Bismillah diyerek
gözlerini açtı!.
Saffet hoca, gecenin
sessizliğini bozan bir patlama sesiyle uyanmıştı!. Yatağından kalkarak hızla
pencereye doğru ilerledi. Perdeyi açtığında, gözleri bir anda büyüyü-verdi.
Yolun karşı tarafındaki dükkanı alevler içinde yanıyordu!. Kaynar bir suyun,
bir anda içine akıtılıverdiğini hissetti!. Gördüklerinden kuşkuya düşerek, bir
kez daha dikkatlice baktı.
Evet yanıyordu, alev
alev yanıyordu Saffet hocanın dükkanı!.
Gördükleri karşısında
öylece durakaldı ve bir süre ne yapacağını bilemedi!. Aşağıya inmek için
pencereden ayrılacağı sırada, bir karartı ilişti gözlerine. Yanmakta olan
dükkandan hızla uzaklaşmakta olan bu karartı bir insana, genç bir insana
benziyordu. Kimdi ve niye koşuyordu bu genç adam? Saffet hoca yangını bir an
unutarak Öylece bu karartıyı izledi. Bu meçhul karartı caddenin köşesindeki
sokak lambasının altına geldiğinde aniden durmuş ve başını hızla çevirerek
Saffet hocanın penceresine baktıktan sonra köşeyi dönerek kaybolmuştu!.
Saffet hoca ise sanki
taşlaşmış gibi ayakta durmaya ve kaçan adamın gözden kaybolduğu köşe başına bakmaya
devam ediyordu. Açık bir hayret ve şaşkınlık içindeydi. Çünkü yangın yerinden
aceleyle kaçmakta olan bu insanı görmüş, bu insanı tanımıştı!. Yıllar
öncesinden tanıdığı bu genç adam, eski bir talebesi olan Ömer idi!. Fakat
gecenin bu vaktinde burada ne arıyor ve niye kaçıyordu ki?
Bu soruyu cevaplandıramadı
Saffet hoca!. Bakışlarını tekrar yanmakta olan dükkanına çevirdiğinde, kendini
hemen toparlayarak pencereden ayrıldı ve hanımını da uyandırarak aşağıya indi.
Alevler içinde yanmakta olan dükkanına yaklaştıkça yüzüne vuran sıcaklık,
Saffet hocanın durmasına ve kendine gelmesine neden oldu. "Ben nereye
gidiyorum ve ne yapacağım ki?" diye sordu kendi kendisine!. Hiç kuşkusuz
ki itfaiyeye haber verilmeliydi. O
yaşına kadar ne jandarmaya ve ne de karakola telefon ederek resmi kurumlardan hiç yardım istemeyen
Saffet hoca, neyi nasıl yapacağını bilemedi!. İtfaiyeye haber verdik hocam.
Sokağa fırlayan komşularına
bakan Saffet hoca, başını sallıyarak "Sağolun, iyi
yapmışsınız' dedikten sonra yanan dükkandan uzaklaştı ve yolun karşısındaki
kaldırım taşının üzerine oturdu. Başını elleri arasına alıp yanan
dükkanına bakarken, yapılacak hiçbir şeyin
olmadığını düşündü. Yangın dükkanın ön tarafını tamamen kapladığından,
içeriye girmek mümkün değildi.
Acaba dükkanın arka
bölümündeki deponun durumu nasıldı? Çünkü dükkanda satılan beyaz eşyanın çoğu,
bu depoda bulunuyordu. Saffet hoca bir an, dükkandaki bütün malların yanmış
olabileceğini veya yanabilecegini düşündü.
Böylesi durumlarda peygamberlerin ve Salih
insanların söyledikleri "Allah verdi ve Allah aldı" sözü geldi
dilinin ucuna!.
Kendi kendine
"Allah verdi" dedikten sonra durdu ve her nedense söylemedi, bir
türlü söylemek istemedi dilinin ucuna gelen bu sözün devamını!. Oysa
müslümanlara nasihat ederken, şık sık tekrarladığı ve çok rahat söylediği bir
sözdü bu!. Şimdi ise bu sözün pratik manasıyla ilk kez karşılaşıyor gibiydi.
Bu kısacık cümlede, birbirinden çok farklı iki ayn mana vardı. "Allah
verdi" ifadesi insanların gönlünü sevinçli bir huzurla doldururken, bunun
devamında söylenen "Alİah aldı" ifadesi ise derin bir hüzün ile
insanın içini boşaltıyordu!.
Gerçi bu sözü söyleyip
söylememesi, İlahi takdiri değiştirebilecek bir şey değildi, Rahman ve Rahim
olan Allah'ın takdiri her ne ise, bu İlahi takdir herkese ve her şeye rağmen
gerçekleşecekti. Gözlerini yanmakta olan dükkanından ayırmadan "Allah'ın
dediği olacak" dedi kendi kendine. Ve bunu söylediği an, ard arda gelen
iki patlama sesiyle irkildi!. Herhalde televizyon veya televizyon tüpleriydi
bu patlayanlar!. Önce bu televizyonların fiyatı ve bu İki patlamanın maliyeti
geliverdi aklına!. Sonra bunun bir saçmalık olduğunu düşündü. Çünkü bütün malı
alevler içinde yanıyordu zaten!.
Kısa bir süre sonra
itfaiye gelmiş ve onbeş-yirmi dakika içinde yangını tamamen söndürmüştü. Bütün
olup biteni dalgın ve düşünceli gözlerle seyreden Saffet hoca, ne yapacağını
bilmez bir şekilde tekrar kaldırım taşına oturdu!. Şimdiye kadar birçok yangın
olayına şahit olmasına rağmen, yangının ne olduğunu ve bir insanın hayatından
neleri götürdüğünü ilk kez farkediyor, eskiden beri bildiği "Malına
güvenme, bir kıvılcım yeter" sözünün ne kadar doğru bir söz olduğunu ilk
kez anlıyordu.
Her sabah besmeleyle
açtığı beyaz eşya dükkanı, dumanlar içinde kapkara bir enkaza dönüşmüş
gibiydi!. Anladığı kadarıyla dükkanın arka bölümündeki depo da yanmış
olmalıydı. Çünkü itfaiye aradaki bölmeyi yıkmış ve alevler içindeki bu bölüme
de müdahale etmişti. Uzun yıllardır çalışıp-çabalayarak kazandığı bütün
birikimi, küçük bir ateş ile alev almış ve yarım saat içinde yanıp tükeni-vermiştil.
Tuhaf duygular
içindeydi Saffet hoca!,
Sanki bu dükkan değil
de, gönlündeki bazı şeyler yanmış, bazı şeyler yokoimuş gibiydi!. Suyunu
kaybetmiş bir ceset gibi kuruyup-büzüldüğünü hissediyordu. Kendine olan
güvenini, güç ve kuvvetini kaybetmiş bir durumda, dünya hayatının ne kadar zor
ve korkutucu olduğunu düşündü. Rızk mücadelesinin verildiği bu yaşam savaşında,
atını, silahını ve zırhını kaybetmiş çıplak bir asker gibi hissediyordu
kendisini!. Oysa daha düne kadar rızk endişesi taşımayan ve her geçen gün işini
biraz daha geliştiren bir tüccar durumundaydı1!.
Fakat bir ateş, küçücük
bir ateş herşeyi yakıvermiş ve onu böylesine aciz bir durumda bırakıvermiştü.
Yanma gelen bütün
tanıdıklar "Geçmiş olsun, Allah ailene afiyet versin" diyorlardı.
Saffet hoca bu güzel temennilere "Allah razı olsun" diyerek karşılık
verdikten sonra, bir kenarda ağlamakta olan hanımına baktı bir an!. Hanımının
ve kızının durumunu düşününce içinin ezildiğini hissetti. Sevdiği ve her
fırsatta sevindirmek istediği hanımını nasıl bakacak, sorumlu bir baba olarak
bundan sonra ailesini nasıl geçindirebilecekti ki!. Çünkü kırkyedi yaşına
gelmiş ve ekmeğini taştan çıkaracağı yıllar biraz geride kalmıştı. Derin bir sıkıntı hissetti içinde ve bu
sıkıntıyla yerinden kalkarak yanan dükkanına doğru iierlemeye başladı.
Hiçbir şeyi ellemeden,
sakin ve yavaş adımlarla dolaştı dükkanın içini. Gördüğü kadarıyla sağlam bir
eşya, sağlam bir mai kalmamıştı dükkanında. Sadece depo bölümünün arka
rafında, iki-üç tane mutfak robotu zarar görmemiş gibiydi. Bu duruma şükretmek
aklının ucundan dahi geçmedi Saffet hocanın!. Çünkü yanan mallarının yanında,
devede kulak gibiydi bu mutfak robotları!. Bunlar yanmış veya yanmamış ne
farkederdi ki!. Nitekim bu duygular içinde "Ya Rabbi, bunlan niye
bıraktın, bunlan niye yakmadın" diye sitem dolu bir ses yükseldi içinden.
Fakat bunun ne kadar yanlış bir ses ve yanlış bir söz olduğunu anlayarak hemen
tevbe etti, hemen bağışlanma diledi Allah'tan.
Olay yerinde araştırma
yapan itfaiye görevlisi, yanmış bir benzin bidonuyia yanına gelerek
("Beyefendi, bu yangın açık bir kundaklama neticesinde gerçekleşmiş"
dedi. Saffet hoca hayret ve şaşkınlık dolu gözlerle öylece baktı görevli
memura!.
Acaba kim yaptı
sorusunu hiç düşünmeden, Ömer geldi aklına!. Olay yerinden kaçarcasına
uzaklaşan ve köşe başında duraksayarak kısa bir an bulunduğu pencereye bakan
Ömer'i hatırladı!. Fakat bu genç adam hakkında hiçbir kötü şey düşünmek, hiçbir
kötü yorumda bulunmak istemiyordu. Çünkü bildiği ve tanıdığı kadarıyla çok samimi,
çok ihlaslı bir müslümandı bu Ömer.
Olayı zapta geçen
polis ise devamlı olarak "Bir düşmanınız var mıydı?" sorusunu
soruyordu. Polisin suratına şaşkınlıkla bakan Saffet hoca, önce nasıl bir cevap
vermesi gerektiğini bilemedi!.
Daha sonra dilinin
ucuna gelen "Böyle bir ülkede
veya böyle bir
dünyada, düşmanı olmayan müslüman var mı?" cevabını da vermek istemedi.
Ömer'in adını vermek ve onu gördüğünü söylemek ise hiç düşünmediği bir şeydi.
Dükkanımı yakabilecek
bir düşmanım olduğunu sanmıyorum!.
Polis bu cevabı
elindeki deftere not ettikten sonra "Dükkanınız yangına karşı sigortalı
mıydı?" sorusunu yöneltti. Saffet hoca böyle bir sorunun niye sorulduğunu
gayet iyi anlamıştı. Dükkan sigortalı ise belki de kendisinin yakmış
olabileceği üzerinde duracaklardı!.
Hayır, sigortalı
değildi.
Polis memuru birkaç
soru daha sorduktan sonra gerekli notlan almış ve ekip arabasına binerken
"Tekrar geçmiş olsun" diyerek olay yerinden ayrılmıştı. İşini bitiren
itfaiye memurlan da gitmişti. Saffet hoca hanımının ve kızının yanına giderek
"Haydi, eve gidin artık1' dedi. Hanımı kısa bir süre Saffet hocanın
gözlerine baktıktan sonra hiçbir şey söylemeden ağlamaya başladı. Kendini
bıraksa, belki Saffet hoca da ağlayacaktı. Fakat duygularını zabdetmeye
çalışarak hanımının başını okşadı ve "Allah'a şükür yangın söndü ve
hepimiz afiyetteyiz. Haydi artık eve gidin" dedi.
Ailesini eve gönderen
Saffet hoca, bir süre daha sokakta kaldı. Dükkanın içini birkaç kez kontrol
ettikten sonra, komşulannın yardımıyla dükkanın önünü kapattı. Bu arada
elektirik şirketinden birkaç görevli gelmiş ve dükkana gelen ceryanı direkten
kestikten sonra gitmişlerdi.
Saffet hocam,
yapabileceğimiz başka bir şey var mı?
Kendisine seslenen
komşularına dönen Saffet hoca "Allah hepinizden razı olsun. Yapılacak
başka bir şey yok" cevabını verdi. Gökyüzü hafiften ağarmaya başladığına
göre sabah namazının vakti p'e gelmiş olmalıydı. Komşularından ayrıldıktan
sonra ağır; adımlarla eve yöneldi. İtfaiye memurunun kendisine gösterdiği
yanmış benzin bidonu, yolun kenarında duruyordu. Herhalde unutmuş olmalıydılar!.
Önce bir tekme savurmak istedi bu benzin bidonuna!. Sonra bundan vazgeçti ve
yanmış' benzin bidonunu yerden alarak evine girdi.
Sabah ezanlan okunmaya
başlamıştı...
Tradan üç gün
geçmişti.
Saffet hoca az hasarlı
bazı malları ayırdıktan sonra dükkanı boşaltmış ve ilköğretim kolejine giden
kızıyla beraber her tarafı temizlemeye çalışmıştı. Daha sonra kullanılmış
eşya satan bir arkadaşını çağırarak, bir kenara ayırdığı az hasarlı mallan
almasını istemişti. Arkadaşı beş-on parça olan bu mallan arabasına yüklerken,
malların yanında duran koltuğu göstererek "Hocam, bunu satamayiz!"
dedi. Saffet hoca sağ kenarı yanmış deri koltuğa baktıktan sonra arkadaşına
gülümseyerek "Bu koltuk baba yadigarı. Onu eve götüreceğim" dedi.
Saffet hoca dükkanı
tamamen boşalttıktan sonra dükkan sahibini çağırmış ve tadilat masraftan ne
kadar tutarsa tutsun, ilk fırsatta ödemek istediğini söylemişti. Birkaç yıldır
bu tek katlı dükkanı yıkıp, yerine üç katlı bir bina yapmaktan sözden dükkan
sahibi ise "Sen zaten yeterince zarar ettin. Buna hiç gerek yok"
diyerek, Saffet hocanın bu teklifini kabul etmemişti. Böylelikle dükkanı teslim
etmiş ve dükkan sahibiyle helallaşmışlardı.
Saffet hoca bütün bu
işleri yaparken, uzun uzun Ömer'i düşünüyordu. Tanıdığı herkes geçmiş olsuna
gelmesine rağmen Ömer hiç ortalıkta gözükme misti!. Oysa üç-dört yıl sohbet
derslerine katılmış ve kendisinden oldukça yararlanmıştı. O halde bu
vefasızlığın, bu uzak durmanın mutlaka bir sebebi olmalıydı!.
Saffet hocanın Ömer
hakkındaki düşünceleri değişmişti!. Ömer'in bu yangınla mutlaka bir ilgisi
vardı. Bu işi ya kendisi yaptı, ya da yapanları biliyordu Fakat kendisine
gelip yapanlar hakkında hiçbir şey söylemediğine göre, kendisi de bu işin
içinde olmalıydı!. Saffet hocanın düşünceleri bu noktaya gelince, Ömer hakkında
hep aynı soruyla karşılaşıyordu.,
"İyi ama neden,
Ömer bunu neden yapsın ki?"
Ömer'le görüşmeden
önce bu sorunun cevabını bulmak istiyordu Saffet hoca!. Bu sorunun cevabını
bulmak ve bu cevaba göre Ömer'e yaklaşmak istiyordu. Fakat ne kadar düşünürse
düşünsün, en ufak bir sebeb dahi bulmuyor, bulamıyordu!. Çünkü insanlarla ve
müslümanlarla olan bütün ilişkilerinde, onlara değil bir kötülük yapmak, onlar
hakkında kötü düşünmekten bile Allah'a sığınıyordu.
O halde neydi, neydi
bunun sebebi?
Saffet hoca cevapsız
kalan bu sorulara daha fazla tahammül edemeyeceğini anlayınca Ömer'i görmeye
karar verdi. Ancak hemen bulamadı Ömer'i. Askerden geldikten sonra babasıyla
anlaşamayan Ömer'in, üç yıl Önce babasının evinden ayrıldığını ve Öğrenci
evlerinde kalmaya başladığını öğrendi. Son zamanlarda hangi öğrenci evinde
kaldığını öğrenebilmesi ise epey uzun sürdü. Gerçi on yıl kadar önce olsaydı,
Saffet hoca bütün bu evleri ve bu evlerde kalanlan çok iyi biliyordu. Çünkü o
dönemlerde bütün bu evleri geziyor ve gençlerle oldukça verimli sohbetler
yapıyordu.
Saffet hoca belirtilen
öğrenci evine gelip Ömer'i sorunca, kapıyı açan bir üniversite öğrencisi
"Ömer abi daha gelmedi" dedi. Saffet hoca kendisini tanıtarak içeriye
girmek için müsaade istedi. Gözlerini açarak "Demek o Saffet hoca
sizsiniz!" diyen üniversiteli genç, kendisini hemen içeriye buyur etti.
Salondaki yer minderlerinden birinin üzerine oturan Saffet hoca, genç öğrenciye
hafif bir gülümseme ile bakarak "Beni nereden tanıyorsun?" diye
sordu.
Ömer abi, yıllar önce
sizin verdiğiniz derslerden önemli notlar tutmuş. Bizlerle yaptığı bütün
sohbetlerde, tuttuğu bu ders notlarından bizlere Önemli ömekİer verir. İşte
sizi, Ömer abinin o ders notlarından tanıyoruz.
Düşünceli bir şekilde
başını salladı Saffet hoca!.
Demek ki Ömer, yıllar
önce yaptıklan o dersleri hala tekrarlıyor ve o derslerde öğrendiği gerçekleri
bu gençlere aktarmaya devam ediyordu. Hoşuna gitti Ömer'in bu çalışmaları.
Zaten geçmiş yıllarda onun ne kadar ihlaslı ve azimli bir müslüman olduğuna
kendisi de şahit olmuştu.
Ömer'i beklerken, genç
öğrenciyle bir süre daha konuştu Saffet hoca. İki sene önce savaşmak için
yurtdışına giden Ömer'in, cephede dört ay kaldıktan sonra tekrar ülkeye
döndüğünü ve bu savaş günleri hakkında hiç kimseyle konuşmadığını, konuşmak
istemediğini Öğrendi. Saffet hocanın, bütün bu olup-bitenlerden hiç haberi
yoktu. Müslümanlardan ne kadar da uzak kalmışım dedi kendi kendine!.
Ömer son zamanlarda ne
yapıyor?
İş bulabildiği günler
inşaatlarda çalışarak, bu evin mutfak masraflarını karşılıyor. Gerçi
arkadaşlarla beraber buna hiç gerek olmadığını kendisine söylememize rağmen,
Ömer abi bizi hiç dinlemiyor.
Saffet hoca başını
sallıyarak "Evet, anlıyorum" dedi. Gerçi anlıyorum demesine rağmen
yine de yeterince anlayamadığı şeyler vardı Saffet hocanın. Çünkü bildiği kadarıyla
varlıklı bir ailenin tek oğlu idi Ömer. Onlarca insana iş veren babasından
ayrılarak inşaatlarda çalışması, kolay anlaşılır bir durum değildi!. Düşünceü
bir şekilde saatine bakarak "Ömer ne zaman gelir?" diye sordu.
Bir yerlere uğramazsa,
artık gelmesi lazım. Ben size çay
yapayım, çay içersiniz değil mi?
Saffet hoca isteksizce
"Sen bilirsin" dedi. Genç öğrenci çay yapmak için mutfağa gittiğinde,
salonu gözden geçirmeye başladı. Karşı duvarın ortasında küçük bir kütüphane
bulunuyordu. Duvarlarda ise Kabe-i Muazzama'nın fotoğrafı ile kelime-i tevhidle
ilgili bazı sözler vardı. Bir süre Kabe fotoğrafına baktı. Kutsal topraklara
her önümüzdeki sene gitmeye niyetlenmesine rağmen, bu niyeti işleri nedeniyle
hep bir önümüzdeki seneye kalmıştı!. Anlamsız nedenlerle, bu güzel ve anlamlı
fırsatian kaçırmıştı!. Şimdi ise girmek istese de gidemezdi artık!.
Selamunaleyküm.
Salonun kapısında
durarak kendisine selam veren Ömer'i görünce şaşırdı. Geldiğini hiç duymamış ya
da farkedememişti. "Ve aleykümselam" dedi başını hafifçe sallıyarak.
Ömer "Şimdi geliyorum hocam" dedikten sonra elindeki iki küçük naylon
torba ile mutfağa yöneldi. Üç-beş dakika sonra çay tepsisiyie içeri girdi ve
tepsiyi Saffet hocanın önüne koyarken,
yumuşak bir sesle "Hocam,
hoşgeldiniz"
dedi. İsteksiz bir şekilde "Hoşbulduk" diyen Saffet hoca, dalgın
gözlerle Ömer'in bardaklara çay döküşünü seyretti.
Hocam, özel mi
görüşeceksiniz?
Saffet hoca hafif
çatılmış kaşlarla ve biraz sert bir ses tonuyla "Evet, özel" dedi. Bu
cevap üzerine dışarıya çıkan Ömer, öğrenci arkadaşına bir şeyler söyledikten
sonra tekrar içeriye girdi ve salonun kapısını kapatarak Saffet hocanın
karşısına oturdu.
Hiçbir şey konuşmadan
bir süre çaylarını içip, birbirlerine baktılar.' Özellikle Saffet hocanın
bakışları çok dikkatliydi. Ömer'in gözlerine ve yüz ifadelerine dikkatlice
bakarak, onun ruh halini anlamak istiyordu. Gördüğükadarıyla panikten uzak bir
sakinlik ve durgunluk içindeydi Ömer. Kendinden emin gözlerle Saffet hocaya
bakıyor ve sessiz bir sabır ile onun konuşmasını bekliyordu.
Nasılsın Ömer?
Elhamdülillah iyiyim.
İnşaallah siz de iyisinizdir?
Ömer'in gözlerine
bakarak bu soruyu bir süre cevapsız bırakan Saffet hoca, kısık bir sesle
"Elhamdülillah" dedikten sonra ilave etti.,
Yangından haberin var
mı?
Yüzündeki sakin ifade
hiç değişmeyen Ömer, başını sallıyarak "Evet, duydum" dedikten sonra
sustu ve çayından bir yudum daha aldı. Saffet hoca ise Ömer'in konuşmasına
devam etmesini ve bir şeyler söylemesini bekliyordu. Fakat kendisine öylece
bakan Ömer'in, başka bir şey söylemeye niyeti yok gibiydi!,
Geçmiş olsun demiyecek
misin?
Kısa bir süre ne cevap
vereceğini düşünen Ömer "Geçmiş olsun" dedikten sonra bakışlarını
Saffet hocanın gözlerinden hiç ayırmadan "İnşaallah hayırlara vesile
olur" ilavesinde bulundu.
Bu olayda nasıl bir
hayır görüyorsun?
Bilmiyorum, bunu zaman
gösterir!.
Ömer'in bu cevaplan
Saffet hocanın hem sıkılmasına ve hem de biraz kızmasına neden olmuştu. İçinden
"Has-bunallahuvenimelvekil" dedikten sonra çayındaki son yudumu da
içti. Ömer hemen çaydanlığı alarak boşalan bardağı tekrar doldurdu ve yanına
iki şeker koyarak Saffet hocanın önüne bıraktı. Saffet hoca şekeri
karıştırırken, Ömer'in yüzüne hiç bakmadan "Dükkan, kundaklanarak
yakılmış" dedi.
Ömer'den hiçbir ses.
hiçbir cevap gelmedi bu söze!. Çayını karıştırdıktan sonra birkaç yudum içen
Saffet hoca, bu sefer Ömer'in gözlerine bakarak "Dükkanın kundaklandığını,
kundaklanarak yakıldığını söyledim" dedi.
Duydum hocam!. Her
olayın bir sebebi, bir vesilesi oluyor!.
İşte ben bu vesileyi
tanımak istiyorum.
Yani kimin yaptığını
bilmek istiyorsunuz!,
Hayır, kimin yaptığını
biliyorum sadece neden yaptığını bilmek istiyorum?
Ömer kısa bir süre
sustuktan sonra Saffet hocanın gözlerine bakarak "Dükkanı yakanı tanıyor
musunuz?" diye sordu. Kendisine dikkatlice bakan Ömer'den gözlerini
ayırmayan Saffet hoca, başını hafifçe sallıyarak cevap verdi.,
Onu daha iyi tanımak
için buraya geldim!. Ömer'de yine bir hayret, yine bir şaşkınlık yoktu.
Kendisinden bir cevap
bekleyen Saffet hocaya, sakin bir sesle "Tekrar hoşgeldiniz" dedi.
Sonra bardağında kalan çayı bir yudumda bitirerek, kendisine yeni bir çay koydu
ve şekerini yavaş yavaş karıştırmaya başladı. Ömer'in bu son derece sakinliği
karşısında şaşıran ve söze nereden başlayacağını bilemeyen Saffet hoca, üç
gündür içini kemiren soruyu bir anda soruverdi.,
Neden, bunu
neden.yaptın Ömer?
Ömer çayından bir
yudum İçtikten sonra bir süre sustu. Olayı inkar etmek, aklının ucundan dahi
geçmiyordu. Sadece nasıl bir cevap vermesi gerektiğini düşünüyordu. Saffet
hoca "Bunu neden yaptın Ömer?" diye sormuştu. Oysa bu olayın
kendisiyle ilgili bir nedeni yoktu. Bütün nedenler, Saffet hocanın durumuyla
ilgiliydi. O halde bunu söylemeli, bu cevabı vermeliydi Saffet hocaya.,
Bu olayın nedeni,
benim değil sizin durumunuzla ilgili!.
Anlayamadım!.
Bunu anlayabilmeniz
için, Saffet hocanın son on yılda
nasıl değiştiğini görmeniz,
bunu dikkate almanız gerekir!.
Ben mi değiştim?
Evet siz değiştiniz,
hem de çok değiştiniz Saffet hoca!.
Dikkatlice Ömer'in
gözlerine bakan Saffet hoca, Ömer'in güzel ve olumlu bir değişimden söz
etmediğini çok iyi biliyordu. Olmaması, yaşanmaması gereken bir değişimden, bir
değişiklikten söz ediyordu Ömer. Yine de sormak ve Ömer'in kendisi hakkındaki
düşüncelerini biraz daha açmak istedi.,,
Bunu nasıl
bilebilirsin ki!.
Ömer'in yüzünde acı
dolu bir tebessüm belirdi. Bu ne kadar saçma bir soru dercesine Saffet hocaya
baktıktan sonra yavaş yavaş konuşmaya başladı.,
Yıllar önce
bizim tanıdığımız, bizim
sevdiğimiz, bizim kendimize örnek
aldığımız bir Saffet
öğretmen vardı. Varlıklı bir insan sayılmazdı. Lisede ingiiizce öğretmenliği
yapar ve hiç kimseye muhtaç olmadan geçinirdi. İslami konularda kendisini çok
iyi yetiştirdiği için herkes ona Saffet hoca der ve onunla konuşmak, onun
ilminden faydalanmak isterdi. Mütevazi bir insan olan Saffet hoca, okulda
talebeleriyle ve okul dışında tüm insanlarla ilgilenmeye çalışırdı. Geceleri
de dolu geçerdi Saffet hocanın. Haftada
üç-dört gece sohbetlere
gider, gençlerin ve Öğrencilerin eğitimleriyle, onların
kimlik ve kişilik noktasındaki gelişimleriyle yakırldan ilgilenirdi. Bizler
için ahirete açılan bir kapı, bir pencere gibiydi bu Saffet hoca!. Bizlere
yaptığımız her işin uhrevi sonuçlarını gösterir, bu sonuçlan dikkate alarak
tercihlerde bulunmamızı isterdi. Tabi ki her sözü. her nasihati tesirliydi
Saffet hocanın. Çünkü bizleri her neye davet ediyorsa, bu daveti öncelikle
kendisi yaşıyor, kendisinde yaşatıyordu. Onu gördüğümüz zaman Allah'ı hatırlar
ve bu hatırlayışla kulluğumuzu gözden geçirirdik. İslami hasletlerin, İslami
vasıfların ne kadar güzel olduğunu onda görür, onun şahsında farkederdik. İşte
bu Saffet hoca, bizler için örnek bir kul, Örnek bir abi, ömek bir hoca idi.
Bunlan söyledikten
sonra bir süre sustu Ömer. Çayından birkaç yudum içti. Daha sonra Saffet
hocanın gözlerine bakarak sözlerine devam etti.
İlerleyen yıllarda,
her nedense bazı şeyler değişmeye başladı. İslami davet, eski heyecanını
kaybediyor gibiydi. Kendilerine abi, üstad, hoca dediğimiz bazı müslümanlar,
aşırı derecede dünyevileşmeye başlamışlardı. Dava için şirketler, holdingler
kuruluyor, davanın geleceği bu şirketlerin büyüme hızına endeksleniyordu.
Çevresindeki bu gelişmelere dur demesi beklenen Saffet hoca da müslümanlan
oradan oraya savuran
bu rüzgara kapılmış gibiydi!. Gençlerden ziyade bu iş
adamlarıyla görüşmeye başladığı o dönemlerde ticari ufku genişlemiş olacak ki,
Öğretmenlikten aynlarak beyaz eşya mağazası açtı!. Bu mağazanın açılması, birçok güzel
çalışmaların kapanmasına vesile oimuştu. Ders ve sohbetleri birer birer
terkeden Saffet hoca, artık eskisi gibi değildi. Gece sohbetlerinde
göremediğimiz Saffet hocayla, gündüzleri de görüşemiyor-duk!. Çünkü bu yeni
dükkanında İsiami kaygılarla davadan değil, ticari kaygılarla ticaretten
bahsedilir olmuştu!. Daha önceleri Kur'an-ı Kerimle haşır neşir olan Saffet
hoca, bu yeni dükkanında çek ve senetlerle haşır neşir olmaya başlamıştı.
Evet, ay be ay, yıl be yıl değişmişti, çok değişmişti Saffet hoca!., Artık onu
gördüğümüz zaman Allah'ı değii, buz
gibi duygularla buzdolaplarını, çamaşır
ve bulaşık makinalarını
hatırlıyorduk!.
Yine sustu, yine
çayından birkaç yudum içti Ömer. Saffet hoca ise Öylece onu izliyor,
konuştuklarını düşünüyordu. Onu dinlerken bazen araya girmek ve bazı şeyler
söylemek istemesine rağmen susmayı tercih etmişti. Anlatmasını, herşeyi
anlatmasını istiyordu Ömer'in. Uzun bir sessizlikten sonra Ömer tekrar
konuşmaya başladı.,
Tabi ki sadece Saffet
hoca değişmedi. Saffet hocayla birlikte, onu kendilerine örnek alan gençler de,
bu gençlerin dünya görüşü de değişmeye başlamıştı. Çünkü dünyaya düşkün olan
insan nefsinin, hiç zorlanmadan ve hoşlanarak kabul edeceği bir değişimdi bu!.
Artık bu gençler İslam'ın istikbalini değil, kendi istikballerini düşünüyor ve
dünyevi kaygılarla kendi istikballerini kurtarmaya çalışıyorlardı!. Bu
yönelişte helal ve haram ölçüleri de değişmeye başlamıştı. Daha önceleri helal,
haram ve bu ikisi arasında yer alan şüpheliler vardı. Sözkonusu değişim ile
şüphelilerin hepsi helal kabul edilmiş ve bazı haramlara şüpheli gözüyle
bakılır olmuştu!.
Ömer bu son
sözlerinden sonra durakladı. Uzaklara dalıp giden bakışları değişmiş, derin bir
ızdirabı yansıtan gözleri dolu dolu olmuştu. Derin bir nefes alıp-verdikten
sonra devam etti.,
Ebetteki bütün gençler
değişmedi!. Değişmemekte inat eden bazı gençler, önce bir şaşkınlık ve daha
sonra bir bunalım içine girdiler. Henüz büyümeden, yetişkinlik çağına gelmeden
sokağa atılmış çocuklar gibi hissettiler kendilerini!. Dünyaya karşı ne kadar
aciz ve çaresiz olduk-lannı farkettiklerinde, ne yapacaklarını bilemediler!.
Sanki iki ayrı seçenekle karşı karşıya bırakılmışlardı. Ya değişecekler, ya da
bu bunalımı nefes nefese yaşayacaklardı!. Değişmektense ölmeyi tercih edenler,
kendilerince bir yol aradılar ölüme!. Bazıları doğruluğunu veya yanlışlığını
hiç düşünmedikleri silahlı eylemlere katıldılar.- Bir kısmı ise yurtdışındaki
bazı cephelerde aradılar ölümü!.
Saffet hoca, Ömer'in
bu son sözler ile kendisini kastettiğini anlamıştı. Demek ki ölmek için, ölümü
aramak için gitmişti yurtdışına!. Fakat aradığını bulmadan, bulamadan dönmüştü
ülkesine. Öylece Ömer'e baktı. Bu genç adama acıdığını hissetti. Ömer ise
susmuştu. Daha ne anlatayım dercesine Saffet hocanın gözlerine bakıyordu.
Ömer, devam et!.
Devamında bir
değişiklik yok Saffet hoca. Sayıları azalsa da aynı sıkıntıyı, aynı bunalımı
yaşamaya devam ediyor bu gençler!.
Saffet hoca başını
hafifçe sallıyarak "Evet" dedikten sonra sordu.,
Peki, benim dükkanı bu
gençler için mi, bu gençleri kurtarmak için mi yaktın?
Hayır. Dükkanı o
gençler için yakmadım. Çünkü o gençlerin artık sizlerden bir beklentisi yok. Hatta
o gençlerden bazıları size Saffet hoca değil, Gaflet hoca diyorlar!.
Ömer'in gayet sakin
bir şekilde söylediği bu sözler, Saffet hocanın iç dünyasını allak bullak
etmişti. Dükkanı yaktığını açıkça söyleyen Ömer'e, nasıl bir tepki vermesi
gerektiğini bilemedi!. Kendisine Gaflet hoca denilmesi ise ayrı bir aşağılama
idi!. Kızgınlığını gizlemeye gerek duymadan Ömer'in gözlerine bakarak, sert ve
sinirli bir ses tonuyla "Peki dükkanı niye yaktın, niye yaktın Ömer?"
diye sordu.
Dükkanı sizin için,
sizin kurtuluşunuz için yaktım Saffet hoca!. Geçmiş yıllarda bize verdiğiniz
emeğe karşılık, size böyle bir iyilik yapmak istedim!.
Saffet hoca hayretle
açılan gözleriyle "Nasıl bir iyilik, nasıl bir iyilik yapmak
istedin!." diye sordu!. Sanki her soruya önceden hazırlanmış olan Ömer,
yine hiç düşünmeden cevap verdi.,
Siz bizlere yaptığınız
nasihatlerde "İnsanı davadan alakoyan mal, o insan için bir nimet değil,
bir musibettir" derdiniz. İşte ben, sizi böyle bir musibetten kurtarmak
istedim.
Duyduklanna inanamayan
Saffet hoca "Aman Ya Rabbi" dedi içinden!. Şaşırmasına rağmen her
şeyi anlamış gibiydi!. İslam tarihinde okuduğu Haricileri hatırladı. Ömer'in
de bu Haricilerden bir farkı yoktu!. Sanki tarih sayfalarından fırlayarak
karşısına dikilivermişti!.
Bir süre Ömer'e,
Ömer'in gözlerine baktı.
Bu genç adam yaptığı
işin doğruluğundan o kadar emindi ki, gözlerinde en ufak bir şüphe, en ufak bir
pişmanlık dahi yoktu. Belki de kendisinin ona sarılmasını ve "Hay Allah
senden razı olsun, dükkanı yakan ellerin nurlansın!." demesini
bekliyordu!. Sanki böyle bir dünyada değilde, bir başka alemde yaşıyordu bu
genç adam!.
Ne yapacağını
şaşırmıştı Saffet hoca!.
Kendini bıraksa
"Sen ne yaptın?" diyerek Ömer'e kuvvetli bir tokat atacaktı. Fakat
bunu kendisine yakıştıramazdı. Onunla konuşmak da istemiyordu Saffet hoca!.
Çünkü böyle bir insana ne denilir, ne denilebilirdi ki!. Kızgın ve umudsuz
gözlerle Ömer'e baktı.
Bak Ömer!. Dükkanı
yakmakla bana iyilik mi yoksa kötülük mü yaptığını Allah bilir. Fakat kendine,
kendi nefsine büyük bir kötülük yaptığın aşikar!.
Ömer bu sözlerin ne
anlama geldiğini düşünürken, Saffet hoca yavaşça yerinden kalktı. Bu genç adama
söyleyeceği, söylemek istediği başka bir söz yoktu!.
Ve ağır adımlarla
kapıya doğru yürüdü.
Ömer'le
konuştuklarını,
hiç kimseye anlatmadı,
hiç kimseyle paylaşmak istemedi Saffet hoca. Çünkü bu mesele duyulur ve
dükkanı Ömer'in yaktığı bilinirse, ortalık bir anda karışır ve istenmeyen
durumlarla karşılaşılabilirdi. Dolayısıyle bu' konuda susmayı, konuşmamayı
tercih etti. Tahminlerde bulunarak bazı yerleri suçlayan müslümanlara
"Onların bu işle bir ilgisi yok" cevabını veriyor ve dükkanı
kundaklayanlan lanetleyen kimselere ise "Kimin yaptığını bilmeden lanet
okumayın. Belki de bu işi yapanın lanete değil duaya ihtiyacı vardır. Allah
hepimizi ıslah etsin" diyordu.
Bu arada şehir
dışından da telefonlar geliyordu Saffet hocaya. Hatta pek sosyal olmayan Mehmed
Alagaş dahi İzmir'den telefon ederek geçmiş olsun dileklerini sunmuş ve
önümüzdeki ay geleceğini, o zaman görüşebileceklerini söylemişti.
Saffet hoca, İnsan
Dergisinin yayınlandığı seksenbeşli yıllardan beri tanırdı Alagaş'i. Seksenli
yılların ilk yarısında Türkiye'de dar'ul İslam-dar'ul harp tartışmaları
sürerken, bu müsiüman ortaya çıkarak ülkedeki durumun dar'ul cahiliye olduğunu
söylemiş ve Kur'an-ı Kerim'den verdiği Örneklerle bu yaklaşımın genelde kabul
görmesini sağlamıştı. Tabi ki o dönem için müslümanların önünü açan,
müslü-manlan dar'ul harp fıkhının çıkmazlarından kurtaran çok önemli bir
tesbitti bu. Nitekim o dönemlerde bu problemleri bizzat yaşayan Saffet hoca
da, dergi yayınını bir süre takip ettikten ve toplumsal Sünnetullah'ia ilgili
çok önemli tesbitleri okuduktan sonra öğretim görevlisi bazı arkadaşlarıyla
birlikte İzmir'e gitmişlerdi.
Fakat hiçbirisi, beklediği
bir kimlikle karşılaşmamıştı!.
