadınız!. Hamdediyorsunuz, hamdedilmesi gereken Rabbinize
ve Kur'an-ı Kerim'deki hacla ilgili şu ayet-i kerimeleri hatırlıyorsunuz.,
İnsanlar içinde haca
duyur; gerek yaya, gerekse uzak yollardan (derin vadilerden) gelen yorgun
düşmüş develer üstünde sana gelsinler.
Kendileri için
birtakım yararlara şahid olsunlar ve kendilerine nzık olarak verdiği
(kurbanlık) hayvanlar üzerinde belli günlerde Allah'ın adını ansınlar. Anık
bunlardan yiyin ve zorluk çeken yoksulu da doyurun.
Sonra kirlerini
gidersinler, adaklannı yerine getirsinler, Beyti Atik'i tavaf etsinler.[28]
Düşünüyorsunuz bu
ayet-i kerimeleri ve daha önceden bildiğiniz bu ayet-i kerimelerin, bilmediğiniz
anlamlarıyla karşılaşıyorsunuz!. Kendileri için birtakım yararlara şahid
olsunlar buyruğunun ne anlama geldiğini, yaşayarak öğrenmiş bir insan olarak
daha iyi, çok daha iyi anlıyorsunuz. Sonra kirlerini gidersinler buyruğundaki
şeffaf anlamı, temizlenmiş iç dünyanızdaki tertemiz duygularınızla daha iyi
hissediyorsunuz!.
Namaz, oruç, zekat
gibi uhrevi karşılığı çok büyük olan hükümlerin, nasıl ki dünyevi hikmetleri ve
dünyevi faydaları varsa; hac hükmünün de uhrevi karşılığı ile beraber dünyevi
hikmet ve faydalan olduğuna şahit oluyorsunuz!.
İşte bu nedenledir ki
hac, ertelenebilecek ve yaşlılık günlerine bırakılabilecek bir ibadet değildir.
Çünkü müslümanın temizleneceği, kendine geleceği ve annmış bir kimlikle
dirilerek kıyama kalkacağı muazzam bir olaydır hac!. Samimi bir yürek ile, samimi
bir yöneliş ile yapılan ve Rabbimiz katında makbul görülen hac, hiç kuşkusuz ki
her müslüman için büyük bir lütuf, büyük bir ganimettir. Burada önemli olan
haccın makbul olması, Rabbimiz katında makbul görülmesidir. Nitekim Resulullah
(s.a.v.)'in hacla ilgili bütün müjdeleri, haccın makbul olmasına bağlı
müjdelerdir.
Makbul bir hac
düşüncesiyle uçağa ve uçaktakilere bakıyorsunuz. Bu sene kaç milyon kişinin
hacca gittiğini bilseniz de, hacı olarak, makbul bir hac yaparak kaç kişinin
döndüğünü bilemiyorsunuz!..
"Rabbim bütün
müminlere, bütün kardeşlerime makbul görülen bir haccı nasib etsin"
duasında bulunurken kendinizi düşünüyorsunuz. Acaba sizin, sizin haccınız,
Rabbiniz katında makbul görülen bir hac oldu mu? Yoksa bir seyahatten, size
sadece yorgunluk bırakan bir gezintiden mi dönüyorsunuz? Bu sorularla kendinize,
bu endişeyle iç dünyanıza yöneliyorsunuz. Endişeleriniz azalarak kayboluyor.
Çünkü kendinizi, çünkü içinizi, çünkü gönlünüzü Nebevi müjdelerde beyan
edildiği gibi temiz, tertemiz hissediyorsunuz. Allah deyince titreyen, huşu
ile titreşen gönlünüzdeki bu bambaşka temizlik ve hafiflik ile İnşaalkh,
İnşaaÜah. diyerek, haccınızın makbul olduğunu umud ediyorsunuz.
Yaklaşık üç saat sonra
uçak inişe geçtiği zaman, dünyaya yaklaştığınızı ve Esfele safilin'e doğru
alçaldığınızı hissediyorsunuz!. Şeytandan ve şeytanın dostlann-dan Allah'a
sığınarak iniyorsunuz uçaktan!.
Pasaport işlemleri
bittikten sonra yürüyen bantlardaki kargaşa arasında valizini alıyorsunuz.
Garip duygular içinde perondan çıkarken karşılaştığınız genç bir görevli, güleç
bir yüzle nereden geldiğinizi soruyor!.
Önce şaşkınlıkla,
sonra tebessümle bakıyorsunuz bu genç adama!. Yaşayarak öğrendiğim bir cevabı
anlar mı, yaşamadan anlayabilir mi diye hiç düşünmeden ve düşünmeye gerek
duymadan cevap veriyorsunuz.,
"Ahiretten
geliyorum!."
[1] 3-Al-i İmran 96.97
[2] 22-Hac 26...29
[3] 22-Hac 26.27
[4] 14-İbrahim 37
[5] 96-Alak 1...5
[6] 5-Maide 118
[7] 36-Yasin 48.-53
[8] 80-Abese 33-42
[9] 2-Bakara 198
[10] 2-Bakara 199
[11] 35-Fatir 6
[12] 37-Saffat 100
[13] 37-Saffat 101
[14] 3 Al-i İmran 35.-37
[15] 37-Saffat 102
[16] 37-Saffat 102
[17] 37-Saffat 103
[18] 37-Saffat 104.105
[19] 37-Saffat 104.1.111
[20] 14-İbrahim 35
[21] 89-Fecr 27...30
[22] 36-Yasin 20...27
[23] 21-Enbiya 107
[24] 58-Mücadele 12
[25] 33-Ahzab 10...16
[26] 33 Ahzab 9
[27] 9-Tevbe 128
[28] 22 Hac 21..29