Çünkü Mehmed Alagaş
denilen bu müslümanın ne arapçası, ne tahsili, ne karizması ve ne de İslami bir
kariyeri vardı!. Konuşma zorluğu çeken ve pazarlarda süpürge satan bu
müsiüman, kendi imkanlarıyla Kuran araştırması yapan sıradan bir müslümandı.
Karşısındaki bu garip
şahısa bakan ve dergideki çok önemli yazılan düşünen Saffet hoca, bu müslümanın
paravan bir kimlik olabileceği kuşkusuna kapıldı. Kendisini ifşa etmek
istemeyen bîr ilim ehli, bu süpürgeciyi paravan olarak kullanıyor olabilirdi!.
Bunu anlamanın yegane yolu ise bir paravanın cevaplandıramayacağı sorular
sormaktı.
Ve konuşmaya
başladılar.
Karşılarında genç bir
talebe heyecanıyla oturan Ala-gaş, kendisine sorulan bütün sorulara yine genç
bir talebe heyecanıyla cevap veriyordu. Verilen her cevabı deşeleyen Saffet
hoca, bu cevabların kökleriyle karşılaştığında, söz konusu cevapların bu
müslümana ait olduğunu çok daha iyi anlıyordu. Anlayamadığı şey ise arapça
bilmeyen bir müslümamn, böyle bir Kuran anlayışına nasıl ulaşabildiği idi!.
Dönüş yolculuğunda,
otomobildeki herkes susuyordu. Alagaş bekledikleri bir kimlik olmamasına
rağmen, ona ve onun söylediklerine yöneltebilecekleri bir eleştiri yoktu, En
akademik sorulara bile çok basit ve çok açık cevaplar vermişti bu müslüman!.
Üniversitede öğretim görevlisi olan Ahmet bey, uzun bir sessizlikten sonra
"Bu iş, süpürgecî-lere kalmamalıydı!.11 dediğinde, bu sözü hoş bulmayan
Saffet hoca "Bu onun değil, bizim ayıbımız" diyerek meseleyi
kapatmıştı. Çünkü sıradan bir müslüman da olsa, akıllı ve samimi bir insan olan
Alagaş'i sevmişti Saffet hoca.
Daha sonraki yıllarda
da birkaç kez görüştüler Ala-gaş'la. Ancak hükümlere biraz bağnazca yaklaşan ve
bu bağnazlıkla bütün dini gruplardan uzak duran Alagaş'la pek anlaşamamışlardı.
Çünkü M.T.T.B. tecrübesi olan Saffet hocadaki teşkilatçılık anlayışı, Alagaş'da
hiç yok gibiydi. Saffet hoca siyasi bir incelikle bu gruplardan faydalanılması
gerektiğine inanırken, "Geleneksel din anlayışındaki bidat ve hurafeleri
hoş görerek bu gruplara yakınlaşmaya çalışmak, Allah'ın yardımından uzaklaşmak
anlamına gelir" diyen Alagaş, meseleye adeta bir at gözlüğü ile
bakıyordu. Nitekim İslami davetin hızla kitlelere maledilmeye çalışıldığı
dönemlerde dahi bu bağnazlığını sürdürmüş, "Önce birey, önce bireyin
problemleri, önce bireyin yetişmesi.." gibi sözlerle kitleleşmeye karşı
çıkarak, çok ferdiyetçi bir yaklaşımda bulunmuştu.
Saffet hoca o
günleri.ve Alagaş'ın o sözlerini tekrar düşündü. O zamanlar karşı, çıktığı bu
anlayış, belki de tartışılması ve daha geniş bir düzlemde değerlendirilmesi
gereken bir anlayıştı!. "Herneyse" dedi kendi kendine!.
Alagaş geçmiş olsun
telefonunda yangına çok üzüldüğünü söylemişti. Fakat Saffet hoca, Alagaş'ı
tanıdığı kadarıyla onun pek üzüldüğünü sanmıyordu. Çünkü dünyaya ve dünya
malına, çok horlayıcı bir bakışı vardı bu müslümamn. Adeta zengin ve zenginlik
düşmanı gibiydi!. Nitekim dört yıl Önce geldiğinde, Müsiad çevresindeki
arkadaşlarla oturmuşlar ve onlara bu konudaki genel yaklaşımını belirttikten
sonra şu Temeî fıkrasını anlatmıştı.
Çölde yolunu kaybeden
Temel, susuzluktan perişan bir duruma geldiğinde karşısına beyazı elbiseli ve
beyaz sakallı bir kişi çıkarak "Temel benden dileyeceğin üç şeyi, Allah'ın
izniyle sana vereceğim. Haydi dileklerini söyle" demiş. Susuzluktan
kavrulan Temel "SİK istiyorum" deyince, ona bir ped şişe su uzatmış.
Eline aldığı ped şişeye kısa bir süre bakan Temel "Bu su bana yetmez"
dediğinde ise beyaz elbiseli adam, beyaz sakalını sıvazlayarak "Bu suyun
biteceği korkusuna kapılma!. Sen içtikçe, bu su bereketlenerek yine eski
seviyesine gelecektir" demiş. Bu söz üzerine elindeki ped şişeden uzun
uzadıya su içen Temel, suyun gerçekten bereketlendiğini ve eski seviyesine
yükseldiğini görmüş. Beyaz sakallı adam "Eee Temel, diğer iki dileğini de
söyle" deyince, elindeki ped şişeye hayranlıkla bakan Temel "Bu çok
güzelmiş!. Sen bana bundan iki tane daha ver" demiş.
Alagaş'ın yavaş
yavaş anlattığı bu
fıkra herkesin hoşuna gitmiş ve
herkes gülmeye başlamıştı. Alagaş ise hiç gülmeyen bir yüzle etrafındaki
insanlara kısa bir süre baktıktan sonra, ciddi bir merakla "Niye
gülüyorsunuz?" diye sormuştu. Gülmeyi bırakan herkes susmasına rağmen genç
bir işadamı olan Özer bey "Tabi ki Temel'e, Temel'in bu yaklaşımına güiüyoruz"
deyince, beklediği cevabı alan Alagaş şu karşılığı vermişti.,
Evet, Temel'e ve
Temel'in bu yaklaşımına güldüğünüzü biliyorum. Fakat sakın ola ki bu Temel'in
Trabzon'da, Samsun'da yani Karadeniz bölgesinde yaşadığını zannetmeyin. Bu
Temel sizde, bu Temel sizin içinizde yaşıyor. Temel'e güldüğünü zanneden
sizler, aslında kendinize, kendi halinize gülüyorsunuz. Çünkü aynı yaklaşım,
sizlerde de var. Allah'ın lutfuyla bütün ailenize yetecek bir şişe suya sahip
olmanıza rağmen, bu şişelerin iki, bu şişelerin üç olmasını istiyor ve bunun
için mücadele ediyorsunuz. Oysa Allah'tan başka şeyler de istemeniz ve çalışmalarınızın
bir bölümüyle başka şeyleri de talep etmeniz gerekmez mi?
Alagaş'ın bu sözlerine
hiç kimse itiraz etmemiş ve bir suskunluk içinde düşünmeyi tercih etmişlerdi.
Şakacı bir insan olan Nevzat bey ise gülümseyen bir yüzle "Alagaş, bizler
ikinci, üçüncü ped şişeyi dava için istiyoruz" diyerek, bu kasvetli havayı
dağıtmak istemişti. Bu cevabı biraz alaycı bulan Alagaş, hafif çatılan kaşlarla
"Davanın ped şişeye değil, ped kullanmayan erkeklere ihtiyacı var"
cevabını verivermişti.
Her erkeği rencide
edebilecek olan bu cevaptan hiç hoşlanmayan Saffet hoca, yüzü kızaran Nevzat
beyi savunma ihtiyacı hissederek söze girmiş ve dünya kapitalizmine açıklık
getirerek, müslümanların bu kapitalizm karşısında maddi olarak da güçlü
olmalan gerektiğini savunmuştu.
Alagaş ise çok farklı
yaklaşıyordu bu meseleye. Önce marksistlerden örnek vererek "Marksistlerin
kapitalizm karşısında yenilmelerinin en önemli nedeni, kapitale değer
vermeleridir. Çünkü değer verilen herşey, kendisine verilen değer ile
güçlenir. Güçlenen bir şeyi yıkmak ise mümkün değildir" dedikten sonra
şöyle devam etmişti.,
Kapitalizmi, ancak ve
ancak kapitale değer vermeyen insanlar yıkabilir. Çünkü kapitale değer
vermeyen insanlar karşısında, kapitalizmin büyük bir etkisi ve yaptırım gücü
yoktur. Ayrıca çok uluslu şirketlere dayanan kapitalizmi tahlil ettiğimiz
zaman, iki ayak üzerinde durmaya mecbur olan bu canavarın bir ayağı ile üretim
alanına ve diğer ayağı ile tüketim alanına bastığını görebiliriz. Burada
önemli olan, dünya insanlarını apaçık bir şekilde sömüren bu kapitalizme karşı
mücadele vermek isteyen kimselerin, bu iki ayn alandan hangisini seçecekleri ve
hangi düzlemde mücadele edecekleridir. Yaşadığımız çağdaki bilim ve
teknolojinin, günümüz itibariyle kimlerin insi-yatifinde olduğunu dikkate
alırsak, kapitalizme karşı üretim alanında mücadeleye ve rekabete girişmek, bu
kapitalizmin zayıflamasına değil, daha bir güçlenmesine vesile olacaktır.
Çünkü üretim alanının genel kontrolü ve insiyatifi, çok uluslu şirketlerin
ellerindedir. Bu üretim alanını bir piramit şeklinde düşünürsek, piramitin alt
katmanındaki bir üreticinin on lira kazanabilmesi demek, üst katmanın yirmi,
daha üst katmanın ise kırk lira kazanabilmesi demektir, Dolayısıyle alt
katmanlarda on lira kazanarak, yaptığımız işten yüz lira kazanan üst katmanları
zayıflata-bilmemiz ve onların zulmünü engelleyebilmemiz mümkün değildir. Daha
açık ve daha net bir ifadeyle, dünyanın mazlum insanları günümüz kapitalizmiyle
üretim alanında mücadeleye ve rekabete girebilecek bir durumda değillerdir.
Fakat bu canavarın ayakta durabilmek için basmak zorunda olduğu ikinci alan,
yani tüketim alanı böyle değildir. Tüketim alanının asıl sahipleri, dünya
mazlumlarıdır. Tüketim gücünü elinde bulundurmalarına rağmen bundan gafil olan
dünya mazlumları, medya ve reklam güdümüyle bu güçlerini kapitalizmin istediği
kulvarda kullanmaktadır. Oysa uluslararası kapitalizme karşı direnebilecekleri
ve bu kapitalizmi çökertebilecekleri yegane alan, bu tüketim alanıdır. Sadece
dünya müslümanları bile ümmet düzlemindeki bu tüketim güçlerini bilinçli
olarak kullansalar, tüketim alanındaki bu boykotları ile, gelişerek büyümek
üzerine kurulan dünya kapitalizminin yere yıkılmasına neden olacaklardır. Yeter
ki müslümanlar, yeter ki dünyanın mazium insanları, ellerindeki bu tüketim
gücünün farkına varararak ortak bir sese ve ortak bir tavıra girebilsinler.
Dünya kapitalizmine
karşı verilmesi gereken mücadelenin, üretim değil öncelikle tüketim düzleminde
başlaması gerektiğinde ısrar eden Alagaş, daha sonra şu ömeği vermişti.,
Mesela küçük bir örnek
olarak koko kolayı ele alalım. Dünyanın mazlum insanlan üretim ve pazarlama
alanında Koko kolayla elli yıl rekabet etseler, bu çok uluslu şirkete
yaklaşabilmeleri biie mümkün değildir. Ancak bu mücadeleyi tüketim alanına
çeker ve elli gün kokokola içmezlerse, bu çok uluslu şirketten gelen çatırtı
seslerini kendi kulaklarıyla duyacaklardır. Çünkü tüketimi olmayan bir malın,
üretimden kaynaklanabilecek. hiçbir gücü yoktur.
Alagaş bazı teknolojik
ürünlerden de örnekler verdikten sonra tüketim alanında kazanılacak
zaferin, dünya mazlumlarını kapitalizmin
sömürü anlayışından kurtulan üretim alanında da başarıya götürebileceğini iddia
etmişti. Hiç kimse, hiçbir itirazda bulunmadan öylece dinlemelerine rağmen,
yine de Alagaş'i hiç kimse tasdik etmemişti. Çünkü aklen doğru olsa bile
yaşanan realiteyle pek uyuşmayan, garip sözlerdi bunlar!.
Bazı kimseler
Öncelikle tüketimi alanındaki boykot meselesine değinerek, müslümanların 'bile
böyle bir tavır gösteremeyeceklerinden, bazı şeylerin yokluğuna
katlana-mayacaklanndan sözetti. Asabileşen Alagaş "Beyler, Mekke
dönemindeki ambargoda, dinlerini korumak isteyen müminler, açlıktan
çarıklarının köselelerini kemirecek duruma gelmişlerdi. Yakın tarihteki Gandi
hareketinde, İngiliz emperyalizmine karşı durabilmek için İngiliz mallarını
boykot eden hintlilerin, tahta bir çıkrıktan başka aletleri yoktu. Günümüzde
ise böyle bir durum söz konusu değil. Dünyanın mazlum insanlan sadece kendi
imkanlarıyla biîe, İslam'a göre lüks diyebileceğimiz bir yaşam stan-dartını
kendileri inşa edebilirler!." diyerek, bu itirazlara karşı çıkmıştı.
Konuşulanları dikkatle
dinleyen Saffet hoca, sanki bir başka alemde yaşayan Alagaş'ı kendine getirmek
istercesine söze girerek, ona dünyadaki silah sanayisini anlattı. Kapitalizmin
en büyük gücü olan ve çok uluslu şirketlerin kontrolünde bulunan bu silah
sanayi hakkında ne düşündüğünü sordu. Biraz düşünen Alagaş "Silah
şirketleri çağı-mızdaki gücünü, yaptıkları silahı kendileri kullanarak değil,
başkalarına kullandırarak kazanmaktadırlar. Çünkü kendileri kullandıkları
zaman, ancak ve ancak üç atımlık bir baruîian vardır. Ancak bu üç atımlık
barutu, başkalarına satıp, başkalarına kullandırdıkları zaman, silah sanayinin
çarkları dönmekte ve istedikleri hedefe üç değil üçbin atım yaptırabilecekleri
bir güce ulaşmaktadır" cevabını verdikten sonra sustu.
Bu sözler doğru olsa
da, yeterli değildi Saffet hoca için!. Çünkü bir tesbit içeren bu sözlerde, bir
çözüm yoktu. Durum böyle olsa bile bu silah şirketlerine karşı ne yapılabilirdi
ki? Nitekim bu şirketleri boykot edipetmemenin ne anlama geleceğini merak
ederek "Bizler bu silahları boykot ettiğimiz zaman, bu çarkın
dönmeyeceğini kabul ediyorum. Ancak bu boykottan sonra, şu an onlann elinde
mevcut olan silahların menzilinden çıkmış mı olacağız!. v dedi. Saffet hocanın
hafif gülümseyerek sorduğu ve diğer insanların da gülmesine neden olan bu soru,
Alaga'ın alınmasına neden olmuştu. Çünkü herşeye rağmen sevdiği ve saygı
duyduğu bir müslümandı Saffet hoca!.
Hayır Saffet,
Hiçbirimiz bu silahların menzilinden çıkmış olmayacağız. Şu an nasıi ki bu
silahların menzilin-deysek, o zaman da menzilinde olacağız. Ancak senin gibi bir
müslümamn, bu soruyu sormadan Önce Allah'ı dikkate almasını isterdim. Bizlerden
yani müslümanlardan bahsederken, kimsesiz bir garipten bahsediyor gibisin!.
İnandığın ve inandığımız Allah, yüzlerini O'nun zatına çevirerek, Ondan yardım
dileyecek olan dünyanın mazlum ve musta-zaf insanlarını dikkate almayacak,
onları zalimlerin keyfi kararlarıyla başbaşa bırakacak bir Rab midir? Rahman
olan, Rahim olan, Aziz olan, Rauf olan Rabbimizi böyle mi tanıyorsun?
Alagaş'ın tutuk
diliyle değil, tutkulu bir gönülle söylediği bu sözler, utancından kızaran
Saffet hocanın hiç unutmadığı sözler olmuştu. Nitekim dört yıl önceki bu konuşmalar,
daha dünmüş gibi Saffet hocanın hatırladığı konuşmalardı. Fakat doğru olsa bile
faydalı konuşmalar olmamıştı bunlar. Çünkü bu konuşmalara hiç kimse itiraz etmemesine
rağmen, hiç kimse de mevcut istikametini değiştirmemişti!. İzmir'den gelen bir
yazann iki saatlik konuşmalarıyla, İnsanların dünya ve dünyalık görüşleri
değişecek değildi ya!.
Ayrıca dünyalık
yaklaşımlara sert eleştiriler getiren Alagaş, acaba bu sözleri kendisi ne kadar
yaşıyordu!. Duyduğuna göre yakın zamana kadar pazarlarda süpürge satan bu
müslümamn, şimdilerde altında arabası ve köyde de olsa üç katlı bir evi vardı.
Yüzbinlerce okunan kitab satışlarından gelen para dikkate alınırsa, maddi
sıkıntı içinde olduğu da söylenemezdi. Peki bütün bunlan, dünya malına değer
vermeyen bir anlayışla mı elde etmişti?
Saffet hoca karışık
duygular içinde "Haydi canım!." dedi kendi kendine, Alagaş'ın
zenginlik düşmanlığı, kendisinden daha varlıklı olan insanlann mal ve
mülklerine karşı duyulan bir düşmanlık olmalıydı. Zaten böylesi insanlar,
kendilerinin sahip oldukları kadar olan' mala mubah, bundan fazlasına mekruh
diyen insanlardı!.
Hiç kuşkusu yoktu ki
Alagaş da bunlardan, bu insanlardan biriydi!.
Saffet hoca ne
yapacağını, ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Aslında düşünülecek fazlaca bir
şey yoktu. Ya yeni bir iş kurması ya da bir başkasının yanında çalışması
gerekiyordu. Kendisine geçmiş olsuna gelen bazı arkadaşları, yeni bir dükkan
açabilmesi için borç verebile çeklerini söylemişlerdi. Önceleri yeni bir iş
kurma fikrine sıcak bakıyordu. Fakat Ömer'le olan konuşmalarını tekrar tekrar
düşününce, bu fikirden uzaklaştığını hissetti.
Ömer yanlış, çok
yanlış bir iş yapmasına rağmen, kendisiyle ilgili olarak söylediklerinde doğru
sözler, doğru tesbitler vardı. Beyaz eşya dükkanını açtığında, hayatının
değiştiğini kendisi de farketmişti. Çünkü dükkanı açtığı o yıllarda, ciddi bir
borç altına girmiş ve bu borcu ödeyebilme telaşına düşmüştü!. Artık hangi malı
nereden alacağını, nasıl satacağını ve işini biraz daha genişleterek bu borcu
ne şekilde kapatacağını düşünür olmuştu!. Gerçi her geçen gün işleri biraz daha
açılıyor, kazancı biraz daha fazlalaşıyordu ama masraftan da ona göre artar
olmuştu. Böyle bir durumda geliri fazlalaştıracak yeni girişimlerde bulunması,
yeni mallar alması yani daha fazla, çok daha fazla çalışması gerekiyordu.
Oysa iyi niyetlerle
büyütmek İstemişti işini!. İşini büyüttüğü zaman daha kolay ve daha çok para
kazanacağını, çoluğuna çocuğuna daha iyi-bakacağını ve daha fazla müslümana
yardım edebileceğini düşünüyordu!. Fakat her nedense bu düşündükleri
gerçekleşmemiş, kendisini zorlu bir ticari mücadelenin içinde bulmuştu!.
Sermaye olarak sanki kendi yaşamını, sanki kendi hayatını vermişti bu
ticarete!.
Ömer'in söyledikleri
doğruydu!. Ders ve sohbetlerden birer birer uzaklaşmaya başlamıştı. Gerçi
kafasındaki seksen türlü alacak verecek hesaplarıyla bu derslere gitseydi ne
olurdu, ne değişirdi ki!. Zaten o dönemlerde sık sık görüştüğü iş adamlarına
dahi doğru dürüst nasihat edemiyordu. Borçlandığı bu iş adamlarına karşı
oldukça yumuşamış ve ilmi şahsiyetini kaybetmiş gibiydi!. Onların yanlışlarını tenkid etmekten ziyade
doğrularını takdir etmeyi uygun görüyor, onlara söylenmesi gereken her şeyi
söylemiyor, söyleyemiyordu!. Çünkü onlara borçlandığını ve ödemelerde sıkıştığı
zaman onların yardımına muhtaç olduğunu biliyordu!.
Saffet hoca bunları
hatırlayınca içinin bulandığını ve kendinden tiksindiğini hissetti. Neleri
kazanmak için nelerden vazgeçtiğini ve neleri kaybettiğini daha iyi anladı.
Aslında o yıllarda da anladığı fakat anlamamazhktan geldiği bir durumdu bu!.
Çünkü bütün bu olup bitenleri bir dönem, gelip geçici kısa bir dönem olarak
görüyordu!. Borçlan bitip, ödemelerde rahatladığı zaman yine her şeyin eskisi
gibi olacağını düşünüyordu!.
Fakat olmamıştı, borçları
bitmesine ve işi oldukça rahatlamasına rağmen hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı
artık!. Çünkü her geçen gün daha fazla
kazanan Saffet hoca, daha fazla kazanma rüzgarına kapılmış gibiydi!. İnsan nefsinin çok hoşlandığı bu
rüzgara yelken açmanın
ve daha fazla kazanmanın yegane sırrı ise kazancı
sermayeye yatırmak ve sermayeyi büyütmekti. Büyüyen sermaye kazancı arttırıyor, artan kazanç ise
sermayeyi büyütüyordu. Birbirini takib eden bu kısır döngüden
kurtulabilmek, zincirleme bir kazadan kurtulabilmek kadar zordu. Çünkü
birbirini takib eden bu durum, bir zincirin halkaları gibiydi!. Büyüyen her
halka, kendinden sonraki halkayı daha bir büyütüyor ve bu zinciri daha sağlam
bir hale getiriyordu. Kendi zincirini
kendisi yapan ve bu zinciri her geçen gün biraz daha sağ-lamiaştıran köle ise
bu tüccarın veya bu iş adamının bizzat kendisiydi!. Her ne kadar kendisini işinin sahibi, işinin
efendisi olarak görse de, çoğu zaman boğaz tokluğuna çalışan bir köleden farkı
yoktu!.
Saffet hocanın durumu
da pek farklı değildi!.
Adeta bir inek
bakıcısı durumuna düşmüştü!. Sanki bir işi, bir ticarethanesi değil, doymak
bilmeyen bir ineği vardı!. Ağzı devamlı açık olan bu İneğine ne kadar çok
yedirirse, bu inek o kadar çok büyüyor ve o kadar çok süt veriyordu.
Dolayısıyle sağdığı süt ile daha fazla yem alıp, ineğe daha fazla yem vermeye
ve daha fazla süt sağmaya devam ediyordu. Tabi ki İnek büyüdükçe, yaptığı iş de
büyüyordu Saffet hocanın. Ne var ki her geçen gün ineğe daha fazla yem
vermesine, ineği daha fazla sağmasına ve ineğin altındaki pislikleri daha fazla
temizlemesine rağmen ailesiyle birlikte içtiği, içebildiği süt yine üç-beş
yudumdu!. Oysa mülkün gerçek sahibi olan Allah (c.c.) "Ey Saffet. Bir
saatlik dünya yaşantında rızkını kazanmak İçin büyük bir ineğin mi, yoksa küçük
bir koyunun mu bakıcılığını yapmak istersin?" diye sorsaydı, bu kısacık
dünya hayatında koyunun işini bile oyalayıcı görerek "Ya Rabbi, tavuk yok
mu?" diye sorabilirdi.
Fakat insan nefsi, dünya
yaşantısının içindeyken böyle düşünmüyor, böyle düşünemiyordu. Sevdiği dünya
malına sahip olmak, daha fazlasına, çok daha fazlasına sahip olmak hırsına
kapılıyordu. İnsan nefsinin hoşlandığı bir hırs, hoşlandığı bir duyguydu bu!.
Nitekim her tarafı boka bulaşmış bir şekilde ineğin altını temizlerken, bu
sahiplik duygusu İle "İşte bu inek, bu koskoca inek, BENİM ineğim"
diyerek övünebiliyordu!. Oysa "Bu koskoca inek, Benim ineğim" sözü
yerine "Bu koskoca inek Benim!." deseydi, belki de daha kısa ve daha
anlamlı konuşmuş olurdu!.
Fakir ve yoksullara
daha fazla vermek, onlara daha fazla yardımcı olabilmek düşüncesi de havada
kalmıştı. Eskiden kimlere ne kadar veriyorsa, yine aynı şekilde vermeye devam
ediyordu. Daha fazla verme düşüncesi ise
genel olarak yarınlara
ertelenen bir düşünce oluyordu. Yarınlarda daha fazla verebilmek için
bugünlerde biriktirmek düşüncesi, hiç kuşkusuz ki şeytan aleyhillanenin yaldızlı
bir vesvesesi olmalıydı!. Çünkü yarınların gelip gelmeyeceği veya neleri
getireceği belirsizdi, bilinemezdi. Nitekim dükkanında oturarak böylesi
umudlarla baktığı yarınlar, kendisine bir parça ateşten ve iflastan başka ne
getirmişti ki!.
Yine yangını hatırladı
Saffet hoca!.
Yarım saat süren bir
yangın, yüzbinlerce saatlik birikimini yakıvermiştü. Dükkanı her ne kadar Ömer
yakmış olsa da, Saffet hoca yine de Allah'dan biliyordu bu olayı!. Çünkü Allah
izin vermese, Allah kendisini böyle bir musibete müstehak görmese, Ömer ne yapabilirdi
ki!.
Peki müstehak mıydı, böyle
bir musibeti haketmiş miydi?. Gönlüne düşen bu soruya hiçbir cevap vermedi,
vermek istemedi Saffet hoca!. Çünkü düşünmeye bile gerek duymadan vereceği
cevap, gönlünü utançla karartacak bir cevap olacaktı!. Zaten bunu bildiği için
Ömer'e de pek kfzmıyor, kızamıyordu. Ne yaptığını bilmeyen bir sebeb, bir
vesileydi Ömer. Bu genç adam ne yaptığını bilmiyor olsa da, bu genç adamın
Rabbi ne yaptırdığını çok iyi biliyordu.
Ateş Ömer'de, ateş
Ömer'in elinde olmasına rağmen dükkanı Ömer değil, Allah yakmıştı!. bir süre de
olsa,
yalnız kalmak,
yalnızlığı yaşamak istiyordu Saffet hoca. Karşılaştığı insanlarla yangını
konuşmaktan, onların kendilerince yaptıkları yorumları dinlemekten bıkmıştı.
İşin aslını da anlatmıyor, anlatamıyordu onlara. Bu işi kimin ve neden
yaptığının bilinmesi, sanki Ömer'i değil de kendisini rezil edecekmiş gibi bir
duyguya kapılıyordu!. Belki de bu nedenle Ömer'i bir daha görmeyi ve onunla bir
daha karşılaşmayı hiç istemiyordu.
Fakat o Ömer'le
karşılaşmak ve konuşmak istemese de, Ömer kendisiyle konuşmak isteyerek evine
gelmişti. Kapıda kısa bir süre ne yapması gerektiğini düşünen Saffet hoca,
Ömer'in her şeye rağmen bir misafir olduğunu düşünerek onu isteksiz bir şekilde
eve aldı ve kendi odasına buyur etti. Sanki hiçbir şey olmamış gibi
"Hoşgeldin" dedikten sonra Ömer'e yemek hazırlamak istedi. Fakat
oldukça yorgun ve düşünceli gözüken Ömer, karnının tok olduğunu belirterek
yemek teklifini kabul etmemiş, sadece bir kahve içebileceğini söylemişti.
Hanımına kahveleri
söylemek için dışarıya çıkan Saffet hoca, kahveler pişesiye kadar içeriye
girmemiş, mutfakta beklemeyi tercih etmişti. Daha sonra kahveleri alarak
odaya dönmüş ve "Buyur Ömer" diyerek servisi bizzat kendisi yapmıştı.
Kısa bir süre hiç konuşmadan kahvelerini içtiler. Saffet hoca her nedense
Ömer'e pek bakmıyor, onunla göz göze gelmek istemiyordu. Çünkü Ömer'e hala
kızgın olduğunu hissediyor ve ayrıca onun yüzünde, onun bakışlarında sanki
kendisine ait bir ayıbı, bir çirkinliği görüyor gibiydi!.
Sizinle bir konuyu
konuşmak için gelmiştim!.
Ömer'in bu
sözlerine hiç cevap
vermeyen Saffet hoca, başını
hafifçe sallamakla yetindi.
Dükkanı yakmakla,
kendime büyük bir kötülük yaptığımı söylediniz!. Size iyilik yaparken, kendime
nasıl bir kötülük yaptım?
Saffet hoca öfkeli
gözlerle Ömer'in yüzüne baktı. Bu genç adam, hala kendisine iyilik yaptığını
söylüyordu!. Kendisini tutmasa, belki de elindeki kahve fincanını onun kafasına
firlatıverecektü. İçinden "Hasbunallahuvenimelve-kil" diyerek
elindeki fincanı yere bıraktı. Sakinleşmeye gayret ederek yaşanan olaya
Ömer'in açısından bakmaya ve onu anlamaya çalıştı. İstese de, istemese de bu
genç adamla konuşmalıydı.,
Ömer, daha önce de
söylediğim gibi bana iyilik mi yoksa kötülük mü yaptığını Allah bilir. Bu
nedenle benim karşıma geçerek "Size
iyilik yaptım" sözünü tekrarlayıp durma!.
O mal, sizin için
musibet değil miydi?
Sana göre musibet
miydi?
Tabi ki musibetti.
Zaten Kur'an'da da insanı dinden ve davadan alakoyan malın bir musibet olduğu
belirtilmiyor mu?
Başını sıkıntıyla iki
yana salhyan Saffet hoca yine "Hasbunallahuvenimelvekil" dedi
içinden. Yaptığı işi Kur'an-ı Kerim'le delillendirdiğini zanneden bu genç adam,
hiç kuşkusuz ki kendisini hak üzere görüyordu!.
Diyelim ki
musibetti Ömer. Ancak
Kur'an-ı Kerim'de, insanı davadan alakoyan eş ve çocukların da
birer musibet olduğu
beyan ediliyor. Peki
böyle bir durumda ne yapacaktın?
Nasıl bir durumda?
Hanımımı ve çocuğumu,
beni davadan engelleyen birer musibet olarak görseydin onlara ne yapacaktın? O
musibetleri de ortadan kaldırmak isteyecek miydin?
Yüzü bir anda kızaran
Ömer "Allah korusun, bu nasıl bir soru?" dedi.
Bu açık bir soru
Ömer!. Sen de açıkça cevap ver, ne yapardın?
Tabi ki hiçbir şey,
hiçbir şey yapmazdım!.
Neden, neden hiçbir
şey yapmazdın?
Kısa bir süre düşünen
Ömer "Ne kastettiğinizi anlıyorum. Fakat Öyle bir şey yapmaya hakkım
olmadığını siz de biliyorsunuz" dedi ve biraz duraksadıktan sonra
"Zaten hakkım olsa da Öyle birşeyi yine yapmazdım, yapamazdım" diye
ilave etti.
Evet, hiç kimsenin
öyle bir hakkı yok Ömer!. Peki ötekini yapmaya hakkın var mıydı?
Hangi Ötekini?
Musibet olarak
gördüğün malı yakmaya!.
Bir cevap vermek için
ağzını açan Ömer, biraz düşündükten sonra hiçbir şey söylemeden ağzını kapattı.
Akiı karışmış gibiydi!. Gözlerine yansıyan bir şaşkınlık içinde "Size göre
böyle bir hakkım yok mu?" diye sordu.
Bak Ömer. Bu soru,
bana göre veya sana göre cevaplandırılması
gereken bir soru
değildir. Allah'a ve Allah'ın gönderdiği Kitaba göre bir
müslümanın böyle bir hak var mı?
Konuşmanın geldiği
noktadan rahatsız olan Ömer, bu soruya bir cevap vermek istemedi. Aslında çok
daha önceleri düşünmesi gereken bir soruydu bu!. Fakat her nedense olaya hep
Saffet hocanın boyutundan bakarak, kendisiyle ilgili bu soruyu hiç
düşünmemişti!. Saffet hoca ise meseleyi onun açısından ele alarak, kendisini
böyle bir soruyla karşı karşıya getirmiş ve onu yargılamaya başlamıştı.
Konuşmanın seyrini biraz değiştirmek isteyen Ömer, Saffet hocanın gözlerine
bakarak sordu.,
Bizlere "Başımıza
gelen olayları öncelikle Allah'dan bilerek ders almamız gerekir" derdiniz.
Şimdi bu olayı niye Allah'dan değii de benden biliyor ve beni suçluyorsunuz?
Ben başıma gelen bu
olayı elbetteki Allah'tan biliyorum. Ancak aynı şey senin için geçerli değil.
Sen yaptığın bu işi Allah'dan değil, şeytandan bil.
Saffet hocanın sakin
ve yumuşak bir şekilde söylediği son sözler, sanki sert bir kaya gibi Ömer'in
yüzüne çarpmıştı!. Kendine olan güvenini yitirmeye başlayan Ömer "Neden,
neden şeytandan bileyim" diye sordu.
Çünkü yaptığın
iş Allah'ın sünnetine,
Allah'ın hükümlerine uygun değil.
Şanı yüce Rabbimiz en azılı zalimlere bile önce tebliğ
edilmesini buyuruyor ve bu apaçık tebliğden sonra onlara belli bir süre mühlet
veriyor.
Saffet hoca kısa bir
suskunluktan sonra devam etti,,
Şimdi söyle bana. Diyelim ki benim hakkındaki düşüncelerin doğruydu.
Fakat sen ne
zaman benimle konuştun, sen ne
zaman beni ikaz ettin?
Ömer'in sustuğunu
gören Saffet hoca, onun üstüne gitmeye devam ederek "Cevap ver Ömer.
Firavun dahi nasihati hakediyorken, benim böyle bir hakkım yok muydu?"
diye tekrar sordu.
Saffet hoca. Siz bu
gerçekleri zaten biliyordunuz. Size nasihat etseydim durumunuz değişecek miydi?
Benim durumum
değişmese bile senin durumun değişecekti, Yapması gerekeni yapan, anlatması
gerekeni anlatan bir müslüman durumuna gelecektin. Ayrıca şunu da bilmen
gerekir ki bana bu tebliğleri yaptıktan sonra bile dükkanımı yakmaya yine
hakkın yoktu. Çünkü böyle bir işi yapma hakkı ve yetkisi, sadece ve sadece
mülkün gerçek Sahibi olan Allah'a ait bir yetkidir. Dolayısıyle bana nasihatte
bulunduktan sonra, bu işin akibetini dua veya beddualarla Allah'a bırakman
gerekirdi.
Derin bir düşünce
içine giren Ömer'in hiçbir cevap veremeyeceğini çok iyi anlayan Saffet hoca,
sözlerine devam etti.,
Resulullah (s.a.v.)
Efendimizin buyurduğu gibi bir müslüman, diğer müslümanların kendisinden emin
olduğu kişidir. Müslümanin canı, kanı ve malı diğer müslümanlara haramdır.
Şimdi söyle bana, sende böyle bir eminlik vasfı kaldı mı?
Saffet hocanın bu son
sözleri üzerine, yüzü allak bullak olan Ömer'in gözleri dolmuştu. Ağlamaklı
gözlerle Saffet hocaya bakarken, bir hüznü ve utancı yansıtan bakışlarıyla
"Ben bu kadar kötü bir insan mıyım?" diyor gibiydi!. Ömer'in bu
durumunu gören Saffet hocanın da duygulan değişmeye başlamış ve ona duyduğu
öfkenin yerini bir acıma duygusu almıştı. Kendince iyi bir iş yaptığını zanneden
bu genç adam, meselenin kendi şahsıyla ilgili bu boyutunu ve bu gerçekleri
dikkate alsaydı, herhalde böyle bir işe kalkışmazdı.
Saffet hoca artık
Ömer'e yüklenmek, onun yanlışını daha fazla yüzüne vurmak istemiyordu. Ne
yapacağını ve ne söyleyeceğini bümez bir şekilde karşısında oturan Ömer'e
bakarak "Ömer devam edeyim mi, yoksa kendine naşı! bir kötülük yaptığını
artık anladın mı?" diye sordu.
Hiç konuşmayan Ömer,
başını hafifçe sallamakla yetindi. Saffet hocanın söylediklerinden daha fazla,
çok daha fazla şeyi anlamıştı!. Müslümanın diğer müslümanlara, müslümanın
diğer insanlara yaklaşımlarıyla ilgili bildiği bütün gerçekler gözünün önüne
gelmiş ve bu gerçekler acımasız birer hançer gibi gönlüne saplanmıştı!. Fakat
yine de anlamadığı, anlayamadığı bir durum vardı. Madem ki bu yaptığı iş
yanlıştı, o halde Allah niye kendisine yardım etmemiş, Allah niye onu böyle
bir işten engeiieme-mişti? Cevabını bulamadığı bu soruyu, kısık ve titrek bir
sesle Saffet hocaya sordu.
Anhyamadığım bir durum
var Saffet hoca!. Ben yanlış bir iş yapmaktan devamlı Allah'a sığınıyordum. O
gece de teheccüd namazı kılmış ve uzun uzun Allah'a dua etmiştim. Bana söyler
misin, Allah niye beni böyle bir işten engellemedi?
Saffet hocanın daha
önce düşündüğü ve cevabını bulduğu bir soruydu bu. Nitekim hiç beklemeden
cevap verdi Ömer'e.
Bunun nedeni seninle
değil daha çok benimle ilgili Ömer. Çünkü öyle sanıyorum ki ben bu yangını
haketmiştim!.
Ömer yine kısık bir
sesle "Ben de öyle düşünmüştüm ama!." dedikten sonra sustu. Ömer'in
bu son'sözleri Saffet hocanın her nedense hafifçe gülümsemesine neden olmuştu.
Sonra bu gülümsemesine
kendisi de şaşırdı!.
Dükkanını, yani malını
mülkünü yakan genç adama tebessüm ediyordu!. İçinde bulunduğu durumu ve
yaşadığı maddi sıkıntıyı hatırlayınca, yüzündeki bu hafif tebessümün
kaybolduğunu hissetti. Fakat yine de Ömer'i rahatlatmak istercesine "Bu
olay ikimiz için de bir imtihan olmalı!." dedi.
Tabi ki bu söz, Ömer'i
rahatlataBilecek bir söz değildi. Düşünceli gözlerle Saffet hocaya bakarak
"Şimdi ne yapmam gerekiyor?" diye sordu. Saffet hoca "Artık
yapacak ne var ki!." anlamında omuzlarını kaldırdıktan sonra "Bu
durumda Allah'tan af, benden helallik dilemen gerekecek" dedi.
Size böyle bir zarar
verdikten sonra sizden helallik dileyememi.
Neden?
Çünkü kul hakkı söz
konusu!.
Saffet hoca öylece
Ömer'e baktı. Söylediği söz doğru olsa bile, bu sözler annesinden babasından
ayrı yaşayan bu genç adamın ağzına yakışmıyordu!.
Kul hakkına bu kadar
Önem veriyorsan, öncelikle annenin babanın hakkını öde!.
Onlara ne yapmışım
ki!.
Ne yaptığını değil, ne
yapmadığını düşün!.
Ömer, Saffet hocanın
ne kastettiğini anlamıştı. Ciddileşen gözlerle ona bakarak "Bilmediğiniz
durumlar var" dedi.
Ben bildiğim duruma
göre konuşuyorum. Ve benim bildiğim durum babanla hiç görüşmediğin ve onlardan
ayrı
yaşadığın!.
Bu benim tercihim.
Onlardan ayrı yaşamaya hakkım yok mu?
Şu karşımda gördüğüm
ruh ve beden sadece sana ait olsaydı, istediğini yapmaya hakkın vardır
diyebilirdim. Ama hiç kimse, sadece kendisine ait değildir. "Ben,
ben" derken kastettiğin şeyin içinde, bir anne babanın oğullan da var!. Ve
senin bu oğulu, bu evladı onlardan almaya, onlardan ayırmaya hakkın yok!. Bir
müslüman için, bu durumun hiçbir haklı nedeni olamaz'..
Saffet hoca kısa bir
süre sustuktan sonra ilave etti..
Beni sadece malımdan
ayırdın, onları ise maldan çok daha kıymetli olan evlatlarından!, Söyle Ömer,
hangi tarafın kul hakkı daha önemli?
Bir şeyler söylemek
için ağzını açan Ömer, hiçbir şey söylemeden susmayı ve düşünmeyi tercih etti.
Genelde doğruydu Saffet hocanın söyledikleri. Babasıyla fikir ayrılıkları olsa
da, anasının ne suçu vardı ki!. Fakat Saffet hoca bu konuyu niye açmış, anne
babasıyla barışmasını niye istemişti ki!. Bunun nedenini düşünen Ömer, kalbine
gelen ilk sebebi hiç sorgulamadan söyleyiverdi Saffet hocaya.,
Babamla barışıp, ondan
para almamı mı istiyorsunuz?
Bakışlan bir anda
değişen ve ne diyeceğini şaşıran Saffet hoca, kısa bir suskunluktan sonra
"Ömer, herhalde gitme vaktin geldi" dedi. Saffet hocanın» ne kadar
sinirlendiğini ve kendisinin de ne kadar yakışıksız bir söz söylediğini
farkeden Ömer, "Özür dilerim" diyerek yerinden kalktı.
Saffet hoca ise
yerinden kalkmadan öylece Ömer'e bakıyordu. Başını hafifçe yere doğru
salladıktan sonra düşünceli gözleriyle minderi işaret ederek "Otur
yerine" dedi sert bir sesle. .İtiraz ermeden hemen oturdu, oturuverdi
Ömer.
Birçok tehlikeyi göze
alarak uğruna dükkan yaktığın Saffet hocanı böyle mi tanıyorsun?
Utandığını hisseden
Ömer, omuzlarını kaldırarak "Düşünmeden söyledim. Tekrar Özür
dilerim" dedi. Başını sıkıntılı bir şekilde iki. yana sailıyan Saffet
hoca, uzun bir süre hiç konuşmadı. Ömer de bakışlarını yerden kaldırmadan
susuyor, Saffet hocanın konuşmasını bekliyordu.
Bak Ömer!. Sana
hakkımı helal etmem için, anne babanla barışmanı ve onlarla birlikte yaşamanı
şart koşacaktım. Şimdi böyle bir şarttan vazgeçtim. Kendine, kendi kimliğine
neyi yakıştırıyorsan, onu yap!. Ne yapacağın beni artık ilgilendirmiyor!.
Hafifçe yutkunan
Saffet hoca sözlerine devam etti.,
Aramızdaki meseleye
gelince, sana hakkımı helai ediyorum. Ancak bu olay sadece ikimizin arasında
kalacak ve burada kapanacak. Bir daha bu olayı açar ve bana bu olayla iigili
olarak herhangi bir şey teklif edersen, sana huzuru mahşere
kadar hakkımı helal etmem. Umarım beni anlamışsındır. Umarım beni doğru
anlamışsmdır.
Ne diyeceğini, ne
yapması gerektiğini şaşıran Ömer, öylece Saffet hocanın yüzüne bakıyordu. Bir
fırtına sonrası sessizliği ve sakinliği vardı Saffet hocanın yüzünde.
Söylemesi gerekeni söyleyen, yapması gerekeni yapan bir insanın huzuru ve
mutmainligi vardı gözlerinde.
Artık kalkabilirsin
Ömer!..
Bir kararsızlık
içinde,
zor günler yaşıyordu
Saffet hoca!. Bir tarafta yeterli ingilizcesiyle ilgili iş, diğer tarafta uzun
vadeli sermaye teklifleri almasına rağmen ne yapacağına karar verememişti!.
Çünkü Saffet hocanın iç dünyasında git gide artan bir kavga, bir çatışma, bir
hesaplaşma vardı. Beyaz eşya mağazası sebebini bilmediği veya bilemeyeceği bir
vesile ile yanmış olsaydı, belki de böyle bir hesaplaşmaya hiç girmeyecek ve
karşılaştığı musibeti, sabrediimesi gereken bir imtihan şeklinde tanımlayabilecekti!.
Yaşanan olayları bu şekilde tanımladığı zaman Saffet hoca için herşey daha
rahat ve daha kolay olacaktı. Çünkü bu imtihana sabretmenin verdiği
mutmainliği ve manevi hoşnutluğu yaşayarak Allah'ın yardımını kendisine yakın
hissedecek ve bu umud ile fazlaca düşünmeden yeni bir atılımla, yeni bir dükkan
açabilecekti.
Ancak durum böyle
değildi!.
Yaşanan bu hadise,
sıradan ve sebebsiz bir hadise değildi!.
Saffet hoca dükkanı yakanı ve Yaktıranı hem tanıyor, hem de bu işi neden
yaptıklarını biliyordu. Dükkanın yanma ve yaktırılma nedeni. Saffet hocanın bizzat kendisiyle İlgili bir
nedendi!. Zaten bunu bildiği için dükkanı yakan Ömer'e "Dükkanı niye
yaktın?" diye kızmasına rağmen, dükkanı Yaktırana fısıltıyla bile olsa
"Bunu niye yaptın, dükkanı niye yaktırdın?" diye soramıyordu!. Çünkü cevabını bildiği
bir soruydu bu!. . Ve bu cevabı
bir başkasından duymayı, gerçeklerle dolu bu cevabın bir
tokat gibi yüzüne vurulmasını
istemiyordu. Bir musibetten
ziyade yaptıklarının karşıhğı olan bir cezaydı bu başına gelenler!.
İyi ama şimdi ne
yapacaktı?
Bütün bunları
görmemezlikten ve bilinemedikten gelerek yeni bir dükkan açmak, kendisini böyle
bir cezaya müstehak gören Alİah ile inatlaşmak anlamına gelmeyecek miydi? 0
halde böylesine saçma bir inatlaşmaya girmeden ne yapacağını, ne yapması
gerektiğini düşünmeliydi. Çünkü bu cezadan alması gereken dersi almaz, yapması
gerekeni yapmazsa, bu cezanın daha büyüklerine davetiye çıkarmış olacaktı!.
Cezanın ahirete kalması ise Saffet hocanın düşünmek bile istemediği korkunç bir
durumdu!.
Bu düşünceler içinde
müteahit bir arkadaşıyla karşılaşan Saffet hoca, onunla bir süre konuştuktan
sonra kararını vermişti!. İki hafta içinde bu arkadaşının inşaatında gece
bekçiliğine başlıyacakh. Büyük inşaatlar yapan bu arkadaşı kendisine gündüzleri
yazıhanede de çalışabileceğini teklif etmesine rağmen gece bekçiliğini tercih
etmişti. Çünkü gecenin sessizliğinde kendisiyle baş başa kalmak düşüncesi,
gönlüne hoş gelen bir düşünce olmuştu. Her nedense insanlardan biraz uzak durmak,
uzak kalmak istiyordu. Arkadaşının kendisine önerdiği aylık ise gece bekçiliği
için hiç de fena sayılmazdı. Belki de arkadaşının bir ikramı, bir cömertliği
idi bu.
Akşamleyin eve
geldiğinde, günler süren bir kararsızlıktan kurtulmanın rahatlığını hissediyordu.
Kızları Meryem dedesinin ve anneannesinin yanına gittiğinden, akşam yemeğini
hanımıyla birlikte yediler. Saffet hoca yemekten sonra bu kararını hanımına
açıkladı. Böyle bir işe karar verdiğini ve bu işin kendisi için hayırlı
olabileceğini anlattı. Ayşe hanım hiçbir şey söylemeden öylece Saffet hocayı
dinliyordu. Ailece görüştükleri İçin bu müteahit arkadaşını biliyor ve onun
hanımı olan Nuray'ı kendisi de tanıyordu. Saffet hocaya bir süre düşünceli
gözlerle baktıktan sonra "Gerçekten Ramazanın inşaatında gece bekçiliği mi
yapacaksın?" diye sordu. - İnşaallah
Ayşe hanımın suratı
asılmış, bakışları değişmişti. Sinirle titreşen bir sesle "Sen
delisin" dedikten sonra aceleyle yerinden kalkarak mutfağa girdi.
Şaşkınlık içinde olduğu yerde kalakalmıştı Saffet hoca!. Hanımı böyle bir
üslupla, böyle bir söz hiç söylememişti şimdiye kadar!. Gece bekçiliğine karar
vermesinin, onu neden bu kadar çok kızdırdığını anlamak istediyse de
anlayamadı!. Bir işe. rızkını helal yoldan kazanabileceği bir işe karar vermişti
sadece!.
Ayşe hanım buraya
gelir misin!.
Saffet hocanın bu
seslenişini duyan Ayşe hanım, mutfakta biraz oyalandıktan sonra salona gelerek
yerine oturdu. Asık suratıyla kısa bir an Saffet hocanın yüzüne baktıktan sonra
başını yan tarafa çevirerek yere bakmaya başladı.
Anhyamadığım bir söz
söyledin. Ne oldu?
Ayşe hanım başını
kaldırıp Saffet hocanın yüzüne hiç bakmadan "Daha ne olsun? Gece bekçiliği
yapacağını söylüyorsun!." dedi.
Evet, öyle söylüyorum.
Ne var bunda?
Tabi canım ne olsun!.
İstersen ben de Nuray'ların evine temizliğe gideyim!.
Bu sözler üzerine
gönlünde bir tiksinti, bir bulantı hissetti Saffet hoca!. Böylesi kadınların
olduğunu ve değişik durumlarda kocalarına bu gibi tepkiler verdiğini biliyordu.
Fakat muhlis ve itaatkar olarak tanıdığı ondört yıllık eşinden hiç ummadığı,
hiç beklemediği tepkilerdi bunlar!. Sanki uzun yıllardır birlikte yaşadıkları
ve yüreklerindeki sevdayı paylaştıkları hanımı değil de, bir başkası vardı karşısında!.
Acaba bütün bunlar sinirle söylenmiş şeyler miydi, yoksa hanımı gerçekten bu
muydu, böyle mi düşünüyordu? İçinde çığ gibi büyüyen bir korkuyla sordu.,
Bu sen misin, yoksa
karşımda başka bir kadın mı var?
Kısa bir süre Saffet
hocanın gözlerine bakan Ayşe hanım, hiçbir cevap vermeden başını yan tarafa çevirdi.
Karısının bir cevap vermediğini gören Saffet hoca, sert fakat acı dolu bir ses
tonuyla yine kendisi konuştu.,
Bunlar sinirle söylenmiş sözler ise, sinirlendiğin zaman susmanı tavsiye ederim.
Kocasının üzüldüğünü
ve kızdığını hisseden
Ayşe hanım, ürkek gözlerle Saffet hocaya baktı. Kocasıydı bu adam!.
Kızlık günlerinde uzun ve samimi dualarla istediği kocasıydı. Nitekim bu kalbi
dualar akabinde Saffet hocayla görücü usulüyle evlenmiş ve onu tanıdıktan sonra
kocasının özel, milyonlarca erkek arasından seçilmiş çok özel bir insan
olduğunu farketmişti. Bu durumu dualarla yakardığı ve tevekkül ettiği Allah'ın
bir lutfu olarak telakki ederek, kısa sürede sevivermiş, sevdaîanıvermişti Saffet hocaya. Önceleri
gizlememiş, gizlemeye gerek duymamıştı bu sevgisini. Saffet hocanın bu sevgiyi
görmediğini, bu sevgiyi yaşamadığını ve bu sevgiye karşılık vermediğini
hissetse, belki de ona bu sevgiyi gösterinceye ve onu böyle bir sevgiyle
tanıştınncaya kadar gizlemeye hiç gerek duymayacağı bu sevdanın çığ gibi
büyümesine izin verecekti. Fakat olaylar böyle gelişmedi!. Çünkü kendisi Saffet
hocayı ne kadar seviyorsa, Saffet hoca da kendisini o kadar seviyor ve bu
sevgisini hiç gizlemiyordu. Duygusal ilişkileri bu noktaya gelince, Ayşe
hanımın bu sevgi dünyasına yaklaşımı değişmeye başlamıştı. Sevgiyle her şeyin
yapıldığını, yapılabildiğini farket-tiği o dönemlerde; bir zaaf, bir zayıflık
olarak gördüğü bu sevgisini her gün biraz daha gizlemeye ve mecbur kalmadıkça açığa
vurmamaya gayret etti.
Artık sevmekten ziyade sevilmek
hoşuna gidiyordu Ayşe hanımın. Çünkü dünyaya İlişkin istekler konusunda sevmek
değil, sevilmek kullanılabilir bir şeydi. Ve böylesi bir yaklaşımı benimseyen
Ayşe hanım, ondört yıllık evlilikleri boyunca kocasının sevgisini yüreğinde
yaşamaktan ziyade ellerinde kullanmayı tercih etmişti!.
Ayşe hanım geçmişe
yönelik bu düşünceler içindeyken "Acaba yanlış mı yaptım?" sorusunu
da sormadı kendisine. Çünkü bir kadının kocasını kendisine bağlamasının ve ona
isteklerini yaptırmasının, çocuk doğurmaktan ve kocalarının sevgisini
dikkatlice kullanmaktan başka nasıl bir yolu olabilirdi? Kocalarını
korkutamayacaklarına göre, sevgiden başka neyi kullanabileceklerdi ki? Nitekim
kadınların birçoğu da kocalarına karşı böyle değil miydi, böyle davranmıyorlar
mıydı?
Ve bunun
yanlış olduğunu düşünmüyordu Ayşe hanım!.
Çünkü bildiği, gördüğü
ve annesinden dinlediği kadarıyla günümüz kocalarına pek güvenilmemesi
gerekiyordu. Kendisini kocasının güvenine terkeden bir kadının kaderi, kocasının
iki eli veya İki dudağı arasında değil miydi? Böyle bir durumda yaşamak ise
korku ve kuşku dolu bir boşlukta yaşamak gibi bir şey olmalıydı!. Oysa kocası
tarafından sevilen ve bu sevgiyi dikkatlice kullanan kadınlar için böyle bir
şey söz konusu değildi. Sevgiyle neler yapılmaz, neler yaptinlmazdı ki!,
Ayşe hanım tekrar
Saffet hocaya baktı.
Kalbinin sesini
dinlese, belki de bütün bu olup-bitenlere rağmen onu yine de sevdiğini
söyleyebilirdi. Fakat kocasının gece bekçiliği kararını hatırlayınca, hemen
uzaklaştı bu düşüncesinden. İçinin sıkıldığını, içinin daraldığını hissetti.
Belki de kocasının gece bekçisi olmasını değil, kendisinin gece bekçisinin
karısı olma düşüncesini hazmedemiyordu. Bir süre ne yapacağını, ne söyleyeceğini
bilemedi. Sonra kalbindeki sevgiyi az da olsa gözlerine ve sözlerine
yansıtmaya çalışarak, yumuşak bir sesle "Niye dükkan açmıyorsun?"
diye sordu. Bunun iyi olacağını sanmıyorum.
Açmadan nasıl
bilebilirsin!, Hem bu sefer babamın sözünü dinleyip, sigorta da yaptırırsın.
Düşünceli gözlerle
hanımına baktı Saffet hoca. "Baban benim ahiretle ilgili sözlerimi
dinlemiyor ki, ben onun dünyala ilgili sözlerini dinleyeyim!." diyecekti,
demedi. Çünkü hanımının varlıklı bir insan olan babasına ne kadar düşkün
olduğunu ve onun ticari başarısıyla nasıl övündüğünü biliyordu.
Saffet hocanın
konuşmadığını gören hanımı, daha da yumuşattığı bir sesle tekrar sordu.,
Dükkan açacaksın değil
mi?
Hayır, açmayacağım.
Hem dükkanda niye bu kadar ısrar ediyorsun? Benimle evlendiğin zaman zaten
dükkanım yoktu?
Ayşe hanımın suratı
yine asılıvermişti. Bu asık suratla "Dükkanın yoktu ama gece bekçisi de
değildin" dedi kocasına.
Maaşlı bir
Öğretmendim!.
Evet öğretmendin. Ve
biz öğretmenliği bile istemediğimiz için dükkan açmıştın!.
Bu sözler üzerine
düşünceleri geçmişe doğru uzandı Saffet hocanın. Öğretmenlik yaptığı o
günlerde, öğretmenliği bırakması için hanımının kendisini usul usul nasıl .
teşvik ettiğini hatırladı. O dönemlerde bütün bunları masum istekler, iyi
niyetli temenniler olarak algılamıştı Saffet hoca!. Bu isteklerin arkasında
böylesi duyguların, böylesi niyetlerin olduğunu bilseydi, kesinlikle ve
kesinlikle hanımının bu teşviklerini dikkate almaz ve öğretmenliği bırakmazdı!.
Kendisini, at
arabasına koşulmuş bir at gibi hissetti!. Önde olduğu için evin reisi olarak
kendisini görüyor ve kendisinin karar verdiğini zannediyordu!. Oysa dizginlere
usul usul asılan hanımı, hiç önde gözükmemesine rağmen öndeki ata, öndeki
beygire usul usul yön veriyordu anlaşılan!. Bir hanım elbetteki kocası ile
konuşacak, isteklerini ve düşüncelerini onunla paylaşacaktı. Ancak bu
konuşmalar açık, bu konuşmalar samimi olmalıydı. Kocasının kabul etmeyeceğini
bilerek asıl niyetini gizlemek ve başka görüntüler ile kocasını sinsi sinsi
yönlendirerek amacına ulaşmaya çalışmak, Saffet hocanın gönlündeki hanımefendi
tanımına hiç uygun değildi!.
Öğretmenliği küçük
gördüğünü bilseydim, Öğretmenliği hiç bırakmazdım!.
Ayşe hanım başını öne
doğru sallıyarak "Bırakmazdın, biliyorum!." dedikten sonra ilave
etti.,
Hem söyler misin?
Bekçi maaşıyla Meryem'in kolej ücretini nasıl vereceksin?
Meryem artık koleje
gitmiyecek!.
Gözleri bir anda
açılan Ayşe hanım, sinirli bir sesle "Peki ne olacak, nereye
gidecek?" dedi.
Meryem'in
geliştiğini, vücut hatlarının değiştiğini sen de
görüyorsun. Artık örtünmesi
gereken kızımızı, örtünmenin
yasaklandığı okullara gönderemeyiz,
Diğer müslümanların
kızları gelişmiyor mu!. Onlar niye gönderiyor?
Herkes kendi namusunun
hesabını, kendisi verecek!. Ben onlardan değil, kendi kızımdan, kendi namusumdan
sorumluyum!.
Sen kızının okumasını
istemiyorsun!.
Ben kızımın okumasını
değil, harama girmesini istemiyorum. Başını açarak okumuş bir hekim olacağına,
başının örtüsüyle korunmuş bir Meryem olsun istiyorum.
Ayşe hanım ne
söyleyeceğini bilmez bir şekilde Saffet hocanın yüzüne bir süre baktıktan
sonra "Ben yine de kızımın koleje gitmesini isterim!." dedi.
Hanımının düşünceden uzak bu sözleriyle öfkesi kabaran Saffet hoca ise,
bağırmamak için kendisini zor zabdediyordu.
Peki ne yapacaksın?
Gündelikçiliğe gidip, kızımızı koleje mi göndereceksin?
Benim babam var.
Gündelikçiliğe gitmeme gerek yok!.
Hanımının kendisine
bakarak "Benim babam var" demesi. Saffet hocanın kaldırabileceği bir
söz değildi. Sanki bir söz değil. Saffet hocanın kalbi dünyasını ikiye ayıran
ateşten bir kılıçtı bu!. O güne kadar can içinde canan olarak gördüğü hanımı,
bu söz ile kendisinden kopmuş, kendisinden uzaklara savruluvermişti!.
İçinin daraldığını,
kalbinin acıdığını hissetti. Artık konuşmak istemiyordu hammıyla, Hiçbir şey
söylemeden yerinden kalkarak, ağır adımlarla odasına gitti. Kapıyı kapattıktan
sonra kenan yanmış olan baba yadigarı koltuğuna oturdu.
Hanımını ve hammıyla
konuşmalarını düşündü uzun süre!.
Ondört yıllık hayat
arkadaşı, hiç tanımadığı bir yüzle çıkıvermişti karşısına!. "İyi ama niye,
bunu daha önceleri niye farkedemedim ki" diye sordu kendisine. Çünkü bunu
daha önceleri farkedebilseydi, hanımındaki bazı yanlışlıklara müdahale
edebilir ve belki de bunları düzeltebilirdi. Ne var ki hiç anlayamamış, hiç
farkedememişti bütün bunları!.
"Suç bende"
dedi, acı dolu bir fısıltıyla!.
Çünkü o hanımını
tanımaktan ziyade kendisine göre tanımlamayı tercih etmişti. Hanımının her
davranışına hüsnüzanla bakarak onu iyi bir şekilde tanımlamış ve kendince
yaptığı bu tanımlamanın doğru olduğuna inanmıştı!. Belki de sevmenin ve
sevdalanmanın, en kolay yoluydu bu!. Ancak gerçek bu değildi ve Saffet hoca
gerçeğin ne olduğunu bir yangın alevinin ışığında görebilmiş, bir yangın
sonrası anlayabilmişti!.
Bu duygular içinde, yangının
ne kadar gecikmiş, ne kadar geç kalmış bir yangın olduğunu düşündü..
Geceyi oldukça
rahatsız bir şekilde geçirdi Saffet hoca. Sabah olduğunda sanki bütün gece hiç
uyumamış, hiç dinlenmemiş gibiydi!. Sabah namazını sessizce kıldıktan sonra
evden ayrıldı. Hanımını namaza bile kaldırmak istememiş, sadece evden çıkarken
kapıyı sesli bir şekilde kapatmayı tercih etmişti.
Henüz tenha olan
sokaklarda amaçsız bir şekilde uzun süre yürüdü. Sabahın bu ilk vakitleri
hoşuna giderdi Saffet hocanın. Bütün bir Qün ve gece boyunca insanların
kirlettiği dünyanın, İlahi rahmetle yıkanarak temizlendiğini ve bu el değmemiş
temizlikle yeni bir günün başladığını hissederdi. Günün bu ilk vakitlerinde de
aynı rahmeti, aynı temizliği hissetmesine rağmen, kendisi aynı değildi. Dünya
hayatından ve yaşadığı olaylardan oldukça yorulmuş gibiydi.
Düşünmek de
istemiyordu!.
Düşünce sisteminin bir
şalteri olsa, bu şalteri hemen kapatıverecek ve belki uzun bir süre hiç
açmayacaktı. Çünkü kendisine acı veren bazı gerçekleri bilmek ve anlamak
yerinet kendisini bilmezliğin ve anlamazlığın pasif boşluğuna bırakmayı tercih
ediyordu. Fakat mümkün olmuyordu bu ve insan istese de, istemese de düşünmeye
devam ediyor ve hiç bilmek istemediği gerçeklerle tekrar tekrar yüz yüze
geliyordu!.
Yol üstündeki seyyar
satıcıdan iki boyoz bir yumurta alarak
yorgun adımlarla karşıdaki
sabahçı kahvesine yöneldi.
Kitabevine bitişik olan bu küçük kahve, kumarla ilgili oyunlar oynatmadığı için
müslümanların da oturdukları bir kahveydi.
Henüz açılmamış olan
kitabevinin camında ise imza ve tanışma günü ilanıyla Mehmed Ala-gaş'ın
geleceği duyuruluyordu. Telefonda geleceğini bildiren Alagaş, demek ki bu İmza
günü için gelecekti. Alagaş'ı diğer
popülüst yazarlar gibi
kitab imzalarken tasavvur etmek, Saffet hocanın hiç hoşuna
gitmemişti. İmza günü ve kitab imzalamak gibi şeylerin, nahoş bir Özenti olduğunu
düşünerek kahveye girdi.
Kahvaltısını yaptıktan
sonra gazete okuyarak bir süre daha kaldı kahvede. Gazetelerdeki intihar,
trafik kazası, ölüm, yangın ve tecavüz gibi felaket haberlerini, daha farklı bir gözle ve daha duyarlı bir
gönülle okuduğunu hissetti. Çünkü basit ve sıradan kelimelerle okuyucuya
aktarılan bu gibi
olayların, olayı bizzat
yaşayanlar için ne anlama geldiğini daha iyi biliyordu artık.
Gazetede oğlunu trafik kazasında kaybeden
bir babanın fotoğrafı vardı. Uzun
yıllar öpüp kokladığı, üzerine titreyerek soğuktan ve sıcaktan korumaya
çalıştığı, yarına yönelik hayellerinin baş köşesine oturttuğu oğlu, oğulcağızı
Ölmüştü, oluvermişti işte!. Şimdi hangi
kelimeler bu babanın iç dünyasındaki alevsiz yangını anlatabilir, hangi görüntüler bu babanın derin acısını
yansıtabilirdi!.
Bu babanın yerine
kendisini koyarak bir trafik kazasında Meryem'in, biricik kızı Meryem'in
öldüğünü düşündü bir an!. Gönlünden "Allah korusun" feryadı
yükselirken, yaşadığı bazı musibetlere rağmen hamdetmesi gereken çok şey
olduğunu bir kez daha hatırladı. "Beterin beteri vardır" sözü, hiç
kuşkusuz ki musibetlerle karşılaşan her insan için doğru, çok doğru bir sözdü.
Elbetteki her gecenin
bir sabahı, her karanlığın bir aydınlığı olmalıydı. Belkide yaşadığı bu
olaylar, nefsine hoş gelmese bile hayırlara vesile olabilecek olaylardı!.
Bunları düşünerek biraz rahatladığını ve yarınlara az da olsa umudla
bakabildiğini hissetti.
Bu düşünceler içinde
Allah'a hamdederek ayrıldı kahvehaneden. Oradan oraya koşuşturan insanların
kalabalıklaştırdığı sokaklarda amaçsız bir şekilde yürürken, Selim amca geldi
aklına. Seksenbeş yaşlarındaki bu güzel müslümanı uzun zamandır görmediğini
düşünerek onu ziyaret etmeye karar verdi. Osmanlı efendiliğinin yaşayan bir
örneği varsa, bu güzel örnek herkesin Selim amca dediği bu müslüman olmalıydı.
Gerçi herkesin bu güzel ihtiyarı sevdiği ve ziyaret ettiği söylenemezdi. Çünkü
çok dürüst ve çok açıksözlü bir' insandı Selim amca. Karşısındaki insan padişah
olsa, onu Allah'ın herhangi bir kulundan farklı görmez ve söylenmesi gereken
sözü hiç çekinmeden söyleyiverirdi.
Orta anadolunun bir
köyünde doğan Selim amcanın efendi kimliği ise, ailesi uzun kuşaklardır Osmanlı
sarayında görev yapmış olan hanımından kaynaklanıyordu. Dört yıl önce vefat
etmiş olan Remziye hanım teyze, insani kaliteye ve asalete değer veren bütün
kadınların hürmet ettikleri bir hanımefendiydi. Böyle bir hanımefendinin, ömrü
boyunca gıda pazarında hamallık yapan Selim amcayla neden ve nasıl evlendiği
ise hiç kimsenin yeterince bilmediği bir husustu. Saffet hoca rahmetli annesinden
öğrendiği kadarıyla, Remziye hanım teyze ilk eşi öldükten sonra Selim amcayla
evlenmişti. Selim amcaya nazaran çok daha kültürlü, görgülü ve asil bir insan
olan Remziye hanım teyze, şayet isteseydi Selim amcayı hiç zorlanmadan etkisi
altına alabilir ve ailede son sözü söyleyen kimse kendisi olabilirdi. Fakat
böyle yapmamıştı!.
Selim amcayı evinin
efendilik makamına oturtmuş ve çok asil bir padişaha hizmet eden bir
hanımefendi gibi, Ömrü boyunca Selim amcaya samimi bir hürmet ile hizmet
etmişti. Belki de ailesinden aldığı İslami terbiyenin bir neticesiydi bu.
Resulullah (s.a.v.) Efendimizin "Başınıza halife olarak kıvırcık saçlı
siyahi bir Habeşli dahi gelse ona itaat ediniz" buyruğunun, aile kurumuna
yansıyan bir ışığı olmalıydı.
Hiç kuşkusuz ki
çocuklarını yetiştirdiği gibi Selim amcayı da yetiştirmişti Remziye hanım
teyze. Fakat kendisindeki asaleti ve güzel hasletleri bir öğretmen gibi değil,
dersini tekrarlayan bir talebe gibi Selim amcaya sunarken, onu hiçbir zaman
makamından indirmemiş veya kendisini o makamın üstünde görmemişti. Zaten
konuştuğu ve nasihat ettiği kadınlara "Mümine bir hanımın değeri, mümin
kocasına verdiği değer kadardır" demesi, bu önemli konuya nasıl
yaklaştığını gayet güzel bir şekilde özetliyordu.
Ve ölmüştü Remziye
hanım teyze!. Kocalarıyla didişen, onlarla yanşan, bitmek bilmeyen aşırı
isteklerle kocalarını bunaltan kendi çağdaşı kadınlarla birlikte, Remziye hanım
teyze de ölmüştü. Fakat hiç kuşkusuz ki geride bıraktıkları dünya
yaşantılarıyla gurur duyarak Allah'a hamdü senalarda bulunacak kadınlar,
Remziye hanım teyze gibi kadınlar olacaktı. Alınları açık ve yüzleri nurlu bir
şekilde hesap gününe gelecekler ve "Mümin kocalarımıza karşı bizlefi muti
kılan, itaatkar olmamızı nasib ederek bizleri hoşnut olduğu kullarının arasına
katan Allah'a hamdolsun" diyeceklerdir.
Selim amca, yirmi
metre uzunluğundaki küçük bir çıkmaz sokağın tam karşısındaki evde oturuyordu.
Yaklaşık ellibeş yıldır bu eski evin üst katında oturan Selim amca, çoğu zaman
elindeki teşbihle evdeki tek pencerenin önüne oturur ve çıkmaz sokağın önünden
gelip geçenleri seyrederdi. Saffet hoca bu küçük pencereye bakıp Selim amcayı
göremeyince "Acaba evde yok mu?" diye düşünmesine rağmen yine de
kapıyı çaldı. Kısa bir süre sonra kapı kendiliğinden açıldı. Oldukça yaşlanan
Selim amca merdivenlerden aşağıya inemediği için, kapının kilidini yukarıdan
asıldığı bir ip ile açıyordu. Kapıya kim gelirse gelsin "Kim o?" diye
sormaz, böyle bir soruyu sadece hanım ve çocukların sorması gerektiğine
inanırdı.
İçeriye girdikten sonra
kapıyı kapatan ve ayakkabılanı çıkararak tahta merdivenlerden yukanya çıkan
Saffet hoca, Selim amcayı merdivenlerin üst başında kendisini beklerken gördü.
Selamunaleyküm
Yüzündeki samimi
tebessümle "Ve aleykümselam" diyen Selim amca, Saffet hocayı
pencerenin önündeki tahta sedire buyur ettikten sonra hemen mutfağa yöneldi.
Onun ne yapacağını çok iyi bilen Saffet hoca "Selim amca kahvaltı yaptım,
kamım tok" diye seslendi. Çünkü Selim amca kim gelirse gelsin onu içeriye
buyur ettikten sonra
hiç oturmadan ve
misafire "Aç mısın, tok musun?" diye hiç sormadan mutfağa gider ve
evde her ne varsa bir sofra hazırlayıp, misafirin önüne koyuverirdi. Yıllar
Önce bu mesele konuşulduğunda, bunun Hz. İbrahim (a.s.)'ın sünneti olduğunu
söylemişti. Sohbette bulunan birisi "Her insanın durumu, misafire yemek
yedirmeye müsait olmayabilir. Bu söylediğinizin delili veya kaynağı ne?"
diye sorduğunda, Selim amca bu söze çok kızmış ve "Misafir hakkında
böyle düşünenler, delili ve kaynağı ne yapacak!." diyerek meseleyi
kapatmıştı.
Saffet hoca, bu
davranışın önceleri meçhul bir rivayete dayandığını zannetmişti. Fakat sonraki
yıllarda Kur'an-ı Kerim'de zikredilen ve Lut kavmine gönderilen elçilerle Hz.
İbrahim (a.s.) arasında geçen kıssayı okuyunca, bu davranışın gerçekten Hz.
İbrahim (a.s.)'ın sünneti olduğunu anladı. Çünkü kendisine birer beşer kılığında
gelen meleklere hemen sofra hazırlayan ve onların yemeğe el uzatmadıklarını
görünce endişeye kapılan İbrahim (a.s.), yemek hazırlamadan önce misafirlerine
"Aç mısınız, tok musunuz?" diye sorsaydı, elbetteki o sofrayı hiç hazırlamıyacaktı.
Demek ki böyle bir soruyu hiç sormadan sofrayı hazırlamıştı.
Böyle bir sünnetin
yürürlükte olduğu dönemlerde, ancak ve ancak misafir "Biz tokuz"
dediği ve evsahibinin ısrarlarına direndiği zaman sofra hazırlanmazdı. Daha sonraki
dönemlerde misafire "Aç mısın, tok musun?" diye sorulmaya başlandı.
Bir insanın kamı doyurulacaksa, o insanın yüzünü kızartarak "Açım, ben
gerçekten açım" demesi bekleniyordu!. Tabi ki daha sonra bu dönemler de
geride kaldı. Artık gelen misafirlere "Aç mısın, tok musun?" sorusu
da sorulmuyor, herhangi bir yere aç karnına giden ve açlığını hissettiren
kimseler ayıplanıyordu!.
Ve bu dönemin böylesi
mahluklarına, çağdaş ve modern insanf!) deniliyordu!,
Selim amca küçük
çaydanlıktaki çayı ve bardakları bir tepsi içinde sedirin üstüne bıraktıktan
sonra Saffet hocanın karşısına oturdu.
Hoşgeldin Saffet.
Hoşbulduk Selim amca.
Kusuruma bakma, yakın zamanda gelemedim. Nasılsın?
Elhamdülillah. Bu
günümüze şükrediyoruz, Sen nasılsın?
Çok şükür. İyi olmaya
çalışıyoruz.
Selim amca bardaklara
çayı doldurduktan sonra Saffet hocanın Önüne bıraktı. Kısa bir süre konuşmadan
çaylarını içtiler. Selim amca "Geçmiş olsun" demediğine göre, yangın
olayını duymamış olacaktı. Saffet hoca da o konuyu açmak, yangından bahsetmek
istemedi.
Seni pencerede
göremeyince, evde olmayacağını
düşündüm!.
Bu yaştan sonra nereye
gideceğim ki? İçeride oturuyordum.
Önceleri hep pencerede
otururdun!.
Bakışlan biraz
bulutlanan Selim amca "Evet doğru" dedikten sonra eliyle yolun
karşısındaki bankayı göstererek "Şu banka açıldıktan sonra gündüzleri bu
pencerede pek oturmak istemiyorum" dedi.
Bankadan sana ne ki?
Bankadan ziyade
bankaya girip çıkanlar canımı sıkıyor!.
Saffet hoca
"Neden?" diye soracaktı, sormadı. Çünkü Selim amcanın ne
kastettiğini, canını sıkan şeyin ne olduğurıu anlamış gibiydi. Selim amca
sözlerine devam etti.,
Şu banka açılalı bir
yıl oldu. Dikkat ediyorum da her geçen gün girip çıkan daha bir fazlalaşıyor!.
Söylesene Saffet, bu bankalarda faiz verip, faiz alan insanlar Allah'tan hiç
korkmuyor mu?
Saffet hoca
düşünmesine rağmen bu soruya nasıl bir cevap vereceğini bilemedi. Son
zamanlarda kredi kartları nedeniyle zor durumda kalan ve evlerine, mallarına
haciz gelen insanları hatırladı. Belki de bu insanların büyük bir kısmı, kredi
kartı borçlarını zamanında ödeyerek bu kartların faizine bulaşmak istemeyen
insanlardı. Fakat bir ihmal, bir sıkıntı veya bir unutkanlık neticesinde
ödemeyi bir gün geciktirdikleri zaman otuz günlük aşırı bir faizle karşılaşıyorlar
ve "Nasıl olsa bir aylık faiz işlendi" diyerek, ödemeyi daha sonraki
aya bırakıyorlardı. Tabi ki her sonraki ay ödemeler daha bir ağırlaşıyor ve
böylece ipin ucu kaçmış oluyordu. Bir tuzak, insanlar için apaçık bir tuzaktı
bu kredi kartları!. Ve devlet müsaadeli reklamlarla, insanlar kitleler halinde
bu tuzağa sürükleniyordu!.
Selim amca!. Bu
insanların Allah'tan ne kadar kor-kup-korkmadıklarını bilmiyorum. Fakat bana
kalırsa bu insanlar ne
yaptıklarını bilmiyorlar!,
Selim amca hafif
çatılmış kaşlarla "Ne yaptıkları, ne halt yedikleri belli değil mi?"
dedi.
Bize göre belli. Fakat
onlar yeterince bilmiyorlar!.
Selim amca daha da
çatılmış kaşlarla "Biliyorlar, biliyorlar ama iman etmiyorlar"
dedikten sonra "Fakat çok yakında ne yaptıklarını, ne halt yediklerini
anlıyacaklar" diye ilavede bulundu. Saffet hoca ise susmayı, hiçbir cevap
vermemeyi tercih etti. Çünkü Selim amcanın ne kadar kızdığı ve öfkelendiği
gözlerinden belliydi.
Çayından bir yudum
içen Selim amca, biraz yumuşamış bakışlarla "Sana çiftlik kahyasının
hikayesini anlattım mı?" diye sordu.
Hatırlamıyorum.
Anlatsaydım, sen
unutmazdın. O zaman iyi dinle Saffet. Bundan yetmiş yıl kadar Önce, bir çiftlik
sahibi kahyasıyla birlikte kasabaya inmeye karar vermiş. At arabasını
hazırladıktan sonra yola koyulmuşlar. Yolculuk sırasında kahyasıyla eğlenmek
isteyen çiftlik sahibi "Kahya, bu arabayı sana satayım" demiş. Kahya
"Ağam, bende bu arabayı alacak para ne gezer!." dediğinde, çiftlik
sahibi arabayı toprak yoldaki bir inek pisliğinin yanında durdurup
"Bunları yersen bu araba,
atıyla birlikte senin"
demiş. Kahya arabadan inerek önce yerdeki inek tezeğine, sonra arabaya
bakmış. At arabası gerçekten o zamanın güzel ve değerli arabalarından biriymiş.
Atın ve arabanın güzelliğine daha fazla dayanamayan kahya, yere'çömeşerek inek
pisliğini sonuna kadar yemiş.
Selim amca Saffet
hocanın boşalan bardağına çay döktükten sonra devam etti.,
Atı ve arabayı kahyaya
veren çiftlik sahibi, kasabadan dönerken pişmanlık duyarak "Ya kahya!.
Ben yanlış bir iş yaptım. Sen bana bu arabayı geri sat" demiş. Yediği
pislikten içi dışına çıkan ve hala midesi bulanmakta olan kahya, arabayı bir
başka inek pisliğinin yanında durdurarak "Ancak aldığım fiyata satarım.
Arabayı geri almak istiyorsan, işte bedeli orada duruyor" demiş. Çiftlik
sahibi de önce yerdeki pisliğe ve daha sonra uzun uzun arabasına baktıktan
sonra, yere çömelerek inek pisliğini yemeye başlamış.
Anlatılanları pür
dikkat dinleyen Saffet hoca, meselenin sonunu gerçekten merak ediyordu.
Çiftliğe döndükleri
zaman, kahya önce at arabasına ve daha sonra çiftlik sahibine bakarak "Ya
ağam!. Biz çiftlikten ayrılırken senin bir araban vardı ve benim hiçbir şeyim
yoktu. Şimdi çiftliğe geri döndük. Senin yine sadece bir araban var ve benim
yine hiçbir şeyim" dedikten sonra düşünceli gözlerle "Peki, biz o
bokları niye yedik" demiş.
Saffet hoca
gülümseyerek "Çok güzel Selim amca" demesine rağmen, Selim amca hiç
gülümsemeden devam etti.,
İnsanların büyük
çoğunluğu da benzer durumlarda aynı sözü söyleyecekler Saffet. Dünyadan ayrılma
vakti geldiğinde, dünyadan hiçbir şey götüremediklerini ve çıplak geldikleri
gibi, çıplak gittiklerini anlayarak "Bu dünyaya nasıl gelmiş isek. Öyle
gidiyoruz" diyecekler ve bu gerçeği gördükten sonra geride bıraktıkları
yaşantılarına bakarak "Peki, biz o boktan niye yedik!." sorusunu
soracaklardır.
Saffet hoca öylece
kalakalmıştı!. Selim amcanın yaptığı bu güncel bağlantıdan sonra artık kendisi
de gülmüyordu. Çok güzel bir örnek ve çok güze! bir bağlantıydı bu. Faiz verip,
faiz alan, helal haram demeyip malına mal, parasına para katmak isteyen herkes,
dünyadan ayrılırken bu gerçeği görecek ve bu sözü söyleyecekti.
İşte Saffet, şu
bankaya girip çıkanları gördüğüm zaman hep bu hikayeyi hatırlıyorum. Fakat
sakın ola ki şimdiye kadar çoktan ölmüş olan
o çiftlik kahyasının yediği
pislik ile, bunların yediği faizi aynı kefeye koyduğumu sanma!.
Nasıl?
Biliyorsun inek
pisliği yemenin İlahi bir cezası yok. Dolayısıyle aklı başında olan bir
müslüman, bir çay kaşığı faizi yemektense, bir çuval inek pisliğini yemeye razı
olur.
Çünkü inek pisliği,
faizden çok daha temizdir.
Başını saliıyarak
"Doğru söylüyorsun" diyen Saffet hoca, düşüncelere dalmıştı.
Gerçekten doğru, çok doğru söylüyordu Selim amca. Müslüman için en tiksindirici
şey, hiç kuşkusuz ki haramdı, haram olmalıydı. İçine küçük bir fare düşmüş olan
yemekten ne kadar tiksinüiyorsa, haramdan daha fazla, çok daha fazla tiksin
ilmeliydi.
Selim amca, bu
insanlara "İçine küçük bir fare düşmüş et yahnisi mi yemek istersiniz,
yoksa soğan ekmek mi?" diye sorsak, hepsi soğan ekmek diyeceklerdir. Çünkü
fareden tiksineceklerdir. Fakat aynı insanlar fareden tiksindikleri gibi
haramdan tiksinmiyorlar!.
Ya, ya..
Tiksinmiyorlar Saffet. Fareden tiksinen, bu insanların fiziki bedenleri, fiziki
duyularıdır. Haramdan tiksinmesi gereken ise iman ve maneviyatlarıdır. Fiziki
beden doğal tepkisini vermesine rağmen, maneviyatlarında böyle bir imani tepki,
imani bir tiksinti yok!.
Hiç okula gitmeyen ve
okuma yazmayı hanımından öğrenen Selim amcanın bu sözleri, bu sözlerin ne
anlama geldiğini çok iyi anlayan Saffet hocayı şaşırtmıştı. Gerçi Selim amcanın
okuyan ve düşünen bir insan olduğunu biliyordu ama bu söyledikleri sıradan
tesbitler değildi. Başını düşünceli bir şekilde öne doğru saliıyarak "Yani
eksiklik imanda diyorsun!. dedi.
Tabi ki imanda.
Cehenneme iman etseler,, cehennemden hiç korkmazlar mıydı!. Cehennemden
korksalar, kendilerini cehenneme sürükleyen bu amelleri güle oynaya işlerler
miydi?
Selim amcanın bu
sözleri ile "Ey iman edenler, İman ediniz.." ayet-i kerimesini hatırladı
Saffet hoca. Allah (c.c.) iman edenleri iman etmeye, tekrar iman etmeye, tekrar
tekrar iman etmeye davet ediyordu. Çünkü iman ettiğimizi söylediğimiz bir hükmü
yaşamıyorsak, bulunduğumuz şartlarda mükellef olduğumuz bu hükmün gereğini
yapmıyorsak, bu İlahi hükme yeterince iman etmediğimizi kabul etmek
zorundayız. Ve bu hükümlere iman etmek, tekrar iman etmek, tekrar tekrar iman
etmek durumundayız.
Selim amca!. Birçok
insan aklen tasdik etmeyi, kalben iman etmek zannediyor
Nasıl?
Yani günümüzdeki insanlar
veya günümüzdeki müs-lümanlar, karşılaştıkları bir hükmü akıllanyla tasdik
ettikleri zaman, bu hükme iman etmiş olduklarını zannediyorlar. Oysa iman
etmek, aklen tasdik etmenin çok ötesinde bir şeydir.
Selim amca düşünceli bir şekilde başını sallıyarak
"Çok doğru" dedi.
Aklen tasdik ettiğimiz
hükümler veya gerçekler, bizler için sadece bir bilgidir. Fakat beynimizde yer
alan bu kuru bilginin, çoğu
zaman bir yaptırım
gücü yoktur. Ancak bu bilgiye
iman ettiğimiz zaman, iman ettiğimiz bu gerçek kalbimizde yer almakta ve kalbde
hasıl ettiği duygu ile bir yaptırım gücü meydana getirmektedir. İşte senin de
söylediğin gibi cehennemi bilmek ile cehenneme iman etmek arasındaki fark
burada. Cehennem gerçeğini bilenler veya aklen tasdik edenler değil, ancak ve
ancak cehenneme iman edenler bu cehennemden sakınabilmektedir-ler.
Dinledikleri
karşısında gözleri parıldayan Selim amca "Hay Allah senden razı olsun.
İşte meselenin özü bu" dedi. Sonra bir süre hiç konuşmadan çaylarını
içtiler. Her ikisi de insanları ve insanların durumunu düşünüyordu. Selim amca
dalgın gözlerle pencereden dışarıya bakmaya başladı. Onun ne gördüğünü ve ne
düşündüğünü hisseden
Saffet hoca, biraz
hüzünlü bir sesle "Zamanımızda herşey para oldu, parayla ölçülür
oldu" dedi.
Biliyorum Saffet.
Geçmişte özü sözü doğru, güvenilir insanların emani, kefaleti muteberdi. Şimdi paranın kefaleti muteber sayılıyor.
Geçenlerde bir arkadaşla görüştüm.
Oğlu haftada iki
gün ruh doktoruna
gidiyormuş. Orada ne yaptığını sordum da bana oğlunun doktorla bir saat
konuştuğunu söyledi, Doktor bu arkadaşın
oğlunu dinliyor ve ara sıra nasihatte bulunuyormuş, Saffet biliyor musun, bu
sohbetin saati yetmiş dolarmış!. Bu duydukla üç-dört gün hiç aklımdan çıkmadı.
Bir insanın derdini dinlemek ve ona birkaç nasihatte bulunmak bile parayla
olmuş!.
Öyle Selim
amca. Bunun nedenini
sorduğunda "Onbeş yıl okuduk, bedava mı nasihat edeceğiz"
diyorlar!.
Demek onbeş
yıl okumuşlar!,. Bizim
alimlerimiz ömürleri boyunca okumalarına rağmen, bir insanın derdini
paylaşmak ve onlara nasihat etmek için para almıyorlardı!. Herneyse, dediğin gibi zaman değişti. Belki onların da kendilerine göre nedenleri
vardır. Şimdi okumak da para, okuyarak öğrenilenleri paylaşmak da!. Ne
diyelim!.
Bir süre daha konuştular.
Selim amca geçmişe değinerek eski insanların hayata nasıl baktıklannı ve
hayattan ne .beklediklerini anlattı. Yeterli bir İslami şuurları olmamasına
rağmen insani değerleri hala canlı olan o insanlar için, onur ve şeref çok
Önemliydi. Şerefini yitiren bir insan dünyaya da sahip olsa, diğer insanların
arasında gezinebil-mesi ve onlar tarafından bir adam yerine konulabilmesi
mümkün değildi. Selim amcanın ifadesine göre, o dönemin erkekleri erkek
gibiydi. Bir erkeğin kolu veya bacağı kopsa dahi hanımını işe göndermek yerine,
tek bacağı veya tek koluyla o evin rızkını kazanmaya çalışırdı. Çünkü çocuklarını
annesiz, evlerini hanımefendisiz bırakmak istemezlerdi o erkekler. Yarınlar
için sokaklarda para kazanmak ve biriktirmekten ziyade, evlerinde çocuklarını
kazanmak ve yetiştirmek isterlerdi. Çünkü onlar için yarınlar dernek, salih
evladlar demekti. Onlar yaşlandıkları zaman biriktirdikleri paranın faizini
değil, yetiştirdikleri evlatların hürmetini görmek istiyorlardı.
Selim amcanın bu
anlattıklarını öylece dinleyen Saffet hoca, içinden "Ey Selim amca, ne
yazık ki bu durumlar çok değişti" dedi kendi kendine. Kollan ve bacakları
sağlam olmasına rağmen hanımlarını çalışmaya zorlayan nice erkeğin, hiç
kuşkusuz ki kollardan ve bacaklardan daha önemli olan bir yerleri, bir şeyleri
kopmuş olmalıydı!.
Saffet hoca, dualarla
ayrıldı Selim amcanın yanından. Elinde teşbih, kalbinde dua ile vuslat vaktini
bekleyen bu ihtiyann, ne güzel bir ihtiyar olduğunu düşündü. Çıkmaz sokağın
köşesine geldiğinde, dönüp tekrar baktı küçük evin, küçük penceresine.
Selim amca yine yoktu
pencerede!.
Seffet hoca, eve akşam
namazını kıldıktan sonra geldi. Kalbinin sesini dinlese, belki de birkaç gün
eve gelmek istemeyecekti. Selim amcanın yanından ayrıldıktan sonra Remziye
hanım teyzeyi düşünmüştü bir süre. Karşısına geçerek "Benim babam
var!." diyen hanımının, bu Osmanlı hanımefendisine benzemesini ne kadar da
isterdi. Fakat şimdiki kuşağın kadınları ile geçmişteki böylesi hanımefendiler
arasında gerçekten çok büyük farklar vardı.
İyi ama İslam'ın
öngördüğü bu kadın kimliği tarihte mi kalmış, geçmişe mi gömülmüştü artık!.
Şayet böyle ise İslam'ın istikbalinden umudlanmak yersizdi. Çünkü İslam bireyde
başlayıp öncelikle ailede kökleşen, ailede kurumsallaşan bir dindi. "Önce
birey, sonra aile, sonra cemaat" diyen İslam'da; örnek aile yapısının
gerçekleşmesi, örnek cemaatin gerçekleşmesinden çok daha Önemli, çok daha
öncelikli bir konuydu.
Çünkü İslami aile
modelleri gerçekleşmeden, bu modeli yaşayan müslümanlar evlerini birer mescid,
birer mektep haline getirmeden, cahileyinin pis ellerini uzata-mayacağı bu özel
mekteplerde tertemiz nesiller yetiştirilmeden, toplumsal düzlemde hangi , köklü
değişimler olurdu, olabilirdi ki!.
Cahili sistemlerin
batıl öğretisine terkedilen ve evlerini sadece bir mutfak, bir yatakhane
olarak kullanan yeni nesillerin nasıl büyüyüp, nasıl yetiştikleri belli değil
miydi!.
İslami uyanışta aile
kurumunu önemsemeyen ve öncelemeyen her anlayış, hiç kuşkusuz ki hüsranla
karşılaşacak bir anlayış olacaktı. Çünkü aile olmadan ve evlerimiz birer
mescid, ' birer mektep haline getirilmeden, İslam'a sımsıkı sanlacak ve bizlere
gözaydınlığı olacak nesiller yetişemiyecekti.
Ve bütün bunların
gerçekleşmesi,
erkeklerimizden önce
kadınlarımızın İslami bir kimlikle evlerine dönmeleriyle, evlerinde
varoîmalarıyla mümkündü.
Selamunaleyküm
Ve aleykümselam.
Hoşgeldin.
Hanımının kendisini
güler yüzle karşılaması, Saffet hocayı pek etkilememişti. Ciddi bir yüzle
"Hoşbulduk" diyerek içeriye geçti. Odasında bir süre oturduktan sonra
hanımının çağrısı üzerine salona geçerek yemek masasına oturdu. Gördüğü
kadarıyla Meryem gelmemişti.,
Meryem gelmedi mi?
Annem bir gün daha
kalsın dedi. Yarın gelecek. Hiç cevap vermeden ekmeğe uzanan Saffet hoca,
"Bismillah"
diyerek yemeğe başladı. Hanımı kuru fasulyenin yanına, haşlanmış turp otu
salatası yapmıştı. Saffet hocanın sevdiği bir yemek ve sevdiği bir salataydı
bu. Yemek süresince pek konuşmadılar. Sofrayı toplayan hanımı Saffet hocaya hiç
sormadan iki kahve yaparak, güleç bir yüzle buyur etti.
Kahvesinden birkaç
yudum alan Ayşe hanım, ara sıra kocasına bakıyor ve onun konuşmasını
bekliyordu. Fakat düşünceli bir şekilde kahvesini yudumlayan Saffet hocanın,
konuşmaya hiç niyeti yok gibiydi.
Dün gece için Özür
dilerim. Şaşkınlıkla ne söylediğimi bilemedim!.
Kısa bir süre
hanımının gözlerine bakan Saffet hoca, hüzünlü bir sesle "Beni çok
üzdün" dedi.
Üzüldüğünü biliyorum,
Fakat bu akşam sevineceksin. Sana çok güzel haberlerim var!.
Hayrola!.
Bugün babamlara
gittim. Babam arka caddedeki dükkanı malıyla birlikte bize verecek. Aynca
Meryem'in bütün okul masraflarını da karşılayacağını söyledi.
Duyduklarına
inanamıyan Saffet hoca elinin titrediğini, midesinin bulandığını hissetti.
Sanki şiddetli bir şoka girmiş gibiydi!. Titreyen elindeki fincanı, dökmemeye
çalışarak sehpanın üzerine bıraktı. Boş ve anlamsız gözlerle hanımına baktı
bir süre!. Bu haber karşısında sevinmesini veya gülümsemesini bekleyen hanımına
ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemedi!.
Başını öne eğerek
"Hasbunallahuvenimeivekil" dedi içindeni.
Bu bir imtihan, bu çok
acı bir İmtihan olmalıydı. Çünkü hanımının bu sözleri, içindeki küçük bir
yarayı büyük bir hançerle deşivermişti sanki!. Şimdiye kadar kendisini bu
ailenin sorumlu bir reisi olarak görmesine rağmen bu sözlerle aşağılandığını,
yardıma muhtaç koskoca bir hiç yerine konulduğunu hissetti.
Niye bir şey
söylemiyorsun? Kimseye borçlanmadan dükkanımız olacak!.
Öylece hanımına baktı.
Ondört yıllık eşine değil de bir yabancıya, hiç tanımadığı bir yabancıya
bakıyordu sanki!. Kendisi hanımının bazı yönlerini ne kadar bilmiyor, ne kadar
tanımıyorsa; hanımı da kendisinin bazı yönlerini o kadar bilmiyor, o kadar
tanımıyordu anlaşılan!.
Ayşe hanım!. Sen ne
yaptın, sen ne yaptığını sanıyorsun?
Saffet hocanın kızdığını
hisseden hanımı, şaşırmış gözükerek "Ne yapmışım?" dedi usulca!.
Daha ne yapacaksın!.
Benden izin almadan babana nasii el açabilir, ondan nasıi bir şeyler
isteyebilirsin?
Babam bir yabancı
değil ki!.
Yardıma muhtaç bir
duruma düşersek, elbetteki bir yabancıdan
ziyade babanın yardımını
kabul edebiliriz. Ancak yardıma
muhtaç olduğumuzu hiç sanmıyorum.
Peki ne yapacaksın?
Ne yapacağımı dün gece
söyledim. İstersen bir daha söyleyeyim,
gece bekçiliği, inşaatta gece bekçiliği yapacağım.
Elalemin ne diyeceğini
hiç düşünmüyorsun değil mi?
Düşünmüyorum Ayşe
hanım1., Çünkü ben bundan böyle el alemi değil, sadece el Alim'i yani Allah'ı
dikkate almak istiyorum.
Allah sana dükkan
açma, ticaret yapma mı diyor?
Rabbim bana kendi tercihime
bıraktığı bir işle helalından rızık kazanmamı ve sizleri aç, açık bırakmamamı
emrediyor. Ayrıca bana "Hanımını terbiye et ki, senin karşında mahalle
kansı gibi konuşmasın" buyuruyor.
Şimdi de mahalle kansı
oldum, öyle mi?
Konuşmalarına ve
tavırlarına bakarak, bu soruyu kendin cevaplandır!.
Yüzü renkten renge
giren Ayşe hanım, kısa bir süre sustuktan sonra "Sen gerçekten ne yapmak
istiyorsun?" dedi.
Ben artık insanlarla
yarışmak değil, insanca yaşamak istiyorum Ayşe hanım, Biri iki yapmak, ikiyi
dört yapmak yerine, bir ile yetinmek, bire şükretmek ve biri yaşamak istiyorum.
Ayşe hanım, bu
sözlerden hiçbir şey anlamamış gibi Saffet hocanın yüzüne baktı. Anlamamış
gözükmesine rağmen anlamıştı, çok iyi anlamıştı kocasının söylediklerini,
Fakat ne kadar anlarsa anlasın, kabullenebileceği, içine sindirebileceği şeyler
değildi bunlar!. Boşalan kahve fincanlarını alarak mutfağa gitti.
Saffet hocanın durumu
da pek iyi değildi.
Hiç istememesine
rağmen karısıyla yüz göz olduğunu ve söylenmemesi gereken bazı şeylerin
söylendiğini düşünüyordu. Böylesi konuşmalar ve tartışmalar ile nereye
varılabilirdi ki!.
Acaba daha farklı ve
daha yumuşak mı konuşsaydı!. Ama şimdiye kadar hep yumuşak konuşmasına ve hanımını
hiç rencide etmek istememesine rağmen, gelinen durum ortadaydı!. Bu düşünceler
içinde "Hayırlısı, Rabbim hayra döndürsün" dedi kendi kendine.
Mutfaktan ağır ve
düşünceli adımlarla içeriye giren Ayşe hanım, daha önce oturduğu koltuğun
yanına gelmesine rağmen oturmak istemedi. Koltuğun arkasına geçerek ve koltuğa
hafifçe yaslanarak bir müddet bekledikten sonra "Ben bir süre babamlara
gitmek istiyorum" dedi.
Bu sözün ne anîama
geldiğini çok iyi bilen Saffet hoca, içinden bazı şeylerin koptuğunu hissetti.
Ondört yıllık eşi ne yaptığının, ne söylediğinin farkında değildi!.
Bunun bir anlamı var
mı?
Ayşe hanım biraz
düşündükten sonra omuzlarını kaldırarak "Yok!." dedi.
Peki neden gitmek
istiyorsun?
Bir süre yalnız
kalmak, düşünmek istiyorum. Aklından onlarca cevap geçiyordu Saffet hocanın.
Fakat bir süre susmayı
tercih ederek, düşünceli gözlerle hanımını seyretti. Aslında uzun zamandır
kendisi de yalnız kalmak, kendisi de düşünmek istiyordu. Nitekim yangından
sonra birkaç kez köye gitmeye niyetlenmiş fakat iş konusundaki kararsızlığı
nedeniyle gidememişti. Şimdi ise köye gitmenin tam vakti, tam zamanı olmalıydı.
Bu düşünceler içinde köye gitmeye kesin karar vererek "Yarın sabah bir
hafta, on günlüğüne köye gitmek
istiyorum" dedi. Ve biraz düşündükten sonra ekledi.,
Yalnız kalmak ve düşünmek istiyorsan, burada, kendi evinde düşüneceksin. Bu evden
ancak bir karar, kesin bir karar verdikten sonra çıkabilirsin!.
Ne kararı?
Biraz önce düşünmek
istediğini söyledin. Herhalde bir karar vermek için düşüneceksin!.
Sustu, bu sözlere
hiçbir karşılık vermedi Ayşe hanım. Odasına gitmek için yerinden kalkan Saffet
hoca ise biraz yürüdükten sonra hanımına dönerek, yanm kalmış sözlerini
tamamlamak istedi.,
Şayet bir karar
vereceksen, bu karan verirken beni veya kendini düşünmeyebilirsin!. Ancak
Meryem'i düşünmek zorundasın. Ayrıca ilgisinden dolayı babana teşekkürlerimi
ilet. Fakat Meryem koleje gitmeyecek!.
Bu sözlere çok canı
sıkılan ve ne söyleyeceğini bilmez bir şekilde ayakta duran Ayşe hanım,
odasına yönelen kocasına "Peki sen düşünmeyecek misin?" dedi.
Neyi düşünmemi
istiyorsun?
Meryem'i ve gece
bekçiliğini!.
Meryem'i elbetteki
düşünüyorum. İstersen gece bekçiliğini de tekrar düşünebilirim. Şayet o işin haram veya gayrimeşru olduğunu
farkedersem, hemen vazgeçerim!.
Bu sözlerden sonra
odasına giren Saffet hoca, bir süre ayakta kalıp ne yaptığını ve bundan sonra
ne yapacağını düşündü. Olaylann hiç istemediği bir vadiye sürüklendiğinin
kendisi de farkındaydı. İsteksiz bir şekilde kenarı yanık olan deri koltuğun
üzerine otururken babasını hatırladı. Babası iki yıl önce çok sevdiği bu
koltukta otururken kalb krizi geçirerek Ölmüştü. Kendisini de yaşayan bir ölü gibi
hissetti bu koltuğun üzerinde. Hayatına renk ve canlılık veren herşeyini
yitirmiş ve hayatı .siyah beyaz bir görüntüye dönüşmüştü sanki!.
Mutsuzluk ve
umudsuzluk denilen şey, kapkara bir boşluk olmalıydı. Çünkü Saffet hocanın iç
dünyası, her geceden daha karanlık ve daha boştu, affet hoca köye geldiğinde,
bütün sıkıntılarına rağmen hücre hapsinden kurtulmuş bir mahkum gibi hissetti
kendisini. İç dünyası aydınlanmış, havasızlıktan bunalan gönlü nefes almaya
başlamıştı sanki. Bir süre hanımını ve hanımıyla ilgili problemlerini
düşünmemeye karar vermişti. Allah'ın izniyle her şeyin düzeleceğini umud ediyor
ve yüz yüze geldiği tüm sıkıntıları, içinde yeşertmeye çalıştığı bu umud ile
örtmek istiyordu.
Köyünü seviyordu
Saffet hoca. Doğduğu ve çocukluk yıllarını geçirdiği güzel bir yerdi burası.
Dağdan ovaya doğru akıp gelen iki pınarın arasında yer aldığı için, bu şirin
köye İkipınariar deniliyordu. Geçimlerini koyunculuktan ve zeytincilikten
sağlayan bu köyde, Rüstem ağa dışında herkes orta halli sayılırdı. Köydeki
zeytinliklerin yaklaşık üçte birine sahip olan Rüstem ağa ise köyün en zengin
insanıydı.
Saffet hoca halen
köyde yaşamakta olan amcasının büyük oğluna
misafir olmuştu. Gündüzleri
küçük pınar boyunca dağa doğru yürüyor, pınarın üç-dört metre yükseklikten
aşağıya döküldüğü yerlerde oturarak, gizemli bir coşku içindeki suyun sesini
dinliyordu. Suyun çıkardığı coşku dolu ses, çığlık çığlığa bir gerçeği,
sırlarla dolu bir gerçeği haykırıyor gibiydi!. Rüzgarla titreşen ve dalgalanan
ağaçların çıkardığı sesler de, aynı gerçeğin farklı makam-lardaki bir
tekrarıydı sanki!.
Herşey bir birlik ve
bütünlük içindeydi burada!. Toprak, su ve hava, bir rahmet ikliminde bütünleşmişler,
severek ve sevinerek biraraya gelmişlerdi. Bu rahmet ikliminde, güçlü ve
güçsüz ayırımı yoktu. Beş metre yüksekliğindeki dik ve hafif yatık kaya,
gölgesinde yeni filizlenmekte olan küçücük yeşilliğin üzerine düşmemek için
sabırla direniyor ve tonlarca ağırlığını bu merhametle zabdediyor gibiydi!.
Toprak, su ve hava
öyle bir sevda ile bütünleşmişlerdi ki, bunların arasında en ufak bir kin,
hased ve düşmanlık yoktu. Ağaçların dallarındaki bir meyveye, otların
üzerindeki bir çiçeğe hepsi aynı sevgiyle bakıyor ve bu meyveyi, bu çiçeği
kendilerinin bir evladı, kendi canlarının bir parçası olarak görüyorlardı.
ömür denilen şey
belirlenmiş bir zaman dilimi ise buradaki zamanın tarifi ve keyfiyeti de çok
farklı olmalıydı. Çünkü şehir yaşantısındaki zaman, eksozundan dumanlar
çıkararak gürültüyle ilerleyen ve durmak bilmeyen külüstür bir araba gibi
olmasına karşın; burada huzur dolu bir insanın sessiz ve sakin adımlarına
benziyordu. İnsan durduğu ve hiçbir harekette bulunmadığı anlarda ise, sanki
zaman da duruyor ve insan duraksayan bu zamanın dışına çıkıyor gibiydi!.
Saffet hoca hiç
düşünmediği, hiç ummadığı kadar iyi hissediyordu kendisini.
Çocukluk günlerindeki
duygu ve düşüncelerini teker teker hatırlıyor ve onları tekrar yaşıyordu
sanki!. Buradan bu güzel köyden niye ayrıldım diye düşündü kendi kendine.
Aklına gelen bütün nedenler, böyle bir yeri ve hayatı terkedebilmek için
geçerli nedenler değildi!.
Fakat gençlik
yıllarında böyle düşünmemiş, büyük işler yapmanın ve büyük adam olmanın yegane
adresi olarak gördüğü şehir hayatına, böylesi umudlaria katıîıvermişti!.
Dilinin ucuna gelen "Keşke kal-saydım, keşke gitmeseydim..."
sözlerini de söylemek istemedi. Çünkü kendi tercihiyle de olsa yaşanması
gereken bir kader, bir takdiri ilahiydi bu!. Ayrıca "Keşke" kelimesiyle
geçmişe ait ne değişir, ne değiştirilebilirdi ki!. İnsanoğlu yapacağı
tercihler ile ancak bugününü değiştirir ve geleceğini etkileyebilirdi.
Bu düşünceler içinde
yürürken, yayılmakta olan bir koyun sürüsüyle karşılaştı. Küçük pınarın yan tarafında
otlayan bu koyunların elbetteki bir sahibi olmalıydı. Etrafta gezinerek
birisini arayan gözleri, kırk-elli metre ileride oturan bir adamla karşılaştı.
Pınar kenarındaki bir ağaca yaslanmış bir şekilde kitab okuyan bu adamın kim
olduğunu anlayamadı. Büyük bir ihtimalle kendi köyünden yani kendi köylüsü
olmalıydı bu adam!. "Acaba kimlerden?" diyerek onbeş-yirmi adım daha
yaklaştıysa da, bu adamın kim olduğunu yine çıkaramadı.
Ve durdu, durmak
zorunda hissetti kendisini!. Çünkü kitab okurken hafif hafif başını sallıyan ve
arasıra sağ eliyle seyrek sakalını sıvazlayan bu adam, özel mülkünde ya da
kendi evindeymiş gibi rahat gözüküyordu. Sanki onun yanına gitmek, ondan izin
almadan onun evine, onun odasına girmek gibiydi!.
Bir süre ayakta
durarak, bu adamı seyretti.
Su, yaprak ve kuş
seslerinin birbirine karıştığı yemyeşil bir ortamda usul usul kitab okumakta
olan bu adama bakınca, sanki cennet bahçelerinde yaşamakta olan bir mümini
görüyormuş gibi hissetti kendisini!. Şehir hayatına alışmış bir insan için, hiç
kuşkusuz ki çok uzak bir düş, bir hayal gibiydi bu ortam!. Şehirlerin beton
rahminde doğup büyüyenler için ise böyle bir ortamın hayali bile imkansızdı!.
Fakat insan fıtratı, yine
de arıyordu, özlem duyuyordu böyle bir güzelliğe. Nitekim köşk ve villalarının
bahçelerine büyük masraflarla doğal ortamlar yaptırmak isteyen zenginlerde de
aynı arayış ve aynı özlem yok muydu!. Ancak bu zenginler milyon dolarlar da.
harcasalar, yaptırdıkları ortamlar hiçbir zaman aslı gibi doğal, aslı gibi
canlı olmazdı, olamazdı!. Mesela değişik namelerle akıp-gitmekte olan şu
pınar, "Biz binlerce yıldır buradayız" diyen şu kayalar, bir genç
kızın heyecanı ve ürkekliği ile aşağıya dökülen şu küçük şelale, "Bizi
burada yaratan ve yaşatan Allah'a ham-dolsun" diyen şu ağaçlar,
"Bizim güzelliğimiz, bizi yaratanın güzelliğindendir" zikrini teşbih
eden şu çiçekler, "Mülk Allah'ındır" feryadıyla, mülkün Sahibine
şükreden şu kuşlar, şu bülbüller, hangi milyon dolarlarla biraraya getirilebilir
ve aslı gibi doğal, aslı gibi canlı olabilirdi ki!.
Mümkün değildi ve
mümkün olamazdı bu!.
Çünkü bu İSahi düzen
ve tasarım, birer mahluk olan mimarların ve tasarımcıların dizayn
edebilecekleri bir güzellik değildi!. Elektrik motorlarıyla akıtılan sular,
kafes zoruyla tutulan kuşlar, çimento zoruyla birbirine tutturulan kayalar,
elbetteki böyle bir güzelliğin aslı değil, sadece soğuk ve cansız bir maketi
olabilirdi.
Evet, aslı buydu, insanoğlunun
milyon dolarlarla inşa edemeyeceği bu güzelliğin aslı gerçekten buydu işte!. Ve
böylesine doğal ve canlı bir güzelliğin tam ortasında yaşayan bu adam ise, hiç
kuşkusuz ki dolar milyoneri değil, belki de fakir bir köylüydü!. Saffet hoca
bu düşünceler içinde uzun bir süre seyretti bu adamı. Yalnız kalmak ve sadece
kendisini dinlemek istemesine rağmen, sanki bir başka alemde yaşayan bu adamla
tanışmak istedi.
Ve ağır adımlarla ona
doğru yürümeye başladı..
Seffet hoca biraz daha
yaklaşınca,
ağaca yaslanarak kitab
okumakta olan bu adamı tanımış ve yüzünde bir gülümseme belirivermişti. Çünkü
bu adam, çok iyi tanıdığı tapusuz Süleyman'dı. Yüzündeki tebessüm ile tapusuz
Süleyman'a bakarken, hafif sakal bıraktığı için onu tanıyamadığını düşündü.
Oysa kendisinden
yedi-sekiz yaş küçük olan Süleyman'ın, çocukluğunu dahi bilirdi. Babası
öldükten sonra kendisine kalan üç-dört parça tarlayı üzerine almak istememiş
ve "Ben tapulu mal istemiyorum" diyerek hepsini satıvermişti!.
Süleyman'ın hiç kimsenin anlayamadığı bir yaklaşımla tarlaları satması ve
paranın büyük çoğunluğunu dağıtması üzerine, bütün köylü kendisine önceleri
"Tapusuz Süleyman", bir müddet sonra ise sadece "Tapusuz"
demeye başlamışlardı!.
Kendisine tapusuz
denilmesi, Süleyman'ı hiç etkilememişti. Yine onbeş-yirmi baş hayvanını
güdüyor ve hiçbir şey olmamış gibi köylülerin halini hatırını soruyordu.
Köylülere göre bu Süleyman, acaip bir insandı. Deli deseler deli değil, akıllı
deseler akıllı değildi!.
Süleyman'a yaklaşınca
onun Kur'an okuduğunu far-keden Saffet hoca, dilinin ucuna gelen selamı tutarak
biraz beklemeyi tercih etti. Süleyman birkaç dakika sonra okumaya ara vermiş ve
yanına bir insanın geldiğini farketmiş gibi başını kaldırarak Saffet hocaya
bakmıştı., - Selamunaleyküm.
"Ve aleyküm selam
ve rahmetullah" diyen Süleyman, meraklı gözlerle Saffet hocaya bir süre
baktıktan sonra onu tanımış ve aniden gülümseyen bir yüzle "Oooo,
hoş-geldin Saffet hoca" diyerek ayağa kalkmıştı. Saffet hoca da gülümseyen
bir yüzle Süleyman'a baktt. Onun köylü üslubuyla harfleri
uzata uzata "Oooo,
hoşgeldin Saffet hoca"
demesi, Saffet hocanın gönlüne bir
sıcaklık vermişti. Çünkü bu İfadelerde gereksiz bir ciddiyet ya da yapmacık
bir samimiyet yoktu. Sanki Süleyman'ın
dilinden değil de, onun sımsıcak gönlünden yükselmişti bu sözler. Hoşgördük ve
hoşbulduk Süleyman!. Birbirleriyle
musafaha edip, sarıldıktan
sonra aynı yere oturdular.
Süleyman İçinde peynir
ekmek olan yemek çıkınını
hemen açarak, Saffet
hocanın önüne koydu, Sonra küçük
testisinin içindeki suyu toprağa dökerek, testiyi akmakta olan pınardan taze
suyla doldurdu. Saffet hoca gülümseyen gözlerle Süleyman'ı seyrediyordu. Çok
uzun zamandır birbirlerini görmedikleri için hal hatır sorduktan sonra bir süre
geçmişten bahsettiler. Saffet hoca onbeş yıl önce köye geldiğinde hemen hemen
herkesle konuşmuş ve onlara İslam dininin en temel şartı olan tevhid gerçeğini
uzun uzun anlatmıştı. Saffet hocanın hatırladığı kadarıyla kendisini en
dikkatli dinleyenlerden ve en iyi anlayanlardan birisi de Süleyman'dı.
Söylenilen her gerçeği anladıktan sonra "O halde ne yapmamız gerek?"
diye sorması, O günlerde Saffet hocanın çok hoşuna git-misti. Çünkü Kur'an-ı
Kerime göre de önemli ve öncelikli olan husus soyut bilgi değil, bu bilginin
pratik yaşantıda somutlaşması yani hayat buimasıydı. Dolayısıyle Süleyman daha
o günlerde bile bir hayat insanı, bir yaşam adamı olduğunu göstermişti.
Süleyman, koyuniar
senin mi?
Gözleri bir anda
açılan Süleyman, hiç düşünmeden "Yoo, yooo, ben çobanlanyım!." dedi.
Saffet hocanın yeterince anlayamadığı bir cevap olmuştu bu!. Süleyman
"Mülk Allah'ındır" gerçeğinden hareket ederek mi böyle bir cevap
vemıişti, yoksa başka bir insanın koyunlanna mı çobanlık yapıyordu!.
Koyunların Allah'tan
başka sahipleri var mı? -Yok..
Tapusuz Süleyman'ın ne
demek istediğini şimdi anlamıştı Saffet hoca. Kendisine "Tapusuz " denilen
bu müslü-man, bu koyunların tapusuna da talip olmuyor ve onlar üzerinde de bir
hak iddia etmek istemiyordu.
Bunlan fazialaştırmayı
hiç düşünmüyor musun?
Süleyman'ın yine hiç
düşünmeden verdiği bu sade cevap, Saffet hocanın bir anda utanmasına ve yüzünün
hafifçe kızarmasına neden olmuştu.
Bu cevabın ne kadar
yürekten olduğunu anlayabilmek için öylece Süleyman'a baktı!. Kendisine
çocuksu gözlerle bakan Süleyman ise sanki bir yemek sofrasında tabağına konulan
yemeği gördükten sonra "Tamam, bu kadarı yeter" diyen ve tabağını
önüne koyarak yemeğe başlayan bir insanın sadeliğini yaşıyordu!. Oysa aynı
yemek sofrasındaki diğer insanlar, tabaklarını çılgınlar gibi uzatarak
"Bir kepçe daha, daha, daha, n'oiur biraz daha!.1' çığlıkları atmaktaydı.
Halbuki birçoğunun
tabağmdaki yiyecekler,
onların bir ömür boyu
yiyip-bitiremeyecekleri yiyeceklerdi!. Fakat oniar tabaklanndakini ağız
tadıyla yemekten ziyade, çılgın bir hırs ile arttırmayı ve yemek kazanını ele
geçirmeyi düşünüyorlardı!. Bu çılgınlar sofrasının sıradışı insanı ise,
kendisine "Tapusuz" denilen bu Süleyman olmalıydı!. Bütün tabaklar
"Daha, daha, biraz daha" çığlık-lanyla havada birbiriyle yarışırken;
"Bu kadar yeter" diyerek tabağını önüne koyan Süleyman, ağzını
şapırdata şapırdata yemeğini yiyordu!.
Ve Saffet hoca da,
daha düne kadar
böylesi bir hırs ve kanaatsizlik içinde "Daha, daha, biraz daha"
diyenlerdendi. Zaten Süleyman'ın cevabı karşısında utanmasının nedeni de bu
olmalıydı. Bu müslümandan daha kültürlü, daha bilgili olabilirdi!. Fakat bu
müslüman yaşam anlayışında onu geçmiş, onu gerilerde bırakmıştı.
Süleyman .evlenmedin
mi?
Süleyman gülümseyerek
"Dokuz yıl Önce evlendim" cevabım verdi. Köylülerin kendisine kız
vermek istememesi üzerine yayla köyden kimsesiz bir kadınla evlenmiş ve bu
evlilikten iki kız çocuğu olmuştu.
Zaten evlendiğim
için koyunların sayısını
kırka çıkardım,
Daha önce kaç taneydi?
Yirmi-yirmibeş!.
Kıziar büyüyünce bu
kırk koyun yetmeyebilir!.
Hele büyüsünler, o
zaman düşünürüz!.
Onlar büyüyesiye kadar
ya hastalanırsan, ya çalışamaz duruma gelirsen ne .olacak?
Tapusuz Süleyman
omuzlarını kaldırarak "Hiç, hiçbir şey olmayacak!." dedi.
İyi ama onlara kim
bakacak, onların rızkını kim verecek?
Süleyman aniden
gülümseyerek "Anladım Saffet hoca. Sen beni denemek istiyorsun. Tabi ki
şimdi kim bakıyorsa yine O bakacak, şimdi kim nzıklannı veriyorsa, yine O
verecek. Öyle değil mi?" dedi.
Süleyman'ı çok iyi
anlayan Saffet hoca "Öyle, elbette ki öyle Süleyman" diyerek, bu
meseleyi gereksiz yere uzatmak istemedi. Zaten meselenin aslı da böyle değil
miydi! Çocuklarının istikbalini düşünerek onbeş yıl biriktirip dursa, Rezzak
istemedikten sonra bu birikim onbeş-yirmi dakikada yanıp-kül olmuyor muydu?
Saffet hoca bir süre
hiç konuşmadan etrafına bakın-dıktan sonra "Süleyman, ne kadar güzel bir
yerde yaşıyorsun" dedi. Bu söz üzerine gözleri gülümseyen Süleyman,
gönülden gelen bir sesle "Elhamdülillah" derken, yaşadığı tüm
güzelliklerin farkında olduğunu gösteriyordu. Saffet hoca başını hafifçe
sallayıp biraz düşündükten sonra Süleyman'a takılmak istercesine sordu.
Buraları çok ucuza
satışa çıksa, almak ister misin? Bu soru karşısında bir genç kız mahçubiyetiyle
yüzü
kızaran Süleyman,
başını havaya kaldırarak " almazdım" dedi.
Almayacağını
biliyordum Süleyman!. Fakat bunun nedenini bana anlatır mısın?
Süleyman omuzlarını
kaldırıp, boynunu yan tarafa bükerek "Almazdım işte!." dedi. Bu
kaçamak cevaba aldırmayan Saffet
hoca, meseleyi ısrarla açmak istercesine
yine sordu.,
Diğer insanların
almak isteyeceklerini biliyorsun değil mi?
Evet!.
Peki sen niye almak
istemiyorsun?
Kendisini köşeye
sıkışmış hisseden Süleyman, belli bir şaşkınlık içindeki gözleriyle Saffet
hocaya baktıktan sonra "Bunu neden soruyorsun?" dedi.
Bak Süleyman.
Yaptığının doğru olduğuna inanıyorsan, bu doğruyu insanlara anlatmalı,
insanlarla paylaşmalısın
İnsanlar böyle bir şey
istemiyor ki!. Onlar zaten ben böyle
yaptığım için bana gülüyorlar, "Tapusuz" diyerek benimle alay
ediyorlar.
Süleyman'ın bu
duygularını çok iyi anlayan Saffet hoca
"Tamam, seni dinlemek istemeyen diğer insanlara anlatmayabilirsin, Fakat
ben seni dinlemek
istiyorum" dedi. Bu sözler üzerine Saffet
hocaya açılmaya karar veren Süleyman, meseleye nereden
başlaması gerektiğini bilemiyordu!. Çünkü Süleyman'ın bu bakış açısı, onun bu
yaşına kadar sadece yaşadığı fakat anlatmayı hiç düşünmediği bir bakış
açışıydı. Şimdi söze nereden başlayacak ve kendisini nasıl anlatacaktı ki!.
Oysa akıp giden suyla, cıvıldaşan kuşlarla, yerde biten otlarla çok rahat
paylaştığı bir gerçekti bu. Çünkü sular da, kuşlar da, otlar da onun gibi
yaklaşıyorlardı bu geçici dünyaya. Fakat insanoğlu farklıydı!.
Akmakta olan sular,
akıp gittikleri ırmak
yatağının tapusunu almak istemezlerken; bu dünyadan aynı şekilde akıp gitmekte
olan insanoğlu "Tapu, tapu" diye feryat ederek, akıp gitmekte
oldukları yerlerin tapusunu(!) istiyorlardı!. Kuşlar yaşadığı ağaçların, otlar
bittikleri toprağın îapusunu istemezlerken; insanoğlu tapusunu
almadığı yere yurdum
demiyor ve sadece Allah'a ait
olan mülkün içinde yaşamayı içlerine sindiremiyorlardı!. İlla ki bazı yerlerin
tapusunu alacak ve tapusunu aldığı yerleri kendisinin zannederek "İşte
benim yerim, işte benim mülküm" diyeceklerdi!. Acaba çıkardıkları beşeri
kanunlarla, Allah'a hükmünde ortak olmak isteyen insanoğlu; bazı yerlerin
tapusunu alarak, ellerindeki kağıt parçasıyla Allah'ın mülkünde de ortak
olduklarını mı zannediyorlardı!.
Durum bu kadar açık
olduğuna göre, anlaşılmaz olan kendisi miydi, yoksa diğer insanlar mı1? Tapu
almak istemediği için kendisinin mi sorgulanması lazımdı, yoksa tapu almak için
birbirleriyle yarışan diğer insanların mı?
İyi ama şimdi ne
söyleyecek, nasıl açıklayacaktı ki bu durumunu!. Sularla, kuşlarla, otlarla
paylaşabildiği bu gerçeği, bunlardan çok farklı bir yaratık olan insanla nasıl
paylaşabilecekti? Bu karışık düşünceler içinde Saffet hocanın gözlerine tekrar
baktı. Herşeye rağmen diğer insanlardan çok farklı olduğunu düşündüğü Saffet
hocanın anlayacağını umarak, meseleye gelişigüzel bir yerinden girmek istedi.,
Saffet hoca, şu
kuşları dinliyorsun değil mi? Başını hafifçe yukan kaldırarak, dikkatini
kuşlara ve kuş seslerine yönelten Saffet hoca "Evet, dinliyorum"
dedi.
Bu kuşların Özel
kafeslere veya geniş bölmelere konulmuş bir şekilde senin olmasını ister misin?
Süleyman'ın bu soruyu
neden sorduğunu anlayamayan Saffet hoca "Hiç düşünmedim. Sen ister
miydin?" diyerek sözü ona bıraktı.
Tabi ki istemezdim.
Çünkü bu kuşlar bana ait oldukları zaman bunların yemlerini, sularını benim vermem, kafeslerini benim temizlemem
gerekecekti, öyle
değil mi?
Süleyman'ın bu
sözlerini düşünen Saffet hoca, evet anlamında
hafifçe başını salladı.
Peki benim böyle bir
mecburiyetim var mı?
Nasıl bir mecburiyet!.
Yani bu güzel kuşların
güzel seslerini dinleyebil-mem için,
onlara sahip olmama ve o işleri yapmama gerek var mı?
Yok. Tabi yok!. Çünkü
ben zaten bu güzel kuşlara sahip olmadan ve o işleri yapmadan, onları
seyrediyor ve onların güzel sesini dinliyorum.
Saffet hoca hiçbir
tepki vermeden öylece Süleyman'a baktı. Bu anlattıklarını anlamıştı ama bu
anlattıklarıyla bir yerin tapusunu almak arasında nasıl bir bağlantı kuracağını
merak ediyordu!. Süleyman bu merakı hissetmişçesine konuşmasına devam etti.,
İşte ben bu güzel
kuşlara sahip olmak ile bu güzel yere sahip olmak istemeyi birbirinden farklı
görmüyorum. Önemli olan burasını,
buranın güzelliğini yaşamak ise, bunun için tapusunu almama ve birçok
sorumluluğu yüklenmeme ne gerek var?
Ne sorumluluğu?
Buraya sahip olduğum
zaman da bakımından onarımına, vergisinden zekatına kadar birçok
mükellefiyetim
olacak. Oysa şimdi
hiçbir mükellefiyet üstlenmeden burasını yaşıyorum.
Bu safiyane sözlerin
ne anlama geldiğini çok iyi anlayan Saffet hoca, hayret dolu bir şaşkınlık
içindeydi. Yıllardır kapandığı karanlık hücreden gün ışığına çıkarılan bir
mahkum gibi, duygularının ve düşüncelerinin kamaştığını hissetti. Fakat yine de
anlamadığı, anlayamadığı bazı durumlar vardı!.
Süleyman!. Burasını
aldığın zaman senin olur. Başkaları buraya girip, seni rahatsız edemezler.
Başkalarını buradan
niye engelleyeyim, buranın güzelliğini onlarla
niye paylaşmayım ki!.
Hem burası benim olduğu zaman
başkalarına karşı işim daha zorlaşır!.
Nasıl?
Çünkü o zaman ev
sahibi durumunda olup, birer misafir olan başkalarına hizmet etmem gerekecek.
Şimdi ise böyle bir mükellefiyetim yok. Çünkü buranın ev sahibi, hepimizin
Rabbi olan mülk Sahibi.
Doğru söylüyorsun.
Peki burasını başkası
aldığı zaman ne yapacaksın?
Dünya çok geniş Saffet
hocam. Daha yukanlara yani başkasının, başkalannın almadığı yerlere giderim!.
Saffet hoca düşünceli
bir şekilde başını salladı. Tapusuz Süleyman'a, tapunun önemiyle ilgili ne
söyleyeceğini şaşırmıştı!. Hafifçe gülümseyerek "Anladım" dedikten
sonra ilave etti.,
Yani hiçbir yeri almaya
niyetin yok!.
Tabi ki yok. Niye
alayım ki?
Meseleye bir diğer
boyuttan yaklaşmayı deneyen Saffet hoca "Sıkışınca satarak
rahatlarsın!." dedi.
Süleyman düşünceli
bir şekilde başını
salladıktan sonra "Sıkışınca satarak rahatlamak İçin, rahatken almak
için sıkışmam mı gerekli!." diye sordu,
Bu soruya
ne cevap vereceğini bilemeyen Saffet hoca, kendisini sağlıklı bir insana
antibiyotik vermeye çalışan bir doktora benzetti. Antibiyotik, hastalar için
gerekli olabilirdi. Ancak karşısındaki bu insan, halk tabiriyle turp gibiydi.
Bu insana hastalık endişesi ile antibiyotik vermeye kalkışmanın ne anlamı vardı
ki!. Tapusuz Süleyman hiç kuşkusuz ki dünyaya ve dünya malına sadece kendi penceresinden bakıyordu.
Fakat bu pencerenin
camlan, dünya malını olduğu gibi gösteren normal camlar olmalıydı. Oysa
diğer insanların pencerelerinde bulunan camlar, dünya malını olduğundan büyük
ve cazip gösteren renkli mercekler gibiydi.
Tapusuz Süleyman ile
diğer insanlar arasındaki fark,
herhalde bundan kaynaklanıyordu.
Saffet hocam, şu akıp
gitmekte olan suyu görüyor musun?
Süleyman'ın bu
sorusuyla düşüncelerinden uzaklaşan Saffet hoca, kısa bir süre suya baktıktan sonra
"Evet" dedi.
Şimdi ırmak yatağında
akıp-gitmekte olan şu su, akıp gittiği ırmak yatağının tapusunu almak istese
ona ne dersin?
Ne denir ki, sadece
gülünür!." cevabını veren Saffet hoca, Süleyman'ın nereye varmak
istediğini gayet iyi anlayarak devam etti.,
Tabi ki bizler de bu
dünyadan akıp gitmekte olan şu su gibiyiz!, Bı; suyun akıp gittiği ırmak
yatağının tapusunu almak istemesi ne kadar gülünç ise, dünyada bir saatlik
Ömrü olan insanların da çok kısa bir süre yaşayacakları yerlerin tapusunu
almak istemeleri de o kadar
gülünçtür. Öyle değil
mi Süieyman?
Süleyman gülümseyerek
"Evet, öyle" dedikten sonra ilave etti.,
Fakat bunu kimseye
söylemeyin!.
Niye?
Çünkü size de şey
diyebilirler!.
Ne diyebilirler?
Tapusuz Saffet
hoca"
Süleyman'ın çekine
çekine söylediği bu sözler üzerine gülümseyen Saffet hoca "Hiç önemli
değil" dedikten sonra sordu.,
Sana tapusuz
denilmesi, seni üzüyor mu?
Yoo, hoşuma bile
gidiyor!. Hem ahirette mal mülk hesabı
sorulurken, herkes sahip
olduğu malın mülkün hesabını vermeye çalışırken, bana
"Hey tapusuz, sen geç" derlerse, daha çok hoşuma gidecek!.
Saffer hoca Süleyman'ı
çok iyi anlamasına rağmen bu konuşmanın devam etmesini istiyordu. Çünkü Süleyman'ı
deştikçe ve onu konuşturdukça ortaya çıkan şeyler, Saffet hocanın çok hoşuna
giden, çok değerli şeyler oluyordu. Sanki çok verimli ve çok değerli bir maden
gibiydi bu Süleyman!. Üstündeki taşı toprağı kaldırınca önce gümüşle ve daha
sonra altınla karşılaşıyordu insan!.
Ve Saffet hocanın
hiçbir kuşkusu yoktu ki, kazmaya ve konuşmaya devam ederse elmastan çok daha
değerli şeylerle karşılaşabilecekti.
Süleyman!. Resulullah
(s.a.v.) "Ben bir ağacın gölgesinde bir saatlik mola veren bir yolcu
gibiyim" buyuruyor. Şimdi düşünüyorum da hiçbir akıllı insan, bir saatlik
molada kalacağı gölgenin tapusunu alabilmek için kendisini telef etmez!.
Bu yorumdan çok
hoşlanan Süleyman "Tabi etmez" dedikten sonra ilave etti.,
Bana göre, insanoğlu
yaşayabildiği yerlerin sahibidir. Çok kısa olan dünya hayatında, hiç gidip
görmediğin ve üzerinde yaşayamadığın binlerce dönüm arazinin tapusu senin
üzerine olsa ya da olmasa ne fark eder!.
Saffet hoca bu güzel
sözden çok şey anlamasına rağmen "Nasıl yani?" diyerek, Süleyman'ın
meseleyi daha çok açmasını istedi.
Mesela Osmanlı
padişahlarını ele alalım. Padişahlık sınırlan
üç kıtaya yayılmasına
rağmen bu padişahların
yaşadıkları yer Topkapı sarayı ve etrafındaki arazi!. Oysa birer gezgin
oldukları söylenen Evliya Çelebi gibi insanlar, milyonlarca dönüm araziyi
gezerek, buraların güzelliğini seyrederek, buralarda oturup, buraların havasını
teneffüs ederek, gerçek anlamda bu dünyayı bir padişahtan çok daha fazla
yaşayan, yaşayabilen insanlardır. Osmanlı padişahları yaşayamadıkları yerlerin
sorumluluğunu yüklenirlerken, bu gezginler sorumlu olmadıkları yerleri
yaşamışlardır. Öyle değil mi?
Süleyman'a hemen cevap
veremedi Saffet hoca. Çünkü bu konuşmalar ile bir başka aleme yükselmiş ve bu
dünya hayatına bir başka alemden bakıyor gibiydi'.. "İnsanoğlu,
yaşayabildiği yerlerin sahibidir" diyen Süleyman'ın bu bakış açısı,
kaynaktan fışkıran bir su kadar temiz ve
doğal gözüken bir
bakış açışıydı. Bir insanın güzel bir ormanı gezip-dolaşarak yaşaması ile bu
ormana sahip olması arasında ne fark olabilirdi ki!. Ormanı satın almadan da
bu ormanı görmesi, bu ormanı gezmesi, bu ormanı yaşaması mümkündü!.
Fakat insanoğlunda
sahiplik dürtüsü, sahiplik hırsı vardı. Geçici bir süre de olsa "İşte bu
orman, İşte bu arazi Benim" diyerek diğer insanlardan farklı ve onlardan
üstün olduğunu göstermek istiyordu. Halbuki başkasının evinde otururken bile
kendilerinin kiracı olduklarını farkedebilen bu insanlar, ne gariptir ki
Allah'ın mülkünde kendilerini evsahibi veya mülk sahibi olarak görebiliyordu!.
Çünkü ellerinde ve gönüllerinde resmi damgalı bir kağıt parçası vardı!.
Oysa tapusuna sahip
olduğu bu mülkler, sadece ve sadece devre mülktü!. Bir sezonluk devre mülk ile
kısa bir ömürlük devre mülk arasında ne fark vardı ki!. Söz konusu kağıt
parçasını göstererek "Bu mülk benimdir, işte tapusu, işte tapusu.."
diye ne kadar feryat ederse etsin, "Almanya'dan oğlum gelecek!."
mazeretine bile gerek duymayan mülk Sahibi "Haydi çık" diyecek ve bu
emri verdiği an oradan hemen çıkmış olacaktır.
Bu düşüncelerle
Süleyman'ın yüzüne ve onun anlamlı gözlerine bakan Saffet hoca, yakından
tanımadığı Hasan amcayı yani Süleyman'ın babasını merak ederek sordu.,
Baban nasıldı
Süleyman?
Bu sorunun hangi
manada sorulduğunu çok iyi anlayan Süleyman, gülümseyerek "O tapuluydu
Saffet hoca!." dedi,
Onu biliyorum da,
dünyaya yani dünya malına karşı nasıldı?
Hırslıydı, çok hırslı
bir İnsandı!.
Saffet hoca, kendi
babasının da böyle olduğunu düşündü. Uzun yıllar ticaret için oradan oraya
koşuşturan ve çoğu kez evden ayrı kalan babası, bu çılgın mücadeleyi altmışiki
yaşına kadar sürdürmüştü. Daha sonra ise "Artık iflas ettim" diyerek
işi bırakmış ve boş vakitlerini Saffet hocanın dükkanında geçirmeye başlamıştı.
Dükkanın depo bölümüne
özenle yerleştirdiği dâri koltuğun üzerine oturur ve her fırsatta oğluna
ticaretle ilgili nasihatlerde bulunurdu. Bu nasihatleri dinleyen Saffet hocanın
"Madem ticareti iyi biliyordun, o halde nasıl iflas ettin?" sorusu
dilinin ucuna gelse dahi bunu söylemez, babasını üzmek istemezdi.
Saffet hoca!. Yeşil
cami imamı Refik hocayı tanır miydin?
Evet.
O babamı yakından
tanıyan insanlardan biriydi. Bir-gün babamla birlikte tarlada çalışırken,
eşeğine binmiş bir şekilde bizim tarlanın yanından geçiyordu. Eşeğini durdurup
bir süre bizi seyretti. Babam kendisini görmediği için, hırs dolu bir
acelecilikle güneşin altında çalışmaya devam ediyordu. Ben de bir taraftan
çalışıyor, diğer taraftan bizi seyreden Refik hocaya bakıyordum.
Babana niye haber
vermedin?
Süleyman omuzlarını
hafifçe kaldırarak "Bilmiyorum, herhalde babamdan çekmiyordum!."
dedikten sonra devam etti.,
Daha sonra Refik
hocayı farkeden babam, onu karpuz yemeye davet etti. Babama ve bana bakarak bu daveti kısa bir
süre düşünen Refik hoca "Geieyim de biraz dinlenin" diyerek eşeğinden
indi.
Refik hocanın bu sözü
benim çok hoşuma gitmişti. Çünkü babam da, ben de kan ter içindeydik. Ağacın
altında karpuz yerken, Refik hoca "Senin tarlada çalışmanı seyrederken,
aklıma bir kıssa geldi. Onu sana anlatayım" diyerek, babama şu kıssayı
anlattı.
Yüzünde hafif bir
tebessüm beliren Süleyman, kıssayı anlatmaya başladı.,
Bir tavuk çiftliğinde
yan yana iki kümes ve her kümeste bir tavuk ile bir horoz varmış. Tavuklardan
birisi normal yumurtluyor ve yumurtası kırk kuruşa, diğeri ise büyük
yumurtluyor ve yumurtası kırkbeş kuruşa satılıyormuş. Büyük yumurtlayan tavuğun horozu, diğer
horoza karşı böbürlenerek "Benim tavuğun yumurtası seninkinin
yumurtasından daha büyük" diyormuş!. Diğer horoz İse oldukça kalendermiş.
Üzüldüğünü hissettiği tavuğuna dönerek "Hiç üzülme, beş kuruşluk fark için
yırtmaya değmez" demiş.
Kıssayı dikkatle
dinleyen Saffet hoca, horozun son sözünü duyduktan sonra dişlen gözükürcesine
gülmeye başladı. Ne güzel bir kıssa ve ne güzel bir cevaptı bu!. Sözlerine bir
süre ara veren Süleyman devam etti.,
Refik hoca babama bu
kıssayı anlattıktan sonra "Sana da aynı sözü söylemek İstiyorum Hasan. Beş
kuruşluk fark için bilmem nereni yırtmana gerek yok. Önemli olan helalinden ve
yeterince kazanabilmen, çoluk çocuğunla huzur içinde yiyebilmendir" dedi.
Güzel söylemiş!.
Güzel söyledi ama
babamın anladığını sanmıyorum.
Neden
Çünkü hiç değişmedi!.
Saffet hoca
Süleyman'ın gözlerine bakarak "Ama sen anlamışsın" dedi.
Anlamaz olur
muyum!. Tabi ki anladım ve hiç unutmadım
bu kıssayı. Köydeki bütün erkeklere de anlattığımı sanıyorum.
Rüstem ağaya da
anlattın mı?
Süleyman hafifçe
gülümseyerek "Anlattım" dedi.
Peki ne dedi?
Kıssayı dinledikten
sonra kahvedekilere bakarak bir süre güldü. Daha sonra alaycı bir sesle
"Süleyman benim yumurtanın
zaten büyük olduğunu
biliyorsun!. Bu durumda ne
yapmam lazım?" dedi!.
Süleyman'ın sustuğunu
gören Saffet hoca, ciddi bir merak içinde "Sen ne cevap verdin?" diye
sordu.
Kahvede herkes bizi
dinlediği için onun kulağına eğilerek "Ya yumurtayı küçültecen, ya oranı
büyütecen" dedim.
Rüstem ağanın bu
cevaptan hiç hoşlanmayacağını düşünen Saffet hoca, gülümseyen bir yüzle
"Kızdı mı?" diye sordu.
Bilmiyorum. Kızdıysa
bile bunu etraftakilere belli etmek istememiştir.
Doğrudur"
dedikten sonra yine sordu Saffet hoca.,
Babandan kalan
tarlaların hepsini mi sattın?
Evet, sattım.
Bir kısmıyla babamın biraz borcu vardı onları kapattım.
Geri kalanını?
Babamın namına tasadduk
ettim.
Saffet hoca başını
hafifçe sallıyarak "Allah kabul etsin" dedi. Süleyman'ın dünyaya ve
dünya malına bakışını çok iyi anlamasına rağmen, böyle bir dünya görüşünün yine
de itidalli bir orta nokta olmadığını düşündü. Fakat şunu da çok iyi anlamıştı
ki; dünya malı veya tapu meselesinde itidaİ bir nokta varsa, herkes bu itidal
noktanın binlerce adım önünde giderken,
tapusuz Süleyman sadece
bir adım gerisinde kalmıştı!.
Saffet hocanın köydeki
günleri, hiç beklemediği kadar güzel ve anlamlı geçiyordu. Gündüzleri yine
ırmak boyunca uzun uzun dolaşıyor, dünyaya yeni gelmiş yetişkin bir bebek
gibi, yaşadığı dünyanın gerçekliğini yeniden anlamaya, yeniden1 tanımlamaya
çalışıyordu. Sanki birçok yıllardan ve birçok yollardan, gözü kapalı bir
şekilde geçmişti. Şimdi o yılları ve o yollan tekrar düşünüyor, hangi yollarda
neden tökezlediğini çok daha iyi anlıya biliyordu.
Süleyman'dan çok
etkilenmişti Saffet hoca.
Onunla yaptığı her
konuşmadan sonra onu daha iyi anladığını ve daha çok sevdiğini hissediyordu.
Gerçekten özel, çok özel bir insandı bu tapusuz Süleyman!. Tevhid İçerikli
konuşmalara mülk boyutundan da yaklaşarak "Allah'tan başka İlah olmadığı
gibi, O'ndan başka Malik-ül mülk yani mülk sahibi de yoktur" diyordu.
Bütün insanları Allah'ın mülkünde, Allah'ın toprağında birer misafir gibi
görüyor ve "Bizler O'nun toprağında geçici bir misafiriz" dedikten
sonra gözlerini manalı manalı açarak "Fakat ne misafirlik!?" demeyi
de ihmal etmiyordu.
Doğru söylüyordu
Süleyman!.
Ev Sahibinden ve mülk
Sahibinden habersizdi bu misafirler!, Bu habersizlik içinde birbirleriyle
kıyasıya bir mücadeleye girişiyorlar ve geçici bir kiracı olduklarını unutuyorlardı.
Allah'ı ve Allah'ın hükümlerini dikkate almak, sınır tanımak istemeyen insan
nefsinin hiç hoşlanmadığı bir gerçeklikti. Doymak bilmeyen nefisler, hep
fazlasını, daha bir fazlasını istiyor ve bu doyumsuzluk içinde aç gözleri açık
bir şekilde geberip gidiyorlardı!.
Eskiden güneşi, ayı ve
yıldızlan büyük gören insanlar, gülünç bir sapıklık ile onlara tapıyorlar ve
Allah'a onlar ile eş koşuyorlardı. Günümüzde ise Allah'tan gafil insanların
büyük gördükleri yegane şey para ve parayı kazandıkları zaman kendileri idi.
Dolayısıyle paranın ve insanın iiahlaştınldığı böyle bir dönemde; Allah adına
reddedilmesi gereken putların, insanın kendisinde ve cüzdanında aranması
gerekiyordu. Parayı ve nefsini ilahlaştıran insanlar, kendilerini zelil eden
bir kulluk içinde telef oluyorlardı!. Tabi ki herkesin kendi tercihiydi bu ve
herkes sonuçlarına katlanmak şartıyla kendi tercihlerini yaşıyordu! .
Gündüzleri pınar
boyunca dolaşan Saffet hoca, geceleri ise iki-üç saat köy kahvesinde oturarak
eski tanıdıklanyla ve köyün gençleriyle sohbet ediyordu. Süleyman da
katılıyordu bu sohbetlere.
Gördüğü kadarıyla, köyün gençleri
çok seviyorlar ve çok ciddiye alıyorlardı tapusuz Süleyman'ı. Saffet hoca
kendilerine ilginç gelen bir söz söylese, önce Süleyman'a bakıyorlar ve onun bu
söze nasıl bir karşılık vereceğini merakla bekliyorlardı. Süleyman da bir
arkadaş gibi konuşuyordu onlarla.
Onların biraz saf ve
çocuksu gelen itirazlarını bile büyük
bir ciddiyetle dinliyor,
onların anlayamadıkları
hususları, anlayabilecekleri bir genişlikte
sabırla açıklıyordu. Konuşmalar
esnasında Alagaş'm kitablanndan bazı Örnekler verilmesi ise bu gençlerin
Alagaş'ı okuduklarım ve dikkate aldıklarını gösteriyordu. Bu kitablan köye
getiren ve gençler arasında dağıtan Süleyman ise, hiç görmediği Mehmed Alagaş'ı
çok seviyor gibiydi. Nitekim konuşmalar esnasında Saffet hocanın Alagaş'la
tanışık olduğunu Öğrenince, onun hakkında uzun uzun sorular sormuş ve onunla
çok tanışmak istediğini söylemişti. Süleyman'ın çocuksu içtenliğine ve
sevgi dolu gözlerine bakan Saffet
hoca "Süleyman sen Alagaş'tan daha güzel, gerçekten çok daha güzel
bir müslümansın" demek istemesine rağmen bundan vazgeçerek "Birkaç
hafta sonra bizim kitabevine gelecekmiş. İstersen gelebilir ve onunla
tanışabilirsin" demeyi tercih etti.
Onların köy
kahvesindeki bu konuşmalarını uzaktan izleyen Rüstem ağa ise hiçbir akşam
onların yanına gelmiyor, Saffet hocayı eskiden beri sevmesine rağmen yine de
gençlerle ve özellikle tapusuz Süleyman'la birlikte oturmak istemiyordu. Bu
durumu anlayan Saffet hoca, ara sıra gençlerin yanından ayrılarak Rüstem ağanın
yanına gidiyordu.
Saffet hocayı büyük
bir hürmetle karşılıyordu Rüstem ağa. Sanki onu yeni görmüş gibi "Ooo
Saffet hoca, buyur bakalım" diyerek, kahve üstüne kahve, çay üstüne çay
söylüyordu. Rüstem ağanın etrafındaki insanlar, sanki oturdukları sandalyeler
boşmuş gibi hiç konuşmuyorlar ve hiçbir söze girmiyorlardı. İlim meclislerinde
söz naşı! ki genel olarak ilim sahiplerinde ise, mal meclislerinde de söz hakkı
herhalde mal sahiplerinde oluyordu!. Çünkü sadece Rüstem ağa konuşuyor,
ötekiler ise arasıra "Ne kadar doğru bir söz!." anlamında başlarını
sallıyorlardı.
Ya Saffet hoca!. Bizim
tapusuzla çok konuşuyorsun. Bari bir faydası oluyor mu?
Rüstem ağanın damdan
düşer gibi sorduğu bu soru, Saffet hocanın biraz şaşırmasına neden olmuştu. Bu
şaşkınlık içinde cevap verdi.,
Ona faydası oluyor mu
bilmiyorum. Fakat ben kendisinden çok faydalanıyorum.
Biraz düşünen Rüstem
ağa "Ondan zaten herkes faydalanıyor. Cümle alem ona ibretle bakarak,
onun durumundan ders alıyor." dedi. Bu cevab karşısında gülümseyen Saffet
hoca, yine de bu cevaba şaşırmamıştı. Çünkü tapusuz Süleyman bunlardan çok
farklı ve bunlardan çok ayrı bir insandı.
Süleyman size hiç
benzemiyor değil mi?
Bu sözün bir hakaret
mi, yoksa bir iltifat mı olduğunu anlayamayan Rüstem ağa "Allah'a şükür
ne o bize benziyor, ne de biz ona benziyoruz" dedikten sonra ilave
etti.,
Ya Saffet hoca!, İnsan
insana muhtaçtır değil mi? Fakat bu bizim tapusuz, hiç kimseye muhtaç değil
gibi yaşıyor. Kimseye müdanesi yok!. Onu tanımayan, bizim keratayı Hazret-i
Sultan Süleyman sanır!.
Saffet hoca
gülümseyerek "Bunu ben de farkettim" dedikten sonra tapusuz
Süleyman'ı nasıl tanıyorsa, öylece tarif etti.,
Herkes bir yerlerin
sahibi iken, tapusuz Süleyman'ı yaşadığı heryerin sahibi gibi!.
Rüstem ağa yüksek bir
sesle "Deli işte!." dedikten sonra acaba duydu mu endişesiyle
Süleyman'ın gençlerle birlikte oturduğu masaya doğru baktı. Ve sesini hafif
kısarak konuşmasına devam etti.,
Geçenlerde ona
"Süleyman, yuvarlanan taş temel tutmaz. Ben seni başkalarının toprağında
yuvarlanan bir taş gibi görüyorum" dediğimde, bana bilgiç bilgiç bakarak
"Ben de seni, kendi toprağına dikilen bir mezar taşı gibi görüyorum."
dedi. Söyle Saffet hoca, böyle bir deliye ne denir?
Saffet hoca omuzlarını
kaldırarak "Ne denir ki!." dedi usulca. Aslında bu söz ile tapusuz
Süleyman'a değil, Rüstem ağaya ne diyeceğini şaşırmıştı!. Süleyman bu insanlan
anlayabilirdi ama, bu insanların Süleyman'ı anlayabilmesi çok zordu.
Süleyman yine de iyi
ve zararsız bir insan. Dünyaya değer vermeyen insandan, dünyadakilere bir zarar
gelmez.
Bak bu doğru!.. Kendi
malında gözü olmayan adamın, başkalarının malında ne gözü olsun ki!. Bu adama
dünyayı ver, yaprağına dokunmadan geri verir. Hem din konusunda da çok bilgilidir
haa!. Zaten gençlerle konuşmasına da bu yüzden karışmıyoruz. Gençlerimiz
dinlerini ondan, dünyalarını bizden öğrensinler.
Saffet hoca "Din
ile dünyayı birbirinden ayıramayız" diyerek, ikisi arasındaki ilişkiye
açıklık getirdi. Din ile dünyanın illa ki birbirini etkilediğini ve
etkileyeceğini belirterek "Önemli olan, dinin dünyayı etkilemesidir.
Dünyadan etkilenen bir din anlayışına değil, dinden etkilenen bir dünya
anlayışına muhtacız." dedi. Bu sözlerine değişik örnekler ile açıklık
getirmesine rağmen, Rüstem ağa ve yanındakile-rinin bu sözlerden ne anladığını
bir türlü kavrayamadı!. Çünkü aynı masada oturdukları halde, sanki onlara çok
uzaklardan sesleniyormuş gibi hissetti kendisini!.
Günler geçmiş,
Saffet hocanın dönme
vakti gelmişti. Hanımıyla yaptığı
telefon görüşmesinde de,
iyi olduklarını söyleyen hanımı ne zaman döneceğini sormuş
ve onu özlediklerini belirtmişti. Özlem ifade eden bu sözlere rağmen. Saffet
hoca hanımının ne durumda olduğunu ve nasıl bir karar verdiğini anlayamamıştı.
Hanımı hakkında hep iyi şeyler düşünmek istemesine karşın, bu iyimserliği
yeterince yaşayamıyor, yaşatamıyordu
içinde!. Çünkü hanımıyla evde yaptığı o son konuşmalar, unutulması zor
bir kabus gibi gözlerinin önüne geliyordu!,
"Rabbim hayra döndürsün, Rabbim hayırla karşılaştırsın"
duaları içinde, bu meseleyi fazlaca düşünmeden kapatmak istiyordu iç
dünyasında. Bir gün öncesinden köydekilere veda ettiğinden, saat ona doğru
küçük valizini alarak köyün güneyindeki ana yola doğru yürümeye başladı.
Amcasının oğlu sabah namazından sonra tarlaya giderken, saat ona doğru eve
gelerek onu arabayla anayola götüreceğini söylemesine rağmen buna
gerek olmadığını söylemişti. Çünkü anayol, köyden on dakikalık bir
yürüyüş mesafesindeydi. Bu yoldan geçen yolcu otobüslerinin hemen hemen hepsi
Saffet hocanın bulunduğu şehire uğradığından, anayolda fazlaca beklemeyeceğini
umuyordu. Zaten yolculuğu da, yaklaşık
üç saatlik kısa bir yolculuk olacaktı.
Anayolun bulunduğu
yamaca çıkarken, zeytinlikler içinde çalışmakta olan Rüstem ağayı gördü.
Elindeki tarha denilen küçük ve uzun baltayla, ağaçların diplerindeki yabani
fışkınları kesiyordu. Fakat yaşına göre oldukça hızlı ve hırslı çalışıyordu.
Patika yoldan kendisine seslenen Saffet hocayı duymasıyla çalışmasına ara
verdi. Yüzündeki ter, rüzgarla uçuşan toz toprakla karışmış olacak ki, suratı
ince ve yapışkan bir çamurla kaplanmış gibiydi.
Kolay gelsin Rüstem
ağa!.
Sağol, sağol Saffet
hoca. Gidiyorsun herhal!.
Evet, gidiyorum.
Biz de çalışıyoruz
işte!.
Saffet hoca, Rüstem
ağanın acınacak haline bakarak "Neden bir adam tutmuyorsun?" diye sordu.
Rüstem ağa elinin tersiyle yüzündeki çamuru silerek "Kendimin yapabileceği
bir işi, başkasına yaptırmam" dedikten sonra gülümseyerek devam etti
Bilirsin kurda neden
boynun kaim demişler de "Kendi İşimi, kendim yaparım" cevabını
vermiş. Hem işçiye vereceğim parayı, kendime veriyorum. Fena mı?
Saffet hoca kaşlarını
hafifçe kaldırıp "Sen bilirsin!. Haydi hoşçakai" dedikten sonra
"Güle güle" diyen Rüstem ağayı eliyle selamlıyarak yoluna devam etti.
Anayolun bulunduğu yamacın üstüne vardığında, dönüp tekrar köyüne baktı Saffet
hoca. Yeşillikler içindeki bu şirin köyün ne kadar güzel olduğu, bu noktadan
daha iyi görülebiliyordu.
Tapusuz Süleyman, bu
saatlerde köyün kuzeyinde kalan şu küçük ırmağın kenarında olmalıydı. Belki de
yine eline bir kitab almış ve bir ağacın gölgeli gövdesine yaslanarak kitab
okumaktaydı. Suyun ve kuşların sesini dinleyerek okuduklarını düşünüyor ve her
anladığı İlahi gerçekliğe şükrediyordu. Sonra ağız tadıyla yemeğini yiyor, buz
gibi akmakta olan sudan içiyor ve şarıl şarıl akmakta olan suda abdest alarak,
geçici bir cennet ortamında, ebedi bir cenneti kazanabilmek için namaz
kılıyordu. Dünyadaki tapusuz yerlerin tüm güzelliğini yudum yudum yaşayan
tapusuz Süleyman, tapusuz yerlerin tapusuz sahibi gibiydi!.
Diğer tarafta ise tapulu
mallarının ameleliğini yapan
Rüstem ağa vardı.
Güneşin altında kan ter içinde çalışan, yüzündeki çamurlu teri elinin tersiyle
silmeye çalışan Rüs-tem ağa!. Birisi "Bu mülk Allah'ın ve bizler Allah'ın
mülkünde birer misafiriz" diyerek ağaç gölgesinde huzurla ibadet
ederken; diğeri "Buralar benim ve benim olacak!." diyerek, güneşin
altında hırs ve tamah içinde çalışmaktaydı! .
Birbirinden ne kadar
ayrı ve birbirine ne kadar tezat iki örnekti bu!. İşin garip tarafı, insanların
ezici çoğunluğu dünyaya ve dünya malına Rüstem ağa gibi bakıyorlardı!, Birer
Rüstem veya Rüstem ağa olan bu ezici çoğunluk, hiç kuşkusuz ki böyle bir anlayışla
dünyanın altında ezilen bir çoğunluktu. Gelen otobüse,
böylesi düşünceler
içinde bindi Saffet hoca. Hareket eden otobüsün penceresinden son bir kez
köyüne bakarken, yine Rüstem ağayı ve tapusuz Süleyman'ı düşündü. Yüreğinden
yükselen "Acaba hangisinin yerinde olmak isterim?" sorusu, Saffet
hocanın gülümsemesine neden olmuştu. Çünkü Saffet hoca için cevabı kolay,
cevabı çok kolay bir soruydu bu!..
Saat iki civarında
şehre gelen Saffet hoca, mecbur ve ürkek adımlarla Önce eve-gitti. Köy günleri
boyunca içinde yeşertmeye çalıştığı umud, eve yaklaştıkça her nedense
kurumaya, küçülmeye başlamıştı. İç dünyası, yüzlerce endişeyle dalgalanan
karanlık bir deniz gibiydi!. Kınından çıkmış birer hançer gibi karanlıkta
ışıldayan "Acaba ne oldu, ne olacak?" sorulan, Saffet hocayı belli
belirsiz bir korkuyla ürperten sorular oluyordu. Çünkü kendisini zorlasa da
iyimser cevaplar bulamıyor, iyimser cevaplar veremiyordu bu sorulara!.
Ve bu korkuları doğru
çıktı Saffet hocanın!. Kendisini güleryüzle ve güzel elbiselerle karşılayan
hanımı, yarım saatlik bir yemek faslından sonra usul usul konuşmaya,
içindekilerin i dökmeye başlamıştı. Önce onu ne kadar sevdiğini ve özlediğini
belirtmiş, Saffet hocanın da kendisini özleyip-özlemed iğini sormuştu. Güzel
hanımına kısa bir süre bakan Saffet hoca "Özledim, tabi ki özledim"
demişti içtenlikle. Çünkü uzun yıllardır sevdiği ve severek birlikte olduğu
hanımını, gerçekten özlemişti.
Bu cevabı alan ve bu
cevabın ne kadar samimi olduğunu çok iyi anlayan Ayşe hanım, Saffet hocayı
sevgi damarından tuttuğunu hissederek "O halde bizi artık üzmezsin, bizi
üzecek bir şey yapmazsın öyle değil mi?" diye sordu.
Ben zaten sizi üzmek
istemedim!.
Bizi İsteyerek
üzmediğini ben de biliyorum" diyerek söze başlayan Ayşe hanım, meseleyi
gece bekçiliğine ve Meryem'in okul durumuna getirerek, yalvarır bir sesle bu
kararından vazgeçmesini istedi. Gece bekçiliğinden alınacak para ile
geçinemeyeceklerini, varlıktan sonra yokluğa dayanabilmenin ne kadar zor
olduğunu, okul meselesinde ise Meryem'in henüz küçük sayılabileceğini, nitekim
yakın çevrelerinde bulunan birçok
müslümanın Meryem'den daha büyük
kızlarını bile okula gönderdiklerini uzun uzun anlattı.
Hanımının bu sözlerini
sabırla dinleyen Saffet hoca "Bitti mi?" diye sorduktan sonra biraz
sert ve kesin bir üslupla şunları söyledi.,
Ayşe hanım!. Ben sizi
düşünmeniz için evde bırakmıştım. Fakat görüyorum ki siz bu dokuz gündür kendi
kararınızı düşüneceğiniz yerde, benim kararımın değişmesini beklemişsiniz.
Dokuz gün değil, dokuz yıl da bekleşeniz, benim bu kararım değişmez. Bunu
böyle bilerek, bana kendi kararınızı söyleyiniz.
Bu sözler üzerine
yüzündeki sevimlilik ifadesi kaybolan Ayşe hanım, bir şeyler söylemek için
kıpırdaşan dudaklarını zorla kapatarak ayağa kalktı ve sinirli bir şekilde
"Sen bizi hiç sevmiyorsun" dedikten sonra acele adımlarla mutfağa
doğru yürüdü.
Hiç cevap vermedi
Saffet hoca!. Yaklaşık beş dakika hanımının mutfaktan çıkmasını beklemesine
rağmen onun gelmediğini görünce, bu gergin ve sıkıntılı ortamdan kurtulmak
istercesine ayağa kalktı. Ve hüzünlü bir şekilde ayakkabılarını giyerek, nereye
gideceğini bilmez adımlarla evden dışarıya çıktı. Bir süre sokaklarda
dolaştı!.
Hiç kimseyi görmeden
ve hiç kimseye görünmek istemeden uzun uzun yürüdü. Aslında bir dosta, içini
açıp derdini paylaşabileceği bir dosta ne kadar da ihtiyacı vardı.
Fakat bu anlamda bir
dostu olmadığını biliyordu. Kendisi birçok müslümana yakın dost olduğu halde,
birçok müslüman kendisine böylesi bir yakınlıkta dost olamamıştı. Çünkü o
birçok müslümanı anlamasına rağmen, birçok müslüman kendisini anlamamış ya da
anlayamamıştı. Dolayısıyle başkalarının derdini paylaşan ancak kendi derdini
başkalarıyla paylaşamayan bir yalnızlığı, bir garipliği yaşıyordu bu şehirde!.
Saffet hocam
gelsenize.,
Şaşırmasına neden olan
bu ses, yanında duraksayan bir arabadan gelmişti. Hafif eğilerek arabanın içine
bakan Saffet hoca, kendisine seslenen bu adamın Ömer'in babası olduğunu gördü.
Kısa bir süre konuştular. Ömer'in babası mutluluk dolu bir yüzle oğullarının
artık yanlarına geldiğini ve bir haftadır kendi işinde çalışmakta olduğunu
söyleyerek "Onun yanına gidiyorum, buyrun siz de gelin" dedi.
Arabaya binmemek için ne söylemesi gerektiğini düşünen fakat hiçbir şey
söyieyemeyen Saffet hoca, şaşkınca bir suskunluk içinde arabaya bindi.
Yol boyunca Ömer'deki
değişikliği anlatan babası, araba kırmızı ışıkta durduğu bir an Saffet hocaya
dönerek ve elini onun elinin üstüne koyarak "Size teşekkür ederim, herşey
için teşekkür ederim" dedi. Önce bunun nedenini anlayamayan fakat daha
sonra Ömer'in kendisiyle ilgili olarak babasına bazı şeyler söylediğini
hisseden Saffet hoca "Her hayır Allah'tandır, Allah'a şükretmemiz
gerekir" diyerek meseleyi kapattı. Ancak yine de Ömer'in babasına neyi ne
kadar anlattığını merak etti. Ömer şayet babasına yangının iç yüzünü
anlatmışsa, onunla konuşmamaya ve tüm ilişkilerini kesmeye kararlıydı.
Dükkanınız için
üzüldüm. Ne diyelim,
hepsi Allah'tan!. Yapabileceğimiz bir şey varsa, ne olur söyleyin.
Bu sözler Saffet
hocanın biraz rahatlamasına neden olmuştu. Demek ki Ömer, söylenmemesi gereken
şeyleri hiç söylememişti babasına. Başını hafifçe sallıyarak "Teşekkür
ederim" dedikten sonra ilave etti.,
Dediğiniz gibi her şey
Allah'tan ve Allah'tan gelen her şeyde hayır vardır.
Kısa sürede
Ömer'in çalıştığı yazıhaneye
geldiler. Pahalı
mobilyalarla döşenmiş olan
bu büro oldukça genişti. Saffet hocayı karşısında
gören Ömer önce şaşırmış fakat kısa sürede kendisini toparlayarak büyük bir
hürmetle içeriye buyur etmişti. Saffet hocayla babası misafir koltuklarına
oturduktan sonra, duvar kenarındaki küçük tabureyi alarak yanlarına oturdu.
Oğlunu masanın arkasındaki
geniş koltukta görmek isteyen babası "Oğlum sen yerine otursaydın"
demesine rağmen, Ömer "Böyle daha iyi baba" diyerek yerinden
kalkmadı. Çünkü dükkanını yakarak mahzun ve muhtaç bir duruma getirdiği Saffet
hocayı görmemezlikten gelerek o koltuğa oturmak ve o koltuğun arkasına
yaslanarak Saffet hocaya bakmak, Ömer'in düşünmek bile istemediği çok çirkin
bir durumdu.
Bir süre hep birlikte
oturarak sohbet ettiler. İşle ilgili konuşmalarda Ömer'e ne kadar çok
güvendiğini söyleyen babası, oğluyla birlikte bu işleri hızla
buyütebileceklerinden bahsetti. Ömer ise kendisiyle ve İşle ilgili umud dolu
sözler söyleyen babasından ziyade Saffet hocaya bakıyor, onun bakışlarında
kendisi hakkında ne düşündüğünü görmek istiyordu. Fakat Saffet hocanın
gözlerinde, gizlenmek isteyen derin bir hüzün ve sıkıntıdan başka bir şey
göremiyordu.
On onbeş dakika sonra
üst kattaki diğer büroya çıkmak isteyen babası yanlarından ayrılınca, Ömer hiç
beklemeden sordu.,
Hocam bir sıkıntınız
var gibi!.
Saffet hoca bu soru
üzerine bir süre Ömer'in gözlerine baktı. Yangından bu yana yaşadıklarını
düşününce, dilinin ucuna gelen "Ulan Ömer!. Dükkanı yakmakla beni hem
malımdan, hem de kanından ettin!.1' cümlesine gizli bir tebessüm ile gülümsedi.
Daha sonra kendisini toparlayarak "İyiyim Ömer!. Merak edilecek bir şey
yok" dedi!.
İş durumu ne oldu?
Ramazanın inşaatında
gece bekçiliğine başlayaca-
Bu cevap üzerine yüzü
kızaran, on-onbeş saniye ne diyeceğini bilemeden dudaklarını açıp-kapayan Ömer,
gözleri dolu bir şekilde "Saffet hocam, şayet kabul ederseniz"
deyince, elini kaldıran Saffet hoca "Ömer, hiçbir şey söylemene gerek
yok" diyerek onu susturdu ve ilave etti.,
Çünkü hiçbir problem
yok. Bu benim istediğim bir iş ve kendi istediğim bu işte çalışacağım.
Aklından yüzlerce
teklif, yüzlerce Öneri geçen Ömer, ne diyeceğini bilmez bir şekilde susmak
zorunda hissetti kendisini. Çünkü ciddi ve kesin bir üslupla kendisine hiçbir
açık kapı bırakmayan Saffet hoca, bu meselenin daha fazla konuşulmasını hiç
istemiyordu. - Söyle Ömer, sen nasılsın?
Zihnindeki
karmakarışık düşüncelerden sıyrılan Ömer, hafifçe gülümseyerek
"Elhamdülillah iyiyim" cevabını verdi. Son bir haftadır kendisini
gerçekten iyi, çok iyi hissediyordu Ömer, Tabi ki bunun önemli bir nedeni
vardı. Ömer şimdiye kadar hiç kimseyle paylaşmadığı bu gizli nedeni, kısa bir
süre düşündükten sonra Saffet hocayla paylaşmaya, karar verdi.
Hocam, benim
yurtdışında bir cepheye gittiğimi ve orada dört ay kaldığımı biliyor musunuz?
Biliyorum Ömer.
Fakat orada ne
yaptığını ve neden döndüğünü
bilmiyorum!.
Ben de size aramızda
kalması kaydıyla bunu anlatmak istiyorum.
Bu durumun gizli bir
nedeni olabileceğini hisseden Saffet hoca "Ömer, istersen bana da
anlatmayabilirsin" dedi. Çünkü gizlenmesi gereken şeylerin, kendisine dahi
anlatılmasından hoşlanmıyordu.
Yok. size anlatmak
istiyorum" diyen Ömer devam etti.,
Oraya gittiğimizde ilk
üç ay cephe gerisinde silahlı eğitim aldık. Daha sonra ise cepheye gittik.
Zaten ne olduysa, o cephede oldu!. Yakın taarruz için düşman cephesine yaklaştığımız
bir ^ece, ben karşı tarafa diğer arkadaşlardan daha fazla yaklaşmıştım. Sabaha
karşı teyemmümle abdest alıp, namazlarımızı kıldıktan sonra harekete
geçtik. Hava yeni
yeni ağarmaya başlamıştı.
Elimdeki silahla hızla ilerleyip, önümdeki büyük ve geniş kayanın
arkasına dolanınca, genç bir düşman askeriyle karşılaştım. Nöbetçi miydi, yoksa
bir başka nedenle mi oradaydı bilmiyorum. Biraz' dikkat edince, onaltı-onyedi
yaşlarında genç bir delikanlı olduğunu farkettim. Beni bir anda karşısında görünce,
korkudan donakalmış gibiydi. Çok kısa bir süre birbirimizin gözlerine baktık.
Saffet hocam, ben şimdiye kadar hiç kimsenin gözünde Öyle bir korku görmedim.
Çocuksu bir yüz ve korku dolu gözlerle öylece bana bakıyordu. Sanki bir oyun
oynuyorduk da, haykıran bakışlarıyla
"Abi bu oyun
bitsin, artık oynamayalım!. Der gibiydi!.
Sen ne yaptın?
Ben de kısa bir süre
ne yapacağımı şaşırmıştım. Fakat karşımdaki gencin bir ara elindeki silaha
bakıp, o silahı doğrultmaya çalıştığını farkedince, ani bir refleksle silahımı
doğrultarak iki el ateş ettim. Sabahın sessizliğini yırtan, ilk silah
sesleriydi bu!. Daha sonra arka arkaya patlayan silah sesleri, korkunç bir
homurtu içinde birbirine karışmaya başladı.
Bakışları hüzünlenen
Ömer, kısa bir süre sustuktan sonra devam etti.
Onun yanından
aynlamadım Saffet hoca. Uzun süre can çekişirken, acı dolu gözleriyle öylece
bana bakıyordu. Bu bakışlarda bir kızgınlık, bir öfke, bir nefret olsaydı, hiç
kuşkusuz ki kendimi daha iyi hissedecektim. Fakat böyle bir şey yoktu
gözlerinde. Sadece bir acı, bir şaşkınlık ve neyle karşılaşacağını merak eden
bir hayret vardı gözlerinde!. Ve ben bu gözleri, bu bakışları hiç unutamadım.
Uyumak için gözümü her kapattığımda, kapanan gözlerimin karşısında bu gözler
açılıveriyordu!. Birkaç hafta gözümü kapatmamak, uyumamak için mücadele ettim
kendi kendimle. Uyuyabildiğim geceler ise tüm rüyalarımı bu genç delikanlı
dolduruyordu.
Bu olaydan sonra
cepheden döndün herhalde!.
Döndüm ama yine
değişen bir(,şey olmadı. Yaklaşık iki yıldır rüyamda onu görmediğim bir gece
olmuyordu. Karşıma geçerek hiçbir şey söylemeden öylece bana bakıyor ve ona
her yaklaşmak istediğimde hiç adım atmadan benden uzaklaşıyordu!. Daha sonra
rüyamda konuşmaya başladım bu gençle. Allah ve İslam ile ilgili bildiğim her
gerçeği kendisine söylediğimde, tebessüm
ederek başını sallıyordu. Onun söylediğim
her gerçeği kabullenmesi, uyandıktan sonra beni daha çok
üzüyordu. Söylediklerime karşı çıksa, söylediklerimi kabul etmese sanki daha
rahat hissedecektim kendimi!.
"Neden?"
diye sormadı Saffet hoca. Ömer'in ruh halini çok İyi anlamıştı. Rüyasındaki
genç İlahi gerçekleri kabul etmese, belki de bir kafiri, bir müşriği öldürmenin
rahatlığını hissetmeye çalışacaktı iç dünyasında!. Merhamet dolu gözlerle
Ömer'e bakarak "Yaşanması zor bir imtihan" dedi kendi kendine. Sonra
onu biraz rahatlatmak istercesine "Ömer, bunda senin bir suçun yok!."
dedikten sonra ilave etti.,
Düşman saflarında yer
alan gencecik bir müslümanı dahi öldürsen, İslam'a göre mazur sayılabilirsin.
Hangi sebeble savaşa katıldığını bilmediğin o gencin durumuna üzüldüğünü
biliyorum. Ancak senin durumunda kim olsa, aynı şeyi yapardı.
Ömer dudaklarını
kapatıp, kaşlarını kaldırdıktan sonra başını hafifçe iki yana sallıyarak
"Bilmiyorum" dedi,
Peki sonra ne oldu
Ömer?
Bu soru ile Ömer'in
yüz şekli bir anda değişiverdi. Yüzündeki hüzün gitmiş, yüzü aniden
aydınlanıvermişti sanki!.
Anne babamla barışıp,
evde kaldığım ilk gece, yine aynı rüyayı gördüm, Bu genç karşımda durup Öylece
bana bakarken tebessüm etmeye başladı. Fakat bana tebessüm eden yüzü, yavaş
yavaş babamın yüzüne dönüşüyordu!. Hayret içinde o yüzün, babamın yüzüne
dönüşmesini seyrettim. Nedenini bilmediğim bir sevinç içindeydim. Ona
yaklaşmak, onu kucaklamak istememe rağmen, yine uzak-laşıverecek korkusuyla ona
hiç yaklaşmıyordum. Sonra hiç beklemediğim bir şey oldu ve bana kendisi
yaklaşmaya başladı. Benim yanıma gelip, bana sarılınca, ben de sarılı verdinı
ona. Sonra ağlamaya, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Hıçkırıklar
içinde ağlarken, o
güne kadar benimle hiç
konuşmayan bu delikanlı, beni daha çok sıkarak "Her şey Allah için, her
şey Allah için.' demeye başladı. Ve bu sözlerle uyandım Saffet hoca. O günden
sonra da, onu hiç görmedim rüyamda!.
Saffet hoca'nm gözleri
yaşarmıştı. Rahmetle yaşaran gözleriyle Ömer'e bakarak "Doğru söylemiş,
O'nun nzasına uygun olan herşey Allah için" dedi. Ve kısa bir süre daha
oturduktan sonra müsaade isteyerek kalktı. Ömer ise onu bırakmak istemiyordu.
Israrlarının fayda vermeyeceğini anlayınca, binanın çıkış kapısına kadar
refakat etti Saffet hocaya. Kapıya geldiklerinde "Hocam, gördüğünüz gibi
çalışmaya başladım. Bana söylemek istediğiniz bir şey var mı?" diye sordu.
Ömer'in yüzüne kısa
bir süre bakan Saffet hoca "Baban, işi genişletmekten söz etti. Sakin ve
itidalli olmanı isterim" dedikten sonra ondan ayrıldı. Sonra aklına yeni
bir şey gelmiş gibi duraksadıktan sonra dönüp Ömer'e baktı. Ömer de acaba ne
söyleyecek merakıyla yaklaşmıştı kendisine. Saffet hoca kendisine yaklaşan
Ömer'in kulağına eğilerek kısık bir sesle şunları fısıldadı.,
Dikkat et Ömer, benzin
bidonu artık bende!. İnşaal-lah o bidonu kullanmak zorunda kalmam!.
ava karardıktan sonra
eve gelen Saffet hoca, hanımının evde olmadığını gördü. Böyle bir şeyi beklemesine
rağmen yine de şaşırdığını hissetti. Bu şaşkınlık içinde ağır adımlarla evi
dolaştı. Filmlerde olduğu gibi bir not, bir mektup yoktu görünürlerde!. Hanımı
gitmeden önce üç tencere dolusu yemek pişirmiş ve geniş bir tabağa da salata
yapmıştı. Fakat hiçbir şey yiyebilecek durumda olmadığı için yemeklerin hepsini
buzdolabına koyduktan sonra salona geçti.
Ev boştu,
boşalıvermişti sanki!.
Oturduğu yerden
etrafındaki bu derin boşluğa bakan Saffet hoca, ağaçsız bir ormanda gibi
hissediyordu kendisini!. Uzun süre pek bir şey düşünmeden ve düşünmek istemeden
boş gözlerle etrafına bakındı. Öğrencilik ve öğretmenlik yıllarında uzun süre
yalnız kalmasına ve yalnızlığa alışık olmasına rağmen, hayatında sanki ilk kez
yalnız kalmış gibiydi!.
Önceki yalnızlıklarına
hiç benzemiyordu bu!. Yalnız kalmaktan ziyade yarım kaldığını hissediyor, yarım
kaldığını düşünüyordu. Hayatına renk, hayatına anlam veren diğer yarısı gitmiş,
diğer yansı yitmiş gibiydi. Yüreğinin sevdayla dağlanmış derin boşluğunda
karısını çok, her şeye rağmen gerçekten çok sevdiğini bir kez daha anladı.
İşin garip tarafı, kendisini
terkeden Ayşe hanıma karşı bir öfke, bir kırgınlık yoktu içinde!. Uzun
yıllardır sevdiği, alıştığı, hayatı birlikte yaşadığı hanımına karşı sadece
derin bir hüzün ve acıma duygusu hissediyordu yüreğinde!. Çünkü cahili
toplumdan ve toplumun cahili yaklaşımlarından etkilenen hanımı, Saffet hocayı
anlamamış, anlayamamıştı.
Belki de suç bende
diye düşündü kendi kendine. Belki de kendisini yeterince anlatmamış,
anlatamamıştı hanımına'.. Fakat her şeye rağmen gitmemeli, evini
terket-memeliydi hanımı.
Sevgili kızcağızı
Meryem'i düşününce, kalbinin en orta yerinde alevleniveren bir ateşin, ansızın
bütün vücuduna yayılıverdiğini hissetti. "Vah kızım, vah
kızcağızım!." diye bir İnilti yükseldi yüreğinden!. İki taraf bir yana
çekilerek ayrılabilir, her şeye rağmen ayrılabilirlerdi ama bu ayrılık
boşluğunda yaşamaya mahkum olan, anne babalarına ilişkin
duygulan, düşünceleri, hayalleri
acımasızca ikiye ayrılan çocuklar ne yapacak, nasıl dayanacaklardı bu
duruma!. "Ah Meryem, Meryemcik" dedi yine kendi kendine.
Bu arada telefon
çaldı!.
Kayınpederi arıyordu.
Saffet hocanın halini hatınnı sorduktan sonra Ayşe ile Meryem'in kendi
yanlarında olduğunu, merak edilecek bir durum olmadığını söylemişti. Kısaca
"Tamam" diyen Saffet hoca, sıkıntılı bir şekilde telefonu kapattı.
Kayınpederinin bu
sözleri çok anlamsızdı. Hiçbir şey olmamış gibi "Merak edilecek bir durum
yok" demek de neyin nesiydi!. Müslüman olduğunu iddia eden kızı, İslam'a
göre geçerli bir neden olmadan kocasının evinden ayrılmıştı!. Böyle bir
durumda yıllar önce hacı olan kayınpederinin damadıyla konuşması, kızına
nasihat etmesi ve onu acilen kocasının yanma göndermesi gerekmez miydi!.
Acı bir tebessümle
"Adam sendfe" dedi kendi kendine.
Çünkü ondan bu
davranışı beklemek, suyun yokuş yukarı akmasını beklemek gibiydi!. Ayrıca
hanımından da çok çekinirdi kayınpederi!. Hanımının arasira izin verdiği bazı
ortamlarda "Ben şöyle adamım, ben böyle adamım" diye kükreyerek
kendisini tatmin etmeye çalışmasına rağmen, göz ucuyla yine de hanımına bakar
ve kendisine verilen desturun hangi noktaya kadar olduğunu anlamak İsterdi!.
Hanımından gerçekten korkan hacının yüreği, birçok bacının yüreğinden daha
küçüktü!.
Abdest alıp, namazını
kılan Saffet hoca, Kuran okumanın kendisini rahatlatacağını düşünerek odasına
gitti. Kütüphanesinden Kur'an-ı Kerim'i
aiacağı sırada, küçük bir fındık faresinin rafların altından fırlayarak babasının
koltuğuna tırmandığını ve koltuğun yanık yerinden içeriye giriverdiğini gördü.
Küçüklüğünden beri farelerden tiksinen Saffet hocanın, içi bir anda buz gibi
olmuştu. Üç yıl önce de bu odada bir fındık faresi yakalamış ve onu
öldüremeyeceğini anlayınca pencereden dışarıya atıvermişti.
Şimdi ise tutmak bile
istemiyordu bu hayvanı. Ancak fare koltuğun İçindeyken, bu odada
uyuyamayacağını da biliyordu. Ne yapayım düşüncesi içinde koltuğu sokak
kapısının yanına götürmeye ve orada fareyi çıkarıp, sokağa doğru kovalamaya
karar verdi.
Koltuğu sürükleyerek
kapının yanına getirdikten sonra, mutfaktan büyük ızgara çatalını alarak yanık
yeri eşelemeye başladı. Bir avuç kadar pamuk çıkarmasına rağmen fare
görünürlerde yoktu. Acaba koltuğun içinde yuva mı yaptı ve yavruları mı var
düşüncesiyle, koltuğun altını tamamen açmak istedi. Koltuğu yan yatırarak zımbalan
birer birer söktükten sonra koltuğun altındaki kalın astarı asılarak çıkardı.
İşte o anda küçük fare dışarı fırlamış ve yolu biliyormuş gibi sokak
kapısından dışarıya doğru kaçıvermişti.
Kaçan fındık faresine
gülümseyerek "Aferin, doğru istikamete gittin" diyen Saffet hoca,
acaba başka var mı endişesiyle koltuğun altına eğildi. Birbirine yapışan
pamuklan elindeki çatalla yere indirince, koltuğun tam orta yerinde büyükçe bir
teneke kutunun olduğunu farketti.
Neydi, neyin nesiydi
bu teneke kutu!..
Salonun orta yerinde
hareketsiz bir şekilde oturmakta olan Saffet hoca, yaklaşık on dakikadır
teneke kutunun içinden çıkan altınlara ve tapulara bakıyordu!.
Teneke kutunun içinden
çıkan yüzlerce altın ve dört ayrı tapu, iki yıl önce ölen babasına aitti. Çünkü
dört ayrı arsaya ait bu tapuların hepsinde babasının ismi vardı. Şehrin
değerli semtlerinde bulunan bu geniş arsaları, babası ne zaman almıştı ki!. Bu
merakla tapulardaki tarihlere bakınca, tapulardan birinin anasının hastanede
yattığı yıllarda alındığını farketti.
Anacığı uzun süre
hastanede yatarken, işleri pek iyi olmamasına rağmen bütün hastane ve ilaç
masraflarını, ailenin tek evladı olan Saffet hoca karşılamıştı. Kendisi
hastane masrafları için eşten dosttan borç alırken; "Oğlum, pek param
yok!." diyen babası, olmayan parasıyla bu yerleri almıştı anlaşılan!.
Sıkılmış dişlerini açarak "Hasbunallahuvenimelvekil" derken, ölmüş
olan babasına kızması mı, yoksa acıması mı gerektiğini bilemedi!. Yine de
acıdığını hissediyordu!. Çünkü altmışiki yaşına kadar oradan oraya koşuşturan
ve ömrü yollarda geçen babası, gerçekten acınacak bir hayat yaşamıştı!. Bir
insan böyle bir hayatı kendi dışındaki bir kişinin emirleri doğrultusunda
yaşasa, kendisini böylesine acımasız bir şekilde kullanan o kişi hakkında
"Gerçekten çok zalim, çok merhametsiz bir insan" diyerek, o kişinin
çok acımasız bir firavun olduğunu iddia ederdi. Ancak hırs ve tamah sahibi bu
firavun, insanın dışında değil de içinde olduğu zaman, kendi kendilerini birer
köle durumuna getiren insanlar, içlerinde yaşattıkları bu firavunu pek
farkedemiyorlar, içlerindeki bu firavuna pek kızaımyorlardı!. Çünkü kendilerini
acınası birer köle durumuna getiren bu firavun, kendilerinden başkası değildi.
"Ahh baba, ahh babacığım!." dedi içinden. Üç yıl önce "Artık
iflas ettim" diyerek işi bıraktıktan sonra kendi yanında kalmaya başlayan
babasına, o yıllarda da acıyarak bakardı Saffet hoca. Biricik torunu Meryem'e
dahi çok ucuz hediyeler aldığını görünce, babasının cimri değil sadece yoksul
olduğunu düşünürdü. Hatta yanında kaldığı bir yıl boyunca "Baba, sana
bağkur maaşı yetmez" diyerek ona para verir ve babası da hiç itiraz
etmeden bu paralan alırdı. Halbuki kendisinden o paralan alırken, bu altınların
ve bu tapuların üzerinde oturuyormuş anlaşılan!.
Fakat bir yıl, sadece
bir yıl oturabilmişti bunların üzerinde. Bir yıl sonra ise çok sevdiği bu
koltuğun üzerinde kalp krizi geçirerek ölmüştü. Kalp krizi geçirirken bile
yanına gelen oğluna koltuktaki altınlardan bahsetmemesi, o durumda bile
Öleceğine hiç ihtimal vermediğini gösteriyordu. Ancak Ölmüştü, Oluvermişti
işte!.
"İflas
ettim" diyen babası, gerçekten iflas ederek oluvermişti!.
Benzer insanları
düşündü Saffet hoca!. Salih amellerin ebedi bir mükafatı olan cenneti, uzun
vadede gerçekleşebilecek bir karşılık olarak gören nice insan; karşılığını
peşin gördükleri dünya için canla başla çalışmalarına rağmen, elde ettikleri
peşin karşılığı yiyeme-den
ölüyorlar, yiyemeden gidiyorlardı!. Peki
böyle bir durumda, dünya için
karşılıksız çalışmış olmuyorlar mıydı? Bir insan yirmi yıllık çalışmasının
karşılığında beşyüz altın alsa, fakat bu altınların bir tekini bile yiyemeden
ve Allah rızası için harcayamadan Ölse, yirmi yıllık çalışmasının karşılığında
elinde kalacak olan koskoca bir hiçten başka nedir ki?
Bu düşüncelerle
önündeki altınlara ve tapulara baktı!.
"Bunlar bir
insanın hayatı, bunlar bir insanın ömrü"
dedi kendi kendine.
Babası bunlar karşılığında koskoca bir hayat, koskoca bir ömür vermişti!. Peki
bir insan ömrü bu kadar ucuz muydu, bu kadar ucuz mu olmalıydı? Koskoca bir
hayat, bunlar karşılığında satılır mıydı? Ayrıca bunları da yiyemeden, bunları
da harcıyamadan gidiyordu insanoğlu!. "Zaman elmastan değerlidir. Çünkü
zaman ile elmas kazanılabilir, fakat elmas ile zaman kazanılamaz" sözü, ne
kadar da doğru bir sözdü. Kaldı ki söz konusu zaman, Allah rızası istikametinde yaşanılarak ebedi bir cennete dönüşebilecek bir
zaman ise, bu
kainatta böylesi bir zamandan daha değerli başka ne
olabilirdi ki!. Nitekim Kişiye Özel
isimli bir kitapta "Cennette dahi Allah'ı hoşnut edebileceğimiz böylesi
vakitler yoktur" denilirken, aynı gerçeğe işaret ediliyordu.
Saffet hoca nedenini
anlayamadığı bir hüzün ve sıkıntı ile altınlarla tapuları teneke kutuya oldurmaya
başladı. Bunları yiyemeyen, bunları harcayamayan ve sanki bunlar yokmuş gibi
yaşayan babası, ömrünü bu yokluğa vermişti!. Cimri olduklarını kabul etmeyerek
sadece tutumlu olduklarını söyleyen bu gibi insanlar; altınları üst üste
yığarken genellikle hiçbir şey yemediklerini, hiçbir şey harcamadıklarını
düşünürlerdi!. Oysa altınları biriktirirken, altından çok daha değerli olan bir
şeydi harcadıkları!. Herşeyi biriktiren bu cimriler,
çılgınca bir
müsriflikle her şeyden çok daha değerli olan hayatlarını, ömürlerini harcıyorlardı..
Saffet hoca birkaç gün
ne yapacağını düşündü!.
Karısının ve kızının
yokluğunu her geçen saat, her geçen gün daha bir şiddetli hissetmesine rağmen
ne yapacağını bilemiyordu. Dükkanı yandığı zaman malını, sadece malını
kaybetmişti. Ancak ailesini kaybetmesi, mal kaybının çok ötesinde bir şeydi.
Yüreğindeki bu boşluk, dayanılması ve bir başka şeyle doldurulması mümkün
olmayan bir boşluktu.
Hanımıyla yaptığı tüm
tartışmalarda, haksız olmayı ne kadar da çok isterdi!. Böyle bir durumda hemen
hanımının, hemen sevdiği kadının yanına giderek "Hayatım lütfen beni
affet!. Ben gerçekten büyük bir hata yaptım. Şimdi ise bu hatamı ve sana
söylediğim tüm yanlış sözleri ayaklarımın altına alarak, sana yüreğimle
bakıyor ve bu yürekteki dağ gibi sevdamın yanına gelmeni istiyorum"
diyebilirdi. Erkekliğini ve erkeklik gururunu
hiç Önemsemeden bütün
bunları söyleyebilir, bu samimi sözlerle hanımını evine, hanımını
bomboş kalan dünyasına davet edebilirdi.
Ancak yaşanan durum
böyle değildi!. İslam'ın ve yaşanan hayatın kendine özgü gerçekleri vardı. Bu
gerçeklerden ödün, bu doğrulardan taviz verilerek yaşanacak olan mutluluklar,
hiç kuşkusuz ki ebedi hayata uzanmayan kısa ve yalan mutluluklar olacaktı.
Oysa müslümanlar ezeli
olmasalar da, ebedi olduklarını bilen ve bu anlayışla her güzel şeyin ebedi
boyutlarına talip olan, talip olması gereken insanlardı. Dünyevi bedenleri
fani olsa da, ruh ve ruha ait tüm yüce duygularıyla bu ebediyete yönelen, fani
dünyada dahi ebediyetle ilgili amellerde bulunan bir fıtrata sahiplerdi. O
halde hangi müslüman bu koskoca ebedi hayatı ve bu ebedi hayata ait doğrulan
gözardı ederek, dünyevi bir mutluluğa talip olabilirdi ki!. Ne Saffet hocanın
ve ne de ebediyetin farkına varan herhangi bir müsiümanın yapabileceği bir şey
değildi bu!.
Saffet hoca bu arada
altınları ve tapuları da düşünmüştü.
Dükkanı ve olanca malı
yanmasına rağmen eskisinden daha zengin, çok daha zengin bir duruma geldiğini
biliyordu. Ancak her nedense bu zenginlik duygusunu hiç hissetmiyor ya da
hissetmek istemiyordu Saffet hoca. Çünkü malca fakir oiduğu bir durakta
kaybettiği değerleri, zenginliğin Ön plana çıktığı bir durakta bulmayacağını,
bulamayacağını biliyordu.
Ayşe hanımın bu
altınlardan ve tapulardan haberi olsa, büyük bir ihtimalle eve gelebilir ve
kendisine karşı yaklaşımları değişebilirdi. Ancak Saffet hoca altınlarla geri
gelebilecek bir hanımı istemiyordu. Hanımı gelecekse altınlara ve tapulara
değil, sadece kocasına gelmeli, onu seven kocasına dönmeliydi.
Ve karar verdi Saffet
hoca.
Altınları ve tapuları
hiç bulmadığını, hiç görmediğini kabullenerek gece bekçiliğine başlamaya karar
verdi. Nitetim kesinleşen bu düşüncesiyle Ramazan'la konuşmuş ve 3azartesi günü
işe başlayabileceğini söylemişti.
Gece bekçiliği,
Saffet hocanın
hoşlandığı bir iş olmuştu. Akşamüstü nesai bitiminde inşaata gidiyor ve ertesi
gün mesai basama vaktine kadar orada oluyordu. İnşaatın üç ayrı nahallinde
köpek olduğu için, Ramazan Saffet hocaya tüm geceyi uykusuz geçirmesine gerek
olmadığını söylemişti. Bu nedenle gece oniki civarında yatıyor, bir köpek sesi
duyduğu zaman kalkarak etrafı geziyordu. Köpekleri çok sevmiş,
köpeklerle çok iyi
anlaşmıştı Saffet hoca. Onlarla konuşuyor, köpeklerin başını okşarken
kendisinin de onlar gibi bir emanetçi, bir bekçi olduğunu söylüyordu. Böyle bir
benzetmeden de hiç gocunmuyordu. Çünkü köpeklerin emanete sahip çıkma ve
sadakat konusunda bir çok insanı geride bıraktığını çok iyi biliyordu.
Ömer de Saffet hocayı
hiç yalnız bırakmıyordu. Birkaç gece tek başına inşaata geldikten sonra Saffet
hocanın İznini alarak gençlerle birlikte gelmeye başlamıştı. Haftanın üç-dört
günü güzel dersler, güzel sohbetler olu-yordu inşaatta. Ömer'de eski günlere
dönmenin, eski günleri yeniden yaşamanın heyecanı görülüyordu. Bu heyecanla
bütün hizmetleri kendisi görüyor, çay servisini bile gençlere bırakmadan
kendisi yapıyordu.
Gençlerle her konuda
çok rahat konuşan Saffet hoca, söz bir vesile ile evliliğe geldiği zaman
duruyor, gençlere ne söyleyeceğini, ne söylemesi gerektiğini pek bilemiyordu!.
Bilmediği şey tabi ki İslam'a göre evlilik ve evlilik hukuku değildi.
Çünkü İslam'ın tüm
müslümanları nasıl bir evliliğe, nasıl bir aile ortamına, nasıl bir rahmet
atmosferine davet ettiğini çok iyi biliyordu. Fakat günümüzdeki kadın-erkek kimlikleriyle
böyle bir evlilik nasıl gerçekleşir, nasıl gerçekleşebilirdi!.
Günümüzdeki aile
ortamlarında geçmişte olduğu gibi erkeğin liderliği, erkeğin çobanlığı söz
konusu olsa, bu çok önemli mesele sadece erkek kimliğinin İslam'a göre
şekillendirilmesiyle halledilebilirdi. Çünkü bu bilince, bu kimliğe ulaşan
erkek, sevgi ve saygı çerçevesinde hanımının kimliğini de oluşturabilirdi.
Zaten İslam'ın,
müslüman erkeklerin ehl-i kitap'tan bir kadınla evlenmesine izin vermesindeki
hikmet de bu değil miydi? İslam böyle bir evliliğe izin verirken eİbetteki
erkeğin akibetinden, erkeğin ehl-i kitab olmasından endişe etmiyordu. Çünkü o
ailede çoban erkekti. Çünkü o ailedeki erkek çoban, erkekliğin ve çobanlığın
ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu.
Günümüzde ise durumlar
çok farklıydı!. Günümüzde
koyunlar çobanlan değil,
çobanlar koyunları takip eder olmuştu!. Koyunlar nefs ve nevalarına göre
yayılabildikleri kadar yayılıyor, kendilerine erkek denilen çobanlar da,
sırtlarındaki aile yükümlülüğü ile kan ter içinde onlara yetişmeye
çalışıyorlardı!. Çünkü son yirmi yılda
böyle bir bacı, böyle bir kadın kimliği oluşturulmuştu. İslami basın da dahil
olmak üzere tüm medyada kadınlara "Koyun gibi olmayın, kocanızın
gölgesinde silik bir şahsiyetiniz olmasın" denilerek, kadınlar çağdaş ve
modern bir kimliğe davet edilmişlerdi!.
Bu davete erkek
kesiminden önemli bir itiraz gelmedi!.
Çünkü kendi
kadınlarını böyle bir davete icabet etmekten uzak gören doğu erkekleri için
endişelenecek bir durum yoktu. Çağdaşlığa ve modernizme karşı gelmekten sakınan
batı erkekleri de susmuştu, susmayı tercih etmişti bu davet karşısında. Belki
de bu davetin kendilerini, kendileri gibi gerçek erkekleri(!) etkilemeyeceğini
düşünüyorardı!.
Nitekim Saffet hoca da
günümüz kadın dünyasıyla ilgili olarak bütün bunla daha öncelerden de bilmesine
rağmen, kendisinin ve kendi hanımının bunlardan etkilenmeyeceğini düşünmüyor
muydu!.
Netice olarak bu kadın
kimliği dalga dalga yurdun her tarafına yayılmaya başlamıştı. Artık kadınlar
kazanmaları gereken şahsiyeti, erkeklerle yarışma, erkeklerle çatışma
düzleminde arıyorlardı!. Bir kadın erkeğine ne kadar direnir ve söylediklerini
ne kadar yaptırabilirse, bu kadının şahsiyeti siliklikten o kadar uzaklaşmış
olacaktı!.
Acaba, bu kadınların
silik şahsiyetten kastettikleri şey neydi?
Emre itaat mi
silikleştiriyordu bu kadınların şahsiyetini. Şayet böyle ise namazda imama,
sosyal yaşantıda halifeye İtaat eden koskoca bir ümmetin şahsiyetine de aynı
sıfat verilebilir miydi? Elbetteki hayır.
Çünkü müslümanlar
biliyorlardı ki, Allah'ın emri gereği bir halifeye, bir imama, bir kocaya İtaat
etmek, Allah'a itaat anlamına geliyordu. Allah'ın emri gereği başlarını öne
eğerek kocalarına itaat eden peygamber hanımlarının şahsiyeti, insanlık
tarihine kalın harflerle geçen . muhteşem bir şahsiyet değil miydi? Onlar
başlarını öne eğerken, Rabbimiz onların başlarını arşa doğru yükseltmemiş
miydi? Ve böylesine bir izzet, böylesine bir onur, Allah'ın emirleri
çerçevesinde kocalarına itaat eden bütün mümine hanımlar için geçerli değil
miydi? İşte bütün bunları bilen, bütün bunlan düşünen Saffet hoca, kendisine
evlilikle ilgili sorular yönelten gençlere ne diyecekti ki!. Nice arkadaşları,
nice dava adamları evlendikten sonra kaybolmamışlar mıydı? İslami ailenin nasıl
olması gerektiği noktasında örnek olması
umuduyla gerçekleşen onbinlerce evlilik,
onbinlerce rezillikle sonuçlanmamış mıydı? Bir mescid, bir mektep, bir ibadet
ve kıyam yeri olması beklenen binierce ev, birer aile kabristanı durumuna
gelmemiş miydi?
O halde ne, ne
söyleyecekti bu gençlere!..
Gece bekçiliğine
alışmıştı Saffet hoca.
Ömer bazı akşamlar
erken geliyor, gençlerle sohbetten önce birlikte yemek yiyorlardı. Yangın
meselesi aralarında hiç açılmıyor, o meseleyi hiç konuşmuyorlardı. Her ikisi
de yangını unutmuş, yangın olayını gerilerde, çok gerilerde bırakmış gibiydi.
Ömer'in bu sıkıntıyı içinde hissetmemesinin en önemli nedeni, Saffet hocanın
tekrar derslere başlaması ve gençlerle yakından ilgilenmesiydi. Saffet hoca ise
yangında kaybettiği malların değil, kaybettiği ailesinin yokluğunu yaşıyordu.
İki gün önce
görüşmüştü ailesiyle,.
Ayşe hanım kızı
Meryem'le birlikte eve gelmiş, evi temizledikten ve iki-üç çeşit yemek
pişirdikten sonra gitmişti. Saffet hoca önce hanımıyla pek konuşmamış, onun
hal ve hareketlerini izlemekle yetinmişti. Hiçbir şey olmamış gibi
davranıyordu Ayşe hanım. Sanki evden ayrılmamış, sanki babasının yanına
gitmemiş gibiydi!. Saffet hocayla konuşacağı zaman sevgi dolu gözler ve sevimli
bir yüzle ona bakıyor, yemeklerden özel bir şey isteyip-istemediğini soruyordu.
Gözlerdeki bu sevginin sahte veya yalan olmadığını çok iyi biliyordu Saffet
hoca. Çünkü kendisinin sevgisi ne kadar gerçek ise karısında da aynı gerçeklikte
bir sevginin bulunduğunu hissediyordu. Fakat olan olmuştu işte!.
Bir imtihanla
karşılaşmışlar ve bu imtihan karşısında yenik düşmüşlerdi. Gördüğü kadarıyla
hanımında bir değişiklik, bir geri adım yoktu. Hanımı bir ara yine gülümseyerek
kendisine bakmış ve köydeki günlerinin nasıl geçtiğini sormuştu. Köy denilince
tabi ki Süleyman, tabi ki tapusuz Süleyman gelmişti Saffet hocanın aklına.
"Acaba anlatayım mı?" diye kısa bir an düşündükten sonra karısına
tapusuz Süleyman'ı anlatmaya karar verdi. Çünkü karısının böyle bir insanı
tanımasını, az da olsa anlamasını istiyordu.
Saffet hocanın
anlattıklarını büyük bir dikkatle dinleyen Ayşe hanım, hayretler içinde
kalmıştı. Dünyada böyle insanlar var mı diye düşündü kendi kendine. Fakat
anlatılan şeyler çok sıradışı olduğu halde yine de gayet akli, gayet akılcı
şeylerdi. Dolayısıyle hiç itiraz
etmeden, hiç eleştirmeden dinledi Saffet hocanın anlattıklarını. Hatta dinlediği kadarıyla
sevdiği, hoşlandığı bir kişi
olmuştu tapusuz Süleyman!. Ancak
gönlüne düşen "Kocam
da tapusuz Süleyman gibi olsaydı
ne yapardım?" sorusu, onun bu duygularını
gölgelendirivermişti Çünkü tapusuz Süleyman'ın bu kişiliğini sevmesine ve saygı
duymasına rağmen, kocasının yine de ona benzemesini yani onun gibi olmasını
istemezdi.
Peki bu bir çelişki
değil miydi? Bunun bir çelişki olduğunu Ayşe hanım da biliyordu!. Zaten
kocasıyla yaptığı birçok tartışmada da benzer çelişkilere düştüğünü hissediyor
fakat bunu Saffet hocaya hiç belli etmek istemiyordu. Nitekim şimdi de aynı
şeyi yapmış, tapusuz Süleyman'dan çok etkilenmesine ve onu gizlice takdir
etmesine rağmen, Saffet hocaya hiçbir olumlu tepki vermeden mutfağa gitmeyi
tercih etmişti.
Saffet hoca için
meselenin bir diğer üzücü tarafı ise kızı Meryem'in annesi- tarafından biraz
doldurulmuş ve yönlendirilmiş olmasıydı. Çünkü annesi mutfaktayken babasının
yanına gelerek, gece bekçiliğini ne zaman bırakacağını, bu işi bıraktığı zaman
hemen eve dönebileceklerini ve kendisinin de okumayı ne kadar çok istediğini
anlatmıştı.
Sevgili kızcağızına
öylece bakmış, öylece bakakalmıştı Saffet hoca!.
Kısa bir süre kızına
ne söylemesi gerektiğini düşündükten sonra ona yüreğini açmaya karar verdi.
Ona yaptığı işin İslam'a göre meşru bir iş olduğunu, bu işten kazanacağı
helal paranın, ailesinin geçimine yetebileceğini, diğer insanlarla para
kazanmak konusunda değil Allah'ın hoşnut olacağı ameller konusunda yarışmak
gerektiğini, okul meselesinde ise Allah'ın bir hükmünü çiğneyerek Kur'an
ilimlerini bile öğrenmenin caiz olmadığını, insanın kendi evinde de
okuyabileceğini ve kendisini çok daha iyi bir şekilde yetiştirebileceğini
yeterince anlattıktan ve açıkladıktan sonra annesinin aslında çok iyi bir
insan olduğunu fakat bu konuda farklı düşündüklerini belirtti.
Saffet hocanın sevgi
ve merhamet duygularıyla anlattığı şeyleri çok İyi dinleyen ve aklına takılan
her soruyu hiç çekinmeden soran Meryem, konuşmalar bittiğinde düşünceli
gözlerle babasına bakıyordu. Babasının bütün anlattıkları doğru gelmişti
kendisine. Çünkü babasının küçük yaşlardan beri kendisine anlattığı
gerçeklerden, kendisine anlattığı doğrulardan farklı şeyler değildi bunlar!.
İyi ama annesi niye
anlamamış, annesi niye kabul etmemişti ki babasının bu anlattıklarını? Yoksa
babası bunları söylememiş, bunlan anlatmamış mıydı annesine!. Küçücük
dünyasındaki böylesi büyük sorularla boynunu bükerek "Baba, bunlan anneme
de anlatır mısın?" diye sordu.
Saffet hocanın içini
acıtan bir soru olmuştu bu!. Sevgili kızcağızına bakarak ''Kızım annene
anlattım, anlattım ama henüz anlıyamadı" demektense, "İnşaallah,
inşaallah kızım" demeyi tercih etti. "İnşaallah" derken,
kalbinin bir köşesinde hanımına ait capcanlı bir umudun hala yaşamakta
olduğunu farketti. Herşeye rağmen yine seviyor ve herşeye rağmen yine umudunu
kesmiyor, kesmek istemiyordu hanımından. Düşünceleri yarınlara doğru
uzanırken, kalbindeki bu umud ile "İnşaallah, inşaallah" dedi kendi
kendine..
Bir gece, hiç
beklemediği bir konukla karşılaştı Saffet hoca!. Saat dokuzbuçuğa doğru Ömer'in
arabasıyla Mehmed Ala gaş gelmişti. Ömer'le kısa bir süre görüşen Alagaş,
Ömer'in cep telefonunu alarak onu geri göndermişti. Saffet hoca Alagaş'ın mı
kendisiyle yalnız kalmak istediğini, yoksa bunu Ömer'in mi teklif ettiğini pek
anhyamamıştı, Fakat yine de bu durumdan herhangi bir rahatsızlık duymadı.
Çünkü Alagaş'ı gördüğüne gerçekten sevinmişti. Önce kucaklaştılar,
uzun süredir
görüşememin merakıyla birbirlerinin halini hatırını sordular. Alagaş'ın
beyazlaşan saç ve sakallarında, yaşamanın yorgunluğunu farketti Saffet hoca.
Gerçi kendisi de pek farklı sayılmazdı. Çünkü kendisi de yorulmuş, kendisi de
yaşamaktan yaşlanmış gibiydi.
Alagaş, biraz
yaşlanmışsın!.
Yaşayanlar yaşlanıyor
Saffet!. Önemli olan yaşlanırken büyüyebilmek, yaşlı bir çocuk olmamak!.
Büyüdüğünü
hissedebiliyor musun? "Bilemiyorum!. Pek büyüdüğümü söyleyemem" diyen
Alagaş, ekledi.,
Böyle bir dünyada
ağlayabilecek kadar büyük, gülebilecek kadar küçük olduğumu hissediyorum.
Saffet hoca anlamlı
bir şekilde başını salladıktan sonra sordu..
Bir köyde yaşadığını
duydum. Üç katlı güzel bir evin varmış!.
Doğru mu?
Evet, doğru
Saffet!. Biz Rabbimizden
ahireti, sadece ahireti isterken, Rabbimiz dünyada da sıkmadı bizleri.
Bu sözlerin ne anlama
geldiğini çbk iyi anlayan Saffet hoca, düşünceli gözlerle Alagaş'a bakarken
kendi durumunu düşündü, Herkesin dünya ve ahiret konusunda farklı tercihleri,
farklı yaklaşımları vardı. Ve bu farklı tercihlerin, farklı yaklaşımların
faturasını, herkes yine kendisi ödeyecekti.
Peki sen nasılsın, sen
ne yapıyorsun Saffet?
Gördüğün gibi,
başkalarının malını, başkalarının mülkünü bekliyoruz!.
Aslında herkes
kendisine ait olmayan bir malı, bir mülkü bekliyor. Fakat birçokları bu mülkü
kendisinin sanıyor!.
Alagaş'ın dünyaya
yönelik bu sözleri, Saffet hocaya Tapusuz Süleyman'ı hatırlatmıştı. Alagaş'a
tebessümle baktıktan sonra "Bunun istisnalan, çok özel istisnalan
var" diyerek, Tapusuz Süleyman'ı
anlattı. Anlatılanları büyük bir
dikkatle dinleyen Al&gaş, uzaklara dalıp giden gözlerle "Bizi
gerilerde bırakan güzel bir adam" dedi.
Böyle birisiyle hiç
tanıştın mı?
Tanışmadım Saffet!.
Ancak gönlümde hissettiğim ve içimde severek yaşatmaya çalıştığım bir kişilikti
bu.
Kısa bir süre susan
Alagaş, kaşlarını kaldırarak "Dünyaya böyle bakan gözleri görmek
isterdim" dedi.
Süleyman senin sıkı
okuyucularından. İmza için buraya geleceğini söylemiştim, belki o
da gelebilir. Sahi, imza günü ne zamandı?
Yarın.
Epey okuyucun
gelebilir. Alagaş, bu kitap imzalama olayına nasıl bakıyorsun?
Olayın dış görüntüsü
pek hoşuma gitmiyor. Zaten bu nedenle birçok teklifi kabul etmiyor, etmek
istemiyorum. Gerçi bir kardeşimle tanışmam,
o kardeşime bir cümle dua ile kitab imzalamam, elbetteki yadırganacak
bir şey değil!. Ancak
böylesi ortamlarda bir yazar
yerine konulmaktan ve yazarlık vasfıyla bana değer verilmesinden hiç
hoşlanmıyorum!.
Neden ki, iyi bir
yazarsın işte!.
Saffet, Rabbirn tüm
insanları kimin daha iyi yazacağını denemek için yaratsaydi, belki yazdıklarımla
umudlanmak için bir nedenim olabilirdi. Fakat biliyoruz ki kimin daha iyi
yazdığını değil, kimin daha iyi yaşadığını ortaya çıkarmak İçin yarattı.
Yiğitlik ve kahramanlık, doğruları yazmak değil, bu doğruları yaşamak,
yaşayabilmektir.
Başını salhyarak
sustu, susmayı tercih etti Saffet hoca. Alagaş'ın söyledikleri doğruydu. Çünkü
doğrulan okumaktan, yazmaktan ve bilmekten daha öte, daha anlamlı olan gerçek,
bu doğruları yaşamaktı, yaşayabilmekti. Zaten kendi nesillerinden olan birçok
arkadaşları gerçekleri okumadıkları veya bilmedikleri için değil, bildikleri
gerçekleri yaşamadıkları için telef olmuşlardı!.
Alagaş, İzmir'deki kardeşlerimiz
nasıl?
İmanlarını
korumaya-çalışıyorlar!.
Bari koruyabiliyorlar
mı?
Öncelikle dinlerini
korumak isteyenler, gerektiği zaman dünyalarından taviz
vererek bunu başarıyorlar. Fakat önceliği dünyaya verip, dinlerinden taviz vermek durumunda kalanları
hiç sorma!.
Birçok arkadaşımız
gibi!.
Evet, birçok
arkadaşımız gibi Saffet!. Ne yazık ki kendi neslimizden dünyaya çok kurban
verdik!.
Bekarlar belki
kendilerini kurtardı. Fakat evlenenlerden kurtulan çok az!. Bir nesil yetiştirmekten
söz ediyorduk ya, bırak nesili hanımlarımızı bilç
yetiştiremedik!. Onlarla dahi başa çıkamadık. Gerçi günümüz kadınlarıyla
başa çıkmak, hiç kolay değil ama..
Bu sözlerden sonra
biraz duraksayan Saffet hoca, Alagaş'a sanki kendi Özel derdini açıyormuş mahcubiyetini
hissetti. Fakat bu sadece kendi sıkıntısı, kendi problemi değildi ki!. Çünkü
birçok müslümanin aynı sıkıntılar içinde oiduğunu, aynı sorunlar altında
ezildiğini yakınen biliyordu.
Ayrıca bütün bunları,
Alagaş da biliyor olmalıydı. O halde bu konuyu Alagaş'la paylaşmayacak da,
kiminle paylaşacaktı!. Saffet hoca bu düşünceler içinde Alagaş'a açılmaya karar
verdi. Müslümanların ailevi problemlerini gören ve yaşayan birisi olarak, bu
konuda kendisini oldukça dolu hissediyordu. Bu dolulukia ve derdini paylaşabilecek
birisini bulmanın heyacanıyla, kadınlar hakkındaki düşüncelerini örneklerle
anlatmaya başladı.
Saffet hocanın
anlattıklarını dikkatle dinleyen Alagaş, bir süre hiç cevap vermeden düşünmeyi
tercih etti, Çünkü o yaşına kadar birçok müsiümanın aile problemiyle karşılaşmış
ve öncelikle bunların nedenlerini, nereden ve nasıl kaynaklandığını anlamaya
çalışmıştı. Günümüz müslüman-lan için gerçekten çok önemli bir sorundu bu ve
Saffet hocanın kadınlarla ilgili söyledikleri, ne yazık ki doğru sözler, doğru
tesbitlerdi.
Fakat bu aile
sorununun kalkış noktasında, kadınlar değil yine erkekler, yine erkek
müslümanlar vardı. Uzun asırlardır İslam'a göre hiç sorgulanmayan örf ve
adetlerin gölgesinde yaşayan ve bu geleneksel anlayışın kendilerine sunduğu
erkek kimliğini nefsi bir hoşnutlukla kabul eden müslümanlar, Allah'ın
kadınlara verdiği hak ve değerleri görmemezlikten gelen bir yaklaşım
içindeydiler. Böyle bir durumda bu erkeksi anlayışın sorgulanması ve İslam'a
göre haddi aşan müslüman erkeklerin üç adım geriye davet edilmesi gerekiyordu.
Ancak bu yapılmadı!.
Ve bu hak davetin
yapılmayışını fırsat bilen batı anlayışı, İslam alemindeki kadınları onüç adım
ileriye davet etti. Normal şartlarda kabul görmeyecek olan bu davet, geleneksel
erkek anlayışına tepki olarak kabul görmeye ve kadın dünyasında hızla
benimsenen bir moda gibi yaygınlaşmaya başladı. Yıllar geçtikçe gelinen nokta
ise Saffet hocanın anlattığı gibiydi!. Erkeklerin üç adım geriye davet
edilmesiyle çözümlenebilecek olan bu sorun, kadınların onüç adım ileriye davet
edilmesiyle daha vahim, çok daha vahim bir duruma gelmişti!.
Bu düşünceler içinde
Saffet hocanın gözlerine bakan Alagaş başını hafifçe salhyarak
"Anlattıklarına katılıyorum Saffet!. Bütün bunlar ne yazık ki
doğru!." dedikten sonra konuşmasını sürdürdü.,
Fakat bu yanlış
durumun sebebini yine kendimizde aramamız
gerekir. Çünkü meseleye
bir diğer boyuttan yani
erkeklerin durumuna ele alarak baktığımız zaman, günümüzdeki erkeklik
anlayışının da masum olmadığını görebiliriz.
Mesela bu son yüzyılda erkeklerin kadınlara adil yaklaştıklarını, haddi
aşmadıklarını ve onlara zulmetmediklerini söyleyemeyiz!.
Neyi kastettiğini
anlıyamadtm!.
Saffet, öncelikle
erkeklerin kadınları doğru tanımladığı ve onlara doğru yaklaştığı kanaatinde
değilim.
Nasıi?
Her şeyden önce
kadınlarla erkekleri aynı tanıma dahil etmememiz gerekir. Kur'an-ı Kerim'den anladığım kadarıyla erkek
müslümanlann kazanmaları, kadın müslü-manların ise daha ziyade korumaları
gereken değerler vardır. Çünkü Rahman
olan Rabbimiz kadınları gerçekten değerli yaratmıştır. Onlar Rabbimizin kendilerine fıtraten verdiği
bu değerleri korudukları zaman, gerçekten değerli insanlar oluyorlar.
Mesela Meryem'i, Hazret-i
Meryem yapan gerçek, kazandıklarından ziyade korudukları değerlerdir.
Alagaş'in bu
söylediklerine tamamen katılan Saffet hoca "Doğru söylüyorsun. Zaten bir
çok erkek de, kadınlanm bu nedenle korumak istiyor" dedi.
Müslüman erkeklerin
kadınlarını korumak istedikleri bir gerçek. Fakat ne yazık ki birçoğu bu
korumayı yaparken veya yapmak isterken, kendilerine verilen çok değerli bir
emaneti koruduklarının farkında değiller!. Birçoğu kışlık odununu yağmurdan,
pantolonunu çamurdan nasıl koruyorsa, Öyle koruyor veya Öyle korumak istiyor
kadınını!.
Oysa burada korunması
gereken değer, odun veya pantolon gibi bir mal değildir. Çünkü Rabbimizin
değer verdiği bir kul, gerçekten değerli yarattığı bir emanettir kadın. Bu
güzel ve değerli emaneti kanatlarımız altına alırken, onun gerçekten değerli
olduğunu bilmemiz ve bu İlahi değeri ona hissettirmemiz gerekmez miydi?
Bu soruya bir cevap
vermedi Saffet hoca. Alagaş'ın söylediklerini düşündükten sonra, başını hafifçe
öne doğru sallamakla yetindi.
Müslümanların evlilik
yaşantısı ise baştan sona sorgulanması gereken bir yaşantı!. İslam'ın
kendilerine verdiği aile reisliği makamını, istediğini-istediği şekilde yapabilme makamı
olarak algılayan erkekler; böylesi yaklaşımlarla nikahlan
altındaki kadınlarına bir
güven değil, korku ve endişe vermektedirler. Kadınları kendilerine
muhtaç gören ve bu muhtaçlığı bir koz olarak kullanan erkeksi anlayış,
kadınları anlamaktan ziyade kadınların kendilerini anlamasını tercih etmiştir.
Eşler arasında bir farklılık ve anlaşmazlık varsa, kadınlar erkekleri anlasın
ve kadınlar erkeklere göre değişsindi!.
Erkeklerin böyle bir çabaya girmesine ne gerek vardı ki? Çünkü muhtaç
olanlar, dönecek yerleri ve alternatifleri bulunmayanlar, kadın-İardı!.
Ellerindeki çocuk ve sırtlarındaki dulluk kamburuyla nereye gidecekler, nereye
döneceklerdi ki!. Saffet söyler misin, bizler bu durumda birer kadın olsaydık
ne yapardık?
Alagaş1 in sözlerini
düşünürken bu soru ile irkilen Saffet hoca, kısa bir süre Alagaş'a baktıktan
sonra omuzlarını kaldırarak "Bilmiyorum" dedi.
Ben de bilmiyorum
Saffet!. Fakat bu durumu yaşayan birçok kadının ne yaptığını, gözleri dışarda
olan kocalarını eve ve kendilerine bağlamak için hangi yollara başvurduğunu
görüyoruz!. Biraz Önce senin de anlattığın gibi böylesi gizli yollar, böylesi
sinsi yöntemler, müslüman bir hanımefendiye gerçekten yakışmayabilir. Ancak
kocalarına karşı güven duymayan ve kocalarının gücünden korkan kadınların,
kocalarına karşı çok açık ve çok samimi olmalarını mı bekliyorsun?
Yine sustu, yine cevap
vermedi Saffet hoca!. Alagaş ise başını iki yana salladıktan sonra devam etti.,
Oysa müslüman erkeğin
nikahı altına giren bir kadının, kocasından emin olması ve kendisini gerçekten
emin bir beldede hissetmesi gerekir. Çünkü kadının latif duyguları ve iç
güzelliği, böylesi emin beldelerde dışa yansır. Böylesi emin beldelerde yeşeren
sevgi ve sevda, hiç gizlenmeden ve hiçbir kötü niyete alet edilmeden olanca
açıklığı iie yaşanabilir. Bir korku, bir endişe, bir güvensizlik yoktur bu emin
beldede. Bu emin beldede kadın erkeğine karşı silahlanmaya, kendi haklarını,
kendi yöntemleriyle almaya gerek duymaz. Çünkü erkekler için değerli bir emanet
olan kadının meşru hakları, samimi bir saygı ve sevgi ile sunulmuştur
kendisine.
Kısa bir süre alt
dudağını ısırıp, kaşlarını hafifçe kaldıran Alagaş, Saffet hocaya dikkatlice
bakarak sözlerini şöyle tamamladı.,
Fakat erkek kadınına
böyle bir güven vermemişse, kadın bu güvenceyi kendi yollarıyla, kendi
yöntemleriyle kazanmaya çalışır. İşin vahim tarafı kazandıklan her mevziden
sonra, daha Öndeki mevziyi ele geçirmeye, daha daha ilerdeki mevzileri
fethetmeye çalışmalarıdır. Çünkü nefislerine hoş gelen bu fetihlerde
durmazlar, durmak istemezler. Ve erkekler onlara karşı hadlerini nasıl
aşmışlarsa, onlar da erkeklere karşı haddi aşan bir yaklaşım içine girebilirler!.
Bu sözler Üzerine
Alagaş'a itiraz etmedi Saffet hoca. Çünkü kadınlann geldikleri durumla ilgili
olarak kendi söyledikleri ne kadar doğruysa, bu geliş süreciyle ilgili olarak
Alagaş'ın söyledikleri de o kadar doğruydu. Kısa bir süre düşündükten sonra
"Doğru söylüyorsun Alagaş" diyerek, bu meseleyi konuşma düzleminde
kapatmak istedi. Artık konuşmaktan ziyade düşünmesi ve tekrar tekrar değerlendirmesi
gereken bir meseleydi bu Saffet hoca için.
Aîagaş'la bir süre
daha konuştular. Konuşmalar ara-sında yangına değinerek "Tekrar geçmiş
olsun" diyen Alagaş, merakla ciddileşen gözleriyle "Saffet, Allah'ın
böyle bir işe neden izin verdiğini biliyor musun?" diye sordu, Saffet hoca
hiç duraksamadan "Biliyorum, çok iyi biliyorum" deyince, Alagaş
başını aşağıya doğru hafifçe sallıya-rak susmayı tercih etti.
Bu arada telefon
çalmış ve Ömer'le görüşen Alagaş ona artık gelebileceğini söylemişti. Yaklaşık
on dakika sonra araba gelmiş ve Saffet hocayla vedalaşan Alagaş, Ömer'le
birlikte inşaattan ayrılmıştı. Alagaş'ı uğurladıktan sonra yalnızlığına çekilen
Saffet hoca ise yüreğindeki sevgi ve hasret duyguları içinde yine hanımını
düşünmeye başlamıştı.
Alagaş'ın erkekler
hakkında söyledikleri, kendisi için de geçerliydi. Kendisinin de bu konuda önemli
yanlışları, önemli eksikleri olmuştu. Mesela güvenilir bir insan olmasına ve
kendisini böyle tanımasına rağmen, bu güven duygusunu hanımına yansıtmayı ve
ona istediği güveni, istediği genişlikte vermeyi hiç düşünmemişti!. İslam'ın
emirlerine teslim olma noktasında ise hanımını genellikle emirlerle karşı
karşıya getirmiş ve bu emirlere hemen teslim olmasını beklemişti. Oysa bu
emirlerin, bu hükümlerin hikmetlerine değinmesi ve hanımının anlayabileceği bir
şekilde açıklaması gerekmez miydi? Bu düşünceler içinde hanımının yaptıklarını
makbul olmasa da, makul görmeye başlayan Saffet hoca, en kısa sürede hanımıyla
tekrar konuşmaya,
ona yüreğini tekrar
açmaya karar vermişti..
Kitabevinin önü
oldukça kalabalıktı.
İmza salonuna
gelip-gelmemekte tereddüt eden Saffet hoca, Alagaş'la dün geceki konuşmalarını
hatırlayınca gelmeye karar vermişti. Her şeye rağmen samimi ve dertli bir
müslüman olarak görmüştü Alagaş't. Bu iyimser düşünceler içinde kalabalıkları
geçerek, kitabevinin bodrum katındaki imza saionuna doğru indi.
Kitabevinin deposu
olarak kullanılan geniş bir salondu burası. Bir masanın arkasında oturan ve
yanına gelen gençlerle görüşen Alagaş, Saffet hocayı görünce yerinden kalkmış
ve onunla musafaha ettikten sonra onu ısrarla kendi yerine oturtarak, kendisi
onun yanına oturmayı tercih etmişti. Kendisini onure eden bu davranışı saygıyla
karşılayan Saffet hoca, Alagaş İle onun yanma gelenlerin konuşmalarını
izlemeye başladı.
Her yaştan insan
geliyor ve kendilerini ilgilendiren her türlü soruyu soruyorlardı. Yanına gelen
müslümanlarla veya müslüman olduklanni iddia eden insanlarla samimi bir
içtenlikte tanışan Alagaş ise aynı içtenlikle ve gayet kısa ifadelerle
cevaplandınyordu bu soruları.,
Mehmet Bey!.
Önümüzdeki milletvekili seçimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Böylesi seçimleri
değerlendirmiyorum. Bizler kanun koyma yetkisini kime vereceğimiz konusundaki
seçimimizi İslam'a girerken yaptık ve böyle bir yetkiyi yegane Hakim olan
Allah'a vererek, vekil olarak O'nu seçtik.
Alagaş'ı dikkatle
dinleyen elli-ellibeş yaşlarında biri söze girerek "Hocam, Vallahi doğru
söylüyorsun!." dedikten sonra konuşmasına şöyle devam etti.,
Hem seçimi kazansalar
ne olacak ki!. Geçen seçimlerde kızlarımız başörtüsüyie okula girebilsin
diyerek oylarımızı onlara verdik.
Bırakın kızlarımızın okula girmesini, vekil olarak seçtirdikleri Merve
Kavakçı bile meclise giremedi. Hatırlarsanız Bülent Ecevit "Burası
devlete meydan okunacak yer değildir. Buna haddini bildirin" diyerek onu
dışarıya artırmıştı.
Ecevit'in o sözü çok doğruydu.
Çünkü orası devlete değil, Allah'a meydan okunan bir yerdir!.
Alagaş'ın bu son
sözîeri, Saffet hocanın her nedense irkilmesine neden olmuştu. Çok keskin
olmasına rağmen çok doğru sözlerdi buniar. Allah ve Allah'ın hükümleri
görmemezlikten gelinerek nefs ve hevaya göre kanunlar çıkartılan bu yer,
Allah'a meydan okunan bir yer değil miydi? Devlete meydan okuyanların hadleri
bildiriliyorsa, Allah'a meydan okuyanların akibeti ne olacaktı? İşin tuhaf
tarafı, müslüman olduklarını iddia eden bazı şaşkınların, Allah'a meydan okunan
bu yere girebilmek için birbirleriyle yarışmalarıydı!.
Bu arada Alagaş'ın
kulağına eğilen kitabevi sahibi, onunla kısa bir konuşma yaptıktan sonra
yanındaki sandalyenin üzerine çıkarak "Arkadaşlar. Sayın Alagaş talebelerle
ve genç arkadaşlarla biraz sonra genel bir sohbet yapacak. Bu arkadaşlarımızın
sayın Alagaş'Ia görüşmek için aceie etmemelerini İstiyorum" diye seslendi.
Bu seslenişin faydası olmuş, masanın etrafındaki gençler arkaya çekilerek
ortamı biraz rahatlatmışlardı.
Bu arada kendisine
getirilen kitabları da imzalıyordu Alagaş. Saffet hocanın dikkatini çeken
husus, yeni kitab almaya gücü yetmeyen müslüman bacıların okuduklan eski
kitabları getirmeleri ve bu kitabları imzalatmalarıydı!. Önüne konulan yırtık
kitabları bile hiç yadırgamıyan Alagaş, bant isteyerek kitabın yırtık yerini
yapıştırıyor ve daha sonra bir cümle dua ile bu kitabları imzalıyordu.
Ya hocam!.
Gelişmiş kızlarımızın başını
açarak okula göndermemizi istiyorlar!. Bizler ne yapacağız?
Saffet hoca Önce bu
soruyu soran orta yaşlı okura baktıktan sonra bakışlarını merakla Alagaş'a
çevirdi. Çünkü Alagaş'ia bu meseleyi konuşmadığı için, onun bu meseleye nasıl
yaklaşacağını bilmiyordu. Önündeki kitabı imzaladıktan sonra soru sahibine
dönen Alagaş, ciddi gözlerle "Allah'a kulluk çok zor, öyle değil
mi?" diye sordu.
Zor, çok zor hocam!.
Hiç düşündünüz mü, bu
zorluk bizden mi kaynaklanıyor yoksa şartlardan mı?
Herhalde şartlardan!.
Başını iki tarafa
sallıyan Alagaş ""Ben şartlardan olduğunu zannetmiyorum"
dedikten sonra devam etti.,
Çok daha zor şartlarda bulunmalarına rağmen Allah'a kulluğu bizlerden çok daha
rahat yaşayan müslümanlar vardı. Çünkü
o müşlümaniar. tercih haklarını Allah'ın razı olacağı dine
girmeden önce kullanıyorlardı. Belki uzun bir müddet, bu İlahi daveti kabul
edelim mi-etmeyelim mi, bu dine girelim migirmeyelim mi diye düşünüyorlardı. Fakat bu dine girdikten
sonra artık her meselede düşünmüyorlar, "Şunu yapalım mı yoksa yapmayalım
mı!." ikilemine düşmüyorlardı. Çünkü Allah'ın hükme bağladığı her mesele,
onların yeniden düşünecekleri, yeni tercihlerde bulunacaklan bir mesele
değildi. Hiç düşünmeden, hiçbir ikileme girmeden Allah'ın hükümlerine yönelen
ve bu hükümlerin gereğini yapmaya çalışan müslümanların kulluğu, günümüzdeki
yaygın müslümanlık anlayışına göre gerçekten daha rahat ve daha kolay bir kulluktu.
Alagaş masasındaki
bardaktan üç yudum su içtikten sonra devam etti.,
Günümüzdeki birçok
insanda ise ne yazık ki böyle bir rahatlık yok. Çünkü tercih haklarını kullanarak
bu dini kabul ettiklerini söylemelerine rağmen Allah'ın hükme bağladığı her
meselede, her köşe başında yeni tercih hakları bulunduğunu zanneden bu
şaşkınlar, kendi kulluklarını kendileri zorlaştırmaktadırlar. Dolayısıyle her
meselede yeniden düşünen, her köşe başında "Acaba hangi tercihte
bulunayım?" sorusunu cevaplandırmaya çalışanların kulluğu, gerçekten zor,
çok zor bir kulluktur.
Bu sözleri dikkatle
dinleyen Saffet hoca "Doğru" dedi içinden. Allah'a kulluğu
zorlaştıranlar, bu insanların bizzat kendileriydi. Müslüman olduklarım
söyledikleri halde "Allah'ın bu konudaki hükmünü yaşayım mı-yaşamayım mı,
şu haltı yiyeyim mi-yimeyeyim mi..." sorularıyla didişenlerin kulluğu,
tabi ki kolay bir kuliuk değildi. Onlar böylesi sorularla kulluklarını hem zorlaştırıyorlar,
hem de tehlikeye atıyorlardı!.
Hocam ne yapacaz,
okula göndermiyecez mi? Adamın biraz yüksek sesle söylediği bu sözler üzerine
kaşları hafifçe çatılan Alagaş "İlla ki okula gitmek,
Allah'a kulluğun bir
gereği değildir. Fakat tesettür hükmü illa ki yaşamamız gereken bir
hükümdür" dedi.
İslami basın, meseleye
sizin gibi yaklaşmıyor
Biliyorum. Zaten son
yirmi yıldır bacılarımızı sokak ve meydanlara çağıranlarda onlardı. Allah
(c.c.) bacılarımızı evlerine, evlerinde vakarla oturmaya ve onurlu bir kimlikle
varolmaya davet ederken, bu şaşkınlar dava adına (!) onlan
meydanlara çağırdılar!, Miting
meydanlarında bacılardan yardım dilenen bu özüriü dava adamlan(!), bu
meydanlarda itilip-kakılan birçok bacıyı da yalnız bıraktılar. Geçtiğimiz
günlerde başörtüsü meselesinden dolayı İstanbul'daki bir okulun üst katından
kendisini aşağıya atan bir kızımız vardı!. Hiç kuşkum yok ki o kızcağıza güç
yetire-meyecekleri şeyi yükleyenler ve o kızcağızı arkasından aşağıya itenler,
sizin İslami basın dediğiniz o çevrelerdi!.
Onlar okuia
gönderebilirsiniz diyorlar!. Sinirlenen Alagaş'ın ses tonu değişmişti.,
Bakın kardeşim, ben
göndermem ve gönderene de bu meseledeki hakkı hatırlatmaktan başka bir şey
söylemem. Çünkü kendi yanlışı, kendisinedir. İnsanların kendi adlanna böylesi
bir cürüm işlemelerini, sessiz bir üzüntüyle karşılayabilirim. Ancak bu cürümler İslam adına meşru görülüp,
insaniar buna davet edildiği zaman dengelerim bozuluyor. Özel
okullar açarak, kendilerine
hüsnüzanla yaklaşan müslümanlara "Kizlannızın başlarını açarak bize
gönderebilirsiniz, günümüz şartlannda bunun bir mahsuru yoktur!."
diyenler, haik ve hak tabiriyle birer deyyusturlar. Lütfen bu konuda daha fazla
üzerime gelmeyin!.
Bizler kimi
dinleyeceğimizi, kimi ömek alacağımızı şaşırdık!.
Sizlerden beni
dinlemenizi, beni örnek almanızı
İstemiyorum. Bizler
için en güzel örnek, Resulullah (s.a.v.)'dir. Bizlere her konuda örnek olan
Resulullah (s.a.v.), bir kız babası kimliği ile de bizlere örnektir. Mesela
Efendimiz (s.a.v.) zamanımızda yaşasaydı, kızı Fatıma'yı nasıl yetiştirirdi?
Okula gidebilmesi için, sevgili kızı Fatıma'nın başını açmayı bir an bile
düşünür müydü?
Düşünmezdi değil mi?
Bu soruya cevap
vermeyi bile yakışıksız buluyorum. Her
müslümanın yüreğindeki peygamber
anlayışı, bu soruyu rahatça
cevaplayabilecek bir anlayıştır.
Masanın diğer ucuna
yaslanmış bir şekilde konuşmaları takip eden sakallı bir yaşiı "Mehmed
bey!. Bu düzen başlarını açarak kızlarınızı okula göndereceksiniz diyerek,
müslümanların namusuna da el uzattı. Bunları yazarak, müslümanlann namusuna
sahip çıksanıza!." dedi.
Canı sıkkın bir
şekilde başını iki yana sallıyan A!agaş "Ben böyle düşünmüyorum!. Bu gibi
konularda müslümanların namusunu korumak, bir başka müslümana kalmamalı.
Herkes kendi namus anlayışına göre, kendi namusunu korusun" diyerek
meseleyi kapatmak istedi.
Bu cevaptan hiç
hoşlanmayan orta yaşlı bir okur "Sen, kızlarını okula gönderenlere hakaret
ediyorsun!. Bundan sonra hiçbir kitabınızı okumayacağım"' diyerek,
elindeki iki kitabı masanın üzerine atarcasma bırakıverdi. Alagaş'ın kızmasını
bekleyen Saffet hoca, onun bu sözler üzerine hafifçe tebessüm ettiğini görünce
şaşırdı!.
Beyefendi, ben size
hakaret etmedim. Kitablanma gelince, ben bu kitablan çok satsın, çok okunsun
kaygısıyla yazmıyorum. Böyle bir kaygım olsaydı, bünyelerinde milyonlarca dindar
olan cemaatleri tenkid
etmez, bu cemaatleri karşıma
almazdım. Yegane kaygım doğruyu bulmak,
doğruyu yaşamak ve doğruyu yazmaktır. Çünkü bı kitab çalışmalarımın Rabbimin
nezdinde bir değeri varsa, bu değer kitabın trajıyia değil, kitabda
yazılanlarla ilgilidir. Rabbim bana kitabımın kaç sattığını değil, İslam adına
ne yazdığımı ve insanları neye davet ettiğimi soracaktır.
Bu sözler üzerine yüzü
hafifçe kızaran orta yaşlı okuyucu, dudaklarıyla bir şeyler mınldanarak
masadan uzaklaştı.
Hocam, siz
bunlarla kendinizi üzmeyin!.
Bana kızımı nasıl yetiştirmem gerektiğini söyleyin.
Alagaş düşünceli
gözlerle bu sözü söyleyen müslümana döndü. Adamın "Siz bunlarla kendinizi
üzmeyin" sözüyle neyi kastettiğini yeterince anlayamadı!. Ve anlamak için
de hiçbir çaba sarfetmeden, müslümanın sorusunu düşünmeye başladı. Gerçekten
güzel ve ciddi bir soruydu bu. Nitekim aynı ciddiyetle cevaplamak istedi.,
Şu an yirmili yaşlarda
müslüman1 bir genç olsan, nasıl bir mümine bacıyla evlenmek istiyorsan,
kızımızı da o şekilde yetiştir. O şekilde yetiştir ki hayır dualarla
karşılaşa-sın.
Alagaş yanına gelen
kimselerle bir süre daha konuştu. Bu arada beklemekte olan gençler, alt katı
tamamen doldurmuş gibiydi. Gençlerin üçte birini, salonun sağ yanında
kümelenen kızlar oluşturuyordu. Konuşmalardan fırsat bulduğu bir an Saffet
hocaya dönen Alagaş "Hocam, bunlar sizin cevaplandıracağınız sorular"
dedi. Saffet hoca gülümseyerek "Bu cevaplan sizin ağzınızdan duymaları çok
daha iyi" karşılığını verdi. Gerçekten de Alagaş'ın konuşmalarından ve
verdiği cevaplardan hoşlanmıştı Saffet hoca. Biriken kalabalığa baktıktan sonra
gençlerle konuşacak olan Alagaş'a dönerek "Alagaş, günümüz gençlerini nasıl
görüyorsun?" diye sordu.
Yaşanılan sürecin,
gençlerimiz için zor bir süreç olduğunu düşünüyorum.
Kaşlarını kaldırarak
kısa bir süre susan Alagaş, yalnız Saffet hocanın duyacağı bir sesle
"Saffet!, Yaşadığımız tecrübeleri bizden sonraki nesle aktaramazsak, nesil
olarak boşuna yaşamış olacağız" dedi. Bu sözlerin ne anlama geldiğini çok
iyi anlayan Saffet hoca, başını hafifçe sallamakla yetindi.
Bu arada kitabevi
sahibi gelmiş ve Aiagaş'la konuştuktan sonra bir sandalyeyi masanın üzerine
koymuştu. Saffet hocaya "Bana biraz müsaade" diyen Alagaş, yerdeki
sandalyeye basarak masanın üzerine çıkmış ve dikkatlice masadaki sandalyenin
üzerine oturmuştu.
İmza salonundaki
herkes susmuş, herkes dikkatle beklemeye başlamıştı!.
Selamunaleyküm..
"
Ve aleykümselam"
uğultusu yükseldi salondan. Alagaş düşünceli gözlerle gençlere baktıktan sonra
yeterince duyulabilecek bir sesle konuşmaya başiadı.,
Merhaba arkadaşlar.
Gördüğüm kadarıyla hepiniz gençsiniz, günümüzün genç neslisiniz. Bir nesli
yirmi yirmibeş yıl kabü! edersek, sizler bizden sonraki nesilsiniz. Seksen
kuşağı denilen bizim nesil, artık kırkh-ellili yaşlara geldiler. Ben sizi yani
sizin neslin durumunu ele almadan önce, sizlere kendi neslimizi anlatmak
istiyorum Çünk" bizim nesilden almanız gereken az örnekler ve çok olduğunu düşünüyorum. Sizler isteseniz de
istemeseniz d bizim nesilden etkilendiniz, Bu etkilenmenin doğru olabilmesi
için, bizim nesi doğru tanımanız gerekecektir. Sizlerle bir daha
karşılaşamayabüiriz. Lütfen beni dikkatli dinleyiniz.
Derin bir nefes alan
Alagaş, kısa bir suskunluktan sonra konuşmasını sürdürdü.,
Bizler yetmişli
yılların sonlan, seksenli yılların başlarında tevhid gerçeğiyle karşılaştığımızda,
dünyaya yeni gelmiş delikanlılar gibiydik. Tevhidin heyecanını yüreğimizde
hissediyor, bu heyecanla tevhidi gerçekleri insanlara götürmeye ve onlarla
paylaşmaya çalışıyorduk. Tabi ki o yıllarda da bizim önümüzde, bizden büyük olan bir nesil vardı. Abilerimiz,
amcalarımız, babalarımız, hocalarımız dediğimiz bu nesil, din adına
önümüze yıktığında bizler bu nesli kendimize engel görmedik. Çünkü biliyorduk
ki bizim karşılaştığımız tevhid ile, bizim karşılaştığımız din gerçeği ile
onlar karşılaşmamışlardı. Bunu bildiğimiz için din adına Önümüze çıkan bu nesli
ve bu neslin geleneksel din anlayışını hiç zorlanmadan reddettik.
Alagaş'ı dikkatle
dinleyen Saffet hoca, ön sıralardaki Ömer'e bakınca, Ömer'in hemen arkasında
tapusuz Süleyman'ın durduğunu farketti. Açılmış gözler ve hafif aralanmış
dudaklar ile Alagaş'ın konuşmasını takip ediyordu, Süleyman kendisini henüz
görmemişti ama Saffet hoca Süleyman'ı görmüş ve onu gördüğüne sevinmişti.
Alagaş ise konuşmasına devam ediyordu.,
Fakat bizim nesil
Önemli hatalar yaptı. Bu hatalardan birisi, tevhidi hareketin süreciyle
ilgiliydi. Bu sürecin bilinçli gelişiminde üç önemli merhaleye dikkat edilmesi gerekiyordu.
Bunlardan birincisi "Nasıl inanmamız gerekir?" sorusuyla itikad
meselesinin halledilmesi, ikincisi "Bu inanç ve itikada göre nasıl olmamız
gerekir?" sorusuyla kimlik ve kişilik meselesinin halledilmesi, üçüncüsü
ise "Bu inanç ve bu kimlikle ne yapmamız gerekir?" sorusuyla",
dışa açılım fıkhının belirlenmesiydi. Bizim nesii birinci sorunun doğru
cevabıyia karşılaştı ve iman etti bu cevaba. Fakat ikinci soruyu gündemlerine
almadan ve bunun gereğini yapmadan, biran önce kitleieşme hevesiyle üçüncü
soruya geçtiler. Tabi ki affedilmez bir hataydı bu!. Nitekim üçüncü aşamaya
geçtiklerinde karşılaştıkları bütün sorunlar ve çıkmazlar, bu ikinci aşamanın
atlanmasından kaynaklandı.
Kısa bir süre
duraksayan Alagaş, yine devam etti sözlerine.,
Bizim neslin ikinci
büyük hatası ise yapısal olarak bireyde başlayan, ailede kökleşen, cemaatte
yeşeren İsiami gelişimdeki, aile gerçeğinin atlanmasıydı. Bizim nesil cemaate
ve devlete önem verdiği kadar, ne yazık ki aileye önem vermedi. Oysa cemaatten
de, devletten de daha önemliydi aile. Çünkü bizler bireysel İsiami kimliğimizi
yaşayıp, İslam adına ömek aiîe modellerini oluşturduğumuz zaman, meselenin
cemaat ve devlet boyutu zaten Allah'ın vaadleri arasındadır. Bizler ilk ikisini
gerçekleştirip yaşadığımız zaman, Rabbimiz zaten bizleri biraraya getireceğini
vadetmektedir. Fakat bizim nesil bunu da atladı!. Evlerimizin gerçek
hanımefendileri ve yepyeni bir neslin yetiştiricileri olmaları gereken bacılarımız,
sokak ve meydanlara davet ediidi. Bu bacılarımız yaldızlı kelimelerle ifade
edilen bazı çağdaş değerleri(!) elde edebilmek için çıktıkları sokaklarda.
Rahman olan Rabbimizin onlara fıt-raten verdiği ve özenle korunması gereken
birçok İlahi değerieri yitirdiler. Netice olarak böylesi bacı kimlikleriyle
yapılan evlilikler, çoğu zaman gözü dışarda evlilikler oldu. "Ne
yapılmalı?" sorusu, hiçbir zaman "Evde ne yapılmalı?" şeklinde
anlaşılmadı. Evlerde yaşayan birkaç küçük çocukla ilgilenmek ve onları İslam
üzere yetiştirmek, hedefleri toplumu değiştirmek(!) olan bu bacılar tarafından
çok küçük ve basit bir iş olarak görüldüğünden pek önemsenmedi!. Oysa
önemsemedikleri şey birkaç küçük çocuk değil, koskoca bir nesildi!. Ve benzer
yanlışlar birbirini takip etti. "Evlerde İslam adına ne yapılmalı?"
sorusuyla hayırlarda yanşılması gerekirken, u;Evîere ne alınmalı?"
sorusuyla dünyalıklarda yarışılmaya başlandı!.
Saffet hoca içinden
"Hay Allah razı olsun" diyerek, Alagaş'ı dikkatle dinlemeye devam
etti..
Ve bizler dünyaya çok
kurban verdik arkadaşlar. Keşke tağutu anlattığımız kadar dünyayı da
anlatsaydık, dünyayı da anlatabilseydik kardeşlerimize!. Çünkü bizler nesil
olarak dünyaya gerçekten çok kurban verdik. Ve dünyaya verdiğimiz bu kurbanlar,
sizin neslinizin önünde bir leş yığını gibi durmakta!. Bizler seksenli yıllarda
önümüzdeki nesli kendimize engel görmemiş, o nesli gayet rahat bir şekilde
reddetmiştik, reddedebilmiştik ama sizler bizim nesli ve bizim neslin leşlerini
reddedemiyorsunuz. Çünkü her fırsatta sizlere seslenen bu leş yığınından
"Bizler sizin karşılaştığınız tevhidle, sizin karşılaştığınız din gerçeğiyle
yıllar önce karşılaştık!." sözleri yükselmekte!. Bu kaşarlanmış
muvahhidleri(î) nasıl reddedeceksiniz ki!.
Alagaş'ın bu açık ve
keskin sözleri, Saffet hocanın her nedense sıkılmasına, içinin daralmasına
neden olmuştu. Gayriihtiyari Ömer'e doğru çevirdi bakışlarını. Kendisine usulca
bakmakta olan Ömer, kendisini yakalanmış gibi hissederek gözlerini hemen
Alagaş'a çevirdi.
Seksenli yıllarda
bizim neslin heyecanı, bizim neslin yarınlara yönelik büyük umudları vardı.
Sizin nesilde böylesi heyecanlar, böylesi umudlar da yok!. Çünkü bizim neslin
leşleri, sizlerden böylesi heyecanları, böylesi umudları aldılar. Sizler bizim
neslin leşlerine bakarak "Herhalde yarınlarda biz de böyle
olacağız!." diyerek, yarınlara yönelik umud ve heyecanınızı
yiüriyorsunuz. Ve ben..
Duraksayan Alagaş'ın
gözlen dolmuş, sesi titremeye başlamıştı,,
Ve ben, kendi neslim
adına sizlerden helallik dilemek istiyorum. Lütfen bizim nesle hakkınızı helal
ediniz. Çünkü bu hatalara düşen bizim nesil, sokaklarda ebeveyn-siz büyüyen
çocuklar gibiydi!. Bizlerin başında büyükler, bizlerin başında yol göstericiler
yoktu. Az bir kısmımız gerçekleri Kur'an'ın nasihatiyle anlarken, büyük
çoğunluğumuz yaşanan gerçekliğin acı musibetiyle anlama yolunu tercih etti.
Evet, bizim nesil bütün bu yanlışların faturasını ödedi ve ödemeye devam
ediyor. Ben istiyorum ki böylesi yanlışların faturası, sizin nesil tarafından
da ödenmesin. Lütfen bizlerden örnek, bizlerden ibret alın. Önünüze bir engel
olarak çıkan bizim neslin leşlerini, hiç düşünmeden reddedin. Yakın zamanda
birer birer gömülecek olan bu leşleri, hiç dikkate almayın. Fakat unutmayın ki
bunca leşlere ve olanca kurbanlara rağmen, bizim nesilden Örnek alabileceğiniz
kardeşleriniz, faydalanabileceğiniz ahileriniz de vardır. Sayılan az da olsa,
tevhidi gerçekleri anlayan ve yaşayan bu müslümanlann kıymetini bilin. Çünkü
yalnızlığı ve garipliği yaşayan bizim neslin aradığı fakat bulamadığı, sahip
olamadığı böyle bir nimete, bir fırsata sizler sahipsiniz.
Alagaş bu konuşmanın
devamında gerçek bir dava adamının
dünyaya ve dünya
malına nasıl yaklaşması gerektiğini açıkladı. Daha sonra
ise eş ve çocuklara yönelik sevgi üzerinde durarak şunları söyledi.,
Sevgiye dikkat çekmek
istiyorum. Çünkü şeytan aleyhillane insanlardaki korku eğilimini kullanarak bir
kişiyi cehenneme sürüklüyorsa, insanlardaki sevgi eğilimini kullanarak bin
kişiyi cehenneme sürüklemektedir. Bunun nedeni tüm insanlar tarafından sevginin
hoş ve güzel bir duygu olarak tanımlanmasıdır. İsmi bile güzel olan sevgi,
neden tehlikeli olsundu ki!. Hele hele bu sevgiyle sevilenler, eş ve
çocuklarsa bunun neresi kötü olabilirdi!. Oysa bizlere gayet makul ve makbul
gelen bu sevgi konusunda, Rahman olan Rabbimiz bizleri birçok ayet-i kerime ile
uyarmaktadır. Mesela tevbe suresinin 24. ayetinde "De ki: "Eğer
babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız
mallar, az kar getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler,
sizlere Allah'tan, O'nun Resulünden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha
sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedu-run. Alİah, fasıklar
topluluğuna hidayet vermez." buyurul-maktadır. Dikkat edilirse uyarıldığımız
konu sevgiyle, sevmekle İlgilidir. Rahmani ölçüye göre gerçek müminlerdeki
sevgi sıralaması ise Allah, O'nun Resulü ve O'nun yolunda cihad etmek olarak
belirtilmektedir. Elbetteki eşlerimizi, elbetteki çocuklarımızı seveceğiz,
elbetteki evlerimizi ve mallarımızı da sevebiliriz. Ancak bunlara karşı
duyduğumuz sevgi, Allah'a, Resulüne ve O'nun yolunda cihad etmeye karşı
duyduğumuz sevginin önüne geçtiği zaman, Rabbimi-zin azap ve musibet emrini
beklememiz gerekir. Çünkü bu bir fısktır, bu bir (aşıklıktır. Haddi aşan
böylesi sevgilerin karşılığı İlahi nefrettir, azap ve musibettir. Bunları
dikkate alarak kurduğunuz ve kuracağınız evliliklerde lütfen dikkatli olunuz.
Eşlerinize ve çocuklarınıza karşı duyduğunuz sevgi. dizginleri tutan
ellerinizin titremesine, ellerinizin gevşemesine neden olmasın!. Onları
seviyorsanız, onları gerçekten seviyorsanız, onları öncelikle ateşten korumanız
gerektiğini bilmelisiniz. Onları ateşten koruyabilmek ise bu ateş Sahibinden
korkmanızla ve O'nu herşeyden çok sevmenizle mümkündür. Dünyayı kurtarmak
istiyorsanız öncelikle kendinizi, öncelikle evinizi, öncelikle ailelerinizi kurtarmalısınız.
Saffet hocaya çok
anlamlı gelen sözlerdi bunlar. Çünkü benzer sorunlarla karşılaşan ve benzer
sorunları yaşayan birisiydi. Hanımını ve kızını 4üşündü. Yaşanılan bütün
olumsuzluklara rağmen hanımına pek kızmadığını, onu yine de sevdiğini
hissediyordu. Zaten Alagaş'la dün geceki konuşmasından sonra kendi
eksikliklerini de görmüş ve hanımiyla yeniden görüşmeye karar vermişti. İmza
salonuna gelmeden önce hanımına telefon etmesinin nedeni de buydu. Onunla
telefonda kısa bir görüşme yapmış ve öğleden sonra eve gelmesini, kendisiyle
konuşmak istediğini belirtmişti.
Bu arada konuşmasını
dualarla bitiren Alagaş, masanın üzerinde eğreti bir şekilde duran sandalyeden
aşağıya inmişti. Konuşma bitmesine rağmen kalabalık pek dağılmamıştı.
Alagaş'in etrafını çevreleyen gençler, kendilerine göre önemli olan soruları
sormaya devam ediyorlardı. Bir taraftan önüne getirilen kitablan imzalayan
Alagaş, diğer taraftan gençlerin sorularını dinliyor ve bu sorulara kısa fakat
yeterli cevaplar veriyordu.
Selamünaleyküm Saffet
hocam.
Saffet hoca kulağına
eğilinerek ve kısık sesle verilen bu selam üzerine sol tarafına dönünce,
gülümseyen bir yüzle kendisine bakmakta olan Tapusuz Süleyman'ı gördü. Her
nedense unutmuştu Süleyman'ı!.
Ve aleykümselam"
diyerek hemen ayağa kalktı ve Süleyman a samimi bir şekilde sarıldı.
Ne zaman geldin?
Bu sabah geldim hocam.
Hoşgelmişsin.
Alagaş'la tanıştın mı?
Tapusuz Süleyman mahcup
bir şekilde kaşlarını havaya kaldırdı. Bakışlarını Alagaş'tan yana çeviren
Saffet hoca, onun hala çok meşgul olduğunu görünce bir süre düşündü. Daha sonra
yerinden kalkarak Alagaş'ın yanına gitti ve onu akşam yemeği için inşaata davet
ederek, özel bir misafirleri olduğunu söyledi. Söylenilenleri dinledikten sonra
Saffet hocanın gözlerine bakan Alagaş, hafif gülümseyen bir yüzle başını
sallıyarak yerinden kalktı ve onunla kucaklaştı.
Alagaş'tan sonra
Ömer'le de görüşen Saffet hoca, akşam yemeğinde inşaatta olacaklarını ve
Alagaş'la birlikte kendisinin de yemeğe gelmesini istedi. Daha sonra Süleyman'ın
yanına giderek "Haydi Süleyman, artık gidiyoruz" dedi.
Bu söz üzerine
şaşkınlığını gizlemeyen Süleyman, elindeki küçük naylon torbayı göstererek
"Hocam, bu peyniri Mehmed abiye verecektim!." dedi. Bu mahcup ifadeler
üzerine Saffet hoca tebessüm ederek "Akşam verirsin Süleyman. Bu akşam
Mehmed abinle beraber olacağız" dedi. Süleyman bir anda heyecanlanmasına
ve sevinmesine neden olan bu cevap üzerine gülümseyerek Saffet hocayı takip
etti.!.
Süleyman'la birlikte
kitabevinden ayrılan Saffet hoca, ona güzel bir öğle yemeği yedirdikten sonra
hanımına ve kızlarına bir şeyler almak isteyen Süleyman'ı saat altıya kadar
muhayyer bıraktı. Bu durum kendisi için de iyi olmuştu. Çünkü kendisinin de eve
gitmesi, kendisinin de hanımıyla görüşmesi gerekiyordu.
Saat altıda buluşmak
üzere ayrıldılar. altıya doğru buluşma yerine doğru yürüyen Saffet hoca,
kendisini oldukça iyi hissediyordu. Hanımıyla yaklaşık üç saat kadar görüşmüş,
hanımının kabullenmediği bazı davranışlarının nedenlerini anlatmış, bu
konudaki hükümlerin hikmetlerine açıklık getirmiş ve ailesini önemseyen bir
müslüman olarak bunlardan taviz veremeyeceğini belirtmişti.
Ayşe hanım, her
zamankinden daha dikkatli dinliyordu Saffet hocayı. Çünkü günler geçtikçe
yaşadığı ayrılık ve kızı Meryem'in mahzunlaşan hali onun da içini acıtmaya
başlamıştı. Babasının evinde herşey olmasına rağmen yıllardır yaşadığı kendi
yuvasının sıcaklığı yoktu. Ayrıca tapusuz Süleyman'dan da etkilenmişti Ayşe
hanım!. Onu tanıdıktan sonra Saffet hocayı daha iyi anladığını hissediyordu.
Bu nedenle kocasını dikkatle dinlemeye ve dikkatle anlamaya çalışıyordu,
Ve kocasını
dinledikten sonra,
kocasının
değişmediğini, kocasının değişmeyeceğini de anlamıştı Ayşe hanım!. Fakat işin
garip tarafı, bunu eskisi gibi yadırgamıyordu artık. Çünkü kocasının anlattıklarını
bir müslüman kulağı ile, bir mümin gönlü ile dinlediği zaman bu anlatılanların
hiçbirisine karşı çıkmıyor ve nefsine ağır gelse de kocasına hak veriyordu!.
Saffet hoca daha sonra
aynı samimiyetle mümine bir hanım olarak kendisine verdiği değere ve
yüreğindeki sevgiye açıklık getirdi. Yıllardır içinde yaşattığı bu sevgiden
hiçbir zaman pişmanlık duymadığını ve ayrı yaşasalar dahi, onian her zaman
kendi canının bir parçası olarak göreceğini söyledi. Daha önce dinledikleri
karşısında hiçbir tepki vermeyen Ayşe hanımın, bu açık ve samimi sözler üzerine
iç dünyasındaki dengeler değişmeye başlamıştı.
Sanki yeni görüyor, sanki
yeni farkediyor gibiydi Saffet hocayı!. Kocası hem inancında ve hem de
sevgisinde samimi olan özel bir insandı, Saffet hocanın açıkça itiraf ettiği bu
sevgi Ayşe hanıma ilk kez güven, geniş bir güven duygusu veriyordu. Ve
kendisine güven duygusu veren bu temiz sevgi, her-şeye rağmen hiç
dokunulmamasi, hiç kullanılmaması gereken bir sevgiydi- Çünkü kendisinin
yıllarca elde etmeye çalıştığı güven. Saffet hocanın bu samimi'sevgisinde zaten
vardı.
İyi ama bütün bunları
niye yaşamışlardı ki!.
Bu soruya açık bir
cevap arayan Ayşe hanımın düşünceleri, yakın çevreden topluma doğru uzanıyordu.
Çünkü çevreyle, çevrenin baskısıyla, çevrenin değer ölçüleriyle ilgiliydi bu
sorunun cevabı!. Dünyada sadece kendi aileleri olsaydı veya "Elalem ne
der!." sorusuyla hiç karşı-iaşmasaiardı, elbetteki bu sorunları hiç
yaşamıyacaklardı!. Böylesi düşüncelerle, bu gibi cevaplarla karşılaşmak, Ayşe
hanımın daha fazla sıkılmasına neden olmuştu. Çünkü bu cevaplar, Ayşe hanımın
insanlar ve Özellikle müslümanlar nezdinde savunabileceği, kendisini haklı
çıkarabileceği cevaplar değildi. Zaten bu nedenle kocasıyla arasında geçenleri
hiç kimseye anlatmamış, hiç kimseyle paylaşmak istememişti. "Kocam gece
bekçiliğine başladığı için ondan bir süre uzaklaştım" sözü, gülünç bir söz
olmaz mıydı!.
Ayşe hanım iç
dünyasında bütün bu çelişkileri yaşamasına rağmen bunu yine de belli etmiyor,
Saffet hocaya müsbet veya menfi herhangi bir tepki vermek istemiyordu. Ancak
Saffet hoca hanımının bu durgunluğunu far-ketmiş ve bunu gizli bir umud ile
hayra yormuştu.
Evden ayrılırken
hanımının kendisine biraz mahcup gözlerle bakması ve " Özür dilerim,
hakkını helal et" demesi ise, içindeki bu umudun daha da büyümesine neden
olmuştu.
İşte böylesi
umudlarla,
böylesi duygularla
tapusuz Süleyman'ın yanına gelen Saffet hoca, kendisini oldukça iyi
hissediyordu. Alış verişini erken bitiren Süleyman, kendisinden daha önce gelmişti
buluşma yerine. İkisi birlikte balık haline giderek iki kilo balık aldıktan
sonra konuşa konuşa inşaata doğru yürüdüler. Yol üstündeki bir marketten ekmek,
domat ve limon alarak inşaata geldiler.
Odun ateşinde balık
ızgara yapmak isteyen Saffet hoca, Süleyman'ın da yardımıyla balıkların hepsini
temiz ledikten sonra hafif tuzlayarak kenara kaldırdı.
Çocuklara ne aldın
Süleyman?
Alış veriş paketine
gülümseyerek bakan Süleyman "Kızlara birer elbise, hanıma da iki ayakkabı
aldım Saffet hoca!." dedi.
Süleyman, herhalde
yenge hanımı çok seviyorsun!. Ben şimdiye
kadar hanımıma iki ayakkabı
birden hiç almadım!.
Mahcubiyet duygusuyla
yüzü hafifçe kızaran Süleyman, omuzlarını kaldırarak "Ben sadece bir
hatamı telafi etmek istedim" dedi.
Ne hatası?
Cevap verip-vermemek konusunda
kısa bir süre düşünen Süleyman, kısık bir sesle
konuşmaya başladı.,
Hayvan ağılında küçük
bir koyun postu vardı. Eski olduğu ve tüyleri döküldüğü için oraya asmıştık.
Birkaç yıldır bu postun küçüldüğünü farkettim. Her seferinde kenarından el
büyüklüğünde parçalar kopuyor gibiydi!. Önceleri herhalde bir hayvan yiyor,
bir hayvan kemiriyor diye düşünmüştüm. Fakat geçenlerde bizim hanımı elinde
bıçak ile posttan bir parça keserken görünce, bu işi onun yaptığını anlıyarak bir anda sinirlendim.
Ve o sinirle "Sen onları ne yapıyorsun?"' diye
bağırdım.
Bir süre susan
Süleyman'ın gözleri, uzaklara dalıp gitmiş gibiydi!.
Bir suç işliyormuş
gibi boynunu bükerek "Delinen ayakkabımın içine koyuyorum" dedi. İşte
o an çok utandım Saffet hoca. Çünkü üç-dört yıldır hanımıma hiç ayakkabı almadığımı
o an farkettim.
''Madem birkaç yıldır ayakkabın delinmişti niye
söylemedin?" diye sorduğumda "Durumun müsait olsa zaten alırsın diye
düşünmüştüm" dedi. Yerin dibine girdiğimi hissettim. Benimki nasıl bir
erkeklik, benimki nasıl bir kocalıktı!. Defalarca özür diledim ve helallik
istedim kendisinden. İşte bu ayakkabıları da onun İçin aldım.
Dinledikleri
karşısında hayrete düşen Saffet hoca, sanki başka alemlerde, sanki başka
dönemlerde yaşıyor gibiydi. Dalgın gözlerle tapusuza bakarak "Allah sana
sahabe döneminden bir hanım vermiş, kıymetini bil Süleyman" dedi. Bunu
söylediği zaman tapusuz Süleyman'ın da bu döneme ait bir insan olmadığını
farketti.
Belki de Allah'ın
takdiriydi bu!. Belki de birçok insan, birçok müslüman, layık veya müstehak
olduğu birisiyle karşılaşıyordu!.
Ömer ile Alagaş
gelince odun ateşini yakmışlar ve odun közlerinde balıkları pişirerek
hepbirlikte yemişlerdi. Alagaş daha ziyade Süleyman'la konuşuyor, Süleyman'ın
verdiği cevaplan büyük bir dikkatle dinliyordu. Saffet hocanın gördüğü
kadarıyla tapusuzu çok iyi anlamış ve tapusuzu çok sevmişti Alagaş.
Çaylar içilirken söz
Allah'ın yardımına ve müslüman-lann bu İlahi yardıma müstehak olabilmeleri için
kesinlikle taviz vermemeleri gerektiğine gelince, Ömer söze girerek bir hafta
önce yaşadığı bir tartışmayı anlattı.,
Mehmed hocam, bazı
çevreler Resulullah (s.a.v.)'in de taviz verdiğini söyleyerek, Özellikle Hendek
savaşı Öncesi Medine'deki bazı hurmalıkların yahudilere teklif edilmek
istenmesini örnek gösteriyorlar. Bildiğiniz gibi Efendimiz (s.a.v.), Medine'yi
kuşatan Mekke'li müşriklerle yahudilerin ittifakını önleyebilmek için bu
yahudilere Medine'deki bazı hurmalıkları teklif etmeyi düşünmüş, daha sonra
Medine'li müslümanların itirazı üzerine bu tekliften vazgeçmişti. İşte sözünü
ettiğim çevreler bu hadiseyi anlatarak "Medine'li müslümanîar itiraz
etmeseydi Allah'ın yardımına mazhar bir peygamber bile taviz verecekti!."
diyorlar. Tabi ki "Resulullah (s.a.v.) hiç taviz vermemiştir"
diyerek, onların bu yorumuna itiraz ettim.
Ömer'i büyük bir
dikkatle dinleyen Alagaş, son sözler üzerine elini kaldırarak "İtirazın
yanlış olmuş" dedi. Bu söz üzerine hafif bir şaşkınlık geçiren Ömer,
susarak Alagaş'ı dinlemeyi tercih etti.,
İtirazın yanlış olmuş
çünkü Resulullah (s.a.v.) taviz
Evet Süleyman!. Onlar
din ve davalan için, dünyalarından ve dünyalıklanndan taviz veriyorlardı.
Günümüzde müslüman olduğunu iddia eden birçok şaşkın gibi dünyaları için
dinlerinden taviz vermiyorlardı!.
Saffet hoca söze
girerek "Doğru söylüyorsun Alagaş. Zaten kulluk bir tercihtir ve herkes
kendi tercihinin hesabını, kendisi verecektir" dedi.
Evet, herkese
yaptıklarının faturası çıkacak ve herkes kendi faturasını ödemek zorunda
kalacaktır!." diyen Alagaş, Süleyman'a dönerek sordu.,
Bilardo topunu yutan
maymunun hikayesini biliyor musun?
Başını iki yana
sallıyan Süleyman "Bilmiyorum hocam" deyince, Alagaş hafifçe
gülümsedikten sonra anlatmaya başladı.,
Bilardo oynanan bir
kafetarya salonuna, yanında maymun olan bir adam gelir. Kafetarya sahibi
"Beyefendi, buraya hayvanla girilmez" diyerek girmelerine izin
Germez.
Maymunun sahibi
"Bu eğitilmiş bir maymundur, merak edüecek bir şey yok" deyince,
içeriye girmelerine izin verilir. Maymun gerçekten eğitilmiş olduğu için
kafetaryadaki herkes tarafından çok sevilir. Fakat hiç beklenmedik bir olay
olur ve bu eğitilmiş maymun bilardo toplarından birisini yutar. Maymunun
sahibi mahcup bir şekilde "Kusura bakmayın, şimdiye kadar hiç böyle bir
şey yapmamıştı!" dedikten sonra bilardo topunun parasını vererek maymunla
beraber kafetaryadan ayrılır.
Alagaş kısa bir
suskunluktan sonra devam etti.,
Bir ay sonra bu adam
maymunuyla beraber tekrar kafetaryaya gelir. Kafetarya sahibi önceden tanıdığı
maymunu çok sevdiğinden, cebinde kalan üç-beş fındık içini maymuna verir.
Fındıkları alan maymun, her fındığı önce poposuna sokup çıkarmakta ve daha
sonra ağzına götürerek yemektedir!. Bu durumu şaşkınlıkla karşılayan kafetarya
sahibi, adama dönüp "Ya bu hayvan ne yapıyor?" diyerek bunun nedenini
sorar. Maymunun sahibi "Hiç sormayın!. Bilardo topunu yuttuktan sonra
Ölçmeden hiçbir şey yemiyor" cevabını verir.
Tabi ki herkesin gülmesine,
gülümsemesine neden olmuştu bu fıkra. Alagaş da hafifçe gülümsedikten sonra
fıkradaki mesajı güncelleştirmek istedi.,
Evet, maymun kadar
aklı olan, sonucuna katlana-mayacağı veya faturasını ödeyemeyeceği bir işi
yapmaz. Çünkü biliyoruz ki her tercihimizin, her amelimizin dünya veya ahirette
faturasıyla karşılaşacağız. Öyle
değil mi Süleyman?
Tapusuz Süleyman
gülümseyerek "Aynen öyle hocam" dedikten sonra bir süre Alagaş'ın
gözlerine baktı. Tapusuzla göz göze gelen Aiagaş, her nedense hafifçe
irkildiğini ve heyecanlandığını hissetmişti. Çünkü gözlen
Gözlerini tapusuzdan
ayıramayan Alagaş, bu saf ve anlamlı bakışlar karşısında istemeden ezildiğini,
istemeden küçüldüğünü farketti!.
Kendisine
"Hocam1' diye hitab eden bu müslüman hiç kuşkusuz ki Rahman'in katında
kendisinden çok daha değerli bir müslüman olmalıydı. Çünkü az bildiklerini çok
yaşayanlar, çok bildiklerini az yaşayanlardan daha
kıymetli, çok daha kıymetliydi Rahman'ın katında.
Alagaş, Süleyman'ı
sevdin değil mi?
Bu düşüncelerden sıyrılarak
Saffet hocaya bakan Alagaş "Süleyman özel bir insan ve güzel bir
müslüman. Rabbim onun bu güzellikler içinde müslümanca ölmesini nasib
etsin" dedi.
Kızaran yüzüyle
"Estağfirullah" diyen Süleyman, kısık bir sesle "İnşaaliah,
inşaallah" demeyi de ihmal etmedi.
Bir süre daha
konuştuktan sonra saatine bakan Alagaş, aynlık vaktinin geldiğini anladı.
Akşam otobüsüyle ayrılmayı düşünmesine rağmen, Saffet hocanın davetinden sonra
Qece onbir otobüsünden yer ayırtmıştı.
Ömer, gitme zamanı
geldi!.
Ömer "Evet
hocam" diyerek yerinden kalktı. Birbirleriyle samimi bir şekilde
kucaklaştılar ve hayır dualarla ayrıldılar.
Süleyman da onlarla
birlikte inşaattan ayrılmıştı. Alagaş'ı yolcu ettikten sonra geceyi Ömerlerde
geçirecek ve sabah otobüsüyle köyüne gidecekti.
İnşaatta yalnız kalan
Saffet hoca, gecenin karanlığına bakan aydınlık gözleriyle yaşanılan bu günün,
gerçekten güzel bir gün olduğunu düşündü. Sabah eve gittiği zaman, büyük bir
ihtimalle ailesini evde bulacağını umud ediyordu. Koltuktaki altın ve tapular
aklına gelince, daha bir süre onları ortaya çıkarmamaya ve gece bekçiliğine
devam etmeye kararlı olduğunu hissetti.
İzmir'e doğru yol alan
Alagaş, tapusuz Süleyman'ı düşünüyordu. Müslümanlann böyle bir insanı tanıması,
böyle bir insanı anlaması gerekiyordu. Gerçi birer tapusuz Süleyman olmak,
günümüz şartlarında hiç de kolay bir hadise değildi. Nitekim Alagaş da,
Alagaş'ın kendisi de bir tapusuz değildi!. Fakat tapusuz Süleyman'ı anlamak ve
ona biraz benzemeye çalışmak; nefislerinde yaşattıkları hırs ve tamah ile
dünyanın altında ezilen insanların, dünyanın üzerine çıkabilmeleri ve dünyayı
görebilmeleri için önemli bir vesile olacaktı.
Ayrıca her insanın
içinde, dünyaya böyle bakmak ve dünyayı böylesine rahat yaşamak isteyen bir
tapusuz olmalıydı. Önemli olan bu tapusuza biraz fırsat, bu tapusuza biraz
nefes vermekti. Çünkü her insanın içindeki bu tapusuz biraz nefes almaya
başlayınca, o insan dünyayı yaşayabilmek için tapuya gerek olmadığını
farkedecek ve yaşam alanı alabildiğine genişleyecekti. Gerçekten bir zenginlik,
elde edilmesi çok kolay ve çok büyük bir zenginlikti bu!. Nitekim tapu alma
kaygısına düşmeden, dünyayı tapusuzca yaşayan bu Süleyman, dünyanın en zengin
insanı değil miydi!.